CÂHIZ’DA TABİAT FELSEFESİ
Hazırlayan: YASEMİN HOLOĞLU
Câhız,
İslâm ilim fikir hayatı içinde yetişmiş önemli şahsiyetlerden biridir. Çok
geniş alanlarla ilgilenmiş olan Câhız özellikle fizik ve metafizik arasındaki
irtibatı eleştirel bir şekilde kurmuş, çok çeşitli alanları sistematik bir
şekilde ele almanın hazırlık çalışmalarını gerçekleştirmiştir. Câhız’ın bu
yaklaşımının özellikle Kur’ân’da yaratılmış şeylerle ilgili düşünmeye dâvetle
ciddi bir irtibatı vardır.
Allah
mahlûkâtı, zâhiren varlıklarını sürdürecek bir şekilde yaratmıştır. Özellikle
canlı türlerinde varlığı sürdürme, bir bilgi türüyle alakalıdır. İnsanın
istidlâl etmesi, örümceğin ağ örmesi ve şeylerin belli bir düzene göre vücûda
gelmesi bu durumu tanımlar.
Birçok
düşünür ortaya çıkan nesnelerin varlık alanına çıkmasını, gizli bir tabiatın
(kümûn) ortaya çıkması (zuhûr) olarak kavramıştır. Bu aynı zamanda Allah’ın
kâinâtı yaratmasını anlamada bir model olarak da geliştirilmiştir. Bu yaratmayı
açıklama modeline göre bütün insanların Hz. Âdem’in nutfesinde topluca
yaratılmış olduğu savunulabilir.
Câhız’a
göre insanda yaratılış itibariyle her şeyin bilgisi mevcuttur. Böyle olduğu
için Allah’ın varlığının inkârı, insana verilen bilginin üzerinin örtülmesi
anlamına gelir ki, bu da insanın hakiki bir gerekçesi olmadan büyüklenmesi ve
bunu inatla sürdürerek kendisinde olan bilgiyi ihmâl etmesi ile açıklanabilir.
Câhız,
âlemdeki tedbîre ve güzelliğe işaret eden düzeni tabiat kanunları olarak
isimlendirir. Allah, her şeyi hikmetle yaratmıştır. Bu yönden her varlık, bir
tabiat sahibidir ve tabiat sahibi olmasıyla Allah’ın varlığına delil teşkil
eder. Âlemdeki hadiselerin düzeni de Allah tarafından yönetilmesinin bir
neticesidir. Bu düzen açık ve gizli hikmetler barındırır. Hikmetler beyân
vasıtalarıyla tezâhür eder. Câhız, lafız, yazı, akd ve işaret olarak
belirlediği bayân unsurlarını, cismin konumu ve tayiniyle beş temel mertebede
ele alır. Duyulara yönelik açık ve akla yönelik gizli olmak üzere işlerin iki
hükmü vardır. Zâhirî ve bâtınî hükümler arasındaki irtibatı akıl, bunlardaki
delâlet özelliğine bağlı olarak kurar. İnsan, beş duyu ve akıl vasıtasıyla
istidlâl ederek varlıklardaki hikmetli bilgilere ulaşır. Böylece eşyâya konum
tâyin ederek yeryüzünün halîfesi konumuna yükselir.
Felsefe
geleneğinde tartışılan önemli meselelerden biri de de “tabiat” etrafında
şekillenir. Mevcut olan şeylerin değişmez özelliği olup olmadığı; şayet böyle
bir özellik varsa bunun bilinip bilinemeyeceği açısından hem ontolojiyi
(varlıkbilimi) hem epistomolojiyi (bilgi kuramı) ilgilendiren bu mesele, pek
çok düşünür tarafından etraflıca tartışılmıştır. Kelâmın ve felsefenin
merkezinde yer alan bu konu, İslâm düşünürleri nezdinde Allah’ın varlığını
ispatlama ya da delil getirme amacına mâtûf ele alınmıştır. H. II. yy. da yaşayan
Câhız da tabiatı inceleme gayesinde bulunan, İslâm akidesini teyid etmede
tabiata önemli bir misyon yükleyen isimler arasında zikredilir. Fakat o,
çağdaşlarına ve kendisinden sonra gelen düşünürlere kıyasla tabiatı, varlık
türleriyle irtibatlı olarak inceleme konusu yapar. Bu çerçevede varlıklardaki
tabiatı, münferit ilmî yöntemlerle izaha çalışır.
Varlıklarda
belli bir düzenin olup olmadığı meselesi İslâm düşünce geleneğinde tevhîd
inancıyla irtibatlı olarak ele alınmıştır. Çeşitli teorilerin öne sürüldüğü bu
meselede, eşyâda belli bir tabiatın var olduğunu söylemenin tevhîd inancıyla
çelişip çelişmediği sorusu öne çıkartılarak tartışılmıştır. Kozmolojik
argümanlarla Allah’ın varlığına delil getiren kelâmcılar bu noktada,
varlıklarda belli bir tabiatın var olduğunu, varlıkların belli bir düzende
yaratıldığını savunmuştur. Ashâbu’t-Tabâi„ olarak isimlendirilen bu grup
Allah’ın, âlemi bir defada bazısını bazısı içinde gizleyerek yarattığını
kümûn-zuhûr nazariyesiyle izâha çalışmış; eşyâda değişmez bazı özelliklerin
varlığından bahsederek âlemde devam ede gelen düzenliliğe işaret etmişlerdir.
Neticede tabiatın varlığını kabul etmenin, tevhîd inancıyla çelişmediği iddia
edilmiştir.
Ashâbu’t-Tabâi„
içerisinde zikredilen[1] Câhız
nezdinde tabiatların hukuku, tevhîd anlayışını ispat etmede önemle
incelenmiştir. Zirâ o, varlık alanında incelenen tabiatlarla mülhidin ümidinin
kesileceğini; eşyâdaki tabiatı nefyetmenin, ilahî beyânı nefyetmek anlamına
geleceğini belirtmiştir. Bu bağlamda Allah’a işaret eden delilleri içeren
tabiatın ortadan kalkmasını, delili gösteren varlığın da iptal olacağı
düşüncesiyle eş değerde gören Câhız, varlıklardaki tabiat bilgisinin
bilinmesine dikkat çekmiştir[2]. Nitekim
Câhız’ın şu sözleri de konuyu açıklığa kavuşturma noktasında dikkat çekicidir:
1. “Tevhîdin tahkîki, eşyânın sâbit olduğu
hakikatleri bilmekten geçer.”[3]
2. “Eşyâdaki tabiat bilgisi, insanı inkâra ya
da ikrâra götürür.”[4]
Serdettiğimiz
bu görüşlerinden anlaşılacağı üzere Câhız nezdinde varlıklarda belli bir
tabiatın var olduğunu söylemek, tevhîd inancıyla çelişmez. Ancak tabiatı bu
çerçevede ele almayan düşünürler de vardır. Zirâ düşünce tarihinde önemli bir
konuma oturan “tabiat” kavramı, Câhız’dan evvel Antik Yunan kültüründe de
tartışılmıştır. Elimizdeki eserler varlığın tabiatıyla ilgili yapılan bu
tartışmaların, Sokrat (M.Ö. 470-400) öncesi döneme uzadığını nakleder. Evrenin
hangi temel cevherlerden oluştuğuna yönelik ilk sistematik incelemenin
yapıldığı bu dönemde maddenin temel bileşenlerinin ne olduğu sorusu, tabiatın
temel bileşenlerinin ne olduğu sorusunu da beraberinde getirir. Böylelikle
atomculuğu da içine alan farklı düşünce şekillerinin ortaya çıktığı görülür.
Atomculuğa göre tüm doğal süreçlerin en temelinde ardışık olarak bölünmeyen,
hareketin ve değişimin neticesinde oluşan maddî parçacıklar yer alır. Maddî
parçacıklar ise tabiatın dayandığı kanunları açıklamada önemli bir konuma
sahiptir[5].
Antik
filozofların çoğu her şeyin kendisinden meydana geldiği, kendisinden doğup
sonuçta yine kendisine döndüğü bir şeyin varlığından bahsederler. Bu noktada
her şeyin ilkesi olarak yalnızca, maddî yapıdaki ilkeleri göz önünde
bulundururlar. Her ne kadar bu ilkelerin sayısı ve yapısı ile ilgili aynı
görüşe sahip olamasalar da onların hem fikir oldukları nokta; her şeyin
kendisinden çıktığı, kendi varlığını sürekli koruyan bir şeyin olması gerektiği
yönündedir[6].
Şeylerin
maddî ilkelerini göz önüne alan tabiat felsefesi, M.Ö. VI yy. da yaşayan
Thales’le (M.Ö. 624-546) başlatılır. Bir şeyin kendisinden meydana geldiği
ilkeyi su olarak belirleyen Thales, bütün yeryüzünün su üzerinde yüzdüğünü ve
yeryüzünün sudan oluştuğunu savunur. Thales’in öğrencisi Anaksimandros (M.Ö.
610-546) da, yeri tutan bir şeyin var olmadığını ve yeryüzünün boşlukta asılı
duran katı bir nesneden oluştuğunu belirtir. Anaksimandros’un öğrencisi
Anaksimenes (M.Ö. 585-525) ise ilk ilkenin sudan başka bir şey olduğunu iddia
ederek Diogenes (M.Ö. 413-424) ile birlikte havayı, basit cisimler içinde ana
ilke olarak belirler. Buna karşılık Hippasos (M.Ö. 430) ve Herakleitos (M.Ö.
535-480) ana ilkenin ateş, Empedokles (M.Ö. 492-432) de her şeyin, maddî yapıda
değişmez dört farklı öğeden (toprak, su, ateş ve hava) oluştuğunu savunmuştur[7].
Ana
ilkenin yapısına dâir öne sürülen fikirler, ana ilke ya da ilkelerin sayısına
yönelik de farklı görüşlerin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bu hususta
Anaksagoras (M.Ö. 498-428), ilkelerin sonsuz sayıda olduğunu ve ezelî-ebedî
olarak varlığını sürdürdüğünü; Parmenides (M.Ö. 540-480) her şeyin her zaman
var olması gerektiği fikrinden mütevellid her şeyin zorunlu olarak ezeli,
bozulmaz ve bölünmez olduğunu düşünmüştür. “Atomcular” olarak bilinen ve
Sokrates’ten önceki filozoflar arasında gösterilen Leukippos ile Demokritos
(M.Ö. 460-370) da şu temel düşünceyi savunmuştur: Her şey görülemeyecek hattâ
daha fazla bölünemeyecek kadar küçük atomlardan meydana gelir. Var olan her
şey, atomlar ve boşluktur. Var olan bütün farklı nesneler ise atomların
boşlukta meydana getirdiği farklı bileşimlerle oluşur. Dolayısıyla evrendeki
bütün değişim, atomların oluşumuyla ya da yer değişimiyle meydana gelir. Bu
değişim “nedenselliğe” dayalı olarak gerçekleşir. Bu çerçevede atomlar
yaratılmamış olup yok edilemez bir özelliğe sahiptir[8].
Yukarıda
naklettiğimiz mezkûr isimlerin görüşlerindeki ortak noktayı şöyle ifade edebiliriz:
İlk ilke, cisimsel olan bir ya da birden fazla varlıkla açıklanmıştır. Ancak
ilk ilkeyi, “fiziksel bir cismin sınırları” içinde incelemeyen isimler de
bulunur. Leukippos ve Demokritos’un çağdaşı olan Pythagorasçılar (M.Ö. 580-500) her şeyin ilk ilkelerini,
matematiğin
ilkeleri olan sayılarla açıklamışlardır. Zirâ onlar her şeyin, tabiatları
gereği sayılara benzediğini düşünmüşlerdir. Burada maddenin (duyusal olan her
şey) tabiatının, maddeden soyutlanarak ele alındığı görülür. “Akılsal bir
madde” olarak tanımlanan bu “tabiat”, hareketten soyutlanmış bir aritmetik
niceliği karşılar[9].
Aristoteles’e
(M.Ö. 384-322) göre ise “ilke” şu anlamlara gelir: Bir şeyin kendisinden
hareket etmeye başladığı ilk nokta; her şeyin en mükemmel hareket noktası; bir
şeyi meydana getiren ilk şey; hareket ve değişimin başlangıç noktası; hareket
edeni hareket ettiren ve değişeni değiştiren şey; bir şeyin bilgisinin
kendisinden başladığı şey. Bu bağlamda o, “tabiat” kavramını da şu anlamlarda
kullanır: Büyüyen şeylerin meydana gelişi; büyüyen şeyin kendisinden çıktığı
ilk öğe; her doğal varlığın sahip olduğu ilk hareketin ilkesi; herhangi bir
nesnenin kendisinden yapıldığı veya çıktığı ilk madde (Bu ilk madde, değişime
uğrama gücünden yoksun olmakla birlikte, kuvve durumunda kendisini çıkaracak
şeye ihtiyaç duyar. Dolayısıyla ateş, su, toprak ve hava gibi benzeri ilkeler
doğaldır); doğal şeylerin tözü (somut bileşik varlığın ana öğesi); her şeyin
tözü. Son anlamıyla tabiat, anlam genişlemesine uğrayarak hem form (töz) hem de
madde anlamına gelir. Böylelikle tabiat, ilk ve temel anlamıyla, varlıkların
hareketlerinin ilkesini taşıyan töz anlamında kullanılır. Bu ilke, varlıklarda
bilkuvve veya bilfiil olarak bulunan durumu karşılar[10].
Aristoteles,
her nesnenin bir tabiata sahip olduğunu belirtir. Burada onun tabiattan kasdı,
biçimden bağımsız olarak kendi başına var olan şeydir. Bu ise hareket ve
değişme ilkesine sahip olan nesnelerin her birinde mevcut olan ilk taşıyıcı
maddeye işaret eder. Fakat tabiat, şekil ve kavrama karşılık gelen biçim
anlamına da gelir. Bu noktada Aristoteles; “madde bir tabiat ise şekil de bir
tabiattır” der. Böylelikle o tabiatı, hem biçim hem de madde olarak tanımlamış
olur. Hatta kadîm filozofların sadece madde üzerine yoğunlaşarak tabiatı
açıklamış olmalarını eleştirir. Zirâ Aristoteles nezdinde tabiat; bir amaç ve
ereksel neden olarak da tanımlanır. Burada neden, değişmenin ya da durağanlığın
ilk başlangıç kaynağı olarak tanımlanır[11].
Bu da her nedenin, bir ilke olduğunu gösterir. Neticede Aristoteles “neden”
kavramını şu anlamlarda kullanır: Bir şeyi meydana getiren içkin madde; özün
tanımı ve cinsleri; değişmenin veya sükûnetin kendisinde başladığı ilk ilke;
bir şeyin kendisi için olduğu şey. Bütün bu nedenler, bilkuvve ve bilfiil
nedenler olarak ortaya çıkar. Zirâ bilfiil nedenler, nedenleri oldukları
şeylerle aynı anda var ve yok olurlar. Bilkuvve nedenler ise böyle bir
gelişmeye sahip değildir[12].
Aristo
varlıkları, tabiî olarak var olan ve başka nedenlere bağlı olarak var olanlar
şeklinde ikiye ayırır. Tabiî olarak var olanlar; hayvanlar, bitkiler ve yalın
cisimlerdir (ateş, hava, su, toprak). Bu varlıkların hepsi kendi içlerinde bir
hareket ve durağanlık ilkesi taşır. Zirâ tabiat da hareket ve durağanlık
ilkesini, ilineksel olmayan bir nedenden dolayı taşır. Başka nedenlere bağlı
olarak var olanlar ise kendi içlerinde yapma yaratma ilkesi taşımazlar. El
emeğiyle üretilen bu nesneler, “ilkeyi” kendi içlerinde taşır; fakat ilineksel
anlamda kendi kendilerine yetmezler. Neticede tabiat, bu ilkeyi taşıyan her
nesnede vardır. Çünkü her nesne bir taşıyıcıdır ve tabiat, bir taşıyıcı içinde
bulunur[13].
Aristoteles’e
göre hareket bilinmediğinde tabiat da bilinmez. Zirâ hareket sürekli olan
şeylerle düşünülür. “Süreklilik” kavramı da “sonsuzluk” kavramını çağrıştırır.
Zirâ sürekli olan şey, sonsuza ayrılabilen şeydir. Yerden, boşluktan ve
zamandan bağımsız bir hareket de düşünülemez. Çünkü değişen şey ya nicelikçe
(varlıkça) ya nitelikçe ya da mekân açısından değişir. Değişen nesne ise büyür
ya da eksilir, oluşur ya da yok olur. Bu noktada varlığın oluş ve büyüme
süreçlerini içine alan tabiatın[14]; hareket,
boşluk, zaman, mekân ve sonsuzluk kavramlarıyla olan ilişkisi ortaya konur.
Aristo’nun,
bilgileri matematik, fizik ve metafizik şeklinde ayırt etmesinden sonra İslam
filozofu Kindî (ö. 218/833), Tabiiyyât kavramını İslâm geleneğindeki eserlerin
ana bölümlerine aktarmıştır. Soyut bir madde anlamına gelen “Tabiiyyât” da
tabiî sıfatının isimlendirilmesiyle elde edilen bir kavram olarak nitelemiş ve
ana başlık olarak belirlenmiştir.
Daha
donra bu kavram altında, maddenin yapısı ve değişimin doğasına dâir çeşitli
konular ele alınmıştır[15].
Kelâmcılar
nezdinde “tab” ve “tabia” nedensellikle eş değerdedir. Gerçek doğal nedenlerin,
gerçek prensiplerine işaret eden bu kavramlar, nedenselliği reddeden kelâmcılar
tarafından kullanılmamıştır. Bu noktada doğal sebeplere inanan bir grup olarak
tanımlanan Ashâbu’t-Tabâ‘i, nedensellik probleminden dolayı kaynaklarda farklı
şekillerde ithâm edilmiştir[16].
Câhız’ın
çağdaşlarından Bişr b. el-Mu„temir (ö. 210/855), Ebü’l-Hüzeyl el-Allâf (ö.
227/841), İbrâhîm b. Seyyâr en-Nazzâm (ö. 231/845), Sümâme b. el-Eşres (ö.
240/854) gibi isimler nezdinde tabiat, insanın fiillerine sebep olan bir vesile
olarak kabul edilir. Dolayısıyla onlar “insan fiilleri, tabiatın bir işidir”
diyebilmek için tabiatın var olduğunu iddia etmişlerdir[17].
Ebû Mansûr el-Mâtürîdî’ye (ö. 333/944) göre ise tabiat, sürekli birleştirme ve
ayrıştırma eylemlerine tâbidir. Bu, tabiatın dış faktörle değişikliğe
uğradığını, kendi kendine var olmadığını; dolayısıyla yaratılmış olduğunu
gösterir. Bu bağlamda tabiat, birleşme- ayrışma, hareket-sükûn gibi özelliklere
sahip olan, bir asıldan icat edilen yapıya sahiptir[18].
Neticede “tab” terimini de kullanan Mâtürîdî Allah’ın canlı cansız bütün
varlıkları, belli bir tabiatta yarattığını ve bu tabiatların, nesnelerin
özlerinden kaynaklanmadığını; diğer bir ifadeyle nesnelerin belli tabiatlara
kendiliğinden sahip olmadığını savunmuştur. Bu noktada o evrenin, sebep-sonuç
ilişkisi içerinde zorunlu olmayan bir düzende Allah tarafından yaratıldığına
dikkat çekmiştir[19].
Kelâm
literatüründe “tab” ve “tabîa” kavramları birbirlerinin yerine kullanılır. Bu
iki kavramı bir araya getiren İmâm Ebü’l-Hasen el-Eş’arî (ö. 324/936)
“tabîa”yı, “hilkat” ile aynı mânâda değerlendirir. Şehristânî’nin (ö.548/1153)
Nazzâm’dan (ö. 231/845) aktardığı şekliyle bu mânâ, “insan davranışlarının
ötesinde yatan her şeyin, Tanrı’nın bir eseri olması” cihetiyle açıklanır.
“Yaratılış gereği” anlamına da gelen bu açıklama, kelâmcıların görüşündeki
standart “tab” algısını belirler. Zirâ “tab”ın özel bir hâli olarak “tabia”,
belli cinse özgü bir özellik anlamında kullanılır. Burada “tab” ve “tabîa”
kavramlarının, “doğal etmen” kabul
edildiği
ve fiziksel proseslerin etmenlerini açıklama
noktasında birbirlerinin yerine
kullanıldığı gözlenir[20].
Âdet
terimi, Eşârî’de de olduğu gibi, mûcizevî olmayan eylemlerin nedenlerini
açıklama konusunda kullanıla gelmiştir. Bu terimin “tabîa” kavramı yerine
kullanılması, XI yy. da yaşayan İbn Hazm (ö. 456/1064) tarafından eleştirilir.
Âdet terimini linguistik açıdan inceleyen İbn Hazm’a göre bu kavram, Arap
dilinde “bir şey” için kullanılır. Bu bağlamda sakınılabilen, terk edilebilen
ya da terk edilemeyen “bir şey” olarak âdetin yokluğu mümkün görülür. Fakat
“tabîa” kavramı, sakınma ve terk etme durumunu ihtivâ etmez. Dolayısıyla âdet
terimi, dünyanın düzenini ve işleyiş biçimini açıklama noktasında yetersiz
kalır. Bu noktada İbn Hazm, “tabia”nın; hâlîka, salîka, bahîra, garîza,
seciyye, sîmâ ve cibille lafızlarıyla eş anlamlı olduğunu belirtir. Buradan
hareketle de “tabia”nın, “potansiyel olarak mevcut olan unsur” tanımlamasına
uyan kavramlarla kullanılabileceğini savunur[21].
İbn
Sînâ (980-1037) da tabiatı şu şekilde tanımlar: her zâtî değişiklik ve her zâtî
durağanlığın mebde-i evvelidir. Bu bağlamda tabiat, hareket ve sükûnun özü
anlamında kullanılır[22]. İbn Rüşd
ise (1126-1198) ilk maddenin hiçbir şekilde işlenmemiş olduğunu, bundan dört
unsurun ortaya çıktığını ve bunların da dört tabiat ile nitelik kazandığını
belirtir[23]
İbn
Rüşd’ün eserlerinin çevrilmesiyle Batı literatürüne geçen tabiat kavramı[24],
Ortaçağ’daki evren anlayışını belirlemiştir. Burada evren, Tanrı tarafından
düzene sokulan bir varlık alanı olarak tasavvur edilmiştir. Rönesans dönemine
gelindiğinde bu eğilim, matematiksel olarak düzenlenmiş bir varlık alanını
temsil etmiş ve XVI ve XVII yy. da felsefeyi şu temel ilkeler üzerine
oturtmuştur. Fransic Bacon’un (1561-1626) savunduğu empirizm ilkesi, Thomas
Hobbes’un (1588-1679) savunduğu mekanizm ilkesi, Rene Descartes’ın (1596-1650)
savunduğu matematiksel düşünce ilkesi. İtalyan fizikçi Galileo (1564-1642) ile
modern astronominin kurucuları Copernicus (1473-1543) ve Johannes Kepler’in de
(1571-1630) evreni, matematiğin niceliksel hesaplarıyla tanımlamış olmaları,
evreni açıklamada Metafizikten uzak bir bakışın temellendirildiğini
göstermiştir. Neticede bu bakış; maddenin matematiksel basitlik modeliyle
uyumlu olduğu, değişimlerin fizikî cisimlerin hareketiyle oluştuğu, bütün
niteliksel farklılıkların niceliksel sebeplere indirgendiği bir evren
anlayışını ortaya çıkarmıştır[25].
Tabiat
kavramı, XVII yy. da Spinoza’nın (1632-1677) kullandığı “natura naturans”
deyimiyle felsefeye dâhil olmuştur. Tabiatı yaratan bir yaratıcıyı kabul eden
Spinoza’nın felsefesinde tabiat, sınırsız cevheri tanımlar. Her şeyin özü ve
mebdei olan Tanrı’yı temsil eden bu cevher, felsefede Spinoza’nın kullandığı
mânâda kullanıla gelir. Tanrı yerine tabiat kavramını kullanan Spinoza,
böylelikle madde ve maddenin hâllerinden bahseden bir tabiat felsefesi
oluşturur[26]. Leibniz
(1646-1716) ise tabiat kavramını, evrenin yapısıyla irtibatlı olarak açıklar.
Bu bağlamda evren, her biri farklı ve sonsuz sayıda tinsel töz bulunduran bir
yapıya sahiptir[27].
XIX.
yy. da yaşayan Alman filozofları Shelling (1775-1854) ve Hegel’de (17711831)
ise tabiat, tüm doğada hâkim olan tek bir nizâmın varlığını teşkil eden “küllî
kanunlar” işaret eder[28].
Diyalektik materyalizme göre ise evren, Tanrı ile eş güdümlü hareket eder.
Tabiatın nihâî parçacıklarını ve düzenini açıklamaya çalışan tekâmül nazariyesi
de tabiatı, kendisinin sahip olduğu düzenle gelişimini sağlama özelliğine sahip
olan bir özellik olarak tanımlar[29].
Teist
tabiat nazariyesinde ise evren, Tanrı’nın kendisi değildir. Dolayısıyla evren,
Tanrı’nın bir parçası olarak kabul edilmez. Tenzîh anlayışına götüren bu
nazariyede tevhîd unsurunun hâkim olduğu görülür. Zirâ kelâmcılar, maddenin
atomlardan oluştuğu fikrini; atomların hareketini sağlayan gücü, tabiat
dışındaki bir varlığa vermek sûretiyle kabul ederler. Böylelikle bilim
cihetiyle ele alınan tabiat kavramında tevhîd fikri öne çıkartılır[30]. Tevhîd
ve tenzih ilkesi mucibince de Tanrı ile âlemin kesin çizgilerle ayrılması ve
sonrasında fiziksel evrenin “sünnetinde değişme olmayan” Tanrı’nın kontrolüne verilmesi
sağlanır. Bu ise kelâm atomculuğunun, “tevhîd” ilkesi ekseninde
temellendirildiğini gösterir. Bu noktada Tanrı evren arasındaki ilişki şu
şekilde ortaya konur[31]:
“Allah’ın ve sıfatlarının dışındaki her şey” âlemi ifade eder ki bu âlem, bir
mekanda (hayyiz) kendi başına durabilen atomlar (cevher-i ferd) ile bu atomlara
bağlı olarak durabilen arazlardan meydana gelir[32].
Felsefe
tarihinde yer alan tabiat nazariyeleri, oldukça farklı bir görünüm sergiler. Bu
farklılıkta, düşünürlerin “tabiat” kavramına yükledikleri anlamın ve bu anlamın
kırılma noktalarının etkili olduğu görülür. Câhız’ın tabiat kavramına yüklediği
mânâ da bu süreçte farklı bir konuma oturur. Zirâ o, evrensel değerleri de
tabiat kavramıyla irtibatlı olarak ele alır. Câhız böylelikle insana, hayvana,
nesneye ve âleme dâir beyân ettiği görüşleriyle münferid bir tabiat felsefesi
ortaya koymuş olur. Fakat kendisinden sonraki pek çok düşünüre kapı aralayan
Câhız, kaynaklarda “tabiat incelemelerinde bulanan bir âlim” olarak
zikredilmekten öteye geçmez. Bu bağlamda Câhız’ı konu edinen çalışmaların onu,
belli bir sistemde ele almadığını ve yüzeysel bir şekilde değerlendirdiğini;
tabiata bakışını konu eden çalışmaların da Câhız’ın tabiat felsefesini
yeterince incelemediğini ve etraflıca tartışmadığını söyleyebiliriz. Bu
çerçevede Câhız’ın tabiat felsefesini ortaya koymadan önce yaptığımız kaynak
araştırmasında Câhız’ın hangi yönler itibariyle ele alındığını, onun tabiata
bakışının nasıl değerlendirildiğini ve bu çalışmanın Câhız’ı konu edinen diğer çalışmalardan
farklı olarak neyi hedeflediğini ortaya koyalım.
Al-Jahiz:
A Muslim Hümanist for our Time adlı
çalışmada yer alan George Saliba’nın “Al-Jahiz and the Critique of Aristotelian
Science” isimli makalesinde Câhız, Antik Yunan felsefesinden aldığı bilgileri
Arap kültürünün değerleriyle sentezleyen, bağımsız yeni bir bilimin oluşmasına
zemin hazırlayan bir âlim olarak değerlendirilir[33].
Aynı çalışmada yer alan Josef Van Ess’in “Al-Jahiz and Early Mu’tazilî
Theology” isimli makalesinde ise Câhız, özgür ve rasyonel karar vermede
kullandığı şüphe yöntemiyle hümanist bir kategoride ele alınır. Burada
Câhız’ın; Tanrı’yı hareketin ilk sebebi kabul ettiği, böylelikle biliş sürecini
“kendiliğinden ortaya çıkan bir şey” ya da “ilk başta verilen bir şey” olarak
tanımladığı belirtilir. Bu noktadan hareketle Van Ess Câhız’ı şu şekilde
tanıtır: Kelâm ilmi içerisinde psikolojiye yer bulan, insanın durumunu edebî
bir bilinç içerisinde inceleyen, mütekellim olmaktan ziyâde bir edîb olarak
varlığını devam ettiren bir düşünürdür[34].
Susanne
Enderwitz ise “Culture, History and Religion: A Propos the Introduction of the
Kıtâb Al-Hayawân” isimli makalesinde (Al-Jahiz: A Muslim Hümanist for our
Time içinde) Câhız’ın Kitâbü’l-Hayevân isimli eserini, Arabistan
kültürü üzerinde bıraktığı izlenimlerden hareketle inceleme konusu yapar. Bu
sırada o, söz konusu eseri, Arap kültürüyle İslâm kültürünü önemli derecede
sentezleyen kıymetli bir eser olarak değerlendirir. Neticede şöyle bir
değerlendirmede bulunur: Eski ve çağdaş Arap kültürü arasında yeni özel
dinamikler inşâ eden Câhız’ın kitapları; insan tarihi formlarının en üst
seviyesindedir ve bunlar kültürel kitaplarla dinî kitaplar arasında yer alan
üçüncü tür bir yazım şekli arasında yer alır. Ancak Enderwitz, Câhız’ı bazı
noktalarda eleştiriye tâbi tutar. O, tarafgirlikle suçladığı Câhız’ın, bilgi
aktarımına odaklanarak etnografik bilgiyle entelektüel merakını tatmin ettiğini
ve kültürel etkilere dokunmadığını belirtir. Buradan hareketle Kitâbü’l-
Hayevân\ bilimsel bir tez yazmada sistematik olmayan, konu dışı pek çok
tartışmaya yer veren, dinî bir amaç dışında ne içeriği ne de formu bakımından
hiçbir şeye hizmet etmeyen, her varlığın yaratana işaret ettiği teorisine bol
miktarda kanıt sunan edebî bir eser olarak değerlendirir[35].
Charles
Pellat nezdinde ise Kitâbü’l-Hayevân, Câhız’ın deneysel çalışmalarının
sonucu olarak ortaya çıkan, hem Grek kültürünün hem de Mu„tezilî anlayışının
izlerinin görüldüğü bir eser olarak ele alınır. Bu noktada Pellat, Aristo’nun
hayvanlara dâir naklettiği eserindeki bilgilere ek olarak Kitâbü’l-Hayevân’da;
hayvan psikolojisi, iklim teorisinin ana hatları ve evrim teorisinin ilk
aşamaları gibi yeni bölümlerin ekli olduğunu belirtir[36].
Fakat neticede eseri, hayvan türleriyle ilgili bir çalışma yapmaktan ziyâde
Allah’ın hayvanların yaratıcısı olduğu fikrini kanıtlamaya çalışan; böylelikle
ilâhî bilgiyi yüceltmeyi hedefleyen bir eser olarak değerlendirir[37].
Câbirî’nin
Arap-Islâm Kültürünün Akıl Yapısı isimli eserinde ise Câhız, Kur’ân’ın
anlam ve gayelerinin anlaşılabilmesi için bütün beyân bilgilerini araştıran;
böylelikle söylemi oluşturan kuralları belirleyen bir âlim olarak anılır. Bu
bağlamda Câbirî, Câhız’ın Kitâbü’l- Hayevân ve Kitâbü’l-Beyân
isimli eserlerini, okuyucusunu usandırmamak için konu dışı ilâve bilgilere yer
veren, beyânî-pedagojik yazım üslûbunun kullanıldığı eserler olarak
değerlendirir[38].
Mahfûz
Ali İzâm’ın Fî Felsefeti ’t-Tabiiyye inde’l-Câhız isimli çalışmasında
ise Câhız, ilâhi hikmet ve inâyet fikri üzerine İslâm dinini ikâme etmeye
çalışan bir düşünür olarak değerlendirilir. Bu bağlamda Câhız’ın tabiatı,
akidesini temellendirme noktasında inceleme alanı yaptığı; böylelikle beşeri
ilimlerle tabii ilimleri birleştirmeyi hedeflediği belirtilir. Neticede İzâm,
Câhız’ın tabiat felsefesinin şu temel ilkelere dayandığını söyler;
Canlı cansız varlıların tamamını içine alan
bir çok olgudan hareketle tabiatı incelemeye önem vermek,
Varlıklarda elde edilen sonuçları,
araştırmanın esası kabul ederek nesnelerin mâhiyetlerine dâir bilgi edinmek[39].
Yukarıdaki
tasniften hareketle İzâm, Câhız’la ilgili şu neticeye varır: Câhız’ın
fikirleri, Aristo ve Descartes’a nispetle kapsayıcı ve ince işlenmiş değildir.
Dolayısıyla o, filozof olarak addedilemez. Zirâ onun evren hakkındaki
düşünceleri düzenli değildir. Fakat yaratıcının tesiriyle tabiatta birtakım
fiillerin meydana geldiğini savunmuş olması da Câhız’ın tabiat felsefesinden
bir şey eksiltmez. Kezâ o, pozitif bir bakışla tabiatı inceleyen bilim adamları
arasında kabul edilir[40]. Câhız’ın
bu yönüyle ele alındığı çalışmalardan biri de De Boer’in Târîhu’l-Felsefe
Fi’l-Islâm isimli eseridir. Bu eserde Câhız, tabiat ilmiyle kelâm ilmini
birleştiren ve tabiat fiillerinde Allah’ın yarattığı izlere işaret eden bir
tabiat felsefecisi olarak anılır[41].
Mezkûr
isimlerin yaptığı bu tespitler Câhız’ın; kaynaklarda farklı şekillerde
tanıtıldığını, eserlerinin araştırma konusu yapıldığını, Antik filozoflardan
oldukça farklı bir yapıda tabiat âlemini incelediğini ve ilmi yöntemlerinin de
bu farklılıkta etkili olduğunu gösterir. Bu noktada Câhız’ın kim olduğu,
eserlerinin muhtevalarının nelerden oluştuğu ve tabiatı hangi ilmi yöntemlerle
incelediği sorusu önem kazanır. Tezin ilk bölümünde bu soruya cevap arayarak
Câhız’ın hayatını, eserlerini ve onun eşyâdaki tabiat bilgisini hangi yöntemlerle
elde ettiğini ortaya koymaya; ikinci bölümde ise tabiat kavramına yüklediği
anlamları, varlık türleriyle irtibatlı olarak izah etmeye çalıştık. Burada
Câhız’ın zikrettiğimiz çalışmalarda eleştirilen yönlerine açıklık getirerek
İslâm akidesini tespit ve teyid etmede önemli bir değere hâiz olan tevhid
inancını, tabiatın hangi boyutuyla ilişkilendirdiğine dikkat çektik. Bu
çerçevede Câhız’ın nesneye, bitkiye, hayvana ve insana dâir naklettiği
bilgilerle irtibatlı olarak ele alacağımız bu çalışmanın ana hedefi; Câhız’ın
varlıkların tabiatlarını hangi yönleri itibariyle inceleme alanı yaptığı ve
dinî akidesini temellendirme noktasında tabiata nasıl bir misyon yüklediği
olacaktır.
BİRİNCİ BÖLÜM
Mu’tezile kelâmcılarından biri olan Ebû
Osmân Amr b. Bahr el-Kinânî el-Leysî[42]
el- Câhız’ın hicrî 150-160 (767/777) yılları arasında Basra’da doğduğu,[43]
ve Arap-zenci melezi olduğu tahmin edilmektedir. Ölümünden önce sol tarafından
felç hastalığına yakalanan Câhız, 255 (869) yılında[44]
doksan beş yaşlarında iken Basra’da vefat etmiştir[45].
Patlak
gözlü olmasından dolayı “Câhız” lakabıyla anılan Ebû Osmân, Abbâsî
hâlifelerinden Hârûn Reşîd (ö. 809) ve Me’mûn’un (ö. 833) hilâfet dönemlerinde
yaşamıştır. Yoğun bir telif ve tercümenin yapıldığı, ilimlerin Basra, Bağdat,
Kûfe ve Kurtuba gibi İslâm merkezlerine yayıldığı bu devirde[46] Câhız;
hâlîfeler tarafından ilme teşvik edilmiş ve “âlimlerin âlimi” şeklinde
anılmıştır[47]. Nitekim
Me’mûn, Câhız’dan “aklına râzı olduğu kişi” olarak bahsetmiş[48];
eserlerinin ve ilminin üstün olduğunu[49],
naklettiği haberleri faydalı bulduğunu söylemiştir[50].
Câhız,
düşüncelerini İtizâl mezhebinin Basra kolunda yer alan hocası Nazzâm’la
şekillendirmeye başlamıştır[51]. Nitekim
o, hocasının kendisi üzerindeki etkisini şu şekilde izah eder:
“Şâyet,
kelâmcıların konumu olmasa ümmetin; Mu’tezile’nin konumu olmasa kelâmcıların;
Nazzâm’ın konumu olmasa Mu’tezile’nin tamamı helâk olurdu.”[52]
De
Boer’in nezdinde Câhız: “Nazzâm okulunun çıkardığı en bilge kişi” olarak anılır[53]. Dinî
konularda pek çok eser telif eden İbn Kuteybe de Câhız’ı: “Müslümanların
delilleriyle Hristiyânlara reddiyeler yazarak onları bilgiye, Müslümanları da
olumlu şüpheye sevk eden bir âlim” olarak tanıtır[54].
Âlimler nezdinde ise Câhız, açıklama yapmayı çok seven, her şeyi tenkid ederek
düşünceye sevk eden biri olarak zikredilir[55].
Abbâsî
hâlîfesi Me’mûn döneminde İslâm coğrafyasında yaşayan dinî azınlıklar, idarede
ve ilimde önemli rollere sahipti. Söz konusu dönemde büyük bir fikir
hürriyetiyle İslâm’a yönelik eleştirilerde bulunana, müteşâbih âyetlerle
isnatları zayıf olan hadislere eleştiri yönelten bu azınlık grup içerisinde
Hristiyân, Yahudî, Zerdüşt ve Maniheıistler yer alıyordu. Abbâsî hükümetinin
iktidârına ve Mu„tezilî akîdesine hizmet eden Câhız, bu azınlık grupların
itirazlarını ilmî delillerle reddediyor; Allah’ı inkâr eden Seneviyye, Yahudî,
Hristiyân ve Dehrîlere karşı tevhîd inancını savunuyordu. Âyet ve hadislerden
de yararlanan Câhız, Yahudî, Hristiyân, Zerdüşt, Maniheist, Dehrî ve Putperest
gibi İslâm dışı inançlara karşı felsefî ve ilmî yöntemlerle mücadele ediyordu.
Bu bağlamda asrın tüm kültürlerine eserlerinde yer veren Câhız’ın dinî
hedefinin isbât-ı vacib olduğunu söyleyebiliriz[56].
Câhız
tarafından tevhîd esasını bozduğu gerekçesiyle tenkid edilen diğer gruplar ise[57] Maniheizm
ile Deysâniyye’dir. Zirâ üzerinde doğduğu nehrin ismiyle anılan Deysân,
Mâni’den önce evrenin nur ve zulmetin karışımından ibaret olduğunu savunmuştur.
Birbirine iki yakın mezhep olarak anılan Maniheizm ile Deysâniyye arasında
nurun zulmetle karışımı, şekil yönünden ihtilâflı olsa da[58],
tevhîd esasına aykırı olmaları nedeniyle aynı kategoride değerlendirilir.
Tanrı’ya inanmayan diğer bir grup olan Dehriyye de tüm dinî öğretileri,
âhiretteki sevâb ve ikâbı inkâr etmesinden dolayı Câhız tarafından eleştiriye
tâbi tutulmuştur. Maddenin ezelî ve ebedî olduğunu savunan bu gruba göre ise
çirkin olan şey arzularına muhâlif[59],
doğru olan şey menfaatlerine ulaşmada faydalarına dokunandır[60]. Hiçbir
otoriteyi kabul etmeyen Mülhidler de bir dirheme ulaşmak için bin insanı
öldürecek kadar menfaat peşinde koşan[61],
yaratıcının yaratıcılığı ve inâyeti fikrini reddeden[62]
bir yapıya sahip olduğundan Câhız tarafından ilmî metodlarla inceleme konusu
yapılmıştır. Bu bağlamda mezkûr gruplara eserlerinde sıkça yer veren Câhız’ın
İslâm akidesini savunmayı hedeflediğini söyleyebiliriz[63].
Câhız,
mûtedil Şîa’yı temsil eden Zeydiyye ile aşırı Şîa’yı temsil eden İmâmiyye’yi
ayırmak sûretiyle İslâm mezheplerini de tenkid etmiştir. Bu noktada Maniheist,
Zındık ve Zımmîlere benzettiği Şîa’yı, “Müslüman görünümlü zındıklar” olarak
nitelemiştir. Neticede Zerdüşt, Maniheist ve Sâsânîler’in görüşlerini yaymakla
suçladığı Şîa, Havâric ve Mürcie gibi İslâm çatısı altındaki çeşitli
mezheplerle de mücadele ettiği görülür[64].
Sonuç
itibariyle Câhız, nûr ve zulmeti kitaplarında çokça zikrederek ilginç bir
felsefeye ve edebî sanata sahip olduğunu ifade ettiği Zındıklarla; Allah’ın
varlığını, helâli haramı, cezâyı ve sevâbı inkâr eden Materyalistlerle;
dünyanın ezelî olan ışık ve fânî olan karanlıktan ibaret olduğunu savunan
Mennâniyye ile fikrî bir mücadelede bulunmuştur. Doğru yoldan çıktığına
inandığı her gruba karşı sergilediği bu tavırla o, Müşebbihe, Mücessime,
Râfiziyye, Cehmiyye ve Şuûbiyye’yi de eleştirmekten geri durmamıştır. Neticede
dine karşı cephe alanlara şiddetli davranılması gerektiğini düşünen Câhız’ın
gayesi, İslâm dininin temel prensiplerini tespit ve teyid etmektir[65].
Kelâm
ve mezhepler tarihi alanındaki eserleri: el-‘Osmâniyye;
Kitâb fi’l- ‘Abbâsiyye; Tasvîbü ‘Alî f tahkîmi’l-hakemeyn;
Fazîletü’l-Mu‘tezile; Kitâbü’r-Red ‘alâ ashâbi ’l-ilhâm; Kitâbü Hâlkı’l-Kur’ân;
Hucecü’n-nübüvve; Tafzîlü sınâ‘ati ’l-kelâm; er-Red ‘ale ’n-nasârâ ve ’l-yehûd;
Risâle ilâ Ahmed b. Ebî Du’âdfî Kitâbi‘r-Red ‘ale ’l-Müşebbihe; Risâle f beyâni
mezâhibi’ş-Şîa.
Kur’ân-ı
Kerîm’in belâgat ve i‘câzından bahseden eserleri: Kitâbü’l-Beyân
ve Kitabü Âyi’l-Kur’ân.
Tarih
ve siyaset alanındaki eserleri: Risâle fi Benî
Ümeyye; Kitâbü Cemhereti’l- mülûk; Kitâbü’l-Mülûk ve ’l-ümemi’s-sâlife ve
’l-bâkıye.
Ahlak
alanındaki eserleri: et-Tâc fi ahlâki’l-mülûk;
Kitâbü’l-Mehâsin ve ’l-azdâd; Risâle fi ’n-nübl ve ’t-tenebbül ve zemmi’l-kibr;
Risâle fi ’l-fasl mâ beyne ’l- ‘adâve ve ’l-hased; Risâle fi kitmâni’s-sır ve
hıfzi’l-lisân; Risâle fi zemmi ahlâki’l-küttâb; Kitâbü’l-Hicâb ve zemmüh.
Sanat
ve ticaret alanındaki eserleri: Kitâbü’t-Tebaşşur
bi’t-ticâre; Risâle fi sınâ ‘ati’l-kuvvâd; Risâle fi medhi’t-tüccar ve zemmi
‘ameli ’s-sultân; Kitâbü’l-Mu‘allimin; Kitâbü Gışşi ’s-sınâ‘ât; Risâle fi
tabakâti’l-mugannin; Kitâbü’l-Kıyân.
Diğer
eserleri ise şunlardır: Kitâbü’l-Hayevân;
Kitâbü’l-Buhâlâ; Kitâbü’t-Terbi‘ ve ’t- tedvir; Feza’ilü’l-Etrâk; Fahrü’s-sûdân
‘ale’l-bizân; Kitâbü’r-Recül ve ’l-mer ’e, Müfâharetü’l-cevâri ve ’l-gılmân;
el-Bursân ve ’l- ‘urcân ve ’l- ‘umyân ve ’l-hûlân; Kitâbü’l- ‘Arab ve
’l-mevâli; Kitâbü’l-Esmâ’ ve ’l-künâ ve ’l-elkâb ve ’l-enbâz; Kitâbü’z-Zer‘ ve
’n-nahl ve ’z-zeytûn ve ’l-a‘nâb; Kitâbü’l-Kavl fi ’l-bigâl; Kitâbü’l-Büldân (Kitâbü’l-Emsâr
ve ‘acâ ’ibü’l-büldânf6.
Edebiyat,
felsefe, din, tarih, ahlâk, hitâbet ve dil sahasında kâleme aldığı eserleriyle
Câhız’ın, hem insânî hem de tabiî ilimlere önem verdiği görülür[66] [67]. Onun
ilmî hedefi, varlıkları üzerinde araştırma ve incelemede bulunmaktır[68]. Bu
bağlamda o, eserlerinde çevrenin, coğrafyanın ve ülkelerin canlılar üzerindeki
tesirinden detaylı olarak bahsetmiş[69]
ve nesillere kalıcı bir miras bırakmıştır[70].
İslâm tarihinin altın çağında telif etmiş olduğu eserleri onu, döneminin en
parlak âlimleri arasına sokar. Nitekim bazı sahâlarda telif ettiği eserleri de
o sahanın oluşmasında önemli bir yere oturur[71].
Böylelikle döneminin farklı kültürlerini gözlemleyerek oluşturduğu eserleri
onu, meşgul olduğu ilmî sahâların en yüksek mertebesine ulaştırır[72].
Bir
rivâyete göre Câhız, farklı alanlarda olmak üzere toplam 360 kitap telif
etmiştir. Bu rivâyet Câhız’ın kitaplarının sayısına yönelik nakledilen en
yüksek rakamı ifade eder. Zirâ kitaplarına dâir nakledilen farklı sayılar da
mevcuttur. Nitekim İbn Nedîm, Câhız’ın 170 den fazla kitap telif ettiğini
belirtir. Bu sayı ise onun kitaplarına dâir nakledilen en düşük rakamı ortaya
koyar. Mesûdî de Câhız’dan daha çok kitap yazan birinin bilinmediğini
söyleyerek onun kitaplarının sayısına dâir net bir bilginin bulunmadığına
işaret eder. Bununla birlikte Câhız’ın kitaplarının çoğunun kaybolduğunu[73] ve
günümüze altmış beş kadarının gelebildiğini belirtmemiz gerekir. Bir kısmı
küçük risâleler hâlinde kâleme alınan bu eserler, farklı araştırmacılar
tarafından Mecmûatü Resâ’ili ’l-Câhiz veya Resâ ’ilü’l-Câhiz
adlarıyla bir araya getirilerek neşredilmiştir[74].
Onun
çeşitli âlim ve devlet yöneticileri tarafından incelenmeye değer görülen[75] Kitâbü’l-Hayevân
ve Kitâbü’l-Beyân isimli eserleri, kendisine bulunduğu coğrafyanın
sınırlarını aşacak derecede ün kazandıran iki önemli eseridir[76]. Abbâsî
asrının kültürünü açık bir şekilde fotoğraflayan Kitâbü’l-Hayevân isimli
eseri, varlıkların tabiat bilgilerine dâir naklettiği felsefî bahisler içerir[77].
Ansiklopedik bir eser özelliği taşıyan Kitâbü’l-Hayevân’ da şu konulara
yer verilir: Felsefî meseleler, siyâsî etkiler, fert ve toplumların kimlik
yapıları, dinî gruplar, beldelerin özellikleri, çevrenin insan ve hayvan
üzerindeki etkisi, târihî hükümler, tıp ve hastalıklar. Bu eserinde tabiata
dâir fikirlerini; insan ve hayvan psikolojisine, ahlâkın dayandığı temel
esaslara, bitkilere, farklı ırklara ve Arap kültürüne, çevrenin gelişimine
dayalı olarak ortaya koyar. Bu bağlamda Câhız, psikolojik tahlillerde bulunan
bir âlim olarak da zikredilir[78].
Aristo’nun
hayvanlara dâir naklettiği bilgileri[79]
eleştirel bir gözle değerlendiren Câhız, kendi dönemindeki zoolojik bilgileri Kitâbü’l-Hayevân'da
sentezlemiştir. O, her ne kadar bu eserinde kendi gözlem ve tecrübelerinden
hareketle bilgileri nakletmişse de, XX. yy. da ortaya çıkan zooloji ilminin
verilerine paralel bir şekilde[80] yaklaşık
350 hayvan türünden bahseder[81].
Bu
bağlamda hayvanların cinslerine ve yaşam şekillerine dâir detaylı bilgilerin
nakledildiği Kitâbü’l-Hayevân, kaynaklarda hayvan bilimi (zooloji)
sahasında telif edilen ilk Arapça eser81 [82];
bu eserin müellifi olan Câhız ise hayvan psikolojisinden bahseden ilk âlim
olarak zikredilir[83]. Ayrıca
mezkûr eserinde Kur’ân ve hadiste yer alan ifadeleri Arap şiiriyle intizâm
içerisinde sunması da[84] Arap
dilindeki beyân ilminin esaslarını vaz eden âlim olarak tanınmasında etkili
olmuştur[85]. Bu
noktadan hareketle Kitâbü’l-Hayevân, Yunan formlarından oldukça farklı
bir yapıya sahip olan entelektüel çevrelerin konuştuğu konuları, Arap şiiriyle
hâlk edebiyatını içinde barındıran edebî bir çalışma olarak değerlendirilir[86].
Câhız,
eserlerinde yer verdiği kelâmî ve felsefî mülâhazalarla okuyucusunu dinî
meselelere yakınlaştırmayı hedefler. Bu bağlamda kullandığı özel ve nükteli
üslûbuyla edebiyat, kelâm ve din sahasında büyük eserler veren nâdir ilim
adamları arasında kabul edilir[87].
Böylelikle kendinden sonraki nesillere, ufuklarını genişletecek eserler bırakan
Câhız’ın üslûbu, edebiyatın şeklini ve konusunu belirler. Burada eserlerinde
yer verdiği kelimelerin mânâ bakımından zengin oluşu da etkilidir. Neticede
herhangi bir konusu olmayan edebiyatın bir alan olarak oluşmasında etkili olan
üslûbuyla o, döneminin en başarılı âlimleri arasında zikredilir. Bu ünvânı
almasında canlılar üzerindeki mûcize ve kudreti, beyân vasıtalarıyla izâha
çalışması; yazım şeklini, şiir, hikâye, mantık ve Kur’ân gibi çeşitli
kaynaklara dayandırarak oluşturması etkili olmuştur. Bu gibi özellikleriyle o,
dünyanın ender âlimleri arasında kabul edilmiştir[88].
Anektot
ve hikâyeleriyle süslediği anlatımıyla okuyucusunu, kendi sonuçlarını çıkarmaya
yönlendiren Câhız, bilgi aktarımının metodları üzerinde de durur. İroni ve
mizahla geliştirdiği öğrenme metoduyla o, taklîde dayalı ezberci öğretim
metoduna karşı tavır alır. Rûhu yorduğu için bu yöntemin öğrenmeyi
zorlaştırdığını ve düşünmeyi ihmâl ettiğini belirtir. Zirâ o, düşünceyi
harekete geçiren Mu’tezile’nin yöntemini kullanarak öğrenmenin hoş bir deneyim
olduğunu söyler. Neticede öğrenmenin, öğretmen ve öğrenci arasındaki
iletişimden kaynaklandığını kabul etmek sûretiyle pedagojik prensipleri belli
bir üslupta geliştiren ilim adamları arasında zikredilir[89].
Câhız
nezdinde eğitim, insanın bireysel çabalarının bir sonucu olarak ortaya çıkan
bir felsefedir. O, her ne kadar öğrenmeyi özel bir girişim olarak görse de
öğrenmenin, toplumun amacı doğrultusunda geliştirilmesi gerektiğini düşünür. Bu
noktada onun en farkedilebilir özelliği, toplumdaki sosyal sınıfların eğitime
ihtiyaç duyduğunu belirtmiş olmasıdır. Zirâ o, eğitimin toplumların meşguliyet
alanlarını belirlemede etkili olduğunu düşünür. Evrensel bir düzlemde ele
aldığı bu pedagojik fikirleriyle o, Müslüman bir eğitimci olarak da anılmıştır[90].
Câhız, itikadî esaslarla tabiat konularını
birbirleriyle irtibatlı olarak açıklamaya çalışır. Bu sebepten tabiî ilimler
üzerinde derin incelemelerde bulunur[91].
Dolayısıyla okuyucusunu tabiat hakkında tefekküre ve tecrübeyle bilgi elde
etmeye dâvet eder[92].
Bu noktada onun şifâhî kültürden uzak, ulaştığı her bilgide aklı hakem tâyin
eden bir yönü ortaya çıkar[93].
Hurâfeleri de içinde barındıran[94]
her rivâyeti, dini savunmada geliştirdiği yöntemlerle inceler. İslâm’la
irtibatlı tüm yanlış bilgileri düzeltmek veya reddetmek amacıyla ilme önem
veren Câhız’ın[95] şu esaslara dayalı olarak doğru
bilgiye ulaşmayı hedeflediğini söyleyebiliriz:
Doğruluğu
tespit edilene kadar şüphe süzgecinden geçirme,
Tecrübeyle
teyid etme[96].
İnsanlar
arasında hurâfelerin ve asılsız inançların yaygın olduğu bir dönemde yaşayan
Câhız, kendisine ulaşan her habere, temkinli yaklaşmayı tercih etmiştir[97]. Bu
noktada Mu’tezîlî kelâmcılar gibi eleştiri yöntemini sıkça kullanan[98] Câhız,
kendisine nakledilen rivâyetlerde aklı ölçüt almıştı[99].
Dolayısıyla aklın hükmettiği her şeye tâbi olunmasının gerekliliği üzerinde
duran Câhız[100] aklın,
duyulara hâkim açık bir konuma sahip olduğunu savunur[101].
Doğru akıl yürütmeyi teşriîn temel dayanaklarından biri kabul ederek[102] burhân
ve nazar yöntemlerini kullanmayı tercih eder[103].
Câhız,
rivâyetler konusunda aklın tahkîmini savunur. Akıl ışığında âyet ve hadisleri
incelemeye teşvik eder[104]. O, şiir
ve hadislerde nakledilen “cinlerin seslerinin duyulduğu, sûretlerinin
görüldüğü” yönündeki haberler üzerinde aklen tenkid etme yöntemini şu şekilde
kullanır[105]: Duyular
yanıltıcıdır[106], şeytan
ve cin gibi varlıklar tabiatları itibariyle insan tarafından görülemez[107]. Gaybî
bilgiler de insan tabiatında mevcut olmadığı için aklen bilinemez[108].
Hayvanlarla
ilgili rivâyet edilen haberlere yaptığı tenkidler de mevcuttur. Katırın
ömrünün
çiftleşmemeden dolayı uzun, güvercinin ömrünün çiftleşmeden dolayı kısa olduğu
şeklinde rivâyet edilen haberi şu şekilde değerlendirir: Zannî bir haber değeri
taşıyan bu rivâyet, gerçeğe yakın bir bilgi vermez. Zirâ zannî bilgiler,
zorunlu sonuç doğuran bilgiler değildir. Çünkü zan, tahmini ifade eder[109]. Doğru
düşüncenin ise hakikat ya da hakikate en yakın olan bilgiyi barındırması
gerekir[110]. Bu
bağlamda canlıların yaratılışına dâir nakledilen yanlış bilgiler, zanna yol
açar[111]. Bu
bağlamda hayvan tabiatıyla ilgili nakledilen hurâfelerin akla ve tecrübeye
dayalı olarak terk edilmesi gerekir[112].
Câhız,
fukahâ’yı, “benzeri benzere kıyâs etmek” şeklinde kullandığı kıyâstan dolayı
tenkide tâbi tutar. Çünkü bu kıyâsın, Kur’ân’ın sadece zâhirî mânâsını
açıkladığını düşünür. Bu bağlamda garîb lafızlar kullanan müfessirleri de
eleştirir[113]. Zirâ
müfessirler, kaplanın hapşırığından kedinin, pisliğinden domuzun çıktığını
bildiren garîb rivâyetleri naklederek hâlk nezdinde kabul görmesini sağlarlar.
İnsan nezdinde sevimli olan bu şeylerin[114]
herhangi bir esasa dayandırılmadan hâlka yayılması[115]
asılsız bilgilerin ilimle karışmasına ve ilmin değersizleştirilmesine sebep
olur. Dolayısıyla Câhız, nakledilen her haberin yanlış olabileceği endişesini
taşır[116]. Bu
bağlamda fukahânın kendilerine intikal eden sahâbe sözlerini ayırt etmeden ve
akıl süzgecinden geçirmeden kabul edişini, kelâmcıların haberleri sahih olup
olmadığı yönünde inceleme alanı yapmamasını garip bir durum olarak niteler[117] [118]. Zirâ o,
kaynağı ne olursa olsun bilginin tenkid edilmeden kabul edilmesini uygun
bulmaz; dolayısıyla da akılla örtüşmeyen her haberi reddeder. Bu noktada kendi
döneminde rivâyet edilen, iki kişi arasında geçen tartışma hakkında şu
değerlendirmeyi yapar:
“İkisi
arasında geçen bâtıl rivâyetler, akıllı kimsenin zihninde canlandıramayacağı
bir
< . < ,,118
duruma işaret eder.
Câhız,
akıllarını devre dışı bırakmak sûretiyle rivâyetleri zâhirîyle nakleden
hadisçileri de tenkid eder[119]. Zirâ o
aklı, hadis rivâyetinde de hakem tâyin eder. Buradan hareketle Peygamber’den
gelen rivâyetleri şu şekilde savunur; Hacerü’l-Esved’in cennetten düşen bir taş
parçası olduğuna ve beyazken müşriklerin inancıyla karardığına ilişkin
rivâyeti, bu takdirde onlar Müslüman olduklarında söz konusu taşın tekrar
beyazlaması gerektiği şeklindeki bir söylemle reddeder[120].
Nitekim sahâbenin Hz. Muhammed’in sîretini iyi
iletmediklerini
düşünen Câhız, siyere yönelik de çeşitli eleştirilerde bulunmuştur[121].
Sûfîleri de Allah’ın arılara vahyettiği bilgisini, onlara peygamber geldiği
şeklinde yorumlamalarından dolayı eleştirmiş ve âyetleri açıklama noktasında da
aklın tahkîmini savunmuştur[122].
Hayvanlara
dâir nakledilen rivâyetleri kasaplara,[123]
çeşitli kültürlere dâir edindiği bilgileri denizcilere sorması, aklen tenkidte
bulunduğu başka bir örneğe işaret eder[124].
Nitekim o, Basra hâlkından Hasan b. İhtimâm isimli kişinin, anne karnında 13 ay
kaldığına dâir duymuş olduğu bilginin doğruluğunu da ebelere başvurarak
sorgular. Bebeğin anne karnında 13 ay kalamayacağı yönünde ulaştığı bu bilgide,
rivâyetleri sorgulayarak teyid ettirme yöntemini kullanır. Neticede; tercüme
edilmiş kitaplarda aklına yatıramadığı bilgileri, ehli olan kişilere sorarak
kabul eden Câhız’ın[125],
araştırma alanı yaptığı her konuda aklı hakem tâyin ettiğini söyleyebiliriz.
Zirâ ona göre kesin bilgiye ancak bu şekilde ulaşılabilir[126].
Bu bağlamda o, sonuçlara ulaşana ve doğru düşünceyi tespit edene kadar her
habere eleştirel gözle bakar[127].
Doğruluğu
Tespit Edilene Kadar Bilgiye Şüpheyle Bakma
Hakikati
araştırma noktasında, ilmî tenkide şüpheyi ekleyen[128]
Câhız, kesin bilgiye ulaşana kadar şüphe etmenin gerekliliği üzerinde durur[129]. Hocası
Nazzâm’ın, şüpheyi araştırmanın esası kabul etmesi, Câhız’ın da kesin bilgiye
ulaşma noktasında şüpheyi bir yöntem olarak kullanmasını sağlar[130]. Fakat
Nazzâm daha çok mülhidlerin şüpheciliğiyle ilgilendiği için bu yöntemi
geliştiremez. Câhız ise duyduğu şüphe ile özgür ve rasyonel bir 131 karar
vermenin önemine dikkat çeker[131]
Nazzâm’a
göre kesin bilgiye ulaşana kadar her habere şüpheyle bakmak gerekir. Bu
bağlamda şüpheci münkiri kendisine daha yakın bulan Nazzâm, avâmın havâstan
daha az şüphe ettiğini düşünür[132]. Câhız
nezdinde ise şüphe, insanı kesin bilgiye ulaştıran bir vasıtadır[133]. Bu
bağlamda o şüphe yöntemini, varlığı izah etme ve problemleri çözme noktasında
kullanır[134]. Ona
göre akıl, bir takım nedenlerden dolayı hata edebilir. İnsanın düşünmesini
engelleyen bu nedenlerin en önemli kaynağı mizaç ve şeytanın vesvesesidir.
Güçlü olmayan bir zihnin bu noktada yüksek tefekküre ulaşamayacağını ve şüphe
içinde kalacağını belirten[135] Câhız,
şüphenin yerinin, hâllerinin ve konumunun iyi bilinmesinin gerekliliği üzerinde
durur[136]. Bu
çerçevede sırf şüphe maksatlı yapılan şüphenin, insanı yorduğuna ve hayrette
bıraktığına dikkat çeker. Zirâ o, herhangi bir şeyden sırf şüphe olsun diye
şüphe etmez. Dolayısıyla lüzumsuz birtakım şüphelerin, insanı sıkıntıya
soktuğunu, yalnızlığa ve vesveseye sevk ettiğini söyler[137].
Câhız’a
göre kesin bilgiye ulaşana kadar şüphenin bir yöntem olarak kullanılması
gerekir[138]. Bu
noktada kesin bilgiyi tanımlar. Zirâ onun, kesin bilgi mertebesinde kabul
ettiği birtakım hükümleri vardır. Allah’ın yaratma ve kudret sıfatına işaret
eden bu bilgileri, zarûrî bilgi olarak tanımlar. Bu bilgiler dışında kendisine
nakledilen her bilgiye temkinli yaklaşır. Buradan hareketle bilginin
doğruluğunu araştırmaya yönelen Câhız, ilk aşamada, haberi taşıyan kişiyi teyid
etmeye çalışır. Haberi onayladığı veya ondan şüphe ettiği durumu ise “ze„ame,
yez„amu, yez„amûne, kîle” gibi lafızlarla ifade eder. Onun buradan kasdı,
hurâfe gibi asılsız bilgilerden uzaklaşmaktır[139].
Tabiatı
itibariyle imkânsız ve çelişkili olan haberlere şüpheyle bakan Câhız,
yaratılışa dâir nakledilen haberler üzerinde incelemede bulunur. Ona göre
araştırmacının gerçek amacı, çelişkili ve imkânsız haberler üzerinde şüpheyle
başladığı düşünme sürecini tamamlamak olmalıdır[140].
Burada şüphe etmenin gerekliliğine dikkat çeken Câhız[141]
şüpheyi, ihtiyaç duyulan ve öğrenilmesi gereken ilmî bir yöntem olarak belirler[142]. Zirâ
ona göre insan, şüphe ettiği sürece düşünür, düşündükçe de varlığını idrâk eder[143].
Yukarıda
çizdiğimiz çerçeve bağlamında Câhız’da bilgi üretme sisteminin, şüphe yöntemine
dayalı olarak gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Bilindiği gibi Descartes, Batı’da
metodlu şüpheciliği vaz eden kişi olarak kabul edilir. Descartes nezdinde de
kesin bilgiye götüren ilk vesile, şüphedir. Buradan hareketle Câhız’ın,
Descartes’dan yedi asır önce insanları şüpheye dâvet eden ve metodlu
şüpheciliği ilk vazeden kişi olduğunu ve onun bu konuda İmâm Gazzâlî’yi (ö.
505/1111) etkilemiş olabileceğini söyleyebiliriz[144].
Câhız,
tenkid ve şüphe duyma yöntemine, tecrübeyle teyid etme yöntemini de ekleyerek
düşünce sisteminin temel ilkelerini oluşturur[145].
Böylelikle bilgilerin şifâhî yolla elde edildiği ve haberin sorgulanmadan
tasdik edildiği bir dönemde hâlkı, haberi tecrübeyle teyid ederek tasdik etmeye
yönlendirir[146].
Câhız’a
göre kahir ekseriyetin naklettiği her haber, müşâhededen hareketle incelenmelidir.
Zirâ olgunun ön bilgileri, ancak bu şekilde bilinebilir. Bu noktada aklî
istidlâli öne çıkaran Câhız, gözlem ve haberin istidlâlin iki sebebi ve temeli
olduğunu belirtir. Asıl olmadan fer’in olamayacağı hükmünden hareketle de aklın
tek bir türe, delilin iki türe işaret ettiğini savunur. Dolayısıyla gözlemin
delili gâibe, haberin delili ise doğruya şehâdet eder[147].
Câhız’a
göre, müşâhedenin yalanladığı her söz, hataların en kötüsüdür[148].
Hakikate ise ancak doğru haber ve müşâhedeyle ulaşılabilir[149].
Doğru haber ve müşâhedeyi teyid eden unsuru akıl olarak belirleyen Câhız[150], aklı
teşriîn temel dayanaklarından biri olarak tanımlar. Bu bağlamda Kur’ân’ı ve
aklı birer delil kabul ederek kendi kıyâs yöntemini vaz eder[151].
Câhız’a
göre kıyâs, en doğru olan şey konusunda yapılmalıdır. Camın kumdan meydana
geldiğini bilen kimsenin, kumun yokluğunda camın da olamayacağı hükmüne
ulaşması; yersel ve göksel bir takım karışımlar neticesinde farenin oluşumunun
imkânsız oluşu; doğru kıyâsın yapıldığı durumu tanımlar[152].
Vehimleri
eleştirel bir gözle reddeden Câhız[153],
tecrübeden hareketle elde edilen bilgiye dikkat çeker[154].
Bu noktada hayvanların, balığın balıkla yaratılışını anımsatan birleşik
yaratmayla meydana geldiği bilgisine ilişkin haberleri, tecrübe yönteminden
hareketle inceleme alanı yapar. Neticede hayvanların üreme yoluyla meydana
geldiği bilgisini, farenin dişisi ve erkeği üzerinde yaptığı deneylerle ortaya
koyar[155].
Tılsımın olduğu yerlerde akreplerin yaşamadığına dâir duyduğu bir rivâyeti de
tecrübe yönteminden hareketle inceler. Yaptığı deneylerle akrebin düşmanı olan
bir hayvanın, akrebi o ortamdan uzaklaştırdığı bilgisine ulaşır[156]. Bir
kavanoza yerleştirdiği on akrep ve on fare üzerinde gerçekleştirdiği deneyde
ise akreple farenin birbirini nasıl etkilediğini öğrenmeye çalışır[157]. Nitekim
kimyasal maddelerin hayvanlar üzerindeki tesirlerini öğrenmek amacıyla
gerçekleştirdiği birtakım deneyleri de mevcuttur[158].
Bu noktada deve kuşunun erkeğine demir, çivi ve sıcak taş yedirmek sûretiyle
hissî ve aklî gözlemlerde bulunur[159].
Böylelikle onun düşünce sisteminde hayvanlara dâir nakledilen her haber,
tecrübeyle sâbit olan bilgilerle teyid edilir[160].
Câhız’a
göre avâm, doğruyu ve yanlışı araştırma amacı taşımaz. Dolayısıyla şüphe
yönteminden uzak bir şekilde tasdik etmekten ve yalanlamaktan geri durmaz[161]. Ancak
düşüncenin, hakikat ya da hakikate en yakın olan bilgiyi barındırması gerekir[162]. Bu
noktada Câhız insanın iç dünyasında inandığı şeyle huzur bulmuş olmasını,
hakikatin bir ifadesi olarak kabul eden Sofistleri eleştirir. Zirâ Sofistler
(Ashâb-ı Tecâhül) nezdinde hakikat bilgisi, inanan kimsenin inancıyla
irtibatlıdır. Bu bağlamda şeylerin (eşyâ, nesne, fikir) kendinde hakikat
bulundurmadığını ve eşyânın hakikatinin kişinin inandığı şeye göre
değişebileceğini savunan Sofistlere göre şeylerdeki güzel ve çirkin kavramları,
insanın iç dünyasındaki isteklerine göre şekillenir. Örnekli bir anlatımla Zeyd
bir olayı güzel bulmak isterse güzel, Amr bir olayı çirkin bulmak isterse
çirkin bulur. Bu durum, safra hastalığına yakalanarak tatma duyusunda bozukluk
meydana gelen kimsenin, balı bazen acı bazen de tatlı bulmasına benzetilir.
Neticede inançları; arzuyu ve nefreti istemelerine bağlı olarak hakikat
bilgisini etkiler. Tam da bu noktada Câhız, inanılan şeyin kesin bilgi
mertebesine yükselemeyeceğini[163],
hakikate ancak doğru haber ve müşâhedeyle ulaşılabileceğini belirtmek sûretiyle
bilginin elde ediliş şekline dikkat çeker[164].
Bu bağlamda insanlara, hayvanlara ve bitkilere dâir duyduğu her haberi inceleme
alanı yapan Câhız’ın[165], hâlkın
nazarında önem arz etmeyen şeylere ilgi duyduğu söyleyenebilir[166].
Câhız’ın
canlılar üzerinde gerçekleştirdiği tecrübe yöntemi, yaşadığı döneme kıyâsla
ileri düzeydedir. Bu noktada onun XI. asırda ortaya çıkan ilim ve felsefenin
uyguladığı yöntemlere benzer bilgiler elde ettiğini söyleyebiliriz. Zirâ o,
çağdaş dönemde elde edilen çeşitli verilere, yaşadığı asırda ulaşmıştır[167]. Bu
bağlamda Câhız, XVI. yy. da Bacon’un kullandığı tecrübeye dayalı bilgi elde
etme metodunu ilk kez II. yy. da uygulayan kişi kabul edilir. Aklı, ilmî
araştırmaların esası kabul eden Câhız’ın, bu hususla ilgili olarak şunları
söylediği nakledilir:
“En
çok dinleyenler en iyi hatırlayan; en çok hatırlayanlar en çok düşünen; en çok
düşünenler en çok bilgiye sahip olan; en bilgililer en çalışkan kimselerdir.
Doğru görüş sahibi olanlar ise en çok tecrübesi olan kişilerdir”[168].
Döneminin
bilim anlayışına katkıda bulunan Câhız’ın bu ifadeleri, gözlemde bulunmanın
önemini ortaya koyar. Dönemindeki yetersiz imkânlarla günümüzde kanıksanmış
mevcut bilgilere ulaşmış olması onun, “modern bilim adamı” şeklinde
tanımlanmasında etkili olmuştur. Zirâ modern biyoloji bilimi ışığında incelenen
metinleri, kendi dönemine göre oldukça üst düzeydedir[169].
Çeşitli çevre ve hayvan bilimsel problemlerin açıklığa kavuşturulduğu bu
metinlerde suyun; döngüsel olarak sebze, hayvan ve yer altından da
gelebileceğine dâir bilgiler bulunur. Rönesans döneminde tanımlanan su buharına
işaret eden bu bilgiler, Câhız’ın dönemine kıyâsla bahsettiği farklı bilgi
türlerini ortaya koyar. Nitekim hayvanların üreme yoluyla meydana geldiğine
dâir naklettiği bilgi de sonraki asırlarda; hayvanların kapalı alanlarda
üretildiği, balıkların ve kuşların yer yön bilince sahip olarak göç ettiği
bilgisinin ortaya çıkmasını sağlamıştır[170].
Empirik bilgiyi tercih ettiğini gösteren bu metinler, batı biliminin
ilerlemesinde atlama taşı olarak gösterilir[171].
Bu bağlamda bilimsel bilginin elde edilmesinde önemli bir yere sahip olan
tecrübî bilgileri ilk keşfeden, tecrübî ilimlerin yöntemini ortaya koyan[172] ve
zoolojik bilgilere yol gösterici bir misyon üstlenen kişi olarak zikredilir[173]. Ancak
Câhız’ın zooloji ilmine olan katkısı Araplar tarafından dikkate alınmayarak,
onun zoolojiye dâir naklettiği bilgilerin, alanında yetişmemiş kişilerce
kısaltılarak telif edilmesine ve Arap edebiyatı içerisinde hafife alınmasına
neden olmuştur. Dolayısıyla Câhız’ın biyolojiye dâir naklettiği bilgilerin Arap
klasik edebiyatı içerisinde anlaşılamadığı gibi bir durum ortaya çıkmıştır[174].
Bilginin
doğruluğundan emin oluncaya kadar bilgiden şüphe eden; tecrübî bilgilere dayalı
olarak önermeleri düzenleyen, tümevarım yöntemiyle çeşitli neticelere ulaşmayı
hedefleyen Câhız’ın ilmî yöntemleri[175]
onu, pek çok sahanın öncüleri arasında göstermiştir. Fakat kendi tecrübeleri ve
bazı âlim arkadaşlarının bilgileriyle oluşturduğu yöntemleri onun, çağdaş
döneme kıyâsla sistemleşmiş bir bilim anlayışının olmadığını ortaya koyar[176]. Yine de
o sistemleşmemiş ilmî yöntemleriyle, kendisinden sonra gelen Müslüman
araştırmacıları etkileyebilmiştir. Nitekim taklidle yetinmeyerek işlerin
hakikatini öğrenmeye meyleden Gazzâli, el Munkiz mine ’d-dalâl adlı
eserinde dinin, kesin bilgiye dayandırılmasının gerekliliğinden bahsetmiş;
bilginin doğruluğunu teyid eden ve delilin ortaya çıkmasına vesile olan şüphe
yöntemini, kesin bilgiye ulaştıran bir yöntem olarak kullanmıştır. İbn Rüşd de
delilin ve aklın getirdiği her şeyi te’vîl ederek akla ve aklî delile aykırı
olan nassın zâhirinin, te’vil edilmesinin gerekliliği üzerinde durmuştur. Bu
âlimlerin görüşlerinden hareketle Câhız’ın araştırma yöntemlerinde kendisinden
sonra gelen âlimlere kapı araladığı söylenebilir[177].
Netice
itibariyle ilmî ihtisası ile genel kültürü mezceden, münferid ilmî yöntemlere
sahip olan bir İslâm düşünürü olarak[178]
Câhız’ın ilmî yöntemleri, tecrübe, itibâr ve müşâhedeye dayanır. Bu bağlamda
bitki, hayvan ve eşyâdaki mevcut tabiatı araştıran Câhız’ın modern çağda
kullanılan bilgi yöntemlerini kendi asrında kullandığını; bu alanda öncü bir
isim olarak kaynaklarda zikredildiğini söyleyebiliriz. Dolayısıyla o, kullandığı
ilmî yöntemlerle bir akım hâline gelen, kendisine tâbi olanların “Câhıziyye”
diye isimlendirildiği bir Mu„tezilî İslâm düşünürü olarak kaynaklarda yerini
alır[179].
Câhız nezdinde âlem, “Allah dışında var
olan şeyler” (kevn) mânâsında kullanılır. O önce âlemi, içinde mevcut olan
cisimlerin türleri bakımından “aynı, farklı ve birbirine zıt olanlar” şeklinde
üçe ayırır. Daha sonra bu taksimin özünü ifade edecek şekilde âlemi, “canlılar
ve cansızlar” olmak üzere ikili bir taksime tâbi tutarak cisimlerin gelişen ve
gelişmeyen yönlerine işaret eder[180].
Câhız
nezdinde toprak, su, ateş ve hava; cismin oluşumuna dâhil unsurlar olarak ele
alınır. Bu noktada dört unsuru, herhangi bir taksime tâbi tutmaz. Nitekim Arap
dilinde su, ateş ve hava ne canlı ne de cansız varlıklara nispet edilmeden
zikredilir. O, dört unsuru, Ayı, Güneşi, Yıldızı ve Feleği canlı ya da cansız
olarak isimlendirmekten kaçınır[181]. Gök
cisimlerini, her biri diğeri üzerinde etkili olan ve bir silsile hâlinde
hareket eden varlıklar olarak tanımlar. Bu cisimlerin hareket ediyor oluşu,
yeryüzünü etkilemiş olsa da cansızlık sıfatından çıkmaları için yeterli
değildir. Bu bağlamda o, gök cisimlerinin yeryüzünü rızıklandırdığına dâir
ortaya atılan iddiaları imkânsız görür. Buradan hareketle de gök cisimlerini,
canlı sınıfına dâhil etmekten kaçınır. O, bu tutumu ve tavrıyla gök
cisimlerinin canlı olduğunu ve insanların rızıklandırılmalarında etkili
olduğunu iddia eden Aristo, Eflatun ( M.Ö. 427-347) ve İslâm filozoflarıyla,
gök cisimlerinin cansız olduğunu savunan diğer filozoflara karşı bir duruş
sergiler. Neticede gök cisimlerinin, ne canlı ne de cansız olduğunu beyân
ederek onları herhangi bir taksime tâbi tutmadan ayrı bir kategoride
değerlendirir[182].
Câhız, âlemdeki her varlığı Allah’ın
varlığına işaret etmeleri itibariyle inceleme alanı yapar[183].
Bu bağlamda en küçük varlığın dâhi insana, Allah’ın varlığına dâir en büyük
delilleri takdîm ettiğini[184],
dağın çakıl taşından daha fazla Allah’ın varlığına delil olma özelliği
taşımadığını belirtir[185].
Burada tabiatın şu tanımıyla karşılaşırız: “Tabiat, cisimlerin içinde bulunan
ve cismi kemâl noktasına ulaştıran bir kuvvettir”[186].
Cisimlerin kemâle eriştikleri nokta da Allah’ın varlığına delil olmaları
itibariyle ortaya çıkar. Dolayısıyla cisimler, taşımış oldukları hikmetle
kendilerini var eden yaratıcıya delil olma özelliğine kavuşur[187].
Câhız,
tüm varlık türlerinin, hayatlarını idâme ettirebilecek şekilde hikmet ve
beyânlara sahip olarak yaratıldığını savunur. Onun nezdinde bu yaratılış şekli,
varlıkların taşımış olduğu bilgi türüne işaret eder[188].
Bu ise, varlığın dünyaya gelmesi ânında yaratılışında mevcut olan tabiatı
tanımlayan bir durumdur[189].
Tabiat
kavramı, evreni oluşturan varlıkların tamamını da kapsar[190].
Câhız ise varlık türlerini, onlarda birtakım tabiatların var olduğunu kabul
etmek sûretiyle inceleme alanı yapar[191].
Burada ise tabiat, bir türün temâyüz etmesini sağlayan sıfatların toplamını
ifade eder[192]. Nitekim
tabiat; ateşte ısıtma, karda soğutma, insanda idrâk etme gibi varlıkların ayırt
edici vasıflarını da ortaya koyar[193].
Bu noktadan hareketle Câhız’ın tabiata bakışını, cansız ve canlı varlıklar
üzerinden; nesneye, bitkiye, hayvana ve insana dâir naklettiği bilgilerle
irtibatlı olarak açıklayalım.
Antik
Yunan geleneğinde eşyânın özellikleri ve tabiatına dâir öne sürülen bilgiler,
Atomistler, Stoikler, Neoplatonikler ve Peripatikler arasında rekabetin ortaya
çıkmasına ve dönemin, David Furley (1922-2010) tarafından “kozmolojik kriz”
olarak isimlendirilmesine neden olmuştur. Bu klasik Antik çağdan sonra devam
eden rekabet, İslâmî entelektüel gelenekte kozmoloji kelâmının alâmeti olan
“eşyânın özellikleri”ni belirlemiştir. Üç teori altında incelenen bu özellikleri
kısaca şu şekilde açıklayabiliriz;
Her şeyin arazlardan oluştuğunu savunan ilk
teoriye göre eşyânın özelliklerini, arazlar belirler. Câhız’ın da eserinde
sıkça yer verdiği bu teorinin en önemli temsilcileri arasında Dırâr b. Amr (ö.
200/ 815) zikredilir.
Eşyâ ve insanların birbiri içerisine geçmiş
atomlardan oluştuğunu savunan ikinci teoride ise eşyânın tabiatını ve
özelliklerini cismânî varlıklar belirler. Câhız’ın hocası Nazzâm, bu teorinin
en önemli temsilcilerindendir.
Yaratılmış olan varlıkların, cismânî atom
ve cismânî olmayan arazlardan oluştuğunu savunan üçüncü teori ise eşyânın
özelliklerinin, atomun tabiatında mevcut olduğunu savunur. Bu da müteahhir
dönem kelâmcılarının kabul ettiği bir anlayış olarak kaynaklarda yerini alır[194].
Dinî
ve tabiî ilimlere araştırma konusu olan âlemin hangi maddeden yaratıldığı
meselesi, kelâmcılar nezdinde atomizm anlayışıyla irtibatlandırılır. Yunan
atomizmindan farklı olan bu anlayışta kelâmcılar[195],
âlemin yaratılmışlığına oradan da Allah’ın varlığını ispata yönelirler.
Neticede âlemin hangi maddeden yaratıldığı meselesini, cevher-i ferd adı
verilen cüz-i lâ yetecezza ile çözüme kavuşturan[196]
kelâmcılar, atomların Allah’ın âlemi yaratması anında, cisimlerin kurucu
parçaları olarak sayıca sınırlı bir yapıda yaratıldığını savunurlar.
Democritos’un atomları matematiksel noktaları anımsatacak derecede uzanımsız
kabul edişinin teorik bir probleme sebebiyet verdiği anlaşılınca, kelâmcılar
arasında farklı yaklaşımlar tezâhür eder. Neticede atomların uzanımsız olduğunu
kabul eden Bağdat Okulu ile atomların uzanımlı olduğunu kabul eden Basra
Okulunun ortaya çıkmasına sebep olan atomcu teori, âlemin yaratılışını izah
etme noktasında genel kabul gören bir nazariye hâlini alır[197].
Âlemde
Allah’tan başka fail olmadığı ve Allah’tan başka bir varlıkta fiil yapma
özelliğinin bulunmadığı görüşüne temel oluşturacağı düşüncesiyle atomcu
nazariyeyi kabul eden Mu’tezile, Eş’ariyye ve Mâtüridiyye mezhepleri, atom ve
arazlardan oluşan insanın, Allah tarafından yaratıldığını ispata yönelmişlerdir.
Onlara göre cisimler, son derece küçük atomlardan meydana gelmekle birlikte
atomlar, kendilerini birleştiren varlığın gücü doğrultusunda devamlı var ve yok
olur. Bu gücü Allah olarak tanımlayan mezkûr mezheplerin atomcu teorilerine
karşı Nazzâm, Câhız ve İbn Hazm, atomcu görüşe karşı bir tavır sergiler[198].
Basra
ve Bağdat ekollerine tâbi olmayarak atomculuğu reddeden Nazzâm, atomların
yapısına dâir münferid bir bakış açısı sunar. Cisimlerin sonsuzca
bölünebilirliğini kabul ederek Aristo’nun cisimlerdeki bütün değişimlerin
kuvveden fiile geçerek meydana geldiği şeklindeki görüşünü teyid eder. Neticede
Nazzâm nezdinde Aristo’nun bu anlayışı, bütün değişimlerin kümûn-zuhûr sürecinde
meydana geldiğine işaret eden bir teoriye çevrilir[199].
Âlemdeki
her hadisenin doğrudan Allah’ın irâdesine bağlı olarak yaratıldığı inancı,
“sürekli yaratma” adı altında kelâmcılar tarafından kabul edilmiştir. Bu
anlayışta, mûcizeler dışında âlemde düzenli bir şekilde meydana gelen olaylar,
genele teşmîl edici bir anlatımla âdet terimiyle ifade edilir[200]. Bu
görüşe muhâlif bir tavır sergileyen Nazzâm, şeylerde art arda oluşan
değişimlerin, âlemin yaratılması esnasında Allah tarafından eşyânın içine
yerleştirilen bir tabiat sebebiyle meydana geldiğini savunur. Kelâm
atomculuğunu reddetmek sûretiyle de Aristo’nun madde ve sûret, dolayısıyla da
bilkuvve ve bilfiil ayrımını kabul eden Nazzâm nezdinde tabiat anlayışı,
bilkuvveden bilfiile geçiş sebebi olarak görülür. Bu bağlamda şeyin sûretine
uygun düşen ve şeydeki hareketin sebebi olan tabiat, değişimlerin düzenli bir
şekilde art arda gelişini ifade eden bir nazariye hâlini alır. Âlemdeki düzenin
Allah tarafından yaratılan mûcizelerle askıya alındığı bu anlayışta tabiat,
Allah’ın gözetiminde âlemde etkinliğini sürdüren bir durumdur[201]. Bu noktada
tabiat, eşyânın varlık sahnesine gelişinin bir sistem üzere gerçekleştiğine
işaret eden belirli düzeni tanımlar[202].
Âlemin
Allah tarafından yaratıldığı hususunda hem fikir olan kelâmcılar, yaratmanın
keyfiyeti noktasında farklı görüşler öne sürerler. Câhız’ın da içinde bulunduğu
Ashâbü’l- kümûn, yaratma keyfiyyetini kümûn-zuhûr nazariyesiyle izâha
çalışır. Bu yaratma şeklinde Allah âlemi, bir defada bazısını bazısı içinde
gizleyerek yaratmaktadır. Süreklilik arz eden bu yaratma modelinde, maddede
gizli olan bir takım özellikler söz konusudur. Burada peş peşe olan şeylerin
birbiri içerisinde, sonrakilerin de öncekilerde gizlenerek ortaya çıktığı
görülür. Bu bağlamda tavuğun özelliklerinin yumurtada, yumurtanın
özelliklerinin de tavukta yer aldığı[203]
bu yaratma modeli, şu âyetlerle delillendirilir;
“Düşünüp öğüt alırsınız diye her şeyden
çift çift yarattık.”[204]
“Nihâyet
emrimiz geldiği ve tandır kaynamaya başladığı vakit Nûh’a: ‘Her hayvan türünden
birer çift ile daha önce karar verdiğimiz kimselerin dışında ailesini, hâlkını
ve inananları gemiye yükle’ dedik. Zâten onunla beraber ancak pek az kimse
inanmıştı.”[205]
Her
şeyin çift yaratıldığını ifade eden bu âyetlerden hareketle kümûn taraftarları
yaratmanın, sonradan gelecek olan varlıkların tohumlarının, öncekilerin
rahimlerinde taşınmasıyla ortaya çıktığını belirtirler. Dolayısıyla Allah’ın
bilkuvve hâlinde insanların içinde topluca yarattığı gizliliğe dikkat çekerler.
Zirâ ilk insan olarak yaratılan Hz. Âdem’den Havvâ’nın ve ikisinden de diğer
insanların meydana gelişi, tüm insanların Hz. Âdem’in nutfesinde topluca
yaratıldığını gösterir[206]. Zirâ
Câhız da insanların aslının Hz. Âdem olduğunu söyler[207].
Hem
Allah’ın yaratıcılığına hem de Allah’ın kudreti ve irâdesine delâlet eden
yenilenen yaratma modeli, kümûn-zuhûr teorisiyle irtibatlı olarak Allah’ın
yaratıklar üzerindeki hâkimiyetini öne çıkarır[208].
Bu teoride kümûn hâlindeki bir şey, bir nesneden kendi dışındaki bir fâil
vasıtasıyla ortaya çıkar. Dolayısıyla nesne dışındaki fâilin irâde ve kudretine
vurgu yapılır. Burada hâlefin seleften (tavuğun yumurtadan) çıkışı, mekanik bir
yolla gerçekleşmez. Allah’ın müdâhalesiyle açıklanan bir çıkış yöntemi
uygulanır. Bu noktada Câhız, kâinâtta meydana gelen olayların illetinden
bahseder. “İllet-i Ûlâ” olarak isimlendirilen bu yaratıcı güçle o, tabiatçı
filozoflardan ayrılır. Zirâ Dehrî (materyalist) filozoflar, Allah’ı inkâr etmek
sûretiyle maddedeki tabiatın, maddenin kendisindeki bir illetle ortaya
çıktığını savunurlar[209].
Neticede Câhız’ın da içinde bulunduğu kümûn-zuhûr taraftarlarıyla tabiatçıların
temel ayrılık noktası, tabiatın ortaya çıkışındaki etken sebep üzerinde kendini
gösterir. Bu noktada kümûn-zuhûra bakış açılarının keyfiyyet itibariyle farklı
olduğunu söyleyebiliriz[210].
Yukarıdaki
bilgilerden hareketle İslâm kelâmcılarıyla Materyalistlerin atomcu teorilerinin
şu yönler itibariyle farklı olduğunu söyleyebiliriz: Materyalist atomcu teoriye
göre tabiat olaylarını, atomun kendisi meydana getirir. Burada madde, bir
tabiat sahibi olarak kendiliğinden tabiat olayları üzerinde etkili olur. Bu
durum atomların, değişmeyen bir tabiat kanununa göre hareket ettiğini gösterir.
Kelâmcıların atomcu teorisine göre ise atomlar, Allah’ın mutlak varlığı ve
irâdesi dâhilindedir. Âlemin yönetildiğine işaret eden bu durumda atom,
Allah’ın mutlak kudretinin bir delili olarak kural altındadır. Bu noktada
atomlar, cisimleri oluşturan en küçük yapı taşları olarak kabul edilir. Antik
atomcu filozoflar, bir cisim olarak daha küçüğüne bölünemeyen son derece ince
parçalardan oluşan atomların, boşluk vasıtasıyla bir kısmının bir kısmından
daha çok ayrıldığını, böylelikle sayılarının sonsuz olduğunu savunurlar[211]. İslâm
kelâmcıları ise maddeyi, ezelî olan Allah’a dayandırmak sûretiyle maddenin,
araz ve cevherlerden oluşan bir varlık türü olduğunu söylerler. Bu noktada
Allah dışındaki mevcûdatı ikiye ayırırlar. Temel özellikleri itibariyle
arazları da soyut cevherlerden ayrı bir kategoride değerlendirirler. Bu
ayrımla, keyfiyet ve şekil yönünden tüm meseleleri arazlarla çözmeye
çalışırlar. Neticede kelâmcılar, Allah’ın atomları yarattığını, onlara hareket
verdiğini, onları bir düzene soktuğunu savunurlar. Dolayısıyla kelâmcılar,
Yunan atomizminde “bir madde” olarak kabul edilen; fakat kaynağının ne olduğu
araştırılmayan maddenin, nasıl ve kim tarafından var edildiğini tartışarak
atomculuk anlayışının temel farkını ortaya koymuşlardır[212].
Atomcu
görüşü kabul eden filozofların çelişkiye düştüğünü belirten Câhız [213] ise atom
bilgisini, çekirdeğin önce ikiye sonra da dörde ayrılmasıyla irtibatlandırır[214].
Böylelikle atomu bir cevher kabul eder214 [215].
Buradan hareketle cisimlerin oluşumunu, cevher-i ferd görüşüyle izah
etmeye çalışır[216].
Neticede maddenin en küçük yapı taşı olan atomu, Allah’ın varlığına delil
olarak gösteren Câhız, delili ortadan kaldırmanın medlûlü de iptal edeceği
düşüncesinden mütevellid maddedeki bilginin bilinmesinin gerekliliğine dikkat
çeker. Zirâ tabiatın taşıdığı özellikleri bilen kelâmcının mertebesinin
yükseleceğini; dolayısıyla kelâmcının sıfatının, hem dine hem de maddeye dâir
kelâmı bilmek olduğunu belirtir[217]. Nitekim
felsefenin de, maddenin yapısına dâir elde edilen bilgiyle yapılabileceğini
söyler[218].
Felsefî
bir nazarla âlemi araştıran Câhız, kozmolojik argümanlarla Allah’ın varlığına
deliller getirir. O, kullandığı burhân ve nazar yöntemleriyle âlemdeki hikmete
ulaşmayı hedefler[219]. Onun
sisteminde varlık bilgisi ve bilginin felsefesi, Allah’ın varlığını bilme
noktasında önemli bir değere hâizdir. Zirâ o, yaratılış hakkında elde edilen
bilgilerin, nesnelerdeki hakikat bilgisini öğrenmede etkili olduğunu belirtir[220].
Câhız’a
göre tevhîdin tahkiki, eşyânın sâbit olduğu hakikatleri bilmekten geçer. Eşyâda
var olan tabiatların tespiti de tevhîdin hakkını vermeyle eş değerdedir. Bu
bağlamda tabiatla tevhîdin bir arada olamayacağını iddia eden kelâmcının,
tevhîdi tam anlamıyla ispat edemeyeceğini; mülhidin kendisinden ümit keseceği
bir kelâmcı hâline geleceğini söyler. Nitekim kim tabiatların hakikatlerini
iptal etmek sûretiyle tevhîdin anlaşilâcağını zannederse tevhîde aykırı
davranmış ve tevhîdi ispat etme noktasında âcizliğini ortaya koymuş olur. Diğer
bir ifadeyle kendi acziyetini tevhîddeki söze taşımış olur[221].
Cisimlerin
yapısal özellikleriyle ilgili serdedilen tüm açıklamalar, cismin unsurlarını ya
da atomlarını açıklamaya yöneliktir. Zirâ cisim, çeşitli unsurlardan ya da
bölünemeyen atomlardan oluşur. Cismin çeşitli unsurlardan oluştuğunu kabul
edenler, cismi oluşturan unsurlara, cisme ait arazların içine girmelerinden
dolayı müdâhale adını verirler. Cismin bölünemeyen atomlardan oluştuğunu
kabul edenler ise cisme ait unsurlara, yan yana gelerek cisimde bulunmalarından
dolayı mücâvere adını verirler[222].
Bu noktada cisimlerin arazlardan oluştuğunu savunanlar da müdâhale anlayışından
uzak olarak, arazsal cüzlerin birbirlerine yakın olduklarını kabul ettikleri
mücâvere anlayışını benimser. Nitekim cisimlerin arazlardan oluştuğunu savunan
Dırâr b. Amr arazların, cismin içerisine girmesini (müdâhale) mümkün görmez.
Dolaysıyla O, bu arazların ancak birbirine komşu olabileceğini (mücâvere)
savunur[223].
Câhız’a
göre cisimler, yoğunluk yönünden aynı dereceye sahip değildir. Her bir cismin
kendine özgü bir tabiatı vardır. Cismin, tabiatıyla tek başına kaldığı sırada
tabiatına boyun eğmesi, cismin özelliklerindendir[224].
Bu noktada tabiat, nesnede bulunan ilk hareketin ilkesi mânâsında kullanılır.
Dolaysıyla tabiat, nesnedeki yaratılıştan gelen bir özelliğe işaret eder[225].
Câhız,
ateşin cisimlerde gizli olarak var olduğunu, ateşin cevherlerinden bahsederek
izah etmeye çalışır. Ona göre ateş, cismin bir tarafını işgal edecek şekilde
cisimde toplanmış değildir. Bu bağlamda su ve ateş de ağacın bir tarafını işgal
edecek şekilde odunun içinde yer almaz. Neticede ateş, tüm odunda gizli ve
yayılmış olarak bulunur. Dolayısıyla ateş, odunun kısımlarından birini
oluşturur[226].
Câhız,
cevher tâbirini maden mânâsında da kullanır. Bu bağlamda cevher, yerin
cevherlerinden elde edilen altın, gümüş, bakır gibi cisim mânâsına gelir[227]. Ona
göre cins de cevherin kendisi ve zâtıdır. Bu noktada cevheri cins mânâsında da
kullanarak[228]
cisimlerin sâbit bir tabiatı olduğunu; bu tabiatlarıyla da özel fiillerde
bulunduğunu savunur[229].
Câhız
nezdinde cevherler, âlemde bulundukları şekil üzere ortaya çıkar. Âlemde her
şeyin bir aslı bulunur. Bu bağlamda o, altının yerin dibinde belli şartlarda
hava, su, toprak ve ateşten meydana geldiğini iddia eden kişileri tenkid eder.
Ona göre altının oluşumunda, gök cisimlerinin ve geçen zamanın etkisi vardır.
Diğer bir ifadeyle altındaki iki yüz cevherin bir araya gelmesinde bu iki unsur
etkilidir. Dolayısıyla bazı altınların tesâdüfî, bazılarının da amaca uygun
olarak meydana geldiğini söyleyen kimse, âdeten açıklamaya çalıştığı altının
oluşumu üzerinde bir kaide geliştiremez[230].
Ortaya
çıkmadan önce cevheri itibariyle odunda ve taşta yer alan ateş, odunun ve taşın
içinde yönleri farklı olmakla birlikte gizlidir. Bu durum odunun parçalarından
olan duman, su ve külün çözülmesiyle ortaya çıkar[231].
Bu noktada tabiat, nesneyi kuşatan varlığın temel özelliklerine işaret eder.
Cinsine nispetle olguyu bitiştiren bir ilke olarak tabiat, kendisini kuşatan
mevcûdun temel özellikleridir[232].
Câhız
nezdinde görülen, tadılan, alınan şey cisim ve cevher olarak kabul edilir.
Hareket dışında başka bir araz da yoktur[233].
Nitekim hocası Nazzâm da sirke ile zeytinde bulunan tatlılık ve acılığı iki
ayrı cevher[234];
hareketi ise tek bir araz kabul eder[235].
Cisim ve arazların varlığını kabul eden Câhız’a göre ise cevher olmayan ve
başlı başına var olmayan şey arazdır. Bu bağlamda araz; cevher ve cisimde yer
alan şey anlamına gelir ki cismin ortaya koyduğu bir fiil olarak açıklanır[236].
Kümûn-zuhûr
teorisinde cisim, cisimden meydana gelen Allah’ın yaratmasıyla da ortaya çıkan
bir özelliğe sahiptir[237]. Bu
bağlamda Câhız hamurun, undan başka bir şey olmadığını savunur. Burada, tohumun
yarılmasıyla ortaya çıkan iki cismin, tekrar parçalara ayrılmak sûretiyle
buğday tanesini una, hamura ve ekmeğe dönüşümü söz konusudur. Ekmeğin gıda
olarak kullanılmasıyla birlikte dışkıya dönüşen bu gübre, daha sonra
hayvanların tüketimiyle ete ve kana çevrilir. Böylelikle buğday tanesi, insana
tekrar bakla, süt ve yağ olarak sunulur. Ashâbü’l-a„râza göre ise unun ortaya
çıkışında, buğday tanesinin tamamen yok olması etkilidir. Bu söylem Câhız
nezdinde buğday tanesinin içinde beyazlık ve unun olmadığını söylemekle aynı
mânâda değerlendirilir. Nitekim Ashâbü’l-kümûn da unun; buğday tanesinin rengi,
hacmi ve sertliğine aykırı olarak ortaya çıkamayacağını savunur. Dolayısıyla
beyazlık ve unun ortaya çıkabilmesi için buğday tanesinin yok olması
gerektiğini savunan Ashâbü’l-a„râzla, unun buğday tanesinden başka bir şey
olmadığını savunan Câhız’ın da içinde bulunduğu Ashâbü’l-kümûnun görüşleri
ihtilâflıdır[238].
Ashâbü’l-a„râzın
düşüncesinde, sütün kesilmesiyle ortaya çıkan peynir, sütten başka bir şey
olarak ele alınır. Böylece sonradan ortaya çıkan peynir, sütte mevcut olmayan
başka bir cismi tanımlar[239]. Oysa
kümûn taraftarlarına göre peynir, sütten başka bir şey değildir ve sütün
kesilmesiyle oluşur[240].
Neticede cisimlerin tek başına devamlı var olduğunu savunan Câhız, cisimlerin
var olduktan sonra yok olmasını imkânsız görür. Onun yokluktan kasdı, zıtlık
ifade eden fenâ hâlinin mevcut olmasıdır. Zirâ o, fenâ hâlinin mevcut olmadığı
sürece cisimlerin daima var olacağını belirtir. Bu bağlamda Câhız, cismin
parçalara ayrılmasını mümkün görür. Bu da cisimlerin, arazların yardımıyla
değişime uğrayarak parçalara ayrıldığını; ancak yok olmadığını gösterir[241].
Sabr
ağacının usâresinde acılığın, balda tatlığın mevcut oluşu eşyâdaki gizli
tabiata işaret eder. Zeytin ve susamdaki yağın sıkılarak, bedendeki kanın
yarılarak ortaya çıkması da kümûn hâlindeki gizli tabiatın zuhûr edişini
gösterir. Fakat Ashâbü’l-a‘râz, eşyâdaki tabiatı reddederek, onlardaki
özelliklerin sonradan yaratıldığını iddia eder. Bu yüzden de onlar, su
kırbasını ağır bulmalarına rağmen, kırbanın içindeki suyun kapağın açılması ve
suyun görülmesi ânında yaratıldığını savunurlar. Kezâ onlara göre siyah
boncuğun siyahlığı, karın beyazlığı, altının sarılığı ve baklanın yeşilliği de
insanın görmesi ânında ortaya çıkar[242].
Bu da arazların sürekli yaratıldığını savunan Ashâbü’l-a‘râz ile hareketin tek
araz olduğunu iddia eden Ashâbü’l-kümûnun temelde çeliştiği noktayı gösterir.
Ashâbü’l-a‘râzdan
olan Dırâr b. Amr’ın fikrî siteminde insandaki kan, görme ânında ortaya çıkar.
Bu noktadan hareketle de sağlıklı bir gözün görmeyi gerektirmeyeceğini savunur.
Cehm b. Safvân da (ö. 128/745)
ateşte ısıtma, karda soğutma özelliğinin
bulunmadığını
ve Allah’ın, onlardaki bu özellikleri kendilerine dokunma ânında verdiğini
(yarattığını) belirtir. Bu yüzden de Cehm, insanın aldığı bir gıdadan dolayı
beslenmiş ya da zehirlenmiş olmasını, insanın yemesi ânında Allah’ın söz konusu
gıdadaki özellikleri yaratmasıyla ilişkilendirir. Nitekim o, insanda idrâk etme
özelliğinin bulunmadığını, idrâkin Allah tarafından bir şeyi anlama ânında
yaratıldığını da söyler[243].
Câhız’a
göre taşın yumurtaya vurulmasıyla ortaya çıkan koku, yumurtanın içinde
gizlidir. Çünkü yumurtadan içinde bulunmayan bir şey çıkmaz. Ashâbü’l-a„râz
taraftarlarından Dırâr b. Amr’a göre ise koku, taşın yumurtaya vurulması ânında
var olur[244]. Bu
noktada Câhız, herhangi bir nesnede hareketin ilk ilkesi olarak kabul ettiği
tabiata işaret ederek kırılma eyleminin, yumurtadaki gizli tabiatı ortaya
çıkardığını belirtir. Dolayısıyla yumurtanın içinde mevcut olan koku, eyleme
dönük olan hareketin etkisiyle bir cisim olarak varlık sahasına çıkabilmektedir[245].
Bu
bilgilerden hareketle cevher ve arazlardan oluşan cisimlerin, Allah tarafından
yaratıldığını kabul eden Ashâbü’l-a‘râz ve Ashâbü’l-kümûn taraftarlarının
ihtilâf ettiği noktanın “yaratma” keyfiyeti üzerinde olduğunu
söyleyebiliriz. Zirâ Ashâbü’l-a‘râza göre cevherler, her an var ve yok olarak
cisimleri oluşturur. Böylece arazların cevher ve cisimler gibi her an
yenilenmesi söz konusu olur. Dolayısıyla onlar, belli bir tabiata sahip olan
sert cismin varlığını kabul etmezler. Zirâ sertliğin dokunma, renklerin de
bakma ânında yaratıldığını savunurlar. Bu anlayış, cevher ve arazların sürekli
yaratılarak mevcûdâtın oluştuğu bir yaratma şeklini ortaya koyar.
Ashâbü’l-kümûna göre ise mevcûdât, Allah’ın nesnede yarattığı tabiat sebebiyle
ortaya çıkar. Burada tek araz olarak belirlenen hareketin, cisimleri tabiî
değişikliğe uğratmasından söz edilir.
Ashâbü’l-a„râza
göre çakmak taşından kıvılcım çıkartmak amacıyla kullanılan demir parçasında gizli
bir ateş yoktur. Kümûn taraftarları ise ateşin odunun tamamında yer aldığını,
odunun bir kısmında çıkan ateşin diğer kısımlara sürtünmek sûretiyle gizli
ateşleri ortaya çıkardığını savunur. Böylelikle odunda gizli olan ateşin engeli
de diğer kısımlara yayılmak sûretiyle ortadan kalkar. Ateşin hacminin odundan
daha büyük olduğunu; dolayısıyla odunda gizli bir ateşin olmadığını savunan
Ashâbü’l-a„râza göre ise ısınma, iki odun parçasının sürtünmesiyle şu şekilde
gerçekleşir: Havanın parçaları tarafından kuşatılan iki odun parçası,
aralarındaki hava parçasını ısıtmak sûretiyle diğer hava parçalarını ısıtıcı
hâle getirir. Böylece birbirini takip eden hava parçaları ortaya çıkar.
Neticede incelerek kuruyan hava parçaları arasında tutuşma meydana gelir. Buradan
hareketle ortaya çıkan ateşin, dönüşen hava olduğu iddia edilerek ateşin
sönmesi, ortaya çıkan arazların yok olmasıyla irtibatlandırılır[246].
Neticede
Ashâbü’l-a„râz taraftarlarına göre sıcaklık odunda gizli değildir. Şâyet gizli
olsaydı odunun tutuşmasından evvel dokunularak onun hissedilmesi gerekirdi. Bu
iddiaya karşı ise Câhız, sıcaklığın zıttı olan soğukluktan kaynaklanan bir
engel dolayısıyla hissedilmediğini savunur. Bu noktada odunun tutuşmasından
önce sıcaklığın dokunularak hissedilmesinin mümkün olmadığını belirtir. Zirâ
Câhız, tat, renk ve kokuyu sıcaklığı bozmayan unsurlar olarak kabul eder.
Nitekim soğukluk, sıcaklığa mâni olan bir etkendir. Bu bağlamda soğukluğun
hâkim olduğu odunda, dokunduğumuz anda yakıcılığı hissetmememiz, sıcaklığın bu duyuma
engel olmasıyla irtibatlı olarak açıklanır. Nitekim yanma işlemi de soğukluğun
ortadan kalkarak sıcaklığın onun yerine geçmesiyle gerçekleşir[247].
Ashâbü’l-a‘râza
göre havanın özü, ince sıcak bir atom olarak değişimi ve dönüşümü süratli kabul
eder. Havanın ateşe ve ateşin tekrar havaya dönmesi de yok olan arazların
dönüşümüyle açıklanır. Burada havanın ateşten sonra tekrar ilk aslına dönmesi,
kendisine bitişmiş olan arazların yok olmasıyla gerçekleşir. Ayrıca ateşin yok
olmasıyla havanın, suya dönüşmesi de mevzû bahis olur. Neticede birbirine zıt
olan su ve ateş unsurlarının tedricî bir tarzda dönüşme şekilleri, havanın
suya, suyun da toprağa dönüştüğü bir düzende ele alınır. Bu bağlamda suyun
zıttı olan ateşin, arada hava olmadan suya dönüşmesi mümkün değildir. Çünkü her
cevherin bir mukaddimesi vardır ve cevherler; öncesinde başka bir şeyken
sonrasında başka bir şeye dönüşebilir[248].
Bu noktada arazların süratli dönüştüğüne; dolayısıyla da her an
yaratıldıklarına işaret edilir.
Yukarıda
görüldüğü üzere Ashâbü’l-a‘râzın düşünce sisteminde, incelik yaşlık
münâsebetinden dolayı havanın süratle suya dönüşümü fikri yatar. Oysa havanın
suya karışması Ashâbü’l-kümûndan olan Câhız’a göre bir kamışın içinden havayla
çekilen suya benzer. Zirâ su, akıcı ve incedir. Bu sebepten suyun rengi, kabın
miktarına ve yerin derinliğine göre yeşil, beyaz ve siyah gibi farklı renklerde
algılanır. Dolayısıyla hava ve su, sıcaklıkla-soğukluğu,
bozuklukla-elverişliliği süratle kabul etme hususunda birbirlerine benzer. Her
şeyin özü olan su da, içinde bulunduğu çeşitli kuvvetlere elverişli olarak
yağa, sirkeye, kana ve süte dönüşme özelliğine sahiptir. Bu noktada su, bedende
çözünen bir kuvvet olarak da tanımlanır[249].
Ashâbü’l-a„râz
ile Ashâbü’l-kümûnun ihtilâf ettiği noktayı şöyle açıklayabiliriz;
Ashâbü’l-a„râz görünen ateşi, dönüşen hava olarak niteler. Bu noktada hava;
ateşe ve suya yakın olmakla birlikte ikisi arasında bir engeli temsil eder[250].
Ashâbü’l-kümûna göre ise hava, ateş, su ve kül; odunun içindeki müstakil
yerleri işgal eder. Burada ateş, su engelinden dolayı açığa çıkmaz[251].
Ashâbü’l-a„râza göre ise ateş bir yerden gelerek nesnelerde işlevini
gerçekleştirir[252]. Fakat
Ashâbü’l-kümûn nezdinde nesnelerde gizli olan ateşin ortaya çıkışı, zıttının
yok olmasıyla irtibatlıdır[253]. Zirâ
kümûn taraftarları, tevhîd esasına bağlı kalarak Allah tarafından cisimlere,
birbirine zıt tabiatların verildiğini savunur[254].
Buradan kasıt, odunda gizli olan ateşin, zıttı olan ıslaklık arazını nefyederek
ortaya çıkmasıdır. Diğer bir ifadeyle ateşin ortaya çıkması, ateşin engelinin
yok olmasıyla irtibatlıdır. Zirâ cisim, engelinin ortadan kalkmasıyla varlık
sahasına çıkar. Bu bağlamda Nazzâm hamamda insana ârız olan bayılmanın,
insandaki gizli sıcaklığı harekete geçirerek ortaya çıktığını söyler. Burada
insan bedenindeki gizli sıcaklığın engeli, hamamdaki sıcaklığın etkisiyle
ortadan kalkar ve bedene tesir ederek bayılma durumunu ortaya çıkarır. Kezâ
elin sıcak suyla olan irtibatı da soğuk suyla ortadan kalkar. Burada da
meşguliyetin irtibatı, zıddı olan şeye döner[255].
Bu
konuyla irtibatlı olarak Câhız, Nazzâm’dan alıntı yaptığı başka bir örneğe
eserinde yer verir. Burada yılanın bedeninde mevcut olan zehrin öldürücü
olmadığına dikkat çekilerek insan bedeninin zehirleniş biçimi anlatılır.
Nazzâm’a göre yılanın zehri, zehir bulunmayan bir bedene ârız olduğunda
etkisini göstermez. Ancak yılanın zehri, herhangi bir zehire sahip olan başka
bir bedene ârız olduğunda etkisini gösterir. Bu noktada bir zehrin, zıttı olan
başka bir zehirle bir bedende karşılaşma durumu ortaya çıkar. Neticede zıtların
karşılaşma durumunun, bedenin zehirlenmesinde etkili olduğu belirtilir. Bu
süreç şöyle izah edilir: Birbirine zıt olan zehirlerden biri diğerinin engelini
ortadan kaldırmakta; böylelikle yılanın zehrini engelleyen şey, insan bedenindeki
gizli zehir olmaktadır. Gizli zehrin ortaya çıkışıyla da beden, zehirlenme
etkisine mârûz kalarak zarar görmektedir. Netice itibariyle insan bedeni,
bedenin kendisinde mevcut olan gizli bir zehrin ortaya çıkmasıyla zarar
görmektedir. Yılanın zehri ise sadece bedendeki gizli zehrin ortaya çıkmasına
sebep olan bir etken olarak işlev görür[256].
Kümûn
taraftarlarına göre her nesnede ateşin ortaya çıkışı farklıdır. Nitekim bazı
ağaçlar, ateşin ortaya çıkmasından sonra devam eden korlara; bazıları da lif
yerlerinin sert olmasından dolayı yanmama ya da süratle sönme özelliğine
sahiptir. Dolayısıyla gizli ateşin miktarı, ateşin engellerinin zayıf olup
olmamasıyla irtibatlıdır. Kezâ gemilerde taşınan Hint Ardıcı gibi ağaç
türlerinin, dalgaların hareketiyle birbirine sürtünerek tutuşması da gizli
ateşin engellerinin zayıf olduğunu gösterir. Taşların birbirine sürtünmesiyle
ortaya çıkmayan ateş de taşın sahip olduğu tabiat itibariyle engellerinin fazla
olduğunu gösterir. Odunun yanma miktarına göre kömür hâlini alması ise, ateşin
farklı zamanlarda kullanılmasına neden olan bir tabiata bürünür. Burada ateşten
bir parça olarak geriye kalan kömürdeki ateşin, ufak bir tutuşmayla ortaya
çıkmasından bahsedilir[257].
“Yakmakta
olduğunuz ateşi gördünüz mü? Onun ağacını siz mi yarattınız yoksa biz mi
yarattık?”[258]
meâlindeki âyeti kümûn taraftarları, zıt unsurların bir araya getirilerek
yaratıldığı düşüncesinden hareketle yorumlar. Onlara göre söz konusu âyet,
Allah’ın yaratma kudretini vurgulamaktan çok; su ve ateş gibi zıt unsurların
nesnelerde bir arada bulunuşuna işaret eder. Nesnelerin içerisinde mevcut
olduğuna inandıkları tabiatı, bu noktada zıt unsurların ortaya çıkış
şekilleriyle irtibatlı olarak açıklarlar. Bu âyeti cisimlerde belli bir
tabiatın olmadığını savunan Cehm b. Safvân ise şu şekilde yorumlar: Âyet,
odunun sürtünerek yakılmasındaki yaratma kudretini; dolayısıyla zıt unsurların
yaratma ânında birleştirildiğini anlatır[259].
“Allah yeşil ağaçtan sizin için bir ateş çıkarandır. Siz ateşi, ondan çakıp
yakıyorsunuz.”[260] meâlindeki
âyeti de Ca'd b. Dirhem’le (ö. 124/742) birlikte şu şekilde açıklar: Herhangi
bir tabiata sahip olmayan cisimlerin arazları, yaratma ânında ibtidâen ortaya
çıkar. Nesnelerdeki tabiatı inkâr eden bu görüş, Câhız tarafından eleştirilir.
Ona göre söz konusu âyete dâir nakledilen bu görüşler, yeşil ve kuru ağacın
yaratılması arasındaki farkı ortaya çıkarmaz. Dolaysıyla yaşlık üzerine
zikredilen yeşilliğin mânâsı, yapmış oldukları açıklamalarla gereksiz hâle
getirilir[261].
Câhız’ın bu eleştiri şekli, Ashabu’l kumûnun yaratma şeklini ortaya koyar. Zirâ
bu yaratma şeklinde su ve ateş gibi zıt unsurların bir arada gizlenerek ortaya
çıkması söz konusudur ki, bu da İlâhî kudretle irtibatlı olarak açıklanır[262].
Yukarıda
naklettiğimiz bilgilerde âdet teorisinin Dırâr b. Amr’dan önce Cehm b. Safvân’a
nispet edildiğine dikkat çekilir. Bu bakımdan âdet teorisini ilk savunan
kişinin Cehm b. Safvân olduğu söylenebilir. Bu teoriye göre nesnelerin
tabiatları inkâr edilir. Aksi takdirde Allah’ın varlığına olan ihtiyacın yok olacağı
düşünülür. Kümûn-zuhûr teorisine karşı öne sürülen bu teori, Sünnî ve
Mu„tezilî kelâmcılar tarafından, Allah’ın evren üzerinde müdâhalesinin
bulunmadığını iddia eden ateist ve tabiatçı gruplara karşı, Allah’ın eşyâyı her
an yaratmakta olduğunu savunur.
Câhız
nezdinde eşyâ, tabiat kanunlarının gereği olarak varlığını devam ettirir[263]. Zirâ
her bir cismin kendine özgü sâbit bir tabiatı vardır.[264]
Burada tabiat, nesneyi kuşatan varlığın temel özelliklerine işaret eder[265]. Bu
bağlamda Câhız, cisimlerin bir takım özel fiillere sahip olduğunu belirtir[266]. Yere
gömülen demirin tabiatında meydana gelen değişiklik, bir telin altın ya da
gümüş tabiatına dönüşmesinin imkânsızlığı bu durumu tanımlar[267]. Kezâ
taşın yumurtaya vurulmasıyla ortaya çıkan durum (koku), yumurtadaki gizli
tabiatın kırılma eylemiyle ortaya çıktığını gösterir[268].
Burada tabiattan kasd olunan herhangi bir nesnede bulunan hareketin ilk
ilkesidir. Eyleme dönük olan bu ilke, nesnenin kendisinde mevcut olmakla
birlikte, hareketin etkisiyle cisim olarak varlık sahasında tezâhür eder[269].
Netice
itibariyle eşyâda meydana gelen değişimler, âlemin yaratılması esnasında
eşyânın içine yerleştirilen bir tabiat sebebiyle meydana gelir. Şeyin sûretine
uygun düşen ve şeydeki hareketin sebebi olan tabiat ise değişimlerin düzenli
bir şekilde art arda gelişini ifade eden bir nazariye hâlini alır.[270]. Burada
tabiat, eşyânın varlık sahnesine gelişinin bir sistem üzere gerçekleştiğine
işaret eden belirli düzeni ifade eder[271].
Allah’ın yaratıcılığına, kudreti ve irâdesine delâlet eden bu yaratmayı
açıklama modelinde[272]
mevcûdât, Allah’ın nesnede yarattığı tabiat vasıtasıyla ortaya çıkar. Dinî
akîdeyi destekleyen bu nazariye, kümûn-zuhûr teorisi adı altında
kaynaklarda yerini alırken, şekil yönünden kümûn-zuhûru benimseyen diğer
tabiatçıların nazariyesinden ayrılır. Zirâ tabiatçılar, maddenin içinde saklı
olduğuna inandıkları tabiatın, nesnenin bi-zâtihi fâil konumunda, kendiliğinden
mekanik bir zarûretle ortaya çıktığını savunur. Câhız ise “İllet-i Ûlâ”dan
bahsetmek sûretiyle tabiatçılardan ayrılır[273].
O, nesnelerde gizli olan tabiatların ortaya çıkış şekillerini kümûn-zuhûr
teorisiyle şu şekilde açıklar: Kümûn hâlindeki bir şey nesneden, nesne
dışındaki bir fâilin irâde ve kudretiyle ortaya çıkar[274].
Bu noktada eşyâdaki tabiatı ortaya çıkaran fâil kuvveti Câhız, eşyâya konum
tâyin etme özelliğine sahip olan insan unsuruyla açıklar.
Cisimlerde
ne üzere yaratıldıklarına ve hangi yönde kullanıldıklarına dâir çeşitli
bilgiler bulunur. Bu bilgileri cisimler, çeşitli vasıtalarla tasarruf gücüne
sahip olan insana izhâr ederler. İnsan ise aklıyla istidlâl ederek cisimlerdeki
mânâları beyân eder. Dolayısıyla insanın öğrenebileceği bir takım mânâları
içeren cisimler beyân vasıtalarıyla bir açıklama tarzı olarak karşımıza çıkar.
Burada bir varlıkta müşâhede edilen renk solgunluğunun, varlığın kötü durumunu;
güzel bir görüntünün de iyi durumunu haber vermesi söz konusudur. Bu durum
Fâdıl b. Îsâ b. Ebân’ın hikâyelerinde ve Arap şiirlerinde şu şekilde ifade
edilir;
“Yere
sor; senin nehirlerini kim yardı, ağaçlarını kim dikti ve meyvelerini kim
topladı? Eğer konuşursa ibâre, konuşmazsa i„tibâr yoluyla cevap verir.” [275]
“İster düşman, ister arkadaş topluluğu
içinde ol,
Gözlerin, içinde bulunduğu rûh hâlini haber
verir”[276].
Âlemdeki
her şeyin kendi varlığı ile insana beyânda bulunduğunu gösteren ilk alıntıdaki
durum, hâlin beyânına işaret eder. İnsanın akıl yürütmesiyle anlamlandırılan bu
hâlin beyânı, i‘tibâr olarak isimlendirilir[277].
Çünkü yerin cevap vermediği bu durumda, insanın devreye girerek akıl yürütmesi
mevzû bahis olur ki; böylelikle hem âlemi gören hem de algılayan bir canlı
olarak insan, eşyâdaki beyânı ortaya çıkarır. İnsanın rûh hâlini ortaya koyan
şiirde ise bakışın, hâlin beyânına ortak olduğu ifade edilir. Şiirdeki insan bakışı,
insanın dostlarının ya da düşmanlarının içerisinde olduğunu beyân eder.
Dolayısıyla hikâye ve şiirdeki ortak nokta şudur; eşyâ üzerinde akıl yürüten
insan, eşyâdaki gizli anlamı açığa çıkarma özelliğine sahiptir.
Câhız’ın
üzerinde durduğu beyân teorisi, Allah’ın yarattığı açıklama özelliğine
işaret eder. Bu bağlamda kendisiyle mânâların anlaşıldığı beyân türlerini önce
“Lafız, Yazı, Akd ve İşaret” olmak üzere dörde ayırır. Daha sonra cismin
mevzû„u ve nasbından hareketle beş özellikte tamamlar. Bu noktada beyân,
şüpheyi ortadan kaldırmaya ve eksikliği gidermeye sebep olan bir açıklama tarzı
olarak ortaya çıkar[278]. Bu
bağlamda Câhız, insana konuşması için bir dil, düşünmesi için bir zihin,
yazabilmesi için de parmaklarının Allah tarafından hibe edildiğini söyler[279]. Burada
beyân türleriyle ortaya çıkan bilgilerin elde ediliş şekilleri incelenir. Zirâ
insan, lafız ve yazıyla diğer insanlarla iletişime geçme, akidle zihnindeki
problemleri çözme, işaretle eşyâdaki mânâları keşfetme imkânına sahiptir[280]
Câhız’a
göre delil beyânı, istidlâl yapanın (müstedill) kendiliğinden muktedir olarak
istidlâl etmediği bir delil çeşididir. Burada düşünen her kimse nezdinde,
içinde sakladığı delilin bilgisine ve kendisine konulan (tevdî edilen) ilginç
hikmetlere dâvet edici bir açıklama tarzı ortaya çıkar. Böylelikle cisimler,
mânâya işaret etmeleri yönünden konuşucu bir özelliğe sahip olarak varlık
sahasında yerlerini alır[281].
Cisimlerin,
bir takım özel fiillere sahip olarak varlık sahasına çıkması[282],
tabiatlarındaki yaratılış (fıtrî) durumunu gösterir[283].
Bu noktada tabiat, nesneyi kuşatan varlığın temel özelliklerine işaret eder[284]. Susuz
kalmış bir bitkinin rengindeki solukluktan hareketle onun suya ihtiyacı
olduğunu istidlâl eden insan, çiçeğin renginin parlak ve temiz oluşuyla da durumunun
iyiye gittiği bilgisine ulaşır. Bu bağlamda insana delil oluşu bakımından
çiçeğin taşıdığı bilgi türü de önem arz eder.
Câhız,
canlı ve cansız tüm varlık türlerinin hayatlarını idâme ettirebilecek bir
şekilde hikmet ve beyânlara sahip olarak yaratıldığını savunur. Onun nezdinde
bu yaratılış şekli, varlıkların taşımış oldukları bilgi türüne işaret eder.
Allah’ın yarattığı bu tabiat vasıtasıyla varlıklar, ihtiyaçlarını giderebilme
imkânıyla donatılmıştır. Herhangi bir eğitim ve öğretime tâbi tutulmadan ortaya
çıkarılan bilgi türleri[285],
varlığın dünyaya gelmesi ânında yaratılışında mevcut olan tabiatı tanımlayan
bir durumdur[286].
Allah’ın
varlığına işaret etme yönünden dağ, çakıl taşından daha büyük bir delil olma
özelliği taşımaz. Nitekim çakıl taşı da Allah’ın varlığına delil teşkil eden
başka bir varlığı tanımlar[287]. Burada
tabiatın şu tanımı karşımıza çıkar: Tabiat, cisimlerin içinde bulunan bir
kuvvettir ki cisim onunla kemâl noktasına erişir[288].
Kezâ Câhız nezdinde cisimlerin kemâl noktası, Allah’ın varlığına delil
oldukları noktadır. Zirâ cisimler, taşımış oldukları hikmetle kendilerini var
eden yaratıcıya işaret ederler. Böylelikle cisimler, şehâdetin doğruluğu
yönünden Allah’ın varlığına delil getiren bir konuma yükselirler[289].
Câhız’a
göre cismin yaratıldığı konum ve amaç, içindekinin delilidir. Dolayısıyla
cisim, kendisine dâvet ve işaret edicidir. Burada dilsiz cansızların, konuşan
canlı insanın beyânına ortak olduğu ifade edilir. Burada taşıdıkları hikmeti
göstermeleri ve Allah’ın varlığına delil olmaları hususunda konuşucu olan ve
insana bir takım haberler veren cansız varlıklar, bir uyarıcı özelliği taşır.
Fakat cismin işaret ettiği deliller, cismin durumunun doğru gözlemlenmesiyle
ortaya çıkar. Bu bağlamda Câhız, dilden bir imkânı ve akıldan bir delili
olduğuna inandığı beyânın beşinci türünü, cismin mevzû„u ve nasbı üzerinden
açıklamaya çalışır. Ona göre beşinci tür, hikmetin kısımlarından olup Allah’ın
emânet olarak sakladığı iki kısımdan birine işaret eder[290].
Bir
nesneyi bir yere yerleştirmek anlamına gelen “nasb” kelimesi[291] insanın
nesne üzerindeki müdâhalesini öne çıkarır. İnsan eliyle nesnenin bir yere tâyin
edildiği bu durumda cismin konumu, insanın fâil olma özelliğiyle ortaya çıkar.
Zirâ cansız cisimlerin içlerinde taşıdıkları gizli hikmetler, insan tarafından
keşfedilebilme özelliğine sahiptir. Allah’ın eşyâyı belli bir düzende
yarattığını ifade eden hikmet kavramı ise, insan elinin değmediği fizikî
dünyayı tanımlar. Cismin mevzû„unu da içeren bu düzenin gizliliği, insan elinde
açıklığa kavuşturulur. Böylelikle nesne, bitki, hayvan ve nesnenin kategorik
olarak sınıflandırıldığı bir mertebe ortaya çıkar ki bu kategori, insan
tarafından keşfedilir. Allah tarafından tâyin edilen bu kategorik düzen,
insanın istidlâlde bulunma gücüyle i‘tibâr yani olanın özelliklerini
açığa çıkarma (zuhûr) boyutuyla açıklığa kavuşur. Tam da bu noktada eşyâdaki
tabiatın insan eliyle ortaya çıktığı ve insanın nesnenin konumunu tâyin ettiği
beyânın beşinci türü ön plana çıkar.
Câhız
nezdinde âlemdeki her şey, kendi varlığıyla akıl yürüten insana beyânda
bulunur. Hâlin beyânını tanımlayan bu türde insan, eşyânın içindeki
hakikatlere, eşyânın konumu üzerinde akıl yürüterek nüfûz edebilir[292].
Allah’ın ibret alanların gözleri ve kulakları mukabilinde cisimlerde iki hikmet
yaratması da insan fıtratında düşünceler üretmesine sebep olur. Dolayısıyla
Allah, insanı düşünmeye, öğüt almaya, bilgilenmeye, vâkıf olmaya ve çabalamaya
teşvik eder[293].
Hikmetli
cisimler, kendisindeki hikmeti keşfetmek isteyen kimseye haber verici konumda
varlık sahasında yerini alır. Dolayısıyla cisimler, sessiz görünmesine rağmen
işaret ettiği mânâ yoluyla kendisini konuşturan kimseye, konuşucu pozisyonda
varlığını devam ettirir[294]. Bu
noktada delâletin ve şâhitliğin doğruluğuna işaret edici olarak kabul ettiği beyânın
beşinci unsurunu Câhız, burhânın açıklığı yönünden “yaratılan şey”
olarak tanımlar. Zirâ o, algılamayan, hissetmeyen, anlamayan, hareket etmeyen
cansız cisimlerde Allah’ın koyduğu bir takım delillerin var olduğunu söyler[295].
Câhız’a
göre Allah, hem dinî hem de dünyevî anlamda insana, muhtaç olacağı konularla
ilgili çeşitli meşguliyet alanları bırakmıştır. İnsanın temel ihtiyaçlarını
karşılayan bu meşguliyet alanları içerisinde şu gibi unsurlar yer alır:
Öğüterek hamur yapımında kullanması için tane, giymesi ve dokuması için hayvan
derisi, tedavisinde kullandığı ilâçları üretebilmesi için bitki. İnsanın dinî
ve dünyevî anlamda hareket alanını belirleyen bu yaratılış ilkesi, Allah’ın
eşyâda yarattığı hikmetle irtibatlıdır. Bir delil olarak insana sunulan bu
hikmet, istidlâlde bulunma yeteneğiyle, insanın eşyâdan faydalanabildiği duruma
dönüşür[296].
Câhız
nezdinde eşyâ, Allah tarafından çeşitli faydaları barındıracak şeklide varlık
sahasına çıkarılmıştır. Eşyânın faydalarından bahsetmeden önce faydaları, “lezzet
ve elem veren” olmak üzere ikiye ayıran Câhız, fayda ile zararın eşyâda bir
arada bir nimet olarak yaratıldığını savunur. Bu noktada akla düşen pay, eşyâda
faydalı yöne sevk eden unsuru ortaya çıkarmaktır. Eşyâ üzerinde aklın
fonksiyonerliğini gösteren bu söylemden hareketle o, insanı engelleyen ve
destekleyen şeylerin varlığından bahseder. Câhız bunları, keşfetme görevini
üstlenen aklın, kıyâs ve açık bir delille eşyâdaki nimeti ortaya
çıkarabileceğine işaret eder[297].
İnsanın
emrine musahhar kılınan her şey, Allah’ın delili ve burhânıdır[298].
Kâinâtta bulunan her şey de, faydalı ve zararlı olmak üzere çift yönlü
yaratılmıştır. Hayır ile şerrin bir arada bulunduğunu gösteren bu durum,
Allah’ın tedbîri dâhilinde gerçekleşen düzene işaret ederek[299]
insanı tefekküre sevkeder. Zirâ insan hayır ile şerri, tefekkürde bulunma
gücüyle ayırt eder. Böylelikle yeryüzündeki hikmetleri[300],
araştırma ve incelemeye dayalı olarak ortaya çıkarır. İlmin de ortaya çıkmasını
sağlayan bu süreç[301]
insanların, tabiatları gereği bilgiye duydukları ihtiyacı gösterir[302].
İnsan
zihni, istidlâl etmek sûretiyle cisme nüfûz edebilir. Bu noktada Câhız
insanları, tefekkür edip etmemeleri ve farklı tefekkür yöntemlerine sahip
olmaları yönünden inceler. Ona göre farklı düşüncelerin ortaya çıkmasının sebebi
işlerin farklı olmasından kaynaklanmaz. Çünkü işler, hakikatlerinde birbirinden
farklı değildir. Bilakis işler, Allah’ın varlığına işaret eden birleştirici bir
özelliğe sahiptir. Bu da kâinâttaki her şeyin insanı tefekküre sevkettiğini
gösterir. Fakat insanlar; nazarı ihmâl etmeleri, tefekkürü terk etmeleri,
mukaddimeleri ihlâl etmeleri ve sınırları belirlemekten gâfil olmaları
sebebiyle farklı düşüncelere meylederler. Böylelikle yaratılışı anlamayarak
yanlış bilgiye yönelirler. Bu noktada insanları, tefekkür edip etmemeleri ve
farklı tefekkür yöntemlerine sahip olmaları yönünden ayrı bir kategoride
değerlendiren Câhız, doğru tefekkür etmenin yönlerine dikkat çeker[303].
İşlerin,
duyulara yönelik açık ve akla yönelik gizli olmak üzere iki hükmü vardır[304]. Nesnelerin
tabiatları da bu hükümlere göre vazedilmiştir[305].
Cansız cisimlerin içinde barındırdıkları ince hikmetlerin bilinebilme
şekillerini ortaya koyan bu durumda[306]
insanın bilgi elde etme noktasında ihtiyaç duyduğu fonksiyonel organları öne
çıkar. Zirâ insan, nesneler hakkında beş duyu ve akıl vasıtasıyla istidlâl eder[307].
Böylelikle görme, işitme, koklama, tatma ve dokunmadan oluşan beş duyu ile[308] deveyi
bağlayan veya onun gitmesini engelleyen bir bağa benzetilen aklın[309] eşyâ
üzerinde bilgi elde etmedeki fonksiyonu öne çıkartılır.
İnsanda
bilgi üretmeye vesile olan organları tanımlayan Câhız, bu organlar arasında
şöyle bir ayrım yapar: El, göz ve kulağın; koklama ve tat almaya nazaran
bilgilenme noktasında daha fazla işlev gördüğünü[310];
bu bağlamda görme duyusunun faydalıyla zararlıyı ayırt edebilmede işlev
üstlendiğini belirtir[311].
İnsanın
zihninde bulunan düşünceleri bir hazineye, bu hazineyi dağıtan unsur olarak
belirlediği dili ise zihindeki düşünceleri tercüme eden bir tercümânâ benzeten
Câhız, dilin sahibini zarara uğratabileceği varsayımından hareketle aklın
fonksiyonuna dikkat çeker. Onun nezdinde zihin; insanın algıladığı duyulardan,
hayırdan, şerden, arzulardan ve onlardan çıkan birtakım bilgilerden oluşan bir
hazine şeklinde tanımlanır. Zihnin açığa çıkma durumu da kişinin, iyi ve kötü
şeyleri akıl vasıtasıyla ayırt ederek yansıtması şeklinde açıklanır[312]. Fakat
burada akılla bilinen olay ve olguların içyüzünün tamamen anlaşılamadığı
durumuna da dikkat çekilir[313]. Zirâ
Câhız nezdinde asıl idrâk edici olan unsur, “duyu” adı verilen
pencerelerle idrâk eden rûhtur[314]. Çünkü
akılla bilinen bilginin nasıl meydana geldiği bilinemez. Bu bağlamda Câhız şu
sözü nakleder:
“Ben,
işittiğimi biliyorum, ama nasıl işittiğimi anlayamıyorum. Görme keyfiyetinin
nasıl gerçekleştiğini anlayamıyorum.”[315]
Onun
bu görüşünden anlaşılıyor ki akıl, dış görmeyi sağlayan nesnelerin ve duyuların
aksine, iç görmenin bir vesilesi olarak ele alınır. Dolayısıyla akıl,
duyulardan daha yüksek mertebede kabul edilen bir delil konumunda
değerlendirilir. Bu bağlamda akla duyulardan daha fazla meyledilmesinin
gerekliliğine dikkat çeken Câhız, bu düşüncelerini şu şekilde ifade eder:
“Gözünün gördüğüne değil, aklının
gösterdiğine git.”[316]
“Yemin
olsun ki gözler hata eder, duyulara yalan karışır. Kesin hüküm zihin içindir.
Doğru bir aydınlanma ancak akıl sâyesindedir. Çünkü âzâların (organların)
yuları aklın elindedir. Akıl da duyuların ölçüsüdür.”[317]
Netice
itibariyle Câhız’a göre eşyâ hakkında elde edilen bilgi şu şekilde ortaya
çıkar: Gözler hata edebilir. Zirâ göz gördüğüne inanır. Akıl ise gizli olanı
görür. Bu bağlamda hükümler, zâhirî ve bâtınî hisler üzerinde iki şekilde
gerçekleşir. Akıl ve burhân bâtınî hisler üzerinde etkilidir. Çünkü gözler
yanlış görebilir, hislere de yalan karışabilir. Neticede son hüküm zihindedir.
Zirâ zihin, açık ve doğru olanı görür. Beş duyuya bağlı olarak akıl da
duyuların yardımıyla açık ve doğru olanı idrâk eder[318].
Hakikatin
her zaman görüldüğü gibi olmadığı, gözün de yanılabileceği düşüncesini
yansıttığı bu ifadeleriyle Câhız, görünenden hareketle yapılan genel kıyâsın
yanlışlığına dikkat çeker. Zirâ kıyâsın yanlışlığı, cevherdeki gerçek bilgiden
uzaklaştırarak gözün gördüğünü kabule meylettirir. Ateşin ve ışığın renginin
beyaz olmasına rağmen kırmızı renkte algılanması da gözde ârız olan bir
nedenden dolayı ortaya çıkar[319]. Bu
noktada Câhız odunun kuru ve yaş olmasına bağlı olarak ateşin renginin sarı ya
da yeşil görülmesinin de mümkün olduğunu belirtir. Dolayısıyla renklerin
farklılığını; odunun cinsi, yağı ve dumanın miktarına göre ortaya çıktığını
söyler. Gazdan çıkan ateşin; mavi, siyah ve beyaz gibi farklı renklerde
algılanmasının sebebi de budur[320]. Nitekim
güneşin sarı ya da kırmızı renkte algılanması da, güneşle gören kişi arasına
giren mesafe, toz, duman ve bulut gibi engellerden kaynaklanır. Ayrıca güneşin
ve ayın da çıplak bir gözle beyaz görüldüğüne dikkat çeken Câhız, neticede
duyuların; dumanın, güneşin ve ayın etkisiyle siyah ve beyazı, kırmızı renkte
algıladığını vurgular[321].
Cisimdeki
özün görme duyusuyla algılanamadığını gösteren yukarıdaki örneklerden hareketle
Câhız’ın da içinde bulunduğu kümûn taraftarları, cismin unsurlarının cisimde
gizli olduğunu savunur. Ateşin odunda, kanın insanda, yağın zeytinde gizli
olduğunu savunan bu düşünce şeklinde[322]
tabiat, cismi kuşatan ve cisimde mevcut olan varlığın temel özelliklerine
işaret eder[323]; fakat
duyularla algılanamaz[324]. Bu
bağlamda Nazzâm da gözün, nesnenin zâhirîndeki bilgiyi algıladığını; fakat
nesnedeki gizli hakikatleri bilemediğini nakleder. Zirâ o, ateşin kuru olduğunu
iddia eden Ashâbü’l-a„râz ’ı da görünmemiş illetleri düşünmedikleri için
eleştiriye tâbi tutar[325].
Câhız,
insanın amel gücüne vurgu yapmak sûretiyle odunda gizli olan ateşin ortaya
çıkış şeklini izâha çalışır. Ona göre yanma hâli, odunda kuvve olarak
mevcuttur. Gizli olan ateş bu noktada insanın ameline ihtiyaç duyar. Zirâ o,
iki odun parçasını birbirine sürten insanın kümûn hâlindeki ateşi cevheri
itibariyle ortaya çıkarabileceğini savunur[326].
Bu bağlamda insana düşen pay, nesnelere müdâhalede bulunmak sûretiyle tabiatlarını
ortaya çıkarmaktır. Allah ile insanın eşyâ üzerindeki ortak fiilini gösteren bu
durum, Câhız nezdinde kümûn-zuhûr teorisiyle ortaya konur. Böylelikle
nesnelerde gizli olan tabiatları da içine alan bir tabiat felsefesine dönüşür.
Her
türün ortaya çıkış şekillerini insan fiiliyle irtibatlı olarak açıklayan
Ashâbü’l- kümûn nezdinde ateş, iki odun parçasının sürtünmesiyle, süt yağın
yayıklanarak karıştırılmasıyla, peynir ise sütün kesilmesiyle ortaya çıkar.
Nitekim bitkilerin kümûn hâlinde bulunan şifâ verici özellikleri de insan
tarafından ortaya çıkartılır. Diğer bir ifadeyle ilâcın ortaya çıkışı insanın
gerçekleştirdiği işlemlerle irtibatlıdır. Zirâ insan, çam reçinesindeki katranı
ve reçine ağacındaki zifti, kesme ve kabuklarını soyma işlemleriyle ortaya
çıkarır. Ateşin etkisiyle katran ve ziftten çıkarılan su, insan elinde ilâç
olarak kullanıma hazır damla hâlini alır. Altını ve gümüşü de incelterek,
keserek, akıtarak ve kalıba dökerek toz hâline getiren insan, neticede eşyâ
üzerinde fail olma özelliğini kazanır[327].
Âletler
vasıtasıyla fâil olma özelliği taşıyan insan, birbirine zıt unsurları da bir
araya getirebilme imkânına sahiptir. Bu noktada Câhız, kuru toprağı suyla
yoğuran ve ateşte pişiren çömlekçinin eylemlerini açıklamaya çalışır. Bu hususta
çömleği yoğurma eylemini insana; yaratma eylemini de Allah’a vermek sûretiyle
insanın, eşyâ üzerindeki tasarruf gücünü ortaya koyar. Yoğrularak yaş hâle
getirilen toprağın, ateşte pişirilerek çömlek hâlini alması; insanın farklı
unsurları bir araya getirerek fâil olma özelliğini kazandığı durumu tanımlar[328].
Netice
itibariyle Allah tarafından insana; akıl ve istitâatla tasarrufta bulunma
kabiliyeti ile çeşitli şeyleri evirip çevirerek fiilde bulunma özelliği
verilmiştir. Aklı ve kudretiyle eşyâ üzerinde tecrübe sahibi olan insan
böylelikle tecrübeler elde ederek kendisine kapalı olan pek çok şeyi anlaşılır
hâle getirir. Bu da Allah’ın insanı kudret sahibi kıldığı[329]
ve istidlâl etme yeteneğiyle yarattığı durumu, insanın eşyâdan faydalanabildiği
duruma dönüştürür[330]. Bu ise
insanın, akıl yürüterek eşyânın içindeki hakikatlere nüfûz ettiği ve eşyâya
konum tâyin ettiği özelliğine işaret eder[331].
Fizikî
Âlemde Tabiat Kanunları
Câhız
nezdinde âlem, bitki ve hayvan türleriyle insanın menfaatine hizmet eden bir
yere tekabül eder. Bu yerde mevcut olan düzenin bir kısmı, diğer bir kısmıyla
irtibatlı olarak varlığını devam ettirir[332].
Âlemin düzenini ifade eden kanunlara ise tabiat kanunları denir[333]. Câhız’a
göre tabiat kanunlarında genel bir kıyâs yapabilmek için tabiat, âdet, garip
tabiat, genel tabiat, mümkin, mümteni gibi kavramların tanımlanması gerekir[334]. Tabiat
kanunlarına aykırı olan her şey, tabiata da muhâliftir[335].
Bu noktada tabiat, tecrübe ve tekrar ile âdete benzetilir[336].
Zirâ tabiat, “alışkanlık” mânâsında da kullanılır[337].
Bu da tabiatın ve âdetin neticesinin aynı hâle geldiğini gösterir[338]. Burada
bir varlığın ayrılmaz vasfı olarak tabiatın tekrarlanmasıyla âdetin
gerçekleştiği durumdan bahsedilir. Eşyâ sahip olduğu âdeti, tekrar etme
özelliğiyle kazanır. Eşyânın tabiatı hâline gelen bu tekerrür hâli de eşyâdan
ayrılmayan ayırt edici bir vasfa bürünür. Tekerrür etmek sûretiyle ortaya çıkan
bir hâl olarak âdet de bu noktada tabiatla aynı anlama gelir. Böylelikle ateşin
ısıtma özelliği tabiaten; ateşin demiri ısıtıcı hâle getirme durumu ise âdeten
ortaya çıkmış olur.
Câhız’a
göre med ve cezire bağlı olarak ayda görülen değişiklikler, Allah’ın
oluşturduğu düzene delil teşkil eder. Ancak balıkların sadece ramazan ayının
belli bir gününde cumartesileri kıyıya vurmuş olması, tabiat kanunlarını aşan,
âdetin dışında gerçekleşen bir olaya işaret eder. Dolayısıyla bu durum,
peygamberin haberinin doğruluğuna işaret eden bir delil olarak değerlendirilir.
Nitekim Cuma ya da Pazar günü belli bir vakitte bir kuşun gönderilişi de, tabiat
kanunlarına aykırı olması hasebiyle, peygamberlik alâmetini gösteren bir başka
mûcizeyi temsil eder[339]. Bu
bağlamda Câhız tabiatı, alışılagelenin dışına çıkan hârikulâdenin karşıtı
olarak kullanır[340].
Âlemde
tek tük olaylara tekabül eden ve nâdir şeyleri tanımlayan tabiat olaylarından
hareketle Câhız, âlemde birbirine benzeyen ve benzemeyen şeylerin varlığından
bahseder[341]. Bu
bağlamda mümkinleri var olmaya devam eden ve olmak üzere olanlar şeklinde ikiye
ayırır.
Daha sonra mümteniyi (imkânsız olanı) de ikiye ayırarak ayırt edici
özelliklerini tanımlar. Ona göre bir kısım imkânsız varlıklar, ortadan
kaldırılması mümkün olan bir ilet sebebiyle imkânsızdır. O illetin ortadan
kaldırılmasıyla mümteni, mümkin hâle gelir. Diğer imkânsız varlıklar ise sebebi
ortadan kaldırılması mümkün olmayan bir sebepten dolayı imkânsızdır. İşte bu
noktada Câhız, sebebi ortadan kaldırılması mümkün olmayan sebeplerin
diğerlerinden ayırt edilmesinin gereğine dikkat çeker. Mümkin ve mümteninin
sebeplerinin ortadan kaldırılmasının imkânı ya da imkânsızlığını bilmek de ayrı
bir önemi hâizdir. Çünkü onun nezdinde illeti, bir şeyin cinsi veya kendisi
olan mümkin ile mümteninin sebeplerinin bilinmesi, bir şeyi imkânlı ya da
imkânsız kılmada etkilidir. Câhız, illetin kaldırılmasının imkânı ya da imkânsızlığını
bilmeden, şeyler üzerinde verilen hükümlerin yanlış olacağını belirtir. Mümteni
ile muhâl arasındaki fark da, Allah ve yaratıklar arasında neyin muhâl olduğunu
ayırt etmekle ortaya çıkar[342].
Ârızî
olanları ayırmak sûretiyle genel bir düzenin var olduğu düşüncesini benimseyen
Câhız, tabiatta meydana gelen bazı engelleyici sebeplerin, genel tabiat
kanunları dışına çıkmak sûretiyle canlı ve cansız tüm varlıklarda tezâhür
edebileceğine inanır. Bu bağlamda genel düzene vurgu yapan Câhız’ın, genel düzen
dışında cereyân eden olayları, nedensellik ilkesine bağlı olarak,
tesâdüfîlikten uzak bir anlatımla açıkladığı görülür[343].
Câhız’a
göre tabiat, maddede Allah tarafından vaz edilen bir takım kanunlar gereği
yürümektedir. Bu kanunlar içinde yer alan sebeplilik (illiyet) kanunu gereği
ilkeler, dalların köklere bağlı oluşu gibi belli bir düzende işlemektedir. Her
şeyin sonunun bağlı olduğu bir kökün var olduğu düşüncesinden hareketle Câhız
sebeplilik kanununu, kölelerin efendilerine tâbi oluşuna benzetir. Burada
âlemin işleyişinin birtakım benzerlikler içerisinde ele alır . Bu benzerlik
içerisinde varlıkların bir kısmı, diğer bir kısmının sebebi olarak
değerlendirilir. Böylelikle yağmur bulutun, bulut da suyun sebebi; tane
çekirdeğin, ekin de tanenin sebebi olur. Kezâ mısır koçanı mısır bitkisini,
mısır bitkisi de mısır tanesini meydana getirirken tavuk yumurtanın, yumurta da
tavuğun sebebi olur. İnsanın insandan meydana gelmesi de bu sebeplilik kanunu
içerisinde değerlendirilir[344]. Fakat
buradaki eşyânın oluşumu, tabiattan kaynaklanan bir zorunluluk sebebiyle
gerçekleşmez. Zirâ ona göre varlıkların ortaya çıkışı, yaratıcının belirlediği
kurallar dâhilinde gerçekleşir[345]. Bu
noktada materyalizmin tabiatçı anlayışından ayrılır. Bu anlayışta, tabiat ve
onunla irtibatlı olan her şeyin başlangıç ve sonuç itibariyle var oluşu söz
konusudur. Bu yüzden de söz konusu anlayışta tabiattaki her şey (varlıklar ve
olaylar), sebep sonuç arasındaki zorunlu ilişkiyle açıklanır[346].
Metafiziği
reddeden Tabiatçı Felsefede tabiat, duyularla müşâhede edilen, gözlemlenecek ve
tecrübe edilecek şekilde birbiriyle irtibatlı olan, maddî varlıklardan oluşan
gerçeklik demektir. Varlık olgularının tamamını tabiata ircâ etmek sûretiyle
tefsir eden bu felsefeye göre tabiat varlıkları, bizzât kendileri müessir
konumda iş görmekte; böylelikle tabiat, kendiliğinden fâil bir illet olarak
kendi kendine yeten bir özelliğe sahip olmaktadır. Evrenin kendi kendine var
olduğunu iddia eden Tabiatçılara karşı teistler varlığı, fizik ve metafizikten
hareketle izah ederler[347].
Metafizik, mahsûsât âleminin, yani “fizik kevn” in ötesinde olan gerçeklik
tabakasıdır. Tabiatın ötesinde ve üstünde olan bu gerçeklik, müteâl, yani
kutsal olan bilgiye işaret eder. Bu bilgi, hakikatleri içinde barındıran bir
kesinlik ifade eder[348]. Tabiat
kanunlarının varlığından söz etmek ise, hem tabiat kanunlarını oluşturan ezelî
ebedî varlıktan hem de mükevvenâttan bahsetmeyi gerektirir. Dolayısıyla tabiat
kanunları, fâil kuvvet ile mevcûdât arasındaki ilişkiyi ifade eder[349]. Bu
bağlamda kelâmcılar, tabiatın deterministik kanunlarla kendi kendini idare
ettiği fikrini tutarlı bulmazlar. Bu nedenle de tabiatın kendi başına hareket
edemeyeceğini ve tabiat kanunlarının zorunlu değil, mümkün olduğunu söylerler[350].
Câhız,
tabiat kanunlarını münferid bir sistemle ele alır. Onun yaklaşımında tabiat
tanımıyla ilgili iki nokta dikkati çeker. Bunlardan biri onun varlıklardaki
tabiatı, varlıkların kendileri dışındaki fâil bir kuvvetle irtibatlandırmış
olması[351]; diğeri
ise âlemde mevcut olan tabiatların incelenişini, Allah’a ulaştıran bir vesile
kabul etmiş olmasıdır[352]. Buradan
kasdolunan göklerde ve yerde var olan her şeyin, Allah’ın varlığına işaret
edecek bilgileri bulundurmasıdır[353].
Dolayısıyla tabiat kanunları, hâlık ile mahlûk arasındaki ilişkiden hareketle
ele alınır. Zirâ Hâlık olan Allah, mahlûkâtın illet-i ûlâsı kabul edilir.
İllet-i ûlâ da vâz„-ı kavânîn olarak açıklanır[354].
Câhız
nezdinde susan ve konuşan canlı cansız her varlık türü, kendi yaratılışına
işaret eder. Böylece fazla ya da eksik, duran ya da hareket eden her varlığın
Allah’ın varlığına açık bir şekilde delil olduğu kabul edilir. Burada dikkat
edilmesi gereken nokta, Allah’ın varlığını gösteren cansız varlıktaki gizli
bilginin de işaretle konuşan canlı varlıktaki bilgiyle eş değerde görülmesidir.
Zirâ Câhız, susan varlığın Allah’ın varlığını göstermede konuştuğunu, delil
yönünden yabânî hayvanların da konuşmasının mümkün olduğunu belirtir[355]. Yabânî
hayvanların sahip olduğu özelliklerle yaratılışlarındaki bilgiye işaret edişi,
bilgiyi ve tabiatı oluşturan yaratıcıyı delillendirir[356].
Tabiatın
nizâmına işaret eden bu durum, eşyânın zâhirîne dâir bilgi sahibi olmayı
gerektirir. Tabiat kanunlarının toplamından ibaret olan tabiat nizâmı
böylelikle eşyânın fizikî özelliklerini konu edinir[357].
Fakat Câhız’a göre içinde bulunduğumuz dünyayı içine alan felek, insan
bedeninden daha fazla Allah’ın varlığını gösterici bir özelliğe sahip değildir.
Küçük varlıkların Allah’a delâlet etmeleri yönünden büyük varlıklar gibi
değerlendirildiği bu anlayışta en küçük hayvanın bile insana, Allah’ın
varlığına dâir en büyük delilleri takdîm ettiği belirtilir. En zarar verici
şeylerin de Allah’ın varlığına delil olma noktasında aynı değere sahip olduğu
bu perspektifte[358] tabiatın
nizâmı, sadece âlemin fizikî özellikleri içine almaz. Zirâ Câhız, âlemdeki
düzeni “hikmet” kavramıyla ilişkilendirir. Böylelikle âlemin tedbîrinden
de bahseden ve âlemin nizâmını da içine alan bir tabiat felsefesi ortaya
çıkar.
Câhız’a
göre her varlık türü, bir takım özelliklere sahip olarak hikmet üzerine bina
edilmiş bir yaratılışla varlık sahasına çıkmıştır. Bu yaratılış şekli
varlıklara, kendi mevcûdiyetini göstermek üzere Allah tarafından
yerleştirilmiştir. Âlemin yönetiminde de etkili olan bu tedbîr[359],
Allah’ın varlığına işaret eden delillerin, tabiat âleminden hareketle
bilinebileceğini gösterir[360]. Bu
noktada insana düşen pay, varlıklarda saklı bulunan özellikleri tefekkür ederek
ortaya çıkarmak ve hikmetli bilgilere ulaşmaktır[361].
Bu bağlamda Câhız, insanın âletlerle dâhi yapamayacağını belirttiği yaprağın
yaratılışını hikmet kavramıyla irtibatlı olarak inceler. Sert bir cisim olarak
kılıfında ve gövdesinde taşıdığı mânâyla yaprağın, bir yaratıcıya işaret
ettiğini belirtir. Ayrıca yaprağın damarla beslenmesini de sanata işaret eden
bir özellik olarak niteler. Sanatçı olmadan herhangi bir sanatın icrâ
edilemeyeceğini gösteren bu durum, yaprağın da bir yaratıcısı olduğu fikrine
ulaştırır[362].
İnsandaki güzel nağmelerin müzik âletine benzer özellikte bir düzene sahip
oluşu da, insan sesinin bir yaratıcı tarafından yaratıldığını gösterir[363].
Bir
sanat eseri olarak ele aldığı müzik âletinden hareketle sesin tabiî
özelliklerine değinen Câhız, sanatın tabiatı hikâye ettiğini, böylelikle hâlk
nezdinde icrâ edilen sanatın, tabiatın fiillerini temsil ettiğini savunur.
İnsanların tabiat fillerindeki hikmeti, şaşkınlıklarını gizleyemeyecek derecede
sanatlarına taşıması ve tabiatın güzelliklerini yansıtması bu duruma işaret
der. Câhız, sanat âletini icrâ eden sanatçıdan hareketle tabiattaki
güzellikleri yaratan bir sanatçının varlığına kıyasta bulunarak şu sözü
nakleder:
“Nasıl
ki bir âletin zayıflığı, o âleti yapan sanatçıyı zayıf gösteriyorsa, âlemdeki
güzelliklerin de âlemi yaratan varlığı üstün kılması gerekir.”[364]
Câhız’ın
yukarıda naklettiğimiz görüşünden anlaşılacağı üzere yaratılışın hikmeti, sanat
felsefesine işaret eder. Böylelikle sanatın, kullanıldığı bir hikmet ortaya
çıkar. Nitekim insanlar da sanatlarını kâinâta bakarak üretirler. Kezâ ağacın
gövde ve dallardan meydana geldiğini gören insan, çadırın sütûnunu ağacın gövdesiyle
irtibatlandırarak iplerle çadırlar inşâ etmeye başlar. Bu noktada Câhız, kadîm
filozofların “sanatın tabiatı hikâye ettiği” şeklinde bir söylem geliştirdiğine
dikkat çeker[365]. Eşyânın
olduğu gibi ortaya çıkarıldığı bu güzellik felsefesinde[366]
varlıklar, sanata işaret edici bir özellik taşımakla birlikte kültüre,
düzeltmeye, telkîne ve tedrîcî bir alıştırmaya sahip olmaksızın bu sanatları
icrâ eder. Bu ise Câhız nezdinde, varlıklarda yaratılan çeşitli kabiliyetlerin
bir tezâhürü olarak tanımlanır[367]. Bu noktada
sanat felsefesi, tabiatın taklîdine dayanır. Bu da tabiatın, zanaâtin zıttı
olarak kullanılan sanat ve hünere karşılık geldiğini gösterir. Burada da doğal
güzelliği ifade eden tabiatın, sanatla olan irtibatı ortaya konur[368].
Kâinâttaki düzeni ve güzelliği ürünlerine yansıtan insan ise tabiatın sanatla
olan ilişkisini yansıtır[369].
Tabiat
kanunlarından hareketle Allah’ın âlemdeki tedbîr ve nizâmı inşâ ettiğini
belirten Câhız, âlemin yaratıldığına dâir çeşitli deliller getirir. Bu bağlamda
evreni tüm malzemesiyle hazırlanmış bir eve benzetir. Göğün bir tavan, yerin
ise bir yay gibi uzatıldığını, yıldızların kandiller gibi dizilip cevherlerin
özlerinin nesnelerde bir hazine gibi depolandığını belirtir. Neticede evin
sahibinin olması gerektiği fikrinden mütevellid evrenin de bir sahibi olması
gerektiği fikrine çıkarımda bulunur[370].
Câhız’a
göre şüphecinin şifâ bulması ve inkârcının yaratıcıyı kabul etmesi için ilk
ibret alınması gereken şey, âlemin parçalarının bir araya getirilerek
düzenlendiği fikrinin kabul edilmiş olmasıdır. Bu bağlamda o, nesnelerin
herhangi bir sanat ve düzenlemeye sahip olmaksızın kendiliğinden meydana
geldiğini iddia eden kişileri, intizâmla döşenmiş bir eve kör olarak giren
kişilere benzetir. Gözleri perdelenmiş olan bu kişilerin, evin durumunu
görememelerinden dolayı kendileri için hazırlanmış olan şeylerin mânâlarını
anlayamadıklarını belirtir. Mânâlarını bilemedikleri için şeyleri (eşyâ)
kötülemeye başlayan bu kişileri, “zihinleri, varlıkların bilgilerini
anlayamadığı için şaşkın hâlde dolaşan kimseler” olarak niteler[371]. Burada
tabiat bilgisinden kasd olunan, eşyânın varlık sahnesine gelişinin bir sistem
üzere gerçekleştiğini gösteren belirli düzendir[372].
Câhız,
âlemi kötü bir mânâda tavsif eden Mennâniyye ve mülhidlerin yaratıcıyı imkânsız
görme sebeplerini, bilgisizlikle irtibatlandırır. Böylelikle inkârın sebebini,
bilgisizlik olarak addeder[373]. Ona
göre Mâni, herhangi bir şeyin yaratıklar içerisindeki yerini bilemediği için
şaşkınlıkla âlemi kötüleyerek yaratıkları cehâlete nispet eder. Âlemin
birbirine zıt iki asıl tarafından yönetildiğini iddia eden düalistler de âlemin
mühmel bırakıldığı ve tesâdüfen oluştuğu fikrini benimserler. Mülhidler ise
eşyâ üzerinde düşünmedikleri ve eşyânın mânâlarını anlayamadıkları için, hem
evrendeki düzeni hem de bu düzeni inşâ eden yaratıcı fikrini reddederler[374]. Bu
noktada Câhız, zararlı şeyleri Allah’ın, faydalı şeyleri ise şeytanın
yarattığını iddia eden Zerdüşt ve Maniheistleri şu şekilde eleştirir:
“Sebepleri
ve mânâları kavrayamamalarından dolayı doğru düşünemeyen bu iki grup, her şeyi
yalanlayarak varlıkların yaratılmış olduğu fikrini inkâr ederler. Onlara göre
her şey, Allah’ın bir sanatı ve takdiri olmaksızın tesâdüfen oluşur.”[375]
Yukarıda
naklettiğimiz görüşünden anlaşılacağı üzere Câhız, tabiat kanunlarından
hareketle Allah’ın âlemin düzenini inşâ ettiğini izâha çalışır[376].
Buradaki tabiat kavramıyla ise yer ve gök itibariyle farklılık arz eden kâinât
düzeninin tamamı ifade edilir. Buna evren mânâsında “kozmos” veya “kevn” denir376
[377]. Bu
bağlamda tabiat ilmi, kâinâtta meydana gelen tabiat olaylarını, tecrübe ve bir
takım kıyaslara dayanarak anlamaya ilişkin bir ilim dalı olarak tanımlanır[378].
Câhız,
ilim ve kudret sıfatını tabiata verenlere karşı “Allah’ın kanunları” anlamına
gelen “sünnetullah”tan bahseder[379]. Burada
sünnetullah, fizikî âlemde gözlemlenen devamlılık ve işleyişin tabiatın
kendisinden kaynaklanan bir zorunlukla gerçekleşmediği; Allah’ın sistematik
yaratmasından kaynaklandığı ve Allah irâde ederse bu işleyin değişebileceği
anlamlarını taşır[380]. Bu
bağlamda Câhız, tabiat kanunları ile Allah’ın kanunlarını aynı anlamda
kullanır. Dolayısıyla tabiat kanunlarının sebebini, Allah’ın yürüttüğü şekilde
devam eden bir yaratma şekli olarak tanımlar. Bu noktada tabiatçılara karşı
ilim ve kudret sıfatının, Allah’a ait olduğunu savunur[381].
İlk insan ve ilk tohumun Allah tarafından yaratıldığı bu anlayışta, insanın
insandan, bitkinin ya da ağacın tohumdan meydana gelişi, tabiat kanununun
gereği belli bir düzende ortaya çıkar. Burada Allah’ın canlı cansız her şeyi önce
bilkuvve hâlinde yaratması (kümûn); sonra da bilfiil varlık alanına çıkarması
(zuhûr) söz konusudur[382]. Bu
bağlamda Câhız’ın fizik ve metafizik âlem arasında bağ kurduğunu söyleyebiliriz[383].
Nesnedeki
tedbîr ve amacın sonradan ortaya çıktığını iddia eden Diogenes ve Epikür (M.Ö.
341-270) nezdinde tabiatta var olan şeyler, tabiata göre şekillenmekte;
dolayısıyla insanın eli ya da parmağının eksik ya da fazla oluşu, insanın bir
amaca göre yaratılmadığını bozuk yaratılışlı olduğunu göstermektedir. Bu bağlamda
her şeyin rastlantı sonucu gelişigüzel ortaya çıktığını savunan bu kişilere
karşı Aristo, insanın parmağının eksik ya da fazla oluşunu, tesâdüfî ve sürekli
olagelen işler dışında gerçekleşen istisnâî bir durum olarak tanımlamıştır. Bu
noktada insanın eksik yaratılışlı oluşunu, tabiata ârız olan ve tabiatta ortaya
çıkan tek tük olaylar şeklinde açıklamıştır. Zirâ o, gelişi güzel ve sürekli
cereyân eden olayların varlığı, tabiat dışında gerçekleşmeyeceğini savunur[384].
Câhız
ise insanın fazla ya da eksik yaratılışlı oluşunu, rahimde veya cenînin
hücrelerine ârız olan bir hastalıkla irtibatlı olarak açıklar. Sanatkârların
sanatlarında ortaya çıkan duruma kıyasla ustanın doğruyu yapmak isteyeceğini;
fakat âletlerindeki engelden dolayı bazı sorunların oluşabileceğine dikkat
çeker. O, yapmış olduğu bu benzetmeyle canlı türlerinin tek bir yönteme göre
oluştuğunu; ancak bir takım engellerin tabiat fiillerinde de ortaya
çıkabileceğini savunur. Yine de onun nezdinde bunların hepsini genele teşmîl
ederek tesâdüfen oluştuğunu söylemek yanlış bir tutumu gösterir[385].
Ortaya
çıkan ârızalardan dolayı hayvan yavrularının hastalıklı ya da uzuvları eksik
bir şekilde dünyaya gelmesi, Câhız’ı tabiattan kaynaklanan birtakım farklı
sebeplerin olduğu fikrine götürse de o, nesnelere verilen tabiatın bir takım
ârızalar sebebiyle yok olmasını, varlıkları tasarruf altında yöneten kudretle
izâha çalışır. Çünkü onun nezdinde tabiat, amacına ulaşma ve işlevini tamamlama
noktasında yaratıcının idare ve kudretine muhtaçtır[386].
Bu bağlamda o, tabiatta tekdüzeliğin olmadığını, değişik yöntemlere göre
oluşların meydana geldiğini savunur.
Netice
itibariyle Câhız’a göre tabiat, maddede Allah tarafından vaz edilen bir takım
kanunlar gereği yürür. Bu kanunlar içinde yer alan sebeplilik (illiyet) kanunu
gereği ilkeler, belli bir düzende işler. Burada âlemin işleyişini, birtakım
benzerlikler içerisinde ele alır. Bu benzerlik içerisinde varlıkların bir
kısmı, diğer bir kısmının sebebi olarak değerlendirilir[387].
Kezâ eşyânın oluşumu da yaratıcının belirlediği kurallar dâhilinde gerçekleşir[388]. Zirâ o,
tabiat kanunlarını aşan, âdetin dışında gerçekleşen olayları da Allah’ın
oluşturduğu düzenle irtibatlı olarak ele alır[389].
Dolayısıyla tabiatı, alışılagelenin dışına çıkan hârikulâdenin karşıtı olarak
da kullanır[390]. Burada
onun âdet ve tabiat kavramlarını, sonuçları itibariyle ikiz kavramlar olarak
değerlendirdiğini görürüz[391].
Neticede ârızi olanları ayırmak sûretiyle âlemde genel bir düzenin var olduğu
düşüncesini kabul eden Câhız’ın tabiat kavramıyla, genel düzene vurgu yaptığını,
genel düzen dışında cereyân eden olayları ise nedensellik ilkesine bağlı olarak
açıkladığını söyleyebiliriz[392].
Câhız,
gelişme özelliğine sahip olan canlı varlıkları önce hayvanlar ve bitkiler olmak
üzere ikili tasnife tâbi tutar. Daha sonra da bunları alt başlıklara ayırır[393]. Dünya
üzerindeki bitkileri dallı olan ağaçlar, dalsız olarak gövdeye dayanan necmler
(kabak gibi yere yatan bitkiler) ve lifli olarak kök salan kabaklar olmak üzere
üç gruba ayırır. Bitkileri tasnifledikten sonra alt başlıklara ayırmayan Câhız[394], yapmış
olduğu gruplandırmada dilcilere tâbi olduğunu belirtir[395].
Câhız
nezdinde âlem, bitki ve hayvan türleriyle insanın menfaatine hizmet eden bir
yere tekabül eder[396]. Bu
bağlamda insanlara, hayvanlara ve bitkilere dâir nakledilen her haberi inceleme
alanı yapar[397]. Bitki,
maden, hayvan ve eşyâdaki mevcut tabiatı; döneminin şartları çerçevesinde
modern çağda kullanılan ilmî yöntemlere benzer şekilde araştırır[398].
Bitkilere dâir yaygın olan hurâfelerin asılsızlığını da tecrübe yönteminden
hareketle ortaya koymaya çalışır[399].
Sedef otunun kokusundan yılanların hoşlanmadığına dâir duyduğu bir haberi,
yılanın başına ve burnuna koyduğu sedef otuyla teyid etmeye çalışır. Tecrübe
yönteminin hâkim olduğu bu tespit yönteminde, bu konudaki rivâyetin verdiği
bilginin aksi istikametinde bilgiye ulaşır[400].
Zehirlerin
ve ilâçların farklılığına dâir ayrı bir bahis açtığı Kitâbü’l-Hayevân
adlı eserinde zehirlerle ilgili çeşitli bilgilere yer verir. Burada akrepteki zehrin,
insan bedeninin tabiatına göre etkileyici olduğunu; dolayısıyla zehrin
etkisinin, miktarına, girmiş olduğu bedene, geceye ve gündüze göre
değişebileceğini nakleder. Bazı hayvanların da organlarını keserek bitkilerin
arasına defneden Câhız, bitkilerin hareketlerini gözlemler. Gerçekleştirdiği bu
tecrübede, zehir olarak kullandığı organların bitkiler üzerindeki etkisini
inceler[401].
Kırmızı
şebboy çiçeğinin geceleyin kapanıp gündüzleyin açılmasına dâir nakledilen bir
rivâyette; gece ve gündüzün tabiatının bu durumda etkili olduğu belirtilir. Bu
bilgiden hareketle Câhız çeşitli incelemelerde bulunur ve neticede şu bilgiye
ulaşır: Gündüz güneşinin tabiatı nesneleri eritirken gece soğuğunun tabiatı
nesneleri büzmektedir. Serdettiği bu görüşüyle Câhız, güneşin hareketin ve
havanın; bitkilerin tabiatı üzerindeki etkisine dikkat çeker. Bu noktada tabiat[402],
hareketin etkisiyle varlıklarda ortaya çıkan[403]
varlığın temel özelliklerine işaret eder[404].
Bu bağlamda bitkiler, bir takım özel fiillere sahiptir[405].
Câhız’a
göre insana dünyevî anlamda fayda sağlayacak bilgiler verilmiştir. Bu bilgiler
içinde yer alan şifâlı bitkilerden ilâç üretme bilgisi, çeşitli hastalıkların
tedavisinde kullanır. Nitekim Zirâatta kullanılan bitki çeşitleri de mevcuttur[406].
Yaratılan tanenin öğütülerek hamur yapılması da, insanın eşyâdan
faydalanabildiği yönü gösterir. Burada beslenmek amacıyla tanenin insana bir
delil olarak sunulduğu ve insanın istidlâlde bulunarak taneyi hamura
dönüştürdüğü görülür[407]. Bu
durum bitkideki belli özelliklerin, insanı beyâna sevk ettiğini gösterir.
İstidlâl eden bir varlığın, bitkiye bir konum tâyin ettiği bu noktada, bitki
çeşitli faydalarını insana sunar.
Netice
itibariyle Câhız, insanlara ve hayvanlara dâir yaptığı araştırmasını
derinleştirmesine rağmen bitkilere ilişkin olarak yaptığı araştırmasını geniş
tutmaz[408]. Bu
bağlamda bitkilerin tabiatlarındaki hareketi gözlemlemek amacıyla
gerçekleştirdiği bazı deneylerin varlığından söz edebiliriz. Nitekim Câhız’ın
eserlerinde oldukça az bir yere tekabül eden bu deneyimleri, bilginin elde
ediliş yöntemine dikkat çekmek amacıyladır. Ancak Câhız’ın sisteminde âlemdeki
her şeyin Allah’ın varlığına delil oluşu söz konusudur. Bu husus zamanla söz
konusu bitkileri de içine alan bir felsefeye dönüşür. Dolayısıyla Câhız,
bitkileri istidlâl eden insana bir delil olarak takdîm eder. Böylelikle
bitkinin faydaları itibariyle kullanıldığı bir yön ortaya çıkar. Bu da Allah’ın
belirlediği düzene işaret eder.
Câhız,
hayvanları; sürünen, yürüyen, uçan ve yüzen olmak üzere dörde; yürüyenleri de
insan, dört ayaklı hayvan, yırtıcı ve haşerât cinsinden olanlar şeklinde dört
gruba ayırır[409]. Bir
takım hikmetler üzerinde istidlâl edebilen insanı, diğer canlılara kıyasla
farklı bir konumda değerlendiren Câhız, hayvanları da kendilerine ilhâm edilen
bilgi türleriyle irtibatlı olarak inceleme konusu yapar. Ona göre hayvanların
tabiatlarına yerleştirilen bilgiler, korkaklık ve saldırganlık gibi sıfatlarla
anıldıkları temel özelliklerini belirler. Beslenme şekilleri, sahip oldukları
yaşam koşulları ve kendilerini tehlikeden koruma biçimleri de ilhâm edilen bu
bilgiye işaret eder[410]. Bu
noktada tabiat, varlığın dünyaya gelmesi ânında yaratılışında mevcut olan
bilgiyi tanımlar[411].
Düşünmeden
tabiatları gereği ihtiyaçlarını karşılayan hayvanlar, bir takım bilgilere sahip
olarak dünyaya gelir. Hayvanların duyumsaması da tabiatlarında var kılınan bu
bilgilerle irtibatlıdır. Kendilerine gelecek zararı ortadan kaldıracak ilginç
bir donanımla varlık sahasına çıkmaları ve çeşitli kabiliyetleri sergilemeleri,
varlıklarının fark etmelerine; dolayısıyla tabiatlarındaki bilgiyi ortaya
çıkarmalarını sağlar. Fakat hayvanlar bu bilgilere ancak yaratıcının merhameti
gereği güçleri miktarınca ulaşabilmektedir[412].
Örümceğe,
ipek böceğine ve arıya öğretilen ilginç sanat eserlerini inceleyen Câhız
hayvanların âcizliği gerektirecek bir yaratılışta olmadığını savunur. Kuşların
güzel bir şekilde ötmesini sağlayacak gagaya ve avını yakalayacak pençeye sahip
oluşunu, onların yaratıldığı ince sanatla irtibatlı olarak izah etmeye çalışır.
Neticede kuşun, kabiliyeti doğrultusunda serbest bırakıldığını söyler[413].
Eğitim
ve öğretime tâbi tutulmadan hayvanların sergiledikleri kabiliyetler, bilgiyi ve
tabiatı oluşturan yaratıcıya işaret eder. Karıncanın yeri delerek yiyeceğini taşıması,
yırtıcıların avını parçalayarak beslenmesi, güvercinin kum taneleriyle yuva
yapması; hayvanların hayatta kalmalarını sağlayacak çeşitli bilgilerle
donatıldığını gösterir. Allah’ın hayvanlarda hidâyet olarak yarattığı bu
bilgiler, hayvanların varlıklarını devam ettirmelerinde önemli bir yere
sahiptir. Akıldan yoksun olmalarına rağmen hayvanların Allah’ın tevdî ettiği bu
bilgilere boyun eğmiş olması da bunun yaratılış itibariyle tabiatlarında mevcut
olduğunu gösterir[414].
Câhız’a
göre hayvan tabiatı itibariyle ihtiyaç duyduğu şeylere yönelir. Bu durum
hayvandaki idrâkin tabiat sebebiyle ortaya çıktığını, hayvanda yaratılan
tabiatın insandaki aklın yerine geçtiğini gösterir. Bu durum şu şekilde ifade
edilir:
“Nasıl
ki akıl insana, faydasına ve zararına olan şeyleri, girmesi gereken yolu
gösteriyorsa; hayvanın sahip olduğu tabiat da onu, faydasına ve zararına olan
şeyler konusunda yönlendiriyor.”[415]
Câhız’ın
yukarıda serdettiğimiz satırlarında onun hayvandaki tabiatı, bilgi cihetinden
ele aldığı görülür. Nitekim onun sisteminde tabiat, varlıklar üzerinde etkili
olan bir mekanizmaya işaret eder. Bu bağlamda aklın insan üzerindeki
fonksiyonunu, tabiatın hayvan üzerindeki fonksiyonuna benzetir.
Sineğin
mandanın derisindeki kalınlığına rağmen deri altında, kanın mevcut olduğunu
bilmesi ve iğnesini kırmadan mandanın derisine batırması, Allah’ın sinekte
yarattığı tabiata işaret eder. Nitekim akrebin, sert bir bakır ibriğe iğnesini
telef etmeden sokması da Allah’ın akrepte yarattığı farklı bir tabiatı tanımlar[416]. Bu noktada
tabiat, bedeni yöneten kuvveti temsil eder[417].
Câhız,
kuşların akıl sahibi ve çıkardıkları bir takım seslerle konuşucu olduklarını
belirtir. Bu noktada kuşların sözlerini anlamsız bulan ve konuşmadıklarını
iddia eden kişileri tenkid eder. Bu durumu yabancı bir milletin dilini bilmeyen
kişinin, o milletin bir kelâma sahip olmadığını söylemesine benzetir. Oysaki
onun nezdinde bir dilin mânâlarının anlaşılamamış olması, o milletin herhangi
bir kelâma sahip olmadığını göstermez. Dolayısıyla o; eşek, kuş ve ayı gibi
bazı hayvanların, insanlarla konuşabilme özelliğine sahip olduğunu[418],
hayvanların tabiatları itibariyle çıkardıkları seslerin bir anlam ifade
ettiğini ve yabancı bir şeye bağıran köpeğin de tabiatı itibariyle anlamlı bir
ses çıkardığını belirtir[419].
Câhız’a
göre hayvanlar, tabiatları itibariyle farklı özelliklere sahiptir[420]. Bu
noktada o, hayvanların belirli özelliklerini ön plana çıkarır. Aslanın
cesareti, kurdun hilekârlığı, akrebin düşmanlığı, ipek böceğinin sanatı, hayvan
türlerinin belirleyici özellikleri arasında yer alır[421].
Bu bağlamda hayvanların; hile yapma ya da hile özelliğinden yoksun olma, yıl
boyu rızık depolama ya da güne endeksli rızık temin etme, yavrularını himâye
etme ya da şefkat göstermeme gibi tabiî farklılıklara, yaratılışları itibariyle
sahip olduklarını belirtir[422].
Câhız,
Allah’ın hayvanlarda açık alâmetler yarattığını savunur[423].
Ona göre en küçüğünden en büyüğüne en güzelinden en çirkinine varıncaya kadar
bütün hayvanlar, Allah’ın varlığını beyân edici bir özelliğe sahiptir. Her ne
kadar insanda uyandırdığı izlenimleri farklı olsa da Allah’ın varlığına delil
olmaları noktasında aralarında hiçbir fark gözetilemez. Diğer bir ifadeyle
insan nezdinde hayvanların sevimli ya da sevimsiz anılmış olması, Allah’a delil
olmaları yönünden ayırt edici bir özelliğe sebebiyet vermez. Bu bağlamda tavus
kuşu, sahip olduğu güzel renk ve kanatlarıyla, çirkin görünümlü domuzdan daha
fazla Allah’ın varlığına delil teşkil etmez[424].
Hayvanlar,
ilim sahasında oldukça yetkin insanların bile güç yetiremeyeceği bir takım
kabiliyetlere sahiptir. En kâmil insanların ulaşamadığı bu nevi özellikler,
hayvanlarda belirli bir hazırlığa tâbi tutulmadan kendiliğinden ortaya çıkar.
Belli bir telaştan, mukaddimeleri düzenlemeden, düşünmeden, zorlamadan ve
tesâdüften uzak bir şekilde ortaya çıkan bu kabiliyetlere insan erişemez.
Dolayısıyla en küçük böcekte bile insanda mevcut olmayan pek çok özellik
bulunur. Duyusu keskin, çeşitli tasarruf yetkisine sahip olan insan ise
hayvanların fiillerini yapma noktasında âciz kalır[425].
Allah’ın irâdesi doğrultusunda yaratılan hayvanlar, ayrıca insanlara azap
verici bir özelliğe de sahiptir. Bu noktada çekirge, kurbağa ve bitlerle
yapılan azap, insanın âcizliğini ortaya koyan başka bir duruma işaret eder[426]. Bu da
insan ve hayvanın birbirinden farklı özelliklere sahip olduğunu gösterir. Bu
bağlamda Câhız, herhangi bir öğrenmeye tâbi tutulmayan hayvanın fiilleriyle,
öğrenme kabiliyetine sahip olan insanın fiillerini kıyaslar. Ona göre
hayvanlar, insanın yapamayacağı şeyleri en güzel şekilde yapabilme kabiliyetine
sahip olarak dünyaya gelir. İnsan ise öğrenen bir varlık olmasına rağmen
hayvanların sahip olduğu bu kabiliyetleri icrâ edemez. Fakat hayvan, öğrenmeye
tâbi tutulmadan bu kabiliyetleri icrâ etme özelliğiyle donatılmıştır. Bu
noktada insan, duruma hased etmeden ve kabiliyetlere ulaşma ümidi taşımadan
hayvanlardan faydalanma yönünü tercih eder. Böylelikle insana ve hayvana ait
olan farklı kabiliyet şekilleri ortaya çıkar. İnsan ve hayvanda yaratılan
farklı bilgi türlerine işaret eden bu kabiliyetler, her varlığın yaratıldığı
tabiatı ortaya çıkartır. Bu “yapabilme kabiliyeti” ise insan ve hayvan
tarafından seçilmiş olmamakla birlikte Allah tarafından yaratılmıştır[427].
Arının
bal yapıyor oluşu, hem yaratılışındaki hikmetli bilgiyi hem de insanın
erişemediği fıtrî bir kabiliyeti gösterir. Zirâ arının bal yapamadığı günde
balını depolaması, koklanan şeyleri koklaması, görülemeyen şeyleri görmesi,
yolunu bulması, efendisine itaat etmesi; onun bu bilgi tarafından
yönlendirildiğini gösterir. Bu çerçevede bir sinek çeşidinden olan arının
insana olan faydası, yüce bir dağa nispetle daha fazladır. Dolayısıyla
hayvanların cüssesinin büyük adedinin çok, ağırlığının fazla oluşu, onların
değerlerini etkilemez. Bu durum, âlemde yaratılan hikmete işaret eder. Zirâ
arının insanın faydasına sunulması, Allah’ın varlığına ilişkin bir delile ve
burhâna açıklık getirir[428]. Bu
bağlamda arının bal yapması, akla terkedilmekten çok, fıtrî duyumsamaya
terkedilmiş bir meseledir. Fakat Arapça bilmeyen mülhidler arıya ilhâm edilen
bilgideki kudreti inkâr etmek sûretiyle balın, ağaca düşen bir ışığın peteğe
yansımasıyla ortaya çıktığını savunur[429].
Neticede
Câhız’ın fikrî sisteminde hayvanlar, Allah’ın varlığına delil teşkil etmeleri[430] ve
insanın hizmetine sunulmaları[431]
itibariyle ele alınır. Kezâ hayvanlar, taşıdıkları hikmetle irtibatlı olarak
hikmeti yerleştiren varlığın mevcudiyetine delil olmakta; iç ve dış
görünümlerinden hareketle[432] insanı
tefekküre ve bilgilenmeye dâvet etmektedirler. Bu bağlamda hayvanların akılla
tanınmasının gerekliliği üzerinde duran[433]
Câhız nezdinde hikmetin bir kısmı, Allah’ın hayvanlara tevdî ettiği hikmetle
irtibatlıdır[434]. Bu
noktada insana düşen pay, hikmeti ortaya çıkararak hayvanlardan faydalanma
yönlerini keşfetmektir. Zirâ insan, sahip olduğu kabiliyetlerle hayvanı, varlık
sahasında konum tâyin edebilen bir özelliğe sahiptir. Beyânın beşinci türüne
işâret eden bu durumda insanın, hayvana bir konum belirleyerek hayvandan
faydalanma yönünü tercih ettiği belirtilir[435].
Bu noktada filin diğer cinslere olan üstünlüğüne rağmen, telkîne süratle
alışarak insanın emri altına giriyor oluşu, onun yaratılma amacına işaret eder[436].
İnsanların
hile ya da eğitim yoluyla hayvanları emri altına alıyor oluşu da insanın
yaratılış itibariyle duyduğu ihtiyacını karşılar[437].
Tabiatında mevcut olan zaman algısıyla gecenin belli bir vaktinde öten horoz,
insanlara hangi vakit içerisinde olduklarını öğretir[438].
Tabiatları itibariyle insan için yaratılan ve onun hizmetine sunulan
hayvanlardaki[439] zarar
verici özellikler de yine Allah tarafından ve insan için yaratılmıştır. Bu
bağlamda yırtıcı hayvanın ısırarak, yılanın sokarak insanı şiddetli bir zarara
uğratması şu gibi faydaları içinde barındırır: İstenmeyen, eziyet görülen ve
hoşlanılmayan bu durum karşısında insan, sabrı öğrenir[440].
Netice
itibariyle hayvanların insanın hizmetine sunulduğunu gösteren buna benzer
örneklerden hareketle Câhız[441]
hayvanların tabiatlarını, Allah’ın varlığına delil olmaları ve insanın
hizmetine sunulmaları noktasında inceleme alanı yapar. Bu bağlamda o, hayvanların
belli bir amaç doğrultusunda yaratıldığını[442],
insanların emrine ilâhi bir lütuf olarak âmîde kılınan hayvanlardan ibret
alınmasının gerekliliği üzerinde durur[443].
Zirâ hayvanlar, taşıdıkları hikmetle[444]
irtibatlı olarak insanı tefekküre sevk etme özelliğine sahiptir[445].
Câhız,
“Yer ve gökteki her şey sizin emrinize verildi”[446]
meâlindeki âyetten hareketle insanı anlamaya çalışır[447].
Ona göre âlem, tüm nimetleriyle insanın hizmetine sunulmuş; dolayısıyla insana
yeryüzünün nimetlerinden faydalanma hakkı mübâh kılınmıştır. Bu bağlamda o,
insanı diğer varlık türlerine kıyasla farklı bir kategoride değerlendirir ve
yaratıklar skalasında önemli bir konuma yükseltir[448]
.
Câhız
insanı, “konuşan ve akıl yürüten bir canlı” olarak tanımlar[449].
Bu noktada insanda mevcut olan aklın yerini (merkezi) araştırarak iki görüş
ileri sürer. İlk görüşe göre aklın yeri beyindir ve kalp, akla ulaşmayı
sağlayan bir araç olarak kabul edilir. Diğer görüşe göre ise aklın yeri kalptir[450].
Neticede Câhız aklı, şu ikili tasnife tâbi tutar;
Doğuştan
gelen insan tabiatının gereği olan “garîzî akıl”.
İnsanın
elde ettiği bilgilerin birikiminden oluşan tecrübeye dayalı “iktisâbî akıl”.
Yaratılış
itibariyle mevcut olan garîzî akıl, insanda tabiî olarak şekillenir. İlim ve
kültürlenmeyle kazanılan iktisâbî akıl ise insanın hayatta elde ettiği
tecrübelerini karşılar. İkisi arasındaki ilişki, herhangi bir âletin kullanım
alanlarıyla olan irtibatına benzer. Bu bağlamda garîzî ve iktisâbî akıl;
odun-keser, lamba-yağ arasında geçen faaliyeti anımsatır. Burada lambayı,
garîzî akıl; yağı ise iktisâbî akıl temsil eder[451].
Dolayısıyla lambanın çalışmasını sağlayan akıl, iktisâbî akıl; aklın yürütme
eylemini gerçekleştiren ise garîzî akıldır. Akıl yürütmeden sonra ortaya çıkan
sonuçlar da iktisâbî aklı oluşturur.
Hukemâya
göre doğuştan var olan garîzî akıl, kemâl noktasına mükteseb aklın yardımıyla
ulaşabilir. Dolayısıyla filozoflar, ateş-odun, yağ-lamba gibi benzetmelerden
hareketle iki akıl arasındaki ilişkiyi izâha çalışırlar. Bu hususta garîzî akıl
bir âlet, mükteseb akıl ise bir madde konumunda değerlendirilir[452]. Garîzî
aklın yani doğuştan sahip olunan mekanizmanın kemâl noktasına ancak mükteseb
akıl ile ulaşabileceğine dikkat çekilir. Burada garîzî akıl, meyve vermeyen bir
ağaca benzetilebilir.
Akıl
yaratılış itibariyle insanda mevcuttur. Fakat aklın alışmaya, terbiye edilmeye,
gelişmeye ve güçlenmeye ihtiyacı vardır. Bu bağlamda Câhız aklın gelişimini,
terkedildiğinde zayıf kalan çocuğun birtakım hastalıklara mârûz kalması
olgusundan hareketle izâha çalışır. Ona göre aklın kılıçtan daha çok bilenmeye
ve alışmaya ihtiyacı vardır. Zirâ aklı dinlendirmek diğer organlara nispeten
daha uzundur[453]. Akıl
hastalığının tedavisi de bir yılda yapılamayacak kadar zor ve öldürücüdür. [454]
Câhız,
insanın zihinsel bilgilerden yoksun olarak dünyaya gelmesini, aile mefhumuyla
irtibatlandırır. Ona göre insan, dünyaya geldiği ilk zaman dilimlerinde anlama
yeteneğinden yoksundur. Bu durum onu, öğrenmeye sevk eder. Şâyet insan anlama
yeteneğini tamamlamış olarak doğmuş olsaydı, öğrenme ihtiyacı hissetmez;
böylelikle insanlarla iletişim kurmazdı. Hatta şaşkın bir vaziyette her şeyi
inkâra yönelirdi. Bu bağlamda o, bebeğin zihinsel melekelerinin ilerleyen zaman
dilimlerinde işlev görmesindeki hikmeti şu şekilde açıklar: Dünyaya gelen bebek
korunmaya muhtaçtır. Bu da ebeveyni tarafından sevilmesine, dolayısıyla da aile
sıcaklığının oluşmasına sebep olur. Büyümeye başladıkça çevresindeki insanları
azar azar akleder ve çevresine alışarak tecrübe kazanır. Zihinsel ve bedensel
melekelerinin güçlenmesiyle de geçinme konusunda sıkıntı çekebilecek düzeye
gelir. Böylelikle gelişim sürecini tamamlamış olur[455].
Burada bebeğin dünyayı tanıma sürecinde tecrübeyle edindiği bilgilerin önemine
dikkat çekilir. Dolayısıyla Câhız’ın bu temsîlî anlatımında rasyonellikten
ziyâde, insanların deneyimlerini ön plana çıkardığı görülür[456].
Aile
sıcaklığını sağlayan en önemli unsurlar; çocuğun bilgisizliği ve ebeveyne olan
ihtiyacıdır. Bu ihtiyaca binaen çocuk terbiye edilir ve onun ülfet duygusunu
kazanması sağlanır. Edindiği deneyimlerle gelişimini tamamlayan çocuk, aile
sıcaklığını kazanır[457].
Baba-oğul ilişkisiyle ifade edilen bu durum, öğretmen ve öğrenci arasındaki
ilişkiyi anımsatır. Burada eğitim, düzeltmeden ziyâde yönlendirme üzerinedir ve
amacın kendisinden çok amaca giden bir yola benzetilir[458].
Âlemdeki
her şey, Allah’ın hikmetine işaret edecek şekilde varlığını sürdürür. Akıllı ya
da akılsız her varlık bir amaç doğrultusunda varlık sahasında yerini alır.
Fakat hikmetin idrâk edilme yönleri farklılık arz eder. Zirâ kimi varlıklar
taşıdıkları hikmeti idrâk edebilme; kimileri de idrâk edememe özelliğine
sahiptir. Bu bağlamda varlıklar, iki kısma ayrılır[459].
Burada Câhız varlıkları, delil olup istidlâlde bulunan ve delil olup istidlâlde
bulunamayan varlık türleri olarak iki kategoride değerlendirir. Allah’ın
varlığına delil getirici konumda olan insanın istidlâlde bulunuşu, onu hem
delil olan hem de istidlâl edebilen bir varlık türü olarak diğer varlıklardan
ayırır. Cisim, bitki, hayvan gibi varlık gruplarını içine alan diğer varlıklar
ise Allah’ın varlığına delil olmakta; fakat istidlâl edememektedir.
Bilgi
üretme gücüne sahip olan insan[460], diğer
canlılara nispetle üstün kılınan ve sorumlu tutulan bir özelliğe sahiptir[461]. Bu
noktada Câhız, Allah’ın da kâinâtta sunduğu imkânlarla insanı tefekküre dâvet
ettiğini söyler[462]. Ona
göre tüm varlıklar, Allah’ın burhân gücüne işaret eden yüce burhânlar taşır. Bu
da varlıkların bir hikmete göre yaratıldığını gösterir[463].
Burada insana düşen pay, âlemdeki bu hikmetleri ortaya çıkartmaktır. Zirâ insan
aklı vasıtasıyla hikmetleri birbirine bağlama ve tefekkür edebilme yeteneğine
sahiptir[464].
Allah,
istidlâl eden insanlar için, istidlâl şekillerine götüren sebepler yaratmıştır.
Diğer bir ifadeyle Allah insanı, delilde gizli olan bilgiyi düşündürtecek
şekilde varlık sahasına çıkarmıştır. Nitekim kâinâtta hayırla şerrin bir arada
bulunuşu, insanı düşünmeye sevk eder. Tefekkür eden insan ise ayırt edebilme
yeteneğiyle hikmetleri ortaya çıkarır. Hikmetlere; düşünme zorluğuna
sabretmekle, hile yönlerinden korunmakla ve arzuya göre hareket etmekten
kaçınmakla ulaşılır. Delili düşünen insanın hikmetleri incelemesi, Allah’ın
varlıklarda gizlemiş olduğu mânâları ortaya çıkarır. Böylelikle aklın,
yaratılışın hakikatlerini keşfetme amacına mâtûf olarak işlev kazandığına vurgu
yapılır[465].
Akıl;
insanın istidlâl ederek[466],
kendini, âlemi, Allah’ı tanımasına (mârifetullah)[467]
ve yaratılışın hakikatlerini keşfetmesine sebep olan önemli bir unsurdur[468]. Nitekim
akıl Allah’ı, kıyâs ve delâlet yoluyla bilir. Bu bağlamda duyularla bilinemeyen
Allah’ın varlığı; Allah’ın sıfatlarını ve özelliklerini kuşatmaktan uzak, akıl
tarafından idrâk etmeyi gerektirici bir cihetle bilinir. Allah da sınırlı bilgi
veren bir akla sahip zayıf kulunu, takâtının ulaşacağı nokta itibariyle
mükellef tutar. Dolayısıyla insan, Allah’ın zâtı ve sıfatlarını ihâta etmekle
mükellef değildir[469]. Bu
bağlamda Câhız, Allah’ın varlığını ikrâr eden insanı, hükümdarın emirlerini
yerine getiren hâlka benzetir. Bu temsîlî anlatımda hükümdarın iktidârına boyun
eğme noktasında mükellef tutulan hâlkın durumu; azîz, hakîm ve cevâd gibi
sıfatlarla Allah’ı ikrâr eden insanın durumuna benzetilir. Bu ise Allah’ın
varlığına dâir bilgiye ulaşan; fakat Allah’ı ihâta edemeyen bir aklın varlığına
işaret eder. Kezâ bu durum, insanın uzayı görüp de cevherlerinin ne olduğunu
bilemediği, denizi görüp de dibini göremediği durumu anımsatır[470].
Allah’ın
hikmet sahibi olduğunu bilen insanlar, Allah’ın zâtını ihâta etmekten uzaktır.
Çünkü Allah’ı bilme noktasında mûtedil olan düşünce şekli, Allah’ın varlığını
ikrâr etmektir. Bu bağlamda Allah’ın neden farklı sıfatlarla muttasıf olduğu
yönünde serdedilen eleştirileri Câhız, şu şekilde cevaplandırır: Güneşin
hakikatine dâir nakledilen farklı görüşler, güneşin farklı şekillerde
tanımlanmasına sebep olmuştur. Nitekim Anaximandros dışı ateş olan içi boş bir
feleğe; Anaximenes tutuşmuş bir buluta; Aristo anâsır-ı erbaadan oluşan cevhere
benzeterek güneşi tanımlamıştır[471].
Filozofların gözleriyle idrâk ettikleri güneşe dâir yapmış oldukları bu
birbirinden farklı tanımlamalardan anlaşılan, duyuların olayların iç yüzüne
vâkıf olamayacağı bilgisidir. Bu yüzden Allah’ı idrâk etmek, insan zihninde
gizli kalan bir konudur[472].
Câhız’a
göre Allah’ın hakikatinin bilinmesinin gizli kalışı, akılla açıklanabileceğine
işaret eden bir durumdur. Burada onun gizlilik tâbirini kullanması, Allah’ın
insan vehminin ulaşacağı sınırın ötesinde, latîf bir varlık olmasıyla
irtibatlıdır. Bu sebepten insanlar, kapı ya da perde aracılığıyla görülmeyen
bir kimse için “gizlendi” tâbirini kullanmışlardır. Aristo’nun metafiziğinde de
Allah’ın yakın ve apaçık; dolayısıyla uzak ve gizli olmadığı belirtilmiştir. Bu
hususta Câhız ise Allah’ın idrâk edilişini şöyle açıklar:
“Allah
bir yönüyle kapalı gibidir ki duyularla idrâk edilemez. Dolayısıyla Allah,
sadece aklın sahip olduğu açık delillerle bilinebilir.”[473]
Câhız, Allah’ın niçin latîf olduğu ve
gözle görülemediği şeklinde kendisine yöneltilen soruyu “yanlış bir soru”
olarak niteler. Bu sorunun yanlışlığını göstermek için de, varlıkların
bilinmesine yönelik olarak ortaya koyduğu şu dört bilgiye dikkat çeker:
1. Bir
şeyin var olup olmadığı bilgisi,
2. Zâtı
ve cevherinin ne olduğu bilgisi,
4. Hangi
sebepten dolayı var olduğu bilgisi.
Bu
dört maddeden hareketle Câhız, Allah’ın ancak “var olduğu bilgisinin”
bilinebileceğine dikkat çeker. Bu bağlamda “Allah’ın nasıl ve ne olduğu
sorusunu” imkânsız; “niçin var olduğu sorusunu” ise geçersiz bulur. Çünkü
Allah, her şeyin sebebi; diğer bir ifadeyle hiçbir şey Allah’ın illeti
değildir. Ona göre Allah’ın künhünü ihâta etmeye yönelen sorunun cevabı da bilinememezliktir[474].
Delillerle
istidlâl eden insan, Allah’ın varlığını bilme durumuna daha yakındır. Zirâ
Allah’ın varlığı, zâtını ihâta edici akıldan uzak, varlığını ikrâr edici akılla
bilinir. Dolayısıyla aklın sınırı, Allah’ın zâtının mâhiyetini bilememe
noktasındadır. Burada zâttan kasd olunan “nefs” kelimesidir. İnsanın sahip
olduğu rûhu bilip gözlemleyememesi ve duyularla idrâk edememesi, bu durumu tanımlar.
Kezâ noktalardan oluşan çizginin her bir parçası da duyular tarafından zâhiren
algılanmaz. Fakat akıl, bir çizginin başlangıcının, noktayla olması gerektiğini
zorunlu olarak bilir[475].
Böylelikle noktalardan oluşan çizginin her bir parçasını gözün algılayamama;
fakat aklın algılayabilme durumu ortaya çıkar
Akılla
idrâk edileni duyularla idrâk etmeye yönelen ve Allah’ı inkâr eden Muattıla’yı
eleştiren Câhız, şu örnekten hareketle duyuların da aklın da bir algılama
sınırının olduğuna dikkat çeker: Göz, görme sınırının üstündekini; akıl da
Allah’ın zâtını algılayamaz. Bu durum havada yükselen bir taşı gören kişinin,
aklıyla taşın bir atıcısı olduğu fikrine hükmettiği durumu anımsatır. Çünkü bu
hüküm, taşın yukarıya kendiliğinden yükselemeyeceği bilgisini de içinde
barındırır. Taşı atanı görmemesine rağmen bir atıcısı olduğu fikrine ulaşan
kişi, aklıyla ayırt edici bir konuma yükselir. Burada aklın, gözün durduğu
sınırda devreye girmesi söz konusudur[476].
Netice itibariyle gözün sadece yükselen bir taşı görmesi, aklın ise taşın
kendiliğinden yukarı çıkamayacağı hükmüne ulaşması; duyuların ve aklın algılama
sınırının olduğu bilgisine ulaştırır. Böylelikle gözün sınırının bittiği yerde
aklın devreye girmesi söz konusudur.
Câhız’a
göre duyular, duyumsama gücünün belirlediği sınıra kadar algılamaya devam eder.
Gücü kesilen duyu ise sınırın ötesindeki şeyleri algılayamaz. Bu sebepten
Câhız, bazı tatların ve kokuların duyumsanmadığını; bazı varlıkların
görülmediğini ve bazı seslerin duyulmadığını belirtir. Nitekim bazı kötü
kokuların koku duyusunu iptal edecek derecede algılanamaması, çok sıcak bir
yemeğin dilin sıcaklık ve soğukluk algısını iptal etmesi de bu durumla
açıklanır[477].
Câhız,
her duyuya belli bir duyumsama alanı tahsis eder. Bu bağlamda kulak sadece
işitir, göz ise sadece görür. Diğer bir ifadeyle kulak bir başka duyunun
görevini yapamaz. Aksi takdirde kulağın görmemesi gibi bir durum ortaya çıkar
ki bu kabul edilemez[478]. Bu
durumun sebebini Câhız, şöyle izah eder: Duyuları engelleyen birtakım şeyler
vardır. Göz sesleri algılayamaz; fakat cam türünden şeylerle engellenir. Sesi
almaya mâni olan göz merceğinde ise renk algısı engelleyici bir etkendir[479]. Bu
bağlamda duyularla algılanamayan birtakım varlıkların, âlemde var olmasını da
mümkün görmez. Aksi takdirde duyularla algılanan varlıkların algılanamama
durumu ortaya çıkar ki o, bunu da mânâsız bir durum olarak nitelendirir[480].
Neticede
duyuların algıladığı olgular, akıl vasıtasıyla bilinir[481].
Bu da zâhirî ve bâtınî hükümler arasında bir bağ kurulduğunu ve aklın bu hükümler
arasında delil olma özelliğini taşıdığını gösterir[482].
Nitekim akıl yürütme de delillendirmenin başka bir ifadesini karşılar[483]. Kişi
ise güzel ve kötü şeyleri akıl vasıtasıyla ayırt eder[484].
Bu bağlamda aklın özgürlüğünün de hüküm verme sürecinde etkili olduğu gözlenir.
Zirâ akıl; zorlandığı zaman körleşme[485],
hürriyet ortamından mahrûm bırakıldığı ve baskı altına alındığı vakit doğrudan
saparak gideceği yolda şaşkın vaziyette kalma özelliğine sahiptir. Düşüncenin
şeklini hastalıklı hâle getiren bu süreçte aklın, düşünceye yön veren bir
misyon üstlendiğini görürüz. Dolayısıyla düşünce özgürlüğünün ilkesi olarak
kabul edilen aklın konumu, göze nispetle ışık gibidir. Zirâ göz için ışık, akıl
için de gidilecek yol mühimdir. Hürriyetin akla yol göstermesi ile ışığın göze
yol göstermesi arasında temsîlî bir söylem geliştiren Câhız’a göre ışık varsa
göz görebilmekte, hürriyet varsa akıl düşünebilmektedir. Savunduğu bu görüşüyle
o, modern çağdan önce fikir hürriyeti mücadelesini savunan ilk kişi olarak
zikredilir. Sonuçta o aklı, fikir hürriyeti mücâdelesinin komutanı olarak görür[486]. Bu
bağlamda irâdede özgürlüğü savunan Câhız[487],
taklîdi bırakmanın ve akla dayalı düşünce üretmenin önemine vurgu yapar[488].
İnsanın
üzerinde yaratıldığı özelliğe işaret eden tabiata kıyâsla tab‘, insanda
yaratılan şeydir. Beslenme ve ahlâk gibi insandan ayrılmayan alışkanlıklar,
tab„ ve garîza kavramlarıyla isimlendirilir. Zirâ “dikmek” mânâsına gelen
garîza, “insanın yaratıldığı özellik” demektir. Tabiat ise genel anlamıyla
insanın yaratıldığı yaratılış anlamında kullanılır[489].
İnsanı,
“küçük âlem” olarak nitelendiren Câhız, büyük âlemde bulunan her şeyin, insanın
tabiatını belirlediğini savunur. O, insan organlarının 7 yıldız ve 12 burca
göre taksim edildiğini, insandaki tabiatın âlemdeki dört unsura göre vaz
edildiğini belirtir. Bu durum, şu şekilde açıklanır: İnsanda bulunan siyahlık
topraktan, kan havadan, balgam sudan, safra ise ateşten gelir. Böylelikle o,
insanı tüm âlemin cüzlerinden ibaret olan bir yapıyla tasvîr ederek fizikî
âlemdeki tabiatla insan tabiatı arasında bağ kurmaya çalışır[490].
İnsan,
bir hikmetin ve yönetimin ürünü olarak varlık sahasına çıkar[491]. İnsan
bedeni de kendi ihtiyaçlarını karşılayabilecek şekilde, yiyeceğe teşvik edici
bir tabiata sahiptir. Bu gibi özellikler, bedenin faaliyetlerini cezbeden
kuvvetlerin varlığına işaret eder. Bedenin ihtiyaçlarını karşılayan kuvvetleri
Câhız şu şekilde sınıflandırır:
Gıdanın
alınmasını ve mideye gönderilmesini kontrol eden Cezbedici Güç,
İnsanı
gıdadan alıkoyan ve midede gıdanın kalmasını sağlayan Tutucu Güç,
Gıdayı
bedene yayan ve midedeki besinlerin özünü hazmeden Sindirici Güç,
Sindirimin
geride bıraktıklarını bedenden terk eden Def Edici Güç.
Bedenin
çeşitli fonksiyonlarla düzenlendiğini gösteren bu tabiî kuvvetleri, Câhız, bir
yöneticinin idaresi altında bulunan eve benzetir. Bu teşbihde bedenin yardımcı
kuvvetleriyle evin hizmetini yürüten hizmetçiler arasında bir benzetme yapılır.
Neticede hem evin, hem bedenin ihtiyaçlarının yürütülme şekilleri ortaya koyulur
ve buradan mütevellid insan bedenini yöneten kuvvetlerin varlığına çıkarımda
bulunulur[492].
Câhız’a
göre insanın yaratılışında tabiî kuvvetler önemli rol oynar. Nitekim insan
fiilleri de tabiatın kendisinden kaynaklanan muharrik bir sebebe bağlı olarak
varlığını devam ettirir. Bu noktada tabiatın, insan fiilleri üzerinde teşvik
edici bir özelliğe sahip olduğu belirtilir. Bu durum insanın tabiatında,
insanın ihtiyaçlarını tahrîk edici şeylerin yaratıldığını gösterir. Zirâ uyku,
beslenme ve neslini devam ettirme gibi temel alışkanlıklar; insanın ihtiyaç
duyduğu temel şeyleri ihtivâ eder. İnsan fiilleri üzerinde etkili olan bu tabiî
muharrik güçler[493], Câhız’a
göre insanda yaratılan rûhî ve bedenî özelliklere işaret eder. İnsanın
yaratıldığı şey demek olan tabiat, burada irâde ve şuûr olmaksızın insan
bedenini yöneten kuvvetleri de içine alır[494].
Nitekim tabiat, insanda temâyüz eden fıtrî sıfatların toplamıdır. Bu bağlamda
tabiat, sonradan kazanılmış sıfatlarla aklî vazifelerinin toplamını içine alan
temel özelliklere bürünür. Dolayısıyla insanın his ve güdüleri de tabiat gereği
var olur[495].
İnsanda
mevcut olan düşünme, vehmetme, akletme, ezberleme ve unutma melekeleri de insan
tabiatının özelliklerini oluşturur. Zirâ insan ezberleme kabiliyetiyle lehinde
ve aleyhinde olan şeyleri bilmekte; unutma melekesiyle de kin ve pişmanlıktan
uzaklaşarak hayatına devam edebilmektedir. İnsanın yeryüzündeki ihtiyaçlarını
karşılayan bu melekeler, önemli bir değeri hâiz olmakla birlikte, bunlar aynı
zamanda zıt tabiatların insanda yaratıldığını gösterir[496].
Genel
bir hâl üzere yaratılan insanda şehvet ve akıl, tabiatı gereği mevcuttur.
İkisinden birinin galip gelmesiyle ortaya çıkan fiiller de tabiat gereği var
olur[497]. İnsanın
tabiatıyla mücadelesi ise son derece zordur[498].
İnsanı eyleme iten fiillerin gücü de tabiattan kaynaklanır. Bu noktada insanın
irâdesine galip gelen bir tabiat söz konusu olur ki bu da Allah’ın insanda bir
bünye olarak yarattığı fiillerin, tabiaten ve zarûreten ortaya çıktığını
gösterir. Tabiatın önüne geçemeyen bu irâdeden dolayı insan mükellef tutulamaz.
Mükellefiyet, irâdenin tabiat üzerindeki galibiyetiyle irtibatlıdır. Bu
bağlamda Câhız, aklın ve irâdenin, insan fiilleri üzerinde ne gibi bir etkisi
olduğunu izâha çalışır. Burada bazen akıl ve irâdenin tabiata, bazen de
tabiatın akıl ve irâdeye galip gelmesiyle ortaya çıkan fiillere işaret edilir.
Neticede insanın, sahip kılındığı tabiata göre sorumlu olduğu ve tabiî
özelliklere göre işlerini yürüten bir varlık olduğu belirtilir[499].
Câhız’a
göre irâde, itici rûhânî bir güce işaret eder. Rûhî olan bu dürtü, doğuştan
gelen, hareket etmeyen, insan bünyesinde var olan özgür bir yapıya sahiptir.
Burada özgürlükten kasd olunan, insanın yapmak istediği anda ortaya çıktığı
durumdur. Anlık olan bu irâde, atomistik yapıyla uyum içerisindedir.
Dolayısıyla irâde, soyut bir şey olarak ele alınır ve insanın rûhunda kabul
edilir. Bu kapasiteden dolayı insan sorumlu tutulur. Fakat insanın asıl
sorumluluğu, itici güçlerin dengede olmasıyla irtibatlıdır. Aksi takdirde
insan, eğilimlerine boyun eğmek zorunda kalır ki bu da insanın özgür olmadığını
gösterir. Diğer bir ifadeyle insanın zorunlu ve istem dışı ortaya çıkardığı
fiilleri, onu sorumlu kılmaz[500].
Câhız’a
göre insan, kudretten kaynaklanan irâde sebebiyle mükellef tutulur[501]. Zirâ
insanın, irâdeden başka kesbi de yoktur. Burada irâdeye galip gelen fiilin,
yaratılış gereği tabiî bir şekilde ortaya çıkması söz konusudur. Câhız, insanın
bilgi elde etme durumunu da irâdeyle irtibatlı olarak ele alır. Ona göre
insanın bilgi elde etme durumunda, irâdesini o bilgiye yönlendirmesinden başka
bir fonksiyonu yoktur. Bu yönelmeden sonra meydana gelen bilgi, tabiatın bir
gereği olarak zarûreten ortaya çıkmakta; bu noktada bilgi, “tabiatın ortaya
koyduğu zarûrî şey” olarak tanımlanmaktadır. İnsanın istemesi akabinde,
fiilin sâdır olduğunu gösteren bu durum[502],
bilginin Câhız tarafından tabiî bir fiil olarak algılandığını gösterir. Bu
bağlamda duyulara ya da akıl yürütmeye yönelen kişinin, bilgiyi zarûrî olarak
elde ettiğini savunur[503]. Onun
zarûretten kasdı, bilgi elde etmede etkili olan insan tabiatıdır. Zirâ Câhız
bazı bilgi türlerinin yaratılış itibariyle insan tabiatına yerleştirildiğinden
bahseder.
Câhız’a
göre insana, dinî ve dünyevî anlamda fayda sağlayacak bilgiler verilmiştir[504]. Dünyevî
anlamda insana fayda sağlayacak bilgiler şunlardır: Suların kaynaklarına,
madenlerden elde edilen nesnelere, şifâlı bitkilere, Zirâata, çeşitli
hastalıkların tedavisine, hayvanların yetiştirilmesine, vahşî hayvanları
avlamada çeşitli hilelerin kullanılmasına, ticarete, sanata, beslenmeye,
denizde ve karada yolculuk yapmaya ilişkin bilgi türleri[505].
Dinî anlamda insana verilen faydalı bilgiler ise şunlardır:
Varlıklardaki
mevcut delillerden hareketle Allah’ın varlığını gösteren bilgi;
Allah’ın
insanlara adâletli davrandığını gösteren bilgi;
Dostlarının üzüntülerini paylaşmakla
birlikte insanın ebeveyne iyilik yaptığını gösteren bilgi.
Câhız’ın
yukarıda sistematik bir üslupla ele almış olduğu bilgi türleri, insanda
yaratılış itibariyle mevcuttur. Dolayısıyla bu bilgilerin ikrâr edilme durumu,
insan tabiatının gereği olarak ortaya çıkar. Bu bağlamda Câhız, hem bilgilerin
evrensel oluşuna hem de dinin insan tabiatına yerleştirildiğine vurgu yapar.
Ayrıca tüm dinlerin, adâlet ve iyilik esası üzerine varlığını devam ettirdiğini
belirtir[506]. Bu
noktada tebliğ ânında Peygamber tarafından insanlara aktarılan bilgiler de
insan tabiatında zarûrî olarak meydana gelmektedir[507].
Câhız
nezdinde bilgi ve düşünce, insan tabiatının bir sonucu olarak ortaya çıkar.
Diğer bir ifadeyle insan, düşündüğü vakit bilgiyi, tabiî bir şekilde elde eder.
Bu noktada Allah’ı ve peygamberi inkâr eden kişi de Câhız tarafından şu şekilde
tanımlanır: Allah’ı ve
peygamberi yalanlayan ve bu konuda inatçı olan kişi, Allah’ı ve Resûlünü
bilmesine rağmen büyüklenen kimsedir. Dolayısıyla münkir, bildiği hâlde inkâr
eden ve kötülenmesi gereken kâfirlerin yolunu tercih eden kimsedir[508].
Bu ifadeleriyle Câhız, Allah’ın varlığının bilinmesinin zorunlu oluşuna dikkat
çeker. Nitekim yukarıda zikrettiğimiz insana verilen dinî bilgilerin içerisinde
de bu bilgi türünden bahsettiği görülür. Sonuçta o, Allah’ın varlığını inkâr
etme sebebini, insanın inatla büyüklenmesi şeklinde açıklar.
Câhız’a
göre insanların büyük çoğunluğu, bildiğini inkâr etmez. Diğer bir ifadeyle
insan, bile bile inkâr etmez. Bu noktada münkir kişinin delile ulaşamama
durumunu inceleme konusu yapar. Burada delilden kasdolunan, bilgidir. Ona göre
çocuk konumuna düşen delilsiz ve bilgisiz kimse sorumlu değildir. Zirâ cezâyı
hak etmek, övülmek ya da yerilmek, Allah’ın bilgisine ulaşan kimse için
geçerlidir. Diğer bir ifadeyle mükellefiyet, günahın ikâba ve itaatin sevaba
müstehâk olduğunu bilen kimse için geçerlidir[509].
İnsana,
bilmediklerinden dolayı bir kötüleme nispet edilemez. Kötüleme ancak bilen
kimse için geçerlidir. Kişi bilmiyor ve bir şeyi yapmaya gücü yetmiyorsa özür
sahibidir. Organların fiilleriyle kulun mükellef tutulması da caiz değildir. Allah’a
ve Resûl’ün getirdiği dine ilişkin herhangi bir bilginin olmayışı da kulun
sorumlu olmadığını gösterir. Neticede Câhız bilginin olmaması durumunda mükellefiyetin de
olamayacağına dikkat çeker[510].
Burada Câhız’ın bilgisizliği, sorumlu olmamakla aynı mânâda değerlendirdiği
görülür. Bilgisizlik de çocuk konumuna düşen delilsiz kimse için geçerli bir
tanımlamadır. Çünkü tabiat gereği zorunlu olarak ortaya çıkan ve Allah’ın
varlığına işaret eden bilgi tanımlaması, sorguya çekilebilecek insanlar
nezdinde geçerlidir.
Netice
itibariyle Câhız, insana verilen dinî ve dünyevî bilgilerden bahsetmek
sûretiyle insan tabiatına yerleştirilen zarûrî bilgileri tanımlar. Bu bağlamda
inkâr eden kişileri iki kısma ayırır. İlk grup, akleden ve delili olan münkir
insanlardan oluşur. Bu grup, akletme ve delili algılama gücüne sahip olduğu
hâlde inkâr ediyorsa mutlaka inat edip büyükleniyordur. Dolayısıyla bunlar,
cezâyı hak eden grup içerisinde değerlendirilirler. İkinci grupta ise
akledemeyen ve delili algılayamayan münkir kişiler tanımlanır. Çocuk konumunda
değerlendirilen bu kişiler, Allah’ın varlığını bilmekten de sorumlu
değillerdir. Özetle Câhız insanın, bile bile inkâr etmeyeceğini; şâyet inkâr
ediyorsa da bilmesine rağmen inat edip büyüklendiğini izah etmeye çalışır. Bu noktada insanları şu iki
gruba ayırır:
1.
Allah’ın varlığını ve birliğini bilen,
2.
Allah’ın varlığını ve birliğini
bilmeyen.
Bu
tasniften hareketle Câhız, insanların âhirette sorguya çekilme yönlerini şu
şekilde açıklar: Câhil özür sahibi olmasından dolayı hesaba çekilmeyecektir.
Fakat âlim, bildiği hâlde neden inanmadığı yönünde delil getirilerek hesaba
çekilecektir. Bu çerçevede Câhız, akıllı insanları, “Allah’ın kendilerinin yaratıcısı olduklarını
ve Peygamberlere ihtiyaç duyduklarını bilen insanlar” şeklinde tanımlar. Bu
tanımlamadan hareketle de[511]
şu iki sebeple Allah’ın gözetilmediğini belirtir:
Allah’ın
varlığını gösteren delillerin açıklığına, peygamberlerin burhânlarına ve
kitaplarının beyânına rağmen Allah’ı ve nimetlerini bilmez.
Allah’ı
ve dinini bilir. Fakat cüretkâr davranarak Allah’ın yasakladığı şeyleri alaya
alır[512].
Sistematik
olarak ele aldığı bu bahiste Câhız, insanın bilgilenme yönüne dikkat çeker.
Zirâ o, insanın tabiatına yerleştirilen bilgi türlerinin, insanın mükellefiyet
alanını belirlediğini anlatmaya çalışır. Bu bağlamda onun insan fiillerini;
iradî ve tabiî olmak üzere iki kategoride değerlendirdiğini söyleyebiliriz.
Zirâ mükâfatın irâde ve zoru aşmakla gerçekleşeceğini, yaratılıştaki bir takım
bilgilere istitâatla ulaşılacağını savunan Câhız’a göre her kuvvet, istitâat
değildir[513]. Bu
bağlamda ancak insan ve cinlerin kendi iradî fiilleriyle yapmış oldukları fiiller,
tahkîri ya da övgüyü gerektirir[514].
Zirâ irâdenin yokluğu insanı, kasırga karşısında yer alan savunmasız tüy
konumuna getirir[515].
Böylelikle eşyâdan faydalanabilme imkânına sahip olan insanın[516]
fiilleri, tabiatın bir gereği olarak ortaya çıkar. İnsanın irâdesine galip
gelen bu tabiat[517] da
insanda yaratılan rûhî ve bedenî özellikler mânâsında kullanılır[518].
Câhız’a
göre insanda, faydaya yönelik olarak kullanılabileceği bir yapı mevcuttur.
“Gizli tabiat” şeklinde tanımlanan bu yapı sâyesinde her varlık, içinde
barındırdığı özelliği ortaya çıkarır. Burada tabiat, varlıkta bulunan kuvvete
işaret eder. Zirâ her varlık, kendisinde gizlediği kuvvete göre değişme ve
gelişme özelliğine sahiptir. Her şeyin özünde ve başlangıcında yer alan hareket
de varlığın kuvvetini ortaya çıkarmada etkili olan önemli bir unsurdur.
Varlıktaki gizli tabiatı dirilten hareket, toprağın içinde saklı bulunan tohumu
besleyen yağmura benzetilir. Zirâ yağmur, tohumun içindeki gizli tabiatı
çıkartmada önemli bir işleve sahiptir[519].
Câhız,
insandaki gizli kabiliyetlerin ortaya çıkış şekillerini tabiat kavramıyla
irtibatlı olarak ortaya koyar. Ona göre her insan, farklı kabiliyetlere sahip
olarak dünyaya gelir.
Böylelikle
toplum içinde farklı mesleklere meyleden insan grupları oluşur. Bu süreç,
bedendeki kuvvetin gizlilik derecesine ve meşguliyetin ölçüsüne göre değişir.
Kabiliyetler; insanların arzularına göre orta yaştan sonra çevrilebilen,
yaşlılıkta ise genel itibariyle ortaya çıkabilen bir yapıya sahiptir[520]. Burada
tabiat, insanın yaratılış tarzını tanımlar[521]
ve ondaki fıtrî kabiliyete işaret eder. Böylelikle tabiat; insanın işlerden
herhangi bir işe, ilimlerden veya sınıflardan herhangi birine meyletmesi
anlamına gelir ki bu da ticaretle meşgul olan kimsenin tacirlik tabiatına sahip
olduğunu gösterir[522].
Kabiliyet,
tabiatın istikameti doğrultusunda geliştirilen bir yapıya sahiptir[523].
Padişahlar, muhâfızlar, komutanlar, öğretmenler, tüccarlar, şarkıcılar ve
doktorlar gibi farklı meslek erbâbını inceleyen Câhız, bu noktada varlığın ayırt
edici özelliklerine dikkat çeker. Burada ise tabiat, bir şeyi diğer şeylerden
ayırt etmeye yarayan türün özelikleri mânâsında kullanılır. Dolayısıyla Câhız
tabiatında vezin (mûsikî makamı) bilgisine dâir herhangi bir kabiliyeti olmayan
bir kimsenin ses sanatçısı, tabiatı itibariyle cimri olan bir kimsenin de
cömert biri olarak ölmesini garip karşılar. Çünkü o, varlıktaki nimet ve
bilgilerin, varlığın yaratılışı ânında tamamlandığını savunur. Bu da her
varlığın yaratıldığı tabiat üzere meşguliyetlerinin, kendisine
kolaylaştırıldığı süreci ortaya çıkarır. Burada sanatkârın sanat konusundaki
sebeplere, veznedârın ölçme ve tartma konusundaki hesaplara, terzinin kumaş
üzerindeki hâkimiyetine münhasır kılınması söz konusudur. Neticede Câhız
bilginin, fıtrî kabiliyet mânâsında insanın tabiatına yerleştirildiğini; insanî
meyillerin nüvesini temsil eden tabiatın tek bir kaynaktan geldiğini savunur.
Allah tarafından insana kolaylaştırılan bu özelliklerden biri insanın, birtakım
ses çeşitlerini kullanarak çıkardığı ölçülü ve güzel seslerdir. Bestelenmiş hoş
seslerin Allah tarafından insanın emrine verildiğini gösteren bu durumda
kabiliyet, icrâ edilen bir mesleğe dönüşür ve kişi ses sanatçısı adını alır.
Nitekim yıldızların hareketlerindeki farklılığı gözetleyen, uzayı araştıran
Batlamyus’un (M.S. 85-165) kabiliyeti de Allah tarafından kendisine musahhar
kılınmıştır[524].
İnsan
tabiatında var olan kabiliyetler onları; matematik, tıp, geometri, uzay bilimi
gibi farklı alanlara yöneltir. Böylelikle her insanın farklı alanla meşgul
olduğu bir düzen ortaya çıkar[525]. Herkese
ait olan ilmin tabiat itibariyle farklı olduğunu gösteren bu düzende; âlimlerin
bildiğini hâlk, hâlifelerin bildiğini vezirler, peygamberlerin bildiğini
hâlifeler, meleklerin bildiğini ise peygamberler bilmez[526].
Neticede insanların en üstününün en zayıfına, en uzağının en yakınına, en
yücesinin en aşağısına muhtaç kılındığı bir yaşam alanı ortaya çıkar ki bu da
insanları diri ve canlı tutan “topluluk hâlinde yaşama olgusu”nu beraberinde
getirir[527].
Câhız,
insanı sosyal bir varlık olarak ele alır. O, bir arada yaşayabilme olgusundan
hareketle insanın diğer insanlara olan ihtiyacını izah etmeye çalışır. Bu
ihtiyacı, insanın tabiatıyla irtibatlandırarak yaratılışın özünde mevcut
olduğunu ve insanların, çeşitli ihtiyaçlarını karşılama noktasında birbirlerine
muhtaç olduklarını belirtir. Bu yaratılış tarzı, insanın tabiatından
kaynaklanan ve daha sonra tüm toplumu kuşatan bir özelliğe bürünür. Neticede
topluluk hâlinde yaşama olgusu bir realite olarak karşımıza çıkar[528].
Zenginin
fakire, efendinin köleye, yöneticilerin bekçiye muhtaç kılındığı bu yaşam
alanı, insanların belirli noktalarda âciz yaratıldığını ortaya koyar[529]. Bu da
insanların belirli ihtiyaçlarını karşılamak üzere toplu hâlde yaşaması
gerektiği fikrine götürür. Zirâ insanlar, diğer insanlardan yardım almaksızın
kendi ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir güçte yaratılmamıştır[530].
İnsanların ihtiyaçları ise Câhız tarafından şu iki başlık altında incelenir:
1. Yaşama ve rızık elde etme ihtiyacı,
2. Lezzet duyma, faydalanma ve her şeyi
çoğaltmaya yarayan birtakım malzemeleri bir araya getirme ihtiyacı.
İnsanlar,
bu ihtiyaçlarını beşeri tabiatları gereği tek başlarına karşılayamaz.
Dolayısıyla ihtiyaçlarını karşılama noktasında birbirlerine muhtaçtırlar. Bu
durumu Câhız şu şekilde nakleder:
“İnsanlar,
birtakım sebeplerden dolayı birbirlerine bağlıdır. Bizden önce yaşamış olan
insanların, kendilerinden önce yaşayanların haberlerine ihtiyaç duymuş olması;
bizim de bizden önce yaşayanların haberlerini bilmeye olan ihtiyacımızı gösterir.
Kezâ bizden önce yaşayanların haberlerine duyduğumuz ihtiyaç da bizden sonra
yaşayacak olanların, bizim haberlerimize olan ihtiyacını gösterir.”[531]
Naklettiği
bu bilgilerden hareketle Câhız insanın sahip olduğu bilgileri haber vermeye
meyledişini, tabiatıyla irtibatlı olarak açıklar. İnsanın geçmişten intikal
eden haberleri, sonrakilere naklederek gâipten şâhide haber verişi, insanın
yaratıldığı başka bir tabiatı tanımlar[532].
Bu noktada mevcut olan ya da olmayan bilgiler sebebiyle, en yakınından en uzağını
kapsayan bir yelpazede her şeyi bilme ihtiyacı ortaya çıkar[533].
Bu da öğrenme özelliğine sahip olan insanın edindiği bilgilerle inşâ ettiği medeniyet
ortamını oluşturur. Zirâ medeniyet, insan eliyle şekillenen bir yapıya
sahiptir. Bu bağlamda tabiat, medeniyete uzanan bir çizgide toplumun kültürüyle
harmanlanır[534].
Çocuklarına
mal yerine kitaplarını miras bırakan Yunan kültüründen hareketle Câhız, Antik
filozofların tabiatlarını inceler. İlme değer vermelerinin sebebini
tabiatlarındaki kabiliyetle ilişkilendirir. Kabiliyet anlamında tabiatın
kültüre dönüştüğü bu noktada kitapların önemini ortaya koyar. Zirâ onların
bıraktığı kitaplar, zekâyı işletici bir özelliğe sahiptir. Bu da insan
tabiatına daha elverişli olan bir duruma işaret eder. Bu bağlamda peygamberlerin
sözlü tebliğle yetinmeyerek kitaplar aracılığıyla insanlara ulaşmış olması da
tabiatında buna temâyülü olan kimseler nezdinde kitapların bir değere sahip
olduğunu gösterir. Böylelikle melekler aracılığıyla peygamberlere gelen
kitapların, insanların algılama durumunda daha etkili olduğu belirtilir[535].
Câhız’ın
yukarıda serdettiğimiz görüşlerinde dikkat edilmesi gereken iki nokta vardır:
Bunlardan biri varlıklar üzerinde meşguliyet alanını belirleyen aklın,
varlıkların kabiliyetleri doğrultusunda Allah tarafından yaratılmış olmasıdır[536].
İnsanın, tabiatının eseri olarak çeşitli sanatlarda hâkim olması bu durumu
tanımlar[537]. Diğeri
ise insan tabiatının, yine başka bir insan tabiatıyla örtüştüğünü ortaya koyan
tebliğ sürecidir[538]. Bu ise
Kur’ân’da şu şekilde ifade edilir:
“Biz peygamberi melek yapsaydık yine insan
şekline sokardık.”[539]
Âlimin
âlimle, câhilin câhille, çocuğun çocukla iletişim kurduğunu gösteren ülfet
kavramı[540],
alışkanlık mânâsına gelen tabiat kavramıyla örtüşür[541].
Bu bağlamda Câhız, lafızların da sık kullanılmak sûretiyle insanda ünsiyet
meydana getirdiğini savunur. Zirâ O, sık kullanılan lafızlardaki mânâların,
alışkanlık anlamında insanın tabiatına nüfûz ettiğini[542],
doğuştan her insana kelime üretme kabiliyetinin verildiğini, tabiatların dil
vasıtasıyla lafızlarda kendini gösterdiğini söyler. Dolayısıyla şâirlere ve
zındıklara verilen sözler de tabiatlarına bitişen ve düşüncelerini etkileyen
bir özelliğe sahiptir[543]. Bu ise
insanın, içinde mevcut olan tabiata göre bir takım şeyler elde ettiğini
gösterir[544].
Neticede
tabiatı itibariyle farklı bilgi türlerine sahip olan insan; farklı meslek
alanlarına yönelir. Bu da iş bölümünün yapıldığı bir düzende insanların
birbirine ihtiyaç duymasına sebep olur. Böylelikle insanlar belirli
ihtiyaçlarını karşılamak üzere toplu hâlde yaşamaya başlarlar. İnsanın sosyal
bir varlık olarak toplu hâlde yaşamayı istemesi, tabiatı gereği ortaya çıkan
kurulu düzeni tanımlar[545]. Burada
insan, öğrendiği bilgilerle medeniyet sahibi olur. İktisâbî olarak kazanılan
yani sonradan elde edilen ve geliştirilmeye müsait olan medeniyet, tabiatın
kültürle olan ilişkisinin bir neticesi olarak ortaya çıkar. Toplumun
özelliklerini belirleyen tabiat kavramı, bu noktada kültürü oluşturan önemli
bir etken olarak karşımıza çıkar[546].
Diğer
varlık türlerine kıyasla âlemdeki hikmeti idrâk eden ve beyânda bulunan insan,
akıl yürütmek sûretiyle[547] eşyâya
şekil veren[548] ve
çevresini düzenleyen bir fonksiyona sahiptir. Bu özelliğiyle medeniyet sahibi
olan[549] insanlar
arasında lafız ve yazıyla ortaya çıkan beyân türüne rastlarız[550]. Zirâ
konuşma, insanın içindekini bir başkasına aktarma;[551]
yazma ise unutulmasından emin olunmayan şeyleri koruma altına alma görevi
görür. Böylelikle yazı, ihtiyaç duyulan idrâk alanı dışındaki konulara delil
teşkil eden bir “meleke” hâlini alır[552].
Yazıyla, geçmişteki haberler kaydedilerek geleceğe aktarılır ve sosyal
muâmelelerin hesabı görülür[553].
Allah’ın, tüm yaratıkların faydalarını gözetmek sûretiyle peygamberlerin
müjdelerini, önceki İlâhî kitaplarda nakletmesi de sonraki nesillere delil teşkil
edecek düzeyde haber verdiği duruma işaret eder ki[554]
bu da insanların, farklı dil ve yazılara sahip olan milletler arasında iletişim
kurmasına vesile olur[555].
Hareketin
miktarıyla hesaplanan zaman, başka bir beyân türünü tanımlar. Bu noktada kadîm
filozofların “zaman, hareketin miktarıdır” söylemine dikkat çeken Câhız, akd
yoluyla yapılan beyânı şu şekilde açıklar: İnsanlar arasında ortaya çıkan hesap
işleri bu beyân türüyle açıklığa kavuşturulur. Güneşin hareketiyle taksim
edilen yıl da insanların vakitlerini tâyin eden zaman dilimini oluşturur. Bu
ise kira verme, borç alma ve daha başka ihtiyaçları tamamlama noktasında
hesaplanan zamanın, insanlar arasında tezâhür eden bir iletişim aracı olduğunu
gösterir[556].
Tüm
varlıklar, insanı tefekküre çağıran birtakım işaretlerle birlikte
yaratılmıştır. Canlı cansız tüm varlıklarda Allah tarafından yaratılan
işaretler, delil şekilleri üzerinde ortaya çıkan bir başka beyân türünü
tanımlar. Bu işaretlerin bir kısmı açık olmakla birlikte içinde taşıdığı
delâlete dâvet eden bir yapıya sahiptir. Bu yapı, işaret etmiş olduğu mânâyı,
ortaya çıkaran bir özelliğe sahiptir. İşaretlerin diğer bir kısmı ise gizli
olmakla birlikte insan aklının üstünlüğü ve istitâat gücünün tasarrufuyla
ortaya çıkabilmektedir. Allah’ın gizlemiş olduğu bilgiler, insanın tasarruf
gücüyle bilinebilmekte; bu da Allah’ın insanı, delilsiz bırakmamayı irâde
ettiğini ve tefekküre dâvet ettiğini göstermektedir[557].
Açıklayan
ve konuşan bir canlı olarak insan[558]
“Lafız, Yazı, Akd ve İşaret” ile ihtiyaç duyduğu noktaları beyân etme
özelliğine sahiptir. Bir açıklama tarzı olarak yaratılan bu vasıtalar, insanlar
arasında şüpheyi ortadan kaldırmaya ve eksikliği gidermeye sebep olan bir
iletişim aracı olarak kullanılır[559].
Lafız, insanın iç dünyasında olup biten şeyleri ifade etmeye yarayan
kelimelerin seslendirilmesini ihtivâ eder. Böylelikle sesler, delil konumuna
yükselerek mânâyı dile getirir. Sesin mânâya delâleti ile insanın iç dünyasında
hissettiği şey ortaya çıkar. Bu bağlamda lafız, mânânın duyulur hâli olarak delili
beyân etme özelliğine sahip olur. Nitekim insan, bu beyân aracılığıyla iletişim
kurarak mânânın, duyulur hâlini ortaya çıkarır. Yazı ise mânânın görünür hâli
olarak lafzın şekillendiği biçimdir. Bir iletişim aracı olan yazı ile insanlar,
geçmiş ve gelecekle irtibatlı olan haberleri nakleder. Akit de zihnî düşünceyle
irtibatlı olarak gerçekleşen bir beyân çeşididir ki sayılarla yapılan
işlemlerin çözüldüğü düğümlere işaret eder. Çözülen düğümlerle ulaşılan
sonuçlar, mânânın ortaya çıktığı başka bir delil şeklini gösterir. Nitekim
Câhız zamanın taksimiyle işlerin görüldüğünü belirtir. İşaretle yapılan beyân
çeşidi ise varlıkların taşıdığı mânâları insana izhâr eden bir özelliğe
sahiptir. Bu beyânda ise insan tarafından tanımlanan varlıkların mertebeleri ortaya
çıkartılır. Zirâ insan, varlıklar üzerinde delil üretebilen ve delili ortaya
çıkartabilen bir yapıya sahiptir.
Cismin
mevzû„u ve nasbını ifade eden beyânın beşinci türüyle ise insan, delil üreten
ve çevresini düzenleyen bir varlık boyutuna geçer. Böylelikle insanın fizikî ve
sosyal tabiatı, en ileri aşamada düzenlediği bir yaşam alanı ortaya çıkar.
Medeniyet kavramıyla tanımlanan bu yaşam alanı, insanın maddî ve manevî
ihtiyaçlarının karşılandığı bir yer olarak tasavvur edilir. İlâhî hidâyetin,
Peygamber göndermek sûretiyle insandan istediği şey de Allah’ın düzeninin inşâ
edildiği bir yaşam alanıdır. Çünkü hayırla şerrin karışık olarak yaratıldığı
yeryüzünde, âlemdeki tabiatın insan tarafından fesâda uğratılma ihtimali
vardır. İnsandan aklını, hayır yönünde kullanarak tefekkür etmesinin istenmesi,
bu sebebe dayalı olarak gerçekleşir. Ayrıca bu durum, âlemdeki düzeni ifade
eden hikmetin insan tarafından keşfedilerek ortaya çıkartılacağını gösterir.
Eşyânın içinde saklı olan tabiatların da ortaya çıkacağına işaret eden bu
süreçte insan, hem eşyâya hem de kendine konum tâyin edebilen bir özelliğe
kavuşur. Zirâ eşyâ üzerinde bilgi sahibi olan insan, eşyâya şekil verme
özelliğine de sahip olur. Böylelikle hem maddeye hem de kendine şekil veren bir
varlık mertebesine yükselir ki bu da kültürel boyutta inşâ ettiği medenî
toplumu ortaya çıkarır. Neticede insan, âlemdeki hikmeti keşfederek oluşturduğu
düzende hâlîfe konumuna yükselir[560]
.
SONUÇ
Mu’tezile’ye mensup İslâm düşünürü olan Câhız’ın tabiat
felsefesi, felsefe tarihinde yer alan tabiat nazariyelerinden oldukça farklı
bir görünüm sergiler. Zirâ Câhız, hareket ettiği nokta itibariyle Antik Yunan
filozofları Demokritos, Pythagoras ve Aristo ile yeni dönem filozofları Spencer
(1820-1903) ve Darwin’den (1809-1882) ayrılır. Metafizik güçlerin varlığını
inkâr etmek sûretiyle tabiat dışında hiçbir şeyin var olmadığını savunan
tabiatçı felsefe, anlam itibariyle Câhız’ın tabiat felsefesiyle örtüşmez. Çünkü
Câhız, tabiatı gözeten bir yaratıcının varlığını kabul eder. Bu bağlamda
Darwin, Spencer ve diğer evrimci düşünürlerin savunduğu şekliyle bir gaye
olmaksızın atomların var olabileceği iddiası, Câhız’ı diğer tabiat
araştırmacılarından ayrıldığı önemli bir noktayı teşkil eder.
İnsan
fiillerini açıklamak amacıyla tabiatı araştıran çağdaşları Bişr b. el-Mu„temir,
Ebü’l-Hüzeyl el-Allâf, İbrâhim b. Seyyâr en-Nazzâm ve Sümâme b. el-Eşres gibi
isimlerden farklı olarak Câhız, tabiatı bir vesile konumunda değerlendirmez.
Zirâ o tabiatı, inceleme gayesindedir. Bu çerçevede insan fiillerini, tabiatın
bir neticesi olarak ele alır. Tabiatın hangi kanunlar üzere işlediğini
keşfetmek amacıyla da tabiat araştırmalarını gaye edinir. Böylelikle diğer
kelâmcılardan farklı olarak tabiatı, doğrudan keşfetme amacına mâtûf olarak
inceleme konusu yapar. Bu noktada tabiatı gaye edinen diğer tabiatçı
filozoflardan da şu yönler itibariyle ayrılır: Tabiat kanunlarını yaratan bir
yaratıcı fikrini benimsemek ve birtakım kanunlara göre işleyen tabiatı,
Allah’ın fiilleri olarak görmek
Ashâbu’t-Tabâi„
içerisinde zikredilen Câhız’ın, Tabiiyyât ile İlâhiyyât arasında ilişki
kurduğunu söyleyebiliriz. Zirâ o, âlemdeki tabiatı gözeten bir yaratıcının
varlığını kabul etmek sûretiyle fizik ve metafizik alanındaki konuları, tahlil
etmeye çalışır. Varlıkların tabiatlarını Allah’a delil olmaları yönünden
inceleme konusu yapar. Onun bu yaklaşımı, Allah’ın Kur’ân’da insana yapmış
olduğu dâveti hatırlatır. Zirâ Allah, insanları âlemde meydana gelen olayları
düşünmeye dâvet eder.
Câhız’ın
düşünce sisteminde tabiat kavramı, farklı anlamlara gelmekle birlikte genel
olarak varlıklarda gizli olan fıtrî kabiliyetlerin ortaya çıkmasıyla
irtibatlıdır. Zirâ âlemdeki her şey, bir tabiat sahibidir. Akılları olmayan
hayvanların lehine ve aleyhine olan şeyleri bilmesi, eşyâların belli bir düzene
göre (kümûn- zuhûr) varlık sahasına çıkması, insanın istidlâl etmesi, bu durumu
açıklar. Bu bağlamda tabiat, Allah’a ulaştırıcı bir misyon taşır. Allah ise
tabiata tevdî edilen kanunlarla bilinir.
Varlıklardaki
kabiliyetler, tabiatlara uygun olarak yürür. Böylelikle her varlığın, birtakım
kabiliyetlere sahip olarak dünyaya geldiği görülür. Zirâ varlıklar, hayatlarını
idâme ettirebilecek bir şekilde Allah tarafından yaratılmıştır. Bu yaratılış
şekli, varlıkların taşımış olduğu bilgi türüne işaret eder. Varlıklarda ne
üzere yaratıldıklarına ve hangi yönde kullanıldıklarına yönelik çeşitli
bilgiler bulunur. Bu noktada insana düşen pay, tefekkür etmektir. Zirâ hayvan,
bitki ve nesnedeki tabiat, insanı beyân unsurlarıyla tefekküre sevk eder. Bu
noktada Câhız hayvanları, psikolojik ve fizyolojik özellikleriyle inceleme
konusu yapar. Çeşitli tasniflerle gruplandırdığı bitkileri de bazı deneylere
tâbi tutar.
Câhız’a
göre her varlık, yaratılışındaki tabiata göre şekil alır. Bu bağlamda tabiat,
bir takım fiillerle birlikte varlıklarda ortaya çıkan bir durum olarak
tanımlanır. Tabiat ile yaratıcı arasında bağ kuran Câhız, varlıklara tabiatı
veren bir yaratıcının varlığından bahseder. Bu noktadan hareketle yaratıcının
tesiriyle âlemde meydana gelen birtakım fiillerin hikmetini izâha çalışır. Ona
göre âlem üzerinde kudret sahibi olan Allah, düzenlediği tabiat kanunlarıyla
âlemi yönetir. Bu bağlamda o, âlemin tedbîri ve güzelliğini ortaya koyan
olayları, tabiat kanunları diye isimlendirir. Câhız nezdinde tabiat kanunları,
Allah’ın fiillerindeki düzenliliğe tekabül eder. Dolayısıyla Câhız, dinî
akîdesini savunma amacına mâtûf olarak tabiat kanunlarını inceleme alanı yapar.
Kümûn-zuhûr teorisiyle isimlendirilen bu yaratmayı açıklama modeli, tevhîd
esasına bağlı kalarak cisimlere muhâlif tabiatların verildiğini savunur. Burada
Allah’ın âlemi, bir defada bazısını bazısı içine gizleyerek yaratması mevzû
bahistir. Bu durum, maddede gizli olan tabiatların ortaya çıkmasıyla
irtibatlıdır. Bu noktada insana düşen pay, nesnelere müdâhalede bulunmak
sûretiyle tabiatlarını ortaya çıkarmaktır. İnsanın eşyâ üzerindeki etkisini
belirleyen bu durum, Allah ile insanın fiiller üzerindeki ortak hareketini
belirler.
Allah’ın
varlığına delil olan insan, tabiatındaki istidlâl edebilme yeteneğiyle diğer
varlık türlerinden ayrılır. Diğer varlıklar ise yaratıldıkları tabiat sebebiyle
Allah’ın varlığına delil olmakta; fakat istidlâl edememektedir. İnsan ise
Allah’ın ayırt edici bir unsur olarak kendisine lütfettiği akıl ile hem delil
olan hem de istidlâl de bulunan varlık mertebesine yükselmektedir.
Allah’ın
varlığına delil olan varlıkların kanıt olma noktaları, insanın istidlâl
edebilme yeteneğiyle ortaya çıkar. İnsan ise delilleri, şu temel formlar
üzerinden ortaya çıkartır. Bu temel formlar, kendileriyle beyânın gerçekleştiği
beş unsur olarak tanımlanır. Lafız, yazı, akd ve işaret olarak belirlenen bu
unsurlar daha sonra cismin konumlandırılmasıyla beş unsurda tamamlanır. Beyân
türleriyle varlığın taşıdığı mânâlar, insan tarafından keşfedilir. Bu bağlamda
arının bal yapması ve örümceğin ağ örmesi, taşıdığı delilin keşfine işaret
eder. Tam da bu noktada delili keşfeden ve delil üretebilen bir varlık türü
olarak insan, diğer varlıklardan ayrılır.
Kâinâttaki
tüm varlıklar, Allah’a alâmet olma özelliği taşır. Allah’ın varlığına delil
olan varlıklar, bir hikmete sahip kılınarak varlık sahasında yerini alır. Zirâ
hikmet, Allah tarafından yönetilen âlemdeki düzene işaret eder. Evrendeki
hakikatlerden genişçe bahseden Câhız, varlıklardaki hikmetin beyân
vasıtalarıyla tezâhür edebileceğini belirtir. Burada beyân vasıtaları, hikmeti
insana izhâr etme özelliğiyle ön plana çıkar. Böylelikle beyân teorisi,
varlıklardaki hikmeti açıklığa kavuşturan bir özelliğe kavuşur. Nitekim
cisimler, kendilerinde taşıdıkları hikmeti bilmeden insanı tefekküre sevk eder.
İnsan da istidlâl etmek sûretiyle varlıklardaki hikmetli bilgileri ortaya
çıkarır. Tam bu noktada Câhız varlıkları, istidlâl etmeleri ve edememeleri
yönünden ikili tasnife tâbi tutar. Zirâ var olan her şey varlığının anlamını,
istidlâl eden insan türü ile kazanır. Böylece “varlıktaki tabiatın ne olduğu”
sorusu, insana bağlı olarak ortaya konulur. Nitekim bu soru, delil olan şeyin
konumunu da belirler.
Dördüncü
beyân türünden beşinci beyân türüne geçişte Câhız, hikmet kavramını ön plana
çıkarır. Hâl ile yapılan beyâna işaret eden beşinci unsurla beyân
vasıtalarının, varlıklardaki hikmeti izhâr ettiği görülür. Canlı ve cansız
varlık türlerinin birtakım hikmet ve beyânlara sahip kılınarak dünyaya
geldiğine savunan Câhız, bu noktada varlıklara konum tâyin eden insanın,
hikmetleri keşfedebilme durumunu öne çıkartır.
Âlemin
düzenini keşfeden insan, toplumda bir düzen inşâ etme hakkına sahip olur.
Neticede istidlâl ederek hikmetleri ortaya çıkaran, mevcûdâta konumun tâyin
eden, bulunduğu sosyal çevrenin düzenini inşâ eden insana yeryüzünün hâlîfeliği
verilir. Böylelikle insanın büyük varoluş zincirindeki yeri tanımlanır.
Aristoteles. Fizik. (çev.
Saffet Babür). 1. Basım. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 1997.
, Metafizik.
(çev. Ahmet Arslan). 2. Basım. İstanbul: Ege Üniversitesi Yayınları, 1996.
A Dictionary of Philosophy.
“Nature”, (ed. Antony Flew and Stephen Priest). 3. Basım, London: Pan Books,
2002.
Aarab,
Ahmed. “Phılıppe Provençal and Mohammed Idaomar, Eco-Ethological Data Accordıng
to Ğahiz Through His Work Kitâb Al-Hayawân (The Book Of Animals)”, (ed. M. M.
Arkoun). Journal of Arabic and Islamic Studies içinde. Tome
XLVII, Leiden: Koninklijke Brill NV, 2000, s.278-286.
Bağdâdî,
Abdü’l-Kâhir. Mezhepler Arasındaki Farklar. (çev. Ethem Rûhî
Fığlalı). Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 1991.
Bulğen,
Mehmet. Klasik Dönem Kelâm Atomculuğunun Günümüz Kozmolojisi Açısından
Değerlendirilmesi. (basılmamış doktora tezi), M.Ü. Sosyal Bilimler
Enstitüsü, İstanbul, 2012.
Câbirî,
Muhammed Âbid. Arap-İslâm Kültürünün Akıl Yapısı. (çev.
Burhân Köroğlu, Hasan Hacak ve Ekrem Demirli). İstanbul: Kitabevi Yayınları,
1999.
Cebr,
Cemîl. el-Câhız fî Hayâtihî ve Edebihî ve Fikrihî. Beyrut:
Dârü'l-Kitâbi'l-Lübnânî, 1974.
Cebri,
Şefik. el-Câhız : Mu‘allimü’l-akl ve’l-edeb. Dımaşk;
Dârü’l-Beşair, 2001/1422.
Câhız,
Ebû Osmân Amr b. Bahr b. Mahbûb el-Kinânî el-Leysî. ed-Delâil
ve'l-i‘tibâr ale'l- Hâlk ve't-Tedbîr. Beyrut:
Mektebetü’l-Küllîyâti’l-Ezheriyye, 1988.
,
el-Beyân ve't-Tebyîn, I, III, (thk. Abdüsselâm [Muhammed] Hârûn).
4. Basım, Kahire: Mektebetü’l-Hancî, 1975.
,
el-Bursân ve’l-urcân ve’l-umyân ve’l-hûlân. (thk. Muhammed Mürsî
Hûlî). 4. Basım, Beyrut: Müessesetü'r-Risâle, 1987/1407.
, el-Meâd
ve’l-Meâş, (nşr. Paul Kereviş ve Muhammed Tâhâ el-Hâcirî), (Mecmûu
Resâili’l-Câhiz içinde), Kahire: Lecnetü’t-Telif ve’t-Terceme, 1943, s.
1-36.
, er-ResâilHucecü'n-Nübüvve,
(thk. Abdüsselâm Muhammed Hârûn), (Resâilü'l-Câhiz içinde), III,
Kahire: Mektebetü’l-Hanci, 1979, s. 223-281.
, Kitâbü’l-Hayevân.
I, II, III, IV, V, VI, VII, (thk. Abdüsselâm Muhammed Hârûn). 3. Basım, Beyrut:
Dâru İhyâi't-Türâsi'l-Arabî, 1969/1388.
, Kitâbu’t-Terbî‘
ve’t-tedvîr, (Mecmûatû Resâil içinde), Kahire;
Matbaatü’t-Tekaddüm, 1324, s. 82-147.
, Kitâbü’l-Kıyân,
(thk. Abdüsselâm Muhammed Hârûn). (Resâilü'l-Câhiz içinde),
II, Kahire: Mektebetü’l-Hancî, 1979, s. 143-182.
, Risâle
fî Kitmânüs-Sır ve Hıfzi’l-Lisân, (thk. Abdüsselâm Muhammed
Hârûn). (Resâilü'l-Câhiz içinde), I, Kahire:
Mektebetü’l-Hancî, 1979, s. 139-181.
Cevizci, Ahmet. Felsefe Tarihine
Giriş. İstanbul: Paradigma Yayınları, 2002.
Cürcânî,
Seyyid Şerif. Kitâbü’t-Ta‘rifât. (thk. Muhammed
Abdurrahman el-Maraşlı), 2. Basım, Beyrut: Dâru’n-Nefâis, 2007.
De
Boer, T.J. Târîhu’l-Felsefe Fi’l-İslâm. (çev. Muhammed Abdülhâdî
Ebû Rîde). Tunus: ed-Dârü't-Tunûsiyye, 1980.
Dügaym,
Semîh. “Tab”, Mevsuâtû Mustalahati’l Eş’arî ve’l-Kâdî Abdülcebbâr,
II, Beyrut: Mektebetü Lübnan, 2002.
Dhanani,
Alnoor. The Physical Theory of Kalam Atoms, Space and Void in Basrian
Mu’tazili Cosmology, Leiden:E.J. Brill, 1994.
el-Mu’cemü’l-Felsefî.
“Tabiat”, Kahire; Mecmaü’l-Lugati’l-Arabiyye, 1979/1399.
Emîn, Ahmed. Duha’l-İslâm.
III, 10. Basım, Beyrut: Dârü'l-Kitâbi'l-Arabi, 1351/1933.
Enderwitz, Susanne. “Culture, History and Religion:
A Propos the Introduction of the Kıtâb Al-Hayawân”, (ed. Arnim Heinemann, John
L. Meloy, Taris Khâlidi ve Manfred Kropp) Al- Jahiz: A Muslim Humanistfor
our Time içinde. Würzburg: Ergon Verlag, 2009, s.229-237.
Eş'arî.
Makalâtü'I-İslâmiyyîn. (çev. Mehmet Dalkılıç ve Ömer Aydın).
İstanbul: Kabalcı Yayınları, 2005.
et-Tâî,
Muhammed Bâsil. “Kelâm Kozmolojisinin (Dakîku’l-Kelâm) Bilimsel Değeri”, (çev.
Mehmet Bulğen). M.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi içinde. sy.
XXXIX, 2010/2, s.149-162.
Günaltay,
M. Şemsettin, Antik Felsefenin İslâm Dünyasına Girişi, 1. Basım,
İstanbul: Kaktüs Yayınları, 2001.
ve İrfan Bayın. Kelâm Atomculuğu ve
Kaynağı Sorunu. Ankara: Fecr Yayınları, 2008.
Günther,
Sebastian. “Al-Jahiz and the Poetics of Teaching-A Ninth Century Muslim Scholar
on Intellectual Education”, (ed. Arnim Heinemann, John L. Meloy, Taris Khâlidi
ve Manfred Kropp). Al-Jahiz: A Muslim Hümanist for our Time
içinde. Würzburg: Ergon Verlag, 2009, s.17-26.
Hafacî,
Muhammed Abdülmün'im. Ebû Osmân el-Câhız. Beyrut: Dârü'l-Kitâbi'l-Lübnânî,
1982.
Hawi,
Sami S. Islamic Naturalism and Mysticism; A Philosophic Study of Ibn
Tufayl’s Hayy bin Yaqzan, Leiden; E. J. Brill, 1974.
Helev,
Abduh. “Tabiat”, Mu'cemü'l-Mustalahâti'l-Felsefîyye. Le
ocabulairephilosophique : Français-Arabe, Beyrut: Mektebetü Lübnân
[LibrairieduLiban], 1994.
İbnü’n-Nedîm,
Ebü’l-Ferec Muhammed b. İshak. el-Fihrist. (thk. M.[uhammed] Rıza
Teceddüd). Beyrut:Hayyat, 1967.
İkbal,
Muhammed. İslâm’da Dinî Tefekkürün Yeniden Teşekkülü (The Reconstruction
of Religious Thought in İslâm). (çev. Sofi Huri). İstanbul:
Çeltüt Matbaacılık, 1964.
İlyas,
Susan. “Tabiat”, el-Mevsûatü’l-Arabiyye, XII, Dımaşk: Hey’etü’l-Mevsûati’l-
Arabiyye, 2005.
İzâm, Mahfûz Ali. FîFelsefeti’t-Tabiiyye
inde’l-Câhız. y.y: Dârü’l-Hidâye: 1995.
Kâdî Abdülcebbâr. el-Muğnî fi
Ebvâbi't-Tevhîd ve'l-Adl. IX, XII, (thk. İbrâhim Medkûr), Kahire:
ed-Dârü’l-Mısriyye li’t-Te’lîf ve’t-Terceme, 1963.
Karataş, Cağfer. Bâkıllani'ye göre
Allah ve Âlem Tasavvuru. Bursa: Arasta Yayınları, 2003.
Karlığa, H. Bekir. “Anâsır-ı Erbaa”, Türkiye
Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA). İstanbul: Türkiye Diyanet
Vakfı, III.
Kaya, Mahmut. İslâm Kaynakları
Işığında Aristoteles ve Felsefesi, İstanbul: Ekin Yayınları, 1983.
Kılıç, Sadık. Tabiattaki Metafizik ve
Guenon’un Doğu Metafiziği. Ankara: Akçağ Yayınları, 1995.
Koçar, Musa. Mâtürîdî'de Allah-Âlem
İlişkisi. İstanbul: Ötüken Yayınları, 2004.
Kutluer, İlhan. Akıl ve İtikad.
2. Basım, İstanbul: İz Yayıncılık, 1998.
Kürd Ali, Muhammed. Muhammed Ferîd b.
Abdirrezzâk b. Muhammed. Ümerâü'l-Beyân. II, Kahire:
Lecnetü’t-Telîf ve’t-Terceme ve’n-Neşr, 1937/1355.
Lettinck, P. “Tabi’ıyyât”, The
Encylopaedia of İslam, XII, New Edition, Leiden: Brill, 2004.
Mâtürîdî. Kitâbü't-Tevhîd.
(çev. Bekir Topaloğlu). Ankara: İsam Yayınları, 2002.
Magee, Bryan. Felsefenin Öyküsü.
(çev. Bahadır Sina Şener). 2. Basım. Ankara: Dost Kitabevi Yayınları, 2004.
Musa, Ali Hilmi. “İlmu Tabia”, el-Mevsûatü'l-İslâmiyyeti'l-Âmme.
Kahire: el-Meclisü’l- A’lali’ş-Şuûni’l-İslâmiyye, 2001/1422.
Mütercim Âsım Efendi. El-Okyânûsu’l-Basît
fi Tercemeti’l-Kâmûsi’l-Muhît (Kâmûsu’l- Muhît Tercümesi). I; Koç,
Mustafa (ed.). İstanbul: Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı Yayınları,
2013.
Nessâr, Muhammed Abdüssettâr. “Et-Tabiiyyât
ve alakâtuha inde’n-Nazzâm el-Mutezilî”, Havliyyâtü Küllîyyeti'ş-Şerîa
ve'l-Kânûn ve'd-Dirâsâti'l-İslâmiyye içinde. sy. XII, Câmiatü Katar,
1415/1995, s. 197-230.
Pellat, Charles. “Al-Djahız”, The
Encyclopaedia Of İslam, II; Leiden: E. J. Brill, 1991.
“Hayawan”, The
Encyclopaedia Of İslam, III, Leiden: E.J.Brill, 1971.
Pıngree,
D. E. and S. Nomanul Haq, “Tabi’a”, The Encylopaedia of İslam, X,
New Edition, Leiden: Brill, 2000.
Pines, S. Mezhebü’z-Zerre inde'l-Müslimîn.
(çev. Muhammed Abdülhâdî Ebû Rîde).
Kahire: Mektebetü’n-Nehdati’l-Mısriyye, 1946/1365.
Ross, W.D. Aristoteles. (ed.
Ahmet Arslan). İzmir: Ege Üniversitesi Yayınları, 1993.
Sabbağ, Muhammed Ali Zekî. el-Belâgatü'ş-şi'riyyefîKitâbi'l-Beyân
ve't-tebyîn li'l-Câhız. Beyrut: el-Mektebetü’l-Asriyye, 1998/1418.
Saliba, Cemil. “Tabiat”, Ferheng-i
Felsefî. (çev. Menuçihr-i Sa'ni Derrebidî). Tahran: İntişarât-ı Hikmet,
1366.
Saliba, George. “Al-Jahiz and the Critique
of Aristotelian Science”, (ed. Arnim Heinemann, John L. Meloy, Taris Khâlidi ve
Manfred Kropp). Al-Jahiz: A Muslim Hümanist for Our Time içinde.
Würzburg: Ergon Verlag, 2009, s.39-50.
Şehristânî, Ebü'I-Feth Muhammed b.
Abdülkerîm b. Ebi Bekir. el-Milel ve'n-Nihâl. (çev.
Mustafa Öz). 2. Basım. İstanbul: Litera Yayıncılık, 2011.
Tehânevî, Muhammed b. A'lâ b. Ali el-Fârûkî
el-Hanefî. “Tabiat”, Mevsûatü Keşşâfı Istılâhâti'l-Fünûn ve'l-Ulûm.
(ed. Refik el-Acem). (nşr. Ali Dahruc). (çev. Corc Zeynati ve Abdullah Hâlidî).
II, Beyrut: Mektebetü Lübnân [LibrairieduLiban], 1996.
Tritton, A.S. İslâm Kelâmı.
(çev. Mehmet Dağ). Ankara: Ankara Üniversitesi İlâhîyat Fakültesi Yayınları,
1983.
Van Ess, Josef (Tubingen). “Al-Jahiz and
Early Mu’tazilî Theology”, (ed. Arnim Heinemann, John L. Meloy, Taris Khâlidi
ve Manfred Kropp). Al-Jahiz: A Muslim Humanist for Our Time
içinde. Würzburg: Ergon Verlag, 2009, s.3-15.
Wolfson,
H. Austry. Kelâm Felsefeleri. (çev. Kasım Turhan).
İstanbul: Kitabevi Yayınları, 2001.
Yavuz,
Ali Fikri. Anti-Atomistic approaches in Islamic Theology.
(yayınlanmamış yüksek lisans tezi). School of Oriental and African Studies,
Londra, 2010.
Yavuz,
Yusuf Şevki. “Câhız ”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi
(DİA). İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı, VII, 1993.
“İmâm
Mâtürîdî’nin Tabiat ve İlliyete Bakışı”, İmâm Mâtürîdî ve Mâtürîdîlik
(Milletler Arası Tartışmalı İlmî Toplantı). İstanbul: M.Ü. İlahiyat Fakültesi
Vakfı Yayınları, 2012.
Yazır,
Elmalılı M. Hamdi. “İlhâd Ne Büyük Cehâlettir!”, (haz. A. Cüneyd Köksal ve
Murat Kaya). Meşrutiyetten Cumhuriyete Makaleler Din Felsefe Siyaset
Hukuk içinde. 1. Basım. İstanbul: Klasik Yayınları, 2011, s.297-354.
Zeydî, Kasıd Yâsir. et-Tabîa
fi'l-Kur'âni'l-Kerîm. Bağdad: Dârü'r-Reşîd, 1980.
[1] Kâdî Abdülcebbâr, el-MuğnîfiEbvâbi’t-Tevhîd
ve ’l-Adl, (nşr. İbrâhim Medkûr), Kahire, 1963, XII, 379.
[2] Câhız, Kitâbü
’l-Hayevân, (nşr. Abdüsselâm Muhammed Hârûn), Beyrut, 1969/1388, II, 135.
[3] Câhız, a.g.e., II,
134-135.
[4] Câhız, a.g.e.,
III, 373-374.
[5] A Dictionary of
Philosophy, “Nature”, (ed. Antony Flew and Stephen Priest ), London, 2002,
s. 275.
[6] Aristoteles, Metafizik,
(çev. Ahmet Arslan), İstanbul, 1996, s. 90-91 (983b 5-20).
[7] Aristoteles,
a.g.e., s. 91-93 (983b 20-30, 984a 1-15), 98 (985a 30-985b 5); Bryan
Magee, Felsefenin Öyküsü, ( çev. Bahadır Sina Şener), Ankara, 2004, s.
13,17.
[8] Aristoteles, a.g.e.,
s. 93-95 (984a 15- 984b 10), 98 (985b 5- 10); Magee, s. 17-18.
[9] Aristoteles,
a.g.e., s. 99-100 (985b 20-986a 5), 106 (987a 5); W.D. Ross, Aristoteles,
(ed. Ahmet Arslan), İzmir, 1993, s. 86; M. Şemsettin Günaltay, Antik
Felsefenin İslâm Dünyasına Girişi, İstanbul, 2001, s. 25-26.
[10] Aristoteles, a.g.e.,
s. 234-235 (1012b 35- 1013a 20), 241-243 (1014b 15- 1015a 20).
[11] Aristoteles, Fizik,
(çev. Saffet Babür), İstanbul, 1997, s. 51-61 (192b 30-194b 30).
[12] Aristoteles,Metafizik,
s.236-239 (1013a 25-1014a 25); a. mlf., Fizik, s. 65 (195a 1-5).
[13] Aristoteles, Fizik,
s. 50-51 (192b 1-193a 1).
[14] Aristoteles, a.g.e.,
s. 93 (200b 5- 20), 95 (201a 30-201b 15), 241-243 (1014b 15-1015a 20).
[15] P. Lettinck, “Tabi’ıyyât”,
EI, Leiden, 2004, XII, 769.
[16] D. E. Pıngree and S.
Nomanul Haq, “Tabi’a”, EI, Leiden, 2000, X, 26.
[17] Mahfûz Ali İzâm, FîFelsefeti’t-Tabiiyye
inde’l-Câhız, y.y., 1995, s. 44.
[18] Mâtürîdî,
Kitâbü ’t-Tevhîd, (çev. Bekir Topaloğlu), Ankara, 2002, s. 23, 26-27,
30.
[19] Yusuf
Şevki Yavuz, “İmâm Mâtürîdî’nin Tabiat ve İlliyete Bakışı”, İmâm Mâtürîdî ve
Mâtürîdîlik, İstanbul, 2012, s.59, 61; Detaylı bilgi için bkz. Musa Koçar, Mâtürîdî’de
Allah-Âlem İlişkisi, İstanbul, 2004, s. 115-130.
[20] Pıngree and S. Nomanul
Haq, “Tabi’a”, EI, X, 26.
[21] Pıngree and S. Nomanul
Haq, “Tabi’a”, EI, X, 26-27.
[22] Cemil Saliba, “Tabiat”, Ferheng-i
Felsefî, (çev. Menuçihr-i Sa'ni Derrebidî), Tahran, 1366, s. 442.
[23] H. Bekir Karlığa,
“Anâsır-ı Erbaa”, DİA, III, 150.
[24] Cemil Saliba, “Tabiat”, a.g.e.,
s. 443.
[25] Ahmet Cevizci, Felsefe
Tarihine Giriş, İstanbul, 2002, s. 82-84.
[26] Cemil Saliba, “Tabiat”, a.g.e.,
s. 443.
[27] Cevizci, s. 93.
[28] Cemil Saliba, “Tabiat”, a.g.e.,
s. 443.
[29] A Dictionary of
Philosophy, “Nature”, s. 274-275.
[30] A Dictionary of
Philosophy, “Nature”, s. 274-275.
[31] Mehmet
Bulğen, Klasik Dönem Kelâm Atomculuğunun Günümüz Kozmolojisi Açısından
Değerlendirilmesi, (basılmamış doktora tezi), İstanbul, 2012, s. 34, 131,
161.
[32] Cağfer Karataş, Bâkıllani’ye
göre Allah ve Âlem Tasavvuru, Bursa, 2003, s. 38.
[33] George
Saliba, “Al-Jahiz and the Critique of Aristotelian Science”, (ed. Arnim Heinemann,
John L. Meloy, Taris Khalidi ve Manfred Kropp), Al-Jahiz: A Muslim
Humanistfor our Time içinde (s. 39-50), Würzburg, 2009, s. 49-50.
[34] Josef
Van Ess, “Al-Jahiz and Early Mu’tazilî Theology”, (ed. Arnim Heinemann, John L.
Meloy, Taris Khalidi ve Manfred Kropp), Al-Jahiz: A Muslim Humanistfor our
Time içinde (s. 3-15), Würzburg, 2009, s. 8,15.
[35] Susanne
Enderwitz, “Culture, History and Religion: A Propos the Introduction of the
Kıtâb Al-Hayawân”, (ed. Arnim Heinemann, John L. Meloy, Taris Khalidi ve
Manfred Kropp), Al-Jahiz: A Muslim Hümanist for our Time içinde (s. 229237),
Würzburg, 2009, s. 230, 234, 237.
[36] Charles Pellat,
“Al-Djahız”, EI, Leiden, 1991, II, 385-387.
[37] Charles Pellat,
“Hayawan”, EI, Leiden, 1971, III, 312.
[38] Muhammed
Âbid el-Câbirî, Arap-Islâm Kültürünün Akıl Yapısı, (çev. Burhan Köroğlu,
Hasan Hacak ve Ekrem Demirli), İstanbul, 1999, s. 32-34.
[39] İzâm, s. 47/189.
[40] İzâm, s. 35, 42.
[41] T.J. De Boer, Târîhu’l-FelsefeFi’l-Islâm,
(çev. Muhammed Abdülhâdî Ebû Rîde), Tunus, 1980, s. 121.
[42] İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist,
(nşr. M.[uhammed] Rızâ Teceddüd), Beyrut, 1967, s. 310.
[43] Yusuf Şevki Yavuz, “Câhız
”, DİA, VII, 20.
[44] İbnü’n-Nedîm, s. 310-311.
[45] Yavuz, “Câhız”,
DİA, VII, 20.
[46] Câhız, Kitâbü
’l-Hayevân, I, “Mukaddime”, s. 3-4.
[47] Ahmed Emîn, Duha
’l-İslâm, Beyrut, 1351/1933, III, 131.
[48] İbnü’n-Nedîm, s. 312.
[49] Câhız, Kitâbü’l-Hayevân,
I, “Mukaddime”, s. 10.
[50] İbnü’n-Nedîm, s. 312.
[51] Muhammed Ali Zekî Sabbağ, el-Belâgatü
’ş-şi’riyyefiKitâbi’l-Beyân ve’t-tebyîn li’l-Câhız, Beyrut, 1998/1418, s. 92.
[52] Câhız, Kitâbü’l-Hayevân,
IV, 69.
[53] De Boer, s.121.
[54] Cemîl Cebr, el-Câhız fi
Hayâtihî ve Edebihî ve Fikrihî, Beyrut, 1974, s. 126.
[55] Câhız, Kitâbü
’l-Hayevân, IV, 51- 92.
[56] Cebr, s. 32, 122-123, 126.
[57] Cebr, s. 32.
[58] İbnü’n-Nedîm,
s. 579, 588-589. Deysânîlere göre zulmet, nûrun aslı olarak zıtlığı ifade eder.
Bu bağlamda Nûr hassas, algılayıcı, bilgili; zulmet ise ölü, algılama gücünden
yoksun ve bilgisizdir. Mâni’ye göre ise âlemin esası nur ve zulmet olmak üzere
nûrun meltem, rüzgar, nûr, su ve ateş isminde beş organı; yumuşaklık, ilim,
akıl, gayb, fıtnat olmak üzere beş ortamı vardır.
[59] Detaylı bilgi için bkz.
İlhan Kutluer, Akıl ve İtikad, İstanbul, 1998, s.29-40; Cebr, s. 125.
[60] Câhız, Kitâbü’l-Hayevân,
VII, 6.
[61] Cebr, s. 126.
[62] Câhız, a.g.e, I, 27;
V, 40.
[63] Muhammed
Abdüssettâr Nessâr, “Et-Tabiiyyât ve alakâtuha inde’n-Nazzâm el-Mutezilî”, Havliyyâtü
Küllîyyeti ’ş-Şerîa ve’l-Kânûn ve’d-Dirâsâti’l-İslâmiyye içinde. (s.
197-230), 1415/1995, sy. XII, 211.
[64] Cebr, s. 129,131.
[65] Câhız, Kitâbü ’l-Hayevân,
I, 11; IV, 447- 448; I, 52; V, 98.
[66] Yavuz, “Câhız”,
DİA, VII, 21-23.
[67] Câhız, Kitâbü
’l-Hayevân, I, “Mukaddime”, s. 3-4,7.
[68] Cebr, s. 32, 126.
[69] Câhız, Kitâbü
’l-Hayevân, I, “Mukaddime”, s. 29.
[70] Muhammed Abdülmün'im
Hafacî, Ebû Osmân el-Câhız, Beyrut, 1982, s. 179.
[71] Câhız, Kitâbü’l-Hayevân,
I, “Mukaddime”, s. 3-4,7.
[72] Ahmed Emîn, a.g.e.,
III, 131.
[73] Câhız, Kitâbü
’l-Hayevân, I, “Mukaddime”, s. 5-6.
[74] Yavuz, “Câhız”,
DİA, VII, 21.
[75] Hafacî, s. 179.
[76] Van Ess, a.g.m., s.
6.
[77] Câhız, Kitâbü
’l-Hayevân, I, “Mukaddime”, s. 29.
[78] Câhız, a.g.e., I,
“Mukaddime”, s. 18-20; İzâm, s. 37-38, 79, 186-187.
[79] İslâm
müellifleri Aristoteles’in Historia Animalium, De Partibus Animalium ve De
Generatione Animalium adlı üç eserini, tek kitap halinde ele almışlar ve
ona Kitâb el-Hayvân ismini vermişlerdir ( bk. Mahmut Kaya, İslâm
Kaynakları Işığında Aristoteles ve Felsefesi, İstanbul, 1983, s. 177.)
[80] Ahmed
Aarab, Phılıppe Provençal and Mohammed Idaomar, “Eco-Ethological Data According
to Ğahiz Through His Work Kitâb Al-Hayawân (The Book Of Animals)”, (ed. M. M.
Arkoun). Journal of Arabic and Islamic Studies içinde (s. 278-286),
Leiden, 2000, XLVII, 278.
[81] Pellat, “Al-Djahız”, a.g.e.,
II, 385; a. mlf., “Hayawan”, a.g.e., III, 312; Enderwitz, a.g.m.,
s. 230.
[82] Detaylı bilgi için bkz.
Câhız, Kitâbü’l-Hayevân, I, “Mukaddime”, s. 14-18.
[83] İzâm, s. 130.
[84] Câhız, Kitâbü’l-Hayevân,
I, “Mukaddime”, s. 18-20.
[85] İzâm, s. 36-37.
[86] Pellat, “Al-Djahız”, a.g.e.,
II, 385; a. mlf., “Hayawan”, a.g.e., III, 312; Enderwitz, a.g.m.,
s. 230.
[87] Hafacî, s. 163.
[88] Cebr, s. 30; Hafacî, s.
162,154; Sabbağ, s. 109.
[89] Sebastian
Günther, “Al-Jahiz and the Poetics of Teaching-A Ninth Century Muslim Scholar
on Intellectual Education’’, (ed. Arnim Heinemann, John L. Meloy, Taris Khalidi
ve Manfred Kropp), Al-Jahiz: A Muslim Hümanistfor our Time içinde (s.
17-26), Würzburg, 2009, s. 21-23.
[90] Günther, a.g.m., s.
24-26.
[91] Nessâr, a.g.m., s.
199.
[92] Hafacî, s. 163.
[93] Ahmed Emîn, a.g.e.,
III, 131.
[94] Câhız, Kitâbü’l-Hayevân,
II, 88; III, 238-239, 361; V, 41, 60, 218-298, 248, 365; VI, 35-36, 133.
[95] Câhız, er-ResâilHucecü'n-Nübüvve,
(nşr. Abdüsselâm Muhammed Hârûn), (Resâilü'l-Câhiz içinde 223-281
arası), Kahire, 1979, III, 224-226; Muhammed Kürd Ali, Ümerâü'l-Beyân,
Kahire, 1937/1355, II, 353.
[96] Câhız, Kitâbü ’l-Hayevân,
V, 80, 120; VI, 6; VII, 168.
[97] İzâm, s. 20.
[98] Hafacî, s. 162.
[99] Câhız, Kitâbü
’l-Hayevân, I, 166.
[100] Hafacî, s. 162.
[101] Câhız, el-Bursân ve
’l-urcân ve ’l-umyân ve ’l-hûlân, (nşr. Muhammed Mürsî Hûlî), Beyrut,
1987/1407, s. 244.
[102] Ahmed Emîn, a.g.e.,
III, 139.
[103] Hafacî, s. 166-168.
[104] Ahmed Emîn, a.g.e.,
III, 139.
[105] Câhız, Kitâbü
’l-Hayevân, I, 86-88, 145; IV, 92; VI, 48; VII, 109-110.
[106] İzâm, s. 29-30.
[107] Câhız, a.g.e., I,
86-88, 145; IV, 92; VI, 48; VII, 109-110.
[108] Câhız, ed-Delâil
ve'l-i'tibâr ale'lhalk ve't-tedbîr, Beyrut, 1988, s. 55-56.
[109] Câhız, Kitâbü’l-Hayevân,
V, 223.
[110] Hafacî, s. 172.
[111] Câhız, Kitâbü
’l-Hayevân, III, 299.
[112] İzam, s. 37- 38.
[113] Ahmed Emîn, a.g.e.,
III, 139.
[114] Câhız, Kitâbü’l-Hayevân,
V, 347.
[115] Câhız, a.g.e., I,
343.
[116] İzâm, s. 29-30.
[117] Câhız, Hucecü'n-Nübüvve,
(Resâilü ’l-Câhiz içinde), III, s. 224-226.
[118] Câhız, el-Bursân
ve’l-ercân ve’l-emyân ve’l-hûlân, s. 244. (Mür’e ve Kürdânî isimli iki kişi
arasında geçen bu olayda onların at üzerinde nasıl vuruştukları rivâyet edilir.
Birinin diğerini kılıcıyla ikiye ayırması; ancak ikiye ayrılan kişinin bundan
acı hissetmemesi oldukça dikkat çekicidir. Söz konusu rivâyet, kılıcı sokan
kişinin, bundan acı hissetmediğini belirten kişiden hareket etmesini istemesi
ve onun da hareket etmesiyle vücudunun ikiye ayrılan parçalarının atın sağ ve
sol tarafına düştüğü kaydıyla bitirilir.)
[119] Câhız, Kitâbü’l-Hayevân,
I, 166.
[120] Hafacî, s. 117-162.
[121] Câhız, Hucecü'n-Nübüvve,
(Resâilü ’l-Câhiz içinde), III, 224-226; Kürd Ali, a.g.e., II,
35.
[122] Câhız, Kitâbü ’l-Hayevân,
I, 166.
[123] Câhız, a.g.e., V,
80,120; VI, 6; VII, 168.
[124] Câhız, a.g.e., VII,
125.
[125] Câhız, a.g.e., VII,
125.
[126] İzâm, s. 37- 38.
[127] Ahmed Emîn, a.g.e.,
III, 131.
[128] Câhız, Kitâbü
’l-Hayevân, VI, 35-36; III, 238-239, 361.
[129] İzâm, s. 37- 38.
[130] Câhız, Kitâbü
’l-Hayevân, VI, 35-36; III, 238-239, 361.
[131] Van Ess, a.g.m., s.
15
[132] Câhız, Kitâbü
’l-Hayevân, VI, 35-36; III, 238-239, 361.
[133] Câhız, Kitâbü ’t-Terbî„
ve ’t-tedvîr, (Mecmûatû Resâil içinde s. 82-147 arası), Kahire, 1324, s.
102.
[134] Sabbağ, s. 104.
[135] Câhız, Kitâbü
’l-Hayevân, I, 379.
[136] Câhız, a.g.e., VI,
35-36.
[137] Câhız, Kitâbü’t-Terbî„ve’t-tedvîr,
(Mecmûatû Resâil içinde), s. 102.
[138] Câhız, Kitâbü
’l-Hayevân, III, 35.
[139] İzâm, s. 29-30.
[140] Câhız, Kitâbü
’l-Hayevân, III, 238-239, 274.
[141] Ahmed Emîn, a.g.e.,
III, 131.
[142] Câhız, a.g.e., VI,
35-36.
[143] Câhız, Kitâbü’l-Hayevân,
III, 35.
[144] Sabbağ, s. 104.
[145] Câhız, Kitâbü
’l-Hayevân, II, 88; III, 238-239, 361; V,41, 60, 218, 248, 298, 365; VI,
35-36, 133.
[146] Hafacî, s. 179.
[147] Câhız, Hucecü'n-Nübüvve,
(Resâilü’l-Câhiz içinde), III, 224-226.
[148] Câhız, Kitâbü’l-Hayevân,
III, 361.
[149] İzâm, s. 37- 38.
[150] Câhız, Kitâbü
’l-Hayevân, V, 10-11.
[151] Hafacî, s. 158.
[152] Câhız, a.g.e., III,
74-376.
[153] Câhız, a.g.e., IV,
92; VI, 48; VII, 109-110.
[154] Ahmed Emîn, a.g.e.,
III, 131.
[155] Câhız, a.g.e., I,
149; III, 374-376.
[156] Câhız, a.g.e., V,
80-120; VI, 6; VII, 168.
[157] Câhız, a.g.e., II,
88; V, 41, 60, 218-298, 248, 365; VI, 133.
[158] Câhız, a.g.e., V,
s.363- 365.
[159] Câhız, a.g.e., I,
184-185, 190; II, 83; III, 139, 151-152, 299; IV, 106; VI, 11, 37.
[160] Câhız, a.g.e., II,
88; V, 41, 60, 218-298, 248, 365; VI, 133.
[161] Câhız, a.g.e., VI,
71.
[162] Hafacî, s. 172.
[163] Kâdî Abdülcebbâr, a.g.e.,
XII, 36, 47.
[164] Câhız, Kitâbü
’l-Hayevân, V, s. 10-11.
[165] Câhız, a.g.e, V,
80, 120; VI, 6; VII, 168.
[166] Şefîk Cebri, el-Câhız:
Mu ‘allimü ’l-akl ve ’l-edeb, Dımaşk, 2001/1422, s. 126.
[167] Cebri, s. 126.
[168] Hafacî, s. 168, 171.
[169] îzâm, s. 19-20.
[170] Câhız, Kitâbü
’l-Hayevân; I, 149; III, 376; V, 36-40; Aarab, a.g.m., s. 285-286.
[171] Aarab, a.g.m., s.
285-286.
[172] İzâm, s. 19-20.
[173] Pellat, “Hayawan”, a.g.e.,
III, 312; Enderwitz, a.g.m., s. 229.
[174] Câhız, Kitâbü
’l-Hayevân; I, 149; III, 376; V, 36-40; Aarab, a.g.m., s. 285-286.
[175] Hafacî, s. 168, 171.
[176] İzâm, s. 23.
[177] Hafacî, s. 20, 172, 180.
[178] Hafacî, s. 20, 172, 180.
[179] Sabbağ,
s. 92, 106, 109.
[180] Câhız, Kitâbü
’l-Hayevân, I, 26.
[181] Câhız, a.g.e., I,
26-27.
[182] İzâm, s. 45.
[183] Câhız, Kitâbü
’l-Hayevân, I, 203, 206.
[184] Câhız, a.g.e., III,
298-301.
[185] Câhız, a.g.e., I,
203, 206.
[186] Cürcânî, Kitâbü’t-Ta‘rifât,
(nşr. Muhammed Abdurrahman el-Maraşlı), Beyrut, 2007, 215.
[187] Câhız, a.g.e., I,
34.
[188] Câhız, Kitâbü
’l-Hayevân, I, 35.
[189] Cemil Saliba, “Tabiat”,
a.g.e., s. 441.
[190] Abduh Helev, “Tabiat”,Mu'cemü'l-Mustalahâti'l-Felsefyye,
Beyrut, 1994, s. 112.
[191] Izâm, s. 36-37.
[192] Cemil Saliba, “Tabiat”,
a.g.e., s. 442.
[193] el-Mu ’cemü ’l-felsefî,
“Tabiat”, Kahire, 1979/1399, s. 112.
[194] Alnoor
Dhanani, The Physical Theory of Kalam Atoms, Space and Void in Basrian Mu
’tazili Cosmology, Leiden, 1994, s. 4-5; Sami S. Hawi, Islamic
Naturalism andMysticism; A Philosophic Study of Ibn Tufayl’s Hayy bin Yaqzan,
Leiden, 1974, s. 193.
[195] Dhanani, s. 4-5.
[196] Nessâr, a.g.m., s.
204.
[197] H. Austry Wolfson, Kelâm
Felsefeleri, (çev. Kasım Turhan), İstanbul, 2001, s. 557 .
[198] İzâm, s. 58-59.
[199] Wolfson, s. 557.
[200] Wolfson, s. 558.
[201] Wolfson, s. 559.
[202] Cemil Saliba, “Tabiat”, a.g.e.,
s. 442.
[203] Nessâr, a.g.m., s. 202.
[204] ez-Zâriyât 51/49.
[205] Hûd 11/40.
[206] Nessâr, a.g.m., s.
202-203.
[207] Câhız, Kitâbü’l-Hayevân,
IV, 283.
[208] Nessâr, a.g.m., s.
201.
[209] Câhız, Kitâbü
’l-Hayevân, VII, 12.
[210] Nessâr, a.g.m., s.
202-203.
[211] İzâm, s. 56-57.
[212] S. Pines,
Mezhebü’z-Zerre inde’l-Müslimîn, (çev. Muhammed Abdülhâdî Ebû Rîde>,
Kahire, 1946/1365, s. 8; M. Şemsettin Günaltay ve İrfan Bayın, Kelâm
Atomculuğu ve Kaynağı Sorunu, Ankara, 2008, s. 95-96; Ayrıca bkz. Ali Fikri
Yavuz, Anti-Atomistic approaches in Islamic Theology, (yayınlanmamış
yüksek lisans tezi), Londra, 2010, s. 3-5, 15-16
[213] Câhız, Kitâbü
’l-Hayevân, V, 55.
[214] Câhız, a.g.e., VII,
35.
[215] Câhız, a.g.e., III,
37-38.
[216] îzâm, s. 52.
[217] Câhız, Kitâbü’l-Hayevân,
II, 135.
[218] Câhız, a.g.e., III,
37-38.
[219] Hafacî, s. 166-168
[220] Câhız, ed-Delâil ve
’l-i’tibâr ale’l-halk ve ’t-tedbîr, s. 6.
[221] Câhız, Kitâbü’l-Hayevân,
II, 134-135.
[222] îzâm, s. 66.
[223] Eş'arî, Makâlâtü'I-İslâmiyyîn,,
(çev. Mehmet Dalkılıç ve Ömer Aydın), İstanbul, 2005, s. 248.
[224] Nessâr, a.g.m., s.
209.
[225] Tehânevî, “Tabiat”, Mevsûatü
Keşşâfı Istılâhâti'l-Fünûn ve'l-Ulûm, (nşr. Ali Dahruc), Beyrut, 1996, II,
1127.
[226] Câhız, Kitâbü
’l-Hayevân, V, 81-82.
[227] Câhız, a.g.e., I,
6.
[228] Câhız, a.g.e., V,
89.
[229] Câhız, a.g.e., III,
378.
[230] Câhız, a.g.e., III,
374-375, 378.
[231] Câhız, a.g.e., V,
5, 10-12.
[232] Helev, “Tabiat”, a.g.e.,
s. 111.
[233] Eş'arî,Makalatü'I-İslâmiyyîn,
s. 265-266.
[234] Câhız, Kitâbü
’l-Hayevân, V, 7-8.
[235] Câhız, a.g.e., V,
21.
[236] Izâm, s. 74.
[237] Izâm, s. 74.
[238] Câhız, Kitâbü’l-Hayevân,
V, 13-14.
[239] Câhız, a.g.e., V, 13.
[240] Câhız, a.g.e., V, 52-53.
[241] Abdü’l-Kâhir
el-Bağdâdî, Mezhepler Arasındaki Farklar, (çev. Ethem Rûhî Fığlalı),
Ankara, 1991, s. 128,144; A.S. Tritton, İslâm Kelâmı, (çev. Mehmet Dağ),
Ankara, 1983, s. 132.
[242] Câhız, Kitâbü
’l-Hayevân, V, 7-11, 52-53.
[243] Câhız, a.g.e, V,
10-11.
[244] Câhız, a.g.e., V,
13.
[245] Tehânevî, “Tabiat”, a.g.e.,
II, 1127.
[246] Câhız, Kitâbü
’l-Hayevân, V, 13,15, 82.
[247] Câhız, a.g.e., V,
18-20.
[248] Câhız, a.g.e., V,
15-18.
[249] Câhız, a.g.e., V,
90-91.
[250] Câhız, a.g.e., V,
16-17.
[251] Izâm, s. 68.
[252] Câhız, a.g.e., V,
20.
[253] Câhız, a.g.e., V,
21.
[254] Nessâr, a.g.m., s.
209.
[255] Câhız, a.g.e., V,
21-22.
[256] Câhız, a.g.e., V,
21.
[257] Câhız, a.g.e., V,
51, 83-84.
[258] el-Vâkıa 56/ 71-72.
[259] Câhız, Kitâbü
’l-Hayevân, V, 92.
[260] Yâsîn 36/ 80.
[261] Câhız, Kitâbü’l-Hayevân,
V, 93.
[262] Nessâr, a.g.m., s.
202.
[263] Câhız, a.g.e., VII,
12.
[264] Nessâr, a.g.m., s.
209.
[265] Helev, “Tabiat”, a.g.e.,
s. 111.
[266] Câhız, Kitâbü’l-Hayevân,
III, 378.
[267] Câhız, a.g.e., III,
374-376.
[268] Câhız., a.g.e., V,
13.
[269] Tehânevî, “Tabiat”, a.g.e.,
II, 1127.
[270] Wolfson, s. 559.
[271] Cemil Saliba, “Tabiat”, a.g.e.,
s. 442.
[272] Nessâr, a.g.m., s.
201.
[273] Câhız, Kitâbü
’l-Hayevân, VII, 12.
[274] Câhız, a.g.e., V,
21,52-53.
[275] Câhız,
a.g.e., I, 35; İfadenin Arapçadan transkripsiyonu şu şekildedir:
"Seli’l-arza, fekul: men şakka enhâreke ve garase eşcâreke ve cenâ
simâreke: fein lem tücibke hivâren, ecâbetke i‘tibâren"
[276] Câhız, a.g.e., I,
34.
[277] Câbirî, s. 38.
[278] Câhız, a.g.e., I,
33, 43.
[279] Câhız, ed-Delâil ve
’l-i’tibâr ale’l-halk ve ’t-tedbîr, s. 54.
[280] Câhız, a.g.e., s.
8, 54; a. mlf., Kitâbü ’l-Hayevân, VII, 10-11.
[281] Câhız, Kitâbü
’l-Hayevân, I, 34.
[282] Câhız, a.g.e., III,
378.
[283] el-Mu’cemü’l-felsefî,
“Tabiat”, s. 112.
[284] Helev, “Tabiat”, a.g.e.,
s. 111.
[285] Câhız, a.g.e., I,
35.
[286] Cemil Saliba, “Tabiat”, a.g.e.,
s. 441.
[287] Câhız, a.g.e., I,
203, 206.
[288] Cürcânî, Kitâbu’t-Ta„rifât,
s. 215.
[289] Câhız, Kitâbü
’l-Hayevân, I, 34.
[290] Câhız, a.g.e., I,
37.
[291] Mütercim Âsım Efendi, Kâmûs
Tercümesi, (ed. Mustafa Koç), İstanbul, 2013, I, 683.
[292] Câbirî, s. 38.
[293] Câhız, Kitâbü
’l-Hayevân, I, 37.
[294] Câhız, a.g.e., I,
34.
[295] Câhız, el-Beyân ve
’t-Tebyîn, (nşr. Abdüsselâm [Muhammed] Hârûn), Kahire, 1975, I, 75-81.
[296] Câhız, ed-Delâil ve
’l-i’tibâr ale’l-halk ve ’t-tedbîr, s. 58.
[297] Câhız, Kitâbü
’l-Hayevân, I, 206.
[298] Câhız, a.g.e., VI,
10.
[299] Câhız, a.g.e., III,
300-302.
[300] Câhız, a.g.e., I,
204-205.
[301] Câhız, ed-Delâil ve
’l-i’tibâr ale’l-halk ve ’t-tedbîr, s. 66.
[302] Câhız, Kitâbü
’l-Hayevân, IV, 207.
[303] Câhız, a.g.e., III,
299.
[304] Câhız, a.g.e., I,
207.
[305] Câhız, a.g.e., VI,
5.
[306] Câhız, a.g.e., I,
45.
[307] Hafacî, s. 176.
[308] Câhız, ed-Delâil ve
’l-i’tibâr ale’l-halk ve ’t-tedbîr, s. 47-48.
[309] Câhız, Risâle
fî Kitmânüs-Sır ve Hıfzi’l-Lisân, (nşr. Abdüsselâm Muhammed Hârûn), (Resâilü'l-Câhiz
içinde s.139-181 arası), Kahire, 1979, I, 141-142.
[310] Câhız, el-Beyân
ve’t-Tebyîn, I, 75-81.
[311] Câhız, Kitâbü’l-Hayevân,
II, 115.
[312] Câhız, Kitmânüs-Sır
veHıfzi’l-Lisân, (Resâilü'l-Câhiz içinde), I, 141-142.
[313] Câhız, Kitâbü’t-Terbî„ve’t-tedvîr,
(Mecmûatû Resâil içinde), s. 135.
[314] Eş'arî,Makalatü'I-İslâmiyyîn,
s. 265.
[315] Câhız, a.g.e., s.
135.
[316] Câhız, Kitâbü
’l-Hayevân, I, 207.
[317] Câhız, Kitâbü ’t-Terbî
„ ve ’t-tedvîr, (Mecmûatû Resâil içinde), s. 88.
[318] Câhız, Kitâbü
’l-Hayevân, I, 207.
[319] Câhız, a.g.e, III,
373,; V, 60-61.
[320] Câhız, a.g.e., V,
61.
[321] Câhız, a.g.e., III,
373; V, 60-61.
[322] Câhız, a.g.e., V,
13, 34-35, 82.
[323] Helev, “Tabiat”, a.g.e.,
s. 111.
[324] Câhız, Kitâbü’l-Hayevân,
V, 61.
[325] Câhız, a.g.e., V,
13, 34-35, 82.
[326] Câhız, a.g.e., V,
21, 52-53.
[327] Câhız, a.g.e., V,
52-53.
[328] Câhız, a.g.e., V,
13.
[329] Câhız, a.g.e., I,
36.
[330] Câhız, ed-Delâil ve
’l-i’tibâr ale’l-halk ve ’t-tedbîr, s. 58.
[331] Câbirî, s. 38.
[332] Câhız, ed-Delâil ve
’l-i’tibâr ale’l-halk ve ’t-tedbîr, s. 6.
[333] Helev, “Tabiat”, a.g.e.,
s. 112.
[334] Câhız, Kitâbü
’l-Hayevân, III, 373-374.
[335] Helev, “Tabiat”, a.g.e.,
s. 112.
[336] Câhız, el-Beyân
ve’t-Tebyîn, IV, s. 100.
[337] el-Mu’cemü’l-felsefî,
“Tabiat”, s. 112.
[338] Câhız, el-Beyân
ve’t-Tebyîn, IV, 100.
[339] Câhız, Kitâbü’l-Hayevân,
IV, 103-104.
[340] el-Mu’cemü’l-felsefî, “Tabiat”,
s. 112.
[341] Câhız, Kitâbü’l-Kıyân,
(nşr. Abdüsselâm Muhammed Hârûn), (Resâilü'l-Câhiz içinde s.143-182
arası), Kahire, 1979, II, 146.
[342] Câhız, Kitâbü
’l-Hayevân, III, 373-374.
[343] Câhız, ed-Delâil
ve’l-i’tibâr ale’l-halk ve’t-tedbîr, s. 43.
[344] Câhız, Kitâbü’l-Kıyân,
(Resâilü'l-Câhiz içinde), II, 146.
[345] Câhız, ed-Delâil ve
’l-i’tibâr ale’l-halk ve ’t-tedbîr, s. 61.
[346] Helev, “Tabiat”, a.g.e.,
s. 111.
[347] İlyas Susan, “Tabiat”, el-Mevsûatü
’l-Arabiyye, Dımaşk, 2005, XII, 525.
[348] Sadık Kılıç, Tabiattaki
Metafizik ve Guenon’un Doğu Metafiziği, Ankara, 1995, s. 9-10.
[349] Elmalılı
M. Hamdi Yazır, “İlhâd Ne Büyük Cehâlettir!”, (haz. A. Cüneyd Köksal ve Murat
Kaya), Meşrutiyetten Cumhuriyete Makaleler Din Felsefe Siyaset Hukuk
içinde (s. 297-354), İstanbul, 2011, s. 301.
[350] Muhammed
Bâsil et-Tâî, “Kelâm Kozmolojisinin (Dakîku’l-Kelâm) Bilimsel Değeri”, (çev.
Mehmet Bulğen), M.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi içinde, (s.149-162),
2010/2, sy. XXXIX, 157.
[351] Câhız, ed-Delâil ve
’l-i’tibâr ale’l-halk ve ’t-tedbîr, s. 61.
[352] Câhız, Kitâbü’l-Hayevân,
II, 135.
[353] Câhız, a.g.e., I,
81.
[354] Yazır, a.g.m., s.
304,325-326.
[355] Câhız, Kitâbü
’l-Hayevân, I, 81.
[356] Izâm, s. 116.
[357] Cemil Saliba, “Tabiat”, a.g.e.,
s. 443.
[358] Câhız, Kitâbü
’l-Hayevân, III, 298-301.
[359] Câhız, a.g.e., II,
109.
[360] Câhız, ed-Delâil ve
’l-i’tibâr ale’l-halk ve ’t-tedbîr, s. 55-56.
[361] Câhız, Kitâbü’l-Hayevân,
II, 109.
[362] Câhız, ed-Delâil ve
’l-i’tibâr ale’l-halk ve ’t-tedbîr, s. 21-22.
[363] Câhız, a.g.e., s.
47.
[364] Câhız, a.g.e., s.
47.
[365] Câhız, ed-Delâil ve
’l-i’tibâr ale’l-halk ve ’t-tedbîr, s. 21.
[366] Susan, “Tabiat”, a.g.e.,
XII, 525.
[367] Câhız, Kitâbü’l-Hayevân,
I, 35.
[368] Cemil Saliba, “Tabiat”,
a.g.e., s. 443-444.
[369] Câhız, ed-Delâil ve
’l-i’tibâr ale’l-halk ve ’t-tedbîr, s. 21.
[370] Câhız, ed-Delâil ve
’l-i’tibâr ale’l-halk ve ’t-tedbîr, s. 6.
[371] Câhız, a.g.e., s. 5-6.
[372] Cemil Saliba, “Tabiat”, a.g.e.,
s. 442.
[373] Câhız, ed-Delâil ve
’l-i’tibâr ale’l-halk ve ’t-tedbîr, s. 5-6.
[374] Câhız, a.g.e., s.
6, 67.
[375] Cebr, s. 125.
[376] Câhız, Ed-Delail
ve'l-İ'tibar ale'l-Halk ve't-Tedbir, s. 6.
[377] el-Mu’cemü’l-felsefî,
"Tabiat”, s. 112.
[378] Ali Hilmi Musa, “İlmu
Tabia”, el-Mevsûatü’l-İslâmiyyeti’l-Âmme, Kahire, 2001/1422, s. 996.
[379] Câhız, ed-Delâil ve
’l-i’tibâr ale’l-halk ve ’t-tedbîr, s. 43.
[380] Bulğen, s. 138.
[381] Câhız, ed-Delâil ve
’l-i’tibâr ale’l-halk ve ’t-tedbîr, s. 43.
[382] Nessâr, a.g.m., s.
202-203.
[383] Câhız, Kitâbü ’l-Kıyân,
(Resâilü'l-Câhiz içinde), II, 146.
[384] Câhız, ed-Delâil ve
’l-i’tibâr ale’l-halk ve ’t-tedbîr, s. 60.
[385] Câhız, a.g.e., s.
61.
[386] Câhız, a.g.e., s.
61.
[387] Câhız, Kitâbü’l-Kıyân,
(Resâilü'l-Câhiz içinde), II, s. 146.
[388] Câhız, ed-Delâil ve
’l-i’tibâr ale’l-halk ve ’t-tedbîr, s. 61.
[389] Câhız, Kitâbü’l-Hayevân,
IV, 103-104.
[390] el-Mu’cemü’l-felsefî, “Tabiat”,
s. 112.
[391] Câhız, el-Beyân ve
’t-Tebyîn, IV, 100.
[392] Câhız, ed-Delâil ve
’l-i’tibâr ale’l-halk ve ’t-tedbîr, s. 43.
[393] Câhız, Kitâbü 'l-Hayevân,
I, 27.
[394] Câhız, el-Bursân
ve’l-urcân ve’l-umyân ve’l-hûlân, s. 180.
[395] Câhız, Kitâbü
’l-Hayevân, I, 27.
[396] Câhız, ed-Delâil ve
’l-i’tibâr ale’l-halk ve ’t-tedbîr, s. 6.
[397] Câhız, Kitâbü
’l-Hayevân, V, 80,120; VI, 6; VII, 168.
[398] Sabbağ, s. 92, 106, 109.
[399] Câhız, Kitâbü’l-Hayevân,
I, 149.
[400] Câhız, a.g.e., II,
88; V, 41, 60, 218, 248, 365; VI, 133.
[401] Câhız, a.g.e., V,
363, 365.
[402] Câhız, a.g.e., V,
104-105.
[403] Tehânevî, “Tabiat”, a.g.e.,
II, 1127.
[404] Helev, “Tabiat”, a.g.e.,
s. 111.
[405] Câhız, Kitâbü’l-Hayevân,
III, 378.
[406] Câhız, ed-Delâil
ve’l-i’tibâr ale’l-halk ve’t-tedbîr, s. 55-56.
[407] Câhız, a.g.e., s.
58.
[408] Câhız, el-Bursân
ve’l-urcân ve’l-umyân ve’l-hûlân, s. 180.
[409] Câhız, Kitâbü
’l-Hayevân, I, 27.
[410] Câhız, a.g.e., VII,
9, 72.
[411] Cemil Saliba, “Tabiat”, a.g.e.,
s. 441.
[412] Câhız, a.g.e., VII,
s.71-72; Izâm, s. 116.
[413] Câhız, a.g.e., I,
35-36; VI, 10.
[414] Câhız, a.g.e., VII,
71-72; îzâm, s. 115-116.
[415] Câhız, Kitâbü’l-Hayevân,
I, 18, 35-36.
[416] Câhız, a.g.e., VII,
185.
[417] Tehânevî, “Tabiat”, a.g.e.,
II, 1127- 1129.
[418] Câhız, a.g.e., VII,
57, 218.
[419] Câhız, a.g.e., II,
120.
[420] Câhız, Kitâbü’l-Hayevân,
I, 18.
[421] Câhız, a.g.e., I,
220-221.
[422] Câhız, a.g.e., II,
114.
[423] Câhız, a.g.e, II,
109.
[424] Câhız, a.g.e., I,
203-206.
[425] Câhız, a.g.e., I,
36; VII, 72.
[426] Câhız, a.g.e., V,
546; el- Mü‘minûn 23/14; Sebe 34/16; A‘râf 7/133.
[427] Câhız, a.g.e., I,
37.
[428] Câhız, a.g.e., VI,
10.
[429] Kasıd Yâsir Zeydî, et-Tabîafi'l-Kur'âni'l-Kerîm,
Bağdad, 1980, s. 263.
[430] Câhız, Kitâbü
’l-Hayevân, II, 109.
[431] Câhız, a.g.e., II,
120, 241.
[432] Câhız, a.g.e., II,
109.
[433] Câhız, a.g.e., VII,
57, 73.
[434] İzâm, s. 115.
[435] Câhız, el-Beyân ve
’t-Tebyîn, I, 75-81; a. mlf., Kitâbü ’l-Hayevân, I, 37.
[436] Câhız, Kitâbü
’l-Hayevân, VII, 73-74.
[437] Câhız, a.g.e., I,
44.
[438] Câhız, a.g.e., II,
120, 241.
[439] Câhız, a.g.e, III,
302.
[440] Câhız, a.g.e., II,
109; III, 300, 302.
[441] Câhız, a.g.e., II,
120, 241.
[442] Câhız, a.g.e., VII,
73-74.
[443] Câhız, a.g.e., I,
44.
[444] Câhız, a.g.e., II,
109-120, 201.
[445] Câhız, a.g.e., VII,
57, 72.
[446] Lokmân 31/20; el-Câsiye
45/13.
[447] Câhız, Kitâbü
’l-Hayevân, I, 212-214.
[448] Câhız, ed-Delâil ve
’l-i’tibâr ale’l-halk ve ’t-tedbîr, s. 8.
[449] Câhız, a.g.e., I,
212-215.
[450] Câhız, Kitâbü’t-Terbî„ve’t-tedvîr,
(Mecmûatü Resâil içinde/, s. 135-136.
[451] İzâm, s. 168.
[452] Câhız, el-Meâd
ve’l-Meâş, (nşr. Paul Kereviş ve Muhammed Tâhâ el-Hâcirî), (Mecmûu
Resâili’l-Câhiz içinde içinde s.1-
36 arası), Kahire, 1943, s. 6.
[453] Câhız, Kitâbü ’t-Terbî
‘ ve ’t-tedvîr, (Mecmûatü Resâil içinde), s. 144.
[454] Câhız, Kitâbü
’l-Hayevân, III, 380; a. mlf., Kitâbü ’t-Terbî‘ ve ’t-tedvîr, (Mecmûatü
Resâil içinde), s. 144.
[455] Câhız, ed-Delâil ve
’l-i’tibâr ale’l-halk ve ’t-tedbîr, s. 42.
[456] Van Ess, “Al-Jahiz and
Early Mu’tazilî Theology”, (Al-Jahiz: A Muslim Hümanistfor our Time
içinde), s. 10
[457] Câhız, a.g.e., s.
42.
[458] Günther, “Al-Jahiz and
the Poetics of Teaching-A Ninth Century Muslim Scholar on Intellectual
Education’’, (Al-Jahiz:
A Muslim Humanistfor our Time
içinde) s. 24-25
[459] Câhız, Kitâbü
’l-Hayevân, I, 33-36.
[460] Câhız, a.g.e., V,
542-544.
[461] Câhız, a.g.e., II,
116; III, 302.
[462] Câhız, a.g.e.,
II, 116; Ayrıca bkz. Muhammed ikbal, İslâm’da Dinî Tefekkürün Yeniden
Teşekkülü (The Reconstruction of Religious Thought in Islâm), (çev. Sofi
Huri), s. 30-31.
[463] Câhız, a.g.e, I,
203, 206; II, 109.
[464] Câhız, a.g.e., I,
44.
[465] Câhız, a.g.e., I,
45, 204-205, 208; II, 116; a. mlf., ed-Delâil ve’l-i’tibâr ale’l-halk ve
’t-tedbîr, s. 8.
[466] Câhız, Kitâbü
’l-Hayevân, III, 302.
[467] Câhız, ed-Delâil ve
’l-i’tibâr ale’l-halk ve ’t-tedbîr, s. 8.
[468] Câhız, Kitâbü’l-Hayevân,
I, 208.
[469] Câhız, ed-Delâil ve
’l-i’tibâr ale’l-halk ve ’t-tedbîr, s. 68.
[470] Câhız, a.g.e., s.
68.
[471] Ayrıntılı bilgi için bkz.
Câhız, a.g.e., s. 68-69.
[472] Câhız, a.g.e., s.
69.
[473] Câhız, a.g.e., s.
69-70.
[474] Câhız, a.g.e., s.
67-70; a. mlf., Kitâbü’l-Hayevân, VI, 48.
[475] Câhız, ed-Delâil ve
’l-i’tibâr ale’l-halk ve ’t-tedbîr, s. 67-70; a. mlf., Kitâbü
’l-Hayevân, VI, 48.
[476] Câhız, ed-Delâil ve
’l-i’tibâr ale’l-halk ve ’t-tedbîr, s. 67.
[477] Câhız, Kitmânüs-Sır
veHıfzi’l-Lisân, (Resâilü'l-Câhiz içinde), I, 141-142.
[478] Câhız, ed-Delâil ve
’l-i’tibâr ale’l-halk ve ’t-tedbîr, s.47-48
[479] Eş'ari, s. 265-266.
[480] Câhız, a.g.e., s.
47-48.
[481] Câhız, Kitâbü ’t-Terbî‘
ve ’t-tedvîr, (Mecmûatü Resâil içinde), s. 135.
[482] Câhız, Kitâbü’l-Hayevân,
VI, 5.
[483] Câhız, a.g.e., II,
115.
[484] Câhız, Kitmânüs-Sır ve
Hıfzi’l-Lisân, (Resâilü'l-Câhiz içinde), I, 141-142.
[485] Câhız, Kitâbü’l-Hayevân,
IV, 453.
[486] Câhız, a.g.e., II,
116; İzam, s. 168.
[487] Hafacî, s. 161.
[488] Kürd Ali, a.g.e.,
II, 394-395.
[489] Tehânevî, “Tabiat”,
a.g.e., II, 1127.
[490] Câhız, Kitâbü’l-Hayevân,
I, 212-215.
[491] Câhız, ed-Delâil ve
’l-i’tibâr ale’l-halk ve ’t-tedbîr, s. 45.
[492] Câhız, a.g.e., s.
52-53.
[493] Câhız, a.g.e., s.
52.
[494] Tehânevî, “Tabiat”, a.g.e.,
II, 1127- 1129.
[495] Cemil Saliba, “Tabiat”, a.g.e.,
s. 442.
[496] Câhız, ed-Delâil ve
’l-i’tibâr ale’l-halk ve ’t-tedbîr, s. 54.
[497] Semîh
Dügaym, “Tab”, MevsuâtûMustalahati’lEş’arî ve’l-KâdîAbdülcebbâr, Beyrut,
2002, II, 386; Kâdî Abdülcebbâr, a.g.e., IX, 24-34.
[498] Câhız, Kitmânüs-Sır
veHıfzi’l-Lisân, (Resâilü'l-Câhiz içinde), I, 141.
[499] Câhız, ed-Delâil
ve ’l-i’tibâr ale’l-halk ve ’t-tedbîr, s. 54; Semîh Dügaym “Tab”, a.g.e.,
II, 387; Kâdî Abdülcebbâr, XII, 235.
[500] Van Ess, a.g.m., s.
8-9.
[501] Kâdî Abdülcebbâr, a.g.e.,
XII, 306.
[502] Şehristânî, el-Milelve'n-Nihal,
(çev. Mustafa Öz), İstanbul, 2011, s. 76-77.
[503] Ahmed Emîn, a.g.e.,
III, 131-133; Câhız, Kitâbü ’l-Hayevân, II, 97.
[504] Câhız, ed-Delâil ve
’l-i’tibâr ale’l-halk ve ’t-tedbîr, s. 5, 55-56.
[505] Câhız, a.g.e., s.
55-56.
[506] Câhız, a.g.e., s.
5, 55-56.
[507] Kâdî Abdülcebbâr, a.g.e,
XII, 328, 367.
[508] Kâdî Abdülcebbâr, a.g.e.,
XII, 322, 328.
[509] Kâdî Abdülcebbâr, a.g.e.,
XII, 322, 342.
[510] Kâdî Abdülcebbâr, a.g.e.,
XII, 306, 323.
[511] Şehristânî, s. 77.
[512] Câhız, Kitâbü
’l-Hayevân, III, 303.
[513] Câhız, a.g.e., I,
221.
[514] Câhız, a.g.e., III,
301.
[515] Hafacî, s. 161.
[516] Câhız, ed-Delâil
ve’l-i’tibâr ale’l-halk ve’t-tedbîr, s. 58.
[517] Semîh Dügaym, “Tab”, a.g.e.,
II, 387; Kâdî Abdülcebbâr, a.g.e., XII, 235.
[518] Tehânevî, “Tabiat”, a.g.e.,
II, 1127- 1129.
[519] Câhız, Kitâbü
’l-Hayevân I, s. 201; Cemil Saliba, “Tabiat”, a.g.e., s. 442.
[520] Câhız, a.g.e, I,
201-202.
[521] Tehânevî, “Tabiat”, a.g.e.,
II, 1127.
[522] Câhız, Kitâbü
’l-Hayevân, V, 10-11.
[523] Câhız, a.g.e, I, s.
35, 37, 202; İzâm, s. 186-187.
[524] Câhız, Kitâbü’l-Hayevân,
I, 35, 37, 141, 202; a. mlf., ed-Delâil ve’l-i’tibâr ale’l-halk ve’t-tedbîr,
s. 26; Cemil Saliba, “Tabiat”, a.g.e., s. 442; İzâm, s. 186-187.
[525] Câhız, Kitâbü’l-Hayevân
I, 141, 202.
[526] Câhız, a.g.e., V,
201.
[527] Câhız, a.g.e., I,
43-44.
[528] Câhız, a.g.e., I,
42-43.
[529] Câhız, ed-Delâil ve
’l-i’tibâr ale’l-halk ve ’t-tedbîr, s. 44, 46; a. mlf., Kitâbü
’l-Hayevân, I, 42
[530] Câhız, Kitâbü
’l-Hayevân, I, 42-44.
[531] Câhız, a.g.e., I,
43.
[532] Câhız, Kitmânüs-Sır ve
Hıfzi’l-Lisân, (Resâilü'l-Câhiz içinde), I, 143.
[533] Câhız, Kitâbü’l-Hayevân,
I, 43.
[534] Cemil Saliba,
"Tabiat”, a.g.e., s. 443.
[535] Câhız, Kitâbü’l-Hayevân,
I, 59, 98-100.
[536] Câhız, a.g.e., I,
141.
[537] Câhız, ed-Delâil ve ’l-i’tibâr
ale’l-halk ve ’t-tedbîr, s. 26.
[538] Câhız, Kitâbü’l-Hayevân,
I, 45.
[539] El-En’âm 6/9.
[540] Câhız, Kitâbü
’l-Hayevân, I, 45.
[541] el-Mu ’cemü ’l-felsefî,
“Tabiat”, s. 112.
[542] Câhız, Kitâbü
’l-Hayevân, III, 368.
[543] Câhız, a.g.e, III,
266-267.
[544] Câhız, a.g.e., I,
101-102.
[545] Câhız, Kitâbü’l-Hayevân,
I, 42-44.
[546] Cemil Saliba,
"Tabiat”, a.g.e., s. 443.
[547] Câhız, Kitâbü’l-Hayevân,
I, 33-36, 44.
[548] Câhız, a.g.e., V,
21,52-53.
[549] Cemil Saliba, “Tabiat”, a.g.e.,
s. 443.
[550] Câhız, ed-Delâil ve
’l-i’tibâr ale ’l-halk ve ’t-tedbîr, s. 54.
[551] Câhız, a.g.e., s.
8, 54.
[552] Câhız, el-Beyân ve
’t-Tebyîn, I, 75, 81.
[553] Câhız, ed-Delâil ve
’l-i’tibâr ale’l-halk ve ’t-tedbîr, s. 54.
[554] Câhız, Kitâbü
’l-Hayevân, I, 44.
[555] Câhız, ed-Delâil ve
’l-i’tibâr ale’l-halk ve ’t-tedbîr, s. 54.
[556] Câhız, a.g.e., s.
8.
[557] Câhız, Kitâbü’l-Hayevân,
VII, 10-11.
[558] Câhız, a.g.e., VII,
39.
[559] Câhız, a.g.e., I,
33, 43.
[560] Câhız,
el-Beyân ve’t-Tebyîn, I, 75-81; a. mlf., ed-Delâil ve’l-i’tibâr
ale’l-halk ve ’t-tedbîr, s. 8; a. mlf., Kitâbü ’l-Hayevân, I, 37.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar