BÜYÜ VE SOSYAL İLİŞKİLER
Hazırlayan: Çağlar YAYLAMIŞ
Büyü ve Büyücülük
Eski Türk
dilinde büyü, “bügi, bügü” şeklinde kullanılmakta ve “büyücü ve din adamı”
anlamına gelmekted ir. Daha sonra “akıllı adam” anlamına gelen bilge ile
anlamdaş olduğu görünmektedir (Tanyu, 1992: 50). Zamanla ezoterik bilgi anlamı
kazanmıştır. Tarihsel olarak, ezoterik bilgi, belirli gruplar tarafindan
bilinen, halkın çoğunluğundan saklanan okült ve mistik bilgi birikimlerini
tanımlamak için kullanılmıştır (Candan, 2008). Bilgü > bigü > bügü
şeklinde ses evrimine uğramıştır.
“Rahiplerin
ya da bilge kişilerin çalışmaları” anlamına gelen ve Farsça kökenli bir sözcük
olan maji (magi) sözcüğü, büyüyle eş anlamlıdır. İngilizceye, Latince ve
Yunancadan girmiştir (magus) (Crow, 2002: 12). Eski Yunanca magia payla
"mecusilik" sözcüğünden alıntıdır. Eski Farsça sözcük Hint-Avrupa
Anadilinde yazılı örneği bulunmayan magh- "gücü olmak, muktedir
olmak" kökünden türetilmiştir (Nişanyan Etimolojik Sözlük, 2016).
Ayrıca
dilimizde sihir ve tılsım kelimeleri genellikle büyüyle eş anlamlı olarak
kullanılmaktadır. Osmanlıca-Türkçe sözlüğe göre sihir “büyü kadar etkili
şey” ve “insanları bağlayan sanat” anlamındadır. Tılsım kelimesi de “çare,
olağanüstü etki” anlamına gelmektedir (Örnek, 2014: 130).
Uygulandığı
dönem ve nedenlerle ilişkili olarak birçok farklı anlam ve tanımı bulunan büyü,
kuşatıcı ve genel geçer bir şekilde açıklanmakta zorlanılmıştır. Bu bağlamda
büyü kavramsal olarak, anlam, amaç, sonuç ilkelerinin bütünlüğüyle ortaya
konulmaya çalışılmıştır.
“Büyü,
doğal güçleri kontrol etme, onları kullanma yoluyla olayların akışına belirli
bir yönde etki etme teşebbüsü ve bazı tabii nesneler kullanarak din dışı dua ve
hareketler ile ruh üzerine tesir yapma işlemleri olarak tarif edilmiştir”
(Uygun, 2013: 26).
Büyünün
amacını Hikmet Tanyu şu şekilde açıklamıştır:
İnsana ve
olaylara etki ederek bol ve çok avlama, balık tutma, hayvan yetiştirme, düşmanı
yenme, zarara uğratma veya öldürme, çocuk, ürün ve mal çoğaltma, kadın elde
etme, hastalıktan kurtulma; kısacası bitkileri, hayvanları, insanları, tabiat
olaylarını ve güçlerini kontrol ederek şu veya bu kişi yahut kişilere iyilik ya
da kötülük etmek suretiyle bir menfaat sağlamadır (Tanyu, 1992: 501).
Doğaüstü
bir işleyiş sistemi olarak nitelendirdiğimiz büyü, aynı zamanda elinde
bulundurduğu yaptırım gücüyle birlikte çıkar odaklı bir yaklaşıma sahiptir.
Merkez noktasında insan ve bilgiyi bulundurur. İyi veya kötü, siyah veya beyaz
gibi keskin ve karşıt bir yapısı vardır. Bu doğrultuda, kötülüğü oluşturmak
veya beslemek için kullanıldığı gibi, kötülüğü ortadan kaldırmak için de büyüye
başvurulur (Anadol, 2006: 12).
Büyü,
“ilkel insan, bilgisinin ve ussal tekniğinin yetersizliğini kabul etmek
zorunda” kaldığında sahneye çıkar (Reyhan, 2008: 227). Bir başka ifadeyle,
insan, elindeki mevcut bilgi birikimiyle anlamlandıramadığı ya da tepkisel
olarak yetersiz kaldığı durumlarda büyü mekanizmasından faydalanır.
Büyücü
olarak tabir edilen kişi, bağlı olduğu toplum içerisinde her zaman özel bir
konuma sahip olmuş, kendisine ustalık atfedilmiştir. Olağanüstü niteliklere
sahip olan büyücüler, birçok hikâyenin ve efsanenin başkahramanı da
olmuşlardır. Doğaüstü güçlerin varlığı, bu güçlerden birtakım işlemlerle
yararlanılabileceği, bu güçlerle doğanın insan iradesine bağlanabileceği;
doğaüstü güç tasarımı da yine doğadan çıkarılmıştır. ilkel topluluklarda doğa,
insanlara korkunç bir güç olarak görünmüş, görünmeyen ama her yerde ve her
zaman hissedilen bu güç, doğadan soyutlanarak ayrı bir tasarım konusu olmuştur.
Bu güce, Avustralya yerlilerinin diliyle mana adı verilmektedir.
(Kızılderililer manitu, Hintliler brahman, Yunanlılar daimon derler.) (Hançerlioğlu, 2013: 93).
İlkel
insanlar bu doğaüstü aktarım gücü olduğuna inandıkları nesnelerden sakınmak
gerektiğine inanmışlardır ve sakınılması gerekli nesne ve olgulara da tabu
adını vermişlerdir. Yapılan ilk büyü ritüellerinde, doğaüstü güçten korunmak
için yine doğaüstü güçten yardım alma prensibi mevcuttur. Bu mantığa ilk
insanların nedensellik önsezisi de eklenmiştir (Hançerlioğlu, 2013: 93).
Antropolojik
açıdan büyüyü ilk defa inceleyen Tylor, büyüyü bazı psikolojik temellere
ilişkilendirmekle birlikte genel olarak toplumsal açıdan ele almıştır. Primitive
Culture adlı kitabında büyüyü, “sahte bilim” olarak nitelendirmiştir. İlkel
topluluklarda, büyü ile olaylar arasında sebep-sonuç ilişkisi kurulduğunu ileri
sürerek, büyü ile dinin aynı düşünce sisteminin ayrı parçaları olduğunu
söylemiştir. Frazer, The Golden Bough adlı kitabında Tylor’ın
görüşlerini geliştirmiştir. Ona göre bütün dinlerin kaynağı büyüdür. İnsanların
büyüyü kullanarak tabiatı kontrol etme çabalarının sonuçsuz kalması dine
kaynaklık etmiştir. Frazer’ın bu görüşüne K. Preuss de katılmıştır. K. Beth ise
büyü ile dinden önceki bir dönemde şahsi olmayan aşkın bir varlığa inancın
olduğunu ileri sürmüş, din ile büyüyü yan yana ve iç içe konumlandırmıştır
(Tambiah, 2002: 67).
Frazer’ın
görüşüne karşı olarak W. Schmidt Der Ursprung der Gotttesidee adlı on
iki ciltlik eseriyle -onun bir özeti mahiyetindeki L ’Origine de la foi en
Dieu adlı kitabında-, ilkel monoteizm olarak adlandırdığı düşüncesiyle, tek
Tanrıya inanmanın dinin başlangıcı olduğunu süreç içinde bu durumun bozulması
üzerine büyüsel davranışlar ve çok Tanrılı dinlerin meydana geldiğini
savunmuştur.
M. Mauss,
Levy Bruhl gibi düşünürler ise, büyü ve dini aynı kökten çıkan iki ayrı kol
olarak değerlendirmişlerdir. Onlara göre din adamı ve büyücü aynı pratik ve
geleneksel amaçlara sahiptir.
E. Durkheim
ve M. Mauss, daha çok büyünün toplumsal yönleri üzerinde durmuşlardır.
Durkheim, büyü-din ayrımını; büyünün müşterileri, dinin ise cemaati olduğu ve
bu durumun büyüyü kişiselleştirirken, dine ise birleştirici bir rol verdiği
şeklinde yapmıştır.
Malinowski
çalışmalarında büyüye inanışın psikolojik nedenlerine değinerek, insanların
bilgi ve gücünün yetmediği yerlerde güven, teknolojisi zayıf toplumlarda ümit
kaynağı olarak ortaya çıktığını savunmuştur.
Büyü ve din
arasındaki başlıca benzerlikleri ve farkları şu şekilde sıralayabiliriz:
Benzerlikler:
1-
Her ikisi de doğaüstü alana
girmektedir. (Malinowskf)
2-
Her ikisi de doğaüstü
alanda iş görür. (Goldenweiser)
3-
Büyücü de din adamı da
pratik olarak belirli amaçlar güderler.
4-
Büyü de din de tamamen
mitolojik geleneğe dayanmaktadır.
5-
İkisi de kurallarla
çevrilmiştir. (Malinowski)
Farklar:
1-
Büyü zorlayıcı, din ise
memnun etme çabasındadır. (Lehmann)
2-
Büyünün belirleyici bir
pratiği ve tekniği varken, dinde böyle bir durum ve gereklilik yoktur. (Malinowski)
3-
Büyünün cemaati yokken, din
için cemaat gereklidir. (Kösemihal)
4-
Dinde yasaklara aykırı
davranış günah olarak kabul edilirken, büyü de günah algısı mevcut değildir.
5-
Dinde boyun eğme ve
bağlanma vardır. Büyüde ise kendi sonucunu belirleme (self-determination)
ve kontrol vardır. (Goldenweiser)
6-
Din herkese açıkken, büyü
daha kapalı bir yapıya sahiptir.
7-
Genellikle din büyüyü
reddederken, büyü dini bilgi, yapı ve materyalleri kullanmaktadır (Örnek, 2014:
133).
İlk
insanlardan yüzyılımıza kadar süregelmiş bulunan büyü inancı çeşitli biçimler
göstermiştir. (Anadol, 2006). S. Veyis Örnek (Örnek, 1966) ve Hikmet Tanyu,
büyüyü genel kullanım şekillerine göre şu şekilde sınıflandırmıştır:
5.
Temas Büyüsü (Kontajiyöz
Büyü)
6.
Taklit Büyüsü (Homeopatik
Büyü)
Ak Büyü (Koruyucu Büyü)
Genel
olarak, kişinin ya da toplumun iyiliği için yapılan büyüdür. Hastalık, mal ve
mülkün zarara uğraması, doğal felaketlere karşı çare bulmak veya engellemek
için kullanılır. Bu çeşit büyüde dini metinler ve dua tekniklerinden
faydalanır.
Kara Büyü
Ak büyünün
karşıtıdır. Zarar verme amacı güdülür. Hasta etmek, zarar vermek, kişisel
ilişkileri bozmak için kullanılır. Uygulama tekniği taklit ve temas yoluyla
olur.
Aktif Büyü
"
Temelinde doğa olaylarını kullanmak yatar. Yağmur yağdırmak ya da frtınayı
engellemek için yapılan dualar bu kategoride yer alır.
Pasif
Büyü
Genellikle
savunma ve korunma amaçlıdır. Muska ve nazarlık üzerinden uygulanır.
Temas
Büyüsü
En çok
yapılan büyü çeşidi olduğu düşünülmektedir. Birbiriyle ilişkisi olan şeyleri
birbirini etkileyeceği inancından hareketle uygulanır. Bir kimsenin saçından,
kanından, eşyasından o kişiye yönelik yapılan büyüyü esas alır.
Taklit
Büyüsü
Bir şeyin
taklidi ve benzeriyle, o şeyin kendisine etki etme düşüncesiyle
temellendirilir. “Benzerin benzeri meydana getirdiği ilkesine dayanır”. Parçaya
yapılan bütüne, benzere yapılan asla yapılmış olur. Bu anlayış analoji büyüsünü
doğurmuştur. Bundan ötürü büyü yapılmak istenenin kullandığı bir eşyaya yapılan
büyünün onu da etkileyeceğine, toprağa dökülen suyun yağmur yağdıracağına
inanılmıştır. Analoji büyüsü, homeopatik büyü ve sempatik büyü gibi çeşitli
isimlerle de anılmaktadır. En çok bilinen şekli, bir bez bebek üstünden
uygulandığı düşünülen, bebeğe yapılan etkilerin ilişkili kişiye de etki
etmesidir. (Tanyu, 1992: 502).
Mumya
büyüsü, büyülenmesi istenen kişinin minimal bir benzerinin yapılıp sembol
olarak kullanılmasına dayanır. Eğer bu sembolü iplerle saracak olursanız
gerçeğinin de etkileneceğine ya da sembole keserek zarar vermeniz halinde
gerçeğinin de bu kesikler karşısında acı çekeceğine inanılır. Bu inanış ile
büyülenmek istenen kişi ve onun sembolü arasında bir bağlantı olduğu düşünülür
(Hançerlioğlu, 2013: 93).
Bu
sınıflandırma ve tanımlama sonucunda, büyü çeşitlerinin ana başlıklarının Ak ve
Kara büyü olduğunu; diğer büyü çeşitlerinin kullanım amaçlarına göre her iki
alanda da bulunabileceğini görmekteyiz.
Büyülerin
dili arkaiktir ve her zaman okur taralından anlaşılmaz. Bazı durumlarda
anlamsız fakat tanıdık terimlerin geleneksel değerlerinden dolayı etkili
olduklarına inanılır. Bununla birlikte, kullanılan mistik dil, ritüelin amacı
ile açıkça ve doğrudan ilişkilidir (Encyclopedia Britannica, 2016).
“Kişiyi
istenilen şeyleri yapmaya iten gizli kuvvetlerle, doğaya aykırı haller meydana
getiren kişilere “büyücü” denir. Geçmişte büyücülere; “şaman”, “kam”,
“sihirbaz”, “hekim” gibi isimler de verilmiştir” (Asımgil, 1999). Türkçe
kullanımda büyücülük ve sihirbazlık farklı anlamdadırlar. Büyücülük, doğrudan
doğaüstü bir uygulama ve yöntem ile birlikte, doğal işleyişe müdahaleden
meydana gelen bir olguyu anlatmak için kullanılırken, sihirbazlık daha çok göz
yanılması, ilizyon ve mental tekniklerle ilişkilendirilerek kullanılmaktadır
(Tanyu, 1992: 501).
Büyünün
salt bir meslek grubu tarafndan kullanımı Sümerlerde karşımıza çıkmaktadır. Din
adamı ve aynı zamanda toplumsal açıdan yüksek statülere sahip olan dönemin
büyücülerinin Keldanîler tarafndan yetiştirildiği tahmin edilmektedir. Ayrıca
Mısırlı, İbranî, Hintli ve Yunanlı büyücüler de ünlüdür. Bütün dinler
genellikle büyücülüğe göz yummuşlardır, bu da aralarında pek çok farklar
bulunmakla beraber onların aynı temelde birleştiklerini gösterir. Büyücülük,
mitolojinin de temel konularından biridir. Mitolojide yer alan büyücülükle
ilgili öykülerden bazıları şunlardır:
Yunan
mitolojisinde büyücüler Hermes’i büyücülük tanrısı olarak görürler. Yunan
mitolojisinde tanrıça Demeter bir kralın yeni doğmuş çocuğuna sütnine olur,
çocuğu o kadar sever ki, ona büyü yaparak ölümsüz kılmak ister. Her gece çocuğu
yaktığı ateşe tutarak ölümlü yanını yok etmeye başlar. Bir gün ansızın odaya
giren kraliçe çocuğunu ateşe tutulmuş görünce korkusundan bir çığlık koparır ve
büyü de böylelikle bozulmuş olur (Hançerlioğlu, 2013: 94).
Birçok
mitolojide de bu duruma benzer büyüsel anlatılar mevcuttur. Sümer mitolojisinde
tatlı sular Tanrısı Apsu, kendisi ayrıca Babil Yaratılış mitinde Tiamat ile
birlikte yaratıcı tanrılar olarak da geçer, diğer tanrıların çok gürültü
yapması (çocukları ve torunları) nedeniyle onları yok etmeye karar verir. Bunu
bir şekilde öğrenen torunu Enki büyü yaparak Apsu’yu uykusunda öldürür.
Gılgamış Destanı’nda ölümsüzlükle ilgili doğaüstü bir ottan bahsedilir, kim
bulup yiyecek olursa sonsuz bir hayata kavuşacağı aktarılan anlatılarda,
Gılgamış otu bulmasına rağmen yiyemeden bir yılan tarafndan alınır. Örnek
teşkil edecek Mısır mitolojisindeki anlatıların birinde, Firavunun Nil’e düşen
hazinesinin bir büyücünün yardımıyla alınması anlatılır, Nil’in bütün suyunu
kurutan ve hazineyi aldıktan sonra tekrar su ile dolduran büyücü, Musa
Peygamber’in denizi ortadan ikiye böldüğü duruma benzer bir yaklaşım
içermektedir (Hançerlioğlu, 2013: 94).
Büyü
tarihin her noktasında, kültür, coğrafya ya da toplum fark etmeksizin kendisini
üretebilmiştir. Büyünün toplum tarafından kabulü ve buna bağlı olarak
oluşturduğu otorite bu üretimin sürekliliğini sağlamıştır. Geçmişte gerek
büyünün geniş kullanım alanı, gerekse büyüye başvurulma sıklığı, büyücüleri
“kamu” görevlisi konumunda tutmuştur. J. Wach, “Din Sosyolojisi” adlı
çalışmasında ilkel toplumlarda dini otorite tipleri başlığı altında büyücüleri
de saymaktadır (Wach, 1990). Bu durum toplumsal sorunların çözümünde büyü
mekanizmasının ve “büyücülük mesleğinin” çok büyük bir etki alanına sahip
olmasına neden olmuştur. Günlük hayata ve sosyal ilişkilere yoğun bir şekilde entegre
olan bu mekanizma, kendini ve kullanıcısını kültürel birer fenomen haline
getirmiştir.
Büyü ve
büyücülüğün toplumsal alanda görünürlüğünün büyük ölçüde tedavi yöntemlerini
oluşturan pratiklerle ilişkilidir. Bu ilişki, alınan geri dönüşlerle birlikte
sosyal ilişkiler ağında tutunarak toplumsal bir yapıya kavuşmuştur. Şifacılık
başlığıyla değineceğimiz bu yapının, kültürlerarası uygulanış biçimlerinde
farklılık gösterse de, amaçlanan yaklaşımlarda ortak bir payda da tutunduğunu
söyleyebiliriz.
Şifa ve Şifacılık
Şifa
kelimesi, Arapça kökenli olup bedensel veya ruhsal bir hastalığın son bulması,
hastalıktan kurtulma (TDK, 1998) anlamlarına gelmektedir. Fakat şifa kelimesi
günlük kullanımda daha çok kutsal bir atıftan beslenmektedir. Atfedilen bu
durum, “hastalığın” ele alınış biçimiyle alakalıdır. Hastalığa, doğaüstü bir
gücün neden olması ya da Tanrı tarafından ceza olarak algılanması bu durumu
ortaya çıkarmıştır.
Hititlerde ceza olarak algılanan hastalık için bir dua metninde şu
ibareler bulunmaktadır: Bana bu hastalığı hangi Tanrı verdi? O Tanrı ister
gökte, ister yerde olsun. Ey Güneş Tanrısı onun yanına git, Tanrıya söyle! Ey
Tanrım sana ne yaptım, ne günah işledim! (Çepel, 2011: 18).
Turner,
hastalığın anlamının iki boyutta analiz edilebileceğini öne sürer; birinci
olarak kutsal olan/kutsal olmayan alanlar arasında, ikinci olarak ise sağlığın
ve hastalığın kolektif/bireysel olarak ele alınışı şeklinde bir ayrım yapar
(Aysoy, 2012: 40). Bu bağlamda, hastalıkların toplum tarafından düşünülen
farklı yönleri, tedavi yöntemlerini de etkilemektedir.
Hastalık
kendi kapsamında neden faktörünü de içerir. Bu neden faktörleri çerçevesinde
insanların hastalıkların nedenlerine ilişkin inançlarını şu şekilde
sınıflandırabiliriz:
1-
Hastalığın doğrudan doğruya
herhangi bir insanın eylemine bağlı olduğuna inanılan insan aracılığı;
2-
Doğaüstü bir varlığın ya da
kişiselleştirilebilecek bir aracın etkisi,
3-
Alışılagelmiş doğal
nedenler (Rivers, 2004: 16).
İlkel
topluluklarda, hastalığın ele alınış biçimi incelendiğinde genel olarak ilk iki
kategorinin kabul edildiği gözlemlenmektedir. İnsan ve doğaüstüyle
ilişkilendirilen kategoriler, dönemsel yorumlamaya dayalı olarak iç içedir.
Buna bağlamda, üzerinde duracağımız konu büyüye dayandırılan hastalık ve
yaralanmalar olacaktır.
Büyüye
dayandırılan hastalık ve yaralanmayı da kendi içinde şu şekilde
sınıflandırabiliriz (Rivers, 2004: 21):
Kurbanın
vücuduna yöneltilen nesneye veya etki gücüne atfedilen hastalık, nesnelerin
vücuda yöneltilmesiyle hastalığın meydana geldiğine inanılan durumlarda,
nesnenin kendisinin hastalığa neden olacağı düşünülmez. Hastalık daha çok, o
nesnenin ilişkide olduğu kişi ya da güçle ilişkilendirilir. Hastalık yapıcı
özün ya da nesnenin hastanın vücuduna sokulması sonucu ortaya çıkan hastalık
örneklerinde tedavi, doğrudan hastalığın nedenini ele alır. O nesneyi ya da
varlığı vücuttan çıkarmak doğrudan hastalığı ortadan kaldırmaktır.
Ruhun
bir parçasının kişiden ayrılmasına yorulan hastalık, bu durum çeşitli
kültürlerde, insanın ruhunu bir parçasını alıkoymak, insanın ruhunu kontrol
etmek ya da insanın ruhunu hasta bir ruhla değiştirmek olarak karşımıza çıkar.
Tedavi olarak, büyücünün ruhu bulması ve o ruhu alıkoyan kötü ruhu defetmesi
gibi ritüeller mevcuttur.
Kurbanın
vücudundan ayrılmış bir parça üzerindeki ya da kurbanın dokunduğu nesne
üzerindeki büyüsel etkiyle ilişkilendirilen hastalık, büyüyle
ilişkilendirilen son hastalık çeşidi olan bu durum, temas büyüsüyle
ilişkilendirilir. Tedavi olarak izlenilen yol, parçanın bulunup yok edilmesi ya
da bu durumu meydana getiren doğaüstü güçlere karşı, yine doğaüstü güç
kullanımıdır (Rivers, 2004: 28).
Şifa
sözcüğünün asıl kullanımı, hastanın bedeninin iyileştirilmesinin yanında
ruhunun da iyileştirilmesi şeklindedir. Geleneksel tedavi yollarında, beden ve
ruh bir bütün halinde incelenir ve beden sağlığının geri kazanılması için
bedenden önce ruhun sağlığına kavuşturulması gerekliliği savunulur. Kökeni
Şamanizm’e ait olan “şifa veren” ifadesi bu anlayışla ilişkilidir. Geleneksel
tıbbın kökenlerine dek uzanan bu anlayış, beden ve ruh sağlığının bir bütün
içerisinde incelenmesi şeklinde açığa çıkmaktadır (Kaplan, 2011).
“Doğaüstü
alana ilişkin kutsallık atfedilen çeşitli simgeleri, kişileri, bazıları
kurumlaşmış hale gelen pek çok geleneksel iyileştiriciyi kapsayan büyü temelli
uygulamalar, halk tıbbının önemli birer parçasıdır” (Kaplan, 2010: 98) ve genel
olarak literatüründeki sınıflandırmada “ritüel” olarak değerlendirilir.
“Bıldırcın
uçtu gitti, hastalık da uçtu gitti!” sözleri, bazı ilkel toplumlarda,
hastalığın iyileşeceği düşüncesiyle yaygın olarak kullanılmaktaydı. Bu kullanım
esas olarak, dile getirilen hastalık sözü ile hastalığın kendisi arasında bir
bağdaştırma yapılmasına dayanır. Buna benzer olarak herhangi bir kişinin
etrafında çizilen bir yuvarlak, gerçekte o kişinin hapsedild iği duvarlarla
aynı anlamlara gelmektedir. Yani hapsedilen kişi, etrafına çizilen bu
yuvarlağın dışına asla çıkamamaktadır (Hançerlioğlu, 2013: 93).
Geleneksel
tedavi yöntemlerini uygulayan kişiler, tarihsel süreçte halkın içinde hep var olmuş;
şaman, halk hekimi, lokman hekim, büyücü, eli şifalı gibi çeşitli isimlerle
anılmıştır. İsimleri ne olursa olsun, bu kişiler her zaman halkın güvenini ve
inancını kazanmıştır. Bu durum şifacıları, sosyal hayatın önemli bir parçası
haline getirerek, hem dini bir otorite hem de saygın bir kişi konumuna
taşımıştır.
İlkel
toplumlar büyücüleri, topluluğun en yetenekli ve bilgili kişileri olarak
görülmüşlerdir. Büyücüler, hekimlik ve danışmanlık işlerinde de bulunmuşlardır
ve doğayı (birçok hayvan ve bitkiyi) tanımaktaydılar. Büyücüler, bazı
yetenekleri ile yalan söyleyeni, hırsızı veya katili bulabilirlerdi. Büyücüler,
hastalıkları tedavi etmek için genellikle büyülü sözler ve danslar
kullanırlardı. Fakat bunlarla birlikte çeşitli kök ve yapraklardan, ağaç tohumu
ve kabuklarından da yararlanmışlardır. Sarımsak, tavşankulağı, ada soğanı,
pelin otu, Hint yağı bitkisi büyücülerin ilaç yapımında kullandıkları bitkiler
arasındadır. Bu bitkilerin çoğu aynı zamanda eczacılıkta da kullanılmaktadır
(Anadol, 2006: 102).
Şamanist
Türklerin hastalık karşısındaki tutumları, günümüzdeki hastalık algısından
farklı bir şekildeydi. Onlar, bir insanın hasta olmasıyla ruhunun vücudunu terk
ettiğine, vücudunun içine kötü bir ruhun veya cismin girdiğine inanırlardı. Bu
bakımdan Şamanist bir cemiyette hastalık ile ölüm karşısında aynı tepki
gösterilirdi. Ayrıca Şamanist kavimlerde yaşlılık da, tedavisi olmayan bir
hastalık olarak ele alınırdı. Bu inanışa dayanarak bazı Sibirya kabilelerinde
ve Hazarlarda yaşlanan hakanların öldürüldüğü görülmektedir.
Hastalık
esnasında bedene giren kötü ruhun veya cinin, düşman bir ruhun veya bir büyücü
tarafından sokulduğuna inanılırdı. Fakat büyücü veya benzeri olan bu düşmanla
Şaman karıştırılmamalıdır. Aksine Şaman, hastalığı tedavi edebilecek tek
kişidir. Onun en büyük sosyal görevi, hastaların tedavisidir. Türkçede ilaç
manasına gelen “kem” kelimesiyle Şaman manasına gelen “kam” kelimesi arasında
bir yakınlık vardır. Eski Türklerde tıbbın en önemli kısmını, ilahi sayılan
çeşitli kuvvetlerden yardım isteme teşkil ederdi. Şaman, davula değneğiyle
vurarak, çeşitli hareketler yaparak, tekrar vücuda sokmaya ve vücuttaki kötü
ruhları kovmaya çalışırdı (Anadol, 2006: 103).
Bununla
beraber büyü, “sağlık ve halk hekimliği ile benzer uygulamalar, psikolojik
hastalıkların tedavisi birçok toplumda insanların hizmetinde olmuş, bu bağlamda
kara büyüler de evrensel olarak insanları hep korkutmuştur” (Kaplan, 2010: 40).
Bu korku durumu da, kötü niyetli büyücülerin toplum tarafından zoraki bir
şekilde de olsa kabulüne zemin hazırlamıştır.
Nazar ve Fal
Nazar ve
fal kavramlarını büyüyle ilişkilendirerek, birer alt başlık olarak inceleme
fikri esasen, nazar ve falın günlük hayat pratiklerimize dönüşerek, doğaüstü
fenomeninden uzaklaştırılmasıyla alakalıdır. Öyle ki, temelde büyüyle aynı
kaynaktan beslenmelerine hatta büyünün bizatihi ardılları olmalarına rağmen,
farklı sosyal algılara sahiptirler.
Nazar
kelimesi Arapça “bakış” manasına gelmektedir. Türkçedeki kullanım alanı yine
bakış anlamıyla ilişkili olup bu anlama doğaüstü güçler ve sonuçlar yüklemekted
ir. En genel kullanımıyla; bir kişiye, hayvana veya nesneye kötü niyetle
bakarak, hastalık, ölüm veya nesneye zarar vermek gibi olumsuz sonuçların
meydana gelmesi olarak tanımlanabilir (Boratav, 1994: 103-104).
“Dilimizde
göz değmesi ve göze gelme deyimleriyle de dile getirilen nazara, Yunancada
matisma, Arapçada isâbet-i ayn, Fransızcada mauvais oeil, Almancada Böser
Blick, İngilizcede evil eye tabirleri kullanılır” (Hançerlioğlu, 2013: 359).
Nazara,
sadece insanlarla ilişkilendirilen bir olgu değildir. İnsanların günlük hayatta
kullandıkları nesnelerden, kaldıkları yerlere ve hayvanlara kadar, canlı cansız
fark etmeksizin nazarın taşınabileceğine inanılır. Halk arasında bu ve benzer
durumları anlatmak için de “nazara geldi” tabiri kullanılır. Kötü göz ya da kem
göz inancı, etkili ve belirsiz bakış olarak iki farklı şekilde yorumlanabilir.
İlkinde, bakış bir alet olarak nitelendirilirken diğerinde var olan niyet
esasında potansiyel bir tehlike ve uğursuzluk olarak yorumlanır. Bacon da bu
durumu, “İmrenme filinde gözden bir nazarın fırlayıp geçmesi ve şualanması
kabul ve tasdik edilir.” şeklinde ifade eder (Anadol, 2006: 242).
“Nazara
karşı ilk akla gelen korunma çaresi, zarar görmesi ihtimali olan kişiyi “kem
gözlerden” kaçırmaktır” (Boratav, 1994: 104). Bu durum apotropeik yaklaşımları
beraberinde getirmiştir. Nazara karşı koruma araçları arasında en yaygını
nazarlıktır. Bu nesne, çoğu kez, sadece bir nevi boncuktur. “Boncuk” kelimesi
IX. yüzyılda Kaşgarlı Mahmut tarafndan Doğu Türk ağzına göre “moncuk” şeklinde
tespit edilmiş ve atın boynuna takılan değerli taş veya kişinin boynuna takılan
ve kötü gözlerden koruyan nesneye denilmiştir (İnan, 1963).
Bu kelime,
türlü Türk lehçelerinde “boncuk, monçuk, monçak, mayınsak, monşak” şekillerinde
söylenmektedir. Bu kelime, “boyun” kelimesiyle ilişkili olup başka bir deyimle
“boynuna takılan, asılan nesne” demektedir. Nazar boncuğu genellikle mavi
renklidir, Eski Mısır’da Horus gözü ve Osiris gözü olarak da kullanılmaktaydı.
Göz, yürek, nal vb. biçimlerde yapılan nazarlıklar temelde muska
niteliğindedir. Nazarlık olarak çeşitli nesnelerin kullanıldığı saptanmıştır:
Boncuk, at nalı, sarımsak, yumurta kabuğu, kuru diken, çocuk pabucu, kurt dişi,
çakıl taşları vb. bu çeşitli nesneler arasındadır.
Nazarlık
yapımındaki kullanılan maddeler genellikle doğaüstü bir güce sahip olduğu
düşünülen maddelerden seçilmiştir. Tabiattaki nesnelerin parlaklık, zenginlik,
kuvvet gibi özellikleri karşısında şaşıran ve korkan insan, felaketlerin ve mutluluğun
bu objelerin içinde olduğunu sanarak bu objelerle barışık olmak istemiş ve
onları kendi hizmetinde kullanmayı düşünmüştür (Akçora, 2013).
Nazardan
korunmak için kullanılan yöntemler ana hatlarıyla; dini uygulamalar, yöresel
uygulamalar, hayvan kalıntıları, bitkiler, su, taş ve toprakla yapılan korunma
yöntemleri olarak sayılır.
Nazardan
korunma isteği, nazara karşı iyi geldiği düşünülen yöntemlerin günlük hayat ta
da uygulanmasına neden olmuştur. Örneğin, kilimlerdeki “göz” motifleri, bir
evde bir otomobilde veya herhangi bir mekânda “maşallah” yazısı görmek
alışılagelmiş bir durumdur. Nazara karşı ülkemizde başvurulan usulleri şöyle
özetleyebiliriz: Göz boncuğu ve nazarlık takılır; hocaya okutulur; çocuğun
yüzüne ve kulağının arkasına kazan karası sürülür; çocuğun yaşı söylenmez vb.
Nazar ve
fal, her ikisi de doğaüstü fenomeninden beslenmelerine rağmen aralarında önemli
birkaç fark vardır: Bu farklar, “gelecekten haber verme” durumunun, falı daha
mistik bir hale getirmesi, falın kendi doğası gereği kullanılan materyallerin
onu ritüel statüsüne yaklaştırması ve fal bakan kişiye yüklenilen
sosyo-kültürel değerlerin olması olarak açıklanab ilir.
Etimolojik
olarak fal, “iyi alamet” anlamına gelmektedir. Eski Türkçedeki karşılığı ise,
ırktır. Divan-ü Lügati’t Türk’te (Kaşgarlı Mahmut, 1998) ırk, “kâhinlik”
anlamında kullanılmıştır. Yine dönemin büyük Türkçe eserlerinde biri olan
Kutadgu Bilig’de (Hacip, 1979) fal kelimesi, “uğur, talih” anlamında
kullanılmıştır.
Yukarda da
belirtildiği gibi, falcılar, tarihsel süreç içinde kimi zaman farklı isimlerle
anılmıştır (kâhin, müneccim vb.). Bu durumda dahi, falcılığın büyücülüğün bir
vasfı olma durumunu etkilememiştir. Neredeyse her toplumun gelecekten haber
verme yöntemleri vardır ve bu yöntemler çeşitlilik göstermektedir (Crow, 2002:
30). Milattan önce 4000 yıllarında Mısır’da, Babil’de, Çin’de fal metotlarının
uygulandığını gösteren belgeler, falın menşei olarak Mezopotamya’dan
beslendiğini desteklemektedir.
Kâhin
kelimesi, ilk olarak eski dönem Araplarda günümüzdeki anlamına yakın bir
şekilde kullanılmıştır. İbranice köhen, Aramice kahen (rahip) kelimesine
tekabül etmektedir. Kâhin bu kelimelerin Arapça bir şekli olmayıp, doğrudan
eski Arapçadan gelmektedir. Yahudilerin köheni, anlam bakımından Arapça
kâhinden farklıdır; önceleri gaipten haber veren anlamında iken, daha sonraları
kehanetler ve kurban kesme gibi dini ritüeller yapan kişilere verilen unvan
haline gelmiştir.
Kâhinler,
hayatın hemen her alanında, yadsınamayacak derecede önemli kimliklere
sahiplerdi. Devlet veya kabile sorunlarında ve hatta yine kendilerinin
yönettikleri savaş meselelerinde kâhinlere danışılırdı. Aynı zamanda kâhinler,
özel hayatın da birçok meselesind e, taraflar arasındaki uyuşmazlıklarda veya
çatışmalarda hakemlik yapmışlardır. Kâhinler tarafından verilen kararlar da
kutsal bir mertebeden verilmişçesine sorgusuz kabul edilirdi (Anadol, 2006:
162).
Türk kültür
tarihi içerisinde fal, Şamanizm’in temel unsurlarından birisidir. İnsanı
çepeçevre saran gelecekte ne olacak merakının bir ürünü olan fal, yine Şamanizm
felsefesine göre, tedavisi olmayan bir hastalık olarak ele alınmaktadır.
Oğuzlara ve Yakut Şaman geleneğine göre en güçlü Şaman olan An Arkıl Oyun,
müracaat edilen ilk Şaman ruhu ve ilk falcı olarak nitelendirilir. Büyücü,
şaman, din adamı, falcı sıfatıyla bir ritüel gerçekleştirerek gelecekten haber
verme özellikleriyle seçilmiş kimselerdir. Toplumun diğer üyelerinden farkları
vardır bu açıdan toplumun genelinin erişemediği kutsal bir alana erişebilirler
ve toplumsal bir statü ve sorumluluk taşırlar (Sümbüllü, 2010: 64).
Günümüzde
kullanılan farklı birçok fal çeşidi de mevcuttur, bunlardan bazıları şu şekilde
özetleyebiliriz: İçilen kahvenin kalan telvelerinden ortaya çıkan şekilleri
yorumlamaya dayanan, kahve falı; bakla ve yanında kullanılan kömür, para, şeker
gibi diğer nesnelerle birlikte yorumlanan bakla falı; çiçeğin yapraklarını
koparma ve sırasıyla birbirinin tersini durumları söylemeye dayanan papatya
falı; kullanılan her kâğıtta farklı bir anlam olduğuna inanılan ve belirli bir
döngüyle desteyi açarak uygulanan, iskambil falı; kaba doldurulan suya bakarak
doğaüstü varlıkların yardımıyla geleceğe yönelik tahminlerin yapıldığı, su
falı; avuç içindeki çizgilerin boyuna, yönüne veya kalınlığına göre gelecek ve
karakter tahmini yapılan, el falı gibi (Yılmaz, 2014: 36-37).
Kutsal
Bu bölümde
üzerinde duracağımız konu büyünün kutsalla/kutsal olmayan arasındaki ilişkisi
olacaktır. Bu ilişkiyi daha anlaşılır hale getirmek için öncelikle, kutsalın
nasıl ele alındığını ortaya koyup bu çerçevede kutsalın büyü üzerinden tezahürü
incelenmeye çalışılacaktır.
Kutsal,
Latince sacer kelimesinden gelen “sacred” ve eski İngilizcede halig
kelimesinden (karş. Almanca heilig) gelen “holy”; varlıkların genel nizamına
ait olan profan (din dışı) ve sekülere (dünyevî olana) zıt olarak, tanrının ve
tabiatüstü alanına ait olan kavramlarının eş anlamlıdır (Sharpe, 2000: 49).
Kutsal,
Türkçede “saygı gösterilmesi gereken, tapınılan şey veya varlık” ya da daha
geniş bir perspektifle “güçlü bir dini saygı uyandıran veya uyandırması
gereken, kutsi, mukaddes; tapınılacak ve uğrunda can verilecek derece sevilen;
bozulmaması, dokunulmaması gereken, üstüne titrenilen; Tanrıya adanmış olan,
tanrısal olan” anlamına gelir (TDK, 1998).
Sosyolojik
açıdan kutsal ve kutsal olmayan kavramlarının birbirlerinden tamamen
ayrılmalarına rağmen, aralarındaki sınırlarda değişimler meydana gelmektedir.
Kutsal ve kutsal olmayan ayrımının temelinde de ana unsur olarak bu değişim
mekanizması bulunmaktadır. Sosyolojide olduğu gibi tarihte de kutsalın alanı
belirli bir sürece işaret etmektedir (Subaşı, 1998). Kutsal olanın
değiştirilmeyecek konumda olması ve yasaklarla korunması, atfedilen değerlerin
süreç sonucunda azalması ve ortadan kalmasına kadar geçerliliğini korumaktadır.
Bu durum bizlere kutsalı ele alırken tarihsel sürecin ve aşamaların önemini
göstermektedir. Farklı dönem koşul ve algıları, beraberinde farklı
toplulukların birbiriyle olan ilişkisi, kutsal algısını bir kültür çevirisi
olarak ele almamızı gerektirmektedir.
Kutsal kavramı,
inanç sistemlerinde merkezi bir konuma sahiptir. Tematik inançlardan, dinlere
kadar bütün sistemlerin ardılı olma özelliğine sahiptir. Büyünün, kutsal olarak
tezahürünün temelleri, ilkel toplulukların doğayı ve hayatı anlamlandırma
biçimlerine dayandırılmaktadır. “Kutsal, insan bilincinin tarihinde bir aşama
değil, bilincin yapısı içinde bir unsur ve insanın ontolojik bir parçasıdır”
(Eliade, 2015). Bu sayede marjinal veya tarihe ait bir şey olmak yerine, bugün
artık kültürel hayatımızın ortasındaki yerini hızla almaktadır (Arslan M. ,
2010). Modernizmle birlikte yeni bir durum haline gelen gündelik hayat ve onu
algılama biçimi, kutsalı rutinlerin dışına iterek gündelik yaşamı
profanlaştırmıştır. Kutsalı, seküler söylemin teyidi yerine, kendi doğası ve
gerçekliği ile ele almak kutsalın tezahürünü anlamlandırma açısından bizleri
daha sağlıklı sonuçlara götürecektir. (Berger, 1993)
“Fenomenolojik
açıdan kutsal, nesne analiziyle birlikte doğaüstü bir sıfat olarak
kullanılmaktadır. Bu durum için Durkheim, “kutsallık, yalnız tanrılara özgü bir
nitelik değildir. Her şey kutsal olabilir, kutsal şeylerin sınırı belirlenemez,
dinlere göre değişir.” der” (Hançerlioğlu, 2013: 279). Kutsalın tecellisi
durumunda, kutsala konu olarak seçilmiş olan nesne, başkası olmakta ve kendini
çevreleyen diğer şeylerden ayrılmaktadır. Bu anlamda nesne, kendisi olmaya son
vermektedir. Kutsallık boyutu kazandığı andan itibaren, profan, dolaysız ve
görünür kimliğinden farklı bir duruma gelmektedir (Yılmaztürk, 2003: 53).
Kutsalın en
büyük gizemlerinden birisi de, kendi tezahüründe kendini sınırlamasıdır. Kutsal
ait olduğu toplumlarda zaman ve mekân gibi farklı düzlemlerde genişleyebilir.
İlkel toplumlarda gündelik hayat ve doğa ile olan ilişkilerde tezahür eden
kutsal, sistemleştirildikçe daha spesifik bir hal almıştır.
Kutsal
olmayan zamandan kutsal zamana geçiş ritüeller aracığıyla yapılmaktadır.
Eliade’nin hiyerofanik zaman olarak da nitelendirdiği kutsal zamanın en
büyük özelliği, bu ritüellerin tekrar edilebilir olmasıdır (Cengil, 2016: 35).
Bu sayede insanlar başlangıçtaki o büyülü zamana ulaşabilirler. Eliade’ye göre,
ataların yaşadığı her şeyin mükemmel olduğu o anlara (ab origine, ab inito}
dönme arzusu büyüsel zaman simgeciliğiyle birleşerek tekerrür etmiştir
(Yılmaztürk, 2003: 62). Kimi zaman bu ritüeller için gerekli görülen mekânsal
ayrıcalık beraberinde kutsal mekân algısını da oluşturmaktadır. Bu durumda
mekan, kendisini çevreleyen yerlerden ayrılmakta ve farklı bir karaktere
bürünmektedir. Hiyerofanik zaman, mekanın da kutsallığını tekrarlanabilir
kılmaktadır.
Kutsalın
ait olduğu toplumun inanç sistemini üzerinden şekillenmesi, büyünün tezahüründe
din-büyü ilişkisine büyük bir önem atfetmektedir. Bu durum, dindışı olarak
nitelenen her şeyin kutsal dışı (profan) sayılması olarak karşımıza
çıkmaktadır. İlkel toplumların inanç sistemlerinde, gerek mana gerekse ritüel
olarak varlığını sürdüren büyü, monoteist dinlerde bir yasak olarak ele
alınmıştır. Ayrıca, doğal süreçlerin deneysel gözlemi ve doğanın düzenini temel
alan sanatlar ve zanaatlar da kutsal olmayan olarak nitelendirilmiştir. Bu
bağlamda büyü, tarihsel süreç içinde kutsal ve profan ekseninde gidip
gelmiştir.
Sosyal İlişkiler
Sosyal
ilişkiler kurmak ve bu ilişkileri devam ettirmek, toplum hayatın
gerekliliğidir. Tüm topluluklar için gerekli ve geçerli olan bu durum bizleri
toplumsal işleyişi ve insanlar arasındaki ilişkiler ağını anlama metodu olarak
yine insan doğasına yönlendirmektedir. “İnsan doğasında bir potansiyel olarak
var olan sosyallik karakterinin kendi başına kaldığında değil, ancak sosyal
etkileşim sonucunda ortaya çıktığı anlaşılmaktadır” (Yazıcı, 2014: 220).
Sosyal
ilişkiler, “eylenlerin eylemlerini biçimlendiren, sosyal yaşama ait bilgilerle
düşümsel olarak sürekli yeniden düzenlenmektedir” (Esgin, 2013: 687). Toplum
yaşamı normların içselleştirilmesine, normları geliştiren ve onlara uyulmasını
sağlayan kurumlarla, topluluğun üyelerini toplumsallaştırmakla yükümlü
kurumların ilişkilerine dayanır. Homo sociologicusu yönlendiren çıkar değil,
beklentilerdir.
İnsanlığın
kendisini ve doğayı anlamlandırma çabası, bu çabayı meslek olarak benimseyip
toplumsal açıdan kabul gören bir zümreyi ortaya çıkarmıştır. Bu zümre tarihsel
süreçte, büyücü, şifacı, müneccim gibi birçok farklı şekilde anılagelmiştir
(Sümbüllü, 2010: 58).
“İnsan
doğasının kaynaklık ettiği kültür, sosyal değerler, yargılar, davranışlar ve
kurumlar, toplumsal yapıyı meydana getirmektedir. Kaynağı ve sistemleşme süreci
aynı olduğu halde, toplumsal yapılar, birbirlerinden farklılıklar göstermekte
ve aynı yapı zamanla değişmektedir” (Yazıcı, 2014: 220).
Sosyal
ilişkinin odağında, bilinçli olarak birbirlerinin varlığını kabul eden kişiler
bulunur. Bu açıdan, bir statünün yeri ve değeri toplum tarafından
belirlenmektedir. Sosyal statü bireyin toplumda işgal ettiği yer olarak
karşımıza çıkmaktadır ve ayrıca sosyal statü, sosyal pozisyon ve sosyal mevkii
olarak da adlandırılmaktadır.
Statü,
kişiye sosyal ilişkilerde kılavuzluk ederek, belirli hak ve sorumluluklar
yüklemektedir. Doğuştan gelen (verilen) ve kazanılmış olmak üzere
iki çeşit statü kaynağından bahsedilebilir. Doğuştan gelen statü, yaş,
cinsiyet, soy gibi kişinin üzerinde hiçbir etkisi olmayan koşulların sonucunda
var olan statülerdir. Bizim burada “sosyal ilişkiler ve büyü” konusuyla
ilişkilendireceğimiz konum kazanılmış statü olacaktır.
Dini
etkileşim, hemen her dönemde bireyleri, grupları ve onların meydana
getirdikleri toplumları etkileyen en önemli unsurlardan biri olmuştur. Weber’in
karizmatik otorite olarak nitelendirdiği bu etkileşim merkezli
durumlarda fertleri kişiye bağlayan, itibar veya saygınlığın elde edilmesi
durumu yine fertlerin toplumsal yükümlülükleriyle ilişkidir (Özenç, 2014).
Bu statü
çeşidi, kişi ya da kişilerin başarı veya çabaları sonucu kazanılmaktadır.
Kazanılmış statünün önemli bir noktası da hazırlık süreci gerektirmesidir. Bu
bağlamda, kazanılan statünün önemi de toplumsal hayatla ilişkilidir.
Doğaüstü
fenomeniyle ilişkili olarak, büyücünün kazandığı statünün, önemi
anlaşılmaktadır. Ayrıca, bu statünün beraberinde getirdiği sosyal rol de,
ilişkiler açısından önemlidir. Gündelik hayatın pratikleriyle sonuca
ulaşılamayan ihtiyaç ve tıkanıklıkların giderilmesi için başvurulan büyücü,
kazandığı statünün gereğini yani sosyal rolünü yerine getirmelidir; çünkü
sosyal rol, statünün uygulanma biçimidir (İşçi, 2000).
KUTSAL ARAYIŞINDA BÜYÜ
Büyünün Tarihi Geçmişi
Eski
Mısır’da Büyü ve Büyücülük
Edebi ve
dinsel birçok yapıtta, Yahudi ve Mısır büyücülüğü arasındaki benzerliklere
dikkat çekilmiştir. Bu örneklerden başka, Yunan ve Roma gibi eski uygarlıklarda
Mısır büyüsünün üstünlüğünün kabul edildiği bilinmektedir. Kur’an ve Incil’den
Musa’nın, büyücülük konusunda Mısır’daki en başarılı öğrencilerden biri
olduğunu öğreniyoruz (Şah, 1996: 63).
Genelde
Mısırlıların dinsel-büyüsel ayinleri bereket ve ruhun öteki dünyadaki hayatının
korunmasına yöneliktir. Bu ayinleri, Mısır yaşantısının tarihsel çerçevesinden
incelemek yerinde olacaktır. Düşmanların yenilmesi gibi kudret ve başarı
büyüleri farklı bir tür oluşturmaktadır.
Mısır’da
hayata hâkim unsurların başında Nil gelmektedir. Mısır dininin, büyüsünün ve
edebiyatının odak noktası Nil Nehri’dir. Nil, her temmuz ayının birinci ve on
altıncı günleri taşarak toprağa hayat verir. İsis rahipleri, bu törenlerde
kendilerini her zamankinden daha fazla önemserler ve doğanın uyanışına eşlik
ederlerdi (Şah, 1996: 66).
Eski
Mısır’da büyü, M.Ö. 4000li yıllarda muska kullanımı olarak, M.Ö. 3000li
yıllarda ise ritüeller ve daha kurumsal bir yapıda karşımıza çıkmaktadır. Genel
büyü kültürünün aksine, Eski Mısır’da büyü halk çoğunluğunun uygulayabildiği
bir fenomendir. Eski Mısır’da büyü, kişisel ve toplumsal olarak büyü birçok
alanda kullanılmıştır (Türkan, 2012: 27).
Eski
Mısır’da doğaüstü metotlarla doğal işleyişe etki edilebileceğine dair yaygın ve
güçlü bir inan vardı. Bu inanç beraberinde büyünün Tanrılar üzerinde de etki
edebileceği düşüncesini ortaya çıkarmıştır. “Bu yüzden Mısırlılar, büyüsel
jestler ve tanrıların kendi isteklerine uyabilecek ayinlerde büyücülerin
ölülere iyi davranmayan tanrılara ce za verebileceğine inanıyorlardı” (Tanyu,
1992: 503).
Eski
Mısır’da büyünün kullanımıyla alakalı birçok mit karşımıza çıkmaktadır.
Örneğin, İsis’in Osiris’i büyü gücüyle birleştirmesi ve yine İsis’in Ra’dan
kutsal adını öğrenmek için Ra’nın salyasına büyü yaparak yılana çevirmesi gibi.
Mezopotamya’da
Büyü ve Büyücülük
Mezopotamya’da
büyü kullanımı, Eski Mısır’da olduğu gibi günlük faaliyetlerde ve toplumsal
olaylarda karşımıza çıkmaktadır. Mezopotamya insanı, Tanrılardan çeşitli
işaretlerle geleceği öğrenmek ya da değiştirmek için büyü ritüellerini
uygulamışlardır. Tanrı ve ruhların dünyayla ilişki içinde olduğuna inanan
Mezopotamya halkı, bu konu üzerinden büyü ritüellerini şekillendirmişlerdir.
Tıbbi uygulamalarda daha açık bir şekilde karşımıza çıkan bu durum,
hastalıkların tedavi biçimlerine kaynaklık etmiştir (Türkan, 2012: 34).
M.Ö 3000li
yıllarda Mezopotamya’da görülen animizm etkisi, yaşanan olaylarda ve
hastalıklarda ruh ilişkisini ön plana çıkarmıştır. Bu durum, tarihsel süreçte
gelişim ve değişime uğrayarak tanrısal nedenlere ve “günah” algısına
dönüşmüştür. Büyü kullanımı Mezopotamya’da açıkça Tanrı iradesine karşı
kullanılmıştır. Mısır’ın aksine, büyü ritüelleri eğitimle belirlenen ve
doğuştan gelen özellikleri var olduğuna inanılan kişiler tarafından
gerçekleştirilmiştir.
Mezopotamya’da
gök cisimlerine atfedilen kutsallık, büyü ritüellerinin gerçekleştirilmesi için
belirli bir zaman aralığıyla ilişkilendirilmiştir. Ayrıca diğer kültürlerde de
sıkça rastlanan muska ve belirli taşların güçlerine inanma Mezopotamya’da da
karşımıza çıkmaktadır (Türkan, 2012: 35).
Mezopotamya’da
Babil büyüde önemli bir yere sahiptir, astronomi çalışmalarında çok ileriye
giden Keldanîler Kuran-ı Kerim’de de Sâbie (Mâide, 69) adıyla anılırlar.
Bütün olayların yıldızlarla ilişkili olduğuna inanan Keldanîler, yıldızları
putlaştırmışlardır. Dua için müşteri yıldızına, başkalarıyla savaşmak
için Zuhal yıldızına, hastalıklardan korunmak için de Mars’a saygı
gösterisinde bulunurlardı (Ateş, 2011: 195).
“Akkadlar,
Babilliler ve Asurlularda kötü cinlerden korunmak için muskalar
kullanılmaktaydı. Özellikle Babillilerde toplum hayatı büyü üzerine kurulmuştu.
Sanat, ticaret, savaş, din, av vb. faaliyetler hep büyü ile iç içeydi” (Tanyu,
1992: 503).
Ayrıca
Keldanîler ve yerleşim yerleri olan Babil hakkında birçok rivayet bulunur.
Güneşe atıfta bulunarak Babil Kulesinin varlığı da bu rivayetlerden birisidir.
Halk tabakasının, kâhinler ve yıldızlar arasındaki ilişkiyi yaşanan
garipliklere yorması ve bununla birlikte büyücülerin bu durumdan yararlanması
Babil halkının yıldızlara olan bağlılığı ile açıklanabilir.
Yaşanan bu durumun düzeltilmesi için
İbrahim Peygamber, Keldanîler’e gönderilmiştir. O dönemde, Babil, Irak, Şam ve
Mısır da benzer inanç sistemlerine sahiptirler. İran’ın da tek tanrı inancını
benimsemesiyle birlikte Babil büyücülerine karşı bir mücadele başlamıştır.
Keldanîler’e ait bu olayı bize Cessâs Ebû Bekr er-Râzî şu şekilde aktarmıştır
(Ateş, 2011: 197): “Halkın cahillerinin ve kadınların zannettiklerine
göre, Feridun, Dahhâk’ı esir ederek, İran dağ silsilesinin en yücesi olan altı
yüz metre yüksekliğindeki Demavend Dağı’na hapsetmiş, Dahhâk hala orada
zincirlere bağlı olarak hayattaymış. Büyücüler oraya giderek kendisinden büyü
öğreniyorlarmış. Yine halkım avam tabakası, ilerde ortaya çıkarak yeryüzünü
istila edeceği Hz. Peygamber tarafından bildirilen ve kendisine uymaktan
sakındırılan Deccâl’in bu Dahhâk olduğuna inanıyorlardı.”
Eski Anadolu’da Büyü ve Büyücülük
Eski
Anadolu uygarlıklarında büyü ve büyüyle ilgili yazılı metinlere Hitit
kaynaklarından ulaşılmaktadır. Hititler, dini yaşantılara büyük önem vererek
yoğun şekilde yaşamaktaydılar. Bu bağlamda, dinsel ve işlevsel olarak kendine
özgü bir biçimde Hititlerde büyü uygulamalarına rastlamaktayız. Hititlerin
sahip olduğu bu büyü kültü, Anadolu’nun ve çevresindeki kümülatif deneyimlerin
sonucu ve kültür etkisidir (Türkan, 2012: 40).
Hititlerde
büyü kullanımı en yoğun şekilde tıp ve tedavi alanında karşımıza çıkmaktadır.
Hititlerde büyü kullanılarak tedavi yöntemleri kurumsal ve sistematik bir
şekilde ilerlemiştir.
Büyü
reçetelerinin, her çeşit hastalık için var olması ve arşivlenerek sadece
isimlerin boş bırakılarak hazırlanması da bu duruma örnek teşkil etmektedir.
Büyünün
Hitit toplumunda etkisi büyük olmakla birlikte, halk tarafından kabul edildiği
de bilinmektedir. Kurban ritüellerinin ekonomik düzeyle ilişkili olarak
düzenlenmesi bu durumun bir göstergesidir.
Tıp ile
birlikte de büyü tedavi yöntemleri olarak kullanılmaktadır. Herhangi bir
hastalıkta ilk olarak doğal yollara başvurulmakta daha sonra doğaüstü
yaklaşımlarla tedavi devam etmektedir.
Hititlerde
büyü sağlık alanında birçok hastalığın tedavisi için kullanılmaktadır, bu
hastalıkları şu şekilde örneklendirebiliriz: anemi, cinsel iktidarsızlık, ağız
felci, sarılık, göz, depresyon, salgınlar, baş ağrısı öksürük vb (Türkan, 2012:
41).
Ayrıca
Hititlilerde büyü kullanımı tedavi dışında, toplumsal tıkanıklıklarda ya da
toplumu ilgilendiren olaylarda, örneğin kralın tahta çıkması, savaş, bereket ve
ruhlara soru sorma vb. olaylarda da karşımıza çıkmaktadır.
Diğer
toplumlarda olduğu gibi büyü kullanımı Hititlerde de ak ve kara büyü olarak
ikiye ayrılmaktadır. Kara büyü, Hitit toplumunda bir saldırı çeşidi olarak
yorumlanmış ve hukuksal suç unsuru olarak ele alınmıştır.
Hititlerde
büyücülük belirli uzmanlık alanları üzerinden şekillenmiştir. Büyüye başvurmak
isteyen halk, o büyünün uzmanıyla iletişime geçmekteydi. Bu durum da,
Hititlerde büyünün sistematik ve kurumsal bir yapıda olduğunun diğer bir
örneğidir.
Eski
Çin Uygarlığında Büyü ve Büyücülük
Dünyanın en
eski uygarlıklarından biri olan Çin’de, büyü sanatı ve ritüelleri uzak bir
geçmişe dayanmaktadır. Çin okültizminin üç özelliği, toplumun bütün
kesimlerinin okült uygulamalarla ilgilenmesi, her olayın bir cinin işi olduğu
inancı ve Lao-Tze’nin gizemli öğretisidir (Şah, 1996: 228).
Bugün
Çin’de ve Güneydoğu Asya’daki Çin topluluklarında karşılaşılan büyü
uygulamaları, Moğol kökenli ilkel Çin kültlerinden (Şinto kültleri) Taoizm’in
ezoterik öğretisine uzanan bir evrimden geçmiştir.
Çin
Şintoculuğu’nda Moğolların ve yakın akrabaları Eskimoların Şamanist inançlarına
ve büyücü-hekim uygulamalarının izlerine rastlamak mümkündür. Çin’den
Japonya’ya yayılan Şintoculukta medyumluk, yazı yazan cinler olayı ve bazı
tılsımların biçimleri Avrupa inançlarıyla benzerlik göstermektedir (Şah, 1996:
229).
Çinliler,
büyünün her türlüsüne karşı derin bir ilgi beslenmişlerdir. Konfiçyüs’ten eski
bir dönemde Wu denilen bir cadı, devletin sosyal teşkilatında resmi bir mevki
sahibiydi. Büyü usulleri ve kaideleri arasında raks ve şiddetli korku vermek de
vardı. Büyücülerin bildikleri birtakım gizli formüller vardı. Onlar geleceği
öngörüp söylemeye, metafizik varlıkları defetmeye çalışıyorlardı. Ailenin
saadetini temin maksadıyla, ev hayatında birçok adetler
sürmekteydi.
Özellikle evin girişine birtakım bitkiler asılırdı. 400lü yıllarda, Pao
Po-Tzu’lar kötü ruhları aynalar yardımıyla keşfetme ve defetme tekniklerine
sahiptiler. Günümüze daha yakın tarihlerde, Yin Yang Taih King’in 1795’te
yayınlanmış bir kitabına, kaderi iyi kullanmaya yarayan ve insanın evini nereye
yapacağı, ölünce nereye gömüleceği hakkında bazı esaslar bulunmaktadır (Anadol,
2006: 32).
Diğer
Muhtelif Kültürlerde Büyü ve Büyücülük
Hinduizm’de
büyücülük büyük bir öneme sahiptir. Hindu kutsal metinlerinde (vedalar) büyü,
dini algılayış ile iç içe geçmiş bir formda karşımıza çıkmaktadır. Vedik
dönemde etkisini daha da arttıran büyü, özellikle tıp uygulamalarıyla yakından
ilişkili olarak gündelik hayatın her alanında kendini göstermiştir.
Eski İran
medeniyetinde büyü, diğer hiçbir medeniyette olmadığı kadar din ile birbirine
karışmıştır. Zerdüştlerin kutsal kitabı Avesta’nın dörtlüklerden oluşan bölümü
Gatha’lardan da anlaşılacağı üzere büyü ve büyücülere karşı bir mücadele söz
konusudur. Zamanla oluşan yeni dini yapı var olan büyüsel gelenekle
sentezlenerek Mecûsi diye adlandırılan farklı bir varyasyonu oluşturmuştur.
1934
yılında Londra’da ortaya çıkarılan Roma İmparatorluğuna ait kurşun levhada:
“Tretia
Maria’yı ve onun hayatını ve zihnini ve hafızasını ve karaciğerini ve
akciğerlerini ve laflarını, düşüncelerini ve hafızasını hep birlikte
lanetliyorum; böylece gizlenen şeylere dair konuşamasın...” şeklinde bulunan
bedduadan hareketle dönemin büyüsel ritüelleriyle alakalı bilgiler elde
edilmiştir. Roma İmparatorluğunda yaşayan halkın büyük bir kısmı, bu ve benzeri
şekillerde, düşmanlarına karşı doğaüstü yollara başvurmuştur (Kieckhefer, 2017:
44).
Büyünün
Temel İnançlardaki Yeri
Yahudilik ve Hristiyanlıkta Büyü ve Büyücülük
Kitab-ı
Mukaddes, birçok doğaüstü olay aktarmaktadır. Esaretten mucizevi bir şekilde
kaçış, tedavi ya da ölüyü diriltme gibi. Kitab-ı Mukaddes ve daha sonraki dini
literatür için en önemli durum ise, dönemin büyücüleriyle yine dönemin
peygamberleri arasındaki mucize yaratma yarışının hikayesidir.
Musa, Aaron
ve Mısırlı rahip-büyücülerin büyü savaşları gibi daha az bilinen öyküler bu
dünyanın mitolojik çerçevesini oluşturur. Asayı yılana dönüştürme anlatısı,
Mısır’da bugün de iyi bilinen bir ilizyona dayanır. Kafasına bastırılarak
kataleptik kasılma haline giren yılan bu durumda bir sopayı andırmaktadır.
Bırakıldığın uğradığı şokla birlikte kasılma halinden kurtularak doğaüstü bir
metot izlenmiş havası verilir. Bu hikâye, Tanrı’nın mucizelerinin Şeytan’ın
büyüsüne üstünlüğü olarak gösterilmiştir.
Arap
geleneğine göre, Yahudiler dünyanın en büyük büyücüleri olarak görülmüşlerdir.
Ortaçağ Avrupası’nda da bu duruma benzer olarak, Hristiyanlar, doğaüstü
yaklaşımlarda İbrani kökenli büyücülerden medet ummuşlardır. Büyücülükle ilgili
binlerce metnin, kaynaklarının İbranice olması bu durumu destekler
niteliktedir.
“Samirilere
göre bütün büyüler bir kitaptan, Adem’in cennetten gelirken beraberinde
getirdiği işaretler Kitabı" ndan alınmıştır. Raziel’in Kitabı
gibi bu kitabın da kopyası bugün mevcuttur” (Şah, 1996: 28). Adı “Tanrının
Sırrı” anlamına gelen Raziel’in, sırları kuşaktan kuşağa aktaran bir
âlim-büyücü olduğu rivayet edilirken, bu aktarıma Adem’in kaynaklık ettiği
söylenilmektedir. İçindeki bilgilerden kitabın, tufan öncesi Nuh’a kadar
ulaştığı da ayrıca rivayet edilmektedir.
Özgünlüğü
tartışmalı diğer bir kitap ise Enuş’un Kitabı’dır. Süleyman ve Musa’nın
kaynak olarak gösterildiği bu kitap, akademik çevreler tarafından Yahudi büyü
törenlerine kaynaklık etmektedir ve büyük bir ölçüde değişime uğramıştır.
Enuş’un Kitabı’nda büyü sanatının Yahudilere verilmesi şöyle anlatılır: “Tanrı
iki meleğini ( Uzza ve Azael - biri İslam öncesi Araplarınca Tanrı, diğeri
melek kabul edilmiştir. - Azrail), ölümlülerin zayıf yönlerini sınamak için
yeryüzüne gönderdi. Bir ölümlü kadına aşık olan bu iki melek, ilahi bir cezaya
çarptırıldı. Meleklerden biri göklerden baş aşağı sallandırılırken diğeri
zincire vuruldu. Ayrıca ikinci melek, kadınlara yüzlerini boyamayı öğretmiştir
(Şah, 1996: 28).
Hermes’in
Kitabı, kimi kaynaklarda kırk iki, kimi kaynaklara göre de otuz altı
cilttir. Bu kitapta, Antik Mısır’da yaşayan bilgelik tanrısı Thoth’un
çalışmalarından bahsedilir. Pek çok kaynakta, Yahudi büyücülerin bu kitabı
kullandığı söylenir. Platon eserlerinde, Thoth’dan Theuth olarak bahseder ve
Platon, Theuth’u zamanında Mısır’da yaşayan ölümlü ve bilge bir kişi olarak
tanıtır. Bugüne ulaşan Hermes kitapları, karmaşık bir dile sahiptir ve birçok
çelişki içermektedir. Ayrıca bu kitapların Mısır kökenli olduğunu kanıtlar
nitelikle bir veri de bulunmamaktadır. Günümüzdeki kopyalarında, Hristiyan,
Müslüman ve Gnostik etkiler oldukça belirgindir (Şah, 1996: 29).
Zohar,
Yahudi büyücülüğüne ait kaynak kitaplardan bir diğeridir. Bu kitapta
iblislerden, meleklerden, cehennemden ve şeytanlardan bahsedilmektedir.
Yahudilerin büyücü olarak tanınmasında bu kitap ve ondan kaynaklanan kabalist
düşünce en büyük etkendir.
Yüksek
Büyü adı verilen ritüellerdeki cin kovma törenlerinin birçoğu ya Yahudi
kaynaklıdır ya da Yahudi etkileri taşıyan yapıtlardan alınmıştır. İbraniler
dinsel törenlerinde tütsü, mumlar, üçgenler, beş uçlu yıldız gibi semboller
kullanırdı. İki kültür arasındaki çizginin ayrımına, Aziz Abramelin’in Kutsal
büyü kitabı kaynaklık eder. 1458’de Simon’un oğlu Abraham taralından yazıldığı
anlaşılan bu kitabın Hristiyan etkisi ile yazılmış olduğu düşünülse de, İbrani
büyücülüğün etkileri de kitapta kendisini göstermektedir. Diğer büyü
kitaplarında da rastladığımız tılsım yapmak için gerekli olan ayrıntılar, ruh
çağırma yöntemleri, kayıp eşyaların bulunması, sevgi veya kin gibi duyguları
etkileyen uygulamalar bu kitapta da bulunmaktadır (Şah, 1996: 30).
Süleyman'ın
Anahtarından aktarımla yer verilen Grimomium Verum da Süleyman’la
ilişkilendirilir. Ayrıca, Süleyman’ın gerçekçi ve özgün sırlarını bizlere
ulaştıran bu eser, Süleyman’ın mezarında bulunmuştur. Kitapta var olan büyüsel
teknikler aracılığıyla, bir büyücü büyü sanatı için zor görülen birçok işlemi
gerçekleştirebilir. Alibek taralından 1517 yılında Memphis’te basıldığı
belirtilse de, 18. yüzyılda basılmış bir metnin kopyası olması muhtemeldir.
Ortaçağ
büyücülüğün için önemli olan bir diğer kitap ise Gerçek Kara Büyü kitabıdır.
İbrani menşeine sahip bu eserin, Süleyman’ın Anahtarı’nın bir kopyası veya son
baskısına kaynaklık eden başka bir metinden alınmış olduğu düşünülmektedir.
Büyü formülleri açısından, ölüm ve kin içeren büyüler büyük bir yer
kaplamaktadır (Şah, 1996: 31).
Büyünün
doğudan batıya doğru ilerlediği yol iki kaynaktan beslenmektedir. İlki, büyüsel
metinlerin Batı’daki ünlü üniversitelerce derlenip çevrilmesiyle
gerçekleşmiştir. Beraberinde, büyü sanatının bilimle beraber anılmasına yol
açılmıştır.
Yahudi
kabalistlerin inancına göre en büyük sözcük ya da en büyük ad olarak kabul
edilen Shem HaMephorash, Tanrının gizli ismi anlamı gelir ve Tanrının 72 ismini
de niteler.
Tora’da
büyü için kullanılan en yaygın kelime “kshp” kökünden gelmektedir. Bu kök, Akad
dilinde kara büyü anlamı taşımaktadır. İbranicede ise ak büyü ve kara büyü
arasındaki çizgi bu denli keskin değildir. Fakat mekhaşefah kelimesinin
özel olarak kara büyü için kullanıldığı söylenebilir (Tanyu, 1992: 503).
Tora’da başlıca
üç büyücü tipine yer verilmektedir: Gelecekten haber verenler (falcı,
müneccim, kâhin), direkt olarak büyüyle uğraşanlar ve doğaüstü
varlıkların aracılığıyla büyüyle uğraşanlar.
Bâbil ve
Mısırdaki kadar çeşitleri ve uygulayıcıları olmamasına rağmen, Tora’da büyüsel
kavramlar ve yasaklanmasından dolayı büyüyle ilişkili bir kültürün olduğu
anlaşılmaktadır. Ayrıca Yahudilik inancındaki, Tann’nın dünya hayatını idare
etmesi anlayışıyla büyünün genel kullanım şekli çakışmaktadır. Bu nedenle,
Tora’da “Büyücü kadını yaşatmayacaksın” denilmektedir. (Çıkış, 22/18) Ayrıca
“Kehanette bulunmayacaksınız, falcılık yapmayacaksınız” (Levililer 19/26) ve
müneccimliğin kadere etki edemeyeceğine dair bilgi ve yasaklar da bulunmaktadır
(Yeşaya 47/8-14). Büyüye karşı sert yasaklar Talmud’da özellikle, Mişna’da
bulunur (Şah, 1996: 33).
Büyü ve
büyücülük hakkında çok zengin bir bilgi kaynağı da İncil’dir. İncil’in
yazıldığı (ya da vahiy olduğu) çağlarda Yahudi büyücüleri birkaç sınıfa
ayrılıyordu; kristal kürelere bakarak geleceği okuyanlar (Tekvin, XI, 5),
suret, ciğer ve diğer nesnelerden yararlanan müneccimler (Hezekiel, XXI, 21),
Moab ve Midyan ihtiyarları (Sayılar XXII, 7) ve I. Samuel, VI, 2’de anılan
Filistin kâhinleri ve bakıcılar (Şah, 1996: 33).
Bu büyücü
ve falcıların her biri Doğu ülkelerine ait gelenekleri temsil ediyordu ve büyük
bir olasılıkla Asurlulardan önce bölgeye hakim olan Turan Moğollarına ait bir
kültürün mirasçılarıydılar. Haham Akiba’ya göre, büyücü, yolculuk, tarım ve
benzeri faaliyetler için hayırlı ve hayırsız günleri saptayan kişidir. Bazı
Yahudi kaynakları büyü sanatının Mısır tutsaklığı döneminde öğrenildiğini ileri
sürerler ki, Levililer XIX, 31 ve Tesniye XVIII, 11’de sözü edilen büyücüler
bunlar olsa gerektir. İşaya II, 6, XLVII, 13 ve başka yerlerde kâhinlerden söz
edilir (Tanyu, 1992: 503).
İbranilerin
daha önceki uygarlıklardan devraldıkları, şeytanlar ve kötü ruhlarla dolu
Yahudi demonolojisine ilişkin metinlerde çok ilginç açıklamalara rastlamak
mümkündür. Haham Menaşen’e göre, şeytanlar o denli kalabalık bir grup oluşturur
ki, gözle görülecek olsalardı insanlar korkudan yaşayamazdı. Hahamlar
kötülüklerden korunmak için cüppe, bol ve ağır giysiler giyerler. Büyücülerin
de, bu özelliğinden ötürü benzer şekilde giyinmeleri olasıdır.
Ruhlarla iletişime
geçmek için en uygunsuz vakit gecedir. Gece olunca Igereth, kötülük yapmak için
fırsat kollayan binlerce yardımcısıyla birlikte gökyüzünde dolaşır. Dişi şeytan
Lilith’in kötülüklerinden korunmak için de, gece yalnız yatmamak gerekr.
Lilith, İncil’de erkekleri baştan çıkaran Succubus’tur; haham söylenlerinde bu
ruhun nasıl kadın kılığına girip Adem’i aldattığı da uzun uzadıya anlatılır. Bu
şeytan, Akad kökenli Gelal ya da Keil’den başkası değildir. Yahudi ve İngiliz
dillerine Lil ya da Lilith olarak girmiştir.
Çıkış’ın
yirmi ikinci kısmındaki “Büyücü kadını yaşatmayacaksın” sözlerini ele
aldığımızda, kimi yorumcular burada geçen çaşaf sözcüğünün yalnızca “zehir
sunucu” anlamına geldiğini belirtmektedirler. Bu sözcük, Septanta’nın Latince
baskısında sözü edilen veneficus sözcüğünü anımsatmaktadır. Amaçlarına büyüyle
ulaşamayan büyücüler, sık sık kurbanlarını zehirleme yolunu seçmişlerdir.
Tesniye
XVII, 10’da “Aranızda oğlunu ve kızını ateşten geçiren, yahut falcı, yahut
müneccim, yahut büyücü, yahut cinci, yahut bakıcı, yahut ölülere danışan
bulunmayacak” sözleriyle bu konuda kesin tavır belirtilir.
“II.
Krallar XXI’e göre, Manasses, oğlunu ateşten geçirmiştir. Günümüzde de bazı
Araplar ateşten atlayarak kendilerini izleyen kötü ruhların yolunu kestiklerine
inanırlar. Yahudi Kralı olan Manasses için “geleceği okur, tılsım yapar,
ruhlarla konuşurdu” atıfi bulunmaktadır” (Şah, 1996: 34).
Hristiyanlıkta
da büyüyle ilgili yasaklamaların devam ettiği görülmektedir. Ancak bu durum,
Eski Ahid’e göre oldukça azalmıştır. İsa Peygamberin doğumunu müjdeleyen
müneccimler sadece bir İncil’de yer alır (Matta, 2/1 -12). İsa Peygamberde
olduğunu söylenen Beelzebub sayesinde cinleri çağırması durumuyla alakalı
birkaç hatırlatma mevcuttur (Markos 3/22). İsa Peygamber’den sonra da cin
çıkarmayla alakalı birkaç durum yaşanmıştır. Yeni Ahid’te büyülükten tövbe
etmeyenler de kınanmaktadır (Vahiy 9/21).
İslamiyet
Açısından Büyü ve Büyücülük
İslamiyet
ortaya çıkışı her ne kadar kentli bir yapıda olsa da, o dönemki Arapların
çoğunluğunu ve toplumsal yapısını şekillendiren kırsal/köylü bir yapıdan
bahsetmemiz gerekmektedir. Çünkü toplumların yapısının, özellikle köy/kırsal
olarak, büyü ile olan temaslarda etkin bir rol oynadığı yapılan araştırmalarla
da desteklenmektedir (Parladır, 2014).
Müslüman
Araplar büyüyü, Yahudilerden, Suriyelilerden, İranlılardan, Geldanilerden ve
Yunanlılardan öğrenmiştir. (Tütsü, tılsım, muska, fala bakmak vb.)
Araplar İslamiyet’ten önce de cinlere inandıkları için büyüyle yakın ilişkiler
kurmuşlardır. Gelecekten haber alma ve tedavi yöntemleri büyüye en sık
başvurulma nedenleri olarak karşımıza çıkmaktadır.
İslam
öncesinde Mekke’deki tapınaklarda, özellikle Muhammed’in daha sonra kutsayıp
monoteizme kazandırdığı Kâbe’de Arap, Yahudi, Asur gibi uygarlıkların putları
bulunuyordu. Üç yüz altmış tanrı ve yarı-tanrının en ünlüleri “insana gaipten
haber getiren ve yeryüzündeki yaşamı düzenleyen” At-Lat, Manat, Uzza ve
Hübel’di. Rahipler, krallık hanedanı olan Kureyş kabilesinden seçilirdi. İslam
öncesi Arap büyücülerinin yöntemlerinin Sami ülkelerindeki yöntemlerle
benzeştiği söylenebilir. Büyücülüğe Arap katkısı, akıncı ve fetihçi kabilelerin
çölden çektiği, asimilasyoncu ve barışçı bir düzenin hakim olduğu çağlarda
belirginlik kazanmıştır.
Arap-İslam
büyücülüğü, Arap uygarlığının gelişme sürecini takip ederek ilerlemiştir.
Suriye, İspanya ve Mısır’daki ilk halifelik dönemlerinde Roma, Yunan ve diğer
eski uygarlıkların bilgi hazîneleri Arapçaya çevrilmiştir. Devlet himayesindeki
bilim adamları, Aristo ve diğer önemli Yunan düşünürlerin yapıtlarını inceleme
fırsatı bulmuş, tarihi araştırmalara yoğunluk vermişlerdir. Kurtuba, El-Ezher,
Bağdat üniversitelerinde hekimler ilaç, büyü ve simya üstünde çalışmalar
yapmışlardır. Ayrıca Yahudi ve Katolik inançları sistematik bir şekilde
incelenmiştir (Şah, 1996: 122).
Müslüman
Araplar, büyüye ihtiyatla yaklaşmışlardır. Bütün bilgilerin Kur’an’dan
kaynaklandığına inanan İslam âlimleri, büyünün doğaüstü bir güç olduğunu kabul
etmişlerdir.
Fahreddin
El-Razi, Arap büyü uygulamalarını ilk kez sistematik bir yaklaşımla inceleyerek
büyüyü üç kategoriye ayırmıştır. Bu kategoriden ilki, yıldızların ruhlar
üzerindeki etkilerine büyük önem veren Kıldani büyücülüğü olduğunu söylemiştir.
Günümüzde de bu anlayış, benzer bir şekilde astroloji adı altında varlığını
korumaktadır. İkinci olarak, spiritüalizm sanatı olarak ruh büyücülüğü
gelmektedir. İnsan ruhlarını temel alarak, diğer ruhlarla etkileşimi üzerinden
şekillenmektedir. Son kategoride ise, sadece peygamberlere ait olan mucizevi
olaylar yer almaktadır.
İbn-i
Haldun, büyüyü daha genel hatlarıyla ele alarak kategorize etmiştir. Ona göre,
saf büyü ve muskalar olmak üzere iki çeşit büyü mevcuttur. Saf büyü, hiçbir
zaman aracının yardımına gerek olmadan, büyücünün içinden gelen bir güçtür.
Ruhların çağrılmasına ya da kullanılmasına gerek duyulmaz. Bu büyü, belki de
iyi-kötü ayrımının ötesinde, Mana-Akasa inancının bir türevidir. Muska başlığı
altında toplanan ikinci tür büyülerde ise, bir dış güçle ilişki kurmak
gerekmektedir.
Arap
büyücülüğü, büyük ölçüde simgeseldir. Beş uçlu yıldız, Süleyman’ın mührü,
Davut’un kalkanı, Horus’un gözü, Ay Tanrısının Eli gibi geleneksel büyücü
simgeleri, Arap - İslam büyücülerinin temel tılsımlarını oluşturmaktadır (Şah,
1996: 123).
İslam
Ansiklopedisi’nde yer alan “büyü” tanımında sihirle büyü arasındaki farka
işaret edilmektedir: “Kur’an-ı Kerim’de geçen sihir kelimesi büyü anlamı
da taşımakla birlikte büyü sihirden daha geniş kapsamlıdır (Akın, 2015: 35).
Süleyman
Ateş, Bakara Suresi’nin 102.-103. ayetlerinin tefsirinde büyü üzerine şunları
yazmaktadır: “Arapçası ‘sihr’ olan büyü, gizli, ince, anlaşılması güç olaydır.
Sihir hakkı bâtıl, bâtılı hak göstermek ve çıkar sağlamak amacıyla
yapıldığından kötüdür. Büyü, tabiatüstü âlem ile bağ kurarak varlıklar üzerinde
etki yapma amacını taşır” (Akın, 2015: 36).
Ayrıca
Bakara suresi 102. ayette Harut ve Marut isimleri geçmektedir. Bâbil’deki iki
melek olarak insanlara büyü öğrettikleri rivayet edilmektedir. Bu ve buna
benzer anlatılar Sümerlerden Akadlara, Zerdüştlükten Hinduizm’e kadar birçok
din ve kültürde bulunmaktadır (Koşik, 2013).
Harut ve
Marut hikâyesi Tevrat ve Incil'de doğrudan bulunmamakla birlikte,
Tevrat’ın Yaratılış bölümündeki “Tanrı’nın oğulları” tabiri ve
İncil’deki Petrus’un II. Mektubunda yer alan “düşmüş melekler”
ifadesiyle Harut ve Marufun kastedildiğini belirten bazı araştırmalar da
mevcuttur (Koşik, 2013).
İslamiyet’te
ve Anadolu Kültüründe Büyü-Cin İlişkisi
Cin
kelimesi, “örtmek, gizlemek” anlamına gelen cenne kökünden türemiştir ve
görülmeyen varlıklara bu isim verilmiştir. Melekler, cinler, kabirde bulunanlar
ve ev yılanları bu özelliklerinden dolayı bu isimle anılmışlardır (Ateş, 2011:
19). İslamiyet öncesi Araplar, genel olarak doğaüstü varlıklara el-cin,
insanlarla beraber evlerden bulunanlara âmir, çocuklara musallat
olanlara ervah, çirkin ve kötü işler yapanlara şeytan, temiz ve
iyi işler yapanlara da melek demişlerdir (Polat, 2015).
Arapların
“cin” konusundaki eski ve derin ilişkileri nedeniyle, bu durum Kur’an-1
Kerim’de nasıl yaratıldıklarından (Hicr Suresi), nasıl korunulacağına (Felak-Nas
Sureleri) ve insanlarla olan ilişki düzeylerine (Cin Suresi) kadar
detaylı bir biçimde yer almıştır.
Kur’an-ı
Kerim’in Ahkâf suresi 30. ayette cinlerin Musa’ya ve getirdikleri buyruklara
iman ettikleri haber verilmiştir. Buradan hareketle, İslâm çerçevesinde
cinlerin irade sahibi varlıklar olduğunu söyleyebiliriz. Ayrıca Cin suresinin
ilk ayetlerinde bahsedilen Hz. Muhammed’in tebliğine muhatap olmaları da bu
durumu destekler niteliktedir (Ateş, 2011).
İslamiyet
öncesi Arap kültüründe de var olan cin inancı, İslamiyet ile birlikte daha
sistemli bir biçimde tek kaynak üzerinden yorumlanmaya başlanmıştır. İslâm
literatüründe kendine çok geniş bir yer bulan “cin” konusu, animizm etkisiyle
ilkel toplumlarda şekillenen “ruh” algısının bir türevi olarak
yorumlanabilmektedir.
Büyü ritüelinde
başvuru mekanizması olarak gereken doğaüstü fenomeni bu aracılarla
ilişkilendirilerek Arap kültüründe kullanılmıştır. Dinin tebliği ile birlikte
aktarılan kültürel bir öğe olarak yorumlayabileceğimiz “cin” olgusu, Şaman
Türklerin aracı olarak kullandıkları “ruh” mekanizmasıyla benzer etki ve
yapıdadır.
Osmanlı Devleti’nde Büyü ve Büyücülük
Türklerin
İslamiyet’e geçişi ve Anadolu coğrafyasına geliş süreçlerinde, göçebe yaşam
tarzı ve dinin yeni tebliğ olması gibi birçok parametre sosyal hayattaki değişim
hızını etkilemiştir. Osmanlı Devleti’nin kurulması ile birlikte gerek toplumsal
gerekse yapısal anlamda kurumsal bir yaklaşım benimsenmiştir. Zamanla geniş bir
coğrafi alana yayılan Osmanlı Devleti, birçok millet ve kültür ile etkileşime
girmiştir buna paralel olarak merkezi yapı ve çevre problemiyle karşılaşmıştır.
Büyü,
Osmanlı toplumunun ve kültürünün bilinçli veya bilinçaltı yapılarıyla
birleştirici bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Günümüzdeki büyü
inancının, daha kuvvetli ve açık bir hali olarak, neredeyse Osmanlı’nın her
döneminde bütün Osmanlı toplumunda varlığını sürdürmüştür.
İstanbul’da
büyücülere özel dükkan ve bu işe tabii olanlardan alınan vergiler göz önüne
bulundurulduğunda, devlet tarafindan tanınıp kurumsallaştırılmaya çalışıldığını
söyleyebiliriz. Ayrıca her kesim için bu yaklaşım ele alındığında, din
mezhepleri, etnik kökenleri veya gelir seviyeleri batıl inanç ve büyü ile
görülmektedir.
II. Mahmut
döneminde başlayan Osmanlı modernleşme hareketi yapısal bir merkezileştirme
gayreti olarak, merkezileşmeyle birlikte bir batılılaşma boyutuyla birlikte
kazanmış ve Osmanlı İmparatorluğu’nda hızla sekülerleşmenin başlamasına neden
olmuştur
Fakat
Osmanlı modernizasyonunun hiçbir dönemde Osmanlı toplumunun alt tabakalarına
hitap etmemiştir, çünkü okuryazar kadrolar tarafindan tasarlanan bu yaklaşımlar
alt tabakayla uyuşmadığı için ulaşamamıştır. Modernleşme çabalarına rağmen,
Osmanlı devleti, şekillendirmeye çalıştığı toplumu, nüfus arasında yaygın
olarak yaşayan hikâyelerden ve bu tip inançlardan kurtaramadı (Uluğ, 2013).
Bu nedenle
Osmanlı devlet adamları ve seçkin okur-yazar sınıfı tarafindan kendi
kaderleriyle yalnız bırakılan nüfusun büyük bölümleri geleneksel günlük
yaşamlarını kültürel ve dinsel eski inançları arasında sürdürmüşlerdir.
Ayrıca On
dokuzuncu yüzyılda Osmanlı toplumunda söylenen, büyü, tılsım, nefes alma veya
benzeri batıl ürünler, aslında ulema sınıfının uğursuz üyeleri tarafından
üretilmiştir. Bu duruma neden olarak, elde edilen statünün korunumu
gösterilmektedir. Osmanlı Devleti’ nin son dönemlerinde, imparatorluğun devlet
yapısındaki toplumsal değişiklikler, geleneksel bir anlayışla beraber yerini
daha da güçlendirdi.
Buna ek
olarak, yakalanmalarından ötürü Osmanlı kayıtlarına giren büyücülerin, ağır
ceza almamaları ve sadece İstanbul’dan sürülmeleri, Osmanlı’nın sadece İstanbul
merkezli bu yaklaşımıyla beraber taşrada büyüsel inançların kuvvetli kalmasına
diğer bir neden olarak gösterilebilir.
Cumhuriyetin
ilanından hemen sonra, tekke ve zaviyelerin kapatılması kanunuyla birlikte,
resmi olarak hacı-hoca, büyücü statüsü devlet tarafindan kaldırılarak,
tanınmamaya başlandı. Çünkü bu yasayla birlikte büyücülük, falcılık ve
şifacılık gibi uygulamalar yasalarıyla tamamen yasaklanmıştı.
Tanzimat’tan
başlayıp Türkiye cumhuriyetinin ilanına kadar Osmanlı modernleşmesinin tüm
aşamalarının üstten alta kademeye doğru olmuştur. Osmanlı toplumunun diğer
kesimlerinin soyutlandığı ve Tanzimat entelektüellerinin batılı ve seküler
tercihlerinden dolayı halkın alt kesimlerine ulaşamadığı inkar edilemez bir
gerçektir.
Osmanlı
imparatorluğundaki büyü olgusu, İslamiyet’ten önce yaygın bir biçimde Türk
toplumunda varlığını sürdüren pagan inanç sistemlerinin takibi ve çok tanrılı
dinlerin bazı inanç kalıntıların bileşkesi olarak ele alınabilir. Yeni dini
inanç sistemlerine geçiş aşamasında, eski dinsel sistemin çeşitli unsurları
kültürel açıdan koruma içgüdüsüyle taşınmıştır (Uluğ, 2013).
Osmanlı
imparatorluğunun varlığını sürdürdüğü coğrafyasında, özellikle de insanlığın ve
tek tanrı dinlerinin beşiği olan Anadolu'dan kaynaklanan karşılıklı bir inanç
değişimi vardı. Bu durum da, doğrudan büyü ile olan ilişkiyi etkilemiştir.
"
Başka bir deyişle, büyü mekanizması, belli dinlerin ve toplumların tarihinin
birlikte varoluşundan doğan dinlerin senkronizasyonu nedeniyle bir dinden
diğerine sürekli dini inançların taşınmasının kaçınılmaz sonuçlarıdır. Bu
doğrultuda, Osmanlı imparatorluğunun neredeyse her döneminde, hemen her Osmanlı
vatandaşı, inanç, eğitim durumu, sosyal statü, gelir grubu vb. etmenlerden
bağımsız olarak büyüsel uygulamalarla ilgilenmiştir.
Osmanlı
devlet adamlarının büyüyle ilgili tutumları, Sünni-İslam çerçevesinde, kimi
zaman yasaklı, kimi zaman serbest olması nedeniyle, toplumsal açıdan bir
tutarsızlık meydana getirdi.
Büyünün
yoğunluğu halkın doğaüstü başvuru alanından beslenmiştir, çünkü umutsuzluk ve
cehalet, dini bilgilerin aktarımı ya da toplumsal durumuna istinaden birçok
alandaki bilgi eksikliği ve kirliliği bu durumu tetiklemiştir. Böylelikle,
toplumsal yapının önemli bir unsuru ve tezahürü haline gelen büyü, kuşaktan
kuşağa, yine öğrenildiği gibi kulaktan dolma şekilde aktarılmıştır. Bu aktarıma
örnek olarak, bir zamanlar büyüsel törenlerle dua eden şamanların bazı canlı
formlarının, genellikle Anadolu ve Osmanlı coğrafyasında geçerliliğini
sürdürmesi gösterilebilir.
Din ve büyü
ilişkisi, Osmanlı’da farklı bir boyutta devam etmiştir. Çünkü Durkheim’ın, din
ve büyü arasındaki toplumsal işleve dayanarak yaptığı ayrım, Osmanlı toplumda
kendisine uygun bir zemin bulamadı. Çünkü Osmanlı’da büyü, doğum, ölüm vb. her
alanda din ile birlikte varlığını sürdürmüştür (Uluğ, 2013).
ESKİ TÜRKLERDE BÜYÜ VE BÜYÜCÜLÜK
Şaman Kavramı
“Kuzey Asya
halkları arasında büyücü anlamına gelen Şaman sözcüğü, hemen-hemen yalnız
Mançu-Tunguz halkları kullanır: Mançuca sama, Tunguzca saman
Avrupalı gezginlerin bunlardan duyduğu Şaman kelimesi daha sonra genel bir ad
olarak yerleşik hal almıştır” (Buluç, 2017).
“Kelimenin
etimolojisinin Sanskritçe'ye dayandığını iddia eden araştırmacılar, şaman
kelimesinin “dilenci rahip, Budist derviş” anlamına gelen Sanskritçe “sramana”
veya “çramana” diyerek Pali dilinde “samana” kavramıyla izah etmektedirler”
(Anadol, 2006: 103).
Türk
topluluklarında şamanlar genellikle kamlık özellikleriyle anıldıkları için kam
olarak nitelendirilirler. Bununla birlikte şamanlar sosyo-kültürel ve
coğrafi farklılıklar nedeniyle Moğollarda bö, Yakutlarda oyun Kırgızlarda
baksı, Çuvaşlarda yum gibi yerel isimlerle anılmışlardır.
Kam
kelimesi, şamanın işleviyle ilişkili olarak kâhin, büyücü, bilgi gibi birçok
anlamda kullanılmıştır. Ayrıca Şaman kelimesinin bazı eski metinlerde din adamı
olarak da kullanıldığı görülmektedir. “Kam kelimesi Divan-ü Lügati't Türk'te,
“Çeşitli hastalıkları tedavi etmek için tabibin yanında kam da yer alır. Tabip
hastalığı ilaç ile (ot) tedavi eder, kam ise, hastayı kendi usulüne göre daha
çok ruhani yollardan, efsun ve sihirle iyileştirmeye çalışır” denmektedir”
(Anadol, 2006: 14).
Besim
Atalay'ın yayına hazırladığı Divan-ü Lugati't Türk'ün 1941 baskısında ise; “kâhin”
anlamına gelen kamın başlıca vazifesinin büyü yapmak ve gelecekten haber vermek
gibi işler olduğu yazmaktadır. Ayrıca Yusuf Has Hacip, Kutadgu Bilig’de kamları
şifacılar (halk hekimleri) ile bir tutmuştur (Anadol, 2006: 104).
Geleneksel
Türk dininde kamlar önemli bir yer tutmaktadır. Türkler tarafndan “kam” adı
verilen bu otorite tipinin genel işlevlerini şu şekilde sıralayabiliriz (Bayat,
2015: 23):
•
Ölen kişinin ruhunu öteki
dünyaya götürmek,
•
Fal bakarak gelecekten
haber vermek,
•
Evi kötü ruhlardan
temizlemek,
•
Mevsim ritüellerini
düzenlemek,
•
Sığırlara ve atlara zarar
veren ruhları kovmak,
•
Kayıp şeylerden haber
vermek.
Kamlar, hayatı, sağlığı, verimliliği ve aydınlığı, ölüme, hastalıklara,
kısırlığa, kötü ruhlara karşı savunmakta; görünmez âlemin kötülüklere eğilimli
sakinlerine karşı insanların arasından, onlarla ve daha genel olarak ruhlar
âlemi veya kutsal âlemle, Tanrı ile teması sağlayabilen ve gerektiğinde de onlara
yardımlar sağlayan veya en azından haber getiren, kendi içlerinden ancak
olağanüstü bir otorite tipi olarak kamlar bu toplamların manevî hayatında
imtiyazlı bir mevkiye erişmiş bulunmaktadırlar (Sarı, 2016: 95).
Rivayete
göre Tanrı Ülgen ilk şamana “Senin adın bundan böyle kam olacak” diyerek adını
vermiştir (Karakurt, 2011). Türkçe kam kelimesinin sonuna yapım eki olan -la
getirilmekle kamla şeklinde fiil ve fiile de -lık eki
getirilerek kamlık terimi oluşmuştur (Bayat, 2015: 215).
Şaman,
kamlık esnasında ruhlarla ilişkiye girerek, öteki dünyayı kendi dünyasına
taşır. Kamlık, işlevi açısından önce evreni ve evrendeki maddi âlemle ruhlar
dünyası arasındaki ilişkiyi anlama ve algılama aracıdır. Bununla beraber
kamlığın toplumsal statüyü belirleyecek ve bireyleri birleştirecek eğitim ve
işlevi de vardır.
Şamanlık,
esrime, ruhun gezip dolaşması, tanrılarla bağlantı kurması mevzuunda, eski Türk
topluluğunun tabiata atfettiği gizli kuvvetleri istismar etmiş, yavaş yavaş
gelişerek, ona yeni unsurlar ekleyerek bütün bir maneviyat âlemini belirli bir
kadro içine almayı başararak adeta bir din sağlamlığı kazanmıştır (Mandaloğlu,
2011: 114).
Şamanizmin Kökeni ve Sosyo-Kültürel Yapısı
Şamanlığın
kökeni hakkında iki ayrı görüş mevcuttur: İlki, A. Ohlmarks’ın, şamanlığın
kuzey kökenli olduğunu ileri sürdüğü teoridir. Bu teoriye göre, şamanlık
asabiyet ve menerik hastalığına (kolaylıkla esrime haline erişilebilen sinirsel
bir hastalık) dayanır. İkinci görüş ise, Gahs, W. Schmidt ve M. Shirokogoroff
un güney kökenli şamanlık teorisidir. Bu iki teoriye göre de ilk şaman
kadındır. Şamanlık, anaerkil bir zeminden beslenmektedir (Bayat, 2015: 120).
Ezoterik
bilgilere göre Şamanist tekniklerin kökeni, Mu-Atlantis kültürüne
dayanmaktadır. Bu konuda çalışma yapan bazı araştırmacılar da, şamanlık
oluşumunu Mezopotamya-Sümer Uygarlıklarından 20.000-25.000 yıl öncesinden
başlatmaktadır.
Türk
şamanlığı, kökeni bakımından paleolitik dönemlere kadar uzanmaktadır. Bu konuda
dikkat edilmesi gereken bir diğer önemli nokta ise, Türk şamanlığının 20.000
yıllık geçmişini kabul ederken sadece Asya ile sınırlama hastasına düşülmemesi
gerekmektedir (Bayat, 2015: 121).
Türk
şamanlığı hakkındaki ilk yazılı bilgilerle Göktürkler döneminde
karşılaşmaktayız. Çin kaynaklarında da 7. yüzyıl Kırgızları arasından
şamanlıktan söz edilmektedir. Ayrıca son dönemdeki araştırmalar da şamanlığın
kökeninin paleotik dönemde ortaya çıktığı görüşünü destekler niteliktedir.
Bu konuda
önemle belirtmemiz gereken bir diğer husus da, Holmberg’in “Şamanizmler”
(DuBois, 2011) terimi olarak ortaya koyduğu, coğrafik ve sosyo-kültürel
farklılıkların sonucunda birkaç temel argüman hariç, Türk topluluklarının kendi
içlerinde dahi uygulamaların farklılık gösterdiği gerçeğidir. Burada ele
aldığımız Türk Şamanizm’i en genel ve ortaklaşa ritüellerle ilişkilidir.
Şaman
mitolojisine göre, bilginin kaynağı başlangıca tanıklık yapan veya başlangıcın
kaynağı olan öteki dünyadır. Şamanın öteki dünyada terbiye alması, yeniden
kurulması da kaynağın bilicisi olmasına işarettir. Şamanlık, işlevi açısından
önce evreni ve evrendeki maddî âlemle ruhlar dünyası arasındaki ilişkiyi anlama
ve algılama aracıdır. Bununla beraber şamanlığın toplumsal statüyü belirleyecek
ve bireyleri toplumla bütünleştirecek eğitim işlevi de mevcuttur. Ayrıca şamanın
verdiği bilgiler, toplumu dini-mitolojik öğelerle tanıştırmak açısından da
kültürel bir işleve sahiptir (Bayat, 2015: 127).
Şamanizm,
totemizm, animizm ve natürizm inanç sistemlerinin bileşkesi olarak
yorumlayabileceğimiz bir durumun sonucunda Türk toplumundaki yerini bulmuştur
(Sencer, 1968).
Yapısal-işlevsel
açıdan Türk şamanları iki kısma ayrılmaktadır:
Literatürde
ak ve kara şamanlar olarak belirtilen şamanlar, etkileşimde
oldukları ruhlar üzerinden nitelendirilirlerdi. Bu iki şaman tipi
kıyafetlerinden kolaylıkla fark edilebilirdi. Ak şamanlar cübbe ve başlık
taşımazlar, canlı kurban ritüellerinden sakınırlardı. Bu durumun aksine kara
şamanlar daha gösterişli ve dikkat çekici kıyafetler giyerek, kötü ruhlarla
etkileşimde bulunurlardı. Toplumsal açıdan daha fazla başvurulmalarına rağmen
ak şamanlar, işlevsel açıdan kara şamanların gerisindeydiler. Ayrıca bazı Türk
topluluklarında yapılan çalışmalarda bu iki şaman türünün iç içe geçtiği
durumlar da gözlemlenmiştir (Bayat, 2015: 135).
Şamanlık
pratikleri, şamanın sıra dışı insan olması üzerinden şekillenir. Sosyo-kültürel
zemini de, toplumu kendi güçlerine inandırarak ruhlar âlemiyle bulunduğu ilişki
ağından beslenir. Bu ağın toplumsal yönden tezahürü, şaman için “keramet”
kavramıyla betimlenmiştir.
Burada
önemli olan nokta kerametlerin ve sıra dışı olayların gerçekleşmesi değil,
kültür öğesi meydana getirerek sosyal düzen oluşturmasıdır. Kerametin
büyüklüğü, toplum açısından şaman geri-dönüş için de ayrıca önemlidir. Bu
nedenledir ki, ateş veya kırık camlar üzerinde yürümek gibi sıra dışı olayları
kendileri için sıradanlaştırarak sergiledikleri bilinmektedir.
Ayrıca
Türkmen şamanı Oroznazar’ın karnına kılıç saplayarak halkın içinde kamlık
yaptığı ve daha sonra kılıcı çıkarttığında hiçbir yara izi olmadığı
aktarılmaktadır (Bayat, 2015). Oroznazar’ın bu kerametiyle ilgili bir parantez
açacak olursak, gerçekliğinin öneminden çok aktarım gücünün ve bununla birlikte
toplumsal algının ne kadar da önemli olduğunu açıkça görebiliriz. Öyle ki,
binlerce şaman arasından örnek olarak Oroznazar’ı kullanmaktayız.
Ölüp
diriltme motifi, şaman kerametlerinin ana kaynağını oluşturmaktadır. Ölümü
geçici olarak erteleme esasına dayanan bu keramet, ölüp yeniden dirilme
hakkındaki memoratlarla da desteklenir. Kerametlerle ilgili bir diğer önemli
konu ise, tüm kerametlerin topluma faydalı olmadığı gerçeğidir. Kötü ruhlu
şamanların, istedikleri şeyleri yerine getirmeyen kişilere zarar veren
kerametler gösterdiklerini bilinmektedir (Bayat, 2015).
Sosyal
olayların merkezinde yer alan şamanların, askere seferlere katılıp liderlik
görevinde bulundukları aktarılmaktadır. Şamanların savaş içindeki konumlarını
ve önemlerini üç kategoride ele almak mümkündür:
-
Hastalık getiren ruhlarla
toplumun yararı için savaşmak,
-
Toplumda etkin bir konum
için diğer şamanlarla savaşmak,
-
Çeşitli nedenlerden diğer
halkların şamanlarıyla savaşmak.
Bu
sınıflandırmalardan da, şamanlığın genel vasıflarının spesifik olaylar için,
olayların bağlamında kendi türevlerini geliştirildiği sonucuna ulaşabiliriz.
Özel bir
yapılanma olan kamlık, sadece gerekli görüldüğü zamanda yapılmakta bir başka
deyişle gerçekleşmektedir. Gerek Paleo-Sibirya, gerekse de Türk Şamanları,
kamlığı özel bir saatte yapmışlardır. Kamlık esnasındaki hareket dizisini şu
şekilde sıralayabiliriz (Bayat, 2015: 216):
Siparişçiden
» Şamana,
Şamandan
» yardımcı ruhlara,
Onlardan
da » yeraltı veya sema ruhlarına geçer.
Dönüş:
Zarar
veren ruhlardan » yardımcı ruhlara,
Oradan »
şamana ve
Oradan
da » siparişçiye şeklinde tekrarlanır.
Kamlık
merasiminde çok sayıda kişinin çağrılması ve bu ritüelin toplumsal alanda
gerçekleştirilmesi kamlığın sosyal bir aktivite olduğunu gösterir.
Kamlık
esnasında şamanın anlaşılmayan bir dille çeşitli şeyler söylemesi, sesini
yükseltip alçaltması defalarca gözlemlenmiştir. Ruhlarla konuştuğu varsayılan
bu bölüm, ritüellerin genel yapısı içinde sürekli tekrar edilmektedir.
Şamanizm,
dinsel, simgesel, ekonomik, siyasal ve estetik bir toplumsal gerçekliktir. Bu
bağlamda şaman da bir yönetici, hastalıkları tedavi eden bir şifacı, toplumsal
olaylarda ve kişisel sorunlarda danışılan bir psikolog, yetenekli bir sanatçı
ve bir teknisyendir (Perrin, 2007: 10).
Şaman Davulu ve Giysisi
Şamanlık
olgusunun simgelerini bütünüyle kendisinde barındıran davul, mesleğin ayrılmaz
bir parçası olmakla etnik tarihin belirleyici özelliğini de ihtiva etmektedir.
Şaman mitolojisi davula çizilerek aktarılan, düşünce ve yaşam tarzının izlerini
taşıyan simgelerle sembolleştirilmiştir. Bu durum, şamanlığın kökenini ve etki
alanını da belirlemektedir (Bayat, 2015).
Şamanlıkta
esrime tekniği olan davul, “kam” geçişi için kullanılmaktadır. Davul, şamana
yardımcı olan hayvan-ruhlar gibidir. Bu nedenle bazı durumlarda şamanı ruhlar
alemine götüren bineği olarak algılanmıştır ve bu işlevinden dolayı davul,
birtakım Türk topluluklarında şamanın atı sayılmıştır (Çoruhlu, 2011: 76).
Davul ve tokmak, at ve kırbaç gibi şamana diğer âlemlere gitmesi için yardımda
bulunur (Sağlam, 2014: 69). Etnografik literatürde Türkçe bir terimle tüngür/dünür
olarak adlandırılan davul, yakın kültürlerde de benzer şekilde
adlandırılmıştır. Yakut Türkçesinde tünürün bir anlamı da “evlilik
aracılığıyla oluşmuş akrabalıktır”. Anadolu’da da dünür kelimesi benzer
anlam taşımaktadır. Troşçanskiy’e göre bu durum tesadüfi değildir. Bu bağlamda
davul da şamanla toplum, şamanla ruhlar arasında bir bağdır (Bayat, 2015: 194).
Davulun
yapıldığı malzeme de simgesel anlamlar taşımaktadır. Ana maddesi genellikle
kutsal olarak görülen kayın ve sedir ağaçlarından yapılmaktadır. Eliade’nin
tespitlerine göre, şaman, kasnağın yapılacağı yeri de doğrudan ruhlar
aracılıyla öğrenir (Çoruhlu, 2011: 76).
Davul,
şamana yardımcı olan hayvan-ruhlar gibidir. Bu nedenle bazı durumlarda şamanı
ruhlar alemine götüren bineği olarak algılanmıştır ve bu işlevinden dolayı
davul, birtakım Türk topluluklarında şamanın atı sayılmıştır.
Şamanlar,
hastaları tedavi ettikleri ritüeller esnasında davul kullanımına başvururlar.
Esrime anında şaman, davuluyla çıkardığı sesleri kullanarak ayrıca ritüelin
toplumsal iletişim işlevini de sağlamaktadır (Ertural, 2012).
Şamanlar,
ritüellerini gerçekleştirirken kendilerine özgü giysilerini giyerler. Şaman
mitolojisi, şaman giysisiyle simgeleştirilmiştir. Eliade’ye göre şamanın
giysisi özel bir mikro- kosmosu temsil eder (Eliade, 2014). Şamanist dünya
görüşüne göre de insan vücudu evrenin küçük bir modeli olup bütün enerji
kaynakları yansıtmaktadır. Şaman giysileri, toplumun hayatının görüşlerinin,
sosyo-kültürel dokusunun ifadesidir (Kılıç, 2010: 323).
Araştırmalara
göre en eski ve özgün şaman elbiseleri hayvan şekillerini taklit eden
giysilerdir. Şaman, giysisini ve davulunu kendi isteği doğrultusunda değil,
ilişkide bulunduğu ruhların istekleri doğrultusunda yaptırır (Şener, 2001: 28).
Türk
Şaman’ında bulunan giysiler genel olarak şu ana parçalardan oluşmaktadır:
(başlık) ve ayakkabı. Anohin’e göre, manyakı olan şamanlar kara şam
kategorisindeydiler. Ak şamanlarda manyak bulunmazdı (Potapov, 2012). Şaman
giysileri giyildiği ortama işlevsel açıdan uyum sağlamak üzere çeşitlilik
gösterebilmektedir. Buna örnek olarak, bazı Türk şamanlarının coğrafi olarak
farklılık göstererek, eldiven, maske, kötü ruhları uzaklaştırmak için
çıngıraklı aksesuar veya gözleri bağlamak için mendilde kullanıldığı
bilinmektedir (Kılıç, 2010).
Şaman Uygulamaları
Şamanların
uyguladıkları ritüelleri temel olarak iki kategoriye ayırmak mümkündür:
Birincisi, periyodik olarak yaptıkları törenlerdir. İlkbahar, yaz ve sonbaharda
yapılan bu törenler köklü bir geçmişe sahiptir ve dini bir bayram gibi
algılanırlar.
9 Mayısta
İlkbahar bayramı olan “Örüs Sara” kutlanır. Anlamı, sürüleri otlatmaya
çıkarma bayramıdır. Sonbahar bayramı olan “Sagan Sara” 28 Ağustosta
kutlanır.
Şaman
törenleri için kurban olmazsa olmazdır. Kanlı veya kansız olarak ikiye ayrılan
kurban ritüellerinde, kanlı kurban olarak genellikle at kullanılmakla birlikte
nadir olarak koç da kurban edilmektedir. Sığırı kurban olarak kullanmak Şaman
geleneğinde pek rastlanılmamaktadır. Ayrıca hayvanların erkek olanları
kurbanlık seçilmektedir (Attan aygır, sığırdan boğa, koyundan koç, keçiden
teke). Şamanist inanca göre, kurban edilen hayvanın kemikleri kırılmaz ve
hayvanlara verilmez; ateşe atılır veya gömülür (Anadol, 2006: 140).
Kansız
kurban olarak da saçı, ateşe yağ atma, şarap serpme gibi çeşitli adetlere
başvurulur. Kansız kurbanların en önemlisi, ruhlara bağışlamak için serbest
bırakılan hayvanlardır. Bu tür kurbanlara, Tanrı’ya gönderilmiş, salıverilmiş
anlamına gelen “ıdık, ıduk” denir. Bu tür hayvanlara yük taşıtılmaz, sütü
sağılmaz, yünü kırpılmaz. Günümüzde bu geleneğe, kurban edilmek için ayrılmış
“kurbanlık koç” olarak rastlamak mümkündür.
Kansız
kurbanlardan saçı da Türk boylarında yaygındır. Saçı her topluluğun kendi emek
ürünüdür; süt, kımız, buğday, şarap gibi.
İkinci
olarak başvurulan uygulamalar, hastalığı başka nesneye veya hayvana aktarma (göçürme),
bez parçasını yakarak (alazlama-uçuklama), bir ruhun adına (ongon-tös)
yapılan ayinler vb. olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu ayinlerin temel
özellikleri, başvurulma nedenlerinin doğal yollarla çözülememesi ve sağaltıcı
temellere dayanmasıdır.
Şamanların
yaptıkları uygulamaları sağaltma ve ruh taşıma olarak iki
kategoriye ayırabiliriz. Bu iki başlık da büyük ölçüde, kötü ruhun neden olduğu
sonuçları ortadan kaldırmayı amaçlar. Ruh taşıma, kurban ritüelleri çevresinde
şekillendirilip kurbanın ruhunu Tanrıya ulaştırma amacı güder. Bu güdü, diğer
uygulamalarla birlikte, temel amaçtan kopmayarak sürekliliğini sağlamıştır. Ruh
taşıma başlığı altında, al yapma, kandil yakıp okuma vb. uygulamaları ele alabiliriz.
Ruh taşıma, hastalığa neden olan kötü ruhu herhangi bir nesneye aktararak
hastanın vücudundan ya da ruhundan uzaklaştırmayı esas alır. Ruh taşıma
ritüeli, ruh geçirme olarak tedavi amaçlı da kullanılmaktadır (Öger ve
Gönel, 2011: 240).
Sağaltmada farklı
yöntemler ve nedenler olsa da, genel kanı hastalığın çoğu kez kötü ruhlar
nedeniyle ortaya çıktığıdır. Hastalığın bu denli doğaüstü olgulara yüklenmesi,
tedavi süreci ve tedaviyi gerçekleştiren kişilere de bu bağlamda farklı rol ve
statüler kazandırmıştır.
Şamanların
esrime yoluyla yaptıkları ritüele Türkmenler göçyürme derler. Diğer Orta
Asya Türklerinde Şamanın kamlığına peri oyunu denmektedir. Etnografik verilerde
de Türklerin Şaman merasimlerine oyun dedikleri görülmektedir.
Peri
Oyunu, kötü ruh tarafından rahatsız edilerek hasta olan kişilerden, bu kötü
ruhu kovmayı amaçlayan bir ritüeldir.
Ruh
geçirme olarak adlandırılan ritüel, “avak olan” başka bir deyimle doğuştan
zayıf olduğu düşünülen çocuklar için yapılan ve kötü ruhu çocuktan uzaklaştırmayı
amaçlayan uygulamaların genel adıdır. Avak olan çocuklara için başvurulan diğer
bir uygulama da tozlandırma adı verilen, farklı değirmenlerden toplanan
unların şaman tarafından çocuğa sürülerek kötü ruhu kovmayı amaçladığı
ritüeldir (Öger ve Gönel, 2011: 241).
Al
yapma, genellikle çocuğu olmayan ve ağrılı hastalar için uygulanır. Kötü
ruhu, ak can veya kara can (tavuk, koyun vb.) olarak adlandırılan kurbanları
kullanarak ruh geçirme duasıyla gerçekleşen bir diğer ritüeldir.
Kandil
yakıp okuma ritüeli de ruh geçirme esasına dayanır. Uzun süreli vücut
ağrılarında başvurulan bu ritüel, hastalıklı kişinin yanında yakılan kandil ve
beraberindeki uygulamayla birlikte kötü ruhun kandil üzerinden hastadan
kovulması şeklindedir.
Hançer
veya kuş tüyü okuma ritüeli de kandil yakma ritüelinde olduğu gibi kötü
ruhu hastanın vücudundan veya ruhundan kovma esasına dayanır. Azâim duası
okunarak gerçekleştirilen ritüel genellikle ağrılı hastalıklarda uygulanır.
Hançer ilk olarak hastanın başından aşağıya tedavinin son aşamasında ağrının
olduğu yere sürülerek yapılır. Kuş tüyüyle yapılan ritüel de hemen hemen
hançerle gerçekleşen ritüelin aynısıdır, sadece hançer yerine kuş tüyü
kullanılır.
Kurban
ritüellerine birçok durumda başvurulur ve Şamanların ruh taşıyıcı özellikleriyle
gerçekleştirilir. Hastalık tedavisinde ya da Tanrıdan bir istek anında
gerçekleştirilen kurban törenlerinde, şamanın görevi ruhu Tanrı’ya teslim
etmektir. Şaman ayinlerinden biri olan kan akıtma töreni bu ilişkiden
beslenir. Hastanın veya yakının bir hayvanı kurban ederek hastalığı kovması ya
da Tann’nın merhametinin kazanılması amaçlanır (Öger ve Gönel, 2011: 244).
1914
yılında Çarlık şehrinde (Lob-Nor'da) bir hastaya yapılan şaman ayinini Malov
şöyle anlatır:
Kadın,
şamanın elinde, pek kaba yapılmış bir kılıç vardı. Bu kılıcın sapı ile demiri
arasında halkalar bulunuyordu. Bunlar çıngırak vazifesi görüyorlar. Baksı ayine
başlarken bu kılıcı (yahut hançeri) ocak yanındaki duvara soktu, kendisi ocağa
karşı durup dua okuyordu sonra kılıcı ve elindeki kamçıyı taban döşemesi
üzerine bıraktı.
Ağzına anason tohumları alıp bir şeyler okuduktan sonra bunları ateşli
kömür üzerinde yaktı. Tam bu sırada “dapçı” (tef çalan) tef çalmaya ve türkü
(şaman duası) söylemeye başladı. Baksı sağ elindeki kılıç ve kamçı, sol elindeki
tütsü yaptığı kap bulunduğu halde dans ederek yanan muma başını üç defa eğdi;
elindeki tütsü kabını dışarı fırlattı, kendisi baygınlık geçirir gibi durum
aldı; ayine iştirak edenlerden biri baksıyı tuttu. Yanına gelen adam ayin için
ne gibi şey lazım olduğunu sordular. Baksı “baş tuğ” üzerine beyaz, kırmızı ve
gök renkli üç bayrak, beyaz, gök korçak (kukla, bebek) gerek olduğunu söyledi.
Baksıy ı tutan adamlar onu bıraktılar. Baksı bayılıp yere düştü, ayin devam
ediyordu. Bir müddet sonra baksı kendine geldi. Saz, müzik sustu. Baksı
kılıcını duvara sapladı, elindeki kamçı ile cinleri kovmaya başladı. Bununla
beraber ayinin birinci bölümü tamamlan dı.
İkinci gün
akşam saat sekizde yine ayine başlandı. Çalgıcılar ellerindeki teflerini ateşe
tutup kuruttular. Baksı tuğ ile ocak arasında başını önüne eğip murakabe
oturuyordu, bir elinde kamçı, kendisi sağa sola sallanıyordu. Sonra kalkıp
“tuğ” yanında oturan hastanın yanına gelerek onun üzerinde kamçısını
dolaştırdı.
Çalgıcılar
yine saz çalmaya, dualarını söylemeye başladılar. Baksı, elinde tütsü bulunduğu
halde, dans ediyor, tütsünün kömürlerini dışarı atıyordu. İki kuklayı alıp bir
şeyler fısıldadıktan sonra bunları muma dokundurup yaktı. Yanan kuklaları
hastanın yüzüne tuttuktan sonra ocağa attı. Ayin için hazırlanmış güvercini
alıp hastanın başı üzerinde dolaştırdı ve tekrar yerine koydu. Güvercinden
sonra eline verilen tavuğu da hastanın başı üzerinde dolaştırarak kendisi tuğ
etrafında dans etti. Sonra oğlağı hastanın etrafında dolaştırdı. Müzik ve türküler
devam ediyordu. Baksı elindeki hançeri güya saplar gibi bir hareket yaptı.
Bununla ikinci kısım da tamamlandı.
Üçüncü
kısım, üçüncü günün akşamında yapıldı. Çalgıcılar tef çalıyor, hanendeler dua
-türkülerini çığırıyorlardı. Baksı tuğun etrafında dans ediyordu. Bu ayin için
bir arşın uzunluğunda kırk bir tane çubuk hazırlanmıştı. Baksı, ayinin ikinci
bölümünde olduğu gibi kuklaları muma dokundurup yakıyor ve hastanın başı
üzerinde dolaştırıyordu. Bu sırada temaşaya gelen bir kadın da dans etmeye başladı.
Baksı kırk bir çubuğu ikiye ayırıp hastanın üzerinde dolaştırdı. Sonra ateş
yanında oturan beş erkeğe ikişer tane çubuk verdi. Bu erkekler tuğ etrafında
dolaşıp çubuğu baksıya verdiler. Baksı bunlarla hastaya vurduktan sonra dışarı
attırdı. Kendisi güya cinleri kovmuş gibi kılıcıyla kapı tarafında tehdit
savurdu bununla ayin bitti (Anadol, 2006: 103-105).
S. Malov
1915 yılında Aksu şehrinde seyrettiği şaman ayinini de şöyle anlatır:
Baksı önce
abdest aldı, çalgıcılar ateş yanında davul ve teflerini kurutuyorlardı. Baksı
ekmek üzerine Arapça bir dua okudu, orada bulunanlar hep “âmin”" diyerek
ekmeği yediler. Baksı tuğun yanına oturup biri Arapça, biri Türkçe iki dua
okudu. Tütsüyü tutan bir tuğa yapışıp duran hastayı tütsüledi; baksı elinde
kamçı dua okuyor, çalgıcılar çalgı çalıyorlardı. Hasta, tuğ etrafında dönüyor
baksı onu takip ediyordu. Hasta düşüp bayıldı. Ona şerbet verdiler. Hasta
ayıldı. Dört tane mum yakıp ekmeğe batırdıktan sonra hastaya verdiler. Hasta
yine tuğ etrafında dolaşmaya başladı. Baksı bir avuç samanı mumun ateşiyle
yakıp hastaya vurup beyaz tavuğu etrafında dolaştırdı. Bununla ayinin birinci
kısmı tamam oldu. Hastayı yatağa yatırdılar.
Baksının yerine oğlu geçti. Tuğa dokunup dua okudu ve yüzünü sildi.
Kıpkırmızı kızgın demire yalınayak on beş defa basıp ayaklarını hastaya
dokundurdu. Sonra topallayarak bir tarafa gitti... Baksının kendisi ayine devam
etti. Tuğ etrafında iki genç güzel dans etmeye başladılar. Bunlardan sonra iki
kadın dans etti. Baksı yine Arapça bir dua okudu. Herkes “âmin” dedi; tuğ,
yanına oturdu, gömleğinin eteklerine düğüm yaptı. Bir mendilin dört köşesini
düğümleyerek başına geçirdi, üzerine külahını giydi. Dua okudu ve üç defa “ay!”
diye bağırdı. Her taraf sükût içinde. Sazlar tuğun altında. Baksı tuğu tutup duran
hastanın boynuna kamçısını, ocak yanında duvara saplanmış hançerine de bir ip
astı. Tuğun etrafında tütsü yapıp dua okuyor, cemaat de âmin diyordu. Bundan
sonra baksı şaman dualarına çalgıcılar da tef ve davul çalmaya başladılar. Her
tarafta mumlar yanıyor. Baksı ağzında bıçak bulunduğu halde, tuğun etrafında
dönüyordu. Hastanın gözüne, boynuna, karnına bıçağını okuyor, hançerle hastaya
vuruyordu. Bu manzara karşısında herkes dehşete düştü. Bu sırada kıpkırmızı
ateş içinde bir kızgın demir getirdiler. Baksı bu demiri birkaç defa diliyle
yaladı. Çok dikkatle baktım Gerçekten yalıyordu. Her defasında yaladıkça
hastaya üflüyordu. (Anadol, 2006: 105-106).
Ateşe Bakarak Kehanet
Alaylıların
ateşe karşı söyledikleri dualarda ateşe “güneş ve aydan ayrılmışsın” derlerdi.
Ateşin, Ülgen tarafindan göklerden gönderildiğine inanırlardı. Kutsal sayılan
şeylere veya ruhlara karşı kötü sözler sarf edilirse de ateş hakkında böyle söz
söylenemezdi. Ateşi su ile söndürmek, ateşe tükürmek, ateşle oynamak kesin
olarak yasaktı (Anadol, 2006: 108).
Altay
Türkleri, ateşe bakıp kırmızı renk görürlerse savaş olacağı, sarı renk
görürlerse hastalık ve salgın olacağı, siyah renk görürlerse hükümdarın öleceği
ya da uzak bir yolculuğa çıkacağı öngörürlerdi. Karagaslarda ve Başkurtlarda ise
ateşten gelen sesler uzaktan bir yolcu geleceğine işaret ederdi. Geceleri
ateşten ses gelmesi ise kötü ruhun geleceğine delâlet ederdi. Yakutlar,
ocaktaki külün kıpırdağını gördüklerinde “og kuta oynuyur” (çocuk ruhu oynuyor)
diyerek, ateşin bir çocuk doğuracağını haber verdiğine inanırlardı. Bir konuşma
esnasında ateşten ses gelmesi yine olumsuz bir sonuca yorulurdu (Anadol, 2006:
109).
Orta Asya
Türklerinde, ateşten fal bakmak çok eski bir gelenektir. Özbek hanlarından
Hocugum çadırları dolaşarak ateşe yağ atıp kadınların fallarına bakar ve
"seni oğlun olacak" derdi (Radloff, 2015). Manas Destanı'nda
anlatılana göre Manas'ın babası Cakıp Han ateşe bakıp gelinlerinin geleceğini
anlatırdı (Anadol, 2006: 110).
Divan-ü Lügati’t Türk’te Şamanizm’den Kalan Büyü
İle İlgili Kelimeler
Kaşgarlı
Mahmut, Divan-ü Lügati't Türk isimli eserinde, Şamanizm’den aktarılan “büyü”
ile ilgili şu kelimelere yer vermiştir:
1.
Abaçı: Umacıi
bununla çocuklar korkutulur, ağır basma, kâbus.
2.
Abakı: Göz değmesin
diye bostanlara bahçelere dikilen korkuluk.
3.
Arva: Afsunlamak,
"kam arvaş arvadı" (şaman efsunladı.) Avaş, birlikte afsun söylemek.
"Kamlar kamug arvaştı" (Kamlar anlaşılmayan sözler söylediler.) Cin
çarpmasına karşı yapılan üfürükler de böyledir.
4.
Arvaş: Afson.
"Arvış arvadı" büyük bir efsun yapıldı demektir.
5.
Çıvı: Cinlerden bir
bölük. Türkler iki bölük birbiriyle çarpıştığı zaman bu iki bölüğün
vilayetlerinde oturan cinler dahi kendi vilayetlerinin halkını kollamak için
çarpıştıklarına inanırlardı. Cinlerden hangi taraf yenerse onlardan yana çıkan
vilayet halkı da yener. Geceleyin bu cinlerden hangisi kaçarsa onların
bulunduğu vilayetin hakanı da kaçar. Türk askerleri geceleyin cinlerin
attıkları oktan korunmak için çadırlarında saklanırlar. Bu, Türkler arasında
yaygındır, görenektir.
6.
Iduk, Idık: Kutlu ve
mübarek olan her nesne. Bırakılan her hayvana bu ad verilir. Bu hayvana yüz
verilmez, düş sütü sağılmaz, yünü kırpılmaz, sahibinin yaptığı bir adak için
saklanır.
7.
Irk: Falcılık,
kâhinlik ve bir kimsenin gönlündekileri bilmek. Irkla-: Kehanet etmek, “kam
ırkladı” şaman kâhinlik etti, ırka baktı.
8.
... Çocukları perilere ve
göz dokunmasına karşı afsunlamak için ilaç yapıldığı zaman şöyle söylenir;
çocuğun yüzüne tütsü verilerek “ısırık, ısrık!” denir ki, “ey peri ısırılmış
olasın!” demektir.
10.
Kaşı beyaz ve siyah temiz
taş . Bunun beyazını yüzük kaşına koy arlar. Bununla şimşekten, susuzluktan ve
yıldırım düşmesinden korunurlar. Kaş . bulunanlara y ıldırım isabet etmez.
Türklerin inancına göre bu böyledir.
11.
Kovuc: Cin çarpması
eseri. Böyle olan adamın yüzüne soğuk su serperler, sonra “kovuç, kovuç!”
denir. Üzerklik ve öd ağacı ile tütsülenir. Bu “kaç, kaç!” demek olsa gerekir.
12.
Kovuz: Oğuzlar
“kovuç” kullanırlar. “Yel kovuz bitiği” denir ki, cin çarpmasına karşı afsun
üfürük demektir.
13.
Köşgük: Göz
değmesinden sakınmak için üzüm bağlarına ve bostanlarına dikilen nazarlık
(korkuluk).
14.
Moncuk: Atın boynuna
takılan değerli taş; aslan tırnağı, musakka gibi şeyler.
15.
Temür demir: Kırgız,
Yabaku, Kıpçak ve daha başka boyların halkı ant içtiklerinde, yahut
sözleştiklerinde, demiri ululamak için kılıcı çıkararak yanlamasına önce korlar
“bu gök girsin kızıl çıksın” derler ki, “sözünde durmazsan kılıç kanına
bulansın, demir senden öcünü alsın.” Demektir. Çünkü onlar demiri büyük
sayarlar.
16.
Tilki: Geceleri
işitilen ses. Türkler öyle sanırlar ki, ruhlar sağ iken yaşadıkları şehirlerde
her sene bir kere toplanırlar ve halkı ziyaret ederler. Geceleyin bu sesi kim
işitirse ölür. Bu Türkler arasında yaygındır.
18.
Umay: Son kadın doğrulduktan
sonra karnından çıkan hokka gibi bir nesne. Buna çocuğun ana karnında eşi de
denir. Şu atalar sözünden de gelmiştir. “Umay’a tapınsa oğul olur.” Kadınlar
onu uğurlu sayarlar.
19.
Us: Kerkes kuşu. Bu
kuş bir adamın yüzüne karşı ıslık çalarsa uğur sayılmaz; bu ölüm işaretidir.
20.
Üngujin: Çölde insan
öldüren umacı, gulyabani.
21.
Ürüng: Afsuncuya,
arbagcıya verilen para.
22.Yârın: Kürek kemiği. Türklerin; “Kürek kemiği karışırsa
memleket karışır.” şeklinde atalar sözü ■ vardır.
23.
Yat: Taşlarla yağmur
ve rüzgâr getirmek için yapılan büyücülük. Yatla-: “Yatçı yatladı” ya da taşı
kullanan yadacı yada taşı ile afsun yaptı.
24.
Yel: Cin; er
yelpindi denilir, “adama yel (cin) çarptı” demektir.
25.
Yelpin-i cin çarpmış,
“oğlum yelpindi” denir ki, “erkek yele, cine çarpıldı” demektir.
26.
Yelvi: Büyük, sihir,
büyücüye “yelçivin” denir.
27.
Yelbüke: Ejderha, şu
savda dahi gelmiştir; “yeti başlığ yıl büke” (yedi başlı ejderha).
28.
Yog: Ölü gömüldükten
sonra üç yahut iki güne kadar verilen yemek.
29.
Yog basan: Ölümden
sonra yedi gün verilen yemek. (Anadol, 2006: 219-225).
Şamanizm İnancının Günümüzdeki Kalıntıları ve
Anadolu Büyüleri
Türklerin
eski inanç sistemi olan Şamanizm, uzun bir süre ve yoğun bir biçimde Türk
toplumunda varlığını sürdürmüştür. Türk kültürünü şekillendirerek yaşamın
merkezinde yer alan Şamanizm, yeni bir inanç sistemi olan İslamiyet’e geçtikten
yüzyıllar sonrasında dahi etkisini ve izlerini göstermektedir. Günlük
hayatımızdaki birçok uygulama ve alışkanlıkları etkileyen Şamanizm için en çok
karşılaşan durumları şu şekilde özetleyebiliriz (Bedir, 2016):
Kurşun
dökmek, nazara karşı iyi geldiği düşünülen, nazardan arındırıcı bir
uygulama biçimi olarak karşımıza çıkmaktadır. Şamanlar bu ritüele kut dökme
anlamına gelen “kut kuyma” adını vermişlerdir. Ayrıca insanlara musallat olan
kötü ruhların olumsuz etkilerini kaldırmak için uygulanmaktadır.
Kırmızı
kurdele, yeni doğum yapmış lohusa dönemindeki kadınlara musallat olduğuna
inanılan Alkarısı ve Albıs’tan korunmak için uygulanan eski bir geleneğin
günümüzdeki yansımasıdır. Yeni doğan bebek ve loğusa kadının yanında bekleme
âdeti de bu geleneğin günümüzdeki türevlerindendir.
İçki
içmek, İslami açıdan haram olmasına rağmen günümüzde herhangi bir kutlama
veya düğünde içki kullanımı Şamanların ve ayinlerin demsiz
yapılmamasıyla ilişkilendirilmektedir. Şamanizm inancındaki kansız kurbanlardan
biri olan arak (rakı), kültürel aktarımla birlikte yaygınlaşmış ve
sürekliliğini korumuştur.
Mezar
taşı âdeti de Şaman uygulamalarında sıkça kullanılan yardımcı ruhlarla
ilişkilidir. Ölülerin, şamanlara yardım etmesi ata kültü inancının bir
parçasıdır. Şamanlara gökyüzüne yaptıkları yolculuklarda yardımcı olduğuna
inanılan ruhların yerlerinin belirginleşmesi ve saygı atfedilmesi amacıyla
yapılmıştır. Mezar taşı kültü günümüzde hala devam etmektedir ve türbe, yatır
gibi değişik formlara evrilmiştir.
Ölülerin
ardından 40 okutma geleneği Şaman inancındaki ruhun bedeni 40 günde terk
etmesi inancının günümüzdeki devamı niteliğindedir. Ayrıca 40 sayısı Türk
destanlarında sıkça yer almakta ve diğer inanç biçimlerinde de sembol olarak
karşımıza çıkmaktadır. Kırgız Türeyiş efsanesinde, Sağan Han’ın bir kızı ve
otuz dokuz hizmetçisi ile 40 kız bir gölün kenarına giderek sudan gebe
kalmışlardı. Oğuz’un verdiği şölende, diktirdiği sırıkların boyu kırk kulaç
uzunluğunda idi. Hikâyelerde ve masallarda 40 gün 40 gece düğünler, 40
haramiler, 40 satır ve 40 katır çokça yer bulmaktadır.
Halı ve
kilim desenleri olarak kullanılan hayvan ve yabani figürler de Şamanizm
inancında, kötü ruhları korkutmak ve kaçırmak için kullanılan kıyafet ve
nesnelerle ilişkilidir.
Su
dökerek uğurlama eski Türklerdeki su kültünün doğurduğu bir adettir. Su,
Türkler için kutlu ve saygındır. “Su gibi git su gibi gel” deyişi de suyun
kutsallığıyla ilişkilidir.
Tahtaya
vurma uygulaması da Şamanizm’in kötü ruh inancıyla alakalıdır, tahtaya
vurduktan sonra söylenen “Şeytan kulağına kurşun” sözü de bu durumla
ilişkilidir. Amerikalılarda da “knock on the wood” deyip üç defa tahtaya vurma
âdeti görülmektedir.
Mum
yakma ve ağaçlara çaput bağlama geleneği de Şamanizm’in günümüzdeki en
yaygın örneklerindendir. Ata kültü ve ağaçların kutsallığı inancıyla
ilişkilendirebileceğimiz bu gelenek, temel argümanını kaybetse de pratikte hala
kullanılmaktadır. Ayrıca bu ritüel beraberinde “dilek dileme” kültünü de taşımaktadır.
Taşlara
olan saygı konusu çok eski bir inancın ürünüdür. Bu konuda önemli
çalışmalar da mevcuttur (Tanyu, 1968). Taşlara atfedilen doğaüstü özellikler,
onları kullanma ve sonuç beklentilerini meydana getirmiştir. Yağmur duasından,
ölü biriyle iletişimi kurmaya kadar birçok alanda kullanımına başvurulmuştur.
Mevlit
ve İlâhiler sadece Anadolu’da karşılaşılan müzikli anlatımlardır. Şaman
ayinlerinde ritüelin bir gerekliliği olarak karşımıza çıkan müzik, kültürel
aktarımını bu şekilde sağlayarak İslam görüntüsü içinde kendisine yer
bulabilmiştir. Davul ve kopuzun kullanıldığı Şaman ayinlerinden, coğrafi
kültürün müzik aletlerine doğru bir değişiklik gözlenmektedir. Ayrıca Şamanist
uygulamalardan daha sık beslenen Alevilikte, müzik ve ritüel ilişkisi daha açık
bir şekilde gözlemlenebilmektedir.
Eşiğin
kutsallığı, eski bir Şaman geleneği olan “eşik atlama” olarak
isimlendirilen geçiş ritüelinden beslenmektedir. Daha sonraları İslamiyet’le
birlikte “eşik cini” haline gelmiş bu kutsallık günümüzde de devam etmektedir.
Ay dede,
Eski Türk inanç sistemlerinde Ay Ata olarak yer almakta ve Ay tanrısına
kutsallık atfetmektedir. Bu inanç günümüzde çocuksu bir hal alarak varlığını
sürdürmektedir.
Üç
harfli ya da adını andığın zaman gelme inancı Şamanizm geleneğindeki animist
anlayıştan beslenir. Anıldığı zaman ruhu veya gücü çağırmış olduğuna inanma
durumu bununla ilişkilidir. Yine Türklerde kutsal olarak sayılan ve korkulan
“börü” yerine kurt demeyi tercih etmeleri de bu duruma diğer bir örnektir.
Çocuklara
doğa isimleri ve Satılmış-Yaşar-Satı gibi isimler koyma geleneği de
Şamanizm inancındaki yeni doğan bebekleri ziyarete gelen ruhlarla alakalıdır.
Zayıf ruhlu olan çocukları alıp götüreceğine (çocuğun öleceğine) inanılan kötü
ruhlardan korunma amaçlı bu isimler kullanılmıştır.
Ay
tutulması şeklinde adlandırılan doğa olayının, “tutulma” olarak
nitelendirilmesi, eski Türklerin animist felsefesiyle ilişkilidir. Ayın,
Dünya’nın yörüngesine girerek Güneş’ten aldığı parlaklığı kaybetmesi durumu,
ayın sahip olduğu ruhun “tutulduğuna” inanıldığı için bu şekilde
adlandırılmıştır.
Darısı
başına deyişi, Orta Asya’da bereketin simgesi olarak kullanılan darı,
mısır, arpa, buğday gibi tahıl tanelerinin kullanımından ortaya çıkmıştır.
Düğün merasiminden sonra, gelin ve damadın başından aşağı dökülerek bolluk ve
bereket getireceğine inanılan bu gelenek, fiilen pek sık uygulanmasa da, halk
ağzında kullanımına devam edilmektedir. Damadın başın da ekmek kırma ya da
“talih kuşu” anlayışı da bu gelenekle paralellik göstermektedir.
Hapşıran
kişiye “çokyaşa” deme geleneği, eski Türklerin inanç kökenlerini oluşturan
animizmden beslenmektedir. Hapşıran kişinin, hapşırdığı zaman ruhundan bir
parçasının ayrıldığına inanıldığı için, bu durum hayatının kısaldığına
yorulurdu.
Çam
süsleme âdeti günümüzde her yılbaşında popüler tartışmalarda yerini
almaktadır. Kökeni Sümerlilere kadar uzanan bu gelenek, eski Türklerde
Gök-Tanrı inancının bir ritüeli olarak karşımıza çıkmaktadır. 22 Aralık’ı
“Yeniden Doğuş Bayramı” olarak kutlayan Türkler, Tanrı’ya ulaşma ve bir armağan
olarak bu ritüeli gerçekleştirmişlerdir. Ayrıca Avrupa’da çam süsleme geleneği
16.yy sonrasında uygulanmaya başlanmıştır (Gündüz, 2015).
Anadolu’da
uygulanan büyüleri uygulanma amaçlarına göre hastalık giderme, gizlilikleri
bilme, şeytanla ilişkiler, dilekler-savunmalar-korunmalar, cinler-periler
ve define bulma (Eyuboğlu, 2004) olarak sınıflandırabiliriz. Ayrıca
uygulanan birçok büyü çeşidinin diğer bir başlıkla iç içe olmasına rağmen, bu
sınıflandırma neden-sonuç ilişkisini anlamlandırmak açısından faydalı
olacaktır.
3.
Bebeklerde kusmayı önleme
muskası
6.
Göğüs ağrılarını giderme muskası
7.
Titremeleri giderme muskası
9.
Kulak ağrılarını giderme muskası
28.
Dil tutukluğunu giderme muskası
29.
Burun kanamalarını dindirme
32.
Doğumu durdurma
(Kısırlaştırma)
49.
Mezarlıktan korkmayı önleme
Dilekler
- Savunmalar - Korunmalar
6-
Issızlıktan korkmayı önleme
12-
Çocukların yatağa işemeleri
önleme
25-
Yıldızlara göre alın yazısı
okuma
41-
Burç değişmelerinde
kötülüğü önleme
21-
Yemekleri perilerden koruma
24-
Perilerin gözlerini bağlama
Define Bulma |
|
|
1- |
Define |
duası |
2- |
Define |
cinlerini dinleme |
3- |
Düşte define görme |
|
4- |
Define |
arama |
5- |
Define |
gizleme |
6- |
Define |
açma |
7- |
Define |
çarpması |
8- |
Define |
cinlerinden korunma |
9- |
Define |
koruma (Eyuboğlu, 2004) |
SOSYAL
İLİŞKİLER AÇISINDAN BÜYÜ VE BÜYÜCÜLÜK
Özgül kalıp
ve yargılar içerisinde şekillenen toplum, varlığını devam ettirebilmek için
sahip olduğu kültürel birikimi aktarmak zorunda kalmıştır (Çoştu, 2009: 117).
Toplumsallaşma kavramı sosyal hayatın iki önemli problemini içerir: toplumsal
devamlılık ve bireysel gelişim. Buna göre toplumsallaşma, toplumsal hayatın iki
önemli yönüne hitap eder: insanların gelişimi ve kültürel aktarım.
Toplumsallaşma
hayatın pratik faaliyetlerini düzenleyen süreçlerden biridir. Bu süreç günümüz
modern sosyolojisinde iki temel yaklaşımla ifade edilir. Birinci yaklaşım,
toplumsallaşmayı, sosyal rollerin öğrenilmesi süreci olarak ele almaktadır. Bu
yaklaşıma göre, bireyler ait oldukları grupların rollerini ve statülerini
öğrenip özümseme yoluyla toplumsal açıdan bütünleşme gösterirler. Bu yaklaşımın
temel kavramları da statü ve roldür.
Sosyal
rollerin öğrenilmesi, sosyal etkileşim sonucu gerçekleşir. Buna göre, sosyal
etkinin doğurduğu güç oranında, bireyin toplumsallaşma biçimi şekillenmektedir.
Sosyal rollerin öğrenilmesi bireyin içinde bulunduğu toplumsal uyumu
gerçekleştirmektedir (Çoştu, 2009: 124).
Toplumsal
davranışlarda belirleyici olan bir diğer etken değer kavramıdır. Olguya
yüklenen nitelik olarak tanımlayabileceğimiz değer kavramı, toplumda iyi ve
kötünün algılanma zeminini oluşturur. Herhangi bir davranışın toplumsal norm
olarak nitelendirilmesi için toplumsal değer içermesi gerekmektedir. İnsan, bu
ilişkiler ağında hem etken hem de edilgen bir rol alarak, kültürel yapıyı yeniden
ve yeniden üreterek ona maruz kalmaktadır (Eren, 2007: 291).
Burada
bizim için önemli olan nokta, değerler ve normlar açısından, toplumsal
değişimlere bağlı olarak davranış kalıplarında meydana gelen değişimlerdir.
Günümüz sosyal ilişkilerini, inanç perspektifinden değerlendirmek için altını
çizmemiz gereken bir diğer kavram sekülerleşmedir. Sekülerleşme, en genel
haliyle, belirli bir süreç içerisinde, inanç mekanizmalarının toplumsal
düzeydeki etkilerinin azalması olarak tanımlanabilir (Ertit, 2014: 105). 17.
yüzyıldan sonra büyük bir yoğunluk kazanan bilimsel gelişmeler ve takip eden
süreçteki Aydınlanma Çağı ile birlikte bilgi üretimi daha farklı ve
teolojiden uzaklaşan bir yol izlemeye başlamıştır (Ertit, 2013: 115). Bu
ölçüde, sekülerleşme ile birlikte din yerine ikame bir inanç olarak büyünün
nasıl yorumlanması gerektiği de büyük önem teşkil etmektedir.
Günümüz
Türkiye’sinde Büyü ve Büyücünün Toplumdaki Yeri
İnsanlığın
başlangıcından itibaren var olan ve değişime uğrayan sosyal ilişkileri, büyü ve
büyücünün elde ettiği statü penceresinden irdelemek bu bölümdeki temel amacımız
olacaktır.
Toplumsal
ilişkiler ve işleyişteki bir mekanizma olarak nitelendirebileceğimiz büyü,
toplumun ontolojik kimliği için de bir başvuru aracı olarak karşımıza çıkmaktadır.
Böylelikle büyü, toplumun kutsala ilişkin deneyiminde, kendisini ve
uygulayıcısını kutsayabilmiştir. Bu ölçüde belirli bir dönem ya da durumda
büyüye atfedilen yargı, direkt olarak büyüyü gerçekleştiren kişiyi ve o kişinin
elde ettiği statüyü etkilemiştir.
Burada
büyücü tabirinden ne anlamamız gerektiği de önemlidir. Daha anlaşılır bir
biçimde büyücü, genel-geçer bir kavram olmayıp tarihsel açıdan herhangi bir
dönemde büyü ritüelini gerçekleştiren kişiyi nitelemek için kullanılmıştır.
Büyü, ritüelin gerçekleştiği dönem ve büyüye başvuru nedeniyle ilişkili olarak
uygulayıcısına farklı sıfatlar kazandırmıştır. Gelecekten haber almaya
çalışırken kâhin, hastalıklı bir kimseyi iyileştirirken şifacı, bir kimseye
veya bir şeye zarar vermek için doğaüstü yollara başvururken cadı olarak
anılmıştır.
Büyü
olgusunda meydana gelen anlamsal ve işlevsel kayma, bir başka deyişle büyünün
bağlı olduğu neden-sonuç ilişkisindeki dengenin değişimi, doğrudan büyücünün
toplumdaki yerini ve toplum üzerindeki etkisini de yeniden şekillendirmiştir.
Türk
tarihinde büyü olgusundaki değişimleri iki büyük nokta üzerinden inceley ip
anlamlandırmaya çalışmamız gerekmektedir. İlk nokta, birçok inanç kırıntısının
şekillendirdiği poloteist bir örüntü diyebileceğimiz Şamanizm’den daha katı,
menşei ve bununla beraber kültürel olarak farkı olan İslamiyet’e geçiş
olacaktır.
Kutsalı tek
başına elinde bulundurmak, monoteist dinlerin olmazsa olmazlarındandır.
Doğaüstü fenomenini, bunu yaptırım gücü olarak da düşünebiliriz, tek ve
sınırsız bir biçimde kendine atfetme durumu diğer tek Tanrılı inanç
sistemlerinde olduğu gibi İslamiyet’te de mevcuttur. Kutsal metinlerde büyüyün
varlığını kabul etmek ve akabinde kesin bir dille yasaklamak, kutsalın nereden
ve nasıl beslendiğini bizlere bir kez daha hatırlatmaktadır.
Bir
anlamlandırma çabası olarak ortaya çıkan büyünün, toplumsal ilişkilerdeki
değişikliği monoteist inançların sistemli bir hale gelerek, kutsal argümanına
ikilik kazandırmasıyla daha kesin bir hal almıştır. Bununla beraber, büyü,
tercih edilme ve tercih edene karşı farklı toplumsal yaptırımlar barındıran
ikincil ve profan bir yapıya itilmiştir. Kültürel aktarım ya da kültür çevirisi
olarak adlandırabileceğimiz bir şekilde daha mistik, gizli, yasaklı ve son
koşulda tercih edilebilecek bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır.
İkinci
önemli noktayı, bilgi birikimi ya da modern bilimin gelişmesi olarak
tanımlayabiliriz. Burada bahsi geçen bilgi birikimi, en basit haliyle
insanların bir gereklilik olarak meydana getirdiği toplulukların, yine kendi gereklilikleri
için ortaya koydukları ilerleyiştir. Bu ilerleyiş, insanlığın bir arayış içinde
başladığı yolculuktaki ilerleyiştir. Bu ilerleyiş kümülatif bir tecrübenin
getirisi olarak apaçık bir şekilde karşımıza çıkmaktadır. Arayış metotlarının
değişime uğraması, büyü olgusuna doğrudan etki eden belki de en önemli
etkendir. İnsan düşüncesi doğayı büyü ile anlamaya başlamış, gelişme
hızlandıkça büyü yavaşlamış, bu yavaşlama yüzünden de başlangıçtaki gerçeğinden
ayrı düşmüştür (Eyuboğlu, 2004).
Basit bir
şekilde örneklendirecek olursak, hastalığa yol açan nedenlerin bilinmediği
dönemlerde aşkınsal bir yaklaşım izlenirken, ki buradaki yaklaşım doğrudan
doğaüstü fenomeninden beslenmektedir, bilimsel bilginin artışı ve kullanım
alanlarına nüfuzu ile birlikte hastalık nedenlerini bu dünyada arama
eğilimi büyük bir önem kazanmıştır.
Büyü
olgusunda meydana gelen değişim nedenlerinden biri olan bilgi birikimi ya da
modern bilimin gelişmesi konusu, büyü ve bilim ilişkisini irdelemek açısından
önemli bir noktadır. Frazer, The Golden Bough (Altın Dal) adlı araştırmasında
büyüyü bilimle bağlantılı olarak incelemesi ve büyünün bir çeşit ilkel bilim
olduğunu, bilimin doğmasına kaynaklık ettiğini söylemesi, çalışmanın çıkış
noktasıdır. Büyü mekanizmalarının ve edimlerinin aynı biçimde işleyiş aynı
sonuçlar doğurduğunu ileri sürerek, “Büyünün dayandığı esaslar modern bilimin
dayandığı esasların aynısıdır; büyücü aynı nedenlerin aynı sonuçları
doğuracağına inanmaktadır” demekteydi.
Büyü ile
bilim arasındaki ilişki üzerinde duran Goldenweiser, Frazer’ın büyü ile bilim
benzetimini uygun gördüğünü söyledikten sonra onu şöyle eleştirmiştir: “Bu
tanım büyünün özü olan, yani, büyüsel edimin akıl-dışı ya da doğaüstü gücünü ve
büyüsel edimi kontrol eden iradeyi, yani büyücünün iradesini kapsamıyor.
Üstelik, herhangi bir büyüsel edimin başarısızlığa uğraması, büyüye, hatta
başarısızlığa uğrayan büyüsel edimin etkisine olan inancı etkilemiyor. Bir
başka deyişle, büyüsel edim, deneylerin öğrettiklerinden etkilenmez ve
başarısızlık sonucunda değişime uğramaz. Bilim, sistematik olarak düzenlenmiş,
doğruluğu belgelenebilen iddiaların bütünüdür, bu iddiaların pratik
kullanılışına da teknik denir. Oysa büyü, tekniğini doğru gözlemlere
dayanmadığı gibi, başarısızlıkları sonucunda ya başarısızlık nedenin başka
şeylerde arar ya da biçim yönünden çeşitlemelere başvurur (Örnek, 2014: 134).
Buradan
elde edeceğimiz sonuç, tarihsel süreç içinde büyünün algılanmasında meydana
gelen değişikliğin bir benzerini bilimin de yaşamış olmasıdır. Popüler
stereotiplere göre, büyü ve bilim ortak çıkış noktalarına sahip olsalar da
doğa, bilim ve büyü birlikteliğinin ayrılması olarak ele alabileceğimiz bu
durum sonucunda, günümüzde kullanım amaçları ve kullandıkları metotlar tamamen
farklılaşmıştır.
Büyünün
çıkış noktası olarak nitelendirdiğimiz bilgi arayışı olgusu, kat edilen
ilerleme ve gelişmeyle birlikte bilimsel bilginin karşıtı, böylelikle
büyü-bilim karşılaştırmasının da kaçınılamaz bir nedeni olmuştur.
Eski Türk
toplulukları poloteist dönemi yaşamış, onun bütün inanç varlıklarıyla öyle ya
da böyle ilişkide bulunmuş ve yaşamına uygulamıştır. Bu dönemde Türkler doğayla
senli-benli bir durumda yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Türklerin doğayla
arasındaki bu tutum, doğaüstüyle olan ilişkilerini de temellendirilmiş ve arayış
mekanizmasındaki birincil rolü üstlenmiştir.
Günümüz
büyüleri, Türk toplumunun yaşama biçimiyle yoğrularak oluşan toplumsal hayatın
tarihi niteliğindedir. Onun yaşamını, uygarlığın bütün öğeleriyle giremediği
bir ortamda düzenleyen, acılarını, kıvançlarını sergileyen büyülerdir. Artık
büyüler yaptıranlar için gerçek, yapanlar için ise bir çıkar kaynağı, sömürü
aracı olmuştur. İslamiyet’in getirdiği yasaklara karşın, büyüleri “okumuş”
sayılan kimselerin, özellikle “hoca” adı verilenlerin yapmaları toplumsal
açıdan geleneksel bilginin, dini bilginin önüne geçmesinin bir örneğidir
(Eyuboğlu, 2004).
Büyücünün
günümüzdeki toplumsal yeri ve işlevine ayrı bir parantez açacak olursak,
hukukun işleyişi çerçevesinde, sosyal kontrolün yazılı/yazısız normlarla olan
ilişkisi ölçeğinde büyü ve büyücüye karşı gösterilen tutumu incelemek ve/veya
anlamlandırmak bir hayli zorlayıcıdır.
Büyünün
toplumsal algı üzerindeki varyasyonları incelendiğinde büyük bir çoğunluğun
büyüye inandığı fakat uygulanmasına karşı olduğu bilinmektedir (Aladar, 2009).
Bununla birlikte, yapılan araştırmalarda büyünün ya da daha geniş bir anlamda
doğaüstü metotların kullanımı, günümüz Türkiye’sinde kırsal bölgelerde kentlere
oranla daha fazladır. Bu durumun temel nedeni, doğa ile daha yakın ilişkilerin
kurulması olarak görülmektedir. Bunun yanı sıra, kırsal bölgelerde saptanan bir
diğer tutum ise ilişkiler ağıyla ortaya konabilecek olan geleneksel etkileşimin
modern etkileşimle olan farkı ve eski uygulamaları muhafaza etme yatkınlığıdır.
Bu konuyla
ilişkili yapılan bir diğer araştırmada, sosyal çevreye bağlı farklar zemininde,
büyücüye başvuranların oranları açısından ilk sırada hayatının büyük bir
kısmını köyde geçirenlerin olduğu, büyücüye başvurmama oranları açısından ise
ilk sırada hayatının büyük bir kısmını şehirde geçirenlerin olduğu
aktarılmaktadır. Büyünün bir hastalığı iyileştirip iyileştiremeyeceği konusunda
cinsiyete göre dağılımına bakıldığında, kadınların erkeklere oranla bu inanca
daha yatkın olduğu belirtilmiştir. Ayrıca büyücülerle ilgili tutumun, yaş
ilerledikçe daha yoğun ve inançlı bir şekilde artış gösterdiği de saptanmıştır.
Bir diğer alt başlık olarak, eğitim durumunun büyüye başvuruyla olan ilişkisi
incelenmiş,
eğitim seviyesinin yükseldikçe büyüye başvurunun azaldığı gözlemlenmiştir.
Ayrıca bir diğer alt başlık olarak
da, gelir seviyesinin büyüye başvuruyla olan ilişkisi
incelenmiş,
gelir seviyesi yükselirken büyüye başvuru oranlarının düştüğü gözlemlenmiştir
(Şirin, 2006: 178-179).
Büyünün
toplumsal ağdan uzaklaştırılması, bir üst organizasyon ile
ilişkilendirildiğinde, iki temel prensip karşımıza çıkmaktadır. Bu prensipler,
yasal ve teolojik/ahlaksal olarak sınıflandırılabilir.
Yasal
kısıtlamalarda ilkesel olarak iki tür yasa mevcuttur. Bu yasalar, seküler
işleyişin ortaya koyduğu ve dini yaptırımın ortaya koyduğu olmak üzere iki
başlıkta toplanabilir. Türk Ceza Kanunu’nun 158/1-a maddesinde yer alan “dini
inanç ve duyguların istismarı” ibaresi bu konunun devlet kolunu temsil etmekle
birlikte, birçok örnek teşkil edecek dava “büyü ve büyücüler” aleyhine
sonuçlanmıştır.
Bu konuya,
2016 yılının sonlarında kurulan Cin Hastanesi güzel bir örnek olarak
verilebilir. “Manevi şifa merkezi” adıyla çalışmaya başlayan kurum taralından,
bioenerji, metafizik, ruhsal terapi gibi geçmişe nazaran daha çok günümüz
isimlerini kullanarak kavramsal bir yumuşatmaya gidilmiştir. Hatta motto olarak
da, “olayı merdiven altından kurtarıp kurumsallaştırdık” şeklinde yaklaşımlar
benimsenmiştir. İstanbul İkitelli’de açılan bu merkez, İlçe Sağlık Müdürlüğü’nden
görevli müfettişler tarafnda da denetlenmiştir. Fakat daha sonra, İstanbul İl
Sağlık Müdürü Kemal Memişoğlu’nun talimatıyla kapatılmıştır. Neden olarak da
“din istismarı” gösterilmiştir (Anadolu Haber Ajansı, 2016).
İkinci
başlık olarak da, teolojik/ahlaksal temelinde, dini buyrukların yerine
getirilmemesi ve günah algısının işlenişi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu
yaklaşımlardan da anlaşılacağı üzere, büyü olgusu, hem toplumsal işleyiş hem de
hukuk ve toplumsal organizasyon taralından açık ve kesin bir şekilde kesintiye
uğratılmıştır (Kieckhefer, 2017).
Büyü ve Büyücünün Günümüzdeki Toplumsal
İşlevleri
Toplum
durağan olmamakla birlikte, sürekli bir değişim ve hareketlilik halindedir.
Toplumsal olarak, davranış örüntüleri, yapısal yaklaşımlar, sistemler ve
toplumsal normlar sürekli olarak bu sürecin bir parçasıdır. Toplumsal değişme,
en genel anlamıyla ilişkilerin değişmesidir. Bir başka deyişle, toplumsal
değişme, sosyo-kültürel değişmedir (Sağ, 2003: 13).
İşlevsel
değişim skalası ve bu skalanın ortaya sosyal bir karakter koyması, toplumsal
değişim süreçlerini çok daha önemli bir hale getirmektedir. Var olan
kurumların, toplum üzerindeki etki ve işlevleri, söz konusu büyü olduğunda din
kurumu üzerinden farklı bir boyuta taşınmaktadır. Sosyolojik açıdan din, dünya
kurma ve düzenleme fonksiyonlarıyla toplumsal açıdan merkezi bir rol
üstlenmektedir. Toplumsal yapıya yön veren bir üst sistem olarak da ele
alabileceğimiz din, hayali cemaatleriyle toplumsal bir birliktelik
mekanizmasını da oluşturmaktadır.
Tarihsel
süreç içinde, gerek pratikte gerekse teoride büyü ile din işlevsel ve
işleyişsel açıdan birlikteliğini korumuş ve birbirlerinden beslenmişlerdir.
Bizim burada, önemle üzerinde duracağımız konu, dinin toplumsal yapıyı
değiştirici özelliği ekseninde büyücünün toplumsal işlevlerini irdelemek
olacaktır (Sağ, 2003: 14).
Geçmiş
dönem Türk topluluklarında büyücüler, ruhani, tıbbi, siyasi ve askeri birçok
zeminde yer alarak toplumsal işleyiş ve ilişkilerde merkezi konumlarda
bulunmuşlardır. Günümüzde sosyolojik alanda her biri bir kurumu ifade eden bu
yaklaşımlar, gerek kurumsal yapı içinde, gerekse kurumlar arası ilişkilerde
değişime uğramıştır.
Günümüzde
büyücülerin toplumsal işlev açısından ortaya koydukları değeri öncellikle din
ve sağlık ile ilişkilendirerek anlamaya çalışmalıyız. Çünkü diğer kurumlarla
olan ilişkilerinde, süreç içerisinde tamamen kopukluk meydana gelmiştir.
Günümüzde büyücülerin kullandıkları argüman ve metotlar bizi bu iki kurumla
olan ilişkilerini incelemeye itmektedir.
Sağlık
temelinde başvurulan büyücüler, kimi zaman doğal yollarla, koca karı ilaçları
ya da benzer alternatif tıp olarak adlandırabileceğimiz şekilde tedavi
yöntemleri aramaktadır. Bu durum, yine devletin resmi sağlık kuruluşları
tarafından, bilime aykırılık ve zarar verici esaslar nedeniyle hukuk
çerçevesinde yasaklanmaktadır.
Yine
sağlıkla ilişkili olarak başvurulan durumların birçoğunda, neden olarak
gösterilen doğaüstü durumlar, beraberinde büyücüler için aşkınsal ve bir o
kadar bilinmez bir boyut la ilgili olarak kullanım imkânı sağlamıştır. Bu durum
yine daha önce belirttiğimiz “din istismarı” aşamasında olup hukuk çerçevesinde
yasaklanmıştır.
Bu ve buna
benzer olaylar, sadece günümüzde değil yakın geçmişte Osmanlı Devleti’nde de
meydana gelmiştir. 17. yüzyıldan itibaren, ilim ve düşünce hayatındaki
ilerleyişin ortadan kalkarak yapının daha statik ve felsefi açıdan zayıf bir
hal alması durumu Osmanlı Devleti’ndeki toplumsal çözülüşün başlamasındaki en
önemli etkenlerden biri olarak gösterilmektedir. Bu durum, işleyişi çürüterek
toplumsal sistemde bazı boşluklar oluşmasına neden olmuştur.
Yine bu
dönemde tahta çıkan, Osmanlı padişahları arasında Deli lakabıyla anılan Sultan
İbrahim, yaşadığı psikolojik sorunlar nedeniyle, sarayı büyücü ve üfürükçülerle
doldurarak tedavi arayışına girmiştir. Safranbolulu Hüseyin Efendi, nam-ı diğer
Cinci Hoca dönemin büyüye yaklaşımını ve geri dönüşünü anlamak açısından güzel
bir örnek teşkil etmektedir.
Bu konu
hakkında bir parantez açacak olursak, Osmanlı Devleti padişahları eski bir Türk
geleneği olarak, şeyhlerden yardım almışlardır. Şamanlara benzer bir vazifede
bulunan bu şeyhler, manevi rehberler sayılmışlardır.
Cinci Hoca,
tedavi amaçlı girdiği sarayda, gayri resmi ulemâ olarak büyük bir nüfuz ve
siyasi güç elde etmiştir. İki yıl kadar devam eden bu süreç sonrasında
işlevsizlik ve aşırıya kaçma durumları göz önünde bulundurularak öldürülmüştür
(Katgı, 2012).
Diğer bir
kurum ve belki de en önemlisi olan din kurumu ve büyünün, din ile olan işlevsel
yakınlığı konusu, doğrudan büyücülerin sosyolojik açıdan işlevselliğini
etkilemektedir. Bu bağlamda, işlevsellik statü belirleyici unsurların en
başında gelmektedir.
Sistemli
doğaüstü bir yaklaşımın, yine doğaüstü bir yaklaşımı, toplumsal açıdan
yasaklayarak inanç sınırları dışına itmesi durumu, din adamı - büyücü
ayrımını beraberinde getirmiş ve bunun sonucunda da, büyücüler toplumsal işlev
kaybına uğramıştır.
Bu konuyla
ilgili olarak yapılan bir araştırmada, günümüzde büyüye inananların büyük bir
çoğunluğu büyücüleri din adamı olarak görmeyip din kurumunda ayrı bir konumda
sınıflandırmaktadırlar (Şirin, 2006). Bu bağlamda, toplumsal açıdan işlevsel
kayıplara uğrayan büyücüler, beraberinde tarihsel süreçte kazandıkları
statülerini ve rollerini kaybetmişlerdir.
Buna
rağmen, daha sığı bir şekilde büyü mekanizmasına başvuru devam etmektedir.
Günümüzde uygulanan birçok inanış da geçmiş dönem büyü ritüellerinin türevleri
olarak karışımıza çıkmaktadır. Halk büyüleri başlığı altında başvurulan bu
uygulamaları şu şekilde sınıflandırabiliriz (Arslan, 2006):
1-
İyi niyetle yapılan büyüler
2-
Kötü niyetle yapılan
büyüler
3-
Büyü bozduğuna inanılan
davranışlar
İyi niyetle yapılan büyüler
1-
Yarasanın kemiğine dua okunur ve bu kemik erkeğin
istediği kıza gizlice değdirilirse, o kız önceden o oğlanla evlenmek istemese
de, kızın oğlana karşı derin bir istek ve sevgi duymaya, hatta oğlana
yalvarmaya başlayacağına inanılır.
2-
Kızını vermeyen babanın fikrini değiştirmek için,
bir ip okutulup kızın evinin arkasındaki taşın altına gömülür.
3-
Evlenmek istemeyen kişiye, bir yiyecek okutularak
yedirilir. Böylece karşısındaki kişiye karşı duygularının oluşacağına inanılır.
4-
Muska yazdırılarak eşine karşı ilgi ve istek
duymayan kişinin yatağına dikilir. Bu sayede, o kişinin tutumunun değişeceğine
inanılır.
5-
Aşırı derecede geçimsiz ve söz dinlemeyen bir
kimsenin tutumunu değiştirmek için, bir iplik okutularak dut ağacına bağlanır.
Kötü niyetle yapılan büyüler
1-
iki kişinin arasını bozmak
için, o kişilerin bastığı yerden alınan toprakla, Mehmet isimli birinin
mezarından alınan toprak karıştırılıp büyü yapılan kişinin evine serpilir.
2-
Yumurta tepesinden
delinerek içine tuz konur ve büyü yapılmak istenen kişinin niyetine, yine o
kimsenin evinin tuvaletinin altına gömülür.
3-
Yeni evlileri mutsuz etmek
için, nikâh kıyılırken bir ipe düğüm atılır ve bıçak kapatılır.
4-
Kısa süreli büyüler için
sabun iğnelenerek kuyuya atılır. Sabun eriyene kadar, büyü edilen kişinin
mutsuz olacağına inanılır.
5-
Uzun süreli büyüler için,
belli bir dua okunarak bir kilit kilitlenip kuyuya atılır. Kilit çürüyene
kadar, büyü yapılan kişiye etkisi devam eder.
6-
Düşmanına kötülük etmek
isteyen bir kişi, belli bir duayı bir kağıda yazarak bir teneke kutunun içine
koyar ve kuru bir ağaca asar. Sonunda o kişinin, o ağaç gibi kuruyacağına
inanılır.
7-
İki insan arasındaki iyi
ilişkileri bozmak için yazdırılan bir muska fark ettirilmeden yataklarının
içine konur. Böylece çiftin birbirine karşı cinsel istek duymayacağına
inanılır.
8-
Evli bir çifti ayırmak için
bir kilit okunup kilitlenerek, tarla oyuğunun altına gömülür.
Büyüyü bozduğuna inanılan davranışlar
1-
Nas ve Felak sureleri
okunur.
2-
Yeni bir balta alınarak
üstüne dua yazılır. Bu duanın tekrar incirle silindiğinde bozulacağına
inanılır.
3-
Büyü yapıldığına inanılan
muska bulun up suda eritilir.
4-
Büyü bir kilit ile
yapılmışsa kilit bulunarak dua ile açtırılır (Arslan, 2006).
Yukarıda
sınıflandırdığımız büyüsel uygulamalar, günümüzde en çok rastlanan ve
başvurulan büyü çeşitleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu başvuru
çeşitlerinden yola çıkarak da, büyücü statüsünde meydana gelen durumun etkeni
ya da edilgeni olarak, büyüye başvuru nedenlerinin doğa ve toplumsal
konulardaki yoğunluğundan kişisel bir alana doğru kaydığını söyleyebiliriz.
Büyü ve Büyücünün Devreye Girdiği Sosyal
Tıkanmalar
Günümüzde
büyü mekanizmasına başvuru yoğunluğu azalmış ve büyü sosyal hayattan tecrit
edilmiş olsa da basitçe sınıflandırma yapabileceğimiz birçok alanda uygulanmaya
devam etmektedir. Geçmiş dönemde uygulanan Şaman ritüellerinin türevleri
Anadolu büyüleri başlığı altında kültürel ve süreçsel değişime uğrayarak,
günümüz ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde kendini yeniden üretmiştir.
Öncelikle,
büyü olgusunda, toplumsal kullanım alanından sosyal ilişkiler ağına - bireysel
boyutta- geçiş gözlemlenmektedir. Yaptırım amaç ve geri dönüş beklentisi bu
ölçekte kişisel alana daha çok hitap eden bir yapı halini almıştır.
Yapılan
çalışmaların da ortaya koyduğu gibi, günümüzde büyüye en çok başvuru nedeni
olarak, kişiler arasındaki ilişkileri etkilemek görülmektedir. Bu uygulamalar,
karı-koca arasını düzeltme/bozma, herhangi bir kişiyi kendine bağlama, kısmet
açma gibi doğrudan sosyal ilişkiler ağıyla ilişkilidir.
İkincil
başvuru nedeni olarak, modern bilim ve/veya doğal yollardan bir sonuç elde
edilemeyen hastalıkların tedavisi karşımıza çıkmaktadır. Bu durum, bir
çaresizlik ve umutsuzluğun sonucu olarak da ele alınabilmektedir. Öyle ki,
bütün makul yollar denendikten sonra, “son bir umut” kisvesi altında, kimi
zaman istemeyerek de olsa büyüsel uygulamalara başvurulmaktad ır.
Diğer bir
başvuru alanı olarak da, maddi beklenti amaçlı yapılan büyü uygulamaları
vardır. Bu uygulamalar kendi içerisinde de değişiklik göstermektedir. Kimi
zaman, iş bulma, doğaüstü yollardan para kazanma gibi istekler mevcutken, bu
alanın en büyük payı define büyülerine ayrılmaktadır. Öyle ki,
Eyuboğlu’nun eserini incelediğimizde diğer büyü uygulamalarına nazaran, en çok
başvurulan ve en karmaşık yapıya sahip olan büyü define bulma büyüsüdür.
Çok az bir
paya sahip olsa da, doğa olaylarıyla ilgili yapılan büyüler de mevcuttur. Bu
büyüler yine de toplumsal merkezli olmaktan ziyade kişisel çıkar esasına
dayanmaktadır.
Yukarı da
açıklamaya çalıştığımız şekilde, günümüzde uygulanan büyüleri sınıflandıracak
olursa, kabaca şu sonucu elde ederiz:
1-
Sosyal ilişkiler ağına
yönelik büyüler
2-
Şifa amaçlı yapılan büyüler
3-
Ekonomik beklentili büyüler
4-
Doğa olaylarıyla ilişkili
büyüler
Bu doğrultuda,
toplumsal tıkanıklıklar ya da başvurular için çözüm odaklı bir yapıda olan
büyünün alan değiştirmesi sonucu işlevinde meydana gelen değişimi bu açıdan da
yorumlayabilmemiz mümkündür.
SONUÇ
Üzerinde
doğup, büyüyüp, ilişkiler kurup, öldüğümüz bu dünyayı anlamak ve/veya
anlamlandırmak, bizler için neden-sonuç dengemizde merkezi bir öneme sahip
olmuştur. Yaşamı ve belki de algılayabilen bütün canlıların psikolojisinde
ölümü kavramak, bu dünyayı anlamak ve onun hakkında bilgi edinmek için temel
unsur olarak karşımıza çıkmaktadır.
Dünya’ya ve
kendimize şimdikinden çok daha yabancı olduğumuz geçmiş dönemlerde, yetersiz
kalan bilgi ve tecrübelerimizle açıklayamadığımız bu ve buna benzer durumlarda;
bizlerden ve yaşadığımız bu dünyadan öte, şeyler ve mekânlar yaratma fikri
gayet makul ve anlaşılır bir düzlem oluşturmaktadır. Ortaya çıkış noktası,
insan ve doğa ilişkileri olan büyü, zamanla doğadan koparak kendi uygulama ve
aktarım evrenini oluşturmuştur. Öyle ki, işleyişine müdahil olamadığımız ya da
sonucundan kaçamadığımız ve üstüne üstlük tam olarak kavrayamadığımız şeyler
için aşkınsal bir yaklaşım sergilememiz, yaşanılan durumu ve bu durumun
atalarımız tarafindan kabulünü daha anlaşılır ve maksatlı kılmıştır.
Sonlu olan
bizlerin, sonsuz dünyalar, planlı düzen ve tüm bunlara gücü yeten Yaratıcı
formu hakkındaki düşüncelerimiz, çıkış noktası olarak temenniden öteye
gitmemektedir. Fakat bu kadar sistemli, geniş çaplı düşüncelerin öncesinde,
bizlere yakın, bizlerden az ötede ve geçmişte de olsa bizlere ait olma
fikirleriyle birlikte inanç kırıntıları şekillenmeye başlamıştır.
Basitten
karmaşığa doğru, yavaşça ve gereklilik kendisini gösterdikçe ilerleyen,
nedenini ve sonunu bilmediğimiz şeyleri, bizden öte ve sonu olmayan şey
ve mekânlara atfetme durumu beraberinde aşkınsal olan her ne ise onunla ilişki
kurma gerekliliğini de beraberin de getirmiştir. Büyü olgusu, bu bilgi
arayışının ilk somut adımı olarak atalarımız tarafindan atılmıştı.
İlerleyen
dönemlerde, genişleyen toplumsal yapı ve sosyal ilişkiler ağı, büyü ve
büyücülere daha sistemli ve toplumsal bir görev niteliği kazanmıştı. Büyü
artık, toplumsal işleyiş ve işlevler içinde kendisine yer bulan bir mekanizma
halini almıştı. Toplumsal alana müdahil olan büyü, topluluk içindeki her birey
için, kendisinin gücünün yetmediği, tahmin edemediği ve/veya çözüm bulamadığı
durumlarda, başvuracağı bir olgu olarak araçsallaştırılmıştı.
İslamiyet
öncesi dönemde, Türkler için gündelik bir aktarım olarak hayatın her noktasında
varlığını hissettiren büyü, toplum içindeki sıradan bir işleyiş halini almıştı.
Öyle ki, doğum, ölüm veya hastalık gibi önemli konular haricinde gündelik
konularda da başvurulan sıradan bir mekanizmaya dönüşmüştü. Bu dönüşüm
beraberinde, Şamanlara inanç adamı statüsünü ve rolünü kazandırmıştı.
Toplumsal alanda, her an ve her olayda başvurulan şamanlar, böylelikle toplumsal
açıdan merkezi bir konuma sahip olmuşlardı.
Ortaya
çıkan bu ilişki, temelde iki unsur nedeniyle gerilemiş ve çözülmüştür. En geniş
paydada etkili olan unsur, İslamiyet’e geçiş ve sonrasındaki kültürel değişim
olmuştur. İbrani dinlerin sonuncusu olan, monoteist din sistemlerinin bütün
özelliklerini barındıran İslamiyet, kendi müdahalesi ve iradesi dışındaki bütün
doğaüstü yaklaşım ve ritüelleri yasaklamıştır. Böylelikle dikotomi temelli bir
düzlemde, büyüyü kutsal dışı ilan ederken, kendi kutsal yapısını ve zeminini
oluşturmuştur.
Ontolojik
açıdan büyünün varlığını kabul etme zorunluluğu, Kur’an-1 Kerim’de ve Arap
kültüründeki etkiyle birleşerek, kat’i suretle yasakları beraberinde
getirmiştir. Bu doğrultuda Türk toplumu için, Tanrı ve ruhlarla olan yakın
ilişki, İslamiyet’le birlikte daha resmi ve hiyerarşik bir hal almıştır.
Weber’in büyüsel yapıdan rasyonel yapıya doğru kademeli olarak ilerleme
sürecini ele aldığımızda, dinlerdeki büyü karşıtı eğilimleri rasyonelleşmenin
ilk adımı olarak da yorumlayabiliriz (Parladır ve Özkan, 2015).
Büyük bir
çoğunluğunun göçebe yaşam tarzını benimsediği düşünülürse, Türklerin yeni
tebliğ edilen inancı ve beraberindeki Arap kültürünün etkilerini kabullenip
içselleştirmeleri bir hayli zaman almıştır. Bu süreçte, eski inançlarıyla,
karşılaştıkları yeni inanç sistemini yaşadıklarını hayata uygun bir şekilde
harmanlayıp düzenlemişlerdir.
Bu durum
doğrudan, büyüsel ritüeller ve tipik dini uygulamalar için de geçerli olmuştur.
Günümüzde dahi farkında olmadan yaptığımız birçok refleksif hareket bu
düzenlemenin ürünüdür. Sonrasında, Osmanlı Devleti ile birlikte hem kültürel
hem de dini açıdan daha sabit ve merkezi bir hal alan Türk toplumu, dini ve
getirisini içselleştirme sürecinde hızlanmaya gitmiştir.
Dini açıdan
yasaklanan büyü, beraberinde büyücü de yasaklı bir sıfat haline
getirmiştir. Fakat Osmanlı döneminde de görüldüğü gibi, toplumsal alandaki
yoğunluğu Şamanlara oranla azalmış olsa da, geleneksel bilginin, dini bilginin
önüne geçmesine güzel bir örnek olacak şekilde varlığını sürdürmüştür.
Dini
inançlarla birlikte kendisini geliştiren büyü olgusu, din ile arasında bulunan
farklardan dolayı daha kolay bir şekilde toplumsal alanın dışına itilmiştir.
Yapısal anlamda, çıkış noktası basit bir işleyiş olan büyü, dinin sistematik yapısı
karşısında direnmek adı altında kendisini ritüel ve yaptırım boyutunda
geliştirip taleplere cevap vermeye çalışmıştır.
Fakat bu
durum, İslamiyet öncesi Türk toplumunun aksine, büyücülere toplumsal açıdan inanç
adamı statüsü vermemiştir. Ayrıca Osmanlı toplumunda büyücülere olan
yaklaşım bilinme yen ve korku temelinde şekillenmiştir. Bu korku ve bilinmeyen
üzerinden yürütülen büyü mekanizması, Osmanlı için, İstanbul ve taşra olan
Anadolu ayrımından beslenerek, büyüsel kontrolün taşralarda sağlanamamasına ve
halkı doğrudan etkileyen büyücü, hacı-hoca firryasına teslim edilmesine neden
olmuştur. Bu durum, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş aşaması ve sonrasındaki
döneminde devletin inançlara olan yaklaşımıyla günümüzdeki değerler ilişkisine
yakın bir dönüşüm sergilemiştir.
Var olan
inanç yapısının halk üzerindeki doğrudan etkisi, halkın süregelen koşulsuz
kabulü ve gerek dini bilgi gerekse aktarımsal kirlilik nedeniyle kemikleşmiş
bir hal alarak korkuyla üstü örtülmüştür. Anadolu’daki büyü anlatılarında yer alan
çoğu unsur bu korku ve bilinmeyen yapılar üzerinden beslenmiştir. En basit
haliyle cin olarak adlandırılan üç harfli denilen, ki öylesine bir korku metası
haline getirilmiştir, varlıkların etkileşiminden korkarak her türlü istenilen
şeyi yapmaya razı olan toplum, büyücü statüsüne korkuyla karışık bir saygı
geliştirmişlerdir.
İkinci
olarak, Şamanların oluşturduğu büyücü statüsünden, günümüz büyücülerine gelene
değin, meydana gelen bu değişimin bir diğer önemli unsuru, modern bilimin ve
bahsi geçen bilginin gelişmesi ve kullanım alanının farklılaşarak cevap
verme yapısının uygun bir hal almasıdır. Modern bilim iki önemli temel
üzerinden şekillenir: doğanın işleyişini kavramak ve insanı doğaya egemen
kılmak. Bu yaklaşım, büyünün, modern bilimle karşı karşıya gelmes inin nedenini
açıklar niteliktedir (Parladır ve Özkan, 2015). Açıklanamayan şeylerin
açıklanmaya başlaması (depremler, yıldırımlar gibi doğa olayları),
hastalıkların nedenlerinin belirlenmesi gibi birçok durum sonucunda büyü
aranılan cevabın kendisinde olmadığını bizlere söylemiştir. Böylelikle, büyücü
artık soru sorulup cevap aranan kişi statüsünü kaybetmiştir.
Sonuç
olarak, tarih süreç içerisinde, toplumun talep algısında meydana gelen
değişiklik ve dinin sosyal hayattaki hegemonyası, büyü ve sosyal ilişkileri de
doğrudan etkilemiştir. Bu etki, ilk olarak büyüye başvuru mekanizmasını ve
büyünün kullanım alanlarında kendisini hissettirmiştir. Daha sonra, büyücü
statüsü bu doğrultuda değişime uğramış ve merkezi bir konumdan çözünerek
günümüzdek i halini almıştır.
Akçora, E. (2013). Görece'de Nazar Boncuğu. Akdeniz Sanat
Dergisi, 13.
Akın, H.
(2015). Ortaçağ Avrupası'nda Cadılar ve Cadı Avı. Ankara: Phoenix
Yayınevi.
Aladar, N. (2009). Büyüsel işlevler Üzerine Bir Din Sosyolojisi
Araştırması (Malatya Örneği). Elazığ: Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü.
Alıcı, M. (2010). Din Antropolojisinin Kurucularından James George
Frazer . C. Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, 3-31.
Alver, K.
(2010). Emile Durkheim ve Kültür Sosyolojisi. Sosyoloji Dergisi,
199-210.
Anadol, C. (2006). Tarihten Günümüze Kadar Doğu ve Batı
Kültürlerinde Halk İnanışları - Büyü. İstanbul: Bilge Karınca.
Anadolu Haber Ajansı. (2016, Aralık 12). Cin Hastanesi Kapatıldı.
NTV: www.ntv.com.tr adresinden
alındı
Ardzinba, V.
(2010). Eski Çağ Anadolu Ayinleri ve Mitleri. Ankara: Kafdav Yayınları.
Arslan, A. (2006). Ankara Türkemn Köyünde Halk İnanışları Büyüler,
Kargışlar, Yakarışlar: Kavaközü Derlemesi. Akademik Bakış Uluslararası
Hakemli Sosyal Bilimler E -Dergisi, 1-19.
Arslan, M. (2010). Seküler Toplumlarda Kutsal Arayışları: Geç Modern
Dönemde Büyü. İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 195-210.
Arvas, A. (2014). Hakas Şamanizmi (Dünya Görüşü) Üzerine Yapılan
Çalışmalar-II. Gazi Türkiyat, 33-51.
Arvas, A.
(2014). Şamanizm. Uluslararası Türkçe Edebiyat Kültür Eğitim Dergisi,
49-71.
Asımgil, S.
(1999). Büyü, Sihir, Fal, Yıldızname, Kehanet, Nazar. İstanbul: İpek
Yayınları.
Ateş, A. O.
(2011). Kur'an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü. İstanbul: Beyan
Yayınları.
Aydın, C. B. (2012). 14-18 Yaş Arası Gençlerde Büyü, Sihir, Nazar
vb. Tutumlar. İstanbul: Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Aydın, S. (2012). Dinler Tarihi Açısından Büyü. Isparta:
Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Aysoy, M.
(2012). Şifa Bu Değil. İstanbul: Kaknüs Yayınları.
Balcı, M. E. (2012). Peter Berger'in Din ve Bilgi Sosyolojisi
Anlayışı Üzerine Bir Değerlendirme. İstanbul: İstanbul Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü.
Baldick, J. (2000).
Hayvan ve Şaman. İstanbul: Hil Yayınları.
Bayat, F. (2010). Toplumsal Cinsiyet
Bağlamında Kadın Şamanlar. Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi,
44-51.
Bayat, F.
(2015). Ana Hatlarıyla Türk Şamanlığı. İstanbul: Ötüken Neşriyat.
Bedir, C.
(2016). Dünya Dinlerinden Şamanizm. İstanbul: Festival Yayıncılık.
Berger, P.
(1993). Dinin Sosyal Gerçekliği. İstanbul: İnsan Yayınları.
Boratav, P. N.
(1994). 100 Soruda Türk Folkloru. İstanbul: Gerçek Yayınevi.
Buluç,
S. (2017, Mayıs 5). Çukurova Üniversitesi. Çukurova Üniversitesi Türkoloji
Araştırmalar Merkezi: http://turkoloji.cu.edu.tr/HALKBILIM/20.php
adresinden alındı
Candan, E. (2008). Gizli Sırlar Öğretisi. İstanbul:
Sınır Ötesi Yayınları.
Candan, E. (2008). Türklerin Kültür Kökenleri.
İstanbul: Sınır Ötesi Yayınları.
Cengil, M. (2016). Kutsal Zaman,
Algılanış Biçimi ve İbadet Hayatına Etkisi. Hitit Üniversitesi ilahiyat
Fakültesi Dergisi, 33-63.
Ceylan, T. (2011). Toplumsal Sistem
Analizinde Toplumsal Statü ve Rol. Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü Dergisi, 89-104.
Challaye, F. (1998). Dinler Tarihi. İstanbul: Varlık
Yayınları.
Crow, W. B. (2002). Büyünün, Cadılığın ve Okültizmin
Tarihi. İstanbul: Dharma Yayınları.
Çelik, C. (2007). Teodisenin
Sosyolojisi: Toplumsal Süreçlerle İlişkisi İçinde Teodise Konusuna Sosyolojik
Bir Yaklaşım. Bilimname, 37-66.
Çepel, S. (2011). Hitit Büyü Ritüelleri. Ankara: Gazi
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Çevik, M. (1997). Din Felsefesi
Açısından Kutsal - Kutsal Hakkında Epistemolojik ve Ontolojik Bir Sorgulama -.
Şanlıurfa: Harran Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Çoruhlu, Y. (2011). Türk Mitolojisinin Ana Hatları.
İstanbul: Kuzgun Yayınevi.
Çoştu, Y. (2009). Toplumsallaşma
Kavramı Üzerine Sosyolojik Bir Değerlendirme. Dinbilimleri Akademik
Araştırma Dergisi, 117-140.
Çuhacı, A. (2007). Ulrich Beck'in Risk Toplumu Kuramı. Sosyoloji
Dergisi, 129-157.
Dalyan, M. G. (2011). XIX. Yüzyıl
Nasturilerinde Hastalık, Büyü ve Batıl İnançlar. History Studies
International Journal of History, 89-100.
DuBois, T. A. (2011). Trends in Contemporary Research on
Shamanism. Numen, 100-128.
Duman, B., & Alacahan, O. (2010).
Sosyal Kaynaşma. Süleyman Demirel Üniversitesi İktisadi ve idari Bilimler
Fakültesi Dergisi, 103-128.
Duyan, V., Gelbal, S., & Çalık Var, E. (2013). Sosyal İlişki
Unsurları Ölçeği'nin Türkçeye Uyarlanma Çalışması. Hacettepe Üniversitesi
Eğitim Fakültesi Dergisi, 159-169.
Eliade, M. (2005). Dinler Tarihi, inançlar ve ibadetlerin
Morfolojisi. Konya: Serhat Kitabevi.
Eliade, M. (2014). Şamanizm. İstanbul: İmge Kitabevi.
Eliade, M. (2015). Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi.
İstanbul: Kabalcı Yayınevi.
Encyclopedia Britannica. (2016, 11 19). www.britannica.com:
https://global.britannica.com/topic/spell
adresinden alındı
Erden, F., Özus, E., & Tufan, M. (2016). Nazar Temalı Kadın Giysi
Tasarımları. International Journal of Cultural andSocial Studies,
176-188.
Eren, S. (2007). Toplumsal Norm, Ahlâk ve Din. Çukurova
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 289-316.
Eroğlan, F. (2004). Fenomenolojik Açıdan Kutsalın Anlamı ve
Toplumsal İşlevi. Samsun: Ondokuz Mayıs Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü.
Erol, H. (2014). Anadolu'nun İlk Yazılı Belgelerinde Büyü ve Kehanet. Ankara
Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi, 37-48.
Ertit, V. (2013). Sekülerleşme Teorisinde Bilim ve Din İlişkisinde
Farklı Bir Yaklaşım. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Sosyal Bilimler
Dergisi, 115-130.
Ertit, V. (2014). Birbirinin Yerine Kullanılan İki Farklı Kavram:
Sekülerleşme ve Laiklik. Akademik İncelemeler Dergisi, 103-124.
Ertural, N. (2012). Şamandan Oyuncuya Giden Yolda Türk Halk
Oyunlarının Yapısı ve İşlevleri. II. Türk Dünyası Uluslararası Kültür
Kongresi (s. 101-111). İzmir: Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü.
Esgin, A. (2013). İmal Edilmiş Belirsizlikler Çağının Sosyolojik
Yönelimi: Ulrich Beck ve Anthony Giddens Kaynaklı "Risk Toplumu"
Tartışmaları. Gaziantep University Journal of Social Sciences, 683-696.
Etikan, S., & Kılıçarslan, H. (2012). Düz Dokumalarda Nazar İnancı
ve Göz Motifi. Süleyman Demirel Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi
Hakemli Dergisi, 103-121.
Ewans-Pritchard,
E. (1998). İlkellerde Din. Ankara: Öteki Yayınevi.
Eyuboğlu, İ.
Z. (1996). Cinci Büyüleri ve Yıldızname. İstanbul: Der Yayınları.
Eyuboğlu, İ.
Z. (2004). Anadolu Büyüleri. İstanbul: Derin Yayınları.
Ferah, H. (2012). Dinlerde ve Halk İnançlarında Sayı Sembolizmi.
Isparta: Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Fichter, J.
(2001). Sosoyoloji Nedir. Ankara: Atilla Kitabevi.
Gencer, B.
(2012). İslam'da Modernleşme. Ankara: Doğu-Batı Yayınları.
Gündüz, A. O. (2015). Şamanizm ve Eski Türk İnanç Yapısının Günümüz
Anadolusundaki Yansımaları. II. Türk Kültürü Araştırmaları (s. 1-15).
Nevşehir: Hacı Bektaşı Veli Üniversitesi.
Gündüz, Ş.
(2004). Eski Harran'da Sihir ve Büyü Ritüeli Olarak Kurban. Mihel veNihâl,
3-11.
Hacip, Y. H.
(1979). Kutadgu Bilig. Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları.
Haddad, Y. Y. (2000). Kur'ân'da Din Kelimesinin Anlamı. Bursa:
Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi.
Hançerlioğlu,
O. (2013). Dünya İnançlar Sözlüğü. İstanbul: Remzi Kitabevi.
Hazır, M. (2012). Postsekülerliğin Gelişi: 21. Yüzyılda Sekülerliğin Sosyolojisi
Yapmak. Akademik İncelemeler Dergisi, 154.
İnan, A.
(1963). Nazarlıklar. Türk Folklor Araştırmaları Dergisi, 3138.
İnan, A.
(1976). Eski Türk Dini Tarihi. İstanbul: Milli Eğitim Basımevi.
İnan, A.
(1986). Tarihte ve Bugün Şamanizm. Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi.
İnayet, A.
(2013). Uygur Şamanları ve Pratikleri Üzerine. Uygur Araştırmaları Dergisi,
43-55.
İşçi, M.
(2000). Sosyal Yapı ve Sosyal Değişme. İstanbul: Der Yayınları.
Kaplan, M. (2010). Geleneksel Tıbbın Yeniden Üretim Sürecinde Kadın.
Ankara: Ankara Üniversitesi Rektörlüğü Yayınları.
Kaplan, M. (2011). Halk Tıbbının Kökenleri: Teşhisten Tedaviye Din ve
Büyü İlişkisi. Milli Folklor, 150-156.
Karadaş, C.
(2004). Büyü ve Din -İslamî Nokta-i Nazardan Bir Değerlendirme-. Usûl,
111-135.
Karakaya, H. (2016). Anadolu Türk Düğünlerinde Büyüsel İşlemler. Uluslararası
Türk Dünyası Kültür Araştırmaları Dergisi, 77-92.
Karakurt, D.
(2011). Türkçe Söylence Sözlüğü.
Kaşgarlı
Mahmut, B. A. (1998). Divan-ı Lügat-t- Türk. Ankara: Tarih Kurumu
Basımevi.
Katgı, İ. (2012). Osmanlı Devleti'nde Ulemâ Yozlaşmasının Tipik Bir
Temsilcisi Olarak Safranbolu'lu Hüseyin Efendi: Nâm-ı Diğer Cinci Hoca. Hikmet
Yurdu, 197-235.
Kayalık, D. (2014). "Şaman" Terimi Üzerine Bir İnceleme. B.
Ü. İslami İlimler Fakültesi Dergisi, 45-64.
Kaynak, İ. H. (2016). Dinlerde Kutsal Zaman ve Mekânın Tarihsel
Yapısının Fenomenolojik Algısı. Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları
Dergisi, 443-455.
Keskin, M. (2004). Din ve Toplum İlişkileri Üzerine Bir Genelleme. Dinbilimleir
Akademik Dergisi, 7-21.
Kieckhefer, R.
(2017). Ortaçağda Büyü. İstanbul: Alfa Basım Yayım.
Kılıç, C. (2008). Sistematik Felsefi Düşünce Öncesi Mitoloji, Büyü ve
Dinlerde Varlık Düşüncesi. Fırat Üniversitesi ilahiyat Dergisi, 37-50.
Kılıç, S. (2010). Türk Şaman Giysilerine Semantik Yaklaşım. Zeitschrift
für die Welt der Türken, 313-334.
Kirman,
A. (2008). Sekülerleşme Perspektifinden Dini ve Seküler Fundamentalizmler.
Uluslararası
Sosyal Araştırmalar Dergisi, 274-290.
Koşik, S.
(2013). Hârut ve Mârut Hakkında Tercüme Bir Risale. Gazi Türkiyat,
141-153.
Kuper, A. (1995). İlkel Toplumun İcadı -Bir İllüzyonun
Dönüşümleri-. İstanbul: İnsan Yayınları.
Kuşçu, E. (2010). Dini Araştırmalarda Çoğulcu Bir Perspektife Doğru -
Pozivitist Sekülerliğin ve Teolojileştirilmiş Fenomenolojinin Ötesinde -. Dinbilimleri
Akademik Araştırma Dergisi, 7-39.
Kuşçu, E. (2011). Kutsal Kavramını Yeniden Düşünmek: Mana Modelinden
Düzen Nosyonuna Doğru. Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, 165-186.
Levi, E.
(1922). The History of Magic. London: William Rider Limited.
Levi-Strauss,
C. (1983). Din ve Büyü. İstanbul: Yol Yayınları.
Malinowski, B.
(2014). Büyü, Bilim ve Din. İstanbul: Kabalcı Yayıncılık.
Mandaloğlu, M. (2011). Türk Kültür Çevresinde Şamanizm ve Şamanlık
Meselesi. Türkiye Sosyal Araştırmalar Dergisi, 111-122.
Marcel Mauss,
Ç. Ö. (2001). Sosyoloji ve Antropoloji. Ankara: Doğu-Batı Yayınları.
Melikoff, I.
(1993). Uyur İdik Uyardılar . İstanbul: Cem Yayınevi.
Morris, B.
(2004). Din Üzerine Antropolojik İncelemeler. Ankara: İmge Kitabevi.
Mousalimas, S. A. (1990). The Concept of Participation in Levy-Bruhl's
"Primitive Mentality". Jaso, 33-46.
Mömin, S. (2013). Şamanizm ve Günümüzdeki Kalıntıları - Uygur
Toplumundaki Tabular Üzerine - . Ulakbilge, 78- 89.
Mucha, J. (2003). The Concept of Social Relations in Classic
Analytical Interpretative Sociology: Weber and Znaniecki. 6th European
Sociological Association (s. 1-21). Murcia: ESA.
Muriwai, E., Houkamau, C., & Sibley, C. (2015). Culture as Cure?
The Protective Function of Maori Cultural Eficacy on Psychological Distress. New
Zealand Journal of Psychology , 14-24.
Nişanyan
Etimolojik Sözlük. (2016, 11 19).
Nişanyan: http://www.nisanyansozluk.com
adresinden
alındı
Öger, A., & Gönel, T. (2011). Uygur Türkleri Arasında Şamanlar ve
Tedavi Yöntemleri. Turkish Studies, 233-248.
Örnek, S. V. (1966). Sivas ve Çevresinde Hayatın Çeşitli
Safhalarıyla ilgili Bâtıl inançların ve Büyüsel İşlemlerin Etnolojik Tetkiki.
Ankara: DTC Fakültesi Yayınları.
Örnek, S. V. (2014). 100 Soruda İlkellerde Din, Büyü, Sanat,
Efsane. Ankara: BilgeSu Yayıncılık.
Özden, S., Vedi, F., Yargıç, î., & Kaya, N. (1997).
Büyücü-Üfürükçü-Cinci ve Astrolog Gibi Hekim Olmayan Kişiler ile Ruh
Hastalıklarının İlişkilerinin Çeşitli Yönlerden Araştırılması. XXXII. Ulusal
Psikiyatri Kongresi (s. 22-28). Ankara: Düşünen Adam.
Özenç, A. (2014). Dinî Statü Sahibi Medrese Seydalarının Ve İlahiyat
Fakültesi Öğretim Elemanlarının Birbirlerine Bakışı . Uluslararası Yönetim
ve Sosyal Araştırmalar Dergisi, 1-10.
Pamir, A. (2003). Türklerin Geleneksel Dini Şamanizmin Orta Asya Eski
Türk Kamu Hukukuna Etkisi. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi,
155-185.
Parladır, H. S., & Özkan, D. (2015). Sosyal Bilimlerde Paranormal
İnançlara Dair Çalışmalar: Sekülerleşme ve İnanç İkileminde Modern Birey ve
Toplum. Celal Bayar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 172-202.
Parladır, S. (2014). 19. Yüzyıla Ait El Yazma Bir Dua Kitabı
Bağlamında Din-Büyü İlişkisi. Türkiye Bilimler Akademisi Dergisi,
109-143.
Perrin, M.
(2007). Şamanizm. İstanbul: İletişim Yayınları.
Polat, E. (2015). Cin Suresi Perspektifinde Cinlerin Varlığı. Elektronik
Sosyal Bilimler Dergisi, 337-365.
Potapov, L. P.
(2012). Altay Şamanizmi. Konya: Şelale Ofset .
Radloff W. (2015). Kuzey Türk Boylarının Halk Edebiyatından
Örnekler. Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları.
Reyhan, E.
(2008). Eski Anadolu Kültüründe Büyü ve Büyücülük. Akademik Bakış, 227.
Riis, O. (2006). Modern Toplumda Din Araştırmaları Alanındaki Son
Gelişmeler. Dinî Araştırmalar Dergisi, 299-314.
Rivers, R.
(2004). Tıp, Büyü ve Din. İstanbul: Epsilon.
Sağ, V. (2003). Toplumsal Değişim ve Eğitim Üzerine. Çukurova
Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 11-25.
Sağlam, M. S. (2014). Saha Kamlarının Kıyafet Adları ve Sembolize
Ettiği Anlamlar. Siberian Studies, 55-74.
Sarı, İ.
(2016). TürklerinDini. Antalya: Nokta E-Kitap.
Schimmel, A.
(1999). Dinler Tarihine Giriş. İstanbul: Kırkambar Yayınları.
Sencer, M.
(1968). Dinin Türk Toplumuna Etkileri. İstanbul: Ant Yayınları.
Sharpe, E. J.
(2000). Dinler Tarihinde 50 Anahtar Kavram. Bursa: Arasta Yayınları.
Sipahi, A. (2006). Türk Halk inançlarında Büyü ve Büyü ile ilgili
Uygulamalar. Ankara: Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Sözlük, T. D.
(1998). Büyü. Ankara: TTK Yayınları.
Subaşı, N. (1998).
Kutsal Tarihin Dini Sosyolojisi. Sosyoloji ve Tarih. Bolu: UNESCO.
Sunar, L.
(2014). Türkiye'de Sosyal Bilimlerde Toplumsal Değişim. Sosyoloji Dergisi,
83-116.
Sümbüllü, Z. (2010). Fal ve Falcılık Kavramı Ekseninde Türk Kültür
Tarihinde Fal ve Kehânet. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi,
55-72.
Sümer, N.
(2016). Cahiliye Araplarında Falcılık. Mihel ve Nihal, 134-157.
Şah, İ.
(1996). Doğu Büyüsü. İstanbul: Say Yayınları.
Şahin, H. İ. (2013). Türkmenistan'da Şamanlık/Kamlık Geleneğinin
Günümüze Yansımaları: "Şaman Od" ve "Küştdepti". Türük
Dil, Edebiyat ve Halkbilimi Araştırmaları Dergisi, 183-197.
Şener, C.
(2001). Şamanizm Türklerin İslamiyetten Önceki Dini. İstanbul: Etik
Yayınları.
Şirin, T. (2006). Metafizik Varlıklardan Cinlere İnancın Psiko-Sosyal
Boyutları. İstanbul: Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Tambiah, S. J. (2002). Büyü, Bilim, Din ve Akılcılığın Kapsamı.
Ankara: Dost Kitabevi Yayınları.
Tanyu, H. (1968). Türklerde Taşla İlgili İnançlar. Ankara:
Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Tanyu, H. (1976). Dini Folklor veya Dini-Manevi Halk İnançlarının
Çeşit ve Mahiyeti Üzerine Bir Araştırma. I. Uluslararası Türk Folklor
Kongresi Bildirileri (s. 283-304). Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları.
Tanyu, H.
(1992). İslam Ansiklopedisi. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı.
Taylor, C.
(2014). Seküler Çağ. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
TDK. (1998). Türkçe
Sözlük. Ankara: Atatürk, Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu.
Tekin, B. (2015). Ortaçağ Ispanya'sında Büyü, Büyücülük ve "La
Celestina" Adlı Esere Yansıması. Ankara Üniversitesi Dil ve
Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi, 305-324.
Tekin, M. (2011). Türkiye Toplumunun Dini Hayatında Postmodern
Tezahürler. İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 5-28.
Tuncer Manzakoğlu, B., & Türkmenoğlu Berkan, S. (2016). Evil Eye
Belief in Turkish Culture: Myth of Evil Eye Bead. The Turkish Online Journal
of Design, Art andCommunication, 193-204.
Türkan, A. (2012). Roma İmparatorluğu Önasyasında Büyü ve
Büyücülük. Ankara: Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Türkan, K. (2007). Proben'in VIII. Cildinde Yer Alan Masallara
Yansıyan Şamanizm Unsurları. Türkbilig, 130-167.
Uluğ, N. E. (2013). Elemterefiş: Superstitious Beliefs and Occult
in Ottoman Empire (1839- 1923). İstanbul: Boğaziçi University.
Uygun, A. (2013). Seyyîd Süleyman el-Hüseynî’nin Kenzü’l-Havâs
Kitabındaki Dua ve Büyü Motifleri. Isparta: Süleyman Demirel Üniversitesi,
Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Wach, J.
(1990). Din Sosyolojisi. Erciyes Üniversitesi Yayınları: Kayseri.
Yaşa, R. (2016). Türklerde Animist Düşüncenin Yansımaları: Kürek
Kemiği ve Aşık Kemiği Falı. Sosyal ve Küresel Araştırmalar Dergisi,
1-25.
Yazıcı, M. (2014). Değerler ve Toplumsal Yapıda Sosyal Değerlerin
Yeri. Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 209-223.
Yılmaz Özkarslı, Ş. (2000). Türk Kültüründe Tılsımlı Objeler.
Ankara: Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Yılmaz, S.
(2014). Nazar, Büyü ve Fal. İstanbul: Divan Kitap.
Yılmaztürk, F. B. (2003). Mircea Eliade'nin Kutsal Anlayışı.
Ankara: Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Zekiyev, M.
(2007). Türklerin ve Tatarların Kökeni. İstanbul: Selenge Yayınları.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar