Max Stirner’de Üç Temel Kavram: İnsan, Kendi-Olma Ve Biricik
Hazırlayan:
A. ULUS SEVDİ
Schmidt, 1826’dan 1828’e kadar Berlin Üniversitesi’nde felsefe
okudu; sonraları kararlı bir şekilde karşı çıkacağı Hegel’in derslerine devam
etti. Ardından bir yarıyıl Erlangen’e devam ettikten sonra Königsberg’e kayıt
yatırmasına rağmen, ruh sağlığı bozulan annesine bakmak üzere Kulm’a çağrıldığı
için tek bir derse bile giremedi. Ancak üç yıl sonra 1832’de Berlin
Üniversitesi’ne döndü ve Prusya liselerinde ders vermesini sağlayacak bir
belgeyi almak için girdiği sınavı güçlükle geçebildi.
Schmidt, bir buçuk yıl Berlin Königliche Realschule’da ücretsiz
stajyer öğretmen olarak çalıştı; bu süre sonunda Prusya Hükümeti kendisine
ücretli bir görev vermeyi reddetti. Hayatının bu döneminde ciddi bir
kayıtsızlık hakimdir. Talihsizliklerin ise ardı arkası kesilmedi. 1837’de işi
olmadığı halde ev sahibesinin kızıyla evlendi; karısı birkaç ay sonra doğum
sırasında öldü. Daha sonra akıl hastası annesine bakma işine geri döndü. Beş
yıl boyunca ders vereceği Madam Gropius’un okuluna öğretmen olarak kabul
edilene kadar yaklaşık iki yıl beklemek zorunda kaldı.
Stirner, Almanya’nın en ateşli beyinleriyle dostluk kurması
sonucunda, coşkudan yoksun olmakla itham edilemeyecek bir kitap olan Biricik
ve Mülkiyetini yazdığı yıllar, hayatındaki talihsizliklerin en aza indiği
yıllardır (Woodcock, 1996: 103).
Stirner’in eserinde ortaya koyduğu beklenmedik fikirleri çekip
çıkaran ortam, 1840’ların başlarında, Berlinli Genç HegelcileBin,
Hegel’in öğretilerini tartışmak, düzeltmek ve sonunda çürütmek için
toplandıkları Hippel’in Friedrichstrasse’deki Weinstube’uydu[1]. Die Freien** adı altında
toplanan grup, Bruno ve Edgar Bauer kardeşlerin liderliğinde sistematik olmayan
tartışmalarda bulunuyorlardı. Parlak, çılgın ve gürültülü tartışmalar
yapılıyor, ziyarete gelen saygın kişilere saygı gösterilmiyordu. Bir akşam
Arnold Ruge, Berlin grubuyla sert bir tartışmaya girişir. Burada bulunan Engels
bu anı kara kalemle çizer. Engels’in çizdiği ve bugüne kadar kalan resimde
Ruge, ters çevrilmiş sandalyeler ve ayaklar altında çiğnenen kağıtlardan oluşan
karışıklığın ortasında Berlinlilere öfkeyle bağırırken, arbedenin dışında çıkık
alınlı, gözlüklü, kayıtsızca sigara içen ve etrafını alaylı bakışlarla süzen
yalnız bir adam durmaktadır. Bu, Özgürler arasında arası herkesle iyi
olan ama kimsenin dostu olmayan eleştirel, güler yüzlü dinleyici rolünde
yakalanmış Stirner’dir (Woodcock, 1996: 103-104).
Stirner, Marx’ın gazetesi Rheinische Zeitung'da, 1842’de
yayımlanan Eğitimimizin Sahte İlkesi'ni ateşli tartışmaların olduğu bu
dönemde yazdı. Bu çalışmasında eğitimli insan ile özgür insan arasında ayrım
yaparak, birinci durumda bilginin, Kilise, Devlet ve İnsanlığın sahiplendiği
kişiliği biçimlendirmek için kullanıldığını, ikinci durumda ise seçmeyi
kolaylaştırdığını ileri sürdü (Marshall, 2003: 321-322).
1843’te Marie Dahnhardt
ile evlendi. Evlendikten iki yıl sonra da Biricik ve Mülkiyeti yayımlandı.
Stirner’in en çok tanınan eseri Biricik ve Mülkiyetidir. Bu kitapta, 19.
yüzyıl düşüncelerine genel olarak aykırı düşen bir egoizmi ve ahlâk dışılığı
savunmakla kalmıyor, çağdaş düşünceye de her yönden saldırıyordu. Yalnız
Hegel’i değil Feuerbach’ı, Marx’ı ve kendisini anarşist olarak tanımlamaya
başlayan Proudhon’u da reddediyordu (Woodcock, 1996: 104). Hippel’in Weinstube’unun
müdavimleri özellikle de Bruno Bauer de
paylarına düşeni alıyorlardı. Stirner yalnızca dinsel inançları değil din
metodolojisini, öz’cülük anlayışlarını, her türlü mutlak fikrini,
İnsan kavramı gibi empirik-bireyi genelleştirici tasarımlarda idealize
ettiklerini düşündüğü tüm politik, toplumsal ya da felsefi doktrinleri yıkmaya
koyulur. Stirner’in üslubunun ve genel olarak tavrının sertliği Engels’in şu
sözlerinden çıkarsanabilir: "Stirner’e bakın, o bütün sınırlamaların kendi
halinde düşmanına bakın, Şimdi bira içiyor, yakında suymuşçasına kan içecek,
Ötekiler ‘kahrolsun kral’ diye vahşi çığlıklarını atar atmaz, Stirner, hemen
‘yasalar da kahrolsun’ diye tamamlar”[2] (Mclellan,
1969: 118; Arvon, 1991: 34-35).
Stirner’in tezlerinin sertliği Feuerbach, Moses Hess, Engels ve
Marx’ı yazılı olarak yanıt vermeye yöneltmiştir (Marshall, 2003:323). Eser Stirner’i
felsefe tarihinde özgün bir yere konumlandırır. Hegel Düşüncesi’ ni ters
yüz ederek ilerleyen eser (Woodcock, 1996: 100), kavramların tek bir anlamda
kullanılmaması dolayısıyla inişli çıkışlı bir üsluba sahiptir. Düşünürün karmaşık
üslubu ve psikolojik derinliği eseri daha ilginç kılmaktadır.
Düşüncelerinin kışkırtıcı özelliğinden dolayı Johan Caspar
Schmidt, ders verdiği kız okulunun sahibi Madam Gropius’u endişelendirmemek
için Max Stirner takma adını benimser ve eserinde bu adı kullanır. Stirne
alın anlamına geldiği ve alnının çıkık olması dolayısıyla bu adı benimser
(Woodcock,
1996: 102; Marshall, 2003:323). Biricik ve
Mülkiyeti yayımlandıktan sonra
gelen şöhreti kısa sürer. Eser o kadar etkili olur ki Stirner yalnız kalır. Sonrasında
Gropius’un okulundan ayrılır. Bundan sonra Stirner, hayatını kazanmak için
ısmarlama yazılar yazmaya ve İngiliz iktisatçıları J. B. Say ve Adam Smith’in
ciltler tutan eserlerini çevirmeye başlar (Mackay, 2005: 184-185). Başarısızlığa uğrayan bir süt dağıtım projesinin ardından karısı onu terk eder. Eski karısı
yıllar sonra Stirner’in çok bencil ve sinsi biri olduğunu dile getirmiştir
(Mackay, 2005: 12).
Stirner, hayatının geri kalan kısmını yoksulluk içinde geçirir ve
iki kez borçları yüzünden hapse girer.
Zaman zaman Barones von der Goltz’un salonuna katılır (Marshall, 2003: 323).
Radikal felsefi fikirleri, özellikle soğuk dış görünüşüyle birleşince büyük bir
şaşkınlığa neden olur (Marshall, 2003: 323). Bu dönemde yazdığı tek eser, Geschichte
der Reaction[3] olur ve 1856’da ölür (Stirner, 2000: xxxv).
Çalışmanın birinci bölümünde Stirner’in fikirlerinin zeminini
göstermesi açısından doğrudan Hegel felsefesinin temel kavramlarına
odaklanılmıştır. Bu bölümde irdelenen kavramlar ve düşünceler Stirner’in eleştirilerinin
anlaşılması için seçilmiştir.
İkinci bölümde Stirner’in Hegelci kökenden sıyrılırken kullandığı
analiz yöntemi ve eleştirilerinin Hegelci çevre üzerindeki etkisine
değinilmiştir. Bu bölümde Stirner’in, çeşitli politik oluşumların idealler oluştururken
izledikleri yol ve kullandıkları yönteme karşı yönelttiği eleştirilerin çeşitli
kavramlar perspektifinde kendi ifadelerinden yola çıkarak değerlendirilişi
sunulmuştur. Stirner’in Hegel, Feuerbach, Bruno Bauer ve Proudhon gibi
isimlerin fikirlerinden yola çıkarak, bu düşünürlerin fikirlerinin ontolojik
boyutuna ve pratikteki işlevine yönelik düşünceleriyle paralel olarak
moderniteye yönelik eleştirileri ele alınmıştır.
Üçüncü bölümde ise çalışmanın merkezi ve sonucu olarak belirlenmiş
Stirner’in manifestosal nitelikteki empirik-ben savunusu ile bilim, felsefe,
politik oluşumlar, akıl, dil ve insan edimlerine yönelik temel itirazları göz
önünde bulundurulmuş: yaratıcı-hiç olarak ortaya koyduğu Biricik-der
Einzige kavramı incelenmiştir.
HEGEL FELSEFESİNİN TEMEL KAVRAMLARI
Hegelci Arka Plan
Bu bölüm, Stirner’in fikirlerinin çıkış noktasını tespit etmek
amacını taşımaktadır.
Stirner’in çok yönlü eleştirilerinin odağında insan ve hümanizm,
devlet, kilise, toplum, halk, hak, adalet, özgürlük, akıl, tanrı, vatandaşlık,
Hıristiyanlık, dil vb. kavramlar bulunur. Bu çok yönlülük Hegel’in felsefesiyle
ilişkilidir. Stirner’in yadsıyışlarında görülen Hegelci akıl yürütme, ölümlü
geçici bir varlık olarak düşündüğü empirik beni-kendisini ön plana çıkarması
dolayısıyla Hegel’e, felsefeye-düşünmeye ve insani olan her şeye yönelmektedir.
Fikirlerinin tam olarak anlaşılabilmesi ve değerlendirilebilmesi için Hegel’in
düşünce dizgesinin temel bazı düzeyleri gösterilmeye çalışılacaktır.
Hegel ve Düşüncesi Hakkında Bazı İhtilaflar
Öncelikle Hegel ve düşüncesi hakkındaki bazı yanlış anlaşılmaların
belirli yönlerinden bahsetmek yerinde olacaktır. Hegel, Marx’la ve nihayet 20.
yy.a damga vurmuş Marksizm’le ilişkili görülmesinden dolayı, özellikle Soğuk
Savaş döneminde siyasi manipülasyonların akademik dünyaya yansımalarına muhatap
olmuş bir filozoftur. Doğal olarak Marx hakkında olduğu kadar Hegel hakkında da
genel bir kafa karışıklığı söz konusudur. Çalışmamıza temel teşkil etmesinden
ötürü, Hegel felsefesine ilişkin iki temel kavramla ilgili bulanıklığı ele
almalıyız:
Pinkard aşağıdaki paragrafta söylediği her şeyin ilk cümle hariç
üzerinde tartışmaların devam ettiğini, bütün bunların yoruma açık ve tam
doğruluğunun kanıtlanmadığını ve uzun süredir de akademik çevrelerin bilmesine
rağmen tekrar arzeden bir biçimde söylenegeldiğini belirtmektedir:
“Hegel, hemen hemen bütün eğitimli kişilerin, hakkında bir şey
bildiğini düşündüğü düşünürlerden birisidir. Onun felsefesi Karl Marx’ın tarih
kuramının öncüsüdür ama materyalist Marx’tan farklı olarak Hegel, gerçekliğin
sonuçta tinsel olduğunu ve tez-antitez-sentez sürecine göre geliştiğini
düşünmesi anlamında idealisttir. Hegel aynı zamanda, Tanrı’nın işi olduğunu,
kusursuz olduğunu ve bütün insanlık tarihinin doruk noktası olduğunu öne
sürerek Prusya devletini yüceltmiştir. Bütün Prusya yurttaşları bu devlete
borçludur ve bu devlet de onlara istediği gibi davranabilir. İddialı bir
tavırla Mutlak adını verdiği şeyi yarı gizemli bir biçimde göklere çıkarmasıyla
Alman milliyetçiliğinin, otoriterliğinin ve militarizminin gelişmesinde büyük
bir rol oynamıştır” (Pinkard, 2012: XVII).
Diğer yandan Hegel’in felsefesinde en çok tartışmalara ve yanlış
yorumlamalara sebep olan terimlerden birisi diyalektiktir.* Frederick Beiser diyalektiğin bu tartışmalı konumu hakkında bazı
araştırmacıların Hegel’in böyle bir yöntemi olduğunu yadsıdıklarını belirterek
(Beiser, 2019: 212) devamında şunları söylemektedir:
“Genel olarak ifade etmek gerekirse, bir ‘yöntem’, a priori olarak
gerekçelendirilen ve temel bir konuyu soruşturmak için uygulanan belli
kurallara, ölçütlere ve ana esaslara dayanır. Fakat Hegel bu anlamda bir
metodolojiye tamamen karşıdır ve bir metodolojisi
"Türkçe’de Eytişim olarak karşılanan ( Os. Cedel, Münâzara, Fenni
münâzara, Kelâm, Nazar, Hads, Fr. Dialectique, Al. Dialektik, İ. Dialectic, İt.
Dialettica) diyalektik: “Doğayı, toplumu ve düşünceyi karşıtlıklarının
çatışması ve aşılmasıyla durmaksızın devindiren ve geliştiren süreç” olarak
ifade edilmektedir (Hançerlioğlu, 1989: 105). bkz. Aynı eserin bahse konu
sayfasında eytişimin etimolojisi hakkında şunlar dile getirilmektedir:
“Türkçemizdeki eytişim terimi, soru-karşılık yöntemiyle tartışmak anlamına
gelen eytişmek kökünden türetilmiştir. Batı dillerindeki dialektik terimi de
antikçağ Yunanlılarının seçmek ve toplamak anlamlarına gelen Yu. leg kökünden
türettikleri tartışma anlamındaki Yu. dialektike sözcüğünden alınmadır.
Dialektike techne (Tr. Tartışma sanatı, Fr. Art de discuter) terimi, antikçağ
Yunan felsefesinde uzun bir süre kullanılmamıştır. Örneğin eytişimin babası
sayılan Herakleitos bu terimi bilmez ve kullanmazdı, felsefesini aynı kökten
türeyen söz anlamındaki logos terimi üzerine kurmuştu. Latinler de bu terimi,
yüzyıllarca sonra, konuşmak (La. Dialectica) anlamında kullandılar.”
(Hançerlioğlu, 1989: 105) Terimin kullanımının daha kronolojik takibi için
ayrıca (bkz. Hançerlioğlu, 1989: 105-108). Hançerlioğlu’nun ideolojik yönelimli ve zaman zaman sığ tartışmalarda bulunan bir kişi olduğunun farkında
olmakla birlikte görüşü hangi cenahtan olursa olsun çalışmanın devamında
faydalı olduğu düşünülen herkesten faydalanılacaktır.
olduğunu iddia eden filozofları eleştirmişti. Bu nedenle Kant’ın
epistemolojisine itiraz etmiştir, çünkü bu epistemoloji tüm bilgi iddialarını
değerlendirmek için a priori bir bilgi ölçütü uygulamış; ve Schelling’in
Naturphilosophie’sine saldırmış, çünkü Naturphilosophie a priori şemaları
fenomenlere mekanik olarak uygulamıştı. Bu tarz a priori yöntemlere karşı,
Hegel filozofun ölçütlerini, kurallarını ve ana ilkelerini paranteze alması
gerektiğini ve ana meselesini salt o meselenin yüzü suyu hürmetine incelemesi
gerektiğini ısrarla vurgulamıştır. Ana meseleye uygun ölçütler, kurallar ve ana
ilkeler soruşturmanın başlangıç noktası değil, sonucu olmalıdır. Bu nedenle,
eğer Hegel’in bir metodolojisi varsa, öyle görünüyor ki bu metodoloji bir
anti-metodoloji, bütün yöntemleri askıya alan bir yöntemdir” (Beiser, 2019:
212-213).
Hegel’in diyalektik ile kastettiği genellikle ana meselenin “kendi
kendini düzenlemesi”ne, “iç zorunluluğu”na ve “içkin devinimi”ne yöneliktir.
Dolayısıyla diyalektiğin ortaya çıkışı şey’in kavramından kaynaklanır.
Diyalektiğin bir metodoloji ya da bir çeşit mantık olduğunun dile getirilmesi
Hegel’in niyetine aykırı gibi gözükmektedir, bu yönüyle diyalektik bunun
karşıtı olmakla birlikte meselenin içsel devinimi, ona uygulanan şey değil
ondan gelişen şey olmaktadır (Beiser, 2019: 213).[4] Aynı
noktaya Tinin Görüngübilimi’nde çevirenin önsözü kısmında Yardımlı da işaret
etmektedir.
“Görüngübilim’de zorunlu evreler ve katmanlaşmalar olarak
irdelenen bilinç şekilleri dizisi kavramsal bir sürecin ardışıklığını
sunmaktadır. Bu demektir ki yapıt görgül [empirik] tarihsel verinin bir
dizgeselleştirilmesi, bir tarih felsefesi değil, zamansal ardışıklığın birincil
olarak izlendiği bir süreç değildir. Burada gelişim özde mantıksal süreklilik
göz önünde tutularak kurulmaktadır. Ya da Hegel’in deyişiyle, yapıt oluş süreci
içindeki bilgiyi sunmaktadır. Tarihsel sahne genel olarak Eski Dünyadır, saltık
bilgiye, Hegel’in bilincine götüren süreç zorunlu halkalarını Yunan, Orta-Doğu
ve Avrupa uygarlıklarında tamamlamaktadır. Öte yandan, sürece sürecin
kendisinden başka bir yöntem aramak boşuna olacaktır: sürecin kendisi kendi Kavramının
devimidir [devinim] ve Kavram ise sürekli dönüşüm, devim [devinim] ve
etkileşimin kendisidir. Örneğin her bir evre kendi iç eytişimi, Kavramının
özünlü devimi [devinimi] yoluyla kendisini çözmekte, karşıtına geçmektedir. Bu
olumsuzlama aşamasıdır, çok iyi bilindiği gibi eytişimin sonucudur, ve genel ve
yanlış olarak Hegel’in felsefesinin yöntemi olarak bilinmektedir. Oysa
eytişimsel Us kavramın deviminin salt bir kıpısıdır [an, İ.moment]... Eytişim
daha çok, Platon’un diyaloglarından da anımsanacağı gibi, kendi başına
sonuçsuzdur, olumsuzdur. Eytişimsel Us çelişkisiz Anlağın katı durağan
belirlenimini ortadan kaldırır, ama bu belirli bir şeyin ortadan kaldırılışı
olarak gerçekte saltık bir yokluk üretemez, belirli olumsuzlamadır” (Hegel,
1986: 14).
Hegel diyalektik hareketin ögesinin “kavram”* olduğunu ve taşıdığı içeriğin kendinde baştan sona “özne” olduğunu
belirtir (Hegel, 1986: 58). Diyalektik, varlığın açığa çıkarılıp, anlam dolu
bir dil içinde kendini yorumlayan ve kendine yansıyan ya da kendini düşünen
gerçeklikle paraleldir (Hyppolite, 1997: 4). En yetkin biçimiyle diyalektik
karşımıza Tin’in Fenomenolojisi’nde çıkar. Hegel Jena döneminde kendi
metafiziğine dayanak aramaktadır. Henüz özbilinç aşamasında olmayan bilinç
felsefi bakış açısının gerçekliğini kendi içinde ve öz eleştiriye göre anlamak
zorundadır, “kendinde olan”ın bilincin deneyimi aracılığıyla “kendi için” de
olması gerekliliği bilincin bu çözümleme-yolculuk aşamasında kendi
diyalektiğinin sonucunda yaşantıladığı “kendi deneyimi”ne dönüşmektedir
(Beiser, 2019: 223-226; Hegel, 1986:).
Hegel
Düşüncesine Giriş
Hegel’de Bilinç ve Özbilinç
Hegel bütün felsefesini karşıtlar ve karşıtların birliğinden
oluşan bir üçleme üzerine kurar (Türker, 2012: 107).[5] Bütün
dizgesi aynı serimleme biçimi üzerine inşa edilmiştir. Dolayısıyla bütün
felsefesinin altyapısı aynı uslamlama yöntemiyle oluşturulur. Bilinç ve
özbilinç kavramları arasındaki ilişkiyi kurarken Hegel’in yine aynı formüle
başvurduğu görülmektedir.
Jacobi[6] 1799
yılında Fichte’ye Mektup"unda, Kant ve Fichte’nin
aşkınsal idealizmini nihilizmle suçlar, ikisinde de “özne-nesne
özdeşliği ilkesi”nin ben’i kendi bilincinin döngüsü içinde sıkıştırdığını,
ardından da Kantçı felsefenin “hiçliğin felsefesi” olduğunu ileri sürer
(Beiser, 2019: 229). Hegel de kendi adına böylesine bir suçlamadan
korkmaktadır. Jacobi’nin bu suçlaması Hegel ve Schelling’i Fichte’nin Wissenschaftslehre
’sinin (Bilim Öğretisi) sonundaki ikilemi üzerinde düşünmeye iter; ikilem,
ben’in kendi bilincinin döngüsüyle bilinmez kendinde-şey arasında çıkmaza
girdiği olgusunda yatar. Fichteci ben’in belirlenimi doğayı kendi etkinliğinin
yasalarına uydurma çabasının sonsuz tekrarı ve mücadelesidir; burada ben, doğa
ona karşı koymadığı sürece onu bilir, karşı koyduğu takdirde de o (doğa)
bilinmez, kendinde-şey olarak kalır (Beiser, 2019: 230).
Hegel ve Schelling bu ikilemin üstesinden “mutlak idealizmleri”
ile gelmek isterler. Schelling, mutlağın bakış açısına ulaşmanın öznel olandan
soyutlanmak için zorunlu olduğunu savunur; bunun nasıl mümkün olduğunu açıklayamaz,
dolayısıyla Schelling’de bu savunma dogmatik bir sıçrayış olarak kalır. Hegel
buradan hareketle Schelling’in Jacobi’nin meydan okumasına bir çözüm
getiremediğini fark eder (Beiser, 2019: 230-231). Hegel, Schelling’in düştüğü
duruma düşmemek için işe bilgi eleştirisiyle başlar, böylece bilinç kendini
kendi ölçütleriyle irdeleyecek ve kendi içkin zorunluluğu vasıtasıyla mutlak
bilginin bakış açısına ulaşacaktı. Nitekim nihilizmle sonuçlanıyor gibi gözüken
bu bilgi eleştirisinin karşısında Hegel, ben’in kendinden bağımsız gerçekliği
bilebilmesi için kendi iç diyalektiğinden gelişen eleştirinin, bilincin
döngüsünden nasıl çıktığının gösterilme zorunluluğunu duyar. Fenomenoloji’nin
IV ve IVA bölümleri bu zorunluluğun ortaya koyuluşunun temel belirtilerini barındırmakla
(Beiser, 2019: 231) birlikte, “Özbilinç” üzerine olan kısım, Hegelci
diyalektiğin en önemli uğrak noktalarından birini oluşturur (Hyppolite, 2010:
44).
Hegel’e göre ben kendisinin akıl sahibi bir varlık olduğunu
tanınma yoluyla bilir (Hegel, 1986: 126-127). Hegel ben’in öteki’ni tanımayıp
kabul etmediğinde ben’in kendinin bilincinde olabileceğini reddetmez fakat bu
tanınma olmaksızın ben’in kendini bilemeyeceğini söyler. Esasında Hegel Kant’ın
idealizmini toplumsallaştırarak “ben düşünüyorum”u “biz düşünüyoruz”a çevirir
(Beiser, 1986: 232).
Hegel önce “kendindelik”, “dolayımsızlık”tan bilince ardından da
özbilince geçişten bahseder. Ona göre bilinç ilk olarak “dışardaki kendinde”nin
farkına varır. Kendisini de bir “kendi” olarak ele alır. “Kendi”nin aynı anda
hem “kendi için” hem de “başkası için” olmak niteliğini taşıdığını görür, yani
“kendi olmak” ya da “kendinde olmak” ve “başkası için olmak” aynılığını
deneyimler. Burada kendi’yi bilinç olarak değerlendirir. Dolayısıyla bu aynılık
bilinç içindir. Bilinç kendisini “ben” olarak tayin eder; “ben” bağıntının
içeriği ve bağıntılamanın kendisi olur (Hegel, 2018: 102).
Bilinç bir özne-nesne ayrımını algısal deneyimin kendisi içinde
işlevsel olarak sürdürmekten ibaret olduğundan, tüm bilinç ‘’görünen’’ veya
“görünüş” ile “gerçek durum” arasında ampirik olmayan bir sınır çizmeyi içerir
(Pinkard, 2012: 53). Böyle bir sınır onu çizenin kendisinden yani insanın
kendisinden bağımsız bir gerçekliğe sahip değildir; esasında “.. .kendisi ve
nesnesi arasında hiçbir ayrım yoktur” (Pinkard, 2012: 53).
Başlangıçta bilinç kendini dolayımsız duyusal izlenimin bilinci
olarak gösterir. Dolayımsızı, dolayımlamaya, olumsuzlamaya -ki kendi içinde bu
olumsuzlama olumludur, çünkü yaratım demektir- başlar. Bilincin gelişimi/açınımı,
dolayımsız olandan başlayıp, kendi üzerine yansıyarak/dönerek daha da
dolayımlanmış olana doğru ilerleyen bir süreçtir (Özçınar, 2007: 2). Özne nesne
ikiliğini -iç içedir- bilgi düzleminde ilk kez ortaya koyuşundan itibaren iç
diyalektiğiyle gelişen bilgi, daha fazla dolayıma-kavrama sahip bir yapıya
doğru evrilir (Bumin, 2010: 94). Bilinç nesnesine aşkın bir konumda değil,
nesnesi aracılığıyla ve nesnesiyle birlikte karşılıklı bir belirlenim edinir.
Öteki kavramı, bilincin karşıtını oluşturan aynı zamanda da ona (bilince)
anlamını kazandıran kavramdır; bilinç bu karşıtlıkla beraber belirlenim kazanan
kavramdır ve öteki ben’in üzerine yansıdığı ayrımdır (Özçınar, 2007: 4).
“Hegel felsefesinde, bilincin ötekiyle olan ilişkisini kavramak,
önce diyalektik düşüncenin dönüştürücü yönünü kavramayı, Hegelci diyalektiğin
temel içeriğini oluşturan ve bilincin dolayımsızlığını ortadan kaldıracak olan
‘olumsuzlama’ ve ‘olumsuzlamanın olumsuzlaması’ olan ya da bir başka deyişle
bir öncekini kendi içinde koruyan ‘aşma’ evrelerini göz önünde bulundurmayı
gerektirir. Bu son iki gelişim basamağı bize diyalektiğin dayanmış olduğu
olumsuzlama evrelerini göstermektedir. Fakat elde edilmiş olan sonuç olumludur.
Böylece, yeni bir olumsuzluğun olumsuzlama sürecinin başlangıcı ve kaynağıdır.
Bu diyalektik açısından, Hegel felsefesinde özbilincin varolma koşulu kendini
olumsuzlamasıdır. Tin’in doğayla olan ilişkisinde olduğu gibi, özbilincin
kendini olumsuzlama ve bu yolla oluşturma süreci, kendine yabancılaşma ve bu
yabancılaşmanın aşılması aracılığıyla gerçekleşir” (Özçınar, 2007: 5-6).
Hegel özbilincin bilincin gerçekliği olduğunu ve bilincin zeminini
oluşturduğunu söyler (Pinkard, 2012: 54). Özbilinç, bilincin kendini öteki’ne iten ve öteki’nden tekrar kendine dönen diyalektikten
doğar (Taylor, 1977: 150). Özbilinç ya da özne, öteki ile diyalektik bir ilişki
içinde kavranmaktadır (Özçınar, 2007: 12). Hegel, ötekiliğin ve bilincin
ayrımının ne olduğunu açıkladığında aynı zamanda özbilincin de ne olduğunu
açıklamış olmaktadır. Bilinci kendi karşıtıyla birlikte değerlendirmesi ve
ötekiliğe, özbilincin kendisiyle ilişkisi dışında bağımsızlık tanımaması
diyalektiğinin sonucudur (Özçınar, 2007: 13).
Burada özbilinç, kendi kendine özne-nesne gibi
bir şeyin sabitliği değil; ulaşılması gereken dinamik bir öz-ilişki olarak
anlaşılmalıdır (Pippin, 2011: 88).
“Hegel’de özbilincin gelişimi, bilincin özbilinç olabilmek için
ancak kendi dışına bir başkalık ve yabancılaşma yoluyla çıkmasını, bir başkası
aracılığıyla nesnelleşmesini, her aşamada bilincin kendi özdeşliğini yitirdiği
bir başka olanla ilişkiyi ya da dolayımı zorunlu kılmaktadır” (Özçınar, 2007:
13-14).
Hegel’e göre bilinç, kendisini gerçekte ne yaptığının
farkındalığına iter. Artık yalnızca kendi amaçlarına sahip bir şey değil, aynı
zamanda amaç olarak da amaçları var; sadece gerçeklere yanıt vermekle kalmayıp
aynı zamanda onlara bir gerçek olarak da yanıt verir. Bunu yaparken de bilincin
bilinci, yani özbilinç haline gelerek (Hegel, 2018: XXII) evrensel ile
bireyselin bir birliğine dönüşür (Pinkard, 2012: 69).
Efendi-Köle Diyalektiği
Modern Avrupa sömürgeciliğinin entelektüel kültüre kazandırdığı ve
Hegel tarafından mecazi olarak kendi sisteminde içselleştirdiği kavramsal
ilişkilerden birisi, efendi-köle karşıtlığıdır. Hegel, Tin’in
Fenomenolojisi’nin IVA kısmında Özbilinç başlığı altında efendi-köle ilişkisini
yine diyalektik yöntemiyle irdeler. İnsan doğasında var olan bütün gerilimleri
ortaya çıkaran efendilik ve kölelik hakkındaki bu bölüm, felsefe tarihinde en
çok yorumlanmış-yorumlanan yazılardan biridir (Hegel, 2018: XXIII).
Hegel, Özbilinç kısmının son paragrafında “bir özbilincin bir
özbilinç için” var olduğunu ve özbilinçli olmasındaki salt koşulun da bu
olduğunu;
“Ben, Biz’dir, Biz Ben’dir” eşitliğiyle, özbilinçlerin bu tür bir
“ötekiliğindeki birlikle” bilincin dönüm noktasına ulaştığını söyler (Hegel,
2018:
108). Kendi iç dinamiğinde kendine yönelmiş Ben,
tanınmanın
gerekliliğini ve öz farkındalığını keşfetmek zorundadır;
dolayısıyla Hegel’in Efendilik ve Kölelik bölümündeki amacı Ben’in bu iç
diyalektiğinde ortaya çıkan özbilincin bu aşamalarını betimlemektir (Beiser,
2019: 241).
Ben, tanınma ihtiyacı-isteği, yaşam-ölüm mücadelesi ve efendi-köle
çatışması gibi çeşitli aşamalar vasıtasıyla kendi bağımsızlığının keşfine dönmek
zorundadır.
Ben’in insani bir ben olarak kendisini nesneleştirmesinin ve
kendini açığa çıkarmasının ön koşulu bir İsteğe sahip olmasıdır; ancak bu
şekilde kendini kurar ve Başka’dan, ötekiden ayrılır, burada açığa çıkarılışı
hem kendine hem de Başka’ya, öteki varlığa dönüktür (Kojeve, 2001: 79-80).
Dolayısıyla özbilinç, bir İsteğin zorunlu varolma koşuluyla bir İstek Beni
olarak ortaya çıkmaktadır (Hegel, 1986: 122-123). İsteğin verdiği tedirginlikle
insan, eylem ve çalışma vasıtasıyla şey ile bir ilişkiye girer; şeyi
dolayımlayarak-olumsuzlayarak temelde hayvani bir düzeyde şeyci ben olarak
tatmine yönelir (Kojeve, 2001: 80-81). Burada kendinin-bilincinin kaynağı şeye
yönelmiş İstek olsa da asıl belirleyici olan İsteğin İsteğe yönelmesi, isteğin
istenmesi yani tanınma isteğidir. Ancak bu tür bir istek kavramsal düzlemde
İnsan’ın ve İnsanlaşmanın kurucu ögesi olmaktadır.
Hegel’e göre ben, tanınma isteğinden dolayı başkalarıyla
yaşam-ölüm mücadelesine girerek kendi-için-olmayı ve kendi-kendinin kesinliğini
soyut gerçekliğe yükseltir, yaşamını tehlikeye atarak özgürlüğünü elde eder;
yaşamını hiç tehlikeye atmamış olan da tanınabilir fakat bağımsız bir özbilinç
gerçekliğine erişemez (Hegel, 1986: 127-128).
Kendini kavrayışının ardından tanınma isteği ile birlikte
yaşam-ölüm mücadelesi fikrini oluşturan ben bunu eyleme döker. Bu kendini kabul
ettirmenin ve bağımsız özbilinç olduğunun kanıtlanmasının ilk koşuludur. Fakat
ben’in bu kanıtlama çabası sırasında göz önünde bulundurduğu şeylerden birisi
de çatışmadan sonra ikisinin de sağ kalması gerektiğidir. Çünkü tanınmanın
gerçekleşebilmesi için öldürme ve öldürmeme arzusunun aynı anda bulunması
gerekir. Ancak bu şekilde galip ve yenilenden ve tanınmadan bahsedilebilir.
Yani ölümün gerçekleşmesi zafer kazanıldığı anlamına gelmemektedir; taraflardan
birisinin ölümü tanınma durumunu geçersiz kılacaktır, dolayısıyla yengiden
bahsedebilmek için kaybedeni reel olarak ortadan kaldırmadan ortadan
kaldırması, diğer bir deyişle ötekini var ederek ortadan kaldırması gerekecektir
(Kojeve, 2001: 84-85).
İki karşıt bilinç şeklinde ortaya çıkan; özü kendi için olmak olan
bağımsız bilinç Efendi, özü başkası için yaşamak ya da olmak olan bağımlı
bilinç ise Köledir (Hegel, 1986: 128). Ölümü göze alamamış ve ölüm
korkusuyla irkilen Köle, kendi-için-varolan-bilinç olan Efendi ile
dünya arasında yalnızca Efendinin arzusunu tatmin eden, nesne ile çalışma
yoluyla doğrudan ilişkiye giren, nesneyi-şeyi dolayımlayan-olumsuzlayan-
dönüştüren ve Efendiyi şey ile dolaylı yoldan ilişkiye sokan varlıktır (Hegel,
1986: 129). Efendi yalnızca tüketim-yararlanım vasıtasıyla şey ile doğrudan bir
ilişki içindedir, şey üzerindeki eylemsel-dönüştürücü yön köleye kalmaktadır.
Fakat burada kölenin şey ile kurduğu doğrudan ilişki kendi özerk talebinden kaynaklanmadığı
için kendi eylemi efendinin eylemi olmaktadır. Köle henüz kendi eyleminin
özerkliğinden ve kendinin bilincinden, eyleminin kendisine dönük etkisinden
haberdar değildir.
Efendi-köle ilişkisi ortak tanınmaya giden yoldaki en önemli
aşamalardan birisidir. Efendi köleyi kendisiyle aynı düzeye yükseltmese de ona
belli yönlerden kendi otonomisini vermektedir; ama yine de köleyi kendisine
denk bir statüye yükseltmediği ve onu kendisine denk saymadığı için köle
tarafından tanınması özgür bir tanıma olmamakta, dayatma ile gelen tek taraflı
bir tanınma olmaktadır. Dolayısıyla efendi açısından tanınmanın tatmin edici
boyutu eksik kalmaktadır (Beiser, 2019: 245-246).
Diğer yandan mutlak ölüm korkusunu duymuş, efendi tarafından baskı
altına alınmış köle, efendinin kendisini tanımayıp yine de onun yaşamına izin
vermesi sonucu şeyle ilişkide, doğrudanlığa bırakılmasında, kendi eyleminde
özgürleştirici bir yan bulur. Kendi edimsel faaliyetinde kendi bilincini
edinmeye ve dışvarlığı, efendiyi üzerinden atmaya başlar. Başta köle kendi için
varlık olduğunun farkında değilken çalışmayla-eylemle kendi kendisinin
deneyimine-bilincine ulaşır (Hegel, 1986: 130-131).
Çalışan köle böylece etkileşimde bulunduğu şeyde-nesnede
kendi-içini yani içinin[7] dışsallaşmış
bir parçasını, kendi bağımsızlık yanını, kendi için olmaklığı görür. Ardından
özgürlük bilincini deneyimlemeye başlar. Eyleminin gücü ve değişkenliği ile
nesneyi değiştirirken-olumsuzlarken- dolayımlarken kendini de değiştirmeye
geliştirmeye başlar. Köle, Doğa ile olumsuz-dolayımlayıcı etkisini sürdürürken,
kendi verilmiş-dayatılmış ve kendisinin de kabul etmiş olduğu doğasından,
köleliğinden sıyrılmaya başlar (Kojeve, 2001: 101). Efendi ise yalnızca efendi olarak statüsüne sahip
çıkmakla yetinir; eğitilemez ve dönüştürülemez,
yalnızca efendi olarak kalmak fikri onu donuklaştırmıştır, efendi olmak için
hayatını tehlikeye atmış olsa da yalnızca bunu yapmış olarak kalır; bu
donuk-statik varlığında ‘’efendilik’’ değerini aşamadan kalır. Kölede sabit,
yerine oturmuş hiçbir şey olmadığı için her zaman değişime açıktır, özgür
olmanın ne demek olduğunu bilir, çünkü özgür olmadığını bilir (Kojeve, 2001:
100).
“Bununla birlikte, çalışma yoluyla kölelik bilinci kendine gelir.
Efendinin bilincindeki arzuya karşılık gelen anda [moment], şey ile ilişkinin
doğrudan olmayan yönü, şeyin kendine-yeterliliğini koruduğu için hizmetkarın
payına düşüyor gibi görünüyordu. Arzu, nesnenin salt reddedilişini kendisine
ayırmıştır ve sonuç olarak, kendi benliği için bu karışık duyguyu kendisine ayırmıştır.
Bununla birlikte bu tatminin-memnuniyetin kendisi yok olur, çünkü nesnel veya
istikrarlı bir varlığı yoktur. Bunun aksine, iş-emek kontrol altında tutulan,
durdurulan arzudur-istektir; bir yitiştir ya da iş geliştirir ve eğitir. Nesne
ile negatif ilişki nesnenin biçimi ve kalıcı bir şey haline gelir çünkü
nesnenin kendine-yeterliliği sadece işçinin-emekçinin kendisi içindir. Bu
negatif aracı orta kısım, bu biçimlendirici faaliyet, aynı zamanda tekilliktir
ya da onun dışındaki işte, artık kalıcılık ögesine giren bilinçliliğin
saf-katışıksız varlığıdır. Böylelikle emek bilinci kendi benliği olarak
kendine-yeterli olma sezgisine erişir” (Hegel, 2018: 115).
Tin (Geist), Devlet ve Birey-Vatandaş
Hegel’in mutlak idealizminde ortaya koyduğu şey; betimlediği
tarihi aşarak bütün geçmiş felsefeleri holistik bir bakış açısıyla geniş bir
sistemde birleştirmesidir. Ortaya koyduğu bu sistemde birey ve tarihsel bireyin
yerini bir muğlaklıkta bırakarak onu Mutlağın ilerleyen gerçekleşmesini temsil
eden bütün bir tarih içerisindeki yitip giden uğraklar olarak değerlendirir
(Hyppolite, 2010: 25-26). Hyppolite, Hegel’in Bern ve Frankfurt’tayken
spekülatif olandan ziyade, insani olanın geniş bir anlatımı ile ilgilendiğini
ve İbrahim üzerine ya da Sevgi üzerine erken dönemdeki fikirlerini bilmeden
onun “bilinç” ve “yaşam” üzerine olan görüşlerinin analizinin imkânsız olduğunu
dile getirir (Hyppolite, 2010: 45). Bu noktaya aynı şekilde Beiser de değinir:
Tin kavramının kökenlerini görmek için Frankfurt dönemindeki 1797 tarihli din
ve sevgi üzerine olan fragmanlara, 1798 ve 1800 yılları arasında yazılmış
Hıristiyanlığın Tini ve Kaderi[8] adlı
elyazmaları dizisine dönmenin gerekli olduğunu, daha sonraki sisteminin kilit
noktasını teşkil edecek olan Tin kavramını ilk olarak bu dönemlerde tasarlayıp
geliştirdiğini belirtir (Beiser, 2019: 156-157).
Hegel’in Tin’le ilgili fikirlerinin bağlantıları Schelling ile
olan erken dönemdeki etkileşimlerinden çıkarsanabilir. Schelling doğayı organik
bir bütünlük içinde kavrar. Hegel, Schelling’in Doğa Felsefesi’nden yola
çıkarak kümülatif yaşam kavrayışını oluşturur ve sistemleştirir; Schelling’den
farklı olarak Hegel, yaşamla biyolojik bir kavram olarak değil; zihnin ve
Tin’in yaşamı olarak ilgilenir (Hyppolite, 2010: 46).
Hegel’in Fenomenoloji öncesinde Jena’da Schelling’den yola çıkarak
geliştirdiği doğa anlayışı çerçevesinde üzerinde düşündüğü temel deneyim, bütün
yapıp etmeleriyle insan deneyimidir. Burada Schelling’in fikirlerinden
ayrıldığı nokta ve onun fikirlerinin orijinalitesini oluşturan şey tinsel
ilişkiler anlayışıdır (Hyppolite, 2010: 47). Tin’in değerlendirilişi bilincin
diyalektik serüveni ışığında açımlanır.
Schelling’in fikirlerinin odağında yaşam kavramı varken, Hegel’in
sisteminin odağında tarihsel ve kültürel bir bütünlüğe sahip, bu anlamı taşıyan
Tin fikri vardır (Beiser, 2019: 153). Hegel’e göre Tin, yaşamın kendisi olmakla
birlikte onu aşan da bir şeydir. Yaşamın öz-kendindesi, özbilincidir; yaşam
salt bozulmamış kendinde-olan olarak doğanın her düzeyinde varlığını ortaya
koyarken, Tin kendini toplumda, tarih ve devlette açımlar-dışavurur (Beiser,
2019: 153).
’’...Tin törel edimselliktir. Edimsel bilincin ‘kendi’sidir ki,
karşısında Tin ya da daha doğrusu nesnel, edimsel bir dünya olarak kendisi
durmaktadır, ama bir dünya ki ‘kendi’ için bir yabancı olma anlamını bütünüyle
yitirmiştir, tıpkı ‘kendi’nin de dünyasından ayrılmış, ona bağımlı ya da ondan
bağımsız bir kendi-için-varlık olma anlamını bütünüyle yitirmiş olması gibi.
Töz ve evrensel, kendine- özdeş, kalıcı öz olarak Tin herkesin eylemi için
sarsılmaz ve çözülmez zemin ve başlangıç-noktası, onların amaç ve hedefleri,
tüm özbilinçlerin düşüncel kendinde’leridir. Bu töz o denli de herkesin ve her
birinin eylemi yoluyla, onların birlikleri ve özdeşlikleri olarak üretilmiş
evrensel çalışmadır, çünkü kendi-için-varlıktır, ‘kendi’dir, eylemdir’’ (Hegel,
1986: 268-269).
1802 yılında yazdığı Naturrecht denemesinde Hegel, Tin
alanının doğa alanından daha yüksek; doğanın yalnızca mutlağın dışsallaşması
Tin’in ise hem içselleşmeyi hem de dışsallaşmayı kapsadığını (Beiser, 2019:
155) belirtmekle beraber hiçbir zaman Tin’i doğanın üstünde ve ona aşkın bir
şey olarak düşünmemiştir:
‘’..tin ve onun gelişim süreci tözseldir. Burada doğanın nasıl
kendinde ele alınınca aynı zamanda usun bir dizgesini oluşturduğunu, özel,
kendine özgü bir öğe olarak ortaya çıktığını incelememiz gerekmiyor, doğayı
yalnızca tinle olan ilişkisine göre düşünmeliyiz.
Doğanın yaratılmasından sonra insan ortaya çıkar ve doğal dünyaya
karşıtlık oluşturur: varlığıyla ikinci dünyayı kurar. Genel bilincimize göre
iki dünyalıyız: doğa dünyası ve tinsel dünya. Tin dünyası insanın meydana
getirdiği dünyadır. İnsan istediği kadar
Tanrı’nın dünyasını tasarlayıp dursun, daima tinsel bir dünyadır
bu; insanda gerçekleşmesi, onun tarafından var kılınması gerekir.
Tinin tabanı her şeyi kapsar, insanı ilgilendirmiş ve
ilgilendirmekte olan her şeyi içine alır. İnsan etkinse orada etkindir:
istediğini yapabilir, böyle yapabilmesi onda tinin eylemde bulunmasındandır’’
(Hegel, 2003: 55-56).
Hegel, Tin ve diyalektik kavramlarının erken dönem
refleksiyonlarında sevgi kavramı ışığında ortaya çıkan anlamlarını daha sonraki
sisteminde sevgiyi alt bir seviyeye çekerek, Tin’i daha rasyonel bir düzeyde
değerlendirir; Tin’i aklın ve kendi-kendinin nesnesi-ereği yaparak duygu
düzeyini daha geri plana iter (Beiser, 2019: 164-166).[9] Böylece:
‘’...kendinde-ve-kendi-için-varlığın dolaysız bilinci olarak,
bilinç ile özbilincin birliği olarak, Tin Usa iye bilinçtir’’ (Hegel, 1986:
269).
Hegel Tin’in soyut bir şey olmayıp, merkezi kendinde olan, merkeze
yönelen, kendi kendisini nesne ve içerik yapan özgür bir bilinç olduğunu dile
getirir (Hegel, 2003: 59-61). Diğer yandan Tin’i bir ulusun törel yaşamı ve
kendi yalın gerçekliği içinde anları birbirlerinin dışına iten ikiye bölünmüş
bilinç olarak betimler (Hegel, 1986: 270-271).
“Burada göz önünde bulundurduğumuz özde [essence], bireyselliğin
anlamı, tekil, koşullu bir bilinç değil, genel olarak öz- bilinçtir. Bu
belirlenimde törel töz [substance], aktüel olarak varolan birçok bilinçte
ortaya çıkan mutlak tindir. Tin, aklın kendisinin pratik şekillendirilmesine
girdiğimizde, bizim için mutlak öz [essence] olan ve kendi gerçekliğinde
bilinçli bir törel öz olarak şu anda kendi nesnemiz olarak sahip olduğumuz
bilincin özü olarak ortaya çıkan hükümet şeklidir. Kendisi için olan tindir,
bireylerin karşılıklı coşkusu içinde kendini ilerletirken- ve kendi içinde olan
ya da kendi içindeki bireyleri var kılarken ki töz [substance] olan tindir.
Aktüel-töz olarak bir halktır ve aktüel-bilinç olarak ulusun vatandaşlarıdır.
Bu bilincin özü yalın tinde ve kendisinin kesinliği bu tinin gerçekliğinde, tüm
insanlarda vardır.aktüel olmayan bir şeyde gerçekliği yoktur, var olan ve
geçerli olarak yürürlükte olan bir tine sahiptir” (Hegel, 2018: 257).
Hegel Tin’in tarihsel süreç içerisindeki birey, fakat genellik
karakteri kazanan bir birey yani halk-tini (Volksgeist) olduğunu ve
Tin’in bilincinin gerçekleşmesinin unsurunun halkın bilincinden başkası
olmadığını belirtir (Hegel, 2003: 64). Tin’in kendi kendisinin ereği olduğunu
vurgulamakla beraber, tözünün özgürlük olduğunu ve halk-tinlerinin Tin’in kendi
kendisinin özgür bilgisine erişme sürecindeki basamaklar olduğunu söyler
(Hegel, 2003: 68-69).
“Böylece tin mutlak özgürlük olarak ‘şimdide’ mevcuttur.
Tin kendini kavrayan öz-bilinçtir, böylelikle kendi kesinliği, gerçek dünyanın
tüm tinsel sosyal varlıklarının yanı sıra duyulurüstü [supersensible] dünyanın
özüdür veya tersine öz ve aktüelliğin kendisine sahip olduğu bilgisidir. Saf
benliğinin ve orada tüm tinsel realitenin bilincindedir ve tüm realite yalnızca
tinseldir. Dünya onun tamamen kendi istencidir [will] ve bu istenç evrensel
istençtir” (Hegel, 2018: 340).
Tin kendisini tarihte ortaya koyar. Çeşitli oluşumlar tarzında kristalize
olur; bu oluşumlar halkların kendileridirler. Tin’in kendisini gerçekleştirdiği
ve görünür olduğu ilkeleri barındırırlar. Tin halkların törel yaşamlarının,
anayasalarının, sanat, din ve bilimlerinin belirlenimleridir (Hegel, 2003: 7879).
‘’Hiçbir birey bu tözün dışına çıkamaz, kendini başka bireylerden
ayırt edebilir, ama halk-tininden değil. Bir birey birçoklarına göre daha
akıllı olabilir, ama halk-tinini geçemez. Akıllılar, halk tinini bilip ona göre
davranmayı bilenlerdir. Bunlar halkın içinden gelen büyük insanlardır, halkı
genel tine göre yönetirler’’ (Hegel, 2003: 65).
Ona göre kültür de genellik ile olan bağlantısı dolayısıyla
yaratılır ve kendi değerini oluşturur. Kültürlü insan da karşımıza
davranışlarını bu genelliğe göre eyleyen, kendini genelliğe göre kuran,
tikelliğinden vazgeçmiş kişi olarak çıkar (Hegel, 2003: 70). Hegel, bireyin
kendisini ne kadar dizginlerse o kadar özgür olduğunu; özgür olmasının koşulunu
keyfince davranmamaya ve kendini dizginlemeye bağlar. Yani kişi genel- olana
bağlıysa ancak o zaman özgürdür (Hegel, 2003: 113). Birey kendi içeriğini
kendisi yaratmaz; yalnızca onda varolan verilmiş tözsel içeriği kullanan,
tözsel olanın taşıyıcı bir organıdır (Hegel, 2003: 99-105).
“Bireyle ilişkili olarak onun kültürel varoluşu olarak ortaya
çıkan şey, tözün kendisinin, yani evrenselliğinin düşünümsel olarak aktüelliğe
ya da kendi içinde tanınan ve varolan bir şey olduğu yalın ruha [soul] geçişin
zorunlu anıdır [moment]. Dolayısıyla, bireyin kültürel olarak kendisini
eğitmesi, evrensel-nesnel öz gibi bireyselliğin gelişimidir; yani aktüel
dünyanın gelişimidir. Bu dünya, bireysellik sayesinde gelişmekle birlikte,
doğrudan, yabancılaşmış olan öz-bilinç içindir ve onun için sarsılmaz bir
aktüelliğe sahiptir...Bu nedenle, onun kendi kültürel gelişimi ve kendi
aktüelliği tözün kendisinin de aktüelleşmesidir” (Hegel, 2018: 285-286).
Diğer yandan Hegel’e göre Tin’in en derinlerdeki soyut anlamı
düşünmedir; tinsel ana malzeme fiziksel gereksinimler ya da biçimsel hak değil,
düşünme ve bilhassa zekâdır (Hegel, 2003: 135). Böylece devleti devlet yapan
bilgi ve kültürdür (Hegel, 2003: 147). Hegel, devletin herkesin yapıp
etmelerine kısıtlamalar getiren bir organizasyon olmadığını belirtmekle beraber
olumlu anlamda özgürlüğe hak, törellik ve devletle ulaşılabileceğini belirtir.
Özgürlüğün yalnızca bunlar vasıtasıyla gerçekleştiğini, tek kişinin keyfi
davranışlarının özgürlük olmadığını, insanın ussal bir varlık olmasının
yalnızca devlette mümkün olduğunu ve eğitimin tek amacının bireyleri öznellikten
sıyırıp ona devlet içinde bir nesnellik kazandırmak olduğunu söyler. Çünkü ona
göre insan tüm değerlerini devlete borçludur, devlet sayesinde törel olur, onun
sayesinde genel-olan ile ilişkiye girebilir (Hegel, 2003:
113-114) ve yine onun
sayesinde Tin’i Tin’den pay alarak Tinsellik içinde taşıyabilir. O
halde genelin bilinip onaylanması, devletin tinsel yönünü meydana getirmektedir
ve halkın özünü ve tinini meydana getiren de bu tinsel ortaklık olmaktadır
(Hegel, 2003: 122-124).
‘’Bunun karşısında tin, yani somut kavram neredeyse, orada görünüş
özlülük kazanır. Görünüşünü kendinden ayırt etmesi tinin kendi eylemidir,
eylemleştirmedir. Eylemi, insanın olduğu şeydir, eylemlerinin dizisi kendisini
yaptığı şeyi gösterir. Böylece tin özde enerjidir, görünüşünden soyutlama
yapılamaz. Tin görünerek kendini belli kılar, somut doğasının öğesi budur:
kendini belirlemeyen tin, anlakın soyutlamasıdır. Tinin görünüşü kendini
belirlemesidir, bu görünüşü devletler ve bireylerdeki biçimiyle ele alacağız.
halde devlet, dünya -tarihinin daha yakından belirlenmiş
konusudur, özgürlük onda nesnellik kazanır ve bu nesnelliğin tadını çıkararak
yaşar. Çünkü yasa, tinin nesnelliğidir, doğrulanmış istençtir. Yalnızca yasaya
boyun eğen istenç özgürdür: Önünde boyun eğdiği şey kendisi olduğu, kendisinde
kaldığı ve böylece özgür olduğu için’’ (Hegel, 2003: 116-117).
Hegel, devletin, bireylerin kendilerini gerçekleştirmesinin yalın
tözü ve ortamı olmasıyla birlikte, devlet gücünün evrensel çalışma olduğunu
dolayısıyla da edimselin evrensel olma tinselliği taşıdığını söyler. Bireyler
burada yararlılık ve yararlanım[10] vasıtasıyla
bir arada bulunurlar (Hegel, 1986: 303). O’na göre devlet ile kendisini özdeş
olarak gören ve kendisini kamuya adayan, ona karşı bir yükümlülük hisseden birey-bilinç
soylu birey - bilinç; diğer yandan yalnızca kendi hazzına yönelmiş olan ise
soysuz birey - bilinçtir (Hegel, 1986: 306-307).
STİRNER’DE ‘HEGEL’E KARŞI HEGEL’: KAVRAMSAL
İNSAN’DAN SOMUT İNSANA
Stirner’in Hegelci Diyalektik Yöntemi
Mackay, Stirner’in hayatını yükselme, zirvede olduğu dönem ve
düşüş dönemi olarak üçe ayırır. Birincisi gençliğini ve öğretmenlik
faaliyetinde bulunduğu dönemi kapsar. İkincisi çalışmalarının yayınlanmasıyla
sonuçlanan yıllar; üçüncüsü de ölümüne kadar olan unutuluş ve yalnızlık
dönemidir (Mackay, 2005: 14). Stirner’in çalışmaları 19. yüzyılın sonlarına
doğru tamamen unutulmuştur (Mackay, 2005: 20).
Biricik ve Mülkiyeti
modern toplumun ilk acımasız eleştirisidir; bir buçuk asırdır yanlış anlaşılıp
dışlanmakla[11] kalmamış,
hakaretlerin nesnesine de dönüşmüştür. Fikirleri bütün “ilerici” ve liberal
bakış açılarına göre büyük bir lanet olarak geçiştirilir. Üstün bir geleneği,
ırkı, cinsiyeti ya da herhangi bir milliyetin savunuculuğunu yapmaz
(Blumenfeld, 2018: 1-2). Bir kültürü veya tarihi bir dönemi başkalarıyla
kıyaslayıp herhangi birini yükseltmez, doğrulamaz veya onaylamaz; ona göre
hepsinin, tüm sosyo- tarihi oluşumların “sabit fikirleri” (fixe idee),
saplantıları vardır (Welsh, 2010: 54).
Baş eseri olan Biricik ve Mülkiyeti (Der Einzige und sein
Eigentum - 1845) belirgin dışavurumlarıyla zamanının ve Genç Hegelci
hareketin bir ürünü olmakla birlikte diyalektik ve üçerli bölümlemelerle
oluşturulmuş içeriği, aynı zamanda dile gösterilen hassasiyet ve kelimelerdeki
etimolojik çözümlemelerin yanı sıra bir yönüyle Hegel dilidir (Mclellan, 1969:
118). Stirner, Hegelci sistemin içeriğiyle birlikte formunu da kullanır
(Mclellan, 1969: 119).
Hegel’deki bilinçten öz-bilince diyalektik geçiş Stirner’de idealizmden egoizme-somut bireye geçiş biçiminde ilerler.
Hegel gibi o da eserinin ilk bölümünde diyalektik hareketi bir insan yaşamında
çocuğu gerçekçi, genci idealist ve yetişkini
de egoist olarak adlandırarak takip eder (Paterson, 1971: 39-40).[12] Aynı
mantıkla felsefe tarihini de Eskiler-D/e Alten, Yeniler-D/e Neuen
ve En Yeniler-D/e Fre/en olarak sınıflandırır. Eskilerle Hıristiyanlık
öncesi felsefeleri; Yenilerle Hıristiyanlıkla başlayan Reformasyon ve
Aydınlanma dönemini de kapsayan felsefeleri; En Yeniler dediğinde ise Özgürler’i-D/e
Fre/en yani döneminin eleştirmenleri ve felsefelerini kasteder.
Hıristiyanlığa-Yeniler’e geçişten önce tinselliği Sofistler ve Sokrates’in
başlattığını ileri sürüyor; sofistler anlayışı-anlağı geliştirme çabasındayken
Sokrates kalbe yönelip etiği oluşturur (Stirner, 2017a: 22-23). Sokrates’in
Antik dönemi altüst edişinin sebebini bireyleri bir düşünceye tabii kılarak;
Stirner’in deyimiyle bir “hayalet”e, “iyi meseleye hizmet” fikrine sapladığını
ve “temiz kalp çağı”nı başlattığını belirtiyor (Stirner, 2017a: 21-22). Ona
göre tinsellikle Hıristiyanlık başlar. Eskiler:
“’Hakiki yaşamlarının’ dünyanın nesnelerine karşı yürütülen
mücadele olmadığını, bizzat ‘tinsel’ olduğunu, sözü geçen nesnelerden kopan bir
yaşam olduğunu çok geç anladılar; bunu anlayınca da- Hıristiyanlaştılar; demek
ki, ‘Yeniler’ oldular ve Eskilere karşı Yenilikçiler haline geldiler” (Stirner,
2017a: 24).
Stirner, Hegelciler’in sonuncusu olarak görülebilir. Hegel’in
“somut evrensel”ine karşılık, hiçbir evrensellik iddiasında bulunmadığı
Tek’i-somut empirik birey- ön plana çıkararak onu herhangi bir genel ya da
evrensel tasarım yapmaya çalışmaz. Hegel’in terminolojisinden aldığı
kavramların anlamlarını istediği gibi değiştirerek, Hegel’in eleştirmenleri
Bruno Bauer, Feuerbach ve Marx gibi düşünürlerin “kendilerinin” “olumlu gibi
gördükleri” fikirlerini eleştirerek kendi felsefesini oluşturur. Stirner’in
eseri doğrusal bir çizgiyi takip etmediği, çağdaşlarından genellikle rastgele
alınan, eşgüdümlü bir referans takibinde bulunmadığı için dağınık notların
biraraya getirilmesiyle oluşturulmuş izlenimi bırakır (Mclellan, 1969: 119120).
Stirner Hegel’den aldığı Tin-Geist kavramını ruh, hayalet
ve hortlak anlamlarında kullanır. Düşünce ve kavramlar tindir;
belirleyiciliklerinin sonucunda da tinsellik ortaya çıkar. Tinsellik ona göre
aklın, ideal olanın, kavramın, somut-insan üzerindeki belirleyiciliği olarak
düşünülür. Stirner insan derken bazen kavram olan insandan bazen de somut
insandan bahseder. însan kavramı ona göre hayalettir.
“İnsan her tek’i aşar ve ‘onun varlığı’ (özü) olmasına karşın
gerçekte onun varlığı değildir -öyle olsaydı Kendisi biricik ve tek olurdu-
ancak o genel ve ‘yüce varlıktır’, ateistlere göre ‘en yüce varlıktır’...Buna
karşın bedenselliği olmadığı söylenemez, hatta daha ayartıcı bir bedenselliği
vardır, çünkü doğal ve daha dünyevi görünmektedir ve bedeni olan her insanda,
‘insanlıkta’, ya da ‘tüm insanlarda’ bu bedensellik mevcuttur” (Stirner, 2017a:
39).
Tarihin, felsefi düşüncenin aşamalı bir ilerlemesi olarak görülmesi
Hegelci’dir fakat Geisfın merkezi konumunun yerine Stirner somut-bireyi
ve onun-sahipliğini koyar. Modern çağa ilişkin tespitleri ve analizi insanların
sürekli bir döngüsellik içinde köleleştirildiği üzerinedir (Mclellan, 1969:
121). Yaşadığı dönemdeki “modernlerin” ruhsal, kültürel ve politik olarak
eskilerden üstün olduğu fikrine saldırır (Welsh, 2010: 53). “Eskiler nasıl ki
dünya bilgeliği dışında bir şey açıklayamadıysalar, Yeniler de Tanrı
bilginliğinden başka hiçbir şey açıklayamadılar ve açıklayamayacaklar”
(Stirner, 2017a: 29). Ona göre her bir dönem bir önceki dönemin verilerini,
kavramlarını ya da düşüncelerini tersine çevirerek yeniden inşa eder. Temelde
her dönem öncekinin izlediği yolu izler. “Burada en modern olan aynı zamanda en
arkaik olandır” (Debord, 2018: 40) denebilir.
“Ortaçağ hiyerarşisini yerinden oynatan Protestanlık olduğu için,
genel olarak hiyerarşinin onun sayesinde yıkıldığı anlayışı kök saldı ve bu
olayın bir ‘Reformasyon’, yani eskimiş hiyerarşinin bir tazelenmesi olduğunun
farkına hiç varılmadı” (Stirner, 2017a: 77-78).
Hegelci diyalektik, Stirner’in analizinin bütününde yadsınmaz bir
biçimde göze çarpar (Welsh, 2010: 39). Eseri Hegelci kavramlar ve problematiklerle doludur; Hegel’in tarih hakkındaki
fikirlerine başvurmakla kalmaz, Tinin Fenomenolojisi’nden aldığı
kavramları kendine malederek felsefesini inşa eder (Welsh, 2010: 48-49). Diğer
yandan Hegelci söylemi benimsemekten daha fazlasını yapar. Diyalektiği tartışma
yöntemi olarak benimser, fakat bunu diyalektiğin yanlış yorumlanan yönü ile,
tez-antitez- sentez biçimindeki algılanışıyla yapmaz. Stirner, sosyal oluşumlar
ve ideolojilerdeki çatışmaları, gerilimleri, çelişkileri, istikrarsızlıklarını ve
yeni bir forma dönüşme eğilimlerini tartışır. Hem seleflerinin hem de onlarla
birlikte ortaya çıkan yeni formların aşılmasına odaklanır (Welsh, 2010: 50).
Stirner ideolojilerin, bireylerin günlük yaşamlarındaki
belirleyici statü olma dinamikleri ile ilgilenir. İdeolojilerin bireyi
yabancılaştırış ve tekrardan inşa ediş biçimlerini eleştirir. Biricik ve
Mülkiyeti Hegelciliğin değişik varyantlarına; Feuerbach, Bauer, Moses Hess,
Marx gibi radikallere doğrudan bir yanıttır. Feuerbach ve Bauer’in hümanist fikirlerine
özellikle odaklanır çünkü onların da tahakküm için yeni gerekçeler
yarattıklarına inanır.
“Hıristiyanlığın devlet için temel teşkil etmesine yani Hıristiyan
devlete karşı çıkan aynı kişiler, ‘devletin ve toplumsal yaşamın temel taşının’
ahlak olduğunu yorulmaksızın yinelerler. Sanki ahlakın tahakkümü, kutsal olanın
yetkin tahakkümü değilmiş, sanki bu bir hiyerarşi değilmiş gibi” (Stirner,
2017a: 47).
Feuerbach’da Teolojik Kökenli Revizyon: Ateizm
ve Stirner’in Eleştirileri
Stirner veya Feuerbach’a yönelik çalışmalarda ikili arasındaki
ilişki nadiren dikkate alınmıştır. Stirner’in Feuerbach’ı eleştirmesiyle
başlayan süreçte eleştirilerinin etkisi doğrudan Feuerbach’ın üzerinde olmakla
birlikte Marx üzerinde de güçlü bir etki yaratmıştır (Stepelevich, 1978: 451).
Üçü de Genç Hegelciler[13] olarak
anılırlar ve Genç Hegelciler arasındaki en etkili isimlerden olmuşlardır.
Grubun bazı üyeleri yer yer radikal ve militanvari fikirleri en uç aşırılıklara
vardırmışlardır. Örneğin Edgar Bauer politik terörün çeşitli pratik
yansımalarında yer almış ve hapse girmiştir. Genç Hegelciler Hıristiyanlık ve
din konusunda sert eleştirilerde bulunmuşlardır fakat ilk amaçladıkları din
eleştirisi yapmak gibi görünmekle birlikte bu yalnızca diğer konulardaki
eleştirilerin önünü açma amacını taşımaktadır. Yani ilk amaçladıkları şey gibi
görünen konular genelde diğer konulardaki eleştirilerinin bir proloğu olarak
gelişir. Genç Hegelciler’in felsefi tutumları devlet kilisesinin resmi
öğretileriyle çeliştiği ve devlet otoritesini zayıflattığı gerekçesiyle Alman
üniversitelerinde çeşitli kademelerde görev almaları yasaklanmıştır (Gooch,
2011: 267). Mclellan Genç Hegelciler hakkında, felsefelerinin spekülatif
rasyonalizm olarak geliştiğini; romantik ve idealist ögelerine keskin eleştirel
eğilimleriyle birlikte Fransız Devrimi’nin ilkelerine olan hayranlıklarını da
eklediklerini belirtir (Mclellan, 1969: 7).
Strauss,[14] Feuerbach
ve Bauer gibi Genç Hegelciler, Hegel’in din fenomenolojisini ateizm lehine
geliştirmeye çalışırlar. Hegel gibi Strauss da Hıristiyanlığı idealize
çabalarının en yeterli sembolü olarak görüyordu fakat Hegel’den farklı olarak,
resmi gerçeğin dini sembole açıkça atfedilebileceğini reddeder. Ona göre
Hıristiyanlığın önerileri dogmalar olarak değil, “efsaneler” olarak
yorumlanmalı ve onları üreten toplumun geleneklerini ve özlemlerini
yansıtmalıdır (Paterson, 1971: 193).
Bazı düşünürlere göre Stirner ve Feuerbach, Hegel’in en mantıklı
mirasçıları olarak ilan edilmiştir (Stepelevich, 1978: 451-452). Arvon’a göre
Stirner, yarışın sonuna gelmiş Hegelciliğin şaşırtıcı ve hakiki bir ürünüdür
(Arvon, 1991: 36). Löwith’e göreyse Hegel’in tarihsel sisteminin nihai
mantıksal sonucudur (Löwith, 1991: 103-104).
Feuerbach’ın Hegelciler ve muhafazakârlar arasındaki şöhreti
1830’da yayınlanan Gedanken über Tod und Unsterblichkeit (Ölüm ve
Ölümsüzlük Üzerine Düşünceler) adlı çalışmasıyla doruğa ulaşır; çalışması,
ruhun ölümsüzlüğünü reddettiği için Ortodoks Hegelci geçmişiyle onarılmaz bir
kırılmayı başlatmasının yanı sıra gelecekte herhangi bir akademik kariyer
fırsatının da önünde bir engele dönüşür. En önemli eseri olarak değerlendirilen
yapıtı Das Wesendes Christentums-Hıristiyanlığın Özü (1841)
yayınlanmadan önce bir düzineden fazla etkili çalışma yayınladı.
Hıristiyanlığın Özü’nden Stirner’in Der Einzige und sein Eigentum-Biricik ve
Mülkiyetinin (1844) yayınlanmasına kadar olan sürede de dokuz çalışma daha
yayınlar (Stepelevich, 1978: 453).
Stirner’in doğrudan eleştirilerine geçmeden önce Stirner’in
eleştirilerinin Feuerbach ve Hegelci çevre üzerindeki etkisinden bahsetmek
yerinde olacaktır. Stirner ana eseri Biricik ve Mülkiyetini
yayınladıktan sonra eseri bomba etkisi yaratır. Feuerbach 1844 sonbaharında
kardeşine yazdığı bir mektupta Stirner ve eseri hakkında şunları dile getirir:
“Oldukça zekice ve ustaca bir çalışma ve egoizmin gerçekliğini
içeriyor -ama eksantrik, tek taraflı ve yanlış tanımlanmış. Antropolojiye
karşı, yani bana karşı olan polemiği kesin yargı veya düşünce eksikliğine
dayanıyor. Bir şeye kadar ona katılıyorum; özünde bana dokunmuyor. Yine de
tanıdığım en yaratıcı ve en özgür yazar” (Mackay, 2005: 166).
Ardından 13 Aralık 1844’te kardeşine yazdığı başka bir mektupta:
Stirner’in saldırılarının sanki kendisi üzerinden isim yapmak istercesine
(Mackay, 2005: 167) olduğunu
dile getirir. Feuerbach’ın ilk dürtüsü
Stirner’e yanıt olarak açık bir mektup yayınlamaktı ancak bu fikir
Wigands Vierteljahrsschrift’e anonim bir cevap yerleştirme lehine terk edilir.
Feuerbach ile birlikte bütün Hegel sonrası çevrenin temsilcileri Stirner’i
eleştirmek için harekete geçer. Sol Hegelciler’e önderlik eden Bruno Bauer
Stirner’in saldırısına anonim bir yanıt verir. Moses Hess kızgın bir cevap ile
sosyalistleri savunur. Marx ve Engels’in eleştirileri Alman ideolojisinde[15] yer alır. Arnold Ruge gibi sol
kanattaki radikallerden, Karl Rosenkranz ile sağa doğru, Kuno Fischer ve
Bettina von Arnim gibi figürlerden geçerek ortak bir düşman olan Stirner’e
karşı bir çizgi oluşturulur (Stepelevich, 1978: 456). Stirner ile Feuerbach
arasındaki gerilim Feuerbach’ın kısa cevaplarıyla sürekli geçiştirilmiştir.
Feuerbach son kez verdiği bir cevapta Stirner’in üslubunu yansılayarak şunları
söyler:
“Nedenimi-kendimi hiçbir şeye dayandırmıyorum diyor Benzersiz olan
der Einzige. Ama hiçbir şey Tanrı’nın bir yüklemi değil midir? ‘Tanrı
hiçbir şeydir’ ifadesi de dini bir ifade değil midir? Böylece ‘Egoist’
nedenini-kendini Tanrıya dayandırıyor! İşte bu yüzden o da ‘dindar ateistler’e
mensup” (Stepelevich, 1978: 459).
İkilinin tartışmaları 1845 yılında sona erer. Stepelevich,
Lobkowicz’den yola çıkarak Marx’ın Stirner’i okuduktan sonra Feuerbachçı olmayı
bıraktığını inandırıcı bir şekilde gösterdiğini belirtir (Stepelevich, 1978:
461). Rawidowicz’de Stirner’in eleştirisinin Feuerbach’ı antropolojiden
natüralizme kaymaya zorladığını belirtir (Stepelevich, 1978: 461-462). Aynı
şekilde Breckman’da Feuerbach’ın Stirner’in eleştirilerinin doğruluğunu kabul
etmek konusunda isteksiz olmasına rağmen Hıristiyanlığın Özü’nün merkezine
konumlandırdığı evrenselleştirici insanlık fikrinden duyusal, somut ihtiyaç
sahibi, bireysel insana daha fazla vurgu yapmaya doğru uzaklaştığını belirtir
(Breckman, 1999: 303).
Feuerbach Hıristiyanlığın Özü’nün Giriş bölümünü iki kısım
olarak belirleyerek eserinin bütününde ilan ettiği ateizminin ortaya çıkış
koşulunu sağlamaya çalışır. Birinci kısım insanın özünün ikinci kısım ise dinin
özünün ne olduğunun tanımlanmasıyla geçer. Burada amacı, önce insanın
sonrasında, tanrının ve dinin özünü “kesin” olarak ortaya çıkarmaktır. Ortaya
çıkardıktan sonra da tanrıyı ortadan kaldırarak yerine insanı geçirmek ister.
Nitekim tanrıyı ortadan kaldırsa da tanrısala dokunmaz. İnsanı, tanrının yerine
tanrısal yüklemiyle birlikte geçirerek ilan ettiği ateizminde, tanrıyı
öte-dünyasal bir durumdan bu-dünyasala çevirir gibi görünür. Bir
mutlağı-tanrıyı başka bir mutlağa-insana dönüştürür. Ona göre: “İnsanın mutlak
özü, tanrısal kendi özüdür” (Feuerbach, 2008: 39). Öz hakkındaki bütün
fikirlerini teolojiyi antropolojiye dönüştürerek geliştirir.
“İnsanın nesnesi kendi nesnel
özünden başka bir şey değildir.
İnsan nasıl düşünüyorsa,
zihniyeti ne ise tanrısı da öyledir: İnsanın değeri ne kadarsa tanrısının
değeri de o kadardır, daha fazla değil. Tanrı bilinci insanın özbilincidir,
tanrının idraki insanın kendini idrak etmesidir. İnsanı tanrısından ve
tanrısını da insandan dolayı teşhis edersin; her ikisi de birdir. İnsan için
tanrı olan şey, kendi tini, kendi ruhudur ve insanın tini, ruhu, yüreği de
kendi tanrısıdır: Tanrı insanın açığa çıkmış iç dünyası, kesinkes kendisidir;
din insanın gizli değerlerinin merasimle açığa vurulması, en içten gelen
düşüncelerinin itirafı, sevgisinin gizlerini alenen ikrar etmesidir” (Feuerbah,
2008: 47-48).
Feuerbach insani-olan ile tanrısal-olan karşıtlığını ortadan
kaldırmaya çalışarak tanrının bütün niteliklerini insanın psişik yapısına
yönlendirir; öz arayışında soyut özneyi-tanrıyı, somut özneye-insana transfer
eder. Teolojinin insandan uzaklaştırdığını düşündüğü özü, aynı şekilde kendisi
de “insanın özü” biçiminde tekil insandan öteye yansıtır; Özü varsayarak
idealize edip somut Ben’e yabancı bir şey olarak kurgular. Tanrı’dan geriye
bıraktığı tanrısallığın yanına sevgi, ahlaklılık gibi normatif kavramları
iliştirerek onları da idealize eder.
Feuerbach, ilan ettiği hümanist ateizminde Tanrı’nın aşkınlığı
fikrini reddeder fakat geleneksel olarak Tanrı’ya atfedilen mükemmel bilgi,
mükemmel irade ve mükemmel sevgi gibi sıfatları terketmez. Bu nedenle onda
“sonsuz derecedeki kusursuz İnsanlık”, yeniden keşfedilmiş bir “ilahiyatın”
gerçek taşıyıcısı konumuna yükseltilir ve bu Tanrı’dan koparılmış
tanrısal-sevgi temelinde gerçekleştirilir (Paterson, 1971: 194195).
Dolayısıyla Feuerbach İnsanlık dininin, sınırsız sevginin dini olması gerektiği
sonucuna varır. Sevgiyi Tanrı’dan dolayı değil “kendinden kutsal” ilan eder.
Kutsallığı tanrıdan koparıp olduğu gibi bırakarak kendinden- kutsallık
biçiminde temellendirir. Buna karşılık Stirner bunun yeni bir yabancılaştırma
biçimi olduğunu dile getirir. Ona göre; “Yabancılık ‘kutsalın’ belirtisidir”
(Stirner, 2017a: 38).
Dolayısıyla “yüce varlık”
konumuna getirilen hakikat, insanlık gibi kavramlar üstün
varlıklar-özler olarak yeniden tasarlanırlar (Stirner, 2017a: 38). Bu tür
tasarımlara karşı Stirner şunları ileri sürmektedir: “Sadece özleri kabul etmek
ve özlerden başka hiçbir şeyi tanımamak işte din budur: Din dünyası özlerin,
hortlakların ve hayaletlerin dünyasıdır” (Stirner, 2017a: 41).
Stirner Feuerbach’ı eleştirmeye başlamadan önce tin hakkındaki
fikirlerini dile getirir. Ona göre tin bir ideal, ulaşılamaz bir öte dünya aynı
zamanda da tanrı olarak tasarımlanır; tin somut Ben olmayıp Ben’den farklı,
başka bir şeydir (Stirner, 2017a: 32-33).
“Feuerbach’ın Bize sunmaya çalıştığı kurtuluşun ne kadar teolojik
olduğu ve Tanrı bilginliği içerdiği buradan anlaşılmaktadır. Feuerbach, özümüzü
tanıyamamış olduğumuzdan, onu öte dünyada aradığımızı, oysa şimdi Tanrı’nın,
sadece insan oluşumuzun bir parçası olduğunu anladığımıza göre onu böyle kabul
edip öte dünyadan bu dünyaya geri getirmemiz gerektiğini söylemektedir. Tin
olan Tanrı’ya Feuerbach, ‘özümüz’ (varlığımız) der. Bununla ‘özümüz’ bize
karşıt bir duruma getirilmekte, Ben’imiz, biri özlü diğeriyse öz yoksunu iki
parçaya bölünmektedir. Buna izin verebilir miyiz? Böyle yaptığımızda Kendimizi
yine dışımıza sürme zavallılığına düşmüyor muyuz?
Değişiklik olsun diye tanrısal olanı dışarıdan içimize
yerleştirmenin Bize sağlayacağı kazanç nedir? İçimizde olan mı Biziz? Ne kadar
dışımızdaki değilsek, içimizdeki de değiliz...
Feuerbach, çaresiz kalmaktan aldığı güçle Hıristiyanlığın tüm
içeriğine el atar: onu kaldırıp atmak için değil, hayır, onu kendine doğru
çekmek, o uzun süre özleneni ve her zaman uzaklarda kalanı son bir çabayla
cennetten koparıp sonsuza kadar kendi yanında tutmak adına. Bu, çaresizliğin
doruk noktasında bulunan insanın son hamlesi, ölüm kalım mücadelesi değil
midir? Ve aynı zamanda öte dünyaya duyulan bir Hıristiyan özlemi ve ihtirası
değil midir? Öte dünyaya gitmek istemeyen kahraman, öte dünyayı kendisine doğru
çekip onu bu dünya olmaya zorlamak istiyor!” (Stirner, 2017a: 33-34).
Stirner’e göre Feuerbach hâlâ Hıristiyan’dır; çünkü özü varsayar,
özü- tanrıyı insanın içinde konumlandırmakla dışında konumlandırmak teolojik
bir yöntemdir, dolayısıyla o da teoloji ile aynı yolu izler (Stirner, 2017a:
34). Feuerbach Felsefe Reformu için Geçici Tezler'de Vorlaufige
Thesen zur Reformation der Philosophie spekülatif felsefenin reformcu
olarak izlediği yolun din felsefesindeki yoldan farklı olmadığını bu yüzden
yüklemi özne yapma ilkesinin kabul edilip, spekülatif felsefenin de tersine
çevrilmesiyle “çıplak”, “saf’ ve “katışıksız” hakikate ulaşılacağını belirtir
(Feuerbach, 2012: 70). Stirner ise bu şekilde bir tersine çevrilme gerçekleşse
ve burada özne olan tanrı çıkartılsa-kaybedilse de bunun dini görüşün diğer
yanıyla; yalnızca ahlaki yanıyla değiştirilmiş olacağını söyler (Stirner,
2017a: 4647).
“Örneğin ‘Tanrı sevgidir’ demeyiz artık, bunun yerine ‘sevgi
tanrısaldır’ deriz. Ve ‘tanrısal’ yükleminin yerine, aynı anlama gelen ‘kutsal’
sözcüğünü koyarsak, o zaman her şey en baştaki haline dönmüş olur. Buna göre
insanın iyi yanı sevgi olacaktır, onun tanrısallığı onu onurlandırandır, onun
hakiki insanlığıdır (‘ancak sevgi, insanı insansı yapar’, ancak sevgi onu insan
yapar). Şöyle daha doğru söylemiş olacağız: Sevgi, insandaki insansal-olandır,
insansal- olmayansa sevgisiz Egoisttir. Ancak tam da Hıristiyanlığın ve onunla
birlikte spekülatif felsefenin (yani teolojinin), iyi ve mutlak olarak sunduğu
her şey, Kendi-olma açısından iyi olmayandır (ya da aynı anlama gelen ifadeyle:
sadece iyi olandır). Aynı zamanda yüklemin özneye dönüşmesiyle, Hıristiyan öz
(çünkü özü içeren yüklemdir) daha da sabitleşir. Böylece Tanrı ve tanrısal olan
Benimle daha da sıkı sıkıya, çözülmemek pahasına, bağlı duruma gelecektir.
Tanrı’yı gökyüzünden kovmak ve onu aşkınlıktan yoksun bırakmak, onun üzerinde
tam olarak zafer kazanmış olmak anlamına gelmez, Tanrı’yı insan göğsüne
yerleştirmiş ve kökü kurutulamayan bir içkinliği ona armağan etmiş oluruz.
Sonuç: Tanrısal, hakiki insansaldır!” (Stirner, 2017a: 47).
Stirner ahlakın tarihsel süreç içerisinde dinden doğduğunu bu
yüzden de ondan koparılarak insanlıkla bütünleştirilmesinin onun din olarak
kutsanmayacağı anlamına gelmediğini, İnsan denilen şeye iliştirilen ahlakın
yeni bir dinle tamamlanacağını söyler. Ona göre kutsal yerini insansal- insani
olana bırakacaktır. Stirner bunun yeni bir efendi değişimi oluğunu bildirir
(Stirner, 2017a: 55). Feuerbach, dinin insanın ilk özbilinci olduğu ve ilk
bilincin aktarılanları olduğu için kutsal olduğunu belirtir. Kanıtladığını
düşündüğü tanrının ikincil yanı, yani insandan sonra ortaya çıkmış olması-
insanın nesnel özü olması- sonucunda artık insan ilk konumda olmalı ve sevgi
eskiden olduğu gibi değil, tanrıdan koparılmış; doğal, asli, kendinden kutsal
bir sevgi olmalıdır. Ona göre insan, ilk öz ise; insanla birlikte insanın
insana olan sevgisi de ilk yasa, en kutsal yasa olmalıdır; “homo homini deus
est” (insan insanın tanrısıdır) (Feuerbach, 2008: 341-342).
“Feuerbach inanç yok edildiğinde, sevginin güvenilir farz edilen
limanına sığınmanın isabetli olacağını sanıyor... Gerçekte sadece Tanrı
değişmiştir, Deus, sevgi kalmıştır; bir tarafta insanüstü Tanrı’ya sevgi diğer
tarafta insansal Tanrı’ya sevgi, yani Deus olan Homo’ya sevgi. İşte yine
karşımızda bir karabaş! Onun tanrısı kimdir? İnsan! Tanrısal nedir? İnsansal
olan!” (Stirner, 2017a: 55).
Feuerbach’da İnsan ve Ben aynı anlama gelmezler insan ifadesi
geçici tekil Ben’i değil, mutlak bir Ben’i cins’i[16] içerir.
Stirner’e göre cins hiçbir şey ifade etmez; “İnsan” yalnızca bir idealdir
(Stirner, 2017a: 164). Stirner’e göre Feuerbach’ın hümanizmi[17] yeni
bir dindir; (Stirner, 2017a: 55) ahlaki ilişkileri tanrının düzeni olarak
görmese de, içeriğini tinselleştirdiği, idealize ettiği ve kutsal saydığı için
aydınlanmış bir Protestanlıktan öte bir şey değildir (Stirner, 2017a: 83).
Stirner, Feuerbach’ın insanı tanrısallaştırıp hakikati bulduğu yanılsamasına
kapıldığını oysa Tanrı eziyet çektirdiyse İnsan’ın[18] da
işkence edebilecek potansiyele sahip olduğunu söyler (Stirner, 2017a: 157).
Feuerbach sevginin özüne aykırı olmayan tek sınırlamanın sevginin
us ve anlak vasıtasıyla kendisini sınırlamaması olduğunu; akıldan yoksun
sevginin teoride sahte, pratikte ise zararlı olduğunu söyler (Feuerbach, 2008:
336). Buna karşılık Stirner şunları söyler:
“...buna karşılık inançlı kişi şöyle düşünür: sevgi özü itibariyle
dinidir. Biri ussal olmayan sevgiye karşı koyar, diğeri de inançlı olmayan
sevgiye. Her ikisi için de sevgi olsa olsa bir splendidum vitium’dur.[19] Ama
her ikisi de sevgiyi, ustan yoksun ve inançsız şekliyle de sahiplenmiyorlar
mı?” (Stirner, 2017a: 267).
Stirner son eleştirilerini Feuerbach’ın Geleceğin Felsefesinin
İlkelerfndeki[20] tutumu üzerinde yoğunlaştırır.
Feuerbach’ın, Hegel’e ve mutlak felsefeye karşı olmasına rağmen onun da
soyutlamada takılıp kaldığını, ısrarla varlık üzerinde durup tanımlamalar
yapmaya çalıştığını; üstelik Hegel’i dili kötü ve yanlış kullanmakla ithaf etmesine
karşın onun da ilginç bir “duyusal” tanımlamasına giriştiğini söyler (Stirner,
2017a: 308309).[21] Qna
göre Feuerbach “yeni felsefesinin” materyalizmine idealizmin mülkiyetinde olan
“mutlak felsefenin” kılıfını geçirmiştir (Stirner, 2017a: 310). Stirner’in
Feuerbach’a yaptığı son gönderme eserinin sonuna doğru söylediği şu cümleyle
son bulur: “Neticede Tanrı var mı sorusu nihayet ortadan kalktı, ama sadece
‘tanrısalın’ varoluşu önermesiyle yeniden ortaya çıkmak için” (Stirner, 2017a:
331). Stirner’in hayranlarından olan Eduard von Hartmann ikili arasındaki
fikrini şu sözlerle belirtir:
“Feuerbach’ın antropolojisi ve ondan türetilen insancıl ideal,
Stirner’in eleştirisi ile sonsuza kadar saçmalığa indirgenmiştir. Felsefi
düşünebilen herkes için, bu düşünce çizgisinin tek geçerli sonucunun istisnasız
tüm pratiklerin egoist bir küçümsemesinde veya pratik bir tekbencilikte olduğu
açıktır” (aktaran Stepelevich, 1978: 262).
Feuerbach ve Bauer’in hümanizminde însan, yani kavramsal
bir düzlemde değerlendirilen ve tanımlanan tekil bireyden farklı însan,
modern anlayışın merkezine yerleştirilir. Marx, Engels, Hess ve Ruge gibi
siyasi yönelimli Hegelci radikaller, hümanistlerin argümanlarını benimsemekle
birlikte “sınıf eşitsizliği analizi” gibi fikirlerin içerisine dahil edip
uygulamışlardır. Her biri komünizmin veya sosyalizmin insanlığın hümanist
cennetini yaratmasında ahlak-etik, öz gibi kavramlar çerçevesinde aracı bir rol
üstlendikleri sonucuna varırlar. Stirner, bu gibi politik organizasyonların
misyonları ve kavramlarıyla alay eder (Welsh, 2010: 49-50). Ona göre hepsi
“öz”e tutunur:
“...bunun insanüstü ya da insansal-olmasının Bana pek faydası
yoktur, çünkü Benden üstün bir öz aynı zamanda benim-olandan da üstündür.
Sonuçta insan, özüyle ya da ‘insan’la ilişki üzerinden eski dinin yılan
derisini üzerinden atar atmaz yeniden dinsel bir deri edinecektir” (Stirner,
2017a: 46).
Stirner, eleştirmenlere tek insan gerçekliğinin birey olduğunu
hatırlatır. Paterson, Stirner’in 1840’ların Almanya’sındaki sekülerleşme tartışmalarındaki
tutumunun bütün çözüm çabalarındaki tartışmaları sersemletici bir duruma
soktuğunu belirtiyor (Paterson, 1971: 197). Ona göre Stirner’in eseri bir dönem
Almanya’sının psikolojik durumunu ortaya seren psikiyatrik[22] bir
belge olarak görülebilir (Paterson, 1971: 286).
Stirner’in Modernite Eleştirisi
Newman, Biricik ve Mülkiyetim okuduktan sonra dünyanın
eskisi gibi görülemeyeceğini; birçok kişi için rahatsızlık veren bir eser
olmakla birlikte birçok kişi için de kişisel kurtuluş yolu ve isyan arması
olarak benimsendiğini dile getirmektedir (Newman, 2011:
1-2). Ona göre Stirner’in
eleştirileri tüm politik kurum ve kuramların altındaki teolojik boyutun
uzantılarının fark edilmesini sağlamasının yanında, alternatif bir politik
program sunmaz; aksine ilan edilen evrenselciliğin her zaman şu ya da bu
iktidar menfaatleri çerçevesinde dizayn edildiği için, tüm politik uzantılardan
ve özgürleşme, eşitlik ve hak gibi vaatlerden kuşkulanmaya davet eder. Bu
yönüyle Stirner temel politik kategorilerin; ahlak-ahlaklılık, öz, egemenlik,
evrensellik gibi beyanların yeniden düşünülmesinin önünü açmaktadır (Newman,
2011: 6-10). “Ahlaklılığın da bir yanılsama
olabileceğini kimse cesaret edip sorgulayamıyor: O,
her kuşkunun ötesinde kalır ve değişmez. Ve böylece kutsal, kademe kademe
ilerler, ‘kutsal’dan ‘en kutsal’a dek” (Stirner, 2017a: 69).
Stirner, moderniteye yönelik diyalektik yaklaşımında olayların
merkezi görünümünü ortaya çıkarmak için çeşitli analiz seviyeleri kullanır; ilk
aşamada, politik ekonomideki çatışmalar ve çelişkilerin özetini sunarak
özellikle tarihteki toplumların ve imparatorlukların özellikleri ile ilgilenir.
İkinci seviyede dil, kültür ve ideolojiyi içeren orta düzeyde bir sosyal
analize odaklanır. Buradaki eleştirileri yalnızca dini soyutlamaların reddini
içermemekle birlikte, insanı kültürel bir alt kategoriye indirgeyen ve ona rol
belirleyen her türlü düşünce, felsefe ve ideolojiye saldırır (Welsh, 2010: 51).
Modernite konusundaki eleştirileri, radikal ve
devrimci felsefelerin ve ideolojilerin idealize etme çabalarında nasıl bir yol
izledikleri ile ilgilidir; nasıl özgürlük felsefesi olarak başlayıp “yeni sabit
fikirler”, yeni kölelik biçimleri yarattıklarıyla ilgilenir. Üçüncü seviyede
dikkatini bireylere ve onların günlük yaşamlarındaki etkileşimlerine yöneltir.
Yaklaşımı tamamen diyalektiktir;
incelediği fenomeni, sürekli daha geniş bir bağlam içine yerleştirir, karmaşık
ve çok katmanlı diyalektik bir analiz kullanır (Welsh, 2010: 51).
Stirner insan yaratıcılığının ürünlerini ona yabancılaştıran ve
yeniden birleştiren, insanları dış menfaatlerin egemenliğine iten, sosyal ve
felsefi sistemlere yönelik saldırılarında oldukça acımasızdır. Egoizmi
psikolojik ve etik egoizm biçimlerinden farklıdır; bütün insan davranışlarının
bencil ve egoist dürtülerden kaynaklandığını iddia etmemekle birlikte benci
seçimleri reddeden ideolojileri eleştirir. Bencil ve egoist seçimlere dayanan
etik bir sistem yaratmaz (Welsh, 2010: 52). Stirner’in radikal bireyciliği, salt psikolojik bir saplantıya veya antroposentrik bir egoizme
indirgenemez (Blumenfeld, 2018: 64).
Ondaki egoizm, politika, kültür ve bireysellik hakkında
tanımlanabilir kavramları ve önerileri olan bir düşünce bütünüdür;
yapılandırılmış çok katmanlı sosyal bütünlük içindeki çatışmaları, çelişkilerin
gözlemlerini ve yorumlarını içeren diyalektik bir soruşturma ve reddediştir.
Yaklaşımında sosyal ortamdaki etkileşimlere duyarlı olmakla birlikte, bireyler
ile dış dünyanın birbirini etkilediğini kabul eder (Welsh, 2010: 52).
Saldırısının merkezinde bütün kutsallaştırma ve idealleştirme biçimleriyle
birlikte belirgin olarak Tanrı, kilise, hakikat, devlet, ahlak, ussallık, dil,
özcü tasarımlar; İnsan, İnsanlık ve bütün politik oluşumlar ve bunların
yansımaları bulunur.
Stirner bütün soyutlama, genelleştirme, evrenselleştirme
çabalarına ve sistematik felsefeye karşı durarak, empirik bireyi-ben’i
analizinin merkezine koyar; temel benliği ve benzersizliği tanımlar (Welsh,
2010:
82).
Evrensellerin varlığını reddetmez, yalnızca mutlaklık iddialarını
ve koşutsuzluklarını reddeder. Ona göre evrenseller tek taraflı, eksik
“gerçeklik” ifadeleridir; tek yönlü, soyut tasarımlardır. Bunun neticesinde
oluşan hiyerarşiye Stirner “düşünce” ve “tinin tahakkümü” demektedir (Stirner,
2017a: 69).
“Adeta düşünceler ve nesnelerin ittifakını kutlarmışçasına,
Hegel’in sistemi en nesnel olma sıfatını kazandı. Ancak bu, düşünmenin en uç
şiddeti, en yüksek zorbalığı ve tekil egemenliğidir.
Bu, tinin zaferi ve onunla birlikte felsefenin zaferidir”
(Stirner, 2017a: 69).
Modernite, zihnin-aklın egemenliğidir. Descartesçı cogito ergo
sum bunun en yetkin girişini sunar; varoluş düşünceye indirgenir. Stirner
antikiteden moderniteye olan hareketin her dönüştürme faaliyetinin, zaten var
olan inanç sistemini yeniden biçimlendirdiğini ve güçlendirdiğini, modernist
din, felsefe ve bilimin düşmanlıklarının sonucunda hem yeni ruhlar hem de yeni
sebepler şeklinde yeniden inşa ettiklerini, hatta modern felsefenin dolayısıyla
Hegel dahil Hegelciler’in de bilimle birlikte politik görevinin evrensel olanı
insanlaştırmak ve İnsan’ı evrenselleştirmek, aşkın tasarımı mutlak hale
getirmek olduğunu dile getiriyor (Welsh, 2010: 57-59). Ona göre Luther ve
Descartes aynı çizgiye getirilmiş “inanış” ve “düşünüş” tinselleştirilmiştir;
bu projenin bütün Reformasyon’u kapsayarak yaşadığı çağa kadar
uygulanageldiğini dile getirmektedir (Stirner, 2017a: 78).
“Descartes ile başlamış olan yeni felsefe, tek hakiki ve geçerli
olanın ‘bilimsel bilinç’ olduğu fikrini yüceltmekle, Hıristiyanlığı ciddi
biçimde ele alarak, onu tam bir yetkinliğe ulaştırmıştır. Dolayısıyla
. zyeni felsefe mutlak şüpheyle, ‘dubitare’ ile başlar; yani, basit
bilincin ‘parçalanması’- ‘tin’ ve ‘düşünme’ ile meşrulaştırılamayan her şeyden
uzaklaşmasıyla. Doğa onun için bir şey ifade etmez, ‘insani öğretileri’ hiçe
sayan ve Her şeyi us ile ilişkilendirip ‘gerçek olan, ussal olandır ve ancak
ussal olan gerçektir’ diyene kadar da rahat etmez. Böylece nihayet tini, usu
zafere ulaştırmıştır ve Her şey tindir, çünkü Her şey ussaldır, bütün doğa ve
hatta insanların en sapkın fikirleri bile us içerir: Çünkü ‘Her şey, en iyiye
hizmet etmek zorundadır’, yani usu zafere ulaştırmalıdır.
Descartes’ın ‘dubitare’si kesin bir ifade olarak şunu içerir:
Sadece ‘cogitare’ yani düşünme, tindir. Böylece us-dışı şeylere gerçeklik
atfeden ‘basit’ bilinç ile bütün ilişkisini koparır! Sadece ussal olan vardır,
sadece tin vardır! Yeni felsefenin ilkesi, hakiki Hıristiyan ilke işte budur.
Descartes, bedeni tinden kesinkes ayırdı. ‘Tindir, bedeni kendine uygun şekilde
inşa eden’ der, Goethe.
Ancak bu felsefe de yani Hıristiyan felsefesi, ussal olandan
kurtulamamaktadır ve dolayısıyla ‘sadece öznel’e, ansızın akla gelen fikirlere,
rastlantılara, başına buyrukluğa’ vb. hararetle karşı koyar” (Stirner, 2017a:
78-79).
Stirner’in moderniteye temel itirazı aklı egemen hale
getirmesidir. Merkeze İnsan, akıl ve hümanizm yerleştirilerek daha totaliter
bir egemenlik inşa ettiklerini belirtiyor. Hümanizm ruhu yeniden tanımlar
Hıristiyanlıktan koparır ve yeni bir tarzda kolektif olana devreder. Hıristiyan
ve Hıristiyanlık; insan ve insanlıkla çevrilir. İnsan kavramı
mistikleştirilip yeni bir teoloji ve yabancılaşma biçimleri yaratırlar. Ona
göre, “Devrimci papazlar ya da akıl hocaları insana hizmet ettiklerinden
insanların kafalarını kestiler” (Stirner, 2017a: 75). İnsan ve insanlık
spiritüel yeni bir varlığa dönüştürülür ve hümanizm buna yeni bir kutsallığa
bürünmüş sevgiyi de ekler (Welsh, 2010: 63-65).
“Filantropinin insan sevgisi, tek insana olan sevgi olduğu
düşüncesi bir yanlış anlamadır; o, insan sevgisinden, gerçek olmayan kavramdan,
hayaletten başka bir şey değildir. Filantrop, tous anthropous, insanları değil,
ton anthropon, İnsanı kalbinde taşır. Elbette her insan ile tek tek ilgilenir,
ancak bunun nedeni, o çok sevdiği idealinin her yerde gerçekleşmesini
istemesidir” (Stirner, 2017a: 73).
Ona göre bireylerin davranışlarını kontrol altına alan temel
hümanizm kavramları; “doğal hukuk”, “doğal hak”, “doğal adalet”, “insan
hakları” gibi ifadeler bilim, felsefe, rasyonalizm ve laiklik söylemlerinde
gizlenir. Dini ve kiliseyi yeniyorlar fakat onu İnsan, İnsanlık ve öz biçiminde
daha büyük bir dine; hümanizme, dolayısıyla devleti de daha büyük bir kiliseye
çeviriyorlar (Welsh, 2010: 66-69).
Modernitenin Descartesçı akıl ile bağlantısını Hegel de “gerçek
olanın ussal, ussal olanın gerçek” olduğuyla onaylar. Modernitede insanlığın
üstünlüğü din, özellikle Hıristiyanlık ile felsefe ve bilim arasındaki
çatışmanın sonucudur. Stirner’in görüşüne göre “insanın üstünlüğü” fikri,
politik ve ekonomik gücün yapısı ile hümanizmin kavramları ve ilkeleriyle uygun
düşünce ve davranış seviyeleri geliştirmesiyle yönlendirilen etik bir sistem
tarafından sürdürülmekte ve muhafaza edilmektedir (Welsh, 2010: 69-70).
Stirner’in moderniteye karşı geliştirdiği eleştiri birçok düşünür üzerinde
derin etki bırakmıştır. Örneğin kendinden bir buçuk asır sonra
yabancılaştırmanın yeni biçimini Gösteri kavramıyla formülleyen Fransız
düşünür Debord, Stirner’i yansılayarak şunları söylemektedir:
“Gösteri, görme kategorilerinin hâkimiyetindeki bir etkinlik
anlayışı olan Batılı felsefe projesinin tüm zayıflığının mirasçısıdır; üstelik
bu düşüncenin sonucu olan açık seçik bir teknik rasyonelliğin sürekli yayılması
üzerine kuruludur. Gösteri, felsefeyi gerçekleştirmez, gerçekliği
felsefeleştirir. Spekülatif evrende değerini yitirmiş olan şey, herkesin somut
yaşamıdır” (Debord, 2018, 39).
Liberalizm Eleştirisi ve Egoizmi
Biricik ve Mülkiyeti
nin Der Mensch-Insan kısmında Stirner, “hortlakların-hayaletlerin” nasıl
türetildiği ile ilgili bir giriş sunar. Bu bölüm çoğunlukla Stirner’in
yabancılaşma ve yeniden birleşme mantığı ile ilgilidir. Bu bölümde göze çarpan;
özelikle iyi alegoriler, parodiler ve hicivle bezenmiş olduğudur (Blumenfeld,
2018: 3). Eserin ilk yarısı aynı hikayeyi farklı kılıklarla, üçlemelerle ve
farklı alegorilerle anlatır. Burada göstermeye çalıştığı yalnızca Eşsiz-Biricik
olanın kutsal bağların genelliğini delme yeteneğine sahip olduğudur
(Blumenfeld, 2018: 31).
Birinci bölümün sonunda Stirner, Die Freien-Özgürler
üstbaşlığı altında üç liberalizm biçimini tartışır: Siyasi-Der politische
Liberalismus, sosyal- Der sociale Liberalismus ve İnsancıl
Liberalizm-Der humane Liberalismus (Stirner, 1845: 129-190).[23] Ona
göre hepsi aynı yöntemi kullanmakla birlikte Insaridan yola çıkarak aynı
hatayı paylaşırlar. Politik liberalizm, Fransız Devrimi’nin cumhuriyetçi
ilkelerine bağlı olan yapılanmalara (örneğin Rousseau, Robespierre); sosyal
liberalizm, Stirner’in sosyalizm ve komünizmin yeni ideolojik yapılanmasına
(Marx’tan önceki Proudhon ve Weitling’in ütopik sosyalizmi); İnsancıl
liberalizm ise Stirner’in Genç Hegelciler’in “eleştirel eleştirisine”,
özellikle tanrıyı ve devleti egale ederken İnsanı yükselten laik eleştiri
biçimine verdiği isimdir (örneğin Feuerbach ve Bauer) (Blumenfeld, 2018:
39-49). Dolayısıyla Stirner bireylekolektif arasında oluşturulan kalıcı
bağların hepsini “sınırlayıcı” olarak görürken özelikle bu üç siyasi
kolektivist yapıya saldırır. Siyasi liberaller devleti, sosyal liberaller
(sosyalistler, komünistler ve anarşistler) toplumu, insancıl liberaller
(hümanistler) İnsanlıktı saygı duyulan nesne/aidiyet fikri olarak
yüceltiyorlar; Stirner bunların hepsinde Hıristiyanlığın ideolojik uzantısını
bulur (Bargu, 2011: 112). Siyasi liberalizmde birey devlet yoluyla “vatandaş”
kavramı ile idealleştirilirken; sosyal liberalizmde, komünistler ve/veya
sosyalistler de toplum kavramı yoluyla “işçi, proleter” olarak
idealleştirip yüceltiyorlar. Hümanistler de “İnsan” olarak yüceltiyorlar;
hepsinin ortak bir paydada buluştuğu istasyon kavram İnsari dır.
Dolayısıyla Stirner’in eleştirisinin hedefinde bu örgütlenmelerin soyutlamaları
ve kavramları vardır (Bargu, 2011: 113-115). Ona göre bu kavramların hiçbirisi somut-gerçek insanı tanımlamamaktadır. Vatandaş,
Toplum, Proleter-Işçi, İnsan.
Stirner’in diyalektiğinin üç yanı vardır: sahip olmak,
yabancılaşma ve yeniden düzenleme. Sahip olunan mülk yaratıcısından
yabancılaştırılır ve nesnel bir şey olarak yeniden birleştirilir. İlk önce mal
sahibi ve mülk hala birbirleri açısından tanımlanır, diğer evrede mülkiyete
kendi içinde ayrı bir öz verilir (Blumenfeld, 2018: 33). Stirner için
liberalizm, modernizmin en gelişmiş ifadesidir. Demokratik politikalarda, iktisatta
ve hümanist düşüncede yakalanan modernitenin; siyasal, ekonomik ve kültürel
ifadesidir. “’İnsanlık’ dini, Hıristiyan dininin olsa olsa en son
metamorfuzudur. Liberalizm dindir, çünkü: özümü Ben’den ayırarak Ben’den üstün
tutar...” (Stirner, 2017a: 159).
Kartezyen ve Hegelci akıl ve ruh kavramlarının
politika, kültür ve toplumda yayılmasının sağlanması felsefenin
misyonudur. Liberalizm, insanların sadece fiziksel baskı yoluyla değil,
sekülerize edilmiş ahlak, vicdan ve akıl egemenliği ile yönetilmesini sağlayan
felsefi ve sosyal harekettir. Liberalizmin siyasi ve ideolojik işlevinin,
dindeki kutsallığı insanın bir niteliğine dönüştürerek, insan ve kutsallığın
yan yana getirilmesi olduğunu dile getiriyor (Welsh, 2010: 7071). Stirner
modern dünyayı neredeyse onun doğum anında değerlendiriyor gibidir (Dematteis,
1976: 78).
“Bu sunağın çevresinde bir kilise yükselmekte ve duvarları
durmadan daha geniş bir alanı içine alarak büyümektedir. Bu duvarların içinde
kalanlarsa-kutsaldır. Sen onlara ulaşamazsın artık, dokunamazsın onlara. Tek
tük birkaç kafir şeyi bulmak için bu duvarların çevresinde haykırışlar içinde
açlıktan kıvranarak dolaşmaktasın ve kendi çevrende koşturarak çizdiğin
halkalar daha da genişleyecek. Çok yakında kilise bütün dünyayı içine alacak ve
en ücra köşelere itileceksin, bir adım sonra kutsalın dünyası zafer kazanmış
olacak: Sen uçurumun dibine yuvarlanacaksın” (Stirner, 2017a: 89).
Stirner’in düşüncesi, devlet ve kapitalist ilişkilerin eleştirisi
gibi klasik anarşist temaları keskin bir şekilde formüle etmekle kalmaz aynı
zamanda epistemolojik ve ontolojik yenilikleri ile eleştirel felsefe de dâhil
hepsinin ötesine geçer. Hegel’i ve Feuerbach’ı eleştirisi sayesinde Stirner
kendini hümanizmden uzaklaştırıyor; kimliklerin temeli olarak değerlendirilen
“insan özü” fikrini çözerek çeşitli kritik politik projelerin ahlaki
çağrılarıyla dalga geçiyor (Bargu, 2011: 103-104). Stirner’e göre hepsi, “Şeyleri
şeylerin imgelerine, düşüncelere ve kavramlara dönüştürdüler ve
dolayısıyla onlara olan bağımlılık çok daha içten ve dayanıklı hale geldi”
(Stirner, 2017a: 80).
Stirner’de ego, kişinin bireyselliğini oluşturan karmaşık
özellikler kümesidir; kişinin kendisini yönlendirdiği ve konumlandırdığı özel
bir mercektir. Ego benliğin saf içyapısı olmakla birlikte benliğin gücüne sahip
olan her şeyi kapsar: kendini dünyaya genişletir (Bargu, 2011: 106). “İnsan-
olmayan” fikrinden yola çıkan Stirner, harekete ve değişime dayalı olarak
Ben’in bir ontolojisini ortaya koyar. Ego-Biricik-Ben kavramları onda kişinin
çıplak tekilliğine; ölümlü-geçici-tekilliğine gönderimde bulunur (Bargu, 2011:
108-111).
Stirner hakkındaki yaygın yanılgılardan birisi Stirner’in Ben’inin
de bir soyutlama olduğu yönündedir. Stirner etten, kemikten, kandan ve
çıkarlardan oluşan empirik bireye odaklanır; sınıf, toplum gibi kavramların
çıkarları ve istekleri olamayacağını, bunların yalnızca kavramdan ibaret
olduklarını söylemektedir (Feiten, 2013: 122-123). Somut Ben’in kendisinin
ifade edilemeyeceğine atıfta bulunur, ifade edilmesi gerekiyorsa yalnıza
Biricik ifadesini kullanır fakat bu ifadeyi de sıyırıp atar ve onu
sabitleştirmez, diğer kavramlarla ilişkilendirilebilecek herhangi bir düşünce
içeriği taşımaz (Feiten, 2013: 130).
Hegel bireyin öznel iradesinin içeriğini devraldığı nesnel kurumlarla
uyum içindeki birlikteliğine vurgu yapar. Buradaki birlikteliğin kurucu ögesi
bireylerin özelliklerini yitirdiği evlilik ve çocuk yetiştirme yoluyla bir
bütünün içinde eridiği ailedir. Ortak mülkiyet etrafında gelişen aile mülkiyeti
bu birliğin dışsal bir düzenlemesi olarak belirir (Dematteis, 1976: 41). Aile,
çocuklar olgunluğa ulaştığında erir ve bu sivil toplum alanına geçişin
işaretidir. Bu her bireyin başkaları için endişe duymadan kendi isteklerine
yöneldikleri öznellik alanıdır; fakat Hegel tarafından diyalektik bir tersine
çevirmeyle bu tür bir egoizm, onların her birinin refahının başkalarının
faaliyetine bağlı olduğu “karşılıklı bağımlılık sistemi” haline getirilir: bu
Hegel’in zamanındaki toplumun sosyo-ekonomik durumunu gösterir. Marx bunu yarı
feodal bağlamından koparıp kapitalizmin tanımı olarak uyarlar; Stirner de bu
durumun “atomistik egoizmini”, insan varlığının gerçeği olarak görür ve sunar
(Dematteis, 1976: 41-42).
Hegel’de nesnel ruhun en rasyonel aşaması devlettir. Hegel’in Prusya’yı
en mükemmel devlet olarak idealize edip etmediği konusundaki tartışmalar devam
etsede, Hegel’in devleti otoriterdir: fakat otorite tamamen dışsal olarak
düşünülmez; bireyin iradesiyle uyum içinde olduğu vurgulanır (Dematteis, 1976:
43). Hegel, devleti bilinçli özgürlük ve bireyin kendini belirleme alanı olarak
görür (Moggach, 2006: 2). Stirner bu devlet fikrinde yabancılaşmanın en net
görünümünü bulur; birey esasen kendi yaratımı olan bir şeyin egemen olmasına
izin verir (Dematteis, 1976: 43-45).
Stirner bireyin bu çeşit bir değerlendirilişine karşılık kendi
değerlerini yaratırken ortaya koyduğu Ben’i iyinin ve kötünün ötesinde
değerlendirmektedir. Bu yönüyle eleştirel geleneğin yalnızca temel ilkelerini
nihai sonuçlarına ulaştırması anlamında değil aynı zamanda onu aşması ve sona
erdirmesi anlamında da doruğunda bulunduğu söylenebilir. Stirner’in bu
gelenekten uzak durması dikkat çekicidir: kendini asla mükemmel bir filozof
olarak görmez (Beiser, 2011: 291-292). Radikal eleştiriyi bir araç olarak kullanır
fakat amacına ulaştığında bunları üzerinden atar; eleştirinin kendi başına bir
son olduğunu düşünmez (Stirner, 2017a: 134).
Hegelciler özgürlük ve “kendi kaderini tayin” kavramlarının
üzerinde çalışırken yalnızca Hegel’den değil; Kant, Fichte ve Spinoza’dan da
yararlandılar; farklı kaynaklardan sentezler türetmeye çalıştılar. Hepsinde
“özerklik”, “kendiliğindenlik” veya “seçim ilkesi” gibi kavramlar evrensellik
taşıması gayesi altında dizayn edilir (Moggach, 2009-10: 64). Stirner Hegelci
özgürlüğün soyut bir kavram olarak kaldığını belirtmekle birlikte ona göre
göreceli yeniden yapılandırmalar hala mutlak yabancılaşmayı devam ettirirler
(Deleuze, 2006: 160). Örneğin Feuerbach, “İnsan Özü”nden yola çıkarak
evrenselliğin topluluk veya ortak çıkarlar çerçevesinde onaylanmasını talep
ederken bireysel istek unsuruna daha az vurgu yapar (Moggach, 2009-10: 65). Bu
tutumu, onun bireyseli göz önünde bulundurduğunu zannederken soyut, ideal bir
şemada kalmasına yol açar: İnsandan bahsederken esasında insandan bahsetmiyordur.
Stirner, soyut rasyonel evrensellik iddialarını ve liberalizmin
sözde politik tarafsızlığını yeni bir dini inanç biçimi olarak, Aydınlanma
idealleri açısından yeniden keşfedilmiş ve düzenlenmiş bir Hıristiyanlık olarak
görür: ona göre bu idealler bireysel farklılıkları olumsuzlamak için
tasarlanmış bir dizi stratejiyi gizleyerek onların arkasına saklanmıştır
(Newman, 2005: 14). Stirner’e göre empirik birey soyut bir genellik ile kendine
yabancılaşırken, liberal devlet gibi, toplum düşüncesi de bireyden aynı
fedakârlığı ve sorgusuz itaati talep ederek kutsal ve evrensel görünür.
Stirner’e göre liberalizm, bireyin uyması beklenen insan özü
kavramından hareket eder. Stirner’in eleştirisinin amacı bu öz kavramını
sorunlu hale getirmek, ideolojik işlevini ve içinde çözündüğü iktidar
ilişkilerini ortaya koymaktır. Böylece insan özü artık “ontolojik bir kesinlik
olma” anlamını yitirir (Newman, 2005: 22).
Feuerbach ve Hegel’de bulunan İnsan ve Tanrı’nın diyalektik
uzlaşımı, Hıristiyan nihilizminin ve reaktif “yaşamı inkâr eden” kuvvetlerin
zaferinin en yüksek noktasıdır. İnsan kavramı yalnızca ilahi olanı çoğaltmanın
bir aracına dönüşür dolayısıyla ahlak da İnsan kavramıyla birlikte ele alınarak
Hristiyanlığı terk etme konusundaki bir yetersizlik olarak ortaya çıkar
(Newman, 2005: 22-23). Stirner’in her türlü kolektif kimliği baskıcı bir yük
olarak gördüğü aşırı bireyci egoizmi, kolektivist politikalardaki bütün teorize
etme çabalarını boşa çıkarır; Stirner’in İnsan merkezli eleştirisinde
siyasi-felsefi olarak ortaya çıkan husus, konunun ontolojik durumunu sorunlu
hale getirme biçimidir (Newman, 2005: 30).
Newman Stirner’i pratik yönden ele almakla birlikte onu günümüz
politik tartışmalarına yön belirleyici olarak tayin eder. Stirner’i ideoloji
teorisyeni olarak görür. Stirner’in bir ideoloji teorisyeni olarak öneminin
çoğunlukla çağdaş siyasal ve sosyal teori tarafından gözardı edildiğini
belirtir (Newman, 2005: 66-67).
Stirner Aydınlanma hümanizminin maskelendiğini düşündüğü geri
planını ortaya çıkarmak için ikonaklastik bir proje yürütmekte gibi görünür.
Ona göre “insan özü”, “ahlak” ve “rasyonel gerçekler” gibi ifadeler kutsal
temeline indirgenmiş ve empirik Ben’e bir zamanlar Hıristiyanlığın yaptığı gibi
hükmetmeye başlamıştır. Stirner’e göre bir insan “aile bağımlılığından”
sıyrılsa da “aile kavramından”, “idesinden” kurtulamaz; aynı şey ahlak için de
geçerlidir, ahlaktan vazgeçen birisi “ahlaklılık” idesinden vazgeçemez
(Stirner, 2017a: 81). Stirner’in bu eleştirel yönü onun ideolojik sistemleri
kendi başlarına tarafsız ve sistematik olarak analiz eden ilk düşünürlerden
biri olmasını sağlar denebilir. Bunu yapış şekli, onu kapitalizmin ve burjuva
sosyal ilişkilerinin bir epifenomenine indirgeyen materyalist idealist
hesapların ötesine geçirir (Newman, 2005: 67-68).
Newman Stirner’in özü reddetme ve yeni öz-nitelikleri keşfetme
arayışının post-yapısalcı[24] stratejilerin
de bir arayışı olduğunu dile getirmektedir. Örneğin Stirner ve Derrida’nın
“devlet egemenliği” fikrinin ilahi otorite” fikrinden türeyen “teolojik”[25] bir
yapılandırma olduğu tespiti ikisinin de üzerinde uzlaştığı bir meseledir
(Newman, 2005: 82 ve 155).[26]
DÜŞÜNCEDEN HİÇ’E: BİRİCİK’İN TEMELLENİŞİ
Kendi-olma ve Özgürlük
Stirner İnsan kavramının altında kapsanmadığını yani kendisini tam
olarak tanımlayan bir ifade olmadığını düşündüğü için Kendi-olmayı[27] ya
da Kendi-olanı aynı zamanda insan-olmayan bağlamında değerlendirir. Dolayısıyla
Stirner’de İnsan; hem insan-olmayan yani kendi-olan hem de insan türüne ait
ölümlü varlık (durağan bir sürece tabi olmayan, sabit bir kavramla
tanımlanmayan empirik ben) anlamına gelir (Stirner, 2012: 74). Kadın ya da
erkeğin doğasının her ne iseler o olmaları dolayısıyla, insan olmanın da Ben’in
zaten bir özelliği olduğunu belirtir: ona göre bir yıldız yıldızdır tam bir
yıldız olmak nasıl bilinemez ve gülünçse tam insan olmak da bilinemez (Stirner,
2017a: 164). “Sizin doğanız bir kere İnsan doğasıdır, Siz doğal insanlarsınız
yani insansınız” (Stirner, 2017a: 302).
Stirner’in İnsan olmayı reddetmesi kaba bir antihümanizm olarak
değerlendirilmemelidir. Stirner’deki insan olmayış; bireysel varoluşun
tekilliğini özetleyen, daha yüksek bir nedene, evrensel kategoriye, genel
kurallara veya bireyden ayrı tasarımlanan, bireyden uzaklaşmış önermeleriyle
felsefi-politik çerçevenin derin problemine odaklanmaktadır. Stirner,
yabancılaştırılmış öznenin kimlik dışı ontolojik problemine odaklanarak soyut
evrensellik ötesindeki somut-tekilliğin kendini yaratmasını anlama çabasını
ortaya koymaya çalışmaktadır (Blumenfeld, 2018: 13-14). Dolayısıyla Stirner’in
özellikle kaçındığı şey empirik-bireyi herhangi bir söze ya da kavrama
iliştirmektir-zincirlemektir.
Stirner’e göre özgürlük, empirik bireyin her şeyden, kendi öz-
benliğinden -Kendi-olma" sından yabancılaştırılması amacıyla,
kişinin bütün dışsal ve içsel bağımlılığından kurtulması için yapılan bir
çağrıdır, dışsal bir arzu yaratımıdır (Stirner, 2017a: 142; Blumenfeld, 2018:
86).
Stirner’e göre her baskı yeni bir özgürlük arzusu yaratır ve her
özgürlük onu talep etmek için yeni bir kimlik belirler; burada kişi aslında
hiçbir zaman özgür değildir. Buna karşın Kendi-olma (İ. Ownness) (Al.
Eigenheit) ya da Kendi-olan (İ. the Owner) (Al. Eigner) tam tersine
kişinin en başından beri radikal özgürlüğünü varsayar ve kendini yalnızca kendine
dayandırır (Stirner, 2017a: 149).
“Özgürlük ve Kendi-olma arasında ne kadar da büyük bir fark var!
İnsan pek çok şeysiz olabilir ama hiçbir şeysiz olamaz; birçok şeyden kurtulup
özgürleşebilir, her şeyden değil. Bir köle, köle olmasına karşın kendi iç
dünyasında özgür olabilir, elbette yine sadece birçok şeyden yakasını
kurtararak, her şeyden değil; ama efendinin kırbacından, onun keyfi
davranışından kendini kurtarıp özgürleşemez. ‘Özgürlük sadece düşler âleminde
yaşar!’ Buna karşılık Kendi-olma, işte bu, benim tüm özüm ve varoluşumdur.
Kurtulmuş-olduklarımdan özgürüm; erkim altında olanın ya da erkimin yettiği
şeylerin Sahip - olanıyım. Kendime sahip olmayı bilirsem ve Kendimi
başkalarında israf etmezsem, her zaman ve her koşul altında Kendi-olanım. Özgür
olmayı gerçek anlamda isteyemem çünkü Ben özgürlüğü üretemem, onu yaratamam:
sadece arzu edebilir ve onu - elde etmeye çalışırım, çünkü o, bir ideal, bir
hayalet olarak kalacaktır” (Stirner, 2017a: 143).
Özgürlük başkalarından tanınma talebinde bulunurken, kendi-olma
onu kendisi için alır ve kendine maleder, ardından tüketir. Stirner’deki
tüketim kavramını anlamak için bir kaynağın kullanımının ekonomik anlamının
ötesine geçmek gerekir (Blumenfeld, 2018: 23).
Kendi-olma, kendinden bile kurtulma gücüne sahip olmaktır;
özgürlük ise istenen bir şey olması dolayısıyla bir düzeltme arayışıdır;
sürekli-taleptir.
Stirner’e göre: “Kendi-olan özgür doğar, doğuştan özgürdür; Özgür
ise sadece özgürlük müptelasıdır, hayalcidir, hayalperesttir” (Stirner, 2017a:
149).
Stirner’e göre özgürlük bir “pazarlık” konusudur; özgürlük
yalnızca “tam özgürlük” olduğunda özgürlüktür bunun mümkün olamayışı
dolayısıyla “bir parça özgürlük” özgürlük değildir (Stirner, 2017a: 146).
Stirner bireyin tamamen özgür olamayacağını belirtir; hem dışsal (dünyadan
dolayı) hem de kendinden (kendi bedensel) engelleri-sınırları vardır.
Başlangıçta kişiliği bir tür özgürlük olarak, kişisel özgürlüğü
ifade etmenin bir yolu olarak yorumlamak cazip gelebilir. Stirner’e göre bunun
tam tersi: özgürlük, kişiliği ifade etmenin bir yoludur sadece. Özgürlük
verilebilir veya alınabilir, dayatılabilir veya yaratılabilir, kolektif veya
bireysel olabilir. Bunların hiçbirisi Stirner için önemli değildir; onun
ilgilendiği özgürlüğün kendisinin olup olmadığıdır (Blumenfeld, 2018: 87).
Stirner’e göre “özgürlük dürtüsü” içinde yeni bir tahakküm amacını barındırır,
sınırlandırıcı olarak düşünülenlerden tamamıyla kopmak- sıyrılmak anlamını
taşımaz:
“Özgürlük dürtüsü her zaman belli bir özgürlüğe yönelmiştir, örneğin
inanç özgürlüğü: inançlı insan kurtulup özgür ve bağımsız olmak istiyordu;
neden inançtan mı? Hayır! Dini engizisyonculardan. Şimdi de ‘siyasi özgürlük ya
da vatandaşlık özgürlüğü’; vatandaş özgür olmak istiyor, sivil-devletten değil
memurların egemenliğinden, hükmedenlerin keyfi davranışlarından vb. kurtulup
özgür olmak istiyor” (Stirner, 2017a: 145).
Stirner sorar: “Ben, özgürlükten daha değerli değil miyim?”
(Stirner, 2017a: 149). Stirner’e göre özgürlük beyanlarının ötesinde-öncesinde
egoist bir dürtü, kişinin kendine yönelik bir talebi, arzusu ve
bedensel-kendisi vardır. Stirner öncelikle bu egoizmin kabul edilmesi
gerektiğini söyler. Kendi-olma ve egoizmi yan yana getirerek “egoist bir
kendi-olmanın” gerçek olduğunu dile getirir. Ona göre özgürlük: “ bir özlemdir
ve özlem olarak kalacaktır, romantik bir yakınmadır, öte dünyaya ve geleceğe
dair Hıristiyanca bir ümittir” (Stirner, 2017a: 149). Stirner insanın benci
tarafını şu ifadelerle açıklamaya çalışarak içsel yönünü ortaya çıkarmaya ve
egoist eğilimini kabul ettirmeye çalışır:
“Siz kendinizin işkencecisi ve eziyetçisisiniz. Hiçbir din bugüne
kadar bu ya da öte dünyayla ilgili vaatler vermekten (‘uzun bir ömür’ vb.)
vazgeçmemiştir; çünkü insan ödül müptelasıdır ve ‘karşılıksız’ bir şey yapmaz.
Peki ya hiçbir ödül beklemeden, ‘iyilik adına iyilik yapmak’a ne demeli? Sanki
bahşedilen tatmin de bir ödül değilmiş gibi? Demek ki dinin temeli de bizim
egoizmimizdir ve din -bunu sömürmektedir.... Siz hem egoistsiniz hem egoist
değilsiniz, çünkü egoizmi inkâr ediyorsunuz. En fazla egoist göründüğünüz yerde
de ‘egoist’ sözcüğüne nefret ve aşağılama kılıfını geçirdiniz” (Stirner, 2017a:
150).
Stirner özgürlüğün önemsiz olduğunu değil özgürlük talebinin
önemsiz ve kısmi serzenişler olduğunu belirtmektedir. empirik-birey’den yola
çıkarak, onu ilk sıraya yerleştirerek, özgürlüğün sınırını belirlemeye çalışır.
Onda kendi-olma; “özgürlüğün genelliğini” birey’e geri yaklaştırma-verme
denemesidir; özgürlüğün belirsiz yabancı-dışsal genelliğine karşılık
empirik-bireyi ön plana çıkararak özgürlüğü kendi-olaria (the Owner) devreder
(Blumenfeld, 2018: 88).
Stirner, felsefesinde uyguladığı diyalektik yöntemle özgürlüğün
ikili anlamını ortaya çıkarır. Ona göre özgürlük ilkin, yabancı, dışsal,
yaratılmış- üretilmiş bir arzu-taleptir; diğer yandan ise kendi-olma
bağlamında gösterdiği, empirik-birey’in erki ve kendine maletme konusundaki
yeterliliğidir. Stirner’e göre özgürlük mutlaklık iddiasıyla sunulduğu anda
orada gerçek özgürlükten bahsedilemez (Stirner, 2017a: 142).
“Varolanı safça kabullenmek, tümüyle gösterisel olan isyanla da
birleşebilir: Bu, iktisadi bolluk üretimini bu tür hammaddelerin işlenmesine
dek yaymayı başardığı anda tatminsizliğin kendisinin de meta haline gelmesi
demektir” (Debord, 2018: 60).
Stirner insanlığa veya soyut özgürlüğe hitap eden sloganların
boşluğunu ortaya çıkarırken kavramların nasıl bir değerle ortaya konulduğu
yönündeki değerlendirişleriyle tarafsız analiz yolunu açar (Hook, 1962: 174).
Bazı yorumculara göre Stirner’in görüşlerinin en etkilisi ve önemlisinin resmi
özgürlüğün boş bir soyutlama olduğunu vurgulaması ve göstermesidir (Hook, 1962:
175).
Erk ve Hak
Stirner bütün dizgesini aynı mantıkla kurar. Kullandığı ve
yarattığı özel kavramları iki anlama gelecek şekilde tasarlar. İncelediği sorunsalı
ya da kavramı sonuna kadar yapı-söküme uğratıp ikili bir görüş sağlamaya
çalışır: sonucunda da kendi seçimini ortaya koyar. Stirner bütün özcü
tasarımlara ve yaklaşımlara şüpheyle yaklaşır. Hepsinin yeni bir tahakküm
yarattıklarını düşünür ve bunu da eskinin ya da bir öncekinin metoduyla
yaparlar.
Eserinin başından sonuna Biricik’in (Al. Der Einzige) tam
anlamına- tanımına ulaşana kadar her şeyi parçalar. Bütün kavram, kuram ve
kurumların üzerine inşa edildiği temeli sorgular.
Stirner Sahip-olmayı yalnızca dışsal bir nesnenin elde edilmesi
olarak değil Kendi’ne de sahip olma biçiminde düşünür. Mülkiyet ona göre
yalnızca dışsal belirlenimler sonucunda oluşturulan metalar değil düşüncelerdir
de. Mülkiyetin anlamını değiştirerek hem nesneler hem de düşünceler olarak
belirler. Kendi-olan bağlamında mülkiyeti kendi olanın bir özelliği
-düşünebilmesi, biyolojik sınırları ve kabiliyetleri- kendinde olan her şey ve
kendine maledebildiği dışsal her şey olarak düşünür.
Örneğin Proudhon’un “mülkiyet hırsızlıktır” tümcesini ancak
mülkiyeti kabul eden birisinin söyleyebileceğini bu yönüyle çelişik bir sav
olduğunu belirtir: mülkiyeti kabul eder çünkü hırsızlık diye bir şeyin
varlığına inanmaktadır. Dolayısıyla ona göre hırsızlık diye bir kavramın
oluşabilmesi için mülkiyet diye bir şeyin kabul edilmiş olması gerekmektedir:
yani Proudhon zaten mülkiyetin olmasına karşı değildir (Stirner, 2017a: 24-26).
Stirner tıpkı “özgürlüğü” dışsal bir tasarım olarak gördüğü gibi
hakkı da bir tasarım olarak görür. Ona göre “hak”, hayalet olarak adlandırdığı
“bireyin engeli toplum” kavramıyla birlikte yan yana getirilip tasarımlanmış
bir sözcüktür (Stirner, 2017a: 167). Ona göre doğada hak diye bir şey yoktur;
gerçek hak yalnızca kişinin kendi edimine bağlıdır (Stirner, 2017a: 171)
dolayısıyla kişi gücü neye yetiyorsa kendi sınırları dahilinde onu elde
edebilir. Bu yönüyle Stirner hakkı güce ve iradeye yönlendirir. Germenlerin
Roma İmparatorluğu’nu ele geçirdiklerinde yine de Romalıların hak ve mülk
sahibi olduklarını iddia etmenin gülünç olduğunu belirtir (Stirner, 2017a:
226). Hak konusunda suç kavramını ortadan kaldırarak hakkı-sahip- olmayı erk
bağlamında kendinden aldığı bir yetkiye dayandırarak ele alır. Dolayısıyla ona
göre gücü olan hak sahibidir (Stirner, 2017a: 189). “İnsan hakkı daima verilmiş
bir hak olduğu için, her hak, insanların birbirlerine verdikleri,
‘bahşettikleri’ haktır” (Stirner, 2017a: 172).
Ona göre hak iddiası egoist dürtülerden kaynaklanan bir talep
olmasının yanında, hak ya da hakkım demek haksızlığı da varsaymaktır.
Dolayısıyla ona göre eğer “hak” kabul ediliyorsa hakkın karşıtı bir durumdaki
sonucun da kabul edilmesi gerekir. “Hak”, ‘’hak eşitliği’’ gibi talepler,
karşılandığı takdirde yalnızca izin sonucu elde edilen lütuflar (Stirner,
2017a:
186)
olarak kalacaktır. Bu lütufların birer hak olarak kabul görmesi de
taleplerin karşılanmadığı durumda itirazı kilitleyecektir:
“Başkasının Sana hak
vermesine izin veriyorsan, aynı ölçüde Sana hak vermemesine de izin vermelisin;
ondan sana meşruiyet ve ödül geliyorsa, yine ondan gelecek suçlama ve cezaya da
hazır olmalısın. Hak ve haksızlık, yasallık ve suç yan yanadır” (Stirner,
2017a: 180).
Devlet
Stirner’e göre devleti yaratan, kavram olarak belirlenmiş
“insan”dır. Devletin kendisi ise “insan toplumu”nu oluşturur. “Dindar tinin”
oluşturduğu yapı kilise “insansal ya da insancıl tinin” oluşturduğu yapı ise
devlettir (Stirner, 2017a: 162). Ona göre kilisenin zayıf kurumsallığına karşı
devlet ondan daha organizasyonel ve büyük bir mekanizmadır. Kilisenin
Hıristiyan ideali çerçevesindeki cemaatsel örgütlenmesine karşılık devlet,
İnsan ideali çerçevesinde yapılanmasını daha da genişletir. Dolayısıyla
kilisenin tahakküm alanından daha geniş bir tahakküm alanına yayılır (Stirner,
2017a: 160-161).
Devlet, İnsan-olma ideali-misyonu çerçevesinde “vatandaş”
kavramıyla daha büyük ve genişlemiş bir etkinlik alanına yayılır. Ona göre:
“Yunanlarda olduğu gibi şimdi de insanı bir zoon politikon, bir devlet
vatandaşı ya da politik bir insan yapmak istiyorlar” (Stirner, 2017a: 210).
Stirner sık sık kilise ve devleti yan yana getirerek devletin,
kilisenin işleyişinin temellendiği yöntemi kullandığını ileri sürmektedir.
Örneğin kilisenin “ölümcül günah”ını devlet, “ölümü hak eden suçlu” olarak
değiştirir-çevirir, birinde “zındık” diğerinde “vatan haini” vardır (Stirner,
2017a: 215). Stirner devletin günahkârı suçlu olarak çevirmesiyle birlikte aynı
şekilde cezayı da şifa ya da iyileştirme olarak çevirir. Ona göre her
iyileştirme cezanın öteki yönünde bulunur: ceza ve iyileştirme farksızdır
dolayısıyla “tedavi kuramı ceza kuramıyla paralel yürür” (Stirner, 2017a: 216).
“Ezelden beri Beni baskı altında tutan o hükmeden kişinin bedeni
halk, tini de devlettir. Halklar ve devletler, ‘insanlık’ ve ‘genel us’a
dönüştürülerek büyütülüyor; ne var ki, insanlığın köleliği bununla daha da
yoğunlaşacaktır ve insanseverler, hümanistler, tıpkı diplomatlar ve
politikacılar gibi mutlak efendilerdir” (Stirner, 2017a: 217).
Stirner, devletin ve halkın özgürlüğünün bireyin özgürlüğünün
önündeki en büyük engeli teşkil ettiğini Sokrates’in idam edilişi üzerinden
değerlendirir. Atina halkının en özgür olduğu dönemde ostrasizmi[28] icat
ettiğini, Sokrates’i ve sapaklık gösterenleri öldürdüğünü ve sürgüne
yolladığını belirtmektedir (Stirner, 2017a: 192).
Ona göre “vatandaşlık ideolojisi, ayrıcalıklı sınıflardan kalan
bir mirastır” (Stiner, 2017a: 92). Fransız Devrimi’nden yola çıkarak “ulus”,
“ulusalcılık” kavramıyla birlikte ortaya çıkan devrimin eski tip monarkın
gücünü zayıflatıp, ancien regime’den daha totaliter ve bireyi
engelleyici bir yapı oluşturduğunu belirtmektedir (De Ridder, 2011: 149-150).
Ona göre: “Devrim, sınırlı monarşinin mutlak monarşiye dönüşmesine neden oldu”
(Stirner, 2017a: 92). Devrimin, Efendi’yi-Efendilik’i yok etmek üzerinden değil,
herhangi bir efendiyi değiştirmek için gelişen bir motivasyon olduğunu
belirtmektedir (Stirner, 2017a: 103).
Stirner vatandaş ya da citoyen olarak belirlenen
bireyin devlet pratiğinde simgeleri ve diğer idealleri benimsemeye zorlanan bir
varlığa çevrilerek (Stirner, 2017a: 98-99), “hukukun tüm biçimlerine uygun
olarak esir” (Stirner, 2017a: 98) alınmakta olduğunu belirtmektedir. Bu yönüyle
Stirner, devletin işleyiş biçimini, içeriklerini ve hesaplarını nasıl
oluşturduğunu anlamanın yolunu en açık ve anlaşılır ifadelerle sunmakla birlikte (Ferguson, 2011: 184) “sorunları çözme gayretiyle değil,
görme ve gösterme gayretiyle çalışmış bir düşünürdür” denebilir (Stirner, 2014:
8).
İleri sürdüğü fikirleriyle Stirner bireyin kendisini nasıl
yönlendirebileceğini göstermektedir (Newman, 2011: 193). Stirner’e göre
vatandaşlık, modern devlete itaat ve bağlılığa dayanan bir öznellik modu
(Newman, 2011: 195) olarak düşünülmektedir. Stirner’deki Ben ve devlet
arasındaki uzlaşamama-düşmanlık durumu Efendi-Köle ilişkisindeki Hegel’deki
tanınmanın diyalektiğinden modellenmiştir denebilir.
Newman Foucault’nun da Stirner gibi modern yönetim biçimlerinin
dayanak noktalarını dini uygulamalara ve düşünce biçimlerine, özellikle insan
davranışlarını yöneten bir ilişkiselliği içeren ilk ve ortaçağ Hıristiyanlık
geleneklerine kadar izlediğini (Newman, 2011: 198)
belirtmekle birlikte Stirner’in etiketlendiği bütün izmlere
karşılık onda bir tür “etik” bulunduğunu ve anarşist geleneğin içinde erimeye
mahkum edilmemesi gerektiğini vurgulamaktadır (Newman, 2011: 203-208).
Dilden Us-dışılığa: Biricik
Stirner eserinin sonuna doğru ölümlü-geçici Ben olarak ifade
ettiği Biricik’e (der Einzige) varmadan önce bütün dilsel kategorileri,
felsefeyi, bilimi ve mantığı yadsımaya başlar. Bunu da “kendi-hazzı”
çerçevesinde yaptığını belirtir (Stirner, 2017a: 290). Fakat yine de kültürün
kendisine kazandırdıklarını bir yönüyle inkâr etmez (Stirner, 2017a: 303).
Kendi-olan düşüncenin yalnızca kendi düşüncesi[29] olduğunu
ve kendisi üzerinde bir mutlaklığı olmadığını öne sürer. Düşünme ve düşüncenin
bizzat kendisi tarafından yönetildiğini ve kendi keyfiyeti dolayısıyla isterse
devam ettirdiği ya da sonlandırdığı bir durum veya yaratım olarak ele alır
(Stirner, 2017a: 308). Bu yönüyle Stirner, “düşünce tarafından kontrol edilen
insanı değil, düşünceyi kontrol eden insanı konu edinmektedir” denebilir
(Stirner, 2014: 7).
“Başkalarına Kendimi iletmem ve Kendimi ifade etmem gerektiğinde,
Ben, aynı zamanda insan olduğum için, sadece Bana sunulan, insansal araçlardan yararlanabilirim.
Ve gerçekten de sadece insan olarak düşüncelere sahibim, oysa Ben, Ben olarak
aynı zamanda düşüncesizim. Bir düşünceden kendini kurtaramayan kişi sadece
insandır, dilin kölesidir; dil, insanın yasa kitabıdır, insansal düşüncenin
hazinesidir. Dil ya da “söz” Bize en çok kan kusturandır, çünkü bir saplantılı
fikirler ordusuyla Bize karşı hareket eder. Şu an düşünüp taşınırken bir kez
olsun gözlemle Kendini, göreceksin ki, düşüncesizleştikçe ve dilsizleştikçe yol
alacaksın” (Stirner, 2017a: 315). Stirner, “düşünmenin öncesinde-Ben- varım” (Stirner, 2017a:
320)diyerek hakikate inanıldığı sürece kişinin her
zaman bir altruizm[30] içerisinde
çözüneceğini ve kendini inkâr edeceğini, hizmetçi ve dindar olarak kalacağını
ileri sürerek şunları dile getirmektedir: “Sadece Sen hakikatsin, daha doğrusu,
hakikatten daha fazlasın, hakikat Senin önünde hiçbir şeydir” (Stirner, 2017a:
321). Ona göre bütün mutlaklık ve hakikat iddiaları “boş laflar”, “deyimler” ve
“sözcükler (logos)”dir (Stirner, 2017a: 316). Stirner Hıristiyan’ın düşünüş
dindarı olduğundan yola çıkarak onu düşüncenin egemenliğine inanan bir ilkeler
yaratıcısı olarak betimler. Sayısız reform gerçekleştirse de eski kavram ve
kuramları her zaman yeni bir formla ve içerikle düzenleyip yeni “ilkeler” ve
“hakikatler” yaratacağını belirtir (Stirner, 2017a: 321).
“Düşünmek de duyumsamak gibi, sona ermez. Ancak düşüncelerin ve
idelerin erki, kuramların ve ilkelerin egemenliği, tinin egemenliği, kısacası
-hiyerarşi, papazlar, yani din bilimciler, filozoflar, devlet adamları, dar
kafalılar, liberaller, öğretmenler, hizmetçiler, ana-babalar, çocuklar, evli
çiftler, Proudhon, George Sand, Bluntschli vb. söz sahibi oldukları sürece
varlığını koruyacaktır: ilkelere inanıldığı sürece, ilkeler düşünüldüğü ya da eleştirildiği
sürece hiyerarşi devam edecektir: çünkü geçerli olan bütün ilkeleri
sarsan en acımasız eleştiri bile, neticede yine
ilkeye inanır” (Stirner, 2017a: 318).
Stirner kendini mükemmel bir filozof olarak görmemesinin yanında
bir filozof ve eleştirmen olarak da görmez (Stirner, 2012: 84). Çünkü kendisini
dogmacı olmayan olarak niteleyen eleştirmenin de “yeter ki dogma olmasın”
dogmasına saplanıp kalarak, dogmacıyla aynı zeminde -düşünce zemininde- yer
aldığını belirtmektedir (Stirner, 2017a: 133). Stirner’in
düşünme ve düşünce konusundaki fikirlerinin kökenleri 1842 yılında
yayınladığı Eğitimimizin Sahte ilkesi ya da Hümanizm ve Realizm adlı
çalışmasında ortaya çıkar.
“Antikler gibi unutkanlık dilenmeli, kutsal Lethe suyundan
içilmeli: Yoksa kendine gelemez. Büyük olan her şey nasıl ölüneceğini bilmeli
ve ölümüyle kendisini dönüştürmeli, yalnızca zavallılar hantal yüksek mahkeme
gibi biriktirirler, evrak üstüne evrak yığarlar ve Çinlilerin ölümsüz çocukluğu
gibi bin yıl boyunca, ince porselen figürlerle oynarlar” (Stirner, 2014,
25-26).
Biricik-Der Einzige kavramı Stirner’in en orijinal
terimlerinden birisidir. Stirner’de Der Einzige ifadesi sabitleşmiş ve
kesinlik ya da hakikat iddiası ile ortaya çıkmaz. Empirik-benin herhangi başka
bir özneyle kıyaslanamazlığına atıfta bulunmasının yanında tekil bir yaşam
deneyimine gönderimde bulunur. Stirner, Stirner’in Eleştirmenlerinde
(Recensenten Stirner’s-1845) Biricik’i yalnızca bir ad olarak kullandığını
fakat anlatmaya çalıştığının başka bir şey olduğunu belirtir. Bir kelime,
düşünce ya da kavramdan yola çıkarak evrensel bir idealle belirlenmeyen ve
dilsel bir ifadeyle mutlaklık iddiası taşıyan bir durağanlığa sabitlenmeyip
dinamik yaşam-deneyimine gönderme yapar. Biricik ifadesini genel-geçer bir
mutlaklıkla koşullandırmaz (Stirner, 2012: 54-55). Biricik ifadesini burada
olan, şu an deneyimleyen, her an ölüme yaklaşan tekilliği çağrıştıran tek ifade
olduğunu düşündüğü için kullanır (Stirner, 2017b: 17). Jenkins
Stirner’in ortaya koyduğu Benlik anlayışının yeni değerlerin
tartışılması ve tartılması için bireysellik açısından cesur ve yeni bir
yorumlama girişimi olduğunu dile getirmektedir (Jenkins, 2014: 22).
Ona göre tıpkı insan kavramının empirik-bireyi tam olarak
tanımlamada yetersiz kalması gibi Biricik de empirik-benin başkasıyla
kıyaslanamaz
tekilliğini tam olarak tanımlayamaz; fakat sezgiletir. “Biricik
bir içeriğe sahip değildir; kendi içinde belirsizliktir, kavramsal bir gelişimi
yoktur, herhangi bir düşünce içeriği taşımaz ve onunla felsefi bir sistem
kurulamaz” (Stirner, 2012: 55-56).
Biricik’in tüm dürüstlüğüyle hiçbir şey ifade
etmediğini kabul eden bir adlandırma, boş ve mütevazı bir ifade
olduğunu belirtmektedir (Stirner, 2012: 57). Dolayısıyla ortaya koyduğu görüşle
varoluşun Öz’den önce geldiğini doğrulamasıyla; empirik-ben’i
isimsiz varlığa geri getirmek ve insanları özcü tasarımlardan kurtarmak onun
itici gücünü oluşturur denebilir (Safranski, 2002: 128).
Stirner’in Biricik’i keyfiyete bağlı yaratım ve yıkım arzusu
dolayısıyla Hegelci özgürlük kavramının tersi yönünden somutlaşmış halidir
denebilir. Hegel’deki Biz Stirner tarafından kıyaslanamaz-benzersiz olan Der
Einzige olarak dönüştürülür. Dolayısıyla Stirner’de Biricik,
fenomenolojinin arayışındaki kavramsal tarihi aşan olumsuz bir gerçeklik olarak
ortaya çıkar (Welsh, 2010: 36-37).
Paterson’a göre Biricik dış dünyanın taleplerine karşı duyarsız
olmakla birlikte yalnızca Stirner’in aldığı estetik zevk için yaratılmış bir
kavramdır. İnsanlığın çıkarlarıyla ilgilenmez, okurlarını aydınlatmayı veya
yenilemeyi düşünmez (Paterson, 1971: 301).
Moggach’a göreyse Biricik Spinozist anlamda causa sui’dir.
Spinoza’nın “öz”ünün sınırlı bir özsellik biçimindeki temsilidir
(Moggach, 2009-10: 75-76). Buber ise Biricik’i Kierkegaard’ın Tek Bir’i (den
Enkelte- Single One) ile kıyaslayıp ikisindeki ortak noktaya gönderme
yaparak ikisinde de sınır kategorileri olarak ortaya çıktığını (Buber, 2002:
47-48) özellikle Stirner’in Biricik’inin empirik-bireyin kendi sınırına
adım attığında söylediği bir “son ifade” olduğunu belirtmektedir (Buber, 2002:
49).
Scruton da Stirner’i Buber gibi Kierkegaard’la ilişkilendirip;
Stirner’in, Kierkegaard’ın ateistik versiyonu olduğunu dile getirmektedir
(Scruton, 1995: 186). Paterson ise Stirner’in Nietzsche’nin öncüsü olup
olmadığı ile ilgilenerek, Der Einzige’in Üstinsariın (Ubermensch)
prototipi olabileceğini belirtmektedir (Paterson, 1971: 150). Camus’de Stirner
ve Nietzsche’nin dünyaya karşı tutumlarına odaklanır. Ona göre Stirner
“çıkmazda gülen” Nietzsche ise “duvarlara saldıran”dır (Camus, 1985: 61).
Stirner’in ileri sürdüğü “Biricik”lik anlayışı çerçevesinde ortaya
çıkan sonuç, bütün minimum ve maksimum anlayışlarının çözündüğü limitsiz ve
keyfiyete bağlı yaratımla empirik ben’in sonlu yaşam deneyimidir. Stirner’in
ortaya koyduğu, realitedeki sonsuz-değişkenlik biçimindeki dinamizmin statik
kavramlarla ya da bizzat dil ile tespit edilemezliği fikri Anaksimandros’un apeiron
(Peters, 1967: 19) kavramıyla ilişkilendirilebilir. Anaksimandros’daki ölmeyen
ve kaybolmayan sonsuz-sınırsız karşıtların çatışmasını (Kranz, 2014: 38-39;
Zeller, 1890: 39-41) Stirner, felsefesinde yaratıcı-hiç (creative nothing)
olarak düşündüğü Biricik’e (Einzige) çevirir. Ölümlü ve geçici bir
tekil-hiç olarak empirik bireyi sonsuz bir yaratım ve dolayısıyla
bozuluşa-bozuma tabi kılar. Bütün dilsel ve düşünsel referans noktalarını
parçalar. Organizmik (esasında varlığın tam anlamıyla tespit edilemezliği
anlamında) bir çözülüş-dağılış ışığında sabitlenmemiş, mutlaklaşmamış bir
adlandırmayla Biricik’i Hiç ile yan yana getirerek felsefesini kurar-yıkar.
Apeiron’un “sınırsız-limitsiz”, “başlangıçsız” ve “bitişsiz” (Laertios, 2007:
68) durumuna karşılık Stirner başlangıcı ve bitişi bizzat somut-kendisi olarak
belirleyerek sonsuz yaratış ve yıkışı savunur.
“Tanrı hakkında denir ki: ‘Adlar seni adlandırmaz’. Bu Benim için
geçerlidir: Hiçbir kavram Beni dillendirmez, benim özüm olarak ileri
sürülen hiçbir şey Beni tüketmez, bunlar sadece birer addır. Keza Tanrı için
tam yetkin olduğu ve tam yetkinliğe erişme çabası gibi bir mesleği olmadığı
söylenir. Bu da sadece Benim için geçerlidir.
Ben kendi kudretimin malikiyim ve Ben ancak Biricik
olduğumu bildiğim an kudretimin malikiyim. Kendine-sahip-olan, Biricik’te
yaratıcı Hiç’e, doğduğu yere geri döner. Benden yüce her varlık, ister Tanrı
olsun ister insan, Biriciklik duygumu zayıflatır ve ancak bu bilincin
rüzgarı karşısında sönüp gider. Meselemi Kendime, şu Biricik’e bırakırsam, o
zaman meselem kendi yaşamını kendisi tüketen geçici ve ölümlü bir yaratıcının
meselesi olur ve diyebilirim ki:
Ben meselemi Hiç’e bıraktım”[31] (Stirner,
2017a: 334).
Diğer yandan Platon, peras (sınır) ve apeiroriu
(sınırsız-sonsuz) kullanırken (Peters, 1967: 19-20) apeirorila ilişkilendirdiği doğrudan algıyla
kavranmayan; sezgisel, karışık-belirsiz-kökensiz düşünceleri piç düşünce (nothos
logos) (Reshotko, 1997: 131-132) olarak değerlendirir. Dolayısıyla bununla
ortaya çıkan akıl yürütme de piç muhakeme (bastard reasomng)" (Zeyl, 2000: lxv; Reshotko, 1997: 121-137) olarak
adlandırılabilir. Kaotik, kökensiz ve parçalayıcı bir akıl yürütme biçimi olan
bu durum çağdaş anarşist gelenekle ilişkilendirilebilir. Kurumsal bir mantığın
içinde değerlendirilemeyen bu tür sezgisel, başı ve sonu olmayan, belirli
sınırlara dahil edilemeyen kökensizlik, Stirner’de de somut tekillik olarak
inşa ettiği Biricik’le ortaya çıkan yaratım ve yıkım arzusu olarak görülür.
Stirner’in fikirlerinin dağınıklığı onun herhangi bir gelenek içerisine dahil
edilmesini güçleştirir. Fikirlerinin kurumsallaşamayışı ve sınıflandırılamayışı
dolayısıyla kurumsallaşmış olana etkisi olmadığı sonucu çıkarılmamalıdır; fakat
dışardan içeriye olan bu etkisi hep anonim[32] [33]
bir etki olarak kalır. Stirner’in fikirleri 19. yy.dan 20. yy.a ve
günümüze, kurumsallaşmış ve kurumsallaşmamış düşünceyi doğrudan veya dolaylı
olarak derinden etkilemiştir.
Stirner, Karl Marx, Engels, Nietzsche, Emma Goldman’ın yanı sıra
bazı akademisyen ve sayısız anarşist, feminist, gerçeküstücü, illegalist,
varoluşçu, faşist, özgürlükçü, dadaist, sitüasyonist, fütürist, isyancı ve
nihilisti etkilemiştir (Blumenfeld, 2018: 1). Etkiledikleri ve düşüncelerinin
birlikte değerlendirilebileceği kişilerin diğer-bazıları şunlardır: G. Papini,
S. Newman, Freud, E. von Hartmann, B. Tucker, J. H. Mackay, E. Jünger, R.
Steiner, Mussolini, A. Camus, Carl Schmitt, H. Read, W. Reich, G. Landauer, E.
Mühsam, Otto Gross, J. Habermas, M. Duchamp, O. Wilde, J. Derrida, G. Deleuze,
M. Foucault, J. Lacan, J. P. Sartre, R. D. Laing, T. Tzara, E. Ionesco, G.
Bataille, Guy Debord, A. Artaud ve Henry Miller’ın yanısıra Paul Valery’nin Monsieur
Teste karakteri mezarından kalkmış Stirner gibidir.
SONUÇ
Stirner’in, Postmodern felsefenin karakteristik bir özelliği olan
modern metafiziğin sistematik yıkımı, Derrida’dan çok önce başlattığı
söylenebilir. Aydınlanma akılcılığının ortaya koyduğu zorunluluk ve evrensellik
idelerine karşı çıkan Stirner, kavram veya yasa veyahut kanun
biçimindeki idenin gerçekliği tahrip etmesine Biricik-der Einzige
kavramıyla karşı çıkar. Stirner’e göre doğa, rastlantısal ve karmaşık bir
ilişkiler ağıdır. Bu rastlantısallıkta hiçbir mutlaklık ve kesinlik bulunmaz.
Bu rastlantısal ve kökensiz varoluş fikrinden hareketle Stirner, empirik-bireyi
Biricik kavramıyla tanımlamaya çalışır. Stirner, Biricik’in yalnızca bir
varsayım olduğunu belirtir. Biricik kavramının, Empirik-benin kökensiz, dilsiz
ve hiçbir kesinlik altında kavranamayacak organik tekilliğine gönderimde
bulunduğunu dile getirir. Biricik’in düşünce içermeyen, içeriksiz bir kavram
olduğunu belirtir. Stirner, yaşamı, Biricik kavramından hareketle empirik-
bireyin kendi keyfiyetine bağlı bir tüketim alanı ve bireyin otantik kendi
deneyimi olarak düşünür. Bütün normatif kavramlardan uzaklaşmayı savunur.
Stirner düşünce tarihini Eskiler ve Yeniler olarak sınıflandırarak
eskilerden devralınmış kavram ve ilkelerin somut-insanı baskılayacak biçimde
felsefe, bilim ve politika tarafından yeniden düzenlendiklerini ileri sürer.
Bütün öz ve mutlak kategorilerini yadsır. Özcü anlayışlarla gelen özgürlük,
hak, eşitlik, ahlak, düşünce gibi kavramları insan, toplum, vatandaş, işçi gibi
kavramlarla yan yana değerlendirerek, hepsinin empirik- bireye sunulan dışsal
arzular ve kimlikler olduğu sonucuna varır.
Stirner düşüncesinin merkezine empirik-beni konumlandırarak, bütün
insani edim ve yaratımlara saldırısını radikal bireyci bir perspektifle
meşrulaştırır. Stirner, geçmişin düşüncelerinden beslendiğini inkâr etmez,
onları istediği gibi alımlayarak kendi felsefesinde çözündürür ve yeniden
yapılandırır. Stirner bütün bağlılık biçimlerini reddeder, bu yönüyle
fikirlerinden sistematik bir bütünlük elde edilemez ya da fikirlerinden sistem
kurulamaz. Bu sebeple Stirner’in adı solipsist, nihilist, anarşist vb. birçok
sıfatla anılır. Çünkü fikirleri belirli parçalar halinde bağlamından
koparılarak alımlanır; dolayısıyla fikirleri ne tam olarak benimsenir ne de tam
olarak reddedilir; eksik sahiplenilir ve eksik dışlanır. Son olarak kendisinin
fikirlerini meşrulaştırış biçimi, kendisinin de çeşitli sıfatlar adı altında
anılmasını meşrulaştırır denebilir.
KAYNAKÇA
Arvon, H. (1991). Anarşizm,
çev. Ahmet Kotil. İstanbul: İletişim Yayınları.
Bargu, B. (2011). “Max Stirner, Postanarchy avant la letre”, How
Not to Be Governed içinde. ed. J. C. Klausen ve J. Martel, USA: Lexington
Books.
Beiser, F. (2011). “Max Stirner and the End of Classical German
Philosophy”, Politics, Religion and Art içinde. ed. D. Moggach. USA:
Northwestern University Press.
Beiser, F. C. (2018). Aydınlanma, Devrim ve Romantizm, çev.
Aslı Önal. İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Beiser, F. (2019). Hegel, çev. Seçim Bayazit. İstanbul:
Alfa.
Blumenfeld, J. (2018). All Things are Nothing to Me.
Hampshire: Zero Books.
Breckman, W. (1999). Marx, The Young Hegelians, and the Origins
of Radical Social Theory. New York: Cambridge University Press.
Buber, M. (2002). Between Man and Man, çev. Ronald
Gregor-Smith. ^(London and New York: Routledge Classics.
Bumin, T. (2010). Hegel-Bilinç Problemi, Köle-Efendi
Diyalektiği, Praksis Felsefesi. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Camus, A. (1985). Başkaldıran însan, çev. Tahsin Yücel.
Ankara: Kuzey Yayınları.
Carroll, J. (1974). Break Out from the Crystal Palace, The
anarcho- psychological critique: Stirner, Nietzsche, Dostoevsky. London and
Boston: Routledge and Kegan Paul.
Corcuff, P. (2009). Bireycilik Sorunu, çev. Aziz Ufuk
Kılıç. İstanbul: Versus.
Debord, G. (2018). Gösteri Toplumu, çev. Ayşen Ekmekçi ve
Okşan Taşkent. İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Deleuze, G. ve Guattari, F. (2001). Felsefe Nedir?, çev.
Turhan Ilgaz. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Deleuze, G. (2006). Nietzsche and Philosophy, çev. Hugh
Tomlinson. New York: Columbia University Press.
Dematteis, P. B. (1976). Individuality and the Social Organism:
The Controversy Between Max Stirner and Karl Marx. New York: Revisionist
Press.
Derrida, J. (2007). Marx’ın Hayaletleri, çev. Alp
Tümertekin. İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
De Ridder, W. (2011). “Max Stirner: The End of Philosophy and
Political Subjectivity”, Max Stirner içinde. ed. S. Newman, UK: Palgrave
Macmillan.
Feiten, E. (2013). “Would the Real Max Stirner Please Stand Up?”, Anarchist
Developments in Cultural Studies içinde. ed. R. Kinna ve S. Evren.
Ferguson, K. E. (2011). “Why Anarchists Need Stirner”, Max
Stirner içinde. ed. S. Newman, UK: Palgrave Macmillan.
Feuerbach, L. (2008). Hıristiyanlığın Özü, çev. Oğuz
Özügül. İstanbul: Say Yayınları.
Feuerbach, L. (2012). Geleceğin Felsefesi, çev. Oğuz
Özügül. İstanbul: Say Yayınları.
Gooch, T. (2011). “Some Political Implications of Feuerbach’s
Theory of Religion”, Politics, Religion and Art içinde. ed. D. Moggach,
Illinois: Northwestern University Press.
Hançerlioğlu, O. (1989). Felsefe Sözlüğü. İstanbul: Remzi
Kitabevi.
Hegel, G. W. F. (1986). Tinin Görüngübilimi, çev. Aziz
Yardımlı. İstanbul: İdea Yayınları.
Hegel, G. W. F. (2003). Tarihte Akıl, çev. Önay Sözer.
İstanbul: Kabalcı Yayınevi.
Hegel, G. W. F. (2014). Mantık Bilimi (Büyük Mantık), çev.
Aziz Yardımlı. İstanbul: İdea Yayınevi.
Hegel, G. W. F. (2018). The Phenomenology of Spirit, çev.
Terry Pinkard. United Kingdom: Cambridge University Press.
Hook, S. (1962). From Hegel to Marx. USA: University of
Michigan Press.
Hyppolite, J. (1997). Logic and Existence, çev. Amit Sen.
Albany: State University of New York Press.
Hyppolite, J. (2010). Marx ve Hegel Üzerine Çalışmalar,
çev. Doğan Barış Kılınç. Ankara: Doğu Batı Yayınları.
Jenkins, J. (2014). “Max Stirner’s Ontology”, International
Journal of PhilosophicalStudies, C. 22, S. 1, ss. 3-26.
Kojeve, A. (2001). Hegel Felsefesine Giriş, çev. Selahattin
Hilav. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Kranz, W. (2014). Antik Felsefe Metinler ve Açıklamalar,
çev. Suat Y. Baydur. İstanbul: Cinius-Sosyal Yayınlar.
Laertios, D. (2007). Ünlü Filozofların Yaşamları ve Öğretileri,
çev. Candan Şentuna. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Löwith, K. (1991). From Hegel to Nietzsche. New York:
Columbia University Press.
Mackay, J. H. (2005). Max Stirner, His Life and His Work,
çev. Hubert Kennedy. California: Peremtory Publications.
Marshall, P. (2003). Anarşizmin Tarihi, çev. Yaşar Alogan.
İstanbul: İmge Kitabevi.
Mclellan, D. (1969). The Young Hegelians and Karl Marx.
London: Macmillan.
Moggach, D. (2006). “Introduction: Hegelianism, Republicanism and
Modernity”, The New Hegelians, Politics and Philosophy in the Hegelian
School içinde. ed. D. Moggach. New York: Cambridge University Press.
Moggach, D. (2009-10). “The Subject as Substance Bruno Bauer’ s
Critique of Stirner”, The Owl of Minerva, C. 41, S. 1-2, ss. 63-85.
Newman, S. (2005). Power and Politics in Poststructuralist
Thought. New York: Routledge.
Newman, S. (2011). “Introduction: Re-encountering Stirner’s
Ghosts”, Max Stirner içinde. ed. S. Newman, UK: Palgrave Macmillan.
Newman, S. (2011). “Stirner’s Ethics of Voluntary Inservitude”, Max
Stirner içinde. ed. S. Newman, UK: PAlgrave Macmillan.
Özçınar, Ş. (2007). Kendinin-Bilinci ve Öteki Diyalektiği:
Hegel felsefesinde bilincin dolayımı ve nesnelleşmesi, Doktora Tezi. Ankara
Üniversitesi, Sosyal
Bilimler Enstitüsü,
Ankara.
https://tez.yok.gov.tr/ (Tez No. 208039).
Paterson, R. W. K. (1971). The Nihilistte Egoist Max Stirner.
Oxford: Oxford University Press.
Peters, F. E. (1967). Greek Philosophieal Terms A Historieal
Lexieon. New York: New York University Press.
Pinkard, T. (2012a). Hegel, çev. Mehmet Barış Albayrak.
İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları.
Pinkard, T. (2012b). Hegel’s Naturalism: Mind, Nature and the
Final Ends of Life. New York: Oxford University Press.
Pippin, R. B. (2011). Hegel on Self-Conseiousness, Desire and
Death in the Phenomenology of Spirit. Princeton: Princeton University
Press.
Plato. (2000). Timaues, çev. Donald J. Zeyl. Indianapolis:
Hackett Publishing.
Reshotko, N. (1997). “A Bastard Kind of Reasoning: The Argument
from the Sciences and the Introduction of the Receptacle in Plato’s ‘Timaeus’”,
History of Philosophy Quarterly, C. 14, S. 1, ss. 121137.
Safranski, R. (2002). Nietzsehe A Philosophieal Biography,
çev. Shelley Frisch. London: Granta Books.
Scruton, R. (1995). A Short History of Modern Philosophy: From
Deseartes to Wittgenstein. London and New York: Routledge.
Stepelevich, L. S. (1978). “Max Stirner and Ludwig Feuerbach”, Journal
of the History of Ideas, C. 39, S. 3, ss. 451-463.
Stepelevich, L. S. (1983). The Young Hegelians. Cambridge:
Cambridge University Press.
Stirner, M. (1845). Der Einzige und sein Eigenthum.
Leipzig: Verlag von Otto Wigand.
Stirner, M. (2000). The Ego andIts Own: Cambridge Texts in the
History of Politieal Thought. ed. D. Leopold, Cambridge: Cambridge
University Press.
Stirner, M. (2012). Stirner’s Critics, çev. Wolfi
Landstreicher. USA: LBC Books and CAL Press.
Stirner, M. (2014). Eğitimimizin Sahte ilkesi ya da Hümanizm ve
Realizm, çev. M. Hanifi Macit ve Fikret Arargüç. Erzurum: Fenomen
Yayıncılık.
Stirner, M. (2017a). Biricik ve Mülkiyeti, çev. H. İbrahim
Türkdoğan. İstanbul: Norgunk Yayıncılık.
Stirner, M. (2017b). The Unigue andIts Property, çev. Wolfi
Landstreicher. Baltimore: Underworld Amusements.
Taylor, C. (1977). Hegel. Cambridge: Cambridge University
Press.
Türker, S. (2012). Batı Düşüncesinde Üçleme Sorunu.
İstanbul: Külliyat Yayınları.
Türker, S. (2017). “Sunuş: Hümanizm Hakkında Şüpheci
Soruşturmalar”, Felsefi Düşün, Sayı 9, ss. 1-9.
Welsh, J. F. (2010). Max Stirner’s Dialectical Egosim. USA:
Lexington Books.
Whitehead, A. N. (2019). Düşüncelerin Serüvenleri, çev.
Yusuf Kaplan. İstanbul: Külliyat Yayınları.
Woodcock, G. (1996). Anarşizm, Bir Düşünce ve Hareketin Tarihi,
çev. Alev Türker. İstanbul: Kaos Yayınları.
Zeller, E. (1890). Outlines of the History of Greek Philosophy,
çev. Evelyn Abbott. New York: Henry Holt and Company.
*Hegel’den sonra
Hegelciler sağ kanat ve sol kanat olarak ikiye ayrılırlar, sol kanatta
bulunanlar Genç-Sol Hegelciler, sağ kanatta olanlar ise genelde muhafazakârlar
olarak adlandırılmıştır. Genç-Sol Hegelciler 19. yüzyılın ilk yarısının
sonlarına doğru oldukça etkili olmuş ve ikinci yarısında etkilerini kaybetmeye
başlamış bir gruptur. Dine ve dönemin ekonomi-politiğine radikal eleştiriler
yöneltmeleriyle tanınırlar. Hegel’in takipçileri olarak yola çıkıp Hegel’i de
eleştirmişlerdir. Bu adla anılanlar arasında Bruno ve Edgar Bauer kardeşler,
Arnold Ruge, Karl Marx, Friedrich Engels, Max Stirner,
[1] şarapevi
** Özgürler
[2] Engels’in şiiri Der Triumph
des Glaubens-İnancın Zaferi (Mcllellan, 1969: 118). Türkçe çeviri Arvon’dan
alınmştır.
[3] Gericiliğin
Tarihi adlı eseri, 1852’de yazılmıştır.
[4] Beiser
ekler, diyalektik hakkındaki yaygın açıklama biçiminden ‘’tez-antitez-sentez’’
uzak durulması gerektiğini Hegel’in bu terminolojiyi hiçbir zaman
kullanmadığını aksine tüm şema kullanımlarını eleştirdiğini hatta bu yöntemin
Fichte ve Schelling’e oradan da yanlışlıkla Hegel’e atfedildiğinin
söylenegeldiğini, üstelik onlarda da bir karşılığı olmadığını belirtir (Beiser,
2019: 214).
"Kavramı felsefi bir gerçeklik olarak en çok irdeleyenler ve
dikkati çekenler arasında Kant sonrası filozoflar; başta da Schelling ve Hegel
gelir (bkz. Deleuze ve Guattari, 2001: 19). Hegel’in kavram hakkındaki
fikirleri için ayrıca (bkz. Hegel, 2014: 443-483).
[5]Ancak bu sistemin karşıtlık özelliği göstermeyen
farklı kavramlar üzerinde
uygulanamadığını
akılda tutmak gerekir (Bkz. Türker, 2012: 107-108).
[6] Friedrich
Heinrich Jacobi (d.1743-ö. 1819). Nihilizm terimini ortaya atmıştır ve Kant’ı
yoğun olarak eleştirmiştir. 1790’ların yeni liberalizm akımının en ateşli ve
lafını esirgemez temsilcilerinden biri olmakla birlikte Schiller, Humboldt ve
Forster’den de önce, devletin vatandaşların refahını artırmak yerine haklarını
koruması gerektiğini savunmuştur (Beiser, 2018: 222). “..Jacobi. Kant’ın
felsefesini tutarsız olmakla ve kendi kendini çürütmekle suçlamıştır. Kant,
kendinde-şeylerin, içimizde pasif bir şekilde oluşan belirli tasarımlara
(sezgilere) neden olduğunu ve kendiliğindenlikle sentezleyen edimlerimizin bu
tasarımlara kategorik formları uyguladığını öne sürmüştü. Ama diğer taraftan
Kant, Jacobi’nin de belirttiği üzere, nedenselliğin, ancak form olarak
sezgilere uygulandığında ortaya çıkan bir kategori olduğunu ve hiçbir ‘anlak
kategorisi’nin kendinde şeylere uygulanamayacağını söyler; böylece Kant,
görüngülere ait bir kategoriyi kendinde-şeylere uygulayarak, kendi teorik
yapılarını doğrudan ihlal etmiş oluyordu” (Pinkard, 2012: 121).
[7]Hegel’de
içte olan öznellik, dışta olan ise nesnelliktir (Türker, 2012: 202-203).
[8]Hıristiyanlığın Tinfnde Hegel sevgi hakkında, sevgiden ortaya çıkan ve ondan
kaynaklanan şeyi,
kendinden vazgeçiş ve kendini keşfedişin bütün süreci olan; dışsallaşma ve
içselleşmeyi Tin (Geist) olarak adlandırır. Bu farktaki-birliktir. Fakat yine
de Hegel’in erken dönem Frankfurt yazılarında sevgiye dini ve mistik bir anlam
yüklediğinin göz önünde bulundurulması gerekir (Beiser, 2019: 158-161).
[9] Daha
sonraki sisteminde Sevgi tamamen çıkarılıp atılmasa da Tin’in çıkış noktası
olarak kalır; daha sonraki sisteminde Tin, yetkin anlamını sevginin
rasyonelleşip kurumsallaşmasında bulur (Beiser, 2019: 168-169).
[10] Hegel’in yararlılık konusundaki
daha uzun açıklamaları için ve Saltık Özgürlük ve Terör bölümünün ilk
iki paragrafı (bkz. Hegel, 1986: 342-343).
[11]Stirner’i
eleştirenler genelde düşüncelerine ya devletçi, kolektivist ya da dini
eğilimlerin kombinasyonları olan ideolojik perspektiflerden yaklaştıkları için
çoğunluğu fikirlerini zahmetli ve tehdit edici bulmuştur (Welsh, 2010: 40).
[12] Krş.
(Stirner, 2017a: 13-18). Paterson Stirner’in eseriyle çığır açtığını ve
korkutucu bir şöhret kazandığını belirtir (Paterson, 1971: 98).
Ludwig
A. Feuerbach, August von Cieszkowski, Moses Hess’in yanı sıra, David F. Strauss
da etkisi bakımından sayılabilir.
[14] bkz. David Friedrich Strauss
(1808-1874) hakkındaki bilgiler ve The Life of Jesus’ın (İsa’nın Yaşamı)
İngilizce çevirisi için (Stepelevich, 1983: 17-51).
[15] Derrida, Marx ve Stirner’i
“ilkesel açıdan aynı def etme-fesat birliği üyesi” (Derrida, 2007: 212-123)
olarak görmekle birlikte, Alman İdeolojisinden yola çıkarak Marx’ın
Stirner’e olan saldırgan tutumunu avına avlanmış avcı olarak karakterize eder
(Derrida, 2007: 211).
[16]Örneğin
insan Latince sınıflandırılırken şöyledir: Homo sapiens. Homo cins, homo
sapiens ise türdür. Sınıflandırmada ilk ifade cinsi, bütüncül ifadelendirme ise
türü belirtir. Cins çeşitli özelliklere göre tanımlanır. Dolayısıyla “İnsan”
ifadesi cinstir. Cins bir veya birkaç yetkinlik-özellik derecesine göre
tanımlanır. Stirner’in itirazı şudur: “İnsan bir idealdir” derken “tam insan”
dan yola çıkarak söyler bunu. Çünkü İnsan’ın ya da insan -olmanın bir ölçütü,
tam bir ölçütü yoktur, yani Tam-insan-olmak nedir bilinemez (bkz. Stirner, 2017a:
164).
[17] Stirner, Tann’nın çıkartılıp
atılarak yerine geçirilmiş İnsan kavramı etrafında geliştirilen hümanizm’in
politik yönden insanlan-bireyleri daha da despotik bir yapının içine attığını
belirtir. Ona göre eskiden Hıristiyan varken şimdi İnsan var. Kilisenin
tebaasını kollarına alış biçimiyle Yeni-devlet-biçimlerinin İnsanı kollarına
alış biçimi farklıdır. İnsanın Hıristiyan olmasıyla İnsan olması arasında çizgi
çekilip devlet içerisinde yalnızca İnsan olması yeterli kılınır. Böylece İnsan
ve hümanizm tabulaştırılıp, otoriterliğin tahakküm alanı genişletilir.
Türker’in hümanizm hakkındaki ufuk açıcı fikirlerinden istifade etmek
gerekirse: “Geçen yüzyıllar içerisinde hümanizm hakkında söylenen ve insan
olarak göğsümüzü kabartan tatlı sözlere karşın, Romantik hareketle birlikte
başlayan ve modernliği hedef almak üzere farklı akımların katkılarıyla
etkinleşen itirazlar iki büyük dünya savaşında milyonların katledilmesi,
köleliğin farklı bir biçimde ama daha güçlü bir şekilde kurumsallaşması, insan
ile makine arasındaki Descartesçı farkın kalkmış olması,
konvansiyonel-nükleer-biyolojik-kimyasal kitle imha silahlarının hızla
geliştirilmesi ve kullanılması, geleneksel savaş kavramının giderek normalleşen
ve yasallaşan bir terörsavaş halini alması, nihayet 19. yy.dan beri insanın
amaç değil kuvvet isteği uğruna araç, hatta hammadde haline gelmesi
eleştirilerini gittikçe artan bir etkiyle gündeme yerleştirmiştir. Öyle ki, bir
bakıma hümanizme dayanan modern uygarlığın, tarihte insana yapılmış en büyük
kötülüğü yaptığı bile söylenebilir.” (Türker, 2017: 6-7).
[18] Stirner, somut-birey-tek
savunusunda liberterler adı altında sınıflandırdığı komünistler ve liberalleri
de aynı ifadeyle eleştirir; Tek’in önünde bir engel teşkil ettiklerini
düşündüğü için bu onlara yönelik ortak bir eleştirisidir.
[19] Gösterişli
kötülük.
[20] Grundsaetze
der Philosophie der Zukunft
[21]
Bkz. Feuerbach’ın varlık konusundaki fikirleri için (Feuerbach, 2012: 124-154).
[22]Paterson’ın
eseri Stirner’in fikirlerinin anlaşılmasında belirli engeller çıkarabilir.
Örneğin Stirner’in paranoyak şizofren olup olmadığını tartışır (Paterson, 1971:
18). Stirner’in teknik incelik ve mantıksal titizlikten yoksun olduğunu dile
getirerek onu radikal nominalizmi savunan bir düşünür olarak tasvir eder
(Paterson, 1971: 286-288). Welsh, Paterson’ın tarafsızlığı elden bıraktığını
kendisini klinik psikozlarda uzman olarak tanıtan bir eğitim profesörü olan
Paterson’ın yalnızca dengesiz bir adamın Biricik ve Mülkiyeti gibi bir
kitabı yazabileceğini ileri sürdüğünü, Paterson’ın çalışmasının Stirner’in
düşüncesine karşı tarafsızlık ve ilgi gösterme iddiası taşımadığını, Stirner’in
modernite hakkındaki görüşlerine dair hiçbir fikri olmayan bir reklam saldırısından
biraz daha fazlası olduğunu dile getirmektedir (Welsh, 2010: 34-35).
[23] Stirner’in kitabının ilk baskısı
Der Einzige und sein Eigenthum olarak basılmıştır. Eigenthum’daki -h
harfi daha sonraki baskılarda bulunmamaktadır: Almanca’da kullanımdan düşmüş ve
Eigentum"a dönüşmüştür.
[24]Feiten,
Newman’ın Stirner’in düşüncelerini genellikle post-yapısalcılığın kelime
dağarcığı ile değerlendirdiğini ve sunduğunu bunun bir yönden tehlikeli bir
girişim olduğunu çünkü Stirner’in çalışmasının Hegel’in muğlak ve karmaşık
diline karşın bilinçli bir isyan ve anlatmak istediklerini çağdaşlarının
eserlerinden çok daha net bir dille sunduğunu belirtmektedir (Feiten, 2013:
128). Diğer yandan Corcuff’a göre de Stirner “kendilik siyasetlerinde ve
anti-otoriter girişimlerde yer yer hatırlanmış, post-modern kültür içinde
işleyen narsistik eğilimleri de önceden sezmeyi olanaklı kılmıştır” (Corcuff,
2009: 34-35).
[25] Carroll’ın ideoloji hakkındaki
fikirlerine değinmek yerinde olacaktır. Carroll’a göre ideoloji, ekonomik bir
kategori değil ahlaki bir şeydir: kökleri esas olarak ekonomik sistemlerde
değil, “ilk günahın yükünü azaltma” mücadelesinde yatmaktadır. Ona göre
ideoloji kendi kendine devam eden kısır döngüsünü kurar: bireyin gerçek
çıkarlarını maskeleyerek ve çarpıtarak onu kendini gerçekleştirmeye yönelik
kendi dürtülerinden ayırarak kişiselliğin içinde eridiği bir hiyerarşiye bağlı
faile dönüştürür (Carrol, 1974: 170-171).
[26] Newman, çağdaş siyasal alanın,
kimliklerin, durmak bilmez tanımlamalarının yer değiştirmesine dayanan
sembolizasyon eylemleri ile karakterize edildiğini belirtmektedir (Newman,
2005: 129).
[27] Türkdoğan, Kendi-olma hakkında
şunları söylemektedir: “Eigner, Stirner felsefesinin en karmaşık
kavramlarından biridir. Şu ana kadar az sayıda düşünür Eigner’1
Stirner’e uyacak biçimde ifade edebilmiştir. Stirner Eigner terimini hem
Eigenheit (Kendi-olma) hem de Eigentum (mülkiyet) bağlamında
kullanır. Dolayısıyla Eigner, hem Eigenheifi içerir hem de Eigentum’u.
Türkçede karşılığı maliktir. Üst-Ben’ini Ben olarak yaşayanlar Stirner’e göre Eigner;
Kendine-sahip değillerdir. Fakat Kendi-olan (Eigener) Eigner’dir. Eigner
hem Kendi’dir hem de (Kendine) sahip-olandır. Eigner kendini dışsal bir
koşullanmayla yönlendirmez. Hegel’de düşünme, düşünmenin düşüncesi olarak mutlak
tin ile özdeşleşir. Bu nedenle Stirner, mutlak düşünce, düşünmenin benim
düşüncem olduğunu ve düşünmenin sadece Benim aracılığımla varolduğunu unutur
der. Burada düşünmeye ve düşünceye malik olan Eigner’dir. Eigner,
Kendi-olan olduğu için (Kendine) maliktir. Eigner gerçek anlamda Kendi
demektir. Eigner Kendi-olan maliktir; hem Kendi hem de Sahip-olan Malik:
Tanrı!” (Stirner, 2017a: 17-18).
[28] halk mahkemesi.
[29] Stirner her türlü bağımlılıktan
kurtulmak gerektiğini öne sürerken hem nesneler hem de düşünceler ile kurulan
ilişkileri kasteder: düşünce fanatikleştirici bir köleliğe yol açarken, nesneye
bağımlılıkta iştah yönünden bir köleliğe yol açar (Stirner, 2000: XXIII).
Örneğin düşünme ve düşüncelerle ilişkisi bakımından ona göre fanatizm en çok
eğitimlilerde görülür: “ .. .insan tinselle ilgilendiği ölçüde aydındır ve
tinsele duyulan ilgi, eğer bu canlı bir ilgiyse, fanatizmdir ve fanatizm olmak
zorundadır; kutsala duyulan fanatik bir ilgidir” (Stirner, 2017a: 44).
[30] Özgecilik, fedakârlık.
[31] “Ich hab’ mein’ Sach’ auf Nichts gestellt” (Stirner, 1845:
491).
[32] Sabit olmayan, karışık bir
anlayışla yakalanabilen, anlaşılabilir doğası olmayan ve yalnızca analojiler
ile açıklanabilen düşünceler bulunur (Zeyl, 2000: lxv-lxvi).
[33] Burada anonim ifadesi
fikirlerinden etkilenildiği halde isminin zikredilmediği anlamında
kullanılmıştır.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar