Print Friendly and PDF

YİRMİNCİ YÜZYIL SONU AMERİKAN TOPLUMUNA GENEL BAKIŞ

 


 

Hazırlayan: Melis Mülazımoğlu Erkal

Yirminci yüzyıl sonu Amerikan toplumunun belirgin özelliklerinin inceleneceği bu bölümde 1980’ler ve 1990’lar üzerinde durularak, ulusal ve uluslararası bağlamda Amerika’nın yüzyıl sonuna ilişkin tutumu gözler önüne serilecektir. Kültürel, politik ve teknolojik anlamda meydana gelen değişimlerin 1980 sonrası Amerikan toplum yapısını, kimliğini ve korkularını ne şekilde etkilediğine bakılacaktır. Böylelikle, apokalips kavramının bu değişimler sonucunda nasıl bir yan anlam kazandığının inceleneceği beşinci bölüme bir zemin hazırlanması amaçlanmaktadır.

1980’ler Amerika’sı denince akla ilk gelen Ronald Reagan başkanlığındaki muhafazakâr devlet yapısı ve teknolojik gelişmeye yönelik sürdürülen devlet politikasıdır. Cumhuriyetçi Reagan 1981 yılında demokrat Jimmy Carter’dan başkanlığı devraldığında amacı, serbest piyasa ekonomisini ve savunmayı güçlendirmeye yönelik çalışmalar yapmak, orta sınıf yaşam standardını yükseltmek ve düşmanını kesin çizgilerle tanımlamaktı. Buna bağlı olarak, 1984 yılında geliştirilen ve “Stratejik Savunma Projesi” tanımıyla nitelendirilen Amerikan savunma politikasına aktarılan sermayenin yol açacağı dış borçlar düşünülmeksizin kesintisiz devam edilmiştir. Reagan’ın söylemi önceleri “şeytanın imparatorluğu” olarak nitelendirdiği Sovyetler Birliği’nin 1985 yılında seçtiği yeni başkanları M. Gorbaçev’in benimsediği ılıman ve şeffaf politika doğrultusunda ve nihayetinde Berlin Duvarı’nın 1989 yılında çökerek, Sovyet Rusya’nın 1991’de dağılmasına bağlı olarak sona eren Soğuk Savaş (1945­1990) dönemiyle birlikte zaman içerisinde yumuşama göstermiştir. Böylelikle 1980’ler, Amerikan kültür mozaiğini destekleyecek nüfusun artması için dışarıdan alınan göçler, artan dış borçlar, yükselen orta sınıf hayat standardı, kitle iletişim araçlarının desteklediği alım gücü artışı ve tüketim kültürü etrafında dönmüştür. Bazı kuramcılar bu durumu “Amerika’nın, dünyanın hem lideri hem de kölesi olması” şeklinde açıklamaktadır (Snowman and Bradbury 367).

Reagan dönemi, Amerikan sağını devlet, aile ve düzen kavramlarını restore ederek şekillendirdiğinden muhafazakâr Amerikalılar için bir sosyal kalkınma dönemi olarak algılanmıştır. Reagan’ın bu tutumu çevre koruması, azınlık hakları, karşı- kültürün talepleri gibi konularda kısıtlamalara gidilmesine yol açmıştır. Bu süreçte, uyuşturucu kullanımı, kürtaj hakkı, eşcinsel ve feminist oluşumlar engellenip, geleneksel aile hayatı, Hristiyanlığı yayma politikası ve doğanın metalaştırılması desteklenmiştir. Her açıdan tek tip bir toplum yapısının kitle iletişim aygıtları tarafından pompalandığı, döneme “bilgi çağı” adını veren teknolojik ilerlemelerin uç noktalara ulaştığı 1980’ler tüm dünyada yankı uyandıran Amerikan yeni-sağının genel özelliklerini oluşturmuştur.

Bunun yanı sıra, Amerikan devleti 1980’lerin sonuna geldiğinde oluşumu daha önceki yıllara dayanan bir çöküşün içine girmiştir. Vietnam’daki askeri başarısızlıktan sonra 1970’li yılların sonunda yaşanan benzin fiyatlarındaki kriz Amerika’nın dış borçlarını arttırarak, iç dengelerini bozmuş ve enflasyonu tırmanışa geçirmiştir. Çöküş zincirinin bir diğer halkası, gelirlerinin üzerinde harcayarak maddi tatmine ulaşan Amerikan orta sınıfının yol açtığı ekonomik durgunluk ve psikolojik çöküştür; bu da Amerikan sosyal hayatını olumsuz şekilde etkilemiştir. 1987’de yaşanan borsa kriziyle patlak veren istihdam sorunu, dış göçler sonucu oluşan nüfus patlaması ve yerleşim alanı yetersizliği, kalitesiz işçi sayısının yükselmesi ile uyuşturucu ve suç oranındaki ciddi artış Reaganizmi çöküşe iten sebeplerdendir.

Amerikan toplumunun içinde bulunduğu bu karmaşa hali muhafazakâr Reagan diplomasisinin eleştirilmesine ve karşı-kültürün sesinin daha net duyulmasına olanak tanımıştır. Yeni kadın hareketiyle canlanan feminist oluşumlar, insan hakları eylemcileri, sendikalar, özgürlük taraftarı sivil toplum örgütleri ve çevreciler Amerikan hükümetini keskin bir dille eleştirmeye başlamıştır. 1987 yılında Washington’da yarım milyon Amerikalı eşcinsel ve destekçisinin katılımıyla gerçekleşen ünlü “gay yürüyüşü” karşı-kültürün muhafazakâr Amerikan hükümetine olan eleştirisinin ses getiren bir örneğidir (American Social History Productions 662).

Amerikan kültür mozaiğini oluşturan etnik grupların sınırlarını daha net çizmeye başlamaları ırkçı söylemlerin güçlenmesine neden olmuştur. Huntington’nın belirttiği gibi, tüm dünyayı etkileyen çok-kültürcülük yaygın Amerikan bilincinin ve aslında tüm Batı uygarlığının sonunu getirmiştir (306-307). Etnik grupların ve siyahların egemen ideoloji karşısında seslerini duyurmaları sonucu Amerikan müzik sektöründe büyük bir paydaya sahip olmaya başlayan Rap müziği de 1980 sonrası kuvvetlenen karşı-kültürün önemli bir parçası olmuştur. Özellikle Afrikalı- Amerikalıların ve diğer etnik grupların katkısıyla gelişen bu müzik türü, emperyalist Amerikan ideolojisinin bu zamana kadar bastırmış olduğu “ötekinin” sesini duyurarak aidiyet sorunu yaşayan gençlere, hatta işçi sınıfına ait beyazlara bile kendilerini ifade edecekleri bir alan sağlamıştır.

1980’lerdeki Reagan politikasının toplumsal korkularını belirginleştirmesiyle bilim-kurgu, korku ve apokaliptik edebiyat türünün belki de en akılda kalan örnekleri verilmiştir: E.T. (1982), Blade Runner (1982), Star Wars (1979,80,83,97), Alien (1979,86,92,97), Terminator (1984), Back to the Future (1985) serileri gibi bilim-kurgu örnekleri diğer dünyalardan gelebilecek olası müdahale/tehditleri konu edinip, Birleşik Devletlerin “öteki” korkusunu dile getirmiş ve Doğu’dan gelebilecek her türlü kötülüğün muhtemel olduğunun altını çizmiştir. Friday the 13th (1980), The Nightmare on Elm Street (1984), Halloween (1978), The Fly (1986), The Lost Boys (1987), The Thing (1982) gibi korku filmleri ise kötülüğün dışarıdan değil asıl içeriden kaynaklandığını, yani terörün Amerikan toplumunun tam kalbinde yer aldığını, dolayısıyla insanların birbirlerine şüpheyle yaklaşmalarının gerekli olduğunu belirtmiştir. Bunun yanı sıra, The Lost Boys (1987), The Hunger (1983), Near Dark (1987) gibi 1980’lerde popülerleşen vampir korku filmleri Reagan politikasına gönderme yaparak, Amerika’nın kimlik bağlamında bir tehdit olarak nitelediği “öteki” üzerine yoğunlaşmıştır. Bilim-kurgu ve korku türünün 1980 sonrası Amerikan edebiyat ve kültür hayatında yükselişe geçmesinin nedeni, bu iki türün Amerika’nın ulusal ve uluslararası anlamdaki korkuları sonucunda dışarıya karşı daha saldırgan bir diplomasi yürütmesini ve kendi bireyleri üzerinde daha baskıcı bir kontrol mekanizması yaratmasını en açık biçimiyle dile getirmiş olmasıdır.

American Social History Productions adlı kitapta ele alındığı gibi, Amerikan toplumundaki kültürel değişimin yanı sıra, Reagan hükümetinin görev süresi boyunca oluşumları desteklenen çeşitli dini tarikatlar genelinde de 80’lerin sonuna doğru bir huzursuzluk gündeme gelmiştir (660-62). Kitle iletişim araçlarını kullanarak Hristiyanlığı yaymayı hedefleyen ve böylece daha fazla kişiye daha kısa zamanda ulaşmayı planlayan bir takım radikal tarikat liderleri 1986-87 yıllarında isimlerinin karıştığı ahlaksız olaylarla gündeme gelmiştir. Jimmy Swaggart ve Jim Bakker’ın medyayı kullanarak içine girmiş oldukları skandal buna bir örnektir.

Amerikan toplumundaki tarikat oluşumu ve alternatif inançların yaygınlaşması “Yeni Çağ Hareketine” (New Age Movement) bağlıdır. “Yeni Çağ” 1960’ların sonunda Amerika’da ortaya çıkan Yeni Dini Hareketler’in alt gruplarından biri olarak yorumlandığı gibi, insanı ve evreni anlamaya yönelik farklı disiplinlerin ve dünya görüşlerinin bir sentezde buluşarak oluşturduğu çok katmanlı ruhani bir hareket olarak da yorumlanmaktadır. Değişen dünya düzeninin etkisi ile tek/çok tanrılı dinlerden aldığı bir takım özelliklerle kendine has bir yapısı vardır. Kanal olma, ruh göçü, meditasyon, astroloji, UFO’lar, şifa, psişik deneyimler vb. gibi ruhsal konulara ilişkin bireysel yaklaşımıyla özellikle 1980 sonrası Amerikan kitle iletişimi ve medyasında büyük yankılar uyandırarak popüler bir terime dönüşmüştür (Heelas 1, 2). Yeni Çağ hareketinin özünde yatan, insanın fiziksel ve psikolojik sorunlarının üstesinden gelebilmesi için her insanın kendi içinde var olan kozmik güce inanmasıdır. Bir anlamda Yeni Çağ, çağdaş zamanda hissedilen kültürel belirsizliğe verilen bir tepkidir (Heelas 8, 9). Örneğin, 1980’lerde güçlenen kadın hareketiyle tetiklenen cadılık kavramı, kadınların kimlik sorununa ilişkin bir çözüm arayıp, kendilerini toprak anayla ilişkilendirmelerine, ataerkil toplum yapısına karşı çıkmalarına ve çevre yıkımına engel olmalarına imkân tanımıştır. 1980’lerde putperest bir oluşum olarak tanımlanan cadı hareketi tüm Batı’yı etkisi altına almıştır (Ankarloo 61-62, 89). Yeni Çağ hareketine bağlı olarak ortaya çıkan oluşumlardan bir diğeri ise satanizmdir. Satanizm, 1980’lerde popülerleşen heavy-metal müzik türünün karanlık ve öfkeli bir atmosfer yaratmayı hedefleyen müzik sözleri ve sert ritimleriyle varlığını pekiştirir. Heelas’a göre satanizm, kapitalist düzenin altını çizdiği bireyci, kişisel özellikleriyle toplumda sivrilen bireyin kendini gerçekleştirmesinin, ifade etmesinin ve tatmininin önemini meşrulaştıran bir oluşumdur (88-90). Satanist akımın başlıca temsilcisi Anton Szandor LaVey 1968 yılında yazmış olduğu The Satanic Bible adlı kitabı ve Kaliforniya’da kurmuş olduğu şeytan kilisesiyle Hristiyanlığı eleştirir, insanın manevi bir üst otoriteye uymasını zayıflık olarak görür, tüm dinlerin günah olarak yorumladığı şeyleri uygular, böylelikle insanın fiziksel ve zihinsel yapısından haz almasını sağlar. Satanizm şeytanı kutsal bir varlık olarak yücelten bir inanış olmasına rağmen, bilinenin aksine şeytana tapınmayı öngörmez, daha ziyade şeytanı her insanın içinde var olan hayvani duyguların bir temsili olarak görür. LaVey için bir lider, kilise, kutsal kitap ve dini törenler gereklidir, çünkü toplumların var oluşlarını sürdürebilmeleri için simgelere ve ayinlere ihtiyacı olduğunu düşünür (LaVey Giriş). Satanizmin Amerikan toplumunda yaygınlaşması dünyanın sonunun yaklaştığına inanan pek çok kişi için en çarpıcı apokalips işaretlerinden biridir.

Satanizmin yanı sıra, 1980’ler Amerika’sında milliyetçi ve ataerkil söyleme hitap ederek yükselişe geçen Hıristiyan köktendinciliği, apokalips fikrinin bir endüstriye dönüşerek meşrulaştırıldığının göstergesidir. Bunun en belirgin örneği, aşırı dinci tutumuyla medyayı uzun süre meşgul eden yazar Hal Lindsay’in 1980’lerde yazmış olduğu kitapları The Late Great Planet Earth ve Satan is Alive and Well on Planet Earth’tür. Medyayı kullanarak evanjelizmi[1] pekiştiren ve böylelikle halk arasında giderek popülerleşen köktendinci Hıristiyan inancı, dünyayı kurtarma düşüncesine sahip pek çok Amerikalıyı kendine yaklaştırmıştır (Wojcik 7-8, Quinby 1999: 109). Bunun yanı sıra, apokalips ve milenyum inancı tarikatlaşmaya kadar vararak, her devirde varlığını koruyan bir takım dinsel grupların oluşmasına yol açmıştır.

Amerikan toplumunda dünyanın sonunun yaklaştığına dair değişik inançları ve Protestanlığı uygulamada farklı prensipleri bulunan bu tarikatlar genellikle Protestan geleneğinden ayrılarak, kendi içlerinde gruplaşma yoluna gitmişlerdir. Bu tarikatların özünde apokalips bilinci yatar ve dünyanın sonunun çok yakında olduğunu sürekli dile getiren grup liderleri, toplulukları kendi yöntemlerine göre dilediğince yönetmektedir. Kimileri ruhsal âleme dönerek maddeden uzaklaşmayı seçerken, diğerleri daha radikal bir tutum izleyerek, saldırgan tavırlarda bulunmaktadır (Cohn: 1970, 15-17). Bu tarikatların çelişkiler ve kimi zaman zorlamalarla dolu geçmişlerine bakıldığında, son derece korkutucu, yanıltıcı ve histerik sonuçlarla karşılaşmak mümkündür. Bu anlamda McMurrey’in söylediği gibi, günümüzde apokalips dehşetin basitleştirilmesi, belirsizin belirginleşmesi, cinayet ve her türlü kargaşanın eğlenceli bir meşgale haline gelmesi olarak yorumlanabilir (3-14). Buna karşın, Amerika’da bu tip oluşumları tam anlamıyla engelleyen herhangi bir devlet politikası bulunmamaktadır. Bunun sebebi, Amerika’nın kurulduğu ilk günden bu güne içinde barındırdığı mezhep farklılığının önemidir. Binlerce göçmenin on yedinci yüzyılda Avrupa’dan ayrılıp yeni kıtaya yelken açmasının sebebi, bu insanların Avrupa’da yaşamış oldukları mezhep baskısıdır. Dolayısıyla, bir dinin uygulanmasında ortaya çıkan yöntem farklılıkları ve o farkın yol açtığı görüş ayrılıklarının geçmişi ve geleceği algılamasındaki zıtlık, aslında Amerikan kültürel mozaiğini oluşturmaktadır ve bu da Amerikan toplumunun özünü oluşturmaktadır. Bu yüzden bu tür dini tarikatlara herhangi bir yasak konmamıştır ama devlet gerekli gördüğü anlarda askeri ve hukuki müdahale yapmaktan da kaçınmaz.

“Jim Jones İnsanlar Tapınağı” olarak bilinen tarikat, 1978 yılında Güney Amerika, Georgetown civarındaki ormanların arasına kurulmuş olup, Jonestown adıyla anılmıştır. İçlerinde 276 çocuğun ve tarikat liderinin de bulunduğu 900 kişinin toplu halde zehir içmesiyle sonuçlanan intiharla gündeme gelen Jim Jones İnsanlar Tapınağı örneği, Amerikan tarihinde 11 Eylül’den bu yana meydana gelen ikinci büyük kitlesel katliam olarak anılmaktadır. Bu denli büyük bir toplu intihar girişimi Amerika’da büyük yankı uyandırmış olup, topluluk lideri Jim Jones’a topluluğu daha önce de intihara zorlayıp, insan haklarını ihlal ettiği için Amerikan hükümeti tarafından dava açılmıştır. “Vaat edilen kutsal kent” alegorisi şeklinde bir orman içinde kurulmuş olan, tarikat mensubu olmayanlara girişin kapalı olduğu bu oluşum, çevreden katılmak isteyen meraklı kişilerin artmasıyla genişlemiştir. Tarikat lideri Jim Jones, uyuşturucu ve seks düşkünü olarak tanımlanmaktadır. Tarikatın çevreden gelen tepkiler sonucunda basın tarafından izlenmeye alınmasıyla patlak veren olaylar, 900 kişinin toplu intiharıyla sonuçlanmıştır.

“Davidian Tarikatı”nın lideri David Koresh’in Teksas’ta kurmuş olduğu bu oluşum Amerikan tarihinde “Waco katliamı” şeklinde bilinir. Kendisinin son peygamber olduğuna inanan ve 1993’teki kuşatma sırasında içinde 20 çocuğun da bulunduğu 70 kişiyle birlikte hayatını kaybeden Koresh, çocuk tacizi, tecavüz ve tarikat genelinde çok sayıda patlayıcı ile silah bulundurmaktan suçlanmıştır. Amerikan hükümetiyle karşılıklı yaptıkları 51 gün süren görüşmelere rağmen, tarikatla ilgili herhangi bir sonuç elde edilememiştir. Tarikatın geride kalan müritleri Koresh’in yeniden dünyaya geleceğine inanmaktadırlar.

“Cennetin Geçidi” adlı tarikatın lideri Marshall Applewhite ve müritleri 1997 yılında Kaliforniya’da siyanür içerek toplu intiharda bulunmuşlardır. UFO’larla iletişim içinde olduğunu söyleyen Applewhite, bu dünyadan tek çıkışın intihar olduğuna ve öldükten sonra UFO’lar tarafından kurtarılacağına inandığı için bu yolu seçtiğini önceden belirtmiştir.

“Latter-Day Saints of Jesus Christ” ya da “Mormon Kilisesi” olarak bilinen tarikat, 1830 yılında Utah’da Joseph Smith tarafından kurulmuştur. Başlıca özelliklerinden biri çok eşlilik olan Morm onlar, şu anda Amerika’da en fazla sayıda üyesi olan tarikattır. İnsanlığın son günlerinde yaşadığına inanan ve milenyum inancına fazlasıyla bağlı olan Mormonlar, liderleri Joseph Smith’in kurmuş olduğu duvarlarla çevrili komünde hep birlikte yaşayarak, İsa’yla sürekli iletişim içinde olduklarına inanmaktadırlar. Son yıllarda dünya gündemini meşgul eden haberleriyle adı duyulan yeni tarikat lideri Warren Jeffs, Teksas’ta aynı şekilde kurulmuş olan komünde 2002’den bu yana müritleriyle beraber yaşamaktadır. Tecavüz, çocuk tacizi ve reşit olmayanları evliliğe zorlama suçundan dolayı Amerikan hükümeti tarafından sayısız kere tutuklanmıştır. 2008 Nisan ayında reşit olmayan 462 çocuğu Teksas’taki komünde alıkoymaktan ve çokeşliliğe zorlamaktan dolayı hapse girmiştir ve çocuklar ailelerine teslim edilmiştir. Warren Jeffs halen tutukludur ama tarikat liderliğini sürdürmesi engellenmemiştir (www.news.bbc.co.uk).

Yukarıda örneklenen tarikat oluşumları ve liderlerinin karıştığı sayısız küçük düşürücü sonucun yanı sıra, Amerikan hükümetinin mezhep farklılıklarına karşı gösterdiği rahatlık devletin olmazsa olmaz politikalarından biridir. Bunun nedeni, tarikat oluşumunun kazanılmış mezhep özgürlüğünün bir sonucu olarak Amerikan kültürünün özünü oluşturmasıdır. Amerika’nın mayasında bulunan mezhepler mozaiği, apokalips ve milenyum inancını sürekli taze tutarak, bu tür oluşumların varlığını desteklemektedir. Karizmatik bir lider, toplumdan ve teknolojiden uzakta konumlanmış, tarıma dayalı bir komün hayatı, sözde insan eşitliğini vurgulayan dinsel bir söylem bu tür tarikat oluşumlarını çekici kılan özelliklerden sadece bir kaçıdır. Politikadan, dinden, kargaşadan uzak bir dünyanın hayalini kuran üst-orta sınıf Amerikan bireyinin kaçış yeri klimalı, güvenlikli, her türlü teknolojiyle donatılmış alışveriş merkezleri ve yeşil alanlar arasına yapılmış gökdelenler olurken kapitalist ideolojinin egemen olduğu tüketim toplumunda aradığını bulamamış, bastırılmış, kendini ifade etmekte zorlanan, aile kavramının içini doldurmaya çalışan insanlar için bu tarikatlar en güvenli ortamdır. Yukarıda bahsedilen tarikatlar bir anlamda Baudrillard’ın The Consumer Society: Myths and Structures adlı kitabında dile getirdiği “koruyucu ütopik alandaki yapay hayat” sözüne karşılık gelmektedir (29). Bunun yanı sıra bu tarikatların hemen hemen hepsinin özünde yatan apokalips fikri, dinsel öğretilerin nasıl birer sosyal olguya dönüştüğünü göstermektedir. Tarikatların kendilerine çıkış nedeni olarak benimsedikleri dünyanın sonu fikri, “tepedeki kutsal kentte,” yani toplumdan uzakta oluşturulan komün hayatı çerçevesinde sürdürülür. Tarikatın karizmatik lideri “Mesih” rolüne bürünerek şeytana karşı verdiği son savaş ve mutlak refaha ulaşma gayretiyle toplumla çatışır. Böylelikle, tarikatlar sayesinde yinelenen apokaliptik düşüncenin toplumsal anlamda pekiştirildiği görülmektedir.

1980’ler Amerika’sında tarikat oluşumları sürerken Japonya, Çin, Güney Kore gibi dünyanın diğer ucundaki bazı ülkeler yeni bir güç merkezi olarak ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu da kendini uzun zamandır dünyanın efendisi ilan etmiş Amerika’nın güç dengelerini derinden sarsarak, Birleşik Devletleri en büyük korkusuyla baş başa bırakmıştır: Kendini tanımlarken her zaman için “ötekinin” ihtiyacını hissetmiş olan Amerika şimdi karşısında kendi iktidarını ilan eden bu ötekinin güçlenen kimliğinden ötürü psikolojik bir baskı hissetmeye başlamıştır. Bu paranoya yani, Edward Said’in sözleriyle “Batı’nın sınırlarının Doğu tarafından ihlal edilmesi ihtimali olan oryantalist düşünce” (72) Amerika’yı uluslararası anlamda daha da saldırganlaştırarak, 1989 yılında Reagan’dan hükümeti devralan George H.W. Bush’a yeni bir dünya düzeni kurması ve uluslararası anlamda kendini ispat edebilmesi için fırsat vermiştir.

1989-1993 yılları arasında Amerika’nın başkanlığını sürdüren muhafazakâr G. H. W. Bush’un göreve gelir gelmez Panama Kanalı ve Irak Körfez Savaşı gibi sıcak müdahalelere katılması onun dünyaya vermek istediği mesajı belirginleştirmiştir: Amerika, “ötekinin” kendisini tanımlamasına asla izin vermeyerek Orta Doğu’daki varlığını yayılmacı politikası doğrultusunda gerçekleştirecektir. Ulusal dinamiklerin yeniden yapılandırılması konusunda ise G. H. W. Bush’un politikası, gelenekçi Amerikan aile hayatının sürdürülmesi, dini değerlerin korunması, karşı-kültürün ve azınlıkların bastırılması gibi muhafazakâr bakış açısını korumaya yönelik adımlardan oluşmaktadır.

1980’lere damgasını vuran Reaganizm ve 1990’ların başında egemen olan G. H. W. Bush politikası 1990’ların ortalarına gelindiğinde Amerikan toplumunu derinden etkileyecek olan demokratik bir dalganın etkisine girmiştir. 1993 yılında başlayan başkanlığından görevi bıraktığı 2001 yılına kadar Birleşik Devletler’in kültürel, toplumsal ve politik tavrını değiştiren Bill Clinton, serbest piyasa ekonomisinin iyice yerine oturmasının rahatlığıyla yüzünü uzun zamandır ihmal edilen azınlık haklarına, kadınlara, eşcinsellere, çevreci örgütlere ve sivil toplum örgütlerine dönmüştür. Savunma sanayisine akıtılan bütçede kesintiye giderek, yaşam standardını yükseltmeye yönelik çalışmalarla birlikte sağlık, toplumsal refah, işsizlik gibi sosyal konulara yatırım yapmayı uygun bulmuştur. Böylelikle, daha önceki sağ-merkezli hükümetlerin aksine, karşı-kültürün sesinin mümkün olduğunca duyurulmasına olanak sağlayarak, ülke genelinde barış, uzlaşma ve eşitlik gibi değerlerin öne çıkmasını sağlamış, uluslararası ilişkilerde de sıcak operasyonlardan ziyade arabulucu görevi yüklenmeyi tercih etmiştir.

Clinton’ın tüm çabalarına rağmen, 11 Eylül 2001’de gerçekleşen terörist saldırı sonucunda Amerikan toplumunun karamsarlığa düşmesi, ulusal ve uluslararası korkularının artması, bu toplumsal histerinin büyüyerek özellikle Orta Doğu açısından bir tehdide dönüşmesi kaçınılmaz olmuştur. Birçok kuramcının Amerika için bir dönüm noktası olarak yorumladığı ve beklenen apokalipsin tam anlamıyla yaşandığına inanılan 11 Eylül saldırısı, Clinton’ın başkanlığı bırakmasından sekiz ay sonra, yani George W. Bush’un yeni başkan seçildiği dönemde meydana gelmiştir. Terörist saldırıyı gerçekleştiren radikal İslam terör örgütü El Kaide lideri Usame bin Ladin, oluşumu 1970’li yıllara giden bu terör örgütünü Sovyet Rusya’nın Afganistan’ı işgali sırasında kurmuş olup, Amerika’dan gelen silah yardımıyla zenginleştirmiştir. Bu bağlamda, Amerika’nın Sovyet Rusya’yı çökertmek için beslemiş olduğu Ladin, zaman içerisinde güçlenerek kendi politik söylemini yaratmış ve bir anlamda Amerika’ya karşı egemenliğini ilan etmiştir. Çok sayıda masum insanın hayatını kaybettiği 11 Eylül saldırısı sonucunda, Amerika’nın yeni-muhafazakâr başkanı G.W. Bush teröre karşı savaş açtığını iddia ederek, Afganistan’ı ve sonrasında Irak’ı işgal etmiş, böylece sonu bilinmeyen bir kuşatmanın içine girmiştir. Kendi politikasını haklı çıkarmaya çalışan Bush, İncil’de öngörülen apokaliptik inanca sürekli gönderme yaparak bir anlamda Mesih rolünü üstlenmiş, iyi ve kötünün son savaşı sonucunda tüm evrene refah getirmesini bir görev bildiğini söylemiştir. Afganistan ve Irak işgal sürecinde Saddam hükümetinin devrilmesi ve Taliban’ın çökertilmesi Amerika için bir başarı sayılsa da, Bush’un İslam dinine yönelik açık nefreti, delil yetersizliğine rağmen Irak işgalini sürdürmedeki ısrarcı tavrı tüm dünyada kınanmıştır. Bu noktada Huntington’ın Soğuk Savaş sonrasında tüm dünyayı etkisi altına alacağına inandığı medeniyetler, daha doğrusu dinler çatışması kendini apaçık göstermiştir.

1980 sonrasında Amerikan toplumunda hissedilen bir diğer kaygı, küreselleşmenin olumsuz sonuçlarının tüm dünya için tehlike arz ettiğidir. Teknoloji sayesinde gelişen ulaşım şekillerinin insanları birbirlerine yaklaştırması, bulaşıcı virüslerin hızla yayılmasına sebep vermiştir. 1991’de Güney Amerika’da patlak veren kolera salgınının hava yoluyla taşınan kargolar sonucunda New York’a dek ulaşabileceği olasılığı bu duruma bir örnektir (Buell 140). Bunun yanı sıra iklim değişikliğine bağlı olarak, yirminin üzerindeki bulaşıcı hastalık mikrobunun kendini tekrarladığı gözlemlenmiştir (137). İnsan sağlığını tehdit eden küresel virüslerin yanı sıra, 2000’in gelişiyle dünyadaki tüm bilgisayar yazılımını bozacak olan “2000 Yılı Problemi ya da Milenyum Böceği” (Y2K) ismindeki bilgisayar virüsü bir diğer enformasyon çağı kaygısı olmuştur. Üç sıfırın yan yana dizilmesiyle bilgisayar belleğinde karışıklığa yol açacağı düşünülen bu virüs, dünyadaki bütün bilgisayar ağlarını etkisi altına alacağı ve bilgisayarla çalışan her sistemi bozacağı düşünüldüğünden, Amerika başta olmak üzere bütün dünyayı önlem almaya zorlamıştır. Milenyumun ilk gününde nelerle karşılaşacağını sabırsızlıkla bekleyen birçok Amerikalı küçük sorunlar dışında Y2K virüsünün sanıldığı gibi sistem çöküşüne sebep vermediğini görmüştür. 1990’ların son çeyreği düşünüldüğünde, apokalips ve milenyum inancının yaklaşan 2000’le birlikte tüm Batı dünyası için popülerleştiği görülmüştür. Milenyum aslında sadece Hristiyanlığı ilgilendiren bir kavramken, dünyada kötülüğün, savaşın hüküm sürmeyeceği, mutlak refahın egemen olacağı bir zamanla ilişkilendirildiğinden tüm insanlığı etkisi altına alacak kültürel bir metafora dönüşmüştür. Bill Clinton’ın demokrat duruşu ve dünya genelinde altını çizmiş olduğu barışçıl düzen anlayışının da 2001 yılına kadar süren başkanlığı süresince bir anlamda milenyumun vaat ettiği mutlak refaha işaret ettiği söylenmektedir. Enformasyon çağının iyice hızlandığı 1990’lardaki teknolojik ilerlemeler sonucu bilgisayar teknolojisi günlük hayatın vazgeçilmezi olmuş, ilk hayvan kopyalanmış, Mars gezegeniyle ilgili araştırmalar yapılmış, çevre bilinci gelişmiştir. Clinton’ın kendine başkan yardımcı olarak çevrebilimsel yaklaşımlarıyla öne çıkan Al Gore’u seçmesi Amerikan toplumunun yeşil harekete olan desteğine bir örnek olarak gösterilmiştir. Tüm bunların sonucunda, küreselleşme ve çok-kültürcülük yeni dünya düzeninin belirleyicisi haline gelmiştir. Ulusların birbirine yakınlaşması ve iletişimlerinin artmasıyla kültürel farklılıkların hem yumuşatıldığı hem de postmodern bakış açısı sayesinde bireyselliğin öne çıktığı bu dönem, Amerika için toplumsal çöküşün kısa süreliğine kesintiye uğradığı, umut vaat eden bir zaman dilimi olarak algılanmıştır.

Görülüyor ki, Amerika Reagan ve Bush politikasının hüküm sürdüğü 1980’ler ve 1990’larının ilk yarısında geleneksel, dini değerlere bağlı, merkez-sağcı politik duruşunun etkisiyle yüzyıl sonuna ilişkin korkularının vücut bulacağı bir kimlik arayışına girmiştir. Bazı kuramcılar Amerika’nın arkasına sığındığı bu dini söylemi eleştirip, bunu iktidarı sürdürebilmek için bir çırpınma refleksi olarak yorumlamaktadırlar. Düşmanının somutlaşmasıyla neye karşı ve hangi stratejiyle savaşacağını daha iyi belirleyen Birleşik Devletler, yeni-cumhuriyetçi politikayla beslenen Püriten mirası canlı tutarak ulusal kaygılarının kaynağını belirlemiştir. 1980 sonrası dönemde Amerika’nın ulusal anlamdaki başlıca korkuları, toplumsal cinsiyet rollerinin karşısında duran yeni kimlik temsilleri, AİDS salgını, doğanın saldırganlaşması ve toplumsal çöküşe ilişkin bir takım olgulardır. Yukarıda özetlenen tarihsel dönemin vurguladığı noktalar ışığında ve özellikle Reagan döneminde Amerika’nın apokalips fikrine olan yaklaşımının değişmediğini fakat çeşitlendiğini söylemek mümkündür. Küreselleşmenin, postmodern dünya görüşünün, çok- kültürcülüğün zorunlu bir sonucu olarak apokalipsin çeşitlenmesi, özündeki dünyanın sonu fikrini değiştirmemiştir, bu sona dair geliştirilen senaryoları çoğaltmıştır.

 



[1] Özellikle Hıristiyan olmayanlara Incil’deki öğretileri açıklama, öğretme ve Hıristiyanlığı yayma amacı üzerine kurulu Protestan mezhebi.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar