HACI BEKTÂŞ VELÎ’NİN ESERLERİNDE TASAVVUFİ KAVRAMLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ
Hazırlayan: Sıdıka ÇANAKÇI
Tasavvuf, İslâm’daki derûnî hayatı
ifade eden, ahlak, nefis terbiyesi ve tezkiyesi merkezli disiplinin adıdır.
İlahi emirlerin gereğini yapmak, Allah (celle celâlühü) ve Resûlullah
(salla'llâhü aleyhi ve sellem)’in ahlakıyla ahlaklanmak ve mâsivâ ile kalbî
ilişkiyi kesmek gibi tarifleri yapılan tasavvuf, insanı gönül terbiyesi ile
“kâmil insan” modeline yükselten bir eğitim sistemidir. Tasavvufta hedef marifetullaha
ulaşmak olduğundan âlimler, tasavvufu ilimlerin özü- temeli saymışlardır.
Tefsir, hadîs, kelâm, fıkıh gibi
İslâmî bir ilim dalı olan tasavvuf, kaynağını Kur’ân- ı Kerîm’den ve hadîs-i
şeriflerden almaktadır. Mutasavvıflar söz ve fiillerini şer’i kurallara uygun
şekilde yerine getirip, bid’atlerden son derece kaçınmışlardır.
Sûfîler tebliğ ve irşad
faaliyetlerinde bulunmak üzere dünyanın farklı coğrafyalarına, ulaşarak hem o
bölgeyi İslamlaştırmaya gayret etmişler, hem de tasavvufi faaliyetlerini oralarda
sürdürmüşlerdir. Her zaman önemini ve güncelliğini koruyan Tasavvufta, “mürşid”
denen manevi olgunluğa erişen, peygamber vârisi konumunda ilim irfan sahibi
kimseler, eğitimci karakterleriyle diğer insanları irşad etmeye büyük çaba
göstermişlerdir. Allah’ın kullarına, Hâlık’ı tanıtıp sevdirmekle
vazifelendirilmiş mutasavvıflardan biri olan Hacı Bektâş Velî de görevini
yapmak üzere Anadolu topraklarını yurt edinmiş, çevresini aydınlatan bir kandil
olmuştur.
XIII. yüzyılda yaşadığı bilinen
Horasan erenlerinden Hacı Bektâş Velî, asırlar boyu hoşgörüsüyle, insanlığa
verdiği değer ve öğretisiyle gönülleri fethetmiş, eserleri, nasihatleri
günümüze kadar gelmiş bir Türk sûfîsidir. Etrafında yetiştirdiği dervişleri
Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşmasından, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda
hizmetlerde bulunmuşlar, birçok fetihlere katılmışlardır. Ancak onun yaşadığı
dönemde kendisi hakkında yazılmış tarihi bilgilerin azlığı, hakkında farklı
çıkarımlara sebebiyet vermiş, böylece Hacı Bektâş Velî’nin kimliğine dair
muhtelif değerlendirmeler oluşmuştur.
Bu değerlendirmeler, özellikle Hacı
Bektâş Velî’nin din anlayışı, İslâm’ı yorumlayış tarzı etrafında toplanmıştır.
Onun Yesevî, Haydarî, Kalenderî, Vefâî, Heteredoks anlayışı benimsemesine
yönelik farklı görüşler bulunmaktadır. Biz de bu araştırma ile onun kitap ve
sünnet çizgisinde bir mutasavvıf olduğunu ortaya koymaya çalıştık.
Şüphesiz Hacı Bektâş Velî’yi tanıma
ve anlamanın en uygun yolu, eserlerini mütalaa etmekten başlar. Ona ait
eserlerde dini ve ahlaki unsurların çokluğu dikkat çekmektedir. Zira Hacı
Bektâş Velî, “yetmiş iki millete bir gözle bakmak ve eşit hizmet etmek” derken
engin hoşgörü ve sevgi ile insanlara eşit muamelede bulunmayı, “eline diline,
beline sahip ol” derken edepli ve iffetli yaşamaya işaret eder. “İlimden
gidilmeyen yolun sonu karanlıktır” mesajıyla cehalete savaş açmış, “bir olalım,
iri olalım, diri olalım” derken tefrikaya düşmeden birlik ve beraberlik
çağrısında bulunmuştur. Hacı Bektâş Velî’nin, başta iman-ibadet olmak üzere,
ahlak, ilim, insan sevgisi, hoşgörü, birlik ve kardeşlik gibi sosyal yaşama
dönük vermiş olduğu mesajlarda, faziletli insanlardan müteşekkil bir toplum
oluşturma gayreti içinde olduğu görülmektedir. Hacı Bektâş Velî, düşünce ve
söylemleriyle dün olduğu gibi, bugün de yarın da beşeriyetin muhtaç olduğu
değerlere vurgu yapacak, insanlığa ışık tutacaktır.
Araştırmamızda Hacı Bektâş Velî’nin,
tasavvufi konuları ağırlıklı olarak işlediği Makâlât, Makâlât-ı Gaybiyye ve
Kelimât-ı Ayniyye, Kitâbu ’l- Fevâid isimli eserlerinde geçen tasavvuf
terimlerini belirleyerek, bunlara Hacı Bektâş Velî’nin ne manalar yüklediğini,
nasıl izah ettiğini, diğer mutasavvıfların kelamlarıyla örtüşen ve farklılaşan
görüşlerini bulup mukayeseli olarak ele aldık. Ayrıca Hacı Bektâş Velî’nin yaşadığı
dönemle ilgili Anadolu’daki siyasi, sosyal, kültürel ve dini durumlar hakkında
bilgilere ilaveten, Hacı Bektâş Velî’nin hayatı, çağdaşları ile ilişkileri ve
eserleri hakkında bilgi verdik.
HACI
BEKTÂŞ VELÎ’NİN HAYATI, YAŞADIĞI DÖNEM VE ESERLERİ
Türk kültürü
ve tasavvufu üzerinde derin ve kalıcı izler bırakan Hacı Bektâş Velî’yi ve
öğretisini anlayabilmek için, XIII. yüzyıl Anadolusu’nun o günkü yapısını,
koşullarını iyi tanımak ve analiz etmek gerekir.
Hacı Bektâş
Velî’nin sadece tasavvufi yönünü ele almak ve değerlendirmede bulunmak zordur.
Ancak onun düşünce dünyasını, yaşam felsefesini anlayabilmek için bulunduğu
ortamı ve şartları iyi tanımak gerekir. Onun kişiliğinde, yetişmesinde etkin
olan unsurlar ile bulunduğu çevrenin kültürel ve dini özelliklerinin
araştırılması da önem arzetmektedri. Hacı Bektâş Velî’nin yaşamında etkili olan
faktörler kuşkusuz, fikirlerine ve kaleme aldığı eserlerine de yansıyacaktır.
Hacı Bektâş
Velî’nin düşünce sisteminin detaylı bir şekilde öğrenmek için, Ahmed Yesevi ile
olan bağlantısını ve bu çizgide kemâle eren öğretisinin temellerini ve
inceliklerini kavramak gerekmektedir. Onun Horasan’dan başlayarak Anadolu’da
son bulan yolcuğu, bu yolculuk esnasında görüştüğü kimseler, yaşadığı olaylar
ve düşüncelerini etkileyen unsurlar nelerdir? Onun yaşamında kazandığı
edinimler sözlerinde, eserlerinde ve öğretisinde somut bir şekilde ortaya
çıkmaktadır.
Hacı Bektâş
Velî’nin hayatına ait tarihi-yazılı bilgilerin kısıtlı olması, tarihi
hüviyetini belirlemede sıkıntılar doğurmaktadır. Onun hakkında önemli ipuçları
veren bilgileri, tarihi gerçeklerle efsanevi menkıbelerin birbirine karıştığı velâyet-
nâme’lerde bulmaktayız. Ayrıca Selçuklu dönemini anlatan tarihi belgeler ve
eserlerden de faydalanarak, onun yaşadığı dönem hakkında bilgiler edindik.
Araştırmamızda günümüze ulaşan tarihi verileri esas olarak Hacı Bektâş Velî’yi
değerlendirmeye çalıştık.
Hacı Bektâş
Velî’nin doğup büyüdüğü Nişabur şehrinden Anadolu’ya göç etmesine sebep olan
etkenler nelerdir? Niçin Anadolu’yu-Sulucakarahöyük’ü mekân edinmiştir?
Anadolu’da o günkü siyasi, sosyal, dini ve kültürel durum nedir? Anadolu’nun
maddi ve manevi iklimi, görüştüğü kimseler, onun hayatında nasıl bir etki
bırakmıştır? Babailerle ilişkisi var mıdır? Babaî İsyanına iştirak etmiş midir?
Yeniçeri Ocağıyla bir alakası var mıdır? gibi sorulara, ulaştığımız bilgiler
ışığında cevaplar bulmaya çalıştık.
Vilâyet-nâme
Hacı Bektâş Velî’nin hayatına dair verdiği menkıbelerin hiçbirinde tarih
belirtmez. Eserde Hacı Bektâş Velî’nin Osmangazi ile görüştüğü yazılıdır.[1] Elvan Çelebi’de, Hacı Bektâş
Velî’nin Osmangazi’nin kayınpederi olan Şeyh Edebâli ile yakın ilişkiler içinde
olduğunu ve yol arkadaşı olduğundan bahseder. Melikoff ise bunun tarihen
imkânsız olduğunu, hatta 13. Yüzyılın sonunda Osmangazi’nin tarih sahnesine
çıkmadan yıllar önce Hacı Bektâş Velî’nin öldüğünü söyler.[2]
Taşköprîzâde ise onun I. Murad (1362-1389) devrinde yaşadığını[3] ifade etmiştir. Ancak
Aşıkpaşazâde onun Osmanlı hanedanından hiç kimseyle görüşmediğini yazmıştır ki[4] tarihen doğru olan budur.
Gelibolulu Âlî Efendi onun Sultan Orhan (1326-1362) zamanındaki meşhur
âlimlerin yer aldığı (20a) bölümünde zikretmiş fakat tarih vermemiştir.[5]
Hacı
Bektâş’ın, Mevlana ve Yunus Emre ile çağdaş (XIII. yüzyıl) olmaları da
anlamlıdır.[6] Hacı Bektâş Velî’nin 1273
tarihinde vefat eden Mevlânâ ile çağdaş olduğu hem Menâkıb’ül Arifin [7]
hem de Vilâyet-nâme’de geçmektedir. Tarihi bilgiler ışığında Mevlânâ’dan
üç yıl önce vefat ettiği[8] bilinmektedir.
Hâcegân tarikatının
büyüklerinden olan Şeyh Safiyüddin (ö. 735/1334) Hacı Bektâş’ın çağdaşı olup,
ondan üç sene önce vefat ettiği yazılmıştır.[9]
Esad Coşan,
Vâsıtî’nin (674-744/1275-1343) eserinde[10]
Hacı Bektâş Velî’nin ismini ve tarîkat silsilesini yazmasının, şöhret sahibi
olduğuna ve yaşadığı dönem hakkında tahmini fikir verdiğine işaret etmiştir.[11]
Hacı Bektâş
Velî’nin doğumunun 606 (1209-1210) olduğu, vefatının da 669 (1270-1271) olduğu
ve 63 yıl ömür sürdüğüne[12] dair araştırmacılar hemfikir
olmuşlardır. Diğer kaynak eserlerle bu bilgiler uyumlu olmasından ötürü bu
dönemlerde yaşadığını da kabul etmekteyiz.
XIII. yüzyılda
Anadolu toprakları Selçukluların hâkimiyetindedir. I. İzzettin Keykâvus’un
(1211-1220) ölümü ile tahta çıkan I. Alâaddin Keykubâd’ın (1220-1237) Selçuklu
Sultanları arasında seçkin bir makamı olmuş, onun zamanında ülke en ileri
medeniyet seviyesine erişmiştir. Moğol istilasının başladığı bu zamanda Sultan,
başarılı idareciliğiyle topraklarını muhafaza için birçok şehirde muhteşem
surlar, kaleler inşa ederek olası saldırılara karşı müdafaya hazırlanmıştır.[13] Alâiye (Alanya) kalesi alınmış
(620/1223) orada tersane yapılmıştır.[14]
Alâaddin
Keykubâd, birçok fetihler ile devletinin topraklarını genişletmiş, camii,
medrese, kervansaray, hastane gibi pek çok müesseseler kurup unutulmaz eserler
geride bırakmıştır.[15] Moğol tehlikesine karşı
Celâleddin Hârizmşâh ile dostluk ve ittifak çağrılarına rağmen olumlu yanıt
alamayınca,[16] Hârizm Sultanının ölçüsüz
hareketleri sonucu iki ülke 1230 yılında Yass-ı Çimen’de savaşa tutuşmuştur.
Sultan Alâaddin askerleriyle Hârizmşâh ordusunu mağlub etmiş,[17] Erzurum Meliki Cihanşah ile
çarpışarak Erzurum’u topraklarına katmıştır. Van gölü ve etrafını Eyyübilerden
kurtarmış, Moğol İmparatoruyla antlaşma yaparak Moğol tehlikesini de
uzaklaştırmış, başarılı siyaset ve idareciliğiyle halk tarafından “Uluğ
Keykubâd” adıyla anılmıştır.[18]
Ziyafette
yediği av kuşu etinden zehirlenerek (634/1237) tarihinde vefat eden Alâaddin
Keykubâd’ın yirmi iki sene süren dönemi, Anadolu Selçuklularının siyasi,
iktisadi ve imar bakımdan yükseliş devri sayılmaktadır.[19]
Anadolu’nun
Türkleşmesi, farklı bölgelerden gelen Türk göçleriyle olmuş ve sonucunda
Anadolu “Türk Yurdu” haline dönüşmüştür. Bilindiği üzere 1071 Malazgirt
savaşından sonra Türklerin Anadolu’ya göç hareketleri başlamış ve aralıksız
XIV. yüzyıla kadar bu göçler devam etmiştir.[20]
XIII. yüzyılın Anadolu tarihi bakımından en temel hâdisesi, Moğol istilâsıdır.[21] 1219 tarihinde başlayan Moğol
istilâsı, sûfi dervişlerin Anadolu’ya göç etmelerine sebep olmuştur.[22] Göçler daha çok Maverâünnehir,
Harezm, Horasan, Azerbeycan ve Erran bölgelerinden olmuştur. Ahmet Yaşar Ocak,
göçebe Türk boylarının ve heterodoks derviş gruplarının Anadolu’ya göçlerini
iki grupta ele alır. İlki XIII. yüzyılda Karahıtaylar ile Harzemşahlar
arasındaki savaş nedeniyle Fergana bölgesindeki halkın Anadolu’ya göçleri ve bu
arada çoğunluk Oğuzlar (Türkmenler)’in göçleriyle beraber içlerinde Karluklar,
Halaçlar, Kıpçaklar ve bazı Türk boylarının göçleri. İkinci ve en önemlisi
Moğol istilâsıyla gerçekleşen göç hareketleridir ki bunlar Kıpçaklar, Harezmli
Türkler, Horasan, Azerbeycan ve Erran bölgesinden gelen göçmenlerdir. İşte bu
iki büyük göç dalgası XIII. yüzyılda Anadolu’yu sosyal, ekonomik, dini ve
kültürel hayatını etkilemiş, değişime yol açmıştır.[23]
Alâaddin
Keykubâd’ın yerine geçen oğlu II. Gıyâseddîn Keyhüsrev, idarecilerden Saadettin
Köpek’in teşvikleriyle birçok kıymetli beylerini, komutanlarını öldürtmesiyle
devlet kuvvetten düşmeye[24] siyasi-iktisadi ve sosyal
düzen bu genç sultanın kötü idaresiyle bozulmaya başlamıştır.[25] Bu sebeple II. Gıyâseddîn
dönemi “gerileme ve çöküş dönemi” olarak adlandırılır.[26]
Söz konusu yıllarda, hayat şartları zorlaştıkça Moğol istilâsından Anadolu’ya
hudut bölgelerine sığınan Türkmenlerin idareye karşı memnuniyetsizlikleri ve
husumetleri artıyordu. Amasya’ya Horasandan gelip yerleşen kendini Allah’ın
Resulü olarak tanıtan Baba İshak, Türkmenleri Selçuklu devletine karşı kıyama
davet ediyordu. Baba İshak’ın emriyle ve cihad ilanıyla Türkmenler mallarını ve
hayvanlarını satıp at ve silah alarak hazırlandılar, diğer kabileler ve obalar
arasında haber yayılınca her taraftan gelen Türkmenler kaynaşıp büyük bir iman
ve taassupla savaşa başladılar.[27] Baba İshak ve etrafındaki
büyük kitleler peşpeşe başarılar kazandılar. Kendilerine karşı çıkan Selçuk
ordusunu yenerek Malatya, Tokat, Amasya etrafına hâkim oldular.[28] Selçuklu hükümeti isyancılar
üzerine defalarca ordusunu göndermelerine rağmen başarı kazanamıyordu. Sonunda
1240 yılında Baba İshak Amasya’da yakalanıp idam edildi. Ücretli Frenk
askerlerinin desteğiyle Malya ovasında gerçekleşen çatışmada yenik düşen
Türkmenler büyük bir katliama uğradılar. Selçuklu hükümeti büyük kayıplar
verdikten sonra bu isyanı kanlı surette bastırabilmiştir. (h. 637/ m.
1239-1240)[29]
Sonuç olarak,
XIII. yüzyılda Selçuklu devletini ciddi şekilde sarsan bu dini, siyasi ve
ekonomik kıyam hareketi bastırılarak ülke huzura kavuşmuş oldu.[30]
Babaî
hareketiyle Selçuklu Devletinin zaafiyetini fırsat bilen Moğollar, 639/1241’de
Erzurum’u işgal ile yoklama yaptıktan sonra 1243 yılında Baycu Noyan
komutasındaki ordularını Anadolu’ya sürdüler. Sivas’ın doğusunda, Kösedağ’da
iki ordu çarpıştı ve Selçuklu ordusu hezimete uğradı.[31]
Moğollar büyük bir yağmalama ile halkı kılıçtan geçirdiler. Sonunda Moğollar
ile yapılan antlaşma sonucunda onlara senelik vergi ve hayvan verilecekti.[32] Böylece Anadolu, ehil olmayan
sultanlar, ihtiraslı vezirler, çocuk yaşta tahta çıkan hükümdarlar ve sonunda
Moğol istilâsı ile zayıflayarak 1276 yılından itibaren Moğol sömürgesi haline
geldi. [33]
1246 yılında
II. Gıyâseddîn Keyhüsrev’in ölümüyle Selçuklu hanedan üyeleri arasında
mücadeleler başlamış oldu.[34] Moğol istilâsıyla göç eden
Türkmenler Doğu ve Orta Anadolu’dan sahillere, hudut bölgelerine doğru yayılmaya
başladılar. Uçlarda yoğun Türk nüfusu birikimiyle Türkmen beylikleri kurulmaya
başladı.[35] Hacı Bektâş Veli de, bu
dönemde Moğol istilâsı sebebiyle kendisine bağlı bir Türkmen aşiretiyle
birlikte Anadolu’ya gelmiştir.[36] Eflâki’ye göre Hacı Bektâş
Velî, Alâeddin Keykubad ve oğlu Gıyâseddîn Keyhüsrev’ in döneminde yaşamıştır.[37]
1277 yılında Selçuklulara karşı
Türkmenlerin kullanıldığı, Babaîliğin fikir ve aksiyonunun devamı olarak
algılanan Cimri İsyanı gerçekleştirildi.[38] Köprülü,
Türkmenlerin bu isyanda da bulunması ve bazı benzerliklerinden dolayı Babaîler
isyanının devamı olarak görmüştür.[39]
Ahmed Yaşar Ocak, bu isyan hareketini Babaî İsyanının devamı olarak görmez;
bilakis Moğol hâkimiyetindeki Selçuklu idaresinin zafiyetinden istifade etmek
isteyen Karamanoğullarının, Devlet yönetimine el koymak maksadıyla giriştikleri
siyasi bir hareket olarak görmektedir.[40]
Karamanoğulları
Beyi, Selçuklu idaresini devirmek ve mücadelesini meşru hale getirmek kasdıyla
Sultan İzzeddin Keykâvus’un oğlu olduğunu iddia ettiği Cimri lakablı Gıyaseddîn
(veya Alâeddin) Siyavüş’ü Selçuklu Sultanı ilan etmişti. Beraberinde Menteşe,
Eşrefoğulları ve kalabalık Türkmen ordusunu alarak Selçuklu Başkenti Konya’ya
saldırarak (14 Mayıs 1277) şehri ele geçirdi ve yeni Sultanı kabul ettirip
kendisi de ona vezir oldu.
Vezir Mehmet
Bey, düzenlediği bir Divan toplantısında (Mayıs 1277) sarayda, divanda ve resmî
kurumlarda toplantılarda Türkçe’den başka bir dil kullanımını yasaklayarak
önemli bir karara da imza atmıştır.[41]
Bir yıl sonra
ise Selçuklu ve Moğollardan Anadolu’yu temizlemek için[42]
ordusuyla savaşmak zorunda kalan Cimri (Alâeddin Siyavüş) mağlub düşerek
678 Muharrem/Haziran 1278 tarihinde feci şekilde katledildi.[43]
Anadolu’da XIII. yüzyılın sonlarına doğru Moğol zorbalığı
karşısında çökmekte olan Selçuklu Devletinin yıkıntıları üzerine, Karaman
Oğulları, Pervane Oğulları, Sâhip-ata Oğulları, Karasi Oğulları, Germiyan
Oğulları, Aydın Oğulları, Saruhan Oğulları, Hamid Oğulları, Eşref Oğulları,
İnanç Oğulları, Candar Oğulları, Menteşe Oğulları ve Osmanlı beylikleri gibi
Anadolu Beylikleri kurulmaya başladı.[44]
Anadolu
Selçuklu Devletinde halk yaşayış şekilleri ve şartları bakımından şehirliler,
köylüler ve göçebeler olarak üzere üç gruba ayrılmıştır.[45]
Köylüler,
Anadolu nüfusunun büyük bir kısmını teşkil eden köylü nüfusu, çıkan savaşlar ve
karışıklıklar yüzünden iyice azalmıştı. XII. Yüzyıldan itibaren devlet bu
soruna çare olarak yeni yeni köyler teşkil etti.[46]
Köylüler büyük ölçüde ziraat ve hayvancılıkla meşgul oluyorlardı. Toprak mülkiyeti
devlete ait olduğundan köylüler, topraklarının has veya ikta durumuna göre
geçimini sağlamaktaydılar.[47]
Şehirliler,
Kültür bakımından en önemli unsur, şehir hayatı ve sakinleridir.[48] Surlarla çevrili
şehirlerde memurlar, öğrenciler, sanayi ve ticaretle uğraşanlar oturuyordu.
Surlarda kale ve içinde şehri korumakla görevli asker bulunurdu. Ayrıca
kervansaraylar, çarşılar, kütüphaneler, camiler, pazar yerleri, hamamlar ve
imarethane bulunurdu.[49] Anadolu Selçuklu devleti
siyasi ve askeri bakımdan altın çağını yaşarken, kuzey ve güneyde liman
kentlerine sahip olmakla iç ve dış ticaretin gelişme gösterdiği bir dönem
geçirmiştir. Anadolu toprakları coğrafi konumundan dolayı uluslararası ticaret
yollarının geçtiği bir yer olmuş, yollarda emniyet ve zarara karşı devlet
sigorta sağlayarak transit ticareti elde edilmiştir.[50]
Ticaret ile uğraşanlar çeşitli zanaat sahipleri ayrı ayrı localar teşkil
etmişlerdi.[51] Müslümanlar ve Gayri
Müslimler, İranlılar ve Türk olmayan başka müslümanlar da bulunuyordu. Bu
dönemde şehirlerde gelişmeler yaşandı. Başkent Konya’dan başka Kayseri, Sivas,
Aksaray, Kırşehir, Amasya, Niğde, Tokat, Niksar, Ankara ve Erzurum da önemli
kültür merkezi haline gelmişti.[52]
Göçebeler,
Oğuzların (Türkmenler) İslamiyeti kabulüyle Anadolu’yu kendi ruhlarına uygun
bularak benimsemeleri neticesinde X. yüzyıldan başlıyarak XIII. yüzyıla kadar
süren Anadolu’ya göç hareketleri sürmüş, Moğolların istilâsıyla daha da
artmıştır. Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşmasında önemli rol oynayan
Türkmenler, genellikle Türkistan, Azerbeycan ve Horasan’dan gelmişlerdir.[53] Hacı Bektâş’da Cengiz istilâsı
sebebiyle Yesevî dervişleriyle ve kendisine bağlı bir Türkmen aşiretiyle
birlikte Anadolu’ya gelmiştir.[54]
Yayla ve kışlaklarda yaşayan göçebeler, halıcılık,
nakliyecilik ve at yetiştiriciliği ile geçimlerini temin ederlerdi.[55] Yerleşik olan göçebeler ise ziraatçiydiler. Bunların başında da
bir köy kethüdası bulunurdu.[56] Sultanlar genellikle göçebeleri sınır boylarına
yerleştirmişlerdir.[57] Horasan bölgesinden gelen “Horasan Erenleri” denilen, aşiret
olarak bir arada bulunan Türkmenlerin başında heterodoks Türkmen babaları
bulunurdu. Ancak bunlardan biri olan Baba İshak, hükümete karşı Türkmenleri
ayaklandırmış; bu kargaşa Selçuklu devletine büyük kayıplar ve hasarlar
verdirmiştir.[58]
Tuğrul Bey’den
itibaren Selçuklular, egemen olduğu dönemlerde İslam dünyasının her tarafını
cami, medrese, kütüphane, hastane, (darüşşifa, darüssıhha, bimaristan), tıp
mektebi, imâret, zaviye ve kervansaraylarla doldurdukları gibi bu müesseselere
de vakıflar kurmuşlardır. Eğitim ve öğretimin bu vakıflar aracılığıyla meccânen
olması ve bu modelin İslam âleminde yayılıp revaç bulması da Selçuklular
sayesinde olmuştur.[59]
Selçuklu
Anadolusunda her caminin yanında ilkmektepler açıldığı gibi her tarafa
medreseler de açılmıştır. Medreselerde dini ilimler yanında matematik, tıp,
felsefe, hey’et (gökbilim) gibi akli ilimler de okutulmaktaydı.[60] Moğol istilâsı ile Türkistan,
Hârizm, Horasan ve başka ülkelerden İslam ülkelerine ve özellikle Anadolu’ya birçok
âlim, şair, mutasavvıf, edebiyat ve sanat erbabı yerleşmiş, bu durum fikri
faaliyetleri artırmış, özellikle Selçuklu medreseleri haklı bir şöhret
kazanmıştı. Moğol istilâsıyla Anadolu’ya hicret edenlere örnek olarak, Mevlânâ
Celâlüddîn Rumî ve babası Sultan’l-Ulema Bahaüddîn, onun talebesi Burhaneddîn
Muhakkik Tirmizî’yi, Necmeddin Dâye’yi verebiliriz.[61]
Ayrıca bu
göçler sayesinde müslüman kavimler arasında da yeni bir kültürel kaynaşma
yaşanması da medeniyet tarihinde büyük önem arzetmiş, hatta Avrupayı da
etkilemiştir.[62]
Alâaddin
Keykubâd (1220-1237) zamanı, Selçuklu devletinin en parlak dönemi olmuş, ilim,
kültür, ekonomi ve sanat bakımından devlet zirveye ulaşmıştır.[63] Sultan Alâaddin
ilim adamlarına değer verip himaye ettiği için kendi namına birçok eser
yazılmıştır. Necmeddin Dâye (1177-1256) ve Alâaddin Keykubâd adına Mirsâdü’l-İbâdMine’l-Mebde
’ ile ’l-Meâd isimli eserini yazmıştır.[64]
XIII. yüzyıl
kültürel durumlara baktığımızda İşrakiyyun felsefesi yerine Vahdet-i Vücud
felsefesinin inkişafı ve etkisiyle şiir ve edebî eserler kaleme alındığını, bol
miktarda ilmi ve tasavvufî eserler meydana getirildiğini görmekteyiz.[65] Hacı Bektâş Velî’nin bu
dönemde Anadolu’da bir süre yaşayan Vahdet-i vücud görüşünün sahibi İbn-i Arabi
(1165-1240)’den etkilendiğini, dolayısıyla eserlerindeki ifadelerden de
Vahdet-i vücud düşüncesini benimsediğine şahit olmaktayız.
Bu dönemde
İbni Bibi, Türkiye Selçukluları hakkında yazdığı Evâmirü’l- Âliyye adlı
eseriyle meşhur olmuştur. Mehmed bin Ali Râvendi tarafından h.599/ m. 1202
tarihinde Kitab-ı Râhati’s-Sudûr ve Ayetü’s-Sürûr adını taşıyan Selçuk
Tarihi kitabı I. Gıyasüddin Keyhüsrev namına te’lif edilmiştir. Endülüs’ten
kalkıp Anadolu’ya hicret eden İbn-i Arabi (1165-1240), bir müddet Konya’da
ikamet etmiştir. Onun fikirleri, talebesi ve manevi evladı olan Sadrüddin
Konevi (1210-1274) tarafından devam ettirilmiştir.[66]
Mevlâna Celâlüddin Rumî (1207-1273), Mesnevî, Divân-ı Kebîr, Mektûbât, Fîh-i
mâfîh isimli eserler kaleme almıştır. Mevlâna’nın oğlu Sultan Veled (ö.
1320) Divân, İbtidâ-nâme, Veled-nâme ve Rebâb-nâme eserler yazmıştır.
Sadrüddin Konevi Nüsûs, Fükuk, Risâlet’ül-Vücûd, gibi pek çok tasavvufi
eserler meydana getirmiştir. Ahmed bin Said el-Zencanî tarafından siyasetle
ilgili olarak Kitâb’ül-Letâifi ’l-Alaiye fi ’l-Fezâili’s-Seniyye eseri
Alaüddin Keykubâd adına yazılmıştır. Yine bu dönemde mantık ve kelama dair Kadı
Siracüddin tarafından Metaliü’l-Envâr isimli eser kaleme alınmıştır.[67]
II. İzzeddin
Keykâvüs namına (h. 655/ m. 1257) tarihinde Letâifü’l-Hikme isimli felsefe
kitabı yazılmıştır. Muinüddin Pervane namına Saîdüddîn Ferganî’nin telif ettiği
İbn Farız’ın meşhur kasidesinin şerhi olarak Meşarıkü ’d-Dürari ’z-Züher fî
Keşf-i Hakâyık-ı Nazmi ’d-Dürer isminde tasavvufi bir eser yazıldığı gibi, Kıstâsü
’l- Adâle, Ravzatü’l-Küttâb, Fütüvvetnâme ve Hâmuşnâme gibi meşhur
eserler kaleme alınmıştır.[68] Yine bu dönemlerde tarihçi
Kerimüddin Mahmud Aksarayî Müsâmeretü’l-Ahbâr ’ı yazmıştır.[69]
Samaniler ve
Gazneliler zamanında ortaya çıkan Fars dili ve edebiyatı Selçuklular döneminde
altın devrini yaşamıştır. Böylece İslam dünyasında Arapça’nın yanında Farsça’da
ilim dili olmuş ve Farsça eserler kaleme alınmıştır.[70]
Kadı Burhaneddin Anevî’nin yazdığı Enîsü’l-Kulûb isimli Farsça tarihi,
İzzeddin Keykâvüs adınadır.[71] Bu yüzyılda yaşayan şairlerden
Ahmed bin Mahmûd et-Tusî, II. İzzeddin Keykâvus adına Kelile ve Dimne
hikâyelerini Farsça manzum olarak yazmıştır. Onun yazdığı otuz ciltlik Selçuklu
Şahnamesi ise kaybolmuştur.[72]
İslâm Medeniyetinin Arapça ve Farsça’dan sonra üçüncü kültür
dili olan Türkçe de bir müddet sonra yazı ve edebiyat dili haline gelerek[73] özellikle Karamanoğlu Mehmed Bey’in Türkçenin her yerde
kullanılmasını emretmesiyle (1277) ülkenin resmi dili olmuştur. Anadolu Türk
milletinin gerçek temsilcisi olan Hacı Bektâş ocağında yetişen Yunus Emre (ö.
1320), tasavvufi manada günümüze kadar gelen unutulmayan şiirler kaleme alarak
kendinden sonra gelişen Türk Edebiyatını da etkilemiştir. “Hak aşığı” lakaplı
Yunus Emre arı-duru bir Türkçe ile yazdığı şiirlerinde birlik, kardeşlik ve
sevgiyi işlemiştir.[74]
Selçuklu
Tarihi boyunca Selçuklu Anadolusunda Müslüman ve Hristiyanlar yaşıyordu.[75] Moğol istilâsından kaçıp
kurtulan insanların Anadolu’ya göç etmeleri, Türkiye için Moğol felaketinin
müsbet bir tarafı olması bakımından kayda değerdir. Moğol istilâsı altında
Selçuklu devleti yıkılırken yeni gelen göçebe Türkmenler Anadolu’nun uç
bölgelerine yerleştirilerek zamanla Anadolu’nun fethini ve Türkleşmesini
gerçekleştirmişlerdir.[76] Diyâr-ı Rûm diye
isimlendirilen Anadolu coğrafyası kısa sürede müslüman Türk ülkesi haline
gelmişti.”[77] Anadolu’ya gelenler sadece
göçmen Türkmenlerden değil, aralarında âlimler, dervişler, tüccarlar,
sanatkârlar gibi çeşitli meslek gruplarını barındıran halk kitlesinden
oluşuyordu. Farklı İslam beldelerinden gelen şeyh ve dervişler yerleştikleri
bölgelerde tasavvuf cereyanını uyandırarak tasavvufi düşüncenin gelişmesini
sağlamışlardır.
Selçuklu
devleti ilk yıllarında Anadolu’da İslâm din ve kültürünü güçlendirmek amacıyla
büyük çaba sarfetmiş, doğudan âlimler, hukukçular, tabipler, şairler ve
sanatkârlar getirtmiş, onlara mesleklerini icra edecekleri medrese, hastane,
zaviye tahsis etmiştir.[78]
Selçuklu
Sultanları Anadolu’da bir bölgeyi ya da şehri aldıkları zaman öncelikle orada
cami, medrese ve zaviye inşa edip din adamlarını, tüccarları ve Türk nüfusunu
buraya yerleştiriyorlardı. Dervişler ise sınır boylarında toplanarak
Türkmenleri daha bilinçlendirip İslâmlaştırıyor ve gaza ruhunu
canlandırıyorlardı. Böylelikle Anadolu hem İslâmlaşıyor hem de fetih ruhu manen
olgunlaşıyordu. Bu ruhla XIII. ve XIV. Yüzyıllarda yetişen Türk âlimleri diğer İslâm ülkelerine gidip
ilmi faaliyetlerde bulunuyorlardı.[79]
İslâm dünyasındaki büyük tefsir, fıkıh, kelam ve hadis âlimlerinin çoğu
Selçuklu İmparatorluğu zamanında yetişmiştir.[80]
Türkler
arasında Anadolu’nun İslâmlaşmasında en çok etkisini gördüğümüz Ahmed Yesevî
(ö. 1166), Arapça ve Farsça bilmeyen dervişlerine sade bir Türkçe ile seyr ü
sülûk adabını, ahlaki ve tasavvufi manzumelerini, hikmetlerini yazmıştır.
Müridlerinden çoğu Anadolu coğrafyasına gelip yerleşmiştir ki Hacı Bektâş Velî
de onlardan biridir. Ahmed
Yesevî, Türkler arasında asırlarca devam edecek bir tarikatı Kur’ân ve bir Türk
tarafından kurulan ilk tarikat olması bakımından da önemli bir şahsiyettir.[81]
Moğollar,
Hârezmi işgal ettikleri sırada Necmeddin Kübra (ö. 618/1221-22) beraberindeki
600 dervişine kısa zamanda Hârezm’i terketmelerini söylemiş, kendisi ise orada
kalarak şehid düşmüştür. Bu rivayet, göçlerle sadece Yesevîyye dervişlerinin
değil Kübrevîyye dervişlerinin de Anadolu’ya geldikleri ve halkı irşad
ettikleri fikrini güçlendirmektedir.[82]
Âlimlere
karşı son derece saygılı olan ve daima himaye eden Selçuklu Sultanları,
sûfilere de gereken yardımı ve desteği göstermişlerdir.[83]
Bu asırda Anadolu coğrafyasında
Muhyiddin Arabi (ö. 1240), Sadreddin Konevi (ö. 1274), Fahreddin-i Irâkî (ö. 1289),
Müeyyidüddin Cendî (ö. 1292), Saîdüddin Fergânî (ö. 1300), Evhadüddin-i Kirmânî
(ö. 1238), Seyyid Burhâneddin Muhakkık-ı Tirmizî (ö.1241), Mevlânâ Celâleddin-i
Rûmî (ö. 1273), Necmeddin-i Dâye (ö. 1256) ve Hacı Bektâş-ı Velî (ö. 1271) gibi
değişik tarikatlara mensup mürşidler irşad faaliyetlerinde bulunuyorlardı.[84]
Mezhep
bakımından Selçuklular Sünnî ve çoğunlukla Hanefi mezhebine, kısmen de Şafi
mezhebine girmişlerdir.[85] İbn Battûta “Ülke (Anadolu)
halkı bütünüyle İmam Ebu Hanife mezhebinden (Hanefi) olup, ehl-i sünnettir.
Aralarında ne Râfizî ne Mutezilî ne Kadericî ne de Bid’at ehli bulunmaktadır”[86] diyerek Anadolu’nun
sünniliğine işaret etmiştir. Hatta geçmişe baktığımızda Selçuklular, Tuğrul Bey
zamanından beri sünniliği yaymayı devlet politikası haline getirmişler ve bu
maksatla Nizamiye medresesini kurmuşlardı.[87]
Anadolu
Selçukluları, Türkiye’de yaşayan gayri müslim topluluklara ve geleneklerine ise
hoşgörü ile bakmışlardır. Yüzyıllar boyunca müslüman ve gayri müslim halk
uyumlu, yan yana yaşamışlardır. Hatta Rum olmayan Hristiyanlar, Bizans
kilisesinin baskısından kurtulup Türklerin hâkimiyetinde olmalarından son
derecede memnundular.[88]
Hacı Bektâş
Velî’nin hayatı ile ilgili kaynaklar Âşıkpaşa (ö. 1332)’nın oğlu Elvan Çelebi
(ö. 1359)’ninMenâkıbu’ıKudsiyye isimli menkıbevi eseri, Ahmed Eflâki (ö.
657/1360) adında bir Mevlevi dervişinin yazdığı Menâkibu’lArifin isimli
Farsça eseri, 15. yüzyılın son çeyreğinde menakıblardan oluşan Menâkıb-ı
Hünkâr Hacı Bektâş-ı Veli el-Horasani diğer adıyla Vilâyet-nâme-i Hacı
Bektâş, İranlı mutasavvıf Abdurrahman-ı Câmi’nin (ö. 1495) Nefehâtu’l
Üns min Hazarâti ’l Kuds adıyla Farsça yazdığı eseridir. (Lâmii Çelebi Terceme-i
Nefehât ismiyle Türkçeye çevirmiştir) Bundan başka Âşıkpaşa-zâde’nin Tevârîh-i
Alî Osman adlı eseriyle 16. Yüzyılda Taşköprülüzâde Ahmed’in yazdığı eş-Şakâyıku’n-
Numâniyye isimli ünlü biyografi kitabıdır. [89]
Onun için
yazılanlara bakarsak bir biyografi kitabı sayılan Taşköprülüzâde Ahmed Efendi
(ö. 968/1561)’nin yazdığı Şakâik-ı Nu’maniye isimli eserde Hacı Bektâş
Velî için şunlar yazılıdır: Ârifi billah Şeyh Hacı Bektâş Velî rahimehullahü
Teâlâ, ashâbu kerâmat ve erbâbü velâyât ortasında vufûr kerametle meşhur ve
mezkûr olub havârik adâtına mahsûs ve gayru maksûrdur. Mezârı şerifi bilâdı
Türkmende belki cümle-i cihânda iştihâr seyyarele meşhûr olub merci’i sıgâr ve
kibârdır, diyerek onu övmüş, yazısının sonunda ise şeriat ehli olduğu,
bid’atten ve bid’at ehlinden uzak olduğunu yazmıştır.[90]
Abdurrahman Câmi (ö. 898/1492), Hacı Bektâş Velî’nin doğru- düzgün haliyle
evliya taifesinden olduğu hakkında tevatür bulunduğunu ifade ile Anadolu’nun
bilinen meşhur evliyasından velâyet ve kerâmet sahibi olduğunu, kabrinin ve
imaretinin Kırşehir’de bulunduğunu yazar.[91]
Aşıkpaşazâde’nin onu saf, aziz ve
meczub[92]
biri olduğunu, müridlik ve şeyhlik durumunun olmadığını ifade etmiştir. Hatta o
zamanda müridlik ve şeyhliğin bile bulunmadığını yazmıştır.[93]
Mevlevi dervişi olan [94]
Ahmed Eflâki (ö. 1360) ise marifetle dolu aydın bir kalbi olduğu ancak şeriate
uymadığı yönünde olumsuz iddialarda bulunmuştur.
Aşıkpaşazâde’nin şeyhlik ve
müridlikten uzak kendi halinde bir büdelâ olduğunu eserine yazmasına karşılık
Esad Coşan, Büdelâ ‘nın üçler, yediler, kırklar gibi biri vefat edince
yeri doldurulan evliya taifesi olduğunu, dolayısıyla Hacı Bektâş Velî’nin
manevi makamı olduğuna işaret edildiğini yazmaktadır. Ayrıca her tarih
kitabında yazılanın doğru kabul edilemeyeceğini, Hacı Bektâş Velî’nin
eserlerinde tasavvuf konularını işlemesine rağmen, eserlerinin tekzip edilemeyeceğini,
kendi yaptığı çalışmasıyla deliller getirerek onun tasavvufla ilgisini
göstermiş olduğunu vurgulamıştır.[95]
Ancak Mevlevî
dervişi olan Eflâkî’nin öznel yaklaşımı ve ifadelerini tasvib edemeyiz. Zira
eserlerinde Kur’ân ve sünnete bağlılığından ve kendisine sorulan sorulara
verdiği cevaplardan şeriate bağlı, âlim, fâzıl, irfan sahibi bir mutasavvıf
olduğu anlaşılmaktadır.
Yaptığı seyahatlerle Anadolu’nun birçok bölgelerini de gezen
Evliya Çelebi’nin (1611-1682) on ciltlik Seyahatnamesi de Bektâşi
zaviyelerini tasvir edip zengin bilgiler sunması açısından değerli bir kaynak
eserdir.[96]
Türk Tasavvuf
tarihinin değerli simalarından olan ve büyük bir şöhrete sahip bulunan Hacı
Bektâş Velî’nin doğumu, ölümü ve yaşamı hakkındaki tarihi vesikalar yok denecek
kadar azdır. Bazı tarihi kaynaklarda Hacı Bektâş Velî hakkında muhtelif
bilgiler bulunmasına rağmen hayatına dair bize yön veren bilgiler Vilâyet-nâme'
de bulunmaktadır. 15. yüzyılın son çeyreğinde yazılmaya başlanan Vilâyet-nâme-i
Hacı Bektâş adını taşıyan metinlerde, onunla ilgili pek çok ayrıntı
olağanüstü ve efsanevi bir dille anlatılmış, Hacı Bektâş’ı sevenler arasında
ağızdan ağıza aktarılarak günümüze kadar gelmiştir. Bu metinler aynı zamanda
tarihi belge sayılabilecek değerde rivayetleri de ihtiva etmektedir.[97]
Horasan’ın
Nişabur şehrinde dünyaya gelen Hacı Bektâş Velî’nin babası İbrahim-i Sani
olarak lakaplandırılan Seyyid Muhammed b. Musa Sani’dir. Annesi ise Nişabur
şehrinde Şeyh Ahmed denen bilge bir şahsın kızı Hâtem’dir. Evlilikleri yirmi
dört yıl sürmüştür.[98] Bedri Noyan’ın derlediği ilk
manzum Velâyetnâme’de geçtiği şekilde babasının İbrahim, annesi’nin Hatem
(Hatun) olduğu yazılıdır.[99] O devirde Nişabur ortaçağın en
önemli eğitim ve kültür merkezlerinden biriydi. Çok sayıda Hankâh denilen
tekkeler mevcuttu. Hacı Bektâş böyle bir ortamda yetişmiştir. Hacı Bektâş henüz
küçük bir çocukken onun eğitimiyle Ahmed Yesevî’nin halifelerinden Lokman
Parende ilgilenmiş ve onu yetiştirmiştir.[100]
Hacı Bektâş Velî’nin altı aylık iken parmağını kaldırıp kelime-i şehadet
getirdiği, bunun onun dilinden çıkan ilk söz olduğu yazılıdır.[101]
Hacı Bektâş
İlçesi Halk kütüphanesinde bulunan yazma eserde, Hacı Bektâş Velî’nin doğum
tarihi 606/1209 olarak 63 yıl ömür sürdüğü vefatının da 669/1270[102] olduğu yazılıdır.
Ankara kütüphanesinde 563 numarada kayıtlı bulunan Esrâr-ı Huruf- nâme
isimli kitabın sonunda da Hacı Bektâş Velî’nin doğum tarihi 606 (1209-1210)
ölüm tarihi 669 (1270- 1271) olarak belirtilmiştir.[103]
Said Bey
(1882-1939) eserinde, Hacı Bektâş Kütüphanesi’nin resmi kayıtlarına ait
haşiyelerde, Hacı Bektâş için 660’ın doğum ve 723’ün ölüm tarihi olarak
kaydedildiğini ve 63 yıl yaşadığını[104]
yazmıştır.
Ankara
Kütüphanesinde Hacı Bektâş’tan gelen kitaplar arasında 132, A. 1. No.da kayıtlı
olan Kaygusuz Abdal’ın hurûfa ait küçük bir Risâlesiyle Abdal Musa’nın “Pend
ve Nasihat-Nâme”adını taşıyan kısacık bir Risâlesini ihtiva eden ve ilk
Risâlenin sonundaki kayda göre (1291) Ramazan’ın on ikisinde (1874), Sivas’ta
istinsah edilen mecmuada Hacı Bektâş Velî’nin doğumu 606 (1209-1210) olarak
vefatının da 669 (1270-1271) olduğu ve 63 yıl ömür sürdüğü yazılıdır. Buna göre
Mevlânâ’dan üç yıl önce öldüğü anlaşılmaktadır.[105]
1291 tarihinde tüm tarîkatlerin silsilelerini biraraya getirip “Silsile-Nâme”
meydana getiren Derviş Mehmed’in Bektâşîyye silsilesini anlattığı bölümde onun
vefatının 669 olduğunu kaydetmiştir.[106]
Abdülbaki Gölpınarlı onun vefatını 1270-1271 olarak kabul etmektedir.[107]
Abdurrahman
Güzel, Hacı Bektâş Velî’nin doğum tarihi için yapılan farklı yorumlar olduğunu,
onun 1209-1248 tarihleri arasında doğmuş olduğu tahmin edildiğini söyler. Ancak
O’nun doğum tarihinin 1209 olduğunda bilim adamlarının ittifak ettiklerini,
kendisi de bu görüşte olduğunu ifade eder.[108]
Hacı Bektâş
Velî’nin Vilâyet-nâme'ye göre asıl adı “Bektâş”[109]
olduğu bildirilmektedir. Türkçemizde eş, benzer, muadil, misil ve denk anlamına
gelen Bektâş kelimesi, Bekdaş, Bekdeş şeklinde Makâlâfın diğer
nushalarında görülmektedir.[110]
Daha sonra Künhü’l
Ahbâr, Mir’âtu’l Makasıd, Tibyanu Vasail... gibi kaynaklarda geçtiği
şekliyle Hacı Bektâş Velî’nin asıl isminin Muhammed b. Muhammed b. İbrahim b.
Musa olduğu, “Bektâş” kelimesinin lakap olduğu yazılmıştır.[111]
Ahmed Rıfkı (1884-1935) da asıl adının Muhammed, mahlasının ise “Bektâş”
olduğunu ifade eder.[112] Esad Coşan da o asırlarda
âlim ve asil kişilerin mutlaka dini bir isim taşıması âdeti olduğuna dikkat
çekerek “Bektâş”ın onun lakabı olduğunda[113]
hemfikirdir.[114] Yine Hacı Bektâş Velî’nin
hükümdar, bey, hüdavendigâr anlamında “Hünkâr” lakabı da Bektâşî kaynaklarında
oldukça sık geçmektedir.[115]
Kanaatimizce
Hacı Bektâş Velî’nin dünyaya değer vermediği ve eserlerinde en fazla fakr ve
zühde değindiğine bakarak onun dünyevi hükümdarlığı bulunmamasına rağmen halkın
teveccühüyle manevi sultanlığına işaretle hünkâr lakabı verildiğini ifade
edebiliriz.
Vilâyet-nâme’de
geçtiği üzere Bektâş’a “Hacı” denilmesi de şu olaya bağlanmıştır: Şeyhi
Lokmân-ı Parende hacca gitmiş, hac görevlerini ifa etmişti. Arafat’da bulunduğu
esnada etrafındakilere “Bugün Arefe günü, şimdi bizim evde bişi pişirirler”
demiş. Bu söz Horasan’da bulunan Bektâş’a malum olur. Hemen Lokmân-ı
Parende’nin eşine gidip, evde pişen bişilerden birkaç tane tepsiye koyup
vermelerini ister. Bektâş’a verirler, o da bu tepsiyi bir anda[116] götürüp şeyhine sunar.
Lokmân-ı Parende yanındaki arkadaşlarıyla bu bişileri yerler. Hac dönüşünde
Nişabur halkı onu ziyarete gelip hacılığını kutladıkları sırada Lokmân-ı
Parende, gerçek hacının Bektâş olduğunu söyler ve onun kerametlerini anlatır.
Bunun üzerine adı Hünkâr Hacı Bektâş el-Horasânî olmuştur.[117]
Ona “Hacı”
denilmesi sadece gösterdiği bir kerametten dolayı değil, aynı zamanda Harem’de
bulunup hac vazifesini yerine getirmesinden dolayıdır. Vilâyet- nâme’de Ahmed
Yesevî tarafından irşâd görevi verilerek Anadolu’ya gelmeden önce Mekke ve
Medine’de bir müddet kaldığı yazılıdır.[118]
Nitekim Esad Coşan Makâlât ta Hacı Bektâş Velî’nin hac ile ilgili canlı
bilgiler vermesini, onun hac farizasını yerine getirdiğinin işareti olarak
yorumlamaktadır.[119] Biz de onun görüşüne
katılarak hac farizasını îfâ ettiğinin kabul etmekteyiz.
Tasavvufi gelenekte mutasavvıflara saygı ve sevgi nişanesi
olarak birtakım sıfatlar atfedilir. Velâyet-nâmeler’de ve bazı
kaynaklarda da Hacı Bektâş Velî için ayrıca şu sıfatlar kullanılmıştır:
“Kutbu’l Aktâb, Mesned-i ul’ul-elbâb, Sultânu’l- evliyâ, Burhânü’l-asfiyâ,
Fahr-i erbâb-ı Bâbullah, Envârü’l-yâkîn, Fatihü’l- evbâb-ı sülâle-i hazret-i
sâhib-i sırr-ı ve’l-keşf, Aşk deryâsı, Küşâde-i bâb-ı hikmet, Nesl-i sâki-i
kevser, sâhib-i keşf-i ledünni, Fahr-ı ma’den-i erkân, Sultânü’l-ârifin, Ser-
çeşme-i nûr-ı dîn, Tâcü’l-ârifîn, Gavsü’l-vâsılîn, Heykel-i nûrânî, Kutb-ı
Rabbânî.. ..vs.dir.”[120]
Velâyet-nâme,
Hacı Bektâş Velî’nin baba tarafından Hz. Ali soyuna mensub sayarak şu şecereyi
vermektedir:
Emir’ül
Mü’minin Ali
İmam Hüseyin
İmam Zeyne’l
Âbidîn,
İmam Muhammed
Bâkır
İmam Cafer-i
Sâdık
Mûsa-yı Kâzım
İbrâhim
Mükerremü’l- Mücâb
Mûsâ-ı- Sânî,
Seyyid
Muhammed İbrahimü’s- Sânî
Hacı Bektâş
Velî
Dedesi
“Muhammed Mustafa’dır. Böylece Hacı Bektâş Velî, şüphesiz seyyiddir”[121] denilerek on iki imam soyuna
nisbet ile seyyid kabul edilmiştir. Zira “Bektâşî geleneğinde Hacı Bektâş
Velî’nin soyunun Hz. Ali’ye bağlanması keyfiyeti Bektâşîler için son derece
önemlidir.”[122] Vasıtî (744/1343) eserinde
Hacı Bektâş Velî’nin Nişabur’lu seyyid olduğunu yazmıştır.[123]
Hayatına dair
kısıtlı bilgilere rağmen Hacı Bektâş Velî’nin göçebe derviş geleneğinde
yetiştiği, XIII. yüzyıl’ın ilk yarısında Horasan’dan Anadolu’ya geldiği kabul
edilir.[124] Geliş tarihi net olarak
bilinmemekle birlikte, Baba İlyas’ın öldürüldüğü 1240 sonbaharından önce gelmiş
olabileceği, Kayseri’de Evhadüddin-i Kirmani ile de görüştüğü dikkate
alındığında ise en geç 1220 geldiği ve yirmi dört yaşında olduğu[125] düşünülmektedir.[126] Âşıkpaşa-zâde (ö. 1481), Hacı
Bektâş Velî’nin kardeşi Menteş ile Anadolu’ya gelmeye heveslenip önce Sivas’a
vardıklarını, hatta Baba İlyas’ı görmek niyetiyle oraya gittiklerini ve onu
ziyaret ettiklerini yazmaktadır. Oradan Kırşehir’e, Kırşehir’den Kayseri’ye
giden Hacı Bektâş, kardeşini Kayseri’den Sivas’a göndermiş, kardeşi Menteş
orada şehid olmuştur. Hacı Bektâş, Kayseri’den Kara Öyüğ’e giderek vefatına
kadar orada yaşar[127] ve kabri de oradadır[128] ibareleriyle Hacı Bektâş
Velî’nin tarih belirtmeden Anadolu’ya gelişini kısa ve öz bir şekilde anlatmıştır.
Vilayet-nâmede
Ahmet Yesevî’nin, Hacı Bektâş’ı Kutbu’l-Aktâb makâmı ile müjdeleyerek onu irşâd
vazifesiyle Anadolu’ya gönderdiği yazılıdır.[129]
Hacı Bektâş Velî’nin Anadolu’ya gelişi hakkında Künhü’l-Ahbâr ve Vilâyet-nâme'de
sırasıyla şu bilgiler verilir. Hacı Bektâş Türkistan’a gelip Ahmed Yesevî (ö.
562/1166) ile görüşür. Ondan icâzet alıp onun işaretiyle Anadolu’ya gelmek
üzere yola çıkarken önce hacca niyet eder. Yolda önce Kürdistan’a uğrar, oradan
Necefe geçer. Necefte bir erbaîn tamamlayıp Mekke’ye gelir ve üç yıl kaldıktan
sonra Medine’ye geçer, Medine’de de erbain çıkarıp bir müddet kalır. Oradan
Kudüs’e varır, orada da bir erbaîn çıkarıp oradan Halep’e, sonra Davut
Peygamberin kabrine gelir, orada da erbain çıkarıp Anadolu’ya yönelir. Elbistan
ve Kayseri’den sonra Sulucakarahöyük’e gelir.[130]
Hacı Bektâş
Velî’nin 1281 yılında Anadolu’ya yerleştiği de öne sürülmektedir. Onun gelişini
son torunu ve halifesi olan Çelebi Cemal Efendi şöyle izah eder: Hacı Bektâş,
Türk halkının acılar ve buhranlar içinde kavrulduğu sırada henüz İlhanlı
saldırılarına uğramamış olan şehirlerden geçerek Sulucakarahöyük’e
yerleşmiştir. Anadolu’ya, milleti kuşatan tehlikelere karşı çare ve tedbirler
almak maksadıyla gelmiş, Sulucakarahöyük’ü mekân edinmiştir.[131]
Ocak, Hacı
Bektâş’ın XIII. yüzyılda Moğol istilâsı sebebiyle Anadolu’ya yapılan derviş
göçleri sırasında Yesevi ya da büyük bir ihtimalle Haydarî dervişi olarak
geldiğini tahmin etmektedir.[132]
Hacı Bektâş’ın
Anadolu’da birçok illeri gezip sonunda Kırşehir ve civarını mesken edinmesinin
tesadüf olmadığı bir gerçektir. Bunun sebebi, o günkü mücadele ve muharebe
döneminde Orta Anadolu’nun daha sukûnet ve istirahat yeri olması, hatta
Kırşehir’in daha emniyetli bir mekân olmasındandır.[133]
Hacı Bektâş
Velî’nin Sulucakarahöyük’ü hizmet ve ikamet yeri seçmesini Yaşar Nuri Öztürk
şöyle değerlendirir: “Hacı Bektâş, öyle kendini zuhurât’a terketmiş bir
gezgin-budala derviş değil[134], ne yapacağını, nerelere
varmak istediğini çok iyi bilen ve son derece basiretli bir programla iş gören,
kurucu dehası çok güçlü bir Türk sûfîsidir.”[135]
Hacı Bektâş Velî’nin Nevşehir’in Sulucakarahöyük ilçesinde
hayatını sürdürdüğü, orada 28, 30, 36 yıl yaşadığı gibi farklı rivayetler
vardır. Velâyet-nâme’ den 36 yıl kaldığı anlaşılmaktadır.[136] Hacı Bektâş Velî’nin orada vefat ettiği de bilinmektedir. Ancak
Sulucakarahöyük ismi zamanla unutulmuş, yaşadığı yer olması hasebiyle ona izafe
edilerek günümüzde “Hacı Bektâş” ilçesi olarak ismi değiştirilmiştir. Hacı
Bektâş Velî’nin türbesi de burada bulunmaktadır.
Hacı Bektâş
Velî’nin evlenip evlenmediğine dair kesin bilgi yoktur. Ancak Vilâyet-nâme’de
Sulucakarahöyük’de bilge sayılan İdris adındaki kişiden ve onun eşi Kutlu Melek
ya da Kadıncık Ana denilen ahiret hatunundan bahsedilir. Hacı Bektâş Velî’nin
Sulucakarahöyük’e gelince Kadıncık Ana’nın ona ikramda bulunması ve bu ikram
sebebiyle evinde bereket olması, onun büyüklüğünü idrak ile ona karşı saygı ve
hürmet hissederek eşiyle gidip evlerine davet etmeleri anlatılır. Fakat itikâfa
niyet ettiği için davetlerine icabet edemeyeceğinden özür beyan eder. Ancak
itikâftan sonraki davetlerini kabul edip Hacı Bektâş Velî’nin onların evinde
bir müddet ikamet ettiği yazılıdır.[137]
En eski tarih
kaynaklarından Aşıkpaşazâde’nin verdiği bilgiye göre, Hacı Bektâş Velî’nin
Hatun Ana’yı (Kadıncık Ana) evlat edinip ona gizli bilgi ve kerametlerini
gösterip her nesi varsa Hatun Ana’ya teslim ettiği[138] beyan
edilmiştir.
Said Bey,
kitabında Hacı Bektâş Kütüphanesindeki resmi kayıtlara ait hâşiyelerde, Hacı
Bektâş Velî’nin 738 tarihinde çocuksuz olarak vefat ettiğinin yazılı olduğunu[139] söylemektedir. Bedri Noyan,
ölünceye kadar onun evlenmeyip mücerred yaşadığını, evlendiğine dair bir
vesikanın bulunmadığını ısrarla vurgulamıştır. Şayet evli olsaydı eşinin de bir
türbesinin bulunacağını söylemektedir.[140]
Buna göre Hacı Bektâş Velî’nin evlenmemiş, bekâr olarak hayatını sürdürmüş
olduğu tahmin edilmektedir.
Vilâyet-nâme'de
İdris Hoca ve eşi Kadıncık Ana’nın evlerinde ikameti sırasında Hacı Bektâş
Velî’nin abdest alırken burnunun kanadığı, bu suyu tenha bir yere dökmesini
Kadıncık Ana’dan istediği, fakat Kadıncık Ana’nın kimse görmeden o suyu içmesi
ve leğeni götürmesi üzerine Hacı Bektâş Velî’nin firasetiyle bunu sezmesi ve
sorması, Kadıncık Ana’nın da kendisine olan hürmet ve bağlılığından dolayı
içtiğini söylemesi üzerine Hacı Bektâş ona hitaben “ Kadıncık, bizden umduğun
nasibi aldın; senden iki oğlumuz gelecek adımızla, onlar yurdumuz oğlu olacak,
halkın yetmiş yaşındakileri, onların yedi yaşında olanın elini öpsünler. Dünya
bozulsa onlar sırtları üzere yatsınlar, hiç zahmet görmesinler”[141] demiştir. Bu sözden sonra
Kadıncık Ana’nın üç oğlu olduğu birinin öldüğü, diğer ikisinin yaşadığı,
sonrasında Habib, Mahmut ve Hızır Lâle adında üç evladı daha olduğu yazılıdır.[142]
Kısaca izah
etmemiz gerekirse, Vilâyet-nâme'ler de Hacı Bektâş Velî’nin evlenip
evlenmediğine dair farklı görüşlerin olması ve eldeki belgelerin yetersizliği
Bektâşileri iki ayrı kola ayırmıştır. Bu koldan Anadolu Bektâşilerine “Çelebi
kolu” denilmektedir. Diğer kol ise Rumeli Bektâşilerinden oluşan “Babagân
kolu”dur:[143] İşte Bektâşîlerin Babagân (Babalar) kolu Hacı Bektâş
Velî’nin kesinlikle evlenmediğini, bekâr olarak ahirete göçtüğüne inanırlar.
Kadıncık Ana’nın çocukları ise, onun burun kanından gelme manevi evladı olduğu,
bel evladı değil nefes evladı olduğuna inanırlar. Bazı belgelerde geçen
“evlâd-ı Hacı Bektâş Velî” ifadesinden kastedilenin Hacı Bektâş yoluna mensup
olanlar manasına “yol evladı” olduğu söylenir. Hatta “Evlâd bel evladı değil,
yol evlâdıdır” denilmektedir. [144]
Bektâşiliğin
Çelebi kolunda ise babadan oğula geçen veraset söz konusudur.[145] Çelebiler İdris
Hoca ile eşi Kutlu Meleğin kızı olan Kadıncık Ana’nın Hacı Bektâş Velî’nin
nikâhlı eşi olduğunu kabul ederler. Çelebiler, “H. 710 yılında Hacı Bektâş
Velî’nin Kadıncık Ana’dan Timurtaş (Seyyid Ali Sultan) adında bir oğlu dünyaya
geldi. Bizde onun sülalesinden üredik” derler.[146]
Hacı Bektâş
Velî’nin son halifelerinden ve torunlarından olan Çelebi Cemaaleddin Efendi
yazdığı Müdaafanâme isimli kitabında ceddi Hz. Pir’in evli olarak
yaşadığı ve bu sülaleden geldiğini uzunca yazmış ve belgelendirmiştir.[147]
Diğer bir
görüşe göre İdris Hoca ile eşi Kadıncık Ana’nın çocukları olmadığı için Hacı
Bektâş’tan dua talep ettikleri, onun duası bereketiyle üç oğlunun olduğunu,
Mahmud ve Habib’in vefat ettiğini, Hızır Bâli ismindeki oğlunun dergâhta Hacı
Bektâş Velî’den sonra halife olarak kaldığından bahsedilir.[148]
Mensup olduğu Tarikat ve Silsilesi
Hacı Bektâş
Velî’nin bağlı bulunduğu tarîkat ile ilgili farklı bilgiler ve farklı
silsilenâmeler gelmektedir.[149] Ahmet Yaşar Ocak, Hacı Bektâş
Velî’nin Yesevilik ve Kalenderîliğin karışımından oluşan Haydarilik tarikatının
bir mensubu olarak Anadolu’ya geldiğini, daha sonra Baba İlyâs-ı Horasânî
çevresine girerek Vefâilik tarikatına intisap ettiği ve hayatının sonuna kadar
böyle yaşadığını ifade etmiştir.[150]
Elvan Çelebi, Ahmed Eflâkî ve Âşıkpaşazade Baba İlyas’ın halifesi
olduğunda hemfikirdirler. Âşıkpaşazade’nin kaydına göre Hacı Bektâş kardeşi
Menteş ile Anadolu’ya geldiklerinde Dede Garkın’ın halifesi Baba İlyas’la
görüşmesinden ona intisap ederek Vefâî tarikatına girdiği de öne sürülmektedir.[151]
Elvan Çelebi
onun, İlyas’ın halifesi olduğunu 113. Beyitte şöyle ifade eder:
Hacı Bektâş
şol sebepten hiç
Göze almadı
tâc-ı sultanı
Edebalı ve
bundağı huddâm
Gördüler
Hacı’dan bu seyrânı.
Ahmet Yaşar
Ocak, bu mısralarda Hacı Bektâş Velî ile Şeyh Edebalı’nin Baba İlyas’ın tacını
göze almadığını ve Babaî isyanına katılmadıkları ifade ile bu ikisinin Baba
İlyas’ın halifesi olduğunun ima edildiğini söylemektedir.[152]
Ancak Yaşar Nuri Öztürk’e göre, eğer Hacı Bektâş Velî Baba İlyas’ın halifesi
olsaydı isyan hareketinden uzak kalamayacağı âşikârdır. Buna göre O’nun Baba
İlyas halifesi olmadığını[153] düşünmektedir.
Zira biliyoruz ki, tasavvufta müridin mürşidine itaat etmesi, onun emirlerine
uyması şarttır. Kalben bile olsa mürid mürşidine itiraz edemez.
Ayrıca Ahmet
Eflâki kitabında Baba İlyas (Baba Resûl) için, Hacı Bektâş Velî’nin mürşidi ve
onun has halifelerinden olduğunu[154]
yazdığı gibi onu şeriate uymamakla da suçlamıştır.[155]
Eflâki Mevlevi dervişi olması hasebiyle kendi şeyhini, tarîkatini ve
düşüncesini üstün gösterme gayretiyle Hacı Bektâş Velî’yi Babaî göstermiş
olabilir. Çünkü Babaîlere, Bektâşîlere ve Ahilere karşı menfi tutum içinde
olduğu bilinmektedir.[156] Aşıkpaşazâde ise dedesi Baba
İlyas ile hareket etmediği için Hacı Bektâş’a iyi gözle bakmamaktadır.[157]
M.Fuad
Köprülü, Hacı Bektâş Velî’nin Babaî halifelerinden olduğunu, Sulucakarahöyükte
yerleşip orada göçebeler arasında “Bâbaî-Bâtınî” akidesini yaydığını ve bunda
başarılı olduğunu yazmıştır. Onun tarîkatının Kalenderiye, Yesevîye ve
Hayderiye izleri yani Şâmânizm’den bazı kalıntılar bulunduğunu söylemektedir.
Buna rağmen Hacı Bektâş Velî’nin İslam ilimlerine ve tasavvuf esaslarına vâkıf
bir âlim olduğunu ifade etmiştir.[158]
Görüldüğü
üzere Elvan Çelebi, Ahmet Eflâki ve Aşıkpaşazâde eserlerinde Hacı Bektâş’ı Baba
İlyas’ın halifesi olarak Vefaî tarikatına mensup olduğunu yazmışlardır.
Aşıkpaşazâde ise Hacı Bektâş Velî’nin Anadolu’ya hicret ettiğinde Baba İlyas
ile görüştüğünü bildirdiği gibi, onu saf ve meczup bir derviş olarak
nitelemiştir. Buradan da dedesi Baba İlyas ile ortak hareket etmediği, isyana
katılmadığı ve fikren ondan ayrıldığı için subjektif tavır sergilediğini
düşünebiliriz. Ancak Köprülü’nün yukarıdaki ifadesine bakarsak âlim bir
şahsiyeti, meczup ve saf bir derviş olarak değerlendirmek hata olur.
Velâyet-nâme'de
Hacı Bektâş Velî’nin Pir Hâce Ahmed Yesevî’nin halifesi Şeyh Lokman-ı
Parende’nin talebesi olduğundan bahseder.[159]
Zira Lokmân Parende, Hacı Bektâş henüz çocuk iken Ahmed Yesevî’nin halifesi
sıfatıyla onun eğitimiyle ve terbiyesiyle bizzat ilgilenmiş onu yetiştirmiştir.[160] Aynı eserin diğer
bölümlerinde birçok menkıbede Ahmed Yesevî ile bizzat buluşup görüştüğü, ondan
icazet aldığı ve onun halifesi olduğu belirtilir. Pir Ahmed Yesevî ona hitaben
“Ya Bektâş, tam olarak nasibini aldın. Müjde olsun ki kutbü’l-aktâblık
senindir, kırk yıl hükmün vardır. Şimdiye dek bizimdi, bundan sonra senindir.
Biz bu yokluk yurdunda çok eğlenmeyiz, ahirete gideriz. Var, seni Rum’a saldık,
Sulucakarahöyük’ü sana yurt verdik”[161]
diyerek Anadolu’da irşâd ile görevlendirildiği yazılıdır. Hacım Sultan
Vilâyet- nâme 'sinde Hacı Bektâş Velî’nin ilk hocası olarak Ahmet Yesevî
gösterilmiştir.[162]
Benzer
yaklaşımlardan anlıyoruz ki Ahmed Yesevî ile Hacı Bektâş Velî’nin görüşmesi
tarihen mümkün olmasa da O, Yesevî meşrep ve an’anesine bağlı bir mürşiddir.
Mahmud Esad
Coşan Hacı Bektâş Velî’nin Yesevîyye tarikatına bağlı olduğunun kesin bir
gerçek olduğunu söyler.[163] Hacı Bektâş da tarîkat
silsilesini 1166 da vefat eden Ahmed Yesevi’ye dayandırmaktaydı.[164] Ahmed Yesevî’nin FakrnâmF
sini bulup incelediğini, bu eserin Hacı Bektâş Velî’nin Makâlât’ı
ile benzerlik gösterdiğini, hatta bir bölümünün tamamen aynı olduğunu ifade
eder. Ona göre Hacı Bektâş Velî, Ahmed Yesevî’nin fikirlerini Anadolu’ya
taşımış bir kişidir. Ancak Ahmet Yesevî ile Hacı Bektâş Velî’nin Vilâyet-nâme
de geçtiği gibi görüşmeleri imkânsızdır. Yaşadığı dönemler arasında uzun bir
zaman farkı bulunmaktadır.[165] Yani Ahmed Yesevî’nin vefatı
(562/1166) iken Hacı Bektâş Velî’nin vefatı (669/1270-1271) tarihini
göstermektedir.
Abdurrahman
Güzel de Ahmed Yesevî’nin Fakrnâme'si ile Hacı Bektâş Velî’nin Makâlât’ı
arasındaki benzerlikleri incelemiş, aralarında çok küçük farklar dışında,
tamamen birbirine yakın olduğunu farkederek Ahmed Yesevî ve Hacı Bektâş
Velî’nin Türkistan’dan başlayan aynı tasavvuf kültürünün temsilcisi
olduklarını, manen mürşid-mürid ilişkisi içinde olduklarına delil olduğunu
ifade etmiştir.[166]
Seyfullah
Korkmaz ise Ahmed Yesevî’nin Divan-ı Hikmet ile Hacı Bektâş Velî’nin Makâlâfını
karşılaştırmış, içerik ve konuların sıralanışı yönünden benzeştiğini, iki
Veli’nin de ele aldıkları konularda Kur’ân ve Hadis’i ilk kaynak olarak
gösterdiklerini belirtmiştir.[167]
Hacı Bektâş
Velî’ye yakın bir zamanda vefat etmiş olan Ebu’l Ferec el-Vâsıtî
(674-744/1275-1343) tarîkat silsilesini verip Hacı Bektâş Velî’yi Ahmed
Yesevi’ye bağlamıştır. Hüseyin Vassaf (1872- 1929) da Hacı Bektâş Velî’nin
tarîkat silsilesini Bursa’lı Ahmed Lütfi Efendi’den alarak sıralamıştır:
Horasanlı Hacı Bektâş-ı Velî, Lokmân-ı Parende, Hoca Ahmed-i Yesevî, Şeyh
Nasrullâh Hasan-ı Sencerî, Şeyh Rükneddin Ebû Muhammed-i Cürcânî, Şeyh Ebû
Muhammed Hâilî, Şeyh Abdullah-ı Vâsıtî, Ebû Ca’fer Şehid Tâhir-i Meşhedî, Şeyh
Muhammed Eslem-i Tûsî, İmam Ali Rıza, İmam Mûsâ Kâzım, İmam Cafer-i Sâdık, İmam
Muhammed-i Bâkır, İmam Zeyne’l Âbidîn, İmam Hüseyin, Hz. Ali.[168]
Günümüz
akademisyen ve araştırmacılarından Abdurrahman Güzel yaptığı çalışmalarla
vardığı sonuca göre, Ahmed Yesevî ile Hacı Bektâş Velî arasında altı büyük
mutasavvıfın (postnişin) bulunduğunu, aksi takdirde bir kopukluk olacağını
ifade eder. Bu altı mutasavvıfın isimlerini şöyle sıralar: Mansur Ata, Said
Ata, Hâkim Ata, Muhammed Zernuki, Sûfî Ata, Lokman Parende, Hacı Bektâş Velî.[169] Kanaatimce Abdurrahman
Güzel’in bu araştırması ve elde ettiği sonuç, Ahmed Yesevî (ö. 1166) ile Hacı
Bektâş Velî (ö. 1270-1271) arasındaki 105 sene arasındaki silsile açığını
kapatmış, akıllardaki soru işaretini gidererek tartışmalara son noktayı
koymuştur.
Mustafa Kara,
Hacı Bektâş Velî’nin sünni bir mutasavvıf olduğunu, bu tesbitini onun Makâlât
isimli eseri doğruladığını, eserde şeriate muhalif herhangi bir şey olmadığını
söyler.[170] Bektâşîye tarîkatinin de Hacı
Bektâş Velî’den uzun bir süre sonra adab ve erkânıyla ortaya çıktığını, ancak
tarîkatin esaslarının Hacı Bektâş Velî’nin fikirleriyle aynı doğrultuda
olmadığını ifade eder.[171]
16. Yüzyılın
başında Balım Sultan (ö. 1516) ile Bektâşîlik bir tarikat ve mezhep haline
gelmiştir.[172] İrene Melikoff, Hacı Bektâş
Velî’nin tarikat kurmaya çalışmadığı gibi, mürîd de edinmediğini, ancak isminin
kurmadığı bir tarikate verildiğini söyler.[173]
Bektâşîlik
hakkında geniş araştırma yapan Besim Atalay günümüz Bektâşîliğini şu şekilde
izah eder: “Bektâşîlik’te başka tarîkatlar gibi bir tarîkattir. Yalnız öbür
tarîkatların birçoklarında bulunan usül izlenmesi Bektâşîlikte yoktur. Okunması
adetten kabul edilecek dua veya söz veya anma yoktur. Ancak (mürşide başvurup
tarîkata girmek) ve ikrar vardır. Ayin-i cem vardır”[174]
Yani günümüz anlayışıyla Bektâşîlikte diğer tarîkatlarda olduğu gibi seyri
sulûk terbiye metodu ile zikir ve evrâd’ın olmadığının vurgusu yapılmıştır.
Bektaşîlikteki
Hz. Ali'ye dayanan tarikat silsilesi şöyle gelmektedir: İmam Ali, Hasan Basrî,
Habib A'cemî, Davûd-i Tâî, Ma’rufi Kerhî, Seriyyüs- Sakatî, Cüneyd Bağdadî, Ebu
Ali Rüdbarî, Ebu Ali Kâtib el-Mısrî, Ebu Osman Mağribî, Ebu Kasım Kürkanî, Ebu
Hasan Harkanî, Ebu Ali Farmedî, Hoca Yusuf el-Hemedânî, Hoca Ahmed Yesevî, Şeyh
Lokman Perrende el-Horasanî, Hacı Bektâş Velî el-Horasânî.[175]
Bektâşî kitabı
olan Mir’atilMakasit fi def’ilMefasit’ de Bektâşî silsilenâmesi ise
şöyle verilmiştir: Ebubekir Sıddık, Caferi Sâdık, Bayezid Bistamî, Ebu’l Hasan
Harkanî, Şeyh Ebu Farmedî, Muhammed Tavsî, Hoca Yusuf Hamedanî, Hoca Ahmed
Yesevî, Şeyh Lokman Horasanî, Hacı Bektâş Velî.[176]
Bedri Noyan,
Hacı Bektâş Velî’ye farklı farklı yol zinciri isnad edildiğini, bunların hatalı
olduğunu söyledikten sonra, Hacı Bektâş Velî’nin soy, ilim, irfan bakımından
kendi kendine yeten büyük bir şahsiyet olduğunu vurgulamıştır.[177]
Künhü’l-Ahbâr’ın
birinci cildinde Hacı Bektâş Velî hakkında malûmât verilmiş ve günümüz
Türkçesine şöyle çevrilmiştir: “Hacı Bektâş Velî’nin kerametleri o kadar çoktur
ki saymakla bitmez. Ne yazık ki zamanımızda dervişleri, başıboş bir şekilde
dolaşmakta, namaz ve abdest ve belki de yüzünü yıkamaktan uzak, gittikleri
yolları belirsiz, zamanın heveslerine boyun eğen bir grup gezgin olarak
karşımıza çıkmaktadırlar. Bunlar Hacı Bektâş Velî Hazretlerine sözle
bağlanmışlardır. Yoksa amel ve inanç yönüyle ondan ne kadar uzaktadırlar. Bunun
gibi, o yüce velinin nefes evladı kişilerin birçoğu da onun haliyle
hâllenememişlerdir.”[178]
Köprülü, Türkler
arasında bir Türk sûfîsi tarafından kurulan Yesevîliğin içinde Haydariye,
Nakşibendiye ve Bektâşiye gibi üç büyük Türk tarîkatının esaslarını doğurması
bakımından büyük önem taşıdığını belirtir. Horasandan başlayarak Anadolu’da
yayılan bu tarîkatler zikir, âyin, gelenek ve âdâb bakımından Yesevîyye’den
etkilenmişlerdir.[179]
Yaşar Nuri
Öztürk, Bektâşîliğin tıpkı Nakşilik gibi Yesevîlikten kaynaklanan tasavvuf! bir
ekol olduğunu söylemektedir.[180] Günümüzde Nakşibendiyye
yolunu Yesevîyye’nin bir kolu olduğunu kabul edenler de vardır. Hâcegân
tarîkati olarak isimlendirilen Yesevîyye tarîkati, günümüzde Nakşibendiyye
içinde varlığını sürdürmüştür.[181] Ahmed Yesevî (h. 562)
Buhara’da eğitim aldıktan sonra Yusuf Hemedâni’ye intisap edip onun üçüncü
halifesi olmuştur.[182] Yani Nakşibendiyye
silsilesinden Abdulhâlık Gucdûvanî ile Ahmed Yesevî’nin şeyhi Yusuf-ı Hemedânî
(1050-1140) olduğundan, bu noktada Nakşilik ve Yesevîlik dolayısıyla Bektâşîlik
silsilesi birleşmiştir.[183]
Elde mevcut
bulunan belgeler ve araştırmalar ışığında diyebiliriz ki Hacı Bektâş Velî,
Yesevîye tarîkatının kurucusu Pir-i Türkistan Ahmed Yesevî’den dolaylı olarak
da olsa feyz almıştır. Anadolu’nun İslamlaşmasında büyük rol oynayan Ahmed
Yesevî, gelenek, edebiyat, dil, kültür ve tasavvuf sahasında güçlü etkisi,
yetiştirip gönderdiği halifeleri vasıtasıyla günümüze kadar gelmiştir. İşte
Onun halifelerinden birisi de şüphesiz Hacı Bektâş Velî’dir.
Günümüzde Hacı
Bektâş Velî üzerine araştırma yapan bazı akademisyenler, günümüz Bektâşîliğini
de göz önüne alarak onu heterodoks bir sûfî olarak değerlendirmişlerdir. Ancak
biz, onun ayet ve hadisler ışığında yazdığı eserlerden seviyeli bir dînî tahsîl
yaptığına, Yesevî dergâhından feyz aldığına, Ârif-i billâh bir sûfî olduğuna
inanmaktayız.
ÇAĞDAŞI SUFİLERLE VE DİĞER OLUŞUMLARLA
İLİŞKİLERİ
Menkıbelere
göre Hacı Bektâş Velî’nin görüştüğü kimseler şunlardır: Kutbeddin Haydar,
Akçakoca, Tapduk Emre, Yunus Emre, Mevlânâ, Seyyid Mahmûd-i Hayrânî, Ahi Evran,
Seyyid Gazi, Osman Gazi, Alaaddin Keykubad, Hacım Sultan ve Karaca Ahmed’dir.[184] Ancak Âşıkpaşaoğlu eserinde onun Osmanlı hanedanından hiç
kimseyle görüşmediğini yazmıştır.[185]
Günümüze ulaşan bilgiler ışığında Hacı Bektâş Velî’nin Ahmet Yesevî, Mevlânâ,
Yunus Emre ile ilişkilerine, Yeniçeri Ordusu ve Babaîlerle ilişkilerine de
kısaca değindik.
Tasavvuf
tarihinin önemli şahsiyetlerden ve ilk Türk mutasavvıfı olması özelliğinden
başka Ahmed Yesevî (ö. 562/1166) Türk topraklarının manevi fâtihi sayılır. Hz.
Peygamberin tebliğ için sahabesini dünyanın birçok yerine göndermesi gibi Ahmed
Yesevî de, yetiştirdiği halifeleri sadece Türkistan’a değil pek çok bölgeye
hatta Anadolu’ya da göndererek İslâm’ın yayılmasına katkıda bulunmuştur.[186]
Hacı Bektâş
Velî, ondan çok uzak bir bölgede yaşamış olmasına ve aralarında bir yüzyıldan
fazla zaman farkına rağmen Ahmed Yesevî’nin müridi ve başlıca temsilcisi
sayılmıştır.[187] Evliya Çelebi’de Seyahatnamesi’nde
Ahmed Yesevî ile Hacı Bektâş Velî’nin bağlantısına değinmiştir.[188]
Ahmed Yesevî
ile Hacı Bektâş Velî’nin irtibatına dair bilgilere, vefatından yaklaşık iki
asır sonra dervişleri tarafından derlenip toplanan menkıbelerden oluşan Vilâyet-nâmeTerde
ulaşabilmekteyiz.
Vilâyet-nâme
de Hacı Bektâş henüz küçük bir çocukken babasının eğitim için hoca aradığı,
Ahmed Yesevî’nin halifelerinden Lokman Parende’yi hoca tayin ettiği
yazmaktadır.[189] Bir yandan Lokman Parende’nin
dervişi olduğuna dair menkıbelere yer verilirken [190]
diğer yandan Ahmed Yesevî ile görüşmesi, Onun nefes evladı olan Kutbüddin
Haydar’ı düşman esaretinden kurtarması ve Ahmed Yesevi’den icazet alarak halife
olması, onun sözüyle Anadolu’ya hicret etmesi, orada halkı irşâd etmesi
anlatılmıştır.[191] Kitâbu’l-Fevâ ’id
isimli eserde Hacı Bektâş Ahmed Yesevî’nin müridi olarak ondan nasihat dinleyip
rivayet ettiği [192] yazılıdır. Ancak ne Şakâyık’ta
ne de Aşıkpaşazâde Tarihinde Ahmed Yesevi’nin Hacı Bektâş ile
bağlantısına dair herhangi bir kayıt yoktur.
Hacı Bektâş
Velî’ye zaman bakımından en yakın belge sayılan Abdu’l-Ferec al-Vâsıtî
(674-744/1275-1343) Tiryâku’l-Muhibbîn adlı eserinde onun Ahmed
Yesevî’ye intisâbının bulunduğunu zikredip tarikat silsilesisini de
vermektedir. Esad Coşan buradan da Hacı Bektâş Velî’nin Ahmed Yesevî’ye
bağlılık iddialarının eski tarihlerde dahi var olduğunu öne sürer.[193]
Esad Coşan ve
Abdurrahman Güzel, Ahmed Yesevî’nin Fakrnâme'si ile Hacı Bektâş Velî’nin
Makâlâfını incelemiş, iki eserin benzeşmesinden Hacı Bektâş Velî’nin
Ahmed Yesevî’den etkilendiği ve aralarında bir bağ olduğu sonucuna
ulaşmışlardır. Ancak Ahmet Yesevî ile Hacı Bektâş Velî’nin doğrudan görüşmeleri
tarihen imkânsız olduğunu, yaşadığı dönemler arasında uzun bir zaman farkı
bulunduğunu ifade etmişlerdir.[194] Aynı şekilde Seyfullah
Korkmaz da Divan-ı Hikmet ile Makâlât arasındaki benzerlikleri
inceleyerek bu iki gönül insanının arasındaki bağlara dikkat çekerek, ikisinin
de muhabbetullah ekseninde aldıkları nefs terbiyesiyle diğer insanları kâmil
insan modeline yükseltmek gibi hedefler güttüklerini vurgulamıştır.
Yesevîyye
tarîkatının kurucusu Ahmed Yesevî’nin Türklerin İslamı benimsemesinde büyük etkisi
olduğu bilinmektedir. Ahmed Yesevî ve Hacı Bektâş Velî arasındaki bağlar ve
fikirler üzerine inceleme yapan Dr. Seyfullah Korkmaz, çalışmaları sonucunda
ulaştığı sonucu şöyle ifade eder: “Ahmed Yesevî’nin Türkistan’da yaptığı kutsal
görevi, Hacı Bektâş Velî Anadolu ve Balkanlara taşımıştır. Her iki büyük veli
de insanımızı daha üstün insan haline getirmek için çaba sarfetmişlerdir. Her
ikisi de Kur’ân ve Hadis’i birinci kaynak olarak almışlar ve ilmin öncülüğünde
yürümüşlerdir.”[195]
Hacı Bektâş
Velî’nin doğumu ile ilgili kayıtları yazdığımız yerde, onun 63 yıl yaşadığını
ve Hz. Mevlânâ’dan (ö. 672/1273) üç yıl önce vefat ettiğini belirtmiştik.[196] Mevlânâ’nın
çağdaşı olduğu ve aralarındaki münasebet Vilâyet-nâme ve Menâkibü’l-
Ârifin’de geçmektedir.
Konya Mevlânâ
Kütüphanesi’nde bulunan ve aynı yüzyılda yazılan Menâkıb-ı Eflâkî’nin görüşüne
göre, Mevlânâ Celâleddîn Rûmî (ö. 672/1273) de vefat etmiş, Hacı Bektâş’ da
670/1271 tarihinde Konya’ya gelmiş ve Mevlânâ ile görüşmüştür.[197]
Vilayet-nâmede
Hacı Bektâş Velî’nin dervişini kitabını geri almak için Mevlânâ’ya yolladığı,
Mevlânâ ise Hacı Bektâş’ı yücelten ifadelerle övdüğü yazılıdır.[198] Menâkibü’l-Ârifiride,
Baba Resul’un Hacı Bektâş ile birkaç dervişi Mevlânâ’ya gönderdiği yazılıdır. O
Mevlânâ’ya şu soruyu sormalarını ister: “Ne istiyorsun, dünyada kopardığın bu
kıyamet nedir ?” Hacı Bektâş Mevlânâ’ya demiştir ki: “Eğer aradığını buldunsa
sus, bulmadınsa dünyaya saldığın bu gürültü nedir? Kendini insanoğullarının
beğenileni yaptın. Halkın bu kadar ev barkını birbirine kattın.” Bu soruya da
Mevlânâ güzel bir şiirle cevap vermiştir. Eflâkî birçok şeyh, idareci,
büyük-küçük herkesin Mevlânâ’ya yöneldiğini, ona mürid olduklarını, ancak bazı
çevrelerce kıskanıldığını yazmaktadır. Aynı eserde abdest suyunun kana
dönüşmesi ile kerameti anlatılmıştır.[199]
Bektâşî
geleneği Anadolu’daki büyük mutasavvıfların çoğunu Hacı Bektâş ile
ilişkilendirerek onun müridi konumunda gösterip yüceltmişlerdir.[200] Bu bakımdan Vilâyet-nâmede
yer alan Hacı Bektâş Velî ile Yunus’un şeyhi Tapduk Emre ile ilgili bir
menkıbeden, Hacı Bektâş Velî ile Yunus Emre arasında geçen iki menkıbeden
istifade edebiliriz.
Hacı Bektâş
Velî Anadolu’ya geldiğinde civarda bulunan erenleri davet edip geldikleri halde
Yunus Emre’nin gelmediği, bunun üzerine Hacı Bektâş Velî’nin iki elçi
gönderdiği ve sonunda Yunus Emre’nin Hacı Bektâş Velî’nin yanına geldiği ve
onun elindeki kerameti gördüğü “Tapduk Hünkârım” diye hitap ettiği, bundan
sonra onun “Tapduk Emre” olarak anıldığı[201]
yazılıdır.
Bir başka
menkıbeye göre, Hacı Bektâş Velî’nin şöhreti duyulunca etraftan derdi ya da
muradı olan insanlar ona gelmeye başlamıştır. Kıtlık senesinde Yunus Emre de
hayvanına yüklediği alıçlarla ona gelip karşılığında buğday almak istemiş, Hacı
Bektâş Velî ona buğday ya da himmet almak (nefes) hususunda seçim yapmasını
söylemiş, Yunus Emre de buğday almakta ısrarlı davranmış, buğdayı yükleyip
giderken hatasının farkına varıp, pişman olup dergâha geri döndüğünde ise, Hacı
Bektâş Velî ona Tapduk Emre’ye başvurmasını söylemiştir. Hacı Bektâş Velî’nin
dediği gibi Tapduk Emre’ye varmış, olanı biteni anlatmış, Tapduk Emre onu
hizmet karşılığı kabul etmiştir. Yunus Emre dergâhta kırk yıl odun taşıyıp
itina ile hizmet etmiş, sonunda şeyhinin himmetiyle manevi kilit çözülüp divan
oluşturacak kadar şiir söylemeye başlamıştır.[202]
13. yüzyılın
son yarısında yaşamış bir Türkmen dervişi olan[203]
Yunus Emre’nin (1238-1320) yılları arasında yaşadığı kabul edilir.[204] Vilâyet-nâme’de
Sivrihisar’ın güneyinde Sarıgök köyünde yaşadığı anlatılır.[205]
Anadolu’nun birçok yerinde Yunus Emre adıyla farklı kimselerin yaşadığı,
bunların çeşitli bölgelerde bulunan kabirlerinden anlaşılmaktadır.[206] Gölpınarlı, Yunus Emre’nin
Eskişehir’e bağlı Sivrihisar kasabasında veya Bolu civarında yaşadığını
yazmıştır.[207] Ancak Esad Coşan, Türkiye’de
birçok Sivrihisar bulunduğunu, kastedilenin Niğde’ye bağlı Sivrihisar olduğunu
ve Hacı Bektâş kasabasına da yakın olduğunu iddia etmektedir. Ona göre Hacı
Bektâş ile görüşen Yunus, Eskişehirli olmaz, mesafe çok uzaktır.[208] Yukarıda Vilâyet-nâme’
de geçtiği gibi Yunus Emre’nin buğday almak için öküzle bu kadar yol gidip
gelmesi mantıklı değildir.
Hacı Bektâş
ile Yunus Emre arasında doğrudan veya dolaylı da olsa bir irtibat bulunduğu bir
gerçektir.[209] Yunus Emre’nin tarikat
nisbeti hakkında farklı görüşler öne sürülmüş, en çok Mevlevilik ve Bektâşilik
üzerinde durulmuştur. Bazı kaynaklarda Yunus Emre ve Tapduk Emre’nin Hacı
Bektâş’a bağlanmasıyla, Hacı Bektâş Veli’nin Ahmed Yesevi ile münasebetinden
ötürü Yunus Emre, Yeseviyye müntesibi olarak kabul edilmiştir.[210] Yunus, divânında Tapduk Emre,
Barak Baba ve Sarı Saltuk isimlerini zikrederek tarikat silsilesini şöyle
verir:
Yûnus’a
Tapduk’tan oldu hem Barak’tan Saltuk’a
Bu nasip çün
cûş kıldı ben nice pinhân olam[211]
Bu beyitlerden
Yunus Emre’nin, Taptuk Emre, Baba ve Sarı Saltuk vasıtasıyla silsilesinin Hacı
Bektâş Veli’ye ulaştığı anlaşılmaktadır. Bu iki büyük şahsın fikirlerinde
içiçelik ve büyük benzerlik görüldüğü, Hacı Bektâş Velî’nin görüş ve
düşünceleri Yunus Emre’nin şiirlerinde sanatsal üslupla ortaya çıktığı da
âşikardır.[212]
Vilâyet-nâme'de
Barak Baba’nın Hacı Bektâş Velî’nin halifesi olduğu yazılıdır. Sarı Saltuk ise
Ahmed Yesevi’nin öğrencisi kabul edilmektedir. Dünyaya bakış, düşünce ve din
algısı gibi konularda Yeseviyye düşüncesini gittiği yerlere taşımıştır. Aynı
anlayışın temsilcileri olan Tapduk Emre, Hac-ı Bektâş Veli, Mevlânâ, Barak
Baba, Nasreddin Hoca, Ahmed Fakih, Karaca Ahmed... gibi Türk büyükleriyle yakın
ilişkileri olmuştur.[213] Buradan da Yunus Emre’nin
Barak Baba ve Sarı Saltuk ile Hacı Bektâş Velî bağlantısından Yeseviyye
tarîkatına mensub olduğu söylenebilir.
Coşan, “Ahmed
Yesevî’nin Divân-ı Hikmet teki manzumeleriyle Yunus Emre’nin manzumeleri
karşılaştırılsa, sanki Yunus Emre onun hikmetlerinin tercümesini yapmış kadar
aynı fikirde oldukları görülür” [214]
diyerek bu benzerliğe dikkat çekmektedir.
Yunus Emre,
beyitlerinde Hacı Bektâş Velî’nin adını zikretmez. Fakat fikirleri, eserleri
Hacı Bektâş ile tamamen benzerlik arzeder.[215]
Coşan, ikisinin eserlerini karşılaştırdığını, Yunus Emre’nin er-Risâletü’n-Nushiyye
eserini Hacı Bektâş Velî’nin Makâlât ının bir bölümünün tercümesi gibi
olduğunu, aynı konular, aynı manalar işlendiğini (dört kapı, kırk makam, iyi-kötü
huyların içimizdeki mücadelesi, yetmiş iki milleti hor görmemek, akıl, aşk,
şevk.. ..vb), her ikisinin de vahdet-i vücûd kanaatine sahip olduklarını, bu
bakımdan iki eserin de paralel ve aynı olduğunu ifade eder.[216]
Yaşar Nuri
Öztürk’e göre “Yunus’un şiirlerinin büyük bir kısmı, âdeta Kur’ân ayetleriyle
Peygamber hadislerinin manzum tercümeleri gibidir”.[217]
Batılı
araştırmacı Melikoff, Hacı Bektâş ile Yunus Emre hakkında bir çalışma
yapmıştır. Ona göre Yunus Emre, Hacı Bektâş Velî’nin çağdaşı ve Babailer
ortamından bir şahsiyettir. Yunus Emre şiirlerinde Tapduk Emre, Barak Baba,
Sarı Saltuk ve Geyikli Baba gibi kimseleri anmasına rağmen Hacı Bektâş Velî’nin
adını anmamıştır. Bunun sebebi de Hacı Bektâş hayatta iken fazla şöhrete sahip
olmaması olarak yorumlamaktadır. Ayrıca Hacı Bektâş Velî’nin görüşleriyle Yunus
Emre’nin şiirlerde dile getirdiği düşüncelerin tamamen örtüşmesi, bunların aynı
toplumsal ve manevi ortamda olduklarına delil teşkil etmektedir.[218]
Sonuç olarak,
Yunus Emre ile Hacı Bektâş Velî’nin görüştüğüne dair menkıbelerden başka
elimize ulaşan kesin bilgi yoktur. Ancak gerek Yunus Emre’nin yolu gerek Hacı
Bektâş Velî’nin yolu, geriye doğru gidildiğinde Ahmed Yesevî’de birleşmektedir.
Bütün bu ayrıntılar aynı kökten beslendiklerinin ya da aynı pınardan su
içtiklerinin delili sayılabilir. Bunu, söylediği beyitlerin Kur’ân ve sünnete
bağlılığından, Tasavvufun temel değerlerine vurgularından, ayrıca muhteva ve
mana bakımından Ahmed Yesevi ve Hacı Bektâş Velî’nin eserleriyle uyumlu ve
paralel olmasından anlamak hiç de zor değildir.
“Osmanlı
askeri teşkilatında özel konumlu, maaşlı, dâimî yaya ordusu”[219] olarak ifade
edilen Yeniçeri askeri ve teşkilatının Bektâşîlerle bağlantısı tartışmalı
konulardan biridir. Günümüzde yeterli araştırmanın olmadığı ancak, Orhan Gazi
(1324-1362) döneminde fetihler sebebiyle asker ihtiyacını karşılamak üzere
savaş esirlerinden istifade maksadıyla Hristiyan çocukların devşirmeyle
toplanıp, eğitilmesiyle kurulan Yeniçeri Ocağı[220]
600 yıllık Osmanlı tarihinin, yaklaşık 450 yıllık dönemini etkilemiştir. 17.
Yüzyılın yarısından sonra Ocağa Türkler’in de kabul edildiği Yeniçeri Ocağı,
Sultan İkinci Mahmud ve ekibi tarafından (vak’a-i hayriye) 1826 tarihinde
kapatılmıştır.[221]
Bektâşiler,
sadece bir tarikat olarak kalmamış, Yeniçerilerle yakın ilişkileri sebebiyle
1826 tarihine kadar, Osmanlı tarihinde önemli askeri rol da oynamışlar[222] hatta Bektâşi
babaları Yeniçeri birliklerinde vaizler olarak görev icra etmişlerdir.[223]
Bektâşîler,
Yeniçerilerin başlarındaki tacı (börk) Hacı Bektâş Velî’ye nisbet etmişlerdir.
Ancak Aşıkpaşazâde bunun yalan olduğunu, ak börk’ün Orhangazi zamanında
Bilecik’te ortaya çıktığını, Bektâşîlerin ak börk giymesine, şeyhleri Abdal
Musa’nın sebep olduğunu yazmıştır.[224]
Vilâyet-nâme’de,
Sultan Alâeddin’in adamlarıyla beraber Osman Bey’i Hacı Bektâş’a yolladığı,
Hacı Bektâş Velî’nin de onu hoş karşılayıp yanında bulunan bükülmüş tacı[225] tekbirleyip onun başına
giydirdiği, sonra ona “senin başındaki tacımızı gören kafirler, kılıcına karşı
duramasınlar, kılıçları seni kesmesin ”
şeklinde dua
ettiği yazılıdır. Sonraki tarihlerde Osman Bey, kendi kapı kullarına ak börk
giydirmiş, diğer etraftan gelen askerlerine ise börklerini kırmızıya
boyamalarını emretmiştir.[226]
Osmanlı
devletinde ilk kez düzenli ve devamlı orduyu Kur’ân Sultan Orhan’a kardeşi Ali
Paşa, tüm askerlerin kızıl börk giymesini, Sultan’ın ve onun özel askerlerinin
ak börk giymesini tavsiye etmiştir. Böylece Sultan Orhan orduyu kurduğunda Hacı
Bektâş Velî’ye heyet göndererek ondan ak börk getirtmiş, önce kendisi sonra da
diğer askerleri giymiştir ki ak börk giyme âdeti o zamandan kalmıştır.[227] Tarih-i Lütfide ise
şöyle geçer: Sultan Orhan devlet ricalinden birkaç kişiyi Hacı Bektâş Velî’ye
göndererek yeni kurulan ocak için dua etmesini istemiştir. Hacı Bektâş da
gelenleri nezaketle karşılayıp kendi elbisesinden parçalar keserek
ziyaretçilere vermiştir.[228] Rivayete göre Hacı Bektâş
Velî, dergâhına gelen askerlerden birinin başına elini koyarak dua etmesi
sebebiyle Yeniçeri askerinin başına giydiği “börk” Hacı Bektâş Velî’nin eli,
arkaya sarkan kısmı da O’nun hırkasının kolundan kinâye olduğuna inanılmıştır.[229]
Bektâşîler en
büyük sosyal fonksiyonlarını Yeniçerilerle göstermişlerdir. Yeniçeri Ocağı daha
kuruluş aşamasında Bektâşî Ocağı olarak kurulmuş; Yeniçeriler kendi ocaklarına
“Ocağ-ı Bektâşîyan” (Hacı Bektâş Ocağı) adını verirken, Hacı Bektâş Velî’ye
“Gaziler Serdarı” ve “Alperenlerin Serçeşmesi”, Yeniçeri askerlerine ise
“Taife-i Bekteşiyân” gibi sıfatlar vermişlerdir.[230]
Yeniçerilere
bazen “Hacı Bektâş Oğulları” denilmiş, III. Selim ise bu askerlerin sadakat ve
cesaretinden dolayı “Hacı Bektâş Köçekleri” diyerek hitap etmiştir.[231]
Osmanlı’da her
meslek grubunun bir piri ve bağlı bulunduğu bir tekkesi vardır. Askerlerin,
tarîkatlar içinde Türkçü-Milliyetçi karakterde Bektâşî tekkesine bağlılığı da
onları motive etmesi açısından kayda değerdir.[232]
Rivâyetlere
göre Hacı Bektâş Velî’nin Yeniçeri ocağı için dua etmesi, kıyafetlerini
kutlaması, devşirilen gençlerin başlarına akbörk geçirip Yeniçeri Ocağına
katması, sonrasında Hacı Bektâş Velî’nin Yeniçeriler’in piri olarak kabul
edilmesine sebep olmuş,[233] hatta Bektâşilik, Yeniçeri
ocağının tarikatı sayılmıştır.[234] Ancak tarihi gerçeklere göre
Yeniçeri Ocağının Hacı Bektâş Velî zamanında ve onun duası alınarak kurulması,
Yeniçerilerin başına akbörk giydirip kendi eliyle çorba dağıtması eski bir
efsaneden ibarettir.[235] Gerçek olan Bektâşi
babalarının ilk devirlerde pençik oğlanları, devşirme oğlanlara ve Yeniçeri
askeri olacak gayri müslim çocuklara İslâm dinini pratik yoldan öğretmeleridir.[236] Yeniçeri tarihi olan Kavânin-i
Yeniçeriyarida, Hacı Bektâş Velî’nin adı geçmediği halde Yeniçeri ocağının
kuruluşunda ve askerin börk giyişinde Vezir Hacı Bektâş Paşa, Hacı Bektâş
Velî’nin oğlu Timurtaş Dede ve Emirşah Efendi’nin isimleri zikredilmiştir.[237]
Aşıkpaşazâde’nin
verdiği bilgiye göre ise Hacı Bektâş Velî, Osmanlı sultanlarından hiç birisi
ile görüşmemiş,[238] hatta Osman Gazi’yi bile
görmemiştir.[239] Hacı Bektâş
Velî’nin vefatından (ö. 1271) sonra Yeniçeri Ocağı 1361 yılında
kurulmuştur.[240] Yeniçerilerin Bektâşîlik ile
alakası 14. Yüzyılın sonlarıyla 15. Yüzyılın başlarında başlamış, Ocağın
kaldırılmasına kadar devam etmiştir.[241]
Hacı Bektâş
Velî’nin Babai şeyhi olan Baba İshak ile durumu farklı yorumlamalara maruz
kalmıştır. Hacı BektâşVelî’nin Baba İshak ile ilişkisine ilk değinen Ahmed
Eflakî (ö. 761/1360) olmuştur. Menâkıbu’l-Ârifîn de Hacı Bektâş’ın Baba
Resul’ün (Baba İshak) has halifelerinden olduğu, ancak dış görünüşe saygı
göstermediği, şerîate uymadığı, namaz kılmadığı belirtilmiştir.[242] Elvan Çelebi de, Hacı
Bektâş’ın Baba İlyas’ın halifelerinden olduğunu mısralarıyla işaret etmiştir.[243] Vilayet-nâme’de
ise, Hacı Bektâş’ın Baba İlyas’ın halifesi olduğuna dair en ufak bir haber
olmadığı gibi, Baba İlyas’ın adı dahi zikredilmez.[244]
Âşıkpaşazâde
ise, Hacı Bektâş’ın kardeşi Menteş ile Anadolu’ya geldiğinde ilk olarak Sivas’a
gittiklerini, oradan Amasya’da olan Baba İlyas’a giderek onu ziyaret
ettiklerini yazmış, ancak tafsilatlı bilgi vermemiştir. Önce Kırşehir’e sonra Kayseri’ye gittiklerini,
kardeşinin oradan Sivas’a geri dönüp şehit edildiğini, Hacı Bektâş’ın ise
Kayseri’den Kara Öyüğ’e giderek vefatına kadar orada yaşadığını belirtmiştir.[245]
Bu yolculukta kardeşi Menteş’in Sivas’ta Babaîler isyanına katılmış olduğu
tahmin edilmektedir.[246]
Hacı Bektâş ve
kardeşinin Şeyh Baba İlyas ile görüşmesi hakkında fazla bilgi olmaması, farklı
yorumlara neden olmuş, hatta orada Baba İlyas’a intisap etmiş olabileceği
düşünülmüştür. Hâlbuki Vefâî şeyhi olan Baba İlyas[247]
Moğol istilâsından kaçarak Anadolu’ya gelmiş bir Türkmendir.[248] Hacı Bektâş ve kardeşinin
Sivas’ta Baba İlyas’ı ziyaret etmelerinin sebebi, her ikisinin de Horasan
bölgesinden göç etmesi,[249] Türkmen soyundan gelmesi gibi
müşterek yönlerinin bulunmasıyla birlikte, konuşma, fikir alışverişinde bulunma
ya da ziyaret amaçlı olabildiğidir.
Fuad Köprülü,
Abdülbaki Gölpınarlı, Irene Melikoff, Ahmet Yaşar Ocak[250]
gibi günümüz araştırmacıları Hacı Bektâş Velî’nin Baba İlyas’ın halifesi
olduğunu kabul etmişlerdir.[251] Ocak, Hacı Bektâş’ın Baba
İlyas’ın halifesi olarak onun fikirlerinin yayıcısı olduğunu vurgulamıştır.[252]
Hacı Bektâş
zamanında Selçuklu yönetimi ve beraberinde patlak veren isyan hareketlerinin
karakterinin anlaşılması, Hacı Bektâş Velî’nin tasavvufi kişiliğini anlamaya
yardımcı olacaktır. Sözgelimi, Selçuklu devletinde Keykubâd’ın 1237’de genç
yaşta ölümü üzerine anormal vasıfları olan II. Gıyasüddin Keyhüsrev (634-
643/1237-1246)’in tahta çıkması ile yeni bir dönem başladı. Ümeradan Saadettin
Köpek’in (637/1239) kötü yönetimden istifade ile değerli pek çok devlet adamı
ve kumandanları ortadan kaldırması, inhitata yol açtı. Moğol İstilası sebebiyle
Anadolu’ya göç eden Türkmenler, iktisadi sıkıntılar, buhranlar içinde
bulunmaları yüzünden toplanarak ayaklanma çıkardılar. 1239-1240[253] tarihlerinde “Babaîler
İsyanı” denilen bu ayaklanmaya öncülük edenler ise biri Amasya’da oturan Baba
İlyas Horasanî, diğeri onun halifesi olan Baba İshak isimli Vefaiye tarikatına
mensup şeyhlerdi.[254] Merkezi Amasya olan isyan
hareketi Maraş, Kefersud, Sivas, Tokat[255]
ve Kayseri’ye kadar yayılmış, hükümet ordusu yenilmiş, geniş bir bölge
Babâîlerin elinde kalmış, hükümet büyük çabalar sonucu 1240 tarihinde isyanı
zorlukla bastırmış, isyan hareketinin öncüleri olan bu iki şeyh de asılmıştır.[256]
Bu toplumsal
hareket, etkisi ve uzantısı günümüze kadar gelen büyük kitlesel inanç
hareketine dönüşerek, zamanla Aleviliğin tarihsel tabanını oluşturması[257] bakımından büyük
önem arz etmektedir.
Hacı Bektâş Velî’nin bu isyana iştirak edip etmediği konusunda
araştırmacılar farklı fikirler beyan etmişlerdir. Ahmet Yaşar Ocak, Elvan
Çelebi ve Aşıkpaşazâde Hacı Bektâş’ın isyana katılmadığını, bir kenarda
yıllarca gizlendiğini kabul etmişlerdir.[258] Günümüz araştırmacılarından Melikoff da 1230 yıllarında
Anadolu’ya göç eden Hacı Bektâş Velî’nin kendisini isyan hareketinin içinde
bulduğunu, kardeşi Menteş öldürüldükten sonra isyanın son aşamasına katılmayıp
birkaç yıl saklandığını yazmıştır.[259] Ethem Ruhi
Fığlalı, Esad Coşan, Yaşar Nuri Öztürk gibi bazı araştırmacılar, Hacı Bektâş
Velî’nin Baba İshak’ın halifesi olmadığını, bilakis Yesevî bağlantılı olduğu,
bu isyan hareketine iştirak etmediğini[260] beyân
etmişlerdir.
1.4.
ESERLERİ
Elimizde
bulunan tarihi kaynaklara ve menkıbelere göre Hacı Bektâş Velî’nin Horasan
erenlerinden bir Türk olduğu, manevi eğitimini Nişabur’da aldığı ve irşad
vazifesiyle Anadoluya geldiğini biliyoruz. Onun bilinen en tanınmış eseri olan Makâlâfı
Arapça yazmasından, iyi bir İslamî eğitim aldığını tahmin etmekteyiz.
Hacı Bektâş
Velî’nin bu eserinin varlığını haber veren Köprülü olmuştur. M. Fuat Köprülü,”
Anadolu ve İslamiyet” isimli makalesinde Hacı Bektâş’ın, Makâlât, Fatiha
Tefsiri ve Farsça bir eseri daha olduğunu belirtmiştir.[261]
Onun tasavvufi görüşlerini yansıtması bakımından en önemli ve kaynak eseri Makâlât
dır. Tarikata yeni intisap edenler için basit seviyede el kitabı niteliğinde
olup, sünni mutasavvıfların eserlerine aykırı fikirler ihtiva etmez.[262] Makâlât’ın özel
kütüphanelerde ve devlet kütüphanelerinde manzum ve mensur olarak 30 nüshası bulunmuştur.
[263] Gölpınarlı, o asırdaki
sûfîler gibi Hacı Bektâş Velî’ninda Makâlât isimli Arapça eser yazdığını
ve bunun Molla Sa’düddin isimli dervişi tarafından nesir şeklinde olduğunu ve
14. Yüzyılın sonunda ise ilk kez Hatiboğlu Mehmed tarafından 1409 yılında nazım
şeklinde bu eserin Türkçe’ye çevrildiğini haber vermektedir.[264] Esad Coşan ise, Makâlât’ın
kütüphanelerimizde manzum ve mensur şekilde yaklaşık 30 nüshasının bulunduğunu,
Makâlâfın mensur tercümesinin h. 812. tarihinde Hatiboğlu tarafından
nazma çekildiğini, bu ve diğer versiyonlarını “Hatiboğlu’nun Hayatı ve
Eserleri” isimli doktora tezinde geniş olarak ele aldığını belirtmiştir.[265]
Ahmet Yaşar
Ocak ise, bu eserin Hacı Bektâş’a aidiyetinin bilimsel olarak ispatlanmadığını,
anonim derleyiciler tarafından kitap haline getirildiğini, bugüne kadar esaslı
bir muhteva kritiği yapılmadığını söyleyerek, günümüzde basılan eserlerin onun
sünni bir mutasavvıf olduğunu ispata yönelik olarak Alevi-Bektâşileri Sünni
İslam’a yöneltme gayretinden ibaret olduğunu belirtmiştir.[266]
Makâlât
isimli eser Mahmud Esad Coşan tarafından manzum tercümesi üzerine doktora tezi
olarak çalışılmıştır. Coşan, sonrada mensur tercümesinin çeşitli nüshalarından
edisyon-kritik yaparak Doçentlik tezi olarak hazırlamış ve ilim dünyasına sunmuştur.[267] Esad Coşan, Makâlâfın
eksik bir nushasını bulup, tenkidli neşrini yaptığı mensur Türkçe nüshası ile
inceleyip karşılaştırmak amacıyla tercümesini yaptığını ve çalışmasının sonuna
eklediğini belirtir.[268]
Makâlât
“dört kapı” ve “kırk makamı” anlatan tasavvufi içerikli ve didaktik bir eser
olup Hacı Bektâş Velî’nin tasavvufi görüşlerini serdetmesi bakımından da kaynak
bir eserdir. Konular ayet ve hadislerle izah edilmiştir. Sade ve akıcı uslupla
yazılan eserde dört kapıdan maksat, şerîat, tarikat, marifet ve hakikattır.
Kırk makam ise, bu dört kapıya ait merdivenler misali alt başlıklarıdır. Hacı
Bektâş Velî, mürîdlerin Hakk’a ulaşabilmesi için bu dört kapıdan ve kırk
makamdan geçmelerini elzem görmektedir.
Coşan’a göre,
Arapça asıllı manzum ve mensur versiyonları incelendiğinde Hacı Bektâş Velî’nin
şerîate sımsıkı bağlı, şerîat dışı davranışlara ise şiddetle karşı çıkan
kâmil-sünnî bir mutasavvıf olduğu anlaşılmaktadır. Coşan, Hacı Bektâş’ın, Âşık
Paşa, Yunus Emre ve Mevlânâ gibi riyadan, kötü huylardan, ilhad ve
ibahicilikten uzak bir mutasavvıf olduğunu belirtmektedir.[269]
Yaşar Nuri Öztürk “Makâlât, Kur’ân ve Sünnet üzerine çevrilmiş bir
Türkmen yorumudur” diyerekMakâlât’ın Türklüğe özgü hassasiyet ile şer’i
çizgide yazılımına dikkat çekmiştir.[270]
Abdurrahman Güzel, Makâlât’ın hemen hemen her bölümünde insana dünya ve
ahirette mutlu olmanın yollarını gösteren bir ahlak kitabı özelliğini
taşıdığını belirtmektedir.[271]
Mehmet
Necmeddin Bardakçı da Hacı Bektâş Velî’nin eserlerini şöyle yorumlar: “Hacı
Bektâş Velî’nin eserleri incelendiğinde görüşlerinin XIII-XIV. yüzyılda
Anadolu’da bulunan İbnu’l-Arabi, Necmeddin Dâye, Mevlânâ, Ahi Evren, Yunus Emre
ve Evhadüddin Kirmânî gibi aynı kaynaktan beslendiği anlaşılır. O, Ahmed
Yesevî’nin Türkistan’da yaptığı gibi İslam inancıyla Türk kültürünün sentezini
yaparak yeni bir anlayışla Türkmenlere sunmuştur.”[272]
Horasan’dan
Yesevî esintisini Anadolu’ya taşıyan Hacı Bektâş Velî’nin Makâlât isimli
kitabıyla Ahmet Yesevî’nin Fakr-nâme' si arasında büyük benzerlikler
vardır. Mustafa Kara ve Abdurrahman Güzel bu benzerlikleri
karşılaştırmışlardır.[273] Bu da bize
gösteriyor ki Hacı Bektâş Yesevi dergâhından feyzalmış ve Anadolu’da
Yeseviliğin temsilcisi olarak irşad vazifesini sürdürmüştür.
Hacı Bektâş
Velî’nin “Faydalı bilgiler” anlamına gelen Kitabu’l-Fevâid isimli bir
risâlesi olduğunu Baha Said Bey[274] ve Köprülü haber vermiştir.[275] Ahmed Yesevi’nin Divân’ı
Hikmet’i örnek alınarak Farsça yazılmış,[276]
“İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi Türkçe Yazmalar Bölümü, 55 no.’da kayıtlı bu
eserin Hacı Bektâş’a ait olduğu, onun tarafından yazıldığı ve Fevâid
isminin onun tarafından verildiği belirtilmekte, ancak eserin muhtevası üçüncü
bir şahıs adıyla anlatılmaktadır.”[277]
Köprülü, zikredilen kütüphanedeki eksik nüshalı bu risâleden başka tam ve
mükemmel bir nüshasını da gördüğünü söylemektedir. Ancak tedkik ettikten sonra
içindeki çoğu sözlerin Mesnevi’de Nefahâtde, Sultan Veled’in
eserlerindeki başlıklarda gördüğünü, böylece kitabın toplama, uydurma ve
derleme olduğunu iddia eder.[278] Hâlbuki dini eserlerde
mevzuyu açıklarken başka eserlerden isim vererek alıntı yapmak olağandır.
Esad Coşan ise, eserin Makâlât ile büyük benzerlik
gösterdiğini, hatta Makâlât’daki mübhem yerleri açıklayıcı bilgiler
bulunduğunu, ancak bazı yerlerinde tahrifler ve ilavelerin de yapıldığı
kanaatindedir.[279] Ahmed Yesevi’nin Fakr- name’sindeki “Dört Kapı Kırk
Makam”ın, hem Makâlâtta hem de Fevâid de geçip benzeşmesi, bazı
bilgilerin aynı tarz ve üslupla aktarılması, ortak yönlerinin çok olması Fevâidin
Hacı Bektâş Velî’nin eseri olduğuna delil teşkil etmektedir.[280]
Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniye
Hacı Bektâş
Velî’ye ait eserlerin en önemlisinden biri de Makâlât-ı Gaybiyye ve
Kelimât-ı Ayniye isimli eserdir. Farsça yazılan eserin iki yazma
nüshası tesbit edilmiştir. Biri, İran İslam Cumhuriyeti, İslam Şura Meclisi
Kütüphanesindeki nüsha[281], diğeri ise İstanbul Belediye
Kütüphanesi “Osman Nuri Ergin Yazmalar” kısmında bulunmaktadır.[282]
İran
nüshasının daha eski olması, İstanbul, nüshasında ise ilavelerin çokluğu
dikkate alınarak iki nüsha Mürsel Öztürk başkanlığında bir heyet tarafından
karşılaştırılmıştır. İran nüshası esas alınarak Davut Duman tarafından
Farsça’dan Türkçe’ye çevrilmiş, Türk Kültürü ve Hacı Bektâş Velî Araştırma
Merkezi tarafından ilk kez Türkçe ve İngilizce olarak yayınlanmıştır.[283]
Makâlât-ı
Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye, 13. yüzyıl tasavvuf geleneğini yansıtan
önemli eserlerden birisidir. Yalın ve açık bir dille yazılmasıyla beraber,
tasavvufi terimlerin ve mecazilerin yoğunluğu dikkat çekicidir.[284] Tasavvufi konular soru cevap
şeklinde izah edilmiş, ayet-i kerîme, hadis-i şerîf ve mutasavvıfların
sözleriyle açıklanmıştır. Hacı Bektâş Velî’nin Makâlât’ındaki “Dört Kapı
Kırk Makam” ‘ın yorumlamaları açısından da benzerlik göstermektedir.[285]
Eserin
başlangıcında “Bu Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye, yüce insan ve
büyük mutasavvıf, dinle ilgili ilimler ve dünya ile ilgili hikmetler sahibi
Hacı Bektâş Horasanî’ye -Allah aziz ruhunu kutsasın- ait olup taraftarlarını
aydınlatmak için verdiği nasihatlerdir. Bu nasihatler, iyi kulları gayrete
getirmek ve günahkârlara doğru yolu göstermek için ilahî âlemden ilham
edilmiştir”[286] ifadesinden eserin sonradan
derlenip düzenlendiği anlaşılmaktadır.[287]
Gıyasettin
Aytaş, bu eserin Hacı Bektâş Velî’nin kendi kaleminden çıktığına dair kesin
bilgiler olmamasına karşın içerik bakımından Hacı Bektâş Velî’nin nasihatleri,
fikirleri ve dünya görüşünü yansıttığını belirtir. Zira o dönemde mutasavvıflar
görüşlerini sözel yolla dile getirmişler, takipçileri tarafından zamanla
derlenip toplanarak yazıya geçirilmiştir. Bu eserde onun talebesi tarafından
daha sonraki dönemlerde kitap haline getirilmiştir.[288]
s
Esad Coşan ve
Ethem Ruhi Fığlalı eserin Hacı Bektâş’a aidiyetine ihtiyatlı yaklaşmışlardır.[289] Gölpınarlı, eserin Fevâid
ile aynı tarzda olduğunu, belki de Fevâid’i meydana getiren şahıs
tarafından derlenip Hacı Bektâş’a izafe edildiğini, içindeki şiirlerin ise Hacı
Bektâş’a ait olamayacağını belirtmiştir.[290]
Ana Britannica Hacı Bektâş’a nisbet edilen eserlerin isimlerini vermiş, ancak
onun yazdığının kesinlik kazanmadığını bildirmiştir.[291]
Abdurrahman Güzel, eserin muhteva, şekil ve üslup bakımından Hacı Bektâş
Velî’ye ait olduğunu belirtmiştir.[292]
Hacı Bektâş
Velî’ye atfedilen eserlerden biri olan bu risâle, Kitâb-ı Besmele
Ma’aMakâlât-ı Hâcı BektâşRakmetu’llah adıyla Manisa Kütüphanesi 3536
numarada kayıtlıdır. 827/1423 tarihinde Cafer bin Hasan tarafından istinsah
edilmiş 30 varaklı tek nüsha olup, ikinci bir nüshası bulunmamaktadır. İlk kez
Rüştü Şardağ 1985 tarihinde tercüme ederek yayınlamıştır.[293]
İkinci olarak Hamdiye Duran tarafından gözden geçirilerek, metin ve
sadeleştirme bir arada olarak, Türkiye Diyanet Vakfı tarafından Alevi Bektâşi
Klasikleri Serisinin ilk eseri olarak yayınlanmıştır.[294]
Eserin Makâlât
ile birlikte istinsah edilmesi ve benzer üslup ve ifadelere rastlanması bu
risâlenin Hacı Bektâş’a aidiyeti fikrini desteklemektedir.[295]
Eserde Besmelenin fazileti ve kula sağladığı faydalar, Hz. Peygamber’in Miraçta
Allah Teâlâ ile konuşması, Allah’ın Rahman ve Rahim isimlerinin şerhi, gibi
konular birçok ayet, hadis-i şerif ve mutasavvıfların hikâyeleri örnek
getirilerek açıklanmıştır. Yaşar Nuri Öztürk’e göre, Hacı Bektâş’ın Rahman ve
Rahim isimleri üzerinde durması, engin hoşgörü ve sevgisinin Kur’ânsal
boyutlarından birisini göstermektedir.[296]
Hacı Bektâş’ın
eserleri arasında Fatiha Tefsirinin bulunduğunu haber veren Fuad
Köprülü, Baha Said Bey (1881-1939)’in Türk Yurdu’ndaki makalesine dayanır.[297] Köprülü “Baha Said Bey,
muahharan yanan Tire Kütüphanesi’nde Hacı Bektâş’a ait bir Tefsir-i Fatiha
ile Makâlât-ı Erbaîn mevcut olduğunu rivayet ediyor”[298]
demektedir. Baha Said Bey, adı geçen eserleri Îzmir-Tire’den ve şimdiki
Nevşehir’in Hacı Bektâş ilçesindeki Meydanevi’nden alarak İstanbul’a getiren
kimsedir. Bunu Köprülü ve Hilmi Ziya Ülken de desteklemektedir.[299] Esad Coşan ise, bu bilgiye
dayanarak Tire Kütüphanesine gittiğini, ancak eserin nüshasına ya da onunla
ilgili hiçbir kayıda rastlamadığını yazmıştır. Mutasavvıfların Fatiha Tefsiri
yazmalarının olağan olduğunu, Hacı Bektâş’ın da böyle bir eser yazmış
olabileceğini ifade etmiştir.[300] Abdurrahman Güzel,
mutasavvıfların Besmele tefsiri, Fatiha tefsiri, Yasin tefsiri yazmak gibi
gelenekleri olduğundan Hacı Bektâş’ın da böyle bir eser yazabileceğine
inanmaktadır.[301]
Zikredilen
eser yakın tarihte Hüseyin Özcan tarafından İngiltere’de British Museum
Library’de Hacı Bektâş’ın Makâlât’ıyla birarada istinsah edilmiş olarak
bulduğunu, daha sonra ise Süleymaniye kütüphanesinde başka bir nüshasını bulup
karşılaştırdıktan sonra basıldığını söylemektedir.[302]
Fatiha
Tefsiri Hacı Bektâş’ın diğer eserleriyle ve özellikle Besmele Şerhi
ile büyük benzerlik göstermektedir. İkisinde de miraç olayına değinilmesi
eserdeki metod, üslup, anlatım tarzı, müşterek kelime ve cümleler Hacı Bektâş’a
aidiyetine işaret etmektedir.[303]
KENDİSİNE
ATFEDİLEN DİĞER ESERLER
Abdülbaki
Gölpınarlı, Darul Fünûn (İstanbul Üniversitesi) Edebiyat Fakültesi Reisü’l
müderrisi Mahmut Bey Baba’ya ait bir dergide Hacı Bektâş’a ait Hadîs-i
Erbaîn Şerhi isimli bir eseri gördüğünü ve bunu kendisinin istinsah
ettiğini yazmıştır.[304]
İslam’ın geniş
coğrafyalara yayılması ve hadis ilminin gelişmesiyle birlikte âlimlerin, kırk
hadis, yüz hadis gibi Hz. Peygamber’in şefaatini ümid ederek eserler kaleme
alması gelenek haline gelmiştir. Türk kültüründe de kırk hadis yazma
geleneğinin yaygın olması ve Hacı Bektâş Velî’nin de böyle bir eser yazması da
tabiidir. Bu risâle ile yakın zamanda çalışma yapan Nurgül Özcan, Hadîs-i
Erbaîriin bu türden Anadolu’da yazılan ilk eserlerden olması dolayısıyla
önemli olduğunu vurgulamıştır. Kütüphanelerimizde herhangi bir nüshasına
rastlanılmayan bu eser, Hüseyin Özcan tarafından 2008 yılında Fatiha Tefsiri
ile beraber İngiltere’de British Museum Library’de bulunmuştur. 19 varaktan
oluşan eser, fakr kavramı, önemi, fazileti, fakirleri (dervişleri) sevmekle
ilgili kırk hadisten oluşmaktadır. Eser içerik ve üslup bakımından Hacı
Bektâş’ın diğer eserleriyle büyük benzerlikler göstermesi ona olan aidiyeti
güçlendirmektedir.[305]
Hacı Bektâş Velî’ye ait iki sayfalık Şathiyye[306] olduğunu haber veren Abdülbaki Gölpınarlı olmuştur. Öz Türkçe
yazılmış olan bu küçük risâle, 13. yüzyılın dil özelliklerini göstermesi
bakımından önemlidir. Gölpınarlı, bu risâle’nin Hacı Bektâş ve Seyyid Mahmud
Hayranî halifesi Sarı Saltuk’un halifelerinden ve Yunus Emre’nin şeyhi Taptık
Emre’nin şeyhi olan Barak Baba’nın şathiyyesine çok benzediğini yazmıştır.
Enverî isimli şahıs nazımlarla süsleyerek Tuhfetü ’s-Sâlikîn adıyla
Türkçe olarak açıklamıştır. Ancak Gölpınarlı Şathiyye’nin bulunduğu yeri
bildirmemiştir.[307] Ana Britannica “Bektâş” maddesinde Hacı Bektâş’ın yapıtları
arasında Şathiyye’nin adını zikretmiştir. [308] Hacı Bektâş’a ait olduğu söz edilmiş olmasına rağmen aidiyeti
henüz ortaya konulmamıştır.[309]
Esad Coşan,
Hacı Bektâş İlçesi Halk kütüphanesi’nde No: 29’da kayıtlı nüshada, Dedemoğlu[310] tarafından yazılan Akaid-i
Tarîkafın hemen akabinde Hacı Bektâş ’ın Nasihatleri veya Hacı Bektâş
’ın Emanetleri isimli risâlenin bulunduğunu zikreder.[311]
Osmanlıca olan bu risâle altı varaklı olup, istinsah tarihi bulunmamaktadır.[312] Ayrıca İstanbul Arkeoloji
Kütüphanesi No: 891’de kayıtlı Mecmuatü’r-Resâil içinde de eksik bir
nüshasının olduğu da bilinmektedir. Ancak bu nasihatlerın Hacı Bektâş Velî’ye
ait olduğuna dair kesin bir delil yoktur.[313]
Hacı Bektâş Velî’ye aidiyeti tartışmalı olan bu risâle, üslup ve işlenen
konular açısından onun fikirleriyle örtüşmekle beraber, içinde Hacı Bektâş
Velî’nin diğer eserlerinde rastlanılmayan hakaret ifadelerinin bulunması ve
onun öğretisiyle uyuşmayan sözlerinin olması, bu risâlenin bizzat kendisi
tarafından yazılmadığı, sonraki dönemlerde derlenip yazıldığı fikrini
vermektedir.[314]
Bunlardan
başka Hacı Bektâş Veli’nin Üssü’l-Hakîka ve Hurde-nâme isimli iki
eserinin daha olduğu söylense de, henüz bunlara ait hiçbir nüshaya
rastlanılmamıştır.[315]
Ancak Bedri
Noyan, Girit Kandiye Horasan’lı Ali Baba Dergâhına bağlı birisi tarafından
yazılmış Erkân adlı bir yazmada “Elhac Bektâş Veli Hurde-nâmesi’nde
buyuruyor ki” diyerek Hurde-nâme"nin adının geçtiğini, bundan başka
hiçbir kitapta bahsedilmediğini ve rastlamadığını zikreder.[316]
Üssü’l-Hakîka
için ise, Bedri Noyan’ın mürşidi Ali Nâcî Baykal Dedebaba kendisine yazdığı mektuplarda
bu eserden bahsederek, “.. .Hacı Bektâş Velî hazretleri Üssü’l-Hakîka’sında
Mevlânâ hazretlerinden bahsederken.” şeklindeki uzunca bir alıntıyı kitabına
almıştır.[317]
Eserlerde
geçen ve Hacı Bektâş’a atfedilen beyitlerin ise, ona ait olması imkânsızdır.
Onun “nefes evladı” olan İdris Hoca ve Hatun Ana soyundan gelen üç Bektâş
Çelebi’den ilki olan Zekr-nûş Yunus Bali oğlu Bektâş Çelebi’ye (1554-1580) ait
olması tahmin edilmektedir.[318]
Hacı Bektâş
Velî’ye ait olan eserlerin yanında, aidiyeti netlik kazanmamış ya da ilmen
ispatlanmamış eserler de onun tasavvufi yönünü, düşüncelerini, kimliğini, ilmi
kişiliğini yansıtması bakımından bize yön vermektedir.
HACI BEKTÂŞ VELİ’NİN ESERLERİNDE TASAVVUFİ
KAVRAMLAR
Tasavvuf,
Hakk’ın rızasını kazanmak ve ebedi saadete ulaşmak için nefisleri terbiye ve
tezkiye ederek, zâhir ve bâtını tenvîre, ahlakı hamide ile muttasıf olmaya
götüren bir gönül terbiyesidir. Kaynağını Kur’ân-ı Kerîm ve hadis-i şeriflerden
alan şer’i bir ilim dalıdır. İslâm’ın ruhu ve özü, ibadette ihsan makamı, gönül
uyanıklığı ve hâl ilmidir. Hz. Peygamber’in hayatını yaşama ve onun ahlakıyla
ahlaklanma çabasıdır.
Aslında
muhteva olarak asr-ı saadet döneminde Resulullah’ın hayatında varolan
tasavvufun, tasavvuf ismiyle anılması, hicri ikinci asırda olmuştur.
Her ilim ve
sanat dalının, kendine has disiplini ve terimleri vardır. Tabiatıyla tasavvuf
ilminin de terimleri ve üslubu bulunmaktadır. Kelâbâzî, sadece sufilere has
olup neredeyse onlardan başkası tarafından kullanılmayan bazı terimlerin
olduğunu söylerken[319] Kuşeyrî, “Sufiler, mânâları
ancak kendileri tarafından bilinen ve başkaları için anlaşılmaz olan bazı
tabirler kullanırlar” demektedir.[320]
“Tasavvuf kâl
değil hâl ilmidir” denilmesine rağmen sufilerin yaşadıkları manevi halleri ifşa
etmeleri uygun olmasa da, derunî his ve sezgilerini ifade edip kağıda dökme
hususunda bir takım sembolik ifadeler kullanmışlardır. Mutasavvıfların
müşâhedelerini aktarırken sembolik ifadeler kullanmalarının sebebi, aslında
tasavvufi tecrübenin bizzat kendisidir. Sufiler tatmış oldukları manevi hazları
aşk dilinin sembollerini kullanarak ifade etmişlerdir. İsmail Hakkı Bursevî, Kitâbü’n-Netîce
’si için “bu kitabın “kuş dili” olduğunu, herkesin onu terennüm
edemeyeceğini, dinlemek lezzet alamayacağını ve aklına sığdıramyacağını”
belirtmiştir.[321] Sufilerin bu tarz îmâlı
ifadeleri tercih etmelerinin bir başka sebebi de, bazı insanları fitneye
sürüklemesi endişesiydi. Bazen de ehli olan kimsenin anlayacağı şekilde, imalı
ifadeler kullanarak hikmeti, ehli olmayandan gizlemişlerdir. Kendi aralarında
anlayabileceği ıstılâhî bir dil kullanmak suretiyle, tasavvuf! tecrübeye aşina
olmayan kimselerin yanlış anlamalarının da önüne geçmişlerdir.[322]
Tasavvuf
klasiklerinin genelinde kavramlar, belli bir sıra tertip olunarak ele alınmıştır;
Ebû Nasr Serrâc Tûsî’nin el-Lüma’, Kelâbâzî’nin et-Ta’arruf, Ebu
Tâlib Mekkî’nin Kûtu’l-Kulûb, Ebû’l-Kasım Abdulkerim Kuşeyrî’nin KuşeyrîRisalesi,
Ali b. Osman Cüllâbî Hucvirî’nin Keşfu’l-Mahcûb, Ebû Abdirrahmân
Sülemî’nin Sülemî’nin Risâleleri, Ebu Hâmid Gazâlî’nin Ihya-ı
Ulumuddin ve Sirâcü’t-Tâlibîn, İbn Fûrek’in el-İbâne an
Turuki’l-Kâsıdîn, Ahmed Ziyâüddîn Gümüşhanevî’nin Câmi’ül-Usûl gibi
eserlerini örnek olarak verebiliriz. Tasavvufi açıdan ele aldığımız bu on üç
tasavvuf kavramını, yukarıda sıraladığımız kaynak eserlerden alıntılar yaparak
vermeye çalıştık. Kavramları belli bir bütünlük içinde Kuşeyrî’nin tertib ve
metoduna göre ele aldık.
Hacı Bektâş
Velî’nin eserleri tarandığı zaman, bu eserlerin, tasavvuf literatüründe geçen
sûfî terimlerinin birçoğunu ihtiva ettiğini görmekteyiz. Biz bu tez
çalışmamızda Hacı Bektâş Velî’nin bu kavramları nasıl yorumladığını, ne mânâlar
verdiğini aktarmaya çalışacağız.
Tevbe, dönme,
pişmanlık, günahtan rûcû’ edip Hazret-i Hakk’a teveccüh eylemek[323] kalpteki kötülükte ısrar
düğümünü çözüp Hakk’a dönmek ve Rabbin hukukunu gözetmek,[324]
başlangıçta masiyetleri terkederek ve yüzçevirerek dönüş yapmak,[325] günahları terkederek özür
beyan etmektir. Şerîatte tevbe, günahı çirkinliğinden dolayı terketmek ve
(günahta) aşırı gitmesinden ötürü pişman olmaktır. Bir daha o günaha dönmemeye
azmetmektir.[326]
İmam Gazâlî
(ö.505/1111) der ki; günahlardan vazgeçip, settar olan (günahları örten)
Allah’a (c.c) dönüş demek olan tevbe, taatin anahtarı ve her hayrın esasıdır.[327] Tevbe, günahları terketmek,
gelecekte işlememeye azimli olmak, daha önce yaptığı hataları telafiye çalışmak
olduğunu vurguladıktan sonra yaptıklarından pişmanlık duymanın farz olduğunu,
bunun da tevbenin ruhu olduğunu, tevbenin hakikatinin de ilim, hal ve fiil olduğunu
beyan eder.[328]
Bir görüşe
göre tevbe üç unsuru birleştirir: Günaha pişmanlık, şimdiki halde günahı terk,
gelecekte de günah işlememeye niyet.[329]
Tevbe, Allah’ın farzlarına sımsıkı bir şekilde sarılmak ve çirkin gördüğü
yasaklardan tamamen vazgeçmektir. Allah’a sığınmada doğruluk ve O’na olan
ümitle amele devam etmektir.[330]
Kur’ân-ı
Kerîm’de tevbe kavramı seksen sekiz yerde geçmekte, otuz beş yerde Allah’a,
diğerlerinde insanlara nisbet edilmektedir.[331]
Kur’ân-ı Kerîm’de âlemlere rahmet olarak gönderildiği belirtilen Resûlullah,
kendisini tevbe ve merhamet peygamberi diye nitelendirmiştir.[332] “Bazen kalbimi bir perde
bürür de günde 100 defa tevbe ettiğim olur”[333]
buyurmuşlardır.
Sülemî (ö.
936/1021)’ ye göre tevbe, “her türlü kötü halden iyi hale dönmek, her harap olanı
onarmak, tab’ı (nefis duygularını) giderip ilme uymak, kulun eğrilikten
doğruluğa dönmesi, zayi edilen geçmiş vakitlere sürekli pişmanlık duymak,
işlenen aykırı davranışları düzeltmek, her türlü kötülükten dönmek, bu dönüşte
sebat etmek, ihmali telafiye çalışmak, bozduklarını düzeltmekdir.” [334]
Ebu Ali Dekkâk
(ö. 405/1015) ise tevbeyi, tevbe, inâbe, evbe olarak üç basamakta ele
alır. Ona göre başlangıç tevbe, ortası inâbe, son merhalesi ise evbe
olmuştur. Azap görme korkusundan tevbe eden kimse tevbe sahibi,
sevap elde etmek maksadıyla tevbe eden kimse inâbe sahibi, ne sevap
arzusu ne de ceza korkusunu düşünmeksizin sadece emre riayet ederek tevbe eden evbe
sahibidir.[335]
Hacı Bektâş
Velî, tarikatın ilk makamının el alıp tevbe etmek[336]
[337] olduğunu ifade ettikten sonra
“Hep birlikte Allah ’ın ipine sımsıkı yapışın'”331 ayetini
örnek verir. Ayetten geçen Allah’ın ipi’nden maksadın ne olduğunu Hz.
Peygamber’in (s.a.v) “Şüphesiz bu Kur’ân-ı Kerim hablullahtır (Allah’ın
ipidir)”[338] hadisinden anlamaktayız. Hacı
Bektâş Velî tasavvufta ilk ve temel kabul edilen tevbe’nin önemine binaen bu
ayetle ilk olarak Kur’ân’a bağlı bir hayat yaşama prensibini tavsiye
etmektedir. Ancak insanoğlunun hatadan hâli olamayacağına işaretle akabinde
hata eden kulun tevbesini bizzat Allah’ın kabul edeceğini Tevbe suresi 118.
ayetini getirerek şahitlendirmiştir. Dini edebiyatımızda “Tevbe sayesinde af
olunmayacak günah yoktur” sözü meşhurdur.[339]
Hak Teâla Kur’ân’ı Kerîm’de dualara icabet edeceğini[340]
her türlü hata ve günahı affedeceğini, hiç kimsenin kendi lütuf ve
merhametinden ümit kesmemesini ayet-i kerîmelerle dile getirmiştir.
Aynı eserde
Hacı Bektâş Velî “Samimi bir tevbe ile Allah ’a dönün”[341] ayetini tevbe’ye
delil getirmektedir. O’na göre kul, kötü halden dönünce Allah Teâla bizzat
kulunun tevbesini kabul edecektir.[342]
Hacı Bektâş
Velî tevbeyi esas kabul ettiği gibi, Nakşibendî meşâyıhından Ahmed Ziyaeddin
Gümüşhanevî (ö. 1311/1893) de aynı şekilde, tevbeyi salikin ilk makamı ve
temeli olarak görür. “Bina için arsanın lüzumu ne ise Allah yolunda
yürüyebilmek için tevbe o’dur. Arsası olmayanın binası, tevbesi olmayanında
hal’i ve makamı olmaz”[343] şeklinde beyan ederek
tevbenin önemine dikkat çekmiştir.
Buradan da
anlaşılıyor ki tevbe, kâmil ve erdemli bir mü’min olmanın ilk basamağıdır. Bu
bakımdan klasik tasavvufi eserlerde ilk ve ön şart olarak tevbe konusunun
işlendiğini görmekteyiz. Tevbe kişinin dönmemek üzere günahlardan yüz
çevirmesi, yapageldiği kötü alışkanlık ve hataları ilahi emirler çerçevesinde
doğruya ve güzele döndürmesidir.
Nasûh tevbesi ile Allah’a tevbe etmeyi emreden ayete[344] baktığımızda, âlimlerin ortak
görüşüne göre, nasûh tevbesi o anda günahları terketmek, geçmişte yaptıklarına
pişman olmak ve gelecekte de aynı hatayı bir daha yapmamaya azmetmektir. Eğer
üzerinde kul hakkı varsa, uygun bir şekilde kula hakkını vermektir.[345] İmam Kurtubî, bu noktadan
hareketle tevbe etmenin, bütün hal ve zamanlarda farz-ı ayn olduğu sonucuna
varmıştır.[346]
Âyet-i kerîmede geçen Arapça tevbete’n-nasûha ifadesi,
terkip olarak “samimi tevbe” manasına gelir. Nasûh kelimesi manayı
kuvvetlendirmek için mübalağa sîgasında kullanılmıştır. Hâlis, samimi ve
içtenliğinde asla şüphe olmayan anlamında kullanılmıştır.[347]
Özetle hiçbir şeye bağlı olmayan ve hiçbir şeyin de kendisine bağlı olmadığı,
sadece Allah için olan bir tevbe ile tevbe etmek gerekmektedir.
Hacı Bektâş Velî tevbeyi tevbe, inâbet, rü’yet olarak
üçe ayırmıştır. Dervişlere hitap ederek, tâlibin vücudunu dünya zevklerinden
arındırmasını, dilini Allah’tan başkası hakkında konuşmaktan ve gönlünü ondan
başkasının sevgisinden korumasını, hevâ ve heveslerinden nefsini arındırması
gerektiğinden bahseder. Böyle yaptığı takdirde Allah’ın inayetiyle her türlü
günahlardan, kusurlardan uzaklaşıp itaat ve iyiliğe yönelip, nefis engelinden
kurtulup Hakk’a doğru yol alacağını, seyr ü sülûk gerçekleştireceğini[348] kaydederek tevbe ’yi
izah eder.
inâbet
hakkında ise, dervişin huzur durumuna gelmesini, her halukarda Allah’ın kendi
üzerinde rızkını ve kaderini icra edeceğini hatırlatıp dervişin kendini
beğenmemesini, eğer kendi varlığını görmekten uzaklaşırsa fenâ makamına
ulaşarak Allah’ı kalp gözüyle görebileceğini[349]
ifade ederek inâbet ’i açıklar.
Rü’yet
hakkında ise, dervişin önüne çıkan her basamağı geçip, kendinden geçerek Hakk’a
ulaşmasını, onunla da iktifa etmeden daha büyük makam istemesini, bunda da her
gün yetmiş iki derece kateden Hz. Peygamberi örnek almasını, onun gibi seyirden
geri kalmayıp, her zaman “Allah’ım! Bilgimi arttır”[350]
diyerek dua ederek daha üstün makam istemesini, dervişin aynı makam ve halde
durmamasını, bu niyette olursa Allah’ın ona yardımı ile kemâle ereceğini[351] yazarak rü’yefi ifade
etmiştir.
Klasik
literatürde tevbe, inâbe, evbe sırası varken Hacı Bektâş Velî “evbe” yerine
“rü’yet” koyması dikkat çekicidir. Eserinde tevbe bahsini üç aşamada ele aldığını,
birinci de tevbe ile tasavvufta “Seyr ilâllah” denilen yolculuğa başlayacağını,
ikinci olan inâbet ile Cenabı Hakkı müşâhede durumuna gelebileceğini,
üçüncüsünde rü’yet ile en üstün makam ve hallere Allah’ın inayetiyle
kavuşabileceğini ifade ettiğini görmekteyiz.
İbn Fûrek (ö.
406/1015) İnâbeyi, “Halktan Hakk’a firar etmek, ilahi sırları ve huzurda
bulunmayı müşâhede edip düşünceyi (Hakk’a) hasretmek, gayret ve zikir ile
Hakk’a vâsıl olmaya çalışmak” şeklinde izah etmektedir.[352]
Ebu Tâlib Mekkî’ye göre
tevbede kula gereken ve tevbeyle alakalı on özellik vardır: Birincisi, Allah
Teâlâ’ya isyan etmemenin kendisine farz olduğunu bilmesi, ikincisi bir günaha
mübtela olduğunda onda ısrar etmemesi, üçüncü özellik masiyetten Allah’a tevbe
etmesi, dördüncüsü işlediği günaha pişman olması, beşincisi ölene kadar
istikamet üzere itaate azmetmek, altıncısı (günahın) cezasından korkması,
yedincisi mağfireti ümit etmesi, sekizincisi günahını itiraf etmesi,
dokuzuncusu Allah Teâlâ’nın o günahı takdir ettiğini, onun Allah tarafından bir
adalet olduğuna inanması, onuncusu işlediğine keffaret olması için günahın
peşinden salih amel yapmasıdır,[353] demektedir.
Hacı Bektâş
Velî Makâlâtda samimi, içten, pişmanlık hissi ile yapılan bir tevbenin
kabul edileceğini söyler. Tevbenin pişmanlık manasına geldiğini, günahı
azalttığını, Hakk’a karşı tevekkül ile özrü adet edinmek gerektiğini öğütler.
Özür dilemenin kuldan, affetmenin ise yüce Allah’tan olduğunu vurgular.[354]
Hz. Mevlânâ’da
(ö. 672/1273) bu manada olmak üzere Mesnevi’de “Ey Firavun, aklını
başına al da bundan sonra küfürden ve zulümden sakın! Allah’ın lütuf ve
keremiyle tevbe kapısı apaçıktır. Mağrib tarafında bir tevbe kapısı vardır ki
kıyâmete kadar açıktır. Güneş mağribden doğuncaya kadar o kapı açık
bulunacaktır. Ey günahkâr kimse, ondan yüz çevirme”[355]
buyurarak Firavun gibi zulüm ve günahta ileri gidenlerin bile hatalarından
vazgeçip, tevbe ettikleri takdirde Allah’ın fazl ve ihsanıyla
affedilebileceğini, kıyamete kadar tevbe kapılarının açık bulunduğunu ve onun
rahmetinden kimsenin ümit kesmemesi gerektiğini vurgulamıştır.
Seyr ü sülûk
denen mücadele sürecinin ilk basamağı olan tevbe, değişimin başlangıç
noktasıdır. Nefs psikolojisi açısından tevbe, gerçekliğe geri dönüş ya da
yeniden uyanma aşaması olarak bilinir.[356]
Öyle ki, geçmiş ve güncel yaşantımıza, bir üst konumdan (nefs-i levvâme’den)
tefekkür ve ibret nazarıyla baktığımızda hayatımızda gereken dersi alıp “rota
düzeltmeleri” yapmamızı sağlar. Böylece eski rotadan dönülüp, birey kendisi
icin en doğru ve sağlıklı yolu secmis olur.[357]
Kararlı bir tevbenin temelinde davranışlarda pişmanlık esastır. Allah’ın
sevgisini ve rızasını kazanabilme gibi duygusal ve zihinsel çabalarla dolu
süreç, öze dönüş ve yönelişin ifadesidir.
Hacı Bektâş
Velî’ye göre tevbe, Allah’a rücu’ etmek yani O’nun emrine yönelmektir. O da
günahları terketmekle olur. Tevbenin şartlarına riayet ederek, nedâmetle geçmiş
günahlarından tevbe etmeli, günahların her çeşidinden uzak durmalı, özellikle
yedi organına günah işletmemeli ve günahlardan korumalıdır. Eğer sâlik Allah’ın
tevfiki ile bu makamı elde edebilirse, günahlarından kurtulup söylediği ve
yaptığı her iş güzel olur.[358]
Hacı Bektâş
Velî Makâlât”ında, Allahü Teâlâ’nın kullarına Hz. Âdem’i örnek vererek
Âdem (a.s)’ın emre uymadığı için iki yüz yıl ağladığını ve ağlarken de sürekli “Ey
Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve acımazsan mutlaka
ziyan edenlerden oluruz’”[359]
ayeti okuduğunu bildirir.[360]
Hacı Bektâş
Velî Allah Teâlânın dilinden anlatarak, Allah’ın Âdem’in suçunu affettiğini,
kullarında gözyaşı dökerek yetmiş yıllık günahlarına tevbe ederlerse
affedeceğini, çünkü kendisinin affedici olduğunu, eğer günahkârlarını
bağışlamazsa rahmetinin anlaşılamayacağını söyler.[361]
Ayette geçtiği üzere[362] Nuh (a.s)’ın duası kabul
olmasaydı, bütün dualarda kabul olmazdı, çünkü ayet-i kerîmede Nuh (a.s)’ ın
dua ettiğinden ve onun duasına icabet edildiğinden bahsedilmektedir.[363]
Eserlerinde
yaptığımız incelemeler neticesinde; Hacı Bektâş Velî’ nin, eserlerinde önce
ayet-i kerîme ve akabinde hadis-i şerîf ile konularına giriş yapmakta olduğunu
gözlemledik. Bunun gibi mutasavvıflardan Ebu Süleyman Darânî’de (ö. 215/830)
çoğu zaman gönlüne sûfîlere özgü bir nükte ve hikmet geldiği halde, kitap ve
sünnetten doğruluğuna delil görmedikçe bunları kabul etmediğine işaret
etmiştir.[364]
Hacı Bektâş
Velî’nin insanoğlunun beşer olması hasebiyle hataya düşmesini minimize etme ve
hataya düştüğünde tevbe edip Yüce Allaha sığınma ve masiyete götüren
hususlardan kaçınma noktasındaki ince yaklaşımı takdire şayandır. Şöyle ki, ona
göre beşerî zaafiyetleri olması hasebiyle insanoğlu zaman zaman nefsinin ve
şeytanın iğvasına kapılarak günah ve hata işleyebilir. Aslolan kendisini
günahtan çekip kurtarmak ve o günahta ısrar etmemek ve onu bir daha yapmamaya
azimli ve sebatkâr olmak, nedâmetle beraber içten tevbe etmektir.
Nitekim
Peygamber (s.a.v) de “Günahından tevbe eden hiç günahı yokmuş gibi olur”[365] buyurmaktadır. Mecazen
söylemek gerekirse, tevbe eden kimse, bilgisayarı resetlediği gibi kendi
yaşamına da beyaz, tertemiz bir sayfa açacaktır. Tevbeden sonrada istikâmet
üzere yaşayıp, tekrar aynı günahlara maruz kalmadan Hakk’ın rızasını kazanmaya
cehd etmesi gerekecektir.
Hacı Bektâş
Velî, hatasız insan olamayacağı gibi Peygamberlerin zelle dediğimiz küçük
hatalarını ayet getirerek örneklendirmektedir. Tevbenin pişmanlık olduğunu, Hz.
Âdem’in zellesinden dolayı ikiyüz yıl boyunca ağlayıp af dileyerek dua ettiğini
belirtmiştir. Hak Teâla’nın günahları affederek kulları üzerinde rahmetinin
tecelli ettiğini, bütün peygamberlerin dua edip Allahtan istediği gibi Nuh
(a.s)’ın duasını örnek vermiştir. Allah’ın dualara karşılık vereceğini bilerek
ümitli olmayı, sadece ona tevekkül etmeyi, kula yakışanın özür dilemek
olduğunu, Allah’ın ise tevbeleri kabul edeceğini ifade etmektedir.
Hacı Bektâş
Velî’nin, mü’mini günaha yaklaştıran sebep ve yollardan uzak durmaya davet
ettiğini farkettik. Ona göre dili ve gönlü masivadan koruyabilmek kişiyi günaha
düşmekten büyük ölçüde kurtaracaktır. Zira dilin afetleri olan mâlâyani, gıybet
ve çok konuşmak insanı türlü türlü günahlara götürür. Dilini ve gönlünü
Allah’ın zikri ile meşgul eden ise bu tehlikelerden korumuş olur. Bunun gibi
nefse tabî olup, isteklerinin peşinden koşmak dünya sevgisini artırdığı gibi,
nefsanî günahlar işlemesine de yol açar. Hacı Bektâş Velî, günahların temelinde
nefse uymayı ve ondan razı olmayı görmektedir. O halde günaha düşmemek adına
yapılması gereken nefsi terbiye ve tezkiye etmektir.
Mürîd kelimesi
lügatlerde, irâde eden, taleb eden, irâde sahibi, isteyen, arzu eden, bir olaya
kendisini hazırlayan, meyleden, yaklaşan, iradesini birine teslip edip bağlanan[366] gibi manaları ifade
etmektedir. Bu kelime Kur’ân-ı Kerim’de 148 yerde geçmektedir.[367]
Tasavvuf
istılâhında mürîd, nefsini dünyanın nimetlerinden alıkoyan, ibâdetlerle
ilgilendiği için lezzetlerden yüz çeviren,[368]
Allah’a vuslatı arzu eden, bir başka deyişle, Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmak
isteyen ve bu olgunluğun eğitimini verecek bir mürşide bağlanan kişiye denir. [369] Bu kimselere tarikatlara göre
tâlib, fakîr, ihvan, ashâb gibi başka isimler de verilir.[370]
Tasavvufi
anlamdaki olgunlaşmada dört merhale vardır: Tâlib, mürîd, mutasavvıf, sûfi.
Mürîd, bu tekâmülî oluşumda ikinci sırayı işgal etmektedir. Son sırada bulunan
sûfiye vâsıl denir.[371] Allah Teâlâ’nın isimlerinden
biri de Mürîd’ dir. Mürîd kelimesinin karşılığı olarak bazen Arapça
“fakîr”, Farsça “derviş” kavramları da kullanılmaktadır.
Mürîd, kalbini
Allah Teâlâ’dan gayri her şeyden öldürmüş, sadece O’nu arzulayan, O’na müştâk,
dünyanın süsünden, debdebe ve ihtişamından yüz çevirmiş bir kimse olarak tarif
edilmiştir.[372] Kelime türetme kaidelerine
göre mürîd, irâdesi olan kimsedir. Nitekim âlim de ilmi olan kişidir. Zira
bunlar türetilen isimlerdir. Fakat sûfîlerin dilinde mürîd, “irâdesi bulunmayan
kimse” demektir. İradesinden sıyrılıp çıkmayan kimse mürîd olamaz.[373]
Muhyiddin
Arabi (560/1165-638/1240) Fütûhâtu’l-Mekkiyye’sinde Mürîd, bütün bakış
ve teemmülden tamamen Allah’a yönelmiş olan kimsedir. O başkasının değil ancak
Allah’ın irâde ettiği bir şeyin olabileceğini öğrendiğinde irâdesini Allah’ın
irâdesinde yok eder. Dolayısıyla Hakk’ın irâde ettiğini ister,[374] demektedir.
Mürîd kendi
şahsi irâdesini şeyhinin irâdesinde yok etmiştir. (Fenâ fi’ş- şeyh) Onun için
irâdesizdir.[375] Fenâ fi’ş- şeyh denilen
“Mürîdin şeyhinde fenâ bulması” sözünü şu şekilde anlayabiliriz: Bir mürşid-i
kâmile intisap eden mürîd onun emirlerine ve nasihatlerine neden-niçin demeden,
sorgulamadan, sıkı sıkıya bağlı kalıp, verilen görevleri ifa ettiğinde ve onu
çok sevdiğinde bu ilk basamağa ulaşmış olur.
Ebu Osman (ö.
298/910) der ki: “Mürîd kalbinde Allah Teâla’dan başka hiçbir şeyin yaşamadığı,
yalnız Allah’ı arzu eden, daima ona yakın olmayı arzulayan, Rabbine duyduğu bu
şiddetli iştiyak sebebiyle, gönlünden dünyevi arzuların tamamen yok olup
gittiği kişidir.”[376]
Seyr ü sülûk
çıkarmak isteyen mürîd, mürşidini aramak zorundadır.[377]
Şeyhe intisab eden müridin, ikinci doğumu gerçekleşmiş olur. Mürîd, doğan bir
çocuğun babasının bir parçası olduğu gibi, sanki şeyhinin bir parçası olur,
O’nun ahlakı ve özelliklerini taşır. İkinci ve manevi doğumuyla melekût
âlemiyle olan irtibatını temin eder.[378]
Sûfîyye
nezdinde mürşid-i kâmil, mürîdin manevi babası sayılmaktadır. Manevi yolla
gerçekleşen baba-evlat ilişki, kan bağı ile olan hâsıl olan baba-evlat
ilişkisinden daha yücedir. Bunu Ömer İbnu’l-Fârız (ö. 632/1235) şöyle ifade
eder: “Bize göre Allah yolundaki nesebimiz, dünyaya gelmemize vesile olan ana-
babamızdan kaynaklanan nesepten daha yakındır.”[379]
[380]
Hacı Bektâş
Velî’ye göre tarikatın ikinci makamı mürîd olmaktır. Konuyla ilgili şu ayeti
delil gösterir: “Eğer bilmiyorsanız, ilim (zikir) sahiplerinize sorunuz.”3,0
Çünkü müridin manevi yolda rehberlik edecek bir mürşide ihtiyacı
olacaktır. Hacı Bektâş Velî burada mürşide olan ihtiyaca ayet ile işaret
etmiştir.
Ayetteki zikir
ehli Kur’ân ehli demektir. İlim ehli oldukları da söylenmiştir ki, anlamları
birbirine yakındır.[381] Bilinmeyen bir şeyin âlimlere
ve ilim sahiplerine sorulması gerektiğine işaret vardır. Bu konuda şöyle bir
rivayet gelmiştir: “Hikmet mü’minin kaybolmuş malıdır. Onu nerede bulsa alır.”[382] Dolayısıyla mü’minin tıpkı
yitirdiği bir malı araması gibi hikmeti araması gerekir.[383]
Nefsini tezkiye eden ilim sahibi-kâmil insanların kalbinde hikmet olur, onu
dinleyenler bu hikmetten istifade eder. “Kalpten çıkan söz kalbe gider”
denilmiştir.
Seyr ü sülûka
girmeye azmeden kimse öncelikle güvenilir, nasihati dinlenen, yolu bilinen,
ilmi ile âmil olan peygamber varisi olabilecek bir kâmil bulmayı amaçlamalıdır.
Bulduğunda da kendisini onun hizmetine adamalı, ona gönülden bile olsa
muhalefet etmemeye dikkat etmeli, emirlerini canla başla yerine getirmelidir.
Böyle kâmil bir zat Hakk’a giden yolda kendisine rehberlik ederek onu irşad
edip rüşd sahibi kılacağına inanmalıdır.
Ashabın
Resulullah (s.a.v)’ in yanındaki üslûba riayet etmesi gibi, müridin de şeyhinin
yanında bu uslûba riayet etmesi de tasavvufi eğitim açısından önemlidir.[384]
Bir derviş
Hacı Bektâş Velî’ye dervişlikten muradın ne olduğunu sorması üzerine şöyle
cevap vermiştir: “Dervişlik ezelidir, devlet ebedi.” Dervişlik hakkında
Abdullah Ensari’ nin sözünü nakleder: “ Bir derviş, üzerine su dökülmüş,
elenmiş bir topraktır, basıp geçenlerin ayağında ne bir ağrı olur ne de bir
toz” buyuruyorlar. Bu bile dervişliğin hakikati değildir, olsa olsa sıfatı ve
resmidir. Dervişliğin hakikati Allah ile olmaktır.”[385]
demiştir.
Hacı Bektâş
Velî dervişliğin, saadet-i ezeli (sonsuz mutluluk) ve devlet-i ebedi
(tükenmeyen nimet) olarak yorumlamaktadır. Böyle dervişlik gibi bir
bahtiyarlığa eren kimse tuttuğu yolun kadrini bilmeli, gaflete düşmemeli,
hâlini korumaya, kazandıklarını kaybetmemeye dikkat etmelidir. Tasavvufa yeni
intisab eden mübtediye mürîd, seyr ü sülûkun sonuna ulaşan müntehiye murâddenilir.[386] Her mürîd aynı zamanda
murâddır. Çünkü Allah onun mürîd olmasını irâde etmeseydi o mürîd
olamazdı. Hakkın muradı mürîd, müridin muradı Hak’tır.[387]
İşte Hacı Bektâş Velî bu manada dervişliği dünya ve ahiret saadeti için ebedi
bir nimet olarak görmüştür.
Abdullah
Ensari’nin sözünden maksatta dervişin herkes tarafından sevilen, sayılan,
ünsiyet eden ve edilen bir insan olması, kimseye zararı dokunmayan ama kendisi
insanlığa hizmet eden olması ve özellikle güzel ahlakı ile mümtaz bir şahsiyet
olması vurgulanmıştır. Gerçekte dervişliğin hakikati her dem Allah ile olma
şuurunu kazanmak, bir nefes dahi Haktan gafil kalmamaktır.
Hacı Bektâş
Velî mürîdleri, mürîd-i mutlak, mürîd-i mecâzi, mürîd-i mürted olmak
üzere üç grupta sınıflandırmaktadır. Mürîd-i mutlak, her ne olursa olsun
şeyhine, çok soru sorupta itiraz etmeyen kişidir. Mürîd-i mecâzi,
dışarıdan şeyhinin emir ve arzularına uysa da içinden canının istediği gibi
davranandır. Mürîd-i mürted ise, şeyhinde gördüğü bir halden dolayı onu
bırakıp giden mürîddir.[388]
Hacı Bektâş
Velî diğer tasavvufi kaynaklarda göremediğimiz şekliyle mürîdleri bağlılık
derecesine göre sınıflandırmıştır. Günümüzde “görünmeyen üniversite” olarak da
tanımlanan tasavvuf! eğitimde mürîdin üstâdına bağlılığı istifade ve terakki
etmesi açısından son derece önemlidir. Öyle ki bir mürîd, kendisini terbiye
eden mürşidine karşı saygı ve hürmet göstermezse, o terbiyenin bereketinden
mahrum olur. Üstadına “niçin?” diyen kimse asla kurtuluşa eremez, felah
bulamaz, denir.”[389]
Mürîdleri
farklı bir kategoride ele alan Ebu Abdurrahmân es-Sülemi de mürîdleri, Allah’ı
nefsi için murad eden mürîd, yalnız Allah’ı arzu eden mürîd, hiçbir şey
dilemeyen Allah’ın kendisine dilediğini isteyen mürîd (ki en üstünü budur)
olmak üzere üçe ayırmıştır.[390] Mürîd’in bu olgunluk seviyesine gelebilmesi
için mürşid ya da şeyh denilen insanın sohbetinde bulunması gerektiğini, kendi
tercihiyle mürîd olduktan sonra, ölünün ölü yıkayıcısına teslimiyeti gibi
olmasa da, hukukullah ölçüsünde bir teslimiyet gerektirdiğini,[391] mürşidine bağlı bir vasfa
sahip olması ve tarikat disiplinine uyması[392] gerektiğini bildirmiştir.
İmam Rabbânî
(ö. 1034/1624), tevbeden sonra mürşidin, mürîde kabiliyetine ve karakterine
uygun bir zikir verip, onun manevi gelişimiyle ilgilenerek, tarikatın âdâb ve
şartlarını ona anlatması gerektiğini ifade etmiştir. Mürîdini ehl-i sünnetin
görüşlerine tâbi olmaya teşvik ile, zaruri olan fıkıh bilgilerini öğrenip
onunla amel etmesini, haram ve şüpheli lokmadan sakınmasını öngörmüştür.[393]
Mürîd olmanın
birtakım şartları vardır. Bunlar itirazı terk etmek, bütün halini ve
düşüncelerini mürşide arz etmek, sadâkat, şeyhin kendisine has bazı fiillerini
örnek almaya kalkışmamak, şeyhin emrettiği hususu hemen yerine getirmek, şeyhin
manevi gelişimini sağlamak üzere telkin ettiği her hususa riayet etmek,
kendisini bütün insanlardan daha hakir görmek, mürşidine verdiği söze ihanet
etmemek, sadece Cenab-ı Hakkı murâd etmek, şeyhinin bütün isteklerine boyun
eğmek, ihtiyacını hiç kimseye arz etmemek, hiç kimseye kızmamaktır.[394]
Tasavvufa yeni
intisab eden mübtediye mürîd, seyr ü sülûkun sonuna ulaşan müntehiye murâd
denilir.[395] Her mürîd aynı zamanda
murâddır. Çünkü Allah onun mürîd olmasını irâde etmeseydi o mürîd
olamazdı. Hakkın muradı mürîd, mürîdin muradı Hak’tır.[396]
İbn Fürek’e göre mürîd’in gayreti, Allah rızası için amel ve bu yolda
mücâhededir. Murâd’ın himmeti ise Allah için dostluğunda samimiyet,
doğruluk ve bu konudaki alışkanlıklardaki çabadır.[397]
Mürîdin
kendisiyle, şeyhiyle, ihvanıyla ve sair insanlarla bulunduğunda[398] ve Allah’a karşı riayet etmesi
gereken âdâbı vardır.[399] Mürîdin özellikleri,
görevleri ve uyması gereken âdâb hakkında eserler yazılmıştır. Şihabeddin
Sühreverdi’nin Irşadü’l- Mürîdîn, Abdülkâhir Sühreverdi’nin Âdâbü’l-
Mürîdîn, Muhammed b. Abdullah’ın Âdâb ve el-Behcetü’s-Seniyye gibi
müstakil telifler kaleme alınmıştır. Abdulkerim Kuşeyrî, KuşeyrîRisâle’sinin
son bölümünde “Mürîdlere Tavsiyeler” ve Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin Fütûhâtü’l-Mekkiyye'
sinin sonunda da “Mürîdlere Tavsiyeler” bölümü bulunmakta, ayrıca Abdülkadir
Geylâni’nin Gunyetü’t-Tâlibîn, Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevi’nin Câmiu’l-Usûl
gibi pek çok tasavvufi eserlerde âdâba değinilmiştir.
“Hacı Bektâş
Velî’nin Hadis-i Erbaîn Şerhi adlı eserindeki hadisler dervişlik ve
fakirlik hakkındadır. Arapça “fakîr” kelimesini, kelimenin Farsça’daki
karşılığı olan “derviş” şeklinde tercüme etmiş ve hadisleri bu anlamı ile şerh
etmiştir. Eserlerde geçen hadislerde, dervişlerin Allah dostu ve vekili
olduğuna vurgu yapılarak dervişlere iyilik yapılmasının önemine işaret edilmiş,
Allah’ın hangi özelliklere sahip dervişlerden razı olacağı bildirilmiş,
dervişlerin şefaat edebileceği dile getirilmiştir. Hadisler hem halkı hem de
dervişleri muhatap almıştır.[400]
Hacı Bektâş
Velî, tâlibin üç hususta titiz davranması gerektiğini vurgulayarak bu hususları
“devamlı abdestli olmak, mürşidine olan bağlılığını korumak, yediği lokmaya
dikkat edip haramdan kaçınmak”[401] şeklinde sıralamıştır.
Bu hususları
başka âdab kitaplarında da görmek mümkündür. Nitekim bunu Hacı Bektâş Velî ile
âdab eserleri yazan değerli ulemamız şu hadis-i şerîf’ten çıkarmışlardır: Enes
b. Mâlik henüz sekiz yaşında iken Allah Rasülü’nün kendisine “Abdestli
bulunmaya gücün yettiği sürece öyle yap. Abdestli olduğu halde ölen kimse için
abdest şâhidlik eder”[402] buyurduğunu nakleder.
Dervişlik ölüme hazır olma sanatıdır, ölümü ise abdestli karşılamak sûfîlerin
nezdinde güzel sayılmıştır. Ayrıca mürîd daima abdestli bulunmaya dikkat
etmelidir ki, bu onu Hakkın huzurunda bulunma şuurunu kuvvetlendirir. Ancak
temizlik sadece namazla sınırlı da değildir, tüm ibâdetleri kapsar. Bütün
ibâdetlerin zâhiri ve batınî tahâret yönü vardır. Fıkhu’l- kalb olarak tabir
edilen tasavvufi eğitim, mürîdin ibâdet ve taatlerin sadece yüzeysel, görünen
taraflarından ziyade kalbî boyutuyla da ilgilenir, mürîdlere ihsan yolunu
öğretir.
İkincisi
mürşidine olan sağlam bağlılığı sürdürmek, mürşidine gereken edebi göstermek,
onun emirlerine muhalefet etmemek, gönülden bile itirazı terk etmek seyr ü
sülûkünde yol alması için elzemdir. Aksi takdirde maksadına ulaşamaz.
Hacı Bektâş
Velî üçüncü olarak mürîdin haramdan kaçınması, helalinden kazanıp yemesini
hatırlatır. Allah Teâlâ helâl ve temiz nimetlerini inananlar için rızık kılmış,
bu temiz rızıklardan yemeyi, haramlardan uzak durmayı da emretmiştir. Nitekim
ayet-i kerîme de, “Ey iman edenler, size verdiğimiz rızıkların helâl, hoş
olanlarından yiyin'”[403]
buyrulmuş, Hz. Peygamber de bir hadislerinde “ Kesinlikle hiç kimse elinin
emeğinden daha hayırlı bir yemek yememiştir ”[404]
buyurmuştur.
Bir defasında
Resulü Ekrem (s.a.v), “Bir kimse (Hak yolunda ) uzun sefere çıkar, saçları
dağılmış, toza toprağa bulanmış bir halde ellerini semaya uzatarak: “ Ya Rabbi,
ya Rabbi” diyerek dua eder. Hâlbuki yediği haram, içtiği haram, giydiği haram,
kendisi haramla beslenmiş olursa, böylesinin duası nasıl kabul edilir? ”[405] buyurmuştur.
Buradan anlaşıldığı üzere helal ile rızıklanmak ayet ile emredilen bir husus
olması yanında ibâdet, taat ve duaların kabulüne de vesiledir.
Bu meyanda
Mevlâna Celaleddin-i Rûmî eserinde helal lokmanın önemine binaen “bilgi ve
hikmet helal lokmadan doğar, aşk da merhamet de helal lokmadan meydana gelir.
Bir lokmadan haset, hile doğarsa, bilgisizlik, gaflet meydana gelirse, sen o
lokmanın haram olduğunu bil. Hiç buğday ektin de ondan arpa çıktığını gördün
mü?”[406] demektedir.
Psikoloji de
müridlik, manevi bir sezgi, içgörü ve olgunlaşma süreci kabul edilmektedir.
Müridin içsel yolculuğu zor zihinsel ve ruhsal bir yolculuktur, zira yanılma
tehlikesi vardır. Bu manevi yolculukta kendisine bu yolu bilen, daha önce bu
yaşantıdan deneyimi olan bir rehber (mürşid) edinir. Mürid başlangıçta ne kadar
az anladığını ve bildiğini öğrenir, düşünce ve davranışlarının onun gelişmesini
nasıl tıkadığını fark eder. İşte bu rehber (mürşid), müridin kendisini aşmasına
yardımcı olacak bir yoldaştır.[407]
Cehd kökünden
gelen mücâhede, takât (kudret), insanın hastalıktan veya güç bir işten ötürü
çaba sarfetmesi,[408] dîn düşmanıyla kıtâl eylemek,[409] şerîatte istenen fakat nefse
zor gelen şeyleri nefsi emmâreye yükleyerek onunla savaşmak,[410] nefsi bedensel güçlüklere ve
her hâlükarda isteklere karşı koymaya zorlamak,[411]
başta şeytan ve nefisle olmak üzere zâhir düşmanla mücadele etmek[412] gibi manalara gelir.
Mâsivâdan
sıyrılarak Allah’a samimiyetle ihtiyaç hissetme, Hakk’ın rızasını kazanmak
yolunda nefsin harcanmasına mücâhede denildiği gibi, nefsi şehvetle beslemeyi
bırakmak, kalbi hevâ ve hevesten, şüphelerden uzak tutmakta mücâhede olarak
değerlendirilmiştir.[413]
Kur’ân-ı
Kerim’de mücâhede hakkında “Bizim uğrumuzda cihâd edenler var ya, biz onları
mutlaka yollarımıza ileteceğiz. Şüphesiz Allah mutlaka iyilik yapanlarla
beraberdir”[414]
buyrulmaktadır. Ayette “mücâhede’nin mutlak olarak zikredilmesi, zahiri ve
bâtınî bütün düşmanları kapsaması sebebiyledir. Yani düşmanlarınızla cihâd
ettiğiniz gibi nefis ve hevânızla da cihâd edin”[415]
anlamındadır. İsmail Hakkı Bursevî bu ayeti “tevbe ile mücâhede edenleri,
ihlâsa ulaştırırız. İlim talebinde mücâhede edenleri, ilimle amel etme yoluna
muvaffak kılarız. Bizim rızâmız uğrunda mücâhede edenleri, rıdvan mahalline
ulaştırırız. Bizim hizmetimizde mücâhede edenleri, bizimle münâcât, üns ve
müşâhede yollarına iletiriz. Zâhirlerini evrâd ve benzeri vazifelerle meşgul
edenleri, sırlarının letâifine ulaştırırız. Kim şerîatle mücâhede ederse
cennete ulaşır. Kim tarikatle mücâhede ederse Hüdâ’ya ulaşır. Marifet ve
masivâdan uzaklaşmakla mücâhede eden kimse de Zât-ı Sübhânî’ye vâsıl olur ve
onunla mülâki olur”[416] şeklinde izah etmektedir.
Mücâhede
hakkında Hz. Peygamber (s.a.v) “Gerçek mücâhid nefsiyle cihâd edendir”[417] buyurmaktadır. Biliyoruz ki,
düşmanla olan mücadele zaman ve mekânla sınırlı iken insanın en azılı düşmanı
olan nefsiyle mücadele ise zaman ve mekânla sınırlı olamaz. Hatta Hz. Peygamber
(s.a.v) nefsin hilesinden emin olunamayacağını “Allah’ım, beni göz açıp
kapayıncaya kadar bile nefsimle başbaşa bırakma”[418]
duasıyla dile getirmiştir.
Tasavvufta
mücâhede denilince, daima insana kötülüğü emreden nefsi emmâre[419] ve şeytan ile mücadele etme
fikri akla gelmektedir. Çünkü nefis, kul ile Allah arasındaki en büyük
engeldir. Ancak onunla mücâhede olunarak ve onu zayıflatarak Cenab-ı Hakk’a
kurbiyyet hâsıl olur. En büyük nimet ise, nefisten sıyrılmaktır; çünkü nefis
kul Allah arasındaki en büyük perdedir. Bu perdeden kurtuluş, nefsin
istediklerini vermemekle olur. Nefs mücâhedesi nefsin zemmedilen sıfatlarından
kurtulmak, onların yerine güzel vasıflarla donanmak ve tekâmüle ulaşmak için
yapılır.
Mutasavvıfların
bu konudaki söylemlerine kısaca baktığımızda mesela Abdulkâdir Geylanî (ö.
561/1165-66)’nin, mücâhede de esas olan, nefsin arzularına uymayıp, ona
muhalefet etmek, onu alışkanlıklarından, şehvet ve lezzetlerinden kesmek ve her
zaman nefsi, arzusunun hilafına götürmek olduğunu ve mücâhedenin ancak murâkabe
ile tamam olacağını vurguladığını[420]
görmekteyiz. Sehl b. Abdullah Tusterî (ö. 273/886 veya 283/896), kişinin
nefsini tanıması, düşmanlarını tanımasından çok daha zor ve gizli olduğunu[421] söyler. Ebu Abdurrahman es-
Sülemi (k.s) de nefse öğüt verip, nefse uymamayı nefsin şerefi olarak kabul
ederek, eserinde Cüneyd (ö. 297/909)’in sözünü nakleder: “Nefsine öğüt verenin
alameti, nefsin arzularını terk etmek, lezzetlerinden yüz çevirmek, gözü ve
kalpleri nefsin süsünden yummak, (nefsi süslemeğe önem vermemek) dönüş âlemine
yönelmek, ahiret için azık hazırlamakla meşgul olmaktır.”[422]
[423]
Hacı Bektâş
Velî ise mücâhedeyi tarikatın dördüncü makamı olarak görmekte, “ Yakıtı
insanlar ve taşlar olan, kâfirler için hazırlanmış ateşten sakının”43
ayetini delil olarak getirmektedir. Dünyada düşmanın ve savaşın daima
bulunduğunu, nefsin de düşman sayıldığını, nefse istediğini vermemenin de
onunla savaş etmek mesâbesinde olduğunu söylemektedir.[424]
Nefis
doyumsuzdur; dolayısıyla her zaman kötülüğe sevkeder. Burada Hacı Bektâş
Velî’nin de cehennem ile ilgili ayeti örnek vermesi, nefse tâbi olan kimsenin
ulaşacağı son mekânın cehennem olmasından dolayıdır. Kur’ân-ı Kerîm, nefsi,
emmâre[425] (çok emredici) şeklinde
mübalağa ile vasıflarken şeytanı vesvâs (vesvese veren)[426]
olarak nitelendirir. İnsana düşman olan bu iki varlık arasındaki belirgin nokta
ise, nefsin üst olarak astına emretmesi gibi sürekli emredici konumda olması,
emrine boyun eğdirinceye kadar devamlı ısrar etmesi iken, şeytanın gizli gizli
vesveseler vererek insanı günaha düşürmesi, o olmazsa başka bir günaha
sevketmesidir. Şeytan her halukârda bir günah işlettirerek kişiyi hatalı ve
günahkâr duruma düşürür. Bu bakımdan mücâhede denilince hem nefis hem şeytan
akla gelir. Mücâhede olmadan bir mürîdin nefis ve şeytanla başa çıkamayacağı da
aşikârdır. Nefis, mücâhede ile etkisiz hale gelir. Bunun için az yemek, az
konuşmak, az uyumak gibi metodlarla nefsin direnci kırılır, kontrol altına
alınır. Nefis, terbiye ve tezkiye ile itaatkâr hale getirildiğinde ahlaklı,
dürüst, kâmil seviyede topluma ve insanlığa faydalı bireyler yetişmiş
olacaktır.
Hacı Bektâş
Velî’nin sözünü açıklar mahiyette İsmail Ankaravî (ö. 1041/1631) ise, nefs
mücâhedesine giren kimseye üç tane silah’ın gerekli olduğunu, bu silahlar
olmadan nefis mücâhedesi yapılamayacağını ifade ederek Şeyh Attar’ın (k.s) şu
sözüne atıf yapar: “Susma hançeri, açlık kılıcı ve yalnızlık mızrağı olmayan
kişinin nefsi salâha eremez.”[427]
Hacı Bektâş
Velî’ye göre mücâhede, “nefisle ve şeytanla savaşmaktır.” Buna göre derviş gece
ve gündüz nefsiyle ve şeytanla savaşmalıdır. Nefsini hiçbir isteğine
kavuşturmamalı, muradına erdirmemeli ki şeytan ona nüfuz edecek yol bulamamalı
ve o, reddedilmiş olmalıdır. Nefis, bağımlılıktan ve şeytanın vesvesesinden
kurtulmuş olmalıdır. Bu durumda Allah ona samimiyet-ihlas kapısı açar ve o,
Allah ile huzur bulma aşamasına ulaşır. Hacı Bektâş Velî’ye Mücâhedet nedir?
Diye sorulunca; “Az yemek, az konuşmak, az uyumak, benliği yok etmek (fenâ) ve
fakirliktir.”[428]diye cevap vermiştir. Hacı
Bektâş Velî’nin bu husustaki görüşlerinin Sühreverdî’nin ifadelerine paralel
olduğunu görürüz. Sühreverdi’ye göre mücâhede, “nefsi iştah duyulan şeylerden
kesmek ve onu bütün vakitlerde arzularının hilafına yöneltmektir. Bu durum üç
esas üzerine bina edilmiştir. Birincisi şiddet anında yemek, ikincisi ancak
zaruret anında konuşmak, üçüncüsü ancak uyku bastırdığında uyumaktır.”[429]
Benzer şekilde
Hz. Mevlânâ da, sırtına arslan dövmesi yaptırmak isteyen, ancak iğnenin
acılarına dayanamayan Kazvinli’nin hikâyesini anlatarak, seyr ü sülûke başlayan
sâlikin terakki edebilmesi için bazı sıkıntılara katlanması gerektiğini, nefsi
ile mücâhede edip maksadına ulaşmasını tavsiye eder. Ve der ki “Eğer yaradan,
yani mücâhede ve hizmetin zorluğundan incinir de kin tutmaya kalkışırsan
cilâsız ayna gibi kalırsın. Cilâ vurulmayan bir satıh nasıl ayna olur?”[430]
Buradan da
anlaşılacağı üzere, sûfîler kalbi aynaya benzetirler, o ayna temiz ve pak
olmadıkça ilahi tecellileri yansıtamaz. Aynayı da temiz ve parlak hale getirmek
için mücâhedeye ihtiyaç vardır. Mücâhede başarılı olursa mürîd sonunda müşâhede
makamına yükselir.
Tüm
anlatılanlardan yola çıkarak diyebiliriz ki, kişisel çaba olmadan tasavvufta
hedeflenen noktaya ulaşılamaz. Nefsinin arzu ve isteklerine karşı kararlılıkla
mücahede etmeyen, kâmil bir müslüman da olamaz. Sufiler, başlangıçta mücâhede
disiplinine uymayanların bu yolun kokusunu bile alamayacaklarını ifade
etmişlerdir.
Günümüz
araştırmacılarından Hasan Kayıklık, mücâhedeyi insanın iç dünyasında verdiği
savaş olarak görmüştür. Mücâhedeyi, “insanın kendisini nefsin etki alanından
ruhun etki alanına taşımak için sürekli bir çaba içerisinde olmasıdır.”[431] şeklinde
tanımlamıştır.
Nefsin hevâ ve
heveslerine boyun eğmeyip bilakis onu zayıflatıp Hakka boyun eğdiren bir kulluk
bilinci maksatlı mücâhede, tasavvufta üzerinde sıklıkla durulan ve tasavvufi
kaynak eserlerde işlenen bir kavramdır. Mücâhede, nefsin tutkuya dönüşen
arzularını sınırlayıp yavaş yavaş onun beden üzerindeki hükümranlığını sona
erdirmeyi gaye edinir.
Hacı Bektâş
Velî’nin mücâhede hakkındaki görüşlerini irdelediğimizde onun görüşleriyle
mutasavvıfların görüşlerinin örtüştüğüne şahit olmaktayız. Her mevzuda olduğu
gibi Hacı Bektâş Velî buradada ayet-i kerîme ile yola çıkmaktadır. Zira inançla
ilgili bir görüşün temeli ayet ve hadise dayanmıyorsa bid’attir ve batıldır.
Her insanın yanında nefs ve şeytan olan iki azılı düşmanı olduğunu, onunla
mücadele ve mücâhedenin elzem olduğuna dikkati çeken Hacı Bektâş Velî, eğer
nefs ve şeytana karşı verdiği mücadelede kişi başarılı olursa Allah’ın muhlis
kullarından olabileceğini ve tasavvufta “Hakk ile huzur” denilen kalbiyle Hakk’ın
huzurunda olma gibi yüksek bir dereceyi elde edeceğinden bahsetmekte,
mücâhedeye devam eden mürîd için müşâhede kapısının açılacağına işaret
etmektedir.
Aslı Arapça
olan hizmet kelimesi, Türkçe’de de aynı manada kullanılır. Lügat olarak, birisinin
ihtiyacını gidermek, kul-köle gibi emrinde bulunmak,[432]
tekkeye yeni katılan, henüz ilmin tadını bilmeyen ve tasavvufi halleri
yaşamamış mürîde verilen vazifeler hizmet addedilir.[433]
Diğer yandan hizmet nafile ibadetten üstün kabul edilir. Sûfîlere ve fakirlere
hizmet ederek, onların maddi ihtiyaçlarını karşılamak[434]
da bu kapsamdadır.
Konuyla ilgili
olarak Kur’ân-ı Kerîm’de “Allah ’ayardım ederseniz, O da size yardım eder”3
ayetiyle tasavvufi manada himmet, hizmete bağlanmıştır.[435]
[436] Hizmetle alakalı Allahü Teâlâ:
“Etraflarında sedefleri içinde gizlenmiş incileri andıran delikanlı
hizmetçiler dolaşır durur”[437] ayetiyle cennet ehlinin
cennetteki “hizmetçileri ve maiyyetini haber verir.”[438]
Bunlar meyvelerle, çeşitli ikramlarla, yiyecek ve içeceklerle dolaşırlar.[439] Bu âyet-i kerîmelerden
anlıyoruz ki, Allah Teâlâ dünyada dinini yüceltmek için çalışanlara, diğer
insanlara sıkıntı, ihtiyaç ve darlıkta yardım eden mü’minlere türlü nimetlerle
ahirette rızıklandıracağı müjdesi verdiği gibi inayetullah da va’d etmektedir.
Hz.
Peygamber’in örnek hayatına baktığımızda ihtiyacı olan herkesin yardımına
koştuğunu, sıkıntısını giderdiğini gerek malıyla gerek bedeniyle hizmet
ettiğini görmekteyiz. Allah Resulü "Bir kavmin efendisi, onlara hizmetkâr
olandır"[440] buyurarak
hizmetten bir an olsun geri durmamıştır. Sadece Allah rızası için, bir insanın
hizmetine koşmak kadar kârlı bir iş yoktur. Müslüman’ın tanımı yapılırken
“gerçek mü’min halka karışan, zorluklar karşısında sabır gösteren, gücü
nisbetinde muhtaçların elinden tutan, kısaca, Hak için halka hizmet eden
kimsedir”[441] şeklinde ifade edilmektedir.
Tasavvufta
hizmet, müridleri yüksek derecelere ulaştıran yollardan olup sahibini üstün
makam ve hallere taşıyan bir eylem kabul edilmiş, her mürîdin kapasitesine
uygun şekilde görev verilerek manevi eğitimleri sağlanmıştır.
Tasavvufi
terbiye metodlarından biri sayılan hizmet, nefse muhalefeti gerektirir. Kişinin
bir başkasının hizmetinde bulunması nefsine güç gelmektedir. Bu yüzden yeni
intisap eden mübtedi mürîdlere de önce hizmet görevi verilir. Bu hizmetten
maksad, mürîdin benliğinin kırılması, nefsinin hâkimiyetinden kurtulmasıdır.
Böylece mübtedî dervişlerin hizmetle kendilerini gereksiz işlerle meşgul etmesi
önlenmiştir. Sühreverdî’ye göre tasavvuf ehli hizmeti salih amellerden saymış,
kişiyi manen yüksek derecelere ulaştıran, ahlakı hasene ile bezeyen bir
davranış kabul etmiştir.[442]
Sûfîlerin
hizmet hakkındaki söylemlerine baktığımızda Abdulkâdir Geylânî’nin eserinde
şunu görürüz. O der ki, nefsi, hevâsı ve şeytan ile mücadelesini başarıyla
tamamlayan ve Hakk’ın yakınlığını kazanan kâmil zat’a şöyle ilham olunur:
“Geriye dön, halka hizmetle meşgul ol, onlara bize varan yolda rehberlik yap”[443] Bu makama yükselebilen
kimseye tasavvufta mürşid denir ki diğer adı hâdim’ül- fukaradır
(dervişlerin hizmetkârı). Buradan da anlaşılmaktadır ki nefis tezkiyesini
tamamlayan ve terakki eden mürîde, hizmet olarak halkı irşat etme gibi yüce bir
görev verilir.
Abdullah b.
Mübarek (ö. 181/797) der ki: “Mücâhede, hizmet edebini bilmek ve öğrenmektir.
Çünkü hizmet edebi, hizmet etmekten daha kıymetli ve üstündür.”[444] Bunun içinde
hizmette öncelikle niyetin ihlaslı olması, sadece Allah rızası gözetilerek
yapılması, insanlardan bir karşılık veya teşekkür beklenilmemesi öncelikli
şartlardandır. Her hizmet eden gereği gibi adabıyla hizmet edemez. Bundan
dolayı pek çok mürîd bu yolda mesafe alamaz. Zira edebe riayet etmeyen
vuslattan mahrum kalır. Mutasavvıflar Hz. Musa (a.s)’mın Hz. Şuayb (a.s)’ a
hizmet etmek üzere sözleşmesi[445] ve Hızır (a.s)’a
ilminden istifade etmek kasdıyla hizmetine tabi olması[446]
neticesinde müşâhedeye mazhar olduğunu ileri sürerler.
Kuşeyrî (ö.
465/1072) mürîdlere şunları tavsiye eder: “Sûfîlere ve dervişlere hizmet eden
mürîd, kalbinden geçen havâtır (ve arzuların) kendisine gönderilen birer elçi
olduklarını bilmeli, dervişlere hulûs ile hizmet etmesi gerektiği hususunda
vicdanın hükmettiği şeye muhalefet etmemeli, onlara hizmet uğrunda bütün
kuvvetini ve takatını harcamalıdır. (Mürîdin kalbine, dervişlere şu hizmeti
yapayım, diye bir düşünce geldi mi, bunun kendisine dervişlerin kalplerinden
geldiğine inanarak o hizmeti derhal ifa etmelidir)[447]
Hacı Bektâş
Velî ise hizmeti beşinci makamda ele alarak “Başkasına hizmet edene, hizmet
edilir”[448] sözünü örnek verir. Hiç
kimseye kendisine hizmeti emretmemesini, ancak büyüklere mal, can ve bedenle
hizmet etmesini,[449] Allah dostlarına hizmet edip
onların sohbetlerinde bulunmanın derviş için faydalı olduğunu, kendi gayretiyle
manen yükselemeyeceğini ancak evliyanın ve kâmil şeyhin bir saatlik
sohbetlerinin bereketiyle seyr ü sülûkünde daha fazla mesafe katedeceğini
vurgulamıştır. Şeyh-mürîd ilişkisini ise, öğretmen-öğrenci ilişkisine
benzetmiştir.”[450]
Samimiyetle
üstâdının hizmetinde olan, ona yakın olup sohbetinde olan mürîdin, kitaplarla
kazanamayacağı birçok bilgi ve faydayı daha az bir vakitte elde edeceği
anlaşılmaktadır. İnsan, Hakk’a vuslat yolunda sadece çok kitap okuyarak
yükselemez; eğer mürîdin kabiliyeti de varsa, bir insân-ı kâmil’in
rehberliğinde uzun mesafeleri kısa zamanda katedebilir.
Diğer eserinde
Hacı Bektâş Velî, Efendimizin (s.a.v) “Hizmet eden hizmet görür”[451] hadisini örnek verirken,[452] yedi uzvun Hak yolunda
hizmete adanması gerektiğini de vurgulamaktadır.[453]
Yetmiş iki millete bir gözle bakarak ayrımcılığa karşı çıkmış, herkese eşit
derecede hizmet etmenin gerektiğini[454]
söylemiştir. Bu da onun engin hoşgörüsüne misal teşkil etmektedir.
Araştırmacı
Ali Seyyar, “Tasavvuf olmadan ne sosyal hizmet etkin olabilir ne de sosyal
hizmet olmaksızın gerçek tasavvuf ortaya çıkabilir” ifadeleriyle İslam’ın sosyal
boyutunun bir bakıma tasavvuf yoluyla gerçekleştirildiğini, mutasavvıfların
sosyal amaçlı hizmetleri nafile ibadetlerden daha üstün gördüklerini ifade
etmiştir. Tasavvuf terminolojisinin önemli kavramlardan biri olan ve Abdulhâlık
Gucdûvanî’nin belirlediği tasavvufi Nakşibendi yolunun onbir prensibinden biri
olan Halvet der-encümen (zâhirde halkla bâtında Hakk’la olmak) izah ile
celvet[455] kavramına işaret
etmiştir.[456]
Her ne kadar
tasavvufta halvet-uzlet denen manevi uygulamalar bulunsa da sufiler sosyal hayattan
ve toplumdan kendilerini tecrid etmemişlerdir. “Halka hizmet eden himmet bulur”
anlayışıyla malıyla ya da bedeniyle insanlığa hizmet etmeyi ganimet
bilmişlerdir.
Robert Frager,
“Dervişlik sadece oturup zikirle meşgul olmak demek değildir, başkalarına hizmet
ve yardım etmektir.”[457] diyerek dervişlikteki
hizmetin önemine vurgu yapmıştır. İnsan, her mü’minin gönlünde Allah’ın
varolduğunu hatırladığında diğerlerine hizmet etmeyi bir ayrıcalık olarak görür
ki, aslında o kutsala hizmet etmektedir. Kişi kendisine hizmet edildiğinde ise,
şükran duyar ve bu hizmeti gönlünde Hak muhabbeti taşıyan bir başkasından
hediye olarak değerlendirir.[458]
Hacı Bektâş
Velî’de mürid için hizmetin önemli bir esas olduğunu hatırlatarak, tüm
insanları hizmete değer ve eşit seviyede görüp hizmette bulunmayı, hizmeti
lütuf görüp bütün azalarıyla hizmette dâim olmayı ve bunu ibâdet şuuruyla
yapmayı, ancak kimseden hizmet beklememeyi, Hakka vuslat yolunda rehber ve
kılavuz olan mürşidi kâmile ihlasla itaat, ta’zim ve hizmet etmeyi de vurgulamıştır.
Zira hizmet
etme fırsatı herkese nasip olmaz. Nice kimseler vardır ki, hizmet imkânı varken
birtakım bahanelerle hizmetten uzak kalır. Hizmet hakkındaki hadisleri duyan
mü’minin hizmetten asla gafil olmayacağı, hizmet etmenin nafile ibâdetten daha
üstün olduğu bilinciyle hareket edeceği muhakkaktır. “İnsanların en hayırlısı
insanlara faydalı olandır”[459] ve “Halka hizmet hakka
hizmettir” prensibinden yola çıkarak, müslüman için hayatı, tamamıyla hizmet
alanı olarak değerlendirmemiz mümkündür. Ancak her fiilde olduğu gibi hizmet
konusunda da riyasız ve çıkarsız, takdir ve teveccüh beklemeden sırf Allah
rızası için çalışılması önemlidir. Aksi takdirde gösteriş ve riya kokan bir
hizmetin ne Allah katında ne de sûfîler nezdinde bir değeri olmaz.
Lügat olarak
havf (korku), katl, harb, kıtâl, ilm ve dirâyet manasına,[460]
kötü bir durumun başa gelmesinden ya da sevilenin elden çıkmasından endişe
duymak,[461] kerih görülen bir şeyden
kendiliğinden ürkmek;[462] Allah’ın gazabı veya azabı ya
da cehennem korkusu gibi anlamlara gelmektedir. Gelecekte elde edilmesi umulan
iyi bir şeyden veya başa gelmesinden endişe edilen kötü bir şeyden ileri gelen
korku[463] anlamına da
gelmektedir.
Râgıb
el-İsfahânî (ö. V/ XI. yüzyılın ilk çeyreği)
havfı, “dünyevi ve uhrevi işlerde bilinen ya da bilinmeyen delile
dayanarak gelecekte bir kötülüğün başa gelmesinden korkmaktır. Ayrıca ümit ve
beklenti gibi bilinen ya da bilinmeyen işaretten dolayı sevilenden endişe
duyulmasıdır”[464] şeklinde tanımlamıştır.
Allah'ın kahrından korkarak dinde sabit olmak, yasaklanan şeylerden ve
günahlardan utanmak ve bu hususta üzüntü duymak demektir.[465]
Kur’ân-ı
Kerim'de havf kökünden gelen veya aynı anlamdaki diğer masdarlardan türeyen
fiil ve isimler 124 yerde geçmekte, bunların yarısına yakını dünyevi korku ve
kaygıları, diğerleri ise Allah korkusu, azap korkusu, ahiret kaygısı, günah
işleme endişesi gibi dini kaygıları ifade etmektedir.[466]
[467]Allah Teâlâ “korkarak ve
ümid ederek Rabbine ibâdet ederler’”461 buyurmuştur ki bu âyet
“azabdan korktukları, mükâfatı umdukları için Rablerine dua ederler”[468] şekliyle tefsir edilmiştir. “Sizden
önce kendilerine kitap verilenlere ve size “Allah ’tan korkun, takva sahibi
olun” diye emrettik’”[469]
[470]
ayet-i kerimesi de Kur’ân ayetlerinin ekseni kabul edilmiştir. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’in
tamamının bunun etrafında döndüğü410 vurgulanmaktadır.
“Kulları
arasından ancak âlimler Allah ’tan (gereğince) korkar”[471]
ayetine göre havfı, ilimde bir makam kılmış ve onunla ilmi gerçekleştirmiştir.
Bu havf makamı, aynı zamanda bir nübüvvet makamıdır. Çünkü onlar peygamberlerle
beraberdirler. Öte yandan onlar peygamberlerin varisleridir; çünkü onlar ilim
ehlidir.[472]
Hz. Peygamber
(s.a.v) “Allah korkusundan ağlayan bir adam, süt memeye tekrar dönmedikçe
cehenneme girmez”[473] buyurarak gerçek havf sahiplerini
müjdelemiştir.
İmâm Gazâlî,
ilim ve marifetle ya da havf sahipleri ile sohbet etmekle, bunlarda bulunmazsa
böyle kimselerin kitaplarını okuyarak havfın elde edileceğini eserinde
belirtmiştir.[474]
İbn Cellâ (ö.
306/918), Allah’tan başka hiç kimseden korkmayan kimsenin gerçek havf ehli
olduğunu[475] söylerken, Muaz b. Cebel (ö.
17/638) de cehennem köprüsünü arkasında bırakmadıkça mü’minin korkusunun devam
edeceğini[476] belirterek, inanan
kimse için havf duygusunun cenneti görünceye kadar süregeldiğini vurgular. İbn
Fûrek’e göre, “günahkârların havfı cezalardan kaynaklanan korkudur. Âbidlerin
havfı, (ibâdetlerle oluşan) adetlerdeki kibir korkusudur. Âlimlerin havfı,
itaatlerdeki gizli şirk korkusudur. Heybet ve ta’zim havfı ise, âriflerin
havfıdır.”[477]
Psikolojik
açıdan Allah korkusu insanı uzaklaştıran, yabancılaştıran bir duygu değil,
aksine ona yaklaştıran bir duygudur. Normal şartlarda insan korktuğu şeyden
uzaklaşır. Ancak korkunun objesi Allah olunca uzaklaştırıcı etkisinin yerini
yakınlaştırıcı bir işlev alır. Böylece Allah korkusu taşıyan kimse, ondan
uzaklaşmak yerine onda rahat ve huzur bulmaktadır.[478]
Gerçekte mü’min Allah’tan değil, onun rızasını kazanamamaktan korkmalıdır. Zira
Allah korkulan değil, bilakis sevilen ve rızasını kazanmak için çaba
sarfedilendir.
Recâ kavramını
incelersek, sözlükte ümit-emel anlamına gelirken, terim olarak gelecekte
gerçekleşecek olan, sevilen bir şeye kalbin duyduğu ilgi,[479]
arzu edilen bir
şeyin
gerçekleşmesinin istenmesi,[480] ömrün uzamasına ve emele
ulaşmaya
tamahkârlık[481] gibi anlamlara sahiptir.
Recâ,
ümitdendir, umutsuzluğun tezâtıdır.[482]
Aynı zamanda Allah’tan ümit kesmeme, kalbin sevdiği bir şeyi beklemesinden
rahatlık ve ferahlık duyma halidir.[483]
Recâ,
“Rahman’ın rahmetinin genişliğinin, kerem ve iyilikten dolayı harekete geçmesidir”
ve “Allah’ın celâl tecellilerini kemâl gözüyle görmektir”[484]
şeklinde de tarif edilmiştir.
Kur’ân’da ümit
manasında recâ ile tama’ kelimeleri kullanılmıştır. İsmail Hakkı
Bursevî, Kur’ân-ı Kerim’de recâ ile ilgili olarak: “De ki: “Ey kendi
nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah ’ın rahmetinden ümit kesmeyin.
Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, çok
esirgeyendir”[485]
ayet-i kerîmesini “Allah’ın önce mağfiretinden, ikinci olarakda ihsanından
ümitsizliğe düşmeyiniz. Ümitsizliğe düşmek mahrumiyetin delilidir” şeklinde
yorumlamıştır.[486] Abdullah b. Ömer
(ö. 73/692) göre, bu ayet-i kerîme Kur’ân-ı Kerim’de en çok ümit verici ayet
olduğunu söylemesi üzerine İbn Abbas (ö. 529/1134) da Kur’ân-ı Kerîm’de en ümit
verici ayeti-i kerîmenin “Doğrusu Rabbin zulümlerine rağmen insanlara yine
de mağfiret edendir”[487] olduğunu beyân etmiştir.[488]
Hz. Peygamber
(s.a.v) bir kudsi hadiste Allah’ın “Ben kulumun zannı üzereyim, artık beni
dilediği gibi düşünsün”[489] buyurduğunu dile getirmiştir.
Buradan da anlaşılmaktadır ki kulların Hakk’a itaatle beraber yasaklardan uzak
durması icab eder. Böylece Allah Teâla’nın rahmetini ve mağfiretini ümid eder
ki, mahşer günü onu umduğu gibi bulabilsin.
Allah’ın
rahmetinden ümidvâr olmanın alametleri, Cenab-ı Hakk’ın daha önce karşılıksız
verdiği nimetleri anmak, Allah’ın vadettiği şeyleri, sevap ve ikramları,
Cenab-ı Hakk’ın dünya ve ahirette ihsan buyurduğu nimetlerin çokluğunu, Hakk’ın
rahmetinin genişliğini anmaktır.[490]
İmam Gazâli
recânın hal, ilim ve amelden oluştuğunu yazmıştır.[491]
Havf ve recâ ilmin meyve ve neticeleridir,[492]
ilim olmadan amel de yapılamaz; hâl ise ameli gerektirir. Bunlar bir araya
geldiğinde recâ gerçekleşir.[493] Gazâlî eserinde, havf ve recâ
sahibi mü’mini gereken her türlü önlemi alıp toprağa tohumu serptikten sonra
ürün almayı bekleyen bir çiftçiye, gerekenleri hatalı ve noksan yapıp
semeresini almayı bekleyeni ise ahmaklıkla nitelemektedir. Bazen de çiftçinin
kendi ihtiyarının dışında tabiat olaylarına bağlı olarak ürün bekleyişi olur ki
buna da temenni denmektedir. Bunun gibi inanan kimsede havf ve recâ’nın
seviyesinin değişebileceği, birinin yükselirken diğerinin düşebileceğini beyan
eder.[494]
Hacı Bektâş
Velî tarikatın makamlarını sıralarken dördüncü sıraya korku ve ümit arasında
olmayı yazmış, Hz. Peygamber’in (s.a.v) “Mü’min korku ve ümit arasındadır”[495] hadis-i şerîfmi örnek
vermiştir. Marifet makamlarını sıralarken de ikinci sıraya korkuyu
kaydetmiştir.[496] Aynı eserde korku için “Allah
erkek münafıklara da kadın münafıklara da vaad etti”[497] ayetini delil
getirmiştir.[498]
Hacı Bektâş
Velî inananlar için ümit ve korku arasındaki dengeyi korumaya işaret ettiği
gibi birçok mutasavvıf da aynı mevzuya temas etmişlerdir. Mesela Vâsıtî (ö.
320/932), korku ve ümidi, kul itaati terkedip benlik sevdasına düşmesin, diye
nefsi bağlayan iki yulara benzetmiştir.[499]
Yahya b. Muâz er- Râzî (ö. 258/871) der ki: “Mü’minler için havf ve reca bir
kuşun iki kanadı gibidir, biri düştüğünde diğeri de düşer. İkisi beraber olduğu
zaman kuş uçabilir. Biri eksik olduğu vakit kuşun uçması noksan olur. İkisi
birlikte bulunmazsa kuş ölüme terkedilmiş olur.”[500]
Bu bakımdan havf ve recâ’nın dengeli olması gerekir. Tıpkı kuşun çift kanadıyla
dengeli bir şekilde uçtuğu gibi, muvahhid mü’min de havf ve recâ’yı eşitlediği
zaman kanat çırparak menzili maksuduna ulaşır.
Cüneyd
Bağdadî, Recâ Allah’a itâate teşvik etmesi ve tâati istekle yaptırması,
korkunun ise kulu Allah’a karşı ma’siyetten uzaklaştırıp ma’siyete engel olması
bakımından korku ile ümidi Allah’ın kullarına iki mevhibesi[501]
olarak değerlendirmektedir. Ebu Abdirrahmân es-Sülemî de, korku ve ümidin kulu
frenleyen iki dizgin olduğunu, ikisini dengelemek gerektiğinini beyan eder.
Recânın alameti, kulun ibâdete yönelmesi, havfın alameti de bütün emre muhalif
davranışlardan kaçınmasıdır.[502] Müslümanın ifrat ve tefrite
kaçmaması, orta bir yol tutup haddi aşmaması gerektiğini, recâ ile nefsin huzur
ve sukûnete kavuşacağına, recâsız korkunun insanı helak edeceğine inanır.[503] Şihâbuddîn Sühreverdi’ye göre
havf ve recâ imanın şartlarındandır. Korku ve ümit bir kulda yoksa kâfir
olduğuna hükmeder.[504] [505]
Hacı
Bektâş Velî, Fevâid isimli eserinde, tarikat’in makamlarını sıralarken
sekizinci maddede, Allah’ın rahmetinden umut kesmemek gerektiğini söyler ve
Kur’ân-ı Kerîm’deki en çok ümit verici olan ayetin “Allah’ın rahmetinden
bağışlamasından ümidinizi kesmeyin" ' ayeti olduğunu ifade eder.[506] Makâlât da ise
ümitli olmak
gerektiğini kaydedip aynı ayeti örnek gösterir.[507]
Aynı eserinde ahireti isteyenlerin korku ve ümit topluluğu[508]
[509] olduğunu ifade eder. Nitekim
ayet-i kerîmede “Allah ’ın merhametinden ümidinizi kesmeyiniz. Çünkü Allah
’ın merhametinden ancak kâfir bir millet ümidini keser" ' belirtildiği gibi
Allah’ın rahmetinden ümidini kesen ancak ve ancak kâfirlerdir. Bir müslüman ne
kadar büyük bir günahı irtikab ederse etsin, yine de Allah’tan ümit kesemez,
Allah’ın affını umar. Cenab-ı Hak dilerse günahı miktarı azab eder, dilerse
affeder. Zira hadis-i kutsî’de “Allah “benim rahmetim gazabımı geçmiştir”[510] buyurmaktadır.
Buradan da
anlaşıldığı üzere Hak Teâla kullarını azap için yaratmamış, bilakis lütfu
ilahisi ile kendisinden istifade etsinler diye yaratmıştır. Allah Azze ve
Celle’nin “benim rahmetim gazabımı geçmiştir” buyurması O’nun rahmetinin
büyüklüğünü göstermesi bakımından son derece ümit vericidir. Mü’min ne kadar
günah işlerse işlesin Allah’ın af ve mağfiretinden ümidini kesemez.
Günahlarının çokluğundan korkarak ümidsizliğe kapılan bir kişiye Hz. Ali (ö.
40/661)’ nin : Ey kişi, senin Allah’ın rahmetinden ümidsiz olman, günahlarından
daha tehlikelidir”[511] diyerek ikaz etmesi de
dikkati çekicidir.
Hacı Bektâş
Velî’nin, her mevzuda olduğu gibi havf ve recâ konusunda da ayet-i kerîme ve
hadis-i şerifleri delil olarak getirdiğini görmekteyiz. Allah esaslı korkuların
mü’minin kişilik ve psikolojisinde olumlu tarafları da vardır. Kişiyi Allah’ın
rızasını gözetmeğe, onun emir ve yasaklarına riayet etmeğe ve takva sahibi
olmaya yönlendirir.
Emir ve
nehiylerin karşısına Allah Teâlâ ödül ve ceza olarak cennet ve cehennemi işaret
etmiştir. Kimi cehennem korkusuyla kimi de cennet arzusuyla dinin emirlerine
boyun eğer. Kur’ânı Kerîm’deki rahmet ve ümit ayetleri de Allah’ın rahmet ve
mağfiretinin genişliğini anlatmaktadır. Zira insan yaradılışı gereği hatadan ve
günahlardan uzak kalamaz. Ancak işlediği günahta ısrarcı olmamak, tekrar tekrar
aynı günaha düşmemek, günahından ötürü Allah’tan af ve mağfiret dilemek kulun
yapabileceği şeylerdir. Bu ayetler günahkâr olan mü’minin Allah’ın rahmetinin
kuşatıcılığını idrak etmesine ve ümitlerini canlandırmaya vesile olmaktadır.
Eğer cennet
veya cehennem yaratılmamış olsaydı bile Allah Teâla kendisinden korkulmaya veya
ümid edilmeye ve saygı duyulmaya layık olurdu. Yapılan her ibâdet, amel ve
eylemde değişmeyen tek ölçü Allah’ın rızasını talep etmek olmalıdır. Ne
cehennem azabının korkusu ne de cennet ve nimetlerinin ümidi mü’minin gönlünü
kaplamamalıdır.
İnanan bir
kimsenin ümitsizliğe kapılıp “kapılar bana kapandı” deyip ye’se düşmesi hoş
karşılanmaz. İslam dini ümitsizliği yasakladığı gibi, korkuda da aşırı gitmeyi
yasaklamıştır. Nice ibâdet ve taat edenler vardır ki, benlikleri yüzünden helâk
olmuşlardır. Nice günahkârlar da vardır ki, işledikleri günahtan ötürü
kalplerinin kırık olması affedilmelerini sağlamıştır. Aslonan havf ve recâ
konusunda dengeyi
sağlayabilmektir.
Bir kuş nasıl tek kanadıyla uçamazsa, inanan kimsede sadece korku ya da sadece
ümit ile dini hayatını devam ettiremez.
İnsan
psikolojisi, korku ve ümit duygusuna dayanmaktadır. Kurân’daki emir ve
yasaklarında bu iki duyguyu hedeflediğini görmekteyiz. Allah Teâla emirlere riayet
etmeyenleri cehennem ateşiyle ve can yakıcı azab ile korkutarak, ahiretin güzel
vasıflarını sık sık tekrar ile de dârü’s-selâm’a sevketmektedir.
Hacı Bektâş
Velî de, ancak Allah’ın rızasını taleb edenlerin, ahireti isteyenlerin bu korku
ve ümit dengesini koruyabileceğini, haddi aşmayanların maksatlarına
ulaşabileceğini dile getirerek sûfîlerle aynı çizgide olduğunu göstermiştir.
Lügatte edeb,
incelik ve usluluk demektir ki söz ve eylemle hoş muamele etmek ve güzel takdim
etmekten ibarettir.[512] Edeb, insanlardan terbiyeli
olanların kendisiyle yetiştirildiği şeydir. Edeb terbiye olarak isimlendirilir;
çünkü insanları övülen amellerle yetiştirir, çirkinliklerden alıkoyar. İbn
Manzur’a göre kelimenin kökü e-d-b olup, davet etme manasına geldiği gibi düğün
yemeği ya da ziyafet yemeği manasına gelen me ’dube kelimesi de buradan
gelmektedir.[513] Edeb, her türlü hatadan
kaçınmanın yolunu bilmektir.[514] Terbiye, incelik, nezâket,
kabul gören kullara uyma[515] anlamına geldiği
gibi, sâlik’in ifrat ve tefrit arasında orta bir yol tutmasıyla taşkınlık ve
sıkıntı, yani ifrat ve tefrit arasındaki sınırın korunması[516]
demektir. Her türlü hatadan kaçınmanın yolunu bilmektir.
Ayet-i
kerîmede geçen “Nefislerinizi ve çoluk çocuğunuzu cehennem ateşinden
koruyun”[517]
ayetini İbni Abbas (r.a) korumaktan kastedilenin fıkıh ve edeb öğretmek
olduğunu[518] beyan etmiştir.
Hz. Peygamber
(s.a.v): “Beni Rabbim terbiye etti, terbiyemi güzel yaptı, sonra affı al,
iyiliği emret[519]
ayetiyle bana güzel ahlakı emretti”[520]
buyurmuştur. Bütün fazilet ve güzellikleri üzerinde taşıyan Allah Rasulü,
inananlar için güzel bir örnek olduğu gibi mekârim-i ahlakı tamamlamak üzere
gönderilmiş olduğunu[521] söyleyerek insanları da bu
ahlak ile ahlaklanmaya davet etmiştir. İnancımıza göre Allah’ın yeryüzünde
halifesi[522] sayılan insanoğlunun da
kişisel tutum ve davranışlarında, sosyal ilişkilerinde halifelik bilinciyle
hareket etmesi gerekmektedir. Allah Teâlâ ilim, irâde ve kudret sıfatlarını
sadece kullarına bahşetmiştir. Mü’min de Allah’ın yeryüzündeki misyon ve
irâdesini uygulayan halifeleri konumundadır. Bu şuurla hareket ettiği takdirde
hem Allah’ın mesajını yaymış, hem de edeb misyonunu yerine getirmiş olacaktır.
Mutasavvıflar
genelde iki türlü edep kabul ederler. Birincisi şeklî, zahirî edep ki, ameli
riyadan, münafıklıktan, yağcılıktan korumaktır. İkincisi de batınî edepdir ki,
kalpteki şehvet, itiraz, irâdede zayıflık vs. gibi olumsuz şeyleri
temizlemekten ibarettir. Edepler sünnetleri güçlendirmek içindir. Sünnetler
vacipleri, vacipler de farzları güçlendirir.[523]
Hacı Bektâş
Velî’ye göre marifetin makamından birincisi nefsin edebidir. Peygamber’in
(s.a.v) “nefsin edebi, dersin edebinden daha hayırlıdır”[524]
hadisini esas alır. Bu hadisin manasını açıklayıcı olarak İbn-i Manzur edebi,
nefsin edebi ve dersin edebi olmak üzere ikiye ayırmıştır.[525]
Nefs edebinden kastedilen acelecilik ve sinirlilik gibi doğuştan gelen fıtrî
davranışlar olduğu, ders edebinden ise sonradan elde edilen güzel ahlak olarak
nitelendirilen edeb türü olduğu[526] belirtilmiştir.
Hacı Bektâş
Velî’ye göre marifetin onuncu makamı, kişinin kendi nefsini tanımasından
ibarettir. Hacı Bektâş Velî “ Nefsini bilen Rabbini bildi”[527]
hadis-i şerifin, “yokluk ile nefsini bilen varlık ile Rabbini bilir” şeklinde
eserde açılımı yapılmıştır.[528]
Buradan
hareketle diyebiliriz ki bu hadis-i şerifin iki yönlü manası vardır, biri
yokluk ile nefsin bilinmesi ki bu noktada kişi kendi ihtiyaç, istek ve
zaafiyetlerini idrak edip bir hâmîye ihtiyacı olduğunu hisseder. Aynı zamanda
kendisinin daima yüce yaratıcıya muhtaç, fakir ve aciz bir varlık olduğunu
düşünür. İkincisi ise kendinde hiçliği elde eden kişide tecelli edenin Hakk’ın
varlığının olmasıdır. Ta ki insanda “ben onun gören gözü, işiten kulağı....”[529] hadis-i şerifinin manası
tecelli etmeye başlar. Nitekim kuluna şah damarından daha yakın olan Rabbini[530] tefekkür ile kendini tanıma
sürecinde Allah-kul arasındaki derin bağlantıyı keşfeder. Bu bağ ile de kul,
Hakk’a vuslata nail olur. Bu bağın kurulmasının en önemli noktası da edebe
riayet etmekten geçecektir.
Kısaca ifade
etmek gerekirse, Hacı Bektâş Velî kişinin Rabbini tanıması için öncelikle Yüce
Yaratan tarafından nasıl mükemmel bir surette yaratıldığına bakıp kendi
acziyetinin farkına varmasını istemektedir. Böylece enaniyetten kesilip,
varlığını görmekten uzak durmaya ve hiçlik şuuruyla yaşamaya dikkat
çekmektedir. Zira aslonan nefsi tanımaktır, onun vereceği zararlardan emin
olmak içinde nefsi dizginlemek elzemdir. Bunu başarabildiği ölçüde de Hakkın
huzurunda edebe de riayet edebilecektir.
Müridin nefsinin
her istediğini yerine getirmesi, Cenab-ı Hakka yaklaştıran amelleri terketmesi
nefsine karşı edebsizlik kabul edilir. Bu da Hak’tan gelen manevi yardımın
kesilmesine ve ondan uzak kalmaya sebep olur.
Hacı Bektâş
Velî Cenab-ı Hakk’ın kuluna büyüklük ve azametle çok yakın olduğuna inanmaya,
gerek tenhada gerek halk içinde olsa da daima edepli olmaya davet eder. Her
zaman Allah’ın huzurunda bulunmanın bilinciyle edebe riayet etmeyi, zâhir ve
bâtın edebiyle insanın kendisini süsleyebileceğini vurgular. Zâhirin edebi,
emir ve yasaklara dikkat etmek, sürekli abdestli olmak, tevbe etmek, hüküm
söylerken tedbirli olmak ve bütün meselelerde önceki âlimlerin eserlerine,
görüşlerine uymaktır. Bâtın edebinin ise daha zor olduğunu, zira gönlü
masivadan korumanın güç olduğunu, çünkü kalpteki hayır-şer her ne varsa Hak
Teâla ile insanın arasında hicap (perde) olmaları bakımından aynı olduğunu
söyler.[531]
Buradan
hareketle diyebiliriz ki, müridin zâhir ve bâtın edeplerine mutlaka riayet
etmesi gerekmektedir. Nitekim sûfilere göre zâhirdeki hüsn-i edeb, bâtındaki
edebin görüntüsü kabul edilmiştir. Bâtın edebi güzel ahlak ve güzel sıfatlarla
donanmakla gerçekleşir. Edebin önemini Ebu Ali Dakkak şu sözüyle işaret
etmektedir: “Kul ibâdeti ve taati ile cennete, ibâdet ve taatteki edebi ile
Allah’a vâsıl olur.”[532] Edebin en
mükemmeli ise müridin kendisini her zaman ve her yerde yüce Allah’ın huzurunda
bilmesi, bütün davranış, hal ve hareketlerinde edebine riayet etmesidir. Eğer
mürid daima Allah’ın isim ve sıfatlarına teveccüh ederse edep duygusu zaten
kendisinde açığa çıkacaktır.
Hacı Bektâş
Veli, Allah Teâlâ’nın “Seslerinizi Peygamber’in sesinin üstüne yükseltmeyin”[533]
âyetindeki harama dikkat çekmiştir.[534]
O’nun yanında sesi yükseltmek dahi edebsizlik sayılmış ve yasaklanmıştır. Böylece
ashab-ı güzin efendilerimiz Allah Resulüne karşı nasıl edebe riayet etmişlerse,
aynı şekilde mü’minlerin de peygamber vârisi olan din âlimlerine, mürşid-i
kâmillere ve büyüklere karşı da edep tavrını takınmaları gerekmektedir.
Hacı Bektâş
Veli’nin dervişlere akıl, edep ve takvayı vasiyet ettiğini görmekteyiz.[535] BektâşîErkânnâmesinde[536] benzer şekilde geçen, ancak
Ahi Evran’a aid olduğu bilinen “eline, diline, beline sahip ol”[537] sözü baş harfleri
kodlandığında “edeb” kelimesini gösterir. Bunu şöyle izah edebiliriz; eline,
diline ve beline sahip olan kimse edeplidir. Eliyle yapacağı her fiilde ölçülü
olmak, haramdan kaçınmak, başkasının hakkını almamak, gaspetmemek, çalmamak,
öldürmemek gibi. Kötü söz söylememek, insanlara eza etmemek, iftira, alay,
hakaret, gıybet ve nemimeden uzak kalmak diline sahip olmaktır. Beline sahip
olmak ise nefsani heves ve arzularına uymaması, gayri meşru ilişkilere
meyletmemesi, zina işlememesidir.
Hacı Bektâş
Velî’nin edeb anlayışı şekilcilikten-görünüşten ibaret değildir. Dışın edebi
Allah’ın emir ve yasaklarına riayet ederek, onun istediği hayat tarzını
sürdürmekle, sürekli abdestli bulunmaya gayret etmekle, bolca tevbe-istiğfar
etmekle, doğru kararlar almakla ve bütün meselelerde âlimlerin görüş ve
eserlerine uymakla mümkündür. Ona göre bâtının edebi daha zordur. Kalbi
masivallahtan koruyabilmeyi başaranlar ancak kâmil insanlardır. Gönüle gelen
hayır ve şer her ne varsa Allah ile kendi arasına engel teşkil edeceği,
kendisini Hakk’ı zikir ve temaşadan mahrum kılacağı için bâtın edebine sahip
olabilmek çok daha güçtür. Kalbi masivallahtan koruyabilmeyi başarabilenler
ancak kâmil insanlardır. Hacı Bektâş Velî, iç ve dış âlemde Rabb’e karşı dürüst
ve doğru olmayı vurgulayarak diğer sûfîler gibi tasavvuftaki ihsan makamına
atıf yapmaktadır.
Tasavvuf
kelimesinin, lügatlerde sûf kelimesinden türetildiği ve yün manasında olduğu
söylenmektedir. [538] Ancak terim olarak, dışta ve
içte şeriatın emirlerini yerine getirmek, iyi huylara sahip olup kötü huylardan
kaçınmaktır.[539] Kalbi masivaya uymaktan
tasfiye etmek, ahlâk-ı tabîiyyeden ayrılmak, nefsani arzulardan sakınmak,
sıfat-ı rûhâniyye ile ittisaf etmektir. Allah Teâlâ’ya vefa göstermek ve
O’nunla muamelenin saf ve hâlis olmasıdır. Şeriatte Resulüllah’a tabi olmaktır.[540] Derûnî bir hayat tarzı olarak
tasavvufu benimseyerek yaşayanlara sûfî, ehl-i tasavvuf veya mutasavvıf adı
verilmiştir.[541] [542]
Kur’ân-ı
Kerîm’de “Doğrusu arınan, felâh bulmuştur.”52 ayetine İbn-i
Kesir “Nefsini kötü huylardan arıtan, Allah’ın Rasûlüne indirdiği hükme tabî
olan” kimsenin ancak felâha ereceğini söylemektedir. Nefis bâtıl inançlardan ve
kötü ahlaktan arınınca kutsî ve ilahi bilgilerle nazarî gücün olgunlaşacağını
ifade etmiştir.[543] [544]
“Rabbinin adını an. Tam olarak Ona yönel”55 ayetinde İsmail
Hakkı Bursevî, gece-gündüz, tesbih, tehlil, hamd, Kur’ân okuma ve ilim tahsili
gibi yollarla ister dil ister kalple olsun, sürekli Allah’ı zikretmeye devam
etmek gerektiğini yazmıştır. İbadet ve ihlasla tam olarak kişinin kendisini
Allah’a yöneltmesini öğütlemektedir.[545]
Rûhu’l-Beyân
tefsirinde “Allah yoluna girmek, kendini tümüyle ona vermekle olur”
denilmiştir. Bunun anlamı, zikre sarılarak, Allah’tan başkasından yüz çevirerek
ve gönlün isteklerine karşı çıkarak Allah’a yönelmektir.”[546]
Bu ayet-i kerimelerden de anlaşılacağı üzere Allah Teâlâ’nın her daim zikrine
teşvik olduğunu görmekteyiz. Tasavvuf yolu da Allah’ı çok anmaya, nâfile
ibâdetlerle ona yakın olmaya yönlendiren bir terbiye sistemidir. İrşâd
makamında bulunan mutasavvıflar da bu yolun taliplerine verdikleri zikir ve evrâdla
onlara rehberlik etmektedirler. Bütün bunlar, tasavvufta istenen ihsan makamını
kazanmaya, kulu Allah’a sevdirmeye ve yakınlaştırmaya yönelik faaliyetlerdir.
Tasavvufun
aslı meşhur Cibril hadisindeki ihsân tarifinde yerini bulmaktadır. Bir
gün Hz. Peygamber (s.a.v) sahabesiyle otururken insan suretinde Cebrail (a.s)
gelip ona İman’ı, İslâm’ı ve İhsan’ı sorar. Allah Resulü “İhsan, Allah’ı
görüyormuşsun gibi ona kulluk etmendir. Zira sen onu görmesen de o seni
görmektedir”[547] [548]
buyurmuştur. Bu uzun hadîs-i şerifte dinin içsel boyutu olan daima Allah’ın
huzurunda olduğu bilinciyle yaşama durumu olan ihsân boyutuna işaret ile
tasavvufun özünü teşkil etmektedir. “Nerede olursanız, O sizinle beraberdir.
Allah bütün yaptıklarınızı hakkıyla görendir”54 ayet-i kerîmesi
de ihsânın net şekilde Hak Teâlâ tarafından yapılan îzâhıdır.
Tasavvufun
temeli olan ihsân çift taraflıdır. Birinde Allah’ı görüyormuş gibi ibadette ve
kullukta bulunmak, diğeri ise Allah’ın kendisini daima gördüğünün şuurunda
olmasıdır. İşte bu farkındalık hali mürîdi seyr ü sülûkta kemâl mertebesine
ulaştıran en önemli faktörlerden birisidir.
Binlerce
tarifi yapılan tasavvufu her sûfî yaşadığı hal ve makama göre tarif etmiştir.
Kısaca, tasavvuf tamamıyla edeptir; Rasûlullah (s.a.v) gibi Kur’ân-ı Kerim’i
yaşamak, güzel ahlak ile donanmak, nefse karşı mücadele vererek ihsânın
hakikatine ulaşmaktır. Tasavvuf, şartlarına riayet edildiği takdirde kâmil
insan olmaya götüren bâtın ilmidir.[549]
Tasavvuf ilmi
hâller ile alakalıdır; hâller ise amellerin neticesidir. Sâlih amel
işleyenlerden başkası da tasavvuftaki hallere erişemez.[550]
Sülemî, “Tasavvuf öyle bir hakikattir ki ne dilin ne de sözün olmadığı yerde
olur”[551] derken tasavvufi hayatın
kelam ile değil, güzel amel ve hâller ile yaşanabileceğine işaret etmiştir.
Günümüzde de çok kullanılan “Tasavvuf kâl ilmi değil, hâl ilmidir” sözü de
tasavvufun teorik değil, uygulamalı-tatbîkî yönüne dikkat çekilmiştir.
Kuşeyrî,
“Tasavvufta gaye; zikir, evrad ve iyi amellerin miktarını çoğaltmak değil,
bunların kalitelerini yükseltmektir, kalbi tasfiye etmektir. Sufiler için
lüzumlu olan farz ve müekked sünnetleri kılmaktır”[552]
diyerek tasavvuf yolunun rotasını çizmiştir.
Mustafa Kara,
“Tasavvuf Kur’ân ve hadislerde yer alan, insanın mistik yönüne ve gönül
terbiyesine işaret eden, maddenin ve dünyanın geçiciliğini işleyen, kalbî
davranışları esas alan kaidelerin değişik yorumlarından ibaret bir ahlâk ve
tefekkür sistemidir.”[553] diyerek tasavvufun güncel
tanımını vermiştir.
^■Psikolojide
tanımı ise, “Tasavvuf İslam’ın içsel pratiğidir, aynı zamanda bir psikoloji ve
bir tedavi sistemidir. O, ruhun hastalığını, modern bireyin muzdarip olduğu,
kişinin hakiki benliğine ve Tanrı’ya yabancılaşmasını tedavi etmeye çalışır. Bu
tedavi Allah ile bağlantıda yatmaktadır.”[554]
şeklinde ifade edilmiştir.
Hacı Bektâş
Velî’nin tasavvuf düşüncesini anlamaya çalıştığımızda eserinde iki yerde
tasavvufun tanımını yaptığını görmekteyiz. İlki, Hacı Bektâş Velî’ye tasavvufun
tarifi sorulduğunda; Allah dışında her şeyden gönlünü çekerek mâlâyani ile
meşgul olmamak[555] şeklinde ifade etmiştir. Yine
O, tasavvuf ve âfiyetin bir arada olamayacağını da vurgulamıştır.[556]
Pek çok
mutasavvıfın tasavvufu bu ya da buna benzer şekilde tanımladığını görmekteyiz.
Mesela Hacı Bektâş Velî’nin söylediği esaslara uygun şekilde Ebu Türâb Nahşebi
(ö. 245/859) de “ Hiçbir şey sûfî’yi bulandırmaz ve kederlendirmez, her şey
sûfî ile saflaşır ve durulur”[557] diyerek tasavvuf ehlinin
nasıl olması gerektiğini vasfetmiştir. Buradan anlıyoruz ki mutasavvıf, zihnini
mâsivâ ile meşgul etmemeli, su misali temiz ve temizleyici olmalı, toprak gibi
verimli olmalı, eli kârda gönlü yârda olmalı; öyle ki dünyevi meşgaleler onu
Allah’ın zikrinden alıkoymamalıdır.
Eserinde
ikinci olarak karşılaştığımız tasavvuf sorusuna Hacı Bektâş Velî “Aklında ne
varsa bırakasın, elinde avucunda ne varsa veresin, sana ne gelirse O’ndan
gelir”[558] diyerek cevap vermiştir.
Burada da mâsivâ ile meşguliyeti terkedip ânı yaşamaya, kanaat ve îsâr sahibi
olmaya, Hakkın kaderine rıza göstermeye ve teslimiyete işaret etmiştir. Zira
kendi mülkünde olanı Allah yolunda infak ettikçe dünya ve ahirette bunun
karşılığını görecektir. Gerçekte de tasavvuftan maksat Hak’tan razı olup, onun
rızasını kazanabilmektir. Râdıyye ve Merdıyye makamları kemâl makamlarıdır.
Görüldüğü
üzere Hacı Bektâş Velî kendine has sade fakat etkileyici uslûbu ve veciz
cümlelerle tasavvufun tanımını yapmıştır. Diğer mutasavvıfların söylemlerine
paralel olacak şekilde dervişin mâsivâ ve mâlâyani ile meşgul olmamasını,
vaktini en değerli olan şeye harcamasını îmâ etmiştir. Burada ânı yaşamak
olarak da ifade edeceğimiz ibnü’l vakt[559]
sâhibi olmaya teşvik vardır. Tasavvuf ve âfiyetin bir arada olmadığını
söylerken mürîdin daima sağlık, selamet içinde olmayacağını, bazen çeşitli bela
ve musibetlere, dertlerle sınanacağına da dikkat çekmiştir. Bu durumda müride
gereken Haktan gelene rıza ve teslîmiyyettir.
Lügatte, bir
şeyi hatırda tutmak manasında[560] olan ‘zikir’ kavramına bir
şeyleri korumak, dilde dolaşan şeyler veya herhangi bir şeyin dilden akması
manaları da verilmektedir.[561] Zikir ile nefis terbiyesi
murat edilmektedir. Aslı itibariyle zikir, insanın marifet namına elde
ettiklerini koruması ve hıfz etmesi için kullanılmaktadır. Nitekim kalbe gelen
duyguların dil ile ortaya çıkmasına zikir denilmektedir.[562]
Tasavvuf
terminolojisinde zikir, riyâzetin en önemli esası, kulun Rabbine yaklaşmasını
sağlayan en büyük ibâdet,[563] Allah’ı anmak, unutmamak,
tarikât ehlinin belli kelime ve ibareleri belli zamanlarda, belli sayıda, belli
bir edeb dâhilinde her gün düzenli olarak söylemeleri[564]
anlamına geldiği gibi, Câmiu’l-Usûl isimli eserde belirtildiği üzere
“dil ile belli bir esmâ’nın ifadesi ve kalbin de o ifadenin manasını
hatırlaması”[565] olarak da tarif edilmiştir.
Hakiki zikir,
zikir esnasında mezkûrdan (yani zikredilen Allah’tan) başkasını unutmaktır.
Nitekim “ Unuttuğunda Rabbini zikret”[566] buyrulmuştur. Bu
“Allah’tan başkasını unuttuğun zaman O’nu zikretmiş olursun” manasına gelir.[567]
Kur’ân’da
türevleriyle birlikte birçok âyette geçen zikir, Allah’ı dille hamd, tesbih ve
tekbir şekliyle övmek, nimetlerini anmak, bunları kalple hissetmek ve tefekkür
etmek, kulluğun gereklerini akıl, beden ve mal ile yerine getirmek, namaz
kılmak, dua ve istiğfarda bulunmak, kevnî âyetler üzerinde düşünmek şeklindeki
manalarının yanı sıra zikir, Kur’ân, önceki kutsal kitaplar, levh-i mahfûz,
vahiy, ilim, haber, beyan, ikaz, nasihat, şeref, ayıp ve unutmanın zıddı gibi
anlamlarda da kullanılmıştır.[568]
Tarikatta
temel kabul edilen zikir Allah Teâlâ’ya ulaşmanın yegâne yolu kabul edilmiştir.
Bu hususta Kuşeyrî “Zikir Hakk Sübhanehü ve Teâla’ya giden yolda kuvvetli bir
esastır; hatta bu yolda temel şart zikirdir. Devamlı zikir müstesna, başka
hiçbir şekilde hiçbir kimse Allah’a ulaşamaz”[569]
demektedir.
Zikir ile
ilgili ayetlere göz attığımızda, A’raf süresinde Allah Teâla’nın “Rabbini
içinden, yalvararak ve korkarak, yüksek olmayan bir sesle sabah akşam an ve
gafillerden olma’”[570]''0
buyurduğunu görürüz. Bunun aksine az zikretmek de münafıklık sıfatı olarak
kabul edilmiştir.[571] Yine Kur’ân-ı Kerîm’de
ticaret ve alışverişin Allah’ı zikirden alıkoymadığı insanların olduğu,[572] Allah’ı sabah-akşam çok
zikretme emri,[573] “Öyleyse siz beni
zikredin, ben de sizi zikredeyim” ayetiyle Allah’ın kulunu (sevap ve
mağfiretle) anması,[574] mü’min’in her halükârda
(otururken, ayakta iken ve yanı üzerinde yatarken) Allah’ı zikredeceği,[575] düşmanla çarpışırken (hafi)
olarak Allah’ı anacağı,[576] kalplerin ancak zikirle
mutmain olacağı,[577] ayet-i kerîmelerle
belirtilmiştir.
Konu ile
ilgili birçok hadis-i şerîf mevcuttur. Örneğin, Ebu Musâ (r.a): Hz. Peygamber (s.a.v)’
in “Rabbini zikreden kimse ile Rabbini zikretmeyen kimsenin durumu diri ile
ölünün durumu gibidir” buyurduğunu[578]
nakletmiştir.
Ebu
Hüreyre’nin naklettiği bir hadis-i şerîfte ise Hz. Peygamber’in “Allah Teâla
Ben, kulumun bana olan zannının yanındayım, beni andığında ben onun
yanındayımdır. Beni içerisinde anarsa, bende onu içerimde anarım. Eğer beni bir
topluluk içerisinde anarsa, bende onu daha hayırlı bir topluluk içerisinde
anarım.”[579] buyurduğunu
görmekteyiz.
Sühreverdi
zikri; dil ve kalb ile olmak üzere ikiye ayırmıştır. Dil ile zikirden maksat
Allah Teâla’yı güzel isimleriyle ve sıfatlarıyla anmak ve onun nimetlerini
söylemek, kalb ile zikrinden maksat ise Allah’ı hatırdan çıkarmamak, unutmamak
olduğunu beyan eder.[580] Kalp daimî zikir mertebesine
lisan zikri ile ulaşır. Fuyüzâtı artırmakta kalp zikri ile olur. Kul hem dille
hem kalple çok zikir halinde olursa seyr ü sülükta kemâle ulaşır.[581]
Kuşeyrî konu
ile ilgili eserine şunları kaydetmiştir: “Zikrin özelliklerinden biri de belli
bir vaktinin olmayışıdır. Bütün vakitlerde kul zikretmekle memurdur. Ya farz
veya nafile olarak zikrin yapılmadığı zaman yoktur. Namaz bütün ibâdetlerin en
şereflisi iken bazı vakitlerde kılınması caiz değildir. Hâlbuki kalp ile zikre
her hâlükârda devam edilir.”[582] Bunun yanısıra zikir
veliliğin fermanı sayılmış, “şayet bir kimse zikre muvaffak olursa velilik
fermanı verilir, zikirden mahrum olan ise velilikten azledilir”[583] denilmiştir.
Hacı Bektâş
Velî ise Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye isimli eserinde zikir
hakkında mürîdin Allah’ın adını anmayı dilinden düşürmemesi ve gönlünde
masivaya yer bırakmaması gerektiğini söyler. Ona göre tâlibin muradı ve
şikayeti Allah’tan başkasına olmamalıdır; çünkü gönül, Allah’ın göründüğü ve
baktığı bir mekân olduğu için, oraya ondan başkası için yol olmadığını[584] [585]
vurgular.
Yine aynı
eserde Hacı Bektâş Velî şu ayeti kerîmeyi delil göstermektedir: “Ey
inananlar! Allah ’ı çok anın, onu sabah akşam tesbih edin."" Kur’ân-ı Kerim’de
“çok namaz kılın” şeklinde bir ayet bulunmazken, Allah’ı çok zikretmek ve
tesbih etmekle ilgili ayetlerin çokluğu dikatimizi çekmektedir. Zira zikirden
maksat Allah ile olma şuurudur. Zikir imanın alameti, ibâdetin özü, kalblerin
cilası ve amellerin en çetin olanı, fakat ecir bakımından da en büyüğü kabul
edilmiştir. Yine Allah’ı anmak ibâdetlerin en üstünüdür, çünkü söz konusu
anmanın mükâfatı yine Allah tarafından anılmaktır.[586]
Hacı Bektâş
Velî’nin bu görüşlerini te’yid mahiyetinde İsmail Hakkı Bursevî yukarıda geçen
ayetin[587] tefsirinde, zâkirlerin
hallerinin zikirlerine göre değiştiğini belirterek sadece dil ile tefekkürsüz
zikri merdud saymıştır. Yalnız dil ve akıl ile zikredenlerin zikrinin Ebrâr’ın
zikri olduğunu ifade eder. Dil, akıl ve kalp ile zikredenleri Mukarrabîn
sınıfının bidayetinde olanların zikri olarak görmüş, bütün bunlara ruh’u ilave
ederek zikredenleri Mukarrabîn sınıfının orta derecesinin zikri saymıştır.
Bazıları dil, akıl, kalp, ruh ve sır ile zikreder ki (bunlar nebiler, rasuller
ve ekmel velilerden olan) Mukarrabînden nihayete ulaşanların zikri olduğunu ve
en makbul olanın da bu zikir olduğunu yazmıştır.[588]
Anlaşılmaktadır
ki, Allah’a ulaştıran yolların ortak esası, yapılan her ibâdetin nüvesi
zikirdir. Mü’min ibâdetlerin tamamında zikrin en mükemmelini icra etmekte,
kulluğu yakışan şekliyle Rabbine arz-ı ubûdiyet etmektedir. Seyr ü sülûkda
zikir eksenli bir gönül eğitimidir. Kalbi masivadan arındırmanın yolu da
Hakk’ın zikridir. Hacı Bektâş Velî, diğer mutasavvıflar gibi kalbi Allah’ın
nazar kıldığı yer olduğu bilinciyle, orasını masivadan boşaltıp Hakk’ın
zikriyle doldurmak gerektiğini ifade etmektedir.
Hacı Bektâş
Velî eserinde, dervişlerin sabahtan akşama dek tüm organlarını Allah’ı anmakla
meşgul etmesi gerektiğini, böylece zikre bütün vücudün iştirakinin
sağlanmasını, gönlünü sürekli Hak Teâlanın zikri ile kuşatmasını ve ruhunu
Hakk’ın varlıklar üzerindeki tecellisini görebilecek hâle getirmesini, ayrıca
masivanın zikrini algılayabilmesi için sırrını Allah’a ulaştırması gerektiğini
ifade eder. Böylece Allah’ın inayetiyle Allah’ın adını anan kimsenin, O’nu
anarak kendi varlığından geçip fenâya erdiğinde, zikredenin yerine zikredilen
(Allah) kalacağını, o zaman kendisinin kim olduğunu anlayabileceğini söyler.
Buna delil olarak “Artık beni anın, bende sizi anayım. Bana şükredin,
nankörlük etmeyin ”[589] ayetini örnek verir.
Hacı Bektâş
Velî burada tasavvufta kemâl noktası sayılan zikri sultanî denilen
hücrelerin zikrine dikkat çekmektedir. Bu kavramı Ahmed Ziyâüddîn Gümüşhanevî
şöyle açıklar: “Sâlik ilerledikçe irâdesinin dışında bütün azasıyla zikre başlar
ki, sâlik’in bu haline zikri sultanî denir. Böyle bir halin tecellisinde
sâlikte insanilikten eser kalmaz, bütün azası esmanın nuru ile nurlanır. Bu
hâle erişmek tasavvufta gayedir. Çünkü bu noktada iman kemâl derecesine ulaşır.
Bu hal, yeni sâliklerin değil, son dereceye ulaşanların halidir.”[590] Aynı kavramı Necmüddin Kübra
ise, zikir sır latifesine düştüğünde zâkir’in zikirden gaybolduğunu, artık
zikri bıraksa bile zikrin onu bırakmayacağını, Hak ile arasındaki perdelerden
kurtulunca da zikr-i sultanfnin ortaya çıktığından bahsetmektedir. [591]
Yine
Hacı Bektâş Velî, dervişin zikirden de fani olması gerektiğine işarette
bulunduğunu görmekteyiz. Zünnûn Mısrî (ö. 245/859)’ ya zikrin ne olduğu
sorulduğunda
şu cevabı verir “Zâkirin zikirden kaybolmasıdır.”[592]
Yani zikreden zikir esnasında kendini o derece kaybedecek ki zikir yaptığını
bilemeyecek şekilde fenâya erebilsin. Sâlik için bu hali İmam Şa’rânî “Allah’ı
düşünüp andıkça yavaş yavaş dünya âleminden uzaklaşıp, sıyrılarak öyle bir hale
gelir ki, yalnız Allah’ı görür, kendi nefsini dahi göremez. Bu duruma gelen
kişi, kendisini bir hiçlik içinde gördüğünü ve zerreden daha küçük hale
geldiğini sonradan yok olduğunu fark etmiş olur”[593]
şeklinde izâh eder.
Makâlât-ı
Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye, eserinde, Kefü’l-Esrâr’dan [594]
şu alıntı yapılmış, “Kulum beni zikrederse ben de onu mutlaka zikrederim, öyle
ki bana âşık olur. Bu da tam olgunluğa ermiş sevgidir ki ona aşk derler. Bu
zikir dil ile değil, gönül ile olur.” Eserin devamında Beyâzıd Bistami’ye niçin
dil ile az zikrettiği sorulduğunu, buna cevap olarakda Beyâzıd’ın dil’in bir
yere sığmayan yalancı olduğunu söylediği kaydedilmiştir.[595]
Bu örnekle Hacı Bektâş Velî zikri dilden gönüle indirmek gerektiğine işarette
bulunmuştur. Çünkü derviş için sadece dil ile zikretmek yeterli değildir. Kalb,
ruh, sır, hafi, ahfa gibi letaiflerin de zikre iştirakı sağlandığında
tasavvufta arzu edilen hakiki zikre ulaşılmış olur.
Hz. Mevlânâ da
pek çok beyitte zikir mefhumuna değinir. Öyle ki zikrin gönülden yapılmasını,
aksi takdirde zikir lafızlarının sâlik üzerinde olumlu etkisinin olamayacağını,
sâlikin hevâ ve heveslerinden kurtaramayacağını söyler. Özellikle Cenab-ı
Hakk’ı gönül rikkati ve aşk ile hissederek, sureti aşıp manaya ererek zikretmek
gerektiğini vurgular.[596]
Hz. Mevlânâ Mesnevi’sinde
“eğer fikrinde bir durgunluk varsa, iyi düşünemiyorsan Allah’ı zikrederek
fikrini uyandır, harekete geçir. Çünkü zikir, düşünceyi harekete geçirir. Sen,
zikri şu uyuşmuş donmuş düşünceye güneş yap da onu canlandır”[597] diyerek fikri uyandırma yoluyla
aşk ve cezbe ile zikre teşvik etmiştir. Çünkü Mevlânâ’ya göre dil ile zikretmek
mânâ değil sûretten ibarettir. Burada da Hacı Bektâş Velî ile Mevlânâ’nın fikir
birliğinde olduklarını görmekteyiz. Zira hakikat aynıdır; sadece üslûb’a göre
lafızlar farklılık arzetmektedir.
Hacı Bektâş
Velî’ye göre, derviş Lâ ilahe illallah zikrine kendinden geçecek
derecede gark olmalıdır. Fenâ mertebesine ulaştığında ise sevdiğini kendinde
görür. Öyle ki tâlib’e hiçbir şey gizli kalmaz. Ve bu makamda Allah’tan başka
hiçbir şeyin var olmadığını hissettiğini[598]
yazmıştır.
Tasavvufta
mürîd, kendi hâline göre zikrettiği kelime-i tevhid’e mânâ verir. Mübtedi
mürîd’in tevhide verdiği mânâ “Lâ mâbude illallah” tır. Çünkü o başlangıçta
kulluk makamında bulunduğundan bol bol ibâdet ve taat ile meşgul olur. Orta
dereceli bir mürîdde mânâ “Lâ maksude illallah” dır. Bu makamda mürîd tâlib
durumunda olduğundan Rabbinden devamlı talep eder. Son dereceye ulaşan kâmil
mürîd için mânâ “Lâ mevcûde illallah” olur. Bu makamda kâmil mürîd Allah’tan
başka herşeyden geçip fenâ ve bekâ’ya yükselir.[599]
Bilindiği gibi
zikirde esas olan masivadan soyutlanarak Allah’ı anmaktır. Onun içinde nefy ve
isbattan oluşan kelime-i tevhid, Allah’ın varlığını ve birliğini ifade
ettiğinden en güzel zikir sayılır. Mürîd dil ve kalp ile Allah’ı çok
zikrettikçe ona yakınlık ve ünsiyyet belirtileri başlamış olur. Allah’ı
zikretmekten yorulmadığı gibi gaflete de düşmez, zira seven kimse sevdiğinden
gafil kalamaz. Bu halde olan kimse aynı zamanda da Allah’ı müşâhede etmiş olur
ve eşya da Hakk’ı görme makamına da yükselir.
İsmail
Ankaravî zikir bahsinde, eğer sâlik’in kelimeyi tevhidi kesintisiz olarak
kendisine vird edinerek söyler ve zikrine devam ederse, Allah (c.c)’nün onun
kalbine sözle anlatılamayan sadece hâl ile anlaşılabilecek nurlar ihsan
ettiğini yazar. O nurların etkisiyle sâlikin kesretten vahdete doğru belirgin
bir hâl almaya başladığını, bütün kesretin silindiği bir mertebeye ulaştığını
ve sonunda sâlik’in Allah’tan başka hiçbir şeyi göremez olduğunu, bunun ise tevhid’in
en ince noktası ve şâhikası olduğunu beyan eder.[600]
[601]
Hacı Bektâş
Velî aynı eserde yine dervişin daima zikretmesini, yalnızlığı seçmesini,
kalbini dünya sevgisinden koruyup içine Allah sevgisinin yerleştirmesini,
isteklerini bırakıp zikrin tadını gönlünde hissetmesini tavsiye etmektedir. “ Unuttuğun
zaman Rabbini an" ayetini örnek vermektedir. Ona göre zikrin hakikati
zâkirin zikirde fenâya ermesidir.[602]
Gerçekten de mürîd kendisine verilen zikir vazifesini gafletle yaptığı zaman
faydasını göremez, neticeye ulaşamaz. Hâlbuki masivadan uzak yapılan zikrin
karşılığı ancak Allah olur.
Kur’ân-ı
Kerim’de insan ve cinden olan sürekli vesvese veren vesvas ve hannas olan
şeytandan[603] bahsedildiğini, Allah’ın
zikri esnasında şeytanın sindiği, kulun gafleti halinde ise sinsice onun
düşüncelerine sirayet edip bulandırdığı bildirilir. Bu ayetten de anlaşıldığı
üzere şeytanın tehlikelerinden kurtuluşun çaresi de Allah’ı zikirle mümkün
olmaktadır.
Konuyu
psikolojik bir çerçeveden ele alan Annemarie Schimmel, zikri, “kısa
kelimelerle, artan temposu ve düzenli ritmik hareketleri ile sadece uygulayan
kimselerin bilebileceği, hatta izleyenlerin bile kendinden geçtiği bir
uygulama”[604] olarak
tanımlamaktadır. Zikrin düşünce ve duyguları etkilediği, bilinçte değişik
haller meydana getirdiği bilimsel olarak kanıtlanmıştır. Ayrıca zikirdeki
hareketlerin nörofizyolojik etkisi, elektro-fizyolojik boyutları, insan
vücudundaki letâiflerin zikir ile harekete geçip güçlendiği yapılan
çalışmalarla kayda geçirilmiştir.[605]
İnsanlara
fazlasıyla düşkün olmak, geçmişte yaşanan olayları unutamamak, kötü anıları yâd
etmek psikolojik hastalık meydana getirir. Hâlbuki ruh’un hem gıdası hem şifası
olan Allah’ı zikir, sevgiliyi anıp başkalarını unutmak sayılır ki, o bulundukça
hastalık olmaz, gönlünü olur olmaz her şeye kaptırmaz. Zikri gönlüne ilham
edenin önce Allah olduğu bilinciyle hareket eden mürîdin niyeti sadece O’nun
sevgisini ve rızasını kazanmak olur.
Sufilerin
manevi gıdası olan zikir, kişiyi Allah’a yaklastiran, kalbi kötü his ve
düşüncelerden arındırmak icin yapılan temel pratik ve Allah’a odaklanmayı
sağlayan pozitif bir eylemdir. Zikir Hakk’ın huzurunda bulunma hissiyle,
kişinin davranışlarında dikkatli olmaya ve erdemli davranmaya sevk eder. Ruhunu
disipline eder, çevresindekilerin olumsuz yönlerini görmekten ziyade özünü
görmesini sağlar. Bu durumda insanı gerek kendisi gerek çevresiyle barışık bir
birey haline getirir. Zikir bellekte ne varsa hepsini silerek, psikolojik
çatışmaları ortadan kaldırarak, zihinsel barışa zemin hazırlar. Bireyde ilahi
özelliklerin yerleşmesine (Allah’ın ahlakıyla ahlaklanma) zemin hazırlar.[606]
Sonuç olarak
diyebiliriz ki zikir, kişinin her an Allah’ı hatırlaması ve daima onun
huzurunda bulunması şuurunu kazandıran bir egzersiz ve uygulamadır. Yine zikir,
dünyevi meşgaleler arasında koşuşturan insanları Allah ile buluşturan ve
yaklaştıran ifadenin adıdır. Öyle ki mü’mini ihsan makamına yükselterek kemâle
ulaştıran bir araçtır.
Mürşid-i
kâmillerin yaptığı gibi Hacı Bektâş Velî’nin de dervişlerine zikri ve dolayısıyla
Allah muhabbetini tavsiye ettiğini görmekteyiz. Çünkü mürşidi kâmilin vazifesi
Allah’ı kullara, kulları Allah’a sevdirmektir. Kulun kalbinde Allah
muhabbetinin oluşması için mürşid, Allah’ın isimlerini ve sıfatlarını tanıtır,
onun lütuf ve ihsanlarını, üzerindeki nimetlerini hatırlatarak Allah’ı
zikretmesini ister. Zira insan tabiatı gereği sevdiğini çok anar; onu anmakla
gönlü mutmain olur, onun sevgisi kendisini istilâ eder; onu gönlünden bir an
olsun çıkaramaz. Bu sevdiği varlık şayet Allah Teâla olursa ona dost olur;
kulluk vazifesini de gönül hoşluğuyla ve hakkıyla ifa ettiğinde ise sonunda
fenâ ve bekâ makamına ulaşır.
Zühd kelimesi
bir nesneyi takdir ve tahmin eylemek[607]
bir şeye meyli bırakmak manasında olup, hakikat ehlince terim olarak, dünyaya
buğzedip ondan yüz çevirmektir. Ahiret rahatını talep ederek dünya rahatını
bırakmaktır. Elinin terkettiği şeyden (bile) kalbinin uzak olmasıdır. Kalbin,
sahip olmadığın şeylere dahi ilgi duymamasıdır.[608]
Eşyaya dair isteklerin bütünüyle düşmesi,[609]
dünyada zevklerinden uzaklaşıp onlardan geri durmaktır. Zühd, dünyaya karşı
rağbetin ve hırsın zıddıdır.[610] Zühd, önemsiz, az
bir şey anlamındadır. Bir şeyde zâhid olmak, onu istememek veya ondan
kıymetsiz, az bir şeye razı olmak[611]
demektir.
Kur’ân’ı
Kerîm’de zühd kelimesi bulunmamakta, ancak zâhid kelimesinin çoğulu zâhidîn[612]
kelimesi geçmektedir. Hz. Yusuf’un ucuz bir bedel karşılığı satılması, O’nun
kardeşleri veya diğerleri nazarında değerli olmamasını ifade için zâhidîn
kelimesi kullanılmıştır.[613] Kur’ân’da dünya hayatının bir
oyun ve oyalanma yeri olduğu,[614] dünyanın süslendiği ve süslü
gösterildiği,[615] dünya hayatının bir aldanma
metaı (geçici bir nimet) olduğu,[616]
cennet nimetlerinin dünya nimetlerinden daha hayırlı olduğu,[617] dünya nimetlerinin fani,
ahiret nimetlerinin ise sonsuz olduğu,[618]
dünya meşguliyetinin mü’minleri Allah’a kulluktan alıkoymadığı[619] gibi konulara sıkça yer
verilerek, inananları fani dünyaya kapılmaya, dünyanın kulu-kölesi olmaya karşı
uyarmıştır. Buna rağmen İslamiyet dünya ve ahiret dengesine önem vermiş, ahiret
yurdunu kazanmanın dünya nimetleriyle olduğunu[620]
beyan ile itidal üzere olmayı öğütlemiştir. Öyle ki Kur’ân-ı Kerîm’de dünya
ve âhiret kelimelerinin eşit sayıda gelmesi de bu dengeye işarettir.
Zâhidler için
tek model üsve-i hasene olan Allah Resulü’nün sade ve mütevazı hayatıdır. Onun
yemesi, içmesi, giyimi, uykusu tüm yaşantısı minimum seviyedeydi. Melik değil,
kul peygamber olmayı tercih etmesi de onun zühdünü göstermektedir. Öyle ki
muhtereme eşlerinin dayanamayarak dünyalık şeyler istemesi üzerine, “Ey
Peygamber! Hanımlarına de ki:“Eğer dünya hayatını ve onun süsünü istiyorsanız,
gelin size mut’a vereyim ve sizi güzelce bırakayım ”. Eğer Allah ’ı, Resûlünü
ve ahiret yurdunu istiyorsanız, bilin ki Allah içinizden iyilik yapanlara büyük
bir mükafat hazırlamıştır."[621]'1 ayeti
nâzil olmuştu. Hz. Peygamber kendisinin dünyadaki halini, yolculukta ağacın
altında gölgelenip sonra giden bir yolcuya benzetmiştir. Ona göre sonsuz bir
ahiret hayatının yanında dünya da insan ne kadar uzun yaşarsa yaşasın bir ağaç
altında kısa süre dinlenmek gibidir.[622]
Ayrıca Hz. Peygamber bir yolculuk esnasında gördüğü ölmüş kuzuyu örnek vererek
dünyanın değersizliğine de işaret etmiştir.[623]
Genel olarak dünyalık mal ve makama, şöhrete itibar etmemek, az ile iktifa edip
çok ibâdet etme, ahiret için hayırlı işlerle meşgul olmak zühdün
özelliklerinden kabul edilir.
Zühdü, güzel
hal ve makamların temeli, Allah’ın rızasını arzu eden tevekkül ehlinin ilk
basamağı olarak gören Ebû Nasr Serrâc, Allah Teâla’nın zühdü Hz. Peygamber için
seçtiğini, Allah Resulünün de kendisi için benimsediği bir sıfat olarak
değerlendirir.[624] Kuşeyrî’ye göre zühdün
kaynağı “Elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve Allah ’ın size verdiği nimetlerle
şımarmayasınız diye (böyle yaptık)'[625] ayetidir. Ona göre
gerçek zâhid, elinde mevcud olan dünyalık için sevinmeyen, elinden kaçırdığı
dünyalık için de dertlenmeyen kimsedir.[626]
Hacı Bektâş
Velî’ye göre zühd dünyayı terketmektir. Dünyayı terk etmek bütün ibâdetlerin,
dünyayı sevmek ise bütün günahların başıdır.[627] Hacı Bektâş Velî’nin bu sözünün kaynağı Hz.
Peygamber’in şu hadisine dayandırılabilir: “Dünya sevgisi her çeşit hatalı
davranışın başıdır. Bir şeye karşı olan sevgin, seni kör ve sağır yapar.”[628] Hacı Bektâş Velî, Makâlâfında
ise “Dünya derin bir deniz gibidir. İnsanların çoğu bu denizde boğulurlar”[629] “Dünya sevgisi bütün
günahların başıdır, dünyayı terk de bütün ibâdetlerin başıdır”[630] gibi rivâyetlere yer verir.
Ona göre dünyayı sevmek son derece büyük eksikliktir. Eserinde “Artık kim
azmışsa ve dünya hayatını ahirete tercih etmişse, şüphesiz cehennem onun için
tek barınaktır”[631]
ayetlerini esas alarak dünyayı sevmenin büyük bir hata olduğunu[632] ifade eder. Ebu Bekr Ahmed b. Hüseyn b. Alî
Hacı Bektâş
Velî, dervişlere nasihatinde, Allah’ı daima zikirle, yalnızlığı seçerek dünya sevgisinin
azaltabileceğini, zikir sayesinde gönüllere dünya sevgisi yerine Allah
sevgisinin yerleştirilebileceğini vurgular.[633]
Zira mürîd, Allah’ı zikre mülâzemet ile dünyaya karşı olan isteği zamanla
azalır, dünyanın vefasızlığını, geçici güzelliğini, hilesini kavrayarak gönlünü
dünya muhabbetinden çevirip Hak muhabbetine döndürür.
Hacı Bektâş
Velî burada bize değerli bir reçete sunar. Zühdü kazanmak konusunda zikri
merkeze alır. Kişinin dünyanın cazibesine kapılmaktan sıyrılabilmesinin zikirle
mümkün olacağını savunur. Öyle ki Allah’ın bâki dünyanın fâni olduğu bilincine
varan mürîd gönlünü masivaya kapatarak daima Hâlıkıyla beraber olur.
Dolayısıyla dünyayı aşarak aşkın bir ruh haline dönüşür. Her ne kadar içinde
yaşasa da dünya ve ona ait tüm sevgileri gönlünden çıkarır.
Hacı Bektâş
Velî’nin fikirlerine paralel olarak, mürîd için en güzel vasfın zühd olduğunu
belirten Ahmed Ziyâeddîn Gümüşhanevi de, zühdü dünyaya ölmeyecekmiş gibi
sarılmaktan vazgeçip onun güzelliğine aldırmamak, süsünü, servetini, arzu ve
isteklerini bırakmak şeklinde tarif eder.[634]
Buradan
anlaşılmaktadır ki dünyanın cazibesine kapılan kimsede cennete karşı bir
iştiyak olmayacağı gibi, ahiret düşüncesi de olmaz. Nefsi dünya sevgisiyle
dopdolu olduğundan ölümden korkar. Zâhid’in gönlünü zikir istilâ ettiğinde ise
Allah ve peygamber muhabbeti onu ahirete ve cennete karşı özlem duyar hale
getirir, ölümden korkmaz bilakis ölümü Hakka vuslat olarak algılar.
Sufinin yegane
arzusu, amacı Allah’a vuslattır. Bunun dışındakiler amaç değil, sadece araçtır.
Hedefine ulaşabilmesi için yapması gereken şey, diğerlerinden feragat ederek
asıl hedefine odaklanmaktır ki bu da zühdün onda yerleşmesiyle olur.
Hacı Bektâş
Velî ârif ile zâhid arasındaki farkı şöyle açıklar: “Arif Allah’a bakar, zahid
ise kendi ameline. Zâhid: “ben bilgeyim” der. Ama ârif kendini unutup “görelim
Mevla neyler?” der. O kendini unutmuş, hatta benliği kalmamış, Tanrı’da yok
olmuştur. Ârif, Rabbi için, zâhid ise kendisi için çalışır.[635]
Hacı Bektâş aynı eserde “zâhid’in yetmiş yıllık ibâdeti ârifin bir saatlik
tefekkürüne eşittir”[636] diyerek ârifin üstünlüğünü
ifade eder.
Burada Hacı
Bektâş Velî’nin ârif ile zâhid arasında bir kıyas yaptığını görmekteyiz.
Zâhidlik makamı her ne kadar yüce bir makam olsa da ârifliğin ondan daha yüksek
olduğunu ifade eder. Zâhid sürekli kendini gözlemler, yaptığı ibâdetleri,
nefsinin kusurlarını, gönlünden geçenleri sorgular, kendindeki eksikliklerini
fark eder ve nefsini terbiye ile meşgul olur. Ârif ise, nefsinin esaretinden
kurtulduğundan sadece Hak Teâla ile meşgul olur, dünya ve içindekiler onu
Rabbinden perdeleyemez. Hatta ârif hem dünyadan hem ukbâdan geçer, onun tek
muradı Hakkın rızası ve cemâlidir. Yine aynı eserde Hacı Bektâş zâhidlerin zühd
makamını geçerek irfan makamına ulaşacağını, ariflerden olacağını da
kaydetmiştir.[637]
Bu meyanda
Necmüddîn Kübra (ö. 618/1221) da dünya ve ahirette zâhid olmak zühdün hakikati
olduğunu söyler[638] ve “dünya âhiret ehline,
âhiret de dünya ehline haramdır; velilere ise her ikisi haramdır” diyerek
ârifin makamına işaret eder. Zira tasavvuf ehli yanında zühd terklerden oluşur.
Terk’in kısımları, “Terk-i dünya, terk-i ukbâ, terk-i hestî, terk-i terk
şeklinde özetlenmiştir. Terk-i terk makamı sâlikin kendinde hiçbir fiil
görmemesi, bütün fiillerin failinin Allah olduğunu idrak etmesidir.”[639]
Hacı Bektâş
Velî halkı dört gruba ayırmış, ikinci sırada zahidleri şu cümle ile
tanımlamıştır : “İbadetleri korku, ümit, yakınlık kurmak, helali kabul edip
haramdan sakınmaktır. Bilmek gerekir ki büyüklenme (kibir) alçak gönüllü
olmanın (tevazu), kıskançlık dinin, cimrilik cömertliğin, tamah kanaatin,
öfkelenmek sabretmenin, ayıplamak şefkat göstermenin, kahkaha ile gülmek, ağır
başlılığın ve şaka yapmak doğruluğun düşmanıdır. O halde ey derviş bilmek
gerekir ki, amel salih olmadıkça kişi zühd makamına erişemez. Zâhidler
âlimlerden ilim öğrenip halka öğretirler. Ama şimdiki zamanda acizdirler,
nereden geldiklerini ve nereye gideceklerini bilmiyorlar, makamları sadece
dünyayı terk etmekten (dünya malına ilgi duymamaktan) ibarettir.”[640]
Hacı Bektâş Velî
burada da her şeyin zıddı ile kâim olduğunu, ancak bir mefhumun tersi ile
bilinebileceğini örneklendirmiştir. Mürîdin salih amelleri ifa etmedikçe zühdün
kokusunu bile alamayacağını ifade eder. Gerçek anlamda zâhidin ilim sahibi olup
amel ettiğini sonra da halka ilmi öğreten kimseler olduklarını söylemektedir.
Ancak sonraları zühd kavramının yüzeysel olarak anlaşıldığını, ilimden mahrum
şekilde, sadece dünyayı terk olarak algılamak gibi, kısır bir döngü içinde
kaldığından şikâyetçidir.
Tasavvufun her
kavramında olduğu gibi zühd kavramını bilmek ve yaşamak için de ilme ihtiyaç
olduğunu görmekteyiz. Allah (c.c) katındaki nimetlerin ebedi ve daim olduğunu,
ahiretin bakî ve daha hayırlı olduğunu bilen, yâkîn sahibi kimse nefsini de
dünyalık malını da ahiret yolunda kolayca satar.[641]
Aynı zamanda kalbi, dünya malından çekip tamamen Hak Teâlâ’ya vermek ve nefsin
bütün kötü arzularından yüz çevirip Allah’a yönelmek ilahi muhabbetin
alametlerinden kabul edilir. “Sevdiğiniz
şeylerden Allah yolunda harcamadıkça iyiliğe asla erişemezsiniz. Her ne
harcarsanız Allah onu bilir.”[642] âyet-i kerîmesine işaretle,
“sevdiğini, sevdiğin için sevdiğine vermedikçe gerçek sevgiliye ulaşamazsınız”
şeklinde bir sonuca ulaşılabilir.
Hacı Bektâş
Velî’nin görüşlerine paralel olarak Hz. Mevlânâ da ilimsiz zühdün muhal
olduğunu, zâhidin zühdünü ilim ile icra edebileceğini, bu bakımdan zâhidin hem
âlim hem zâhid olması gerektiğini söyler.[643]
Sonuç olarak
diyebiliriz ki, ahiret rahatı için fani dünyanın rahatını terk etme manası da
taşıyan zühd, gerçek manada, içinde dünyaya ait her ne varsa çıkarıp gönlü
Cenab-ı Hakk’a bağlamaktan ibarettir. Hacı Bektâş Velî’nin zühd kavramını
değerlendirmede diğer mutasavvuflarla aynı çizgide olduğunu görmekteyiz.
Dünyanın değersizliği ile ilgili ayet-i kerîme ve çeşitli hadis-i şerifleri
örnek verip, dervişlere zühde dair nasihatler vermiştir. Zühdle zikir arasında
bağlantıya dikkat çekmiş, Allah’ın rızasını kazanmak için dünya tutkusundan
vazgeçip sürekli Allah’ı zikir ile gönülde muhabbetullahın yerleşmesini mümkün
görmüştür. Ona göre amel-i sâlih olmadan zühd de gerçekleşemez. Hacı Bektâş
Velî ârif ile zâhid arasındaki farka da değinmiş, ârifin yüksek makamına işaret
etmiştir. Mürîd, zühd makamıyla iktifa etmemeli, ondan daha üstün olan âriflik
makamına yükselebilmek için çaba sarfetmelidir.
Müşâhede
lügatte, bir nesneyi yüz yüze görmek manasınadır.[644]
Görmek veya tanıklık etmek gerek göz gerek basiretle beraber müşâhedenin
bulunması,[645] perdenin açılması, temâşâ ve
seyr etme[646] manasına gelir. Müşâhede, tevhid
delileriyle eşyaların görülmesine denir. Bunun mukabilinde eşyada Hakk’ın
görülmesine hamledilir, bu her şeyin görüntüsündeki Allahü Teâlâ’nın vechidir.
Müşahadeler, gerek zahiri duyularla ve gerek batini duyularla olsun his ile
hükmedilendir. Güneş aydınlatır, ateş yakar sözümüz gibi ve biz
öfkelendiğimizde ve korktuğumuzdaki sözümüz gibidir.[647]
Kur’ân-ı
Kerîm’de “müşâhede” kelimesi doğrudan bu şekliyle değil de türevleri olan şehîd,
şâhid, meşhûd olarak geçmektedir. Allah Teâlâ’nın esmâü’l hüsnâsından biri
de eş-şehîd’dir.[648] Şâhid kelîmesinin geçtiği
ayet-i kerîmede “Muhakkak ki bunda kalbi olan veya şâhit olarak dikkatle
kulak veren kimseler için elbette öğüt vardır”[649] buyrulmuştur. Âlimler
kalbi “akıl” ile izah etmiş, ayette geçen şâhit i ez-Zeccac (ö. 311/923)
“kalbi dinlediği şeylere kulak kesilen”, Süfyan Sevrî (ö. 161/778) “kendisi
orada bulunuyorken kalbi gaib olmayan” şeklinde açıklamıştır.[650] [651]
Ebu Bekir Vâsitî (ö. 320/932) “şahitlik eden ve edilene and olsun
ki'”"' âyetinde geçen şahidin Rabb, meşhûd"un da
kâinat olduğunu belirtir. Kaînatı var eden de yok eden de O’dur.”[652]
Müşâhede
bahsine örnek olarak Resulullah (s.a.v)’in “Rabbim bana eşyanın hakikatini
göster”[653] şeklinde dua etmesini
verebiliriz.
Cüneyd Bağdadî
“ Müşâhede kendini kaybederek Hakk’ı bulmandır.”[654]
demektedir. Yani kendinden fani olarak Hakk ile bekâ bulmak olduğu
görüşündedir. Sülemi de müşâhede’yi basiret gözüyle ile gaybı görmek ve
gizlilerin farkına varmak ve sırrın, Hakka kurbiyyet menzillerine yakınlaşması[655] olarak tanımlar. Kuşeyrî, muhâdara,
mükâşefe, müşâhede sırasıyla konuyu açıklayarak[656]
müşâhede hâlinin seyr ü sülûkün nihayetinde bulunan kâmillerde ve mürşidlik
yapmaya liyakat kazanmış kişilerde görüldüğünü”[657]
ifade eder. İbn Haldun (ö. 808/1406) müşâhede için, töhmetsiz kalbin (Hakkın)
huzurunda bulunması hali olduğunu[658]
söylerken müşâhedeyi, keşif mertebelerinin en kâmil ve en üstün derecesi
olduğunu, Allah’ın sıfatları, fiilleri ve melekûtunun sırları hakkında en
mükemmel derecedeki marifeti[659] olduğunu ifade
etmiştir.
Hacı Bektâş Velî
ise müşâhedeyi seyr ü sülûk eğitiminde bir makam olarak ele alır. Ona göre
onuncu makama tekâbül eden müşâhede, Hakk’ı halkta etme (görme)dir.[660] Hacı Bektâş Velî burada
önemli bir noktaya vurgu yapmıştır. Zira Hakk’ı halkta müşâhede edebilmek,
kazanılan bir istidât ve derinlik sonucu gerçekleşebilmektedir. Ve insan
Hakk’ın sevgisinde mesafe katettiği zaman fiili değil faili görür hale gelir.
Hacı Bektâş Velî’nin bu sözünü açıklayıcı mahiyette Muhammed b. Vâsi (ö.
123/741)’ nin “Hiçbir şey görmedim ki, onda Allah’ı görmüş olmayayım” demesi de
müşâhede makamına işarettir.[661]
Hacı Bektâş
Velî, insanları ahireti isteyenler ve Mevlâ’yı isteyenler şeklinde
gruplandırırken Mevlâ’yı isteyenlerin müşâhede sahipleri olduğunu ifade eder.[662] Hacı Bektâş Velî burada müşâhede
sahiplerinin bir özelliğini belirtmiştir. Yani, müşâhede sahibi olanlar
Mevla’yı isteyenlerdir. Mevla’yı isteyenler ise sadece cemâlullahı müşâhede
için onu arzularlar ki bu da hâs ve hassü’l-havâs sınıfında olanların inancıdır
ve kâmil olanı da budur. Ebu Said Harrâz (ö. 277/890) da bu manada şöyle der:
“Kalbiyle Allahü Teâlâ’yı müşâhede eden O’ndan başkasından geri durur. Allah’ın
azameti karşısında herşey kaybolur ve gaybet halinde kulun kalbinde Allah’ın
dışında hiçbir şeyin izi kalmaz.”[663]
Hz. Mevlana’nın
“aslında insan gözden, görüşten ibarettir. Geriye kalan kısmı ettir, deridir.
İnsanın gözü neyi görürse, değeri o kadardır”[664]
sözü de bu manayı te’yîd etmektedir. Diğer bir ifadeyle, insanın kadr ü kıymeti
gördüğü, yaşadığı ve hissettiğiyle doğru orantılıdır. Şayet gözü madde boyutunu
aşıp mânâya değiyorsa, avam sınıfından ayrılır; bu kişi Mevlâ’yı talep eden
müşâhede sınıfına dâhil olur.
Hacı Bektâş
Velî, eserinde dervişin özelliklerinden bahsederken “derviş gönlünü, her türlü
(ma’rifet-i Hak) Tanrı bilgisini görür duruma getirmeli, gözlerini ilahî
bilgiyi görmek (müşâhede) için açmalı ve her zaman görür halde (müşâhede)
olmalı ve de görmenin (müşâhede) ne olduğunu bilmelidir. Müşâhede dost
(hicâbü’r- refîk) Yüce Allah’ı görmektir. Dost perdesi, Tanrı’yı görmek için
bütün yaratıkların baktığı ince perdedir. İnce perde ise, bütün yaratıklardır[665] demektedir.
Burada da Hacı
Bektâş Velî, müşâhede için mürîdin öncelikle marifetullaha ulaşmasını gerekli
görmektedir. Öyle ki, bu Hak bilgisi onu müşâhede derecesine götürsün. Mürîdin
daima yakaza halinde olmasını, müşâhede hakkında da ilim sahibi olmasını elzem
görür. Zira insanın etrafı masiva ile çevrilidir. Bu masiva çemberinden
sıyrılabilmek de ilim ve irfan ile mümkün olur. Ona göre müşâhede Allahü Zü’l-
Celâl’i görmektir. Onun bu sözüne denk düşen Hz. Ali’nin (r.a) “Görmediğim bir
Tanrı’ya hiç ibâdet etmedim” demesi, Hz. Ömer (r.a)’ın “Kalbim Rabbimi gördü”[666] buyurması ki bu
manayı te’yid etmektedir.
Hacı Bektâş
Velî “o dünya bu dünyadan daha üstündür”[667]
sözünü beyan ederken, bu dünyanın sınırlı olduğunu ancak o dünyanın sonsuz ve
sınırsız olduğunu, öbür âlemdeki her şeyin Hak Teâlâ’nın nurlarının eseri
olduğunu ve o nurlar ile kaim olduğunu söyler. Şayet bu sınırlı âlemden kişi
geçebilirse o sınırsız melekût âlemini görmenin mümkün olduğunu[668] vurgulamaktadır. Hacı Bektâş
Velî’nin bu söylemlerine Yahyâ Şirvâni (ö. 870/1466)’ nin sözleriyle açıklık
kazandırabiliriz; İnsanın nefsinden kaynaklanan kötü sıfatlara yenik düşmesi
onu esfel-i sâfilîne indirir. Onun bu mezmûm sıfatlardan kurtulabilmesi tevhid,
ilim, amelle donanmasıyla birlikte güçlü bir mücâhede ile mümkün olur. Ancak
bundan sonra kalbi sıfat isimlerinin nuruyla hayat bulur, gönlünü Hakk’a
çevirir. Cenab-ı Allah’ın tevfikiyle ondaki zulmani perdeler kaldırılıp
nuranilik ortaya çıkar. Artık o ruh gözüyle görmeye, sıfat isimlerinin nuruyla
aydınlanmaya başlar. En sonunda bu tabakada ortadan kalkar ve kalb, Zat’ın
nuruyla aydınlanır.[669] Bu hâle ulaşan mürîdde
melekût âlemini görebilecek bir duruma yükselir.
Öte yandan
konuyu farklı bir perspektiften değerlendiren psikolog Dr. Mustafa Merter’e
göre, gönül gözü açılıp, kul ile Rab arasındaki perdeler izâle olduğunda insan
dünya sahnesinde oynanan oyunu başka bir gözle izlemeye başlar, gördükçe de
hayreti artar.[670] Öyle ki içinde yaşanılan
zaman-mekân boyutunda, kişi eşyanın sırrını çözüp hakikatin derinliğine nüfuz
edebilirse sonsuzluğun kapısı kendisine aralanıp müşâhede denilen makama
ulaşabilir.[671] Bu yorum, olayların ve
eylemlerin farklı kesitinden değerlendirme ile bize tasavvufi manada düşünce
ufku açmaktadır. Bu da bize gösteriyor ki, tasavvuf sadece düşünsel manada
değil eylemsel boyutta da manevi bir atmosfer vücuda getirmektedir. Ruhu
dinginleştiren, enfusî yolda yürüten ve doyuran, melekutî boyuta taşıyan bu manevi
duyguların eylemsel boyutta da erişilmez lezzetlerine işaret edilmektedir.
Hasan
Kayıklık, nefsini tezkiye ederek muhâdara, mükâşefe, müşâhede basamaklarından
geçen insanın, Hak ile huzur haline yükseleceğini söylemektedir. Bireyin
yaşadığı bu manevi tecrübe de onun görüş açısını çok boyutlu olarak
geliştirecektir.[672]
Sonuç olarak
diyebiliriz ki, Hacı Bektâş Velî müşâhede hakkında diğer sûfîlerin görüşlerine
paralel bir yaklaşım sergilemektedir. Hakikat birdir ancak ifadeler farklı
kimselerin dilinden onu söyleyenin gönlüne ilka edildiği gibi müzeyyen şekilde
kâğıda aksetmektedir. Ona göre müşâhedeye ulaşmak için öncelikle ilim ve
marifetullah şarttır. Daima uyanık olmak, bu dünyanın geçici olduğunu, ahiretin
ise bakî olduğunu akıldan çıkarmamak, özünü ve gönlünü Hakk’a çevirip ondan
başka bütün varlıklara karşı tutku ve bağımlılığı bırakarak sadece ondan
gelecek tecellîlere mazhar olmak, böylece kalp aynasında cemâl nurlarını
müşâhede edebilecek dereceye yükselebilmek, Hacı Bektâş Velî’nin mürîdlere tavsiyeleri
kapsamındadır.
Yakîn, bir
nesneyi şekk ve şüphesiz doğru bir itikâd ile bilmeğe denir ki ilmin
sıfatındandır.[673] Yakîn ilimdir, şüpheyi
gidermek ve işi tahkik etmektir. Yakîn, şüphenin zıddı, ilim de cehaletin
zıddıdır.[674] Yakîn marifet, dirayet ve
türevlerinin üstündeki ilmin sıfatıdır. Dolayısıyla “marifet yakîndir” denmez,
“ilim yakîndir” denilir; o hükmün sabit olmasıyla beraber anlayışın yerleşmesi,[675] kuşkunun kalkması ve oluşan
inanç nedeniyle bilinmeyen hakkındaki itimât ve mutmainlik[676]
kısacası şeksiz şüphesiz bilmek ve hakikatini tasdik etmek[677]
mânasında kullanılır.
Yakîn kelimesi
Kur’ân’da toplam yirmi sekiz yerde geçmektedir. “O kimseler ki, sana
gönderilene (Kur ’ân'a) ve senden önceki Peygamberlere gönderilene (Tevrât,
Incil, Zebûr ve diğer suhufa) îman ederler ve âhirete ise şüphesiz yakînen
inanırlar”[678] âyetinde “âhirete ise
şüphesiz yakînen inanırlar” buyruğundan kastedilen, “onlar öldükten sonra
dirilişi kesin olarak bilirler”[679] şeklinde olup burada yakîn
kelimesi kesin bilgi anlamında kullanılmıştır.
Hz. Peygamber
(s.a.v) “Sabır imanın yarısıdır. Yakîn ise imanın tamamıdır”[680] buyurdu. Diğer bir
hadisi şerîfte ise, “Allah’tan (dünya ve ahirette) afv, afiyet ve yakîn
isteyin”[681] demek suretiyle bize yakîn
mertebesine ulaşmak için bir hedef göstermektedir. Zira yakîn, iman kuvvetiyle
her şeyi ayan beyân görmek,[682] sırrın açılmasıyla gaybı
görüp herşeyin kaynağını bilerek gönül bağlamamaktır.[683]
İlme’l- yakîn, ayne’l-yakîn ve hakka’l-yakîn olarak kısımlara ayrılır.
İlme’l-yakîn, bir şey hakkında habere dayanan kesin bilgi, ayne’l yakîn, bir
şey hakkında gözle görülerek edinilen bilgi, hakka’l-yakîn, bir şeyi bizzat
yaşayarak edinilen bilgidir.[684]
Hacı Bektâş
Velî’ye göre yakîn, Yüce Allah’tan, O’nun sözünden ve buyruğundan duyulan gönül
huzurudur.[685] Hacı Bektâş Velî bu sözüyle
yakîni Kur’ân’ı, onun içindeki emir ve yasakları da kastederek gönlü mutmain
eden, inşirâh ve huzur veren hoş bir hal olarak tanımladığını görmekteyiz. Zira
yakîn, bütün hallerin özü, odağı ve nihayeti kabul edilir. Yakînin iman ile
irtibatı vardır ki Ebu Serrâc (ö. 378/988)’ a göre yakîn’in sonu, her türlü şek
ve şüphenin ortadan kalkarak gayba iman ve tasdikin gerçekleşmesidir. Daha
ileri bir merhalesi ise illetlerin ortadan kalkmasıyla yaşanılan yakîn ile
kalplerin Allah’ı müşâhede etmesidir.[686]
Hacı Bektâş
Velî “İlme’l-yakîn bedeni eğitmek, ayne’l-yakîn kalbi eğitmek, hakka’l-yakîn
cânı eğitmektir. İlme’l-yakîn bedenle, ayne’l-yakîn kalple, hakka’l- yakîn ise
canla ibâdet edilmesidir. Bedenle ibâdet edenler âbidlerdir, kalple ibâdet
edenler zâhidler, canla ibâdet edenler ise ariflerdir. Bedenle ibâdet edenler
halk yanında makbul olur, kalple ibâdet edenler melekler yanında, canla edenler
ise Hak Teâla yanında makbul olur. Aklı olana bir işaret yeter ve onlar
müjdelenenlerdir”[687] demektedir.
Burada Hacı
Bektâş Velî’nin yakîni ilim ve ibâdet ile özdeşleştirdiğini görmekteyiz. Her
tasavvufi kavramda olduğu gibi yakînde de bilgi ön planda temayüz etmektedir.
“Şüphenin zıddı bir mana taşıyan yani kesinlik derecesinde yerleşmiş sağlam ve
güvenilir bilgi”[688] olan yakîn’in özü kesin
bilgiye dayanmaktadır. Özellikle ilme’l yakîn çeşidi de bir şey hakkında
delillerle habere dayanan ve düşünmeyle elde edilen kesin bilgidir. Sülemî,
ilme’l-yakînin kesbî olduğunu, şerîatın görünen dış yüzü olduğunu söyler.[689]
Hacı Bektâş
Velî, ilme’l-yakîn sahiplerinin abidler olduğunu, bunların ibâdetlerinin de
bedensel ve yüzeysel kaldığını vurgulamaktadır. Ayne’l-yakîn ise görerek ve
gözlemleyerek ulaşılan bilgi olduğundan kalbi mutmain eder, sukûnete
kavuşturur. Bu manada Sülemî, ayne’l-yakîn’in vehbî olduğunu ve keşifle yani
gönül gözüyle bakarak elde edildiğini, gaybın keşfi olduğunu ifade eder. Hacı
Bektâş Velî ayne’l-yakîn sahiplerinin zahidler olduğunu, ibâdetlerinin
zahirilikten öte kalbin de iştirakıyle olduğunu söyler.[690]
Hakka’l-yakîn ise bilme, görme ve bizzat yaşamayı hatta tatmayı, tecrübe etmeyi
gerektiren bir kavramdır. Bunu canında, ruhunda yaşayan ve bu manevi zevki
hisseden, müşâhede ve irfan ehli kimselerdir. Bu son kâmil mertebe hakkında
Hucvirî (ö. 465/1072) “Tüm varlıklardan yüz çevirmenin hükmü olarak dostların
fenâ buldukları mahaldir” der.[691] Hacı Bektâş Velî de bu
sınıfın arifler olduğunu, yaptıkları ibâdetleri de cândan özümseyerek
yaptıklarını vurgular.
Hacı Bektâş
Velî kulların Allah’ı bilmelerinin, kesin bilgi yani ilme’l-yakîn olduğunu,
âbidlerin ilme’l-yakîn sahipleri olduğunu vurgularken tefekkür, sohbet, velâyet
bekleyenlerin ise hakka’l-yakîne ulaşan arifler olduğunu[692]
eserinde ifade eder. Burada da Hacı Bektâş Velî, hakka’l-yakîn’in ilme’l-yakîn’e
olan üstünlüğüne işaret etmiştir. İlim ehli olan kimse daha ziyade kendini
ibâdete verip âbidlik sıfatı kazanır. Ancak hakka’l-yakîn sahiplerinin tefekkür
ile meşgul olduklarını, velilik vasfını kazanıp halkı irşad edecek hale
geldiklerine dikkati çeker.
Hacı Bektâş
Velî’ye göre yakînin bir başka merhalesi, insanın hakka’l-yakîn mertebesine
ulaşmasıyla bu maddi âlemde bulunan hiçbir varlığın onun gözünde değerinin
olmamasıdır.[693] Yani nefsini kemâle
ulaştıran, kesâfetini letâfete, zulmetini nura çevirmiş olan ârif insan, beşeri
sıfatlardan sıyrıldığından dolayı diğer insanların korkup çekindiklerinden
korkmaz. Gönlü Hakk’tan gelene her şeye razı ve mutmain olur. Gelip geçici
dünyanın musibetlerini önemsemez, sebeplere takılmaz. Çünkü ahirette vaad olunanlar
ona huzur verir. Bilir ki âlemde etkili olan tek şey Hak Teâlâ’nın kudretidir.
Bunun sonucunda, insanların kazanmak için koşuşturdukları, yoruldukları,
sıkıntılara katlandıkları şeylerin ardından koşuşturmaz. Onun nazarında
dünyanın altını ile toprağı eşit olur.
Buraya kadar
edindiğimiz bilgiler sonucunda diyebiliriz ki, Hacı Bektâş Velî yakînin,
Allah’ın emir ve yasaklarını özümsemekten doğan bir huzur hali olduğunu dile
getirir. Sonra yakîn’in şahsın seviyesine göre derecelendiğini, zâhirden
bâtına, bedenden kalbe, kalpten can’a doğru bir seyr içinde olduğunu, en üstün
olanın da canıyla ve tüm benliğiyle Hakk’a kulluk eden müşâhede sahipleri
olduğunu beyan eder. Hakka’l-yakîn’in üstünlüğünü özellikle vurgulayarak bu
vasfı kazanan kulun, dünya ve onunla alakalı her şeyin gözünde küçüldüğünü
söyler. Hacı Bektâş Velî yakîn kavramına da diğer sûfîlerin kelâmlarına uygun
benzer açıklamalar ve yorumlar getirmiştir.
Nefs lügatte,
cân’a denir ki ruh manasında, kan ve cesed için kullanılır. [694] Nefis ruhtur, nefs onunla
ayrıcalık kazanır.[695] Nefis, hayatın gücünü,
duygularını ve iradi hareketlerini yüklenmek için narin, latif (saydam) ruhani
bir cevherdir ve hekimler ona ruhi hayvani ismini vermektedir.[696]
Nefs kelimesi
lügat anlamıyla “ruh, akıl, insanın bedeni, ceset, kan, azamet, izzet, görüş,
kötü göz, bir şeyin cevheri, hamiyyet, işkence, ukubet, arzu, murad” gibi
anlamlara gelmektedir. Nefs kelimesi Kur’ân’da sekiz farklı anlamda gelmiştir.[697] Bunlar, zâtullah,[698] insan ruhu,[699] kalp, sadr,[700]insan bedeni,[701] bedenle beraber ruh, [702] insana kötülüğü
emreden kuvvet,[703] zat[704]
ve cins[705] manasında kullanılmıştır.
Kâşâni’ye (ö.
736/1335) göre nefs, “bir şeyin kendi varlığı, bu cisimsel heykelin varlığının
kaynağı, varlığını sürdürmede, yoklukta, hayatta ve buna bağlı konulardaki
dayanağı ruhanî ruhûdur. Söz konusu ruh olmasaydı beden perişan olur ve
parçalanırdı. Bu nedenle filozoflar, bu ruhânî latifeyi nefs-i nâtıka
diye isimlendirmişlerdir. Sûfîlere göre nefs, kulun kötü fiilleri, büyüklenme,
haset, öfke, kötü ahlak, tahammülsüzlük gibi çirkin huylar ve nitelikleri
olmuştur.”[706] Kuşeyrî ise nefsi beden
kalıbına yerleştirilmiş kötü ve illetli huyların mekânı olan bir latife olarak
görmektedir.[707]
Nefs
kelimesine örnek olarak Kur’ân-ı Kerîm’de geçen “Sana ne iyilik gelirse
Allah ’tandır. Sana ne kötülük gelirse kendindendir (nefsindendir)[708]”
ile “bununla beraber ben nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis var
gücüyle kötülüğü emredicidir”[709]
ayet-i kerîmesinde Allah’ın peygamberi kendi nefsini aklamaktan hoşlanmadığı
için bu sözleri sarfetmiştir, çünkü kişinin nefsini temize çıkarması yerilmiş
bir davranıştır.[710] Nefsin daima kötülüğü
emredici bir sıfatı olmasıyla beraber, kâmil iman ve akıl sahipleri nefsini az
beğenir, onun kusurlarını görerek kendini kınar.[711]
İnsandaki şehvet
ve öfke güçlerini bir araya getiren nefs için, Hz. Peygamber (s.a.v) “Senin en
şiddetli düşmanın, iki yanın arasında bulunan nefsindir”[712]
buyurarak kontrol altına alınmadığında insanı felakete götürebileceğine dikkat
çekmiştir.
Hacı Bektâş
Velî ise eserinde marifet için on makam belirlemiş, bunlardan birincisinin
“nefsin edebi” olduğunu yazıp Hz. Peygamber’in “ Nefsin edebi, dersin edebinden
daha hayırlıdır” hadis-i şerifini ilave etmiştir.[713]
Yine marifetin onuncu makamının, kendi nefsini tanımak olduğuna işaret
etmektedir. Bu manada Abdülkadir Geylanî de, insanın nefsin sıfatlarını bildiği
takdirde gerçek manada nefsini tanıyacağını, ayrıca Allah’a iltica ederek ve
onun yardımıyla nefsine hükmedebileceğini ifade eder.[714]
Buna benzer
şekilde çağımızın ilim adamlarından Robert Frager ise, nefsin kökünün hem beden
hem de ruhda olmasından ötürü tabiatında maddi ve manevi eğilimler olduğunu,
başlangıç aşamasında nefsin maddiyat yönü ağır bastığından dünyevi zevk ve
tutkulara meyyal olduğunu, ancak nefs eğitime tabi tutulup terakki ettikçe
dünyaya bağımlılığının azalıp Allah’a yöneliminin arttığını ifade eder.[715]
Hacı Bektâş
Velî eserinde Hz. Peygamber’in “Nefsini bilen Rabbini bilir” [716] hadisi şerifini
ise “Yokluk ile nefsini bilen varlık ile Rabbini bilir” [717]
şeklinde yorumlamıştır. Rabbini layıkıyla tanıyan, onun ilah ve herşeyin sahibi
olduğunu bilen kimse nefsini kullukla bilir. Kendi acziyetini fakr ile bilen,
Rabbini zenginliğiyle tanır ve nefsini gizliliğiyle bilen Rabbinin sözünde
duracağını da bilir. Nefsinin hata ve kusurlarını bilen Rabbbinin azamet ve
büyüklüğünü bilir şeklinde izah etmiştir. Hacı Bektâş Velî’ye göre kişi kendi
nefsini zelil olarak tanırsa Rabbini üstün faziletle bilir. Nefsinin fani
olduğunu bilende, Hak Teâlâ’nın bakî olduğunu bilir.[718]
Buna göre
diyebiliriz ki, bir insan kendini layıkıyla tanımaz ve bilmezse diğer bütün
varlıkları bilme ve tanıma keyfiyetinden de tamamen mahrum kalır. Zayıflığının
ve acziyetinin farkına varan kişi mutlak ve sonsuz güce sahip olan Rabbini
bilir ve bu çerçevede dünya ve ahiret saadetini celbedecek bir şekilde hayatını
tanzim ve idame ettirir. Bunun sonucunda da kişi istikamette sabit kadem
olduğunda ise firaset ve velâyet sahibi olur.
Hacı Bektâş
Velî, Allah Teâla’nın insan bedenini ateş, rüzgâr ve topraktan yarattığını ve
onlara kırk makam verdiğini de dile getirmektedir. Nefsin insan vücudunda zalim
bir padişah misali yaptığı her hareketin kötü olduğunu söylemektedir. Buna
delil olarak da nefs-i emmârenin ismini aldığı “Ben nefsimi temize çıkarmam,
çünkü nefis, kötülüğü emreder”™ ayetini göstermektedir. Nefsi ateş
tabiatında görmekte ve ateşin sıcak ve kuru olduğuna vurgu yapmaktadır.[719] [720]
Buna yakın şekilde Eşrefoğlu Rûmî’ nin (ö. 874/1469-70) sözü de dikkat
çekicidir; Çok emreden, emredici manasında olan emmâre beden şehrine hâkimiyet
kurup sözünü geçirirse o kimsenin ya fâsık ya münâfık ya da kâfir olması
gerçektir[721] diyerek nefsi, emmârelik
sıfatından kurtarmadıkça kendisini felakete sürükleyeceğine işaret etmektedir.
Aynı düşünce Hz. Mevlana’da da mevcuttur. Hz. Mevlânâ da “bizim nefsimiz
doymamak hususunda cehennemin cüz’üdür. Cüz’ler ise küllün tabîatini hâizdir”[722] buyurarak nefs-i emmârenin
sonu kesilmeyen isteklerine işaretle cehennemden bir özellik taşıdığına ve
nefisteki ateş tabiatına değinmiştir. Yine Mevlânâ beyitinde “asıl arslan,
kendini zabteden ve nefsine hükmünü geçirendir”[723]
diyerek onunla güçlü bir mücâhedeye ihtiyaç olduğuna vurgu yapmıştır.
Ancak unutulmamalıdır ki, mürîd’in nefsine hâkim olabilmesi de sadece riyazet
ve mücâhede ile olmayıp, Allah’ın yardımı ve tevfikiyle gerçekleşebilir.
Hacı Bektâş
Velî eserinde nefsin basamaklarına da yer vermiş, nefs-i emmâre, nefs-i
levvâme, nefs-i mülhime ve nefs-i mutmainne’ye kısaca değinmiştir. Bunlardan
nefs-i emmâre’ye mahsus olan cehalet, öfke, cimrilik, düşmanlık, küsmek, kin
beslemek, kibir, haset, küfür ve nifak gibi[724]
[725] [726]
yerilmiş on sıfatı saymıştır. Eserin devamında nefs-i levvâmenin zühd, takva,
tevazu, kulluk, zekât, oruç, hac, umre, humus ve cihad gibi on özelliğini
belirtmiştir. Nefs-i levvâme hakkında ki “Kıyamet gününe yemin ederim ve
nedamet çeken nefse (nefs-i levvâme) yemin ederim”''25 ayetini
delil olarak getirmiştir. Nefs-i levvâmenin rüzgâr tabiatında olduğunu, yani
rüzgârın soğuk ve kuru olarak esmesini örnek vererek bu tabiattaki nefsin hem
iyilik hem de kötülük yapabileceğine dikkat çekmiştir. Yine eserinde âriflerin,
nefsi levvameyi suya teşbihle “Sonra da ona iyilik ve kötülük kabiliyeti
veren”126 ayetine işaretle temizlik, kirlilik, günahtan sakınma,
iyi iş yapma ve emre itaat ile soğuk suya benzetmişlerdir[727]
[728] demektedir.
Burada nefs-i
levvâme sahiplerinin bir kısım ibâdetler konusunda zorlanmamakla beraber
birtakım günahlara düşebileceğini, ancak müteyakkız durumda olduklarından
dolayı yaptıkları kötülüklerden nedamet duyup nefislerini kınadıklarını
belirtilmiştir. Nefs-i levvâme sahipleri de yaptıkları hatanın peşinden “Kötülüğü
en güzel olan şeyle uzaklaştır. Biz onların yakıştırmakta oldukları şeyleri
daha iyi biliriz’”''228 ayetinin gereğini yerine getirirler.
Suyun hem temiz hem de temizleyici olması gibi, nefs-i levvâme sahipleri
işledikleri günahın akabinde tevbe suyuyla temizlenirler.
Hacı Bektâş
Velî kitabında nefs-i mülhime’ye ait olan akıl, bilgi, vahiy, ilham, hayır,
mal, fazilet, cömertlik, iyilik ve ihsan gibi on sıfatı saymış,[729] [730]
[731] ancak konunun detaylarına
girmemiş herhangi bir yorumda bulunmamıştır.
Hacı Bektâş
Velî nefs-i mutmainne için, mutmainne adını aldığı “Ey huzur içinde olan
nefis! O senden, sende ondan hoşnut olarak Rabbine dön. Ey nefis! iyi
kullarımın arasına gir, cennetime gir”230 ayetini delil olarak
vermiştir. Yani Allah’ı zikirle huzur bulan nefsin, Allah’ın lütfu olan
nimetlerle sakin ve huzurlu, musibet ve sıkıntılarda ise sabırlı olduğunu,
Allah’ın rızasını gözeterek yaptığı güzel amellerin Hak katında beğenildiğini,
kıyamet günü geldiği zaman salih kulların arasında bulunacağı ve onlarla
cennete gireceğini söylemektedir. Bu özellikleri taşıyan mutmain nefis
sahiplerinin daima Hakk’ın emri doğrultusunda hareket edip yaşayacağını
vurgular. Hacı Bektâş Velî başka bir ayeti örnek verir. “Âdem’e bütün
isimleri öğretti”238 Yani Allah Teâla Âdem’e (a.s) herşeyin
ismini öğretti. Peygamberlerin ve evliyaların nefsi olan mutmainne makamının
tabiatının toprak olduğunu söyler. Ona göre ezeli ve ebedi olgunluklar topraktan
neş’et etmektedir. Toprak ise soğuk ve kurudur. Nefs-i mutmainne sahiplerinin
fakirlik, sabretmek, adil olmak, insaflı olmak, ilim, rıza, tahkik, yakîn, ahit
ve vefa gibi topraktan hâsıl olan on sıfatı olduğunu söylemektedir. Hazreti
Ali’nin lakabı Ebu Türâb’tır (toprağın babası)
olduğundan bu
yüce makamların bütün Allah’ın salih kullarında bulunduğunu, bu makamlara ve
sıfatlara ulaşan müridlerinde velâyete ulaşacağını[732]
beyan etmektedir.
Nefsi
mutmainne sahipleri, tıpkı toprak gibi çok geniş bir şekilde herşeyi içine alma
ve tahammül edebilme kapasitesine sahiptirler. Aslında mutmainne sıfatının bir
yönüyle Allah’a gerçek anlamda kul olabilme manasında hem iman, hem ibâdet hem
bela ve musibetlere sabır ve tahammül sahibi olma hususunda ubudiyyet makamına
işaret etmiştir.
Psikolojik
açıdan baktığımızda, Tasavvuf bir bakıma nefsin karanlıktan kurtulup aydınlığa
dönüşüm sürecidir. Sufîler pratikler vasıtasıyla kendine dönmeyi, nefsi
disipline etmeyi öğrenirler ve zihinleri daha sistematik olur. Mesela nefsi
emmare sahipleri dünyevi haz ve arzular peşinde koşarlar. Tasavvuf, bu tür
insanın zevklerine sınır koyarak, onun özüne dönüp hakikate ulaşmasını sağlar.[733]
Bir
psikiyatrist olan Şeyh Nurbahşi’n-Neccar, kitabında benzer bir açıklamada
bulunarak; “İlgiyi sürekli Allah’a (c.c) çevirmek Allah’ı (c.c) zikretmeye sevk
eder, bu da kişinin bilincindeki diğer şeylerin idrakine varma uyanıklığını
sağlayarak, nefsin arzularının zamanla unutulmasına yol açar. İlgiyi sürekli
Allah’a (c.c) çevirmek müridin nefsî sıfatlarının zamanla ilahi sıfatlara
dönüşmesini sağlar.”[734] demektedir. Kimse nefsinin
hilesinden emin olamaz, sürekli kötülüğü emreden emmâre nefsi, doymak bilmeyen
negatif egoyu kontrol etmek kolay olmaz. Nefs, ilim ve marifete, kitap ve
sünnete gereği gibi uymakla kontrol altına alınabilir. Nefsin hoşlanmadığı şey,
ibadet, zikir, oruç, Kur’ân okumak gibi şeylerdir. Nefs bunlarla zayıflatılarak
mücadele edilir. Yine nefs bir mürşidin rehberliğinde nefs-i kâmile seviyesine
de dönüşebilir. Şeyh Nurbahşi’n-Neccar’ın ifade ettiği gibi, daima Allah’ı
zikirle nefsî sıfatları değişip onun yerine ilahi sıfatlara bezenip Allah’ın
ahlakıyla ahlaklanacak bir hâle yükselebilir.
Sonuç olarak
diyebiliriz ki, Hacı Bektâş Velî nefsin mertebeleri sıralamasıyla genel olarak
diğer tasavvufi kaynaklardaki sıralamaya benzerlik göstermekle beraber kendi
yorumunu da katarak özgün bakış açısını ortaya koymuştur. Şems suresinde[735] işaret edilen
insanın iyilik ve kötülük potensiyeline sahip olduğu halde, riyazet ve mücâhede ile kötülüklerini tahliye edilip iyiliklerle
süslenerek nefsin mertebeleri olan emmâreyi, levvameyi ve mülhimeyi
aşamalı olarak geçip, ona göre nefsin son mertebesi olan mutmainneye
ulaşması mümkündür. Böylece kişinin velâyet makamına ererek kâmil bir insan
olması da imkân dâhilindedir. Hacı Bektâş Velî, nefsi mutmainnenin tabiatının
toprak olmasından yola çıkarak Hz. Ali’nin lakabı (Ebu Türâb) üzerinden nefsi
mutmainneyi tahammül, tevazu, vefa, sabır ve adalet yönüyle toprağın münbit
olmasına ve herşeyin onda hayat bulmasına benzeterek insandaki tekâmül ve
velâyet sırrına işaret etmiştir.
Fakr, lügatta
yoksulluk manasına gelip “gınâ” kelimesinin karşılığıdır.[736]
Fakr, güçsüzlük, zaaf gibi zenginliğin zıddı bir manadır.[737]
Fakirlik kendisine ihtiyaç olunan şeyin yokluğundan ibarettir. Öte yandan
kendisine ihtiyaç olunmayan şeyin yokluğu fakirlik olarak isimlendirilmez.[738] Fakirliğin dört yönü
kullanılır, birincisi, temel ihtiyacın olmasıdır, bu dünya yurdunda olduğu
sürece insan için geneldir, hatta mevcudâtın hepsi içinde geçerlidir. İkincisi
mal-mülk edinmemek, üçüncüsü nefs fakirliği, Hz. Peygamberin “neredeyse
fakirlik küfürdür” sözünden kastedilen tamahkâr, açgözlü olmaktır. Dördüncüsü
Allah’a muhtaç olmaktır.[739] Mürîdin gerçekte hiçbir şeye
sahip olmadığının bilincinde olması her şeyin yegâne sahibinin Allah olduğunu
idrak etmesi,[740] enaniyetten kurtulup Allah’ta
fanî olması[741] manalarına da gelmektedir.
Fakr kelimesi
Kur’ân Kerîm’de bir ayette fakîr[742]
şeklinde ve bunun çoğulu olan fukarâ kelimesi de on iki ayette geçer. Fakir ile
yakın anlamda olan miskîn, mesâkîn ile bâis ve mahrûm gibi kelimeler de çeşitli
ayetlerde geçmektedir.[743] Bu ayetlerden birkaç örnek
vermek gerekirse: “Ey insanlar! Siz Allah’a muhtaçsınız. Allah ise her
bakımdan sınırsız zengin olandır, övülmeye hakkıyla lâyık olandır’”[744]
Diğer bir ayette ise Allah Teâlâ “Allah sınırsız her bakımdan zengindir,
siz ise fakirsiniz ”[745] buyurmuştur.
Hadis-i
şeriflerde fakirlik kavramına farklı yönleriyle değinildiğini görmekteyiz. Hz.
Peygamber (s.a.v), Allah’ın iffetli fakir kullarını sevdiğini vurgulamış,[746] “fakr, benim medar-ı
iftiharımdır”[747] buyurarak,
"cennettekilerin çoğunun fakirler olduğuna vurguda bulunmuş,[748] fakirlerin zenginlerden daha
önce cennete gireceğini,[749] “eğer beni seviyorsan bir
destek ve koruyucu olarak fakirliği benimsemeye hazırlan, çünkü fakirlik beni
sevenler için hedefine doğru koşan ve önüne gelen her şeyi sürükleyip götüren
selden daha süratli bir ileticidir”[750]
buyurarak “insanlar hakkında fakirlikten çok, zengin olup da benlik ve çıkar
kavgalarına girişenlerden kaygılandığını belirtmiş, geçmişteki bazı toplumların
bu yüzden yıkılıp gittiğini[751] ifade etmiş, dolayısıyla
fakrın farklı bir özelliğine dikkat çekmiştir. [752]
Sûfiler
nezdinde fakr sadece yoksulluk ve mahrumiyet değil, bilakis Allahü Teâlâ’ya
güvenmek ve onun verdiklerine razı olmak manasına alınmıştır. Ma’rûf el- Kerhî
(ö. 200/815-16 [?]) “Tasavvuf, hakikatleri almak insanların elindekilerden ümid
kesmektir”[753] şeklinde tanımlarken
tasavvufun gerçekleşmesini fakrı gerçekleştirmeye bağlar. Bu doğrultuda diyebiliriz
ki, fakr tasavvufun mahiyetini oluşturan esas ve temel dayanak olmaktadır.
Tasavvuf yolu, fakr yolu olarak bilinir, dervişe de “fakir” denilir.
Kuşeyrî’ye
göre “Fakr evliyanın şiarı, asfiyanın zineti ve Hak Sübhanehu ve Teâlâ’nın has
dostları olan enbiya ve takva sahipleri için tercih ettiği bir haslettir.”[754] Sülemi’ye göre
fakr, sebep olanı görerek bütün sebeplerden necâta ermek ki bu da ondan
başkasına ihtiyaç duymamakla olur.[755]
Gümüşhanevî ise fakr, kendi nefsini aciz görüp Hak Teâlâ’yı yüce ve zengin
bilip inanmaktır. Fakir ise Allah’tan başka hiçbir şeyi olmayan kimselere
verilen isimdir[756] şeklinde izah eder. Ahmed
Avni Konuk (1873-1938) fakr için der ki: Hak Teâlâ’ya olan aşkı sebebiyle
kişinin kendi nefsinden fani olup Hak ile bâkî olmasıdır.[757]
Buraya kadar
anlaşıldığı üzere maddi ve manevi fakirlik olarak iki kısımda ele alınan fakr,
genel olarak maddi anlamda mal ve mülke sahip olmamak şeklinde anlaşılmasına
rağmen tasavvufta en çok işlenen manevi fakirliktir ki Allah’a muhtaçlık
duygusudur. Çünkü gerçek manada bütün insanlar fakirdir ve Allah’a muhtaçtır.
Bu yönüyle fakirlik hem fakiri hemde zengini de kapsamaktadır ki kişinin
Allah’ın varlığı yanında kendi acziyetini ve yokluğunu hissetmesi halidir.
Hacı Bektâş
Velî’ye fakr’ın tarifi sorulduğunda fakr için, her tür yoklukta sukûnet halini
muhafaza ederek enaniyetten kurtulmak olduğunu ve fakirlikten korkulduğu sürece
de münafık olunacağını söylemiştir.”[758]
Bu söze benzer şekilde Ebu Hüseyn Nurî (ö. 295/908) ise, fakirin elinde bir şey
bulunmadığı zaman sukûn halinde bulunmasını, olduğu zaman da isâr edip
dağıtmasını fakirin vasfı olarak görür.[759]
[760] Hacı Bektâş burada yokluğa
kanaat getirmek, isyan etmemek, herşeyin Allahın kudret ve tasarrufunda
olduğuna inanmak, rızkı verenin Allah olduğuna gönülden kâni olmak gerektiğini
söyler. Şayet kişi fakirlikten korkuyorsa yaratıcının tüm yarattıklarının
rızkını vermeyi taahhüt ettiği “Yeryüzünde yürüyen her canlının rızkı,
yanlızca Allah’ın üzerinedir”160 ayetini anlayamamış, Rezzâk-ı
âlem olan Allah’tan şüphelenen ve onun rızık teminatına güvenmeyenlerden
olacağına işaret olur ki adeta bu da münafıklıktır.
Hacı Bektâş
Velî’ye göre fakir, Allah’tan isteği olmayan kişidir.[761]
Bu cümle şöyle izah edilebilir: “Fakir, serveti olmayan kişi değildir. Fakir,
sadece muradı (ve arzusu) olmayan kişidir. Elinde mal ve servet bulunmayan
fakir değildir, sadece tab’ında muradı bulunmayan fakir sayılmaktadır.”[762] Yani fakir’in Allah’a güveni
tam olduğu için Rabbinin kendisini muhafaza edeceğini bilmesinden ötürü kulluk
vazifeleriyle meşguldur. Allah Teâlâ’nın kendi haline vâkıf olduğunu
bildiğinden hacetini karşılamaya gerek duymadığı gibi istemeyi de fazlalık
olarak görmektedir.[763]
Hacı Bektâş
Velî, Hadîs-i Erbain isimli eserinde fakirlikle ilgili kırk hadis-i
şerifi seçmiştir. Bu hadisi şeriflerde fakir kelimesinin Farsça karşılığı olan
“derviş” kelimesini kullanmıştır. Hadis-i şeriflerin az bir kısmını
fakir-yoksul anlamında şerh etmesine rağmen, derviş manası yükleyerek tercüme
ettiği hadisler daha fazladır.
Hacı Bektâş
Velî’ye bir defasında fakirlik ve fenâ sorulunca fakirliğin, Allah’tan
başkasını istemeyi bırakmak, yani halktan müstağni olmak, fenâ’nın ise,
Allah’tan başkasından gönlü çekmek olduğunu ifade eder.[764]
Hacı Bektâş Velî’nin bu sözüne benzer olarak Şibli (ö. 334/946) “Fakir Allah
bulunmadan hiçbir şeyle müstağni olmaz” demektedir. Hucvirî bu sözü “Çünkü
Allah’tan başkası fakirin muradı ve emeli olamaz” şeklinde açıklar.[765] Kettânî (ö. 322/933) “Allah’a
muhtaç olma hâli sağlam olursa, Allah ile istiğnâ hali de sağlam ve doğru olur.
Bu iki halden biri bulunmadıkça öbürü tam olmaz” demektedir.[766] Yani kul ne derecede Hak
Teâla’ya muhtaç olduğunu bilir ve hissederse halka ve onların elindekilere de o
derece ihtiyaç hissetmez ve gözü tok olur.
Hacı Bektâş
Velî burada dervişin sebepleri yaratan Allah’a dönmesini, ondan başkasına
dayanmaması ve rızkı verenin Allah olduğunu, her şeyin asıl sahibinin Allah
olduğu bilincinde olmasını, fenâ makamına ulaşmak içinde yine kalbini Hak ile
meşgul edip masivadan uzaklaşmayı tavsiye ettiğini görmekteyiz. Eserinde şu
ayete de işaret eder: “Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size çirkinliği ve
hayâsızlığı emreder... ”[767] Hacı Bektâş
VelîHz. Peygamber’in şu hadis-i şerifini de örnek getirmiştir: “Fakirlik benim
övüncümdür, biz onunla diğer Peygamberlere ve Rasullere karşı övünürüz.”[768]
Hacı Bektâş
Velî fakrın, sabır ve boş mide gerektirdiğini, ancak midesi boş olan kimsenin
fakr sahibi olacağını söyler. Tokluğun gaflet, şehvet ve beceriksizliğe sebep
olduğu gibi bunun zıddı olan açlığın ise bilgelik, ibâdet, velâyet gibi güzel
hasletlere yol açtığını ifade eder.[769]
Tasavvufi eserlerde açlığın faziletleri, tokluğun zararları ayrıntılı bir
şekilde yazılmıştır. Tasavvufta hikmetli ve tesirli konuşmak bir bakıma açlığa
dayandırılmıştır. Açlık kalbi hikmetle doldururken tokluk kalbi adeta sağır ve
dilsiz yapar. Tıka basa dolu bir mideyle günaha yönelme, cinsel arzular, mal-
makam hevesi artar, riya, kibir gibi bazı kötü duygulara sebebiyet vererek
sahibini günaha ve fuhşiyata sevkeder. Kul midesini boş tutarak şeytanın günah
yollarını daraltıp Allah Teâlâ’ya taat ve kulluğunu daha kolay yerine getirir.
Hacı Bektâş Velî de fakirin daima sabırlı olup şikâyette bulunmamasını, haline
rıza göstermesini ve midesini tıka basa doldurmamasına işaret çekmiştir.
Hacı Bektâş
Velî eserinde Hazreti İmâm’ın[770] Risâletü’l-Gavsiyye
isimli kitabından fakr konusundan da alıntı yapmaktadır. Eserde fakirliği
tercih etmek gerektiği, fakirliğin Allah’a tam bağlılık olduğunu, Allah’tan
başkasından bir şey istememenin verdiği gönül huzuru ve Allah’tan başkasına
ihtiyaç duymamanın kişiye kemâl kazandırdığından bahseder. Ayrıca kişinin
gönlüyle barışık olması gerektiğini, böylece başına gelen her türlü sıkıntı ve
musibeti Allah’tan bilerek bunları gönülden kabullenmesini, hatta bunları hoş karşılayarak
Allah’a yakınlık kazanabileceğini ifade eder. Bu gına hali ile dervişin halka
değil Hakka muhtaç olduğu bilincine varmasıyla Allah, kulun istek ve arzularını
yerine getirmektedir.[771] Fakr, dünya alakalarından,
yani Allahtan başkalarından (masiva) kesilmek demektir. Sadece Allah’a muhtaç
olduğunun farkındalığı ile başkalarına ihtiyacını arzetmemek ve onlardan
beklenti içinde olmamaktır. İster maddi zenginlik, ister maddi fakirlik olsun,
onun katında eşittir. Zenginlikle şımarmaz, yoklukla da üzülmez. Çünkü o sadece
Allah’a muhtaç olduğunun bilincindedir. Hacı Bektâş Velî, bu bilinç üzere olan
müridin rıza makamına yükseleceğini, manevi yolda olgunlaşacağını, terakki
edeceğini hatırlatmıştır.
Hacı Bektâş
Velî “Fakr, bir himmettir. Bu himmetin ışığının vurduğu kimse arşın üzerinde
uçar”[772] diyerek fakr’ı hidayet, aşk,
ilim, huzur ve şevkten oluşan Yüce Allah’ın bir ağacı olarak tasvir etmektedir.[773] Burada da fakirlik nimetini
Allah’ın bir lütfu olarak gören Hacı Bektâş, adı geçen unsurlar olmadan fakr’ın
gerçekleşemeyeceğini ifade ile bu nimetten nasiplenen ve fakr halini yaşayan
dervişin Hakk’ın sevdiği olup kurbiyyet makamına nail olacağını ima etmektedir.
Sonuç olarak,
Hacı Bektâş Velî diğer mutasavvıflar gibi fakire, maddi mana da hem
yoksulluk-mahrumiyet anlamı hem de tasavvuftaki dervişlik manasını
yüklemektedir. Tasavvuf, fakr ve zühd manalarını kendinde toplayan bir kavram
olduğu için, ilk dönem sûfîleri mahrumiyet manasındaki fakr ile Allah’a muhtaç
olma anlamındaki fakrı birleştirip bunu kendi hedefleri haline getirmişler öyle
ki onlara göre fakr (dervişlik) Allah’a varan yol, fakir (derviş) ise bu yolun
yolcusudur [774] demişlerdir.
Kısaca mutasavvıf, “dünyada ol, ama dünyalı olma” prensibini benimsemiş
kimsedir.[775]
Tasavvufi
eserler de fakir, derviş, sûfî aynı anlamda kullanıldığından, fakirlik
kavramını dervişlikten ayırmak bir bakıma hatalı olur. Hacı Bektâş Velî de
bunun bilincinde olarak eserlerinde fakrın tarifini vermiş, fakirin sabırlı ve
sukûnet içinde bulunmasını, ikiyüzlülükten ve varlıktan sıyrılması gerektiğini,
Allah’tan başka bir muradının olmamasını, ondan başkasına doymuş olmasını ve
fenâ’ya bu halde ulaşabileceğine işaret etmiştir. Tokluğun kişinin nefsine
verdiği zararları sıralamış, bunun zıddı olarak açlığın kişiye kazandırdığı
güzel hasletleri belirterek fakir’in yetecek miktar ile iktifa etmesini, midesi
boş olanın fakr ehli olduğuna dikkat çekmiş, sûfîlerin fakr ile ilgili
sözlerinden de örnekler getirmiştir. Hâdis-i Erbaîride sadece
fakirlik-dervişlik konularıyla ilgili hadis-i şerifleri derlemiştir. Hacı
Bektâş Velî ele aldığı tasavvufi kavramlar içinde en fazla fakr konusunda
detaylara girmiştir denilebilir.
Türk Tasavvuf
tarihinin önemli şahsiyetlerinden, Horasan erenlerinden kabul edilen Hacı
Bektâş Velî’nin doğumu, ölümü ve yaşamı hakkındaki tarihi belgeler oldukça
azdır. XIII. yüzyılda Anadolu' toprakları Selçukluların hâkimiyetinde olduğu
zamanlarda, Alâeddin Keykubad ve oğlu Gıyâseddîn Keyhüsrev’in döneminde yaşayan
Hacı Bektâş Velî, Mevlana ve Yunus Emre’nin çağdaşıdır.
Günümüze
ulaşan mahdût vesikalara göre Hacı Bektâş Velî, Horasan’ın Nişabur şehrinde
hicri 606 (m.1209-1210) tarihinde dünyaya gelmiştir. Babası İbrahim-i Sani
olarak lakaplandırılan Seyyid Muhammed b. Musa Sani, annesi Hâtem’dir. Asıl
ismi Muhammed b. Muhammed b. İbrahim b. Musa, “Bektâş” lakabıdır, seyyiddir.
Ahmed Yesevi’nin halifelerinden Lokman Parende’nin yanında yetişmiştir. Göçebe
derviş geleneğinde yetiştiği, XIII. yüzyıl’ın ilk yarısında Moğol istilâsı
sebebiyle Anadolu’ya yapılan derviş göçleri sırasında Horasan’dan Anadolu’ya
irşâd göreviyle geldiği düşünülmektedir. Günümüzde Hacı Bektaş ilçesi olarak
bilinen Sulucakarahöyük’e yerleşmiş, vefatı olan hicri 669 (m.1270-1271)
tarihine kadar burada yaşamıştır. 1239 tarihinde Baba İshak’ın Türkmenleri
devlete karşı kışkırtarak başlattığı Babaî İsyanına katılmamıştır.
Diğer yandan
yaygın kanaatin aksine Hacı Bektâş Velî, Yeniçeriler’in piri olarak kabul
edilmesine rağmen Yeniçeri ocağının kuruluşunda (1361) da bulunmamıştır. Onun
bilinen en tanınmış eseri, bir ahlak ve tasavvuf kitabı niteliğinde olan Makâlâfı
yanında, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniye, Kitabu’l-Fevâid, Kitâb-ı
Besmele, Fatiha Tefsiri, Hadîs-i Erbaîn Şerhi gibi eserleri de
bulunmaktadır.
XIII. yüzyıl
Selçuklu Anadolu’sunda yaşamış önemli bir mutasavvıf olan Hacı Bektâş Veli’nin
tasavvufi bir bakış açısıyla anlaşılmasını hedeflediğimiz ve “Hacı Bektâş
Velî’nin Eserlerinde Tasavvufi Kavramların Değerlendirilmesi” adını verdiğimiz
çalışmamızda, ona ait olduğu bilinen ve tasavvufi konuların ağırlıklı olarak
işlendiği Makâlât, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye, Kitâbu’l-Fevâid
adlı eserlerindeki tasavvuf kavramları ele alınarak, Hacı Bektâş Velî’nin
bunları yorumlayışı, izahı, örneklendirmesi ve kanaatleri ile diğer
mutasavvıflarla örtüşen ve ayrışan yönleri ortaya konulmuştur.
Adı geçen
terimlerin tasavvuf klasiklerindeki kullanımlarına göz atıldığında, Hacı Bektâş
Velî’nin tasavvufı literatüre bigâne kalmadığı, yazılı, sözlü ve amelî boyutta
şerîate dayalı bu tasavvufi geleneğe ne kadar hâkim olduğu görülecektir.
Hacı Bektâş
Velî, klasik tasavvuf literatüründe yer alan tasavvufi kavramlara bilinen
tasnifiyle yer vermesi yanında, bu kavramları kendine has tertib ve tasnif
disiplini içinde kullanmasıyla da temayüz etmektedir. Mesela Tevbe
konusu genel olarak klasik literatürde tevbe, inâbe, evbe sırası ile
işlenirken, Hacı Bektâş Velî evbe yerine rü’yeti koymaktadır.
Hacı Bektâş
Velî’nin müridleri, mürîd-i mutlak, mürîd-i mecâzi, mürîd-i mürted olmak
üzere üç sınıfa ayırması, kanaatimizce ona özgü bir yorum olarak kabul
edilebilir.
Hacı Bektâş
Velî zikir kavramı üzerinde de titizlikle durarak, dil ile zikrin yetersiz
olduğunu vurgulamakta; zikrin dilden kalbe, kalbden de hücrelere yayılarak,
bütün letâifin katılımıyla zikri sultaniye dönüşmesine, böylece zikrin
tüm vücudu kaplayacak dereceye ulaşmasına ve zikirde fenâya dikkat çekmektedir.
Âfâkî
yaklaşımlardan uzak bir şekilde konuya bakıldığında, Hacı Bektâş Velî’nin
sûfîlerin tasavvuf kavramlarına yüklediği anlamları destekleyip, bu anlamları
daha pratik bir dindarlığın parçası haline getirdiği söylenebilir.
İşlenen on üç
tasavvuf kavramı içinde Hacı Bektâş Velî’nin tasavvuf anlayışını en kısa
özetleyen kavramlar kanaatimizce, fakr, edeb ve hizmet kavramlarıdır. Bu
da onun, tasavvufun daha çok sosyal veçhesini ön plana çıkaran kavramlar
üzerinde durduğunu göstermektedir.
Bir bütün
olarak gerek hayatı gerek eserleri incelendiğinde, Hacı Bektâş Velî’nin
heterodoks yaklaşımların aksine, şerîate bağlı sünneti önceleyen bir muhakkik
sûfî olduğu sonucu ortaya çıkmaktadır.
Çalışmamızın,
tasavvuf kavramlarına yüklediği nevi şahsına münhasır yaklaşımları yoluyla Hacı
Bektâş Velî’nin daha iyi anlaşılıp daha sahih bir zeminde yorumlanabilmesine
yönelik daha sonra yapılacak yeni çalışmalara bir miftah olmasını diliyoruz.
Abdülbakî, Muhammed Fuâd, Mu’cemu’l-Müfehres
Lielfâzı’l-Kur’âni’l-Kerîm, Daru’l-Kutub el-Mısrıyye, Kahire, 1988.
Acemî, Refik, Mustalahâtü’t-Tasavvufi’l-Islâmiyye,
Mektebetü Lübnan Naşirun, Beyrut, 1999.
Aclûnî, İsmail
b. Muhammed el-Cerrâhî, Keşfü'l-Hafâ ve Müzîlü’l-İlbâs Amme İştehara mine
’l-Ehâdîsi alaElsineti ’n-Nâs, Tahkik. Yusuf b. Mahmud el-Hac Ahmed, I-II,
Mektebetü İlmi’l-Hadîs, Dımeşk, 2001.
Akkuş, Mehmet,
"Tasavvufun Anadolu’ya Girişi ve İslâmlaşmada Rolü" Tanımı Kaynakları
ve Tesirleriyle Tasavvuf, (Vefatının 10.Yılında Mehmet Zahit Kotku ve
Tasavvuf Sempozyumu Tebliğleri), Haz. Coşkun Yılmaz, Seha Neşriyat, İstanbul,
Alevî, Sırrî
Rıfaî, Şeyh Ahmed Bedreddîn: Bektâşî Tarikatına Ait Usul Âdâb Âyinler Mecmuası
h.1284/1867, Süleymaniye Kütüphanesi, İzmirli İ. Hakkı, Nu: 1243.
Aliyyu’l-
Kâri, el-Esrâru’l- Merfûa fı’l- Ahbâri’l Mevdûa, Tahkik. Muhammed
Sabbağ, Beyrut, Ty, C.I.
Atsız, Hüseyin
Nihal, Aşıkpaşaoğlu Tarihi, Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul,
1992.
Âsım Efendi, el-Okyânûsu’l-Basît
Fi Tercemeti’l-Kâmûsu’l-Muhît, Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı,
İstanbul, 2013-2014, C. I-VI.
Baha Said Bey,
Türkiye’de Alevî-Bektâşî, Ahi ve Nusayrî Zümreleri, Yayına Haz. İsmail
Görkem, T.C. Kültür Bakanlığı, Ankara, 2000.
Bardakçı,
Mehmet Necmeddin, Doğuştan Günümüze Tasavvuf ve Tarikatlar, Rağbet
Yayınları, İstanbul, 2015.
Belge, Murat, Osmanlı
’da Kurumlar ve Kültür, İstanbul, Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul,
2008.
Beyhakî, Ebu Bekr Ahmed b. Hüseyn b. Alî, Şuabu’l-İman, Tahkik. Abdülali
Abdülhamid Hamid, Mektebetü’r-Rüşd, Riyad, 2003, C. XIII.
Beydilli, Kemal, “Yeniçeri”, DİA, İstanbul, 2013, C.
XLIII, ss. 450-462.
Bırge, John Kıngsley, “The Order of Dervişhes”-Bektaşilik
Tarihi, Ter. Reha Çamuroğlu, Ant Yayınları, İstanbul, 1991.
Bursevî, İsmail Hakkı, Kitâbü’n-Netîce, İnsan
Yayınları, İstanbul, 1997, C. I.
Bursevî, İsmail Hakkı, Ruhu’l-Beyân Tefsiri, Erkam
Yayınları, İstanbul, 2011-2016.
Câmî, Abdurrahman, Nefahâtü’l-Üns, Evliya Menkıbeleri,
Tercüme ve Şerh: Lâmi Çelebi, Haz. Süleyman Uludağ, Mustafa Kara, Marifet
Yayınları, İstanbul, 1998.
Cebecioğlu, Ethem, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü,
OttoYayınları, Ankara, 2014.
Ceylan, Semih, “Yakîn”, DİA, İstanbul, 2013, C. XLIV,
ss. 530-533.
Coşan, Esad, Hacı Bektâş-ı Veli Makâlât, Seha Neşriyat,
Ankara, t.y.
Coşan, Mahmud Esad Hacı Bektâş-ı Velî ve Bektâşilik,
Server İletişim, İstanbul, 2013.
Coşan, Mahmud Esad, Akademik Makaleler, Server
İletişim, İstanbul, 2009.
Coşan, Mahmud Esad, Başmakaleler- İdeal Yol, Server
İletişim, İstanbul, 2008.
Coşan, Mahmud Esad, “Hacı Bektâş-ı Velî”, Büyük İslam ve
Tasavvuf Önderleri, Haz. Komisyon, Vefa Yayıncılık, İstanbul, 1993,
s.163-182.
Coşan, Mahmud Esad, Tarihi ve TasavvufîŞasiyetler,
Server İletişim, İstanbul, 2008.
Cürcânî, Ali b. Muhammed,Mu’cemü’t-Ta’rîfât,
Dâru’l-Fadîle, Kahire, 2004.
Çakmaklıoğlu, M. Mustafa, “Sembolik Dile Sahip olması”, Tasavvuf
El Kitabı, Editör. Kadir Özköse, Ankara, 2015, s. 42-48.
Çelebi, Elvan, Menâkıbu’l-Kudsiyye fî Menâsıbi’l-Ünsiyye,
Haz. İsmail E. Erünsal- Ahmet Yaşar Ocak, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 2014.
Çelik, İsa,
“Tasavvufî Bir Terim Olarak Fakr”, EKEV Akademi Dergisi- Sosyal Bilimler
-, 2001, C. III, Sayı: 2, ss. 191-206.
Demir, Necati,
“Ahmed Yesevi’nin Temsilcisi Saltık Gazi’nin Yesevilik Anlayışının
Evrenselleşmesine Katkısı ve Günümüze Yansıması”, Ahmed Yesevi Üniversitesi,
inceleme Araştırma Dizisi, Yayın No: 41, 28-30 Nisan, 2016, Ankara, ss.
157-181.
Edirneli, Oruç
Bey, Oruç Bey Tarihi, Baskıya Haz. Nihal Atsız, Kervan Kitapçılık A.Ş.
Ofset. t.y.
Eflâkî, Ahmed,
Ariflerin Menkıbeleri, Farsçadan Çeviren: Tahsin Yazıcı, Kabalcı
Yayıncılık, İstanbul, 2012.
Eraydın,
Selçuk, Tasavvuf ve Tarikatlar, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Vakfı Yayınları, İstanbul, 1994.
Evliyâ Çelebi,
Derviş Mehemmed Zıllî, Evliyâ Çelebi Seyahatnamesi, Haz. Robert Dankoff-
Seyit Ali Kahraman- Yücel Dağlı, III. Kitap, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul,
1999.
Eyuboğlu,
İsmet Zeki, Bütün Yönleriyle Tasavvuf Tarikatlar Mezhepler Tarihi, Der Yayınları,
İstanbul, 1993.
Fığlalı, Ethem
Rûhi, Milli Bütünlüğümüz ve Hacı Bektâş Velî, Atatürk Kültür Merkezi
Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1999.
Frager,
Robert, Aşktır Asıl Şarap, Ter. Ömer Çolakoğlu, Sufi Kitap, İstanbul,
2015.
Frager,
Robert, Kalp, Nefs ve Ruh, Ter. İbrahim Kapaklıkaya, Gelenek Yayınları,
İstanbul, 2005.
Gazâlî- Ebu
Hâmid Muhammed, İhya-ı Ulûmuddîn, Arslan Yayınları, İstanbul, 1978. C.
I-X.
Gazâlî- Ebu
Hâmid Muhammed, Sirâcü’t-Tâlibîn, Ter. Ömer Dönmez, Hisar Yayınları,
İstanbul, t.y.
Geylânî,
Abdulkadir, Fethu’r-Rabbânî (İlahi Armağan), Ter. Abdülkadir Akçiçek,
Bahar Yayınevi, İstanbul, 1968.
Geylanî,
Abdülkadir, Gunyetü’t-Tâlibîn, Ter. A. Faruk Meyan, Çelik Yayınevi,
İstanbul, t.y.
Gölpınarlı,
Abdülbâki, “Bektâş”, Türk Ansiklopedisi, Milli Eğitim Basımevi, Haz.
Komisyon, C. VI, ss. 32-34, Ankara, 1946.
Gölpınarlı,
Abdülbâki, Vilâyet-nâme Manâkıb-ı Hünkâr Hacı Bektâş Velî, İnkilap
Kitabevi, İstanbul, 1990.
Gölpınarlı,
Abdülbâki, Yunus Emre ve Tasavvuf, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1961.
Göztepe,
Yüksel, “Abdülkerim Kuşeyrî’de Hâller ve Makamlar”, Ankara Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Doktora Tezi, Ankara, 2006.
Gümüşhanevî,
Ahmed Ziyâüddîn, Camiü’l-Usûl (Veliler ve Tarikatlarda Usûl), Pamuk
Yayınları, İstanbul, 1981.
Güzel,
Abdurrahman, Ahmed-i Yesevî Hayatı-Eserleri-Fikirleri-Tesirleri, Seha
Neşriyat,
İstanbul, 1996.
Güzel,
Abdurrahman, Hacı Bektâş Velî El Kitabı, Akçağ Yayınları, Ankara, 2011.
Hacı Bektâş
Veli, “Fevâid”, Haz. Baki Yaşar Altınok, HBVKülliyatı (Fevâid-Fâtihâ Sûresi
Tefsiri-Besmele Tefsîri-Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniye-Makâlât), G.Ü.
Türk Kültürü ve Hacı Bektâş Velî Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 2010.
Hacı Bektâş
Veli, “Makâlât ” Haz. Ömer Özkan, Malik Bankır, HBVKülliyatı (Fevâid-
Fâtihâ Sûresi Tefsiri-Besmele Tefsîri-Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniye-
Makâlât), G.Ü. Türk Kültürü ve Hacı Bektâş Velî Araştırma Merkezi
Yayınları, Ankara, 2010.
Hacı Bektâş
Veli, “Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniye”, Haz. Gıyasettin Aytaş, HBV
Külliyatı (Fevâid-Fâtihâ Sûresi Tefsiri-Besmele Tefsîri-Makâlât-ı Gaybiyye ve
Kelimât-ı Ayniye-Makâlât), G. Ü. Türk Kültürü ve Hacı Bektâş-ı Velî
Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 2010.
Hanbel, Ahmed
b. Hanbel, el-Müsned, Ensar Yayıncılık, Konya 2004, C. IV.
Hâni, Muhammed
b. Abdullah, el-Behcetü’s-Seniyye, Mavi Yayıncılık, İstanbul, 2004.
Herevî el-Ensârî, Hâce Abdullah b. Muhammed, Menâzilü’s-Sâirîn, Dâr’ul
Kütübü ‘İlmiyye, Beyrut, Lübnan, t.y.
Hucvirî, Ali b. Osman Cüllâbî, Keşfu’l-Mahcûb, Haz.
Süleyman Uludağ, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1996.
Isfahânî, Ebû Nuaym, Hilyetü’l- Evliya ve Tabakâtü’l-
Asfiyâ, Kahire 1407/ 1987, C. X.
Isfahânî, er-Râğıb Ebû’l-Kâsım el-Huseyn b. Muhammed, Müfredâtü
Elfâzi’l-Kur’ân, Tahkik: Safvân Adnân Dâvudî, Dârü’l-Kalem, Dımeşk, 2009.
Işık, İhsan, Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları
Ansiklopedisi, “Hacı Bektâş-ı Veli”, C. IV, Elvan Yayınları, Ankara, 2007.
İbn Fûrek, Ebu Bekir Muhammed b. Hasan, el-İbâne an
Turuki’l- Kâsıdîn, Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı Yayınları, İstanbul,
2014.
İbn Haldun, Şifâü’s-Sâil, Haz. Süleyman Uludağ, Dergâh
Yayınları, İstanbul, 1984.
İbni Kesir, Tefsîri’l- Kur’âni’l-Azîm, Ter. Dr. Bekir
Karlığa-Dr. Bedrettin Çetiner, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1994.
İbn Manzûr, Ebü'l-Fadl Muhammed b. Mükerrem b. Ali el-Ensari, Lisânü’l-Arab,
Dâr Sadır, Beyrut, t.y.
İmam Ahmed, Ahmed bin Hanbel, El-Müsned, Ensar
Yayıncılık, Konya, 2004, C. IV.
İmam Kurtubî, el-Câmiu Li-Ahkâmi’l-Kur’ân, Buruc
Yayınları, İstanbul, 2006.
İmam Rabbânî, Ahmed Sirhindî, Mebde ’ ve Meâd, Sufi
Kitap, İstanbul, 2005.
İmam Şa’rânî, Abdulvehhab bin Ahmed bin Ali el-Hanefî, el-Uhûdü’l-Kübrâ,
Ter. Selâhaddin Alpay, Bedir Yayınları, İstanbul, 1981.
İsen, Mustafa 1994. Künhü'l Ahbar'ın Tezkire Kısmı. Ankara:
Atatürk Kültür Merkezi Yayınları,
www.hbvdergisi.gazi.edu.tr, 19.11.2017.
İzbudak, Veled Çelebi, Mesnevî, M.E. B Yayınları,
İstanbul, 1990.
Kara, Mustafa,
“Tasavvuf Kültürünün Türkistan Macerasına Genel Bakış”, Keşkül Dergisi,
Sayı: 06, Yıl: 2005, ss. 8-17.
Kara, Mustafa,
Türk Tasavvuf Tarihi Araştırmaları, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2005.
Kara, Mustafa,
Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1995.
Kartal, Ahmet,
“Kerâmât-ı Ahi Evran Mesnevîsi Üzerine Notlar”, Divan Edebiyatı
Araştırmaları Dergisi, Sayı: 2, İstanbul, 2009.
Kâşânî,
Abdürrezzâk Kemâlüddin b. Ebi’l-Ganâim, Letâifu’l-A ’lâm fîIşârâtı Ehli’l-
Ilhâm (Tasavvuf Sözlüğü), Ter. Ekrem Demirli, İz Yayıncılık, İstanbul,
2015.
Kâşânî,
Abdürrezzâk Kemâlüddin b. Ebi’l-Ganâim, Mu’cemü Istılâhâti’s-Sûfiyye, Tahkik.
Abdü’l- Âl Şâhîn, Dâr’ül-Menâr, Kahire, 1992.
Kayıklık,
Hasan, Sufı Psikolojisi, Akçağ Yayınları, Ankara, 2011.
Kelâbâzî,
Ebûbekir Muhammed b. İshâk Buhârî, et-Ta’arruf-Doğuş Devrinde Tasavvuf,
Haz. Süleyman Uludağ, İstanbul, 1992.
Koçu, Reşad
Ekrem, Yeniçeriler, Doğan Kitap, İstanbul, 2004.
Koçyiğit,
Talat, Hadis Terimleri Sözlüğü, Rehber Yayıncılık, Ankara, 1992.
Korkmaz,
Seyfullah, “Ahmed Yesevî ve Hacı Bektâş Velî Aralarındaki Bağlar, Fikirleri,
Tesirleri ve Türk İslâm Edebiyatına Katkıları”, E.Ü İlahiyat Fakültesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı: 11, Yıl: 2001, ss. 325-355.
Komisyon, Anabritannica
Genel Kültür Ansiklopedisi, “Bektâş Veli”, Ana Yayıncılık, İstanbul, 1987,
C. III.
Komisyon, Büyük
Larousse Ansiklopedisi, “Hacı Bektâş Velî”, Gelişim Yayınları, 1986,
C.VIII.
Komisyon, Türk
ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi, “Hacı Bektâş Velî”, Anadolu Yayıncılık,
İstanbul, 1983, C. V.
Köprülü,
Mehmed Fuad- Babinger, Franz, Anadolu’da İslâmiyet, İnsan Yayınları,
İstanbul, 1996.
Köprülü, Mehmed Fuad, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar,
Alfa Basım Yayım, İstanbul, 2016.
Köprülü, Mehmed Fuad, Türk Edebiyat Tarihi, Ötüken
Yayınları, İstanbul, 1980.
Köten, Akif, “Adab”, İslam Ansiklopedisi, Şamil
Yayınevi, İstanbul, 2000, C. I.
Kudâi, Ebû Abdillâh Muhammed b. Selâme b. Cafer, Müsnedü’ş-Şihâb,
Tahkik. Hamdi b. Abdulmecid es-Selefî, Beyrut, 1427/1986, C. II.
Kuşeyrî, Ebû’l-Kasım Abdulkerim, KuşeyrîRisâlesi, Haz.
Süleyman Uludağ, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1991.
Kübra, Necmüddin, Tasavvuf Hayat, Ter. Mustafa Kara,
Dergâh Yayınları, İstanbul, 1996.
Küçük, Hasan, Osmanlı Devleti’ni Tarih Sahnesine çıkaran
Kuvvetlerden Biri: Tarikatlar ve Türkler Üzerindeki Müsbet Tesirleri,
Türdav, İstanbul, 1980.
Küçük, Osman Nuri, Mevlânâ’ya Göre Manevi Gelişim,
İnsan Yayınları, İstanbul, 2015.
Mekkî, Ebu Tâlib, Kûtu’l-Kulûb, Ter. Yakup Çiçek,
Dilaver Selvi, Ali Kaya, Umran Yayınları, İstanbul, 1998, C. I-IV.
Merter, Mustafa, Dokuz Yüz Katlı İnsan, Kaknüs
Yayınları, İstanbul, 2016.
Merter, Mustafa, Nefs Psikolojisi, Kaknüs Yayınevi,
İstanbul, 2014.
Melikoff, İrene, Hacı Bektâş Efsaneden Gerçeğe,
Cumhuriyet Kitapları, İstanbul, 1998.
Melikoff, İrene “Yunus Emre ile Hacı Bektâş”, İstanbul,
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, C. 20,
Yıl: 31 Aralık 1972, ss. 27-36.
Muhâsibî, Hâris b. Esed, er-Riâye, Ter. Şahin Filiz,
Hülya Küçük, İnsan Yayınları, İstanbul, 1998.
Mübarek, Abdullah, Kitâbü’z-Zühdve ’r-Rekâik, Ter. M.
Adil Teymur, Seha Yayınları, İstanbul, 1992.
Müslim, İmam
Ebu’l Hüseyni Müslim İbnü’l Haccac b. Müslim el-Kuşeyrî en- Nisaburî, Sahih-iMüslim,
Haz: Muhammed Fuad Abdulbakî, Dar’ü-İhyai’l-Kütübi’l- Arabiyye, Lübnan
1955/1374.
Noyan, Bedri, Bütün
Yönleriyle Bektaşîlik ve Alevîlik, Ardıç Yayınları, Ankara, 1998, C. I.
Noyan, Bedri, Firdevsi-RûmîManzûm
Hacı Bektâş Vilâyet-nâmesi, Der. Bedri Noyan, Doğuş Matbaacılık ve Tic.
Ltd. Şti, Aydın, 1986.
Ocak, Ahmet
Yaşar, “Bektâşiyye”, Türkiye ’de Tarikatlar Tarih ve Kültür, Ed. Semih
Ceylan, İsam Yayınları, İstanbul, 2015, s. 447-481.
Ocak, Ahmet
Yaşar, “Hacı Bektâş-ı Velî”, DlA, İstanbul, 1996, C. XIV, ss. 455-458.
Öngören,
Reşat, “Zikir”, DİA, İstanbul, 2013, C. XLIV, ss. 409-412.
Özcan,
Hüseyin, Hünkâr’ın Fatiha Tefsiri, Ufuk Yayınları, İstanbul, 2012.
Özelsel, Mıchaela
Mihriban, Halvette 40 Gün, Kaknüs Yayıncılık, İstanbul, 2003.
Öztürk, Yaşar
Nuri, Tarihi Boyunca Bektâşilik, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul, 1990.
Rıfkı, Ahmet, Bektâşi
Sırrı, Haz. Hür Mahmut Yücer, Kesit Yayınları, İstanbul, 2013.
Rumî,
Eşrefoğlu Abdullah bin Eşref bin Muhammed, Müzekkin Nüfus, Arslan
Yayınları, İstanbul, 1971.
Rumî, Mevlâna
Celâleddîn, Fîhi Mâ Fîh, Ter. Ahmed Avni Konuk, Haz. Selçuk Eraydın, İz
Yayıncılık, İstanbul, 1994.
Rumî, Mevlâna
Celâleddîn, Mesnevî, Ter. Şefik Can, Ötüken Yayınları, Ankara, 1997.
Samancıgil,
Kemal- Erişen, İhsan Mesut, Hacı Bektâş Velî, Bektâşilik ve Alevilik Tarihi,
Ay Yayınevi, 1966.
Sayar, Kemal, Sufi
Psikolojisi, İnsan Yayınları, İstanbul, 2000.
Seâlibî, Simâru’l-Kulûb,
Tahkik. Muhammed Ebu’l-Fazl İbrahim, Mektebetül Asriyye, Beyrut, 2003.
Serrâc, Ebû Nasr, el-Lüma’, Haz. H. Kâmil Yılmaz,
Altınoluk Yayınları, İstanbul, 1996.
Seyyar, Ali, Tasavvuf Sosyal Hizmet/Sûfilerin Manevi Terapi
Yöntemleri, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2015.
Seyyid Sıddık Han, Ebcedü’l-Ulûm, Darul
Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, t.y.
Sezgin, Abdülkadir, Hacı Bektâş Veli ve Bektaşilik,
Sezgin Neşriyat, İstanbul, 1990.
Sezgin, Abdülkadir, “Osmanlı ve Cumhuriyetin Kuruluşunda
Bektâşiler ve Günümüzde Bektâşilik”, Sayı: 5 (1998), http://hbvdergisi.gazi.edu.tr, 23.01.2018.
Sunar, Cavit, Melâmilik ve Bektâşilik, Ankara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, Ankara, 1975.
Sühreverdî, Abdülkâhir,Âdâbü’l-Müridin, Ter. Hamide
Ulupınar, Gelenek Yayıncılık, İstanbul, 2010.
Sühreverdî, Ebû Hafs Sihâbüddîn, Avârifü’l-Maârif, Haz.
H. Kâmil Yılmaz, İrfan Gündüz, Vefa Yayıncılık, İstanbul, 1990.
Sühreverdî, Şihâbuddîn, Irşadü’l-Müridin, Ter. Mehmet
Emin Fidan, Hacegân Yayınları, İstanbul, 2000.
Sülemî, Ebû Abdirrahmân, Sülemi’nin Risâleleri, Ter.
Süleyman Ateş, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara, 1981.
Spıegelman, J. Marvin-İnayet Han, Pir Vilayet-Fernandez,
Tasnım Fernandez, Jung Psikolojisi Ve Tasavvuf, İnsan Yayınları,
İstanbul, 1994.
Şirvânî, Seyyid Yahya, Esrâru’t- Tâlibin, Âlem
Yayınları, İstanbul, 1998.
Özcan, Hüseyin, Hacı Bektâş Veli, Hayatı Eserleri ve
Sûfilik Yolu, Akademik Eksen Yayınları, İstanbul, 2009.
Özcan, Hüseyin, Hünkar ’ın Fatiha Tefsiri, Ufuk
Yayınları, İstanbul, 2012.
T. Olsson, E. Özdalga, C.Raudvere, Alevi Kimliği, Ter.
Bilge Kurt Torun, Hayati Torun, Tarih Vakfı Yurt Yayınları 70, İstanbul, 2003.
Taşköprizâde,
Ebu’l Hayr İsamüddin Ahmed Efendi, Şakaik-ıNu’maniye ve Zeyilleri,
Hadâiku’ş- Şakâik (Mecdi Mehmed Efendi), Neşre Hazırlayan: Abdülkadir
Özcan, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1989 m/ 1409 h, C. I.
Tatcı,
Mustafa, “Yûnus Emre”, DİA, İstanbul, 2013, C. XLIII, ss. 600-606.
Taylan, Necip,
“Yakîn”, İslam Ansiklopedisi, Şamil Yayınları, İstanbul, 2000, C. VIII,
ss. 258-259.
Tehânevi,
Muhammed Ali, Keşşâfu Istılâhâti’l- Fünûn (Ofset baskı) İstanbul, 1984.
Tekindağ, M.C.
Şehabeddin “Büyük Türk Mutasavvıfı Yunus Emre Hakkında Araştırmalar”, TTK.
Belleten, XXX /117, Ankara, 1966, ss. 59-90.
Türer, Osman, Ana
Hatlarıyla Tasavvuf Tarihi, Seha Neşriyat, İstanbul, 1998.
Uludağ,
Süleyman, “Fakr”, DİA, İstanbul, 1995, C. XII, ss. 132-134.
Uludağ,
Süleyman, “Celvet”, DİA, C. VII, İstanbul, 1993, s. 273.
Uludağ,
Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Marifet Yayınları, İstanbul, 1991.
Uzunçarşılı,
İsmail Hakkı, Osmanlı Devleti Teşkilatından Kapukulu Ocakları I: Acemi Ocağı
ve Yeniçeri Ocağı, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu. Türk Tarih
Kurumu Yayınları, VIII. Dizi, Ankara, 1984.
Vassâf,
Hüseyin, Sefîne-i Evliya, Osmanlıca’dan Ter. Mehmet Akkuş, Ali Yılmaz,
Seha Neşriyat, İstanbul, 1990.
Yılmaz, Ali,
Akkuş, Mehmet, Öztürk, Ali, Makâlât, AlevîBektâşîKlasikleri 2, Diyanet
Vakfı Yayınları, Ankara, 2015.
Yılmaz, Hasan
Kâmil, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, Ensar Neşriyat, İstanbul,
2010.
Yılmaz, Muammer,
Osmanlı’nın Manevi Mimarları, Akçağ Basım Yayın, Ankara, 2013.
[1]Abdülbâki Gölpınarlı, Vilâyet-nâme
Manâkıb-ı Hünkâr Hacı Bektâş Veli, İnkilap Kitabevi, İstanbul, 1990, s. 73,
74.
[2] Elvan
Çelebi,Menâkıbu ’l-KudsiyyefiMenâsıbi’l-Ünsiyye, Haz. İsmail E. Erünsal-Ahmet
Yaşar Ocak,
Türk Tarih Kurumu, Ankara (2014), s. 269 (1995 mısra);
T.Olsson, E. Özdalga, C.Raudvere, “Irene Melikoff; Bektâşilik/ Kızılbaşlık
Tarihsel Bölünme”, Alevi Kimliği, Ter. Bilge Kurt Torun, Hayati
Torun, Tarih Vakfı Yurt Yayınları 70, İstanbul, 2003, s. 7.
[3] Ebu’l
Hayr İsamüddin Ahmed Efendi Taşköprizâde, Şakaik-ı Nu ’maniye ve Zeyilleri,
Hadâiku ’ş-
Şakâik (Mecdi Mehmed Efendi), Neşre Haz. Abdülkadir
Özcan, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1989 m/ 1409 h, C. I, s. 44.
[4] Hüseyin Nihal Atsız, Aşıkpaşaoğlu Tarihi,
Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 1992, s. 164.
[5] Gelibolulu Mustafa Âli Efendi, Kitabü ’t
Târih-i Künhü ’l Ahbâr, Haz. Ahmet Uğur, Mustafa Çuhadar,
Ahmet Gül, İbrahim Hakkı Çuhadar, C. I, I. Kısım, s. 88, Esad
Coşan, Hacı Bektâş-ı Veli Makâlât, Seha Neşriyat, Ankara, Ty, s. XXIV.
[6] Murat
Belge, Osmanlı’da Kurumlar ve Kültür, İstanbul, Bilgi Üniversitesi
Yayınları, İstanbul, 2008,
s. 212.
[7] Ahmed Eflâkî, Menâkıb ’ül-Ârifin (Ariflerin
Menkıbeleri), Farsçadan Çeviren: Tahsin Yazıcı, Kabalcı
Yayıncılık, İstanbul, 2012, s. 320-321.
[8] Gölpınarlı,
Abdülbâki, Vilâyet-nâme, s. XXIII.
[9] Eserde Hacı Bektâş Velî’nin vefat tarihi olarak
(738/1337) esas alınmıştır (s. 197-227), Baha Said
Bey, Türkiye ’de Alevi-Bektâşi, Ahi ve Nusayri Zümreleri,
Yayına Haz. İsmail Görkem, T.C. Kültür Bakanlığı, Ankara 2000, s. 221.
[10] Tiryâk’ul-Muhibbîn, s. 47, Coşan, Makâlât,
s. XXIV den naklen.
[11] Coşan, Makâlât, s. XXIV.
[12] Gölpınarlı, Vilâyet-nâme, s. XXIII;
Abdülbâki Gölpınarlı “Bektâş”, Türk Ansiklopedisi, Milli Eğitim
Basımevi, Haz. Komisyon, C. VI, s. 32.
[13] Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve
Türk-İslâm Medeniyeti, Turan Neşriyat Yurdu, İstanbul, 1969, s.
227.
[14] İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi,
Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1972, C. I, s. 5.
[15] Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm
Medeniyeti, s. 227.
[16] Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye,
Turan Neşriyat, İstanbul, 1971, s. 364-369.
[17] Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s.
369-372.
[18] Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk-îslâm Medeniyeti,
s.227-228; Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, C. I, s.
6-7; Yılmaz Öztuna, Osmanlı Devleti Tarihi, Faisal
Finans Kurumu Yayınları, İstanbul, 1986, C. I, s. 58.
[19] Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, C. I, s. 8; Ali Sevim ve
Erdoğan Merçil, Selçuklu Devletleri Tarihi- Siyaset, Teşkilât ve Kültür,
Türk Tarih Kurumu, İstanbul, 1995, s. 567.
[20] Ahmet Yaşar Ocak, Babaîler îsyanı-Alevîliğin
Tarihsel Altyapısı, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1996,
s. 56.
[21] Köprülü, Mehmed Fuad, OsmanlıDevleti’ninKuruluşu,
Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1994,
s. 32.
[22] Ocak, Babaîler îsyanı-Alevîliğin Tarihsel
Altyapısı, s. XXIII.
[23] Ocak, Babaîler îsyanı-Alevîliğin Tarihsel
Altyapısı, s. 56, 57.
[24] Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, C. I, s. 9.
[25] Ocak, Babaîler îsyanı-Alevîliğin Tarihsel
Altyapısı, s. 31.
[26] Sevim ve Merçil, Selçuklu Devletleri
Tarihi-Siyaset, Teşkilât ve Kültür, s. 577.
[27] Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s.
422; Sevim ve Merçil, Selçuklu Devletleri Tarihi-Siyaset,
Teşkilât ve Kültür, s.
579-580.
[28] Köprülü, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu,
s. 48; İbrahim Kafesoğlu, Selçuklu Tarihi, Başbakanlık
Kültür Müsteşarlığı Yayınları,
İstanbul, 1972, s. 172.
[29] Ocak, Babaîler İsyanı-Alevîliğin Tarihsel
Altyapısı, s. 31; Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s.
420-427; Köprülü, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, s. 48.
[30] Sevim ve Merçil, Selçuklu Devletleri
Tarihi-Siyaset, Teşkilât ve Kültür, s. 580.
[31] Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm
Medeniyeti, s. 228; Sevim ve Merçil, Selçuklu Devletleri
Tarihi-Siyaset, Teşkilât ve
Kültür, s. 581-532, Köprülü, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, s. 32.
[32] Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, C. I, s.
11; Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 445-446.
[33] Osman Çetin, Selçuklu Müesseseleri ve Anadolu ’da Islamiyetin
Yayılışı, Marifet Yayınları, İstanbul,
1981, s. 41; Köprülü, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, s.
32; Yılmaz Öztuna, Osmanlı Devleti Tarihi, C. I, s. 59.
[34] Ocak, Babaîler İsyanı-Alevîliğin Tarihsel
Altyapısı, s. XXIII.
[35] Çetin, Selçuklu Müesseseleri ve Anadolu ’da
İslamiyetin Yayılışı, s. 41; Köprülü, Osmanlı Devleti’nin
Kuruluşu, s. 35-37.
[36] Ahmet Yaşar Ocak, “Hacı Bektâş-ı Velî”, DİA,
Ankara, 1996, C. XIV, s. 455.
[37] Noyan, Bütün Yönleriyle Bektâşilik ve Alevîlik, C. I, s. 66.
[38] Öztürk, Tarihi Boyunca Bektâşilik, s.76;
Sevim ve Merçil, Selçuklu Devletleri Tarihi-Siyaset, Teşkilât
ve Kültür, s. 597.
[39] Köprülü, Anadolu ’da İslamiyet, s. 309.
[40] Ocak, Babaîler İsyanı-Alevîliğin Tarihsel
Altyapısı, s. 166.
[41] Sevim ve Merçil, Selçuklu Devletleri Tarihi-Siyaset, Teşkilât ve
Kültür, s. 596, 597.
[42] Öztürk, Tarihi Boyunca Bektâşilik, s.76
[43] Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, C. I, s.
17.
[44] Kafesoğlu, Selçuklu Tarihi, s. 165.
[45] Köprülü, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, s. 46.
[46] Köprülü, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, s. 50.
[47] Ali Güler vd., (Suat Akgül, Atilla Şimşek), Türklük
Bilgisi, Türkar Araştırma Dizisi, Ankara 2007, s.
178, Kafesoğlu, Selçuklu Tarihi,
s. 152.
[48] Köprülü, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, s. 52.
[49] Ali Güler vd., Türklük Bilgisi, s. 178.
[50] Köprülü, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, s. 52.
[51] Sevim ve Merçil, Selçuklu Devletleri Tarihi-Siyaset,
Teşkilât ve Kültür, s. 635.
[52] Çetin, Selçuklu Müesseseleri ve Anadolu’da îslamiyetin Yayılışı,
s. 149.
[53] Gündoğdu, Hacı Bektâş Veli, s.106-108.
[54] Ocak, “Hacı Bektâş Veli”, C. XIV, s. 455.
[55] Köprülü, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, s. 46.
[56] Sevim ve Merçil, Selçuklu Devletleri
Tarihi-Siyaset, Teşkilât ve Kültür, s. 635.
[57] Ali Güler vd., Türklük Bilgisi, s.178.
[58] Köprülü, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, s. 47-48.
[59] Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm
Medeniyeti, s. 256, 257; Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, C. I,
s. 28.
[60] Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm
Medeniyeti, s. 258.
[61] Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, C. I, s.
24.
[62] Köprülü, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu,
s. 65; Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti,
s. 266.
[63] Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s.
390; Sevim ve Merçil, Selçuklu Devletleri Tarihi-Siyaset,
Teşkilât ve Kültür, s. 640.
[64] Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, C. I, s. 8.
[65] Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, C. I, s.
24.
[66] Sevim ve Merçil, Selçuklu Devletleri
Tarihi-Siyaset, Teşkilât ve Kültür, s. 641.
[67] Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, C. I, s.
26.
[68] Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, C. I, s. 24-27.
[69] Sevim ve Merçil, Selçuklu Devletleri
Tarihi-Siyaset, Teşkilât ve Kültür, s. 640.
[70] Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm
Medeniyeti, s. 266.
[71] Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, C. I, s.
25; Sevim ve Merçil, Selçuklu Devletleri Tarihi-Siyaset, Teşkilât
ve Kültür, s. 640.
[72] Sevim ve Merçil, Selçuklu Devletleri
Tarihi-Siyaset, Teşkilât ve Kültür, s. 640.
[73] Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk-îslâm Medeniyeti,
s. 266-267.
[74] Sevim ve Merçil, Selçuklu Devletleri
Tarihi-Siyaset, Teşkilât ve Kültür, s. 183.
[75] İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Anadolu
Beylikleri ve Akkoyunlu, Karakoyunlu Devletleri, Türk Tarih
Kurumu Yayınları, Ankara 1988, s. 245.
[76] Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 506.
[77] Ali Güler vd., Türklük Bilgisi, s. 175.
[78] Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk-îslâm
Medeniyeti, s. 282.
[79] Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk-îslâm
Medeniyeti, s. 282-283.
[80] Kafesoğlu, Selçuklu Tarihi, s. 153-154.
[81] Mehmet Akkuş, “Tasavvufun Anadolu’ya Girişi ve
İslamlaşmada Rolü”, Tanımı, Kaynakları ve
Tesirleriyle Tasavvuf, Seha
Neşriyat, İstanbul, 1991, s. 135-137.
[82] Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar,
İFAV Yayınları, İstanbul, 1994, s. 300.
[83] Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 300.
[84] Kadir Özköse, Tasavvuf El Kitabı,
Grafiker Yayınları, Ankara 2015, s. 271, Eraydın, Tasavvuf ve
Tarikatlar, s. 300.
[85] Kafesoğlu, Selçuklu Tarihi, s. 157,
Köprülü, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, s. 95.
[86] İbn Battûta, s. 4, Çetin, Selçuklu Müesseseleri
ve Anadolu’da İslamiyetin Yayılışı, s. 122’den naklen.
[87] Çetin, Selçuklu Müesseseleri ve Anadolu’da
İslamiyet’in Yayılışı, s. 80.
[88] Sevim ve Merçil, Selçuklu Devletleri
Tarihi-Siyaset, Teşkilât ve Kültür, s. 635.
[89] Ahmet Yaşar Ocak, Türk Sufiliğine Bakışlar,
İletişim Yayınları, İstanbul, 2002, s. 166-168.
[90] Taşköprizâde, Ebu’l Hayr İsamüddin Ahmed
Efendi, Şakâik-ı Nu ’maniye ve Zeyilleri, Hadaiku ’ş-
Şakâik, (Mecdi Mehmed Efendi), Neşre Hazırlayan: Doç.
Dr. Abdülkadir Özcan, Çağrı Yayınları, İstanbul, (1989 m/ 1409 h), C. I, s. 44.
[91] Abdurrahman Câmî, Nefahâtü ’l- Üns, Evliya
Menkıbeleri, Ter. Şerh: Lâmi Çelebi, Haz. Süleyman
Uludağ, Mustafa Kara, Marifet
Yayınları, İstanbul, 1998, s. 843.
[92] Tasavvuf terminolojisinde meczub, kendinden
geçerek Hakka ermiş, cezbeye tutulmuş kimsedir.
Süleyman Uludağ, Tasavvuf
Terimleri Sözlüğü, Marifet Yayınları, İstanbul, 1991, s. 321-322.
[93] Hüseyin Nihal Atsız, Aşıkpaşaoğlu Tarihi, s. 165.
[94] Ahmet Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri,
Farsçadan Çeviren: Tahsin Yazıcı, Kabalcı Yayıncılık, İstanbul,
2012, s. 320.
[95] M. Esad Coşan, Hacı Bektâş-ı Velî ve
Bektâşilik, Server İletişim, İstanbul, 2013, s. 97.
[96] Suraıya Faroohı, Anadolu’daBektâşilik,
Alfa Basım Yayın, İstanbul, 2017, s. 33-37.
[97] Ocak, Türk Sufîliğine Bakışlar, s. 167.
[98] Gölpınarlı, Vilâyet-nâme, s. 3.
[99] Bedri Noyan, Firdevsi- Rûmi Manzum Hacı
Bektâş Veli Vilâyetnâmesi, Doğuş Matbaacılık, Aydın,
1986, s. 96-97.
[100] Gölpınarlı, Vilâyet-nâme, s. 5.
[101] Gölpınarlı, Abdülbâki, Vilâyet-nâme, s.
4.
[102] Hacı Bektâş İlçesi Halk Kütüphanesi,
No: 120, 200, 204,242. Bkz. Abdurrahman Güzel, Hacı Bektâş
Veli El Kitabı, Akçağ Basım Yayım Pazarlama A.Ş,
Ankara 2011, s. 63.
[103] Abdülbâki Gölpınarlı, “Bektâş”, Türk
Ansiklopedisi, Milli Eğitim Basımevi, Haz. Komisyon, C. VI,
Ankara 1946, s. 32.
[104] Baha Said Bey, Türkiye ’de Alevî-Bektâşî,
Ahi ve Nusayrî Zümreleri, s.197.
[105] Gölpınarlı, Vilâyet-nâme, s. XXIII.
[106] Selimağa Kütüphanesi, Hüdâyî Kitapları, 122, s.
39.
[107] Gölpınarlı, Vilâyet-nâme, s. XXIV; Bedri, Noyan, Bütün
Yönleriyle Bektâşilik ve Alevîlik, Ardıç Yayınları, C. I, s. 1-4.
[108] Güzel, Hacı Bektâş Veli El Kitabı, s.
64.
[109] Gölpınarlı, Vilâyet-nâme, s. 4,
[110] Coşan, Makâlât, s. XX. Seha Neşriyat,
Ankara, t.y.
[111] Coşan, Makâlât, s. XX.
[112] Ahmed Rıfkı, Bektâşi Sırrı, C. I, Haz.
Hür Mahmut Yücer, Kesit Yayınları, İstanbul, 2013, s. 50.
[113] Coşan, Makâlât, s. XXI.
[114] Hacı Bektâş Velî için kullanılan lakaplariçin bkz. Noyan, Bütün
Yönleriyle Bektâşilik ve Alevîlik, C.
I, ss. 9-11.
[115] Coşan, Makâlât, s. VIII.
[116] Tasavvufta Allah’ın sevdiği kullarına
lütfettiği kerametlerden sayılan “tayy-ı mekân ve tayy-ı zaman ”
denilen zaman ve mekân kaydından kurtulup bir anda uzun mesafeler katedilmesine
işaret edilmiştir. Bkz. Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri
Sözlüğü, Otto Yayınları, Ankara 2014, s. 479.
[117] Gölpınarlı, Vilâyet-nâme,
s. 6; John Kıngsley Bırge, “The Order of Dervişhes”-Bektâşilik Tarihi, Ter.
Reha Çamuroğlu, Ant Yayınları, İstanbul, 1991, ss. 39-40.
117 Gölpınarlı, Vilâyet-nâme, s. 16-17.
[118] Gölpınarlı, Vilâyet-nâme, s. 16-17.
[119] Coşan, Makâlât, s. XXVI.
[120] Güzel, Hacı Bektâş Veli El Kitabı, s.
66.
[121] Gölpınarlı, Vilâyet-nâme, s. 1; Ali Emin
Vilâyet-nâme, b, 15a.
[122] Ethem Rûhi Fığlalı, Türkiye’ de Alevilik
Bektâşilik, Selçuk Yayınları, İstanbul, 1991, s. 139.
[123] Bkz. el-Vasıtî, Takıyyuddin Abdurrahman, Tiryakü ’l-Muhibbîn fî
Tabakat-i Hırkat-i’lMeşayih ’il-
Arifîn, el-Matbaat’ül-Behiyye el-Mısriyye 1305/1887, s. 47, Coşan, Makâlât,
s. IX. dan naklen.
[124] Komisyon, Anabritannica Genel
Kültür Ansiklopedisi, Ana Yayıncılık, İstanbul, 1987, C. III, s. 535.
[125] Baha Said Bey, Türkiye ’de Alevî-Bektâşî,
Ahi ve Nusayrî Zümreleri, s. 209.
[126] Ethem Rûhi Fığlalı, Milli Bütünlüğümüz ve
Hacı Bektâş Veli, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara 1999,
ss. 9-10; Eyuboğlu, İsmet Zeki, Bütün Yönleriyle Tasavvuf Tarikatlar
Mezhepler Tarihi, Der Yayınları, İstanbul, 1993, s. 169.
[127] Noyan, Bütün Yönleriyle Bektâşilik ve
Alevîlik, C. I, s. 61.
[128] Hüseyin Nihal Atsız, Aşıkpaşaoğlu
Tarihi, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 1992, ss. 164
165.
[129] Gölpınarlı, Vilâyet-nâme, s. 16.
[130] Gölpınarlı, Vilâyet-nâme, ss. 10-18;
Gelibolulu Mustafa Âli Efendi, Kayseri Raşid Efendi Kütüphanesi’ndeki 901 ve
920 No.lu Nüshalara Göre Kitabü ’t Târih-i Künhü ’l Ahbâr, Haz. Ahmet
Uğur, Mustafa Çuhadar, Ahmet Gül, İbrahim Hakkı Çuhadar, Kayseri Erciyes
Üniversitesi Yayınları, 1997, C. I, I. Kısım, s. 91.
[131] İhsan Mesut Erişen ve Kemal Samancıgil, Hacı Bektâş Veli,
Bektâşilik ve Alevilik Tarihi, Ay Yayınevi, 1996, s. 31.
[132] Ocak, “Hacı Bektâş Veli”, C. XIV, s. 455.
[133] Baha Said Bey, Türkiye ’de Alevî-Bektâşî,
Ahi ve Nusayrî Zümreleri, s.199.
[134] Aşıkpaşazade’nin Hacı Bektâş’ı hafife alan
sözlerini kastediyor. Bkz. Atsız, Aşıkpaşaoğlu Tarihi, s.
165.
[135] Yaşar Nuri Öztürk, Tarihi Boyunca
Bektâşilik, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul, 1990, s. 77.
[136] Noyan, Bütün Yönleriyle Bektâşilik ve
Alevîlik, C. I, s. 62.
[137] Gölpınarlı, Vilâyet-nâme, s. 26-28.
[138] Atsız, Aşıkpaşaoğlu Tarihi, s. 165.
[139] Baha Said Bey, Türkiye ’de
Alevî-Bektâşî, Ahi ve NusayrîZümreleri, s. 197; Noyan, Bütün Yönleriyle
Bektâşilik ve Alevîlik, C.
I, s. 61.
[140] Noyan, Bütün Yönleriyle Bektâşilik ve
Alevîlik, C. I, s. 24, 26.
[141] Gölpınarlı, Vilâyet-nâme, s. 63.
[142] Gölpınarlı, Vilâyet-nâme, s. 64.
[143] Cavit Sunar, Melâmilik ve Bektâşilik, Ankara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Yayınları, Ankara 1975,
s. 11; Fığlalı, Milli Bütünlüğümüz ve Hacı Bektâş Veli,
ss.17-18; Anabritannica Genel Kültür Ansiklopedisi, C. III, s. 536
[144] Fığlalı, Türkiye ’ de Alevîlik Bektâşilik, s. 152; Erişen ve
Samancıgil, Hacı Bektâş Veli, Bektâşilik ve Alevilik Tarihi, s. 89.
[145] Sunar, Melâmilik ve Bektâşilik, s. 11, John Kıngsley Bırge, Bektâşilik
Tarihi, s. 67.
[146] Erişen ve Samancıgil, Hacı Bektâş Veli,
Bektâşilik ve Alevilik Tarihi, s. 90.
[147] Erişen ve Samancıgil, Hacı Bektâş Veli,
Bektâşilik ve Alevilik Tarihi, s. 90.
[148] Rıfkı, Bektâşi Sırrı, C. II, s. 10.
[149] Bedri Noyan eserinde ona isnad edilen silsileleri ayrıntılı olarak
vermiştir. Bkz. Noyan, Bütün Yönleriyle Bektâşilik ve Alevîlik, C. I, s.
32-36.
[150] Ocak, “Hacı Bektâş Veli”, C. XIV, s.
457.
[151] Elvan Çelebi, Menâkıbu ’l-Kudsiyye fîMenâsıbi’l-Ünsiyye, s.
66; Melikoff, Hacı Bektâş Efsaneden
Gerçeğe, s.135; Hasan Kâmil Yılmaz, Anahatlarıyla
Tasavvuf ve Tarikatlar, Ensar Neşriyat, İstanbul, 2011, s. 251; Komisyon,
“Hacı Bektâş Veli”, Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi, Anadolu Yayıncılık,
İstanbul, 1983, C. V, s. 2571; İhsan Işık, “Hacı Bektâş-ı Veli”, Türkiye
Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi, Elvan Yayınları, Ankara
2007, C. IV, s. 1635.
[152] Çelebi, Menâkıbu ’l-Kudsiyye
fîMenâsıbi’l-Ünsiyye, s. 66.
[153] Öztürk, Tarihi Boyunca Bektâşilik, s.
65; Fığlalı, Milli Bütünlüğümüz ve Hacı Bektâş Veli, s. 13.
[154] Eflâki, Ariflerin Menkıbeleri, s. 320; Komisyon, “Hacı Bektâş
Veli”, Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi, Gelişim Yayınları 1986,
C. VIII, s. 4906.
[155] Eflâki, Ariflerin Menkıbeleri, s. 320.
[156] Öztürk, Tarihi Boyunca Bektâşilik,
s. 54.
[157] Öztürk, Tarihi Boyunca Bektâşilik, s.
55.
[158] Mehmed Fuad Köprülü, Türk Edebiyat Tarihi, Ötüken Yayınları,
İstanbul, 1980, s. 249; Mehmed
Fuad Köprülü ve Franz Babinger, Anadolu’da İslamiyet, İnsan Yayınları,
İstanbul, 1996, s. 52.
[159] Gölpınarlı, Vilâyet-nâme, s. 5.
[160] Gölpınarlı, Vilâyet-nâme, s.100.
[161] Gölpınarlı, Vilâyet-nâme, s. 16.
[162] Gölpınarlı, Vilâyet-nâme, s. 101.
[163] Mahmud Esad Coşan, Hacı Bektâş-ı
Veli ve Bektâşilik, Server İletişim, Akademik Çalışmalar Serisi,
Seri No: 5, İstanbul, 2013, s. 99.
[164] Murat Belge, Osmanlı’da Kurumlar ve Kültür, İstanbul, Bilgi
Üniversitesi Yayınları, İstanbul, Temmuz 2008, s. 273.
[165] Coşan, Hacı Bektâş-ı Veli ve Bektâşilik, s. 99.
[166] Komisyon, Ahmed-i Yesevî Hayatı-Eserleri-Fikirleri-Tesirleri,
Haz. Abdurrahman Güzel, Seha Neşriyat, İstanbul, 1996, s. 350-351.
[167] Seyfullah Korkmaz, “Ahmed Yesevî ve Hacı Bektâş Veli Aralarındaki
Bağlar, Fikirleri, Tesirleri ve
Türk İslâm Edebiyatına Katkıları”, E. Ü İlahiyat Fakültesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı: 11 Yıl: 2001, ss. 341-344.
[168] Şeyh Ahmed Lütfı el-Burusevî el-Halveti
Tomaru’s-Salasil kitabında bu silsileyi vermiştir. Bkz. Coşan, Makâlât,
s. XXX; Hüseyin Vassâf, Sefîne-i Evliya, Osmanlıca’dan Çeviren: Mehmet Akkuş,
Ali Yılmaz, Seha Neşriyat, İstanbul, 1990, s. 397.
[169] Güzel, Hacı Bektâş Veli El Kitabı, s.
180.
[170] Mustafa Kara, Türk Tasavvuf Tarihi
Araştırmaları, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2005, s. 443.
[171] Mustafa Kara, Tasavvuf ve Tarîkatlar Tarihi,
Dergâh Yayınları, İstanbul, 1995, s. 282.
[172] Ahmet Yaşar Ocak, “Bektâşiyye”, Türkiye ’de
Tarikatlar Tarih ve Kültür, Ed.: Semih Ceylan, İsam Yayınları, İstanbul,
2015, s. 462; Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, s. 182;
Komisyon, “Hacı Bektâş Veli”, Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi, C.
VIII, s. 4906.
[173] Melikoff, Hacı Bektâş Efsaneden Gerçeğe,
s. 106.
[174] Besim Atalay, Bektâşilik ve Edebiyatı,
Ant Yayınları, Ter. Vedat Atila, İstanbul, 1991, s. 13.
[175] Sunar, Melâmîlik ve Bektâşîlik, s. 36.
[176] Samancıgil ve Erişen, Bektâşilik ve Alevilik
Tarihi, s. 53.
[177] Noyan, Bütün Yönleriyle Bektâşilik ve
Alevîlik, C. I, s. 36.
[178] Mustafa İsen, (1994). Künhü’l Ahbar’vn
Tezkire Kısmı. Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Yay, www. hbvdergisi. gazi.edu.tr, Uğur,
Ahmet-Ahmet Gül- Mustafa Çuhadar-İbrahim Hakkı Çuhadar (1997). Kayseri Raşid
Efendi Kütüphanesi’ndeki 901 ve 920 No.lu Nüshalara Göre Kitâbü’t-Târih- i
Künhü’l Ahbâr Gelibolulu Âli Efendi (I. Cilt I. Kısım), Kayseri: Erciyes Üniversitesi
Yayınları.
[179] Köprülü, Türk Edebiyat Tarihi, s. 194.
[180] Öztürk, Tarihi Boyunca Bektaşilik, s.
58.
[181] Osman Türer, Ana Hatlarıyla Tasavvuf Tarihi,
Seha Neşriyat, İstanbul, 1998, ss. 175-176.
[182] Köprülü, Türk Edebiyat Tarihi, s. 193.
[183] Mehmet Akkuş, "Tasavvufun Anadolu’ya
Girişi ve İslâmlaşmada Rolü "Tanımı Kaynakları ve Tesirleriyle
Tasavvuf, (Vefatının 10.Yılında Mehmet Zahit Kotku ve Tasavvuf Sempozyumu
Tebliğleri), Haz. Coşkun Yılmaz, Seha Neşriyat, İstanbul, 1991, ss.135;
Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Yayınları, İstanbul, 1994, s. 326; Türer, Ana Hatlarıyla Tasavvuf Tarihi,
s. 178; Öztürk, Tarihi Boyunca Bektâşilik, s. 59.
[184] Gölpınarlı, Vilâyet-nâme, s. 9-81.
Ahmed Eflâkî Hacı Bektâş’ın Selçuklu tarihindeki Babaîler isyanını düzenleyen
Baba Resul (İshak)’un müridi olduğunu zikretmiştir. Bkz. Ahmed Eflâkî, Ariflerin
Menkıbeleri, s. 320.
[185] Atsız, Aşıkpaşaoğlu Tarihi, s. 164.
[186] Köprülü, Türk Edebiyatında İlk
Mutasavvıflar, s.152-165; Mahmud Esad Coşan, Tarihi ve Tasavvuf
Şahsiyetler, Server
İletişim, İstanbul, 2008, s. 93-118.
[187] İrene Melikoff, Hacı Bektâş Efsaneden
Gerçeğe, Cumhuriyet Kitapları, İstanbul, 1998, s. 34.
[188] Evliyâ Çelebi, b. Derviş Mehemmed Zıllî, Evliyâ Çelebi
Seyahatnâmesi, Haz. Robert Dankoff - Seyit
Ali Kahraman -Yücel Dağlı, III.
Kitap, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1999, s. 12, 17, 197.
[189] Gölpınarlı, Vilâyet-nâme, s. 5.
[190] Gölpınarlı, Vilâyet-nâme, s. 6-7.
[191] Gölpınarlı, Vilâyet-nâme, s. 16-19.
[192] Hacı Bektâş, Kitâbu ’l Fevâ ’id, s.
31,45, 75.
[193] Coşan, Makâlât, s. XXIII.
[194] Gölpınarlı, Vilâyet-nâme, s. 16-19;
Mahmud Esad Coşan, Hacı Bektâş-ı Veli ve Bektâşilik, Server İletişim,
Akademik Çalışmalar Serisi, Seri No: 5, İstanbul, 2013, s. 99; Komisyon,
Ahmed-i Yesevî Hayatı-Eserleri-Fikirleri-Tesirleri, Haz. Abdurrahman Güzel,
Seha Neşriyat, İstanbul, 1996, s. 350351.
[195] Seyfullah Korkmaz, “Ahmed Yesevî ve Hacı Bektâş Veli Aralarındaki
Bağlar, Fikirleri, Tesirleri ve
Türk İslâm Edebiyatına Katkıları”, E. Ü İlahiyat Fakültesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı: 11, (2001), s. 336-344.
[196] Gölpınarlı, Vilâyet-nâme, s. XXIII.
[197] Baha Said Bey, Türkiye ’de Alevî-Bektâşî,
Ahi ve Nusayrî Zümreleri, s. 197-198.
[198] Âlî Efendi, Kitâbü ’t-Târih-i Künhü
’l-Ahbâr, C. I, s. 95, Gölpınarlı, Vilâyet-nâme, s. 48.
[199] Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, s. 320, 321, 394.
[200] Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, s. 360.
[201] Gölpınarlı, Vilâyet-nâme, s. 21;
Gelibolulu Mustafa Âlî Efendi, Kitâbü ’t-Târih-i Künhü ’l-Ahbâr, C.
I, s. 93; Köprülü, Türk
Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, s. 361-363.
[202] Gölpınarlı, Vilâyet-nâme, s. 47-48;
Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, s. 364; Abdülbâki
Gölpınarlı, Yunus Emre ve Tasavvuf, Remzi Kitabevi,
İstanbul, 1961, s. 51-52.
[203] Köprülü, Türk Edebiyat Tarihi, s.
265.
[204] Geniş bilgi için Bkz. Şehabeddin Tekindağ, “Büyük Türk Mutasavvıfı
Yunus Emre Hakkında Araştırmalar”, TTK. Belleten, XXX /117, s. 61.
[205] Gölpınarlı, Vilâyet-nâme, s. 47.
[206] Gölpınarlı, Yunus Emre ve Tasavvuf, s.
73-85; Mustafa Tatcı, “Yûnus Emre”, DİA, Ankara, 2013, C.
XLIII, s. 602; Coşan, Hacı Bektâş ve Bektâşilik, s.
132-133.
[207] Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, s. 370.
[208] Komisyon, Büyük İslam ve Tasavvuf Önderleri, Mahmud Esad
Coşan, “Hacı Bektâş-ı Veli, Vefa Yayıncılık, İstanbul, 1993, s. 175; Coşan, Tarihî
ve Tasavvuf Şahsiyetler, s. 246-254.
[209] Coşan, Akademik Makaleler, s. 165.
[210] Mustafa Tatcı, “Yûnus Emre”, C. XLIII, ss. 601-602.
[211] Gölpınarlı, Yunus Emre ve Tasavvuf, s.
411; Şehabeddin Tekindağ, “Büyük Türk Mutasavvıfı Yunus
Emre Hakkında Araştırmalar”, TTK. Belleten,
XXX /117, ss. 59-90.
[212] Fığlalı, Milli Bütünlüğümüz ve Hacı Bektâş Veli, s. 22.
[213] I. Uluslararası Hoca Ahmed Yesevi Sempozyumu,
Necati Demir “Ahmed Yesevi’nin Temsilcisi Saltık Gazi’nin Yesevilik Anlayışının
Evrenselleşmesine Katkısı ve Günümüze Yansıması”, Ahmed Yesevi Üniversitesi,
İnceleme Araştırma Dizisi, Yayın No: 41, 28-30 Nisan 2016, Ankara, ss. 157181.
[214] Coşan, Tarihî ve Tasavvuf Şahsiyetler, s. 115.
[215] Coşan, Tarihî ve Tasavvuf Şahsiyetler, s. 240.
[216] Coşan, Makâlât, s. XXXVI, Coşan, Tarihî
ve Tasavvuf Şahsiyetler, s. 262, 305.
[217] Öztürk, Tarihi Boyunca Bektâşilik, s.
136.
[218] Melikoff “Yunus Emre ile Hacı Bektâş”, İstanbul, Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, C. 20, Yıl: 31
Aralık 1972, ss. 27-36.
[219] Kemal Beydilli, “Yeniçeri”, DİA, Ankara,
2013, C. XLIII, s. 450.
[220] Kemal Beydilli, “Yeniçeri”, C. XLIII, s.
450, Öztürk, Tarihi Boyunca Bektaşilik, s. 86.
[221] Orhan Sakin, Yeniçeri Ocağı Tarihi ve Yasaları, İstanbul,
Doğu Kütüphanesi 2011, s. 9; Öztürk, Tarihi Boyunca Bektâşilik, s. 87.
[222] Mehmed Fuad Köprülü ve Franz Babinger, Anadolu
’da İslamiyet, s. 64-65.
[223] Bırge, Bektâşilik Tarihi, s. 13-85.
[224] Atsız, Aşıkpaşaoğlu Tarihi, s. 165-166;
Öztürk, Tarihi Boyunca Bektâşilik, s. 87.
[225] Aşıkpaşazade, Bektâşilerin tacının tarihini
açıklarken, onun Abdal Musa’dan kaldığını ve Bektâşilerin ona “bükme elif tac”
dediklerini yazmıştır. Bkz. Atsız, Aşıkpaşaoğlu Tarihi, s. 165, 166.
[226] Gölpınarlı, Vilâyet-nâme, s. 74, 75.
[227] Edirneli Oruç Bey, Oruç Bey Tarihi,
Baskıya Haz. Atsız, Kervan kitapçılık A.Ş. Ofset, s. 34.
[228] Abdülkadir Sezgin, “Osmanlı ve Cumhuriyetin
Kuruluşunda Bektâşiler ve Günümüzde Bektâşilik”,
Sayı: 5 (1998), http://hbvdergisi.gazi.edu.tr, 23.01.2018.
[229] Abdülkadir Sezgin, Hacı Bektâş Veli ve Bektâşilik, Sezgin
Neşriyat, İstanbul, 1990, s. 148-149; Muammer Yılmaz, Osmanlı’nın Manevi
Mimarları, Akçağ Basım Yayın, Ankara 2013, s. 47.
[230] Hasan Küçük, Osmanlı Devleti’ni Tarih
Sahnesine çıkaran Kuvvetlerden Biri: Tarîkatlar ve Türkler
Üzerindeki Müsbet Tesirleri, Türdav,
İstanbul, 1980, s. 94; Abdülkadir Sezgin, “Osmanlı ve Cumhuriyetin Kuruluşunda
Bektaşiler ve Günümüzde Bektaşilik”, Sayı: 5 (1998),
http://hbvdergisi.gazi.edu.tr,
23.01.2018, Komisyon, “Hacı Bektâş Veli”, Büyük Larousse
Sözlük ve Ansiklopedisi, C. VIII, s. 49066; Yılmaz, Osmanlı’nın Manevi
Mimarları, s. 47.
[231] Bırge, Bektâşilik Tarihi, s. 85-86.
[232] Sezgin, Hacı Bektâş Veli ve Bektâşilik,
s. 149; Fığlalı, Milli Bütünlüğümüz ve Hacı Bektâş Veli, s.
19.
[233] Coşan, Makâlât, s. XXIX; Kemal Beydilli, “Yeniçeri”, C.
XLIII, s. 453.
[234] Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 251.
[235] Köprülü, Anadolu ’da İslamiyet, s. 65;
Reşad Ekrem Koçu, Yeniçeriler, Doğan Kitap, İstanbul, 2004,
s. 109.
[236] Koçu, Yeniçeriler, s. 109-110.
[237] Hasan Kâmil Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf
ve Tarikatlar, s. 251; İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti
Teşkilatından Kapukulu Ocakları I: Acemi Ocağı ve Yeniçeri Ocağı, Atatürk
Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Türk Tarih Kurumu Yayınları; VIII. Dizi,
Ankara, 1984, s. 149.
[238] Atsız, Aşıkpaşaoğlu Tarihi, s. 164.
[239] Koçu, Yeniçeriler, s. 90-92,
Küçük, Osmanlı Devleti’ni Tarih Sahnesine çıkaran Kuvvetlerden Biri:
Tarîkatlar ve Türkler Üzerindeki Müsbet Tesirleri, s.
92.
[240] Atsız, Aşıkpaşaoğlu Tarihi, s. 51-52.
[241] Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti Teşkilatından
Kapukulu Ocakları I: Acemi Ocağı ve Yeniçeri Ocağı, s.
150.
[242] Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, s. 320,
394.
[243] Elvan Çelebi, Menâkıbu ’l-Kudsiyye
fîMenâsıbi’l-Ünsiyye, s. 66. (v.113 b)
[244] Ahmet Yaşar Ocak, Babaîler İsyanı-
Alevîliğin Tarihsel Altyapısı, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1996,
s. 177.
[245] Atsız, Aşıkpaşaoğlu Tarihi, s.164-165.
[246] Abdülbaki Gölpınarlı, “Bektâş” Türk Ansiklopedisi, C. VI, s.
32.
[247] Ocak, Babaîler İsyanı-Alevîliğin Tarihsel
Altyapısı, s. 178.
[248] Fığlalı, Türkiye’ de Alevilik-Bektâşilik,
s. 146.
[249] Coşan, Makâlât, s. XXXII.
[250] Ocak, Babaîler İsyanı-Alevîliğin Tarihsel
Altyapısı, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1996, s. 176-177.
[251] “Hacı Bektâş Veli’nin Mensup Olduğu Tarikat ve
Silsilesi” başlığında ayrıntılı olarak değindik. Bkz.
s. 12.
[252] Ahmet Yaşar Ocak, Babaîler İsyanı-Alevîliğin
Tarihsel Altyapısı, s. 176-177.
[253] Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve
Türk-İslâm Medeniyeti, Turan Neşriyat Yurdu, İstanbul, 1969,
s. 228; Çetin, Selçuklu Müesseseleri ve Anadolu’da
İslamiyetin Yayılışı, s. 41.
[254] Ahmet Yaşar Ocak, Geçmişten Günümüze
Alevî-Bektâşî Kültürü, TC. Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara
2009, s. 42-43; Sevim ve Merçil, Selçuklu Devletleri Tarihi-Siyaset,
Teşkilât ve Kültür, s. 580.
[255] İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi,
Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1972, C. I, s. 9.
[256] Gölpınarlı, “Bektâş”, Türk Ansiklopedisi,
C. VI, s. 32; Baha Said Bey, Türkiye ’de Alevî-Bektâşî, Ahi
ve Nusayrî Zümreleri, s. 206
[257] Ocak, Geçmişten Günümüze Alevî-Bektâşî Kültürü, s. 42-43.
[258] Ahmet Yaşar Ocak, Babaîler İsyanı-Anadolu’da Baba
Resûl(Babaîler) İsyanı ve Anadolu’nun İslamlaşması Tarihindeki Yeri, Dergâh
Yayınları, İstanbul, 1980, ss. 167, 168.
[259] Irene Melikoff, “Bektâşilik/ Kızılbaşlık Tarihsel Bölünme ve
Sonuçları”, T. Olsson vd., Alevi Kimliği, s. 4, 5.
[260] Fığlalı, Türkiye’de Alevilik Bektâşilik, s. 148, Coşan, Makâlât,
s. XV, XVI; Öztürk, Tarihi Boyunca Bektâşilik, s. 65.
[261] M. Fuad Köprülü, “Anadolu’da İslamiyet”, Mihrab,
s. 86, Güzel, Hacı Bektâş El Kitabı, s. 251’ den
naklen.
[262] İhsan Işık, “Hacı Bektâş-ı Veli”, Türkiye
Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi, C. IV, s.
1637.
[263] Hacı Bektâş Veli, “Makâlât ” Haz. Ömer
Özkan, Malik Bankır, HBVKülliyatı (Fevâid-Fâtihâ Sûresi Tefsiri-Besmele
Tefsîri-Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniye-Makâlât), G.Ü. Türk Kültürü
ve Hacı Bektâş Veli Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara 2010, s. 475.
[264] Gölpınarlı, Türk Tasavvuf Tarihi, s. 249-250; Mehmed Fuad
Köprülü ve Franz Babinger, Anadolu ’da
İslamiyet, s. 64; Gölpınarlı, “Bektâş”, Türk
Ansiklopedisi, C. VI, s. 32-33; Komisyon, “Hacı Bektâş Veli”, Büyük
Larousse Ansiklopedisi, Gelişim Yayınları, 1986, C.VIII, s. 4906; Melikoff,
Hacı Bektâş Efsaneden Gerçeğe, s. 99-106.
[265] Coşan, Makâlât, s. XLIX ‘den naklen.
[266] Ocak, “Bektâşiyye”, Türkiye ’de Tarikatlar
Tarih ve Kültür, s. 459.
[267] Ali Yılmaz, Mehmet Akkuş, Ali Öztürk, AlevîBektâşîKlasikleri
2Makâlât, Diyanet Vakfı Yayınları,
Ankara 2015, s. 23.
[268] Coşan, Makâlât, s. XLIV.
[269] Coşan, Makâlât, s. XXXVII- XXXVIII;
Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 251.
[270] Öztürk, Tarihi Boyunca Bektâşilik, s.
100.
[271] Güzel, Hacı Bektaş Veli El Kitabı, s.
121.
[272] Mehmet Necmeddin Bardakçı, Doğuştan Günümüze Tasavvuf ve
Tarikatlar, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2015, s. 320.
[273] Mustafa Kara, “Tasavvuf Kültürünün Türkistan
Macerasına Genel Bakış”, Keşkül Dergisi, Sayı: 06,
Yıl: 2005, ss. 8-17; Güzel, Hacı
Bektâş Veli El Kitabı, s. 208-209.
[274] Baha Said Bey, Türk Yurdu, Sayı: 30, s. 123;
Hacı Bektâş, Fevâid, s. 20 ‘den naklen.
[275] Gölpınarlı, “Bektâş”, Türk Ansiklopedisi, C. VI, s. 33.
[276] Fığlalı, Türkiye’de Alevilik Bektâşilik, s. 159.
[277] Hacı Bektâş, Makâlât, Haz. Ali Yılmaz vd., s. 18.
[278] Gölpınarlı, “Bektâş”, Türk Ansiklopedisi, C. VI, s. 33.
[279] Coşan, Makâlât, s. XL- XLI.
[280] Hacı Bektâş Veli, “Fevâid”, Haz. Baki Yaşar Altınok, HBVKülliyatı
(Fevâid-Fâtihâ Sûresi Tefsiri-
Besmele Tefsîri-Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı
Ayniye-Makâlât), G.Ü. Türk Kültürü ve Hacı Bektâş Veli Araştırma Merkezi
Yayınları, Ankara 2010, s. 21.
[281] İran İslam Cumhuriyeti, İslam Şura Meclisi
Kütüphanesi No: 3452, v. 1’a-33b.
[282] İstanbul, Belediye Kütüphanesi Osman Nuri Ergin
Yazmalar Bölümü, No: 948/1, v. 1’a-23’a, Güzel,
Hacı Bektâş Veli El Kitabı,
s. 482’ den naklen.
[283] Güzel, Hacı Bektâş Veli El Kitabı, s.
482; Hacı Bektâş Veli, “Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye”, Haz.
Gıyasettin Aytaş, HBV Külliyatı (Fevâid-Fâtihâ Sûresi Tefsiri-Besmele
Tefsîri- Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniye-Makâlât), Türk Kültürü ve
Hacı Bektâş-ıVelî Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara 2010 s. 332.
[284] Hacı Bektâş Veli, “Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye”, Haz.
Gıyasettin Aytaş, HBV Külliyatı, s. 332; Hüseyin Özcan, Hünkar ’ ın
Fatiha Tefsiri, Ufuk Yayınları, İstanbul, 2012, s. 49.
[285] Gündoğdu, Hacı Bektâş Veli, s. 49.
[286] Hacı Bektâş, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı
Ayniyye, s. 339; Güzel, Hacı Bektâş Veli El Kitabı, s.
484.
[287] Güzel, Hacı Bektâş Veli El Kitabı, s.
484.
[288] Hacı Bektâş, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye, s. 331.
[289] Coşan,Makâlât, s. XLI, Fığlalı, Türkiye’deAlevilik-Bektâşilik,
s.161.
[290] Gölpınarlı, “Bektâş”, Türk Ansiklopedisi, C. VI, s. 33.
[291] Komisyon, Anabritannica Genel Kültür Ansiklopedisi, C. III,
s. 535.
[292] Güzel, Hacı Bektâş Veli El Kitabı, s.
482.
[293] Fığlalı, Türkiye ’ de Alevilik ve
Bektâşilik, s. 160; Hacı Bektâş, “Besmele Tefsiri”, HBVKülliyatı, s.
205; Güzel, Hacı Bektâş Veli El Kitabı, s. 255; Sezgin,
Hacı Bektâş ve Bektâşilik, s. 24; Noyan, Bütün Yönleriyle Bektâşîlik ve
Alevîlik, C. I, s. 94, 96; Hacı Bektâş, Makâlât, s. 19.
[294] Hacı Bektâş, “Besmele Tefsiri”, HBV Külliyatı, s. 205.
[295] Hacı Bektâş “Besmele Tefsiri”, HBV Külliyatı, s. 205.
[296] Öztürk, Tarihi Boyunca Bektaşilik, s.
123, 124.
[297] Bkz. Türk Yurdu, C. V, nr. 38, Nisan 1927, s.
305-341; Güzel, Hacı Bektâş Veli El Kitabı, s. 278’
den naklen.
[298] Köprülü, Anadolu’da İslamiyet, s. 105;
Noyan, Bütün Yönleriyle Bektâşîlik ve Alevîlik, C. I, s. 94.
[299] Bkz. Ülken 1940:3-4, Baha Said Bey, Türkiye ’de Alevî-Bektâşî,
Ahi ve NusayrîZümreleri, s. 49’dan
naklen.
[300] Coşan, Makâlât, s. XL.
[301] Güzel, Hacı Bektâş Veli El Kitabı, s.
278.
[302] Özcan, Hünkar’ın Fatiha Tefsiri, s. 46.
[303] Hacı Bektâş Veli, “Fatiha Suresi Tefsiri”, Haz. Baki Yaşa Altınok, HBV
Külliyatı, HBV Külliyatı
(Fevâid-Fâtihâ Sûresi Tefsiri-Besmele Tefsîri-Makâlât-ı
Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniye-Makâlât), G.Ü. Türk Kültürü ve Hacı Bektâş
Veli Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara 2010, s.172; Özcan, Hünkar’ın
Fatiha Tefsiri, s. 46-48.
[304] Gölpınarlı, Yunus Emre-Hayatı, s. 302; Coşan, Makâlât,
s. XLI.
[305] Nurgül Özcan, “Hacı Bektâş Velî’nin Hadis-i
Erbaîn Adlı Eseri”, Türk Kültürü ve Hacı Bektâş Veli
Araştırma Dergisi, Sayı: 64, 2012, ss. 77- 85; Özcan, Hünkar
’ın Fatiha Tefsiri, s. 9.
http://hbvdergisi.gazi.edu.tr/index.php/TKHBVD/artide/view/119/112,
19 Şubat 2018.
[306] Şatah-Şathiyye; Mutasavvıfların, ilahi feyz ve
kuvvetli tecelliler karşısında kendilerinden geçip coştukları anda, gayri
ihtiyari olarak şeriate aykırı gibi görünen sözleridir. Bkz. Uludağ, Tasavvuf
Terimleri Sözlüğü, s. 445.
[307] Gölpınarlı, “Hacı Bektâş Veli”, Türk
Ansiklopedisi, C. VI, s. 33; Noyan, Bütün Yönleriyle Bektâşîlik
ve Alevîlik, C. I, s. 93;
Gündoğdu, Hacı Bektâş Veli, s. 48-49.
[308] Komisyon, “Bektâş Veli”, Ana Britannica, C. III, s. 535.
[309] Fığlalı, Türkiye’de Alevilik ve Bektâşilik, s. 161;
Komisyon, “Bektâş Veli”, Ana Britannica, C. III, s. 535.
[310] Beydili Türkmenlerinden ve XIII. Yüzyıl Halk
Ozanlarından olan Dedemoğlu Şah Abbas-ı Sâlis olduğu anlaşılmaktadır. Bkz. Ali
Kozan, “Hacı Bektâş Veli’ye İzafe Edilen Bir Eser: Emânet-i Hazret-i Pir”, Türk
Kültürü ve Hacı Bektâş Veli Araştırma Dergisi, Sayı: 67, 2013, s. 20, http://hbvdergisi.gazi.edu.tr/index.php/TKHBVD/article/view/1387/1286,
19 Şubat 2018.
[311] Coşan, Makâlât, s. XLI; Ocak, “Hacı
Bektâş-ı Velî”, C. XIV, s. 457.
[312] Ali Kozan, “Hacı Bektâş Veli’ye İzafe Edilen
Bir Eser: Emânet-i Hazret-i Pir”, Türk Kültürü ve Hacı
Bektâş Veli Araştırma Dergisi, Sayı: 67, 2013, s.
20,
http://hbvdergisi.gazi.edu.tr/index.php/TKHBVD/article/view/1387/1286
19 Şubat 2018.
[313] Coşan, Makâlât, s. XLI; Ocak, “Hacı
Bektâş-ı Velî”, C. XIV, s. 457.
[314] Ali Kozan “Hacı Bektâş Veli’ye İzafe Edilen Bir
Eser: Emânet-i Hazret-i Pir”, Türk Kültürü ve Hacı
Bektâş Veli Araştırma Dergisi, Sayı: 67, 2013, s.
22,
http://hbvdergisi.gazi.edu.tr/index.php/TKHBVD/article/view/1387/1286
19 Şubat 2018.
[315] Fığlalı, Türkiye’de Alevilik ve Bektâşilik, s. 161.
[316] Noyan, Bütün Yönleriyle Bektâşîlik ve
Alevîlik, C. I, s. 96.
[317] Noyan, Bütün Yönleriyle Bektâşîlik ve
Alevîlik, C. I, s. 94.
[318] Bkz. Gölpınarlı, Alevi Bektâşi Nefesleri,
s. 11, Coşan, Makâlât, s. XLI’dan naklen.
[319] Kelâbâzî, Ebûbekir Muhammed b. İshâk Buhârî, et-Ta’arruf-Doğuş
Devrinde Tasavvuf, Haz. Süleyman Uludağ, İstanbul,1992, s. 167.
[320] Kuşeyrî, Abdulkerim, KuşeyrîRisâlesi,
Dergâh Yayınları, İstanbul, 1991, s. 64.
[321] İsmail Hakkı Bursevî, Kitâbü ’n-Netîce,
İnsan Yayınları, İstanbul, 1997, C. I, s. XXVI.
[322] M. Mustafa Çakmaklıoğlu, “Sembolik
Dile Sahip olması”, Tasavvuf El Kitabı, Editör. Kadir Özköse,
Ankara, 2015, s. 44, 45.
[323] Âsım Efendi, el-Okyânûsu ’l- Basît Fi Tercemeti’l-Kâmûsu
’l-Muhît, Türkiye Yazma Eserler Kurumu
Başkanlığı, İstanbul, 2013-2014, C. I, s. 292; Cebecioğlu, Tasavvuf
Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, s. 493.
[324] Cürcânî, Ali b. Muhammed, Mu ’cemü ’t-Ta
’rîfât, Daru’l- Fadîle, Kahire 2004, s. 63.
[325] Abdürrezzâk Kâşânî, Mu ’cemü
Istılâhâti’s-Sûfiyye, Tahkik. Abdü’l-Âl Şâhîn, Dâr’ül-Menâr, Kahire
1992, s. 192.
[326] İsfehânî, Râgıb, Ebû"l-Kâsım el-Huseyn b.
Muhammed, Müfredâtü Elfâzı’l-Kur ’ân, s. 169.
[327] Gazâlî, İmam, Sirâcü ’t Tâlibîn, Ter.
Ömer Dönmez, İstanbul, Ty, s. 106.
[328] İmâm-ı Gazâli, Ebû Hâmid b. Muhammed, İhyâ-i Ulûmi’d-din,
Ter. Ali Arslan, İstanbul, 1978, C. VIII, s. 140-145.
[329] Kâşânî, Abdürrezzâk, Letâifu’l-A’lâm Fî İşarâtı Ehli’l-İlhâm
(Tasavvuf Sözlüğü), Ter. Ekrem Demirli, İstanbul, 2015, s. 156.
[330] İbn Fûrek, Ebu Bekir Muhammed b. Hasan, el-İbâne an
Turuki’l-Kâsıdîn, Ter. Ahmet Yıldırım, İstanbul, 2014, s. 40.
[331]Abdulbakî, Muhammed Fuad, Mu’cemu’l-Müfehres
Lielfâzi’l-Kur’ân-ı Kerim, Daru’l-Kutub el- Mısrıyye, Kahire 1988, s.
156-158.
[332] Müslim, İmam Ebu’l Hüseyni Müslim İbnü’l Haccac
b. Müslim el-Kuşeyrî en-Nisaburî, Sahih-i Müslim, Haz: Muhammed Fuad
Abdulbakî, Dar’ü-İhyai’l-Kütübi’l-Arabiyye, Lübnan 1955/1374, Müslim, “Fezâil”,
126 (2355) c. IV, s. 1829.
[333] Müslim, Zikir, 41 (2702).
[334] Sülemi, Ebu Abdirrahman, Sülemî’nin Risaleleri, Ter.
Süleyman Ateş, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara 1981, s. 23.
[335] Kuşeyrî, KuşeyrîRisâlesi, s. 230.
[336] Hacı Bektâş Velî, Makâlât, Haz. Ali
Yılmaz, Mehmet Akkuş, Ali Öztürk, Türkiye Diyanet Vakfı Basımevi, Ankara, 2015,
s. 75.
[337] Âl-i İmrân (3), 103.
[338] Müslim, Fedâilu’s- Sahâbe 37, C. IV, s.1874.
[339] Mahmud Esad Coşan, İdeal Yol, Server
İletişim, İstanbul, 2008, s. 103.
[340] Mü’min (40), 60.
[341] Tahrîm (66), 8.
[342] Hacı Bektâş, Makâlât, s. 75.
[343] Gümüşhanevi, Ahmed Ziyâüddîn, Câmiu’l-Usûl,
Pamuk Yayınları, İstanbul, 1981, s. 119.
[344] Nur (24), 31
[345] İbn Kesir, Hadislerle Kur’ân-ı Kerim
Tefsiri, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1993, C. XIV, s. 7968.
[346] İmam Kurtubî, Muhammed Ebu Abdullah, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur
’ân, Haz. M. Beşir Eryarsoy, İstanbul, 1999 C. XVII, s. 484.
[347] Ankaravî, İsmail (İsmail Dede), Minhâcu
’l-Fukarâ, Haz. Saadettin Ekici, İnsan Yayınları, İstanbul,
1996, s. 216.
[348] Hacı Bektâş Velî, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye,
Haz. Gıyasettin Aytaş, HBVKülliyatı,
Gazi Üniversitesi Türk Kültürü ve
Hacı Bektaş Veli Araştırma Merkezi, Ankara 2010, s. 385-387.
[349] Hacı Bektâş, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye, s. 387.
[350] Taha (20), 114.
[351] Hacı Bektâş, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı
Ayniyye, s. 387-389.
[352] İbn Fûrek, Ebu Bekir Muhammed b. Hasan, el-İbâne an
Turuki’l-Kâsıdîn, Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı Yayınları,
İstanbul, 2014, s. 40.
[353] Mekki, Ebu Tâlib, Kûtu ’l-Kulûb, Haz.
Yakup Çiçek, Umran Yayınları, Aralık 1998, C. II, s. 180.
[354] Hacı Bektâş, Makâlât, s. 75.
[355] Rumî, Mevlânâ Celâlüddîn, Şerh-i Mesnevi,
Ter. Tâhir’ül Mevlevi, Selâm Yayınları, Konya 1976,
C. XIII, s. 654.
[356] Kemal Sayar, Sufi Psikolojisi, İnsan
Yayınları, İstanbul, 2000, s.20.
[357] Mustafa Merter, Nefs Psikolojisi, Kaknüs
Yayınevi, İstanbul, 2014, s. 217.
[358] Hacı Bektâş, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye, s.
89-90.
[359] A’râf (7), 23.
[360] Hacı Bektâş, Makâlât, s. 76.
[361] Hacı Bektâş, Makâlât, s. 76.
[362] Sâffât (3), 75
[363] Hacı Bektâş, Makâlât, s. 77.
[364] Kuşeyrî, KuşeyrîRisâlesi, s. 129.
[365] Sahih-i Buharî, C. 4, s. 1901; Aclunî, İsmail
b. Muhammed el-Cerrâhî, (2001), Keşfü'l-Hafâ ve Müzîlü ’l-İlbâs amme
iştehara mine’l-Ehâdîsi ala elsineti’n-Nâs, Tahkik. Yusuf b. Mahmud el-Hac
Ahmed, Mektebetü İlmi’l-Hadîs, Dımeşk, 2001, C. I, s. 265.
[366] Cürcanî, Mu ’cemü ’t-Ta ’rîfât, s. 208,
Âsım Efendi, el-Okyânûsu ’l-Basît Fi Tercemeti’l-Kâmûsu ’l- Muhît,
Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı, İstanbul, 2013-2014, C. I, s. 547;
Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, s. 526; Uludağ, Tasavvuf
Terimleri Sözlüğü, s. 353.
[367] Muhammed Fuad Abdulbaki, Mu’cemu’l-Müfehres s. 414-417.
[368] Kâşânî, Tasavvuf Sözlüğü, s. 499.
[369] Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri
Sözlüğü, s. 350.
[370] Osman Türer, Tasavvuf Tarihi, Seha
Neşriyat, İstanbul, Ty, s. 111.
[371] Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri
Sözlüğü, s. 526.
[372] Muhammed Ali Tehânevi, KeşşâfuIstılâhâti’l-
Fünûn (Ofset baskı) İstanbul, 1984, s. 556.
[373] Kuşeyrî, KuşeyrîRisâlesi, s. 345.
[374] Cürcânî, Mu ’cemü ’t-Ta ’rîfât, s.174.
[375] Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 353.
[376] Şihabuddin Sühreverdi, Avârifu ’l-Maârif Haz. H. Kâmil
Yılmaz, İrfan Gündüz, Vefa Yayıncılık, İstanbul, 1990, s. 62.
[377] Şihâbuddîn Sühreverdi, İrşadü ’l-Mürîdîn, Ter. Mehmet Emin
Fidan, Hacegan Yayınları, İstanbul, Aralık 2000, s. 66.
[378] Sühreverdi, Avârifu’l-Maârif, s.106.
[379] Muhammed b. Abdullah el-Hânî, el-Behcetü
’s-Seniyye, Mavi Yayıncılık, İstanbul, 2004, s. 88.
[380] Nahl (16), 43, Hacı Bektâş, Makâlât, s. 77.
[381] İmam Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’ân,
C. X, s. 171.
[382] Tirmizî, İlim, 19; İbn Mâce, Zühd, 15; Aclunî, Keşfu
’l-Hafâ, C. I, s. 363, 1109.
[383] Bursevi, Rûhu ’l-Beyân Tefsiri, Erkam
Yayınları, İstanbul, (2011- 2016), C. IV, s. 457.
[384] Sühreverdi, İrşadü ’l-Mürîdîn, s. 67.
[385] Hacı Bektâş, Kitâbü ’l-Fevâ ’id, s. 107.
[386] Kuşeyrî, KuşeyrîRisâlesi, s. 348.
[387] Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 343.
[388] Hacı Bektâş, Makâlât, s. 77.
[389] Abdülkâhir Sühreverdi, Âdâbü’l-Mûrîdîn, Ter. Hamide
Ulupınar, Gelenek Yayıncılık, İstanbul, 2010, s. 69.
[390] Sülemi, Sülemi’nin Risaleleri, s. 9.
[391] Sühreverdi, İrşadü ’l-Mürîdîn, s. 64.
[392] Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatler, Marmara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul, 1994, s. 114.
[393] İmam Rabbânî Ahmed Sirhindî, Mebde ve Mead,
Sufi Kitap, İstanbul, 2005, s. 35-36.
[394] Muhammed b. Abdullah el-Hâni, el-Behcetü’s-Seniyye
Fî Âdâbi’t-Tarîkati’l-Hâlidiyye en- Nakşibendiyye, Mavi Yayıncılık,
İstanbul, 2004, s. 83-88.
[395] Kuşeyrî, KuşeyrîRisâlesi, s. 348.
[396] Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 343.
[397] İbn Fûrek, el-İbâne an Turuki’l-Kâsıdîn,
s. 210.
[398] el-Hâni, Âdâb, s. 112.
[399] el-Hâni, el-Behcetü ’s-Seniyye, s. 109
[400] Hüseyin Özcan, ''Hacı Bektâş Veli'nin
Eserlerinde ve Bektâşi Erkannamelerinde Dervişin Nitelikleri",
International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish
or Turkic, C. 7/1 Winter 2012, ss. 1695-1705.
[401] Hacı Bektâş, Kitâbü ’l-Fevâ ’id, s. 107.
[402] el-Hindî, Kenzü ’l-Ummâl, C. IX, s. 293.
[403] Bakara (2), 172.
[404] Buhari, Büyu’, 4.
[405] Müslim, Zekât, 20 (65); Tirmizî, Tefsîrü
’l-Kur’ân, 3, (3173); Dârimî, Sünen, Rikâk, 9 (2720).
[406] Mevlâna Celâleddin, Şerhi Mesnevî Tahiru
’lMevlevî, C. III, beyit. 1641, 1642, 1643, s. 833- 834.
[407] J. Marvin Spıegelman, Pir Vilayet İnayet Han, Tasnım Fernandez, Jung
Psikolojisi Ve Tasavvuf, İnsan Yayınları, İstanbul, 1994, s. 26-28, Sayar, Sufi
Psikolojisi, s. 29.
[408] İbn Manzûr, Lisânu ’l-Arab, C. I, s.
708.
[409] Âsım Efendi, Kâmus Tercemesi, C. II, s.
1397.
[410] Cürcânî, Mu ’cemü ’t-Ta ’rîfât, s. 171
[411] Kâşânî, Tasavvuf Sözlüğü, s. 484.
[412] İsfehânî, Müfredâtü Elfâzi’l-Kur ’ân, s.
208.
[413] Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri
Sözlüğü, s. 345.
[414] Ankebut (29), 69.
[415] Bursevî, Rûhu ’l-Beyân, C. XIV, s. 673.
[416] Bursevî, Rûhu ’l-Beyân, C. XIV, s. 674.
[417] Tirmizi, Cihad, 2.
[418] Ebû Dâvûd, Edeb, 109 (5090).
[419] Yusuf (12), 53.
[420] Abdulkâdir Geylânî, Gunyetü ’t-Tâlibîn,
Ter. A. Faruk Meyan, Çelik Yayınevi, İstanbul, t.y, s. 472.
[421] Ebû Nuaym İsfahânî, Hilyetü ’l- Evliya ve
Tabakâtü ’l- Asfiyâ, Kahire 1407/1987, C. X, s. 201.
[422] Sülemî, Sülemî’nin Risaleleri, s.
53.
[423] Bakara suresi (2), 24, Hacı Bektâş, Makâlât,
s. 77.
[424] Hacı Bektâş, Makâlât, s. 105.
[425] Yusuf (12), 53.
[426] Nas (114), 4-5.
[427] Ankaravî, Minhâcu ’l-Fukarâ, s. 207.
[428] Hacı Bektâş, Makâlât-ı Gaybiyye, s. 389.
[429] Sühreverdi, İrşadü’l-Mürîdîn, s. 190.
[430] Tahirü’l-Mevlevi, Şerhi Mesnevi, C. V, s. 1398.
[431] Hasan Kayıklık, Suf Psikolojisi, Akçağ
Yayınları, Ankara, 2011, s. 148.
[432] Âsım Efendi, Kâmus Tercemesi, C. V, s.
4944.
[433] Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri
Sözlüğü, s. 364.
[434] Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 227.
[435] Muhammed (47), 7.
[436] Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri
Sözlüğü, s. 364.
[437] Tur (52), 24.
[438] İbn Kesîr, Hadislerle Kur’an-ı Kerim
Tefsiri, C. XIII, s. 7514.
[439] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an,
C. XVI, s. 407.
[440] Deylemî, Müsned, C. II, 324.
[441] Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatler, s. 378.
[442] Sühreverdi, Avârifu’l-Maârif, s. 143.
[443] Abdulkadir Geylânî, el-Feth’ur-Rabbânî
(İlahi Armağan), Ter. Abdülkadir Akçiçek, Bahar Yayınevi, İstanbul, 1968,
s. 133.
[444] Bursevî, Rûhu ’l-Beyân, C. XIV, s. 673.
[445] Kasas (28), 27- 28.
[446] Kehf (18), 66.
[447] Kuşeyrî, Kuşeyrî Risâlesi, s. 605.
[448] Hacı Bektâş, Makâlât, s. 77.
[449] Hacı Bektâş, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı
Ayniyye, s. 467.
[450] Hacı Bektâş, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı
Ayniyye, s.4 55, 456.
[451] Hacı Bektâş Velî her ne kadar böyle bir hadis nakletse de,
yaptığımız araştırmalar sonucu hadis kaynaklarında bu lafızda bir hadis
bulamadık.
[452] Hacı Bektâş, Kitâbü ’l-Fevâ ’id, s. 39.
[453] Hacı Bektâş, Kitâbü ’l-Fevâ ’id, s. 43.
[454] Hacı Bektâş, Kitâbü ’l-Fevâ ’id, s. 41.
[455] Celvet; “Sâlikin benliğinden arınmış ve ilâhî
vasıflarla bezenmiş olarak halvetten çıkıp insanlara karışması anlamına gelen
bir tasavvuf terimi”, Süleyman Uludağ, “Celvet”, DİA, Ankara, 1993, C.
VII, s. 273.
[456]Ali Seyyar, Tasavvuf Sosyal
Hizmet/Sûfilerin Manevi Terapi Yöntemleri, Rağbet Yayınları, İstanbul,
2015, s. 29-35.
[457] Robert Frager, Aşktır Asıl Şarap, Ter.
Ömer Çolakoğlu, Sufi Kitap, İstanbul, 2015, s. 27.
[458] Robert Frager, Kalp NefsRuh, Ter. İbrahim
Kapaklıkaya, Gelenek Yayıncılık, İstanbul, 2005, s. 226.
[459] Kudâi, Müsnedü ’ş-Şihâb, Tahkik. Hamdi
b. Abdulmecid es-Selefî, Beyrut, 1427/1986, C. II, s. 232.
[460] Âsım Efendi, Kâmus Tercümesi, C. IV, s.
3691.
[461] Cürcânî, Mu ’cemü ’t-Ta ’rîfât, s. 90.
[462] Kâşânî, Tasavvuf Sözlüğü, s. 238.
[463] Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s.
213.
[464] İsfahâni, el-Müfredâtü Elfâzi’l-Kur’ân,
s. 161.
[465] Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri
Sözlüğü, s. 199.
[466] Mustafa Kara, “Havf’, DİA, Ankara, 1997,
C. XVI, s. 529.
[467] Secde (32), 6.
[468] İmam Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’ân,
C. XIII, s. 594.
[469] Nisa (4), 131.
[470] İmam Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’ân,
C. V, s. 511.
[471] Fâtır (35), 28.
[472] el-Mekkî, Kûtu ’l-Kulûb, C. II, s. 485.
[473] Tirmizî, Zühd, 8, Ahmed, 2/505.
[474] İmâm-ı Gazâlî, Kimyâ-yı Saâdet, s. 632-
633.
[475] Tûsî, el-Lüma ’, s. 59.
[476] İmâm-ı Gazâlî, İhyâ-i Ulûmiddîn, C. IX,
s. 74.
[477] İbn Fûrek, el-İbâne an Turuki’l-Kâsıdîn,
s. 216.
[478] Kayıklık, Sufı Psilolojisi, s. 169.
[479] Cürcânî, Mu ’cemü ’t-Ta ’rîfât, s. 95,
879.
[480] İsfehanî, Müfredâtü Elfâzi’l-Kur’ân, s.
190.
[481] Kâşânî, Tasavvuf Sözlüğü, s. 261.
[482] İbn Manzûr, Lisânu ’l-Arab, C. III, s.
1604.
[483] Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri
Sözlüğü, s. 396.
[484] İbn Fûrek, el-İbâne an Turuki’l-Kâsıdîn,
s. 224.
[485] Zümer (39), 53.
[486] Bursevî, Ruhu ’l-Beyân Tefsiri, C. VII,
s. 271.
[487] Ra’d (13), 6.
[488] İmam Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’ân,
C. XV, s. 195.
[489] Buhârî, Tevhid,15, Müslim, Zikir, 19, 21.
[490] İmam Gazâlî, Sirâcü ’t-Tâlibîn, s. 397.
[491] İmam Gazâlî, İhyâ-i Ulûmid-dîn, C. VIII,
s. 427.
[492] Kübra, Tasavvuf Hayat, s. 127.
[493] İmam Gazâlî, İhyâ-i Ulûmid-dîn, C. VIII,
s. 427.
[494] İmam Gazâlî, İhyâ-i Ulûmid-dîn, C. VIII,
s. 429, 430.
[495] Hadisi bulamadım. Hacı Bektâş, Kitâbü
’l-Fevâ ’id, s. 37.
[496] Hacı Bektâş, Makâlât, s. 10 a.
[497] Tevbe (9), 68 Ayetin bütün olarak manası “Allah, erkek
münafıklara da kadın münafıklara da kâfirlere de-orada ebediyyen kalıcılar
olmak üzere- cehennem ateşini vadetti” şeklindedir.
[498] Hacı Bektâş, Makâlât, s. 11 a.
[499] Kuşeyrî, KuşeyrîRisâlesi, s. 266.
[500] İbn Fûrek, el-İbâne an Turuki’l-Kâsıdîn,
s. 216.
[501] İbn Fûrek, el-İbâne an Turuki’l-Kâsıdîn,
s. 228.
[502] Sülemî, Sülemî’nin Risaleleri, s. 24.
[503] Sülemî, Sülemî’nin Risaleleri, s. 126.
[504] Sühreverdi, İrşadü’l-Mürîdîn, s. 192,
193.
[505] Zümer (39), 53.
[506] Hacı Bektâş, Kitâbü ’l-Fevâ ’id, s. 30.
[507] Hacı Bektâş, Makâlât, s. 82.
[508] Hacı Bektâş, Makâlât, s. 93.
[509] Yusuf (12), 87.
[510] Müslim, Tevbe, C. IV / 2108, 49.
[511] İmam Gazâlî, İhyâ-i Ulûmid-dîn, C. VIII,
s. 432.
[512] Âsım Efendi, Kâmus Tercemesi, C. I, s.
273.
[513] İbn Manzûr, Lisânu ’l-Arab, C. I, s. 43.
[514] Cürcanî, Mu ’cemu ’t-Ta ’rîfât, s. 16.
[515] Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 152.
[516] Kâşânî, Tasavvuf Sözlüğü, s. 46.
[517] Tahrîm (66), 6.
[518] Sühreverdi, Avârifu’l-Maârif, s. 343.
[519] A’râf (7), 199.
[520] Aclunî, Keşfu ’l-Hafâ ’, I, 72; Suyûtî, Câmiu's-Sağîr,
I, 12, 14, 15, 35, 51.
[521] MüsnedII, 381; el-Muvatta,
“Hüsnü’l-Huluk”, 8.
[522] Bakara (2), 30.
[523] Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri
Sözlüğü, s. 139.
[524] Hacı Bektâş, Kitâbu ’l-Fevâ ’id, s. 39. Bu lafızla
bir hadisi bulamadık. Bu sözün, kelâm-ı kibâr olduğu
söylenmektedir. Bkz. Seâlibî, Simâru ’l-Kulûb, Muhammed
Ebul Fazl İbrahim, Mektebetül Asriyye, Beyrut, 2003, s. 528; Seyyid Sıddık Han,
Ebcedü’l-Ulûm, Darul Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, s. 39.(edebü’d-ders
zatla, müteallık, edebü’n-nefs vasıta-araçla ilgilidir.)
[525] İbn Manzûr, Lisânu ’l-Arab, C. I, s. 43.
[526] Akif Köten, “Adab”, İslam Ansiklopedisi,
Şamil Yayınevi, İstanbul, 2000, C. I, s. 62.
[527] Aliyyu’l- Kârî, el-Esrâru
’l-Merfûafi’l-Ahbâri’lMevdûa, Tahkik. Muhammed Sabbağ, Beyrut, Ty,
C.I, s. 337 ( h. No: 506 )
[528] Hacı Bektâş, Kitâbü ’l-Fevâ ’id, s. 41.
[529] Buhârî, Rekâik, 38.
[530] Kâf (50), 16.
[531] Hacı Bektâş, Kitâbü ’l-Fevâ ’id, s. 53,
54.
[532] Kuşeyri, KuşeyrîRisâlesi, s. 456.
[533] Hucurât (49), 2.
[534] Hacı Bektâş, Makâlât, s. 82.
[535] Hacı Bektâş, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye, s. 463.
[536] Sırri Rıfai Alevi, Şeyh Ahmed Bedreddin (1867), Bektâşî
Tarikatına Ait Usul Âdâb Âyinler Mecmuası h.1284, Süleymaniye Kütüphanesi,
İzmirli İ. Hakkı, Nu: 1243, s. 6a.
[537] Ahmet Kartal, “Kerâmât-ı Ahi Evran Mesnevisi Üzerine Notlar”, Divan
Edebiyatı Araştırmaları Dergisi 2, İstanbul, 2009, s. 224.
[538] Âsım Efendi, Kâmus Tercümesi, C. IV, s.
3765. Tasavvuf kelimesinin lügavî türevleri ile ilgili tahliller için Bkz. KuşeyrîRisâlesi,
s. 450-455.
[539] Kâşânî, Tasavvuf Sözlüğü, s. 135.
[540] Cürcânî, Mu ’cemü ’t-Ta ’rîfât, s. 40,
41.
[541] Reşat Öngören, “Tasavvuf’, DİA, Ankara,
2011, C. XL, ss. 119-126.
[542] A’la (87), 14.
[543] İbn-i Kesîr, Hadislerle Kuran-ı Kerîm
Tefsiri, C. XV, s. 8423-8429.
[544] Müzzemmil (73), 8.
[545] Bursevî, Rûhu ’l-Beyân Tefsiri, C. IX,
s. 345.
[546] Bursevî, Rûhu ’l-Beyân Tefsiri, C. IX,
s. 346.
[547] Buhârî, Tefsîr, 31/2, Îmân, 37; Müslim, Îmân, 1
[548] Hadid (57), 4.
[549] Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri
Sözlüğü, s. 475; Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü,
s. 470.
[550] Kelâbâzî, Ebûbekir Muhammed b. İshâk Buhârî, et-Ta’arruf- Doğuş
Devrinde Tasavvuf, Haz. Süleyman Uludağ, İstanbul, 1992, s. 129.
[551] Sülemî, Sülemî’nin Risaleleri, s. 11.
[552] Kuşeyrî, KuşeyrîRisâlesi, s. 24.
[553] Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, s.18.
[554] Kayıklık, Tasavvuf Psikolojisi, s.
71-74.
[555] Hacı Bektâş, Kitâbü ’l-Fevâ ’id, s. 69.
[556] Hacı Bektâş, Kitâbü ’l-Fevâ ’id, s. 69.
[557] Kuşeyrî, KuşeyrîRisâlesi, s. 453.
[558] Hacı Bektâş, Kitâbü ’l-Fevâ ’id, s.71.
[559] İbnü’l-Vakt, vaktin çocuğu manasında olup, içinde bulunduğu zamanı
en uygun şeyle meşgul olarak
geçirmektir. Derviş ne geçmişle ne de gelecekle ilgilenir,
sadece hâlini değerlendirir. Bkz. Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s.
238.
[560] Âsım Efendi, Kâmus Tercemesi, C. II, s.
1963.
[561] İbn Manzûr, Lisânu ’l-Arab, C. III, s.
1507.
[562] İsfehânî, Müfredâtü Elfâzi’l-Kur ’ân, s.
328.
[563] Kâşânî, Tasavvuf Sözlüğü, s. 248.
[564] Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 539.
[565] Gümüşhanevî, Câmiu’l-Usûl, s. 152.
[566] Kehf (18), 14.
[567] Kelâbâzî, Ta’arruf, s. 154.
[568] Öngören, “Zikir”, C. XLIV, s. 409.
[569] Kuşeyrî, KuşeyrîRisalesi, s. 367.
[570] A’raf (7), 205.
[571] Nisa (4), 142.
[572] Nür (24), 37.
[573] Ahzab (33), 41-42.
[574] Bakara (2), 152.
[575] Al-i İmran (3), 191.
[576] Enfal (8), 45.
[577] Ra’d (13), 28.
[578] Buhârî, Deavât, Babu Fadli Zikrillah, C. VIII,
s.107; Müslim, Salâtü’l- Müsâfirîn: 211 (799), C. I,
s. 539.
[579] Buhârî, Tevhid: 15, Çeşitli şekillerde iki defa
tekrar eder, Tevhid: 35, 50.
[580] Sühreverdî, İrşadü ’l-Mürîdîn, s. 202.
[581] Kuşeyrî, KuşeyrîRisalesi, s. 368.
[582] Kuşeyrî, KuşeyrîRisâlesi, s. 369.
[583] Kuşeyrî, KuşeyrîRisâlesi, s. 368.
[584] Hacı Bektâş, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye, s. 351.
[585] Hacı Bektâş, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı
Ayniyye, s. 353, Ahzâb (33), 41.
[586] “Öyleyseyalnız beni anın ki bende sizi
anayım...” Bakara (2), 152.
[587] Ahzâb (33), 41.
[588] Bursevî, Ruhu ’l-Beyân Tefsiri, C. XV, s. 488.
[589] Bakara (2), 152.
[590] Gümüşhanevî, Câmiu’l-Usûl, s. 104.
[591] Necmüddîn Kübra, Tasavvuf Hayat, Ter.
Mustafa Kara, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1996, s. 110.
[592] Kuşeyrî, KuşeyrîRisâlesi, s. 370.
[593] İmam Şa’rânî, Abdülvehhab bin Ahmed bin Ali el-Hanefî, el-
‘Uhûdül Kübrâ, Bedir Yayınları, İstanbul, 1981, s. 314.
[594] Tam ismi, Kefu ’l Esrâr Va ’detü ’ EbrâE,
Yazarı Ömer et- Taftazanî (ö. 1390)
[595] Hacı Bektâş, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye, s. 355.
[596] Osman Nuri Küçük, Mevlânâ’ya göre Manevi
Gelişim, İnsan Yayınları, İstanbul, 2015, s. 650-656.
[597] Tahir’ül Mevlevi, Şerh-i Mesnevi, Ter.
Şefik Can, C. XVII, s. 146, beyit. 21880-81.
[598] Hacı Bektâş, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye, s.
367-369.
[599] Gümüşhanevî, Câmi’ul-Usûl, s. 101.
[600] Ankaravî, Minhâcu’l-Fukarâ, s. 138-139.
[601] Kehf (18), 24
[602] Hacı Bektâş, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye, s. 383.
[603] Nas (114), 1-6.
[604] Özelsel, Mıchaela Mihriban, Halvette 40 Gün,
Kaknüs Yayıncılık, İstanbul, 2003, s. 162.
[605] Özelsel, Halvette 40 Gün, s. 165-168.
[606] Kayıklık, Tasavvuf Psikolojisi, s. 160-166.
[607] Âsım Efendi, Kâmus Tercemesi, C. II, s.
1446.
[608] Cürcânî, Mu ’cemü ’t-Ta ’rîfât, s. 99.
[609] Kâşânî, Tasavvuf Sözlüğü, s. 282.
[610] İbn Manzûr, Lisânu ’l-Arab, C. III, s.
1876.
[611] İsfehânî, Müfredâtü Elfâzi’l-Kur’ân, s.
384.
[612] Yusuf (12), 20, Mealen: “Onu ucuz bir fıata, birkaç
dirheme sattılar, zaten ona değer vermiyorlardı. ”
[613] İmam Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’ân,
C. IX, s. 240.
[614] En’âm (6), 32; Ankebût (29), 64; Muhammed (47); 36, Hadîd (57), 20.
[615] Bakara (2), 12; Al-i İmrân (2), 14.
[616] Al-i İmrân (3), 185; Ra’d (13), 26; Hadid (57),
20.
[617] Al-i İmrân (3), 14-15; Nahl (16), 30.
[618] Nisa (4), 77; Nahl (16), 96; Fâtır (35), 5;Şûrâ (42), 36.
[619] Nûr (24), 37.
[620] Kasas (28), 77.
[621] Ahzâb (33), 28-29.
[622] Tirmizi, Zühd, 44, (2378).
[623] İmam Ahmed b. Hanbel, El-Müsned, Ensar
Yayıncılık, Konya 2004, C. IV, s. 208, 268/1138.
[624] Tûsî, Lüma ’, s. 45.
[625] Hadid (57), 23.
[626] Kuşeyrî, KuşeyrîRisâlesi, s. 254.
[627] Hacı Bektâş, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye, s. 357.
[628] Ebû Dâvud, Edeb, 125; Beyhakî, Ebu Bekr Ahmed b. Hüseyn b.
Alî, Şuabu ’l-İman, Tahkik. Abdülali
Abdülhamid Hamid, Mektebetü’r-Rüşd, Riyad, 2003, C. XIII,
s. 102, Zühd, 79 (10019).
[629] Hacı Bektâş, Makâlât, s. 48.
[630] Aclunî, Keşfu ’l-Hafâ, C. I, 1099. Hadis, s. 344, 345. Hacı
Bektâş, Makâlât, s. 137.
[631] Nâziat (79), 37-39.
[632] Hacı Bektâş, Makâlât, s. 137.
[633] Hacı Bektâş, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye, s. 381.
[634] Gümüşhanevî, Câmiu ’l-Usûl, s. 470.
[635] Hacı Bektâş, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye, s. 399.
[636] Hacı Bektâş, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye, s. 433.
[637] Hacı Bektâş, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye, s. 431.
[638] Kübra, Tasavvuf Hayat, s. 48.
[639] Semih Ceylan, “Zühd”, DİA, Ankara, 2013,
C. XLIV, s. 531.
[640] Hacı Bektâş, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye, s. 423-
425.
[641] Tevbe (9), 111.
[642] Âl-i İmrân (3), 92.
[643] Mevlâna Celâleddîn Rumî, Fîhi Mâ Fîh, Ter. Ahmed Avni Konuk,
Haz. Selçuk Eraydın, İz Yayıncılık, İstanbul, 1994, s. 46.
[644] Âsım Efendi, Kâmus Tercemesi, C. II, s.
1476.
[645] İsfehânî, Müfredâtü Elfâzi’l-Kur’ân, s.
465.
[646] Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 356.
[647] Cürcânî,Mu’cemü’t-Ta’rîfât, s. 180.
[648] Nisa (4), 33.
[649] Kâf (50), 37.
[650] İmam Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’ân,
C. XVI, s. 334.
[651] Burûc (85), 3.
[652] Tûsî, el-Lüma ’, s. 65.
[653] Hadimi, Berika, 2, 33; Aliyyu’l-Kari, Mirkatü ’l-Mefâtîh,
8, 3453.
[654] Kuşeyrî, KuşeyrîRisâlesi, s. 207.
[655] Sülemî, Sülemi’nin Risaleleri, s. 32.
[656] Kuşeyrî, KuşeyrîRisâlesi, s. 207.
[657] Yüksel Göztepe, “Abdülkerim Kuşeyrî’de Hâller ve Makamlar”, Ankara
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Doktora Tezi, Ankara, 2006,
s. 111-112.
[658] İbn Haldun, Şifâu ’s-Sâil, Haz. Süleyman
Uludağ, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1984, s. 119.
[659] İbn Haldun, Şifâu ’s-Sâil, s. 119.
[660] Hacı Bektâş, Makâlât, s. 10.
[661] Kelâbâzî, Ta’arruf, s. 95.
[662] Hacı Bektâş, Makâlât, s. 93.
[663] Tûsî, el-Lüma ’, s. 65.
[664] Hz. Mevlânâ, Celâleddîn-i Rumî, Mesnevi,
Ter. Şefik Can, Ötüken Yayınları, 1997, C. III- IV, s.
397.
[665] Hacı Bektâş, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye, s. 357.
[666] Seyyid Yahya Şirvânî, Esrâru ’t- Tâlibîn,
Âlem Yayınları, İstanbul, 1998, s. 68.
[667] Hacı Bektâş, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye, s. 455.
[668] Hacı Bektâş, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye, s. 455.
[669] Şirvânî, Esrâru ’t-Tâlibîn, s. 72, 73.
[670] Mustafa Merter, Dokuz yüz Katlı İnsan,
Kaknüs Yayınları, İstanbul, 2016, s. 215.
[671] Merter, Dokuz Yüz Katlı İnsan, s. 229.
[672] Kayıklık, Sufi Psikolojisi, s. 176.
[673] Âsım Efendi, Kâmus Tercemesi, C. VI, s.
5543.
[674] İbn Manzûr, Lisânu ’l-Arab, C. VI, s.
4964.
[675] İsfehânî, Müfredâtü Elfâzi’l-Kur ’ân, s.
892.
[676] Kâşânî, Tasavvuf Sözlüğü, s. 597.
[677] Cürcânî,Mu’cemü’t-Ta’rîfât, s. 175.
[678] Bakara (2), 4.
[679] Kurtubî, El-Câmiu li- Ahkâmi’l Kur ’ân,
C. I, s. 430.
[680] Taberânî, Mu ’cemu ’l-Kebîr, C. IX, s.
107, Heysemî, Mecma ’u ’z-Zevâid, C. I, s. 57.
[681] Tirmizî, Da’vât, 93, Ahmed b. Hanbel, Müsned,
I, 209, V, 231, 235.
[682] Kuşeyrî, KuşeyrîRisâlesi, s. 322.
[683] Sülemî, Sülemî’nin Risaleleri, s. 29.
[684] Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s.
529.
[685] Hacı Bektâş, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı
Ayniyye, s. 69.
[686] Tûsî, Lüma ’, s. 68.
[687] Hacı Bektâş, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı
Ayniyye, s. 49.
[688]Necip Taylan, “Yakîn”, İslam
Ansiklopedisi, C. VIII, s. 258.
[689] Sülemî, Sülemî’nin Risaleleri, s. 32.
[690] Sülemî, Sülemî’nin Risaleleri, s. 32.
[691] Hucvirî, Keşf’ul-Mahcûb, Haz. Süleyman
Uludağ, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1996, s. 533.
[692] Hacı Bektâş, Makâlât, s. 94.
[693] Hacı Bektâş, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı
Ayniyye, s. 13, 71.
[694] Âsım Efendi, Kâmus Tercemesi, C. III, s.
2741.
[695] İbn Manzûr, Lisânu ’l-Arab, C. VI, s.
4500.
[696] Cürcânî, Mu ’cemü ’t-Ta ’rîfât, s. 204.
[697] Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri
Sözlüğü, s. 364.
[698] Âli- İmrân (3), 28; Mâide (5), 116; En’âm (6),
12; Tâhâ (20), 41.
[699] Âli- İmrân (3), 93; Zümer (39), 42; Fecr (89),
27.
[700] Nisâ (4), 113; A’râf (7), 205; Yûsuf (12), 77.
[701] Âli- İmrân (3), 146; Enbiyâ (21), 35; Ankebût
(29), 57.
[702] Bakara (2), 286; En’âm (6), 152; Ra’d (13), 11,
42.
[703] Maide (5), 30; Yûsuf (12), 18,;53, Tâhâ (20),
96.
[704] Bakara (2), 48; Müddessir (74), 38.
[705] Rûm (30), 28; Şûrâ (42), 11.
[706] Kâşânî, Tasavvuf Sözlüğü, s. 557, 558.
[707] Kuşeyrî, KuşeyrîRisalesi, s. 222.
[708] Nisa (4), 79.
[709] Yusuf (12), 53.
[710] İmam Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’ân,
C. IX, s. 317.
[711] Bursevî, Rûhu ’l-Beyân Tefsiri, C. IX, s. 189.
[712] Müslim, Müsafirîn, 107.
[713] Hacı Bektâş, Kitâbü’l-Fevâ’id, s. 39. Bu lafızla bir
hadisi bulamadık. Bu sözün, kelâm-ı kibâr olduğu
söylenmektedir. Bkz. Seâlibî, Simâru ’l-Kulûb, Tahkik:
Muhammed Ebu’l-Fazl İbrahim) Beyrut, 2003 Mektebetü’l-Asriyye, s.528; Seyyid
Sıddık Han, Ebcedü’l-Ulûm, Daru’l-Kütübi’l- İlmiyye, Beyrut s. 39
(Edebü’d-ders zata müteallık, edebü’n-nefs vasıta araçla ilgilidir.)
[714] Geylânî, Gunyetü’t-Tâlibîn, s. 476.
[715] Robert Frager, Kalp Nefs ve Ruh, Gelenek
Yayınları, İstanbul, 2005, s. 71.
[716] Aliyyu’l- Kân, el-Esrâru
’l-Merfûafl’l-Ahbâri’lMevdûa, C.1 s. 337 (h. No: 506); Aclûnî, Keşfü’l-
Hafâ, C. II, 309 (2532).
[717] Hacı Bektâş, Kitâbü ’l-Fevâ ’id, s. 41.
[718] Hacı Bektâş, Kitâbü ’l-Fevâ ’id, s. 91,
93.
[719] Yusuf (12), 53.
[720] Hacı Bektâş, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı
Ayniyye, s. 409.
[721] Eşrefoğlu Abdullah bin Eşref bin Muhammed Rumî,
Müzekkin Nüfus, Arslan Yayınları, İstanbul,
1971, s. 10.
[722] Tahir’ül Mevlevi, Şerh-i Mesnevi, C.
III, beyit.1380, s. 725.
[723] Tahir’ül Mevlevi, Şerh-i Mesnevi, C.
III, beyit. 1387, s.727.
[724] Hacı Bektâş, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı
Ayniyye, s. 409.
[725] Kıyâme (75), 1-2.
[726] Şems (91), 8.
[727] Hacı Bektâş, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı
Ayniyye, s. 409, 411.
[728] Mü’minûn (23), 96.
[729] Hacı Bektâş, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı
Ayniyye, s. 411.
[730] Fecr (89), 28, 29, 30.
[731] Bakara (2), 31.
[732] Hacı Bektâş, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı
Ayniyye, s. 411- 415.
[733] Kayıklık, Sufi Psikolojisi, s. 94-101.
[734] Bkz. J. Nurbaksh, The Psychology of Sufism, s. 50, Frager, Kalp
Nefs Ruh, s. 83’den naklen.
[735] Şems (91), 8, “Ona kötülük duygusunu ve
takvasını (kötülükten sakınma yeteneğini) ilham edene and
olsun ki... ”
[736] Âsım Efendi, Kâmus Tercemesi, C. III, s.
2258.
[737] İbn Manzûr, Lisânu ’l-Arab, C. V, s.
3444.
[738] Cürcânî, Mu ’cemü ’t-Ta ’rîfât, s. 142.
[739] İsfehânî, Müfredâtü Elfâzı’l-Kur ’ân, s.
641, 642.
[740] Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 171.
[741] Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri
Sözlüğü, s. 158.
[742] Bakara (2), 268
[743] Süleyman Uludağ, “Fakr”, DİA, Ankara,
1995, C. XII, s. 152, s. 132.
[744] Fâtır (35), 15.
[745] Muhammed (47), 38.
[746] İbn Mace, Sünen, Zühd, 5, 15.
[747] Aclunî, Keşfü'l-Hafâ, C. II, s. 87
(1835)
[748] Buhârî, Rikak, 16, Tirmizi, Zühd, 37.
[749] Tirmizi, Zühd, 37, İbn Mace, Zühd, 6.
[750] Tirmizi, Zühd, 36.
[751] Buhârî, Cizye, l, Meğazî, 13, Müslim, Zühd, 6.
[752] İsa Çelik, “Tasavvufî Bir Terim Olarak Fakr”, EKEVAkademi
Dergisi, Sosyal Bilimler, 2001, C.
III, sayı: 2, s. 191-206.
[753] Sühreverdi, Avârif’ül-Meârif, s. 64.
[754] Uludağ, KuşeyrîRisâlesi, s. 440.
[755] Sülemî, Sülemî’nin Risaleleri, s. 25.
[756] Gümüşhanevî, Câmiu ’l-Usûl, s. 468.
[757] Ahmed Avni Konuk, Fusûsu ’l-Hikem Tercüme ve
Şerhi, Haz. Mustafa Tahralı-Selçuk Eraydın, İFAV Yayınları, İstanbul, 1997,
C. II, s. 80.
[758] Hacı Bektâş, Kitâbü ’l-Fevâ ’id, s. 71.
[759] Kelâbâzî, Ta’arruf, s. 145.
[760] Hûd, (11), 6
[761] Hacı Bektâş, Kitâbü ’l-Fevâ ’id, s. 77.
[762] Hucvirî, Keşfu ’l-Mahcûb, s. 105.
[763] Sühreverdî, Avârif’ül-Meârif s. 65.
[764] Hacı Bektâş, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı
Ayniyye, s. 391.
[765] Hucvirî, Keşfu ’l-Mahcûb, s. 106.
[766] Kelâbâzî, Ta’arruf s. 145.
[767] Bakara (2), 268; Hacı Bektâş, Kitâbü ’l-Fevâ ’id, s. 167.
[768] Aclunî, Keşfu’l Hafa’, C. II, 1875.
Hadis, s. 87; Tuhfetü’l- Ahfezi, C. VII, s. 17, el-Masnu, C. I,
s.
128.
[769] Hacı Bektâş, Kitâbü ’l-Fevâ ’id, s. 89.
[770] Burada sözü edilen Hazret-i İmam Abdülkadir
Geylanîdir. Abdülkadir Geylanî’nin üç sayfalık “Risaletü’l Gavsiyye ”isimli bir
kitabı bulunmaktadır. Kitap Afyon Gedik Ahmet Paşa Koleksiyonu 18174 / 1 de
kayıtlıdır.
[771] Hacı Bektâş, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı
Ayniyye, s. 393.
[772] Hacı Bektâş, Kitabü’l-Fevâid, s. 159.
[773] Hacı Bektâş, Kitabü’l-Fevâid, s. 159.
[774] Uludağ, “Fakr”, C. XII, ss. 132-134.
[775] Kayıklık, Tasavvuf Psikolojisi, s. 137.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar