Ahmet Yesevi’nin Divân-I Hikmet’inde Hikmet Kavramı
DİN EĞİTİMİ AÇISINDAN HİKMET KAVRAMI
Hazırlayan: ELİF BATMAN
Düşünce
tarihinde eğitim, nasıl bir insan tasavvur ediliyorsa onu gerçekleştirmenin
aracı olarak görülmüştür. İlkçağlardan itibaren filozofların felsefî
düşüncelerine paralel olarak bir eğitim felsefesi ortaya koymaları, bu durumu
göstermektedir. Dolayısıyla eğitim, her zaman felsefî bir zemine dayanan bir
kavram olagelmiştir.
Eğitimin
tarihi, insanın varlık sahnesine çıkışıyla başlatılabilecek kadar eskiye
dayanmakla birlikte, bir disiplin olarak teşekkül etmesi sosyal bilimlerin gün
yüzüne çıktığı 19. yüzyıla dayanmaktadır. Eğitimin ve ilahiyatın bir alt
disiplini olan ve dolayısıyla her ikisi ile de ilişki içinde bulunan din
eğitimi ise, çok daha genç bir disiplindir. Bu sebeple din eğitiminin kendi
perspektifi, bu perspektife dayanarak ele alınmış ve disipline mâl edilmiş
kavramları, yani felsefî arka planı henüz tam olarak teşekkül etmemiştir,
denilebilir.
Din eğitimi
disiplininin perspektifini belirleyen en önemli kavramlardan biri, din
kavramıdır. Bu nedenle din eğitimi açısından dinin nasıl tanımlanacağı konusu,
disiplinin öncelikli konularından biridir. Din eğitimi açısından dine dair şu
açıklamalara yer verilmiştir; “Din, insan-Allah ilişkisidir. Başka bir ifade
ile insanın kayıtsız şartsız var olan Mutlak Varlık’a yönelişi ve onun
tarafından kuşatılışıdır. Dolayısıyla inanan için din, hayatın kendisidir.”[1]
Din eğitimi
disiplini için dini bu şekilde açıklamanın bir sonucu olarak; din eğitimi
hayatın bütünü ile ilgilenen çok boyutlu bir problem alanıdır. Din eğitimi,
temel konusu olan insanı, hayatın bütünlüğü içindeki yeri ile ele alır.
Dolayısıyla, insanın dünyasallığının getirdiği bütün kavrayışlar, din
eğitiminin düşünsel zemininde konu edilebilir. Bu kavrayışlardan insan-Allah
ilişkisini okuma ve anlamlandırma imkanı verenler, din eğitimi açısından
öncelenmesi gereken kavrayışlardır.
Din eğitiminin
düşünsel zemininin oluşturulması için bir kavramın ele alınıp çalışılabilmesi,
o kavrama disiplinin sorusunu sormakla mümkün olabilecektir. Din eğitimi
açısından bir kavram ele alındığında, kavrama hangi sorunun veya soruların
yöneltileceği hususu, perspektifin belirleyeceği bir husustur. Ve bu perspektif
zihinlerimizde yeterince netlik kazanmış değildir. Bir kavramı din eğitimi
açısından ele almayı hedefleyen bu çalışma, perspektifin netleşmesine de katkı
sağlamayı ummaktadır. Her ne kadar netleşmemiş bir perspektifle böyle bir
çalışma yapmak güç olsa da, bir disiplin açısından bir kavramı çalışmak, bu
soruları ortaya çıkarmayı da dayatmaktadır. Bu nedenle kavram çalışmalarının,
disiplinin perspektifini belirginleştirmeye katkı sağlaması umulmaktadır.
Din eğitimi,
hayatın manasını aramaya çağıran ve bu arayışı canlı tutmayı sağlayan bir
disiplin olarak açıklanmaktadır. Din eğitiminin, insanın anlam arayışı ile
ilişkilendirilmiş olması, sözü edilen perspektifin belirleyicilerinden biri
olarak düşünülebilir. Zira insanın anlamlı bir hayat sürmesi, din eğitiminin
gayesi olarak kabul edildiğinde, hakkında gayret edilecek kavrama “insan için
anlamı nedir?” sorusu sorulabilir. İnsan-Allah ilişkisi bağlamında ele alınan
bir kavramın insan için anlamını sorgulayarak konu edilmesi ile, din eğitiminin
düşünsel arka planına bir katkı sağlaması mümkün olabilecektir.
Bütün
bunlardan hareketle din eğitiminin perspektifi hakkında şunlar söylenebilir:
Din eğitimi, fıtratı gereği bir anlam arayışı içinde olan ve Mutlak Varlık’a
yönelerek hayatı ve kendini anlamlandıran insanı, insan-Allah ilişkisi
bağlamında konu edinmektedir. Dolayısıyla din eğitimi bu ilişkide meselelere
insan açısından bakmakta ve insana anlamlandırma imkanı sunan kavrayışları
öncelemektedir.
Bu çalışmada
konu edindiğimiz hikmet kavrayışı, sözü edilen perspektifte ele alınmaya
çalışılmış ve yine bu perspektifin belirginleştirilmesine de katkı sağlamayı
amaçlamıştır. Bu bağlamda, her bireyin kendine özgü bir tarzda
yorumlayabileceği hikmet kavrayışının insan için anlamı sorusunun izi sürülmeye
çalışılmıştır. İnsanın Allah ile ilişkisine dayanan ve günlük hayatındaki
tecrübelerini bu ilişki üzerinden anlamlandırma imkanı sunabilen bir kavrayış
olması sebebiyle, din eğitiminin felsefî arka planı bağlamında öncelikli
konulardan biri olarak çalışılabileceği düşüncesiyle ele alınmıştır.
İslam düşünce
geleneğinde üzerinde çokça düşünülmüş, yazılmış, farklı dönemlerde veya farklı
disiplinlerce yeni anlam boyutları kazanmış olan hikmet kavramını bir kez daha
göz aydınlığımıza taşıma isteğiyle başlanan bu çalışma, şimdiye kadar söylenmiş
olanı bir kez daha tekrar etmenin ötesinde, din eğitimi disiplininin bakış
ufkunda, hikmet kavramının bugün bizim için nasıl bir anlama imkanı
sunabileceğini araştırma çabasıdır. Hakikat, adalet, ilim, hayır gibi
kavramlarla sıkı bir ilişki içinde olan hikmet kavramı, insanı hakikate taşıyan
bir süreç olması ve bir anlama biçimi, bir idrak tarzı olması açısından ele
alınacaktır.
BİRİNCİ BÖLÜM:
KAVRAMSAL VE KURAMSAL ÇERÇEVE
İnsanın varlık
sahnesine çıkışından itibaren din, insanın en temel meselelerinden biri olarak
kabul edilegelmiştir. Ve bugüne kadar dine dair yorumlar ve onun kazandığı
anlamlar oldukça çeşitlenmiştir. Bu anlam zenginliği içinde, din eğitimi için,
dinin hangi anlamlarının öncelenebileceği ve dolayısıyla da bu çalışmada dinin
hangi bağlamda ele alınacağı belirtilmeden önce, onun İslam düşüncesinde ve
Batı kültür çevrelerinde nasıl anlaşıldığından kısaca bahsetmek yerinde
olacaktır.
Din
kelimesinin lügatlerdeki karşılığına baktığımızda, Cevherî’de dinin yol, âdet;
ceza, mükafat ve itaat anlamlarını[2], İsfehani’de ise yalnızca itaat
ve ceza (karşılık) anlamlarının[3] kaydedildiği görülmektedir.
Kelimenin kökeninin ise; Farsça, Yunanca, İbranice, Sanskritçe gibi dillere
dayandığı şeklinde farklı fikirler olmakla birlikte Müslüman müellifler onun
Arapça deyn kökünden isim ya da masdar olduğu görüşündedir.[4]
Din kelimesi
ilk defa Kur’an’da geçmemekte, çeşitli anlamlarda İslam öncesi Arap toplumunda
da kullanılmaktadır.[5] Dolayısıyla Zebidî, Arap
şiirinden örneklere dayanarak dinin yirmiden fazla anlamını sıralamış, Mütercim
Asım Efendi ise otuzu aşkın anlamından söz etmiştir.[6]
Buna göre din kelimesi “ceza ve karşılık, İslam, örf ve adet, daimi yağan
yağmur, taat, zül ve inkıyâd, hastalık, kahr, galebe, istila, hesap, hâkimiyet
ve galibiyet, saltanat ve mülkiyet, hüküm ve ferman, makbul ibadet, millet,
şeriat, tevhid, vera ve takva, ikrah, hal, hizmet, ihsan, aziz olma, zelil
olma, itaat ve isyan, râm eylemek, zelil kılmak, ahlak, adet”[7] gibi pek çok farklı anlama
gelmektedir.
Kur’an-ı Kerim
ve hadis külliyatına dayanılarak İslami kaynaklarda, bir diğer tasnifle din
kavramının dört anlamda kullanıldığı ifade edilmektedir. Bu dört anlam şöyle
izah edilmektedir: Fatiha suresinde8 ve Nûr suresinde9
geçen din kelimesi “ceza (karşılık), mükâfat, hüküm, hesap” anlamlarına
gelmektedir. Nahl sûresinin 52. âyetinde geçen “ve lehü’d-dînü vâsıben” (din de
daima O’nundur) ifadesinde ise din “üstün gelme, hâkimiyet, zelil kılma,
zorlama” anlamında kullanılmıştır. Bakara sûresi 132. ayette yer alan, “Allah sizin
için din seçti” meâlindeki âyette geçen din ise “İtaat, teslimiyet, hizmet,
ibadet” anlamına örnek gösterilmektedir. Din kelimesinin Kur’an’da kullanıldığı
bir diğer anlam ise “âdet, yol, kanun, şeriat, millet, mezhep” anlamıdır. “Mâ
zâle zâlike dinî ve deydenî”(Benim mezhep ve meşrebim budur) ifadesinde geçen
din kelimesi bu gruba örnek olarak verilebilir. “Resûlullah kavminin dini
üzerinde idi” ifadesindeki din kelimesi ise âdet anlamında kullanılmıştır ki bu
husus onun Hz. İbrâhim’den kalma bazı âdetlere uyduğunu gösterir.10
Kur’an-ı
Kerim’de din kelimesinin anlam alanına giren ve semantik alanını tamamlayan
birçok kelime vardır. Bunlardan bazıları millet, şeriat, ümmet, fıtrat gibi
somut ifadelerdir. Bu kelimeler birebir dinin karşılığı kabul edilmese de onun
anlam alanının bir kısmını dile getirmektedir. Millet, Arap dilinde gidilen yol
anlamına gelmektedir.11 Bu temel anlamdan hareketle insanın
“yaşamında tuttuğu yol” anlamını kazanmıştır. Burada millet ile kastedilen
mutlak din değil, insanın dini benimseyip yaşam haline getirmesidir. Şeriat
kelimesi de millet gibi yol olarak açıklanmaktadır. Şeriat, ilahi dinin
kaynağını ve insanı o kaynağa bağlayan yolu ifade etmektedir ve millet
kavramından farklı olarak insan vurgusundan çok dinin kaynağının Allah olduğu
vurgusu vardır. Kısaca, şeriat Allah’ın insana yol göstermesi, millet ise
insanın o yolu benimsemesidir.12
Bir dinin
etrafında toplanan insanlar anlamındaki ümmet, dinin toplumsal boyutunu ifade
etmektedir. Fıtrat ise ilk yaratılış anlamındadır ve insanın dış tesirlerden
etkilenmemiş tabiatı ile potansiyelini ifade eder. Bu nedenle insan için
fıtrat, onun saf
Ebü’l-Kâsım Cârullah Mahmûd b.
Ömer b. Muhammed ez-Zemahşerî, Esasü’l-Belaga, Kahire: el-
Hey'etü'l-Mısriyyetü'l-Âmme li’l-Kitâb, 1985, s.401.
İsmail Çalışkan, Kur’an’da Din
Kavramı, 1.Basım, Ankara: Ankara Okulu Yayınları, 2002, s.85-103. dini kabule yatkın olması imkanını taşımaktadır. Din ve fıtrat
ilişkisi, fıtratın insan varlığının özünü, dinin ise insanın varoluşunu
anlattığı şeklinde yorumlanmaktadır.[8]
Kur’an-ı
Kerim’de din olarak açıklanan bazı mecaz ifadeler de vardır. Bu ifadeler
ufkumuza zenginlik katmakta ve dini algılayışımızı etkilemektedir. “Allah’ın
insanlara uzattığı bir ip (hablullah)”[9],
dini tasvir etmekte ve insan-Allah arasındaki bağın önemini vurgulamaktadır. O
halde din, belli emir-yasaklara riayet ederek yaşamanın yanı sıra, insanın
Allah ile içsel bir bağ kurmasını da içinde barındırır. Kavrayışımıza derinlik
katan bir diğer Kurânî ifade ise “sıbğatullah” [10]
(Allah’ın boyası)dır ve Allah’ın dini olarak tefsir edilmiştir. “Allah’ın
boyası” ile boyanmak, Razi’nin yorumlaması ile “boyada olma hali”ni ifade eder
ki bu yorum da anlam dünyamızda dinin “hâl” olduğunu katması bakımından
önemlidir.[11]
Bütün bu
açıklamalardan sonra, İslam bilginlerinin din tanımlarını ele almak, İslam
düşünce geleneğinde dinin nasıl anlaşıldığını göstermesi bakımından gereklidir.
Kur’an-ı Kerim’de İslam dışındaki inanç sistemleri ifade edilirken de din
kelimesi kullanılmıştır. Ancak İslam bilginlerinin yaptığı din tariflerinin
çoğunda “İslam dini”nin kastedildiği görülmektedir. Dolayısıyla onlar kapsamlı
din tanımları yerine hak din olan İslam’ı tarif etmeye çalışmışlardır. Seyyid Şerif
el-Cürcanî (ö.816/1413) dini şöyle tarif etmektedir; “Din, akıl sahiplerini
peygamberin bildirdiği gerçekleri benimsemeye çağıran ilahi bir kanundur.”[12] Klasik kaynaklarda[13] bu minval üzere tarifler yer
almaktadır. M.Hamdi Yazır daha önce yapılan tarifleri de dikkate alarak şöyle
bir tarif yapar; “din, zevi’l-ukûlü hüsn-i ihtiyarıyla bizzat hayırlara sevk
eden bir vaz-ı ilahidir.”[14] Yine Akseki de dini, Allah
tarafından vaz’olunmuş bir kanun olarak açıklar. “Din, insanlara saadet
yollarını gösterir, onların saadete erişmelerine delalet eder,
yaratılışlarındaki gaye ve hedefi, Allah’a ne suretle ibadet edileceğini
bildirir. İnsanları (kendi arzularıyla dini kabul eden akıl sahiplerini)
hayrolan işlere sevkeder.”20
Öte yandan
daha kapsamlı din tarifleri es-Sicistanî (ö.255/869), Cevzî (Ö.597/1201) ve Askerî’de
(ö.400/1009’dan sonra) görülmektedir. Sicistanî dini, “insanın İslam veya onun
dışındakileri kendine din olarak benimsemesi”21 olarak
açıklamaktadır. Askerî ise dini “müşriklerin dininde olduğu gibi şeriatı olmasa
da insanın gittiği ve kendisini Allah’a yaklaştırdığına inandığı yol” 22
şeklinde tanımlamıştır. Cevzî’ye göre de din, “kalp ile bağlanılan şey”23,
“insanın kendisi için gerekli gördüğü ve bağlandığı (iltizam) şeydir.”24
Bu tariflerin hepsinde de din insan- Allah münasebeti olarak görülmektedir.
Din kelimesi,
hem uluhiyet hem de ubudiyet anlamlarını içermektedir. Bu konuda Draz’ın
açıklamaları dikkate değerdir. O, Arap dilinde din kelimesine verilen bu
anlamları, iki taraf arasında, bir tarafın emir ve hakimiyetine, diğer tarafın
itaat ve bağlılığına dayalı karşılıklı bir ilişki olarak açıklamaktadır. Ona
göre din, iki taraftan birisi için kullanıldığında bağlılık ve inkiyad, diğer
taraf için emir ve hakimiyet manasına gelmektedir. İki taraf arasındaki ortak
ilişkiler için kullanıldığında ise, bu ilişkileri düzenleyen prensip ve düstur
anlamına gelir. Buradan din kelimesinin “bağlılık” teması etrafında dönüp
dolaştığı sonucuna varır. Bu çerçevede din, birinci şekilde kullanılınca
“bağlılığı zorlamak”, ikinci şekilde ise “bağlanmak”, üçüncü şekilde ise
“bağlanılan prensip” manalarını ifade etmektedir. 25
Din eğitimi
disiplininin bakış açısında ise bir dine bağlanmanın ‘boyun eğiş’ anlamının tek
anlam olmadığı, buna eklenen yaşantılama sürecinin de en az bu bağlanma kadar
önemli olduğunu vurgulamak gerekmektedir. Mehmedoğlu, bu konuyu şöyle açıklar;
“Verili bir
varlık olan insan elbette bir yerlere, bir şeylere ve bir yaratıcıya bağlanır.
Ama bağlanma belki de bu noktadan sonra gerçekleşmek için bekleyen bir başka
boyuta da ihtiyaç duyar; bağlı olduğumuz her ne ise onun ilkelerini araştırma
ve anlama eylemi. Bu açıdan bakıldığında bağlanma tek taraflı bir itaat olarak
algılanmamalıdır. Çünkü bir dine sadece bağlanma, kayıtsız şartsız itaat
olmaktan ziyade, bizim benliğimizi bilen aşkın bir benlik ile ilişkiye girme,
bir tasarruf ve oluş sürecidir. Bu anlamıyla olup biten bir şey değildir.”16
Dine bu
perspektiften baktığımızda, bu anlam zenginliği içinde onun ‘yol’ anlamı ve
‘hâl’ anlamının din eğitimi için öncelenebileceği görülmektedir. Zira din
eğitimi, insanın din ile kendini anlamlandırması, bir dönüşüm yaşamasını ifade
etmektedir. Anlamlandırma veya dönüşüm tecrübeleri ise bir sürece işaret
etmektedir. Bu bağlamda, insanın Yaratıcı ile ilişkisi çerçevesinde yolda
olması ve bu yolculukta halden hale geçmesini kendisine konu edinen din eğitimi
‘din’i bir kavram olarak ele alırken, onun yol anlamını ve hâl anlamını bir
ilişki içerisinde ima etmektedir.
Öte yandan din
eğitimi açısından dini ele alabilmek için, Batı kültür çevrelerindeki din
tanımlarına da değinmek gerekmektedir. Din kelimesinin İngilizce karşılığı olan
“religion”, Latince “religio”dan türemiştir. Religio’ya etimolojik açıdan
bakıldığında çift anlam taşıdığı görülür; kişinin borçlu olduğu dış bir gücün
varlığı ve kişinin kendini o güce adama hissi anlamlarını barındırmaktadır.[15] [16]
Dinin bütün tanımları, bahsedilen kök anlamı ile bir şekilde ilişkili olmakla
birlikte, oldukça farklılaşmış ve kategorize edilerek incelenmiştir. Batılı din
bilimcileri dini özsel ve işlevsel olmak üzere iki kategoride incelemek
eğilimdedirler. Ancak bu tanımlar teolojik, ahlaki, felsefi, psikolojik ve
sosyolojik olarak da kategorize edilebilir.[17]
Bu kategorizasyon, din tanımlarını inceleyebilmek ve üzerinde uzlaşılabilecek
bir din tanımına ulaşmanın imkanını tartışmak için yapılmıştır. Fakat birçok
çalışmanın vardığı sonuç, herkes tarafından kabul edilebilir bir din tanımına
ulaşmanın mümkün olmadığı yönündedir. 29 Çalışmamız açısından
böylesi bir kategorize etme, batı kültür çevrelerinde dinin algılanış
biçimlerini göstermesi bakımından yararlı olabileceği düşünülmektedir.
Dinin teolojik
tanımlarında, insanın Tanrı ya da bir kısım tabiatüstü manevi güçlerle ilişkisi
vurgulanır. Dinin Tanrı’yla uygun bir ilişkiye işaret ettiğini söyleyen Thomas
Aqinas’ın din algısı bu bağlamda düşünülebilir. Yine 19. yüzyıl antropologu
E.B. Taylor’ın “din manevi varlıklara inançtır” tanımı ve 19. yüzyıl teologu
W.Newton Clark’ın “din Tanrı’nın insan ruhunda yaşamasıdır” tanımı, teolojik
tanımları örneklemektedir. Aynı kategoride düşünülebilecek olan Rudolf Otto’ya
göre, “din hem korkutucu hem cezbedici olan bir gizemdir.” Otto’nun bahsettiği
korku, saygıyla karışık bir korkudur ve o, bu düşüncesini şöyle açıklar;
“Hakiki dinin farik alameti, şahsi bir Tanrı mefhumu değil, insanın
mehabetinden korkup aynı zamanda güzelliğine hayran kaldığı mukaddes, akıl ile
idrak edilemeyen, hepsinden farklı olan bir varlığın mahiyetini duymasıdır.”30
O halde, teolojik tanımlarda dinin temel ölçütü, tabiatüstü manevi bir güce
olan inançtır.
Ahlaki
tanımlar; dini, inananların nasıl yaşamaları gerektiğini anlatması yönüyle ele
alır. Buna göre dindar olmak, ahlaklı olmayı gerektirir. İngiliz yazar Matthew
Arnold “din duyguyla karışık ahlaktır” derken beşerî duyguların inanılan dinin
ahlak anlayışına eşlik etmesinin gerekliliğini vurgulamaktadır. Hepimizin itaat
etmesi gereken ahlaki bir yasa olduğunu ileri süren Kant’a göre ise bu ahlakî
yasanın Tanrı’dan bir emir olarak algılanması, dinin kendisidir.32 Dolayısıyla
Kant’a göre “din, bütün görevlerimizi ilahi emirler olarak algılamamızdır.”33
Felsefi
tanımlarda dinin, kozmik düzen ya da beşeri varoluşla ilişkili olarak
yorumlanan bir kavrama göre tasvir edildiği görülür. Örneğin, Alfred North
Whitehead için bu kavram, yalnızlıktır. Bir kimse hiç yalnız kalmamışsa,
Whitehead’e göre o kimse asla dindar olmamıştır. Bireyin kendi özünü ortaya
çıkarma süreci olarak görülen yalnızlık, asosyal bir yaşam biçimine değil,
bireyin kendi dinsel öz yapısını sorgulamasına işaret eder.[18]
Dolayısıyla “din, bireyin kendi ile başbaşa kaldığında yaptığı şeydir.”[19] Dini, “az veya çok karmaşık
bir inançlar sistemine bağlanma”[20] diye tanımlayan Tillich’e göre
ise, insanın dini boyutu bilincin asli bir özelliği, bilincin yapısının vazgeçilmez
bir unsurudur. İnsan, “nihai olarak ilgili” olması bakımından dini varlıktır ve
onun dini yönüne, Tillich “derinlik boyutu” (dimension of depth) der. Derinlik
boyutu ile kastedilen, insanın tinsel yaşamındaki nihaî, sonsuz ve şartsız bir
şeye işaret eden dini görünüştür.[21]
Dini obje
karşısında insanın duygularını, hislerini ve psikolojik durumlarını dinin
ölçütü haline getiren tanımlamalar ise psikolojik tanımlardır.[22] Russell ve Freud’un görüşleri,
bu bağlamda ele alınabilir. “Dinin temeli korkudur, bilinmeyenin, yenilmenin ve
ölümün korkusu.”[23] diyen Russell dini, bu korku
halindeki insan için sığınılacak bir yer olarak belirtir. Bununla birlikte o,
dindar insanların korkak olduğunu düşünür ve fakat korkaklığın hiçbir çeşidini
saygıdeğer bulmadığını ifade eder.[24]
Dine karşı olumsuz bir bakışa sahip olması noktasında Russell ile yakın görünen
Freud’a göre de din, “insanlığın evrensel saplantılı nevrozu”[25] olacaktır. Dolayısıyla
insanlığın bu psikolojik rahatsızlığın üstesinden gelmeden sağlığına kavuşması
mümkün görünmemektedir. Freud’dan bir adım daha ileri gitmiş olan Jung ise
ortak bilinçdışına inerek dini anlamaya çalışmıştır.[26]
İnsandaki din duygusunun keşfi için bilinçaltına inmek gerektiğini ve bunun da
ancak rüyalarla mümkün olduğunu ileri süren Jung’a göre din, olumlu ya da
olumsuz, en yüksek ve en güçlü değerle kurulan bir ilişkidir.[27]
Sosyolojik
tanımlar ise dini, kültürel normları şekillendiren bir grup bilinci ya da genel
olarak toplumun üretimi olarak ele alır. Marx din halkın afyonudur der çünkü
ona göre din, gücü elinde bulunduran kimseler için, bastırılan kalabalıklar
kaderlerinden razı olsun diye kullanılan bir araçtır.[28]
Dine karşı pragmatist bir tutum sergileyen Durkheim ise dinin toplumsal
değerlerin belirleyicisi olma ve onları muhafaza etme işlevine dikkat çeker.
Ona göre “din, kutsal şeylerle ilgili inançlar ve pratiklerden oluşan tutarlı
bir sistemdir. Bu inanç ve pratikler, onları kabul eden kimseleri kilise denen
manevi bir topluluk halinde bir araya getirir. Dolayısıyla din fikri, kilise
fikrinden ayrılamaz.”[29]
Yukarıda
zikredilen sosyolojik ve psikolojik tanımlamalar, indirgemeci bir yaklaşım
sergilemeleri yönüyle eleştirilmiştir. Bütün dinleri kuşatıcı olması açısından
ele alındığında ise bahsi geçen tanımların hepsi eksik kalacaktır. Din eğitimi
açısından dinin nasıl tanımlanacağı problemine bilimsellik kaygısı ile
yaklaşıldığında da yine, herhangi bir dine işaret etmeyip din kavramına
kapsamlı bir açıklama getiren tanımlamalara ihtiyaç hissedilebilir.[30] Fakat din eğitiminin bir imkanı
olarak hikmeti konu edinen bu çalışmada bilimsel bilginin sınırları içinde
hareket etmek, tutarlı bir tavır olarak kabul edilemez. Bu nedenle genel-geçer
bir din tanımına ulaşma kaygısından ziyade, eğitimin o olmaksızın
düşünülemeyeceği “anlama”ya kapı açan din tanımlarını öncelemek, bu çalışmanın
problemleri ve istikameti ile daha uygun bir görünüm arz edebilir. Dolayısıyla
teolojik, ahlaki ve felsefi tanımlamalar, din eğitiminde anlamı öne çıkaran bir
bakış ufkuna katkı sağlayabilir.
Eğitim, insanın
manevi, entelektüel, ahlaki, sosyal ve politik boyutlarıyla, bir bütün olarak
var oluşunu gerçekleştirme sürecidir. İnsanın yaşadığı bütün etkileşimler, bu
oluşun bir parçası olması sebebiyle eğitim olarak açıklanır. Dolayısıyla bütün
bir hayat, insan için bir eğitim sürecidir.
Eğitimin
böylesi geniş bir kapsamı olmakla beraber, eğitim tanımlarında onun üç temel
işlevinden söz edilir. Buna göre eğitim, bireyin gelişim imkanı olmasının
yanında bir sosyalleşme aracıdır. Ayrıca kültürün nesilden nesile aktarılması
da yine eğitim yoluyla gerçekleşmektedir.[31]
Günlük dilde eğitimle kastedilen ise daha çok onun eğitim kuramlarında
gerçekleşen boyutudur. Bu çerçevede artık bireyden değil çocuk veya gençten söz
edilir ve eğitim; onların toplum yaşayışında yerlerini almak için
hazırlanırken, gerekli bilgi, beceri ve tutumlar elde etmelerine, kişiliklerini
geliştirmelerine yardım etme, geçmişin bilgi ve deneyimlerini düzenli bir
biçimde aktarma ya da kazandırma etkinliği olarak tanımlanır.[32] Esasen ‘aktarma’, ‘kazandırma’
gibi işlevler öğretime aittir. Eğitimden söz edebilmek içinse, insanın
kazandığı bu bilgi donanımı ile bir dönüşüm gerçekleştirmesi gerekmektedir.
Eğitim ve
öğretim, birbirini tamamlayan, ancak aynı anlama da gelmeyen kelimelerdir.
Öğretim, nazari erdemleri, eğitim ise ahlaki erdemleri ve sanatları oluşturma
yöntemidir. Öğretim konuşmakla, eğitim, kişilerde bu işleri yapma istek ve
iradesini hayata geçirmek, bunları alışkanlığa dönüştürmekle başlar.[33] O halde, öğretim
kazandırılabilir, aktarılabilir ancak eğitim, kişinin kendi hayat serüveni
içinde gerçekleşebilir.
Eğitimin
açıklanmasında sözlük anlamlarının yanı sıra, onun tarihsel süreçte nasıl
anlaşıldığı da önem arz etmektedir. Eğitim, düşüncenin tarihi seyri içerisinde;
düşünceyle birlikte şekillenen ve “düşüncenin yaşama aktarılmasının yolu”[34] olarak görülen bir kavram
olagelmiştir. Düşünce ile bu yakın ilişkisinin bir sonucu olarak da eğitim,
tarih boyunca farklı şekillerde anlaşılmıştır. Dolayısıyla “eğitim nedir?” diye
sorduğumuzda alacağımız cevaplar oldukça çeşitlidir. Günümüzde, felsefi
düşüncelerle beslenmemiş, onlardan kaynaklanmamış eğitimi boş ve aldatmacalarla
dolu bir faaliyet olarak sayan görüşlerden, onu ideolojik vasıta olarak gören
anlayışlara kadar, oldukça farklı düşünce şekilleri bulunmaktadır.[35] Yine de bütün eğitim
anlayışlarının ortak paydası değişim ve dönüşüm hedefli olmalarıdır.
Farklılıklar ise; bu dönüşümün hangi boyutta ve hangi yolla gerçekleşeceği
açısındandır ve bu noktada dayandığı düşünce ayırt edici olmaktadır.
İlkçağlardan
günümüze gelindikçe eğitime bakışın soyut ve felsefi biçim ve içerikten daha
somut siyasal/ideolojik bir çerçeveye kaydığı görülür. Eğitime ilk sistematik
yaklaşım, antikçağ filozofları ile başlamıştır. Antikçağ filozofları eğitimi,
daha çok bilinç, yeti, haz, zihin ve disiplin gibi kavramlar çerçevesinde ve
köle olmayanlar için ele almışlardır. Örneğin Platon’a göre eğitim, insanda
gizli olarak bulunan hakikatlerin bilince çıkarılması sürecidir. Eğitimin nihai
amacı insanlara bilgi aktarmaktan ziyade onların arzularını eğitmek veya gereği
gibi sosyalleştirmektir. Dolayısıyla Platon’da eğitim zihinsel ve ahlakî bir
mesele olarak ele alınır.[36]
Aristoteles’in
sisteminde eğitim sanatı siyaset biliminin bir parçasıdır ve bu yüzden teorik
değil, pratik bir bilimdir. Onun düalist varlık tasavvuru eğitim anlayışına da
yansımıştır. İnsan ruhu iki katlı veya çift yönlü bir doğaya sahip olduğundan
eğitimin de çift yönlü bir amacı olacaktır. Öncelikle eğitim devletin refah ve
mutluluğunu yükseltme ihtimali olan işleri gerçekleştirecek bir kişiliği
yoğurmayı hedefler; ikinci olarak ruhu, pratik ihtiyaçlar giderildiğinde mümkün
hale gelecek olan serbest zamanı, doğru bir şekilde değerlendirmeye hazırlamayı
hedefler.[37] Eğitimin amacı, insanı insan
yapan şeyi yani aklı alabildiğince geliştirmektir.[38]
Rousseau
eğitimle insanın gerçek doğasına, hakiki özüne uygun bir gelişmeyi amaçlayan
bir süreci anlar. Ve onun insan tasarımı salt bir akıl varlığı da değildir.
İnsan, duyguları, yüreği ve aklıyla her bir parçası birbirinden etkilenen
bütünsel bir organizma olarak ele alınmalıdır. Dolayısıyla insanın özüne uygun
bir gelişim, salt zihinsel bir gelişim değildir. Gerçek bir eğitim, insanın
yüreğini ve iradesini hayata geçirmesiyle ahlaki sorumluluğu üstlenmesinden
geçer. İnsan ancak böylesi bir eğitimle kendini geçekleştirme yoluna girebilir.[39]
Rousseau
kendini gerçekleştirme ile insanın, doğasının asli potansiyellerine uygun
olarak yaşamasını anlar ve eğitimi de bu amaca uygun bir şekilde insanın kendi
doğal gelişimini temin etmesi olarak yorumlar. Eğitim, insana doğadan,
insanlardan ya da nesnelerden gelir. İnsanın yeteneklerinin ve organlarının
gelişmesi doğanın eğitimidir, bu gelişmeden yararlanmanın öğretilmesi,
insanların eğitimidir. İnsanın kendisini etkileyen konular üstünde kendi
deneyimlerinden gelen kazanımları ise nesnelerden gelen eğitimdir. Ancak esas
eğitim yani ahlakî eğitim, insanın başkalarıyla olan ilişkilerinin farkına
varmasıyla başlar. Beşeri ilişkilerle ilgili sağlam bir kavrayışa erişten
insan, ruhunun tutkularına bu ilişkilere göre bir düzen verir ve bunun
sonucunda bağımsız bir birey olabilir.[40]
Dewey’in
eğitim düşüncesi deneyim kavramı çerçevesinde şekillenmiştir. Ona göre eğitim
deneyimin sürekli bir yeniden inşasıdır. O, hayata hazırlık olmaktan ziyade
hayatın kendisi olmak durumundadır. Dewey, dışarıdan ya da deneyimden bağımsız
olarak oluşturulup dikte edilecek bir ahlakı da kabul etmez. Eğitimin amacı,
dünyanın büyük bir hızla dönüşen yapısına, kültürün değişen koşullarına
başarıyla uyum sağlamaktır.[41]
Geleneksel
eğitim kadar modern eğitim felsefelerinin de açmazları olduğunu ileri süren
Buber‘e göre gerçek eğitimin kaynağında öğretmenin öğrencisine hükmettiği ben-o
ilişkisi değil, insanlıkları bakımından eşit olan iki varlık arasındaki ben-sen
ilişkisi bulunur.[42] Eğitimin amacı, çocuğun doğal
yeteneklerinin, ilgi ve ihtiyaçlarının keşfi ve geliştirilmesi değildir.
Karşılıklı ilişki ve iştirakten doğan bir güçle çocuğun kendine özgü varoluşunu
gerçekleştirmesi, iç ve dış dünyasıyla birlik oluşturabilmesi, kısaca çocuğun
bir kişi olabilmesi, eğitimin asıl amacıdır. Bilginin kazanılması, yaratıcı
içgüdünün açığa çıkarılması, entelektüel yetinin geliştirilmesi, varoluşla
ilişkilenmediği sürece anlamsızdır. Dolayısıyla Buber, eğitimin salt
entelektüel bir etkinlik veya doğal güçlerin geliştirilmesi olarak görülmesine
karşı çıkar.[43]
Eğitimi
tamamen politik bir amaç olarak gören Freire ise, onun mevcut sosyal ve politik
düzeni koruyup yeniden üretmeye ya da dönüştürmeye yönelik olduğunu savunur.[44] Ona göre eğitim, hiçbir
şekilde değerden bağımsız olamaz ve her eğitim sisteminin, eğitimden geçen
insanları belli şekillerde dönüştürme gibi bir etkisi vardır. O halde eğitim,
insanlara pratik hayatta işe yarayacak, yani kendilerini ve sosyal güçleri
tanımalarına imkan sağlayacak bilgiler vermek suretiyle sadece bireysel hayatı
değil sosyal hayatı da değiştirip dönüştürmek durumundadır.[45]
Bakışımızı
İslam düşüncesinin eğitim anlayışına çevirdiğimizde ise onun talim, terbiye,
te’dip gibi kelimelerle ifade edilmiş olduğunu görürüz. Talim, bir şeyi gerçek
yönüyle kavramak, bir nesnenin şekli zihinde oluşmak anlamındaki ‘ilm’ kökünden
gelir ve bilgiyi öğretim, alıştırma vs. yoluyla aktarma ve alma sürecini
tanımlar. [46] İyi tutum, incelik, kibarlık
anlamındaki edep kelimesinden türeyen te’dip ise “kişinin eğilim ve
davranışlarının bizzat kendi iradesiyle veya dış bir otoritenin etkisiyle
kontrol edilip yönlendirilmesi” olarak açıklanır.[47]
Bu bağlamda talim eğitimin bilgiyle ilgili, te’dip ise davranışla ilgili
anlamına vurgu yapar. Terbiye ise korumak, ıslah etmek anlamındaki ‘rabv’
kökünden gelir ve bir şeyi derece derece geliştirerek kemaline ulaştırmak
olarak açıklanır.[48] Terbiye, bireysel potansiyelin
gelişip gerçekleşmesi ve bireye bir bütünlük, tamlık ya da olgunluk haline
varıncaya kadar rehberlik edilmesi süreci olarak da tanımlanır.[49]
İslam eğitimi,
ferde kendini tanıma yolunu göstermeyi gaye edinmiştir. Eğitim, insanın kendi
yeteneklerini tanımasına yardım etmiyorsa gereksizdir. Bununla birlikte,
fıtratı korumak, ferdin gizli kabiliyetlerini açığa çıkarıp bu kabiliyetlere
yön vermek ve insanı doğru istikamette tutmak, yine İslam eğitiminin
gayelerindendir.[50] Bu bağlamda Zernûcî, eğitimin
gayesini şu şekilde belirtmektedir; “Allah rızasına ulaşmak, ebedî hayatı elde
etmek, nefisten cehaleti gidermek, dünya ve ahiret hayatını ihya etmektir.”[51]
İslam
eğitiminin üç temel kaynağı; Kur’an, sünnet ve geleneği devam ettiren alimlerin
düşünceleridir. Kur’an, düşünmeyi teşvik eden, bilenlerin Allah katında farklı
bir konumda olduğunu belirten ayetleriyle İslam eğitiminin en önemli hareket
noktasıdır. Peygamber’in aynı bağlamdaki uygulamaları ve sözleri, bu hareketin
veya düşüncenin yönünü belirlemede önemli bir etkiye sahiptir. Gazali, Razi,
Nasîrüddin Tûsî, İbn Haldun ve İbn Miskeveyh gibi düşünürlerin de İslam eğitim
düşüncesi ve pratiğinin oluşmasında rolü büyüktür.68
Gazali’ye göre
insanın eğitim imkanı iki türlüdür; insanî öğrenim ve Rabbanî öğrenim. İnsanî
öğrenimi de taallüm ve tefekkür kavramlarıyla açıklar. İnsanın dış dünya ile
kurduğu ilişki sonucu öğrenmelerini taallüm ile açıklarken, tefekkürü iç
dünyaya ait bir durum olarak ‘nefsin külli nefsten istifadesi’ şeklinde
tanımlar. Ona göre insan, daha önce öğrenmiş olduğu bir şeyden tefekkürle başka
bir şey çıkarma imkanına sahiptir ve eğitim de ancak, taallüm ve tefekkürün
birlikteliğinde gerçekleşir. Rabbanî öğrenim ise vahiy ve ilham ile
gerçekleşir. Vahiy yoluyla elde edilen ilimde, küllî akıl muallim, kudsî nefs
öğrenci konumundadır ve öğrenme ya da tefekküre ihtiyaç olmadan bütün suretler
bu nefse nakşolunur. Böyle bir bilme, yalnız nebilere ve rasullere mahsustur.
İlham ise insan nefsinin yeterliliği ve istidadı nispetinde küllî nefs
tarafından uyarılmasıdır.69
Razi’ye göre
eğitim, bir şeyi en mükemmel bir duruma getirip bırakmak demektir. Kur’an’ın ve
peygamberlerin gönderilmesinin amacı, eğitim yoluyla insanlarda ahlaki
davranışların meydana gelmesini sağlamaktır. Razi, bu amaçla insanın öncelikle
beden ve kalp eğitiminin tamamlanması gerektiğine işaret etmiştir. Bu eğitim
tamamlandığında, ahlakî kurallar bireyin benliğine kendiliğinden yerleşecektir
ve toplum içerisinde hoş görülen olumlu davranışları kendi içinden gelerek
yapacaktır. Razi’ye göre ahlak, bireyin iyi davranışlara kendi isteğiyle
yönelmesi ve bunları alışkanlık hâline getirmesidir. Razi, bireyin kendi
kendine veya bir rehber aracılığıyla gerçekleştireceği bu eğitim işinin olumlu
sonuçlanmasıyla toplumun ahlakî açıdan sağlam bir zemine oturacağını
savunmuştur.70
Tûsî, İslam
düşüncesinde aşina olduğumuz üzere, insanı bir bütün olarak ele alır ve eğitimi
‘insanî nefsin olgunluğu” olarak ifade eder. İnsanî nefste teorik ve pratik
İbn Haldun,
eğitimi insan için psikolojik, sosyolojik ve ontolojik açıdan zorunlu bir
ihtiyaç olarak görür. Sosyal hayatın devamı, geçim temini ve kültürün
aktarılması için eğitim zorunlu bir olgudur. İnsanın düşünen bir varlık olması,
onda öğrenme ve anlamlandırma arzusunu canlı tutar ve insanı ilme yönlendirir.
Vücudun yiyecek ve gıdalar ile gelişmesi gibi, eğitim yoluyla da insan ruhu ve
aklı gelişip olgunlaşır. Eğitim, aklı daha keskin, düşünceyi daha parlak hale
getirir ve insanın idrak yeteneğini geliştirir. Aynı zamanda insan ruhu ilimler
ve sanatlarda güzel melekeler kazanarak olgunlaşır. İnsanın bilgi ve
tecrübesinin artmasıyla ufku da genişler. Bireyin yaşamında sürecin ve
yaşantıların eğitici değerini vurgulayan İbn Haldun’a göre zaman, bireyin
gelişiminde rol oynayan bir öğretmendir.72
Fikri, dini ve
pratik temellerini Kur’an, sünnet ve Müslüman alimlerin düşüncelerinden alan
İslam eğitiminin bireysel, toplumsal ve kültürel amaçları birbirleriyle iç
içedir ve birbiriyle tamamen örtüşür. Bunun nedeni, İslam eğitim anlayışının
diğer eğitim anlayışlarından farklı olarak, temelinde yer alan dindir. İslam,
hayatın her yönünü kuşatıyorsa, buna bağlı olarak eğitim düşüncesi de hayatın
bütününü ele almak durumundadır. Dolayısıyla eğitimle bireysel gelişmeyi temin
etme veya destekleme yanında, topluma ve toplumun yapısına, sosyal ve ahlaki
kurallarına dair kavrayışı geliştirme ve bilgiyi ve kültürel mirası koruyup
aktarma amaçlanır. Burada bireysel gelişme ile kastedilen bireyin manevi ve
ahlaki boyutları da dahil olmak üzere, bütün yönlerinin, hayatın hemen tüm
alanlarında daha yüksek bir dini kavrayışa götürecek şekilde dengeli
gelişimidir. Bununla birlikte eğitim, salt bireysel bir mesele olarak görülmez,
onun sosyal boyutu en az bireysel gelişime katkıda bulunma amacı kadar
önemlidir. Çünkü bireysel gelişme ancak sosyal bir çevre içinde
gerçekleşebilir. Öte yandan eğitim, çok sayıda bireye hizmet vermek suretiyle
toplumu belirleyen veya onu her ne ise o yapan en önemli araçtır. Dolayısıyla
İslami açıdan eğitim, bir toplumun kültürel mirasıyla geleneksel değerlerini
korumanın, aktarmanın ve yaymanın olduğu kadar, değişme ve gelişmenin de en
önemli aracı olmak durumundadır.73
Bütün bu
açıklamalardan anlaşıldığı üzere; insan kendisini kuşatan hayatın içinde ve bu
hayatın imkanları dahilinde sürekli bir ‘bilme’ halindedir. Bilme, idrakin
yoruma dayalı süreçlerini ifade eder ve insan bu süreçte hâlden hâle geçerek
bir dönüşüm yaşamaktadır. Bu çalışmada da eğitim, hem bu sürecin hem de bu
süreçte yaşanan dönüşümün adı olarak düşünülmektedir.
Din eğitimi;
din ve eğitim kavramlarının anlam alanlarının bir buluşmasını ifade eder. Ancak
bahsedilen kavramlara dair farklı anlayışların olmasının bir sonucu olarak, bu
buluşmanın yorumları da farklılaşmaktadır. Öte yandan din ve eğitimin anlamı
üzerinde uzlaşılsa dahi, din eğitimini açıklarken bu iki kavramdan hangisinin
merkeze alınacağı da bir ayrışma noktasıdır. Bu noktada din eğitiminin
ilahiyatın bir alt disiplini mi yoksa eğitimin bir alt disiplini mi olduğu
sorusu gündeme gelir.74 Bilgin, “Din eğitimi teoride ilahiyatın bir
yan disiplini olarak düşünülebileceği gibi, eğitimin bir yan disiplini olarak
da düşünülebilir. Ayrıca o, hayatın bütünü ile ilgilenen çok boyutlu bir
problem alanı olarak da düşünülebilir.” 75 diyerek bu konuda
interdisipliner bir yaklaşımı önermektedir.
Din eğitiminin
bir disiplin olarak kendine özgü konusu, alanı, amacı, metotları vardır ve
bunların ortaya konması gerekmektedir.76 Bu bağlamda din eğitiminin
başlıca görevi kendi neliğini ortaya koyarak bir disiplin olarak varlığını
ispat etmektir. Dolayısıyla din eğitimi öncelikle, din eğitimi nedir, niçin
vardır, ve nasıl vardır
sorularını
araştırma konusu yapmalıdır ve bu sorular da normatif olarak değil, olgusal
olarak araştırılmalıdır.[52]
Din eğitimi
insan varlığının bütünü ile ilgilenir. O, insanı ele alırken kendi
perspektifinden hareket ederek insanı, hayatın bütünlüğü içindeki yeri ile ele
alır, yani insanla insan olarak ilgilenir. [53]
Din eğitiminin alanı, insanı ve hayatı olduğu kadar dinin hayat ile
ilişkilerini ve onlarla ilişkili soruları ve meseleleri de kapsamaktadır. [54] Dolayısıyla inanan
insanın din ile hayatını nasıl anlamlandıracağı sorusu din eğitiminin temel
sorusudur.
Hayatın
manasını aramaya çağıran bir disiplin olarak din eğitiminin amacı, psikoloji,
sosyoloji, teoloji ve antropoloji gibi farklı disiplinlerin araştırmalarında da
faydalanarak, arayışta olan varlığı, insanı araştırmak ve temel din eğitiminin
teorisini geliştirmektir.[55] Din eğitimi bilimi, sözü
edilen disiplinlerin verilerini kullanarak, “insanların Allah’ın iradesine
uygun kişiler olarak yetişmelerine katkıda bulunacak çalışmalar yapar. Onların
hayatları boyunca karşılaşabilecekleri dini anlayış ve yaşayışla ilgili teorik
ve pratik problemlerini araştırır, inceler, çözümler üretmeye ve geleceğe
yönelik teoriler geliştirmeye çalışır. Kısaca din eğitimi biliminin amacı;
insanların hayatın bütünlüğü içinde ilahî iradeye uygun davranışlar
geliştirmelerine yardımcı olmaktır.”[56]
Pratiği ve
düşüncesi ile bir bütün olarak düşünülmesi gereken din eğitimi, hem manevi
bilimlerin temel metodu olan ‘anlama’ ve ‘açıklama’yı, hem de anket, mülakat,
istatistik gibi deneysel verileri kullanır. Öte yandan bir dine dayanması ve o
dinin normlarını esas alması bakımından normatif yöntemden de bağımsız
değildir. Zira “din eğitimi ancak inanılan dinin eğitimi olarak mümkündür.
Çünkü din eğitimi ancak dini yorumlayarak verilebilir ve yorum doğruluğuna
inanılan dinin Allah anlayışına dayalı olacaktır.”[57]
O halde din eğitimi bu üç yöntemi de kullanarak veri elde edebilir.
Din eğitiminin
pratiğinden ziyade düşüncesine odaklanılan bu çalışmada; eğitimin, insanı
mutluluğa götüren hayat tarzının bilinmesi olduğu düşüncesi, hareket
noktalarından birisi olarak kabul edilebilir. Bu düşünceye göre eğitimin
gayesi, insanın mutedil olmasıdır. Hayatın üzüntülü ve sevinçli anları ile yüz
yüze kaldığında hissi anlamda bir istikrar içinde kalabilmek ve ilaveten diğer
olup bitenler karşısında gerekli tepkiyi göstermek dışında, rahatsız edici bir
konuma düşmeksizin davranış sergileyebilmektir. İslam düşüncesinde bilginin
yaşantıya dönüşmesinin ifadesi olan bu düşünce “te’dip” olarak ifade edilmektedir.
O halde “edeb”, yaşanan bir beşeri hikmet olarak düşünülebilir.[58]
Klasik
sözlüklerde ilim, ilimle beraber amel, ahlakî muhtevalı söz gibi çeşitli
şekillerde tanımlanan hikmet kavramı; itidal, adalet ve tecrübe ile
ilişkilendirilmiş, aynı kökten gelen hüküm, muhkem, istihkâm, muhakkem ve hakîm
gibi kelimeler hikmetin anlam boyutlarını oluşturmuştur. Hikmetin anlamını
bütün bu boyutları ile açıklamak ve din eğitimi için hangi anlam ufkunda
konumlanabileceğini tartışabilmek amacıyla, öncelikle kelimenin köken
bilgisine, daha sonra tanımlarına ve nihayet ilişkili olduğu kavramlara
değinilecektir.
Hikmet
kelimesi “h-k-m” fiilinden türeyen bir mastardır. Ve bu kelime, “hüküm,
hâkimiyet, hükümet, ihkâm, hakem” gibi kelimelerle aynı kökten gelir. Dil
alimlerine göre “h-k-m” kökünün temel anlamı “engellemek, alıkoymak”tır. Bu
anlamda hayvanın gemine de, sağa sola sapmaktan engellediği için “hakeme”
denilmiştir. Bu ifade h-k-m kökünün en eski kullanımıdır ve hikmetin adalet,
ilim, hoşgörü gibi anlamlar kazanması bu somut anlama dayandırılmaktadır. Zira
adalet insanı zulümden, ilim cahillikten, hoşgörü ise ahmaklıktan
alıkoymaktadır.[59] Aynı kökten gelen ‘hâkim’,
kötülüğe engel olan, hüküm sahibi, hükmünü yürüten, hükmü verip uygulayan
manasına gelir. “Hakeme” kelimesi ayrıca yüzün ön kısmı anlamına gelir ancak
burada kastedilen mecazi bir anlamdır. “Muhakkak ki kul alçak gönüllülük
gösterdiği zaman, Allah onun hakemesini yüceltir.”[60]
hadisinde geçen hakeme kelimesi ile kastedilen sosyal ve ahlaki statüdür.
Dolayısıyla insanın hakemesi şan, seref, itibar anlamında kullanılmıştır.[61] Bir başka hadiste ise “hakeme”
kelimesinin sözlük anlamı ile kullanıldığı görülmektedir: “Her insanın başında
hakemesi vardır; kötü bir şey yapmaya niyetlendiği zaman eğer Allah onu
dizginlemek isterse, dizginler.”[62] Burada insan varlığı
üzerindeki ilahi bir kontrolden bahsedildiği görülmektedir.[63]
Yaman, h-k-m
kökünün temel anlamının “engellemek, alıkoymak” olmasına ilişkin açıklamaları
şu şekilde yorumlamaktadır; Arap filologları oldukça kapsamlı bir tanım
sunmaktadır ve lafzi engellemenin veya alıkoymanın ötesinde, onlar iyi olmayan
hali geliştirme yönünde olumlu bir tavra işaret ederler. Bilgi, adalet, hoşgörü
ve itibar gibi bu olumlu, yapıcı vasıflar, bu bağlamda hikmetli davranma
biçimine götüren bir kanal olarak değerlendirilmektedir. Dolayısıyla men etmek
anlamı, h-k-m kökünün hikmet ile ilişkili olma ihtimalini kapsamaktadır.[64]
H-k-m kökünün
bir diğer anlamı ise işi sağlam yapmak, sağlamlaştırmak, kesin ve apaçık
olmaktır.[65] “Tecrübeler adamı yargılama
konusunda kesin ve dosdoğru yaptı” ifadesinde bu anlam görülmektedir.[66] H-k-m kökünün bu anlamları
ayet ve hadiste de görülmektedir. “Allah şeytanın attığını yok eder, sonra
ayetlerini sağlamlaştırır.”[67] “Bir kitaptır ki, hikmet sahibi,
her şeyden haberdar olan, tarafından ayetleri sağlamlaştırılmış ve güzelce
açıklanmıştır.”93 Zikredilen ayetlerde geçen “ayetlerin
sağlamlaştırılması” ifadesi, şeytanın ve taraftarlarının şerrinden korunması;
emir ve yasakların, helal ve haramların, müjde ve tehditlerin açıklanması ve
ayetlerin apaçık, net ve tastamam olması şeklinde açıklanmıştır.94
“O hikmetli zikirdir.” hadis-i şerifi de yine bu bağlamda ele alınmaktadır.95
Burada Kur’an’ın lehte ve aleyhte hüküm veren, içinde hiçbir çelişki ve tutarsızlığın
olmadığı faydalı hükümleri içermesi kastedilmektedir.96
Hüküm kelimesi
de h-k-m kökünün anlamları arasında yer almaktadır. Lügatlerde hüküm;
yargılama, adaletle yargılama şeklinde açıklanmaktadır. Nitekim Allah (cc)’a
“hakim” denilmesi öncelikle hükmün O’na ait oluşundandır.97 Hüküm
kelimesi ayrıca bilmek ve anlamak (ilim ve fıkıh) manasına da gelir. “O’na
-Yahya’ya- çocuk iken hüküm verdik”98 ayetinde ve “Halifelik
Kureyş’e, hüküm Ensar’a aittir.” hadisinde hüküm, bilme ve anlama (kabiliyeti)
anlamındadır. 99 “Susmak hükümdür ancak bunu yapan azdır”100
hadisindeki hüküm kelimesi de aynı şekilde ilim ve fıkıha delalet eder.101
Ayrıca “Bazı şiirler vardır ki hükmün/hikmetin ifadesidir”102
mealindeki hadisin farklı iki rivayetinin bulunması da, bu iki kelimenin
birbirinin yerine kullanıldığını göstermektedir. Bununla birlikte hüküm ile
hikmet arasında şöyle bir farklılık bulunmaktadır; hüküm hikmetten daha geniş
bir anlama sahip olup, her hikmet bir hükümdür, ancak her hüküm bir hikmet
değildir.103 Çünkü hikmette fesadı engelleyen bir hüküm olmakla
birlikte, hükümde her zaman fesadı engelleme durumu söz konusu olmayabilir.104
Hikmet
kavramının boyutlarının daha iyi anlaşılması için h-k-m kökünün diğer
türevlerinin de ele alınması gerekmektedir. Bu bağlamda ‘hâkim’, kötülüğe engel
olan, hüküm sahibi, hükmünü yürüten, hükmü verip uygulayan manasına gelir.
“Hakem”,sözlük anlamı olarak, taraf tutma arzusunu bir tarafa atan; kavram
olarak, hükmü elinde tutan, hükmünü yürüten, ya da hüküm verme makamında olan
demektir. “Hakîm” sözlükte, bilgin, hikmet sahibi, işlerini en güzel bir
biçimde ve sağlam yapan demektir.
Aynı kökten,
“hükkâm, muhkem, tahkim, ihkâm, mahkeme, hâkimiyet, hükümet, istihkam” gibi
kavramlar da türemiştir.105 Hepsi farklı anlamlara gelse bile,
hepsinde de işi sağlam yapma, zarara engel olma, hikmetle, faydaya ve maksada
uygun şekilde yapma, tutarlı olma, yerinde iş yapma, yetki altına alma, hükmünü
yürütme anlamları ortaktır.106
Özetle, hikmet
kelimesinin kendisinden türediği “h-k-m” maddesinin; insanı kötülükten, çirkin
olandan, zulümden, cahillikten, insanın onur ve şerefine layık olmayan her
türlü his, duygu, düşünce ve eylemden uzaklaştıran bir ahlâk felsefesi olduğu
gibi, kamu alanında sosyal ve siyasi- hukukî çerçevede kalarak- normlar
belirleyip, adalet ölçülerine uygun kurallar koyan; bireysel ve toplumsal
çürüme ve çözülmenin önlemini alan bir kapsamı söz konusudur.107
Hikmet,
Türkçe’de bilgelik kelimesiyle karşılanmaktadır. Bununla birlikte yüksek bilgi,
gizli sebep, ahlakî söz anlamları da Türkçe sözlüklerde karşımıza çıkmaktadır.108
Batı dillerinde ise hikmetin karşılığı olarak logos, sophos, sophia ve wisdom
kelimeleri görülmektedir. Antik Yunan düşüncesinde, söz, konuşma, düşünce,
akıl, açıklama anlamlarına gelen logos109, Yunan dininde, bir Tanrı
ya da Tanrıların, insanlara tinsel esin, bilgelik ve yol göstericilik sağlayan
sözlerini ifade eder.110 Sophos, bilge haline gelmek veya bilge
olmak, sophia ise, hikmet, sanatkarlık, basiret şeklinde açıklanmıştır. mWisdom
ise en geniş ve yaygın anlamı ile, hayatın işleyişine dair açık ve doğru bir
yargı şeklinde açıklanmaktadır. Hayata dair bu hüküm, geniş bir bilgi
yelpazesiyle, entelektüel zeka ile ve düşünsel derinlikle açıklanabilir. Ancak
bunların hiç biri bilgeliği tam olarak tanımlamaz. Çünkü bilgelik, onların
yokluğunda da ortayaHikmeti, bilgi ile ilişkisi bağlamında ele alan Rosenthal,
Yunancada sophia- episteme ve Latincede sapienta-scienta kelimelerinin
hikmet-ilim karşılığında kullanıldığını belirtmektedir. Rosenthal, söz edilen
kelimelerin dilbilimsel konumlarından da yola çıkarak Hıristiyan ilahiyatının
hikmete bilgi karşısında daha yüksek bir paye verdiğinden bahsetmektedir. Bu
bağlamda Cicero’nun “beşeri ve ilahi şeylerin (ve onların nedenlerinin)
bilgisi” şeklindeki hikmet tanımını alan Augustine, “ilahi olan şeylerin
bilgisine hikmet; beşeri olan şeylerin bilgisine bilgi denilmesinin daha
münasip olacağı” tezini ileri sürmektedir.[68]
Dolayısıyla, etimolojisiyle ilişki içinde olduğu görülen hikmet tanımları bu
kısımda kapsamlı bir şekilde ele alınacaktır.
Hikmet, her
şeyi kendisine yakışan bir şekilde yerine koymaktır. Bu da işte isabetlilik ve
uygunluğu gerektirir. Dolayısıyla hikmet makul, isabetli ve doğru görüşe sahip
olup adaleti gerçekleştirmektir.[69] Hikmete dair açıklamaları
incelediğimizde, ilim, amel, anlama kuvveti, Allah korkusu gibi çeşitli
vurgularla karşılaşmaktayız. Daha genel bir şemsiyeden bahsedecek olursak,
hikmete dair açıklamaların bir kısmında ilmin, bir kısmında amelin, bir
kısmında ise her ikisinin birlikteliğinin öne çıktığını söyleyebiliriz.
İslami
ilimlere ait terimler üzerine odaklanan sözlüklerde hikmetin nasıl ele
alındığına bakacak olursak; Mukatil b. Süleyman’a göre hikmet kelimesi
Kur’an’da beş anlamdadır. Buna göre hikmet ile Kur’an’daki emir ve yasaklardan
oluşan nasihatler kastedilmektedir.[70]
Bu hikmetin Bakara Suresi 231. ayetteki anlamıdır; “Allah’ın size indirdiği
Kitab’ı ve hikmeti hatırlayın.” Mukatil kitap kelimesini Kuran olarak ve hikmet
kelimesini de Kuran’daki emir, nehiy, helal ve haram hakkındaki nasihatler
olarak açıklamaktadır. Yine hikmet kelimesinin nasihat anlamında kullanıldığı
diğer ayetlerden örnekler vermektedir; “(Ey Muhammed)Allah sana kitabı ve
hikmeti indirmiştir”[71], “Allah ona(İsa’ya) kitabı ve
hikmeti öğretecek.”[72]
Mukatil, “Biz
(Allah) ona(Yahya) henüz küçük bir çocukken hüküm verdik.”[73]
ayetindeki hüküm kelimesini anlayış/kavrayış ve ilim olarak açıklamasına rağmen
bu ayeti de ilk kategoride zikreder. Aslında bu açıklama; Mukatil’in hem
hikmeti hem hükmü ilim ve fehm(anlayış) olarak açıkladığı ikinci kategori ile
daha uygun şekilde örtüşmektedir. Bu ikinci kategoride Mukatil hikmetin ve
hükmün, fehm ve ilim anlamına geldiğini belirtmiştir.[74]
Bunun örnekleri ise şu ayetlerde yer alır; “Aslında, Biz Lokman’a hikmeti
verdik”[75], “Biz onların her birine
(Davud ve Süleyman) hüküm ve ilim verdik” [76]
ve “İşte onlar, kendilerine kitap ve hüküm verdiğimiz kimselerdir.”[77]
Mukatil,
hikmet kelimesinin nübüvvet anlamına da geldiğini belirtmektedir ve bunun
örnekleri şu ayetlerde yer alır; “Biz Âl-i İbrahim’e Kitap ve hikmet verdik”[78], “Biz ona (Davud) hikmet ve
faslı hitab (hak ile bâtılı ayırıp adaletle hükmetme, hitap etme yeteneği)
verdik.”[79] ve “Allah ona (Davud)
hükümranlık(mülk) ve hikmet verdi.”[80]
Bakara 269’da hikmet kelimesi tefsir anlamına gelmektedir; “Kime hikmet
verilmişsse muhakkak ona çok hayır verilmiştir.” “Rabbinin yoluna hikmetle
çağır”127 ayetinde ise hikmet Kur’an anlamına gelmektedir.128
İbn Sallam
(ö.200 /815) da hikmet kelimesi için beş anlam zikretmektedir ve onun tasnifi
de Mukatil b. Süleyman’ın tasnifine benzemektedir. Ancak ilk kategoride
Mukatil’den farklı olarak hikmeti, Kur’an’da bulunan emirler, yasaklar, helal
ve haram ile ilgili sünnet olarak açıklamaktadır. İbn Sallam burada Mukatil’in
aksine, sünnet kelimesini kullanmıştır. İbn Sallam, Mukatil ile aynı ayetleri
alıntılamış ve bütün bu ayetlerde hikmet kelimesi sünnet anlamında
kullanılmaktadır.129
Tirmizi’ye
göre ise hikmet kelimesi için dört anlamdadır; fıkıh(kavrayış), ilim, nübüvvet
ve insanlar arasında hüküm verme. Hikmeti, bilginin batınî boyutu olarak
açıklayan Tirmizi’de tasavvufi bir ton hissedilmektedir.130 Muhammed
b. Uzeyz es- Sicistani hikmeti açıklarken lügat anlamına dayanmakta ve
alıkoymak, sakındırmak anlamından söz etmektedir. Sicistanî’ye göre Nahl Suresi
125. ayette geçen hikmet kelimesi akıl anlamındadır. Akıl ona sahip olanı
cahillikten koruması bağlamında hikmet olarak adlandırılır.131
Ragıb
el-Isfahâni’ye göre hikmet, ilim ve akılla hakka isabet etmektir. Ancak
kelimenin anlamı, Allah için veya insan için kullanılmasına göre farklılık
göstermektedir. Allah açısından hikmet, eşyayı bilmesi ve onları gayet sağlam
bir şekilde yaratmasıdır. İnsanın hikmeti ise, varlıkları tanımak ve hayırlı
işleri yapmaktır. İşte “Muhakkak Biz Lokman’a hikmeti verdik”132
ayetinde Hz. Lokman’ın kendisi ile nitelendiği vasıf da budur. 133
Cürcanî,
hikmeti çeşitli İslami disiplinlerin bir terimi olarak ele almış ve ona göre
açıklamıştır. Hikmeti felsefi ve ahlaki bir terim olarak açıkladığı tanım
şöyledir; “hikmet bir ilimdir ki onda eşyanın hakikatleri varlıkta bulundukları
durumda, beşeri güç ölçüsünde araştırılır. Bu yüzden o ilahi olmayan nazari bir
ilimdir. Yine hikmet,ilmi ve akli kuvvetin heyeti olup, bu kuvvetin ifratı olan
kurnazlık ile, onun tefriti olan ahmaklık arasında orta yerdedir.”[81]
Cürcani’nin
Tarifat’ındaki bir sonraki hikmet tanımında ise sözlük anlamları, tefsir ve
felsefe terimi olarak kazandığı anlamlar sıralanmıştır; “Hikmetin üç anlamı
vardır: Birincisi icad, ikincisi ilim, üçüncüsü de müselles fiillerdir. Güneş,
ay ve bu ikisinden başkasının hareketleri gibi. İbn Abbas: Kuran’da geçen
hikmet kelimesini helal ve haramı öğrenmek diye tefsir etmiştir. Yine denildi
ki hikmet, lügatte amel ile beraber ilimdir. Yine denildi ki hikmet; insanın
gücüne göre, kendisinden aslında hak olanın elde edildiği şeydir.” [82] Bu tanımla, hakikatin ne
olduğuna karar vermek için, insanın kapasitesi nispetinde hikmetten fayda
sağladığı kastedilmektedir. Cürcanî, hikmeti söz olarak da açıklamaktadır. Buna
göre gerçeğe uygun, faydasız ve gereksiz fazla laftan korunmuş ma’kul söz,
hikmettir.[83] Hikmetin söz olarak
açıklanmasında ise, onun insanı kötülükten alıkoyma ve iyiliğe yöneltme anlamı
ile ilişkili olduğu görülmektedir.
Cürcanî
zikredilen tanımların dışında, kelimenin bazı tamlamalar içinde kazandığı
anlamlara da yer vermiştir. Buna göre “hikmet-i ilahiyye bir ilimdir ki onda,
bizim kudretimiz ve dilememiz ile olmayan, maddeden soyutlanmış harici
varlıkların durumları incelenir. O, eşyanın gerçeklerini, oldukları gibi bilmek
ve gereğini yapmaktır. Bunun içindir ki o, ilmiyye ve ameliye kısımlarına
ayrılmıştır.” Ayrıca hikmetin daha özel kullanımlarını da zikretmektedir. Bu
bağlamda “hikmet-i mantuk biha” şeriat ve tarikat ilimleri olarak
açıklanmıştır. Sadece bazı seçkinlere has olan “hikmet-i meskut anha” ise
manevî bir hikmettir. “Bunlar öyle hakikat sırlarıdır ki, rüsûm alimleri ve
avam bunlara gereği gibi muttali olamazlar da bu onlara zarar verir veya onları
helak eder.
Nitekim rivayet edilmiştir ki,
Rasulullah(salla'llâhü aleyhi ve sellem) bir gün, Medine’nin sokaklarından
birinde ashabıyla beraber evine geçip giderken, bir kadın, ille de evine
girmeleri için ona yemin edince, eve girdiler, yanıp tutuşan bir ateş gördüler.
Kadının çocukları ateşin çevresinde oynuyorlardı. Kadın dedi ki;
Ey
Allah’ın Peygamberi, Allah mı kullarına daha merhametlidir yoksa ben mi
çocuklarıma daha merhametliyim? Rasulullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem)
buyurdu ki;
Elbette
Allah daha merhametlidir. Çünkü O merhametlilerin en merhametlisidir. Kadın dedi ki;
Ey
Allah’ın Rasulu, benim çocuğumu ateşe atmamı sevdiğimi görüyor musun?
Rasulullah (sav): hayır, dedi. Kadın;
Öyleyse
Allah kullarına daha merhametli olduğu halde onları ateşe nasıl atıyor ki,
dedi.
Ravi der ki, Rasulullah (sav)
bunun üzerine ağlayıp: “Bana böylece vahyolundu” buyurdu.[84]
Bu örnekten
hareketle sessiz kalmanın hikmetin bir boyutu olduğu söylenebilir. “Sessizlik
hükümdür, ancak onu yapan çok azdır” hadisinde geçen hüküm kelimesi de hikmet
olarak açıklanmaktadır.
Hikmeti aklî
gücün itidali olarak açıklayan Tehanevi tasavvufi terminolojide hikmetin
“nefsin ve şeytanın afetlerini ve bunlardan koruyucu manevî riyazet yollarını
bilmek” olduğunu söylemektedir. [85]
Bütün bu
sözlük çalışmalarından sonra hikmet kavramının yorumu konusunda müfessirlerin
görüşlerini de incelemek gerekmektedir. İbn Cerir et-Taberî “Onlara kitap ve
hikmeti öğretir”[86] ayetiyle “Hikmeti dilediğine
verir; kime hikmet verilmişse ona çok hayır verilmiş demektir; ancak akıl
sahipleri düşünürler”[87] mealindeki ayeti yorumlarken
hikmeti söz ve amelde isabetli olmak şeklinde açıklamaktadır. Taberi, te'vil
ehlinin ikinci ayetteki hikmeti Kur'an ve onun anlaşılması, sünnet, dini
bilmek, din hakkında derin anlayışa sahip olmak, dine uymak, Allah’tan korkmak
gibi çeşitli şekillerde açıkladıklarını ancak hikmetten asıl maksadın isabetli
olmak olduğunu kaydeder. Taberi’ye göre “isabetli olan bilinmesi gerekeni
bilir, Allah’tan haşyet eder, dinde anlayışlıdır, âlimdir, peygamberler de bu
vasıfları taşıyanlardır. Dolayısıyla hikmeti isabetli olmak şeklinde açıklamak
bu manaların hepsini ihtiva etmektedir.”[88]
Allah’ın büyük
bir hayır olarak verdiği hikmeti,[89] ilim ve amel uygunluğu
şeklinde yorumlayan Zemahşeri[90], “Rabbinin yoluna hikmet ve
güzel öğütle davet et”[91] mealindeki ayette geçen
hikmeti ise , gerçeği açıklayan, şüpheyi gideren delil, sahih ve muhkem söz
olarak açıklamaktadır. Dolayısıyla bu ayette hikmetle kastedilen şey doğrudan
doğruya Kur'an olabilir.[92]
Fahreddin
Râzî, hikmeti açıklarken ilim ve amel bütünlüğüne vurgu yapmaktadır. Hz.
İbrahim’in “Rabbim bana hikmet ver beni iyiler arasına kat[93]”
duasını da bu bağlamda açıklamaktadır. Hz. İbrahim’in dilediği hikmeti nazari
hikmet, iyiler arasında olmayı ise ameli hikmet olarak yorumlamaktadır.[94] Razi, hikmeti eşyanın hakikatini
bilme, güzel ve isabetli işler yapma olarak tanımlarken nübüvveti hikmetin
zirvesi olarak göstermektedir. Bununla birlikte hikmetin peygamberliğe
hasredilemeyeceğini de vurgulamaktadır.[95]
İbn Kesîr de hikmetin peygamberliğe hasredilemeyeceği konusunda Razî ile aynı
görüştedir. Hikmetin en yücesinin peygamberliktir, ancak peygamberlere tabi
olanların da hayırda nasibi vardır.[96]
Reşid Rıza ve
hocası Muhammed Abduh, hikmeti açıklarken ilim-amel bütünlüğüne vurgu
yapmışlardır. Onlara göre amelî sonucu olmayan, salt zihinde depolanan bilgi,
hikmet değil malumattır.[97]
Muhammed Hamdi
Yazır, hikmete geniş yer ayırdığı Hak Dini Kur’an Dili isimli tefsirinde,
Allah’ın hikmeti dilediğine vermesi hususunu açıklarken, insanın hikmetin
alıcısı olabilmesi için bazı şartlar sıralamaktadır. Buna göre veren Allah,
keremi geniş olduğundan, herhangi bir şarta da bağlı ve muhtaç değildir, ama
alacak olan kul şarta bağlıdır. Hikmete ermenin başlangıcı düşünmedir. Bu da
temiz akıl ve temiz kalp ile olur. Büyük bir ilâhî lütuf olan hikmet, ancak
temiz yürekli, temiz düşünceli gerçek akıl sahiplerine nasip olabilir. Bundan
dolayı akıl ve iyi seçim hikmetin şartı, düşünce de başlangıcıdır.[98] [99]
Yazır,
hikmette esas olanın ilim-amel bütünlüğü olduğunu vurgulamaktadır. Hikmetin,
sözde ve fiilde isabet olması hususunu şöyle açıklamaktadır; “Sözde isabet
etmek, o konu hakkında gerçek ve doğru olan hükmü vermek demektir; o hükmün
gerçekten o olayın hakikatine uygun düşmesi, yani gerçek bilgiye dayanması,
içinde bilgisizlik, hata ve yalan olmamasıdır. Harekette isabet de, o işin hem
özüne uygun olması, hem de gerçekte kendisinden beklenen sonucun gereği gibi
ortaya çıkması; yani kötülüğü gidermek, iyiliği elde edebilmek şeklinde
sonuçlanmasıdır.” Yazır’a göre sözde isabet hakka, fiilde isabet hayra
yöneliktir. O halde hikmet, Yazır’a göre tecrübe ile desteklenmiş ilimdir.
Bununla birlikte hikmetin kötülükten alıkoyma anlamından hareketle fayda ile
ilişkisi olduğunu belirtmiş ve onu en genel ifadesiyle “doğru bilgi ve faydalı
iş” olarak tanımlamıştır. Yazır, kendisinden önceki müelliflerin hikmet
hakkındaki yorumlarını sıralamış ve en sonunda “hikmet bunların hepsidir”
diyerek kuşatıcı bir yorum getirmiştir.
Seyyid Kutub
ise insanı aşırılıklardan uzak tutup isabetli ve doğru kararlar vermesini
sağlaması yönüyle hikmeti itidal olarak kabul etmiştir.[100]
Bütün bu
açıklamalardan hareketle hikmetin temelde insanı kötülükten alıkoyan ve iyiliğe
yönelten her şeyi kapsadığı ve ilim-amel bütünlüğü ile ancak kendisinden söz
edilebileceği söylenebilir. Hikmet, eşyanın hakikatini bilmek ve gereğini
yapmak demek olduğuna göre, insanı hakikate taşıyan her şeyi hikmet alanından
bilmek mümkündür. Hikmetin Kur’an, Kur’an’ın tefsiri, nübüvvet, anlayış,
kavrayış olarak açıklanması, bütün bu zikredilenlerin insanın hakikate
ulaşmasının imkanları olması ile açıklanabilir. Aynı şekilde hikmetin hem söz
hem sükût olarak açıklanması da hakikate uygun düşmesi açısından ele
alınabilir. Hikmeti bir düşünme biçimi veya anlamlandırma biçimi olarak, din
eğitimi açısından ele aldığımızda ise, yine hakikat ile ilişkisi bakış açımızı
belirginleştirmemizi sağlamaktadır. Hikmet, her ne kadar “bilmek” olarak
tanımlansa da, bilmekten, anlamaktan aciz kaldığımız durumları da hikmet olarak
yorumlamaktayız. Bu durumda ise hikmet, anlamaktan aciz kaldığımız hadiselerin
de hakikatte “hayr” olduğunu bilmektir. Vâki olanda hayır vardır anlayışı ile
hadiseleri yorumlamak, insanın hakikati bilme sürecindeki tavrını ifade eder ve
insanın Yaratıcısı ile ilişkisinde güven, teslimiyet ve acziyetini kabul etmek
şeklinde sonuçlanarak bu ilişkiye derinlik kazandırabilir. O halde hikmetin
ilişkili olduğu hayr, itidal, adalet, tecrübe gibi kavramları ele almak, onun
din eğitimi açısından nasıl bir anlama imkanı sunduğunu inceyebilmemiz için
önem arz etmektedir.
İslam
düşüncesinde hikmet kavramı, bazı kavramlar ile birlikte ele alınmış ve
dolayısıyla ilişkili olduğu kavramlarla anlam boyutları oluşturulmuştur. Hakîm
Tirmizî’de geçen şu ifadeler, bu durumun örneklerinden yalnızca bir tanesidir;
“Allah en başta bilgiyi (ilm) hasıl etti. Bilgiden hikmeti (hikme) hasıl etti.
Hikmetten adaleti (adl) ve hakikati (hakk) vs. hasıl etti.”[101]
Hikmetin ilişkili olduğu kavramlar, onun anlam boyutlarını göstermesi
bakımından kısaca ele alınacaktır.
İslam
düşüncesinde hak kavramı, genellikle dış dünyada gerçekten mevcut olan,
mevcudiyeti sabit ve devamlı olan varlık, gerçeğe uygun bilgi, hüküm, söz
anlamlarında kullanılır. Hak kavramında iki manaya işaret etmektedir; var oluş
ve gerçeğe uygunluk.[102] Hakikat ise bir şeyin kendine
özgü varlığıdır. Bir şeyin hakikati, o şeyi kendisi yapandır.[103] Hakikat, hakk kökünden
türemiştir, bu nedenle de her iki kelimenin anlam içerikleri oldukça yakındır.
Bununla birlikte Askerî, hak ve hakikat arasındaki farka işaret eder; “Hakikat,
güzel olsun, çirkin olsun bir şeyin dildeki kökeni itibariyle konulmuş bir söz
anlamına gelir. Oysa hak, bir şeye hikmetin gereği konulmuş sözdür ve ancak
güzel olabilir.[104]
İsfahani hak
kelimesinin ayetlerden örneklerle başlıca dört anlama geldiğini belirtmektedir.
Buna göre hak, bir şeyi hikmetine uygun olarak icad edendir. Hakk’ın, Allah’ın
bir ismi veya sıfatı sayılması, bu sebepledir. Hikmetin gereğine uygun olarak
yapılan iş, haktır. Dolayısıyla Allah’ın bütün fiilleri haktır. İnsanî boyutta
ise hak, bir şeye aslına uygun ve doğru olarak inanma, bu şekilde kazanılmış
inanç ve bilgidir. Aynı zamanda gerektiği şekilde, gerektiği ölçüde ve gereken
zamanda meydana gelen iş, haktır.[105]
Tıpkı hikmette olduğu gibi, hakta da ilim-amel birlikteliği ve uyumu söz
konusudur. Hak, hakikat ve hikmetin tanımlarına baktığımızda, onların
birbirleri ile açıklandığını görmekteyiz. Eşyanın hakikatini bilmek ve ona
uygun davranmak, hikmet; hikmete uygun söz ve iş ise hak olarak açıklanmaktadır.
O halde, karşılıklı olarak birbirlerine işaret eden bu kavramlar anlam
bakımından iç içedir, denilebilir. Bu anlamların açığa çıkması ise, bilme ile
mümkün görünmektedir. Bu nedenle de marifet, hikmetin anlaşılması için ele
alınması gereken bir diğer kavramdır.
Sözlükte
a-r-fnin masdarı olarak “bilmek, tanımak, ikrar etmek”, isim olarak “bilgi”
anlamına gelen ma‘rifet (irfan) kelimesi ilimle eş anlamlı gibi kullanılmakla
birlikte aralarında bazı farklar vardır. Marifet, ilim kelimesine göre daha hususîdir.
Çünkü marifet, bir şeyin diğerlerinden ayrıldığı özünü bilmektir.[106] İlim tümel ve genel
nitelikteki bilgileri, marifet tikel, özel ve ayrıntılı bilgileri ifade eder.
Bu sebeple ilim kelimesi her zaman mârifetin yerini tutamaz.[107]
Marifet, bir
şeyi olduğu gibi idrak etmektir.[108]
Yine ilme nisbeti hususunda, ilim ateşi görmekse, marifet ona dokunmaktır,
denilmiştir. Bu nedenle de marifet, hakikati daha net, daha keskin olarak
tanıtan bilgi olarak yorumlanmıştır.[109]
Nakib el- Attas ise marifeti, ilim ve hâl olarak açıklamaktadır. Ona göre ilim
ile ulaşılan makamlar, hal ilminin kapısını açması gerekir. İşte marifet, ruhun
bir makamdan o makamın gerektirdiği hale geçişini düzenler. 163
Allah’ı tanıma anlamında kullanıldığında ise marifet, bizzat Allah’ı bilmek
değil, O’nun var olduğunu eserlerinden hareketle bilmektir.164
Marifetin
Kur’an-ı Kerim’deki anlamları şu şekilde sıralanmaktadır; Alametlerinden,
izlerinden hareketle bir bilme şekli,165 akıl ve hisle idrak etme
şeklinde bir bilme,166 birisine bilgi aktarma,167 itiraf
etme,168 tanışıklık,169 ard arda takip etme,170 güzel
olan, şeriatça güzel görünen manasında,171 güzellikte, marufta tabi
olma172 manalarında kullanılmıştır. Sonuç olarak bütün bu
bilgilerden hareketle hikmetin, eşyanın görünen eserlerinden hareketle özünü
kavramayı, Allah’ı yarattıkları vasıtası ile bilmeyi veya eşyayı olduğu gibi
idrak etmeyi ifade etmesi noktasında, özel bir bilme ve tanıma şekli olan
marifet ile aynı anlam alanında buluştuğunu göstermektedir.
Hikmetin İslam
düşüncesinde nasıl anlaşıldığının izini sürerken karşılaştığımız kavramlardan
diğer ikisi, adalet ve itidal kavramları olmuştur. Hikmetin insana nispet
edilmesi halinde; “dengeli olma, orta yol üzerinde bulunma, adalet niteliği
taşıma”173 şeklinde açıklanması hikmetin adalet ve itidal ile
ilişkisini örnekleyen açıklamalardan biridir. Anlam bakımından birbirlerine
olan yakınlıkları sebebiyle adalet ve itidalin birlikte ele alınması uygun
görülmüştür. Çalışmanın bu noktasında hikmetle ilişkisi bağlamında adalet ve
itidal kavramları açıklanmaya çalışılacaktır.
Adalet ve adl
kelimeleri sözlükte “doğru olmak, doğru davranmak, adaletle hükmetmek
anlamlarına gelen a-d-l fiilinden türemiş masdar-isimlerdir. Adalet, “davranış
ve hükümde doğru olmak, hakka göre hüküm vermek, eşit olmak, eşit kılmak, (Yüce
Allah hakkında kullanıldığında) şirk koşmamak”174 gibi anlamlara
gelir. Adl kelimesi ise, düzeltmek, tashih etmek; eğri bir yoldan doğru bir
yola geçmek; eşit, muadil olmak; dengede tutmak, doğru olmak, doğru davranmak
anlamlarına gelmektedir.175 Adalet, dinî açıdan yasak olan şeylerden
sakınmak suretiyle hak yolda istikamet üzere olmaktır. Adl ise ifratla tefrit
arasında orta yolu ifade etmektedir.176
Duygu,
düşünce, ahlak ve davranışlardaki denge anlamındaki itidal kelimesi de a-d-l
kökünden masdardır. İki aşırı tutum ve davranış arasındaki orta hal, itidal; bu
orta halin zamanla olgunlaşıp karakter haline gelmesi ise fazilet olarak
adlandırılmıştır.177 İslam düşüncesindeki temel faziletler olarak
zikredilen hikmet, şecaat ve iffet ancak itidal ile ortaya çıkmaktadır. Zira
hikmet aklî gücün, şecaat öfke ve yiğitlik gücünün, iffet ise şehvet gücünün
itidali olarak açıklanmaktadır. İnsanda itidalin meleke halini almasıyla da
onda dördüncü bir fazilet ortaya çıkar ki bu adalettir.178
Dolayısıyla adalet ile itidalin iç içe oldukları ve anlam bakımından
birbirlerini tamamladıkları görülmektedir.
Kur’an-ı
Kerim’de insanın fizyolojik yapısındaki uyum, ahenk ve estetik görünüm, adalet
kavramıyla ifade edilmiştir.179 İnsanın ruhi ve manevi yapısında
bulunan denge ve ahenk ise adalet kelimesinin kapsamına giren ashen-i takvim180
ve tevsiye181 tabirleriyle dile getirilmiştir. İslam toplumunun bir
vasfı olarak Kur’an’da geçen vasat ümmet182 tabirindeki vasat
kelimesi de müfessirlerce adalet olarak açıklanmıştır. Buna göre İslam ahlakı
toplumsal anlamda da aşırılıklardan uzak ve dengeli bir hayat tarzını ön
görmektedir.183
Sözlükte iyi
olmak, iyilik etmek, üstün olmak, üstün kılmak gibi anlamlara gelen hayr
kökünden masdar-isim olan hayır, iyi, iyilik anlamlarında kullanılır.[110] Isfahâni hayrı
“akıl, adalet, fazilet ve faydalı nesne gibi herkesin arzuladığı şey” olarak
tanımlamıştır.[111]
Hayır
kelimesinin Kur’an-ı Kerim’deki kullanımlarını göz önünde bulundurarak iki
farklı anlam grubundan söz edilebilir. Bunlardan birinde hayır ile insanın
ahirette kendisi için faydalı olacak her türlü iyiliği kastedilmektedir. Bu
bağlamda salih amel ile aynı anlamda olan hayır, “Allah’ın razı olduğu amel”[112] diye açıklanmıştır. Diğer
grupta ise hayır kavramı maddi[113] ve manevi[114]
nimetler için kullanılmıştır. Hikmet, manevî bir nimet olarak Kur’an’da hayır
olarak nitelendirilmektedir. “Allah hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet
verilmişse ona çokça hayır verilmiş demektir. Bunu ancak akıl sahipleri anlar.”[115] ayetinde Allah’ın hikmeti
dilediğine vermesi ve bunun da hayır olarak nitelendirilmesi, Müslümanların
dini bir kaygıya kapılmaksızın her türlü ilmî ve fikrî gelişmeye açılmalarında
ve farklı kültürlerden faydalanmalarında olumlu bir rol oynamıştır. [116]
Elmalılı
(Ö.1352 / 1942) zikredilen ayetin tefsirinde şöyle demiştir: “Allah kime hikmet
verirse o muhakkak ki, birçok hayra erdirilmiş olur. Çünkü hikmetsiz binde bir
hayra erilirse, bir hikmet ile binlerce hayra erilir. Hikmet dünya ve ahiretin
hayrını içine alır. Hikmetsiz hayır ise bir vardır, bir yoktur. Ve fakat aklı
temiz, özü sağlam olanlardan başkası bunu düşünemez.” Ayrıca Elmalılı hikmetin
“sözde ve fiilde isabet” olarak açıklandığı da naklederken sözde isabetin hakka
fiilde isabetin ise hayra yönelik olduğunu vurgulamaktadır.[117]
Dolayısıyla hayır, hikmetin ameli sonucudur, denilebilir.
İslam
düşünürlerinin Allah’ın hiçbir şeyi hikmetsiz yaratmadığı ve evrende hayır
düzeninin hâkim olduğu şeklindeki temel düşünceleri de hikmet ile hayır
arasındaki ilişkiyi açıklamaktadır. Allah her şeyi hikmetle yaratan olduğuna
göre, yaratılanda bu hikmet gereği bir hayır vardır.
İslam Düşüncesinde Hikmet Tasavvurları
Klasik
İlimler Tasnifinin Üst Kavramı Olarak Hikmet
Aristoteles,
Farabi, İbn Sina ve Tusi gibi filozofların tasvirinde hikmet felsefe kavramına
karşılık gelecek şekilde teorik ve pratik bilimlerin üst kavramı olarak
kullanılmaktadır. Bu çizgideki yerleşik ve kabul görmüş tasnife göre hikmet
(felsefe) öncelikle teorik (nazari) ve pratik (ameli) olmak üzere ikiye
ayrılır. Her iki kısmın da önce temel dalları sonrasında ise alt şubeleri
bulunmaktadır. Buna göre nazari hikmetin (teorik felsefe) temel dallarını
fizik, matematik ve metafizik teşkil etmektedir. Ameli hikmetin (pratik
felsefe) temel dallarını ise ahlak, ekonomi ve siyaset oluşturmaktadır.[118] Bu genel tasnifin neticesinde
meşşai çizgide hikmetin anlamı bilmek ve yapmak olarak gözükmekte, hikmet, hem
bilmenin (idrak, bilgi, teori) hem de yapmanın (hareket, eylem, pratik)
bütününün adı olmaktadır. Hakim (filozof) ise zaten bu iki alana dair bilginin
her ikisini de yani bilgi ve eylemi elde eden kimse olarak görülmektedir193
Kindî,
sanatların değer ve mertebe yönüyle en üstünü olduğunu söylediği hikmeti şöyle
açıklar; “Hikmet, insanın gücü ölçüsünde varlığın hakikatini bilmesidir.”
Kindî, bu tanımıyla hikmetin bir hakikat arayışı olduğunu belirtmektedir. Yine
hikmet, insanın kendisini tanıması ve gücü yettiğince Allah’ın fiillerine
benzemeye çalışmasıdır.194
Farabi
hikmeti, en üstün ilimle en yüce şeyleri akletmek şeklinde tanımlamaktadır.
Farabi'ye göre hikmet bilgisi insana gerçek mutluluğun ne olduğunu, amelî
hikmet de bu mutluluğu elde etmenin yollarını bildirir. Nitekim ruhun var oluş
amacı kendisini nihai nihai mutluluğa ulaştıracak olan hikmet ve fazilettir.195
Kendisinden
önce yapılan hikmet tanımlarını dikkate alarak, hikmetin ancak metafizik
olabileceğini ifade eden İbn Sina ise, şu tanıma ulaşmıştır; “Beşeri gücün
elverdiği nispette insanı nefsin kavramları tasavvur etmek, nazarî ve amelî
doğruları tasdik etmek suretiyle kemale ermesidir.” Bu tanımın şerhinde
Fahreddin er-Razi, insanın ulaşabileceği kemalin nefsani, bedeni ve ruhi olmak
üzere üç türlü olduğunu ve hikmetin nefsani kemalle ilgili olduğunu
belirtmektedir. Buna göre insani nefsin bilen ve yapan olarak iki temel gücü
vardır. İlkinin görevi doğruyu bilmek, ikincisinin ise bedeni doğru davranışlar
istikametinde yönlendirmektir.196 Dolayısıyla, İbn Sina’da da
hikmetin, ilim-amel bütünlüğü olarak ele alındığı görülmektedir.
Tusi hikmetin,
varlık alanına yönelik her şeyin bilgisinin meydana gelmesi anlamına geldiğini,
var olanların da ya ilahi ya da insani olmasından dolayı hikmetin de birincisi
bilgisel, ikincisi eylemsel yani teorik ve pratik olmak üzere iki türünün
bulunduğunu söylemektedir.197
Tusi’nin
sürekli olarak zihninde olan ikili ayrım açısından işaret ettiği önemli bir
nokta da fikir ve eylem ilişkisi bağlamındadır. Tusi, Aristoteles’ten aktardığı
bir söze göre “fikrin başlangıcının eylemin sonu, fikrin sonunun ise eylemin
başlangıcı” olduğunu ifade etmektedir. İyilik ve mutluluk tasavvur
edilmedikçe, yetkinliğin elde edilme düşüncesi akıllı insanın zihninde
yer almaz.[119]
Tusi’ye göre
nefsin biri zatla idrak etme, diğeri aletlerle harekete geçirmek gibi iki
kuvvesi bulunmaktadır. Bunların her biri de ikiye ayrılır. Yani hem zatla idrak
etme gücünün hem de aletlerle hareket ettirme gücünün iki türü bulunmaktadır.
Zatla idrak etme gücünün iki kısmı teorik ve pratiktir. Aletlerle hareket
ettirme kuvvesinin iki kısmı ise öfke (gazap) ve arzudur (şehvet). Netice
itibariyle dört tür güç olmaktadır. Teorik gücün neticesinde ortaya çıkan
erdem, hikmet; pratik gücün neticesinde ortaya çıkan erdem, adalet; öfke
gücünün neticesinde ortaya çıkan erdem, şecaat; arzu gücünün terbiyesi
neticesinde ortaya çıkan erdem ise iffettir.[120]
İslam
düşüncesinde hikmetin doğuya özgü bir felsefe olarak kullanılmasının yanı sıra
daha özel anlamlarda da kullanıldığı görüşmektedir. Halidî hikmet ve İşraki
hikmet, bu kullanımların iki örneği olarak gösterilebilir.
Ezelî hikmet,
tüm geleneklerin kalbinde yer alan ezeli ve ebedi bir hakikati ifade eder.
Batıda “philospohia perennis”, Hinduizm’de “sanâtana dharma”, Farsça’da
“Câvidân-hirad”, İslam’da “el-hikmetü’l-halide” olarak adlandırılmış[121] olan ezeli hikmet kavramı son
yüzyılda özellikle Rene Guenon’un önderliğinde ekolleşmiş bir düşünceyi
anlatmaktadır. Bir ekol haline gelmesi her ne kadar yakın tarihe tekabül etse
de, Ezeli hikmet düşüncesinin kökleri çok daha eski bir tarihe dayanmaktadır.
Aldous Huxley, bu terimin ilk kez Leibnitz tarafından ortaya çıkarıldığını
ancak içeriğinin zamanı bilinemeyecek kadar eski ve evrensel olduğunu ileri
sürmektedir. Huxley’e göre dünyanın her bölgesindeki ilkel insanların
geleneksel ilimlerinde Ezelî hikmetin ilimleri bulunabilir. Ayrıca gelişmiş
dinlerin her birinde de tam olarak gelişmiş biçimleri mevcuttur. [122]
Tradisyonalist
akımın en önemli temsilcilerinden Seyyid Hüseyin Nasr ise ezeli hikmet
teriminin ilk kullananı konusunda Huxley’in yanıldığını düşünmektedir. Nasr’a
göre terim, muhtemelen ilk olarak Rönesans dönemi düşünür ve din bilimcisi ve
bir Augustineyen olan Agostino Steuco (1497-1548) tarafından kullanılmıştır.202
Bununla birlikte Nasr,’in ezeli hikmet düşüncesine çok alaka göstermiş
olan Leibnitz’den onyedinci yüzyılın en önemli filozoflarından biri olarak
bahsetmektedir. Onun bu alakasını da İslâm ve Çin düşünceleri gibi Batılı
olmayan felsefelere duyduğu ilgi ile açıklamaktadır. Leibnitz, geleneksel
felsefenin bütün ifadelerinin ardında değişmez evrensel ve ezelî bir takım
hakikatlerin olduğunu görmüştür.203
Ezeli hikmet
düşüncesinde ana fikir şudur; “Kutsal bilgi olarak hikmetin menşei ilahidir. Bu
anlamda ilk bilge Hz. Adem'dir. Zaman içinde unutulmaya yüz tutsa da
kutsal-kadîm teoloji veya felsefe sayesinde varlığını sürdüren bu bilgiye,
çeşitli geleneklerdeki hikemi ifadelerle yahut aklî hads ve felsefi tefekkürle
ulaşılabilir.”204 Burada hikmetin nebeviliği, evrenselliği ve
sürekliliği vurgulanmaktadır. Nasr’ın tanımını da bu bağlamda zikretmek
mümkündür. Ona göre ezelî hikmet, “her zaman varolmuş ve varolacaktır; o hem
farklı iklim ve çağlarda yaşayan insanlar arasında varolması hem de evrensel
ilkeleri irdelemesi anlamında, evrensel bir nitelik taşıyan bir bilgidir.”
Nasr, bu bilginin tüm dinlerin ve geleneklerin kalbinde yer aldığını ve akılla
ulaşılabileceğini ifade etmektedir. Bununla birlikte bu bilgiyi edinmenin esas
kuralı onun geleneğin çerçevesinde elde edilmesidir.205
Nasr’ın
gelenek vurgusu, ezelî hikmetin ilahi bir kaynağa dayanadığı fikrinin bir diğer
ifade ediliş biçimidir. Zira gelenek, kökleri ilahî tabiattaki vahiyde bulunan,
dalları ve gövdesi asırlar boyunca gelişmiş bir ağaç gibidir. Gelenek; kutsal,
ezelî ve ebedî hakikati, tükenmez hikmeti ve hakikatin değişmez prensiplerinin
farklı zaman ve mekân şartlarında sürekli uygulanmasını ifade eder.206
Öte yandan hikmetin ‘ezelî’ vasfıyla vasıflandırılması, onun insana beşer-üstü
bir kaynaktan verilmiş olmasını
gerektirmektedir.
Zira ezelden, yani başlangıçtan beri mevcut olan bir hikmetten bahsediyorsak,
bu bilgiyi salt beşeri birikime bağlamak çelişkili olacaktır.207
Hikmetin,
bahsedilen süreklilik, evrensellik ve nebevilik boyutlarını İslam düşünce
geleneği açısından tahkik etmek istediğimizde, tabakât literatürü ve hikemiyat
literatürü bize önemli veriler ve örnekler sunmaktadır. Tabakât kitapları
bilim, felsefe ve kültür tarihi üzerine yazılmış eserlerdir. Bu eserlerde
Müslüman müellifler kadim dönemlerden başlayarak İslâmî döneme kadar olan
insanlığın kültürel mirasına ait mevcut bilgileri kayda geçirmişler ve İslam
kültürünü de bu birikime eklemlemişlerdir. İbnü’n-Nedîm’in el-Fihrist’i, Kadı
Sâid el-Endelûsî’nin Tabakâtü’l-Ümem’i, İbnü’l- Kıftî’nin İhbâru’l-ulemâ’sı
tabakât literatürünün önemli örnekleridir. Tabakât kitapları bize, İslamın
klasik çağında müslüman entelektüel muhitin yabancı birikimleri tevarüs edip
bunları kavramak hususunda gayret gösterdiğini ve bir süre sonra bu birikimi
yeniden üretip özgün eserler verdiklerini göstermektedir. Başka devirlere,
uluslara, din ve kültürlere mensup insanların birikiminde tevarüs etmeye değer
unsurlar bulmuş olmalarını, süreklilik ve evrensellik fikirleriyle açıklamak
mümkündür. Yine tabakât kitaplarında felsefi ilimleri tedvîn eden ünlü
isimlerin nebevî bir menşe ile irtibatlandırıldığı görülmektedir. Empedokles’in
hikmeti Şam’da Davud (a.s)’tan öğrenip Yunan beldesinde talim etmesi,
Pisagor’un hikmeti Mısır’da Davud (a.s)’un ashabından edinmesi ve bu ilmin
Mişkâtü’n-nübüvve’den kaynaklandığını ileri sürmesi, hikmetin nebevi bir
kaynağa dayandırılmasının örnekleri olarak zikredilebilir. 208
Hikmetin
sürekliliği, nebeviliği ve evrenselliği fikrine tabakât kitaplarının yanı sıra
hikemiyat literatüründe de rastlanmaktadır. İbn Miskeveyh(ö.421/1030) el-
Hikmetü'l-halide adlı eserinde ezeli bir akıldan, hikmetten söz etmektedir.
Buna göre ezeli hikmet, “devirden devire, ulustan ulusa değişmeyen, tarih ötesi
bir hakikat, kendini çağlar boyu çeşitli kültür havzalarında daima tezahür
ettiren bir halidi hikmettir.”209 Bu bağlamda bir diğer örnek olarak
İbn Fatîk'in (ö.500/1106?) Muhtâru’l-hikem ve mehâsinü'l-kelim adlı eseri
zikredilebilir. Hikmetli sözlerden derlenmiş bir ontoloji olan eserde, sözleri
iktibas edilen filozofların tevhid ehli olmalarına dikkat edilmiş olmakla
İbn Miskeveyh, el-Hikmetü’l-hâlide(Câvidân
Hırâd), Abdurrahmân Bedevî(nşr), 3.Baskı,Beyrut, 1983, s.375-376. Aktaran:
Kutluer, s.38.
beraber
onların yöntem ve dönem farklılıkları göz ardı edilmiştir. Zira müslüman
hikmeti yitiği olarak bilir ve nerede bulursa, hangi kaynaktan çıktığına
bakmaksızın alması gerekmektedir. Eserde ayrıca hikmetin nebeviliği vurgusu da
görülmektedir; “hikmet geleneğinin ünlü isimleri Şît, İdrîs, Asklepios, Lokman
gibi nebi olan/olduğu düşünülen şahsiyetlerle irtibatlandırılmaktadır.”[123]
Son olarak,
farklı ulusların ve kültürlerin hikmetin farklı yansımaları olduğunu vurgulayan
müelliflerden örnek vermek istiyoruz. Farklı ulusların aynı gövdenin farklı
organları gibi fonksiyon icra ettiklerini söyleyen es-Sicistanî (ö.380?/990?)
“hikmetin Greklerin başlarına, Arapların diline, Farisîlerin kalplerine ve
Çinlilerin ellerine indiğini”[124] söylemektedir. Yine bu
bağlamda İbnü’l-Mukaffa’, Câhız, Rağıb el-İsfehânî gibi yazarlar şu görüşü
vurgulamışlardır: Bazı ulusların bazı konularda uzmanlaşmış olmaları bir
üstünlük anlamına gelmemektedir. Uluslar ve kültürleri arasında üstünlük
yoktur. Hepsinin ortak amacı, hikmetin yeryüzündeki tecellisine kendi güçleri
nispetinde katkıda bulunmaktır. Bu görüşlerden hareketle ulusların
farklılıklarını “te’ârüf’ telakkisiyle kıymetlendiren bir anlayışın doğduğu
söylenebilir.[125]
Ezelî hikmet
düşüncesi, bütün dinlerin ve geleneklerin kalbinde yatan tek bir hakikat olduğu
fikrine dayanmaktadır. Buna göre hikmetin kaynağı ilahîdir; hikmet evrenseldir
ve sürekliliği söz konusudur. Bugün bir ekol haline gelmiş olan ezelî hikmet
düşüncesi birçok yeni çalışmaya ilham kaynağı olabilir, ancak bizim bu
çalışmada hikmet ile kastettiğimiz bu özel anlam değildir. Bu çalışmada hikmet
en genel anlamıyla; insanı kötülükten alıkoyan ve iyiliğe yönlendiren her şeyi
ifade etmekte ve din eğitimi açısından bir anlamlandırma imkanı olması yönüyle
ele alınmaktadır. Bununla birlikte “ezelî hikmet” düşüncesinin, İslam
düşüncesindeki yeri dikkate alındığında, hikmetin konu edildiği bu çalışmada
yer almamasının bir eksiklik olacağı açıktır.
İşraki hikmet
veya diğer bir ifadeyle hikmetü’l-işrak; İslam düşünce tarihinde Şihabüddin
es-Sühreverdi’nin ortaya koyduğu hikmet geleneğini ifade etmektedir.
Sühreverdi, hikmetü’l-İşrak adlı eserinde kurucusu olduğu bu ekolün
öğretilerini ayrıntılı bir şekilde ele almaktadır. Buna göre insan nefsinin
elde edebileceği en büyük mutluluk ve en yüksek mertebe, yetkin sıfatları ve
noksandan münezzeh oluşuyla birlikte Yaratıcı’nın bilinmesidir. Bu bilginin ise
iki yolu vardır; birincisi nazar ve istidlale dayanan bahs, ikincisi riyazet ve
mücahedeye dayanan teellüh yoludur.[126]
Sühreverdi, ilk yolu tercih edenlerin Meşşailer olduğunu ve fakat Meşşai
kalınarak gerçek bir metafizik ortaya konamayacağını ileri sürmektedir. O,
Meşşai düşünceyi, yöntemlerini yadsımaz ancak onun derece itibariyle aşılması
gerektiğini söyler. Zira hakikate ancak zikredilen iki yolun birleştirilmesi
ile ulaşılabilir.[127]
Sühreverdi,
kendisini İslam dünyasında işraki geleneğin gerçek temsilcisi olduğunu iddia
etmekle birlikte, köklerini eski Mısır ve İran bilgelerine kadar
dayandırmaktadır. Ayrıca Aristo’ya kadarki Grek felsefesinin belirli simalarını
ve belli İslam sufilerini de bu kadim hikmet geleneğine dahil etmektedir.[128] Bilginin iki yolu olarak
açıkladığı bahs ve teellüh yolunu da iki büyük filozofa atfetmektedir. Buna
göre Aristo bahsin, Eflatun teellühün önderidir.[129]
Sühreverdî, “Hikmetin İmamı ve Reisi” dediği Eflatun’u, “Filozofların Babası”
Hermes’i ve “Hikmetin Sütunları” olan Empedokles ve Pisagor gibi büyük
filozofların da aynı geleneğe bağlı olduğunu ileri sürmektedir.[130]
Sühreverdi,
ideal bilge tipini anlatırken, tuttukları yol ve yönteme göre bilgeleri
derecelere ayırmıştır. Ona göre bilgeler teellüh veya bahsteki durumlarına göre
sekiz gruptur. Teellüh ve bahsin birbirini tamamlayan iki yöntem olduğunu
düşünmekle beraber teellühe daha öncelikli bir konum atfeden Sühreverdî’nin
derecelendirmesi de bu düşüncesi ile paralellik arz etmektedir. Buna göre
teellüh ve bahste derinleşmiş ilahi bilge en üst derecede yer alır. Onun
ardından teellühte derin, bahste orta veya zayıf olan bilge gelir. Onu,
teellühte derin fakat bahste nasibi olmayan bilge izler. Bunu bahste derin
teellühte orta veya zayıf olan bilge takip etmektedir. Bilgeleri sırasıyla
teellüh ve bahs öğrencisi, sadece teellüh öğrencisi, son basamakta da bahs
öğrencisi izlemektedir. Fakat dünyada mutlaka teellüh konusunda derin bir bilge
bulunur ve Sühreverdi bunun kutup diye adlandırılan kişi olduğunu kaydeder.[131] Sühreverdi’ye göre siyasi
iktidar da kutbun hakkıdır ve bu hakkı elinde bulundurursa o zaman bu devir
aydınlık devir demektir. Bu düşüncenin, Farabîden beri siyasi yönetimin
aydınlanmış elitlerin elinde olması gerektiği şeklindeki Eflatuncu fikirlerin
tasavvufi söylem kazanmış hali olduğu ileri sürülebilir.[132]
Sühreverdî,
mistik tecrübe ve müşahedelere dayanan, kendine has konusu, ilke ve kavramları
olan nurlar ilmini (ilmü’l-envar) ortaya koymuştur. Bu ilimde nur; varlığın,
bilginin ve değerin kısaca herşeyin odağında yer almaktadır. Apaçık, zahir olan
bir şeyin tarife ihtiyaç duymaması gibi, kendisinden daha apaçık bir şey
bulunmayan nurun da tarifi olmaz.[133]
İşrakilik’te varlığın ontolojik yorumu, nurların tecellisi sonucunda varlığın
zuhur edip gerçeklik kazanması şeklindedir. Burada nur kavramının merkeze
alınması kaydıyla, Farabi ve İbn Sina’nın sudûr teorisine başvurulmuştur.
Dolayısıyla sudûrdaki akılların yerini burada nurlar almakta ve nurlar
hiyerarşisinin zirvesinde, bütün aşağı nurlar zincirinin kaynağı olan Nurlar
Nuru Allah bulunmaktadır. Mutlak anlamda bir olan Nurlar Nuru’ndan bir tek şey
çıkar ki o da ilk nurdur. Meleklerin reisi olan ve Behmen diye adlandırılan bu
ilk nur, kaynağından sadece kemalinin derecesi bakımından ayrılmaktadır. İlk
nur, nurlar nuruna en yakın nur olduğu için zengin ve yetkin, fakat özü
itibariyle de fakir ve eksik sayılır. İlk nur kaynağını idrak etmekle ondan
ikinci nur, fakirliğini idrak etmekle de en yüksek berzah denilen ilk gölge
meydana gelir. Gerçekte bütün varlık nurlar nurunun gölgesi (eseri) sayılır.
Böylece her nur bir nuru ve bir berzahı yani feleği meydana getirmek üzere
işrak devam eder. Meşşailer'de sudûr onuncu akıl (faal akıl) ve dokuzuncu
felekte son bulduğu halde İşrakilik'te nurların sonsuza kadar devam ettiği
düşünülür.[134]
İslam
düşüncesinde hikmet tasavvurlarını ele aldığımızda, hikmet ile kastedilenin
doğu toplumlarına özgü felsefî bir düşünce olduğunu görmekteyiz. Bununla
birlikte hikmeti, hayat tecrübelerinin günlük yaşamın pratik uygulamaları ile
birleştirilmesi ve gözlem yapabilmek suretiyle varlıkların anlam ve amaçlarına
doğrudan, pratik ve derin bir bakışa sahip olmak şeklinde açıklayan Ahmed Emin,
hikmet ve felsefe arasındaki farklılıkları şu şekilde sıralamaktadır:
“Felsefe
meselelerini mantıkî temeller üzerine oturtan ve her bir meselesini öncekiyle
bağlantılı bir şekilde inceleyen sistematik bir düşünme biçimi iken, hikmet
hayatın içinde şuradan veya buradan ansızın yakalanan parlak bakışlardır.
Felsefe, doğası itibarıyla analitiktir. Bir düşünceyi alıp analiz eder ve
sonuçlarını ortaya koyar. Hikmet ise tecrübelerin hepsi üzerinde odaklanan ve
bütün ayrıntıların özünü bir kapsülde toplayan bütüncül bir yapıya sahiptir.
Adeta gökyüzünü kaplamış, olan bulutları sıkarak yağmur damlalarına dönüştürür.
Felsefe, incelemeye, akli düşünceye ve mantık kanunlarına dayanır. Hikmet ise
yüzeysel olaylardan derin anlamlar çıkarabilmek ve kum tepelerinden altın
kırıntıları ve sedef kümelerinden değerli bir inci bulabilmek için, hazır bir
şekilde alınan kültür mirasına ek olarak, kişisel yeteneğe ve ilhama dayanır.
Felsefenin kendisine has bir yöntemi ve aklî değerlendirmesi olduğundan, kapalı
ve üslubunun kompleks olması gayet doğaldır. Hikmet ise, ister seçkin ister
avam olsun, herkesin aklî kapasitesi ölçüsünde kavradığı ve dili döndüğünce
açıkladığı folklorik bir kültürdür. Bunun içindir ki, felsefe ağır ve kompleks
bir yapıya bürünmüş; buna karşın hikmet, basit ve albenili bir biçim
kazanmıştır.”[135]
Sonuç olarak
hikmetin, din eğitimi açısından dikkate değer bulunan yönleri olarak şunlar
söylenebilir. Hikmet, zihinsel çabanın ötesinde özel bir bilme türüne işaret
etmekte ve insana farklı bilme imkanları sunmaktadır. Bir kavrayış olarak
hikmet, seçkin bir zümreye ait olmayıp, her insanın kendi kişisel tecrübesiyle
tanış olduğu bir durumun adıdır. Bilme ve tecrübe vurgularının da işaret ettiği
üzere hikmet, bilme ve eylemenin birlikteliğine dayanmaktadır.
İslam
düşüncesinin hikmet tasavvurlarını ele aldığımız bu bölümden sonra, çalışmanın
bu noktasından itibaren Ahmet Yesevî’nin hikmeti konu edinen eseri Divânı
Hikmet’te hikmetin anlaşılma biçimleri üzerine odaklanılacak ve bu anlamların
din eğitime yansımaları ele alınacaktır.
İKİNCİ BÖLÜM:
AHMET YESEVİ’NİN DİVÂN-I HİKMET’İNDE HİKMET
KAVRAMI
AHMET YESEVİ’NİN DİVÂN-I HİKMET’İNDE HİKMET KAVRAMI
Ahmet
Yesevî ve Divân-ı Hikmet
Çalışmamıza
konu edindiğimiz Ahmet Yesevî’nin Divân-ı Hikmet adlı eserinde hikmetin
anlaşılma biçimlerini ele almadan önce, eserin anlaşılmasına katkı sağlaması
açısından yazarın hayatı ve bir edebiyat metni olarak Divân-ı Hikmet’in önemine
kısaca değinmek gerektiğini düşünmekteyiz.
Ahmed
Yesevî’nin hayatına dair yapılan ilk çalışma olarak Fuad Köprülü’nün Türk
Edebiyatında İlk Mutasavvıflar adlı eseri ile karşılaşılır. Bu eserde, Ahmed
Yesevî’nin hayatı; menkabevi ve ilmi ayrımı yapılarak ele alınmıştır. Sonraki
çalışmaların çoğunluğunda ise bu ayrımın ortadan kalktığı ve iki bilginin iç
içe verildiği görülür. Bu iki tür bilginin de değeri göz önüne alınarak bu
çalışma için şu bilgiler derlenmiştir.
Ahmed Yesevî,
Kazakistan Cumhuriyeti’nin güneyindeki Çimkent şehri yakınlarında bulunan
Sayram kasabasında dünyaya gelmiştir. Doğum tarihi ve buna bağlı olarak da kaç
yıl yaşadığı tam olarak bilinmemektedir[233].
Fakat şeyhi Yusuf Hemedani’nin 1140’taki vefatı göz önüne alınarak XI. Yüzyılın
ikinci yarısında dünyaya gelmiş olabileceği üzerinde durulmuştur[234].
Babası,
Sayram’ın ünlü şeyhlerinden Şeyh İbrahim Ata ve onun halifelerinden Musa
Kazım’ın kızı Aişe Hatun ise annesidir[235].
Ahmed Yesevî’nin baba tarafından ataları Hz. Ali kerrem'allahü veche
radiyallâhü anh’nin oğlu Muhammed Hanefi’ye dayandırılmıştır[236]. İçine doğduğu aile
ve İslami kültürün aktif bir gelişme gösterdiği bu toplum, Yesevî’nin
etkilendiği şartların bir kısmını gösterebilir227.
Annesinin
ardından 7 yaşında babasını kaybettiği ve ablası (Gevher Şehnaz) ile birlikte
Yesi’ye (Türkistan) geldikleri bilinmektedir228. Eğitim veya manevi
feyz aldığı kaynaklar arasında babasından sonra Yesi’de tanıştığı Arslan
Bab/Baba’dan bahsedilmektedir229. Son dönemlerde yapılan bir
araştırmada Arslan Bab/Baba adının geçtiği eserler tespit edilmiş ve onun bu
eserlerde dönemin ünlü sufilerinden olarak tanıtıldığına dikkat çekilmiştir230.
Yesevî, Arslan Bab/Baba’nın vefatından ( doğum ve ölüm tarihi bilinmemektedir.)
sonraki bir dönemde onun işaretine dayandırılan bir kararla Buhara’ya
gelmiştir. Bu dönemde Karahanlılar’ın hakimiyeti altında bulunan Buhara, İslami
ilimlerin en ileri düzeyde tahsil edildiği merkezlerden biri olarak
kaydedilmiştir231. Burada Yusuf Hemedani232’ye (ö.1140) intisap etmiş ve onun
terbiyesine girmiştir233. Bir diğer kaynak olarak Hazret-i Hızır ile
olan sohbetlerinin ise hayatı boyunca devam ettiği belirtilmiştir234.
Yusuf
Hemedani’ nin vefatından sonra onun seçimiyle üçüncü halife olarak irşad
postuna oturmuştur. Sınırları kesin olmayan bir zamandan sonra yerini dördüncü
halifeye bırakarak Yesi’ye dönmüştür235. Yesi’ye dönüş ile birlikte
etrafına toplanan müridlerin çokluğu meselesi onun şöhretinin göstergesi olarak
kabul edilmiştir. Yesevî araştırmacıları Ahmed Yesevî’nin Arapça ve Farsça
hakimiyeti konusunda görüş birliği içindedirler.[237].
Bunun yanında hikmetlerini halkın alışageldiği nazım üzere ve Türk dili ile
söylemesi, üzerinde görüş birliği edilen hususlardan bir diğeridir. Yesevî’nin
bununla Türklere anlaşılmayı kolaylaştırmayı amaçladığı belirtilmiştir[238]. Müridlerinin sayı bakımından
çokluğu başka bazı sebeplerde de aranmıştır. Bu sebeplerden, şeri ilimlerdeki
bilgisi, şeriat ahkamına, sünnete ve Hanefi mezhebine olan bağlılığı üzerinde durulmuştur.
Hikmetlerinde de görülen bu durum, ondaki Yusuf Hemedani etkileri olarak
yorumlanmıştır[239]. Şeyhi Yusuf Hemedani’nin bir
mutasavvıf olduğu kadar hadis alimi olduğuna dikkat çekilmiştir[240].
Ahmed
Yesevî’nin yaşadığı dönem Orta Asya’da geçim kaynaklarının tarım ve ticaret
olduğu[241] kendisinin ise geçimini
tahtadan yontuğu kaşık ve kepçe satarak temin ettiği kaydedilmiştir.[242].
Ahmed Yesevî
63 yaşına geldiğinde tekkede, yer altında bir insanın sığabileceği kadar olan
bir hücre hazırlattığı ve ömrünün sonuna kadar burada ibadet ve riyazet ile
meşgul olduğu anlatılır. Sünnete bağlılığı ile ilişkilendirilen bu çilehane
dönemine girişi, sebepleri Divân-ı Hikmette söz konusu edilmiştir.[243]
Vefat tarihi
olarak araştırmacıların çoğunluğunun 1166-67 de hemfikir oldukları görülür.
Ancak bir araştırmacı tarafından bu tarihin; vefat yılı değil, yer altına
çekildiği yıl olduğu görüşü belirtilmiştir. Bunu, Yusuf Hemedani’nin vefat
tarihi ile gerekçelendiren araştırmacının eserinde vefat tarihi, 1228 olarak
verilmiştir [244] . Vefatından iki asır sonra,
rakiplerini yenen emir Timur tarafından hamd nişanesi olarak eski Ahmed Yesevî
Külliyesi yıktırılarak yeniden inşa ettirilmiştir[245].
Kendisi daha hayattayken vefat eden bir oğlundan ve iki kızından söz
edilmektedir. Sonraki dönemlerde kendilerini Ahmed Yesevî torunlarından
sayan kimseler Semerkantlı Şeyh Zekeriyya, Üsküplü Şair Ata, Evliya Çelebi,
Hafız Ahmed Yesevî-i Nakşibendi gibi isimler kendilerini soy bakımından
kızlarından Gevher Şehnaz’a nispet etmişlerdir.[246]
Ahmed
Yesevî’nin ardından onun tasavvuf yolu ve düşüncelerinin müridleri yoluyla
yayılması ve bu yolun takipçilerinin mensup olduğu tarikate “Yesevîyye”
denilmiştir.[247] Ahmed Yesevînin esaslarını
belirlediği Yesevîyye tarikati daha sonra Türkistan ve Anadolu da gelişecek olan
bazı tasavvuf ekollerini de derinden 247 etkilemiştir.[248]
Hayatından
geriye kalan en büyük miras olan Divân-ı Hikmet, Ahmed Yesevî’nin tasavvufî
manzumelerini içine alan meşhur eserin adıdır. Zira o manzumelerin her biri
ayrı ayrı hikmettir. Köprülü, Anadolu Türklerinde “ilahi” adı verilen bu tarz
manzumelere Miladi X. asırdan beri Doğu Türklerinde “hikmet” denildiğini ileri
sürmektedir. [249]
Divân-ı
Hikmet’in yazma ve basma nüshalarında bulunan hikmetlerin büyük çoğunluğu Ahmed
Yesevî’ye ait hikmetlerden oluşmaktadır. Bununla birlikte bazı hikmetlerde
Nesimî gibi, Yesevî’den bir kaç asır sonra yaşamış şahısların zikredilmesi,
başka şahıslara ait hikmetlerin de Divân-ı Hikmet’te bulunduğunu
göstermektedir.[250] Her ne kadar
Yesevî’ye ait olmayan hikmetler Divân-ı Hikmet’te yer alsa da, bahsedilen
hikmetlerin hepsi mana bakımından Yesevî düşüncesinin ifadesi olması sebebiyle
yine Yesevî’ye aittir.
İslamî Türk
edebiyatının Kutadgubilig’den sonraki en eski örneği olan Divân-ı Hikmet, Türk
tasavvuf edebiyatının da ilk örneği olarak kabul edilmektedir.[251] Hikmetlerin muhtevası, şekil
ve dil yapısı, Yesevî’nin yetiştiği çevre, hayatı, şahsiyeti, gayesi ve hitap
ettiği kitlenin sosyo-kültürel yapısı ile ilgilidir.[252]
Hikmetlerin
büyük bir kısmı 5-25 arasında değişen dörtlüklerden oluşmaktadır. Kafiye düzeni
koşmaya benzer. Bunun yanı sıra gazel tarzında hikmetler de bulunmaktadır.
Münâcat’ta ise mesnevi tarzının kullanıldığı görülmektedir. Divân-ı Hikmet’in
eldeki yazma nüshalarının en eskisi Miladi XVI. veya XVII. yüzyıla aittir. Bu
durum mevcut yazma eserlerin güvenilir olmadığını göstermektedir. Divân-ı
Hikmet adını taşıyan yazmalarda ve basma eserlerde Yesevî’nin hikmetlerinin
yanı sıra dervişlerinin hikmetleri de yer almaktadır.[253]
Köprülü, yazma nüshalara ulaşmasının mümkün olmadığını, bununla birlikte altı
basma nüshadan söz etmektedir. Buna göre eser, bir defa İstanbul’da, dört defa
Kazan’da, bir defa da taş basması olarak Taşkend’te tab edilmiştir.[254]
Bu çalışma
için Divân-ı Hikmet’in günümüz Türkçesine çevrilmiş bir kaç baskısı
incelenmiştir. Bunlar, Kemal Eraslan’ın hazırladığı Divân-ı Hikmet’ten
Seçmeler,[255] Ahmet Eğilmez Rıdvanoğlu’nun
hazırladığı Açıklamalı
Divân-ı Hikmet,[256]
Necdet Tosun’un editörlüğünü yaptığı Ahmed Yesevî[257] ve
Hayati Bice’nin hazırladığı Divân-ı Hikmet[258] adlı
eserlerdir. Eraslan’ın tercümesini edebi zevk bakımından daha doyurucu
bulmakla birlikte, en güncel çalışma olması ve yeni bulunan hikmetleri de
içermesi sebebiyle Hayati Bice’nin çalışması esas alınmıştır.
Divân-ı Hikmet’te Hikmet Kavramına Genel Bakış
Türk tasavvuf
edebiyatının en eski örneği olduğu düşünülen Divân-ı Hikmet incelendiğinde
içerikte duygusal yönün öne çıktığı ve Ahmet Yesevî’nin manevî tecrübelerinin
önemli bir yer kapladığı görülmektedir. Dolayısıyla metinde coşku dolu
ifadelerle sıklıkla karşılaşılmakta ve bu ifadeler okuyucuda duygusal bir etki
oluşturmaktadır. Metinde hikmet kelimesi, “hikmet okumak”, “hikmet söylemek”,
“hikmet işitmek” şeklinde kullanılmıştır. Okunan, söylenen, işitilen hikmetin
ne olduğu ise şiirlerin bütününde açıklanmaktadır.
Genel olarak
Divân-ı Hikmet’ten bahsetmek gerekirse; Yesevî düşüncesinde hikmet, sözde,
işte, halde, hayatta ve tüm diğer varlıklarda mevcut olan manadır. Mana bir
hakikattir ancak bu hakikate erişmek için dünyanın geçiciliğinin bilincinde
olup onun perdesinde oyalanmadan, içine ve özüne nüfuz etmek şarttır. İnsanın
hakikate ulaşması için Yesevî’nin deyimiyle; “Dünya ukbuna yüz bin talak
etmek”[259]
gerekmektedir. Zira, Yesevî düşüncesinde hakikat perde arkasındaki
manada bulunmaktadır. Perde arkası ile kastedilen, mananın genel geçer veya
aşikar olmayıp insanın kendi gayreti ile ve kendi donanımına göre kazanacağı
bir şey olmasıdır. İnsan, hayatı ve onun gerçekliğinin anlamını çözebilmek için
ilk önce, kendi varlığının manasını kavramak durumundadır. Yesevî’ye göre kendi
varlığından bilincinden yoksun veya kendini bilmeyen, nefsindeki cevheri,
manayı tanımayan insan, insan değildir. Divân-ı Hikmet’te “hakikati bilmeyen
insan değildir”[260]
diyerek bunu daha net bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu düşünce sisteminde
hikmetin, yani hakikati bilmenin yolları veya aşamaları da belirtilmiştir.
İnsanın hakikati bilmesi için ilk önce fıtratındaki ilahi cevherin manasını
kavraması gerekmektedir. İnsanın kendindeki manayı kavraması, gerçeği bilmenin
şartı ve başlangıcıdır. İnsan, o zaman olgunluğa ve hakikate giden yolu bulmuş,
hikmeti kendi anlam dünyasında bir alan olarak açmış demektir.[261]
Yesevî’ye
göre, insanın iç alemi başlı başına bir hikmettir. İnsan, en büyük hikmet
kaynağı olan Kur’an ile iç alemini gıdalandırdığı takdirde olgunluğa
erişebilecektir.[262] Yesevî, insanda hikmetin
potansiyel olarak bulunduğunu, ancak ortaya çıkması için Kur’an’ın ve sünnetin
işaret ettiği üzere salih bir kul olmaya gayret etmek gerektiğini
vurgulamaktadır. Bu sebeple hikmetlerinde Kur’an’ı anlamak, ibadetleri
samimiyetle yerine getirmek, Hz. Peygamber’i tanımak ve sünnetlerine uymak,
güzel ahlak sahibi olmak gibi konular üzerinde ısrarla durmaktadır. Eserde
Kur’an ve Hz. Peygamber hikmetin kaynağı olarak gösterilmektedir.
Hikmetin
eskimez ve tükenmez olduğundan bahseden Yesevî’ye göre, insan, bu alemde olduğu
sürece hikmete ihtiyaç duyacaktır. O, bu sebeple hikmeti “rızık” olarak
nitelemekte, onun aleme dolduğunu ve hiç kimsenin hikmetten nasibini almadan
ölmek istemeyeceğini belirtmektedir.[263]
O halde insan için hikmet, bu alemin kavrayışıdır, insana bu alemde anlam
katmaktadır.
Yesevî hikmeti
“hal ilmi” veya “defter-i sani” (aşk defteri) olarak açıklamakta ve onun yalnız
talep edenlere özgü olduğunu vurgulamaktadır. Hâl ilmine vakıf olmak, ahlaki
faziletlerle ilişkilendirilmektedir. “Kötü iş, kötü söz ve kötü ahlak insanın
hal ilmini öğrenmesi ve aşka ulaşmasında engel olduğu gibi, iyi söz, gerçek
ilim ve yüksek ahlak insanı esas gayesine götürecektir.” Ahlakî faziletlere
sahip olup hal ilmine vakıf olabilmek için ise, öncelikle kâl ilmi okunmalıdır.
“Kulluk odur Kur ’an okuyup amel kılsa; Sözü okuyup hâli özge bağlı kılsa”[264]
diyen Yesevî, sözü okumak ile temel dini bilgileri edinmeyi kastetmektedir.
Hikmetin “aşk defteri” şeklinde ifade edilmesi ise onun insanın hakikatini
tanıtmaya yönelik bir ilim olduğuna işaret etmektedir. Yesevî, “Diri oldukça aşk defteri tamam olmaz”[265]
diyerek insan için mutlak bir olgunluğa ulaşmanın mümkün olmadığını,
olgunlaşmanın devam edegelen bir süreç olduğunu ifade etmektedir. Aşk defteri
diye takdim edilen hikmete, riyazet ve zorluklara sabretmek gibi halleri
yaşamakla ulaşılabilir.[266]
Yesevî,
hikmeti hakikate giden yolda yürümek olarak ifade etmektedir. Bu yolun adı,
Yesevî’de aşk yoludur. Aşk yolunda yürümek, Allah’ı anmakla, hatırlamakla ve
Allah ile hakiki bir bağ kurmakla mümkün olacaktır. Yesevî bu durumu ihlas,
zikir gibi kavramlarla ifade etmektedir. Yesevî’nin üzerinde durduğu bir diğer
kavram ise cemâl’dir. Güzel görmek, Güzel’i görmek olarak açıkladığı cemâl;
insanın yaratılan her şeyi Allah’ın eseri olarak görmesi ve dolayısıyla her
şeyde Allah’ı görmesidir. Bu bakış, insanı yaratılan her şeyi sevmeye
götürmektedir. Her şeye sevgi ile bakabilmek, insanda ahlaki olgunluğu da
beraberinde getirmektedir. Hikmeti aşk olarak anlatıp onun bir hâl olarak
anlaşılabileceğini gösteren Yesevî’ye göre ahlak da hikmetin bir diğer
ifadesidir. Divân-ı Hikmet’te ahlak üzerinde ısrarla durulmaktadır. Aşk,
hikmetin insan için yaşanan boyutu ise, ahlak onun toplumda veya insanın
ilişkilerinde gün yüzüne çıkan boyutu olarak düşünülebilir. Yesevî’de bu
boyutlar iç içedir, bir bütündür.
Öte yandan
Yesevî hikmeti ölüm fikri ile ilişkilendirmektedir. O, ölümü hem duygusal hem
düşünsel boyutuyla ele almaktadır. Duygusal anlamda ölüm, Allah korkusu, hesap
verme, bu dünyada yaptıklarının karşılığını olumlu veya olumsuz manada
alacağını bilme gibi durumlar üzerinden işlenmektedir. Aynı zamanda bir düşünce
olarak ölüm, yaşamın nasıl anlamlandırılacağını da göstermesi bakımından
hikmettir. Yesevî, yaşamı, dünya hayatını ölüm üzerinden anlamayı tercih
etmektedir. Ölüm, insana bu dünyadaki imkanlarını ve sınırlarını
göstermektedir.
Bu çalışmada
tarihi etkisi bilinen eserin içeriği, Ahmet Yesevî’nin hikmet anlayışını
görebilmek maksadıyla incelenmiştir. Tasavvufî bir metin olan Divân-ı Hikmet’te
aşk, ölüm, peygamber temaları hikmetin ifadesi olarak öne çıkan temalardır.
Bununla birlikte sıklıkla ahlaki nasihatlere yer verilmiş, bu temalar ahlaki
nasihatlere dayanak teşkil etmiştir. Üslup bakımından ise eserde işlenen bu
temalar, muhatabına neyi yapıp neyi yapmaması gerektiğini söyleyen bir
anlatımdan ziyade Yesevî’nin kendi tecrübeleri üzerinden anlatılmaktadır. Biz
ise konunun din eğitimine katkısını açığa çıkarması bakımından Yesevî’nin
hikmet anlayışını; söz, hâl, ahlak ve düşünce başlıkları altında ele almanın
uygun olacağı kanaatindeyiz.
Bugün elimize
manzum eser olarak ulaşmış olsa dahi, Divân-ı Hikmet’te yer alan hikmetlerin
Ahmet Yesevî’nin sözleri olduğu ve daha sonra Yesevî dervişleri tarafından
sözlü ve yazılı olarak aktarılması ile günümüze kadar ulaştığı bilinmektedir.[267] Dolayısıyla Ahmet Yesevî’de
hikmet her şeyden önce “söz” olarak açıklanabilir. Yesevî, inci ve cevher gibi
kıymetli olduğunu söylediği hikmeti, Allah adına ve Allah’ın izni ile söylenen
söz olarak belirterek hikmet söylemenin kendisine
verilen bir
vazife olduğunu ifade etmiştir. İnsanı kötülükten uzaklaştıran ve iyiliğe
yönelten her şey hikmettir ve Yesevî, hikmet olan bu şeyleri sözlü bir gelenekle
yaşatmaya çalışmıştır. Sözün hikmet olarak anlam kazanması, hakikate uygunluğu
ve insanlar üzerindeki olumlu etkisi ile açıklanabilir.
Söz, Yesevî’de
eğitimin temelidir. Mürşid ile mürid arasındaki sohbet ve mürşidin müridine
eğitim maksadıyla söylediği kıymetli sözler, eğitimin temelini teşkil
etmektedir. Bundan dolayı, Hakk’ı söyleyen ve anlatan sözlere paha biçilemez.
Bu sözler, müridi yanlışa düşmekten korur ve doğru yola yöneltir. Dolayısıyla
gerek kendi mürşidinin gerekse erenlerin sohbetin dinlemek, mürid için hayati
önem taşır.[268] Burada sohbet, sözlü
kültürün, eğitimin söz temelinde gerçekleştirilmesinin ifadesidir.
Hikmetin söz
olarak açıklanması konusunda Yesevî, sözü söyleyene vurgu yapmaktadır. Bu
bağlamda ayet ve hadislerin hikmet olduğunu ifade etmekte ve eserde sıklıkla
ayet ve hadislere atıfta bulunmaktadır. Divân-ı Hikmet’te vahye dayanan bu
hikmet anlayışı; ayetlere telmihte bulunularak veya ayetlerden kısa alıntılar
yapılarak ele alınmıştır ve şu dizelerle dile getirilmiştir;
“Benim
hikmetlerim hadis hâzinesidir
Kişi pay
götürmese, bil habistir.
Benim
hikmetlerim Sübhan’ınfermanı
Okuyup
bilsen hepsi Kur ’an’ın anlamı.”[269]
Hikmeti
işitip, erenleri dinleyerek, Kur’an ve sünneti anlamak yani doğru sözü işitip
doğru işi yapmak eserde mü’mine yakışan davranışlardır.[270]
Böyle kulların müjdelendi ğinden bahseden Yesevî, şu ayete atıfta
bulunmaktadır; “Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele, işte
Allah’ın hidayet edip, doğru yola ilettiği kimseler onlardır. İşte onlar akıl
sahipleridir.”[271]
Divân-ı
Hikmet’te ayetlerde olduğu gibi hadisler için de daha çok telmihte
bulunulmuştur. Bununla birlikte Hz. Peygamber’e atfedilen orijinal hadis
metinleri ve yine Hz. Peygamber’in ağzından nakledilen hadis meallerine de yer
verilmektedir. Eserden, Yesevî’nin Hz. Peygamber’in sünnetine mutlak bir
şekilde bağlı olduğu anlaşılmaktadır. O’na göre Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak
ve cemale mazhar olmak için Hz. Peygamber’in sünnetine sıkı sıkıya bağlı olmak
gerekmektedir. Yesevî’nin hikmet ile kastettiği, insanı olgunlaştırarak
Allah’ın hoşnutluğunu kazanmaya vesile olan şey olması sebebiyle, Hz.
Peygamber’in hadisleri hikmetin en güzel ifadelerindendir. Hz. Peygamber’in
sözleri, insanı dünya ve ahirette mutluluğa götürecek prensiplerdir.
Dolayısıyla Hz. Peygamber’in hadislerini iyi öğrenmek ve ümmet olmanın
gereklerini yerine getirmek insanı hikmete ulaştıracaktır.[272]
Bununla
birlikte Yesevî’nin “hikmet söylemek” şeklinde ifade ettiği bir vazife vardır.
Divân-ı Hikmet’te, “Otuz dörtte âlim olup bilge oldum, ‘Hikmet söyle! ’ dedi
Rabbim, söyler oldum”[273]
ifadeleriyle belirtildiği üzere hikmet söylemek Yesevî’ye Allah tarafından
verilmiş bir vazifedir. Bu vazifenin yerine getirilmesi, dolayısıyla da sözün
hikmet olabilmesi için, Yesevî sözü söyleyen kişinin bazı vasıflara sahip
olması gerektiğinden bahsetmektedir. Söylenen söz, hakikati ifade etse dahi
söyleyen kişi samimi değilse, kendisi o hakikate uygun şekilde davranmıyorsa
yani en başta kendisi için hayat haline gelmemişse, sözün söyleyenden ötürü
insanlar üzerinde olumlu bir etki bırakamayacak ve dolayısıyla da hikmet
olamayacaktır. “Benim hikmetlerim fiili ve kavlî”[274] diyen Yesevî,
hikmetin ilim amel birlikteliği olduğunu ifade etmektedir. Dolayısıyla yalnızca
ilim sahibi olmak yetmez, kişinin ilmiyle amel etmesi gerekmektedir. Yesevî,
söz ve hâlin ancak bir arada olması ile insanın yol alabileceğini şu dizelerde
vurgulamaktadır;
“Aşıkları
kal ’i okuyup hale girse,
Hal
denizine batsa, suya batık olur, dostlar.
Söz ile hal
bir gemidir, bunu bilse,
Sözsüz,
halsiz o deryadan geçmez, dostlar.”[275]
Yesevî, “Kul
Hoca Ahmed, öğüt verici olsan, kendine ol”[276] diyerek, hikmet
söyleyen kişinin bunu öncelikle kendisine söylemesi gerektiğini ifade
etmektedir. Divân-ı Hikmet’te bunun örneklerine de rastlamak mümkündür, zira
Yesevî özellikle kaçınılması gereken davranışlardan söz ederken, çoğunlukla bir
muhataba söyler gibi değil, kendisi bu hataya düşüp de pişman olmuş gibi
anlatmaktadır. Bu yönüyle de hikmetin tecrübe boyutuna dikkat çektiği
söylenebilir. Bununla birlikte sözün hikmet olabilmesi için bir şart daha
bulunduğunu ifade etmektedir. Sözü söyleyen kişi, hem ilim sahibi hem ilmiyle
amel eden hem de onu bir anlamaya dönüştürmüş ise o söz, hikmet olabilir.[277] “Bilgin kandil, halin
fitil, yağı göz yaşı”[278]
diyen Yesevî, duygusal bir boyutu da ekleyerek ilim, hâl ve anlamlandırmanın
bir arada olması ile hikmetten söz edilebileceğini ifade etmektedir.
Yesevî, hâlin
hikmet olmasını belirli kavramlar üzerinden açıklamaktadır. Bu kavramlar,
insanın Allah’a karşı güçlü bir sevgi bağı ile bağlanmasını ifade eden “aşk”;
dünyanın, insanın öz yurdu olmayışını ima eden “gariplik” ve insanın kendini
tanımasını, acziyetini hissetmesini sembolize eden “toprak” gibi kavramlardır.
Dolayısıyla, aşık olmak, garip olmak ve toprak olmak, Yesevî’de hikmet olarak
zikredilen hâllerden bazılarıdır.
Allah ile kul
arasındaki sevgiyi anlatmak üzere kullanılan aşk, Yesevî’de Allah’ın kullarına
bir lütfu olarak görülmektedir. Aşk kelimesinin yanı sıra muhabbet ve sevda
kelimeleri de eserde bu sevgiyi ifade etmek için kullanılmaktadır. Yesevî’ye
göre aşk, varlığın sebebi ve manasıdır. Allah’ı, insanı, tüm yaratılmış
varlıkları yalnız Allah için sevmektir. Yaratılan her şey, Allah’ın işi, sanatı
ve kudretinin eseri olması sebebiyle sevilmeye layıktır. Böyle bir aşk
anlayışı, insanı insan yapan, onu diğer varlıklardan ayırt eden bir özelliktir.[279]
Öte yandan bu
ilahi sevgiye erişerek Allah’ın lütfuna mazhar olabilmek, ahlakî özelliklere
sahip olmakla ilişkilendirilmektedir. Yesevî’nin anlatımında gördüğümüz aşık
tasviri, İslam düşüncesinin hakîm tasviri ile örtüşür görünmektedir. Buradan
hareketle aşk ifadesi ile anlatılanın hikmetin kendisi olduğu, veya hikmetin
varoluşsal olduğu düşünülebilir.
Yesevî’de
hikmet kavramı Hakikate aşkla koşmak, Allah’a karşı şükredici olmak, Allah’ı
anmak (zikir), Hak Cemalini arzulamak, aşkın derdiyle dertlenmek, takva sahibi
olmak, cömertlik, sabır, kanaat, tevazu, alçakgönüllülük, iyiliğe çağırmak,
kötülükten alıkoymak, ihlas gibi faziletlerin tümünü içerir. Ancak bütün bu
faziletler aşkla ilişkilendirilmekte ve aşıkların vasıfları olarak
zikredilmektedir. Aşkın, Allah’ın lütfu olması ve aşıkların hâlleri şu
dizelerde ifade edilmektedir:
“Allah
Teala aşıklara verdi aşkını
Şükreden
olup tutuşup yandım ben işte
iki alem
gözlerime haşhaş tanesi
Görünmedi
yalnız Hakk'ı sevdim ben işte.”[280]
“Aşkın
bağını gezmeden aşık olunmaz
Hakirlik,
ağlamaklık çekmedikçe nefsin ölmez
Bir damlaya
razı olmadan o inci olmaz
Razı olup
has cevherinden aldım ben işte.”[281]
Yesevî’nin “gerçek
aşık” diye tanıttığı insanlar bilge ve akıllı insanlardır. Onların içi ve dışı
inci ve cevher gibi kıymetlidir. Dışını değil içini düzeltmeye çalışan gerçek
aşıklar toprak misali, dertli ve garip insanlardır. Nerede bir dertli, garip,
gönlü kırık varsa onların yardımına koşarlar. Dolayısıyla gerçek aşıklar
toplumdan soyutlanmış kimseler değildirler. Aksine aşk, kendisini toplumda,
insan ilişkilerinde açığa çıkaran bir hâlin adıdır. Bu sebeple Yesevî, “Kul
Hoca Ahmed zahid olma aşık ol, Bu yollarda yalnız yürüme sadık ol”[282]
diyerek, toplumdan uzak kendi başına yaşamayı esas alan zühd hayatını değil,
ancak bir ilişki içerisinde aşikar olan aşkı tavsiye etmektedir. Zira insanın
olgunluğu ile ahlak ve fazilet sahibi olması, Yesevî’nin ifadesiyle aşık
olması, insanlar arasındaki ilişkilerde kendini göstermektedir. Bu yönüyle
toplum insan ruhunun aynasıdır. İnsan olgunluğunun anlamı ancak toplumda
gerçekleşir. Allah da insanı bu aleme olgun insan olması ve yaratılış amacını
bulması için göndermiştir. [283]
Yesevî
iyilerle birlikte olmayı, erenlerin, uluların yoluna uymayı tavsiye edip bu
hâli hikmet olarak zikrederken, bu düşüncesini Kur’an-ı Kerim’e
dayandırmaktadır. Buna göre Yesevî’nin; “Ey iman edenler! Allah’tan korkun
ve sadıklarla beraber olun.”[284],
“Her şeyi ile tamamen bana yönelenlere uy.”[285], “Onlar Allah’ın hidayet
ettiği kimselerdir, sen de onların yoluna uy.”[286] gibi ayetlerde
bildirilen hakikate işaret ettiği görülmektedir.
Yine Kur’an’da
bildirilen peygamberlerin kıssalarından hareketle, onların tecrübelerinin de
hikmet olduğu ifade edilmiştir. Eserde kendisini balığın yuttuğu Hz. Yûnus,[287] kardeşleri tarafından kuyuya
atılan Hz. Yûsuf[288] ve evlat acısından gözleri görmez
olan Hz. Ya’kûb [289] zikredilmiştir.[290] Yesevî, peygamberlerin
başlarına gelenleri hatırlatıp ilgili ayetlere işaret ettikten sonra,
zikredilen peygamberlerin hâllerinin ve zorluklara sabretmenin hikmet olduğunu
bir kez daha vurgulamaktadır.
Yesevî’nin hikmetlerinde
akıl ile aşk ilişkisine de değinilmiştir. Buna göre “akıl insanın hür
iradesiyle kendini aşk yoluna adamasına sebep olan güçtür. Buradan da aklın
aşka zıt bir şey olmadığı, bilakis, aşkın destekleyici olduğunu görmek
mümkündür. İnsan davranışlarında akıl ve aşk birbirlerini muhasebe ederler.
Aşksız akıl, insanı nefsanî işlere götürecektir. Aklı böyle işlerden
alıkoyabilecek ve kurtarabilecek tek güç de aşktır. Tıpkı bunun gibi, akılsız
aşk da insanı doğru yolundan
şaşırtır ve
batıl inançlara sürükleyebilir. Dolayısıyla aşk ile aklın arasında uyum olması
gerekmektedir.” Akıl ile uyum içerisinde olan aşk, insanı iyi ve güzel olana
yönlendiren, ruhunu arıtan ve eğiten bir güçtür. Bu yönüyle de insanın manevi
olgunlaşmasında ve toplumun gelişmesinde çok önemli bir değerdir. Yesevî’de
aşk, insanın ilahi varlığını muhafaza eden, onu gafletten alıkoyan bir hâl
olarak vurgulanmaktadır.[291]
Eserde
aşk kelimesi bazı sembolik ifadelerde kullanılmıştır. Aşk kapısı aşk dükkanı , aşk
cevheri/mücevheri , aşk sırrı , aşk yolu , aşk hançeri , aşk ışığı bunlardan
bazılarıdır. Bu sembollerin her biri bize Yesevî’nin aşk anlayışını göstermesi
bakımından oldukça kıymetlidir. Aşk kapısı, eserde Allah’ın insana açtığı bir
kapıdır. Dolayısıyla aşk kapısı ifadesi ile aşkın kul için bir merci olduğu
düşünülebilir. Aşk dükkanı ise dergah anlamında kullanılmakta ve aşka ulaşmak
için öncelikle onu talep etmek gerektiğini düşündürmektedir. Aşk cevheri veya
mücevheri ise aşkın kıymetini ifade etmek için kullanılan bir mecazdır. Benzer
şekilde eserde, hikmet de “inci ve cevher” şeklinde nitelendirilmektedir. Aşk
sırrı, bu kıymeti yalnızca aşıkların bilebileceğini ifade eder. Ayrıca
aşıkların yaşadıkları bazı manevi tecrübeleri içlerinde tutmaları ve dışarıya
aksettirmemeleri de eserde sıklıkla vurgulanmaktadır. Kanlar yutmak, sırrı
cahillere vermemek gibi ifadelerle açıklanan bu durumda, aşığın sükûtu
hikmettir. Aşağıdaki dizeler bu durumun örneklerinden biridir;
“Innafetehna’yı
okuyup anlam sordum;
Işık saldı,
kendimden geçip cemal gördüm;
Hocam vurup
‘sus ’ dedi, bakıp durdum;
Yaşımı
saçıp, çaresiz olup durdum ben işte.”[292]
Yesevî’de
hikmetin hem söz söylemek hem de sükût olarak karşımıza çıkmasını şöyle
yorumlamak mümkündür; Hikmet, birden çok durumun adı olabilir.
Belirli bir
şekli veya formu yoktur. Hikmetin bir boyutu, eşyayı yerli yerine koymak
olduğuna göre sözü söylemenin uygun ve gerekli olduğu yerde söz, sükûtu
gerektiren yerde ise sükût hikmettir.
Eserde aşk, en
çok yol kelimesi ile birlikte kullanılmaktadır. Yolun zihindeki çağrışımları
ise arayış ve bulma yahut varma çabasıdır. Dolayısıyla aşk yolu, aşkın insan
için hakikati arama yollarından biri olduğunu düşündürmektedir. Aşk hançeri, bu
yolun zorluklarını, aşk ışığı ise aşığın basiretini işaret etmektedir.
Hoca Ahmet
Yesevî, hal veya mana öğretisiyle İslam’ın Kur’an’da çizilmiş manası ve olgun
insan anlayışını Divân-ı Hikmet’te yeterli derecede ortaya koymuş ve
işlemiştir. Kendini tanımak, mana bulmak veya mana olmak; Divân-ı Hikmet’te
hikmetin diğer ifadeleri olarak kullanılmakta ve ancak aşk ile mümkün olacağı
belirtilmektedir. Zira mana; kalp, gönül olarak bilinen ilahi cevherde başlayıp
ve onda son bulmaktadır. Eğer insan içine mana dolsun der ise ilm-i hali
kavraması gerekmektedir;
“Gönül içre
girib cevlan kıldık ise,
Aşk adlı
sultanını gördük ise.
Sani ’
kudret ilahıma baktuk ise,
şu yerde
hal ilmini görün, dostlar.” [293]
Yesevî,
hakikati sözde veya teoride incelemekten ziyade, O’nu kendi ruhunda bulmayı
gerçek ilim olarak açıklamaktadır. Yesevî Kur’anî bir temsile [294] atıfta bulunarak kâl
alimlerini; manasını bilmeden kâl ilmini okuyan, kırk merkebin yükünü taşıyan
nadanlar[295] olarak tanıtmaktadır.
Yesevî’ye göre ilim kitap satırlarında veya zihinde değil, insanın sadrında
olmalıdır. İnsanın sadrına inmeyen, hayatını anlamlandırmayan ilim, malumattan
öte bir şey değildir. Kuran, kendilerine hikmet öğretilmişse de iyilikleri için
kullanamayanların halini, sırtlarına kitap yükleyen merkebe benzeterek temsili,
alegorik bir üslupla bu hakikati açıklamaktadır. Yesevî burada Kur’an’ın
taşımak için değil, insanın hayatını anlamlandıran ilahi nur olarak
gönderildiğini vurgulamak istemiştir. Zira, Allah insana hayatını anlamlı bir
şekilde sürdürme yolunu Kur’an aracılığıyla bildirmiştir. Yesevî’de manalı
hayat, muhteva ve özü hikmet ile doldurulan ve ihya olunan, muradı ve amacı
aydınlık olan hayat tarzıdır. Yesevî, bu hayat tarzını aşk yolunda yürümek
olarak ifade etmektedir. Bu yüzden Yesevî “Ey İlahım, nasip etse mana al, mana
sorup mana alan gerçek kul olur.” diyerek insanları kendindeki cevheri bulup
Kuran manasıyla bütünleştirmeye, dolayısıyla da aşk yolunda yürümeye davet
etmektedir.[296]
Yesevî, aşka
ulaşmanın yollarını da açıklamaktadır. Aşk bağını dolaşmayan aşık olmaz diyerek
ilm-i hâli vakfetmenin ilk şart olduğunu söylemektedir. İkinci olarak, “Zahid
olma abid olma aşık ol; Mihnet çekip aşk yolunda sadık ol”[297] diyerek, cefa
çekmenin ve sıkıntılara katlanmanın insanı olgunlaştıracağı ve aşka
ulaştıracağından bahsetmektedir. Aşığın gözünde ne dünya ne de ahiretin haşhaş
tanesi kadar kıymeti yoktur, o yalnız Hakk’ı sevmektedir.[298]
Aşka ulaşan insan için önemli olan dünya ve ahiretteki nimetler ve mükafatlar
değil, Allah’ın hoşnutluğunu kazanmaktır. Bu düşünce de, insanın bireysel ve
toplumsal hayatını dönüştürmekte, onu Allah’ı anan, her dem hatırlayan,
şükreden ve gönül incitmemeye çalışan bir insan olmaya yöneltmektedir. Aşk
insanı doğru olana yönelten, kötülükten alıkoyan ve onu eğiten bir güçtür.
İnsanın varlığındaki ilahî yönü muhafaza eden de aşktır. Bu sebeple de insanın
manevi olgunlaşması ve toplumun gelişmesinde çok önemli bir değerdir. Sonuç
olarak Yesevî düşüncesinde aşk, hayatın gerçek anlamı ve insanın potansiyelini
gerçekleştirmesinin de imkanıdır.[299]
“Gerçek
âşıklar daima diri, ölmüş değil”[300] diyen Yesevî, aşk ile
ölüm ve ölümsüzlük fikirlerini ilişkilendirmektedir.[301]
İnsanın ebedîliğe kavuşması demek olan ölüm bu dünyada, insanın kendindeki kötü
duyguları ve eğilimleri öldürmesi ile gerçekleşebilir. Böylesi bir ölüme iradi
ölüm denmiş ve ancak aşk ile gerçekleştirilebileceği ifade edilmiştir.
Yesevî’ye aşkın olduğu her yerde her zaman ölümsüzlük ve ebedilik mevcuttur.
Aşk ile “ölmeden önce ölmek” anlayışı, insanın en yüksek fazilet ve olgunluk
düzeyini gösterecek ölçüdür. İlahi aşk ile gıdalanan ve feyizlenen insan, iradi
ölümün anlamına erişen insandır.[302]
Aşk ile ölümü
ilişkilendiren Yesevî, bu ilişkiyi “toprak olmak” ile ifade etmektedir.
Ölüm vurgusu ile ifade edilen toprak olmak deyimi ile Yesevî, dünyanın
geçiciliğinin bilincinde olmayı kastetmektedir. Nicelerinin şimdi toprak
altında olduğunu söyleyerek, ölmeden önce ölmeyi tavsiye etmekte ve bunu da
yine toprak olmakla ifade etmektedir; [303]
“Ey talip
ölmeden önce öledur
iyilerin
ayağının tozu oladur
Toprak olup
feyz-fetih aladur.”[304]
Divân-ı
Hikmet’te toprak olmak, ölüm anlamının yanı sıra insanlara faydalı olma
anlamına da gelmektedir. Yesevî, bunu “yol üstünde toprak olmak” ile ifade
etmektedir.[305] “Aşk yolunda toprak olmak”[306] ise aşıkların bu yolda
canlarını feda edebilecek durumda olduklarını göstermesinin yanı sıra, aşk
yolundakiler için toprak olmak anlamında da kullanılmaktadır. Yol metaforu
bağlamında toprak, üzerine basılıp geçilen zemindir. Yesevî, aşk yolunda
yürümek isteyenler için toprak gibi zemin olmayı, vesile olmayı istemektedir.
Toprak olmak,
Divân-ı Hikmet’te en çok vurgulanan ve tavsiye edilen sıkıntıya ve zorluklara
katlanmak ile de ilişkilendirilmektedir. Toprağın iyi-kötü her şeyi bünyesinde
bütünleştirip nihayetinde verimli hale gelmesi gibi, insan da toprak misali
diğer insanlardan gelen kötülüklere sabrederek daha olgun ve verimli hale
gelebilmektedir. [307]
Divân-ı
Hikmet’te hâllerden bir diğeri olan gariplik ise, yurdundan ayrılıp yad
ellere düşmüş olanlar veya kimsesiz olanların durumunu ifade etmek için
kullanılmaktadır. Gariplik de, aşk ve toprak olma hâlleri gibi, çoğunlukla
insan ilişkileri üzerinden ele alınmakta ve insanın toplumsallığı bağlamında
işlenmektedir. Eserde çoğunlukla garip, yetim ve fakir kelimeleri yan yana
zikredilmekte ve aynı anlamda kullanılmaktadır.[308]
Hz. Peygamber’in Yesevî’nin diliyle konuştuğu dizelerde bu durumun örneği
görülmektedir;
“Rasul dedi
ona: Ben de yetimim;
Yetimlikte,
gariplikte yetişmişim.”[309]
Bu dizelerin
alıntılandığı hikmette Yesevî, Hz. Peygamber’in yetim ve gariplere olan
şefkatinin anlatmakta ve garip ve yetimleri kollayıp gönüllerini hoş tutmanın
Hz. Peygamber’in sünneti olduğunu ifade etmektedir. Eserde Hz. Peygamber,
“garip ile yetime sehavetli Muhammed” şeklinde tavsif edilmekte ve yine Hz.
Peygamber’in dilinden yetimlerin has ümmet oldukları belirtilmektedir;
“Muhammed
dediler: Her kim yetimdir;
Biliniz, o
benim has ümmetimdir.”[310]
Yesevî,
gariplerin ve yetimlerin bu dünyada karşılaştıkları zorluklara dayanmak yoluyla
olgunlaştıklarını, Allah’a yakın olduklarını [311]
ve kimsesiz olmalarından ötürü Allah’ın rahmetini hak ettiklerini[312] söylemektedir. “Gurbet
değse pişkin eyler çok hamları; Bilge eyler hem seçkin eyler çok sıradanları ”[313]
diyerek garipliğin insanı olgunlaştırdığını vurgulamaktadır. Bununla birlikte o
garipliği mecazi anlamda da kullanmış ve onu bir makam olarak belirtmiştir.
Buna göre kendini bu dünyada garip olarak hisseden, devamlı asıl vatanı olan
“hakikat alemine” kavuşmayı arzulayan ve özleyen, düşünce ve manevi halinden
kimsenin bir şey anlamadığı, toplumda yalnızlık derdine yakalanan insan, garip
insan demektir.[314] Ona göre, gariplik hali ise
tecelli makamıdır. Yesevî, kendisinin de garip olduğunu söylerken hem
zikredilen mecazî anlamı hem de bir dönem yurdundan ayrılmış olmasını
kastetmektedir.[315]
Gariplik
aslında bir yönüyle de tamamen bireyseldir. O, insanın kendi kendisiyle
mücadele etmesini, zihnini kurcalayan sorunlara çözüm bulmada sadece kendi
ruhuyla dertleşmesini, sadece kendi dünyasından zevk almasını gösteren bir
haldir. Yesevî’ye göre garipler toplumda peygamberin varisi gibidirler. Bu
nedenle nerede bir garip görülse, ona merhem olmayı tavsiye etmektedir.[316] Diğer taraftan da “ümmet
olsan gariplere tabi ol sen”[317]
diyerek garipliğin insanlar için bir kurtuluş yolu olduğu ifade edilmek
istenmektedir. Yesevî’nin tasvir ettiği garip insan, makbul insandır,
ulaşılması istenen olgunluğu bulmuş insandır.[318]
Yesevî’de
hikmetin tezahür ettiği hallerden bir diğeri de, otantik bir ben’e ulaşma
çabası olarak okuyabileceğimiz “samimi olmak”tır. Yesevî’nin samimi
olmak ile kastettiği özellikle Allah’a karşı samimi olmak, yapıp etmelerini
yalnız Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak niyetiyle yapmaktır. Buna göre kişinin
Müslümanlığı riyasız, gösterişsiz, maddi menfaat gözetmeyen bir Müslümanlık
olmalıdır. Gündelik siyasetten, ticaretten maddi manevi kişisel çıkarlardan
azade bu içtenlikli Müslümanlık eserde, Kur’anî bir ifade olan ihlas ile
açıklanmaktadır.[319] Yesevî’ye göre davranışların
böyle bir motivasyona dayanması bireysel ve toplumsal huzur ile
sonuçlanacaktır. Bu sebeple Divân-ı Hikmet’te toplum ve ahlak ilişkisi
açısından gösterişsiz, makbul ibadetin önemi vurgulanmaktadır. Yesevî, insana
ve topluma yapılan hizmetin de ibadet olduğunu hatırlatarak, samimi kulluğun
insanı kötülükten alıkoyacağı ve güzel ahlakı doğuracağını ifade etmektedir.[320]
Gerçek ibadet
ve kulluk insanı kendi kendisini muhasebe etmeye, suçu başkasında değil de
kendinde aramaya sevk edecektir. Yesevî ibadetlerinde samimiyetten yoksun olup
yalnızca bedenin hareketleriyle ibadet eden gafilleri; gösteriş ve riyadan ibaret
ibadetlerini bencillik örtüsüyle örtenleri; kendilerini topluma dinin bekçileri
ve cennetin dellâlları olarak göstermeye çalışanları eleştirmekte ve “Görünüşün
sufi evliyasın, ama hiç bir zaman Müslüman olmadın”[321], diyerek onları
uyarmaktadır. Onların dindarlığı sadece kural ve kaideleri yerine getirmekten
ibarettir. Onların Allah’a yaptığı ibadetleri ise ticarete dayanmaktadır. [322]
Yesevî’de
zikredilen hâllerin her biri ile ahlak arasında sıkı bir ilişki bulunduğu,
eserde dikkat çekilen hususlardan biridir. Ahlaki özelliklere sahip olmak
suretiyle hâl olan hikmete ulaşmaya çalışılmaktadır. Sabır, şükür, tevazu,
merhamet, takva gibi faziletlerin hepsi hikmet sahibi kimselerin vasıfları
olarak zikredilmektedir. Dolayısıyla Yesevî’de ahlak, hikmetin bir açılımıdır.
Ahlakî Erdem Eylemleri Olarak Hikmet
Yesevî
düşüncesinde hikmetin bir diğer ifadesi olan ahlak, insanın hakiki bir hayat ve
iyi bir ömür yaşamasının imkanıdır. İnsanın bu dünyada anlamlı bir hayat
sürmesinin pratikteki karşılığı fazilet ve ahlak olmalıdır.[323]
Ahlakî değerler, Yesevî düşüncesinin insanî ilkeleri ve hikmet ilmi temelinde
oluşan manevî değerlerin toplamıdır. Ahlak, insanın insaniliğini öne çıkaran
yönüyle onu can huzuruna yani saadetine kavuşturmaktadır. İnsani saadete
götüren bu değerler, kendini bilmek ve Allah’a karşı sorumluluklarını ve
görevlerini bilmekle kazanılabilmektedir. Bireysel olarak bu kazanımı elde eden
insan, topluma da bir değer katacaktır. [324]
Divân-ı
Hikmet’te ahlakın olgunluğu iman ile ilişkili olarak açıklanmaktadır. Yesevî’ye
göre ahlakın temeli iman nurudur. İman ve inanç sahibi olmak ise insanın Allah
ile ilişkisine işaret eden durumlar olmaları sebebiyle bireysel tecrübeler
olup, kalbin derinliklerinde yaşanan bir hal olarak tarif edilmektedir.[325] İman nuru eserde Allah’ın
kullarına nimeti, ihsanı olarak açıklanmakta [326]
ve iman nuru kendisine lütfedilen insanın iç gözünün yani basiretinin açılacağı
ifade edilmektedir.[327] Öte yandan Divân-ı Hikmet’te
ahlakın özü olarak kabul edilen edep, iman ile ilişkilendirilmekte ve iman
sahibi insanların bir vasfı olduğu Hz. Peygamber’e dayandırılarak
açıklanmaktadır.[328]
Toplum hayatı
söz konusu olduğunda iman, ahlak ile sonuçlanarak toplumda barış ve huzuru
doğurmaktadır. Bu sebeple Yesevî, imanın toplumu ayakta tutan bir sütun
olduğunu düşünmektedir. Kendi devrindeki toplumsal problemleri imansızlıkla
açıklayan Yesevî, Divân-ı Hikmet’te imansız insanları tasvir etmektedir. Buna
göre, Hak’tan korkmayanın imanı olmadığını söylemekte ve yalan söylemenin,
insanı imansızlığa götürebilecek bir tehlike olduğunu vurgulamaktadır. [329] İmansızlar amelsizdirler.
Onlar hakikatten habersiz olduklarından vurdum duymaz bir tavır
içerisindedirler. Genç ve yaşlılardan, kadın ve erkeklerden edepten yoksun
olanlar, yine imansız olanlardır.[330]
Yesevî’nin iman anlayışından hareketle insanın iman nuru ile ahlaki değerlerin
hakim olduğu, düzenli ve güçlü bir toplumsal düzen kurabileceğini söylemek
mümkündür. O, bu konuda Hz. Peygamber’in iman ile toplumu dönüştürmesini örnek
olarak sunmaktadır. Bununla birlikte eserde Hz. Peygamber’in yetim, garip ve
fakirlerin destekçisi olduğu vurgulanarak O’nun şahsında toplumda düzeni ve
selameti sağlayacak faziletlere vurgu yapılmaktadır. [331]
Divân-ı
Hikmet’te iman ile temellendirilen bu ahlak anlayışında insanın bazı vasıfları
öne çıkmaktadır. Yesevî, insanın potansiyeli, fıtratını göz önünde bulundurarak
onun olumlu vasıflarını zikrettiği gibi olumsuz vasıflarını da sıralamakta ve
ahlak anlayışını bir bütün olarak sunmaktadır. O, olumsuzlukları insanın içine
düşebileceği hatalar olarak göstererek, bunlardan sakınmaya çalışmak
gerektiğini ifade etmektedir. Önemli olan hatadan pişman olup tevbe etmektir.
Kendisini de hata yapan bir kul olarak Divân-ı Hikmet’in birçok yerinde
eleştirmektedir. Olumlu vasıflara sahip insanlar eserde, aşıklar, dervişler,
ulular, alimler ve bilgelerdir. Zikredilen kimseler, hikmet sahibidirler.
Dolayısıyla Yesevî, hikmeti ahlak olarak anlatırken bu kimselerin vasıfları
üzerinden anlatmaktadır. Olumsuz ve sakınılması gereken halleri ise, yine
bahsedilen kimselere atıfla açıklamaktadır. İlmiyle amel etmeyeni sahte alim,
menfaati için yola giren ve samimiyetten yoksun olup gösteriş yapanları sahte
aşık olarak nitelendirmektedir. Yesevî’nin Divân-ı Hikmet’te tanıtmaya ve
anlatmaya çalıştığı olgun insan tipi ile Kur’an’ın istediği insan tipi arasında
hiç bir farklılık yoktur. Yesevî, Kur’an vahyinin en önemli meselesi olan insan
ve onun iç alemi ve zihniyetini kavramayı amaç edinmiştir. Bu bakımdan Yesevî,
Kur’an’ın istediği insan kişiliğini kendi öğretisi ve yorumlarıyla ortaya
koymuştur.[332] Çalışmanın bu kısmında
Yesevî’nin ortaya koyduğu insanın ahlakî vasıfları hikmet ile ilişkisi
açısından ele alınacaktır.
Divân-ı
Hikmet’in ilk dizelerinden itibaren Yesevî, inci ve cevher gibi kıymetli olan
hikmetin talep edenler için olduğunu vurgulamaktadır.
“Bismillah
deyip beyan ederek hikmet söyleyip
Talep
edenlere inci, cevher saçtım ben işte.”[333]
Hikmet,
Allah’a yönelen insan için pir-i kamil hükmündedir.[334]
“Benim hikmetlerimi aşığa söyleyin, gönlü ayna gibi sâdıka söyleyin”[335]
derken Yesevî, hikmetin insan için bir anlamı, bir karşılığı olabilmesi için
insanın onu talep etmesi gerektiğini ifade etmektedir. Burada yönelimde olma
hali ve aşık olma hali, talip olmayı ifade etmektedir. Yesevî kendisinin
istekli olup aşk yoluna girdiğini ve dergahı ifade eden aşk dükkanını da
istekliler için kurduğunu söylemektedir. Dolayısıyla “talip”, eserde çoğunlukla
aşıklar için kullanılmaktadır. Onların arzuladıkları şeyler, ilim, hikmet ve
cemaldir. Dert ve sıkıntılara sabretmekle arzuladıklarına ulaşacaklarını
düşündüklerinden, derde ve sıkıntıya da talip olmuşlardır. Talip, tümüyle
Allah’a yönelmiş kişidir. Onun nazarında iki cihanın da kıymeti yoktur.
İnsanın Allah
ile arasındaki yakınlığın bir ifadesi olan “cemâl”, eserde sıklıkla ulaşılmak
istenen bir hâl olarak zikredilmektedir. Cemâl, Allah’ın her şeyde zuhurunu
ifade etmektedir. Cemâle talip olan kişiye ise, insan ilişkilerine dair
tavsiyelerde bulunulmaktadır. Buna göre cemale talip olan kişi, canı cana bağlamalı,
garip, yetim ve fakirlerin gönlünü hoş tutmalı, onlara merhem olmaya
çalışmalıdır.[336] Dolayısıyla Divân-ı Hikmet’te
gördüğümüz “talip”, talep ettiği şeylerle ahlakî olgunluğa ulaşmaktadır.
Hür Olmak: Bağlanarak ‘Ben’i Aşma Çabası
İnsan
davranışlarının ahlakiliğinden söz edebilmek için insanın hür olması gerektiği
aşikardır. Bu nedenle hürriyet, Yesevî’nin ahlak anlayışında önemli bir yer
tutmaktadır. Bununla birlikte insan için mutlak bir hürriyetten söz etmek
mümkün değildir. Hürriyet, ancak Yaratıcı’nın koyduğu sınırlar içerisinde
mümkündür. Dolayısıyla da insan, kendisine ve başkalarına zararı olmayan ve
Allah’ın emir ve yasaklarına aykırı bulunmayan şeyleri yapmakta özgürdür.[337]
Yesevî
düşüncesinde gerçek hürriyet, ancak Allah’a kulluk ile gerçekleşebilecektir.
Zira insanın gerçek kişiliği, Allah ile içten bir bağ kurması ile oluşmakta ve
insanın kendi kendisine yabancılaşması da bu bağın zayıflamasından
kaynaklanmaktadır. İnsan, Allah’a yaklaştıkça kendi fıtratına, insanî
mahiyetine kavuşacaktır. İnsanın kendisini kuşatan ve sınırlandıran dünyevî
vasıflardan arınması, hakiki bir özgürlükten söz edebilmek için gerekli
olandır. Yesevî, hürriyeti insanın iç dünyasıyla ilgili bir durum olarak
anlamaktadır. Ahlakî anlamda hürriyet, insanın aşk ile kendi kişiliğini Allah
ile uzlaştırmaya çalışmasıyla mümkündür. Bunun için de talip olmak ve ilim,
hikmet ve cemali talep etmek gerekmektedir.[338]
İnsanın irade
sahibi olmasının aynı zamanda onu sorumlu kılması sebebiyle Yesevî, bu durumda
gerçek bir hürriyetten söz edilemeyeceğini ifade etmektedir. İnsan taşıdığı
sorumluluğu ölçüsünde Allah’ın merhametini veya azabını hak edecektir.
Dolayısıyla burada gerçek manada bir hürriyet yoktur. Yesevî hürriyeti, insanın
iç alemini uzlaştırmaya yönelik kesintisiz bir süreç olarak gördüğü için,
sorumluluk ile kuşatılmayan bir hürriyeti dile getirmektedir. Zira Yesevî’ye
göre hürriyet ne Allah’ın azabında ne de bağışındadır, hürriyet Allah aşkındaki
nihai gayedir. Allah’tan başka her şeyden uzaklaşıp aşk ile kulluk yapan insan,
hürdür. Burada uzaklaşmak ile toplumdan ayrı bir uzlet hayatı değil, gelip
geçici şeylerin esiri olmaktan kurtulmak kastedilmektedir. Hür insan için maddi
değeri olan şeylerin varlığı ile yokluğu birdir, şan ve şöhretin gelip gitmesi
birdir, insanların övgüsü ile yermesi birdir. [339]
Yesevî, hürriyetin insanı kuşatan arzulardan sıyrılmakla gerçek anlamını
bulacağını ve bunun da ancak kulluk ile mümkün olacağını şu şekilde ifade
etmektedir:
“ilahi
herkesi kulluğa has eyle;
Beni benden
alıp bir kez özgür eyle.”[340]
Divân-ı
Hikmet’te tevazuun, çoğunlukla toprak metaforu ile ifade edildiği
görülmektedir;
“Kibirlenmeyi
ayak altında basıp aldım;
On dördümde
toprak gibi oldum ben işte. ”[341]
Yine, “Aslım
toprak, neslim toprak, her şeyden aciz” [342] diyen Yesevî, yaratılışa
vurgu yaparak insanın acziyetini hatırlatmakta ve kibirlenmemesi gerektiğini
öğütlemektedir. Bu bağlamda toprak olmak Yesevî’ye göre kendini bilmek
demektir. Yine “Aslını bilsen su ve toprak, yine toprağa gider ya”[343]
dizesiyle insanın bu dünyada kalıcı olmadığı ve aslına döneceği ifade
edilmektedir.
“Toprak gibi
hor görülmek”[344], eserde insanı olgunlaştıran
ve tevazu sahibi olmasına vesile olan bir durum olarak değerlendirilmektedir.
Yine “bilge toprak, cahillerin göğsü yüksek” diyen Yesevî, tevazuu
bilgelere, kibri ise cahillere ait bir özellik olarak zikretmektedir.
Yesevî,
kanaatkar olmayı da yine bu bağlamda ele almaktadır. Ona göre dünya malına
tamah etmemek, Allah’ın kendisine rızık olarak verdiğine razı olmak
gerekmektedir. Zira bilge insanlar hak ve hukuka riayet ederler ve helal yoldan
elde ettikleri mallarla ihtiyaçlarını karşılarlar.[345]
[346] [347]
Divân-ı
Hikmet’te kibir, benlik gibi kaçınılması istenen duygular, dünyaya karşı
duyulan istek, dünya malına düşkünlük ve gelip geçici heveslere bağlanmak ile
ilişkilendirilmektedir:
“Dünya
malını görüp, ona mağrur olan.
Kibir ve
heves, ben ve benlik dava kılan,
Karun
benzeri dünya malını gören var mı? ”352
Dolayısıyla
tevazu sahibi olabilmek için dünyanın geçiciliğinin bilincinde olmak ve bütün
nimetlerin birer emanet ve şükür vesilesi olduğunun farkına varmak
gerekmektedir. Yine “ben yüceyim deyip yürüyenlerin yeri tamu” 353 diyerek büyüklenmenin
şeytana özgü bir hal olduğunu ve insanı kötü bir sona götüreceğini ifade
etmektedir.
Adalet ve
emaneti ehline verme, toplumsal düzeni sağlayan en önemli unsurlardandır. Hüküm
verme görevinin ehil olmayan insanların elinde olması, hem o kişiyi hem de
toplumu felakete götürecektir.[348] Yesevî, bu konuya Divân-ı
Hikmet’te yer vermekte ve adaletle hükmetmenin önemini şu dizelerde
anlatmaktadır;
“Hoş
devlettir velilikte önder olsa
Adil olup
bir mümini kadı eylese
kadı bütün
halkı razı eylese
Razılıktan
cennet evini alır olmalı”[349]
Bunun yanı
sıra kendi devrindeki toplumun adaletten yoksun halini de anlatmaktadır. Adaletle
yönetilmeyen bir toplumda bela ve sıkıntıların bitmeyeceği ve huzur içinde
yaşamanın mümkün olmadığını vurgulamaktadır.[350]
Adaletle hükmeden yönetici ise kendi hükmüne emanet edilmiş olan toplumsal
düzeni ve huzuru muhafaza edebilmiş olması sebebiyle, eserde sadık olarak
anılmaktadır.[351]
Yesevî
sadakati, diğer ahlakî değerlerde olduğu gibi insan ile Allah arasında olması
yönüyle ele almaktadır. Buna göre sadakat; insanın, Allah’ın koyduğu sınırlara
ve hükümlere saygılı olması, Allah’ın bağışladığı cana hürmet etmesi ve emanete
yani insan olmanın gereğine uygun davranmasıdır.[352]
Divân-ı
Hikmet’te sadık olmak, aşk yolundaki zorluklardan yılmayıp sebat etmek ve
sıkıntılara katlanmak anlamında kullanılmaktadır.[353]
Sadıkların gönüllerinin ayna gibi olduğu ve sıdk ile hikmet sahibi olmanın
mümkün olduğu ifade edilmektedir;
“Benim
hikmetlerimi aşığa söyleyin
Gönlü ayna
gibi sadıka söyleyin. ”[354]
Sonuç olarak
Yesevî’nin ahlak anlayışı ile ilgili şunları söyleyebiliriz: Yesevî’nin ahlak
anlayışı imana ve dolayısıyla da insanın Allah ile ilişkisine dayalı olması
sebebiyle, o bütün ahlakî değerleri bu çerçevede açıklamaktadır. Yesevî’de
aşık, alim, bilge, garip, talip gibi farklı isimlendirmelerle anlatılan insan,
özde aynı özelliğe sahiptir; hepsi Allah’a yönelmiş, Allah ile hakiki bir bağ
kurmuşlardır. Bu nedenle de zikredilen vasıfların yanı sıra onlar,
yaratılmışlara merhamet eder, Yaratıcı’nın merhametini umarlar. Sabırla salih
bir kul olmaya gayret etmektedirler. Gönül incitmekten sakınan, kalpleri yumuşak,
tevazu sahibi insanlardır. Yesevî, “gözü yaşlı, halkın başçısı, bedeni
hilal”[355]
diyerek onları tasvir etmektedir. Yesevî’nin açıkladığı bu insanî vasıfların
her biri, hikmetin görünümleridir. Cehalet ve zulüm ise Yesevî’de hikmetin
zıddıdır.
Yesevî
düşüncesinde cehalet, ömrü boşa geçirmek, ibadetlerin kıymetini bilemeyip
onları yerine getirmek konusunda titiz davranmamak, iyileri bırakıp kötülere
uymaktır. Hatalardan pişman olup tevbe etmemek, ayıbını görmemek ve
eleştirildiğinde öfkeye kapılmak da yine cehalettendir. Ayrıca cehalet kavramı
rüşvet, ihtiras, münafıklık, böbürlenmek, yalan, korkaklık, aç gözlülük,
kanaatsizlik, kıskançlık, asabiyet, asilik, riya gibi rezaletleri de
içermektedir. [356]
Cahiller,
Kur’an’ı, hikmeti, genel olarak sözü kavrayacak donanımdan yoksun insanlardır. [357] Bu nedenle hikmeti cahillere
söylememek gerekmektedir. Yesevî, cahillerin hikmetin kıymetini bilemeyecek
olmaları sebebiyle, hikmeti onlara söylemeyi, inci ve mücevheri değersiz pula
satmaya benzetmektedir.[358] Yesevî’ye göre cahiller
dünyada maddi kazanç elde etmenin uğraşı içindedirler. Maksadı dünyevî kazanç
elde etmek olanlar ise daima huzursuz olacaktır, çünkü bu arzunun bir sonu
yoktur.
Yesevî,
cahilleri şöyle tasvir etmektedir; “kadir kıymet bilmez, yolda kalsan yola salmaz,
boyun büküp yalvarsan elini tutmaz.”[359] Yine cahillerin
kibirli olduklarını, hakikate gözlerini kapattıklarını ve kendisinin de onların
bu halinden ötürü göğsünün dert ile dolduğunu ifade etmektedir. Cahillerle
yakın olmanın insana zarar verdiğini söyleyen Yesevî, “cahiller içinde
yaprak gibi soldum ben işte”[360]
sözü ile yaşadığı zorluğu ifade etmektedir. Cahillerden yüz bin cefa gördüğünü,
bu yüzden de bilge bulamadığı yer yüzünden yer altına kaçtığını söylemektedir.[361] Yesevî, cahillerden uzak
olup, iyilerle birlikte olmayı salık vermektedir. O, ahir zaman şeyhlerinden de
bu bağlamda bahsetmektedir. Onlar “ilim öğrenmez, amel eylemez, ma’na
anlamaz”[362],
dünyevî menfaat elde etmenin kaygısı içindedirler. Yesevî, ahir zaman
şeyhlerini en çok da samimiyetten yoksun olmaları sebebiyle eleştirmektedir.
Onların yaptıkları gösterişten ibarettir. Onlar, hatalarını fark edip pişman
olmadıkları gibi, kendilerine hataları söylendiğinde de öfkelenirler. [363] Yesevî, tasvir ettiği ahir
zaman şeyhlerinin cahil ve zalim olduklarını söylemektedir.
Yine alim olma
iddiasında olmasına rağmen hal ilmine vakıf olamayan sahte alimleri de
cahillikle nitelemektedir. Yesevî’ye göre gerçek alim Kur’an’ın özünü kavrayan,
anlamına eren, gece gündüz ibadetle meşgul olan, muhabbetin deryasından inci ve
cevher, yani hikmet alandır. “îlim iki inci, beden ve cana rehberdir”[364]
diyen Yesevî, yalnızca bedene hizmet eden insanın gönlüne hitap etmeyen ilmin
insanda yalnızca kibre dönüşeceğini söylemektedir. Dolayısıyla böylesi bir ilim
gerçek ilim değildir, ona sahip olansa alim değil zalimdir.[365]
Yesevî’nin
ahlak anlayışına bir bütün olarak bakıldığında onun, insanın Allah’a yönelmesi
ve Allah ile hakiki bir bağ kurmasının vesilesi olabilecek halleri hikmet
olarak takdim ettiği görülmektedir. İnsanı bu yönelimden alıkoyacak bütün
engelleri ise cehalet ve zulüm olarak nitelemekte ve hikmetin karşıtı olarak
göstermektedir.
Düşüncenin
hikmet olarak tanımlanması, geleneğin bize sunduğu anlamlardan biridir. Aynı
şekilde Yesevî’de de, düşüncenin hikmet olarak takdim edildiği görülmektedir.
Divân-ı Hikmet’te önemli bir yer tutan ölüm ve Hz. Peygamber temalarının bu
bağlamda ele alınması mümkündür.
Hikmetin
kaynağının Kur’an ve sünnet olduğunu belirten Yesevî, ölüm, aşk, ahlak gibi
hikmetin zikredilen bütün anlamlarını ve boyutlarını Hz. Peygamber ile
ilişkilendirmektedir. Divân-ı Hikmet’te Hz. Peygamber’in hayatı, mucizeleri,
ümmetine olan şefkati ve düşkünlüğü, garip ve yetimleri gözetmesi, gönül
incitmemesi, Allah’a samimiyetle bağlanmış bir kul olması gibi konular
anlatılmakta ve bütün bunlar hikmet olarak zikredilmektedir.
Hz. Peygamber
düşüncesi, Yesevî düşüncesinin her noktasında en belirgin ve en etkili unsur
olarak görünmektedir. Hayatın tümünü kuşatan bir düşünce sistemi ile
karşılaştığımız Yesevî’de, Hz. Peygamber her konuda hareket noktası olmuştur.
O, Hz. Peygamber’i sevmeyi ve onun sünnetini yaşamında rehber edinmeyi, aşkın
bir gereği olarak görmektedir. Dolayısıyla Allah’a samimiyetle bağlanmanın
ifadesi olan aşk, Hz. Peygamber’i sevmeyi içermektedir. “Başıma düşüp nara-ı
sevda-ı Muhammed; Ben onun için yolunda şeyda-ı Muhammed”[366] diyerek peygamber
sevgisinin, kendi aşk anlayışının ayrılmaz bir parçası olduğunu ifade eden
Yesevî, bu sevginin sünnete ittiba etmekle görünür hale geleceğini
söylemektedir. Kur’an’da Allah’ı sevmenin ve Allah’ın sevgisine nail olmanın
Hz. Peygamber’e uymakla ilişkili olduğu belirtilmiştir.[367]
Yesevî, aşktan bahsederken zikredilen ayeti işaret ederek, Hâlık’ın
sevgilisi olan Hz. Peygamber’in sünnetine uymanın, aşıkların vasıflarından biri
olduğunu söylemektedir.[368]
Hz.
Peygamber’in yüceliğini ve değerini bilmeden yaşamanın anlamsızlığına dikkat
çeken Yesevî, peygamber sevgisinden yoksun olanların diğer insanlara da
sevgiyle yaklaşamayacaklarını ifade etmektedir.[369]
Dolayısıyla Yesevî’de peygamber sevgisi, toplumsal huzuru temin etmede en
önemli etkenlerden biridir. Hz. Peygamber’in toplumu dönüştürmesine işaret eden
Yesevî, ahlak anlayışını bütünüyle Hz. Peygamber’in sünnetine dayandırmak suretiyle
toplumdaki yozlaşmışlıkların faziletlere dönüştürülmesini hedeflemektedir.
Yesevî’nin
Divân-ı Hikmet’te hadis olarak takdim ettiği sözler “Her gün son bulacaktır”,
“Ölmeden önce ölünüz” ve “yalancı ümmetimden değildir” sözleridir. Bu sözlerin
hadis açısından sıhhati konusuna burada ayrıntılı olarak yer verilmeyecektir.
Zira mevzu hadis olsa dahi, mana bakımından dinin özüne aykırılık söz konusu
değildir. Dünyanın bir sonu olduğu, geçici olduğu fikri, ölmeden önce insanın
kendisindeki kötü eğilimleri öldürerek özgürleşmesi ve olgunlaşması fikri ve
yalan söylemenin Rasulullah’ın sünnetine aykırı bir durum olduğu fikri,
bahsedilen hadislere dayandırılarak eserde hikmet olarak zikredilmiştir. Bunun
yanı sıra, Yesevî’nin garip ve yetimleri kollayıp gönüllerini hoş tutmayı ve
kişinin kendini hesaba çekmesini tavsiye etmesi; hikmetlerine Besmele ile
başlaması, yapılan her işte samimiyete vurgu yapması, bu bağlamda da gece
ibadetini tavsiye etmesi, Hz. Peygamber’e referansla yaptığı tavsiyelerdir.
Bütün bu tavsiyeler Yesevî’nin şahsi fikirlerinden öte Hz. Peygamber’in
sünnetidir ve ümmet olmak bu tavsiyelere uymayı gerektirmektedir. [370]
Yesevî,
kendisine hikmet söyleme vazifesinin verilmiş olmasını da Hz. Peygamber ile
ilişkilendirmektedir. Divân-ı Hikmet’te Yesevî’nin üstadı olarak tanıtılan
Arslan Baba’ya, Hz. Peygamber’in hurma emanet ettiğinden ve bu emaneti Ahmet
Yesevî’ye ulaştırmasını istediğinden bahsedilmektedir.[371]
Burada hurma ile sembolize edilen emanetin, hikmet söyleme vazifesi olduğu
düşünülmektedir. Öte yandan Divân-ı Hikmet’te Hz. Peygamber ile ilgili anlatım
ve tasvirler oldukça içten, saygı ve sevgi doludur. Hz. Peygamber’in Yesevî’ye
“oğul”, “evladım”[372] gibi hitaplarda bulunması
bunu örneklemektedir.[373] Yine eserde Hz. Peygamber,
garip olarak nitelenmekte[374] ve gariplikte çektiği
sıkıntılardan bahsedilmektedir. Eserde “Yetim, fakir, garibe sehavetli
Muhammed” diye tanıtılan Hz. Peygamber’in gariplere ve yetimlere karşı
hassasiyeti ve merhameti şu dizelerde de görülmektedir;
“Rasul
önüne bir yetim gelmiştir;
Garip ve
müptelâyım deyip söylemiştir.
Rahim
eyledi Rasul onun haline;
Dileğini
onun verdi eline.”[375]
Ümmetine karşı
sevgi ve şefkatle dolu olan ve müminler için bir saadet vesilesi olan Hz.
Peygamber’in ümmetine düşkünlüğünü Yesevî “Hak Rasulû dünya için
kaygılanmadı; Ümmet dileyip başkaca sözden bahsetmedi” [376] dizeleriyle ifade
etmektedir. Eserde, O’nun ümmeti için çektiği sıkıntılar anlatılmakta ve O’na
karşı vefalı olmak tavsiye edilmektedir. “ Tanrı Teala sözünü, Rasulullah
sünnetini; inanmayan ümmetini ümmet demez Muhammed” dizeleriyle Yesevî,
sünnete uygun bir hayat yaşamanın ümmet olmanın gereği olduğunu bir kez daha
vurgulamaktadır.
Yesevî’ye
göre, hikmetin kaynağı olan Hz. Peygamber’i tanımak, O’nun hayatını bilmek ve
kendi yaşantımıza rehber edinmek gerekmektedir. İnsanı hikmete götüren en salim
yol, budur. Bu sebeple Yesevî, siyer niteliği taşıyan hikmetler söyleyerek, Hz.
Peygamber’in hayatını anlatmaktadır. Bu hikmetlerde Hz. Peygamber’in ataları,
çocukluğu, yetim kalması gibi konuların anlatılmasının yanı sıra, sahabenin Hz.
Peygamber ile ilişkileri de anlatılmaktadır. Bu ilişkiler, bir toplumu ihya
etmiş olan İslam ahlakının tezahürleridir. Özellikle Hz. Peygamber’in dostları
olarak tanıtılan dört halife; sıdk, adalet, haya ve şecaat vasıflarının sembolü
olarak öne çıkarılmaktadır.[377] Dolayısıyla Yesevî, ahlaktan
söz ederken, hareket noktasının Hz. Peygamber olduğu açıkça anlaşılmaktadır. O,
peygamber ahlakının bütün vecibelerini yerine getirmeye çalışmaktadır. Bu
bağlamda tasarruf ve kanaat sahibi olmaya özen gösterir. İsrafa kaçmaktan
sakınırken, fakirliğinden dolayı da üzüntü duymayan bir kişiliğe sahiptir. Ahlakını örnek aldığı Hz.
Peygamber’in bu yönünü “Çıplaklık ve açlığa kanaatli Muhammed”[378]
dizesiyle dile getirmektedir.
Bütün
bunlardan hareketle denilebilir ki; Yesevî düşüncesi, Hz. Peygamber’den
bağımsız olarak düşünülemez. O, anlamlı bir hayat yaşamanın, Allah’ın
hoşnutluğunu kazanmaya çalışmakla mümkün olabileceğini belirtmektedir. Bunun
yolu ise, insanın Hz. Peygamber’i hayatına her yönüyle rehber edinmesidir.
Yesevî, hikmet olarak zikrettiği aşk, gariplik gibi hâlleri; sözleri ve ahlakı
bütünüyle Hz. Peygamber’e bağlamış ve hikmet anlayışını O’nunla örgülemiştir.
Divân-ı
Hikmet’te Hz. Peygamber ve Kur’an-ı Kerim’den hareketle öne çıkarılan bir diğer
düşünce ise ölüm düşüncesidir. Eserde Hz. Peygamber’in “ölmeden önce ölünüz”
hadisinin yanı sıra birkaç ayete daha telmihte bulunulmakta ve her
canlının
ölümü tadacağı, tekrar Allah’a dönüleceği [379]
[380] [381]
, insanın toprak ve sudan 386 w’387
yaratıldığı ,
ölüm meleğinin herkesin canını alacağı ve Rablerine döndürüleceği konularına
temas edilmektedir:[382]
“Olmuştur
herkese ferman ölümün şerbetini içmek;
Kaçıp ondan
kurtulmazsın, ne kadar ondan çekinsen[383]”
“Kul Hoca
Ahmed ibadet eyle, ömrün bilmem kaç yıl,
Aslını
bilsen su ve toprak, yine toprağa gider ha.390”
İnsanın
topraktan yaratılmış olması ve ölüm ile başka bir aleme göç edecek olması,
insanın mahiyetini bildirmekte; bu sayede insana kendini ve içinde yaşadığı
dünyayı tanıma imkanı vermektedir. İlgili ayetlere dayanarak Yesevî “toprak
olmayı” ve ölümü hatırda tutmayı hikmet olarak eserinde vurgulamaktadır.
Ölüm düşüncesi Yesevî’ye göre, insanı bu dünyada sahip olduğu her şeyden, bütün
bağlarından koparıp onu farklı bir aleme ulaştıracaktır. İnsanın ölümü ürkütücü
bulması, hem bu dünyada bağlandıklarından ve sevdiklerinden ayrılma düşüncesi,
hem de gideceği alem hakkında yeterli bilgiye sahip olmaması sebebiyledir.
Bununla birlikte ölüm ile bu dünyada yapıp ettiklerinden hesaba çekilecek
olması da, insanın ölümden korkmasının sebebidir. Divân-ı Hikmet’te ölüm ânı,
insanın sevdiklerinin arkasından feryat figan etmesi, ardından kabirde yalnız
kalması ve nihayet hesap verme etkili bir dille anlatılmakta ve ölümün
kaçınılmazlığı ifade edilmektedir.391 “Götürüp kabre koysalar,
arkaya bakmadan dönseler; Soru-sualim sorsalar, bilmem halim ne olur”392 diyerek
ölüm ile insanın karşılaşacağı durumu anlatan Yesevî’ye göre, insanın ölüm
tehdidinden kurtulmak için bu dünyada, doğal ölümden önce onu tanıması ve
tatması, yani, ölmeden önce ölmesi gerekmektedir.[384]
Yesevî,
ölmeden önce ölmeyi tavsiye ederek[385],
insanın her şeyden önce sahip olduğunu zannettiği şeylerin onunla sonsuza kadar
var olmayacağını anlayıp iradi olarak bu bağlardan kurtulmasını istemektedir. [386] Burada bağlardan kurtulmak,
toplumdan uzaklaşıp yalnız bir hayat yaşayıp orada yalnızca Allah’ı düşünmek
demek değildir. İnsanın sahip olduğu şeylerin aslında kendisi için birer emanet
olduğunun bilincine varması istenmektedir. İnsanın ailesi, dostları, makamı,
malı, mülkü aslında onun değil, ona emanet edilmiştir.[387]
Bütün bunlar, insanın bu dünyadaki hayatına refakat etmesi için Allah’ın
verdiği nimetlerdir. İnsan, bu nimetler vesilesiyle hayatını anlamlandırabilir;
kendini ve Rabbini bilebilir. Dolayısıyla Allah bu nimetleri insana bir bilme
ve anlamlandırma imkanı olarak vermiştir.
Yesevî’ye göre
insan her gün, her dem, her sözde, her halde ve işte ölümle yüzleşmektedir.[388] İnsan ölümle yüzleştiğinde,
bütün bu nimetlerin emanet olduğunu anlamakta ancak zaman içerisinde tekrar
unutmaktadır. “İnsanın ölümle yüzleşmesi” ifadesi ile, yalnızca kendi ölümü
değil, bir başkasının, hususen sevdiklerinin ölümü kastedilmektedir. Yesevî,
ölmeden önce ölmek düşüncesiyle bu yüzleşmenin bilinçte yarattığı etkiyi canlı
tutmayı hedeflemektedir.[389] Yine, ölüm düşüncesini bilinç
düzeyine getirmiş olan insan, gönül kırmaz, yalan söylemez, günaha düşmekten
kendisini alıkoyabilir. Bütün bunlardan hareketle Yesevî, ölüm düşüncesinin
hikmet olduğunu anlatmakta ve Divân-ı Hikmet’te yoğun bir şekilde bu konuyu
işlemektedir.
Yesevî, ölüm
hakikatini Kur’an’a dayandırarak açıklamaktadır. “Külli men aleyha fan
ayetinde, Bir Allah’tan başka mahluk ölür imiş ” dizeleriyle başladığı
şiirinde ölümün kaçınılmaz olduğunu ve insanın bu dünyadaki bütün yapıp
etmelerinden hesaba çekileceğini anlatmaktadır. [390]
Yesevî, ölümü ve hesap gününü sık sık hatırlatarak, insanın dünyaya gönderiliş
sebebini unutmamasını, ömrünü boşa geçirmemesini ve Allah’ın koyduğu ölçülere
uygun şekilde yaşamasını tavsiye etmektedir.
Yesevî ölüm
hakikatinin anlatmadan önce, ölüm hakkında düşünmeyi sağlayacak ve ölümü
hatırlatacak yöntemleri kullanmaktadır. İnsanın bu dünyaya gönderilişindeki ve
yaratılışındaki sebebi ile gerçeğinin ölüm olgusuyla açıklanacağını ve hayattaki
her bir aşamanın aslında, insanı ölüme bir adıma daha yaklaştıran mesafeler
olduğunu hatırlatmaktadır. İnsanın bu dünyaya geliş amacı, burada ebedi olarak
kalmak değildir. Ömür denen hazineden payını alarak, ebedi yolculuğuna devam
etmektir. Yesevî’nin bu bağlamda yapmak istediği şey, insana ölüm hakikatini
hatırlatmak ve ölümden ibret almasını sağlamaktır. İnsan, ölümün tezahürleri
olan mezara veya cenazeye bakarak düşünür; kendinin ne kadar aciz ve zayıf bir
varlık olduğunu hisseder. Bu yüzden ölüm, insanın kendini tanımasının bir
vesilesidir. Dünya ve ahiret hayatını bir bütün olarak gören Yesevî, ölümü
ebedi ömre atılan ilk adım olarak anlatmaktadır. Bu nedenle de Yesevî “Allah
için canını veren boşa vermez; iki cihan ona bostan asla ölmez'”'00
diyerek ebedilik, ölüm ve ölümsüzlük kavramları arasında fark bulunmadığını
ifade etmektedir.[391] [392]
Öte yandan
Yesevî’de ölüm, insanın Allah ile arasındaki perdelerin kalkması ve insanın
Rabbine kavuşması anlamına gelmektedir.[393]
Bu nedenle de ölüm, aşıklar için kaçınılacak bir şey değil, arzulanan bir
şeydir.[394] İnsanın henüz bu dünyada iken
Rabbine kavuşması, O’nunla birlikte olması ise “ölmeden önce ölmek” ile formüle
edilmektedir. Yesevî’ye göre ölmeden önce ölmek, insanın bu dünyadaki ömründen
aradığını bulması ve inancı vasıtasıyla anlamlı bir hayat yaşaması demektir. [395] Yesevî’nin “Aşıklar ölmeden
önce ölür imiş, Ölmeden önce varlığını eyle fani”[396]
diyerek tavsiye ettiği bu iradi ölümü gerçekleştirebilmek, ahlakî
olgunluğa ulaşmakla ve aşkla mümkündür.
Divân-ı Hikmet’te
Yesevî, ölüm anlayışı ile bağlantılı olarak ölüler ve diriler olarak iki grup
insandan söz etmektedir. Burada ölü veya diri olmak insanın iç alemi ile
ilgilidir. Ölü insan, manevî dünyasında bir canlılık emaresi bulunmayan,
hayatını yalnızca maddi emellere ve arzulara bağlı olarak yaşayan, Allah ile
bağ kuramamış insandır. Yesevî’nin gafil olarak da tanımladığı bu kimseler,
diri görünseler bile birer ölüdürler. Diri olmak ise, insanın süflî arzularını
ve kötülüğe meyilli yönlerini öldürmesinin ifadesi olmuştur. Dolayısıyla diri
olmak, insanın kendisini kuşatan olumsuzlukları aşarak özgür olmak anlamında
kullanılmaktadır.[397] Sonuç olarak Yesevî
düşüncesinde ölüler; ölüm düşüncesinin hikmet olduğunun farkında olmayıp ondan
nasibini alamamış olanlar, diriler ise ölümün hikmet olduğunu kavrayabilmiş
olanlardır.
Çalışmanın
bundan sonraki kısmında Yesevî’de gördüğümüz hikmet anlayışlarının, din
eğitiminde bize nasıl bir anlam ufku sunabileceği üzerine odaklanılacaktır.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM:
DİN EĞİTİMİ VE HİKMET İLİŞKİSİ
3. DİN EĞİTİMİ VE HİKMET İLİŞKİSİ
3.1 Din Eğitimi Açısından Hikmet Kavrayışı
Eğitim,
düşüncenin tarihi seyri içerisinde düşünceyle birlikte şekillenen ve düşüncenin
yaşama aktarılmasının yolu[398] olarak görülen bir kavram
olagelmiştir. Düşünce ile bu yakın ilişkisinin bir sonucu olarak eğitim, farklı
felsefî zeminlerde, farklı şekillerde anlaşılmıştır.
Eğitim, din
eğitiminin anlam alanını oluşturan kavramlardan biridir. Bu sebeple eğitim
kavramına yüklenilen anlam, din eğitimi alanının kapsamını da doğrudan
belirlemektedir. Bu çalışmada eğitim ile insanın maddî, manevî, entelektüel,
ahlakî ve sosyal boyutlarıyla bir bütün olarak var oluşunu gerçekleştirme
süreci kastedilmektedir. İnsanın yaşadığı bütün etkileşimler bu var oluşun bir
parçası olması sebebiyle eğitim kapsamına girer. Dolayısıyla bütün bir hayatın
insan için bir eğitim süreci olduğu söylenebilir. Din eğitimi ise, hayatın
manasını aramaya çağıran ve bu arayışı canlı tutmayı sağlayan bir disiplin
olarak açıklanmaktadır.[399] Din eğitimi, insanı ve hayatı
olduğu kadar dinin hayat ile ilişkilerini ve onlarla ilişkili soruları ve
meseleleri kucaklayan bir bilimdir. Çünkü hayat bunlarla örülmüş olduğundan
ötürü onları, dinî hayattan kopuk düşünmek mümkün değildir.[400]
Din eğitimi,
temel konusu olan arayıştaki ve yolculuktaki insanı hayatın bütünlüğü içindeki
yeriyle ele alır. Dolayısıyla, insanın dünyasallığının getirdiği bütün
kavrayışlar, din eğitiminin düşünsel zemininde konu edilebilir. Bu
kavrayışlardan insan- Allah ilişkisini okuma ve anlamlandırma imkanı verenler,
din eğitimi açısından öncelenmesi gereken kavrayışlardır.
Bir anlama
çabası olarak kabul edilebilecek din eğitiminin amacı; “her bireyin
yegâneliğinde Mutlak Hakikat’e bağlanarak kendini anlamlandırmasına imkân alanı
sunmak olmalıdır. Bir başka ifadeyle din eğitimi bireye, yaşanan hayatı
bütünüyle kucaklayan, insanın anlam oluşturmasında doğrudan tecrübeler
sağlayan, vahiyle belirlenmiş doğrulara oturan, içselleştirilmiş bir inanç bağı
kazandırmalıdır. Elbette bu bağın kişinin hayatında yansımaları olacaktır. Zira
anlama, uygulamadan bağımsız bir şey değildir. Bir anlama türü olarak din
eğitimi, aşkın ilkelere dayalı pratik yansımalar ile kişiyi iyiye ve güzele
yönlendiren bir süreç olacaktır.”[401]
Din eğitiminin
bir anlama çabası olmasının sonucu olarak, farklı bilgi/bilme türleri din
eğitiminde konu edilebilir. Din eğitimi açısından bilgiyi söz konusu
ettiğimizde, malumattan ibaret olan “information” anlamındaki bilgiden ziyade,
içselleştirilmiş bilgi olan “knowledge” kastedilmektedir. Bu bağlamda bilgi;
deneyim, toplumsal değerler, çevre, din, kalıtım ve cinsiyet gibi kişinin
hayata bakış açısını etkileyen bağlamlardan ayrı düşünülmemekte; “information”
anlamındaki bilginin bu bağlamlar ve yorumlarla zenginleştirilmiş halinin
“knowledge” anlamındaki bilgiyi oluşturduğu belirtilmektedir.[402]
Din eğitimi;
bilginin zihinsel bir kavram ve ürün olduğunu, bireyden bağımsız
düşünülemeyeceğini, toplumsal olgulardan etkilenebileceğini ve bakılan
pencereye göre farklı açılardan görülebileceğini göz önünde bulundurarak,
farklı bilgi türlerini kapsamına almaktadır. Bilgi türlerine dair farklı
tasnifler bulunmakla birlikte Mengüşoğlu’nun tasnifini din eğitimi açısından
değerli bulduğumuz için burada yer vermeyi uygun görmekteyiz. Mengüşoğlu beş
tür bilgiden söz etmektedir; Bunların ilki, “Naiv hayat bilgisi”dir. İnsan
hayatının bir ürünü olan bu bilgi, yaşam boyunca edinilen tecrübeler, diğer
insanlarla ve çevreyle etkileşim sonucunda edinilen bilgidir. Belirli bir
yönteme dayanmamakla birlikte bu bilginin, diğer bilgi türlerinin kaynağı
olduğu ifade edilmektedir. İkincisi, belli yöntemlere ve araştırmalara
dayanarak üretilen ve sistematik olarak ilerleyen bilimsel bilgidir. Bilimsel
bilgi çeşitli alanlara ayırarak var olanı incelerken, felsefî bilgi var olanı
bir “varlık-bütünü” içinde araştırır. Var olan alanlar ve onların birbiriyle
olan ilişkilerini araştıran felsefî bilgi, her şeyin anlamını ve kaynağını
sorgulamaktadır. Bilimsel ve felsefi bilgiden ayrılan bir diğer bilgi türü ise
sanatın sağladığı bilgidir. Bu bilgi türü; süjenin gerçekleştirdiği, belli bir
yönteme dayanarak değil, yaratıcı aktlar aracılığıyla elde edilen bilgidir.
Dinin bilgisi ise inanma esasına dayanmaktadır. Bu bilgi türü; dinin sunduğu
verilerle insan, hayat, yaratılış ve dünya hakkındaki tüm sorulara yanıt
vermeye çalışmaktadır.[403] Din eğitimi, zikredilen bilgi
türlerinin tamamını birer bilme biçimi olarak addeder ve bunları ele alır.
Problemleri,
amacı ve konularına işaret etmeye çalıştığımız din eğitimi disiplininin
mahiyeti hakkında konuşabilmek için din eğitimine İslam düşünce geleneğinden
hareketle felsefî bir arka plan oluşturulması gerekir. Zira, din eğitimi ile
kastedilen İslam dininin eğitimidir ve onun düşünsel zemini de ancak, İslam
düşüncesinin zengin anlam dünyasından istifade edilerek oluşturulabilir.
Dolayısıyla bu çalışma, İslam düşüncesinin mevcut imkanları ile, Din Eğitimi
disiplininin bazı boyutlarına ilişkin bir bakış ufkunu belirginleştirmeyi
hedeflemektedir.
İslam
düşüncesinden hareketle Din eğitimi disiplini için bir felsefî zemin oluşturma
fikri, bir yeniden keşfetme sürecini ima etmektedir. Yeniden keşfin mantığı,
geleneğe sadece geçmiş ve işi bitmiş bir yekûn olarak bakmamak, onun günümüz ve
gelecek bakımından taşıdığı imkan ve ilhamlara düşüncemizin pencerelerini açık
tutmak demektir. “Yeniden keşif’ ibaresindeki yeniden kelimesi, yineleme ve
yenilemenin müşterek bir şuur kalıbı içinde kazandığı anlamı ifade etmektedir.
Zira yalnızca yineleme bizi manasız ve verimsiz skolastik bir muhafazakarlığa,
yalnızca yenileme ise sil baştan bir teşekkül sürecine işaret ederek bizi,
geleneği görmezden gelen köksüz bir modernist tavra sürükleyecektir.[404] O halde her iki yanılgıya
düşmeden yeniden keşif gayreti içinde bulunmak, geleneğin şimdisini kurmak[405] anlamına gelmektedir.
İslam düşünce
geleneği, kendisi üzerinden bugünü okuduğumuz ve ileriye yönelik nazar
atfedebileceğimiz bütünlüklü bir ufuk olarak, din eğitimi disiplini için bir
zemin olacaktır. Bu zemini oluşturmak, bir anlamda bildiklerimizden yola
çıkarak yapılacak bir keşfin hazırlığı ve kendi geleneksel bakış açımızdan
ilhamla, bir açık alan oluşturma çabasıdır. Din eğitimini anlamlı kılan,
düşünceye dayalı bir arka planın temin edilmesi çabası, İslam düşünce
telakkilerinin bugün de yorumlanabilirliğini ve sürdürülebilirliğini ima
etmektedir. Zira, gelenekle irtibatlandırılarak günümüz için denenen her
anlamlandırma gayreti geleneğin şimdisini kurar.[406]
Din eğitiminin
kendisinde tahakkuk ettiği varlık olarak insanın, mensubu bulunduğu dinin
teolojisi, kavramları, o dinin metafiziği ve insan kavrayışları, düşünsel
açıdan bu disiplinin ilgi alanına girer.[407]
Dolayısıyla din eğitiminin düşünsel arka planı bütün bu verilerin din eğitimi
açısından ele alınması ile teşekkül edebilecektir. Bu bağlamda din eğitimi
çalışmalarında öncelikle din kavramının tanımlandığı görülmektedir.
Din eğitimi
disiplininin ‘din’den ne anladığı hususunda, inanılan dinin mi yoksa genel bir
din anlayışının mı kastedildiği sorusu ile karşı karşıya kalınmaktadır. Bu
çalışmada, insanın fıtrî olarak arayışta olması sebebiyle din ile ilişki
içerisinde olduğu vurgulanarak dinin genel boyutu göz önünde
bulundurulmaktadır. Bununla birlikte, din eğitiminden söz edebilmenin, ancak
bir dinin inanırı olmakla mümkün olabileceği düşünülmektedir.
Din eğitimi
açısından dinin nasıl ele alınacağı problemine bilimsellik kaygısı ile
yaklaşıldığında, herhangi bir dine işaret etmeyip din kavramına kapsamlı bir
açıklama getiren tanımlamalara ihtiyaç hissedilebilir. [408]
Ancak, genel-geçer bir din tanımına ulaşmanın zorluklarının yanı sıra, böyle
bir tanımlamanın din eğitiminin düşünsel zeminine sağlayacağı katkıdan,
disipline bir bakış ufku sağlama imkanından söz etmek oldukça güçtür.
Dolayısıyla din eğitiminin, İslam düşünce geleneğinden devşirebileceği bir
anlama imkanı olarak hikmeti konu edinen bu çalışmada bilimsel bilginin
sınırları içinde hareket etmek, tutarlı bir tavır olarak kabul edilemez. Bu
nedenle genel-geçer bir din tanımına ulaşma kaygısından ziyade, eğitimin o
olmaksızın düşünülemeyeceği “anlama”ya kapı açan din tanımlarını öncelemek, bu
çalışmanın problemleri ve istikameti ile daha uygun bir görünüm arz edebilir.
halde, din
eğitimi açısından din, en kısa ve en kapsamlı ifadesi ile “insan- Allah
ilişkisi” olarak tanımlanabilir. Bir başka ifadeyle din, insanın kayıtsız şartsız
var olan Mutlak Varlık’a yönelişi ve onun tarafından kuşatılışıdır. Bu yöneliş
ve kuşatılış, arayışta olan insanın, hayatın manasını sorgulamasının
neticesidir. Bu sebeple de inanan için din, hayatın kendisidir.[409]
Dinin, din
eğitimi açısından anlam çerçevesini belirlemeye çalışan bir diğer tanımlaması
ise şu şekildedir; “Din, insanlara bir hayat tarzı sunan, onları belli bir
dünya görüşü içinde toplayan kurumdur, bir değer biçme ve yaşama tarzıdır;
Yaratıcı’ya isteyerek bağlanma, birtakım şeyleri hissetme, onlara inanma ve
onlara uygun iradî faaliyette bulunma olgusudur; üstün varlıkla ona inanan
insan arasındaki ilişkiden doğan deneyimin inanan kişinin hayatındaki
etkileridir.”[410]
Dinin bir
ilişki olmasını Draz, iki taraf arasında, bir tarafın emir ve hakimiyetine,
diğer tarafın itaat ve bağlılığına dayalı olarak açıklamaktadır. Ona göre din,
iki taraftan birisi için kullanıldığında bağlılık ve inkiyad, diğer taraf için
emir ve hakimiyet manasına gelmektedir. İki taraf arasındaki ortak ilişkiler
için kullanıldığında ise, bu ilişkileri düzenleyen prensip ve düstur anlamına
gelir. O halde din, “bağlılık” teması etrafında dönüp dolaşmaktadır. Bu
çerçevede din, birinci şekilde kullanılınca “bağlılığı zorlamak”, ikinci
şekilde ise “bağlanmak”, üçüncü şekilde ise “bağlanılan prensip” manalarını
ifade etmektedir. [411]
Din eğitimi
açısından bakıldığında, bahsedilen bağlanma tek taraflı bir itaat olmaktan
ziyade, bizim benliğimizi bilen aşkın bir benlik ile ilişkiye girme, bir
tasarruf ve oluş sürecini ifade etmektedir.[412]
Dolayısıyla din eğitimi bağlanmayı, insanın anlam arayışı ile
ilişkilendirmektedir. Bu arayışta bağlanma, “kişi sevdiği ile beraberdir”[413] hadisinin işaret
ettiği üzere sevginin bir tezahürüdür. Yine saygı, itaat, teslimiyet gibi
kavramlar da bağlanmanın farklı boyutları olarak düşünülebilir. Buna göre “Din
eğitimi, insanın fıtratı gereği sahip olduğu Tanrı ile içsel bir bağ kurma
potansiyelini gerçekleştirmesine imkân sunan ve “birlikte var olma”
kavrayışının tecrübesiyle varlığın bütünü ile anlamlı ilişkisini mümkün kılan
bir disiplin olarak düşünülmelidir.”[414]
Dinin anlamı
konusunda Kur’an-ı Kerim’in bakış ufkumuza kattığı zenginlikler, din eğitimi
açısından oldukça dikkate değerdir. Kur’an-ı Kerim’de din ile aynı anlam
alanında buluşan ve din yerine kullanılan kelimeler, bize dini nasıl
anlayabileceğimiz konusunda yol göstermektedir. İnsanın yaşamda tuttuğu yol
anlamındaki millet kelimesi, Kur’anî bir terim haline geldiğinde, insanın dini
benimseyip onu yaşam haline getirmesine işaret etmektedir. [415]
Dolayısıyla bize, dinin yol olarak anlaşılabileceği fikrini verir. Yine
Kur’an’da yer alan mecazî ifadeler de dini anlayışımıza katkı sağlamaktadır. Bu
bağlamda, “sıbğatullah”(Allah’ın boyası) ifadesinin, tefsirlerde boyada olma
hali olarak açıklanması[416], bize dinin hâl olarak
anlaşılabileceğini göstermektedir.
Sonuç olarak
bu anlam zenginliği içinde dinin ‘yol’ anlamı ve ‘hâl’ anlamının din eğitimi
için öncelenebileceği ve bağlanmanın insanın yolculuğunun imkanı olduğu
görülmektedir. Zira din eğitimi, insanın din ile kendini anlamlandırması, bir
dönüşüm yaşamasını ifade etmektedir. Anlamlandırma veya dönüşüm tecrübeleri ise
bir sürece işaret etmektedir. Bu bağlamda, insanın Yaratıcı’sına bağlanarak
yolda olması ve bu yolculukta halden hale geçmesini kendisine konu edinen din
eğitimi ‘din’i bir kavram olarak ele alırken, onun yol anlamını ve hâl anlamını
bir ilişki içerisinde ima etmektedir.
Din eğitimi,
yolda olan insanı konu edinirken, sadece bilimsel bilgi kaynaklarını ve bilgi
türlerini ele almamakta, bunlarla birlikte bilimsel bilginin sınırlarını aşan
bir düşünme ve konuşma tarzını da benimsemektedir. Bilimsel bilginin
sınırlarını aşan bir kavram olarak hikmet bu çalışmada bir bilme biçimi, bir
anlamlandırma modu olarak ele alınmaktadır. Hikmet, bu bağlamda din eğitiminin
bir kavramı olarak ele alınır. Özellikle “naiv hayat bilgisi” ve “din bilgisi”
hikmet alanına işaret etmesi bakımından, çalışmamız açısından ayrı bir önemi
haizdir.
Hikmetin
hayata dair edinilen bilgiler ve dinden edinilen bilgiler ile ilişkilendirilmesi,
insanın hikmetle hayat tecrübelerini anlamlandırırken ilahi bir kaynağa
dayanması sebebiyledir. Hikmet, insana günlük hayat tecrübelerini vahyin
koyduğu ölçülerle yorumlama imkanı veren bir bakış açısı sunmaktadır. Kur’an’da
“Kitap ve Hikmet”in yan yana zikredilmesini bu bağlamda açıklayan yorumlar
bulunmaktadır. Buna göre hikmet, vahyin anlaşılması ve hayat haline
getirilmesidir. Bu nedenledir ki hikmet, Kur’an’ın tefsiri olarak ve sünnet
olarak açıklanmıştır.[417]
İslam
düşüncesinde hikmet, insanı kötülükten alıkoyan ve iyi olana yönlendiren her
şeyi içine alan oldukça geniş bir kapsama sahiptir. Hikmetin, Kur’an’ın tefsiri
olarak, fıkıh olarak, sünnet olarak açıklanması[418]
bu bağlamda da düşünülebilir. Zira, tefsir, fıkıh ve sünnetin her biri, insanı
kötülükten alıkoyup iyiliğe yöneltme imkanını taşımaktadır. İlim ve akla hikmet
denmesi de yine bu bağlamda düşünülmelidir.
Öte yandan
tercüme faaliyetlerinin başlaması ve İslam filozoflarının Yunan felsefî
mirasını tevarüs etmeleri ile birlikte, felsefe de yine yukarıda zikredilen
çerçevede hikmetin kapsamına girmiştir. Yunanda insanları hakikate ve
dolayısıyla da saadete ulaştırma çabası olan felsefe, Doğuda aynı amacı
taşımakla birlikte, hakikat anlayışındaki kendine özgülüğü sebebiyle hikmet,
felsefenin doğuya özgü bir üslupla yeniden teşekkülünün adı olmuştur. İslam
düşüncesinin hakikat tasavvuru dinden bağımsız düşünülemeyeceği için de hikmet,
felsefe gibi salt zihinsel bir faaliyet olmamıştır. Bununla birlikte söz konusu
zihinsel faaliyet, Kitab’ı anlamak ve hayata geçirmek hususunda sağlayabileceği
katkı açısından ele alınmıştır. Dolayısıyla İslam felsefesi birikimini
üretenlerin büyük çoğunluğu faaliyetlerinin hem dini hem ilmi veçhelere sahip
olduğunun bilincinde olmuşlardır. İlk İslam filozofu Kindî’nin, bir yandan
felsefenin ilmi karakteri ve yöntemini vurgularken öte yandan felsefî birikimin
Kur’an’ı anlama çabasına bulunabileceği katkıları örneklerle ortaya koymak
istemesi, bu bilinci örneklemektedir. Dolayısıyla felsefe, İslam bilgeliğinin
yani hikmetin imkan ve ilhamlarından biri olarak değerlendirilmektedir.[419]
İslam
düşüncesinde doğuya özgü bir felsefe olarak kullanılan hikmetin özgün
yorumlarını, Halidî hikmet ve İşrakî hikmet tasavvurlarında görmek mümkündür.
Hikmetin ilahi bir kaynağa dayalı olması, evrensel ve sürekli olması halidî
hikmet düşüncesinin temel dayanaklarıdır. Din eğitiminin bir kavramı olarak
düşünüldüğünde hikmetin zikredilen temel dayanaklarla tümüyle aynı zeminde
buluştuğu söylenemez. Zira din eğitimi, hikmetin ilahî bir kaynağa dayalı
olmasını benimsemekle birlikte, onun evrenselliğinden ziyade her bireyin
kendisi için bir kez daha anlamlı kılacağı bir tecrübe olmasını
vurgulamaktadır. Öte yandan hikmeti yalnızca zihinsel faaliyete dayalı olarak
görmenin ötesinde, sezgi ve ilhamı öne çıkaran bir bakış açısına sahip olması
sebebiyle İşrakî hikmet; din eğitiminin, bilginin rasyonel olan ile sınırlı
olmayışını vurgulayan bakış açısı ile yakın bir anlam alanına işaret
etmektedir.
İslam
düşüncesinde hikmetin, en çok karşılaşılan tanımlarından biri; “eşyanın
hakikatini bilmek ve gereğini yapmak” şeklindeki tanımdır. O halde, insanı
hakikate taşıyan her şeyi hikmet alanından bilmek mümkündür. Hikmetin Kur’an,
Kur’an’ın tefsiri, nübüvvet, anlayış, kavrayış, akıl, ilim, düşünce gibi farklı
şekillerde açıklanması, bütün bu zikredilenlerin insanın hakikate ulaşmasının
imkanları olması ile açıklanabilir. Öte yandan hikmet hem söz hem sükût olarak
açıklanmaktadır ve bu durum da yine sözün yahut sükûtun hakikate uygun düşmesi
açısından ele alınabilir.
Hikmeti bir
düşünme biçimi veya anlamlandırma biçimi olarak, din eğitimi açısından ele
aldığımızda ise, yine hakikat ile ilişkisi bakış açımızı belirginleştirmemizi
sağlamaktadır. Zira “İslam düşüncesinde hikmet tasavvurunun, hakikatin en
belirleyici boyutu ve gerçeği olarak ondan ayrılmaz bir kavrayış olduğu
görülmektedir. Bu anlayış içerisinde, inanca dair kavrayışlar, hakikatin
varlığı ve sübutu açısından Zat-ı İlahiye’ye atfedilecek yaratılan ve yaratan
arasındaki bir mutabakat anlamına geldiği gibi, hakikati arayan, ona inanan,
zaman ve mekân içerisinde, fiil halinde onu yaşantılayan insan açısından da
oluşan / oluşturulan karşılıklı bir oluştur.”[420]
Dolayısıyla hikmet, insanın oluş macerasında ve hakikat arayışında Allah ile
ilişkisinin hem düşünceye hem de hale yansıyan boyutunu ifade etmektedir.
Hikmet, her ne
kadar “bilmek” olarak tanımlansa da, bilmekten ve anlamaktan aciz kaldığımız
durumları da hikmet olarak yorumlamaktayız. Bu durumda ise hikmet, anlamaktan
aciz kaldığımız hadiselerin de hakikatte “hayr” olduğuna dair bir anlayışa ve
inanca sahip olmaktır. Vâki olanda hayır vardır anlayışı ile hadiseleri
yorumlamak, insanın hakikati bilme sürecindeki tavrını ifade eder ve insanın
Yaratıcısı ile ilişkisinde güven, teslimiyet ve acziyetini kabul etmek şeklinde
sonuçlanarak bu ilişkiye derinlik kazandırabilir. Dolayısıyla, insanın
Yaratıcı’sına yönelerek ve bu yönelim halinde Yaratıcı ile bir bağ kurarak
hayatını anlamlandırmasını konu edinen din eğitimi açısından hikmet
kavrayışının, insan için anlamlandırma imkanı olduğu görülmektedir.
Bu çalışmada
din eğitiminin hikmet ile ilişkisi incelenirken, bu kavrayışı hayatın içinden,
tarihin ve coğrafyanın içinden, bizdeki anlam dünyasıyla aktarma imkanını bize
sunan bir örnek üzerinden ele almak istenmiştir. Bu sebeple Ahmed Yesevî’nin
Divan-ı Hikmet adlı eserindeki hikmet kavrayışı, din eğitimi açısından
incelenmiştir.
Divanı Hikmet’teki Hikmet Kavrayışının Din
Eğitimine Yansımaları
İnsanı hayatın
bütünlüğü içinde, ve onu hem insanlarla hem de Mutlak Varlık ile ilişkisi
bağlamında konu edinen din eğitimi açısından Divan-ı Hikmet’te gördüğümüz
hikmet anlayışı oldukça kıymetlidir. Zira Divân-ı Hikmet’te ortaya konan hikmet
anlayışı, hayatın her noktasına dokunmaktadır. Bununla birlikte Yesevî’nin hikmet
anlayışı, temelde insanın Allah ile arasındaki içsel bağa dayanmaktadır. İnsanı
Allah’a yakınlaştıran, söz edilen bağı derinleştiren her türlü söz, hâl, duygu
ve düşünce hikmettir. Dolayısıyla Yesevî, hikmeti hem insanın Allah ile
ilişkisinde hem de toplumsal ilişkilerinde tecrübe edebileceği bir kavrayış
olarak açıklamaktadır. Yesevî’ye göre insanın toplumsal yönü ve içsel-manevî
yönü birbirinden ayrı düşünülemez. Bu sebeple de hikmet, insan için hayatın
bütününü kuşatan bir bakış açısı sunmakta ve insan için bir anlam kaynağı
olmaktadır.
Divan-ı
Hikmet’te insanın vahyin muhatabı olmasına vurgu yapılarak hikmet, her insana
açık bir kavrayış olarak düşünülmektedir. Yesevî, hikmeti belirli bir kesime
özgü kılarak, bir sınırlandırmaya gitmez. Aksine her insanın vahyi kendisi için
anlamlandırarak hikmetten nasibini alması gerektiğini söyler. Bununla birlikte
hikmetten nasibini alabilmesi, insanın donanımı nispetindedir. İnsan, ahlakî
faziletlerle donanıp olgunlaştıkça hikmeti bir anlam olarak yaşamına katması
mümkün olabilecektir. Yesevî’nin ahlakî faziletlerin kaynağı olarak vahyi ve
Hz. Peygamber’i göstermiş ve tavsiye ettiği şeylerin aslında ümmet olmanın
gerekliliği olduğunu ifade etmiştir.
Yesevî’nin
ahlakî faziletleri ele alış tarzına baktığımızda ise onun, insanın Allah’a
yönelmesi ve Allah ile hakiki bir bağ kurmasının vesilesi olabilecek halleri
hikmet olarak takdim ettiği görülmektedir. İnsanı bu yönelimden alıkoyacak
bütün engelleri ise cehalet ve zulüm olarak nitelemekte ve hikmetin karşıtı
olarak göstermektedir.
Yesevî’de
hikmet, öncelikle söz ve hâl olarak karşımıza çıkmaktadır. Zira anlamlandırma,
bilme ve tecrübe etmeyle yakından ilgilidir. Yesevî, sözün hikmet olmasını,
insanı kötülükten alıkoyup iyiliğe yöneltmesi ile açıklamaktadır. İnsan için
anlam kaynağı olabilecek bu sözler; Kur’an ayetleri, hadisler ve bu iki
kaynaktan beslenen bilgelerin sözleridir. Ancak bu sözlerin bizatihi hikmet
olmaları, insan için tek başına bir anlam ifade etmeyebilir. İnsan, bu sözleri
hâle taşıdığında hikmeti tecrübe etmiş ve kendisi için anlamlı kılmış
olacaktır. Öte yandan Yesevî’nin söz vurgusu, sohbet geleneğimizi bir eğitim
imkanı olarak bize hatırlatırken, hikmetin sohbette mündemiç olduğunu da
söylemektedir.
Yesevî,
bizatihi kendisi hikmet olan sözün, insandan bağımsız ayrı bir yerde
konumlanmasından bahsetmemekte, insanın onu tecrübe etmesine vurgu yapmaktadır.
Zira hayat haline getirilmedikçe, zikredilen sözler insan için hikmetin
tecrübesi olamayacaktır. Yesevî, başlangıçta söz olarak takdim ettiği hikmetin
hâle dönüşmesiyle ancak insan için bir anlam taşıyacağını belirtmiştir.
Hikmetin, Yesevî’de de gördüğümüz üzere ilim-amel bütünlüğünü şeklinde
anlaşılması, din eğitiminin bakış açısını yansıtmaktadır. Zira yaşantıya
dönüşmeyen bilgi, insan için bir anlam ifade etmeyeceğinden, din eğitimine de
bir katkısı olmayacaktır. İnanan insanın anlamlı bir hayat sürmesini kendisine
konu edinmiş olan din eğitimi, anlamın insana hadiselerden akması sebebiyle
bilginin yaşantıya dönüşmesini gerekli görmektedir.
Divân-ı
Hikmet’te hikmetin tezahür ettiği hallere; aşık olmak, garip olmak ve toprak
olmak örnek gösterilmiştir. Bu haller üzere olanlar, hikmeti özel bir tarzda
tecrübe etmektedirler. Yesevî, hikmeti her insanın kendine özgü bir tarzda
tecrübe edebileceğini bu örnekler üzerinden anlatmaktadır. Allah’a giden
yolların sayısız olması, herkesin kendine has tecrübesini mümkün ve kıymetli
kılmaktadır. Bununla birlikte her hal ve tarzda hikmet, ahlakî vasıflarla
donanmış olmakla açıklanmaktadır. Dolayısıyla hangi kalıba bürünürse bürünsün,
hikmetin hayat haline getirilmesi ahlakî vasıflarla mümkün olabilmektedir.
Ahlakın
temeline imanı, dolayısıyla da Allah sevgisini koyan Yesevî; talip olmak, hür
olmak, sadık olmak, mütevazı olmak gibi vasıfları öne çıkaran bir olma ahlakından
söz etmektedir.
Talip olmak,
hikmete yönelişi ifade etmekte ve din eğitimi açısından yönelimde olan insana
işaret etmektedir. Bu bağlamda yönelimde olma, varlık alanında bulunan insanın,
kendisi ile birlikte olduğu birçok şeyin yanında, dinî inanca bağlanışının
mahiyetini ifade etmektedir. İnsanın dinî düşünce tarafından kendini dönüştüren
olması, düşüncenin insanda kendine yol bulabilmesi ile karşılıklı bir ilişkiyi
gerektirir. İnsanın, diğer düşünceler gibi dinî olan düşünceyle bu anlamda
irtibat kurabilmesinin ön şartı, ona yönelmesidir. Dolayısıyla insan, varlığını
idame ettiği serüvende, birlikte olduğu her şeye müstakil anlamlarla bağlandığı
gibi, ‘dinî ve manevî yönelimleri’ ile kurduğu bağlar ile birlikte var
olmaktadır.[421] Yesevî’nin talip olmak ile
işaret ettiği hâl, din eğitiminin yönelim vurgusuna karşılık gelmekte ve
hikmetin ancak yönelimde olanın ilişki kurabileceği bir kavrayış olduğunu
göstermektedir.
Öte yandan hür
olmak, Yesevî’de insanın kendisini kuşatan ve sınırlandıran arzulardan sıyrılması
anlamında kullanılmakta ve insanın Allah ile içten bir bağ kurmasıyla mümkün
olacağı ifade edilmektedir. Dolayısıyla hürriyet, insanın iç alemini
uzlaştırmaya yönelik bir süreç olması itibariyle din eğitiminde bireyi
otantikliğine geri döndürmeyi hedefleyen bir olma biçimidir.
Yesevî,
zikredilen bütün olma biçimlerini, görüldüğü gibi insanın Allah ile ilişkisi
bağlamında ele almış ve bu ilişkideki derinliğin sonuçları olarak göstermiştir.
Din eğitiminin öncelikli konularından biri olan ahlakı hikmetin görünür yüzü
olarak sunan Yesevî’nin bu mülahazaları, din eğitimine yeni anlamalar
sağlayabilir. Buna göre hikmet, din eğitiminde ahlakı da kuşatan bir üst kavram
olarak düşünülebilir.
Yesevî,
hikmetin açılımları olarak söze, hâle, ahlaka ve düşünceye vurgu yaparken din
eğitimi açısından oldukça kıymetli bir üslup kullanmaktadır. “Öğüt verici olsan
kendine ol”[422] prensibine uygun olarak,
hikmet olarak ele alınan konular, muhatabına neyi yapıp neyi yapmaması
gerektiğini söyleyen bir anlatımdan ziyade Yesevî’nin kendi tecrübeleri
üzerinden anlatılmaktadır. Dolayısıyla Yesevî’nin, hikmetleri en başta kendisi
için söylemesini, hikmetin her insanın kendisi için tecrübe edebileceği bir
kavrayış olduğuna işaret ettiği düşünülebilir.
Divân-ı
Hikmet’te ortaya konulan hikmet anlayışı; hikmetin, insanı hakikate taşıyan bir
süreç olması, bir anlamlandırma biçimi olması ve bir idrak tarzı olması
şeklindeki temel tezlerimizle örtüşür görünmektedir. Yesevî’de söz, hâl, ahlak
ve düşünce olarak karşımıza çıkan hikmet kavramı, bu yorumu ile din eğitimine
oldukça zengin bir veri sunmaktadır. Zira hikmetin, beşerin hadiseler arasında
anlamlar bulabileceği bütün durumların ifadesi olabileceği düşünülen bu
çalışmada, zikredilen başlıkların her birini din eğitimi için birer anlamlandırma
biçimi olarak değerlendirmek mümkündür.
Sonuç olarak
din düşüncesinin insanı her durumda bir yolda ve bulundukça yitirilecek,
yitirildikçe yeniden aranacak bir arama bulma macerasında anlamasından yola
çıkarak, din eğitimi ve hikmet ilişkini şöyle açıklayabiliriz:
Yolda olan
insanın büründüğü halleri konu edinen din eğitimi açısından hikmet; tıpkı
hakikat ve hayır gibi anlayışlarda olduğu gibi, insanın arama-bulma
serencamında onu kendisine çeken bir anlama ufku olarak değerlendirilebilir. Bu
bağlamda hikmet, yönelimde olan insanın kendisini ve hayatı sözle, ahlakla,
düşünceyle ve hal ile anlamasına imkan veren bir kavrayıştır. İslam düşünce
geleneğinde çok anlamlı bir kavrayış olarak gördüğümüz hikmet, bu yönüyle
insanın yüzleşmelerinin çok boyutluluğuna karşılık gelmektedir. Bu durum da
insanı çok boyutlu olarak Her insanın kendine özel bir tarzda tecrübe edip yine
kendine has bir üslupla yorumladığı hikmet kavrayışı, bir sezgi alanına işaret
etmektedir. Bununla birlikte hikmeti bir hatırlama-bilme-aşina oluş süreci
olarak da düşünmek mümkündür ve bu yönüyle o, bir hafıza meselesidir. Ayrıca
bilgiyi tamamlaması ve daima bilinemeyenler içinde aranması gerektiğinden
dolayı, hikmetin; insanın bütün bilmelerini ve bilememelerini kuşatan bir
anlama ufku olduğu düşünülmektedir.
SONUÇ
Bu çalışmada
dinin insan ile Allah arasındaki ilişki olduğu, din eğitiminin ise bu ilişkide
var oluşunu gerçekleştiren ve Allah’a yönelen insanın anlam arayışını konu
edindiği tezlerinden hareket edilmiştir. Bu bağlamda, bu ilişkide hikmet
kavramının “insan için anlamı nedir?” sorusu sorularak din eğitimi açısından
nasıl anlama ve ilişki imkanları sunabileceği araştırılmıştır.
İnsanın
bilmelerinin çok çeşitli olduğuna, bilimsel bilginin yanında dinin, sanatın,
yaşantıların insana farklı bilmeler ve dolayısıyla da anlamlar sunduğuna dikkat
çeken tezimizde din eğitiminin, zikredilen bilmelerin her birini kıymetli
bulduğu ifade edilmiştir. Bu sebeple çalışmada hikmet, insan için bir “bilme”
ve “anlamlandırma” imkanı olarak ele alınmıştır.
Hikmet
kavramının, eşyanın hakikatini bilme ve ona uygun şekilde hareket etme
prensibine dayanmasını, hikmetin hakikatle ilişkisine işaret ettiği şeklinde
yorumlamak mümkündür. Bu düşünceden hareketle hakikati arayan insan için hikmet
kavrayışının, bir yol sunabileceği ve ona bir bakış açısı sağlayabileceği
hususuna da bir çok açıdan değinilmeye çalışılmıştır.
Hikmetin
ilişkili olduğu “hayır, adalet, itidal” gibi kavramlar ile onun anlam
katmanları da ‘bilme’nin çeşitli biçimlerini ima ettiği için ele alınmıştır.
Buna göre her şeyin yerli yerine konması anlamı ile hikmet adalet ile aynı
anlam zemininde buluşmaktadır. Adalet ile iç içe geçmiş bir diğer kavram olan
itidal ise hikmeti tasvir ederken kullanılmış ve hikmet aklî gücün itidali
olarak ifade edilmiştir. Hikmet, eşyanın hakikatini bilmek ve ona uygun
davranmak olduğuna göre, her insan hakikati kendi donanımı nispetinde
bilecektir. Ancak hikmetin insana sunduğu bakış açısı hakikati bilmekten öte
bir bilinçtir. Buna göre insan kendi donanımı ile hadiseleri anlamlandıramadığı
durumlarda, acziyetinin farkında olarak o an için bilemese ve anlayamasa dahi
hadiselerin bir başka hakikati olduğuna dair derin, çoklu bir inanca ve güven
duygusuna açılabilir. İnsanın içinde bulunduğu bu hal de yine onun bilme ve
anlama imkanlarını çoğaltan bir durum olarak yorumlanabilir.
Varoluşun ve
hayatın anlamları ile bu kadar yakın bir ilişki içinde olan hikmet kavrayışı,
zikredilen bağlamlarının yanı sıra, hikmetin köken bilgisine dayalı olarak
açıklanmaktadır. Buna göre hikmetin kötülükten alıkoyma anlamının öne çıktığı
da görülmüştür. Bu durum da insanı kötülükten alıkoyup iyiliğe yönelten her
şeyin, hikmetin geniş çerçevesi içine girmesini sağlamıştır.
Bütün
bunlardan yola çıkarak hikmeti klasik bir eser üzerinde okumak amacıyla
Yesevî’nin Divan-ı Hikmet adlı eseri çalışmaya konu edilmiştir. Hikmetin
anlamının bu şekilde genişlemesi duruma örneklik teşkil edecek şekilde, oldukça
geniş bir çerçevede ele alan Yesevî, zikredilen eserinde bize kıymetli veriler
sunmaktadır. O’na göre hikmeti; söz, hâl, düşünce ve ahlak ile
ilişkilendirilerek açıklamak mümkündür. Sözün hikmet olması, hakikate uygunluğu
ve insanlar üzerindeki olumlu etkisi ile açıklanmaktadır. Yesevî’nin hâle vurgu
yapması ise, hikmetin her bireyin kendine özgü bir tarzda onu tecrübe edip
anlamlandırmasına işaret etmektedir. O halde Yesevî’de hikmetin,
içselleştirilmiş ve hayat haline getirilmiş bir bilgi türüne işaret ettiği
söylenebilir.
Yesevî; sözde,
işte, halde, hayatta ve tüm diğer varlıklarda mevcut olan anlamı, hikmet olarak
açıklamıştır. Hayatın bütününde olan bu anlam ile insanın kendi yaşamını
anlamlandırabilmesi yani hikmete ulaşabilmesi; ahlakî vasıflarla donanmak
suretiyle mümkün olabilecektir. Ancak bu şekilde, insanda potansiyel olarak
bulunan hikmetin açığa çıkabileceği ifade edilmektedir.
Yesevî’ye göre
hikmet, eskimez ve tükenmezdir. İnsan, bu alemde olduğu sürece hikmete ihtiyaç
duyacaktır. O halde insan için hikmet, bu alemin sürekli kavranışıdır. Hikmeti,
insanın olgunlaşması olarak da değerlendiren Yesevî, bu olgunlaşmanın sürüp
gideceğini, bir noktada son bulmayacağını ifade etmektedir. Yesevî’nin
olgunlaşma vurgusu, İslam düşüncesindeki “kemal” fikrinin süreklilik içeren bir
yorumu olarak da değerlendirilebilir.
Yesevî
düşüncesinde hikmet, anlamlı bir hayat yaşamanın imkanıdır. Ve böylesi bir
hayatın yolu, Allah ile kurulacak bir muhabbet ilişkisi ile anlamlıdır.
Hikmetin
Divân-ı Hikmet’te bütün yorumlanış biçimleri, Hz. Peygamber ile
ilişkilendirilmiş ve O’nun hikmetin kaynağı olduğu belirtilmiştir.
Din eğitimi
açısından ele alındığında hikmet kavramının, zihinsel çabanın ötesinde özel bir
bilme türüne işaret ettiği ve insana farklı bilme imkanları sunduğu
düşünülmektedir. Bir kavrayış olarak hikmet, seçkin bir zümreye ait olmayıp,
her insanın kendi kişisel tecrübesiyle, tanış olduğu bir durumun adıdır. Bilme
ve tecrübe vurgularının da işaret ettiği üzere hikmet, bilme ve eylemenin
birlikteliğine dayanmaktadır. Öz olarak hikmetin, inanan insan için varoluşsal
bir anlamlandırma imkanı sunabilmesi, düşünceyi farklı bir alana açması ve bir
bilme tarzı olması, bu çalışmada vardığımız sonuçlar olmuştur.
Abduh,
Muhammed. Reşid Rıza, Muhammed. Menar Tefsiri: Tefsiru’l-Kur’ani’l-Hakim
Tefsiru’l-Menar. Harun Ünal, Mehmet Erdoğan, Niyazi Türkmen(çev.).
İstanbul: Ekin Yayınları, 2011.
Ahmed Emîn b.
İbrâhîm et-Tabbâh. , “Arap Edebiyatında Hikmet”, Zeynep Arkan (çev.), Sakarya
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, c.14, s.26, 2012, ss. 213-217.
Akseki, Ahmet
Hamdi. İslam Dini: İtikat, İbadet ve Ahlak. 9.Baskı. Ankara: Diyanet
İşleri Başkanlığı(DİB) Yayınları, 1958.
Alaylıoğlu,
Ruşen. Oğuzkan, Ferhan. Ansiklopedik Eğitim Sözlüğü. İstanbul: Oğuzkan
Arif Bolat Kitabevi, 1968.
Arslanoğlu,
Esin. “Din Eğitimi Açısından ‘Bağlanma’ Kavrayışı”, Yayınlanmamış Yüksek
Lisans Tezi. Marmara Üniversitesi SBE, 2013.
Aşık, Nevzat
“Yesevî Hikmetlerine Kaynaklık Eden Hadislerin Değerlendirilmesi ve Sünnet
Kültürünün Hikmetlere Tesiri”, D.E.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi. Sayı
IX., 1995, ss.7-22.
Ayverdi,
İlhan. Misalli Büyük Türkçe Sözlük. İstanbul: Kubbealtı Neşriyatı.
Başkaya,
Fikret (ed.). Özgür Üniversite Kavram Sözlüğü. 1. Baskı, Ankara: Maki
Basın Yayın, 2005.
Bayraktar, M.
Faruk. İslam Eğitiminde Öğretmen Öğrenci Münasebetleri. 8.Baskı,
İstanbul: Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı (İFAV)Yayınları, 2010.
Bice, Hayati (hzl). Hoca Ahmed Yesevî Divân-ı Hikmet,
Ankara: TDV Yayınları, 2015.
Bice, Hayati. Pir-i
Türkistan Hoca Ahmed Yesevî. Birinci Baskı, İstanbul: İnsan yayınları,
2011.
Bilgin, Beyza. Eğitim Bilimi ve Din Eğitimi, 1.Baskı,
Ankara: Gün Yayınları, 2007.
Burnet, John. Aristoteles
Eğitim Üzerine. Ahmet Aydoğan (çev.). 1.Baskı. İstanbul: Say Yayınları,
2008.
Carmuhammetoğlu,
Muhammetrahim. Hoca Ahmet Yesevî ve Türkistan, Ali Abbas Çınar, İsmail
Kallimci (akt.) 1. Basım. Ankara: Yeni Avrasya Yayınları, 2001.
Cebeci, Suat. Din
Eğitimi Bilimi ve Türkiye’de Din Eğitimi. 2.Baskı. Ankara: Akçağ Yayınları,
2005.
Cevheri, Ebû
Nasr İsmail b. Hammad thk. Ahmed Abdülgafur Attar, es-Sıhah tacü’l-luga ve
sıhahi’l-Arabiyye. Kahire: Matabiu Dârü’l-Kitabi’l-Arabi, 1377.
Cevizci, Ahmet Eğitim Sözlüğü. 1. Baskı. İstanbul: Say
Yayınları, 2010.
Cevizci, Ahmet. Eğitim Felsefesi. 2.Baskı. İstanbul:
Say Yayınları, 2012.
Cevizci, Ahmet. Felsefe Sözlüğü. 4 .Basım. İstanbul:
Paradigma Yayınları, 2000.
Cihan, A.Kamil. “Sühreverdî ve İşrakîlik”, M. Cüneyt Kaya
(Ed.). İslam Felsefesi: Tarih ve Problemler içinde. 1.Basım, İstanbul:
İSAM Yayınları, 2013, ss.397-424.
Cox, James L. Kutsalı İfade Etmek. 1.Baskı. İstanbul:
İz Yayıncılık, 2004.
Cürcani,
Ebü’l-Hasan Seyyid Şerif Ali b. Muhammed b. Ali. et-Ta’rifat. Beyrut:
Dârü’l- Kütübi’l-İlmiyye, 1983.
Çağrıcı,
Mustafa .“İtidal”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA). Ankara:
TDV Yayınları, 1999.
Çağrıcı,
Mustafa. “Adalet”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA). Ankara:
TDV Yayınları, 1988.
Çağrıcı,
Mustafa. “Hak”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA). Ankara:
TDV Yayınları, 1997.
Çağrıcı,
Mustafa. “Hakikat”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA). Ankara:
TDV Yayınları, 1997.
Çağrıcı,
Mustafa. “Hayır”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA). Ankara:
TDV Yayınları, 1998.
Çalışkan, İsmail. Kur’an’da Din Kavramı. 1.Basım,
Ankara: Ankara Okulu Yayınları, 2002.
Çetinkaya,
Necmettin. Hoca Ahmet Yesevî ve Uyanışının 1000. Yılı. 1.Baskı. Kocaeli:
Anadolu Belgesel Yayıncılık, 2004.
Çınar, Aliye. Varoluşçu Teoloji Paul Tillich’te Din ve
Sembol. İstanbul: İz Yayıncılık, 2007.
Doğan, Mehmet. Doğan Büyük Türkçe Sözlük. Ankara: Yazar
Yayınları, 2013.
Draz,
M.Abdullah. Din ve Allah İnancı. Bekir Karlığa (çev.). 1.Baskı.
İstanbul: yayın yılı yok (y.y).
Durkheim,
Emile. The Elementary Forms of Religious Life. (translated by Karen E.
Fields), The Free Press, New York, 1995.
Eğilmez
Rıdvanoğlu, Ahmet (hzl.). Ahmet Yesevî Açıklamalı Divân-ı Hikmet. İstanbul:
Gayem Yayıncılık, y.y.
el-Askerî, Ebû
Hilâl. Arab Dili’nde ve Kur’an’da Farklar Sözlüğü. 1.Baskı, İstanbul:
İşaret Yayınları, 2009.
el-Attas,
Nakib. İslam ve Laisizm. Selahattin Ayaz(çev.). l.Basım. İstanbul: Pınar
Yayınları, 1994.
el-Gazzâlî,
Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed b. Muhammed b. Ahmed. Yol, Bilgi ve Varlık. A.Cüneyd
Köksal (çev.). 4.Baskı. İstanbul: Sufi Kitap, 2010.
el-İsfahani,
Ebü’l-Kâsım Hüseyin b. Muhammed b. Mufaddal Ragıb. Müfredat: Kur’an
Kavramları Sözlüğü. Yusuf Türker(çev.), İstanbul: Pınar Yayınları, 2007.
er-Razi, Ebu
Abdillâh (Ebü'l-Fazl) Fahrüddîn Muhammed b. Ömer b. Hüseyn. Tefsir-i Kebîr:
Mefâtîhu ’l-Gayb, Ahmet Hikmet Ünalmış(ed.). Suat Yıldırım ve öte. (çev.).
Ankara: Akçağ Yayınları, 1988.
Eraslan, Kemal
(hzl). Ahmed-i Yesevî Divân-ı Hikmet Seçmeler. 1. Baskı. Ankara: Kültür
ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1983.
Eraslan,
Kemal. “Ahmed Yesevî” Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA). c.2,
Ankara: TDV Yayınları, 1989.
Ersoy, Arif
“Hoca Ahmed Yesevî’nin Sosyal Yapılanmaya Yönelik Yaklaşımları”, Mehmet Şeker,
Necdet Yılmaz (hzl), Ahmed-i Yesevî Hayatı Eserleri Tesirleri içinde.
İstanbul: Seha Neşriyat, 1996, ss. 85-106.
Esin, Emel.
“Ahmed Yesevî Külliyesi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA). Ankara:
TDV, 1989.
et-Tûsî, Ebû
Cafer Nasîrüddîn Muhammed b. Muhammed b. el-Hasen. Ahlak-ı Nasırı. A.
Vahap Taştan- Habil Nazlıgül (Türkiye Türkçesi’ne Aktaranlar) 1. Baskı. Ankara:
Fecr Yayınları, 2005.
Ev, Hacer.
“İbn Haldun’un Eğitim Görüşü”, Yayınlanmamış Doktora Tezi. Dokuz Eylül
Üniversitesi SBE, 2007.
ez-Zemahşerî,
Ebü’l-Kâsım Cârullah Mahmûd b. Ömer b. Muhammed. Esasü’l-Belaga. Kahire:
el-Hey'etü'l-Mısriyyetü'l-Âmme li’l-Kitâb, 1985.
Freire, Paulo.
Ezilenlerin Pedagojisi. 3. Basım. İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1998.
Freud,
Sigmund. Uygarlık Din ve Toplum, Ankara: Öteki Yayınevi, 1995.
Genç, İlhan.
“Ahmed-i Yesevî Üzerine Bir Değerlendirme.” Dokuz Eylül Üniversitesi, Eğitim
Bilimleri Dergisi. Yıl. 2, Sayı. 3, İzmir , 1993. ss.35-48.
Gezgin, Ali
Galip. Tefsirde Semantik Metod. İstanbul: Ötüken Yayınları, 2002.
Gül, Fikri. Bertrand
Russell’da Bilim, Felsefe ve Din. Birinci Baskı, Ankara: Kültür Bakanlığı
Yayınları, 2002.
Halil b.
Ahmed, Ebû Abdurrahman Halil b. Ahmed b.Amr Ferahidi. Tertibu Kitâbi'l-Ayn.
Mehdi Mahzumi, İbrâhim Samerrai(thk). Esad Tayyib(tsh.). Kum: İntişarat-ı Usve,
1993.
Harman, Ömer
Faruk. “Kur’an-ı Kerim’de Din Kavramı.” Kuran ve Tefsir Araştırmaları I. İstanbul:
Ensar Neşriyat, 2000. ss.71-87.
Huxley,
Aldous. Kalıcı Felsefe. 1 .Baskı. İstanbul: İnsan Yayınları, 1996.
İbn Kesir, Ebü’l-Fida İmadüddin İsmail b. Ömer. Tefsirü’l-Kur’ani’l-Azim.
Mustafa es-Seyyid Muhammed (thk.). Kahire: Müessesetu Kurtuba;
Mektebetü’l-Evladi’ş-Şeyh li’t-Türas,
2000.
İbn Manzur,
Ebu’l- Fazl Muhammed b. Mükerrem b. Ali. El-Ensari. Lîsanü’l-Arab. Beyrut:
Daru Sadır, 1311.
İbn Miskeveyh,
Ebu Ali Ahmed b. Muhammed b. Yakub İbn Miskeveyh. Ahlakı Olgunlaştırma.
Abdulkadir Şener, İsmet Kayaoğlu, Cihad Tunç (çev.). 1.Baskı. Ankara: Kültür ve
Turizm Bakanlığı Yayınları, 1983.
İbnü'l-Esir,
Ebü's-Saadat Mecdüddin Mübarek b. Muhammed. en-Nihaye fî Garibi'l-Hadis
ve'l- Eser. Tahir Ahmed Zavi, Mahmûd Muhammed Tanahi.(thk.), Kahire: Dâru
İhyai'l- Kütübi'l-Arabiyye, 1963.
Jung, Carl
Gustav. Din ve Psikoloji. Cengiz Şişman (çev.). İstanbul 1993.
Kant,
Immanuel. Religion Within The Limits Of Reason Alone. (translated by.:
Theodore M.Greene, Hoyt H. Hudson). New York, 1960.
Kaya, Mahmut.
“İşrâkiyye”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA). Ankara:
TDV Yayınları, 2013.
Kaya, Mahmut. Kindî
Felsefi Risaleler, 1 .Basım, İstanbul: Klasik Yayınları, 2002.
Kentejay,
Dosay. Hoca Ahmet Yesevî’nin Ahlak Felsefesi. 1.Basım. Ankara: Hoca
Ahmet Yesevî Ocağı Yayınları, 2003.
Kentejay,
Dosay. Hoca Ahmet Yesevî’nin Düşünce Sistemi. 1.Basım, Ankara: Hoca
Ahmet Yesevî Ocağı Yayınları, 2003.
Köprülü, Fuad. Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar. 1.
Baskı. Ankara: DİB Yayınları, 1984.
Köylü, Mustafa. Altaş, Nurullah. (ed.) Din Eğitimi, 5
.Baskı. İstanbul: Ensar Neşriyat, 2015.
Kutluer,
İlhan. “Hikmet”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA). Ankara:
TDV Yayınları, 1998.
Kutluer,
İlhan. İlim ve Hikmetin Aydınlığında, İstanbul: İz Yayıncılık, 2001.
Kutluer,
İlhan. İslam’ın Klasik Çağında Felsefe Tasavvuru. 3.Baskı, İstanbul: İz
Yayıncılık,
2013.
Kutluer, İlhan. Yitirilmiş Hikmeti Ararken, 2.Baskı,
İstanbul: İz Yayıncılık, 2012.
Kutub, Seyyid
b. Kutub b. İbrahim Seyyid. Fî zılali'l-Kur'ân: Kur’an’ın gölgesinde. M.
Emin Saraç, İ. Hakkı Şengüler, Bekir Karlığa. (çev.). İstanbul : Beyan
Yayınları, 1966.
Küçükkaya, M.
Askeri. “Hoca Ahmet Yesevî’de Peygamber Sevgisi”, Hz. Peygamber ve İnsan
Sevgisi, I. Kutlu Doğum Sempozyumu Bildirileri, Şanlıurfa, 21-22 Nisan
2007, ss. 299-316.
Küken, Gülnihal. Ortaçağda Eğitim Felsefesi. İstanbul:
Alfa Yayınları, 2001.
Makas, Aybala
Hatun. “Fahreddin Razi’nin Tefsir-İ Kebir İsimli Eserindeki Eğitim İle İlgili
Görüşleri,” (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Cumhuriyet Üniversitesi,
SBE, 2008.
Mehmedoğlu, Yurdagül. Erişkin Bireyin Kendilik
Bilinci. 1.Baskı. İstanbul: Rağbet Yayınları,
2001.
Mehmedoğlu,
Yurdagül. “İslam Düşünce Geleneğinden Günümüzde Bir Din Eğitimi Felsefesi
Oluşturmak”, Yayınlanmamış Makale.
Mehmedoğlu,
Yurdagül. Mehmedoğlu,Ali Ulvi. “Hakikat Arar Olarak Mü’min: Hakikatin Öznesi
Olarak İnanan”, Yayınlanmamış Makale.
Mehmedoğlu,
Yurdagül. “Yönelimde/Teveccühte Olma: İnsanın (Mutlak) Hakikate Yönelerek
Kendini Kavrama Çabası”, Yayınlanmamış Makale.
Mert, Hamdi. Bilimi
Öne Çıkaran Din Anlayışının Temsilcisi Hoca Ahmet Yesevî: Hayatı Fikirleri
Hizmeti, 2. Baskı, Ankara: Ahmet Yesevî Üniversitesine Yardım Vakfı bilig
Yayınları, y.y.
Mütercim Asım
Efendi. El-Okyanusu’l-Basit fi Tercemeti’l-Kamusi’l-Muhit: Kâmüsu’l- Muhit
Tercümesi. İstanbul: Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı Yayınları,
2014.
Nadirhan,
Hasan. “Arslan Baba ve Ahmed Yesevî”, Tasavvuf İlmi ve Akademik Araştırma
Dergisi, 2009/2. ss.1-10.
Nasr, Seyyid
Hüseyin Modern Dünyada Geleneksel İslâm, Sara Büyükduru (çev), Üçüncü
Baskı. İstanbul: İnsan Yayınları, 2001.
Nasr, Seyyid Hüseyin. Bilgi ve Kutsal. 1.Basım.
İstanbul: İz Yayıncılık, 1999.
Nasr, Seyyid Hüseyin. Bir Kutsal Bilim İhtiyacı. 2
.Baskı. İstanbul: İnsan Yayınları, 1995.
Nasr, Seyyid
Hüseyin. Genç Müslümana Modern Dünya Rehberi. 4.Baskı. İstanbul: İz
Yayıncılık, 2009.
Özcan, Hanifi.
Maturidi’de Dini Çoğulculuk. İstanbul: İFAV Yayınları, 1995.
Peters, F.E. Greek
Philosophical Terms. New York: New York University Press, 1967.
Peters,
Francis E. Antik Yunan Felsefesi Terimleri Sözlüğü. Hakkı Hünler (çev.).
1.Baskı. İstanbul: Paradigma Yayınları, 2004.
Rosenthal,
Franz. Bilginin Zaferi: İslam Düşüncesinde Bilgi Kavramı, 1.Baskı,
İstanbul: Ufuk Yayınları, 2004.
Russell,
Bertrand. Why I am not a Christian. Routedge Classics, London, 2005.
Schimmel,
Annemarie. Dinler Tarihine Giriş. Ankara: Ankara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi (A.Ü.İ.F.)Yayınları, 1955.
Sicistani, Ebû
Muhammed b. Uzeyz. Garibü’l-Kur’ân. Muhammed Edib Abdülvahi Cemran, Dâru
Kuteybe(thk.). 1995.
Süleymân,
Ebü’l-Hasen Mukâtil. Kur’an Terimleri Sözlüğü, 1 .Baskı, İstanbul:
İşaret Yayınları, 2004.
Şener,
H.İbrahim. “Yesevî Hikmetlerinin Kaynağı Olarak Ayetler Üzerine Bir
Değerlendirme”, Mehmed Şeker ve Necdet Yılmaz (hzl.). Ahmed-i Yesevî:
Hayatı, Eserleri, Tesirleri içinde. İstanbul: Seha Neşriyat, 1996, ss.
353-374.
Taberi, Ebû
Cafer İbn Cerir Muhammed b. Cerir b. Yezid. Tefsirü’t-Taberi, thk.
Mahmûd Muhammed Şakir, Ahmed Muhammed Şakir, 2. Baskı. Kahire: Dârü’l-Maârif,
1969.
Tan, Bilal. Kur’an’da
Hikmet Kavramı. 1.Basım. İstanbul: Pınar Yayınları, 2000.
Tehanevi,
Muhammed b. A’la b. Ali el-Faruki el-Hanefi. Keşşafu Istılahati’l-Fünun.
Beyrut: Dâru Sadır.
Tillich, Paul.
Din Felsefesi. Zeki Özcan (çev.). İstanbul: Alfa Yayınları, 2000.
Tosun, Cemal. Din
Eğitimi Bilimine Giriş. 2.Baskı, Ankara: PegemA Yayıncılık, 2002.
Tosun, Necdet
(ed.). Ahmed Yesevi. Ankara: Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası Türk-Kazak
Üniversitesi, 2015.
Tosun, Necdet.
“Yesevîyye”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA). Ankara:
TDV Yayınları, 2013.
Tosun, Necdet.
“Yusuf el-Hemedanî”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA). Ankara:
TDV Yayınları, 2013.
Tozlu,
Necmettin. Eğitim Felsefesi. İstanbul: Milli Eğitim Basımevi Yayınları,
1997.
Tuğlacı, Pars.
Okyanus: 20.yüzyıl Ansiklopedik Türkçe Sözlük. İstanbul: Pars Yayınları,
1971.
Tümer, Günay.
“Din”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA). c.9, Ankara:
Türkiye Diyanet Vakfı, 1994.
Türkiye
Bilimler Akademisi (TÜBA), Türkçe Bilim Terimleri Sözlüğü Sosyal Bilimler. Birinci
Basım, Ankara: Türkiye Bilimler Akademisi, 2011.
Tüzer,
Abdullatif. “M. Buber’in Diyalog Felsefesi ve Eğitim Açısından Uzanımları”, Felsefe
ve Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı.8, 2009 Güz, ss.17-39.
Uçak, Nazan
Özen. “Bilgi: Çok Yüzlü Bir Kavram”, Türk Kütüphaneciliği 24, 4 (2010),
s.705- 722.
Whitehead,
Alfred N. Dinin Oluşumu. Mevlüt Albayrak (çev.). İstanbul: Alfa
Yayınları, 2001.
Yakıt, İsmail.
“Hoca Ahmed-i Yesevî ve Türk Düşünce Tarihindeki Yeri”, Mehmet Şeker ve Necdet
Yılmaz (hzl). Ahmed-i Yesevî Hayatı Eserleri Tesirleri içinde. İstanbul:
Seha Neşriyat, 1996, ss. 61-84.
Yaman,
Hikmet. Prophetic Niche in the Virtuous City: The Concept of Hikmah in Early
İslamic Thought. Boston: Brill, 2011.
Yavuz, Kerim. Günümüzde
Din Eğitimi. 1 .Baskı. Adana: Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Yayınları, 1998.
Yazır,
Elmalılı M. Hamdi Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul: Zehraveyn Yayıncılık.
Yıldırım,
Ahmet. Hoca Ahmed Yesevî’nin Hadis Kültürü. TDV Yayınları, 1.Baskı,
Ankara, 2012.
Zebidi,
Ebü’l-Feyz Murtaza Muhammed b. Muhammed b. Muhammed. Tacü’l-Arûs min
Cevâhiri’l-Kâmus. Kahire: Matbaatü’l Hayriyye.
Zemahşeri,
Ebü’l-Kasım Carullah Mahmûd b. Ömer b. Muhammed. el-Keşşaf an Hakaikı
Gavamizi’t-Tenzil ve Uyuni’l-Ekavil fi Vücuhi’t-Tevil. Adil Ahmed
Abdülmevcud, Ali Muhammed Muavviz, Fethi Abdurrahman Ahmed Hicazi (thk.),
Riyad: Mektebetü’l-Ubeykan, 1998.
[1] Beyza Bilgin, Eğitim Bilimi ve Din Eğitimi, Ankara: Gün
Yayıncılık, 2007, s.16.
[2] Ebû
Nasr İsmail b. Hammad Cevheri, thk. Ahmed Abdülgafur Attar, es-Sıhah
tacü’l-luga ve sıhahi’l- Arabiyye, Kahire: Matabiu Dârü’l-Kitabi’l-Arabi,
1377, c. 5, s. 2118.
[3] Ebü’l-Kâsım
Hüseyin b. Muhammed b. Mufaddal Ragıb el-İsfahani, Müfredat: Kur’an
Kavramları Sözlüğü, Yusuf Türker(çev.), İstanbul: Pınar Yayınları, 2007,
s.565.
[4] Günay
Tümer, “Din”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA), c. 9,
Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı, 1994, s. 312.
[5] Ömer
Faruk Harman, “Kur’an-ı Kerim’de Din Kavramı”, Kuran ve Tefsir Araştırmaları
I, İstanbul: Ensar Neşriyat, 2000, s.73.
[6] Tümer,
312.
[7] Mütercim
Asım Efendi, El-Okyanusu’l-Basit fi Tercemeti’l-Kamusi’l-Muhit:
Kâmüsu’l-Muhit Tercümesi, İstanbul: Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı
Yayınları, 2014, c.6, s.5359.
[8] Çalışkan,
s.114-125.
[9] Kur’an,
Al-i İmran Suresi, Ayet 103.
[10] Kur’an,
Bakara Suresi, Ayet 138.
[11]Fahruddin er-Razi, Tefsir-i
Kebîr: Mefâtîhu’l-Gayb, Ahmet Hikmet Ünalmış(ed.), Suat Yıldırım ve öte.
(çev.), Ankara: Akçağ Yayınları, 1988, c.3, s.511.
[12] Ebü’l-Hasan
Seyyid Şerif Ali b. Muhammed b. Ali Cürcani, et-Ta’rifat, Beyrut:
Dârü’l-Kütübi’l- İlmiyye, 1983, s. 105.
[13] Muhammed
b. A’la b. Ali el-Faruki el-Hanefi Tehanevi, Keşşafu Istılahati’l-Fünun,
Beyrut: Dâru Sadır, c.2, s. 503.
[14] Elmalılı
Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Zehraveyn Yayıncılık, t.y., c.1,
s.92.
[15] Yurdagül
Mehmedoğlu, Erişkin Bireyin Kendilik Bilinci, 1.Baskı, İstanbul: Rağbet
Yayınları, 2001. s.90.
[16] Pars
Tuğlacı, Okyanus: 20.yüzyıl Ansiklopedik Türkçe Sözlük, İstanbul: Pars
Yayınları, 1971, c.1, s.585.
[17] James
L. Cox, Kutsalı İfade Etmek, 1.Baskı, İstanbul: İz Yayıncılık, 2004,
s.18.
[18] Alfred
N. Whitehead, Dinin Oluşumu, Mevlüt Albayrak (çev.), İstanbul: Alfa
Yayınları, 2001, s.20.
[19] Cox,
s.21.
[20] Paul
Tillich, Din Felsefesi, Zeki Özcan (çev.), İstanbul: Alfa Yayınları,
2000, s.11.
[21] Aliye
Çınar, Varoluşçu Teoloji Paul Tillich’te Din ve Sembol, İstanbul: İz
Yayıncılık, 2007, s.46.
[22] Cox,
s.22.
[23] Bertrand
Russell, Why I am not a Christian, Routedge Classics, London, 2005,
s.18.
[24] Fikri
Gül, Bertrand Russell’da Bilim, Felsefe ve Din, Birinci Baskı, Ankara:
Kültür Bakanlığı Yayınları, 2002, s.140.
[25] Sigmund
Freud, Uygarlık Din ve Toplum, Ankara: Öteki Yayınevi, 1995, s.223.
[26] Çalışkan,
s.31.
[27] Carl
Gustav Jung, Din ve Psikoloji, (çev.: Cengiz Şişman), İstanbul 1993
s.119.
[28] Cox,
s.24.
[29] Emile
Durkheim, The Elementary Forms of Religious Life, (translated by Karen
E. Fields), The Free Press, New York, 1995, s.44.
[30] Bu
konudaki tartışmanın detayları için bkz. Cemal Tosun, Din Eğitimi Bilimine
Giriş, 2.Baskı, Ankara: PegemA Yayıncılık, 2002, s.7-12.
[31] Ruşen
Alaylıoğlu, Ferhan Oğuzkan, Ansiklopedik Eğitim Sözlüğü, İstanbul:
Oğuzkan Arif Bolat Kitabevi, 1968; Ahmet Cevizci, Eğitim Sözlüğü, 1.
Baskı, İstanbul: Say Yayınları, 2010, s 46.
[32] Türkiye
Bilimler Akademisi (TÜBA), Türkçe Bilim Terimleri Sözlüğü Sosyal Bilimler, Birinci
Basım, Ankara: Türkiye Bilimler Akademisi, Kasım 2011, s. 390.
[33] Bilgin,
s.31.
[34] Gülnihal
Küken, Ortaçağda Eğitim Felsefesi, İstanbul: Alfa Yayınları, 2001, s.XV
.
[35] Necmettin
Tozlu, Eğitim Felsefesi, İstanbul: Milli Eğitim Basımevi Yayınları,
1997, s.38
[36] Fikret
Başkaya (ed.), Özgür Üniversite Kavram Sözlüğü, 1. Baskı, Ankara: Maki
Basın Yayın, Aralık 2005, s. 151.
[37] John
Burnet, Aristoteles Eğitim Üzerine, Ahmet Aydoğan (çev.), 1.Baskı,
İstanbul: Say Yayınları, 2008, s.7.
[38] Ahmet
Cevizci, Eğitim Felsefesi, 2.Baskı, İstanbul: Say Yayınları, 2012, s.48.
[39] Cevizci,
Eğitim Felsefesi, s.95.
[40] Cevizci,
Eğitim Felsefesi, s.96, 103.
[41] Cevizci,
Eğitim Felsefesi, s.130
[42] Cevizci,
Eğitim Felsefesi, s.165.
[43] Abdullatif
Tüzer, “M. Buber’in Diyalog Felsefesi ve Eğitim Açısından Uzanımları”, Felsefe
ve Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı.8, 2009 Güz, s.24.
[44] Paulo
Freire, Ezilenlerin Pedagojisi, 3. Basım, İstanbul: Ayrıntı Yayınları,
1998, s.28.
[45] Cevizci,
Eğitim Felsefesi, 221.
[46] İsfahani,
s.1037-1038.
[47] Cevheri,
s.86.
[48] İsfahani,
s.587.
[49] Cevizci,
Eğitim Sözlüğü, s.284.
[50] M.Faruk
Bayraktar, İslam Eğitiminde Öğretmen Öğrenci Münasebetleri, 8.Baskı,
İstanbul: Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları(İFAV), 2010,
s.20-21.
[51] Burhanuddîn
Zernûcî, Ta’limü’l-Müteallim, İstanbul, 1323, s.6.’dan aktaran:
Bayraktar, s.20.
[52] Erich
Hehberger, Grundlegungsprobleme der Religionspaedegojik, Herold Verlag
Vien-München, 1985, s.52.53’ten aktaran: Cemal Tosun, Din Eğitimi Bilimine
Giriş, 2.Baskı, Ankara: Pegem A Yayıncılık, 2002, s.62.
[53] Bilgin,
s.39.
[54] Karl
E. Nipkow, Grundfragen der Religionspadagogik III, s.41; Brezinka Wolfgang, Von
der Pedagogik, zur Erzieherischen Wirkung, s.164’den aktaran; Kerim Yavuz, Günümüzde
Din Eğitimi, 1.Baskı, Adana: Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Yayınları, 1998, s.50.
[55] Cemal
Tosun, Din Eğitimi Bilimine Giriş, 2.Baskı, Ankara: Pegem A Yayıncılık,
2002, s.66.
[56] Suat
Cebeci, Din Eğitimi Bilimi ve Türkiye’de Din Eğitimi, 2.Baskı, Ankara:
Akçağ Yayınları, 2005, s.30.
[57] Bilgin,
s.42.
[58] Franz
Rosenthal, Bilginin Zaferi: İslam Düşüncesinde Bilgi Kavramı, 1.Baskı,
İstanbul: Ufuk Yayınları, 2004, s.310.
[59] Ebû
Abdurrahman Halil b. Ahmed b.Amr Ferahidi Halil b. Ahmed, Tertibu
Kitâbi'l-Ayn., Mehdi Mahzumi, îbrâhim Samerrai(thk), Esad Tayyib(tsh.), Kum
: întişarat-ı Usve, 1993. c.1, s.411.
[60] Ebü's-Saadat
Mecdüddin Mübarek b. Muhammed îbnü'l-Esir, en-Nihaye fî Garibi'l-Hadis
ve'l-Eser, Tahir Ahmed Zavi, Mahmûd Muhammed Tanahi.(thk.), Kahire: Dâru
îhyai'l-Kütübi'l-Arabiyye, 1963, c.1, s.420
[61] îbn
Manzur, s.273.
[62] îbnü’l-Esîr,
s.420.; îbn Manzur, s.272.
[63] Hikmet
Yaman, Prophetic Niche in the Virtuous City: The Concept of Hikmah in Early
İslamic Thought, Boston: Brill, 2011, s.14.
[64] Yaman,
s.15.
[65] îbn
Manzur, s.270.
[66] Halil
b. Ahmed, c.1, s.411; Zemahşeri, Esasü’l-Belağa, c.1, s.191.
[67] Kur’an,
Hac Suresi, Ayet 52.
[68] Rosenthal,
s.53-54.
[69] Tan,
s.22.
[70] Mukatil b. Süleyman, Kur’an
Terimleri Sözlüğü, 1.Baskı, İstanbul: İşaret Yayınları, 2004, s.138.
[71] Kur’an,
Nisa Suresi, Ayet 113.
[72] Kur’an,
Ali İmran Suresi, Ayet 48.
[73] Kur’an,
Meryem Suresi, Ayet 12.
[74] Mukatil,
s.139.
[75] Kur’an,
Lokman Suresi, Ayet 12.
[76] Kur’an,
Enbiya Suresi, Ayet 79.
[77] Kur’an,
En’am Suresi, Ayet 89.
[78] Kur’an,
Nisa Suresi, Ayet 54.
[79] Kur’an,
Sâd Suresi, Ayet 20.
[80] Kur’an,
Bakara Suresi, Ayet 251.
[84] Cürcani,
s.91-92.
[85] Tehanevi,
s.370.
[86] Kur’an,
Bakara Suresi, Ayet 129.
[87] Kur’an,
Bakara Suresi, Ayet 269.
[88] Ebû
Cafer İbn Cerir Muhammed b. Cerir b. Yezid Taberi, Tefsirü’t-Taberi,
thk. Mahmûd Muhammed Şakir, Ahmed Muhammed Şakir, 2. Baskı, Kahire:
Dârü’l-Maârif, 1969, c.5, s.576-579.
[89] Kur’an,
Bakara Suresi, Ayet 269.
[90] Ebü’l-Kasım
Carullah Mahmûd b. Ömer b. Muhammed Zemahşeri, el-Keşşaf an Hakaikı
Gavamizi’t-Tenzil ve Uyuni’l-Ekavil fi Vücuhi’t-Tevil, Adil Ahmed
Abdülmevcud, Ali Muhammed Muavviz, Fethi Abdurrahman Ahmed Hicazi (thk.),
Riyad: Mektebetü’l-Ubeykan, 1998, c.1, s.500.
[91] Kur’an,
Nahl Suresi, Ayet 125.
[92] Zemahşeri,
Keşşaf, c.3, s.485.
[93] Kur’an,
Şuara Suresi, Ayet 83.
[94] Razi,
c.17, s.345-346.
[95] Razi,
c.5, s.516-520.
[96] Ebü’l-Fida
İmadüddin İsmail b. Ömer İbn Kesir, Tefsirü’l-Kur’ani’l-Azim, thk.
Mustafa es-Seyyid Muhammed, Kahire: Müessesetu Kurtuba; Mektebetü’l-Evladi’ş-Şeyh
li’t-Türas, 2000, c.2, s.471-472.
[97] Muhammed
Reşid Rıza, Muhammed Abduh, Menar Tefsiri: Tefsiru’l-Kur’ani’l-Hakim
Tefsiru’l-
Menar, (çev. Harun Ünal, Mehmet Erdoğan, Niyazi Türkmen), İstanbul: Ekin
Yayınları, 2011, c.3, s.132.
[98] Yazır,
c.2, s.204.
[99] Yazır,
c.2, s.204-215.
[100]Seyyid b. Kutub b.
İbrahim Seyyid Kutub, Fî zılali'l-Kur'ân: Kur’an’ın gölgesinde, M. Emin
Saraç, î. Hakkı Şengüler, Bekir Karlığa. (çev.), İstanbul : Beyan Yayınları,
1966, c.2, s.94.
[101] İsmail
Saib Yazma nüshası I, nr. 1571, vr.181a, Ankara.’dan aktaran: Rosenthal, s.55.
[102] Mustafa
Çağrıcı, “Hak”, DİA, c.15, Ankara: TDV Yayınları, 1997, s.138.
[103] Mustafa
Çağrıcı, “Hakikat”, DİA, c.15, Ankara: TDV Yayınları, 1997, s.177.
[104] Askerî,
s.21.
[105] İsfahani,
s.417-420
[106] Askerî,
s.96.
[107] Süleyman
Uludağ, “Marifet”, DİA, c.28, Ankara: TDV Yayınları, 2003, s.54.
[108] Cürcani,
s.221.
[109] Necip
Taylan, Gazali’nin Düşünce Sisteminin Temelleri: Bilgi-Mantık-İman, İstanbul:
İFAV, 1989, s.96-98.
[110] îbn
Manzur, c.4, s.257.
[111] îsfahani,
s.519.
[112] Taberi,
c.2, s.505.
[113] Kur’an,
Adiyat Suresi, Ayet 8; Sâd 32; Bakara 180,262,274; Nisa 34; En’âm 17; Yûnus
107; Enbiyâ 35; Meâric 21.
[114] Kur’an,
Bakara 105; Nahl 30; Bakara 269.
[115] Kur’an,
Bakara 2/269
[116] Mustafa
Çağrıcı, “Hayır”, DİA, c.17, Ankara: TDV Yayınları, 1998, s.43.
[117] Yazır,
c.2, s.204.
[118] Farabi,
Kitabu Arai Ehli Medineti’l-Fazıla, thk. Albert Nasri Nader, Beyrut,
1985, s. 112-113; Farabi, Fusul müntezea, thk. Fevzi M. Neccar, Beyrut,
1986, s. 29, 106; İbn Sina, Risale fi-aksami’l- ulumi’l-akliyye, Tisu Resail
fi’l-Hikme ve’t-Tabiiyye, Kahire, s. 104-108; Nasîruddin Tusi, Ahlak-ı
Nasıri, trc. Anar Gafarov-Zaur Şükürov, İstanbul, 2007, s. 14-18.
[119] Tusi,
Ahlak-ı Nasıri, s. 60.
[120] Tusi,
Ahlak-ı Nasıri, s. 90-91.
[121] Seyyid
Hüseyin Nasr, Bir Kutsal Bilim İhtiyacı, 2.Baskı, İstanbul: İnsan
Yayınları, 1995, s.94.
[122] Aldous
Huxley, Kalıcı Felsefe, 1.Baskı, İstanbul: İnsan Yayınları, 1996, s.7.
[123] Mübeşşir
b. Fâtik, Muhtâru’l-hikem ve mehâsinü’l-kelim, Abdurrahmân Bedevî(nşr.),
2.Baskı, Beyrut, 1980, s.2-4,7,8,11,28,44,126,160,288. Aktaran: Kutluer, s.39.
[124] Tevhidî,
el-Mukâbesât, Ali Şalk(nşr.), Beyrut, 1986, s. 167. Aktaran: Kutluer.
s.40.
[125] Kutluer,
s.42.
[126] A.Kamil
Cihan, “Sühreverdî ve İşrakîlik”, M. Cüneyt Kaya (Ed.), İslam Felsefesi:
Tarih ve Problemler içinde (397-424), 1.Basım, İstanbul: İSAM Yayınları,
2013, s.397.
[127] Kutluer,
s.95-100.
[128] Kutluer,
s.95.
[129] Mahmut
Kaya, “İşrâkiyye”, DİA, c.23, Ankara: TDV Yayınları, 2013, s.435.
[130] Kutluer,
s. 97.
[131] Cihan,
s.405.
[132] Kutluer,
s.99.
[133] Cihan,
s.407-408.
[134] Kaya,
s.435-437.
[135] Ahmed
Emin, “Arap Edebiyatında Hikmet”, Zeynep Arkan (çev.), Sakarya Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, c.14, Sayı 26, 2012, s.213-214.
[233] Fuad
Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, 1. Baskı, Ankara: DİB
Yayınları, 1984, s.21, 49.; Kemal Eraslan, “Ahmed Yesevî” DİA, c.2,
Ankara: TDV Yayınları, 1989, s. 159. ; Hayati Bice (hzl), Hoca Ahmed Yesevî
Divân-ı Hikmet, Ankara: TDV Yayınları, 2015, s.9.
[234] Eraslan,
“Ahmed Yesevî”, DİA, s. 160.
[235] Köprülü,
s. 50.; Kemal Eraslan (hzl), Ahmed-i Yesevî Divân-ı Hikmet Seçmeler, 1.
Baskı, Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1983, s. 15.; Necdet
Tosun, “Yesevîyye”, DİA. c.43, Ankara: TDV Yayınları, 2013, s.487.’de
Ahmed Yesevî’nin babası İbrahim Ata’nın halifesi Musa Hoca’nın Aişe Hoştac adlı
kızını Ahmed Yesevî ile evlendirdiğinin rivayet edildiği bilgisine yer
verilmiştir.
[236]Eraslan, s. 15.; Bice,
s. 10.
[237] İsmail
Yakıt, “Hoca Ahmed-i Yesevî ve Türk Düşünce Tarihindeki Yeri”, Mehmet Şeker ve
Necdet Yılmaz (hzl), Ahmed-i Yesevî Hayatı Eserleri Tesirleri içinde.
İstanbul: Seha Neşriyet, 1996, s 61-84.; Carmuhammetoğlu, s.28.
[238] Köprülü,
s. 61; Eraslan, s. 38. ; Bice, s. 27.
[239] Eraslan,
s.38.
[240] İlhan
Genç, “Ahmed-i Yesevî Üzerine Bir Değerlendirme” Dokuz Eylül Üniversitesi,
Eğitim Bilimleri Dergisi, Yıl. 2, Sayı. 3, İzmir , 1993, s.35-48.
[241] Arif
Ersoy, “Hoca Ahmed Yesevî’nin Sosyal Yapılanmaya Yönelik Yaklaşımları”, Mehmet
Şeker,
Necdet Yılmaz (hzl), Ahmed-i Yesevî Hayatı
Eserleri Tesirleri içinde. İstanbul: Seha Neşriyet, 1996,
[243] Köprülü, s. 30, 61. Eraslan, s. 21.
[244]Carmuhammetoğlu,
s. 26.
[245] Köprülü, s. 64-65.; Bice, s.16.; Emel Esin, “Ahmed Yesevî
Külliyesi”, DİA, c.2, Ankara: TDV, 1989,
[252] Eraslan,
s. 43-44.
[253] Eraslan,
s. 47.
[254] Bu
konuda ayrıntılı bilgi için bkz. Köprülü, s.101-107.
[255] Kemal
Eraslan (hzl), Ahmed-i Yesevî Divân-ı Hikmet Seçmeler, 1. Baskı, Ankara:
Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1983.
[256] Ahmet
Eğilmez Rıdvanoğlu (hzl.), Ahmet Yesevî Açıklamalı Divân-ı Hikmet, İstanbul:
Gayem Yayıncılık, y.y.
[257] Necdet
Tosun(ed.), Ahmet Yesevi, Ankara: Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası
Türk-Kazak Üniversitesi, 2015.
[258] Hayati
Bice (hzl), Hoca Ahmed Yesevî Divân-ı Hikmet, Ankara: TDV Yayınları,
2015.
[259] Bice,
s.90.
[260] Bice,
s.129.
[261] Dosay
Kentejay, Hoca Ahmet Yesevî’nin Düşünce Sistemi, 1.Basım, Ankara: Hoca
Ahmet Yesevî Ocağı Yayınları, 2003, s.134.
[262] Kentejay,
s.183.
[263] Bice, s.427.
[264] Bice,
s.348.
[265] Bice,
s.101.
[266] Kentejay,
s.186-190, 208.
[267] Bice, s. 27.
[268] Necmettin
Çetinkaya, Hoca Ahmet Yesevî ve Uyanışının 1000. Yılı, 1.Baskı, Kocaeli:
Anadolu Belgesel Yayıncılık, 2004, s.222-223.
[269] Bice,
s. 427.
[270] Kentejay,
Hoca Ahmet Yesevî’nin Ahlak Felsefesi, 1.Basım, Ankara: Hoca Ahmet
Yesevî Ocağı Yayınları, 2003, s.102.
[271] Kur’an,
Zümer Suresi, Ayet 18.
[272] Nevzat
Aşık, “Yesevî Hikmetlerine Kaynaklık Eden Hadislerin Değerlendirilmesi ve
Sünnet Kültürünün Hikmetlere Tesiri”, D.E.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı
IX., 1995, s.7-11.
[273] Bice,
s.74.
[274] Bice,
s.429.
[275] Bice, s.348.
[276] Bice,
s.93.
[277] Bice,
s.429.
[278] Bice,
s.193.
[279] Bice, s.157,163,201.
[280] Bice, s.90.
[281] Bice,
s.91.
[282] Bice, s.263.
[283] Kenjetay,
s.167-168.
[284] Kur’an,
Tevbe Suresi, Ayet 119.
[285] Kur’an,
Lokman Suresi, Ayet 15.
[286] Kur’an,
En’am Suresi, Ayet 90.
[287] Kur’an,
Saffat Suresi, Ayet 142.
[288] Kur’an,
Yûsuf Suresi, Ayet 10.
[289] Kur’an,
Yûsuf Suresi, Ayet 84.
[290] Bice,
s.160.
[293] Bice, s.346.
[294] Kur’an,
Cuma Suresi, Ayet 5.
[295] Bice,
s.181.
[296] Kentejay, s.134-138.
[297] Bice,
s.294.
[298] Bice,
s.90.
[299] Kentejay,
s.203-205.
[300] Bice,
s.234.
[301] Bice,
s.285.
[302] Kentejay,
s.141.
[303] Bice,
s. 227,243.
[304] Bice,
s.273.
[305] Bice,
s. 92, 101.
[306] Bice,
s.73
[307] Mehmed
Şeker, “Divân-ı Hikmet’e Göre İnsan ve Sosyal Hayat”, Mehmed Şeker ve Necdet
Yılmaz (Hzl.), Ahmed-i Yesevî: Hayatı, Eserleri, Tesirleri içinde
(107-140), İstanbul: Seha Neşriyat, 1996, s.110.
[308] Şeker, s.113.
[309] Bice,
s. 131.
[310] Bice,
s.131.
[311] Bice,
s. 63.
[312] Bice,
s.131.
[313] Bice,
s.98.
[314] Kentejay,
s.170.
[315] Bice,
s.98.
[316] Bice,
s. 63.
[317] Bice,
s.63.
[318] Şeker,
s. 116.
[319] Hamdi
Mert, Bilimi Öne Çıkaran Din Anlayışının Temsilcisi Hoca Ahmet Yesevî:
Hayatı
Fikirleri Hizmeti,
2. Baskı, Ankara: Ahmet Yesevî Üniversitesine Yardım Vakfı bilig Yayınları,
y.y., s.24.
[320] Kentejay,
s.162.
[321] Bice, s.257.
[322] Kentejay,
s.162.
[323] Kentejay,
s.132.
[324] Kentejay,
s.157.
[325] Kentejay,
s.158-159.
[326] Bice,
s.75.
[327] Bice,
s.209.
[328] Bice, s.212.
[329] Bice,
s.199.
[330] Bice,
s.212.
[331] Kentejay,
s. 161.
[332] Kentejay, s.183.
[333] Bice,
s.63.
[334] Bice,
s.429.
[335] Bice,
s.428.
[336] Bice, s.63.
[337] Kentejay,
Hoca Ahmet Yesevî’nin Ahlak Felsefesi, s.140.
[338] Kentejay,
Hoca Ahmet Yesevî’nin Düşünce Sistemi, s.211.
[339] Kentejay, s. 212-213.
[340] Bice,
s.124.
[341] Bice,
s.70
[342] Bice,
s.86.
[343] Bice,
s.301.
[344] Bice,
s.153.
[345] Ersoy, s.104.
[346] Bice,
s. 408.
[347] Bice,
s. 308.
[348] Bice,
s.156.
[349] Bice,
s.238.
[356] Kentejay, Hoca
Ahmet Yesevî’nin Düşünce Sistemi, s.167.
[357] Kentejay,
s. 167.
[358] Bice,
s.105, 272.
[359] Bice,
s.95.
[360] Bice,
s.94.
[361] Bice,
s.94-95.
[362] Bice,
s.308.
[363] Bice, s.309.
[364] Bice,
s.203.
[365] Kentejay,
s.187.
[366] Bice,
s.137.
[367] Kur’an.
Al-i îmran Suresi, Ayet 31.
[368] Bice,
s.134.
[369] M.
Askeri Küçükkaya, “Hoca Ahmet Yesevî’de Peygamber Sevgisi”, Hz. Peygamber ve
İnsan Sevgisi, I. Kutlu Doğum Sempozyumu Bildirileri, Şanlıurfa, 21-22
Nisan 2007, s.302.
[370] Aşık,
s.13-20.
[371] Bice,
s.65, 104, 197.
[372] Bice,
s.66, 81.
[373] Ahmet
Yıldırım, Hoca Ahmed Yesevî’nin Hadis Kültürü, TDV Yayınları, 1.Baskı,
Ankara, 2012, s.133.
[374] Bice,
s.63.
[375] Bice,
s.130-131.
[376] Bice,
s.117.
[377] Bice, s.139-143.
[378] Bice,
s.136.
[379] Kur’an, Ankebut
Suresi, Ayet 57.
[380] Kur’an,
Mü’min Suresi, Ayet 67; Enbiya Suresi, Ayet 30.
[381] Kur’an,
Secde Suresi, Ayet 117.
[382] H.İbrahim
Şener, “Yesevî Hikmetlerinin Kaynağı Olarak Ayetler Üzerine Bir Değerlendirme”,
İstanbul:
Seha Neşriyat, 1996, s.370.
[383] Bice, s.240.
[391] Bice, s. 232.
[392] Kentejay,
s.141.
[393] Kentejay,
s.131.
[394] Bice,
s. 164.
[395] Kentejay,
s.142.
[396] Bice,
s. 285.
[397] Kentejay,
s.144.
[398] Gülnihal Küken, Ortaçağda
Eğitim Felsefesi, İstanbul: Alfa Yayınları, 2001, s.XV .
[399] Bilgin,
s.41.
[400] Nipkow,
Grundfragen III, s.41; Brezinka, Von der Pedagogik, s.164’den aktaran; Yavuz,
s.50.
[401] Arslanoğlu, s.3.
[402] Nazan
Özen Uçak, “Bilgi: Çok Yüzlü Bir Kavram”, Türk Kütüphaneciliği 24, 4
(2010), s.712.
[403] Uçak,
s.715-716.
[404] İlhan
Kutluer, Yitirilmiş Hikmeti Ararken, 2.Baskı, İstanbul: İz Yayıncılık,
2012, s.17-18.
[405] Geleneğin
şimdisini kurmak ifadesi ile, geleneği bugün için yeniden anlama gayreti içinde
bulunmak kastedilmektedir.
[406] Yurdagül
Mehmedoğlu, “İslam Düşünce Geleneğinden Günümüzde Bir Din Eğitimi Felsefesi
Oluşturmak”, Yayınlanmamış Makale, s.1-2.
[407] Mehmedoğlu,
s.4.
[408] Bu
konudaki tartışmanın detayları için bkz. Cemal Tosun, Din Eğitimi Bilimine
Giriş, 2.Baskı, Ankara: PegemA Yayıncılık, 2002, s.7-12.
[409] Bilgin
s. 16.
[410] Nurullah
Altaş, İsmail Arıcı, “Din Eğitiminin Bilimselleşme Süreci”, Mustafa Köylü,
Nurullah Altaş (ed.) Din Eğitimi içinde(48-80), 5.Baskı, İstanbul: Ensar
Neşriyat, 2015, s.62
[411] Draz,
s.37.
[412] Mehmedoğlu,
Erişkin Bireyin Kendilik Bilinci, s.90.
[413] Buhari,
Edeb, 96.
[414] Esin
Arslanoğlu, Din Eğitimi Açısından ‘Bağlanma’ Kavrayışı, (Yayınlanmamış
Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi SBE, 2013), s.3.
[415] Çalışkan,
85-89.
[416] Razi,
c.3, s.511.
[417] Mukatil,138-140.
[418] Kutluer,
İlim ve Hikmetin Aydınlığında, İstanbul: İz Yayıncılık, 2001, s.146.
[419] Kutluer,
Yitirilmiş Hikmeti Ararken, s. 32.
[420] Yurdagül Mehmedoğlu, Ali Ulvi Mehmedoğlu, “Hakikat Arar Olarak
Mü’min: Hakikatin Öznesi
Olarak
İnanan”, Yayınlanmamış Makale, s.4.
[421] Yurdagül Mehmedoğlu,
“Yönelimde/Teveccühte Olma: İnsanın (Mutlak) Hakikate Yönelerek Kendini Kavrama
Çabası”, Yayınlanmamış Makale, s.3.
[422] Bice, (hzl.), Hoca Ahmed Yesevî Divân-ı Hikmet, s.93.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar