AHMET YESEVÎ’NİN HİKMETLERİ İLE YUNUS EMRE DİVÂNI’NIN HAYATIN GEÇİŞ DÖNEMLERİ AÇISINDAN KARŞILAŞTIRILMALI OLARAK İNCELENMESİ
Hazırlayan:
Talha SERT
AHMET YESEVÎ
AHMET
YESEVÎ’NİN HAYATI VE ESERLERİ
Ahmet Yesevî’nin hayatına ilişkin en doğru bilgiyi elde
edebileceğimiz otantik kaynaklara sahip değiliz. Bu sebeple onun gelenekte
yaşayan menkabevî hayatı ile tarihi hüviyetini ayırt etme konusunda dikkatli
davranmak gerekmektedir. Zira çoğu menkabe koleksiyonlarından oluşan,
elimizdeki erken dönem kaynaklarında tarihi gelişmeler ile menkabevî bilgiler
iç-içe geçmiş bir haldedir (Toprak, 2008).
Ahmet Yesevî, tarihte yaşamış ilk Türk mutasavvıfıdır. İnanç,
ilim ve kültürü aynı tezgâhta eleyip adeta bir vücutta bütün haline getirerek
hasta gönüllere şifa dertli canlara deva yolunu yitirenlere ışık tutmuş
âlimdir. Orta Asya’dan Anadolu’ya Anadolu’dan dünyaya; geçmişten günümüze,
günümüzden de geleceğe güncelliğini yitirmeyen bir yüce şahsiyettir.
Tam adı Ahmed Bin İbrahim Bin İlyas Yesevî’dir. Hazreti
Türkistan veya Pir-i Türkistan olarak da bilinir. Hoca Ahmet Yesevî’nin tam
olarak bilinmemekle birlikte 1093 yılında Kazakistan’ın Çimkent şehri
yakınlarında bulunan Sayram kasabasında doğduğu düşünülmektedir. Kuvvetli bir
ilim tahsili görmüştür bu hem hayat felsefesine hem de eserlerine yansımıştır.
Bununla birlikte manevi ve tasavvufi bir eğitim almıştır.
‘‘Hazreti Ali evladından Şeyh İbrahim adlı bir şeyh vardı.
Şeyh öldüğü zaman geride Gevher Şehnaz adlı büyük bir kızıyla Ahmed isminde
yedi yaşında bir çocuk kaldı” (Köprülü, 2016: 77). Köprülü’nün de belirttiği
üzere Ahmet Yesevî’nin babasının İbrahim isimli bir şeyh olduğunu ve küçük
yaşta babasını kaybettiğini öğreniyoruz.
‘‘Ahmet Yesevî’nin daha küçükken bilmediğimiz bir sebeple
Yesi’ye geldiği ve orada yerleştiği tahmin olunabilir. Gerek Yesevî lakabını
alması gerek Arslan Baba’nın onunla Yesi de buluşması hakkındaki anane ve
cihetleri kuvvetlendiriyor. Yesi bugünkü adıyla Türkistan şehri Oğuz Han’ın
hükümet merkezi olması dolayısıyla Türk menkıbesine karışmış meşhur bir yerdir.
Bilhassa Hoca Ahmet’in bu şehre izafetle Yesevî lakabını alması, Türk
âlemindeki tarihi ehemmiyetini bir kat daha arttırmıştır. İşte ablasıyla bu
şehre yerleşen Ahmet burada Arslan Baba namındaki tanınmış Türk şeyhinin
teveccüh ve iltifatına, hayır duasına mazhar oldu. Lakin bu Arslan Baba henüz
Ahmet küçükken öldüğü için, onun şahsiyeti üzerinde kuvvetli bir tesir yaptığı
hakkındaki anane tarih bakımından doğru sayılamaz. Ahmet’in ilk tahsil
yıllarını Yesi de geçirdiği muhtemeldir; çünkü onu daha gençken, tahsilini
tamamlamak maksadıyla büyük bir İslam merkezi olan Buhara’ya gelmiş görüyoruz’’
(Köprülü, 2016: 121-123).
Görüldüğü gibi Hoca Ahmet Yesevî daha yaşamının ilk
yıllarından itibaren ilim ve irfan yolunda devrin maddi ve manevi ilim
âlimlerinden hem akıl hem gönül dersleri almaya ve ileriki yıllarda bunu
eserlerine yaşamına aktarmak adına adeta ilim haznesine biriktirmeye
başlamıştır. Bu birikim eksilmeden gelişip güncellenircesine günümüze kadar
kuvvetli şekilde tesir etmektedir.
Hoca Ahmet ilk eğitiminden sonra dönemin en yoğun eğitim şehri
olan ve birçok öğrenciyi çeken Buhara’ya gelmiştir. ‘‘İşte Ahmet Yesevî böyle
bir zamanda böyle bir çerçeveye geldi ve devrin en ileri gelen alim ve
mutasavvıflarından Şeyh Yusuf Hamedani’ye intisap ederek [kapılanarak]
şahsiyeti onun nüfusu altında teşekkül etti” (Köprülü, 2016: 124).
Yusuf Hamedani hem derviş gönüllü keramet sahibi sağlam bir
Hanefi Müslüman hem de devrin en önde gelen ilim adamlarından biriydi.
Hocasının bu özellikleri Ahmet Yesevî’ye de fazlasıyla sirayet etmiştir. Tek
kanatlı kuş uçamaz düsturundan hareketle Hoca Ahmet hem Bâtıni hem zahiri âlem
ve ilimlerde zirve olma yolunda ilerlemiştir.
Hoca Ahmet seyr-i sülukunu tamamladıktan ve halifelik mevkine
de yükseldikten sonra nedeni tam olarak bilinmese de tebliğ, rahat çalışma
isteği, İslami terbiye gereği öne çıkmama usulü ve ilk hocası olan Arslan
Baba’ya olan sadakati ile olsa gerek tekrar Yesi şehrine 1060’lı yıllarda
döndüğü rivayet edilir. Hoca Ahmet’in yetişmesinde anne ve babanın erken yaşta
vefatının ağırlığı gurbette kalmanın hüznü çocukluktan itibaren eğitim, ilim ve
maneviyatla yoğrulmanın olgunluğu etkili olmuş ve adı hala 7’den yetmişe
bilinen eserleri taptaze kalan bir şahsiyet bu şekilde zorlu mecralardan
geçerek fedakârlık, hedef ve şer’i kaideler etkili olmuştur. Hoca Ahmet bu şuur
ve bilinçle pişerek bu günlere kadar uzanan bir şahsiyet olarak kalmıştır. Hoca
Ahmet Yesevî’ye yaşadığı günden günümüze kadar öğretileri etkili eserleri ve
şahsiyeti nedeniyle birçok mezhep ve tarikatlar, kâh yazdığı eserlerden kâh
sonradan ona ithaf edilenlerde örneklerle kendi taraflarına çekmeye
çalışmışlardır. Ancak o da Mevlana gibi Yunus gibi belli bir kalıp içinde değil
kucaklayıcı ve hoşgörülü şekilde tüm insanlığı kabullenmiş ve ideal
insan-Müslüman inşası için çabalamıştır.
Ahmet Yesevî’nin yolu (Yesevîlik) sadece bir tarikat dini bir
yol değil aynı zamanda bir rehabilite merkezi, ilim yuvası, felsefe mektebi ve
sosyal hayatı düzenleyen bir rehber olmuştur. Bu şekilde sadece dini ihtiyaçlar
değil insani ve maddi gerekliliklerin de gözetildiği bir yapı oluşmuştur.
Ahmet Yesevî
Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’e
o kadar bağlı bir Müslüman’dı ki 63* Son Peygamber Muhammed Mustafa (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nın vefat
yaşıdır.
yaşına girdiğinde tekkesinin bir bölümüne küçük toprağın alt
kısmında kalacak küçük bir çilehane yaptırmış ve burada irşadına ve eserlerini
yaymaya devam etmiştir.
Hoca Ahmet Divân-ı Hikmet adıyla nesiller sonra derlenecek
olan Hikmetler vasıtasıyla Türklere İslam’ı anlatmaya benimsetmeye ve
aydınlatmaya çalışmıştır. Bunu yaparken hem İslam inancının kural ve farzlarını
hem de Türk örf ve adetlerini kaynaştırmış bunu akıcı ve anlaşılır bir dille
sunmuştur. Bu da hem bulunduğu coğrafya da hem de daha önemlisi Anadolu
coğrafyasında birleştirici ve bütünleştirici bir rol oynamıştır. Bulunduğu
dönem itibariyle insanların - toplumların sorunlara ve arayışlarına çözüm
olmuştur.
Hoca Ahmet vefat edinceye kadar Hikmet adı
altındaki sufiyane manzumelerini yazmaya devam etti; etrafındaki müritlere
etvar ve süluk adabını, sufiyane hakikatleri tasfiye-i batın ve ahlakı ıslahın
lüzumunu, dini ananeleri o suretle anlatıyor, bunlara dair Arapça ve farsça
dillerindeki başlıca ilimleri okuyamayanlara hikmet’leriyle yol gösteriyordu.
Ahmet Yesevî tıpkı mürşidi gibi Hanefi Mezhebinden bir fakih, bir şeriat âlimi
olduğu için şeraitle tarikati daima kaynaştırdı; dini [ tekâlife ] önerilere
karşı dikkatsizliğin tarikat adabıyla uyuşamayacağını neşr ve telkine çalıştı
(Köprülü, 2016: 237 ).
Hoca Ahmet’in dikkat çekici diğer bir özelliği Köprülü’nün de
değindiği gibi şeriat-tarikat kaynaştırması ve bunların aynı potada eritilerek
yaşanılır bir örnek oluşturmasıdır. Zaten birbirini tamamlayan iki dini olgunun
yaşanabilir olabileceğinin örneğini en iyi şekilde ortaya koymuştur.
Hoca Ahmet çok az kalan boş zamanlarında da şimşir, gürgen
gibi ağaçlarından kaşık, kepçe, tutmaç, döğeç, oklava, pişirgeçi, tabak, tepsi
gibi şeyler yonar bunları satarak geliri ile geçinirdi. Rivayete göre bu
yaptıklarını bir heybeye doldurur, heybeyi de öküzün sırtına yükler çarşı ve
pazara salarmış. Öküz sırtında heybe ile çarşı ve pazarda gezer, isteyenler
heybeden kendilerine ne gerekli ise alır, parasını da heybeye koyarlarmış.
Heybeden istediğini alıp da parasını heybeye koymayan olursa öküz o kişinin
peşinden gider, arkasını bırakmaz o kişi parayı heybeye bırakınca dönermiş.
Akşam olunca öküz eve gelir, Hoca öküzün sırtından heybeyi indirir o gün
yaptıklarını heybeye koyar ertesi gün yine öküze yükleyip çarşıya ve pazara
salarmış. 100000 kişiyi doyuran aşevlerini kurmuş, onların akarını, erzağını
aşçısını işçisini, yöneticisini, okutanını barındıran Hoca Ahmet kendi el emeği
ile geçinirdi. Bu yanıyla Hz. Ebu Bekir’e benzerdi. O da halife olunca kumaş satarak
geçimini sağlardı. Devlet işlerinin aksamaması için görevinin başından
ayrılmaması gerektiğinden devlet hazinesinden kendisine maaş bağlanıncaya kadar
omuzlarında kumaş taşıyarak satardı ( Rıdvanoğlu, 2016a: 23-24 ).
Hoca Ahmet Yesevî manevi olgunluğu, aşkı (Allah ve Peygamber
sevgisi) ve ilmi samimiyetle birleştirerek hem hayatına tatbik etmiş hem de onu
takip edenlere sunmuştur. Bunu yaparken en önemli yol göstericisi Allah ve
Peygamber dışında sahabe ve samimi gönüllerdir. Tasavvuf ve şeriatın vücuda
gelmiş örnek halidir. Şeriat ve tasavvuftan uzak ne bir anı ne de bir anısı
vardır. Bu şiirlerine de sirayet eder. Birçok şairin ulaşmaya çalıştığı fakat
eksik kaldığı yön de budur.
Hoca Ahmet 1166 yılında Yesi ‘de vefat etmiştir. Bu da 100
yaşının üzerinde yaşadığında delalet etmektedir. Uzun verimli ve etkili bir
yaşam sürmüştür. Onun doğumu da yaşantısı da vefatı da Kur-an, sünnet ve
tasavvuf ışığında gelişmiştir. Bununla birlikte onun sayısal ya da cisimsel
yaşamından ziyade asıl vurgulamamız gereken düşünsel hayatıdır. Geriye
bıraktıkları ve öğretileri daima yaşamış, etkili olmuştur.
Onun eserlerinde şeriat kurallarını ikinci dereceye atan,
ilahi aşkın çekiciliğine tutulmuş, gönlü dolup semelenmiş görüntüsü altında az
da olsa şeriata karşı umursamazlık çağrışımı yapan, özellikle İranlı sofilerin
sergilediği rindane, tasavvuftan uzak, zahiri âlimlerinin tepkisini çeken söz,
düşünce ve fiillerinin hiçbirisi görülmez. Hocaları da böyle idi. Onun
şiirlerinde şathiyye türüne yakın şiir yoktur. Onun piştiği ocağın ne kadar
sağlam olduğu anlaşılıyor. Onun piştiği ocağın ne kadar sağlam olduğu
anlaşılıyor. Onun 63 yaşında yeraltına girmesi, Peygamber efendimize karşı
beslediği sevginin sonsuzluğu bütün ölçüleri altüst etmiş en uzak
(maneviyattaki) sınırları bile aşmıştır. Peygambere gösterdiği saygısını
böylesine ortaya koymak ise şu çağa kadar hiç kimseye kısmet olmamıştır
(Rıdvanoğlu, 2016a: 24).
Temür Kağan, Hoca Ahmet Yesevî vefat ettikten bir süre sonra
Hoca’nın mezarını ziyaret etmiş ve külliye yapılması için talimat vermiştir. Bu
külliyeye Cami-i Hazret adı da verilmiştir. Daha sonra külliye çeşitli
eklemelerle büyütülmüş ve ulu bir yapı haline gelmiştir. Günümüzde dahi ziyaret
edilebilen bölgenin manevi bir nişanesi konumundadır.
1990
yılında Kazakistan’a yaptığım gezide ilk durağım Türkistan şehriydi. Ahmet
Yesevî’nin türbesinden çıktığımızda ev sahipliğimi yapan Gümüşcan Hanım
kulağıma eğildi ve dedi ki: “Siz Hazret Sultan’ın mezarına hürmet gösterdiniz;
onun ruhaniyeti de size himmet edecektir.” Doğrusu şaşırdım. Henüz Sovyetler
Birliği yaşıyordu... Marksizm-Leninizm resmi ideolojiydi... İdeolojinin temeli
materyalizmdi... Bu ideolojiye inanmayan bir insanın Sovyet sisteminde
yükselmesi mümkün değildi. Hele bir maneviyat büyüğüne “hürmet ve himmet” kavramlarıyla
yaklaşan bir kişinin Başbakan Yardımcısı olabileceğini düşünmek bile olmazdı.
Ama işte Gümüşcan Hanım Başbakan Yardımcısıydı ve “Ahmet Yesevî’ye hürmet” onda
“himmet” kavramını çağrıştırıyordu (Zeybek, 2015: 11-12).
Demek ki politikalar, yönetimler, idareler ne yönde olursa
olsun kültürel ve manevi kökler tıpkı yaranın vücutta bıraktığı iz gibi kalıcı
oluyor. İlk aynaya bakışta ya da aks edişte hatırlanıyor. Yesevî’nin gönüllerde
bıraktığı izde nesilden nesile yürekten yüreğe süregelmiş ve en ufak bir
kıvılcımla yeniden hatırlanıp harlanmıştır. Zaten hiç unutulmayan bu öz ruh ve
benlik tozlu bir yeri temizlercesine altındaki cevheri hoş bir meltemde dahi
ortaya çıkarmaya yetmiştir.
Sonradan öğrendiklerimi o anda bilseydim, şaşırmazdım.
Kazakistan’ın uzun yıllar Komünist Parti liderliğini yapan ve ülkeyi yöneten
Kuneyefin Ahmet Yesevî’nin türbesinin yakınından her geçişinde içeri yalnız
girerek “hürmet” görevini yaptığını birçok kişiden işittim. Ne oluyordu?
Sovyetler Birliği döneminde neler olmuştu? Olan şuydu: “Resmi görüşe uyarak
ateist görünen birçok kişi Ahmet Yesevî’nin ruhaniyetine olan bağlılıkları ve
bu yolla kimliklerini korumuşlardı” (Zeybek, 2015: 12).
Rejim Ahmet Yesevî’yi karalıyordu. İtibarını ve etkisini
ortadan kaldırmağa çalışıyordu ama başaramıyordu. Sözgelimi Özbekistan’da ve
Ulu Türkistan’ın birçok yerinde kadınlar haftada bir gün evinde toplanıyor ve
“Divân-ı Hikmet”ten kıtalar okuyorlardı. Okullarda dinsizlik dersleri veriliyor
ama evlerde Ahmet Yesevî’li dualar ediliyordu (Zeybek, 2015: 12).
Yeri geldiği vakit öyle ruhlar vardır ki kalbi ölü canlılara
bedenleri sesleri nefesleri olmasa da üstün gelir. Hakk’ın izniyle halka etki
eder. Yesevî’nin etkisi de böyle bir etkidir.
Genel olarak baskılanan, kapatılan, zor kullanılarak unutturulmaya
çalışılan inanç, görüş ya da düşünceler, saklandıkları yerlerde tıpkı tırtılın
kozaya girerek içeride yeni ve daha güçlü, gösterişli bir hayata hazırlanması,
kelebek olarak sürünmekten uçmaya başlaması misali gibidir. Bu kutsal
değerlerde aklen, manen ve zihnen yükselerek kanatlanır, bunun önünde engel
olan kabuğu da yırtıp bertaraf eder.
1993 yılında Ahmet Yesevî yılı dolayısıyla Azerbaycan,
Türkmenistan, Özbekistan, Kazakistan ve Kırgızistan’a gezilerim oldu. Buralarda
toplantılarda konuşmalar yaptım. Her yerde yanıma uzmanlar katıldı.
Türkmenistan’da Ahmet Yesevî Hikmetlerini çevresine topladığı gençlere
ezberletmeyi “hayatının işi” haline getiren insanlar gördüm (Zeybek, 2015: 12).
Fakirlik, zorluklar ya da hayat konforunun düşük olması bir şekilde
aşılsa da inanç veya kültürden kopmak insanlık için çok acı bir durumdur.
Nesillerin devamında bu durum çok önemlidir. Bu nedenle insanlar zor dönemlerde
hep maddi arzuların ve ihtiyaçların önüne manevi değerleri, örnek şahsiyetleri
koymuşlardır.
Tataristan ve Başkurdistan’da
geçmişte de şimdi de Ahmet Yesevî adının ve hatırasının, hikmetlerinin ve
etkilerinin dipdiri olduğunu tespit ettim (Zeybek, 2015: 13).
Bir dönüp bakmak lazım hayata gerçek ölüler kim?
Ziyaretçilerimize, dostlarımıza aranıp sorulmamıza bakmak gerek, ne kadar? Bir
de Eyüp Sultan’a, Aziz Mahmut Hüdayi’ye Emir Sultan’a Mevlana’ya... Asıl ölü
onlar mı biz mi, düşünmek gerek?
Makedonya’da, Kalkandelen’de, Harabati Baba Tekkesinde
toplanan Bektaşilerin “baba”sı olan dost, benim Ahmet Yesevî Üniversitesi’nde
görevli olduğumu öğrendiğinde ilk tepkisi “ Ahmet Yesevî. Pirimizin piri. Hacı
Bektaşi Veli’nin piri.” olmuştu (Zeybek, 2015: 13).
Birçok Müslüman ve özellikle Türkî devletler yıllarca farklı
yönetim, ideolojilerde yönetilseler bile Hoca Ahmet Yesevî az ya da çok bir iz
bırakmıştır. Kalan bu iz bu devletlerin yönetimsel ve ideolojik
bağımsızlıklarını kazandıklarında yeniden ortaya çıkarak kültürel-ahlaki
yapılanmada büyük rol oynadığı veya oynayacağı anlaşılmaktadır.
Ahmet Yesevî’nin adını bilsin bilmesin Dünya Türklüğünün
tamamında ya doğrudan ya da dolaylı olarak ondan bir şeyler vardır. Gönlümüzün
derinliklerinde ve dilimizin inceliklerinde biz Ahmet Yesevî’den çok şey
taşıyoruz (Zeybek, 2015: 13).
Yesevî nam-ı diğer “Pir-i Türkistan” hem gönül hem akıl hem de
icra ilminin en nadide şahsiyetlerinden biri olarak her daim bizi temsil
etmeye, yüreklendirmeye ve yetiştirmeye devam edecektir. Hayatını insana ve
İslam’a adamış olması eserlerinde de bahsi geçen doğumdan ölüme kadar her aşama
da kendini hissettirmiştir. Bu da onu tabir-i caizse yaşayan ölülerin yanında
hali hazırda sonsuz bir yaşantıya ulaştırmıştır. Bu yaşantı bedenen değil ama
aklen, fikren ruhen her daim sürmektedir.
Divân-ı Hikmet en genel mana ile Türklere İslamiyet’i doğru,
duru, anlamlı, anlaşılır, uygulanabilir ve naif bir şekilde aktarmak amacı ile
yazılmıştır. Bununla birlikte yayılan dinin kaidelerini yollarını emir ve
yasaklarını da anlatır. Peygamberimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hayatını,
mucizelerini ve yüksek şahsiyeti ile İslam dininin mükemmel yapısını
Peygamberimizin en yüce örnek oluşunu kendisi de izinde yaşayarak eserinde
sunar. Yine dini ve ahlaki öğütlerle birlikte tasavvuf anlayışını, Vahdet-i
Vücut kavramını, dervişliği ve mahiyetini açıklar. Dünya’nın gelip geçiciliğini
buradaki yolculuğumuzun nasıl olması gerektiğini, bunun sonucunda ahiret
hayatını, cennet ve cehennem ile sonsuz hayatın ne şekilde olacağı hakkında
ibretlik manzaralar aktarır. Kısaca Divân-ı Hikmet bize güzel insan, samimi
Müslüman ve bilgili bir Türk olmanın yolunu gösterir.
Divân-ı Hikmet hem hece hem aruz ölçüsü kullanılarak
yazılmıştır. 4+4+4 ve 4+3’lü hece ölçüleri kullanılmıştır. Allah (celle
celalühü) aşkı ve Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sevgisi işlenmiştir.
Yeni Müslüman olan ya da İslamiyet’i öğrenen insanlara rehber olması amacıyla
yazılmıştır. Dörtlük ve beyitlerle yazılmıştır. Türkçe olarak yazılmıştır.
Hikmetler Dini Tasavvufi şiirlerdir. Öğretici bir eserdir. Manzum yapıdadır.
Sade ve anlaşılır olmakla birlikte sanatsal ağırlığı da vardır.
Hoca Ahmet Yesevî’nin Divân-Hikmet adında zamanında yeni
Müslüman olmuş veya olmakta olan Türklerin kolayca anlayabileceği zamanına göre
duru bir Türkçe ile yazılmış şiirleri İslam Peygamberine inanılmaz yüksek bir
sevgi ve saygı ile bağlılığını, İslam şeriatını en olgun anlamda yaşayışını
anlatır. O ilahi sevgi ve tutku ile çılgına dönüp gönlü esridikçe İslam
şeriatına daha sıkı sarılmakta daha da derinleşmekte ibadet, tefekkür ve zikrin
tadının doyumsuzluğu ile gönlü uçmaktadır. Bu satırları okuyanlar ileriki safhalarda
Divân-ı Hikmet ile baş başa kaldıklarında bu derunî (gönülden, içten)gelen
ürpertici, uçurucu hazları anlatmanın pek kolay olmadığını göreceklerdir
(Rıdvanoğlu, 2016b: 27).
Yesevî deyim yerindeyse gönül telini Divânı-ı Hikmet’te akıl
eliyle çalarak ruhlara hitap eden bir musiki edasıyla eserini ortaya
çıkarmıştır. Okudukça ve anladıkça zenginleşen, muhatabını çeken bir eserdir.
Ahmet Yesevî XII. yüzyılda öldüğü için, bu eser İslami Türk
edebiyatının Kutadgu Bilig’ten sonra en eski örneğini göstermektedir.
Lisanî ve edebi mahsullerin pek az bulunduğu bir devre ait olan böyle bir
eserin gerek lisan gerek edebiyat tarihi bakımından çok büyük bir kıymeti haiz
olacağı pek tabiidir (Köprülü, 2016:192).
Divân-ı Hikmet bir hazinedir. Dini anlam ve değeri muhakkak ki
çok büyüktür. Bunun yanında edebi estetik ölçüde de mümtaz bir değerdedir.
Birkaç bilim dalına birden kaynaklık ederken, sadeliğiyle de halktan kopmayan
bir yapıdadır.
Eski halk edebiyatının birçok unsurunu alarak İslam ruhunu ve
unsurlarla - yani eski milli şekiller ve eski vezinlerle- ifade edilen ilk eser
olması bakımından da Divân-ı Hikmet’i tasavvufi Türk edebiyatının en
eski ve en mühim abidesi saymak zaruriyetindeyiz. İşte Divân-ı Hikmet bu
bakımdan eskiden beri müsteşriklerin dikkatini çekmiş ve şimdiye kadar
layıkıyla tetkik olunamamakla beraber, hakkında parça-parça bazı araştırmalarda
bulunulmuş, hatta bazı parçaları da neşredilmiş ve batı lisanlarına tercüme
edilmiştir (Köprülü, 2016: 194).
Yapılan çalışmalar her ne kadar fazla gibi görünse de detaylı
ve yoğun manada başvuracağımız birkaç eser dışında maalesef bulunmamaktadır.
Bunda nüshaların farklılığı, çalışmacı ve araştırmacı donanımı, çalışma
alanının zayıflığı veya kalitesi etkili olmuştur.
Elde mevcut nüshalara gelince, bizim bildiğimize göre, bu eser
bir defa İstanbul’da, dört defa Kazan’da, bir defa da taş basması olarak
Taşkent’te basılmıştır; lakin bu muhtelif basımlar, hiçbir veçhile itimada
şayan olmayan yeni yazmalara dayanılarak yapıldığı için, bugün elimizde,
üzerinde itimatla tetkikler yapılabilecek hiçbir doğru eski nüsha bulunmuyor
(Köprülü, 2016: 195).
Ahmet Yesevî ve Hikmetleri hem dönemi
itibariyle önem ve dikkat arz eder; hem de günümüz ihtiyaçları da dâhil olmak
üzere asırlardır manevi bir reçete, bir başucu kitabıdır. Bu eseri hazırlayan
ruh, bu milleti de yüce bir millet olmaya hazırlamış ve bunu sağlamıştır.
Ayrıca İslamiyet’i şanına yakışır şekilde insanlığa Kur-an ve sünnet izinde
anlatmış, yaşamış ve yaşatmıştır.
AHMET YESEVÎ’NİN EDEBİ KİŞİLİĞİ
Ahmed Yesevî’ye dayandırılan eserlerin ilki; Yesevî tarîkatı
ile ilgili bugüne kadar yapılmış çalışmaların en önemli kaynağı olan Dîvân-ı
Hikmet’tir (Toprak, 2008).
Divân-ı Hikmet Ahmet Yesevî’nin bir nevi mirası geleceğe
bıraktığı kendi fikir aynasıdır. Bakan kendiyle birlikte okumayı bilirse
hikmetleri de görür.
Dîvân-ı Hikmet Ahmed Yesevî’nin “hikmet’lerini içine alan
mecmuanın adıdır. Dîvân-ı Hikmet nüshalarının muhteva bakımından olduğu kadar
dil bakımından da önemli farklılıklar arz etmesi, bunların farklı şahıslar
tarafından değişik yerlerde meydana getirildiğini açıkça göstermektedir. Bir
kısmı kaybolan veya zamanla değişikliğe uğrayan hikmetler derlenirken araya
aynı ruh ve ifadedeki yeni hikmetler de ilâve edilmiş, böylece gittikçe
aslından uzaklaşılmıştır. Kime ait olursa olsun bütün hikmetlerin temelinde
Ahmed Yesevî’nin inanç ve düşünceleri, tarikatının esasları bulunmaktadır.
Hikmetler Türkler arasında bir düşünce birliğinin teşekkül etmesi bakımından çok
önemlidir (İslam Ansiklopedisi, 1989, Cilt 2: 159161).
Divân-ı Hikmet umumi adı altında bugün elimizde bulunan şiir
mecmuasının [derlemesinin] edebi mahiyetini gereği gibi açıklamak için, onu
gerek mevzu gerek şekil bakımından ince bir tahlille karşı karşıya bırakmak
icap eder. Divân-ı Hikmet’teki parçalar mevzu itibariyle çok basit ve azdır:
dervişlerin ve dervişliğin faziletleri hakkında sayısız methiyeler, sonunda
mutlaka ahlaki-dini neticeler çıkarılmış en ünlü İslam menkıbeleri, Hazreti
Peygamberin hayatına ve mucizelerine ait çeşitli parçalar, hikâyeler dünya
halinden şikayet ve kıyamet günlerinin yakınlaştığını hatırlatmak maksadıyla
yazılmış zahidane şikayetnameler, sonra cennet ve cehennem hallerinden,
zebaniler, huriler ve gılmanlardan cennet bahçelerinden safdilane bir incizab
ile söz eden basit ve iptidai, fakat canlı destanlar... İslamiyet’in Türkler
arasında daha yeni yayılmaya başladığı zamanlarda, bir mutasavvıf tarafından -
henüz eski putperestlik devrinin âdet ve inanışlarından layıkıyla kurtulmaya
muvaffak olamamış- iptidai ve basit zevkli bir halk kitlesi için yazılmış
eserlerin bunlardan başka mevzulara değinemeyeceği pek tabiidir (Köprülü, 2016:
226).
Anlaşılacağı üzere eser döneminin ihtiyaçlarını düşünerek bu
yönde oluşturulmuş ve hazırlanmıştır. Konular daha çok inanç ve doğruları
açıklamaya, tanıtmaya çalışırken dil de dönemin halk kitlesinin seviyesine
uygun şekilde ele alınmıştır. Köprülü’nün de dediği gibi konu ve dil bakımından
farklısını düşünmek biraz boşa kürek çekmek olur ki halka ulaşmayan bir eseri
Yesevî zaten kabullenmez.
Ahmed Yesevî’ye isnâd edilen ikinci eser, Dîvân-ı Hikmet’in
Taşkent ve bazı kazan baskılarında mukaddime olarak yer alan Fakrnâme’dir
(Eraslan, 1977: 45).
“Ahmet Yesevî, hiçbir veçhile İslam ilimlerine ve İran
edebiyatına yabancı bir adam değildi; tahsil ve sülük hayatının büyük bir
kısmını İslam-Acem bilim merkezlerinde geçirmiş olduğu için eski büyük Acem
mutasavvıf-şairlerinin tasavvufi eserlerini pekiyi biliyordu. Lakin İslamiyet’i
samimi fakat henüz sathi bir surette kabul etmiş olmakla beraber, kendi milli
kültürlerini korumaktan kolay-kolay vazgeçmeyen Türklere hitap etmek lazım
gelince, ister istemez onların zevklerine, itiyatlarına uymak ve manasını
anlayacakları basit bir lisan ve ahengine aşina çıkabilecekleri bir vezinle
hitap eylemek zaruriydi. İşte sırf bu gibi kuvvetli tesirlerden dolayı Ahmet
Yesevî, Acem mutasavvıflarının işlenmiş, ahenkli aruz veznini değil, halkın
sevdiği ve halk şairlerinin yüzyıllardan beri kullandığı milli hece veznini
aldı, bütün hikmeflerini o vezinle ve yine halk edebiyatından alınmış
eski milli şekillerle yazdı. Bunda “lisanın henüz aruz vezniyle ünsiyet edecek
[alışkanlık sağlayacak] derecede işlenmemiş olmasının” büyük bir tesiri yoktur;
çünkü aruz vezninin ondan aşağı yukarı altmış yetmiş sene önce Türk
edebiyatında kullanıldığını Kutadgu Bilig bize açıkça gösteriyor.
Bu hadisenin tek sebebi, yukarıda söylediğimiz gibi, şairin doğrudan doğruya
halk kitlesine hitap etmek istemesidir. Bununla beraber, Divân-ı Hikmefin
eski bir nüshası elimizde bulunsaydı, lisanının mümkün mertebe fazla bir
ekseriyetin [çoğunluğun] anlayabilmesi için çok sade yazılmak istenmesine
rağmen, acem veznine bağlı kalınarak yazılmış Kutadgu Bilig’den epeyce daha
fazla Arap ve Acem kelimeleriyle karışık bulunacağı da muhakkak gibiydi”
(Köprülü, 2016: 227-228).
Ahmet Yesevî edebi ve ilmi olarak her ne kadar zirve bir
şahsiyet olsa da onun derdi sanat yapmak veya gösteriş yapmak değil insanlara
ulaşmak Hakkı, hak bildiğini ve davasını uğruna inandığı değerleri anlatmaktır.
Bunu yaparken en ulaşılabilir yol olarak sade bir dil tercih etmesine rağmen
yine de eserinin dilinde Arapça ve Farsça etkisi görülür. Bunun bir nedeni de
yaşanılan toplumda Kur-an’ı Kerim’in öğrenilmesi ve günlük hayatta Arapça
kelimelerin kullanılması ayrıca Fars topluluklarıyla dini, ticari ve sosyal
yakınlıkların olması da olabilir. Yesevî Hikmetleri’nin edebi yapısı da yazılış
amacına ve Yesevî öğretilerine hizmet eder şekilde oluşmuştur. Yani edebi
hususiyet maç değil araçtır. Ancak estetiği düşürülmemiş göze ve kulağa hoş
gelen bir araçtır. Dini temeller üzerine kurulu bir eser olsa da sanatsal
ağırlığı ve güzelliği de geri planda tutulmamıştır.
Ahmet Yesevî ekseri hikmet’lerini Orta Asya’da halk
arasında çok sevilen ve eskiden beri çok kullanılan yedili ve on ikililerle
yazılmıştır. Biraz aynı tonda, garip bir ahengi, aynı zamanda biraz iptidai,
vahşi fakat “asli” bir edayı içine alan bu vezinler, onun elinde hiçbir
fevkaladelik göstermez. O esasen en çok galeyana gerek duyan yerlerde bie çok
sakin ve soğuktur; nasihatlerindeki ağır edası, tahkiyedeki [anlatıdaki] basit
ve yeknesak ifadesi, münâcâtlarındaki vakarlı ve sakin tavrı hemen hiç
değişmez. İç hayatın vecdlerine, galeyanlarına ekseriya kayıtsız kalan,
şeriatın asli esaslarına zahiren de tam bir sadakatle riayet eden bu ağırbaşlı,
donuk Orta Asya Türkü’nün şahsiyeti, Divân-ı Hikmet de derhal göze
çarpar. Hâlbuki yedili ve on ikililerin ağır, aynı tarzdaki âhengine biraz hız
ve heyecan vermek için sanatkâr ve galeyanlı bir ruhu ona hayat nefhetmesi
[üflemesi] icap ederdi (Köprülü, 2016: 228229).
Burada sorulması gereken soru bu kadar soğuk ve öğüt vermeye
odaklanmış bir eser nasıl olurda yıllar geçmesine rağmen güncelliğini ve tercih
edilebilirliğini yitirmez? Aynı zaman da öncü bir eser olup kendinden sonra
gelenlere estetik olarak olmasa da yöntem olarak örnek teşkil eder? Cevabı
hikmetlerin içinde gizlidir.
Seçtiği vezinlerde o devrin zevkine uyarak, şahsi
yeniliklerden tamamıyla çekinen Ahmet Yesevî, kafiye hususunda da Arap ve
Acemlere bağlı olmayarak, milli edebiyat ananesine tamamen sadık kalmış ve
“kafiye” yerine halk edebiyatını taklitle daha çok “yarım kafiyeler” kullandığı
gibi onları da ekseriya fiillerin çekimlerinden vücuda getirmiş eski redif
usulüne çoğunlukla bağlı kalmıştır. (Köprülü, 2016: 229).
Eski kavmi edebiyat ananelerine riayet merakı “nazım şekli”nde
de tamamıyla kendini göstermiştir.
Üç yüz altmış hikmet aytıp dâstân aytı
Dâstân aytı bûstân içra oymak ucun
diyen Ahmet Yesevî, bütün hikmetlerini bu eski ve tamamıyla
kavmi şekil altında düzenlemiştir (Köprülü, 2016: 229).
Dörder mısralık ayrı bentlerden meydana gelen bu destanlarda,
birinci kıtanın son mısrası bazen bütün bentlerde bir nakarat gibi tekrarlanır;
her bendin ilk üç mısrası, daima kendi arasında kafiyeli olmakla beraber,
bentlerdeki son mısraların daima ilk bendin sonucu mısrasıyla aynı kafiyede
olması da lazımdır; birinci bent ekseriyetle diğer bentlerden farklı olup,
birinci mısra üçüncü ile ikinci mısraysa dördüncüyle kafiyeli olur. İşte
görülüyor ki, çok az ve iptidai olan bu nazım şekli, yabancı tesirlerden
tamamen sıyrılmış ve millidir. Her bent sonundaki mısraların
aynen ya da kafiye bakımından tekrarı, onun, sonraları gelişme
devirlerine ait eser gibi tek başına okumak maksadıyla değil, dini
toplantılarda umumi surette inşat olunmak [okunma] için yazıldığını gösterir.
Demek Ahmet Yesevî’nin eseri bu bakımdan da eski halk edebiyatı mahsullerinden
ayrılmıyor (Köprülü, 2016: 229).
Dönemin koşulları Farsça ve Arapçayı ön plana çıkarsa da Ahmet
Yesevî Türkçe ’den vazgeçmemiş içerik şekil ve anlam olarak milli kalmayı
başarmıştır. Milli olmanın yanında dini öğe, inanç ve kültürleri de aynı yerde
eritmiş ve muhteşem bir ürün çıkmasını sağlamıştır. O nedenle bu eser günümüze
kadar rehber bir örnek olarak ulaşmıştır. Dönemini hem aşan hem aydınlatan hem
de kavrayan bir sanatkârdır.
İşte böylesi bir zamanda 12. Yüzyılda Ulu Türkistan’ın Yesi
şehrinde Hoca Ahmet adlı bir ulu Kişi ortaya çıktı... Farsça yaygınlığına karşı
Türkçe bayrağını yükseltti... Kurduğu okulda Türkçe eğitime başladı. Öğrettiği
islamdı. İslam Tasavvufunun yollarıydı. Bilimdi. Dili Türkçeydi. “Türkçe şiir
olur mu? Türkçe bilim olur mu? Türkçe din olur mu?” diyenlere karşılık verdi:
Sevmiyorlar bilginler
Sizin Türkçe dilini
Bilgelerden işitsen
Açar gönül ilini
Ayet hadis anlamı
Türkçe olsa duyarlar
Anlamını bilenler
Başı eğip uyarlar
Miskin zayıf Hoca Ahmet
Yedi atana rahmet
Fars dilini bilirde
Sevip söyler Türkçeyi
Hoca Ahmet 126 yıl yaşadı. Binlerce öğretmen yetiştirdi.
Yetiştirdiği öğretmenleri Türk dünyasının her
bucağına gönderdi. Herkes görevini biliyordu.
İslamı anlatıyorlardı.
Doğru islamı anlatıyorlardı.
İçtenlikli islamı anlatıyorlardı.
Allah aşkını...
İnsan sevgisini.
İnsana hizmet değerini.
Kadına saygıyı.
Emeğin kutsallığını.
Bilimin yüceltici önemini.
Anlatıyorlardı. Yaşıyorlardı.
■ Ve TÜRKÇE
anlatıyorlardı.
Anlatırken Hoca Ahmet ustalarının Hikmet adlı
şiirlerinden örnek veriyorlardı.
Hikmetler Türkçeydi.
Türkçe yayılıyordu.
Türkçe edebi değerini yeniden kazanıyordu.
Ölmek üzere olan Türkçe dirilmeğe başladı.
Öğretmenler başöğretmenleri Hoca Ahmet’in
Hikmetlerine benzeterek şiirler yazdılar.
Türk dünyasında, Farsçacı Selçuklu
aydınlarının dışında, Türkçeci bir aydınlanma başladı. Önce Ulu Türkistan’da
başlayan bu aydınlanma Anadolu’ya sıçradı. Anadolu’ya Hacı Bektaş-ı Veli geldi
(Zeybek, 2015: 67-68-69).
Yesevî’den sonra onun yolunda birçok gönül
eri, dil ustası daha yetişti. Sadece Türkistan’da değil tüm Türkî bölgelerde bu
yol ilerledi. Yunus Emre bu yolda ustalıkla yürüdü. Hacı Bayramı-ı Veli bu
davayı güttü. Nesimi ve niceleri millete rehberlik etti. Hoca Ahmet Yesevî
tıpkı bir deniz feneri gibi hem halka hem kendisi gibi sanatkârlara yön verdi.
On beşinci yüzyıla gelindiğinde Türkistan’ın
büyük şairi Ali Şir Nevai Türkçe ile Farsçayı karşılaştıran “Muhakemetül
Lûgateyn”ini yazacak ve Türkçenin üstünlüğünü ortaya koyacaktır (Zeybek, 2015:
70).
Dönemsel özellikler bir yerde kendi
sanatkârlarını, fikir ve devlet adamlarını da üretmektedir. Değeri olan her şey
onu anlatacak veya yaşatacak bir şahsiyeti her zaman bulmaktadır.
“Ahmet Yesevî’nin Türkçe ve Türklük üstündeki
etkisi sanıldığından da büyük olmuştur.” (Zeybek, 2015: 70) Bu etkiyi dil ile
uğraşan hemen herkes bazen bilinçli bazen da çok farkında olmadan hissetmektedir.
Ahmed Yesevî edebî şahsiyetinden ziyade fikrî
şahsiyetiyle, tarihî hayatından ziyade menkıbevî hayatıyla Orta Asya Türk
dünyasının en büyük ismidir. Onun gibi geniş bir sahada ve asırlarca tesirini
devam ettirebilmiş bir başka şahsiyet gösterebilmek mümkün değildir (İslam
Ansiklopedisi, 1989, Cilt 2: 159-161).
Kılıçla kahramanlık pek çok kişi ve millette
gözükse de ilim ve fikirle destanlaşan şahsiyetler oldukça azdır. Milli
benlikte buna eklenince mükemmel bir insan profili ortaya çıkmaktadır.
İşte Konya’yı kısa bir dönem içine alan ve
kendisini Başbakan ilan eden Karamanoğlu Mehmet Bey’in ülkenin her yerine
görevliler göndererek “bundan böyle dergâhta, sarayda, mecliste ve meydanda
Türkçeden başka dil kullanılmamasıyla” ilgili buyruğu bu etkiden doğan bilinçle
ilgilidir (Zeybek, 2015: 70).
Türkistan’da
kurulan devletlerde devletin bilim ve edebiyat dilinin artık Türkçe olması
Ahmet Yesevî’nin büyük ve doğru seçimi ile olmuştur. (Zeybek, 2015: 71) Sanatkâr ve eseri o kadar önemlidir ki;
yeri geldiğinde halka,
hükümdarlara hatta tüm insanlığa hükmedebilir.
Birçok uygarlık ve milletin belli zamanlarda
lidere veya kitleleri harekete geçirecek düşünce insanlarına ihtiyacı vardır.
Türk milletinde de dönem-dönem baş göstermiştir şükür ki; böyle durumlarda hep
ihtiyaç duyulan özellikte yüce karakterli insanlar imdada yetişmiştir. Yesevî
de tam böyle bir şahsiyettir. Aynı zamanda sadece çağı değil, sıkıntıya düşülen
birçok dönemde eserleriyle ve fikriyatıyla yardımları olmuştur.
“Evet, Yahya Kemal doğru söyledi: Ahmet Yesevî bizim milletimizin
yeniden kurucusudur.” (Zeybek, 2015: 71) Bir nevi manevi lider, ordusuz ve
silahsız önder denilebilir Yesevî için.
Ahmet Yesevî Halkla birlikte devletlerin de
millileşmesine etki etmiştir. Osmanlı da Ahmet Yesevî yolunda ilerlemiş
Edebiyat ve bilim dilini Türkçe yapmıştır. Devletin tasavvuf ve inanç izleri de
Yesevî öğretilerinden ilham almıştır. Yesevî’nin edebi yönü iki kanatlı kuş
misali milli, kültürel ve manevi öğelerle donatılması yanında; sanatsal,
estetik ve duygusal unsurları da barındırmıştır.
/ /•
AHMET YESEVÎ’NİN DÜŞÜNCE YAPISI
Her devrin genel geçer bir düşünce sistemi
vardır. Bu sistemler döneminin insanlarını etkiler ve yönlendirir. Bazıları bu
yönde kaybolur gider. Bazıları da bu yolu hem güzelleştirir hem de buna
alternatif rahatlatıcı yollar açar. İşte Hoca Ahmet Yesevî de ikinci yollar
açan önemli bilge kişilerdendir. Duyguları, yaşayışı, zikri ne ise fikri de
odur. Bunu hiçbir şekilde gizlemez ve doğru bildiği, hak gördüğü, fayda
getireceğini düşündüğü için de yayar. Yesevîlik bu sistemin somutlaşmış ve
başarıya ulaşmış halidir.
Ahmet Yesevî, Vahdet-i Vücut anlayışının
yaşayarak uygulayıcısı ve öğreticisidir. Bu anlayış ve düşünce Anadolu’yu ve
bir milleti inşa etmiştir. Ahmet Yesevî, Türk kültürü ve İslam inancı arasında
bir köprü görevi görmüş ve bu iki kavramı kendi içinde eriterek
kaynaştırmıştır.
Yesevî düşünce sistemi şer’i hükümler izinde
ilerler. Ahlaki olanın dışında bir düşünce onun dünyasında yer alamaz. Doğum ve
hayat onun için bir imtihandır. Sonunda sevgiliye ulaşılacak bir aşk
yolcuğudur. Bu yüzden sevgiliye mahcup olmamak için önceden bunun hazırlığını
yapmak hatta ölmeden ölmek gerekir. İşte Yesevî yolu bu kaideler üzerine
kuruludur.
Yesevîlik hiçbir zaman ince ve derin bir
“Panteizm” neşr ve telkinine çalışmamış olduğu gibi, onda, çeşitli kaynaklardan
gelen çeşitli kaynaklardan çeşitli akidelerin kaynaşmasından hâsıl olan bir
takım fikir ve telakkilere de rastlanamaz. Kurucusunun şahsiyetinden başka,
geliştiği sahanın manevi ve fikrî tarihi de böyle fikri tarihi de böyle bir
şeye hiç elverişli değildi. Eski bir din ve onun doğurduğu yüksek bir felsefe
ile asırlarca alışkanlık hâsıl edip uzun müddet çeşitli medeniyetlerin med ve
cezri altında kalarak onların manevi rüsûbiyle [tortusuyla]yakından alakadar
olan çevreler için mümkün, hatta tabii olan bu hal, Ahmed Yesevî’nin yetiştiği
asırdaki Türk çevresi için hemen hemen tamamıyla imkânsızdır (Köprülü, 2016:
187).
Türkler o zamana kadar Hint, Çin, İran hatta
bir dereceye kadar Hıristiyan fikir ve akidesiyle temas etmiş olmakla beraber,
onları kendilerine hiçbir suretle mal etmemişlerdi. Kendilerine has olan eski
iptidai dinin basit telakkileri Türkleri tatmine yetmiyordu. Bu yüzden yeniden
yeniye alışmaya başladıkları İslam esas akidelerinin dışına çıkıp o kadrodan
taşmak için hiçbir ihtiyaç duymuyorlardı.
Ahmed Yesevî’nin irşat sesinin ilk aksettiği
yer olan Seyhun sahasında, eskiden birtakım Budist manastırlarının bulunması
Yesevîlik üzerine ufak bir Hint tesiri bulunmasını bile intaç etmemiştir
[doğurmamıştır] ve edemezdi. Yalnız esas telakkilerinde değil, fakat halk
arasında yayılmış bir takım Yesevî menkıbelerinde eski iptidai dinin bazı
izlerine rastlanıyor ki bu da beşeriyetin dini gelişme tarihinde umumiyetle
rast gelinen tabii bir hadisedir (Köprülü, 2016: 187-188).
Yesevî aynı zamanda bir eğitimcidir. Eğitimini
de “Oku” emri ile başlayan Kur-an’ı Kerim’e ve bunun uygulayıcısı ve öğreticisi
olan Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e dayanıp kaynaklandırarak yapar.
Düşünce sisteminin kabul görmesi, yıkılmaz olması ve yayılmasında da esas unsur
kaynağının ve beslendiği değerlerin sağlamlığının büyük bir etkisi olduğu
şüphesizdir. Yesevî, insanı kâmiliyet vasfı ve dini hoşgörüyle yoğurarak
benzersiz bir düşünce yapısı oluşturmuştur. Ufuk açıcı ve yol gösterici bu yapı
devirler boyu etkinliğini sürdürmüş ve sürdürmeye devam etmektedir.
Yesevî’nin konuştuğu dil
anlaşılır, söylediği söz dinlenir, anlattığı fikir kabul görür niteliktedir.
Hem beslendiği kaynakları hem de bunları fikri, sanatı ve sunuşuyla tam bir
ahenk içindedir. O’nu asıl kıymetli ve tercih edilir yapansa; yaşadığı gibi
düşünmesi veya düşündüğü gibi yaşamasıdır. Bu samimiyetinin, içtenliğinin ve
dürüstlüğünün de bir göstergesidir. Etkisini ve ağırlığını hissettiren de zaten
bu halidir. Sade, akl-ı selim, istikamet üzere, dertli, zikri- fikri bir ve
arzulu oluşu O’nu zirvelerden biri yapmıştır.
YUNUS EMRE
YUNUS
EMRE’NİN HAYATI VE ESERLERİ
Yunus Emre tasavvufi şiir icrası ve tasavvuf yaşantısının en
önemli temsilcilerindendir. Hayatı hakkında çok çeşitli rivayetler
bulunmaktadır. Sevilmesi ve taklit edilmesi hasebiyle birçok hayat hikâyesi,
doğum tarihi, farklı eserleri menkıbelerle de birleştirilerek günümüze
ulaşmıştır. Yunus Emre’nin 13. yüzyıl sonları ve 14. yüzyıl başlarında Moğol
istilasının kendini gösterdiği, Selçuklu Devletinin ise yıkıldığı dönemde
yaşadığı varsayılıyor.
Yunus Emre’nin gerçek hayatı ve şahsiyeti hakkında pek az şey
bilinmektedir. Tarihi belgelerin yetersiz oluşundan dolayı şairin doğum tarihi
ve yeri, tarikatı, yaşadığı çevre, şiirleri vefat tarihi ve mezarı, konusunda
muhtelif fikirler ortaya atılmıştır. Bu cümleden olarak “Marifetname” müellifi
İbrahim Hakkı 1779’da Erzurum’a bağlı Tuzcu köyünde Yûnus ve Tapduk Emreler’e
atf olunan mezar üzerine H. 797/M 1394-5 tarihini taşıyan bir kitabe diktirerek
zımnen şairin yıldırım Beyazıd devrine eriştiğini bildiren kaynaklara
inandığını göstermiştir. Hammer ise Yûnus’u Kanuni Sultan Süleyman’la muasır
şairler arasında zikretmiş; Flügel de onun X yüzyıl şairlerinden biri olduğunu
mütalaa etmiştir. Gibb’e göre Yunus Rishaletü’n Nushiyye’nin sonunda bulunan;
Söze tarih yidi yüz yidiydi
Yûnus cânı bu yolda fîdiydi
beytinde belirtilen tarih sebebiyle H. VII. asrın son ve VIII.
asrın ilk senelerinde yaşamıştır (Tatcı, 2014: 28).
Bununla birlikte Tatcı’nın da belirttiği gibi Yunus Emre ile
ilgili tarihi ve şahsi bilgilerin çoğu tahminle, menkıbeler, görüşler üzerine
çıkamamaktadır. Belki de onun şairliği ve eserlerinin etkisi o kadar ön plana
çıkmıştır ki hayatı ve şahsı eserleri içinde erimiş onlara olan dikkat tarihsel
bilgilerin göz ardı edilmesine neden olmuştur.
Yunus Emre XIII. yüzyılın son yarısında Sivrihisar civarında
yahut Bolu mülhakatından Sakarya suyu civarındaki karyelerden [köylerden]
birinde yetişmiş bir Türkmen köylüsüydü. Divân’ındaki eserlerden anlaşıldığına
göre uzun müddet Hak yoluna erişmeye çalışmış, fakat bu emeline ancak Tapduk
Emre’ye mürid olduktan sonra muvaffak olabilmiştir (Köprülü, 2016: 370).
Genel olarak üzerinde çokça uzlaşıya varılan bilgi, Yunus
Emre’nin 1238-1240 yılları arasında Eskişehir’in Sivrihisar İlçesine bağlı
Sarıköy’de doğduğu düşünülmekte ayrıca Sivrihisarlı, Karamanlı, Bolulu da
olabileceği dile getirilmektedir. Doğumunda olduğu gibi vefatında da tam bir
birlik yoktur bunun nedeni hem eldeki bilgilerin yetersizliği hem de Yunus
Emre’nin halk tarafından çok fazla sevilerek benimsenmesidir. Karaman, Sarıköy,
Bursa, Bolu, Erzurum, Kula gibi birçok şehirde ona atfedilen türbeler
bulunmaktadır. 82 yaşında vefat ettiğine dair rivayetler vardır.
Yunus Emre’nin hepimizce malum olan menkıbesinde; köyünde
çiftçilik yaptığı esnada kıtlıktan dolayı erzak almak için Bektaşi dergâhına
gitmiş ve burada himmet verilmesini kabul etmeyerek buğday da ısrar etmiştir.
Dönerken aklı başına gelerek himmet almak için Bektaşi dergâhına tekrar varmış.
Himmet istemiş ancak Hacı Bektaşi Veli artık onun nasibinin Tapduk Emre
Dergâhı’nda olduğunu söylemesi üzerine, Yunus’un Tapduk Dergâhına gittiği ve
burada hizmet etmeye başlayarak “Yunus Emre” olarak anılmaya başladığı nice
şiirler okuyup tarikat terbiyesine erişerek yanıp piştiği rivayet edilmektedir.
Ancak Yunus Emre’nin Tapduk Dergâhı’nda bulunduğu ve hizmet ettiği anlaşılmakla
birlikte Bektaşi dergâhında bulunduğu, Hacı Bektaşi Veli ile görüştüğü ya da
Bektaşilik ile ilgili alakasının olduğuna dair hiçbir belge veya eser yoktur.
Kendi eserlerinde defahâtle Tapduk dergâhından bahsetmesine Tapduk Emre’ye dua etmesine
hatta kendisine Tapduk Yunus diye hitap edilmesine rağmen; Bektaşiliği ya da Hacı
Bektaşi Veli’yi hiçbir eserinde anmaz. Yunus Bektaşi ekolüne bağlı gibi
gösterilmeyi çalışılsa da Bektaşi değildir. Aksine Sünni temayüllere bağlı bir sofidir. Kadiri
veya Mevlevi olabileceği düşünülmektedir. Bu şekilde yakıştırmaların
nedeni Yunus’un çok sevilmesinden dolayı benimsenmek, tarafları da onun hoşgörü
ve sempatisiyle yanına çekmek arzusudur. Bunun yanında Mevlana Celâlettin
Hazretleri ile küçük yaşlarda görüştüğüne dair rivayetler de vardır. Ayrıca
şiirlerinde farz, sünnet, namaz gibi konulara da Ahmet Yesevî Divânı’ndaki
kadar radikal olmasa da hoş ama kesin bir dille değinmiştir.
Yunus Emre’nin tahsil hayatına bakacak olursak yine zamanı ve
hayatında olduğu gibi farklı görüşler öne çıkmaktadır. Bir kısım araştırmacılar
onu ümmi kabul ederken bazıları ise onun eserlerinden de yola çıkarak iyi
tahsil görmüş biri olduğunu ifade ederler. Yunus’un eserlerine baktığımızda
ikinci görüşün daha ağır bastığını söyleyebiliriz. Yunus eserlerinde ümmilere
vurgu yapsa da şiir söyleyiş tarzı Hz. Mevlana’dan aşağı değildir. Tabi tam da
burada şu görüş ortaya çıkıyor; Yunus Emre bu söylediklerini Allah’ın ona
lütfu-ilhamı olduğu. Bu aslında halk nazarında da yakıştırılan bir mevkidir ki
Yunus’un şiirlerini tam bir cezbe halinde söylediğini düşünenler de vardır.
Velhasıl Yunus’un da dediği gibi;
İLİM
KENDİN BİLMEKDİR
İlim ilim bilmekdür, ilim
kendün bilmekdür,
Sen kendüni bilmezsin, yâ nice okımakdur.
Okımakdan ma’nâ ne? Kişi
Hakk’ı bilmekdür.
Çün okıdun bilmez isen, abes yireyilmekdür.
Okıdum bildüm dime, çok
tâat kıldum dime,
Eri Hak bilmez isen, abes yireyilmekdür.
Dört kitabun ma’nası,
bellidür bir elifde,
Sen elifi bilmezsin, bu nice okımakdur.
Yigirmi dokuz hece,
okısan ucdan uca
Sen elif dirsin hoca, ma’nası ne dimekdür.
Yûnus Emre dir hoca,
gerekse var bin hacca,
Hepisinden yüce, bir gönüle girmekdür
(Rıdvanoğlu, 2016a: 116).
Bilgi;
gerçeği bilmek ve gerçeğe ulaşmaktır. Gerçek ise kişinin önce kendisini
bilmesinden başlar. Kişi kendisini bilmedikten sonra okuduklarının hepsi boşa
gitmiştir.
İnsanların
okumaktan istedikleri; Yaratan Hakk’a ulaşan yolu öğrenmek olmalıdır. Okuyup da
Hakk’ı bilmeyenlerin çabaları faydasızdır ve boş bir kuru ekmektir.
“Ben
çok okudum. Her şeyi biliyorum Allah’a (celle celalühü) fazlası ile ibadet
ediyor kulluk vazifemi de fazlası ile yapıyorum” diyenler Allah’ın (celle
celalühü) veli kullarının doğru yolda olduklarını öğrenememiş ve o yola girmeye
çalışmıyorlarsa boş yere zahmet çekmişlerdir.
Dört
büyük semâvi kitabın mânâsı ilim ehli için bir tek elif harfinde gizlenmiştir.
Sen dört kitabı okuyorsun ama elifin mânâsını bilmiyorsan, bu nasıl okumaktır.
Yirmi
dokuz hecenin hepsini de bir uçtan bir uca eliften başlayıp okuyorsun. Elif
diyorsun amma mânâsını söylemiyorsun. Okuttuklarına elifin mânâsını niye
öğretmiyorsun?
Yûnus
Emre der ki; Ey Hoca! Bin defa hacca gitmen lâzım gelse bunların hepsinden
iyisi-Allah’ın (celle celalühü) makamı olan-bir gönüle girmektir (Rıdvanoğlu,
2016b:116-117).
Tahsilde, ilimde, medresede Hakk’a kul olmaya,
kendini bilmeye ve gönle girmeye götürmedikçe boş bir uğraştır. Yunus bir değil
milyonlarca gönle girerek, Hak aşığı olarak geçen bir ömürle; kendini,
insanlığı, kâinatı tanıyan bir anlayış ve hoşgörüyle tahsilini tamam etmiş,
insanlığa da ders vermiştir.
Menkıbeye göre; “Yunus kırk yıl Tapduk
şeyhinin dergâhında odun çekti sırtı elleri yara oldu ama kimseye demedi her
getirdiği odun parçası dümdüzdü. Şeyhinin bu dağda hiç eğri odun yok mudur
sorusuna; Şeyhimin dergâhına odunun bile eğrisi yakışmaz diye cevap verdi. Bir
ara Yunus hiç merhale kat edemediğini düşünüp dergâhtan ayrılarak kendini
dağlara vurdu. Gezerken yolda yedi kişiye rastladı bunlarla bir müddet kalmak
istedi karınları acıktığında her bir kişi dua ederek gelen sofrayla karınlarını
doyurdular. Sıra Yunus’a gelince mahcup olmamak için bu yedi kişi kim adına dua
edip yemek istedilerse ben de o zatın hürmetine istiyorum Rabbim diye dua etti.
Yunus’un duası üzerine iki güzel tepsi geldi. Yanındakiler bu duruma şaşırarak
sen kim için dua ettin diye sordular Yunus önce siz söyleyin diye ısrar edince;
o erenler Tapduk Dergâh’ında Yunus diye bir derviş varmış biz onun hürmetine
dua ederiz dediler. Yunus Emre bunu duyunca hatasını anladı ve hemen hızla
dergâha dönerek eşiğe yüz sürdü. Denilir ki o yedi kişi yedilerdir ve şeyhin
işareti ile Yunus’un yolunu kesip döndürmüşlerdir. Bu durum neticesinde Tapduk
Emre “söyle Yunus’um söyle” buyurdu bu nefesin bereketi ile Yunus nice şiirler
güzel sözler söyledi. Şeyhinin işareti ile yola revan oldu irşada başladı ve
şeyhinin asasını bulduğu yerde kalıp vefat edene kadar irşada şiire devam
etti.” Yunus şeyhinden el aldıktan sonra odun kesmeye devam etmek istedi fakat
ağaçlar dile geldi hayvanat ona yoldaş oldu o da söyledi, coştu-coşturdu.
Yunus Emre sıradan bir şair gibi sadece eser ve fikir
sunmamış, basit bir düşünür gibi sadece fikir üretmemiştir. Aynı zamanda irşat
etmiş, yaşamış ve bu yaşayışını gezerek aktarmıştır. Birçok gönle bu şekilde
insanların ayaklarına kadar giderek girmiştir. Şiirlerini tabiatla, hayvanatla,
insanlarla birlikte iç içe, yoğurarak söylemiştir. Bu da onun şiirine hayatın
doğal akışında tıpkı güneşin doğması, çiçeğin açması, yağmurun yağması gibi bir
rol vermiştir. Yunusun şiirleri çiçek, gece, su, ölüm, doğum, çalışmak, aşk,
iman, dua vb. olmuştur. Yani hayat olmuştur. İnsanlık için Yunus Emre bu yüzden
benimsenmiş, bu yüzden yüzyıllardır unutulmamıştır.
Tıpkı Ahmet Yesevî de olduğu gibi Yunus Emre’de de çağını aşan
tüm insanlığa mâl olmuş maddeden manaya, insandan Mevla’ya, cesetten ruha,
satırdan sadra, sondan sonsuzluğa uzanan bir yaşam vardır. Bu nedenle kronolojik
bilgilerden çok eserler ön plana çıkmıştır. Eserlere dahi başka şairler
tarafından ekleme- çıkarmalar yapılmıştır. Aynı isimle şiirler verilmeye
çalışılmıştır. Bu da onun hakkında birçok farklı hayat hikâyesine, görüş ve
yargıya varılmasına neden olmuştur.
Yunus Emre bize hayatıyla ailesi ve rızkı için çabalayan
çalışkan bir Anadolu insanının kat ettiği merhalelerden sonra nasıl önce gözü
yaşlı bir derviş sonra ince ve naif ama yüce bir sanatkâr en sonunda da büyük
bir dava-yol, felsefe ve kanaat önderi üstat olunduğunu gösterir. Bu süreçte
Yunus’un çabası yanında yol arkadaşları ve önderleri de önemlidir. Mevlâna,
Ahmet Yesevî, Tapduk Emre, İbn-ûl Arabî ve en önemlisi içindeki Peygamber
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) aşkı o sıradan köy insanını yanık bir Hak aşığı
Halk ozanı yapmıştır.
Yunus Emre’nin varsın yaşadığı yer, yaşı, mezarı araştırıla
dursun ondan bize kalan bu büyük miras sonsuza kadar bizi aydınlatmaya,
ruhumuzu serinletmeye, aklımıza yön vermeye devam edecektir. Bu kadar büyük
maddi ve manevi hazine bırakan bu şahsiyetin asıl uğraşılması gereken yönü onun
fikriyatıdır. Bu fikriyatın nasıl içselleştirilip aktarılacağının
düşünülmesidir. Bu şahsiyete yaklaşabilen veya onuna yarışabilen nesiller
ortaya çıkarabilme derdine düşmektir.
Yunus Emre birçok devirde aslında İslam dünyasına baktığımızda
eşine çokça rastladığımız bir görevi de üstlenmişti. O Anadolu’yu topla tüfekle
değil iman ile inançları, alçak gönülleri ile hoşgörü ve İslam’ın üzerlerinde
tesir eden nuru ile inşa eden, ihya eden, adeta mimarı olan yüce şahsiyetlerden
biridir. Bu şahsiyetler özellikle en zor zamanlarda ortaya çıkarak hem dini hem
milli birliği beraberliği hatırlatmış hem de insanlara umut ve önder
olmuşlardır. Yukarıda isimlerini sıkça zikrettiğimiz Ahmet Yesevî, Mevlana,
İbn-ûl Arabî, Hacı Bayram-ı Veli, Aziz Mahmut Hüdai, Akşemseddin, Emir Sultan
bunlardan sadece küçük bir kısmıdır. Bu hayatlar kültürümüz ve tarihimizin bizi
diri tutan mihenk taşlarıdır.
Yunus Emre her ne kadar birçok yer gezmiş, birçok gönüle konmuş
ve dokunmuşsa da yine Ahmet Yesevî’nin izindedir. Görüş ve duygulardaki bu
birliktelik söyleyişteki coşkunlukta farklılaşabilir. Bu Hak aşığı büyük ozan
İslam- ilim-kültür halkasının önemli bir parçası ve taşıyıcısı olarak kendine
aktarılanı tamamıyla alarak üzerine konulması güç güzellikler eklemiş ve bir
sonraki taşıyıcıya zengin bir miras olarak devretmiştir. Onun bu mirası ister
şiir ister sofilik yolu, ister felsefe sevin bir yerinizden sizi yakalayarak
içine çeker. Bu zenginlik hem maddi hem manevi kültürümüzü aydınlatarak
ruhumuza serin, latif dokunuşlar yapmaya her daim devam etmektedir. Önemli olan
bu yolda adım atabilme salahiyetini göstererek ufka bakabilmektir.
Yunus Emre içi dışı bir riya ve gösteriş bilmeyen saf bir
şahsiyettir. Çağının manevi hastalık ve sıkıntılarını taşımak bir yana onlara
karşı adeta bir panzehiridir. Saflığı hoşgörü ve alçakgönüllülüğü, olanı
kendinden değil Hak’tan görmesi onu daha da yüceltir ve sevdirir. İnsanlığın en
büyük sorunu olan benlik sevdası ve gururu geçmiş her durumda Hakk’a yönelmiş
ona meyletmiş ondan bilmiştir. Zira şu beyiti ondaki asıl niyetin ne olduğunu,
neyi aradığını ve neden bu kadar yükseldiğini bize anlatır. “Cennet dedikleri
birkaç köşk ve huriden ibaret sen onları isteyene ver benim maksudum sensin
seni isterim” diyebilmektedir. Yunus o kadar kendinden emin ve büyük bir aşkla,
inançla Rabbine bağlıdır ki ondan başka dünya hayatının sonucu ödülü olan
cennetten bile onun için vazgeçebilir. Ne kadar güzellik, rahatlık, lezzet
olursa olsun onu sevdiğinin yanında bir hiç olarak görmekte aslında aradakileri
kaldırıp hepsinin kaynağına yönelmekte, teslim olmakta sadece onu istemektedir.
İşte başta da belirttiğimiz şiirlerini cezbe halinde söylemesi de bu beyitte
rahatça görülmektedir. Bu mısraları onun bazı şahsiyetler tarafından
anlaşılmamasına hatta reddedilmesine bile neden olmuştur. Ancak bu onların
hiçbirine takılmaz ve aşkını, ateşini aşkı verene karşı yaşamaya okumaya devam
eder bunun sonucunda da;
İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en
güzel olan davranışla sav; o zaman bir de göreceksin ki seninle aranızda
düşmanlık bulunan kimse sıcak bir dost oluvermiş (Kur-an’ı Kerim, Fussilet
Suresi: Ayet 34)!
Yunus’un ikinci ve en önemli eseri Divânı’dır.
Şu beyitler onun ilâhilerinin daha hayattayken yaygın bir şekilde okunup
tanındığını gösterir:
Yûnus miskin anı görmüş eline hem dîvân almış
Âlimler okuyamamış bu ma’nîden duyan gelsin
Yûnus olduysa adım pes ne aceb
Okuyanlar defter ü dîvânımı
Yûnus Emrem sebakı senden
okur
Elinde defteri dîvânı sensin
(Bu beyte göre eldeki dîvân esasen gönüldeki
sultandır. Yûnus ilahilerini irticâlen nutk etmiştir, yoksa elde bir kitap
falan yoktur! ) (Tatcı, 2014: 176)
Görüldüğü üzere Yunus beyhude ve sadece kendi
yolunda giden alelade bir derviş değil çağında dahi fayda vermeyi düşünen bir
âlimdir. O’nun çabası kuru bir dervişlikle sınırlı değildir. Kendi kurtuluşuna
inandığı anlayışı tüm insanlığa anından itibaren yol alarak, yokluktan
sonsuzluğa taşımak arzusunda bir yüce şahsiyettir. Tıpkı diğer yolumuzu
aydınlatan gönül atalarımız gibi.
Geçmiş bütün zamanların en büyük şair ve
mutasavvıflarından birisi de Yunus Emre’dir. Hatta ona gelecek zamanların da en
büyüklerindendir dense yeridir. Hayatı hakkındaki bilgiler şöhreti kadar kesin
değildir. O kelimenin tam anlamıyla bir efsanedir.
“Ölümden ne
korkarsın
Korkma Ebedi varsın.” (Tatcı, 2014: 270)
Mısralarının adeta bütün derinliği ve
büyüklüğü, hem tasavvufi, hem felsefi ve hem de realitesiyle bizzat kendisiyle
tam ifadesini bulur ve o hem manen, hem maddeten “ebedi var olma” mertebesine
yükselir. O ısrarla söylendiği gibi, bir Türkmen kocasıdır ve milletimizin ruh
hamurunun mayasıdır. Eseri, yanmaz ve yıkılmaz, milletin öz benliğini tamamıyla
sarıp sarmalayan, herkese açık, saf ve anlaşılır, zamana karşı sonsuzluk
özelliği kazanan karakteriyle, evrensel bir çağrı ve sesleniştir (Kanar, 1992:
7-8).
Yukarıda da belirtildiği üzere Yunus Emre
evrensel bir çağrı ve sesleniş, milletin öz mayasıdır. Yunus’un şahsiyeti aynı
zamanda eserine de sirayet ettiğinden Divân’ı da bir mesaj, bir sesleniş, bir
âşıkça bir söyleyiştir. Öyle bir söyleyiştir ki etkisi hem çağlar hem mesafeler
aşmıştır. Bu Divân’ın söyleyişi dil ile kulağa değil, ruh ile gönülleredir.
Okuması da satırlardan değil sadırlardandır. F. Kadri Timurtaş‘ın söylediği
gibi; “Yunus Emre milletin kalbinde yatmaktadır”. Divânı da bu kabrin mezar
taşı, toprağı, üzerinde çıkan tohumudur.
Elimizde, Yunus’un yaşamış olduğu devirde
yazılmış bir Yunus Emre Divân’ı yoktur. Bilinen en eski nüshalar olarak; Fatih
nüshası, Raif Yelkenci nüshası, vs. sayılabilir (Kanar, 1992: 13).
Mustafa Tatcı’nın Dîvân-ı İlâhiyât adlı
eserinde bazı nüsha tasvîfleri şu şekilde sıralanmıştır:
Süleymaniye Kütüphanesi
Karaman Nüshası
Yahya Efendi Nüshası
Raif Yelkenci Nüshası
Nuruosmaniye Kütüphanesi
Bursa Il Halk Kütüphanesi
Hâcı Bektaş Kütüphanesi
Avusturya (Viyana) Nüshası
Çorum İl Halk Kütüphanesi
Mustafa Canpolat Nüshası
Ritter Nüshası
Türk Tarih Kurumu Ktp. Nüshası
Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Ktp. Nüshası
Sarayova enstitü Ktp. Nüshası
Mısır (Kahire) Kitap Nüshası
Yapı Kredi Bankası Ktp. Nüshası
Murâd Molla Kütüphanesi Ktp. Nüshası
Haşim Paşa Ktp. Nüshası
Millet Ktp. Nüshası
İÜ. Ktp. Nüshası
Süleymaniye Ktp. Nüshası
Galata Mevlevihanesi Ktp. Nüshası
Konya İzzet Koyunoğlu Ktp. Nüshası
Millî Ktp. Nüshası
*
Atatürk Kitaplığı, Osman
Ergin Nüshaları
Bu kadar farklı yer ve sayıda nüshanın oluşu
bile Yunus Emre’nin etkisin tek başına anlatmaya yetmektedir. Bununla birlikte
bu nüshalara birçok farklı şairinde eklendiğini görmekteyiz. Günümüzde dahi net
ve tam manasıyla birebir sadece Yunus Emre şiirleri içeren bir Divân olduğunu
söylemek zordur. Yunus’un yaşarken bir Divân oluşturmayışı ile birlikte, belki
O’nun anlayışını ortaya koyması bakımından bu durum bile kendisini hiçbir zaman
ortaya çıkarmamış, benlik kavramını hiç tatmamış bir şahsiyetin isteği
olabilir.
Günümüz harfleriyle yayınlanan ilk Yunus Emre
Divân’ı İstanbul’da 1933’te Burhan Toprak tarafından yapılmış, daha sonra
birçok kez başkaları tarafından yayınlanmıştır (Kanar, 1992: 13).
Daha öncede değindiğimiz üzere Yunus Emre
devrinde ve sonrasında çok fazla sevildiği, benimsendiği için aynı mahlas
kullanılarak çok fazla eser ortaya çıkarılmış. Bunun yanında Yunus’un şöhreti
de kullanılmak istenmiştir. Bu durum da Yunus Emre Divân’ının tam ve asıl
metnine ulaşmamızı oldukça zor kılmaktadır. Yunus Emre fikirleri ve duyguları
ile halka mâl olduğu gibi Divânı da birçok etkiye müdahaleye veya eklemeye
maruz kalmıştır. Ancak yine de Yunus Emre’nin Divânı kopuk, abes veya çelişkili
bir eser değildir. Tam aksine oldukça uyumludur.
Divândaki ilahiler hece ve aruz vezni ile
yazılmıştır. Fakat kullandığı dil, sade Türkçedir. Yunus’un yaşadığı çağda
Anadolu Selçukluları döneminde ilim dili olarak Arapça, edebiyat dili olarak
Farsça kullanılıyordu. Yunus Emre Türkçe yazarak, aynı zamanda Türkçe yazmaya
önderlik etmiştir. Türkçeyi sanatkârane bir şekilde
Detaylı bilgi için bkz, “Tatcı M. (2014). DİVÂN-ı İlâhiyat, İstanbul: h
yayınları, s176-191” kullanması yanında devrinde halk
tarafından bilinen Arapça ve Farsça kelimelere de yer vermiştir (Kanar, 1992:
13).
Yunus Emre şiirlerinde; hür fikirli,
alabildiğine engindir. Vahdet-i Vücut inanışını dile getirir. İlahi aşk ile
coşar, kabına sığmayıp taşar. İçlidir, derindir. Tabiî, saf ve samimidir. O
vecd içinde konuşur. Feryat eder, bağırır, itiraz eder, ağlar. Hiç kimseye özenmez.
Gösteriş ve süsten uzaktır. İfadesi kuvvetli, dili sadedir. Sanat endişesinden,
kibir ve riyadan uzaktır. Mutasavvuf olduğu için Allah’a gönül yolu ile
ulaşmayı ister. İlahî aşkı dile getirir. Akıl bilgisini değil gönül bilgisini
yüceltir (Rıdvanoğlu, 2016b: 20).
Yunus Emre’yi tamamıyla anlayabilmek ve
tanımak için onu bütün yönlerini, eserlerini ve hayatını ele almak-incelemek
gerekmektedir. Bu nedenle divânını incelediğimiz gibi O’nu anlamlandırmak adına
Risâletü’n Nushiyye’sine de genel olarak değineceğiz.
Yunus Emre’nin “Risâletü’n Nushiyye” (öğüt
kitabı) adıyla tanınan bu eseri pek çok yazma divânda başlıksız olarak ve
ilâhilerden önce kaydedilmiştir. Görebildiğimiz en eski nüshalardan sadece
Fatih (F) yazmasında eserin sonundaki “hamdele” içinde eserin serlevhasında
“Risaletü’n Nushiyye” ibaresine rastlanmaktadır (Tatcı, 2014: 551).
Yunus Emre Risâletü’n Nushiyye’de de hoşgörü
dilini, sevgi ve birlik anlayışını ön planda tutarak derin ve etkili
nasihatlere halkın içinden, halka hitaben yer vermiştir.
Risâletü’n Nushiyye, kısa mensur bölüm
dışında, mesnevi şeklinde kaleme alınmış didaktik bir eserdir (Şenyurt: 1995).
Tasavvufi bir nasihat-nâme olan Risâletü’n
Nushiyye, XIII. ve XIV. y.y. Türk mesnevi edebiyatının en güzel
örneklerindendir. 600 beyitten müteşekkildir (Şenyurt: 1995).
Yunus Emre bu eserinde Divânın da olduğu gibi
Hakkın izinde O’nun aşkıyla O’na ulaşmak için söylemiştir. Hak aşkı ile
söylendiği için divânında olduğu gibi bu eserinde de güzelliği ve kalıcılığı
yakalamayı başarmıştır.
Risâletü’n Nushiyye Yûnus’un manzûmenin
sonlarında yazdığı bir tarih beytinden anlaşılacağı gibi H.707 / M. 1307
tarihinde telif edilmiştir. Bu tarih şâirin yaşadığı dönemle ve diğer tarihi
vesikalarla da uygunluk gösterir. Tarih beyti şöyledir:
“Söze tarih yidi yüz yidiydi
Yûnus cânı bu yolda fidiydi .”(Tatcı, 2014:
551)
Risâle de altı ana konu işlenmektedir. Baştaki
giriş manzumesinde, “ Âdemin yaratılışı” ve “ Anâsır-ı Erbâa” açıklandıktan
sonra mensur makalede akıl, iman ve ilim makamları ele alınmaktadır. Sonra altı
konu sırasıyla şerh edilir: Ruh ve Akıl; Kibir ve Kanaat; Buşu ve Gazab; Sabır;
Buhl ve Hased; Gaybet ve Bühtan (Şenyurt: 1995).
Yunus Emre Risâletü’n Nushiyye de Allah’ın
hikmetlerini şerheder. Allah’ın hikmeti eşyanın hakikati olan dört
unsur(toprak, su, hava, ateş)’un îlâhi bir terkiple yoğrulup Âdemin nasıl
yaratıldığını bilme sırrıdır (Tatcı, 2014: 557).
Yunus insanı ve insanı insan yapan iyi ya da
kötü yola meylettirip, hislerini yönlendiren kavramlara Risâletü’n Nushiyye
eseriyle olgun bir öğütçü tecrübesi, akil bir yol gösterici aklı, yanmış bir
âşık gönlüyle eğilmiş ve ortaya bu günlere kadar gelmiş, geleceğe de ışık tutan
orijinal bir ortaya eser çıkarmıştır.
Yunus Emre’nin edebi
kişiliği tıpkı hayatı gibi tartışmalara neden olmuştur. Ancak tartışma
götürmeyecek olan kısmı söz ve anlamdaki ustalığını sanatında da sürdürmüş
olmasıdır. Yunus Emre halk için söylemesi, halka yakın olması, halkın diliyle
söylemesi yanında itibarını da halktan almıştır. Yani Yunus’un edebi kişiliği
bir nevi halk tarafından oluşturulmuş. Söyleyişi de yine onlarla yükselmiş ve
değere kazanmıştır. Yunus, Hak aşkını halk diliyle sunan nadir sanatkârlardan
biridir. Bu minvalde birçok sanatkâr eser vermesine rağmen pek azı etkili
olmuştur. Tarihte ve gönüllerde pek azı yer tutmuştur. Yunus eserlerini
söylerken edebi bir kaygı yaşamaz, yaşadığı ve yaşanmasını istediği için söyler
bu da onu neredeyse kusursuz olmaya götürür. Söyleyişindeki rahatlık ve
öznellik O’nu kalıcı yapar. Ayrıca samimiyeti sevilip benimsenmesini ve dilden
dile bu günlere kadar gelmesini sağlar.
Şairimiz şiirlerinde mahlas olarak “ Yunus
Emre’den başka “Yûnus, Âşık Yûnus, Bîçare Yûnus, Koca Yûnus, Yûnus Dedem,
Tapduk Yûnus, Miskîn Yûnus, Dervîş Yûnus” gibi isimleri kullanmaktadır. Hemen
belirtelim ki bu mahlasların başında bulunan sıfatlar bazı araştırmacıları
yanıltmış ve bu mahlaslardan hareketle “Yunusları ayırmak” isteyenler olmuştur.
Esasen en eski divân yazmalarında bu mahlaslar değişebilmektedir. Böyle olunca
mahlasları tasnif ederek “ Yûnuslar’ın karıştırılan şiirlerini ayrıştırmak”
mümkün değildir (Tatcı, 2014: 38).
Bu hem bir sevgi hem de sevilen, benimsenen
bir şair üzerinden rahatlıkla insanlara etki edebilmek için kullanılmış bir
yöntemdir. Yunus ismi böylelikle yoğun bir şekilde farklı eserlerde
görülmüştür.
Yunus Emre, XIII. Yüzyılda Anadolu sahasında
Oğuz Türklerinin konuşup yazdığı yazı dilinin en önemli temsilcisidir. Türkiye
Türkçesi’nin tarihi devresinin ilk safhasını teşkil eden ve eski Anadolu
Türkçesi adı verilen bu şivenin meydana gelmesinde Yunus Emre önemli rol
oynamıştır (Altunsarı, 2004).
Yunus’un kullandığı kelime ve ifade kalıpları,
mecaz ve ıstılahlar, Türkçe’nin edebileşmesinde önemli bir dönüm noktası
olmuştur (Altunsarı, 2004).
Yunus Türkçe’yi sanatkârane bir üslûpla
kullanabilmiştir. O adeta Türkçe tasavvuf ve ıstılah dilinin kurucusudur.
Türkçe Yunus’un dilinde estetikleşmiş, canlanıp yayılmıştır. Bu dil, İslami
Türk medeniyetinin o devirde taşıdığı bütün zenginliği içine alan ve aksettiren
bir özellik arz eder. (Altunsarı, 2004)
Yunus Emre Divânı’nı sade açık ve anlaşılır
oluşturmuştur. Aruz vezni ile söylediği şiirlerinin yanında genel olarak hece
veznini kullanmıştır. Tasavvufi düşünceler ve İslam anlayışını sadelik ve
samimiyetle sunmuştur. Tıpkı Yesevî gibi Yunus Emre de Türkçe ve Türk diline
hizmet eden en önemli sanatkârlardan biridir. Katkıları ve farklı kültürler
içindeyken söyleyişleri ile hem dili unutturmayıp hem de geliştirmeleri onları
önemli kılar. Yunus’un bunu yapmasında ve eserlerinde olan samimiyet ve
sadelikteki en önemli neden ise O’nun sarayla makam ve mevkiiyle ilgilenmemesi
söyleyişlerini sadece belli bir hizmet uğruna yapmasıdır. Onun sevilmesinde ve
yayılmasında da bir neden de bu alçakgönüllülük ve karşılıksız sunulan samimi eserleridir.
Yunus Emre de başkaları gibi İslam’ın insan
anlayışını ve görüşünü, hayat telakkisini anlatmıştır. Onun büyüklüğü bunları
ifade edişteki kudretinden ileri gelmektedir. İslam tasavvufunu ve İslam’ın
insan telâkkisi ve görüşünü Fars dilinde en güzel şekilde Mevlânâ, Türkçede ise
Yunus Emre ifade etmiştir. Yunus’un büyüklüğü buradadır. Yoksa tasavvufi
vahdet-i vücud görüşünü, insan sevgisini işleyen pek çok kimse çıkmıştır. Yunus
Emre İslam’ın ve Türkün insanını köyden, kentten çizgiler ve levhalar içerisinde
dile getirmiş, “varlığın birliği” felsefesini çok sade fakat derin şekilde
işlemiştir. Yunus Emre Türkçeyi en güzel şekilde kullanan, onu yeni bir
edebiyat dili haline getiren büyük şairimizdir (Timurtaş, 1927: 68).
Yunus Emre divânı biri mesnevilerden, diğeri
gazel ve musammatlardan mürekkep olmak üzere ekseriyetle hece vezniyle yazılmış
olan on, on iki bin mısradan ibaret bir bütün teşkil eder (Köprülü, 2016: 404).
Yunus Emre Dîvânı’nın yazma nüshaları pek çok
olmakla beraber bu nüshaların birçoğu yunus Emre’nin ölümünden çok sonraları
istinsah edilmiş ve bu nüshaların birçoğu sözlü kaynaklardan derlenerek tertip
edildiği için, Dîvân nüshalarının birçoğuna Yunus Emre’ye ait olmayan, diğer
yunusların yazdığı şiirlerde karışmıştır. Bu durum Yunus Emre Dîvânı
neşirlerini de etkilemiştir. Öyle
ki, 1972 yılında F. Kadri Timurtaş tarafından hazırlanan Dîvân’da, Yunus
Emre’ye ait olduğu düşünülen 192 şiir bulunmaktadır. Aynı yazarın 1986 yılında
hazırladığı Dîvân’da ise 326 şiir mevcuttur. 1965 yılında Abdülbâki Gölpınarlı tarafından
hazırlanan Yunus Emre Dîvânı’nda ise 203 şiir bulunmaktadır. Son olarak 2008
yılında çıkan, Mustafa TATÇI tarafından hazırlanan Yunus Emre Dîvânı’nda ise
415 şiir mevcuttur (Çukurlu, 2010).
Yunus şiirlerinde öncelikle Allah ve ona
duyduğu tarifsiz aşkını anlatır. Bunu adeta efsunlanmış gözü başka bir şey
görmez halde anlatır. Anlatımı o kadar etkilidir ki okuyanlar bu manevi etkiyi
rahatlıkla hissedebilirler. Bunun dışında insan sevgisi ve hoşgörüsü, iyi ve
güzel görmek O’nun eserlerinde yer tutar. Aslında insan sevgisini de yine Allah
sevgisinin bir sonucu olarak görür insan da, hayvanat ve nebatatta da Allah’ın
nurunu ve yansımasını görür O’na göre kötü olan insan değil hata ve
günahlarıdır insan bundan bir şekilde kurtulabilir. Yunus’un şu sözü bu
yazdıklarımızın bir tercümanı niteliğindedir:
“Yaratılanı severim Yaratan’dan ötürü”
Bu anlayış Yunus Emre’yi özetleyen bir
anlayıştır. Buradan yola çıkan Yunus her alanda barışı, hoşgörü ve güzelliği ön
plana çıkar ve buna göre hareket eder. Şiirlerindeki bir diğer konu tasavvuf
anlayışıdır. Bunu da vahdet-i vücut içerisinde ve şeyhinin izinde -öğretilerini
baz alarak ortaya koyar. Zaten Yunus’un yaşantısı eserlerinin aynasıdır. Ölüm,
doğum, yaşam gibi hayatın geçiş noktalarını da şiirlerinde oldukça fazla
kullanır. Kısacası hayatın, inanç ve maneviyatın tüm öğe, unsur ve
ihtiyaçlarına yönelik her şey Yunus Emre şiirlerinde yer bulur.
Her sanatkârın belli bir düşünce yapısı, inandığı değerleri ve
izlediği belli bir yolu vardır. Bu terimler üzerinden eserlerini oluştururlar.
Oluşturdukları bu eserler sanatkârın düşünce dünyasını da bize aktarır. Fikri
olmayan bir eser olamayacağı gibi, fikri olmayan bir sanatkâr da düşünülemez.
Ancak fikirler bazen kalıcı ve etkili olurken bazen de silik ve etkisiz
olabilir. Tabi bunda yazarın düşünce dünyasını açmak istemeyişi ya da istese
bile aktarmakta sıkıntı duyması da etkili olabilir.
İnsan nedir? Zaman nedir? Varlık nedir? Bütün bu uzayıp giden
sorulara cevapları bütün ebediliğiyle O’nun eserindedir. Hatta o bunları bir
soru gibi değil, kendi kendine bir konuşma, kendisinden başlayarak imanın, var
olmanın inceliklerini kavrama ve toplumun ruhuna ve hele yaşadığı çağın
buhranına açılan ferahlatıcı ve kurtarıcı bir manevi rüzgâr ve kapıdır (Kanar,
1992: 8).
Yunus Emre’nin düşünce bakımından ilham aldığı
en önemli şey Allah’ın (celle celalühü) koyduğu kural ve kaideler yani Kuran’ı
Kerim’in yoludur. Aynı zamanda Resulûllah’ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
izi, sözleri, yaşayışı yani sünnet ve hadislerdir. Bununla birlikte şeyhi ve
tasavvuf büyükleri de Yunus Emre’nin düşünce yapısını meydana getirmiştir. Tüm
bu kaynakları tasavvuf ve ötesi yani Vahdet-i Vücut anlayışı ile yoğurmuş ve
eserlerinde işlemiştir.
Yunus Emre şiirlerine dikkatlice bakıldığında
onların içerdiği mesajın ya bir ayetten ya da bir hadis-i şeriften alındığı
rahatlıkla görülebilecektir. O, ayet ve hadislerden anladıklarını, tasavvufi
yorumlarla örmüş ve böylece şiirlerinde tasavvufi açıdan yapılmış İslami yorum
metinleri ortaya çıkmıştır. O’nun bütün şiirleri bu hususu yeterince teyit eder
(Kayaer, 2010).
Yunus Emre sanatkâr olmasının yanında aynı
zamanda bir mütefekkirdir. Nice filozofun, felsefe ile kafa yoran düşünürün
içinden çıkamadığı sıkıntıların, bunalımların, ölüm yaşam gibi kavramların
hepsini ferah bir şekilde ve takip edeni de yormadan çözmüştür. Bunu din, aşk
ve hoşgörü üçlemesi ile yapmıştır. Şiirleriyle hem mesaj verir iyiye maneviyata
ve güzele davet eder eder hem de günlük hayatın buhranlarına çok kolay ve
rahatlatıcı çözümler sunar. Ölümü dahi vuslat bir teferruat olarak gören bir
kişi için hiçbir dert, tasa üzücü ya da yıkıcı olamaz. Ulaştığı kimselere de bu
fikriyatı aşıladığı için eserleriyle halkı aynı zamanda rehâbilite etmiştir.
Döneminin koşulları düşünüldüğünde buna çok fazla ihtiyaç vardır. Günümüzde
dahi materyalist ve sığ maddeci akımlar karşısında Yunus Emre, üstatları ve
takipçileri yıkılmaz bir kale gibi durmaktadır. Halen tercih edilir olması,
sözleri ve şiirlerinin sığınılacak bir liman, bir yol haritası olması bunun en
önemli göstergesidir.
Sufilere göre, dert, gerçek aşktır. Dert,
gerçeğe ulaşma derdidir. Bu bakımdan herhangi bir can, bilhassa tarikata yeni
intisab eden bir kişi bazı hallere maruz kalır, cezbelere uğrar, yanar,
yıkılırsa başındaki maneviyat öğretmeni veya duası makbul büyüklerden birisi
ona "Allah derdini artırsın" diye dua eder. Yunus Emre'nin Dertli
Dolab'ındaki inleyiş ifadeleri, aynı dertten zuhur etmiştir. Kısaca bu söz,
dıştan bakıldığında ilenme (beddua) gibi görünüyorsa da, hakikatte hayır duadır
(Cebecioğlu, 2014: 48 ).
Yunus Emre milletin gönlüne bir dert bırakma,
bir ateş yakma çabasındadır. Bu dert edineni hem yakar hem olgunlaştırır hem de
pişirip yüce bir ruh kılar. Derdin kendisi aslında dermandır da arayana bulmayı,
bulana bırakmamayı öğretir.
Yunus ne bir filozof ne de düz bir sanatçıdır.
O en iyi tabirle bir aşk yolcusudur. Bu yolculukta önde giden ve yolculuğun
hakkını sonuna kadar veren bir âşıktır. Menziline varmak için tüm benliğiyle
çabalar. Bu çabası sadece kendisi için değil tüm insanlık içindir. Çünkü o
Yaradan’a âşıktır ama yaratılanı da çok sever ve kurtulmasını, huzura erip
Hakk’ı bulmasını ister. Hak’tan gelip Hakk’a gideceğimizi de sık-sık ince,
zarif, tatlı bir dille hatırlatır. Bunu yaparken de onun dünyasında kırmak,
kırılmak, zorlamak, horlamak asla yoktur. Halka olan hizmeti Hakk’a yapılmış
görür.
Yunus Emre tasavvufla, dolayısıyla dinle
ilgili, dine dair mevzularda, çoğu zaman coşan bir ruh haliyle, zaman-zaman da
öğretici şiirler yazmıştır. Onun ele aldığı konular bu çizilen çerçevenin
dışına pek de çıkmaz. Yunus’un farkı şuradadır. O, anlatımlarını yaparken kendi
zihninde bir soyut dünya kurarak değil de, yaşadığı maddi dünyanın
çağrışımlarıyla, unsurları ve bileşenleriyle yazdığı için, şiirleri başkalarına
göre daha sıcak, daha içtendir. Yazdıkları, dinle ilgisi belli bir düzeyin
üstünde olan kitleye elbette sempatik, duygu yüklü ve hatta çok önemli gelir
ama Onun farklı bir yönü de vardır. Çağdaş dünyanın, dinden uzak zamanların
ürettiği modern, dinle bağları zayıflamış insanı da onun şiirlerinden
etkilenmekte, sıcak ve duygu yüklü bulmaktadır. Dini onun anlatımıyla tanıyan
ve seven pek çok kişi vardır. Yaşamın merkezinden kopmadan soyut konuları
yazabilen ve böylesine hayatın içinde kalabilen bir yazarın da toplumda
sevilmesi kaçınılmazdır. Yunus’un bu yönünde aldığı tasavvufi terbiyenin
katkısı ise kuşku götürmez bir gerçekliktir.
Tasavvufun o derin sevgi gücünü, bağışlama ve
hoş görme ilkelerini onun şiirlerinde yeterince ve doyuncaya kadar bulmak
mümkündür (Kayaer, 2010).
Yunus Emre düşünce
yapısında din arayan maneviyat, dünya arayan gerçeklik, sevgi arayan aşk, sanat
arayan estetik, boşlukta kalan ruh, sıkıntılı olan ferahlık, kaybolan yol,
vizyon arayan öğreti bulabilir. Yani her okuyan kendinden bir noktayı Yunus
Emre’de yakalayabilir. Daha doğru bir tabir tabirle Yunus Emre de eksik kalmış
fikri ve duyu eksikliğine çare bulabilir. Allah (celle celalühü) aşkı ve
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sünneti ile beslenen gönülden çıkan
her düşünce arayan hasta kalplere şifa, dertli ruhlara deva olmuştur.
Ömrümüzün başından sonuna kadar geçen sürede
birçok durumla karşılaşırız bunlar yaşamımızın belli bölümlerinde yoğunlaşır ve
etkili olur belli bölümlerinde ise azalır veya etkisizleşir. Bu dönemlerin
toplamı hayat hikâyemizi oluşturur. Her dönem kendi içerisinde değişim, gelişim
ve oluşumlara gebedir. Maddi-manevi getirileri yanında bizden aldıkları da
olur. Hayatın geçiş dönemleri genel olarak üç bölüme ayrılır. Bunlar doğum,
yaşam ve ölüm olarak nitelendirilebilir. Yaşamın içerisinde merasimler,
törenler, adetler ve çeşitli ritüeller bulunmaktadır. Bizim kültürümüz
içerisinde bunlar; çocukluk çağı, sünnet, askerlik, evlenme olarak
çeşitlendirilmiştir (Hayatın Genel Geçiş Dönemleri, AREGEM, b.t.).
Yaşam içerisindeki ritüeller de yukarıda
belirttiğimiz üzere kendi içinde dönemlere ayrılırlar bunları yaşam bölümünde
detaylı olarak açıklayacak ve eserlerde geçen bölümlerini ele alacağız.
Ediplerimizin eserlerinde görünen kültürel olgularla birlikte bunların içyapısı
ve arka planı yani ruhi anlamları daha çok kullanılmıştır. Aslında eserlerinde
görünen de kullanılarak asıl olan ama kavranması için uhrevi yetilerin
gerektiği olgular ön plandadır. Tıpkı insan hayatında olduğu gibi eserlerden de
herkes kendi payına düşeni bilgisi, manevi olgunluğu ve algı düzeyine göre
alır. Bu da ediplerimizi herkes tarafından sevilir yapan başka bir yöndür. Bir
dizeden farklı anlamlara algılar ve seviyeler ortaya çıkması hayata kişiye göre
ayna tutması onları içselleştirmemize bir kat daha olanak sağlar.
Hayatta olduğu gibi eserlerde de ruh ve beden
ayrılmaz ikilisi ahenk içerisinde anlatılır. Yunus Emre’de bu daha hoşgörüyle
daha sade ve samimi Ahmet Yesevî’de biraz daha net, daha öğretici ve
radikaldir. Ruh ve beden rolleri ara-sıra değişen birer öğretmendir ve sınıf
atlamak için birbirlerine muhtaçtırlar. Bu sınıflarda dönemleri ve sonrasında
ahrete hazırlık yolculuğudur. Her iki edip de bu yolda hem maddi hem manevi
sınavları sanatsal, kültürel ve uhrevi bir dille önce kendi nefislerine sonra
dinleyenlerine aktarırlar.
Doğumdan başlayarak çeşitli merhalelerden
geçip ölüme kadar olan kısımda ve sonrası inanışımıza göre asıl ve kalıcı yurt
için yapılan hazırlıklara kadar, kader çizgisi üzerinde devam eden yolcuğun en
iyi yol göstericilerinden olan Ahmet Yesevî ve Yunus Emre yaşantıları, eserleri
ve öğretileri ile ideal insan ve hayat ölçülerini bizlere sunmuşlardır.
Sundukları bu ölçülüler öğretici, yönlendirici olması yanında estetik ve zarif
yapıdadırlar.
Doğum yeni bir bireyin yoktan Allah (celle
celalühü) tarafından yaratıldıktan sonra anne ve baba vesilesi ile dünyaya
gelmesidir. Doğum hemen her yerde olduğu gibi bizim din, kültür ve
ananelerimizde de mutlu bir olay olarak kabul görmektedir. Bu bir başlangıçtır.
Bu nedenle özellikle Anadolu da bu duruma oldukça fazla önem verilir.
Sadece anne baba değil tüm yakın uzak aile
bireyleri doğumdan ve aileye yeni bir fert katılmasından memnun olur ve bunu
hediyeleşerek, ilan ederek çeşitli dini ya da kültürel ritüellerle süsleyerek
kutlar. Bunlar mevlitler, ziyaretler, tebrikler, kırk uçurmaları, ad verilmesi
gibi birçok adet ve dini törenlerdir.
Dünyaya gelen her çocuk sadece anne ve
babasını değil, aynı zamanda akrabaları, komşuları, soyu ve sopu da
sevindirmiştir. Çünkü her doğum, ailenin, akrabaların, soyun ve sopun sayısını
artırmaktadır; sayı artışı gücün dayanışmanın artması demektir. Özellikle küçük
topluluklarda ve etnik gruplardaki aileler, nüfusların çokluğu oranında
kendilerini güçlü ve dayanıklı hissetmektedirler (Örnek, 1977: 131).
Doğum hem ailenin bağlarını kuvvetlendirir hem
de sayının artması ile güven duygusunu da geliştirir. Anne sorumluluk sahibi
olmakla birlikte saygınlık kazanır. Baba da sorumluluğun yanında ataerkil
toplumda ağırlığını hisseder ve hissettirir. Müslümanlar doğumu bir rahmet ve
bereket olarak görür. Allah’ın onlara bahşettiği bu lûtfu bir emanet olarak
görür ve hassasiyetle üzerine düşerler. Tüm yaşamları boyunca bu emanetin
ağırlığını ve sorumluluğunu sırtlarında taşırlar ve yavrularını bu minvalde
yetiştirmeye özen gösterirler.
Doğumun her aşaması özel bir dönemdir öncesi,
oluş anı ve doğum sonrası her zaman saygınlığını, mahremiyetini ve önemini
korumuştur. Dualar ve iyi temennilerle başlar yine kametler, mevlitler, iyi
temennilerle devam eder. Bu kutsal durum doğum üzerinden aile, çocuk ve toplum
yapısını yansıtır. Ayrıca doğum olgusu edebiyatımızda, tekerlemelere
menkıbelere şiirler ve masallara da kültürel etkiyle birçok sanatkâr tarafından
çeşitli bakış açılarıyla konu olmuştur.
Doğumu sadece insanın anne ve babadan gelen
bir soy devamı olarak görmek sığ bir bakış açısı olur. Ele aldığımız
şahsiyetler de sadece insanın doğumu değil kâinatın, doğanın, fikrin,
duyguların ve manevi olguların doğuşuna da değinmişlerdir. Bu kavramlarla
birlikte insan odak noktasıdır.
AHMET YESEVÎ HİKMETLERİNDE DOĞUM
Hayatı boyunca şer’i hükümlerin izinde yaşamış
ve eserlerinde de bu izi takip etmiş biri olarak Yesevî doğum hadisesine de bu
gözle yaklaşmış doğuma değil doğum sonrası hayata odaklanmıştır. Tabi bunun
yanında doğumun kutsallığı doğulan yerin önemli olması, doğum kavramının öncesi
ve sonrasındaki manevi haller onun için hassasiyet arz etmiştir. Her haliyle
tebliğ her konusuyla Hakk’a çağırış olduğu için doğum hadisesinde de bu durum
aynıdır. Günahsız bir başlangıcı vurgular ve bu durumun devamı için çabalanması
gerektiğini sürekli vurgular. Dili kimi zaman derdinden dolayı sert olsa da bir
baba edasıyla kuşatır. Onun derdi ümmet derdidir anlatma Hakk’ı tanıtma
derdidir. Bunu da doğumdan ölüme kadar her konu da yapar.
Hoca Ahmet Yesevî hikmetleri yaşayışının bir
aynası niteliğindedir. Ahmet Yesevî doğumuna da düşünce ve anlayış olarak
hikmetlerinde yer vermiş bir nevi dünyaya geliş amacını açıklamıştır. Doğum
onun için Allah (celle celalühü) tarafından lütfen verilen bir nimettir. Bunun
için hem Yaradan’a şükretmeli hem de bu çabasız verilen nimetin değerini bilip,
sırrına vakıf olarak, anlamını çözmeye, çözüp anlatmaya çalışılmalıdır. Geliş
amacı her müminin anlayışında olduğu gibi bir imtihandır. Fakat Yesevî bunu
daha da yukarıya çıkarmış sadece kuru bir imtihan olarak görmemiş imtihana
değil, imtihanın sahibine âşık olmuş bu aşk yolunda doğumundan itibaren
merhaleler kat etmiştir. O yaratılıştaki muhabbet ruhuna ulaşmaya çalışmıştır.
Her yerde bu muhabbeti aramış, bu muhabbeti görmüş, bu muhabbet vuslatıyla
yaşamıştır. Bu muhabbete erdirecek en önemli şahsiyet de Resulûllah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem)’dir. Bu yüzden doğumundan son anına kadar O’nun
izinden ayrılmamış, Onunla hem hal olmak için çabalamıştır.
Şiir:1
1-
Bismillâh dep beyan eyley hikmet aytıp
Tâliblerge dürr ü gevher saçtım mena
Riyazetni kattığ tartıp kanlar yutup
Men defter-i sâni sözin açtım mena
(Rıdvanoğlu, 2016a: 68)
Bismillâh (Allah adı ve izni ile, Allah için)
deyip beyan (açık anlatma, açıklayıcı şekilde) söyleyerek hikmet (varlıkların
durumlarından iç ve dış yüzü, gizli gerçekler, nasıl olduğu yönünden bilgiler)
ayıtıp (söyleyip), içlerinden gelerek isteyenlere inci ve cevher (yüksek
değerli mücevherler) saçtım ben işte. Riyazeti (yalancı ve geçici dünyanın
nimetlerinden nefsini uzaklaştırıp terbiye ederek, az ve helal yiyerek, göz
tokluğu) içinde, yaşayarak nefsini kırıp arıtmayı, katı, (sağlam, sıkı) tartıp
(çekip) kanlar yutarcasına (eziyet ve zorluklar çekerek) “ikinci defter”
sözlerini açtım ben işte (Rıdvanoğlu, 2016a: 69).
Ahmet Yesevî Allah adıyla başlayarak
dileyenlere güzel, hoş gelecek sözler söyleyerek hayata ve öğretilerine
başladığını fakat bunun yanında dünyanın geçici heveslerini nefsin
zorlamalarına değinmiştir. Doğduğu andan itibaren ölene kadar geçen sürede
ahret hazırlığı yolundaki sıkıntılara göğüs gererek yaptıklarını ve yapılması
gerekenleri anlattığını ayrıca hayat notlarını kaydedecek yeni bir yol açtığını
anlatmıştır. Doğduğu andan itibaren ortaya çıkan insanın sırlarla hoşluklar ve
bazen de zorluklarla dolu hayatını bu dörtlükte kendi bakış açısıyla
aktarmıştır.
Şiir:3
1-
Her subhidem nidâ keldi kulagımga
Zikrayt dedi zikrin aytıp yördüm mena
Işksızlarını kördüm erse yolda kaldı
Ol sebebdin ışk dükkânın kurdım mena
(Rıdvanoğlu, 2016a: 84)
1-Her sabah vaktinde kulağıma (hafiften, sesi
işitilen ve kendisi cisim olarak görülmeyen sesleniciden) ses geldi. “Allah’ın (celle
celalühü) adını ve sıfatlarını söyle’’ (O’nun gücünü ve ululuğunu düşün ve
unutma) Zikrini (Allah’ın adını, sıfatlarını, ululuğunu) söyleyip yürüdüm (bu
günlere geldim) ben işte. (Gönlünde gerçek Hakk’) aşkı olmayanları (ne çağda ve
nerede) gördüm ise (onların hepsi âşıkların ulaşmak istedikleri durağa ulaşamadılar
ve) yolda kaldılar. (işte) o sebebden (ondan ötürü) aşk dükkânını, herkesi, (
herkesi gerçek Hakk’ aşkına çağıran dergâhımı kurdum ben (Rıdvanoğlu, 2016a:
85).
İnsan her gece uykuya dalar ve yarı ölümü
yaşar sabah kalktığında ise kendisine yeni bir fırsat sunulur ve yeniden doğmuş
gibi güne başlar. Bu ölüm gelip çatana kadar bu şekilde sürer. Yani her sabah
yeni bir doğumdur ve bu doğuma Allah kelamı, zikri ve onun yarattıklarının
tefekkürü-şükrü ile başlamak gerekir. Bunu her sabah bizim kulağımıza verilen o
yeni fırsat veya doğum hali ruhani şekilde fısıldar. Aşık olanlar bunu
değerlendirir ve yoluna ahrete doğru kurtuluşa giderler. Fakat aşkı, Hakkı
bilmeyenler aslında her doğumla bir kez daha ölür ve sunulan her fırsatı kendi
aleyhine kullanır. O yüzden Yesevî de herkese seslenmek, herkesi yeniden Allah
aşkı ve fikriyle tıpkı Mevlana gibi yeniden doğmaya çağırmak için çabalar ve
dergâhını kurar.
Şiir:4
1-
Huş gayibdin kulagımga ilhâm geldi
Ol sebebdin Hakk’a sığnıp keldim mena
Barça buzruk yığlıp kelip inâm berdi
Ol sebebdin Hakk’a sığnıp keldim mena
(Rıdvanoğlu, 2016a: 88)
l-(Şöyle) güzel belirsiz görülmeyen,
bilinmeyen duyu ve akıl ile anlaşılmayan İlâhî dünyadan manevî,(gönül) kulağıma
bâzı şeyler geldi. (işte) o sebebten (ondan dolayı) Hakk’a sığınıp geldim işte.
Barça (bütün) ulular (maneviyat böyükleri) toplanıp gelip (bana), doğruya
yöneltici armağan (karşılıksız etkili duygu) verdi. (işte) o sebebden (ondan
dolayı) Hakk’a sığınıp geldim işte (Rıdvanoğlu, 2016a: 89).
Hoca Ahmet Yesevî doğum ve yaşam amacını
maneviyatla birleştirerek yukarıdaki dörtlükte aktarmaktadır. Doğduğunda
kulağına okunan ezan ve isim gibi ilerleyen dönemlerde de kalbine gelen
ilhamlarla Allah’a sığınıp yol aldığını, bu ilhamlarla doğruya, iyiye,
maneviyata yönelip; duygu ve düşüncelerini bu minvalde devam ettirdiğini
söylemektedir. O Hak ve Hak âşıklarıyla, ulularla karşılıksız duygu ve
güzellikleri hem kendi hayatına hem de yeni yeşerecek hayatlara sunma
derdindedir.
ŞİİR:11
1-
Eyâ dostlar pak ışkına kolga aldım
Bu dünyânı düşmen tutub yördüm mena
Yakam tutub hazretige sığnıp keldim
Işk babında Mansûr sıfat boldum mena
(Rıdvanoğlu, 2016a: 114)
Ey dostlar (sağdıçlarım, ben O Yüce
Yaratan’ın) pak (katışıksız, lekesiz, arı, gerçek ilahî) aşkını(sevgisini) ele
aldım. Bu dünya (nın geçici, yalancı zevk vehazlarını) düşman tutup (âhiretimi
karartmak için, beni kötülüğe çekmek isteyen yağı olarak kabul edip) yörüdüm.
İşte, yakamı tutup (toparlayıp) saygı ile ulu Yaratan’a sığınıp geldim. Gerçek
İlâhî aşk (Allah sevgisi) kapısında (Hallâc-ı) Mansûr’un özelliklerine sahip
oldum ben işte (Rıdvanoğlu, 2016a: 114).
Hikmet bizlere Allah tarafından insanın aşk
ile saf, duru, katıksız ve günahsız şekilde dünyaya gönderildiğini yani doğumun
ve insanın başlangıcının saflık olduğunu anlatmaktadır. Yesevî’nin de bu
özellikleri her insan gibi kendisinde barındırdığını belirtmektedir. Sonrasında
ise bunları benimseyip hayat düsturu edinerek yaşantısının hiçbir döneminde bu
arılığı bozacak bir yola girmediğini gerçek aşkın özünü korumaya çalıştığını
aktarıyor. Doğumdaki aşk saflık ve ideal insan özelliklerinin dünyanın kirine
kurban etmeden korunması gerektiğini belirtiyor. Allah’ sığındığını O’ndan
medet umup, O’nun has kulları Allah dostları gibi (Hallâc- ı Mansûr) olup
onlara uyduğunu böylece doğumdaki saflığı hayattaki sırlarla birleştirdiğini
anlatıyor.
ŞİİR:16
2-
Neler kelse körmek kerek ol Hudâ’dın
Yûsıfına ayırdılar ol Kenândın
Toğan yerim ol mübarek Türkistân’dın
Bağırımga taşnı urup keldim mena (Rıdvanoğlu,
2016a: 136)
O’ Huda (alnımıza) ne yazdı, başımıza ne
gelecek ise onları (yaşayıp) görmek gerek. Yusuf’unu (Yusuf Peygamberi
gençliğinde babası Yâkûp Peygamberden) ayırdılar. (Benim) doğduğum yerim (olan
o kutlu, uğurlu Türkistân’dan. Ben bağrıma taş vurup (her eziyet ve sıkıntıya
göğüs gererek geldim işte (Rıdvanoğlu, 2016a: 137).
4.1.2 YUNUS EMRE ŞİİRLERİNDE DOĞUM
Yunus Emre özü sözü bir; hayatı, fikriyatı ve
eserleri aynı yönde olan Hak aşığı ve halk adamıdır. Onun eserlerinde halkın
olan her şey yer alır. Buna doğum, yaşam ve ölüm demek sadece onu kısıtlamak bu
büyük insanı zincirlemek olur. O hem ânı hem geçmişi hem de geleceği tahlil
etmiş ve manevi ilhamlar ışığında yol almış, yol göstermiştir.
Doğum özelinde ise Hoca Ahmet Yesevî
hikmetlerine nazaran daha çeşitlilik arz eden bir anlatımı vardır. Toplumun
daha içinde, sade ama ince anlamlar içeren şiirleri olduğunu görmekteyiz. Tabi
edebi oluşum yanında anlamsal ve içerik olarak Yesevî ile oldukça ortak
noktaları olduğu hemen fark edilmektedir. Bu bir tekrar değil aksine temel olan
bir yapıya daha görkemli bir yapıt eklemektir. Doğum hadisesini manevi anlam ve
derinlikle ele alan Yunus Emre başta önem arz ederek Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) ‘in sonrasında ise bazen kendinin bazen de tüm insanlığın
dünyaya gelişini menkıbevi şekilde aktarmaktadır. Rahat ve estetik bir
söyleyişle
ancak halktan kopmayarak aksine tam da halkın
istediği, özlediği şekilde büyük bir ustalıkla anlatmıştır.
Böyle uzun seneler geçti. Bir gün Anadolu
erenleri Dergâha geldiler. Meclis kuruldu. O mecliste Yunus-u Guyende adlı pek
tanınmış bir ilahici vardı. Yunus da orada idi. Tabduk Emre coşup Guyende'ye
"Yunus söyle" dedi. Birkaç kez söylemesine rağmen cezbe hâlindeki
Guyende işitmedi. Bu sefer diğer Yunus'a yöneldi. "Yunus, vakit tamam
oldu. O hazinenin kilidini açtık. Nasibini alıverdin. Hacı Bektaş Veli'nin sözü
yerine geldi. Durma, söyle" dedi. Bunun üzerine Yunus'un dili açıldı,
gözlerinden ve gönlünden perde kalktı. Şevk denizine düştü. Ağzını açıp inci ve
cevahir saçtı. İlahi hakikatlerin sırlarından, inceliklerinden öyle bir sohbet
eyledi ki, dinleyenler hayran kaldı. Sonra ki ne söylediyse hepsini kaleme
aldılar. Muteber bir divân oldu (Özçelik, 2010: 48-49).
Yunus Emre şiiri şan, şöhret, edebiyat için
değil aşkı için söylemiştir. O hizmet için yanan bir derviştir ve söz ona bir
lütuf olarak verilmiştir. Bu da onu hakkıyla yerine getirmiştir. Nasibini aşkla
almış, aşkla sunmuştur. Aslında Yunus da bu menkıbedeki şiirle doğmuştur. Yunus
o mecliste “Âşık Yunus” olmuş ve bir nevi gönüllere doğmuştur. Doğum kavramını
Yunus Emre de ararken bu durumu göz önünde bulundurmakta ve doğumu sadece
biyolojik bir olay olarak görmemekte fayda vardır. Bura da bir detay da
sevgilinin eliyle her durumun mümkün olabileceğidir. Gizli bir duygunun,
yeteneğin, hissin doğumu vb. hep aşkın tezahürüdür. Manevi doğum maddi anlayışı
her daim aşmaktadır. Yunus’un doğuma bakışı da bu yöndedir.
Yunus Emre’nin tasavvuf anlayışı şiirlerinde
ana faktör olmuş doğumdan bahsederken de dünyaya değer vermeyişini ve kısa bir
süreliğine konaklanacak bir âleme geçişi anlatmıştır. Dünyaya bir kefen alıp
dönecek ve mezara girecek kadar kısa ve yavan bakar onun için dünya değil onu
Yaratan doğum değil doğuma izin veren önemlidir. Tabi Yaratan’ın hürmetine tüm
bu hadiselere de hoş ve hayran bir gözle bakar. Doğum hadisesini de bu
hayranlıkla ancak insan kirlenişini de göz önünde tutarak aktarır.
Yir gök yaradılmadın Hak bir gevher eyledi
Nazar kıldı gevhere sızurdı dür eyledi
Gevherden bug çıkardı bugından gök yaratdı
Gök yüzinün bizegin çok yılduzlar eyledi
Göge eytdi dön didi ay-gün yürisün didi
Suyı mu‘allak kodı üstinde yir eyledi
Yir çalkandı turmadı bir dem karâr kılmadı
Yüce yüce tagları Hak çöksüler eyledi
‘Azrâîl gökden inde bir avuç toprak aldı
Dört ferişte yogurdı bir peygamber eyledi
Çün cân gevdeye irdi ahsurdı öri turdı
El götürüp ol demde Hakk'a şükür eyledi
Allah eydür Âdem'e çün kim irdün
bu deme
Bu dünyâda ne didün dilün neyi söyledi
Yogiken var eyledün topragiken cân virdün
Kudret diliyle andun dilüm söyler eyledi
Bu söz Hakk'a hoş geldi kulın ‘azîz eyledi
Ne geçdise gönlinden virdi hâzır eyledi
Bu söz Yûnus'a kandan kim vire haber cândan
Meger kim ol lutf ıssı ana nazar eyledi
(Tatcı, 2014: 499-500)
Yunus Emre doğuş ve yaratılış kavramlarını
harmanlayarak adeta ötelerden haber alırmışçasına muhteşem bir şekilde
anlatmaktadır. Tüm aslın, kaynağın, çıkış noktasının tek ve daim olan Allah (celle
celalühü) olduğunu belirtmektedir. Yaratılan her varlığın ancak ondan geldiğini
doğum hadisesinin de yine O’nu takdiri ve izni ile olduğunu aktarmaktadır.
İnsanın da bu bilinç ile kendini bilmesi gerektiği bu kendini bilmemin de ham
maddi hem manevi doğum olduğu bunun şükrünün tıpkı babamız Hz. Âdem (as.)’den
öğrendiğimiz gibi yapılması gerektiğini hayatın her alanına yayılmasını
anlatmaktadır. Bu bakış sadece sığ bir yaratılış bakışı kâinat ya da insanın
doğuş-yaratılma hadisesi değildir. Aynı zamanda nereden geldiğimizi ve
geldikten sonra ne yapacağımızı anlatan bir manevi rehberdir.
Ben bu cihâna gelmedin
sultân-ı cihândayıdum
Sözi girçek hükmi revân ol hükm-i sultândayıdum
Halâyık bunda gelmedin
gökler melâik tolmadın
Bu mülke bünyâd olmadın mülk-i yaradandayıdum
Yüz yigirmi dört bin hâsı
dört yüz kırk dört tabakası
Devlet makâmında ol gün ulu hânedândayıdum
Gussa beni görmezidi
kaygu eli irmezidi
Endîşe şehrinden taşra bir yüce mekândayıdum
Yûnus bu cümle varlıgun
dost katında zerre degül
Güftile kelâmdayıdum hem bunda hem andayıdum
(Tatcı, 2014: 366-367)
Yunus Emre şiirlerinin hiç birinde ben
kavramını ön plana çıkarmamış kendisini hep olduğundan aşağı görmüştür. Bu eserlerinde
kendinden olduğu gibi bahsetmesine engel olmuş, doğum kavramına da kendi ya da
sıradan insan üzerinden çok kâinatın yaratılış hikâyesi ve Peygamberimizin
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) doğumları üzerinden ele almayı yeğlemiştir. Bu
şiirinde de kâinat ve sırlar âlemi üzerinden doğumu-yaratılışı anlatmıştır.
Hak bir gevher yaratdı kendünün kudretinden
Nazar kıldı gevhere eridi heybetinden
Yidi kat yer yaratdı ol gevherün tozından
Yidi kat gök yaratdı ol gevherün bugından
Muhammed’i yaratdı mahlûka şefkatinden
Hem Ali’yi yaratdı mü’minlere fazlından
Gayib işin kim bilür meğer Kur’an ilminden
Yunus içdi esridi ol gevher denizinden (Kanar,
1992: 225)
Yunus Emre bu şiirinde sadece bir şahsın ya da
kendinin değil, tüm kâinatın doğuşunu ve birbirine bağlı olarak şekillenişini
manevi aks ile aktarmaktadır. Bu doğuş yoktan bir var ediliştir. Bu yaratılış
birbirini etkileyip destekleyerek tek bir noktadan ortaya çıkmıştır. İnsanlığa
merhameti neticesinde de Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) yaratıldı.
Yine Hz. Ali de bu keremden yaratıldı. Bu ilmi de Kur-an’ı Kerim’den aldığını o
ilimle kendinden geçtiğini aktarmaktadır. Hem yaratılışı yani geçmişi hem de
gaybı buradan almaktadır.
Ata belinden bir zaman anasına düşdi gönül
Hak’dan bize destur oldu hazineye düşdi gönül
Anda beni can eyledi et ü süngük kan eyledi
Dört on güni diyiceğiz degritmege düşdi gönül
Yüriridüm anda pinhan Hak buyrıgı virmez aman
Vatanumdan ayırdılar bu dünyaya düşdi gönül
Beni beşige urdılar elum ayağım sardılar
Öndün acısın virdiler tuz içine düşdi gönül
Günde iki kez çözerler başına akça dizerler
Agzuma emcek virdiler nefs kabzına düşdi gönül
(Kanar, 1992: 162)
Yunus Emre bu şiirinde insan doğumunun
aşamalarını mecazi ve estetik bir dille aşama-aşama aktarmaktadır. Babasından
ana rahmine nasıl geldiğini, Allah’tan izin ile tüm bunların gerçekleştiği, ana
karnında kendisine can verildiği, ete ve kemiğe büründüğü ki bunu başka
şiirlerinde de görebiliriz. Kırkıncı gün sonunda hareket etmeye muktedir
olduğu, haline alışmışken burayı yurt saymışken dünyaya İlahi emirle
gönderildiğini belirtmektedir. İlk dünyanın acısını tattığı, beşiğe
yatırıldığını aktarmaktadır. Devamında kendisine bakıldığını aciz olduğunu,
beslendiğini ve nefisle tanışıp ona ihtiyaç duymaya başladığını anlatmaktadır.
Şiirin devamında Yunus Emre tıpkı hikmetlerde olduğu gibi dönemsel olarak insan
hayatının bölümlerini aktarmaya devam etmektedir. Burada Yesevî’den ayrılan
kısmı dili ve daha halka yakın bir söyleyiş ile doğum hadisesini anlatmasıdır.
Her ne kadar mecazi bir dil ve ruhani bir takdim olsa da kültürel öğeleri de
içine alan bir anlatımla doğum hadisesi İlahi kısımda göz ardı edilmeden ilkten
sona kadar anlatılmıştır.
Benüm bunda karârum yok
ben bunda gitmege geldüm
Bazirgânam metâ‘um çok alana satmaga geldüm
Ben gelmedüm da'vîyiçün
benüm işüm seviyiçün
Dostun evi gönüllerdür gönüller yapmaga geldüm
Dost esrigi deliligüm
‘âşıklar bilür neligüm
Degşürüben ikiligüm
birlige yitmege geldüm
Ol hâcemdür ben kulıyam
dost bâgçesi bülbüliyem
Ol hâcemün bâgçesinde şâd olup
ötmege geldüm
Bunda bilişmeyen cânlar
anda bilişimez anlar
Bunda bilişüp dostıla hâlüm ‘arz itmege geldüm
Yûnus Emre ‘âşık olmış
ma'şûka derdinden ölmiş
Girçek erün kapusında hâlüm ‘arz itmege geldüm
(Tatcı, 2014: 371)
Yunus şiirinde dünyaya bir şeyler ispat etmeye
gelmediğini, bir iddiasının olmadığını belirtiyor. Kendini adeta aceleyle
malını satıp gitmek istediği yere ulaşmak isteyen ama çok fazla da satacak şeyi
olan bir tüccar gibi görüyor. Yapabildiğini kavgasız, tartışmasız, gönül alarak
yaparak hedefine hoşlukla varmak istiyor. Kendinden geçmiş bir sarhoş âşık
olduğunu, bilenlerin bu hali bildiğini ve tek derdinin gönül yapmak birlik
kurmak olduğunu aşığına ve dünyada aşığına götüren her şeye biat etmeye
geldiğini belirtiyor. Doğumu gaye olarak aşkla, birlik, hoşgörü ve gönül
almakla açıklıyor.
Evvel dahı varıdı cânumda
bu ‘ışk odı
Eşkere itmez idüm bilürdüm ki dost kodı
Dört kitâbı şerh iden
bulmadı ‘ışka çâre
Ne begler ne sultânlar ne müderris ne kâdî
Yir gök kâ’im ırılmaz
yiller esüp deprenmez
Her nesne muhkem olur ‘ışk olıcak bünyâdı
‘Işk anadan dogmadı
kimseye kul olmadı
Hükmile esîr kılur cümle
bilişi yadı
Günde bin kez yanaram râzîyam ben şol oda Zîrâ
şekkerden şîrîn bana ‘ışkunun odı
‘Işka Mecnûn olanlar
assı-ziyândan fârig
Korkmaz ıssı sovukdan pes ne biliser odı
Ezelden benüm fikrüm
Ene'l Hak'ıdı zikrüm
Henüz dahı togmadın ol Mansûr-ı Bagdâdî
‘Işk odı cûş eyledi
cânumı hoş eyledi
Kimse söyündüremez cânumda yanan odı
‘Işk çengine düşenün
melâmet olur işi
Anun içün bed-nâmdur miskîn Yûnus'un adı
(Tatcı, 2014: 512)
Yunus Emre şiirinde aşkı, aşk ateşini, aşkın
başta kendisi olmak üzere ilgilenen herkes üzerindeki etkisi ve çekiciliğini
ince bir şekilde aktarmaktadır. Ona göre aşk öyle bir şeydir ki doğmamıştır.
Lakin birçok âşık doğurmuştur. Kendisi de dâhil Hallac-ı Mansur aynı ateşle
yanar. Yunus da daha Hallac-ı Mansur doğmadan aşkın ateşiyle “Ene’l Hak”
anlayışına ram olmuştur. Bu aşk Yunus’ta doğmadan yani dünyaya gelmeden sevgili
tarafından verilmiş bir lütuftur. Coşkun bir şeydir. Yanar da yanar ama bilene
şekerden tatlıdır. Ancak özenilmeye gelmez istenerek de elde edilmez. Yunus
gibi âşıklar için varoluş doğumla başlamaz öncesi bir âlem vardır. Tıpkı ölümle
bitmediği gibi bu şiirde bu anlayışı da görebiliyoruz.
AHMET YESEVÎ DİVÂNI VE YUNUS EMRE ŞİİRLERİNDE
DOĞUMUN KARŞILIKLI DEĞERLENDİRİLMESİ
Hoca Ahmet Yesevî Türk İslam dünyasında
tasavvufi ve edebi anlayışıyla önemli bir yol açmıştır. Bu yolu birçok önemli
şahsiyet takip etmiştir. Menzil aynı olduğu için çatışmalar yaşanmadan anlatım
ve sunuşta farklılık ya da daha doğru bir tabirle zenginlikler artarak devam
etmiştir.
Yunus Emre de Hoca Ahmet Yesevî ’den sonra
gelmiş ve onun aydınlattığı yolu daha da güzelleştirmiş belki de en önemli
kişidir. Yunus’un Yesevî’nin yolundan gidişi ve temelde düşünce benzerlikleri
bir taklit ya da kopya değil aksine bir çeşitlilik ve sağlamlaştırma
çalışmalısıdır.
Doğum konusunda bakacak olursak, Hoca Ahmet
Yesevî genel manada olduğu gibi doğumun öncesi sonrası hayata adaptasyon ve
oluşumu ile ilgili Allah’ın büyüklüğünü koşulsuz kabullenmiştir. Allah’ın
kendisine lütfettikleri ve bunun karşılığında âcizane neler yapması gerektiğini
yani doğum hadisesinin ötesinde dünyaya geliş amacına odaklanarak bunun
üzerinden yapılması gerekenleri kendi hayatı üzerinden kâh pişmanlık duygusuyla
kâh hayranlıkla, şükürle anlatmaktadır. Bununla birlikte doğumu direkt olarak
anlatmaktan ziyade dolaylı aktarımlarla ona atıflarda bulunmaktadır. Ayrıca
detaylı olmayıp farklı olay ya da kavramlar üzerinden yaptığı aktarımlar derinliği
artırmakta ve tefekkürü bol bir anlatıma neden olmaktadır.
Yunus Emre ise doğum hadisesini Ahmet
Yesevî’ye göre çok daha detaylı ve sade açık ve anlaşılır şekilde ilk
aşamasından doğum sonrasına kadar aktarmaktadır. Tabi bu düşünceye sevk etmeyen
bir anlatım demek değildir. Sadece açıklık ve kültürel öğeler üzerinden
gerçeğin maneviyatla estetik bir şekilde sunulması ve bu yoldan görülerek idrak
edilmesi için böyle bir anlatım kullanılmıştır. Yunus Emre de yine tasavvufi ve
manevi öğeleri kullanmaktan geri kalmaz. Yesevî genelde kendi üzerinden bir
aktarım ve dolaylı bir söyleyiş benimserken Yunus hem kendi hem halk üzerinden
direkt bir söyleyişi kullanır. Her ikisi de derinliği olan anlatımlardır. Hatta
birtakım âlimler bu söyleyişlerin birer cezbe halinde kendinden geçerek
söylendiğini aktarırlar.
Doğum anlayış olarak her ikisinde de ilahi
emirle Hakk lütfûyla ve anne baba vasıtasıyla gerçekleşir. Bu bir şükür
vesilesidir. Aynı zamanda bu saflık durumuna bir müddet sonra nefs ve günahlar
karışır bunlar bir şekilde bertaraf edilmeli ve kâmil insan olmaya yani
doğumdaki o saflığa yaklaşmaya çabalamak gerekmektedir. Yesevî bunu günah
sevap, cennet ve cehennem ilişkisi üzerinden şer’i hükümler ışığında dile
getirirken Yunus Emre daha yumuşak ve şairane bir dil kullanır. Tabi aslını ve
ilahi hükümleri göz ardı etmeden.
Velhasıl özünde aynı olsa da kısaca
toparlarsak; söyleyiş ve sunuşta doğum hadisesi aktarımı, Hoca Ahmet Yesevî
hikmetlerinde daha radikal ama dolaylı ve doğum sonrasına yönlendirici öğeler
içerir. Yunus Emre de ise daha ılımlı, açık, detaylı doğum sürecinden,
öncesinden, genel hayat görüşüyle ve aşkın mesaj verici diliyle estetik şekilde
aktarılmaktadır.
Küçük yaştaki oğlan veya
kız.*
Çocukluk çağı, çocuk olma durumunu ve doğduktan sonraki yaşantıdan
gençliğe kadar olan kısmı ifade eder. Kişi bu dönemde anne ve babasına ya da
akrabalarına bağımlı ve güdümlü olarak yaşar. Çevresinin telkinleri, öğretileri
ve kültürüne göre şekil alır. Zamanla dış çevreyle tanışıp kendi karakter yapısını
oturtmaya çalışır. Bu şekilde çocukluk çağını geçirir.
Doğumdan sonra çocuğun gelişimini izleyen onun
anneyle babayla ve ailenin öteki üyeleriyle ve toplumsal çevresiyle
ilişkilerini düzenleyen bir dizi inanç, kural, adet, tören ve uygulamalar
vardır (Ölüm, AREGEM, b.t.).
Bu uygulamalar kısaca çocuğun yetiştirilip
hayata hazırlaması olarak tanımlanabilir. Kültürel olarak genellikle evlenene
kadar geçen sürede aile ile yaşanır ve ihtiyaç, bakım, bağlılıklar aile
büyüklerince karşılanır. İşte bu sürecin ilk aşaması da çocukluk çağını ifade
eder.
Çocuğun korunması, büyütülmesi, giderek bağlı
bulunduğu grubun ya da kültürel ortamın benimsediği belli kalıplara, değer
yargılarına kısaca modele uyması için birçok aşamadan geçmesi gerekmektedir. Bu
işlem ve pratikler, töre ve törenler önem ve sıralarına göre kimi zaman katı
kimi zaman da esnek biçimde uygulanmaktadır (Ölüm, AREGEM, b.t.).
Her dönemde olduğu gibi çocuklukta da aile ve
çocuk tarafından belli rol ve ödevler toplumun kabul yargılarına göre
gerçekleşir. Özellikle halk edebiyatında birçok eserde çocukluk dönemine ait
motiflere rastlamak mümkündür. Bununla birlikte sosyal hayatta da çocukluk
dönemi hem büyükler için hem çocuklar için kalıcı izler bırakan ve unutulması
güç etkili zamanlardır. Bu dönemlerde ad koyma ile başlayan, çeşitli hediyeler
ve ritüellerle devam eden, diş çıkarma, yürüme, sünnet olma, hatim etme gibi
birçok adet görenek ve dini evreler yer alır.
Doğum sonrası ad koyma ile birlikte çocuk
görme çeşitli hediyelerle tebrikleşme ve bu ziyaretlerde kullanılan başlıca
kalıplaşmış sözler vardır. Çocuk için;
“Uzun ömürlü olsun.
Hayırlı uğurlu olsun.
Analı babalı büyüsün.
Güle güle büyüsün.
Binası (sağlığı, yapısı) kuvvetli olsun.
Yaşı uzun olsun.
Allah akıl, hidayet versin.
Allah akıl, kemal versin
Allah akıl, fikir versin.
Vatana millete hayırlı olsun.
Allah nazarlardan saklasın.
Başı devletli olsun” (Örnek, 2016: 224) gibi
tebrik ve dilek cümleleri kullanılırken, anneler için;
“Hayırlı olsun.
Geçmiş olsun.
Mübarek olsun.
Allah seni kurtardı, sana bıraksın.
Allah sana bağışlasın.
Siz sizi soğuktan koruyun.
Gözünüz aydın olsun.
Hayrını göresin.
Allah çocuğunuzu ölmezler defterine yazsın.
Allah nasibini bol etsin.
Fazlalığın(ziyaden) analı babalı büyüsün.
Allah başa kadar korusun.
Ağzının tadıyla büyüsün” (Örnek, 2016:
224-225) şeklinde iyi dileklerde bulunulmaktadır.
Çocukluk döneminde erkek çocukları için
sünnetin yeri oldukça farklı ve özeldir. Kültürel anlamda askerlik ve
evlenmeden önceki en önemli mürüvvet olarak kabul edilebilir. Hem dini hem kültürel
açıdan oldukça önemli sayılır.
Sünnet, “erkek çocukta,
erkeklik organının ucundaki derinin çepeçevre kesilmesi”[*] durumudur.
Sünnet toplumuzda hem kültürel olarak kabul
görmüş hem de dini bir vecibe olarak oturmuştur. Bu sebeple bütün İslam coğrafyalarında
olduğu gibi Anadolu’da da çeşitli tören ve ritüellerle tıpkı düğünlerde olduğu
gibi kutlanarak yapılmaktadır. Sünnet olan çocuğun erkekliğe adım attığı veya
gençliğe geçişteki en önemli olay olduğu kanısı yerleşmiştir. Bu uygulamayı
yapmayanlar toplum nezdinde yadırganır ve ayıplanır.
Hiçbir çocuk sahibi anne ve baba bu köklü
geleneğin dışında kalmak istemez. Sünnet geleneğinin yaptırımı, bu konuda bir
karşı koyuşa ve tartışmaya meydan vermeyecek kadar güçlüdür (Örnek, 1977: 170).
Sünnet toplum içinde aynı zamanda birlik
beraberliğin sağlandığı, fakirlerin doyurulduğu, ailelerin akrabaların toplanıp
görüştüğü, gelenek görenek ve dini kabullerin yeniden hatırlandığı kutlu ve
müjdeleyici bir olgudur. Sünnet sadece basit dini, cerrahi ya da kültürel olay
değil toplumsal kaynaşma ve beraberliği sağlamlaştıran bir yapıdadır. Bu
itibarla sünnet ve sünnet töreni toplumuzca evlenme doğum gibi kutlu olaylardan
kabul edilmiş, uygulanmış ve uygulanmaya devam etmektedir.
Çocukluk döneminin bitmesi ile birlikte kızlar
için artık gençlik ve evlenme erkekler için de askerlik ve evlenme dönemi
gelmektedir. Günümüz de her ne kadar bu durum eğitim hayatının uzaması, sosyal
dengelerin değişmesi cinsiyet kavramlarının farklılaşması iş hayatın da erkek
ve kadının yer alması gibi nedenlerle güncellense de kültürel mana da etkisini
halen sürdürmektedir.
Toplumumuzda gelenekselleşmiş köklü bir
geçmişe sahip olan askerlik kutsal bir görev olarak değerlendirilir. Asker
olmak onurlu ve erdemli bir insan olmayla özdeşleştirilir. Özellikle kırsal
kesimde askerliğini yapmayan kişiler hoş karşılanmaz, sözleri dikkate alınmaz.
Toplumda bu denli önem verilen bu görevin başlangıcında ve bitişinde diğer
geçiş dönemlerinde olduğu gibi çeşitli törenler yapılmaktadır. Uğurlama ve
karşılama törenleri bölgesel farklılıklar göstermektedir. Yurdumuzun her
yöresinde yaygın olarak yapılan uygulamalardan biri, pusulası (askere çağrı
mektubu) gelen gençlerin akrabaları ve arkadaşları tarafından sırayla yemeğe
davet edilmesidir. Bu yemek yalnızca asker adayına verildiği gibi, ailesiyle
birlikte ağırlandığı da olmaktadır (Askerlik, AREGEM,
b.t.).
Tıpkı sünnette olduğu gibi askerlikte de dini
milli ve kültürel duygular ile adet ve inanışlar ön plana çıkar. Askerlik
görevinin icra edildiği yere Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ocağı
denmesi, askere Mehmetçik [Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)] diye hitap
edilmesi, “Her Türk asker doğar” gibi ifadeler bunlara örnek olarak
verilebilir.
Türk milletinin tarih sahnesine ilk çıktığı
andan itibaren askerlik kavramı göçebe topluluk olmasından ve coğrafi
şartlarında etkisiyle oldukça önemli bir yer tutmuştur. Kadın, erkek, yaşlı,
genç ayırmadan “ordu millet” olgusu kültürümüzde yer etmiş ve oldukça uzun
yıllar bu sistem devam etmiştir. Bunun yanında dini cihat kavramı ve şehitlik
arzusu ile içgüdüsel milli anlayışımız askerliği her daim kutsal ve saygı gören
bir olgu olarak görmemize neden olmuş. Bu çağdaki genler özenle hazırlanmış, el
üstünde tutulmuş giderken ve gelirken törenler yapılmıştır.
Özellikle cihat kavramı ve bu yolda ölünse
dahi manevi bir mertebe kazanıp şehit olunacağı inancı ile edebi eserlerde de
kahramanlık, şahadet, milliyetçilik gibi konularla yer etmesini sağlamıştır.
4.2.1 AHMET YESEVÎ HİKMETLERİNDE ÇOCUK
Yesevî’nin Hikmetlerinde kendisinden çok Allah
ve Resul (salla’llâhü aleyhi ve sellem) yolu anlatıldığı aşikârdır. Çocukluk
dönemi veya çocuk ile alakalı hikmetlerde yine dini vecibeler, aktarımlar,
uygulamalarla birlikte Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) izine
rastlamak da pek tabii mümkündür.
Z ŞİİR:1
11-
Vâ deriga muhabbetni câmın içmey
Ehl u ayâl hânumândın tükel keçmey
Cürm ü isyan girihlerin munda çeçmey
Şeytân galib cân bererde şaştım mena
(Rıdvanoğlu, 2016a: 72)
(Bana) vahlar, yazıklar (olsun ki), sevgi
bardağından içmeden işimden ve çoluk çocuğumdan, evimden, barkımdan, ocağımdan
büsbütün, tam olarak geçmeden, (bu geçici ve yalan dünyada yaşarken
(Yaratan’ımın emirlerini yapmayarak O’na karşı işlediğim) suç(larımın ve O’nun
yasaklarını yaparak yaptığım) isyan(larımın kör) düğümlerini bu dünyada iken çözüp
açmadan, şeytan, (Allah’tan ve O’nun acımasından yargılamasından uzak, kişileri
kötülüğe yönlendiren iblis)’e yenilmiş (olarak ömrümün süresi bittiğinden), can
verirken şaştım ben işte (Rıdvanoğlu, 2016a: 73).
Yesevî Hikmetin de çocuğu da Yaradan’ın üzerinde
tutmamış diğer tüm dünya nimetleri gibi onun da bir imtihan vesilesi olarak
görülmesi gerektiğine ve Allah’a ulaşma çabasında çoluk çocuğun dahi geçici bir
unsur olduğuna karar kılmıştır.
Tabi burada çocuğun değersizliği değil yaratan
gücün mukayeseye yer vermeyecek bir unsur olduğunun önemi aktarılmaktadır.
Yoksa Yesevî’nin düşünce ve eğitim anlayışını tezahürü olarak yetiştirdiği ve
ilham olduğu nesilleri göz önüne alırsak çocuk ve nesle verilen değerde ne
derece yüksek bir şahsiyet olduğunu rahatlıkla görebiliriz.
ŞİİR:18
21-
Yetti yaşda Arslan Bab Türkista’ga keldiler
Başım koyup yığladım hâlim körüp küldiler
Minbir zikrin öğretip mihribanlıg kıldılar
Arslan babam sözlerin işitiniz teberrük
22-
Kelam kıldım hurmadın menge vahşet kıldılar
“Ey bîedeb gödek” dep âsâ alıp sürdiler
Vahşeditin korkmadım mene bakıp turdılar
Arslan babam sözlerin işitiniz teberrük
23-
Azgın açıl ey gödek emanetin bereyim
Mezesini yutmadım aç azgını salayım
Hakk Resûlnı burugın ümmet bolsam kılayım
Arslan Baba'm sözlerin işitiniz teberrük
24-
Agzım açdım saldılar hurma ıssı kıldı mest
İkki âlemdin keçip vallâh oldum Hakk’ perest
Hâce molla yıgıldı alıp yördi dest be dest
Arslan Baba'm sözlerin işitiniz teberrük
25-
Babam aydı: “ Ey balam teklif kılmadın mene
Beşyüz yıldur kâmımda saklap erdim men sene
Mezesini siz alıp tilfin verdiniz mene”
Arslan Baba'm sözlerin işitiniz teberrük
26-
Babam aydı “ Ey balam kaşımda dur öleyim
Cenâzemni okup köm can tasadduk kılayım
Meded kılsa Mustfâ İlliyinde kireyim”
Arslan Baba'm sözlerin işitiniz teberrük
27-
Yığlap aydım “Ey baba yaş gödekmen bilmemsen
Gorunızı kazsalar köterip salalmesmen
Hak Mustafâ sünnetin gödekmen bilelmesmen”
Arslan Baba'm sözlerin işitiniz teberrük (Rıdvanoğlu, 2016a: 146-148)
Yesevî’nin hikmetlerinde
sıkça geçen Arslan Baba hakkında İslam Ansiklopedisi’nde şu şekilde bilgiye yer
verilmektedir;
Doğum ve ölüm tarihleri bilinmemektedir. Bazı
kaynaklar ismini Baba Arslan, Arslan Baba veya Arap Arslan Baba şeklinde
kaydetmektedir. Yesevî menkıbelerine göre siyah ırktan olan Arslan Baba ashabın
büyüklerinden olup dört yüz veya yedi yüz yıl yaşamıştır. İki ayrı rivayete
göre, sahâbîler bir gazâ sırasında veya Arslan Baba’nın evindeki bir toplantıda
acıkırlar. Bu arada Hz. Peygamber’in duasıyla Cibrîl cennetten bir tabak hurma
getirir. Hurmalardan biri yere düşünce Cibrîl o hurmanın ileride doğacak Ahmed
Yesevî’nin kısmeti olduğunu söyler. O zaman Hz. Peygamber ashabına, “Bu hurmayı
Yesevî’ye kim ulaştıracak?” diye sorar. Göreve Arslan Baba tâlip olur ve Hz.
Peygamber hurmayı onun ağzına koyar. Arslan Baba nice yüzyıl sonra Türkistan’ın
Sayram şehrinde henüz yetim kalan yedi yaşındaki Ahmed Yesevî’yi bulup emaneti
ona teslim eder. Bazı rivayetlere göre Hz. Peygamber’in verdiği bir hırkayı da
ona giydirir. Ayrıca Yesevî’ye “binbir zikir” telkin eder ve biraz sonra
öleceğini bildirerek cenaze namazını kıldırmasını emreder. Hûriler Yesevî’ye
yardımcı olmak için gelip Arslan Baba’ya ipekten kefen biçerler ve onu cennete
götürürler. Ahmed Yesevî de Arslan Baba’nın son işaretine uyarak Buhara’ya
gidip Şeyh Yûsuf-ı Hemedânî’nin yanında sülûküne devam eder (İslam
Ansiklopedisi, 1991, Cilt 3: 400).
Buradan yola çıkarak 21’inci hikmetten 27’nci
hikmete kadar Yesevî ve Arslan Baba’nın arasında geçen menkıbevi bir durum
aktarılmaktadır. Daha yedi yaşında bir çocuk iken Yesevî’ye manevi bir görev
niteliği-değeri olan emanet Arslan Baba tarafından takdim edilmiş ve hemen
sonrasında vefat edeceği için cenazesini de kaldırmasını Yesevî’ye telkin
etmiştir. Anlatılan bu hikmetler her ne kadar menkıbevi özelliğe sahip de
olsalar. Yesevî’nin hikmetlerinin ortaya çıkmasında ve hayat yolunun
belirginleşmesinde bir kıvılcım niteliğindedir. Bunu Yesevî’nin anlattığı
bölümdeki heyecanından ve aldığı manevi yükün ağırlığını hayatı boyunca
taşımaya büyük bir inançla bağlandığından anlayabiliyoruz. Ayrıca bu çıktığı
yolda doğru olduğu ve doğru kişilerle bulunduğu sürece manevi yardımların da
olacağını hem Arslan Baba’dan duyuyor hem de kendisi vurguluyor.
Bu hikmetlerin menkıbevi ve Yesevî’nin hayatı
üzerinde anlatılan bölümü kişisel hayata uyarlanmak istendiğinde vereceği mesaj
da hiç şüphesiz eğitimin, ahlakın, sorumluluk bilincinin çocukluk döneminde
kazandırılacağı ve verilen bu değerlerin sağlam bir temel üzerine oturtulduğu
takdirde hayat boyu kişiyi iyi ye, doğruya en önemlisi de Allah’a
ulaştırabileceğidir. Bahse konu hikmetler Yesevî’nin hayatı da göz önünde
bulundurularak harmanlandığında çocukluk evresinin ne denli etkili, unutulmaz
ve özel bir çağ olduğunu ortaya koymaktadır.
Yesevî’nin en fazla üzerinde
durduğu konulardan birisi ölüm kavramıdır. Sıkça o andan bahseder ve o halin
geleceğinden, geldiği zamanki yaşanacak durumdan dem vurur. İman kaygısı, son
nefes endişesi hep vardır. Böyle bir durumda dahi aklına gelen dünyevi belki de
tek varlık eşi ve çocuklarıdır* Bu yüzdendir ki çocuk Yesevî nezdinde
oldukça değerlidir. Bunun bir nedeni çocuğun İslam anlayışına göre sadaka-ı
cariye olması ve hayırlı evlat yetiştirebilmenin faziletli bir amel olması da
düşünülebilir.
4.2.2 YUNUS EMRE DİVÂNINDA ÇOCUK
Yunus Emre şiirlerinde daha çok sosyal hayatın
manevi değerlerle birlikte tüm ömre yayılacak şekilde vuslata yani ölüm anına
odaklı bir hazırlanışı ve buna dayalı gerektiği şekilde sadece sevap günah
sığlığında değil aşk ile yoğrulmuş bir ruhu aktarmayı-yaşamayı şiar edinmiştir.
Bu nedenle çocukluğu da hayatın içerisinde süregelen dönemler gibi düşünerek
bir bütün içerisinde ele almış o saflığa ve ruha çok dokunmadan sadece genel
olarak hızlı geçen hayatın içerisinde çok da anlayamadığı bir dönem olarak görmüştür.
Beni beşiğe urdılar, elüm ayağûm sadılar,
Öndin acısın virdiler, tuz içine düşdi gönül.
Günde iki kez çözerler, başına akça dizerler,
Ağuzuma emcek virdiler, nefs kabzına düşdi
gönül.
Bkz. Rıdvanoğlu A. DİVÂN-ı Hikmet, İstanbul: Sağlam yayınevi, 47.
Şiir/ 15-17 s. 218-219
Bu nesneyi terk eyledüm, yürümimeğe azm
eyledüm,
On iki süniğin yazarlar, elden ele düşdi
gönül.
Oğlan iken sultan kopar, kim elin kim yüzün
öper,
Akıl bana yoldaş oldı, sultanlığa düşdi gönül
(Rıdvanoğlu, 2016b: 173).
Düştü Gönül şiirinde Yunus Emre önce dünyaya
nasıl geldiğini, yaratıldığını ve geldikten sonra ilk dönem olan bebeklik ve
çocukluk dönemlerinin nasıl yaşandığını kendi üzerinden aktarmaktadır. Dünyanın
daha ilk anda acı ve tatlı yanlarını gördüğünü kundaktan başlayarak acizliği ve
acıyı tattığını, nefis sıkıntısının küçücük bir bebekken bile insanı rahatsız
ettiğini belirtmektedir. Biraz daha büyüyünce herkesin gözünde önemli olduğunu
elden ele gezdiğini her yaptığının hoş görülüp sultanlar gibi her istediğinin
olduğunu en sonunda artık kendisinin de böyle yaşamak istediğini sultanların
hayatına ulaşmayı hayal ettiğini, aklının insanı bu zamanlarda yönetmeye
başladığını anlatmaktadır. Şiirin devamında gençlik olgunluk ve yaşlılık dönemi
de anlatılmaktadır.
Yunus çocukluğun bir oyun, hızlı geçen bir
zaman dilimi, insanın hayallerini, hedeflerini ve kişiliğini oluşturduğu bir
dönem olarak aktarır. Çocukluk evresi eğer büyükler tarafından iyi idare
edilmezse bu kişinin manevi mahviyetine sebep olabilir. Hayat bir bütündür ve
çocukluk bu bütünü ortaya çıkaran doğumla birlikte ilk aşmadır. Bu nedenle
önemlidir.
AHMET YESEVÎ DİVÂNI VE YUNUS EMRE ŞİİRLERİNDE
ÇOCUKLUĞUN KARŞILIKLI DEĞERLENDİRİLMESİ
Ahmet Yesevî hikmetlerinde çocuğun önemi, ilk
dönemlerdeki eğitiminin sorumluluk almasının ve yetiştirilmesinin önemi kendi
çocukluğu üzerinden vurgulanmıştır. Arslan Baba’dan aldığı feyz veya eğitim
onun hayatına, eserlerine, seçim ve görüşlerine direkt olarak etki etmiş, dönüm
noktası oluşturmuştur. Yedi yaşından itibaren İslami geleneğe göre de
sorumluluk alınabileceğini, kişinin hayatına yön verilip, rahatlıkla eğitilmeye
başlanılacağını belirtmiştir.
Bunun yanın da Yesevî çocukları ve çocuklarını
anlattığı bölümler de diğer hikmetlerinde de yer aldığı gibi dünyanın nimetleri
olarak gördüğü ve önem verdiği kadar aynı zaman da çok fazla bağlanılıp asıl
bağlılığını yani Allah’ı unutturacak birer varlık olarak yaşanılmaması
üzerinden de mesaj vermiştir. Yine öğütlerini çocukluk üzerinden sadece oyun ve
eğlence olarak geçirilen zamanlar olmaması gerektiğini vurgulamıştır.
Yunus Emre ise sosyal hayata olan yakınlığı
hasebiyle çocukluk dönemini çok fazla Yesevî de olduğu gibi eğitilecek,
sorumluluk verilecek bir dönem olarak vurgulamamıştır. O daha çok hayatın akışı
içerisinde hızla geçen ve çok da anlaşılmayan bir çağ olarak görmüş, ömrün
yelpazesi içerisinde genel bir bölüm olarak çok fazla içerine girmemiştir.
Evlilik hayatın gidişatı içerisinde bireyin
verdiği en önemli kararlardan biridir. Birey ilk kez aile ve akrabaları dışında
hayatını birlikte devam ettireceği birisini kabullenir ve onunla yeni bir hayat
kurar. Evlenme genel olarak düğünlerle, mevlitlerle veya nikâh akideleriyle
tıpkı sünnet de olduğu gibi bu sefer karşılıklı iki ailenin birleşerek ya da
ayrı-ayrı cemiyetleriyle (yemek, dua, eğlence, adetler, oyunlar vb.)
gerçekleştirilir.
Bu şekilde evlenen çiftler kendilerine ait
sosyal, ekonomik ve manevi bir yaşam tarzı oluştururlar. Kültürel, dini ve
maddi yapı içerisinde gelenek ve görenekler izinde bazen de dışına çıkarak bir
aile kurarlar. Kurulan bu aile evlenen kişilerin ailelerince genellikle
desteklenir ve yardımcı olunur.
Genellikle kültürümüzde evlilikler görücü
usulü ve sosyal alanlarda tanışma şeklinde görülür. Bunun dışında kız kaçırması,
beşik kertmesi, berdel, otura kalma gibi evlilik çeşitleri de günümüzde sık
olmamakla birlikte belli bölgelerde görülebilmektedir.
Yaşamın ikinci geçiş dönemi olan evlenme,
gerek kızın ve erkeğin sosyalleşme sürecinin önemli bir aşamasını oluşturması,
gerekse aileler arasında kurulan dayanışmayı, toplumsal ve ekonomik ilişkiyi
belirlemesi ve düzenlemesi bakımından her zaman ve her yerde önemli bir olay
gözüyle görülmüştür. Ailenin toplumsal yapının temeli olması, bu birliği
sağlayan evlenme olayına evrensel bir karakter kazandırmıştır. Dünyanın her
yerinde her aşaması, bağlı bulunduğu kültür tipinin öngördüğü belirli kurallara
ve kalıplara uydurularak gerçekleştirilen evlenme olayı, özellikle tören, töre,
âdet, gelenek ve görenek bakımından zengin bir tablo çizmektedir (Örnek, 1977:
185).
Her toplumun tarihi, ekonomik yapısı, kültürel
oluşumu, inanışları ve yaşadıkları bölge evlenme türlerini de belirlemiştir.
Kendilerince kabul görecek bir evlenme biçimi oluşturmuştur. Bizim toplumumuzda
da Sedat Veyis ÖRNEK’in araştırmalarına göre; görücü usulü, tanışma, kız
kaçırma, artık az görülse de beşik kertmesi ve berder, kepir ya da yaban değişi
ile taygeldi şeklinde evlilik biçimleri vardır. Bunlar içinde en yaygın olanı
ve günümüzde de tam manasıyla kabul göreni görücü usulü ve tanışarak evlenme
biçimidir.
Evlilik yaşı da çağa, şartlara ve ekonomik
unsurlara göre değişiklik arz etmektedir. Önceki yıllarda evlenme yaşları genel
olarak 20’li yaşlarda olurken günümüzde bu ortalama 30’a doğru yaklaşmaktadır.
Sedat Veyis Örnek Türk Halk Bilimi adlı
eserinde evlenmenin aşamalarını;
1.Görücülük, Dünürcülük/Kız Bakma, Kız İsteme,
2.Söz Kesimi
3.Nişan
4.Düğün
Kına Gecesi, II. Düğün, III. Nikâh - Gerdek,
IV. Hediye, Bağış ve Ödemeyle İlgili Âdetler, VI. Evlenmeyle İlgili Ritüel ve
Büyüsel İçerikli İşlemler olarak belirtmiştir.
Yaşamın içerisinde Peygamberimiz Hz. Muhammed
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) sünneti yani dini bir örnekliği olan vazifedir.
Ayrıca kültürel ve milli bir anane olarak yer tutan evlilik Türk toplumunun da
en önemli öğesi olarak, ailenin ilk adımıdır. Soyun sağlıklı ve meşru şekilde
devamının da tek yoludur. Bu nedenle doğuma yani yeni hayatlara dahi vesile
olan bu kavram oldukça önemli ve kutsal bir durumdur. Maddi-manevi adetleriyle
öncesi-sonrasıyla Türk kültürünün ve İslam inancının en önemli mihenk
taşlarından birisidir. Her ne kadar Yesevî ve Yunus’un eserlerinde birebir
evlenme konusuna değinilmemişse de dolaylı olarak aile, birliktelik ve evlilik
kavramının gerekliliğine atıflarda bulunulmuştur.
Ölüm, her insan için kaçınılmaz olsa da
gündelik hayatın içerisinde çoğunlukla görmezden gelinen ve inkâr edilen bir
olgu olarak görülmektedir. Ancak; ölümcül bir hastalığa yakalanmak, yaşamı
tehdit eden bir olay yaşamak, ölen biri ile iletişime geçmek gibi bazı
durumlarda insanlar ölümlü olduklarını daha çok fark edebilirler. İnsanların
ölümlü olduklarını fark etmelerinin sıklıkla yoğun bir kaygıya ve varoluşsal
bir krize neden olduğu belirtilmektedir (Dülger, 2014).
Ölüm insanların belki de hayatta tek
alışamadığı kavramdır. İnsanlar inançlarına göre ölüme farklı anlamlar
yüklerler. İnsanda benli faniliği kabullenmeme ve aciz olmaktan kaçma isteği
olduğu için ölüm her zaman soğuk gelmiştir. Ölüm kimine göre bir başlangıç
kimine göre bitiş ve yok oluş kimine göre de bambaşka bir boyuta geçiştir.
Bizim toplumumuz ve inancımızda ölüm aslında bir boyut değişikliği ve sonsuza
giden bir yoldur. Bu yola çıkmadan önce yapılan hazırlık evresinin tamamı da
yaşamın ta kendisidir. İnancımıza göre tüm hayatımızın ve yaşadıklarımızın
sonucuna göre ölüm sonrasını kendimiz oluşturmuş oluruz.
Nefsi arzuların sökülüp atılması, giderilmesi.
Çünkü nefsin hayatı, heva (arzu) iledir. Bu heva ile nefis, tabii alçak
isteklere, şehvetlere ve lezzetlere meyleder. Bu durumda nefs-i natıkayı
kendine celbeder. Böylelikle kalp, ilmî hayat hakikatinden mahrum kalır. Bunun
sebebi nefsin cahilliğidir. İmâm Cafer-i Sadık “Tevbe ediniz nefsinizi
öldürünüz” (2/Bakara,54) ayetini esas alıp tevbeyi ölüm kabul eder (Cebecioğlu,
2014: 334).
Tasavvufi mana da ölüm Hakka bir vuslat bir
arzu haline geldiği gibi ruhun temizlenmesi maksadıyla nefsin dizginlenmesi,
tertemiz bir âleme temiz bir şekilde gidişe hazırlanılan yolun kutlu kavuşması
olarak da sayılmaktadır. Gerçek âşık kişi ölümü ister, hazırlanır ve huzurla
bekler. Hatta Mevlana Hazretleri ölümü şeb-i arûs yani düğün - kavuşma gecesi
olarak anlatır.
Sedat Veyis ÖRNEK Türk Halk Bilimi kitabında
ölümün aşamalarını; ölüm öncesi, ölüm sırası ve ölüm sonrası olarak
ayırmaktadır. Her bir dönem bireysel manada ve toplum nezdinde kültürel olarak
karşılığı bulunan zaman dilimleridir. Dinsel ve kültürel olarak iç içe geçmiş
birçok adet, inanış, örf vardır.
Ölüm öncesine dair belli başlı ölümü
getirdiğine inanılan belli olaylara da rastlanılmaktadır. Bunlar genelde dini
bir alt yapısı olmayan tamamen toplum nezdinde zamanla korkulan, istenmeyen,
kızılan bazı hayvan, tabiat olayı vb. durumların yansıması olarak batıl bir
şekilde ortaya çıkmıştır. Bunlardan bazıları baykuş ötmesi, kapı, tava
gıcırdaması, eşyanın dış etki olmadan kırılması, gece evden bir şey verilmesi,
yıldız kayması, güneş veya ay tutulması, şimşek çakması, gök gürüldemesi,
rüyada görülen bazı şeyler vb.[†]
Toplum hayatında birçok alanda değişik inanma,
adet, tören, ayin, kalıp, davranış vb. geçiş dönemlerinden olan ölüm, gelenek
görenek ve inançların daha etkili olduğu özellikle küçük yerleşim birimlerinde
toplumsal yardımlaşma ve dayanışmanın yoğun olduğu alanlardan biridir. Kişinin
beden olarak yok olurken ruh olarak yaşamaya devam etmesi şeklinde
değerlendirilen ölüm, çoğu zaman korkulan bir süreç olarak karşımıza çıkar. Bu
korkunun ürettiği bilinçaltı, baskı ve geleceği bilme arzusunun etkisiyle
alışılmışın dışındaki kimi olaylar ölüm olacağının işareti olarak
değerlendirilir (Ölüm, AREGEM,
b.t.).
Anlaşılan ölüm veya kaçınılmaz olduğu
düşünülen ölümü beklemek hem bekleyenler hem de bu duruma düşen kişi için
oldukça zor bir zamandır. Ancak ani ölümler için aynı durum sonrasında
görülebilir.
Ölüm sırasında kişinin rahat can vermesi
sağlanmaya çalışılır. Bunun için öleceği anlaşılan kişinin ağzına su verilir,
yanında Kur’an-ı Kerim okunur, yüksek sesle ağlanmaz. Uzaktaki yakınları
çağrılır; gelememişlerse üzerine, onlara ait eşyalardan ya da fotoğraflardan
konur vb (Ölüm, AREGEM, b.t.).
Her zaman yaşanılan an önemlidir. Öncesi
geçmiştir, sonrasının gelip gelmeyeceği meçhuldür. Bu nedenle anı yaşamak,
anında yapılana etki etmek veya anı değiştirmek asıl olandır. Ölüm sırası da
böyle bir andır hatta daha da ötesi benzersiz ve herkes için tek, özel bir
andır. Hiç bilinmeyen, bir kez yaşanacak, sonrası herkes için farklı bir
durumdur. Yaşayan kişi için ne kadar özelse etrafında bulunanlar içinde aynı
şekilde mümtaz bir durumdur.
Ölüm anı dünya hayatının sonu ve ahiret
hayatının başlangıcıdır. Bu açıdan ölüm döşeğindeki hastanın, ebedi yolculuğa
ruhen hazırlanmasına yardımcı olunmalıdır. Zira hastaya gösterilen sevgi, saygı
ve hoşgörü eksenli yaklaşım tarzı dinimizce sevap kazandırıcı eylemlerden
sayılmaktadır. Ayrıca hastaya söylenecek sözlere dikkat edilmeli, ümitsizliğe
düşürücü, gönül kırıcı sözlerden kesinlikle kaçınılmalıdır. Allah’ın
rahmetinden, affından, bağışlamasından bahsedilmeli ve mümkün olduğu kadar ona
dua edilmelidir. Sonuç itibariyle ölüm döşeğindeki hastanın son yolculuğunda
moralinin yüksek olması sağlanmaya çalışılmalıdır (DİB, 2008: 21).
Ölüm anı her canlıda istisnasız tezahür edecek
bir durum olduğundan bu durumu yaşayan kişiye ciddiyetle ve hassas şekilde
davranılmalıdır. Ayrıca bu dini ve kültürel bir gerekliliktir. İnsan olmanın da
getirdiği bir sorumluluk vicdani bir yükümlülüktür. Bu durumu mümkün olduğunca
sıkıntısız ve sorunsuz şekilde geçirmek gerekmektedir.
Ölümün gerçekleşmesiyle birlikte cenaze
genellikle öldüğü yerden, rahat döşeği olarak adlandırılan ve yere hazırlanan
yatağa alınır. Çenesi, ayakları bağlanır. Cenazenin genellikle aynı gün
içerisinde defnedilmesine çalışılır. Cenaze bekletilirken üzerine şişmemesi
için bir demir parçası (bıçak, makas vb.) konur. Ölüm haberi günümüzde iletişim
araçlarından yararlanarak ve camiden okunan sala vasıtasıyla çevreye duyurulur
(Ölüm, AREGEM, b.t.).
Her inanış, her kültürde farklılıklar gözlense
de ölüm anı hep seçkin bir andır. Kültürümüzde telkinler, dualar ve ölen kişiyi
hoşnut etme üzerine sükûnetli bir ortamda gerçekleştirilmeye çalışılır.
Yakınlar toplanır sıkıntılı olan kişiler dahi ölecek kişi hürmetine bir araya
gelir. Ölüme giden kişinin huzuru sağlanmaya çalışılır. Ruhu ve imanı için
dualar, şahadet telkinleri verilirken, ölümün zorluğu vücudun sıkıntısı için su
veya istediği bir şey verilir.
Vefat durumu sonrasında ölü evinde sessizlik,
sükûnet ve mümkün olduğunca huzurlu bir ortam oluşturulmaya çalışılır. Bu hem
vefat eden kişinin ruhunun arzulayacağına hem de dini bir vecibe yani Allah (celle
celalühü)’tan gelenin tereddütsüz kabulüne dair bir gösterge olduğuna
inanıldığındandır. Sesli ağlayan, isyan eden, söylenen kişiler teskin edilip
sakinleştirilir. Bu görev aile fertleri, komşular ve akrabalara düşer. Aynı
zaman da sabretmek dinen de uygun görülmüş isyan yasaklanmıştır. Bazı
bölgelerde ağıt, yakarış ve üst baş paralanması gibi İslamiyet öncesi adetlere
halen rastlanılabilmektedir.
Ölenin öte dünyaya gönderilişine ilişkin ilk
hazırlıklar cenazenin belli kurallar dâhilinde yıkanması ve kefenlenmesiyle
başlar. Yıkayıcılar bu işin kurallarını bilen ve tecrübeli olan kişilerdir.
Yıkama, köylerde evlerin içinde ya da bahçesinde, ilçe ve büyük kentlerde
cenaze arabasında, mezarlık ya da cami gasilhanelerinde yapılır. Günümüzde
birçok köy ve beldede de cami gasilhaneleri veya yıkama araçları kullanılmaya
başlanmıştır. Evde yapılan yıkamalarda, cenazeyle aynı cinsten olan
yakınlarının 1-3 tas su dökerek ya da ayağını yıkayarak cenazeyle helalleşmesi
yaygın uygulamalardandır. Bazı yerlerde cenaze, gece bekletilirken rahat suyu
olarak adlandırılan bir ön yıkamaya da tabi tutulur (Ölüm, AREGEM, b.t.).
İslam geleneğine göre kadın kefeni 5 (lifafe,
izar, dir, hırka, himar), erkek kefeni 3 (lifafe, izar, gömlek) parçadan
oluşurken, halk arasında buna eklemeler (kadınlarda sıtır bezi, elbise, pijama,
önlük vb.; erkeklerde takke/kep, atlet, don vb.) yapıldığı olur. Kefen olarak
genelde beyaz kumaş kullanılır. Kefenin içine kına, çörekotu, gülsuyu, zemzem
vb. dökülmekle birlikte cenaze bekletilirken ya da kefenlenirken tütsü de
yapılabilmektedir (Ölüm, AREGEM,
b.t.).
Genellikle cenaze yıkama, defnetme, sala
verilmesi ve kefenleme gibi işlemler mahalle imamı tarafından ya da çağırılan
din görevlilerince gerçekleştirilmekle birlikte vefat eden kişinin akrabaları
veya yakınları tarafından da bu işlemler gerçekleştirilebilir. Bunun için belli
bir dini bilginin olması şarttır.
Kefenlenen cenaze en dışından kilim ya da
battaniyeye sarılır ve tabut ya da sal içine konarak cenaze namazının
kılınacağı yere götürülür. Tabutun üstüne, halı, kilim ya da yeşil renkli,
üzerinde kutsal kişilerin isimleri, kelime-i tevhit, kelime-i şahadet vb.
Arapça yazıların yer aldığı örtüler örtülür. Ayrıca tabutun üstüne, ölenin
cinsiyetini belli etmek için kadınlarda tülbent, namazlık; erkeklerde, şapka,
sarık, ceket, havlu vb. atılır. Genç kız ya da gelinlerin tabutuna, gelinlik,
al, duvak, çeyiz eşyasından bir parça; mesleği ifade etmek için din adamlarında
sarık, askerlerde şapka, madalya, şehitlerde bayrak vb. koyma gibi uygulamalara
da rastlanabilmektedir (Ölüm, AREGEM,
b.t.).
Özellikle son zamanlarda cenazeler üzerinden
kişinin görüşünü, inancını, mesajını, tarafını ya da yaşayışını temsil eden
bayrak, flama, resim, şapka, rütbe vb. materyaller tabutun üzerine
konulmaktadır. Bu durum cenazeye gelen kişilere mesaj vermek kişiyi tanıtmak ya
da görüşlerini toplanmış olan kalabalığa aktarmak niyetiyle de yapılmaktadır.
Cenaze namazı erkeklerin katılımıyla
genellikle cami avlusu içerisinde vakit namazı sonrası imam tarafından
kıldırılır. Burada cemaatten ve katılanlardan helallik, şahitlik istenebilir.
Son dönemlerde bazı bölgelerde bayanlarda ayrı bir şekilde cenaze namazının
kılındığı alana gelmektedirler. Bununla birlikte bazı bölgelerde cenaze namazı
kişinin evinin önünde, bahçesinde veya öldüğü mekânda da kılınmaktadır. Yine
ölen kişinin yakınları vefat edenin borcu varsa bunu cenaze kalkmadan öğrenip
ödemekle mükelleftir. Bu da dini bir motiftir.
Birçok uygarlığa mekânlık eden Anadolu’da
tarihi süreçte değişik gömme şekillerine (sanduka, lahit, küp, höyük veya
tümülüs içinde, mumyalanarak vb.) rastlanmakla birlikte günümüzde; mezar düz
şekilde kazılmakta ya da daha yaygın olarak mezarın içine ayrı bir oygu (leht,
sapıtma vb.) açılarak cenaze oraya yatırılmaktadır. Oygu, ağaç parçalarıyla, kerpiçle,
tuğlayla ya da briketle örülür, sonrasında üzerine toprak atılır. Böylece
atılan toprak, cenazeye değmez. Çoğu yörede cenaze mezara tabutsuz konur ancak
tam tersi uygulamalara da rastlamak mümkündür. Cenazenin mezara yatırılış
şekli; ayakları doğu, başı batı ve yönü kıble olmak üzere sağ tarafı
üzerinedir. Mezarın üzeri toprak atılarak kapatıldıktan sonra mezarı belli
etmek amacıyla, baş ve ayakucuna geçici olarak ağaç, taş vs. başlıklar
yerleştirilir. Gömülme işleminin tamamlanmasıyla birlikte din görevlisi ya da
bilen bir kişi tarafından cenazeye öbür dünyada yardımı olacağı inancıyla
“telkin” verilir (Ölüm, AREGEM,
b.t.).
Ölü gömüldükten sonra arkasından çeşitli
hayırlar yapılır. Kaldıysa borçları ödenir. Mevlitler ve Kur-an’ı Kerim
okutulur. Eşyaları ihtiyacı olanlara dağıtılır. Ruhuna yemek, tatlı, lokma vs.
dağıtılır. 3, 7, 40, 52 gibi günlerde toplanılıp dualar okunur, ilahiler
söylenir. Bu yapılanların tamamı ölen kişinin hayrı veya vasiyet ettiği için
yapılır. Görüldüğü üzere yaşam kadar ölüm de ölen kişi de kültürümüzde kendine
yer edinmiş, bununla birlikte hayırlı ve birleştirici derneklere dönüşmüştür.
Defin işleminden sonra imam mezarlıkta kalarak
gömülen kişiye talkın verir. Bu bir nevi inanış gereği kabirde sorgu suale
verilecek cevapların hatırlatılmasıdır. İnanışa gör dünya hayatında iyi yaşayıp
ibadetlerini yapan kalp kırmayan, ahrete hazırlanan bir Müslüman tüm bu
sorulara rahatça cevap verir ve kıyamete kadar cennetteki yerini görerek
huzurlu bir kabir hayatı yaşar. Aksi haldeyse kabri cehennem çukuru olu ve
azabı daha mezardayken başlar. Yine ölen kişinin akrabaları mezarlığa
toplanarak gömüldüğü gün ve sonraki birkaç gün giderler. Burada dua ederek, bir
müddet mezarlık başında bulunurlar. Burada amaç ölenin yeni yerine, kabrine
alışmasını sağlamak dua ederek ruhunu huzura erdirmek, birlikte olduklarını,
yanında olduklarını, ölse de onu unutmadıklarını göstermektir.
Ölüm sonrası birçok bölgede ölü yemeği
verilmektedir. Bu dinen çok hoş görülen bir durum değildir. Zaten acısı olan
ölü evine bir de maddi külfeti olan ve zahmetli bir iş yüklenmiş olur. Bu
âdetin aslı ölü evine yemek götürülmesi ve gelenlerin bu yemeklerle
ağırlanmasıdır. Ayrıca son dönemde cenaze defninden sonra mezarlıkta ikram
dağıtma durumu da oldukça yaygınlaşmıştır. Yapılan tüm bu hayırlar ölen kişi
adına, onun sevabına gönderilir.
Üç kavram etrafında insanoğlunun tüm yaşam
serüveni gerçekleşir. Bedensel, düşünsel ve manevi yapısı oluşur gelişir veya
değişir. Doğumdan itibaren biriktirilen sosyal, fiziksel ve ruhsal olgular
insanı yoğurur ve karakterini ortaya çıkarır. Karakter de kişinin
davranışlarına, inançlarına ve varsa eserlerine yön verir. Bu şekilde oluşan
bütün kişiyi ya sıradan bir insan yapar; unutulur ve yok olur ya da bu şekilde
gelişerek bıraktığı izler, eserler ve fikirlerle dünya yok olana kadar yok
olmayacak bir örnek şahsiyet yapar. Tıpkı Ahmet Yesevî ve Yunus Emre de olduğu
gibi.
Ahmet Yesevî hazretleri Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) efendimize o kadar bağlı ve saygı dolu idi ki Peygamber
Efendimizin vefat yaşı olan 63 yaşından itibaren kendisine yer altında küçük
bir hücre yaptırmıştır. Bu hücreye yerleşmiş ve vefatına kadar bu hücrede
yaşamına, irşat ve hizmetlerine devam etmiştir. Onun yaşam felsefesi ve
hassasiyetlerine göre Resulûllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın vefat ettiği
yaştan sonra yaşamak ve dünya nimetlerinden faydalanmak edebe aykırıdır. Bu
durumu sığ bir mantık ve ruhsuz bir düşünce ile ele almak abes olur çünkü bu
maddesel bir yaklaşım olur ki anlaşılamaz. Bu olaya aşk ve âşıklık penceresi
ile bakıp değerlendirmek gerekir. Ancak âşıklar aşkı yolunda her yolu mubah
görür ve hep onunla kalmak onu takip etmek ister.
Yunus Emre de dünya hayatı bir oyun ve
oyalanma yeri olarak görür. Onun için bu dünyanın kahrı sadece sevgiliye varmak
için çekilir. O’na varmak için de sevgi, hoşgörü, inanç, samimiyet ve aşk
gerekir. Eserlerinde de bu kavramlar üzerine gittiğini
görmekteyiz. Eserleriyle birlikte yaşantısını da bu düsturlar üzerine inşa
etmiştir.
4.3.2.AHMET YESEVÎ HİKMETLERİNDE ÖLÜM
Hoca Ahmet Yesevî için sevgilinin (Peygamber
Efendimiz) ölümü bile bir örnektir, yani sünnettir. Onun yaşamadığı yıllarda
dünya hayatının zevk ve nimetlerinden faydalanmak edeben uygun değildir. Bu
duruş ancak onun gibi Allah (celle celalühü) aşkıyla hemhal olmuş Resulün
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) izinde yanmış bir yüce gönül insanının
yapabileceği bir durumdur. Sığ bir akıl ve maddi bir düşünce yapısıyla
algılamak oldukça zor olabilir. Bu nedenle hikmetleri de tıpkı yaşantısı gibi
kulluk ve sünnet izinde olmuştur.
Hikmetlerinde sık-sık ölümü ölmeden önce kabre
girişini insanların ölümle ilgili duruşlarını ve ölümden sonraki hayatı
aktarır. Bunların birçoğunu birçok şahsiyet eserlerinde kullanır fakat ölmeden
önce kabre girmek ve tıpkı bir mezarda gibi bu kadar katı bir bağlılıkla
yaşamak fikrine rastlamak pek mümkün değildir. Ahmet Yesevî’yi özel kılan da bu
samimiyeti ve bağlılığıdır. Tabi aynı zamanda edebi üslûbu Türkçeyi kullanışı
ve sadeliği de bunlara eklemek gerekir.
Şimdi bu mümtaz şahsiyetin hikmetlerinde ölüm
kavramını inceleyerek anlamaya gayret edelim. Bu okuyan için hem bir ders hem
de bir ibrettir.
Şiir: 1
25-
Kul Hâce Ahmed gaflet birle ömrün ötti
Va hasretâ közdin, tizdin kuvvet ketti
Vâ vayletâ nedâmetni vaktı yetti
Amel kılmay kervân bolup köçtim mena
(Rıdvanoğlu, 2016a: 77)
25- (Yüce Yaratan Allah’a) Kul (olan) hoca
(bilgili yaşlı) Ahmed uykuda imiş gibi hiçbir şeyden habersiz vurdumduymazlık
ile ömrün geçti. Vah! Ne özleyiş, iç çekme ve üzüntü ki gözünden (görüş),
dizinden (duruş) gücü kuvveti (gelmemek üzere) gitti. Vah! Ne yazık, acıklı
inleyip haykırsan da pişman olmanın, (diz dövmenin, tövbe etmenin) çağı artık
geçti. (Yaratan’a yakışan, O’nun buruklarını tutup O’na uygun) amel (iş,
çalışma) kılmadan kervan olup(göçenlerin içine katılıp ahirete göçenlerle)
göçtüm ben işte (Rıdvanoğlu, 2016a: 76).
Hoca Ahmet Yesevî yukarıda da belirtildiği
üzere ölüme ayrı bir önem vermiştir. Bu hikmette de hayatın artık son demlerine
gelmiş birçok insan gibi eli kolu tutmaz gözü bir daha geri gelmeyecek şekilde
görmez olduğunu, herkes gibi onunda ah vah edecek zamanının geldiğini ancak
fayda etmeyeceğini, dönülmez yola girdiğini pişmanlığın yararsız kaldığını
anlatmış. Hoca Ahmet bu hikmetinde kendi tevazuuyla halkın Hakk’a olan zayıf
bağını dünyaya kapılışını ve son demlerdeki pişmanlıklarını kendi üzerinden aktarmakta
ve ölümün soğukluğunun yaşlılıkla birlikte bunları hatırlattığını bu duruma
gelmeden tövbe edip salih bir kul olma yoluna gidilmesi gerektiğini
anlatmaktadır.
Şiir:8
1-
Subhı sâdık düşenbe kün yerge kirdim
Mustafâ’ga mâtem tutub kirdim mena
Altmışüçde sünnet dedi eştib bildim
Mustafâ’ga mâtem tutub kirdim mena
(Rıdvanoğlu, 2016a: 102)
1-Sabah tan ağaranda pazartesi günü yere
(kuyudaki dar çile evine) girdim.(son peygamber Hz. Muhammed) Mustafa’ya
(altmış üç yaşında toprağa girdiği için) üzüntümden yas tutarak (yere) girdim
ben. Altmış üç yaşta sünnet (Hz. Peygamberimizin yaptığı) dedi. Ben işittim ve
bildim. (Onun toprağa girdiğini duydum, öğrendim, benim için sünnet olarak
kabul ettim. Hz Muhammed) Mustafâ altmış üç yaşında toprağa girdiği için üzüntümden
yas tutarak yeraltına girdim ben (Rıdvanoğlu, 2016a: 103).
Ahmet Yesevî’deki ölüm anlayışı yukarıda da
belirttiğimiz gibi ölmeden önce ölmek, ölümle yaşamak, buna alışmak ve hatta
bunu Peygamberimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in bir sünneti olarak görmek
kabul edilmiştir. Yesevî bu duruşuyla bağlılığını menzilini ve yolunu ölümle
dahi sınansa tereddütsüz kabul ederek göstermiştir. Onun yolu aşk yoludur.
Yolda dert de olsa cefa da olsa kahır ve çile de olsa yolda zevk ile
gitmektedir. Bu durum ölümü bile insana kabullendirecek en alışılmaz olan bu
hali bile somutlaştırıp yaşanır kılacak bir mücadeledir. Bu şekilde hem mesaj
vermekte hem de davasına olan inancını yaşayarak aktarmaktadır.
Şiir: 9
6-
Bir kün seni ömrün bergi bolgay hazan
Ecel kelmey tevbe kılgıl eyâ nadân
Şayet sene rahm eylegey izim Yezdan
Ol sebebdin Hakk’dın korkub gorga kirdim
(Rıdvanoğlu, 2016a: 110).
6-Bir gün senin ömrünün yaprağı sararıp
(dalından düşecek duruma gelince, bu dünyâdaki azığın azalıp bitecek) duruma
gelince (yaşama süren bitip) ecel gelmeden tövbe kıl. (bu çağa kadar yaptığın
büyük küçük yazuklarından vazgeç, pişman ol bir daha işlememeye söz ver, çaba
harca.) Ey haddini bilmeyen, ilimden uzak kişi. Eğer (ki tövbe edersen) sana
acır ve yarlıgar, değerli, güçlü, hayırları ve iyilikleri yaratan yüce Allah.
(işte) o sebepten (dolayı yüce Yaratan) Hakk’dan korkup da mezara (mezar gibi
dar olan bu yere) girdim (Rıdvanoğlu, 2016a: 111).
Yesevî her zaman son nefes için öğütler vermiş
yaşam çizgisini buna göre şekillendirmiş ve hikmetlerinde bu ölçüyü
gözetmiştir. Bu hikmette de yine ölümün gelmesinden önce hazırlanılması
cahilliğin bir kenara bırakılıp yapılanların düşünülmesi, kişinin kendisini
hesaba çekmesi ve yaptıklarına zamanı varken tövbe etmesi gerektiğine değinmiştir.
Eğer böyle olursa şanı yüce Allah’ın affedip bağışlayabileceğini, kendisinin de
bu yüzden inzivaya çekildiğini anlatmaktadır. Tabi Yesevî’nin mezara girme
vakası çok daha farklı ve manevi olgunluk neticesinde yaşanılan bir haldir.
Burada hikmetin sonunda onu söylemesi kişinin kendisini ölüme hazırlamasının ne
kadar önemli olduğuna vurgu yapmak içindir.
Şiir: 10
12-
Ümmet bolsan iştib canın bermes misen
Mustafâ’ga canın kurban kulmaz mısan
Can ne bolgay imânını bermes misen
İştib okup yerge kirdi Kul Hace Ahmed
(Rıdvanoğlu, 2016a: 114)
12-(Sen O’na gerçekten değerli olan) ümmet
olsan, (O’nun söylediklerini) işitip, (düşünüp değerlendirince O’nun yolunda)
canını vermez misin? (Hz. Muhammed) Mustafa’ya (seni ümmetliğe çağırıp kabul
ettiği için onun yoluna) canını kurban(bağışlayıcı) kılmaz mısın? Can (dediğin
ne olaki? O’na) imanını vermez misin? (Yüce Yaratan’a) Kul (olan) Hoca Ahmed
işitti, okudu (mezar gibi dar ve karanlık olan bu) yere girdi (Rıdvanoğlu,
2016a: 115).
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in
bir çağrısı var bu çağrı ümmet olma, ona uyma, aslında kurtuluşa bir çağrı
bunun değerini bilmenin öneminden ve bu nimetin büyüklüğünden bahseden Yesevî
Resule uymanın can pahasına bile olsa yapılması gerektiğini anlatmaktadır.
O’nun yolunda ölüm dahi olsa severek gidileceğini vurguluyor. Canın
değersizliği, ölümün ve dünya hayatının basitliği asıl kutsal olanın Allah ve
Resulü’nün yolu olduğu aktarılıyor. Gerçek ümmet olmayı tüm varlığına tercih
edebilen bir inancı ve yüceliğini belirtiyor.
Şiir:28
1-
Ömrüm âhir bolganda ne kılgaymen Hudâ’ya
Can alguvçı kelgende ne kılgaymen Hudâ’ya
2-
Can bermekni vehmidin Azrail’ni zahmidin
Şefkat bolmasa sendin ne kılgaymen Hudâ’ya
3-
Can bermek işi düşvar âsân kılgıl yâ Cebbar
Sendin özge yok gamhar ne kılgaymen Hudâ’ya
4-
Canım cuda bolganda tenimmunda kalganda
Tahta üzre alganda ne kılgaymen Huda’ya
5-
Âçiz bolup yatganda ferişteler kirgende
Men Rabbük dep sorganda ne kılgaymen Hudâ’ya
6-
Eltip gorga koyganda yetti kadem yanganda
Sorguvçılar kirgende ne kılgaymen Hudâ’ya
7-
Men Rabbük dep turganda kara kündür oşende
Rabb’in kimdür degende ne kılgaymen Hudâ’ya
8-
Kul Hâce Ahmed sen bende nefs eklinde şermende
Mahşer küni bolganda ne kılgaymen Hudâ’ya
(Rıdvanoğlu, 2016a: 172)
Yirmi sekizinci hikmette Hoca Ahmet Yesevî
ölüm anını, bu son ana gelindiğinde neler hissedileceğini, ölüm sonrası kabre
gidişimizi, kabirdeki hallerimizi ve sıkıntımızı, kabir hayatı sonrası mahşer
yeri ve durumumuzu tasvir etmekle birlikte bu anlarda iyi bir halde olmak, emin
olmak için dualarını, iyi dileklerini anlatmaktadır. Ayrıca Allah (celle
celalühü) için ne yapmak lazım geldiğini her beyit sonunda dile getirmekte
aslında cevabı bilinen bir soruyu önce kendi nefsine sonra dinleyene defahatle
hatırlatmaktadır. Ölümün hemen öncesi, ölüm anı, kabir hali ve mahşer yerini
toplu ve detaylı şekilde tasvir edip, dinleyene hissettirip sorular yönelterek
anlatan en etkili anlatan hikmetlerden biridir. Dünyadayken ölümün varlığını,
zorluğunu ve sıkıntısını anlayıp bize her türlü güzelliği ve nimeti sunan, doğru
yolu gösteren Allah’a nasıl daha çok yaklaşırız, O’nun yolunda neler
yapabiliriz bunun cevabını aramaya iten bir beyittir. Bununla birlikte ölümün
ürkütücü soğukluğu ve Allah’ın rahmetinin kuşatıcı sıcaklığını aynı anda
dinleyene hissettirmesi açından önemlidir. Korku ve ümidi aynı anda sunar.
Tıpkı ölümün varlığı yaklaşması buna karşılık hala hayatta olunması gibi.
Şiir:30
1-
Könlim kuşı uçsa daim kanat tokup
İkkik özüm nedametde kanlar töküp
Ten öltürüp riyazette tizin çöküp
Yâ İlâhî afv kılgıl günahımnı (Rıdvanoğlu,
2016a: 174)
1-Gönlümün kuşu (sürekli) kanat çarparak uçsa
iki gözüm yaptığım kötü işlerden üzüldüğümden yaş yerine kanlar döküp, geçici
dünya zevk ve hazlarından uzaklaşıp, ibadete engel olan hımbıllığa, hantallığa
yol açan çok yemeyi bırakarak az ve helâl yiyip gözü tok olarak yaşamak için
diz çöküp (koyulup) ibadet ve ilimle uğraşsam. Ey yüce Yaratan’ım, benim
(şimdiye kadar işlediğim) günahlarımı bağışla (Rıdvanoğlu, 2016a: 175)!
Ahmet Yesevî 30. Hikmette ölümü farklı bir
açıdan ele almıştır tasavvuf anlayışı ve nefs engelini ön plana çıkartmıştır.
Nefsin kötü istek ve arzularından, yeme içmenin miskinliğinden, zevk ve
eğlencenin boşluğundan sıyrılıp; ibadet ve ilimle, helal ve olgunlukla
buluşmanın çabasını anlatılmaktadır. Bir nevi nefs ve hevâlar öldürülüp,
sonlandırılıp yerine canlı bir iman getirilmek isteniyor. Yine hikmet dua ve
günahların bağışlanması yakarışıyla bitirilmektedir.
Şiir: 51
3-
Çın könülde namaz kılgıl Hudâ bilsün
Halk için resvâ bolgıl âlem külsün
Tofrak sıfat hârlık tartkıl nefsin ölsün
Himmet bersen nefsim yığıp yığlasam men
(Rıdvanoğlu, 2016a: 228)
3-Gerçek ve doğru olarak, gönülden gelerek
(Allah’a borcunu ödemek için) namaz kılmasın ki, (sana), bütün dünyâ (bilgisiz,
anlayışsız, düşüncesiz olanlar) gülsün. Toprak gibi (alçakgönüllü, sindirici
ol). Aşağılanmayı hor görülmeyi çek ki (katlanıp hoş karşıla ki) nefsin
(içindeki seni sürekli bu dünyanın geçici zevklerine yöneltip günah işletmek
isteyen benliğin) ölsün. (Ey yüce Yaratan’ım.) Olanca gücümle doğru yola yönelmem
için bana yardım etsen, ben de nefsimi kırıp (senin için) ağlasam (Rıdvanoğlu,
2016a: 229).
Hoca Ahmet Yesevî ölüm konusuna 30. Hikmette
olduğu gibi nefsin ölümü olarak değinmektedir. Buna bağlı olarak da
aşağılanmayı, hor görülmeyi, itibarsızlaşmayı nimet olarak görmektedir.
Bunların insanı gurur, kibir ve büyüklük hastalıklarından alıkoyarak nefsini
köreltip öldüreceğine inanmaktadır. O’na göre insan ibadetleri yanında, dünya
zevkleri ve nefsi arzuları bertaraf ederek ancak Allah’a, gerçek aşka ulaşabilmektedir.
Şiir:61
12-
Bîteharet zikr aytganga lâ’net yağar
Oşal küni bolgan ferzend şeytân toğar
Öler vaktda evvel kelip şeytân bakar
Kelin yığlın zâkir kullar zikr aytaylak
(Rıdvanoğlu, 2016a: 252)
13-
Bîteharet zikrin aytgan imân etmes
Öler vaktda hak Mustafâ kolın tutmas
Sübhan igem günahını hergiz ötmes
Kelin yığlın zâkir kullar zikr aytaylık
(Rıdvanoğlu, 2016a: 254)
12-Taharetsiz (abdestsiz) zikir söyleyene
(zikir halkasına karışana) ilenme (beddua) yağar. Şu, o günü (abdestsiz,
taharetsiz kazanılıp) olan(doğan) çocuk şeytân doğar. (Şeytân gibi olur ve ona
uyar). Öleceğinde şeytân (herkesten önce gelip) bakar. (imansız gitmesi için
tuzaklar düzenler kurar) Gelin, yığılın (toplanalım) Allah’ı sürekli anan ve
O’nun ululuğunu, güçlülüğünü düşünen, Allah’ı unutmayan kullar (birlikte)
Allah’ın adını söyleyelim (Rıdvanoğlu, 2016a: 253).
13-Taharetsiz (abdestsiz) zikrini (Allah’ın
adını sürekli) söyleyen imân etmez. Öleceğinde (Allah kitap vererek ) son elçi
olarak gönderdiği (Hz. Muhammed) Mustafâ elini tutmaz. (Ona ümmetim deyip
şefaat etmez). Her türlü yanlış ve eksikliklerden beri olan sahibim Allah,
hiçbir şekilde günahını geçmez(bağışlamaz). Gelin, yığılın (toplanın) Allah’ı
sürekli anan ve O’nun ululuğunu, güçlülüğünü düşünen, Allah’ı unutmayan kullar
(birlikte Allah’ın adını söyleyelim (Rıdvanoğlu, 2016a: 255).
Hikmetlerde Yesevî öncelikle ölüm anı ve
kaygısına baskın bir şekilde vurgu yapmaktadır. Bu anda Hz. Muhammed
(salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in manen yanında olmasına ve şeytanın uzak
olmasına bir istek vardır. Ölüm anının zorluğunu aşmak için Allah’ın yardımı ve
peygamberi (s.a.v)’nin şefaati gereklidir. Bunun içinde üst hikmetlerin devamı
olarak yapılan işin tam manasıyla kalpten ve samimiyetle yapılmasına,
hazırlığın, çabanın sırf Allah (celle celalühü) rızası için olmasına dikkat
çekmektedir. Eğer yapılanlar gösteriş, bayağı, boş vermiş bir şekilde olursa
sonun kötü olacağını belirtmektedir. Bununla birlikte zikirden kopmayarak Allah
adını sıkça anmaya ve bu yerlere sarılarak kurtuluşa ermeye davet etmektedir.
Yesevî nazarında çare zikir halkalarında ve Allah (celle celalühü) aşkındadır.
Şiir: 65
9-
Garib canım Hakk’ yolıda nezr eylesem
Şah Hasan dek Kerbelâ’da suvsâb ölsem
Hakk şarâbın içermen dep teşne ketsem
Anda barsam suvsunlarım kanar mu kin
(Rıdvanoğlu, 2016a: 264)?
9-Yad ellerde kimsesiz (kalmış) canımı Hakk’
yolunda adak eylesem. Şah Hasan (Hz. Hasan efendimiz gibi) susayıp(susuzluktan)
ölsem.(ilâhî) Hakk’ şarabını (Yaradan’ıma kavuşma) içerim deyip (su içme)
özlemiyle (ölüp) gitsem. Oraya vardığımda susuzluklarım (Yaradan’ıma kavuşma
isteklerim) kanar mı ki (Rıdvanoğlu, 2016a: 265)?
Yesevî Allah’a öyle bir aşkla bağlıdır ki bunu
insandaki susuzluğun giderilme arzusuna benzetmektedir. Susuz yaşanamadığı gibi
aşksız da yaşanamaz ve bu aşkının Hz. Hasan, Hz. Hüseyin efendilerimiz gibi
sıkıntılar çekerek Allah (celle celalühü) yolunda hak yolunda bir ölüm olsa
ancak belki dineceğini, kavuşacağını ummaktadır. Ölüm anlayışını yolunda bir
çile ile birleştirerek sırf Allah (celle celalühü) için sıkıntı yaşamak
arzusundadır. Bu şekilde bir ölüm belki onun Hakka olan hasretine son
verebilir.
Şiir:84
6-
Mürşidlerge hizmet kılsan nefsge âfet
Tegme nâdân bu yollarda kılmas tâkat
Sâdık kullar bu yollarnı bilür rahat
Tirig ölmey didâr arzu kılman dostlar
(Rıdvanoğlu, 2016a: 316)
6-Bilgili, öğütleyici, eğitici yol
göstericilerin (mürşidlerin) buyruğuna girip onların işlerinin görsen bu,
içindeki seni sürekli yalan ve geçici dünyaya yönlendiren içindeki benliğin
için yıkıcı, kırıcı böyük (sürekli sıkıntı) belâdır. Değme bilgisiz, düşüncesiz
kişiler bu yollarda(ki eziyet ve) sıkıntıya dayanamazlar. Doğru, (gerçekten
bağlı olan) kullar bu yolları ve içindeki güvensizlikleri ve yıkıcılıkları çok
iyi bilirler. Diri(iken) ölmeden Allah’ın yüzünü görmeyi dilemeyin sağdıçlar
(Rıdvanoğlu, 2016a: 317)!
Yesevî’ye göre insan ne kadar hayırlı işler
yapsa ya da kişilerle bulunsa da içindeki nefis engelini aşmadıkça, dünya
nimetlerine aldanmayı bırakmadıkça amacına ulaşamaz. Cahil olan bu sıkıntılara
gelemez. Sadık olanlarsa zaten alışkındırlar, onlara rahat gelmektedir. Allah (celle
celalühü)’ı görmenin (burada mecâzi bir mana vardır.) yolu ölmeden ölmektir.
Yani Yesevî yine nefsin ve benliğin yok edilerek Allah’a ulaşmanın yolunu
göstermektedir. Ölümü nefs üzerinden anlatarak, ölmeden evvel ölünüz hadisine
de gönderme yapmaktadır.
Şiir: 105
8-
Kul Hâce Ahmed tevbe kılgıl ölmesburun
Kızıl yüzün gorda yatıp solmas burun
Yılan çıyan gorın içre tolmasburun
Kaza kılsa rıza bolup turmak gerek
(Rıdvanoğlu, 2016a: 380).
9-(Yüce Yaradan’a) Kul (olan) Hoca Ahmed
ölmeden önce tövbe etmelisin (bu dünyâda yaptığın kötü işlerden dönüş yapıp bir
daha yapmamaya söz verip yapmamalısın) Kızıl (kanlı canlı) yüzün sinde yatıp
sararıp solmadan önce. Yılan- çıyan (gövdeni yemek için) sin içinde dolmadan
önce, Kaza (birdenbire beklenmedik bir anda) kılsâ razı olup (benimseyip)
durmak gerek.
Hoca Ahmet Yesevî’nin bu hikmetinin tamamında
ölüm anı ve sonrayı aktarılmakla birlikte, son bölümde kendi üzerinden yine
öğüt vermektedir. Bu hikmette şiddetli korkutucu ve ölümün soğuk yüzü daha
fazla ön plana çıkmakta hazırlığın buna göre yapılması gerektiği daha net bir
şekilde ifade edilmektedir. Ölmeden önce iyice düşünüp tövbe edilmeli
kötülüklerin hepsini bırakılmalıdır. Daha da ötesi ölüp de kabir azabı, yılan
çıyanın gövdeni yemeni istemiyorsan hemen yapamadığın ibadetleri yapıp, iyi
biri olarak ölümü karşılaman gerekmektedir. Yesevî açık-açık iyi insan, iyi bir
Müslüman olmazsak ölümün bizim için bir felaket olacağını örnek vererek
aktarmakta ve kendi üzerinden uyarmaktadır.
Şiir:124
9-
Hakk’ını tanugan özgeni hergiz tanımaslar
Allah demegen bolsa anı ölgeni behrak
(Rıdvanoğlu, 2016a: 440)
9-Hakk’ı tanıyan (O’na tutkun olup gereğince
kulluk yapan) özgelerini(başkalarını) hiçbir zaman (o tarakta bezi olmayanlar)
tanımazlar.(içyüzünü bilmezler.) Allah demeyen (Allah’a yeterince kulluk
etmeyen kişi) olsa onun ölmesi (kendisi için daha) uygundur (Rıdvanoğlu, 2016a:
441).
Hoca Ahmet Yesevî bu
beyitinde Allah’ı bilenin başkasıyla uğraşmayacağına kendini bilip başka
kişileri araştırmayacağına değinmektedir. Bunu yanında ikinci mısrada Allah’ı
anmayan, ona kulluk etmeyen kişinin ölmesinin daha hayırlı olacağını öne
sürmektedir. Bu beyiti incelerken Yesevî’yi tanımak ve onun anlayışına detaylı
bir şekilde bakmak gerekmektedir. Yoksa insanı en büyük değer olarak gören
birinin onun günahkârlarının ölmesi hatta öldürülmesini istemesi gibi sapkın
bir düşünceye kapılabilir ki bu da çok yanlış ve hadsiz bir yargı olur. Yesevî
burada günahtan, Allah’tan ayrı olmaktan ne kadar çekinilmesi gereken bir durum
olduğuna değinmektedir. Öyle ki böyle bir duruma düşüp de insanın küfrü
artacağına zalimliğe, yanlış yaşamaya devam edeceğine o günahları işlememesi,
kötülüğünü arttırarak hem kendine hem başkalarına zarar vermemesi, dünya ve
ahretini daha fazla yıkıma uğratmaması için hayatının bitmesi daha hayırlıdır
anlayışını aktarmaktadır. Nitekim tarih böyle zalim günahkârlarla doludur.
Bakıldığında özünde insanı ve insanlığı düşünen bir görüştür. Asıl amaç iyi
şekilde yaşamak ve yaşatmaktır. Ancak ahmaklı da devam edilirse, ölümün isteneceği
nadir durumlardan biri olarak düşünmüştür. Tabi bu bir temennidir öldürmek
manasına kesinlikle gelmez ki Yesevî anlayışına tamamen ters bir duruma düşülür
böyle bir düşüncede. Yazılan ruh haliyle okunamayabildiği için anlamsal
farklılıklar olsa da ana fikri unutmamak ve ona göre yorumlamak gerekmektedir.
Bu da o tarz hikmetlerden
*
Yunus Emre için ölüm kavramı Yesevî’de olduğu
gibi korkulacak, kaçılacak, endişe duyulacak bir durum değil aksine Mevlana
Hazretleri’nin buyurduğu üzere bir düğün gecesi sevgiliye varışın bir
temsilidir. Hatta ölüm aslında çok da gündeminde yoktur. O’nun için ölüm
sonrasında ne cennet sevinci ne cehennem korkusu sadece menzilinde Allah (celle
celalühü) ile birlikte olma arzusu vardır. Her sözü O’nun üzerine, her
düşüncesi O’nun izinedir. Nitekim şu dizeler de bu hali en iyi şekilde ifade
etmeye kâfidir;
Bana seni gerek seni
Ben yanaram düni güni
Bana seni gerek seni
Ölüm konusu ile ilgili Hikmetlerin tamamı için, bkz: RIDVANOĞLU A.
(2016). DİVÂN-ı Hikmet, İstanbul: Sağlam Yayınevi, s. 68-525
Ne yokluğa yirünirem ‘Işkınıla avınıram Bana seni gerek seni
‘Işk denizine taldurur
Tecelliyile toldurur
Bana seni gerek seni
Delü olanı taga düşem Sensin dün ü gün endişem Bana seni gerek seni
Külüm göge savuralar
Topragum anda çagura
Bana seni gerek seni
Ahîlere âhret gerek Mecnunlâra Leylâ gerek Bana seni gerek seni
Ne uçmak’da köşk bagladum
Senün içün çok agladum
Bana seni gerek seni
Bir ev ile birkaç Hûri
İsteyene virgil anı
Bana seni gerek seni
Düşde göreydi bir gice
Terk ideyidi mülklerin
Bana seni gerek seni
Gün geçdükçe artar odum
İki cihanda maksûdum
Bana seni gerek seni (Tatcı, 2014: 519-520)
Yunus Emre kime ne gerekirse onun peşine
gideceğini, dahi kendisine bir tek Yaradan’ın gerektiğini belirtmektedir. İlk
dizeden itibaren Allah (celle celalühü) aşkıyla kendinde olmadığını, varlığa da
yokluğa da sevinip üzülmediğini aktarmaktadır. Dününde bugünün de kıymeti
olmadığını, hatta hayat imtihanımızın sonunda bize sunulacak cennetin dahi
kendisi için kıymeti olmayacağını, iki âlemde de tek emelinin Yaradan olduğunu,
adeta ölüm kavramının sevgilisiyle arasında aşılması gerek bir engel olduğunu
anlatmaktadır. Zaten dizelerde ölüme iyiliği ya da kötülüğüne dair bir atıf da
yoktur. Ölüm onun için önemsiz, bir şekilde aşılacak ayrıntıdır sadece.
Şimdi Yunus Emre’nin Divânı’na şiirleri ve
dizeleri üzerinden ölüm algısı özelinde bir göz atalım.
Ölüm kavramı Yunus Emre de sadece canın
çıkması, ruhun tenden ayrılması, ya da dünya hayatının son bulması demek
değildir. Aynı zaman da hayattayken de insan manevi halleri kaybetmesi,
duygularının körelmesi de bir nevi ölülüktür onun için.
Ol cân kaçan öliser sen ana cân olasın Ölmiş gönül dirile
anda ki sen olasın
Ölmeklik dirilik ola ölümsüz dirlik
bula
Başlu gönül onula merhemi sen
olasın
Sen oldugun gönüller her dem cânın yiniler Bunlardur
ölmeyenler hâkimi sen olasın
Sen oldugun makâmda ehl-i dâd olur anda Güç olmaz ol
dîvânda sultanı sen olasın
Cân bedenden uçıcak menzilinden
göçicek
Ol cihâna geçicek göze ‘iyân
olasın
Tozını yil almaya bir zerre ırılmaya
‘Aşık cânı
ölmeye ma’şûkı sen olasın
Yûnus en ‘âşıksan ‘ışka
muvafıkısan
Korkma ulaşıgısan ne olursan olasın (Tatcı,
2014: 431-432)
Nefsini dizginleyip kemale erdiren yani bir
nevi öldüren kişi işte o zaman can bulur. Ölümsüzlüğü bulmak için ölmeden bile
isteye ölmek gerek. Hakka, adalete, iyilik ve güzelliğe dirilerek yaşamak ve
yaşatmak gerek. Yaradan’ı bulan gönüllere zorluk yoktur. O ol dese yeter güçlük
olmadan her iş tamam olur. Bu yüzden onu bulmak ve onda erimek, ölmek gerek.
Elbet bir gün gerçek ölüm de çatsa, bu hal ile gözünün göreceği yer hayırdır,
ayan beyandır. Allah’ın aşığı olana zarar verecek yoktur, korkulacak bir şey de
yoktur. Gerçek bir gönül aşığıysan ne olursa, nasıl olursan ol zaten yerin
bellidir.
Yunus Emre ölümü dahi aşkla bağdaştıran onun
üzerinden dahi aşkın gücünü anlatan bir şahsiyettir. Aşkın ölümü dahi
kolaylaştıran, korkulmayacak bir hakle getiren bir inanç, tutku veya duygu
olduğunu her daim aktarır. Yine bu duygu üzerinden farklı bakış açıları da
oluşturmaktadır.
Gelün bugün yanalum yarın yanmamag ıçun
Ölelüm ölmeziken yine ölmemeg içün
Tartalum günâhumuz artduralum âhumuz
İdelüm hisabumuz hisâb olmamag içün
Erenlere gidelüm eteklerin tutalum
Bugün eyle idelüm yolda kalmamag içün
Bak göresin dünyaya geldügini bil neye
İş bu fâni dünyaya magrur olmamag içün
Yûnus yok dünya tadı çün
kim faniymiş adı
Muhammed zindân didi biz şâd olmamag için
(Tatcı, 2014: 425)
Yunus Emre bu şiirinde her ne kadar ölüme
dikkat çekip onun için yapılacak hazırlıklardan ve hangi halet-i ruhiye içinde
olmamızdan bahsetse de aynı zamanda dünya hayatının genel olarak akışı içerinde
unuttuğumuz birçok gerçeği de hatırlatmaktadır. Bu hayat neden geldiğimizi,
yaptıklarımızın muhasebesini tutmamız gerektiğini, bunları yaparken bizi ölüme
hazırlayacak ulu kişilerle birlikte olmamız onların eşiğinden ayrılmamız
gerektiğini, adı bile fani olan Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ’in
bile rahat etmediği bir yerde bizim de rahatlık aramamamız gerektiğini ölüm
odak noktasıyla birlikte anlatmaktadır.
Ko ölmek endîşesin ‘âşık
ölmez bâkîdür
Ölmek senün nen ola çün cânun İlâhîdür
Ölümden ne korkarsın
korkma ebedî varsın
Çün kim işe yararsın bu söz fâsid da'vîdür
Nazar kıl bu gevhere ya
bu bir gizlü nûra
Nûr kaçan yavı vara çün Hak nazar-gâhıdur
Kâlû belâ dinmedin
kadîmden bileyidük
Key anlagıl neydügin bilişün kandagıdur
Şükr eylegil Hâlik'a ol
durur Hayyü'l-Bekâ
Ana varursın mutlaka bâri
şükrle varı dur
Ezelî bilişidük birliğe
yitmiş idük
Sen bu sûrete bakma vücûd
cân vi'âsıdur
Bu ezelî birligi yâ bu
cihân dirligi
Yâ bu gönül birligi bil kudret budagıdur
Yadlık yokdur bilene
dirlik tuta gelene
Bilelik söyleyene vuslat yolı kavîdür
Hükm-i revân mülkine ol
işi kendü bile
Çün iş geldi hâsıla bu mülk varlık evidür
Yûnus beşâret sana gel
dirler dostdan yana
Külli şey'in yerci ‘ilâ aslih söz aslıdur
(Tatcı, 2014: 270)
Genel manada Yunus Emre’nin hemen her şiirinde
ön plana çıkan aşk olgusu yine etkilidir. Bununla birlikte sağlam bir
teslimiyetten de söz etmek mümkündür. Yunus ölümden korkmaya gerek olmadığı
nasılsa ebedi bir hayata erişeceğimizi anlatmakta ayrıca bu hayatın âşık
gönüller için iyi bir hayat olacağı yapılan amellerin sonucunda fesada gerek
olmadığını anlatmaktadır. Bu yolda gidenler Allah’ın huzurunda ne söz
verdiyseler onu yaparlar ve bedenleri onları vuslata taşıyan bir araçtır.
Ölümde bunun tezahürüdür. Birlik, dirlik kurana gönül eri olana zor da olsa
ebedi huzur vardır. Teslimiyet, gayret ve samimiyet özünde iyilikle birlikte
ebedi saadete, ölüm ötesine, en güzel dosta varmanın en asil yoludur.
Yanar içüm göyner özüm
ben ölümi anıcak
Ölüm endîşesi ne hoş
ululara danışıcak
Öliserüz bellü beyân
gizlü içümüz olur ‘ıyân
Teneşür üstine konup halk öninde yuvunıcak
Hiç bilmezem ben niçe
idem kangı yana sefer idem
Yakasuz don geyem gidem başsuz ata binişicek
Gele bana kavum kardaş
ola sine degin yoldaş
Kim olusar bana hâldaş ben sinümde kalışıcak
Kalam ben âmâlumıla her
niçesi hâlumıla
Gide kavum güle güle evden yana dönişicek
Sana eydürem ey paşa
neler geliserdür başa
^jKimi isiden bagrı pişe kim şarâba kanışıcak
Yarın siyâset kurıla
cümle halâyık dirile
Kimi emir savan birle kimi isiden yanışıcak
A'mâl vire anda cevâb
a'mâlsüze olur ‘itâb
Şol kişiye olmaz ‘azâb bunda âzâd olışıcak
Yûnus imdi sen kıl yarak
utanmayasın dogrı bak
Cümle halâyık dirile adlu adıyla saylıcak (Tatcı,
2014: 333-334)
Ölüm kavramı Yunus Emre için de her ne kadar
vuslat anlayışı içinde de olsa anıldığında insana ürperti veren içi yakan,
düşünceye sevk eden bir durumdur. Buna rağmen ulu, yüce kişilerle beraber olup
onlara danışınca bu durum hoş bir hale gelir. Yunus Salih ve sadıklarla,
âlimlerle birlikte olmanın ölümün bile soğukluğunu gidermeye çare olacağı
mesajını vermektedir. Şiirin kalan kısmında teneşire konulmayı her şeyin orada
ayan olacağını, kefen giyip başsız at olarak tabir ettiği tabutla yeni evi
olacak bir çukura götürülüşünü teşbih sanatını kullanarak aktarmaktadır. Bu
arada yaşanacak olan her şeyi anlatarak hayatta olanlara da ibret tabloları
sunmaktadır. Her insanın kabirde amelinin eline kalacağını, yaptıklarının ona
yoldaşlık edeceğini, sorgu suale dahi iyi amellerinin cevap vereceğini, buna
karşın, kötü ameli olan, hiçbir hazırlığı olmadan ölüp kabre girenin durumunun
çok vahim olduğunu belirtmek istemektedir. Yine mahşer yerinde tüm insanlığın
ortada olacağını burada da herkesin durumuna göre bir halde olacağını
anlatmaktadır. Kiminin azarlanıp hakir görüleceğini kiminin de azat olup taltif
edileceğini belirtmektedir. Son olarak da tüm bu anlatılanlara çare olarak
kendi üzerinden yapılması gerekenin, o gün gelip de herkesin tek-tek adıyla
çağırıldığında, utanılacak bir duruma düşmeden, zaman varken ölüme hazırlık
olduğu tavsiyesini vermektedir. Yunus Emre ölüm hissiyatı, ölüm yolculuğu ve
ölüm sonrasını gözler önüne sererek bunların kendi dünyası üzerinden sıkıntıya
düşülmeden bir nevi reçetesini sunmuştur.
^(Gerekmez dünyayı bize çünki bâkî bünyâd
degül Bir kul bin de yaşar ısa ölicek bir sâ‘at degül
Bu dünya kahır evidür
niçe ‘ömürler eridür
Uçmak'da hûy satan kişi yalan yanlış gaybet
degül
Şol senün mü'min kullarun dünyâ zindânı anlarun
Bu dünyâda mü'min olan hurrem oluban şâd degül
Bunda zâlimlik eyleyen nefsi harâmla toylayan
Yüzleri kara kopısar öz cânları râhat degül
Kim durur kim ire ana
dün-gün tâ‘at kılan ana Virülür uçmak anlara zîrâ bilişdür yâd degül
Yûnus miskîn mestânesin sen
seni gör ko bunları
Dünyâda riyâlu dirlik
kişiye eyü ad degül (Tatcı, 2014: 354)
Yunus Emre bu şiirinde de dünyanın amaç değil
araç olduğunu, asıl değil hayal olduğunu, uzunca yaşansa da bir anda can
verilecek kadar ölüme yakın olduğumuzu belirterek bir giriş yapmaktadır.
Gerçeğin burada yaşanmayacağını, mümin bir kul ne kadar rahatta olsa ahrette
yani cennetteki durumuyla karşılaştırıldığında dünyada adeta sürgünde olduğunu
vurgulamaktadır. Bundan sonraki bölümde yine dünyada ölüme kadar geçen sürede iyilikle,
Allah’a kulluk bilinciyle yaşanmasına dair mesajları vermektedir. Bunları öğüt
olarak değerlendirmek de doğrudur. Ölüm kavramı her zaman şiirlerde ön planda
tutulmaktadır. Bunun amacı ölümün soğuk çekiciliğiyle aslında hayatımıza direkt
ya da dolaylı olarak, hissiyatlı bir şekilde “Yunusça” müdahale etmek
istemektedir.
Ma'nî eri bu yolda melûl
olası degül
Ma'nî tuyan gönüller hergiz ölesi degül
Ten fânîdür cân ölmez çün
gitdi girü gelmez
Ölürise ten ölür cânlar ölesi degül
Gevhersüz gönüllere yüz bin
söz eydürisen
Hak'dan nasîb olmasa nasîb olası degül
Sakıngıl yârün gönlin
sırçadur sımayasın
Sırça sındukdan girü bütün olası degül
Çeşmelerden bardagun
toldurmadın korısan
Bin yıl anda turursa
kendü tolası degül
Şol Hızır'ıla İlyâs Âb-ı
Hayât içdiler
Bu bir kaç yıl içinde bunlar ölesi degül
Yaratdı Hak dünyâyı
Peygamber dostlıgına
Dünyâya gelen gider bâkî kalası degül
Yûnus gözün görürken
yaragun eyleyigör
Gelmedi anda varan girü gelesi degül (Tatcı,
2014: 356-357)
Yunus’a göre âlim olan mana insanları
üzülmezler, onlar herkes gibi ölmezler. Tenler ölür ceset olur. Gönüllerse eğer
Hak yolunda merhaleler kat ettiyse hiçbir zaman yok olmazlar. Ölüm dahi Allah
ve dünyanın uğruna yaratıldığı Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
âşıklarına bir son değildir. Fakat nasipsiz olan, bu yolda arzusu ve gayreti
olmayanlara, içinde bir ışık bulunmayanlara dünya dahi mezardır. Şiirin son
kısmında ise hemen her şiirinde olduğu gibi dünyada iken ölüme hazırlığa
değinmektedir. İlim ve irfan sahibi hoş gönüllü kişilerin en korkulan durumları
bile aşacağına dair bir düşüncesi de vardır. Bu durum ölüm dahi olsa
aşılabilir. Onlarla birlikte olmak da Yunus için değerlidir. Bunu da teşvik
etmektedir.
Dost elinden ölür isem
güle güle girü gelem
Ganîmet görem bu demi cân şükrâne virü gelem
Cânın dirîg tutan kişi
dost katından ırak düşer
Fidî kılam yüz bin cânı ıraklıkdan berü gelem
Cercîs'leyin ol dost beni
yitmiş kez öldürür ise
Bin kez dahı ölür isem yüz bin kez ilerü gelem
Yüz bin kez togam uyagam
dost burcında cevlân kılam
Hem bunda olam hem anda
bunda anda varu gelem
Dost burcında togmış iken niçün ırak varmak
bana Ol mahabbet feleginde her sabâh çevürü gelem
Yavı kılındum ne çâre
yürürem dün-gün âvâre
Soranlara cevâb budur isteyüben soru gelem
Bin yıl toprakda yatursam
hîç komayam Ene'l-Hakk'ı
Ne vakt gerek olurısa ‘ışk nefesin uru gelem
İnanmayan gel sinüme dost
adını eyit kıgır
Kefen tonın pâre kılup topragumdan turu gelem
Dost yolından gider isem
gelmekligüm geniz ola
Dost varlıgı benümile her dem nişân virü gelem
Bundan böyle n'olasını
degme ‘akıl şerh itmeye
‘Âşıklara miskîn Yûnus hoş haber degürü gelem
(Tatcı, 2014: 373-374)
Yunus Emre bu şiirinde
ölümü farklı bir açıdan ele almaktadır. Dost elinden gelen her şeyin güzel
olduğu inancına dayanarak, ölümün dahi dosttan geldiğinde şükranla karşılanacak
bir durum olduğunu belirtmektedir. Fakat buradaki dosttan kasıt bir gönül
insanı, şeyhi ya da bilgin bir yüce şahsiyeti kast etmektedir. Yine ölüm
kavramı da o dostla birlikte olmayı, ona canını verecek kadar itimat edebilmeyi,
onun yolunda bende olmayı ifade etmektedir. Şiirde müritlik, mürşit ilişkisi ve
tasavvuf yoluna da atıf yapmaktadır. Hallac-ı Mansur’un sözü ve düşüncesine de
yine bir gönderme yapmaktadır. Dost ve dostluk kavramını yüceltmekte ölümü yine
basitleştirmektedir.
Sensin Kerîm sensin Rahîm
Allâh sana
sundum elüm Senden artuk yokdur umum Allâh sana sundum elüm
Ecel irdi va‘de yitdi
Bu ‘ömrüm
kadehi toldı Kimdür ki içmedin kaldı Allâh sana sundum elüm
Dilüm tetigi bozuldı
Cânum
gevdemden üzüldi Uşda gözlerüm süzüldi Allâh sana sundum elüm
Urdılar suyum ılıdı
Kavum kardaş
cümle geldi Esen kalsun kavum kardaş Allâh sana sundum elüm
Uş dikdiler
kefen tonum Hazret'e gönüldi yolum Bunda kalan nem dür benüm Allâh sana sundum
elüm
Geldi salacam sarılur
Dört yana sala virilür İl namâzuma dirilür
Allâh sana sundum elüm
Salacamı götürdiler
Musallâya
yitürdiler Görklü tekbîr getürdiler Allâh sana sundum elüm
Götürdiler bunda üşüp
İndürdiler anda şeşüp
Topragum
örterler eşüp Allâh sana sundum elüm
Topraga çün düşürdiler
El topraga üşürdiler Taşlarda basdurdılar
Allâh sana
sundum elüm
Uşda beni
götürdiler Makbereme getürdiler Halka olup oturdılar Allâh sana sundum elüm
Çün cenâzeden şeşdiler
Üstüme toprak
eşdiler Hep koyubanı kaçdılar Allâh sana sundum elüm
Kaldum bir karanluk yirde
Ayruk varımaz ol yirde Sataşdum bir ‘aceb derde
Allâh sana sundum elüm
Ölmedi meşhed
tolduhça Gündüzümüz oldı gice Bilmeyüz hâlümüz niçe Allâh sana sundum elüm
Geldi Münker ile Nekir Her birisi sordı bir dil
İlâhî sen cevâb virgil
Allâh sana
sundum elüm
Aldı beni ince yola
İltdi Sırât
köprüsine Amelüme yok mededüm Allâh sana sundum elüm
Yidi Tamu
sekiz Uçmak Her birinün vardur yolı Her bir yolda yüz bin çârsû Allâh sana
sundum elüm
Halâyıklar melâikler
Ger esrükler ger ayuklar Sahha size uyanıklar
Allâh sana
sundum elüm
Görün ‘aceb oldı zamân
Gönülden eylenüz figân Ölür çün anadan togan Allâh sana sundum elüm
Yûnus tap uzat bu sözi
Allâh'una dutgıl yüzi
Dîdârdan ayırma bizi
Allâh sana sundum elüm (Tatcı, 2014:
375-376-377)
Yunus Emre bu şiirinde öncelikle Allah (celle
celalühü)’ın yüce sıfatlarına değinip sığınmaktadır. Bundaki amaç artık O’ndan
başka hiçbir kapı kalmaması ve çıkılacak yolculuğun yani ölümün sahibinin
sadece O olmasıdır. Yapılan hazırlıklarında yine artık bittiği ve Allah’a
kendini teslim ettiğini belirtmektedir. Bunun yanında kişinin ölüm anı,
gömülene kadar olan süreç, mezarı ve mezardaki hali, sonrasında ahiret hayatını
her dörtlükte estetik bir anlatışla sunmaktadır. Son olarak yine dua ve Allah’a
niyazla şiiri sonlandırmaktadır.
Hîç bilmezem kezek kimün
aramuzda gezer ölüm
‘Âlemi bostân eylemiş râyihanın keser ölüm
Alur yigidi çagında
bülbüli ötmez bâgında
Kimse komaz ocagında yigitleri alur ölüm
Bir niçenün bilin büker
bir niçenün mülkin yıkar
Bir niçenün yaşın döker var güçini üzer ölüm
Birinün alur kardaşın
revân döker gözi yaşın
Hiç onarmaz bagrı başın hayır işden bezer ölüm
Yigidi koca kılınca komaz
kendüyi bilince
Birini koyup gelince
gözlerini süzer ölüm
Alur yigidi kocayı yakar
ananun içini
Kızlarun sarı saçını
teneşirde çözer ölüm
Alur yigidün âlâsın
dîvâne ider anasın
Gelinlerün el kınasın topraklara karar ölüm
Alur yigidün hâsını döker
gözlerin yaşını
Mecnûn ider anasını yüreklerin yakar ölüm
Kanı anun sevdük yari kıl
tâ‘atun arı yüri
Miskîn Yûnus eydür bunı ejderhâlar yudar ölüm
(Tatcı, 2014: 387-388)
Yunus şiirinde, ölümün sırasının, zamanının,
mazeretinin, seçiciliğinin veya yerinin olmadığını örnekler vererek
aktarmaktadır. Çoğu zaman acı, zor, dayanılması güç bir durum olarak ortaya
çıktığına değinmektedir. Başına gelene de arkada kalana da sıkıntı oluşturan
bir süreçtir. Bu durumun çeşitli teşbihlerle, farklı insan figürleriyle
birlikte somutlaştıran muazzam bir şiirdir.
Biz dünyâdan gider olduk
kalanlara selâm olsun
Bizüm içün hayır-du‘â kılanlara selâm olsun
Ecel büke bilümüzi
söyletmeye dilümüzi
Hasta iken hâlümüzi soranlara selâm olsun
Tenüm ortaya açıla
yakasız gönlek biçile
Bizi bir arı vechile
yuyanlara selâm olsun
‘Azrâîl alur cânumuz kurur
tamarda kanumuz
Yayıcagız kefenümüz
saranlara selâm olsun
Gider olduk dostumuza iremedük
kasdumuza
Namâz içün üstümüze duranlara selâm olsun
Sözdür söylenür araya
kimse döymez bu yaraya
İltüp bizi makbereye koyanlara selâm olsun
Bunda hep gelenler gider
hergiz gelmez yola gider
Bizüm hâlümüzden haber soranlara selâm olsun
‘Âşık oldur Hakk'ı seve
Hak derdine kıla devâ
Bizüm içün hayır-du‘â kılanlara selâm olsun
Miskîn Yûnus söyler sözi
kan yaşıla toldı gözi
Bilmeyen ne bilsün bizi bilenlere selâm olsun
(Tatcı, 2014:411-412)
Yunus Emre şiirinde bir nevi veda etmektedir.
Ölümle birlikte dostlarına, kendisini sevenlere, vefatından sonra cenazesine
gelenlere dua ederek minnet belirtmektedir. Ölümü dosta gidiş olarak görmekte,
tam anlamıyla istediklerini yapamadığını aktarmaktadır. Kendi çağdaşları ve
sonrasına da selam iletmektedir. Yine ölüm hali ve ölüm sonrası yapılacak dini
vecibeleri de dostlarına dua ederek anlatmaktadır.
Ma'nî eri bu yolda melûl
olası degül
Ma'nî tuyan gönüller hergiz ölesi degül
Ten fânîdür cân ölmez çün
gitdi girü gelmez
Ölürise ten ölür cânlar
ölesi degül
Gevhersüz gönüllere yüz bin söz eydürisen
Hak'dan nasîb olmasa nasîb olası degül
Sakıngıl yârün gönlin
sırçadur sımayasın
Sırça sındukdan girü bütün olası degül
Çeşmelerden bardagun
toldurmadın korısan
Bin yıl anda turursa kendü tolası degül
Şol Hızır'ıla İlyâs Âb-ı
Hayât içdiler
Bu bir kaç yıl içinde bunlar ölesi degül
Yaratdı Hak dünyâyı
Peygamber dostlıgına
Dünyâya gelen gider bâkî kalası degül
Yûnus gözün görürken
yaragun eyleyigör
Gelmedi anda varan girü gelesi degül
(Rıdvanoğlu, 2016b: 170).
Yunus Emre bu şiirinde aslında aşkın ve
tasavvufun bir anlayışı olan maddiyata meyletmeme, mana âlemine yönelmenin
sonucunda vücut ölse bile, bu menzildeki bir gönlün her daim yaşayacağını
belirtmektedir. Bununla birlikte bu yolda velilerden, örnek şahsiyetlerden
yararlanılması gerektiğini de anlatmaktadır. Yunus’a göre dünyanın bir değeri
yoktur Peygamberimizin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sevgisi için
yaratılmıştır, herkes yine aslına dönecektir. Onun anlayışında gönül kırmayan
aşkın tadını alıp kendini verenler hiçbir vakit ölmezler. Vücut ölümü ruh
ölümsüzlüğü içinse hazırlık yapılmalı, elde fırsat varken iyi bir insan olmaya
çalışılmalıdır.
Ol cân kaçan öliser sen
ana cân olasın
Ölmiş gönül dirile anda
ki sen olasın
Ölmeklik dirlik ola ölümsüz
dirlik bula
Başlu gönül onula merhemi
sen olasın
Sen oldugun gönüller her
dem cânın yiniler
Bunlardur ölmeyenler hâkimi sen olasın
Sen oldugun makâmda ehl-i
dâd olur anda
Güç olmaz ol dîvânda sultânı sen olasın
Cân bedenden uçıcak
menzilinden göçicek
Ol cihâna geçicek göze ‘iyân olasın
Tozını yil almaya bir
zerre ırılmaya
‘Âşık cânı ölmeye ma'şûkı sen olasın
Yûnus sen ‘âşıkısan ‘ışka
muvafıkısan
Korkma ulaşıgısan ne olursan olasın (Tatcı,
2014: 431-432)
İncelediğimiz bu son şiirde Yunus Emre ölümün
aslında adından çok öte bir kavram olduğuna değinmektedir. Diriliğin ölmek ve
canda cananı bularak yani gerçek aşkı içselleştirerek hiç ölmemenin sırrına
varmak olduğunu açıklamaktadır. Maşukunu bulan kişinin sondan korkmasına gerek
yoktur. O can her daim diridir. Her daim tazedir, canlıdır yenidir.
Son şiirden de hareketle
Yunus Emre’nin eserlerine yansıyan hayatı ve anlayışı onu her daim canlı her
daim güncel tutmaktadır. Bu nedenle Yunus her zaman bizimle, her zaman
gündemimizde olacaktır. Ölümde olsa ten ayrılığı dışına çıkmayan bir anlayıştır.
Ölümü dahi aşmış bir durumdur. Yunus Emre’nin eserleri bir yerde sonsuzluğun
anahtarıdır.
AHMET YESEVÎ DİVÂNI VE YUNUS EMRE ŞİİRLERİNDE
ÖLÜMÜN
KARŞILIKLI DEĞERLENDİRİLMESİ
Ahmet Yesevî ve Yunus Emre görüş, düşünce,
duygu açısından her ne kadar aynı çizgide bulunsalar da; bunu anlatış ve
yaşayış şekillerinde farklılıklar elbette ki görülmektedir. Bu durum aslında
bizler ve takipçileri için bir nimettir. Karakter, fıtrat veya huy ile birlikte
eserlerin tezahürü, takip edilen şahsiyetlerde uyulması gereken özellikleri
zengin bir şekilde karşımıza çıkarmaktadır.
Ölüm anlayış ya da kavramı da yukarıda
bahsettiğimiz fikir üzerinden değerlendirilmelidir. Yunus Emre’nin aşkın ön
planda tutulduğu hatta kimi zaman sarhoşluk ve cezbe halindeki şiirleri ölüm
kavramını ve bakışını küçük bir hadise haline getirmiş hatta umursanması bile
çok gerek görülmeyen bir olaya dönüştürmüştür. Tabi bu Yunus Emre’nin ölümü
düşünmemesi değersiz atfetmesi demek değildir. O ölümden çok Allah’a kavuşmaya
veya ona alın aklığıyla kavuşturacak hallere dikkat çekmiş ve yaşayışı da bu
hal üzere sürmüştür. Haliyle Divânında da aynı duygu ve fikriyat üzerinden
ölümü Yaratana karşı halimiz, hazırlığımız duygumuz nedir bunlara
yoğunlaşmıştır. Ahmet Yesevî de yine temelde Allah aşkı ve Ona olan
sorumluluklarımız göz ardı edilmemekle birlikte, 63 yaşında adeta canlı mezara
girerek ölüme yaşayarak büyük bir örnek teşkil etmiş ve belki de hiçbir insanın
cesaret edemeyeceği şekilde ölmeden önce ölmek deyiminin tatbiken icra
etmiştir. Bunun yanında hikmetlerinde de buna değinerek ölümün aslında son
değil bir boyut değiştiriş olduğuna ölümünü bile taklit ettiğimiz zata uymamız
gerektiğine, şer’i hükümlere her daim uyarak Allah (celle celalühü) ve Resul
(salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ü izinde erenlerin yanında bu hale hazırlanmamız
gerektiğini kusursuz bir şekilde anlatmıştır. Aynı zamanda bir nevi ölüm
sonrasını da düşündürmüştür.
Bu nokta da Ahmet Yesevî somut, görsel ve
tatbiki değerleri işaret eden bir ölüm anlayışını ön plana çıkartmakta, Yunus
Emre ise soyut, duygusal ve asıl hedefi işaret eden bir anlayışı aktarmaktadır
dersek doğru olur. Yesevî gerektiğinde tehditkâr, korkutucu öğeleri
kullanmaktan çekinmezken; Yunus daha ziyade hoşa gidecek, gönlü okşayıcı bir
anlatıma yönelmiştir. Burada yanlışa düşüp de biri iyi biri kötü, biri olumlu,
biri olumsuz vb. yargılardan kesinlikle kaçınmak gerekir. Her iki sanatkâr da
aynı amaca hizmet eden, insanı kâmil, aşk, din merkezli hayat ve eserleriyle
zirve karakterlerdir.
Hoca Ahmet Yesevî hikmetlerinde sürekli kendini
yeren bir anlatımı seçmiştir. Bu anlayış ölüm ve ölüme giden yolda yapılacak
hazırlıklarda anlatılırken de kendini gösterir. Ölümü arzulayan bir anlatımı
vardır. Bu arzu Allah (celle celalühü) yolunda zorluklara göğüs gererek ve
sıkıntıları aşmaya çalışarak, bir nevi cihat anlayışını kapsayan bir arzudur.
Dünya zevklerini öteleyen, yeren aslında nefsi öldüren, bununla birlikte zikir
halkaları ve birliktelik, ibadetler, acı bile verse dertlenilecek irşat uğraşı
her daim diridir. Bu onu ölüme hazırlayan bir anlayıştır. Yunus Emre ise
çoğunlukla aynı düzeyde olsa da bir nebze daha hayatı, yaşamayı ve ölüme
hazırlığın ibadetler yanında iyilik, hoşluk ahlak ve huy güzelliği ile de
yapılması gerektiğine vurgu yapmaktadır. Yunus ahret hayatına hazırlık yanında,
dünya hayatını idamesinde ipuçları vermeye daha meyillidir.
Ölüm anlayışı üzerinden belli tarihi
şahsiyetleri ön plana çıkararak çeşitli örnek ve tasvirlere de hem Yesevî hem
Yunus sıklıkla yer vermektedir. Bu durum Yesevî de acıklı, zorlu ve sıkıntılı
menkıbeler üzerinden ağırlıklı verilmekte, Yunus’ta ise daha çok gizemli, sırlı
ve kerametli anlatımlarla görülmektedir. Mantık olarak her ikisi de ölümün
önemine, bir ve herkese özel olan hatta dünyadaki yaşantının amacı olan bir
kavram olduğuna, çeşitli yollarla dikkat çekmektedirler. Her ikisinde de korku
ve umut yer almakla birlikte asıl nokta aşk ve muhabbettir. Bu şekilde ölüm
gibi soğuk bir durum dahi aşılacak basit bir vuslat engeli sayılmaktadır.
Hedefte görünenin ardı, maddenin ötesi, aksin
kaynağı vardır. Bu da ölümü daha net anlamlandırmamızı sağlar. Temelde yapılan
bir hazırlık olmakla birlikte, asıl gaye âşık olunana aşkının gereği gibi meşk
etmektir. Bunu hissetmek için de Yesevî’ce ve Yunus’ca bir gönle ihtiyaç
olmaktadır. Ölüm özelinde dünya hayatı da eserlerde aktarılmak istenmektedir.
Önem atfedilen öğelerin tümünün amacı da ölüme hazırlık yani sevgiliyi
sevdiğini hissettirmek, adeta yanmak içim yapılması gereken tüm şeylerdir.
Ölümün vuslat olması anlayışı ve adeta buluşmaya gidilecek bir heyecanla hazırlanılması
gerektiği de buradan gelmektedir. Önemli olan bu heyecanı son ana kadar
kaybetmeden yapılan tüm eylemleri o heyecan ve sıcaklıkla yapmaktır.
Hoca Ahmet Yesevî de
Yunus Emre de ölüm öncesi tüm sevenlerinden helallik alır ve kendilerini iyi
anmalarını, dua etmelerini, arkalarından razı olunacak işlerle yâd edilmelerini
beklerler. Bu Onların ölüm sonrasına ve kul hakkına ne kadar değer verdikleri
yanında insana olan olumlu bağlılıklarına da bir işarettir. Her ikisinde de
amaç Yaratan razılığı, Resul (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şefaati ve insan
sevgisidir. Hal böyle olunca araçsal farklılıklar çok fazla ön plana çıkmamakta
estetik ve içten yapı eserleri edebi değerin üzerine çıkarmaktadır.
Bu iki güzide şahsiyet,
birbirini tamamlayan kat-kat inşa edilmiş bir binanın sütunları gibidir. Ahmet
Yesevî verdiği eserlerle bir yol açmış, bir felsefe ve dava ortaya koymuş;
Yunus Emre ise bu yolda nasıl yürüneceğini bu davada nasıl ilerleneceğini latif
bir şekilde yaşayarak bizlere göstermiştir. Yesevî yolunu takip edenler
içerisinde Yunus Emre hem yaşayış hem işleyiş hem de halka sesleniş bakımından
bu yolun en mahir ve gözde temsilcisi olmuş. Hitabıyla hem avamı hem de tarikat
ehlini cezp etmeyi başarmıştır. Ahmet Yesevî Divânı bir çiçek ise onun hoş
kokuları ve ondan elde edilen tatlar DA Yunus Emre’nin şiirlerini dinleyenlere,
okuyanlara sunulmuştur. Aslında her iki sanatkârında ana yöneliş noktası ve
kaynağı Allah’a olan koşulsuz-divâne aşk ile O’nun Resulü Hz. Muhammed Mustafa
(salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e olan mutlak bağlılıktır. Bu aşk ve bağlılık
her ikisinin de ortak çıkış noktası ve ilham kaynağı olmuş, adeta ondan
beslenip bir hayal âlemi içerisinde eserlerini söylemişlerdir.
Milli ve kadim
uygarlıklarımızdan günümüze kadar geçen sürede dini, edebi, fikri, felsefi ve
maddi anlamda gayet zengin şahsiyetlere sahip olduğumuzu söylemek mümkündür.
Bunlardan Mevlâna, Gazali, İbn-i Sina, Fuzuli, Hacı Bayram- î Veli, Aziz Mahmut
Hüdayi, Emir Sultan, Ahmet Yesevî, Yunus Emre sadece bir kaçıdır. Bu ve bunlar
gibi daha nicesi hem toplumumuzun hem çağların hem de nesillerin mimarı
olmuşlardır. Yaşamları içtihatları, eserleri ve sözleriyle maddi manevi kültür
yapı taşlarımızı ilmek-ilmek dokumuşlardır. Bununla birlikte öğretileri,
vizyonları, kaynakları ile hem ruhumuzu aydınlatan birer ışık hem de
sığınılacak birer liman olmuşlardır.
İnandığımızı yaşadığımız,
hayatımıza tatbik ettiğimiz, doğruluğunu kanıtladığımız veya anladığımız,
sonunda da fiiliyata geçirdiğimi her şey nasıl ki değer ve başarıya ulaşıyorsa
ele aldığımız şahsiyetlerin eserleri de bu şekilde başarıya ulaşmıştır. Bunun
sonucunda çalışmanın genelinde sanatkârların fikriyatı, düşünce yapısı,
felsefesi üzerine durulmuştur. Onlara rağmen bir iddia bulunmamakla birlikte,
farklılığın nasıl zengin bir birliğe ulaşabildiği sonucunu somutlaştırmak yine
Yunus ve Yesevî eliyle ortaya konulmuştur.
Yunus ve Yesevî de amaç
aynı olduğu için maksat hâsıl olmaktadır. Verilen eserlerin ağırlığı, seçilen
konu ve yöntemlerle aynı çizgide gitmekte, bunun yanında hayata aktarılmış
olması da somut bir örnek teşkil etmektedir. Yunus Emre ve Hoca Ahmet Yesevî
halka hizmetin Hakk’a hizmet olduğu şiarıyla dönemsel zorluklara rağmen kalıcı,
etkili, orijinal eserler vermişlerdir. Bununla birlikte kendilerinden önceki
dönem ve sonraki dönem arasında sağlam bir bağın kurucusu olmuşlardır. Sadece
edebi değil, din, eğitim, tarih, kültür alanında da öğretici ve taşıyıcısı
konumundadırlar. İnandıklarını yaşamış, söylemiş ve geliştirmişlerdir. Bu
sayede aktüalitesini kaybetmeyen birer değer niteliği kazanmışlardır.
Hoca Ahmet Yesevî ve
Yunus Emre canlı birer zaman yolcusudur. Temeli atılmış bir binanın ana
kolonlarıdır. Edebiyat, dil ve din öğelerinin ortak çıkış noktasıdır. Cisimleri
ve isimlerini aşmış sembol olmuş kaynaklardır. Ruhla aklın, maddeyle mananın,
dünya ile ahiretin, doğum ile ölümüm dengesini bilen birer bilgedir. Kısaca
onlar Baki’nin dediği gibi; gök kubbede hoş bir seda bırakmak amacında olan
değerlerdir.
Onlar için asıl amaç bir
şeyler ortaya çıkarmak, bilinmek, konuşulmak değil; yaptıklarıyla amel
edebilmek yani yaşamak ve yaşatabilmektir. Hem hâl ile hem eserleriyle
dönemlerini ve sonraki dönemleri aydınlatmışlardır. Onlardaki hayat sadece bir
araçtır. Sevgiliye ulaşmak için bir yolculuktur. Bu yolculukta yaptıkları
sevgililerini ya sevindirecek ve onları O’na yaklaştıracak; ya üzecek O’ndan
uzaklaştıracaktır. İşte bu bilinçle yaşamlarını sürdürmüşler. Maddeye değil
manaya önem vermişlerdir. Bu da onları her daim hatırda, her daim önde, her
daim gönülde tutmuştur. Doğumda da, hayatta da, ölümde de bizle kalmışlardır.
ARAGEM. T.C Kültür Turizm Bakanlığı. 2018 Hayatın Temel
Geçiş Dönemleri.
http://aregem.kulturturizm.gov.tr (10 Ocak
2018).
CEBECİOĞLU, Ethem. (2014). Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri
Sözlüğü Ankara: Otto Yayınları.
ÇUKURLU, Talip. (2010). Yunus Emre Divânı’nda Teşbih.
Yüksek Lisans Tezi. Eskişehir: Anadolu Üniversitesi SBE.
DİB, (2008). Cenaze Hizmetleri Rehberi.
Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları,
DÜLGER, Kerem. (2014). Ölüm Kaygısının Ölüm Anlamları, Baş
Etme Stilleri Ve Bağlanma Stilleri İle İlişkisinde Ölümlülük Farkındalığının
Biçimlendirici Rolü. Yüksek Lisans Tezi. İstanbul: Okan Üniversitesi SBE.
ERASLAN, Kemal. (1977). Divân-ı Hikmet Seçmeler.
Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları.
GÖLPINARLI, Abdulbaki. (2017). Yunus Emre Hayatı ve Bütün
Şiirleri. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
KANAR, YÜKSEL. (1992). Yunus Emre Şiirlerinden Seçmeler.
İstanbul: Morpa Kültür Yayınları.
KAYAER, Aydın. (2010). Yunus Emre’nin Dünya’sında İnsan
Allah İlişkisi. Yüksek Lisans Tezi. Ankara: Ankara Üniversitesi SBE.
KOLLEKTİF, (1989). Ahmed Yesevî. İslam
Ansiklopedisi. Cilt2. Ankara:
DVY
KOLLEKTİF, (1991). Arslan
Baba. İslam Ansiklopedisi. Cilt3. Ankara:
DVY
KÖPRÜLÜ, Mehmet Fuad. (2016). Türk Edebiyatında İlk
Mutasavvıflar. İstanbul: Alfa Basım Yayım Dağıtım.
KUR’an-ı Kerim. Fussilet Suresi, Ayet 34. Diyanet Vakfı
Yayınları.
ÖRNEK, Sedat Veyis. (1977). Türk Halk Bilimi. İstanbul:
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
ÖRNEK, Sedat Veyis. (2016). Türk Halk Bilimi. Ankara:
Bilgesu Yayıncılık.
ÖZÇELİK, Mustafa. (2010). Bizim Yunus. Ankara: Sistem
Ofset.
RIDVANOĞLU, Ahmed Eğilmez. (2016). Açıklamalı Divân-ı
Hikmet. İstanbul: Sağlam Yayınları.
RIDVANOĞLU, Ahmed Eğilmez. (2016). Yunus Emre Hayatı ve
Açıklamalı Divânı. İstanbul: Gelenek Yayınları.
ŞENYURT,
Aytül. (1995). Yunus Emre'nin Risaletü'n-Nushiyye
Mesnevisi'nin Grameri. Yüksek Lisans Tezi. Konya:
Selçuk Üniversitesi SBE.
TATCI, Mustafa (2014). Yûnus EMRE Dîvan-ı İlâhiyât.
İstanbul: H Yayınları.
TOPRAK, Hatice Kiraz. (2008). Ahmed Yesevî, Yesevîlîk ve
XIII Yüzyıl Anadolu’sundaki Yeri. Yüksek Lisans Tezi. Ankara: Hacettepe
Üniversitesi SBE.
Türkçe
Sözlük. (2005). Kelime
Anlamları. Ankara: Türk Dil Kurumu
Yayınları.
ZEYBEK, Namık Kemal. (2015). Allah’a Aşk ile Ulaş.
İstanbul: Avrupa Yakası Yayınları.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar