Print Friendly and PDF

Ahmed Yesevi Hakkında

Bunlarada Bakarsınız

 

Hazırlayan: K. Hakan TEKÎN

TÜRKİSTAN (YESİ) ŞEHRİNİN COĞRAFİ KONUMU VE TARİHÇESİ

Bugün, Türkistan ismi ile anılan “Yasi” yahut “Yesi” şehrinin adı, XII.yüzyıl yazarlarından Samani’nin (öl.l 166) Kitab’ul Ensah’ın da ve Yakut-u Hamevi’nin (1168-1229) Mücmeü’l Buldan’ında geçmemektedir (Barthold 1975: 192,371,381).

Yesi şehri hakkında en eski bilgi, Ermeni Hükümdarı I. Getum’un 13.yüzyılm ortasında Mengü Han’a ziyareti sırasında yazdığı eserde mevcuttur. Eserde bu şehrin adı “Asan” olarak geçmektedir (Anonim 1994:228). 15.yüzyıl başında, Şerafeddin Yezdi şehir için “küçük bir köy görünümünde” olduğunu yazarken, Orta Asya tarihçisi Ruzbihan İsfahani Mihmanname-i Buhara adlı eserinde 16.yüzyıldaki Yesi için “Yesi şehri bölgenin vilayeti” demektedir. Diğer bazı kaynaklarda da 16.yüzyılda şehir iki isimle anılmaktadır: “Yesi“ ve “Türkistan". Şehrin adı, Mahmud İbn-i Ali’nin 17.yüzyıl sonlarında söylediği şekliyle “Türkistan” olarak günümüze gelmiştir (Anonim 1994:228), (Lev 1).

lö.yüzyılda Türkistan adını alan Yesi şehrinde yapılan arkeolojik kazılar sonucu Türkistan’ın güneydoğusunda eski Kültepenin bulunduğu yerde Yesi Köyü ortaya çıkarılmıştır. Türkistan’ın doğusunda Kültepe bulunmaktadır. Kültepe ile Hoca Ahmed Yesevi Türbesi’nin arası 350 m. kadardır. Kültepe’nin yerden yüksekliği 9 m.dir ve 150x120 m.lik bir alanı kapsamaktadır.

Yapılan kazılar sonucunda Kültepe’nin oluşumu hakkında şu bilgilere ulaşılmıştır: 1.çevre alanı 4.-5.yüzyıl; 2.çevre alanı 5.-6.yüzyıl; 3.çevre alanı 7.yüzyıl 3.çevre alanında hayatın bitmesiyle 8.yüzyıla kadar bir boşluk dönemi görülmektedir. 4.ve 5.çevre alanları 9.-11 .yüzyıl; 6.çevre alanı 12.-14.yüzyıl; 7.çevre alanı 19.yüzyıl; (Kültepe’nin boşalması 19.yüzyıla kadar sürmüştür. Bundan sonra tepe tekrar eski

önemini kazanmaya başladığı ve sonraki şehrin sınırını oluşturduğu bilinmektedir). (Anonim 1994: 228).

Kültepe’de yapılan araştırmalar sonucunda, önceleri de yerleşmenin mevcut olduğu Yesi şehrinin 1000 yıllarının ortalarında kurulduğu ispatlanmaktadır. Şehrin kuruluş tarihleri 1000 yılına kadar indiği bilinir. Moğol işgaline kadar 13.-14. yüzyıllarda şehir, Kültepe alanı ile sınırlı olduğu bilinmektedir. Şehir, 19.yüzyılda Kazak Hanlarının başkenti olmuştur.

Şehrin merkezi kabul edilen Şavgar’ın (ya da Savran’m), Karahıtay saldırılarından sonra, Yesi küçük olmasına rağmen bölgenin merkezi ve Çimkent’ten Sığınak’a giden en önemli ticaret merkezi olmuştur. Şehrin “Kıpçak Bozkırı” ve Orta Asya’nın ünlü şehirleri Harezm, Şaş, Buhara ve Semerkand arasından geçen İpek Yolu boyunda bulunması ticaretin ve şehrin gelişmesinde etken olmuştur. Yesi şehri tüccarların ve gezginlerin en önemli durağı olmuştur. Şehir, bu öneme 12.yüzyılda büyük Türk mutasavvıfı Hoca Ahmed Yesevi’nin yaşadığı dönemde sahip olmuştur. Onun ölümünden sonra mezarının üzerine türbe inşa edilmiş ve bu türbe kutsal bir yer özelliğini kazanmıştır (Grandova 1978:226; Whittell 1993: 277). .

Yesi şehri en parlak dönemine, 12.yüzyılda burada Hoca Ahmed Yesevi’nin yaşamaya başlamasıyla sahip olmuştur. Yesevi’nin vefatının ardından mezarı üzerine yapılan küçük boyutlu mütevazi bir türbe ile burası kutsal bir yer özelliği de kazanmıştır.

Babür zamanında yaşamış olan şair Şeybani’nin şiirleri Yesi şehrinin, bugünküden farklı olarak, o dönemde Yesevi’den kaynaklanan dini bir hayat ve önem dışında, Hoca Ahmed Yesevi’nin “Divan-ı Hikmet” adlı eseriyle edebi ve kültürel bir hayatının olduğunu düşündürmektedir; ayrıca Şeybani’nin şiirlerinden Çağatay kültürü ve edebiyatının önemli bir merkezi konumunda olduğu sonucunu da çıkartmak mümkündür (Anonim 1994:226).

Seybani, Türkistan yani Yesi’yi zamanın Semerkand, Buhara ve Herat’ına tercih etmektedir. Gerçek Müslümanlığın, bozkır şehirleri çevresinde yaşayan Türk boylarında olduğuna inanmaktadır. Horasan ve Maveraünnehir’in güzel şehirlerinden, Türkistan’ı doğup büyüdüğü geniş bozkırları tercih edişini şu şiiri ile dile getirmektedir:

Evliyalar severi ol şah-i Türkistan imiş

Yer yıızüni nur i tutkan mah-i Türkistan imiş

Yol yanılganlarga dirmen baralım Sabran sarı

Kılma ömrün zayi rah-ı Türkistan imiş

Könlüme kelgil diyormen ol Semerkand arzıılap

Bilmemiş sen ey gönül dilhani Türkistan imiş (înan 1976:496).

Yesi ismi daha ileriki dönem çalışmalarında da dikkat çekmektedir. Şerafeddin Yezdi’ye göre şehir 1388’de Toktamış’ın askerleri tarafından yağmalanmıştır. Aynı zamanda Hoca Ahmed Yesevi’nin türbesi de bu saldırıya maruz kalmıştır. Toktamış’ı mağlup eden Timur, ele geçirdiği ganimetlerin bir bölümünü 1397’den itibaren yeniden yaptırmaya başladığı Hoca Ahmed Yesevi Türbesinde kullanmıştır (Anonim 1994:228).

Timur’un inşa ettirdiği türbe, şehrin 15. ve lö.yüzyılda İslam.alemlerindeki önemini artırmıştır. Türbenin yanına Han Otağı ve 15. -17.yüzyıllarda bu otağ yanma süratle Rabia Sultan ve Esim Han mezarları yapılmıştır (Grandova 1978:229; Whittell 1993:278). 15.yüzyılm ikinci yarısında şehrin ismi, Timur torunları ve Şabanoğulları arasındaki mücadelelerinden bahseden eserlerde geçmektedir (Grandova 1978:227).

Özbekler, 1510’da İranlIlarla olan savaşta yenilmesi üzerine kısa bir zaman için Semerkand, Buhara ve diğer fethettikleri yerleri kaybettikleri zaman Türkistan’a çekilmiş ve kısa bir süre için Türkistan şehrini başkent edinmiştir (Barthold 1975:319).

Ortaçağdaki Yesi şehri, bu bölgedeki diğer büyük şehirler sayesinde dış kale, iç kale ve orta yerleşim bölgesi olarak çeşitli bölümleriyle karşımıza çıkmaktadır. Dış kale Hoca Ahmed Yesevi Türbesinin kuzeydoğusunda bulunur. 5 burçtan ve 2.6 hektarlık bir alandan oluşmaktadır. Dış kale duvarlarının malzeme ve tekniği incelendiğinde Hoca Ahmed Yesevi Türbesinden sonra inşa edildiği anlaşılmaktadır.

Yesi şehrinin asıl gelişimi Moğol devrinde başlamıştır. Yeni şehir Hoca Ahmed Yesevi Türbesinin batısmdadır. O dönemde şehrin ticareti ve dini idaresi Timur’un atadığı valiler tarafından yürütülmekteydi. Her ne kadar Şerafeddin Yezdi, 15.yüzyıl ortalarında Yesi şehrine “Küçük Köy” diyorsa da, Orta Asya tarihçisi olan Ruzibhan İsfahani “Mihmanname-i Buhara” adlı eserinde, lö.yüzyıldaki Yesi hakkında “Yesi Şehri Bölgenin Vilayetidir” demektedir (Anonim 1994:228).

Yesi Şehri, tarih boyunca tüccarların ve gezginlerin uğrak yeri halindedir. Bazı kaynaklara göre lö.yüzyılda şehir Yesi ve Türkistan olarak iki ayrı isimle anılmaktadır. Hoca Ahmed Yesevi Türbesi sayesinde Yesi şehri İslam alemi gözünde özellikle 15. ve lö.yüzyıllarda en parlak dönemini yaşamış ve hâlâ da bu önemini muhafaza etmektedir. Günümüzde bile bölgede yaşayanlar tarafından Hoca Ahmed Yesevi’nin türbesine uğramadan yapılan hac farizesinin yarım olacağı inancı yaygınlığını korumaktadır.

18.yüzyılda Kalmıklar, o zaman Kazaklara ait olan Taşkent ve Sayram dışında Türkistan şehrini de ele geçirmişlerdir. 1864 yılında ise şehir Hokand Hanlığının idaresine girmiştir (Grandova 1978: 228). Hokand Hanlığı döneminde şehrin planı genişletilmiş olsa da yapısı eski halini korumuştur. Bu dönemde Yesi şehrine önemli yapılar yapılmamış, sadece onarım çalışmalarında bulunulmuştur. Hokand Hanlığı döneminde Yesi, düzgün planlı ve 90 hektarlık bir alanı kapsıyordu. Bu alan 15 m. lik duvarla çevrelenmişti. Duvarlarda 12 minber ve 4 kapı bulunmakktaydı. Bu kapılar Darvaza, Muştala, îyetti ve İşan adlarıyla anılmaktaydı (Barthold 1975: 332).

Şehir evlerini dış kale surlarından içi su dolu hendekler ayırıyordu. Kale surlarında pişirilmemiş kerpiçten yapılmış 4 adet nöbetçi kulübesi bulunmaktaydı. Kale surlarının uzunluğu 700 m. idi. Şehre dış kalenin kuzeydoğusundan açılan kapıyla girilirdi. Şehrin geniş sokakları kapılardan dış kaleye ve Pazar alanına açılmaktaydı. Evlerin arası sık sokaklardan oluşan mahalleler halindeydi ve genellikle evler iç kapılı ve duvarlarla çevriliydi (Anonim 1994:228).

Şehrin en sağlam yapıları, önlerinde ağaç ve havuz bulunan mescidlerdi. Bu mescidlerin tavanları işlemeliydi. Tarla ve bahçeler şehrin etrafında bulunuyor ve buralara kanallarla su taşınıyordu. 14.yüzyıhn ortalarına gelindiğinde şehirde 40 mescid, 2 medrese, 1 Pazar, 22 su değirmeni, 21 deri işleme atölyesi ve 1200 ev bulunmaktaydı. Şehrin nüfusu 500 kişi olup bu nüfusun yaklaşık 375’i çiftçilikle uğraşmaktaydı. 14.yüzyılın sonuna kadar şehrin bu yapısı hiç değişmedi (Anonim 1994:228).

10 Ekim 1731’de başlayıp her geçen gün artarak devam eden Rusların Kazakistan’a müdahalesi 1867 yılında Kazakistan’ın Türkistan şehrini de içine alan Güney Bölgeleri Sır Derya ve Semireç idari bölgeleri olarak Türkistan’da kurulan “Türkistan Genel Valiliğine” bağlanmıştır (Saray 1996:114).

Türkistan, Kazakistan’ın Rusya’ya bağlanmasından sonra - da düzenli savunma surlarıyla tipik bir Orta Asya şehri olarak kalmıştır. Sadece dış kalede Rus askerlerinin barınmaları için yer ve komutanlara ev, kilise ve başka askeri depolar eklenmiştir.

1870 yılında Türkistan askeri bölge yönetimi, şehri geliştirme planını yürürlüğe koymuştur. Bu planlardan biri 1875’te uygulanmıştır. Buna göre şehir duvarlarının dışında kuzeydoğu tarafında, boş bölge üzerine, öncekinden farklı olarak geniş sokaklı ve düzenli “Yeni Şehir” isimli bir plan yapılmıştır. Yeni şehrin gelişmesi, kuzey ve doğu yönleri doğrultusunda olmuştur. 1875-1883 geliştirme planında eski şehrin geliştirilmesine gerek görülmemiştir. Yeni şehir de eski şehre nazaran daha az gelişmiştir. Türkistan’ın gelişmesinin devamı 1901-2 yıllarında şehirden 4.5 km batıya doğru yapılan Orenburg-Taşkent yoluna bağlıdır ve 2O.yüzyılın başlarında şehir planı aynı kalmıştır.

Yeni şehir, eski şehir ile kuzeydoğu taraftan birleşmekteydi. Yeni şehrin planı iki büyük caddenin dik olarak kesişmesinden ibaretti. 1910-12 yıllarında şehirde valilik evleri ve toplantı alanları mevcuttu. Tek katlı evler birbirlerine yüksek duvarlarla bağlı durumdaydı. Şahıslara ait evler kurutulmamış kerpiçten, devlete ait evler ise kurutulmuş kerpiçten yapılıyordu (Anonim 1994:229).

Yeni şehir yirminci yüzyılın ilk on yılında Avrupa tarzındaki Rusya’nın şehirlerini temsil etmekteydi. Geniş ve düzenli sokakların sağ ve solunda kanallar bulunmaktaydı ve buralara ağaçlar dikilmişti. 1909’da istasyondan şehre doğru uzanan bir cadde yapılmıştır. Söylenenlere göre “Yeni Şehir” Avrupai Rusya’nın şehirlerini temsil ediyordu. Geniş ve düzenli sokakların sağ ve solunda kanallar vardı ve şehre ağaçlar dikilmişti. 1909’da demiryolu istasyonundan şehre doğru uzanan bir cadde yapılmıştır (Grandova 1978:237).

1917 Şubatında, Bolşevik ihtilali ile Çarlık rejimi yıkılarak Sovyet yönetimi oluşturulmuştur; şehirde 1917 sonbaharında kurulan askeri ihtilal komitesi, Sovyet Hükümeti kurulmasından sonra, 1918’de Türkistan Bolşevik organizasyona dönüştürülmüştür. Sovyet yönetimi sırasında Türkistan, güney Kazakistan’ın üretim merkezi haline geldi. 1978 yılında Türkistan’da Hoca Ahmed Yesevi Müzesi kurulduğu bilinir (Saray 1996:155).

20.yüzyılın ortalarına doğru Türkistan’ın gelişmesi istasyon caddesi boyunca devam etmektedir. 1950’li ve 60’h yıllarda Türkistan, Barisofka istasyon köyünü içine almıştır.

Sovyet dönemindeki I. Yönetim planı doğudan batıya uzanan şehri üç bölüme ayırmıştır. Şehir genel merkezi Barisofka istasyon köyü ve şehir arasında belirlendi. Şehir bölgeleri şimdiki biçimde saklanmış mimari eserlerle doğu ve batıya ayrılıyordu. Doğu bölümü geniş bir alan kaplamaktadır. Doğu bölümünün içine eski şehir sınırındaki arkeolojik yer ve 19.-20.yüzyıl başlarında yapılan yeni şehir girmektedir ( Grandova 1978:239).

1 Aralık 1991 günü yapılan seçimle Nazarbayev, beş yıl süreyle Kazakistan Cumhurbaşkanlığı’na seçilmiş, 10 Aralık 1991’de de Kazak Parlamentosu aldığı bir kararla cumhuriyetlerinin “Sovyet Sosyalist” adını bıraktığını ve sadece Kazakistan Cumhuriyeti olarak anılacağını ilan etmiş ve bu ilan ile Türkistan şehri, bağımsız Kazakistan Cumhuriyeti’nin bir parçası olmuştur (Saray 1996:184-185) (Lev 2).


İSLAM DÜŞÜNÜRÜ HOCA AHMED YESEVİ

Hoca Ahmed Yesevi, bugünkü tarihi bilgilerimize göre, bugünkü Kırgızistan, Kazakistan, Özbekistan ve Türkmenistan’dan ibaret bir Orta Asya Müslümanlığı bir anlamda Hoca Ahmed Yesevi demektir (Ocak 1996: 31). Ulaşılabilen bilgilere göre Hoca Ahmed Yesevi, Çimkent şehrinin doğusunda bulunan Şahyer nehrinin küçük bir kolu olan Karasu çayı yakasındaki Sayram kasabasında dünyaya gelmiştir. îsficab veya Akşehir adıyla da anılan Sayram, o dönemlerde önemli bir yerleşim merkezi olup halkını da Acem ve Türkler oluşturuyordu.

Hoca Ahmed Yesevi’nin doğum tarihi de kesin bir şekilde belli değildir. Kaynaklarda olduğu gibi, hikmetlerde de konu hakkında herhangi bir kayıt bulunmamaktadır. Fakat bazı ipuçlarından 1085-95 yılları arasında doğmuş olabileceği düşünülebilir (Eraslan 1998:78-79). Vefat tarihi olarak da genel olarak 1166-7 yılları kabul edilmektedir. Hoca Ahmed Yesevi’nin kaç yıl yaşadığı konusunda çok çeşitli rivayetler vardır. Bazı araştırmacılar, onun hikmetlerinin birinde yer alan bir ifadeye dayanarak 125 yaşından sonraki bir yaşta vefat ettiğini ileri sürmüşlerdir. Bu konu ile ilgili Divan-ı Hikmet’te yer alan dörtlük aynen şöyledir:

“ Dostlardan feyiz ve ferahlık alamadım,

Yaşım yüz yirmiye ulaştı, bilemedim,

Hak Ta 'ala 'ya gerektiği gibi ibadet edemedim,

İşitip anlayarak yer altına girdi Kul Hoca Ahmed”

(Eraslan 1998:78,80).

Babası, Sayram’ın tanınmış şahsiyetlerinden biri olup ilmi, fazileti ve kerametleriyle ünlü Şeyh İbrahim’dir. Annesi ise Şeyh İbrahim’in halifelerinden Musa Şeyh’in kızı Ayşe Hatun’dur (Eraslan 1998: 80). Bazı araştırmacılara göre Annesinin ismi Karasaç Ana’dır (Nurmuhammedoğlu 1993: 5). Ahmed Yesevi, Şeyh İbrahim ve Ayşe Hatun’un Gevher Şehnaz adlı kızından sonra dünyaya gelen ikinci çocuğudur. Yedi yaşına kadar birçok manevi rütbelere yükseldikten sonra, Arslan Baba’nın terbiyesiyle yüksek bir olgunluk mertebesine erişen küçük Ahmed, yavaş yavaş etrafındakileri de etkilemeye başlamıştı. Zaten babası Şeyh İbrahim’in de sayısız kerametleri ve menkıbeleri ile tanınmış biri olduğu bilinmektedir. Bir anda meydana gelen ilginç bir olay Ahmed’in adını tüm Türkistan’a duyurmuştur. Şöyle ki;

O devirde Maveraünnehir ve Türkistan’da Yesevi adlı bir hükümdar saltanat sürüyordu. Bu hükümdar kışın Semerkand’da, yazın ise Türkistan dağlarında yaşıyordu. Bütün Türk sultanları gibi ava meraklı olan bu padişah yaz mevsimlerinde Türkistan dağlarında avlanmayı çok severdi. Bir yaz mevsiminde Karaçuk dağında avlanmak istedi. Bu dağ bir hayli engebeli olduğundan bu isteğini gerçekleştiremedi ve bu dağda tek bir hayvan avlayamadı. Bunun üzerine sinirlenip dağı ortadan kaldırmak istedi.

Kendi hükmettiği topraklarda yaşayan tüm velileri topladı ve dualarıyla bu dağı ortadan kaldırmalarını emretti. Tüm veliler padişahın bu isteğini kabul edip üç gün boyunca dağın ortadan kalkması için niyaz ettiler. Fakat tüm çabaları boşa çıktı. Bunun üzerine ülkedeki tüm ariflerin ve velilerin orada olup olmadığını kontrol ettiklerinde Şeyh İbrahim oğlu Ahmed’in yaşının çok küçük olduğundan çağırılmadığı anlaşıldı. Bunun üzerine derhal Sayram’a adamlar gönderip Ahmed’i getirttiler. Bu konuyu ablasına açan Ahmed, ablasından şu cevabı aldı:

“Babamızın vasiyeti vardır. Senin meydana çıkma zamanının gelip gelmediğini belli edecek şey, babamızın mezarı içindeki bağlı bir sofradır. Eğer onu açmayı başarırsan gidebilirsin”

Bu sözler üzerine Ahmed harekete geçti ve sofrayı açtı. Artık meydana çıkma zamanı gelmiş demekti. Hemen sofrayı yanma alarak Yesi şehrine geldi. Bütün evliyalar orada hazırdılar. Ahmed sofrada bulunan bir ekmeği niyaz gösterdi, kabul edip fatiha okudular. Bu ekmeği oradakilere paylaştırdı ve ekmek hepsine yetti. Evliyalar ve padişahın askerleri toplam 99.000 kişiydi. Bu olayı görenler Ahmed’in büyüklüğünü anladılar. Ahmed, babasının hırkası içinde duasının sonucunu bekliyordu. Birdenbire gökyüzünden sular boşandı ve her yer suyla doldu taştı. Orada bulunan diğer şeyhlerin seccadeleri suda yüzmeye başladı. Bunun üzerine Ahmed hırkadan başını çıkardı ve yağmur durdu. Her yerde güneş açtı ve sonuçta Kara-çuk Dağının ortadan kalktığını gördüler. Bu kerameti gören hükümdar Yesevi, kendi adının kıyamete kadar baki kalmasını sağlamak için Ahmed’e rica etti. Ahmed’te padişahın bu isteğini kabul etti ve şöyle dedi;

“Alemde her kim bizi severse senin adınla beraber yadeylesin.”

İşte bu olaydan sonra o günden beri kendisi ”AHMED YESEVİ” adıyla anılır oldu (Köprülü 1991: 29,30,31).

İmam Muhammed b. Ali silsilesine bağlı olduğu için kendisine “hoca” veya “hace” lakabı verilmiştir. Ahmed Yesevi, “Hace Ahmed”, “Hace Ahmed Yesevi”, “Kul Hace Ahmed” gibi isimlerle de anılmaktadır (Eraslan 1998: 80-99). Kendisine “Hace” isminin verilişiyle ilgili bir başka görüş daha bulunmaktadır. Şöyle ki;

14.yüzyıhn ikinci yarısında kurulan Nakşibendilik tarikatı, Ahmed Yesevi’nin hatıralarından ve düşünce tarzından geniş ölçüde yararlanmıştır. Bir yandan Ahmed Yesevi’nin eski imajı giderek Nakşibendilik’in doktrin yapısına uygun bir manzara kazanırken, diğer yandan Ahmed Yesevi’nin Divan-ı Hikmeti’de günümüze uyarlanmıştır. Bu değişim ve uyarlama süreci sonunda Ahmed Yesevi, Nakşibendilik’in oluşmasında katkıda bulunan ve Hacegan adıyla anılan bir silsilenin bir üyesi olarak anılmaya başlandı ki Hace Unvanını alışı bu sebeptendir. Bundan sonra adı hep Hace Ahmed Yesevi olarak anılmıştır (Ocak 1996 39-40).

Aynı zamanda Ahmed Yesevi bir ahlâkçıdır. Bir İslam ahlâkçısıdır. Onun görüşleri genel olarak haddini bilmek, Allah’a ve insana saygı duymak ve geniş hoşgörü olarak özetlenebilir. Hoca Ahmed Yeseviye göre, tasavvuf adamının mutlaka bir mesleği ve işi olmalıdır. Marifeti olmayanın kerameti de olmaz görüşünü savunmuştur. Nitekim kendisi hayatı boyunca bu ilkeye bağh kalmış, kaşık yontarak geçimini sağlamıştır (Yakıt 1996: 63-65).

Rivayete göre Hoca Ahmed Yesevi’nin bir öküzü varmış. Üzerinde bir heybe, içinde de Yesevi’nin yonttuğu kaşıklar bulunmaktaymış. Yesevi öküzü pazara gönderir, ihtiyacı olanlar heybeden kaşık ahr ve heybenin içine de parasını koyarlarmış. Eğer kaşık alıp parasını koymazlar ise öküz onların peşlerinden ayrılmazmış (Eraslan 1998: 84).

Hoca Ahmed Yesevi’nin İbrahim adında bir oğlu olmuşsa da, kendisi hayatta iken oğlu vefat etmiş veya Türkistan’daki Yesevi rivayetlerine göre Karamanlılar Tarafından öldürülmüştür (Togan 1980:320). Kaynaklara göre oğlundan başka, Gevher Şehnaz ve Gevher Hoşnaz adlı iki kızı daha olmuş, nesli Gevher Şehnaz ile devam etmiştir.

Hoca Ahmed Yesevi’nin oğlu İbrahim’in ölümü ile ilgili bir başka görüş ise şu şekildedir: Yesi civarındaki Suri (Savran) kasabası halkı, Yesililere karşı düşmanlık beslemekte idiler. Bu arada Hoca Ahmed Yesevi’den defalarca manevi darbe yemelerine rağmen uslanmadan Hoca’ya iftiralar atmaya devam ediyorlardı. Hoca’nın İbrahim adında bir oğlu ve bir de çok güzel bir atı vardı. Hoca Ahmed Yesevi “Her kim çocuğumun ölüm haberini getirirse atımı ona vereceğim” dedi.

Suri halkı bunu duyunca hemen bir plan yaptı ve İbrahim’i bir ağacın dibinde uykuda yakalayıp başını kestiler ve bir beze sararak Hoca Ahmed Yesevi’ye getirdiler. Hoca, katile atını ve kan davası olmasın diye kızını da verdi. Ahmed Yesevi’nin bu olaydan maksadı da Sünnet-i Nebevviyye’ye uymaktı. Çünkü Hazret-i Muhammed’in de erkek evladı yaşamamıştı (Köprülü 1991: 40).

Hoca Ahmed Yesevi, Şeyh Arslan Baba’nın mürşidi ve öğrencisi idi. Hocasının ölümünden sonra Buhara’ya giden Hoca Ahmed Yesevi, orada ünlü Şeyh Hoca Yusuf Hemedani’nin yanında “gerçeği kavrama-anlama yolu”nu daha da derinlemesine öğrenmek üzere çok karmaşık olan sufilik bilgisinin eğitimini aldı. Bir süre için Buhara sufilerinin öncüsü olan Hoca Ahmed Yesevi, çok geçmeden Türkistan şehrine döndü. Telkinlerine burada devam eden Hoca Ahmed Yesevi, vaazlarında halkı iyiliğe teşvik ederken bir yandan da hırs ve açgözlülüğün kötülüğü üzerinde düşündürürdü. Yesevi’nin şiirlerini toplayan Divan-ı Hikmet, sufilik bilgisinin temellerini gözler önüne serer, her devir için geçerli öğütler verir, servetin gelip geçici niteliğini tartışır, doğruluk ve adaletin savunmasını yapar.

Hoca Ahmed Yesevi’nin tarihi misyonu kısaca, İslam’ı İran sufıliğinin süzgecinden geçirerek, Orta Asya’daki Budist, Şamanist ve Maniheist mistik kültürün içinden gelen, göçebe ve yarı göçebe Türk boylarının anlayabileceği ve hazmedebileceği popüler ve basitleştirilmiş bir hale getirilebilmiş olması şeklinde özetlenebilir (Ocak 1996: 32).

Hoca Ahmed Yesevi, Yesi’de altmış üç yaşma geldiğinde dergâhının avlusuna açılan bir merdiven ve buna bağlı bir dehlize ulaşılan, çilehane olarak kullandığı bir hücre yaptırmış ve vefatına kadar bu hücrede ibadet ve zikr ile meşgul olmuştur. Hoca Ahmed Yesevi’nin yer altında uzun süre yaşadığı çilehane hücresinin kalıntıları bugün de muhafaza edilmektedir (Lev. 3a,3b,3c,3d,3e,3f). Türkistan’da yaygın olan bir rivayete göre Hz. İlyas ile Hz. Hızır’ın himmetleri sayesindedir ki yüzlerce yıldır bu çilehane hiçbir değişikliğe uğramamıştır (Köprülü 1991: 37).

Seyyid Mansur, daha ilk kez Hoca Ahmed Yesevi’nin çilehanesini gördüğünde onun bu daracık yerde yıllarca nasıl tahammül edip yaşadığını çok merak etmiş ve bir gün gelip bir de bakmış ki çilehanenin bir ucu doğuda, diğer ucu da batıda olduğunu görmüş ve bir kez daha anlamış ki Allah, hiçbir kuluna sıkıntı çektirmez dışarıdan başkasına sıkıntı gibi görünen bazı şeyler Allah tarafından onu yaşayan kişiye birçok güzellikleri de beraberinde getirir (Köprülü 1991: 43).

Kaynaklardan anlaşıldığına göre, adeta bir kabri andıran bu yeraltı hücresinde, Hoca Ahmed Yesevi zikrettikçe dizleri göğüslerine sürtündüğünden her iki göğsü de delinmişti; bu sebeple Hoca Ahmed Yesevi’nin kaynaklarda geçen diğer bir adı da “serhalka-i sinerişan” (sine yaralayanların başı) dır. Yeraltı hücresindeki hayatının ne kadar sürdüğü hakkında çeşitli görüşler vardır. Vefat tarihi olarak kabul edilen 1166 yılma kadar yaklaşık 10 yıl süreyle o daracık çilehane de yaşadığı ve 73 yaşında vefat ettiği sanılmaktadır (Bice 1993:XI).

Hoca Ahmed Yesevi, zikre ve sohbete çok önem vermiştir. Sohbet ve zikr meclislerinde kadın-erkek eşitliğini ve beraberliğini gözetmiştir. Yesevi’ye göre kadının eğitimi erkeğin eğitimi kadar önemlidir. Onlar da ilim, zikr ve sohbet meclislerinden nasiplenmeliydiler (Yakıt 1996: 72).

Hoca Ahmed Yesevi ekolünün bazı ilkeleri vardır:

1-    Tevhidi benimsemek,

2-     Kur’an-ı Kerim’e ve sünnete uymak,

3-     İslama dayalı yolu izlemek,

4-     Nefsi disiplin ve düzen altında tutmak,

5-     Bazı zamanlarda yalnızlığı seçerek zikr yapmak. (Çubukçu 1995:824).

Yine Hoca Ahmed Yesevi’nin mutlaka uyulmasını istediği birkaç önemli kural vardır:

1 - Ümitli olmak,

2-    Misafire hizmet etmek,

3-    Alçak gönüllü davranmak,

4-    Yumuşak huylu olmak,

5-    Bilim öğrenmek.

(Çubukçu 1995:824).

Ahmed Yesevi, ilhamını yalnızca Allah’ın azabından ve gazabından korkmaya dayalı tasavvufa değil, ilahi aşka ve cezbeye dayalı, bu sebeple de geniş bir hoşgörü ve insan sevgisine ağırlık veren, her türlü benlik duygusunu kınayan Horasan Melamettiyesi’nden alan bir tasavvuf anlayışını temsil etmiştir. Kurduğu Yeseviyye (Yesevilik) tarikatı da bu temel üzerinde gelişmiştir (Ocak 196: 33).

Birçok Özbek ve Kazak zengini daha sağlıklarında Hoca Ahmed Yesevi’nin türbesinin yakınlarında bir parça toprak alıp, vefatlarında oraya defnedilmek için adeta birbirleriyle yarışmışlardır. Böylece türbenin etrafı bir mezarlık haline getirilmiştir. (Yakıt 1996: 63). Hayatının önemli bir kısmını geçirdiği hücresi, kendisine türbe olmakla kalmadı, yakın ve uzak bölgelerin adeta ikinci Kâbesi halini aldı. Sağlıklarında kendisinden hikmet alan insanla, öldükten sonra da onun türbesinin yakınma gömülmeyi ister oldular. Karda kışta ölüp de oraya getirilemeyenlerin cesetleri, keçelere sarılarak oraya götürülebilmek için müsait havanın oluşabilmesini bekler hale gelmişlerdir (Olguner 1995: 943).

Bugünün Türk dünyasında, özellikle Orta Asya’da, Ahmed Yesevi ismi İslam ile özdeşleşmiş hemen hemen tek kişidir. Ahmed Yesevi artık tarihi kişiliğinden sıyrılmış, efsaneleşmiş bir şahsiyet olarak yaşamaktadır. Türkistan şehrinde bulunan ve Timur tarafından inşa ettirilen türbesi kutsal bir ziyaret makamı olarak her yıl binlerce insan tarafından, dilek dilemek, şifa talebinde bulunmak üzere ziyaret edilmektedir (Ocak 1996: 46).

Hoca Ahmed Yesevi, Türk ahlâkını, İslam ruhuyla besleyerek sergilemiştir. Hz. Muhammed, ”Sizin en hayırlınız ahlâkı güzel olanınızdır” buyurmuştur. Ayrıca, “Ben ahlâkın güzelliklerini tamamlamak için gönderildim.” hadisiyle amacını belirlemiştir.

Kur’an-ı Kerim’de “Sizin Allah katında en üstününüz, Allah’tan sakınıp iyilik yapanlarınızda” ayeti mevcuttur. O halde iyi bir mümin, ahlâklı olmak için çaba harcamahdır. îşte bu konuya Hoca Ahmed Yesevi de çok önem vermiştir. Şükür, sabır, buyrukları tutma, sır saklama, riyadan kaçınma, yalandan uzaklaşma, adaleti gerçekleştirme, doğruluğu seçme, kibirden uzaklaşma, insanlara hoşgörülü davranma, büyüklere saygı, görevi tam yapma, başkalarına yardım etme ve iyi niyetli olma üzerinde çok fazla durmuştur (Çubukçu 1995: 828)

Sonuç olarak diyebiliriz ki, Hoca Ahmed Yesevi, ağır, uzak görüşlü ve muhakemeli bir Türk mutasavvıfıdır. Onun eserlerinde çok geniş bir görüş noktasından Allah sevgisinde erimiş ve bu sevginin gücü ile, Orta Asya’da başta- tebliğcilik olmak üzere çeşitli hizmetlerde bulunmuş büyük bir sufıdir ve yaşadığı toplumla bütünleşmiştir. Köylü, kentli herkes ile diyalog kurabilmiş, basit bir göçebenin olduğu kadar sultanların da gönlünü kazanmıştır.


YESEVİLİK TARİKATI VE ANADOLUYA ETKİLERİ

Hoca Ahmed Yesevi’nin kurduğu Yeseviyye tarikatı, hemen her yönü ile Türk kimliği yansıtır. Prensiplerini de yine Hoca Ahmed Yesevi’nin koyduğu Yeseviliğin en önemli özelliği sülük silsilesi bakımından Hz. Ali’ye bağlanmaları ve halvet ile açık zikre yer vermesidir. Bektaşilik ve Nakşibendilik başta olmak üzere çok sayıda tasavvuf okulunu etkilemiş olan Yesevilik, îkaniyye başta olmak üzere, adı sıklıkla duyulmayan tarikatların geçmişi ve başlangıçları Hoca Ahmed Yesevi’ye dayanır.

Ahmed Yesevi’nin ve Yesevilik’in Yesi’den başlayarak zaman içinde hem Orta Asya içlerine hem de Batı’ya doğru çeşitli Türk memleketlerinde tanınmasını sağlayanlar hiç şüphesiz onun sağlığından itibaren kendilerini bu işe adayan halifeleri olmuştur. 15.yüzyıldan kalan Nakşidendi kaynaklarına göre bu kişiler şunlardır;

      Hakim Ata (Süleyman-ı Bakırgani (öl.1218)).

      Mansur Ata (öl. 1199).

      SaidAta(öl. 1218).

Bu misyonerler sayesinde Yesevilik Maveraünnehir ve Fergana Vadisinde çoğunluğun inandığı bir unsur haline geldi. Buradan Türkmenistan’a kadar gelinip buradan İran’a kadar geçildi. Burada 12.yüzyıl sonlarında Kalenderilik ile birleşerek Haydarilik Tarikatı’'nı oluşturmuştur. Bu olay Anadolu için çok önemli bir gelişmedir (Ocak 1996: 38).

Yesevilik’in Orta Asya’dan bir yandan Hindistan, bir yandan da Anadolu’ya doğru yayılışını ise 1218’lerde başlayan Moğol istilası hızlandırmıştır. Bu tarihlerde Yesevi dervişleri, hızla gelen istilanın önünden kaçarak çeşitli gruplar halinde meslektaşları Haydariler ile birlikte Horasan ve Azerbaycan üzerinden Anadolu’ya girdiler. Diğer taraftan da Hindistan’a doğru bir ilerleme de vardı. Bu gelişmeler ışığında şu sonuç çıkmaktadır; Hoca Ahmed Yesevi ve Yesevilik kültürünün bugün için başlıca üç ana coğrafi bölgeye yayıldığı görülebilir: (l)Bugünkü Kazakistan, Özbekistan, kısmen Türkmenistan ve Tacikistan ve Volga boylarını içine alan Orta Asya; (2) Hindistan; (3) Anadolu.

13.yüzyılın ilk çeyreğinde Yesevi ve Haydari dervişleri Hoca Ahmed Yesevi’nin vefatından sonra geçen yarım yüzyıllık bir süre içinde oluşan onunla ilgili bütün yazılı ve sözlü gelenekleri olduğu gibi Anadolu’ya taşıdılar. Hoca Ahmed Yesevi de her iki tarikatın da ortak evliyası oldu (Ocak 1996: 42).

Yesevilik’in Anadolu’da daha 13.yüzyılda, başında Hacı Bektaş-i Veli’nin bulunduğu Haydarilik tarafından eritildiğini, Haydarilik’in Hacı Bektaş kültü etrafında gelişen bir kolunun lö.yüzyıl başlarında bağımsız hale gelerek Bektaşilik tarikatını oluşturduğu bilinmektedir.

Yesevilik tarikatının esaslarına gelince; Zikir sırasında ses, boğazdan hızar veya bıçkı sesi gibi çıktığından, buna, Zikr-i erre, zikr-i minşari, bıçkı zikri gibi isimler verilmiştir.

Bu zikir iki el, iki uyluğun üzerine konularak, nefes de göbeğe doğru verilerek “hu” deyip nefesi de göbek altından uzatarak, baş, bel ve sırt aynı hizaya getirilmek suretiyle, şiddetle “hayy” diyerek yapılmaktadır.

Yesevilik tarikatı, şeriat ve sünnet, tasavvuf ve Horasan melamiliği olmak üzere başlıca üç temele dayanmaktadır. Elde edilen bilgilere dayanılarak Yeseviliğin esasları şöyle özetlenebilir:

      Tevhid’i esas alan tasavvuf anlayışı,

      Şeriata ve Hz. Muhammed’in sünnetine mutlak bağlılık,

      Şeriata dayanan tarikat,

      Riyazet ve Mücahade,

      Halvet ve zikir.

Tarikata giren müridin uymaya mecbur olduğu hususlar da şunlardır:

       Mürid şeyhine mutlak teslimiyetle, şeyhini herkesten üstün bilmelidir.

       Mürid zeki ve müdrik olmalıdır.

       Mürid şeyhine mutlak itaat etmelidir.

       Mürid şeyhinin hizmetinde atik olmalıdır.

       Mürid sözünde sadık, ahdinde sabit olmalıdır.

       Mürid vefah ve biatinde metin olmalıdır.

       Mürid maddi imkanlarını şeyhinin hizmetine vermelidir.

       Mürid şeyhinin sırlarını muhafaza etmelidir.

       Mürid şeyhinin vaaz ve nasihatlerine uygun hareket etmelidir.

       Mürid icabında canını bile şeyh yolunda vermekten kaçınmamalıdır.

Yesevilik tarikatının ahkamı altıdır:

1 - Marifet-i Hak (Hakk’ı bilme) »

2-       Sahavet-i mutlak (mutlak cömertlik)

3-       Sıdk-i muhakkak (hakiki sadakat)

4-       Yakin-i mustağrak (istiğak yoluyla sağlam bilgi)

5-       Tevekkül-i nsk-i Mu’allak (Hakk’m takdir ettiği rızkla tevekkül)

6-       Tefekkür-i Müdekkak (derin tefekkür)

Yesevilik Tarikatının vacipleri altıdır:

1-    Taleb-i sahib kemâl ve takarrüb-i Zü’l-celâl (kemal sahibi isteme ve Hakk’a yaklaşma),

2-      Şevk-i visal-i La-yezal (Hak visalesiyle şevklenme),

3-    Havf-ı mülk-i bi-zeval fi’l-eyyami ve’l-leyac (gece ve gündüz zevali olmayan ilahi mülke karşı nefs-i kötü şeyler yapmaktan alıkoyan korku),

4-       Reca fı-külli ahval (her halde ümitli olma),

5-       Zikr-i ale’d-devam (devaml zikirle meşgul olma),

6-       Fikr-i tavassul-i Hayy-i müte’al (Hakk’a kavuşma fikri).

Yesevi Tarikatının sünnetleri altıdır:

1 - Cemaatle namaz kılma,

2-      Seher vakti uyanık olma,

3-      Devamlı abdestli olma,

4-       Manen Hakk’ın huzurunda olma,

5-       Devamlı Hakk’ı zikretme,

6-       Salih kişilere iktida etme.

Yesevi Tarikatının adabı altıdır:

1 - İki diz üzerinde tevazu ve edeple oturma,

2-      Kendini herkesten aşağı seviyede görme,

3-      Herkesi kendinden üstün bilme,

4-      Bütün şeyh ve azizler huzurunda sessizce durma,

5-      Şeyh meclisinde izinsiz söz söylememe,

6-      Şeyhin sırlarını hatırda muhafaza etme.

Yesevi Tarikatının şeyhlik ve muktedalık erkanı altıdır:

1 - Din ve yakin ilmine sahip olma,

2-    Yumuşak huylu olma,

3-    Sabırlı olma,

4-    Hakk’ın rızasına erme,

5-    İhlaslı olma,

6-    Hakk’a yakın olma (Çubukçu 1995:286).

Sülük silsilesi bakımından Yesevilikten gelen başlıca tarikatlar Maveraünnehir ve Horasan’da yayılan Nakşibendilik ile Anadolu’da yayılıp Yeseviliğin yerini alan Bektaşîliktir. Yesevilik ayrıca Anadolu’da ortaya çıkan Babailik ve Haydarilik tarikatları üzerinde de etkili olmuştur (Eraslan 1998: 94-96).

Hoca Ahmed Yesevi, Türklüğün manevi hayatındaki büyük yerini, sadece bazı tasavvuf şiirleri yazmakla kazanmamıştır. Ahmed Yesevi’nin önemi İslam’ın Türkler arasında yayıldığı yüzyıllarda,Türkler arasında Türkler arasında geniş ölçüde yayılma imkanı bulan ilk tasavvufı ekolü oluşturmasından kaynaklanır. Hoca Ahmed Yesevi’nin gayretleriyle yayılan ve yüzyıllarca yaşayan Yeseviyye tarikatı, bir Türk tarafından ve Türkler arasından kurulmuş olan ilk tarikattır (Bice 1993: XIV).

Hoca Ahmed Yesevi, Türkler arasından yetişen ilk mutasavvıf değildir. Fakat diğerlerinden farkı, Türkçe konuşup Türkçe yazmasıdır. İranlı olan ve Farsça konuşup yazan Yusuf Hemedani gibi bir üstadın talebesi olmasına rağmen, içinden yetiştiği halkın dilini yani Türkçe’yi seçmiştir. Türkçe olarak yazmış olduğu ve didaktik özellikler taşıyan “Hikmet” lerinden oluşan divanı, Türk halkı tarafından sevilerek okunmuştur. Bu hikmetler Yunus Emre gibi güçlü temsilciler sayesinde Anadolu ve Balkanlarda “Tasavvufı Halk Edebiyatı” ve “Tekke Edebiyatı” adıyla anılan bir akımın öncüsü olmuştur.

Hoca Ahmed Yesevi, konuşma ve yazma dili olan "Türkçe” için Divan-ı Hikmet’te aynen şunları söyler.

‘‘Hoş görmemekte alimler sizin dediğiniz Türkçe ’yi

Ariflerden işitsen açar gönül ülkesini

Ayet hadis anlamı Türkçe olsa uygundur,

Anlamına yetenler yere koyar börkünü... ”

‘‘Miskin, zayıf Hoca Ahmed yedi ceddine rahmet,

Farsça dilini bilerek güzel söylemekte Türkçe ’yi” (Yesevi 1993:176).

Ahmed Yesevi, yaşadığı Türkistan bölgesinde olduğu kadar Anadolu’da yaşayan Türk toplumları üzerinde de derin izler bırakmıştır. Yesevi’nin yaşadığı dönem Büyük Selçuklu Devletinin çözüldüğü, Anadolu Selçuklu Devletinin kurulduğu devre rastlar. O dönemlerde Anadolu’yu yurt edinmeye çalışan Türk boylarına Anadolu'nun Türkleşmesi ve İslamlaşması sırasında Yesevi dervişlerinin rolü azımsanamayacak ölçüdedir (Yılmaz 1998: 397-398).

Yeseviyye tarikatı, önce Seyhun nehri havzasında, Taşkent ve çevresinde yerleştikten sonra, Aral gölünün güneyindeki Harezm bölgesinde yayılmış, aynı zamanda Seyhun ile Ceyhun nehrinin sınırlarını çizdiği Maveraünnehir’de geniş bir kitleye yayılmıştır. Diğer taraftan Türkistan’ın kuzeybatı bozkırlarından Kıpçak lehçesinin hakim olduğu İdil-Ural bölgesine uzanan Yeseviyye tarikatı, Hoca Ahmed Yesevi’nin işareti ile yola çıkan dervişleri tarafından Horasan, Azerbaycan, ve Anadolu’ya kadar ulaşmıştır (Bice 1993:XVI).

Evliya Çelebi, seyahatnamesinde Anadolu’da yaşamış olan Yesevi tarikatının ileri gelenlerinden bazılarının türbelerine değinmiştir. Evliya Çelebi’ye göre Anadolu’daki Yesevi evliyalarından başlıcaları şunlardır:

AYSAR BABA (Niyazabat)

Niyazabad, Kafkas eteklerinde Şirvan ile sınır olan bir Osmanlı yerleşim bölgesidir. Evliya Çelebi, ziyaret ettiği bu şehrin halkının çoğunun Sünni ve hanefı olduğundan söz etmektedir. Şirvan’a komşu olması ve uzun yıllar Osmanlı idaresinde olması, şehrin Sünniliğine etki eden unsurların başhcalarıdır.

Avşar Baba ise Hoca Ahmed Yesevi’nin halifelerindendir. Acem halkının sevdiği ve tarikatına saygı duyulan bu şeyhin dergâhının oldukça canlı olduğu anlaşılmaktadır. Kabri ise bugün ziyaretgâhtır (Yılmaz 1998: 399).

GAJGAJ DEDE (Tokat)

Tokat’ta şehrin dağ yamacı üzerinde mesire sayılan bir bölgede Evliya Çelebi’nin ziyaret ettiği bir türbe bulunmaktadır. Bu türbenin ve tekkenin banisi Yesevi müridlerinden Gajgaj Dede’dir. Evliya Çelebi, Gajgaj Dede’nii} “celali-sıfat, ejder gibi bir zât olduğunu belirtmektedir (Yılmaz 1998:398).

ŞEYH NUSRET TEKKESİ (Tokat-Zile)

Adı geçen tekke, Arıkova’dan kuzey tarafa doğru giderken Çamlıbel eteğini geçerek ulaşılan Zile’de bulunmaktadır. Şeyh Nusret, Hacı Bektaş Veli ile Horasan illerinden gelmiştir. Hoca Ahmed Yesevi’nin halifesidir. Şeyh Nusret tekkesi imaret, mescid ve misafirhanesiyle bir külliye konumundadır. Yetmiş kadar dervişi ile halka hizmet etmektedir (Yılmaz 1998: 399).

ŞEYH EMIR-İ CÎN OSMAN (Bozok- Hüseyinova)

Evliya Çelebi’nin “kutb-i afak cihan” olarak bahsettiği Emir-i Çin Osman’ın Hoca Ahmed Yesevi’nin yedinci halifesi olduğu bilinmektedir. Şeyh Osman’ın, Çin diyarından; yani Doğu Türkistan’dan gelen bir Yesevi olduğu anlaşılmaktadır. Menkıbeye göre Çin’den gelen bazı tacirler, yurtlarında bir ejderin ortaya çıktığını Ahmed Yesevi’ye bildirmişler. Henüz çok genç bir derviş olan Osman, Çin’e giderek tahta kılıcıyla ejderi öldürmüş ve “Emir-i Çin” lakabını almıştır (Köprülü 1981:47-48).

PÎR DEDE (Merzifon)

Bugün Amasya il sınırları içinde kalan Merzifon, Osmanlı döneminde de bir hayli önemli bir yerleşimdi. Evliya Çelebi, Merzifon’dan bahsederken Pir Dede Türbesine değinmektedir. Pir Dede, Ahmed Yesevi’nin izniyle Anadolu’ya gelip Merzifon’un kuzeyindeki yüksek bir tepeye yerleşmiştir. Pir Dede’nin asitanesi Evliya Çelebi döneminde aşevi, tekke, derviş hücreleri ve 200’den fazla dervişiyle gelenlere hizmet vermiştir.

GEYİKLİ BABA (Bursa)

Geyikli Baba, Azerbaycan’daki Çeri Haşan sülalesinden gelen ve Hoca Ahmed Yesevi’nin dervişlerinden biridir. Yaban sığırlarına bindiği ve eşyalarını geyiklere taşıttığı rivayet edilen bu şeyh, Sultan Orhan ile görüşmüş, Sultan kendisine Uludağ eteklerinde bir tekke yaptırmıştır (Yılmaz 1998:400).

ABDAL MUSA (Bursa)

Hoca Ahmed Yesevi Dervişlerinden olup, Anadolu’ya Hacı Bayram Veli ile beraber gelmiştir. Sultan Orhan ile Bursa’nın fethine katılmış, Sultan da kendisine bir tekke ve türbe yaptırmıştır (Yılmaz 1998:401).

HOROZ DEDE (İstanbul-Unkapanı)

Türbesi Ayakapı’da bulunan Horoz Dede İstanbul’un fethini görmüş bir derviştir. Horasan’dan Hoca Ahmed Yesevi’nin dervişi olarak gelmiştir. Fatih’in ordusunda görev almıştır. Askerler arasında horoz gibi bağırarak “Ey gafiller, Kalkınız !” diye Müslüman askerleri uyandırmış ve bu yüzden askerler kendisine “Horoz Dede” lakabını takmışlardır. Evliya Çelebi’ye göre vefatından sonra Unkapanmdaki Yavuk-Er Camii avlusuna defnedilmiştir (Yılmaz 1998:401).

KIDEMLİ BABA SULTAN (Filibe Yolu Üzeri)

Filibe yolu üzerinde, Adatepe’nin en üst noktasında bulunan Kıdemli Baba Sultan, Hoca Ahmed Yesevi’nin izniyle Rumeli’ye gelmiş Hacı Bektaş dervişidir. Burada yedi yıl süreyle şeyhlik yapmış olup, vefatından sonra da yine buraya defnedilmiştir. Çelebi Sultan Mehmed, onun ölüm haberini alınca Edirne’den adam gönderip kabrini türbe haline getirmiştir. Ayrıca bir asitane, imaret, kiler, mescid ve zikr meydanı da inşa ettirmiştir. Bu hizmetlerin devamını sağlamak için yedi köyü Kıdemli Baba Sultan’ın dergâhına vakfetmiştir (Yılmaz 1998:401).

AKYAZILI BABA (Bulgaristan-Varna)

Akyazıh Baba, Belh, Buhara ve Horasan’dan gelmiştir. Hoca Ahmed Yesevi’nin halifesidir. Hacı Bektaş Veli ile birlikte ilk önce Bursa’ya gelmiştir. Bursa’nın fethinden sonra Hacı Bektaş’tan izin alarak Balkanlara geçerek Sultan Orhan devrinden itibaren II. Murad devrine kadar yaşamıştır.


Vefatından sonra Varna şehri ile Balçık iskelesi arasındaki geniş bir ova içinde bir koru kenarına defnedilmiş. Mezarının yanına tekke, üzerine de bir türbe yaptırılmıştır. Dergâhta yüzden fazla derviş bulunmaktadır (Yılmaz 1998:401).

SARI SALTUK (Trakya ve Balkanlar)

Evliya Çelebi’nin verdiği bilgilere göre Sarı Saltuk da Hoca Ahmed Yesevi’nin halifesidir. Asıl adı Muhammed Buhari’dir. Hoca Ahmed Yesevi, Horasan erenlerinden 700 kişiyi Muhammed Buhari ile birlikte Rum diyarına, Hacı Bektaş Veli’ye yardıma göndermiş ve Muhammed Buhari’ye şunları söylemiştir: “Saltuk Muhammed’im, Bektaşım seni Rum’a göndersin. Leh diyarına dalaletayin Sarı Saltuk suretine girip o mel’unu bir tahta kılıçla katleyle. Makedonya, Dobruca, Yedi krallık yerde nam ve nişan sahibi ol !.” Sarı Saltuk’ta bu emir üzerine harekete geçmiş ve kendisinden istenilenleri aynen yerine getirmiştir.

Sarı Saltuk’un bir ziyaretgâhının da Babaeski dolaylarında bulunduğu, Babadağı’nda da bir makam ziyaretgâhının olduğu bilinmektedir. Evliya Çelebi’ye göre buradaki ziyaretgâhın II. Bayezid tarafından yaptırılmıştır. Tekke, han, imaret, medrese ve kervansaraydan oluşan bu külliyeye Kırım Hanlığı nezaret etmektedir (Yılmaz 1998:402).

HACI BEKTAŞ VELÎ (Kırşehir)

Hacı Bektaş Veli, 13.yüzyılm başlarında Horasan’ın merkezi Nişabur’da dünyaya gelmiştir. Burada iyi bir medrese öğrenimi görerek Hoca Ahmed Yesevi’nin halifelerinden Lokman Perende tarafından bir Yesevi dervişi olarak yetiştirilmiştir. Son zamanlarda yapılan araştırmalar, Yeseviliği Anadolu’ya getirenin Hacı Bektaş Veli olduğu noktasında birleşmektedirler.

Bazı kaynaklar Hacı Bektaş Veli’nin Hoca Ahmed Yesevinin halifesi olduğunu belirtseler de bu doğru değildir. Şöyle ki; Hoca Ahmed Yesevi 1166 yılında vefat etmiştir. Hacı bektaş Veli’nin ise 1210 yıllarında doğduğu göz önüne alındığında bu tez zaten tarihsel açıdan doğruluktan yoksun kalmaktadır (Öztürk 1998: 221-22).

Evliya Çelebi’ye göre, Hoca Ahmed Yesevi’nin, Hacı bektaş Veli’yi 300 dervişiyle Anadolu’ya göndermiştir. Hacı Bektaş Veli Horasan’dan gelip Orhan Gazi’nin emrine girmiştir. Orhan Gazi’nin oğlu Süleyman Bey komutasındaki bir ordunun aralarında Hacı Bektaş Veli’nin de bulunduğu yetmiş büyük velinin duasıyla Çanakkale boğazından Gelibolu yarımadasına ve Rumeli’ye geçmiştir (Yılmaz 1998:400).

Sonuç olarak Hoca Ahmed Yesevi ve Yeseviliğin Anadolu’da bıraktığı izleri sürebilmek için Yeseviliğin hangi amaçlar doğrultusunda ne gibi gayretler gösterdiklerine göz atabiliriz:

1 - Anadolu ve Balkanlarda beldelerin fetihleriyle beraber, hâttâ askeri fetihlerden önce kalplerin fetihlerini sağlayarak şeriata bağlı bir din birliği sağlamak.

2-    İran’dan gelen şii etkilerine karşı Ehl-i sünnet İslamını yaymak. İran’daki şii akımını yaymaya çalışanlar, zaman zaman Türk bölgelerine uzanarak o bölgeleri tesir altına almaya çalışıyorlardı. Hoca Ahmed Yesevi’nin başlattığı sünni İslam çizgisi, Anadolu ve Balkanlarda şiilik ve kızılbaşlık etkilerine karşı adeta siper olmuştur.

3-    Türkçe’nin tasavvuf dili olmasını sağlamak. Ahmed Yesevi’nin Anadolu ve Orta Asya’ya belki de en önemli hizmeti Türkçeye gösterdiği titizliktir. Türkçe yazan ilk tarikat kurucusu olması sebebiyle Türk halkının diline sahip çıkmış ve kendisinden sonra gelenlere de örnek olarak Türk dilinin din ve tasavvuf dili olmasını sağlamıştır.

4-     Ülkü ve İslam birliğini temin etmek. Hoca Ahmed Yesevi müridlerine ve Türk halkına İslamın çatısı altında toplanmayı öğütlemiş ve en uç Türk kabilelerini birleştirmeyi de başarmıştır. Moğol istilasından sonra Anadolu birliğinin sağlanması Ahmed Yesevi’nin attığı temeller üzerine kurulmuştur.

5-     İktisadi hayata canlılık getirmek ve dervişleri meslek sahibi yapmak. Evliya Çelebi’nin Yesevi tekkelerinden bahsederken Yesevilerin bir meslek ve sanat sahibi olmaya özen gösterdikleri anlaşılmaktadır. Ayrıca tekke mensuplarının hazır yiyici değil, üretici olduğunu gösterir. Hoca Ahmed Yesevi’nin de tahta kaşık yontup satarak geçindiği de unutulmaması gerekir (Yılmaz 1998: 403).


 

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar