DİVÂN-I HİKMET’TE TASAVVUFÎ KAVRAMLAR
Hazırlayan: Hayati BİCE
Türklerin
İslâm ile tanışma süreci, ilk hicrî yüzyılı takiben (miladî VIII. yüzyıl)
başlayıp üç asır boyu devam etmiştir. Hoca Ahmed Yesevî’nin (ö. 562/1166)
yaşadığı yüzyıla gelinceye kadar birçok Türk kökenli insan Müslüman olmuştur.
Bu süreçte sûfiler de Türk yurtlarında İslâm’ın bir rengi olarak tasavvufî
neşvenin Türkistan’da yerleşip boy atmasına emek vermişlerdir. Türkler, sadece
dinlerini değiştirerek İslâmlaşmakla kalmamış; Müslümanlaşma sürecinin ikinci
asrından itibaren, tüm İslâm âleminin savunmasını üstlenmiş ve asırlar boyu bu
göreve devam etmişlerdir. Özellikle Haçlı seferlerini durduran bu savunmanın
sonucu olarak, dinler arasında en şiddetli çatışmaların yaşandığı Balkanlar’da
İslâm’ı seçenlerin hâli Türk olmak deyimi ile tanımlanmıştır. Türkler’in
İslâm’ın sürekli savunucusu olması, İslâm ile Türk adının özdeşleşmesi sonucu
doğurmuştur.
Hoca Ahmed
Yesevî, kendisine Pîr-i Türkistan, Hazret-i Türkistan, Hazret Sultanü
’l-Ârifîn, Gavsü ’l-Vâsılîn gibi unvanlarla hatırası hürmetle korunan bir
mürşid-i kâmildir. Türkler arasında yayılan ilk tarikat olan Yeseviyye ’nin
kurucu pîri ve hikmet adı verilen şiirleri ile insanları asırlar boyunca
irşad etmiş bir sûfi şairdir. Ahmed Yesevî’ye izafe edilen menkıbeler daha
sağlığında Türkistan’a yayılmıştır. Yesevî’nin adının öne çıkmasında Divân-ı
Hikmet adı verilen kitaplarda bir araya getirilen bu şiirler etkili
olmuştur. Önceleri sözlü aktarım ile nakledilen hikmetlerin, Yesevî
adının asırları aşıp günümüze kadar ulaşmasında büyük payı vardır. Daha çok
ezberlenerek nesilden nesle aktarılan hikmetler, sınırlı sayıdaki el yazma
mecmuaları içerisinde kaydedilmiştir. Teknolojik imkânların Türk dünyasına
ulaşması ile matbaa basımlarının gündeme gelmesi hikmetlerin büyük kitlelere
ulaşabilmesini sağlamıştır.
Ahmed
Yesevî’nin hikmetlerindeki mesajların daha iyi anlaşılması için, son yıllarda
hem akademik hem de popüler nitelikte çok sayıda yayın yapılmıştır. Bu kapsamda
Yesevî hikmetlerini içeren muhtelif yayınlarla Türkiye Türkçesi’ne aktarımlar
da yayınlanmıştır. Ancak bu yayınların neredeyse tamamı hikmetlerin sunumu
şeklinde olup, hikmetlerin konu ve içeriğine yönelik bütüncül bir çalışma
yapılmamıştır. Hikmetlerin analitik bir yöntemle değerlendirilmesi, tasavvuf
araştırmaları yönünden olduğu gibi -Ahmed Yesevî’nin Türk tarihindeki önemi
düşünülürse- tarihî açıdan bir ihtiyaç halinde kendini hissettirmektedir.
Hz. Rasûlullah
Muhammed Mustafa (salla'llâhü aleyhi ve sellem.) zamanında Arap Yarımadası’nda
kalan İslâm, ilk halifeler döneminde, özellikle Hz. Ömer ( radiya'llâhü
anh.)’ın (ö. 23/644) hilâfetinden itibaren yapılan gazâlarla daha uzak
coğrafyalarda hâkimiyet sağlamıştır. Türklerin İslâmlaşma süreci, ferdî
ihtidaların görüldüğü VII. yüzyılın ortalarından başlayıp XI. asra kadar
yayılarak devam etmiştir. Köprülü bu durumu “Hicrî V. asır esnasında Türk
âleminin en geniş bir sahasını, tamamıyla İslâm medeniyeti tesiri altında ve
İslâmlaşmış görüyoruz”[1] [2] sözleriyle kaydeder. Coğrafi olarak
Türkistan’ın kuzey bölgelerindeki Türklerin İslâmlaşması sonraki asırlarda da
devam etmiştir. Avrasya coğrafyasında İslâm ile buluşma sürecinin XVII.
yüzyılda bile devam ettiği, Evliyâ Çelebi (ö. 1095/1684) gibi gezginlerin
kaydettikleri notlardan izlenebilmektedir.
TÜRKLERİN İSLÂM’A GEÇİŞ DÖNEMİ (650-950)
İslâm’ın
yaklaşık üç asır süren Türkler arasında yayılma süreci, beş devreye
ayrılabilir. Bu dönemler: 1) Ferdî Hidayetler Dönemi, 2) Türklerin Boylar
Halinde İhtida Süreci 3) Türklerin İslâm Devleti ve Ordusunda Görev Almaları,
4) Türklerin Kitleler Halinde İslâmlaşması 5) İlk Müslüman Türk Devletlerinin
Kurulması olarak tasnif edilebilir.
İslâm orduları
Allah’ın Dini’ni yeni coğrafyalara taşıma düşüncesi kapsamında Hz. Ömer
(r.a.)’ın hilâfet yıllarından başlamak üzere bir asır içerisinde Azerbaycan’dan
Dağıstan’a ve İran’dan Türkistan’a ulaşmışlardır. Hulefâ-i Râşidîn dönemi
sonlarına gelindiğinde, 661 yılında Müslüman orduları güneyde Nişâbur’dan Kabil’e,
bir başka hattan ise Kirman-Sicistan hattını takip ederek güneydoğu Hindikuş
dağlarına kadar uzanan geniş bir bölgeyi hükümranlıkları altına almışlardır.
İslâm’ın Türk yurtlarında yayılışında özel bir yeri olan Horasan bölgesi henüz
638’de İslâm ordularıyla tanışıp kısa sürede Türkistan seferlerinin siyâsî ve
lojistik ikmal ve harekât merkezi olarak değerlendirilmiştir.
Türkistan’ın
Müslümanlar tarafından fethinde kilit rolü oynayan önemli bir bölge olan
Horasan valilerinin komutasında organize edilen İslâm orduları Batı Türkistan’a
yönelerek fetih faaliyetlerini yürütmüştür.[3]
Horasan’dan harekete geçen ordular Ceyhun nehrinin güneyindeki Merv ve Belh’ten
geçen tarihî askerî yolu izlemişlerdir.[4]
Barthold’a göre fetih hareketlerinin ana motivasyonu ganimet edinmek ve ün
kazanmak arzusu olup dinî bir hedef geri plandadır.[5]
İslâm Peygamberinin vefatından sonra bir taraftan Irak, İran ve Türkistan
istikâmetinde Asya içlerine, bir taraftan Mısır üzerinden Kuzey Afrika’ya
yayılırken Ashâb’ın İslâm anlayışı yeni Müslümanlara aktarılmaya çalışılmıştır.
Ancak İslâm’ın ulaştığı sınırlar genişlemiş olsa da fethedilen ülkelerin
halkları İslâm’ı sonraki asırlar içerisinde kitle halinde
benimseyebilmişlerdir.[6]
İslâm
orduları, Horasan’dan sonra egemenliklerini yüzyıl içerisinde İran ile
Türkistan arasındaki Ceyhun nehrini geçerek Mâverâünnehr’e ulaştırmışlardır.
642’deki Nihavend Savaşı’ndan sonra İslâm ordusu Ceyhun’u geçerek Türk
coğrafyasında görünmüşlerdir.[7] Nehri geçerek batı yönünden
Türkistan’a yönelen Müslümanlarla Ferganalı Türklerle Soğdlardan meydana gelen
ordu Belh civarlarında karşılaşmışlardır. 642-644 yıllarında gerçekleşen bu
karşılaşmada Arap komutan Ahnef b. Kays (ö. 67/686-87) ordusunu savunmada
tutmuştur. Hz. Ömer (r.a.)’ın Ceyhun nehrini geçerek ilerlemek isteyen Ahnefe
“Sakın nehrin karşı tarafına geçmeyin, bulunduğunuz yerde kalın” emrini verdiği
rivâyet edilmiştir.[8] Türk yurtlarında Çin tehlikesi
baş gösterince Türkler de doğuya çekilmiş ve böylece Müslüman ve Türk orduları
arasında bir savaş olmamıştır.[9] Bu ilk temaslardan sonra
Türklerin, İslâm’ı büyük topluluklar halinde kabulü için, aradan yaklaşık üç
yüz yıl geçmesi gerekecektir. İslâm’ın Türk ülkelerinde yayılma yollarından
birisi de ticaret kervanları vasıtası ile oluşmuştur. Ticaret için Hicaz’a
gidenlerden Mecusî inancına sahip olan Mâverâünnehirliler, Müslümanlarla ile
ilişkiye girerek İslâm dini ile tanışmışlardır. Bunlardan Erzekyân adlı ünlü
bir tüccar, ticaret seferlerinden birinde Basra’da İslâm’a girmiştir.[10]
Hazar
Denizi’nin doğu kıyılarından Çin’e kadar olan uzanan ve ‘Turan ülkesi’ olarak
adlandırılan Ceyhun ve Seyhun nehirlerinin sınırladığı Mâverâünnehr’e, Türk
İli, Türk yurtları, Türkistan (yaklaşım farkı nedeniyle Batılı çevrelerde Orta
Asya) isimleri de verilmiştir.[11] Mâverâünnehr’in kuzeydoğu
sınırını oluşturan Seyhun Nehri kıyılarından Çin sınırına kadar uzanan
topraklar Doğu Türkistan olarak adlandırılmıştır.[12]
İslâm orduları Türkistan sınırlarına geldiğinde Mâverâünnehir ve ötesindeki
Türk yurtlarında Göktürkler egemendi. Türkler Ceyhun’u geçen Arap birliklerine
karşı direnseler de Müslüman mücâhidler -çoğu zaman güç kullanarak kimi zaman
da ikna yolunu tercih ederek- Türkistan’a yerleştiler. Abbâsîler döneminden
itibaren uygulanan bir yöntemle Türk kızları ile evlenen Arapların evlilikleri
üzerinden kurulan sosyal ilişkiler de bölgede İslâm’ın yerleşmesinde etken
olmuştur.[13] Bu evliliklerin günümüze kadar
uzanan sosyal etkisini anlamak için Türkmenistan’daki Atalar ailesi ile
Kazakistan, Özbekistan ve Kırgızistan’daki Hocalar boyunun günümüze kadar gelen
soy kütüklerine göz atmak yeterlidir.[14]
Müslüman ailelerin çoğalıp asırlar içerisinde genişlemesi ile İslâm dini
Türkistan coğrafyasında kök salmış ve İslâm’ın siyasî egemenliği Türkistan’da
kökleşmiş ve kuzeydoğu bozkırlarına doğru ilerlemiştir. Bir asır içerisinde
bölgede demografik varlığını pekiştiren Arap orduları, Emevî valisi Kuteybe b.
Müslim (ö. 96/715) döneminde Mâverâünnehr’e tam olarak yerleşmiş, Fergana
Vadisi ve bugünkü Özbekistan’ın başkenti olan Taşkent’in geliştiği Şaş
civarında on binlerce Arap iskân edilmiştir.[15]
İslâm’ın bölgede yerleşmesi için bazen katliama kadar vardırılan sert önlemlere
de başvuran Kuteybe, Müslümanların ibâdet ihtiyaçlarının karşılanması için 712
yılında Buhârâ’da büyük bir cami ve takiben çevre kasabalarda mescidler
yaptırdı. Kuteybe, Buhârâ halkının İslâm’ı tanımasını kolaylaştırmak,
mescidlerin dolması ve halkın İslâm dinini tanımasını sağlamak maksadıyla Cuma
namazı için camiye gelen henüz Müslüman olmamış insanlara camiye her gelişlerinde
iki dirhem vermek gibi uygulamalara da başvurmuştur.[16]
Kuteybe’nin valiliği sırasında Türkistan’da sürekli genişleyen İslâm
egemenliği, 713 yılında Ahmed Yesevî’nin doğduğu Sayram (İsficâb) kasabasına
kadar ulaşmış ve bugünkü Doğu Türkistan sınırlarına dayanmıştır.[17] Doksan yıllık Emevî saltanatı
döneminde doğuya doğru sürekli genişleyen Arap akınlarıyla 751 yılındaki Talas
Savaşı’na gelindiğinde Türkistan, İslâm’ı özümseyerek İslâm coğrafyasının bir
parçası haline dönüşmüştü.[18]
Asırlar
içerisinde fetih hareketlerinin kanlı safhaları unutularak Peygamberimiz (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’in amcasının oğlu Kusem b. Abbâs (ö. 57/676), Türkistan’da
ilk namazı kıldırdığı nakledilen ashâbdan Hakem b. Amr Gıfârî ve Emevî valisi
Kuteybe b.
Müslim gibi
isimlerin kabirleri birer ziyaretgâha dönüşmüştür.[19]
Barthold’a göre 715 yılında öldürülen Mâverâünnehir fâtihi Kuteybe’nin Ribât-ı
Serheng’in Kâh köyündeki kabri bugün bile Andican bölgesinin Celil-Kuduk
nahiyesinde, halk tarafından İmam Şeyh Kuteybe’nin türbesi olarak saygı ile
ziyaret edilmektedir.[20]
Emevî
halifelerinden Ömer b. Abdülazîz’in (ö. 101/720), “fethedilen topraklarda
adaletle hükmedilmesi”, “İslâm’ı kabul edenlerden cizye ve haraç alınmaması”,
“bölge kadınlarının câriyeleştirilmemesi”, “hastaneler yapılması”, “ulaşım
güvenliğini sağlamak üzere yol güzergâhlarına kervansaraylar kurulması” gibi
talimatlarına uyulsaydı Mâverâünnehir ve Türkistan’ın İslâmlaşma süreci daha
sancısız bir şekilde gerçekleştirilebilirdi.[21]
Türklerin İslâm’ı kabûlünde, îpek Yolu boyunca seyreden kervanlar sayesinde
gelişen ticarî ilişkiler de rol oynamıştır. Satuk Buğra Han’ın (ö. 344/955)
İslâmiyet’i seçmesinde Müslüman tâcirlerin cemaatle edâ ettiği namaza
tanıklığının etkisi tarihî bir örnektir.[22]
Câhız’ın Türklerin faziletlerini kaydettiği Fezâilü’l-etrâk eseri ve
Arap şairlerinin Türklerin kahramanlıklarını öven şiirleri Türklerin İslâm’a
girmesinin olumlu değerlendirildiğinin birer göstergesidir.[23]
TÜRKLERİN BOYLAR HALİNDE İHTİDA SÜRECİ
Türkler,
Abbâsî Devleti’nde ordu bünyesinde yer aldıktan sonra devletin idarî
kademelerinde görevlendirilen etkili soydaşları üzerinden, İslâm’ı daha
yakından tanıma fırsatı bulmuşlardır. Türk kökenli askerler için kurulan
Samarra şehri başta olmak üzere Irak’a getirilen genç Türklerin sayısının yüz
yirmi beş bin kişiye ulaştığı kaydedilmiştir.[24]
Abbâsîler döneminde Mâverâünnehir’deki Arap yönetimine karşı lokal isyanlar
çıkmışsa da Emevîler devrindeki gibi, Türk kitlelerinin tamamını kapsayan
başkaldırılar görülmemiştir. 751 yılında Talas’ta Araplar ile Çinliler arasında
cereyan eden savaş sonrasında belirgin bir yoğunluk kazanan din değiştirme
hareketleri, o zamana kadarki birey-aile düzeyinden oymak, kabile gibi sosyal
grupları içine alacak şekilde yaygınlaşmıştır.
Türklerin
İslâm’a girişinde silah zoru ile bir din değiştirmeden söz edilemez. İlk
bağımsız Türk-İslâm devleti olarak kabul edilen İtil Bulgar Hanlığı
topraklarına Arap orduları hiçbir zaman ayak basmamıştı. 922 yılında bölgeye
gelen Abbâsî halifesi Muktedir Billâh’ın (ö. 320/932) heyeti, İdil boyu
Tatarlarının Müslüman olduklarını anlamıştır.[25]
Heyet bugünkü Tataristan’a ulaşarak bölgenin hükümdârı Almış Han (Müslüman ismi
Cafer b. Abdullah) ile 16 Mayıs 922 Perşembe günü görüşmüş ve Bulgar
Hanlığı’nın resmî dini İslâm olarak ilan edilmiştir. Almış Han’ın oğlu Ahmed’in
hacca gittiğinin kaydedilmesi İslâm’ın bölgede bir nesil içerisinde
köklendiğinin işaretidir.[26] Aradan bir asır geçtikten
sonra 840’ta kurulan Karahanlılar Devleti’ni, 944 yılında, ilk Türk-İslâm
devletlerinden birisine dönüştüren Satuk Buğra Han’ın İslâm’ı tercihinde
Abbâsîler’in bir etkisi olmadığı bilinmektedir.[27]
[28]
Uygur
Türklerinin Türkistan’da oluşturduğu şehirlerde sağlanan güvenlik ve istikrarın
sonunda gelişen sosyal ilişkiler, Türklerin Müslümanlaşmasında olumlu bir rol
oynamıştır. Mâverâünnehr’in Buhârâ ve Semerkand gibi büyük merkezlerinin
İslâm’ın Türkistan’a yayılmasındaki öncülüğü ile bu kentler bölgenin ticarî,
siyasî ve kültürel 28 merkezlerine
dönüştürmüştür.
Bu dönemde
Ahmed Yesevî’nin ailesinin yaşadığı Sayram-Yesi bölgesindeki Türk boylarının
öncelikle hayvancılık, sonra tarım ile geçimlerini sağladığı; kısmen de ticaret
ile uğraştıkları bilinmektedir. X. asra gelindiğinde İslâm, bu şekilde Türkler
arasında en yaygın din haline geçerken, konar-göçer bir toplum halinde yaşayan
bozkır insanlarının şifahî, sözlü kültür geleneği ile karşılaşmıştır.
TÜRKLERİN İSLÂM DEVLETİ VE ORDUSUNDA GÖREV
ALMALARI
Mâverâünnehir’de
İslâm’ın kök saldığı dönemde Abbâsî halifesi Mu’tasım’ın (ö. 227/842) hilâfet
ordusunun en büyük kısmı Türklerden oluşuyordu.[29]
Mâverâünnehir halkının bütünüyle Müslüman olması ise iki yüzyıl sonra
Sâmânoğulları zamanında gerçekleşecektir. Bölgenin önemli merkezlerinden Şaş
(Taşkent) halkı 9. asrın başlarında İslâm’ı kabul ettiği gibi, 826-827
yıllarında Semerkand’ın yanı sıra Fergana ve İsficâb olarak bilinen Sayram
şehri de Mâverâünnehir’de egemen olan Sâmânoğulları’ndan Nûh b. Esed (ö.
227/841-42) tarafından fethedilmiş ve bu şehirlerin insanları da İslâm’ı kabul
etmişlerdir.[30]
TÜRKLERİN KİTLELER HALİNDE İSLÂMLAŞMASI
Türkistan’da
Kaşgar merkezli olarak kurulan Karahanlı Devleti, 840-1212 yılları arasında,
372 yıl süreyle devam eden bir egemenlik oluşturmuştur. Doğudan batıya doğru
egemenliğini genişleten Karahanlılar’a rakip olabilecek Türk boyları arasından
çıkmış ikinci bir hanedân olmaması, bölgenin tek devletin çatısı altında
birleşmesini kolaylaştırmıştır. 960 yılında sayıları iki yüz bin olarak
kaydedilen kalabalık bir Türk topluluğunun İslâm’ı kabul ettiği yazılmıştır.[31] Bir diğer kayda göre 970
yılında Şaş ve Farab arasında yaşayan, ağırlıklı olarak Oğuz ve Karluk
boylarından Türklerden binlerce çadırlık ahali İslâm’a girmişlerdir. Bu
asırlarda Mâverâünnehr’in egemenliği Sâmânoğulları’na ait iken Karahanlılar,
999 yılında Mâverâünnehr’in merkezi Buhârâ’yı ele geçirdi ve Sâmânoğulları
Devleti’nin Mâverâünnehir’deki egemenliğini 32 sona erdirdi.[32]
İLK MÜSLÜMAN TÜRK DEVLETLERİNİN KURULMASI
Karahanlılar’dan
İslâm’a giren ilk hükümdâr Abdülkerîm Satuk Buğra Han’dır. Kaşgar’da ilk İslâm
devletini kuran Satuk Buğra’nın Müslüman olmasına dair 1282 tarihinde kaleme
alınan menkıbeden başka bir yazılı kaynak yoktur. Bu menkıbeye göre Satuk
Buğra, Karahanlılar’a sığınan Sâmânoğulları hanedânından II. Nasr’ın (ö.
301/914) telkini ile on iki yaşında İslâm’a girmiş; yirmi beş yaşında Karahanlı
hanı olmuştur. Satuk Buğra Han, 955 yılında Kaşgar yakınlarındaki Artuş
kasabasındaki türbesine defnedilmiştir.[33]
Batı
Türkistan’daki Karahanlılar’ın tarihi X. yüzyıl sonrasında Selçuklular ile sıkı
bir birliktelik içerir ve Karahanlılar, bu dönemde Selçukluların egemenliği
altına girmişler, bölgede zaman zaman çatışmalar ortaya çıkmıştır. Selçuklu
Sultanı Melikşâh (ö. 485/1092) ve Sultan Sencer (ö. 552/1157) dönemlerinde,
Selçuklular, egemenlikleri altına almak kastıyla Semerkand üzerine sefer
yapmıştır. Bu sırada bölgedeki en önemli Karahanlı sima, 1109 yılında bölgede
egemen olan Süleyman oğlu Muhammed Arslan Han (ö. 526/1132) döneminde
Mâverâünnehir huzûra kavuşmuştur.[34]
Türkistan’daki
Türkler’in yerleşik hayata geçmesiyle İslâmiyet de bir şehir dini hâlini
almıştır. Bu süreçte Mâverâünnehir kültür ve medeniyet havzasındaki Buhârâ,
Semerkand, Taşkent, Belh, Merv gibi kentler, ilim, irfan, ticaret ve sanat
merkezleri halinde gelişmişlerdir. Mâverâünnehr’e yerleşen ve kuzey
bozkırlarına hızla yayılan İslâm, medreselerde verilen eğitim ile Sünnî
anlayışın egemenliğinde gelişmiştir. Bunun sonucunda devlet yönetimleri, Sünnî
İslâm’ı resmî devlet tercihi olarak benimsemişlerdir.[35]
Azerbaycan ve Anadolu’yu da etkileyen bu kültür ve medeniyet dâiresinin
temelinde tarihin derinliklerinden gelen kök değerler ile Hunlar, Göktürkler,
Uygurlar, Karahanlılar ve Gazneliler’in de payları vardır. Bu kültür ve
medeniyet havzası Farâbî, Mâturidî, Ebû Ali İbn Sinâ gibi bilginleri çıkarttığı
gibi, Hoca Ahmed Yesevî’yi de yetiştirecektir.[36]
Mâverâünnehir’de
Selçuklular döneminde kurumlaştırılan ilmî ve tasavvuf! gelenek, siyasî
hâkimiyete güç katan bir unsur hâlinde, Türk kitlelerinin göçebeliği bırakarak
kentlerde iskân edilmesine yardım etmiştir. İslâm’ın Mâturidî-Hanefî anlayışını
benimseyen Selçuklular, henüz ihtida etmeyen Türk boylarını İslâmlaştırmayı
devlet politikası halinde uygulamışlardır. Selçukluların Ehl-i Sünnet
anlayışını savundukları kaydedilmiştir.[37]
[38] İlk Selçuklu hanlarından
Tuğrul Bey dindar bir müslümandı. Sultan Alparslan ise, İmam-ı Âzam Ebu
Hanife’nin Bağdad’daki türbesini tamir ettirip ile adına bir medrese
kurdurmuştur. Melikşah döneminde kurulan Nizâmiye Medreseleri, Sünnî geleneğin
korunması hedefine yöneltilmiştir. Nizâmü’l-mülk’ün birçok dile çevrilen ve
devlet idaresinde dikkat edilmesi gereken hususlar hakkındaki görüşlerini
içeren Siyasetnâme kitabı, devlet yönetiminin sağlam şekilde
sürdürülmesi için alınması gereken tedbirler yanında dinin yozlaştırılmaması
için dikkat edilmesi gereken hususları anlatan uyarılar içerir.
Dinî hükümlere
riâyette Karahanlılar gibi hareket eden ilk Selçuklular, âlim ve mürşidlere
saygı ve bağlılık sergilemişlerdir. Sultanların sûfi mürşidlerle yakın ilişkide
olması, devlet yöneticilerinin dergâh ve zaviyeler inşa ettirip tasavvufî irşad
faaliyetlerini desteklemeleri, hattâ bazılarının tasavvuf yoluna intisab ederek
halkı teşvik etmeleri İslâm dünyasının her yerinde tasavvufun zemin kazanmasına
yol açmıştır. Böylece mürşidlerin etkinleşmesi ve kurumsallaşmaya başlayan tasavvufî
akımlarının nesilden nesile nakledilmesi ve nitelikli dervişlerin
yetiştirilmesi mümkün olmuştur. IX. asırdan itibaren İslâm coğrafyasında
görülmeğe başlayan sûfi dergâhları ile iki asır içerisinde Kadiriyye, Rıfaiyye
gibi tarikatlar kurumlaşma sürecine girmiştir.
İslâm
dünyasında tasavvufun güçlenip kurumlaştığı bu süreçte Türkler arasındaki
tasavvufî yaklaşımlar, Buhârâ, Semerkand gibi şehirlerden uzak bozkırlara kadar
yayılmıştır.[39]
TASAVVUFUN TÜRKİSTAN’A GİRİŞİ VE YAYILIŞI
Tasavvufî
yaklaşımlar, henüz tarikat şeklindeki kurumlaşmaların gerçekleşmediği ilk
dönemlerinde bile yeni fethedilen İslâm topraklarında yayılmıştı.[40] Sûfilerin İslâm’ın
yayılışında öncülük yaptıklarını kaydeden Erol Güngör’e göre, ilk İslâm
fetihlerinin duraklamasından sonra tasavvuf kitlelerin İslâm’a girişinde
başlıca rolü oynamıştır.[41] Suriye’de tasavvuf merkezi
konumundaki ilk zaviyeyi tesis eden Ebû Hâşim (ö. 150/767) tarihte sûfi
adıyla anılan ilk kişidir. İlk zâhid sûfilerden Bayezîd-i Bistâmî (ö. 234/848
[?]), Hallâc-ı Mansûr (ö. 309/922) gibi isimlerin görüşleri, kimi zaman maruz
kaldıkları kınama ve kovuşturmalara rağmen yeni Müslümanlar arasında da hızla
yayılmıştır. Hallâc-ı Mansûr, Doğu Türkistan’a kadar ulaşan bir irşad yolculuğu
yaptığı kaydedilmiştir. Türkistan Müslümanlaştıktan sonra, sûfilerin bölgede
daha etkinleştikleri görülmüştür.[42]
İlk Müslüman
Türkler, İslâm’a girerken yaşadıkları Horasan’ın Nişâbur, Merv, Herat gibi
merkezlerinde, Mâverâünnehr’in önemli kentleri olan Buhârâ ve Semerkand’da,
Fergana Vadisi’nde çoğunlukla Budizm, Maniheizm gibi farklı inançlara mensup
insanlar ile birlikte yaşıyorlardı. İslâm ile Türklerden daha önce tanışan Fars
kökenli toplumların etkisi, bu bölgelerde kuzeydoğudaki Türkistan bozkırlarına
göre daha güçlü idi. İran kültürünün inanç geleneklerini asırlarca yaşatan
Horasan, tasavvufî akımların başlıca merkezlerinden birisi olmuştur. Horasan
üzerinden IX. asırda sûfilerin yoğun bir şekilde faaliyet gösterdikleri
Mâverâünnehr’e ulaşan ilk İslâm fâtihleri, mensubu oldukları tasavvuf neşvesini
de daha kuzeydeki Türkistan bozkırlarına ulaştırmışlardır. X. asırda ise
Buhârâ, Semerkand ve Fergana’da kurumlar oluşturan tasavvuf önderlerinin
çoğaldığı görülmektedir.[43] Mâverâünnehir medreselerine
eğitim görmeye giden Türkler arasından da bölgedeki dergâhlarda manevî
terbiyesini tamamlayıp bölgelerine dönen ilk sûfiler yetişmiştir. Muhammed
Ma’şûk Tûsî (ö. XI. yüzyıl başları) -ismi tabakât kitaplarında geçen- ilk Türk
erenlerindendir[44]
XI. yüzyıla
gelindiğinde Türk yurtlarının büyük bir kısmı İslâmlaşmış ve Türkistan
coğrafyası, İslâm medeniyetinin anayurtlarından birisine dönüşmüştü. Tasavvufu,
heterodoks eğilimleri barındırmakla itham eden araştırmacılara göre, bölgedeki
zühd ağırlıklı tasavvufî yaklaşımlar, zamanla Melâmetî-Kalenderî bir çizgiye
yönelmiştir.[45] Bir devlet geleneği olarak
farklı fikir ve dinî yönelimlere genellikle hoşgörülü davranan eski Türk
hanları gibi, ilk Türk-İslâm devletlerinin başında bulunan Karahanlı, Gazneli
ve Selçuklu hanları da âlimlere ve şeyhlere müsâmaha göstermiş, faaliyetlerine
destek olmuşlardır. Bu destekler sayesinde sûfilik, Doğu Asya, Hind Kıtası ile
Akdeniz havzasının kavşak noktası olan Horasan ile Türkistan’da gelişme imkânı
bulmuştur. XI. yüzyıldan sonra Yeseviyye, Nakşbendiyye, Kübreviyye, Zeyniyye ve
Çiştiyye gibi tarikatlar, Türklerin yaşadığı bölgelerde hızla yayılmıştır.[46] Bu tarikatlar
arasında en etkilileri bozkırlardaki göçebe Türkler arasında yayılan Yesevîlik
ile daha çok Mâverâünnehr’in şehirli ahalisi arasında etkin olan
Nakşbendîlik’tir. Tarihî süreçte bu iki tarikat arasında rekabetten fazla,
birbirlerini tamamlayıcılık söz konusu olmuştur. Nakşbendîliğin kurucu pîri
Bahaüddin Nakşbend’in, Yesevî mürşidler ile manevî bağlantıları bunun başlıca
nedenidir.[47]
İlk sûfi
müelliflerden Abdülkerîm Kuşeyrî, Risale" sinde tasavvuf yolunun
Ehl-i Sünnet yaklaşımına uygun olduğunu kaydetmiştir.[48]
Türkistan tasavvufunun öncü sûfilerinden Ebû Ali Farmedî’nin (ö. 477/1084)
müntesiplerinden Muhammed Gazzâlî, eserlerinde ilim çizgisinde ve sünnete uygun
tasavvuf çizgisini savunmuştur. Daha sonra Sühreverdiyye yolunun kurucusu
Şehabeddin Sühreverdî (ö. 632/1234), Kadiriyye tarikatının kurucusu olan
Abdulkadir Geylanî (ö. 562/1166) gibi mürşidler, özgün yaklaşımları ve zühdü
öne çıkaran hayat tarzlarıyla çok sayıda mürid edinmişlerdir.
Ahmed
Yesevî’nin yaşadığı devirde İslâm topraklarında itikad, kelâm ve fıkıh
mezhepleri arasında keskin farklılıklar ortaya çıkmıştı. Akaid ve kelâm
âlimlerinin kısır felsefî çekişmelerine mesafeli duran Türklerin, tefrikaya
düşmeyip birliklerini korumalarında da aralarındaki duygu birliğini pekiştiren
tasavvuf etkili olmuştur. Türklerin arasında maneviyat önderlerine Baba -ve
bunun kısaltılmış formu olarak Bâb- unvanı verildiği kaydedilmiştir.[49] Uludağ, baba ve bâb
sıfatlarının terim olarak sadece Türkler tarafından değil, bütün tasavvuf
çevrelerinde ortaklaşa kullanıldığını, X. yüzyıldan itibaren bazı meczub
sûfilerin böyle adlandırıldığını belirtmektedir.[50]
‘Baba’ teriminin Türkler arasında, asırlardır faaliyet gösteren kam-ozan
geleneği etkisiyle yeni bir derinlik kazandığı söylenebilir. Böylece Yesevî
tarikatının etkisini batıya taşıyan Barak Baba, Geyikli Baba vb. dervişlerin
unvanlarını açıklayabilmek de kolaylaşır. Allah aşkı, Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) ve ehl-i beyt sevgisiyle dolu ve isimleri zamanla kaybolmuş
dervişler tarafından göçebe Türklere aktif bir manevî hayat ve vecd dolu yeni
bir inanç sistemi teklif ediliyordu. Bu teklifi kabullenen gayretli ve azimli
dervişler, sınır boylarına yerleşerek İslâm’ın öncüleri konumuna yükseliyorlardı.[51]
Türkler söylem
ve eylemlerini eski inançlarına uygun buldukları Ata ve Baha’ların
yaklaşımlarını kolayca kabul etmişlerdir. Türkler arasında, eski dinlerinin
kutsal kişileri olan kam ve baksılarının yerini sûfi dervişler almıştır.
Demirci’ye göre, “Türklerin eski dinlerindeki kam tipi, kerâmet sahibi, gaipten
haber veren, esrârengiz kişilerle tasavvufun velî ve mürşidleri arasında
benzerlik vardır. Türklerin saygı gösterdikleri Ata ve Baba’ları hem şamanlara
hem de evliyâya benziyordu.”[52]
İslâm ile tanıştıkları
devrede Gök Tanrı inancına sahip olan Hanif Türkler, Şamanizm, Budizm,
Maniheizm, Zerdüştîlik ve animizmden semavî dinlere kadar birçok dinî anlayış
ve mistik akımlar ile tanışmışlardı.[53]
Ancak tarihî süreç, Türklerin ana inanç akımının İslâm çerçevesinde
şekillenmesini getirmiştir. Bugün hâlâ İslâm’a girmeyen Rusya Federasyonu
içerisindeki Çuvaş ve Romanya Dobruca’sındaki Gagavuz (Gökoğuz) Türkleri İsevî
topluluklardır. Kırım’daki Karaimler ise Musevîdir. Sibirya’daki
natüralizm-animizm inancındaki Tuva-Şor halkı, Hindikuşlardaki Budistler ile
Maniheist Uygurlar, Türklerin İslâm ile bütünleşme sürecinin istisnaî
örnekleridir. İslâm dışı inançlara sahip bütün bu Türk topluluklarının Türk
dünyası nüfusu içerisindeki nüfus oranı %1 kadardır.[54]
Türk toplulukları
arasında X. yüzyılın ikinci yarısından sonra başlayan İslâmî bir kültür
oluşturma sürecinin, Ahmed Yesevî’nin önderliğinde yeni bir ivme kazandığı
düşünülebilir. Yesevî, İslâm’dan önce mistik yaklaşımlarla tanışmış -ve kısmen
benimsemiş- Türk topluluklarının, İslâm’ı kabul etmesinin dinin sezgisel
boyutunun öne çıkarılmasıyla mümkün olabileceğini fark etmiştir. Ocak’a göre
“Türklerin İslâm’ı kabul etmelerini hemen takip ederek önemli Budist ve
Maniheist merkezleri olan Buhârâ, Semerkand, Merv ve Belh şehirlerinin İslâmî
ilim, sanat ve düşüncenin en güçlü üretim merkezlerine dönüşmelerini
açıklayabilmek oldukça zordur.”[55] Yesevîlik kültürü, bu
tasavvuf! zemin üzerinde hızla yükselerek kısa sürede kalabalık Türk
kitlelerinin, İslâm’ı benimsemelerini sağlamıştır. Türklerin İslâm’ı yaşama
tarzı incelendiğinde, ilk günden itibaren mistik bir duyarlılıkla gelişen
tasavvuf! eğilimli bir sosyal yapı meydana getirdikleri söylenebilir.[56]
Yesevî’nin
irşad faaliyetini sürdürdüğü XII. asra gelindiğinde, Türkistan’da tarikat
faaliyetlerinin yoğunlaştığı bilinmektedir. Bozkırlarda yaşayan göçebelerden,
şehir merkezlerindeki devlet yöneticilerine kadar bütün toplum tasavvuf ehlinin
irşad halkasına dâhil olmuştu.[57] Bu yeni hayat nizâmı, bir asır
içerisinde batıya taşınarak Balkanlar’a kadar yayılacaktır.
XIII. asır başlarında Hazar Denizi’nin batısına
taşarak Anadolu’ya uzanan Türk tasavvuf geleneğinde önce ‘Arapçasız Islâm
olamaz’, ‘Arapça bilmeden Müslüman olunamaz’ taassubu aşılır. İslâm
imanının özü dışındaki kulluk eksikliklerine hoşgörü ile bakılarak
birleştirici, kucaklayıcı, sevdirici özellikler ön plâna çıkartılır. Böylece
Ahmed Yesevî’nin takipçileri, Türk toplumunun geleneklerine uygun bir tasavvuf!
anlayışı, Anadolu’dan Balkanlar’a kadar uzanan büyük bir coğrafyanın halklarına
da sevdirerek yaydı.[58] Halk
Türkçe hikmetler okuyan Yeseviyye müridlerini, tarih boyu manevî saygı
duydukları şaman ve ozanlara benzeterek benimsemişlerdi. Yeni kitleler
de aynı şekilde İslâm’ı hiç yadırgamadan öğrendiler. Bu Yesevî dervişleri öte
yandan Anadolu halkının korkularını, endişelerini Orhun Anıtları’na gidecek
kadar eski bir tarihe ve köklü bir geleneğe sahip olan alplik yetenekleri ile
yenmişlerdi. Bu gâzi- derviş, alp-erenler Müslüman Türk kahraman tipini asırlar
içerisinde oluşturdular. Bu iman ve aşk erleri İslâm inanç, ahlâk ve töresini
kucaklayıcı, sevdirici metodlarla halk arasına yaydılar, asırlarca sarsılmadan
yaşayacak bir kültür birliğinin temellerini inşa
ettiler.
Emeğiyle geçinerek dilenmeyen, çalışkan, toprağına bağlı, güzel ahlâklı
dervişler örnek alınası yaşantılarıyla örnek oldular. İnsanlara muhtaç
oldukları manevî huzûru sağladılar. Hoşgörülü tavırlarıyla birlikte yaşadıkları
başka dinlere mensup insanların gönlünü de kazandılar.[59]
Moğol istilâcılarının önünden çekilerek Anadolu’ya ulaşan dervişleri Anadolu
halkıyla kaynaştılar. Anadolu insanını tevhid ve ilahî aşk etrafında
birleştirdiler.[60]
YESEVÎ ÇAĞINDA TÜRKİSTAN’DA TASAVVUFÎ HAYAT
Ahmed
Yesevî’nin dünyaya geldiği XI. yüzyılda, Türk dünyası epeyce uzun bir zaman -en
az bir asır- için tasavvuf fikirlerine alışmıştı. Dervişlerin menkıbe ve
şöhreti sadece şehirlerde değil, kuzey bozkırlarında, aşağıya doğru
Mâverâünnehr’e giden büyük bir ticaret yolunun merkezi durumundaki İdil-Yayık
nehri boylarında yaşayan Türkler arasında da yayılmıştı.[61]
Türkistan tüccarları, ipek yolunu kat eden kervanları ile birlikte yurtlarına
İslâm inancını ve tasavvufî akımları taşıyorlardı. İdil boyunda Yesevî
hikmetleri ve Bakırganî şiirleri bu tarihî şartlarda ve sosyal zeminin uygun
hale gelmesinin kolaylaştırması ile yayılma imkânı bulmuştur.[62] Ritmik melodili ilahîler,
ruhları coşturan, heyecanlı tasavvufî şiirler okuyan, duâ eden, Allah aşkını
terennüm eden ve cennete giden yolları gösteren dervişler, kadim zamanların
mistik kam ve ozanlara, gizli güçlere sahip olduklarına inanılan baksılara
benzetilerek benimseniyordu.[63]
Ahmed
Yesevî’nin çocukluk döneminde Seyhun boylarında yaşayan göçebe Türklere,
İslâm’ı anlatan başka dervişlerin varlığı bilinir. Özbekistanlı bilim adamı
Nigmetov’a göre başka hiçbir sûfi, Yesevî’nin ulaştığı mertebeye
yaklaşamamıştır: “Ahmed Yesevî tasavvuf konularını göçebe Türkler’in anlayacağı
sâde bir dil ile işlediğinden ünü halk arasında yayılmıştır. Yesevî’nin çok
sevilmesinin bir nedeni de dilinin sâdeliği ve halkın konuşma diline
yakınlığıdır.”[64]
Din eğitimi
uygulamalarında hitap edilen toplumun dilinin ve kültürünün ve sosyal zeminin
göz önünde bulundurulması gerekmektedir. Din dilinin Türkçeleştirilmesi
ya da Türkçenin din dili haline dönüştürülmesi söz konusu olduğunda
Ahmed Yesevî öncüler arasındadır. Yesevî’nin ayrıcalığı halkın, dini anlaması
ve uygulaması noktasında din dilinin bütününü kuşatacak tarzda kapsamlı olarak
ele alması ve çabasının dinin daha iyi uygulanmasına dönük oluşudur.[65] Divân-ı Hikmet’te yer alan
ilahî kavramlara karşılık Türkçe sözcüklerin ustalıkla kullanılması Yesevî’nin
öncülüğünde gelişen din dilinin birkaç asır içerisindeki gelişiminin
göstergesidir.[66] Türkistan tasavvuf
geleneğindeki, dinî esasların savunucuları olarak, dervişlerin siyasî alanda
ileri gelenleri dinî kurallara saygı konusunda eleştirme tavrının öncüsünün de
Yesevî olduğu söylenebilir.[67]
Menkıbelerde
Ahmed Yesevî’yi irşad için Türkistan’a geldiği ifade edilen Arslan Baba, ozanlar
pîri diye ünlenen Korkut Ata, Semerkand yakınlarında türbesi bulunan Çoban
Ata, Türkistan’ın adları bilinen ilk sûfilerindendir.[68]
Yesevî hikmetlerinde anlatıldığı üzere çocuk denilecek bir yaşta ilk mürşidi
Arslan Baba tarafından Melâmetî bir tasavvuf anlayışı ile yetiştirilen Ahmed
Yesevî’nin, ikinci mürşidi Horasan’da yetişmiş bir âlim olan Yûsuf-ı
Hemedânî’dir (ö. 535/1140).[69] Uyanık’a göre
Hemedânî’nin önemi “fıkhî temeli Ebû Hanife’nin (ö. 150/767) öğretisine,
itikadî temeli İmam Mâturidî’ye (ö. 333/944) dayanan geleneksel anlayışla
Türkler ve Taciklerin Müslüman olmasındaki etkisinin büyüklüğü” nedeniyledir.[70] Ahmed Yesevî’nin Arslan Baba
ile Hemedânî gibi tasavvuf! yaklaşımları farklı iki büyük mürşid tarafından
yetiştirilmesi Türk tasavvuf geleneğinin tarih içerisindeki şekillenmesinde
önemlidir.
Türklerin daha
İslâm’ı kabul öncesinde kayda girmiş bir yazı dili olduğu ve Orhun yazıtları
gibi yazılı anıtları olduğu bilinir. Türkistan’da İslâm yayıldıktan kısa bir
süre sonra İslâmî nitelikte eserler verilmeye başlanmıştır. Bu eserlerin ilk
önemli örnekleri Karahanlı Türkçesi ile yazılmış ilk Kur’ân çevirileridir.[71] Uygur Türk medeniyetinin
merkezlerinden Kaşgar’da Yûsuf Has Hâcib tarafından yazılan Kutadgu Bilig
Türkçe’de yazılmış ilk İslâmî eserdir ve Türk kültür ikliminde İslâmî etkinin
yayıldığını gösterir. Türklerin İslâm’ı algılayışının arkaplanını açıklıkla
ortaya koyan[72] Kutadgu
Bilig’in, hamd ve salâvât içeren önsözünde ideal özellikler, adalet,
iktidar, idrâk, kanâat olarak sıralanır ve eserde soyut kavramlar, halkın
rahatça anlayabilmesi için birer şahıs olarak somutlaştırılarak konuşturulur.[73] Yûsuf Has Hâcib Kutadgu
Bilig ile insana hem bu dünyada hem de âhirette mutluluk bilgisini sunarken
Ahmed Yesevî de hikmetleri ile tasavvufî Türk edebiyatının temellerini
atmıştır.[74]
Türkistan
tasavvufunun ana damarları şeklinde yayılan Yeseviyye ve Nakşbendiyye
tarikatlarının yazılı kaynaklarına bakıldığında kurucu pîrin hayatına
ilişkin bilgiler içerdiği görülür. XII. yüzyılda kurulan Yesevîlik yolunun
esaslarının günümüze ulaşacak şekilde yazılması, vefatından çok sonra, XVI.
asrın sonlarında gerçekleşecektir.
AHMED YESEVÎ VE DİVÂN-I HİKMET
Tezin bu
bölümünde Ahmed Yesevî’nin ailesi, eğitim süreci, silsilesi ve mürşid olarak
yaşadığı yıllara değinilmiştir. Konuyla ilgili olarak birincil kaynağımız
Yesevî’nin hikmetleridir. Bu bölümdeki konular ele alınırken tezimizin ana
konusunun tasavvufî kavramlar olduğu göz önüne alınarak, tezin kapsamı dışına
çıkmamak için ayrıntılara girilmemiştir.
Ahmed
Yesevî’nin hayatını konu alan kaynaklar esas olarak günümüze kadar intikal eden
menkıbelere dayanır. Menkıbelerin naklettiği öykülerin gerçek ötesi
(surrealist) içeriğinin, halk arasında normal karşılanıp tartışılmadan olduğu
gibi nakledilmesi önemli bir noktadır. Önceleri sözlü anlatım ile aktarılan
menkıbeler, zaman içerisinde anonim kaynaklardan yazıya geçirilerek menâkıbnâme
denilen edebî türü oluşturan bir kaynağa dönüşmüştür. Yesevî menkıbeleri de bu
şekilde değerlendirilmelidir. Ahmed Yesevî’nin hayatı aktarılırken en önemli
yazılı kaynak, şüphesiz kendi hayatının kesitlerini ana rahmine düşmesinden
itibaren dile getirdiği Divân-ı Hikmet’tir.[75]
Divân-ı Hikmette Yesevî’nin anne karnına düşmesinden itibaren mazhar
olduğu manevî ikramlar ve muhatab olduğu olağanüstü durumlar kendi ağzından
şöyle dile getirilir:
“Rahîm içinde
belirdim, ses geldi, Zikir söyle, dedi, organlarım titreyiverdi
Ruhum girdi,
kemiklerim Allah dedi;
nedenle altmış
üçte girdim yere.”[76]
Ahmed
Yesevî’nin, biyografisi -ne zaman doğduğu, kardeşleri, öğrenim hayatındaki
hocaları, evlenmesi, çocukları vb.-, hakkındaki bilgiler sınırlıdır. Ahmed
Yesevî, Kazakistan’ın güney bölgesinde, Çimkent yakınlarındaki Sayram
kasabasında kökeni Hz. Ali (k.v.)’ye (ö. 40/661) uzanan Hocalar uruğunun bir
mensubu olarak dünyaya gelmiştir.[77] Sayram’a İslâm coğrafyacıları
tarafından İsficâb adı da verilmiştir ki Zeki Velidî Togan’a göre bu adlandırma
Aksu anlamındaki Sefîd-Âb’dan gelmektedir.[78]
Ahmed
Yesevî’nin dünyaya geldiği XI. asır sonlarında Sayram, Karahanlılar’ın
yönetimindeydi. Yesevî’nin çocukluk devrinden sonra yaşadığı ve daha önemlisi
irşad faaliyetinin büyük bölümünü geçirdiği Yesi (Türkistan) kenti, doğduğu
Sayram’a 150 km. kadar bir uzaklıktadır. Ahmed Yesevî, bir hikmetinin aşağıdaki
satırlarında yurdunun Türkistan olduğunu belirtmektedir:
“Düşüm uzar,
Burak tozar, gitse pazar;
Dünya pazar,
içine girip kullar azar;
Başım dertli,
yaşım sızar, kanım tozar
Adım Ahmed,
Türkistan’dır ilim benim.”[79]
Yesi -bugünkü
adı ile Türkistan- şehri kuzeyindeki Kıpçakların yönetim merkezi Sığnak,
doğusundaki Karahanlılar’ın başkentlerinden Balasagun ve kuzeybatısındaki
Oğuzların sınır şehri Savran gibi yerleşim merkezleri ile birlikte tarihî Türk
kentlerindendir.[80] Türk tarihinde önemli olaylara
sahne olması yanı sıra, Ahmed Yesevî ile özdeşleşmesi şehrin tarihteki önemini
artırmıştır. Son olarak 2018 yılında Kazakistan Devlet Başkanı Nursultan
Nazarbay(ev)’in kenti Güney Kazakistan eyaletinin idarî merkezi yapması şehrin
tarihî misyonuna yakışan bir karardır.[81]
Tarih boyunca
farklı Türk boylarının merkez edinerek yaşadığı Yesi, bir süre de Kazak
Hanlarının taht şehri olmuştur. 1864’de Ruslar tarafından işgal edilen kent,
Çarlık Rusyası zamanında, Sir-Derya eyaletine bağlanan Yesi’de, 1900’lerin
başında Özbek ve Kazak Türklerinden oluşan beş bin kadar bir nüfus
yaşamaktaydı. Bugün adına kurulan üniversite ile birlikte Ahmed Yesevî’nin
türbesini barındıran Yesi dünyanın bütün Türkleri için kutsal bir merkez olma
vasfını korumaktadır.[82]
Ahmed Yesevî’nin doğum tarihi
bilinmemektedir. Fakr-nâme risalesindeki “Yetmiş üç yıl ömür gördüm
(...)” ifadesi gözüne alınırsa 1093 yılında doğduğu kabul edilebilir.[83]
Ahmed Yesevî’nin babası Sayram’ın ünlü şeyhlerinden kerâmetleri ile tanınan
İbrâhim Ata’dır. Bölgede nesilden nesle intikal eden şecereler, İbrâhim Ata’nın
Hz. Ali’nin oğullarından Muhammed Hanefî soyundan geldiğini gösterir. Annesi
ise Mûsâ Şeyh’in Karasaç Ayşe Ana adlı kızıdır. Ahmed Yesevî’nin anne ve
babasının - bizzat kendisi tarafından inşa ettirildiği rivâyet edilen-
türbeleri Sayram kasabasındadır.
Kazakistan ve
Özbekistan’da Yesevî hakkında yapılan günümüz araştırmalarıyla Ahmed Yesevî’nin
hayatına ilişkin yeni belgeler elde edilmiştir. Emirbek Kurbanoğlu Mü’minov ve
Zikiriya Zamanhanoğlu Candarbekov’un hazırladığı bir kitapçıkta Yesevî’nin soy
kütüğü yayınlanmıştır. Nesebnâme olarak bilinen bu şecere kendisi de
aileye mensup Safiyyüddin Orun-Koylakî tarafından yazılan risâleye
dayanmaktadır.[84] 1733 tarihli bir
başka Nesebnâme de benzeri bir şecereyi içerir. Kemal Eraslan’ın
yayınladığı ikinci Nesebnâme, Yesevî’nin soy kütüğü yanında tarihî
bilgileri de içermektedir.[85] XIX. yüzyılın ortalarında
kaleme alınmış bir diğer şecere Kazak bilgin Muhammed Carmuhammed-ulı
tarafından ilim dünyasına tanıtılmıştır.[86]
Birbirini destekleyen bu belgelere göre Yesevî’nin şeceresi şöyledir.
“Hz. Ali>
Muhammed Hanefî> Abdül-Fettah> Abdül-Cebbar> Abdül-Kahhar>
Abdur-Rahman> İshâk Bâb> Harun Şeyh> Mü’min Şeyh> Mûsâ Şeyh>
İsmail Şeyh> Hasan Şeyh> Hüseyin Şeyh> Osman Şeyh> Ömer Şeyh>
Muhammed Şeyh> İftihar Şeyh> Mahmud Şeyh> İlyâs Şeyh> İbrâhim
Ata> Hazret-i Sultanü’l Ârifîn Hoca Ahmed Yesevî.”[87]
Evliyâ Çelebi
(d.1611) Göynük’teki Bıçakçı Ömer Dede’den söz ederken Hz. Ali’ye ulaşan Yesevî
şeceresine işaret eden bilgiler verir: “...İslâmbol zindanında medfun Baba
Cafer oğlıdır. Anlar Muhammed Hanefi evlâdıdır kim bizim ceddimiz Ahmed Yesevî
b. Muhammed Hanefi’ye müntehi olduğında şecerelerimizde böyle tahrir olunmağıla
hasîb ü nesîbleri ile malûmumuzdur”[88]
Bu sözleri ile Evliyâ Çelebi, Hoca Ahmed Yesevî’yi kendi ceddi olarak gördüğünü
kaydetmesi yanında Yesevî’nin Hz. Ali evlâdından olan Muhammed Hanefi ile soy
bağını da sergilemektedir. Ahmed Yesevî çocukluğunda henüz küçük yaşta iken
önce annesini ve ardından da babasını kaybederek yedi yaşında öksüz ve yetim kalarak
ablası Gevher Şehnâz’ın koruması altında büyüdüğü rivâyet edilmektedir.[89]
Ahmed Yesevî
ilk eğitimini, doğduğu Sayram’da babası İbrâhim Ata ile devrin ünlü
bilginlerinden Şehabeddin İsficâbî’den almıştır. Anne tarafından dedesi Mûsâ
Şeyh ve babası İbrâhim Ata’nın da mürşid oluşuna dair bilgilere bakılarak
sağlam bir tasavvufî terbiyeden geçtiği aldığı kabul edilebilir.[90] Menkıbeye göre babasının
vefatı sırasında ablası Gevher Şehnâz’a emanet edilen küçük Ahmed, ablası ile
beraber Sayram’dan ilk mürşidi Arslan Baba’nın yaşadığı Yesi’ye göç eder.[91] Menkıbeye göre babası İbrâhim
Ata, oğlunun bilge bir kişi olup kendi yerini alması için, Aktürbet’teki
türbesinde düğümlenmiş olarak korunan sofrayı açabilmesini şart koşmuştur.
Ahmed günü gelince sofranın düğümünü açmayı başarır ve böylece babasının
hırkasını giymeyi hak eder.[92] Gevher Şehnâz’ın vefatı
sonrasında Yesi yakınlarındaki Çolakkurgan mevkiinde defnedildiği yerde yapılan
türbesi, asırlar içerisinde özellikle kadın ziyaretçilerin rağbet ettiği manevî
bir merkeze dönüşmüştür.[93]
Ahmed
Yesevî’nin yaşadığı asırda, Türkistan bozkırları tasavvufî akımlara açık bir
durumdaydı. Yesevî’nin doğduğu ve Sayram’dan ilim merkezi olarak bilinen Otrar-
Yesi civarlarına kadar uzanan bölgede de tasavvuf rağbet görmüş ve melâmet
niteliğinde bir tasavvufî meşreb etkin hale gelmişti. Bu bölümde Ahmed
Yesevî’nin tasavvufî eğitimini aldığı Arslan Baba ve Yûsuf-ı Hemedânî hakkında
bilgi verilecektir. Yesevî hikmetlerinde manevî feyz aldığı kişiler arasında
Hazret-i Hızır (a.s.) zikredilmiş olsa da burada sadece işaret edilmekle
yetinilmiştir.
Arslan Baba
adı Ahmed Yesevî’nin aile ortamındaki eğitiminden sonra manevî terbiyesine
girdiği ilk isimdir. Babası İbrâhim Ata öldükten sonra yetim kalan Yesevî’nin
yedi yaşında Sayram’dan Yesi’ye geldiğinde mürşidi olan Arslan Baba, bir
yönüyle de manevî babasıdır.[94] Ocak’a göre Arslan Baba, Melâmî-meşreb
bir zattır.[95] Arslan Baba’nın
torunlarından olduğu kaynaklarda kayıtlı Zengî Ata’nın (ö. 656/1258) bölge
insanlarından koyu bir deri rengine sahip olduğu[96]
şeklindeki rivâyet dikkate alınarak Arslan Baba’nın Türkistan’a dışarıdan
geldiği düşünülebilir. Sayram’da 1912 yılında vefat eden sûfi şair Yûsuf
Sayramî’nin, bir şiirinde Ahmed Yesevî’nin müjdeleyicisini Selmân-ı Fârisî
olarak kaydetmesi dikkate değerdir.[97]
Ahmed Yesevî ile Arslan Baba’nın buluşmasını anlatan menkıbelerde ve Divân-ı
Hikmet’te anlatılan Arslan Baba’nın Ahmed’i bulup emanet edilen hurmayı
vermesi, Hz. Rasûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’in mirasına nail oluşunun
işareti şeklinde değerlendirilebilir.[98]
[99] Yesevî’nin yedi yaşında Arslan
Baba ile karşılaşması, bin bir zikri öğrenmesi de kendi ağzından 99 anlatılır.
Ahmed Yesevî,
böylece kısa sürede kemâl makâmlarına ulaşır. Arslan Baba, Ahmed’i bulmasından
bir yıl kadar sonra vefat eder. Yesevî, Arslan Baba’nın ölümünden önce yaptığı
vasiyetle Yûsuf-ı Hemedânî terbiyesine girecektir.[100]
Menkıbelerdeki rivâyetler göz önüne alınırsa, tarihî ve zâhirî şartların
uyumsuzluğu hesaba katılarak Arslan Baba’nın efsânevi bir kahraman
olduğu düşünülebilir.[101] Otrar yakınlarındaki
türbesine defnedilen Arslan Baba ile türbesi Taşkent yakınlarında bulunan
torunu Zengî Ata, aralarındaki ilişkinin gerçekliğini gösterir.
Arslan Baba ile ilgili
çalışmasında Şeker, “Ahmed Yesevî’nin hayatındaki Arslan Baba, normal bir
insandır ve belki de o bölgede yerleşmiş sahâbe neslinden, bilgin, sûfi
tarikini benimsemiş bir ulu kişidir”[102]
tesbitinde bulunur. Arslan Baba’nın Yesi yakınlarındaki -ünlü Türk
bilgini Farâbî’nin dünyaya geldiği- Otrar şehrinde inşa edilen türbesi, Arslan
Baba’nın tarihî bir şahıs olarak varlığının kanıtıdır. Arslan Baba’nın Moğollar
tarafından yağmalanıp yerle bir edilen Otrar’daki türbesi Emîr Timur tarafından
yeniden yaptırılmıştır. Arslan Baba Türbesi, daha sonraları Kazak hanları
tarafından da birçok kez tamir ettirilmiştir.[103]
Arslan Baba Türbesi’nin, bazı manevî işaretler üzerine Yesevî külliyesinden
önce imar edilmesi ile ilgili rivâyetin Türkistan’a çok uzak bir bölge olan
Dağıstan’daki Kumuklar arasında yayılması Türk dünyasının manevî birliği
yönünden önemlidir.[104]
Ahmed Yesevî,
Arslan Baba’yı defnettikten sonra, Mâverâünnehr’e gider. Yesevî’nin
Mâverâünnehr’e ulaştığı XII. yüzyılda bölgede Karahanlılar ve Selçuklu hanedânı
egemendir ve Türk hanları ile ulemâ sınıfı ve sûfi şahsiyetlerle ilişkileri ön
plandadır.[105] Batı Türkistan’ı Selçuklu
Devleti’nin siyasî egemenliği altında birleştiren Sultan Sencer’in (ö.
552/1157) vefatından sonra bölgede Harezmşâhlar güçlenecektir.[106]
Ahmed
Yesevî’nin dinî kimliğini kazandığı Buhârâ, XII. yüzyılda Sâmânoğulları
devrindeki siyasî önemini kaybetmişti. Ancak Buhârâ medreseleri İslâmî
ilimlerin merkezi olma niteliğini hâlâ korumaktaydı. Bu medreselerde İslâm
dünyasından ve özellikle Türk yurtlarından gelen binlerce öğrenciye tefsir,
hadis ve fıkıh ilimleri öğretiliyordu. Yesevî bu dönemde geldiği Buhârâ’da
devrin ünlü bilgin ve sûfilerinden Yûsuf-ı Hemedânî’yi buldu. Yesevî’nin
Hemedânî’ye intisabı yazılı kaynaklara da girmiştir.[107]
Güzel, Yesevî’nin Hemedânî’ye intisabının Buhârâ’da gerçekleştiği
kanâatindedir.[108] Özbek bilim adamı Nigmetov,
Yesevî’nin hayat kronolojisine ilişkin kaynakları değerlendirerek Yesevî’nin
mürşidi Hemedânî’nin ruhânî eğitimine girme tarihini 1124 olarak vermektedir.[109]
Ahmed Yesevî Divân-ı
Hikmet’te, “yirmi altı yaşında sevdâya düşüp dîdâr için kavga” verdiğini,
“yirmi yedi yaşında” Pîr’e ulaşarak kurtulduğunu söyler.[110]
Ahmed Yesevî, asıl tarikat terbiyesini Yûsuf-ı Hemedânî’den almıştır.[111] Yesevîlik tarikatının
Hâzinî’nin eserlerinde[112] yer verdiği ve Hemedânî’ye
kadar ulaşan tasavvufî silsilesi şöyledir:
“Hz. Muhammed
>Ebû Bekri’s-Sıddîk >Selmân-ı-Fârisî >Ebû’l-Kâsım-ı Nebîre >İmâm
Câfer-i Sâdık >Bâyezîd-i Bistâmî >Ebû’l-Hasan Harakânî >Ebû’l-Kâsım
Gürgânî >Ebû’l-Ali Farmedî >Yûsuf-ı Hemedânî >Pîr-i Tarikat Hazret-i
Türkistan Hoca Ahmed Yesevî.”[113]
Yûsuf-ı
Hemedânî, Hemedân’ın Buzencird kasabasında, 1049’da doğmuştur. Genç yaşlarında
Bağdat’ta Nizâmiye Medresesi’ne öğrenci olan Yûsuf, kısa sürede müderrislerin
takdirini kazanmıştır. Hemedânî’nin yetiştiği Nizamiye Medreseleri, Mısır’a
egemen olan Fâtımîlerin açtığı Şii medreselerine karşılık kurulmuştur.[114] Makdisî’nin
belirttiğine göre “medresenin öncelikli hedefi fakihleri eğitmek olmakla
birlikte, orada edebi sanatlarda da eğitim verilmiştir. Bir fakih, hem fıkıh
ilimleri ve münazara alanında hem de edeb dallarında ihtisaslaşabilir, fakih ve
edib unvanı ile mezun olabilirdi.”[115]
Nizamiye
Medresesi’nde Ebû İshak Şirazî’nin (ö. 476/1083) başarılı öğrencilerinden olan
Yûsuf, medrese eğitimini tamamlayıp devrinin önde gelen ilmî şahsiyetlerinden
birisi haline gelir. Tasavvuf yoluna girerek Ebû Ali Farmedî’nin irşadı ile
riyâzet ve nefs mücâhedesini tamamlamış ve Horasan’da, Nişâbur, Herat, Merv,
Belh şehirlerinde ve Mâverâünnehir bölgesinin Buhârâ ile Semerkand kentlerinde
halkın manevî eğitimi ile meşgul olmuştur.[116]
Yeseviyye tarikatı silsilesindeki gibi Nakşbendiyye tarikatının silsilesinde de
yer alan Yûsuf-ı Hemedânî, Türkistan kentlerini dolaşarak halkı irşad etmeye
çalışmıştır. Yesevî’nin de mürşidi Hemedânî ile birlikte ilim gezilerine
katıldığı bilinmektedir.[117] Yûsuf-ı Hemedânî diğer
mürşidlerden farklı olarak, değişik kentlerde yaşayan müridlerin ayaklarına
kadar giderek eğitimlerini sürdürmüştür.[118]
Hayatının son senesi olan 1140 yılı sonbaharında Herat’tan Merv’e dönerken,
Bamyân kasabasında vefat eden Hemedânî halen bugünkü Türkmenistan sınırları
içinde kalan Merv şehri yakınındaki Bayramali kasabasında bulunan türbesine
defnedilmiştir.[119]
Alî Şir Nevâî,
Nesâyimü’l-mahabbe eserinde Yûsuf-ı Hemedânî’yi anlatırken “.. zâhir ve
bâtın ilimlerine sahip zül-cenaheyn bir âlim, ârif-i billah, ihsan makâmına
yükselmiş bir ermiş, kerâmetleri zâhir ve manevî makâm sahibi bir mürşid”
ifadelerini kullanmıştır.[120] Yesevî’nin halefi olan
Gucduvânî de Makâmât-ı Yûsuf-ı Hemedânî adlı risalesinde Hemedânî
hakkındaki ayrıntılı bilgileri kaydetmiştir.[121]
Altmış yıllık bir irşad hayatı süren Hemedânî, vefatına yakın dönemde Ahmed
Yesevî’ye üç arkadaşı ile beraber hilâfet vermiştir. Hemedânî’nin vefatı
sonrasında Yesevî irşad postuna oturan üçüncü halife olmuştur.[122]
Ahmed Yesevî,
Hemedânî’nin vefatını takiben Buhârâ dergâhında üçüncü halife olarak görev
yapmıştır. Yesevî’nin Mâverâünnehir’deki irşad ve Buhârâlı sûfilere mürşidlik
döneminin ne kadar sürdüğünü bilinmemektedir. Hemedânî’nin sağlığında iken
verdiği işarete uyarak bütün dervişlerin eğitimini Nakşbendî tarikatı
mürşidlerinden Abdülhâlık Gucduvânî’ye devrederek ata topraklarına, Yesi’ye
geri dönmüştür. Nigmetov, Yesevî’nin hayat kronolojisine ilişkin kaynakları
değerlendirerek bu dönüşün 1157-1158 yılında olabileceğini söylemektedir.[123] Yesevî irşad faaliyetlerine
vefatına kadar Yesi merkezli devam etmiştir.
Yesevîlik
yolunun kuralları, Yesevî’nin mürşidi Yûsuf-ı Hemedânî tarafından belirlenmiş;
Ahmed Yesevî irşad hayatı boyunca karşılaştığı sorunları gidermek üzere bazı
yenilikler getirmiştir. Hemedânî, Yeseviyye ve Nakşbendiyye’nin ortak pîridir.
Sûfinin tarikat yolunda yalnız başına ilerlemesi, rehbersiz yürümesi mümkün
değildir ve dervişe yol-yordam gösterici bir mürşide ihtiyaç vardır. Ahmed
Yesevî, etrafındaki dervişlere tarikatının seyr ve sülûk adâbını, ahlâklarını
güzelleştirmenin gereğini hikmetlerinde anlatmış, onları erdem ve ahlâka
dayanan bir iman anlayışı ile irşad 124 etmiştir.[124]
Ahmed
Yesevî’nin irşad döneminde, İslâm’ın gerektirdiği birlik ve dayanışma ruhu Türk
boyları arasında yerleşmiş değildi.[125]
Arap ve Fars dillerinde yazılmış eserleri okuyup anlama imkânı olmayan, bu
önemli bilgileri edinmekten mahrum Türkistan halkına Türkçe seslenen Yesevî
hikmetleri yol göstermiştir.[126] Yesevî dervişleri tarafından
ezberlenerek hıfzedilen hikmetler en uzak Türk obalarına kadar ulaştırılmıştır.
Yesevî’nin irşad hayatındaki başarısı, etkisinin asırlarca devam etmesinden
bile anlaşılabilir.[127] Bu başarının temel faktörü,
hikmetlerini halkın kolayca anlayabileceği bir tarzda, günlük kullanılan dilde
Türkçe ve geleneksel şiir kalıplarına uygun bir şekilde söylemiş olmasıdır.
Yesevîlik tarikatının halk nezdinde hızla kabul görmesinin bir nedeni de Türk
mitolojisinin efsanevî anlatılarına ve olağanüstü söylencelerdeki olaylara çok
benzeyen kerâmetlerinin dilden dile yayılmasıdır.[128]
Ahmed Yesevî,
dergâhını kurduğu Yesi civarında, bozkırlarda yaylak-kışlak göçebeliğini
sürdüren Türk boylarına mensup, sâde bir hayat tarzına sahip Türk boylarından
insanlara tasavvufî incelikleri anlatabilme başarısını göstermiştir.[129] Yesevî, muhatap aldığı
toplumun özelliklerini dikkate almadan yapacağı irşadın etkisinin sınırlı
kalacağını düşünmüş olmalıdır. Yesevî geleneğinin sürdürücüsü mürşidler de
toplumun âdetlerine saygılı davranıp halk içerisinde, halk ile birlikte
yaşamışlardır.[130]
Ahmed
Yesevî’nin irşad hayatında ve ölümü sonrasında tasarrufta bulunarak gösterdiği
kerâmetler, rivâyetlerle günümüze kadar intikal etmiştir. Bu kerâmetlerin,
olağandışı, gerçek ötesi içeriklerinin olabilirliğini sorgulamaktansa,
Yesevî’ye halk muhayyilesinde biçilen role dikkat edilmelidir. Divân-ı
Hikmet e bakıldığında ise hemen vakarlı bir irşad tavrı ve olgun bir mürşid
görülür. Ahmed Yesevî ne hüküm sahibi emirlerden ne de mal-mülk sahibi
zenginlerden bir şey beklemeyen, istiğna sahibi bir Allah adamıdır. Yesi’deki
dergâhı kısa sürede bir cazibe merkezi haline gelmiştir.
Türkistan’da
uzun yıllar boyunca bir mürşid olarak faaliyet gösteren Ahmed Yesevî’nin tek
hedefi Allah’ın kullarına doğru yolu göstermektir. Bu nedenle hitab ettiği
bozkır Türklerinin seviyesini ve ruh hallerini göz önünde tutarak tasavvuf
felsefesinin ağır tezlerini, girift inceliklerini değil, İslâm’ın özü olan iyi
insan, sâlih kul olmayı nasihat eden bir tebliği tercih etmiştir.[131] Ahmed Yesevî’nin hikmetleri Türkistan’ın
dergâhlarında seslendirilmiş, hikmet besteleri olarak okunmuş ve dilden dile
yayılmıştır. Çeşitli Türk boylarının, Yesevî hikmetlerini, Türkçe okuması,
dinlemesi ile birbirlerine yaklaşmasıyla İslâm’a sıkı sıkıya bağlı bir algılama
ve yaşama biçimi oluştuğu söylenebilir.[132]
Bayraktar’ın günümüzde “bilimlerin kaybetmekte oldukları bütünlük anlayışı,
Ahmed Yesevî ve açtığı yoldan yürüyen âlim, ârif ve hakîmler tarafından
sağlanmıştır”[133] değerlendirmesi önemlidir.
Yesevî’nin irşad döneminde dergâhlar, tek tek insanların manevî eksikliklerini
gidermek için, eğitim ve koruma ortamlarını oluşturmanın yanı sıra sonuçta
sosyal yapıya maneviyatı güçlü insanların kazandırılmasını sağlayan sosyalleştirme
merkezleridir. Ferdin ve toplumun birlikte korunup giderek güçlenmesini
sağlayan bu sosyal süreç, dengeli paylaşımı yaygınlaştırmış, insanlar birbirine
kenetlenerek güçlü bir toplum yapısı oluşturmuşlardır. Ahmed Yesevî, insanın
toplum içinde ferdin yitirilmesine, toplumun ferde feda edilmesine râzı
değildir.[134] Kafalı’ya göre Ahmed Yesevî
yaşadığı dönemde Türkistan’ın pîri olduğu gibi kendisinden sonra yaşanan Türk
asırlarının da manevî önderidir.[135]
Ünlü sûfi
Attâr’ın (ö. 618/1221) Mantıku ’t-tayr kitabında Ahmed Yesevî’yi Pîr-i
Türkistan diye anması, asırlar öncesinden günümüze toplum üzerindeki
nüfuzunu göstermesi açısından önemlidir.[136]
Gelibolulu Âli tarafından Künhü’l-ahbâr"da kaydedildiğine göre
Ahmed Yesevî, alın teri ile geçinmeye önem verdiğinden tahtadan kaşık, kepçe ve
kâse yontup satarak geçimini sağlardı.[137]
Künhü’l-ahbâr"da kaydedilen bu konudaki menkıbe ilgi çekicidir.[138]
Ahmed
Yesevî’nin Hacca gidişi hakkındaki bir bilgi Divân-ı Hikmetin basılı
nüshalarının girişinde bulunan Fakr-nâme risalesinde yer almaktadır:
“... yedi yıl hac kıldım.”[139] Ahmed Yesevî Divân-ı
Hikmetteki bir şiirinde de Hacc yolculuğuna çıkarken yapılan vedalaşma
konusunu işler.[140]
Ahmed Yesevî’nin vefatı,
kaynaklarda h.562/1166 olarak tarihlenmiştir.[141] [142]
Daha önce işaret edildiği üzere Fakr-nâme risâlesindeki kayıt esas
alınarak ölüm yılında Hoca Ahmed Yesevı nin yetmiş üç yaşında olduğu kabul
edilmektedir.
Divân-ı
Hikmette sıkça rastlanılan “altmış üçte girdim yere” sözcüklerini ihtiva
eden hikmetlerin gösterdiği gibi, Yesevî’nin hicrî yıl hesabı ile altmış üç
-milâdi takvime göre altmış bir- yaşına gelince Peygamberimiz (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’in bu yaşta defnedilmesinden ilhâm alarak hazırlattığı yer
altı hücresine çekilmiştir.[143] Rivâyete göre Ahmed Yesevî,
vefatına kadar burada ibâdet ve riyâzetle meşgul olmuştur. İlâhî ilhâm ile
hikmetlerini bu yeraltı hücresinde söylediği ve dervişleri tarafından bu
şiirlerin kayda geçirildiği düşünülmektedir.[144]
Yesevî’nin yeraltı halvethanesinden çıkarak Cuma namazına katıldığı, namaz
sonrasında oluşturulan cehrî zikir meclisinin ikindi namazına kadar devam
ettiği kaydedilmiştir.[145]
Ahmed
Yesevî’nin yeraltına çekilmesini, dünya hayatından kopmak şeklinde
değerlendirmek yanlıştır. Bir Divân-ı Hikmet yazmasının mukaddimesinde
yer altı hücresine çekilen Yesevî’nin, dervişlerinin seyr ü sülûkları ile
ilgilendiğinin kaydedilmiş olması bunun en iyi kanıtıdır.[146]
Bu kayıt, Yesevî’nin yeraltı hücresindeki tasavvuf! eğitim aktivitelerinin
Yesevî irşadının bir parçası haline getirildiğinin göstergesidir.
Yesevî’nin
altmış üç yaş halveti Türkistan’da günümüze kadar gelen bir geleneğin
oluşmasına yol açmıştır. Türkistan’da hicri takvime göre altmış üç -milâdî
altmış bir- yaşına giren aksakallar, Yesevî geleneğini izleyerek, bir ziyafet
vererek dost ve akrabalarına ikram ederler ve düzenlenen tören ile Peygamber
yaşına ulaşmalarını kutlarlar. Burada kullanılan kutlama deyiminden
kasıt, bu yaşa erdirdiği için Allah’a şükretmek ve bu tören sonrasında Allah
rızâsını gözetip, sünnete tam olarak uygun yaşamaya azmetmektir. Komünizm
dönemine kadar aksakallar için tertip edilen bu tören, her türden dinî
uygulamanın baskı altına alındığı ateizm yıllarında ancak gizli bir şekilde
yaşatılabilmiştir. Bağımsızlık döneminde Peygamber toyu törenlerinin, bu
kadim Yesevî geleneğinin bütün Türkistan’da yeniden dirildiği görülmektedir.[147]
Ahmed Yesevî,
ölümünden sonra hayatının büyük bir kısmını geçirdiği ve tasavvufî faaliyetinin
merkezi olan dergâhının bahçesine defnedilerek üzerine küçük bir kabir inşa
edilmiştir. Asırlar sonra bu kabri ziyaret eden Emîr Timur tarafından üzerine
görkemli bir türbe yapılması emredilmiştir. Bugün bölgenin en görkemli
anıt-mezarı şeklinde Yesi şehrinde yükselen Yesevî külliyesinin inşaı, ancak
Timur’un vefatından sonra tamamlanabilmiştir. Emir Timur’un Bahâeddin Nakşbend
de dâhil tasavvuf büyüklerine gösterdiği saygı, Hoca Ahmed Yesevî’ye gösterilen
saygı ile kıyaslandığında gölgede kalır.[148]
On dokuzuncu yüzyılda Türkistan’a giden seyyah Eugene Schuyler, türbe ile
ilgili izlenimlerini de eserine kaydetmiştir:
“Ahmed
Yesevî’nin türbesi muhteşem bir binadır. Türbeyi örten kubbe çok muazzam
görünüyor. Bu büyük türbenin arka tarafına kavun şeklinde kubbesiyle bir diğer
ufak mescid ilave edilmiştir.
Camiin kapısı
çok büyük ve kemerli olarak en az yüz ayak yüksekliğindedir. Yanından
penceresiz ve uçları çentikli olmak üzere iki yuvarlak kule yükseliyor. (...)
Külliyenin ortasında ve muazzam kubbenin altında büyük bir salon ve medrese
vardır. Kubbe, yüz ayaktan fazla yüksekliktedir. Sağda ve solda, bazı Kazak
hükümdârlarının mezarlarını içine alan odalar vardır.
Bunlar arasında meşhur Abılay Han’ın mezarı da bulunur.”[149]
Ahmed Yesevî,
tasavvufî şahsiyetinden bağımsız kavranamaz. Ahmed Yesevî’nin mirası
değerlendirildiğinde, iki unsur öne çıkar: 1) Tarikattaki Halifeleri 2) Divân-ı
Hikmet.
Birinci
kısımda Yeseviyye tarikatını kuşaktan kuşağa bugüne kadar ulaştıran Yeseviyye
mürşidleri silsilesi bulunur. Yesevî’nin Türk yurtlarında kalıcı etki
oluşturabilmesini sağlayan etken yetiştirip irşad için görevlendirdiği
müridleridir. Yesevî etkisi, dünya üzerinde Hazar Denizi kıyılarından Çin’e
kadar bütün Türkistan bozkırları, kuzeyde Kazan’a kadar uzanan Kıpçak bölgesi
ve Hazar’ın batısında Anadolu üzerinden Rûmeli’ye uzanan Oğuz sahasını kapsar.[150]
Hazînî’ye
göre, “Türk şeyhleri eşiğinin kulu, Türkistan pîri olan Yesevî’nin kurduğu
Yeseviyye yolu kıyâmete kadar bâki kalacaktır.”[151]
“Ahmed Yesevî, temiz Hanefî Mezhebi’nde, meşrebi ise arı ve durudur.
Silsilesinden binlerce maneviyat büyüğü yetişmiştir. Yetiştirdiği doksan dokuz
bin mürid, Yesevî’nin kutub olduğunun kanıtıdır.”[152]
Hüsâmeddîn Sığnâkî’nin Yesevî Menâkıbnâmesi’nde Ahmed Yesevî’nin doksan
dokuz bin halifesi olduğu, sohbetlerine on binlerce kişinin katıldığı
kaydedilmiştir.[153] Ancak, Yesevî silsilesinde
yer alan bu mürşidlerden pek azının isimleri bilinmektedir.[154]
YESEVÎ SOYLU DERVÎŞLER: BEL EVLÂDI
Yesevî’nin
soyundan gelen halifelerine tasavvuf literatüründe bel evlâdı denir. Cevâhirü’l-ebrâr"
da yer alan bir menkıbe ve Hakîm
Süleyman Ata tarafından yazılan destana göre, Yesevî’nin İbrâhim adlı
oğlu daha çocukluğunda Ahmed Yesevî’ye düşmanlık için öldürülmüştür.[155] Yesevî’nin Gevher Hoşnâz adlı
bir kızından gelenler, kendilerini Yesevî soyundan bilenlerin atalarıdır. Ahmed
Yesevî’nin ağabeyi Hâce Sadreddin Şeyh’in soyundan gelen sûfiler, Yesevî
yolunun günümüze kadar ulaştırılmasında büyük hizmetler yapmışlardır. Eser
sahibi Yesevî halifelerinden Sûfi Muhammed Dânîşmend ve Safîyyüddîn
Orun-koylakî akrabalarındandır. Balkan Türkleri’nden Üsküplü Atâ da Yesevî
evlâdından olduğunu kaydeder.[156] XVII. Yüzyılda yaşayan Evliyâ
Çelebi de Ahmed Yesevî neslinden geldiğini Seyahatnâme’deki “cedd-i
izâmımız Türk-i Türkân Hoca Ahmed-i Yesevî hazretleri” ibaresini kullanarak
tekrarlar.[157]
GELENEĞİ YAŞATAN DERVİŞLER: YOL EVLÂDI
Ahmed Yesevî
ile kan bağı taşımayan ancak silsilesine mensup mürşidlere yol evlâdı
denilmektedir. Yol evlâdı sûfiler, Yeseviyye tarikatının pîrleri olarak Ahmed
Yesevî mirasının bugüne taşınmasını sağlamıştır.[158]
Yesevî ismini yaşatarak Türkistan’daki irşadını ve Yesevîlik yolunu sürdüren
halifeleri Arslan Baba evlâdından Mansûr Ata (ö. 593/1197) ve soyundan gelen
Abdül-Melik Ata (ö. ö. 615/1218), Tâc Hâce, Zengî Ata’dır.[159]
Türkmenistan bölgesinde faaliyet gösteren halifeler ise, Uzun Hasan Ata, Gözlü
Ata, Şeref Ata’dır.[160] Önde gelen Yesevî
mürşidlerinden “Zengî Ata’nın takipçileri Said Ata silsilesinden Seyyîd Ahmed
Ata ile Sadreddin Muhammed Ata (Sadr Ata), Eymen Baba, Şeyh Alî, Mevdûd Şeyh,
Kemâl Şeyh, Hadîm Şeyh; Seyyîd Ahmed Ata silsilesinden Hûzyanlı İsmail Ata,
Süleyman Hakîm Ata Bakırganî, Sûfi Muhammed Dânîşmend, Hâce Mustafa Süksük
(bazı kaynaklarda Süzük) Ata, Hâce Evliyâ Melik, İbrâhim Ata, İsmail Ata, Hoca
İshâk Ata, Baba Mâçin, Safîyyüddîn Orun-Koylakî, Hasan Bulgarî, Emîr Alî Hakîm,
Osman Mağribî, Mevdûd İkânî, Cemâlüddîn Kâşgârî, Süleyman Gaznevî, Seyyîd
Mansûr Kaşıktıraş ve Hâzinî gibi isimlerdir.”[161]
Yesevîlik ile ilgili Cevâhirü
’l-ebrâr min emvâc-ı bihâr ile Menbâü ’l-ebhâr fi riyâzi ’l-ebrâr eserleri[162] tarihî önem taşıyan Hâzinî,
kendisinin de Arslan Baba neslinden geldiğini vurgular.[163]
Osmanlı Coğrafyasındaki Yesevî Dervişleri
Batı Türkleri
üzerinde Yesevî tesiri, Osmanlı Devleti’nin kuruluşu öncesinde ortaya
çıkmıştır. XIII. yüzyılda, Moğolların Türkistan ve Horasan’ı işgali, Türkistan’dan
batıya yönelen büyük bir nüfus hareketine neden olmuştur. Kalabalık Türk
topluluklarının doğudan batıya doğru göç ettiği süreçte, manevî gelenekler de
nakledilmiştir. Bu göçlerle batıya gelen Türkler arasında bulunan dervişler
arasındaki Yesevî alp-erenleri[164] Anadolu’da yeni bir manevî
hayatı mayalamışlardır.[165] Âşıkpaşazâde
tarihinde zikredilen “Ahiyân-ı Rûm”, “Bacıyân-ı Rûm”, “Gâziyân-ı Rûm”,
“Abdalân-ı Rûm” toplulukları, Osmanlı Devleti’nin kuruluşuna zemin
oluşturmuşlardır.[166] Bektâşîliğin pîri Hacı
Bektâş-ı Velî’nin (ö. 669/1271[?]) hayatı ile ilgili menkıbelerde Yesevî
ilişkisi kaydedildiği gibi Vefaîlik, Haydarîlik gibi sûfi oluşumlar da
Yesevîlik ile etkileşim içerisindedirler.[167]
Sultan II. Selim (1566-1574) devrinde, 1569’da Yesevî şeyhi Zengî Ata,
müridlerinin Buhârâ’dan İstanbul’a gelerek Sultan’dan Hacc yolculuğu için
yardım talebi üzerine “Şâm-ı şerife varıncaya kadar yol üzerinde vâkî olan
kadılara hükümdür ki...” diye başlayan padişah fermânında, “Rehber viresüz.
Yiyecek temininde yardımcı olasuz.” emirleri yer almaktadır.[168]
Evliyâ Çelebi, gezdiği yerlerde rastladığı Yesevî halife ve
dervişlerinin türbelerini ziyaret etmiş, eserinde başta Hacı Bektâş-ı Velî
olmak üzere bu dervişler ile ilgili bilgi ve menkıbeleri kaydetmiştir.[169] Evliyâ Çelebi, Osmanlı’nın
kuruluş döneminin Orhan Gazi safahatında Hacı Bektâş-ı Velî hakkında şunları
yazar: “Horasan’dan yediyüz Horasan erenleri ile Hacı Bektâş-ı Velî ceddimiz
Türk-i Türkân Hoca Ahmed-i Yesevî hazretlerinden Rûm’a gelmek içün mezun olup
doğru bu Âsitâne-i Seyyid Battal Gazi’ye gelüp niçe zaman anda ikâmet edüp
Bursa’dan Orhan Gazi Hacı Bektâş-ı Velî’yi görmeğe bu Seyyid Battal âsitânesine
gelüp Bektâş-ı Velî ile müşerref olup Bektâş-ı Velî ricasıyla bu âsitâne-yi
Battal’ı Koca Orhan Gazi eyle imar edüp gûya bir kal’a-yı metîn edüp bin adet
hâne halkın iskân etdirüp şehr imar eder.
Evliyâ Çelebi,
Bektâşîlerin Yesevî’ye saygılı olduğunu ve silsilelerini Ahmed Yesevî’ye nisbet
ettiklerini şu sözlerle kaydeder: “Evvelâ tarik-i Hoca Ahmed-i Yesevî’den
fukara-yı Bektâşiyânız ve üstâdımız Derviş Alî Nâdimi’dir.”[170]
[171] Evliyâ Çelebi’nin
Anadolu’daki türbelerini eserine kaydettiği Yesevî dervişleri arasında Bursa’da
Geyikli Baba Sultan, Dâvûd Baba ve Abdal Mûsâ, İstanbul Unkapanı’nda kabri
bulunan Horoz Dede, Yozgat’ta Emîr-i Çin Osman, Merzifon’da Pîr Dede, Tokat’ta
Gaj-Gaj (Gıj-Gıj) Dede ve Zile’de Şeyh Nusret, Aksaray’da Pertevî Sultan[172] isimleri yer
almaktadır.
Balkanlar’daki Yesevî Takipçileri
Evliyâ
Çelebi’nin, Balkanlar’daki gezilerinde etkilerini gördüğü ve türbelerini
ziyaret ettiği Yesevî dervişleri arasında, Rûmeli’nin fethinin manevî öncüsü ve
asıl adı Muhammed Buhârî olan Sarı Saltık Baba (ö. 697/1297-98) başta
gelir.[173] Saltıknâme’ ye göre
Sarı Saltık, Sinop’ta doğmuştur. XIII. yüzyılda özellikle Rûmeli’nin Türkler
tarafından fethinde yararlılık gösteren bir kahraman olup hayatının son
yıllarında Edirne’de yaşamıştır.[174]
Deliorman’daki
Demir Baba Sultan[175], Filibe yolundaki Kademli
Baba Sultan[176] [177],
Karadeniz kıyısı yakınlarında Varna’nın Batova’sındaki Akyazılı Sultan111
Evliyâ Çelebi’nin isimlerine yer verdiği diğer Yesevî dervişleridir. Rûmeli’nde
rastlanan Yesevî dervişlerinden Muhammedü’l-Hindî’nin öyküsü, Yesevî etkisinin
Hindistan’a kadar ulaştığını göstermesi yönüyle de kayda değerdir.[178]
Dünyanın Diğer Yerlerindeki Yesevîler
Azerbaycan’ın
kuzeyindeki Avşar Baba türbesi de Evliyâ Çelebi’nin Yesevî dervişleri ile
karşılaştığı yerlerdendir.[179] Seydî Alî Reis’in (ö.
970/1562) Mir’âtü’l- memâlik eserindeki kayıtlar, XVI. yüzyılda Harezm
ve Hive bölgesinde de Yesevî şeyhlerine rastlandığını göstermektedir.[180] Bu kayıtlara göre, Sadr-ı
Âlem Şeyh Semerkandî, Ejderhan yakınlarında öldürülen Baba Şeyh, Gürganlı
Muhammed Demtiz b. Yesevî bölgedeki Yesevî takipçilerindendir.[181] Afganistan ve Hind Alt
Kıtası’nda yerleşen Yesevî dervişleri de vardır.[182]
Keşmir bölgesinde türbesi bulunan Hoca Hafız Ahmed Yesevî de bir Yesevî dervişi
olup 1702 tarihinde vefat edince Keşmir’deki türbesine gömülmüştür.[183]
Tarikat, bir
meslekte takip edilen yol, metot anlamlarına gelmekle beraber, daha çok
literatürde din pratiğindeki farklı yorumlamaları anlatan bir terimdir. Sadece
dinî alanda değil, felsefî anlamda da tarikat karşılığı olarak ekol
terimi kullanılmaktadır. Dinî alandaki farklı yorumların temelinde sosyokültürel
ve psikolojik bir arkaplan yanı sıra kadim kültürlerin de etkisi vardır. İslâm
dininde de tarikatlar, bu esaslar çerçevesinde gelişmiştir.[184]
Yeseviyye de bu kapsamda XII. yüzyılda Türkistan’da ortaya çıkıp bir asır
içerisinde bütün Türk yurtlarını etkileyen bir tasavvuf yoludur. Yeseviyye,
Köprülü’nün tanımı ile “bir Türk tarafından ve Türkler arasında kurulmuş ilk
tarikat”tır.[185] Yeseviyye’nin kurucu pîrinin
eserleri, bugün Türkiye de dâhil bütün Türk coğrafyasında somut olmayan
kültür mirası olarak tescil edilmiştir.[186]
Yeseviyye ile ilişkili tarikatlardan Nakşbendiyye ve Bektâşiyye bu çerçevede
değerlendirilebilir.
Ahmed Yesevî,
tarikat esaslarını ve irşad yöntemini dört kapı-kırk makam formülü ile
düzenlemiş, konuyla ilgili yaklaşımını Fakr-nâme adlı eserinde ayrıntılı
olarak işlemiştir. Söz konusu makamların, daha sonra başta Hacı Bektâş-ı Velî
olmak üzere birçok sûfinin irşad sisteminde âdeta tekrar edilmiştir.[187] Fakr-nâme ile Hacı
Bektâş’a atfedilen Makalât üzerinde karşılaştırmalı bir çalışma yapan
Güzel’in tesbitleri iki eserin benzerliklerini somut olarak ortaya koyması
yönüyle değerlidir: “Şeriat kapısında Ahmet Yesevî’nin zikrettiği on makamdan
dokuzu Hacı Bektâş’ta da aynıyla görülmektedir. Tarikat kapısında Yesevî ile
Hacı Bektâş’ın yedi makamı müşterektir. Mârifet ve hakikat kapısında da yedişer
makamın müşterek olduğunu görmekteyiz.”[188]
Yesevî geleneğinden günümüze kalan önemli bir miras, Yeseviyye
mürşidlerinin tarih boyunca yaptığı faaliyetlerde uyguladıkları usûl ve
esasları gösteren Yeseviyye tarikatı âdabıdır. Tosun tarafından yayınlanan Mir’âtü’l-kulüb
risalesi Yeseviyye tarikatı âdâbını günümüze kadar getirmiştir.[189]
Türkistan
tasavvufunda insanları sûfi olmaya teşvik eden cezbeli zikir meclisleri, Yesevî
dervişleri tarafından teşkil edilmiştir.[190]
1873’te Türkistan’da giderek derlemeler yapan Eugene Schuyler, Taşkent’te
izlediği bir Yesevî zikir meclisini Türkistan Seyahatnâmesi adlı
eserinde ayrıntılı olarak anlatmıştır.[191]
Komünist baskı yıllarında Yesevî dervişlerinin bazıları ise cehrî zikri
bırakarak hafî zikre yönelmişlerdir.[192]
[193] Sovyet döneminde İslâm,
dinlere uygulanan baskı döneminde zikir toplantılarında ezberinden hikmet
okuyan dervişler ortadan kaybolunca bu görev kadın dervişeler 193
tarafından
üstlenilmiştir.
Günümüzde
Türkistan’da Yesevî-hanlık adı verilen ezberden hikmet söyleme
geleneğinin tekrar canlandığı görülmektedir. Özbek akademisyen Tilavov, son
yıllarda yaptıkları saha çalışmalarında Özbekistan’da Yesevî hikmetleri ile
tanışmayan kimse kalmadığını kaydetmiştir.[194]
Doğu
Türkistan’da toplanan Yesevî meclislerinin tanığı Cantürk, Yesevî zikrini şöyle
anlatmaktadır: “...Zikre, ilk önce ahenkli ve düzenli bir şekilde en az iki
veya üç kişi tarafından okunan Yesevî hikmetleri ile başlanır. Zikir ve okunan
hikmetlerin coşkusu birbirini takip ederek yükselir. Zikir zirvesini bulduğunda
halka başı zikri durdurur. Zikrin sonunda bir kişi yine Yesevî hikmetlerinden
birisini yüksek sesle okumaya başlar.”[195]
Köprülü hikmetlerin dil, vezin özellikleri ile cezbeli bir şekilde koro halinde
okunmaya müsait olduğunu “Edebiyat ile müziğin, yani söz ile bestenin
ayrılmadığı devirlerin kalıntısı olan bu dörtlüklerdeki, ilk üç mısra, hikmeti
alıp götüren kişinin tek başına, dördüncü mısra olan nakarat ise bütün cemaatin
koro halinde birlikte söylemesine uygundur.”[196]
değerlendirmesinde dile getirir.
Sovyet
yönetiminin egemen olduğu yıllarda (1917-1991) bütün Türk Cumhuriyetleri’nde
Ahmed Yesevî ismi unutturulmaya çalışılmıştır. Aleyhinde kampanyalar düzenlenerek
hikmetlerindeki sembolik, mecâzî ifadelerden hareketle tarikatı karalanmıştır.[197] Sovyet dönemi Özbek Edebiyatı
tarihinde 1927 yılında Yesevî hakkında araştırma yapanlardan Abdurrauf Fıtrat, Maarif
ve Okıtguvçı dergisinde yayınlanan makalesinde, Yesevî Kimdir?
sorusuna yanıt vererek yetiştiği ortam, eseri, felsefesi ve Divân-ı Hikmet’in
edebî değeri konularını ele almıştır. Fıtrat’ın bu değerlendirmelerini yaparken
iktidar erkine sahip Komünist Parti’nin ideolojisine uygun bir tablo
sergilediği söylenebilir.[198] Ahmed Yesevî’nin Divân-ı
Hikmet inin basımı 1930’lardan itibaren yasaklanmıştır. 1970’lere gelinceye
kadar değil Ahmed Yesevî hakkında olumlu bir görüş bildirilmesi, hakkında ilmî
nitelikte bir makale yazılması bile resmî takibatı gerektiren bir suçtur.
Üniversitelerde Türkistan Edebiyatı’nın öncüleri ve eserlerin ilk örnekleri
arasında söz edilmesi gerekirken Ahmed Yesevî ve hikmetleri yok sayılmıştır.[199] Özbekistan’da 1970’li
yıllarda Ahmed Yesevî hakkında bir yazı yazmaya cesaret eden edebiyat tarihçisi
Ergeş Rüstemov, Yesevî hakkındaki yazısı nedeniyle boykota maruz bırakılmıştır.
Rüstemov, 1972 yılında yayınlanan “Ahmed Yesevî Hikmetlerinde Tarih ve Hayat
Sedası” başlıklı yazısında Yesevî’nin gerici bir softa olmadığını isbat
etmeye çalışması nedeniyle komünist rejimin baskı ve takibine uğramıştır.[200] Gurbandurdı Geldiev dönemin
baskıcı politikalarını şöyle anlatmaktadır:
“1930’lu
yıllarda Sovyetler Birliği’nde uygulanan Stalinist baskı döneminde Kurân-ı
Kerîm okuyan ve/veya okumayı bilen, evinde dinî içerikli kitap bulunduranlar
önce hapishanelere atıldı ve ardından ne zaman biteceği belirsiz çalışma
kamplarına sürgün cezaları ile Sibirya’ya yollandılar. Bu durum karşısında halk
içerisine salınan korkunun etkisiyle evlerde bulunan Arap harfli kitaplar ya
kabristanlara gömüldü ya da torbalar içerisinde kuyulara saklandı. Elyazması
birçok değerli eser bu yüzden çürüdü ve zamanla dağılıp kayboldu.
Geldiev’in
sözleri, Sovyet döneminin Tataristan’dan Karakalpakistan’a istisnasız her
yerdeki ortak politikasını yansıtmaktadır. Hacca gitmenin yasaklandığı komünist
baskı yıllarında halkın bir manevî görev haline getirdiği Yesevî türbesi
ziyaretleri, her şeye rağmen engellenememiştir[201]
[202] Begali Kasımov ise İslâm
karşıtı politikanın Rus Çarlığı’ndan komünizme devreden yüz otuz yıllık bir
geçmişe sahip olduğunu; bu baskılara karşı sûfi liderler önderliğinde komünizm
öncesinden başlayıp devam eden halk ayaklanmaları görüldüğünü kaydeder.[203]
Özbekistan’dan
Dilâram Nişanova da Arap harfleriyle yazılmış bütün eserlerin yasaklandığı
baskı dönemini takiben 1990’ların başında gelen bağımsızlık devrinde yeni Divân-ı
Hikmet baskıları yapıldığından söz etmektedir.[204]
Yesevî hikmetleri, baskı yıllarında nesiller boyu sözlü kültür vasıtasıyla
aktarıldığı gibi çeşitli gayr-i resmi yollarla, elle yazılarak da
çoğaltılmıştır. Ahmed Yesevî’nin Türkistan’daki Müslüman halkın gönlünde
yaşatıldığının somut bir göstergesi de bölgede doğan çocuklara verilen Sultan
Ahmed, Hoca Ahmed ve Kul Ahmed isimleridir. Doğu Türkistan’da Hoten
ili civarında Hoca Ahmed, Kaşgar ve Yarkent civarlarında ise Kul
Ahmed isimlerinin tercih edildiği kaydedilmiştir.[205]
Yesevî’nin tasavvuf faaliyetini sürdürdüğü bölgede temaslarda bulunan Göktaş’ın
Yesevî etkisinin bugün de Kazakistan ve Kırgızistan’da devam ettiğine ilişkin
gözlemleri önemlidir. Bölgede tasavvufî hayatı sürdüren mürşid konumundaki
kişiler zikir meclislerinde Yesevî hikmetleri okumaya devam ettiklerini
belirtmişlerdir.[206]
Ahmed Yesevî,
Türk edebiyatında tasavvufî hikmet söyleme geleneğinin öncüsüdür. Eseri Divân-ı
Hikmet ise İslâm’ın kabulünden sonraki asırlarda oluşturulan Türk tasavvuf
edebiyatının bilinen ilk örneğidir. Tarihi süreç içerisinde Yesevî yolunun
sürdürülmesinde etkili olan mürşidler yanı sıra Ahmed Yesevî’nin ismini
günümüze kadar yaşatan ana unsur, hikmetlerinin toplandığı Divân-ı Hikmet
külliyatıdır. Yesevî, müridlerin manevî eğitiminde yeni bir yöntem olarak makâm
ile söylenegelen hikmetlerini kullanarak irşadda sözü öne çıkarmıştır.[207] [208]
Ancak hikmetlerin önemi, sözlerdeki derinlikten çok, Türk yurtlarında
oluşturduğu etkiye dayanır. Yesevî hikmetleri, Türkler arasında bir iman
birliğinin oluşmasına hizmeti yönünden çok değerlidir.
Ahmed Yesevî,
bozkırlarda dağınık bir halde yaşayan Türk soyundan kabileler hâlinde yaşayan
insanlara iman ve dinin esaslarını, Yeseviyye yolunun kurallarını öğretmek için
yalın bir Türkçe ile söylediği şiirlerde hece veznini kullanmıştır. Ahmed
Yesevî hikmetlerinin kolay ezberlenebilecek şekilde vezinli, kafiyeli ve akıcı
şekilde söylenebilmesi, kulakları ‘ozan saguları ’na aşinâ olan
Türklerin hikmetleri benimsemelerini kolaylaştırmıştır. Azerbaycanlı
akademisyen Mirzoyev, Divân-ı Hikmet’i; “halkın sözlü edebiyat
metinlerine temellenen, Türk halkları folklorunun dil, ”208 stil ve model yöntemlerini ustalıkla
kullanarak yazılmış didaktik ve etik bir eser olarak tanımlamıştır.
Divân-ı
Hikmet te yer alan hikmetler, kadim zamanların ozan-kam-baksılarından hemen
hiç farkları olmayan Yesevî-han dervişler tarafından, sohbet ve toplantılarda
okunmuştur. Divân-ı Hikmet’in Türkistan halkının gözündeki değerini
anlatan Vambery, XIX. yüzyıl sonlarında gerçekleştirdiği Türkistan seyahati
sonrasında yazdığı Hatırât’ında “Uğradığım her obada Hazret-i Sultanü’l-Ârifîn
Hoca Ahmed Yesevî’nin şiirlerini vecd ile okuyan kadınlara ve erkeklere
rastladım” [209] sözleriyle Yesevî
hikmetlerinin asırlardır süren varlığına tanıklık etmiştir.
Divân-ı
Hikmefin dil ve şiiriyet özellikleri zamana karşı direnişinde etkili
olmuştur. Türkistan coğrafyasının her köşesinde Yesevîlik kültürün
temsilcilerine rastlanabilir. Günümüzde Çin işgalinde büyük bir kültürel baskı
altında bulunan Doğu Türkistan’da bile hikmet ezberleme ve dinî törenlerde
okuma geleneğinin sürdürüldüğü kaydedilmiştir.[210]
2010 yılında gerçekleştirilen bir sempozyumda sunulan bir bildiri kapsamında,
Doğu Türkistanlı bir hanımın ezberden söylediği hikmetleri içeren bir video
kaydı katılımcılara izletilmiştir.[211]
Yesevî’nin
Türkçe şiir söylemeyi irşad yöntemi olarak benimsemesi, Türk dili tarihi
açısından önemlidir. Yesevî’nin hikmetlerini seslendirdiği dönemde
Türkistan’daki âlim ve mürşidler eserlerinde ilim dili olarak kabul edilen
Arapça’yı kullanıyorlardı; edebî dil ise Farsça idi. Yesevî ve takipçisi
dervişlerinin Türkçe hikmet geleneğini oluşturmasıyla Türkçe tasavvuf diline
dönüşmüştür. Ahmed Yesevî’nin, izlediği yöntemi benimseyen -başta Yunus Emre
olmak üzere- Anadolu’da yetişen sûfilerin eserlerinde Türk dili, tasavvuf
dili düzeyine yükselmiştir.[212] Yesevî’nin hikmetleriyle
yaptığı öncülük, Orhun Anıtları’ndaki soyut anlatılardan itibaren gelişen Türk
dilinin başarısı olarak değerlendirilmektedir.[213]
Okumuş’a göre
Yesevî’nin ve takipçilerinin “doğrudan Kur’ân’dan ve Hz. Muhammed’in
sözlerinden damıtarak oluşturduğu din anlayışı, Türklerin kültürel ve toplumsal
bağlamını dikkate aldığından”[214] etkili olmuştur. Yesevî’nin
kendisi de dil konusundaki tercihinin öneminin farkındadır ve bunu bir
hikmetinde şöyle ifade etmektedir:
“Hoş
görmemekte âlimler dediğiniz Türkçe’yi
Ariflerden
işitsen açar gönül ülkesini
Miskin, zayıf
Hoca Ahmed yedi ceddine rahmet,
Farsça dilini
bilerek güzel söylemekte Türkçe’yi.”[215]
Azerbaycan
sahasında eser veren XV. asrın sûfi şairi Dede Ömer Ruşenî’nin (ö. 892/1487)
şiirleri ile hikmetlerin çok benzer temaları çok benzer şekillerde işlediği
kaydedilmiştir.[216] Türkmen sahasının büyük şâiri
Mahtumkulu (ö. 1197/1783’ten sonra) da Yesevî geleneğinin Türkmenler arasındaki
temsilcisi olarak kabul edilmektedir.[217]
Hojahanova’ya göre Yesevî hikmetlerindeki telmihlerin -hayatı, başından
geçenler ve İslâm için yaptıkları- Mahtumkulu başta olmak üzere klasik
şairlerce Türkmen edebiyatında da kullanılması Yesevî etkisini günümüze
taşımıştır.[218] Hikmetlerin Karahanlı
Türkçesi özelliklerini taşıdığı[219] belirtilmiş, günümüz Türk
lehçeleri dikkate alındığında ise bugünkü Özbek Türkçesi ile uyumlu olduğu da
söylenmiştir.[220]
Yesevî
hikmetleri iç içe geçmiş anlam çerçevelerinde konumlandırılmış olup en dış
çerçevede İslâm, ikinci çerçevede ise sûfi düşünce yer alır. Hikmetlerdeki
anlam taşıyıcı temel kavramlar genelden başlayarak dıştan içeriye doğru
yoğunlaşarak bu şekilde özelleşirler.[221]
Yıldırım’a göre: “Divân-ı Hikmet te, ahlâk merkezli bir din anlayışı
hâkimdir. Hikmetlerin tamamı göz önüne alındığında üzerinde en çok durulan
ana konuların dini ve tasavvufî unsurlarla birlikte toplumun ve dönemin ihtiyaç
duyduğu hususlar olduğu ortaya çıkmaktadır.
Yesevî
hikmetlerinde toplum içerisinde haram lokmanın yaygınlaşmasının tehlikesi
vurgulanır.[222] [223]
Ölüm, ölümden sonraki kabir hayatı, mahşer günü hikmetlerdeki önemli temalar
arasındadır. Kıyâmet sahnesinin dile getirildiği uzun bir hikmet, âdeta bir
tiyatro sahnesindeki dramın canlandırılması gibidir.[224]
Divân-ı
Hikmet yazıldığı dönemin sosyal yapısına hattâ bölgenin coğrafik
özelliklerine ilişkin veriler de taşır. Yesevî hikmetlerinde, Türkistan
bozkırlarının sert tabiatlı, basit ihtilaflar nedeniyle kan dökmekten
çekinmeyen, ele avuca sığmaz, heyecanlı insanlarının gönüllerini yumuşatacak;
coğrafyanın aman vermez koşullarıyla kuşatılmış, sınırlı dünyalarının sonsuz
bir manevî hayata açılmasını sağlayacak imgeler kullanılmıştır.[225] Bu yönleri ile Divân-ı
Hikmet in sosyolojik bir okumasının yapılması toplumumuzun manevî hayatına
yön veren temel tasavvufî eserlerin ifa ettiği görev yönüyle çok faydalı
olacaktır.226
Ahmed Yesevî
birçok hikmette mânâ denizlerine dalarak hakikat incileri çıkarttığını ifade
eder. Tasavvufî eğitimin ikinci aşamasında tasavvuf deryâsına dalan sûfi, âşık
adıyla anılabilir.227 Aşkın ve âşıkların durumu ile ilgili
mısralarla dolu Divân-ı Hikmette Yesevî, aşk olmadan yola çıkanların
yolda kaldıklarını söyler ve aşksız- şevksiz bir dervişin yol alamayacağını
vurgular. Çalışmanın ikinci kısmında bu temaları içeren hikmetlerden örneklere
ayrıntılı olarak yer verilecektir.
Yesevî
meclislerinde seslendirilen hikmetler, Yesevî dervişlerinin hafızasına
kaydedilip, uzak diyarlara ulaştırılmıştır. Zaman içerisinde ezberdeki
şiirlerden yararlanılarak oluşturulan risâleler birleştirilerek Divân-ı
Hikmetin el yazması nüshaları ortaya çıkmıştır. Bu nüshaların
tarihlendirilmesi noktasında önemli bir kayıt, Mevlânâ Vahidî’nin XV. yüzyıla
ait Mirâtü’s-sâlikîn adlı eserinde Yesevî hikmetlerinin övgü ile
anılmasıdır.[226] Mısır’da bulunan bir Divân-ı
Hikmet yazmasının istinsah tarihinin 1650 yılı olduğu bildirilmiştir.[227] [228]
Meserret Diriöz’ün tesbitine göre Divân-ı Hikmetin 1712 tarihli bir yazma nüshası da Macar Akademisi
elyazmaları koleksiyonundadır.
Bugün bilinen
ve değişik dünya kütüphanelerinin envanterinde mevcut el yazması Divân-ı
Hikmet nüshaları genellikle XIX. yüzyıl ürünüdür. Tataristan’ın başkenti
Kazan’daki Dil, Edebiyat ve Tarih Enstitüsü arşivinde henüz üzerinde
çalışılmamış on beşten fazla Ahmed Yesevî Hikmetleri koleksiyonu bulunduğu
bildirilmiştir.[229] Nâdirhan Hasan tarafından
incelenen İstanbul’da 1887 yılında istinsah edilen bir Divân-ı Hikmet
nüshası içerdiği yüz altmış sekiz hikmet ile hikmet sayısının fazlalığı
yönünden dikkate değer bir nüshadır.[230]
Matbaa
basımının yaygınlaştığı XIX. yüzyıla sonlarına kadar el ile istinsah edilmek
suretiyle sınırlı sayıda çoğaltılan Divân-ı Hikmet elyazmaları,
hikmetlerin günümüze kadar ulaşmasını sağlamıştır. Günümüzde bile varlığından
yeni haberdâr olunan el yazmalarına rastlanmaktadır.[231]
Doğu Türkistan’da komünist yönetiminin kültür devrimi kapsamında basımı
kısıtlanan Divân-ı Hikmet’in el ile defterlere yazılarak çoğaltıldığı da
bildirilmiştir.[232]
Yaklaşık yedi
yüzyıl süre ile hikmetler dar bir çevrede, dergâhlarda Yesevî dervişleri
tarafından ezberlenerek okunsa da halkın büyük çoğunluğu hikmetlerden uzak
kalmıştır.
XIX. yüzyıl sonlarında, matbaa baskısı olarak kitap halinde çoğaltılan Divân-ı
Hikmet, Yesevî düşüncesinin halk içerisinde daha da yaygınlaşmasını
sağlamıştır. 1878 yılından itibaren yapılan Divân-ı Hikmet baskıları
sayesinde hikmetleri okuyanların sayısı çoğalmıştır. Divân-ı Hikmet, en
önce Tataristan’ın Kazan şehrinde matbu olarak basılmıştır. 1878 tarihli bu ilk
baskıyı, 1880’de Taşkent’te, 1881’de İstanbul’da yapılan baskılar izlemiştir.
Sonraki kırk yıl içerisinde Taşkent, İstanbul, Kazan, Buhârâ ve Kagan’da
çeşitli sayılarda hikmeti ihtiva eden baskılar yapılmıştır.[233]
Divân-ı
Hikmet in ilk baskıları daha az tirajla ve daha az hikmeti içerecek şekilde
yapılırken yeni baskılarda yayınlanan hikmetlerin sayısı da baskı tirajları da
artış gösterir. Türklük âleminin en kuzeyindeki Kıpçak bölgesinin merkezi olan
Kazan’daki - bugünkü Tataristan’ın başkentidir-1878 yılında bin iki yüz tirajla
yapılan ilk baskı altmış beş hikmetten oluşan bir derlemedir. 1887 yılındaki
ikinci baskının yetmiş bir, üçüncü baskının yüz otuz dört, 1896 yılındaki
basımın yüz kırk yedi, 1904 yılı baskısının yüz kırk dokuz hikmetten oluştuğu
bilinmektedir. 1905 yılı Kazan baskısında yüz elli dokuz hikmet içeren on bin
nüsha halindeki Divân-ı Hikmet baskısının zamanına göre büyük bir tiraja
ulaşması talebi yansıtması yönünden de dikkat çekicidir.[234]
1887-1912 yıllarındaki değişik baskılarının üç bin altı yüz - on bin arasında
değişen tirajlarla yapılması Divân-ı Hikmetin halk tarafından
benimsenmesi hakkında bir fikir vermektedir.
1920’lerden
itibaren komünizm döneminde bütün dinî eserler gibi Divân-ı Hikmetin
yeni baskılarının yapılabilmesi de imkânsız hale gelmişti. Özbekistan’dan
Türkmenistan’a, Kazakistan’dan Kırgızistan’a bütün Türk Cumhuriyetleri’nde
bağımsızlığı takip eden ilk yıllardan itibaren ortaya çıkan el yazmalarına
dayanılarak arka arkaya yeni baskıları yapılmıştır.[235]
Halen Çin egemenliği altında bulunan Doğu Türkistan’da da hikmetlerin yeniden
basılarak halkın irfanına hizmet eder hale getirildiği bildirilmiştir. Uygur
Türkçesi ile basılan Bulak dergisinin 1985 yılında yayınlanan 14. ve 16.
sayılarında Divân-ı Hikmet’in tamamı Nicat Muhlis tarafından hazırlanarak
yayınlanmıştır.[236] Böylece, kelimenin tam
anlamıyla, Adriyatik’ten Çin seddine kadar uzanan büyük bir Türk coğrafyasında
Pîr Türkistan Hoca Ahmed Yesevî’nin hikmetli sözleri tekrar yankılanmağa
başlamıştır.
DİVÂN-I HİKMETİN TÜRKÇEYE AKTARIMLARI
Karahanlı
Türkçesindeki Divân-ı Hikmet nüshalarının Osmanlı aydınlarının kütüphanelerine
girebilmesi büyük ölçüde, matbaa baskıları sayesinde mümkün olmuştur.[237] Osmanlı dönemi kapanırken,
yirminci yüzyıl başında Yesevî hikmetlerinin rahatça anlaşılabilmesi için
İstanbul Türkçesi’ne aktarılması düşünülmüştür. Ünlü bir Nakşbendî mürşidi
Muhammed Kudsî Konevî, Yesevî hikmetlerinin, İstanbul Türkçesine aktarılması
görevini halifelerinden Hasan Şükrü’ye[238]
vermiştir. Hasan Şükrü Efendi tarafından İstanbul Türkçesi’ne aktarılan
hikmetler, 1909 yılında İstanbul’daki Hürriyet Matbaası’nda matbu olarak
çoğaltılmıştır. Bilim dünyasına Ahmet Turan Arslan tarafından sunulan bu bilgi,
Yesevî’nin Osmanlı coğrafyasında tanınmadığı iddialarını geçersiz hâle
getirmiştir.[239] Yahya Kemâl’in işareti ile[240] Ahmed Yesevî üzerinde
çalışmaya başlayan M. Fuad Köprülü’nün eseri Yesevîlik araştırmalarında bir
dönüm noktası olmuştur. Köprülü’nün 1918 yılında yayınladığı Türk
Edebiyatında İlk Mutasavvıflar kitabı, Ahmed Yesevî ve Divân-ı Hikmet
in ülkemizin ilim çevrelerinde tanınmasını sağlamıştır. 1924 yılında yayınlanan
Mahfil dergisinde Türkistanlı Rıfat Efendi adlı müellifin yazdığı seri
yazılarda Türkistan’ı tanıtan nüfus, coğrafya, tarih hakkında genel bilgiler
verilirken bölgede yaşamış olan
Ahmed Yesevî,
Sûfi Allahyâr gibi Türkistan evliyâsından da söz edilmiştir.[241]
T.C. Kültür
Bakanlığı tarafından 1980 yılında “Divân-ı Hikmet’ten Seçmeler” adı ile yapılan
yayın Kemal Eraslan tarafından hazırlanan yetmiş hikmeti içermekteydi.[242] Ahmed Yesevî Üniversitesi
tarafından 2016 yılında yapılan neşir ise iki yüz elli iki hikmeti bir araya
getirmiştir.[243] İlk kez 1993 yılında Türkiye
Diyanet Vakfı’nın yüz kırk dört hikmetlik bir içerik ile bastığı Divân-ı
Hikmet nüshasının bugüne kadar sekiz baskıya ulaşması Ahmed Yesevî’nin
ülkemizdeki tanınırlığını arttırmıştır. Son olarak 2018 yılında yeni bulunan
hikmetlerin de[244] eklenmesi ile Türkiye Diyanet
Vakfı yayınları arasında basılan Divân-ı Hikmet, iki yüz elli altı
hikmet ve bir münâcaat içermesi yönünden bugüne kadar basılmış en zengin hikmet
külliyatıdır.[245] 2019 yılında Divân-ı Hikmet’in
Mısır nüshası esas alınarak yapılan yayında ise kırk iki hikmet yer almaktadır.[246] Son olarak 2019 sonlarında
yapılan “Hoca Ahmed Yesevî Külliyatı” adlı eserde ise 251 hikmetin Türkiye
Türkçesinde manzum olarak söylenişine yer verilmiştir.[247]
DİVÂN-IHİKMETTEKİ TANINMIŞ ŞAHSİYETLER
Divân-ı
Hikmet’te Ahmed Yesevî öncelikle kendi hayatından bazı safhaları
otobiyografik şekilde anlatması yanında başta Hz. Rasûlullah Muhammed Mustafa (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) olmak üzere, İslâm’ın önemli şahsiyetlerinden de söz
etmiştir. Yesevî’nin Divân-ı Hikmet’inde bulunan hikmetlerdeki kişi
isimlerine yer verilme sıklığı incelendiğinde ortaya çıkan tablo ilgi
çekicidir. Divân-ı Hikmet’te ismine en çok yer verilen kişiler, iki yüz
altmış kere ismi zikredilen Hz. Rasûlullah Muhammed Mustafa (salla’llâhü aleyhi
ve sellem), otuz yedi kere rastlanılan Arslan Baba, otuz üç kere ismi anılan
Hz. Ali (k.v.) ve yirmi dokuz kere ismi görülen Hallâc-ı Mansûr’dur. Ünlü Türk
hanı Abdülkerîm Satuk Buğra da Divân-ı Hikmet te ismi anılan
kişilerdendir.
Rasûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) ve Ehl-i Beyt
Divân-ı
Hikmette en fazla Hz. Muhammed Mustafa (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
ismine yer vermiş olması, Yesevî’nin Hz. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)’e ne denli bir aşk ile bağlanmış olduğunun somut bir kanıtıdır.[248] Hikmetlerde Peygamberimiz (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) Muhammed ismi ile yüz otuz altı, Mustafa ismi ile yüz yirmi
dört yerde anılmaktadır. Bu durumu hikmetlerden birkaç örnek verelim:
“Şeriattan tarikattan beyân oldu,
Hakikattan Kur’ân sözü kelâm oldu,
Bu cihâna Muhammed’in nûru doldu,
nûr ile iki cihân aydınlanır olmalı.”[249]
“On sekiz bin âleme server olan Muhammed;
Otuz üç bin ashâba rehber olan Muhammed.
Çıplaklık ve açlığa kanâatlı Muhammed;
Âsi, câfi ümmete şefâatlı Muhammed. ”[250]
“Nice yıllar ağlayıp geçti Âdem Ata,
Ondan sonra rahmeyledi bakıp Allah, Gözde yaşını kurutmadı
Hakk Mustafa, Ağlayıp yürü, gözyaşının riyâsı yok. [251]
Hz. Muhammed
Mustafa (salla’llâhü aleyhi ve sellem) için getirilen salavâtı ifade eden dürûd
kelimesi ise hikmetlerin otuz beş yerinde görülmektedir.[252]
Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in annesi Âmine ve babası
Abdullah’ın isimleri birer kez; ilk eşi Hz. Hatîce (r.anhâ)’nın (ö.619) ismi
dört kez hikmetlerde anılmıştır. Ahmed Yesevî, Hz. Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’e bağlılığını sadece ismini anarak bırakmamış, onunla çok
özel bir manevî ilişkisi olduğunu açıkça kaydetmiştir. Hayat hikâyesini
anlattığı hikmetlerinde bu ilişkiyi anlatırken daha dünyaya gelmeden ruhlar
âleminde iken Hz. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in kendisinin ruhu
ile ilgilendiğini[253] kaydetmekte ve altmış üç
yaşından inzivaya çekildiği yeraltı hücresinde sohbetine muhatap olarak
kendisine “Oğlum” diye hitap edip mahşer gününde kendisine sahip çıkmayı
vâdettiğini hikmetlerinde dile getirmektedir:
“Kıyâmette yolunu kaybedersen yola salayım, Muhammed deyip
susamış olsan elini tutayım Evlâdım deyip elini tutup cennete girdireyim
Mustafa’ya matem tutup girdim işte.” [254]
Ahmed Yesevî
hikmetlerinde Ehl-i beytten Hz. Ali (k.v.) ismine otuz üç kez, Hz. Fâtıma
(r.anhâ) ismine ise ise iki kez yer verilmiştir. Hz. Ali’nin Hz. Fâtıma’nın
(r.anhâ) ölümünü takiben evlendiği Havle b. Ca’fer adlı eşinden dünyaya gelen
oğlu Muhammed Hanefiyye soyundan olduğu için Yesevî, Hz. Ali’ye (k.v.) bir
başka değer vermiştir.[255] Bu açıdan Hz. Ali’nin, (k.v.)
Hakk arslanı olarak tanımlandığı hikmet dikkat çekicidir:
“Dördüncüsü dost olan Hakk arslanı Ali’dir;
Hem Mi’râc’da yâr olan Hakk arslanı Ali’dir.
Dediği sözü rahmânî, görsen yüzü nûrânî,
Kâfirlerin kıranı Hakk arslanı Ali’dir. [256]
Hz. Âdem
(a.s.)’dan başlamak üzere enbiyâ silsilesine hikmetlerde yer verilmiştir.
Divân-ı Hikmet’te ismine sık rastlanılan peygamberlerden Hz. Âdem (a.s.) sekiz
(dördü Âdem Ata şeklinde) yerde; Hz. Mûsâ (a.s.) on dört kez; Hz. İbrâhim
(a.s.) ve Hz. Yûsuf (a.s.) yedişer kez anılır. Altı kez ismi geçirilen Hz.
İsmâil (a.s.) , üçer kez anılan Hz. Yahyâ (a.s.) ve Hz. Yûnus (a.s.) ile
isimleri birer kez görülen Hz. Nûh (a.s.), Hz. Yâkub (a.s.) ve Hz. Îsa (a.s.)
hikmetlerdeki diğer peygamberlerdir.
“Bütün halklar
Âdem Ata’ya doğru ardınca gidince,
Ey babamız
şimdi bizi kolla, deyince,
Ruhsat yok,
benden geçti evlat, deyince, İbrâhim’e gidelim, deyip söyler imiş.”[257]
“Her gün
yüzbin elimi açıp, âmin desem,
Mûsâ gibi Tur
dağında niyâzını desem,
Doksan dokuz niyâzını deyip canımı versem,
Dostlar Hâcem bana bağlım der mi ki?”[258]
Ahmed Yesevî,
irşad misyonunu ifa ederken, insanlara Hz. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) ve ashâbını örnek göstermiştir.[259]
İlk dört halife olan Hz. Ebû Bekr (r.a.) (ö. 13/634), Hz. Ömer (r.a.) ve Hz.
Osman (r.a.) (ö. 35/656) da hikmetlerde kendilerine yer bulmuşlardır. Ashâbdan
Selmân-ı Fârisî ismi ise Divân-ı Hikmet’te bir yerde görülür:
“Bir gün geldi Ebû Bekir Selmân ile,
Hakk Mustafa niyâzını açtı Rahmân ile,
Herkes gider bu dünyada üzüntü ile,
Elin olup Hakk’a vâsıl olmak için.”[260]
Hikmetlerde
ismine en sık rastlanılan sûfi, otuz yedi kere kendisinden bahsedilen Arslan
Baba’dır. 18. hikmet münhasıran, Arslan Baba’ya adanmıştır.[261]
Ahmed Yesevî’nin ikinci mürşidi olan Yûsuf-ı Hemedânî Divân-ı Hikmet’te
ismiyle yer almamıştır; ancak aşağıdaki kıtada işaret edilen “Pîr”in, Yûsuf-ı
Hemedânî olduğu kabul edilir:
“Ben yirmi
yedi yaşta Pîr’i buldum;
Her ne gördüm
perde ile sırrı örttüm,
Eşiğine
yaslanarak izini öptüm;
nedenle Hakk’a
sığınıp geldim ben işte.”[262]
Tasavvuf
tarihinin ünlü sûfilerinden Hallâc-ı Mansûr, Ebâ Yezîd Bistâmî, Ebû Bekr Şiblî
(ö. 334/946) de Divân-ı Hikmet’te sıkça görülen isimlerdir. Bu isimler arasında
hikmetlerde kendisinden yirmi dokuz yerde söz edilen Hallâc-ı Mansûr öne çıkar.[263] 1 1. ve 96. hikmetler,
bütünüyle Hallâc-ı Mansûr’a ayrılmıştır:
“Şeyh
Mansûr’un Ene’l-Hakk’ı yersiz değil,
Yolu bulan
bize benzer günâhkâr değil,
Bütün
soysuzlar bu sözlerden haberdâr değil,
Haberli olup
Hakk kokusu aldım işte.”[264]
“Bir gece
seherde garîb Mansûr çok ağladı,
Işık salıp
Allah kendisi rahmet eyledi,
Ondan sonra
Kırklar bakarak şarâb verdi,
Bilgelere bu sözleri dedim işte. ”[265]
Divân-ı
Hikmet’te ismi yer alan sûfiler arasında öne çıkan ikinci isim oniki yerde
kendisinden söz edilen Bâyezid-i Bistâmî’dir:
“Muhabbetin şarâbından tatmayanlar,
Bâyezîd gibi her gün özünü satmayanlar,
Bu dünyanın izzetinden geçmeyenler,
Hayvandırlar belki ondan beter dostlar.”[266]
İlk sûfilerden
Ebû Bekr Şiblî ismi ise hikmetlerde dokuz yerde geçer:
“Pîr-i kâmil nazâr eyledi, şarâb içtim;
Şiblî gibi sema vurup candan geçtim;
Sarhoş olup il ve halktan çekinip kaçtım,
Zemzem olup yer altına girdim ben işte.”[267]
Hikmetlerde
yer alan isimlerden en ilginç olanlarından birisi de Türklerin İslâmlaşma
tarihinde özel bir yeri bulunan ilk Müslüman Türk hakanı Satuk Buğra
Han’dır.[268] Yesevî, bu hikmetinde “Sultan” unvanıyla
andığı Karahanlı hükümdârını, mürşid-i kâmil olarak sunmaktadır.
HİKMETLERDE YER ALAN TASAVVUFÎ KAVRAMLAR
Bir nesne ya
da düşüncenin zihnî plandaki tasarımı, soyut düşüncelerin tanımlanmasında
kullanılan yorumlama kavram diye adlandırılır. Etimolojik yönden
yakalamak anlamını taşıyan kavramak fiil kökünden türetilmiştir. Kavram,
olguları ortak nitelikleri ekseninde bir araya getiren, benzerliklerine göre
tanımlayan tasarımdır.[269] Bedia Akarsu kavramı, “bir
nesnenin veya bir nesneler grubunun özünü belirleyen, birbirleriyle bağlantılı
niteliklerin bir sözcükte bileşimi” [270]
şeklinde tarif etmiştir.
Çalışmada
öncelikle hikmetlerdeki yetmiş dört tasavvufî kavram belirlenmiştir. Bu yetmiş
dört kavram, bazı kavramların ikili karşıtlık içerisinde kullanımları da
dikkate alınarak altmış dört başlık altında değerlendirilmiştir. İslâmî Türk
edebiyatının ilk ürünlerini bir araya getiren Divân-ı Hikmet’te birçok
tasavvufî kavrama yer verildiği görülmektedir. Kavramların tasnifinde genel
olarak insan davranışlarını ibâdet, amel ve ahlâk açısından ifade eden tahalluk
kavramları ve her türden bilgilenmeyi içeren tahakkuk kavramları
şeklinde ikili bir tasnif yapılmıştır. Her iki gruptaki kavramlar kendi
içerisinde yeniden tasnif edilerek sunulmuştur. Tasavvufî kavramlar başlangıçta
zühd, verâ ve riyâzet ağırlıklı iken, zamanla hâl ve makamlarla ilgili aşk,
fenâ ve bekâ gibi kavramlar literatüre girmiştir.[271]
Yesevî
hikmetlerinde, tasavvuf! kavramların Kur’ân’daki bağlamlarına uygun bir şekilde
kullanımı Türklerin XII. yüzyılda İslâm’ı tam anlamıyla özümsediğinin bir
işareti olarak değerlendirilmelidir. Bu özümsemenin sonucunda Türk dili artık
kavramlar üzerinden geliştirilen bir din diline dönüştürülerek günümüzdeki
ifade gücüne kavuşmuştur. Hikmetlerde lafzen verilen âyet sayısı sınırlı iken
hemen her kavramın Kurân-ı Kerîm’deki karşılıklarına uygun kullanımları
Yesevî’nin bu alandaki yetkinliğinin kanıtı olarak değerlendirilmelidir.
Kavramların
tasnif edildiği her bir bölümde tasavvufî terimlerin kullanılma sıklığı ve
kavram ile ilişkilendirilebilen âyetler bölüm başlarında tablolaştırılarak
verilmiştir. Kaynaklarda kavramlar tanımlanırken işaret edilen âyet meâlleri
ile Yesevî hikmetlerindeki anlam benzerlikleri dikkatimizi çekmiştir. Kavram
tasnifleri yapılırken bölüm başlarında verilen kavram-âyet ilişkisine işaret
eden tablolar bu durumu sergilemek üzere oluşturulmuştur. Kavramların Kur’ân-ı
Kerîm’de hangi bağlamda kullanıldığı ilgili yerlerde yapılan alıntılarla
gösterilmiştir.
Tasavvufî
kavramların hikmetlerde hangi sıklıkla kullanıldığının belirlenmesi aşamasında,
kavramların kullanım sıklığında önemli farklılıklar olduğu görülmüştür. Divân-ı
Hikmet te tasavvufî kavramların yer alış oranları incelendiğinde Hoca Ahmed
Yesevî’nin hikmetlerinde hangi konuların öne çıktığı açıkça ortaya çıkmıştır.
Bu farkındalığın verdiği bir fikir ile kavramların her birinin hikmetlerde ne
sıklıkla kullanıldığı tablo haline getirildiğinde aşağıda kullanım yüzdeleri de
sunulan sonuç ile karşılaşılmıştır. Hikmetlerde tasavvufî kavramların kullanılma
sıklığı Yeseviyye yolunun anlam dünyasını âdeta önümüze sermiştir. Bu sonucu
sergilemek üzere tasavvufî kavramların Divân-ı Hikmet’te kaç kıtada
kullanıldığı ve kullanım yüzdesi Tablo-l’de gösterilmiştir:
Tablo-1: Divân-ı Hikmet’teki Tasavvufı Kavramların Sıklık
Tasnifi
TASAVVUFÎ KAVRAM |
YER ALDIĞI HİKMET KITASI |
YÜZDE (%) |
Aşk, Muhabbet |
116/103 = 219 |
14,87 |
Cehl-Câhil, Nâdân |
26/89 = 114 |
7,81 |
Gurbet-Garîb |
84 |
5,71 |
İlim-Âlim |
71 |
4,82 |
Akl-Âkil |
69 |
4,69 |
İbâdet, Tâat |
52 |
3,53 |
Sohbet |
47 |
3,19 |
Şevk |
47 |
3,19 |
Mürşid, Şeyh |
47 |
3,19 |
Şeriat |
46 |
3,13 |
İrfan-Ârif |
44 |
2,99 |
Riyâzet |
41 |
2,78 |
Hikmet |
39 |
2,65 |
Tarikat |
37 |
2,51 |
Hakikat |
32 |
2,17 |
Mârifet |
28 |
1,91 |
Riyâ |
26 |
1,66 |
Melâmet |
26 |
1,66 |
Fenâ, Bekâ |
26 |
1,66 |
Mürid, Sâlik |
22 |
1,49 |
Rızâ |
22 |
1,49 |
Zikir |
22 |
1,49 |
Şükür |
18 |
1,21 |
Semâ |
17 |
1,15 |
Sıdk |
16 |
1,08 |
Mücâhede |
16 |
1,08 |
Feyz, Feth |
16 |
1,08 |
Edeb |
15 |
1,02 |
Adl-Âdil |
14 |
0,95 |
İhlâs |
14 |
0,95 |
Hüzün |
13 |
0,88 |
Üns, Heybet |
13 |
0,88 |
İstikâmet |
11 |
0,77 |
Sabır |
10 |
0,7 |
Takvâ |
9 |
0,63 |
Kerâmet |
9 |
0,63 |
Tevbe |
9 |
0,63 |
Kibir |
8 |
0,56 |
Velâyet-Velî |
7 |
0,49 |
İlhâm |
7 |
0,49 |
Sehâ |
7 |
0,49 |
Kanâat |
6 |
0,42 |
Tablo-1: Divân-ı Hikmet’teki
Tasavvufı Kavramların Sıklık Tasnifi (devam) |
||
Halvet, Uzlet |
6 |
0,42 |
Cem, Fark |
6 |
0,42 |
Seyr, Sülûk |
6 |
0,42 |
Kurb |
5 |
0,35 |
Zevk |
5 |
0,35 |
Cezbe |
5 |
0,35 |
Keşf, Mükâşefe |
5 |
0,35 |
Zühd |
4 |
0,28 |
Hayâ |
4 |
0,28 |
Havf, Recâ |
4 |
0,28 |
Muhâdara, Müşâhede |
4 |
0,28 |
Tecellî |
4 |
0,28 |
Tevekkül |
3 |
0,21 |
Fakr-Fakîr |
3 |
0,21 |
Tevâzu |
3 |
0,21 |
Sürûr |
2 |
0,14 |
Îsâr |
2 |
0,14 |
Ucb |
1 |
0,07 |
Teslim |
1 |
0,07 |
Gaybet, Huzur |
1 |
0,07 |
Mahv, İsbat |
1 |
0,07 |
Îkan, Yakîn |
1 |
0,07 |
Bu tablodaki
kullanım sıklığının kavram haritalandırması ile işlenmesi sonucunda ortaya
çıkan resim ise Tablo-2’de sunulduğu üzere durumun daha netleştirilmesini
sağlamıştır. Kavram haritası görsel hale getirilirken her kavram, kullanım
sıklığına paralel şekilde soldan sağa doğru yerleştirilmiş, her bir kavrama
tekabül eden alanlar farklı renklerde işaretlenerek görsel yönden tablonun daha
fark edilir olması hedeflenmiştir. Kavram haritasından yararlanarak ilk on
kavramı değerlendirdiğimizde hikmetlerde öncelikle yer verilen ve nisbî
ağırlığı tesbit edilen kavramlar ilk bakışta fark edilmektedir. Aşk, muhabbet;
cehl-câhil, nâdân; gurbet-garîb; ilim-âlim; akl-âkil; ibâdet, tâat; sohbet;
şevk; mürşid, şeyh; şeriat olarak belirlenen en sık kullanılan on kavramın bütün
kavramlar içerisinde arz ettiği oran %54,13 gibi yüksek bir yüzde
oluşturmaktadır. Bir diğer ifade ile bütün kavram haritasının yarıdan fazlasını
bu ilk on kavram kaplamaktadır.
Hikmetlerde aşk
ve muhabbete özel bir önem verildiği ve tablonun tek başına %14,87’sini
teşkil eden dikkat çekici bir kısmını bu iki kavramın teşkil ettiği
görülmüştür. Dikkat çekici bir nokta da gurbet ve garîb kavramlarının arz
ettiği orandır. Yesevî’nin kendi hayatında bu duyguyu nasıl yaşadığı
hikmetlerinden anlaşılmakla beraber hikmetlerin tamamında bu derecede önem
verilmesi önemlidir. Hikmetlerde öne çıkan kavramlardan olan ilim ve âlim
kavramlarının zıddı olarak cehâlet, câhil ve nâdân kavramlarının da hikmetlerde
daha fazla -ve olumsuzlanarak- kullanıldığı anlaşılmıştır.
Yine bu ilk on
kavram arasında ilim ve ibâdetin birlikteliğine verilen önem, tasavvufî
olgunlaştırma metodlarından sohbetin ön plana çıktığı anlaşılmaktadır.
Yesevî’nin tasavvuf yolunda aşk gibi önem verdiği bir diğer kavram ise şevktir.
Kulun Rabbi ile gerçekleştirdiği ibâdet ilişkisinde şevki yitirmesinin
oluşturduğu tehlike hakkında tasavvuf tarihinde kayda girmiş anlatımlar
mevcuttur.
Hikmetlerinde
tasavvufun temel şahsiyeti konumundaki mürşidin özelliklerini ayrıntılandıran
Yesevî’nin, şeriatsız bir tasavvuf olamayacağını da vurguladığı fark
edilmektedir. Ariflerin işlerindeki hikmete vurgu yapılması, Divân-ı Hikmet’te
-zaten- beklenen bir durumdur. Tasavvuftaki şeriat-tarikat-hakikat sıralaması
da hikmetlerdeki tabloyu tamamlamaktadır.
Çalışmamızda
tasavvuf dönemi olarak bilinen tarikatların oluşumundan önce eser vermiş olan
Serrâc, Kelâbâzî, Kuşeyrî, Herevî, Hucvîrî, Mekkî ve Gazzâlî gibi eser sahibi
sûfi müelliflerin kavramlara verdiği anlamlar öncelikle dikkate alınmıştır.[272] Hikmetlerdeki
kavramlar teker teker ele alınırken yapılan dörtlük alıntılarıyla ayrıntılı
bilgi verilerek Yesevî’nin yaklaşımı değerlendirilecektir. Bu şekilde Yesevî
düşüncesinde öne çıkan hususlar net bir şekilde gösterilecektir.
Hulk
kökünden üretilen ve ahlâklanma, huy edinme anlamına gelen bir terim olan tahalluk,
tasavvufta sûfilerin edinmesi gereken özellikleri ifade eder. Tahalluk ile
ilgili kavramların tasnif edildiği bu bölümde terimler, ibâdet ve ahlâka dair
olanlar ile seyr ü sülûk kavramları şeklinde iki alt başlık altında kategorize
edilmiş, kullanılma sıklıkları ve yüklenen anlamlar her bir başlık altında ele
alınmıştır.
İbâdet ve
ahlâka ilişkin hikmetlerde en fazla kullanılan tahalluk kavramları ibâdet-tâat,
şevk, riyâ, melâmet, rızâ ve zikirdir. İbâdet ve ahlâka ilişkin
kavramların hikmetlerde kullanılma sıklığı ve kavram ile
irtibatlandırılabilecek âyetler Tablo-3" de yer almaktadır:
Tablo-3: İbâdet ve Ahlâka Dair Tasavvufî Kavramların Âyetlerle
İlişkisi
TASAVVUFÎ KAVRAM |
SIKLIK |
İŞARET EDİLEN AYETLER |
İbâdet, Tâat |
52 |
Hicr, 15/99, Zâriyât, 51/56,
Necm,53/10. |
Şevk |
47 |
Ankebût, 29/5 |
Riyâ |
26 |
Bakara, 2/264; Nisâ 4/38,142; Enfâl,
8/47; Maûn, 107/4-6. |
Melâmet |
26 |
Mâide, 5/54; Kıyâme, 75/2 |
Rızâ |
22 |
Mâide, 5/119; Tevbe, 9/100; Mücâdele,
58/22; Beyyine, 98/8; Tevbe, 9/72; Fetih,
48/18; Fecr, 89/28 |
Zikir |
22 |
Kehf, 18/24; Ahzâb, 33/41; Âl-i
İmrân, 3/191; Bakara, 2/152, 200 |
Şükür |
18 |
İbrâhîm, 14/7; Sebe’, 34/13 |
Sıdk |
16 |
Tevbe, 9/119; Muhammed, 47/21 |
Mücâhede |
16 |
Ankebût, 29/69 |
Edeb |
15 |
Necm, 53/17; Tahrîm, 66/6; Tevbe,
9/111 |
Adl-Âdil |
14 |
Araf, 7/181; Nahl, 16/90 |
İhlâs |
14 |
Zümer, 39/3 |
Hüzün |
13 |
Fâtır, 35/34; Tevbe, 9/92 |
İstikâmet |
11 |
Fussilet, 41/6, 30; Ahkâf, 46/13;
Nahl, 16/92; Cin, 72/16 |
Sabır |
10 |
Zümer, 39/10; Âl-i İmrân, 3/200;
Bakara, 2/45 |
Takvâ |
9 |
Hac, 22/37; Hucurât, 49/13 |
Tevbe |
9 |
Nûr, 24/31; Bakara, 2/222; Kâf,
50/32, 33; Tahrîm, 66/8; Hücurât, 49/11 |
Kibir |
8 |
A’raf, 7/146 |
Sehâ |
7 |
Haşr, 59/10 |
Kanâat |
6 |
Nahl, 16/97 |
Tablo-3: İbâdet ve Ahlâka Dair Tasavvufî Kavramların
Âyetlerle İlişkisi (devam) |
||
Kurb |
5 |
Kaf, 50/16; Bakara, 2/186; İsrâ,
17/57; Vâkıa, 56/85; Mücâdele, 58/7; Alak,
96/19 |
Zevk |
5 |
Duhân, 44/49; Kamer, 54/48; Sâd,
38/49 |
Zühd |
4 |
Nisâ, 4/77; Hûd, 11/86 |
Hayâ |
4 |
Alak, 96/14; Kasas, 28/25 |
Tevekkül |
3 |
Mâide, 5/23; İbrâhîm, 14/12; Talâk,
65/3 |
Fakr-Fakîr |
3 |
Bakara, 2/273; Nahl, 16/75; Secde,
32/16; Fâtır, 35/15; Haşr, 59/8,9 |
Tevâzu |
3 |
Furkân, 25/63 |
Sürûr |
2 |
Yûnus, 10/58 |
Îsâr |
1 |
Haşr, 59/9 |
Ucb |
1 |
Tevbe 9/25 |
Teslim |
1 |
Nisâ, 4/65 |
Genel anlamıyla ibâdet, Allah’a olan sevgiye dayanan saygı ile
bağlılığı ortaya koyan duygu, tefekkür ve davranış biçimlerini ifade etmekte
kullanılır.[273] Sözlükte kulluk, tapma,
tapınma, boyun eğme, itaat anlamı verilir.[274]
Kulunun Allah’ın hoşnutluğunu hak etmek için sergilediği tutum ve işlediği
amelleri ifade eder. Abd kökünden türetilen ibâdet, Allah’ın rızâsını
kazanmaya yönelik bütün hareket ve davranışları kapsar. İbâdet, şartlarını
yerine getirerek Allah’ın yükümlü kıldığı görevleri yerine getirmektir.[275] Allah’ın rızâsını kazanarak
müşahede makamına ermenin yolu namaz, oruç gibi zâhirî ya da münâcaat, murakabe
gibi bâtınî olsun ibâdetleri yerine getirmekten geçer. Bu kavramla ilgili ubûdiyyet
ve ubûdet ise insanın, Allah’a hürmet ve itaat bilinci içinde yaşama
anlamında kulluk duyarlılığını ifade eder. İbâdet kulun Allah’ın râzı olacağı
görevlerini yerine getirmesi, kulluğunu arz ederek Allah’ın huzûrunda
alçakgönüllülük göstermesidir.[276] Ubûdiyyet, kulun ibâdetini
eksiksiz yerine getirmesi, ancak yaptığı ibâdet ve tâati noksan, hatâlı görerek
gurura kapılmaması ve kendisinden zuhur eden güzel amelleri ilâhî bir lütuf
olarak görmesidir. İstidrac sayesinde kemâle erdiğini sananlar, zaman
içerisinde ibâdeti de bırakırlar.[277]
Kuşeyrî’ye
göre “eksik yapıldığı için af ve mağfiret dileyerek ibâdetleri edâ etmek,
karşılık ve mükâfat ummak anlayışı ile ibâdet etmekten daha iyidir”.[278] İbâdet edene âbid, ubûdet
sahibine ise abd denir. Bu iki sıfat hem âbid hem de abd olmak sâlike
gereken sıfatlardır. İbâdetle ubûdiyyet ve ubûdet arasında fark olduğu
kaydedilmiştir. İbâdet, mü’minlerin avâmı; ubûdiyyet havassın, ubûdet havassın
da üzerindekilerin kulluk şeklidir.[279]
İbâdetin
Kur’ân’daki anlamı, “Ben cinleri ve insanları ancak bana ibâdet etsinler diye
yarattım.” âyetinden çıkartılır.[280]
Hakk Teâlâ’nın “kuluna verdiği vahyi verdi”[281]
âyetindeki abd kelimesinden hareketle, kulluk anlamındaki
ubûdiyyet en büyük makamdır. Hakk Teâlâ’nın rahmetine ermek için irade ve istek
ile yapılan ibâdet şarttır.[282] Ancak iradî olarak
ibâdetlerini ideale en yakın şekilde yapabilen insan, nitelikli bir kulluk
ilişkisi sayesinde Allah’ı unutmamak şeklindeki derin bir bilinç haline
ulaşabilir. Yesevî’nin ilimsiz amel, amelsiz ilim olamayacağı vurgusu bu
dereceyi kazanmaya yöneliktir.[283]
Ahmed
Yesevî’nin dinin ibâdet ve iman ilkelerinin de farkında olduğunu vurgulayan
Evkuran’a göre, hikmetlerde ibâdetlere vurgu yapması bunu göstermektedir.
Yesevî’nin dünyasında ibâdetlerin bir amacı vardır. İbâdetlerin bir zorunluluk
şeklinde yerine getirilmesi dinin insandan beklediklerinin gerçekleşmesine
yetmez. “İnsanın ibâdetlerden kastedilen anlamları ve değerleri fark etmesi ve
bu farkındalık ışığında
hayatını düzenlemesi gerekir.”[284] Ahmed Yesevî’nin bir ruh
eğitimcisi ve hekimi olduğunu ifade eden Saruhan, Yesevî’ye göre insanın,
Allah’a ibâdet edip yaklaşarak nefsanî hatâlarından kurtulacağını ve hakikî
özgürlüğe kavuşacağını kaydetmiştir.[285]
Yesevî
hikmetlerinde Hakk’ın kullarını ibâdet için yarattığı vurgulanmıştır. İbâdet ve
tâat -özellikle nâfile namaz, oruç gibi ibâdetler- kulu Allah’a yaklaştıran bir
yol olarak gösterilir ve kullar ibâdete teşvik edilir. İbâdet edenlerin Hakk’ın
karşısına çıktıklarında mutlu olacakları şu hikmetten anlaşılmaktadır:
“Otuz dokuz yaşa girdim, kıldım hasret;
Vâh ne yazık, geçti ömrüm, hani ibâdet,
İbâdet edenler Hakk karşısında hoş mutlulukta,
Kızıl yüzüm ibâdet eylemeyip soldu dostlar. [286]
Kulun ibâdetlerine güvenmemesi gerektiği de hikmetlerde
vurgulanmıştır:
“Ey dostlar, yaşım yetti yirmi üçe,
Yalan dâvâ, ibâdetlerim tamamı boş,
Kıyâmet günü neyleyim çıplak, şaşı,
nedenle Hakk’a sığınıp geldim işte.”[287]
İnsanların
ancak Hakk’a ibâdet için yaratıldığı “Sizi, bizi Hakk yarattı ibâdet için”[288] mısraı ile kaydedilmiştir.
Kulun ibâdetlerinin asla Hakk’a lâyık olamayacağı hikmetlerdeki bir uyarı şeklinde
görülmektedir:
“Günâhım çok dağdan ağır ibâdetim az,
İbâdet eylemeyip ömrüm geçti kış ile yaz,
Dergâhına gidecek olsam yoktur niyâz,
Ne
yüz ile gideceğimi bilemezdim.”[289]
İbâdetin
sadece Hakk tarafından bilinmesinin makbul olduğu da bir hikmette şöyle ifade
edilmektedir:
“Gözyaşını
deryâ eyle rahmeti gelsin,
Garip olup
yolda yat elini tutsun,
Gizlice
yürüyüp ibâdet eyle Allah bilsin,
Hakk cemâlini göstermese perişân olunur.”* [290]
Ahmed
Yesevî’nin ibâdet ve tâat eksenli bir kulluğu hedeflediği burada sadece birkaç
kıtası örneklenen hikmetlerinden anlaşılmaktadır. Daha sonra şeriat kavramı
alındığında da görüleceği üzere İslâm’ın zâhirî hükümlerine aldırış etmeyen bir
bâtınîlik hikmetlerde kendisine yer bulamaz. Allah’ın kullarını ancak kendisine
ibâdet etmeleri için yarattığını ihtar eden âyeti hiç ihmal etmeyen Yesevî,
melâmetî bir tavır ile yaptığı ibâdetleri de Hakk’ın rızâsına uygun
görmemektedir. İbâdetler için en büyük tehlikeyi riyâ kavramı ile
ilişkilendiren Yesevî, ibâdetin gizlenmesini daha uygun görmektedir.
Sözlükte şevk,
derin özlemi ve sevenin sevdiğine kavuşmak için duyduğu aşırı arzu, isteği
ifade eder. Tasavvuf literatüründe herhangi bir varlığın, kemâle ulaşabilmek
yolunda gereken özelliklere malik olma yönündeki isteği, sevilene vuslat
arzusu, sevilenin adı anıldığı zaman hissedilen önlenemez heyecandır. Şevk,
tasavvufta kulun Allah’a hasretini ve vuslat iştiyakını belirtmek için
kullanılır. Şevk ile aynı kökten türetilen iştiyâk kavramı da benzer bağlamda
kullanılır. İştiyak, sözlükte nefsin bir şeyi aşırı derecede, şiddetle arzu
etmesi anlamındadır.[291] Şevk ile iştiyak arasındaki
fark, şevk sahibinin, maksadına kavuşmakla huzûra ermesine karşılık iştiyak
sahibinin özleminin vuslat ile dinmemesidir. Allah’a şevki artanın O’na yakın
olacağı, yakınlığını hissettikçe sevineceği kaydedilmiştir.[292]
Kur’ân-ı Kerîm’de şevk kelimesi görülmese bile “Her kim Allah’a
kavuşmayı umuyorsa bilsin ki, Allah’ın tayin ettiği o vakit elbette gelecektir.
O her şeyi işiten ve bilendir.”[293] âyetindeki kavuşmanın şevk
ile ilişkili olduğu düşünülebilir.
Şevk ile
muhabbet ilişkisine dikkat çeken Kuşeyrî’ye göre “Şevk, sevgiliyi temaşa için
kalbin coşması ve heyecanlanması olup muhabbet miktarınca belirlenir.”[294] Muhabbet şevkten
daha ileri bir makam olsa da şevkin aşk ve muhabbet sonucunda zuhur ettiği
kaydedilmiştir.[295] Ünlü sûfilerden Serrâc,
şevki, kulun sevgilisine kavuşma arzusuyla yanıp kavrulması diye tarif
eder.”[296] Benzer yaklaşımı Ahmed Yesevî
de sergileyerek muhabbetin şevki tâbirini kullanır. Herevî şevki, âbidin
cennete şevki, müridin Allah’a iştiyâkı ve her türlü amaç ve illetten arınmış,
nimet ve ihsanlara yönelmekten uzak saf bir sevginin tutuşturduğu ateş şeklinde
üç dereceye ayırır.[297]
“İman
edenlerin Allah sevgisi daha kuvvetlidir.”[298]
âyetinin yorumunda, bir şeye iştiyak hissedilmesinde, o şeyin en azından bazı
yönleriyle idrâk edilmesi gerektiği; insanın, varlığını hissetmediği bir şeye
şevk duyamayacağı vurgulanır. Bir şey bütünüyle idrâk alanına girmişse şevkin
en önemli kaynağı olan sırra erme duygusu ortadan kalkacağı için iştiyak da
kalmaz. Mü’minlerin -gerek rahatlık ortamında gerekse sıkıntılı hâllerde-
Allah’a sevgisi daimîdir ve bütün sevgileri de O’na yöneliktir.[299] Sûfiler
ibâdetlerin yalnızca muhabbet ve şevk saikiyle yapılmasını önemli görür. Seçkin
mü’minlerin Hakk’a vuslat şevki, müşahede ve rü’yet arzusudur. Kuşeyrî’ye göre,
“ârif, şevkte temekkün derecesine ulaşınca, kendini oyalayan her şeyi terk edip
iştiyak duyduğu varlığa yönelir”.[300]
Gönül aynalarında Hakk’ın yansımasını müşahededen ötürü âşık olan ikinci türden
mâşuklar, ancak Rabbin kendilerine tecellî ettiği kadarıyla iştiyak iznine
sahiptir. Ariflerin ruhlarında Celâl sıfatı galib olduğundan Allah’a
müştaktırlar.[301] Şevkin özü gizlenen sevgiliye
duyulan özlem ile beslenir. Gaybdeki sevgili için duyulan arzu, müşahedede
azalabilir.[302]
Mekkî’ye göre,
şevk, kalbin ızdırab ve çalkalanmasından ve ilahi sıfatların tecellîsi olan
gizli lütufları görmekten ileri gelen bir hâldir. “Hüzün ve kalb kırıklığı
içeren şevk makamı, muhabbet makamlarından daha yüksektir. Allah’a kavuşma
arzusu ile yananlar, bu şevk ile mukarrebûndan/Allah’a yakın kullardan
olurlar.”[303] Gazzâlî’ye göre ancak sevilen
birisine iştiyak söz konusu olacağından muhabbetin hakikatine ermeden şevk
anlaşılamaz. Sevilen ancak bulunmadığı yerde iştiyakla beklenir ve emirlerine
hâzır olunur. Buna göre şevk aramaktır. Şevk ancak sadece bazı yönleriyle idrâk
edilebilen ancak tamamının ilmi ihata edilemeyen bir varlık için söz konusu
olabilir. Hiçbir yönünden haberdâr olunamayan bir şeye iştiyak muhaldir. Ârif
âşık, mâşuku hakkında bildiklerinin bilmedikleri yanında çok az olduğunun
farkındadır.[304] Yesevî
hikmetlerinde en çok kullanılan kavramlardan biri olan şevk, kırk altı hikmet
kıtasında karşımıza çıkar. Bir örnekte gösterelim:
“Kırk altımda zevk ve şevkim dolup taştı
Rahmetinden bir damla düştü, şeytan kaçtı
Hakk’tan ilhâm arkadaş olup kapısını açtı Zâtı ulu Rabbim
sığınıp geldim sana.”[305]
Bu ifadeleri
ile Yesevî’nin şevk ile zevk kavramlarını birbirleriyle irtibatlandırdığını
söyleyebiliriz. Bu kullanımlarda dikkat çeken bir husus şevkin
çoğunlukla tamlamalar halinde ve en fazla şevk şarabı şeklinde on altı
yerde sunulmasıdır:
“Ben demedim Allah kendi vaad eyledi,
Yolsuz idim lutfeyleyerek yola koydu,
Garip olup feryâd eyledim elimi aldı,
Öyle âşık şevk şarâbını içer dostlar.”[306]
Burada şevk
kelimesi ile şarabın birlikte kullanılması, bu terimin manevî sarhoşluk
içerdiğini de göstermektedir. Sûfi terminolojide muhabbetin ziyadeleşmesi sekr
şeklinde tezahür eder. Allah’a kavuşma umudunun şevk ile ilişkili olarak
değerlendirilmesi muhabbet ve şevk ilişkisinin de bir neticesidir. Sekiz hikmet
kıtasında ise kavram şevk ateşi tamlaması şeklinde karşımıza
çıkmaktadır:
“İnsaniyet
kandilini şevk ateşi yandırdı,
Vahdâniyet deryâsını o anda sorsam ben.”[307]
Yesevî
bu satırlarda insan halife potansiyeli anlamındaki insanlık vasfını kazandıran
unsurun şevk olduğunu vurgulamaktadır. Buna göre Ahmed Yesevî’nin şevki aklı
baştan alıcı ve yakıcı bir hâl olarak değerlendirdiği söylenebilir. Şevk
yangını kullanımı da aynı anlamı ifade eder. Hikmetlerde on bir yerde
kullanıldığını gördüğümüz muhabbetin şevki ifadesi şevk ile sevgi
arasında sıkı bir ilişki bulunduğunun göstergesidir. Şevk kanadı
kullanımı ise bu kavramın yüceltici niteliğini anlamamıza yardım eder. Şevkle
Allah’ın yeryüzündeki halifesi olma pâyesine erişen insanın emrine, bütün
varlık amade olur. 46. hikmette şevk kavramı zevk ile birlikte
kullanılmıştır. Ahmed Yesevî’nin Hakk Teâlâ ile münasebetinde şevke bu derecede
önem vermesi ve aşk, zevk gibi kalbî duygu durumlarıyla ilişkilendirmesi
kulluğu, bir zorunluluk -ve hattâ ceza gibi- algılamadığını, ibâdetlerin
severek ve istek ile yerine getirildiğinde daha anlamlı olacağını düşündüğünü
göstermektedir.
Sözlükte
görmek anlamı taşıyan re ’y kökünden türeyen terim, Allah için yapılması
gereken amelleri işlerken ya da ibâdetleri ifa ederken kullara gösteriş olsun
diye yapmak, Allah’tan başkalarını düşünerek amelleri güzel göstermek ve ihlâsı
terk edip uzaklaşmak demektir.[308] Riyâ, dindâr bir kul gibi
görünerek ibâdetle insanların gözünde değer kazanmayı hedeflemektir ve gizli
şirk tehlikesi taşır.
Kur’ân’daki
riyâ kavramına işaret edilen beş âyette Allah rızâsını gözetmeden, başkalarına
gösteriş için ibâdet edenler kınanmıştır. “O adam gibi ki, insanlara gösteriş
için malını dağıtır.”[309] âyeti ile riyâkârlar kınanır.
Benzeri âyetler şunlardır: “Allah’a ve âhiret gününe iman etmedikleri halde
mallarını, insanlara gösteriş yapmak için harcarlar.”[310],
“İnsanlara gösteriş yaparlar, Allah’ı pek az anarlar.”[311]
“Vay haline o namaz kılanların ki, kıldıkları namazın değerine aldırış
etmezler, gösteriş yaparlar.”[312] âyeti de benzer
şekilde ibâdetlerine riyâ karıştıranları kötüler. Riyâ ile benzer anlamlı bir
kavram olan câh ise ibâdet ile olduğu gibi başka yolları da kullanarak
insanların kalbinde yer almak arzusudur. Riyânın en tehlikelisi, sadece Allah’a
gösterilmesi gereken içten saygıyı, başkalarına da göstermektir. Burada
kastedilen kişi zâhiren Allah’a baş eğiyor gibi görünse de gerçekte başkalarına
itaat etmektedir.
Riyâdan sakınmanın
önemini vurgulayan ilk sûfilerden Muhâsibî (ö. 243/857) er-Riâye
eserinde riyâyı tarif edip özelliklerinden, belirtilerinden; niyet, ihlâs ve
hayâ ile ilişkisinden söz eder. Riyâkârlığın psikolojik temelleri ile ahlâka
verdiği zararlar üzerinde durur.[313]
Rivâyetlerde insanın kendindeki riyâyı ve kibri görmesinin gece karanlığında
bir karıncanın siyah bir taş üstünde bıraktığı izi görmesinden zor olduğu
belirtilir. Kuşeyrî’nin nakline göre, İbn Nüceyd (ö. 366/976) “Amellerinin
riyâ,
hâllerinin boş olduğunu fark etmeyen hiç kimsenin ibâdetleri ideal olana
ulaşamaz” demiştir.[314] Gazzâlî riyâkârların üç
özelliğini yalnız kaldığında amellerde tembelleşme, halk içindeyken ibâdete
heveslenme ve övüldüğü zaman amelini çoğaltırken yerildiğinde azaltma olarak sıralamıştır.
Riyâkârların bir kısmı ise sadece insanların kalbinde yer edinmek isteği ile
kalmaz, insanların dillerinde de övülmeyi arzu ederler.[315]
Kulun ameli ve
hâlinin riyâdan kurtarılması için amelini değil, amelini yaratanı görmeli,
ameli kendine değil, Hakk’a izafe etmelidir. İhlâs sahibi olan muhlisde riyâ
bulunmaz.[316] [317]
Yesevî hikmetlerinde riyâ, en çok kötülenen nefs hastalığıdır. Halka nasihat
edenlerin, sözlerinin halka etki edebilmesi için riyâdan mutlak olarak arınmış
olması gerekir. Özellikle sûfilerin riyâdan kaçınmaları tasavvuf yolunun ilk
şartıdır:
“Zâlimleri
şikâyet etme, zâlim kendin,
Huyun riyâ,
etki etmez halka sözün,
Dünya malını
dolu verdim doymaz gözün,
->->319
Harisleri
siccın içine saldım işte.
Burada Yesevî,
riyâ karışan sözün halka tesir etmesinin zorluğunu belirterek sözdeki riyâ
tehlikesine dikkat çekmektedir. Namaz, oruç gibi farz ibâdetlerin boşa
gitmemesi için kul, ibâdetlerini Hakk Teâlâ’ya tahsis ederek tam bir ihlâs ile
ifa etmelidir:
“Bu yollarda
horlanma, ağlama kârlı imiş
Tesbih,
tehlil, oruç, namaz kâr etmezmiş
Yalancıdan
Allah, Rasûlü şikâyetçi imiş
Yalan namaz
riyâlarını bıraksam ben.”[318]
Hattâ zikir ve
duâ gibi özel ibâdetler bile riyâ tehlikesi ile karşı karşıyadır:
“Heveskârı
bedeni yansa canı yanmaz
sebepten aşkın
değerine yetip olmaz
Erenler
sohbetine kaçıp gelmez
Zikir, duâ riyâ eyleyip yürür olmalı.”[319]
[320] [321]
Riyâkârlık
kişinin imansız olarak göçmesine bile yol açabilir:
“Oruç tutup
halka riyâ eyleyenleri
Namaz kılıp
tesbih ele alanları
Şeyhim diye
başka bina koyanları
Son anda
imanından ayrı eyledim.
Yesevî bu
sözleri ile kendi dönemindeki ‘mürşid kisvesi’ ile menfaat peşinde
koşanları da riyâkârların bir örneği olarak kınamaktadır. Ahmed Yesevî,
dervişin elindeki tesbihin bile bir riyâ aletine dönüşebileceğine dikkat çeker:
“Görünüşü
sûfiye benzer, kıyâmetten korkmazlar;
Günah ve haram
hâsılı, günahlardan ürkmezler
Riyâ tesbihi
elinde, ağlayıp yaşını dökmezler;
”323
Arslan Babam
sözlerini işitiniz teberrük.
Yesevî’ye göre
riyâ bulaşıcı bir hastalığa benzer. Mürşidler bile riyâ tehlikesinden korunmuş
değildir. Yesevî, kendisinin riyâkâr mürşidlerin hasmı olduğunu da şu
sözlerinde dile getirir:
“Riyâ kılan
şeyhi gördüm, bizâr oldum,
Zerre payı
değdi bana, hasta oldum,
Hak yolunda
sarhoş idim, ayıldım,
Onun için düşman tutup yürüdüm ben işte.”[322]
Bu hikmet
kıtasında Yesevî’nin tasavvufa içeriden bir eleştiri getirdiği söylenebilir. Âhir
zaman şeyhlerinin işlerinin hep riyâ olduğunu belirten Yesevî,
böylesi sahte önderlerin mahşerde riyâları ile yüz yüze geleceklerini şöyle
ifade eder:
“Âhir zaman şeyhlerinin işi hep riyâ,
Mahşer günü riyâları olacak tanık,
Şeyhim diye bunca riyâ, bunca hevâ,
Allah için zerre sevab ettiği yok.”[323]
Yesevî’nin bu
sözleriyle ileriki devirlerde yaşayacak Müslümanları, riyâkâr kimselerin
mürşidlik iddiaları konusunda uyardığı görülmektedir. Yesevî hikmetlerini bir
bütün olarak değerlendirdiğimizde, sûfi için en büyük tehlike, ibâdet ve
amellerine riyâ karışmasıdır, denebilir. Ahmed Yesevî, tasavvuf geleneğinin
önceki önderleri gibi bütün mü’minleri riyâdan sakınarak ibâdetlerini daha
ihlâsla uygulamaya davet etmektedir. Sıradan mü’min için söz konusu edilen bu
tehlike insanlara manevî önderlik iddiasındaki kişiler için çok daha büyük bir
önem arz etmektedir.
Melâmet
kelimesi, sözlükte yerme, kınama, ayıplama, kötüleme anlamındaki levm
kökünden gelir. Tasavvuf terminolojisinde ise sûfinin kendi nefsini kınaması ve
başkalarının kendisini kınamasına sabretmesi anlamında kullanılır.[324] Melâmet IX. yüzyılda
Horasan’da gelişerek bütün İslâm dünyasına yayılmış bir yaklaşımdır.[325] Tasavvuf
kültüründe melâmet kavramı, levm kelimesinden söz edilen iki âyete
dayandırılmaktadır.[326] Bu âyetlerden, “Ey iman
edenler! Sizden kim dininden dönerse, bilsin ki Allah yakında öyle bir toplum
getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler; mü’minlere karşı
yumuşak, kâfirlere karşı da onurlu ve şiddetlidirler; Allah yolunda mücâhede
eder, hiçbir kınayıcının kınamasından da korkmazlar. Bu, Allah’ın bir lutfudur,
onu dilediğine verir. Allah, geniş ihsan sahibidir, her şeyi çok iyi bilendir.”[327] anlamına gelen ilkinde
mü’minler arasından çıkacak bir grubun özellikleri anlatılır: Bu âyetteki
“hiçbir kınayıcının kınamasından da korkmazlar” ifadesi melâmet teriminin
içerdiği anlamdadır. Ayrıca, yine aynı âyetin “Allah onları sever, onlar da
Allah’ı severler.” ifadesine dayanılarak melâmet ile muhabbet arasında ilgi
kurulabilir. Âyetteki cihad terimi, Hakk Teâlâ’nın yeminle övdüğü,
kendini kınayan nefsten söz eden diğer âyetle birlikte düşünüldüğünde nefs
ile cihad olarak ele alınabilir. Bu durumda melâmet ehlinin özellikleri
Allah’ın sevmesi, Allah’ın sevilmesi, Allah yolunda gayret göstermek ve bu
sırada kendisini kınayanların kınamasına aldırmamaktır.
Hucvîrî,
melâmet meşrebindeki sûfilerin tasavvuf yolunda yürürlerken halkın kınamasına
aldırmadıklarını söyler.[328] Kuşeyrî’ye göre de Allah
kendisine muhabbetten söz edenlere insanların kınamasını vaad etmiştir.[329] Melâmetin makamların en
üstünü olduğunu savunan Muhyiddin İbnü’l-Arabî ise melâmet ehlinin velâyetin en
üst düzeyine erdiklerini belirtir.[330]
Yesevî hikmetlerinde melâmet ile ilgili yaklaşımların izlerini bulabilmek
mümkündür:
“Âşıklara
dünyada hor görülme, ağlama, melâmet, Kınanmasız, mihnetsiz âşıkım deyip
söylemesin.”[331]
Burada Yesevî,
aşk ile melâmete marûz kalma arasında doğrudan bir ilişki kurmakta ve halkın
kınamasına muhatap olmayan bir sûfinin âşıklık iddiasının sorgulanması
gerektiğine işaret etmektedir. Hikmetlerde melâmetin ok olarak
gösterilmesi dikkat çekicidir:
“Aşk kapısını Mevlâm açınca bana değdi
Toprak eyleyip hazır ol, deyip boynumu eğdi
Yağmur gibi melâmetin oku değdi
”334
Ok saplanıp yürek, bağrımı deştim ben işte.
Bir hikmette
ise tasavvuf melâmet hırkasının giyilmesi olarak tanımlanmış ve melâmet
ehli zâhirinin değil bâtınının düzeltilmesini öne almıştır. Bu hâli özümseyen
sûfi, diğer yaratılmışlara muhtaçlıktan da kurtulur:
“Her kim giyse melâmetin hırkasını,
Bâtınını düzeltip, viran eylese sûretini.
Hiç çekmese mahlukâtın minnetini,
Böyle âşık gitse, orada sultan olur.”[332] [333]
Yesevî
hikmetlerinde melâmet şarabı kullanımına da rastlanmaktadır:
“Melâmetin şarâbından içen cemâline battı ya,
Mürşid elinden mey içen nûrlarına battı ya.”[334]
Bir hikmette
ise kâfirlerin nebileri kınaması anlamında da melâmete yer verilmiştir:
“Enbiyâlar ölmeden önce diri öldü,
Bu dünyada cefa çekip nûra battı,
Kâfirlerden çok melâmet, cefa çekti,
Didâr için ölmeden önce ölmeyim mi?”[335]
Burada sûfinin
kemâle ermesinin bir aracı olan melâmetin bir boyutunun da dışarıdan gelen
kınama ve eziyetlere tahammül olduğuna işaret edilmektedir. Yesevî’nin bir sûfi
olarak kendi nefsini kınaması şeklindeki melâmet tavrı, kişinin nefsini
kınaması,
hor görmesi anlamındadır. Yesevî, Türkistan tasavvufunun şiarı haline gelmiş
olan eller buğday ben saman anlayışını şöyle dile getirir:
“Kul Hoca Ahmed kötülerin kötüsü sen,
Herkes buğday el tutmayan samanı sen,
Yoldan sapan günâhkârların nâdânı sen,
Gelin yığılın zâkir kullar zikir söyleyelim.”[336]
Ahmed
Yesevî’nin kemâl döneminde söylediği bilinen hikmetlerinden birisinde kendi
nefsine it diye hitap etmesi dikkat çekicidir:
“Nefsim benim ateş gibi yanıp yolumu kesti,
Yüz bin türlü yemek isteyip tezgâh kurdu,
Ağzını açıp her kapıya beni sürdü,
Himmet versen it nefsimi yakalasam ben.”[337]
Tasavvuf
imgeleminde ve özellikle rüya tabirlerinde köpek suretinin nefsin hırs özelliğine
işaret ettiği hatırlanmalıdır. Yesevî’nin nefsini iki hikmetinde nefsini kâfir
olarak nitelediği görülür:
“Kızıl yüzümü riyâzette sarartmadım,
Seherlerde garip canımı inletmedim,
Her gün tepip it nefsimi incitmedim,
Allah desem kâfir nefsim ölür mü ki?”[338]
Bu satırlardan
melâmetin bir vechesinin kulun ibâdetlerini yetersiz ve kusurlu görmesi olduğu
anlaşılmaktadır. Bir hikmette ise nefsine zâlim hitabında bulunur:
Zâlim nefsim hiç bırakmadan ateşe koydu,
Vücudum kendi kendine tutuşup yandı,
Müşriklerin imanını şeytan aldı,
Euzubillah-Bismillah deyip yürüdüm ben işte.”[339]
Bu kıtada da
Yesevî’nin tasavvuftaki iç tenkidin bir örneğini kendi nefsi üzerinden verdiği
ve sûfileri nefsleri ile mücâhededen bir an olsun geri kalmamayı tavsiye ettiği
görülmektedir. Yesevî hikmetlerinde önemli bir yer tutan melâmet kavramı,
Yeseviyye tarikatının en önemli özelliklerinden birisidir. Ahmed Yesevî’nin
kendi hayatı ile ilgili menkıbeler olsun takipçilerinin karşılaştığı güçlükler
olsun, hep bu melâmet vasfının yansımasıdır. Yesevî’yi yaşadığı zamanda
reddedenlerin, işi oğlunu öldürmeye kadar vardırması durumun vahametini
gösterir. Ancak Yesevî bu inkâr ve kınama tavırlarına aldırmadan toplumun
manevî hayatını zenginleştirecek faaliyetini hiç aksatmadan sürdürme azmini hiç
yitirmemiştir. Divân-ı Hikmet bu gözle okunduğunda çok daha anlamlı hâle
gelmektedir.
Kelime anlamı,
memnûn olmak, hoşnutluk, beğenmek, izin, müsaade ve boyun eğmektir.[340] Tasavvuf ıstılahında,
Allah’ın ibâdetlerini ifa eden kulundan râzı oluşu ve kulun da İlâhî takdirden
hoşnutluğudur. Tasavvuf makamlarının en üstünü kabul edilen rızâ, Hakk’ın hükmü
karşısında kulun itirazsız boyun eğmesidir.[341]
Rızânın,
Allah’ın kulundan ve kulun da Allah’tan rızâsı şeklinde iç içe geçmiş iki
boyutu Kur’ân’da açıklanmıştır: “Allah onlardan, onlar da Allah’tan râzı”
anlamındaki âyetler,[342] önce Allah’ın kuldan
hoşnudluğunu ve Allah ile kul arasındaki rızâ halinin karşılıklılığını ifade
eder. “Ey, Rabbine, itaat edip huzûra eren nefs! Hem hoşnut edici hem de hoşnut
edilmiş olarak Rabbine dön.”[343] âyetinde ise önce kulun
Allah’tan rızâsı söz konusudur. Herevî bu âyete dayanarak rızâyı, Allah’a
yönelmenin temel şartlarından gösterir.[344]
Allah, Hudeybiye’de Hz. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e biat eden
Ashâb’ından
râzı olmuştur.[345] Bir mü’min için Allah’ın
rızâsı en büyük mutluluktur.[346] Adn Cenneti’nde
mü’minlere verilecek ödül, rızânın en mükemmel derecesi olan rıdvândır.[347] Mü’min Allah rızâsını elde
etmek için gerekirse can ve maldan geçmelidir.[348]
“Gönlünüzü hoş etmek için gelir size yemin ederler. Bunlar eğer mü’min iseler
Allah’ı ve Resulünü râzı etmeleri daha doğrudur.”[349]
Rızâ ile sevgi
arasındaki ilişki, sevenin, sevilenin eylemlerinden râzı olamsı ile ortaya
çıkar. Seven sevdiğinin yol açtığı acıyı duymaz ya da acı hissettiği halde sevgisi
nedeniyle acıya katlanıp rızâ gösterir. Muhabbet ile kazanılan rızâ Allah’a
yakınlaşmanın son kertesidir. İhsânı gözeterek yaşamanın sonucu, Allah’ın
kulundan râzı olmasıdır.[350] İnsanı rızâya alıştırıp
hazırlayan iki yoldan birincisi dünyevî yarar için kazâya rızâya da nefsi
alıştırmak, ikincisi ise sevgilinin rızâsını kazanıp gönlünü almak için, bunun
yol açacağı güçlüklere dayanmaktır. Rızâ her konuda kaderin getirdiklerine
teslimiyet, başa gelebilecek her durumu hoşnutlukla karşılayıp Allah’ın kazasından
yakınmayı bırakmaktır. Rızânın tevekkülün nihayetidir, kulun kendi çabasıyla
elde edilir diyenler yanı sıra rızânın kesbî değil vehbî olduğunu öne sürenler
de çıkmıştır. Rızâ, başlangıç itibariyle kulun çalışması ile elde edildiğinden
makâm sayılabilir; nihâyetinde ise hâl olarak görülür. Kendisinden râzı olunan
kul, en mükemmel hâli kazanmış ve Allah’a yakınlık makamına ermiştir.[351]
Tasavvufun ilk
dönemlerinden itibaren rızâ kavramına özel bir önem verilmiştir. Sûfilerin
hedefi, insan iradesini aşan olaylar karşısında Hakk’ın cemâl tecellîsiyle
celâl tecellîsini aynı oranda rızâ ile karşılamaktır. Cüneyd-i Bağdâdî’ye göre
rızâ, İlâhî iradeye bağlıdır. Kulun kendi tercih ve iradesini bir kenara
bırakmasını gerektirir. Ebû Süleyman-ı Dârânî ancak bedenî arzularından
sıyrılan kişilerin rızâ mertebesine erebileceğini söylemiştir.[352] Zünnûn ise rızâyı, kaderin
bütün tecellîleri karşısında kalbin sevince gark olması şeklinde tanımlamıştır.[353] Yesevî hikmetlerinde Hakk’ın
işlerinden râzı olmak ve bu yolda halkın ezâlarına sabrederek nihayet Hakk’ın
da kendisinden râzı olduğu bir kula haline gelmek övülmüştür:
“Yok benim
gibi kötü belâ âlem içinde,
Hiç olmadı
benden râzı halk ve Allah,
Şimdi oldu
sonunda benim yüzüm kara,
Vâh vay
önceden oldum niye işte.”[354] [355]
Hakk’ın rızâsına
erme yolları da hikmetlerde sayılmıştır. Ahmed Yesevî’ye göre gerçek kullar
Hakk’ın emirlerinden râzıdır. Bir hikmette Yesevî’nin Hacc yolculuğuna çıkarken
diğer insanlardan râzılık istemesi işlenir:
“Niyet eyledik
Kâbe’ye, râzı olun, dostlarım;
Ya ölürüz,
geliriz, râzı olun, dostlarım.
Niyet kıldık
Kâbe’ye, Hakk Mustafa ravzasına;
”357
Nasıb kıla
herkese, râzı olun, dostlarım.
Burada kul
haklarına riâyet etmenin ve hak sahipleri ile helâlleşmenin önemi
vurgulanmıştır. Bir diğer hikmette mürşidin rızâsının Hakk’ın rızâsına vesile
olacağı vurgulanır:
“Tarikata
siyasetli mürşid gerek,
mürşide
itikatli mürid gerek,
Hizmet kılıp
pîr rızâsını bulmak gerek;
Böyle âşık
Hakk’tan pay alır imiş.”[356]
Yesevî’ye göre
rızâya ermenin yolu hizmet edip duâ almak olarak tanımlanmıştır:
“İyilere hizmet kılan lezzet buldu,
Hizmet kılıp, duâ alan rızâ buldu,
Candan geçip, nefsi incitip, makam buldu,
Virânede yürür dâima görün, dostlar.”* [357]
Yesevî Allah
ile kulları arasındaki ilişkide hedeflenecek tek sonucun rızâ makâmına ermek
şeklinde özetlemiştir. Yesevî’ye göre, müridin mürşidinin rızâsını kazanmaya
yönelik gayreti de bu neticeye ulaşmanın bir aşamasıdır. Hakk’a vuslat yolunda
bu aşamalardan geçen sûfi dünya hayatındaki bütün işlerinde bu perspektifi
yitirmezse bütün hayatı bir ibâdet niteliği kazanacaktır. Hacc ile ilgili
hikmet kıtasında görüldüğü gibi halkın rızâsını da ihmal etmemek gerekir.
Sözlükteki
anlamı anmak, hatırlamak, zihinde tutmak, unutmamak, yâd etmek olan zikir
tasavvufta Allah ’ı anmayı, hiç unutmamayı, kalbin gafletten kurtuluşunu
ifade eder.[358] Dil ile kalbde veya her ikisi
ile birlikte gerçekleştirilen zikir, unutulanı anımsama, akılda olanı hatırda
tutmadır. Zikir hakikatta, zikir sırasında zikredilen Allah’tan başka her şeyi
unutmak ve gafletten uzak kalmaktır; bu durumda sûfi sükût etse bile zikir
halinde sayılır.[359]
Kur’ân’da en
çok rastlanılan kavramlardan olan zikir, türevleriyle beraber iki yüz elli altı
yerde geçer ve genellikle sözlük anlamlarına uygun şekilde Allah’ı anmak, her
zaman anarak hiç unutmamak karşılığında kullanılır. Âyetlerde zikir kavramı,
namaz[360], Allah’ı dil ile tesbih,
hamd, tekbir ederek övmek; nimetlerini hatırlamak ve kalple hissedip tefekkür
etmek karşılığı ile yer alır. Zikire, Kur’ân anlamı da verilmiştir.[361] Kulluk görevlerini
gereklerini aklın kılavuzluğunda beden ve malla ifa etmek, duâ ve istiğfar,
evrendeki âyetler üzerinde tefekkür karşılığında da kullanılmıştır. Levh-i
Mahfûz, diğer semavî tebliğ ve vahiyler, ilim, haber, beyan, uyarı, öğüt gibi
anlamlar da verilmiştir.
Kur’ân’da
zikir kavramına yer verilen üç âyette[362]
çokça zikir emri vardır: “Ey iman edenler! Allah’ı çokça anın. Ve O’nu
sabah akşam tesbih edin.”[363] Bir âyette “mü’minlerin
ayakta, oturarak ve yanları üzere yatmışken Allah’ı zikrettiği”[364] belirtilmektedir.
Başka bir yerde: “Sabah akşam demeden, kendi içinden, korkarak ve yalvararak,
alçak sesle Rabbini an ve gafillerden olma.”[365]
Buyurulur. Burada zikir, gafletin zıddı olarak tanımlanmıştır. “Unuttuğun vakit
Allah’ı an”[366] âyeti ile de gafletin zikir
ile giderilebileceği vurgulanmıştır. Bir âyette de dünya malı ve ailenin,
insanların Allah’ı zikretmesini engellememesi emredilir.[367]
Zikirle ilgili bir âyette ise ticaret ve alışverişin Allah’ın zikrinden
alıkoyamadığı insanlar, ricâlullah (Allah adamı) olarak tarif edilmiştir.[368] Bazı âyetlerde ise zikrin
kalp huzûru, kurtuluş ve bağışlanma vesilesi olacağı, gönül ve kalblerin ancak
zikrullah ile itminana erebileceği vurgulanmıştır.[369]
Bunun aksine, Allah’ın zikrinden yüz çevirenin dar bir geçimle
sınanacağına[370] da işaret edilmiştir.
Münâfıkları kötüleyen âyette, Allah’ı çok az zikrettikleri[371]
ifade edilmektedir. Allah’ın zikri söz konusu olduğunda kalpleri katı olanların
sapkınlık içerisinde bulundukları da bir âyette bildirilmiştir.[372]
Zikrin
özelliklerinden birisi ise “Beni anın, ben de sizi anayım.”[373]
âyetinin kesin olarak vaad ettiği şekilde, kulun zikrine, Allah’ın zikir ile
mukabele edileceğidir. Yesevî hikmetlerinde zikirle ilgili en sık rastlanılan
âyet budur. İbâdetlerin ifası için belirli ön şartların yerine getirilmesi
gerekirken zikir için hiçbir sınırlayıcı hüküm konulmamış; geceleyin ya da
gündüz vaktinde, ayaktayken, otururken ve hattâ yatarken, abdest şartı olmadan
zikir yapılabileceği kabul edilmiştir. Zikrin en ideali kalble dilin birlikte
olduğu zikirdir. Daha sonra sadece kalbden yapılan zikir gelir ve onu dil ile
yapılan zikir takip eder.
Zikir,
tasavvuf ehli için tasavvufun esası, tarikatların vazgeçilmez amelidir. Herevî,
“sâlikin her dâim Hakk’ın huzûrunda olduğunu bilerek O’ndan gâfil olma ve O’nu
unutma durumundan kurtulmasıdır” diye tanımladığı zikri, “unuttuğun vakit
Allah’ı an”[374] âyeti ile delillendirir.[375] Kuşeyrî’ye göre zikir, Hakk
Teâlâ’ya giden yolda uyulması gereken temel bir yasadır. Sâlik, kalbin daimî
zikri mertebesine, dili ile zikir üzerinden vâsıl olur.[376]
Allah’ı yüceltmeye ilişkin sözleri söyleyip hamd ve tesbih etmek dilin zikri;
yaratılış sırlarını tefekkür, Allah’ın emir ve yasaklarının hikmetini düşünmek
aklın zikri, emredilen farzları yerine getirip yasaklardan kaçınmak ise bedenin
zikri olarak kabul edilir. Zikrin gizli ya da açıktan icrası konusunda farklı
görüşler ve buna bağlı olarak değişik uygulamalar ortaya çıkmıştır. Zikirden
söz edilen âyetlerin bir kısmı doğrudan tefekkür, Allah’ı unutmama ve hatırdan
çıkarmama anlamındaki zikri emrederken, diğer bir kısmı “Sabah ve akşam
Rabbinin adını zikret”[377] âyetinde olduğu gibi Allah’ın
adının dil ile açıktan (cehri veya celî olarak) anılmasını, Kur’ân okumayı
emreder. Her iki yol ile de Allah’ı unutmamak için sûfinin evrâd ve tesbihât
gibi yardımcı unsurlara devam ederek zikir ile meşgul olması tavsiye
edilmektedir.[378]
Sûfiler zikri,
kulun Rabbine yaklaşmasını sağlayan en önemli ibâdet olarak kabul ederler. Ebû
Ali Dekkâk zikirden uzak bırakılanların velâyetten nasibi olamayacağını
söylemiştir.[379] Tarikat kurucusu mürşidler,
tarihî seyri içinde tek başına veya cemaat halinde zikre önem vererek, zikrin
nasıl gerçekleştirilmesi gerektiği konusunda farklı usuller geliştirmişlerdir.
Tarikat silsilesi Hz. Ebû Bekir’den gelen sıddıkî meşrepler hafî zikri
benimserken; Hz. Ali (k.v.) kanalıyla gelen alevî yolların yöntemi cehrî
zikir olarak şekillenmiştir.[380] Zikir kavramı ile ilgili
Yesevî hikmetlerinde âyetlere de yer verilirken en sık tekrarlananı “Beni anın
ki sizi anayım.”[381] şeklindeki ibaredir. Bir örnek
olarak şu kıtayı verelim:
“Zâkirlere Allah özü vaad eyledi,
Fezkürûnî ezkürküm diye âyet geldi,
Firdevs adlı cennetinden mazhar geldi,
Gelin yığılın
zâkir kullar zikir söyleyelim.”[382]
Bir hikmette
ise “Allah’ı çokça zikredin.” [383] âyetine yer verilmiştir:
“Allah’ı çok zikredin, diye ayet geldi
Zikrin deyip ağlayıp yürüdüm ben işte
Cemâlini âşıklara vaad etti
Aşk yolunda canım verip yürüdüm ben işte.”[384]
Bir diğer
hikmette zikreden kişilerin özelliğine bir âyetten alınan ibare ile işaret
edilmiştir:
“Ricâlün lâ
tülhihim[385] deyip söyledi Allah
yiğit
mâsivâdan olur ayrı,
Zikrini deyip
her nefesde olsa hazır
Bulur her
zaman gavslar gavsı celâletini.”[386]
[387]
Hikmetlerde en
çok kullanılan kavramlardan olan zikir, yüz kırk dokuz kez; zikrini
söylemek yetmiş beş kez; zikir söylemek, yirmi dört kez; Hakk
zikri, yirmi bir kez; Hû zikri, altı kez; zikr-i kalb ve zikr-i
sır beş yerde, Allah zikri dört kez; zikir öğretmek, iki
kere; bin bir zikir iki kere; bin bir adı zikretmek bir yerde
kullanılmıştır.
Zikir ile
benzeri bir anlama sahip olarak Farsça’da karşılığı anma, hatırlama olan
yâd kavramı ise hikmetlerde kırk beş kez (on yedi kez Allah yâdı,
yirmi sekiz yerde Hakkyâdı şeklinde) kullanılmıştır. Hikmet kıtalarından
birer örnekle Allah yâdı ve Hakk yâdı kullanımlarını gösterelim:
“Allah yâdı
gönülleri aydınlatan
Âşıklara Allah
kendisi vaad eyleyen
Aşk rüzgârı
Mustafa’ya armağan gelen;
”389
sebepten
gözyaşımı şahid eyledim.
Seher vakti
zikrederek Hakk’ı hatırlayıp Hû ismi ile remzedilen Esmâü’l hüsnâsını
anmanın çok tatlı bir iş olduğu şu satırlarda dile getirilmektedir:
“Ne hoş tatlık
Hakk yâdı seher vakti olanda;
Baldan tatlı
Hû adı seher vakti olanda.”[388]
Yesevî
hikmetlerinde belirtildiğine göre zikir, insanın ana rahmindeki günlerinden
başlar; bu ifade anne karnındaki ceninin gelişim süreci açısından çok ilgi
çekicidir:
“Rahîm içinde belirdim, ses geldi,
Zikir söyle! dedi, organlarım titreyiverdi,
Ruhum girdi, kemiklerim Allah dedi;
,,391
nedenle altmış üçte girdim yere.
İlk mürşidi
Arslan Baba, Yesevî’ye ilk zikir telkinini yapan kişi olarak binbir zikri
öğretmiştir:
“Yedi yaşta Arslan Baba Türkistan’a geldiler
Başımı koyup ağladım, halimi görüp güldüler
Bin bir zikrini öğretip merhamet eylediler;
Arslan Baba’m sözlerini işitiniz teberrük. ”[389] [390]
Yesevî,
tasavvufî irşadda zikir telkininin önemine işaret etmiştir. Hikmetlerde zikir
mahalli olarak kalb ve sır latifeleri gösterilmiştir:
“Bu yola adım atan candan geçti,
Kalb zikrini diye diye göğsünü deşti,
Ondan sonra Sevgili bakıp kapı açtı,
Açsa olmaz, Pîr hizmetini kılmadıkça.”[391]
“Gece yatmayıp gaflet uykusunu haram eylese,
Kalb latifesini, sır zikrini tamam eylese,
Bin bir adını tesbih edip söz eylese,
Kul ne diye dergâhına hatâ eylesin?”[392]
Hikmetlerde ‘zikreden kişi ’ anlamında zâkir
kullanımı da kendisine yer bulur:
“Allah yâdı nûrunu kime armağan eylese
Nefs, hevâ, ben-benlikten kalır imiş,
Kul eğer zâkir olup Allah dese
Tutmuş gönül pasını giderir imiş.”[393]
Yesevî’ye göre
tasavvuftaki erdirici yöntem olarak zikir ibâdeti sûfinin hayatındaki en önemli
görevi ve zikir meclislerine katılması da en sevgili etkinliğidir. Hikmetlerde
görüldüğü üzere sûfiyi Allah’ı Hakk, Hâdi, Hayy gibi esmaı ile zikre
teşvik eden mısralar bu şekilde anlaşılmalıdır. Zikrullahı emreden âyetlere
hikmetlerinde yer veren Yesevî, sûfi için en büyük armağan olan Hakk tarafından
anılma mazhâriyetini birçok kez vurgulamak suretiyle kul ile Rabbi arasındaki
zikir bağına işaret etmektedir. Hikmetlerde letâif adı verilen zikrin
ruhu etkileme merkezlerine işaret edilmesi de dikkat çekicidir.
Şükür
kelimesi, sözlükte “muhatap olunan iyiliği anlamak, iyilik yapanı minnet
duyarak övmek anlamına gelir.[394] Tasavvufta nimetleri veren
Allah’ı anarak hamd etmektir. Âyetlerde hem insanlar[395]
hem de Allah için[396] şâkir ve şekûr
nitelemeleri geçmektedir. Şükrü kabûl edici anlamındaki Şekûr, Allah’ın
Kur’ân’da sayılan isimlerinden birisidir.[397]
[398] Kur’ân’daki meşkûr
kullanımı ise insanların sâlih amellerinin 400 karşılığıdır.
Kur’ân’da
şükür kavramı yetmiş beş âyette geçmektedir. Bu âyetlerde Allah’ın ihsan ve
nimetlerinden bahsedilerek Allah’a şükredilmesi tavsiye edilir. Âyetlerde
Allah’ın insanlara sunduğu maddî ve manevî nimetler[399]
kusurlarına rağmen kullarını bağışlaması[400]
ve yardım etmesi,[401] destekleyici âyetler
indirmesi,[402] duyular ve idrak yeteneği
vermesi[403] gibi nimetler gösterildikten
sonra, belki şükredersiniz uyarısı ile nimetlerin sunulmasının insanlar
için şükür konusunda bir sınav olduğu öne çıkartılır. Bazı âyetlerde ise
Allah’ın lütufları sıralanarak, “Doğrusu, sizi yeryüzünde, yerleştirdik, orada
size geçimlikler verdik; ne kadar da az şükrediyorsunuz! ”[404];
“Hâlâ şükretmeyecekler mi?”[405]; “İnsanların çoğu şükretmez”[406] gibi ifadelerle bu ödevi
ihmal edenler uyarılmaktadır. “Çalışın Ey Davud hanedânı, şükür için çalışın.
Ama kullarım içinde şükreden azdır.”[407]
âyetinde olduğu üzere Kur’ân, dikkat çekici bir şekilde insanlar arasında
Rabbine gerçek anlamda şükredenlerin azlığını da belirtmektedir. Hz. Süleyman
(a.s.)’ın “Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur; nankörlük edene gelince,
o bilsin ki Rabbim müstağnidir, çok kerem sahibidir.”[408]
ifadesi de şükür kavramının yer bulduğu bir diğer âyettir. Kur’ân’da Allah,
kullarından nimetlerine şükredip nankörlük etmemesini[409]
istemekte ve “Şükrederseniz elbette size (nimetimi) artırırım.”[410] âyetiyle şükredildiğinde
nimetini artıracağını haber vermektedir.
Şükür, nimeti
vereni anarak hamd etmek şeklinde dil ile; nimetin sahibinin sadece Allah
olduğunu bilerek kalble ve bedeni Allah’ın yasaklarından korumak suretiyle
bedenle olur.[411] İnsanların Allah’a ve
ana-babaya minnettarlığını ifade edilirken şükret emri verilir.[412] Bir diğer âyette insanların
birbirine minnettarlığını ifade etmesi de şükür kelimesiyle ifade edilmiştir.[413] Gazzâlî’ye göre göre şükrün
hakikati, nimeti verenin Allah olduğunu ilim ile bilerek, bu nimeti sevinçle
karşılama hâli ve nimeti verenin emrettiği amelleri işlemektir.[414] Rabbine itâat eden mü’min,
tâatinin miktarı kadar Allah’ın nimetine şükretmiş olur.[415]
Özetle Allah’ın lutfettiği nimetin, Allah’ın tavsiye ettiği yolda ve İlahî
yakınlığa vesile olması niyetiyle kullanılması şükürdür.
Şükür ile
benzer anlamda ancak şükürden daha genel bir anlam taşıyan hamd, sözlükte
övme, güzellik, iyilik, üstünlük ve erdemlilikle niteleme demektir.
Hamd, sevgi yanı sıra, saygı göstererek nimeti vereni övmektir. Bu anlamda,
hamd şükürden daha kapsamlıdır.[416] Bir diğer ifade ile şükür,
verilen nimete karşılık gösterilirken, hamd karşılıksız olması yönüyle daha öne
çıkar. Kur’ân’da hamd, hepsinde de Allah’la ilişkilendirilerek kırk üç yerde
geçer. Kur’ân’ın ilk âyetini, yedi ayrı yerde geçtiği bilinen bir ifade olarak
“Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun” cümlesinin oluşturması da ayrıca
önemlidir. Âyetin hamd Allah’a mahsustur kısmı, Kur’ân’da hamdin Allah’a
yöneltildiği yirmi üç yerde geçmektedir. Kur’ân’da cennet ehlinin duâlarını
“el-hamdülillâhi rabbi’l-âlemîn” cümlesiyle bitireceği de kaydedilmiştir.[417] On beş âyette hamd, Rab
ya da Allah ismiyle ilişkilendirirken dört âyette “Lehü’l-hamd” (Hamd
O’nundur) ifadesi yer alır. Kur’ân’da Allah’ın isimlerinden birisi olan Hamîd
ismi on yedi âyette yer alırken, bir âyette ise çoğul şekliyle “hamidûn”,
-hamd edenler anlamında- kullanılmıştır. Allah’ın sayılamayacak derecede fazla
olan[418] nimetlerinden en fazla şükür
gerektireni dünyada da âhirette de faydalı olan ilim ve güzel ahlâktır.
Ünlü
sûfilerden Cüneyd-i Bağdadî “Şükür, kendini nimete ehil ve lâyık görmemendir”
derken Şiblî ise, “Şükür, nimeti değil, nimeti vereni görmektir” demiştir.[419] Yahya b. Muâz, “Şükrettiğin
sürece şükredici değilsin. Şükrün sonu hayrettir.” demiştir.[420] Kuşeyrî’ye göre tahkik ehli
olanlar için şükrün anlamı ihsanda bulunanın nimetini itiraf etmektir. Gerçek
anlamıyla kulun şükrü, Allah’ın nimetlerini dille ikrar ve kalble tasdiktir.[421] Herevî, şükrü, nimetin
Allah’tan olduğunun bilinmesine verilen bir isim şeklinde tanımlar. Nimeti
bilen, nimeti vereni bilme ve eserden yola çıkarak eserin sahibini (müessir)
görme niteliğine erer. Şükür, nimetin farkına varmak ve verenin Hakk Teâlâ
olduğunu idrâk ederek kalben şükür; nimeti vereni kemâl sıfatlarıyla
övmekle dille şükür; nimeti verene ibâdet edilerek bedenî şükür
olarak üç şekilde yerine getirilir.[422]
Gazzâlî, “Şükrederseniz nimetimi fazlalaştırırım.”[423]
âyetini zikrettikten sonra bu fazlalaştırmanın zenginlik, duâya icâbet,
bağışlama ve tövbelerin kabulü ile gerçekleşeceğini belirtir. Şükrün anlamı,
Allah’ın nimetlerini Allah’ın sevdiği kullanmak iken; tersini ifade eden küfrân-ı
nimet ise nimetleri kullanmayı tamamen terk etmek veya Allah’ın sevmediği
yerde kullanmaktır.[424] İnsanları nimetlere
şükretmekten alıkoyan ancak cehâlet ve gaflettir.[425]
Ahmed Yesevî, kalb, dil ve bedenle Allah’a şükretmenin rızkı arttıracağına dair
İlahî vaade dikkat çeker. Şükür ve zikir kavramlarını birlikte kullanan Yesevî,
hamd kavramından daha çok şükür kavramını kullanır:
“Zikreden
olup, şükreden olup Hakkı buldum;
Dünya, âhiret
harâm eyleyip vurup teptim;
Tutkun olup, rezîl olup candan geçtim; Gamsız olup yer altına
girdim işte.”[426]
Şükredici
kul anlamındaki şâkir kullanımına da hikmetlerde sıkça yer
verilmiştir:
“Zâkir olsa, şâkir olsa yeri cennet,
Kanlar aksa gözlerinden eylemez minnet,
Ümmet olsan zikrini söylemek size sünnet,
Gelin yığılın zâkir kullar zikir söyleyelim.” [427]
Kullara bütün
hâllerde Allah’ın rahmetinden umut kesmeyip hamd etmeyi tavsiye eden Yesevî
nimeti verenden gaflete düşülmesini yerer:
“Kul Hoca Ahmed rahmetinden ümid tutayım,
Rabbim, kulum dese şükrünü edeyim,
Kulum demeyip yüz çevirse nasıl edeyim,
Elimi tutup yola koy Ente’l-Hâdi.”[428]
Yesevî
hikmetlerinde Allah’a her hâlde şükür tavsiye edilirken zikirle ilişki
kurulması önem taşımaktadır. Kalb ile şükür ile dilde icra edilen zikrin
birlikteliği nitelikli bir kulluğun iki yönüdür. Ahmed Yesevî’ye göre, Allah’ın
kulluğuna kabulün gerçek şükrünü edâ edebilmek ise çok zordur.
Kelime olarak sıdk,
doğruluk, gerçeklik ve kalb temizliği, hakikati konuşmak, gerçeğe uygun bilgi
vermek, dürüst ve güvenilir olmak, vaadine sadâkat göstermek gibi anlamları
ifade eder.[429] Sıdk, söz, fiil ve
davranışlarda tutarlılık, zâhirde ve bâtında uygunluk; söz ve davranışlarda
doğruluktur.
Kur’ân-ı
Kerîm’de sıdk kelimesi bazıları mecazi anlamda olmak üzere on beş yerde geçer.
Üç âyette ise doğru sözlü anlamında sâdık olarak, elliden fazla âyette
de sâdık kavramının çoğul şekilleri -sâdikun, sâdikat- şeklinde
yer alır. Kur’ân’da türevleri ile birlikte yüz elli beş yerde geçen sıdk
kavramı, nübüvvetin bir sıfatıdır. Sıdk sahibi ancak nebî olmayan sıddîk ve
sâdıklar maneviyatta peygamberlerden sonra gelirler. “Kim Allah’a ve
Peygamber’e itaat ederse işte onlar, Allah’ın kendilerine nimet verdiği ”432 peygamberler, sıddıklar,
şehidler, iyiler ile birliktedir. Bunlar ne güzel arkadaştır. âyeti de buna
işaret olarak alınmıştır.
Kur’ân’da söz
ve davranışlarında sıdk haline ulaşabilenler övülmüş[430]
[431] ve sıdk ehli kimselerle
beraber bulunmak, “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve doğrularla beraber
olun.”[432] âyeti gereği takvâya erdirici
bir yol olarak önerilmiştir. Sâdık, sözlerinde doğruluk bulunan kişi demektir.[433] “Mü’minlerdendir o erler ki
Allah’a verdikleri ahde sadakat gösterdiler. Kimi adağını ödedi (canını verdi),
kimi de beklemektedir. Onlar, ahidlerini hiç değiştirmediler.”[434] âyeti ile de sıdk ehli Allah
tarafından övülmüştür. Âyette geçen sıdkın, Elest meclisinde verilen söze
sadakat gösterip sıdk üzere olmak anlamına geldiği belirtilmiştir. Bu durumda
sıdk, Allah’a verilen sözün tutulmasıdır.
Sıdk, hem
kalbdeki niyette, hem de dilde, sonra da irade ve amelde bulunmalıdır. Niyet ve
iradedeki sıdk ihlâs olarak kabul edilir.[435]
Cürcânî’ye göre hakikat ehli için, sıdkı ölümü pahasına da olsa gerçeği
söylemektir ve kişiyi ancak yalanın kurtardığı yerde dahi doğruyu söylemektir.[436] Yesevî hikmetlerinde de
sıdkın her vesile ile övüldüğü ve sâdıklarla birlikteliğin tavsiye edildiği
görülür. Sıdk ile yaşayanın rahmete kavuşacağı müjdeleyen bir hikmette
sâdıkların akıllı kullar olduğu belirtilerek bir söz ile nasihatin sıdk ehline
yeteceği vurgulanır:
“Hakk’a âşık olup dedi Kul Hoca Ahmed;
Sıdkı ile işitene yüzbin rahmet;
Duâ eyleyim, görmeyeler sıkıntı, zahmet;
Akıllı isen, bir söz ile tamam eyledim.”[437]
Bir diğer
hikmet, sıdk ile zikredenin zikrinin Allah tarafından bilineceğini anlatır:
“Kul Hoca Ahmed, âşık olsan, canın yansın;
Sıdkın ile Allah de ki Rabbim bilsin;
Duâ eyle mü’min kullar dünyayı bıraksın;
Dünyayı bırakan âhirete yeter dostlar.”[438]
Sıdkın ölünceye kadar korunması gerektiği de hikmetlerde
vurgulanır:
“Rahmân Melik’im rahmetine lâyık eyle,
Berki gibi himmet verip âşık eyle,
Ta ölene kadar sıdkım ile sâdık eyle,
Olsa olmaz, Pîr hizmetini kılmadıkça.”[439]
Sıdk
kelimesinin karşıt anlamı olan yalan ve yalancılık hikmetlerde yerilmekte ve
sûfinin yoluna sâdık olması önerilmektedir:
“Âşık olsan, yalancı olma, sâdık ol,
Hile-hurda işlerinden uzak ol,
Allah diye, saf kıl gönlü, nûra dol,
Doğru kulları Allah bilir, dostlarım ha.”[440]
Yesevî
hikmetlerinde sûfinin sıdk sahibi olması, doğruluktan ayrılmaması tavsiye
edilir. Hakk’a âşık olmanın bir alâmeti de sözüne sâdık olmaktır. Gönül ancak
bu şekilde saflaşır ve hidâyet nûrlarına mesken olma liyakâtini kazanır.
Sözlükte güç
ve gayret sarf etmek, bir işi başarmak için elinden geleni yapmak anlamına
gelen cehd kökünden türetilmiştir. Nefs ile savaşı ifade eden mücâhede
kavramı insanın nefsinin arzularına, kötü isteklerine ve enfüsî-afâkî
şeytanî eğilimlere karşı direnip savaşmasına da işaret eder. Bu savaşın silahı
ibâdetler, zikir, tesbihât ve duâdır. Nefs düşmanına bu silahlarla saldırıp
beslenme kaynaklarının etrafını riyâzet ile kuşatmak gerekir.[441] Tasavvufta sâlikin nefs ve
şeytan ile mücâdele etmesi, kalbin istek ve şüphelerden uzak tutulması
anlamında kullanılmıştır.[442]
Kur’ân’daki
“Yolumuzda cihad edenleri, elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz. Hiç şüphe
yok ki Allah iyi davrananlarla beraberdir”[443]
âyeti manevî cihada, sâlikin nefsi ile mücâdelesine işaret sayılmıştır. “Allah
uğrunda gerektiği gibi cihad edin.”[444]
ve “Ey mü’minler! Mallarınızla, canlarınızla Allah yolunda cihad edin. Eğer
bilirseniz böylesi sizin için daha hayırlıdır.”[445]
anlamındaki âyetler mücâhedenin bütün yönlerini ifade eder. Mücâhede ile ilgili
âyetlerden oldukça ayrıntılı olan “Mü’minlerden özür sahibi olmaksızın
oturanlarla Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler eşit olamazlar.
Allah, mallarıyla, canlarıyla cihad edenleri, derece itibariyle, oturanlardan
üstün kıldı. Allah onların hepsine de cenneti vaad etmiştir. Bununla beraber
Allah mücâhidlere, oturanların üzerinde büyük bir ecir vermiştir.”[446] âyeti ile bütün anlamları ile
cihâd; “Allah yolunda mücâhede ederler”[447]
âyetinde savaş anında çarpışma ifade edilmiştir. Manevî mertebelere ulaşmak
için yapılan nefs ile savaşıma ise “Yolumuzda cihad edenleri, elbette kendi
yollarımıza eriştireceğiz.”[448] âyeti ile işaret edilmiştir.
Mücahedenin
mantığı, nefsin arzuladıklarına muhalefet ederek, mümkün olduğunca tersini
yapmaya dayanır. Nefsin hayra engel olan iki sıfatı hevâ ve heveslere kapılmak
ile ibâdet ve tâatlardan uzak durmak şeklinde ortaya çıkar. Nefs, hevâ ve
hevesleri peşinde koşmak isteyince takva ile dizginlenir. Tasavvufî
çevrelerde mücâhedeyi yanlış anlayıp yanlış uygulayan kişi ve topluluklar
olagelmiştir. Ebû Ali Dekkâk “Dışını mücâhedeyle süsleyenin içini Allah,
müşâhedeyle güzelleştirir.” sözünü mücâhede âyetleriyle
irtibatlandırmıştır. Sûfilere göre, mücâhedeye dört elle sarılmadan tasavvuf
yolunda feth ve keşf sahibi olabileceğini zanneden hatâ
içindedir.[449] Yesevî hikmetlerinde dervişin
nefsiyle mücâhedesinde başarılı olabilmesi için nefsini tanıma yolunda çaba
göstermesi öğütlenir. Yetersiz amel sahibi bir sûfi, gözlerinden kanlı yaşlar
akıtıp Rabbine sığınmaktan başkaca bir kurtuluş yolu bulmaz:
“Elli yaşta erim dedim, amelim zayıf;
Kan dökmedim gözlerimden, bağrımı ezip;
Nefsim için yürür idim, it gibi gezip;
Zâtı ulu Rabbim, sığınıp geldim sana.” [450]
Yesevî’nin
nefsin esiri olmaktan korunmasına yönelik öğütleri de neticede bir mücâhede
yöntemidir:
“Elli sekiz yaşa girdim, ben habersiz
Kahhâr Melik’im nefsimi eyle darmadağın, Himmet versen, kötü
nefsime vursam teber Bir ve Var’ım, cemâlini görür müyüm?”[451]
Hikmetlerde
mücâhede, tasavvufî kavramlardan riyâzet ile ilişkilendirilerek de
kullanılmıştır:
“Ondan sonra mücâhede elbisesini giyip,
Riyâzetin potasında eriyip akıp,
Ben-benlikten geçip özünü saf kılıp,
İzzet rahatını satıp horlanmayı almak gerek.”[452]
Yesevî, bu
öğütleri verirken kendi nefsini ele alarak, ben dilini kullanmakta ve
pedagojik yönden çok önemli bir tavrı sergilemektedir:
“Nefsim beni çok yürüttü, Hakk’a bakmadan;
Gece-gündüz gamsız yürüdüm, yaşı akmadan;
Boş ve yararsız istekler, ben-benlik ateşe yakmadan;
Gamla dolu olup yer altına girdim ben işte.”[453]
Yesevî,
öğütlerini kendi nefsine yöneltir ve böylece sözlerinden incinmesi muhtemel
olan dervişlerini reaksiyoner bir tavra yönelmekten korur:
“Mücâhede makâmında can incitip,
Muhabbetin meydanında baş oynatıp,
Garîblikte zehir-zakkum çok çiğneyip,
Bu dünyaya dîdâr için geldim, dostlar.”[454]
Yesevî
hikmetlerinde nefs ile savaş anlamındaki mücâhedenin, tasavvufî kavramlardan
riyâzet ile ilişkilendirildiği görülmektedir. Bu kavramın doğrudan kişinin
kendi nefsi ile mücâdelesini ifade ettiğini gösterir. Bir diğer hikmette
kavramın muhabbet ile birlikte kullanılması da Yesevî’nin insanlarla ilişkisinin
geliştirildiği zemine işaret eder. Ahmed Yesevî, insanlara nefs mücâhedesini
tavsiye ederken kendi seyr ü sülûkundan örnekler verir. Bu yöntem pedagoji
metodolojisinin çağdaş bir kavramı olan ben dili kullanımının çok güzel
bir örneğidir.
Edeb, güzel
ahlâk, terbiye, utanma, insanlara sözleri ve fiilleri ile iyi davranmak, yanlış
davranışların her çeşidinden sakınmayı bilmek anlamında, toplumda örf, âdet ve
kural halinde benimsenmiş iyi davranış ve tutumları ya da bu davranışları
kazandıran bilgiyi ifade eder. Kavram olarak edeb esas, kural, hüküm, şart,
ahlâk, hürmet, nezaket anlamlarını içerir. Edeb kavramı, bu yalın anlamları
yanında İslâm medeniyetinin gelişim sürecinde âdâb formunu kazanarak
tasavvuf! eğitim-öğretim ve faaliyetler, meslek ve sanatların etik kuralları,
gündelik işlerde dikkat edilecek hususlar, hayatın tamamını kapsayan bilgilenme
ve muamele tarzlarını ifade eden geniş bir çerçevede kullanım alanı bulmuştur.[455] Tasavvufta sâlikin orta bir
yol tutarak taşkınlık ve sıkıntıya düşmemesi, yani ifrat ve tefrit arasındaki
sınırı koruması anlamına da gelir.[456]
Edeb, Hakk’ın
emirlerine riâyet, dinin zâhirdeki kurallarına uymak, kulluk görevlerini
eksiksiz yapmakla birlikte yaptıklarını görmemek, kendine mal edip kendini
beğenmemektir. Kısacası edeb, bütün iyi huyların toplamı; edebli insan,
kendisinde her türden hayır ve meziyetleri meczetmiş kimsedir.[457] Kur’ân’da edeb ya da bu
kökten türetilmiş herhangi bir kelime geçmez. Ancak sûfiler tarafından, işarî
tarzda “Sidre’yi kaplayan kaplıyordu. (Peygamberin) gözü şaşmadı ve sınırı
aşmadı. Oradan ne kaydı ve ne de onu aştı.”[458]
âyetlerinde edebe telmihte bulunulduğu kaydedilmiştir.[459]
Tasavvufun
özü, bütünüyle edebtir. Seyr ü sülûk ile hedeflenen de sûfinin zâhirde ve
bâtında edeb kazanmasıdır. Edebin zâhirî şekli ameli riyâ ve nifaktan korumak
için gerekli şeriat bilgisini kazanıp uygulamaktır. Bâtınî edeb ise şehvet,
irade zaafiyeti, nifak, doğruya bile bile itiraz gibi olumsuz huyları kontrol
etmektir. Her ikisine de önem verilmekle birlikte, tasavvufta asıl önemlisi
bâtınî edebdir[460]
İlk sûfiler,
hayatın her alanında, insanın bütün davranışlarını belirli kurallar
çerçevesinde düzenlemesini öğütlemişler ve tasavvufun kurumlaşma, tarikatlar
döneminde bu kurallar âdâb, usul, erkân şeklinde sistematize edilmiştir.
Hasan-ı Basrî (ö. 110/728), “Edebin dünyada en yararlı olanı ve âhirette
maksada en iyi ulaştıranı hangisidir?” sorusunu “Dinde fakih olmak, dünyada
zâhid olmak, Aziz ve Celîl olan Allah’ın hakkına ârif olmaktır.” diye
yanıtlamıştır.[461] Ebû Hafs-ı Kebîr (ö.
217/832), “Tasavvuf, bütün vakitlerde, bütün hâllerde ve bütün makâmlarda
edebli olmaktır.” demiştir. Edebi, sâlikin haddi aşmadan ve sıkıntıya düşmeden
uzuvlarını, kalbini ve düşüncesini şeriata aykırı hususlardan muhafaza etmesi
şeklinde tanımlayan Herevî, söz konusu kavramı üç açıdan değerlendirmiştir.
Edebin birinci derecesi, kulu, havfın Allah’tan umutsuzluğa, recânın İlâhî
cezadan emin olmaya sevk etmemesidir. İkinci mertebedeki edeb, havftan kabza,
recâdan basta, sürûrdan da müşâhedeye yükselmektir. Üçüncüsü ve nihâî olanı ise
edebin hakikatine vukûfiyettir[462]
Tasavvuf ehli,
dervişin terbiye sürecinde edebe riâyet konusu üzerinde ayrıntılı bir şekilde
durmuşlardır. Bir dervişin zâhiren şeriatın vaz’ettiği edebe, bâtınen de edebe
sahip olmalıdır. Zâhirî edeb olmayınca bâtınî terakki gerçekleşemeyeceğinden
sâlikin, şeriat, tarikat, mârifet ve hakikat makâmlarının kendilerine özel
edeblerine riâyet etmesi gerekir. Sûfiye gereken en önemli hassasiyet, gönül
ehlinin yanında bâtınî edebe sahip olmasıdır. Tarikat mensupları arasındaki
edebin en önemli türleri mürşidin müridlere, müridlerin mürşide göstereceği
edeb; müridlerin kendi aralarında uymaları gereken edeb; intisab, hırka
giydirme, sohbet, zikir ve âyin törenlerinin kuralları, halvet âdâbı; tekkenin
gündelik hayatındaki sofra, uyku uygulamaları; kabir ve türbe ziyaretlerinde
dikkat edilecek hususlardır. Ancak tasavvuf ehlinin tekke âdâbı kurallarına
verdikleri önem, bazen abartılmış, işin asliyetinden uzaklaşılarak şeklî
unsurların öne çıkartılması gibi bir sonuç doğurmuştur. Bu istenmeyen hâl,
tarikatları şeklî bir tutuculuğa boğmuş,
sohbet ve zikir meclislerini de anlamsız merâsimlerin gösterisine
dönüştürmüştür. Maksadını aşma eğilimi gösteren anlayış ve uygulamalara karşı
ilk ve sert eleştirileri dile getirenler melâmet ehli sûfiler olmuştur. Bunlar
tasavvufun ruhuna ve özüne sadâkati vurgulamak için şekilci tarikat
gösterilerini reddederek daha sâde bir sûfiliği savunmuşlardır. Yesevî
hikmetlerinde sâlikin seyr ü sülûkunda uyması gereken kurallar bütünü olarak
edeb, Divân-ı Hikmet in her yerinde görülmektedir. Mürid-mürşid
ilişkileri, tâlibin Hakk’a vuslat yolunda dikkat edeceği hususlar ayrıntılı
şekilde işlenmiştir. Bir hikmette tasavvuf sadece edeb olarak tarif edilmiştir:
“Muhammed’in
bilin, özü Arabdır;
Tarikatın yolu
tamâmen edebdir.”[463]
Yesevî’ye
göre, edebe riâyet etmeden tasavvuf yolunda ilerlemek asla söz konusu olamaz:
“Tarikatda
türlü âdâbı bilmeyince,
Nefsi ile
muharebe kılmayınca,
Aşk yoluna
özünü lâyık etmeyince,
Hakikatın
sırlarını bilse olmaz.”[464]
Ahmed Yesevî,
Muhammedî vâris olarak tasavvuf yolunda ilerlemenin de formülünü vermektedir:
“Kul Hoca
Ahmed altmış üç yaşta gâib oldu,
Edebi koruyup
Mustafa’ya nâib oldu,
Sultan oldu,
sıkıntı çekip tayyib oldu,
İşitip okuyup
yere girdi Kul Hoca Ahmed.”[465]
Âhir zamanda
edeb ve hayânın ortadan kalkacağını ihtar eden ve edebin ortadan kalkmasını
kıyâmet alâmeti olarak kaydeder:
“Ulu küçük
yarânlardan edeb gitti
Kız, kadın ve
gençlerden hayâ gitti
Hayâ
imandandır[466], deyip Rasûl dedi
Hayâsız kavim
acâibler oldu dostlar.”[467]
Dervişin
mürşidine karşı edebi korumasının önemine de hikmetlerde işaret edilmiştir:
“Pîr hizmeti,
ey tâlibler, kolay değil,
Tâlibleri pîr
önünde sinek misâli.
Edebi koruyup,
pîr önünde taam yemez,
İşitip,
okuyup, hizmet eyleyin, dostlarım ey.”[468]
Ahmed Yesevî
bir tarikat mürşidi olarak mürid eğitiminde edebi gözetmenin önemini
vurgulamıştır. Edebi korumanın nebevî bir yaklaşımla insanlar arasındaki saygı
ve sevgi bağlarını güçlendireceği hikmetlerde dile getirilmektedir. Sâlikin seyr
ü sülûkunda başarı kazanmasının yolu mürşidiyle ilişkilerinde edebi
gözetmesinden geçer. Sûfinin hedefi olan Hakk cemâline vuslat için de edebe
riâyet gerekir.
Kelime olarak hulûs/halâs kökünden türetilerek temiz ve katışıksız olmak,
ibâdette samimi olmak, gönülden bağlılık, gösterişi bırakmak, arınmak,
temizleyip arındırmak, saflaşmak, saflaştırmak anlamlarında kullanılmıştır.[469] Istılahta ibâdetleri başka
kaygılardan arındırarak sadece Allah için yapmak, amelleri yalnız Allah’a özgü
kılarak işlemek, amel sırasında kalbi başka düşüncelerden arındırıp temizliğini
bozacak düşüncelerden uzak tutmak, ibadetlerde sadece Hakk Teâlâ’nın
kurbiyetini hedeflemek, bütün davranışlarda sadece Allah’ın rızâsını gözetmek
anlamlarını içerir. Sûfilere göre ibâdetin ruhu ihlâstır ve ihlâssız amelin bir
faydası yoktur.[470] İhlâsın zıddı, riyâdır.[471]
İhlâs tevhid
inancının özü olduğundan, Kur’ân’ın 112. sûresine dinin temel ilkesi olan
tevhidi, Allah’ın birliğini en güzel ve özlü biçimde dile getirdiği için İhlâs
adı verilmiştir.[472] Kur’ân’daki “Hâlbuki onlar,
dini sadece Allah’a tahsis ederek, Allah’ı birleyerek, ancak Allah’a ibâdet
etmekle, namazı kılmakla ve zekâtı vermekle emrolunmuşlardır. İşte dosdoğru din
budur.”[473] âyeti de ihlâsa işaret eder.
Kur’ân’da
bildirildiğine göre şeytan ihlâslı kişilere zarar veremeyeceğini kabul
etmiştir.[474] İhlâs, peygamberlerin
niteliğidir.[475] İhlâs, sâlih amelin ilk ve en
önemli şartıdır. “De ki ben sırf sizin gibi bir beşerim ancak bana şöyle
vahyolunuyor: İlâhınız ancak bir tek İlâhdır, onun için her kim Rabbi’nin
likâsını arzu ederse sâlih bir amel işlesin ve ibâdetine hiçbir şirk
karıştırmasın”[476] âyeti ile de ibâdetlerde
ihlâsın gözetilmesi emredilmiştir.
Cürcânî’ye
göre ihlâs kalbi saflığını bozan kirlerden arındırmaktır.[477]
Allah bir kulunun ihlâsını makbul kılmak istediği zaman kendi ihlâsını fark
etmesine mâni olur. Bu kul muhlis değil Kur’ân’daki tabiriyle muhlastır[478] İhlâsla yapılan hâlis amel,
amelin değerini yok eden ucb ve riyâdan arınmış fiillerdir.[479]
Kuşeyrî Risalesinde kaydedildiğine göre Sehl-i Tüsterî ihlâsı, insanlara
en zor gelen amel diye tanımlarken Cüneyd-i Bağdâdî: “İhlâs kuluyla Allah
arasındaki bir sırdır. Melek onu bilmez ki sevap yazsın, şeytan bilemez ki
ifsad etsin, hevâ ve heves bilemez ki saptırsın.”[480]
demiştir.
İhlâs, Ahmed
Yesevî’nin dinî anlayışındaki samimiyeti yansıtan kavramların en önemlisidir.
Tasavvuf yoluna giren tâlibin, seyr ü sülûk ile yolun sonunda ulaşacağı
Allah’ın cemâline vuslat için ihlâs gereklidir. Bunun için tâlib ihlâs ve tam
bir samimiyet ile kendi varlığını unutup âdeta candan geçmelidir.[481] Yesevî hikmetlerinde ihlâs,
övülen bir özellik, manevî tekâmülün olmazsa olmaz şartıdır:
“Kırk birimde ihlâs eyledim, yol bulayım deyip,
Erenlerden gördüğüm her sırrı, örteyim deyip,
Pîr-i kâmil izini alıp, öpeyim deyip,
Zâtı ulu Rabbim, sığınıp geldim sana.”[482] [483]
Yesevî, kendi
ruhânî yolculuğunda da ihlâsın önemini vurgular:
“Başımı verip belimi bağlayıp kılsam ihlâs
„485
Nefs, şeytan çengelinden kurtulsam.
Hikmetlerde tasavvuf yoluna girmek isteyen tâlibin ihlâs sahibi
olması gerektiği anlatılır:
“Vursa-çekiştirse pîr eteğini sağlam tut,
Ey tâlib hizmet içre kanlar yut.
Can ver dese ihlâs ile candan geç,
İşitip, okuyup, hizmet eyleyin, dostlarım ey.”[484]
Yesevî’nin
ihlâssız kişileri kınayan sözleri dikkat çekicidir:
“Sözü söyle söz değerine yetenlere,
İhlâs ile söze kulak verenlere,
Sözü çiğneyip tadına yetenlere,
İhlâssızlar söz değerine yettiği yok.”[485]
Divân-ı
Hikmette en çok vurgulanan kavramlardan olan ihlâs, karşıtı olan riyâ
kavramı ile birlikte sûfinin kazanması gereken bir haslet olarak gösterilir.
Tasavvuf yolcusu ibâdetlerin riyâdan arındırılarak ihlâs ile yerine
getirilmesine çok özen göstermelidir. Mürşidine önünde ihlâs ile hizmet ve
uyarıcı sözlerine ihlâs ile kulak vermek gerekir. Yesevîlik öğretisinde, ihlâs
ile riyâdan uzak durmak kemâl yolculuğunun olmazsa olmaz şartıdır.
Kelime anlamı üzüntü
demek olan hüzün, tasavvuf ıstılahında ayrılığa düşen kalbin bulunduğu kabz
(tutukluk) hali olarak sûfilerin hayat ve sülûklarındaki bir hâl, istenmeyen
bir durumun başa gelmesinin insanda yol açtığı maddî veya manevî kayıplardan
duyulan üzüntü için kullanılan bir kavramdır. Hüznün karşıtı, sürûrdur.[486] Kâşânî’ye göre,
hüzün sûfinin kaçırdığı kemâl hallerinden kaynaklanır.[487]
Kur’ân’da bu
kavram, hüzün şeklinde iki, aynı anlamla hazen kelimesi üç yerde, bu
kök ile ilgili fiiller şeklinde de otuz yedi âyette kullanılmıştır. Bu
âyetlerin çoğunda mü’minlerin âhirette hüzün duymayacakları bildirilmektedir.[488] Hz. Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) ve mü’minlerin, muhatap oldukları haksız söz ve kendilerine
uygulanan davranışlardan ya da mâruz kaldıkları sıkıntılardan dolayı
üzülmemeleri önerilmiştir.[489] Hz. Yûsuf (a.s.)’ın uğradığı
sınavlar nedeniyle babası Ya’kûb (a.s.)’ın düştüğü ızdırab ve üzüntü de hüzün
kavramıyla tarif edilmiştir.[490] Kur’ân’da Adn Cenneti
ehlinden söz edilerek: “Onlar orada şöyle derler: Hamd olsun Allah’a, bizden o
üzüntüyü giderdi. Gerçekten Rabbimiz çok bağışlayıcı ve şükrün karşılığını
vericidir.”[491] buyurulmuştur. Hüznün kalbi
incelterek, kulun senelerce ibâdetle alamadığı yolu, kısa sürede aldıracağı
belirtilmiştir. Tasavvuf ehline göre hüzün, kulun sevaplarının artmasına
vesiledir. Kulun dünyada hüznü ne kadar artarsa, âhirette de kavuşacağı nimet
de o kadar artar.[492] Ashâbdan bazı
mü’minlerin maddî engeller nedeniyle Tebük Seferi’ne katılamamaktan dolayı
hissettikleri hüzünden övgüyle bahseden âyete[493]
dayanılarak hüzün, faziletli bir hâl olarak gösterilmiştir.
Sûfilerin
çoğu, âhiretle ilgili hüznü güzel ve değerli; dünyaya ilişkin hüznü ise kötü
görmüşlerdir.[494] İlk sûfilerden Hasan-ı
Basrî’ye dayandırılan zühd yaklaşımı da hüzün ve havf kavramlarıyla
özdeşleştirilir. Hasan-ı Basrî’nin bu tasavvufî anlayışı, Horasan’dan Mısır’a,
bütün İslâm dünyasına yayılmıştır. Çağdaşı olan Râbia Adeviyye’ye dayandırılan
diğer bir tasavvufî yaklaşım ise, hüzün ve korkuya değil muhabbet, üns, umut ve
iyimserliğe önem verir.[495] Kuşeyrî, mürşidinin: “Hüzün
sahibi, hüzünlü olmayanların senelerce katedemedikleri Allah’a giden yolu bir
ayda kateder.” dediğini nakleder.[496]
Herevî, hüznü
“elden kaçan şeylere karşı kalpte meydana gelen üzüntü” şeklinde tanımlarken,
daha çok namaz ve oruç gibi amelleri vaktinde yerine getirememekten kaynaklanan
hüznü kastetmiştir. Dünyevî durumları önemsemediğinden hüzün kavramını Allah’a
yaklaşamayan, ünsiyet kesb edemeyen sûfinin hissettiği üzüntü bağlamında ele
almıştır. Herevî’ye göre bu hüznün ilk basamağı, hizmette kusur etmekten,
cefâya düşmekten ve vakti zayi etmekten dolayı meydana gelen avâmın hüznüdür.[497] Yesevî hikmetlerinde “az
gülüp çok ağla”maya işaret eden âyete[498]
göndermede bulunulan hikmet ile sûfinin kalbinin hali hüzün olarak
gösterilir:
“Haber verir,
fel-yedhakü kalîlen[499] diye
Yine der, veleyebkü kesîran[500]
diye
Bu ayetini anlamına göre amel eyle diye
Bu dünyada hiç gülmeden yürüdüm ben işte.”[501]
Bir hikmette Hakk’ın gönlü kırıklara yakın olacağına işaret
edilir:
“Mahzun cana yakındır Hakk dergâhı,
Pişmanlıkta yeter mi ki birer âhı,
Hangi gönül olsa Hakk nazârgâhı,
Hakk nazârı içe dolup taştı olmalı.”[502]
Yesevî’ye göre sûfi gönlü mahzun, gözü yaşlı olmalı ve zâhirde
neşeli görünse bile bâtınında bir hüznü barındırmalıdır:
“Öyle erlerin sohbetini bulan kişi,
Mest ve hayrân olup yürür yaz ve kışı,
Seherlerde dört döğünmek derviş işi,
Zâhiren sevinçli, bâtınlarını mahzun eyler.” [503]
Gönüldeki hüznün giderilmesi için mürşidlerin ölümsüz söz
hazinesinden sözlerle tedavisi mümkündür:
“Mahzun oldu bu gönüller, ey dostlar,
Dinleseniz niyâzını size açarız biz.
Vefası yok yalancıdır işbu dünya,
Gönül gezip bâki sözü açarız biz.”[504]
Sûfinin hüznünün giderilmesi Hakk’tan gelecek kulluğa kabul
fermânı ile mümkün olacaktır:
“Otuz iki yaşda ulaştı Hakk’tan fermân,
Kulluğa kabul eyledim, olma mahzun,
Can verirken vereyim sana, iman nûru,
Garîb canım mutlu olup güldü dostlar.”[505]
Yesevî
hikmetlerinde sûfinin genel ruh hâlinin hüzün olduğuna işaret edilmektedir.
Sûfi zahirde sevinçli görünse bile bâtınında mahzundur. Hüznün giderilmesi
ancak Hakk’ın rızâsına ermekle mümkün olacaktır. Yesevî, kendisine can verirken
imân ile göçeceğinin müjdesinin verilmesi nedeniyle sevinip güldüğünü ifade
etmektedir.
İstikâmet,
sözlükte doğru, düzgün, dengeli ve kararlı olmak, düzeltmek, bir şeyi
doğrultmak gibi anlamlara gelen kavm kökünden gelir.[506]
Her türlü aşırılıktan sakınarak doğruluk üzere bulunmak, bir şeyin tam hakkını
vererek yapmak anlamındadır.[507]
Kur’ân’daki:
“İşte bundan dolayı emrolunduğun gibi doğru ol! Beraberindeki tevbe edenler de
(doğru olsunlar). Aşırı gitmeyin! Muhakkak ki O, bütün yaptıklarınızı görüp
durmaktadır.”[508] âyetinde yer alan istikâmet,
haddi aşmanın zıddıdır. Bu âyete işaret eden Hz. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi
ve sellem)’in: “Hûd sûresi beni ihtiyarlattı” buyurduğu rivâyet edilmiştir.[509] Kur’ân’da “O kimseler ki,
Rabbimiz Allah’dır, dediler ve istikâmet üzere oldular. Onların üzerine bir
korku yoktur, mahzun olacak olanlar da onlar değillerdir.”[510]
[511] buyurulmuştur. Bazı âyetlerde
geçen kayyim (kayyime) kelimesi de 513
istikâmet
anlamında anlaşılır; el-Dmu l-kayyim, herhangi bir yanlışlık içermeyen
dosdoğru inanç, kütübün kayyime,[512]
doğruyu yanlıştan ayıran eksiksiz kitaplar anlamındadır. Kur’ân’da istikâmetten
türetilen fiillere dokuz âyette rastlanır. Yirmi altı âyette ise aynı kökten
türetilmiş müstakîm kelimesi geçmektedir. İki âyette “Rabbimiz
Allah’tır” deyip istikâmet sahibi olanlar övgüyle anılır.[513]
İstikamet kararlı bir imanla dengeli bir hayat sürdürmedir. İstikâmet üzere
olanlara Allah’ın rahmetinin devamlılığı “Onlar gerçekten o yol üzere dosdoğru
gitselerdi, elbette kendilerine bol bir su verirdik.”[514]
âyetiyle bildirilmiş, ancak öğüdü dinlemeyip doğru yoldan saptıkları için bu
hiç gerçekleşmemiştir.[515] Bir dizi âyette ise
mü’minlerin dinî ve ahlâkî görevleri sayılır ve Allah’a giden doğru yol olarak
tanımlanır. Yanlış yollara sapmadan istikâmet üzere yürünmesi âyette şöyle
belirtilmektedir: “İşte benim doğru yolum budur; ona uyun. Sizi O’nun yolundan
ayıracak başka yollara uymayın. (Azâbından) korunmanız için Allah size böyle
tavsiye etmiştir.”[516]
İstikâmet,
tasavvufta genellikle kerâmet ile birlikte kullanılan ve kuldan beklenenin
kerâmet değil istikâmet olduğunu belirten bir kavramdır. Ebû Ali Cüzcânî (ö.
III./IX. yüzyıl) der ki: “İstikâmet sahibi ol, kerâmet sahibi olmaya çalışma.
Kerâmeti isteyen nefsin, istikâmeti isteyen ise Rabbindir” İbn Atâ Ruzbârî (ö.
369/979) de: “İstikâmet kalbi Allah’a tahsis etmekle olur.” demiştir. Kuşeyrî’ye
göre istikâmet, kerâmetin idamesini gerektirir.[517]
Ârifin diğer insanlardan en ayırd edici vasfı istikâmettir. Ebû Ali Dekkâk ise
“İstikâmetin üç derecesi vardır. Birincisi, nefsi terbiye etmek anlamında
takvim; ikincisi kalbleri tehzîb etmek, temizlemek anlamında ikâmet; üçüncüsü:
sırları Hakk’a yaklaştırmak olarak istikâmettir.” demiştir.[518]
Allah ile
ilişkisinde istikâmeti koruyan kişi, nefsini Allah’a adar; insanlarla barış
içinde olan bir insan ise insanların her talebini meşru olmaları kaydı ile
karşılamaya çalışmalıdır. Gazzâlî, dosdoğru ilerlemenin zor olduğunu,[519] bu nedenle Kurân’da sırât-ı
müstakîme dikkatin kurtuluş için yeterli görüldüğünü[520]
belirtir. Yesevî, dervişlerine eğri yoldan dönüp doğru yola yönelmeyi,
istikâmet sahibi doğru bir kul olmayı öğütler. Yesevî hikmetlerinde, insanların
ancak doğruluk ile Hakk’a vâsıl olabileceği vurgulanmıştır:
“Rahîm Mevlâm
rahmi ile yâd eylese,
Ne yüz ile
Hazret’ine varayım işte.
Tövbe ederek
eğri yoldan doğruya dönüp,
Ne yüz ile
Hazret’ine varayım işte.”[521]
Yesevî hikmetlerinde
istikâmet kavramı ile ilgili olan doğruluk kavramının kullanımı oldukça
yaygındır. Özellikle sûfinin tasavvufun doğru yolunda yürünmesi ve yanlış
yollara sapılmamasına ilişkin uyarılar dikkat çekicidir.
Sözlükte
engellemek, hapsetmek, direnç göstermek, başa gelen sıkıntılara dayanmak
anlamlarına gelir. Tasavvufî kavram olarak üzüntü, sıkıntı ve belâlara
sızlanmayı terk etmek, olumsuzluklar karşısında metanet göstermek anlamındadır.[522] [523]
Kur’ân’da sabır kelimesi beş âyette yer alırken; bu kavramdan türetilmiş
kelimeler ise yüz üç yerde geçer. Bu âyetlerde sabrın önemi vurgulanarak, sabır
gösterenler övülür ve sabırlı kullara verilecek ödüller anlatılır. Kur’ân’da
Allah’ın kullarını korku, açlık, yoksulluk, ölüm, kıtlık gibi musibetlerle sınayacağı
belirtilmiştir. Bu musibetleri sabırla karşılayıp Allah’ın takdirine teslimiyet
gösterenlerin Rablerinin lutfuna ve merhametine 525
erecekleri
müjdelenmiştir.
Sabretmek,
âyetlere göre sahiplerini ebedî mutluluğa kavuşturacak bir erdemdir.[524] Kur’ân’da Allah’ın
sabredenlerle birlikte olduğu,[525] onları sevdiği,[526] sabır ve takvâlarıyla güzel
davranışlarda bulunanların amellerinin asla boşa gitmeyeceği[527] vurgulanıp kat kat
mükâfat alacakları,[528] sadece Allah rızâsı için
sabredenleri meleklerin teyid edeceği[529]
ifade edilir. Kur’ân’da sıkıntılı hâllerde sabırla davrananlar övülmüş ve
sabredenlere güzel bir ödül verileceği,[530]
iki kere ödüllendirilecekleri,[531] sınırsız bir karşılık
görecekleri[532] haber verilmiştir. Sabrı konu
alan bazı âyetler şöyledir: “Sabredenleri, amellerinin en güzeline verdiğimiz
ecir ile mükâfatlandıracağız.”[533] “Sabret, senin
sabrın sadece Allah iledir.”[534] “Rabbinin hükmüne sabret,
şüphesiz ki sen bizim gözetimimiz altındasın.”[535]
“Sabrın güzel şekli ile sabret.”[536]
Sabır, tebliğ
çalışmaları sırasında nebîlerin sergilemesi gereken bir davranıştır.[537] Nebînin sabretmesi ancak
Allah’ın ihsanı sayesinde olur: “Eğer (bir suçtan dolayı) ceza verecek
olursanız size yapılan azâb ve cezanın misli ile ceza verin. Ama sabrederseniz,
elbette o, sabredenler için daha hayırlıdır. (Ey Peygamber!) Sabret! Sabrın da
ancak Allah’ın yardımı iledir.”[538] Kur’ân’a göre, düşmanlığı
dostluğa dönüştürebilenler, ancak sabırlı olmaları ile bunu başarabilirler:
“Hem iyilik de bir değildir, kötülük de. Kötülüğü en güzel bir şekilde sav. O zaman
seninle kendi arasında bir düşmanlık olan kişinin, sanki samimi bir dost gibi
olduğunu görürsün. Bu olgunluğa ancak sabredenler kavuşturulur.”[539] Kur’ân’daki sabırla ilgili en
bilinen kıssanın kahramanı olan Eyyûb (a.s.) başına gelen musibetin etkisi ile
aklının başından gideceğini düşünerek ağlamıştı.[540]
Hz. Lokmân (a.s.) ise oğluna sabrı da öğütler: “Yavrucuğum! Namazı kıl, iyiliği
emret, kötülükten sakındır. Başına gelenlere sabret.”[541]
Allah,
düşmanlarının kötü muamelesine sabreden Müslümanları ödüllendirerek ebedî
kurtuluşa ulaştıracağını bildirmiştir.[542]
Kendilerine kötülük yapanlara sabırla karşılık verenlere düşmanlarının hile ve
tuzakları asla zarar vermeyecektir.[543]
Özellikle savaş ortamında düşman önünde sabır gösterip azimle davranan
Müslümanlar, meleklerle desteklenecektir.[544]
Kur’ân insanların başına gelen belâların birer sınav olduğunu, sabredenlerin
sınavı kazanacağını bildirir.[545] Bu nedenle Müslümanlar
Allah’tan sabır dilemeli[546] ve sabırlı davranmak yanında
diğer insanlara da sabrı tavsiye etmelidirler.[547]
Allah’tan gelen sıkıntılar, insanın engellemeye güç yetiremediği dert, belâ ve
hastalıklar, bir yakınını kaybetmesi, malın yitirilmesi şeklinde gelmişse kulun
olgunlaşma vesilesi olarak yorumlanmalıdır. Yeryüzünde insanın sınavı, ya
insanın hoşuna giden durumlarla ya da insana rahatsızlık veren durumlarda
ortaya çıkar ve her iki durum da sabır göstermek gerekir. Allah mal ve
çocukların birer sınav vesilesi olduğunu[548]
buyurarak, insanın hoşuna giden şeylerde de sabır göstermesi gerektiğini
öğütlemiştir. Hoşa gitmeyen şeylerle denendiğimizi ve sabır göstermemiz
gerektiği şu âyet ile belirtilmiştir: “Çaresiz biz sizi biraz korku, biraz
açlık, biraz da mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltme ile imtihan
edeceğiz. Müjdele o sabredenleri!”[549]
Sabır, önce
kulun irâdî fiillerinde, ikinci olarak da kulun iradesini aşan belâ ve musibet
anında gösterilmekle ortaya çıkar: Kulun iradesi içerisinde olan fiiller, ya
emirleri yerine getirmekte gösterilen sabır, ya da nehy edilen şeylerden uzak
durmakta sergilenen sabır şeklinde cereyan eder. Kuşeyrî bunlara üçüncü olarak
kulun iradesi dışındaki konularda gösterdiği sabrı da ekler.[550] [551]
Riyâzetle terbiye edilmeyen nefs, ibâdetlere devamdan hoşlanmadığından kul,
emredilmiş olan amelleri yerine getirmekte sabır göstermelidir. Alışılan
günâhlardan sakınmak da nefse ağır geldiğinden günâhlara yaklaşmama (ittikâ)
hususunda da sabır gerekir. İsyanı ve günâhları terk ederek 553 ibâdetlere devam ancak
sabırla gerçekleşir.
Yasaklanan
konularda sakınmak için sabretmek farz, mekruhlar karşısında direnmek için
sabretmek nâfile ibâdetlerdendir. Mal, can ve ırzı hedef alan saldırılara
sabretmek ise haramdır. Âbidlerin sabrı, yakınmayı terk, âşıkların sabrı Hakk’a
ulaşmak için sabrı terk etmektir.[552]
Kelâbâzî’ye göre Allah, intikam alıp cezalandırmaya muktedirken, hak edenlerin
cezasını ertelemekte, en büyük hatâ olan kendisine şirk koşma fiilinin cezasını
bile isimlerinden birinin Sabûr olması nedeniyle hemen vermemektedir.[553] Sûfi literatüründe sabır ile
diğer faziletler arasındaki ilişki üzerinde de durulur. Sabırla aralarında
anlam yakınlığı bulunan hilm ise niteliğinin sabırdan daha fazla bir tahammül
anlamını içerir. Gazzâlî’ye göre sabır ve şükür îmanın iki yönüdür ve bu iki
niteliğe kavuşamayan kişinin îmanı noksandır.[554]
Herevî’ye göre sabrın ilk mertebesinde günâhlara karşı sabreden sûfinin, kalbi
günâhlarla meşgul iken, ikinci mertebede sadece ibâdetle meşguldür; sabrın son
mertebesi ise Hakk Teâlâ’nın sabredenlere vaad etmiş olduğu mükâfatlara
kavuşmak umuduyla belâ ve musibetlere karşı sabretmesidir.[555] Yesevî hikmetlerinde sabrın bütün dereceleri
ve sabredilmesi gereken bütün halleri dile getiren satırlar vardır. Ahmed
Yesevî, hikmetlerinde kendi manevî tekâmülünde sabrın önemini vurgular:
“Hâlık’ımdan haber erişti, şükreden oldum;
Her kim çekiştirdi, belki tepdi, sabreden oldum;
Bu âlemde hiç uyumayıp hâzır oldum;
Hâyu heves, ben-bencillik gitti dostlar.”[556]
Yesevî’ye göre
tasavvuf yolcularına yolun sonundaki nimeti düşünerek cefâlara sabretmek
yakışır:
“Hâs aşkını göster bana, şükreder olayım,
Erre koysa, Zekeriyya gibi zikreder olayım,
Eyyûb gibi belâsına sabreder olayım,
Her ne eylesen, âşık eyle ey Allah’ım.”[557]
Hikmetlerine
göre Yesevî, rızâ makamlarına sabır ile ermiştir:
“Yaşım yedi, ömrüm gitti, göğe uçtum,
Bağrım taştı, aklım şaştı, yere düştüm,
Nefs ve şeytan güruhu ile çok vuruştum,
Sabr ile rızâ makâmlarını aştım dostlar.”[558]
Bir diğer
hikmette geçen ifadeyle cefaya sabretmek sûfiliğin şartlarındandır:
“Sûfilik şartıdır geceleri kalkıp kan ağlamak,
Her cefaya sabrederek belini sağlam bağlamak,
Allah isteklisi olup her iyi sözü söylemek,
Sûfi-nakş oldun velî, asla müslüman olmadın.”[559]
Yesevî’ye göre
sûfinin sahip olması gereken bir ahlâkî haslet de sabırdır. Sûfinin tasavvuf
yolunda yürürken belâlara sabretmesi kadar, ibâdetlere devam etmekte de sabır
göstermesi de gerekir. Ahmed Yesevî sabır konusundaki âyetlerden Hz. Eyyûb
(a.s.) ile ilgili olanları hikmetlerinde vurgulamıştır. Melâmet tavrını
benimseyen Yesevî
mürşidleri
halkın kınamasına karşı sabır göstermek konusunda da temâyüz etmişlerdir. Bu
sabır sûfinin nefs terbiyesi için bulunulmaz bir imkân sağlayacaktır.
Herhangi bir
tehlikeden korunmak, sakınmak, korkmak, çekinmek, saygı göstermek, boyun eğmek
anlamındaki takvâ, kavram olarak Allah’a itaat ederek azâbından sakınma karşılığında
kullanılır.[560] Tasavvufî ıstılahta kulun
kendisini Allah’tan uzaklaştıran her şeyden uzak tutması, nefsinin hazlarını
terk etmesi, emir ve yasaklara uyması, yasak ve günâhlardan kaçınması konusunda
gösterdiği titizliği ifade eder.
Takvâ kişinin
Allah’a itaat ederek İlâhî cezadan sakınmak, “kulu Allah’tan uzaklaştıracak
şeylerden uzaklaşmak; Allah’ın emirlerinin ifası için özen göstermek”tir.[561] “Allah’tan korkun” anlamı
verilen takvâ kelimesi Kur’ân’da çok sıklıkla rastlanılan kavramlardandır.[562] Kur’ân’da “Muhakkak ki Allah
yanında en değerli ve en üstününüz O’ndan en çok korkanınızdır”[563], “Allah’tan kulları içinde
sadece âlimler korkar”[564] buyurulmuştur. Takvânın
fazileti Kur’ân’da vurgulanmıştır: “Allah takvâ ehlini sever.”[565]; “Allah takvâ ehlinin dostudur.”[566], “Allah takvâ sahibi
olanlarla beraberdir.”[567] Kur’ân’daki “Ey Rabbimiz! Biz
inandık, iman getirdik, artık bizim suçlarımızı bağışla ve bizi ateş azâbından
koru!”[568] duâsında ya da “Ey inananlar!
Kendinizi ve ailenizi bir ateşten koruyun”[569]
âyetinde geçen koru ve koruyun ifadeleri sakının, anlamındadır. Kur’ân-ı
Kerîm’de muttakîlerin cehennem azâbından korunacağı
kendisini
cehennem azâbından korumasını[570] [571]
ister.
Kur’ân’da
takvâ üç anlamda kullanılmıştır: 1) “Yalnız Benden korkun!”[572]
ifadesindeki gibi haşyet ve heybet; 2) “Ey inananlar! Allahtan nasıl
korkmak gerekiyorsa öyle korkun. Ancak müslüman olarak can verin.”[573] örneğinde itâat ve ibâdet
anlamında; 3) “Her kim, Allah’a ve peygamberine itaat eder, Allah’tan korkar ve
azâbından sakınırsa, işte muradlarına erecek olanlar onlardır”[574] âyetinde olduğu gibi
günâhlardan korunma anlamında kullanılmıştır. Nebîler ümmetlerine, “Allah’tan
sakının ve bana itaat edin”[575] şeklinde tebliğde
bulunmuşlardır. Âyetlere göre “peygambere itaat eden Allah’a da itaat etmiş”[576] sayılır ve takvâ burada
Allah’ın Rasûlü’ne itaat anlamını da içerir. Hz. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi
ve sellem)’e saygı gösterenler Allah tarafından kalpleri takvâ yönünden sınanan
insanlar[577] şeklinde nitelendirilmiştir.
Allah’ın
hükümlerine saygı göstermek kalplerdeki takvânın göstergesidir.[578] Nefse ve kalbe
takvâyı Allah ilhâm eder.[579] Bütün peygamberler
ümmetlerine takvâ tavsiye etmiştir.[580]
Takvâ sahibi olanlar için bir hidayet kitabı[581]
olan Kur’ân’da, “Ey iman edenler! Sizden önce kendilerine kitap verilmiş
olanlardan ve kâfirlerden, dininizi alay ve eğlence konusu yapanları dost
edinmeyin. Eğer (gerçekten) iman ediyorsanız, Allah’tan gereğince korkun.”[582] buyurularak takvâ ile iman
arasındaki ilişkiye işaret edilmiştir.[583]
Kur’ân’da takvâ sahiplerinin güzel âkıbeti müjdelenir.[584]
Takvâ ehline vaad edilen iyilikler, sabreden kullar için dünya hayatında da bir
müjdedir[585] ve hem dünyada hem de
âhirette kurtuluşa ermenin yolu da takvâ sahibi olmaktan geçer.[586] Kulun bu dünyadan
ebedi hayatına taşıyabileceği en kalıcı azık takvâdır.[587]
Cennet de takvâ sahipleri içindir.[588]
Takvâ
sahibi insanlara takî ve müttakî, takvâca daha ileride olanlara etkâ
denilir[589] ve bu durum takvâda bazı
derecelerin bulunduğuna işaret eder. Mü’minlerin tarihten ders almaları takvâ
ile mümkündür.[590] Takvâ, günâh ve kötü işlerin
terk edilerek sevap ve iyiliklere yönelmeyi ifade eder. Takvâ ile af,[591] akrabalık bağı adalet ,
dürüstlük , sözde doğruluk , şükür , merhamet , iyilik kavramları arasındaki
ilişkilere dikkat çekilmiştir. Allah katında en değerli mü’minin takvâca en
ilerideki olduğu vurgulanmıştır.[592]
Takvâ libası[593] kalpteki takvânın bedene
yansıyan halidir ve mü’mini korur. Takvânın en ideali, Allah’a lâyık bir takvâ
üzere olmaktır, ancak mü’minin gücü böylesi bir takvâyı gerçekleştirmeye
yetmeyeceğinden “gücünüzün yettiği kadar Allah’tan korkun!”[594]
buyurulmuştur. Takvâ sahibi olmaya gayret eden mü’min, takvâ sahibi olduğu
iddiasında bulunmaz.[595]
Kuşerî’ye göre
takvânın özeti, Allah’a itaatle azâbından sakınmaktır.[596]
Sûfiler takvâya başka boyutlar da eklemiştir. Takvâ, nefsinde Allah’tan başka
bir şey görmemendir.[597] Sûfiler keşf ve kerâmete
ulaşmanın ancak takvâyı esas almakla gerçekleşeceği görüşündedir. Hakk Teâlâ
nefse hem günâhı hem de takvâyı ilhâm etmiştir.[598]
Takvânın verâın ileri bir aşaması olduğunu söyleyen Gazzâlî, kavramı avâmın da
anlayacağı şekilde “şüpheli şeylerden uzaklaşıp şüphesizlere yaklaşma” şeklinde
özetler.[599] Yesevî hikmetlerinde takvâ,
zâhid ve mürşidlerin taşıması gereken bir özellik olarak gösterilmiştir:
“Zâhidlere zühd, amel ve takvâ gerek,
Riyâzetli âşıklara fetva gerek,
tarikat eri olana dâvâ gerek, Seherlerde kalkıp tâat eyleyesim
gelir.”[600]
Yesevî, takvâ sahibi olmadan tasavvuf yolunda kemâle ermenin
zorluğunu da ifade eder:
“Hakk rahmeti ulu deryâ kabul eyle,
Tâlip isen Hakk’a doğru meyilli ol,
Zühd-takvâ daimâ eyleyip nail ol,
Hakk cemâlini göstermese perişân olunur.”[601]
Zâhidliğin bir şartını da namaz gibi ibâdetlerde takvâ üzere
olmak şeklinde tanımlar:
“Zâhid kullar takvâ eyleyip namaz kılar,
Nasib eylese orada varıp hûriler kucaklar, Âşık kullar Mansûr
gibi candan geçer, Kurban olur dârağacı üstünde canân için.”[602]
Yesevî, âhir
zamanın sahte mürşidlerini, hayatlarında zühd ve takvâya yer vermemekle kınar:
“Âhir zaman şeyhi düzeltir dış görünüşünü,
Zühd ve takvâ kılmayıp bozar iç âlemini,
Kerâmet der gaflet uykusunda gördüklerini, Riyâ ile halka
kendini satar dostlar.”[603]
Kur’ân’da çok
zengin bir kullanım alanı sergilenen takvâ kavramı Yesevî hikmetlerinde de
vurgulanmıştır. Hikmetlerde takvâ kavramının kullanıldığı bağlamların âyetler
ile uyumluluğu Yesevî’nin ilim alanındaki yetkinliğinin ve sahip olduğu Kur’ân
bilgisinin göstergesidir. Takvânın hikmetlerde zühd kavramı ile birllikte
kullanılması Yeseviyye yolundaki mürşidlerin şeriat konusundaki duyarlılığının
kaynağını oluşturur.
Kelime
anlamıyla kibir, büyüklenme demektir ve tasavvufta tevazuun karşıtı bir anlamla
insanın kendisini diğer insanlardan üstün görüp aşağılaması anlamında en çok
kınanan nefs hastalıklarındandır. Tasavvufî kavramlardan ucb (kendini beğenme)
da kibre yakın anlamlara sahiptir. Türkçe’de kendini beğenme, böbürlenme
karşılığına sahip olan gurur kelimesi de kibir ile benzer anlamda
kullanılmaktadır.[604] Aynı köke dayanan tekebbür
ve istikbâr terimleri de yakın anlamlar taşımakla beraber, kibir büyüklük
duygusu, tekebbür ise kibir duygusunun eyleme dönüşmesi olarak yorumlanmıştır.
Kur’ân’da bir
âyette sözlük anlamında kullanılmıştır.[605]
Aynı anlamda sekiz yerde tekebbür,[606]
kırk dokuz yerde de istikbâr kavramları görülür. Bir âyette Allah’ın
isimlerinden Mütekebbir661, bir âyette de Allah’ın sıfatı
olarak kibriyâ şeklinde geçmektedir.[607]
[608] “Yeryüzünde haksız yere
büyüklük taslayanları, âyetlerimizi anlamaktan uzak tutacağım. Onlar ki, bütün
âyetlerimizi görseler de onlara iman etmezler. Doğru yolu görseler de o yolu
tutup gitmezler.”[609] âyeti ile kibir taslayanlar,
kibirliler yerilir. Kibirli bir kimse, kendisini bütün insanlardan üstün görür,
kimseyi beğenmez, acımasızca eleştirir. İblîs’in büyüklenme duygusuna kapılarak
Hz. Âdem (a.s.)’a secde etmemesinin ve bu yüzden cennetten çıkarılmasının
nedeninin kibir olduğu kabul edilir.[610]
Âdem (a.s.)’a secde etmesini emreden buyruğa şeytanın karşı çıkışı şöyle ifade
edilmiştir: “Meleklere: Âdem’e secde edin, dedik, hemen secde ettiler. Yalnız
İblîs dayattı, kibrine yediremedi, inkârcılardan oldu.”[611]
Hz. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) de “Kalbinde hardal tanesi kadar
kibir bulunan kimse cennete girmez”[612]
buyurmuşlardır.
Başkalarını
beğenmeme, her şeyi/herkesi eleştirme, temelde nefsin kibir hastalığından
kaynaklanır. Allah, kendisinden korkan muttakîleri, takvâ sahibi gençleri,
yoksul olduğu halde cömert davrananları, tersine zengin olduğu halde tevazu
sergileyenleri sever.[613]
Kuşeyrî’ye
göre kibir, merhamet olunmayan bir felâkettir. Kibirde izzet arayan asla
bulamaz. Hased edilmeyen bir nimet olan tevâzuda ise izzet ve şeref
vardır. Kuşeyrî Risalesi’ nde birçok sûfiden kibir ve karşıtı olan
tevâzu ile ilgili sözler nakledilmiştir: İbn Mübârek, “Zenginlere karşı kibirli
görünmek, fukaraya karşı alçak gönüllü olmak tevâzuun gereğidir” demiştir.
Bâyezid’e: “Kişi ne zaman mütevâzı olur?” diye sorulunca: “Makâm ve hâl sahibi
olmadığına inanıp halk içinde kendinden daha kötü bir kimse olmadığı fikrine
sahip olursa...” diye cevap vermiştir. Yahya b. Muâz: “Kimde bulunursa bulunsun
tevâzu güzeldir ama zenginlerdeki tevâzu çok daha güzeldir. Kimde bulunursa
bulunsun kibir çirkindir ama fakirlerdeki kibir çok daha çirkindir. Sana malı
ile kibirlenene karşı kibirli olman tevâzudur.” demiştir.[614]
Yesevî,
sûfinin nefsin hırslarına kapılıp kibirlenmemesini, kendisinin kibri ayakları
altına aldığını örnek göstererek öğütler:
“On üçümde
nefsâni arzuları ele aldım
Nefs başına
yüz bin belâ sarıp saldım;
Kibirlenmeyi
ayakaltına basıp aldım;
On dördümde toprak gibi oldum işte.”[615]
Yesevî
düşüncesinde kibir şeytanî bir vasıf olarak kınanır:
“Büyüklenme şeytana neler eyledi,
Kibirliliğin lânet gerdanlığını ona koydu,
Melekler görüp orada secde eyledi,
Secde eyleyip emin oldu dostlarım ey.”[616]
Bir hikmette
kibirlenme, Yesevî tarafından eleştirilen ve mürşid tarafından müridlerinden
giderilmesi gereken kötü huylar arasında gösterilir:
“Bazı şeyhler
müridini götüremez,
Sözlerini
halka söyler, kendi yapmaz,
Kibirlenme,
ben-benlik asla bırakmaz,
Öyle şeyhin yüzünü görmeyin, dostlar.”[617]
Yesevî
hikmetlerinde nefsin bir hastalığı şeklinde kınanan kibir, sûfinin mutlaka
denetime alması gereken bir huydur. Yesevî öğretisinde, büyüklenme şeytanî bir
vasıf olarak tanımlanarak bu istenmeyen durumun izalesi için başvurulacak
yöntemlere de işaret edilmiştir. Tasavvuf yolunda irşad iddiası ile ortaya
çıkanların nefsin bu hastalığına karşı dikkatli olmaları ve nefslerini denetim
altına almaları gerekir. Bu başarılamazsa böylesi bir mürşidin müridlerine
yararlı olabilmesi mümkün değildir. Kibirlenme nedeniyle müridlerinin
yararlanamayacağı bu kişilerin bir özelliği de halka söylediği sözlerin
gereğini yerine getirmekteki ihmalleridir.
Sözlükte
şaşmak, hayret etmek, yadırgamak anlamındadır. Tasavvuf ıstılahında ucb,
kendini beğenmeyi, böbürlenmeyi ifade eder ve kişinin hak etmediği bir
mertebenin kendisinde var olduğunu vehmetmesi, kendini beğenmesidir.[618] [619]
Kibir ve ucb kavramları literatürde birlikte işlenmiştir. Aralarındaki fark
olarak, kibir kişinin kendisini üstün, başkalarını hakîr görmesi iken, ucbun
ise kişinin başkasını küçük görmeden kendisini ve yaptıklarını beğenerek
böbürlenmesi olması gösterilir. Ucb kavramı Kur’ân’da ahlâkla ilgili anlamıyla
bir âyette geçer. Bu âyette Huneyn gazvesinde sayıca çokluklarıyla övünmeleri
Müslümanlara hatırlatılıp bu davranış yanlışlığının mü’minlere zarar verdiği
vurgulanarak: “Allah size birçok yerde yardım etti. Özellikle Huneyn günü ki, o
gün kendi çokluğunuz size güven vermişti de o gün size onun bir faydası
olmamıştı. Yeryüzü bütün genişliğine rağmen başınıza dar
,,628 gelmişti. Sonra da
bozguna uğrayarak gerisin geri dönüp kaçmaya başlamıştınız.
Sûfilere göre,
hatâları görmeyi engellediği için, yanlış davranışların doğru sanılmasına yol
açan bir nefs hastalığıdır. Allah, lutfu ile ucb yolunu dostları için
kapattığından onların güzel davranışlarını hakikat gözüyle göremeyen halk
onlardan râzı olmaz.[620] Ucb kavramını ele alan
Muhâsibî, kibrin ucbden doğduğunu ve bir kimsenin kendini beğenmesinin ucb,
insanları aşağılamasının ise tekebbür olduğunu kaydeder.[621]
Kuşeyrî’ye göre sâdık kişide kendini beğenmişlik yâni ucb bulunmaz.[622] Gazzâlî ise ucbu, câhilliğin
doğurduğu bir hastalık görür ve tedavisinin bilgi ile mümkün olacağını
kaydeder. Kendinde üstünlük gören kişi, öğündüğü niteliği kendisine verenin
Allah olduğunun farkına varmalı, nefsine hayran olmaktansa Allah’ın nimetlerine
minnettarlık duymalıdır ki ucbdan kurtulabilsin.631 [623]
Yesevî, sûfinin ibâdetlerinin ucb ve riyâ ile zayi edilmesi tehlikesine dikkat
çeker. Gösteriş için, ucb ile yapılan ibâdetlerin Hakk Teâlâ nezdinde geçersiz
hâle geleceğini vurgular:
“Ey sûfi ibâdet eylersin hepsi ucb ve riyâ,
Can ve gönül dünyaya mağrur dillerinde âh-vâh,
Can verirken olacağın iman nûrundan ayrı,
Sûfi-nakş oldun velî, asla müslüman olmadın.”[624]
Yesevî
hikmetlerinde kibir ile birlikte riyâ ile de ilişkili bir kavram olarak
kullanılan ucb, nefsin terbiye edilmesi gereken bir özelliği olarak sunulur.
Ahmed Yesevî’ye göre yaptığı ibâdet veya bir başka amelden dolayı böbürlenenin
iman ile vefat etmesi şüphelidir. Ucb duygusundan kurtulabilmek tevâzu ile mümkün
olabilir.
Sözlükte alçak
gönüllülük, boyun eğmek, derecesini düşük bulmak anlamındaki vaz’
kökünden türetilen tevâzu, nefsi tanıyıp alçaltmadır. Tevâzu, sözde, işte,
hayatın her sahnesinde görülmelidir. Kulun kemâlinin işaretidir. Gerçekte
tevâzu, kulun Hakk’ın tasarrufuna boyun eğmesidir.[625]
“Gaybleri bilen Allah için, kalplerin tezellülü” ve “halkın yükünü yüklenmek”
şeklinde tevâzu tanımlamaları da vardır.[626]
Türkçe’deki alçak gönüllülük sözü bu kavramı çok iyi ifade etmektedir.
“O
çok merhametli Allah’ın (has) kulları onlardır ki, yeryüzünde tevazu ile
yürürler ve cahil kimseler kendilerine laf attığı zaman (incitmeksizin) selâm
derler (geçerler).”[627] âyeti tevâzuu, mü’minlere
yakışan bir nitelik olarak övmüştür. Mü’minlerin vasfı yumuşak huylu ve mütevâzı
olmaktır. Tevâzu, kulun kendisini Allah’ın kudreti karşısında önemsiz
görmesidir. Kibrin karşıtı olarak kişinin başkalarını aşağılayıcı
davranışlardan uzak durmasını gerektirir.
Nefsini üstün
görerek hem sözleri hem de hâliyle kibir sergileyen birisi için zoraki
sergilediği tevâzu bile bir büyüklenme vesilesidir. Kâmil sûfiler her şeyde
Hakk’ı gördüklerinden kendilerindeki tevâzuu dahi Allah’tan bilirler.[628] Cüneyd-i Bağdâdî tevâzuu
halkın üzerine şefkat kanatlarını germek ve halka yumuşak davranmak şeklinde
tanımlamıştır.[629] Bâyezîd-i Bistâmî’ye, “Kişi
ne zaman tevâzu sahibi olur?” diye sorulduğunda: “Makâm ve hâl sahibi
olmadığını bilir ve halk içinde kendinden daha işe yaramaz bir kişi bulunmadığı
kanaatine varınca...” diye cevaplamıştır.[630]
Tevazu, bir kişinin
benzerleri ve kendisinden mevkice aşağı düzeydekilere karşı sergilediği alçak
gönüllülüktür. “Tevâzu, Hakk’a itaat etmek, ona boyun eğmek, kim söylerse
söylesin hakkı kabul etmektir.”[631] Ancak, zâlim ve zenginlere
tevazu göstermek insanın inancına zarar verir. Herevî, tevâzuun en azını
“kişinin doğru söz karşısında boyun eğmesi” olarak tanımlar.[632] Gazzâlî’ye göre de ilim,
ancak ilim sahiplerinin huzûrunda mütevâzı olmak ve anlattıklarını edeble
dinlemek durumunda elde edilir.[633] Yesevî’ye göre tevâzu nebevî
ahlâkın bir niteliğidir:
“Akşam ve seher çok ağlar, ümmet için gönlü kederli, Âlem
halkına yâdigâr, mütevâzı olan Muhammed” [634]
Mütevâzı olmak
dervişi Hakk’a yaklaştırır:
“Hizmet kılan tâlibleri Hakk’a yakın,
Kimi görse mütevâzı, sözü hazin.
İnşaallah, öyle tâlib Hakk’a yakın,
İşitip, okuyup, hizmet eyleyin, dostlarım ey.”[635]
Yesevî
hikmetlerinde nefsin hastalıkları olan kavramlar zıddı olan kavramlarla izah
edilmektedir. Tevâzu da kibir ve ucbun giderilmesinin vasıtası olarak sûfinin
edinmesi gereken bir hâldir.
Kelime olarak yakınlık
anlamındaki kurb tasavvuf terminolojisinde Hakk’a yakınlığı ifade eder.[636] Allah ile yapılan ezelî ahde
uymayı hatırlatan, kalb yoluyla sevilene duyulan yakınlığı da içeren özel bir
kavramdır. Kurb, karşıtı bu ’d (uzak) ile birlikte kullanılır. Yakınlık
ve uzaklık; zaman, mekân, mesafe ve mensubiyet bakımından değerlendirilebilir.
Kur’ân’da müşriklerin Mescid-i Harâm’a yaklaştırılmaması emredilirken mekân,[637] [638]
[639] insanların hesap verecekleri
günün yaklaşmakta olduğundan söz edilirken zaman64,1 yönünden
yakınlık değerlendirilmiş, miras hukuku ile ilgili âyetlerde geçen yakınlar
ifadesiyle soy yakınlığ64 kast edilmiştir. Âyetlerdeki kurb
ve bu ’d kelimeleri genellikle manevî yakınlık veya manevî uzaklık için
kullanılmıştır. “And olsun insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine
fısıldadıklarını biliriz. Ve biz ona şah damarından daha yakınız”,[640] “Nerede olsanız O sizinle
beraberdir”,[641] “Kullarım, sana benden
sordularsa, gerçekten ben çok yakınımdır”,[642]
“Üç kişinin gizli konuştuğu yerde dördüncüsü mutlaka O’dur. Beş kişinin gizli
konuştuğu yerde altıncısı mutlaka O’dur. Bunlardan az veya çok olsunlar ve
nerede bulunurlarsa bulunsunlar mutlak O, onlarla beraberdir.”[643] âyetleri mekândan münezzeh
şekilde Allah’ın kullarına yakınlığına işaret eder. Kurb kavramının karşıtı
olan bu’d terimi de benzer şekilde anlaşılmalıdır.[644]
İblîs’in İlâhî huzûrdan kovulması, İlâhî rahmetten yoksun bırakılması anlamına
gelir.[645]
Allah’a yakın
olmak, sevgi ve rızâsına tahsil etmek bütün ibâdetlerin hedefidir. İnsan en çok
ibâdet etmekte iken Hakk’a yakındır.[646]
Manevî dereceleri en ileride olanlar mukarrebûn denilen Hakk’ın yakın
dostlarıdır.[647] Âhirette en iyi nimetler
onlar için hazırlanmıştır.[648] Allah’a en yakın meleklere de
mukarrebûn denilmiştir.[649] Hakk Teâlâ ilmi ve kudreti
ile bütün kullarına, lutfu ve yardımıyla mü’minlere, üns hâlinde ise evliyâsına
yakındır. Allah’a yakınlığın en hafif hâli Hakk’ı murâkabe ve hukukuna riâyetle
ortaya çıkar. Kulun Hakk’a kurbiyet kazanması ve böylece yakınlık kazanması,
müşahede ve mükâşefe iledir.[650] Allah’tan gayrısı ile
yakınlaşma sonucunda Allah’tan uzak kalınır. Kulun Allah’a yakınlığı, iman edip
kalben tasdikle başlar. Hakk Teâlâ’nın kuluna yakınlığı ise dünyada ilim ve
irfan lutfetmesi, âhirette ise Zâtî müşâhedeyi ihsan etmesiyle olur.[651]
Kurbun ortaya
çıkması iki yolla gerçekleşir: 1) Nafilelere devamın getirdiği kurb: Beşerî
sıfatların sona ermesiyle Allah’ın sıfatlarının zuhurudur. Buna, kulun Allah’ın
sıfatlarında fenâ bulması denebilir. 2) Farzlara dikkatle uyulmakla kazanılan
kurb: Farzların sabır ve metanetle ifası sonrasında ortaya çıkan kurbiyettir.[652]
İlk sûfiler
kurb halinin hangi yollarla kazanılabileceğini detaylı ele almışlardır.
Cürcânî’ye göre kurbun ıstılahtaki anlamı kulun, kendisine güzel görünen
işlerle Allah’a yaklaşmasıdır.[653] Zât ile yakınlığa gelince,
Allah, bu türden bir yakınlıktan münezzehtir.[654]
Kuşeyrî’nin kaydettiğine göre, “Kurbu görmek kurba engeldir; kulun Allah’ın
kurbu ile ünsiyet etmesi, kendisini aziz bilmenin (ve netice itibariyle
Allah’tan uzak kalmanın) alâmetlerindendir.”[655]
Divân-ı Hikmet teki Yesevî hikmetlerinin ilkinde Hakk’a kurbiyet için
ibâdetlere devam ve kalbden samimiyet tavsiye edilir; Hz. Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) örneğindeki gibi cefâ çekmeden Hakk’a yakınlık iddiası ancak
bir aldatmacadır:
“Medine’ye Rasûl varıp garîb oldu,
Garîblikte sıkıntı çekip habîb oldu,
Cefa çekip Yaradan’a karîb oldu, Garîb olup menzillerden
geçtim işte.”[656]
Yesevî’ye göre
ancak nefsden geçen kul, tamahkâr olmayanlar Hakk yakınlığına liyâkat kazanır:
“Değme câhil o ağacın yeri değil,
Nefsim diyen o meyvadan asla yemez.
Tamahkârlar nefsi için neler demez, Nefsden geçen yakın olur,
yakınlığında.”[657]
Hikmetlerde
Allah’a yakın olmayı ifade eden kurb kavramı çekilen sıkıntı ve cefaların ödülü
olarak ulaşılan bir makâmdır. Yesevî Hakk’la kurbiyetin, ancak nefs
mücâdelesini kazanmakla gerçekleşebileceğini ifade eder.
Sözlükte tad
anlamına gelen bu kavram, ıstılahta manevî haz ve lezzeti ifade eder.[658] Bir nesneyi tatma, bir kişiyi
deneme, birisinin başına iyi ya da kötü bir hal gelmesi, ceza veya ödülü tatma
karşılığında da kullanılır. Tasavvufta keşif ve ilhâm yoluyla kalbin hakikata
ermesi, manevî bir deneyim yaşaması anlamındadır. Kur’ân’da çoğunlukla kâfir ve
günâhkârların âhiret azâbını tatmaları bağlamında olmak üzere altmıştan
fazla âyette zevk kavramından söz edilir.667 [659]
Vehbî zevke dayalı durumlar, zevk bilgilerinin akıl değil, kalb odaklı oluşması
nedeniyle içmek, kanmak şeklinde genel anlamıyla gündelik dilde ifade
edilemeyen bazı bilgilere ve sırlara işaret edilerek anlaşılabilir. Zevk
entelektüel bir çabaya bağlı olmadan, ilâhî bir lutuf olarak keşif ve ilhâm
yoluyla gerçekleşen hakikat bilgisidir. Zevk mertebesine ermek, arınma, tezkiye
yoluna girmek, kalbi mâsivâdan arındırmak, her cins dünya ilgisinden kurtulup kalbi
tamamen Allah’a yöneltmek ile gerçekleştirilir. Zevk, tecellînin niteliğine
göre çeşitlilik arzeder. Tecellî görünüşte olursa, ortaya çıkan hayâlî zevk,
nefste olurken ruhânî zevk kalbi etkiler. Nefsin zevkine etki edecek unsurlar
oruç, zikir, Kur’ân tilâveti gibi ibâdetlerdedir. Aklın zevkine hükmedecek en
önemli etken güzel ahlâk sahibi olmaktır. Bu yöneliş sâliki, ilahî sıfatlarla
ahlâklanmaya teşvik eder.[660]
Sûfiler, bu
kavram ile tecellî ürünleri, keşf neticeleri ve zikrin varidâtı ile gelen
hâllerden oluşarak aniden gönüllerine doğan ve sûfiye âdeta manevî bir
sarhoşluk veren durumu anlatırlar. Sûfinin bu manevî zevki yaşarken bütün
nefsânî hazlardan fâni olduğu önemle belirtilmelidir. Tasavvufun ilk
devirlerinde zevk terimi yaygınlaşmamıştı. Kuşeyrî’nin kaydettiğine göre,
“Yakınlık (kurbiyet) ve kavuşma (vuslat) kadehleri gayb âleminden sunulur ve
ancak eşyaya kul olmaktan kurtulmuş ruhlara ve âzâd edilmiş sırlara (kalplere)
takdim edilir.”[661] İlk sûfilerden Bayezid-i
Bistamî bu türden bilgiyi kastederek, “Siz bilgiyi ölüden, alırken, biz, onu,
ölmeyen diriden aldık” demiştir. Cüneyd-i Bağdâdî’ye, manevî mertebesine nasıl
ulaştığı sorulduğunda, “otuz yıl süre ile Hakk’ın huzûrunda durarak...”
yanıtını vermiştir.[662]
Cürcânî’ye
göre mârifetullah hususundaki zevk, Allah’ın tecellî yolu ile sevgili
kullarının kalbine yerleştirdiği ve hakkı bâtıldan ayırmayı sağlayan bir tür
sezgi gücüdür.[663] Hakk Teâlâ tecellileri ile bu
irfânî nûrun zevkini, evliyâsının kalblerine bırakır.[664]
Kâşânî’ye göre sûfilerin işaret ettikleri zevk, bütün ilgi ve engellerden kalbi
arınmış kişilerin ulaşabildiği bilgilerdir. Tecellî nûrları ardarda geldiğinde,
ortaya çıkan Hakk’ı Hakk ile müşahede etmenin ilk derecesinde ortaya çıkan
zevk, sırrın Allah’tan gayri her şeyden sıyrılma derecesine göre farklı zuhur
eder. Sûfi, İlâhî gerçekleri tadarak öğrenir.[665]
İslâm düşünce
tarihinde kendisinden önce zevk, keşif, ilhâm gibi kavramlardan söz edilmişse
de, Gazzâli duyular ve akıl yoluyla ulaşılan bilgilerin kesinliğini tartışarak
eleştiren, sınırlarını ve alanlarını belirleyen, zevk kavramını dinî deneyim
anlamında kullanıp sistematik şekilde inceleyen ilk düşünürlerdendir. [666] Gazzâli, müridin tasavvuf
yolculuğunda kalbinde cereyan eden manevî hallerden söz etmiş; sûfinin manevî
arınma sonucunda keşif ve ilhâm yolu ile kalbinde beliren zevkin
tanımlanmasında âciz kalınan bilgilerden olduğunu dile getirmiştir.[667] Yesevî hikmetlerinde can ve
imanın gıdası diye tanımlanan zevkini hissetmenin eşsizliği vurgulanır:
“Can ve iman
gıdasıdır Sen’in zevkin
Canım verip
satın alayım Sen’in aşkını
Mahşer günü
şefaatçi olsun Sen’in şevkin
Elimi tutup
yola koy Ente’l-Hâdi”[668]
Bu kavram
hikmetlerde aşk ve muhabbet gibi duygularla birlikte oluşan hâllerde
kullanılır:
“Muhabbetten
haber alan canı bilmez,
Başı gitse,
yâri olmadıkça canı bilmez;
Aşk kelâmı,
zevk yemeği, ekmeği bilmez;
Hû-Hû diye
zikrini söyleyip yürür imiş.”[669]
Kalbde
hissedilen bir hâl olan zevk, tasavvufta seyr ü sülûk yapan sûfinin ulaştığı
manevî makâmlardan hoşnudluğun oluşturduğu bir durumu ifade eder. Yesevî
hikmetlerinde bu kavramın aşk ve muhabbet gibi kalbî birlikte ele alınmış
olması da bununla ilgilidir. Bu zevk ruhun gıdasıdır.
Kelime
anlamıyla sevinci ifade eden sürûr, kulun zâhir ve bâtınını kuşatan mutluluk ve
rahatlık halidir.[670] Bâtının sürûr bulması, zâhiri
de etkiler. “Yüzler vardır o gün ışılar.”[671]
âyeti bu durumu ifade eder. Bir âyette ise şöyle buyurulur: “De ki, Allah’ın
ihsanıyla ve rahmetiyle, yalnızca bunlarla sevinç duysunlar. Bu, onların
biriktirip durduklarından daha hayırlıdır.”[672]
Sürûr, hüznün karşıtı olan zevk sevinci, ilim perdesinin açılmasıyla oluşan
şühûd sevinci ve müşahede kapılarını açan icâbet sevinci şeklinde üç türlüdür.[673]
Herevî,
sürûru, içinde hiçbir şekilde hüzün barındırmayan, bu yönüyle ferâhtan daha iyi
bir sevinç hâli olarak tanımlar. Kurân’da ferâh, hüzünden bütünüyle arınmış
olamayacak dünya hayatıyla ilgili sevinçleri ifade etmek için kullanılırken;
sürûr, âhiretteki mutluluğu belirtmek için kullanılmıştır.[674]
Yesevî’ye göre mü’minin sevincinin ancak cennet ve Didâr-ı Hakk’a, Cemâlullah’a
vuslat ile kemâle erecektir. Geçici dünyevî sevinçlerin hükmü ancak ve ancak
ceza gününe kadardır:
“Yürüdün dâim
şâd ve sevinçli, sürûr ile,
Mağrur oldun
kibir ve heves, gurur ile,
Yedin
şüphe-harâmları mekrûh ile,
Cehennem içre
cezasını çekmez misin?”[675]
Yesevi
hikmetlerinde sürûr kavramı nadir rastlanılan kavram olarak sevinç hali ile
ilişkilendirilmiştir. Hüzün kavramına çok daha fazla önem veren Ahmed
Yesevî’nin sürûrdan bu kadar az söz etmesi insanların bu duygu hâline kapılarak
gaflete düşeceğini düşünmesi ile ilgili olabilir.
Günâhlardan
pişmanlıkla Hakk’a yönelmeyi ifade eden tevbe, hatâdan dönüp vazgeçmektir.[676] Tevbe, kavram şeklinde
kullanıldığında mü’minin İslâm’ın özüne aykırı davranışlardan, kötü huylardan
uzaklaşması, samimiyetle iyi huylara dönmesidir ve tasavvufî makamların
ilkidir.[677] Kur’ân’da “Rabbinizin
mağfiretini isteyin, sonra ona tevbe edin ki sizi, belli bir süreye kadar güzel
güzel yaşatsın. Ve her fazilet sahibine layık olduğu ihsanı versin. Eğer yüz
çevirirseniz, ben sizin için büyük bir günün azâbından korkarım.”[678] gibi mü’minlere nasuh
tevbesini[679] ve önce istiğfar edip
ardından tevbe etmesini tavsiye eden âyetler vardır. İstiğfar dil ile
Allah’tan mağfiret dilemeyi, tevbe ise kalbe ait bir hâli ifade eder.[680] “Ey mü’minler! Hep birden
Allah’a tevbe ediniz ki, kurtuluşa eresiniz.”[681]
âyeti ile tevbe mü’minlerin kurtuluş çaresi olarak gösterilir. Hakk Teâlâ’nın
tecellîsi karşısında kendinden geçen Hz. Mûsâ (a.s.)’ın kendine gelince, “Sen
Sübhansın”, “tevbe ettim, sana döndüm ve ben inananların ilkiyim.”[682] demesi doğru olandan daha
doğru olana dönüştür. Kur’ân’da zikredilen ve esmâ-i hüsnâ arasında kabul
edilen Tevvâb (tevbeleri kabul eden), Afüvv (affedici), Gaffar
(Çok bağışlayan) ve Gafur (Bağışlayan) gibi ilâhî isimler ile nakledilen
önceki peygamberlerin tevbe ile ilgili kıssaları, tevbenin önemini vurgulamaya
yöneliktir. Hz. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) de bir rivâyette her
gün yetmiş -bir diğerinde yüz- defa istiğfar ettiğini belirtmektedir.[683]
Tevbe sadece
günâhları bırakmayı değil, geçmişteki hatâyı telâfi ederek kalbdeki izini yok
etmeyi de gerektirir. Tevbenin samimiyetle gerçekleşmesi için kul, günâhlarını
Rabb’i ile arasına giren bir perde olarak görmelidir. Bu farkındalığı kazanan
Müslüman, Rabb’in rızâsını kaybetmek tehlikesinden üzüntü ve yaptıklarından
pişmanlık duyar. Tasavvufta tevbe için, geçmişte yapılan günâhlara pişmanlık,
bugün günâhlardan vazgeçmek arzusu ve gelecekte bir daha aynı günâhı işlememeye
azmetmek olarak üç boyutunun olması gerektiği ifade edilmiştir. Tevbe,
sûfilerin vuslata erme yolunda uğradıkları birinci durak ve makamlardan
ilkidir.[684] Tasavvufî hayata tevbe
kapısından girilir; takvâ, zühd, fakr, sabır, tevekkül ve rızâ gibi makamlarda
tevbe korunur ve sâlik son nefesini verinceye kadar tevbeye sâdık kalınmalıdır.
İlk sûfilerden
Sehl b. Abdullah Tüsterî tevbeyi “günâhı unutmamandır” diye tanımlarken,
Cüneyd-i Bağdâdî ise okları öz nefsine yönelterek, “kendi günâhını
unutmamandır” şeklinde özelleştirir. Kulun günâhlarını unutmayıp daima
tevbesine bağlı kalması avâm için söz konusu iken, günâhlarını hatırlamayı bile
Hakk ile münasebetinde perde olarak kabul eden ve sadece Hakk’ı düşünmek,
günâhı akla bile getirmemek havâssın amelidir. Herevî’ye göre tevbenin,
pişmanlık duymak, hatâdan dolayı Allah’a özür beyan etmek ve günâhtan vaz
geçmek olmak üzere üç şartı bulunmaktadır; tevbe ancak kalben pişman olmak, dil
ile af dilemek ve uzuvları günâhtan alıkoymakla gerçekleşir.[685]
Tevbe, bazı
sûfiler tarafından Kur’ân’dan alınan tabirlerle tevbe, inâbe ve evbe olarak
üç aşamalı bir süreç şeklinde tanımlanmıştır: Pişmanlığın ilk adımı tevbe,
ikinci adımı inâbe, sonu evbedir.[686]
Bu bağlamda Allah’ın azâbından korkan kulun haline tevbe, Allah’ın azâbından
korkmakla birlikte sevap uman kulu hali inâbe, sadece Allah’ın emrini gözetenin
hali evbe olarak tanımlanabilir. Tevbe mü’minlerin, inâbe velîlerin, evbe
nebilerin makamıdır.[687] Birinci aşamadaki tevbe, “Ey
iman edenler! Samimi bir tevbe ile Allah’a dönün. Umulur ki Rabbiniz sizin
kötülüklerinizi örter.”[688] âyetine umut
bağlayıp Allah’ın azâbından korkarak günâhı terk etmektir. İkinci aşama olan
inâbe, zâhirde tevbe ile düzelmeye başlayan nefs ile birlikte, sırrın da hayra
yönelmesidir. Tevbenin orta derecesindeki inâbe, kulun Hakk’ın iradesine uyarak
Hakk ile olması, fâniye bağlanmadan şevk ile Allah’a koşmasıdır. “Başınıza azâb
gelmeden önce tevbe ile Rabbinize yönelin (inâbe edin) ve O’na teslim olun.”[689] âyetine uyarak kulun Allah’ın
sevab ve mükâfatına bel bağlayıp Hakk’a yönelişidir. Tevbenin üçüncü aşaması ve
en ileri derecesi olan evbe, sadece Hakk’a yönelmekle rızâsına ermektir.
Kur’ân’da Dâvûd (a.s.), Süleyman (a.s.) ve Eyyûb (a.s.)’ın tevbedeki
durumlarını evvâb kelimesi ile anlatan[690]
âyetler, buna işaret eder. Tevbe, Ahmed Yesevî’nin tasavvufî yolculuğunda
yaşanan bir hâl olarak hikmetlerde anlatılır. Bir örnek verelim:
“Otuz yedi
yaşa girdim, uyanmadım;
İnsaf kılıp
Allah’a doğru yola koyulmadım,
Seher vakti
ağlayarak inlemedim;
Tevbe ettim, Rabbim kabul eyledi dostlar.”[691]
Ben dili
ile kendi nefsini ortaya atarak tevbe gerektiren hâllerini dile getiren Yesevî
müridlerine ve tüm insanlara diğer insanları da tevbe etmeye davet eder. Yesevî
insanların maneviyat yolculuğuna başlamadan önce tevbe etmelerini şart görmekte
ve insanları ecel gelmeden önce tevbe etme konusunda uyarmaktadır:
Bir gün senin ömrünün yaprağı sararınca,
Ecel gelmeden tevbe eyle ey câhil,
Meğer sana rahmet eyleye Azîm Yezdân,
sebepten Hakk’tan korkup kabre girdim.”[692]
İnsanların
tevbe ederek geçmiş günahlarından kurtulması, hikmetlerde önem verilen bir
kavramdır. Son nefes gelmeden önce bu kapının kapanmayacağını belirten ve
Allah’ın rahmetinden umut kesmeyi kınayan Yesevî’ye göre, Allah’ın rahmetinin
genişliği yanında kulların hatâlarının sözü bile edilemez.
Kelime anlamı
bir şeye meyli terk etmek, rağbet etmemek, ilgisiz davranmak, yüz çevirmektir.[693] Allah’tan başka her şeyi
gönülden çıkarmak, değer vermemek, varlığa sevinmemek, yokluğa üzülmemek, Allah
ile Ganî, Allah ile Aziz olmaktır. Zühdün karşıtı rağbettir. Zühd, muhtaç
olduğu bir şey verilse bile hoşlanmayan, gönlünü meşgul edeceği düşüncesiyle
mal biriktirmekten sakınan kişilerin halidir. Zühd, Allah ile birlikteliği
engelleyen her türlü mâsivâ işlerinden uzak durmak, kalbinde bile yer
vermemektir. Zühd, nefsin külfetsiz bir şekilde dünyadan uzaklaşmasıdır.[694] Kulun Hakk’ın dışındaki her
şeyi terk etmesini ifade eder. Bir terk etme fiili olan zühd, terk edilenin
niteliğine göre değer kazanır. Zühdün ilk derecesi dinin yasakladığı şeyleri
terk etmek, İkincisi şüpheli şeylerden uzak durmaktır; buna verâ denir.
Üçüncü derecesi ise yapılıp yapılmaması hakkında serbest bırakıldığı işleri de
terk etmektir.[695]
Kur’ân’da
zühd, dolaylı şekilde sadece bir yerde, Hz. Yûsuf (a.s.)’ı kuyudan çıkaranlar
hakkında değer vermeyenler anlamında zâhidîn kullanımı ile geçer.[696] Zâhid dünyanın süsüne
aldırmayan zühd sahibi kimsedir. “Onlara de ki: Dünya zevki ne de olsa azdır,
âhiret, Allah’a karşı gelmekten sakınan için daha hayırlıdır ve size kıl kadar
haksızlık edilmez.”[697] âyeti ile insanların dünya
karşısında zühd tavrında olması öğütlenir. Tasavvufun ilk dönemi kabul edilen
zühd dönemine isim veren kelimenin, hiç rastlanılmayan tasavvuf ve sûfi
kelimelerinde olduğu gibi Kur’ân’da pek de yer almaması tasavvufun İslâm’a
sonradan eklemlendiği iddiaları için delil olarak kullanılmıştır. Haksever’e
göre “bir şeyin İslâm’dan olup olmamasının asıl kriteri nass ve sahih
rivâyetlerin ifade ettiği anlama uygunluktur.”[698]
Zâhid olarak
adlandırılan ilk sûfilerden Süfyân-ı Sevrî, “Zühd aba giymek ve kuru ekmek
yemekten çok, emeli ihmaldir” demiştir. Fudayl b. İyâd ise “gerçek zühdün
Allah’ın hükmüne teslimden ibaret olduğunu, çok yemek, fazla uyku ve
gevezeliğin kalbi öldüreceğini” söyler. Cüneyd-i Bağdâdî’nin tarifiyle, “Zühd,
elde malın, kalbde mal sahibi olma arzusunun bulunmamasıdır.”[699] İbrâhim b. Edhem’e göre,
“Zühd, harâmı terk hususunda farz, şüpheli ve helallerde fazilettir.” Cürcânî
ise zühdü dünyayı sevmemek ve dünyadan yüz çevirmek, âhireti tercih etmek, elin
uzak kaldığı şeylerden kalbi de uzak tutmak diye tarif etmiştir.[700] [701]
Zühd, haz ve lezzet veren şeyleri tamamen 710 terk etmek değil, azaltmak ve gönle koymamak,
hazların esiri olmamaktır.
Gazzâlî’ye
göre zühd sevilmesi gereken şeylerden yüz çevirmektir. Bu daha sevgili bir şey
için söz konusu olabilir. Kişi, dünyanın güzelliklerinden uzak dururken
âhiretin güzelliklerine rağbet ediyorsa yine zâhid unvanını alsa da gerçek
zâhid hem dünya hem de âhiret nimetlerine göz iliştirmeyip sadece Hakk’ın
rızâsına ve Cemâline tâlib olandır.[702]
Yesevî hikmetlerinde zühd ve zühd sahibi zâhid, Müslüman için ulaşılması
gereken bir makam ve kazanılması gereken bir isimdir. Ancak kişinin zâhidliği
manevî tekâmül yolunda son durak olmayıp onun ötesinden aşk makamına ermek
gerekir. Yesevî’ye göre zühd, amel ve takvâ ile birlikte tasavvuf yolcusunun
hâlidir:
“Zâhidlere
zühd, amel ve takvâ gerek,
Riyâzetli
âşıklara fetva gerek,
tarikat er
olana dâvâ gerek,
Seherlerde
kalkıp tâat eyleyesim gelir.”[703]
Yesevî’ye göre
zühd, sûfiyi muradına erdirecek olan, erenler arasına katılmasını sağlayacak
bir özelliktir:
“Hangi âşık halka içre canın verse,
Candan geçip, şehâdetin giysisini giyse,
Zühd eyleyerek öz nefsinin gözünü oysa, Erenlerin katarında
merdân olur.”[704]
Tasavvuf
ehline eleştiriler yönelten bir hikmette “Âhir zaman şeyhleri” zühd ve takvâ
sahibi olmadıkları için kınanırlar:
“Âhir zaman
şeyhi düzeltir dış görünüşünü,
Zühd ve takvâ
kılmayıp bozar iç âlemini,
Kerâmet der gaflet uykusunda gördüklerini, Riya ile halka
kendini satar dostlar.”[705]
Yesevî
hikmetlerinde takvâ ile birlikte kullanıldığı görülen zühd kavramı, tasavvufun
teşekkül safhasındaki önemine uygun şekilde yer almıştır. Ahmed Yesevî zühd
ehlinin nefsin arzularına direnerek manevî makamlara ulaşacağını ifade eder.
Zühd ve takvâ yolunu benimsemeden insanları irşad iddiası sergileyenlerin gaflet
uykusunda gördüklerini kerâmet diye halka anlatması hikmetlerde bir uyarı
olarak yer alır.
Utanmak
anlamındaki hayâ, tasavvuf ıstılahında ise, nefsin bir şeyi insanlardan
çekinerek, kınanma korkusu ile terk etmesini, bu endişeyle toplum için geçerli
kurallara aykırı davranmamasını ifade eder.[706]
Kur’ân’da üç
âyette hayâ kavramına rastlanmaktadır. Hz. Şuayb (a.s.)’ın bir kızının Hz. Mûsâ
(a.s.) ile utanarak konuştuğu[707]; bazı Müslümanların Hz.
Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’i uygunsuz zamanlarda ziyaretleri,
O’nun hayâsı nedeniyle rahatsızlığını ifade edemeyişi, ancak “Allah’ın bunu
bildirmekten hayâ etmeyeceği”[708] şeklindedir. Bir âyette ise
müşriklerin iddialarına karşı çekinme anlamında kullanılmıştır: “Muhakkak ki
Allah bir sivrisineği, hatta daha üstününü misal getirmekten çekinmez. İman
edenler bilirler ki, o şüphesiz haktır, Rabb’larındandır. Ama küfre
saplananlar: Allah böyle bir misal ile ne demek istedi? derler.”[709] Kur’ân’da “O adam, Allah’ın
kendini gördüğünü hiç bilmiyor mu?”[710]
diye sorulurken hayânın kaynağına işaret edilir. Kur’ân’daki takvâ elbisesi
ibâresi de insanın yaratılıştan getirdiği hayâ olarak yorumlanmıştır.[711]
Sûfiye gerekli
olan şey, Allah’tan hayâ etmek ve insanlıktan çıkmamaktır. Hayâ, Rabb’lerini
her yerde müşahede edebilen ve amellerini ihsan mefhumu üzere yapan murakabe
ehlinin sıfatıdır. İhsan ise, kulunun Allah’ı görmediği halde, görüyor gibi
ibâdet etmesidir.[712] Zünnûn-ı Mısrî hayâyı
“geçmişte Hakk Teâlâ’ya karşı işlediğin günâhların verdiği sıkıntı etkisi ile
kalbde bir heybetin varlığı” olarak tanımlar.[713]
Ebû Süleyman-ı Dârânî, insanların havf, recâ, tâzim ve hayâ diye sıraladığı
dört duygu ile sâlih amel işlediklerini belirterek en üstününün hayâ ile
yapılan amel olduğunu söyler. “Hayâda düşman (iblîs) riyâya çağırır, insan ona
itaat ederse riyâyı alışkanlık haline getirir ve hayâyı bırakır” diyen ilk
mutasavvıflardan Muhâsibî ise hayânın riyâ ile karışma tehlikesi üzerinde
önemle durmuştur.[714]
Herevî’ye göre
hayânın üç derecesi vardır. Birincisi, kulun Allah tarafından görülmekte olduğu
bilincinden kaynaklanan hayâdır. Söz konusu duygu, kula Hakk’ın hükümlerine
boyun eğmeyi, mücâhedenin meşakkatine katlanmayı, günâhı çirkin görmeyi ve
belâlardan şikâyet etmemeyi öğretir. İkincisi, Allah’a yakınlık hâlindeki
tefekkürden doğan hayâdır. Bu, kalbin Hakk’ın her daim kuluyla birlikte olduğu
duygusunu ve bilincini hiçbir şüpheye yer vermeyecek şekilde yaşamasıdır.
Üçüncüsü, Hakk’ın ferdâniyetinden doğan tecellîyi müşâhede ile meydana gelen
hayâdır. Sâlik böyle bir tecellîye mazhar olunca her şeyden önce onu Hakk’ın
heybeti kaplar ve ardından bu heybet ile hayâ birleşir.[715]
Bu tesbite paralel olarak Yesevî hikmetlerinde hayâ, Hz. Osman (r.a)’ın vasfı
olarak övülür:
“Üçüncü dostu yâr olan hayâ sahibi Osman’dır.
Her nefeste yâr olan hayâ sahibi Osman’dır.”[716]
Hikmetlerde
âhir zaman ile hayâ duygusunun yitirilmesi arasında ilişki kurulmuştur. Bir
hikmette hayâ-iman ilişkisine işaretle hayâ bir perde olarak tanımlanır: “Aşk
dâvâsını güden âşık giryân olur, Bu dünyanın gurbetinden ölse olmaz.
Şuurunu kaybedip onun bağrı yanık olur,
Hayâ gidip perdesini dürse olmaz.”[717]
Ahmed Yesevî,
hayânın sûfide bulunması gereken en önemli hasletlerden birisi olduğunu
vurgular. Hikmetlerde hayâ duygusunun toplum ölçeğinde azalması bir kıyâmet
alâmeti olarak kaydedilmiştir. Yesevî’nin İslâm tarihi ve ilk müslümanlar
hakkındaki bilgi sahibi olduğu, hayâ duygusu için ideal kişilik olarak
gösterdiği Hz. Osman (r.a.) örneğini vermesinden anlaşılmaktadır.
Adâlet denge
anlamındadır ve Allah’ın boşu boşuna gayesiz, hedefsiz bir iş yapmaktan, çirkin
eylemlerden münezzeh olmasıdır.[718] Esmâü’l-Hüsnâ’daki “el-Adl”
ismi, çok adaletli anlamındadır. Adl (adalet), insanlar arasındaki zâhirî
adalet, kullarla Allah arasındaki bâtınî adalet olmak üzere iki türdür.
İnsanların yapması gereken adaletle ameldir. İnsana adalet bilgisi gereklidir.
Kul, adalet ehli olabilmek için, leh ve aleyhinde olanları bilecek kadar ilim
edinmek, edindiği bilgilerle fiil işlemek (amel) ve kullukta sabır ve sebat
göstermelidir. Adaletli davranışın göstergesi, kendi aleyhinde de olsa hakkı
göz önünde tutmaktır. “Gökleri, yeri ve aralarındaki varlıkları ancak hak ve
hikmetle yarattık.”[719] âyetindeki hak kavramı
da adalet ile eşdeğerdir. Adalet, her şeyi yerli yerine koymak, yerli yerince
yapmaktır.[720]
Ahlâkın dört
esasından birisi de adalettir. Doğruyu yanlıştan ayırt etmeyi sağlayan hikmet,
öfke duygusunun kontrolünde akla boyun eğilmesi sağlayan şecaat ve şehvet
güdüsünün akıl ve şeriat doğrultusunda terbiye edilmesi anlamında iffettir.
Adalet nefse ait bir duygu olup öfke ve şehvet kuvvetlerini idâre eder.
Hikmetin gerektirdiği yöne sevk etmesi ile bunların hepsinin üzerindedir. Bu
dört ahlâkî esasın dengeli oluşu ile güzel ahlâk bütün yönlerden ortaya
çıkar. Hikmet anlayışının dengesi olumlu düşünceyi, isâbetli görüşü, doğru
tedbiri, eşyânın inceliklerini anlamayı sağlar. Şecaatin dengeli oluşundan
heybet, tahammül, kerem, yiğitlik, cesaret, hilm, sebât ve vakar meydana gelir.
İffetin dengesi hayâ, verâ ve zerâfeti getirir.[721]
Ahmed Yesevî hikmetlerinde adâlet kavramının en fazla kullanıldığı hikmet,
adâleti ile tarihe mal olmuş, ikinci Halife Hz. Ömer (r.a.)’ı anlatan
hikmeti verelim:
“İkincisi dost olan adâletli Ömer’dir.
Mü’minlikte dost olan adâletli Ömer’dir.
Bilâl’e ezan okutan, şeriatı bildiren, Din sözünü anlatan
adâletli Ömer’dir.
Kâbe kapısını açtıran, bütün putları kırdıran, Rasûl gönlünü
dindiren adâletli Ömer’dir. Şeriatı gözeten, tarikatı doğru tutan, Hakikatı iyi
bilen adâletli Ömer’dir.
Oğlunu azarlayıp getiren, kırbaç vurup öldüren, Adâlet eyleyip
yol soran adâletli Ömer’dir.
Çıra olup sönmeyen, din yolundan dönmeyen, Haksız işi
eylemeyen adâletli Ömer’dir.
Kul Hoca Ahmed eyle yâd, beyân eyle aczini, Belki şâd eyler
ruhu, adâletli Ömer’dir.” [722]
Bu hikmette Yesevî, Hz. Ömer (r.a.)’ı adâlet timsâli olarak
övmektedir. Mutlak adâletin sağlanacağı kıyâmet günü anlatılırken kullanılan
mizan kurulması ve adalet adına hüküm verme yetkisine sahip herkesin hakkını
teslim etmesi de hikmetlerde adâletle ilgili kullanılan kavramlardandır:
“Muhabbetin şevki ile yâr iste,
Oruç, namaz Rabb’imin farzı olur.
Mahşer yerinde adâleti ile sorar olsa,
Âşıkların bir Allah’a arzı olur.” [723]
[724]
“Hoş devlettir velilikte önder
olsa, Âdil olup bir mü’mini kadı eylese, O kadı bütün halkı râzı eylese,
Râzılıktan cennet evini alır olmalı.
Yesevî’nin
sözlerinin halk üzerindeki etkisini oluşturmada somut örneklemelerle soyut
kavramları ifade etmesi önem taşır. Bunun tipik bir örneği adalet kavramını
anlatırken Hz. Ömer (r.a.) örneğinden yararlanmasıdır. Ayrıca adalet ile karar
veren kadının Cennet’e gitmeye hak kazanacağını ifade etmesi de adaletin
öneminin vurgulanması açısından dikkat çekicidir.
Fakr, ihtiyaç
duyulan şeyin yokluğu, insanın zorunlu ihtiyaçlarını karşılayamaması, kendini
Allah’a muhtaç görmesi anlamına gelir. Fakîr ismi fakr sahibi insan
anlamını taşır ve derviş anlamında da kullanılır. Tasavvuf ıstılahında kulun
kendisine mutlak bir varlık izafe etmemesi, varlık vehminden kurtulup Allah’ta
fenâ bulması”tır.[725] Fakr sahibi sûfi, her şeyi
Hakk’la ilişkilendirerek amelini, hâlini ve makâmını, kısacası her şeyini
Allah’ın bir lutfu olarak görür.[726]
“Ey insanlar!
Siz Allah’a muhtaçsınız. Allah ise zengin ve her hamde lâyıktır.”[727] ve “Allah zengindir, siz ise
fakirsiniz.”[728] âyetleri de sûfilerce bu
kapsamda değerlendirilmektedir. Fakr kelimesi Kur’ân’da bir âyette fakir/'[729]
çoğulu olan fukarâ şeklinde ise on iki âyette geçer.[730]
Fakîr ile yakın anlamda kullanılan miskin -ve çoğulu mesâkîn- ile bâis
ve mahrum gibi benzer anlamlı kelimeler de çeşitli âyetlerde geçmektedir.
Kur’ân’da: “Sadakalarınızı, kendilerini Allah yoluna adamış olan fakirlere
veriniz. Onlar yeryüzünde gezip dolaşmaya güç yetiremezler. Utangaç
olduklarından dolayı, bilmeyenler, onları zengin sanırlar. Oysa sen onları
yüzlerinden tanırsın. Yüzsüzlük yapıp kimseden bir şey de isteyemezler.”[731] buyurulmuştur.
Fakirlik,
maddî ve manevî anlamda anlaşılabilir. Tasavvufta daha önemlisi manevî fakirlik
halidir ve kişinin beşerî sıfatlardan sıyrılıp kendisini hiçbir şeye sahip
görmemesidir. Bu kişiler, hesaba gelmez derece mal-mülk sahibi olsalar da gönül
bağlamazlar. Manevî fakirlik mala sahip olmamak değil, malın kölesi olmaktır.
Tasavvufta övülen fakirlik kişinin haysiyet ve şerefine zarar vermeyen bir
fakirliktir. Allah huzûrunda fakir olan, her şey karşısında da fakr mertebesinden
hareket eder. Bu mertebeye eren sûfi için fakirlik ile zenginlik aynıdır.
Allah’a muhtaç olma hali olarak iftikar gerçekleştirilirse, Allah ile
istiğna hâli de gerçek olur. Fakra ulaşmadan istiğna tavrına vâsıl olunmaz.[732]
Fakr, kanâat,
istiğnâ ve hırs kavramlarıyla da ilgilidir. Kanâat, malın varlığını,
yokluğundan hoş gören ancak ardından koşmayan kişilerin hâlidir. Hırs, ihtiyaç
duyduğu servetin peşinden koşmayışı aczinden ötürü olan, yoksa mala rağbet ve
sevgi, ateşi, içinden eksik olmayanın halidir. İstiğna hali ise malın varlık ve
yokluğunun kişinin gözünde eşit olmasıdır. Tasavvuf ehli, fakrı “hiçbir şeye
ihtiyaç duymamak” şeklinde tanımlamışlardır. Fakir ancak ve sadece Allah’a
muhtaçtır. Gerçek fakr, yaşamaktaki maksadın nefsin rahatı değil, Allah rızâsı
olmasıdır. Bu yüzden bütün nefsanî arzuları, hırs ve tamahı atmak, şahsında
Allah düşüncesinden başka bir şey kalmamaktır. Bütün ruhunu Allah sevgisi
kaplayıp Allah’tan başka hiçbir şeye meyil ve muhabbeti kalmayan kişi fakra
ermiş sayılır. Böylesi bir fakr, mal-mülk sahibi olmaya mâni değildir.
Maddî
anlamdaki fakrın zengin olmaktan önemli olduğunu kabul eden ilk sûfiler
tarafından, insanın Allah’a muhtaç olduğunun idrakinde olunması ile manevî
zenginliğin üstün oluşu noktasında farklı görüşler ileri sürülmüştür. Cüneyd-i
Bağdâdî, “Allah’a muhtaçlık hali sağlam olmayanın Allah ile istiğna olma hali
de sağlam değildir, bu iki halden biri olmadan diğeri de tamamen gerçekleşmez”
demiştir. Ebû Bekir Şiblî de fakrı, “Kulun Allah’tan başka hiçbir şeyle müstağni
olmamasıdır” şeklinde tarif etmiştir.[733]
Gazzâlî’ye göre kalbde beliren fakr meylinin hor görülmemesi gerekir.[734] Kuşeyrî’ye göre “Hayâ ettiği
için kimseden bir şey isteyemeyen” anlamındaki fakîr, halktan değil Hakk
Teâlâ’dan utandığı için “halktan bir şey isteyemeyen yoksul” demektir.[735]
Herevî, fakrı
sahiplik iddiasında bulunmamak şeklinde tanımlayarak üç kısma ayırır.
Birincisi, dünyayı tamamen terk ederek sözünü bile etmemek anlamında zâhidlerin
fakrıdır. İkincisi, müridin küllî yokluk olan ezeldeki geçmişine dönmesi, diğer
bir ifadeyle ezelde yokluk âleminde iken Hakk’ın lutfu ve fazlı ile varlık
âlemine geldiğini bilmesidir. Üçüncüsü, sâlikin ilâhî bir zorunlulukla Hakk’ın
vahdâniyet denizinde boğulmasıdır.[736]
Yesevî hikmetlerinde fakr hali övülüp mal ve dünyalık hırsı yerilmektedir.
Hikmetlerde ‘fakîr’ ibaresi de sıklıkla kullanılmıştır. Bir hikmette
fakr “Muhammedî ahlâkın bir özelliği” olarak gösterilir:
“Evrenin övüncü Mustafa, öyle dedi merhaba,
Mi’râc gecesi deyip fakr yolunu almışlar.”[737]
Ahmed Yesevî,
Peygamberimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in “Fakirlik benim iftihar
vesilemdir”[738] sözünü de iki
hikmetinde işlemiştir:
“Muhabbetin pazarında sevdâ kılsam,
El-fakru fahrî[739], melâmetini orada tartsam,
İki âlem sevdâsını gözden salsam,
Dîdâr için
ölmeden önce ölmeyim mi?”[740]
Yesevî
hikmetlerinde Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in bir özelliği
olarak anlatılan fakr, mutlak yoksulluk anlamında değil, dünyaya değer vermeme
anlamında kullanılmıştır. Sûfi, sadece bu dünyayı değil âhireti bile hesaba
katarak davranmamalıdır. Bu yönü ile fakr ile ihlâs arasında bir ilişki
kurulabilir.
Tevekkül,
sözlükte birisinin işini üstlenmek, güvence vermek; işi birisine havale etmek,
vekil tayin etmek, vekile kalben güvenmek anlamındadır.[741]
Tasavvuf ıstılahında ise, işin gerektirdiği görevleri yerine getirdikten sonra
Allah’a dayanıp güvenmektir. Bu tevekkül, kalbinde Allah’tan gayrı fail
olmadığı duygusunu taşıyan kulun sahip olduğu sonsuz güvendir.[742] “Eğer lâyıkıyla inanıyorsanız
yalnız Allah’a dayanın.”[743] “Bize yollarımızı
göstermişken neden biz Allah’a dayanıp güvenmeyelim? Elbette bize yaptığınız
eziyetlere katlanacağız. Tevekkül edenler yalnız Allah’a tevekkül etsinler.”[744], “Kim Allah’a güvenirse O,
ona yeter.”[745] âyetleri tasavvufî anlamdaki
tevekkülü emreder. Tevekkül edene Allah’ın yeteceğinin ve Allah’ın vaadini
mutlaka yerine getireceğinin bu âyetlerle vurgulanması tevekkül düşüncesinin
yaygınlaşmasını sağlamıştır.
Kur’ân’da
tevekkül kavramı fiillerle ilgi kurularak kırk âyette, Allah’ın sıfatı
karşılığındaki Vekîl sözcüğü hâlinde yirmi dört yerde, mütevekkil
şeklinde dört âyette görülmektedir.[746]
Bazı peygamberlerin davranışlarındaki tevekkül ve inançlarındaki kararlılıkları
örnek gösterilir.[747] Hz. Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’in yapacağı işlerde ashâbına danışması, istişaresi tavsiye
edilmiş, “Bir kere de azmettin mi, artık Allah’a dayan. Muhakkak ki Allah
kendine dayanıp güvenenleri sever.”[748]
buyurulmuştur. Tevekkül konusunda hatâya düşmemek yönünden bu âyet yol
göstericidir.
Herevî
tevekkülün, birincisi bütün mü’minleri içine alan tevekkül, ikincisi mü’minlerden
özel bir grupla ilgili tevekkül, üçüncüsü çok daha özel bir gruba özgü tevekkül
olmak üzere üç derecesinden söz eder. Mü’minlerin Allah’a tevekkül etmesi
birinci, tevekkülün sadece Allah’a yönelik olması ikinci, Allah’a tevekkül
edene Allah’ın kâfi geleceği üçüncü derecedeki tevekkül ile ilgilidir. Zünnûn-ı
Mısrî’nin, “Tevekkül nefsin almak istediği tedbiri terk etmek, tedbir için
kuvvet toplamaktan vazgeçmektir.” şeklindeki tarifi tevekkülün birinci
derecesiyle ilgilidir. “Bütün işleri O yönetiyor. Âyetleri O açıklıyor ki,
Rabbinizin huzûruna çıkacağınızı iyi bilesiniz. (...) Düşünecek olan bir kavim
için bunda muhakkak ki, ibretler vardır.”[749]
“Tedbiri alan Allah’tır.” meâlindeki âyetlerde[750]
vurgulandığı üzere kulun şahsî tedbiri terk edip Allah’a tevekkülle yetinmesi
O’na mutlak anlamda güvenmesi anlamına gelir.
Müslümanın
herhâlde Allah’ın iradesine teslim olarak İlahî takdire rızâ göstermesi
tevekkülün esasıdır. Tevekkülün temelini ilim teşkil eder, sonucu ise sâlih
amellere devamdır. Tevekkül, dil ile ikrar ve kalb ile tasdik olarak bilgi,
teslimiyet şeklinde hâl ve anın gerektirdiği eylem işlenerek fiil boyutlarında
ele alınabilir. Her sûfinin tevekkülden anladığı bulunduğu manevî makam ve
hâline göredir. Tevekkülün etkisi kulun bütün davranışları ve amellerini ilim
ile süslemesinden anlaşılabilir.[751]
Tevekkül, tasavvuf ehli tarafından değişik şekillerde anlaşılmış ve bazen
de yanlış yorumlanmıştır. Sûfiler tevekkülü tedbiri aldıktan sonra sadece
tedbire güvenmeyi terk anlamında anlamışlardır. Ancak hastalığın tedavisini
tevekküle aykırı sayıp tedaviden yüz çeviren, rızk için gayret göstermeyi bile
kınayan sûfiler bile görülmüştür.
Tevekkül kulun
öncelikle Allah’a güvenmesi, O’na yönelmesi ve son aşamada kendini İlahî
takdire teslim etmesi şeklinde üç aşamalı olarak gerçekleşir: Buna dayanarak
tevekkül, Allah’ın vaadine güvenmek anlamında tevekkül, Allah’ın
hâllerini bildiğini düşünerek teslim ve hükmüne râzı olmak anlamında tefviz
diye üç mertebede kavramlaştırılarak da değerlendirilmiştir.[752] Kuşeyrî’ye göre tevekkülün
yerleştiği yer kalbdir. Zâhirde tedbir ve sebebe tevessül ile çalışmak kalbdeki
tevekküle ters düşmez. Tevekkül, Allah Teâlâ’ya itimad etmektir.[753] Tüsterî’ye göre tevekkül,
“Allah’ın huzûrunda kayıtsız şartsız teslimiyet hâlidir.”[754]
İbrâhim Havvâs için tasavvufun son aşaması tevekküle ermektir.[755] Cürcânî tevekkülü Allah
katında olana güvenmek, insanların ellerindekinden umut kesmek olarak
tanımlamıştır.[756] Mekkî’ye göre gerçek tevekkül
ehli, Allah’ın takva ve korku sahipleri olarak tanıttığı kimselerdir. Bunlar
insanlardan utanarak, bir fayda umarak ya da bazı menfaatlerinin kesileceğinden
korkarak hakkı
terk etmezler.[757] Yesevî’ye göre tevekkül,
maneviyat yolcusunun “kılıç” olarak adlandırılan önemli bir gerecidir:
“Ey dostlar,
tevekkülün kılıcını,
Bele bağlap
yola kadem koyasım gelir.
Lâ taknetu
rahmetinden ümid tutup,
Meveddetin
gülzârında esesim gelir.”[758]
Yesevî,
sûfinin her durumda Hakk’a tevekkül ederek manevî yolculuğuna devam etmesini
tavsiye eder:
“Âkil isen,
akşam-sabah dinmeden ağla,
Erenlerin
yürüdüğü yolunu sorup anla,
Tevekkülü
Hakk’a kılıp, belin bağla,
Yola giren
erenlerin gayreti var.”[759]
Kul ile Rabbi
arasındaki ilişkinin özel bir duruma işaret eden tevekkül Yesevî hikmetlerinde
sık rastlanılan kavramlardandır. Ahmed Yesevî bu kavramı kullanırken
Kur’ân’daki ilgili âyetlerin bağlamına paralel bir söylem geliştirmiştir.
Tevekkülün kaynağı olarak Allah’ın rahmetinden umut kesilmemesini emreden âyete
göndermede bulunması Yesevî’nin insanlarının gönlünü ferahlatacak söyleminin
güzel bir örneğidir.
Kelime anlamı,
bir şeyi diğerine üstün tutmak, tercih etmek, iradî olarak istemek, seçmek,
üstün saymak, başkaları için özveride bulunmak demektir. Îsâr, hem dünya
işlerinde hem de âhiretle ilgili konularda, kardeşini kendi nefsine tercih
etmektir.[760] Îsâr kavramı, tasavvufta birisinin, ihtiyacı
olsa bile başkalarını gözetmesi karşılığında kullanılır. Fayda ve zarar
açısından diğer insanların iyiliğini öncelemek anlamındaki îsâr, şefkat ve
merhametin eseridir. İsâr, dünya, âhiret ve nefsin lezzet aldığı hazların
hepsini bir kenara itip Allah’ı istemek ve murâd etmektir. Kur’ân’daki
“Kendilerinin ihtiyaçları olsa dahi, onları öz canlarına tercih ederler. Kim
nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar umduklarına erenlerdir.”[761] âyeti, kardeşini kendine
tercih etmek anlamını içerir. Îsâr kavramı Kur’ân’ın dört âyetinde[762] tercih etmek şeklinde, sözlük
anlamında kullanılmıştır.
Îsâr muhtaç
olduğun şeyi kardeşine vermendir ve Müslümanlar arasındaki dostluğu
güçlendirir.[763] Benzer kavramlardan sehâ,
sadece muhtaç olana yalnızca ihtiyacı kadarını vermektir. Cömertlik istenmeden
kendiliğinden vermeyi, kerem ise haberdâr olunan ihtiyacı gidermeyi ifade eder,
Hakikî ihsan sahibi olan mü’min, her türden haz ve arzusu söz konusu olduğunda
kardeşini kendisine tercih etmelidir. Yine isâr ile ilgili olan fütüvvet ise,
insanın nefsânî isteklerinden arınması ve istikâmet kazanması anlamını içerir
ve Herevî’ye göre üç derecesi söz konusudur.[764]
Kuşeyrî’ye göre cömertliğin en ileri mertebesindeki îsâr sahibi, zarar ve
sıkıntılara katlanmayı göze alarak ancak kendisine yetecek derecedeki maişetine
başkasını tercih eden kimsedir.[765] Cürcânî’ye göre
îsâr, kulun fayda sağlamakta ve zararı uzaklaştırmakta, başkalarını kendisine
tercih etmesi, öncelik tanımasıdır.[766]
Yesevî hikmetlerinde îsâr sahibinin mağfiret edileceği ifade edilmiştir:
“Kul Hoca
Ahmed, günâhındır dağdan büyük,
Gam yeme,
affeyleyecek Gufran Rahim,
Tekrar etsen
şimdi hâzâ fevzün-azim,
Tekrar etsen,
isâr eder gufrâneler”[767]
Yesevi
hikmetlerinde cömerdliğin en ileri hâli, isâr kavramı ile işlenmiştir. Burada
da Ahmed Yesevî dağdan ağır günah bile söz konusu olsa Allah’ın affedeceğini
belirterek insanlara umut aşılamaktadır.
Kelime olarak
cömertlik anlamındaki sehâ, eldeki imkânları meşrû ölçüler içinde, gönüllü
olarak ve karşılık beklemeden başkalarının yararına sunma eğilimidir.[768] Sehâvet ve cûd
terimleri de benzer anlamdadır. Sehâ sahibi (sahî), lâyık olana hak ettiğini
bir karşılık beklemeden verir, hak etmeyene ise vermez. Sehâvet terimi ile eş
anlamlı olan cûd ise bir şeyin yeni, iyi ve sağlam olması, ayrıca
cömertlik anlamındaki cevd ya da cevdet kökünden türetilmiştir.
Kur’ân’daki “Onlar ihtiyaçları bile olsa başkalarını kendilerine tercih
ederler.”[769] [770]
âyeti bu anlamı taşır ve sehâ ile ilgili olan isâr şeklinde kavramlaştırılmıştır.
Kur’ân’da
cömertlik, sonsuz lütuf ve kerem sahibi, bir adı da Kerîm719
olan Allah’ın sıfatları arasında sayılır.[771]
Kur’ân’da, malını Allah rızâsı için değil sadece insanlara gösteriş için
kullananların davranışları değerli değildir.[772]
Cömertliğin ancak insanlara iyilik etme anlamındaki birr ve takvâ
niyetini taşıması gerekir.[773] Cömertliğin önemli bir
özelliği, yapılan yardıma karşılık övgü, ödül ve teşekkür gibi herhangi bir
karşılık beklememek[774] ve yardım edilen kimseyi
rencide edecek tutumlardan kaçınmak gerekir.[775]
Ayrıca yardım olarak verilecek nesne, sahibi nezdinde değerli olmalıdır.[776]
Cömertliği sehâ,
cûd ve îsâr olmak üzere üç kademede değerlendiren sûfiler, kişinin
malının bir kısmını yoksula verip bir kısmını geriye bırakmasına sehâ demiştir.
Yoksula
ihtiyacı kadar vermek anlamındaki sehâ, yoksul istemeden vermeyi ifade eden cûd
ile yakın anlamdadır. Kuşeyrî’ye göre sûfiler nezdinde sehâ ile cûd arasında
nitelik yönünden fark yoktur. Cüneyd-i Bağdâdî cömerdi, “Seni vesileye muhtaç
bırakmayandır” diye tanımlar.[777] Cömertliğin en üstün
derecesindeki îsâr sahibi kişi, ilk iki durumda tarif edilen kişilerden daha
ileridedir.[778] Yesevî hikmetlerinde ise
sehâ, Muhammedî ahlâkın bir parçası diye vasıflandırılır:
“Kul Hoca
Ahmed kuluna kitâbetli Muhammed;
Yetim, fakîr,
garîbe sehâvetli Muhammed.”[779]
Bir hikmette
de cömertliğin azalmasının kıyâmet alâmeti olduğuna işaret edilmiştir:
“Dünya ehli
halkımızda cömertlik yok,
Padişahlarda
vezirlerde adâlet yok,
Dervişlerin
duâsında kabul edilme yok,
Türlü belâ halk
üstüne yağdı dostlar.” [780]
Yesevî’ye göre
fakirleri gözetmek, cömertlik sûfide bulunması gereken bir haslettir ve kulu
Cennet’e ve Cemâlullaha iletir:
“Kul Hoca
Ahmed, kulu olsan, cömert ol,
Cömert olup,
miskinlere yemek ver,
Kıyâmette
varsan, cennet içinde güller der,
Vallahi,
cömert Hakk dîdârını görür imiş.”[781]
Bir hikmette
ise Allah’ın cömerd olmasından dolayı kullarının umutsuzluğa düşmemesi
hatırlatılır:
“Bende olsan,
kulluk edip, ümmet ol,
Ondan sonra
iman-İslâm ele al,
Seher vaktinde yaşını saçıp, zâri eyle.
Allah cömert, hiç kimsenin ümidsiz kaldığı yok.”[782]
Özetle, Yesevî
hikmetlerindeki sehâ, cömertlik şeklinde anlaşılabilir. Hikmetlerde cömertliğin
en üst mertebesinin Allah’a ait olduğu ifade edilerek insanlar umutsuzluktan
sakındırılmıştır. Cömerdlerin Cemâlullah’la müşerref olacağı müjdesini veren
Ahmed Yesevî, cömertliğin zıddı olan cimrilik konusunda da mü’minleri uyarır.
Kanâat ikna
olmak, elinde olan azla yetinmek, sabredip çalışarak gayret gösterdikten sonra,
Allah’tan gelene râzı olmak anlamındadır.[783]
Aşırı kazanma hırsından kurtulmayı gerektiren kanâatın zıddı, tamah, hırs ve
tûl-i emeldir.[784] Allah’ın nasib ettiğine
şükretmek, kanâattir; nimetler çoksa sevinip azaldığında üzülmek kanâat
değildir.[785] [786]
Sûfiler için kanâat dünya tutkusunun kalpten silinmesiyle kazanılan bir 795
erdem, ihtiyaç duyulan her şeyin yokluğuna sabırdır.
Kanâat
kavramı, Kur’ân’da lafız olarak değil, anlamıyla vardır. Birçok âyette kanâatin
anlamını ifade eden davranışlar üzerinde durulmuş, dünyaya ve mala karşı aşırı
düşkünlük yerilmiştir. “Mü’min olarak kim iyi amel işlerse muhakkak onu güzel
bir hayat ile yaşatacağız ve yapmakta oldukları amellerin daha güzeliyle
mükâfatlarını elbette vereceğiz.”[787]
âyetindeki güzel hayat ifadesi kanâat olarak anlaşılmıştır. Bir âyette
de aynı kökten bir isim olan kâni, başkalarından maddî yardım bekleyen
anlamında yer alır.[788] Tasavvuf ehline göre sâlikin
mal ve mülk edinmeye hevesli olmaması gerekir. Kanâat gıda, giyim ve barınak
gibi temel ihtiyaçların yeteri kadar karşılanmasından sonra olabilir. İlk
sûfilerden Ebû Süleyman-ı Darânî’ye göre kanaat
rızânın ilk merhalesidir.[789] Gazzâlî, temel ihtiyaçların
sınırını aşarak daha çok mal-mülk isteyen ve gelecek kaygısıyla kalbini ve
zihnini meşgul edenlerin kanâat sahibi olamayacağını ve tamahkâr sayılması
gerektiğini belirtir. Yesevî hikmetlerinde kanâat, Muhammedî ahlâkın bir
özelliği olarak kaydedilmiştir:
“Çıplaklık ve açlığa kanâatlı Muhammed;
Asi, câfi ümmete şefâatlı Muhammed.” [790]
Kanâatkâr
olmak bir hikmette dervişlere, bir başka hikmette ise bütün mü’minlere[791] tavsiye edilmiştir:
“Dalgıç olmadan cevher için denize dalınmaz
Candan geçmeden, dalmadıkça asla alınmaz
Bir damlaya kanâat etmeden o inci olmaz
Kanâat etmeden şevk şarâbını içse olmaz.”[792]
Bir hikmette kendisine takdir olunan
rızka kanâat eden kulun ödülünün dîdâr görmek olacağı kaydedilmiştir:
“Ümmet
olsan, durûd söyleyip tâbi ol
Adı geçse durûd söyleyip tâzim kıl
Rızk ve rızâ her ne verse kanâatkâr ol
Kanâatkâr olup, dîdâr görün dostlarım ey.”[793]
Yesevî kanâati huy edinenin
mahşer günü üzülmeyeceğini de müjdeler:
“Nefsten geçip kanâatı huy edinen,
Her kim tepse, râzı olup boyun sunan, İyilere hizmet eyleyip
duâ alan;
Öyle âşıkın mahşer günü üzüntüsü yok.”[794]
Yesevî
hikmetlerinde kanâatkâr olmak tavsiye edilir. Bu noktada örnek alınması gereken
kişi Hz. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’dir. Kanâatın güzelliğini
ifade etmek isteyen Ahmed Yesevî ilginç bir metafora başvurarak inci tanesinin
oluşumuna dikkat çeker. İstiridye hava kabarcığına kanâat etmese asla bir inci
oluşturamayacaktır. Hikmetlerdeki ifadeye göre kanâatkârlığın ödülü mahşer günü
erişilecek rahatlıktır.
Kelime olarak
teslîm olmak, boyun eğmek, gelen belâlara sabretmek anlamındadır. Tasavvuf
ıstılahında ise, kulun Allah’ın emirlerine uyması, hoşa gitmeyen durumlarda
itiraz etmeyi terk etmesi, Hakk’ın bütün tecellîlerini rızâ göstererek kabul
etmesidir. Sâlik’in, sülûkunda her ne ile karşılasırsa karşı gelmemesine de
teslîm denmiştir ve kendisine tehlikeli görünen ve korku veren hâllerde de rızâ
tavrını gözetmesi gerekir.[795]
Kur’ân’da
teslimiyet, kurtuluşun tek yolu şeklinde gösterilir: “Onun için ümidi kesmeyin
de başınıza azâb gelmeden önce tevbe ile Rabbinize yönelin ve O’na teslim olun.
Sonra kurtulamazsınız.”[796] Bir başka âyette ise Allah’a
teslim olan müslümanlar alçakgönüllülükleri ile övülür: “Hepinizin ilâhı bir
tek ilâhtır. Onun için yalnız O’na teslim olan müslümanlar olun. (Ey Muhammed!)
Allah’a itaat eden alçak gönüllüleri müjdele.”[797]
Kur’ân’da teslimiyet örneği olarak gösterilen isim Hz. İbrâhim (a.s.)’dır: “Biz
onu dünyada seçkin birisi yaptık, hiç şüphesiz o, âhirette de iyilerden
biridir. Rabbi ona, İslâm ol, emrini verince, âlemlerin Rabbine teslim oldum,
dedi”.[798]
Kuşeyrî’ye
göre kanaâte ermeyen birisi için tevekkül makamına ulaşmak asla söz konusu
olamaz. Tevekkül makâmına eremeyen bir kimsenin teslîm mâkâmına yükselmesi de
beklenmez.[799] Kuşeyrî, mürşidinin şu
sözlerini de nakleder: “Tevekkülün ikinci derecesi teslîmdir. Tevekkül eden,
Allah’ın vaadine güvenip huzûr bulurken teslîm olan hâlinin bilinmesiyle
yetinir. Tefvîz sâhibi ise Allah’ın hükmüne râzıdır. Tevekkül avâmdan
mü’minlerin, teslim evliyâ ve havâssın, tefviz ise ehâss-ı havass muvahhidlerin
sıfatıdır. Tefvîz, kazanın vukuundan önce, teslîm vukuundan sonradır. Teslîm ve
tefvîz, mârifet ehlinin sıfatlarındandır. Tevekkül başlangıçtaki, teslim
ortadaki, tefvîz ise sondaki hâldir.”[800]
Gayb âleminden
zuhura gelen işlere rızâ göstermeye de teslîmiyet denir. Teslîm, avâmın en yüce
yoludur. İbnü’l Fariz bu konuda: “Allah’ın takdiri asla abes olmaz Şayet
insanların fiili olmasa denge nasıl olurdu?” demiştir.[801]
Herevî ise teslîmi “Verdiğin hükme içlerinde bir sıkıntı duymadan tam teslîm
olmadıkları sürece imân etmiş olmazlar.”[802]
âyetine dayandırarak üç dereceye ayırmıştır: Birinci derecesi, gayble ilgili
hususlara ve ilâhî hükümlere itiraz etmeksizin teslîm olup boyun eğmek,
vehimlerin yol açtığı şüphelilerden uzaklaşıp, akılların itibâr ettiği sağlam
şeye teslîmdir. İkinci derecesi, ilmin hâle, niyetin keşfe, resmin de hakikata;
keşf ve hakikat için ilim, keşfe sâhib olmak için öncelikle Kur’ân, Sünnet,
şeriat zâhirine ve tarikatın usulüne îtirâzsız ve illetlerini aramaksızın,
tartışmadan ve hoşnutsuzluğa kapılmadan gereğine göre itâat edip teslîm
olmaktır. Teslîmin üçüncü derecesi ise Hakk’ın dışındaki her şeyi Hakk’a teslîm
etmek; Hakk’ın dışında olandan Hakk’a, teslîmi görmekten de selâmete teslîm
olmaktır.[803]
Teslîmin
ahlâktaki derecesi, tereddüddeyken sabır, açgözlülük içindeyken îsâr yardımıyla
nefsin tabiatının zıddına olacak şekilde nefste sâbit olan şeyi değiştirmeye
istekli olmak, nefse adaleti ve orta yolu yerleştirmeye çalışmak, her türlü
ahlâk konusunda ifrât ve tefritten uzaklaşmaktır. Usûlde teslîm, üns kuvveti
yoluyla keşfi hedeflemektir. Nihâî teslîm, teslîmi görmekten arınmış olarak ve
yalnızca O’na teslîm olduğunu görerek Hakk’ın dışında kalan her şeyi Hakk’a
teslîm etmektir. Yesevî hikmetlerinden birisinde Hakk’a teslimiyet, fenâ
kavramı ile birlikte kullanılmıştır:
“Benlik ile tarikata girmediler,
Candan geçmeyip yola adım koymadılar,
Nefsi öldürmeyip teslîm-fâni olmadılar,
”813
Ham tamahkârlık ile yola girmeyin dostlar.
Yesevî hikmetlerinde teslîm kavramı tevekkül kavramının bir
görünümü olarak işlenmiştir. Fenâ makâmına ulaşmanın yolu teslimden
geçmektedir.
Tahalluk kavramlarından seyr ü sülûk ile ilişkili olanların
hikmetlerdeki
kullanılma sıklığı ve bu kavramlara ilişkili âyetler
Tablo-4’te gösterilmiştir. [804]
Tablo-4. Seyr ü Sülûka Dair Tasavvufî Kavramların Âyetlerle
İlişkisi
TASAVVUFÎ KAVRAM |
SIKLIK |
İŞARET EDİLEN AYETLER |
Sohbet |
47 |
Tevbe, 9/40; Meryem, 19/96; Hücûrât,
49/10 |
Mürşid (Şeyh) |
47 |
Hûd, 11/72; Yûsuf, 12/78; Kasas,
28/23; Mü’min, 40/67. |
Riyâzet |
41 |
Mü’minûn, 23/60 |
Mürid (Sâlik) |
22 |
En’âm, 6/52 |
Semâ |
17 |
Fâtır, 35/1; Lokmân, 31/19; Zâriyât,
51/20; Enfâl, 8/23; Fussilet, 41/53; Zümer, 39/18; Rûm, 30/15. |
Seyr ü Sülûk |
6 |
Sefer: Rûm, 30/9; Ankebût, 29/20;
Yûnus, 10/22; Zuhruf, 43/13-14. |
Halvet - Uzlet |
6 |
A’râf, 7/142 |
Velâyet |
6 |
Araf, 7/196; Kehf, 18/44; Yûnus, 10/62; Muhammed, 47/11;
Fussilet, 41/31; Bakara, 2/257. |
Sohbet, sözlükte birliktelik, beraber bulunmak, dost olmak
anlamındadır.
Arkadaşlık
edip ünsiyet kurmak, fiziken ya da gönül aracılığı ile bir aradalık, bazı özel
konuların gündeme geldiği toplantı anlamları da vardır. Sohbet, günümüzde
mürşdin söyleyeceklerini dinlemek için bir araya gelen müridlerin düzenlediği
tasavvuf! toplantı anlamında kullanılmaktadır.[805]
[806] Peygamber ya da mürşid ile
birliktelik de sohbet olarak adlandırılmıştır. Hz. Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’i mü’min olarak gören, beraberinde bulunan, imanla ölenlerin sahâbî
unvanı da aynı kökten gelir. Kur’ân’da Hicret esnasında nâzil olan “Hani o
kâfirler, onu Mekke’den çıkardıkları vakit sadece iki kişiden biri iken, ikisi
de mağarada bulundukları sırada arkadaşına, Üzülme, çünkü Allah bizimledir,
diyordu.”[807] âyetinde Hz. Ebû Bekir’den
Hz. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in sohbet arkadaşı (sâhibi)
şeklinde söz edilir.
Kur’ân’daki
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve doğrularla beraber olun.”[808] emri mü’minlere
sâdıklarla birlikte bulunmayı emrederken “Âyetlerimiz hakkında münasebetsizliğe
dalanları gördüğün zaman hemen onlardan uzaklaş ki, ondan başka söze
dalsınlar.”[809] âyeti de Allah’ım emirleri
hakkında saygısızlık yaparak konuşan kişilerden uzak durmayı tavsiye
etmektedir.
Hz. Rasûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) ashâbını sohbetle eğitip yetiştirmiştir.
Sohbette tebliğ, sözlü eğitim, irşad yanında hâl geçişi, ruhânî paylaşım da söz
konusudur.[810] Kur’ân’daki:
“Şanım hakkı için muhakkak ki size Rasûlullah’ta pek güzel bir örnek vardır,
Allah’a ve son güne ümid besler olup da Allah’ı çok zikreden kimseler için”[811] âyeti, bu hâl
aktarımını ifade etmektedir. Hz. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in
sohbet meclisi kurma sünnetini örnek alan uyan sûfiler de bu müekked sünneti
ihyâ etmek için sohbet halkaları düzenlemişlerdir.
İnsanın güzel
ahlâk ile donanması, iyi huylara sahip kişilerle bulunması halinde kolaylaşır.
Mücâdele etmeden, riyâ, hased, nifak, gurur, şöhret arzusu ve baş olma tutkusu
gibi kalbî rahatsızlıklardan kurtulmak zordur. Psikolojik haller de
bulaşıcıdır. Sohbet bir duygu alışverişi olduğundan üzüntülü insanların yanında
bulunanlar, bu hallerden etkilendikleri gibi, sevinçli insanlardan da
etkilenirler. Mürşidler, Hz. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in
manevî vârisleri olduklarından, halkı irşad ederken bir vasıta olarak sohbetten
yararlanmışlardır. Ancak sohbet yapılması hâlinde karakterlerin uyumluluğuna,
fıtrat uyuşmasına özen gösterilmelidir. Allah dostlarının sohbetine devam ile
gönül huzûru edinme, sırları koruma, ahde vefa ve vakti gözetmek gibi sâlikin
edinmesi gereken güzel huylar kazanılabilir.[812]
Tasavvufta
sohbet bir eğitim yöntemidir. İlk zâhid ve sûfiler kendilerini ziyarete gelen
insanlarla sohbet edip öğütler vermişlerdir. Bu eğitici sohbetleri yapan
mürşidler, sohbet şeyhleri olarak bilinir ve müridlerin manevî hallerinden
haberdâr olan terbiye şeyhinden farklı olarak kendilerine intisab edenleri
sadece sohbet ile irşad eden kişilerdir. Sûfiler eserlerinde sohbetin fazilet
ve âdâbına da önem vermişlerdir. Kuşeyrî Risalesi’nde sohbetin maksadı,
“Allah ile sohbete nâil olana kadar evliyâullah ile sohbet ediniz ki, onların
sohbetindeki bereket ve feyz sizi Aziz ve Celîl olan Allah ile sohbet etme
mertebesine vâsıl eylesin” şeklinde tanımlanmıştır.[813]
Divân-ı
Hikmet’te Ahmet Yesevî’nin en sık kullandığı kavramlardan birisi de sohbettir.
Hikmetlerin kırk yedi kıtasında ‘sohbet’ kelimesi geçirilmiştir. Ahmet Yesevî
sohbetin iyiler, ârifler, erenler, azizler gibi seçkinlerle yapılmasını tavsiye
ederken nâdân ve câhiller ile sohbetten sakındırmaktadır. Ahmed Yesevî’nin en
çok tavsiye ettiği sohbet iyilerle sohbettir. Hikmetlerde sohbet kullanımlarına
birkaç örnek vermek
gerekirse, sohbet türlerinden birisi olarak yaygınlıkla rastlanılan Hû
sohbetini örnekleyelim:
“Ömrü boşa geçenler zayi eyleyenler aşkı bilmez,
Candan geçen divâneyi göze almaz,
Hû sohbetini kuran yere kaçıp gelmez,
Can ve gönlü taştan beter katı olmalı.”[814]
Hikmetlerde dervişlerin önde gelenlerinin katılabildiği ve
şevk dolu has sohbetten de şöyle söz edilir:
“Seher olsa yol alır, sır içinde sır görüp,
Öyle sohbet kılanlar, fark etmeden bilinir,
Kutbu’l-aktab dervişler, has sohbete gelirler,
Onların olduğu sohbette şevk sayısız olunur.”[815]
Bir hikmette ‘azizler sohbeti ’nden hoşlanmaktan söz
edilir ve ‘dervişler sohbeti ’ ile kavuşulacak nimetler sıralanır:
“Hangi yerde azîzler toplantısı olsa,
şu yerde hâl ilmini söyleyesim gelir,
Onların sohbetinden hoşlansam ben,
Özümü özlerine katasım gelir.”[816]
[817]
Sohbet türleri olarak dervişler, erenler sohbeti:
“Erenler cemâl görür dervişler sohbetinde;
Erenler meclisinde, nûr yağar sohbetinde.
Ne dilese o olur dervişler sohbetinde;
”826
Her sırlar açık olur dervişler sohbetinde.
“Hicran gecesi âhın ile ateşler yak,
Gözyaşının şavkı ile çakmak çak,
Erenlerin sohbetinde eriyip ak,
Hakk cemâlini göstermese perişân olunur.” [818]
Âşıklar, arifler, mertler, iyiler ile sohbet
hikmetlerde övülen sohbet meclisleridir:
“Muhabbetin denizine gömülüp bat,
Âşıkların sohbetine özünü kat,
Muhabbetin pazarına özünü sat,
Özünü satmadan Hakk rahmetin alsa olmaz.”[819]
“Muhabbetsiz kişilerden her kim kaçsa, Âriflerin sohbetinde
dolaşır.
Yanıp yakılıp aşk yolunda yaşını saçsa, Sübhân Melik’im arş
üstünde konuk eyler.”[820]
“Akıllı isen, doğru yola kadem vur, Mertlerin sohbetinden
behre al;
Ashâb-ı Kehf köpeğini görüp, ibret al, İbret alan has kulları
canân olur.”[821]
“İyilerin sohbetinde kâim olsam,
Hû-Hû diye zikrini söyleyip dâim olsam, Âşıklar gibi çark
vurarak canım versem,
Dergâhında Rabb’im kabul kılar mı ki?”[822]
Sohbetin yönetimi konusunda da sohbet kurmak, sohbete
başlamak, sohbet kılmak şeklindeki ifadeler yol gösterici niteliktedir.
“Kul Hoca Ahmed tekbir deyip sohbete başla,
Hâyu heves, ben-benliği uzağa gönder,
Seherlerde dört dövünüp dinmeden çalış,
sebepten Hakk’tan korkup kabre girdim”.[823]
“Kul Hoca Ahmed dilenci olsan Hakk’a ol,
Başın ile erenlere hizmet kıl,
İlgi bulursan halka kurup sohbet kıl, Halka içinde âgâh olup
durdum işte.”[824]
Buna karşılık ‘câhiller’ ve ‘kötüler’ ile sohbet
ise Yesevî hikmetlerinde kınanmıştır:
“Halk içinde rezîl yürür, kendini bilmez;
Câhillerin sohbetinden kaçmayı bilmez;
sebepten erenlerin kokusu gelmez;
Gözde yaşını dökerek yürür olur.”[825]
“Bel bağlama kötü yola âşık isen,
Rüsvâ olasın buradan kaçıp, orada varsan, Âsî kılmaz yığdığın
malına bakıp görsen,
Kötülerin öz cinsi ile sohbeti var.”[826]
Yesevî
hikmetlerindeki bu sözler, sohbette beraber olunacak kişilere dikkat edilmesi
gerektiğini ihtar eder. Tasavvuf geleneğinde sohbetin özel bir yeri vardır.
Ahmed Yesevî de sûfilerin eğitimi için sohbet meclislerine devam etmelerini
tavsiye eder. Özetle hikmetlerde sohbet meclisleri, genellikle övülerek
sıralanmış ve insanlar bu zikir ve muhabbet ortamlarına katılmaya teşvik
edilmiştir. Hikmetlerde iyilerle sohbet ile manevî makamların ve ödüllerin
muhatabı olunacağı vurgularken cahil ve kötülerle sohbetin insanların manevî
hayatına zarar vereceği hatırlatılmıştır.
Kelime
anlamında şeyh, simasında yaşlılık alâmetleri beliren kimse demektir.[827] Tasavvuf
ıstılahında ise şeyh ‘tarikatpîri’ anlamındadır. Tasavvufta mürşid ile ‘velî’,
‘pîr’; Türkçe’de ise ‘eren’ ve ‘ermiş’ kelimeleri eş anlamlı
olarak kullanılmaktadır.[828] Mürşid olan şeyh,
tâliblere doğru yolu gösteren, uyaran ve irşad edenleri tanımlar.[829] Şeyh kavramı, bazı
âyetlerde sözlük anlamına uygun olarak “ihtiyar kişi” karşılığında
kullanılır.[830] Mürşid terimi ise doğru
yolu gösteren rehber[831]
anlamında verilmektedir. Kur’ân’daki Mûsâ (a.s.)’ın Hızır (a.s.) ile ilgili
kıssada geçen “Allah’ın sana öğrettiği ilim ve hikmetten bana da öğretmen için
sana tabi olabilir miyim?”[832] ifadesinin insanın mürşide
ihtiyacını gösterdiği düşünülmüştür.[833]
“Ey inananlar, Allah’tan korkun, O’na yaklaşmaya yol arayın ve O’nun yolunda
cihad edin ki, kurtuluşa eresiniz.”[834]
âyeti de benzer şekilde yorumlanmıştır.
Tekkedeki
şeyh, medresedeki müderrise benzer, fakat fonksiyon itibariyle farklılık arz
eder. Müderris ders vererek bilgileri aktarır. Şeyh ise kendisine intisab eden
sâliklere manevî olgunluk kazandırmak için rehberlik eder; müridlerin zihnine
şeriat sınırlarını çizmeye ve kalbine Allah muhabbetini ekmeye çalışırlar.
Müderrisin yaptığı iş teorik ve sözel, şeyhin işi ise uygulamalı ve nesneldir.[835] Mürşid, müridlerinin özellik
ve yeteneklerini göz önünde tutarak her birine ayrı ayrı davranır. Şeyh-mürid
ilişkisi, baba-evlâd ilişkisini andırır. Peygamberlerin vârisleri
konumundaki şeyhler de müridlerine karşı benzer durumda görüldüğünden bazı
tarikatlarda şeyh anlamında dede ve baba deyimleri de kullanılır.
Mürşidin
olgunluğunda Kur’ân tefsiri ve hadis ilmini bilmesi önemli bir unsurdur; ancak
bu her âlimin mürşid olacağı anlamına gelmez. Mürşid kemâl sıfatlarıyla
donanmış, dünya ve makam sevgisini aşmış olmalıdır. Namaz, oruç ve zikir gibi
ibâdetlerle nefsini arıtmış olması yanında az yemek, az uyumak ve az konuşmak,
halvet gibi riyâzet ve mücâhede yollarından geçmiş olması beklenir. Hz.
Rasûlullah (s.a.v)’e uzanan kesintisiz bir silsilesinin bulunması, ahlâkıyla
ahlâklanmış olması istenir. Tarikata terminolojisinde şeyh ile eşanlamlı
kullanılan mürşid ya da mürşid-i kâmil sıklıkla hekime
benzetilir. Zirâ tıpkı hekimin hastasına yol göstermesi gibi mürşid de müridine
inancını güçlendirecek doğru yolu göstermektedir.[836]
Şeyhin davranışlarıyla telkinleri birbiriyle uyumlu olmalıdır; değilse vereceği
eğitimin hiçbir etkisi olmaz. Tasavvufta “dinin kemâli, insanlara ihanet
etmemek”tir.[837] Mürşidler, müridlerini meşreblerine
göre sohbet, halvet ve seyahat yollarından biriyle irşad ederler.
Hakk’a vuslat ve Hakk’ın rızâsına ermek, sadece kitap okumakla değil, bir
mürşid-i kâmile gönül verip el almakla gerçekleşir. Yesevî, insanlar için
mürşidin gerekliliğini anlatabilmek için bir hikmetinde irşad faaliyetini
sürdürdüğü bozkırların insanlarının kolayca anlayabileceği bir metafora
başvurur. Bozkırlarda başıboş dolaşan yılkılardaki
bir atın ancak eğitilerek bir koşu atına dönüşebileceğini ve yarışları
kazanabileceğini dile getirir:
“Pîr-i kâmil her tâlibe vermez irşad,
Tâlib olsa gece uykusunu kılsa berbat,
Çok yarışta geçip gelmez her yahşi at,
Riyâzeti katı çeken geçer, dostlar.
Yesevî hikmetlerinin birçok yerinde “şeyhim” diyerek maneviyat
yolcularını aldatan sahte mürşid ve şeyhlere karşı dikkatli olunması uyarısı
ile dolu satırlara bir örnek olarak aşağıdaki kıta gösterilebilir:
“Kim bilmeden bu yolları şeyhim dese,
Kerâmetten velîliğe haber verse,
Bâtıldır eğer Ruhü’l-emin bile ise,
Özünü öyle bâtıllardan korumak gerek.”[838]
[839]
Yesevî bir hikmetinde mürşid olabilme konusunda yetersiz
olanların şaşkın olup yolda kalacağı kaydedilir:
“Şeriatı bilmezler, tarikatı okumazlar,
Hakikata yetmezler, şeyhlik dâvâ kılgısı
Milleti mürid alırlar, âh ve figân kılırlar,
Şaşkın olup kalırlar, lânetli Deccal bilgisi.”[840]
Bir hikmette mürşidin olumlu özellikleri şöyle sıralanır:
“İnci kaynağını benden sorsan sâdık şeyh,
Öyle kulun ahlâkı-huyu Hakk’a lâyık,
Gönlü vâsi, canı mesih, özü âşık,
Öyle mürşid Hakk’tan mahrum kaldığı yok.” [841]
Bir diğer
hikmette ise ilimsiz irşad yapılamayacağı konusunda müridler şu sözlerle
uyarılır:
“İlimsiz şeyhlik dâvâsını kılmak olmaz,
Asa olmadan karanlıkta yürümek olmaz,
Görmez olsa, çukur yeri görmek olmaz,
->->851
Kuyu içre düşen emin kalmaz, dostlar.
Bu hikmetlerde
“şeyhim” diyerek maneviyat yolcularını aldatan sahte mürşidlere
karşı eleştiri ve insanların bu kişilere karşı dikkatli olunması uyarısı
vardır. Divân-ı Hikmet’in analitik okumasında dikkat çeken bir durum da,
Yesevî’nin ileriki zamanlarda ortaya çıkacağını söyleyip Âhir Zaman Şeyhleri
olarak tanımladığı kişilere yönelik sözleridir. Bunlar arasındaki hikmetlerin
bazıları (147. hikmet, 170. hikmet, 211. hikmet, 220. hikmet) tamamen
insanların manevî duygularını sömüren bu riyâkâr eleştirisine tahsis edilmiştir.
Bir örnek olarak şu kıta verilebilir:
“Nâfile oruç tutar, halklara şeyhlik satar,
İlmi yok âmâdan beter, âhir zaman şeyhleri.
Beline kuşak bağlar, özünü adam sanır,
Arasat’da bırakılır âhir zaman şeyhleri.” [842]
[843]
Tasavvuf!
hayatın yaşanmasında özel bir yere ve büyük öneme sahip mürşidi kişiliği,
Yesevî hikmetlerinin ana kavramlarından birisidir. Hikmetlerde mürşid-i kâmil
olan insanların özellikleri ayrıntıları ile verilmektedir. Bu noktada mürşidin
sahih bir silsileye mensubiyetini gösteren icâzete sahip olmasına dikkat
edilmelidir. Ahmed Yesevî’nin bu hassas konuda, âdeta bir tasavvuf münekkidi
gibi davranması dikkat çekicidir. Yesevî’ye göre sûfi görünümü ile halkı
kandırmak, maddî ve manevî olarak sömürmek çabası sergileyen sahte mürşid,
lânetlenmesi gereken bir suçludur. Ahmed Yesevî’nin irşada ehil olmayan sahte
mürşidler hakkında söylediği bu hikmetleri asırlar öncesinden bugüne ulaşan çok
önemli mesajlar taşımaktadır. Maneviyat sahtekârlığının insanların manevî
hayatına vereceği hasarın asırlar öncesinden böylece dile getirilmesi,
tasavvufa içeriden yapılan bir eleştiri olarak değerlendirilebilir.
Sözlükte irade
ve isteği olan kişi diye açıklanan mürid kavramı, irade eden, irade
sahibi insan anlamındadır. Istılahta ise tarikata girmeye karar veren ya da
bir şeyhe bağlanan kişiyi ifade eder.[844]
İrâde, tasavvufta tarikata intisab edip sülûk sürecine girenlerin başlangıç
hâlidir. Allah’a yönelmeyi kasdedip ve niyet edenlere verilen ilk isim, irade
gösteren anlamıyla müriddir.[845] Ancak tasavvuf
terminolojisindeki mürid, iradesi bulunmayan kişi olarak iradesinden
sıyrılıp çıkmalıdır. Sûfi öğretide mürid, Allah’ı irade eden kişi diye değil,
gerçekte Allah’ın ezeldeki iradesi ile seçilen murâd şeklinde
değerlendirilmelidir.[846] Riyâzet yaparak nefsiyle
savaşında mevzi kazanarak cezbelerle ilerleyen sûfiye sâlik-i meczûb
anlamında mürid denilir. Buna karşın öncelikle Hakk’ın cezbesiyle yola
giren, sülûk yapıp riyâzet uygulamadan manevî âlemin hâllerinden nasib alan
sûfilere sülûk öncesinde cezbeye kapılan anlamında meczûb-ı sâlik adı
verilip[847] murâd diye
nitelendirilmişlerdir.[848]
Müridin
yolunda gideceği bir mürşide ihtiyacı vardır. Olağan hâllerde müridin mürşidsiz
sülûku mümkün görülmez. Tasavvufta sülûk, ilim ile değil hâl iledir. Bu noktada
müridin riyâdan sakınmaya özen göstermesi gerekir. Zirâ insanoğlu, ibâdetlerini
düşünerek kendini beğenme, nefsini yüceltme eğilimindedir. Bu insanî zaaf,
ancak kâmil bir mürşid eliyle giderilebilir.[849]
Kur’ân’daki “Sırf Allah’ın rızâsını dileyerek sabah akşam Rab’lerine duâ
edenleri huzûrundan kovma. Onların hesabından sen sorumlu değilsin, onlar da
senin hesabından sorumlu değiller. Onları yanından kovduğun takdirde
zâlimlerden olursun.”[850] emri, maneviyat yolcuları
için uyarıcı bir ihtardır. Cürcânî’ye göre de mürid, iradeden sıyrılan ve kendi
iradesini aradan çıkarıp ancak Allah’ın istediğini irade eden kimsedir.[851] Yesevî hikmetlerinde müridin,
manevî yolculuk boyunca değişen hâlleri, olgunluk yolunda ilerlerken yerine
getirilmesi gereken ameller ayrıntılandırılarak işlenmiştir:
“İradesiz bu yola girmediler,
İnabesiz yola adım koymadılar,
İcâzetsiz yarım nefes almadılar,
Mürid olan bu sıfatlı olmak gerek.”[852]
Ahmed Yesevî tasavvufta makâm sahibi bir mürşid-i kâmil
kimliği ile eğitim verirken uyguladığı yöntemleri şöyle dile getirmektedir:
“Halet vakti erenler deryâlara yüzlense,
Tabanları ıslanmadan, deryâları geçerler.
Mürid olsan mürşide, muhkem ol, ey tâlib, Müridlerini
mürşidler her konu ile sınarlar.”[853]
Bir Yesevî hikmetinde ise müridin mürşidi ile ilişkisinin saygı
temelinde ilerlemesi gerektiği, ilişkinin bu düzlemden çıkmasının yanlışlığı
belirtilmiştir: “Müslüman Müslümanı eyledi katil, Haksızı tutup haklı işleri
kıldı bâtıl, Mürid pîrine kılmadı yüz ve hâtır, Nasıl kötü zamanlar oldu
dostlar.”[854]
Divân-ı Hikmet te sûfiliğin ilk şartı samimiyet ve
ihlâs şeklinde vurgulanırken ibâdetlerini halka gösteriş için, riyâ ile yerine
getiren sahte dervişler yerilmektedir.
Divân-ı
Hikmette en fazla yerilen kötü ahlâk unsuru riyâ, şiddetle
kınanırken Ahmed Yesevî riyâkârları münâfık diye nitelemektedir.[855] Eleştirel nitelikteki
“Sûfi-nakş oldun velî, asla müslüman olmadın” redifli uzun hikmet başlı başına
sûfinin niteliği hakkında bir manifesto gibidir. Birkaç kıtası şöyledir:
“Ey gönül işledin günâh asla pişmân olmadın,
Sûfiyim deyip laf edip yârin tâlibi olmadın,
Yazık ömrün geçti bir an giryân olmadın,
Sûfi-nakş oldun velî, asla Müslüman olmadın.” [856]
...
“Sûfilik şartıdır geceleri kalkıp kan ağlamak,
Her cefaya sabrederek belini sağlam bağlamak,
Allah isteklisi olup her iyi sözü söylemek,
Sûfi-nakş oldun velî, asla Müslüman olmadın.”[857]
...
“Sûfi olmayıp neylesin evde yapacak işi yok,
Sûfilik iddiası eder halka vermeğe aşı yok,
Âh-vâh derler yine gözünde damla yaşı yok,
Sûfi-nakş oldun velî, asla Müslüman olmadın.”[858]
Ahmed Yesevî’nin
eleştirel nitelikteki hikmetleri, mesajının zamana karşı dayanıklılığını,
asırlar ötesine ulaşabilme gücünü arttırmıştır. Yesevî hikmetlerinde
mürşid-mürid ilişkisi, müridin mürşidinden istifade edebilmesi için dikkat
edeceği hususlar ayrıntılı olarak işlenmiştir. Edeb kavramı işlenirken de
değinildiği üzere, tasavvufî eğitim mürşide saygı ve itaat, müride sevgi ve
şefkat zemininde gelişirse sonuç verici olur.
Seyr ü sülûk,
gitmek ve yola girmek anlamındadır. Sülûk kelimesi sözlükte yolda yürümek, bir
yere gitmek anlamlarına gelir. Tasavvufta insanı Hakk’a ulaştıran tavır, amel,
ibâdet, fiil, hareket ve davranış tarzları anlamında kullanılmıştır.[859] Kelime anlamı gezmek olan
seyr kavramı tasavvufta ise daha geniş bir karşılık bularak, cehâletten bilgiye
gidişi, kötü huylardan güzel ahlâka doğru değişimi, bir mürşidin denetiminde
gerçekleştirilen manevî yolculuğu ifade eder. Tarikata giren dervişin manevî
yolculuğunu tamamlayıncaya kadar mürşidinin gözetiminde geçirdiği safahata
verilen isimdir.[860] Sülûk kavramı, tasavvuf
klasiklerinde dinî hayatın her yönünü ilgilendiren amelleri ifade eder.
Tasavvuf ehlinin dâhil olduğu yola, kavramın kökünden türetilerek meslek
adı da verilir. Literatürde Hakk’a giden yolların, mahlukâtın nefesleri
sayısınca olduğu da belirtilmiştir.[861]
Seyr ve sülûk
birbirinin ayrılmaz parçalarıdır ve sûfinin seyr için sülûk etmesi
gerekir; sülûku olmayanın seyri de yok sayılır. Tasavvuf literatüründe seyr ü
sülûk kavramı, sefer, isrâ, mi’rac kavramları ile yakın anlamlarda kullanılmıştır.
Sûfilerin nefs terbiyesi ve Hakk’a vuslat için yaptıkları manevî yolculuk sefer
olarak da adlandırılmıştır. Tasavvuf ehli, kalble yapılan bâtınî sefere, -bir
mürşidi ziyaret edip duâsını almak için bile yapılsa- maddî görünümlü zâhirî
olanından daha fazla değer vermişlerdir. Tarikatların teşekkül evresinden sonra
sülûk, Hakk’a ulaşma yolunda belli tasavvufî âdâb ve erkânın uygulanması
anlamında kullanılmıştır. Sûfiler kalp ile gerçekleştirilen ve kalbin Hakk’a
yönelmesi diye tarif edilen manevî sefer türlerini bidâyetten nihâyete doğru,
Hakk’a sefer (seyr ila’llah, seyr li’llâh), Hakk’ta Hakk ile sefer (seyr
ala’llah, seyr mea’llah), Hakk’la birlikte Hakk’tan sefer (seyr bi’llâh, seyr
ani’llâh) olarak isimlendirmiştir. Bu seferler kısaca tasavvuf yoluna girmek,
tarikat yolunda ilerlemek, nihayete ulaşmak ve kavsi tamamlayıp başa dönmek
olarak 871
anlaşılmalıdır.
Cürcânî’ye
göre sefer, kalbin manevî seyrinden ibarettir.[862]
[863] Seyr ü sülûkun başlarında
bulunan sûfilere yakîn ve takvâ sahibi olmaları için bazı ilhâm ve kerâmetler
ikram edilir. Sûfi bunlarla aşırı şekilde meşgul olup yolculuğun bir durağında
takılıp kalmamalıdır. Kuşeyrî’ye göre sâliklerin seyr ü sülûktaki seferlerinin
son aşaması nefsi terbiye ederek elde edilen zaferdir.[864]
Yesevî hikmetlerinde dervişin tasavvufî yolculuğunun safhaları anlatılırken
Ahmed Yesevî’nin şahsî deneyimlerini anlatan satırlar ön plandadır. Yesevî,
manevî yolculuğunun duraklarını, her durakta yaşadıklarını anlatan hikmetleri
üzerinden tasavvuf yolcusunun ulaşacağı makamları ve geçeceği durakları
sıralamaktadır:
“Şeriatın bostanında cevlân eyledim,
Tarikatın gülzârında seyran eyledim,
Hakikattan kanat tutup göklerde uçtum,
Mârifetin eşiğini açtım dostlar.”[865]
[866]
Bir hikmette de tarikatın ‘beş sokağı’nda seyran etmekten de söz
edilmektedir:
“Tarikat hepsi beş harfdir, eğer bilsen, Açıktan bilip,
şartlarını edâ eylesen.
Beş sokağını seyran kılıp, yel gibi geçsen,
7'875
Ondan sonra hakikata girmek gerek.
Tasavvufî
eğitimin nasıl sürdürüleceğini gösteren seyr ü sülûk süreci hikmetlerde dile
getirilen konulardandır. Ahmed Yesevî, bu süreci anlatırken kendi eğitim
sürecini de mürşidleri ile olan ilişkilerini hikmetlerde anlatmaktadır.
Özellikle ilk mürşidi Arslan Baba ile karşılaştıkları günden mürşidinin
vefatına kadar olan süreç, zikir tarifi detayları ile sunulmuştur. Ayrıca seyr
ü sülûk esnasında kendisine yapılan manevî ikramları da Divân-ı Hikmet
boyunca okuyabilmek mümkündür.
Riyâzet,
kişinin nefsini terbiye etmek ve ahlâkını güzelleştirmek, tasavvufî hâl ve
makamları elde etmek amacıyla zor ama faydalı şeyleri yapmaya kendini
alıştırmasıdır. Tasavvufta nefsi eğitmek için meşrû arzulara karşı direnç
göstermek 876 şeklinde
tanımlanmıştır.
Sûfi, bir
yandan nefsinin arzularını gemlemek maksadıyla bedenini zor ve ağır işlere
koşarken, diğer taraftan da düşüncesini mâsivâdan arındırarak tefekkürünü Allah
ile ilişkisi üzerinde yoğunlaştırmalıdır. Sûfinin Hakk yolunda yalpalamadan
yürümesi için kötülüğü emreden[867] [868]
nefsi ile savaşması en azından nefsanî arzularına direnmesi gerekir. Riyâzet,
nefsi kırmak, terbiye etmek ve ezmek yolu ile takvâ ve verâ sahibi olmak,
istikâmet kazanmak ve ilhâm sahibi olmak için gerçekleştirilir. Riyâzet nefs ve
ten arzularını azaltıp asgarîye indirmek ve nefse zor gelen şeyleri yapmak, az
yemek ve aç bırakmakla nefsi inceltmektir. Riyâzet benzer anlamda olduğu
mücâhedede olduğu gibi nefsi iyiliğe zorlamak, riyâzet da nefsi bu işe
alıştırmaya çalışmaktır.[869] Riyâzette tedricîlik esastır.
Nefs tezkiyesi için yapılan riyâzet kaideleri tahammülün üzerinde uygulanırsa
müridin dengesi bozulabilir. Riyâzet sahiplerinin sükûtu, uygulamada gözetilen
esaslardandır.[870]
Riyâzetin bir
unsuru olarak az yemek ile ilgili olarak Kur’ân’da: “Yiyin, için, fakat
israf etmeyin; çünkü Allah israf edenleri sevmez.”[871]
buyurulur. Kâfirlerin yemeğe düşkünlükleri ise yeme yönünden hayvanlara
benzetilir: “Şüphesiz ki, Allah iman edip sâlih amel işleyenleri, altlarından
ırmaklar akan cennetlere koyar. İnkâr edenler ise dünyada zevk edip geçinirler.
Hayvanların yediği gibi yerler. Onların varacakları yer ateştir.”[872]
Riyâzeti,
nefsin doğruluğu kabul etmeye alıştırılması olarak tanımlayan Herevî’ye göre,
sâlikin nefsini her türlü kibir, gösteriş ve nifak gibi olumsuz özelliklerden
arındırıp sadece Hakk’ın rızâsını gözeterek söz, niyet ve fiilde zorla da olsa
doğruluğa alıştırması ile gelişir. Bu sayede müridin kalbi kötü vasıflardan
arınarak ilâhî hakikatleri kabul edecek hâle gelir.[873]
Cürcânî’ye göre riyâzetin hedefi sûfinin ahlâkını güzelleştirmesidir.[874] Herevî, Menâzilü’s-sâirîn’de,
riyâzeti de bütün kavramlar için uyguladığı şekilde üç derecede ele alır: 1)
Avâmın riyâzeti, ilimle olur ve ahlâka yön verip bu bilgiler ışığında
ibâdetleri yerine getirmek, insanlarla karşılıklı ilişkilerde onlara merhametle
yardım etmektir. 2) Havassın riyâzeti ise bâtınî tefrikayı kesmesi ve bulunduğu
makamla gururlanmadan kalbi ile tamamen Allah’a yönelmesidir. 3) Ehass-ı
havassın riyâzeti ise sûfinin ikilikten kurtulup vahdete ermesidir.[875]
Gazzâlî’nin
kaydettiğine göre riyâzet az yemek, az uyumak, az konuşmak, insanların
eziyetlerine katlanmak şeklinde dört esasa dayanır.[876]
Hz. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ve ashâbının açlık ve oruca
devamları tasavvuf ve tarikat çevrelerinin az yemek konusundaki dayanağıdır. Bu
yüzden sûfiler, yemeğin insanın kendisini gezdirecek kadar olmasını, insanın
yüklenmek zorunda kalacağı bir hâle ulaşmamasını hedeflerler. Az uyumak
konusuna gelince Kur’ân’da “geceleyin sıcak yatağından kalkıp Rablarına korku
ve ümidle duâ edenler”[877], “seher vakitlerinde uyumayıp
istiğfar ile meşgul olanlar”[878] ve gecenin az kısmında uyuyup
“sabahın erken saatlerinde istiğfar edenler” övülmekte, uzun gecelerde tesbih[879] geceleyin teheccüd namazı
emredilmektedir.[880] Az
uyumak, Allah’a dönüşün ifadesidir, kalbi nûrlandırır. Az uyuma alışkanlığı, az
yeme hattâ açlık sonucunda elde edilir. Hz. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)’in “bütün günâhlarının bağışlandığı”* [881]
Kur’ân’da bildirilmesine rağmen, geceleri az uyuyup, zamanını ibâdetle
geçirmesi düşündürücüdür. Az konuşmak da riyâzetin bir parçasıdır. Az
konuşmanın önemini belirten âyetlere örnek olarak “Rahmân (olan Allah)a bir
oruç (susmak) adadım. Onun için bugün hiçbir kimseyle konuşmayacağım, de.”[882], “Zekeriyya (a.s.)’ın Allah’a
“Rabbim! Bana alâmet ver.” diye yalvarınca kendisine “Senin alâmetin,
sapasağlam olduğun halde, üç gün, üç gece insanlarla konuşamaz hale gelmendir”“[883] buyurulması az
konuşmanın fazileti olarak anlaşılmaya uygundur. Yesevî hikmetlerinde riyâzet
hem şahsî tecrübe halinde hem de uygulanması gereken bir eğitim yöntemi olarak
işlenmiştir. Divân-ı Hikmet te, daha ilk hikmetin ilk kıtasında riyâzet
çekmek şeklinde bir ifadeye yer verilir:
“Bismillah deyip beyân ederek hikmet söyleyip Taleb edenlere
inci, cevher saçtım işte.
Riyâzeti sıkı çekip, kanlar yutup
İkinci defter’in sözlerini açtım işte.”[884]
“Riyâzete boyun sunmak” hikmetlerde kullanılan bir deyimdir:
“Hikmetimden nasib alan göze sürsün, İhlâs ile göze sürüp
cemâl görsün, Şartı odur riyâzete boyun sunsun, Canlar geçip Sevgili’yi gördüm
ben işte.”[885]
“Riyâzette can incitmek” de hikmetlerde ben dili
kullanılarak tavsiye edilir.
“Dostlarımı rezîl eyleyen nefs ve hevâ,
Onun için lânetli şeytan eyler kavga,
Lutfeylesen ben-benliği eyleyim tamam,
Riyâzette canımı incitip işlesem ben.”[886]
“Riyâzette bel bükmek” hikmetlerde dervişlere tavsiye edilir:
“Hoş gâibden yetişti, güzel sözüm teberrük,
Âşık olsan ey tâlib, riyâzette belini bük.
Geceleri uyumayıp yaş yerine kanını dök;
Arslan Babam sözlerini işitiniz teberrük.”[887]
“Riyâzette diz çökmek” de hikmetlerde okunan kullanımlar
arasındadır:
“Gönlüm kuşu uçar her zaman kanat çırpıp,
İki gözüm pişmanlıkta kanlar döküp,
Bedeni öldürüp riyâzette dizini çöküp,
Yâ Allah’ım affeyle günâhımı.”[888]
“Riyâzette kemikleri hamur eylemek” tasavvuf yolunda
katlanılması gereken sıkıntıların ağırlığını ifade eder:
“Allah için evlatlarımı yetim eylesem,
Riyâzette kemiklerimi hamur eylesem,
Çoluk-çocuk, ev-barkımı düşman eylesem,
Dostlar Hâcem bana bağlım der mi ki?”[889]
Bu kıtalar
Ahmed Yesevî’nin riyâzet üzerinde ne kadar hassasiyetle durduğunu gösterir ve
tamamı sûfinin nefsinin terbiye sürecinde karşılaşacağı sıkıntı ve eziyetlere
işaret eder. Bu yönüyle Ahmed Yesevî’nin tasavvuf anlayışının nefsin hoşuna
gitmeyecek yöntemler üzerinde inşâ edildiği söylenebilir. Bazı hikmetlerde ise
riyâzetin bir rüknü olarak geceyi ayakta geçirip az uyumak vurgulanır:
“Akşam, geceler kâim duran, gecede başı,
gevherin aslını sorsan gözün yaşı,
Ondan sonra âşıkların biter işi,
Riyâzette solup-sızıp kaldım işte.”[890]
Az yemekle “rengi soldurmak” da hikmetlerde tavsiye edilir:
“Âşıklara verdi aşkını yandırmaya,
Züleyha gibi vücudunu iki büklüm eylemeye,
Riyâzette yüzünün rengini soldurmaya,
Gerçek âşıkın yüzünün rengini saman eyler.”[891]
Yesevî bir hikmetinde ise riyâzetin sadece mürid için değil mürşid
için de faydalı olacağına işaret eder:
“Pîr-i mürşid kılsa her an emr-i maruf,
Mürüvvetli, tatlı sözlü, yahşi huylu,
Gece-gündüz riyâzeti çekse o hoş,
Öyle pîrin hizmetinde yürüyün, dostlar.”[892]
Tasavvufta
dervişin eğitim sürecinde bir riyâzet yöntemine verilen ağırlık değişik
tarikatlarda farklı şekillerde uygulanagelmiştir. Ahmed Yesevî’nin
hikmetlerinde riyâzete özel bir önem verdiği söylenebilir. Müridin nefsi ile
mücâdelesinde az yemek, az konuşmak, az uyumak suretiyle başarıya ulaşacağı
hikmetlerde vurgulanmaktadır. Özellikle gaflet uykusu olarak adlandırılan
uykunun, aşırılığı halinde dervişi atalete sürükleyeceği düşüncesi ile
azaltılmasının vurgulandığı söylenebilir.
Semâ, gündelik
kullanımda kulağa gelen sesleri algılamak, işitmek, duymak ve dinlemek anlamını
taşırken tasavvufta sûfinin zâhirî ve bâtınî bildirimleri işitmesi, algılaması
ve işittiğini kalbe aktarmasını ifade eder.[893]
Semâ, ıstılahta kaside, şügûl dinlerken vecde kapılıp kendini tutamayarak,
ayağa kalkıp kendi ekseni etrafında dönmek, otururken de ritm ile sağa-sola
eğilmek şeklinde tanımlanmıştır.[894]
Âyin ise âdet, usûl ve merasim anlamında olup tasavvufta zikrullah meclisini
ifade eder.[895] Semâ Allah için, ruhla
yapılır. Nefsanî arzularla zikredip semâ’a kalkanlar, gerçek zâkir değildirler.
Semâ sırasında zâkir, Mezkûr’da fâni olmalıdır. Zâkir terimi Bektâşîlerde özel
bir anlam daha kazanarak cem âyininde saz çalıp deyiş okuyan kişiler için
kullanılmıştır.[896]
Kur’ân’da
“Haydi müjdele kullarımı. O kullarımı ki, onlar sözü dinlerler, sonra da en
güzeline uyarlar. İşte onlar, Allah’ın kendilerine hidayet verdiği kimselerdir.
İşte temiz akıllılar da onlardır.”[897]
buyurulmuştur. “Allah onlarda hayır görseydi onlara işittirirdi, işittirseydi
yine de aldırmaz arka dönerlerdi.”[898]
âyetleri semâ kavramı ile ilişkilendirilmiştir. Hz. Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’in huzûrunda şiir okunduğu, okunan şiirleri dinlediği ve şiir
okuyanları engellemediği bilinmektedir.[899]
Keşf ve müşahede sahipleri, kendilerine lutfedilen Rabbânî ikrâmlar nedeniyle
semâ’a ihtiyaç duymuşlardır.[900]
Tasavvuf
klasikleri olarak bilinen kitapların neredeyse tamamında semâ’a ayrı bir başlık
açılarak hükmü tartışılmıştır. Semânın haram veya helâl oluşu ilk devir
sûfilerinden itibaren tartışılagelmiştir. Semâ, süflî arzuları tahrik ederse
yasak, yüce duyguları uyandırırsa mübahtır. İlk dönem sûfileri, meclislerinde
Kur’ân’dan sonra, güzel sesli hâfızlardan Allah ve Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) sevgisini anlatan manzum veya mensur parçalar dinlerlerdi.
Nağme ile okunan bu parçalar, mecliste bulunanları etkiler, vecd halinin ortaya
çıkmasına vesile olurdu.[901] Erken dönem tasavvufunda
Serî-i Sakatî, Zünnûn-ı Mısrî ve Cüneyd-i Bağdâdî tarafından kurulan semâ
meclisleri kayda girmiştir. Cüneyd-i Bağdâdî’ye göre zikir “elest” bezmini,
hatırlamak, semâ da “kâlû belâ” hitabını işitmek veya işitmeye yarayan
aracıdır. Zünnûn-ı Mısrî’ye göre ilâhî neşveden haberi olmayan avâma semâ
harâm, riyâzet ve mücâhede ehli olan zâhidlere mübah, kalplerin ihyası için
âriflerin yaptığı semâ ise güzeldir. Serrâc da âriflerin semâ anında ilâhî
tecelli ve varidâta mazhar olduklarını kaydeder.[902]
Allah’ı seven,
O’na âşık olan ve kavuşma iştiyakı duyan kişinin semâının aşk, muhabbet ve
şevki arttıracağını belirten Gazzâlî semâ yapılmasının beş kuralı olduğunu
belirtir.[903] Bugünün dünyasında en bilinen
semâ gösterileri tarikatı ile aynîleştirilen Mevlânâ Celâleddin Rûmî, semâyı
“âşıkların gıdası” olarak tanımlamıştır.[904]
Her tarikatta
bazı özel uygulamalarla zenginleştirilen zikir ve âyinin gerçekleştirilme
törenine başka bir isim verilmiştir. Yesevîlikteki âyine zikr-i erre, Mevlevî
âyinine semâ, Kâdirîlerinkine devrân, Rifâî ve Sa’dîlerinkine zikr-i
kıyâm, Nakşbendîlerinkine hatm-i hâcegân, Halvetîlerinkine darb-ı
esmâ, Celvetîlerinkine nısfı kıyâm, Şâzilîlerin âyinine ise hadra
denilir.[905] Halk arasında semâ
denildiğinde akla ilk gelen Mevleviyye’deki zikir merâsimidir. Tasavvuf
çevrelerinde mûsiki ve semâ’a genellikle sıcak bakılsa da aşk ve şevk
olmaksızın raks ve semâ, dervişler için uygun
görülmemiştir.[906] Yesevî hikmetlerinde semâ
kavramı genellikle raks ile birlikte kullanılmıştır:
“Melekler toplanıp bir gün sohbet kurdu,
Raks ve semâ yapmak için hızlıca yürüdü,
Mi’râc sırasında Hakk Mustafa bunu gördü,
Şimdi ben de raks ve semâ edesim gelir.”[907] [908]
[909]
Hikmetlerdeki
aşk, cezbe, zikir bahislerinde de Gazzâlî’nin belirttiği şekilde semâ kavramına
yer verildiği görülür:
“Gece-gündüz semâ kılıp ağlayanlar,
Hizmet kılıp aşk sırrını anlayanlar,
Himmet kemerini bele sağlam bağlayanlar,
917
Şöyle olmadan vahdet meyinden tadar mı ki?
Semâ’ın Hakk’a vuslat için bir yol olabileceği de bir hikmette
işlenmektedir:
“Şiblî gibi âşık olup semâ vursam,
Bâyezîd gibi gece-gündüz dinmeden Kâbe’ye varsam,
Kâbeye yüzümü sürüp ağlayıp inlesem,
Bu iş ile yâ Rab, seni bulur muyum?
Yesevî’ye göre semâ’ın dervişe yararlı olabilmesi için bazı
şartlara dikkat edilmesi gereklidir:
“Dünya tepmeden raks ve semâ yapan câhil,
Hakk yâdını bir an demeyip, yürür gâfil,
Dervişim der, dünyaya doğru gönlü eğilimli;
Dünya için raks ve semâ yaptı dostlar.”[910]
Yesevî
hikmetlerinde genellikle raks ile birlikte kullanılan semâ’ın dervişlerin
manevî hayatını zenginleştiren bir unsur olarak hoşgörü ile karşılandığı
görülmektedir. Zikir meclislerinin coşkulu ortamlarında semâ yapmak mübah
görülürken hâl sahibi olmadan semâ yapmak bir riyâkârlık gösterisi olarak
kınanır. Ahmed Yesevî’ye kendi döneminde yapılan eleştirilerin bir kısmının bu
konu ile ilgili olması konunun hassasiyetinin göstergesidir.
Halvet,
sözlükte tenhalık yer, yalnız kalma, tenhaya çekilme, sevgiliyle başbaşa olma
kalma anlamlarına gelir.[911] Tasavvuf ıstılâhında ise bir
müridin, mürşidinin isteği ve onayı ile yakından gözetiminde insanlardan
uzaklaşarak, yalnız başına ıssız bir yerde yaşaması ya da tekkelerin
halvethâne, çilehâne adı verilen halvete uygun özel bir yerinde inzivaya
çekilip, kendini Hakk’a vermesi ve belirli bir sürede sürekli olarak ibâdet ve
zikir yapması karşılığında kullanılır. Halvetten maksat, gönülden Allah’tan
gayrısını, mâsivâyı çıkarmak, kalbî temizlemektir. Halvet, tasavvuf yolcusunun,
ihtiyarî olarak yalnızlığı seçmesidir.[912]
Halvet, tarikata intisab eden sâlikin, şeyhinin gözetiminde tenha, karanlık bir
yerde ikâmet ederek az yemek, az uyumak suretiyle sürekli ibâdet ile meşgul
olmasıdır. Hz. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in sünnetine uymanın
yanı sıra toplum içerisinde olumsuzlukların yaygınlaştığı dönemlerde bazı
sûfiler, bir kenara çekilmeyi, zorunluluk bulunmadıkça topluma karışmamayı
tercih etmiştir.
Halvet,
sûfinin Allah’a daha ihlâslı şekilde ibâdet etmek için dünya işlerinden ve
sosyal hayattan uzaklaşarak nefsanî arzuları kontrol etmek, bütün varlığıyla
Hakk’a yönelmek arzusu ile halktan uzaklaşıp inzivaya çekilme anlamındaki uzlet
ile benzer anlamdadır. Halvet daha özel kapsamlı iken uzlet daha genel bir
içeriğe sahiptir. Uzlette
süresi belirli
ve hedefi de belli olmayan bir yalnızlık ve halkla karışmaktan uzaklaşma söz
konusu iken halvetteki yalnızlığın süresi ve hedefi belirlidir.[913]
Halvet,
anlamında kullanılan çile terimi ise, Farsça “çihil” (kırk) kelimesinden
alınmış, Arapça karşılığı erbain olan tasavvuf! bir terimdir. Birbirine
çok benzeyen bu kavramlar (halvet, uzlet, çile) insandaki istenmeyen
kötü huyların kaynağı sayılan nefsin tezkiye edilmesi için başvurulan riyâzet
ve mücâhede yollarıdır. Genellikle Ramazan’ın son on gününde uygulanan i’tikaf
ile halvet arasında da bir benzerlik söz konusudur. Farklı tarikatlara göre üç
gün, en yaygın uygulama olarak kırk gün, ya da bin bir günlük halvet süreleri
belirlenmiştir. Ömür boyu uzlet yapan sûfiler tarihte nadiren de olsa
görülmüştür.[914] Sûfilere göre halvet ve çilenin kırk gün
olmasının, Kur’ân ve Sünnet’te dayanakları vardır. Hucvîrî, Keşfü’l-mahcûb
adlı eserinde kırk günlük sürenin Mûsâ (a.s) için indirilen âyete
dayandırıldığını söyler:[915] “Ve Mûsâ’ya otuz gece vaad
verdik ve süreye bir on gece daha ekledik ve böylece Rabbinin mikatı (tayin
ettiği vakit) tam kırk gece oldu. Mûsâ, kardeşi Hârun’a şöyle dedi: Kavmim
içinde benim yerime geç, ıslaha çalış ve bozguncuların yolundan gitme.”[916] Bazı sûfiler halvet ve çile
yaklaşımını delillendirmek için Hz. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in
peygamberliğinin hemen öncesindeki günlerde Hira dağındaki inziva süreci ile
ilgi kurmak istemişlerdir. Bunu savunan sûfiler, Hz. Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’in risâletinin öncesinde, vahiy gelene kadar Hira mağarasına
çekilerek gecelemesini halvet olarak değerlendirilip kendi
uygulamalarının sünneti yerine getirmek olarak anlaşılmasını istemişlerdir.[917]
Tasavvuf!
kaynaklarda ilk devirlerden itibaren halvet, uzlet ve çile kavramlarına yer
verilmiş, halvet ve uzletin fayda ve zararları tartışılmıştır. Halvet ve
uzletin faydaları arasında, dille ilgili haramları terk etmek, kalbi riyâ gibi
manevî arızalardan korumak, zühd ve kanâati alışkanlık hâline getirmek,
kötülerle ülfetten kurtulmak, ibâdet ve zikre daha fazla zaman bulmak ve bütün
bunların sonunda Allah’a yakınlık makâmına ermek sayılmıştır. Halvet ve çile,
riyâzet ve mücâhede ile birlikte olduğundan, eski devirlerde çilesini seyahatte
tamamlayan ve hattâ ömrünü çile ile geçiren sûfiler de vardır. Halvet ve
uzletin hedefi kalb evini mâsivâdan temizlemek, nefsi terbiye ve ıslah ederek
Hakk Teâlâ’nın yakınlığını kazanmak, Allah’ın sayısız nimetlerini düşünerek
gönül halvethanesine Mevlâ’yı koyup, kesrette vahdeti müşâhede etmektir.
İlk sûfilerden
bugüne halvet tasavvuf uygulamalarının en yaygınıdır. Hemen bütün tasavvuf ehli
ihlâs ve sıdkın, ancak halktan kaçınıp aradaki muhabbeti kalbden çıkartmakla
mümkün olacağını düşünmüşlerdir. Ebû Bekir Verrâk, “Dünya ve âhirete ait hayrı,
uzlette buldum. Hem dünya ve hem âhiretin şerrini ise kesrette (insanların çok
oldukları yerlerde) buldum.” derken, Zünnûn-ı Mısrî, “İhlâs ve sıdkın husule
gelmesinde uzletten daha güzel bir şey görmedim.” demiştir. Ebû Abdurrahman
Sülemî ise bir tehlikeye dikkat çeker: “Kim uzlet yapmak istiyorsa, samimi bir
kalp bile bütün isteklerden sıyrılmış olarak Allah’ı zikretsin. Kim uzletini bu
şekilde yapmazsa, uzleti şeytanın fitnesine dönüşür.”[918]
Kuşeyrî,
ârifleri, halk içinde halktan ayrı olan kişiler olarak tanımlar ve halveti
safvet, uzleti ise vuslat ehlinin özelliği olarak gösterir. Sülûkunun başındaki
müridin uzlet hâlinde yaşaması, yolun sonunda ise üns mertebesindeki halvet
hâlini koruması beklenir.[919] Cürcânî’ye göre halvet, ne
başka bir insanın, ne de bir meleğin bulunmadığı yerde Hakk ile başbaşa kalıp
söyleşmesi, sırrının Hak ile konuşması; uzlet ise halka karışmaktan
uzaklaşmaktır.[920] Sühreverdî’nin tarikatların
ortaya çıktığı XII. asırdan sonraki dönemde kaleme aldığı Avârifü’l-maârif
adlı eserinde halvet ve çileye oldukça geniş bir yer vermiş, âdâbını sistematik
olarak ilk kez tesbit etmiştir. Sadece farklı tarikatların halvet ile ilgili
bazı uygulamaları, zaman içinde ortaya çıkıp farklılaşmıştır.
Halvetin
değişik bir uygulaması da halvet der-encümen (halk içinde Hakk ile
birliktelik) olarak tarif edilmiştir. Hacegân büyüklerinden Abdülhâlık
Gucduvânî, bu tanımlamayı yaparken halkla ilişkiyi kesmeden kalben Hakk ile
birlikte olmanın mümkün olduğunu kabul etmektedir.[921]
Halvet der encümen, “el kârda, gönül yârda”; “kalbin halktan gâib, Hakk ile
hâzır olması” gibi deyimlerle de tarif edilmiştir.[922]
Halvet ile
benzer bir uygulama olan çile de mürşidin denetiminde yapılır. Bu deyimi en
fazla kullanan tarikat olan Mevlevîlikte, çile süresini rızâ kelimesinin
ebced hesabıyla tekabül ettiği sayıya dayanarak bin bir gün olarak
belirlemişlerdir. Mevlevî dedesinin emri ile çileye giren ve tekkeden izinsiz
ayrılmadan, mürşidi tarafından sınavlardan geçirilerek bin bir günlük süreyi
doldurur. Yesevî hikmetlerinde halvet ve uzlet tasavvuftaki bir eğitim yöntemi
olarak anlatılır. Bir hikmette halvet, Hakk’a âşık sâdıkların işi şeklinde
tanımlanır:
“Hakk’a âşık, sâdıkları yapar halvet,
Kıyâmette varsa, Hakk önünde görür izzet,
Cennete girip cemâl görür, ikram ve rahat,
Gizli yürür, halka ne diye riyâ eylesin?”[923]
Bir diğer hikmette halvet âşıkların arzusu olarak gösterilir:
“Âşıkları nereye varsa halvet ister,
Ere hâcet değil, iyi olun yeter,
Hakk’ı bulmadan ağlayıp yürüyüp, olup yakınır,
Aşk bağında nevâ kılıp yürür olur.”[924]
Yesevî bir hikmetinde halvetin muhabbetin kapısı
olduğuna işaret ederken, bir hikmetinde de kalbi halvetgâh olarak tarif
etmiştir:
“Halvete girip, dostlarım, yâd edelim daimâ,
Muhabbetin şarâbını içelim daimâ.
Muhabbetin şarâbını hiç kimseye vermezler
Bağır kanını akıtıp, âşık içer daima.”[925]
“Fakîr olup melâmeti taşa kılan,
Dünya bırakır âhireti değerli kılan,
Kalb eyvanını halvet kılıp sığınak kılan,
Öyle erin hizmetinde olmaz mısın?”[926]
Yesevî’nin bir hikmetinde Türkistan tasavvufunun önemli bir
esası olan halvet der encümen anlayışının öncü yansımaları görülür:
“Yolunu bulan merdânlara hizmet eyler,
Çok cemiyet arasında halvet eyler.
Çoluk-çocuk, mal ve mülkden uzlet eyler,
Güç işler bilmem nasıl kolay olur.”[927]
Ahmed Yesevî
kendi seyr ü sülûk deneyiminin değişik safhalarında gerçekleştirdiği halvetlere
ilâveten hikmetlerinin önemli bir kısmında hicrî takvim hesabı ile altmış üç
yaşından sonra inşa ettirdiği yeraltı hücresinde çekildiği uzlet hayatını
ayrıntılarıyla dile getirmektedir. Bu hayattan iradî çekilme, -bazen tenkid
edilmişse de- halvetin mutlak bir inziva olmadığı; Ahmed Yesevî’nin gerek
hikmet söyleyip kayıt altına aldırarak müridlerinin eğitimine devam ettiği,
gerekse Cuma namazı, zikir meclisi gibi aktivitelere katılmak üzere toplum
içerisine katıldığı dikkate alınmalıdır. Yeseviyye’de halvetin bir tür nefs
terbiyesi ve olgunlaştırma yöntemi olarak değerlendirildiği söylenebilir.
Dostluk,
birine yaklaşma, yakınlık anlamındaki velâyet, Allah dostu olarak kabul edilen
velînin sıfatıdır.[928] Sözlükte yardım eden,
yardım edilen, korunan karşılığı verilen velî, Allah ile meşguldür.
Allah’ın cemâlini arzu edip ulaşmaya çalışan, Allah’a dost -ya da Allah için
dost- olan insan niteliğindeki velî, Allah için düşmanlık sergileyenin
karşıtıdır.[929]
Kur’ân’da
“Açın gözünüzü! Allah’ın dostları üzerine ne korku vardır ne de onlar mahzun
olurlar.”[930] buyurulmuştur. Kur’ân’daki mevlâ
kelimesi velî ile ortak köktendir.[931]
Kur’ân’da ticaret ve alışverişin Allah’ı zikirden, namazdan ve zekât vermekten
alıkoymadığı kişiler[932], Allah’a verdikleri söze
sâdık kalan mü’minler[933], arınmayı seven insanlar
erkek ve kadınları ifade edecek
biçimde ricâl olarak adlandırılır. Tasavvuf literatüründe ise ricâlullah terimi
özel anlamda velîleri işaret eder. Allah’ın “ibâdî-ibâdünâ”
(kullarım-kullarımız) diyerek kendisine izâfe ettiği özel kulları 944
vardır ki
onlar kendilerini şeytanın kolaylıkla etkileyemediği , ihlâslı , sâlih , korku
ve hüznünden kurtulmuş[934], aralarına katılanların
cennete gireceği[935], Allah’ın sevdiği ve Allah’ı
seven[936], dürüst, takvâ sahibi,
sabırlı, tevekkül ve ihsan ehli[937] kimselerdir. Allah ile
dostluğa ermiş olan evliyâ da bu niteliklere sahiptir.[938]
Kur’ân’da Allah’ın evliyâsından söz edildikten sonra şeytan evliyâsından da
bahsedilir.[939] Kur’ân’da Allah
mü’minlerin, şeytan da inkârcıların velîsi şeklinde gösterilir.[940] Ayrıca mü’minler mü’minlerin
ve kâfirler de kâfirlerin evliyâsıdır.[941]
“Allah, iman edenlerin velisidir. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır.
İnkâr edenlerin velileri de tağuttur, onları aydınlıktan karanlıklara
çıkarırlar. İşte onlar cehennemliklerdir. Orada ebedî olarak kalırlar.”[942] âyetine göre Allah mü’minlerin
velîsi olarak mü’min kullarını şüphe karanlığından, yakîn aydınlığına
çıkartırken; tam tersine inkâr edenlerin yardımcıları ise insanları
karanlıklara sürüklerler.
Mü’min
kullarına yardım edip koruyan, yakın ve dost anlamında Velî
kelimesi, Allah’ın isimlerinden birisidir. Allah’ın koruduğu ve yardım ettiği
mü’minler ibâdetlerini O’na hasretmekle dostluğunu kazanıp velîsi haline
dönüşürler. Velî isminin mazharları, her devirde bulunur ve yeryüzünden asla
kaybolmaz. İlahî ahlâk ile ahlâklanan ve Hakk’ın sıfatlarında fenâ bulan bir
kimse, Velî isminin mazharı olur ve evliyâullah sınıfına girer.
Peygamberimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e nübüvvetin yanı sıra velâyet de
verilmiştir. “De ki, siz gerçekten Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da
sizi sevsin ve suçlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok esirgeyici ve
bağışlayıcıdır.”[943] âyetine göre velîlerin
velâyetinin kaynağı Hz. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in
tavsiyelerine uygun bir yaşayıştır.
Velî olan kişi
muhabbet makâmından hareketle, mahbûbiyet makamında olan Hz. Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’e ne kadar uyumlu olursa, o kadar kemâl bulur. Velî,
kurbiyet, yaklaşmak vesilesiyle sirayet eden sırdan nasibi kadarıyla,
mahbûbiyet mertebesinden pay alır. Tasavvuf tarihinde, peygamberlerden
bazılarının bazılarına üstünlüğüne[944]
dayanılarak velîlerin de birbirine üstünlükleri konusunda da kıyas
yapılmıştır. Kuşeyrî’ye göre, velînin, Allah’ın hukukuna riâyet etmesi gerekir.[945] Sahâbe, tâbiîn ve
tebeu’t-tâbiînden ibâdete devam ve güzel ahlâk ile öne çıkan mü’minler önceleri
zâhid, âbid ve zâhid olarak anılmış, evliyâullah kabul edilmişlerdir. Tasavvuf
kaynaklarında evliyâ, ehlullah, ehl-i mârifet, ehl-i hakikat, ehl-i muhabbet,
ehl-i vuslat, ârif, muhakkik, vâsıl, âşık, abdâl, ahyâr, ebrâr gibi çeşitli
unvanlar ile de nitelenmiştir. Türkçe’de aynı anlamda ermiş, eren gibi
isimler kullanılırken, Türkistan ve Tataristan’da ise kendilerine îşân ve
-özellikle Yeseviyye yolunda olanlara- ata denilmiştir.[946]
Cürcânî’nin
tarifine göre velâyet, nefsinden fâni olan dervişin, Hak ile kâim olmasıdır.[947] Genel ve özel olmak üzere iki
türlü velâyet vardır. Allah’ın emirlerini edâ etmek için çabalayan ve gayret
gösteren bütün mü’minler genel velâyet kapsamında iken farz ve vâcib amellerde
hassas davranmalarına ilâveten Kur’ân’daki zikir ve tefekkür konulu emirlere
sarılarak, ayakta, oturarak ve yanları üzerine yattıklarında bile zikirden uzak
kalmama bilincini kazanmış, Hakk’ı murakabede gaflet göstermeyen ve
ibâdetlerinde ihsân denilen “Allah’ı görüyormuşçasına kulluk etme” hâline
ulaşmış kişiler özel velâyetin muhatabıdır. Nâfile; namaz, oruç, hac, zekât,
zikir ve tesbih türünden farz ve vâcib ibâdetlerin, benzerleri için istenilen
ölçülerden daha fazlasıyla edâsıdır. Nâfilelerin farzlarda bir benzeri olmaması
halinde bid’at söz konusu olur.
Velî,
kendisinin velî olduğunu bilebilir mi? sorusunun yanıtı hususunda ihtilaf
vardır. Ebû-l Hasen Eşâri, “Âkıbet endişesini ortadan kaldıracağından, havf ve
recânın izâlesine yol açacağından velînin, velîliğini bilmesi caiz değildir.”
demiştir. Bu görüşün aksine velâyet, ubûdiyyeti ortadan kaldırmaz fikrini
savunan Ebû Ali Dekkâk’a göre, “Velî’nin velîliğini bilmesi caizdir.” Ancak,
kişinin velî olduğunu açığa vurması sadece kendisi için tehlike oluşturur.
Ancak, velâyetin kendiliğinden zuhur etmesi sakıncalı değildir. Kerâmet ile
mu’cize arasındaki temel bir fark, nübüvvette mu’cizelerle halka dini tebliğ
etmek zorunlu iken velîlikte bu türden bir tebliğ görevi yoktur. Kuşeyrî’ye
göre, kerâmetin aslı ve hakikati ile ilgili bilgiler mu’cize kavramı ile
ilişkidedir. Velî, kendisinden kerâmet zuhur ettiğini fark ederse, o hal
içerisinde hak üzere olduğunu bilir.[948]
Ancak, bir velî için ilim taleb etmek ve öğrendikleri ile düzenli amel en büyük
kerâmettir [949] Divân-ı Hikmet’teki dikkat
çekici bir nokta da, Hz. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in velâyeti
üzerinde durulan satırlardır:
“Adı güzel Medine-i Münevvere, Âlem içinde bütün velâyetten
üstün, Seçip onu menzil kıldı Rasûl bize, Tâ ölmedikçe, ben hem orada olsam
derim.”[950]
Yesevî
hikmetlerinde velâyet konusu, velâyet sahibi velîler, tasavvuf tarihinin
Hallâc-ı Mansûr’un anlatıldığı başta olmak üzere örnek isimler üzerinden
anlatılmaktadır:
“Tevbe eyle Kul Hoca Ahmed, ola Hakk’tan inâyet, Yüz bin
velîler geçti sırrı sırra ekleyip.”[951]
Ahmed Yesevî,
başta ilk tasavvufî irşadını aldığı Arslan Baba olmak üzere tasavvuf tarihinden
isimler üzerinden evliyânın özelliklerini anlatır:
“Hoş devlettir velîlikte önder olsa, Âdil olup bir mü’mini
kadı eylese, O kadı bütün halkı râzı eylese, Râzılıktan cennet evini alır
olmalı.”[952]
Yesevî,
mürşidler konusunda gösterdiği hassasiyeti velâyet için de gözetir ve velîlik
iddiasındaki kişilere karşı halkı uyarır:
“Kim bilmeden bu yolları şeyhim dese,
Kerâmetten velâyete haber verse,
Bâtıldır eğer Ruhü’l-emin bile ise,
Özünü öyle bâtıllardan korumak gerek.”[953]
Kendisinin
evliyâullahtan bir mü’min olduğu konusunda ittifak bulunan Ahmed Yesevî
evliyânın özelliklerini sıralamak suretiyle halkın sahte velîler tarafından
aldatılmasını önlemek istemiştir. Kerâmetin velâyetin tek kanıtı olarak
sunulmasının tehlike arz edebileceğine işaret eden Yesevî, mürşidlik
iddiasındaki kişilerin şeriatın zahirî kurallarına uyma hassasiyetine dikkat
edilmesini ihtar etmiştir. İslâm tarihinde velîlerin manevî sırları gönülden
gönüle aktararak nesiller arasında dinî inanç birliğini koruduğunu savunan
Yesevî’nin mirası, neredeyse yirminci yüzyıl boyu süren ateist dönemdeki ağır
baskı yıllarında bile insanların manevî hayatını sürdürebilmelerini
sağlamıştır.
Tahakkuk, arapça
hak kökünden türetilmiş ve bir işin gerçekleşmesi anlamında kullanılan
bir terimdir. Tasavvufun tahakkuk boyutu, seyr ü sülûk sonunda elde edilen hâl
duygusuyla, deneyimlenmiş bilgiler olarak kabul edilir. Bütün tasavvufî
makamların temeli, kulun çalışma ve gayretiyle ilgili olsa da bir noktadan
sonrası Hakk’ın lütuf ve armağanı olarak vehbîdir.[954]
Tahakkuk kavramları kalbî ve vicdanî olanlar ile mârifet ve bilgiye ilişkin
olanlar olmak üzere ikiye ayrılabilir. Klasik tasavvuf kitaplarında sûfinin
hâlleri bölümünde değerlendirilen bu kavramların Divân-ı Hikmet’te nasıl
kullanıldığı değerlendirilmeden önce hikmetlerdeki kullanılma sıklıkları her
bir kavram grubu için ayrı ayrı tablolar halinde verilecektir.
Tahakkuk kavramlarından kalbî ve vicdânî nitelikte olanların
hikmetlerdeki kullanılma sıklığı Tablo-5’te gösterilmiştir.
Tablo-5: Kalbî ve Vicdanî Tasavvufî Kavramların Âyetlerle
İlişkisi
TASAVVUFÎ KAVRAM |
SIKLIK |
İŞARET EDİLEN AYETLER |
Aşk, Muhabbet |
116 |
Bakara, 2/165; Âl-i İmrân, 3/31;
Tevbe 9/24; Mâide,5/54 |
Gurbet-Garîb |
85 |
Hûd, 11/116 |
Fenâ, Bekâ |
25 |
Nahl, 16/53,96; Tâ-Hâ, 20/73; Yûsuf,
12/31; Rahmân, 55/26,27; A’lâ, 87/17 |
Üns, Heybet |
12 |
Bakara, 2/186, 260; Âl-i İmrân, 3/28;
Hicr, 15/42; İbrâhîm, 14/31; Zuhruf, 43/68; A’raf, 7/143 |
Cem, Fark |
6 |
Fâtiha, 1/5; Âl-i İmrân, 3/18;
Bakara, 2/136; Enfâl, 8/17; Yûnus, 10/25 |
Cezbe |
5 |
Şûrâ, 42/13. |
Havf, Recâ |
4 |
Âl-i İmrân, 3/175; Nahl, 16/50, 51;
Secde, 32/16 |
Gaybet, Huzûr |
1 |
Yûsuf, 12/84 |
Mahv, İsbat |
1 |
Ra’d, 13/39 |
Aşk kelimesi
Arapça asıllı ışk sözcüğünden gelir ve kavram olarak ise aşırı derecede,
şiddetli sevgi, kişinin kendisini tamamen sevdiğine adaması, sevgilisinden
başkasını görmeyecek kadar tutkun olması anlamlarını taşır.[955]
Aşk, ancak yaşayan ve tadanın bilebileceği, ama sözle aslâ tam olarak
anlatamayacağı bir manevî zevk ve haz halidir. Aşk insanı Allah’ın rızâsını her
şeye tercih etmeye, devamlı olarak kalbi ile zikrederek ünsiyet kazanmaya sevk
eder.[956] İslâm felsefesinde kozmik
varlıklar hiyerarşisinde alttaki bir varlığın üstteki varlığa duyduğu arzu
ve şevk de aşk terimiyle ifade edilmiştir. Hakk Teâlâ’nın kuluna özel
bir dostluk göstermesine ise muhabbet denir. Aşk, muhabbetin haddini
aşarak ifrat noktasına ulaşmasıdır.[957]
Aşk lafzı
Kur’ân’da zikredilmemiştir, ancak aşırı sevmeye işaret eden Kur’ân’daki
“eşedd-i hubb” ibaresini içeren âyet[958]
ile “mü’minlerin Allah’ı her şeyden çok sevmeleri” gerektiğini belirten âyet[959] aşka delil sayılmışlardır.
“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, bilsin ki Allah yakında öyle bir
toplum getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler; mü’minlere
karşı yumuşak, kâfirlere karşı da onurlu ve şiddetlidirler; Allah yolunda
mücâhede eder, hiçbir kınayıcının kınamasından da korkmazlar. Bu, Allah’ın bir
lutfudur, onu dilediğine verir. Allah, geniş ihsan sahibidir, her şeyi çok iyi
bilendir.” âyetinde mü’minlerin nitelikleri arasında sayılan “Allah onları
sever, onlar da Allah’ı...”[960] ifadesinde muhabbetin önce
Hakk’tan kuluna doğru yöneldiği vurgulanmaktadır. Kur’ân Allah’ın kullarına
muhabbeti olduğunu bildirmemiş olsaydı, mantıken kulunun O’na muhabbeti de
imkânsız olurdu.[961]
Sûfilere göre,
evrende aşkın çekim alanı dışında kalabilen bir zerre bile yoktur. Her
yaratılanın aşkı kendi istidat ve yeteneğine göredir. Nefsin kula günah işleten
zaaflarına galip gelmek için en kestirme yöntem, aşk yoludur. Allah’ın
varlığında eriyip yok olmayı hedefleyen aşk birçok sûfi şairin eserlerinde de
yer almış, herhangi bir karşılık beklemeksizin Allah aşkı uğruna, dünyadaki
maddî ve manevî her türlü beklentinin terk edilmesi dervişliğin bir şartı
olarak kabullenilmiştir.[962] Aşk ve muhabbetin sadece
sözünü etmek âşık veya muhib sahibi olmak anlamına gelmez. Aşk ve muhabbet
yaşanılan bir hâldir ve Allah’ın bir armağanı olarak sûfinin kalbinde yerleşir.[963]
Sûfiler, aşkı,
hakikî ve mecazî olmak üzere iki başlık altında incelerler. Hakiki
aşk denilen ilâhî aşk konusu İslâm felsefesi ve tasavvuf
literatüründe çokça işlenmiştir. Hakikî aşk, mutlak varlık olan Allah’ı sevmek;
Hakk’tan başka her şeyi terk etmektir. Hakikî aşka eren kendinden geçmiş,
fenâfi’llaha ermiştir. Mecâzî aşk, ise fânî suretlerden birisine
sevdalanmaktır. Hakikî aşka götüren bir araç olması şartıyla, mecâzî aşk da hoş
karşılanmıştır. Ancak güzelliği ve cemâlden kaynaklanan aşkı, İlâhî kaynağına
bağlayamayanların aşkı, yorucu bir aşktır.[964]
Sûfilerin bir kısmına göre Hakk Teâlâ’ya âşık olmak câizdir ama Hakk Teâlâ’nın
bir başkasına aşkı düşünülemez. Sevginin kemâli, kulunun kalbinin tamamını
Rabbine tahsis etmesindedir; kalb Allah’tan gayrı ile meşgul olduğu oranda
kalbdeki muhabbetullah azalır. Bunu engellemek isteyen sûfi, zühd yolunda sebat
etmeli, sabra dayanmalı ve havf ile recâ arasında yaşamalıdır. Bu şekilde önce
Allah’ı tanıma, mârifetullah kalbde yerleşir ve ardından gelecek mükâşefe ile
âdeta zorunlu olarak muhabbetullah kalbi istilâ eder.[965]
Sûfiler aşkın
kaynağını muhabbet olarak görürler. Muhabbet insan gönlünün zevk aldığı
şeye yönelmesidir. Muhabbetle başlayan aşk, insanı tasavvufta arzu edilen
kemâle götüren bir vasıtadır. Cüneyd-i Bağdâdî, kalbin meyli olarak
adlandırdığı muhabbeti, “Kulun kalbinin tabiî bir şekilde Allah’a yönelmesi”
olarak özetlemiştir.[966] İlk sûfilerden
Tüsterî’ye göre muhabbet, tâat ile dost olmayı ve Hakk’ın yasaklarına uymayan
tavırlardan sakınmayı gerekli kılar. Bu incelik, Hakk’a dost olma iddiası ile
şeriatın yasaklarının kendileri için geçersiz hâle geldiğini, yükümlülüklerden
muafiyet kazandığını iddia ederek ibâhe tavrını bürünenlere yönelik önemli bir
uyarı içerir. Bunun tek istisnâsı bütün ibâdetlerin ön koşulu olan akıl ve
bilinç sahibi olmak yetisini yitirecek derecede vecde kapılan, manevî
sarhoşluğa düşen sûfinin durumudur. Bu noktada sûfinin irşadını üstlenen
mürşide önemli bir sorumluluk yüklenir.[967]
Serrâc ise muhabbeti, kulun gözüyle kendisine verilen nimetlere; kalbiyle
Allah’ın yakınlığına, yakîniyle kendisine hidâyet nasib edilmesi ile sevgisine
bakarak Allah’ı sevmesi olarak ifade etmiştir.[968]
Gazzâlî’ye göre Allah ve Hz. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e -hattâ
Allah’ın evliyâsına, sevdiği kullarına- muhabbet her müslüman için farzdır.
Allah’ı tanıyan O’nu sever. Tanıma, mârifetullah arttıkça sevgi de gelişir ve
güçlenir; neticesinde aşk hâsıl olur. Sevginin bu şekilde aşk haline
dönüşmesi, kulun mârifette yetkinleşerek ilâhî güzelliği idrak etmesinden ileri
gelir. Aşk ve muhabbetin idrâkiyle sûfinin şevk ve ünsiyeti artar ve kul bu
sürecin sonunda rızâ makamına vâsıl olur. Muhabbetin öncesinde ise, sûfinin
sülûku sırasında tevbe, sabır ve zühd merhalelerini geçmiş olması gerekir.[969] Gazzâlî’ye göre muhabbetullahın
alâmeti, Allah’ın zikrini sevmek, kelâmı olan Kur’ân’a yakınlık, Hz. Rasûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e özlem ve Allah ile muamelesinde makâm edinmiş
evliyâsına itaattir. Sûfi böylelikle Hakk’a ünsiyet kazanıp istiğrak hâline
adım atar ve kendisini Allah rızâsından uzaklaştırması muhtemel etkilerden
korunur. Allah’a muhabbetin göstergelerinden birisi de Allah’a iman edenlere
karşı merhametli, mahlukâta ise şefkatli olmaktır. Korku olmaksızın safî bir
muhabbetle Allah’a kullukta ısrar, kulun manevî helâkine, imanını yitirmesine
yol açabilir. Bunun tersine, bir muhabbet duymadan sadece korku duygusu ile
Allah’a kulluk görevlerini yerine getirmeye çalışmanın sonucu ise, Allah’tan
ürkme ile sonlanabilir. Allah’ı sıfatları ve güzel isimleri vasıtası ile
tanıyan bir kulunun O’nu sevmemesi mümkün değildir.[970]
Muhibbin Hakk ile muamelesi heybet, hayâ, muhabbet ve tâzim şeklinde bir
kademelenme şeklinde seyreder.[971]
Muhabbeti vecd
şeklinde tezâhür eden sûfi ne kendini ne de halkı, ne sebepleri ne de hâlleri
görür.[972] Altıntaş’a göre “aşk
tasavvufun son merhalelerinden biridir.”[973]
Maraş ise Yesevî’nin “ahlâk anlayışında en çok üzerinde durduğu kavramlar olan
aşk ve muhabbeti öncelikle “var oluşun kaynağı” şeklinde değerlendirmiştir.[974]
Ahmed
Yesevî’nin Divân-ı Hikmet eserinde doğrudan doğruya aşk
kelimesinin ve aşk kavramı ile ilgili âşık, mâşuk, muhabbet
sözcüklerinin en sık kullanılan kavramlardan olduğu görülmektedir. Hattâ Divân-ı
Hikmet’te başka hiçbir soyut kavram, aşk kavramının arz ettiği
yoğunlukla kullanılmamıştır. Ahmed Yesevî’nin Divân-ı Hikmet eserinde
aşk ile doğrudan ilişkili olarak sevgi anlamındaki muhabbet kavramına da
sık rastlanılmaktadır [975] Muhabbet, sevgilinin cemâlini
görme özlemi ve heyecanı içinde bulunan bir kimsenin kalbinin galeyan etmesi ve
coşmasıdır.[976] Kulun Allah’a muhabbeti,
mü’minin kalbinde beliren bir hâl olarak her işinde O’nun rızâsını talep
etmesi, zikri alışkanlık hâline getirmesi ve özlemesi, vuslat için sabırsız
hâle gelmesi gibi belirtilerden anlaşılır.[977]
Akyol’a göre, “Yesevî kişinin bedensel istekler yerine, ruhânî yönünü
geliştirmesinin aşk ve sevgi ile olacağını düşündüğünden, hayatın temel
amacının aşk üzerine kurulu olduğunu öngörmüştür.”[978]
Divân-ı
Hikmet’inde en sık şekilde kullanıldığı belirlenen aşk kavramı iki
yüz elli altı hikmetin seksen altısında geçmektedir. Divân-ı Hikmet te
aşk kelimesinin çeşitli yerlerde iki yüz elli kez geçirildiği tesbit
edilmiştir. Yesevî’nin Divân-ı Hikmetinde muhabbet kelimesi ise, kırk
dört hikmette ve yetmiş altı yerde görülmektedir. Oran olarak bakıldığında bu
da aşk gibi oldukça yoğun bir kullanıma işaret eder. Bu sıklıklar göz önüne
alınırsa hikmetlerin %15,56’sının aşk ve muhabbet kavramları etrafında
kurgulandığı anlaşılır. Bu oran, bir de aşk ve muhabbet ile doğrudan ilişkili âşık,
mâşuk, habîb, mahbûb kelimelerini kapsama alanına alarak genişletildiğinde
çok daha büyük bir oran ortaya çıkacaktır.
Yesevî
hikmetlerinde aşk kavramı soyut şekilde tek başına bir duygu durumunu
anlatmak için kullanıldığı gibi aşk ateşi gibi bazı tanımlamaların bileşeni
şeklinde de kullanılmıştır. Divân-ı Hikmet’te muhabbet kavramı da aşkta
olduğu gibi hem tek başına bir duygu durumunu anlatmak için, hem de
muhabbet şarabı gibi çeşitli tamlamaların bileşeni olarak kullanılmıştır. Aşk
kelimesinin sıklıkla kullanıldığı tamlamalara örnek olması için aşk ateşi, aşk
yolu, aşk derdi, aşk sırrı, aşk ehli, aşk pazarı, aşk dükkânı, aşk defteri gibi
dikkat çeken kullanımlarından örnek kıtalar verelim.
Aşk, kalpte
bulunan ve sevgiliyi arzu etmekten başka her şeyi yakan bir ateştir.[979] Yesevî aşk yoluna düşen
aşığın aşk ateşi ile yanmağa başlayacağını bildirir. Çetinkaya’ya göre
“Aşkın ateşiyle kavrulan âşık, varlık ve benliğinden sıyrılır. Söz ve
fiillerinden habersizken, halka hitap etmeye teşebbüs etmez.”[980] Aşk ateşi tamlaması
hikmetlerin on dört yerinde görülmektedir:
“Her kim yanar cana alır aşk ateşini
Canı yansa uzuvlarından çıkar duman,
Bağrı onun paramparçadır yoktur bütün
Halka zâhiren görünüp duran yarası yok.”[981]
Yesevî,
tasavvuf yolundaki olgunlaşmanın bir metodu olarak aşk ateşine düşmeye
kendisini örnek vererek işaret eder:
“Aşk ateşini gizli tutup saklar idim, Canı yakıp, yürek
bağrımı kebap etti. Pirden yardım olmaz olsa, şimdi bana, Bu dert bizi dostlar
hadsiz harap etti.”[982]
Tasavvufta bir sonuca ulaşabilmek için aşk ateşinde yanmayı
kabul etmek gerekir:
“Kul Hoca Ahmed kabul eyledi gizliliği
Kabul eyledi aşk ateşinde yanmaklığı
Canını verip satın aldı yanmaklığı
Gerçek sözümdür asla onun yalanı yok.”[983]
Aşk ateşine yanan âşık, yandıkça bâtınındaki kemâl dereceleri
ortaya çıkacaktır:
“Aşk ateşine yanan âşığın rengi uçar,
Âhirete doğru çekip alıp burada geçer.
Burada olan düğümlerini orada açar,
Rasûl, dünya leştir[984],
dedi bıraktım ben işte.”999
Yeseviyye
yolunun bir muhabbet ve sevgi yolu olduğunun en kesin kanıtı, aşk kelimesinin
en sık kullanıldığı kavram olan aşk yoludur. Yesevî’de tasavvuftaki
kemâl makamlarına ulaşmanın yolu olarak tanımlanan aşk yolu kavramı yirmi üç
yerde kullanılmıştır. Bir örnek vermekle yetinelim:
“Kim bilmeden bu yolları, şeyhim dese,
Kerâmetten velâyete haber verse,
Bâtıldır eğer Ruhü’l-emin bile ise,
Özünü öyle bâtıllardan korumak gerek.”1000
Aşk yolunda
ilerlerken aşk ateşi ile yanmağa başlayan âşık düştüğü aşk derdinin dermanını
aramağa başlar. Aramakla bulunmaz ancak bulanlar arayanlardandır,
sırrına erince anlar ki, aradığı zaten kendisini derde düşüren aşk imiş. Yesevî
Divân-ı
Hikmet in yirmi yerinde aşk derdi ve bu derdin
dermanına değinmektedir:
“Ey arkadaşlar, aşk derdine devâ olmaz,
Diri oldukça aşk defteri tamam olmaz,
Dar lahidde kemikleri ayrık olmaz,
Lamekân’da Hakk’tan dersler aldım ben işte.”[985]
“Aşka düştün, ateşe düştün, yanıp öldün,
Pervâne gibi candan geçip kor ateş oldun;
Derde doldun, gama soldun, divâne oldun;
Aşk derdini sorsan, aslâ dermanı yok.”[986]
Yesevî, Divân-ı Hikmet te beş yerde aşk sırrından
söz eder. Aşk sırrının kimlere verilebileceğini vurgulayan bir örnek verelim:
“Aşk sırrını her nâmerde söyleyip olmaz,
Nice yaksan, rüzgârlı yerde çıra yanmaz,
Yolunu bulan merdleri bilse olmaz,
Ağlaya ağlaya gözyaşını damla eyledi.”[987]
Aşk sırrına erme yolunu da gösteren Yesevî, aşk sırrına ermek
için yakîn derecesinde bir iman, takvâ derecesinde bir kulluk ve başa gelecek
yüz bin belaya sabır gerektiğini ve bu yolla Hakk cemâline vuslatın mümkün
olacağını bildirir:
“Hakk’a yanıp mü’min olsan, ibâdet eyle
İbâdet eyleyen Hakk cemâlini görür dostlar.
Yüz bin belâ başa düşse, inleme,
Ondan sonra aşk sırrını bilir dostlar.”[988]
Ancak dikkat edilmesi gereken nokta, candan geçilmeden aşk
sırrının hakikatinin bilinemeyeceğidir:
“Candan geçmeden aşk sırrını bilse olmaz,
Maldan geçmeden ben-benliği koysa olmaz,
Utangaç olmadan yalnız kendini sevse olmaz, Öyle âşık halk
gözünden gizli olur.”[989]
Yesevî’ye göre aşk sırrı ancak aşk ehline açılabilir ve
aşk ehlinden hâlinin beyanını istemek halk için yersiz bir iştir:
“Ey habersiz, aşk ehlinden beyan sorma,
Dert iste, aşk derdine derman sorma,
Âşık olsan, zâhidlerden nişan sorma,
Bu yollarda âşık ölse, tavanı yok.”[990]
Divân-ı
Hikmet teki aşk ile ilgili kullanımlardan dikkat çeken bir tanesi aşk
pazarı tamlamasıdır. Aşk pazarında başka derdin ardına düşmek ve dünyalık
peşinde koşmak aşk yolundakiler için haramdır:
“Aşk pazarı ulu pazar, satış haram,
Âşıklara senden özge kavga haram,
Aşk yoluna girenlere dünya haram,
Her neylesen, âşık eyle ey Allah’ım.”[991]
Yesevî hikmetlerinde aşk pazarı kullanıma benzer bir kullanım
da, dört yerde rastlanan aşk dükkânı ifadesinde görülür:
“Âşıkları aşk dükkânını varsa kurup,
Yaşını saçıp, göğsünü açıp, yüzünü sürüp,
İnşaallah, cehennem kaçacak ondan korkup,
Yedi sema tâkat eylemeyip göçer dostlar.”[992]
Divân-ı Hikmette aşk kullanımlarından birisi de aşk
defteri ifadesidir. Âşıkların kaydedildiği anlaşılan bu deftere yazılmak
ancak belâları göze alan kişilerin kârıdır:
“Aşk defteri sığmaz dostlar dergâhına,
Cümle âşık yığılıp varır bargâhına,
Yedi cehennem dayanamaz bir âhına,
Her ne eylesen, âşık eyle ey Allah’ım.”[993]
Yesevî’nin aşksız kişileri kınaması ve onları “hayvan cinsi”
ve “şeytan kavmi” gibi ağır ifadelerle tanımlamasıdır:
“Dertsiz insan insan değil, bunu anlayın,
Aşksız insan hayvan cinsi, bunu dinleyin;
Gönlünüzde aşk olmasa, bana ağlayın,
Ağlayanlara gerçek aşkımı hediye eyledim.”[994]
“Aşksız kişi insan değildir anlasanız,
Muhabbetsizler şeytan kavmi dinleseniz,
Aşkdan başka sözü eğer söyleseniz,
Elinizden iman-İslâm gitmiş olmalı.”[995]
Yesevî, Allah’a erme yolunda aşksız ilerlemenin çok zor
olduğuna işaret eder:
“Aşksızları gördüm dostlar şaşkın yürür,
Mü’minim deyip imanları viran yürür,
Mahşer günü cemâl görmeden sersem yürür,
Pir-i kâmil nazâr eylemeden görse olmaz.”[996]
Aşksızlık üzerinde Yesevî’nin gösterdiği hassasiyet,
hikmetlerde on beş yerde bu hale işaret etmesi ile vurgulanır. Aşksızların
vuslat yolunda ilerlemesi zor ve akılları da kısadır:
“Her sabah vakti ses geldi kulağıma,
Zikr söyle! dedi, zikrini söyleyip yürüdüm ben işte.
Aşksızları gördüm ise, yolda kaldı;
sebepten aşk dükkânını kurdum ben işte.”[997]
“Aşksızların aklı kısa, özü gâfil,
Sûfiyim diye çok laf vurur, özü câhil,
Hakk aşkından behre alan Hakk’a mâil,
Canım ile aşk eteğin tuttum işte.”[998]
Muhabbet kavramının hikmetlerdeki kullanım örneklerine
ise yalın şekilde muhabbet kullanımı için verilen örnekle başlayalım:
“Ateşe yandım, candan doydum, hayrân oldum,
Bu nasıl ateş, tutuşup yanmadan biryân oldum,
Muhabbetin adını duyup giryân oldum;
Gözü yaşlı olan muradına yeter dostlar.”[999]
Muhabbet konusunda sadece sözde kalmak, Yesevî’nin sûfileri
uyardığı bir durumdur:
“Kul Hoca Ahmed laf vurarak dedin bunu,
Laf vurursun muhabbetten, ahdin hani?
Ne erenler bu dünyadan oldu fâni,
Nefs elinde oldun hayvan misali için.”[1000]
Divân-ı Hikmet’te
muhabbet kavramı, burada gösterilen yalın kullanımları dışında bazı
tamlamaların parçası olarak da yer alır. Muhabbet şarâbı, muhabbet kadehi
kullanımlarına hikmetlerde çokça rastlanılır. Muhabbet şarabından içmek Allah
rızâsını kazandıracak amellerin bir sonucu olarak armağan edilen bir
ayrıcalıktır:
“Haram ehli, ben-benlikten kaçıp yürü,
Ehlini bulursan gözde yaşını saçıp yürü,
Muhabbetin şarâbından içip yürü,
Hakk cemâlini göstermese perişân olunur.”[1001]
Bu şekilde
muhabbetullaha nâil olmayan birisinin tasavvuf yolunda ilerleyebilmesi zordur.
Muhabbet şarabını içmek ancak muhabbet kadehi ile olacaktır. Yesevî, muhabbet
kadehinden içen âşıkların kıyâmet gününde ayrıcalıklı bir hâl kazanacaklarını
ifade eder:
“Muhabbetin kadehini içen divâneler
Kıyâmet günü ağzından ateş saçar dostlar.
Kudret ile yaratılmış yedi cehennem
Âşıkların nârasından kaçar dostlar.”1018
Hikmetlerde
muhabbet bir deryâ şeklinde tanımlanıp tasavvufta ilerleme, o deryâya
dalgıç olarak dalıp inci çıkartmaya benzetilir. Yesevî hikmetlerindeki muhabbet
deryâsından inci çıkartmak metaforu ilgi çekici edebî anlatımlardan birisidir:
“Muhabbetin deryasında dalgıç olup
Mârifetin cevherini alasım gelir,
Tarikatın meydanında kanat çırpıp
tuba dallarına konasım gelir.”1019
Benzer şekilde bir kullanım olan muhabbet denizi ifadesi ise
hikmetlerde bir yerde yer almaktadır:
“Âşıkları Hakk’a bakıp nâra atar
Muhabbetin denizine dalıp batar;
Cevher alıp sevdiğine derdini söyler
Damla yaşı yere damlasa, umman eyler.”[1002]
Divân-ı Hikmet’te
muhabbet kavramının birden fazla kullanıldığı tamlamalar olarak muhabbet
pazarı, muhabbet şevki, muhabbet bahçesi, muhabbet meydanı yer alır. Tezimin
hacmini düşünerek muhabbet kavramının kullanıldığı hikmetlerden sadece birer
örnek vermekle yetinelim:
“Muhabbetin pazarında dolaşarak
Âhiret ticaretine başlasam ben.
Bu dünyanın izzetlerini arkaya atarak
Horlanma-ağlama yollarını hoşlasam ben.”[1003]
“Aşk derdini bilen kişi dünyayı bulur,
Erenlerin izin alıp dinmeden öper,
Muhabbetin şevki ile yaşını döker,
Yaşı akmadıkça riyâzette solsa olmaz.”[1004]
“Muhabbetin bahçesine bülbül gibi
Seherlerde feryâd edip konasım gelir.
vakitte Allah’ımın cemâlini
Mana gözü ile açıkça göresim gelir.”[1005]
Muhabbet asâsı ele alınıp muhabbet sokağını
yürüdükten sonra muhabbet meclisine ulaşılır:
“Muhabbetin asâsını elime alıp
Saadetin hırkasını vücuduma koyup
Muhabbetin çekimi ile kanatlanıp
Mârifetin dalına konasım gelir.
“Muhabbetin sokağını gezen ârif
İyi bilir sadıkların belirtisini, İradeden ellerine harbe alıp
Defin eyler zararlının selâmetini.”[1006]
“Kul Hoca Ahmed kul olsan, ağlayıp yürü,
Muhabbetin meclisine kendini vur,
Kıyâmetin şiddetinden mâtem kur
Mâtem kuran sırdan haber alır dostlar.”[1007]
Muhabbet dâvâsı güden bir sûfi, divâne denilecek
derecede dünya işlerinden vazgeçmiş olmalıdır:
“Ey sûfi kıldın muhabbet dâvâsını divâne ol
Mal ve mülk ev-barkdan geç ve ilgisiz ol
Kim Allah diye söylese bin dönüp pervânesi ol
Sûfi-nakş oldun velî, asla müslüman olmadın.”[1008]
Muhabbetle ilgili Yesevî söyleminin önemli bir örneği mâsivâ
muhabbeti tamlamasıdır. Yesevî’ye göre sûfinin ilahî sırlara erebilmesi için
mâsivâ muhabbetinden uzak durması ve sevgisini sadece Allah’a tahsis etmesi
gereklidir:
“Himmet kemerini can beline sağlam sarmayınca
Mâsivânın muhabbetini özden salmayınca
Gözyaşını niyâz eyleyip yakarışını söylemeden
Sırlar yolunu merdlerden bilse olmaz.”[1009]
Divân-ı
Hikmet’te aşksızlık gibi muhabbetsizlik de kötü bir durum olarak
gösterilir. Yesevî’ye göre muhabbetsiz ibâdet bile değersizdir:
“Haramdır âşıklara başkası Hûda’dan,
Hatâdır taleb eylese her iki cihan.
Muhabbetsiz tâatların heves rüzgârı,
Mağrur olma dünya, ukba, rıdvân için.”[1010]
Divân-ı
Hikmet te yer alan kavramların en sık kullanılanları olan aşk-muhabbet
kavramlarının yoğunluğuna bakılarak Yeseviyye yolunun sevgi temelinde inşa
edildiği söylenebilir. Ahmed Yesevî bu şekilde bozkırların haşin tabiatlı
insanlarının gönlüne girmeyi başarmış ve bölgedeki İslâm anlayışının
belirlenmesinde en önemli etken haline gelmiştir. Bugünün dünyasında yaşayan ve
gönlü çoraklaşan insanlar için de Yesevî mesajlarının önemli bir ihtiyacı
karşılayacağını söylemek mümkündür. Bunun için izlenecek yol ve yöntemler
tarihî tecrübeden yola çıkılarak belirlenebilir. Tasavvufun güncellenerek yeni
vasıtalarla insanlığa arz edilmesi için Yesevî hikmetleri bir çıkış noktası oluşturabilir.
Aşksız, şevksiz bir tebliğin günümüz dünyasındaki insanların gönlüne
dokunabilme ihtimali, neredeyse imkânsızdır.
Gurbet,
maksada ulaşmak için vatandan ayrılmaktır, soyut olarak alışkanlıklardan
uzaklaşarak yalnızlaşma karşılığında da kullanılmıştır. Garîb, sözlükte
vatanından ayrılmış, gurbete çıkmış kişi, kimsesiz, zavallı, yabancı, yoksul,
muhtaç gibi anlamlara gelir.[1011] Tasavvufî ıstılah olarak
garîb, vahdet âleminden uzaklara, gurbete düşen kişidir. Bu anlamdaki gurbeti
hissettiği için, sûfilere garîb denir.[1012]
Yesevî
hikmetlerinde gurbet ve garîb kavramları en sık rastlanılan
kavramlar arasındadır. Ahmed Yesevî’nin öksüz ve yetim olarak geçirdiği
çocukluk yıllarının izlerini bu satırlardan görebilmek mümkündür. Hikmetlerde gurbet
kelimesi yirmi üç, garîb sıfatı ise altmış iki yerde kullanılmıştır.
Hikmetlerin başlangıcındaki ilk hikmetteki ifadelere göre “garîb, yetim, fakir
hali”ni sormak sünnettir:
“Garîb, fakir, yetimleri Rasûl sordu
gece Mi’râc’a çıkıp Hakk cemâlini gördü
Geri gelip indiğinde fakîrlerin halini sordu
Garîblerin izini arayıp indim işte.”[1013]
Yesevî bir hikmetinde Hz. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)’in kendisini garîb olarak kabul ettiğini kaydeder:
“Rasûl önüne bir yetim gelmiştir,
Garîb ve müptelâyım deyip söylemiştir.
Rasûl dedi ona: Ben de yetimim;
Yetimlikte, garîblikte yetişmişim.”[1014]
Yesevî, bir hikmetinde de yolunun gurbete düştüğünü ve sonunda
doğduğu Türkistan’a döndüğünü kaydeder:
“Kul Hoca Ahmed, söylediğim Hakk’ın yâdı,
İşitmeyen dostlarına kalsın öğüdü,
Gurbete düşüp öz şehrine döndü yine,
Türkistan’da mezar olup kaldım işte.”[1015]
“Garîblikte garîb olan garîbler
Garîbler hâlini bilen garîbler
Sebeb ile uzak yere giderek
Karındaş kadrini bilen garîbler.”[1016]
Yesevî iki hikmetini tamamıyle garîblere ve garîblerin
hallerine adamıştır:
“Bu garîblik berbat imiş, ey dostlar,
Hiç kim gelip, garîb hâlin soran var mı?
Gece-gündüz gurbet çekip aşk yolunda,
İçi yanıp, hasret ile dolan var mı?” [1017]
Bir hikmette ise dünyanın gurbet olduğu ifade edilmiştir.
“Aşk dâvâsını güden âşık giryân olur,
Bu dünyanın gurbetinden ölse olmaz.
Şuurunu kaybedip onun bağrı yanık olur,
Hayâ gidip perdesini dürse olmaz.”[1018]
Dünyayı gurbet
diye değerlendiren Ahmed Yesevî, dünya rahatlığını âhirete önceleyenlerin
sıkıntı çekeceğine işaret eder. Hikmetlerde Hz. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi
ve sellem)’in Medine-i Münevvere’ye hicretinin gurbete gitmek olarak
değerlendirilmesi ve peygamberimizin bu nedenle garîb unvanına sahip olduğu
ilgi çekici bir vurgulamadır. Garîblere ilgi göstermek, sıkıntılarını gidermeye
çalışmak bu nedenle en büyük erdemlerdendir.
Sözlükte bir
şeyi çekmek, çekiş anlamındadır. Tasavvufta ise, Hakk’ın kulu kendine çekmesi,
yaklaştırması ile aniden ortaya çıkan ve kulun İlâhî huzûra yükseltilmesi ile
sonuçlanan vecd ve istiğrak hâlidir.[1019]
Cezbe, Allah’ın kuluna bir ihsanı olduğundan, kontrolü kulun elinde değildir.
Kulu Hakk’a yaklaştıran bir inâyet olan cezbe, kulda istikâmet ve ibâdet arzusu
oluşturur.[1020] Böylece kul ruhî cezbe ile
aşkın kaynağına ulaşır. Allah dışında her şeyi unutarak kendinden geçer. Cezbe,
bazen aklın baştan gitmesi anlamındaki cinnet ile karıştırılsa da yanlıştır;
meczûb ile mecnûn farklı kişilerdir. [1021]
Sûfiler, Kur’ân’daki “Allah dilediğini kendine seçer ve kendisine yöneleni de
doğru yola iletir.”[1022] âyetini cezbeye delil
sayarlar. Türkçe’deki cezbelenmek, cezbeye gelmek, Hayy - Hû - Hakk
deyip bağırmak türünden görünüşler, bu tür cezbe için kullanılır. Sohbet, zikir
ve semâ toplantılarında kalbde oluşan varidâta dayanamayıp kendinden geçen,
istemeden sıçrayıp sayha atan insanların hâlleri ilk tasavvufî kaynaklarda vecd
olarak ifade edilmiştir. Klasiklerde zikir ve semâ konularıyla birlikte
anlatılan bu davranışlara daha sonra cezbe denilmiştir. Hakk’ın kulu kendine
çekmesine cezbe, bu cezbe ile kulun Allah’a yönelmesine aşk denilmiştir. Sûfilere
göre, Hz. Peygamberi (salla’llâhü aleyhi ve sellem) öldürmeye giderken duyduğu
Kur’ân sesiyle imana gelen Hz. Ömer (r.a.)’ın hâliyle, sultanlığı bırakan
İbrâhim b. Edhem’in tevbesi cezbeye örnek olarak gösterilir. Bu anlamıyla
cezbe, peygamber ve velîlerin sıfatıdır. Sûfiler, sayha atmak, bağırıp çağırmak
şeklinde tezâhür eden cezbeyi hoş görmezler. İlk sûfilerden itibaren vecdin
dışa yansıması anlamındaki cezbe ve bundan kaynaklanan taşkın hareketler
pek de muteber sayılmamıştır. Şiblî: “Seni O’na cezbeden şey, O’ndan sana gelen
bir lütuf ve ihsandır.” demiştir.[1023]
Melâmet
yaklaşımını önemseyen Cüneyd-i Bağdâdî meşrebindeki sûfiler, istenmeksizin
sergilenen cezbeye değer vermezler.[1024]
Cezbenin tasavvufî bir hâl olarak kabul edilmesini isteyen Kuşeyrî’ye göre
evliyânın büyükleri, kendilerine gelen cezbe ne kadar ağır olursa olsun
kendilerini korumayı başarırlar ve cezbeye galip gelirler.[1025] “Cezbe halinde
söylenen şatahat ve sevgiden kaynaklanan coşku hâli ile ilahiyat
alanındaki felsefi nazâriyat arasında fark vardır.”[1026] Yesevî hikmetlerinde cezbe
samimî sûfilerin bir hâli olarak anlatılır:
“Hakperestler her yan bakıp Hakk’ı görür,
Cezbe gelse, her tarafa özünü vurur,
Yalancılar gördüm diyerek tezgâh kurar,
Gördüm derler, Allah Hakk’ı, gördüğü yok.”[1027]
Ahmed Yesevî gerçek bir cezbenin tasavvuf ortamlarında
kınanmaması gereken geçici bir hâl olarak değerlendirilmesini uygun görmüştür:
“Gerçek tâlibe pîrden değer günde sancı,
Zâhir sancı bâtın içre baldan tatlı.
Cezbe hâli ikram eder aşkı mutlaka,
İşitip, okuyup, hizmet eyleyin, dostlarım ey.”[1028]
Ancak sûfilerin cezbe bahanesi ile taşkınlık yapmaları
kınanır:
“Nâdân, câhil cem olarak Hayy-Hû diye,
günâhkârı pîr kılırlar şeyhim diye,
Şeyhlerinden bana cezbe değdi diye,
Halka içre mest deve gibi inlerler ha.”[1029]
Bazı hikmetlerde ise cezbe hakikat meydanına girip Hakk’ı
müşâhede için gerekli görülmüştür:
“Şeriatın kisvesini giymeyince,
Tarikatın Burak’ına binmeyince,
Cezbe ve coşku âlemine gitmeyince,
Hakikatın meydanına girse olmaz.”[1030]
“Cezbe hâlet peydâ kılan Hakk’ı bulur,
Din kılıcını ele alıp, nefsi kovalar,
Nerede varsa, sırlar görüp, büküp kapatır,
Ehlini bulsa, şerhini yapar, dostlarım ha.”[1031]
Ahmed Yesevî,
cezbe konusunda orta yolu tutmuştur. Cezbeyi ne reddetmiş ne de tasavvufun en
önemli rüknü saymıştır. Câhil ve nâdânların cezbe taklidçiliği ile kendilerini
halka kabul ettirmeye çalışacağı değerlendirmesi hikmetlerdeki dikkat çekici
bir noktadır.
Üns samimiyet,
nazlanmak, yaklaşmak ve alışmak anlamındaki bir tasavvuf kavramı olup, Allah’ın
cemâlini düşünerek kalbin ferahlaması, kulun Allah ile ülfet etmesidir.[1032] Ünsiyet, İlahî huzûrda
tecellîlerle ortaya çıkan manevî yakınlığın yansımasıyla sevinç ve sürûr
içerir. Sûfide üns hali üstün hâldeyse, halvet ve yalnızlık isteği galip gelir.[1033] Üns duygusunun zıddı olan
korkmak, sakınmak anlamındaki heybet ise, üns hâlini kaybetme korkusuyla ortaya
çıkan endişe ve korku ile birlikte saygı hislerini de birlikte uyandıran bir
hâldir.[1034] Heybet, celâl tecellîsine
muhatap olma, üns ise ilâhî cemâli seyretmekten haz duymaktır. Hakk’ın celâl
tecellîleri ile kulun varlığının ortadan kalkması anlamını taşıyan heybet, bir
anlamda da mahrum kalma korkusudur.
Allah ile
kulları arasındaki ünsiyetin mümkün olabileceği, “Şayet kullarım, sana benden
sordularsa, gerçekten ben çok yakınımdır. Bana duâ edince, duâcının duâsını
kabul ederim. O halde onlar da benim davetime koşsunlar ve bana hakkıyla iman
etsinler ki, doğru yola gidebilsinler.”[1035];
“And olsun insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz.
Ve biz ona şah damarından daha yakınız.”[1036]
âyetlerinden çıkartılabilir. Ünsiyet, âşıkın sevgilisi ile samimiyet
içerisinde olmasıdır. Kur’ân’da isimleri anılan peygamberlerden Hz. İbrâhim
(a.s.)’ın duâsını ve aldığı cevabı anlatan: “Bir zamanlar İbrâhim de: Ey
Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster, demişti. Allah, inanmadın mı
ki?, buyurdu. İbrâhim: İnandım, fakat kalbim iyice yatışsın diye istiyorum,
dedi. Allah buyurdu ki: Öyle ise kuşlardan dördünü tut da onları kendine çevir,
iyice tanıdıktan sonra (kesip) her dağın başına onlardan birer parça dağıt,
sonra da onları çağır, koşa koşa sana gelecekler ve bil ki, Allah gerçekten çok
güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.”[1037]
şeklindeki ifadeler unvanı “Halîlullah” olan peygamberin Rabbi ile
samimiyetinin göstergesi olarak anlaşılmalıdır. Hz. Mûsâ (a.s.)’ın “Ne zaman
ki, Mûsâ, mikatımıza geldi, Rabbi ona kelâmıyla ihsanda bulundu. Ey Rabbim,
göster bana kendini de bakayım sana, dedi. Rabbi ona buyurdu ki; Beni katiyyen
göremezsin ve lâkin dağa bak, eğer o yerinde durabilirse, sonra sen de beni göreceksin”[1038] şeklindeki niyâzı ve
karşılığı da, ünsiyetin Kur’ân’daki örnekleri olarak değerlendirilmiştir. Bu
samimiyet ve ünsiyet Hakk ile yakınlık ve samimiyetin neticesinde ortaya çıkar.
Ünsiyetin ortaya çıkış şekli, kalbin cemâlullah ile müjdelendiğinde sevinip
ferahlamasıyladır. Allah ile ünsiyet, Allah’tan gayrısından uzaklaşmayı, kulun
hayret halini engelleyen her şeyden soğumasını gerektirdiğinden en ağır kalbî
hâldir. Ünsiyetin belirtisi, sûfinin zorunluluk durumu dışında halktan
uzaklaşırken kendisini tamamen zikrullaha kaptırmasıdır. Ünsün en aşağı
derecesi, sâlikin Hz. İbrâhim (a.s.) gibi ateşe atılsa bile, bunu
hissetmemesidir.[1039]
Tasavvuf
ehline göre Allah’la ünsiyet, Allah’ı zikretmekle kazanılır. Bazı sûfilere göre
de asıl ünsiyet ister şükür şeklinde isterse fikir şeklinde ya da vird
niteliğinde olsun, hiçbir hâlde Allah’ı zikirden geri kalmamaktır. Kul
samimiyetle dilediğinde, hakikî enîs olan Allah, kulundan ünsiyeti esirgemez.
Allah ile ünsiyetin en önemli belirtisi daimî olmasıdır.[1040]
Üns hali
kullarda üç şekilde belirir: 1) Kulun gafletten uzaklaşarak günâhlardan arınıp
Allah’a ibâdet etmeye heveslenmesidir. 2) Kulun Allah ile ünsiyet sonunda,
kalbini meşgul eden başka arzulardan kurtulmasıdır. 3) Ünsün en ileri derecesi,
üns halinin de hissedilmez olmasıdır. Bu makâmda sûfide Allah’a saygı ve heybet
halleri görülür ve nihâyetinde kalbde itminan belirir. Bu ileri ünsiyet hâli,
kul tarafından kazanılmaz, ancak Hakk’ın kuluna ihsanıdır.
Allah’ın cemâl
tecellîlerine mazhar olan sûfinin kalbindeki müşâhede ve Hakk ile huzûr hâlini
ifade eden ancak Allah’ı zikir ile kazanılabilir.[1041] İbrâhim b. Edhem’e nereden
geldiği sorulduğunda, “Allah ile ünsiyetten geliyorum.” cevabını verdiği
kaydedilmiştir.[1042] Cüneyd-i Bağdâdî’ye göre
üns, kul üzerinde korkudan çok ümîd hâlinin galib olması anlamına gelir.[1043] Mekkî’ye göre, üns makamında
Allah ile sohbet etme söz konusudur ve bir tür bast yani rahatlık içerir.[1044] Kuşeyrî için üns ve heybet
halleri, kulun maneviyatının değişmesi (telvîn) anlamını taşıdığından temkin ehli
nazarında bir noksanlıktır. Üns sahibi sâlik, aynı zamanda sahv ehlidir.
Heybet sahibi
sûfi, gaybet halinde bulunur. Heybet ehli olan sâlikler gaybetteki durumlarına
göre farklılık gösterir. Kimisinin gaybeti uzun, kimisininki de kısadır.[1045] Cürcânî’ye göre
heybet ve üns, kabz ve bastın üstünde iki hâldir. Heybet kabzın, üns de bastın
bir üst derecesidir. Üns ve heybet, kabz ve bastın üstünde iki hâldir.
Heybet’in gereği gaybet, ünsün ise sahv ve ifâkat, yani uyanma ve ayılmadır.[1046] Yesevî
hikmetlerinde heybet ve üns kavramları sûfınin tasavvuf yolculuğunda yaşadığı
hâller olarak görülmektedir:
“Bir fırsatta yetişip gelmeyip geçmeyip saat,
Heybetine yer ve gökler eylemez takat,
Fermân olsa Allah’ımdan ölüm meleği,
Nasıl takat yetireceğimi bilemezdim.”[1047]
Hikmetlerde Azrâil (a.s.)’ın ve Münker-Nekir meleklerinin de
bir heybet arz ettiği kaydedilmiştir:
“Yedi adım attıktan sonra Münker-Nekîr,
Heybet ile girip gelince kılıp kahır,
Ki gözü ateş gibi yanıp bakıp durur,
Nûrunu görüp saygı gösterip kucaklar dostlar.”[1048]
Yesevî hikmetlerinde dünyanın fâniliğini dile getiren satırlar
heybet kavramıyla beraber işlenmiştir:
“Her kim Hakk’ın kulu olsa, Hakk’a yansın,
Hakk’a yanmaz kendisi diyen öteye gitsin,
Kul Hoca Ahmed nasıl burada makâm bulsun;
Gece-gündüz korka durur, heybeti var.”[1049]
Hikmetlerde
üns kavramının recâ, heybet kavramının ise havf ile ilişkilendirdiği
görülmektedir. Allah’a dostluk anlamındaki üns, insanları umutsuzluk
karanlığına düşmekten korur. Bu ikili kullanımın Divân-ı Hikmet’te
görülen kavramlaştırmaların orta özelliği olduğu söylenebilir.
Havf, kulun
Allah nezdindeki durumu hakkında duyduğu korkuyu ifade etmek için kullanılır.[1050] Sözlükte korkmak,
kaygılanmak, endişe duymak gibi anlamlara gelen havf kavramı, hoşlanılmayan bir
durumun başa gelmesinden duyulan korku ya da arzulanan bir şeyin elde
edilememesiyle hissedilen kaygı şeklinde tanımlanmıştır.[1051] Havfın karşıtı
olan recâ ise sözlükte umut, emel, beklenti, istek gibi anlamlarda kulun
Allah’ın rahmetine güvenmesini ifade eder.[1052]
Recâ kavramı, tasavvuf ıstılahı olarak “kulun ilâhî rahmetin genişliğine
bakması, Rabbinin lutfunu kendine yakın hissetmesi, sonucun iyi olacağını
düşünüp sevinmesi, celâli cemâl gözüyle görmesi” şeklinde tanımlanmı ştır.[1053]
Havf ve recâ,
hâl, bilgi ve eylemden kaynaklanır. İmanın kavîlik şartlarının başında,
mü’minin korku ve umut arasında bulunması gelir. Havf, gelecekle ilgili olumsuz
beklentilerin kalpte oluşturduğu üzüntüdür. Recâ ise olumlu beklentilerle
ortaya çıkan hazdır. Korkunun havf, haşyet ve heybet gibi muhtelif dereceleri
vardır. Haşyet ilmin, heybet mârifetin şartıdır.[1054]
Recâ, insanın iradesinde olan bütün etkenleri hazırladıktan sonra arzuladığı
sonucu beklemesidir. Geleceğe ait bir beklenti insanın kalbine yerleştiğinde,
hoşa gitmiyorsa havf, hoşa gidip arzulanıyorsa recâ denir.[1055]
Kur’ân-ı
Kerîm’de havf kökünden gelen ya da türevi olan fiil ile isimler yüz yirmi dört
âyette geçmektedir. Bunların yaklaşık yarısı dünyevî korku ve kaygıları,
diğerleri ise Allah korkusu, âhiret kaygısı gibi dinî kaygıları ifade etmektedir.
Havf, sâlikin Kur’ân’daki, “Yine insanlardan, hayvanlardan ve davarlardan da
türlü renklileri vardır. Kulları içinde Allah’tan ancak âlimler korkar. Şüphe
yok ki Allah çok güçlüdür. Hüküm ve hikmet sahibidir.”[1056] âyetinin anlamını kavrama
sonucunda hâsıl olan bir duygudur. Havf kavramını içeren bir âyette Allah,
“(Size o haberi getiren) ancak şeytandır, (sadece) kendi dostlarını
korkutabilir. Onlardan korkmayın, eğer mü’min iseniz benden korkun.”[1057] buyurarak mü’minler i
uyarır. Hz. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e hitap eden, “De ki:
Eğer Rabbime isyan edersem, büyük bir günün azâbından korkarım.”[1058] meâlindeki âyet,
havf deyimi ile hem günâh endişesini hem de ceza korkusunu içermektedir. Hz.
İbrâhim (a.s.) da inkârcılıkta ısrar eden babası Âzer’i, “Babacığım! Doğrusu
ben korkarım ki, sana Rahmân’dan bir azâb dokunur da şeytana (cehennemde
arkadaş) olursun.”[1059] diyerek uyarmıştır.
Âyetlerde, kişinin sadece kendisi adına değil başkaları için duyduğu korkular
da havf kavramıyla anlatılır.[1060] Bazı âyetlerde, insanın mutlaka
“Rabbinin makamında durup hesap vereceğini bilerek bundan korkması”[1061]; ve ona göre davranması
gerektiği, diğer âyetlerde de “Allah’ın hidayetine uyan”[1062], “iyi bir mü’min olarak
kendini Allah’a teslim eden”[1063], “iman edip iyilik ve barış
yolunda çaba harcayan”[1064], “iman ettikten sonra
istikâmet üzere olan”[1065] kimselerle “Allah dostları”[1066] için “âhirette korkulacak
(havf) ve üzülecek (hüzn) bir durum olmadığı” bildirilir. Havfın dünyevî korku
ve kaygılarla ilgili olarak kullanıldığı âyetlerde, dinî konularla ilişki
kurulduğu da görülür. Allah’ı seven ve sevgisine hak kazanan mü’minlerin güzel
niteliklerinden söz edilirken kınama ve eleştirilerden korkulmaması istenir.[1067] Bir diğer âyette açlık, can
ve maldan eksilme gibi musibetler, Allah’ın insanları sınamak üzere verdiği
sıkıntılar arasında gösterilmiştir.[1068]
Buna göre mârifetin sonucu olan havf, kulu zühd, sabır ve tevbeye yöneltir.
Âyette geçtiği ifadesiyle, Mûsâ (a.s.) “Allah’ın dağa tecellî etmesiyle beraber
bayılmıştı.”[1069] “Kim de Rabbinin divanında
durmaktan korkmuş, nefsini boş heveslerden menetmiş ise, kuşkusuz onun varacağı
yer cennettir.”[1070] âyetinde de işaret edildiği
üzere bir mü’min âhirette Rabbinin huzûruna çıkmadan önce, kendini dünyada
hesaba çekmelidir.
Avâmın bir
bilgiden kaynaklanmayan Allah’ın azâb ve cezasından korkmak anlamındaki havfı
ile kişiyi umutsuzluğa düşüren aşırı korku makbul değildir. Beğenilen ve övülen
havf, kulu günâha düşmekten sakındıran, tâata teşvik eden havftır. Sûfiler,
Hakk’ın rahmetini umarak yapılan ibâdeti, azâbından korkularak yapılan
ibâdetten üstün görürler. Havf, kulun amellerinde olumlu bir yönelişe yol
açmıyorsa gerçekte varlığından söz edilemez. Havf hali, nefsânî arzuları
engellediğinde iffet, haramdan uzaklaştırdığında verâ’, şüphelilerden uzak
tuttuğunda takvâ, Allah’tan uzaklaşmaya engel olduğunda sıdk adını alır.[1071] Korku ve hüznün arasındaki
fark, hüznün, geçmişte kaybedilen şeyler için çekilen elem olmasına karşılık,
korkunun gelecekte olabilecek gelişmeler için üzüntü duymak olmasıdır.
Kur’ân’da şöyle buyurulmuştur: “Allah’ın tuzağından (kurtulacaklarına) emin mi
oldular? Ziyana uğrayan topluluktan başkası, Allah’ın tuzağından emin olmaz.”[1072]
Havfı “kişinin
İlâhî uyarı niteliğindeki haberler sebebiyle itminân hâlini kaybedip tedirgin
olmasıdır” diye tarif eden Herevî, bu hâli kendi içinde üç dereceye ayırır.
Birincisi, ilâhî cezaya uğramaktan ve âhiretteki durumu düşünmekten kaynaklanan
korkudur. Sûfilere göre avâma ait olan bu korkunun temelinde inanç yatmaktadır
ve böyle bir korku, kişinin imânının sağlamlığının kanıtı olarak da kabul
edilmiştir. İkincisi, Hakk’ın huzûrunda bulunmanın hoşnudluğu nedeniyle
kendinden geçmiş olan murakabe ehlinin ilâhî mekrden yani bu hâlin lezzetine
dalıp aldanmaktan
korkmasıdır. Üçüncüsü ise müşâhede ehlinin Hakk’ın celâlinin heybetinden korkmasıdır.[1073]
Recâ ise,
Kur’ân’da Allah’ın rahmetini umma anlamındaki fiillerle ifade edilmiştir.[1074] Allah’a kavuşmayı umarak
hazırlananlar övülmüş, Allah’a kavuşmaktan umudunu keserek kötülükte ısrar
edenler yerilmiştir.[1075] Recâ, Kerim ve Vedûd olan
Allah’ın cömertliğine güvenmektir.[1076]
Recâ âriflerin tâliblerin en güzel mertebelerindendir. Kur’ân’da “Her kim
Allah’a kavuşmayı umuyorsa bilsin ki, Allah’ın tayin ettiği o vakit elbette
gelecektir. O her şeyi işiten ve bilendir.”[1077]
buyurulmuştur. Bir kulun umduğu bir konuda recâya sarılması, bir yönüyle
Allah’ın iradesine ters düşmek ya da itirazda bulunmaktır. “Ey oğullarım,
gidin, Yûsuf’u ve kardeşini araştırın. Allah’ın rahmetinden ümid kesmeyin; zira
kâfir kavimden başkası Allah’ın rahmetinden ümid kesmez.”[1078] âyetinde belirtildiği gibi,
Allah’tan umutsuzluğa kapılmak mü’minlere yakışmaz.
Bazı âyetlerde
havf, umut ve yakarışla birlikte duâ, zikir ve tesbihâtın âdâbı arasında
sayılır.[1079] Kur’ân’da korku ile ilgili
“Allah, buyurmuştur ki: İki ilâh edinmeyin. O, ancak bir ilâhdır. Onun için
yalnız benden korkun.”[1080] âyetinde korkunun Allah’a
tahsis edilmesi emredilirken “Onların yanları yataklardan uzaklaşır, korku ve
ümid içinde Rablerine duâ ederler ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan hayra
sarf ederler.”[1081] âyeti ile de korkunun umut
ile birlikte olması vurgulanmaktadır. Allah Teâlâ’ya karşı lakayd olurcasına ya
da ibâdetlerde gevşekliğe varacak derecedeki umuttan kaçınıp dengeyi gözetmek
gerekir.
“Allah’ın
rahmetini umarlar, azâbından korkarlar”[1082]
âyetini dikkate alan ilk sûfiler havf ile recâ kavramlarını birlikte
kullanmışlardır. Havf ve recâ karşılıklı dengelenmiş hâllerdir. Ebû Tâlib
Mekkî’ye göre havf, bütün ibâdet ehli için uygun ve faydalı bir durumdur.[1083] Hasan-ı Basrî’ye göre, korku
ve hüzün hali dinî hayatın temel belirleyicisidir.[1084] Recâ hâlinde yaşayan Yahyâ
b. Muâz, Allah’ın rahmet ve afvından çok söz ettiği için “recâ halinin Kâbe’si”
diye isimlendirilmiştir. Tüsterî, “Kul Allah’tan başkasından da korkar fakat
Allah Teâlâ’dan umutlu olursa, korktuklarından emin kılınacaktır.” demiştir.[1085] Gazzâlî’ye göre Allah, lutfu
ile sevâb yazması umulan ve mekr ile gazâbından korkulandır. Recâ, insanın
iradesinin hükmedebildiği bütün vesileleri hazırladıktan sonra hoşnud olunacak
sonucu beklemektir. Recâ amellerle uzunca süre ile mücâhede etmeyi ve hâller
nereye dönüşürse dönüşsün, tâatlere devam etmeyi gerektirir.[1086] Mârifetten korku, korkudan
ise tevbe, zühd, sabır ve ihlâs ortaya çıkar. Nefsinin kusurlarını, kendisinin
hatâlarını ve Allah’ın kudreti ile cezalandırmasının hak olduğunu bilmek havfı
doğurur.
Havf ve recâ
birbirini tamamlayan iki manevî haldir. Kuşeyrî konuyu şöylece özetler: “Bir
şeyden korkan ondan kaçar, Aziz ve Celîl olan Allah’tan korkan ise O’na kaçar.”[1087] Gazzâlî’ye göre sûfinin
kalbinde galip olan hâl Allah’ın azâbından emin olmak ise havf, Allah’ın
rahmetinden umutsuzluk galipse recâ daha değerlidir.[1088] Yesevî
hikmetlerinde havf ve recâ tasavvufî seyr ü sülûk esnasında yaşanan ruhânî
hâller olarak birlikte işlenir:
“Kul Hoca Ahmed, bu yolları kolay bilme, Hakk rahmeti sayısız
erişip mağrur olma. Havf ve recâ içre dur, gönül koyma,
Kahr içinde lutfunu anlayıp yürümez misin?”[1089]
Ancak hikmetlerde daha çok havf kavramına yer verildiği
görülmektedir:
“Kul Hoca Ahmed havfından benzi solup
Mûtû kable en temûtû[1090]
okuyup erip,
Hakk Mustafa hadisini sağlam tutup,
Dîdâr için ölmeden önce ölmeyim mi?”[1091]
Havf ve recâ
hikmetlerde işlenen kavram ikililerindendir. Ahmed Yesevî, insanların Allah
korkusunu yitirmeden ancak recâ rahatlığına dalmadan sürekli bir huzûr hâlini
korumasını tavsiye eder. Hikmetlerde öne çıkardığı havf kavramı bu şekilde
anlaşılmalıdır.
Sözlükte cem,
toplamak, dikkatin bir noktada yoğunlaştırılması anlamına gelir. Tasavvufta ise
sâlikin her şeyi Allah’tan bilerek halkı yok saymasıdır.[1092] Cem, anlatılması zor özel
bir hâli ifade eder. Hakk Teâlâ tarafından kalbde bilgilenme oluşması, lütuf ve
ihsanda bulunulması gibi hususlar cem kavramı kapsamındadır ve genellikle
ayırmak, ayırt edici nitelik anlamındaki fark kavramı ile birlikte
kullanılır.[1093] Kulluk görevlerini
yerine getirmek gibi durumlarda fark söz konusudur. Fark, kulluk sıfatıyla
Hakk’ın ve halkın ayrı varlıklar olarak görülmesidir. Fark sâlikin, halkın Hakk
ile var olduğunu bilmesi anlamına gelir.[1094]
Cem ile fark,
ışıkla karanlığın ard arda gelmesi gibi, birbirini izler. Cem olağanüstü, fark
ise kulun olağan amelleriyle ilgilidir. Bu tanımlamaya göre mu’cize ve
kerâmetler cem, yaratıkların fiilleri farktır. Cem, senden alınan; fark ise
sana nisbet edilendir.[1095] Bir kimseden insanların
olağan durumları ile bağdaşmayan, olağanüstü bir hal görülünce, mutlak failin
Allah olduğu düşünülmelidir. Hakk Teâlâ, Hz. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)’in bazı fiillerini kendisine izafe etmekte ve “Sonra onları siz
öldürmediniz, lâkin Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, lâkin Allah
attı. Bu da mü’minlere güzel bir imtihan geçirtmek içindi. Allah işitendir,
bilendir”[1096] buyurmaktadır. Hakk’tan
gelenin egemenliğiyle kulun fiillerinin Hakk’a nisbetiyle cem gerçekleşir.
Cemü’l-cem, ise, cemden daha ileri bir makamdır ve Allah’tan başka her şeyden
müstağni olmaktır.[1097]
Yakîn hâli
insanı Hakk’a vuslata, cem makâmına erdirirken, ilim ise varlığını Hakk’tan
ayırıp kulluğunu göstererek farka getirir. Kur’ân’daki “Allah şehadet eyledi şu
gerçeğe ki, başka tanrı yok, ancak O vardır. Bütün melekler ve ilim uluları da
dosdoğru olarak buna şahittir ki, başka tanrı yok, ancak O aziz, O hakîm
vardır.”[1098] âyeti ilk kısmı ile ceme,
“bütün melekler ve ilim uluları” kısmı ise farka işaret eder. “Nerede olsanız O
sizinle beraberdir.[1099] âyetindeki beraberlik de cem
makâmındandır. Ebû Alî Dekkâk “Fark kula nisbet edilen, cem ise kula nisbet
edilebilmesi mümkün olmayandır.” demiştir. Yesevî hikmetlerinde anlam olarak
işlenen tasavvufî kavramlar arasında cem ve fark kavramları da yer almıştır.
Hikmetlerde cem kullanımında kelime anlamına uygun şekilde toplamak, topluluk
söz konusudur:
“Zâkirleri cem olup dizildiğinde,
Zikir ve semâdan meclis kurulduğunda,
Boyun ukbâ dünyasından ayrıldığında,
Gönül kuşu Hazret yönüne uçtu olmalı.”[1100]
Yesevî’ye
göre, mürşid olmak için en azından cemü’l-cem makamına ulaşmış olmak
gereklidir:
“Şeyh olmağa cemü’l-cem en alt makâm,
Hazır olup, uyanık olsan daimâ,
Pîr hizmetini nice yıllar etse tamam,
Yok ise şaşıran ve şaşırtan olur imiş.”[1101]
Hikmetlerde
cem ve fark kavramlarının tasavvuf teorisindeki anlamlarına uygun olarak
kullanıldığı görülmektedir. Ancak, tasavvufun anlaşılması zorluk arz eden bu
tür kavramlarına hikmetlerde fazla rastlanmaz.
Gaybetin
sözlükte bir şeyin, bir diğer şeyde kaybolması, kişinin kendisini kaybetmesi
gibi anlamları vardır. Tasavvuf ıstılahında sûfinin kendinden geçerek duyularla
ilgili bilincini yitirmesidir.[1102]
Gaybet kendinden geçmek, kendini kaybetmek; duyguların kalbe gelen varid, feyz,
ilhâm ile meşguliyeti nedeniyle halkla ilgili bilgilerin kalbden kaybolması
hâlidir.[1103] Karşıtı olan huzûr ise,
hazır olmak, huzûrda bulunmak anlamındadır.[1104]
Bir yere gitmek, bir yerde bulunmak anlamında hazır olmak, halktan gâib olan
sâlikin gaybet halinin sona ermesiyle ortaya çıkan uyanıklık durumudur. Gaybet hâlini
yaşayan sûfiye gâib, huzûrda bulunana ise hâzır denilir. Gaybet
velâyetin derecelerindendir. Sûfiye vecd hâkim olduğunda gaybet görülebilir.
Sâlikin bilincini halini kaybetmesi olan gaybet, mükâşefeden doğar.[1105] Kur’ân’daki kıssâda
Züleyha’nın Mısırlı kadınların yanına Yûsuf (a.s.)’ı çağırması, kadınların da
O’nun güzelliğiyle şaşkınlaşıp ellerini kesmeleri[1106] ve Hz. Meryem’in, “Ye, iç,
gözün aydın olsun. Eğer insanlardan birini görürsen, ben Rahmân (olan Allah)a
bir oruç (susmak) adadım. Onun için bugün hiçbir kimseyle konuşmayacağım, de.”[1107] sözleri gaybete örnek olarak
zikredilmektedir.
Gaybetin
karşıtı huzûrdur. Huzûr sâlikin halktan tam anlamıyla kaybolması şeklinde
ortaya çıkarsa, kemâlini bulmuştur. Halktan ve nefsinden gâib olan Hakk ile
huzûrda bulunur; gaybet hâlinin ortadan kalkması ile hâli değişip sâlik ayıkır.
Huzûr ve gaybet izafî kavramlar olduğundan, sözlük anlamıyla birbirinin zıddı
oldukları halde, insanlara göre gaybet halinde olan Hakk’ın huzûrunda
olacağından aynı anlamda da kullanılabilirler.[1108]
Sâlik ilmin sınırlamalarından ve aklın çerçevesinden kurtulur. Ârifin gaybeti
ise, her şeyin gözünden kaybolmasıdır.[1109]
Huzûr, kulun gözüyle Hakk’ı açıkça görememesi, fakat yakîn sâfiyeti sebebiyle
kalben birlikte olmasıdır. Serrâc gaybeti, “Hakk’ı müşâhede ve huzûr hali
sebebiyle kulun zâhirinde bir değişiklik olmaksızın kalbin halkı müşâhededen
geçmesi” olarak tanımlamıştır.[1110]
Cürcânî’ye göre, gaybet, Hak’tan kendisine gelen varidâtla ortaya çıkan hâllere
teslim olan kalbin durumudur. Eğer gelen varid büyük olursa sûfi, nefsinden ve
halktan gâibleşir.[1111] Kuşeyrî’ye göre
“Huzûr Hak ile var olmak demektir. İnsan ne zaman diğer varlıklardan gaip
olursa Hak’ta hâzır olur. Bir kimse hâzırdır denildiğinde Allah Teâlâ’nın
indinde hâzır olduğu, ondan gâfil olmadığı, onu unutmadığı ve sürekli zikir
halinde olduğu anlaşılır. Kulların gaybetteki halleri farklıdır.”[1112] Bir Yesevî hikmetinde
dervişin halleri arasında bu kavramlardan huzûr hâli de işlenmiştir:
“Bu hâlet ile ben günâhkâr nasıl kulunum ey, yâ Rab, Gönül huzûruyla
tâat yok, gönül dâima perişanlık. Bu dünya malını yığdı, vefâsını görmedi
bakın,
Girip yer altına görün, cihândan gitti huzûr.”[1113]
Yesevî
hikmetlerinde anlaşılması zor tasavvuf! kavramlara diğer kavramlara nazaran
daha az yer verilmiştir. Huzûr ve gaybet kavramları da bu çerçevede hikmetlerde
az rastlanılan kavramlardandır.
Fenâ kelimesi,
sözlük anlamı olarak Arapça’da, fâni yani geçici olmak, yok olmak, ölmek
anlamındadır ve dünya ile içerisindeki bütün nesnelerin, sûfinin gözünden silinmesini
ifade eder.[1114] Tasavvuf kavramı olarak
kulun kendi fiil ve davranışlarını görmekten fâni olup gerçek kul olma
noktasına ulaşması, Allah’ta yok olması anlamına gelir. Fenânın ikinci yönü
ise, Allah’ın azâmetinde istiğrak ve Hakk’ı müşahede ile mülk ve melekût
âlemini hissetmemektir.[1115] Kur’ân-ı Kerîm’de bu iki
terimin türevleri bazı âyetlerde geçmektedir.[1116]
Tasavvuf yolcusu önce, “Sizi de sizin fiillerinizi de Allah yarattı.”[1117] âyeti ışığında, fiiller
açısından fâniliğin ilk mertebesine varır. Sonra “Attığını sen atmadın onu
Allah attı.”[1118] gereği hiçliğinin idrakiyle,
O’nun sıfatlarının gölgesinde tamamen erir. Seyr ü sülûkuna devam ederse, zevk
ile beliren bir fânilik hissiyle tamamen yok olduğunu hisseder ve fenânın zıddı
olan bekâ makâmına adım atar. Sûfiler fenâfi’llahın delili olarak Hz. Mûsâ
(a.s.) ve Hz. Yûsuf (a.s.)’la ilgili bazı âyetleri örnek gösterir. Hz. Mûsâ
(a.s.) dağda Allah’ın tecellîsini gördüğü zaman kendinden geçmiş[1119], Hz. Yûsuf (a.s.)’ı gören
kadınlar ise ellerini kestikleri halde bunun farkına varamamışlardır.[1120] İki insan arasında böylesi
bir durum ortaya çıkabiliyorsa, Allah ile kul arasında daha mükemmel
derecelerde ortaya çıkabilir.[1121]
Fenâ kavramı,
çoğunlukla karşıtı olan ve var olmak, sürekli olmak anlamındaki bekâ kavramıyla
beraber kullanılır. Fenâ, yokluk ve hiçlik anlamına gelir ve geçici olmayı
işaret ederken bekâ kavramı ise iyi sıfatların daimî ve kalıcı olmasını ifade
eder. Fenâ, kötü sıfatların ortadan kalkmasıdır. Kötü fiilleri terk eden
kimsenin şehevî ve nefsanî arzuları fenâ bularak, iyi niyet ve ihlâsı bâkî
kalır. Dünyadan kalbî rabıtasını koparan kimsenin kalbi, dünya tutkusundan fenâ
bulmuştur. Dünya tutkusu fenâ bulduğunda doğruluk ve fütüvvet bâkî kalır.
Kavramın pratikteki görünümlerine gelince sûfi, bir mürşidin gözetimi altında,
riyâzet yaparak nefsini eğitir. Bu mücâhede ile tamamlanan nefis tezkiyesi
sonrasında fenâ-bekâ makâmlarına ulaşır. Kalbi fenâ bulan sûfi, ilâhî
fiiller tecellîlerine mazhar olur. Beşerî varlığının fenâ bulması, insanın
maddî varlığının yok olması anlamına gelmez. Bu hâl için insanın zevk ve vecd
içerisinde kaybolması nedeniyle zâhirî sebeplerden bağımsızlaşması denebilir.[1122]
İlk sûfilerden
Kuşeyrî, fenâyı üçe ayırır: 1) Kulun nefsinden ve kötü sıfatlarından fâni
olmasıdır. 2) Hakk’ı temaşa eden kulun, iyi sıfatlardan da fâni oluşudur. 3)
Hakk’ın varlığında yok olan kulun, kendi fenâsını fark etmekten de fenâ
bulmasıdır.[1123] Cürcânî’ye göre fenâ,
riyâzet ile oluşur, bir yönü ile kötülenmiş vasıfların düşmesi, övülmüş
vasıfların var olmasıyla bekâ bulmaktır. İrfanın muhabbeti, muhabbetin de
fenâyı doğurduğunu düşünen Necmeddîn-i Kübrâ fenâyı ferdaniyyet ve vahdâniyyet
şeklinde ikili olarak değerlendirir. Kübrâ’ya göre fenânın son hali olan
fenâfi’llâhta bütün fiiller, Yaratan’ın fiilinde yok olur.[1124] Kelâbâzî’ye göre fenâ
hâlindeki kulun iradesi, bütünüyle Hakk Teâlâ’ya ait hâle gelir.[1125] Şazelî
mürşidlerinden Derkâvî, fenânın üç aşamasını “Allah’ı zikretmenin başlangıcında
ortaya çıkan fiillerin birliği, Allah aşkından doğan sıfatların birliği,
Allah’ta ebedîliği getiren Zat’ının birliği” şeklinde özetlemiştir.[1126]
Ahlâkî
anlamları ile fenâ, “kötü huyların yok olması”, bekâ da “iyi vasıfların
kazanılması” olarak tarif edilir. Tarikatların kurulup gelişmesinden sonra fenâ
kavramı fenâfi’ş-şeyh, fenâfi’l-pîr, fenâfi’r-rasûl, fenâfi’llâh gibi
kademelendirilen yeni anlam boyutları kazanmıştır. Hz. Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’de fâni olmak anlamındaki Fenâfi’r-rasûl, Hz.
Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e uymakla zuhur eder. Fenâfi’llah ise
kulun sıfatlarının, Hakk’ın sıfatlarında fâni olmasıdır ve kişide sevinç ve
mutluluk ile beraber güven duygusu oluşturur. Sûfi bu hâlin manevî
sarhoşluğuyla huzûra kavuşur.[1127] Yesevî hikmetlerinde daha
çok, tasavvufî eğitimin önemli bir aşaması olarak fenâfi’llâh işlenmiştir:
“Kul Hoca Ahmed nefs dağından çıkıp aştı,
Fenâfi’llah makâmına yakınlaştı;
Yürek-bağrım coşarak kaynayıp taştı,
Bu hâl ile ağlayıp duâ eyleyim sana.”[1128]
Yesevî’ye göre
fenâfi’llah makamına eren sûfi dünya dertlerinden azâde olmuştur:
“Âşıklara olup Hakk’ın inâyeti,
Bâtın içinde açılır keşif ve kerâmeti,
Dillerine saçıp her an Hakk rahmeti,
Fenâ bulup mâsivâdan geçer imiş.”[1129]
Bekâ, Allah’ın
varlığının sonsuzluğunu ifade eder. Kavram olarak ilk hâlini koruyup devam
etme, sona ermeme, bir hâlde sürekli koruma, kesintiye uğramadan geleceğe doğru
sürüp gitmek, sebat ve devam etmek gibi anlamları içerir.[1130] Bekâ sıfatı Allah’a nisbet
edildiği gibi[1131] aynı anlamda Âhir ve Samed
isimleri de Allah’a izâfe edilmiştir.[1132]
Kur’ân’da her canlının fâni olup öleceğini belirten[1133], Allah’ın bekâ sıfatını
ölümsüzlük ile ifade eden âyetler de mevcuttur.[1134]
Ölümsüzlük ve değişmezlik anlamına gelen bekâ, ancak Allah’a mahsustur.
Kur’ân’da cennet ile cehennem ehlinin hak ettikleri yerde bekâ bulacakları da
haber verilmektedir.[1135]
Tasavvufta
bekâ, kulun Allah’ın her şeyin üzerinde hükümrân olduğunu bilmesi, kulun
kendisinde olandan vazgeçip, Allah’a ait olanla bekâya ermesidir. Bekâ,
Allah’ın ezelî varlığı yani kıdem sıfatıyla ilgilidir. Allah’ın sonsuza kadar
var olacağı da mantık bakımından zorunludur.[1136]
Kişi, nefsinde fenâya erip, nefsinden geçmekle Allah’la bakî olur. Bekâda,
kulun nefsinin kötü yönlerini tasfiye etmesi ve bekâbillah makâmında güzel
ahlâk ile hâllenmesi söz konusudur. Bekâbillah, fenâfi’llah sonrasında ortaya
çıkar ve velâyeti tamamlar. Hikmetlerde fenâ ve bekâ kavramlarının literatüre
uygun olarak aynı kıta içerisinde birlikte kullanıldığı görülür:
“Bekâbillah makâmını gülüp candan geçerler,
Fenâfi’llah olanlar o menzili kucaklarlar
Bekâ şarâbı ne hoş tatlı şarâb o,
Sırdan anlam kapanlar o şarâbdan içerler.”[1137]
Hikmetlerde
bekâbillâh kavramı sûfilerin seyr ü sülûk sonunda ulaşacakları nihaî hedef
olarak gösterilmiştir:
“Zâkirlere vaad eyledi Kâdir Allah,
Kabir içinde dîdârını armağan eyledi,
Zâkirlerin varacağı yer bekâ yurdu,
Gelin yığılın zâkir kullar zikir söyleyelim.”[1138]
Tasavvufun
bütün anlatılması ve anlaşılması güçlük arz eden konuları gibi fenâ- bekâ
kavramları da hikmetlerde fazla işlenmeyen konulardandır. Halkın yanlış
anlaması muhtemel kavramlardan uzak duran Ahmed Yesevî, bu konulara mümkün
olduğunca değinmeyerek halkın itikadını sarsma ihtimalinden kaçınmayı tercih
etmiştir.
Mahv, sözlükte
silmek, geçersiz kılmak, yok saymak, ortadan kalkmak anlamındadır. İsbât ise
ibka etmek, geçerli kılmaktır.[1139]
Tasavvufta mahv alışılan sıfatları ve huyları ortadan kaldırmak, silmek ve yok
etmektir.[1140] Hakk Teâlâ manevî makâmları
yükselen kullarını kendine çekip, nefslerini âdeta yok ederek kendi katına
alır.[1141] Mahv ve isbat bir arada
sûfinin kötü huy ve alışkanlıklarını terk edip iyilerini ikâme etmesidir. İsbat
ise var olmak, ortaya koymak, ibâdetin hükümlerini ifa etmektir.[1142] Sâlikin alışkanlıklarından
kaynaklanan kötü sıfat ve özelliklerini izale etmesi mahv; yerlerine ibâdetleri
ikâme etmesi ise isbattır. Mahv, kulun fiillerinin Hakk’ın fiillerinde kaybolması,
isbat vuslatı gerçekleştirmektir. Kur’ân’daki “Allah’ın dilediğini
mahvedeceğini, dilediğini ise isbat edeceğini”[1143]
bildiren âyet, mahv ve isbatın delili sayılmıştır. Kur’ân’daki, “Attığın zaman
sen atmadın” cümlesi mahv, devamında gelen “Lâkin Allah attı”[1144] cümlesi ise isbattır.
Mahv, gönülden
gafletin giderilmesiyle; isbat ise gönülde Hakk’ın ikamesiyle gerçekleşir.
Sâlikin iradesini terketmesi mahv, Hakk’ın iradesine teslim olması isbattır.
Sûfiler, yaptıkları yorumlarla mahv ve isbatın kapsamını genişletmişlerdir.
Cürcânî’ye göre mahv, kulun aklının baştan gidecek biçimde, âdetin vasıflarının
giderilmesidir.[1145]
Yesevî hikmetlerinde dile getirilen sûfinin yaşadığı ruhânî
haller arasında bu kavramlar da yer alır:
“Seher vaktinde ağlayıp döksem kanlar gözden,
Gönlüm incinip uyanık olsun güzel sözden,
Kudretine mahv olup gideyim özden,
Elimi tutup yola koy Ente’l-Hâdi.”[1146]
Mahv ve isbat kavramları da fenâ-bekâ ikilisi gibi halkın
itikadını sarsma ihtimali nedeniyle Ahmed Yesevî’nin uzak durduğu
konulardandır.
Tahakkuk kavramlarından mârifet ve bilgi ile ilişkili
nitelikte olanların
hikmetlerdeki kullanılma sıklığı ve ilgili ayetler Tablo-6’da
gösterilmiştir.
Tablo-6. Mârifet ve Bilgiye Dair TasavvufîKavramların
Âyetlerle İlişkisi
TASAVVUFÎ KAVRAM |
SIKLIĞI |
İŞARET EDİLEN AYETLER |
Cehl-Câhil, Nâdân |
26+89 |
Nisâ, 4/ 17; A’râf,7/199 |
İlim-Âlim |
71 |
Lokmân, 31/20; Nisâ, 4/83 |
Akl-Âkil |
70 |
Bakara,2/171,269; Âl-i İmrân,
3/7,190; Yûnus,10/100; Ra’d,13/19 |
Hikmet |
39 |
Bakara, 2/269 |
Şeriat |
36 |
Fâtiha, 1/5; Ankebût, 29/69 |
Tarikat |
35 |
Tâ-Hâ, 20/63,104 |
Hakikat |
32 |
Fâtiha, 1/5; Ankebût, 29/69 |
Feyz - Feth |
16 |
|
Kerâmet |
9 |
Âl-i İmrân, 3/37; Meryem, 19/25;
Bakara, 2/57; Neml, 27/40; Kehf, 18/18 |
İlhâm |
6 |
Neml, 27/40; Kehf, 18/65 |
Keşf - Mükâşefe |
5 |
En’am, 6/17; Yûnus, 10/107; Kâf,50/62 |
Muhâdara - Müşâhede |
4 |
Kaf, 50/37; Burûc, 85/3; Sebe’,
34/47, Necm, 53/17, 18; Nûr, 24/30; Kaf, 50/37 |
Tecellî |
4 |
Enfâl, 8/17 |
Îkan - Yakîn |
1 |
Bakara, 2/4; Zâriyât, 51/20 |
Hikmetlerde
üzerinde önem verilerek durulan bir kavram grubu da bilgi, ilim ve tasavvufa
özel bilgi anlamında mârifet ile ilgili kavramlardır. Tasavvufa yöneltilen ilme
ve akla değer vermeme suçlamaları göz önüne alınacak olursa hikmetlerde bilgi
ve akıl ile ilgili kavramlara verilen önem daha fazla anlam kazanmaktadır.
İlim, bilgi ve
bilmek mânâsına gelen Arapça bir kelimedir.[1147]
Herhangi bir alanda eğitim sürecini tamamlayıp ilim edinen kişiye ise âlim
denir. Sözlükte ilim, bir şeyin gerçeğini idrak edip kavramak anlamına gelir.
Allah’ın en mütekâmil şekliyle Bilen olduğu Âlîm, Habır, Şehîd,
Muhsî, Vâsi ’ gibi isimleriyle ifade edilir ve Allah’ın duyular âlemine ve
duyular ötesine ait bütün olayları ayrıntılı bir şekilde bilmesi olarak
tanımlanır. Kur’ân’da ilim, zaman ve mekân sınırı olmaksızın küçük-büyük, açık-gizli
her şeyi ve olayı müşahede etmişçesine bilmektir. İlmin zıddı olan cehl,
bilmezlik, bilgisizlik anlamına gelir.
İlim, ortaya
çıkana uygun olan kesin itikad, bir şeyi olduğu gibi idrak etmek, bilinenden
gizliliğin yok olmasıdır. İlim, bir şeyin anlamına nefsin ulaşmasıdır.[1148] İlim Kur’ân’da üç yüz seksen
kadar âyette isim ve sıfat (alîm, allâm, â’lem) şeklinde Allah’a nisbet
edilerek geçirilmiştir.[1149]
Sûfilere göre
ilim, çalışmakla akıl yolu ile elde edilen ve öğretilebilen kesbî ilim ve
Allah’ın kulunun kalbine yerleştirdiği vehbî ilim olmak üzere iki türdür. Kesbî
ilim sayesinde helal, haram, iyiliği emir, kötülüğü nehy anlaşılır. Mü’min ve
kâfir arasında ortak olan bu ilim dünyevî işlerde iyi ile kötüyü ayırt etmeye
yarar. Ledünnî ilim, mârifet olarak da adlandırılan vehbî ilim, vahy ile
alınırsa nebilere özel olur, edinilmesi ilhâm ile olursa hem nebi, hem de
velîler için söz konusudur. Ankaravî, ledünnî ilmi, Allah’ın velî kullarına
ilhâm edilen ilm-i esrar şeklinde tarif etmiştir.[1150] “İşte biz bu temsilleri
insanlar için getiriyoruz; fakat onları ancak bilenler düşünüp anlayabilir.”[1151]; “Ve Âdem’e isimlerin
hepsini öğretti, sonra onları meleklere gösterip: Haydi davanızda sadıksanız
bana şunları isimleriyle haber verin, dedi.”[1152]
“Onlar: Allah insanlara hiçbir şey göndermemiştir, demekle Allah’ı gereği gibi
tanıyamadılar. De ki: Mûsâ’nın insanlara aydınlık ve hidayet olmak üzere
getirdiği, sizin parça parça kâğıtlara çevirdiğiniz, bir kısmını belli
ettiğiniz, birçoğunu gizlediğiniz; sizinle babalarınızın, sayesinde
bilmediğiniz birçok şeyleri öğrendiğiniz Kitab’ı kim gönderdi?”.[1153] Kur’ân-ı Kerîm’deki Hz.
Yûsuf (a.s.)’ın şu ifadeleri de bu ilme işaret eder: “Bu, Rabbimin bana
öğrettiği ilimlerdendir. Çünkü ben Allah’a inanmayan ve âhireti inkâr eden bir
kavmin dinini terk ettim.”[1154] “Ve işte böyle, Rabbin seni
seçecek ve sana rüya tabirinden bilgiler öğretecek. Bundan önce ataların
İbrâhim’e ve İshak’a tamamladığı gibi, nimetini hem sana hem de Yakup soyuna
tamamlayacaktır. Muhakkak ki, Rabbin alîmdir, hakîmdir.”[1155]
Vehbî ilmin
kaynağı kalptir, zuhuru ise Allah ile olan kulluk ilişkisindeki âdabın
gözetilmesine bağlıdır. Kâşânî’nin tanımı ile “İlim nübüvvet kaynağından mü’min
kulun kalbine gelen ve kendisiyle Allah’a, Allah’ın işine veya Allah’ın hükmüne
bir yol bulunan nûrdur.” Bu ilim insana has olup hisler ve aklî güçler ile
kavranamaz. Akıl ve ilim arasında fark vardır: Akıl, iyi ve kötünün, hayır
ve şerrin kendisi ile ayırt edilebildiği kâfir ve mü’min arasında müşterek
fıtrî bir nûr iken ilim yalnızca mü’minlere hastır. Faydalı ilmin alâmeti
insandaki tevâzu ve takvânın çoğalması ve şevkinin ve talebinin artmasıdır.
Zararlı ilmin alameti ise nefiste kibir ve gurura yol açması ve dünya
arzularının çoğalmasıdır.
Tasavvuftaki,
ilim üç çeşittir: Birincisi tevhid ilmidir. Kur’ân’da “Ey Muhammed! Bil ki,
Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur. Hem kendi günahın için hem de mü’min
erkekler ve mü’min kadınlar için Allah’tan bağışlanma dile. Allah, sizin gezip
dolaştığınız yeri de duracağınız yeri de bilir.”[1156]
buyurulmuştur. İkincisi Allah’ın var ve yok etme, yakınlaştırma ve
uzaklaştırma, yaşatma ve öldürme, haşır ve neşir, sevap ve ceza verme gibi
işleriyle ilgili olan ilimdir. Üçüncüsü ise emirler ve yasaklardan oluşan
şeriat hükümleri hakkındaki ilimdir. Bu üç yolun, durakları ve yolcuları
farklıdır. Birinci yolun yolcularına rabbanîyyûn denir. İkinci yolun yolcuları
olan âhiret âlimlerinin ilimlerinde zaruret miktarınca şeriat ilmi mevcuttur.
Üçüncü yolun yolcusu olan dünyevî âlimlerin diğer iki ilimden haberi yoktur ve
“Onlar, sadece bu dünya hayatının dış yüzünü bilirler. Ahiretten ise onlar hep
gafildirler.”[1157] âyetinin mazharlarıdır.
Bütün
ilimlerin kaynağı Hz. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in İlâhî
tezkiye ve rabbani tasfiye ile temizlenip ilimlerin nüzûlu için uygun hale
getirilen kalbi ve nefsi olmuştur. Böylece dönüştürülen ilimler, hâller, ahlâk
ve ameller halinde Müslümanların kalplerine ulaştırılır. İnsanların bu noktada
istidatları farklıdır; âbidler, yalnızca amelleri alırken, zâhidler ahlâkı ve
amelleri birlikte aldılar. Sûfiler, ameller ve ahlâk yanında hâlleri de beraber
aldılar ve Hz. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e olan bağlılıkları en
kâmil Müslümanlar oldular. Bilgi ve bilginler, zâhir ve bâtın bilgisi ve
bilginleri olarak da sınıflandırılmıştır. Zâhir bilginleri müfessirler, hadis
ehli ve fakihlerdir. Bâtın ilmi, tasavvufî eğitim sırlarına ve ruhânî
gerçeklere ilişkin ilimdir. Bâtın bilginleri olan mutasavvıflar ise zâhir
ilimlerde zâhir uleması ile ortak oldukları gibi bazı ilim ve hallerde
farklılaşırlar. Aşkar’a göre, “tarihte önemli ilmi şahsiyetlerin yetişmesi ile
yetiştiği ortam arasında doğrudan bir ilişki vardır.”[1158] Bu kimselerin kitabın ve
sünnetin sırlarına olan
anlayışları öylesine derinleşir ki zâhir erbabı buna güç yetiremez. Onlar her
harften bir makam ve her kelimeden bir mesaj çıkarırlar. Her âyetten velâyet ve
her suretten bir anlam çıkarırlar. Onlar için Hakk’ın vaatleri nakittir ve
Hak’tan başka her şey onlar için batıldır.[1159]
Ehil olmayanlardan saklanması gereken ilim ve bilgiye sahip olan kimse, mutlak
olarak şüpheye düşmez.[1160] Göktaş’a göre, “Varlığı
yaratan, varlığı bildiği gibi varlığın bildiklerini de bilir.”[1161] [1162]
Yesevî hikmetlerinde en sık vurgulanan kavramlardan birisi de ilimdir. İlim ve
âlimden söz edilen hikmet kıtalarının sayısı yetmiş birdir. Ahmed Yesevî,
ilimden söz ettiği hikmetlerinde öncelikle ilim-amel ilişkisini işler:
“Allah de, ey Kul Hoca Ahmed özünü bil,
Özünü bilince ilmin ile amel kıl,
Büyük küçük dostlarından özür eyle,
1^1181 Sen
bilmezken senden hatâ geçti olmalı.
Hikmetlerde
amel işlemeyen âlimin ilminden fayda olmayacağını ve böylesi kişilerin yolda
kalacağını ifade edilir:
“Değersiz âlim amel işlemeyip yolda kalır,
Okuyup okumadan dünya malını ele alır,
Ben-benlikten yazık ömrünü harcar,
Can ve gönülde Hayy zikrini deyin dostlar.”[1163]
Yesevî sözünü ettikleri halde amel işlemekte üşengeçlik
gösteren âlimlerin hâlini sorgulayıp yargılar:
“Amel işlemeyip zâhir ilmini bilmeyip kalanlar,
Arkasına yükler kırk eşeğin yükünü.”[1164]
Zâhir ilmi ile bâtın ilmi zâhir uleması ile bâtın uleması
arasındaki farklar ve çelişkiler Divân-ı Hikmet’in temel konularındandır:
“Hû halkası kuruldu, ey dervişler, geliniz;
Hakk sofrası yayıldı, ondan pay alınız.
Zâhir ilmini okuyarak, hâl ilmine ulaşarak,
Yokluk içine batarak varlıklardan alınız.”[1165]
Yesevî, zâhir ilminden geçerek hâl ilmi olarak andığı bâtın
ilminden nasibi olamayanın eksik kalacağını söyler:
“Kâmil olmadan şeyhim, diye iddia eden,
Kendi yapmadan halk içinde vaaz edip söyleyen,
Sözü yalan dünya için amel işleyen,
Dünyayı bırakmayınca ‘hâl ilmi’ni bilse olmaz.”[1166]
Hikmetlerde ilim tasnifi yapılarak zâhir ve bâtın ilimlerinden
-ve âlimlerinden- söz edilir, ilmin nitelikleri, âlimlerin özellikleri üzerinde
durur.
“Münker-Nekir Rabbin kim, diye sorunca,
Zâhir ilminden bir noktası kâr eylemeyince,
Vâh ne yazık amelsizler nasıl yapacak,
Can ve gönülde Hayy zikrini deyin dostlar.”[1167]
Yesevî ilim sahibi âlimlerin toplumlar için bir nimet olduğunu
belirtir ve âlimlerin hor görülmesinin bir toplum için felâkete yol açacağı
konusunda halkı uyarır:
“Âlimi tut izzet, eyle ikram,
Âlimi Kur’ân içre över, dostlar.
Âlimler açar cümle müşkülatı,
Câhiller cehlini kim döker, dostlar.”[1168]
“Âlimleri hor görmek değildir revâ,
Hor görmez o hem yine yer-gök, hevâ.
Nice ki fakîr, miskîn o çâresiz,
Âlimi hor görmeyin asla, dostlar.”[1169]
Âlimler din işleri için olduğu kadar dünya işlerinin çözümü
için de gereklidir:
“Din ve dünya âlim ile olur hâsıl,
İbâdet kılsa kabul, Hakk’a vâsıl,
İtikad kıl, gerek olsa temiz nesil,
Gerçek âşık bir söze baş eğer, dostlar.”[1170]
Ahmed Yesevî, ben dilini kullanarak nefsini hedef alarak
verdiği nasihat ile âlimlere saygı gösterilmesini ister:
“Kul Hoca Ahmed âlimlerin hizmetini eyle,
Âlimler sözünü işitip amel eyle,
Amel eyleyip Hakk yolunda canını ver,
Amelsizler cemâl görmez dostlarım ey.”[1171]
Yesevî, mürşidliğin ilim olmaksızın yapılamayacağı konusunda
insanları uyarır.
İlimsiz mürşidlik yapmaya kalkmanın boş bir çaba olacağına
işaret eder:
“İlimsiz âdem şeyhlik kılsa, revâç bulmaz,
Nazik yoldur, ilimsiz asla bilse olmaz,
Ey dostlarım, şeyh olmak kolay değil,
Rehber diye şer’i yolda yürün, dostlar.”[1172]
İlimsiz
mürşidin asâ olmadan karanlıkta olmayan bir yolcu gibi çukura düşeceğini söyler
ve ilimsiz mürşidlik yapanın durumun yaya yerleştirmeden ok atanın hali kadar
gülünç olacağını söyler:
“İlimsiz şeyhlik dâvâsını kılmak olmaz,
Asâ olmadan karanlıkta yürümek olmaz,
Görmez olsa, çukur yeri görmek olmaz,
Kuyu içre düşen emin kalmaz, dostlar.”[1173]
“İlimsiz şeyhlik dâvâsını kılmak olmaz,
Asâ olmadan karanlıkta yürümek olmaz,
Görmez olsa, çukur yeri görmek olmaz,
Kuyu içre düşen emin kalmaz, dostlar.”[1174]
Gerçek âlimler yanı sıra sahteleri de Yesevî hikmetlerinde
eleştirilerek ele alınmıştır:
“Gönlüm katı, dilim acı, özüm zâlim;
Kur’ân okuyup amel kılmıyor sahte âlim,
Garîb canımı harcayayım, yoktur malım,
Hakk’tan korkup ateşe düşmeden piştim işte.”[1175]
İlim
sahiplerine değer verilmemesi halinde meydanın câhillere kalması kaçınılmazdır;
bu ise toplum için manevî bir felâketten başka bir şey değildir. İlim ve âlimin
karşıtı olan cehâlet ve câhil kişiler de hikmetlerde olumsuz bir sunumla
işlenmiştir:
“Âlimim diye kitap okur anlamını bilmez,
Çoğu âyetin anlamını asla bilmez,
Büyüklenme, ben-benliği dini tutmaz,
Âlim değil câhildir dostlarım ey.”[1176]
Yesevî’ye göre
Allah, adaletinin bir gereği olarak âlim ile câhil arasında farkı gözetir:
“Câhil âvâm âlim sözünü hiç dinlemez,
Değme câhil özünü hiç anlamaz.
Allah âlimi âvâma denk eylemez,
Her âlim yüz bin âvâma yeter, dostlar.”[1177]
Divân-ı
Hikmet’te en sık rastlanılan kavramlardan olan ilim Ahmed Yesevî’nin tasavvufî
anlayışının temellerine ışık tutar. Tasavvuf yolcusunun ilimsiz bir sonuç elde
edemeyeceğini söyleyen Yesevî, diğer yandan amelsiz bir ilmin de Allah katında
bir değeri olmadığını ihtar eder. İlim sahibi âlimlerin toplum içerisinde
değersizleşmesi, genel bir felâketin nedeni olabilir. Yesevî’ye göre ilim
sahibi mürşidler ile irşad iddiasındaki câhil kişilerin farkını anlayamayan
avâm, imanını tehlikeye atmaktadır.
Akl,
hak ile bâtılı ayıran bir nûr olarak insandaki idrak kabiliyetini ve bedenin
yönetilmesini sağlayan zihnî tasarrufu ifade eder. Bazı sûfilere göre akıl,
nefs-i nâtıkanın bir fonksiyonudur. Her ferd ona “ben” demekle işaret eder.
Sûfiler, âhiretteki âkıbeti düşünen aklı, akl-ı me’ad, sadece dünyevî
işleri planlayan aklı ise akl-ı me’aş olarak adlandırmışlardır. Cürcânî’ye göre
akıl, zatında maddeden mücerret fakat fiiliyatta ilişkili olan ve insan
bedenine bağlı olarak yaratılan ruhânî bir cevherdir.[1178] Akılla kalbi aynı
anlamda kullanan sûfilerden Gazzalî, idrak edici özelliğiyle aklı,
kalbde bulunan ilim olarak görür.[1179]
Yesevî’ye göre akıllı olmak âhiret için gerekli olan azığı toplamak için
amellerini düzenlemektir:
“Akıllı isen, garîblerin gönlünü avla,
Mustafa gibi yurdunu gezip yetim ara,
Dünyaya tapan soysuzlardan yüzünü çevir,
Yüz çevirerek deryâ olup taştım işte.”[1180] [1181]
Yesevî’ye göre vaktin değerini bilerek sayılı vakti sâlih
amellerle doldurmak aklın gereğidir:
“Kul olsan sıkıntı çek gâfil insan,
Akıllı isen ganimetdir sana şu dem,
Emânetdir azîz canın yürüme gamsız,
,,1200
işitip okuyup yere girdi Kul Hoca Ahmed.
Hikmetlerdeki ifadelere göre âhiret âlemini düşünerek
ölenlerden ibret almak akıllıların işidir ve akıl ortadan kalkarsa insanların
çekişmesi ve hatta birbirlerini yemesi kaçınılmazdır:
“Akıllı isen kabristandan haber al,
Ben de şunlar gibi olmam deyip ibret al,
Ölmeden önce ölün, sözüne göre amel eyle,
Bu hadisi fikreyleyip öldüm işte.”[1182]
“Âhir zaman yaklaşsa akıl gider,
Âdemoğlu birbirini tutup yer, Dünya için iman-İslâm dinini
satar, Akıllılara bu sözleri diyesim gelir.”[1183]
Ahmed Yesevî, akıl konusunda insanlara öğütlerini sıralar.
Hikmetlerde akıllı insanların özellikleri ayrıntılı olarak sıralanır. Erenlere
hizmet de sûfinin akıl sahibi oluşunun bir göstergesidir ve akıllı sûfi,
cehâleti gidermek için çaba sergiler:
“Akıllı isen, erenlere hizmet eyle,
Emr-i mâruf kılanları aziz eyle,
Nehy-i münker kılanları hürmetli eyle
1203
nedenle altmış üçte girdim yere.
“Cefâ çekmeden âşık olmaz, dinle gafil,
Cefâ çekip sabreder ol, olma câhil;
Râzı olup kulluk eyleyen akıllı olur,
Câhil insan birbirinden ayrılmaz olur.”[1184]
Yesevî’ye göre akıllı olan, mâsivâya gönül vermez:
“İşbu yola ey kardeş pîrsiz girme,
Hakk yâdından bir an gâfil olup yürüme,
Mâsivâya -akıllı isen-, gönül verme;
Lânetli şeytan kendi yoluna salar imiş.”[1185]
Manevî sırların nâdânlara sır söylenmemesi de akıllılık
gereğidir:
“Âşık olsan, gece-gündüz aşk iste,
İbâdet eyle, gece kalkıp hiç yatma,
Akıllı olsan, nâdânlara sır söyleme,
Gerçek dervişler ibâdetlerini gizli eyler.”[1186]
Akıllı insan merdlerin sohbetinde nasibini arayacaktır.
Yesevî’nin bu hükmü izah ederken ashâb-ı kehfin köpeğini örnek olarak
göstermesi çok anlamlıdır.
“Akıllı isen, doğru yola kadem vur,
Merdanların sohbetinden behre al,
Ashâb-ı kehf köpeğini görüp, ibret al, İbret alan has kulları
canân olur.”[1187]
Hikmetlerde
akıllı müslümanın Hz. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in şeriat
yolunu tutacağı da dile getirilir:
“Ey dostlarım, bu öğüdüme kulak ver,
Akıllı isen, Mustafa’nın şeriatını tut,
İşte bu benzeri günâhkâr şeyhden uzak kaç,
Yoksa seni şeytan benzeri aldatırlar ha.”[1188]
Yesevî
hikmetlerinde akla özel bir önem verildiği söylenebilir. Bunu hikmetlerde akl
ve âkil kavramlarının sıklığından kolayca anlayabiliriz. Tasavvufun aklı
ihmal ettiğini iddia edenler, Yesevî’nin akla verdiği değeri ve aklı önceleyen
yaklaşımlarını dikkate almalıdır. Akıllı olmanın işaretleri, Allah’ın
âyetlerini iyi anlamak ve peygamberinin sünnetini takip etmektir. Yesevî
hikmetlerinde aklın önemi vurgulanırken akıllı olmanın gerekleri de ayrıntıları
ile gösterilmiştir.
İrfan, Allah
vergisi bir bilgilenme sayıldığı için tasavvufta irfan, ilimden üstün
görülmüştür. İrfan Hakk’ı tanımak ve ona ulaşabilmek için sûfilerin seçtiği yol
ve yordam anlamına gelir. Yolun sonunu getirebilecek deneyim ve bilgi sahibi
olan irfan sahibi olan, tanıyan, sezen, anlayan kişiye ârif denir.[1189] Âlim, mutlak ilim ve bilgi
sahibi iken ârif, takvâ ve sülûk neticesi hâsıl olan bir bilgi olan mârifet
ehlidir.[1190] Ârif her yerde ilahî
tecellîleri müşâhede edebilen, örnek alınan ve birlikte hidayet yoluna
çıkılan kimsedir.1211 Allah, âriflerin kalbinden başka şeylerin
izlerini ve düşüncesini çıkartmıştır.1212 Ârifin kalbi Allah’ın
hükümleri karşısında tam bir uyum halinde bulunur. Ârif, Allah’a her an kalben
rızâ halindedir.1213 Ârif, bütün gayretini Allah için harcar ve
sahip olduğu mârifetin Allah’ın bir lutfu olarak kendisinde gerçekleştiğini
bilir.1214
Hakk’ı
tanımanın iki yolu vardır: Birincisi istidlal yoluyla olup eserden müessire
gitme şekli ile ikincisi ise sıfattan zata gitme yoluyladır. İkinci yol,
enbiyâ, evliyâ ve âriflerden başkası için mümkün değildir.1215 İrfan
amelî ve nazârî olmak üzere iki kısımdır: Birincisi seyr ü sülûk, vusûl ve
fenâdan oluşurken, ikincisi ise keşf ve şühûdun şartlarını ve yollarını beyan
eder. Keşflerinde yanılma ihtimali, âriflerin hatâya düşmesi müçtehidlerin
içtihadlarında yanılmaları kadar tabiîdir.1216 Cürcânî’nin ihsân
tanımı irfan ile ilişkilidir ve basîret nûruyla rubûbiyet mertebesini müşahede
etmekten ibarettir.1217 Ârif zâhiren halk ile birlikte bulunduğu
halde sırren onlardan ayrı olan kimsedir. Allah’ın zikri ile ünsiyet ettiği
için halkla bulunmaktan sıkılır. Allah ârifi müstağni kılarak halk içinde aziz
kılmıştır.1218 Ebû Bekir Kettânî’ye göre ârif: “Hakk’ın emirlerine
uygun amellerde bulunan, hal ve hareketlerinde İlâhî emir ve yasaklara boyun
eğen, daima Allah’ı zikreden kimsedir.” Âriflerin zühdü, Allah Teâlâ ile meşgul
olmaya engel olan her şeyi terk etmektir.1219 Ârif, halkla birlikte
olsa bile kalabalıktan ayrı durabilen birisidir.1220 Her makâm ehli
ile bulunur ve makâm ehlinin buldukları ve yaşadıklarını paylaşır, bu
makâmların emâre ve alâmetlerinden bahseder, tâ ki o makâmda bulunanlar
irfanından faydalansınlar.[1191] Maraş’ın tesbitine göre
Yesevî’nin dünyasında ârif, “ahlâkî mükemmelliğe hem bilgi hem de amel
açısından ulaşmış insan tipi”ni ifade eder.[1192]
Yesevî hikmetlerinde irfan sahibi âriflerin özellikleri ve riyâzetle maddî
varlığını, beden ülkesini virân edeceği anlatılır:
“Kul Hoca Ahmed bu hikmeti kime söyledin?
Arifim diye ahaliye okuyup yaydın,
Tesir eylemez âlimlere söylediğin öğüdün,
Ârif o kişidir beden ülkesini viran eyler.”[1193]
Ârifler dünyaya değer vermez ve sözleri
gönül ülkelerini fetheder:
“Ârif âşık dünya için gam yemedi,
Bu dünyada izzet-hürmet ver demedi, Gece-gündüz gözyaşından
ayrılmadı, Gaflet ile gamlarına batmaz olur.”[1194]
“Hoş görmemekte âlimler dediğiniz Türkçe’yi, Âriflerden
işitsen açar gönül ülkesini.
Kadı, müftü, mollalar şeriatın yolunu,
Ârif âşık almıştır tarikatın arkını.”[1195]
Aşk ve irfan sahibi olmak, çile çekerek
ârif-âşık olmak övülerek yüceltilir:
“Ârif âşık olayım desen elem çek,
Hakk vuslatına yeteyim desem geceleri don, Bu dünyanın
eğlencesini boşlayıp, Boşlayıp atsa ben-benlik gider dostlar.”[1196]
Arifin irfan
yanı sıra aşk sahibi bir mü’min olduğu ve dünya ayağına serilse dönüp
bakmayacak derecede istiğna sahibi olduğu belirtilir:
“Ârif âşık öz canını ateşe yakmaz,
Dertsizlere çakmağını yakıp çakmaz,
Dünya gelip cilve eylese dönüp bakmaz,
Aşksız kişi hayvandan beter dostlar.”[1197]
Ahmed Yesevî
kendisinin de tasavvufî eğitim ile ârifler arasına katıldığını ifade eder.
Âlimler amel işlemek suretiyle ârifler arasına katılır:
“Allah diyen şeker ve bal hazırladı,
Âhirette Allah ile sevdâ eyledi,
Amel işleyen gerçek âlimi ârif kıldı,
Can ve gönülde Hayy zikrini deyin dostlar.”[1198]
Ârifin özelliği Hakk’ın emirlerine riâyettir:
“Ârif odur, Hakk emrini yerine getirse,
Mâsivâdan nefsini çekip has eylese.
Şeriat hepsi beş harftir rast eylese,
,,1229
Ondan sonra tarikata girmek gerek.
Yesevî,
yüzlerine hasret olduğunu söylediği âriflere uyularak selâmete ulaşılacağını
söyler:
“Allah diyen âriflerin görsem yüzünü,
Gece-gündüz dinmeden Allah desem işte.
Allah diye âhirete varır olsa,
,,1230
Ben hem daimâ dinmeden Allah desem işte.
Ârifler yolunda intisab ile murada erilecektir:
“Kul Hoca
Ahmed, âriflere mâil ol,
Her ne dese,
kabullenip kâil ol,
Hizmet edip
yürüp gidip sâil ol,
Hizmet eden
muradına yetermiş.”[1199]
İrfan sahibi
müslümanları ârif ismi ile öven Ahmed Yesevî, irfanı ilmin ötesinde bir makam
olarak değerlendirmiştir. İrfan ile aşkı bir arada götürmek sûfi için ideal durumdur.
Ancak bu o kadar da kolay değildir. Ârif âşığın dünyaya dönüp bakmayacağını,
dünyanın eğlencesine dönüp bakmayacağını söyleyen Yesevî, tasavvuf yolcusunu
bekleyen güçlükleri de açıkça ifade etmektedir.
Arapça bir
kavram olan hikmet, Kur’ân, veciz söz, nübüvvet, adalet, ilim, hilm
anlamlarında kullanılan bir kelimedir.[1200]
İnsanın, dış âlemdeki nesnelerin hakikatini olduğu gibi bilmesi, söz ve
davranıştaki isabete hikmet denir. Tasavvuf ıstılahında ilâhî sırların bilgisi,
varlığın yaratılış gayesinin kavranması, İlâhî iradenin anlaşılması anlamına
gelir.[1201] Kavram olarak hikmet,
eşyânın hakikatini, vasıflarını, özelliklerini nasılsa öyle bilmek; sebeblerin
müsebbibleriyle irtibâtını, mevcûdâttaki intizâmın sırlarını ve onun
gerektirdiğine göre amel etmeyi bilmektir. Kur’ân’ın ifadesi ile “O, dilediğine
hikmeti verir, hikmet verilene ise pek çok hayır verilmiş demektir. Ve bunu
ancak üstün akıllılar anlar.”[1202]
Sûfi,
müşâhedesindeki sadâkati sayesinde nefsinin arzuları sükûnete kavuşunca cehd ve
gayretinin tesiriyle kalbinin hikmet anlattığını, gönül dilinin hikmet
konuştuğunu duyar, müşahede eder. Cürcânî’ye göre hikmet “eşyânın hakikatlerini
var
oldukları hâl üzere beşer kudreti nisbetinde araştıran ilimdir.”[1203] Kuşeyrî, kendilerine hikmet
verilenlerin, hakîmlerin hikmeti tefekkür ve sükût ile elde ettiklerini
kaydeder.[1204] Kırk gün ihlâs ile kulluğa
devam eden kulun kalbinde zuhûr eden hikmet, dilinden dökülecektir. Sûfi,
tasavvuf ilmine ait bir sırrı işitir, sonra onunla amel ederse, bu ömrünün
sonuna kadar istifade edeceği şekilde kalbinde bir hikmete dönüşür. Bu hikmeti
diğer insanlara anlatırsa işitenler de ondan nasibdâr olur. Zünnûn-ı Mısrî,
“Yakîn insanı kanâatkâr olmaya, kanâatkâr olmak ise zühde davet eder; zühd
hikmeti, hikmet de işin âkıbetini düşünme faziletini doğurur” demiştir.[1205] Herevî, hikmetin üç
mertebesinden bahsetmiştir: 1) Bir durumu, bir işi görmek, bilip anlamak, 2)
Bunu ifade etmek, 3) Uygulamak ve yaşamaktır. Hikmetin uygulama ve eylem ile
ilgili pratik yönü daha fazla vurgulanarak, hikmetin sırrî bir bilgi içerdiğine
işaret edilmiştir.[1206] Tasavvufta
hikmete verilen önem sebebiyle Türk sûfilerinden Hakîm Atâ Süleyman Bâkırgânî
gibi bazı sûfiler hakîm lakabıyla anılmışlardır. Safî, Süleyman Atâ’yı
tanıtırken hikmetâmiz sözlerinin, ibret-engiz latifelerinin
Türkistan’da ünlü olduğunu belirterek, “Her gördüğün kişiyi Hızır bil, her
geceyi Kadir bil”; “Herkes yahşi biz yaman, herkes buğday biz saman” şeklindeki
özdeyişlerini bu hikmetlere örnek olarak göstermektedir.[1207] Türk tasavvuf geleneğinde,
tasavvufî şiirlere Ahmed Yesevî’den sonra hikmet denmiştir. Yesevî
hikmetlerinin ilk mısraından sonundaki münâcaata kadar her yerinde hikmetli
sözlere yer verilmiştir:
“Bismillah deyip beyân ederek hikmet söyleyip Taleb edenlere
inci, cevher saçtım işte.
Riyâzeti sıkı çekip, kanlar yutup İkinci defter’in sözlerini
açtım işte.”[1208]
Yesevî, hikmet söylemeye başlamasının manevî âlemden aldığı
ilahî talimat ile gerçekleştiğini ve hikmet söylemesini bir görev gibi
algıladığını ifade eder:
“Sekizimde sekiz yandan yol açıldı;
Hikmet söyle, diye başlarıma nûr saçıldı;
Allah’a hamd olsun, pîr-i kâmil mey içirdi;
nedenle altmış üçte girdim yere.”[1209]
“Otuz dörtte âlim olup ârif oldum;
Hikmet söyle, dedi Rabbim, söyler oldum;
Kırklar ile şarâb içtim, yoldaş oldum;
İç ve dışım Hakk nûruyla doldu dostlar.”[1210]
Yesevî hikmet söylemenin kendisi için bir yöntem olarak
seçildiğini ve durmaksızın hikmet söylemek istediğini belirtir:
“Kul Hoca Ahmed cevher gibi hikmet söyledi,
Azizlerin medhi ile sözünü yaydı,
Uzun geceyi gündüze ekleyip kıyamda durdu,
Duâ okuyup durmadan hikmet söyleyesim gelir.”[1211]
Yesevî, ciğer
kanını yutup söylediği için hikmetlerinin dinleyenlere fayda sağlayacağını
söyler:
“Âşık olup
hikmet söyledi Kul Hoca Ahmed;
Sıdkı ile
işitene yüz bin rahmet;
Tâc ve devlet;
iman armağan eyler Allah’ım,
Âşık gönlünü
safâ eyleyip yürür olur.”[1212]
Yesevî, dostlarını hikmetlerini paylaşmaya davet eder ve
hikmetlerini okuyana pay vereceğini, kendisinin manevî evladı sayacağı
müjdesini verir:
“Gelin, dostlar, hikmetimden pay alın, Bismillah diye beyân
eyleyip, söyledim işte. Can ve gönülden Hakk yolunu sağlam tutup, Lânetli
şeytan yollarından döndüm ben işte.”[1213]
“Hikmetimi işitene pay vereyim,
Hikmet işitip, ağlayanı konuk kılayım, Öyle tâlib yolda kalsa,
elin alayım, Can verirken iman götürür, dostlarım ha.
Kim okusa hikmetimi, evlâd kılayım,
Canı cana ulaştırıp, gönle bağlı kılayım, Hakk’ı bulsam,
cennet içre râzı kılayım, Kıl köprüden kolay geçer, dostlarım ha.”[1214]
Ahmed Yesevî, hikmet işitenin dinleyip ibret alması
gerektiğini söyler, hattâ hikmeti işitip de ağlamayanın iman konusunda
sıkıntıda olduğunu kaydeder ve işlerin hikmetinin anlaşılmasına çalışılmasını
tavsiye eder:
“Mü’min değil, hikmet işitip ağlamıyor,
Erenlerin söylediği sözü dinlemiyor, Âyet ile hâdis, Kur’ân’ı
anlamıyor, Bu rivâyeti arş üstünde gördüm işte.”[1215]
Bir hikmette
ise hikmet okuyup etkilenmeyenin insan sayılamayacağı iddia edilir:
“Hikmet
işitip, ağlamayan âdem değil,
Gönlü katı,
gözü onun nemli değil,
Kuşkusuz
bilin, dini onun sağlam değil,
Kan ağla,
gözünün yaşını devâ kılsın.”[1216]
Ahmed Yesevî
geleneğinde söylenmiş şiirlerin hikmet olarak adlandırılması bu kavram
ile Ahmed Yesevî’nin özdeşleşmesini sağlamıştır. Divân-ı Hikmetlin
sonunda yer alan münâcaatında Ahmed Yesevî söylediği hikmetlerinin insanlar
için bir hazine değerinde olduğunu, ancak bu değerli sözlerin câhil ve
nâdânlara söylenerek heba edilmemesi gerektiğini söyler. Yesevî’nin melâmet
tavrına aykırı görünebilecek bu durumu izah için de hikmetlerinin değerinin
âyet ve hadislerden kaynaklandığını vurgulamıştır. Ahmed Yesevî hikmetlerine
değer verip okuyanları manevî evlâdı olarak kabul edeceğini de kaydetmiştir.
Genel
kullanımdaki şekliyle dinin zâhirî yönüne ait kaideleri veya dinin hukukî
nitelikteki kuralları anlamını taşıyan şeriat, İslâm’ın dinî, ahlâkî ve hukukî
hükümlerinin tamamı anlamında bir kavramdır. Bir yöne doğru uzayıp gitmek, açık
olmak anlamlarındaki şer’ kökünden türeyen şeriat, sözlükte insanların
ya da hayvanların su içtiği, açıktaki akarsu; bu akarsuya kavuşan kollar
anlamındadır. Kulluğu, kendisi için gerekli saymakla emre uymaktır. Şeriat,
dinin zahirî yönüne ait kuralları içeren yoludur. Tasavvufa ise bâtınî fıkıh
denir.[1217] Kur’ân’da “bireysel ve
toplumsal hayatı düzenleyici din esaslı kurallar” ya da “dinî nitelikte kural
koymak” anlamında kullanılmıştır.[1218]
Şeriat koyucu
anlamında şâri denildiğinde, “Allah’tan başka hüküm koyucu yoktur”
ilkesi gereği hakikatta yalnızca Allah kastedilir. Allah, hüküm koyucu iken,
şeriat hükmü açığa çıkaran iştir.[1219]
Kur’ân’daki “Sana da (ey Muhammed) geçmiş kitapları tasdik eden ve onları
kollayıp koruyan Kitab (Kur’ân)ı hak ile indirdik. Onların aralarında Allah’ın
indirdiği ile hükmet. Onların arzu ve heveslerine uyarak, sana gelen haktan
sapma. Biz, her biriniz için bir şeriat ve yol belirledik.”[1220] âyeti bu anlamdadır.
Geniş
anlamında şeriat, Allah tarafından insanlar için din olarak öngörülen
hükümlerin tamamını ifade eder. Dar anlamıyla kullanıldığında ise şeriat
tabiriyle değişime konu olabilen hükümler yanında Kur’ân ve Sünnet’teki neshe
açık hükümlerle içtihadî hükümler de kastedilmektedir. Şeriat kavramı dar
anlamında alındığında din kavramı ve itikada ilişkin hükümlerle
sınırlandırılır.[1221]
Şeriatla
hakikatin birbirinden farklı, bazı hallerde birbiriyle çelişir olduğunu ifade
etmek için Kur’ân’daki Hızır’ın gemiyi delmesi, çocuğu öldürmesi ve duvarı
düzeltmesi kıssası[1222] örnek gösterilir. Şeriat ile
hakikat arasındaki farkı idrâk edemeyen bazı sûfiler, şeriatı ihmal, hafife
almış veya terk etmişlerdir. Şeriat-hakikat ilişkisinden ve bazen çelişkisinden
söz eden sûfiler daha sonraki dönemlerde bu ikili ortasına tarikat kavramını
eklemişlerdir. Bu kavramlar uyumlulaştırılarak Hz. Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’in sözleri şeriat, fiilleri tarikat, halleri hakikat olarak
değerlendirilmiştir. Bu üç kavrama sonraları mârifet kavramı da eklenerek Hakk
yolcusunun kemâl yolunda dörtlü bir basamaklandırma yapılmıştır. Risâle’sine
başlarken şeriata bağlılığını dile getiren Kuşeyrî’ye göre, şeriat, kulluğun
gereğini yapma konusunda verilen emirdir ve emredileni yapmaktır. Şeriat halka
yükümlülükler getirir.
Ahmed
Yesevî’nin halifelerinden Sûfi Muhammed Danişmend’in Mir’atü’l- kulûb
eserinde şeriat-tarikat-hakikat makamları hakkında bilgi verilmektedir.[1223] Demirdaş,
Yesevî’nin dinin emir ve nehiylerini yani şeriatı önemsemeyen bir tasavvufî
düşünceyi tamamen reddettiğini ifade eder.[1224]
Yesevî hikmetlerinde şeriat, tasavvufî kemâl yolculuğunun ilk merhalesi olarak
işlediği görülmektedir:
“Kul Hoca Ahmed, kırka girdin nefsini kır;
Burada ağlayıp âhirette ol tertemiz,
İman postu şeriattir aslı tarikattır,
Tarikata giren Hakk’tan pay aldı dostlar.”[1225]
Yesevî’ye göre şeriatın kurallarını dikkate almaksızın tarikat
makamlarına ulaşılıp hakikattan nasib alınamaz ve şeriatın şartları yerine
getirilmeden tarikat makamlarını bilmek mümkün değildir:
“Her kim eylese tarikatın dâvâsını,
İlk adımı şeriata koymak gerek.
Şeriatın işlerini tamam eyleyip,
Ondan sonra bu dâvâyı kılmak gerek.
Şeriatsız söz etmezler tarikatta,
Tarikatsız söz etmezler hakikatta, İş bu yolların yeri bilinir
şeriatta, Hepsini şeriattan sormak gerek.
Ondan sonra bir er gerek iradeli,
Olmuş olsa o bir erden icâzetli,
Şeriatta doğru uygun kerâmetli,
Öyle erin eteğinden yapışmak gerek.
“Şeriatın şartlarını bilen âşık
Tarikatın makâmını bilir dostlar
Tarikat işlerini tamam eyleyip
Hakikatın deryâsına batar dostlar.”[1226] [1227]
Hikmetlerde
tasavvuftaki dört kapı olarak bilinen şeriat-tarikat-hakikat-mârifet dörtlüsü
de yer alır:
“Şeriatsız tarikata geçmek olmaz,
Hakikatsız mârifete yetmek olmaz,
Pîrsiz asla şevk şarâbını tatmak olmaz,
Tadsa olmaz, pîr hizmetini kılmadıkça.”[1228]
Yesevî dinin hakikatine erdiğini iddia edenleri bekleyen
şeriatsızlık tehlikesine dikkat çeker:
“Tarikata şeriatsiz girenlerin,
Şeytan gelip imanını alır imiş.
îşbu yolu pîrsiz iddia eyleyenleri,
Şaşkın olup ara yolda kalır imiş.”[1229]
Ahmed Yesevî’nin kendi üzerinden örneklediği satırlardaki
uyarıları ile ibahiyye türünden sapmaları en başında engellemek istediği fark
edilir:
“Geçti ömrüm şeriata yetemedim,
Şeriatsız tarikata geçemedim,
Hakikatsiz mârifete batamadım,
Sarp yoldur pîrsiz nasıl geçer dostlar?”[1230]
Yesevî
hikmetlerinde şeriat vurgusu çok dikkat çekicidir. Şeriata aykırı bir tarikat
hayatı olamayacağını, şeriatsız olarak tasavvuf yolunda mesafe alınamayacağını
kaydeden Ahmed Yesevî, asırlardır yol göstermeye devam etmektedir. Yesevî
öğretisindeki dört kapıdan birincisinin şeriat olduğu da hatırlanmalıdır.
Kelime
karşılığı yol olup, tasavvufta Hakk’a ulaşmak için tutulan yol,
benimsenen yöntem, doğrudan Allah’ı bilmeye götürdüğüne inanılan manevî yol
anlamı verilerek kullanılır. Terim olarak Allah’a ulaşmak isteyenlere özel
kurum, izlenecek yöntem, ulaşılacak hâl ve davranış demektir.[1231] Bu kavram bir yönüyle metot,
usûl anlamındadır ve sûfilerin izlediği özgün manevî yolları adlandırmak için
kullanılır. Kur’ân’daki iki âyette sözlük anlamında geçmektedir.[1232]
Sûfilerin şeyh
denilen manevî önder etrafında toplanmasından başlayarak, önce müritler için
belirlenen tekke hayatı ve toplu ibâdetlerin ifası için geliştirilen
kurallardan ibaretti. Tarikat kavramı, zamanla bir mürşid etrafında manevî
hayatı belirli kurallara göre yaşayan müridler topluluğu; Allah’a ulaşma ve
bilinç anlamında ihsan derecesine ulaşma konusunda takip ettiği usul ya da
metod anlamını kazandı. Tarikatta farz ve vâcibin ötesinde birtakım nâfilelere,
özellikle sünnetlere ağırlık verilir.[1233]
İlk devirde
sûfiler, bilinen şekli ile bir tarikat kurmamışlardı. Sosyal organizasyon
şeklindeki tarikatlaşma XII. yüzyıldan itibaren ortaya çıkmış, asırlar
içerisinde kollara ayrılarak çoğalmışlardır. Tasavvufta yol almak isteyen tâlib
(muhîb) önder konumundaki mürşidden biat almalıdır. Biat müridin mürşide manevî
teslimiyetini simgeler. İntisâbın sonrasında mürid girdiği tarikatın âdâb,
erkân ve usullerini tarikat topluluğu içerisinde öğrenir.[1234] Kuşeyrî, mürşidine itiraz
eden bir müridin artık tarikatta kalamayacağını kaydeder.[1235] Cürcânî’ye göre tarikat,
manevî makamlara yükselmek ve menzilleri kat etmekle Allah’a seyr ü sülûk eden
sâliklere has yoldur.[1236]
Yesevî
hikmetlerinde tarikat, sûfinin manevî yolculuğunun ikinci durağıdır. Tarikat
ehlinin manevî kemâl yolunda uyması gereken kurallar Ahmed Yesevî tarafından
ayrıntılı olarak dile getirilmiştir. Hikmetlerde tarikatta mürşidsiz yol
almanın mümkün olmadığı vurgulanır:
“Tarikatın yollarının ötesi çok,
Temiz aşkını ele almadan yürüyüp olmaz;
Cemâlini görse olmaz, gece-gündüz uyuyup, Hiç uyumadan
cemâlini gördüm işte.
Tarikatın yolu çetin çok şaşırdım,
Başım kurudu pîr-i kâmile kaçtım,
Pîr eteğin tutup bâtın gözünü açtım, Rezil olup yollar gezip
yürüdüm işte.
Tarikatın yolları çok yücedir,
Nasib kılan
kuluna oldu yakın,
Zerresine dayanamaz yedi cehennem, Ey dostlar aziz candan
doydum işte.”[1237]
Müridin,
icâzetsiz, kâmil olmayan (nâkıs) bir mürşid ile tarikat yolunda ilerlemesi çok
zordur:
“İradesiz, icâzetsiz mürşid olmaz,
Tarikatın yollarını asla bilmez,
Müptedidir iradeye lâyık değil,
,,1270
Böylelerinden bucak bucak kaçmak gerek.
Tasavvuf
yolundaki tehlikeler de hikmetlerde değinilen konulardandır:
“Bu günâhkârlar arzu kılır şeriat diye,
Söyler halka bid’at işi tarikat diye,
Fahr ederler olmuşum hakikat diye,
Bu yalancılar yalan dâvâ kılırlar ha.”[1238] [1239]
Yesevî’ye göre
şeriatın şerbetinden içilerek yapılan zikir tarikatın yolunu açar ve
tasavvuf lezzetinin tadılmasını sağlar; bu lezzeti tadan kişi için artık dünya
değersizleşir:
“Tarikatın lezzetinden tadan kişi,
Dünyasını din yolunda satan kişi,
Gece-gündüz gözde yaşı akan kişi,
Bu dünyanın değerini ne zaman bilir?”[1240]
Şeriata sefer
eyleyip tarikat pazarına mal arz etmek hikmetlerde yer alan ilginç bir benzetmedir:
“Âlim odur şeriatta sefer eylese
Tarikatın pazarına yerini koysa
Muhabbetin deryasından inci alsa
Öyle âlim, gerçek âlim olur dostlarım ey.”[1241]
Yesevî
öğretisindeki dört kapıdan İkincisi tarikattır. Ahmed Yesevî tarikat kavramına
yer verdiği hikmetlerinde mürşidin önemine vurgu yapar. Kâmil olmayan bir
mürşidin müridini tasavvuf yolunda terbiye etmesi mümkün değildir. Bu nedenle
tarikata girmeyi düşünen bir Müslüman için mürşid-i kâmile ulaşabilmek büyük
bir nasib işidir. Yesevî hikmetlerindeki tasavvufa yönelik iç tenkid örnekleri,
tarikat ile ilgili satırlarda da sıklıkla yer almaktadır.
Mârifet, bilgi
anlamında bir sözcüktür. Istılah olarak Allah ve sıfat, fiil, isim ve
tecellîleri ile gayb âlemi hakkında manevî tecrübe ile doğrudan ulaşılan
bilgidir.[1242] İlimle mârifet eş
anlamlı gibi kullanılsa da aralarında bazı farklar vardır. Mârifetin kaynağı
kalb, ruh, sır, ilhâm ve keşfdir. İlmin kaynağı ise akılla kanıtlama, duygu
organları ile hissetme ve nakledilen bilgilerdir. Mârifet ile genellikle eş
anlamlı olarak kullanılan irfan, bâtinî ve kalbî bilgi yanında tanımak,
âşinâlık anlamlarını da içerir. Mârifet sahibi ârifler, ilâhî kudretin
tasarruflarının nasıl çalıştığına dair sırları, Hakk’ın öğretmesiyle bilir.
Ârifin hâli ise mârifet olarak adlandırılır. Mârifete sahip olan insan olarak
ârif, sûfiliği bilen ve yaşayan velîdir.
Sûfiler, zâhir
bilginlerinin ulaştıkları bilgilerden farklı ve kendilerine özel bir bilgiye
sahip olduklarına inanırlar. Bu bilgi mârifet, irfan, yakîn gibi sûfilere özel
terimlerle ifade edilir. Mârifete ledünnî, bâtınî ilim isimleri de
verilmiştir. Sûfiler, sülûk sürecinde öğrenilen irfanî bilgilerin, aklî
kıyaslarla ya da kitap okumakla edinilen bilgilerden daha üstün olduğuna
inanırlar. Zâhirî ilim sahiplerine bilgin anlamında âlim, irfanî bilgi
sahiplerine ârif-i billah (Allah’la bilen) denilmesi, irfanî bilgilerin
Hakk’tan gelmesindendir.[1243] Mârifet, Allah, insan ve
âlemle ilgili kapsamlı bir bilgidir. Tasavvufta en önemli bilgi, Mârifetullah
denen özel alanın bilgisidir. Âlem ve nefs hakkındaki mârifet ise Allah’ı
tanımanın aracı olması bakımından değerlidir.[1244]
Mârifet, bir şeyin hakikatini idrak etmektir. Yalnız bu idrak geçici bir
bilme değil, derin ilimden kaynaklanan bir bilgidir.
Sûfilerin,
doğrudan Allah tarafından lutfedilen mârifetin, nakil ve akıl yoluyla edinilen
bilgilerden daha üstün olduğunu kabul etmeleri bu bilgilerin önemsenmediği
şeklinde anlaşılmaya müsaittir. Bunun farkında olan sûfiler, mârifetin sağlıklı
ve geçerli olması için Kur’ân’a ve hadise aykırı düşmemesini önemsemişlerdir.
Kuşeyrî “sâliklerin Hakk’ı, önce isim, sıfat ve fiilleriyle tanıyacağını, sonra
kötü huylarından temizlenerek pâk hale geleceğini” ifade etmiştir. Zâhirî ve
bâtınî ilimleri birleştiren sûfi bilginler ilim ile irfan arasını birleştirerek
her ilmi bir mârifet olarak değerlendirmişlerdir. Buna göre Allah hakkında âlim
olanlar ârif, her ârif ise âlimdir.[1245]
Ârifin
varlığı, Allah’ın mevcudiyetine bağlıdır. Bir kimse var olmadıkça mârifet ve
ilmi de olmaz. Bu yüzden Hakk’ı bilmek, ancak Hakk ile mümkündür.[1246] Kul, nâfile ibâdetler ile
nefsini arıtarak Hakk’a yaklaşınca, kulun “Mârûf’u olur. Ebû Saîd-i Harrâz,
zâhirî hükümlere aykırı bâtınî bilgileri geçersiz saymıştır. Ebû Süleyman-ı
Dârânî mârifetin sağlıklı olduğuna Kur’ân ve hadisin şahitlik etmesini şart
koşmuştur. Cüneyd-i Bağdâdî ise, sadece Kur’ân ve Sünnet’e aykırı olmayan
mârifetin geçerli olabileceğini vurgulamıştır. Zünnûn-ı Mısrî zâhirî ilme
aykırı bir bâtınî ilimden söz edilmemesini ve İlâhî lütufların Allah’ın
mahremiyet perdelerini yırtmaya sebep olmaması gerektiğini söylemiş; “Ben
Rabbimi, O’nunla tanıdım. Rabbim olmasaydı, O’nu tanıyamazdım” demiştir. [1247] Herevî, bir şeyin hakikatini
zâtı ve sıfatlarıyla olduğu gibi idrak etmektir şeklinde tanımladığı mârifeti
üç dereceye ayırır. Mârifetin ilk derecesi, Hakk’ın sıfat ve vasıflarıyla
ilgili bilgilerdir. İkincisi, sıfat ile zât arasındaki tefrikanın kalkmasıyla
hâsıl olan Zât’ın mârifetidir. Üçüncüsü, herhangi bir vasıta olmaksızın Hakk’ın
Zât’ını Zât’ı
ile tanıtmasıyla ortaya çıkan mârifettir.[1248]
Yesevî hikmetlerinde mârifet, ârif olma niteliğine ulaşmış sûfinin makamı
olarak anlatılır:
“Tarikattır bu
yol, adını bilse derviş,
Mârifetin
mallarından alsa derviş,
Başka yollar
kötülük yeli; sansa derviş,
Hakikatin
meydanında er o olur.”[1249]
Hikmetlerde
mârifet makamı tarif edilirken kullanılan dikkat çekici ifadelerden mârifet
bostanını içindeki tevhid ağacı ile tarif eden Yesevî’nin bu sözlerini iki kıta
ile örnekleyelim:
“Mârifet bostanı içine girip,
Evvel tevhid ağacını gördüm orada.
ağacın her dalında meyvası var,
Sübhân Azîm
nasib eyledi, aldım ben.”[1250]
“Mârifetin bostanında bülbül olup,
Hakk yâdında daimâ sürekli meşgul olup.
Kulluk kılsam Hazretine gerçek kul olup,
Bu hâlette rıhlet şafağı atar mı ki?”[1251]
Hikmetlerdeki mârifet
bahçesi, mârifet dalı kullanımlarında da bostan benzetmesine benzer
anlatımlar söz konusudur. Ahmed Yesevî, bu tanımlamaları ile mârifetin
tasavvufî kemâl yolculuğunun önemli bir durağı olduğunu ifade eder ve mârifet
makamına ermek için sûfinin içi-dışı ile birlikte yanması gerektiğini vurgular:
“Kul Hoca Ahmed sıkılarak yansın şimdi,
İç ve dışın ham kalmasın pişsin şimdi,
Dostlar bana sözünü söylesin şimdi,
Yoksa mârifetini ele vermez o.”[1252]
Mârifet ile
ilgili kullanımlarda da şeriat, tarikat, hakikat tasnifinin birlikteliği söz
konusudur:
“Şeriatın meydanına özünü koymadan,
Tarikatın bahçesinde dolaşmadan,
Hakikatın deryâsından cevher almadan,
Mârifet âdâbını bilse olmaz.”[1253]
Mârifet
cevheri kullanımında Yesevî hikmetlerinde çokça rastlandığı gibi deryâ- inci
benzetmesine başvurulduğu görülür:
“On üçümde dalgıç olup deryâya battım,
Mârifetin cevherini sırdan derdim,
Mumunu görüp pervâne gibi kendimi vurdum,
Şuursuz olup aklım gitti şaştım dostlar.”[1254]
Pîr eteğini
tutarak tasavvuf yolunda yürümeye başlayan sâlik, mârifet pazarında kendini
satmadan yani varlığından vazgeçmeden cemâl vuslatına eremez:
“Pîr-i kâmil eteğini sıkı tut,
Mârifetin pazarında özünü sat,
Mey içerek semâ eyleyip zikrini söyle,
Hakk cemâlini göstermese perişân olunur.”[1255]
Yesevî’ye göre
âriflerin mârifeti, zâhir-bâtın, evvel-âhir ilişkilerini açığa
çıkartabilmektir:
“Şeyhim diye mârifeti kıldı beyân,
Zâhir-bâtın, evvel-âhir kılsa âyân.
Şahin benzeri
ruhu onun eylese uçuş,
Böyle olup mürid yola salmaz mısın?”[1256]
Yesevî
hikmetlerinde tasavvuf yolculuğunun üçüncü mertebesi olarak yer verilen
mârifet, irfan kavramına benzer bir anlamda kullanılmıştır.
Sözlükte
karşılığı gerçek olarak verilen bir kelimedir.[1257] Tasavvufta ise hakikat
kavramı, zâhirin ardındaki örtülü anlam, İlâhî sırlara erme gibi anlamlar
içerir.[1258] Sûfiler seyr ü
sülûkta şeriat, tarikat, hakikat ve mârifet diye sıralanan dört kademe
belirlemiştir. Bu kademelerden üçüncüsü, hakikat olarak kabul edilir.
Hakikatin edebi, Hz. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in Allah’ın
huzûrundayken gösterdiği edebdir. İlk sûfiler hakikat terimini ilâhî gerçek ve
sırlara ulaşmak, Hakk’ın tecellîlerine tanık olmak anlamında kullanmışlardır.
Kuşeyrî “Hakikat tarafından teyid edilmeyen hiçbir şeriat; şeriatla
sınırlandırılmayan hiçbir hakikat değerli değildir” tanımlamasını yapar.[1259] Cürcânî’ye göre ise, hakikat
konulduğu şekilde kalan her lafızdır.[1260]
Yesevî hikmetlerinde tarikatta yol alan sâlikin hakikat makamına varacağı
anlatılır:
“Hakikatın anlamına yeten kişi,
Şaşkın tutuşup yanar içi dışı,
Kanlar akar gözlerinden akan yaşı,
Gözyaşımı armağan eyleyip vardım işte.”[1261]
Tasavvuf
yolculuğunun nihaî hedefinin tahkikî imana ermek olduğu ve bunun da ancak
şeriat ve tarikat kapılarından geçilmekle başarılacağı, bunu başaran hakikatli
âşıkların nitelikleri hikmetlerde açıklanmaktadır:
“Hakikatli âşıkların rengi soluk,
Aynaya göz atsa ondan parlak, Özü şaşkın, gönlü viran gözü
yaşlı, Kudretine hayrân olup kaldı işte.”[1262]
“Hakikatli âşıkların nefsi ölü,
Üç yüz altmış dört, yüz kırk dört bütün beden,
Sözü tatlı, huyu ve şuuru yüz bin türlü, Bu dünyayı değersiz
paraya satar dostlar.”[1263]
“Âşık kullar Hakk yâdından uzak değil,
Hakikatli bu dünyaya meyletmez;
Gerçek âşıklar dünya derdini asla almaz,
Ben dahi bu dünyayı koyasım gelir.”[1264]
Ahmed Yesevî, hakikat makamından söylenen sözlerin Kur’ân’a
uygun olduğunu ve hikmetlerinde hakikatleri dile getirdiğini ifade eder:
“Şeriattan tarikattan beyân oldu,
Hakikattan Kur’ân sözü kelâm oldu,
Bu cihâna Muhammed’in nûru doldu,
nûr ile iki cihân aydınlanır olmalı.”[1265]
Hakikat makâmı ile ilgili olarak hikmetlerde kullanılan
tamlamalardan, hakikat deryâsı, hakikat denizi tamlamaları, Yesevî’nin sıklıkla
kullandığı metaforlardan denizden inci çıkartmak tanımı ile halkın anlayacağı
düzeyde ifade edilir:
“Hakikatin deryâsından gevher aldım,
Pîr-i kâmil mükemmile hizmet kıldım,
Yoldan çıkan tâliblerini yola saldım,
Tâliblere serdar olup yürüdüm işte.”[1266]
Hakikat
esrârı, hakikat yolları, hakikatli kul, hakikatli mâşuk şeklindeki
kullanımlar da hikmetlerde söz konusudur. Ahmed Yesevî, hakikatli erlerin
sözlerinin özelliğini kılıç metaforu üzerinden anlatır:
“Hakikatli er sözünü nâdân bilmez,
Laf ve sözden söz sözlese, mecâz değil.
Yanlamasına soksan, kılıç olsa, taşa geçmez,
Çamura soksan, kılıç ona geçmedi mi?”[1267]
Yesevî
öğretisinde dördüncü kapı olan ve tasavvuf yolculuğunun nihai noktasını teşkil
eden hakikat makamına eren sûfi, irşad görevine liyâkat kazanmıştır. Hakikat
makamına ulaşan dervişin hâllerini hikmetlerinde dile getiren Ahmed Yesevî,
dünyanın gerçeğini anlamanın ancak bu makamda söz konusu olacağına işaret eder.
Hikmetlerinden anlaşılacağı üzere Yesevî, hakikat makâmına erdikten sonra
hikmetlerini dile getirdiğinden irşadı da mükemmeliyet kazanmıştır; ancak bu
sözleri nâdânların anlaması beklenmemelidir.
Cehl, kelime
olarak bir şeyi, gerçek durumunun aksine algılamaktır ve bilmezlik, bilgisizlik
gibi anlamlara gelir. Yaygın kullanılışı cehâlet şeklindedir. Cehâlet
sergileyen ise câhil olarak adlandırılır. Nâdân kelimesi ise câhilden daha ağır
bir anlamda nobran, kaba, terbiyesi kıt karşılığında kullanılır.[1268] Kur’ân-ı Kerîm’de dört
âyette cehâlet şeklinde, yirmi âyette de aynı kökten gelen çeşitli isim ve
fiiller şeklinde
geçmektedir. Bu âyetlerde genellikle cehâletin kötülüğü, câhillerin
yanılgıları, kötülük ve zararları üzerinde durulmuştur. Kur’ân’da ilim ve
hikmet Allah’ın sıfatları arasında yer alır. Hz. Âdem’den başlamak üzere bütün
peygamberlere verilen en önemli nitelik de ilim ve hikmettir.[1269] Yesevî hikmetlerinde cehl
ve cehl ile muttasıf kişi anlamında câhil kavramları olumsuz bir içerikle
kullanılmışlardır. Mürşid ve sûfilerin câhil olmamaları gerektiği altı
çizilerek vurgulanmaktadır:
“Altmış üçe yaşım ulaştı, geçtim gâfil;
Hakk emrini sıkı tutmadım, kendim câhil;
Oruç-namaz kazaya bırakıp oldum ergin;
Kötüyü izleyip iyilerden geçtim işte.”[1270]
Cehâletin
kendisini âlim sananlar için de söz konusu olabileceği hikmetlerde şöyle
belirtilmiştir:
“Âlimim diye kitap okur anlamını bilmez,
Çoğu âyetin anlamını asla bilmez,
Büyüklenme, ben-benliği dini tutmaz, Âlim değil câhildir
dostlarım ey.”[1271]
Namazın
ihmalinin câhiller işi olduğunu kaydeden Ahmed Yesevî, ilim-amel ayrılmazlığına
dikkat çekmesi ile bu konuda öncü bir isimdir:
“Câhil kimse
namazın kadrini nereden bilir
Her namazda
iman baştan tazelenir
Es-salât, dese
gâfil başını örterek uyur
Gâfillikden ömrünü yele satar olmalı.”[1272]
Yesevî’ye göre
Allah, gönül kıran câhilleri sevmez:
“Allah dedi, iman evini kılma viran,
Doğru kulların gönlündedir Hakk-burhan,
Gönül kıran câhilleri sevmez Sübhân,
Halim olup, dîdâr görün, dostlarım ha.”[1273]
Hikmetlerde
belirtildiğine göre kifâyetsiz mürşidlerin elini tutarak tarikata girdiğini
sanan câhiller, mahşer günü gülünç hale düşeceklerdir:
“Bu yolları geçmeden mürşid olsa,
Fâsık, câhil mürid olup, elini alsa.
Böyle işler yarın orada reddedilse,
Mahşer yeri halkının tamamı gülmek gerek.”[1274]
Yesevî’ye
göre, câhiller kendi ayıbını göremez:
“Hakk Teâlâ kokusunu alan burada durmaz,
Câhil kullar özünü görür, ayıbını görmez.
Âdemoğlu âşıklıkta dem vuramaz,
Âşık olup, dîdâr görün, dostlarım ey.”[1275]
Bu nedenle
câhillerle çekişmeyip uzak durulmalıdır:
“Kul Hoca Ahmed, uzun geceler uyanık ol,
Câhillerden daimâ uzak kaça gör,
Gözyaşını sarı yüze saça gör,
Yaşımı saçıp hamd ve senâ söyleyesim gelir.”[1276]
Divân-ı
Hikmet’te câhil kavramı ile benzer anlamda kullanılan bir sözcük de nâdân ve
nâdânlık halidir. Ahmed Yesevî, nâdânlığı cehâletten daha tehlikeli bulur ve
hikmetlerinde câhillerden daha fazla nâdânları kınar. Bunu birkaç örnekle
gösterelim. Hikmet dolu Yesevî sözleri nâdânlar için değildir:
“Nâdânlara değil sözüm, dolu hikmet,
İnsanım deyip belini bağlar, hani himmet?
Dünya için birbirine eylemez şefkat,
Zâlimlere esir olup öldüm işte.”[1277]
Nâdânlar güzel
söze kulak vermeyeceğinden değerli söz, değersiz pula satılmış olur:
“Kul Hoca Ahmed, sözünü nâdânlara söyleme,
Söz söyleyip nâdâna, değersiz pula satma,
Açlıktan ölsen bile, nâmerdden minnet çekme asla.
Arslan Babam sözlerini işitiniz teberrük”[1278]
Nâdânlık,
ilahî emirlerin hikmetini kavramaya engel olduğundan nâdânlara bâtın sırları
koklatılmaz:
“Âşıkları melâmetten kaçmaz olur,
Nâdânlara bâtın sırrını açmaz olur,
Her namerde inci-cevher saçmaz olur,
Özü okuyup kan zehir yuttu olmalı.”[1279]
Melâmet
tavrına sahip bir sûfi olan Yesevî, nâdân ve soysuzlarla muhatap olunmasına
karşıdır:
“Zâkir olsan zikrini demeden asla yatma,
Nâdân ile soysuzlara hiç söz katma,
Münâfıklar halden sorsa bir söz deme,
Gelin yığılın zâkir kullar zikir söyleyelim.”[1280]
Yesevî’ye göre
sözden anlayamayacakları için câhil ve nâdânlara tasavvuf sırlarından söz etmek
beyhûde bir çabadır:
“Ölse, şaşkın nefsi ölür, ruhu ölmez,
Sır sözünü
nâdânlara söylese olmaz.
Sır sözünü
nâdân, câhil kabul kılmaz,
Olsa mahal
akıllı kabul etmedi mi?”[1281]
Yesevî’nin
değerlendirmesine göre arslan sırtına binip yılanı kamçı yapsa bile nâdândan
uzak durmalıdır:
“Âşıkları
cevlân kılar o meydanda,
Yılan kamçı
kılıp biner o arslana,
Sır sözünü
söyleyip olmaz her nâdâna,
Sır sözünü
bilgelere söyleyesim gelir.”[1282]
Nâdân ile dost
olunamayacağı, bunun ancak gaflet sonucunda düşünülebileceği Yesevî
hikmetlerinde belirtilen konulardandır:
“Ey gâfil, nâdân
ile ülfet olma,
Nâdânların
sohbetine özünü vurma,
Hakk kahrından
korkup ağla asla gülme,
Kul Hoca Ahmed
âşıklar gibi nevâ kılsın.”[1283]
Yesevî
hikmetlerinde ilim ve akl kavramları ile ilişkili olarak ancak
onlardan daha sıklıkla rastlanılan bir kavram grubu da cehâlet, câhil ve
nâdân sözcüklerinden oluşur. Tasavvufun ilimsiz ve akıl kılavuzluğu
olmadan yürünebilecek bir yol olmadığı Yesevî’nin hikmetlerinin ana
temalarındandır. Tarikatların sosyal organizasyonlarında ortaya çıkan akıldışı
uygulamaların hemen hepsinin cehâlet göstergesi olduğunu tesbit eden Ahmed
Yesevî asırlar ötesinden günümüze ışık tutmaktadır.
Kelime olarak
taşma anlamındaki feyz, bütün bilgilerin Allah’tan zuhur ve tecellî etmesi
anlamında kullanılmıştır.[1284] Feyz ve feyezân kelimeleri
(çoğulu füyûz, füyûzât) sözlükte fazla suyun yatağından taşması, bir haberin
şâyi olması, bir sırrın ifşa edilmesi gibi anlamlara gelir.[1285] Feyz, kulun gayret ve
kazancı olmadan kalbe ulaşan bilgi ve manevî haldir. Feyz sûfiyi kuşatan manevî
hâller anlamında da kullanılır. Sûfilerin feyz almasına istifâze, tefeyyüz,
ahz-ı feyz; vermesine ise ifâze denir. İlâhî ve Rabbânî feyzin
insanlara ulaşmasında aracı olmaları itibariyle nebî ve velîler de feyzin
kaynağı sayılır. Cürcânî’ye göre, feyz, önce bilgi sonra da müşahede
mertebesinde Zâtî tecellîden ibaret olduğunda feyz-i akdes olarak
adlandırılır.[1286] Kuşeyrî’nin naklettiğine
göre, “Avâm, yenecek ve giyilecek nevinden nimetlere şükrederken havass,
kalplerine gelen feyze şükreder.”[1287]
“Açmak”
anlamındaki feth kelimesi kapalının zıddı anlamında ve açık demektir.[1288] Feth kavramı, birbirinden
oldukça farklı birçok anlam içerir. Feth, kalb gözünün açılması, Allah’tan
gelebilecek maddî ve manevî ihsanlar anlamına gelir. Feth, yardım ve zafere
ulaştırmaktır. Bir başka anlamıyla hüküm demektir.[1289] Feth, sâlike manevî
kapıların açılması sonucunda zâhir olan kemâl hallerini ifade eden bir
kavramdır.[1290] İlâhî nitelikteki feth hâli,
sâlikin çeşitli makamlara yükselmesini sağlar. Nefsteki feth ilim, ruhtaki feth
ise mârifet kaynağıdır. Allah, “Fettâh” ismiyle her türlü feth ve fütuhâtın
kaynağıdır ve “başkasına namazda iken feth ve ihsan etmediğini, ârife yatarken
edebilir.”[1291] Yesevî hikmetlerinde ilim ve
hikmet sahibi olmanın rabbanî feyz ve ardından gelecek manevî feth ile müyesser
olacağı anlatılır:
“Âşık odur Hakk’a canını kurban eylese,
Zikrini deyip dört dövünerek seherde kalksa,
Erenlerden feyz ve fetih çokça olsa,
Sultan olup inci-cevher saçar dostlar.”[1292] [1293]
[1294] [1295]
İnsanların
ezalarına tahammül eden ve sırları câhillerden koruyan, geceleri kalkıp ibâdete
devam eden samimi dervişler feyz ve fütuhâta nâil olur:
“Cemâlimi arzu edersen gece yatma,
Bu dünyanın lokmasından zerre tatma,
Halden sorsa câhillere sırrı satma,
,,1325
Böyle erler feyz ve fetih alır imiş.
“Âşıkları gece ağlayıp seherde kalkar,
Sır şarâbını içen âşık sırrı örter;
Her kim sövse, belki tepse, elini öper,
1326
Öyle erenler feyz ve fetih alır imiş.
Yesevî’ye göre
şeriatta hassasiyeti olmayan mürşidden feyz alabilmek mümkün değildir:
“Vay şöyle câhillerden ümid eylemeyin,
Feyz ve fetih alırım deyip yürüyüp varmayın,
Nefsi büyük, şeriatı bozuk velî bilmeyin,
Lânetli şeytan gem vurmadan bindi dostlar.
Yesevî
hikmetlerinde sûfinin manevî ikramlara hak kazanması için halkın eza ve
cefasına sabretmesi ve ibâdetlerinde sebat etmesi gerekir. Ahmed Yesevî’ye göre
manevî sırların câhillerden gizlenmesi gerekir ve şeriatın hükümlerine dikkat
etmeyenlerin bu sırlardan nasibi yoktur.
Saygınlık,
itibar, izzet, kerem, şeref, cömertlik gibi olumlu anlamlara sahip bulunan bir
sözcük olan kerâmet, tasavvufta velîlerde ortaya çıkan olağanüstü hallere
verilen isimdir.[1296] Evliyâdaki kerâmet, kevnî ve
manevî olarak iki şekilde tezâhür eder. Kevnî olan doğal olaylardaki kerâmet
sebeb-sonuç ilişkileri geçersiz hâle getirir.[1297]
Allah velîlerin nefslerini terbiye etmek, hâllerini güzelleştirmek ve
onlara ihsânını artırmak için onların kerâmetler göstermelerine izin verir.
Velîlerin kerâmeti, rahatlatılmaları için lutfedilir.[1298] Velînin kerâmeti, duâsının
kabûl edilmesi, hâlinin tamam olması, bir iş yapmaya gücünün yetmesi, Hakk’ın
yardımına nâil olmasıdır.[1299] Cürcânî’ye göre
kerâmet, nübüvvet iddiasında olmayan mü’minden olağanüstü bir şeyin zuhûr
etmesidir.[1300]
Sûfiler, su
üzerinde yürümek, hayvanlar ile konuşmak, tayy-ı mekân yapmak, bulunulması
gerekenin hâricinde bir yerde ve zamanda bir şeyin zuhûr etmesi gibi
kerametlerin velîler için var olduğunda ittifak etmişlerdir.[1301] Kerâmetler bazen bir duânın
kabûl edilmesi, ihtiyaç anında yiyecek ortaya çıkarmak, susuzluk zamanında su
bulmak, kısa bir anda uzun bir mesafe kat etmek, tutsakları düşmandan
kurtarmak, gizliden ses işitmek ve benzeri olağan dışı fiiller şeklinde olur.[1302] Ancak sûfilere göre en büyük
kerâmet, nefisteki kötü ahlâkı güzel ahlâkla değiştirmektir.[1303] Peygamberler kendilerine verilen
mu’cizeleri gizleyemezken, mahiyeti itibarıyla ne kadar benzer olsa
da velîler ve sâlih müslümanlar kerâmetlerini gizlemekle kulluk niteliğine
bağlı kalırlar.[1304]
Velîler
hakkında kerâmetin câiz görülmesinin kanıtı aklen meydana gelmesinin mümkün
olmasıdır. Allah’ı kerâmeti yaratma kudretiyle vasıflandırmak vâcib olduğundan
meydana gelmesi de câizdir. Kerametlerin zuhûru, hâllerinde sadık olanın
doğruluğunun belirtisidir. İsferâyînî’ye göre, duâlarının kabûlü de velînin
kerâmetlerindendir.[1305] Kerâmet, bir velînin
doğruluğunun belirtisidir, sahtekârlarda zuhûr etmez. Kerâmet, mükellefiyetin
bâkî olduğu hâlde meydana gelen hârikulâde bir fiildir. Velînin Hakk’ın
bildirmesiyle doğruyu yalandan ayırması da doğrulukişaretidir.[1306]
Kerâmetlerin
gereği sâhibine mahsus olduklarından gizlenmeleridir. Velî, gerçekleşenin
kerâmet mi, istidrac mı olduğunu bilemez. Velînin kerâmeti hiçbir şekilde
peygamberin şeriatının hükmüne aykırı olamaz.[1307]
Allah’ın velî kulları hakkındaki sünneti, peygamberlerini adına mu’cize
denilen olağanüstü işlerle teyid etmesine benzer olarak kerâmet şeklinde
cereyan eder. Hakk velîsini kendisine yükseltir, sûfinin bir anlığına bu zevki
tatması kerâmetlerin en yücesidir.[1308]
Kerâmet Yesevî hikmetlerinde Hz. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in
bir özelliği olarak gösterilir:
“Duâları müstecap, icâbetli Muhammed;
Kötülüğe iyilik, kerâmetli Muhammed.”[1309]
Bu beyitte
kerâmet olarak gösterilen kötülüğe iyilik ile cevap vermek, “iyiliğe iyilik her
kişinin işi kötülüğe iyilik er kişinin işi” şeklindeki Uygur atasözünün
hikmetlere bir yansımasıdır.[1310] [1311]
Yesevî hikmetlerinde gerçek mürşidlerin kerâmetl erinin şeriata uygun olduğu
vurgulanır:
“Ondan sonra bir er gerek iradeli,
Olmuş olsa o bir erden icâzetli,
Şeriatta doğru, uygun kerâmetli,
1343
Öyle erin eteğinden yapışmak gerek.
Sahte mürşid
ve sûfilerin ise halk nezdinde rağbet kazanmak için kerâmet izhâr etmek için
çabaladıkları belirtilerek bu durum kınanır:
“Mü’min olsan taharetsiz zikrini söyleme,
Kerâmetler söyleyip halka dinini satma,
Müslümanlık iddia edip kâfir gitme,
Gelin yığılın zâkir kullar zikir söyleyelim.”[1312]
Sahte
mürşidlerin halkı kandırmak için kerâmet satmaya çalıştıkları bir eleştiri
olarak hikmetlerde yer bulur:
“Âhir zaman şeyhi düzeltir dış görünüşünü,
Zühd ve takvâ kılmayıp bozar iç âlemini,
Kerâmet der gaflet uykusunda gördüklerini,
Riyâ ile halka kendini satar dostlar.”[1313]
Kişilerin maneviyat istismarından korunmak için bu türden
aldatmacalara dikkat etmesi gerekir:
“Kim bilmeden bu yolları, şeyhim dese,
Kerâmetten velâyete haber verse,
Bâtıldır eğer Ruhü’l-emin bile ise,
Özünü öyle bâtıllardan korumak gerek.”[1314]
Yesevî
hikmetlerinde velâyetin bir görünümü kerâmet olarak işlenmektedir. İnsanların
maneviyat istismarcıları tarafından kandırılmasının en çok rastlanılan şekli
olduğu için Ahmed Yesevî’nin bu konuya özel bir önem verdiği söylenebilir.
Sahte mürşidlerden zuhur edebilecek olağandışı hâllere kanmamalıdır. Âhir zaman
şeyhlerinin gaflet içerisinde uyurlarken gördükleri rüyâları, kerâmet diye
sunacağını bildiren Yesevî’nin bu hassasiyetinin önemi bugün de devam
etmektedir.
Doğrudan ve
aracısız Allah’tan alınan, feyz yoluyla insanın kalbine ulaştırılan bilgi
demektir.[1315] Lehm kökünden
türetilen ilhâm kelimesi sözlükte içmek, birden yutmak, yutturmak
demektir. Tasavvuf ıstılahında ise takvâ, riyâzet ve mücâhedeye bağlı olarak
kalbde oluşan bilgidir.[1316] İlhâm, sözlük anlamı olarak
bir anlamı, ilahî feyz aracılığı ile kalbe üflemek, kalbe ve ruha yerleştirmek
ve insanı beyin ve kalb aracılığıyla gelen ilhâmdan haberdar etmektir.
Kâşânî’ye göre, kalbe gelen İlahî kaynaklı bilgi o anda kalbde egemen olan hâle
göre şekillenir. İlhâm yerine havâtır, hevâcis ve firâset
terimleri ve daha az olarak hads, keşif, tecellî, varid terimleri de
kullanılmıştır.[1317] İlhâm, kalbe doğan bilgidir.
Âyet veya aklî bir delîl ile istidlal etmeksizin kulu amel etmeye çağırır.
İlhâm ile elde edilen bilgi, âlimlere göre delil sayılmazken sûfiler tarafından
kanıt sayılmıştır.
Allah’ın,
doğrudan ya da melek aracılığıyla dolaylı olarak hayra yönelten bilgiyi insanın
kalbine yerleştirdiğini kabul eden ilk sûfilerin, Kur’ân ışığında
değerlendirilmeye tâbi tutulmasını elzem saydıkları ilhâm, sadece itikadî
konularda dikkate alırken sonraki sûfiler ilhâmı, bütün dinî konularda
kullanılan bir bilgi kaynağı olarak değerlendirmişlerdir.[1318] İlhâm yoluyla gelen bilgi
düşünmekle edinilmez, feyz yoluyla gönle gelir, kalbe doğar; lahutî hitabı
işitmek, ya da gayb âlemini görmekle edinilir. Cürcânî ilhâmı, feyz yoluyla
kalbe bırakılan bilgi olarak tarif etmiştir.[1319]
[1320] Vahiy ile ilhâm benzer
şekilde manevî uyarıların ve bilgilerin kalbe verilmesidir. İlhâmın 1352
kaynağı ya
doğrudan doğruya Allah ya da melektir.
İlhâm terimi,
Kur’ân’da sadece Allah’ın insan nefsine hem manevî zaafları hem de güçleri
yerleştirdiğini belirten âyette geçmektedir.[1321]
Kur’ân’daki “Hani Havarilere: Bana ve Resulüme iman edin, diye ilhâm etmiştim.
Onlar da: İman ettik, bizim şüphesiz Müslümanlar olduğumuza şahit ol,
demişlerdi.”[1322] Hz. Mûsâ (a.s.)’ın annesiyle
ilgili âyetler, vahiy ile ilhâm arasındaki yakınlığın işareti sayılmıştır: “O
esnada Mûsâ (a.s.)’ın anasına: Onu emzir, kendisine zarar geleceğinden
kaygılandığında onu denize (Nil nehrine) bırakıver, hiç korkup kaygılanma,
çünkü biz onu tekrar sana vereceğiz ve onu peygamberlerden biri yapacağız, diye
bildirdik.” şeklindeki âyetteki emir Allah tarafından kalbine doğrudan
ulaştırılan ilhâm anlamında bir vahiydir.[1323]
“Rabbin bal arısına da vahyetti.”[1324]
âyetindeki vahiy sözcüğü de ilhâm olarak kabul edilmiştir. Bu âyetler ışığında,
kıyas ile evliyâya da ilahî bilginin ilhâm edilebileceği düşünülmüştür.
Bir âyette,
karşılaşılan bir mesele ile ilgili olarak “Süleyman (a.s.)’a anlattık”[1325] ifadesindeki
anlatımın da ilhâm ile olabileceği düşünülmüş, Herevî, âyetteki “fehm”
kelimesinin ilhâma işaret ettiğini belirtmiştir. Allah’ın kuluna ilhâmı ya
melekler vasıtasıyla olur ya da doğrudan doğruya kullarına Allah’ın feyzinin
ilhâm edilmesidir. Birinci yol ile ilhâm alma şeklinin en güzel örneği
Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in hayatında gerçekleşmiştir. İkinci
ilhâm şekli ise, sadece peygamberlere özel olmayıp velî ve sâlih kullar için de
geçerlidir. Sûfinin gönlü nefs tezkiyesinden sonra İlâhî ilhâmlara muhatap
olmaya uygun hale gelir. Yesevî hikmetlerinde ilhâm, ilim edinme kaynaklarından
birisi
olarak gösterilir. Bu noktada Ahmed Yesevî şahsî tasavvuf! tecrübesinden
örnekler verir:
“Hoş gâibden kulağıma ilhâm geldi,
nedenle Hakk’a sığınıp geldim işte.
Bütün ulular toplanıp gelip armağan verdi, O nedenle Hakk’a
sığınıp geldim işte.”[1326]
“Kırk altımda zevk ve şevkim dolup taştı;
Rahmetinden bir damla düştü, şeytan kaçtı,
Hakk’tan ilhâm arkadaş olup, kapısını açtı;
Zâtı ulu Rabbim, sığınıp geldim sana.
Kırk yedimde yedi yönden ilhâm ulaştı,
Sâki olup şarâb kadehini pîrim tuttu,
Şeytan gelip nefs ve hevâyı kendisi yuttu,
Zâtı ulu Rabbim, sığınıp geldim sana.”[1327]
İlhâm, bilgi kaynağı olarak Yesevî’nin manevî deneyiminin bir
unsurudur:
“Canımızın cemâli haktır gördük,
Can içre bilinir şimdi tahkik bildik.
İlhâm erişti Sübhân’ımdan, şimdi sezdik,
Ne ki gelse, Hakk’tan ilhâm bildik, dostlar.”[1328]
Hikmetlerde ilhâma mazhar olmak için geçerli yöntem olarak
zikre devam gösterilir:
“Hakk’a kavuşmayı dileyenler gece-gündüz,
Dinmeyip canı ile söyler Hû zikrini,
Hakk’tan ilhâm yetişip gelir bilsen bunu,
Âhiretin azığını alasım gelir.”[1329]
Hikmetlerin
bir irşad yolu olarak seçilmesi de İlahî ilhâm ile emredilmiştir:
“Kul Hoca Ahmed’e ilhâm verdi söyle diye,
Her âlimin değerini bilsin diye,
Her kim bilse, bunu amel kılsın diye,
Âlim izzetin kılan cennet girer, dostlar.”[1330]
Sûfinin
bilgilenme yollarından olan ilhâm hem sûfiler hem de tasavvuf karşıtlarınca
yanlış anlaşılmaya uygun bir kavramdır. Bunun farkında olan Ahmed Yesevî,
hikmetlerinde konuya açıklık getirmeye çalışmış ve manevî deneyimleri arasında
muhatap olduğu ilhâmları hikmetlerinde dile getirmiştir.
Keşf, açığa
çıkarmak, örtüyü kaldırmak, kapalı olanı açığa çıkartmak, var olan fakat
niteliği bilinmeyen şey hakkında bilgi edinmek anlamlarını taşır. Tasavvufta
aklın ve duyuların yetersiz kaldığı durumlarda doğrudan bilgi edinmeyi ifade
eder.[1331] Gaybî hakikatlerden deneyimleme
ve izleme suretiyle bilgilenmektir. Mükâşefe, beden ve duyu perdesinin
kalkması, manevî âlemin temaşa edilmesidir. Maddî duyular âleminin izlenimleri,
kalbin gayb âlemini görmesine engel bir perde oluşturur. Keşf, bu perdelerin
kalkarak kapalı olan sırların sanki gözle görülür gibi olmasıdır.[1332] Riyâzet, mücâhede ve tasfiye
ile aradan perdeler kaldırılınca gayb âlemi görülmeye başlanır.
Keşf ve
mükâşefe, sûfinin akıl ve duyular ile ulaşılamayacak, gaybî ve lahûtî bilgilere
gizli erişimi sağlar.[1333]
Kur’ân’daki
“Kendine yalvardığı zaman bunalmışa karşılık veren ve başındaki sıkıntıyı
gideren, sizi yeryüzünün hâkimleri yapan mı? Allah’ın yanında başka bir ilâh mı
var?”[1334] âyetinde keşf, çaresizliği
sona erdirmek karşılığında kullanılmış ve Allah’a sıkıntıyı sonlandıran
anlamında “Kâşif”[1335] adı verilmiştir. Bir diğer
âyette ise, “And olsun sen bundan gaflet içinde idin. Şimdi senden gaflet
perdesini kaldırdık. Bugün artık gözün keskindir.”[1336] buyurulur.
Keşfin bir
türü akıl, bir kısmı ilahî kaynaklıdır; ikinci türden keşif tecellî yoluyla
gerçekleşir. Bu tür keşif, isim mertebelerinin artmasıyla çoğalır.[1337] Keşf söz konusu olduğunda
akıldışı alana savrulma tehlikesine karşı aklın kılavuzluğunun hiç
terkedilmemesini vurgulayan Ahmed Yesevî, akla ve aklın kullanılmasına büyük
önem vermiştir.[1338] Mükâşefe, beyan ile
nitelenmeyen huzûrdur.[1339] Mükâşefe ilminin gayesi
mârifet elde etmek, insan, varlık ve Allah gibi konularda akıl, nazâr ve
istidlâl yolunun dışında, kalbî bilgi sağlamaktır. İlk sûfilerden itibaren keşf
kavramı, hem “perde arkasında ve aklın ötesinde olduğu için gâib olan bazı
şeyleri bilme”, hem de “Allah’ın tecellîlerini temaşa etme” olarak
değerlendirilmiştir. Yakın anlamlı kavramlar olarak firâset, feth, inkişaf,
müşâhede, muhâdara gibi terimler de tasavvufta kullanılmıştır. Tasavvufa
mükâşefe ilmi, sûfilere de ehl-i mükâşefe veya ehl-i keşf de denilmiştir.
Kuşeyrî’nin naklettiğine göre, “Mükâşefe, yakînin başlangıcıdır. Mükâşefeden
sonra baş gözüyle görme ve daha sonra da müşâhede gelir.”[1340] Keşif daha çok sülûk
sırasında belirip vuslat hâsıl olunca sona erer ve keşiflerin gerçekleşmesi ile
gerçekleşmemesi
arasında fark bulunmaz, tasavvuf literatürüne bakıldığında zaten çoğu keşfin de
hatâlı çıktığı kaydedilmiştir.[1341]
Yesevî keşif ve kerâmeti âşıklığın bir rüknü sayarak kabul eder:
“Âşıklara olup Hakk’ın inâyeti,
Bâtın içinde açılır keşif ve kerâmeti,
Dillerine saçıp her an Hakk rahmeti, Fâni olup mâsivâdan geçer
imiş.
Sırları keşfeder olup bâtın gözünü açıp,
Hakk âşıkı bu dünyayı terk edip kaçıp,
Nefs-hevâ gözünü oyup boynunu kesip,
Zâyi olup şeytan ondan kaçar imiş.”[1342]
Yesevî,
mükâşefenin mücâhedeyi takiben ortaya çıkacağı kaydeder ve tasavvuf yolcusunun
keşif ve kerâmet peşinde koşup halka satmasını kınar:
“Erenler bu yola adım attı,
Mücâhede derdi ile amel eyledi,
Mükâşefe bâtın içinde malûm oldu,
Böyle olmayınca dergâhına yetse olmaz.”[1343]
“İşbu yolda rehbersizler sayısızdır,
Lânetli şeytan keşf gösterip çok azdırır,
İlimsiz âdem bu nisbete mağrurdur, Onun için ara yolda kalır,
dostlar.”[1344]
Keşf ve
mükâşefe Yesevî hikmetlerinde nisbeten az görülen kavramlardandır. Hikmetlerde
bu kavramlara daha az yer verilmesinin Yesevî’nin halkın gönlünü bulandıracak
hususları gizlemekte gösterdiği hassasiyetle ilgili olduğu değerlendirilebilir.
Muhâdara,
hakkını kazanmak için gayret edip başarmak, sâlikin kalbinin Hakk’ın huzûrunda
bulunması anlamında huzûrda olmaktır. Müşâhede ise, görmek, şahitlik etmek,
gözlemlemek, bir nesnenin hakikatine vâkıf olmak anlamlarına gelir. Allah’ın
zuhur ve tecellîlerini görme anlamında olup muhâdaranın ileri derecesidir.
Müşâhedenin göz, kalb, ruh ve sırrın müşâhedesi gibi dereceleri vardır. Sülûkun
hedefi manevî âlem ile aradaki engelleri aşıp ardındaki ilâhî gerçekleri idrâk
etmektir.[1345] Tasavvuf
kaynaklarında idrâk seviyesi muhâdara, mükâşefe ve müşâhede şeklinde üç aşamada
ele alınır. Allah’ın isimlerinden feyz alan ve zikrin kontrolü altında olan
kalbin huzûrda bulunması şeklindeki muhâdara, Allah’ın var ve bir olduğunu
gösteren delillerin sâlikte oluşturduğu manevî hâl neticesinde gerçekleşir.
Mükâşefe kalbin hiçbir kanıta gerek duymadan Hakk’ın huzûrunda bulunmasıdır.
Müşâhede ise hiçbir şüphe kalmadan kalbin ulaştığı huzûrdur. Kur’ân-ı Kerîm’de
müşahede eden ve edilene yemin edilmesi, kavramın önemine işaret eder.[1346]
Keşf ile ilişkilendirilen
muhâdara başlangıçtaki hâl olarak telvin ehline aittir. Müşâhede ise temkin
ehli için olup sondaki hâldir. Sâlik muhâdara halinde kanıtlara bağlıdır, aklı
kendisine delildir. Müşâhede sahibi ise kendi nefsini ortadan kaldırmış,
mârifetle mahv hâline geçmiştir. Cürcânî’ye göre muhâdara sâlikin Allah’ın
esmâından aldığı feyizle kalbini Hakk’ın huzûrunda bulundurmasıdır. Muhâdara ya
güçlü kanıtlar
sâyesinde ya da zikrin etkisiyle ortaya çıkar.[1347]
Müşâhede ise, Hakk’ın kalbde hazır olmasıdır.[1348]
Tasavvuf ıstılahı olarak müşâhede, tevhidin delilleri ile eserlerinde Hakk’ı
görmektir.[1349] Kâşânî, muhâdarayı
“fiillerin tecellîsine tanıklık, kalbin huzûru” diye tanımlamıştır. Hucvîrî’ye
göre, “Muhâdara kalpte ince anlamlar sonucunda ortaya çıkar. Muhâdaranın alâmeti
âyeti görme esnasında tefekkürün sürekli olması, mükaşefenin alâmeti ise
azamette şaşkınlığın ve hayretin sürekli olmasıdır.”[1350] Muhâdara mükaşefe ve
müşahede ile ilgilidir. Önce muhâdara, sonra mükaşefe ve en sonunda müşahede
gelir. Muhâdara sahibini aklı yönlendirir, mükâşefe sahibini ameli
yakınlaştırır ve müşâhede sahibini mârifeti yok eder.[1351] Kuşeyrî’nin kaydettiğine
göre Cüneyd-i Bağdadî “Müşâhede kendini kaybederek Hakk’ı bulmandır” demiştir.[1352] Yesevî hikmetlerinde gönül
gözüyle müşahededen şöyle söz edilmektedir:
“Yırtıp şefkat perdesini, dileyip cemâl vadesini, Açıp gönül
gözünü müşâhede eyleyiniz.”[1353]
Hikmetlerde
zikir ve her an Hakk huzûrunda olma bilinciyle müşâhede hâlini kazanma sûfinin
hedefi olarak gösterilir:
“Fezkürûnî ezkürküm işitip nida,
Zikrini söyleyip emrini tutup müşâhede,
Girip kabre çekip türlü mücâhede, Âşık canlar sır şarâbını
içer imiş.”[1354]
Yesevî
müşâhedeye ermek için Hz. İsmail’in kurban edilme kıssâsını tefekkür etmeyi
tavsiye eder:
“Boyun sundu
Hak emrine Halilullah,
Kurban kıldı İsmâil’i nidâ işitip,
Hak senâsını sedâ kılıp dedi: Allah,
Müşâhede kılıp, ibret alın, dostlar.”[1355]
Tasavvufun
incelikli konularından olan muhâdara, mukâşefe ve müşâhede kavramları ve
aralarındaki farklar hakkında hikmetlerde ayrıntılı bir tanımlama mevcut
değildir.
Îkân kesin
bilgiye ulaşmak anlamındadır.[1356] Istılahta ise doğruluğunda
şüphe bulunmayan kesin bilgi ve inanış, şüphe ve tereddütten sonra ulaşılan
kesinlik anlamındaki tasavvuf kavramıdır. Sözlükte sabit olmak, durulmak,
sükûnete kavuşmak, bir nesneyi yakînen bilmek anlamındaki yakn kökünden
türeyen yakîn, bir şeyi bizatihî yaşamak yoluyla ulaşılan, şüphe karışmayan
bilgidir.[1357] Bu yönleriyle yakîn diğer
bilgi türlerinin üzerinde bir kesinlik taşır.[1358]
Akıl
yürütmeyle zihnin kesinliğe ulaşmasını ifade eden îkan kavramı ise, yakîn
sahibi olmak anlamında olup akıl yoluyla edinilen kesin bilgi için kullanıldığı
gibi, sûfiyi tatmin eden doğru bilgi anlamına da gelir. Îkân, düşünme ve
kanıtlama, istidlalden sonra bir şeyin hakikatını bilmektir. Yakîn ise şüpheye
yer bırakmayan doğru bilgi, değişmez inançtır. İlim ve itminan arasındaki
yakîn, imanın kalbe yerleşmesine benzetilir.
Kur’ân-ı Kerîm’de yirmi sekiz âyette yer
bulan yakîn kavramı, kesinlikle bilme anlamında kullanılmıştır.[1359] Âyetlerin yirmisinde
inançtaki kesinliği belirtirken[1360],
dört âyette ise çeşitli kavramlarla bileşik hâldedir. Bunlardan hakka’l-yakîn,
hak dinin inançlarını asılsız sayanları bekleyen kötü âkıbetin kesinliğini
anlatmaktadır.[1361] îlme’l- yakîn sadece
bir yerde geçmekte[1362] ve insanların ölümü
hatırlamalarıyla boş şeylerle övünmeyeceklerini belirtmektedir. Kur’ân’da
“İlme’l-yakîn ile bilseniz cehennemi görürdünüz, sonra onu ayne’l yakîn ile
görürsünüz.”[1363] buyurulmuştur. Buradaki ayne’l-yakîn
tamlaması[1364], gözlem yoluyla bilmek
anlamına gelir. Bir başka âyette, yahudilerin Hz. İsâ’nın vefatı hakkında kesin
bilgi sahibi olmadan tahminen hüküm verdikleri belirtilmektedir.[1365] İki âyette geçen
gerçekleşeceği kesinlikle bilinen anlamındaki yakîn kelimesiyle ölüm
kastedildiği belirtilmiştir.[1366] “Onlar ki sana nâzil olana
ve senden öncekilerine nâzil olana iman ederler ve âhiret hakkında yakîn
sahibidirler, işte Rablerinden hidâyet üzere bulunan ve felâha eren kimseler
bunlardır.”[1367] âyetinde ise mü’minlerin
vasfı olarak anlatılır. Başka bir âyette ise şöyle buyurulmuştur: “Cehenneme
bırakılacaksınız, şüphesiz bu hakka’l-yakîndir”[1368]
Tasavvufta
kalpte oluşan ve hakkında kuşku bulunmayan bilgiyi ifade eden yakîn,
ilme’l-yakîn, ayne’l-yakîn ve hakka’l-yakîn derecelerine ayrılır. Akıl, nakil
ve haber almakla kazanılan, tereddüde yer bırakmayan kesin bilgi karşılığında
kullanılan ilme’l-yakîn, nebinin Hakk’tan getirdiğini, yani din esaslarını
kabul etmek; dinî ve ilahi bilgilere değer vererek içtenlikle kabul etmektir.
Ayn’el-yakîn dış duyu, tecrübe ve gözlemle ulaşılan kesin bilgidir.
İlme’l-yakîn ve ayne’l-yakîn ile ya da ikisi bir arada kullanılarak ulaşılan ya
da sezgiyle anlaşılan ve deneyimlemenin kesinliğini taşıyan, yaşayarak elde
edilen kesin bilgi ise hakka’l-yakîndir. Bir örnek vermek gerekirse ateş
hakkında nakledilenler ve ateşin nûru ile görülen şeyler ilme’l-yakîn
derecesindedir. Ayne’l yakîn ise nûrun meydana geldiği ateşin gerçeğidir.
Kendisine ulaşan her şeyi yakarak fenâ bulmasına yol açan ateşin kendisi
hakke’l-yakîne benzetilmiştir.”[1369]
İlme’l-yakîn şeriat; ayne’l-yakîn tarikat, hakka’l-yakîn de
hakikat ve marifet olarak da değerlendirilmiştir.[1370]
Hakikat ehline
göre yakîn, delil ve burhânla değil, îmân gücü ile kalp gözünün görmesi ile
edinilir. Kalb huzûru ile gaybları müşâhede etmek, fikirlerin muhâfazası ile
sırları düşünmek, bir şeyin hakikatı üzerinde kalbin tanıklığıdır.
Ayn’el-yakîn; gözle görülünce şek ve şüphenin yok olmasıyla gaybî bilginin
tasdîk edilmesidir.[1371] Hz. Ali (k.v.)
“Hakka’l-yakîn, ayne’l-yakînden kurtularak Allah’ın nûrunu keşfetmek ve fenâ
makamlarına ulaşmaktır.” buyurmuştur.[1372]
İlk sûfilerden Cüneyd-i Bağdâdî, yakîni “şüphenin ortadan kalkması” olarak
tanımlar. Kuşeyrî’ye göre, “Yakînin az bir kısmı bile kalbe ulaştığında kalbi
nûr ile doldurur, şüpheleri dağıtır, kalp şükür duygusu ve takvâ ile dolar.”[1373] Atâ’ya ise “Yakîn, vaktin
devamı ile zıtlığın ortadan kalkmasıdır.” demiştir. Zün-Nûn’a göre ise “Baş
gözüyle görülen her şey ilim, kalbin bildiği şeylerin tümü yakîn’dir”[1374] Herevî’nin tarifine göre,
ayne’l-yakîn, “bir şeyi idrâk etmede, o şeyin varlığına ait delilleri aşmak ve
o şeyi olduğu gibi müşahede etmektir. Hakka’l- yakîn ise, Allah’ın varlığının
nûruyla kulunu kuşatması ve karanlığın yoğunluğundan kurtarmasıdır.”[1375] Ahmed Yesevî kendisinin de
yakîn derecelerini aşarak kemâle erebildiğini söyler:
“Kul Hoca
Ahmed Hakk sözünü söyleyip geçti,
Ayne’l-yakîn
tarikatta bozlayıp geçti,
İlme’l-yakîn
şeriatı gözleyip geçti,
Hakka’l-yakîn
hakikatından söyledim işte.”[1376]
Yesevî
hikmetlerinde yakîn derecesinde bir imana sahip olmak gerektiği vurgulanır.
Gaybî bilgilenmenin değişik mertebelerine tasavvuf! seyrin farklı safhalarında
ulaşılmaktadır. Ahmed Yesevî alıntılanan hikmetinde bu aşamalarını
deneyimlediğini kaydetmiştir.
Tecellî,
belirti, görüntü, belirmek, ortaya çıkmak, görünmek, zâhir olmak anlamındadır.[1377] Tasavvufta ise gizli olanın
ortaya çıkması, görünmesi ve açılması demektir.[1378]
Sâlikin kalbine doğan ledünnî bilgiler, İlahî kudretin eserlerinin eşyada
görünmesi, Hakk’ın varlığının değişik mertebelerde zuhur etmesi, sâlikin
mükâşefe yoluyla bunu idrâk etmesini ifade eder. Tecellî celâl tarzında zuhûr
ettiğinde sûfide azâmet, ceberrût, huşû gibi korkulası durumların; cemâl
tecellîsindeyse merhamet, cömertlik ve ünsiyet gibi olumlu karşılanan hâllerin
ortaya çıktığı belirtilmiştir.[1379]
Tecellî Kur’ân’da gaybdan gelen, kalpte zâhir olan nûrlar karşılığında da
kullanılmıştır. Kur’ân’da gündüzün ortaya çıkması[1380] ve Hz. Mûsâ’nın görmek
isteyince Rabb’inin dağa zuhur etmesi tecellî ile ifade edilmiştir.[1381]
Sûfilere göre
tecellî, beşeriyet perdesinin kalkmasıdır.[1382]
Tecellînin oluşum sürecini tam olarak Allah’tan başkası bilemez. Âlem,
tecellînin görülme ânında mevcûd iken, hemen ardından aslına dönerek, hızla
fâni hale geçer. Ancak bu tecellîler arasında hiç boşluk fark edilmez ve mevcûdat
daimî zannedilir.[1383] Tecellî, geliş yerleri
birden çok olan gayb nûrlarından kalblere açılan şeylerdir. Her ilahî ismin,
değişik tecellîleri vardır.[1384] Tecellî, gaybden şehâdet
âlemine, karanlıktan aydınlığa çıkışı ifade eder. Rabbânî ve ruhânî tecelliyât
şeklinde iki çeşittir. Rabbânî tecellîde kul fenâ bulduğundan ucb tehlikesi
olmazken ruhânî tecellîde söz konusu olabilir. Gaybî nârların kalbe doğması
şeklindeki tecellîyât, fiiller tecellîsi, isimler tecellîsi, sıfatlar tecellîsi
mertebelerinde olur. Fiiller tecellîsi, Hakk Teâlâ’nın fiillerinin kulun
kalbine açılmasıdır. Bu mertebede sûfi Lâ Fâile illallah sırrına ererek
bütün fiilleri Hakk’tan bilir. İsimler tecellîsi, Hakk’ın bir isminin sûfinin
gönlünde yerleşmesidir. Sıfat tecellîsi ise Hakk’ın sıfatlarından birinin kulda
tezâhür etmesidir. Bütün varlığın aynasında Allah, peygamberleri ve velîleri
için her an kabz-bast şeklinde değişen iki yönlü sıfatlarda tecellî eylemiştir.[1385] Ancak sıfat tecellisi,
sûfiyi fenâfi’llaha eriştirmezse de Allah’ın bazı sıfatları kulda zuhur
edebilir. Bunların ötesindeki nihâi tecelli ise olan Zât tecellîsi, Mûsâ
(a.s.)’ın kıssâsında dile getirildiği şekilde, Allah’ın dağa tecellî etmesiyle
dağın parçalanması gibidir. Zâtî tecellide sâlik, fenâfi’llah makâmındadır. Sıfat
tecellîsine örnek olarak verilebilecek “İznimle balçıktan kuş heykeli
yaratıyordun ve ona üfleyince de iznimle kuş oluveriyordu. Körü ve cüzzamlıyı
iznimle iyileştiriyordun. Yine benim iznimle ölüleri diriltiyordun.”[1386] âyetinde Allah’ın Hayy
isminin tecellîsi söz konusudur. Hz. Eyyûb (a.s.)’da ise Sabûr isminin
tecellîsi gerçekleşmiştir.
Serrâc,
tecellîyi “Allah’a yönelenlerin kalblerine Hakk’a yöneliş nûrlarının doğması”
olarak tarif etmiştir.[1387] Kâşânî, Hakk’ın sıfatlarının
celâl ya da cemâl kapsamında olduğunu kaydetmiştir. Kuşeyrî Risâlesi’nde
tecellî ile setr birlikte sunulmuş ve avâmın setr perdesi içinde, havassın ise
devamlı olarak tecellî hâlini temaşa durumunda oldukları kaydedilmiştir.[1388] Yesevî hikmetlerinde
tecellî, Hakk Teâlâ’nın sûfiye bir ikrâmı olan bir nûr olarak sunulur:
“Aşk kırmızı sülfür, âlem dükkân değil mi?
Hakk erine aşikâr, usta dükkân değil mi?
Gönlümde aşk Tur’u, düştü tecelli nûru,
Her bir adın zuhuru, cihan mumu değil mi?”[1389]
Yesevî’ye göre
tecellî nûru insanın aklını başından alır:
“Tecellînin nûru ile aklı şaşan
Allah diye gönül bağlayıp Tur’a aşan
Muhabbetin ateşi ile kaynayıp taşan
Ben dahi Allah diye varasım gelir.”[1390]
Tecellî makamı ancak âşıkların dolaşabileceği bir yerdir ve
tehlikelerle doludur: “Tecellînin makâmıdır acâib makâm;
makâmda âşık kullar dolaşır;
Hangi gönüle tecellîsinin nûrunu gönderse,
Şuursuz olup kendini bilmeden feryâd eyler.”[1391]
Aşkın
tecellîsi ise kişiyi şaşkına çevirir:
“Aşk tecellî eylese kimin vücudunda,
Yapacağını bilmez, gece-gündüz şaşkın olur.
Zikri, fikri Hakk visâli olur sürekli,
Küçük çocuk gibi iki gözü giryân olur.”[1392]
Ahmed Yesevî,
kendi manevî deneyimlerine dayanarak tecellî tasvirlerini hikmetlerinde dile
getirmiştir. Tecellî tasavvufî sürecinin ileri aşamalarında ortaya çıkan bir
hâl olarak hikmetlerde nisbeten daha az yer verilen kavramlardandır.
Tarihin
derinliklerinde, yüzyıllar önce İslâm ile tanışan Türk yurtlarında, yaşanan
dinin tasavvuf! bir boyutta derinleşmesinin ve Türklerin manevî hayatında
asırlardır etkili olan nitelikli İslâm algısının öncüsü Hoca Ahmed Yesevî’dir.
Yesevîlik tarikatının kurucusu olarak kabul edilen Ahmed Yesevî, Türklerin
manevî hayatındaki eşsiz konumunu yalnızca hikmetler söyleyerek edinmemiştir.
Yetiştirdiği halifeleri vasıtası ile üzerinde Türkçe konuşulan bütün
topraklarda yayıldığını izlediğimiz Yeseviyye tarikatını öncüsü olarak etkisini
oluşturmuştur. Yesevî dergâhları birer insan yetiştirme ocağı halinde faaliyet
göstermişlerdir. Bu yönden Ahmed Yesevî, Türk yurtlarında sûfi yaklaşımıyla
yaşanan bir müslümanlık olgusunun gerçek mimarıdır. Buna Pîr-i Türkistan
nitelemesinden dolayı Türkistan Müslümanlığı da diyebiliriz. Çünkü gerek
Yesevî, gerekse halifeleri Hanefî fıkhı ve Mâturidî akadini halkın
anlayabileceği bir dil ile ifade etmişler, teori ile pratiği birleştirerek
gittikleri yerlerde kalpleri İslâm’a ısındırmışlar ve böylece önce gönülleri
fethetmişlerdir.
İslâm
Türkistan’a ulaştığı ilk birkaç asırda Türk yurtlarında yatay olarak
yayılmıştı. Türklerin yeni dininin, irfanî bir boyutta derinleşmesi Yesevî ve
takipçisi dervîşlerinin bölge insanları arasında hayata geçirdikleri yaygın ve
örgün eğitim çalışmalarıyla gerçekleşmiştir. Yesevî’nin Türk tarihinde oynadığı
önemli rol, bu noktadadır. Türk tarihinde bu rolün bir benzerini ifa eden,
böylesi bir etki oluşturmayı başaran başka bir mürşid olmadığı söylenebilir.
Ahmed Yesevî’nin Divân-ı Hikmet eseri, Türkçe ile yazılmış ilk İslâmî
eserlerden birisidir. Divân-ı Hikmet eserinde sıradan bir Müslüman için
dinî inancının temelleri ve insanların günlük hayatlarına yansıyan yönleri olan
ibâdet ve ahlâk konuları işlenmiştir. Hikmetlerde İslâm’ın yaşanmasında rol
model olarak Hz. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), önceki
peygamberler, ashab-ı kirâm ve bazı büyük velîler takdim edilir. Divân-ı
Hikmet hikmetlerdeki konular itibarıyla birçok tasavvuf! kavramı
içermektedir. Başka sûfiler tarafından da kullanılan bu kavramların çoğu, diğer
İslâmî ilimlerin de ilgi alanındadır. Yesevî, hikmetlerdeki analitik
yaklaşımıyla bu kavramların derinliğini arttırmış ya da bir kısmına yeni anlam
katmanları katarak zenginleştirmiştir.
Çalışmamızda
Ahmed Yesevî’nin tasavvuf! kavramları nasıl anlamlandırıp kullanıldığını
gösterilmiştir. Bu kavramların Dîvân-ı Hikmet’te kullanım sıklığını
gösteren tablo, Ahmed Yesevî’nin kurucusu olduğu tasavvuf yolunun önem verdiği
esasları da ortaya serer. Bir tablo şeklinde sunduğumuz hikmetlerdeki
kavramların kullanım sıklığının, Yeseviyye yolunun anlam haritasını net bir
şekilde ortaya koyduğunu düşünüyoruz. Buradan hareketle Yesevî irşadının
esaslarını belirlemek de mümkün hâle gelmiştir.
Hikmetlerdeki
tasavvufî anlam katmanları ele alındığında öncelikle belirtilmesi gereken
husus, Ahmed Yesevî’nin insanlara hitap ederken kullandığı kavramların, aynı
kavramlara Kur’ân-ı Kerîm âyetlerinde verilen karşılıklarla olan tam uyumudur.
Her kavram ele alınırken, bu uyumu kanıtlamak üzere ilgili âyetlere atıfta
bulunulmuştur. Bu mutabakat, Ahmed Yesevî’nin Kur’ân-ı Kerîm’i anlama
noktasındaki yetkinliğinin de kanıtıdır. Mahiyeti itibarıyla bir tefsir kitabı
olmayan hikmetler külliyatını okuyan, ezberleyen her mü’min, -belki farkında
bile olmadan- Kur’ân-ı Kerîm’in ruhuna nüfuz etmesini sağlayan bir anahtara
sahip olmaktadır. İnsanlara, onların bilgi birikimine göre konuşma sanatı
(belâgat, retorik) ile hitap etmesi ve söylediklerine uygun yaşaması, Ahmed
Yesevî’nin etkisinin nasıl olup da eksilmeksizin -ve hattâ giderek artarak-
asırlardır devam ettiğini açıklayabilir.
Divân-ı
Hikmet’te yer alan hadis denebilecek ibâreler araştırmacılar tarafından
eleştiriye tabi tutulmuş hemen hepsinin zayıf veya mevzu hadisler arasında yer
aldıkalrı kaydedilmiştir. Ancak hikmetlerde hiç bir şahsa yer verilmediği
sıklıkla Hz. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in ismine yer verilmesi
Ahmed Yesevî’nin Peygamberimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e bağlılığının
somut bir kanıtıdır. Bundan daha önemli olarak tasavvufta çok değer verildiği
şekilde daha ruhlar âleminde iken Hz. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in
kendisi ile ilgilendiğini kaydetmekte ve hattâ tezimizde ayrıntıları anlatılan
yeraltı hücresindeki inzivası sırasında sohbetine muhatap olduğunu
hikmetlerinde dile getirmektedir.
Hikmetlerinde
başta Hallâc-ı Mansûr olmak üzere isimlerine yer verilen ilk sûfileri saygı ile
anarak menkıbelerinden örnekler veren Ahmed Yesevî’nin kendisinden önce
teşekkül etmiş tasavvuf geleneğinden belirgin bir şekilde beslendiğini
göstermektedir. Hikmetlerdeki mesajların tasavvuf klasikleri olarak bilinen
eserlerdeki temalarla mutabakatı, Hoca Ahmed Yesevî’nin tasavvuf kültürünü
hazmetmiş bir bilge bir sûfi olduğunu da gösterir. Türkistan’daki irşad hayatına
başlamadan önce Buhârâ’daki eğitim sürecinin niteliği hakkında bilgi veren bu
durum, ilmi ile âmil bir sûfinin bütün Türk yurtlarında oluşturduğu etkinin bir
tesadüf olmadığını, son derece disiplinli bir çalışmanın sonucu olduğunu
düşünüyoruz.
Yesevî hikmetlerinde
hitap edilen toplumun dil ve gelenekleri gibi öznel niteliklerine değer veren
bir yöntemin belâgatlı bir şekilde kullanılması önemlidir. Yesevî’nin Türkistan
bozkırlarının haşin tabiatlı insanlarına tanıştıkları yeni dinin anlam
derinliklerini, yalın bir dil ve üslûb ile anlatma başarısını da kaydetmeliyiz.
Bu noktada tasavvufî irşadda muhatap olunan toplumun sosyolojik niteliğine
uyumlu bir yöntem benimsemenin önemi ortaya çıkmaktadır.
Dîvân-ı
Hikmet in kavram haritasında en büyük alanı kaplayan, hikmetlerde en çok
kullanılan kavramlar olan aşk-muhabbet, şevk, ilim, irfan, hikmet, sohbet,
zikir kavramlarına yüceltilerek yer verilmiştir. Bunun tersine hikmetlerde yine
çok rastlanılan kavramlardan olan cehâlet, riyâ, yalan gibi özelliklerin olumsuz
bir içerik yüklenerek işlendiği görülmüştür. Kulun Hakk Teâlâ ile muamelesinde
aşk ve muhabbet Ahmed Yesevî’nin en çok vurguladığı kavramlardır. Yesevî, ilim
ve âlimleri överek değer verirken cehâlet ve câhilleri şiddetle kınamaktadır.
Allah’ı sürekli hatırda tutma anlamında zikir ve yapılan ibâdetlerde samimiyeti
korumayı sağlayan ihlâs ve takvâ hikmetlerde teşvik edilir.
Müslümanın
Allah’tan uzaklaşmasına yol açan dünya sevgisi, haksızlık, zulüm hikmetlerde
kınanırken nefs ile mücâhede, dünyevî arzu ve isteklere sırt dönme, hattâ
âhiret nimetlerini bile önemsememe hikmetlerde sıkça görülen temalardandır.
Ahmed Yesevî’nin başardığı ustaca kavramlaştırma kelâmcı ve fakihler tarafından
kendisine - önceki ve sonraki bazı sûfilere uygulandığı gibi- bir ötekileştirilme,
tekfir muamelesi yapılamamıştır.
Tasavvuf
literatüründeki şeriat, tarikat, hakikat ve mârifet tasnifi dinî yaşantının
görünür şekilleri olarak hikmetlerde ayrıntılı bir şekilde ele alınmıştır.
Tasavvufî kişiliklerden pir, şeyh, mürşid gibi verici önderler ile mürid, sâlik
gibi alıcı kişiler hikmetlerde adetâ tablolaştırılarak resmedilmiştir.
Mürşîdler anlatılırken yaşanan tasavvufun pratiğine -dün olduğu gibi bugün de-
zarar veren sahte şeyhleri kınamak ve sahte âşıkları deşifre etmek Ahmed Yesevî’nin
üzerinde durduğu önemli hususlardandır.
İslâm sûfi
geleneğinde hikmet önderleri bir iş ve zanaatla meşgul olup, insanlara nasıl
bir ahlâkî tutum ve etik davranış tarzı sergilemeleri gerektiğini hayat
tarzlarıyla göstermişlerdir. Bu anlamda Hoca Ahmed Yesevî’nin hayatı ve
hikmetlerinde sıklıkla yer verdiği edeb, hayâ, sıdk, adâlet, istikâmet
kavramları Müslüman ahlâkının birer niteliği olarak dikkat çekmektedir.
Kanaatimizce Ahmed Yesevî’nin ayrıntılı olarak işlediği ve hayatın içinde
davranışlarıyla ortaya koyduğu ahlâkî nitelikler üzerinden bir mü’minin
maneviyâta dayalı ahlâkını, buna dayalı olarak Müslümanca bir etik yaklaşımını
inşa edebilmek mümkündür. Günümüzde her meslek erbabı için geliştirilmeye
çalışılan özel etik kılavuzları hazırlanırken manevî mirasımızın bir parçası
olarak Yesevî hikmetlerinin bizlere bu noktada ışık tutacak nitelikte olduğunu
düşünüyoruz.
Bugün
insanlığın yaşadığı buhranları aşmak için yapılması gereken, ahlâkî ve etik
tutumun merkeze alınarak yeni söylemler geliştirilmesidir. Çalışmamızda ortaya
konan kavram haritasından yola çıkılarak Yeseviyye tarikatının günümüz
insanları için arz ettiği imkânları tanımlamak, güncel manevî sorunlara çözüm
çareleri önermek de mümkün olabilir. Divân-ı Hikmet, işte bu nitelikleri
ile asırlardır hikmetleri okuyan bütün Müslümanların ruhânî yükselişi ve nefs
terbiyesinde etkili olmuştur; özellikle bozkır Türkleri’nin manevî eğitimininin
en önemli vasıtalarından birisi -belki de birincisi- olma fonksiyonunu yerine
getirmiştir.
Tarihî deneyime
dayanarak bugünden şunu söyleyebiliriz: Dünyanın bütün Türkleri Yesevî
hikmetlerini kıyâmet gününe kadar okuyacak ve Ahmed Yesevî manevî irşadına
devam edecektir. Yesevî’nin Türk dünyasındaki etkisinin anlaşılmasında Divân-ı
Hikmet’in tasavvufî kavramlar yönünden içeriğinin analizi ve metodunun
değerlendirilmesi ise bu konuda önderlik yapacak rol modeli insanlar için yol
gösterici olacaktır. Divân-ı Hikmet’in anlam yönünden anlaşılmasını sağlayacak
bu kılavuz, Yesevîce irşadın zihinlerde -ve daha da önemlisi gönüllerde- devam
etmesini mümkün kılacaktır. Tezimiz, bu yönleriyle hikmetleri araştırarak
Yesevî irşadını anlayıp anlatmak isteyecekler için sağlam bir zemin oluşturmayı
hedeflemektedir.
Ahmed
Yesevî’nin eserinin kavram yönünden çözümlenmesine benzer şekilde ilk sûfilerin
eserlerinden başlamak üzere tasavvuf klasiklerinin incelenmesi ve kavram
haritalaması yapılması İslâm düşüncesinde mutasavvıfların yeri ve öneminin
anlaşılmasını sağlayacaktır. Bu
alanda yapılacak tasavvuf, felsefe ve kelam disiplinlerinin eş güdümlü
çalışmalarıyla eser sahibi müelliflerin manevî dünyasına nüfuz edilebilmesi de
imkân dâhiline girecektir.
Akar, M.,
“Osmanlılarda Yesevîlik”, Ahmed Yesevî Kitabı (ed. İlknur
Sisnelioğlu), Kocaeli B. Bld. Kültür Yay., 2016, s. 140-143.
Akarsu, B., Felsefe
Terimleri Sözlüğü, Türk Dil Kurumu Yay., Ankara, 1979.
Akgül, Y.,
“Hoca Ahmet Yesevî’nin Hazar Ötesi Türkmenlerine Tesiri ve Bu Çerçevede Bazı
Tesbitler”, BiligDergisi, S.8, 1999, s. 47-63.
Akkuş, M.,
“Gaybet”, DİA, XIII, İstanbul, 1996, s. 409-410.
Aksu, A.,
“Karahanlılar ve İslâm’ın Yayılmasındaki Katkıları”, Cumhuriyet
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, c.5:1,2001, s. 281-310.
Aksu, C.,
“Ahmed Yesevî’nin Hocası Yûsuf-ı Hemedânî ve Halifeleri”, Geçmişten
Geleceğe Hoca Ahmed Yesevî Uluslararası Sempozyumu Bildirileri, 2016,
s. 247-259.
Aktan, A., “Künhü’l-ahbâr'a
Göre Ahmed Yesevî ve Anadolu’daki Halifeleri”, Milletlerarası Hoca Ahmed
YesevîSempozyumu Bildirileri, 1993, s. 13-17.
Akyol, A.,
“Türk Din Tasavvurunda Sevgi ve Gönül -Yesevî Merkezli Bir İnceleme-”, Prof.
Dr. Fuat Sezgin Anısına Geçmişten Günümüze Türkistan:Tarih, Kültür ve Medeniyet
Sempozyumu Kitabı, 2019, s.88-97.
Alışık, C. E.,
“Timurlu Devlet Geleneğinde Hoca Ahmed Yesevî Mîrâsının Yeri”, Geçmişten
Geleceğe Hoca Ahmed Yesevî Uluslararası Sempozyumu Bildirileri, 2016,
280-294.
Alî,
Gelibolulu, Künhü’l-ahbâr, haz. Ahmet Uğur ve ark., Kayseri,
Erciyes Üniversitesi Yay., 1997.
Altıntaş, H.,
“Ahmed Yesevî’nin Düşüncelerinde İlâhî Aşk”, Milletlerarası Hoca Ahmed
YesevîSempozyumu Bildirileri, 1993, s.23-28.
Amanguliyeva,
G., “Mahtumkulu’nun Manevî Üstadlarından Birisi: Yesevî Dervişi Hakîm Ata”, Bilig
Dergisi, S.13, 2000, s.79-92.
Ankaravî, İ., Minhâcu’l-fukara,
haz. Saadettin Ekici, İstanbul, İnsan Yay., 1996.
Apak, A.,
“Emeviler Dönemi Türk-Arap İlişkileri ve Türklerin İslâmlaşma Sürecinin
Başlangıcı”, Türkler IV, Yay. H.C. Güzel - K. Çiçek - S. Koca,
Ankara, 2002, s. 324335.
Arslan, A.T.,
“Hasan Şükrü Efendi’nin Divân-ı Hikmet Tercümesi”, Bağcılar Bld
Uluslararası Ahmed YesevîSempozyumu Bildirileri, 2010, s.54-59.
Arslan, H.,
“Hoca Ahmed Yesevî’nin Düşüncelerinin Hint Alt Kıtasındaki İzleri”, Geçmişten
Geleceğe Hoca Ahmed Yesevî Uluslararası Sempozyumu Bildirileri, 2016,
s.488-505.
Arslan, H.,
“Hoca Ahmet Yesevî’de Samimiyet Vurgusu ve Tutarsız Dindarlık Eleştirisi”, Ahmed
Yesevî Üniversitesi I. Uluslararası Hoca Ahmed Yesevî Sempozyumu Bildirileri,
2016, s.861-875.
Âşıkpaşazâde, Osmanoğulları’nın
Tarihi, haz. Kemal Yavuz-M. A. Yekta Saraç, İstanbul, K Kitaplığı,
2003.
Aşkar, M.,
“Osmanlı Devletinde Âlim-Mutasavvıf Prototipi Olarak İlk Şeyhülislâm Molla
Fenârî ve Tasavvuf Anlayışı ”, AÜİFDergisi, 37 (1), 1997,
s.385-401.
Ata, A., Türkçe
İlk Kur’ân Tercümesi (Rylands Nüshası), Türk Dil Kurumu Yay., Yay.,
Ankara, 2004.
Attâr, F., Mantıku’t-tayr,
haz. Yaşar Keçeli, İstanbul, Kırkambar Yay., 1998.
Ateş, S.,
“İhlâs”, DİA, XXI, İstanbul, 2000, s. 535-537.
, “Kurb”, DİA, Ankara, XXVI, İstanbul,
2002, s. 432.
Aycan, İ.,
“Emevîler Dönemi Sonuna Kadar Müslüman Arapların Türklerle İlk Münasebetleri”, TürklerIV,
Yay. H.C. Güzel - K. Çiçek - S. Koca, 2002, s.317-323.
Aydın,
M.,”Kutadgu Bilig’de Dil İle Tasavvufta Samt ‘Susma’ Meselesi”, Selçuk
Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, (45) , 2019, s.167-177.
Azamat, N.,
“Melâmet”, DİA, XXIX, İstanbul, 2004, s. 24-25.
Azimli, M.,
“Münbit Coğrafya Türkistan ve Ondan Neşet Eden Ordunun İlk Dönem
İslâm Tarihine
Katkısı”, Prof. Dr. Fuat Sezgin Anısına Geçmişten Günümüze
Türkistan:Tarih, Kültür Ve Medeniyet Sempozyumu Kitabı, 2019,
s.359-365.
Bakış, R.,
“Hoca Ahmed Yesevî’nin Düşüncesinde Hallâc-ı Mansûr”, Geçmişten Geleceğe
Hoca Ahmed Yesevî Uluslararası Sempozyumu Bildirileri, 2016, s.1134-
1145.
Banarlı, N.
S., Yahya Kemâl’in Hatıraları, İstanbul, İstanbul Fetih Cemiyeti
Yay., 1960.
, Resimli
Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul, Milli Eğitim Basımevi, 1983,
s.276-281.
Barkan, Ö. L.,
“Kolonizatör Türk Dervişleri”, Vakıflar Dergisi, (2), 1942,
s.279-304.
Barthold, V.
V., Moğol İstilâsına Kadar Türkistan, haz. Hakkı Dursun Yıldız,
Ankara, Türk Tarih Kurumu Yay., 1990.
Baş, E., Ahmed
Yesevî’nin Bektâşîlik, Alevîlik Üzerindeki Etkileri ve Osmanlı Dinî Hayatındaki
İzleri, Seçme Makaleler içinde (ed. Necdet Tosun), Ankara, 2017,
AYÜ Yay., s.161-190.
Bausani, A.,
Ertuğrul, A., “Selçuklu Döneminde Din”, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, 11 (2) , 2007, s.441-465.
Bayraktar, L.,
“Ahmed Yesevî’de Medeniyet Kurucu Değerler”, Geçmişten Geleceğe Hoca Ahmed
Yesevî Uluslararası Sempozyumu Bildirileri, 2016, s.722-729.
Bennigsen, A.,
Quelquejay C.L., Sûfi ve Komiser, çev. Osman Türer, Ankara, Akçağ
Yay., 1998.
Bergen, L., Hanif
Türk Gök Millet, İstanbul, Yazıgen Yay., 2019.
Bice, H., Pîr-i
Türkistan Hoca Ahmed Yesevî, Ankara, AYÜ Yayınları, 2016.
Bilge, A Ö.,
“Çin’de Hoca Ahmet Yesevî Üzerine Araştırmalar Hakkında”, Bağcılar Bld
Uluslararası Ahmed YesevîSempozyumu, İstanbul, 2010, s.124-131.
Bilgin, O.,
“Ahmed-i Yesevî’nin Devlet Anlayışı”, Milletlerarası Hoca Ahmed Yesevî
Sempozyumu Bildirileri, 1993, s.45-47.
Bolat, A., Melâmetîlik,
İstanbul, İnsan Yay., 2011.
Câhız, Fezâilü’l-etrâk,
Türklerin Faziletleri, çev. Ramazan Şeşen, 2.baskı, Ankara, Türk
Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yay.., 1988.
Cantürk, M.,
“Doğu Türkistan’daki Tasavvuf ve Hoca Ahmet Yesevî”, Milletlerarası Hoca
Ahmed YesevîSempozyumu Bildirileri, 1993, s.49.
Carmuhammed-ulı,
M. R., “Hoca Ahmed Yesevî’nin Hayatı Hakkında Yeni Deliller ve Onun Bilinmeyen
Risale Adlı Eserinin İlmî Değeri”, Milletlerarası Hoca Ahmed
YesevîSempozyumu Bildirileri, 1992, s.13-20.
Cebecioğlu,
E., Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, 2.baskı, Anka Yay.,
Ankara, 2004.
, “Hoca Ahmet
Yesevî”, AÜİFDergisi, 34(1), 1995, s.89-132.
Cemiloğlu, M.,
“İslâmî Türk Kültür Birliği Çerçevesinde Ahmed Yesevî’de İlâhî Aşk”, Milletlerarası
Hoca Ahmed YesevîSempozyumu Bildirileri, 1993, s.53-56.
Ceyhan, S.,
“Semâ”, DİA, XXXVI, İstanbul, 2009, s. 455-457.
, “Tecelli”, DİA,
XL, İstanbul, 2011, s. 241-243.
, “Üns”, DİA,
XLIV, İstanbul, 2012, s. 348-349.
, “Zühd”, DİA,
XLIV, İstanbul, 2013, s. 530-533.
Cunbur, M.,
“Ahmed Yesevî’nin Ahi ve Gazileriyle Anadolu’nun Türkleşmesindeki Yeri”, Milletlerarası
Hoca Ahmed YesevîSempozyumu Bildirileri, 1993, s.63-68.
Cürcânî, A.
M., Ta’rifât, Tasavvuf Istılahları, haz. Abdurrahman Acer,
İstanbul, Litera Yay., 2014.
Çağatay, S.,
“Kutadgu Bilig’de Odgurmış’ın Kişiliği”, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı
- Belleten, 15, (1968): 39-49.
Çağrıcı, M.,
“Edeb” DİA, X, İstanbul, 1994, s.412- 414.
, “Hüzün”, DİA,
XIX, İstanbul, 1999, s. 73-76.
, “Kibir”, DİA, XXV, İstanbul, 2002, s. 562-563.
294
, “Şevk”, DİA,
XXXIX, İstanbul, 2010, s. 20-22.
, “Tevekkül”, DİA, XLI, İstanbul, 2012,
s. 1-2.
, “Zevk”, DİA, XLIV, İstanbul, 2013,
s. 308-310.
Çelik, M.,
“Ahmed Yesevî’nin Tebliğ Metodu”, Milletlerarası Hoca Ahmed Yesevî
Sempozyumu Bildirileri, 1993, s.81-84.
Çetinkaya, B.
A., “Hoca Ahmed Yesevî Öğretisinde Âlim ve Ârif Olguları”, Diyanet İlmi
Dergi, 52 / 4 (Aralık 2016): 69-91.
, “Hoca Ahmed
Yesevî İrfânında Aşk Yolunda / Kapısında Âşık”, AKADEMİAR Akademik İslâm
Araştırmaları Dergisi, 2 / 2 (Haziran 2017): 157-225.
Çınar, A. A.,
“Güney Kazakistan’da Hoca Ahmet Yesevî Soyuna Bağlı Yatırlar/Türbeler”, Geçmişten
Geleceğe Hoca Ahmed Yesevî Uluslararası Sempozyumu Bildirileri, 2016,
s.148-155.
Dalkılıç, B.,
“Ahmet Yesevî’nin Din Dilini Anlama, Algılama ve Yorumlama Biçimi”, Geçmişten
Geleceğe Hoca Ahmed Yesevî Uluslararası Sempozyumu Bildirileri, 2016,
s.238-246.
Damar, A., Menâzilü’s-sâirin
Şerhleri ve Ab-ı Hayat, UÜSBE, Doktora Tezi, Bursa, 2003.
Demir, N.,
“Ahmet Yesevî’nin Temsilcisi Saltık Gazi’nin Yesevîlik Anlayışının
Evrenselleşmesine Katkısı ve Günümüze Yansıması”, AYÜ I. Uluslararası
Hoca Ahmed Yesevî Sempozyumu Bildirileri, 2016, s.157-181.
Demir, O.,
“Yakîn”, DİA, XLIII, İstanbul, 2013, s. 271-273.
Demirci, M.,
“Ahmed Yesevî’den Yûnus Emre’ye”, Milletlerarası Hoca Ahmed Yesevî
Sempozyumu
Bildirileri, 1993, s.85-92.
, “Hakikat”, DİA,
XV, İstanbul, 1997, s. 178-179.
, “Müslüman
Türklerde Tasavvuf’, Türkler V, Yay. H.C. Güzel - K. Çiçek - S.
Koca, Ankara, 2002, s.489-497.
Demirci, M.,
“Türk Din Mûsikisinde Ahmed Yesevî’nin Yeri, Tesiri ve Önemi”, Diyanet
İlmi Dergi, 52 / 4 (Aralık) 2016, s.215-242.
Demirdaş, Ö.,
“Ahmed Yesevî’nin Divan-ı Hikmet’inde Şeriat, Tarikat ve Hakikat”, İnsan
ve Toplum Bilimleri Araştırmaları Dergisi, 8 (4) , 2019, s.2501-2521.
Derin, S.,
“Sûfi Yolunun Korunması: Divan-ı Hikmet’te Sûfi Kılığına Bürünenlerin
Özellikleri”, Geçmişten Geleceğe Hoca Ahmed Yesevî Uluslararası
Sempozyumu Bildirileri, 2016, s.1258-1272.
Devellioğlu,
F., Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lugat, Aydın Yay., İstanbul,
1992.
Diriöz, M.,
“Divân-ı Hikmet’e Yeni Bir Bakış”, Milletlerarası Hoca Ahmed Yesevî
Sempozyumu Bildirileri, 1993, s.93.
Doğan, İ.,
“Hoca Ahmed Yesevî Düşüncesinin Etki ve Sonuçları Üzerinde Sosyolojik Bir
Değerlendirme”, Geçmişten Geleceğe Hoca Ahmed Yesevî Uluslararası
Sempozyumu Bildirileri, 2016, s.641-663.
Ecer, A. V.,
“Ahmed Yesevî’de Dinî Tolerans ve Anadolu’da Etkileri”, Milletlerarası
Hoca Ahmed YesevîSempozyumu Bildirileri, 1993, s.101-113.
Ekincikli, M.,
“Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi’nde Yesevîlik”, Milletlerarası Hoca Ahmed
YesevîSempozyumu Bildirileri, 1993, s.115.
Elmalılı, M.
H. Y., Hak Dini Kur’ân Dili, I-X, Azim Dağıtım Yay., İstanbul, (ty).
Eraslan, K., Yesevî’nin
Fakr-nâmesi, Ankara, AYÜ Yay., 2016.
, “Yesevî’nin
Fakr-nâme’si”, İÜ Edebiyat Fak. Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi,
(22), 1977, s.45-120.
Eraydın, S.,
“Feyiz”, DİA, XII, 1995, s. 513-514.
Erdem, E.,
“Hoca Ahmed Yesevî’de Bilgi ve Erdem”, Geçmişten Geleceğe Hoca Ahmed
Yesevî Uluslararası Sempozyumu Bildirileri, 2016, s.368-375.
Erginli, Z., Metinlerle
Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Kalem Yay., İstanbul, 2006.
Erkaya, M. E.,
Kur’ân Kaynaklı Tasavvuf Kavramları, Otto Yay., Ankara, 2017.
Erpay, İ.,
“Ahmet Yesevî’nin Divanı Hikmet’inde Pedagojik Unsurlar ve Din Eğitimi”, Geçmişten
Geleceğe Hoca Ahmed Yesevî Uluslararası Sempozyumu Bildirileri, 2016,
s.618-632.
Erşahin, S.,
“Ahmed Yesevî Sovyet Rejimine Karşı: Sovyetlerin Ahmed Yesevî İle Mücâdelesi”, Geçmişten
Geleceğe Hoca Ahmed Yesevî Uluslararası Sempozyumu Bildirileri, 2016,
s.1210-1226.
Ertürk, A. Ç.,
“Türklerin İslâm’ı Algılayış ve Uygulayışında Hoca Ahmet Yesevî’nin Rolü”, Milletlerarası
Hoca Ahmed Yesevî Sempozyumu Bildirileri, 1993, s.119-125.
Es-Sûfi, A., Yüz
Basamak, çev. Yusuf Tatlısu, İstanbul, Yeryüzü Yay., 1982.
Evkuran, M.,
“Bir Teolojik-Toplumsal Sorun Olarak Radikalizm ve Ahmet Yesevî’nin Vizyonu”, Geçmişten
Geleceğe Hoca Ahmed Yesevî Uluslararası Sempozyumu Bildirileri, 2016,
s.758-77.
Evliyâ Çelebi
b. Derviş Muhammed Zıllî, Evliya Çelebi Seyahatnamesi, haz. Seyit
Ali Kahraman, Yücel Dağlı, Robert Dankoff, İstanbul, Yapı Kredi Yay., 2011.
Ferîdûn, İ.
A., Risâle-i Sipehsâlar (Mevlana ve Etrafındakiler), çev. Tahsin
Yazıcı, Tercüman 1001 Temel Eser Yay., İstanbul, 1977.
Gahramanov,
C., “Divan-ı Hikmet Azerbaycan Sûfi Edebiyyatı İçindeki Örnek Kimi”, Milletlerarası
Hoca Ahmed YesevîSempozyumu Bildirileri, 1993, s.127-129.
Garayev, Y.V.,
“Yesevîlik ve Türk Millî KültürününTarihinde Onun Yeri”, Milletlerarası
Hoca Ahmed Yesevî Sempozyumu Bildirileri, 1993, s.131.
Gazzâlî, M., İhyâu
Ulûmi’d-Din I-IV, (Çev. Ahmed Serdaroğlu), Bedir Yay., İstanbul, 2002.
Geldiyev, G.,
“Hoca Ahmed Yesevî ve XVIII.-XIX. Asır Türkmen Şiiri”, Milletlerarası
Hoca Ahmed YesevîSempozyumu Bildirileri, 1993, s.141-148.
Göde, K.,
“Hoca Ahmed Yesevî’nin Yetiştiği Türk Kültür Çevresi”, Milletlerarası
Hoca Ahmed YesevîSempozyumu Bildirileri, 1993, s.149-152.
Göğebakan, G.,
“Türk Hâkimiyetlerinin Zaaf Dönemlerinde Tarikatların Birleştirici Rolü ve
Yesevîlik”, Milletlerarası Hoca Ahmed Yesevî Sempozyumu Bildirileri,
1993, s.153-159.
Göktaş, V.,
“Kırgızistan’da Tasavvufî Durum”, AÜİFDergisi, 54 (2), 2013,
s.159-170.
, “Kur’ân’da
Bilgi ve Bilginin Kaynakları”, Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Dergisi, 20 (20), 2008, s.159-179.
Güngör, E., İslâm
Tasavvufunun Meseleleri, İstanbul, Yer-Su Yay., 2018.
Güzel, A., Ahmed
Yesevî’nin Fakr-Nâmesi Üzerine Bir İnceleme, 2. baskı, Öncü Kitap Yay.,
Ankara, 2008.
, “Ahmed
Yesevî’nin Fakr- Nâme’si ile Hacı Bektâş-ı Velî’nin Makalâtı Arasındaki
Benzerlikler”, Milletlerarası Hoca Ahmed Yesevî Sempozyumu Bildirileri, 1992,
s.33-43.
Hakimcan, F.,
“Ahmed Yesevî ve Ortaçağ İdil Boyu Edebî Dili”, Milletlerarası Hoca Ahmed
Yesevî Sempozyumu Bildirileri, 1993, s.161.
Hakkul, İ.,
“Divan-ı Hikmet’in 20 Yüzyılda Özbekistan’da Yayınlanması ve Tetkik Edilmesi”, Bağcılar
Bld. Uluslararası Ahmed Yesevî Sempozyumu Bildirileri, 2010, s.198-200.
Halipaeva, İ.,
“Hoca Ahmet Yesevî ve Şeyh Bahaattin Hakkındaki Efsanelerde Mit Elementler”, Milletlerarası
Hoca Ahmed Yesevî Sempozyumu Bildirileri, 1993, s.163.
Haksever, A.
C., Ya’kûb-u Çerhî-Hayatı, Eserleri ve Tasavvuf Anlayışı,
İstanbul, İnsan Yay., 2004.
, Tasavvufu
Anlama Kılavuzu, Ankara, Otto Yay., 2017.
Hançerlioğlu,
O., Felsefe Ansiklopedisi, III, İstanbul, Remzi Kitabevi, 2003,
Hasan, N.,
“Arslan Baba ve Ahmed Yesevî”, Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma
Dergisi, 24 (2), 2009, s.1-10.
, “Âlim Şeyh
ve Lemehât Min Nefehâti’l-Kuds İsimli Eseri”, Tasavvuf İlmî ve Akademik
Araştırma Dergisi, 8(18), 2007, s.229-242.
, “Divan-ı
Hikmet”in İstanbul’daki Bir Nüshası Hakkında”, Adıyaman Ü., SBE Dergisi,
2(2), 2009, s.79-82.
, “Mevlana
Sûfi Muhammed Danişmend ve Mir’âtü’l-kulûb Eseri”. Atatürk Üniversitesi
Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, 1, 2011, s.9-16
, “Hoca Ahmed
Yesevî’nin Hayatı, Eserleri ve Yesevîlik Araştırmalarının Bazı Meseleleri
Üzerine”, AYÜ I. Uluslararası Hoca Ahmed Yesevî Sempozyumu Bildirileri,
2016, s.659-669.
Hayıt, B.,
“Türkistan Kadınlarının Yesevîlik Ananesi”, Milletlerarası Ahmed Yesevî
Sempozyumu Bildirileri, 1992, s.45.
Hâzinî, Cevâhirü’l-ebrâr
min emvâci’l-bihâr, haz. Cihan Okuyucu, Mücahit Kaçar, İstanbul,
Büyüyen Ay Yay., 2014.
, Menbâü’l-ebhârfîriyâzi’l-ebrâr,
haz. Mehmet Mâhur Tulum, İstanbul, 2009.
Heilili, M.,
“Divan-ı Hikmet’in Uygurlar Arasında Bulunan Nüshaları”, Geçmişten
Geleceğe Hoca Ahmed Yesevî Uluslararası Sempozyumu Bildirileri, 2016,
s.867-880.
Hemedâni,
Yûsuf, Hayat Nedir, çev. Necdet Tosun, 2.baskı, İstanbul. İnsan
Yay., 2000.
Herevî, A.
Ensârî, Menâzilü’s-sâirîn (Tasavvufta Yüz Basamak), haz.
Abdurrezzak Tek, 2.baskı, Bursa, Emin Yay., 2017.
Hojahanova,
T., “Ahmet Yesevî ve Türkmenistan’daki Tesirleri”, Geçmişten Geleceğe
Hoca Ahmed Yesevî Uluslararası Sempozyumu Bildirileri, 2016,
s.1283-1288.
Hucvîrî, A.O.,
Keşfü’l-mahcûb (Hakikat Bilgisi), haz. Süleyman Uludağ, 2. Baskı,
Dergah Yay., İstanbul, 1996.
Hunkan, Ö. S.,
Türk Hakanlığı (Karahanlılar), 3. Baskı, IQ Yay., İstanbul, 2011.
, “Hoca Ahmed
Yesevî’nin Yaşadığı Dönemde Aşağı Seyhûn ve Mâverâünnehr’de Siyasî Ortam
[1093-1166]”, AYÜ I. Uluslararası Hoca Ahmed YesevîSempozyumu
Bildirileri, 2016, s.55-72.
İsen, M, “Orta
Asya Türk Edebi Dilinin Anadolu Türk Edebi Diline Etkisi ve Ahmet Yesevî”, Bilig
Dergisi, Ankara, 1, 1996, s.13-16.
İzeti, M.,
“Arnavut Tasavvuf Kültüründe Hoca Ahmed Yesevî’nin Etkisi”, Bağcılar Bld
Uluslararası Ahmed YesevîSempozyumu Bildirileri, 2010, s.104-112.
Kafalı, M.,
“Ahmet Yesevî, Yaşadığı Devir ve Onu Yetiştiren Çevre”, Milletlerarası
Hoca Ahmed YesevîSempozyumu Bildirileri, 1993, s.167-168.
Kalenderoğlu,
İ., “Türkmenistan’da Hoca Ahmet Yesevî İzleri ve Gözlü Ata”, 21. Yüzyılda
Eğitim ve Toplum Eğitim Bilimleri ve Sosyal Araştırmalar Dergisi, 6
(16), 2017, s.107-114.
Kalberdiev,
A., “Ahmet Yesevî Temelli Kırgız Zamancı-Ozanlar Geleneğinin XVIII- XIX. Asırda
Yeniden Teşekkülü”, AYÜ I. Uluslararası Hoca Ahmed Yesevî Sempozyumu
Bildirileri, 2016, s.283-293.
Kalın, M. F.,
“Yesevî’nin Divân-ı Hikmet’inde İlahî Aşk ve Allah Düşüncesi”. Pamukkale
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 32 (Temmuz) 2018,
s.189- 202.
Kara, M.,
“Fenâ”, DİA, XII, İstanbul, 1995, s. 333-335.
, “Havf”, DİA,
XVI, İstanbul, 1997, s. 528-531.
, “Hikmet”, DİA,
XVII, İstanbul, 1998, s. 518-519.
, “Yeseviyye
Kültürünü Günümüze Ulaştıranlar ve Cevâhirü’l-ebrâr min Emvâci’l-bihâr”, Milletlerarası
Hoca Ahmed Yesevî Sempozyumu Bildirileri, 1993, s.189.
Karakuş, R.,
“Divan-ı Hikmet’e Göre Kişi Olmanın Şartları: Bazı Temel Tasavvuf Terimlerinin
Anlamı”, AYÜ I. Uluslararası Hoca Ahmed Yesevî Sempozyumu Bildirileri,
2016, s.541-550.
Karaörs, M.,
“Kayseri’de Bulunan Bir Divân-ı Hikmet Basması, Ahmed Yesevî’nin Yayınlanmamış
Hikmetleri”, Milletlerarası Hoca Ahmed Yesevî Sempozyumu Bildirileri,
1993, s.197.
Kartal, A.,
“Ahmed-i Yesevî’de Kişiyi Allah’tan Uzaklaştıran Bir İllet: Riyâ”, AYÜ I.
Uluslararası Hoca Ahmed Yesevî Sempozyumu Bildirileri, 2016, s.457-474.
Kasımov, B.,
“Taşkent Şarkiyat Fondunda Ahmed Yesevî Kitapları”, Milletlerarası Hoca
Ahmed YesevîSempozyumu Bildirileri, 1992, s.55-60.
, “Eski Dönem
Özbek Edebiyatında Yesevî Gelenekleri”, Milletlerarası Hoca Ahmed
YesevîSempozyumu Bildirileri, 1993, s.213-217.
Kâşânî, A., Tasavvuf
Sözlüğü, çev. Ekrem Demirli, 4.baskı, İstanbul, İz Yay., 2015.
Kelâbâzî, Ta’arruf
lî-mezhebi ehli’t-tasavvuf, (Doğuş Devrinde Tasavvuf, haz. Süleyman
Uludağ, İstanbul, Dergah Yay., 1979.
Kemaloğlu, İ.,
“21. Yüzyılın Başında Rusya Federasyonu”. Marmara Türkiyat Araştırmaları
Dergisi, 3, 2016, s.1-14.
Kesik, M.,
“Büyük Selçuklu Devleti Veziri Ve Türk Tarihinin Önemli Devlet Adamlarından
Nizâmü’l-Mülk (1018-1092)”, Selçuk Üniversitesi Selçuklu
Araştırmaları
Dergisi, (8) , 2018, s.53-81.
Keskin, M.,
“Hoca Ahmed Yesevî’de İnsan Sevgisi ve Bu Sevginin Osmanlı Devleti Siyasetine
Yansıması”, Milletlerarası Hoca Ahmed Yesevî Sempozyumu Bildirileri, 1993,
s.219-223.
Kılıç, D. A.,
“Reşehât Ayn-ül Hayât Kitabında Hâce Ahmed Yesevî ve Yolu”, Geçmişten
Geleceğe Hoca Ahmed Yesevî Uluslararası Sempozyumu Bildirileri, 2016,
s.304-308.
Kılıç, M.,
“Türkistan’ın İslâmlaşması”, Milletlerarası Hoca Ahmed Yesevî Sempozyumu
Bildirileri, 1993, s.225-243.
Kırkıl, E.,
“Evliyâ Çelebiye Göre Diyar-ı Rumdaki Yesevî Halifeleri”, Geçmişten
Geleceğe Hoca Ahmed Yesevî Uluslararası Sempozyumu Bildirileri, 2016,
s.354-367.
Kişibekov, D.,
“Koja Ahmet Yassavidin Öntürge Kelüvinin Objektivtik Jagdayları”, Milletlerarası
Hoca Ahmed YesevîSempozyumu Bildirileri, 1993, s.245-247.
Koca, S.,
“Sultan Sancar ve Büyük Selçuklu Devletinin Çöküşten Önce Son Parlayışı”, Oğuz-Türkmen
Araştırmaları Dergisi, 1(1), 2018, s.31-80.
Konukçu, E.,
“Sayram ve Yesi”, Milletlerarası Hoca Ahmed Yesevî Sempozyumu
Bildirileri, 1993, s.249-253.
Korkmaz, S.,
“Ahmed Yesevî ve Hacı Bektâş-ı Velî”, Erciyes Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Dergisi, 1 (11), 2001, s.325-355.
Köprülü, M.
F., Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, 6.baskı, Ankara, DİB
Yayınları, 1966.
Kurt, H.,
“Mâverâünnehr’e İslâm’ın Girişi”, Türkler IV, Yay. H.C. Güzel -
K. Çiçek -
S. Koca,
Ankara, 2002, s.279-289.
, “Devlet
Kurma Sürecinde Samanoğulları”, AÜİF Dergisi , 44 (2) , 2003,
s.109-129.
Kurt, Y.,
“Hoca Ahmed Yesevî’nin Rûm Eyâletindeki Zaviye Kurucuları Üzerindeki Etkileri”,
Milletlerarası Hoca Ahmed YesevîSempozyumu Bildirileri, 1993,
s.255-270.
Kuşeyrî, A., Tasavvuf
İlmine Dair Kuşeyrî Risalesi, haz. Süleyman Uludağ, 9. Baskı, İstanbul,
Dergah Yay., 2017.
Kübra, N., TasavvufîHayat,
haz. Mustafa Kara, Dergâh Yay., İstanbul, 1980.
Küçük, S.,
“Divan-ı Hikmet’te İnsan Eğitimi”, Milletlerarası Hoca Ahmed Yesevî
Sempozyumu Bildirileri, 1993, s.271-280.
Makdisî, G, İslâm’ın
Klasik Çağında ve Hıristiyan Batı’da Beşeri Bilimler, çev. Hasan Tuncay
Başoğlu, İstanbul, Klasik Yay., 2009.
Maraş, İ., Türk
Dünyasında Dini Yenileşme (1850-1917), İstanbul, Ötüken Yayınları,
2002.
, “Ahmet
Yesevî Düşüncesinde Ahlâk Felsefesinin Temel Kavramları”, Geçmişten
Geleceğe Hoca Ahmed Yesevî Uluslararası Sempozyumu Bildirileri, 2016,
s.517-526.
Mazak, F.
O.,”Türkistanlı Rıfat Dâvud’un Kaleminden Türkistan (1924-1925)”, Prof.
Dr. Fuat
Sezgin Anısına Geçmişten Günümüze Türkistan:Tarih, Kültür Ve Medeniyet
Sempozyumu Kitabı, 2019, s.194-204.
Mehmedoğlu,
A., “Yesevîlik Tarikatının Azerbaycan’a Tesiri Özerine”, Milletlerarası
Hoca Ahmed YesevîSempozyumu Bildirileri, 1993, s.281-290.
Mekkî, Ebû
Talib, Kütu’l-kulûb, haz. Dilaver Selvi, İstanbul, Semerkand
Yay., 2003.
Mirhaldaroğlu,
M., Ahmed Yesevî’nin Yeni Bulunan Hikmetleri, haz. Metin Akar,
İstanbul, Ahmed Yesevî Vakfı Yay., 2001.
, “Hoca Ahmed
Yesevî’nin Son Dönem Takipçilerinden Yûsuf Sayramî”, Kul Hoca Ahmed
Yesevî Makaleler Kitabı içinde, haz. İsmetullah Yesevî, Arı Sanat
Yayınevi, İstanbul, 2018, s.315-323.
Mirzoyev, K.
İ., “Yesevî Azeri ve Orta Asya Türk Edebi Mahsullerinde”, Geçmişten
Geleceğe Hoca Ahmed Yesevî Uluslararası Sempozyumu Bildirileri, 2016,
s.708-712.
Müftüoğlu, Ö.,
“Hoca Ahmed Yesevî’nin Hikmetlerinde Ayetlerle Amel Etmenin Önemine Yapılan
Vurgular”, AYÜ I. Uluslararası Hoca Ahmed Yesevî Sempozyumu Bildirileri,
2016, s.839-860.
Nevâî,
Ali-şîr, Nesâyimü'l-mahabbe min şemayimi'l-fütüvve, haz. Kemal
Eraslan, Ankara, Türk Dil Kurumu Yay., 1996.
Nigmetov, H.
G., “Yesevî’ye Ait Bazı Seneler”, Milletlerarası Hoca Ahmed Yesevî
Sempozyumu Bildirileri, 1992, s.69-74.
Nişanova, D.,
“Hoca Ahmed Yesevî Hakkında Özbekistan’daki Araştırmalar”, Milletlerarası
Hoca Ahmed Yesevî Sempozyumu Bildirileri, 1993, s.291-292.
Ocak, A.,
“Nizamiye Medreseleri Geleneği ve Yesevîlik”, Milletlerarası Hoca Ahmed
Yesevî Sempozyumu Bildirileri, 1993, s.293-298.
Ocak, A. Y., Türk
Süfiliğine Bakışlar, İstanbul, İletişim Yay., 1996.
, “Anadolu
Türk Halk Sûfiliğinde Ahmed-i Yesevî Geleneğinin Teşekkülü”, Milletlerarası
Hoca Ahmed Yesevî Sempozyumu Bildirileri, 1992, s.75- 84.
, “Türk
Dünyasında Ahmed-i Yesevî ve Yesevîlik Kültürünün Yayılışı: Bir Sûfi Kültürün
Yeniden Güncelleşmesi”, Milletlerarası Hoca Ahmed Yesevî Sempozyumu
Bildirileri, 1993, s.299-305.
, “Türkler ve
İslâmiyet: Türklerin Müslümanlığı Tarihine Dair Bir Sorgulama”, BAİBÜ
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, (13), 1993, s.251-260.
Okumuş, E.,
“Sosyolojik Okuma Yaklaşımıyla Hoca Ahmed Yesevî”, Diyanet İlmi Dergi,
52 / 4 (Aralık) 2016, s.169-190.
Okuyucu,
C.,”Ahmed Yesevî’nin Anadolu’daki Temsilcileri Yûnus Emre ile Âşık Paşa
Arasındaki Fikir Akrabalığı”, Milletlerarası Hoca Ahmed Yesevî Sempozyumu
Bildirileri, 1993, s.307-332.
Omarbekov, T.,
Habizhanova G., “Yesevîliğin Altın Orda ve Kazak Hanlarına Manevî Etkisi”, Geçmişten
Geleceğe Hoca Ahmed Yesevî Uluslararası Sempozyumu Bildirileri, 2016,
s.460-471.
Orun-Koylakî
M. S., Nesebnâme, haz. A.K.Mü’minov, Z.Z. Candarbekov, Türkistan,
1992.
, Nesebnâme
Tercümesi, haz. Kemal Eraslan, İstanbul, Yesevî Yay., 1996.
Öngören, R.,
“Şeyh”, DİA, XXXIX, İstanbul, 2010, s. 50-52.
, “Tarikat”, DİA,
XL, İstanbul, 2011, s. 96.
, “Zikir”, DİA,
XLIV, İstanbul, 2013, s. 409-412.
Öteleş, Z.,
“Kelâbâzî’nin Bahru’l-fevâid/Me’âni’l-ahbâr İsimli Eserinde Temel Tasavvufî
Kavramlar”, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Dergisi, (11) , 2017, s.59-72.
Özaydın, A.,
“Türklerin İslâmiyeti Kabulü”, Türkler IV, Yay. H.C. Güzel - K.
Çiçek - S. Koca, Ankara, 2002, s.239-262.
Özköse, K.,
“Ahmed Yesevî ve Divân-ı Hikmet”, Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma
Dergisi, (16), 2006, s.293-312.
Özsoy, B. S.,
“Hoca Ahmed Yesevî’nin Hikmetlerinden Günümüze Mesajlar”, Milletlerarası
Hoca Ahmed YesevîSempozyumu Bildirileri, 1993, s.333-339.
Öztürk, M.,
“Tarikatlerin Türk Sosyal Hayatına Tesirleri Özerine Bazı Düşünceler”, Milletlerarası
Hoca Ahmed YesevîSempozyumu Bildirileri, 1993, s.341-344.
Raimbekova,
A., Kazakistan'da Güney Kazakistan eyaleti Türkistan eyaleti oldu, (Haber),
https://www.aa.com.tr/tr/dunya/kazakistanda-guney-kazakistan-eyaletinin-adi-
turkistan-eyaleti-olarak-degistirildi/1179026 (Erişim tarihi: 01.03.2020)
Safi, M. A., Reşehât
min aynu’l-hayat, haz. Mustafa Özsaray, İstanbul, Semerkand Yay., 2006.
Salmen-ulı, T.
S., “Kazak-Türk Tarihi ve Medenî Alâkaları”, Milletlerarası Hoca Ahmed
YesevîSempozyumu Bildirileri, 1992, s.85-88.
Sanakul, H.,
“Hoca Ahmet Yassevi’nin Yaşagan Devrideki Siyasî, İçtimaî ve Dinî Şart-
Şaraitler”, Milletlerarası Hoca Ahmed Yesevî Sempozyumu Bildirileri,
1993, s.345- 346.
Saruhan, M.
S., “Ahmet Yesevî’de Ruhsal Tıb: Yöntem ve İlkeler”, Geçmişten Geleceğe
Hoca Ahmed Yesevî Uluslararası Sempozyumu Bildirileri, 2016, 973-983.
Schuyler, E., Turkistan,
Notes of A Journey In Russıan Turkıstan, Khokand, Bukhara, AndKuldja,
London, 1876.
Seccâdî, S.
C., Tasavvuf ve İrfan Terimleri Sözlüğü, çev. Hakkı Uygur, Ensar
Yay., İstanbul, 2007.
Serrâc, Ebû
Nasr Tûsî, el-Lüma’ (İslâm Tasavvufu), haz. Hasan Kamil Yılmaz,
İstanbul, Altınoluk Yay, 1996.
Sever, M, Hakîm
Süleymân Ata, Ahmet Yesevî Üniversitesi Yay., Ankara, 2017.
Seydî Ali
Reis, Mir’âtü’l-memâlik, haz. Mehmet Kiremit, Türk Dil Kurumu
Yay., Ankara, 1999.
Seyfullah, S.,
“Şeyh Zinde Ali’nin Semerâtu’l-meşayih eserinde Hoca Ahmed Yesevî ve Onun
Devamçıları Hakkında”, Bağcılar Bld Uluslararası Ahmed Yesevî Sempozyumu
Bildirileri, İstanbul, 2010, s.80-83.
Sibgatullina,
E., “Hoca Ahmed Yesevı’nin Kazan-Tatar Edebiyatına Tesiri”, Milletlerarası
Hoca Ahmed YesevîSempozyumu Bildirileri, 1992, s.89-97.
Sinanoğlu, M.,
“İbâdet”, DİA, IXX, İstanbul, 1999, s. 233-235.
Soyyer, A. Y.,
Hünkâr Ansiklopedik Bektâşîlik Sözlüğü, Post Yay., İstanbul,
2019.
Suad, H., İbnü’l-ArabîSözlüğü,
çev. Ekrem Demirli, İstanbul, 2005.
Sultanov, U.,
“Taşkent’teki Yeseviyye Tarikatı Mensuplarının Mezarları”, Bağcılar Bld.
Uluslararası Ahmed YesevîSempozyumu Bildirileri, İstanbul, 2010,
s.90-94.
Şahin, H.,
“Ahmed Yesevî’nin İnsana Bakışı”, Milletlerarası Hoca Ahmed Yesevî
Sempozyumu Bildirileri, 1993, s.347-351.
Şeker, M.,
“Ahmed Yesevî’nin Hayatında Arslan Baba Meselesi”, Milletlerarası Hoca
Ahmed YesevîSempozyumu Bildirileri, 1993, s.353-360.
Şen, A.,
“Divân-ı Hikmet’te Sahabe Algısı’nın İslâm Tarihi Kaynaklarında Mevsukiyeti
Meselesi”, AYÜ I. Uluslararası Hoca Ahmed Yesevî Sempozyumu Bildirileri,
2016, s.249-255.
Tatçı, M.,
“Ahmet Yesevî, Hacı Bektâş-ı Velî ve Yûnus Emre’de Dört Kapı- Kırk Makam”, Ahmed
Yesevî Kitabı içinde, ed. İlknur Sisnelioğlu, Kocaeli B. Bld.
Kültür Yay., 2016, s.145-154.
Tek, A., Tasavvufî
Mertebeler, Hâce Abdullah el-Ensârî Herevî Örneği, Bursa, Emin Yay.,
2009.
Tekcan, M., Hakîm
Ata Kitabı, İstanbul, Beşir Yay., 2007.
, Hakîm
Ata’nın Hz. Meryem Kitabı, İstanbul, Beşir Yay., 2008.
Tekin, M.,
“Yesevî’nin İslâm Anlayışında Sosyolojik Temalar, Divan-ı Hikmet Örneği”, Geçmişten
Geleceğe Hoca Ahmed Yesevî Uluslararası Sempozyumu Bildirileri, 2016,
s.957-972.
Tenişev, E.
R., “Ahmed Yesevî ve Ahmed Yüknekî’nin Eserlerinin Dili Üzerine”, Milletlerarası
Hoca Ahmed Yesevî Sempozyumu Bildirileri, 1992, s.99-102.
Tilavov, A.,
“Özbekistan Eğitim Sisteminde Ahmet Yesevî”, Geçmişten Geleceğe Hoca
Ahmed Yesevî Uluslararası Sempozyumu Bildirileri, 2016, s.63-67.
Togan, A. Z.
Velidî, Bugünkü Türkili (Türkistan) ve Yakın Tarihi, Cilt I, Batı ve
Kuzey Türkistan, 2.baskı, İstanbul, Enderun Yay., 1981.
Topaloğlu, B.,
“Hamd”, DİA, XV, İstanbul, 1997, s. 442-445.
Toprak, F.,
“İnsan-ı Kâmil’e Bakışlarıyla Yûsuf Has Hâcib ve Hoca Ahmed Yesevî”, Bilig
Dergisi, Ankara, 22, 2017, s. 95-120.
Tosun, N., Bahâeddin
Nakşbend, Hayatı, Görüşleri ve Tarikatı, İstanbul, İnsan Yay., 2002.
, Ahmed
Yesevî, Ankara, AYÜ Yay., 2016.
, “Yesevîliğin
İlk Dönemine Âid Bir Risâle: Mir’âtü’l-kulûb”, İLAM Araştırma Dergisi,
2(2), 1997, s.41-85.
, “Yesevîlikte
Zikr-i Erre”, Keşkül Dergisi, (6), 2005, s.30-33.
, “Yeseviyye”,
DİA, XLIII, İstanbul, 2013, s. 487-490.
Tulum, M. M.,
“Yeni Bir ‘Hikmetler Mecmuası’ Münasebetiyle Yesevî Çalışmaları Üzerine Yeni
Açılımlar”, AYÜ I. Uluslararası Hoca Ahmed Yesevî Sempozyumu Bildirileri,
2016, s.671-680.
Türcan, T.,
“Şeriat”, DİA, XXXVIII, İstanbul, 2010, s. 571-574.
Türer, O.,
“Türk Dünyasında İslâm’ın Yerleşmesi ve Muhafazasında Sûfi Tarikatlar ve
Yesevî’nin Rolü”, Milletlerarası Hoca Ahmed Yesevî Sempozyumu
Bildirileri, 1993, s.361-368.
Türk, V.,
“Divan-ı Hikmet’te Türkçe Din Tabirleri”, Geçmişten Geleceğe Hoca Ahmed
Yesevî Uluslararası Sempozyumu Bildirileri, 2016, s.1289-1301.
Uludağ, S.,
“Âyin”, DİA, IV, İstanbul, 1991, s. 250-251.
, “Baba”, DİA, IV, İstanbul, 1991,
s. 365-366.
, “Halvet”, DİA, XV, İstanbul, 1997,
s. 386-387.
, “Keşf”, DİA, XXV, İstanbul, 2002,
s. 315-317.
, “Mârifet”,
DİA, XXVIII, İstanbul, 2003, s. 54-56.
, “Recâ”, DİA, XXXIV, İstanbul, 2007,
s. 502.
, “Rızâ”, DİA, XXXV, İstanbul, 2008,
s. 56-57.
, “Sohbet”, DİA, XXXVII, İstanbul,
2009, s. 350-351.
, “Sülûk”, DİA, XXXVIII, İstanbul,
2010, s. 127-128.
, “Tevbe”, DİA, XLI, İstanbul, 2012,
s. 284-285.
, Tasavvufun Dili, 2.baskı,
İstanbul, Ensar Yay., 2016.
Uyanık, M.,
“Yeni Bir Türk-İslâm Medeniyeti Tasavvuru İçin Hoca Ahmed-i Yesevî ve
Yönteminin Önemi”, Diyanet
İlmi Dergi, 52 / 4 (Aralık) 2016, s.191-213.
, “Ahmet
Yesevî ve Nurettin Topçu’nun Din ve Dindarlık Tasavvurlarının Mukayeseli İncelenmesi”,
Prof. Dr. Fuat Sezgin
Anısına Geçmişten Günümüze Türkistan:Tarih, Kültür Ve Medeniyet Sempozyumu
Kitabı, 2019, s.415- 441.
Ünal, F.,
“Kazak Türklerinde Defin Merasimi ve Aş Verme Geleneği”, Bilig Dergisi, (45), 2008,
s.116-117.
Üsküplü, Atâ, Tuhfetü’l-uşşak, haz. İ
Hakkı Aksoyak, AYÜ Yay., Ankara, 2017.
Üşenmez, E.,
“Divân-ı Hikmet’in Dili Üzerine Düşünceler”, Ahmed Yesevî Kitabı içinde,
ed. İlknur Sisnelioğlu, Kocaeli B. Bld. Kültür Yay., 2016, s.156-162.
Vambery, A., Bir
Sahte Derviş’in Orta Asya Gezisi, çev: Abdurrahman Samipaşazade,
İstanbul, Kitabevi Yay., 2009.
Vildiç, S.,
“Balkanlar ve Bosna Hersek’te Ahmet Yesevî ve Yesevîlik”, AYÜ I.
Uluslararası Hoca Ahmed YesevîSempozyumu Bildirileri, 2016, s. 297-307.
Yavuz, Y. Ş.,
“İlhâm”, DİA, XXII, İstanbul, 2000, s. 98-100.
, “İlim”, DİA,
XXII, İstanbul, 2000, s. 108-109.
Yazıcı, N.,
“Hoca Ahmed Yesevî Döneminde Türk-İslâm Kültürünün Oluşum ve Gelişimi Üzerine
Bazı Düşünceler”, Milletlerarası Hoca Ahmed Yesevî Sempozyumu
Bildirileri, 1993, s. 377-387.
, “İdil
(Volga) Bulgar Hanlığı’nda İslâmiyet”, Türkler IV, Yay. H.C.
Güzel - K. Çiçek - S. Koca, Ankara, 2002, s.394- 408.
Yesevî, H. A.,
Divân-ı Hikmet, haz. Hayati Bice, 8. baskı, Ankara, Türkiye
Diyanet Vakfı Yay., 2018.
, Divân-ı
Hikmet’ten Seçmeler, haz. Kemal Eraslan, Ankara, Kültür ve Turizm
Bakanlığı Yay., Ankara, 1983.
Yesevikaracay,
Yesevî Hikmeti Okuyan Uygur Hanımefendi, https://www.youtube.com/watch?v=OGFRWOa1vY0
(Erişim: 01.03.2020)
Yıldırım, A., Hoca
Ahmed Yesevî’nin Hadis Kültürü, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı Yay.,
2012.
, “Hoca Ahmed
Yesevî Düşünce Sistemi, Kaynakları ve Tesirleri”, Ahmed Yesevî Kitabı içinde,
ed. İlknur Sisnelioğlu, Kocaeli B. Bld. Kültür Yayınları,
, “Dîvân-ı
Hikmet’te Yer Alan Hadislerin Kaynakları ve Değerlendirilmesi”, Diyanet
İlmi Dergi, 52 / 4 (Aralık 2016b): 45-68.
Yılmaz, A.,
“Ahmed-i Yesevî’nin Hikmetleri ile Yûnus Emre’nin Şiirlerinde Tasavvuf! Muhteva
Benzerlikleri”, Milletlerarası Hoca Ahmed Yesevî Sempozyumu Bildirileri, 1993,
s.389-413.
Yılmaz, H. K.,
Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, 23.baskı, İstanbul, Ensar
Yay.,
2017.
, “Cem”, DİA,
VII, İstanbul, 1993, s. 278-279.
, “Cezbe”, DİA,
VII, İstanbul, 1993, s. 504.
Yurdagür M.,
“Bekâ”, DİA, V, İstanbul, 1992, s. 359-360.
Yuvalı, A.,
“Türk Kültür Tarihinde Ata ve Babalar”, Milletlerarası Hoca Ahmed Yesevî
Sempozyumu Bildirileri, 1993, s.415-419.
Zakiev M. F.,
Gibadullaviç, E. K., “Hoca Ahmed Yesevî Bolğar-Tatar Dünyasında”, Milletlerarası
Hoca Ahmed YesevîSempozyumu Bildirileri, 1993, s.421-426.
Zarcone, T.,
“Hindistan’da Türk Tasavvufu: Yeseviyye Örneği”, çev. Süleyman Derin, Dergâh
Dergisi, 4(38), 1993, s.19-20.
138 G. Ali, Künhül-Ahbar,
1997, s. 90-91’de bu rivâyet şöyle anlatılır:
“Hoca Ahmed Yesevî -kuddise sırruhû- hazretleri (...)
dâima alnının teri ve elinin emeği ile geçinirdi ve
ibâdetten arta kalan, boş zamanlarında ağaçtan kaşık, kepçe ve keşkül yontar,
geçinmek için bu işten
kazandığını harcardı. Dergâhına getirilen sadaka ve adakları, ziyaretçi ve
dervişlere sarf ederdi.
[1] M. F. Köprülü, Türk Edebiyatında İlk
Mutasavvıflar, Ankara, 1966, s.14.
[2] H. Bice, Pîr-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevî,
Ankara, 2016, s.16.
[3] M. Kılıç, “Türkistan’ın İslâmlaşması”, 1993, s.
227.
[4] M. F. Köprülü, 1966, s.12.
[5] V.V. Barthold, Moğol İstilâsına Kadar
Türkistan, Ankara, 1990, s.198.
[6] E. Güngör, İslâm Tasavvufunun Meseleleri,
İstanbul, 2018, s.141.
[7] N. Yazıcı, “Hoca Ahmed Yesevî Döneminde
Türk-İslâm Kültürünün Oluşum ve Gelişimi Üzerine Bazı Düşünceler”, 1993, s.
377-378.
[8] A. Özaydın, “Türklerin İslâmiyeti Kabulü”,
2002, s. 597.
[9] İ. Aycan, “Müslüman Arapların Türklerle İlk
Münasebetleri”, 2002, s. 317-323.
[10] H. Kurt, “Maveraünnehr’e İslâm’ın Girişi”,
2002, s. 279-289.
[11] M. Kılıç, “Türkistan’ın İslâmlaşması”, 1993, s.
228.
[12] E. Konukçu, “Sayram ve Yesi”, 1993, s. 250.
[13] M. Azimli, “Münbit Coğrafya Türkistan ve Ondan
Neşet Eden Ordunun İlk Dönem İslâm Tarihine Katkısı”, 2019, s. 363.
[14] Y. Akgül, “Hoca Ahmet Yesevî’nin Hazar Ötesi
Türkmenlerine Tesiri ve Bu Çerçevede Bazı Tesbitler”, 1999, s. 47-63.
[15] M. Kılıç, “Türkistan’ın İslâmlaşması”, s. 230.
[16] H. Kurt, “Maveraünnehr’e İslâm’ın Girişi”,
2002, s. 279-289.
[17] A. Apak, “Emeviler Dönemi Türk-Arap İlişkileri
ve Türklerin İslâmlaşma Sürecinin Başlangıcı”, 2002, s. 324-335.
[18] M. Kılıç, a.g.m., 1993, s. 237.
[19] M. Kılıç, “Türkistan’ın İslâmlaşması”, s. 229.
[20] V. V. Barthold, Moğol İstilâsına Kadar
Türkistan, 1990, s. 174.
[21] A. Özaydın, “Türklerin İslâmiyeti Kabulü”,
2002, s. 420.
[22] Ö. S. Hunkan, Türk Hakanlığı (Karahanlılar),
3.baskı, İstanbul, 2011, s. 98.
[23] Câhız, Fezâilü ’l-etrâk, Türklerin
Faziletleri, Ankara, 1988, s. 77.
[24] M. Azimli, “Münbit Coğrafya Türkistan Ve Ondan
Neşet Eden Ordunun İlk Dönem İslâm Tarihine Katkısı”, 2019, s. 360.
[25] F. Hakimcan, “Ahmed Yesevî ve Orta Çağ İdil
Boyu Edebî Dili”, 1993, s. 161.
[26] N. Yazıcı, “İdil (Volga) Bulgar Hanlığı’nda
İslâmiyet”, 2002, s. 394-408.
[27] N. Yazıcı, “Hoca Ahmed Yesevî Döneminde
Türk-İslâm Kültürünün Oluşum ve Gelişimi Üzerine Bazı Düşünceler”, 1993, s.
378.
[28] H. Bice, 2016, s. 22.
[29] Câhız, Fezâilü’l-etrâk, Türklerin
Faziletleri, 1988, s. 29.
[30] H. Kurt, “Devlet Kurma Sürecinde Samanoğullan”,
2003, s. 112.
[31] A. Aksu, “Karahanlılar ve İslâm’ın
Yayılmasındaki Katkıları”, 2001, s. 287.
[32] A. Aksu, a.g.m., 2001, s. 289.
[33] Ö. S. Hunkan, Türk Hakanlığı (Karahanlılar),
2011, s. 106.
[34] “Sûfilerin Sahibi” unvanı verilen Arslan Han’ın, devrinin ünlü
zâhidi Hasan b. Yûsuf el-Buhâri es- Sâmânî’ye özel ilgisi de, dindar oluşunun
kanıtı sayılmıştır.” A. Aksu, “Karahanlılar ve İslâm’ın Yayılmasındaki
Katkıları”, 2001, s. 298.
[35] H. Bice, 2016, s. 26.
[36] K. Göde, “Hoca Ahmed Yesevî’nin Yetiştiği Türk
Kültür Çevresi”, 1993, s. 150-151.
[37] A. Bausani, A. Ertuğrul, ”Selçuklu Döneminde
Din”, 2007, s. 441.
[38] M. Kesik, “Büyük Selçuklu Devleti Veziri Ve
Türk Tarihinin Önemli Devlet Adamlarından Nizâmü’l- Mülk (1018-1092)”, 2018, s.
53-81.
[39] M. F. Köprülü, 1966, s. 18.
[40] Tasavvufun tarih içinde üç dönemde geliştiği kabul edilir: 1) Zühd
dönemi, 2) Tasavvuf dönemi, 3) Tarikatlar dönemi. Ahmet Yesevî’nin yaşadığı
yıllar üçüncü döneme rastlamaktadır. Bkz. M. E. Erkaya, Kur’ân Kaynaklı
Tasavvuf Kavramları, Ankara, 2017, s. 17.
[41] E. Güngör, İslâm Tasavvufunun Meseleleri,
İstanbul, 2018, s. 140.
[42] M. Demirci, “Müslüman Türklerde Tasavvuf’,
2002, s. 928.
[43] H. Bice, 2016, s. 30.
[44] M. F. Köprülü, 1966, s. 18.
[45] A. Y. Ocak, TürkSûfiliğine Bakışlar,
İstanbul, 1996, s. 35.
[46] G. Göğebakan, “Türk Hâkimiyetlerinin Zaaf
Dönemlerinde Tarikatların Birleştirici Rolü ve Yesevîlik”, 1993, s. 153.
[47] A. C. Haksever, Ya’kûb-u Çerhî-Hayatı,
Eserleri ve Tasavvuf Anlayışı, İstanbul, 2004, s. 31.
[48] A. Kuşeyrî, Tasavvuf İlmine Dair Kuşeyrî
Risalesi, haz. Süleyman Uludağ, İstanbul, 2017, s. 83.
[49] A. Y. Soyyer, “Baba”, Hünkâr Ansiklopedik
Bektâşîlik Sözlüğü, İstanbul, 2019, s. 73.
[50] S. Uludağ,”Baba”, DİA, IV, 1991, s. 365-366.
[51] Ö. L. Barkan, “Kolonizatör Türk Dervişleri”,
1942, s. 279-304.
[52] M. Demirci, “Müslüman Türklerde Tasavvuf”,
2002, s. 927.
[53] L. Bergen, Hanif Türk Gök Millet,
İstanbul, 2019, s. 373-375.
[54] İ. Kemaloğlu, “21. Yüzyılın Başında Rusya
Federasyonu”. 2016, s. 1-14.
[55] A. Y. Ocak, “Türkler ve İslâmiyet: Türklerin
Müslümanlığı Tarihine Dair Bir Sorgulama”, 1993, s.
251-260.
[56] A. Y. Ocak, “Türk Dünyasında Ahmed-i Yesevî ve Yesevîlik Kültürünün
Yayılışı: Bir Sûfı Kültürün Yeniden Güncelleşmesi”, 1993, s. 299.
[57] O. Türer, “Türk Dünyasında İslâm’ın Yerleşmesi
ve Muhafazasında Sûfi Tarikatlar ve Yesevî’nin Rolü”, 1993, s. 361.
[58] M. İzeti, “Arnavut Tasavvuf Kültüründe Hoca
Ahmed Yesevî’nin Etkisi”, 2010, s. 104.
[59] Ö. L. Barkan, “Kolonizatör Türk Dervişleri”,
1942, s. 279-304.
[60] A. V. Ecer, “Ahmed Yesevî’de Dinî Tolerans ve
Anadolu’da Etkileri”, 1993, s. 104.
[61] T. S. Salmen-ulı, “Kazak-Türk Tarihi ve Medenî
Alâkaları”, 1992, s. 85.
[62] E. Sibgatullina, “Hoca Ahmed Yesevî’nin
Kazan-Tatar Edebiyatına Tesiri”, 1993, s. 89.
[63] M. Demirci, “Türk Din Mûsikisinde Ahmed
Yesevî’nin Yeri, Tesiri ve Önemi”, 2016, s. 215-242.
[64] H. G. Nigmetov, “Yesevî’ye Ait Bazı Seneler”,
1992, s. 69.
[65] B. Dalkılıç, “Ahmet Yesevî’nin Din Dilini
Anlama, Algılama ve Yorumlama Biçimi”, 2016, s. 240.
[66] V. Türk, “Divan-ı Hikmet’te Türkçe Din
Tabirleri”, 2016, s. 1289.
[67] A. C. Haksever, Ya ’kûb-u Çerhî-Hayatı,
Eserleri ve Tasavvuf Anlayışı, 2004, s. 30.
[68] M. F. Köprülü, 1966, s. 19.
[69] Y. Hemedânî, Hayat Nedir, Makamât,
İstanbul, 2000, s. 39.
[70] M. Uyanık, “Ahmet Yesevî ve Nurettin Topçu’nun
Din ve Dindarlık Tasavvurlarının Mukayeseli İncelenmesi”, 2019, 415-441.
[71] A. Ata, Türkçe İlk Kur’ân Tercümesi (Rylands
Nüshası), Metin, Ankara, 2004, s. 3-156.
[72] M. Aydın, “Kutadgu Bilig’de Dil İle Tasavvufta
Samt ‘Susma’ Meselesi”, 2019, s. 169.
[73] S. Çağatay, “Kutadgu Bilig’de Odgurmış’ın
Kişiliği”, 1968, s. 39.
[74] F. Toprak, “İnsan-ı Kâmil’e Bakışlarıyla Yûsuf
Has Hâcip ve Hoca Ahmed Yesevî”, Bilig, Ankara: (22)2017: 98.
[75] H. Bice, 2016, s. 52.
[76] H. A. Yesevî, Divân-ı Hikmet, (haz.
Hayati Bice), Ankara, 2018, s. 62.
[77] A. Güzel, Ahmed Yesevî’nin Fakr-Nâmesi
Üzerine Bir İnceleme, Ankara, 2008, s. 56.
[78] A. Z. V. Togan, Bugünkü Türkili (Türkistan)
ve Yakın Tarihi, İstanbul, 1981, s. 80.
[79] H. A. Yesevî, 2018, s. 159.
[80] E. Konukçu, “Sayram ve Yesi”, 1993, s. 252.
[81] Kazakistan’da Güney Kazakistan eyaletinin adı
Türkistan eyaleti olarak değiştirildi
Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev, Güney Kazakistan
eyaletinin adının Türkistan olarak değiştirilmesine ve eyalet merkezinin
Türkistan kentine taşınmasına ilişkin kararnameyi imzaladı. 19.06.2018 https://www.aa.com.tr/tr/dunya/kazakistanda-guney-kazakistan-eyaletinin-adi-turkistan-eyaleti-olarak-
degistirildi/1179026
(Erişim tarihi: 01.03.2020)
[82] H. Bice, 2016, s. 54.
[83] K. Eraslan, “Yesevî’nin Fakr-nâmesi”, 1977, s.
45-120.
[84] S. Orun-Koylakî, Nesebnâme, Türkistan,
1992.
[85] K. Eraslan, Nesebnâme, s. 57-64
[86] M. R. Carmuhammed-ulı, “Hoca Ahmed Yesevî’nin
Hayatı Hakkında Yeni Deliller ve Onun Bilinmeyen “Risale” Adlı Eserinin İlmî
Değeri”, 1992, s. 13-20.
[87] H. Bice, 2016, s. 56.
[88] Evliya Çelebi, Seyahatnâme, İstanbul,
2011, s. 1/43.
[89] Hâzinî, Cevâhirü’l-ebrâr, İstanbul,
2014, s. 91.
[90] a.g.e., s. 94.
[91] N. S. Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı
Tarihi, İstanbul, 1983, s. 279.
[92] M. Cunbur, “Ahmed Yesevî’nin Ahi ve Gazileriyle
Anadolu’nun Türkleşmesindeki Yeri”, 1993, s. 63.
[93] A. A. Çınar, “Güney Kazakistan’da Hoca Ahmet
Yesevî Soyuna Bağlı Yatırlar / Türbeler”, 2016, s. 152.
[94] H. Bice, 2016, s. 63.
[95] A. Y. Ocak, “Anadolu Türk Halk Sûfîliğinde
Ahmed-i Yesevî Geleneğinin Teşekkülü”, 1992, s. 78.
[96] M. A. Safi, Reşehât min aynu ’l-hayat,
haz. Mustafa Özsaray, İstanbul, 2006, s. 46.
[97] M. Mirhaldaroğlu, “Hoca Ahmed Yesevî’nin Son
Dönem Takipçilerinden Yûsuf Sayramî”, 2018, s. 322.
[98] H. A. Yesevî,
2018, s. 61.
a.g.e., s. 61.
[100] N. Hasan, “Âlim Şeyh ve Lemehât Min Nefehâti’l-Kuds
İsimli Eseri”, 2007, s. 229-242.
[101] H. Sanakul H, “Hoca Ahmet Yassevi’nin Yaşagan
Devrideki Siyasî, İçtimayî ve Dinî Şart-Şaraitler”, 1993, s. 346.
[102] M. Şeker, “Ahmed Yesevî’nin Hayatında Arslan
Baba Meselesi”, 1993, s. 360.
[103] Arslan Baba Türbesi’ndeki kitabede türbenin
bugünkü halini XVIII. asırda kazandığını gösteren bir kayıt vardır.
[104] İ. Halipaeva, “Hoca Ahmet Yesevî ve Şeyh
Bahaattin Hakkındaki Efsanelerde Mit Elementler”, 1993, s. 163.
[105] Ö. S. Hunkan, “Hoca Ahmed Yesevî’nin Yaşadığı Dönemde Aşağı Seyhûn
ve Mâverâünnehr’de Siyasî Ortam [1093-1166]”, 2017, s. 63.
[106] Koca, S., “Sultan Sencer ve Büyük Selçuklu
Devletinin Çöküşten Önce Son Parlayışı”, 2018, s. 78.
[107] Y. Hemedânî, 2000, s. 48.
[108] A. Güzel, Ahmed Yesevî’nin Fakr-Nâmesi
Üzerine Bir İnceleme, 2008, s. 63.
[109] H. G. Nigmetov, “Yesevî’ye Ait Bazı Seneler”,
1992, s. 74.
[110] H. A. Yesevî, 2018, s. 73.
[111] Yûsuf-ı Hemedânî’nin bir diğer önemli öğrencisi Abdülhâlık
Gucduvânî’nin, Nakşbendiyye tarikatının Kelimât-ı Kudsiyye olarak
bilinen sekiz temel esasını belirlediği düşünülürse bu teorik ve sistematik
eğitimin ne denli önem taşıdığı anlaşılır.
[112] Yesevîlik tarikatının ilk âdâb kitapları olan Cevâhirü ’l-ebrâr
min emvâci ’l-bihâr ve Menbâü ’l-ebhâr fi riyâzi ’l-ebrâr
risaleleri, XVI. asrın Yesevî dervişlerinden Sultan Ahmed Hâzinî
(ö.1002/1593’ten sonra) tarafından Osmanlı ülkesinin başkenti İstanbul’da
Osmanlı Sultanları II. Selim (ö. 982/1574) ve III. Murad’a (ö. 1004/1595)
Yesevîlik tarikatını tanıtmak için yazılmıştır.
[113] H. Bice, 2016, s. 79.
[114] A. Ocak, “Nizamiye Medreseleri Geleneği ve
Yesevîlik”, 1993, s. 293.
[115] G. Makdisî, Beşerî Bilimler, 2009, s.
57.
[116] Y. Hemedânî, 2000, s. 12.
[117] a.g.e., s. 10.
[118] a.g.e., s. 19.
[119] a.g.e., s. 11.
[120] A. Ş. Nevâî, Nesâyimü'l-mahabbe min
şemayimi'l-fütüvve, Ankara, 1996, s. 383-390;
[121] Y. Hemedânî, 2000, s. 39-41.
[122] C. Aksu, “Ahmed Yesevî’nin Hocası Yûsuf-ı
Hemedâni ve Halifeleri”, 2016, s. 248-249.
[123] H. G. Nigmetov, “Yesevî’ye Ait Bazı Seneler”,
1992, s. 74.
[124] E. Erdem, “Hoca Ahmed Yesevî’de Bilgi ve
Erdem”, 2016, s. 369.
[125] O. Bilgin, “Ahmed-i Yesevî’nin Devlet
Anlayışı”, 1993, s. 45.
[126] K. Özköse, “Ahmed Yesevî ve Dîvân-ı Hikmet”,
2006, s. 301.
[127] H. Bice, 2016, s. 146.
[128] B. S. Özsoy, “Hoca Ahmed Yesevî’nin
Hikmetlerinden Günümüze Mesajlar”, 1993, s. 334.
[129] E. Cebecioğlu, “Hoca Ahmet Yesevî”, 1995, s.
91-92.
[130] M. Uyanık, “Yeni Bir Türk-İslâm Medeniyeti
Tasavvuru İçin Hoca Ahmed-i Yesevî ve Yönteminin Önemi”, 2016, s. 207.
[131] M. Çelik, “Ahmed Yesevî’nin Tebliğ Metodu”,
1993, s. 82.
[132] A. Ç. Ertürk, “Türklerin Islâm’ı Algılayış ve
Uygulayışında Hoca Ahmet Yesevî’nin Rolü”, 1993, s. 119.
[133] L. Bayraktar, “Ahmed Yesevî’de Medeniyet Kurucu
Değerler”, 2016, s. 728-729.
[134] H. Şahin, “Ahmed Yesevî’nin İnsana Bakışı”,
1993, s. 348.
[135] M. Kafalı, “Ahmet Yesevî, Yaşadığı Devir ve Onu
Yetiştiren Çevre”, 1993, s. 167.
[136] F. Attâr, Mantıku’t-tayr, İstanbul,
1998, s. 227-228.
[137] S. Korkmaz, “Ahmed Yesevî ve Hacı Bektaş Velî”,
2001, s. 328.
olunur
ki, nâmı yüce Hazret’in bir öküzü vardı ki Hâce imal ettiği kaşık, kepçe ve
keşkülleri bir heybeye doldurduktan sonra bu öküz, sırtına yüklenenlerle şehrin
çarşısında dolanır idi. Alıcılar, her ne alsalar aldıklarının bedelini heybeye
bırakırlardı. O öküz, her gün akşama kadar bu şekilde pazarı gezer, sonra
Yesevî’nin yanına dönerdi. Eğer bir kimse heybeden bir şey alsa ve bedelini
heybeye bırakmasa bu öküz asla o kişinin ardından ayrılmazdı. Tâ ki, aldığı
eşyayı geri koyana veya parasını heybeye bırakmadıkça başka yere gitmezdi.
Yesevî’nin bir kerâmeti de o öküzün hiç aksatmadan bu şekilde çarşıları dolanması
idi.
[139] H. A. Yesevî, Fakr-nâme, Ahmed Yesevî Ü.
Yay., Ankara, 2016.
[140] H. A. Yesevî, 2018, s. 179
[141] M. F. Köprülü, 1966, s. 74.
[142] H. Bice, 2016, s. 114.
[143] Bu halvethane bugün de ziyaret
edilebilmektedir.
[144] Hâzinî, Cevâhirü’l-ebrâr, s. 54
[145] H. Bice, 2016, s. 115.
[146] N. Hasan, “Divan-ı Hikmet’in İstanbul’daki Bir
Nüshası Hakkında”, 2009, s. 80.
[147] A. Bennigsen A., C. L. Quelquejay, Sûfî ve
Komiser, Ankara, 1989.
[148] A. C. Haksever, Ya’kûb-u Çerhî-Hayatı,
Eserleri ve Tasavvuf Anlayışı, 2004, s. 28.
[149] E. Schuyler, Türkistan Seyahatnâmesi,
çev. Kolağası Ahmed; haz. Ali Ahmetbeyoğlu, Kemal Özcan, İshak Keskin, 2003.
[150] M. F. Köprülü, 1966, s. 174.
[151] Hâzinî, Cevâhirü’l-ebrâr, 2014, s. 100.
[152] a.g.e., s. 83.
[153] E. Baş, “Ahmed Yesevî’nin Bektaşîlik, Alevîlik
Üzerindeki Etkileri ve Osmanlı Dinî Hayatındaki İzleri”, 2017, s. 171.
[154] Hâzinî, 2014, s. 176-177.
[155] M. Sever, Hakîm Süleyman Ata, Ankara,
2017, s. 142.
[156] Üsküplü Atâ, Tuhfetü ’l-uşşâk, Ankara,
2017, s. 13.
[157] Evliyâ Çelebi, Seyahatnâme, 2011, s.
1/43,6/135.
[158] T. Zarcone, “Hindistan’da Türk Tasavvufu:
Yeseviyye Örneği”, çev. Süleyman Derin, 1993, s. 19-20.
[159] M. A. Safi, 2006, s. 44.
[160] İ. Kalenderoğlu, “Türkmenistan’da Hoca Ahmet
Yesevî İzleri ve Gözlü Ata”, 2017, s. 109.
[161] Hâzinî, Cevâhirü’l-ebrâr, 2014, s.
173-177.
[162] Hâzinî, Cihan Okuyucu ve Mücahit Kaçar tarafından yayına hazırlanan Cevâhirü
’l-ebrâr min emvâc-ı bihâr ve M. Mahûr Tulum’un yayınladığı Menbâü’l-ebhâr
fı riyâzi’l-ebrâr eserlerinde Yesevî ve halifeleri, Yesevîlik’in esasları
hakkında ayrıntılı bilgiler verir. Bu eserler 1593 yılında Osmanlı Sultanı III.
Murad’a sunulmak üzere kaleme alınmıştır. Yesevîlik çalışmaları açısından
önemli bir nokta da istinsah tarihi bilinen (1593) en eski hikmetin Cevâhirü’l-ebrâr
içinde yer almasıdır. M. Akar, “Osmanlılarda Yesevîlik”, 2016, s. 143.
[163] N. Hasan, “Arslan Baba ve Ahmed Yesevî”, 2009,
s. 3.
[164] Alp-Eren sözcüğü son zamanlarda popüler
olmakla birlikte Âşık Paşa’nın Garib-Nâme eserinde bu ibâreye yer verdiği
tesbit edilmiştir. Bkz. Âşık Paşa, Garib-Nâme, Ankara, 2001.
[165] A. Aktan, “Künhü ’l-ahbâr’a Göre Ahmed
Yesevî ve Anadolu’daki Halîfeleri”, 1993, s. 13-17.
[166] D. A. Âşıkî, Âşıkpaşazâde Tarihi, haz.
Cemil Çiftçi, İstanbul, 2008.
[167] A. Y. Ocak, Türk Sûfiliğine Bakışlar,
1996, s. 60-62.
[168] M. Akar, “Osmanlılarda Yesevîlik”, 2016, s.
141.
[169] Evliya Çelebi, 2011, s. 2/26.
[170] Evliya Çelebi, 2011, s. 3/12.
[171] a.g.e., s. 3/280.
[172] H. Bice, Pîr-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevî,
2016, s. 234-247.
[173] Evliya Çelebi, 2011, s. 1/353.
[174] N. Demir, “Ahmet Yesevî’nin Temsilcisi
Saltık Gazi’nin Yesevîlik Anlayışının Evrenselleşmesine Katkısı ve Günümüze
Yansıması”, 2016, s. 163.
[175] Evliya Çelebi, 2011, s. 5/313.
[176] a.g.e., s. 8/230.
[177] a.g.e., s. 3/197.
[178] M. F. Köprülü, Türk Edebiyatında İlk
Mutasavvıflar, 1966, s. 117.
[179] Evliya Çelebi, 2011, s. 2/147.
[180] Seydî Ali Reis, Mir’âtü ’l-memâlik,
Ankara, 1999, s. 137.
[181] a.g.e., s. 160.
[182] H. Arslan, “Hoca Ahmed Yesevî’nin
Düşüncelerinin Hint Alt Kıtasındaki İzleri”, 2016, s. 492.
[183] T. Zarcone, “Hindistan’da Türk Tasavvufu:
Yeseviyye Örneği”, çev. Süleyman Derin, 1993, s. 19-20.
[184] M. Öztürk, “Tarikatlerin Türk Sosyal Hayatına
Tesirleri Özerine Bazı Düşünceler”, 1993, s. 341.
[185] M. F. Köprülü, 1966, s. 114.
[186] M. Tekin, “Yesevî’nin İslâm Anlayışında
Sosyolojik Temalar-Divan-ı Hikmet Örneği”, 2016, s. 972.
[187] M. Tatçı, “Hacı Bektâş-ı Velî ve Yûnus Emre’de
Dört Kapı - Kırk Makam”, 2016, s. 145.
[188] A. Güzel, “Ahmed Yesevî’nin Fakr-Nâmesi ile
Hacı Bektaş Velî’nin Makalâtı Arasındaki Benzerlikler”, 1992, s. 143.
[189] N. Tosun, “Yesevîliğin İlk Dönemine Âid Bir
Risâle: Mir’âtü’l-kulûb”, 1997, s. 41-85.
[190] N. Tosun, “Yesevîlikte Zikr-i Erre”, 2005, s.
30-33.
[191] E. Schuyler, Türkistan Seyahatnamesi,
1876, s. 159-161.
[192] A. Bennigsen, C.L. Quelquejay, Sûf ve
Komiser, Ankara, 1988, s. 86.
[193] B. Hayıt, “Türkistan Kadınlarının Yesevîlik
Ananesi”, 1992, s. 45.
[194] A. Tilavov, “Özbekistan Eğitim Sisteminde Ahmet
Yesevî”, 2016, s. 63.
[195] M. Cantürk, “Doğu Türkistan’daki Tasavvuf ve
Hoca Ahmed Yesevî”, 1993, s. 49.
[196] M. F. Köprülü, 1966, s. 146.
[197] H. Bice, 2016, s. 336.
[198] B. Kasımov, “Taşkent Şarkiyat Fondunda Ahmed
Yesevî Kitapları”, 1992, s. 55.
[199] İ. Hakkul, “Divan-ı Hikmet’in 20 Yüzyılda
Özbekistan’da Yayınlanması ve Tetkik Edilmesi”, 2010, 198-200.
[200] S. Erşahin, “Ahmed Yesevî Sovyet Rejimine
Karşı: Sovyetlerin Ahmed Yesevî İle Mücâdelesi”, 2016, s. 1222.
[201] G. Geldiyev, “Hoca Ahmed Yesevî ve XVIII.-XIX.
Asır Türkmen Şiiri”, 1993, s. 141.
[202] D. Kişibekov, “Koja Ahmet Yassavidin Öntürge
Kelüvinin Objektivtik Jagdaylan”, 1993, s. 245.
[203] B. Kasımov, “Eski Dönem Özbek Edebiyatında
Yesevî Gelenekleri”, 1993, s. 213-217.
[204] D. Nişanova, “Hoca Ahmed Yesevî Hakkında
Özbekistan’daki Araştırmalar”, 1993, s. 291-292.
[205] M. Cantürk, “Doğu Türkistan’daki Tasavvuf ve
Hoca Ahmed Yesevî”, 1993, s. 50.
[206] V. Göktaş, “Kırgızistan’da Tasavvufî Durum”,
2013, s. 163.
[207] H. Bice, 2016, s. 341.
[208] K. İ. Mirzoyev, “Yesevî Azeri ve Orta Asya Türk
Edebi Mahsullerinde”, 2016, s. 709.
[209] A. Vambery, Bir Sahte Derviş ’in Orta Asya
Gezisi, (Ç^v: Abdurrahman Samipaşazade Abdülhalim), İstanbul, 2009.
[210] H. Bice, 2016, s. 341.
[211] Yesevî Hikmeti Okuyan Uygur Hanımefendi, https://www.youtube.com/watch?v=OGFRWOa1vY0
(Erişim: 01.03.2020)
[212] M. İsen, “Orta Asya Türk Edebi Dilinin Anadolu
Türk Edebi Diline Etkisi ve Ahmet Yesevî”, 1996, s.
14.
[213] E. R. Tenişev, “Ahmed Yesevî ve Ahmed
Yüknekî’nin Eserlerinin Dili Üzerine”, 1992, s. 102.
[214] E. Okumuş, “Sosyolojik Okuma Yaklaşımıyla Hoca
Ahmed Yesevî”, 2016, s. 169-190.
[215] H. A. Yesevî, 2018, s. 182.
[216] C. Gahramanov, “Divan-ı Hikmet Azerbaycan Sufı
Edebiyyatı İçindeki Örnek Kimi”, 1993, s. 129.
[217] G. Geldiyev, “Hoca Ahmed Yesevî ve XVIII.-XIX.
Asır Türkmen Şiiri”, 1993, s. 141-148.
[218] T. Hojahanova, “Ahmet Yesevî ve
Türkmenistan’daki Tesirleri”, 2016, s. 1287-1288.
[219] E. Üşenmez, “Dîvân-ı Hikmet’in Dili Üzerine
Düşünceler”, 2016, s. 161.
[220] A. Mehmedoğlu, “Yesevîlik Tarikatının
Azerbaycan’a Tesiri Özerine”, 1993, s. 282.
[221] R. Karakuş, “Divan-ı Hikmet’e Göre Kişi
Olmanın Şartları: Bazı Temel Tasavvuf Terimlerinin Anlamı”, 2016, s. 545.
[226] N. Hasan, “Hoca Ahmed Yesevî’nin Hayatı,
Eserleri ve Yesevîlik Araştırmalarının Bazı Meseleleri Üzerine”, 2017, s. 664.
[227] M. M. Tulum, “Yeni Bir ‘Hikmetler Mecmuası’
Münasebetiyle Yesevî Çalışmaları Üzerine Yeni Açılımlar”, 2017, s. 673.
[228] M. Diriöz M, “Divân-ı Hikmet’e Yeni Bir Bakış”,
1993, s. 94.
[229] F. Hakimcan, “Ahmed Yesevî ve Orta Çağ İdil
Boyu Edebî Dili”, 1993, s. 162.
[230] N. Hasan, “Divan-ı Hikmet’in İstanbul’daki Bir
Nüshası Hakkında”, 2009, s. 79.
[231] M. Karaörs, “Kayseri’de Bulunan Bir Divân-ı
Hikmet Basması, Ahmed Yesevî’nin Yayınlanmamış Hikmetleri”, 1993, s. 197.
[232] M. Heilili, “Divan-ı Hikmet’in Uygurlar
Arasında Bulunan Nüshaları”, 2016, s. 871.
[233] H. Bice, 2016, s. 344.
[234] M. F. Zakiev, E. K. Gibadullaviç, “Hoca Ahmed
Yesevî Bolğar-Tatar Dünyasında”, 1993, s. 421-426.
[235] Özbekistan’da İbrahim Hakkul tarafından
derlenen hikmetlerin 1991 yılında yapılan baskısının tirajı üç yüz bin adettir.
Türkmenistan’da 1992 yılında Anna Övezov tarafından yayına hazırlanıp elli bin
nüsha olarak çoğaltılan hikmetler, Kazakistan’da da bağımsızlık sonrasında
yapılan birkaç baskı ile onbinlerce tiraja ulaşmıştır. Kırgızistan’da Egemberdi
Ermatov tarafından hazırlanan “Hikmetler Kitabı” ise 2010 yılında
yayınlanmıştır.
[236] A. Ö. Bilge, “Çin’de Hoca Ahmet Yesevî Üzerine
Araştırmalar Hakkında”, 2010, s. 125.
[237] M. Karaörs, “Kayseri’de Bulunan Bir Divân-ı
Hikmet Basması, Ahmed Yesevî’nin Yayınlanmamış Hikmetleri”, 1993, s. 197.
[238] İstanbul’un Fatih semtinde Sangüzel’de doğup büyüyen Meşâyıh-ı
Nakşbendiyye’den Hacı Hasan Şükrü Efendi İstanbul’un tanınmış kürsü
şeyhlerinden birisidir. Fatih Dersiamlarından Tırnovalı Mehmed Efendi’den ders
okumuş ve icazet almıştır. Muhammed Bahâeddin Konevî’den hilâfet aldıktan sonra
Sarı Nasûh Mahallesi’nde, Aynalıçeşme Sokağı’nda bir zaviyede tarikat
faaliyetini sürdürmüştür. A. T. Arslan, “Hasan Şükrü Efendi’nin Divân-ı Hikmet
Tercümesi”, 2010, s. 54-59.
[239] A. T. Arslan, a.g.m., 2010, s. 54-59.
[240] N. S. Banarlı, Yahya Kemâl’in Hatıraları,
İstanbul, 1960, s. 49.
[241] F. O. Mazak, “Türkistanlı Rıf’at Dâvud’un
Kaleminden Türkistan (1924-1925)”, 2019, s. 194-204.
[242] K. Eraslan, Divân-ı Hikmet’ten Seçmeler,
Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay., Ankara, 1983.
[243] H. A. Yesevî, Divân-ı Hikmet, (ed.
Mustafa Tatçı), Ahmed Yesevî Üniversitesi Yay., Ankara, 2016.
[244] M. Mirhaldaroğlu, Ahmed Yesevî’nin Yeni
Bulunan Hikmetleri, haz. Metin Akar, İstanbul, 2001.
[245] H. A. Yesevî, Divân-ı Hikmet, haz.
Hayati Bice, Türkiye Diyanet Vakfı Yay., Ankara, 2018
[246] M. M. Tulum, Divân-ı Hikmet (Mısır Nüshası),
Ketebe Yayınları, İstanbul, 2019.
[247] H. A. Yesevî, Külliyat, haz. Musa
Uzunkaya, Ahmed Yesevî Üniversitesi Yay., Ankara, 2019.
[248] A. Yıldırım, Hoca Ahmed Yesevî’nin Hadis
Kültürü, Ankara, 2012, s. 130.
[249] H. A. Yesevî, 2018, s. 239.
[250] a.g.e., s. 135.
[251] a.g.e., s. 331.
[252] H. A. Yesevî, 2018, s. 133.
[253] a.g.e., s. 62.
[254] a.g.e., s. 77.
[255] M. S. Orun-Koylakî, Nesebnâme, 1996, s.
42.
A.
Şen, “Dîvân-ı Hikmet’te Sahabe Algısı’nın İslâm Tarihi Kaynaklarında
Mevsukiyeti Meselesi”, 2017, s. 254.
[260] H. A. Yesevî, 2018, s. 143.
[261] a.g.e., s. 104.
[262] a.g.e., s. 69.
[263] R. Bakış, “Hoca Ahmed Yesevî’nin Düşüncesinde
Hallâc-ı Mansûr”, 2016, s. 1144.
[264] H. A. Yesevî, 2018, s. 84.
[265] H. A. Yesevî, 2018, s. 84.
[266] a.g.e., s. 190.
[267] a.g.e., s. 90.
[268] a.g.e., s. 421.
[269] O. Hançerlioğlu, Felsefe Ansiklopedisi, III,
İstanbul, 2003, s. 247-249.
[270] B. Akarsu, Felsefe Terimleri Sözlüğü,
Ankara, 1979, s. 111.
[271] Z. Erginli, Metinlerle Tasavvuf Terimleri
Sözlüğü, İstanbul, 2006, s. 5.
[272] M. E. Erkaya, Kur’ân Kaynaklı Tasavvuf
Kavramları, Ankara, 2017, s. 20,34.
[273] H. K. Yılmaz, Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve
Tarikatlar, İstanbul, 2017, s. 156.
[274] E. Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve
Deyimleri Sözlüğü, Ankara, 2004, s. 293.
[275] Kelâbâzî, Ta’arruf, haz. Süleyman
Uludağ, İstanbul, 1979, s. 202.
[276] M. Sinanoğlu, “İbâdet”, DİA, IXX, 1999,
s. 233-235.
[277] Ankaravî,Minhâcu’l-fukara, İstanbul,
1996, s. 221-222.
[278] Kuşeyrî, 2017, s. 282.
[279] a.g.e., s. 280.
[280] Zâriyât, 51/56.
[281] Necm, 53/10.
[282] Ankaravî, s. 245-246.
[283] Ö. Müftüoğlu, “Hoca Ahmed Yesevî’nin
Hikmetlerinde Ayetlerle Amel Etmenin Önemine Yapılan Vurgular”, 2017, s. 842.
[284] M. Evkuran, “Bir Teolojik-Toplumsal Sorun
Olarak Radikalizm ve Ahmet Yesevî’nin Vizyonu”,
[292] E. Cebecioğlu, 2004, s. 608.
[293] Ankebût, 29/5.
[294] Kuşeyrî, 2017, s. 414.
[295] a.g.e., s. 415.
[296] Serrâc, el-Lüma ’, haz. Hasan Kamil
Yılmaz, İstanbul, 1996, s. 61.
[297] Herevî,Menâzilü’s-sâirîn, Bursa, 2017,
s. 243.
[298] Bakara, 2/165.
[299] M. H. Y. Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili,
c.I, İstanbul, (ty), s. 477.
[300] Kuşeyrî, 2017, s. 416.
[301] Gazzâlî, İhya, IV, İstanbul, 2002, s.
648.
[302] Ankaravî, 1996, s. 308.
[303] Mekkî, Kûtu ’l-kulûb, III, 2003, s.
254-255, s. 267-268.
[304] Gazzâlî, 2002, s. 580-581.
[305] H. A. Yesevî, 2018, s. 73.
[308] E. Cebecioğlu, 2004, s. 520-521.
[309] Bakara, 2/264.
[310] Nisâ, 4/38.
[311] Nisâ, 4/142.
[312] Maûn, 107/4-6.
[313] Muhâsibî, er-Riâye, haz. Ş. Filiz, H.
Küçük, İstanbul, 2014, s. 289-402.
[323] H. A. Yesevî, 2018, s. 437.
[324] E. Cebecioğlu, 2004, s. 424.
[325] A. Bolat, Melâmetîlik, İstanbul, 2011,
s.12.
[326] Bu âyetler Mâide, 5/54; Kıyâme, 75/2 âyetleridir. Aynı kökten
türeyen kelimelerin yer aldığı diğer âyetler için bk. İbrâhîm, 14/22; İsrâ,
17/29, 39; Sâffât, 37/142; Zâriyât, 51/40; Kalem, 68/30; Meâric, 70/30.
[327] Mâide, 5/54.
[328] Hucvîrî, Kefü’l-mahcûb (HakikatBilgisi),
haz. Süleyman Uludağ, İstanbul, 1996, s. 143.
[329] Kuşeyrî, 2017, s. 312.
[330] N. Azamat, “Melâmet”, DİA, XXIX, 2004,
s. 24-25.
[331] H. A. Yesevî, 2018, s. 215.
[332] H. A. Yesevî, 2018, s. 60.
[333] a.g.e., s. 344.
[334] a.g.e., s. 259.
[335] a.g.e., s. 381.
[339] H. A. Yesevî, 2018, s. 175.
[340] E. Cebecioğlu, 2004, s. 517.
[341] H. K. Yılmaz, 2017, s. 175.
[342] Mâide, 5/119; Mücâdele, 58/22; Fecr, 89/28;
Beyyine, 98/8.
[343] Fecr, 89/27-28.
[344] Herevî, 2017, s. 140.
[345] Fetih, 48/18.
[346] Âl-i İmrân, 3/174; Tevbe, 9/100.
[347] Tevbe, 9/72.
[348] Bakara, 2/207, 265.
[349] Tevbe, 9/62.
[350] Gazzâlî, 2002, IV, s. 617-619.
[351] Kuşeyrî, 2017, s. 276.
[352] S. Uludağ, “Rızâ”, DİA, XXXV, 2008, s.
56-57.
[353] Kelâbâzî, 1979, s. 152.
[354] H. A. Yesevî, 2018, s. 113.
[355] a.g.e., s. 179
[360] Ankebût, 29/45; Cum’a, 62/9.
[361] Hicr, 15/9.
[362] Âl-i İmrân, 3/41; Ahzâb, 33/41-42; Cum’a,
62/10.
[363] Ahzâb, 33/41-42.
[364] Âl-i İmrân, 3/191.
[365] A’râf, 7/205.
[366] Kehf, 18/24.
[367] Münâfikûn, 63/9.
[368] Nûr, 24/37.
[369] Enfâl, 8/45; Ra’d, 13/28; Ahzâb, 33/35; Cum’a,
62/10.
[370] Tâ-Hâ, 20/124.
[371] Nisâ, 4/142.
[373] Bakara, 2/152. Âyetin tamamı şöyledir: “O
halde beni anın, ben de sizi anayım. Bana şükredin de nankörlük etmeyin. ”
[374] Kehf, 18/24.
[375] Herevî, 2017, s. 187.
[376] Kuşeyrî, 2017, s. 301.
[377] Müzzemmil, 73/8; Dehr, 76/25.
[378] R. Öngören, “Zikir”, DİA, XLIV, 2013, s.
409-412.
[379] Kuşeyrî, 2017, s. 301.
[380] H. K. Yılmaz, 2017, s. 162.
[381] Bakara, 2/152.
[382] H. A. Yesevî, 2018, s. 165.
[383] Ahzâb, 33/41.
[384] H. A. Yesevî, 2018, s. 94.
[386] H. A. Yesevî, 2018, s. 279.
[393] H. A. Yesevî, 2018, s. 296.
[394] E. Cebecioğlu, 2004, s. 615.
[395] Fâtır, 35/34; İnsân, 76/3
[396] Bakara, 2/158; Nisâ, 4/147
[397] Gazzâlî, 2002, IV, s. 113.
[398] İsrâ, 17/19; İnsân, 76/22.
[399] Mâide, 5/6; Nahl, 16/14; Hac, 22/36.
[400] Bakara, 2/52.
[401] Enfâl, 8/26.
[402] Mâide, 5/89.
[403] Nahl, 16/78; Mü’minûn, 23/78; Secde, 32/9.
[404] A’râf, 7/10; Mülk, 67/23.
[405] Yâsîn, 36/35, 73.
[406] Neml, 27/73.
[407] Sebe’, 34/13.
[408] Neml, 27/40.
[409] Bakara, 2/152.
[410] İbrâhîm, 14/7.
[411] H. K. Yılmaz, 2017, s. 174.
[412] Lokmân, 31/14.
[413] İnsân, 76/9.
[414] Gazzâlî, 2002, IV., s. 157.
[415] a.g.e., s. 168.
[416] B. Topaloğlu, “Hamd”, DİA, XV, 1997, s.
442-445.
[417] Yûnus, 10/10, Zümer, 39/74.
[418] İbrâhîm, 14/34.
[419] Kuşeyrî, 2017, s. 261.
[420] Kelâbâzî, 1979, s. 150.
[421] Kuşeyrî, 2017, s. 258-259.
[422] Herevî, 2017, s. 143-144.
[423] İbrâhîm, 14/7.
[424] Gazzâlî, 2002, IV., s. 170-171.
[425] a.g.e., IV., s. 226.
[426] H. A. Yesevî, 2018, s. 89.
[430] Nisâ, 4/69.
[431] Bkz. Ahzâb, 33/35; Mâide, 5/119.
[432] Tevbe, 9/119.
[433] Kuşeyrî, 2017, s. 292.
[434] Ahzâb, 33/23.
[435] H. K. Yılmaz, 2017, s. 168.
[436] Cürcânî, Ta ’rifât, haz. Abdurrahman
Acer, İstanbul, 2014, s. 98.
[441] H. K. Yılmaz, 2017, s. 191.
[442] E. Cebecioğlu, 2004, s. 448.
[443] Ankebût, 29/69.
[444] Hac, 22/78.
[445] Tevbe, 9/41.
[446] Nisâ, 4/95
[447] Mâide, 5/54
[448] Ankebût, 29/69.
[452] H. A. Yesevî, 2018, s. 188.
[453] a.g.e., s. 89.
[454] a.g.e., s. 490.
[455] M. Çağrıcı, “Edeb”, DİA, X, 1994, s.
412-414.
[456] Kâşânî, Tasavvuf Sözlüğü, 2015, s. 46.
[457] Kuşeyrî, 2017, s. 372.
[458] Necm, 53/16-17.
[459] Ankaravî, 1996, s. 278-280.
[460] E. Cebecioğlu, 2004, s. 180-181.
[461] Kuşeyrî, 2017, s. 373.
[462] Herevî, 2017, s. 178-179.
[466] Bu ibâre hadis kitaplarında
yer almaktadır. Hadisin tamamı şöyledir: Ebû Hureyre’den Resûlullah (s.a.s.)
şöyle buyurdu: “İman yetmiş veya altmış küsur şubeden ibarettir. Bunların en
üstünü “Lâ ilâhe illallah” demek, en aşağısı da insanlara zarar veren şeyleri
yoldan kaldırmaktır. Hayâ da imandan bir şubedir. ” Hadisi Buhârî, Müslim,
Ebû Dâvûd, Tirmizî, Nesâî ve İbn Mâce eserlerinde rivâyet etmişlerdir. Bkz. A.
Yıldırım, “Dîvân-ı Hikmet’te Yer Alan Hadislerin Kaynakları ve
Değerlendirilmesi”, 2016b, s.
[470] S. Ateş, “İhlâs”, DİA, XXI, 2000, s.
535-537.
[471] Kuşeyrî, 2017, s. 289.
[472] H. K. Yılmaz, 2017, s. 169.
[473] Beyyine, 98/5.
[474] Hicr, 15/40; Sâd, 38/83.
[475] Yûnus, 12/24; Meryem, 19/51; Sâd, 38/45-46.
[476] Kehf, 18/110.
[477] Cürcânî, Ta’rifât, 2014, s. 68.
[478] Meryem, 19/51.
[479] Kelâbâzî, 1979, s. 149.
[480] Kuşeyrî, 2017, s. 291.
[481] H. Arslan, “Hoca Ahmet Yesevî’de Samimiyet
Vurgusu ve Tutarsız Dindarlık Eleştirisi”, 2016, s. 868.
[482] H. A. Yesevî, 2018, s. 72.
[483] a.g.e., 2018, s. 172.
[484] a.g.e., s. 360.
[485] a.g.e., s. 338.
[486] M. Çağrıcı, “Hüzün”, DİA, XIX, 1999, s.
73-76.
[487] Kâşânî, 2015, s. 203.
[488] Bakara, 1/38; En’âm, 6/48; Yûnus, 10/62
[489] Âl-i İmrân, 3/139, 153; Hicr, 15/88; Ankebût
29/33.
[490] Yûsuf, 12/84, 86.
[491] Fâtır, 35/34
[492] E. Cebecioğlu, 2004, s. 290.
[493] Tevbe, 9/92.
[494] Kuşeyrî, 2017, s. 229.
[495] M. Çağrıcı, “Hüzün”, DİA, XIX, 1999, s.
73-76.
[496] Kuşeyrî, 2017, s. 228.
[497] Herevî, 2017, s. 79-80.
[498] Tevbe, 9/82.
[499] “Az gülsünler”
[500] “Çok ağlasınlar”
[501] H. A. Yesevî, 2018, s. 94.
[502] a.g.e., s. 162.
[503] a.g.e., s. 206.
[504] a.g.e., s. 425.
[513] Fussilet, 41/30; Ahkâf, 46/13
[514] Cîn, 72/16. Ayrıca bk. Fetih, 48/103; Ahzâb,
33/23.
[515] M. H. Y. Elmalılı, (ty), VIII, s. 380.
[516] En’âm, 6/151-153
[517] Kuşeyrî, 2017, s. 288.
[518] Cürcânî, 2014, s. 74.
[519] Gazzâlî, 2002, III, s. 145.
[520] Meryem, 19/71-72.
[521] H. A. Yesevî, 2018, s. 115.
[522] E. Cebecioğlu, 2004, s. 529.
[523] Bakara, 2/155-157; Âl-i İmrân, 3/142; Muhammed,
47/31.
[524] Nahl, 16/126.
[525] Bakara, 2/153, 249; Enfâl, 8/46, 66.
[526] Âl-i İmrân, 3/146.
[527] Hûd, 11/115; Yûsuf, 12/90.
[528] Nisâ, 4/25.
[529] Ra’d, 13/20-24.
[530] Neml, 16/96.
[531] Kasas, 28/54.
[532] Zuhruf, 43/10.
[533] Nahl, 16/96.
[534] Nahl, 16/127.
[535] Tur, 52/48.
[536] Meâric, 79/5.
[537] Ahkâf, 46/35.
[538] Nahl, 16/126-127.
[539] Fussilet, 41/34-35.
[540] Kelâbâzî, 1979, s. 144.
[541] Lokmân, 31/17.
[542] Mü’minûn, 23/110-111.
[543] Âl-i İmrân, 3/120.
[544] Âl-i İmrân, 3/125.
[545] Furkân, 25/20.
[546] Bakara, 2/250; A’râf, 7/126.
[547] Beled, 90/17; Asr, 103/3.
[548] Enfâl, 8/28.
[549] Bakara, 2/155.
[550] Kuşeyrî, 2017, s. 266.
[551] Gazzâlî, 2002, IV, s. 125.
[552] H. K. Yılmaz, 2017, s. 170.
[553] Öteleş, Z., “Kelâbâzî’nin
Bahru’l-fevâid/Me’âni’l-ahbâr İsimli Eserinde Temel Tasavvufî Kavramlar”, 2017,
s. 67.
[554] Gazzâlî, 2002, IV, 113.
[555] Herevî, 2017, s. 138.
[560] E. Cebecioğlu, 2004, s. 577.
[561] H. K. Yılmaz, 2017, s. 156.
[562] Bkz. Bakara, 2/41,197, 201; Âl-i İmrân,
3/16,102, 191; Nisâ, 4/80; Mâide, 5/2; A’râf, 7/26; Tevbe, 9/108; Tâ-Hâ,
20/132; Nûr, 24/52; Şuarâ, 26/108, 179; Duhân, 44/56; Tûr, 52/18; İnsân, 76/11.
[563] Hucurât, 49/13.
[564] Fâtır, 35/28.
[565] Âl-i İmrân, 3/76; Tevbe, 9/4,7.
[566] Câsiye, 45/19.
[567] Bakara, 2/194; Tevbe, 9/36, 123.
[568] Âl-i İmrân, 3/16.
[569] Tahrîm, 66/6.
[570] Duhân, 44/56; Tûr, 52/18; İnsân, 76/11.
[571] Bakara, 2/201.
[572] Bakara, 2/41.
[573] Âl-i İmrân, 3/102.
[574] Nûr, 24/52.
[575] Şuarâ, 26/108, 179.
[576] Nisâ, 4/80.
[577] Hucurât, 49/3.
[578] Hac, 22/37.
[579] Şems, 91/8.
[580] Talâk, 65/10.
[581] Bakara, 2/2; Âl-i İmrân, 3/138; Mâide, 5/46.
[582] Mâide, 5/11, 57, 88.
[583] Bakara, 2/282; Enfâl, 8/29.
[584] Tâ-Hâ, 20/132; Kasas, 28/83; Sâd, 38/49;
Zuhruf, 43/35.
[585] A’râf, 7/128; Hûd, 11/49.
[586] Bakara, 2/189; Mâide, 5/35, 100; Zümer, 39/61;
Nebe, 78/31.
[587] Bakara, 2/197.
[588] Âl-i İmrân, 3/133; Hicr, 15/45; Duhân, 44/51.
[589] Hucurât, 49/13; Leyl, 92/17.
[590] Bakara, 2/66; Âl-i İmrân, 3/138; Nûr, 24/34.
[591] Bakara, 2/189.
[592] Hucurât, 49/13.
[593] A’râf, 7/26.
[594] Tegâbün, 64/16.
[595] Âl-i İmrân, 3/115; Tevbe, 9/44.
[596] Kuşeyrî, 2017, s. 200.
[597] Cürcânî, 2014, s. 102.
[598] Şems, 91/8.
[599] Gazzâlî, 2002, IV, s. 288.
[600] H. A. Yesevî, 2018, s. 185.
[601] a.g.e., s. 224.
[602] a.g.e., s. 309.
[603] H. A. Yesevî, 2018, s. 208.
[604] M. Çağrıcı, “Kibir”, DİA, XXV, 2002, s.
562-563.
[605] Mü’min, 40/56.
[606] A’râf, 7/13, 146; Nahl, 16/29; Mü’min, 40/27
[607] Haşr, 59/23.
[608] Câsiye, 45/37.
[609] A’râf, 7/146.
[610] Kuşeyrî, 2017, s. 242.
[611] Bakara, 2/34. Ayrıca: A’râf, 7/12-13; Sâd,
38/74.
[612] Müslim, İman, 39; İbn Mâce,
Zühd, 16.
[613] E. Cebecioğlu, 2004, s. 375-376.
[614] Kuşeyrî, 2017, s. 235-236.
[615] H. A. Yesevî, 2018, s. 66.
[616] a.g.e., s. 204.
[617] a.g.e., s. 356.
[618] E. Cebecioğlu, 2004, s. 668.
[619] Tevbe, 9/25.
[620] Kuşeyrî, 2017, s. 282.
[621] Muhâsibî, 2014, s. 459.
[622] Kuşeyrî, 2017, s. 290.
[623] Gazzâlî, 2002, III, s. 793-794.
[624] H. A. Yesevî, 2018, s. 261.
[625] Kâşânî, 2015, s. 164.
[626] E. Cebecioğlu, 2004, s. 656.
[627] Furkân, 25/63.
[628] Ankaravî, 1996, s. 262-263
[629] Kelâbâzî, 1979, s. 146.
[630] Kuşeyrî, 2017, s. 286.
[631] Kuşeyrî, 2017, s. 168.
[632] Herevî, 2017, s. 161-162.
[633] Gazzâlî, 2002, I, s. 129.
[634] H. A. Yesevî, 2018, s. 416.
[635] H. A. Yesevî, 2018, s. 362.
[636] E. Cebecioğlu, 2004, s. 383.
[637] Tevbe, 9/28.
[638] Enbiyâ, 21/1.
[639] Nisâ, 4/7.
[640] Kaf, 50/16.
[641] Hadîd, 57/4.
[642] Bakara, 2/186.
[643] Mücâdele, 58/7.
[644] Enbiyâ, 21/109; Fussilet, 41/44.
[645] S. Ateş, “Kurb”, DİA, XXVI, 2002, s.
432-433.
[646] Alak, 96/19.
[647] Vâkıa, 56/11, 88.
[648] Mutaffifîn, 83/28.
[649] Nisâ, 4/172.
[650] Kuşeyrî, 2017, s. 175.
[651] a.g.e., s. 174.
[652] E. Cebecioğlu, 2004, s. 383.
[653] Cürcânî, 2014, s. 79.
[654] Kuşeyrî, 2017, s. 176
[655] Kuşeyrî, 2017, s. 176.
[656] H. A. Yesevî, 2018, s. 59.
[657] a.g.e., s. 366.
[658] E. Cebecioğlu, 2004, s. 726.
[659] Bir örnek olarak: “Cehennemin dokunuşunu
tadın!”, Kamer, 54/48.
[660] Ankaravî, 1996, s. 312.
[661] Kuşeyrî, 2017, s. 166.
[662] Kuşeyrî, 2017, s. 166.
[663] E. Cebecioğlu, 2004, s. 726.
[664] Cürcânî, 2014, s. 117.
[665] Kâşânî, 2015, s. 251.
[666] M. Çağrıcı, “Zevk”, DİA, XLIV, 2013, s.
308-310.
[667] Gazzâlî, 2002, IV, s. 531-648.
[668] H. A. Yesevî, 2018, s. 109.
[669] H. A. Yesevî, 2018, s. 246.
[670] Kâşânî, 2015, s. 300.
[671] Abese, 80/38-39.
[672] Yûnus, 10/58.
[673] E. Cebecioğlu, 2004, s. 587.
[674] Herevî, 2017, s. 277.
[675] H. A. Yesevî, 2018, s. 394.
[676] S. Uludağ, “Tevbe”, DİA, XLI, 2012, s.
284-285.
[677] E. Cebecioğlu, 2004, s. 657.
[678] Hûd, 11/3.
[679] Tahrîm, 66/8.
[680] H. K. Yılmaz, 2017, s. 159.
[681] Nûr, 24/31.
[682] A’râf, 7/143.
[683] Buhârî, Deâvât, 3; Tirmizî,
Deâvât, 38; İbn Hanbel, 1,38.
[684] Kuşeyrî, 2017, s. 187.
[685] Herevî, 2017, s. 51-52.
[686] S. Uludağ, “Tevbe”, DİA, XLI, 2012, s.
284-285.
[687] Nûr, 24/31; Sâd, 38/30, 44; Kâf, 50/33.
[688] Tahrîm, 66/8.
[689] Zümer, 39/54.
[690] Sa’d, 38/17, 19, 30, 44.
[695] S. Ceyhan, “Zühd”, DİA, XLIV, 2013, s.
530-533.
[696] Yûsuf, 12/20.
[697] Nisâ, 4/77.
[698] A. C. Haksever, Tasavvufu Anlama Kılavuzu,
Ankara, 2017, s. 20-21.
[699] Kelâbâzî, 1979, s. 142.
[700] Cürcânî, 2014, s. 120.
[701] H. K. Yılmaz, 2017, s. 179.
[702] Gazzâlî, 2002, IV, s. 399-406.
[703] H. A. Yesevî, 2018, s. 185.
[704] a.g.e., s. 348.
[705] a.g.e., s. 208.
[706] E. Cebecioğlu, 2004, s. 257.
[707] Kasas, 28/25
[708] Ahzâb, 33/53
[709] Bakara, 2/26.
[710] Alak, 96/14.
[711] A’râf, 7/26.
[712] Ankaravî, 1996, s. 267.
[713] Kuşeyrî, 2017, s. 296.
[714] Muhâsibî, 2014, s. 380.
[715] Herevî, 2017, s. 148-149.
[716] H. A. Yesevî, 2018, s. 141.
[717] H. A. Yesevî, 2018, s. 272..
[718] E. Cebecioğlu, 2004, s. 33.
[719] Hicr, 15/85
[720] Hucvîrî, 1996, s. 537.
[721] Gazzâlî, 2002, III, s. 36.
[722] H. A. Yesevî, 2018, s. 140.
[723] H. A. Yesevî, 2018, s. 236.
[724] a.g.e., s. 240.
[725] E. Cebecioğlu, 2004, s. 204.
[726] H. K. Yılmaz, 2017, s. 177.
[727] Fâtır, 35/15.
[728] Muhammed, 47/33.
[730] Âl-i İmrân, 3/131; Nisâ, 4/6; Tevbe, 9/60.
[731] Bakara, 2/273.
[732] Kelâbâzî, 1979, s. 145.
[733] Kuşeyrî, 2017, s. 363.
[734] Gazâlî, 2002, IV, s. 379.
[735] Kuşeyrî, 2017, s. 359.
[736] Herevî, 2017, s. 192.
[737] H. A. Yesevî, 2018, s. 229.
[738] Keşfü ’l-hafâ, II, 87 (1835).
[739] “El-fakru fahrî (Fakirlik iftiharımdır)
ibâresinin mevzû hadisler arasında yer aldığı kaydedilmiştir.
Bkz. A. Yıldırım, “Dîvân-ı Hikmet’te Yer Alan Hadislerin
Kaynakları ve Değerlendirilmesi”, 2016b, s.
48-49.
[740] H. A. Yesevî, 2018, s. 381.
[741] E. Cebecioğlu, 2004, s. 658.
[742] H. K. Yılmaz, 2017, s. 172.
[743] Mâide, 5/11, 18.
[744] İbrâhîm, 14/12.
[745] Talâk, 65/3.
[746] M. Çağrıcı, “Tevekkül”, DİA, XLI, 2012,
s. 1-2.
[747] Yûnus, 10/71; Hûd, 11/56, 88; Yûsuf, 12/67.
[748] Âl-i İmrân, 3/159.
[749] Ra’d, 13/2,3.
[750] Yûnus, 10/3, 31; Secde, 32/5.
[757] Mekkî, 2003, III, s. 27.
[758] H. A. Yesevî, 2018, s. 407.
[759] a.g.e., s. 478.
[760] E. Cebecioğlu, 2004, s. 318.
[761] Haşr, 59/9.
[762] Tâ-Hâ, 20/72; Nâziât, 79/38; A’lâ, 87/16.
[763] H. Suad, İbn-iArabî Sözlüğü, İstanbul,
2005, s. 375.
[764] Ankaravî, 1996, s. 263-264.
[765] Kuşeyrî, 2017, s. 336.
[766] Cürcânî, 2014, s. 72.
[767] H. A. Yesevî, 2018, s. 504.
[768] E. Cebecioğlu, 2004, s. 550.
[769] Haşr, 59/9.
[770] İnfitâr, 82/6.
[771] Rahmân, 55/27, 76; Alak, 96/3.
[772] Bakara, 2/264.
[773] Mâide, 5/2.
[774] İnsân, 76/8-10; Leyl, 92/17-20.
[775] Bakara, 2/261-267.
[776] Âl-i İmrân, 3/92.
[782] H. A. Yesevî, 2018, s. 438.
[783] E. Cebecioğlu, 2004, s. 347.
[784] S. Uludağ, Tasavvufun Dili, İstanbul, 2016, s.
616.
[785] H. K. Yılmaz, 2017, s. 181.
[786] Cürcânî, 2014, s. 77.
[787] Nahl, 16/97.
[788] Hac, 22/36.
[795] E. Cebecioğlu, 2004, s. 654-655.
[796] Zümer, 39/54.
[797] Hac, 22/34.
[798] Bakara, 2/130-131.
[799] Kuşeyrî, 2017, s. 149.
[800] Kuşeyrî, 2017, s. 306.
[801] Ankaravî, 1996, s. 259.
[802] Nisâ, 4/65.
[803] Herevî, 2017, s. 132-134.
[805] E. Cebecioğlu, 2004, s. 577.
[806] S. Uludağ, “Sohbet”, DİA, XXXVII, 2009,
s. 350.
[807] Tevbe, 9/40
[808] Tevbe, 9/119.
[809] En’âm, 6/68.
[810] H. K. Yılmaz, 2017, s. 189.
[811] Ahzâb, 33/21.
[812] Hucvîrî, 1996, s. 483, 488.
[813] Kuşeyrî, 2017, s. 385.
[827] E. Cebecioğlu, 2004, s. 609.
[828] R. Öngören, “Şeyh”, DİA, XXXIX, 2010, s.
50-52.
[829] E. Cebecioğlu, 2004, s. 455.
[830] Hûd, 11/72; Yûsuf, 12/78; Kasas, 28/23; Mü’min,
40/67.
[831] Kehf, 18/67.
[832] Kehf, 18/66.
[833] Kuşeyrî, 2017, s. 418.
[834] Mâide, 5/35.
[835] H. K. Yılmaz, 2017, s. 184.
[836] Cürcânî, 2014, s. 89.
[837] S. Derin, “Sûfi Yolunun Korunması: Divan-ı
Hikmet’te Sûfi Kılığına Bürünenlerin Özellikleri”, 2016, s. 1266.
[842] H. A. Yesevî, 2018, s. 353.
[843] a.g.e., s. 278.
[844] E. Cebecioğlu, 2004, s. 454.
[845] Kuşeyrî, 2017, s. 283.
[846] H. K. Yılmaz, 2017, s. 185.
[847] A. C. Haksever, 2017, s. 121.
[848] Kelâbâzî, 1979, s. 200-201.
[849] Kuşeyrî, 2017, s. 418.
[850] En’âm, 6/52.
[851] Cürcânî, 2014, s. 88.
[852] H. A. Yesevî, 2018, s. 188.
[853] a.g.e., s. 349.
[854] a.g.e., s. 214.
[855] A. Kartal, “Ahmed-i Yesevî’de Kişiyi Allah’tan
Uzaklaştıran Bir İllet: Riyâ”, 2017, s. 459.
[856] H. A. Yesevî, 2018, s. 261.
[857] a.g.e., s. 261.
[858] a.g.e., s. 261.
[859] H. K. Yılmaz, 2017, s. 183.
[860] E. Cebecioğlu, 2004, s. 565.
[861] N. Kübra, TasavvufîHayat, İstanbul,
1980, s. 35.
[862] S. Uludağ, “Sülûk”, DİA, XXXVIII, 2010,
s. 127-128.
[863] Cürcânî, 2014, s. 96.
[864] Kuşeyrî, 2017, s. 172.
[865] H. A. Yesevî, 2018, s. 105.
[866] a.g.e., s. 422.
[867] E. Cebecioğlu, 2004, s. 521.
[868] Yûsuf, 12/53.
[869] H. K. Yılmaz, 2017, s. 192-195.
[870] Kuşeyrî, 2017, s. 213
[871] A’râf, 7/31.
[872] Muhammed, 47/12.
[873] Herevî, 2017, s. 73.
[874] Cürcânî, 2014, s. 95.
[875] Ankaravî, 1996, s. 232-233.
[876] Gazzâlî, 2002, III, s. 150-151.
[877] Secde, 32/16.
[878] Âl-i İmrân, 3/17.
[879] İnsân, 76/26.
[893] S. Ceyhan, “Semâ”, DİA, XXXVI, 2009, s.
455-457.
[894] E. Cebecioğlu, 2004, s. 555.
[895] H. K. Yılmaz, 2017, s. 187.
[896] A. Y. Soyyer, 2019, s. 465.
[897] Zümer, 39/18.
[898] Enfâl, 8/23
[899] Kuşeyrî, 2017, s. 420.
[900] Kelâbâzî, 1979, s. 221.
[901] H. K. Yılmaz, 2017, s. 187.
[902] Kuşeyrî, 2017, s. 514.
[903] Bu beş şart şunlardır: 1) Semâın zamanına, semâ yapılan yere, semâ
meclisinin katılımcılarına dikkat edilmelidir. 2) Mecliste bulunanların hali
dikkate alınmalı, etrafta semâın kendisine zarar vereceği kişiler varsa semâ
yapılmamalıdır. 3) Semâ’da okunan kaside ve ilâhiler, bütün dünyevî düşünceleri
terkedilerek can kulağı ve kalp huzûruyla dinlenmelidir. 4) Semâ sırasında
kendisini zaptedebilecek güçte olanın ayağa kalkmaması, yüksek sesle
bağırmaması ve ağlamaması gerekir. 5) Riyâsız olarak bir kişi vecde gelip ayağa
kalktığında diğerleri de ona uyarak ayağa kalkmalıdır. Gazzâlî, 2002, II, s.
744-751.
[904] İbn-i Ahmed Ferîdûn, Risâle-i Sipehsâlâr,
İstanbul, 1977, s. 73.
[905] S. Uludağ, “Âyin”, DİA, IV, 1991, s.
250.
[911] E. Cebecioğlu, 2004, s. 249.
[912] H. K. Yılmaz, 2017, s. 195-198.
[913] Cürcânî, 2014, s. 110.
[914] E. Cebecioğlu, 2004, s. 672.
[915] Hucvîrî, 1996, s. 466
[916] A’râf, 7/142.
[917] Ankaravî, 1996, s. 229,
[918] Ankaravî, 1996, s. 230-231
[919] Kuşeyrî, 2017, s. 197.
[920] Cürcânî, 2014, s. 62.
[921] M. A. Safi, 2006, s. 67-68.
[922] S. Uludağ, “Halvet”, DİA, XV, 1997, s.
386-387.
[923] H. A. Yesevî, 2018, s. 296.
[924] a.g.e., s. 400.
[925] H. A. Yesevî, 2018, s. 365.
[926] a.g.e., s. 393.
[927] a.g.e., s. 344.
[928] E. Cebecioğlu, 2004, s. 696-697.
[929] H. K. Yılmaz, 2017, s. 201.
[930] Yûnus, 10/62.
[931] Bakara, 2/286; Âl-i İmrân, 3/150; Enfâl, 8/40;
Hac, 22/78; Muhammed, 47/11; Tahrîm, 66/2.
[932] Nûr, 24/37.
[933] Ahzâb, 33/23.
[934] Zuhruf, 43/68.
[935] Fecr, 89/29-30.
[936] Mâide, 5/54.
[937] Bakara, 2/195; Âl-i İmrân, 3/76, 146, 159;
Hucurât, 49/3.
[938] Yûnus, 10/62-64.
[939] Âl-i İmrân, 3/175
[940] Bakara, 2/257; Âl-i İmrân, 3/68; Mâide, 5/55;
A’râf, 7/196; Şûrâ, 42/9.
[941] Tevbe, 9/71; Enfâl, 8/73.
[942] Bakara, 2:257.
[943] Âl-i İmrân, 3/31.
[944] İsrâ, 17/55.
[945] Kuşeyrî, 2017, s. 348.
[946] S. Uludağ, a.g.md., s. 28.
[947] Cürcânî, 2014, s. 114.
[948] Kuşeyrî, 2017, s. 349.
[949] Ankaravî, 1996, s. 321-325.
[950] H. A. Yesevî, 2018, s. 482.
[951] a.g.e., s. 226.
[952] a.g.e., s. 240.
[953] H. A. Yesevî, 2018, s. 187.
[954] H. K. Yılmaz, 2017, s. 203.
[955] E. Cebecioğlu, 2004, s. 65.
[956] Kuşeyrî, 2017, s. 405.
[957] Kuşeyrî, 2017, s. 407.
[958] Bakara, 2/165.
[959] Tevbe, 9/24.
[960] Mâide, 5/54.
[961] Hucvîrî, 1996, s. 445.
[962] M. Cemiloğlu, “İslâmî Türk Kültür Birliği
Çerçevesinde Ahmed Yesevî’de İlâhî Aşk”, s. 54.
[963] Hucvîrî, 1993, s. 449.
[964] H. K. Yılmaz, 2017, s. 207.
[965] Gazzâlî, 2002, IV, s. 533-570.
[966] Kelâbâzî, 1979, s. 161.
[967] Hucvîrî, 1996, s. 452.
[968] Serrâc, 1996, s. 56.
[969] Gazzâlî, 2002, IV, s. 568.
[970] a.g.e., s. 596-607.
[971] a.g. e., s. 647.
[972] Kelâbâzî, 1979, s. 162.
[973] H. Altıntaş, “Ahmed Yesevî’nin Düşüncelerinde
İlâhî Aşk”, 1993, s. 27.
[974] İ. Maraş, “Ahmet Yesevî Düşüncesinde Ahlâk
Felsefesinin Temel Kavramları”, 2016, s. 570.
[975] F. Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe
Ansiklopedik Lugat, İstanbul, 1992, s. 673.
[976] Kuşeyrî, 2017, s. 406.
[977] Hucvîrî, 1996, s. 446.
[978] A. Akyol, “Türk Din Tasavvurunda Sevgi ve Gönül
-Yesevî Merkezli Bir İnceleme”, 2019, s. 88-97.
[983] H. A. Yesevî, 2018, s. 263.
[984] Bu ibâre bazı kaynaklarda zayıf hadis olarak
değerlendirilmiştir. Bkz. A. Yıldırım, “Dîvân-ı Hikmet’te
[1001]
H. A. Yesevî, 2018, s. 222.
[1020] Kâşânî, 2015, s. 185
[1021] H. K. Yılmaz, 2017, s. 205-207.
[1022] Şûrâ, 42/13.
[1023] Kuşeyrî, 2017, s. 428.
[1024] H. K. Yılmaz, “Cezbe”, DİA, VII,
1993, s. 504.
[1025] Kuşeyrî, 2017, s. 430.
[1031] H. A. Yesevî, 2018, s. 444.
[1032] E. Cebecioğlu, 2004, s. 677.
[1033] Mekkî, 2003, III, s. 268-269.
[1034] E. Cebecioğlu, 2004, s. 266.
[1035] Bakara, 2/186.
[1036] Kâf, 50/ 16
[1037] Bakara, 2/260.
[1038] A’râf, 7/143.
[1039] Gazzâlî, 2002, IV, s. 609-610.
[1040] Ankaravî, 1996, s. 282.
[1041] S. Ceyhan, “Üns”, DİA, XLII, 2012, s.
348-349.
[1042] H. K. Yılmaz, 2017, s. 211.
[1043] Kelâbâzî, 1979, s. 157.
[1044] Mekkî, 2003, III, s. 270.
[1045] Kuşeyrî, 2017, s. 154.
[1046] Cürcânî, 2014, s. 64.
[1050] E. Cebecioğlu, 2004, s. 257.
[1051] M. Kara, “Havf”, DİA, XVI, 1997,
s. 528-531.
[1052] E. Cebecioğlu, 2004, s. 513.
[1053] S. Uludağ, “Recâ”, DİA, XXXIV, 2007, s.
502.
[1054] Kuşeyrî, 2017, s. 217.
[1055] H. K. Yılmaz, 2017, s. 210.
[1056] Fâtır, 35/28.
[1057] Âl-i İmrân, 3/175.
[1058] En’âm, 6/15
[1059] Meryem, 19/45.
[1060] Hûd, 11/26, 84; Gâfır, 40/26.
[1061] Hûd, 11/103; İbrâhîm, 14/14; Rahmân,
55/46.
[1062] Bakara, 2/38.
[1063] Bakara, 2/112.
[1064] En’âm, 6/48.
[1065] Ahkâf, 46/13.
[1066] Yûnus, 10/62.
[1067] Mâide, 5/54.
[1068] Bakara, 2/155.
[1069] Ankaravî, 1996, s. 236-238
[1070] Naziât, 79/40-41.
[1071] Gazzâlî, 2002, IV, s. 286-288.
[1072] A’râf, 7/99.
[1082] İsrâ, 17/57.
[1083] Mekkî, 2003, I, s. 376.
[1084] M. Kara, “Havf “, DİA, XVI,
1997, s. 528-531.
[1085] Kelâbâzî, 1979, s. 148.
[1086] Gazzâli, 2002, IV, s. 259-263.
[1087] Kuşeyrî, 2017, s. 218.
[1088] Gazzâlî, 2002, IV, s. 303.
[1089] H. A. Yesevî, 2018, s. 396.
[1090] “Mûtû kable en temûtû (Ölmeden önce ölünüz)”
ibâresi bazı kaynaklarda zayıf hadis olarak değerlendirilmiştir. Bkz. A.
Yıldırım, “Dîvân-ı Hikmet’te Yer Alan Hadislerin Kaynakları ve
Değerlendirilmesi”, 2016b, s. 47-48.
[1091] H. A. Yesevî, 2018, s. 382.
[1092] H.K. Yılmaz, “Cem”, DİA, VII,
1993, s. 278-279.
[1093] E. Cebecioğlu, 2004, s. 121-122.
[1094] E. Cebecioğlu, 2004, s. 205.
[1095] H. K. Yılmaz, 2017, s. 219-220.
[1096] Enfâl, 8/17.
[1097] Cürcânî, 2014, s. 52.
[1098] Âl-i İmrân, 3/18.
[1099] Hadîd, 57/4.
[1100] H. A. Yesevî, 2018, s. 162.
[1101] H. A. Yesevî, 2018, s. 312.
[1102] E. Cebecioğlu, 2004, s. 227.
[1103] Kuşeyrî, 2017, s. 162.
[1104] E. Cebecioğlu, 2004, s. 287.
[1105] M. Akkuş, “Gaybet”, DİA, XIII,
1996, s. 409-410.
[1106] Yûsuf, 12/31.
[1107] Meryem, 19/26.
[1108] H. K. Yılmaz, 2017, s. 212.
[1109] Ankaravî, 1996, s. 330-331.
[1110] Serrâc, 1996, s. 333.
[1111] Cürcânî, 2014, s. 60.
[1112] S. C. Seccâdî, Tasavvuf ve İrfan Terimleri
Sözlüğü, İstanbul, 2007, s. 207.
[1113] H. A. Yesevî, 2018, s. 479.
[1114] E. Cebecioğlu, 2004, s. 208.
[1115] Cürcânî, 2014, s. 58.
[1116] Nahl, 16/96; Rahmân, 55/ 26-27.
[1117] Sâffât, 37/96.
[1118] Enfâl, 8/17.
[1119] A’râf, 7/143
[1120] Yûsuf, 12/31.
[1121] Kuşeyrî, 2017, s. 162.
[1122] Kelâbâzî, 1979, s. 187.
[1123] Kuşeyrî, 2017, s. 162.
[1124] M. Kara, “Fenâ”, DİA, XII, 1995,
s. 333-335.
[1125] Kelâbâzî, 1979, s. 183.
[1130] E. Cebecioğlu, 2004, s. 80.
[1131] Tâ-Hâ, 20/73; Rahmân, 55/27.
[1132] Hadîd, 57/3; İhlâs, 112/2.
[1133] Âl-i İmrân, 3/185.
[1134] Furkân, 25/58; Kasas, 28/88.
[1135] Nisâ, 4/57, 122, 169; Ahzâb, 33/65.
[1136] M. Yurdagür, “Bekâ”, DİA, V, 1992,
s. 359-360.
[1137] H. A. Yesevî, 2018, s. 449.
[1138] a.g.e., s. 165.
[1139] E. Cebecioğlu, 2004, s. 408.
[1140] Kuşeyrî, 2017, s. 167.
[1141] H. K. Yılmaz, 2017, s. 213.
[1142] E. Cebecioğlu, 2004, s. 318.
[1143] Ra’d, 13/39.
[1144] Enfâl, 8/17.
[1145] Cürcânî, 2014, s. 83.
[1146] H. A. Yesevî, 2018, s. 110.
[1147] E. Cebecioğlu, 2004, s. 305.
[1148] Cürcânî, 2014, s. 71.
[1149] Y. Ş. Yavuz, “İlim”, DİA, XXII,
2000, s. 108-109.
[1150] Ankaravî, 1996, s. 288-290.
[1151] Ankebût, 29/43.
[1152] Bakara, 2/31
[1153] En’âm, 6/91
[1154] Yûsuf, 12/37
[1155] Yûsuf, 12/6
[1156] Muhammed, 47/19.
[1157] Rûm, 30 /7.
[1158] M. Aşkar, “Osmanlı Devleti’nde Âlim-Mutasavvıf
Prototipi Olarak İlk Şeyhülislâm Molla Fenârî ve Tasavvuf Anlayışı”, 1997, s.
387.
[1199] H. A. Yesevî, 2018, s. 311.
[1200] E. Cebecioğlu, 2004, s. 276.
[1201] M. Kara, “Hikmet”, DİA, XVII,
1998, s. 518-519.
[1202] Bakara, 2/269.
[1216] H. A. Yesevî, 2018, s. 405.
[1217] E. Cebecioğlu, 2004, s. 607.
[1218] Şûrâ, 42/13, 21; Câsiye, 45/18.
[1219] T. Türcan, “Şeriat”, DİA, XXXVIII, 2010,
s. 571-574.
[1220] Mâide, 5/48.
[1221] Kuşeyrî, 2017, s. 176.
[1222] Kehf, 18/65-67.
[1223] N. Hasan, “Mevlâna Sûfî Muhammed
Danişmend ve Mir ’âtü ’l-kulûb Eseri ”, 2011, s. 13.
[1224] Ö. Demirdaş, “Ahmed Yesevî’nin Divan-ı
Hikmet’inde Şeriat, Tarikat ve Hakikat”, 2020, s. 2504.
[1225] H. A. Yesevî, 2018, s. 71.
[1230] H. A. Yesevî, 2018, s. 207.
[1231] R. Öngören, “Tarikat”, DİA, XL,
2011, s. 95.
[1232] “Her halde dediler: bunlar iki sihirbaz, sizi yerinizden
çıkarmak ve örnek olan tarikatınızı gidermek istiyorlar.” Tâ-Hâ, 20/63, “Biz
onların ne dediklerini daha iyi biliriz ve yolu yordamı daha düzgün olan
kimseler o zaman: “Bir günden fazla eğleşmediniz” derler. ” Tâ-Hâ, 20/104.
[1233] E. Cebecioğlu, 2004, s. 627-628.
[1234] R. Öngören, “Tarikat”, DİA, XL,
2011, s. 96.
[1235] Kuşeyrî, 2017, s. 418.
[1236] Cürcânî, 2014, s. 103.
[1237] H. A. Yesevî, 2018, s. 86-87.
[1242] E. Cebecioğlu, 2004, s. 412.
[1243] H. K. Yılmaz, 2017, s. 221.
[1244] S. Uludağ, “Mârifet”, DİA, XXVIII, 2003,
s. 54-56.
[1245] Kuşeyrî, 2017, s. 398.
[1246] Ankaravî, 1996, s. 349-350
[1247] Kuşeyrî, 2017, s. 402.
[1284] E. Cebecioğlu, 2004, s. 214.
[1285] S. Eraydın, “Feyiz”, DİA, XII, 1995, s.
513-514.
[1286] Cürcânî, 2014, s. 58.
[1287] Kuşeyrî, 2017, s. 260.
[1288] E. Cebecioğlu, 2004, s. 212.
[1289] H. Suad, 2005, s. 191.
[1290] H. K. Yılmaz, 2017, s. 223.
[1291] Kuşeyrî, 2017, s. 402.
[1296] A. C. Haksever, 2017, s. 147.
[1297] E. Cebecioğlu, 2004, s. 365.
[1298] Serrâc, 1996, s. 313.
[1299] Kelâbâzî, 1979, s. 112.
[1300] Cürcânî, 2014, s. 78.
[1301] Kelâbâzî, 1979, s. 109.
[1302] Kuşeyrî, 2017, s. 536.
[1303] Serrâc, 1996, s. 316.
[1315] E. Cebecioğlu, 2004, s. 305.
[1316] A. C. Haksever, 2017, s. 132.
[1317] Kâşânî, 2015, s. 78.
[1318] Y. Ş. Yavuz, “İlham”, DİA, XXII,
2000, s. 98-100.
[1319] Cürcânî, 2014, s. 71.
[1320] H. K. Yılmaz, 2017, s. 223.
[1321] Şems, 91/8.
[1322] Mâide, 5/11.
[1323] Y. Ş. Yavuz, “İlham”, DİA, XXII,
2000, s. 98-100.
[1324] Nahl, 16/68.
[1325] Enbiyâ, 21/79.
[1333] H. K. Yılmaz, 2017, s. 222.
[1334] Neml, 27/62.
[1335] En’âm, 6/17; Yûnus, 10/107.
[1336] Kâf, 50/22.
[1337] H. Suad, 2005, s. 608.
[1338] İ. Erpay, “Ahmet Yesevî’nin Divanı Hikmet’inde
Pedagojik Unsurlar ve Din Eğitimi”, 2016, s. 621.
[1339] Cürcânî, 2014, s. 78.
[1340] Kuşeyrî, 2017, s. 263.
[1345] E. Cebecioğlu, 2004, s. 441.
[1346] Burûc, 85/3.
[1361] Vâkıa, 56/95; Hâkka, 69/51.
[1362] Tekâsür, 102/5.
[1363] Tekâsür, 102/6.
[1364] Tekâsür, 102/7.
[1365] Nisâ, 4/157.
[1366] Hicr, 15/99; Müddessir, 74/47.
[1367] Bakara, 2/4.
[1368] Vâkıa, 56/94.
[1369] S. C. Seccâdî, 2007, s. 515-516.
[1370] H. K. Yılmaz, 2017, s. 221.
[1371] Cürcânî, 2014, s. 116.
[1372] Ankaravî, 1996, s. 281-282
[1373] Kuşeyrî, 2017, s. 263.
[1374] Kelâbâzî, 1979, s. 154.
[1375] Ankaravî, 1996, s. 281-282.
[1376] H. A. Yesevî, 2018, s. 85.
[1377] E. Cebecioğlu, 2004, s. 638.
[1378] H. Suad, 2005, s. 607.
[1379] S. Ceyhan, “Tecelli”, DİA, XL, 2011, s.
241-243.
[1380] Leyl, 92/2.
[1381] A’râf, 7/143
[1382] Kelâbâzî, 1979, s. 182.
[1383] H. K. Yılmaz, 2017, s. 224.
[1384] Cürcânî, 2014, s. 104.
[1385] Ankaravî, 1996, s. 339-340.
[1386] Mâide, 5/110.
[1387] Serrâc, 1996, s. 354.
[1388] Kuşeyrî, 2017, s. 168.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar