Nima Yuşic’ten 1979’a Kadar Fars Şiiri
Hazırlayan:
Pouneh ABDOLLAHİFARD
Gelenekler, insanla,
bireysel ve toplumsal hayatla ilişkili bütün konularda rol sahibi olarak bu
konuların oluşumunda her zaman derin etkiler bırakmışlardır. Sanat ve edebiyat
da, insan ve toplum hayatında önemli faktörler olarak bazen klasik ve
geleneksel çerçeveler ile sınırlı kalıp bazen de tarihi ve toplumsal
değişimlerden etkilenerek farklılaşıp gelenekleri yok saymışlardır. Böylece
insan düşüncesi ve ona sıkı bağlarla bağlı olan edebiyat, yeni bir şekle
bürünmüştür. Şiir, tarih boyunca farklı klasik ve modern akımlardan etkilenen
en önemli sanat türlerinden birisidir. Bu önemli ve akışkan sanat türü,
toplumsal sorunları aşma konusunda uyum sağlayamamışsa soluklaşmış ve net renklerini
yitirmiştir.[1]
Yaklaşık bin yıllık
geçmişe sahip olan Fars şiiri, tarihsel süreç içerisinde farklı yüzlere
bürünmüş, nitelliği ve şekli az çok İran toplumunda yaşayan insanların düşünce
ve hayat keyfiyetinin yansıması olmuştur. Farklı şiir tarzları, şiirdeki
çeşitlilikler ve çok sayıda özgün tarz sahibi şairlerin ortaya çıkışı, bu
yansımanın sonucu olarak görülebilir. Farsça şiirin değişim serüveni, tarihi
süreçte farklı yönlerde değil; toplumda oluşan değişimlerle birlikte şiir de
aynı yönlerde değişme göstermiş ve farklı yüzlere sahip olmuştur.[2]
Bu çalışmanın amacı,
sosyolojik ve tarihi açıdan başlangıçtan 1979 yılına kadar İran’da Modern Şiiri
ele almak ve incelemektir. Çağdaş ve Modern şiir terim olarak, kinayeler,
telmihler, imajlar, kafiyelerden ve vezinlerden uzak, özgür şiir tarzına denir.
Fars Edebiyatı’nın tarihi sürecinde bazen vezinlerden özgür olarak şiirler
görünüyorsa da bunların hiç birisi sırf bu özelliğe sahip olduğundan dolayı
modern şiir sayılmaz. Birkaç vezin kırıklığıyla çağdaş ve yeni şiirin oluşum
tarihini yüzyıllarca geriye taşımak mümkün değildir.[3]
Günümüz şiiri aslında
toplumsal ve düşünsel gelişimin ve tarihi bir ihtiyacın sonucudur. Aynı zamanda
yenilikçi şaiirlerin sırtı zengin ve güçlü bir şiir geçmişine dayalıdır.[4]
Meşrutiyetten önce Fars
şiirindeki dönüşümler daha yavaş ve daha sınırlı olmuştur. Bunun sebebi, bu bin
yıllık süreçte meşrutiyet devrimi gibi büyük ve kültürü doğrudan etkileyen bir
olayın olmamasıdır. Böylece Fars şiirinde ciddi ve yapısal bir değişim olmuş ve
bu durum şimdiye kadar devam etmiştir. Böylece çağdaş ve yeni şiirin İran’da
başlangıcı meşrutiyet dönemindedir. Bu hareket İranlıların Avrupa kültürü,
medeni hukuk ve özgürlük kavramıyla tanışmalarının sonucu olan bir harekettir.
Meşrutiyet hareketi Rıza Han’ın padişahlığıyla sona ermiştir. Rıza Şah, 16 yıl
İran’da egemenlik sürmüştür. Bu süreçte onun düşüncesine uymayan bütün
hareketler ve sanatsal etkinliklere son verilmiştir. Siyasi özgürlükler ortadan
kaldırılarak yenilikçilik ve yenilik talepleri bile onun hedefleri
doğrultusunda planlanmıştır. Meşrutiyet döneminde birkaç yenilikçi şairin
çabasıyla başlayan yeni şiirin beslendiği kaynaklar bu zehirli ve boğucu
ortamda kurumuştur. 1320 Şehriver’inde Rıza Şah İran’dan sürgün edildi.
Ardından bir taraftan özgürlük rüzgarları esmeğe başlarken öte yandan da
kargaşa ortamı önce yavaş yavaş sonra hızlı bir şekilde İran’da yayılmaya
başladı. Siyasi, edebi ve ekonomik konulu birçok dergi yayın dünyasına adım
attı. Sağlam bir hareketten geri kalan çağdaş şiir yeniden harekete geçti.
Çağdaş şiirin söz konusu iniş çıkışları sonraki yıllarda da süregeldi. Bu iniş
çıkışlar, İran siyasi tarihindeki değişimlerin sonucudur.[5]
TARİHİ OLAYLARIN EDEBİYAT
VE ŞİİR ÜZERİNDEKİ İSLAM’DAN SONRA KAÇARLAR DÖNEMİNE KADAR FARS EDEBİYATI
Modern İran şiirinin
doğuşunu gereği gibi değerlendirebilmek için İran şiirinin geçmişine kısaca göz
atmak yerinde olur. Özellikle “Yeni Edebiyat” adı verilen “İslami Devir
Edebiyatının, daha doğrusu “Yeni Şiir”in nasıl doğduğu sorusunun henüz kesin
bir şekilde cevap bulamadığı bilinmektedir. Bu çalışmada onun artık olgunluk
devri sayılabilecek XVI. yüzyıldan başlayarak modern şiirin doğuşuna kadar
geçen süreçteki gelişmesi özetlenmeye çalışılacaktır. Bu devrenin belli başlı
şairleri arasında, zamanında “Ûstâd-i Şâirân” veya “Sultan-i Şâirân”
lakaplarıyla bilinen Ebû Abdullah Ca’fer b. Muhammed Rudekî-yi Semerkandî
özellikle gazeldeki başarısıyla Şehid-i Belhî, Ebû Şekûr-i Belhî ve Rudekî’den
sonra asrının en büyük şairi sayılan, yazdığı methiyelerle büyük ün yapan ve
hükümdar Goştâsp ile peygamber Zerdüşt zamanını anlattığı 1000 beyitlik Şâhname-yiEbûMansûrTnin
sahibi Ebû Mansûr Muhammed b. Ahmed-i Dakikî sayılabilir. Ömrünün büyük bir
kısmını XVI. yüzyılda geçiren ve İran’ın ve dünyanın en büyük kahramanlık
destanı Şâhname’yi yazan Firdevsî
ile Deri Farsçası, dildeki zenginliğin en yüksek derecesine ulaşmıştır. Bu
dönemde İran şiiri, dilde fesahat ve sadelik, Arapça kelimelerin azlığı,
mazmunların yeni oluşu, teşbihlerin doğallığı, tasvirlerin dış dünya ile ilgili
olması ve vezinlerin kısalığı gibi belli başlı özellikleriyle bilinir.[6]
yüzyıl
ile XII. yüzyılın ilk dönemleri arasında methiyede Ebu’l-Hasan Han Unsurî,
Tegazzülleriyle Ferruhî-yi Sistanî ve Menûçehrî-yi Damgânî gibi methiyeci
şairler yanında Emir Muizzî, ahlaki ve tasavvufi düşüncelerini açıklayan Senaî
Gaznevî gibi şairler yetişti.[7]
Deri Şiiri’nin Horasan’dan
Irak’a, Azerbaycan ve Fars coğrafyasına kadar yayılmasıyla üslupta da bazı
değişmeler meydana geldi. XII. yüzyılın ikinci yarısında Enverî’nin öncülüğünü
yaptığı kimi şairler eski şairlerin üsluplarından uzaklaştılar. Bir yandan
nazmın sadeliğine ve sözün akıcılığına özen gösterirken, diğer yandan Arapça
kelimeleri kullanmaktan çekinmediler. Ayrıca ince mazmunlara ve manalara yer
verirken ilmi düşüncelerden ve konulardan yararlandılar. Enverî’den sonra bu
üslupla şiir yazan şairlerin en önemlileri, kasideleriyle kendinden sonra gelen
şairlere rehberlik edecek olan Hâkanî, Suzenî-yi Semerkandî, mesnevi ve hikâye
şeklini başarıyla kullanan, hamse sahibi Nizamî-yi Gencevî’dir.[8]
yüzyılda
tasavvuf! hikâyelere ağırlık verildi. Senaî, Hadîkatu’l-hakîka, Attar, Mantıku’t-tayr, Esrârnâme
ve İlâhinâme gibi tasavvufi
mesnevileri ile bu tür eserlerin en güzel örneklerini verdiler.[9]
ve XIV.
yüzyıllarda Moğollar’ın İran’a egemen olmaları ile birlikte İran şiirinde
birtakım değişimler oldu. Moğol hükümdarları şiire karşı ilgisiz olduklarından
kaside yazımcılığı zayıfladı. Kasidelerde manadan çok kelime oyunlarına önem
verildiği için anlaşılması güç şiirler yazıldı. Yeni tabirler, ince mazmunlar
ve türlü edebi sanatlar kullanılırken Arapça kelime ve terkipler de çoğaldı.
Böylece kaside İran edebiyatında eskiden sahip olduğu yüksek mevkii kaybetti ve
yerini aşk ve tasavvuf gibi duygu ve düşüncelerin ifade edildiği gazellere
bıraktı. Sa’di ve Hâfız sağlam yapılı ve sade şiirleri, kolay anlaşılır ve yeni
mazmunlarıyla en güzel aşk gazellerini söylerken, Attar’ın tasavvufi gazelde
açtığı Horasan üslubunu sürdürmek isteyen Mevlanâ Celaluddin-i Rumî bu tarzı
devam ettirdi. Ayrıca Moğol istilasından kaynaklanan halk üzerinde derin etki
bırakmış maddi ve manevi çöküntü, sosyal düzenin bozuluşu, kimi şairleri
telkin, öğüt ve eleştiri mahiyeti taşıyan eserler vermeye itti. Nitekim Sa’di Gulistân ve Bustân’ında
eğitim ve ahlak ile ilgili konuları işlerken, Mevlanâ da Mesnevisinde tasavvufi
düşünceleri ve eğitici hikâyeleri ile bu görevi üzerine aldı. Ubeyd-i Zakanî
sosyal düzenin bozukluğundan yakınarak eleştirel şiirler yazdı.[10]
Safeviler döneminde
(1501-1736) yönetim merkezi batıya nakledildi ve burada yeni bir edebiyat
çevresi oluştu. Bu dönemde Horasan üslubuyla yazan büyük şairler yetişme ortamı
bulamadı. Buna, Safeviler’in Sünnî olan Osmanlı sultanları karşısında
varlıklarını koruyabilmek için Şiiliğe aşırı derecede önem vermelerini eklemek
gerekir. Nitekim şairler Kerbela şehitlerinin başlarından geçen acıklı olayları
işleme, Ehl-i Beyt’i övmeye teşvik edildiler. Bu şairler arasında Şah
Tahmasb’ın saray şairlerinden Muhteşem-i Kaşanî yazdığı mersiyelerle İran’ın en
büyük mersiye şairi unvanını aldı. Muhteşem-i Kaşanî, kendisinden sonra pek çok
mersiye şairini etkiledi ve Sabahî, Sabâ, Visâl-i Şirazî, Surûş-i İsfahânî ve
Kaânî gibi XVIII. ve XIX. yüzyıl şairleri onu kendilerine örnek aldılar.[11]
Yukarıda da belirtildiği
gibi Şiiliğin yayılmasına çalışan ve şairleri dini edebiyata yönlendiren
Safeviler zamanında sarayda barınamayan kimi şairler, Osmanlı veya Hint
saraylarına gittiler. Hindistan’da Türk-Moğol saraylarına giren şairler Sebk-i
Hindî (Hint Üslubu) denilen ve temeli İran’da atılan yeni bir şiir üslubunun
doğmasına neden oldular. Çok ince hayal oyunları, yeni ve tanınmamış mazmunlar,
istiareler, edebi sanatlar ve güç terkiplerden faydalanılarak yazılan bu
şiirler bazen saçmalık derecesine kadar varıyordu. Bu üslupla yazılan şiirlerin
Şaheserlerini Şevket-i Buharî, Saib-i Tebrizî, Orfî-yi Şirazî, Tâlib-i Amulî ve
Kelîm-i Hemedanî gibi şairler verdiler. Bu şiir üslubu Osmanlı nazmında da
ilgiyle karşılandı ve Şeyh Galib ile doruğa ulaştı.[12]
Safeviler’in çöküşünden
Feth Ali Şah’ın işbaşına gelişine kadar geçen dönem İran edebiyatının duraklama
devri olarak bilinir. Gerek Afşarlar, gerekse Zendler döneminde padişahların
siyasal kargaşaları önlemeye çalışmaları, İran edebiyatının ilerlemesi ve
şairlerin teşvik edilmesine engel oldu.[13]
Meşrutiyet
Döneminden Önce Fars Edebiyatı
Başlangıç dönemi olarak
bilinen bu dönemi “Methiye Dönemi” olarak adlandırmak doğru olur. Eğer bu
dönemde şöhretinin zirvesinde olan Sabâ-yi Kaşânî, Surûş-i İsfahanî, Yağmâ-yi
Cendekî ve Kaânî-yi Şirazî gibi şairleri bir kenara bırakırsak bu şairlerin XI.
ve XII. yüzyıllarda yaşamış şairlerin benzerleri olduğunu hemen anlarız. Marks
Hegel’in belirttiği gibi “Bütün
büyük şahsiyetler ve olaylar tarihte iki kez yüze çıkaf ’ bu
ortaya çıkış ilk kez trajedi olarak ve ikinci kez ise karikatür ve mizah olarak
şekillenir. Bizim bahsettiğimiz dönemin Farsça şiirinde adı geçen karakterler
geçmiş dönem şairlerinin karikatürüdür. Mesela Emir Muizzî’nin şiirini okumakla
Surûş-i İsfahânî’yi okumak aynı şey sayılır. Seslerin tınısı Gazneliler ve
Selçuklular döneminin aynıdır. Seba, Surûş ve Kaânî gibi şairlerin bütün
şaheserleri methiye içeriklidir. Methiyeyi bir yana bırakacak olursak lirik
şiirde de aynı durum gözlenmektedir. Karakterler genelde tekrar, sesler ise
aynı dönemlerin yankısıdır. Bu dönemde ortaya çıkan ve tekrarlanan konular
genelde bir padişah bir han ya da bir Emir övgüsüdür ve bunlarda değerler
açısından hiç değişim görülmemektedir. Bu dönemin şiirine, aynı zamanda biraz
öğüt teması da karışmıştır, ancak o bile eski şiirlerin tekrarından ibarettir
ve klişe gibidir.[14]
Bu dönemlerin şairlerine
göre dünya sakin ve hareketsiz bir varlıktır. Şair etrafındaki olaylara ve
sosyal hayata karşı hiçbir şey hissetmez. Bu dönem, tarihin en çok değişime
uğradığı dönem olmasına rağmen (Avrupa’nın büyük devrimleri XVIII. ve XVIIII.
yy) şairin bu olaylardan haberi bile yoktur ve müteakiben kişisel tecrübeleri
de eserlerine yansımamaktadır. Şair, hatta bir kere bile kendi dünyasından
çıkıp da dünyaya başka bir gözle bakmamıştır. Mesela ölüm ve hayata tamamen
geleneksel bir bakış devam eder ve bu dönemin şairi için bu hayal edilen tasvir
babasınınki ile aynıdır. Aşk şiirlerinde de bu dönemin şiirlerindeki sevgili
genel bir sevgilidir. Hatta bu dönemin lirik şiirlerinde sevgili aynı eski
şiirdeki sevgili gibi siluettir, erkek ve kadın olduğu bile anlaşılamamaktadır.
Sevgili kutsal, dokunulmaz ve zalim bir varlıktır, hatta sadizm hastalığı
vardır. Aşık ise mazoşist bir hastadır. Sevgili inciten, aşık da bu incinmekten
zevk alan taraftır. Her hâlükârda maşukun genel görünüşü bu dönemde eski
dönemlerdekinin aynısıdır. Safeviler döneminde sevgili genel bir varlık
olmaktan çıkar ve bazen gözünün rengi bile bellidir. Aslında bu değişimin
nedeni Farsça şiirin Hindistan’a taşınması ve Avrupalıların İran’a gelip
gitmesinden kaynaklanır. Hatta sevgilinin genel görüntüsü bile geçmiş dönemlere
göre bir geri dönüş yaşamaktadır. Safevi döneminde şiir yavaş yavaş maşukun
kişiselleşmesine doğru yol alır. Gerçi, Avrupalılar Fars şiirinde maşukun genel
ve kişiliksiz olduğu hakkında bayağı araştırma yapmışlardır. Bu konunun büyük
payını tasavvufta kâmil insan konusuna ve o teoriyi de İslamiyet’ten önceki
alanlarda tasavvuf teorisine, hatta ilk insan olarak geçen İslamiyet’ten önceki
İran düşüncesine bağlamaktadırlar. Herhalde maşukun genel görünüşü Fars dilinin
lirik şiirlerinin bir özelliği sayılıp, aynı anda bu dönemin lirik şiirinin
eksikliklerinden birisidir. Bu dönemin insanı şeriatın kesin etkisi altındadır
ve bir an bile dinin etkisinden kurtulamamaktadır. Bu durum doğal olarak
edebiyat ve şiire de yansımaktadır.[15]
KAÇARLAR
DÖNEMİNDE TARİHİ GELİŞMELER
Nâsıruddîn Şah, İran’ın
bağımsız bir devlet olarak kalabilmesinin yapılacak köklü değişikliklere bağlı
olduğunu idrak ettiyse de Ruslar İran’ı sıkıştırmayı sürdürmüşlerdir. 1865’te
Taşkent’i ele geçirerek 1876’da Hocend Hanlığı’na son veren Ruslar, 1868’de
Buhara’yı aldılar. 1873’te Hîve Hanlığı’nı yasal haline getirip 1883’te de
Merv’i ele geçirdiler. Böylece Etrak nehri boyları Rus-İran sınırı haline geldi.
[16]
Feth Ali Şah döneminde
başlamış olan imtiyazlar Nâsıruddîn Şah devrinde iyice hız kazandı. Ülkede
ekonomik refahı yükselteceği düşüncesiyle Nâsıruddîn Şah, Avrupalı güçlere
tanıdığı imtiyazları gitgide devlet politikası olarak benimsemeye başladı. Bir
İngiliz vatandaşı olan Baron Julius de Reuter, 1872 yılında belirli bir
hissenin Şah’a verilmesi karşılığında yirmi dört yıllığına büyük bir imtiyaz
elde etti. “Reuter imtiyazı” olarak anılan bu imtiyaz, altın ve kıymetli taşlar
hariç İran’daki bütün yer altı madenlerinin işletilmesi hakkına ilâveten
fabrikaların inşası, dEmiryollarının döşenmesi, kanal ve sulama işleri, orman
ürünleri işletmesi, bir bankayla bazı kamu hizmetleri idarelerinin kurulması ve
gümrüklerin kontrolünü kapsıyordu. Nâsıruddîn Şah, Ruslar’ın baskısı ve halkın
karşı gelmesiyle bu imtiyazları iptal etmek zorunda kaldı. Buna karşılık
İngiltere, İran’da Imperial Bank of Persia’yı kurma imtiyazını elde etti; bu
arada Ruslar da ayrı bir banka kurdular. Öte yandan 1890’da bir İngiliz firmasına
verilen tömbeki imtiyazı tütün aleyhine verilen bir fetva ile çıkmaza girdi.
Şiraz, İsfahan ve Tebriz’de din bilginlerinin başını çektiği büyük protestolar
meydana gelince 1891 yılında imtiyaz iptal edildi. 1896’da Nâsıruddîn Şah
öldürüldü ve Muzafferuddîn Şah padişahlık makamına oturdu. [17]
XIX. yüzyılda Avrupa
güçlerinin İran’a ekonomik olarak nüfuzu ve Batı kökenli fikirlerin İran’a
girmesi, toplumun geleneksel yapısını derinden etkiledi. Faaliyetlerini gizli
yürüten birtakım derneklerde yeni meselelerin tartışılması, sosyal ve hukukî
reformların yanı sıra anayasanın ve meclisin teşkilini savunan hareketleri
doğurdu. 7
Ekim 1906’da meclis
toplandı, 30 Aralık’ta da anayasa, Muzafferuddîn Şah tarafından imzalandı.
1907’de tahta çıkan Muhammed Ali Şah, anayasayı ihlâl etmek ve meclisin
faaliyetlerini aksatmak için elinden geleni yaptı. Önceleri anayasayı hararetle
desteklemiş olan ulema kesimi, Batı kökenli reform taleplerinin giderek
yoğunlaşması üzerine geri çekilmeye başladı. İçteki bu karışıklığın yanında dış
güçler de İran aleyhindeki faaliyetlerini sürdürüyorlardı. Almanya’daki
gelişmelerden endişelenen İngilizler ve Ruslar, 31 Ağustos 1907 tarihinde
İran’ı kendi aralarında paylaştılar. Bu anlaşmaya göre arada tampon bir bölge
bulunmak üzere ülkenin kuzeyi Ruslar’ın, güneyi ise İngilizler’in etki alanında
kalacaktı.[18]
Meşrutiyet
Devrimi
Meşrutiyet hareketi son
dönemlerde İranlıların özgürlük uğruna yaptıkları bütün çabaların sonucu idi.
Bu hareket, özgür düşünce ve toplumun yeni dünyaya açılan ilk kapısıydı. Bu
olay, İran’ın yapısal değişiminde tarihi bir role sahiptir. İran’da en temel
siyasal ve toplumsal değişimler Meşrutiyet döneminde başlamıştır ve bu dönem
İranlıların yeni dünya ile uyum sağlayıp iletişime geçmesi, gelenekler ve eski
fikirlerden vazgemesi yolunda ilk adım olmuştur.
Yenilik ve modernite
meşrutiyetin ilk kazancı idi ve bunun etkisi bütün sanat, kültür ve edebiyatta
gün yüzüne çıktı. Meşrutiyetten önce İranlılar diktatörluk ve fikir körlüğü
gölgesinde uzun bir tarih yazmışlardı, bu durum KAÇARLAR döneminde tam zirvede
idi. Bu hanedanın egemenlik dönemi dünyanın tam yenilenme dönemine denk
geliyordu. Avrupa’daki güçlü devletler İran’ı kendi amaçları için harika bir
yem olarak görüyor ve bütün güçleri ile topraklarına saldırmaya çalışıyorlardı.[19]
İran Meşrutiyeti, sadece
idarî bir yenilik değil, sosyal hayatta da geniş çapta etkileri olan ve İran
milliyetçiliğinin başlangıcı bakımından da önem taşıyan bir aşama olmuştur.
“Teceddud” ya da “Yenileşme”, dönemin aydınları tarafından devlet ile millet
arasındaki ilişkinin tesisi ve tamiri olarak görülmüş, ulusal kimliğin,
devletle birlikte yeniden şekillendirildiği yorumları yapılmıştır. Meşrutiyet
devrinde İran’da “İran milliyetçiliği” fikrinin temelleri gelişmiş, İranlılık
için köken ve tarihi referanslar kullanılması, bu dönem sonunda başlamıştır.
İran’da meşrutiyet dönemi aynı zamanda bir kargaşa dönemidir. İç kargaşa
sürerken Birinci Dünya Savaşı patlamıştır. Teknik olarak İran, savaşa
katılmamış, bununla beraber, Osmanlı Devleti’nin merkezi devletler yanında
savaşa girmesi Azerbaycan’ı Osmanlı-Rus Harbi’nin çatışma alanına çevirmiştir.
Zira 1915 itibarıyla Rus birlikleri Kazvin’de karargâh kurmuş ve Tahran’ı zapt
etme amacıyla beklemişlerdir. Öte yandan İngiltere de İran’ın petrol rezervi yüksek
HuzistanıAhvaz bölgesini bir üs şeklinde kullanarak Osmanlı Irak’ına girmiştir.
Alman ajanları da İran’da taraftar toplayarak Rus ve İngiliz çıkarlarına zarar
vermek üzere faaliyette bulunmuşlardır. [20]
Avrupa’daki sanayileşme ve
büyük güçlerin güç yarışı, imparatorlukların iç isyanlarla karşı karşıya kalma
süreci, başta Osmanlı coğrafyası olmak üzere bütünüyle Doğu’yu da etkiledi.
İran’da Meşrutiyet hareketi, Osmanlı ile aşağı yukarı örtüşen tarihlerde, aynı
olmasa da benzer motivasyonlarla gelişti. Buna paralel olarak, Batılı
şirketlerin Doğu coğrafyasında etkinleşmeleri ve ülkelerinin öncü birlikleri
gibi vazife görmeleri, yer altı kaynaklarının öneminin arttığı bir çağa denk
geldi. [21]
Nâsıruddîn Şah, 1848
yılında başa geçerek 1895 yılına kadar yaklaşık elli yıl İran ülkesine
hükmetmiştir. Nâsıruddîn Şah’ın elli yıllık egemenlik döneminde ve daha onun
egemenliğinin ilk yıllarında öylesine etkenler ve sebepler ortaya çıkmıştır ki
bazen tek başına bazen de toplu olarak birkaç problemin ortaya çıkması özgürlük
düşüncelerinin doğmasına neden olmuştur. Nâibu’s-saltana Abbâs Mirza, Kâim
Makâm Mirza Ebu’l- Kasım gibilerin ilk teşebbüsleri sonucu fen ilimleri ve yeni
sanatlar yaygınlaşmıştır. Mirza Takî Han Emir Kebir’in ıslahatlarıyla 1852
yılında Darülfünun’un ve basımevinin kurulması, baskı sanatının geliştirilmesi,
yurt dışına öğrenciler gönderilmesi, gazete basılması, Avrupa’ya ait fikirlerle
tanışılması ve bu türden konular değişim için atılan ilk adımlardan sayılır.
Yurt içindeki ve yurt dışındaki aydınlar gazete ve kitap aracılığıyla halkı
aydınlatmak ve onlara fikir vermek için yazın hayatına başlamışlardır.
Haziran 1908’de Şah
sıkıyönetim ilân ederek meclisi kapattı. Anayasa taraftarları, Tebriz’i işgal
etmiş olan Ruslar’a rağmen Şahın bu hareketine karşı direndiler ve Temmuz
1909’da Muhammed Ali Şah’ı tahttan indirdiler. Yerine yedi yaşındaki oğlu Ahmed
geçti. İki yıl sonra Muhammed Ali’nin yeniden tahtı ele geçirme teşebbüsü
Ruslar’ın doğrudan müdahalesine yol açtı. Nihayet 24 Aralık 1911 tarihinde meclis
tekrar kapatıldı.
İran, I. Dünya Savaşı
esnasında tarafsız kalmasına rağmen Türk, Rus ve İngilizler’in çekişme alanı
oldu. 1917’de Bolşevik İhtilâli sebebiyle Ruslar’ın bölgeden çekilmesi üzerine
1919 tarihli antlaşmaya göre İran tamamen İngilizler’in kontrolü altına girdi.[22]
İngiltere’nin imparatorluk
politikasının çok önemli esasını teşkil eden Hindistan meselesi, bu ülkenin
İran politikasına da etkide bulunmaktaydı. Önce Anglo-Persian Oil Company,
sonra da Anglo-Iranian Oil Company (AIOC)’un İran ve bölge siyasî tarihindeki
önemi hem imparatorluk stratejisiyle hem de Kaçâr devrindeki tütün meselesinde
yaşadığı tecrübeyle ilişkilidir. 1905’te Japonya’nın Rusya’yı mağlup etmesi,
Rusya’nın İran’ın bütününü kontrol etmeye çalışmaktan vazgeçip İngiltere ile
anlaşmasına yol açtı. 1907’de imzalanan Anglo-Rus sözleşmesiyle, İran üç
bölgeye bölündü. Rusya kuzey tarafını aldı. Bu bölge, yukarıda Rusya’nın
İran’la sınırından başlayıp Hazar Denizi boyunca devam ediyor, aşağıda ise
Kasr-ı Şirin’den İsfahan’a oradan Yazd’e uzanarak İran-Afganistan sınırında
bitiyordu. İngiliz bölgesiyse Basra Körfezi’ne paralel uzanarak doğuda
Hindistan İmparatorluğu’na kadar uzanıyordu. Ortada bir tarafsız bölge olmakla
birlikte, herkes buranın İngiliz çıkarlarına açık olduğu konusunda hemfikirdi.
Bu arada, 1904-1905 yıllarında gizli ve yarı gizli faaliyetlerle örgütlenen
anayasa taraftarları, İngiltere ve Rusya’nın artan baskı ve kontrolü ile
eşzamanlı olarak 1905-1906 yıllarında sokağa çıkmışlardır. Encümenler etrafında
örgütlenmiş olan ve içlerinde gayrimüslim ve seküler misyonerleri de barındıran
bu gruplar, “Takî Refet Tütün İsyanı’nı düşünerek din adamları sınıfı ile de
iyi ilişkiler geliştirmişlerdir. Zaman içinde meşrutiyetçilerin merkez bölgesi
ülkenin kuzeybatısı, yani Azerbaycan olmuştur. Önce Seyyid Hasan Takîzâde, daha
sonra ise silahlı meşrutiyetıdireniş öncüleri olarak Settar Han ve Bakır Han,
önemli figürler haline gelmiştir. Tebriz merkezli meşrutiyet hareketi 1909
yılında İngiltere ve Rusya’nın ortak kararıyla bastırılmıştır. 1905-1911
meşrutiyet hareketi, İran halkının tarihinde önemli bir dönüm noktası olmuş, bu
hareket halkın yönetime katılabildiği “anayasal hükümet” kavramını getirmiştir.
İranlı meşrutiyetçiler,
zaferlerinden sonra bu kolay kazanılmış zaferi, iç ve dış tehditlere karşı
koruyacak önlemleri dahi alamadılar. Ayrıca, İngiltere’nin Rusya’yı dengelemek
üzere meşrutiyetçilere destek vermesi sebebiyle önemli sayıda İranlı
meşrutiyetçi İngiltere’yi “Tabiî Müttefik” olarak gördü. Meşrutiyetçiler, Şah
yanlılarının taktik güçlerini hafife aldılar. 1907’de İngiltere ve Rusya,
İran’ı nüfuz sahalarını bölmek istedi ve Muhammed Ali Şah da bunu, meşrutiyetçi
hükümeti yıkıp yerine tam monarşiyi yeniden getirmek için bir fırsat olarak
gördü. [23]
1918’den 1921’e kadar İngiltere,
İran’daki kontrolünü pekiştirmeye çalışmıştır. İngiltere hükümeti ve özellikle
Lord Curzon, İran üzerindeki kontrolü bir anlaşma ile garanti altına almak
istemiştir. Amaç İran’ı bir çeşit sömürge bölgesi haline getirmektir. Bunun
farkına varan Bolşevik Rusya, İran’ın bütün borçlarını affetmiş ve Hazar’daki
balıkçılık hakları hariç tüm eski imtiyazlardan vazgeçeceğini açıklayarak bir
dostluk anlaşması önermiştir. Ancak İngiliz yanlısı hükümet buna yanaşmamıştır.
“Anglo- Persian Treaty” olarak bilinen 1919 tarihli anlaşma bu şartlarda, gizli
görüşmelerle imzalanmıştır. İngiltere, ABD ve Fransa’yı da bu anlaşma konusunda
İran’da huzursuzluk çıkarmamaları için küçük tavizlerle ikna etmiştir.
Ancak 1919’dan itibaren bu
anlaşmaya karşı milliyetçi bir tepki yükselmiştir. Hükümet anlaşmayı protesto
edenlere karşı sert tedbirler uygulamıştır. Buna rağmen, tepkiler 1920 yılı
boyunca da sürmüştür. Tepki özellikle demokratik bir halk hareketi halini
aldığı Azerbaycan’da merkezileşmiştir. 1905-1911 Tebriz meşrutiyetçilerinden
olan Şeyh Muhammed-i Hiyabanî önderliğindeki Azerbaycanlılar, Demokrat Parti
adında bir parti kurmuşlardır. Nisan 1920 itibarıyla bu hareket, hem
demokratlığı hem de Azerbaycan Türkleri arasındaki yeni ulusal uyanışı yansıtan
bir karaktere sahip olmuştur. Eş zamanlı olarak çıkan Gilan, Horasan ve
Azerbaycan hareketlerinin içinde merkez için en tehlikeli olanı Azerbaycan’daki
Hiyabanî hareketi olmuştur. Ancak diğer hareketler gibi Hiyabanî hareketi de
Kazzak Tugayı tarafından bastırılmıştır. Kazzak Tugayı adındaki bu askerî
birlik, İran’ın modern dönemdeki askerî-siyasî şekillenmesinde kritik bir rol
oynamıştır. Mondros’tan sonra, İzmit’teki işgal kuvvetlerinin komutanı olarak
görev yapmış olan İngiliz General Ironside, bu Tugay’ın başına, Rıza Han’ı
getiren kişinin ta kendisidir. İngiliz General Ironside, o zaman Kazzak
Tugayı’nda komutan olan
Rıza Şah’la Kazvin’de
görüşmüştür. Ironside, Rıza Şah’a ve onun yanındaki dört komutana, yönetimi ele
geçirmeleri için destek olmaktaydı. Bu ilişkilerin aracıları da İngiliz yanlısı
bir siyasetçi olan Seyyid Ziya ve Mr. Riporter adında bir Hindistan
vatandaşıydı. Mr. Riporter ve ailesi, daha sonra Rıza Pehlevî ve Muhammed Rıza
Pehlevî dönemlerinde karar alma süreçlerinde çok önemli rol oynamışlardır.
General Ironside’ın Rıza Şah’tan iki talebi olmuştur. Bunlardan birincisi,
Kaçâr hanedanının devrilmemesi, ancak Rıza’nın bu hanedanın genelkurmay başkanı
ve başbakanı olarak görev yapmasıdır. İkinci ise, Azerbaycan’ın ülkeye öncülük
etmesine asla izin verilmemesidir. İngiliz kolonyalizmi dönemi diyebileceğimiz
o dönemde, Azerbaycan’ın daima ulusal direnişin merkezi olması, İngiltere’nin
endişesinin asıl kaynağıdır. General Ironside’ın birinci talebi Rıza Şah
tarafından yok sayılmışsa da ikinci talebi özenle uygulanmıştır. “Pehlevî”
soyadını alarak kendisini ve yönetimini İslâm öncesi Sasani Krallığı’yla
ilişkilendiren Rıza Şah, İran’daki Fars olmayan bütün unsurlara ve özellikle
bütün Türklere karşı adeta savaş açmıştır. Sadece ülkenin adını değil, milletin
adını da Aryanlar’ın ülkesi anlamında, “İran” sözüyle ifade etmiştir.
Böylelikle, kısa süre içinde, ülkenin tarih ve kültürüne ilişkin olumsuz olarak
ne varsa Azerbaycanlılar’a ve diğer etnik unsurlara, yani Kürtler’e, Araplar’a,
Lorlar’a, Beluçlar’a isnat edilmeye başlanmıştır. Şah yönetimi tarafından
kurulan kulüpler, dernekler vs. örgütlenmelerde, adeta “Aryan uluslarının
Cenneti” olarak gördükleri memleketlerinde bütün ekonomik ve sosyal meselelerin
sebebinin de Aryan olmayanlar olduğuna dair propaganda yapılmıştır.
KAÇARLAR
DÖNEMİNDE İRAN’A GELEN YENİLİKLER
Avrupa Bilim Ve Tekniğinin Alınışı
yüzyıl
başlarında Kerim Han Zend ölümünün ardından Ağa Muhammed Han Kaçâr işbaşına
geldikten on yıl sonra Fransa’da yeni bir çağ başlatan Fransız İhtilali oldu.
İhtilal Avrupa ülkelerinde büyük tepkilere yol açtı. Yeniden büyük ülkeler
oluştu. Avrupa’da sanayinin baş döndürücü hızla ilerlemesi, hızla sanayileşen
bu ülkelerin hammadde aramalarına neden oldu ve bu ülkelerin yüzlerini
gelişmemiş, fakat hammadde
bakımından zengin ülkelere
çevirmelerini gerektirdi. İran, Avrupa’da meydana gelen siyasal ve ekonomik
değişmelerden uzun bir süre etkilenmedi. Mistik hayat düzeni ve mahmurluk hali,
bir süre daha öylece devam etti. Tanzimat hareketinin etkisi ile ancak Abbâs
Mirza ve Feth Ali Şah zamanında bazı kımıldanmalar oldu. İran ordusunda ıslahat
yapılarak ordu modernize edilmeye başlandı. Avrupa ile sağlanan irtibat
sonucunda İran’da yeni düşüncenin zemini hazırlandı. Bazı endüstri kolları ile
bilim yavaş yavaş İran’a açılmaya başladı. Rusya, Fransa ve İngiltere ile İran
arasındaki siyasi, askeri ve ekonomik faaliyetler sonucunda top dökümhaneleri,
barut ve silah fabrikaları, dokuma atölyeleri kuruldu. Matbaanın kurulmasına,
kitap telif ve tercümesine, gazete çıkarılmasına, posta, telgraf ve telefon
teşkilatının tesisine çalışıldı. Polis teşkilatı ve darphane kurulurken bir
yandan da resmi gazeteler çıktı. Bakanlıklar Avrupai usulde çalışmaya başladı.
Avrupa’ya özellikle İngiltere ve Fransa’ya tahsil için öğrenci gönderildi. Islahat
hareketlerinde Mirza Ebu’l-Kâsım Kaîm-makam ve onu müteakip Mirza Takî Han Emir
Kebir gibi aydın görüşlü devlet adamları öncülük ettiler. Fakat çok yavaş olan
bu hareketlerin öncüleri de ne yazık ki bu yolda hayatlarından oldular.25
Matbaa
Matbaa Avrupa’dan İran’a
gelen yenilik hareketlerinden biridir. İran’da uzun bir süre matbaa kurulması
yolunda bir atılım olmadı. Buna rağmen İran dışında bazı Farsça kitaplar
basıldı. Isfahan, Culfa’daki Vang Ermenî Kilisesi’nde dini lider Haçator
Giresarasi’nin başkanlığında bir matbaa kuruldu. Bu matbaada 1638 yılında “Sağmos” (Zebur) basıldı. Ermenîce
basılan bu dini kitap İran’da basılan ilk kitap özelliğini taşımaktadır. Bunu
1641 yılında basılan HaransVarak (Sergûzeşt-i Peder-i Ruhanî:
Ruhani Pederin Öyküsü) adlı dini kitap takip etti. XIX. yüzyıl
başlarında ilk Farsça kitaplar Hindistan’da basıldı. Kalküta’da bulunan İngiliz
doğu bilimciler 1810 yılında taş basma matbaalar kurarak Farsça kitaplar
basmaya başladılar. Bir süre sonra İstanbul’da Farsça kitaplar basıldı.
Bunların ilki, Lisanu’l-acem veya Ferheng-i Şu’uri adındaki
Farsça-Türkçe sözlüktür. Daha sonra Kahire’de de Farsça kitap basımı
sürdürülmüştür. İlk defa Feth Ali Şah zamanında ve Abbâs Mirza’nın
gayretleriyle birkaç kişi bu sanatı Avrupa’da öğrendi ve basımla ilgili malzeme
ve tezgâhları İran’a getirdiler. İran’da matbaayı ilk önce kimin kurduğu
bilinmemektedir. Ancak bilindiği kadarıyla ilk matbaa Abbâs Mirza tarafından
1817’de Tebriz’de kurulmuştur. Bu matbaada basılan ilk eser Mirza İsa
Kaim-makam-ı Ferahânî’nin ikinci Rus-İran savaşı hakkındaki eseri Risale-i Cihâdiye’dir.
Daha sonra, Muhammed Bakır-i Meclisi’nin Hayatu’l
Kûlûb ve Zâdü’l-
ma’âd’ı basıldı. Tebriz ve Tahran’da 1824’ten sonra kurulan
matbaaları müteakip Isfahan, Urmiye, Şiraz, Meşhed, Reşt ve diğer şehirlerde de
ard arda matbaalar kurulmaya başlandı. Bu matbaalarda öncelikle dini eserler
basıldı.[24]
Nâsıruddîn Şah son Avrupa
gezisinden dönerken İstanbul’dan bir matbaa satın aldı. Ancak bu matbaadan bir
süre yararlanılmadı. Sonunda Baron Louis de Norman, bunu elden geçirerek
çalıştırdı. Ardından da İran’a Latin harflerini getirdi. Veliaht Muhammed Ali
Mirza’nın kendi yönetiminde küçük bir matbaası vardı. Bu matbaada edip ve
tarihçi İbn Ebi’l-Hadîd’in Şerh-i
Nehcu’l -Belâğe’si basıldı. Meşrutiyet Fermanı çıktıktan sonra
türlü türlü gazetelerin çıkmaya başlaması, edebi ve ilmi kitaplara duyulan
ihtiyaç, matbaaların sayısında büyük bir artışa neden oldu.[25]
İlkokullar Ve Darülfünun
Yenilik hareketlerinden
biri de modern anlamda ilkokulların açılmasıdır. İlk ilkokul 1896 yılında
başarılı ve ileri görüşlü bir devlet adamı olan Eminüddevle tarafından önce
Tebriz’de ve sonra Tahran’da açıldı. Zamanla ilkokulların sayısı arttı. Ancak
birkaç ileri görüşlü din adamı dışında, bütün din adamları “Debistan” denilen
ilkokullara ve öğretmenlerine muhalefet ederek eski medrese usulünün devam
etmesini savundular. Bütün bunlara rağmen 1900’lerde Tahran, Tebriz, Buşehr,
Raşt ve Meşhed’deki ilkokulların sayısı 21’e ulaştı.
Darülfünun’un açılışı
İran’da yapılan yenilik hareketlerinin en önemlilerinden biridir. Daha XIX.
Yüzyılın başlarından beri Avrupa ayarında eğitim ve öğretim yapabilecek bir
kuruma ihtiyaç duyulmaktaydı. Yeni bilim ve tekniğin alınmasında öncülük
edenlerden Abbâs Mirza, Darülfünun’un kurulması için çok çalıştıysa da amacına
ulaşamadı. Bu işi Mirza Takî Han Emir Kebir yaptı. Onun Rusya’ya yaptığı
seyahatte oradaki eğitim ve öğretim sistemini incelemesi Darülfünun’un
kuruluşunda büyük rol oynadı. Rusya’dan döndükten sonra 1850 yılında Tahran’da
İran’ın Avrupa ayarında öğretim yapabilecek ilk üniversitesini kurdu. Bunda
1847 yılında açılan İstanbul Darülfünun’nun da tesiri olduğu inkâr edilemez.
Darülfünun 1852 yılında açıldı ama Emir Kebir de bu öğretim kurumunun
açılışından iki hafta sonra öldürüldü.
Darülfünun’un öğretim
kadrosunu İranlı öğretim üyeleri ile tıp, sanat ve askeri sahalarda ders
verecek Avrupalı öğretim üyeleri oluşturmuştu. Bunlardan başka daha önce İran’a
gelip yerleşmiş olan yabancılardan ve Isfahan Culfa Ermenîlerinden de yararlanıldı.
Darülfünun’un ilk öğrencileri şehzade, Emir ve devlet ricali çocuklarıydı.
Darülfünun’da başlangıçta tıp, matematik, askeri dersler ve yabancı diller
öğretiliyordu. Sonraları Arapça ve Farsça dersleri de müfredata konuldu. Ayrıca
burada edebiyat bölümü de kuruldu.
Darülfünun’da yerli ve
yabancı öğretim üyeleri tarafından hazırlanan ders kitaplarının bir kısmı
Avrupa görmüş İranlı öğrencilerin yardımıyla yapılan çeviri eserlerden ibaretti
ve bunların çoğu Fransızca kitaplardan çevrilmişti. Ders kitapları
Darülfünun’un bünyesinde bulunan matbaada basılıyordu.[26]
MEŞRUTİYET DÖNEMİ’NDE EDEBİYAT
Fars edebiyatı tarihinde
edebiyat ve özellikle de şiir, ilk kez Meşrutiyet Dönemi’nde gerçek anlamıyla
halkın malı olmaya başlamış, çeşitli halk kesimleri duygu ve düşüncelerini,
problemleri ve çözüm yollarını dönemin ünlü kalemlerine ait edebi ürünlerde ve
özellikle de şiirde görmeğe başlamışlardır. Yoğun halk kitleleri, başta devrin
önde gelen gazeteleri olmak üzere yaşadıkları çağın yenilikçi edebiyatıyla
tanışmış ve onlarla kurdukları ilişkileri daha da derinleştirerek
sürdürmüşlerdir. Bunun doğal sonucu olarak da şairler kalemlerini halkı çok
yakından ilgilendiren siyasi ve sosyal konuları dile getirmede, halkın
hizmetinde kullanmışlardır. Eşrefuddîn-i Huseynî, Ârif-i Kazvinî, Mirzade-yi
Işkî, İrec Mirza, Edîbu’l-Memâlik-i Ferahanî gibi önemli isimler böylelikle
daha sonraki devirlerde yaygınlaşacak olan şekil, içerik, tema ve motifleri
açısından yeni şiirin temellerini de atmış olmaktadırlar. [27]
Kullandıkları dil açısından
da söz konusu şairler, yaşadıkları dönemin anlayışından yararlanmış, klasik
edebi dili belli ölçülerde bir tarafa bırakarak dizelerinde günümüzde olduğu
gibi kolay ve anlaşılır cümleler kullanmaya başlamışlardır. İlerleyen zamanla
birlikte başta yukarıda adı geçen şairler olmak üzere dönemin azımsanamayacak
sayıda şairlerinin dizelerinde Batı dillerinden kelimelerin de yer almaya
başladığı görülmektedir. Konuları açısından değerlendirildiğinde de yine klasik
dönem şiirlerinde yer alan aşk, tasavvuf ve övgü dolu dizelerin yerini önemli
ölçüde sosyal, siyasi ve güncel konuların işlendiği şiirlerin aldığı
gözlenmektedir. Eski İran’a duyulan özlem, kadın hakları ve kadın özgürlüğü,
diktatör ve baskıcı yönetimlerden nefret, yenilik ve modern hayat tarzı dönem
şiirinin rağbet gören konuları arasında yer almaktadır. Edebi açıdan bakılacak
olursa, yine bu dönemde eski dönemler ve klasik şiir tarzlarıyla önemli farklar
görülecektir: Örneğin şairler eskisi gibi edebi sanatlara olağanüstü değer
vermemektedirler. Klasik şekillerinde yapılan birtakım değişikliklerle tercî-i
bend, mustezâd, musammat ve çahârpare gibi kalıplar daha yaygındır. 30
Aslında Fars şiirinde
yenilik girişimi, Nimâ ile başlamış veya Meşrutiyet döneminde işlenmiş bir konu
değildir. Daha önce de şiirin üslupta değişimi ve yenilenme amacı, her dönemde
tarihi şartlara göre birtakım şairlerin dikkatini çekmiştir. Mesela Hâkanî ve
Nizamî (Şirvan ve Erran şiir mekteplerinde) kendilerinden önceki şairlerle
kıyaslandığında bilhassa şiir üslubunda değişim yaratmışlardır. Sufilerin de bu
konudaki çabaları Fars şiirinin değişiminde büyük adımlardan sayılır. Daha
sonraları Cami’den sonraki şairlerin hepsinde Fars şiirinin değişimi
doğrulTusunda çabalar görülmektedir. Herhalde Kâtibi gibi şairlerin hesapsız ve
abartılı bir şekilde şiire edebi sanatlar katması bile bir türlü değişim
yaratmaktır. Onlardan sonra bütün ilgilerini hayal gücüne veren Hint tarzı
şairlerinin çabası da değişimsel bir çaba sayılabilir. Hint tarzı şairlerinden
sonra KAÇARLAR ve Zendler döneminin şairlerinin yeniden daha kolay bir dile
geri dönmeleri bile bir tür yenilikçilik ve değişimdir ama bu çabaların hepsi
tek boyutlu bir bakış açısından kaynaklandığı için pek başarılı olamamıştır.
Özellikle en önemli alan olan duygusal şiir, bu değişimlerin çoğunda arka
planda kalmıştır. XIX. yüzyıl sonlarının düşünce değişimi ile beraber İranlı
bilim adamları hayatın başka boyutlarıyla karşılaşmışlardır. Yavaş yavaş insan,
toplumda kendi yerini bulup kendi kaderinde etkili
olduğunu anlamıştır.
Avrupa toplumunun medeni ve sosyal olarak gelişmesini gördükten sonra, sosyal
hayatın değerleri değişmeye başlamış ve nasyonalizm gibi konuların önemi halkın
ilgisini çekmiştir. Kanun, özgürlük ve yeni kültür gibi konular, ciddi bir
şekilde en azından münevverlerin düşüncesini değiştirmiştir. İnsanın hayata
bakış açısı ve duygularının şekli bile değişmiştir. Tam bu aşamada ağır
duygusal altyapıyla, meşrutiyet şiiri şekillenip büyümüştür. Dönemin insanının
duygusal sorunları İrec, Bahar, Dihhudâ, Ferruhî ve başkalarının şiirinde
dikkate alınmış ve hayatta şekillenen bu değişimler (duygusal olarak) şiirin
durumunu başka unsurlara göre, mesela hayal, ahenk, dil ve şekli gibi unsurları
da etkileyip değiştirmiştir. Meşrutiyet hareketleri giderek artarken,
edebiyatta da yenileşmeler yavaş yavaş kendini göstermiştir. Eski nazım
kurallarına sıkı sıkıya bağlı olan nazım türlerinde bazı değişimler yaşanmış,
şiire yeni mazmunlar girmiştir.[28]
Konular içerik yönünden
değişmiş, sosyal, kültürel ve siyasal tarzda şiirler yazılmaya başlanmıştır.
Özellikle siyasal ağırlıklı şiirlerin, yabancı devletlerin baskı ve
tahakkümlerinin arttığı meşrutiyet devrine rastladığını rahatlıkla
söyleyebiliriz.[29]
Bu dönem şiirinin ana temasını Şefîî-yi Kedkenî şöyle ifade
etmiştir: “Meşrutiyet dönemi şiirine daha
önceki dönemlerle kıyaslayarak bakacak olursak şu konulardan oluştuğunu
görebiliriz: Özgürlük, vatan, kadın, batı ve batı endüstrisi, sosyal
eleştiriler, din etkisinden ve tasavvuftan uzaklaşma, aşk şiirlerinde maşukun
genel anlamda kullanılması. Özgürlük kavramının bugünkü batı demokrasilerindeki
anlamında kullanılmaya başlanması da meşrutiyet ile olmuştur’.[30]
Gerçi bu dönemde katı
sosyal eleştirileri de gözden kaçırmamamız gerekmektedir. Meşrutiyet şiiri özel
bir duruma sahiptir. Çünkü bu şiir aracı olarak kullanılmıştır ve tamamen
sosyal bir araçtır. Muhataplarının sınırı, padişahların sarayını aşmış ve halka
doğru gelmiştir. Bu durum da duygusal olarak çok ilgi çekicidir. Meşrutiyet
dönemindeki duygular bu dönemdeki ırkçılık, nasyonalizm, kültürel eksiklikler,
özgür olmamak gibi konular etrafında dolaşıyor ve sosyal yapıdan kaynaklanıyor.
Hâlbuki KAÇARLAR döneminde kişisel boyuttan hareket edilirdi. Meşrutiyet
dönemini araç olarak kullanan meşrutiyet şairleri, şiirin diğer unsurlarını
(hayal, dil, musiki ve şekil gibi...) daha az önemsemişlerdir. Meşrutiyet şiiri
hayal açısından çok güçsüz olsa da dil açısından çok öne geçmiştir. Bu şiirin
amacı şiirin muhataplar sınırını genişletmektir ve bu sebepten dolayı halkın
dilini kullanmaya çalışmıştır. Bu konuda da başarılı olmuştur. İrec Mirza,
Işkî, Ârif ve Seyyid Eşref gibi şairlerin şiirinin dili halkın diline çok
yakındır ve ahenk olarak halkın beğendiği ahenkler yani ağıtlar ve şarkılarda
bulunan ahenklere yakın olmaya çalışmıştır.
Horasan tarzının
geleneksel şiirlerinin musikisi de daha az gözlenmektedir. Şekillerde bile daha
kolay olanlar kullanılmıştır. 1300’ler civarında siyasi ortamda değişimlere
göre şiirde meşrutiyet dönemindeki çelişkiler mecburen bir kenara bırakılıp
daha gizli daha kapalı ve daha edebi olmuştur. 1300’den 1320’ye kadar bu durum
daha dikkat çeker bir eğilim göstermiştir. 34
MEŞRUTİYET DÖNEMİ’NDE
MODERN EDEBİYATA DOĞRU ATILAN İLK ADIMLAR
KAÇARLAR döneminde
telgraf, matbaa, okul, dEmir yolu ve onlarca yenilik yurtdışından İran’a girdi.
Bunlara ülkede duyulan ihtiyaçtan dolayı halk bu yenilikleri hemen kabullendi.
Ama binlerce sene övündüğü tek sanatı şiir olan bir ülke de acayip hayali
çerçevelere sahip olan yabancı şiirinin tercüme edilip Farsça şiirin karşısına
çıkması çok imkânsız gibi görünüyordu. Roman konusunda bu durum daha kolaydı.
Çünkü daha önceden İran’da kimse profesyonel bir şekilde roman yazmamıştı. Bu
yüzden roman ve tiyatro çevirisinin karşısında direniş pek görünmedi. Ama şiir
başka bir konu sayılmaktaydı. Şiirin alanı dokunulmazdı, o belli güzellik
tÂriflerine sahipti ve dönemin en temel değişim süreçlerinde bile şiirin
fanatik savunucuları onu hep eski şeklinde korumuşlardı. O dönem şairleri,
“Geri Dönüş” dönemini oluşturmaktaydılar ve eski Horasan tarzına dönmeye
çalışıyorlardı. Bu arada şiirin sosyal gelişmelerden ayrılması, farklı şiir
şekillerinin oluşumuna sebep oldu. Önce farklı şekilde şarkı sözleri gibi
yazılar yazılmaya başlandı. Ama bütün tabuların kırılması gibi sonunda şiir
tabusu da kırılmaya başladı. Meşrutiyet devrimi olaylarının başlamasıyla
birlikte hükûmetin resmi şairleri ikiye bölündüler. Birinci grup, dışardaki
olayları görmezden gelip saraylarda kalıp kaş,
göz övgüsüne devam etti,
ikinci grup ise sosyal ortama girip devrime katıldı ve devrim halkının
konuştuğu dile yöneldi. Bu grup, halkı kazanmak için halkın dilini konuşmak
gerekçesini anlamıştı. Özellikle mazmunların değişimi konusunda öncü
olmuşlardı. Bu şairler böylece yavaş yavaş sokak ve halk şiirine yönelmeye
başladılar. Bu eğilim, zaman içerisinde şiirde klasik şiirin statiği ve aynı
zamanda halka ait olan güzellik algısının karışımı olan bir yeni şiir tarzı
oluşturdu. Klasik şairlere göre şiir hayale bürünmüş edebi sanatlarla süslenmiş
kalıplaşmış yazı idi. Kelimeler ve kalıplar klasik şairin kimliği ve gurur
kaynağı idi. Eski klasik şiir, bu şairlere ırmak gibi kelime kaynağı
sayılıyordu ve sadece oradan balık tutmayı tercih ediyorlardı. Hâlbuki
meşrutiyet şairlerinin dili devrimci halkın dili, kültürü ve şiirinden
oluşuyordu. Bu şairler kelime, “kullanmak için üretilmiştir” diye düşünüp,
bütün halkın kullandığı kelimeleri şiire taşıdılar.[31]
Bu durum, şiirde bir
ayrılık yaşanmasına sebep oldu: Birisi, ağır süslü ama duygusuz, öbürü sade
sanatsız ama duygu dolu şiir haline büründü. Bu ayrılık uçurumu günden güne
arttı ve bu durum duygu dolu sade şiirin lehine değişti. Bu tip şiirlerin
taraftarı artmaya ve bu gurup şairlerin sayısı çoğalmaya başladı. Hatta sonlara
doğru (meşrutiyet devriminin son günleri) önemli şairlerin şiiri her iki şiir
tarzının karışımına doğru everilerek edebi dil ile halk dili birbirine
yakınlaşma yoluna girdi.[32]
Bu şairlerin şiir
kaynakları sadece halk şiiri ve klasik şiirlerin parçaları değildi. Türk
Osmanlı devrimsel toplumu, bu bölgenin aydınlarını şiir değişimleri için iki
dolgun kaynağa yönlendirmişti: Birincisi, halk şiiri ve ikincisi ise Fransız
şiiri idi. O bölgenin şairleri geniş bir şekilde Avrupa şiirinden
yararlanmışlar ve başarılı da olmuşlardı. Aslında İran meşrutiyet şairleri Türk
şiiri ile ilgilendiklerinde birkaç kaynak kullanmış oluyorlardı. Mesela Seyyid
Eşref, Türk şiirini keşfettiğinde sevinçle Sâbir’in bütün şiirlerini Farsçaya
çevirdi ve bu çeviriler Farslar arasında çok ilgi gördü.
Bu olaylar klasik şiirin
değişim adımlar sayılıyordu. Öbür taraftan da resmi klasik şair olmayan,
meşrutiyetçi şairler de şiiri temelden değişime yöneltmekle uğraşıyorlardı. Bu
arada Fransız diline de aşina olan bir gurup aydınlar, Fars şiirini dışardan
eleştiriyorlardı. Bu gurubun başında Takî Ref’et vardı. Ref’et, Farsça,
Fransızca ve Türkçeye iyi derecede hâkimdi. Şairliğe ek olarak siyasi bilgileri
sayesinde Şeyh
Muhammed-i Hiyabanî’nin
danışmanlığını da yapıyordu. O, tamamen farklı dergiler yayınlıyordu ve ciddi
bir şekil de klasik Fars şiirini (özellikle S’adî’yi) eleştiriyordu ve hatta
Bahar ve meşrutiyetçi öbür şairleri bile gerici sayıp, onları şiirde değişimin
en büyük düşmanları olarak adlandırıyordu.[33]
Ref’et siyasi yazılar ve
şiirlerle birlikte mitinglerde de çok başarılı bir konuşmacı idi. Farsça,
Türkçe ve Fransızca her üç dilde güzel şiirler yazıyordu ve İran’ın edebi ve
toplumsal değişimini tamamlamasını çok istemekteydi. O binlerce yıllık temelin
değişmesi için tamamen farklı ve her türlü kafiye ve vezin esirliğinden
kurtularak özgür şiirler yazmaya başladı. Tabi ki edebi ortamlarda bu tarzından
dolayı çok ağır tepkilerle karşılaştı. Şiirleri ilk önce “Edeb” dergisinde
yayınlanmaya başladı ve daha sonra başka dergilerde devam etti. Genelde Farsça
ve Türkçe ve Servet-i Funun şairlerinin tarzında şiirler yazıyordu.[34]
Yavaş yavaş “Ref’et
Mektebi” adlı bir yeni ekol oluştu ve çok sayıda yenilikçi şair bu guruba
katıldı. Yenilikçiliği, Tebriz, Tahran ve Şiraz da çok ses getiren Ref’et’in,
ilk yenilikçi şair olarak sayılmasının yansıra çağdaş şiirin ilk tuğlasını
koyan kişi olduğu söylenebilir. Ancak daha sonraları tamamen unutulmuştur.[35]
Bu dönemde şairler hayal,
şekil ve dile daha çok ilgi göstermişlerdir. Bunun sonucu olarak şiire yenilik
kazandırmak noktasında birtakım işler yapmış olan yenilik öncüsü şairler aşağıdaki
şairlerdir:
İrec Mirza, bu dönemin ilk
yıllarında şiiri dil açısından etkilemiştir.
Bahar, “Şebâheng” ve
“Benim Güvercinlerim” gibi şiirlerinde şiirin kalıbı ve betimleme tarzını
değiştirmeye çalışmıştır.
Mirza Yahya, şiirlerinde
Farsça aruzdan başka vezin kullanmayı denemiş, Mesela Suph-i Dem divanında bunu
yapmıştır.
Reşid Yasemî, daha çok
dörtlükler ve kıtalar kalıbını kullanarak farklı kafiyelerle eski konuları
şiire yeniden sokmaya çalışmıştır.
Pervîn-i İtisamî, şiirin
şeklini değiştirip (Terkib-i Bend ve klasik farklı şiir kalıplarını kullanarak)
insani konuları samimi bir şekilde şiire taşımakla bu yenilenme yolunda büyük
adımlar atmıştır.
Ferruhî-yi Yezdî, bu
dönemde üstün nitelikli siyasi gazel söylemiştir ve böylece gazele yeni
devrimsel bir yüz ve siyasi bir ruh giydirip onu mum, çiçek, bülbül
sınırlamasından kurtarmıştır.
Ebu’l Kâsım-i Lahutî,
şiirin şekil ve muhteva değişiminde büyük adımlar atmıştır. Onun şiirleri, hem
dil açısından hem mana ve mazmunlar açısından araştırmaya değerdir. 40
RIZA ŞAH DÖNEMİ
yüzyılın
ilk yarısında İran-Rus savaşlarının İran aleyhine sonuçlanması ile birlikte
İran’da iktidarı elinde bulunduran Kaçâr Hanedanlığı başta savaş teknolojisi
olmak üzere birçok alanda İran’ın Avrupalı Devletler karşısında ne kadar geride
kaldığını ve modernleşmenin gerekliliğini fark etmiş, devletin modernleştirmeye
yönelik yapılan reform hareketleri sonuçsuz kalmış ve devletin yıkılmasını
engelleyememiştir. KAÇARLARın yıkılmasıyla İran’ın modernleşme süreci kesintiye
uğramıştır. Birinci Dünya Savaşı ve sonrasında İran’da yaşanan kargaşa ve
otorite boşluğundan faydalanan, öte yandan İngilizlerinde desteğini arkasına
alan Rıza Han, bir askeri müdahale ile önce kendini Serdar-i Sipah (Genel
Kurmay Başkanı) hemen ardından Başbakan ve nihayet 1925 yılında meclisin ortak
kararıyla Şah ilan ederek İran tarihinde yeni bir dönemi başlatmıştır. Rıza
Şah, on beş yıl süren iktidarı boyunca İran’ın güçlü bir ulus devlet olması
için büyük çaba sarf etmiştir. Askeri, siyasi, ekonomik, toplumsal ve kültürel
alanlarda büyük çapta köklü değişiklikler yapmıştır. Rıza Şah bu modernleşme
hareketlerini gerçekleştirirken Türkiye’deki çağdaşı olan Mustafa Kemal
Atatürk, onun esin kaynağı olmuştur. Rıza Şah’ın Türkiye’ye yaptığı ziyaret
esnasında gördükleri onu modernleşme konusunda daha da heyecanlandırmıştır.
Rıza Şah iktidara gelmesinden 1941 yılında oğlu lehine tahttan çekilmesine
kadarki sürede İran modernleşme anlamında büyük mesafe kat etmiş, modern ve
çağdaş bir ülke olma idealine biraz daha yaklaşmıştır.
Rıza Han’ın Tahta Çıkması
İngilizlerden Ahmet Şah’ın
tahtan indirilmesi ve buna İngiliz kuvvetlerinin karşı çıkmayacağına dair
güvence alan Rıza Han, harekete geçti. 1921 Şubatında Rıza Han’ın başında
bulunduğu Kazzak Tugayı, Tahran’ın kuzeyindeki Kazvin’de bulunmaktaydı. Rıza
Han komutasındaki Kazzak Tugayı, 16 Şubatta Tahran’a doğru harekete geçti.
Ahmet Şah ve taraftarları, 20 Şubatta Rıza Han’ın Tahran’a doğru ilerlediğini
öğrenince, askerlerinden şehrin savunulmasını istedi. Ancak Rıza Han’ın komutasındaki
Kazzak Tugayı, herhangi bir direnişle karşılaşmayarak 21 Şubat 1921 tarihinde
şehrin Gümrük kapısından içeri girdi. Buradaki savunma birlikleri de fazla bir
direniş göstermeyerek teslim oldular. Kısa sürede Kazzak Tugayı Tahran’ı
tamamen ele geçirdi. Rıza Han, başta Ahmet Şah olmak üzere hükümetin bütün
bakanlarını ve diğer önemli kişileri gözaltına aldı. Böylece darbe başarıya
ulaşmış oldu.[36]
1921’de gerçekleştirilen
bu darbeden sonra Rıza Han, kendisini başkumandan ve savunma bakanı, Ziyaeddin
Tabatabaî’yi ise başbakan ilan etti. İngilizler de darbe sonrası oluşturulacak
yeni hükümetin başbakanı olarak gazeteci Seyyid Ziya’yı görmek istiyorlardı.
Oluşturulan yeni hükümette Rıza Han, savunma bakanı olarak görev alsa da gerçek
gücü ve kontrolü o elinde bulundurmaktaydı. Rıza Han, hükümet içinde savunma
bakanı olmasına rağmen yönetimde son derece etkin bir konumdaydı. Şubat
1921’deki darbe ile başvekil olan Ziyaeddin, reform yanlısıydı. Ancak
planlarından hiçbirini gerçekleştiremedi. Bu başarısızlığı ve aşırı İngiliz
yanlısı olması üç ay sonra istifa etmesine ve ülkesini terk etmesine yol açtı.
1921-1925 yıllarında Rıza Han, İran’daki otoritesini yaptığı faaliyetlerle daha
da kuvvetlendirdi. Rıza Han’ın gücünü kabullenmek zorunda kalan Ahmet Şah,
hükümet kurma görevini ona verdi. Böylece Rıza Han, İran’ın yeni başvekili
oldu. Ahmet Şah, Rıza Han’ın başvekil olmasından sonra saltanatın vekâlet
işlerini kardeşine, devlet idaresini de Rıza Han’a bırakıp Avrupa seyahatine
çıktı. 21 Şubat hareketini başarıya ulaştıran en önemli faktör Dünya Savaşı
sonrasında yeniden şekillenen bölge üzerinde kurulan dengeler ve tekrardan
biçimlendirilen politikalar paralelinde iç ve dış konjonktürün geçici bir
süreliğine de olsa buna müsaade etmesi olmuştur. Dolayısıyla Rıza Han’ın ortaya
çıkışını işgal, savaş koşulları, iç karışıklıklar ve iktidar boşluğunun yanı
sıra, petrol çıkarlarını korumaya ve Bolşevizm tehdidini durdurmaya kararlı
olan İngiltere’nin bölgeyle ilgili politikalarını İran’ın bütünlüğü ve kendi
desteği ile kurulacak güçlü bir merkezi hükümet üzerinden sürdürmesi arzusu,
mümkün kılmıştır.[37]
General Ironside’ın 1919
antlaşmasını kaybedilmiş bir dava biçiminde görerek hükümet darbesini teşvik
etmesi ve bu doğrultuda da Rıza Han’ın önünü açması, İran üzerinde manda yönetimi
kurmaya yeltenen ancak bunda başarılı olamayıp politikasını değiştirmek
durumunda kalan İngiliz siyasetinin bu hareketten büyük ümitler beslediğini
gözler önüne sermektedir. Buna mukabil, Rıza Han’ın da gerek Ironside’a gerek
Britanya temsilciliğinden gelen heyete Ahmet Şah’ı tahtından indirmeyeceği,
İngiliz çıkarlarına zarar vermeyeceği ve Bolşeviklere karşı bir askeri kuvvet
toplayacağı hususlarında verdiği güvenceler, Rıza Han’ın stratejisinin bir
parçasıdır.[38]
Keza darbeden yalnızca beş gün sonra, 26 Şubat 1921 tarihinde, Bolşevikler ile
imzalanan ve Sovyet Rusya’nın İran’ın bağımsızlığına ve toprak bütünlüğüne
saygı göstermeyi taahhüt ettiği dostluk antlaşması, İran’da yeni kurulan
hükümetin elini güçlendirmiş ve İngiltere ile yapılan 1919 antlaşmasının
feshinin önünü açarak bölge üzerindeki İngiliz menfaatlerine büyük bir darbe
indirmiştir. Yine bu süreçte, Tahran’a Sovyet temsilcisi olarak atanan Theodore
Rothstein’a yeni kurulan hükümetin İngiliz nüfuzunu yok edeceği ve dış
işlerinde tarafsız bir politika izleyeceği vaadinde bulunulmuş, bu iyi niyete
karşılık olarak da Sovyetler İran başkentindeki temsilciliğini büyükelçi
statüsüne yükselterek yanıt vermiştir. İran’ın takip ettiği bu siyaset ile
ilgili olarak dönemin İngiltere temsilciliğinin yaptığı değerlendirme Rıza
Han’ın gizli gündeminin önemli ipuçlarını taşıyor olması bakımından son derece
önemlidir. Birinci Dünya Savaşı başladığında İran, bu savaşa dâhil olacak kadar
siyasi, ekonomik ve askeri açıdan güçlü değildi. Gerek İran’ın kuzey komşusu
Rusya, gerekse Hindistan politikası sebebiyle bölgede etkin bir siyaset güden
İngiltere, İran’ın savaşa girmesini istemiyorlardı. İngiltere bozulan
ekonomisini düzeltmek maksadıyla İran’a defalarca borç vermiş fakat borçlarını
tahsil etmekte zorlanmıştı. İngiltere’ye göre İran, borçlarını ödeyemeyecek
duruma geldiğinde burada bir himaye rejimi kurmak zorunda kalabilirdi. Bu da
İngiltere’nin istemediği bir durumdu. İngiltere, İran ile daha çok Hindistan’ın
güvenliği açısından ilgilenerek İran’da herhangi bir dış gücün etkili olmasını
önlemeye çalışarak kendi askeri ve donanması için uygun zemin hazırlama
amacındaydı. Rusların İran üzerindeki hedefleri ise Kafkaslar ve İran üzerinden
sıcak denizlere inme projesini gerçekleştirmekti.[39]
Rusya 1905 yılında Japonya
karşısında aldığı mağlubiyet neticesinde toparlanmak ve kaybettiği prestiji
tekrar kazanmak için İran’la ilgilenmeye başladı. Ruslar kötü giden
ekonomilerini fırsat bilerek İran hükümetine borç para vererek burada etkili
bir konuma gelmeye çalıştılar. Rusların bu çabaları İngilizlerin dikkatinden
kaçmadı. İngiltere ve Rusya İran’dan sağlayacakları siyasi ve ekonomik faydadan
vazgeçmek istemiyorlardı. İran ise ne siyasi, ne ekonomik, ne de askeri açıdan
dış müdahalelere karşı koyacak durumda değildi. 1907 yılında İngiltere ve Rusya
arasında yapılan antlaşmaya göre İran, üç nüfuz bölgesine ayrılacak; İran’ın
kuzeyi Rusların, güneyi İngilizlerin nüfuz alanı olacak, arada kalan bölüm
tampon bir bölge olarak kalacaktı. Bu antlaşmayla İran Rus ve İngiliz etki
alanlarına bölünürken temelde her iki devlet stratejik olarak İran’ın
tarafsızlığını destekliyordu. Böylelikle İran, Rusya etkisindeki Orta Asya ve
Hindistan arasında tarafsız tampon bir bölge olarak kaldı. Ayrıca bu antlaşma
ile Türkler ile İranlılar arasında tartışmalı sınırlar konusunda İran, iki
güçlü devletin desteğini alırken kendi bağımsızlığından da fedakârlık etmiş
olmaktaydı. Birinci Dünya Savaşı başladığında Alman askeri heyeti ve Osmanlı
yöneticileri İran'ın tarafsızlığına farklı bakıyorlardı. İran tarafsız kalarak
temelde Rusya ve İngiltere’nin çıkarlarına hizmet etmekteydi. İran’ın Kafkasya
ve Meşhed bölgelerinde Rus askerleri bulunmaktaydı. Kafkasya'da bulunan seçkin
Rus askeri birlikleri Almanya cephesine gönderildiğinden bu cephe zayıflamıştı.
Almanlar ile Osmanlıların da bu durumu fark etmeleriyle askeri birliklerini
Tebriz’e sokmakta bir zorlukla karşılaşmadılar. Osmanlılar, Rusya ve
İngiltere’nin İran’daki prestijlerini yerle bir etmek istiyordu. [40]
Ruslarla Türklerin
mücadele alanı İran Azerbaycanı’nda oldu. Ancak Osmanlılar, İran’daki
konumlarını sağlamlaştırmayı başaramadılar. 1915 Ocak sonuna doğru Ruslar, Türk
kuvvetlerini çekilmeye zorlayarak Türklerin üstünlük kazanmasını önlediler.
İngilizler ise güney İran’da hayati öneme sahip petrol sahalarını korumaya
çalışırken aynı zamanda Irak’a askeri müdahale için buradan faydalandı. 1916
Haziranı’nda İran hükümeti meclisten bir anlaşma geçirerek İran da Rus ve
İngiliz himayeciliğini kabul ettirdi. Ruslar, İran'da zayıf bir idarenin kalmasını
istediklerinden İngiltere ile İran lehine olabilecek her hangibir konuda
işbirliğine gitmekten kaçınıyordu. Diğer yandan İran'da Alman ajanları büyük
bir faaliyet göstererek; buradaki Müslümanları savaşa katılmaları için ikna
etmeye çalışıyorlardı. 1917 Bolşevik devrimini Takip eden dönemde Rusya
İran'daki askerlerini geri çekti. İran'da Rus askerlerinin bulunması birçok
problem yaratmaktaydı.[41]
5 Aralık 1917'de Lenin ve
Stalin, doğunun bütün Müslümanlarına bir bildiri yayınlayarak, İran hakkında
yapılan antlaşmaları yırttıklarını açıkladılar. Burada kendi kaderlerini
kendilerinin belirleme hakkını tekrar belirtiler. 14 Ocak 1918'de dışişlerinden
sorumlu komiser Trocky daha ileri giderek yalnızca Rus askerlerinin İran'dan
geri çekileceğini değil, aynı zamanda Osmanlı ve İngiliz kuvvetlerinin de geri
çekilmesi konusunda ısrarcı olacaklarını İran hükümetine duyurdu. 13 Kasım
1918’de Rusya, Brest- Litovsk antlaşmasının geçersiz ve sağlam olmayan bir
antlaşma olduğunu açıkladı. Bu dönemde Rusya'nın hedefi, İran'da herhangi bir
gücün üstün pozisyona gelmesini önlemekti. Rusya’daki 1917 devriminden sonra
İngiltere, İran’da denetimi tam olarak eline aldı. Diğer taraftan İngiltere
Mezopotamya’da askeri üstünlüğü ele geçirdiğinden şimdi Ortadoğu’da en güçlü
devlet konumuna gelmişti.[42]
Karadeniz ile Hazar Denizi
arasında kalan bölge zengin petrol yataklarına sahipti. Rusya buradaki etkisini
kaybetmek istemiyor, hem siyasal hem de ideolojik olarak İran üzerinde etkili
olmaya çalışıyordu. Sovyetlere göre Asya ülkelerinin devrimci sürece
katılmasında İran’ın önemli bir rolü olabilirdi. İran devrimi bütün doğuyu
etkilemesi açısından önemli olacaktı. İran, Sovyetlerin yanına çekildiğinde
bütün doğuda devrimci hareketleri etkileyeceği kaçınılmazdı. Dolayısıyla
Bolşevikler için İran büyük öneme sahipti. Bu nedenle Bolşevikler iktidara
gelir gelmez İran’a farklı bir açıdan baktılar. İngilizler ise hala Rusya’yı
Hindistan için bir tehdit olarak görmeye devam ederken bu ülkenin İran’daki
etkisini azaltmaya çalışıyorlardı. Rusya’nın İran’a karşı izlediği politikada
İngiliz emperyalizminin kovulması için Sovyetlerin İran yanında olduğunu
belirterek bu ülkedeki halk desteğini sağlamaya çalıştılar. 1918’de Sovyet
güçleri İran’dan çekildiğinde burada oluşan boşluk İngilizler tarafından dolduruldu.
İngiltere, İran üzerindeki gücünü sağlamlaştırmak için 9 Ağustos 1919'da
İran'la bir anlaşma yaptı.[43]
Bu antlaşma ile İngiltere, İran'a borç para verirken, kendisi de İran ordusunu
denetleme ve ülkenin mali yapısını kontrol etme hakkını elde ediyordu. 30
Ağustos'ta Sovyet dışişleri komiseri Çiçerin, bu antlaşmayı tanımadığını
açıklarken, bunun İranlıların köleleştirilmesi olduğunu belirtiyordu.
Sovyetlere göre bu bir kâğıt parçasından başka bir şey değildi. 1919'da İran
Şahı Londra'yı ziyaret ederken, İngiltere- İran ilişkileri oldukça iyi
düzeydeydi. 1919 İran-İngiliz antlaşması Mecliste onaylanmayarak, Şah’ın
İngiltere'den dönüşü bekleniyordu. İngiltere İran’dan çekilmeden önce güçlü bir
hükümetin kurularak buradaki karışıklıkları önlemesini böylelikle komünist
etkilerden uzak kalmasını planlamıştı. Ancak Bolşevik askerlerin İran’da
olması, durumu kötüleştiriyordu. 1920 yılı başlarında İngiliz hükümetinin
garantilerine rağmen, Sovyetler Birliği İran’ı işgal edebileceğini bildirdi.
İran, bunu gerçekçi bulmamış ve yeni üye olduğu Birleşmiş Milletler Cemiyeti’ne
şikâyette bulunmuştu. Rusya, Birleşmiş Milletler Cemiyetinin baskısıyla İran
ile müzakereye oturacağını bildirdiyse de sözünde durmamıştır. 18 Mayıs'ta
Sovyet Hazar donanmasına bağlı gemiler Bakü'yü bombalayarak çok sayıda insanın
ölüme ve büyük çapta hasara sebebiyet verirken, kent harabeye dönmüştür.
Kentteki İngiliz askerleri Kazvin’e çekilmişlerdir. 21 Mayıs'ta Hasan Han
Vusûkuddevle, Lord Curzon’dan yardım istemiş fakat bir karşılık bulamamıştır.
Her halükârda İran'da bulunan İngiliz kuvvetleri, Sovyetlere karşı koyabilecek
bir güçte değildi, hem sayı hem de teçhizat bakımından çok zayıf bir
durumdaydı. İngilizler bu nedenle tek kurşun atmadan çekilirken İran tekrar
Sovyet tehdidine açık bir hale geldi. Sovyetler bu uygun ortama rağmen daha
fazla ileri gidemedi. İngiltere, İran’daki menfaatlerini tehlikede gördüğünden
İngiliz ve İranlı görevlilerden oluşturduğu bir heyeti İran ile ilgili
meseleleri görüşmek üzere Moskova’ya gönderdi. İngiltere menfaatleri gereği
İran’ın bağımsız bir şekilde Sovyetler ile görüşmesini istedi. Sovyetler ile
yapılan görüşmelerden sonra anlaşmaya varılarak Bolşeviklerin İran’da İngiltere
aleyhine propaganda yapmaması ve İran’ın bağımsızlığının tanınması kabul edildi.
İngiltere ise Rusya’daki ihtilal karşıtı unsurlara yardım etmemeyi ve
kuvvetlerini Asya’dan çekmeyi kabul etti. Her iki devlet de İran’daki
kuvvetlerini geri çekmeyi kabul ettiler.[44]
1921 Nisanında İngilizler,
İran'dan çekilme karan alırken Lord Curzon, bağımsız bir İran’ın İngiliz
çıkarları ile daha çok uyum içinde olacağını düşünüyordu. İran’da 1920
sonlarına doğru başlayan iç karışıklıklar ve Rus tehdidini fırsat bilip 1921
Şubat ayında Rıza Han'ın askeri kuvvetlerle Tahran’a yürümesiyle bu iç karışıklıklar
kontrol altına alındı. Arkasından hemen sıkıyönetim ilan edilerek Rıza Han,
Serdar-i Sipah (Genel Kurmay Başkanı) görevini -üstlendi. Bütün bunlara rağmen,
Rusya ve İngiltere'nin temelde ilgilendikleri konu petroldü. Ruslar petrol
konusunda kazandıkları imtiyazları bırakmak niyetinde değillerdi. Ruslar,
1916’da İran’ın beş eyaletinde petrol ve doğal gaz arama imtiyazı elde
etmişlerdi. 1917'de Bolşevik devrimi olduğunda İran, bu imtiyazların geçersiz
olduğunu açıklamış, 1921'lere gelindiğinde ise, Rusya tekrar bu hakları
İran'dan elde etmek İster. İran'da petrol konusunda izin isteyen İngiltere’nin
yanında Amerikalılar da vardı.50
İran için, burada esas
olan, İngilizlerin geri çekilmesi ile Sovyetlerin tekrar dönme ihtimalini
ortadan kaldırabilmekti. Burada İngiltere, İran'da statükonun yerleşmesi için
sıkı bir askeri diktatörlüğün kurulmasını zorunlu görmekteydi. Rıza Han ise
bunun için son derece uygundu. Daha sonra Seyyid Ziyaeddîn Tabatabaî ile iş
birliğine gidildi. O, İngiliz yanlısı ve antikomünist eğilimli bir gazeteciydi.
1919'da İran-İngiliz antlaşmasına büyük destek vermişti. Rıza Han tarafından
yapılan darbe, İngiliz çıkarlarına hem uygun, hem de tersti. Kuvvetli bir
diktatörlük yaratılarak İngilizlerin çekilmesinden sonra Sovyetlerin dönmesine
engel teşkil etmişti. Rıza Han’ı iktidar döneminin başlarında Şiî ulema
desteklemiş, onu İslam’ın koruyucusu olarak görmüştür. Rıza Han da, iktidarını
güçlendirinceye kadar dini motifler kullanmaya büyük özen göstermiştir. Ayrıca
İran'daki kamuoyu dış baskılara karşı olduğu için, güçlü bir otorite
kurulmasından yanaydı. Rıza Han da, bu beklentileri göz önüne bulundurarak,
İran hükümeti üzerindeki İngiliz etkisini azaltmaya çalıştı. Bunun ilk
göstergesi 1919 İngiliz-İran antlaşmasının kaldırılması oldu. Ayrıca Rıza Han,
1921'de İngiliz askeri uzmanlarının İran ordusunda görev yapmalarına sınırlama
getirdi. Rıza Han, bir bakıma İngilizlerle, Ruslar arasında denge politikası
kurmaya çalıştı. Diğer yandan Ziyaeddîn Tabatabaî, İngiliz yanlısı tutumdan
vazgeçerek 26 Şubat 1921'de İran hükümetiyle Sovyetler Birliği arasında hemen
bir dostluk antlaşması imzalandı. Burada, İran hükümetinin Çarlık rejimine olan
borçları iptal
edilmişti. Bütün bunlar
Sovyetlerin tekrar İran üzerinde etkili olduğunun bir göstergesiydi. 1921
antlaşmasına göre Tahran hükümeti Gilan üzerindeki kontrolü tekrar kazanırken
Sovyet askerlerinin ne zaman çekileceği konusu belirsizdi. İran aynı zamanda
Sovyetler Birliğinden İran’ın içişlerine karışmayacağı konusunda teminat aldı.
Bu antlaşmada süre belirsiz olduğundan, ne kadar yürürlükte kalacağına dair bir
madde yoktu. Antlaşmanın bir maddesinde her iki ülke kendi sınırları içerisinde
birbirleri aleyhine olacak organizasyonlara izin vermeyeceklerdi. Ayrıca kendi
ülkelerini bir biri aleyhlerine silahlı bir saldırı için kullandırmayacaklardı.
Bunun yanında kendi topraklarını üçüncü bir devletin silahlı gücü yararına da
kullandırmayacaklardı. Burada açıkça hedef İngiltere idi. Böylelikle
İngiltere’nin olası bir güney İran’daki faaliyetlerine karşı oldukları
vurgulanmış oluyordu.[45]
Rıza Han'ın İran
siyasetine damgasını vurduğu yirmi yıllık zaman diliminde, 1921-1925 arası
süreç, merkeziyetçi bir devlet yaratma noktasında mücadelelerin yaşandığı,
aşiretlerin ve ayrılıkçı grupların çıkarttıkları bölgesel isyanların
bastırıldığı ve bu doğrultuda profesyonel, modern donanımlı bir ordunun,
merkezi bir hazinenin ve ülke genelinde düzgün işleyen bürokratik organların
sil baştan kurulmasına yönelik ön hazırlıkların yapıldığı bir geçiş dönemi
oldu. Darbeyi takip eden ilk iki yıllık zaman zarfında ezeli düşman
İngiltere’ye ve politikalarına kuşku ile bakıldı. Bolşevik Rusya’ya alternatif
olarak Washington’a yeşil ışık yakılıp, orada sürdürülen temaslar sonrasında
Standart Oil Company of New Jersey adlı şirketle İran'ın kuzeyindeki bölgelerde
petrol arama ve çıkarma hususunda bir antlaşma imzalandı ve Amerikalı
danışmanlar İran’a davet edildi.[46]
Yine bu süreçte Rıza Han
sırasıyla kara kuvvetleri komutanı ve savaş bakanı olmak kaydıyla gücünü
pekiştirmiş bakan ve başbakanları göreve getirerek veya onları makamlarından
uzaklaştırarak meclis üzerindeki gölgesini gün be gün hissettirmeye başladı.
Zira kendisinin başbakanlık koltuğuna oturduğu 1923 Ekimine kadar her biri
farklı başbakanın yönetimi altında toplam altı kabine görev yapmıştı. 21 Şubat
hükümet darbesini takip eden dört yıllık zaman dilimi Rıza Han’ın adım adım
yükselişine ve gelecekte yapmayı tasarladığı reformlara yönelik olarak bunların
alt yapısının hazırlandığı bir süreç oldu. Yüzyıllardır kanayan bir yara olan
aşiretler sorununun çözümü ve ayrılıkçı isyanların bastırılması ile işe
başlayan Rıza Han, bu doğrultuda temel önceliğini ordunun modernizasyonuna ve
merkezi hazinenin yeni baştan kurulmasına verdi. Bu süreçte meclisten alınan
kararla silahlı kuvvetlerin bütçesi artırıldı, asker sayısında artışa gidilip
teçhizatlar modernize edilip başta Gilan’da ve Horasan'da patlak veren
ayaklanmalar da dâhil birçok ayrılıkçı isyan bastırıldı ve taşrada hüküm süren
soygun ve eşkıyalığın önüne önemli oranda geçildi.[47]
1925 yılına gelindiğinde
ülke genelinde savaş sonrasında hâkim olan kargaşa havası yerini daha ılımlı
bir iklime bırakmaya başlamıştır. Rıza Han, ülkede huzur ve güvenliği
sağladıktan sonra yeni siyasal rejim için nabız yoklamaktaydı. Yeni bir siyasal
rejim içinse reformların yapılması gerektiğini biliyordu. 30 Ekim 1923 tarihli
İran Gazetesi’nde yayımlanan beyannamede Rıza Han, şunları söylüyordu: ‘‘Bu vakte kadar yalnız askeri işlerle
meşgul oluyordum. Çünkü bütün ıslahatın, her şeyden evvel düzeni temin edecek
bir kuvvete merbut olduğu düşüncesinde idim. Şimdi ise artık memleketin diğer
hususat-ı idaresini ıslah etmek zamanı ve imkânı geldiğine kaniyim.”[48]
Rıza Han’ın istediği rejim
aslında Cumhuriyet idi. Dünya kamuoyunda Türkiye’de Cumhuriyetin ilan edilmesinin
ardından, İran’da da Cumhuriyetin ilan edileceğine yönelik bir beklenti
oluşmuştu.[49]
Ancak ulemâ, Rıza Han’ın kalbinde yatanın cumhuriyet olduğu ve onun ülkeyi
Kemalist Türkiye çizgisinde yönlendireceğini sezince, bu fikre şiddetle karşı
çıktı. Aslında Rıza Han da, cumhuriyet fikrini tam olarak içine
sindiremediğinden bu konuda çok da samimi değildi. O, ulemânın karşı
çıkmasından sonra, dini eğitimin merkezi olan Kum şehrine giderek önde gelen üç
Âyetullah; Hairî, Nainî ve İsfahanî ile görüştü. Bu görüşme sonrası Rıza Han,
şu beyanatta bulundu: “Tecrübe
ile sabittir ki hükümet başkanları hiçbir zaman halkın fikirlerine muhalif ya
da karşıt bulunmamalıdır. İşte bu prensibe bağlı olarak şimdiki hükümet kaynağı
ne olursa olsun halkın hislerine saygılı kalmayı yeğlemiştir. Bu görüşme
sonunda, halkı cumhuriyet lafını ağzına almaması konusunda uyarmaya karar
verdik. Bundan ziyade, herkesin gayret göstermesi gereken husus, reformların
önündeki engelleri kaldırmaya yardımcı olarak ülkenin ilerlemesini sağlamak ve
bana dinin temellerini sağlamlaştırmada, ülkenin bağımsızlığını teminde ve
milli hükümetin güçlenmesine yardım etmektir. İşte bu nedenledir ki bütün
vatanseverleri uyarıyor, Cumhuriyet fikrine kanmamalarını ve üzerinde mutabakat
ettiğimiz yüce gayede benimle işbirliği yapmalarını rica ediyorum.”[50]
Bu gelişmelere kayıtsız
kalmayan İran Meclisi 14 Şubat 1925’te bir kanun çıkararak Rıza Han’a yeni
haklar tanıdı. Böylece Rıza Han, iktidardaki yerini iyice sağlamlaştırdı. Rıza
Han’ı Şahlığa götüren süreç 1925 yılının son çeyreğinde başladı. Avrupa
seyahatine çıkmış olan Ahmet Şah, uzun bir süreden sonra İran’a dönme kararı
aldı. Ülke içinde de Şah’ın dönmesi için çeşitli mitingler yapıldı. Fakat Ahmet
Şah, Rıza Han’dan çekindiği için İran’a dönüşünü erteledi. 1925 yılı 28 Ekim
günü, İran Meclisi toplandı. Bu toplantıda KAÇARLARın tahtan indirilmeleri ve
Rıza Han’a, İran Meclisi ülkeye yeni bir anayasa hazırlayıncaya dek yönetim
yetkisinin verilmesi önerisinde bulundu. Kısa bir süre sonra İran Meclisi,
Kaçâr hanedanlığının kaldırılmasına, Rıza Han’ın Saltanat Naibi olmasına ve
yeni bir hükümet kurmasına karar verdi. 12 Aralık günü İran meclisinde yapılan
oylama 257 kabule karşın 3 çekimser oyla sonuçlandı. Meclis, ittifakla saltanat
naibi Rıza Han’a, şehinşahlık tacını verdi. Rıza Han, 13 Aralık 1925’te İran
hükümdarı olarak tahta çıktı. Aynı gün Kaçâr veliahdı Muhammed Hasan Mirza’yı,
Gülistan Sarayı’ndan çıkarttı ve Kazvin üzerinden Bağdat’a sürdü. Rıza Han, 25
Nisan 1926’da Gülistan Saray’ında şehinşahlık tacını giyip Pehlevî
hanedanlığının ilk şahı olarak İran tahtına oturdu. Böylece 1779’dan beri
İran’a hâkim olan Kaçâr hanedanlığı tarihe karışmış oldu. Rıza Han artık Rıza
Şah’tı. 1941 İngiliz-Sovyet işgaline kadar da öyle kaldı. Önceki beş yılla
birlikte bu on beş yıla Rıza Şah dönemi diyebiliriz.
57
Rıza Şah’ın ulus inşası,
öncelikle Arap-İslam dünyasından kimlik bakımından ayrışmayı vurgulama
isteğini, Avrupa’nın seküler milliyetçilik anlayışını ve geleneksel din-kabile
bağlılıklarının yerine devlete bağlılığı getirmeği içeriyordu. Bunun yanında,
Rıza Şah’ın uygulamaları, Fars kimliğini, İranlılık kimliğinin merkezine alıp
bu İranizmi ideolojileştirmek üzerine kuruluydu. Rıza Şah, Birinci Dünya
Savaşı’nın sonundan itibaren popülerleştirilmeye çalışılan yeni tür Aryanist ve
Panfarsist milliyetçiliği benimsedi. Yıllarca sekreterliğini yapacak olan
Ferecullah Behramî gibi etrafında bulunan genç Panfarsistler, onun Fars
merkezli milliyetçi programlarının uygulanmasına katkıda bulundular. Rıza Şah,
Farsça’yı ülkenin resmi dili olarak ilân etti, yerel dillerin okullarda
kullanımını ve Farsça dışındaki dillerde kitap ya da gazete yayınlanmasını
yasakladı. Bu gibi adımlarında Almanya’nın 1930’lardaki ideolojik yöneliminden
ve İran’a artan ilgisinden de etkilendiği bilinmektedir. Rıza Şah döneminde
ülkenin sanayi, ulaşım (dEmiryolu), iletişim (radyo) gibi alanlarda hızlı
gelişmeler göstermesinin ve petrol gelirlerindeki artışın da etkisiyle
merkezîleşme hızlandı ve ulus inşası da paralel olarak ilerledi.[51]
RIZA ŞAH DÖNEMİ’NDE EDEBİYAT
Kacâr hükümetinin
yıkılması ve Pehlevî ailesinin gücü ele geçirmesi, Fars şiiri için yeni bir
doğuş oldu.[52]
Meşrutiyet döneminin bazı şairleri, mesela Ferruhî, Bahar ve Lâhutî meşrutiyet
döneminden sonra da edebiyat alanında varlıklarını etkin olarak sürdürdüler.
Pervîn-i İtisamî ve Nimâ Yuşic gibi diğer şairler de meşrutiyet dönemi sonunda
ortaya çıktılar.[53]
Bu dönemden sonra meşrutiyet şiirinin mirası, şiirde sınırsız bir yenilik
araması oldu. Bunun öncüleri şiir dili ve içeriğinin hayattaki değişim ve
koşullarla uyumlu olmadığını hisseden şairlerdi. Bu olay, şiir alanında
yenilikçi bir akımın oluşumuna ve Fars şiirinin klasik haline baskı yapmaya
sebep oldu ve sonuçta iki gurup oluştu. Birinci grup, klasik şiiri savunmaya
çalıştı, bunun karşısında diğer grup ise yenilikçi şiiri benimsedi.[54]
Zebân-i Azâd
gazetesinde “Mekteb-i Sa’di” adlı bir makalenin yayınlanması, modern ve klasik
şiir kavgasının başlangıç noktasıydı. Bu makalede yazar, Sa’di ve şiirini
eleştirdi. Onun karşısında bir grup, Sa’di’yi savunmaya çalıştı. Bu tartışmalar
yavaş yavaş klasik şiiri savunma şekline dönüştü ve modern şiirin aleyhine ilk
savaş adımları olarak ortaya çıktı.[55] Öbür taraftan yenilikçiler,
Teki Refet’in öncülüğü ile klasik şiir aleyhine yeni bir hareket başlattılar.
Ref’et, yenilikçi akımını bu dönem sürecinde bir teorisyen olarak yönetti.
Refet’i çağdaş şiirin ilk teorisyenlerinden olarak sayabiliriz.[56]
Düşüncelerinde fazlaca abartılar görülmekte ve bazen klasik şiirin değerini
tamamen inkâr etmektedir. Ancak bunlara rağmen kafiyesiz ve eşit olmayan
mısralarla şiir yazan ilk kişilerdendir. Bu yüzden de şiir alanında değerli bir
karakter sayılır. Refet’den sonra Ca’fer Hameneyî ve Şems-i Kesmayî, Fars
şiirinde yenilikçi akımın peşinden giden ilk kişilerdi. Ref’et’in ve diğer
yenilikçilerin yaptıkları ilk şey, aslında Nimâ Yuşic’in gideceği yolu
hazırlamaktı. Çağdaş şiirin babası olan Nimâ, bu şairlere minnettardı.[57]
Rıza Şah dönemi, Fars
şiirine yeni bir yol belirledi. Fars şiiri başka bir yazgıya kapı araladı. Bu
dönem paradokslarla dolu bir dönemdi. Başta cumhuriyet taraftarı olan Rıza Han,
düşüncesini değiştirip, İran’ın padişahı olarak tahta çıktı. Rıza Han, bir
taraftan sosyal, ekonomik ve sanayii geliştirme ve toplumu modernleştirme amacı
taşıyordu. Öbür taraftan da tamamen diktatör bir hükümet kurmuştu. Her türlü
gelişmiş ve yenilikçi düşünceye karşı çıkıyor ve her nevi insani özgürlüğü
inkâr ediyordu. Rıza Han’ın diktatörlüğünün sonucu olan sansür, idam ve
sürgünlerin, bu dönem şiir akımlarının oluşumunda etkin rolü vardı. Bu
koşullar, Fars edebiyatında toplumun durumundan doğrudan ya da dolaylı bir
şekilde etkilenen eserlerin oluşumuna sebep oldu. Öz Farsçaya doğru eğilim,
Eski İran’ın azameti ve büyüklüğünün övgüsü, Arap düşmanlığı bu dönem şiirinin
en önemli özelliklerinden sayılıyordu. Elbette dönem hükümetinin de bu durumun
yaygınlaşmasında büyük etkisi vardı. Nazizm’in doğuşu ve Arya geninin üstünlüğü
bu dönemde konuşulan en yaygın konulardan biriydi.[58]
Rıza Han’ın sürgününden
sonra şiirde yenilikçi akım devam etti ve toplumun siyasi ortamından
etkilenerek iniş çıkışlar yaşadı. Bu zamana kadar Nimâ Yuşic, kendi planını
yani Fars şiirinde temel değişimi gerçekleştirmeğe çalışıyordu.
Bu dönem çok sayıda edebi
dergiler yayınlandı ve bu farklı düşüncelerin buluşması için uygun bir imkân
sağladı, edebiyat ve şiirin gelişmesi ve yenilenmesi için önemli bir zemin
oluşturdu. Gulçîn-i Gilanî ve Ali-yi Şirazîpûr bu dönemin yenilikçi
şairlerinden sayılıyorlardı.[59]
Ş. Pertuv’un yenilikçiliği
Nimâ’nın biraz ilgisini çekmiştir. Gulçîn-i Gilanî de Nimâ ile aynı düşüncede
sayılmamasına karşın etkili ve farklı eserler sunmuştur.[60]
Nimâ Yuşîc’in şiir
alanında meydana çıkması fevkalade etkili ve önemli bir olay idi. Onun tarzı,
Fars şiirinin bin yıllık yolunda temel değişimlere sebep oldu. Nimâ kendisinden
önce bütün yenilikçi şairlerin yaptıklarını sağlam bir hedefe ulaştırdı. Onun
öbür yenilikçi şairlerle en önemli farkı, kendi işinde planlı davranmaktı;
bütün bu süreç boyunca kendisi için ciddi hedefler belirlemişti.[61]
Nimâ da bütün o dönemin şairleri gibi başta klasik şiir şairi idi. İlk
yayımlanan eseri “Kıssa-yi Reng-i Perîde” idi. Bu eser yenilik düşüncesi için
orta düzeyde bir şiir sayılırdı. Çünkü Nimâ’nın daha sonra inandığı
yenilikçilik teorisi, bu şiirde pek gözükmemektedir.[62]
MUHAMMED RIZA ŞAH DÖNEMİ
Muhammed Rıza Şah,
iktidara gelir gelmez bir taraftan Âyetullah Kaşânî’nin başını çektiği
Fedâiyân-i İslâm, diğer taraftan da 1942 yılında kurulmuş olan solcu Tudeh
Örgütü’nün baskısıyla karşılaştı. Tudeh Örgütü, 1945’te Ruslar’ın da desteğiyle
Azerbaycan ve Kürdistan’daki merkezi otoriteyi yıktı. Ruslar’ın 1946 Mayısında
bölgeden çekilmesiyle destekten mahrum kalan Otonom Azerbaycan Cumhuriyeti ile
Kürdistan Cumhuriyetçi Halk Partisi İran ordusuna karşı direnemeyerek çöktüler.
1941 yılında Almanlar’ın
İran’dan çıkarılmasıyla boşalan üçüncü güç faktörünü Amerika Birleşik
Devletleri doldurdu. Bu tarihten sonra Amerikalılar’ın İran’daki nüfuzu ve
askeri varlığı giderek güçlendi. Nihayet 1947’de Truman doktrinine İran’ın da
dâhil edilmesiyle İran’ın siyasi konumu belirginleşmiş oldu. Öte yandan Tudeh
Örgütü’nün şiddete başvurması üzerine ülke anarşiyle karşı karşıya kaldı. Bir
Tudeh üyesi, Şubat 1949’da Şah’a suikast düzenleyince örgüt kapatılarak ülkede
sıkıyönetim ilân edildi. Aynı yıl Muhammed Musaddık’ın başını çektiği Cephe-i
Millî kuruldu. Cephe-i Millî, Hizb-i Zahmetkeşân, Hizb-i Millet-i İran,
Câmi’a-yi Mücâhidîn-i İslâm, Fedâiyân-i İslâm çeşitli sol entelektüellerin bir
araya gelerek Muhammed Rıza Şah’ın diktatörlüğüne karşı oluşturduğu bir
hareketti.
Şah, 1950’de hanedanın
topraklarını topraksız köylülere dağıtmak üzere kurduğu bir vakfa transfer
etti. Ancak başbakanlığa getirdiği Ali Rezmârâ’nın 1951 yılı Mart ayında bir
Fedâiyân-i İslâm üyesi tarafından öldürülmesi yüzünden Şah’ın bu teşebbüsü
sonuçsuz kaldı. 29 Nisan 1951’de başbakan olan Musaddık petrolü millileştirdi.
Bu arada Cephe-i Millî ittifakı çözülmeye başladı. Musaddık’ın uygulamalarından
rahatsız olan muhafazakâr kanat desteğini çekti. İran diğer taraftan, Batılı
şirketlerin uyguladığı ambargo sebebiyle yaklaşık üç yıl boyunca petrol
gelirlerinden mahrum kaldı. Ülke, ekonomik krizle yüz yüze geldi. Musaddık
giderek bir diktatör gibi hareket etmeye başladı. Önce senatoyu, Temmuz 1952’de
anayasa mahkemesini, Ağustos 1953’te de meclisi kapattı. Sıkıyönetim ilân
ederek basını susturdu. Neticede Cephe-i Millî tamamıyla dağıldı. Menfaatleri
tehlikeye giren İngiltere, Amerika’yı İran’da darbe yapması için ikna etti.
Central Intelligence Agency’nin (CIA) planına uygun olarak 13 Ağustos’ta
Musaddık azledilerek yerine General Zâhidî getirildi. Musaddık’ın direnmesi
üzerine Şah geçici bir süre ülkeyi terk etmek zorunda kaldı, fakat Zâhidî’nin
Tahran’da kontrolü ele geçirmesi üzerine geri döndü.
Petrol krizi Musaddık’ın
devrilmesinden sonra Ağustos 1954’te çözüldü. Buna göre İngiliz, Amerikan,
Hollanda ve Fransız firmalarından oluşan bir şirketler birliği İran Millî
Petrol Şirketi adına petrol çıkaracaktı. İran 3 Kasım 1955 tarihinde Türkiye,
Irak, Pakistan ve İngiltere’nin oluşturduğu Bağdat Paktı’na girdi.
Şahın hayata geçirdiği en
önemli uygulama 15 Ocak 1962 tarihli toprak reformudur. Buna göre toprak
sahipleri birden fazla köyü ellerinde bulunduramayacak, fazla topraklar devlet
tarafından satın alınıp topraksız köylülere dağıtılacaktı. Aslında toprak
reformu, Ocak 1963 tarihli referandumla kabul edilmiş olan ve içinde kadın
haklarının iyileştirilmesi, okuma yazma seferberliği gibi radikal reformlar da
bulunan Şahın altı maddelik programının bir parçasıdır. “Ak Devrim” olarak bilinen
bu programla Şahın gerçek hedefi, kendisiyle halk arasındaki iletişimi
engellediğine inandığı aşiret, ulemâ ve toprak zenginleri gibi güç odaklarını
ortadan kaldırmaktı. Şah’ın bu niyetini anlayan ulemâ ve Cebhe-yi Millî, Ak
Devrim’e karşı çıktı. Eylül 1963’te seçimlere gidildi. Cebhe-yi Millî’nin
boykot ettiği seçimlerde yeni kurulmuş olan ve Şah’ın programını destekleyen
Millî Birlik Partisi mecliste çoğunluğu elde etti.
Bu arada Şah ile ulemâ
arasındaki çekişme 1963 yılında doruğa ulaştı. Toprak reformu konusunda
referanduma gidilmesinin teklif edilmesi ve Kum şehrinde ulemânın
faaliyetlerinin polis tarafından engellenmesi üzerine Âyetullah Humeynî
liderliğinde mitingler yapıldı. Tutuklanarak ölüm cezasına çarptırılan
Âyetullah Humeynî, Âyetullah
Şerîatmedârî’nin
girişimiyle ölümden kurtularak önce Türkiye’ye, sonra da Irak’a sürgüne
gönderildi.[63]
Musaddık’tan İslam Cumhuriyeti’ne
Rıza Şah 1930’lar boyunca
güç dengesine dayalı olarak İran’ın toprak bütünlüğünü korumaya çalıştı. İkinci
Dünya Savaşı’nın başlamasıyla, İngiltere-Rusya ittifakı, İran’ın tarafsızlığını
havada bırakıp bu ülkeyi müttefik ihtiyaçlarının güzergâhı haline getirdi ve
güvence altına aldı. 25 Ağustos 1941’de İngiliz donanması Basra Körfezi’nin
İran tarafındaki Horremşehr’e doğru yol aldı. Öte yandan Sovyet Kızıl ordusu da
Güney Azerbaycan’ı işgal etti. 127.000 kişilik ordusu büyük devletlerin savaş
makinaları karşısında adeta soluveren Rıza Şah, müttefiklere bağlanmadan ayakta
kalamayacağına ikna oldu. Zira Tahran’ın İngiliz ve Rus birliklerce
kuşatılmasıyla birlikte ordusu dağıldı ve merkezin otoritesi için her zaman bir
tehdit olmaya hazır aşiretlere hafif silâhlar dağıtıldı. İngilizler, kendi
elleriyle getirdikleri Rıza Şah’ın işleri sürdürmedeki performansından memnun
olmadıkları için yerine oğlu Muhammed Rıza Şah’ı geçirmişlerdir. Şah’ın eli
zayıf olmakla birlikte Ocak 1942’deki Üçlü Pakt Anlaşması ile büyük devletler
Pehlevî hanedanının devamlılığını sağlayarak ona meşruiyet kazandırmışlardır.
Rıza Şah döneminde dağılan ordu İngiliz desteğiyle yeniden kontrol altına
alınmıştır. Ancak bunlardan daha önemlisi, ABD’nin savaşa girmesiyle İran yeni
bir denge unsurunun işaretlerini almıştır. Öte yandan ABD’li Norman
Schwarzkopfu da Jandarma birliklerinin başına getirmişlerdir. ABD ise, savaş
sonunda önemli bir petrol ithalatçısı olacağını bildiğinden Körfez’deki bu
gelişmeden memnuniyet duymuştur. ABD’liler diğer siyasetçileri bir kenara
bırakıp Şah ve onun ordusu üzerinden gitmeye karar vermişlerdir. Şah da bu
güveni sağlamlaştırmak için elinden geleni yapmıştır.[64]
Savaş bittiğinde, 1943
Tahran Konferansı sonucunda ulaşılan bu kez ABD- İngiliz-Sovyet açıklamasıyla,
İran’a savaştaki katkılarından dolayı ekonomik yardım yapılması
kararlaştırılmıştır. Üçlü Pakt’ın hükümlerinden biri de İngiliz ve Sovyet
birliklerinin İran’dan çekilmesiydi. Ancak Sovyet Rusya ve bir ölçüde de
İngiltere, çekilmekte isteksiz davranmakta ve İran’daki geleneksel nüfuz
alanlarını korumaya çalışmaktaydılar. İki devlet, ABD’nin artan nüfuzundan da
rahatsızlık duyuyorlardı. Bu durum Soğuk Savaş olarak bilinen tarihî dönemin
tam da İran’da, hem de ülkenin Azerbaycan bölgesinde başlamasının nedenidir.
1950 itibarıyla, Anglo-Iranian Oil Company’nin İran petrollerinden 170 milyon
Pound kâr elde ettiği, bunun da %30’unu İngiliz hükümetinin vergi olarak aldığı
belirtilmektedir. 1933 imtiyaz antlaşması uyarınca İran hükümeti, %15-20
oranında bir telif hakkına sahipti. Bu adaletsizlik İran tarafında rahatsızlık
yaratmış, antlaşmanın yeniden müzakeresini gündeme getirmiş, sonuç olarak
1949’da Anglo-Iranian Oil Company ile İran Hükümeti arasında Tamamlayıcı Petrol
Antlaşması imzalanmıştır. Bu anlaşma İran’ın payını %30’a çıkarmaktaydı.
Aslen Türk aileden olan
Başbakan Muhammed Musaddık, AIOC’la yapılan 1933 tarihli petrol anlaşmasının
değiştirilmesini ve petrolün millîleştirilmesini istemiştir. Bu çıkış, Musaddık
öncülüğündeki Millî Cephe’ye Tûde (İran Komünist Örgütü) ve dinî grupların da
destek vermesine ve sokakları doldurmasına yol açmıştır. Şah ise bu gelişmeden
endişelenerek General Ali Razmara’yı Başbakanlığa getirmiştir. Razmara Millî
Cephe’yi bölmeye ve muhalefeti geri adım atmaya zorladıkça Millî Cephe
güçlenmiştir. Şah’ın ve İngiltere’nin kuklası durumuna düşen Razmara, Musaddık
başkanlığındaki bir Meclis komisyonu tarafından hazırlanan 19 Şubat 1951
tarihli petrolün tam millîleştirilmesi yasasını reddedince, 7 Mart’ta bir
Fedayian mensubu Razmara’yı suikastle öldürmüştür. Ülkede yeni bir karmaşa
dönemi başlarken Meclis de 15 Mart’ta Millîleştirme Yasası’nı onaylamıştır.
Bunun ardından
İngiltere’nin ve ABD’nin İran petrolünün geleceğine dair endişeleri artmış ve
petrol üretiminin merkezi olan Abadan bölgesinde karışıklıklar çıkarılmıştır.
Ancak Abadan krizinde İngiltere bir müdahaleyi göze alamamış, bunun yerine Şah
üzerinden Musaddık’a baskı yapmıştır. Musaddık, baskılar üzerine istifa etse
de, seçimle daha sonra daha güçlü olarak başbakan olmuştur. İngiltere, ABD ve
Şah’ın daha fazla endişelenmesi, “Ajax Operasyonu” olarak Ortadoğu tarihine
geçen ve Musaddık’ı 1953’te deviren bir CIA-MI6 darbesinin başlatılmasına yol
açmıştır.[65]
Musaddık deneyimi, İran’da
Şah’ın imajını zedelemiş, toplumdaki monarşi karşıtı duyguları güçlendirmiş,
monarşi karşıtı olup farklı ideolojik ve sosyal kesimlerden gelenlerin ortak
zemin bulmalarının önünü açmıştır. İran’da 1979 Devrimi’ne giden yolda, bu
anlamda Musaddık darbesinin rolü büyüktür. Çoğu yoruma göre, 1979 Devrimi’ne
giden süreçte toplumsal hareket Anti-Amerikanizm, Şîîlik ve İran
milliyetçiliğinin oluşturduğu bir üçlü sacayağına oturmuştur. Bunda da 1953
darbesinin rolü büyüktür. Musaddık darbeyle devrildiği 1953’ten, öldüğü 1969’a
kadar ev hapsinde tutulmuş, ancak İran’da sular bir türlü durulmamıştır.
1970’li yıllar, dünyanın
pek çok yerinde olduğu gibi, Ortadoğu’da da Soğuk Savaş’ın vasıtalı savaşları
mahiyetindeki çatışmalara yol açmıştır. 1970’lerin sonuna doğru özellikle sol
ve İslamcı akımlar sokak hâkimiyetinde ileri aşamalar kaydetmişlerdir. Şah
Muhammed Rıza Pehlevî ise, halkın nazarında ABD’nin Ortadoğu’daki ileri
karakolu olma vazifesini üstlenen, toplumdan kopuk, geleneklerden kopmayı ve
yozlaşmayı temsil eden bir çizgiyi temsil eder hale gelmiştir. Gelir
dağılımındaki adaletsizlik, özellikle siyasî dönüşüm süreçlerinde hep önde olan
esnafın rejime güvenini sarsmaya başlamıştır. Elbette devrimdeki dışsal
faktörler de bu noktada hatırlanmalıdır. ABD, Şah’ın ülkeyi taşımakta
zorlandığını gördüğünde, solun hâkimiyetine girecek bir İran’ı Sovyetler’in
çevrelenmesi projesine çok büyük bir tehdit olarak görmüş ve Şah karşıtı bloğun
İslamcı bir nitelik taşımasından o kadar da rahatsızlık duymamıştır. Sovyetler
ise Şah’ın ABD müttefiki olması nedeniyle her tür değişime ümitle yaklaşmıştır.
1979 yılının 16 Ocak’ında
Şah ve ailesi ülkeyi terk edecek, 1 Şubat günü ise, merkezinde devrimci
grupların en organize olanlarının bulunduğu Şah karşıtları, o güne kadar
sürgünde olan Âyetullah Humeynî’yi Paris’ten Tahran’a getirdiler. 30-31 Mart
1979 tarihli referandumla İran artık bir “İslam Cumhuriyeti” olmuştur. [66]
MUHAMMED RIZA ŞAH DÖNEMİ’NDE EDEBİYAT
1320’li yılları yeni
şiirin şekillendiği, 1330’lu yıllar, geliştiği, 1340’lı yıllar bu şiirin
yerleştiği ve gerileme evresinin başlangıcı, 1350’li yıllar ise şiirin
durağanlaştığı ve şiire saygının azaldığı dönemlerdir. Bu dönemlerde özellikle
1340 ve 50’li yıllar, Şah ve başbakan tarafından yenilik arayışı sebebiyle
refah ve uygarlığın zirve noktasına ulaştığı dönemler olarak bilinmekteydi.[67]
Bu yıllar siyasi kaygılar,
basın sansürü, direniş hareketleri ve siyasilerin umursamazlığından dolayı
sanatın ve şiirin değersizleştiği dönem oldu. 1340’lı yıllarda temelsiz ve
sorumluluktan uzak olarak gelişen yeni şiir, 1350’li yıllarda değerini iyice
kaybetti. 1350’li yılların ses getiren durumuna rağmen şiir hep önemsiz kaldı
ve toplum şiddetli bir savaş ortamına çekildi. Bu yıllar, fikir ayrılıkları,
düşüncelerin tartışma ortamından uzaklaşması, devrimci örgütler ve partiler
tarafından silahlı eylemlerin başlatıldığı dönem oldu. Bu savaş ortamı, 1349
yılı Behmen ayındaki Siyahkel olayına kadar devam etti. Daha sonra okullarda,
üniversitelerde ve kamu kurumlarında aydınlar, direniş hareketine katılmaya
başladılar. Tutuklamalar arttı ve hapishaneler direnişçilerle doldu. Ama bu
hapishaneler dahi direnişçilerin birer eğitim merkezi haline dönüştü. Bu
olaylardan sonra direnişçilerin sayısı gün geçtikçe arttı ve 1350’de iki önemli
direniş hareketi birleşerek, Fedâiyân-i Halk Örgütü kuruldu. 1350 yılının
sonbaharında, direniş hareketinin yoğun olarak yaşandığı bu dönemde Pehlevî
hükümeti padişahlığın 2500. yıl dönümü için tören düzenledi. Ancak İran’ın
içinde bulunduğu bu karmaşık ve fakir döneminde böyle bir şaşaalı törenin
yapılması halk tarafından kötü karşılandığı gibi, dünya devletleri arasında da
yersiz olarak görüldü.[68]
Bu esnada Mucahidîn-i Halk
Örgütü hükümet aleyhine çalışmalara başladı. Bunlar, bir yandan dini
inançlarından dolayı esnaf örgütleri tarafından destekleniyorken diğer yandan
da aydınlar arasından taraftar topluyordu. Bu yüzden bu durum, Amerika’nın ve
Pehlevî hükümetinin tedirgin olmasına sebep oldu. Böyle bir durumda uzun yıllar
Pehlevî hükümetini düşman olarak gören Irak Devleti de birkaç devrimci akıma
iki radyo kanalı verdi. Bu radyo kanallarında, İran’daki devrimci hareketleri
ve silahlı devrim eğitimi haberleri ile birlikte, haberlerin ve eğitim
programları arasında direniş düşüncesini ve silahlı devrimi savunan kışkırtıcı
şiirler yayınladı. Bu şiirler genellikle direnişçilerin önderlerine,
taraftarlarına veya ünlü siyasi şairlere ait idi. Militanların direnişini ve
zindanlarda işkence altındaki dirençlerini anlatan bu şiirler, toplumun
genç dinleyicilerini öyle etkiledi ki bir süre sonra direniş şiirinden başka
her türlü şiir, aydın ortamlarında ve onların dergilerinde alay konusu edildi. [69]
Bu esnada siyasi aydınlar arasında “kendini
eleştirme” teması ön plana çıktı. Devrimci şairlerin çoğu, önce duygusal ve aşk
şiirlerini daha sonra her türlü siyasi olmayan şiiri, işe yaramaz ve burjuva
şiiri olarak tanımlamaya başladılar ve böylece bu tür şiirlerden vazgeçerek,
sosyoloji, tarih ve materyalist felsefe kitaplarına yöneldiler. Bu durumun
neticesinde materyalist bakış açısına sahip sosyal tarih kitapları çoğaldı.
1330- 1340’lı yıllarda şiir ve edebi ekollerin yer aldığı dergiler, 1350
yılında manzum şiirlerin yanında tarihi, sosyolojik ve felsefi makalelerle
dolmaya başladı. Birçok şair direnişçilere katıldı. Bazıları direnişçilerin
inandığı değerlere inanmamasına rağmen kendilerinin samimiyetlerini ispat etmek
için bir süre slogan türünde şiirler yazdılar. Ancak bir müddet sonra tarih,
sosyoloji ve felsefe konulu yazılara yöneldiler. Şamlû gibi gerçekten şair olan
ve fıtratları şiirle yoğrulmuş az sayıdaki şairler bu konuda çok samimi şiirler
ürettiler. [70]
Bu durumdan kaçmak artık hiçbir sanatçı için
mümkün değildi. Hatta önceden işleri şarkı sözü yazıp aşk şiiri söylemek olan
kişiler bile siyasi şiire yöneldiler ve şarkılarda bile açıkça silahtan, oktan
ve ormandan bahsetmeye başladılar. Şehriyâr Kanberî, İrec Cennetî Âtayî ve
Erdelân Serefrâz gibi çağdaş şairler, pop şarkıcılar için siyasi şarkı sözleri
yazmaya başladılar. Bunlar bazen şarkıcılarla birlikte direnişçilerin taraftarı
olarak hapishanelere girdiler. Tam bu dönemde (1350’liler) İran direnişçi
şiirinin kurucusu olan Sait Sultanpûr ve onunla birlikte bu tip şiirler
söyleyen şairler, aydınların gözünde özel bir dereceye sahip oldular. Böylece
onların dili devrimci şairlere örnek oldu. Dergiler ve kitaplar, “kan”,
“hançer”, “zindan” ve “lale” gibi sembollerle doldu. Bu durum, genç gazeteci ve
şair Hüsrev Gül-i Sorhî’nin tutuklanması ile zirveye çıktı. Bu dönemden sonra
basında sansür artmaya başladı.[71]
Yazarlar ve çoğu şairin yazıları yasaklanmaya
başladı. Yasaklı yazar olmak değerli olmakla eş anlama gelir oldu. Böylece
1340’lı yılların şiirdeki karmaşıklığı gittikçe azaldı. 1352’de İsmail Nurî
Alâ, Firdevsî
dergisinde şiir atölyesi diye bir sayfa açtı ve bu tür şiire çekidüzen vermek
istedi. Aynı şekilde 1356’da Temaşâ dergisinde “Şiir-i Nâb” adlı sayfada
Menûçehr-i Ateşî aynı şeyi yaptı. Böylece 1345’den sonra aydınları ön plana
çıkarmayı ve bunları kendi emelleri için kullanmayı hedefleyen Pehlevî
hükümeti, devrimcilerin baskısı altında olmasına rağmen ansızın 1353’de bütün
gazeteleri ve dergileri kapatıp, siyasi aydınların büyük bir grubunu
tutuklayarak, zindana attı.[72]
Milleti tamamen kontrol etmek için 11 İsfend
1353’de Hizb-i Rastâhiz adlı bir parti kurdu ve halkın oraya üye olmasını
emretti. Halk, hükümetin sunduğu imkânları kaybetmemek için bu durumu
kabullendi. Şah, petrol kazancının artması ile birlikte yavaş yavaş kendisini
çok güçlü addedip bölgenin lideri gibi davranmaya başladı. Bundan sonra Umman’a
ordu göndererek, Fars Körfezi’nde daha çok güce sahip olmak için Irak’a
saldırdı. Açık ve ciddi bir şekilde Amerika’ya “biz artık mavi gözlülerden
korkmuyoruz” diye mesaj verdi. 12 Abân 1355’de Demokrat Parti’den olan Jimy
Carter ABD Cumhurbaşkanı olarak seçildi. O, Muhammed Rıza Şah’tan İran’da insan
hakları beyannamesinin maddelerinin uygulanmasını istedi. Ama Şah, bu konuda
taviz vermedi ve halkla devlet arasında ilk güvensizlik ortaya çıktı. İlk önce
hükümetin içinden bir grup, gazetelerde ve radyolarda devleti eleştirmeye
başladı ama halk onlara olan itimatsızlığından dolayı bu eleştirileri çok
ciddiye almadı. Meclisin oturumu radyodan yayınlandı ve bazı milletvekillerinin
itirazları ve ağır sözleri halk arasında çok hoş karşılandı, ardından tüm İran
harekete geçti. Böyle bir açık siyasi ortamda kalem sahiplerinin ilk davranışı,
Gothe Enstitüsün’de İran Yazarlar Birliğinin üyelerinin şiir geceleri yapmaya
başlaması oldu. 1349’da kurulan İran Yazarlar Birliği Derneği, sonraları Savak
tarafından kapatılmasına rağmen 1355’de yeniden faaliyetlere başlayarak,
1356’da şiir gecelerini düzenlemeye başladı.[73]
SİYASİ OLAYLARIN TOPLUM ÜZERİNDE ETKİSİ
28 Mordad 1332 yılındaki darbe her şeyden çok
İran aydınlarının psikolojisini etkiledi. Darbeden sonra muhalif örgütlerin,
grupların liderlerinin tutuklanmasına rağmen uzun bir süre siyasi dergilerin
yayınlanması yasaklanmadı. Hatta bazen daha yoğun bir şekilde söz konusu yayın
organlarında hükümetin gizli olayları, tutuklamaları, hapse atmaları ve İran’ın
bu yeni devletinin Amerika ve Avrupa devletleri ile olan ilişkileri dahi
yayınlanıyordu.
Aslında bu darbenin başarılı olması iç ve dış
güçlerden daha ziyade halkın fakirlik, emniyetsizlik ve işsizliğinden
kaynaklanıyordu.[74]
Musaddik’ın başbakanlığının ikinci yarısında
petrolün rafine edilip satılmasının durdurulması doğrudan ve dolaylı bir
şekilde halkın gelirini doğal olarak etkilemişti. Ayrıca daha geniş bir alanda
ülke ekonomisi üzerinde çok kötü bir etki bırakmıştı. İşsizlik, yoksulluk
üniversite mezunları ve eğitim görmüş grupların arasında çok ciddi bir şekilde
gözleniyordu. Aynı zamanda ülkenin siyasi arenasında çatışmalar, sokak
olayları, protestolar ve siyasi terör gün geçtikçe artmaya başlamıştı.[75]
Bu durumda eğer halkın da isteği olmasaydı
darbenin başarılı olması mümkün değildi. Darbe hükümeti de bunu çok iyi
biliyordu. Bu yüzden halkın güvenini kazanmak için Amerika ve İngiltere ile
petrol anlaşması için Dr. Musaddık’ın arkadaşı Eminî’yi gönderdi. Dergileri
istediklerini yayınlayabilmeleri serbestisiyle özgür bıraktı. Bu dergilerde
Çağdaş şairlerin siyasal şiirleri (Mesela Hûşeng-i İbtihâc’ın, “Bahâr-i Telh”
mesnevisi) yayınlanıyordu.[76] Ama
darbe hükümeti gücü ele geçirdikten sonra yeterli başarıya ve birliğe sahip
olamadı. Amerika ve İngiltere İran darbesinde farklı hedefler peşindeydiler.
İngiltere’nin genel amacı ekonomik idi. Amerika ise siyasi amaçlar peşinde idi.
Şah ve etrafındaki nasyonalistler bu dönem çok güçsüzleşip, maddi olarak diğer
yabancı ve İranlı gruplara bağımlı kaldılar. Bu sebeplerden dolayı darbe çok
kan dökülmeden meydana geldi ve hükümet başkanlığı, halkın az çok tanıdığı
Fazlullah Zahidî’ye verildi. [77]
28 Mordad darbesi ilk zamanlar diktatörlüğe
doğru yol almadı ve Umîd-i Îrân, Kâviyân, Firdevsî, Cihân-i
Nov ve Nîsân
gibi dergiler yayınlanarak günün siyasi olayları sansürsüz bir şekilde ele
alındı. Darbeden önce aydınlar ve özellikle de şairler, doğrudan ya da dolaylı
bir şekilde Tude Örgütünün bilim ve saygınlığının etkisi altındaydı. Onlar
örgütün düşünceleri doğrulTusunda şiiri, sosyalist bir toplumun oluşumu için,
halkı harekete geçirip heyecan veren vezinli ve kafiyeli makaleler olarak
algılıyorlardı ve örgütün amacını sunmayan şiirler örgüt tarafından
eleştiriliyordu.[78]
Milli hareketin yenilmesi aslında örgütün
toplumsal teorilerinin ve güzellik algısının yenilgisi anlamına geliyordu. Bu
yüzden bu gruptaki şair ve yazarların hemen hepsi kendilerini bütün sınırlardan
kurtarıp acıyla birleşmiş bir pişmanlık gölünde boğulmuş hissedip farklı
yazmaya başladılar. Bu dönemden sonraki şairler yazılarında kendi kimliğinden
uzaklaşmış insandan bahsetmeye başladılar. Temelde içe dönük olan bu
karakterler, suratı asık, itirazcı, tarihte yenilmiş ve sembolleri önemseyen
bireylere dönüşmeğe başladılar. Gazeteler ve dergiler de eskiden toplumsal
sorumluluklar taşıyan yazılar ve şiirlerin yerini ahlaki kurallardan kopmuş
yazılar ve çıplak fotoğraflar gibi şeylerle doldurmaya başladılar. Bu yazarlar
ve dergilerin sahipleri toplumun geleneksel inançlarını bilerek, bu tip
konuları ahlaki perdeler altında ve eleştiriliyormuş gibi yayınlasalar da asıl
amaçları konuyla ilgilenip, dergilerin satılmasına katkı sağlamaktı.[79]
Bu durumda bu konular topluma ve siyasete
itimadını kaybetmiş aydınların isyanlarını kontrol etmek için ilk sığınağa
dönüştü ve yavaş yavaş siyaset, edebiyatta ve dergilerde daha da çok
yüzeyselleşerek değerini kaybetti, onun yerini cinsellik doldurmaya başladı.
Darbeden sonraki ilk dönem topluma hâkim olan şiir genellikle olumsuz, siyah,
romantik, cinsel ve isyancıdır. Hayat ve toplumdan intikam alma duygusunu
besleyen, pişmanlık ve isyan duygularını kapsayan şiirler yazılmağa başlandı.
Darbeden önce Nazım Hikmet, Mayakovski, Paul Elivar gibi siyasi ve devrimci
şairlerin yazıları, hayatı ve şiirleri üzerinde çalışan dergiler, dünyadan
umudunu kesmiş ve yüzeyselleşmiş şairlerin ortamına dönüştü. Dergiler ve
şiirler aşk, sarhoşluk, acı, günah, umutsuzluk, gözyaşı, hasret ve öpücük gibi
kelimelerle doldu. Haberler bile magazin haline dönüştü. Bir elin parmakları
kadar olan eleştirmenler mesela Sirûs-i Perhâm, Abdu’l-Muhammed-i Ayetî ve daha
sonraları M. A. Behâzîn gibi kişiler, şairleri ahlaki konulara davet etmeye
çalıştılar ve şiirin öldüğünü ilan ettiler. Ama darbeden sonra bütün umudunu
kaybetmiş olan bu şairler işlerine devam ettiler. Şiir umutsuzların,
yenilmişlerin ve yolda kalmışların sığınağına dönüştü. Darbeden önce değerli
tercüme şiirlerle dolu olan dergiler, cinsel fotoğraflarla birlikte İranlı
şairlerin duygusal şiirleriyle dolmaya başladı. Öte yandan hala topluma yönelik
siyasi temalı ve aynı zamanda duygusal şiir akımı az da olsa devam etti ve o
döneme hâkim olan şiirler ile mücadele etmeye çalıştı. Bu akımın şairlerinden
Siyâveş-i Kesrayî, Hûşeng-i İbtihâc gibilere göre şiir, halkın saksı çiçeği
değil savaş aracıdır. Onlar döneme hâkim olan bu yüzeysel şiir tarzını hasta ve
uyuşmuş şiir olarak tanımlayıp toplumsal sorumluluk taşıyabilen şiir ile tedavi
olabileceği düşüncesinde idiler. Bu şairlerin darbeden sonraki sürekli buluştukları
ortam Umîd-i Irân dergisi
ve daha sonraları Sedef
dergisi idi. Ama dikkat edilecek en önemli noktalardan birisi bu şairlerin de
şiirlerinde, romantik kara şiire muhalefetlerine rağmen o yıllardaki toplumun
özel durumundan dolayı ciddi bir romantizme sahip olmaları idi. Bu iki ekol
şairlerinin tartışma konusu şiirin güzellik tanımı değil, derinliği ve
konusuydu. Mesela ikinci grup “sevgili” yerine “halk” kelimesinin kullanılması
gerektiğini düşünmekteydi.
Bu arada yenilmiş aydınlar grubu duygusal,
isyancı ve kara şiire ilgi gösterirken hala umutlarını kaybetmeyen aydınlar
gurubu, sembolik ve topluma yönelik duygusal şiirleri beğeniyorlardı. Böylece
yavaş yavaş yeni şiir, eski şirin yerini almaya başladı. 1330’lu yıllarda yeni
şiir, herkesin diline yayıldı ve büyük bir grup yeni şiire ilgi duymaya
başladı. Dergiler, Meftûn-i Eminî, Karo, Furûğ-i Ferruhzâd, Ehevân-i Salis,
Nusret-i Rahmanî, Nadîr-i Nadirpûr, Siyâveş-i Kesrayî ve Hûşeng-i İbtihâc gibi
yeni adlarla başka bir havaya girdi ve Nimâ resmi bir şekilde İran Çağdaş
şiirin kurucusu olarak kabul edildi.[80]
Bu dönem şiirinde bir bakış açısı
yakalayabilmemiz için öncelikle şiirde gerekli unsurları araştırmamız gerekir.
Şiir hakkında çok fazla kavram kullanılmıştır. Aristo’dan Avrupa ve Amerika
eleştirmenlerine kadar herkes şiire kendi bakış açısından bakmıştır ve o bakış
açısına göre şiire bir kavram ve terim yakıştırmıştır. Aslında şiir de sanatın
başka dalları gibi farklı toplumlarda farklı sosyal ve ekonomik durumlara göre
farklı şekillerde algılanmış ve farklı zaman sürecinde ve farklı yerlerde şiir
kavramını aynı anlamak mümkün değildir. Genel olarak şiirde duygu ve hayalin,
ahenkli bir şekilde birleşmesini görürüz. Bu kavrama göre her şiirde beş unsur
bulunmaktadır. Bazı şairlerin şiirlerinde mesela Hâkanî ve Sa’di de hayal
unsuru güçlüdür, bazılarında duygu, bazılarında ahenk ve bazılarında dil ön
plandadır. Büyük şairler de işte bu unsurların tamamını mükemmel bir şekilde
kullananlardır.89
Bu unsurlar şunlardır:
Duygu:
Şiirin manevi ve içsel alanıdır. Şairin dış dünyaya ve etrafındaki olaylarla
yaklaşım niteliğine bağlıdır. Aslında herkesin duygularının şekli onun
benliğinin gölgesidir. Buna göre genel bir bakışla benleri üç grupta özetlemek
mümkündür.
Kişisel
Benlikler: Divan Edebiyatı ve romantik şiirlerdeki benler.
Sosyal
Benlikler: Şair etrafındaki olayları sadece kendi hayatı ve istekleriyle
şekillendirmez. Belki belirli bir zaman ve mekân kesitinde şairle aynı kaderi
paylaşan kişileri de kapsam alanına alır.
İnsani ve Beşeri Benlikler: Mekân ve zaman
açısından sınırsızdır. İnsani hayat problemleri ve insanın kaderini ortaya
koyar.
Şüphesiz şiirde başka unsurların da hizmetinde
olması gereken en önemli unsur insani hayat ve yaşamı farklı şekillerde
resmeden duygu unsurudur. Bu unsurun diğer unsurlara hâkim olması
gerekmektedir. Zira şiir yaşamın tasvirinden başka bir şey değildir. Duygu
olmayan yerde hayat, neşe ve hareket yoktur ve duygusuz şiir ölü şiirdir.
Hayal:
Sanatçının beyin gücüyle olayların gizli ilişkisini çözme çabasıdır. Başka bir
bakışla şiir, şairin nesneler ve kavramlar arasında köprü kurup ilişki
yaratabilme ve kendisinden önce kimsenin bulmadığı alakayı bulabilme
yeteneğidir. Bu faktör dikkate alındığında bütün şairlerin şiirinde dışarda hiç
görmediğimiz şeyler bulunabilir. Hayal gücü şairin yarattığı istiareler
mecazlar ve teşbihlerin sonucudur. Şiir eleştirmenlerine göre şiirin asıl
cevheri, hayal gücüdür ve bu sonsuz bir güç sayılır. Bu güç şairin istediği
amacı rutin olmayan bir söyleyişle anlatmasına sebep olur.
Şüphesiz hayal gücünün de değeri duygusal
güçle tartılır. Duygusal gücü olmayan bir hayal gücü ne kadar da güzel olursa
olsun ömrü kısa sürer.
Dil:
Duygu ve hayali şiirde sunmak için bir kaba ihtiyaç var. Dil bu kabın rolünü
oynayarak şiirde çok önemli bir faktör sayılır. Elbette dil, zaman içinde
değişime uğrayıp bazı kavramlar kaybedip bazı kavramlar kazanabiliyor.
Kelime
Dağarcığı: bir şairin kullandığı kelime genişliğini kapsar. Şüphesiz büyük bir
şair değerli bir kültürel altyapıya sahip olduğundan dolayı geniş bir kelime
dağarcığına da sahiptir.
Terkipler:
Her şair kendi döneminde ondan sonra gelen şairlerin kullanabileceği şiir
dilinde yeni terkipler yaratır.
Dil
Bilgisi: Şairin cümle ögelerini uyumlu bir şekilde kullanmasıdır.
Ahenk:
Her türlü manevi ve sesli uyum ahenk olarak tÂrif edilebilir. Yani ahenkten
kastımız sadece şiirin vezni değil belki bir şiirde ele alınabilecek her türlü
tenasüplerdir.
Dış
musikisi: Şiirin dış musikisi aruz veznidir.
Yan
musiki: Yan musiki aslında iki kelime ya da iki harfin mısralarda uyum
sağlamasıdır. Bu musiki kafiye, redif ve bunun gibi şeylerden kaynaklanan
konudur.
İç
musiki: İç musikiden kastettiğimiz şey şiirin kelimelerinin arasında olan
ünlüler ve ünsüzlerin uyumudur.
Manevi
musiki: Manevi uyumluluklar; Tezat, Tibak, Muraât-i Nazir gibi sanatlar.
Şekil:
Her şiirde iki şekil ya da kalıp vardır. Birincisi mısraların ve beyitlerin
kafiye ve redifle olan bağlantısından oluşan şekil. Aslında bu eskiden kaside,
gazel ve mesnevi olarak adlandırılan şekildir. Ancak şiirin görünür yüzü daha
derin bir kavramı da kapsayabilir ve o şiirin içsel şekli ya da zihinsel
formudur. Yani özet olarak şiirin farklı unsurları birbirine bağlıdır. Şiir bir
tecrübedir ve bütün ögelerin o tecrübenin çizilmesi için birbirine uyum
sağlaması gerekiyor. 90
KLASİK ŞİİRDEN MODERN ŞİİRE GEÇİŞ SÜRECİ VE MODERN
ŞİİRİN ÖZELLİKLERİ
ÇAĞDAŞ ŞİİRİN FARKLILIKLARI
Nimâ’nın ve başka çağdaş şairlerin yenilikçi
hareketlerinin sonucu olan değişimler farklı boyutlardan araştırılabilir.
Aslında bu değişim boyutlarının açıklaması klasik ve çağdaş şiirin ana
farklılıklarını açıklamak anlamına da gelebilir. Bu farklılıklar şunlardan
ibarettir:
Zihinsel ve İçsel Şekil Değişimleri
Şiirin içsel şekli veya içeriği her şairin
çeşitli zevk, duygu ve fikir yetenekleri ve bakışının sonucudur. Yani şairin
hareket ettiği, yürüdüğü, nesneleri ve duyguları kendisiyle birlikte yürüttüğü
alandır. Okuyucu bu şekle bakarak şairin hayal dünyası, düşüncesi ve
duygularıyla ilişki kurar. Nimâ, şiirin bu boyutuna yeni kabiliyetler
kazandırdı. Nimâ’nın bu alanda değişimi şiirin dilini zenginleştirdi, sözün ve
estetik biliminin temellerini değiştirdi, bu da anlatım tarzının gelişmesine
sebep oldu. [81]
Estetik Biliminin Temelinde Değişimler
Nimâ klasik şiirin estetik faktörlerini eksik
bulup bu kapasiteyi yükseltmeye çalıştı. Nimâ için şiirin ve sözün doğal olup
form alması çok önemli idi. Bu iki özellik ve aynı zamanda şiirin muhatap
üzerindeki etkisini önemsiyordu. Bu doğrultuda Nimâ şiiri; sembol, tasvir ve
gizlilik gibi özelliklerle birleştirip bu unsurları vasıf, hikâye, diyalog ve
tiyatro gibi ögeler ile zenginleştirmeye çalıştı.[82]
Nimâ’ya göre edebiyat her açıdan değişmeliydi.
O sadece konu değişikliğini yeterli bulmuyordu. Nimâ’ya göre söz için
diklomasyon[83]
gerekmekteydi. Nimâ şiiri hikâye tarzının doğallığına ve nesir tarzına
yaklaştırdı ve şiiri, betimler bir hale getirerek dilindeki resmiyeti alıp
doğal ve sade bir dile çevirdi. Şiirle hikâye anlatım dili arasında bağ kurdu.
Onun dediğine göre işinin bir örneği de meddahların dili idi.[84]
Nimâ’da betimleme, hikâye tarzının bir
boyutudur. Bunun amacı görüntülerin bizde olan etkisi değil, belki sadece olanı
göstermektir. Nimâ’nın kastettiği betimleme, şiir sahneleri ve karakterlerinin
içsel ve dışsal niteliklerini somut olarak anlatmaktır. Nimâ’ya göre, betimleme
genel söylentiye dayalı değildir. Belki de amaç, gerçekte zihinsel boyutları
şekillendirip detaylarıyla aktarmaktır. Çünkü genel imgeler konuları
şekillendiremez, olayın özelliklerini anlatamaz. Mesela zülfü geceye ve gözü
nergise benzetmek bir genel imgedir. Muhatabın aklına bir şeyler getirebilir
ama algısını etkilemez. Nimâ, betimlemede dramatik unsurlara dayanır ve
şairleri niteleme kullanma durumunda uyarır.[85]
KLASİK ŞİİRDEN MODERN ŞİİRE GEÇİŞ SÜRECİ
Hiçbir zaman bir sanat akımının doğuşu
eskisinin tam bitmesi ve ölmesi ile başlamaz. Çağdaş ve Modern şiirin de doğuşu
aynı şekilde olmuştur. Hala İran’da klasik şiirin temelleri yıkılmadan ve hala
eski şiir akımını ciddiyet ile koruyan şairlerin varlığıyla birlikte, modern
şiir de onunla birlikte ortaya çıktı.[86]
1330’lu yıllardan sonra ekonomi ve siyaset
alanında yapılan değişimlerle birlikte çağdaş şiir de yavaş yavaş değişmeğe
başladı. 1330’lu yılların ikinci yarısında Amerika’nın yardımıyla İran
ekonomisi düzelme yoluna girdi. 1335’te İstihbarat örgütü “Savak”, resmi olarak
işe başladı. Tude Örgütü’nün üst düzey liderlerinin çoğu idam edildi. Şah’ın
istediği emniyet sağlandı ve bütün güçler Şah’ın eline geçti. Hatta darbenin
baş aktörü olan Fazlullâh Zahidî bile Şah’ın gücüne mani olabileceği
ihtimalinden dolayı İsviçre’ye sürgün edildi. Bu esnada partilerin özgürlüğü ve
OHAL’in kaldırılması söz konusu oldu ama ondan önce aydınların kontrol edilmesi
ve basına sansür uygulanması gerekmekteydi. Bu durumdan dolayı, yavaş yavaş
aydınlar arasında yaygın olan duygusal toplumculuk hissinin yerini şüphe ve
tereddüt almaya başladı. Bu grup hükümetin iki taraflı davranışından
kaynaklanan güvensizlikten dolayı sembol ve kinayelerle konuşmaya başladılar.
Aslında çağdaş şiirde sembolik ve kinayeli yazma tarzı Rıza Şah döneminin
diktatörlüğünden dolayı Nimâ’nın şiirlerine yerleşmişti. Bu grubun en iyi
temsilcisi Mehdî Ehevân-i Salis idi.[87]
Bu dönemde Salis ve Behâzîn gibi şairler
kötümserliği bireyselleşmenin sonucu olarak görüp hala devrimcilik umudu ile
yazıyorlardı ama genel anlamda halkın şiir düşüncesine ve hayatına romantizm
egemendi. Bütün şairler bilgi, tecrübe ve yetenekleri kadar bu romantizm
halkasında kendilerine yer ediniyorlardı.
Bu romantizm zemininde şekillenmiş olan
tecrübe, bilgi ve yetenekten Nusret-i Rahmanî’nin halk ve sokak şiiri, Şamlû ve
Ehevân’ın sembolik şiiri, İbtihâc, Kesrayî ve Muşirî’nin devrimci toplumsal ve
romantik şiirleri oluştu. Şiir çevirisinde bile yine seçenekler aynı şekilde
gelişiyordu ve George Eliot ile Edgar Allan Poe gibi şairlerin şiirleri ve
düşünceleri Nazım Hikmet ve onun gibilerin fikirlerinin yerini dolduruyordu.[88]
Şiirdeki bu durum Beyaz Devrim ve Toprak
anlaşmalarına kadar devam etti. Bu dönemde Ahmet Rıza Ahmedî, “Terh” şiirini
yazdı ve bu şiir tek başına tamamen o döneme hâkim duygusal cinsel ve siyasi
şiirin karşısına geçti. Bütünüyle siyasete ters, mantığa aykırı, romantizme ve
sembolizme ve hatta edebiyat ve anlama karşı bir şiir türü oluştu.[89]
30’lu yılların şiir eleştirisi daha çok zevk
ve ahlak üzerine yapılmaktadır ve eleştirmenler şiiri yazı ve güzellik
kurallarından daha ziyade anlam ve ahlak açısından ele almaktadırlar.[90]
Bu dönemin en ünlü eleştirmeni Sirûs Perham
(Dr. Mitra) dır. O Sosyalist Realist akımı ciddiye alıp kabul ederek kendi Realizm ve Anti Realizm
kitabında gerçekçi ve gerçekçi olmayan bütün sanat türlerinin arasına kalın bir
duvar örüp bu gerçekçiliğe sadık olmayan şairlerin hepsini dışlar. Perham’a
göre Realizm akımı toplumun gerçek ekonomik ve sosyal ilişkilerini ele almaktan
ibarettir. [91]
Bu yıllar aslında yeni şiir ile kadim şiir
arasında bir köprü sayılır. Nadirpûr’un modern-klasik şiiri akıcı ve kolay
dili, insanların sıkıntı ve düşüncelerini duygusal bir şekilde yansıtması,
sadeliği, koyu duygusal renklere boyanmışlığı, canlı tasvirler ve romantik
sahneler çizmesi nedeniyle bu dönem çok fazla sayıda muhatap kazandı.
Modern şiiri yeni kabullenen muhataplar için
Nadirpûr’un şiiri en kolay kabullenilecek şiir türü idi, gerçi Nadirpûr’dan
önce de Feridûn-i Tevellelî’nin şiirleri beğeni kazanmakta başarılı olmuştu ama
onun şiirleri incelik ve güzellik açısından Nadirpûr’un şiirleri ile
kıyaslanamazdı.
Nadirpûr, Çeşmhâ
ve Desthâ adlı kitabının giriş bölümünde yeni şiir hakkında kendi
düşüncesini şöyle anlatmaktadır: “Ben
Nimâ tarzı şiirin taraftarı olmasam da Nimâ’nın şiirde açtığı yeni bir yola
inanıyorum. Ondan önce yenilik arayışında olan şairlerin yeni kavramı hakkında
kafaları karışmıştı. Aslında modern şiirin ilk şartı şairin modern bir algı
gücüne sahip olmasıdır, şiirimizin modern olması için yeni nesneler yani mesela
“tren” ya da “uçak” gibi yeni kelimeler veya yabancı kelimeler hatta eski
kelimeler kullanmamız şart değildir. Yeter ki dünyaya kendi bakış açımızdan
bakalım ve başkalarının algısı ve bakış açısından bakmaktan vazgeçelim. Eskiden
şairin, sevgilinin dudağını kiraza benzetmesinin sebebi şairin doğadan sadece,
basit ve temel faktörleri algılaması idi. Eski şairin bakış açısı, ahlaki ve
edebi geleneklerin uyguladığı baskılardan veya bilimsel bilgi eksikliğinden
dolayı dar ve sınırlı idi. Mesela bir şair asla kendi eşiyle olan iletişim ve
ilişkisinden şiirde bahsedemezdi, hatta kavgasını bile anlatmaya hakkı yoktu.
Bir taraftan din bir taraftan örf ve bir taraftan edebi kural ve alışılmış
gelenekler bazı kelimelerin şiire girişine izin vermiyordu.
Eski
şairler böyle bir durumda duygularını dolaylı bir şekilde anlatmak zorunda
kalmışlar ve geleneklerden korkarak doğadaki temel ve basit faktörlere
sığınmayı tercih etmişlerdir. Modern şair ise vasıtaları kullanmadan
konuşabiliyor ve duygularını açık ve net ifade edebiliyordu. Böyle bir ortamda
yeni algı oluştuktan sonra kendi kendine ona uygun bir kalıp da oluşmaya
başlar. Nimâ, bu durumu çok iyi anlamıştır ve şiirleri hem yeni tarzda algılama
ve hem kalıp ve anlamın uyum sağlaması açısından güçlü ve değerlidir”.[92]
Modern şiirin gelişim sürecinde etkili olan
bir önemli faktör de, İran’da Avrupa edebiyatının dolaylı ve doğrudan bir
şekilde nüfuz etmesidir. Bu nüfuz meşrutiyet döneminden önce başlamıştı. İlk
kez edebi eserlerin eksik ve yarım çevirileri ile edebiyat dünyasına yol buldu
ve daha sonra etki alanını genişletti. Önceden sadece özel tabakaya ait bir
zevk sayılan Fransızca öğrenmek, zeki gençler arasında yaygınlaşmaya başladı ve
böylece doğrudan batı edebiyatının ana kaynağına ulaşıldı. İran’ın birinci
dünya savaşı sürecinde müttefik devletlerin işgalinde olması ve gidiş gelişler
batı edebiyatı düşüncesinin yaygınlaşmasına yardımcı oldu, çağdaş Fransız
şairler İran’daki yakın edebi hareketler ve değişimler üzerine çok derin etki bırakmışlardır
denilebilir.[93]
Nadirpûr, 1330’lu yıllarının en sevilen
şairlerdendir. Klasik tarz ile şiir söylemeye başlayıp, Nimâ’dan etkilenerek
modern şiire doğru yol almıştır. Nadirpûr, modern sanat için çağdaş şairin
sadece yeni kalıplar kullanmasının yeterli olmadığını ve daha güzel ve daha
yeni terkipler, kelimeler ve terimler kullanılmasının gerektiğini anlamıştı. O,
kelime seçimi için müzisyen bir arkadaşından bile destek alırdı. Onun dilde
terkip oluşturma konusunda sahip olduğu hâkimiyeti modern şairlerin çok azında
görülür. Dikkatli betimlemeler ve net anlamların şekillendirilmesinde çok
başarılıydı. Şiirindeki anlam ve mazmunlar Fars dilinde tamamen yenidir ve bu
işin üstesinden çok iyi gelmiştir. Okuyucu şiirinde taze, bakir ve latif
anlamlarla karşılaşır. Şiirlerinin genelinde söz kalıplarının uyumluluğu
görülür.[94]
Nusret-i Rahmanî, 1330’lu yılların diğer ünlü
şairlerindendir. Rahmanî’nin şiiri, Nadirpûr’un renkli ve latif şiirlerinin
tersine siyah, küstah, gerçekçi ve bu yıllara özel romantizm kokuludur.
Nadirpûr’un dilinin sağlamlığı ve olgunluğu onun şiirlerinde bulunmuyor
olmasına rağmen şiirlerindeki isyan ve cesaret öyle belirgindir ki diğer
eksikliklerini kapatır. Genç aydın okuyucular arasında yaygın bir şekilde
okunan Nadirpûr ve Tevellelî’nin romantik temalı modern şiirleri, Rahmanî
aracılığıyla halk kesimleri arasında yaygınlaşmaya başladı. Halkın arzularıyla
ihtiyaçlarının dili oldu. Rahmanî’nin şiiri halka yöneldikten sonra argo
terimler ve kelimelerle doldu ve Tevellelî ile Nadirpûr’un şiirlerine alışmış
insanların mizacına pek hoş gelmedi. Rahmanî’nin şiiri, Tevellî’nin 1320’li
yıllarda yazdığı siyah ve umutsuz şiirlerinden sonra en çok ölüm, kan, karanlık
gibi konular içerir. Bu şiirler darbeden sonra hem toplumun bir kısmının ve hem
de yenilmiş aydınların ilgisini çeker. Rahmanî, ilk modern şair olarak gündelik
ve şairane olmayan kelimeleri duygusal bir algı ile şiire yansıttı. Ondan önce
Nimâ da aynı şeyi yapmaya çalışmıştı ama Nimâ’nın şiirinde her şey hızlı bir
şekilde sembolleşti. Nimâ’nın şiiri sembolikti, hâlbuki Rahmanî’nin şiiri
realist idi. Nimâ’dan sonra Menûçehr-i Şeybanî ve İsmail-i Şahrudî de günlük
kelimeleri şiirde kullandılar. Ancak hiçbirisinin şiirinde bu kelimelerin
şairane kullanışı şekillenmemişti. İlk kez günlük hayatta kullanılan ve
duygusal bir yük taşıyan kelimeleri Rahmanî, şiire sokup, modern şiiri halkın
içine taşıdı.[95]
Bu yılların diğer ünlü şairlerinden birisi de
Feridûn Kar idı. Onun çabaları ile modern şiir dergilerde daha fazla yer almaya
başladı. Aslında onun şiirleri, şiirsel nesir sayılırdı. Şiirinin önemli bir
özelliği de aynı şiirde sürekli sevgili değiştirmesi idi.
Diğer ünlü şairler; Sadreddin İlahî ve Ğulam
Rıza Tacbehş. adlı iki şairdi. Bu şairler genelde birlikte eser
yayınlıyorlardı. Onların Hâr
adlı bir kitabının giriş bölümünde çağdaş şiir hakkında şöyle bir yorum vardır:
“Acaba
şiir tek başına sanatsal duyguları anlatmak için yeterli mi?! Aslında şiirin
alanı sınırlı olduğundan duyguları anlatmak için yeterli değildir. Bunun için
ne yapmamız gerekiyor? Modern şiiri nasıl kurtarabiliriz? Önce bu ülkede edebi
başka sanatsal eserlerin henüz çok güçsüz ve hatta yoksul olduğunu bilmemiz
gerekir. Bu yıllarda üretilen Dram, Roman, Novel ve biyografi gibi başka
eserler hem nitel ve hem nicel olarak yok denilecek kadar azdır.”[96]
Bu dönemlerde darbeden sonra Tude Örgütün’e
hitap eden Omîd-i Îrân
adlı dergi yayınlamaya başladı. Darbeden sonraki siyaset, olaylar, gerginlikler
ve cinsellik alanına dönüşen ve modern şiiri pek önemsemeyen bütün münevver
dergiler gibi bu dergi de yayın evinde bir araya gelen bazı modern şairlerin
buluşması (bu şairlerin bazıları Tude Örgütünün gizli partizanları idiler)
sebebiyle biraz yön değiştirip önceden Omîd-i Îrân dergisinde yayınladıkları şiirleri bir araya
toplayıp Nağmeha-yi Zindegî
adlı dergi’de yayınladılar. Bu iş kendi döneminde önemli ve değerli
sayılıyordu. Gerçi Nağmeha-yi Zindegînin
şiirlerinin çoğu o dönemin dergilerinin geneli gibi, özellikle Tude Örgütü
aktivistlerinin dergide söz sahibi olmasından dolayı siyasi konulu idi, ama
aralarında bir kaç Nimâ tarzı ve hatta duygusal şiir de bulunmaktaydı.
Bu dergi ve şairleri hakkında, derginin giriş bölümünde
dönemin tanınmış eleştirmenlerinden Ali Ekber Safipûr şunları söyler: Omîd-i Irân dergisinin kıymetli yazarları
ve insan sever şairleri karanlıklarla savaşmak ve zorlukları yenmek uğrunda
halk için en büyük yol gösteren aydınlardan sayılırlar. Bu şairler eserlerini
üretmek için halkın hassas kalplerinden ilham alır ve birçok zorluklara
katlanarak halk için ve halkın menfaati uğrunda kalemlerini kullanıyorlar.
Onlar da bu halka ve bu topluma ait insanlardır, hakikat peşinde koşmak için
çaba gösterirler”.[97]
1334 yılı modern şiirin en verimli
dönemlerindendi. Bu dönem, kitap piyasası çok renklendi, yayınevlerinin ve kitapçıların
sayısında ciddi oranda artış oldu. Hatta kitapların bazıları bir yılda bir kaç
kez basıldı. En çok satılan kitaplar listesinde Avrupa romanlarının çevirileri
birinci sırada yer aldı. Farsça şiir mecmuaları en çok okunan türler arasında
yer buldu. İlk sırada elbette klasik şiirler yer almaktaydı ama modern şiir de
kendine uygun bir yere sahipti. Bu yıl 30’dan fazla şiir mecmuası yayınlandı.
Ayrıca bu sene edebi akımlar hakkında iki önemli kitap (Edebi Akımlar-Realizm ve Anti Realizm
) yazıldı ve çok ilgi gördü.[98]
Bu yıl Modern şiire yer veren Endîşe ve Honer , Hûşe , Hûşe-yi Zerrîn gibi dergiler yayınlanmaya devam etmekle
birlikte Anâhitâ
ve Neberd-i Zindegî
gibi süreli yayınlar da çağdaş şiire yer ayıran yeni dergiler arasına girdi.
Aynı yılın başarılı bir etkinliği de Kitâb-i Mâh ın yayınlanmaya başlaması idi. Bu dergi
muhataplarını her ay yeni yayınlanan şiir mecmualarından haberdar ediyordu.
Bununla birlikte lntikâd-i Kitâb
adlı küçük bir ek de Nil Yayınları tarafından her ay yayınlanıp yeni çıkan
kitapların eleştirisine yer veriyordu. Bu yıllarda yayınlanan önemli
dergilerden bir diğeri Endîşe ve Honer
dergisi idi. Bu derginin baş makalesinde modern şiir hakkında şöyle bir konuya
işaret ediliyordu: “Sanat alanında bu dergi eski ve yeni
sanat taraftarları için özgür bir tribün sayılmaz. Bu derginin yazarları lran
klasik
edebiyatı
ve sanatının değerini asla inkar etmezlerken, eskiyi de taklit etmeye değer
bulmazlar; yeni sanat ve yeni düşüncelerden destek alınır, derginin
sayfalarında eski düşünce ya sanat eseri yayınlanmazdı. İran’ın gurur kaynağı
olan zirve edebiyatçıların başarı sebebi kendi dönemlerinin manevi
ihtiyaçlarını anlayıp en iyi şekilde karşılamalarıdır. Onlar dönemin edebiyat
ve sanatına ruh vermiş, güzellik katmışlardır. Sa’di ve Hafız da kendi
dönemlerinde Menûçehrî gibi şiir yazmamışlardı. Hiçbir edebi akım ya da eser
hatta sanatçıların şaheserleri bile insanın fikrinin ve zevkinin son noktası
değildir. Bu eserlerin varlığı yeni edebiyatçılar ve sanatçıların daha güzel ve
hatta daha değerli eserler üretemeyeceği anlamına gelmez. Sadece eski düşünce
sahibi olanlar sırf eski sanatı ve eski edebiyatı savunurlar”.[99]
Hûşe-yi Zerrîn
bu yıl yayınlanmaya başlayan bir diğer önemli dergidir. Bu derginin yazarları
daha sonra modern şiirin asıl öncüleri ve sacayaklarına dönüştüler. Ahmed-i
Şamlû, Hûşeng-i İbtihâc, Feridûn-i Muşirî, Siyâveş-i Kesrayî ve Nadir-i
Nadirpûr gibi ünlü ve değerli şairler bu dönem Hûşe-yi Zerrîn dergisinin yayın kurulunu oluşturdular. Bu
kurulun düşüncesine göre modern şiir sadece heves üzerine icat edilmiş bir
yenilik değil, belki toplumun durumundan ve ihtiyaçlarından doğmuş bir tarzdır
ve klasik Fars şiirinin mantıklı ve doğru bir şekilde devam etmesidir. [100]
Daha sonraları Cong-i Honer ve Edeb-i İmrûz adlı dergi Hüseyn-i Razî tarafından
yayınlanmaya başlandı, ilk kez bu dergide George Eliot detaylı bir şekilde
tanıtıldı ve yazıları ele alındı. Bu yazarın eserlerinin çevirisi o dönemin
yenilikçi şairleri üzerinde çok derin bir etki bıraktı ve hatta daha sonra
modern şiir akımının oluşumunda etkili sebeplerden biri oldu.
Aslında Eliot’un şiirlerinin yaygınlaşma
sebebi şiirlerinin güçlü ve başarılı olmasından öte İran aydınlarının hayatına
28 Mordad 1332 darbesinden sonra egemen umutsuzluğun gölgesi idi.[101]
NİMÂ TARZI SERBEST ŞİİRİN ÖZELLİKLERİ
Duygusal
Özellikler: Bu tarz şiirde sosyal ve insani boyutlar daha çok görünmekte ve
klasik şiirdeki romantik benliklerden artık iz bulunmamaktadır. Nimâ tarzı
şiirde ön plana çıkan konular daha çok duygusal genişlik ve bütünlük gösterir.
Zaman akışı sürecinde bu konuların eskime imkânı daha azdır. Şiirde günlük
konuları net ve acı bir şekilde söylemeye çabalayan meşrutiyet şiirinin tam
tersine her olayı ve sosyal alanı daha gizli bir şekilde ve asıl temaları
koruyarak daha da geniş açıklamaya çabalamaktadır.
Hayali
Özellikler: Eski şairlerin geçmişten anladıkları tasvirler genellikle
kendilerinden önceki şairlerin eserlerini, teşbih ve mecazlarını okumakla
kazanılırdı. Ancak Nimâ tarzı şiirde, şair kişisel tecrübelerinden, hayal
tasvirlerini üretmeye çalışır. Bundan dolayı Nimâ tarzı şiirde yerel ve
bölgesel renklilik ve çeşitlilik hissedilir. Mesela güneyde yaşayan şairlerin
yerel renkleri, günlük hayatta kullanılan eşyalar doğa ve tecrübeler bile
kuzeyde yaşayan şairlerinkinden farklıdır.
Dil
Özellikleri: Modern şiir dilinde üç önemli konuyu ele almamız gerekir:
Dil
Açısından: Edebi eleştirilerin en önemli konularından birisi şiirin dilidir.
Eski edebiyatçılar bazı kelimelerin edebi bazılarının edebi olmadığını ciddi
olarak kabul etmişlerdi. Bu konu Nimâ tarzı şiirde tamamen çözülmüştür. Nimâ
tarzında şiire göre bütün kelimeler eğer zevke aykırı olmazsa ve muhatap
kelimeyi şiirde kullanılan diğer kelimelere yabancı bulmazsa şiirde
kullanılabilir. Bu görüşe göre lehçelerde geçen kelimeler bile şiirlerde
kullanılabilir. Mesela Nimâ, kendi şiirinde Mâzenderan yerel kelimelerini
fazlasıyla kullanmıştır.
Yeni
Terimler Ve Terkipler Açısından: Nimâ ve öğrencileri, şiirde onlardan sonraki
şairler ve yazarların kullanabileceği yeni terkipler yaratmışlardır. Nimâ’dan
sonra onun öğrencisi olan Ehevân-i Salis ve Hûşeng-i İbtihâc yeni terkipler
yaratmakta çok başarılıdırlar. Bu konuyu anlamak için örnek olarak Ehevân-i
Salis’in “Şâhname’nin Sonu” şiirini okumak yeterlidir.
Dil
Bilgisi Açısından: Cümle ögelerinin duruş tarzında serbest şiir halk diline
yaklaşmaya çalışmakta ve eskilerin cümle ögeleri hakkındaki sınırlı
düşüncelerini değiştirmekte başarılı olmuştur.
Ahenk
ya da Şiirin Müzikal Özellikleri: Bu alan bir kaç açıdan araştırılabilir:
Dış
Musîkî: Nimâ şiirinde ilgi çeken ilk şey mısralarının uzunluk ve kısalık
açısından denk olmayışıdır. Bu durum şairin bazı yerlerde bir ya da üç kelime
ve bazı yerlerde daha çok söz söylemeye ihtiyaç duymasından kaynaklanmaktadır.
Gerçi Nimâ tarzı şiirde mısralar kısa ve uzun olmasına rağmen musiki ve vezne
yer vermektedir. Nimâ niteliği kullanmıştır ve bazen nicelikten vazgeçerek
şiirdeki musikiyi koruyup özgürce her mısraı duygularına göre ve his ihtiyacına
göre kısaltmış ya da uzatmıştır. Böylece Nimâ şiirinde eskiden kullanılan aruza
göre hem benzerlik ve hem de farklılıklar görülmektedir.
Yan
Musiki: Eskiden şiirde beyit adlı birimler vardı ve her gazel, kaside mesnevi
beyitlerden oluşurdu, her beyitte bir kafiye vardı, kafiyesiz beyit
düşünülemezdi bile. Hâlbuki Nimâ tarzı aruzda şiirin her birimini kaç mısra
oluşturur, bazen bu mecmuada 2-3, 4 ve hatta 7-8 satır birbirleriyle yan yana
gelerek bir şiir oluştururlar. Nimâ kâfiyeyi şiirin dış musikisini tamamlayan
bir öge olarak düşünür ve onun her yerde kullanmasını gerekli görmez. Tabi ki
böyle bir özgürlüğün sonucunda şair duygularını ve hayallerini sunmak için daha
çok imkâna sahip olur.
İç
Musiki: Bu konu Nimâ’nın kendi şiirlerinde çok önemsenmemiştir. Ancak Şamlû’nun
beyaz şiir tarzında yazdığı şiirlerde ve bu tarzın diğer şairlerinde fazlasıyla
kullanılmaktadır. İç musikisi şairi kelimelerle oynamaya doğru sürüklediği için
Nimâ çok ilgilenmemiştir.
Manevi
Musiki: Klasik şiirde manevi musikinin klişe haline dönüşmesinden dolayı
(mesela: “gül” ile “diken” ya da “kısa” ile “uzun” kelimeleri arasındaki
muzikal bağ ve bağımlılık) Nimâ bu tip tenasüplerden uzak durmuştur. Ancak Nimâ
tarzı şiirlerde hem Nimâ hem öğrencileri tarafından daha yeni ve yaratıcı başka
tenasüpler kullanılmıştır.
Şekil
Açısından: Nimâ tarzı şiirin görünüş formatı sınırsızdır. Eskiden şiir belli
kaside, gazel, mesnevi gibi kalıplarda yazılırken, yeni şiir sonsuz ve sınırsız
şekillere sahiptir. Elbette Nimâ tarzı şiirde görünen şekilden daha çok, şiirin
içerik şekli veya zihinsel formatı dikkate alınmıştır. Nimâ yüzyıllarca bu
özellikten uzak kalan Fars şiirini bir daha diriltip hem yazıda hem düşüncede
her şiirin içten sağlam bir bağlantısı olmasını anlatmaya çalıştı. Yani musiki
birliği ve görünüş özelliğinin ötesinde, bir şiiri oluşturan anlam ve
tecrübeler arasında doğal birlik olması gerektiğini açıkladı. Nimâ tarzı şiirin
içsel yapısındaki tenasüp ve uyumluluk onu dağınık söyleyişlerden uzak tutar.
Bu yüzden klasik şiirde hem lirik hem aşk hem öğüt hem tasavvuf hem metih
bulunabilir ama Nimâ şiirinde baştan sona kadar bir tecrübe oluşması ya
duygusal bir halin farklı tecrübelerden oluşan bir mecmuası hayal gücüyle
tasvir edilir. [102]
1320 yılı Şehriver ayından sonra Fars şiiri
başka bir şekle büründü. Nimâ ile beraber ve onun eserlerinden etkilenerek
birkaç değerli şair Nimâ’nın şiirinden ve üslubundan etkilenen birtakım yeni
şiir örnekleri sundular. Bazıları ise Nimâ’nın yolunu daha dengeli bir şekilde
Takip etmeye çalıştılar. Bunların arasında Pervîz Nâtil-i Hanlerî, Mecduddîn
Mir Fehrayî , Feridûn-i Tevellelî ve Muhammed Ali İslamî en önemlileri sayılır.
Fars ve Fransız edebiyatına hakim olan Hanlerî, şairliğine kaside ve gazel ile
başlayıp daha sonraları da dörtlük olarak ılımlı ve dengeli şiirler
söylemiştir. Bu şiirlerde genellikle tabiat betimlemelerine ve lirik konulara
yer vermiş, şiir söylediği son senelere kadar ılımlılığını hem dilde ve hem
şiirin şekli ve musikisinde kaybetmemiştir. Bundan dolayı onun şiiri daha
keskin ve daha yenilenmiş şiirleri kabullenilmesi için bir köprü olmuştur. [103]
Sohen
dergisinin de o yıllar yeni şiirler ve şiirin yenilenme konusunu ele alan
makalelerin yayınlanmasında büyük bir payı vardı. O yıllarda Sohen dergisinde yeni şiirleri yayınlanan
kişilerden biri de Gülçîn-i Gilanî’ydi (Mecduddîn Mir Fehrayî). Gülçîn’in
şiirleri özel bir romantizm ile samimi duygularla doluydu. Hızlı bir şekilde
muhatapları arasında ilgi çekti. Bu dergide Feridûn-i Tevellelî de kendi
zamanında yeni sayılabilen birkaç lirik şiir sundu. Bu şiirler de Nimâ tarzı
şiir yolunda önemli bir köprü niteliği taşımaktaydı. Bugün Nimâ’nın çağdaş
edebiyattaki önemli payını savunanlar Tevellelî, Gülçîn ve Hanlerî aracılığıyla
onun yenilik kavramını algılamışlardır. Bundan dolayı çağdaş Fars şiiri
hareketinin tablosunu çizdiğimizde siyasi düşünceler ve kişilik zıtlıklarını
bir tarafa bırakıp bu şairlerin önemini unutmamamız gerekir. 1332’den sonra
Modern Fars Şiiri daha çok gelişmeye başladı.
Gerçi duygusal alanlarda eski klasik şiirin keskinliği görünmüyordu ama şiir
kuralları ve üsluplarına riayet etme konusunda daha güçlüydü. Şiirdeki
romantizm belli ölçülerde ortadan kayboluyordu. Bu tarz şiir Ehevân- i Salis ve
Behâzîn’nin eserlerinde de belirgin bir şekilde görüldüğü gibi Fars şiir
alanına her açıdan yenilik ve hareket getirdi. Nimâ’nın önceden tek başına
taşıdığı yükü bu yazarlar birlikte üstlendiler. Nimâ bu yıllarda artık son
şiirlerini yazıyordu ve daha çok yorumcu olarak bu alanda rol almaktaydı. [104]
1335ten sonra Nimâ tarzı şiirin yanında iki
farklı akım ortaya çıktı. Birinci akım “Ilımlılar Akımı” adlı bir hareketti. Bu
şiirler daha çok dörtlük şeklinde yazılmaktaydı ve içeriğinde romantizm rengi
egemendi. Bu tarz şiirleri söyleyenlerin başında Nadirpûr, Tevellelî, Ferruhzâd
ve Muşirî gibi şairler yer almaktaydı. Onlar Nimâ tarzında şiirler yazmalarına
rağmen bu süreçte şiirlerine daha çok bu özellik hâkimdi. Bu grup aslında
Şehriver öncesi şairlerin dörtlüklerini daha temiz ve akıcı bir şekilde devam
ettirmeye çalışıyorlarsa da asıl amaçları yeni terkipleri bu dörtlüklere
taşımaktı. Ama yavaş yavaş her şey değişti. Bazıları Tevellelî gibi gazel yazıp
eski klasik şiire döndüler. Bazıları ise Nadirpûr ve Muşirî gibi lirik şiir
alanında şiirin şekli konusunda daha fazla yeniliğe doğru yol alıp Nimâ’dan
etkilendiler. Bu grubun içinde Tevellelî, Nimâ’ya daha da çok yaklaşıp
romantizmden uzaklaştı. Nimâ tarzı şiirin asıl akımı ılımlı romantik şiir ve
dağılıma doğru giden bu akım kenarında 1334 den sonra yavaş yavaş yeni bir tarz
olarak ön plana çıktı ve “Beyaz Şiir” adını aldı. Bu üslup 1340’tan sonra birtakım
kişilerin ilgisini çekti ve hala genç şairler arasında taraftarları
bulunmaktadır. Beyaz Şiir ya da başka bir değişle “Nesir Şiir” sadece Şamlû’nun
şiirinde gerçekten doruklara ulaşır. Bu tarz şiirin dış musikisini bir tarafa
bırakıp iç musiki ve yan musikiden yardım alarak dış musikinin eksikliği Telâ
fi edilmeğe çalışılır. 1327’den sonra İran Edebiyatın modernleşme alanında
Nimâ’dan etkilenen birkaç şair daha görülmektedir. Bu şairler Sohen dergisinin ılımlı üslubuna da dikkat
ediyorlardı.[105]
NİMÂ ŞİİRİNDE DEĞİŞİM SÜRECİ VE SEBEPLERİ
Nimâ kendisinin başlatmış olduğu şiir tarzında
yenileşmenin tek boyutlu ve sınırlı olduğuna inanıyordu. Şiir duygusal açıdan
güçlü, hayal açısından güçsüzdür. Dil açısından da, yeni şiirler başka klasik
şiire oranla zayıftır. Nimâ, şiirin yapısında bütün unsurların arasında dengeli
bir bağ kurmaya çalıştı ve kendi döneminde insani duyguları yansıtan ve bu
duyguları orijinal imajlar ve tasvirlerle sunan şiirler söylemeye uğraştı. Fars
şiirinin eski kalıplarında onun istediği amaç için yeterli yer olmadığını fark
etti. O 1318’de edebiyat tarihinde özgür Nimâ tarzı şiirin en görkemli ilk
örneği olan “Ğorab” şiirini musiki dergisinde yayınladı. Nimâ, bu şiirinde asıl
amacına ulaştı ve bundan sonra özellikle 1320 yılı Şehriver ayından sonra
sadece bu tarz şiirlerden parlak örnekler yayınladı. Gelenekçi şairlerin bu
şiirleri umursamamalarına ve hatta bazen nefret ve kızgınlıkla karşılamalarına
rağmen Feridûn-i Tevellelî gibi gençler bu şiirlere başka bir gözle baktılar ve
Nimâ’nın dikkate aldığı bütün konular bu tarzı benimseyen genç şairler arasında
yayımlandı. Ancak bu şiirlerin bazılarında bir türlü perişanlık ve karışıklık
görünmekteydi. İlk yeni şiir divanı Ceregga adıyla 1324’te yayınlandı. Bu kitap
Menûçehr-i Şeybanî’nin eseriydi. Bu genç şair bu tarzı çok beğenmiş ve
gelişmesi için çok çabalamıştı.
Gazete ve dergilerde yavaş yavaş bu tarz
şiirler yayınlanmaya başlandı. Genellikle sadece geleneksel kalıpların
kullanmadığı Nimâ’nın şiirlerine benziyorlardı ve onun senelerce düşünüp dikkat
ettiği ince noktalarla çok az ilgileniyorlardı. Nimâ tarzı serbest şiir
özelliklerine geçmeden önce Nimâ’nın şiir yazmaya başlamasından serbest şiir
aşamasına varıncaya kadar birkaç farklı çabasının olduğunu bilmeliyiz. 1300
yılında “Efsane ” şiiri yayınlandı. “Efsane” o dönem şiirinde hem şekil hem
duygusal ve hem musiki olarak yeni bir sesti. “Efsane” Fars Edebiyatı’nda
bulunan bütün lirik şiirlerden farklı bir manzumeydi. Romantik bir eserdi. Bu
romantizm o dönem şiirlerinde yeni sayılırdı ama bunlara rağmen bir köylünün
şehirde yaşadığı duyguları ve düşüncelerini, doğaya ve hayata olan bakış
açısıyla en güzel şekilde yansıtıyordu. 116
“Efsane” şiiri, içinde bulunan diyaloglar
açısından ve manzum edebiyatta dramatik şiire varmak için bir adım olmasından
dolayı önemlidir. “Efsane” ahenk olarak da yeniliğe sahipti. Nimâ’dan önce
sadece iki şairin kullandığı (Edîb-i Nişaburî ve Habîb-i Horasanî ) ve geçmişte
resmi şiir alanında kimsenin ilgilenmediği çok hoş bir vezin ve ahenge
sahiptir. Belki de halk ağıtlarında “Efsane” de kullanılan aruzdan izler
bulunur. “Efsane” ile beraber ve ondan daha da önce Nimâ “Kanlı Gönüller İçin
-adlı mesnevisini yazdı. Bu şiir Nimâ’nın gençlik döneminin tam olgunlaşmamış
yazılarından sayılır. Klasik şiirle karşılaştırıldığında çok zayıf görünüyorsa
da şiirde ve Fars edebiyatında hiç görünmeyen romantik bir ruha sahiptir.
“Asker Ailesi -” adlı şiir de Nimâ’nın aynı sene söylediği şiirlerden olmasına
rağmen “Efsane” kadar başarılı olamamıştır. [106]
NİMÂ’NIN İLK MECMUASINDA GÖZE ÇARPAN KONULAR:
Şiirde
yeni musiki bulma çabası.
Sosyal alanlarda insani duyguları dillendirme
ve dönemin romantizm özellikleri olarak gurbet ve yalnızlık duygularını gündeme
alma çabası.
Eskilerin hayal tasvirlerinden uzaklaşıp yeni
bir bakış açısına doğru hareket etme çabası.
Bu çabaların her birisi tek tek kendi
sınırında orta düzeyde bir başarıya erişti. Başarı için bütün bu unsurları
kapsayan ve içerisinde barındıran bir şiir gerekiyordu. “Ğorab” ve “Koknûs”
şiirleri bu tarz şiirin örneklerindendir. Bu şiirlerde dil, ahenk ve duygu
uyumlu bir yenileşmeğe yönelmiş olarak yeni bir şekil almıştır.[107]
NİMÂ ŞİİRİNDE İÇSEL YA DA ZİHİNSEL ŞEKİLLENME
Şiirin yapısı ve içeriği her şairin zevk,
duygu ve fikri yetenekleri ile bakış açısının ortak ürünüdür. Aslında şairin
yürüdüğü, hareket ettiği, hissettiği ve duygularını taşıyabildiği bir alandır.
Muhatap bu yapıyı araştırdığında şairin hayal, düşünce ve duygu dünyası ile
iletişime geçer. Nimâ, şiirin bu boyutuna yeni boyutlar katmıştır. Nimâ’nın bu
alanda yaptığı değişim, şiirindeki estetik anlayışını değiştirerek şiir dilinde
gelişime sebep olmuştur. [108]
Estetik Anlayışının Değişimi
Nimâ, klasik şiirin güzellik tanımının
unsurlarını eksik buluyor, bu doğrultuda daha uygun karşılıklar bulmaya
çalışıyordu. Nimâ için şiirin doğal ve somut olması çok önemliydi. O, şiirin
muhatabıyla ilişki kurmasını bu iki özelliği sayesinde mümkün görmekteydi ve
şiiri semboller, tasvirler gibi donanımlarla birleştirmeye çalıştı. Aynı
zamanda bu unsurları canlandırma, diyalog ve diklomasyon ile birleştirmek
istedi.[109]
Sembol
Sembolik şiir, sembollerinin arkasında uzayıp
şekillenir. Semboller farklı zamanlarda ve farklı koşullarda yeni anlamlar
yüklenip şiire de farklı anlamlar kazandırırlar. Şiirsel semboller, normalde
aşina olduğumuz kelimelerden oluşur. Ama sembole dönüştükten sonra daha gizli
anlamlara sahip olabiliriler. Böylece bu kelimelerden oluşan kavramlar ve
anlamların da varlığı zorlaşıp daha gizli bir hale gelir. Böyle bir gizem
şiirin eksikliği anlamına gelmez. Tam tersine muhatabını daha yaratıcı bir
çabaya sevk eder.[110]
Nima’nın Şiirinde Sembolizm
Nimâ şiirindeki sembolizm kelimelere dayalı
değildir, şiirin genelinde gizli olup yapısında ortaya çıkar. Nimâ’ya göre
semboller şiiri derinleştirerek alanını genişletip şiire ağırlık vererek
muhataba karşı şiiri daha ciddi bir hale getirir.[111]
Nimâ’nın kendi eserlerinde de en güzel bölümler sembolik olanlarıdır. Nimâ’nın
doğaya olan derin bakış açısı, onun sembolik şiirlerinin oluşumunda çok etkili
olmuştur. Nimâ’dan sonra çağdaş şiirde sembolizm, klasik ve modern şiir
arasındaki en önemli farklılıklardan biridir. Modern şiiri anlamak sembolleri
dikkate almadan mümkün değildir. Zira bu şiirlerde tasvir, düşünce, duygu ve
anlam yükü, genelde semboller ve gizemlere yüklüdür.[112]
Tasvir
Tasvir, modern şiire ait bir kavram değildir.
Eskiden beri Fars şiirinde hep var olan bir özelliktir. Tasvire hayal adı
verilerek şiirin cevheri olarak kullanılmıştır. Her tasvirin oluşumunda
istiare, teşbih, sembol ve mitoloji etkilidir. Her şairin tasvir niteliği
tamamen bakış açısı, hayat deneyimleri, bilinci ve doğa ile olan ilişkisine
bağlıdır.[113] Modern
şiirle klasik şiirin tasvir açısından en önemli farklılığı modern şiirde
tasvirlerin sembolik olmasıdır. Nimâ’ya göre sembollere dayalı tasvirler daha
derin ve daha şiirseldir. Çünkü bu durum muhatabın şiiri anlaması için daha
geniş ve soyut bir alan sunmaktadır. Bu da anlamsal ve zihinsel çaba harcamadan
mümkün değildir. Bu tip tasvirler, şiirin birkaç anlama sahip olmasını ve
düşünsel ve duygusal alanının genişlemesini sağlamaktadır. Modern şiirin bir
diğer farkı: geçmişteki tasvirler, genelde bir beyit alanında sınırlı kalması,
şiirin dikey alanda genişletilmesi ve başka beyitlere tasvirleri taşımasının
mümkün olmamasıydı. Her tasvir, bir mısra bir beyit ya da en fazla birkaç
beyitle şekillenip kavramları ve anlamları da onunla sınırlı kalıyordu. Modern
şiirde Nimâ’nın ve diğer şairlerin de asıl çabası tasviri, şiirin sinir sistemi
gibi bütün bölgelerine yayabilmesiydi.[114]
Gizem
Modern şiir ile klasik şiir arasındaki
farklılıklardan biri de gizemdir. Nimâ ve ondan sonraki şairler, gizemi şiir
için vazgeçilmez olarak görürler. Gizem, şairin dilde başarısızlığının sonucu
değil, tam tersine şairin kasten ve sanatsal olarak gizemli davranmasıdır.
Bunun kaynağı şairin dilinin çeşitliliği ve yaratıcılığıdır. Şair bu yöntemle
muhatabı keşfe ve sanatsal lezzetlere doğru yönlendirir. Böyle bir gizem, şiiri
yüzeysellikten derinliğe taşıyıp, muhatabı düşsel ve duygusal yeni ortamlara
sürükler.[115]
Anlatım Tarzında Dönüşümler
Her şairin sahip olduğu kelime hazinesi,
doğduğu bölge ve ana dili, şiir unsurlarının mükemmelleşmesi ve şekillenmesinde
önemli rol oynar. Şairin yaşadığı ortamın, düşünsel ve duygusal
farklılıklarının şiirinde görünmesi şairliği açısından olması gereken bir
durumdur. Nimâ, şiirinin oluşum sürecinde sırayla kinaye, sembol, vasıf ve
tasvir dizinlerini oluşturdu. Bu dizinler Nimâ’nın dilinde çeşitlilik yaratarak
şiir diline de büyük bir yenilik taşıdı ve sözüne hareketlilik getirdi. Nimâ,
klişe olmuş klasik şairlerin kelimelerini bir kenara bıraktı. Ona göre dilin de
zaman ve ihtiyaçlara göre değişmesi gerekiyordu.[116] Onun
bu alandaki yaratıcılığı dilde bazı zorluklar yaratmasına rağmen ondan sonraki
şairlerin farklı yollardan geçip çağdaş şiirde yeni söylem oluşturmalarına
sebep oldu. Nimâ, şiirde doğal ve sahtelikten uzak bir dil arayışında idi. O,
şiire resmiyetten uzak ve doğal bir dil sundu. O, bu yol uğruna şiirdeki mevcut
sınırlılıkları ortadan kaldırıp yaşadığı çağın yeni dil ihtiyaçlarına cevap
verdi. Nimâ, bu söylem tarzına ulaşmak için farklı deneyimler yaşayıp değişik
unsurlar kullandı. Onların en önemlisi Nimâ’nın yaşadığı ortam ile şiirin
arasında yarattığı bağlantıydı. Onun bu çabası şiirde eşsiz ve eskiden hiç
bulunmayan yeni kelimeler ile terkiplerin kullanılmasına yol açtı. Bunların en
önemlileri yerli kelimeler ve gündelik hayatta kullanılan kavramlar idi.[117]
ŞİİRİN DIŞ YAPI UNSURLARI
Şiirin dış görünümü, muhtevasını şekillendiren
çerçevedir. Vezin, kafiye ve kalıp, her şiirin dış görünümünün detayları
sayılır. Bunların hepsi Nimâ tarzı şiirin oluşum sürecinde değişmiştir.[118]
Vezin
Nimâ’nın vezin alanındaki çabaları şu sonuçlara vardı. Ona
göre: “Vezin bir
araçtı. Bir mısra ya da bir beyit şiirin vezin yükünü taşıyamaz. Bu durum
sadece harmoni ile mümkündür. Bu yüzden mısralar ve beyitler ortak olarak ve
bir arada vezni oluşturmalıdır. Bu veznin temelini, her mısraın uzunluk ve
kısalığını bizim zevkimiz belirlemelidir”[119]
Nimâ’nın vezinde yarattığı yenilik, mısraların
uzunluğunu değiştirmesiydi. O, şiirde eşit mısraların olmasını şiire bir baskı
olarak görüyordu. Böyle bir durumda şair, mısralarının eksiklerini gereksiz
kelimelerle doldurmak, bazen de mısraları eşit tutmak için gerekli konulardan
vazgeçmek zorunda kalıyordu. Nimâ, icat ettiği tarzda şiirin, içerik ve
anlamını izleyerek mısraları uzun ya da kısa tutuyordu. Ayrıca anlamdaki iniş
çıkışlarla birlikte şiirde musiki de değişiyordu. Detayları açıklamak için
Nimâ, daha hareketli ve daha doğal bir vezin arıyordu. Onun bu çabası daha
sonraları şiiri daha yeni alanlara taşıyıp Fars şiirinde farklı musikiler
yarattı. [120]
Kafiye
Nimâ’ya göre kafiye, şiirin geneline bağlı
olan bir konudur ve önceden hazırlanarak şiire egemen olamaz. Böyle bir durumda
şiirin yönetimi kafiyenin elinde olur ve şirin içeriğini kendisine esir eder.
Klasik şiirde de bu şekilde kafiye kullanmayı bir engel olarak görüyordu. O,
kafiye kullanmaya karşı değildi. Hatta onu çok da önemli görüyordu. Kafiyesiz
şiiri çatısız ev ve kemiksiz insan olarak tanımlıyordu. Fakat onun yöneticilik
rolünü kabul etmiyor, kafiyenin şiire hizmet etmesi gerektiğini düşünüyordu.
Yani şairin kafiyeye itaat etmesi değil, kafiyenin şairin emrinde olması
gerektiğini söylüyordu. Ancak Nimâ’dan sonra bazı modern şairler, kafiyenin
önemini tamamen inkar edip, kafiyesiz çeşitli şiirler yazmaya başladılar.
Kalıp
Nimâ, “Nimâ tarzı kalıbın” yaratıcısıdır.[121] O,
kendisi bunu tiyatro olarak da adlandırmıştır. Bu kalıp, uzun bir süre modern
şairlerin ilgisini çekmiştir. Bu kalıpta en güzel şiirleri yazan şair, Mehdî
Ehevân-i Salis olmuştur.[122]
Form
Form, yapı ya da şekil detaylarından ve
terkiplerden oluşan şiirin genel ve bütün halidir. Formun oluşumunda dil, kalıp
ve vezin gibi görünen faktörler, aynı zamanda duygu, düşünce ve içerik gibi
görünmeyen detaylar rol sahibidir.[123]
Nima’ya Göre Doğal Form
Nimâ klasik şiirde formun sınırlı olduğuna
inandığında şiir alanını beyitlerin dışına taşıdı. Nimâ, beyti şiirin birimi
olarak kabul etmeyip şiiri bütün detayları ve birimleri ile birlikte
tanımlandığına inanıyordu. O, hep harmoniden yani şiirin dış görünümü ve
zihinsel şekli arasındaki birliğe varan terkip ve uyumluluktan bahsediyordu.
Nimâ’ya göre şiirdeki form önceden belirlenemez. Ancak dönemin durumuna göre,
muhatabın zihni ve düşüncesine göre bu form değişebilir ve bu amaca ulaşmak
için şairin önceden belirlediği çerçevelerden kurtulması gerekir.[124]
NİMA’NIN ÇAĞDAŞ ŞİİRDE ORTAYA ÇIKIŞI
Nimâ’nın çağdaş Fars şiirinde ortaya çıkışı
şiir ortamında son derece etkili ve önemli bir olaydır. O, Fars şiirinin bin
yıllık yolunu kurumsal bir değişime soktu. Nimâ, kendisinden önceki bütün
çağdaş şairlerin çabasını sonuçlandırdı. Aslında onun diğer çağdaş şairlerden
büyük bir farkı vardı. Nimâ, birikimsiz olarak bu işe başlamamıştı ve kendi işi
için belirli bir planı vardı. Yolun başlangıcında Nimâ da klasik şiir türü
şairiydi ve eski tarzda şiir söylüyordu. İlk yayınlanan eseri “Kıssa-yi Reng-i
Perîde: Uçuk Rengin Hikâyesi”
idi. Yeni fikirlerden uzak olmayan bu eser, pek olgun sayılmazdı ve Nimâ’nın
sonraki düşünce ve fikirlerine çok yakın değildi.[125]
Bu eserden sonra Nimâ, yeniliğe doğru ilk
adımlarını atmaya başladı. Onun yenilik arayışının ilk göstergeleri “Ey Şeb”
şiirinde görülür. “Ey Şeb”den sonra uzun ve ünlü manzumesi olan “Efsane”
şiirini yazdı. “Efsane” Nimâ’nın bu yenilikçi tarzındaki işinin dönüm noktası
ve günün değişmiş olan şiirinin ilk tuğlasıdır. Bu eser, Nimâ’nın ilk
eserlerinde sembolizm ve romantizmin karışımı olan bir şiiridir.[126] Ama
Nimâ’nın yenilikçiliğinin bütününü kapsamaz. Klasik şiirin yapısı ve
zihniyetinin etkisi az çok “Efsane” şiirinde görülmektedir.[127]
“Efsane”’nin yazımıyla Nimâ, birçok eleştiri aldı. Klasik şiiri savunanlar
Nimâ’ya çok yüklendiler. Ama onların eleştirileri Nimâ’yı hiç etkilemedi. Nimâ,
“Efsane” şiirinin yayınlanmasından hemen sonra kendi köşesine çekildi ve
deneyimlerini on beş sene boyunca sürdürdü. On beş senelik inziva ve
deneyimlerinin sonucu “Koknûs” şiiri idi. “Koknûs” aslında Nimâ’nın yeni
tecrübeleri ve algılarının yansıması ve değişim için yeni bir başlangıçtı.[128]
“Koknûs” şiiriyle Nimâ daha geniş ve yaygın yeniliklere doğru yol aldı.
Nimâ yenilikçi şairler içinde kendi yeni
tarzına çerçeveler çizen ve sınırlar belirleyen tek şairdir. O, kendi
belirlediği özgün çerçeveleriyle şiir söylemekle birlikte başka şairlere de
çerçeve sunup sınırlar belirleyebiliyor ve onun tarzıyla şiir söylemek isteyen
başka şairlere de kendi usulü ve üslubunu açıklayıp öğretebiliyordu.[129]
Nimâ, daima zor yolun kolaylaştırıcısıydı.
Onun şiirde yaptığı değişimler ondan sonraki dönemlerin şiirinin daha derin
değişimlerinin alt yapısı oldu. Nimâ’dan sonra günümüzün şiirindeki bütün
akımlar Nimâ’nın şiirsel eğitimine ve değişim boyutlarına borçludurlar.
Nimâ’nın kendinden sonraki şairlere sunduğu yol, çok değişimlere sebep olup
Fars şiirinde çeşitlilik ve farklılıkların öne çıkmasına sebep oldu.[130]
NİMA’NIN ŞİİRİNDEKİ BİRİKİM
Eleştirenlerin, Nimâ’nın bilgi ve başarısını
böyle bir köklü değişim için yeterli görmemelerine rağmen Nimâ, Fars şiirini
kökten değiştirmeyi başardı. Hâlbuki önceden ondan daha yetenekli ve başarılı
şairler böyle bir görevi üstlenememişlerdi.[131]
Eleştirenlerin asıl eleştiri sebebi Nimâ’nın klasik edebiyatın kurallarına
aykırı şiirler yazması idi. Bu gurup Nimâ’nın sahip olduğu birikimleri hafife
alıyordu.[132]
Nimâ’nın sahip olduğu önemli birikimler şunlardan ibarettir:
Nimâ’nın yeni fikirler ve düşüncelere sahip
olması. O yaratıcılık gücünü bu yeni fikirlere borçludur. Nimâ’nın şiire bakış
açısı kendi döneminde tamamen farklı ve alışkanlıkların tersine idi. O kendi
döneminin zihinsel alışkanlıklarını ve sınırlarını aşabildi.
Nimâ’nın cesaretli ve sabırlı olması. Bu
özellikleri yoluna devam etmesi ve önündeki duvarları aşması için büyük bir
destekti.
Nimâ’nın
yaşadığı çağın gelişmelerini ve tarihi gerekçelerini algılama tarzı.
Nimâ, büyük şairlerin ortaya çıkışından sonra,
Fars şiirinin çıkmaza doğru yol aldığının farkına varmıştı. Bu durum Nimâ’nın
dönem hakkında yeterince bilgi ve algı gücüne sahip olduğunun göstergesidir.[133]
Nimâ’nın karakterinde bulunan ve şiirine
yansıyan samimiyet ve sadakat. Nimâ, çağdaş şiiri: “Hayattan kaynaklanıp hayatın meyvesi olan”
şiir türü olarak tanımlayıp şiirin hayatın tabiatını anlatmasını gerektiğini
düşünüyordu. [134]
Nimâ, şair olmak için insani ve sosyal algı ve
bilgiyi ciddi bir konu olarak önemser. Kendisi de bu duruma hep hassasiyet
gösterir. Aslında toplumsal çatışmalar, zülüm, adaletsizlik ve fakirlik gibi
gerçek konular, Nimâ’nın şiirlerinde en parlak göstergelerdendir.[135]
Nimâ “İnsani Taahhüt” adlı bir konuyu Fars
şiirine taşıdı.[136]
Şirinin acı ve isyan kokma sebebi de tam bu konudur.[137] Bu
konuda şöyle söylüyor : “ Benim şiirimin asıl kaynağı acıdır. Ben
kendi acılarım ve başkalarının acıları için şiir söylüyorum’”
.[138]
Nimâ’dan sonra bu özellik onun izinden
gelenlerin şiirinde devam etti ve ondan sonra çağdaş büyük şairler insan ve kaderini,
hep Hümanizmi ve siyasal düşünceleri şiirlerinde ciddiye almışlardır.
Nimâ’nın yaşadığı coğrafya hakkında yeterince
bilgiye sahip olması ve bu bilgiyi en iyi şekilde şiirlerinde ve sanatında
kullanmasıdır.
Nimâ’nın doğa ile çok yakın ilişkisi, şiirlerinde
insan ve doğayı güzel bir şekilde çizebilmesine sebep olmuştur. Doğada doğup
doğa ile ruhunu beslemiş olan Nimâ, ruhunu doğa ile birleştirip onu büyük ve
güçlü bir ilham kaynağı olarak kullanabilmiştir.
Eleştirenlerin
düşüncesine rağmen Nimâ, eski şiirden de yeterince faydalanmış ve klasik şiire
yüzeysel değil; derinden bakıp derinliğini görebilmiştir. Nimâ, geleneğe dayalı
algılarını yaratıcı bir şekilde yeni şeyler üretmek için kullanabilen nadir
kişilerdendir.[139]
Nimâ,
Fransızcayı iyi biliyordu. Bu nedenle de dünya şiir ve edebiyatında yeni
değişimleri izleyebiliyordu ve bunları kendi sanatı için kullanabilmeyi
başarmıştı. [140]Nimâ’nın
dünyanın ünlü şairlerinden etkilendiği eleştirenler tarafından hep
söylenmiştir.[141]
Bunlara ek olarak Nimâ’nın başarısının başka
sebepleri de vardı:
Çağdaş
şiir ve sanata görev ve vazife bağışlamak,
Şiirinde
dilencilik ve boyun eğmeye yer vermemek,
Ruhundaki
partizanlık ve adalet anlayışının varlığı,
Gelenekleri
doğru kullanmak,
Kişilik
olarak etik kurallara bağlı bir karaktere sahip olmak ve parlak eserler
üretebilmek,
Teori
sahibi olmak,
Eserlerinin
çeşitli olması,
Şiirinin
istibdada karşı olması, [142]
Nima’nın Şiirinde Değişim Boyutları
Nimâ, şairler için yeni görev tanımı yaptı ve
şiirden olan beklentiyi yükseltti. Ona göre her dönemin kendi özellikleri
vardır ve her dönem şairinin, bu özellikleri anlayıp cevaplamayı bilmesi
gerekiyordu yoksa kendi döneminin şairi sayılmaz ve şiiri dönemin halkı ile
ilgili olamazdı. Nimâ, şiirde yaygın şiir kriterlerini değiştirdi ve kendi dönemine
uygun yeni kurallar belirledi; insanın yeni hayatına ve modern yaşamın sanat ve
özellikle şiirden beklentisine uygun kurallar çizdi. Nimâ’ya göre insanın
düşüncesi doğal zevki ve duygusu tarihi koşullara uygun olarak şekillenmesinden
dolayı, tarihten etkilenerek değişebilir. Bundan dolayı şiirin her dönem
yapısal olarak değişmesi gayet normaldi. Nimâ, çağdaşlık algısını değiştirdi.
Ona göre çağdaşlık aynı dönemde yaşamak değil, o dönemi kitlelere
sunabilmektir. Nimâ’nın düşüncesine göre geçmiş dönem şairlerinin şiirinin
sermayesini alanlar çağdaş sayılmazlar. Böyle birisi eskilere bağlı kalıp kendi
döneminin gerekçeleriyle yaşamıyor demektir. Nimâ, şiirin şairin ruhuna, yaşam
dünyasına ve insanlara yakın olmasını şairliğin en önemli göstergesi olarak
tanımlamıştır. O, klasik Fars şiirinde öznellikten ve soyutluktan bahseden ilk
kişidir. Nimâ şuna inanmaktadır: “Bizim eski şiirimiz özneldir yani iç dünya ve içsel
alışkanlıklarla uğraşır. Şiirde eylemler şairin iç dünyasında şekillenir ve
dışarda geçen olaylarla pek ilgilenmez.
” Başka bir deyişle, şiirin geleneksel düşüncesinde, olaylar şairin zihni ve
bakış açısı boyutundan muhataba sunulmaktadır. Örneğin, “gül, mum, pervane,
selvi” ve bunun gibi nesneleri, şair hiç görmese bile kendi zihinsel algısıyla
ve geleneksel örneklere uyarak şiirde kullanabilir. Bundan dolayı eski şiirde
bu olaylar obje şeklinde çok az görülür ve onlarla birlikte gelen betimlemeler
ve açıklamalar genelde şairin ruhsal haline bağlıdır. Nimâ, nesnelliğe
odaklanarak görmeyi algılamaya öncelemiştir. O eski şiirdeki hayalden görüntüye
gelen yolu, tersine çevirip görüntüden hayale götürmektedir.[143]
Başka bir deyişle klasik şair genelde önceden
zihinde sınırlı bir anlam ve algıya sahip iken sonradan dış dünyaya bağlı
olarak onları açıklamaya çalışıyordu. Nimâ ise şairin önce görüp sonra
algılamasını yani dışardaki görüntülerini kavram haline çevirmesine inanıyordu.
Böyle bir durumda kavramlar ve anlamlar, görüntüler kadar çeşitli ve sınırsız
olur. Bu gidişatı takip ederek Nimâ, şiiri bütünlükten kurtarıp onda detayları
göstermek için farklı alanlar yarattı. Bu olayın gerçekleşmesi ile şiir
kişisellikten çıkıp daha genel bir hale geldi ve bu doğrultuda şiirin farklı
boyutları temel değişimlere uğradı.[144]
ÇAĞDAŞ
ŞİİRDE ANA AKIMLAR
1330’lu ve 1340’lı yıllarda ilk ve asıl
akımlar şekillenmeye başladı. Bu 20 yıl sürecinde en başarılı şairler ortaya
çıktılar. Bu dönemde edebi ortamlara ve topluma hâkim koşullar, şiir ve şairlik
akımlarını üç genel yöne sürükleyerek şairleri üç ana gruba böldü.[145]
Klasizm Yanlısı Şairler
İlk grup, Nimâ’yı kökten kabul etmeyen ya da
etseler bile ondan asla etkilenmeyen şairlerdi. Klasik şiir yazan şairlerin
geneli bu akımın takipçisidir. Bahar, Pervîn-i İtisamî, Rehî-yi Mueyyirî,
Şehriyâr, Emir î-yi Firuzkuhî, Mehdî Hamidî-yi Şirazî bu gurupta yer alırlar.
Nimâ’nın asıl muhalif şairleri bu guruptadır.[146]
Ara Dönem Şairleri
İkinci grup dolaylı ya da dolaysız bir şekilde
Nimâ’dan etkilenip onun tarzını ister istemez kullanmışlardır. Bu grup Nimâ’nın
“Efsane” şiirinden etkilenerek Romantik ve Neo Romantik adlı akımı
şekillendiren ilk ve en önemli şairlerdir. Onların şiiri kolay ve anlaşılır
şiirdir, klasik şiire alışmış olan muhatabın isteklerini rahatça
karşılayabilir. Pervîz Natil Hanlerî bu akımı yönlendiren en önemli şairlerdendir.
Bu akımın bir önemli şairi de Feridûn-i Tevellelî’dir. O çağdaş şiir akımları
üzerinde ciddi etki bırakmış bir şairdir, şiirlerinin ana teması romantizm ve
gazeldir. Şiirleri, klasik ve Nimâ tarzı şiir arasında bir köprü olarak
tanımlanmıştır. Yeni kavramlar, terimler ve kelimeler kullanarak klasik şiirin
klişelerinden uzaklaşma çabasından dolayı modern bir şair sayılır.[147]
Modern Şairler
Üçüncü grup az çok Nimâ’yı önemseyip onun
izinden giden şairlerdir. Bu şairler aralarındaki farklılıklara rağmen Nimâ
tarzı şairler olarak adlandırırlar. Bu grubun iki önemli şairi Menûçehr-i
Şeybanî ve İsmail-i Şahrudî’dir. Şeybanî, Nimâ’dan sonra ilk Nimâ tarzı şiir
söyleyen ve aynı zamanda dramatik şiir ve Beyaz Şiir dünyasına adım atan ilk
şairlerdendi. Nimâ’dan sonra ilk modern şiir mecmuasını o yayınladı. Şahrudî,
Nimâ akımının asaleti ve gerçeğini anlayan ikinci şairdi. Bu iki şair, aracısız
bir şekilde Nimâ’dan ders alıp düşüncelerini şiirlerinde kullanmışlardır.[148]
MODERN ŞİİRDE İLK AKIMLAR
Modern şiir dünyasında yeni tarz ve özel akım
yaratan birçok şairden bahsedilebilir. Bu şairler az etkili veya kısa süreli
akımlar yaratmış olsalar da fazla sayıda yeni şiir türü üretmeyi
başarmışlardır. Bunlardan Meram Şiiri, Kara Şiir, Beyaz Şiir, Ehevân ve Nimâ
Tarzı Şiir, Neo Gazel Şiiri ve Mor Şiir’i sayabiliriz.[149]
Meram Şiiri
Bu şiir türü, belirli bir inanç ve ideolojiye
hizmet etmektedir. Hûşeng-i İbtihâc ve Siyâveş-i Kesrayî bu şiir türünün önde
gelen şairlerinden sayılırlar. Onlar, şiiri düşüncelerinin propagandası amacıyla
kullanmışlardır. Bu şiirlerin içeriği toplumsal ve siyasal açıdan güçlü
olmasına rağmen gazel türünden de pek uzak sayılmaz ve bu sebeple şiirlenin
siyasi itibar kazanması ile birlikte Neo Gazelciler ile de ortak yönlerini
korumaya çalışmışlardır.
Bu iki şair bu akıma bağlı olan aydınların
ilgisini modern şiire çekmeyi başardılar. Aslında gazel şairi olan İbtihâc,
Nimâ tarzı kalıpta siyasal itirazcı ve aynı zamanda gazel terkiplerine uygun
şiirler yazmaya başladı. İlk Nimâ’yi eser olan Şebgir mecmuası kendi döneminde çok etkili olmuştur.
Kesrayî de Nimâ’yi şiiri, özgürlük içerikli hümanist bir şiirle birleştirerek
diğer şairler ve aydınların dikkatini çekmiştir. Onun en ünlü şiiri “Areş- i
Kemangîr” dir.[150]
Siyasi Gazel
İbtihâc’ın şiirlerinde siyasi içerikli, gazel
diline sahip olan şiirler belirgin bir şekilde görülmektedir. İbtihâc, siyasi
ve toplumsal boyutları lirik kelimeler ve üsluplarla yazmaktadır. Bu tür
şiirler, sosyalist şairlerin eserlerinin birçoğunda görülmektedir. Kesrayî,
şiirlerinde derinlik ve şairane terbiyeden ziyade ideolojik hedeflerini ve
düşünce çerçevesini önemsemekte ve şiiri bir propaganda aracı olarak
kullanmaktadır. Bu nedenle de şiirlerinde edebi açıdan eksiklikler
bulunmaktadır.[151]
Kara Şiir
Kara şiir dediğimiz şiir türü sürrealizm,
şiddet içerikli realizm ve acı bir romantizmin karışımı olan şiir türüdür. Bu
tür şiirler 28 Murat Darbesi’nden sonra yaygınlaşmaya başladı. Aslında ona
diktatörlük sonucunda ortaya çıkan bir edebi tür diyebiliriz. Bu şiir türünü
başlatan kişi Feridûn-i Tevellelî olsa da yaygınlaşmasında Nusret-i Rahmanî
büyük rol sahibidir. Rahmanî, bu türün etkili şairi sayılır. Onun şiiri küstah,
gerçekçi, isyancı, kara ve gizli bir şekilde romantizm gölgelidir. Kara Şiir
adını ilk kez kendisi kullanmıştır ve ondan sonra bu tür şiirlere “Kara Şiir”
adı verilmiştir.
Nima- Ehevân-i Salis Şiiri
Ehevân, Nimâ’ya sadık ve kendi tarzına sahip
ünlü şairlerden birisidir. Şiirinde epik tarzı Horasan tarzıyla karıştırıp
mitolojik söylem tarzını umutsuzlukla birleştirerek yeni bir şiir tarzı
üretmiştir. “Zimistân” şiirini yazması ve yayınlanması ile birlikte edebiyat
dünyasına yeni bir yol göstermiştir. [152]
Beyaz Şiir
Beyaz Şiir dediğimiz şiir türü dış musikiye
sahip değildir. Yani vezin, kafiye ve redif yerine kelimelerin içsel ve manevi
musikisine dayalıdır. Bu arada bazen de yan musikiden destek alabilir.
Bu tür şiir, kelimelerin gizli ve içsel
veznine göre şekillenir. Görünüşte vezinsiz görülmesine rağmen hece ve aruza
dayalı olmayan doğal bir vezin taşımaktadır. Bu şiir türü “Nesir Şiir” olarak
da bilinir. Beyaz Şiir bu adla ilk kez Ahmed-i Şamlû tarafından adlandırılmış
ve onun şiirleri ile yaygınlaşmaya başlamıştır. Bu tür şirin en güçlü şairi de
yine Şamlû’dur. Ondan önce Muhammed Mukaddem ve Menûçehr-i Şeybanî de bu sahada
denemeler yapmışlardır ama bu tarz şiir Şamlû ile olgunlaşıp önem kazanıp
çağdaş şairlerin geniş bir grubunu etkilemiştir. Bu akım, günümüze kadar devam
edip birçok başka çağdaş şiir akımının doğmasına da sebep olmuştur.[153]
Neo Gazel
Nadîr-i Nadirpûr, yeni gazel türü ile klasik
şiir arasındaki bağı koruyarak yeni bir gazel türü yaratıp Neo Gazel olarak
adlandırmıştır. O bu süreçte gazel hakkındaki eski algıları yeni düşüncelerle
birleştirmiştir. Bu nedenle de aşk şiirleri, klasik aşk şiirlerine benzemesine
rağmen modern şiirin de özelliklerini taşımaktadır.[154]
Mor Şiir
Bu şiir türü, Hûşeng-i İranî tarafından ortaya
çıkarılmıştır. Şiirin asıl özellikleri alışılmamış vezinle söylenmesi,
ümitsizlik ve belli bir formatının olmayışıdır. Aynı zamanda bu şiir türünde renklerin
de şiirde ağır bastığını görüyoruz. İranî, Nimâ’nın Fars şiirinde değişim
yaptığına inanmasına karşın bir süre sonra geri adım attığını düşünmektedir. O,
şiirde farklı terimler kullanarak özel bir dil üretmeye çalışmıştır. “Çığlık”
onun kullandığı en ünlü kavramdır. Gerçi bu kavram sonraları bazı şairler
tarafından modern şiir alanında bir alay konusu olmuştur. İranî, “Seni
Düşünüyorum:”
şiirinde modern şiiri tasavvuf düşüncesine bürümeye çalışmıştır. Bu konuda kendisi
pek başarılı olmasa da sonraları onun estetik düşüncesi Sohrab-i Sipehrî
tarafından şekillendirilip farklı bir modern Sufi şiir türüne dönüştürülmüştür.[155]
Romantizmden Sembolizme Doğru Hareket
Romantizm, modern şiirlerin yaygın özelliği
olarak hemen hemen bütün şiir türlerinde görülür. İlk hareketlerden sonra yani
30’lu yılların ikinci yarısından 40’lı yılların ikinci yarısına doğru yavaş
yavaş Nimâ tarzı şiirde farklı boyutlarda toplumsal sembolizme doğru yeni bir
yol açıldı. Bu tarzda değişik türlerde güçlü şiirler yazılmaya başlandı. Furûğ,
Şamlû ve Ehevân gibi şairler kendi bakış açıları ve yaratıcılıklarını kullanıp
farklı düşüncelere dayanarak modern şiiri güçlendirme yolunda yoğun çaba
gösterdiler. Onlar romantik dönemi geride bırakarak, zor günler yaşayarak
kendilerini günümüz tarz sahibi şairleri olarak tanımladılar. 40’lı yıllardan
daha önce de ünlü olan Sipehrî gibi şairler daha da ün kazanmaya başlayıp
farklı şiir türleri yarattılar ve bu yeni akımlar “Furûğ Tarzı”, “Mistik Şiir”,
“Yeni Dalga”, “Hacim şiiri” ve “Matematiksel Şiir” türü olarak ortaya çıktı.
Furûğ
Tarzı
Furûğ-i Ferruhzâd, kendi şairliğinin romantik
dönemini aşarak çağdaş şiire yan etki bırakılabilecek bir asalet ve kabiliyete
sahip bir dil ve düşünceye ulaşabildi. Kadını, kimliği ile barıştırma yolunda
büyük başarılar elde etti ve bu başarı, şiirindeki içerik ve dil yeniliklerini
başka şairler arasında da yaygınlaştırdı. Modern şiirde kadın kimliğini sadece
sevgili olmaktan kurtarıp başka rollere yer vermek bu tür şiirin en önemli
özelliğidir.[156]
Mistik Şiir
Sohrab-i Sipehrî “Suyun Ayak Sesi: şiiri ile
başlayan yeni modern Sufi şiirlerinde daha önceden hiç görülmemiş bir insan
severliği temasını şiire soktu.[157]
Yeni Dalga Şiiri
Ahmet Rıza Ahmedî ile başlayan bu şiir türü,
tamamen kelimelerin birbirleriyle ilişkisi ve uyumuyla şekillenir. Yeni dalga
lafız ve nesnelerin farklı algısına bağlı bir şiir türüdür, Yeni Dalga şiir
tarzında kelimeler belirli bir şeyin sembolü değildir, açık ve belli bir eylem
göstermez, başka bir deyişle kavram olmaktan çıkıp nesnenin kendisine dönüşür,
nesnelerde, sembol değil sadece kelime sayılırlar.[158]
Kelimelere Yeni Anlam Yüklemek
Yeni Dalga şiirinde yeni anlamlar, hayal ve
betimlemeler dil alışkanlıklarında birbiriyle uyumlu olmayan kelimelerin
sırtında taşınır. Günlük kelimeler farklı kullanılış yüküyle ortaya çıkıp
önceki görevlerini kaybederler. Kelimeler birbirlerinin yerlerine yerleştirilir
ama bu kelimeler asla alışılmış iletişim ve uyum çerçevesinde kullanılmaz. Şair
bu tarzda farklı bir mental ortam yaratarak muhataba istediği anlamı kelimeye
yükleme konusunda özgürlük tanır ve kendisi kelimelere düşünce ve anlam
yüklemez. Şairin kelimeler arasında yarattığı bu uyumsuz alışılmamış ilişki
muhatabın zihninde farklı düşünceler, tespitler ve kavramlar oluşumuna imkân
sağlar. Kesinlikle şair bu tür şiiri yazarken belli bir anlam ve düşünce
peşinde değildir. Eğer özel bir anlam bulunuyorsa bunun sebebi sadece şairin
dili farklı bir şekilde kullanmasındandır. Şairin dil ile ilişkisi ve bu
konudaki davranışı, hiç bir açıklama yapmadan yazması okuyucunun zihnine daha
çok farklı bir hayal gücü sunar bunun sonucu olarak da şair belirgin duygusal
ve düşünsel çizgiler çizmeden okuyucuyu özgürce hayal etmesi için tamamen özgür
bırakır. [159]
Hacim şiiri
Hacim şiirinin yaratıcısı, Yedullâh-i
Ruyayî’dir. Bu şiir türü aslında Ahmet Rıza Ahmedî’nin başlattığı tarzın devamı
sayılır. Şiir musikisi açısından vezinlilik-vezinsizlik arasında gelgitlerle
doludur. Alışılmış gerçekleri dışlayıp normal olmayan ve uyumsuz kelimeleri bir
araya getirerek muhatabın zihninde yeni bir algı yaratmaya çalışır. Hacim
şiiri, beyinde yerleşik alışkanlıklar ve bağımlılıkları dışarı atmaya çalışır.
Şairin dediğine göre Hacim şiirinde “yani” kelimesi yoktur. Kelimelerin arka
planında da karanlıktan doğmuş bir hayal yer alır ve genelde kelimeler ile
nesneler arasında çatışma ve çelişki görülür. Bu da, şiiri karmaşık bir hale
getirerek ağırlaştırır. Hacim şiirinin açıklaması olamayacağı için
yorumlanamaz. Sadece şiirin kendisine dönerek açıklama yapılabilir. Bu şiir
türünde şair okuyucusu için hiç bir ayak izi bırakmamaktadır. Sadece belirli
bir yol göstererek okuyucuyu tanımadığı bir dünyada dolaştırır ve onun zihinsel
zekâsını çelişkiye çağırır.[160]
Dil ve Anlamda Anlaşılmazlık
Ruyayî’nin şiirindeki anlaşılmazlık ve uzaklık
şiirin bazı boyutlarında değil; tamamında görülmektedir. O, değişik kavramlar
ve tasvirler kullanarak okuyucunun zihninde anlamın kesinleşmesini önler. Gizli
ve zor anlatım, önceki bütün zihinsel ve dilsel anlaşmaları şiir ortamından
kaldırır ve uyumsuz kelimeleri bir araya getirerek alışılmamış kavramlar,
karmaşık anlamlar kurmaya çalışır. Kelimelerin geçmişiyle uğraşmaz. Sadece
kendi zihni anlayışını kelimelere yükler ve bu arada hiçbir muhatap şairin
kelime algısına tamamen ulaşamaz. Böylece farklı okuyucuların zihninde aynı
şiir hakkında sınırsız betimleme ve düşünce yaratılabilir. Aslında Ruyayî'nin
de amacı bu yöntemle şiirde ve zihinde yeni mazmunlar ve konular yaratmaktır.
Hacim şiiri, okuyucunun zihnini sürekli harekette tutmayı amaçlamıştır.
Şiirdeki sınırsız kısaltmaların da sebebini bu hedefi açıklamaktadır.[161]
Matematik Şiiri
Keyûmers-i Munşîzâde bu tarz şiirin mucidi
sayılır. Önceden gazel ve Nimâ tarzı şiir alanlarında denemeler yapmış olan
şair, yavaş yavaş çağdaş olaylar ve şiirdeki değişimlerden etkilenerek farklı
ve ilginç şiirler yazmaya başlamış, şiirlerinde mizah ve matematiğe farklı
açıdan bakmaya çalışmış, şiire matematiksel kavramları ve geometrik şekilleri
özellikle daireyi yerleştirmeye çalışmıştır. Munşîzâde’nin asıl amacı bu
nesneleri kullanarak insanın kader yuvarlağının içerisinde esir olduğunu ve
özgürlük kavramının sadece bir yuvarlak içinde sınırlı olduğunu göstermektir.
Şiir türünde bu yöntemle şair aynı zamanda dönemin olayları ve siyasi durumunu
tasvir edip eleştirir ve hayatın bir tekrardan ibaret olduğu ve bir yuvarlağın
ortasında dolaşıp sonuçta hep aynı yere geri döndüğümüzü tasvir eder[162].
Plastik Şiir
Bu şiir türünün asıl şairi İsmail Nurî Alâ
dır. O, Yeni Dalga şiiri tarzını kurallaştırıp belirli çerçeveye sokmaya
çalıştı. Amacı Nimâ tarzı şiir ile Yeni Dalga tarzı şiir arasında barış
köprüleri kurmaktı. Bu yeni tarz şiirin adını da “Plastik Şiir” koydu.[163]
Plastik Şiir’in bir diğer amacı da sahte duyguları eleştirip insanları gerçek
duygularıyla barıştırmaya çalışmaktı.[164]
Direniş Şiiri
Direniş Şiiri bir tür itiraz şiiridir. Bu tür
şiirde ümit, ümitsizliği yenmekte ve aydınlık karanlığı kuşatmaktadır. Bu şiir,
kahramanlığı, devrimi ön plana çıkarır; şiirde idamlar, hapisler ve işkenceler
özel bir yere sahiptir, sorumluluk kavramının anlamı değişmiş ve taahhüt
silahlı çatışmayla aynı şey olarak tanımlanmıştır. Bu da, o dönem değerlerin
değişiminin göstergesidir. Şefîî-yi Kedkenî bu olayı “Siyahkel’de başlayan silahlı çatışma ve “Halkın Mücahitleri
”nin sonraki çatışmaları ile birleşerek savaş kavramını ve yeni genç neslin
sosyal bakış açısını hatta tüm toplumun hayata bakış açısını alt üst etmiştir.”
şeklinde açıklamaktadır.[165]
Siyahkel olayından önceki şiir, halktan ve
yaşadığı acılarından uzaktı. Şiirde konu edilen “Halk” kavramı da aşağılanmış
bir bakış açısıyla kullanılmaktaydı. Siyahkel şiirinde hala halktan söz
edilmese de en azından aşağılama durumu ortadan kalkmış ve eski şiirin tam
tersine kahramanlar, belirgin bir role sahip olmaya başlamışlardır. Hatta halk,
kahramanların varlığında övülmekte; kahramanlar, halkı temsil etmektedirler
denilebilir. Bu kahramanlar aynı dertlerle, aynı eksikliklerle ve taşıdıkları
aynı yüklerle halkın durumunu şiirde yansıtmaktadırlar. Bu dönemin şairi ya
savaşın bir parçası veya savaşın övücüsüdür. Siyahkel döneminde şiirdeki
değişim, şiire egemen düşünce ve şiirin içeriği kapsamında yapılmıştır.
Şefîî-yi Kedkenî’ye göre, Siyahkel dönemindeki şiirin formu, musikisi, dili ve
hayal gücü bir önceki dönemin devamı sayılır. Şimdi yüz senelik şiirsel
deneyimin sosyal hayata hizmet etme zamanı gelmiştir. Bu dönüşümün ilk sosyal
etkisi silahlı savaşın başlamasıydı. [166]
Dil bakımından bu dönemde çoğunlukla lirik,
sert ve şiddete yönelik kelimeler şiire girdi ve ayrıca Siyahkel olayını
hatırlatan deniz, orman gibi bazı kelimelerde sabit semboller olarak şiirde yer
aldı. Siyahkel şiirinin dilinde net ve açık mesajlar verme eğilimi vardır.
Hatta belirli sembolik kelimeleri kullanmak cesaret göstergesidir. Bu şiir,
aynı zamanda heyecan ve hareket şiiridir. Özellikle bu dönem şiirinin yeni
şairlerinde bu durum çok abartılı bir şekilde görülmektedir. Aynı zamanda, bu
tarz şiir fedakârlık ve aşk şiiridir. Her zaman şiirin ana teması olan aşk,
daha güçlü bir şekilde kendini göstermektedir. Ancak bu tarzda sevgilinin
kimliği değişmiştir: sevgili, bir örgüt, parti, bir grup şeklinde tasvir
edilmekte ve aşk, yeni bir boyut kazanarak fedakârlıkla iç içe geçmektedir.
Başka bir bakış açısıyla bu şiirde aklın aşktan da daha belirgin bir role sahip
olduğu görülmektedir. Bu şiir tarzı, derin düşünme (özellikle kendileri bu
savaşı tecrübe eden şairler için) ve bir şeyi inkâr ederek başka bir şeyi ispat
etmek çabasıdır. Bu türün en önemli sonuçlarından biri de ümitsizlerin harekete
geçip yeni dalgaya katılmasına sebep olmasıdır. Bu durumda bu dalgaya
kapılmayanlar, arka plana itilmek zorunda kalmışlar, hatta yeni tasavvuf
şiirinin tek öncüsü Sipehrî bile o seneler şiir söylemekten vazgeçmiş ve son
eserleri Ehevân gibi değer kaybetmiştir.[167]
1350’li yıllarda Siyahkel Ormanı olayından
etkilenmeyen siyasi şiir nadir görülürdü. Bu olaydan sonra önemli olan mesele,
halkın bir kaç defa yenilgiden sonra korkuya ve ümitsizliğe dönüşen pasif
siyasi gücünün tekrar harekete geçmesiydi. Siyahkel olayının Fars edebiyatında
öyle bir etkisi vardı ki direniş şiirine karşı olan Ahmed-i Şamlû bile bu
olaydan sonra en parlak ve en derin şiirlerini direnişçilerin övgüsü konusunda
yazmaya başladı.[168]
MODERN ŞİİRİN ÖNEMLİ ŞAİRLERİ VE ŞAİRLERİN ŞİİR
ÜZERİNDE YAPTIKLARI DEĞİŞİKLİKLER
EDÎBU’L-MEMÂLİK-İ FERAHÂNÎ (1860, KAZERAN-
1917, YEZD)
KAÇARLAR Dönemi edip ve şairlerinden
Kâimmakâm-i Ferahânî’nin torunu olan Edîbu’l-Memâlik-i Ferahânî, Meşrutiyet
Dönemi’nin önde gelen şahsiyetlerinden olup, “Emir uşşuarâ” lakabı ve “Emir î”
mahlasıyla bilinir.[169] Erak’a
bağlı Kazeran köyünde dünyaya gelen ve İlköğrenimini aynı yerde tamamlayan
Edîbu’l-Memâlik, son dönem Kaçâr şair ve yazarları arasında etkili
kişiliklerinden aynı zamanda “Uyanış Çağı” olarak adlandırılan Meşrutiyet
Dönemi’nin önemli şahsiyetleri arasında yer almaktadır. Edebiyat ve gazetecilik
alanlarında daha sonraları “Edîbu’l-Memâlik-i Ferahânî ” diye ün kazandı.
Ailesinde bilim adamları, şairler ve devlet
adamlarının bulunması, onun iyi bir eğitim almasında etken oldu. Arap dili
edebiyatı, tarih, felsefe, matematik ve astronomi öğrenimi aldı. Ayrıca bu
süreçte Avrupa edebiyatını da tanıma olanağı buldu. On altı yaşında babasının
ölümünden sonra maddi imkânsızlıklar nedeniyle Tahran’a gitmek zorunda kaldı.[170] 1889
yılında Tebriz’de KAÇARLARın son dönem siyaset adamlarından, aynı zamanda bir
edebiyatçı da olan Hasan Ali Han Emir Nizâm-i Gerrusî ile tanıştıktan sonra
eski mahlası “Pervane” yerine “Emir î” mahlasını kullanmaya başladı.
Edîbu’l-Memâlik-i Ferahânî, önce Emir Nizâm ile birlikte Azerbaycan’a gitti ve
daha sonra Emir Nizâm’ın Kirmanşah yönetimine getirilince o da beraberinde
Kirmanşah’a gitti. Orada bir süre kaldıktan sonra tekrar Tahran’a döndü.
Muzafferuddîn Şah, kendisine 1896 yılında “Edîbu’l-Memâlik-i Ferahânî” lakabını
verdi. Bir süre Tahran’da Dârü’t-tercüme’de görev yaptı. 1896’da Emir Nizâm ile
birlikte yeniden Azerbaycan’a gitti. Sonraları bilimsel makalelere yer veren
haftalık Edeb
gazetesini yayınlamaya başladı.[171]
Ömrünün son yıllarını adliye hizmetinde
geçiren şair, bu arada 1913 yılında yarı resmi “Âfitâb” gazetesinin müdürlüğünü
de yürüttü. Bütün bu görevleri arasında asıl mesleği gazetecilik ve şairlikti.
Şiirlerinin çoğunu o günlerde kaleme alıp dönemin gazeteleri ve dergilerinde
yayınladı. Adalet Bakanlığına bağlı olarak Erak, Simnan ve Yezd gibi merkezlerde
görevlerde bulundu ve aynı zamanda resmi İran gazetesinin müdürlüğünü de yaptı. Ferahânî,
1917 yılında Yezd şehrinde görevli bulunduğu sırada Vefat etti.[172]
Tahran’da o dönemler eskilerin tarzını olduğu
gibi devam ettiren, bu tarza kendi geliştirdikleri özellikleri de ekleyerek
katkıda bulunan şairler arasında, ciddi rol oynadı.[173] Klasik
tarzda şiir söyleyen şairler arasında yer alan Ferahânî, Emir Nizam ile
birlikte Kirmanşah’da bulunduğu dönemlerde siyasi ve sosyal konulara olan
eğiliminden ötürü, siyasi gelişmeler içerisinde aktif rol aldı. Bu durum, onun
duygu ve düşünceleri üzerinde etkili olmuş, şiirlerine ise derin bir şekilde
yansımıştır.[174]
Meşrutiyet sonrası dönemde klasik şiir türünün
dil özelliklerini esas alarak klasik şiir kalıplarında ve değişik şiir
türlerinde ustaca eserler verdi. Bu alanda ilk şairlerden olan
Edîbu’l-Memâlik-i Ferahânî ’in genel kültürü, kullandığı kelimeler ve terkipler
açısından gösterdiği özellikler yanında şiiri; meşrutiyet dönemi İran halkının
feryatları, çeşitli konulardaki problemlerini yansıtan dizelerle dopdoludur.[175]
Edîbu’l-Memâlik-i Ferahânî, şiir dünyasına
geleneksel kalıpları kullanıp, yaşadığı çağın karakteristik özelliklerini
taşıyan tarzda dizeler kaleme alarak girmiştir. Ancak İran’ın köklü sosyal ve
siyasi değişimlere sahne olduğu, toplumun son derece önemli değişimler yaşadığı
bir ortamda, onun şiir tarzı da çeşitli faktörlerden etkilenerek farklılıklar
göstermeğe başlamıştır. Meşrutiyet Devrimi’nden sonra yazdığı şiirlerinde de
çok önemsediği ve kendine göre şiirin temel türü olarak kabul ettiği kasideden
vazgeçmemiş, bu türde eserler vermeye devam etmiştir. [176]
Gençlik yıllarında yazmış olduğu şiirlerinde
sarayın ileri gelenlerini ve hükümdarları öven dizelere yer vermiş olan
Ferahânî’nin gelişen ve değişen şartlar ile şiirinin teması da değişmiştir. O,
bir methiye şairi olarak ortaya çıkmış, şiirlerinde çeşitli alanlarda değişik
kişilerin övgüsünü konu alan dizelere yer vermiştir. Ancak özellikle gazeteci
olması, sosyal ve siyasi gelişmeleri yakından izlemesi, şairin hayatında olduğu
gibi şiirlerinde de önemli değişimlere neden olmuştur. Düşünce dünyasında
yaşadığı köklü değişimler sonucu şair, artık milli duyguları harekete geçiren,
toplumdaki uygunsuzlukları eleştiren şiirleriyle, halkı uyandırmayı hedeflemekte,
kalemini halkın problemlerini çözme, toplumun daha iyi bir düzeye gelmesine
yardımcı olma amacıyla kullanmaktadır. Artık klasik şairlerin tarzlarını
beğenmeyen Ferahânî, övgü dolu dizeler ve eski mazmunlar yerine vatan, millet,
ülke sevgisi gibi konuları dizelerine aktarmaktadır. [177]
Onlar, sadece halkın ve toplumun yararına
olacak konulara yöneltmeyi amaçlamıyor, aynı zamanda bir adım daha ileri atıp
sınırları zorlayarak İran kültüründe görülen büyük kültürel değişimin yanı sıra
şiirde gelenekleşmiş, kuşaktan kuşağa aktarıla gelmiş birtakım köklü değerlerin
de bir tarafa bırakılması ve yeni düşünce ve yeni duygularla yeni sözlerin
söylenmesini istiyorlardı. [178]
Sabah
vakti güneşten ve aydan müjdeler geldi bana Ki devletlû padişahım törene geldi
Bugün şahitlik tahtına saklıların sırrını bilen Bu ortama adımı yaraşır
padişahım geldi Sultanların sultanı padişahların bahtiyarı Ruhumuz ona feda
Muzaferrüddîn geldi Halk toplanmış bahçeye ki koklasın onu Çiçekten ve
bitkilerden amber kokusu geldi Sürekli kölelerinden günah bekler gönlü Çünkü
günahları bağışlamak için geldi
Vezir-i Azam ’a vezaret yüzüğünü verdi
Gözü oldu mülkün şimdi, askerlerin tacı
geldi
“Ayn’üd-devleyî” dünyaya koruyucu olarak
koydu
Onun
bir bakışıyla dünya işleri düzene geldi
YAHYA DEVLETÂBADÎ (1862, İSFAHAN _ 1939, TAHRAN )
Gazeteci, yazar, tarihçi, şair Devletâbadî,
İsfahan’da doğdu. Beş yaşındayken ilköğrenimine başladı. On bir yaşındayken
ailesi ile birlikte Irak, Arabistan, Horasan ve Tahran’a gitti. Daha sonra
İran’a döndü ve bir süre burada yaşadıktan sonra İstanbul’a gitti. Aynı
şehirde, Dihhudâ ile birlikte Farsça Surûş gazetesini kurdu. Devletâbadî, daha sonra
Tahran’a geldi ve birkaç dönem Millet Meclisi’ne milletvekili olarak seçildi.
Aynı zamanda Avrupa ülkelerine geziler yaptı. Sonunda Tahran’da bir kalp krizi
geçirerek hayatını kaybetti. Devletâbadî, şiir, roman ve hikâye yazarlığının
yanı sıra, İran’da eğitimin yeni liderlerinden biri ve aynı zamanda Meşrutiyet
devriminin öncülerinden idi.[179]
Yaşlı, perişan halli Ömrü elliyi aşmış bir
anne vardı.
Kocasız kadının ömrünün tek meyvesi Bencil
ve edepsiz bir oğuldu.
Edepten ve saygıdan habersiz sabahtan
akşama kadar Kendi yaramızlıkpeşinden koşuyordu.
Arada sırada yaşlı annesinin Kucağında
küçük bir altın kesesi görmüştü.
Bir gece kötü niyetleri uğruna harcamak
için Altınları annesinden zorla almaya geldi.
Anne: “Günahtır, günah ” diye Bağırarak
vermedi altınları
Bu altınları biriktirdim senin
Damatlık günün için inşallah dedi.
Oğlan altınları zorla almak için Saldırdı
anneye.
Anne oğlunun zulmünden feryad etti,
Çaresizliğinde dolayı bağırmaya başladı.
Oğlan öyle sıktı ki annesinin boğazını
Annesinin yüzü morarmaya başladı.
Yarı can annesini aldı sırtına Ve düştü
onunla birlikte yola.
Kimse anlamasın cinayetini diye Attı
annesini bir kuyuya.
İşini bitirdikten sonra eğilip kuyuya
baktı.
Kuyunun dibinden iniltiler içiresinde Bir
ses geldi kulağına.
Annenin son sözüydü bu:
“Ey oğlum! Dikkat et düşmeyesin kuyuya”
EŞREFÜDDÎN HÜSEYNÎ-Yİ GİLANÎ (1872, REŞT - 1934, TAHRAN)
Kazvin şehrinde doğdu. Henüz genç iken
Atabat-i Aliyat’a yerleşen şair, İran’a döndükten sonra Kazvin, Tebriz ve daha
sonra Gilan’da ikamet etti. Nesîm-i Şumâl gazetesini yayınladı. Bu gazetenin yayını bir
süre durduruldu ve sonra yeniden başlatılıp şairin hayatının sonuna kadar devam
etti. Geniş halk kitlelerini muhatap aldığından dolayı Meşrutiyet Devrimi
döneminin en sevilen ve en ünlü şairi olarak tanınmıştır.191
Edebi çehresinin en ağır basan tarafı, bütün
halk kitlelerine hitap etmesidir. Anlatım tekniği olarak hâkim olduğu tarz
mizah tarzıdır. Hatta onu, “Toplumsal Mizah” şiir türünün kurucularından da
sayabiliriz. Mizah şiirlerinde Molla Nasreddin gazetesi ve onun yazarı Sâbir’i örnek
almasının, yazılarının değerini hiç eksiltmediği görülmektedir. Nesîm-i Şumâl gazetesinin 20 yıl boyunca yayınlanması ve
halk tarafından inanılmaz bir yaygınlıkta okunması, yeterince değerli bir
olaydır. Seyyid Eşrefin şairlik tarzı klasik
şiire uzaktı ve kendi tarzıyla sade ve halk
diline yakın şiirler yazmak istiyordu.[180]
Şiirindeki kelime dağarcığı ve dilbilgisi, konuşma dilinden besleniyordu. Bu
durum şairin zengin sözel edebiyat hazinesinden yararlanmasına imkân
sağlıyordu. Şiirlerinde ne Edîb-i Nişaburî’nin şiirindeki eskilik ve ne de Nimâ
ve Şamlû’nun şirindeki karmaşa bulunuyordu. Ayrıca şiirlerinde hayali tasvirler
az görülmektedir. Bunun sebebi ise şairin sade yazma konusunda ısrar etmesidir.
Duygusal boyutta en kolay dokunabileceği yere, yani halkın devrimcilik
hassasiyetine dokunur. Şiir musikisinde bile halkın zevkini önemsemiştir. Kendi
ifadesiyle şiirlerini halkın dilinde şarkı olabilecek kadar sade yazmıştır.[181]
Müstezad ve Musammat kalıplarını kullanması da şairin bir tür yeniliğe
eğiliminin göstergesi olabilir.[182]
Fakir miskinleri öldürmek için
Kurtlar yatmış pusuda
Evladım halk için tatlı dillerle
Ferhat’ın hikayesini anlatma kurt gelir
İşçiler acı çekerse sana ne
Esnafın dükkanı hüzünhane ise sana ne
Ölürken fakirler kefensizse sana ne
İnleme yavrum kurt gelir
Bağırma ses etme yavrum kurt gelir
İREC MİRZA (1874, TEBRİZ - 1926, TAHRAN)
KAÇARLAR Dönemi şairlerinden İrec Mirza Tebriz’de
doğdu. Kaçâr hanedanından Sadrüşşuara Gulam Huseyn Mirza’nın oğludur. Aga
Muhammed Takî, Ârif-i İsfahanî ve Mirza Nasrullah Şirvanî’den Arapça ve Farsça,
İkbal-i Aştiyanî’den mantık, felsefe, meani ve beyan dersleri aldı. Tebriz
Darülfünunun’a devam ettiği yıllarda Fransızca ve Rusça öğrendi. İrec Mirza,
babasının ölümü üzerine ailesinin geçimini sağlamak amacıyla devlet hizmetine
girmek zorunda kaldı. Veliaht Muzafferuddîn Mirza tarafından bayramlarda ve
selam törenlerinde kaside yazmakla görevlendirildi. Kendisine
"Fahrüşşuara" lakabını veren Emir Nizâm tarafından daima teşvik
edildi. Bir ara Kıvamussaltana ile Avrupa'ya gitti. 1923 yılına kadar Tebriz,
Kirmanşah, Tahran, Abade, İsfahan ve Meşhed’te maliye ve maÂrif bakanlıklarıyla
gümrük teşkilatına bağlı kuruluşlarda çeşitli görevlerde bulundu. 195
Gençlik döneminde Ferruhî-yi Sistanî’nin
etkisi altında kalan İrec; daha sonra Menûçehrî, Hâkanî-yi Şirvanî ve Kaânî-yi
Şirazî tarzında şiirler yazmaya başladı. Hayatının son on yılında, vezin ve
kafiyede klasik şiir kurallarına bağlı kalmakla birlikte konu itibariyle yeni,
sade ve akıcı şiirler kaleme aldı. Dilde ise sadeleşme akımını savundu. İrec,
şiirlerinde halk deyimleri ve atasözlerini ustaca kullanmaktaydı. Şair en ünlü
mesnevisini, Ârif-i Kazvinî’nin Meşhed’te verdiği konser sırasında KAÇARLARı
kınayan bir şiir okuması üzerine ona karşılık olarak kaleme aldı. Onun kadın
hakları, çiftçilerin yoksulluğu, ülkedeki kanunsuzluklar gibi konuların
işlendiği eserleri kısa
zamanda yayıldı. İrec’in şiirleri, her zaman
halkın tüm kesimlerinden okurlara sahip olmuş, gönülleri fethetmiş ve hatta
çocuklardan bile rağbet görmüştür. İrec Mirza’nın üslup ve metodu, dört yönden
karakterize edilerek incelenmektedir.
En önemlisi sayılan birinci alanı; hiciv ve
mizah şairi olarak tanımlanmasıdır. Fars mizah şiiri alanında iki belirgin yüz
tanınmaktadır: Birincisi Ubeyd-i Zakanî, ikincisi ise İrec Mirza. İrec’in
şiirinin belirginliği şiirinin dilindedir, bu yüzden de onu eleştirenler hep
şiirindeki dilin keyfiyetini eleştirmişlerdir.[183]
İrec Mirza, halk diline yaklaşan bir sadelikle
üslubunu geliştirerek İran edebiyatında yeni bir sayfa açmış ve bu hareketin
öncüsü olarak tanınmıştır.[184]
İkinci alanda ise başarılı bir çocuk şairi ile
karşılaşılmaktadır. Bu alanda hiciv alanının aksine açıklık ve bazı
müstehcenliklerden izler görülmemektedir. Hiciv alanındaki dikkatli eleştirmen
ve münekkit adamın yerine çocuk şiirlerin arkasında bilgili ve merhametli bir
öğretmen oturmuş, çocuklara ahlaki değerleri ve toplum değerlerini öğretmektedir.
İrec’in şiirindeki samimi ve duygusal zemin, onun şiir yazdığı tüm sahalarda
okuyucunun kalbine dokunmasına ve derin izler bırakmasına sebep olmuştur.
Mizah konulu şiirlerinin zemini sanatsal
paradoks içermektedir. Böylece hem şaka hem eleştiriyi bir arada tutabilmekte
ve dilinin müstehcenlik dozunu ayarlayarak değerini korumaktadır. Çocuk
şiirlerinde ise çocukluk dönemlerinin deneyimlerini büyüklere hatırlatmaktadır.
Üçüncü alanda ise kültürel değişimleri ele
alan ihtiyatkâr bir şairle karşılaşılır. Sahip olduğu eleştirel ruhun edebi
değişimler konusunda bile dikkatli davranmasına sebep olduğu görülür.
Dördüncü alan, bir Kaçâr hanedanına ait geç
kalmış şehzade tasvirini yansıtmaktadır. Belki de Ârif-i Kazvinî ile anlaşamama
sebebi de bu olabilir. Nitekim İrec, hanedanı eleştirmek istese dahi bu
konudaki tutumunu değiştiremezdi.
İrec’in şiirindeki ana temalar, hiciv, mizah, siyasi ve sosyal
meselelerin eleştirisi, Hayyâm düşünce tarzı ve bazen laik bazen ise dini
konulardır.198
Gülümseyen bahçe gülümseyen çiçektendir
Bilgelerin töresidir gülümsemek
Ciddiyetten uzak olsa bile gülüş
Ciddiyetin fazlası da değersizdir
Yorulur gönül sabah akşam ciddi olmaktan
Mizah ile düzeltilir mizacı
Ciddiyet yolda yorulmak gibidir
Mizah ise yolda biraz dinlenmek
Yalan dumanına bulaşmayan mizahta
Ta ki değerini örtmesin onun dumanı
Aklın kaynar çeşmesini kullan mizahta bile
Doğru söyle ama güzel ve tatlı söyle
VUSÛKU’D-DEVLE (1876, TAHRAN - 1951, TAHRAN)
Mirza Hasan Han Vusûk, lakabı Vusûku’d-devle
Mirza İbrahim Mutemedussaltana’nın oğludur. Tahran’da dünyaya gelen Vusûk,
edebiyat bilimleri eğitimini Mirza Ahmet Golpayeganî’den ve felsefeyi Mirza
Hâşim Reştî ve Mirza Ebu’l- Hasan’dan aldı. Yurtdışında kaldığı dönemlerde
İngilizce’nin yanı sıra Fransızca’yı da iyi derecede öğrendi. Vusûk henüz genç
yaştayken Azerbaycan valiliğine atandı. Ulusal Meclis’in birinci ve ikinci
döneminde milletvekili olarak görev aldı. 1912'den itibaren, Rıza Şah’ın
hükümdarlığı döneminde, on altı kez maliye, dış ilişkiler, adalet, iç işleri ve
eğitim bakanlıklarını üstlendi. 1918-1922 yılları arasında İran başbakanı oldu.
Hayatının son yıllarında Avrupa’da yaşadı ve 1947'de İran’a geri döndü. 1951'de
Tahran'da Vefat etti.199 Şiir alanında güçlü olmasa bile modern
şiire doğru atılan ilk adımlarda etkili bir şairdi. Şair hakkında siyasi
karakteri ile duygusal karakteri pek birbiriyle uyum içinde değildi
denilebilir.
Hasret ile yıllarım da aylarım da geçip
gitti
Sürekli böyle zor günlerle geçen halim
nasıl olabilir ki?!
Gönül geçmişim için üzülür.
Şu anki halimden ise hiç razı değilim
Bakalım büyük hâkim ne düşünmüş geleceğin
kaderini
Galip geldi günler bana gözlerim ise kör
oldu
Bu temiz su bulandı birikip kaldı
bataklıkta
ALİ EKBER-İ DİHHUDÂ (1879, TAHRAN- 1956, TAHRAN)
Uyanış Dönemi’nin siyasi mücadeleler ve basın
yayın dünyasında akla gelen ilk bilginlerindendir. Oğlunun doğumundan bir süre
sonra Tahran’a taşınan Babası Han Baba Han, Kazvinli’dir. Babası o daha on
yaşındayken Vefât etti. Bu dönemde Ali Ekber, annesinin himayesinde öğrenimine
devam etti. On yıllık bir öğrenim süresinden sonra siyaset akademisine girdi.
Fransız dilini iyi derecede öğrendi ve Muavinü’d-devle Gaffarî ile birlikte
Avrupa’ya gitti. Yeni bilimleri öğrenirken, iki yıl ikamet ettiği Avusturya’da Fransızcasını
da ilerletti. Meşrutiyetin başlangıç yıllarında İran’a geri döndü ve
meşrutiyetin ünlü yayınlarından olan Sûr-i Îsrâfîl gazetesini yayınladı. Mirza Cihangir Han
Şirazî ile işbirliği yaptı. Sûr-i Îsrâfîl, Meşrutiyet Dönemi’nin etkili siyasi gazetelerinden
biriydi ve Dihhudâ’nın “Çerend ve Perend” adı altında yazdığı nükteli ve ironik
makaleler serisi yayının edebi önemini arttırdı. Dihhudâ bu makaleleri ile
İran’daki sade nesir yazımının kurucusu sayılır. Dihhudâ, makalelerindeki
ironik dil ve zevk güzelliği ile dönemin sosyal ve siyasi problemleri ile
savaşa girdi. Bu yöntemle de ileri gelenleri ve asilleri uyardı. Kendisinin
gerçek düşüncesi ve eserlerinin konusu olan dertlive sıradan insanları da
olabildiği kadar uyarmaya çalıştı ve bu şekilde meşrutiyete gönül verenler
zümresini makalelerinde işledi. [185]
Muhammed
Ali Şah’ın Dihhudâ’yı görevden uzaklaştırması sonunda Kirman ve Tahran
halkları, Dihhudâ’yı meclis temsilciliğine seçtiler. Birinci Dünya Savaşı
sırasında Bahtiyarî bölgesinde gizlenerek yaşadı ve savaş, İran’a sıçradıktan
sonra siyasi uğraşıları ve işleri bir kenara bırakarak Fars dili ve edebiyatı
konulu araştırmalarına ve sözlük yazmaya başladı. Bu dönemlerde bir süre Ulüm
Medresesi’nin başkanlığını ve bir süre Hukuk Fakültesinin dekanlığını üstlendi.
Aynı zamanda hem eğitim ve öğretim faaliyetlerini sürdürdü hem de
araştırmalarına devam etti. İran’a yabancı işgal kuvvetlerinin geldiği 1941
Eylül ayından sonra aniden devlet işlerini bıraktı ve Farsça sözlük
çalışmalarına hız verdi. Hükümette Dihhudâ’nın düşüncesine yakın kişilerin iş
başına gelmesiyle himaye de gördü. Dihhudâ, siyaset ve araştırma alanlarındaki
bir ömürlük Telâ ş ve çabadan sonra 1957 yılının Şubat ayında Tahran’da Vefat
etti.201
Ey sabahın kuşu bu siyah gece
Karanlık işlerinden vazgeçtiğinde
Uyuyanların başından
mahmurlukları
Seher yelinin güzel kokusuyla
silindiğinde Mavi güzel sevgili
Taradığında altın rengi
saçlarını
Saklandığında şu çirkin
“Ehrimen”
“Yezdan” en mükemmel şekliye
görüldüğünde
Bu ölü mumu hatırla lütfen
ARİF-İ KAZVİNÎ (1880, KAZVİN - 1934, HEMEDAN)
Kazvin’de dünyaya gelen Arif-i Kazvinî,
Meşrutiyet döneminin büyük müzisyenlerindendir. Arapçayı Kazvin’de öğrendikten
sonra Tahran’a gidip orada saraylılarla tanıştı ve onlarla irtibata geçti.
Meşrutiyet hareketi başladığında devrimcilere katıldı ve sanatını bu yolda
kullanmaya çalıştı. Ömrünün sonunda Hemedan’a sürgün edildi ve 52 yaşında Vefât
etti.[186]
Onun şiiri Meşrutiyet akımının olaylarını
güzel bir şekilde yansıtmaktaydı. Arif, İran toplumunun bütün sıkıntılarının
sebebi olarak Kaçâr hanedanlığını görmekteydi. Bu yüzden de bu hanedana karşı
kin besliyordu. Bu konu, Kaçâr ailesine mensup olan şair İrec Mirza’nın onunla
düşman olmasına ve İrec’in, Arif hakkında Arifnâme adlı hiciv konulu eserini yazmasına sebep
oldu.[187] Arif,
gazelde başarılı olduğu kadar şarkı sözü yazmakta da ünlüydü. Şarkıları
özgürlük hareketlerini savunmak için halkı motive etmekte büyük rol sahibiydi.
Arifin şiiri sade, açık ve aynı zamanda acı doluydu. Şiirleri konu olarak İran
milliyetçiliği, kadın hakları, vatanseverlik ve cehaletle mücadeleyi
içermekteydi. Arif, eserlerinden hareketle yapılan değerlendirmeyle ortaya
çıkan şu yönleriyle dikkat çekmektedir.[188]
Siyasal
ve toplumsal alana ilgi duyan klasik bir şairdir. Arifin bu bakış açısı onun
edebi çevrede, Bahar’ın da dediği gibi “avami” bir şair olarak görülmesine
neden olmaktaydı.
Arif,
eski şairler tarzında klasik bir şair olarak da başarılı değildi.
Yüzyılın
edebi zihniyetini modern şiire gidişe hazırlayan başarılı bir tasnif şairi olan
Arifi’in başarısı tamamen bu alandadır. Tasnifleri bazen siyasal-toplumsal
mazmunlar, bazen ise aşk temalıdır.205
Susamış olan nasıl ki her şeyi
serap sanıyor ya
Ben de kapıdan giren herkesi o
sanıyorum.
Senin derdinden öyle
güçsüzleşmişim ki
Gölgemi dahi sırtımda
taşıyamıyorum.
Bütün dünyanın iftiharı, benim
ise arzumsun
Bütün âşıklar arasında
ışıldayan mumsun.
Bütün yaralı gönüller senin
dağılmış zülfünün tellerinden asılı
Arif gibi perişan konuşmaya
alışmış hepsi.
Neden kırıyorsun gönlün
kadehini neden
Canımın kökünü baltalıyorsun
neden.
Gümüş tenli ama taş gönüllüsün
Ahdin zayıf, Vefân hep
kırılgan.
HASAN VAHÎD-İ DESTGERDÎ (1880, İSFAHAN - 1942, TAHRAN)
İsfahan yakınlarında doğan şair, çocuk
yaşlarında temel öğrenimini aldı. Gençliğinde Meşrutiyet hareketi başlayınca bu
hareketin taraftarlarına katıldı. İsfahan gazetelerinde siyasi, edebi,
toplumsal konulu makaleler yazdı. Daha sonra Tahran’a gelerek, orada Encumen-i
Edebî-yi İrân’ı kurdu. Armağân
adlı edebi dergiyi yayın hayatına geçirdi. Destgerdî, yeniliğe eğilimli bir
edebiyatçı değildi. Onu kendi dönemindeki şairlerden ayıran ve farklı kılan,
şiirlerindeki vatanseverlik, Kaçâr Hanedanı eleştirisi, ülkenin durumunu ele
alarak Rusya ve İngiltere’yi yermek gibi konulardı. Aynı zamanda kaside
yazmakta da başarılı sayılırdı.206
Rey’den Cey topraklarına
koşarak gittim
Çocuk annesine doğru
koşuyormuşçasına
İsfahan ’ın görüntülerini gözümün sürmesi
yaptığımdan beri
Baktığım her şey daha farklı
daha güzel
Bundan önce kırık dökük ve dar
idi her yer
Şimdi ise güzel büyük ve geniş
Her zaman sanat, çocuk;
İsfahan, annesiydi
Eğer olmasaydı İsfahan, olmazdı
sanat ve hüner
EDÎB-İ PİŞAVERÎ (1881, PİŞAVER, PAKİSTAN - 1930, TAHRAN)
Edîb-i Pişaverî, Pişaver’de doğdu ve genç
yaşlarında İran’a göç etti. Asıl dini bilimler üzerine eğitim görüp, Molla
Hadî-yi Sebzevarî gibi hocaların bilimsel birikiminden beslendi. İki dilde eser
veren Pişaverî, ilk divanını Tahran’da yayınlandı. Bu divan 4.200 beyit Farsça,
370 beyit Arapça kaside ve gazel içeriyordu.[189]
Edîb’in Arapça okumaları, şiirinin temasını da etki altında bırakmıştır, bu
yüzden divanı Arapça kelimelerle doludur. Şiirlerinde az çok vatanseverlik ve
yabancılara kafa tutmak gibi mazmunların görünmesine rağmen, şiirinin
bütünlüğüne hakim olan konu, mersiye, hikmet, nasihat gibi klasik konulardır.
Edîb’in en önemli başarısı uzun kasideler söylemesidir. Bu kasidelerin
beyitleri bazen 150’yi bile geçebilir. Ârif-i Kazvinî’nin dediğine göre onun
şiirleri, fasih, beliğ ve ustacadır.[190]
Edîb-i Pişaverî, eski şairler kuşağından
olmasına rağmen klasik konuları bir yana bırakarak eski kalıplarla sosyal ve
siyasî yönü ağırlıklı daha çok yeni temaları işlemiş ve bu hususta öncü
olmuştur. Dile hâkimiyeti ve zengin bilgi birikimi sayesinde maksadını
kalıplaşmış ifadeler yerine alışılmamış kelimeler ve tumturaklı cümlelerle
anlatmayı tercih etmiştir. Şairane zevk ve akıcılıktan yoksun olmakla birlikte
son derece fasih ve sağlam olan şiirlerini, şiir erbabı bile anlamakta güçlük
çektiği için divanında birçok kelimenin açıklanmasına gerek duyulmuştur.[191]
Bir fakir açlıktan dolayı
şehrin şeyhine sığınır
Ekmek verecek diye umut eder
şeyhin keremine
Bin türlü mesele sorup şeyh
söyler fakire
Cevap veremezsen eğer hak
etmezsin ekmeği
Açlıktan cevap vermeye bile hali yoktu fakirin
Şeyh de ezdi onurunu ve vermedi
ekmek ölene kadar
İlginçti; şeyh bütün bilgisiyle
bilmiyordu bunu
Tanrı kuluna rızkı iman
şartıyla vermez
Köleyim piri “Muğan” dergâhının ki
Şarap kadehini kâfire de
Müslümana da verir
ŞEMS-İ KESMAYÎ (1883, YEZD - 1961, TAHRAN)
Şems-i Kesmayî Yezd şehrinde doğdu. Çay
tüccarı olan eşi ile evlendikten sonra Aşkabat’a gitti. Dört yıl burada
ikametinden sonra İran'a geri döndü ve o zamanlar entelektüel ve siyasi bir
merkez olan Tebriz’e yerleşti.[192] En
başından itibaren, başyazarı Takî Ref’et olan Teceddüd dergisi yazarları grubuna katıldı ve
Azerbaycan’ın toplumsal ve devrimci hareketleri ile aktif işbirliği yaptı.
Kesmayî’nin fazla sayıda şiiri yayınlanmadı, sadece kendine ait serbest şiir
söylemekle Takî Refet’in arkadaşlarından birisi olarak adını şiir mecmuaları
arasında kaydettirdi. Teceddüd
dergisinde yazılar yazdı. Şems’in şairlik karakterini iki yönden
inceleyebiliriz: Birincisinde Hafız-i Şirazî’ye hayran olan ve onu çok ciddi
taklit eden bir şair görülmektedir. Belki de bu dönem onun amacı sadece şairlik
üzerine çalışmalar yapmaktı. İkinci yönde kendine ait şahsi tecrübelerini ve
şairane deneyimlerini yazmaya ve Hafız’ın gazellerinin etkisinden kurtulmaya
çalışan bir şair göze çarpmaktadır. Şairin bu yönü, onun döneminin en değerli
gazel şairleri arasında anılmasına yol açtı. O kendine has bu gazel türünde,
şiirin bütün anatomisini duygusal zeminlere göre hazırlamaktaydı. Tabi ki aşk
şiiri yazan bir şair için bu önemli faktörlerden biri sayılır. Kesmayî’nin
modern şiir denemelerinde de o gazel ruhunun egemenliği ile karşılaşılmaktadır.[193]
Sevgi ve okşayış alevlerinin
fazlalığından
Işığın, sıcağın, nurun
şiddetinden
Fikrimin gül bahçesi
Perişan ve harap oldu maalesef
Taze fikirlerim solmuş çiçekler
gibi
Yeis içinde tazeliğini ve
güzelliğini kaybetti
Evet dizlerimi kucaklayarak
oturmuşum ben
Ürkek olmadığım için esirim ben
Ne hayra gücüm var ne de şerre
Ne okum var ne kılıcım ne de
keskin dişlerim ve ne de hızla koşabilen ayaklarım
Bu yüzden esirim kendi
hemcinslerim elinde
Dünya ve dünyaya tapanlardan
nefret ederim
Ve annemin şefkatli kucağına
sığınmayı düşünürüm
MELİKÜŞŞUARÂ BAHÂR (1886, MEŞHED - 1951, TAHRAN )
Meşhed’de dünyaya gelen “Melikuşşuarâ”
lakaplı, “Bahâr” mahlaslı Muhammed Takî, aynı zamanda yazar, gazeteci, siyaset
adamı ve araştırmacıydı. Muhammed Takî’nin baba tarafından soyu, Feth Ali Şah
dönemi ünlü kaside ustalarından Mirza Ahmed Sabûrî-yi Kâşânî’ye varmaktadır.
Dört yaşında ilköğrenimine başlayan Muhammed Takî, altı yaşında Farsça’yı ve Kur’ârfı iyi düzeyde öğrendi. Çocukluk döneminden
başlayarak Astân-i Kuds’un Meliküşşuarası, Horasan’ın ileri gelen
kişiliklerinden olan babası Muhammed Kâzım-i Sabûrî yanında edebiyatla tanıştı
ve ondan kültürel bilgiler aldı, şiir öğrendi. Yedi yaşından itibaren babasıyla
Şâhname okumaya
başladı ve ilk şiirini bu dönemde yazdı. Daha sonra babasından aldığı eğitim
yanında öğrenimini dönemin ünlü kişileri ve şairlerinden Edîb-i Nişaburî’den
çeşitli konularda eğitim görerek tamamladı. Babasının ölümünde on sekiz yaşında
olan Muhammed Takî’ye “Meliküşşuaralık” makamı ve unvanı Muzafferuddîn Şah
tarafından verildi.[194]
Babasının hayatta bulunduğu dönemlerde kendisi
on dört yaşındayken onunla birlikte devam ettiği birtakım siyasî muhalif ve
özgürlükçü grupların faaliyetlerine katılması nedeniyle dönemin siyasal ve
sosyal gelişmelerini yakından izleme fırsatını yakalayan ve olayları bizzat
yaşayan Bahâr, özgürlük temalı şiirlerini ve düşüncelerini dönemin yüksek
tirajlı gazetelerinde yayınlama imkanı buldu. İlk edebi-siyasi yazılarını
imzasız ve gizli olarak Horâsân
gazetesinde yayınladı. [195]
Yirmi yaşından itibaren siyasal mücadeleler
içerisinde yer almaya başladı. Horasan bölgesinden meşrutiyetçiler safına
katıldı. Horasanlı olmasına rağmen meşrutiyet fermanının özgürlük rüzgârları
kendisini çekti ve Tahran’a getirdi. Bahâr, siyasi faaliyetlerine başladığı bu
dönemlerde siyasal, eleştirel konulardaki şiirlerini Mirza Hâşim Han Kazvinî
yönetiminde çıkan Horâsân
ve Tus
adlı gizli yayınlanan gazetelerde yayınlamaya başladı.[196] Aynı
zamanda Bahar, o dönem Horâsân
ve Nevbahâr
adlı iki gazete yayınlayıp, üniversite dergisini yönetmiş, Sebkşinâsî kitabını yazıp doktora öğrencileri
yetiştirmiştir.215
Beşeri yutmak için toprak öyle
hırslıdır ki
Her gün mezar taşından yeni bir
diş koyar
Aşığın mezar taşı örtüsüdür
bahtsızlığın
Keşke kimse bu taşı yerinden
kaldırmasa!
Üç yüz Fatiha’dan daha iyidir
Gönülden bizi hakka emanet eden
bir dua
Toprak çocuklarıyız biz bu
toprak annemiz bizim
Bu yüzden bizi severek kucaklar
Aşığın gözünden damlayan hasret
gözyaşının mükâfatı
Ölümünden sonra toprağına yağan
buluttur
EBU’L-KÂSIM-İ LÂHUTÎ (1887, KİRMANŞAH - 1957, MOSKOVA)
Şiirlerinde “Lâhutî” mahlasını kullanan
Ebu’l-Kâsım-i İlhâmî, Meşrutiyet Dönemi İran Edebiyatının önde gelen
şairlerinden, İran’da ve Sovyet döneminde Tacikistan’da faal olan bir siyasi
eylemci idi. Şairlik hayatına şiirlerini süreli yayın organlarında yayınlayarak
başlayan Lâhutî, meşrutiyet döneminde, milliyetçiliğini ön plana çıkararak
İngiliz aleyhtarı hareketler içerisinde sosyalist düşünce taraftarı bir kişilik
olarak yer aldı. Hayatının bir döneminde Bulgaristan’a gitti ve İslam üzerine
birçok şiir yazdı. Daha sonra İran’a geri döndü ve silahlı kuvvetlere girdi ve
teğmen rütbesiyle mezun oldu. Daha sonraki yıllarda Tahran jandarma
kuvvetlerine katılan Lâhutî, dervişliğe eğilimli olmasına rağmen, devrimci ve
meşrutiyetçi gruplarla birlikte devlet güçlerine karşı mücadeleler içerisinde
yer aldı. O, iş hayatında yaşadığı ciddi bir olumsuzluktan sonra İran’da hapse
atıldı. Ancak hapisten Kaçârak, Osmanlı devletine sığındı ve İstanbul’da
yaşamaya başladı. I. Dünya Savaşı’nın başladığı ve İran’ın kargaşa dolu
günlerini de içine alan dönemde yaklaşık üç yıl Türkiye’de kaldı. Daha sonra iç
karışıklardan yararlanıp ülkelerine dönen İranlılarla birlikte İran’a döndü. Bu
olaylardan sonra bir kez daha İstanbul’a geldi ve bir süre daha burada yaşadı.
Son kez İran’a döndü ve daha önce de bulunduğu yaverlik görevine getirilerek,
Tebriz’de jandarma güçlerine katıldı. Azerbaycan özgürlük taraftarları
Lâhutî’nin emriyle Tebriz’de ayaklandıklarında, bizzat kendisi Azerbaycan
valisini jandarma komutanlığında tutukladı. Gelen destek kuvvetler jandarmayı
bozguna uğratınca, Lâhutî soğuk ve karanlık bir kış gecesi Kaçârak bu defa
Rusya’ya sığındı. [197]
İlk şiiri, Kalküta’daki Hablu’l-Metîn gazetesinde 18 yaşındayken basıldı.
Şairliğinin ilk devresinde tasavvuf konulu ve dini şiirler yazdı ama siyasi
hayata atıldıktan sonra, özgürlükçü ve toplumcu şiirler yazamaya çalıştı. [198]
Dizelerinden hareketle yapılan
değerlendirmeler, Lâhutî’nin şiirde birtakım önemli yenilikler ortaya koyarak,
birçok türden düşünce ve mazmunu şiirinde başkalarını etkileyecek güç ve tarzda
işleme yeteneğine sahip kalemlerden bir şair olduğunu göstermektedir. Hemen her
konuyu şiirsel kalıplara dökerek ifade etme edebi cesareti, yabancı dillerden
çok sayıda siyasî, sosyal birçok kelime ve teknik terimin şiirine girmesine yol
açmıştır. Lâhutî, Fars şiirine realizmi getiren şairler arasında yer
almaktadır. Bu durumda ünlü Kafkas şairi Sâbir ve diğer Türk şairlerinin önemli
etkisi olmuştur. Kadın hakları ve kadın erkek eşitliği konusunda da şiirler
yazmış ve bu haklara karşı olanlarla mücadele etmiştir. Şiirleri bütün
yönleriyle hayatının göstergesi olan Lâhutî’nin şiirindeki diğer ana temalar
gibi, milliyetçilik konusundaki bakış açısı, dünya görüşü ve ideolojisindeki
değişime paralel olarak farklı boyutlar kazanmıştır. Duygu ve düşüncelerini
değişik şiir kalıplarında dizelerine aktaran Lâhutî, aruzun hemen bütün
vezinlerini kullanmıştır. “Şiir-i Sepîd” olarak bilinen tarzda da şiirler
kaleme alan şair, hem aruz vezninde hem hece vezninde şiir yazmıştır. Sosyal
şiirlerinin ana teması daha çok kahramanlık duygularını dile getiren dizelerden
oluşurken, zengin tasvirlere ve teşbihlere oldukça az yer vermiştir.218
ey ay yüzlü
helâk oldu gönlüm
Senin üzüntün uğruna pare pare oldu yüreğim
Ey yeni açılmış tomurcuk
Yaralandı acı doldu gönlüm
Baksan eğer halime ne olur?
Uğrasan eğer yanıma ne olur?
Merhamet et ey can bahçesinin
yeni fidanı
Merhamet edersen sen bu ıslak
göze ne olur?
Yorgun bana bir bak
Bakışınla ilaç ol acılarıma
Sen can iste ki ben onu hemen
vereyim
Söz ile de söylemesen bir
işaretin yeter
CAFER-İ HAMENEYÎ (1888, TEBRİZ - 1984, TEBRİZ)
Tebriz’de doğdu. Aynı şehirde ilk öğrenimini
tamamladı. Arapça ve edebi bilimleri öğrendi ve büyük hocalardan Fransızca
öğrenirken edebiyatla tanıştı. Hameneyî, meşrutiyet devriminin
özgürlükçülerinden biriydi. Tutkulu şiirleri o dönemin önde gelen dergilerinde
yayınlandı. Türkçe ve Fransızca’ya iyi derece de hâkimdi ve Fars Edebiyatı’nda
tabuları kıran şairlerdendir. Şiirlerini Türkiye’deki modern ve yenilikçi
şairlerden esinlenerek yazmış ve bu şiirler Hablu’l-Metîn, Asr-i Cedîd, Şems, Dânişkede, Teceddüd ve
Çehrenemâ gibi dergilerde yayınlamıştır. Kişisel
karakteri ne siyasetçi ve ne de teorisyendir. Bu yüzden de adı sadece serbest
şiirlerinden dolayı akıllarda kalmıştır.219
Her an yakan cilvelerle gözüme
görünürsün
Her gün kanlı bir görünüşe
bürünürsün
Senin acından dolayı gönlümdeki
kuş
Gece gündüz nağmenle ağıt yakar
Zulüm kılıçlarının hedefi, ah ey perişan vatanım
Ey soluk çehreli ey yaralı yüzlüm
Pergel noktası gibi kuşatılmışsın düşmanın tarafından
Düşmanlar arasında nereye
bakarsam
Sarmıştır etrafını acılar ordusu
Korkak tilki ezmiştir seni ey
aslanım benim
Ne zamana kadar uyuyacaksın
azizim, aç gözlerini
Her taraftan cefa kılıcı sana doğru geliyor
Öl bu meydanda ya da al canlarını
Kalk aslan gibi bir saldırı
göster
TAKÎ REF’ET (1889, TEBRİZ - 1920, TEBRİZ)
Mirza Takî Han Refet-i Tebrizî, İranlı şair,
oyun yazarı, eleştirmen ve gazeteciydi. Refet, Ağa Haşim Tebrizî’nin oğluydu.
İstanbul’da eğitim gördü ve I. Dünya Savaşı sırasında Tebriz’e döndükten sonra
lisede Fransızca öğrendi. Farsça’nın yanı sıra Türkçe ve Fransızca yazan modern
bir şairdi. Politik olarak Muhammed Hıyâbanî’yi takip ederek, Azerbaycan
Demokrat Partisi'nin bir organı olan Teceddüd gazetesini ve Azâdistân dergisini çıkardı.220 Refet’in
İstanbul’da aldığı eğitimi, Farsça, Fransızca ve Türkçe’ye egemenliği ve
reformcu ruha sahip olması, edebiyata eleştirel ve reformcu bakmasına sebep
oldu. Refet klasik edebiyatın zirvesine yaptığı hamlesi ile edebi geleneksel
tabuları kırmayı başardı. Ama yeni kurallar yazmaya şairlik bilgisi yeterli
olmadı. Gerçi çağdaş kitaplarda Refetin adı edebi tabuların yıkılması ile
birlikte anılmasına rağmen onun asıl faaliyetleri siyaset alanındaydı. Bu hem
siyaset hem edebiyat dünyasında devrimci kişilik, demokratların yenildiği gün
henüz 31 yaşındayken intihar etti. 221
Yeni kuşak için yeni mevsim
başlıyor
Biçime hazır gebe bir
Bahâr Kalk ve bu uğurlu falı
nazar boncuğu yap canına
Kalk ve dik tut o yüce boyunu
Kalk ve Zal ’ın yaydan attığı ok gibi
Yarınlara fırlat canını ve tenini
FERRUHÎ-Yİ YEZDÎ (1889, YEZD - 1939, TAHRAN)
Muhammed Ferruhî-yi Yezdî, Yezd şehrinde fakir
bir ailede doğdu. Bir İngiliz okulunda eğitim gördü ve meşrutiyet hareketinin
başlangıcında özgürlükçüler gurubuna katıldı. Yazıları, siyasi içerikli
makaleleri ve özellikle siyasi şiirlerinden dolayı dudakları dikildi ve birçok
kere hapis cezası aldı. Tûfân
adlı sosyal-siyasal konulu gazetesini
yayınladı. Bu gazete gerçekten de kendi
döneminde fırtınalar estirdi. Gazetenin yayın sürecinde Ferruhî defalarca
mahkemeye çağırıldı. Daha sonra Yezd halkı tarafından milletvekili olarak
seçildi. Almanya ve Sovyetler Birliği’ne yaptığı seferleri şiirleri ve
düşünceleri üzerinde çok etkili olmuştur. Hareketli hayatının son dönemleri
hastalıklarla ve hapiste geçti.[199]
Ferruhî Divanı’nında üç tür şiir gözlenir: İlk
tür, klasik yönde giden bir şairin izlerini taşır. Ancak bu tarz şiirleri az
olduğu için onun bu yönü pek parlak sayılmaz. Onun şiirlerine daha fazla
yaklaşıldığında başka bir türde, modern akıma eğilimi olan ve harika bir gazel
zevkine sahip olan bir şairle tanışılır. Şairin asıl karakterini yansıtmakta
olan üçüncü türde, toplumsal ve siyasal gazellerde başarılı olan ve gazeli
siyasi amaçlar için kullanan Fars gazeline yeni bir ufuk açan, bir şairle
karşılaşılmaktadır.[200]
Aşk gazellerindeki kullandığı kelimeler,
klasik şiirlerden alınan kelimelerdir. İkinci tür şiirlerinde ise kelimeler,
gazel dili ile toplumsal-siyasal dilin karışımıdır. Ama üçüncü tür gazellerde
kelimeler, tamamen yenilenmiştir ve dil çok akıcıdır. Meşrutiyet Dönemi
şairlerinin tersine, şiirde tasviri ve betimlemeyi çok önemsemiş ve şiirlerini
güzel tasvirlerle doldurmuştur. Klasik, müzikal vezinden yararlanarak sözünü
doğal ve yumuşak bir tarza dönüştürmüş, redif ve içsel musikiyi çok zÂrif bir
şekilde kullanmıştır. Bazen siyasi ve toplumsal gazellerinde, duygu faktörü
sert ve sivridir. Şiirindeki anlam egemenliği daha çok siyasal-toplumsal
mazmunlardadır, bazen sosyalist ideallere de yaklaşır. Şiirinin kültürel
dayanağı, güncel dünya ve klasik edebiyattan aldığı birikimin karışımıdır.224
Başımı özgürlüğün ayağına
koyduğum an
Vazgeçtim hayattan özgürlük
için
Vuslatının eteğine ulaşmak
amacıyla
Koşturuyorum hep özgürlük için
Fırtınalı ortamlarda mahirce
savaşmaktadır
İstibdad dümeni, özgürlük
tanrısıyla
Eğer sevgi eteğini kanınla
boyarsan
zaman özgürlük önderi diye
hitap ederim sana
Ferruhî, candan ve gönülden bu
ortamda
Gönlünü istiklale bağışlar,
canını özgürlüğe
NİZAM-İ VEFÂ (1889, ARAN - 1965, TAHRAN)
Tahran’da dünyaya gelen Nizâm-i Vefâ, altı
yaşında ilkokula başladı. Temel eğitiminden sonra, Arap Edebiyatı okudu ve bir
zamanlar Kum şehrinde tıp öğretiminin yanı sıra dini eğitim aldı. Bir süre
geleneksel tıp üzerine çalıştı. Necef’teki eğitimini iki yılda tamamladı ve
İran’a döndükten sonra Tahran’daki Allianz okulunda Fransızca öğrendi. Bir süre
hapse atıldı ve hapisten çıktıktan sonra Saint Louis okulunda öğretmen olarak
çalışmaya başladı. O, İran’da Romantizm ekolünün kurucusu olarak tanımlanır.
Şiiri rahat ve sade bir dille yazan bir şairdir. Yayınladığı Vefâ dergisi ile seneler boyu İran
gençlerinin sanat düşüncesi üzerine derin
etkiler bıraktı. Ayrıca bir diğer büyük başarısı da öğretmenlik döneminde
modern şairlerin eğitimi ve onları motive etmesidir. Nimâ Yuşic gibi büyük
şairler onun öğrencisi olup, ondan aldıkları eğitimin şiirlerinde ve
yazılarında çok etkili olduğuna itiraf etmişlerdir. Vefâ, Fars şiirinin klasik
benzetmeleri ile Avrupa düşüncesi arasında dikkatli bir şekilde uyum
kurabilmiştir.225
Ey her taraftan umudunu kesmiş, aşka doğru çevir yüzünü
Gönüllerin Kıble’sidir burası istediğin ne varsa dile
Yanmadıysa gönül, yakıcı söz söyleyemez
Bizi anlamak istersen eğer sözümüze bak
Gül yüzlülerin arasında soluk görünmem ayıptır
Ey gözüm, soluk yüzümü kanla boya
Ey hakikatlerden uzak, hayat çarkı eğri gidemez
Eğer iyi olmasını istiyorsan herkesin, iyi olmaya çalış
Dostun yüzünden daha huzur verici bir şey görmedim ben
Sıkıldıysa
gönlün, dostu hatırla sen ey Nizâm
ĞULAM RIZA REŞÎD YASEMÎ (1896, KİRMANŞAH - 1951, TAHRAN)
Kirmanşah’ta doğdu. Babası Muhammed Veli Han
Guranî, bir şair, ressam ve hat sanatçısıydı. Reşîd, ilköğrenimini Kirmanşah’ta
tamamladı. Ardından Tahran’a gitti ve Saint Louis Lisesi’ne girdi. O dönemden
beri, edebiyat hocası olan şair Nizâm-i Vefâ’nın cesaretlendirmesiyle şiir
yazmaya başladı. Reşîd’in şiirinde yenilikçilik izleri bulunsa da çağdaş
konuları yazmaya pek cesaret edememiş ve sonuçta ister istemez klasik şairlerin
peşinden gitmiştir. O, divanında ve yazılarında kendisini eski şairlerle
yenilikçilerin arasındaki halka olarak tanıtır. Yenilikçi olmasının da sebebi
Avrupa edebiyatıyla olan ilgisinden kaynaklanır. Şiirlerinde hatta klasik
tarzda bile yeni kültür ve yeni gelişimleri övmesi, yazılarını tamamen klasik
olmaktan kurtarır.226
Rüzgâr gibi geçtik bu çöllerden
Küstahça ve umursamaz
bir şekilde
Geçtik çalışma uğruna
Dünden ve de bugünden
Ve yarından bile geçtik
de geçtik
Şimdi belirsizlik
sokaklarında süzülüyoruz
Bu malûm varlıktan
vazgeçerek
Ey Reşîd! Bizde ad ve
san arama ki
Biz Anka’nın evini bile
geçtik
ALİ-Yİ İSFENDİYÂRÎ ıNİMÂ YÛŞÎC (1897,
YUŞ-1960, TAHRAN)
Modern İran şiirinin kurucusu Mâzenderan’ın
Amul şehrine bağlı Yuş köyünde doğdu. Bölgenin soylu bir ailesine mensup olan
babası İbrahim Han Nurî, bir çiftçiydi. Okuma yazmayı köyünde öğrenen Nimâ,
ilkokulu ailesiyle birlikte gittiği Tahran’da bitirdikten sonra girdiği Saint
Louis Lisesi’nden 1917’de mezun oldu. Fransızca’nın yanı sıra Arapça’yı da
öğrendi. Bu arada tanıştığı şair Nizâm-i Vefâ’nın teşvikiyle şiir söylemeye
başladı. İlk görevi, Maliye Bakanlığı’nda bir memuriyetti. Bu görevi sırasında
Tahran’da edebi çevrelerle ilişkilerini geliştirdi. Melikuşşuarâ Bahâr gibi
önde gelen isimlerin meclislerinde bulundu. Ardından Reşt, Astara ve Tahran’da
öğretmenlik yaptı. 1939’da Milli Eğitim Bakanlığı’nca yayımlanan Musikî dergisinin yayın kurulu üyeliğine getirildi
ve derginin yayımına son verdiği 1941 yılına kadar bu görevini yürüttü. Dergide
çok sayıda şiiri ve makalesi yayınlandı. Ardından bir süre işsiz kalan Nimâ,
1947 yılından sonra Milli Eğitim Bakanlığı Basın Yayın Dairesi’nde çalışmaya
başladı ve son zamanlarına kadar bu görevini sürdürdü. Yuş’un soğuk havasından
dolayı şiddetli soğuk algınlığı tedavisi için Tahran’a geldi. Tahran’da bu
hastalığından dolayı Vefât eden Nimâ, orada defnedildi. Sonraları na’şı
vasiyeti üzerine Yuş’taki evine nakledildi. Mezarı, sevdiği dostu Sirûs
Tahbâz’ın mezarının yanında yer almaktadır. 227
Önceleri klasik tarzda özellikle Horasan
üslubunda şiirler yazan Nimâ, daha sonra başladığı serbest stille modern şiirin
İran’daki kurucusu sayıldı. Nimâ’nın asıl çabası, geleneksel Fars şiiri
görüşünü değiştirmek oldu ve bu da şiirin biçim değişikliği ve özgürlüğüne
sebep oldu. Nimâ tarzı yazan şairlerin çalışmalarının biçim ve içeriği hakkında
yarattığı özgürlük, günümüz İran şiirinde son noktalarına ulaştı. O, Fars
klasik
şiirinin biçim ve içeriği olmak üzere iki
alanda ciddi bir dönüşüm yaptı. Günümüzde Semitik şiir, Fars Edebiyatı’ndaki
modern şiirin ilk örneği olan ve çağdaş İran şairi olan Nimâ Yuşic’in edebi
teorisinden türetilerek, Pers çağdaş şiirinin bir üslubu haline geldi. O,
şairin toplumun beklentilerini iyi bilmesi, coğrafi ve edebi çevresini
tanıması, hiçbir felsefi akıma bağlanmaması gerektiği görüşlerini savunuyordu.
Ölçünün belli kalıplarla değil, uyumla elde edilebileceğini vurguladı. Son
dönem şiirleri tepkiyle karşılanmışsa da kendinden sonra gelen pek çok şairi
etkilemiştir.[201]
Nimâ edebi teorisini düzenlediğinde,
geleneksel Pers şiirinin destekçileri, İran'ın en itibarlı kültürel sembolü
olan şiirin yabancılar tarafından saldırıya uğradığına işaret ettiler. Onlara
göre yeni şiir, yabancılara karşı kültürel bir teslimiyetin işaretiydi ve
yakında İran kültürünün ruhu yok olacaktı. Gelenekçiler aslında Nimâ ve onun
takipçilerinin bu geleneklere aşina olmadıklarına inanıyorlardı. Hatta Nimâ,
onlar tarafından ölüm tehdidine maruz kalmaktaydı. Nimâ'nın şiirleri için
üniversite camiasının görüşü de 60'lı yıllara kadar olumsuzdu. Ancak gelenekçi bilim
adamlarının bakış açıları, modern edebi eleştirilere özellikle aşina olan bazı
profesörlerin çabalarıyla değişti. Bugün modern şairler arasında yer alan
şairlerin bazıları, Nimâ’nın ilk destekçileriydiler. Nimâ, Çağdaş İran Şiiri’ni
modern İran’ın ihtiyaçlarına uyarlamaya çalıştı. Meşrutiyet hareketinden sonra
İran'ın sosyal hayatı değişti. Şiirden önce Farsça düzyazı, bir şekilde
dönüştürülmüş ve uyarlanmıştı. Şimdi ise sıra şiire gelmişti. Yeni şiir, klasik
şiirin durgunluğunun tam tersine sosyal meseleleri ele almak için özel bir
tutkuyla işe başladı. Nimâ, hala gelenekçi şairler arasında muhaliflerinin
bulunmasına rağmen, klasik İran şiirine kayda değer takipçiler ve yeni boyutlar
katmayı başardı.[202]
Nimâ’nın ilk şiirleri
Novbahâr ve Karn-ı Bîstom gibi dergilerde, ardından Peyâm-Nov, Nâme-yi Merdom, Endîşe-yi Nov ve Kevîr gibi dergilerde yayımlanmıştır. Kendisinden sonra birçok
şairi etkileyen Nimâ, “Hane-i Serd”, “Ey Âdemhâ”, “Nâkûs”, “Morğ-i Âmîn”,
“Ğorab”, “Gul-i Mehtâb” gibi şiirleriyle şöhret kazanmıştır. Rubaileri Ömer
Hayyâm’ın düşüncelerine yakın fikrî ve felsefî konuları içermesi bakımından
önem taşır. Ayrıca Mâzenderan’ın yerel dilinde şiirler de yazmıştır. [203]
Perişan ve yaralıdır Âmin Kuşu, dolaşıyor ortalıklarda
Gitmiştir zulüm
dünyasının sonuna kadar
Dönmüştür, ama artık ne
suya ve ne yeme yoktur rağbeti
Kurtuluş gününü
bekleyerek
Çare arıyor
Saklıları gören o gizli
kulağı
Zulüm görmüş halkını
iyi tanıyor
Onları yeniden
birleştiriyor
Umutsuzluk yükünü
taşıyor
Saklı arzularını yan
yana diziyor
Her amin dediğinde
O kibar amin kuşu
Halkının destanını
Düğüm gibi birbirine
ekliyor
BADÎÜZZAMAN FURÛZANFER (1898, TEBES -
1970, TAHRAN)
Abdu’l-Celil, bilim ve kültür ocağı bir ailede
Tebes’in bir kasabası olan Boşruye’de doğdu. Daha sonra Horasan Valisi
Kıvamussaltana’dan “Bedîüzzaman” unvanını aldı ve soyadı olarak Furûzanfer’i
seçti. Edîb-i Nişaburî’nin öğrencisiydi. Sonraları Tahran Üniversitesi’nde Fars
Dili ve Edebiyatı Bölümünü kurdu ve ömrünün sonuna kadar orada kürsü başkanı
olarak çalıştı. Sonraki kuşak bütün ünlü edebiyatçılar onun öğrencisi oldu.
Şairliğinden daha çok başarılı bir edebiyat bilimcisiydi. Aynı zamanda Fars Dil
Kurumu’nun kurucusuydu ve İran yazarlar birliğinin ilk üyesiydi. Yirmi üç sene
rektörlük görevinde bulundu. Şiir alanında kasideleri ile ünlüdür. Hamidî- yi
Şirazî onun şiirini iki bölümde ele alır: Birinci kısmı, gençlik dönemi şiiri,
ikinci kısmı ise olgunluk dönemi şiirleri. Her ikisi türde de Horasanî tarzında
söylemiştir. Onun şiirleri Nasır Hüsrev, Menûçehrî ve Ferruhî-yi Sistanî gibi
büyük Horasan şairlerinin büyüklüğünü andırır.231
Adama yakışan
nedir bilmek istersen eğer
Ya can alır ya
can verir adam gibi adam, derim ben
Ya kütüphanede
bilgi toplamak için oturur
Ya da
kaleminin ucuyla can vermektedir bilgi isteyenlere
Veya savaş
meydanında düşmanı yenmek için
Başını
alıyordur düşmanların keskin kılıcıyla
Akıl yönetirse
onu eğer, bunu yapar tabi ki
Bu
iki yolun dışında yok adama yakışan yol
HÜSEYİN PEJMAN BAHTİYARÎ (1900, TAHRAN -
1974, TAHRAN)
Tahran doğumlu olan şairin babası meşhur
Bahtiyarî beylerinden Ali Murat Han, Annesi Jale mahlasıyla şiirler yazan
Alemtâc Kaimakamî’ydi. Kendi ifadesine göre 18 yaşında şairliğe başlayan
Pejman’ın şiirde ilk mahlası “Sermest” idi. Daha sonra bunun yerine “Pejman”
mahlasını seçti ve öylece devam etti. Saint Louis Okulu’nda öğrenim gördü ve
şair Nimâ Yuşic’in sınıf arkadaşı oldu. Bu okulda Fransızca öğrenen şair,
klasik medreselerde de Fars Dili ve Edebiyatı okudu. Öğrenim hayatının ardından
Posta Telgraf Telefon Bakanlığı’nda istihdam edildi. Bir süre radyoda şiir
programlarında uzman olarak görev aldı. Klasik tarzda şiir çalışmaları bulunan
ve yeniliğe açık olmayan şairin mesnevi kalıbına özel ilgi duyduğu görülür.
Bazı şairlerin divanlarını yayına hazırlamış olan şairin Fransızca’dan
Farsça’ya yaptığı çevirileri de vardır.[204]
Hem klasik şiir ve hem yarı klasik şiir alanında denemeleri bulunan şair, her
iki tarzda da çok başarılı olamamıştır. [205]
O, klasik şiir türünde aşk şiirlerine hayrandı. Bu yüzden yarı klasik şiir
yazarken bile çağdaş şiirin sadece formunu kullanmış, şiirlerindeki genel
hatları güzel içsel tasvirlerle doldurmuştur. Şiirlerini klasik tarzdan
uzaklaştıran tek özellik ise aşk ilişkilerindeki gerçekliktir.[206]
Şairin ruhu yeni doğmuş bir gonca gibi
Dünyadan gülümseme
bekler
Doğanın mutluluğundan
mutlu olur
Bahçenin güllerine
benzer
Esrarengiz bir kokudur
onun ruhu
Çiçeklerin
sarılmasından oluşur
Belki de saklı ve
latif bir dalga gibi
Güzellerin
davranışından oluşur
Bir çocuğun
gülümsemesi, bir kadının bakışı
Habersizce kendine
çeker onu
Küçük bir pınar taze
bir sebze
Sarhoşça gökyüzüne
uçurur onu
EDÎB-İ NİŞABÛRÎ (1902, NİŞABUR - 1926, MEŞHED)
Edîb-i Nişabûrî, dini alanda eğitim almış
yıllarca dini dersler vermiş bir şairdi. O, hep eski Fars şiir geleneğine
bağlıydı ve Samanî-Gaznelî dönemleri şairlerine hayran olmasına rağmen güncel
olayları görmezden gelebilecek bir şair de değildi. Meşrutiyet hareketi
sırasında toplumsal ve siyasi kargaşa ile ilgilendi. Fakat politik şiirleri pek
değerli sayılmaz. Horasan tarzı şiire daha çok hâkim idi. Genelde taavvufi kasideler
yazdı. Şiirleri 5.000 beyit kaside, gazel ve rubaiden oluşmaktadır. Edîb’in
şiir unsurları tamamen klasik sayılır ve divanında yeni mazmunlar içeren birkaç
kaside bulunmaktadır.235
İşimiz Ferhat gibi dağları delmektir bizim
Taşımız kadehimizdir
baltamız ise tırnağımız
Ey güçlü aşk senin
amacın nedir iyi bilirim ben
Kökümüzü çözüp
koparmadan bırakmayacaksın sen bizi
Aşk güçlü bir aslandır
ki; söyler açıkça
Bizim ormanımızdan
geçebilen canından geçenlerdir
Bir yudum bade için
sakinin çekemem minnetini
Bademiz gözyaşımızdır
gözümüz kadehimiz
PERVÎN-İ İTİSÂMÎ (1906, TABRİZ - 1941,
KUM)
İran’ın en büyük kadın şairlerinden biri
olarak bilinen Pervîn-i İtisâmî, Tebriz’de dünyaya geldi. Çocukluk dönemi
İran’da kargaşanın hüküm sürdüğü bir dönemde geçti. Babası dönemin gazeteci
yazar ve tercümanlarından olan Mirza Yusuf Han İtisâmu’l- mulk’tür. Bahâr dergisinin yönetmeni, Arap, Türk ve Fransız
dillerine hâkim olan Mirza Yusuf Han, hat sanatının önde gelen isimlerinden
biri olup, aynı zamanda Tebriz’de ilk matbaayı kuran kişi olarak tanınmaktadır.
Pervîn’in ailesi edebiyat ve kültürle yakından ilgili bir aile idi. Çocukken
ailesi Tahran’a göç etti ve böylelikle Pervîn’in bütün ömrü Tahran’da geçti.
Babasının kültür ve edebiyat alanında başarılı bir şahsiyet olması, onun kültür
ve edebiyat ortamlarını daha küçük yaşlarda tanımasına vesile oldu. Babasının
ilgisi sayesinde iyi bir öğrenim gördü. Okur-yazarlık oranının çok düşük olduğu
ve kız çocukların pek okutulmadığı bir dönemde Tahran’daki Amerikan kız
kolejine kaydedilen Pervîn, Arapça ve Farsça ’ya olan hâkimiyetinin yanı sıra
burada İngiliz diline da hâkim oldu. Batı edebiyatıyla bu okul sayesinde daha
yakından tanıştı. Daha çocuk yaştayken şiirler yazmaya başladı. İlk şiiri,
babasının yönettiği Bahâr
dergisinde yayımlandı. Babasının arkadaşları arasında yer alan Ali Akber-i
Dihhudâ, Melikuşşuara Bahâr gibi çağdaş edebiyatın önde gelen simalarıyla
tanışma imkânı bulan Pervîn’i bu büyük şair ve yazarlar, şiir ve şairlik
konusunda yönlendirdiler.[207] Bahâr
ve Dihhudâ’nın, Pervîn’i derinden etkilediğinin en önemli göstergesi, onun eski
üsluba hayranlığıdır. Nitekim bu durum, onun şiirlerinde ahlakçı ve toplumsal
düşüncelerin varlığı hissedilecek kadar kendini göstermektedir. Okulda fazla
arkadaşı olmayan ve yalnızlığı seven Pervîn-i İtisamî, Amerikan Kolej’ini
1924’te başarıyla bitirdiğinde on sekiz yaşındaydı. Bu arada şiir çalışmaları
hızlanmış, şiirleri bir divan oluşturacak miktara ulaşmıştı. Pervîn’in yaşadığı
dönemde İran’da örtü zorunluluğu ortadan kalkmış, İran kadını, hızla Avrupa
tarzına yönelmişti. İran’da yaşanan bu gelişmelerden o dönemin okur-yazarları
gibi Pervîn de etkilenmişti. Bütün bu etkenler Pervîn’in kendisini edebiyata ve
şiire vermesinde önemli rol oynamış, onun daha sonraki dönemlerde şiir ve şairlik
alanlarında önemli ilerlemeler sağlamasına yardımcı olmuştur. [208]
Onun, o günlerde edebiyat, şiir ve sanat
yarışmasına girebilmek için cesur bir erkek gibi olması gerekiyordu. Eğer
Pervîn’in babası Yusuf İtisâmu’l-mulk olmasaydı ve bir edebiyatçı aileden
gelmeseydi, belki de şiirleri yayınlanamazdı ve pek çok kadın şair gibi
yetenekleri yarı yolda kalır, meyveye dönüşemezdi. Fakat O, tüm sıkıntılarla
mücadele etti. Pervîn, Amerikan Kolejindeki eğitimini tamamladıktan on yıl
sonra, yirmi sekiz yaşındayken, babasının amcasının oğlu ve aynı zamanda
Kirmanşah şehrinin emniyet müdürü olan Fazlullâh ile evlendi. Ancak bu evlilik,
birkaç aydan fazla sürmedi.[209]
İran’da o dönemlerde gözlenen kadın
hareketlerinden hiçbirine katılmayan Pervîn, bu tür faaliyetlerin kendisi gibi
edebiyat ve bilimle uğraşan kategorilerde yer alan kadınların dışındaki gruplar
tarafından yapılmasının daha uygun olacağı kanaatini taşımaktaydı.
İran edebiyat tarihinde Pervîn İtisâmî, şair
kadınlar arasında ayrı bir yere sahiptir. Onun şiirdeki derecesi, birçok
şairden üstündür.[210]
Pervîn İtisâmî, genel anlamda, en çok da biçim
bakımından klasik şiirin takipçisiydi ve eski şiir ustalarının izinden gidip
şiirde yenilik peşinde değildi. Ancak bununla birlikte şiire olan bakış açısı
yeniydi. Şiirinin asıl ayırt edici özelliği, yeni düşünce ve görüşleri, klasik
aruz kalıpları içerisinde etkili bir şekilde dile getirme gücüne sahip
olmasıdır.[211] Bir
diğer ayrıt edici özelliği ise kullandığı mazmunlarda sevgi, şefkat, yoksul
insanları konu almasıdır. Şair, sıkıntıda olan insanların, işçilerin ve
çiftçilerin, haklarını dile getirmektedir ve onların dertlerini,
çaresizliklerini, heyecanla savunmaktadır. O, şiirlerini daha ziyade
duygularından yola çıkarak yazmaya çalışırdı. Pervîn, aşırı derecede merhametli,
cana yakın ve duygusaldı. [212]
Pervîn’in şiirinde iki konu öncelikle dikkat
çeker. Birincisi, onun dili kullanımı, ikincisi ise şiirindeki duygu ve şefkat
unsurlarıdır. Onun sözü o kadar cana yakın ve öylesine samimidir ki okuyucuyu
inandırır ve muhatabına öğütlerini kabul ettirir. Pervîn'in sade ve muhatabını
dikkate alan dili, aynı zamanda sağlam ve akıcıdır. Bu durum, şiirine de
yansımıştır. Toplumun bütün sınıflarıyla irtibat kurma, Pervîn’in şiirinin bir
özelliğidir ve muhatabı bir özel sınıf değil, tüm halktır. Onun imajlarının
detayları daha çok klasik şiirden alınmış fakat o da Şehriyâr gibi bu klasik
unsurları, yeni bir biçim ve yöntemde şiirine aktarmıştır. Bu da Pervîn’in
şiiri için ayrıcalıklı bir özelliktir. Onun şiirinin en başarılı kısmı olan münazara
imajlarında kullandığı unsurlar, daha az klasik yapıya sahiptir. Aslında
şiirinin belirgin unsurları münazaralarının, hem yeni ve hem de teknik olarak
işlenmiş olmasındadır.[213]
Pervîn her şeyden önce bir ahlak şairidir,
onun terbiyesi ve ahlakı irfana dayanır. Bu irfan, İslam tasavvufi dışında,
Eflatun ve Yeni Eflatun felsefesinden kaynaklanır. Ona göre ruh, benden ve ten
zindanında hapsolmuş, eziyet çekmektedir. İnsanın kemali, kendini bu bağlardan
kurtarmak ve bu sefil hayattan uzaklaşıp, kendini yetiştirme ve tertemiz bir
yaşamı sürdürmeği tavsiye ediyor. Fakat yalnız yaşamayı ve bazı sufilerin
eğitimine göre, inziva ve uzleti tercih etmiyor. Pervîn’in irfanı, Senaî ,
Attar, Sa’di ve Mevlanâ ’daki hikâyelerden de etkilenmiştir.[214]
Melekti kadın yaratıldığı andan itibaren
Şeytanın çekiştirdiği,
yerdiği bir melekti
Eğer Eflatun ve Sokrat
büyükse
Onlara bakan, onları
büyüten daha büyüktür
Ana beşiğinde yattı da
büyüdü
Sonra, hikmet okulunda
hekim oldu Lokman
SEYYİD MUHAMMED HÜSEYİN BEHÇET-İ TEBRİZÎ
(1906, TEBRİZ - 1988, TEBRİZ)
Tebriz’de doğan Huseyn, şiirlerinde kullandığı
Şehriyâr mahlası ile tanınır. Şiirlerini hem Azerî Türkçesi hem de Farsça
yazdı. İlköğrenimini doğduğu şehirde tamamlayan şair, Medrese-i Talibiye’de
aldığı Arap Edebiyatı eğitiminin yanı sıra, Fransızca öğrendi. Babası Mir
İsmail Aga Hoşgenabî, bir avukat ve hattattı. Çocukluk yılları baba yurdu
Hoşgenab kasabasında Haydar Baba köyünde geçmiştir. 1921 yılında Tahran’a
giderek Darülfünun okulunda Tıp eğitimi almaya başladı. Tıp eğitiminin son
sınıfında sonu olmayan bir aşka tutuldu ve tıp fakültesinin son sınıfından
mezun olamadan ayrıldı. Ziraat Bankası’nda çalışmaya başladı. Şiirlerinde
Hafız, Sa’di, Fuzûlî
ve
Sabîr’den etkilendiği görülen şair, ana dilinde kaleme aldığı Heyder Babaya Selam
şiiri ile Türkiye’de ve Türk Cumhuriyetlerinde de büyük bir üne kavuştu.
Şehriyâr aslında klasik gazel türü şiir alanında bir kapanış dönemi şairi
olarak bilinir. Şehriyâr’ın şiirindeki hayali tasvirlerin çoğu, onun bulunduğu
bölgenin coğrafyasından kaynaklanır. Onun şiir alanındaki asıl başarısı yeni
tasvirler yaratmak değil, klasik imajların yapısının değiştirilmesidir. Bundan
dolayı da klasik şiirlerinde tamamen yenilenmiş betimlemeler ender
bulunmaktadır. Şehriyâr, aynı zamanda yeni tarzlara ve yeni kalıplara yüzü
dönük modern bir şairdir. Şehriyâr’ın şairlik zihniyetinin çelişkisi bu sahada
belirlenir. Şairin bir taraftan geleneksel düşünceleri, öbür taraftan modern
düşünceleri ve aynı zamanda yeni kalıpları deneme hevesi onu yarı klasik şiir
söylemeye sürükler. Bu tarz yazıları, onu, yeni tasvirler yaratmak, yeni dil
kullanmak ve yeni duygusal ve anlam alanları keşfetmeğe mecbur eder. 244
Geldin de, kurban olsun canım sana, ama şimdi neden?
Ey Vefâsız, ben
ayaklara düştükten sonra neden?
İlaçsın sen evet ama
Sohrab’ın ölümünden sonra geldin
Taş kalpli, daha önce
isteseydin gelmeği, şimdi neden?
Gençliğimi verdim
senin nazın uğruna ey güzelim,
Artık git gençlere naz
yap, bana neden?
Ah bu kadar kısa süren
bir ömürde
Benim gibi âşık
birinden habersiz kalmak neden?
Ferhat gibi şevkim
seni arzulayarak utanır
Ey şirin dudaklım acı
sözler bana neden?
Ey hicran gecesi bir
saniye bile gözüm kapanmazken
Benim uyumuş bahtıma
ninni söylemek neden?
Kavuşma isteyenlerin
haline ağlıyorken gökyüzü
Hayretteyim, parçalanmıyor
dünya neden?
Ey hazin gönlümün
bülbülü, gülün ayrılık sonbaharında
Suskunluktur Vefâ
şartı, acıyı haykırmak neden?
Ah Şehriyâr iki adım
bile atmazdın yoldaşın yanında olmadan
Bu sefer kıyamet
yolculuğuna çıktın yalnız neden?
REHÎ-Yİ MÜEYYİRÎ (1909, TAHRAN - 1968, TAHRAN)
Tahran’da dünyaya gelen Rehî, ilk ve orta öğrenimini
bitirdikten sonra devlet hizmetine girerek çok sayıda kurumda çalıştı. Sonra
Kültür Bakanlığı reklam ve yayın bölümüne genel müdür olarak atandı. Şiir,
müzik ve resim alanına çocukluğundan beri çok ilgi duymuş ve bu üç alanda
başarılar kazanmıştır. Hayatının bir bölümünde “Rengareng” radyo programında
Davûd Pîrniyâ ile birlikte şiir programları yaptı ve daha sonra da ömrünün
sonuna kadar programın denetleme işini üstelendi. Onun gazellerinden çok şarkı
sözleri daha başarılıdır. Şiirlerinin en büyük özelliği şiir ile müzik arasında
uyum sağlamasıdır. Yazım tarzında Nizâm-i Vefa’dan çok etkilendi, onun
şiirlerindeki romantizmi ve duyguyu kendi şiirlerine taşıdı. Mueyyirî, şiirde
her türlü yeniliğe karşıdır ve İran klasik şairlerinin tarzına Vefalı kalmıştır.
Hatta şiirlerinin adı bile bu tür romantizmi hatırlatmaktadır.245
Gözyaşıyım ben ama
sevdiklerimin ayağına damlarım
Dikenim ben ama gülün gölgesinde yatarım
Ey aşkın baharı senin kokunu ve rengini anımsayarak
Menekşe gibi boynumu bükerek saklanırım.
Senin özleminde yıkılmışım ben
Gözyaşı gibi damla damla peşinde koşarım.
Gençliğin cilvesini ömrümde görmedim ki
Hayat baharının hikâyesini başkalarından duyarım
Sağlık kadehinden doya doya şarap almadım
Arzu dallarından bir mutluluk çiçeği dermedim
Beyaz saçlarımı felek bedava verememiş bana
Bu saçları gençlik pahasına satın almışım.
Ey esir selvi, hürriyetinle övünme
Hür benim ki bütün dünyadan kopmuşum
Ey Rehî, kaçıyorsam eğer halkın gözünden
Kızma bana, insan görmemiş ceylanım
ŞEMSEDDÎN TONDERKÎYA (1910, TAHRAN -
1988, TAHRAN)
Şeyh Fazlullâh Nurî’nin torunu Şemseddîn,
Tahran’da dünyaya geldi. Babası adliyede yargıçtı, annesi ise bir din adamının
kızıydı. Siyaset bilimi öğrenimi gördü ve aynı zamanda Kemalü’l-mülk Okulu’nda
resim eğitimi aldı. Tahran Hukuk Fakültesi’nden mezun olduktan sonra Fransa’ya
gitti. Paris’te doktorasını ekonomi alanında tamamladıktan sonra Tahran’a
döndü. 246
Edebiyat dünyasında yayınladığı Şahin adlı dergi ile tanınmaktadır. Bu derginin ana
teması, klasik tarzı bir kenara bırakılması ve yeni bir tarzın icat
edilmesiydi. Musikinin şiirde çok ciddiye alınmamasından yanaydı. Onun, şiiri,
her türlü sınırlamalardan hatta kafiye ve vezin çerçevesinden kurtarma fikri,
yeni bir şiir yapısı oluşturmak için güzel olsa da, o dönemin edebi toplumu
henüz böyle sert bir reforma hazır değildi. Ayrıca böyle önemli bir dönüşüm
için Tonderkîya’da yeterli edebi güç de
bulunmamaktaydı. Ancak şüphesiz bunlara rağmen
cesareti ve önderliği modern şiirin oluşumunda ciddi düzeyde etkili olmuştur.247
Bir günbatımı
Güneş alçalırken
Kızıl ve siyaha döndü gökyüzü
Ayın devranı geldi
Yuvama gidip susacağım ben
Artık gece ve boşluk Hak,
Ey Hak Affet beni
Ay gelmiş
Elburz ’un zirvesine
GÜLÇÎN-İ GİLANÎ MECDEDDÎN MİRFAHRAYÎ, (1910, REŞT
-1972, LONDRA)
Babası Seyyid Mehdî Mirfahrayî, Tefreş’te bir
devlet görevlisi olarak çalıştı. Gülçîn ilk eğitimini Reşt’te aldı. On beş
yaşında Tahran’a gitti. Reşt’teyken Sirûs ve Darülfunun liselerindeki
öğretmenleri onun yeteneklerini keşfettiler. Daha sonraları o dönemde kurulmuş
edebiyat dergisi Armağân’ın
kurucusu olan öğretmen ve danışmanı Hasan Vahîd Destgerdî’ye hevesle verdiği
gazelleri, o dergi de düzenli bir şekilde yayımlandı. 1930’da Gülçîn, Tahran’ın
Yüksek Öğretmen Okulu’na girdi; burada edebiyat ve felsefe okudu, üç yıl sonra
eğitimine sosyal bilimler alanında devam etmek amacıyla yurtdışında eğitim
görmek için bir hükümet bursu kazanıp ülke dışına gitti. [215]
Orada ilk önce edebiyatta lisans derecesini
aldıktan sonra alanını değiştirip Londra’da tıp doktoru oldu ve hayatının
sonuna kadar aynı yerde ikamet etti. Onun ilk şiir kitabı da Londra’da
yayınlandı.
Şiirindeki iki ana tema, İran’ın kuzey
bölgesinin yeşil doğası ve aşktır. Şirinin zirvesi ise bu iki temayı birbirine
karıştırarak daha güzel bir tasvir sunmaktır. Şairin asıl başarılı olduğu nokta
yarı klasik şiirleridir. O, Nimâ tarzı ve hatta bazen nesir türünde şiirler
yazsa da hiçbirisinde parlak bir eseri görülmemektedir. Şairin senelerce
yurtdışında yaşaması asla şairlik zevkini etkilememiştir. Şiirleri, teknik
açıdan başarılı sayılmasa da hayat dolu olması ve neşe saçtığı için değerli
sayılır. Güzelliği basitlikte bulan bu şair, şiirinde asla duyguyu tekniğe feda
etmemiştir. Onu hatırlatan "Yağmur" şiiri çocuk kitaplarında
yayınlanan en ünlü şiirlerden birisidir. [216]
Şarkılarla
Dolu dolu mücevherlerle
Dokunur ev çatısına
Ben camın arkasında
Tek başıma ayaktayım
Irmaklar yola çıkmış
geçitlerde
Yağmurlu gün
Hatırlatıyor bana
Eskilerde bir gün
Gezdiğimi
Güzel ve mutlu
Gilan ormanlarında
On yaşında bir çocuktum
Neşeli ve mutlu
Hoplayıp zıplayarak
Oynuyordum
Koşuşturuyordum her
tarafta
Kuşlarıyla,
sürüngenleriyle, otlayanlarıyla
Cıvıl cıvıldı orman
Sımsıcaktı
Gökyüzü deniz gibiydi
Biraz burada bulut
biraz orada
Gündüz benim gönlüm
kadar ışık
Ormanın kokusu taze
Islak, sarhoş eden,
şarap gibiydi
Ceylan gibi
koşturuyordum
Irmaklardan geçiyor
Ev kenarında geziyordum
Kuşların hikâyesini
dinliyordum
Esen rüzgârın dilinden
hayat sırlarını
Öğreniyordum
Güzeldi gördüğüm her
şey
Mutluydum
Mutluydum ve söylüyordum:
Güzel gün, ey güzel gün
Parlayan güneş, seni
böyle güzel yapmış
Güzellik varsa eğer o
güneşin güzelliğidir
Git gide geldi bulutlar
Güneşin yüzü kapandı
Yağdı yağmur yağdı
yağmur
Orman rüzgârın elinde
esir
Yağmurun yuvarlak
taneleri
Dağılıyordu yerlere
Şimşek keskin kılıç
gibi
Yırtıyordu bulutları
Yumrukluyordu onları
Yağmurun parmakları
Tarıyordu sisin gümüş
saçlarını
Sonra rüzgâr
dağıtıyordu o saçları
Çok güzeldi orman
Gönül çelendi orman
Çok güzeldi orman,
harikaydı
Bu mücevher yağmurunda
Gökyüzünden öğütler
aldım
Dinle benden:
Ey çocuğum
Yarının insanının
gözünde
Hayat ister ışık ister
karanlık
Hep güzeldir, hep
güzeldir, hep güzeldir
SEYYİD KERÎM EMİR Î-Yİ FÎRUZKÛHÎ (1910,
FARAHABAD, TAHRAN - 1984, TAHRAN)
Firuzkuh’un Farahabad şehrinde dünyaya gelen
şair, çocukken Tahran’a gidip temel eğitimini burada aldıktan sonra Amerikan
Koleji’ne girdi. Daha sonra Şeyh Abdu’n-Naîb-i Kecurî ile tanıştı; edebiyat,
mantık, kelam, hikmet ve fıkıh bilgilerini ondan öğrendi. Daha sonra Vahîd
Destgerdî gibi edebiyatçılarla tanıştı. Emir î, Hint tarzına özellikle Saib-i
Tebrizî gibi şairlerin tarzına çok ilgi gösterirdi. Onun faaliyetlerinin büyük
bir kısmı, Saib’in divanı, ve şairlik tarzını araştırmaları konularıydı. Bu
alandaki çalışmaları ve kendi hayat tecrübesi, şiirindeki ana hatları
belirlemiştir. Şiiri ele alındığında bu durum, karşılaşılan en önemli
noktalardan biridir. Fazla temsil kullanmak, tasvir çizimlerinde ince
düşüncelere dikkat etmek, yeni mazmunlar üretmek, halkın sokak dilini
kullanmak, Emir î’nin şiirinin Hint tarzı ile ortak özellikleridir. Ama buna
rağmen, onun asla karmaşık ve istiarelerle bürünmüş şiir yazma girişimi yoktur.
Aslında o, şiirlerinde hem Hint Tarzı’ndan
faydalanmış, hem Irak Tarzı’nın beğendiği yönlerinden yararlanmıştır
denilebilir. Şiirindeki diğer önemli bir özellik ise insan hayatındaki felsefi
acı ve üzüntünün şiirinde örülmesidir. Bu felsefi hüzün, onun başka klasik şiir
yazarlarından farklı olmasına sebep olsa da bu acı ve hüznünün tekrarlanması,
muhatabını bazı durumlarda yorabilmektedir. Şairin yeni mazmunlar icat etme
gücü, dile dikkat çekecek derecede hâkimiyeti ve kelimelerle dolu hafızası,
şiirinin kıymetini artırmakla birlikte, Hint Tarzı’nı özellikle Saib’i taklit
etme durumunu ve
şüphesini de tamamen ortadan kaldırmaktadır.
Emir î’nin şiirindeki en büyük sorun Saib’in şiirinde de görünen mazmunların
sürekli tekrarlanmasıdır.250
Ateşim ben ama aşksızlıktan su gibi donmuşum
Yeşil hurma ağacıyım
ben ama güneşin hicrinden kurumuşum
Ey sevgi ateşi neden
beni tutuşturmuyorsun
Acı bana ki ben
soğuktan su gibi donmuşum
Herkes acıdan şaraba
sığınırken ben
Acıya sığınmışım, çünkü
şaraptan doymuşum
Şarabın suyuyla
gönlümün tozu silinmez
Kuru dikenim ben bulut
olsa da olmasa da donmuşum
Derbederlikten başka
benim huzurum ve rahatım yok
Âşık ve sıcak bir
kalbim ben, heyecansızlıktan donmuşum
Şu dev gibi dünyada
yaşadıklarımdan huzursuz olmuşum
Kutsal ömürüm ben,
sakince buza dönüşmüşüm
Şu titreyen canın her
ipi bir aha bağlıdır
Şu yüzden bu hayret
denizinde kabarcık gibi donmuşum
Bu sahip olduğumuz şey
hayat değildir ya Rabbi
Yiyip yatmaktır bu
sadece ve ben
Yiyip yatmaktan
sıkılmışım
PERVÎZ NATİL-İ HANLERÎ (1914, TAHRAN - 1990, TAHRAN)
Tahran’da doğan şair, orta öğrenimine
Darülfünun’da başladı. Yükseköğrenimine Tahran Üniversitesi'nde devam etti.
Daha sonra lisede eğitim verirken Fars Dili ve Edebiyatı alanında doktora
eğitimi aldı. Tahran Üniversitesi’nde doçent olarak çalıştı. Hanlerî, daha
sonra Paris’e gitti ve orada iki yıl eğitim gördü. Döndükten sonra 1979’a kadar
Tahran Üniversitesi’nde çalışmaya devam etti. O, dönemin şiir akımlarının aktif
önderlerinden oldu. Ama edebiyat alanında şiirlerinden daha çok
araştırmalarıyla tanınır. En değerli çalışması arkadaşlarıyla beraber Sohen dergisini yayınlaması idi. 1979’a kadar Sohen dergisini yayınlamaya devam etti. En ünlü ve
en güzel şiiri “Kartal” şiiridir. İlk makalesi henüz öğrenciyken İkdâm gazetesinde yayınlandı. Bedîüzzaman
Furûzanfer, Bahâr, Said Nefisî ve Abbas İkbâl-i Aştiyânî gibi hocalardan ders
aldı. Furûzanfer’in danışmanlığında Fars aruzu üzerine hazırladığı doktora çalışmasını
1943’te tamamladı. 1948-1950 yılları arasında Sorbonne Üniversitesi’nde
dilbilimi eğitimi gördü ve güzel sanatlar bölümünün derslerine katıldı.
Dönüşünde İçişleri Bakan Yardımcılığı görevine getirildi. 1957’de Amerika’dan
aldığı bir davetle görevinden ayrılıp oraya gitti ve çeşitli üniversitelerde bilimsel
etkinliklerde bulundu.[217]
İran’a döndüğünde Azerbaycan valiliğine atanan
Pervîz Nâtil, daha sonra Mâzenderan milletvekili seçildi. 1962 yılında Kültür
Bakanı oldu. Bu görevde iken ders kitaplarında yaptığı düzenlemeler, eğitim ve
öğretim alanında büyük bir reform sayıldı. Onun bakanlığı sırasındaki
hizmetlerinden biri de başlattığı okuma-yazma seferberlikleriyle halkın okuma
yazma oranını yükseltmeye çalışmasıdır. Hanlerî, Mart 1964’te bakanlıktan
istifa ederek kendini ilme ve edebî faaliyetlere adadı. Öncelikle Bünyâd-i
Ferheng-i İran adıyla bir kurum oluşturdu ve bu kurum aracılığıyla İran kültürü
ve İslâmiyet’le ilgili birçok eserin yayımını gerçekleştirdi. Bir ara Şâhname
Kurumu’nun başkanlığında bulundu; çok sayıda kongre ve ilmî toplantıya katıldı.
Hanlerî, şiirde yenilik taraftarı idi; ancak bu hususta aşırılığa karşı
çıkmaktaydı. Onun için “gençken şair, orta yaşlarda edip, ileri yaşlarda klasik
edebiyat görüş sahibi üstat” tanımı yapılır. Kitaplarının yanında başta kendi
dergisi Sohen
olmak üzere, birçok dergide makaleleri yayınlanmıştır.[218]
Su
sakin gökyüzü sakin
Gönül
acıdan kurtulmuş ve ruhum neşeli
Söğüdün
gölgesi titriyor suda
Sakî’nin
saçları kadeh parıltısında belli
Ne
hoştur aşk böyle bir günde
Söğüdün
gölgesi titriyor suda
Yüzüyor
mehtap gümüş gibi dalgalar üzerinde
Gece
kuşu uzaktan şarkı söylemekte
Ay
bir dilber gibi saçını özgür bırakmış
Yıkıyor
suda gümüş tenini
Gece
kuşu uzaktan şarkı söylemekte
Sesi
gönülde hoş bir hüzün yaratıyor
Yürek
yar hatırasıyla dolu
Uzun
arzuların hasretinde yanıyor gönül
Fikir
kuşunun kanatları güçsüz
Yürek
yar hatırasıyla dolu
Kavuşmayı arzularken bile
korkuyor ayrılıktan
MEHDÎ HAMIDÎ-Yİ ŞİRAZÎ (1914, ŞİRAZ - 1986 TAHRAN)
Edebiyatçı, eleştirmen, çevirmen, gazeteci
üniversite hocası Mehdî Hamidî, Şiraz’da doğdu. Babası Seyyid Muhammed Hasan
ilk parlamento üyesiydi ve annesi Sakine, kadınların eğitimi için mücadelede
bir öncü kadın idi. Aynı zamanda Şiraz’daki kız çocukları için açılan ilk
“İffetiyye Okulu”nun kurucusu ve müdürüydü. Hamidî, üç yaşındayken babasını
kaybetti ve ilk öğretmeni olan annesi tarafından yetiştirildi. 1934'te
Şiraz’dan ayrıldı ve Tahran Üniversitesi Öğretmen Okuluna kayıt yaptırdı.
Burada Fars Edebiyatı Bölümü’nden mezun oldu. Lise öğretmeni olarak Şiraz’a
geri döndü ve bir yıl sonra ilk şiir kitabını yayınladı. Nişanlısının aniden
ölümünün hüznüne boğulan şair, bir yıl boyunca ilk aşkını anmak için “Âramgâh-i
Âşk: Aşk Mezarlığı’
haricinde bir şiir yazmadı. Bu arada askerlik için altı ay boyunca Şiraz’ı terk
etmek zorunda kaldı. Hamidî, 1940’ta Şiraz gazetelerinde yayınladığı şiirlerde
de hayal kırıklığı yaşadı ve daha sonra “Aşk-i Derbeder”
adlı eserini yayınladı.[219]
1944 yılında Tahran’a tayin edildi ve lise
öğretmeni olarak çalıştı, aynı zamanda Edebiyat Fakültesi’nde doktora
derecesini aldı. Aynı yıl, Modern Fars Şiiri’nin öncüsü olan Nimâ Yuşic ile bir
görüşme yaptı ve bir yıl sonra, Tahran’da edebi haftalık Kehkeşân adlı dergiyi yayınladı. Nimâ’nın yenilikçi
tarzını keskin bir iddia ile kınadı. 1946'da İran’da düzenlenen Sovyetler Birliği
ve İran Yazarlar Kongresi’nde Nimâ ve taraftarlarının yeni şiir tarzını
eleştiren bir konuşma yapmaya çalıştı. Ancak kongre başkanı Muhammed Takî
Bahâr, tamamlamasına izin vermedi. Böylece Nimâ’nın takipçileri ile Hamidî’nin
arasında yaşamı boyunca süren yoğun bir tartışma başladı. “Der Emvâc-i Sind”
adlı şiiri defalarca yayınlandı ve yirmi yıl sonra, İngiliz Yayın Kuruluşu
(BBC) tarafından düzenlenen benzer bir yarışmasında birincilik ödülü aldı.[220]
Hamidî, klasik şiire tutkusuna rağmen üretken
bir şairdi. Şiirlerinin çoğu, mükemmel tekniğe sahip, geleneksel biçimli
olmasına rağmen basittir. Fakat sofistik bir dili ve yenilikçi imgeleri,
yaratıcı ve becerikli kullanmada da başarılıdır. Şiirleri güçlü yurtseverlik
temaları ve modern şiirin abartısını hafifletmesi açısından dikkate değerdir.
Duygusal şiirlerinde bile insancıl temalar ve insanlara duyulan ilgi her zaman
görülmektedir. Hamidî, zaman zaman kendisini bütün dönemlerin en büyük Fars şairlerinden
üstün görmekteydi. Buna bağlı olarak da kendi şiirlerinin üstünlüğüne
inanmaktaydı. Ancak tabi ki bu tutumu gelenekçi şairler tarafından kınanmıştır.255
Nazlı doğmuş ya nazlı
da ölür
Ölmek istediğinde bu
güzel kuş
Yalnız bir dalgaya
binip uzaklara gider
Karanlık bir köşe de
saklanıp
Sabaha kadar
Şiir okurken gazellerin
arasında ölür
Bazı söylentilere göre
bu güzel kuş
Nerede âşık olmuşsa
orada ölür
Ölüm gecesi korkudan
oraya gider
Ölümü unutup dans
ederek ölür
Bu hikâyeye inanmasam
da ben
Görmedim bir kuğu çölde
ölsün
Denizin kucağında
doğduğuna göre
Bir akşam da denizin
kucağında ölür
Sen denizimsin benim
biliyor musun?
Aç kollarını ki bu
güzel kuğu
Bu gece ölmek ister ...
LUTF ALİ-Yİ SÛRETGER (1919, ŞİRAZ - 1970,
ŞİRAZ)
Lutf Ali Sûretger, Şiraz’da dünyaya geldi. İlk
eğitimini orada tamamladıktan sonra eğitimini sürdürmek için Hindistan’a gidip,
lisans derecesini aldı. Sûretger, Londra’ya gitti ve doktorasını İngiliz Dili
ve Edebiyatı alanında yaptı. Tahran Üniversitesi’nde İngiliz Dili ve Edebiyatı
Bölümü’nde öğretim üyesi olarak çalışmaya başladı.[221]
Onun düşüncesine göre: “ Bizim klasik şairlerimiz
farklı dönemlerde farklı siyasi, dini ve felsefi düşüncelerle tanışmışlardır ve
onların bu düşünceleri hayatla çok sıkı bir ilişki içerisindedir. Büyük
şairlerin de başarışı, bu düşünceleri sözlerine ve şiirlerine taşımalarıdır ki
bu özellikleriyle de halkın duygularını etkileyebilmişlerdir. Ancak günümüzde
geniş düşünce dünyası hayatımıza girmesine rağmen, sözümüzü ve edebiyatımızı
pek etkileyememektedir”. Şaire göre eğer doğanın güzellikleri hala aynıysa şairin
de şiiri, aynı şekilde zÂrif ve güzel olmalıdır.[222]
Bahçelere çiçek getiren her bahçıvan
Hatırlatıyor Şiraz’ı
bana
O şehir ki ne zaman bir
çiçek arzulasan
Bahçıvan sana demet
demet çiçek getirir
Severim Fars’ın
havasını ki güzelliğinden
Şubat ayında
tomurcuklanır badem ağacı
Nevruz ayı bülbüllere
ve kırlangıçlara
Şarkılar söyletir
bahçelerde
Dağın zirvesinde bin
parçalık bulut
Parıldar düşmana
saldıran ordu gibi
Bağın kenarında
beklerim ben ki
Sevgilim bahçeden haber
getirsin
Gelsin koşa koşa
otursun yanımda
Menekşeleri ve
nergisleri önüme sersin
FERİDÛN-İ TEVELLELÎ (1919 ŞİRAZ - 1985
ŞİRAZ)
Tevellelî, Şiraz’da doğdu ve orta öğrenimini
orada bitirdikten sonra Tahran’a gidip, yükseköğrenimini Tahran Üniversitesi
Arkeoloji Bölümü’nde tamamladı. Daha sonra Şiraz’a döndü ve Milli Eğitim
Bakanlığı’nda öğretmen olarak çalıştı. İlk şiirleri Şiraz’da Ferverdîn adlı mecmuada yayınlandı. Manzum ve mensur
olarak Gülistân tarzında
kaleme almış olduğu mizah içerikli şiirleri, daha sonraları Et-Tefâsîl adıyla yayınlandı. Tevellelî’nin ilk şiirleri
Rehâ
adlı şiir mecmuasında yer aldı.[223] Şair,
önceleri klasik tarzda şiir söylese de Nimâ ile tanıştıktan sonra onun
çizgisinde gitmeyi tercih edip, daha sonra bu çizgiden de çıkarak kendi özgün
yolunu açtı. Sonraları, aşk şiirleri söyleyip, yeni tasvirler ve terkipler
oluşturmaya çaba gösteren şair, edebiyat alanında hem teorisyen ve hem de şair
olarak çalışıp, genelde eleştirilerini ve düşüncelerini şiir kitaplarının giriş
bölümünde yazdı.
Tevellelî’nin edebi karakteri, üç evreye
ayrılabilir: Yarı klasik tarzda şiir yazdığı dönem, şiir eleştirmenliği evresi
ve klasik şiire yöneldiği dönem. Onun klasik şiirlerindeki modern anlatımı,
hayal ve tasvir aracılığıyla metin içeriğine yerleştirilmiş olması, eserlerini klasik
edebiyat egemenliğinden yine de kurtaramamaktadır. Şairin en parlak dönemi,
yarı klasik şiirlerini kaleme aldığı dönemidir. Bu yazıların oluşturmadaki en
önemli yöntemi, şairin günlük hayattan bir tasvir örneği alarak, onu klasik
edebiyattan aldığı tasvirlerle birleştirmesidir. Bu sade formül, aslında şairin
klasik şiir çerçevesinden kurtulması için ilk çabasıdır.[224] Kendi
ifadesiyle hayalci bir yaklaşımdan ve efsane türü şiir kalıbından hoşlanan
şair, bu tarzı takip etmeye çalışmıştır. O, klasik şiir tarzını, klasik
tahayyül yöntemini ve klasizm taraftarlarını eleştirerek kendisinin yeni
tarzlar yolunda yolcu olduğunu iddia etmektedir. [225]
Şairin son mecmuasında yer alan şiirlerin
içeriği, bütün hayatını kaplamış olan aşk, sevgiliye kavuşamama, susma, üzüntü
ve ümitsizliktir.[226] Bu
dönemde, zirve günlerinden uzaklaşan ve şiirlerinde sürekli tekrara uğrayan bir
şairle karşılaşılır. Bu dönemin özellikleri, klasik kalıplara geri dönme,
mazmunların tekrarlanması ve erotik konuların geri gelmesidir.[227] Şairin
bir başka kimliği ise eleştirmenliğidir. Onun çağdaşlarına göre yeni sayılan
düşünce ve eleştirileri, yarı klasik şiirin oluşumunda ve yaygınlaşmasında çok
etkili olmuştur. [228]
Duman gibi üzgün ama
çekici bir ışıltıda
Siyah saçları rüzgârın
elinde savruluyordu
Dalgalı ve alımlı
Çiziyordu gecenin
ışığına, karanlık çizgisini
Akıyordu derecik ve
suyun üzgün sesi
Sanki giden yoldaşların
hikâyesini hatırlatıyordu
Ve saklıyordu uyumuş
aşkların acısını ve ölülülerin hüznünü
Dağ, mehtabın yorgun
soğuk ışıltısında
Uzak arzular gibi
Umut halesi gibi
İpeğe bürünmüş naif bir
beden gibi
Uyuyordu göz
bebeklerimde
Ve o canımın umudu,
hayatımın gölgesi
Günbatımı
Yanıyordu narince kendi
hayalinin sıcak kıvılcımlarında
Okuyordu mehtabın
parlak ortamında
Benim üzüntümün
efsanesini
Ve kendi acısının
anlamını
İMAD-İ HORASANÎ (1921, TUS - 2004, TAHRAN)
1921’de Meşhed’in Tus kasabasında dünyaya
gelen İmâd-i Horasanî, Fars Edebiyatı’nda önemli bir yere sahiptir. Duygu ve
düşüncelerini eski şiir tarzında dile getiren şairin şiirlerindeki en önemli özellik,
toplumsal ve kültürel olayları dile getirmekle beraber, bu söyleyiş tarzının
betimleyici, duygusal ve bir şarkı gibi ahenkli olmasıdır.264
Şiirlerini, daha çok yaşadığı coğrafyadan ilham alarak söylemiştir. Şiirindeki
ünlü ve ünsüzleri kullanımı da, yaşadığı bölgeden etkilendiğinin göstergesidir.
Dil kullanımı ve kendine ait tarzı, onun şiirindeki duygusal zeminin önüne
geçmektedir. O, şiirlerinde insan yaşamının en derin ve duygusal hislerine
kavuşmayı amaçlayarak bu hissiyatları şiir kalıbına aktarmakta özel bir
yeteneğe sahiptir. Aslında Onu, bu alanda özel kılan, kişisel tecrübelerine
dayanan şiirleridir. Şiirinin başka bir özelliği ise şairin aşk üzerine
muazzam bir şekilde odaklanması ve bunu çok
güzel bir şekilde kaleme almayı başarmasıdır. İmad, asla siyasi şiir ya da
kendi edebiyat tarzına aykırı serbest şiir yazmaya kalkışmamıştır. O, şair
olarak ömrü boyunca sırtını sadece gazel ağacına yaslayan bir şairdir.265
Mademki yalnız kalmışsam neden gidiyorsun?
Perişan ve rüsva
olmuşsam neden gidiyorsun?
Şimdi ki senden başka
hiç kimsem yok
Bu kadar yalnız
olmuşsam neden gidiyorsun?
Mademki mumun yanar
teni gibi tepeden tırnağa
Kıvılcım olmuşsam neden
gidiyorsun?
Mademki sarhoşların
mahfilinde
Kadehlere yoldaş
olmuşsam neden gidiyorsun?
Şimdi ki aşk ve delilik
ovasında
Çöl lalesi olmuşsam
neden gidiyorsun?
Şimdi ki o ender
cevherin görmeden
Alıcısı olmuşsam neden
gidiyorsun?
Mademki seni izlemek
denizinde
İzlerken boğulmuşsam
neden gidiyorsun?
Sendin beni her zaman
rüsva arzulayan
Mademki rüsva olmuşsam
neden gidiyorsun?
MEHDÎ SUHEYLÎ ( 1924, TAHRAN - 1987, TAHRAN)
İranlı şair ve yazar Mehdî Suheylî, Tahran’da
dünyaya geldi. İlkokulu bitirdikten sonra Arapça mantık ve edebi sanatlar dersi
almaya başladı ve lise öğrenimini Tahran’da tamamladı. Uzun yıllar radyo
programları görev aldı ve gazetecilik yaptı. Tiyatro yazmakta da başarılı olan
Mehdî, mizah şiir türünde de güçlü bir şair sayılır. Suheylî’nin dini içerikli
şiirleri daha çok ön plandadır. 266
Beraber inleyelim
Toprağa verdiğimiz
selvilere
Gel sızlayalım
Şu gömdüğümüz
tomurcuklara
Gözyaşının yardımıyla
Yaprak yaprak olan
çiçeklerin
Yapraklarını yıkayalım
Gel yalnız annelerle
beraber
Delikanlıların mezarını
arayalım
Gel gönlümüzü yakan
acıyı
Sessizlerle paylaşalım
AHMED-İ ŞAMLÛ (1925, TAHRAN - 2000 TAHRAN)
Tahran’da dünyaya gelen Ahmet Şamlû, bir subay
olan babasının görevi nedeniyle çocukluk dönemini başta Zahidan ve Meşhed olmak
üzere Kuzeydoğu ve Güneydoğu İran’da geçirdi. Orta öğrenimini programlı bir
şekilde yürütemeyen Şamlû,
liseyi Tahran’da tamamladı. 1952’den itibaren
iki yıl Macaristan Büyükelçiliği Kültür Müşavirliği görevinde bulundu. 1954
yılında siyasi tutuklu olarak on dört ay hapis yattı. Daha sonra sinemaya
yönelen Şamlû, Sistan ve Beluçistan belgeselini hazırladı ve çeşitli senaryolar
yazdı. 1972 yılında tedavi amacıyla Almanya’ya, oradan da Amerika’ya gitti.
1977’de siyasi nedenlerle bir yıl Amerika’da ikamet etti. Ardından İran’a
döndü. 1988’de İkinci Uluslararası Edebiyat Kongresi’nin davetiyle tekrar Almanya’ya
gitti. Değişik Avrupa ülkelerinde kültürel ve edebi faaliyetlerinin ardından
İran’a döndü. 1990’da Amerika’da çeşitli edebî etkinliklere katılan Şamlû,
Berkeley Üniversitesinde çağdaş İran edebiyatı dersleri vermek üzere misafir
öğretim üyesi olarak bir dönem görev yaptı.
Şamlû’nun asıl ilgi alanı şairlik ve
yazarlıktı. 1940 yılından itibaren şiirlerini çeşitli yayın organlarında
yayınlatmaya başladı. O, çağdaş Fars şiirinin önemli şairlerinden biri olarak,
“Şiir-i Sepîd” diye bilinen aynı zamanda “Şiir-i Şamlûyî” adı da verilen tarzın
öncüsü ve sosyal içerikli çağdaş şiirin güçlü kalemlerindendi. Şamlû, gençlik
döneminin heyecanlı yıllarında sosyal konulara ağırlık veren bir halk şairi
olarak öne çıkmıştı.267
1941 yılında müttefik güçlerin İran’a yoğun
saldırılarının olduğu günlerde ateşli nasyonalistler arasında yer alan ve Alman
Nazilerinin görüşlerine ilgi duyan Şamlû, müttefiklere karşı mücadelelerini
sürdürürken yakalanıp hapse atıldı. Hapisten çıktıktan sonra geri kalan
öğrenimini tamamlamak için son kez şansını denemek isteyip birtakım şahsi
gayretlerde bulunduysa da başarılı olamadı. Şair, bu son teşebbüsünde de
başarısız olunca, artık kendisini bir bireyi olduğu toplumun içerisine
bırakmaya karar verdi. Onun, bundan sonraki hayatının önemli bir bölümü,
gazetecilik, yazarlık ve araştırmalarla geçti. Sonraları, Pûlâd adlı gazetenin başyazarlığının yanı sıra İttilâ’ât-iMâhâne
ve Hûşe
adlı dergilerin editörlüğünü üstlendi. Bir ulusalcı şair olarak çağdaş Fars
edebiyatında yerini alan Ahmed-i Şamlû, İran’daki İngiliz petrol tesislerini
millileştiren başbakanlık görevinde bulunan Muhammed Musaddık hükumetine
derinden bağlı taraftarlarından biri oldu. Bu yüzden de Musaddık’ın hükümetten
çekilmesinden sonra bir süre daha hapse atıldı. Hayatının bu dönemlerinde
yazılarını, çevirilerini ve Nimâ tarzındaki şiirlerini yazmaktan geri durmadı.
Özellikle, Fransız yazarların eserlerinden Farsça’ya çeviriler yapan, birtakım
eserleri de önemli dünya dillerine çevrilmiş olan aynı zamanda birkaç
tiyatro da kaleme almış olan Şamlû, Hâfız-i
Şirazî ve Mevlanâ başta olmak üzere bazı ünlü şairlerin seçme şiirlerini de
seslendirdi.[229]
Gençlik döneminin heyecanlı yıllarında sosyal
konulara ağırlık veren bir halk şairi olarak öne çıkan, her türlü imkândan
yoksun yoğun halk kesimlerinin problemlerini ve sıkıntılarını yakından
gözetleyen, onlarla birlikte feryad ederek bu sorunları ortadan kaldırmaya
çalışan şair, bir süre sonra ümitsizliğe kapılıp halktan kaçmaya, gizlenmeye
başlar. Bu tedavisi mümkün görünmeyen hastalığının ilacını en güzel şekilde
aşkta bulan şair, siyasi ve sosyal faaliyetlerini bir tarafa bırakır ve sonu
belli olmayan siyasi mücadeleler, sosyal konulu şiirler yerine kendisini aşkın
ve sevginin kollarına atar. Şamlû’nun şiirleri, asıl bu dönemde toparlanarak
daha olgun bir yapıya kavuşur. Onun gerçek ilham kaynağı ve öğretmeni bu
aşktır. Üç defa evlenmiş olan Şamlû’nun son eşi Ayda, onun aşk konulu
şiirlerinin ilham kaynağı olur. Böylece eserlerinden birkaçını, şiir ve
şairliği seven Ayda’ya adamıştır. [230]
Yeni şiir tarzının yaygınlaşmasında, dergi ve
gazetelerdeki faaliyetleri, yeni şiir ve sanata yer ayıran kitaplara yaptığı
katkıları önemli rol oynamaktaydı. Bir süre Sohen-Nov, Hüner-i Nov, Rovzene
ile Mecelle-yi İlmî
dergilerinin editörlüğünü yürüttü ve Âheng-i Sobh’un yayınında da katkıda bulundu. Çağdaş
İran şairleri arasında sadece Nimâ’nın bir tarz sahibi ve ekol öncüsü olduğuna
inanan Şamlû, diğer şairleri onun, ya da daha önceki dönemlerde yaşamış
şairlerin takipçisi olarak kabul etmekteydi. Ona göre şiir, tamamıyla
sanatçının duyguları ve iç dünyasında oluşturduğu düşüncelerinden dizelerine
yansımasıydı. Bu şekilde ortaya çıkan sanat eseri de sanatçının içerisinde
yaşadığı toplumun bizzat değerlerinden çekip alınarak, özümsenerek dizelerine
aktardığı zaman, değer kazanmaktaydı. [231]
Gerçekte bir halk şairi olan Şamlû, bütün
hayatı boyunca halkının özgürlüğü için, halkının olumsuzluklar karşısında
direnişini övgüyle dile getirmek için elinden geleni yapmış ve şiirlerini de bu
konularla ilgili olarak kaleme almıştır. Şiirlerini “İ. Bamdâd”, “İ. Subh” ya
da “Bamdâd” mahlaslarıyla kaleme alan Şamlû, roman, hikâye ve tiyatro
türlerinde de eserler vermiş ve klasik metinlerin tashihiyle de uğraşmıştır.
Ayrıca çocuklar için de yabancı dillerden hikâye çevirileri yapmış, çeşitli
konularda araştırmalarda bulunarak, değişik konularda makaleler kaleme
almıştır. [232]
Şamlû için telmih, şiirin içyapısında
bulunması gereken önemli unsurlardandır. Şamlû’nun şiirleri dizelerinde yer
verdiği telmihlerin çeşitliliği ve zenginliğiyle dikkat çekmekte, farklı ve
çeşitli milliyetlerden kişiliklerdeki tiplemeleri içermektedir. O, şiirlerinde
telmihi, daha çok siyasi ve sosyal duygularını, bu duygularından kaynaklanan
düşüncelerini dile getirmek için kullanmıştır. Bu yüzden onun şiirlerindeki
telmih, sadece telmih olsun amacıyla değil, arkasında başka birtakım görünmeyen
amaçlar da taşımaktadır ve asıl hedeflenen de budur. “Şiir-i Sepîd” tarzının
öncüsü ve sosyal içerikli çağdaş şiirin güçlü kalemlerinden biri olarak, şiiri
halkın hizmetinde halk için bir araç olarak gören Şamlû, şahsi olarak da
halkını çok seven bir kişiliğe sahiptir. O, şairliğinin önemli bölümünde
zorluklar, karanlıklar, acılar içerisinde ümitsizliği asla kendisine
yaklaştırmaz ve yarınlarına ümit besler. Karanlığın ortasında aydınlığı ve
sabahı arar. Ancak aydınlığı bekleme çilesi fazla sürmez ve şair karanlıklarla
mücadeleye başlar.
Nimâ’dan sonra modern Fars şiirinin en iyi
örneklerini veren şairler arasında yer alan Şamlû, aynı zamanda şiirsel düşünce
dünyasını önemli ölçüde etkilemiş kişiliklerden biridir. O, şiirsel
özelliklerini bir tarafa bırakmadan, insanın zulüm, karanlık ve baskıcı
yönetimler karşısında ayakta duruşunu ve karşı koyma tavrını da
simgelemektedir. Kendisinin ortaya koyduğu Şiir-i Sepîd ekolüyle oluşturduğu ve
doruğa çıkardığı kelimeler dünyasında gerçek yaşamını sürdürdüğü evini inşa
etti. Şamlû’nun şiirleri sosyal-felsefî özellikleriyle öne çıkmaktadır. Batı
edebiyatından ve insanî değerlerden aldığı örneklerin yanı sıra, Hristiyanlık
temelli örneklerle de birtakım olaylara işaretlerde bulunan Şamlû, Nimâ’dan
sonra şairane duyarlılık üzerinde en çok duran şairdir. [233]
Nazlı, Bahar
gülümsedi; çiçekler açtı
Tomurcuklandı
evimizin penceresi altındaki yaşlı Yasemin,
Bırak şüpheyi
Pençeleşme bu
uğursuz ölüm ile
Var olmak,
olmamaktan daha güzel
Özellikle
mevsim baharsa eğer
Sustu Nazlı
Boyun eğmeden,
Yaralı
ciğerine dişini sıkarak gitti
165
Konuş benimle
Nazlı
Sessizliğin
kuşu korkunç bir ölüm doğurmak için
Yuvasında
kuluçkaya yatmıştır
Sustu Nazlı
Güneş gibi
karanlığın içinden
Doğup kana
bulanıp öylece gitti
Sustu Nazlı
Nazlı bir
yıldız idi
Bir an bu
karanlıkta parlayıp kaydı gitti
Sustu Nazlı
Nazlı bir
Menekşe idi
Açtı
çiçeklerini
Kışın
bittiğini müjdeledi gitti
MENÛÇEHR-İ ŞEYBANÎ (1925, KAŞAN - 1992, TAHRAN)
Kaşan’da doğan şair, yedi yaşındayken babasını
kaybetti. Böylece, büyükbabasının evinde büyüdü. Tahran’daki Jandarak
Okulu’ndan mezun oldu ve 12 yaşında Daha sonra Güzel Sanatlar Fakültesi’ne
girerek, kostüm, dekor ve sahne tasarımı eğitimi aldı. Ardından Tahran
Üniversitesi Resim Bölümü’nü okuyan şair, Sohrab-i Sipehrî’nin yakın
arkadaşıydı; Sohrab’ın şiirlerinden ve resimlerinden etkilendi. Şeybanî, şair,
ressam, sahne tasarımcısı, oyun yazarı ve film yapımcısıydı. O, çağdaş sanatın
ve sanatla ilgili yeni kavrayışların tanıtılmasında önemli rol oynayan
kişilerdendi.273
Git dörtnala
Ben senin vahş.i
gidişinin karşısında
Korkarak peşinden
geleceğim
Yüce gururumun
soyguncusu
Git dörtnala
Ben ki
Senin ipek saçlarının
ipinden asılmış
Senin çöl çiçeklerinin
dikeninde
Kollarının arasında
sıkışmış
Ve yalnızlığın
büyüklüğü kadar perişanım
Kamaştırıyor gözlerimi
gözlerinin güneş gibi parlaması
Ve karartıyor gözlerimi
Kalbimdeki boşluk
Senin gönlünü öyle
sıkıştırıyor ki
Kalbimin her atışında ölümü
hissediyorsun
Sonsuzluğunun ortamında
Ve sonra senden başka
hiçbir şey düşünmüyorum
Ve senden başka hiçbir
şeyi görmüyorum
MUHAMMED ALİ İSLAMÎ-Yİ NEDÛŞEN (1925,
NEDUŞEN)
Yezd’in Neduşen köyünde doğan Muhammed Ali,
liseyi Yezd’de Nasır Hüsrev ve İranşehr okullarında okudu. Sonraları öğrenimine
devam etmek için Tahran’a gitti ve Elburz Lisesi’nden mezun oldu. Tahran
Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde lisans eğitimine devam etti. Eğitimini
tamamlamak için Avrupa’ya giden şair Fransa ve İngiltere’de beş yıl boyunca
eğitim alarak doktorasını Paris Üniversitesi Hukuk Fakültesinde tamamladı.[234]
On iki yaşından itibaren şiir yazmaya başlayan
İslamî, Tahran’a göç ettikten sonra daha profesyonel bir şekilde şiirle uğraştı
ve Sohen
dergisinde bazı şiirlerini yayınladı. 1348’de Tahran Üniversitesi Rektörü
Fazlullâh Rıza’nın daveti üzerine Tahran Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde
öğretim üyesi olarak çalışmaya başladı. Edebiyat Fakültesi’nde, dünya
edebiyatının başyapıtları ve bunun yanında Hukuk Fakültesi’nde İran Medeniyeti
ve Kültürü Tarihi derslerini üstlendi. İslamî, 1979’da Tahran Üniversitesi’nden
emekli oldu.[235]
Romantik bir şair olan Muhammed Ali, daha çok
birbirine bağlı dobeyti kalıbında şiirler yazdı ve toplumsal konulara değindi.
Şiirlerini yeni tarzda yazarken vezne ve kafiyeye dikkat etse de bazı şiirleri,
tamamen serbest ölçüdedir. Şair, iki tane yarı klasik şiir kitabı
yayınlanmasına rağmen, daha sonra edebi ve kültürel araştırmalara yoğunlaşarak,
hayatının asıl amacı olarak belirlediği bu alana yöneldi. Gazel türündeki
şiirlerinin konuları, romantik şairlerin yaygın tarzını hatırlatmaktadır.
Şiirleri arasında sadece “Ateş” şiiri, siyasal ve toplumsal konuları içerir.
Ara sıra nesir şiiri kalıbında da
şiir söylemeye çalışan şairin bu deneyimleri,
çok sade ve sanattan uzaktı. Şairin Nimâ tarzı şiirleri de çok akıcı bir dile
sahip değildir. 276
Seni görüyorum ki bir sabah
harmanı gibi
Yükseliyorsun yavaş yavaş
Geç kaldım ben, uzak kaldım
burada
Kadersiz umudun bir zinciriyle
Sen vardın ama ben yoktum
İSMAİL-İ ŞAHRUDÎ (1925, DAMĞAN)
Şahrudî, resim, tiyatro ve gazetecilik
alanlarında eğitim aldı. Birkaç yıl Dihhudâ Ansiklopedisi’nin yazımına katkı
sağladı. Şair bir süre farklı üniversitelerde ders verdi, aynı zamanda Unesco
uzmanı olarak görevlerde bulundu. Gençlik yıllarında Tude Örgütüne katıldı ve
orada “Halk Şairi” lakabına layık görüldü. Yazması bir süre yasaklandı ve
tutuklandıktan sonra psikolojik dengesini kaybetti. Şahrudî, nesir şiiri
türünde ve yarı klasik şiir tarzında denemeleri olsa da asıl ününü serbest
şiirlerine borçludur. Şiirinde pozitif duygulara karşı bir mücadele
görülmektedir. Şahrudî’nin şiirlerine duygusal boyut açısından ve anlam içeriği
yönünden bakıldığında, Tude şairleri arasında en dengeli duygu ve anlam içeren
şiirlerin ona ait olduğu görülür. Şiirde soyut temaları tanımlamak için
doğrudan ve basitleştirilmiş sözdizimi kullandığı son yazılarında göze
çarpmaktadır. Şiirleri modern olmakla birlikte, çağdaş şairlerden bağımsız
sayılır. Şairin yazılarında halk için taşıdığı kaygı ve endişesi net bir
şekilde görülmektedir.277
Fırtınalar gizlidir sessizliğinde
Utanç akıyor
gözlerinden
Arzularımın saklı
gölgesi
Süzülüyor narince
eteğinden
Bazen hayalimin
kulübesine
Bozulmuş yeminler
geliyor
Anısı anılarımın ağır
yüküne
Bir yük daha eklemek
için geliyor
Benim eski acım ve
umudum
Kızgınlığına çarpıp
tokatlanıyor
Yeis korkarak ayağını
çekip gitti
Kederin hali ise hiç
belli olmuyor
Umudun ahdini
kırmayacağım ben
Umudun bile onunla ahdi
var
Ne zaman ey arzularım
Sarılacağım sana ben?
Git uzaklaş aramızdan
ey sessizlik
KARO DERDERİAN (1925, HEMEDAN - 2007 CALİFORNİA)
İran’ın Ermenî asıllı yazar ve şairi Karo,
Hemedan’da doğdu ancak Borujerd ve Erak’ta yaşadı. Daha sonra Merağe ve
Tebriz’de bir süre yaşadı ve sonra da Tahran’a taşındı. O, Nimâ tarzı şairlerin
ilk kuşağındandır. Karo, kısa bir sürede büyük etki yaratan aynı hızla kaybolan
şairlerin güzel bir örneğidir. 30’lu ve 40’lı yıllarda ünlü bir ad olarak
tanınmakta olan şairin şiir dili, sade olsa da içerik açısından yoğun
duygularla doludur. Şiirindeki hayali espriler tekrar ve taklittir. Dünyaya
bakış açısı pek derin sayılmaz.278
Saat yerine koluma
Siyah bir bileklik bağladım
ZamanDurmuştur benim için ve
ben
Zamanla ilgili Bütün sözlerimi
geri almışım
SİYÂVEŞ-İ KESRAYÎ (1925, İSFAHAN - 1995, VİYANA)
İsfahan’da dünyaya gelen şairin şiirleri 1946
yılından itibaren “Koli” takma adıyla yayımlandı. Tahran’a yerleştikten sonra
Tahran Üniversitesi’nde, Siyaset Bilimleri ve Hukuk Bölümü’nü bitirdi. Bir süre
Beluçistan Üniversitesi’nde hocalık görevinde bulunan Kesrayî’nin aklında
sürekli politik ve sosyal içerikli şiir yazmak vardı. İnsani ülküler ve sosyal
adalet onu şiir yazmaya iten en büyük nedenlerdendi. Nimâ’nın istekli ve
yetenekli öğrencilerinden biri olan Siyâveş-i Kesrayî’yi, Nimâ tarzı şiirin en
önde gelen temsilcilerinden olarak, bu tarz şiiri daha da geliştirenler
arasında sayabiliriz. Üslubu ve tarzı Nimâ gibi olan Kesrayî, şiirlerini de
Nimâ kalıplarında söylemiştir. Şiirleri, bu dönem şiirlerinin geneli gibi,
Nimâ’nın temelini attığı sosyal sembolizm sayesinde aşamalı olarak yol kat
etmiş ve ideolojik bir hale bürünerek politik bir güce dönüşmüştür. Şiire
gençlik yıllarından itibaren başlayan, şiirin yanında politikayla da meşgul
olan Kesrayî’nin şiirlerinde bu açıkça görülmektedir. Şair, edebi faaliyetlerin
yanı sıra, üyesi olduğu Tude örgütündeki politik faaliyetlerden de uzak
durmamıştır. İran’da 1979 devriminden sonraki yıllarda onun şiir yazması
yasaklanmış ve sonunda sürgün edilmiştir. Şair, son on iki yılını İran dışında,
önce Paris’te, daha sonra da Moskova’da geçirmiş ve bu göçlere bağlı olarak
şiiri sürekli değişime uğramıştır. Şairliğinin ilk dönemi on sene sürmüştür. Bu
dönemin şiirlerinde, mutluluk ve umutla yola çıkan bir şairden hüzün ve
üzüntüye doğru yürüyen bir şair ile karşılaşmaktayız. Kesrayî, daha çok
politik şiir sahasında şöhret kazanmış bir
şairdi ve bu şiirleri Âvâ
adlı şiir kitabında bir araya getirdi. Şiirleri, dil akıcılığı ve mazmunlar
açısından değerli ve etkili, kelimelerin anlamı açısından ise derindir.
Şiirlerini duygulu ve etkili bir şekilde dile getirebilen şairin, şiiri bir
propaganda aracı olarak kullandığını da söyleyebiliriz. Siyâveş-i Kesrayî,
toplumsal düşünce çerçevesinde hem aşk şiirleri, hem hamasi şiirler yazmıştır.
Aynı zamanda şiirleri sosyal realizmden de izler taşımaktadır. “Edebiyyât-i
Kârgerî: İşçi Edebiyatı’
olarak tanınan bu tür şiir örneği, yoğun siyasi süse de bürünmektedir. O, hem
klasik hem de modern üslûpta güzel şiirler söylemesini başarmış bir şair
sayılır. Modern şiir tarihinde birçok şiiri ünlü olsa da çok az sayıda yazısı
halkın bütün kesimleri üzerinde etkiye sahiptir. Kesrayî’nin arzuları ve
istekleri şiirlerinde açıkça görülmektedir.[236]
Onun İran kültürü ve toplumunda büyük bir
yankı uyandıran “Okçu Âreş” şiiri, İran’da modern üslup ve modern bir bakış
açısıyla yazılmış öncü bir etkisi olan ilk hamasi manzumedir. Kesrayî’nin
eserlerinin hiçbiri, form ve içerik açısından bu eserinin önemini ve konumunu
yakalayamamıştır. Fikir dünyası geniş ve hayal yeteneği gelişmiş olan ve aynı
zamanda hakkında şairane hissinden hep övgüyle söz edilen Siyâveş-i Kesrayî,
“Okçu Âreş” adlı manzumesini, epik bir destan olan ve Firdevsî tarafından
kaleme alınan Şâhname’nin
en ünlü hikâyelerinden olan “Okçu Âreş” destanı üzerinden yazmıştır. Bu şiir,
toplumda geniş bir yansıma bulmuş, şairin daha çok sevilmesine ve tanınmasına
sebep olmuştur. Kesrayî, şiirlerinde ümitsizliğe yer vermeyen ender
şairlerdendir ve bu bakımdan ümit dolu ifadeler şiirinde çokça yer bulmaktadır.
Özellikle “Okçu Âreş” şiirinde bu özellik belirgin bir biçimde göze
çarpmaktadır ve hemen hemen her yerde ümit dolu hitaplar, yürekleri yumuşatan
ifadeler ve hayatın güzellikleri betimlenmiştir.[237]
Sen, arzuların uzun boyusun
Ey ağaç
Hep koynunda uyumuştur gökyüzü
Yücesin ey ağaç
Ellerin yıldız dolu ve gözlerin bahar dolu
Güzelsin ey ağaç
Rüzgârlar yaprakların arasında yuva yaparken
Rüzgârlar
Senin yeşil saçlarını tararken
Bir haykırışsın ey ağaç
Yağmurun soğukluğunun vahş.i sazı, nağme çalarken
Hüzünlü ve güzel sesli şarkıcısın ey ağaç
Ayağının altında
Gecedir burada
Ve hiç sabah görmemiş gece vurgunları var
Güneşi, gündüzü nereye bıraktın sen
Göz bahçesinde bakışa dalmışsın ey ağaç
Dallarınla toprak ahalisini, varlığınla birleştiriyorsun sen
Korkma şimşekten
Korkma yıldırımdan
Ayağının altı sağlamdır ey ağaç
Ey ürkek yoldaşım, dik tut başını
Bizim umudumuz gibi ey yegâne varlık
Bizimlesin ama yalnızsın ey ağaç
HÛŞENG-İ İRANÎ (1925, HEMEDAN - 1973, PARİS)
İlk
ve orta öğrenimini Tahran’da tamamlayan şair, bir süre Maliye
Bakanlığı’nda çalıştı. Hûşeng, Tahran Üniversitesi Matematik Bölümü’nden mezun
olduktan sonra seyahat tutkusu nedeniyle Deniz Kuvvetleri’nin açtığı sınava
katıldı ve bu sınavı kazanarak kurs için İngiltere’ye gönderildi. Daha sonra
Fransa’ya gitti. Bir yıl orada kaldı ve İran’a döndükten sonra İspanyolca
öğrendi. Daha sonra lisansüstü eğitimini tamamlamak amacıyla İspanya’ya gitti
orada Hint Düşüncesinde Zaman ve Mekân
teziyle doktora derecesi aldı. İran’a döndükten sonra şiirlerini Hurûs-i Cengi dergisinde yayınlamaya başladı. Bu dergi
kapandıktan sonra bir süre dergilerde görülmedi ve peş peşe şiir kitapları
yayımladı. 1952 yılında bir grup arkadaşıyla birlikte Movc dergisinin çıkarmaya başladı. 1953
ihtilalinden sonra suskunluk dönemine giren şair, gırtlak kanserinden Vefat
etti. İran şiirinin heder olmuş isimlerinden biri olan Hûşeng, derin bir şiir
ve kültür alt yapısına rağmen, dilde gereken olgunluğa ulaşamamış bir şair
olarak tanımlanır. Modern Batı şiirini yakından tanımış olan şair batı şiirinin
hareketlerini takip etmeye çalışmış, İran’da mensur şiirin en parlak temsilcisi
olmuştur. [238] Aynı
zamanda O, Mor Şiir tarzının en ünlü
şairidir.[239]
Bütün sözler söylendikten sonra
Ve yollar bittikten
sonra
Ve çürümüş dişler
döküldükten sonra
Ayağa kalkacağım ben
Ve kaybolmuş sesimi
arayacağım
O zaman ki sonsuzluk,
zamanı yenecek
Ve üçüncü saltanat
başladığında
Ve gece geldiğinde
Ben destur alıp
Sırları açıklayacağım.
O zaman ki davranışlar
yok oldu
Ve yoklukların
sınırları belirlendi
Ve bütün perdeler boş
göründü
Kıracağım tabuları ben
Ve açacağım kapıları
FERÎDÛN-İ MUŞİRÎ (1926, TAHRAN - 2000,
TAHRAN)
Şair, Tahran’da dünyaya geldi ve ilk ve orta
öğrenimini Meşhed ve Tahran’da tamamladı. Edebiyatla iç içe bulunan bir ailede
büyüyen ve çocukluk yaşlarından itibaren şiire yakın ilgi duyan Muşirî, okuma
yazmayı öğrendikten sonra İran edebiyatının en önemli simaları arasında yer
alan Hâfız-i Şirazî, Sa’di-yi Şirazî, Nizamî-yi Gencevî ve Firdevsî gibi
şairlerin eserlerini okumaya başladı. Zamanının çoğunu ünlü Fars şairlerinin
eserleri ve divanları üzerinde mütalaalarla geçirdi. Lise yıllarında şiir
hayatına başlayan Ferîdûn, üniversitenin ilk yıllarından itibaren gazellerini
ve mesnevilerini kaleme almaya başladı. 283
Muşirî, Tahran Üniversitesi Edebiyat
Fakültesinde başladığı yükseköğrenimini bir süre devam ettirdikten sonra yarıda
bırakarak Tahran’da Posta Telefon-Telgraf idaresinde göreve başladı ve oradan
da emekli oldu. On sekiz yaşından itibaren aralarında
edebiyat bölümünün sorumluluğunu üstlenmiş
olduğu Rûşenfikr
yayın kurulu üyeleri arasında yer aldı ve Sohen ve Sepîdu Siyâh
gibi dergilerde şiirlerini yayınlamaya başladı. Aynı zamanda gazetecilik
mesleği ile de yoğun olarak ilgilenen şair, gazetecilik ve basın- yayın
alanındaki bilgisini artırmak amacıyla Tahran Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Gazetecilik Bölümü’nü bitirdi.[240]
Şiiri yer yer romantik özellikler taşıyan
Feridûn-i Muşirî, eserlerinde bazen üzüntülere boğulmuş dizelere, zaman zaman
aşk ve duygusallıktan, yüce değerlerden, bahseden oldukça samimi ifadelerle
dolu mısralara yer vermektedir. Genel olarak değerlendirildiğinde onun şiiri,
eski ve yeni tarz arası olarak görülse de onun yönü daha çok yeniye doğru olan
bir tarza sahiptir. Muşirî’nin şiiri, taşıdığı bu özelliklerden ve sade bir
tarzda kaleme alınmasından dolayı şiir okurları tarafından olduğu gibi halk
kesimlerince de yoğun ilgiyle karşılanmıştır. Çağdaş İran edebiyatının yeni
tarzını benimseyen şairleri arasında yer almakta olan Muşirî, bu ekolün ünlü
kalemlerinden biri olarak kabul edilmektedir. Şiirlerinde kullanmış olduğu
kelimeler dikkatle ve özenle seçildiği gibi, kullandığı dil de genelde sade ve
akıcıdır. Terk edilmiş ya da az kullanılan lafızları ve vezinleri kullanmaktan
kaçınan şair, düşüncelerini samimiyetle ve gerçeklerden yola çıkarak mısralara
aktarmaya çalışmaktaydı.[241]
Şiirlerinin önemli bir bölümü, içerisinde
yaşadığı dönemin ve bir bireyi olduğu toplumun özelliklerini yansıtan
ifadelerin yer aldığı; sosyal hayatın, toplumsal değerlerin yansımalarının
geniş olarak görüldüğü dizelerden oluşmaktadır. Muşirî’nin şiiri, klasik tarza
yakın bir dille söylenmiş şiirleri andırmaktadır. Özellikle 1969 yılından
itibaren kaleme almış olduğu şiirlerde hem içerik açısından hem de lafız ve
şekil bakımından birtakım önemli değişiklikler göze çarpmaktadır. Hayatının son
dönemlerine ait şiirlerinde felsefi kavramlar, felsefesi ve düşünce yapısı ile
ilgili konular yer almakta, sosyal olayları, toplumsal problemleri yansıtan
pasajlar görülmektedir. Bütün bunlar, onun felsefe ve düşünce alanındaki
makamının yüksekliğinin ve olgunlaşma yolunda kat ettiği mesafenin göstergesi
olarak kabul edilebilir. Feridûn-i Muşirî, diğer birçok muasırı gibi siyasetle
yakından ilgilenmemiş ve siyasi çevrelere fazla ilgi duymamıştır. Siyasetten ve
toplumun siyasi yapısıyla ilgili konulardan oldukça az bahsetmiştir. Mutasavvıf
olmamasına rağmen şiirlerinde yer yer tasavvuftan bahsetmiş ve bazen de
tasavvufi şiirler kaleme almıştır. Çok hassas ve ince düşünceli bir şahsiyete
sahip olan Muşirî, şiirleri lirik tarzda kaleme alınmış dizelerden, aşk
şiirlerinden oluşmuştur. Oldukça sade bir dille akıcı bir tarzda kaleme alınmış
olan şiirleri daha çok gençlere yöneliktir. Özellikle “Kûçe: Sokak" adlı şiiri aşk şiirleri arasında en güzel
şiir olma rekoru kırmıştır. Şiirinde sosyal konulara yer vermesinin yanında
lirik şiirler de eserlerinin önemli bir bölümünü oluşturmaktadır. [242]
Müşirî, sosyal konularla yakından ilgilenmiş,
içerisinde yaşadığı ve bir bireyi olduğu toplumu yakından izleyerek
gözlemlediği olayları, insanların birbirlerine karşı tavırlarını, özellikle de
topluma yön veren değerlerin günden güne tek tek ortadan kayboluşunu üzüntüyle
izlemiştir. Bu konuları kendine özgü olan, bir kısmı daha önceden diğer şairler
tarafından kullanılmamış tasvirler, zengin anlamlı terkipler, oldukça güzel ve
uygun nitelemelerle dolu, beliğ bir dille ifade etmiştir. [243]
Dönemin şiir tarzında geçmiş devirlere oranla
önemli değişimler sonucu meydana gelen yeni şiir konuları arasında özellikle de
sosyal konuları seçerek sosyal içerikli bütün şiir mecmuaları değerlendirilecek
olursa Muşirî’nin şiirinin tamamen okuyucusuna ve bütün insanlara saygın bir
dille, ahlaki sınırlar içerisinde kaleme alınmış sözlerden oluştuğu
görülecektir. Edebiyatçı bir şair oluşunun da bu özelliğe sahip olması
konusunda önemli katkısı olmuştur. Feridûn-i Muşirî’nin şiirlerinde yer verdiği
ana temaların en önemlisi, insanlıktır. İnsanlığın, insani değerlerin ölümünü
gözleriyle gördüğü, bizzat yaşadığı dönemlerde, bütün gücüyle, bütün şairlik
kabiliyeti ve söz ustalığıyla sonuna kadar yeteneklerini kullanarak sevgi ve
Vefanın mucizesini gösterme, iyilikleri ve insanlar arasındaki şefkat ve
doğruluk gibi değerleri yaygınlaştırma yolunda yoğun çaba sarf etmiştir.
Feridûn-i Muşirî, insanlığın bugün her şeyden daha çok insanlığa, insani
değerlere susamış olduğunu ve günümüzde en çok bu değerlere ihtiyaç duyduğunu
çok iyi bilmektedir. İnsanlığın bütün problemlerinin tek bir kelimede,
“dostluk” kelimesinde olduğunu her zaman vurgulamaktadır. Muşirî’nin
şiirlerinin çoğu umut dolu mesajlarla yüklüdür. O, şiirlerinde hep ümitsizliğin
uçsuz bucaksız karanlık gecelerinde, seher aydınlıklarını hatırlatır.
Düşmanlıkların kin ve nefretin kol gezdiği dikenliklerde, her
zaman dostluk ve sevgi çiçeklerinden bahseder.
Sıkıntılar ve üzüntüler içerisinde ümit tomurcuklarının açacağını müjdeler. O,
insani değerlerin ortadan kaybolmasıyla her şeyin anlamını yitireceğine inanmış
ve bütün şairlik gücünü, yeteneğini kullanarak sevginin değerini, kaynaşmanın
yüceliğini, iyilikleri, güzellikleri, şefkati ve sevgiyi yaygınlaştırmaya
çalışmıştır. Ona göre, evrendeki bütün problemlerin çözümü için gerekli olan
ilaç, insanlığı kurtaracak iksir ise dostluk ve sevgidir. Şairin hayatının her
döneminde ve hemen hemen bütün şiirlerinde ana tema olarak bu gibi değerler en
ön sırada yer almaktadır. Feridûn-i Muşirî’ye göre, dünyaya adım atan her çocuk
insanlığın kurtuluş ümidini elinde taşıyan birer umut kaynağıdır.288
Acaba gönülden
ve gözden var mı daha değerlisi?
"El"
Evet gönülden
ve gözden daha değerlidir "El"
Ruhta ve
bedende görünen gizli cevherlerden
Şüphesiz
En
değerlisidir
"El"
Ne kazanırsan
dünyada "El" getirisidir
Yapılmış ne
varsa
"El"
tutar hepsini, hâkimiyeti altında
Kimin hakkında
duyulmuştur böyle bir saltanat
“El” için
şeref olarak yazması yeter
Ki benim
mutluluğumun sermayesidir
En zor
düğümlerimde bile
En büyük
umutsuzluk anlarımda bile
Defalarca
uyarırım kendimi
Bağırarak
Hatırlatırım
kendime
Üzülme
hiçbirşeyin olmasa da
“Elin” var ya
Hatırla
Bistun’u
Kullan
“Ellerini”
Koca dağı kuş
tüyü gibi kaldır önünden
Ah ne büyük
bir güçlülüktür birbirine tutuşmuş “Eller”
Kesinlikle bir
yerde biri yıkılmışsa eğer
Bak ona
“Elleri” bağladır
“El”in birinin
“El”inde ise
Yani İki can
birleşmiş
İki kişilik
aşkın sözleşmesidir
“El ele”e
tutuşmak
“El ele”
tutuşmuşsan eğer birisiyle
Biliyor musun
ki “El”
186
Dosttan dosta
giden ne sözler söyler
Tabibin “el”
inden birkaç saniyede
Sevgi
sıcaklığı hastanın alnına geçer
İlaçtan daha
çok ilaçtır hasta için
Dans ederken
ve kaldırırken sarhosça “Eller” ini
Şevk ve
mutluluk bayrağıdır dalgalandırdığın
Üzüntü ordusu
yenilir “El” bayrağına
“El” sanat ve
sevginin hazinesidir
İster telinde
sazın
İster boynunda
dostun
İster şeklinde
resmin
İster sapında
orağın
İster bir köre
yardımda
İster
yarınları inşa etmekte
Şimdi benim
gönlümü yakan
İnsanın
kaderinde acılarla “El ele” tutuşmasıdır
Acı ve üzüntü
yüküdür
Ki bizde
Oklarımız
ulaşmış hedefe ama
Ellerimiz birbirimize ulaşmamış
YEDULÂH MEFTUN-İ EMİNÎ (1926, ŞAHİNDEJ)
Şair, Şahindej’de doğdu. İlk ve orta
öğrenimini memleketinde tamamladıktan sonra Tahran Üniversitesi Hukuk
Fakültesini bitirdi. Şiire klasik tarzla başlayan şair ilk kitabının ardından
modern şiire yöneldi. Onun şiirlerinde lirik yön ön plandadır ve memleketi olan
Azerbaycan’a ve toplumsal konulara ilgisi belirgindir. Farsça şiirlerinin yanı
sıra Türkçe şiirler de yazmış ve bu şiirleri ayrı bir kitapta toplamıştır.289
Bir şemsiyeden
damlarken
Ya asılı bir zilin
sesine karışırken
Veya kapalı bir
kilitten damlarken
Yağmur
Bir çiftçinin
mutluluğundan damlarken
Ya bir misafirin
acelesine karışırken
Ya hatta ünlem “!”
işaretinden damlarken
Her halde
Damlatır damlalarını
beyaz bir kağıda
Ki ben
O kâğıtta şiir
yazıyorum
İlginç
Burada
En erken gelen damla en
geç kuruyanıdır
Ve hepsi damlayan
Bir şiirin bitiş
noktası olmak için en güzelidir
MUHAMMED-I KELANTARI (1927, MEŞHED-2010,
TAHRAN)
Meşhed’te dünyaya gelen Muhammed, ailesiyle
birlikte Tahran’a göç etti. Henüz çok küçükken babasını kaybetti ve çalışmak
zorunda kaldı. Çalışarak eğitimine devam eden şair sonraları gazetecilik
mesleğini seçti ve farklı dergilerde çalıştı. Kelantarî şiirlerinde “Golbon”
mahlasını kullanırdı. O, siyasi şiirleri ve gazelleriyle de edebiyat alanında
tanınmaktaydı.290
Can üzüntüden çıkmak üzere
Ya Rab! Acımı paylaşacak nerede?
Yanlız ve avare kaldım, nerede bir sevgili?
Yuvam nerede?
Ömrümün gençliği acı ve kederle geçti
Güzel şarap, güzel bir şarkı nerede?
Neden beni çağrıyorsun bahçeye bağa
Hani gül, hani bülbül, şelaleler nerede?
Duydum ki gece uyanıkların mumusun sen
Benim kanlı gözümden başka gece kuşu nerede?
Senin dermansız hicran derdinden yok şikayetim
Ah dertlerimi umursamayanım, hani Sâbir, huzur
nerede?
Ah ey buz gönüllüm, ateş gibi sıcaksın sen
Günah dolu eteğimde yaramaz dilberim nerede?
SİMÎN BEHBEHANÎ (1927, TAHRAN - 2014, TAHRAN)
İran’ın en ünlü çağdaş kadın şairlerinden olan
ve söylediği klasik şiirler ile eski şiir geleneklerini yaşatmaya çalışan Simin
Behbehanî’nin gerçek adı Simin Halilî idi. Şair, yazar ve İkdâm gazetesinin müdürü Abbas Halilî’in kızı olan
Simin’in dedesi, İran Meşrutiyet hareketinin önde gelen isimlerinden Mirza
Huseyn Halilî-yi Tahranî’nin torunuydu. Simin Behbahanî’nin büyük dedesi de
şairdi ve Farsça ve Arapça şiirler yazardı. Simin, gençlik döneminde Tahran
Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirip öğretmen olarak çalışmaya başladı. Daha
sonra musiki ve şiir derneğine üye oldu ve burada Hûşeng-i İbtihâc, Nadir
Nadirpûr Yedullâh-i Ruyayî, Bijen CelAli, Feridûn Muşirî gibi şiir alanında
ünlü isimlerle tanıştı. Onun ilk klasik şiirleri, çok güçlü sayılmasa da genç
bir şairin çabasının ilk meyveleridir. Yarı klasik tarz şiirlerinde hala
kafiyeye çok hâkim olmayan şairin çağdaş gazel kalıbında yaptığı değişimler
önemli sayılır. Dilbilgisi alanında yaptığı değişimler ve şairin aşka bakış
açısına bağlı olarak duygusal alanlarda yaratıcı olması, son derece önemlidir.
Simin, gazelin musiki düzenini değiştirmeğe çalışmıştır. O gazel türünde hem
toplumsal ve hem de duygusal konuları bir araya getirebilmiştir. Örneğin “Koli:
Çingene"
adlı şiirinde kadın konusunda bütün sanatını
kullanarak harika imgeler yaratabilmiştir.[244] Aslında
bu noktadan bakıldığında, Simin’e yeni nesil klasik tarzlı şairlerin öncüsü de
denilebilir. Bu alanda birinci kuşak: Pervîn İtisâmî, Bahâr ve İrec Mirza;
ikinci kuşak: Şehriyâr, İmâd-i Horasanî Emir î-yi Firuzkuhî gibi şairlerdir.
Üçüncü kuşağın başlangıcı ise Simin Behbehanî ile olmuştur denilebilir.[245]
Pervîn İtisâmî, Simin Behbehanî ve Furûğ
Ferruhzad çağdaş İran şiirinde kadın şairlik tarzında üç farklı bakış açısı
oluşturmuşlardır. Pervîn, tamamen gelenekler ve edebi dünyanın arasında mahsur
kalan kadın şairdir. Furûğ ise tamamen erkek dünyasının karşısında isyan edip
bu dünyayı yıkmaya çalışan şairdi. Ama Simin ikisinin arasındadır. O ataerkil
toplumdan dışarı çıkıp sabırla mücadele etmekten yanadır ama şiirlerinde
Furûğ’un eserlerindeki acelecilik, korku ve bıkkınlık görülmemektedir. Bu tarz
bakış açısı Simin’in şiirlerinin en önemli özelliği sayılır. [246]
Gitti yoldaşın
çingene, seni yanına almadan
Sana kalan
karanlık ve gece oldu
Nerede o ateş
kenarındaki mutlu dansın
Neden ürküyor
senden mutluluk, ateşin neden dondu
Sönmüştür o
şimdi, susmuştur sonsuza kadar
Bu ölü ışıkla
birlikte şu siyah örtülü gözlerin
Gitti o
ayakları altında denizi yıldıza dönüştürdüğün
Onun sevimli
gözleri bir damla gözyaşını bile silmeden
Açmadı
saçlarının üzerinde öpücük çiçekleri
Bu güzel gece
hiç elmasla süslenmedi
Elinde camdan
küreyle oyanayarak kan damlatıp
Birgün bir
kara gözlü, kızıl emanetini bana bırakmış dedi
Gidiyordu ve
arkasındaki toz, ahımın dumanından karanlığa bürünmüş
Saçlarıysa
rüzgardaki nilüfer gibi kıvrılıp dalgalanıp saçılıyordu
Savurdum
saçımı rüzgarda yoldaşlık sevdası uğruna
Ama gitti o süvari bir telini
bile benden çalmadan
BÎJEN-I CELALI (1927,TAHRAN - 2000, TAHRAN)
Tahran da doğan Bîjen-i CelAli, İran’da temel
eğitimini bitirdikten sonra yüksek öğrenimine devam etmek için Fransa’ya gitti.
Ama eğitimini yarım bırakarak Tahran’a geri dönmek zorunda kaldı. O, daha sonra
Tahran Üniversitesi’nde Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde eğitim aldı.
Bir süre Avrupa’da yaşamak, şairin zihninin
oluşumunda derin bir etki bıraktı. CelAli’nin şiirleri ağırlıklı olarak doğadan
etkilenerek yazılmıştı. Tasvir çizimleri doğa odaklıdır, hatta şiirinin
duygusal ve anlam kimliği tabiat ile olan şairane ve Ârifane ilişkisinden başka
bir şey olmadığı söylenebilir. Şair, şiirlerinde zihinden görüntüye doğru
yürümektedir. Zihninde oluşan her mazmun için doğa da bir örnek bulup, onu
tasvir dili ile şekillendirmeye çalışır. Sipehrî’ye benzer bir şekilde İrfanî
ve Budayî
düşüncesinden ve bakış açısından doğaya
bakmaktadır. Kendisi de Budizm düşüncesinden etkilendiğini itiraf etmektedir.
Cel Ali’nin doğu kültürü ile duygusal bir bağı da vardır.
Onun şiirlerinde muhteşem betimleme
tablolarıyla karşılaşmaktayız. Şiir betimlemelerinde Sipehrî benzerliğine
rağmen Sadık Hidayet’in inançlarından da ince izler bulunmaktadır. Sadık Hiydayet’i
bir akrabası olarak da çok seven şair, iki farklı zıt kutup olan Hidayet ve
Sipehrî’nin düşüncesi arasından git gel yaşamaktaydı. Onun bu iki boyutlu bakış
açısı, şairane dünyasına felsefi derinlik ve nitelik katmakta, bu yüzden de
muhatabı, şiirini okuduktan sonra iki parçaya bölünmüş duygularla
karşılaşmaktaydı. Şairin Sipehrî ile arasındaki önemli bir fark da onun aşk
şiiri yazabilmesiydi. Hasan Hünermendî ile birlikte batı politikası üzerinde
net bilgiye sahip olan ender şairlerden sayılan CelAli’nin şiirinin en belirgin
özellikleri, kısa, sade olması ve sanat ve doğayı önemsemesidir. Yazı
musikisinin doğallığını vurgulamak ve harflerle oyun oynamak, şirindeki müziğin
ana hatlarını belirtmektedir. Şiirlerinde hikâye yönteminden yararlanan şair,
şairliğe önce klasik şiir ile başlayıp daha sonra modern şiir ordusuna
katılmıştır. Şiirinin belirgin özelliklerinden biriside geleneksel ve mezhebi
şiirler yazmasıdır. Başka şairler gibi O’da böyle konuları yazmakta başarılı
olmak için kelimelere koşulsuz şartsız inanmaktadır. CelAli, yeni terkipler ve
şairane terimler yaratmakta ustadır. Şiirleri genelde fazla uzundur ve slogan
tarzı yazılar abartılmış bir şekilde şiirlerinde gözükmektedir.294
Beni arayan olursa eğer
Yağmuru izlemeye gittiğimi söyleyin
Ve eğer çok ısrar ederse
Fırtınalarla buluşmaya gittiğimi söyleyin
Daha da çok ısrar ederse
Hiç dönmemek üzere gittiğimi söyleyin
……
Bakışının hatırası benimle
Olgunlaşmış başaklardaki rüzgârın
Hatırası gibi
HASAN-I HUNERMENDI (1928, TALEGAN - 2002, PARİS)
Talegan’da dünyaya gelen şair, ilk ve orta
öğrenimini Sari’de tamamladı. Daha sonra Tahran’a gitti ve Tahran Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi’nde Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden lisans derecesiyle
mezun oldu. Bir süre Tahran’daki liselerde ders verdi. Birkaç yıl İran’da radyo
programları yayınladı. Hünermendî, çalışmalarına devam etmek için Paris’e gitti
ve Sorbonne Üniversitesi’nden Fransız edebiyatı alanında doktora derecesi aldı.
Daha sonra İran’a geri döndü ve Tahran Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Fransız
Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğretim üyesi oldu. Ayrıca bazı Fransızca edebi ve
şiirsel eserleri Farsça’ya çevirdi. Romantizme ve toplumsal konulara eğilim
görülmekte olup “Kolay Şiir” başlığı altında isimlendirilebilen romantik ve
duygusal bir şiir türünden olan şiirleri, aynı zamanda birbirine geçmiş
diyaloglardan uzaktır. O, çağdaş edebiyatın geçiş sürecinde etkili bir şair
olsa da başarısının en değerli yönü, şiirsel ve romantik bir dil ile çeviri
eserler yazabilmesidir.295
Benim şiirimde
umudun dansı, ölümün korkusu var
Benim şiirimde
bekleyişlerin şarkısı var
Her dizenin
koynunda uyumuştur acılar
Anılarla
yoldaşlık eden bir sürü acı var
Benim şiirim
gölgelerin saklı sesidir
Benim şiirim
yıldızların parlayan gözyaşıdır
Benim şiirim
acının iniltisi, derdin şarkısıdır
Benim şiirim
izi bulunmayan dostların hikâyesidir
Benim şiirim
umut dolu gecelerin doğuşudur
Benim şiirim
unutulanların gölgesidir
Benim şiirim
uzak geleceklerin cilvesidir
Gecede
gizlenenlerin parlak yüzüdür
Benim şiirim
sabahın sevgi dolu gülüşüdür
Benim şiirim
gecenin veda öpücüğüdür
Benim
şiirim yabancılardan korkarak söylemediğim
O güzel ve neşe dolu hayat
şarkısıdır
SOHRAB-I SİPEHRÎ (1928, KAŞAN - 1980, TAHRAN)
Çağdaş şair ve ressam Sohrab, Kaşan’da doğdu.
İlköğrenimi sürecinde kısa yazılar yazmak ve resim çizmekle uğraştı.
Üniversiteyi bitirdikten sonra Kaşan‘da Milli Eğitim Bakanlığı’nda göreve
başladı. O, sonraları Güzel Sanatlar Fakültesi’nde okumak için Tahran’a gitti.
Daha sonra Uzakdoğu ve Avrupa’ya yolculuk etti. Bu yolculuklar onun şairane
dünyasının oluşumunda çok etkili oldu. “Yeni Şiir” akımının beş ünlü şairinden
biri sayılan Sohrab’ın şiirine hümanite hakimdir. Doğayı seven ve ona
şiirlerinde sıkça yer veren şairin şiirleri, Fransızca, İngilizce, İspanyolca,
İtalyanca, İsveççe, Rusça ve Türkçe gibi birçok dile çevrilmiştir.[247]
Sohrab, “Seda-yi Pa-yi Âb: Suyun Ayak Sesi” şiiri ile kendine ait olan dil ve fikir
belirginliğini kazandı. Furûğ ile arasında bazı benzerlikler görünmesine
rağmen, Sipehrî’nin şiirinde sırf kendisine ait özellikler bulunmaktaydı.
Budist tasavvuf düşüncesi ile çok yakın temasta olan Sepehrî’nin değişik şiir
sahası, ona has şiir tarzında, önceden görülmemiş bir hümanistlik esintisi
gezdirmekteydi.[248]
Sohrab, şiirlerinde kelimeler ile resim
çizebilen bir şairdi ve bu şiirlerin anlam zeminini, işrakî düşünceler
oluşturmaktaydı. Onun en önemli eserleri, şairliğinin, sufiliği ve resim
sanatçılığı arasında denge sağlayabileceği zaman şekillendiği görülmektedir.
Önceki şiirlerinde ise kendini aramakta olan bir şairle karşılaşmaktayız.
Farklı yöntemler ve şiir tarzlarını denedikten sonra, kendine özgü ve özel
tarzını buldu. Sipehrî’nin kalıp açısından belirgin özelliği, yaratıcı bir
şekilde çağdaş şiir kalıplarından adım adım uzaklaşıp, kendi tarzını yaratabilmesidir.
Şairliğinin başlangıcı, klasik şiirle olsa da, daha sonra bu tarzı terk ettiği
gözlenmektedir. Yarı klasik ve serbest şiir tarzına ilgi gösteren şair, ilginç
bir şekilde klasik dönemin Ârif ve sufi şahsiyetlerine benzeyip onları
anımsatsa da şiiri klasik şiir tasavvufuyla tamamen farklıdır. Bu tarz
şiirlerin diğer bir önemli özelliği de paradoksal konuları içermesidir.298
Sohrab, İslami tasavvuf sınırlarını aşıp,
ortak idealler peşinde giden bir şairdi. Şiirlerinden akıcı ve doğal dil ile
nesir tarzına eğilim görülmekte ve vezin bazen varlığını unutabileceğimiz kadar
şiirin doğal akışına karışmaktadır. Şiirindeki imgeler ve düşünceler arasında
denge görülür. Ancak nesrin zorluğu ve anlamın ağırlığı, onun şahsi üslubuna
uygun bir durum olarak göze çarpmaktadır. Şiirlerindeki anlaşılmazlık, şiirin
zihinsel formu ve mısralar arasındaki dikey görüntünün kopukluğundan
kaynaklanır. Böylece onun şiirinde eğer bir bölüm kesip atılırsa, anlam asla
değişmez. Kalıp açısından eğer şiirlerine bakarsak, bu durumun şiirin
güzelliğine bile sebep olabildiğini görürüz. Sipehrî’nin şiirindeki farklı
parçalar, güzel ve sanatsal birer tablo gibi bir odada yan yana oturtulmuştur.
Şiirlerinin en önemli belirginliklerinden birisi de doğa ile olan çok farklı
ilişkisidir. O, İslami ideolojiden çok ötede olan metafiziği ve doğa odaklı
kutsal bağı, hümanistlikle birleştirip olağanüstü bir tablo yaratmaktadır.
Şiirindeki birliği koruyan en önemli unsur ise aşktır. Eserlerinde aşk, en
değerli ve en kutsal anlamını geri kazanarak şehvet unsuru tamamen silinmiştir
ve aşkta platonik bir temizlik görülmektedir. Aşk kelimesini pek kullanmasa da
şiirlerinde bu kavrama ait ışık hep göze çarpmaktadır.299
Kaşanlıyım ben
İyidir halim
201
Bir parça
ekmeğim var, azıcık aklım, nokta kadar zevkim
Bir de annem
var, ağaç yapraklarından daha güzel
Dostlarım var,
akarsulardan daha temiz
Ve bir tanrım
var ki çok yakın bana
Ve saklıdır
şebboyların kokusunda
Ulu çamın
gölgesinde
Suyun bilinci
ışığında
Bitkilerin
yasasında
Müslümanım ben
Kıblem bir
kızıl güldür
Mühür taşım
ışık
Namazgâhım
çeşme
Seccademse ova
Ben, rüzgâr
pencerelere çarptığında
Rüzgardaki
huzurla abdest alırım
Namazımdan ay
akar, ışık akar
Taş bile
namazımın ardından görülür
Cam taneleri
gibidir
Namazımın
bütün taneleri
Selvi dalları
arasında ezan okurken rüzgar
Çimenlerin
başlangıç tekbirinden sonra
Dalgaların
kıyamının ardından
Kılarım
namazımı ben
Kabemse su
kenarında akasya ağaçlarının altındadır
Kabem benim
gezer rüzgâr gibi
Şehirden
şehire bahçeden bahçeye
Benim “Hacerü’l-Esvedim” bahçenin
parıltısıdır
MEHDÎ EHEVÂN-İ SALİS (1928, MEŞHED - 1990, TAHRAN)
Meşhed’te doğan Mehdî, Güzel Sanatlar
Fakültesi’ni bitirdi. Bir süre musikiye ilgi duydu, tar çalmaya başladı ve
gençlik çağında edebi derneklere devam ederek aşk üzerine şiirler yazdı. Bu
dönemlerde Horasan’ın ünlü şairleri ona: “Sen Horasanî şiirinin
umudusun” diye “Umut” mahlasını verdiler.
Mehdî, daha sonra Tahran’a gidip öğretmen oldu. Bu dönemden sonra bir ara hapis
yatan şair, 1951 yılında ilk şiir kitabı Erguvan’ı yayınladı ve 1953’te katıldığı edebiyat
yarışmasında ödül aldı. Radyoda bazı kültür programları hazırlayan şair, son
zamanlarında birçok üniversitede ders verdi. Modern şiir alanında yetenekli
olan şair, hem eski hem yeni tarzda şiir yazdı. O, Horasan üslubunun özelliklerini
Nimâ’nın şiirlerindeki özelliklerle kaynaştırarak, yeni tarzda yazdığı
şiirlerinde modern İran şiirinin kurucusu olan Nimâ’nın etkisi altında kaldı.
Ama modern tarzda yazmasına rağmen, şiirlerinde zaman zaman anlaşılması güç
ifadelere ve nadir kelimelere yer vermekten kaçınmadı.[249]
Şairin hayatının ikinci dönemi, Tahran’a
gittikten sonra başladı. Nimâ’ya ait şiir tarzıyla tanıştıktan sonra onun
toplumsal anlayışı değişti. Onun okurları, bu dönemden sonra tepeden tırnağa
umut, neşe ve adaletsizliğe karşı koyan, aynı zamanda kötülüklerle savaşan bir
şairle karşılaşmaktaydılar. Böylece O, şiirinin hem içeriğinde ve hem de
kalıbında bir devrim yarattı. Şair, Musaddık döneminde sanatsal yeteneğinin
zirvesine ulaşsa da siyaset tercihinde Musaddık’ten yana olduğu için
taraftarlarını kaybetti. Bu durum onda çok derin etkiler bıraktı, onu sinirli
ve agresif bir şair yaptı. Bu sebeple de âbu defa onu yalnız bırakan halkı,
eleştirmeye başlayıp sonunda kafesteki bir aslan gibi isyan etti. Hayatının
bundan sonraki döneminde bir süre eserlerinde Horasanî ve epik şiirin etkili
olduğu görülmektedir. Bu dönemde mersiye ve acı şiirleri yazan şairden ziyade,
umutsuzluk ve toplumsal çaresizlik bataklığına batmış bir şairle
karşılaşmaktayız. Bu umutsuzluk hissi, toplumu sarmasa da şairin bütün
varlığını ve şiirlerini kuşatmıştır. Ehevân’ın hayatının son dönemi ise 1979
devrimine denk gelir. Bu dönemde şair, yavaş yavaş gönlünde tekrardan yeni umut
ışıkları yakmaya başlar. Ama daha sonra o, yeniden soğuk eserlerini yazmaya devam
eder. Bu yüzden ömrünün son günlerinde yorgun, üzgün ve klasik şiire sığınmış,
umutsuz bir şairle karşılaşmaktayız.[250]
Görüşme saati geldi gelecek
Ben işte yine çılgın yine
perişanım
Bir titreme almış gönlümü
Bir titreme sarmış ellerimi
İşte gene sanki bir başka
alemdeyim ben
Aman öyle dikkatsizce
Çekme yanaklarıma jileti
Ah ey elim habersizce
dağıtmayasın saçımı
Beni rüsva etmeyesin ey gönül
Ey şarap içmeden sarhoş olan
Buluşma zamanı geldi gelecek
HÛŞENG-İ İBTİHÂC (1928, REŞT)
Emir Hûşeng-i İbtihâc, Reşt’de doğdu. Babası
Ağa Han İbtihâc, Reşt’in ileri gelen lerinden ve Pursîna Hastanesinin
müdürüydü. Lise öğrenimi için Tahran’a göç eden İbtihâc, bir süre İran
radyosunda “Gülçîn” programını yönetti. Genç yaşlarında “Galiya” adında bir
Ermenî kıza aşık olan şairin gençlik dönemi sevgisinin izi, lirik şiirlerinde
görülmektedir. Hatta daha sonra şair, İran’ın, kana, savaşa ve krize bulandığı
günlerde, bu aşkını hatırlatan “Galiya” adlı bir şiir yazdı. Saye’nin ilk dört
şiir kitabında klasik kalıpta yazılan ve genelde gazel tarzında olan şiirleri
yayınladı ve bu dört kitabın yayın sayısı, onu en iyi çağdaş gazel şairlerinin
zirvesine ulaştırdı. Böylece, Şehriyâr, Simin
Behbehanî ve Huseyn-i Munzevî gibi gazel
alanında en ünlü çağdaş şairler arasında yer aldı.[251]
Şiirlerini önemli kılan, şairin doğrudan kendi
tecrübelerinden kaynaklanan latif duyguları ve hisleriydi. İbtihâc’ın şiir
dünyasını dikkatle ele aldığımızda, iki yönle karşıkarşıya geliriz. Birisi, aşk
şiirleri ve duygusal konular, ikincisi ise toplumsal ve siyasal mazmunlar
içeren şiirler. Onun yazdığı aşk şiirleri daha güçlü ve daha köklü sayılır.
Siyasi ve toplumsal mazmunlar içeren şiirleri ise daha çok slogan ve propaganda
aracı olarak görülmektedir. Bunun yanında şiirlerinde zihinsel form çok güçlüdür.
Şair bazen yarı klasik şiirden serbest şiire doğru yürümekte olsa da bu tarz
şiirleri genelde basit ve sade olmuştur. Onu diğer gazel şairlerinden ayıran en
önemli ve belirgin özelliği, sahip olduğu olgun düşünce yapısıdır. İbtihâc,
gazelde ve klasik şiirlerde bütün çağdaşlarının önüne geçmeyi başarmıştır.[252]
Şu kimsesizlik sarayında kapıyı kimse çalmaz
Üzüntü dolu ovamızda kuş bile uçamaz
Bu karanlığa bulaşanlardan hiçbiri bir ışık yakmaz
Gecenin sokaklarında sabahın kapısını kimse çalmaz
Oturmuş bu süvarisiz toz içinde bekleyişteyim
Ne yazık ki böyle bir gecede şafak başını uzatmaz
Harap gönlüm benim bundan daha beter olamaz
Acının hançeri bundan derin vuramaz
Sitem dolu bir geçittir bu, bu geçit de acıdan başka
Bir tanıdık ses bile bu yolcuya erişmez
Bu kapalı pencerelerden nasıl cevap beklersin
Git git… Kimse sağır kulağa seslenmez
Ne gölgem var ne meyvem, kırarlarsa beni eğer hak ediyorum
Çünkü yaş
ağacı kimse baltalamaz
NUSRET-İ RAHMANÎ (1928, TAHRAN - 2000, REŞT)
Tahran’da doğan şair, ilköğrenimi döneminde
resim eğitimi de aldı. Daha sonra Posta İdaresi’nde çalışmaya başladı. O
dönemler şiir de yazdı. 1949'da Sepîd u Siyâh dergisi
ve daha sonra Umîd-i Îrân
dergisinde kısa süreli öyküler yazdı. Sonraları, haftalık bir dergi olan Ferdevsfnin edebiyat bölümünün sorumluluğunu üstlendi.
Batı şiirine aşina olması, birkaç şiirinde batı motiflerini ve imgelerini
kullanması, şiirinin kapsamını daha da genişletmesine katkıda bulundu. [253]
İlk şiir kitabında, şiddet izleri bulunan
realist gazeller ve felsefe çizgileri içeren toplumsal mazmunlar ve natüralizm
damarları içeren dizeler vardır. Şiiri sokak dili ile birleştiren şairlerin
aksine, o, sokak dilini şiir şekline bürüyerek; dili, duygusal ve görsel
kabiliyetleriyle kullanabiliyordu. O, Seyyid Eşreften sonra çağdaş şiirin
coğrafyasına sokak dili sokma konusunda önemli bir kişiliktir. Daha sonra
Furûğ-i Ferruhzâd ve Mehdî Ehevân-i Salis bu yolu şekillendirmişlerdir. Seyyid
Eşref, yazdığı her konuda sokağa göz dikmiş ve doğal hayatı, imgelerini
oluşturmak için onun değerlerini hep kullanmıştır. Ama Nusret-i Rahmanî, daha
çok şehrin alt tabakaları arasına sızmış ve bu grubu değerleriyle birlikte
şiire dâhil etmiştir. Onun başka bir yenilikçi hareketi ise hayal alanındaki
imajları klasik dünyadan ödünç alıp, klasik içeriklerini tamamen dönüştürerek,
kendi fikirleriyle yeni imgeler yaratması ve bu imgeleri şiirinde
kullanmasıdır. Şirini etkili kılan olumlu özelliklerinden birisi de şairane
mazmun ile sağlam duygular arasında ilişki kurarak yazmasıdır. Şiirlerinde
insan hayatının şiddet içeren yönü, sanatsal yazı şeklinde okuyucuya
aktarılmaktadır. Yoksulluktan doğan bu şiddet, şiirindeki derin duyguları
etkiler. Onun tarihi ve edebi hafızalarda kalmasının asıl sebebi de budur.[254]
Gezdi, gezdi
Narince oturdu
yosunlarla süslü nehrin kenarına
Parladı,
bakışlar, yaktı ortamı
Birbirine
kavuştu
210
Birbirine
sarıldı
Gönüllerde
feryad ediyordu yanık aşklar
Ey umutsuzluk!
Ey umut!
Perişanca
sikkeye doğru koştuk
Varlık ve
yokluğun sınırlarından
Yosunlarla
süslü nehirlere kadar
Yürüdük
beraber
Ve gözlerimizi
sikkenin tenine diktik
Bakır kelebek
Ayna gibi
Yosunlar
üzerine oturmuştu
Ve her iki
tarafı yazıydı
Boşluğa ve
hiçliğe doğru bir rakam
Acı, kalbinin
köşesine sığındı
Dudaklarının
kenarındaki çizgiyi emdi gülümsemek
Ve söyledi:
Tura nerede?
Gözyaşı
yeşerdi
Sustu ve sustu
Turanın yuvası
yosun değil dedim
Kurtların yolu
Yazının
yeridir
Burası aşkla
gururun toprağı değil
Çirkinliğin
buluşma noktasıdır
Kaçtık
birbirimizden
Kan kustuk
Kaderin çizgisine
NÂDİR-İ NÂDİRPÛR (1929, TAHRAN - LOSANGELES, 2000)
Kirman’da dünyaya gelen Nadirpûr, ilkokulu
orada okuduktan sonra Tahrana gitti ve İranşehr lisesinde eğitimine devam etti.
Sorbonn Üniversitesi’inden Fransız Dili ve Edebiyatı alanında lisans aldı.
İran’a dönükten sonra Kültür ve Sanat Bakanlığı’nda çalışmaya başladı. İran
Yazarlar Birliği’nin kurucularındandı. 1979 devriminden sonra Amerika’ya gitti
ve ömrünün sonuna kadar orada yaşadı. [255]
Şiirleri, Fransızca, İngilizce, İtalyanca ve
Ermenîce gibi dillere de çevrilen Nadirpûr, şiir teorisinde dengeli bir
değişime inanırdı. Eserlerinin giriş bölümünde, Nimâ’yı önemseyerek gizli bir
şekilde onun söylem tarzını eleştirmiştir. Şiirindeki genel görünüm,
karanlıktır ve yaklaşık bütün şiirleri gece ve karanlığa bürünmüştür. İçerik
olarak da şiirler olumsuzluk ve ölüm üzerine yazılmıştır. Hatta lirik
mazmunlarda ve aşk konulu şiirleri yazdığında bile, şiirin damarlarında saklı
bir üzüntü akmaktadır. Şiirleri ilginç bir şekilde korku sinemasına
benzemektedir. Dilbilgisi ve kelime açısından şiirinin dili yenidir ve
şiirindeki hayali tasvirler, zihni tecrübelerinin sonucudur. Şiirinin özelliği
modern ve çağdaş İran şiirinde “kara romantizm”i yerleştirmektir. Ondan sonra
bu tarz şiir, şiir türlerinin en üstün şekillerinden birisi oldu. Nadirpûr, her
şeye siyah bir gözlük arkasından bakmaktadır. Şiirlerinde bile en çok
kullandığı renk, siyahtır. Şiirindeki romantik ortamlar Alfred Hitchcock
filmlerine benzer. Şiirinin romantizmi hem karakter sahibidir hem gizlidir.
Şiirdeki tasvir sahası önemli ve öncelikli olmasının yanı sıra sanatsal imgeler
göz alıcıdır.[256]
Ey gönlümün
tanıdığı
Kalk da yolcu
baharla geri gel
Ki boş
kadehleri şarapla dolduralım
Ve yeşil
üzümlerin salkımlarından
Güneşin
şarabını fıçılara sıkalım
Kalk da yolcu
baharla geri dön
Elmaların
kanat açmış tomurcukları gibi
Güneşin
öpücüğüne dudak yaprakları açalım
Sonra sabah
rüzgarları gibi
Bahar
punelerinin kokusunda yüzelim
Kalk da gel, kırmızı
turunçların sabah kokusuyla
MUHAMMED ALİ-Yİ RAHMANÎ, MEHRDAD AVESTA (1929, BURUCERD
- 1991, TAHRAN)
Klasik tarzda yazan çağdaş şairler arasında
belirgin yüzlerden biri olan Rahmanî, Milli Eğitim Bakanlığı’nda öğretmen
olarak çalıştı. Daha sonra Tarhan Üniversitesi Felsefe Bölümünde yüksek lisans
yaptı. Milli mücadele hareketlerine katıldı ve darbeden sonra hapse atıldı.
Şair, 1979 İslam devriminden sonra yeniden kültürel faaliyetlere devam etti.
O, şiirlerinde klasik şiir estetiğini
kullanmasına rağmen, onun şiirleri okuyucu için modern şiiri hatırlatmaktadır.
Gazellerindeki derinlik ve duygu, şairin tecrübelerinden kaynaklanır.
Şiirindeki kelimeler, klasik edebiyattan alıntı olsa da o kelimelerin dizimi
tamamen yenidir.308
S
Sevgili
peşinden avare avare benim ahım
Gidiyor
menzilden menzile
Dolunayıma
kavuşmak için
Kervan ile yük
taşıyarak
Canım gidiyor
gönlüm gidiyor,
Süzülen selvim
gidiyor
Yok, yok,
parlayan güneşim gidiyor
Canım gidiyor
gönlüm gidiyor
Gözlerimden
ateş akıyor
Yok yok
başımdan duman gidiyor
Dolunayım
yanımdan gidiyor ahım yıldızlara gidiyor
Ateş yakmış
canımı
Dağıtmış
imanımı
Fırtına çarpmış gemim sahilden
sahile gidiyor
YEDULLÂH-İ RUYAYÎ (1932, DAMĞAN)
Yedullâh-i Ruyayî, Damgan’da dünyaya geldi.
İlk ve orta öğrenimini doğduğu şehirde ve Tahran’da tamamladı. Gençlik dönemi
Marksist eğilimlerle geçti ve İran Tude Partisi’nde mücadele etti. 1353’de, 28
Ağustos darbesinin ardından saklandı ve sonunda aynı yılın mart ayında
tutuklanarak hapse atıldı. Hapishaneden çıktıktan sonra, ilk şiirlerini 22
yaşındayken “Ruya” adıyla bazı dergilerde yayınladı. Tahran Üniversitesi Hukuk
Fakültesi’nde okumaya Uluslararası Kamu Hukuku alanında doktorasını tamamladı.
Maliye Bakanlığı, Enerji Bakanlığı, İran Ulusal Televizyon Kurumu ve diğer bazı
kurumlarda görev yaptı. [257]
Yedullâh, Hacim şiirinin yaratıcısı ve en ünlü
şairidir. Bu akım aslında Ahmed Rıza Ahmedî’nin tarzının değişmiş haliydi.
Hacim şiiri, müzikal açıdan vezinli ve vezinsiz şiir türü arasında orta bir
türdü. Bu tarz şiirde bilinen gerçekleri inkar etmek ve söylenmemiş olanları
beyan etmek esastı. Ayrıca normal olmayan, uyuşmayan kelimeleri bir araya
getirerek muhatabın zihninde yeni bir hacim oluşumunu hatırlatmakla ortaya
koyulurdu.
Hacim şiiri, bağımlılıklar ve alışkanlıkları
zihinden uzaklaştırırdı. Ruyayî’ye göre Hacim şiirinin açıklaması yoktur.
Karanlıkta doğan bir şiir tarzıydı. Şiirde kelimeler ve nesneler arasında
çatışma görülmekteydi ve bu durum, bu tarz şiiri karışık, saklı ve zor
beğenilen şiir yapıyordu.[258] Hacim
şiirinin gerçekle bağlanabilecek bir noktası olmadığı için açıklanması mümkün
değildir. Onun geri dönüşümü her zaman şiirin kendi içine olur.[259] Şair,
şiirde muhatabı için yürüyebileceği bir yol göstermemekle birlikte, ona kendi
hayal gücüyle bu sahada yürümesi için imkan da sağlar. Bu yeni tarz gizem
muhatabın zekasını çelişkiye davet ettiğinden dolayı şiir alanında alışık
olduğumuz gizemlerden farklıdır.[260]
Seninle bahar
Ağaca tırmanan
bir mecnundur
Gidiyor
rüzgara kadar
Rüzgarla
birlikte
Ben ağaçtan
üste düşerim
Susmuş nabızla
Küçük bir
misafir
Geçti içimden
Boşluk kapının
arkasında
Geçit oldum
ben
Ve iki tarafın
ortasında kaldım
Kendi halimin
en köşesindeydim
Yan tarafım
arayışın kenarından süzülüyordu
Arayışın
başındaydım
Oydum ben
Ve bütün söz
Söyleyemediğimiz sözün
anlatısıdı
MENÛÇEHR-İ ATEŞÎ (1932, DAŞTESTAN - 2005, TAHRAN)
Buşehr’de dünyaya gelen şair, eğitimini
Şiraz’da tamamladıktan sonra birkaç yıl öğretmenlik yaptı ve sonra Tahran’a
giderek İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde lisansını tamamladı. Birkaç roman
tercümesi ile edebiyat sahasına adım atarak bazı kültürel ve sanatsal
dergilerin edebi bölümlerinin müdürlüğünü yaptı. Şairliğinin ilk dönemlerinde
dil ve düşünce yapısını oturtmak için yarı klasik, serbest ve nesir şiiri gibi
türlere de yöneldi. Bu dönemin zihinsel ortamının oluşumunda betimlemelerinin
yerel olması, dilin romantik ve siyasi olmaması önemlidir. Onun eserlerinin
arkasında hep bir üzüntü gözükmektedir.[261] Daha
sonraları, şairin lirik şekilden uzaklaşıp epik şiire doğru yönlendiğini
görürüz. Onun şairlik hayatının ikinci döneminin en önemli özelliği, tarz
değiştirmesidir. Bu tarz değiştirme, ona yeni dil imkânları sağlasa da önceden
vermiş olduğu parlak eserlerinde kullandığı dili bir türlü hatırlatmamaktadır.
Belki de kendi kimliği çerçevesinde var olduğuna inanabilen şairin yaratılması
için yirmi üç sene geçmesi gerekmekteydi. Bu dönem Menûçehr’in zihni ve dili
yeni bir coğrafyaya geçmek için artık hazırdı. Şairin bu dönemdeki büyük
değişimi, var olan imajına farklılıklar eklemesiyle dikkat çeker. Yavaş yavaş
yerel tasvirlerinin sayısını azaltıp, ulusal tasvirlere yönelmekle beraber
sonlara doğru başka dünyalara el uzatmak istemiştir. Gerçi hala eski hayatındaki
dengeler ve imajlar tamamen derinleşmemiş ve buna bağlı olarak da muhatap
kaybetme riskiyle karşı karşıya kalmıştır. O esnada hayal şeklinin değişimi ile
birlikte kelime dağarcığı ve dilbilgisi yapısı da değişmiştir ve şiirleri epik
şiirin zemininde ilerlemiştir.[262]
Şiirlerinde güneyin yerli ve ilkel doğası ile
birleşmesi, Ateşî’nin şiirsel vizyonunun kaynağıdır. Doğal vahş.i tabiatı ve
sıcakkanlılığıyla güney bölgesi, onun zihnini duyusal deneyimlerle
doldurmuştur. Aynı iklime ait nesneler ve şekiller şairin şiirinin özüne
hâkimdir. Bu egemen iklimin nesneleri ve biçimleri şairin içindedir. Ateşî’nin
şiiri zengin, güçlü ve sıcak iklim havasıyla dolup taşmaktadır.[263]
Zalimce tuttu
bakışlar kelimelerin yerini
Ve sessizlik
doldurdu sesin yerini
Hala seni
seviyorum dememişim
Ama bakışlarım
haykırıyor
Hafızın
şiirlerini soluk bıraktı feryadım
Hala seni
seviyorum dememişsin
Sessizliğin
ama yağmur oldu
Ve kuru
kalbimi yeniden yeşertti
Bu çenemin
tabutunda
İnsan yüreğine
benzer bir ağaç var
Sevgi
kıtlığında ölmüş bir ağaç
Güneş gibi
kirpiklerinden ışık aktı
Ölü uyandı ve
kırdı tabutunu
Ve bütün
sokakları ağaç bahçesi yaptı.
Zalimce
tutuyor hala bakışlar kelimelerin yerini
Ve bakışlar
kelimelerin yerini alıyor
Bu sadece
bizim zamansız buluşmamızın kasderi değil
Bütün tarihten sorabilirsin
MAHMUD MÜŞERREF AZÂD-İ TEHRANÎ (1933, TAHRAN -2005
TAHRAN)
Tahran’da doğdu. İlk ve ortaöğrenimini
Tahran’da tamamladı. Tahran Yüksek Öğretmen Okulu’nu bitirdi. Ayrıca Tahran
Üniversitesi Fars Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun oldu. Çeşitli okullarda
öğretmenlik yaptı. Eğitim Bakanlığı’nda çalıştı. İlk kitabı, Ahmed-i Şamlû’nun
sunuş yazısı ile yayınlanmıştır. Özellikle 1960’ların ünlü ve etkili
şairlerinden olan Azâd, şiirde biçim konusunda kafa yoran şairlerden olup,
şiirleri bu uğraşının yansımaları gibidir. Şiirinde bireyselliği aşan bir
lirizm egemendir. Edebi eleştiri ve biyografi alanında da çalışmalar yapmıştır.
Çocuk
edebiyatı ile ilgilenen Azâd, bu alanda birçok
manzum ve mensur hikâye kitabı yayınlamıştır.316
İntihar zamanı
Hazan
zamanıdır
Kızıl güllerin
intihar zamanı
Gecenin taş
sokaklarında
Gecenin gece
doğurmasında
Nehre bak,
bataklığa dönüşmüştür
Aşk bitmiştir
Bilmiyorsun
sen
Aşk bitmiştir
Adı bile
silinmiştir aklımdan
Çünkü ne ben
Ferhat’ım artık
Ve ne o Şirin
Bizim mutluluk
gecelerimizde
Bahar
bulunmuyor artık
223
Onu görüyorum
oturmuş taşın tahtına
Kızıl gülün
intihar zamanında
Yaşlı bir
kırlangıç gibi
Onu oturmuş
yorgun ve bıkkın görüyorum
Benim bu
Ferhat gibi
çıplak
Sırtımı
kırbaçlara bırakmışım
Eğilerek
Külüngü
Çarpıyorum
Çarpıyorum
Bistun’un kalbine
HÜSREV GÜL-İ SORHÎ (1933, REŞT - 1973, TAHRAN)
Gül-i Sorhî, Küçük yaşta babasını kaybetti.
Bir süre bir din adamı olan büyük babasının yanında Kum şehrinde yaşadı.
Oradaki öğrenimini sona erdikten sonra 1960’larda Tahran’a yerleşti ve dönemin
büyük gazetelerinde çalışmaya başladı. Aynı zamanda keskin söylemde siyasi
şiirler yazdı. Muhammed Rıza Şah Pehlevî’ye karşı suikast hazırlığında olduğu
iddia edilen bir grupla birlikte tutuklandı ve televizyondan da yayınlanan
savunmasının ardından idama mahkûm edilerek arkadaşı ile birlikte idam edildi.
Gül-i Sorhî güçlü bir şair olarak değil mücadeleci bir şair olarak öne
çıkmıştır. O, şiiri hep halkın uyanışı, zulümle mücadelesi ve devrim için bir
araç olarak görmüştür. Ayrıca eleştirmen kimliği ile de dikkat çeken bir isim
olan şair, o dönemde yaygın olan ideolojik eleştirileriyle adını duyurmuştur.
Yazılarının bir kısmını takma adlarla yayımlayan şairin, şiir eleştirisi
alanındaki makalelerinden oluşan bir kitabı vardır.[264]
Gül-i Sorhî Direniş şiirinin de belirgin bir
yüzü sayılır. Ona göre şiirin slogan şekline gelmesi bir başarıdır. .[265]
Başka bir
güneşe kadar
Yorgun
yolcuları hissedeceğim
Eski
gökyüzünün üzerine
225
Yeni
dolunaylar dikeceğim
Parıltısız
gözlere
Yeni nurlar
akıtacağım
Saniyeleri
İki avucuma
yerleştireceğim
Muhabbet
kuşlarını
Kafesten
kurtaracağım
Açacağım
gözleri
Rüyalara
hakikate ruh bağışlayacağım
Bakışları
karanlığın ötesine
Aya doğru
davet edeceğim
Gözlerin
dilinde
Şarkılar
dikeceğim
Açacağım
kulakları
Ve saniyelerin
gökyüzünde
Başka bir
güneş yeşerteceğim
Saniyeleri
avuçlarıma alacağım
Ve başka bir
güneşe doğru
Uçacağım
FERRUH-İ TEMİMÎ: (1934, NİŞABÛR- 2003 TAHRAN )
Şair ve yazar Farruh-i Temimî, Nişabur’da
doğdu. İki yaşındayken babasını kaybedince annesi tarafından Tahran’da
yetiştirildi. Temimî, muhasebe bölümünde öğrenim gördü ve birkaç önemli imalat
şirketinde muhasebe müdürü olarak çalıştı. Ferîdûn-i Tevellelî’nin şiirlerine
ilgi duyarak şiir yazmaya başladı. Sonra modernist İran şairlerine katıldı ve
şiirde Nimâ Yuşic’in görüşlerinden etkilendi.319
Temimî, biçim ve stil bakımından Klasik İran
Şiiri’nin sözüne ve özgürlüğüne inanmaktadır. Konu bakımından, toplumsal ve
ulusal ideallerle ilgilenen köylülerdendi ve daha sonra şiirlerinde kent
hayatının özelliklerini yansıttı. Buna ek olarak doğanın tezahürleri,
şiirlerinde olduğu gibi yumuşak bir ortam yaratmaktadır. O aktif bir şair
olmasına rağmen, halk arasında pek başarılı
bir şair sayılmamaktadır ve şiirleri de çok ilgi görmemiştir. İkinci dönemdeki
şiirleri, şairin yüzeysel bakış açısının göstergesidir. Bu dönemde yeni bir
dünyaya adım atmakta olsa da maalesef bu dünyayı iyi tanımamasından dolayı
sadece orta düzeyde başarıya ulaşabilmiştir.320
Her ne ise o kendi özlemiyle
Benim adımımı
Taşın hatıralarının sonuna kadar
Yuvarlak ve sert varlığına kadar
Götürüyordu
Ve zihnimdeki manzumelerinin boyutlarında
228
Çekirdeğiyle
Zerre, küçük, yuvarlak
Birleşirdi
Ve ben
Kendimi taşın aynasında
Bir mevsimin genişliği kadar görürüm
O
Susuzluğun akışı
Cildimin altında akıp gidiyor
Akşamın süt rengi yüksekliğinden
Gecenin uçurumlarına kadar gittim ben
Ve o gecenin, gündüzün açısından geçerken
Varlık korkuluklarının arkasında
Güneşin tekrar esnemelerini ölçüyordu
Benim adımlarım her zaman
Gecenin keskin eğilimiyle dikleşiyordu
Ve zihnin
Varlık arayışında
Taşın hatıralarının sonuna kadar götürüyordu
Ölüme kadar
Kurtuluşun olgunluğuna kadar
Geçmek gerekiyor
Aynanın ve
Taşların ülkesinden
FURÛĞ-İ FERRUHZÂD (1934, TAHRAN- 1966, TAHRAN)
İranlı kadın şairler arasında Pervîn-i
İtisâmî’den sonra ikinci sırada yer alan Furûğ-i Ferruhzâd, Tahran’da dünyaya
geldi. Çocukluk ve gençlik dönemlerini orta halli bir aile ortamında geçirdi.
Bir ordu mensubu olan babası Muhammed-i Ferruhzâd, çocuklarının eğitiminde
kendine özgü bir tarz izleyerek, Furûğ’un ifadesiyle onları askeri disiplinle
yetiştirmeğe çalıştı. Furûğ, ilkokulun ardından Hüsrev-i Hâver okulunda orta
öğrenimini bitirdikten sonra, Kız Sanat Mektebi’ne devam etti. Daha sonra Güzel
Sanatlar Akademisinde ressamlık eğitimi gördü. Bu sanatın etkisi şiirlerinde de
göze
çarpmaktadır. On altı yaşındayken anne
tarafından akrabası olan ve o dönem İran’ın hiciv yazarları arasında yer alan
ve kendisinden on beş yaş büyük Pervîz-i Şâpûr ile ailelerinin karşı
çıkmalarına rağmen evlenen Furûğ, bir süre sonra eşinin görevi nedeniyle onunla
birlikte Ahvaz’a gitti. Ancak evlilik hayatı fazla uzun sürmedi ve anlaşmazlık
gerekçesiyle hem eşinden ve hem de Kâmyâr adlı oğlundan ayrılmak zorunda kaldı.
Onüç-ondört yaşlarında şiir yazmaya gazel ile başlayan Furûğ, şairliğinin ilk
yıllarına ait bu gazellerinin hiçbirini neşretmedi. İlk şiirleri Hândenîhâ adlı dergide yayınlandı. Sanat hayatının
kapılarını bir şair ve ressam olarak aralayan Furûğ, 1954 yılından itibaren
şiir kitaplarını yayınlamaya başladı. Daha sonraları, bu iki uğraşına sinemayı
da ekledi. Film teknikleri ve sinemayla da yakından ilgilenmeye başlayan
Furûğ’un hayatında yedinci sanatın da oldukça önemli yeri vardı. Dönemin ünlü
sanatkarları ve yazarları arasında yer alan İbrahîm Gülistân ile birlikte başta
sinema olmak üzere çeşitli alanlarda çalışmalarda bulundu. 1959 yılında ilk
olarak sinema alanında araştırmalar yapmak, film teknolojisiyle yakından
tanışmak ve projelerini gerçekleştirmek için ortam hazırlama amacıyla
İngiltere’ye gitti.321
İngiltere’den döndükten sonra sinemayla daha
yakından ilgilenmeye başladı. İbrahim Gülistân ile birlikte birkaç kısa
metrajlı filme imza attı. Daha sonra cüzzamlılar ile ilgili bir belgesel yapımı
için Tebriz’de çalışmalara başladı. Bu dönemin hatırası Tebriz’de çekimlerini
gerçekleştirdiği “İn Hâne Siyâh Est: Bu Ev Karanlıktır”
adlı filmidir. Söz konusu film, Batı Almanya’da düzenlenen bir film
festivalinde en iyi belgesel ödülüne layık görüldü. Aynı yıl Keyhân gazetesi için gazete yayını konulu bir
tanıtım filmi hazırladı. Furûğ’un, tiyatro alanında da birtakım çalışmaları
bulunmaktadır. Daha sonraki yıllarda İbrahim Gülistân ile başta “Hışt u Âyine ı
Tuğla ve Ayna” olmak üzere birkaç film daha yapan Furûğ, 1964 yılında İtalya,
Almanya ve Fransa’yı kapsayan bir seyahatte bulundu. Avrupa’da kaldığı sürede
Almanca ve İtalyanca öğrendi. 1965 yılında Unesco Kültür Birimi tarafından
Furûğ’un hayatını konu alan otuz dakikalık bir belgesel film hazırlandı. Aynı
yıl İtalyan bir yönetmen Furûğ-i Ferruhzâd’ın hayatını konu alan on beş
dakikalık bir film hazırladı. Furûğ-i Ferruhzâd, 1966 yılında
otomobiliyle geçirdiği bir trafik kazasında 32
yaşında Vefat etti. Şairin hayatı, iki döneme ayrılarak incelenmektedir.[266]
Birinci Dönem:
Şairin Esîr, Dîvâr ve İsyan adlı şiir mecmualarını yazmış olduğu devirleri
de içine alan bu dönem, Furûğ’un romantizmin etkisinde bulunduğu ve eserlerini
de bu tarzın etkisinde kaleme almış olduğu dönem olarak kabul edilmektedir.
Furûğ’un özellikle ilk şiir mecmuası Esîr, İran’daki bireyin görünürde birtakım
değerlere bağlı, ancak asıl anlamını kaybetmiş sayısız sosyal kurallar ve
geleneklere uymak zorunda olduğu kurallar ve sosyal hayat hakkında, önemli
bilgiler vermektedir. Şair kendisini bir hapishaneye benzettiği toplumun
duvarları arasında tutuklu olarak görmekte, bu kalın duvarlar arasından sadece
aşk ile kurtarabileceğini düşünmektedir. Bu mecmuada yer alan şiirlerden biri
olan “İsyan”, Furûğ’un hayatında karşılaştığı sıkıntılarından ve kendine
yüklediği problemlerden dolayı, iniltilerini dile getiren en güzel örneklerden
biridir. O, bu şiirinde kendisini klasik geleneklerin ve geleneksel yaşam
tarzının kafesinde esir kalmış bir kuş gibi nitelemekte ve kurtulmaya, özgür
atmosferde kanat çırpmaya çalışmaktadır.[267]
Özellikle bu eserlerini kaleme almış olduğu
dönemlerde Furûğ, son derece açık, duygularını içinden geldiği gibi
perdelemeden dizelerine aktarmış, kendine özgü başkalarının el atamadığı bir
dünyada yaşadığından bu şiirleri toplum tarafından kolay bir şekilde kabul
edilememiş, bazı gruplar tarafından geleneklere aykırı davrandığı, İran klasik
tarzını adet ve törelerini hiçe saydığı, ahlakî geleneklere ve toplumsal
kurallara uymadığı gerekçesiyle şiddetli eleştirilerle karşı karşıya kalmıştır.[268]
Kocasından ayrıldıktan sonraki dönemde kaleme
almış olduğu ikinci eseri Dîvâr, yine
bir kadının ince duygusallığından, kadınsı duygularından bahsetmektedir. Bu
mecmuasının ilk şiiri olan “Ruya”da artık yorulduğu ve usandığı hayatın acı
dolu dünyasından bahsetmekte ve gece yarısı oturup yalnız bir ortamda
arzularını dile getiren mısralar kaleme almaktadır. Ancak bütün bu arzular,
rüyadaki olaylar gerçekleşme imkanı bulamaz ve şair gerçek hayatta ihanet ve
soğukluktan başka nasip alamadığı için yine şiirin sıcak kanatları altına
sığınır.[269]
Üçüncü şiir mecmuası İsyân'da Furûğ, bütün şairlik tecrübelerini kullanarak
özgün şiir atmosferini yakalamaya çalışır. Bu eserinde de yine yalnızlık,
ayrılık, şaşkınlık ve ıstıraptan, yorgunluk ve güçsüzlükten, bir tür hastalığa
benzeyen rüyamsı bir hayattan şikayette bulunmakta ve her şeye karşı isyan
bayrağını çekmektedir. Bu eserini kaleme aldığı dönem, onun Avrupa seyahatinde
bulunduğu günlere de rastlamaktadır. Şair bazı şiirlerini de İtalya ve
Almanya’da yazmıştır.[270]
İkinci Dönem:
Birinci dönemin sonlarına doğru önemli ruhi
değişimler geçiren Furûğ, dördüncü şiir mecmuası Tevellud-i Dîger’
in yayınlanmasından sonra daha önce kaleme almış olduğu şiirlerinden dolayı
üzüldüğünü ve o şiirlerin sadece dış dünyayı gören birinin değerlendirmeleri,
derinlik boyutları bulunmayan gençlik duygularının birer ürünü olduğunu
belirtmektedir. Bu durum, Nimâ çağında Nimâ tarzının takipçileri arasında
görülen en önemli dönüşümlerden biri olarak kabul edilmektedir. Daha çok maddi
arzularına eğilimi olan birinin felsefi, sosyal, genel kamuoyunu ilgilendiren
konulara doğru yön değiştirmesi ve dış dünyanın yüz yüze bulunduğu, halkı
ilgilendiren konuların ön plana çıktığı yeni bir tarza yönelmesi, önemli bir
değişim olarak onun hayatında yerini almıştır. O, yazılarında açıkça kötü diye
nitelendirdiği çok sayıda şiir kaleme almış olduğunu dile getirmektedir.[271]
“Tevellud-i Dîger” adlı şiiri, aynı adla yayınlanan Tevellud-i Dîger
adlı şiir mecmuasının son şiiridir. Furûğ’un eski tarz şiirlerinden sıyrılarak,
önde gelen çağdaş Fars şairleri arasına girmesinin nedenlerinden biri de bu
şiiridir. Söz konusu mecmuanın bazı şiirleri zayıf olsa da içerisinde yer alan
şiirlerin önemli bir bölümü, güzel ve güçlü şiirlerden oluşmaktadır. Şiirine bu
adı vermesinde Furûğ için özel ve ayrı bir önem vardır. O, bu şiiriyle yeni bir
hayata özellikle şairlik dünyasında yeni bir tarza kavuşmuştur. Bu şiirinde
kendisini uçsuz bucaksız okyanusların yalnızlığında yaşayan bir periye
benzetmekte ve insanın çok uzun süreler geçmişte gizli ve yalnız
yaşayabileceğini ve bunun anlamının da ölüm olduğunu ifade etmektedir.
Kendisi de çok uzun süren böyle bir hayat
sonucu, çok uzun, çok tehlikeli yalnızlık yolculuğundan hatıralarla döndükten
sonra yaşamakta olduğu zamana dönmekte ve eskiyi değerlendirirken geçmişin bir
çukur olduğunu ancak içerisinde inci aranmaması gerektiğini, eğer böyle olsaydı
kendisinin de oradan dönmeyeceğini dile getirmektedir.[272]
“Tevellud-i Dîger” adlı şiiriyle bütün bu
geçmişin üzerinde bıraktığı etkilerden, dağınık ve sıkıntılı hayat tarzından
kurtularak yeniden dünyaya gelmiş olduğunu dizelerine aktaran şair, bu şiiriyle
İran çağdaş edebiyatı üzerinde önemli etkiler bırakmıştır. Çağdaş şairlerden
Sohrab Sepehrî de, bu şiiri öven ifadelerde bulunmuştur. Furûğ’un şiiri,
özellikle de Tevellud-i Dîger
ve ölümünden sonra yayınlanan “imân Beyâverîm Be
Ağâz-i Fasl-i Serd ı Soğuk Mevsimlere İnanalım
adlı son iki şiir mecmuasında özgün bir tarzdadır. Kendisinden önceki ya da
çağdaşı şairlerden oldukça az oranda etkilenmiş olan Furûğ, olgunlaşma yolunda
felsefi ve sosyal konulara eğilmiş ve şiirlerini bu konularda kaleme almıştır.[273]
Güneşe yeniden
selam vereceğim
Bendeki akıp
süzülen ırmağa
Ve bulutlara
ki benim yayılan düşüncelerimdir
Ve bahçedeki
ağaçların acı büyümesine
Ki benimle
beraber
Kuru
mevsimlerden geçmeye çalışıyorlar
Karga
sürülerine
Ki benim için
gece bayırlarının kokusunu hediye getiriyorlar
Ve anneme ki
aynada yaşıyordu
Ve benim
yaşlılığımın görüntüsüydü
Ve toprağa
merhaba diyeceğim
Ve benim
isteklerimin tekrarlanması
Heyecanlı
yüreğimi
Yeşil
tohumlarla dolduruyor
Geliyorum,
geliyorum, geliyorum
Saçlarımla,
toprağın altındaki kokunun devamı olarak
Gözlerimle,
karanlığın katı tecrübeleri olarak
Duvarın öbür
tarafındaki
Ormanlardan
derlediğim bodurlarla
Geliyorum,
geliyorum, geliyorum
Ve eşik aşkla
doluyor
Ve ben kapının
eşiğinde
Hala sevmeyi
bilenlere
Ve o aşk dolu
eşikte duran kıza
Yeniden selam vereceğim
RIZA BERÂHENÎ (1935, TEBRİZ)
Rıza Berâhenî, Tebriz’de
doğdu ve temel eğitimini aynı şehirde aldı. Tebriz Üniversitesi’nde İngiliz
Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdikten sonra eğitimini tamamlamak için
Türkiye’ye gitti ve İngiliz Dili ve Edebiyatı alanında doktora yaptı. Döndükten
sonra bir kaç sene İran üniversitelerinde çalıştı ve daha sonra 1973 de Amerika
üniversitelerine geçti.330 Berâhenî, şimdi Kanada Toronto
Üniversitesi’nde öğretim üyesi ve aynı zamanda Kanada Yazarlar Birliği
Derneği’nin başkanıdır.
Berâhenî’nin edebi karakterinin en belirgin
yeteneklerinin, roman yazarlığı, şairlik ve edebiyat eleştirmenliği yönünde
olduğu görülmektedir. Rıza Berâhenî, çağdaş şiir eleştirisi alanında ses
getirmiş biridir. Ona, Takî Ref’et’in güncellenmiş versiyonu da denilebilir. O,
aynı anarşist ruha sahiptir ve geleneklere karşı aynı şiddetle savaşçı kişiliği
taşımaktadır. Berâhenî, hem eleştiri alanında ve hem de şiir alanında farklı görülmekten
hoşlanan bir şairdir. Başkalarının dikkat etmediği detaylara dikkat etmesi,
onun şiirlerinin ilgi çekmesine sebep olur. Şairin eserlerinin çoğunda, şiirin
üslup yönünün duygusal yönüne üstün geldiğini görürüz. Şairin teknik yönünü
önemsemesi, şiirlerini yapay ve
ağır yapmış olabilir. Berâhenî’den bahsederken, edebi ve kültürel
tabuların geleneklere karşı direnişinden söz edebiliriz. Hatta onun bu yönü,
şairliğinden daha da belirgindir.331
Nasıl
duyayım bin yaprağın daldan kırılmasının sesini
Söyle
bana, söyle
Nasıl
duyayım yıldızların bulutların kucağından doğduğunu
Ağaçtan
doğmuşum ben
Sen,
ey sözleri ağaçlar arasında dolaşan rüzgâr
Söyle
bana, söyle
Ağacı
kim doğurmuştur?
Beni
yıldız doğurdu
Sen,
ey sözü serin ırmaklara benzeyen
Söyle
bana, söyle
Yıldızı
kim doğurmuştur?
Yıldızı
da, ağacı da sen doğurmuşsun
Sen,
ey sözü kuşların uçuşu
Söyle
bana, söyle
Seni
kim doğurmuştur?
TAHİRE SAFFARZADE (1936, SİRCAN - 2008,
TAHRAN)
Şair, yazar, akademisyen ve çevirmen Tahire
Saffarzade, mistik düşüncelere sahip orta sınıf bir ailede, dünyaya geldi. İlk
ve orta öğrenimini Kirman’da okudu. İlk şiiri, henüz 13 yaşındayken okulun
gazetesinde yayınlandı ve Lise yıllarında şiir alanında birincilik ödülü olarak
ona öğretmeni Bastanî-yi Parizî tarafından Molla Cami’nin divanı verildi.
İngiliz Dili ve Edebiyatı alanında lisansını tamamladıktan sonra eğitimine
devam etmek için İngiltere’ye ve daha sonra Amerika Birleşik Devletleri’ne
gitti. Tahire Saffarzade, 55 yaşındayken dini konulu direniş şiiri yazma
suçuyla üniversiteden atıldı. Onun dini temalarla yazılmış direniş şiirlerini
içeren beşinci kitabı, yasak olmasına rağmen, iki ayda otuz bin kopya halinde
yayınlandı. Saffarzade “Afrika ve Asya Yazarlar Örgütü” tarafından Mart 2006’da
“Savaşçı Kadın” ve “Başarılı Müslüman Akademisyen Kadın” seçilerek Dünya
Kadınlar Günü kutlamalarında ödül aldı.332
Şair, şiirlerinde genel olarak Nimâ tarzını
kullanmış, aynı zamanda bazen Şamlû’yu da örnek almıştır. O, Farsça şiirlerinin
yanı sıra İngilizce şiirler de yazmıştır. Onun ilk şiir kitabına baktığımızda
mısraların arasında, iki kadın tasviri ile karşılaşmaktayız: Birincisi, mahcup,
utangaç ve ahlak kurallarına bağlı bir sevgili görüntüsüdür. İkinci tasvir ise
eski kalıp geleneksel bir kadın rolüne katlanamayan isyancı ve modern bir kadın
tasviridir. Yazılarında Pervîn-i İtisâmî’ye olan ilgisi az da olsa
görülmektedir. Ama ne Pervîn’in ahlaki
kuralları ve ne de Furûğ’un ruhunun küstahlığı onun şiirinde gözlenmemektedir.
Dini ve ahlaki değerleri içeren mazmunlar, son dönem yazdığı şiirlerinin
belirgin göstergesidir.[274]
Şiirlerini incelediğimizde şairin yaşamının
ikinci bölümünde farklı bir bakış açısı ile karşılaşmaktayız ve bazen bu fark,
o kadar belirgindir ki her iki karakterin aynı kişi olduğundan şüphe duyabiliriz.
Onun bu döneminin şiirlerinde hem düşünce düzeni ve hem estetik anlayışı
tamamen değişmektedir. Artık şirindeki betimlemelerin temeli, teşbih, istiare
veya sembol değildir ve artık yazıları düz ve sadedir. Şiirinin çekiciliği
tamamen günlük ortamı betimleyebilme gücünden kaynaklanır. Şiirinin dilinde her
türlü zorluktan ve sahtelikten Kaçârak dilin tüm imkânlarını kullanmaktadır.[275]
Acılardan
kurtulmanın gizli şifresisin sen
Peygamberliğin
sırları
Cefakârlığın
hikayesini biliyorsun sen
Şiir
kabilesindensin
Ve akrabayız
biz
Ve sırtım sana
yaslı
Ve sırtım yine
sırtım sana yaslı
Ve biliyorsun ki sırtım sana
yaslı
MUHAMMED-İ HUKUKÎ (1937, İSFAHAN - 2009, İSFAHAN)
Muhammed-i Hukukî, şiir ve eleştiri alanında
en ünlü çağdaş edebi karakterlerden biridir. İsfahan’da doğdu. Tahran
Üniversitesi Fars Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun oldu. Daha sonra öğretmen
olarak İsfahan’a geri döndü ve İsfahan’da edebi faaliyetlerini başlattı ama
sonra yeniden Tahran’a göç etti. Hukukî şiir yazma, çağdaş şairlerin şiirlerini
inceleme gibi özelliklerinin yanı sıra, şiir eleştirisi alanında da çok sayıda
makale ve kitap yazdı.335
O, çağdaş şiir eleştirisi alanında çalışan ilk
kişilerdendi. Şairliğinin başlangıcında klasik edebiyata ilgi gösterip, sade
yazıları beğenmiş olan şair, sonradan şiirinin en belirgin özelliği haline
gelen karmaşaya doğru sürüklenmiştir. Bir süre sonra kendisi de bu abartının
farkına varmış ve şairliğinin ikinci döneminde daha dengeli davranmıştır.
Hukukî, şairliğinin üçüncü döneminde ise nesir şiir türünü ve aşk konulu
şiirleri önemsemiştir. Hikâye tekniği ile yazılan ve tiyatro altyapısına
dayanan şiir türleri, özellikle şiirlerindeki karakterlerin arasındaki diyalog
fazlaca görülür. Şiirindeki tasvirlerin tekil hali güzeldir. Ama bu tasvirlerin
bütünü ve yan yana çizilmiş hali, şiirini anlaşılmaz hale getirmektedir. O, bu
konuda bir düzene tabi değildir. Bu durum, şiirinin zihinsel formülünü
hastalıklı bir şekle bürüse de O, şiir tablosunda dengeli tasvirler kurduğunda
güzel görüntüler yaratabilmiştir. Maalesef onun şiirindeki duygular ve hisler
dildeki karışıklığa feda edilmiştir. Bazen de tasvirlerin karışıklığından
dolayı, şiir ile duygusal ilişki kurmak imkânsız hale gelmektedir. Bu sebepten
Hukukî’ye yeni dalgadaki abartılı şiirler yazan şairlere doğru giden yolda
köprü olarak bakabiliriz. Onun şiirlerinde, kalıptan ziyade dil kullanımı ile
ilgilenen çağdaş bir şair ile karşılaşmaktayız. Şairliğinin ilk yıllarında
Horasan Tarzı şiir türü ve Ehevân-i Salis’in şiirinden etkilenen şair, kısa
süre sonra batı şiirini inceleyerek şiirinin yapısını değiştirip kendine ait
bir dil buldu.336
Bu geceyle
yarının arasında başka bir saat var
Ki onun
gölgesi sabahın küçük penceresine güneş saçıyor
Ne mutlu bize
ki evin sabah bahçesi, vişne bahçesidir
Ve kışı,
eriyip akan ateş çiçekleri
Kalk ve
pencerene doğru eğil
Serçeleri karşılamak
için
Ve Sâbirlı ol
ey âşık şair
Ki yakında buluşacaksın
MENÛÇEHR NEYİSTANÎ (1937, KİRMAN - 1992, TAHRAN)
Menûçehr Neyistanî, Kirman’da dünyaya geldi.
Kirman’da liseyi bitirdikten sonra Tahran’da yükseköğrenimine başladı; Fars
Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun oldu. Siyasi şiirleri için “Çengel”
mahlasını seçen şairin ilk şiirleri, Kirman’da yerel gazetelerde yayınlanmaya
başladı. Neyistanî, önce sade ve duygusal şiirlerle başlayarak daha sonraları
işçi şiirleri, mizah ve çocuk konulu yazılara yöneldi. Şiirinin genel
temalarını, gazel türü, Hayyâm tarzı düşünce içeren şiirler, mersiye tarzında
duygusal yazılar ve işçi şiiri türü oluşturmaktadır. Gazelde kullandığı bazı
yenilikler (mesela hikâye tarzı gazel ve diyalog tarzı gazel yazısı), daha sonraları
büyük gazel şairlerine örnek oldu. Menûçehr-i Neyistanî serbest, yarı klasik ve
klasik şiir türleri üzerinden denemeler yapsa da ününü klasik şiire borçludur.337
Elimden tut ve
beni
Gün batımının
gurbetine götür
Kalbim gecenin
korkusundan
Hüzünlüce
ağlamaya başlamış
Seninle
baharda mutlu gezmek istiyorum
Senin
gözlerinin bahçesine
Senin
gözlerinin bahçesine harman harman
Şiir ve tomurcuk arzuluyorum
NEVZER-İ PERENG (1938, TAHRAN - 2006, TAHRAN)
İlköğrenimini doğduğu yerde tamamlayan Nevzer,
bir süre Darülfünun’da eğitim aldıktan sonra, 1970 yılında ABD’ye giderek
edebiyat alanında lisansını tamamladı. Daha sonra oradaki üniversitelerde
karşılaştırmalı edebiyat ve dilbilim alanlarındaki derslere girdi. Pereng,
birkaç mükemmel şiir formu oluşturan bir şairdi. Şiirde kullandığı şablonlar,
gazel, mesnevi, dörtlük ve yeni şiir tarzıdır. Dil bilimi ve etimolojinin
temellerini iyi bilen şair Amerika’da Pehlevice ve Avesta Dilleri üzerinde
çalışma yaptı. Şiirin yanısıra, ünlü şarkıcılar tarafından kullanılan şarkı
sözleri de yazdı. Özellikle klasik tarzda yazdığı şiirler ile adını duyuran
şair, modern şiirde de başarılı örnekler ortaya koydu. Onun şiirinde her şeyin
samimi ve tarafsız olduğu söylenebilir. Şiirin genel diline, özellikle de
klasik şiire sadık kalarak, şiirlerinin gizli içeriğinde saf ve modern
kompozisyon tekniklerini geliştirmekte tam beceriye sahiptir. Başka bir deyişle
gazeli güncellemeğe çalışıp başarılı olmuştur. Yeni ve Nimâ tarzı şiirlerde
Nimâ’nın da ilgisini çekmeyi başaran Pereng’in şiirlerinde, şaşırtıcı büyüler,
absürdist ve nihilist eğilimler yer almaktadır.338
Soğuk ve siyah
bir geceydi o gece
Hüzünlü
uğursuz ve ıstıraplı
Odam
kilitliydi içerden
Ve ben
yatağımın üstünde ölmüştüm
Geziniyordu o
gece odamda
Ölümün ve
kederin garip kokusu
Derin bir yara
vardı göğsümde
Dağılmıştı
etrafa beynim benim
Ölmüştüm ben
Ama
Yanıyordu
sırtım ve sızlıyordu omurgam
Elim kopmuştu
tenimden
Elimde bir
keskin bıçak vardı
Belki de rüya
gördüm o gece
Çok
korkutucuydu
Kırık çene,
yırtık burun
Yaralı göz, kanamış
bebekler
Soğuk ve
karanlık bir geceydi
Hüzünlü
uğursuz ve ıstıraplı
Sen,
ağlıyordun kapının arkasında
Ben, ölmüştüm yatağımın
üzerinde
MANSÛR-İ OVCÎ (1938, ŞİRAZ)
Şair, Şiraz’da doğdu. Liseyi Tahran’da okudu
ve Tahran Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne girdi. İki kere bölüm değiştirdikten
sonra İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu. Daha sonra Terbiyet-i
Muallim Üniversitesi’nde Psikolojik Rehberlik dalında yüksek lisans yaptı.
Şairliğinin ilk dönemlerinde amatör ve taklitçi bir şair ile karşılaşsak da o,
yavaş yavaş makbul ve belirgin bir dile sahip olmayı başarmıştır. Dörtlük şiir
türünde başarılı bir şair sayılır. Aynı zamanda şair, kısa yazıp içeriğe derin
anlamlar yükleyebilmektedir. O, istikrarlı ama yavaş bir şekilde şiir dilini
geliştirmeye çalışan şairlerden biridir. Şiir dilinde kelimelerin tekrar
edilmesini vurgular. Şiirinin dili lirik olan Ovcî’nin, Nimâyî tarzında önemli
ve dikkate değer şiirleri var.339
Onu şiir dünyasında önemli kılan, şiirinin
biçimidir. Okuyucusu için kelimeleri oymaya ve cilalamaya çalışır. Şiirinin
dili doğanın zÂrif görselleriyle süslenmiş, basit ve eğlencelidir. Şiirleri,
çağdaş şiirde sözcük yapısına ilişkin farkındalık yaratmak ve şiirin genel
yapısında ahengin rolünü ifade eden yeni ve özel bir form bulmaya yönelik
çabalarını yansıtır. İki şiir kitabında Rubai,
öbürlerinde ise serbest şiirler yazmıştır. Bazen şiirleri arasında klasik şiir
türü bile görülmektedir. Rubailerinin ana teması, Hayyâmî görüşle birlikte
liriktir. Şairliğine değer kazandıran özelliklerden biri, lirik konularda akıcı
dil ve yeni imgeler kullanmasıdır. Dörtlüklerinde ise mısraların hepsi kısa bir
gazel gibidir. Şairane zihniyeti, olayları hızlıca şekillendirebildiği için bu
yönüyle şiirleri fotoğrafa benzetilmektedir. Şiirlerinin içinde genellikle
anlamın sembolik yönü yerleştirilmektedir. Şiirleri, dil açısından sade olsa da
düşünce açısından sade değildir. Yazılarının bir başka belirgin özelliği,
doğayı ve eşyayı şiirine ilham kaynağı olarak kullanmasıdır. Yani önce
kafasında şiir örgüsünü oluşturup sonra onu eşyayla şekillendirmek değil de
eşyaya bakarak anlam oluşturup şiire dökmektir. Vezinli şiirlerinde musiki
faktörü, özellikle kafiye, anlam şekillendirilmesinde büyük rol oynamaktadır.340
Seslenmek
istedim sana
Beraber
sabahtan geçelim diye
Öyle yağmaya
başladı ki yağmur
Yaşlandı güneş
Ve seni
beklerken
Ben, ah ben
Pencerenin
eşiğinde
Bin yaşında bir adamdım
İSMAİL-İ HOYÎ (1938, MEŞHED)
İsmail Hoyî, Tahran’da lisans eğitimini
tamamladıktan sonra, yurt dışında felsefe konusunda doktora yaptı. İran’a
döndükten sonra Terbiyet-i Muallim Üniversitesi’nde felsefe bölümünde görev
yaptı. 1979 devriminden sonra yurtdışına yerleşti. Şiir alanında 30’dan fazla
kitap yayınlamıştır. Bu kitaplar, onun kişiliğinin filozoftan çok şair olduğunu
ispat etmektedir. İsmail’in güç noktası, felsefi düşünce ile şiir arasında
denge kurabilmesidir. Gerçi, eserlerine dikkatle bakıldığında yazılarında
düşüncenin daha ağır bastığı gözükmektedir. Şiirleri, modern felsefi şiir
örneği olarak ele alınabilir. İsmail, tamamen yeni bir alan olan felsefi şiirin
öncüsü sayılır. Gençlik dönemindeki şiirleri duygusal ve halka dönük olsa da
bir süre sonra fikir muhtevası ve bakış açısı tamamen değişmiştir. Ehevân-i
Salis’in etkisi, şiirinin dilinde göze çarpmaktadır. Şairin göç etmesi de onun
için büyük imkânlar sağlamış ve daha kolay ve özgür konuşabilmesi için büyük
şans getirmiştir. Şiirindeki modern kalıp her türlü fazlalıktan arınmış ve
dönemin şiir ihtiyacını karşılamıştır. Şiirde modern lirik-epik dili kullanmaya
çalışan şair, devrimden sonra yurt dışında içinde bulunduğu siyasi hayat ve
aynı zamanda siyasi şiir taraftarları
tarafından farklı alanlara yönlendirilmiştir.
Daha sonra bu durum, şiirinin ve hatta düşüncesinin sanatsal boyutunu çok
etkilemiştir.341
Seviyorum
sesini senin
Senin sesin
Sonsuzlukları
anlatıyor
Senin sesin
laleler üzerinde
Uçuşan
rüzgârları anlatıyor
Senin sesin
Anımsanan
baharları hatırlatıyor
Senin sesini
Seviyorum
senin sesinin rengi ve kokusunu
Senin sesin
cefaların ötesinden
Şevklerin
arkasından
Geliyor
Ve gönlümün
parçası
Gönlümün canı
Sesini duyunca
Mutluluktan çığlık atıyor
KAZIM SÂDAT EŞKİVERÎ (1938, EŞKİVER)
Şair ilkokulu Gilan’a bağlı Vacargah’ta,
ortaöğrenimini Şahsuvar ve Kazvin’de tamamladı. Tahran Üniversitesi Beşeri ve
İktisadi Coğrafya Bölümü’nden mezun oldu ve gazeteci olarak çeşitli basın
kuruluşlarında çalıştı. Başarılı şairlerden biri olarak değerlendirilen
Kazım’ın ilk şiirleri Çârpâre şeklindeydi. Onun şiirlerinde ana tema özellikle
kendi memleketinin doğasıdır. Şiirlerinde tabiat toplumla iç içedir. Ayrıca sufiyane
bir söyleyiş de şiirinde dikkat çekmektedir. Şiir ile birlikte hikâye de yazan
şair, aynı zamanda şiir ve halk kültürü alanında çok sayıda araştırma ve
inceleme kitabı yayımlanmıştır.342
Perişan
gönüllü ve üzgün
Saçmış
saçlarını rüzgâra
Bulutların kervanına
sığınarak
Oturmuş
Deniz
Sonbaharın
gecesi
Giden yılların
dehlizlerinde
Süzülüyor
Gönül acıdan
inliyor
Ve göz, denizi
anlatıyor
Kulübenin
kenarında
Söğüt ve
rüzgâr
Şarkı söylüyor
Senin bakışın
Uyumuş bahçede
Yazın
Küçük
yıldızları üzerinde
Onları rüzgâr
Bir gece
Avuç avuç
Mavi çatılardan toplamış
MUHAMMED RIZA ŞEFÎÎ KEDKENÎ (1939 TÜRBET - İ CAM)
Horasan eyaletine bağlı Türbet-i Cam şehrinde
dünyaya gelen Kedkenî orta öğrenimini tamamladıktan sonra Meşhed Üniversitesi
Fars Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde okumaya başladı. Bu bölümde öğrenim görmesine
rağmen felsefe ve ilahiyat alanından dersler alan şair, daha sonra Tahran
Üniversitesi’nde Fars Dili ve Edebiyatı alanında yüksek lisans ve doktora
yaptı. Aynı üniversitede edebiyat profesörü olarak çalışmasını sürdüren şair,
bir süre Amerika’da kalarak edebiyat ve şiir üzerine çalışmalar yaptı. Şiir
serüvenine klasik tarzda lirik şiirler yazarak başlayan Muhammed Rıza, sonraki
çalışmalarında klasik tarzı bir yana bırakarak yeni şiir ya da Nev Şiir adı
verilen serbest aruza yöneldi. O, bu tarzın kurucusu olan Nimâ’nın önemli
takipçileri arasında yer aldı. Toplumsal temaların ağırlık taşıdığı epik
şiirlere imza atan ve İran şiirinin yaşayan en önemli temsilcilerinden olan
Muhammed Rıza, şiirde “M. Sirişk” mahlasını kullanmaktadır. Aynı zamanda
İran’ın önde gelen edebiyat bilimcilerden olup şiir üzerine yazdığı bilimsel
makale ve kitapları ile tanınır.[276]
Şairin yurtdışında yazdığı şiirlerinde bakış
açısı kendine doğrudur ve kendi dışındaki faktörlerle iletişimi sadece doğa ile
olan mecburi irtibatıdır. Aynı zamanda şiirindeki toplumsal ruh eksilmeye
başlamıştır. İkinci aşamada ise siyasi ve toplumsal konulardan ziyade kültürel
ve insani konulara değinmiştir. Şamlû ile onun şiirleri arasındaki büyük fark,
Şefîî’nin şiirlerindeki kültürün İrani-İslami olarak şekillenmesi, din ve
tasavvufun belirgin bir şekilde görülmesidir. Hâlbuki Şamlû’nun şiirinde,
modern siyasi kültür daha baskındır. Şefîî Horasanlı olduğundan dolayı Ehevân-i
Salis’ten de etkilenmiş ama daha sonra farklı bakış açıları, onları farklı
yönlere doğru sürüklemiştir.[277]
Aynada
Yeniden
görünmeye başladı
Saçlarının
bulutları
Savrularak
rüzgârda
Yine o kızıl
“Enelhak” şarkısı
Süzülüyor
dilinde dudağında
Aşk namazında
Ne okudun ki
sen
Yıllardır
asılmışsın darağacına
Ve bu eski
yalancılar
Ölünden bile
hala korkuyorlar
Senin adını
gizlice
Nişabur’un
âşık rintleri
257
Sarhoşluk
anlarında
Sarhoşluk ve
dürüstlük anlarında
Sessizce
dudakları altında
Tekrarlıyor
Sen
darağacındayken bile
Sakin ve
suskundun
Biz ise leş yiyen
kuşlar gibi
Emir
kullarıyla birlikte
Özrü geçerli
memurlarla
Birlikte
sessiz kaldık
Rüzgar
sabahları
Senin külünü
Götürdüğü her
yerin toprağından
İnsan yeşerdi
Nişabur’un
yeşil sokaklarında
Sarhoşlar gece
yarısı
Şarkı olarak
Senin kızıl
şiirlerini
Yeniden
fısıldıyorlar
Dillere destandır hala ismin
senin
AHMED RIZA AHMEDÎ (1940 - KİRMAN)
Ahmet Rıza Ahmedî, Kirman’da doğdu. İlkokulu
Kirman’da, liseyi Tahran’da okudu. Kültür Bakanlığı’nda çalışmaya başladı.
Şiirlerine ilave olarak çocuk hikâyeleri ve senaryo gibi başka eserleri de
bulunan Ahmedî, modern şiirde vezinsiz şiir formatını başlatan ilk kişilerden
biridir. Parlak hayal gücünden dolayı üçüncü mecmuasını yayınlayana kadar
şiirleri fazlasıyla ilgi gördü. Ama daha sonraları şiirde çok gizemli anlatımlar
kullandığı için muhataplarını kaybetmeye başladı.345
Ahmet Rıza Ahmedî, Yeni Dalga şiirinin en
önemli şairlerindendi. Şirindeki ilginçlik ve gariplik bütün boyutlarda
gözükmektedir. Bir dönem bu akımı tek başına
yönlendirmeye çalışıp güzel tabirler ve tasvirler
yaratarak duygu ve kelime dünyasında kendine ait bir yol çizebildi.[278] Terh adlı şiir mecmuasının yayınlanması Yeni
Dalgaâ şiirinin doğuşu ile aynı döneme denk gelmesinden dolayı bu kitap, çağdaş
şiirin modernizme doğru attığı ilk adımlardan biridir diyebiliriz. Şiirinin
dili samimidir ve yeni tasvirlerle doludur, ama içerik ve mazmun açısından
şiirindeki tasvirler bulanıktır.[279]
Çok ağlamışım ben
Gökyüzü bulutluyken
Amacım evden şemsiyesiz çıkmak
Çok yaşamışım ben
Şimdi ise amacım sadece
Korkusuz pencereden
Kiraz tomurcuklarına bulaşmış dünyayı izlemek
Evine bulut yağmasını bekleme
Aşk bir parça ekmekte kaybolur
İnsanları evimize taşıyamayız
İnsanlar kelimelerin inişinde düşerler
Yıkılırlar ve yerden kalktıklarında
Yaralı kelimeleri sunarlar geçenlere
İnsanda aşk için güç yoktur
İnsanlar
aşkta kırılıp, aşkta ölürler
HAMÎD-İ MUSADDİK (1940, ŞAHRIZA - 1998, TAHRAN)
Abdulhüseyn Musaddık’ın oğlu Hamîd,
İsfahan’nın ilçelerinden Şahrıza’da doğdu. Daha sonra ailesi ile birlikte
İsfahan’a taşındı. İlk ve ortaöğrenimine İsfahan’da devam etti. Musaddık daha
sonra Tahran’a gitti ve Tahran Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde eğitimini devam
ettirdi. 1967’de mezun olduktan sonra Tahran Üniversitesi’nde ve daha sonra
Kirman Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak çalıştı. Birkaç yıl sonra Tahran’a
geri döndü ve 1974’te Barolar Birliği’ne katıldı. Aynı zamanda Allâme
Tabâtabâyî Üniversitesi’nde ders verdi.[280]
Hamîd, Şahrıza da yaşadığı dönemden beri şiir
yazıp edebi meclislerde aktif bir şekilde bulunmaktaydı. Çocukluk çağından beri
edebiyat ve şiirle uğraşan Musaddık, on altı yaşına geldiğinde “Encümen-i
Edebî-yi Sa’ib: Sa’ib Edebi Derneğini
kurdu. Onun şiirleri, şiirsel imgeler açısından basit sayılır. Nimâyî şiirin
ılımlı yelpazesine doğru ilerleyen şiirleri, çoğu zaman sosyal ve siyasi
temalar ve imgelerle yüklüdür. Bu şiirlerde ulusal efsanelerden açıkça haber
verilmekte ve vatan uğruna övgü ve sevgiden bahsedilmektedir. Sözdiziminin
netliği ve şiirlerindeki erişilebilir imgeler, onun geniş kitleler tarafından
kabulünü sağlayarak, birçok okuyucunun övgüsünü kazanmasına sebep oldu.[281]
Musaddık’in ilk şiir koleksiyonu Direfş-i Kâviyân
ı Kâve’in Sancağı, Şâhname’de
geniş yer verilen DEmirci Kâve’nin isyan hikâyesine dayanıyordu. Musaddık’ın
çalışmaları, 1979 devrimiyle sonuçlanan toplumsal kargaşadan sonra gün ışığını
tekrar görmek için beklemek zorunda kaldı. İkinci şiir koleksiyonu, Abi, Hâkester- i, Siyâh
ıMavi, Gri, Siyah
da politik motifleri ile yüklüdür. Sonraki beş bölümden oluşan üçüncü şiir
koleksiyonu, dönemin birçok edebiyat ürünlerinde yaygın olan vatanseverlik
duygularıyla ve siyasi ideolojilerle renklendirilmiştir. Der Rehgozer-i Bâd ı Rüzgar
Geçidinde,
koleksiyonu ise bir anlatı çizgisini takip eder ve Rüstem, Sohrab ve Efrâsyâb
gibi mitolojik karakterlerle birlikte, Adem ve Havva gibi kutsal kitap
figürlerini çağrıştırır.350
Ey benim
şefkatlim
Seviyorum seni
ovaların yeşilliği gibi
Çınar ağacının
yeşil yaprakları gibi, ovaların taze yeşillikleri gibi
Senin uzun
boyunla kıyaslanıyor güzelliğin yeni ölçüleri
Senin has
güzelliğin yeni bir ölçüdür
Garip
gurbetiyle benimbenzersiz şiirime benziyor
Ama bir
latifedir bu benzetme tabiki
Ey kıymetlim benim…
FERAMERZ-İ SULEYMANÎ (1940, SARİ)
Sari’de dünyaya gelen Feramerz-i Suleymanî,
ilköğrenimini doğum yerinde tamamladıktan sonra liseyi Tahran’da okudu. Daha
sonra Tahran Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden mezun oldu ve tıpta uzmanlık
çalışmasını Amerika’da anestezi, doğum ve kısırlık tedavisi alanlarında
tamamladı. Halen Amerika’da yaşamakta olan şair, tıp alanında makaleler yayımlayan
bir akademik derginin editörlüğünü ve İran Amerika Tıp Derneği bülteninin
sorumlu müdürlüğünü yapmaktadır. Suleymanî, aynı zamanda Amerika’da faaliyet
gösteren Kitabî Yayınevi’nin editörlüğünü de yürütmektedir. O, Yeni Dalga ve
Hacim şiiri şairlerdendir.351
Ey benim
şefkatlim
Seviyorum seni
ovaların yeşilliği gibi
Çınar ağacının
yeşil yaprakları gibi, ovaların taze yeşillikleri gibi
Senin uzun
boyunla kıyaslanıyor güzelliğin yeni ölçüleri
Senin has
güzelliğin yeni bir ölçüdür
Garip
gurbetiyle benimbenzersiz şiirime benziyor
Ama bir
latifedir bu benzetme tabiki
Ey kıymetlim benim…
ALİ MUSEVÎ-Yİ GERMARÛDÎ (1941, KUM)
Ali Musevî-yi Germarûdî, Kum şehrinde doğdu.
Üniversitede hukuk lisansı aldıktan sonra Fars Dili ve Edebiyatı alanında
yüksek lisans ve doktora yaptı. 1973 yılında dini ve siyasi faaliyetleri
nedeniyle tutuklandı ve dört yıl hapiste kaldı. Bir süre bir özel yayınevinin
müdürlüğünü üstlendi. İslam Devrimi’nden sonra ilk cumhurbaşkanının basın ve
kültür danışmanı olarak görev yaptı. Bir süre Tacikistan’da Kültür Ateşesi
olarak ülkesini temsil etti. Bazı kültür ve sanat kurumlarında ve dergilerde
yönetici olarak çalışan Germarûdî, hem klasik nazım şekillerinde hem de serbest
ve mensur şiir tarzında başarılı örnekler vermiştir. [282]
Şiirleri genelde çağdaş geleneksel ve dini
şiirlerin örneği olarak görülür, bu mazmunlarla nesir ile şiir arasında
yarattığı özgün ilişkiden dolayı değerli sayılır. [283]
Seviyorum
ağaçları
268
Sana saygı
duydukları için
Ayaktalar
hepsi
Ve suyu
Ki annenin
mihriydi
Senin kanın,
şerefi bile kızıla boyamış
Şafak onurunun
aynacısıdır
Ve ufuk senin
şehadet namazı kıldığın
Mihraptır
Düştüğün o
çukuru düşünüyorum
Ki emmiştir
Senin kanını
Bu kadar yüce
bir çukur hiç görülmemiştir
Diplerde bile
değerli olunabilir
Bu çukurdan
sor sen
Ki boğazına
gelen o kılıç
Her şeyi ve
her şeyi
Şu dünyada
ikiye böldü
Ve yarısı iyi yarısı kötü oldu
MUHAMMED ALİ-Yİ SAPANLÛ (1941, TAHRAN)
Tahran’da dünyaya gelen şair, Darülfünun’dan
lise diplomasını aldıktan sonra 1965 yılında Tahran Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden
mezun oldu. Eserlerinin Avrupa dillerine çevrilmesi ile birlikte Max Jacob şiir
ödülünü ve Fransa Şövalye Ödülü’nü kazandı. Şairliğine ek olarak iyi bir
mütercim ve hikâye yazarı da olan Sapanlû, Nimâ kuşağı ile Hukukî gibi şairler
kuşağı arasında köprü sayılır. Bazen de o, Sipehrî tarzında şiirler yazmış ve
bu tarz şiire ilgi göstermiştir. 354
Şiirlerindeki ortam, şehir ortamıdır. Ama
şehri bir mitolojik ve tarihi görünüm katarak renklendirmiştir. Sapanlû’nun
şairlik döneminin ikinci yarısından sonra dilinin olgunlaştığı görülmektedir.
Klasik şairlerin eski dilini kullanabilmesinin yanı sıra, çağdaş modern dili de
akıcı bir şekilde kullanmaktadır. Şairin bu tarz dil kullanması ve şehre
kattığı mitolojik renkler, şiirindeki duygusal
zemin ile gayet uyumludur. Böylece o, lirizmi bütün konularla bir araya
getirebilmiştir. Şairlik dünyasında ilerledikçe şiirindeki dilinin çağdaş yönü
de daha belirginleşip, klasik dilin arka plan itildiği görülmektedir. Bu durum
onun şiirindeki imajlarının karışık olmasına, yeni hayali tasvirlerin oluşumuna
ve hatta sonraları alışkanlık haline gelen tezat sanatının kullanılmasına sebep
olmuştur. Şairin kültür ve tarih dünyasındaki yolculuklarından dolayı
şiirlerinde edebi sanatlar değişmeye başlamış ve böylece anlam karışıklığı daha
da çoğalmıştır. Ancak siyasi şiirlerinde bu istiareler, azalmış ve şair daha
açık yazmaya yönelmek zorunda kalmıştır.355
Hiç
görmedim hiç duymadım
Jüliyet
İzot ya da Leyla
Ve
bu gibi sevgililer
Kırk
yaşına varsınlar
Ama
sen sınırı geçtin ve dilber kaldın
Ve
daha da ilginci
Bundan
sonra
Gümüş
saçlarla taçlanmış
O
mermer heykele
Tapınmamız gerektiğidir
ALİ BABA ÇAHÎ (1942 - KENGAN)
Ali Babaçahî, ilk ve orta öğrenimini doğduğu
Kengan şehrinde tamamladı. Daha sonra, Şiraz Üniversitesi Fars Dili ve
Edebiyatı Bölümü’nden mezun oldu ve bu şehirde uzun yıllar öğretmenlik yaptı.
Öğretmenliğinin yanı sıra amatör olarak gazetecilik de yapan Babaçahî, 1983
yılında öğretmenlikten emekli edildi. Daha sonra çeşitli resmi ve özel kültür
kurumlarında dergilerde ve yayınevlerinde çalıştı. Babaçahî’nin şiir eleştirisi
ve çocuk şiiri kitapları da vardır. Etkili şairlerden olup daha ziyade lirik
şiirler yazmakla birlikte, şiirlerinde zaman zaman toplumcu ve itirazcı bir
söylem de göze çarpmaktadır. Ayrıca şiirlerinde başarılı bir dil işçiliği de
belirgindir.356
Gelmeni öyle
umutla bekliyorum ki
Bir çocuğun
bayramı bekleyişi gibi
Kırlangıcın
baharı beklemesi gibi
Ve ben
aynalarda seni görmekle öyle meşgulüm ki
Dünya
etrafımda dönüp geçiyor ve ben bakmıyorum
Kanlı mevsimlerde
bile aşık olunur
İmreniyorum
aşk güvercinlerine
Birbirleriyle
yem yediklerinde
Ve yıldızı ve
yağmuru kıskanıyorum
Mehtap gibi
yüzünü öptüklerinde
Ve senin bir
işaretinle açan çiçeğe
Kanlı
mevsimlerde de aşık olunur
Yeter ki sen
uzun yollardan dönesin
Ya
tomurcuklarla birlikte yeşeresin
Ya güneşle
parlayasın
Sensiz
Güneş
Bizi saklı
ufuklara doğru yönelten
Bulutların
omuzunda taşınan bir tabut
Ve aşk,
yağmurun omuzlarına başını yaslamış
Yaralı bir
ceylan
Gel şimşeğin
cilvesi gibi ve bir tendeki ateş gibi
Heyhat!
Ey parlayan
yıldızım nerde bir daha görürüm seni
Sensiz
Ben bir gece
kadar yaşlanırım
Sen geldiğinde
bütün yıldızlar âşık olur
Ve yağmurlar
altında
Gençliğim geri gelir
ZÎYA MUVAHHİD (1942, İSFAHAN)
İsfahan’da dünyaya gelen şair, ilk ve ortaöğrenimini
aynı şehirde tamamladı. Tahran Üniversitesi Fizik Bölümü’nde lisans ve yüksek
lisans öğrenimi gördü. Daha sonra İngiltere’de felsefe alanında doktora
derecesi alan Muvahhid, İran Hikmet ve
Felsefe Derneği yönetiminde görev aldı.
Şimdilerde üniversitede mantık ve felsefe dersleri vermektedir. Mantık, felsefe
ve edebiyat alanında yayınlanmış çok sayıda kitabı ve makalesi vardır. Edebi
alanda az yazmakla birlikte şiirde önemli bir mevki edinmiş şairlerdendir.[284] Şiir
dünyasından ziyade İran’da dönemin aydınları hakkında yaptığı eleştirilerle
tanınmaktadır. Yazılarındaki hayali tasvirleri ve ilginç betimlemeleri ilgi
çekicidir.[285]
Tozdu her yer, topraktı
Su bile yoktu
Dünyanın başlangıcında Sen
baktın dünyaya
Gökyüzü sıktı bulutlarını
Ve denizdeki fırtınalar durdu
Gözlerini benden alma ki
İçimdeki fırtınalar dinsin
Gel hüznü beraber ağlayalım
sevgilim
İSMAİL NURÎ ALÂ (1943, TAHRAN)
Tahran’da doğan Nurî Alâ, Tahran
Üniversitesi’nde sosyoloji alanında eğitim aldıktan sonra Londra’ya gidip orada
Siyaset Sosyolojisi Bölümü’nden mezun oldu. Şair, on beş yaşındayken çocuk
dergileriyle ile işbirliği yaparak basın ve yayın alanına ilk adımını atmış
oldu. 1959 yılında sinema alanında ilk sinema üzerine yazdığı yazıların
çevirisini yayınladı. Sonraları “Turfe Yayıncılığı”nı kurdu ve aynı zamanda edebiyat
ve kültür dergileriyle işbirliği yapmaya başladı. Aynı dönem Bâmşâd dergisinde şiir ve sinema eleştirmeni olarak
yazılar yazdı. Sonra, Negîn
dergisinin baş editörü olarak bu yayını yayımladı ve İran’da Yeni Şiir Dalgası
ile ortaya çıkan Şiir Broşürü
adlı modern şiir dergisini yayınladı. Firdevsî dergisinin de şiir sayfalarının yazarlarından
biri olan şair, 1966’dan sonra tamamen dergilerde yer alan faaliyetlerine
odaklandı.359 Onun ilk şiiri “Otakhây-i Derbeste: Kapısı Kapalı Odalardın
duygusal ve anlam zeminini göz önüne alırsak bu şiiri, 30’lu yılların kişisel
romantizmi ve 40’lı yılların taahhüt şiirine karşı bir tepki olarak
sayabiliriz. Nesir şiir türü ve serbest şiir tarzı alanlarında da denemeler
yapmış olan şair, şiirinin tasvir çerçevesine mitolojik-tarihi betimlemeler,
hikâye tekniği
ve doğa imgelerini de yerleştirmiştir. Şair,
kendi şiirlerinde çağdaş dile asalet kazandırıp kelimelerinin arkasında derin
ve kültürel bir dayanak yerleştirmiştir.[286]
Onun sonraki dönem şiirlerinde iki farklı bakış
açısı Direniş Şiiri ile Yeni Dalga Şiiri arasında çelişki gözükmektedir. Nurî
Alâ, Yeni Dalga şiirinden yana olmasına rağmen, bu konuda abartılı davranmayıp
klasik şairlerin de şiir tecrübelerinden yararlanmıştır. Şairin şiirlerinin en
belirgin özellikleri, çevreyle şiirsel ilişki kurması ve eşyanın birbirleriyle
yeniden iletişim sağlamasıdır. Bu durum aslında, şiirde mazmun ile tasvir
arasındaki mesafeyi azaltmak sayılabilir. Son dönemlerde onun şiirlerine dini
konular da girmeye başlamıştır.[287]
Bulutsan eğer, damla
Güneşsen eğer, parla
Geceysen eğer,
Saklama yıldızlarını
Bu kuyuda esir olanlar
İğne ucu kadar olan o küçük
pencereden
Senin havanı ve gökyüzünü
arıyorlar
Ah izlemek İzlemek İzlemek
Gözden geçen bir şimşeği
izlemek
Dudağa varmadan aha dönüşen
şimşeği izlemek
Boğazdaki bir düğümü izlemek
Anlamı senin kınayarak bakışın
olan bir düğüm
Bir dudak titremesi Ve söz
kaçırması
Yorgunca Ve yalnızlık Ve inziva
Sevmiyorsan eğer bakışımı
Al gözlerim senin olsun
HUSEYN-İ MUNZEVÎ (1946, ZENCAN- 2003, TAHRAN)
Huseyn-i Munzevî, Zencan’da kültürlü bir ailede
doğdu. Henüz gençken şiir yazmaya başladı ve toplumda nüfuz sahibi bir şair
olarak kendine yer buldu. Gazelleri ünlü şairler tarafından ilgi gördü.
Sonraları şair Tahran Üniversitesi’ne girdi ve edebiyat eğitimi almaya başladı.
Ancak bu alanın beklentilerini karşılayamayacağının kanaatine varınca,
eğitimini yarım bıraktı. Şair aynı yıl, ilk şiir koleksiyonunu yayınladı ve bu
kitap, İran’ın en prestijli edebi ödüllerinden biri olan “Furûğ Ferruhzâd”
ödülüne layık görüldü. Munzevî, daha sonra eğitimine Sosyoloji Bölümü’nde devam
etme kararı aldı. Fakat bu alanı da yarım bırakarak, televizyonda bir şiir
programının yönetmenliğini yapmaya başladı. Aynı yıllarda şair, o dönemin
sanatçıları tarafından kullanılan şarkı sözleri ve bestelerinin çoğunu yazdı.
Munzevî, günümüzün gazeline yeni öneriler sundu. Şiirde dramatik bir dönüşüm
yaratan Nimâ gibi, O’da çağdaş gazelde bir dönüşüm yarattı. Tüm
eleştirmenlerin, klasik şiir ve gazel yaşamının sona erdiğini düşündüğü zaman,
O, gazeli yeni süslerle süsleyip sunmayı başardı. Munzevî’nin gazellerinin yanı
sıra Beyaz Şiir tarzında yazdığı bazı şiirleri de bu tarzın büyük şairlerinin
şiiri kadar değerli sayılır. O müzik alanında da bilgi sahibi şairlerdendi ve
gazel türünde kullandığı ahenkler özel ve farklıydı.362
Bana okşaman için
Yaralı olmam gerekiyorsa eğer
Söyle tepeden tırnağa
Gönlümü paramparça ederim
Güzeldir yaralar daha da güzeli
Senin kılıcınla olursa eğer
Sihirlidir kılıcın ve
Okşamaların mucizedir
Gülümsemelerin ise
Işıktan nur saçan fıskiyeler
Ve dokunuşların
Yarayla merhem arasındaki
cilveleşmedir
Aşk ve yara bir sülaledendir
Aynı sülaleden miyiz değil
miyiz bilemem
Ben tepeden tırnağa yarayım
Sen tepeden tırnağa okşayış ol
ALİ-Yİ MİR FETRUS (1950, LENGRÛD)
Lengrûd şehrinde dünyaya gelen Mir Fetrus,
gençlik döneminde Tebriz Üniversitesi’nde yayınlanan Sehend dergisinin başyazarıydı. İran’da üniversitede
Hukuk ve Tarih alanlarında eğitim gördü ve daha sonra yükseköğrenimine aynı
alanlarda Sorbonne Üniversitesi’nde devam etti. Şiirinde, partizanlık şiirlerinin
özellikleri belirgin bir şekilde görülmektedir.[288] Onun
hakkında, hem şair hem de tarih yazarıdır diyebiliriz. Dönemin aydınlarından
sayılan şairin şiirlerindeki konular genelde tarihi olayları eleştirmektir.[289]
Ey yüreğimde
hep devam eden şevkim
Ey uzak
benden, ey uzak
Döndüğümde ben
Sinemdeki bir
dal yara
En güzel
Ve en kızıl
Gül olacaktır
MUHAMMED TAKÎ ŞEMS-İ LENGRÛDÎ (1951, LENGRUD)
Şair, Lengrûd’da dünyaya geldi. İlk ve
ortaöğrenimini memleketinde tamamladıktan sonra 1974 yılında Dış Ticaret Yüksekokulu
iktisat bölümünden mezun oldu. İki yıl öğretmenlik yaptıktan sonra Tarım Genel
Müdürlüğü’nde uzman olarak çalışmaya başladı. 1977 yılında Tahran’a taşındı.
Çocuk ve Gençlik Fikri Gelişim Merkezi’nde çocuk edebiyatı uzmanı olarak
görevlendirildi. 1978 yılından sonra edebi çalışmalarına ağırlık verdi. İran’da
ve İran dışında modern İran şiiri ve edebi akımlar
alanında konferanslar verdi. Son yıllarda birkaç üniversitede Çağdaş İran Şiiri
konulu dersler vermektedir. Şiirin yanı sıra, şiir eleştirisi ve şiirin edebi
tarihi alanında önemli yazı ve kitapları vardır. Günümüz serbest şiirinin önde
gelen isimlerinden olan Şems, duygularını lirik bir dille anlatmaktadır.[290]
Lengrûdî, şairlik yolunun başındayken
Feridûn-i Muşirî, Feridûn-i Tevellelî ve özellikle Nadîr-i Nadirpûr’un dili ve
tarzından etkilenmekteydi. Siyasi akımlara katıldıktan sonra dönemin toplumsal
durumunun de etkisiyle, Siyâveş Kesrayî ve Ahmed-
Şamlû’nun
şiir türüne eğilim gösterdi. Daha sonra şair başkalarının duyguları ve
yazılarının etkisinden kurtulmayı başarıp, kavramların ve kelimelerin sadeliği
ve akıcılığına ulaşarak, şiir dilinde konuşma diline yaklaşabildi. Sade dil
kullanımı, mizahi ifade, kısa yazma, günlük hayattan bahsetme ve aşkın yoğun
rengi onun son şiirlerinin özelliği sayılır.[291]
Buluşmamız üzüm mevsimi
Şaraba dönüştüğümde Gel
Sen kadeh getir
Ben can getiririm
Abidî, Kâmyâr, Der Custocû-yi Şi 'r,
Nağmehâ-yi Zindegî, Tahran 1382 hş.
Abidînî, Hasan, SedSâlDâstan
NevîsîDer Irân, Tonder, Tahran 1366 hş.
Abrahâmiân, Ervend, Modern İran Tarihi,
Çev: Şendil, Dilek, İş Bankası, İstanbul 2011.
Acûdanî, Maşâllah, YâMerg Yâ Teceddud,
Ehterân, Tahran 1385 hş.
Ajend, Yakûb, Edebiyyât-i Novîn-i
Irân, Emîr Kebîr, Tahran 1368 hş.
Alevî, Bozorg, Tarîh-i Edebiyyât-i
Mu'âsir-i Irân, Çev. Said Firuzâbadî, Camî, Tahran 1386 hş.
Alipûr, Mustafa, Sâhtâr-i Zebân-i
Şi'r-i İmrûz, Firdovs, Tahran 1387 hş.
Aryenpûr, Yahyâ, Ez Nimâ Ta Rûzgâr-i
Mâ, Zevvâr, Tahran 1387 hş.
Aryenpûr, Yahyâ, Ez Sebâ Tâ Nîmâ,
Zevvâr, Tahran 1387 hş.
Bakînejâd, Abbâs, Teemmulî der
Edebiyyât-i İmrûz, Pârsî, Tahran 1387 hş.
Behbehanî, Sîmîn, BaMâderem Hemrâh,
Sohen, Tahran 1392 hş.
Berâhenî, Rıza, Gozâreş Be Nesl-i
Bîsen-i Ferdâ, Merkez, Tahran,1374 hş.
Berâhenî, Rıza, Telâ Der Mes,
Çehr, Tahran 1344 hş.
Burkeî, Seyyid Muhammed, Sohenverân-i Nâmî-yi
Mu'âsir-i Irân, Horrem, Tahran 1373 hş.
Caferî, Siyâveş, Şi'r-i Nov v Der
Terâzû-yi Tevîl, Morvârîd, Tahran 1395 hş.
Canzâde, Ali, Şâhkârha-yi Şairân-i
Mu'âsir-i Irân, Canzâde, Tahran 1387 hş.
Corkeş, Şâpûr, Bûtigâ-yi Şi'r-i Nov
v, Gognûs, Tahran 1393 hş.
DİA
bk. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi.
Duman, Sabit, Modern Ortadoğu 'nun
Oluşumu, Doğu Kütüphanesi, İstanbul 2010.
Ehevân-i Salis, Mehdî, Bedaî-yi Şi'r-i Nîmâ,
Fecr-i Îslâm, Tahran 1369 hş.
Emînpûr, Geyser, Sünnet ve Novâverî
Der Şi'r-i Mu'âsir, İntîşârât-i Îlmî ve Ferhengî, Tahran 1392 hş.
Ferruhzâd, Furûğ, Çev Güzelyüz, Ali, Bir Başka Doğuş,
Demavend, İstanbul 2017
Ferruhzâd, Furûğ, Çev Güzelyüz, Ali, İnanalım Soğuk Mevsimin Başlangıcına, Demavend,
İstanbul 2018.
Ferruhzâd, Furûğ, Çev Güzelyüz, Ali, Yeryüzü Ayetleri,
Demavend, İstanbul 2018.
Ghaznavi, Mahshid, Pervîn İtisamî'nin Şiirlerinde Sosyal Durum,
(Yüksek Lisans Tezi), Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara
2009.
Gürakar, Tolga, Türkiye ve İran Gelenek, Çağdaşlaşma,
kaynak, İstanbul 2012.
Güzel, Seda, Çağdaş İran Şairlerinden Sîmîn Behbahânî'nin Hayatı,
Edebî Kişiliği ve Şiiri, (Yüksek lisans Tezi), Ankara Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Doğu Dilleri ve Edebiyatları Anabilim Dalı Fars Dili ve
Edebiyatı Bilim Dalı, Ankara 2013.
Güzelyüz, Ali, Çağdaş İran Şairi Furûg-i Ferruhzâd (1935-1967),
Nüsha-i Şarkiyat Araştırmaları Dergisi, pp.33-38, 2001.
Güzelyüz, Ali, Çağdaş İran Şairi: Mehdî Ehevân-i Salis,
İslâmî Edebiyat Dergisi, ss.168- 169, 2006.
Hakimî, İsmail, Çev Aydın, Şadî, Çağdaş İran Edebiyatı,
İskenderiye Kitaplığı, Ankara 2012
Hakimî, İsmail, Edebiyyât-i Mu'âsir-i Irân,
Nigâh, Tahran 1374 hş.
Hasanlî, Kâvûs, Guzînehâ-yi Novâverî Der Şi'r-i
Mu'âsir-i Irân, Salis, Tahran 1386 hş.
Hetîbî, Mehdî, Çehrehâ-yi Şi'r-i Selah,
Aferîniş, Tahran 1387 hş.
https:ıınyildirim.wordpress.com
Hukûkî, Muhammad, Şi'r u Şâirân, Nigah, Tahran 1368 hş.
Hukûkî, Muhammed, Murûr-i Ber Târîh-i Edeb ve
Edebiyyât-i İmrûz-i Irân, Katra, Tahran 1377 hş.
Hukûkî, Muhammed, Şi'r-i Nov Ez Ağâz Ta İmrûz,
Yuşîc, Tahran 1377 hş.
Huseynpûr-i Çâfî, Ali, Cereyânha-yi Şi'r-i Mu'âsir-i
Irân Ez Kûdetâ Tâ İnkilâb, Emîr Kebîr, Tahran 1384 hş.
İmamî, Sâbir, Şi'r-i Mu'âsir-i Irân,
Semt, Tahran 1396 hş.
İsmailî, Rıza, Halvet-i Üns, İttilaât, Tahran 1394 hş.
İstilamî, Muhammed, Çev. Kanar, Mehmet, Bugünkü İran Edebiyatı Hakkında Bir İnceleme,
Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1981
İstilamî, Muhammed, Şinâht-i Edebiyyât-ı İmrûz,
Medrese-yi Ulûm-i İrtibâtat, Tahran 1349 hş.
Kâhî, Morteza, Guft u Gû-yi Şâirân,
Tahran Zemestân, 1392 hş.
Kanar, Mehmet, Çağdaş
İran edebiyatının Doğuşu ve Gelişmesi, İstanbul
Say, 2013
Karadeniz, Yılmaz, İran Tarihi (1700-1925), Selenge, İstanbul 2012.
Kâtûziyân, Muhammed, Musaddık ve Kudret-i Mubâreze,
Tahran 1373 hş.
Kırlangıç, Hicabi, Meşrutiyetten Cumhuriyete İran Şiiri,
Hece, Ankara 2014
Koca, Mehmet, İran'da Rıza Şah Dönemi Modernleşme Hareketleri
(1925-1941), (Yüksek Lisans Tezi), İnönü Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Ana Bilim, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Bilim
Dalı, Malatya 2013
Mededpûr, Muhammed, Teceddud ve Dînzudâyî Der Ferheng
ve Huner-i Munevverul Fikrî-yi Irân, Sûre,
Tahran 1388 hş.
Meliha Anbarcıoğlu, “Çağdaş İrân Nazmında
Surûd Tasnif ve Terane Türleri”, Ankara Üniversitesi,
D.T.C.F., Doğu Dilleri Dergisi, Ankara 1972.
Mortezapûr, Ekber, Şerh-i Hal-i Şâirân-i Irân,
Attar, Tahran 1394 hş.
Muhammedî, Hasan Ali, Şi'r Mu'âsir-i Irân Ez Bahâr Ta Şehriyâr,
Arganûn, Tahran 1380 hş.
Muhtârî, Muhammed, İnsân Der Şi'r-i Mu 'âsir,
Tus, Tahran 1392 hş.
Mutemen, Zeynulâbidîn, Tahavvul-i Şi'r-i Fârsî,
Hafız, Tahran 1355 hş.
Novrûzî, Cihânbehş, Edebiyyât-i Mu'âsir,
Râhgoşa, Tahran 1384 hş.
Osman Aslanoğlu, Pervîn-i İtisâmî'nin
Divanındaki Temel Konular, Jass Studies-The Journal of Academic Social
Science Studies, 2018, Number: 66 Spring II 2018.
Rezvânî, Muhammed İsmail, Sohenverân-i Nâmî-yi Irân Der Târîh-i Mu'âsir,
Tulû, Tahran 1363 hş.
Rıza, Fezlullâh, NigahîBe Şi'r-i
Sünnetî-yiMu'âsir, İttilaât, Tahran 1395 hş.
Sarıkaya,
Yalçın, Geçmişten
Günümüze İran: Tarih, Siyaset, Toplum ve Kültür, Tasav, Rapor
No: 2, Ankara 2012.
Sefa, Zebîhullâh,
MohteserîDer
Târîh-i Tahavvul-i Nezm u Nesr-i Fârsî, Gognûs,
Tahran 1389 hş.
Sepehrî, Sohrâb, Çev Güzelyüz, Ali, Biz Hiç, Biz Bakış,
Demavend, İstanbul 2017.
Sepehrî, Sohrâb, Çev Güzelyüz, Ali, Rengin Ölümü, Demavend, İstanbul 2016.
Servetiyân, Behrûz, Endîşe ve Huner Der
Şi'r-i Nimâ, Nigah, Tahran 1375 hş.
Sirûs Tâhbâz, Huner ve Zindegî-yi
Nîmâ, Keyhân-i Ferhengî, No.10, 5 Yıl.
Şamlû, Ahmed, Der Bâre-yi Huner ve
Edebiyyât, Gevherzâd, Tahran 1373 hş.
Şefîî Kedkenî, Muhammed Rıza, Çev Güzelyüz, Ali, Fars Şiirinin Dönemleri Meşrutiyetten Saltanatın Yıkılışına
Kadar, Demavend, İstanbul 2017.
Şefîî-yi
Kedkenî, Muhammed Rıza, Bâ
Çerâğ u Ayîne Der Custocû-yi Rîşehâ-yi Tahavvul-i Şi'r-i Mu'âsir, Sohen,
Tahran 1390 hş.
Şefîî-yi
Kedkenî, Muhammed Rıza, Edvâr-i
Şi‘r-i Fârsî, Ez Meşrûtiyyet Tâ Sukût-i Saltanat, Sohen,
Tahran 1380 hş.
Şefîî-yi Kedkenî, Muhammed Rıza, Suver-i Hıyâl Der Şi'r-i Fârsî,
Agâh, Tahran 1375 hş.
Şekîbâ, Pervîn, Şi'r-i Fârsî Ez Ağâz
Tâ İmrûz, Hîrmend, Tahran 1370 hş.
Şemisâ, Sirûs, Râhnumâ-yi
Edebiyyât-i Mu'âsir, Mîtra, Tahran 1390 hş.
Şemisâ, Sirûs, Sebkşinâsî-yi Şi'r,
Mîtra, Tahran 1373 hş.
Şems-i Lengrûdî, Muhammad Takî, Târîh-i Tahlîlî-yi Şi 'r-i Nov
v, Merkez, Tahran 1392 hş.
Tâhbâz, Sirûs, Herfhâ-yi Hemsâye,
Nigah, Tahran 1385 hş.
Tâhirî, Kutretullâh, BângDer Bâng,
Kevser, Tahran 1393 hş.
Teslîmî, Ali, Gozrehâ-yiDerEdebiyyât-iMu’âsir-iİran,
Ehterân, Tahran 1393 hş. Vusûkî, Nâsir, Endîşe ve Huner,
Baş makale, 1334, No. 6.
Yâhakkî, Muhammed C’afer, Cûybâr-i Lehzehâ,
Câmî, Tahran 1393 hş.
Yâhakkî, Muhammed Ca’fer, Çun Sebû-yi Teşne,
Câmî, Tahran 1375 hş.
Yıldırım, Nimet, Fars Edebiyatında
Kaynakbilim, Fenomen, Erzurum 2012. Yıldırım, Nimet, İran kültürü, Pinhan, İstanbul 2016.
Yuşîc, Nimâ, Erziş-i Ehsâsât Der
Şi’r ve Nemâyiş, Nevîd, Tahran 1368 hş.
Yuşîc, Nimâ, Yay. Tâhbâz, Sirûs, Herfhâ-yi Hemsâye,
Nigah, Tahran 1385 hş. Zerkanî, Mehdî, Çeşmendâz-i Şi’r-i Mu’âsir-i Irân,
Salis, Tahran 1387 hş. Zerrînkûb, Abdulhuseyn, Şi’r-i Bi Durûğ Şi’r-i Bî Nigâb,
Cavîdân, Tahran 1363 hş.
[1] Zemnkûb, Abdulhuseyn, Şi ’r-i Bîdorûğ
Şi ’r-i Bînegâb, Câvidân, Tahran 1363 hş.,236.
[2] Bakînejâd, Abbâs, TeemmulîDer Edebiyyât-i İmrûz-i Îrân, Pârsî,
Tahran 1387 hş.,24.
[3] Şems-i Lengrûdî, Muhammed Takî, Târîh-i Tahlîlî-yi Şi ’r-i Nov, I, Merkez, Tahran
1392 hş., 8.
[4] Bakînejâd, 26.
[5] Şems-i Lengrûdî, I, 1-8.
[6] Kanar, Mehmet, Çağdaş İran
Edebiyatının Doğuşu ve Gelişimi, Say, İstanbul 2013, 167.
[7] Kanar, 168.
[8] Kanar, 167.
[9] Kanar, 168.
[10] Kanar, 169.
[11] Kanar, 169.
[12] Kanar, 170.
[13] Kanar, 170.
[14] Şefîî-yi Kedkenî, Muhammed Rıza, Edvâr-i Şi ’r-i Fârsî Ez Meşrûtiyyet Tâ Sukût-i Saltanat,
Sohen, Tahran 1380 hş., 20-22.
[15] Şefîî-yi Kedkenî, Edvâr-i Şi’r-i
Fârsî, 22-24.
[16] Üstün, İsmail Safa, “İran”, DİA,
XXII, 402.
[17] Üstün, 402.
[18] Üstün, 403.
[19] Bakînejâd, 27.
[20] Sankaya, Yalçın, Geçmişten
Günümüze İran: Tarih, Siyaset, Toplum ve Kültür, Tasav, Rapor No: 2,
Ankara 2012, 11.
[21] Sankaya, 12.
[22] Üstün, “İran”, 404.
[23] Sarıkaya, 12.
[24] Kanar, 41.
[25] Kanar, 42.
[26] Kanar, 42-44.
[27] Şemîsâ, Sirûs, Sebkşinâsî-yi
Şi’r, Mîtra, Tahran 1373 hş., 341.
[28] Aryenpûr, Yahyâ, Ez Sabâ Tâ Nimâ, Zevvâr, Tahran 1372, II, 435.
[29] Meliha Anbarcıoğlu, “Çağdaş İrân
Nazmında Surûd Tasnif ve Terane Türleri”, Ankara Üniversitesi,
D.T.C.F., Doğu Dilleri Dergisi, Ankara 1972, II, 16.
[30] Şefîî-yi Kedkenî, Edvâr-i Şi‘r-i Fârsî, 105.
[31] Şefîî-yi Kedkenî, Edvâr-i Şi’r-i
Fârsî, 107.
[32] Şefîî-yi Kedkenî, Edvâr-i Şi’r-i
Fârsî, 107.
[33] Şefîî-yi Kedkenî, Edvâr-i Şi’r-i
Fârsî, 107. Bakînejâd, 31.
[34] Bakînejâd, 32. Şefîî-yi Kedkenî, Edvâr-i Şi’r-i
Fârsî, 108.
[35] Kanar, 240.
[36] Koca, Mehmet, İran ’da Rıza Şah
Dönemi Modernleşme Hareketleri (1925-1941), (Yüksek Lisans Tezi),
İnönü Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Ana Bilim, Türkiye
Cumhuriyeti Tarihi Bilim Dalı, Malatya 2013, 42.
[37] Gürakar, Tolga, Türkiye ve İran
Gelenek, Çağdaşlaşma, kaynak, İstanbul 2012, 232; Koca, 1.
[38] Âbrahâmiyân, Ervend, Modern İran
Tarihi, Çev: Şendil, Dilek, İş Bankası, İstanbul 2011, 86.
[39] Koca, 44.
[40] Koca, 45.
[41] Duman, Sabit, Modern Ortadoğu
’nun Oluşumu, Doğu Kütüphanesi, İstanbul 2010, 252-253.
[42] Duman, 253-254.
[43] Koca, 44.
[44] Karadeniz, Yılmaz, İran Tarihi
(1700-1925), Selenge, İstanbul 2012, 509-510.
[45] Duman, 263-264.
[46] Karadeniz, 518.
[47] Koca, 50.
[48] Koca, 44.
[49] Çetinkaya, 48.
[50] Koca, 44.
[51] Üstün, 404.
[52] Şems-i Lengrûdî, 159-189.
[53] Şefîî Kedkenî, Edvâr-i Şi’r-i Fârsî, , 106-107.
[54] Şefîî Kedkenî, Edvâr-ı Şi’rî Fârsî, 108.
[55] Mededpûr, Muhammed, Teceddud ve Dînzudâyî Der Ferheng ve Huner-i Munevverul Fikrî-yi
Irân , Sûre, Tahran 1388 hş., 197-201; Bakînejâd, 46.
[56] Yâhakkî, Muhammed Ca’fer, Çun Sebû-yi Teşne, Câmî, Tahran 1375 hş., 81.
[57] Bakînejâd, 47.
[58] Bakînejâd, 49.
[59] Bakînejâd, 52.
[60] Bakînejâd, 52.
[61] Hukûkî, Muhammed, Murûrî Ber
Târîh-i Edeb ve Edebiyyât-i İmrûz-i Îrân, Katra, Tahran 1377, 390.
[62] Bakînejâd, 55.
[63] Üstün, “İran”, 404.
[64] Üstün, “İran”, 405.
[65] Üstün, “İran”, 406.
[66] Üstün, “İran”, 407.
[67] Şems-i Lengrûdî, IV, 2-3.
[68] Şems-i Lengrûdî, IV, 14-17.
[69] Bakînejâd, 60.
[70] Şems-i Lengrûdî,
III, 30-35.
[71] Şems-i Lengrûdî,
IV, 2-8.
[72] Şems-i Lengrûdî,
IV, 8-16.
[73] Şems-i Lengrûdî,
IV, 14.
[74] Şems-i Lengrudî, II,
16.
[75] Kâtûziyân, Muhammed,
Musaddık ve Kudret-i Mubâreze, Tahran 1373 hş., II, 106.
[76] Şems-i Lengrûdî, II,
16.
[77] Kâtûziyân, II, 107.
[78] Şems-i Lengrûdî, II,
19.
[79] Abidînî, Hasan, Sed Sâl Dâstan Nevîsî Der Îrân,
Tonder, Tahran 1366, I, 197.
[80] Şems-i Lengrûdî, II,
22-23.
[81] Berahenî, Rıza , Telâ Der Mes, Çehr, Tahran
1344 hş., 74.
[82] Yuşîc, Nimâ, Yay:
Tâhbâz, Sirûs, Herfhâ-yi Hemsâye, Nigah, Tahran 1385, 56-57.
[83] Şekillendirme ve
tiyatrosallaştırmak için hikayesel betimlemenin bir aracıdır ve söyleyenin
haline uygun olan doğal şiveye sahip aynı zamanda duygusal ve vezinli sözdür.
Nima, “söylenti için diklomasyon gerekiyor. Yani doğal hale uygun olarak
konuşmak lazım” diyor.
[84] Nima’mn hikâye
tarzında şiir söylemesi, sonra Ahevân-i Salîs tarafından mükemmelleşip yeni yollara
girdi. Bakînejâd, 66.
[85] Nima’nın şiirinde
diyalog kullanmak Efsane şiirinde başladı. Böylece konuşma diline sahip olan ve
edebi olmayan şiirin oluşumuna yol açtı. Aslında klasik şiirde de diyalog vardı
ama Nima’nın yaptığıyla farkı klasik şiirde olan türün abartılı olmasıydı. Bu
konuşmalar Nima’nın şiirinin tiyotrosal boyutunu güçlendirip şiirini tek
kişilik ve şair odaklılıktan uzaklaştırdı.
Burada
tiyatrodan kastettiğimiz şey görüntüyü betimleme yoluyla muhataba aktarmaktır.
Nimaya göre eski şairlerin şiirinde Bülbül ve Nergis gibi terimler klişeye
dönüştüklerinden dolayı tiyatrosal güçlerini kaybetmişlerdir. Nimanın
vasıflarının odak noktası şekil ve cisim çizmektir, Nima’ya göre
şekillendiremeyen vasıf, vasıf sayılmaz. Nimanın vasıflarının odak noktası
şekil ve cisim çizmektir, Nima’ya göre şekillendiremeyen vasıf, vasıf sayılmaz.
Corkeş, Şapûr, Bûtîgâ-yi Ş’ir-i Nov, Tahran, Gognûs, 1393 hş., 75, 105, 108.
[86] Bakînejâd, 64.
[87] Şems-i Lengrûdî, II,
22-23.
[88] Şems-i Lengrûdî, II,
24.
[89] Şems-i Lengrûdî, II,
25.
[90]Şefîî-yi Kedkenî, Muhammed Rıza, Suver-i Hıyâl Der Ş’ir-i Fârsî,
Agâh, Tahran 1375 hş., 80.
[91] Şems-i Lengrûdî, II, 57.
[92] Şems-i Lengrûdî,
II, 58-59.
[93] Şems-i Lengrûdî,
II, 60-61.
[94] Bakînejâd, 145.
[95] Şems-i Lengrûdî,
II, 76-78.
[96] Tâhin, Kutretullâh,
Bang Der Bang, Kevser, Tahran 1393, 29.
[97] Şems-i Lengrûdî,
II, 108.
[98] Şems-i Lengrûdî,
II, 116.
[99] Vusûkî, Nâsir, Endîşe ve Huner,
Baş makale, 1334, No. 6.
[100] Şems-i Lengrûdî,
II, 122.
[101] Şems-i Lengrûdî,
II, 127.
[102] Şefîî-yi Kedkenî, Edvâr-i Şi’r-i Fârsî,
86-100.
[103] Şems-i Lengrûdî,
II, 98-1127.
[104] Şems-i Lengrûdî,
II, 127-141.
[105] Şefîî-yi Kedkenî, Edvâr-i Şi ’r-i Fârsî,
105-106.
[106] Şefîî-yi Kedkenî, Edvâr-i Şi’r-i Fârsî,
112-113.
[107] Şefîî-yi Kedkenî, Edvâr-i Şi’r-i Fârsî,
111.
[108] Rıza Berahenî, Telâ Der Mes, I, 74.
[109] Bakînejâd, 67.
[110] Bakînejâd, 68.
[111] Bakînejâd, 69.
[112] Berahenî, II,
661-685.
[113] Bakînejâd, 71.
[114] Berahenî, I, 295.
[115] Şefîî Kedkenî, Sover-i Hıyâl Der Şi’r Fârsî, 80.
[116] Bakînejâd, 72.
[117]Şefîî Kedkenî, Edvâr-i Şi’r-i Fârsî,
125.
[118] Bakînejâd, 74.
[119] Bakînejâd, 75.
[120] Bakînejâd, 76.
[121] Ayrıca Nima dörtlük
şeklinde de şiir yazmıştır.
[122] Bakînejâd, 77.
[123] Rıza Berahenî, Telâ Der Mes, I, 398.
[124] Bakînejâd, 78.
[125] Hukûkî, Muhammad, Şi ’r u Şâirân,
Nigah, Tahran 1368 hş., 240.
[126] Şefîî kedkenî, Edvâr-i Şi’r-i Fârsî,
109-110.
[127] Bakînejâd, 57.
[128] Gognus temsili bir
şiirdir ve onu şairin kendi geçmişinden kinaye olarak algılayabiliriz. Nimâ’dan
sonra bu tip şiirler yagınlaştı. Yâhakki, Muhammed Ca’fer, Çun Sebû-yi Teşne,
Câmî, Tahran 1375 hş., 98.
[129] Bakînejâd, 59.
[130] Bakînejâd, 59.
[131] Hukukî, Şi ’r-i Nov Ez Ağaz Ta İmruz, I, 12.
[132] Sirûs Tâhbâz, Huner ve Zendegî-yi Nimâ,
Keyhân-i Ferhengî, No.10, 5 Yıl, 32.
[133] Bakînejâd, 60.
[134] Yuşîc, Nimâ, Erzeş-i Ehsâsât,
Dunya, Tahran, 1355 h ş, 109; Bakînejâd, 60.
[135] Muhammadî , Hasan
Ali, Ez Bahâr Tâ Şehriyâr, Arğanûn, Tahran 1375 h ş, I, 112.
[136] Berahenî, I, 23;
Bakînejâd, 60.
[137] Muhammad Mohtârî, İnsan Der Şi ’r-i Mu ’âsir,
Tûs, Tahran 1372 h ş, 260.
[138] Bakînejâd, 61.
[139] Bakînejâd, 62.
[140] Servetiyân, Behrûz,
Endîşe ve Huner Der Şi ’r-i Nimâ, Nigah, Tahran 1375 h ş., 257.
[141] Corkeş, 139.
[142] Tâhbâz, Sirûs, Huner ve Zendegî-yi Nimâ,
Keyhan-i Ferhengî, No.10, Yıl.5, 3-32; Bakînejâd, 62.
[143] Bakînejâd, 63.
[144] Bakînejâd, 65.
[145] Şems-i Lengrûdî,
II, 43
[146] Bakînejâd, 92.
[147] Bakînejâd, 93.
[148] Bakînejâd, 93.
[149] Bakînejâd, 95.
[150] Bakînejâd, 96.
[151] Bakînejâd, 96.
[152] Bakînejâd, 96.
[153] Bakînejâd, 97.
[154] Bakînejâd, 97.
[155] Bakînejâd, 98.
[156] Bakînejâd, 98.
[157] Bakînejâd, 99.
[158] Bakînejâd, 101.
[159] Bakînejâd, 102.
[160] Bakînejâd, 103.
[161] Bakînejâd, 104.
[162] Bakînejâd, 105.
[163] Bakînejâd, 106.
[164] Bakînejâd, 109.
[165] Şems-i Lengrûdî,
IV, 14.
[166] Şems-i Lengrûdî,
IV, 15.
[167] Şems-i Lengrûdî,
IV, 17.
[168] Şems-i Lengrûdî,
IV, 18.
[169] Şair, aynı zamanda
“Emîrî-yi Ferâhânî” ve “Edîb-i Ferâhânî” diye de bilinmektedir.
[170] Yıldırım, Nimet, İran Kültürü, Pinhan,
İstanbul 2016, 457.
[171] Yıldırım, İran Kültürü, 457- 458;
Zerkanî, Mehdî, Çeşmendâz-i Şi ’r-i
Muâsir-i İran, Salis, Tahran 1387
hş., 85
85;
Şefîî-yi Kedkenî, Bâ Çerâğ uÂyîne, 335.
[172] Yıldırım, İran kültürü, 458; Şefîî-yi
Kedkenî, Bâ Çerâğ u Âyîne, 336.
[173] Yıldırım, İran kültürü, 459.
[174] Yıldırım, İran kültürü, 459; Şefîî-yi
Kedkenî, Bâ Çerâğ u Âyîne, 337.
[175] Yıldırım, İran kültürü, 460; Şefîî-yi
Kedkenî, Bâ Çerâğ u Âyîne, 337.
[176] Yıldırım, İran kültürü, 462; Zerkanî, 86.
[177] Yıldırım, İran kültürü. 463.
[178] Yıldırım, İran kültürü. 465; Şefîî-yi
Kedkenî, Bâ Çerâğ u Âyîne, 337.
[179] Alevî, 148.
[180] Aryenpûr, II,
62-63; Alevî, 74; Şefîî-yi Kedkenî, Bâ Çerâğ uÂyîne,
361.
[181] Zerkanî, 101-103;
Alevî, 76; Şefîî-yi Kedkenî, Bâ Çerâğ uÂyîne, 364.
[182] Zerkanî, 102;
Bakînejâd, 38; Şefîî-yi Kedkenî, Bâ Çerâğ u Âyîne,
366.
[183] Zerkanî, 87; Bakînejâd, 42; Alevî, 68. Şefîî-yi Kedkenî, Bâ Çerâğ u Âyîne,
368-372.
[184]Zerkanî, 88; Bakînejâd, 43;
Şefîî-yi Kedkenî, Bâ Çerâğ u Âyîne, 372-376.
[185] Bakînejâd, 42-43.
Alevî, 77; Şefîî-yi Kedkenî, Bâ Çerâğ uÂyîne, 377.
[186] Zerkanî, 109-110;
Bakînejâd, 34; Alevî, 59; Şefîî-yi Kedkenî, Bâ Çerâğ uÂyîne,
392.
[187] Sepânlû, Şehr-i Şi ’r-i Îrec,
245. Alevî, 62. Şefîî-yi Kedkenî, Bâ Çerâğ uÂyîne,
394.
[189] Yıldınm: nyildirim.wordpress.com/2008/02/17/edib-i-pisaveri-1260-13491844-1930;
Alevî, 56.
[190] Aryenpûr, II, 319;
Zerkanî, 82; Şefîî-yi Kedkenî, Bâ Çerâğ u Âyîne,
319.
[191] Yıldınm: nyildirim.wordpress.com/2008/02/17/edib-i-pisaveri-1260-13491844-1930.
[192] Zerkanî, 111.
[193] Zekam, 112.
[194] Yıldınm, İran Kültürü, 491- 495;
Şefîî-yi Kedkenî, Bâ Çerâğ uÂyîne, 381.
[195] Yıldınm, İran Kültürü, 495- 500;
Alevî, 78.
[196] Yıldırım, İran Kültürü ,500-505;
Bakînejâd, 40-41.
[197] Yıldınm, İran Kültürü, 473; Alevî,
138; Şefîî-yi Kedkenî, Bâ Çerâğ uÂyîne, 420.
[198] Yıldırım, İran Kültürü, 474.
[199]Zerkanî, 98; Bakînejâd, 39; Alevî, 129; Şefîî-yi Kedkenî, Bâ Çerâğ u Âyîne,
429-432.
[200]Zerkanî, 99; Bakînejâd, 39.
[201] İnal Savi, 126;
Bakînejâd, 57-60; Alevî, 254, 453.
[202] İnal Savi, 126;
Bakînejâd, 61; Şefîî-yi Kedkenî, Bâ Çerâğ u Âyîne,
455-459.
[203] İnal Savi, 126;
Alevî, 255-257.
[204] Kırlangıç, 115;
Alevî, 262.
[205] Burkeî, II, 798.
[206] Kırlangıç, 115.
[207]Yıldınm: https://nyildirim.wordpress.com/2009/02/19/pervin-i-i%E2%80%98tisami/; Alevî, 251.
[208] Mahshid Ghaznavi, Pervîn İtisamî’nin Şi’rlerinde Sosyal Durum, (Yüksek Lisans Tezi), Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Ankara 2009, 14-16.
[209] Ghaznavi, 17-18;
Alevî, 252; Şefîî-yi Kedkenî, Bâ Çerâğ u Âyîne,
459.
[210] Ghaznavi, 20-22.
[211] Ghaznavi, 22-25;
Şefîî-yi Kedkenî, Bâ Çerâğ u Âyîne, 465.
[212] Osman Aslanoğlu,
“Pervîn-i İtisâmî’nin Divanındaki Temel Konular”, Jass Studies-The Journal of Academic Social Science Studies, 2018, Number: 66 Spring II 2018, 143-151. Doi number:http://dx.doi.org/10.9761/JASSS7535.
[213] Zerkanî, 131-132;
Alevî, 252; Şefîî-yi Kedkenî, Bâ Çerâğ uÂyîne,
465.
[214] Aslanoğlu, 143-151.
[215] Zerkanî, 195;
Bâkînejâd, 52; Alevî, 301. Şefîî-yi Kedkenî, Bâ Çerâğ u Âyîne,
485-487.
[216] Zerkanî, 196;
Bâkînejâd, 52; Şefîî-yi Kedkenî, Bâ Çerâğ u Âyîne,
488-489.
[217] Zerkanî, 170;
Bâkînejâd, 90; Alevî, 270.
[218] Kurtuluş, Rıza, DİA, XXXIV, 249; Şefîî-yi
Kedkenî, Bâ Çerâğ u Âyîne, 489.
[219] Bâkînejâd, 87;
Alevî, 310; Şefîî-yi Kedkenî, Bâ Çerâğ u Âyîne,
496-499.
[220] Bâkînejâd, 87;
Şefîî-yi Kedkenî, Bâ Çerâğ u Âyîne, 499.
[221] Alevî, 260
[222] Alevî, 261.
[223] Nimet
Yıldınm, “Fârs Şi’r ’inde
Nimâ Çağının Devrelerî”,
Şarkiyat Mecmuası, Sayı 19 (2011), 155.
[224] Yıldırım, Fârs Şi’r’inde Nimâ Çağının
Devrelerî, 156; Şefîî-yi
Kedkenî, Bâ
Çerâğ u Âyîne, 503.
[225] Bâkînejâd, 92; Alevî,
300; Şefîî-yi Kedkenî, Bâ Çerâğ uÂyîne, 505.
[226] Bâkînejâd, 92;
Yıldırım, Fârs
Şi’rinde Nimâ Çağının Devrelerî, 156.
[227] Bâkînejâd, 93;
Tâhirî, 62.
[228] Alevî, 300; Şefîî-yi
Kedkenî, Bâ Çerâğ u Âyîne, 509.
[229] Yıldırım, İran Kültürü,
526; Bâkînejâd, 120; Tâhirî, 104.
[230] Yıldırım, İran Kültürü,
528; Bâkînejâd, 122.
[231] Yıldırım, İran Kültürü,
528; Tâhirî, 106.
[232] Yıldınm, İran Kültürü,
529; Şefîî-yi Kedkenî, Bâ Çerâğ uÂyîne, 523.
[233] Yıldırım, İran Kültürü,
5230-545; Zerkanî, 223; Bâkînejâd, 122-125; Şefîî-yi Kedkenî, Bâ Çerâğ u Âyîne,
531; Tâhirî, 110.
[234] Zerkanî, 194; Alevî,
304.
[235] Zerkanî, 194.
[236] Gökhan Gökmen, Siyâveş-i Kesrayî,
Kırıkkale Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Doğu Dilleri ve Edebiyatları
Bölümü, Kırıkkale, Türkiye, Curr Res Soc Sci (2015), 1(3), 44-51; Tâhirî, 138.
[237] Zerkanî, 307;
Tâhirî, 139.
[238] Kırlangıç, 177.
[239] Bâkînejâd, 104.
[240] Yıldırım, İran kültürü,
611; Bâkînejâd, 161; Tâhirî, 63-97.
[241] Yıldırım, İran kültürü,
612; Zerkanî, 270; Şefîî-yi Kedkenî, Bâ Çerâğ u Âyîne,
537.
[242] Yıldırım, İran kültürü,
613; Bâkînejâd, 162.
[243] Yıldırım, İran kültürü,
615; Bâkînejâd, 164; Şefîî-yi Kedkenî, Bâ Çerâğ uÂyîne,
640.
[244] Zerkanî, 249; Tâhirî,
67.
[245] Zerkanî, 250; Tâhirî,
68.
[246] Zerkanî, 251; Tâhirî,
70.
[247] Zerkanî, 198;
Bakînejâd, 137.
[248] Zerkanî, 199;
Bakînejâd, 138
[249] Zerkanî, 275;
Bakînejâd, 127; Şefîî-yi Kedkenî, Bâ Çerâğ u Âyîne,
550-555; Tâhirî, 73.
[250] Zerkanî, 276;
Bakînejâd, 128-132; Şefîî-yi Kedkenî, Bâ Çerâğ u Âyîne,
555-560; Tâhirî, 76-80.
[251] Zerkanî, 187;
Alevî, 305; Tâhirî, 63.
[252] Zerkanî, 188-191;
Alevî, 307.
[253] Zerkanî, 191;
Bakînejâd, 101.
[254] Zerkanî, 192-193;
Tâhirî, 98-102.
[256] Zerkanî, 183;
Bakînejâd, 145-150; Alevî, 303; Tâhirî, 86-90.
[257] Bakînejâd, 112.
[258] Ruyayî, 14.
[259] Berâhenî, Gozâreş Be Nesl-i Bîsen-i
Ferdâ, 127-129.
[260] Bakînejâd, 108 ve
113.
[261] Kırlangıç, 307
[262] Zerkanî, 373;
Tâhirî, 124.
[263] Zerkanî, 374;
Tâhirî, 127-130.
[264] Kırlangıç 507.
[265] Zerkanî, 400.
[266] Yıldırım, İran Kültürü,
626-628; Şefîî-yi Kedkenî, Bâ Çerâğ u Âyîne, 563.
[267] Yıldırım, İran Kültürü,
629-635; Bakînejâd, 153.
[268] Yıldırım, İran Kültürü,
632-633; Bakînejâd, 155.
[269] Yıldınm, İran Kültürü,
633-635.
[270] Yıldırım, İran Kültürü,
636-638; Şefîî-yi Kedkenî, Bâ Çerâğ uÂyîne, 565.
[271] Yıldırım, İran Kültürü,
639-640; Bakînejâd, 157.
[272] Yıldınm, İran Kültürü,
641; Zerkanî, 265.
[273] Yıldırım, İran Kültürü,
642-645; Zerkanî, 267; Bakînejâd, 158; Şefîî-yi Kedkenî, Bâ Çerâğ u Âyîne, 565-574.
[274] Zerkanî, 402;
Bakînejâd, 186.
[275] Zerkanî, 403.
Bakînejâd, “187. Tâhirî, 222.
[276] Kırlangıç, 425;
Bakînejâd, 165; Tâhirî, 116.
[277] Zerkanî, 360;
Bakînejâd, 166; Tâhirî, 120.
[278] Bakînejâd, 110.
[279] http://www.persian-man.
ir/senior/poets.
[280] Zerkanî, 384; Tâhirî,
134.
[281] Zerkanî, 385; Tâhirî,
135.
[282] Kırlangıç, 465.
[283] Zerkanî, 356; Tâhirî,
225.
[284] Kırlangıç, 475.
[285] Kırlangıç, 475
[286] Zerkanî, 383.
[287] Zerkanî, 383.
[288] Zerkanî, 399.
[290] Kırlangıç, 519.
[291] Tâhirî, 253.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar