Print Friendly and PDF

AŞK OBJESİ (MA’ŞÛK)

Bunlarada Bakarsınız

 


Hazırlayan: Kamil SARITAŞ

Tanrı’nın aşk objesi olması bir yandan varlıkları ilgilendirmekte, bir yandan da kendisini ilgilendirmektedir. Varlıkları ilgilendiren yönüyle, her doğal varlık doğal olmayan varlıktan daha kadim ve daha şerefli olduğu gibi, varlıkların zirvesindeki Varlık, bütün varlıkların en şereflisi olarak kabul edilir. Bu en şerefli ve en iyi Varlık, arzu duyulan ve âşık olunan bir varlıktır. Bütün hareketler en şerefli Varlık’ı arzu etme yoluyla gerçekleşir. Zira doğal olan varlıkların tabiatlarında öncelikli olarak, her şeyden daha faziletli olan İlk Neden’e arzu duyma ve âşık olma melekesi vardır.[1] Buna göre ay-altı ve ay-üstü alemde yaşayan bütün varlıklar Aşk Objesi’ne arzu duymakla hareket etme yeteneği ve canlılık özelliği kazanırlar.

Tanrı’nın aşk ve arzu objesi olarak değerlendirilmesi, hareketin ve canlılığının aşk objesine duyulan arzu ve aşkla başladığının ifade edilmesi düşüncesi, hem İskender’de hem de Aristoteles’te mevcuttur. [2]

Tanrı, arzu ve aşk objesi olduğundan, bütün doğal varlıklarda ona arzu duyma melekesi vardır. Nefs sahibi bileşik varlıklardaki arzu; öfke, şehvet ve iradeye, semâvî varlıklardaki arzu ise sadece iradeye (akla) dayanır. Gerçek ve faziletli irade ise iyiliği sevmektir. Bunun sebebi de mutlak irade denildiğinde, öncelikli olarak iyiliği sevmenin veya iyilik olduğu zannedileni sevmenin akla gelmesidir. Buna göre gerçek iyiliğin istenilmesi ve sevilmesi olan gerçek irade sadece Tanrı’da bulunur.[3] Bu doğrultuda Tanrı’nın iradesi vardır, ancak bu iradeyle sadece gerçek iyiliği sever ve ister. Tanrı’nın aşık olduğu gerçek iyilik veya iyi ise “kendisi”dir. Bu nedenle, İskender’in felsefî anlayışında evrende Tanrı’yla ilişkilendirilebilecek bir kötülük probleminden bahsedilemez.

İskender Afrodîsî’ye göre, Aristoteles iyilik ve arzu arasındaki ilişkiyi şu şekilde değerlendirmiştir; “iyilik olduğu düşünülen şey, insanı aşka getiren ve ona aşkı hissettiren şeydir. Şeylerden seçilen ve kabul edilen ilk şey, iyiliktir ve bu da semâvî varlığın tabiî olarak hareketinin nedenidir. Semâvî varlığın hareket ettirici nedeni Tanrı olduğundan, semâvî varlığın iştiyak duyduğu ve yöneldiği gerçek iyiliğin de Tanrı olması gerekir.”[4]

İskender, arzu ve yönelme eylemlerinden yola çıkarak Gerçek İyi/lik olan Tanrı’nın nasıl olması gerektiğini şu şekilde ortaya koymuştur; Tanrı, arzu duyulan ve kendisine yönelinen bir varlıktır. Arzu duyulan ve yönelinen varlığın cisim olmayan ve hareket etmeyen bir Töz olması, Töz olması nedeniyle de kendisi dışındaki varlıklara muhtaç olmaması gerekir. Bu husus da arzu duyulan varlığın bütün varlıklardan üstün olmasını gerektirir.[5]

Bütün varlıklardan üstün olan, hiçbir varlığa muhtaç olmayan ve bu anlamda gerçek töz olan İlk Neden, aklın aklediliri olmasından dolayı hareket eden varlıkları kendisine doğru hareket ettirir. Maşuğun hareket etmeden âşığını hareket ettirmesi gibi, bütün varlıkların Maşuk’u olan Tanrı âşıkların hareket etmesinin nedenidir. Aslında hareket etme, zatında âşık olma fıtratı olan varlıkların kendisinden kaynaklanmaktadır.[6] İlk ve Gerçek Ma’şûk, bu haliyle sadece kendisine uygun semâvî cismin ve kendine özgü yetkinliğin hareketinin nedeni değil, aynı zamanda insanların yeryüzünde yaşamasının da nedenidir.[7] Oluşun gerçekleştiği ilk hareketteki hareket edilme olayı, doğal varlıkların kendilerinde var olan aşk yetisiyle Ma’şûk’a doğru hareket etmelerine dayanır. Bu anlamda Tanrı, oluşu fiziksel bir itme- çekme olayıyla başlatmaktan ziyade “cezbetme”yle başlatmaktadır.

Tanrı’nın kendisini ilgilendirmesi yönüyle aşk ve arzu objesi olması, doğrudan doğruya onun ereksel neden olmasıyla da ilgilidir. İskender ve Aristoteles Tanrı’nın ereksel neden olması üzerinde ısrarla durmuşlardır. Zira Tanrı, ereksel neden olması yönüyle arzu edilmesi zorunlu olan tek varlıktır.[8] Bu gayeyle İskender, on Aristotle's Metaphysics 1 adlı eserinin ikinci bölümünde Tanrı’nın Etkin Neden olmasından ziyade Ereksel Neden olmasının gerekliliği üzerine durmuştur. [9]

Ereksel neden olan ve kendisine âşık olunan varlığın bütün âşıklardan önce gelmesi zorunludur.[10] Zaten bu husus Ma’şûk’un İlk Neden olmasıyla ilgilidir. İlk Neden’in ise âşık olunan yönüyle ilk nedenliyi (semavî varlığı) hareket ettirmesi gerekir. Öyle ki bütün hareketler içerisinde öncelikli ve değerli olan hareket dairesel hareket olduğundan, Maşuk’un âşığını her şeyden önce dairesel olarak hareket ettirmesi zorunludur. Buna göre İlk Âşık’ın dairesel hareketle hareket etmesinden dolayı hareket edenlerin en iyisi olması gerekir.[11]

Varlıklar içerisinde Ma’şûk arzu edilmesi yönünden yegane varlıktır. İlk önce semâvî varlıklar, aşk objesine yönelmesiyle dairesel, sürekli ve düzenli olarak hareket ederler.[12] Sonra sadece semâvî varlıklar değil, evrendeki bütün varlıklar, kendi konum ve farklılıklarına uygun olarak, İlk Töz’le temasta olmayı amaçlar. Bu temas, varlıkların sürekliliğinin, zorunluluğunun ve özellikle kendilerine uygun konumlarında kalıcı olmalarının nedenidir.[13] Buna göre ay-üstü âlemdeki varlıkların varlığını devam ettirebilmelerinin, ay-altı alemdeki varlıkların ise kendilerini gerçekleştirebilmelerinin olmazsa olmaz şartı Ma’şûk’la irtibatlarını sağlamaktır.

Tanrı’nın aşk objesi olması Aristoteles’te olduğu gibi, Fârâbî, İbn Sînâ gibi filozoflarda da ön plandadır. Fârâbî, Tanrı’nın, zatını sevmesinden dolayı Âşık, kendisi ve varlıklar tarafından sevilmesinden dolayı da Ma’şûk bir varlık olduğunu ifade etmiştir.[14] Tanrı’nın aşk objesi olması hususu Aristoteles’e, İskender’e ve Fârâbî’ye nazaran İbn Sînâ tarafından FîMahiyeti’l-Işk adlı risalesinde yoğun bir şekilde ele alınmıştır. İbn Sînâ, Zorunlu Varlık’ı aşk ve güzelliğin bizzat kendisi ve bütün iyilik ve güzelliklerin kaynağı olarak değerlendirmiş, bu varlığın zatını ve bütün yarattıklarını sevmesinden dolayı âşık, kendi zatı yine kendisi tarafından sevildiği için de maşuk olduğunu, âşık ve maşuk olmasından dolayı da zatında herhangi bir çokluğun oluşmadığını açıklamıştır.[15]

İbn Sînâ metafiziğinde ilâhî yaratılışta bir tür aşk etkili olmaktadır. Bu, kendi prensibine ulaşmak isteyen varlığın aşkıdır. İbn Sînâ mistik bir yaklaşımla, her varlığın Mutlak Hayır olan Tanrı’ya fıtrî bir aşkla yöneldiğini belirtir. Fakat daha sonra İskender’in düşünce boyutunu aşarak Mutlak Hayr’ın âşıklarında tecelli ettiğini, ancak âşıkların onun tecellilerini kabulünün farklı düzeylerde gerçekleştiğini ifade eder. Zaten her şeyin varlığı, ancak onun tecellisi ile gerçekleşir. İbn Sînâ’ya göre Tanrı’nın tecellisini ilk kabul eden, küllî akıl adı verilen İlahî melektir. Bu aklın cevheri onun tecellisine bir şahsın misali olan, aynadaki sureti gibi nail olur. Faal akıl bu tecelliyi aracısız olarak, zatını ve zatındaki makulleri bilfiil ve sabit bir şekilde idrak etmek suretiyle alır. Sonra ilâhî nefsler de bu tecelliyi aynı şekilde aracısız olarak alırlar. Bunların nail olduğu tecelli, onların her birine gücü yettiğince ona benzeme şevki verir. Nitekim doğal cisimler de doğal hareketlerini ona benzemek için yaparlar. Zaten İbn Sînâ’ya göre her varlıkta kendi yetkinliğine karşı doğal bir aşk vardır. Bu aşk onun hem kendi yetkinliğinin hem de İlk ve Gerçek Ma’şûk olan Tanrı’ya yakınlaşmasının nedenidir.[16]

Ma’şûk konusunda İskender’le İbn Sînâ aşkın fıtrî olması, varlıların yetkinliklerini bu fıtrî duyu vasıtasıyla Ma’şûk’a yakınlaşarak kazanmaları noktasında hem fikirdir, ancak Maşûk’un âşıklarda tecelli etmesi noktasında İbn Sînâ, İskender’den bir adım daha ileri gitmektedir. İskender’e göre aşkın çekim gücüyle oluşan metafiziksel hareketlilikte, Fârâbî ve İbn Sînâ’nın sudûr nazariyesinde olduğu gibi varlıklar, aracı varlıklara veya daha üst bir varlık skalasındaki varlığa arzu duymazlar, doğrudan doruya Tanrı’ya arzu duyarlar. Sudûr nazariyesinde ise varlıklar hem Tanrı’ya hem aracı varlıklara arzu duyarlar.[17]

Tanrı’nın aşk objesi olarak ele alınması ve varlıkların fıtrî olarak ona yönelmesinin ifade edilmesi, Tanrı varlık ilişkisinin arzu ve aşk yoluyla gerçekleşmesinin açıklanması Tanrı’yla varlıklar arasındaki münasebeti açıklarken, Tanrı’nın İlk Neden, İlk Akıl ve İlk Hareket Ettirici olmasına nazaran varlıklarla daha yakın bir ilgi ve bağ kurulmakta, Tanrı ve varlıklar arasındaki ilişki de sadece bu noktada açıklanabilmektedir.

İLK AKIL (FAAL AKIL)

İskender, Aristoteles’te olduğu gibi, Tanrı’yı İlk Akıl olarak da adlandırmış, faziletli fiillerin sadece faziletli varlıklarda olabileceğini ifade ederek, ilk aklın fiilinin bütün varlıklardan daha faziletli olan varlıkta bulunacağını ve bu aklın da bütün varlıklardan daha faziletli bir varlık olması gerektiğini belirtmiştir.[18] Buna göre en faziletli fiile sahip en faziletli varlıkta bulunan en faziletli akıl tanrısal akıldır.

Tanrı, “İlk Akıl” kabul edilince, şu sorulara cevap vermek gerekir, İlk Akıl nasıl bir akıldır? Bu akıl her şeyi düşünebilir mi? Yoksa sadece kendisini mi düşünür? Her şeyi düşünürse, bu düşüncesi nasıldır? Sadece kendisini düşünürse bu, Tanrı için sınırlama anlamına gelmez mi?

İskender’e göre, mademki Tanrı en faziletli varlık, tanrısal akıl da en faziletli akıl, o halde en faziletli tanrısal aklın mutlak anlamda ilk önce en faziletli varlığı düşünmesi gerekir. Yani İlk Akıl’ın kendi zatını düşünmesi öncelikli eylemidir. Bu durumda akleden ve akledilen özdeş varlık olmaktadır. İlk Akıl, eğer kendi zatı dışında bir varlığı düşünürse, o zaman İlk Akıl başka bir akledilire dönüşür. Bu dönüşümden de aklın hareketliliği meydana gelir. O zaman da akıl, değişimi içeren bir nesne haline dönüşmüş olur. Tanrı’nın değişim ve dönüşümü kabul etmesi ise mümkün değildir. Bu nedenle İlk Akıl sadece kendisini düşünür.

Akılla çok şeyi düşünen varlık faziletli bir varlık değildir. Ancak tam anlamıyla ve sürekli olarak faziletli şeyleri düşünen varlık faziletli bir varlıktır. O halde en faziletli varlık olarak İlk Akıl’ın devamlı surette sadece kendi zatını düşünmesi gerekir. Bu akıl, sadece kendi zatını düşünmesi nedeniyle bütün zamanlarda, sürekli aynı hal üzere ebedi olur ve hareket etmeyen basit bir varlık olarak varlığını devam ettirir.

Bilfiil ve mutlak anlamda kendisi tarafından akledilir olan akıl sayıca bir tanedir. Çünkü bütün varlıkların en faziletlisi ve en şereflisi olan bu varlığın fiiliyle ilgili olarak, kuvveden ve hareketten tamamen uzak en iyi ve en zorunlu bir varlık olması, zikredilen özelliklerin de diğer varlıklardan ziyade faziletli olan varlıkta bulunması gerekir.[19] İskender’in verilerinden tanrısal aklın değişimden uzak olabilmesi için sadece kendisini düşünmesi gerektiği, sadece kendisini düşünmesi ise sınırlılığının değil, sonsuzluğunun zorunlu kabulü olduğu anlaşılmaktadır.

İskender’in Tanrı’nın sadece kendisini bilmesi düşüncesindeki hareket noktası Aristoteles’in “bilfiil bilginin nesnesine özdeş olması” anlayışına dayanmaktır.[20] İskender, bu düşünceden hareketle tanrısal akılda akleden ve akledilenin sürekli olarak bir ve aynı şey olduğunu ve tanrısal aklın sürekli olarak bu hal üzere olması gerektiğini ileri sürmüştür. Buna göre akledilenle akleden aynı varlık olduğundan, İlk Akıl sadece kendisini düşünür. Çünkü tanrısal akıl gerçek akledilen ve gerçek akleden durumundadır. Gerçek akledilen basit bir töz ve maddeden ayrık bir formdur. Gerçek akıl da kendi tabiatına özgü olarak bilfiildir ve kendi tabiatından dolayı bu aklın zorunlu olarak sadece kendisini düşünmesi gerekir. Çünkü bilfiil akıl kendi tabiatına özgü olma yönünden akledilir olmayan hiçbir şeyi düşünemez: zaten en faziletli şey aklın düşünmediği şeylerden biri değildir.[21]

İskender, her ne kadar İlk Akıl’ın sadece kendisini düşündüğünü ifade etse de,- zira sadece kendisini düşünmesi diğer varlıkları bilmemesi anlamına gelir- felsefesinin temel düşüncelerinden sayılan bu görüşünün tam anlamıyla tatmin edici olmadığının da farkındadır. Ona göre, Tanrısal aklın bazı şeyleri düşünemediğini ve bilmediğini söylemek doğru olmadığı gibi bütün varlıklardan daha şerefli olan tanrısal aklın herhangi bir durumda herhangi bir şeyi düşündüğünü söylemek de çok yanlıştır. Değeri olmayan bazı şeyleri tanrısal aklın düşünmesi ve görmesi uygun değildir.

Düşünme fiilinde ve anında akleden ile akledilen aynı şeyse, tanrısal aklın ve her şeyden daha şerefli olan ilâhî tözün, başka şeyleri düşünmek suretiyle değersiz olan şeylere benzediğini söylemek de çok yanlıştır. Bu yüzden bütün varlıklardan daha faziletli olan tanrısal varlığın herhangi bir şekilde başka bir şeyi düşünürken değişmeksizin düşünmesi gerekir. Başka bir şeyi düşünmeye doğru meylettiği zaman, bu eğilimin daha aşağı bir şeye doğru olmasından ve ayrıca herhangi bir hareketle birlikte olmasından dolayı tanrısal akıl kendisi dışındaki bir şeyi düşünemez. Üstelik tanrısal varlık aşağıya doğru meylettiğinde mutlak bilfiil de olamaz.[22]

Görüldüğü üzere İskender hem Tanrı’nın her şeyi bildiğini ifade etmek istiyor, hem de varlıkların bilgisine sahip olunca, harekete sahip olacağı ve dolayısıyla değişeceği, değişenin ise gerçek anlamda Tanrı olamayacağı düşüncesinden hareket ederek, İlk Akıl’ın sadece kendisini düşündüğünü ve bildiğini ifade ediyor. Ancak genel anlamda felsefî anlayışını Tanrı’nın sadece kendisini düşünmesi üzerine kurduğunu dikkate aldığımızda, İskender’in İlk Akıl konusunda İlk Akıl’ın sadece kendisini bildiği görüşünde olduğunu ifade edebiliriz.

Sürekli kendini düşünen varlığın devamlı olarak düşündüğü şeyle birlikte olması gerekir. Ayrıca eğer akılla düşünme sadece pasiflikle birlikte olursa, o zaman akledenin ve akledilenin bütün yönlerden aynı şey olduğunu söylemek saçmadır. Çünkü aynı şeyin hem kendi zatından dolayı pasif olması, hem de kendi zatıyla aktif olması doğru ve uygun olmayan bir şeydir. Bu akılsal düşünce bütün pasifliklerden uzak olduğu için tam anlamıyla kuvveden ve maddeden ayrıktır. Kuvveden ve maddeden tamamen ayrık olan aklın sadece kendisini düşündüğünü söylememizde ise bir sakınca yoktur.[23]

Tanrı’nın sadece kendisini düşündüğü, düşüncesinin konusunun en iyi olan kendisi olması gerektiği, sadece kendisini düşünmesinin nedenini ise İlk Akıl’ı hareketten, dolayısıyla değişimden uzak tutmaya yönelik bir kaygı olması konusunda, Aristoteles’i izlemektedir. Öyle ki Aristoteles, Metafizikte İlk Akıl konusuna şu şekilde değinmiştir; Akıl, en tanrısal özelliktir. Akıl, bir şeyi düşünmezse uykuya benzer. Düşünmesi başka bir ilkeye bağımlı ise en yüksek töz olamaz. O zaman düşünmesi basit bir kuvve olur. Başkasını düşünürse, ya her zaman aynı şey ya da bazen başka bazen daha başka bir şeyi düşünür. O zaman değişkenlik olacağından düşüncesinin nesnesi iyi olan olması veya başka bir şey olması fark etmez. Fakat başka şeyleri düşünmesi saçmadır. O zaman en tanrısal ve en değerli olan şeyi düşünür yani kendi kendisini düşünür.[24] Buna göre Tanrı sadece kendisini düşünür ve bilir. Düşünmesi ve bilgisi zorunlu olarak kendisiyle sınırlıdır. Bu O’nun değişimden uzak ve mutlak olmasının gerekliliğidir.

Arslan’a göre Aristoteles’in Tanrı’sı akıllıdır, hatta aklın kendisidir; ancak Aristoteles’in dünyayı herhangi bir amaca göre yönetme yönünde bir etkinliği olmadığı gibi, Aristoteles’te dünyanın ve doğanın kendisi de böyle bir bilinçli amaçsallığa sahip değildir. Aristoteles, evreni ne yapısı ne tarihi bakımından tanrısal bir planın ürünü veya gerçekleşmesi olarak görmediği gibi, öte yandan onda evren, ereklere yönelen bireysel varlıkların bilinçli çabalarının sonucu olarak da ortaya çıkmaz. Aristoteles’te ancak doğal varlıkların doğalarını gerçekleştirme yönünde yaptıkları fiillerin kaynağını kendi içlerinde bulmaları kendilerinde bulunan bir ilkeden veya eğilimden hareketle gerçekleştirmeleri anlamında, bir ereksellikten söz etmek mümkündür.[25] Genel anlamda Arslan’ın Aristoteles’i bu şekilde değerlendirmesi, Aristoteles’in bu çerçevedeki düşüncelerini izleyen İskender için de geçerlidir.

İskender, Tanrı’yı İlk Akıl dışında Etkin (Faal) Akıl diye de isimlendirir. Aslında Aristoteles’le İskender etkin aklın bilkuvve aklı bilfiil hale getirdiği, ebedi olarak bilfiil akıl ve akledilir olduğu, ışığa benzediği, zamanın dışında ezeli ve ölümsüz olduğu konusunda aynı düşünce yapısına sahiptirler.[26] Ancak aralarındaki en önemli tartışma bu aklın tanrısal akıl olup olmadığı meselesidir. Ross’a göre Aristoteles’in etkin aklı, nefsin alanına ait bir akıl olmasından dolayı bireysel, insani varlığın bütünüyle dışında kalan tanrısal bir akıl değildir.[27] İskender ise etkin aklı Tanrı’yla özdeşleştirmiş,[28] tanrısal aklı anlatırken İlk Akıl kelimesiyle birlikte Etkin Akıl ifadesini de kullanmıştır.

Aristoteles “Tanrı akıldır, akılsaldır, tam fiildir, formel tözdür, kendisiyle kaimdir, en mükemmel canlıdır, ezeli-ebedi bir hayattır.”[29] demiştir. Bu bağlamda Aristoteles’e göre Tanrı hem Akıl hem de Tam Fiildir. Bu nedenle sırf fiil olduğundan faal bir akıldır. Ancak İskender psikolojik ve metafizik anlamda Faal Akıl’ı aynı varlık yani Tanrı kabul ederken, Aristoteles insana ait faal akılla, tanrısal faal aklı birbirinden ayırt etmiştir. Bu çerçevede İskender’in faal aklı Aristoteles’ten farklı bir çerçevede ele aldığını ifade edebilriz.

Aslına bakılırsa İskender’le Aristoteles aynı ifadelerle etkin aklı anlatmaktadır, ancak Aristoteles, “her nesnenin entelekheia’sı doğal olarak, bilkuvve olan şeyde, diğer bir deyişle uygun maddede bulunur,”[30] “Etkin akıl bedenden önce vardır ve ondan sonra da yaşayacaktır.”[31] ifadeleriyle bu aklı insan bedeniyle ilişkilendirmiştir. İskender ise genel anlamda Aristoteles’le aynı şekilde tasvir ettiği aklı “bu akıl nefsin bir yetisi veya parçası değildir”[32] diyerek insanî nefisle dolayısıyla bu aklın bedenle ilgisinin olmaması gerektiğini vurgulamıştır. Neticede Aristoteles’in etkin aklı insanla ilişkili, İskender’in etkin aklı Tanrı’yla ilgili bir akıldır.

Davidson’a göre İskender’in etkin aklının iki fonksiyonu vardır; etkin akılla hem insan düşüncesinin nedeni olan Aristoteles’in fiil (etkin) aklını hem de evrenin İlk Neden’ini özdeş kılmıştır. Aristoteles’e göre evrenin hareket ettiricisinin İlk Neden olmasına rağmen, İskender’e göre İlk Neden sadece hareket ettirici değil, aynı zamanda bütün var olan şeylerin nedeni ve ilkesidir. Onun etkin aklı hem insan düşüncesinin nedeni, hem de İlk Neden’dir. Veya en azından kendisi dışında var olan her şeyin varlığının Son Nedeni, En Büyük Nedeni’dir.[33]

İskender’in Tanrı’nın akıl olması konusundaki düşüncelerini ortaya koyduktan sonra, Stoacıların ve İslam filozofların bu konudaki düşüncelerine de değinebiliriz. Stoacıların Tanrı’sı akıllıdır, evreni planlı olarak meydana getirmiştir. Evrenin aşkın değil, içkin ilkesidir. O, evrene başlangıcında akılsallık ve düzenliliği kazandırıp daha sonra onun bu akılsallık ve düzenliliğe göre gelişmesini mümkün kılan bir güç olmayıp, bu akılsallık ve düzenliliğin ta kendisidir. Nasıl sperma, meni sıvısı içinde bulunursa, dünyanın tohumsu ilkesi olan Tanrı da aynı şekilde evrende var olan bütün şeylerin ve onların yaşayacakları bütün değişme ve gelişmelerin ilkesi veya kaynağıdır. Varlıkların gelişim veya açılım planını içerir.[34] İskender’le Stoacıların düşüncelerini karşılaştırdığımızda, Stoacıların Tanrı’sı İskender’in Tanrı’sı gibi akıllıdır, ancak Stoacıların Tanrı’sı içkin bir varlıktır, bu nedenle her şeyi düşünebilir. İskender’in Tanrı’sı ise sadece kendisini düşünebilir.

Kindî, aklın çokluk ifade etmesinden ve Tanrı’nın gerçek ve mükemmel anlamda bir ve basit olmasından yola çıkarak, gerçek ve bir olan Tanrı’nın akıl olmadığını ifade etmiştir. Çünkü Gerçek Bir aklın ötesindedir.[35] Druart’a göre Kindî, Plotinus’u izleyerek Tanrı’nın akıl olmadığı düşüncesine ulaşmıştır. [36]

Fârâbî, Fi Meani ’l-Akl adlı risalesinde Aristoteles’in Metafizik adlı eserinde (Lamda bölümünde) kullandığı “akıl” kelimesinin anlamlarını incelemiş ve Tanrı’nın İlk Akıl, İlk Varlık, İlk Bir ve İlk Gerçek olduğunu, diğer ilkelerin akıllar hiyerarşisinde O’na nispetle akıl sayıldığını ifade etmiştir.[37] Zorunlu varlığın hem akıl hem âkil, hem de ma’kûl olduğunu, bunların hepsinin zorunlu varlıkla aynı anlama geldiğini anlatmıştır. İlk varlık özüyle akıldır, kendisini bilir, kendisini bilmesinden dolayı âkildir, kendisi kendisi tarafından bilinen olduğu için de makuldür. Burada süje kendine yöneldiği obje ile birleşir. Sonuçta düşünen ve düşünülen tek ve aynı şey, yani akıl, âkil ve ma’kûl aynı varlık olur. Zira Onun ilmi cevherinden başka bir şey değildir. Onun bilmesi, bilinmiş olması ve bilgisi tek varlık ve bir zat olmaktan ibarettir.[38]

Fârâbî, İskender gibi Aristocu geleneği izleyerek Tanrı’nın akıl olduğunu söylemiştir. Bu anlayışa göre varlığında maddeye gereksinim duymayan bir şey, tözü bakımından bilfiil akıl olur. Aynı zamanda bilfiil akledilirdir. Bu anlamda Tanrı tözü itibariyle akıl, akleden ve akledilendir. Kendini düşünmek bakımından bilfiil makul, bilfiil âkil(düşünen)dir.[39]

Fârâbî gibi, İbn Sînâ’ya göre de Tanrı bizatihi sırf akıl, makul ve âkil yani düşünce, düşünülen ve düşünendir. Tanrı kendi zatını düşündüğü için âkil (düşünen), yine zatı kendisi tarafından düşünüldüğü için ma’kûl (düşünülen)dür.[40]

Fârâbî ve İbn Sînâ Tanrı’nın kendisini düşündüğü, akıl ve akledilir olmasında İskender’le hem fikirdir, ancak faal aklın Tanrı olması konusunda farklı düşünmektedirler. Fârâbî’ye ve İbn Sînâ’ya göre faal akıl ay-altı dünyayı yönetir. Zira ay-altı âlemindeki oluşlar ve değişmeler onun işidir. O, kuvve halinde olan varlıkları fiil haline dönüştürür, şekilsiz maddeye şekil verir ve şekillerini değiştirir. Bundan dolayı hem Fârâbî hem İbn Sînâ faal akla Vahibü’s-Suver adını verirler. Vahibü’s-Suver ise Tanrı değil, faal akıldır.[41]

İbn Rüşd, Tanrı’yı İlk Akıl ve Salt Akıl olarak isimlendirmiş, sonra da Salt Akıl’la ayrık akıların (semâvî varlıkların akılların) birbirinden tamamen farklı olduğunu, Salt Akıl’ın mutlak ve nedensiz akıl, ayrık akılların ise nedenli akılar olduğunu ifade etmiştir.[42]

Görüldüğü üzere Kindî, Tanrı’nın birliğini korumak için Tanrı’nın akıl olmadığını ileri sürmüş, Fârâbî ve İbn Sînâ ise Tanrı’ya akıl vasfını verseler de kendisini bilmesi noktasında hem fikir, ancak varlıkları bilmesi konusunda farklı davranmışlardır. Druart’a göre Tanrı’nın cüzîleri bildiğini inkar etmişlerdir. Bunun yanı sıra Tanrı’nın fiili zorunlu olduğundan ona irade, ihtiyar ve özgürlük de tanımamışlardır.[43] Ayrıca Fârâbî ve İbn Sînâ âlemdeki oluş ve bozuluşları Faal akla atfetmişler ve faal aklın semâvî onuncu akıl olduğunu ifade etmişlerdir. İskender ise ay-âlemdeki oluş ve bozuluşları semâvî varlıklara atfetmiş ve Faal Akıl’ı Tanrı olarak kabul etmiştir.

İlk Akıl konusunu değerlendirme yönünden İskender’le Aristoteles’in Metafizik inin on ikinci kitapçığının dokuzuncu bölümü arasında büyük fark yoktur. Fakat İskender, Aristoteles’in ifade ettiği gibi Tanrı’yı İlk Akıl olarak nitelendirirken, aynı ifadeleri kullanmakla birlikte ondan farklı bir şekilde Tanrı’nın Faal Akıl olduğu üzerinde geniş bir şekilde durmuştur. Ayrıca Faal Akıl’la -Faal Akıl aynı zamanda İlk Akıl olduğundan- İslam filozoflarının kastettikleri onuncu akıl olan faal aklı kastetmemiştir.

 

 



[1]    Bkz. Afrudîsî, agm., s. 256-257.

[2]    Bkz. Afrudîsî, agm., s. 255.; Aristoteles, age., (1072b3-5) s. 505.; Ross, age., s.120

[3]    Bkz. Afrudîsî, agm., s. 255-256.

[4]    Bkz. Afrudîsî, Mebâdiü’l-Küll, s. 255.

[5]    Bkz. Afrudîsî, agm., s. 260.

[6]    Afrudîsî, agm., s. 268.

[7]    Afrudîsî, agm., s. 269.

[8]    Afrudîsî, agm., s. 267.; Genequand, age., s. 90.; Aristoteles, Fizik, (259a6-20) s. 377-379.

[9]    Bkz. Aphrodisias, age., s.25-40.

[10]   Afrudîsî, agm., s. 260.

[11]   Afrudîsî, agm., s. 261.

[12]   Krş. Genequand, age., s. 90.; Aristoteles, age., (259a6-20) s. 377-379.

[13]   Afrudîsî, agm., s. 274.

[14]   Çubukçu, 1984: 97.

[15]   İbn Sînâ, FîMâhiyeti’l-Işk, Çev. Ahmet Ateş, İstanbul 1953 s. 25.

[16]   Bkz. İbn Sînâ, age., s. 89-91.; Altıntaş, age., s. 72-73.; Cihan, A. Kamil, İbn Sînâ ve Estetik, Beyaz Kule Y., İstanbul 2009 s. 44-92.; Uysal, Enver, Kindî ve İbn Sînâ Felsefesinin Temel Kavramları, Emin Y., Bursa 2007 s. 164-165.

[17]   Bkz. Afrudîsî, agm., s. 254-256.; Fârâbî, Felsefenin Temel Meseleleri, s. 123-124.; Aydın, age., s. 160-198.; Özden, İbn Sînâ - Descartes Metafizik Bir Karşılaştırma, s. 79-83.;

[18]   Afrudîsî, agm., s. 270.

[19]   Afrudîsî, agm., s. 270.

[20]   Aristoteles, Ruh Üzerine, (430a14-23) s. 175-176.

[21]   Afrudîsî, agm., s. 271.

[22]   Afrudîsî, agm., s. 271.

[23]   Bkz. Afrudîsî, Mebâdiü’l-Küll, s. 273.; Finnegan, John, Texte Arabe du Peri Nou, Ed. Fuat Sezgin, Alexander of Aphrodisias in the Arabic Tradition, Islamic Philosophy, volume 101, Strauss Offsetdruck, Frankfurt am Main 2000 s.125.; Schoeder, Frederic M., The De Intellectu, Ed. Frederic M. Schoeder and Robert B. Todd, Two Greek Aristotelian Commentators On the Intellect, Pontifical Institute of Mediaevel Studies, Toronto 1990 s. 51.

[24]   Aristoteles, Metafizik, (1074b16-30) s. 519.

[25]   Arslan, İlkçağ Felsefe Tarihi 4, s. 288-289.

[26]   Afrudîsî, İskender, Fi’l-Akl ala Ra’yi Aristûtalîs, Çev. Abdurrahman Bedevî, Şurûhun alâ Aristu Mefkûdetün fi’l-Yûnâniyyeti, Dâru’l- Maşrık, Beyrut 1971 s. 34.; Finnegan, agm., s. 120.

[27]   Bkz. Ross, age., s. 176.

[28]   Ross, age., s. 180.

[29]   Aristoteles, age., (1072b20-30) s. 507-508.

[30]   Aristoteles, Ruh Üzerine, (414a 25) s. 78.

[31]   Aristoteles, age., (430a 14-23) s. 175-176.

[32]   Afrudîsî, agm., s. 34.

[33]   Davidson, Herbert A., Al-Fârâbî, Avicenna, Averroes On Intellect, Oxford University Press, New York 1992 s. 30.

[34]   Arslan, age., s. 289-290.

[35]   Bkz. Kindî, İlk Felsefe Üzerine s. 177.

[36]   Bkz. Druart, agm., s. 361-364.

[37]    Bkz. Aristoteles, Metafizik, (1074b1-1075a11) s. 518-522.; Fârâbî, Aklın Anlamları Üzerine (Fi Me’ani’l-Akl), Çev. Mahmut Kaya, Felsefe Metinleri, Klasik Y., İstanbul 2003 s. 137.

[38]   Atay, Fârâbî ve İbn Sînâ ’ya Göre Yaratma, s. 75.

[39]   Bkz. Aydınlı, age., s. 71-76.; Aydın, Fârâbî’de Metafizik Düşünce, s. 63-71; Özden, age., s. 59-63

[40]   Bkz. Goichon, age., s. 40-41.; Özden, age., s. 141.

[41]   Atay, age., s. 183-184.

[42]   Sarıoğlu, İbn Rüşd Felsefesi, s. 183, 195.

[43]   Druart, agm., s. 378.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar