Hind Bint Utbe’nin Hayatı Ve Kişiliği
Hazırlayan: Zeynep SÜSLÜ
Hz. Peygamber Döneminde
Mekke, câhiliyyenin
karanlığında boğulurken yıllardır beklenen peygamber zuhur etmiş ve âdeta
Mekke’de bütün dengeler yerinden oynamıştı. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve
sellem] kendisine 610 yılında gelen ilk vahiyle birlikte tebliğe başlamış ve üç
yıl bunu gizliden sürdürmüştü. Artık açıktan davetin zamanı gelmişti ve Hz.
Peygamber; “(Ey Muhammed) artık sana emredileni açıkça ortaya koy ve
müşriklerden yüz çevir. ”[1] “En
yakın akrabanı uyar. Sana uyan müminleri kanatlarının altına al.”[2]
ayetler doğrultusunda harekete geçerek, Hz. Ali’yi yakın akrabalarını çağırması
için görevlendirerek bir yemeğe davet etti. Bu yemekte onları İslâm’a çağırdı.
Akrabaları onunla dalga geçtiler ve inanmadılar. İnananlara türlü hakaretler,
işkenceler ve boykot uyguladılar.[3]
Bunlardan biri de yukarıda da bahsettiğimiz gibi Ebû Süfyan ve hanımı Hind bint
Utbe idi. Hind, Müslümanlara fiili olarak eziyet etmese de, onlardan ve Hz.
Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’den hoşlanmıyor ve her fırsatta hakaret
ediyordu.
Nitekim, Hind’in bu
dönemlerinde Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’e duygularını bariz
şekilde ortaya koyan şu olay yaşanmıştır; Hind, yanında kocası Ebû Süfyan ve
oğlu Muaviye hepsi bir bineğin üzerinde olduğu halde Şam’dan dönerlerken
Mekke’ye yaklaştıkları sırada yaya halde bulunan Hz. Muhammed [salla’llâhü
aleyhi ve sellem]’e rastlamıştı. Bunun üzerine Ebû Süfyan Muaviye’ye merkepten
inmesini ve Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’e merkebi vermesini işaret
etti. Birlikte yolculuk ettiler. Bu sırada Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve
sellem] İslâm’ın faziletlerini açıklıyordu. Varacağı yere gelince teşekkür etti
ve oradan ayrıldı. Hind, kocasını bu hareketinden dolayı eleştirince ona, Hz.
Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in asil bir ruha sahip olduğunu
söyledi.[4]
Bu rivayet biraz farklılıkla Belazuri’de ise şöyle geçmektedir: Hind, yanında
kocası ve oğlu Muaviye ile birlikte Şam’dan dönerlerken, yaya halde Hz.
Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’e rastladılar. Ebû Süfyan, Hz. Muhammed [salla’llâhü
aleyhi ve sellem]’i yaya halde görünce oğluna bineğinden inmesini ve ona
vermesini söyledi. Hind, kocasının bu tutumundan dolayı eleştirdi ve “bu sapık
ve deli için mi oğlumu bineğinden indirdin!” diyerek Hz. Muhammed [salla’llâhü
aleyhi ve sellem]’e olan kinini açıkça ortaya koyunca, Ebû Süfyan; “O, senden,
benden ve oğlundan daha hayırlıdır” cevabını verdi.
Hz. Muhammed
[salla’llâhü aleyhi ve sellem] bu yolculukta Hind ve Ebû Süfyan’ı İslâm’a davet
etti. Eğer inanırlarsa ikisini ateşten sakındıracağını söyledi.[5]
Ne kadar engel olmaya
çalışsalar da; Müşriklerin inananlara uyguladığı hiçbir yöntem sonuç vermiyor,
Müslümanların sayısı günden güne artıyordu. Hakaret ve her türlü işkenceye
maruz kalan Müslümanlar takat getiremeyince Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve
sellem] Müslümanlara Habeşistan’a hicret edebileceklerini söyledi.[6]
6 1 5 yılında dördü kadın, on biri erkek, 616 yılında ise on sekiz kadın ve 82
erkek bu baskılardan kurtulmak için Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in
de tavsiyesi ile Habeşistan’a göç etti.[7] İnanlar
için Mekke artık yaşanmaz bir hale gelmişti. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi
ve sellem], bunun için hicret edilecek yeni yurt arayışına girdi ve bu amaçla
Medineliler’le görüşmeler yaparak bu olaya zemin hazırladı. Müslümanlar peyder
pey buraya göç etmeye başladılar. Geride Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve
sellem] ve hicrete güç yetiremeyenler kalmıştı. En son müşrikler, Hz. Muhammed
[salla’llâhü aleyhi ve sellem]’i öldürme kararı alınca, O da Hz. Ebû Bekir ile
birlikte hicret etmişti.[8]
Müslümanlar’ın Medine’ye hicret etmeleri, müşriklerin Müslümanlarla
mücadelelerine yeni bir boyut kazandırmıştır. Nitekim hicretten iki yıl sonra
Ümeyyeoğulları ile Hâşimoğulları aralarındaki ilişkilerin daha da gerilmesine
neden olan Bedir Savaşı gerçekleşmiştir. Bedir Savaşı Hind bint Utbe’nin
ailesinden birçok kişiyi kaybetmesi ve Mekkeli müşriklerin elebaşlarının
çoğunun öldürülmesi açısından önemli bir savaştır. Bu önemine binaen Bedir
Savaşı’na sebep ve sonuçlarıyla yukarıda ayrıntılı olarak değinmiştik. Burada
ise Hind bint Utbe ve Bedir Savaşı’nın ondaki etkileri bağlamında ele almaya
çalışacağız.
Hz. Muhammed [salla’llâhü
aleyhi ve sellem], başında Ebû Süfyan’ın bulunduğu bir Kureyş ticaret
kervanının Şam’dan döndüğünü işitti.[9] Bu kervan
oldukça kıymetli mallardan oluşuyordu ve içinde Mekke’den hicret ederken
Müslümanların bırakmak zorunda kaldığı mallarını da ihtiva ediyordu. Ayrıca
kervanda da sadece otuz ya da kırk kişi bulunmakta idi.[10] Eğer bu
mallar ele geçirilirse muhacirler maddi yönden rahatlayacak, hem de müşrikler
maddi yönden yıpratılmış olacaktı. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]
beraberinde 350 kişi ile birlikte kervanı ele geçirmek için yola çıktı. Bunu
haber alan Ebû Süfyan Mekke’ye haberci göndererek durumu bildirmesini istedi.[11]
Bu arada da kervanı kurtarmak için sahil yoluna saptı.[12] Haberi
alan Mekkeliler yaklaşık bin kişiyle yola çıktılar ve yarı yolda Ebû Süfyan’ın
kervanı kurtardığı haberini aldılar. Ebû Süfyan kendilerine kervanı
kurtardığını, artık savaş için hiçbir neden kalmadığını ve geri dönmelerini
söylüyordu.[13]
Ebû Cehil bu söylenenlere kulak asmıyor; Bedir’de eğlenir, yer içer ve onların
gözünü korkutur döneriz diye düşünüyordu.
Hz. Muhammed [salla’llâhü
aleyhi ve sellem] Bedir’e yaklaşırken Kureyş’in, Bedir’e doğru geldiğini
öğrendi. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ve yanındakilerin niyeti
savaşmak değil sadece kervanı ele geçirmekti. Bu yüzden ashabıyla özellikle de
Ensar ile istişare etti ve onların da onayını aldıktan sonra Ramazan ayının on
yedinci Cuma gecesi Bedir’e karargâh kurdu. [14] Hz.
Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] o geceyi Allah’a niyazla geçirdi. Hz.
Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ve ashabı tam bir kararlılıkla savaşa
hazırlardı. Müşrikler ise Bedir’e geldiklerinde bile hala savaşma yanlısı
olmayan ve bu işten vazgeçirmeye çalışan müşrikler vardı. Özellikle Hind’in
babası Utbe b. Rebîa ve Hâkim b. Hizam bu iş için gayret sarf etmişler, fakat
bu işte başarılı olamamışlardı.[15]
Kaçınılmaz an gelmiş,
taraflar savaş meydanında karşı karşıya gelmişler, savaş, Araplar’da âdet
olduğu üzere mübareze ile başladı. Hind’in babası Utbe b. Rebîa ile Ubeyde b.
Hâris, yine Hind’in amcası Şeybe b. Rebîa ile Hz. Hamza, Hind’in kardeşi Velid
b. Utbe ile Hz. Ali karşılıklı çarpışmaya başladılar.[16]
Bazı kaynaklarda ise; Utbe ile Hz. Hamza, Şeybe ile Ubeyde, Velid ile Hz.
Ali’nin mübareze ettikleri bildirilmektedir.[17]
Mübarezenin sonucunda;
Hz. Hamza Şeybe’yi, Hz. Ali Velid’i öldürmüşlerdi. Utbe ile Ubeyde ise ağır
yaralıydı. Hz. Hamza ve Hz. Ali, Utbe’yi de son bir darbeyle öldürdüler.[18] Savaş
böylece başladı ve Müslümanlar Allah’ın da yardımıyla galip geldiler. Müşriklerden başta bu
savaşın komutanı Ebû Cehil olmak üzere yetmiş kişi öldürülmüş, yetmiş kişi de
esir alınmıştı.
Her şey bittiğinde
Mekke’ye Bedir’de öldürülenlerin haberi ulaştığında hepsi inanamadı ve intikam
ateşi onları yaktı.
Bu haberin düştüğü ve en çok da yaktığı
yerlerden biri de Hind bint Utbe idi. Çünkü o bu savaşta babasını, amcasını ve
kardeşini kaybetmişti. Acıdan kavruluyor fakat Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi
ve sellem] ve ona inanları sevindirmemek için ağlamıyordu.[19]
Orada bulunan kadınlar Hind’i
eleştirerek “babanı, kardeşini, ehlini kaybettin neden ağlamıyorsun deyince”
Hind, “ağlamak içimdeki acıyı dindirseydi ağlardım” cevabını vermiştir.
Ağlayan kadınlara da kızmış ve düşmanı sevindirmemelerini söylemiştir. [20]
Onlardan
intikamını alana kadar koku sürünmeyeceğine, sürme çekmeyeceğine ve eşine
yaklaşmayacağına dair yemin etti[21] ve
babasını öldüren Hamza’nın ciğerini yiyeceğine dair nezretti.[22] Acısından yüreği
dağlanan ve gururundan ağlayamayan Hind, babasının ölümünden duyduğu acıyı şu
sözleriyle dile getirdi;
“Ey gözlerim!
Akan gözyaşlarını artık
dönmeyecek olan, yürüyenlerin hayırlısı üzerine çokça dökünüz.
Onun ailesi, kavmi, onun için sabahleyin
çağrışırlar.
Bunlar Benî Hâşim ve Benî Muttalib’dir.
Ona kılıçlarının
keskinliğini tattırırlar, onu yere düşürmüş olduktan sonra yukarı kaldırırlar.[23]
Onu, çıplak elbiseleri
soyulmuş vaziyette, toprakta güneşte kurutulan et gibi yüzü üstüne çekerler.
Bizim için yüksek köklü
bir dağ idi.
Güzel meraları bulunan,
çok otlak ve sulak olan bir dağ
Amma Bera’ya gelince onu
kastetmedim, böylece o hesap edilen şeyin hayırlısından getirildi. ”
Yine İbn İshak’dan rivayet edilen bir şiirde
Hind;
Ey gözüm! Utbe ’ye ağla!
Bir şeyhe ki boynu kuvvetli ve şiddetlidir.
Açlık ve şiddet zamanında
yedirir, mağlubiyet zamanında ise düşmanı def eder. Ben onun üzerine
hüzünlüyüm, öfkeliyim, hasretliyim aklı alınmış haldeyim. Süratle akan bir akın
ile onun Yesrib’ine ineriz.
Orada evlere yakın, uzun,
iyi atlar vardır.[24]
İntikam hırsıyla yanan
Hind’i en çok üzen şeylerden biri de bu savaşta kardeşi Huzeyfe’nin Müslüman
saflarında bulunması ve babası Utbe’yi mübareze için çağırması idi. [25]
Vakidi’nin rivayetine göre Ebû Huzeyfe babasını mübarezeye çağırmıştır. Vakidi
dışındaki diğer rivayetlere göre ise; Utbe mübaraze için birilerini çağırmış,
oğlu Huzeyfe çıkmak isteyince de Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]
buna izin vermemiştir.[26]
Ebû Huzeyfe her ne kadar babası Utbe’yi öldürmek istemiş olsa da onun
ölüsünü görünce yüzü değişmiş,[27]
hüzünlenmiş[28]
ve ağlamıştır.[29]
Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ağlama sebebini sorunca, onun ilim
sahibi, görüşüne değer verilen ve yumuşak huylu biri olduğunu ve kendisinin
İslâm’a gireceğini düşündüğünü, böyle olmamasının kendini üzdüğünü söylemiştir.[30]
Hind, Ebû Huzeyfe’nin babasını mübareze için çağırdığını duyunca onu yererek[31]
şu şiiri söyledi;
“Şaşı gözlü, dökük dişli,
melun, uğursuz Ebû Huzeyfe!
O, dinde insanların en
şerlisidir.[32]
Seni küçükken terbiye
eden, sana güçlü kuvvetli bir delikanlı oluncaya kadar
Kol kanat geren bir
babaya böyle mi teşekkür ediyorsun![33]
Öfkesini esiri olan Hind
bint Utbe Bedir Savaşı’nın ardından dediği gibi intikam alana kadar ne koku
süründü, ne de eşi ile aynı yatağı paylaştı. Var gücüyle Müslümanlardan öcünü
almak için hazırlıklar yaptı ve kinini biledi. Acısını taze tuttu.
Öte yandan, Bedir
Savaşı’nda esir alınanlar arasında Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in
kızı Zeyneb’in kocası Hz. Hatice’nin de yeğeni[34] Ebûl-Âs
b. Rebi’i de vardı.[35]
Zeynep Ebûl-Âs ile nübüvvetten önce evlenmişti.[36] Hz.
Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’e vahiy geldikten sonra kızı Zeynep ona
inanmış damadı Ebûl-Âs ise iman etmemişti.[37] Kureyşli
müşrikler nübüvetten sonra Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in
kızlarını boşamaları için kocalarına baskı yaptılar. Ebûl-Âs’a da baskı yapıp
Zeyneb’i boşamasını ve kendisini dilediği kimseyle evlendireceklerini
söylediler. Ebûl-Âs bunu kabul etmedi ve Zeyneb’den asla ayrılmayacağını
söyledi.[38]
Ebûl-Âs Bedir Savaşı’nda esir alınınca kızı Zeynep fidye olarak annesi Hz.
Hatice’nin düğününde takmış olduğu gerdanlığı gönderdi.[39] Hz.
Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] bunu görünce çok duygulandı ve
gerdanlıkla birlikte Ebûl-Âs’ın Mekke’ye gönderilmesini rica etti. Kendisine de
kızı Zeyneb’i Medineye göndermesini söyledi.[40] [41]
Aradan bir ay geçmişti ve Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]
kızını almak üzere Mekke’ye adam gönderdi. Ebûl-Âs da sözünü tuttu ve zamanı
geldiğinde karısına hicret için izin verdi. Bu arada Zeynep yol hazırlıkları
yaparken Hind bint Utbe ile karşılaştı. Hind, kendisine; “Ey Muhammed’in
kızı, babanın yanına gitmeyi istediğini bilmiyor muyum! dedi.
Zeynep: “Ben bunu
istemedim” deyince Hind: “Ey amcamın kızı! Çekinme eğer seferinde
seninle beraber bulunması gereken eşyaya veya babana götüreceğin bir mala
hacetin var ise o benim yanımda mevcuttur. Ben veririm sakın benden utanma.
Çünkü erkekler arasında olan bir şey kadınların arasına giremez.”10
diye cevap verdi.
Zeynep, kayını Kinane b.
Rebi’i ile hicret için yola çıktığında Kureyş’ten birileri onların önünü kesti
ve Zeyneb’in devesini ürküterek onun düşmesine sebep oldular. Bu sırada hamile
olan Zeynep bebeğini düşürdü. [42]
Bunu duyan Hind, bu adamları hicvetmek için şu şiiri söylemiştir;
“Kabalık, şiddet ve cefa
bakımından sulh halinde eşeklerdir.
Harpte ise hayızlı
kadınlar misalidirler.”[43]
Zeynep, Hind’in söylediklerinde
samimi olduğunu, fakat kendisinin ona güvenmekte tereddüt ettiğini ve
korktuğunu söylemiştir.[44]
Beyhaki’de geçen ikinci bir rivayette ise Zeynep’in başına bu acı olaylar
gelirken Hind’in orada bulunduğu, ona yardımcı olmadığı; hatta başına gelenlerin
sebebinin babası olduğunu söyleyerek yapılanlara razı geldiği bildirilmektedir.
[45]
Beyhaki’de geçen bu rivayet Bedir Savaşı’ndan sonra babasını, amcasını ve
kardeşini kaybeden, kalbi, beyni öfkeyle dolan, intikam yeminleri eden Hind’in
durumu düşünüldüğünde çok daha makul görünmektedir.
Mekkeli müşrikler
Bedir’de canlarını, mallarını ve onurlarını kaybetmişlerdi. Bu yüzden de bu
savaş sonrası var güçleriyle yeni bir savaşın hazırlıklarına başladılar.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, müşrikler Bedir Savaşı’na sebep olan ve Ebû
Süfyan’ın kurtardığı kervanın gelirlerini, yeni bir savaş için kullanma kararı
aldılar.[46]
Çevre kabilelerden de adam toplayarak, Ebû Süfyan komutasında[47]
yedi yüzü zırhlı, üç bin kişi topladılar.[48] Orduda
ayrıca, iki yüz at, üç bin deve vardı. Kendilerine Bedir’de kaybettiklerini
hatırlatmaları, kaçışlarını önlemeleri ve kinlerini hep taze tutmaları için on
beş kadar da kadın aldılar. [49]
Hind bint Utbe bu kadınlardan biriydi. [50] Bazı
müşrikler ve özelliklede Saffan b. Ümeyye kadınların ayak bağı olacağını
düşünerek onların savaşa katılmalarını istemiyordu.[51] Hind bint
Utbe bunu duyunca oldukça öfkelendi ve ne pahasına olursa olsun bu savaşa
katılacaklarını bildirdi.[52]
Zira, Bedir Savaşı’nda birçok müşrik yakınını kaybetmişti. Bunlardan biri de Cubeyr
b. Mut’im idi. onun amcası Tuayme b. Adiyy bu savaşta Hz. Hamza tarafından
öldürülmüştü. Cubeyr b. Mutim Hz. Hamza’yı öldürmesi için Habeşli kölesi Vahşi[53]
b. Harb[54]
ile özgürlüğü karşılığında bir anlaşma yaptı.[55] Vahşi çok
iyi mızrak atar ve kolay kolay avını kaçırmazdı. Hind, Vahşiyi her gördüğünde
ona intikamımı al diyerek tembihte bulunur[56] ve “Ey
Ebû Deseme, kurtar kurtul!”[57]
derdi. Ayrıca bu işi yaptığı takdirde zinet eşyalarıyla birlikte on altın
vereceğini vaad ediyordu.[58]
Savaşa hazır görünen Kureyş müşrikleri Medine’ye giderken yolda konakladıkları
yerlerde develeri boğazlıyor, kadınlar onları eğlendiriyor ve Bedir’de
kaybettiklerini onlara hatırlatıyordu. Yola devam ederken Hz. Muhammed
[salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in annesinin kabrinin bulunduğu Ebva’ya da
uğradılar. Yola kadınlarla çıktıkları için onların esir düşmesinden korkan
müşrikler Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in annesinin kabrini
açarak kemiklerini yanlarına almayı aralarında konuştular. Eğer kadınlar esir
alınırlarsa Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’i annesinin kemikleri
ile tehdit edeceklerdi. Orada bulunan Hind de bu fikri destekledi. Fakat
çoğunluk kendi yakınlarının kabirlerinin de Müslümanlar tarafından aynı
muamelenin yapılacağı korkusuyla bunu kabul etmedi.[59] Savaş
başladığı zaman Hind bint Utbe ve beraberindeki kadınlar ordunun içine dalarak
def çalıyor[60]
Hind onları şu şiiriyle şevklendiriyordu:
“Ey Benî Abdiddar ve
arkadan gelenlerini himaye eden kimseler. Her kesici şey ile kesiniz.”
“Eğer bu tarafa dönerseniz
boyun boyuna sarılırız ve küçük kilimlerimizi sereriz. Veya eğer arka
çevirirseniz birbirimizden ayrılırız. Tıpkı dost olmayan bir kişinin ayrılışı
gibi. ”[61]
Savaş Müslümanların
lehine olacak şekilde devam ediyor, müşrik ordusu dağılıyordu. Bunu fark eden
Hind bint Utbe ve beraberindeki kadınlar şiirler söylüyor erkekleri savaşa
teşvik ediyor[62]
aynı zamanda kaçan erkekleri toplamak için ellerinde bulunan koku ve
sürmedanlıkları uzatarak onların bir kadın gibi korkak olduklarını ima
ediyorlardı. [63]
Bu sırada tam savaş Müslümanların lehine sonuçlanacakken Hz. Muhammed
[salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in yerleştirdiği okçular savaş kazanıldı
zannıyla yerlerinden ayrıldılar ve ganimet toplamaya başladılar. Bunu fark eden
Halid b. Velid arkadan dolandı ve
savaşın kaderini
değiştirdi.[64]
Müslümanlar iki ateş arasında kalmış ve dağılmaya başlamışlardı. Hz. Hamza,
Müslümanları bir araya toplamak için olanca gücünü sarfediyor bir taraftan da
kahramanca savaşıyordu. Savaşın başından beri Hz. Hamza’yı öldürmekle görevlendirilen
Vahşi, onu takip ediyordu. Vahşi’nin savaşmak gibi bir görevi yoktu. Onun tek
görevi Hz. Hamza’yı öldürmekti. Hz. Hamza önüne gelen herkesi öldürüyor ve
kahramanca ilerliyordu. Vahşi onun boş anını kolluyor ve mızrak atmak için
uygun zamanı bekliyordu. Vahşi için beklenen zaman gelmişti. Ordu dağılmış ve
Hamza seçilir olmuştu. Hz. Hamza’nın dengesini kaybettiği bir anda ona
mızrağını attı ve o göbeği ile kasığı arasına isabet edip bacak arasından
çıktı.[65]
Vahşi, Hamza’nın yanına ölene kadar korkusundan yanaşamadı. Tam olarak öldüğünü
anlayınca yaklaştı mızrağını aldı ve hemen oradan uzaklaştı. Hind ve
beraberindeki kadınlar şehit olanların organlarını parçalıyor ve Hind onların
kulak ve burunlarından takınmak için halhal ve gerdanlık yapıyordu.[66]
Tam bir yıldır intikam
ateşini hiç söndürmeyen ve bu günü bekleyen Hind, Hz. Hamza’nın başına geldi.
Vahşi, Hamza’nın ciğerini çıkarttı ve Hind’e uzattı. Sevincinden kalbi yerinden
çıkacak gibi olan Hind söz verdiği üzere üstündeki yüzük, bilezik, küpe, kolye
ve ayağındaki halhalları çıkararak Vahşi’ye verdi.[67]
Onun ciğerini ağzına alıp
çiğnedi fakat yutmaya güç getiremedi.[68]
Bu hadiseden haberdan olan Hz. Peygamber; “Hind ondan (Hz. Hamza’nın
ciğerinden) bir şey yedi mi? diye sorunca yemediğini söylediler. Bunun üzerine
Rasûl (s.a.s.) Allah, Hamza’dan bir şeyi (parçayı) ateşe koyacak değildir”[69] buyurarak
Hz. Hamza’nın her bir zerresinin cennete layık olduğundan o anda müşrik olması
sebebiyle cehennemlik olan Hind’in midesinde bulunamayacağını vurgulamıştır. Öte yandan Hz.
Peygamber, ileride Müslüman olacağı vahyedildiğinden Hind’in Hz. Hamza’nın
ciğerini yutmaya muvaffak olamadığını kast etmiş olabilir. Hz. Hamza’nın
ciğerini ağzına alıp çiğnemesinden dolayı Hind’e “âkıletü’l-ekbâd” (ciğer yiyen
kadın) denilmiştir.[70]
Sonra içinin ateşini söndüren Hind yüksek sesle şu şiiri söyledi;
“Biz Bedir gününe karşı
size ceza verdik.[71]
Harpten sonra harp alevlenicidir.
Utbe ’den benim için
sabır olmadı.
Ne kardeşimden, ne onun
amcasından ve ne de Bekr’imden.
Yüreğimi soğuttum ve
nezrimi yerine getirdim. Ey Vahşi göğsümün susuzluğunu giderdin.
Vahşi’nin teşekkürü
üzerime ömrüm boyuncadır. Hatta kabrimde kemiklerimin çürüyüp dağılmasına
kadardır.[72]
Ayrıca İbn İshak’tan
rivayetle Hind, şu şiiri söylemiştir:
“Uhud’da nefsim Hamza’dan
intikam ateşini aldı. Hatta onun karnını ciğerinden deldim.
Bu, benden kasdedici elem
verici şiddetli hüzün ateşinin eleminden bulmakta olduğum şeyi benden götürdü.
Harb, şiddetli ve soğuk
yağmurun atılmasıyla sizin üzerinize yükseldi.
Sizin üzerinize arslan
gibi saldırdı.[73]
Hind bint Utbe intikamını
almış, sakinleşmiş ve bu olaydan sonra aktif olarak Müslümanlarla uğraşmayı
bırakmıştı. Uhud Savaşı’ndan sonra gerçekleşen Hendek Savaşı’na katılmamış ve
artık normal hayatına dönmüştür.
Hendek Savaşı’ndan sonra Hz.
Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ve ona inanların sayısı gün geçtikçe
artıyor ve devlet olarak sağlam adımlarla ilerliyorlardı. Medine’deki Yahudiler
etkisiz hale getirilerek şehrin güvenliği sağlanmıştı. Mekke’yi özleyen Hz.
Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ve ashabı bu olumlu gelişmelerin
neticesinde umre yapmak üzere 1400 kişilik bir grupla Mekke’ye hareket ettiler.
Niyetlerinin savaş olmadığını göstermek amacıyla ihramlı olarak yola çıkmış ve
yanına kurbanlık develer almışlardı. Hudeybiye mevkiine geldikleri sırada
müşriklerin engellemesi ile karşılaştılar ve karşılıklı elçiler gelip gitmeye
başladı. Neticede Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ile müşrikler
arasında Hudeybiye Antlaşması imzalandı. Bu anlaşmayla Mekkeliler’den gelecek
saldırı tehlikesi ortadan kaldırılmış ve barış ortamına girilmişti.[74]
Yukarıda da bahsettiğimiz gibi bu yıllarda Mekke’de kıtlık baş göstermiş ve Hz.
Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] bu dönemde başta Ebû Süfyan ailesi
olmak üzere buğday göndermiş ve çeşitli yardımlarda bulunmuştur.[75]
Bu gelişmelerde olumlu havanın daha da artmasına ve müşriklerin İslâmiyet’e
bakışlarının olumlu yönde değişmesine sebep olmuştu.
Bu olumlu havanın girdiği
evlerden biri de hiç şüphesiz Hind bint Utbe’nin eviydi. Hz. Muhammed
[salla’llâhü aleyhi ve sellem], Hind’in eşi Ebû Süfyan’a maddi yardımlarda
bulunmuş, başında bulunduğu kervanının İslâm topraklarından geçerek
Suriye-Filistin yönüne ilerlemesine müsaade etmişti. Hind bint Utbe ve Ebû
Süfyan Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in bu davranışlarından sonra
İslâm’a ve inanlara karşı yumuşamaya başlamıştı. Hz. Muhammed [salla’llâhü
aleyhi ve sellem]’in, Ebû Süfyan’ın kızı Ümmü Habibe ile evlenmesi[76]
onu, İslâm’a daha da yakınlaştırdı. Bu evlilikten önce iki kabile arasında bir
yumuşama ve yakınlaşma olacağına dair şu Âyet-i Kerîme nazil olmuştu: “Belki
de Allah sizinle, onlardan düşman olduklarınız arasına bir sevgi koyar. Allah
(buna) kadirdir, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.”[77]
Bütün işaretler olumlu yönde seyretmiş, aradaki buzlar erimişti.
Barış ortamının
sağlandığı bu günlerde Mekkeli müşriklerden bazıları Benî Bekr Kabilesi’ne,
Huzâalılara karşı yardımda bulunmuş ve Hudeybiye Antlaşması’na muhalefet
etmişlerdi.[78]
Bunun sonucunun kötü olacağını ve Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in
bunun hesabını soracağını anlayan müşriklerden Hâris b. Hişam ile Abdullah b.
Ebî Rebîa henüz yeni Şam’dan gelmiş olan Ebû Süfyan’ın yanına gittiler.
Anlaşmanın yenilenmesi için kendisinin Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve
sellem] ile görüşmesi gerektiğini belirttiler. Ebû Süfyan bu olanların
kendisinin bilgisi dâhilinde gerçekleşmediğini ve bu olanlardan hiç
hoşlanmadığını belirtti. Bu olaylar yaşanırken Hind bint Utbe rüyasında
Hacun’dan[79]
bir kanın akıp Hendeme Dağı’nda durduğunu görmüştü.[80] Rüyasını
hayra yormadı ve sıkıntıya kapıldı.
Yukarıda da ayrıntılı
olarak değindiğimiz gibi Ebû Süfyan, Hudeybiye antlaşmasının yenilenmesi için
Medine’ye gitmişse de olumlu bir sonuç alamadan geri döndü. Hz. Muhammed
[salla’llâhü aleyhi ve sellem] Mekke’nin Fethi için on bin kişilik bir orduyla
yola çıkmış ve artık müşrikler için yolun sonu görünmüştü. Her tuttukları dal
ellerinde kalıyor ve çabaları sonuçsuz kalıyordu. Mekke yakınlarına gelen Hz.
Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ile görüşmeye giden Ebû Süfyan da
Müslüman olmuş ve artık teslim olmaktan başka çare kalmamıştı. Ebû Süfyan’ın
Mekke’ye dönmesi gecikince müşrikler onun da İslâm’ı kabul ettiğini ve
kendilerinden gizleyeceğini konuşmaya başladılar. Bunu duyan Hind bu durumdan
hiç hoşlanmadı ve sabırsızlıkla eşini beklemeye başladı. Gece yarısı dönen
eşine neler olduğunu ve Mekkeliler’in konuştuklarını sordu. Ebû Süfyan sorduğu
soruları cevaplamadı ve doğruca kendisinden haber bekleyen müşriklerin yanına
gitti. Öfkesinden çılgına dönen ve sorularına cevap bulamayan Hind, onun peşine
takıldı. Ebû Süfyan kendisini bekleyenlerin yanına gelip Müslüman olduğunu ve
evine sığınanların emniyette olacağını açıklayınca[81] Hind b.
Utbe kulaklarına inanamadı. Yıllardır birlikte Müslümanlara karşı mücadele
ettiği dava arkadaşı eşi Müslüman olmuş ve artık mücadeleyi bırakmıştı.
Öfkesinden yerinde duramayan Hind, kocasının sakalından tuttu ve onun göğsünü
yumruklayarak; “Ey Galib hanedanı! Şu kocamış ahmağı, şu işe yaramaz yağ tulumunu,
[82]
şu elçinizi öldürünüz.[83]
Çünkü O dininden dönmüştür. Kavminin ne kötü bir gözeticisidir O![84]
Allah, Kureyşîlerin senin gibi elçisini hayırdan uzaklaştırsın! [85] Ey
Mekke ehli parçalayın öldürün [86]
kendinizden ve beldenizden uzaklaştırın[87]”
dedi. Ebu Süfyan kararlı bir şekilde; “Nefsim kudret elinde olan Allah ’a
yemin olsun ki, ya Müslüman olursun ya da boynun vurulur” dedi.[88]
Bu gelişmelerin ardından
Hind bint Utbe ve Mekkeli müşrikler o geceyi korkarak ve başlarına neler
geleceğini düşünerek geçirdi. Her ne kadar gerçeği kabullenmek istemeseler de
kaçtıkları şey kendilerine her an yaklaşmakta idi. Ebû Süfyan o sabah tekrar
sokağa çıkarak; Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in çok kalabalık
bir orduyla geldiğini, karşı koymanın artık imkânsız olduğunu hatırlattı.
Emniyette olmak isteyenlerin evlerine girip kapılarını kapatmalarını söyledi.
Hind her ne kadar karşı çıkmışsa da eşi onu azarladı ve evine girmesini
söyledi.[89]
Hind artık yapacak hiçbir şey olmadığını anlayınca penceresinin önüne oturdu ve
olacak olanları seyretmeye başladı. İçindeki kin azalmış ve sakinleşmişti.
Olanları soğukkanlılıkla düşünmeye başladı.[90] Hz.
Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] devesi kasvayla Kâbe’ye geldi.
Ashabıyla birlikte Kâbe’yi tavaf etti[91] ve
Kâbenin etrafında bulunan putları asasıyla dokunarak devirdi.[92]
Her seferinde “Hak geldi, batıl yok oldu. Zaten batıl yok olmaya mahkûmdur.[93]
Hak geldi, yok olan batıl, ne yoktan bir şey var edebilir, ne de yok olanı
diriltebilir” diyordu.[94]
Öğle vakti olunca Bilal-ı Habeşî’den Kâbe’nin üzerine çıkarak ezan okumasını
istedi. [95]
Mekkeli müşrikler bu durumdan hiç hoşlanmamış ve bu günleri göreceklerine
ölmeyi yeğl ediklerini söyl emi şlerdir.[96]
Müslümanlar Mekke’yi
fethettikleri günün gecesini Kâbe’yi tavafla, namazla ve Allah’a ibâdetle
geçirmişlerdi. Olanları izleyen Ebû Süfyan, karısı Hind’e; “Sen bunun Allah’tan
olduğu kanaatinde misin? dedi. “Evet! Bu, Allah tarafından olan bir iştir!”'16'[97] diyen
Hind’in gözündeki perde kalkmış ve o gece sabaha kadar ibadet eden Müslümanlar
onu çok etkilemişti. Daha önce hiçbir zaman Allah’a layıkıyla böyle ibâdet
edilmediğini; [98]
kimisinin kıyamda, kimisinin rükûda, kimisinin de secdede olduğunu kocasına
söyledi[99]
ve Mekke’nin fethinden önce üç gece arka arkaya gördüğü rüya aklına geldi. Hind
rüyasında karanlıklar içinde kalmış, ne bir ova ne de bir dağın olmadığı bir
belirsizlikte, yolunu kaybetmiş halde dolanırken ilerde bir ışık görmüş ve Hz.
Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] kendisini bu ışığa çağırmıştı. Bu
rüyanın tesirinden kurtulamadan ertesi günü yine rüyasında; Hübel putu onu sağ
tarafa, Yesaf ise sol tarafa çağırmış, yine Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve
sellem] belirerek onu o ışığa yani doğru yola çağırmıştı. Hind olanlara anlam
veremiyor ve gördüğü rüyaların ne anlama geldiğini düşünüyordu. Üçüncü gün
rüyasında; kendisini cehennemin başında görmüş ve Hubel putu kendisine ateşe
atlamasını söylüyordu. Tam çevresindekiler kendisini ateşe atacakken arkasından
Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in tuttuğunu ve kendisini kurtararak
oradan uzaklaştırdığını görüyordu.[100] Bugün
yaşananlarla rüyasına artık anlam verebiliyor ve kafasındaki şüpheler tek tek
yok oluyordu. ve bütün bunların neticesinde Müslüman olmak istediğini eşine
bildirdi.[101]
Bütün bu anlatılanlar, rüya ve kehanet konularındaki maziyi aklımıza
getirmektedir.
Bilindiği gibi siyer
yazıcılığında “rüya motifi”, “kehanet motifi” sıkça başvurulan kaynaklar
arasında yer almıştır. İnsanoğlu müntesibi bulunduğu dini ve din adamını üstün
göstermek için sıkça bu yola başvurmuş, bu konuda da abartma konusunda oldukça
cömert davranmıştır. Kur’an’da rüyanın bilgi kaynağı olarak kullanılması bunu
daha da meşrulaştırmıştır. Bu konuda gerek Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve
sellem]’in doğumundan önce dedesi Abdülmuttalib ve annesi Amine’nin gördüğü
rüyalar oldukça meşhurdur. Bu rüya motifine diğer peygamberlerin hayatında da
bolca raslanmaktadır. Yine; Buda, Zerdüşt, Konfüçyüs ve devletlerin liderleri
ile ilgili de birçok örnek karşımıza çıkmaktadır. Rüyanın bilgi kaynağı olup
olmadığı, rüya ile hadis rivayet edilip edilemeyeceği ise İslam âlimleri
tarafından tartışılmıştır.[102]
Hind bint Utbe’nin hayatına baktığımızda da; kocası tarafından kendisine iftira
atıldığında kâhine başvurmalarında, kâhinin kendisene suçsuz olduğunu ve
ileride başka bir erkekten melik doğuracağını söylemesinde, hudeybiye
anlaşmasına muhalefet edildiği sırada gördüğü rüyada ve son olarak Müslüman
olmadan önce Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’i (s.a.s) kendisini
ateşten korurken gördüğü rüyada açıkça görmek mümkündür. Bu sayede Allah
tarafından Hind’in ilerde Müslüman olacağı rüya ile müjdelenmiştir.
Hind’in Müslüman olması ile ilgili bir
başka rivayette ise; Hind İslâm’a girmemekte direnince, eşi Ebû Süfyan
tarafından boynunun vurulması ya da İslâm’a girmesi arasında tercihe
zorlanmıştır. O da İslâm’a girmeyi tercih etmiştir.[103]
Hind’in karakteri düşünüldüğünde korkuyla ya da
zorlamayla Müslüman olmuş olması çok da imkân dâhilinde gözükmemektedir. Öte
yandan Hind ve eşi Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’den
çekiniyorlardı. Çünkü Hind, Uhud Savaşı’nda şehit düşenlere müsle yapmış ve Hz.
Hamza’nın ciğerini ağzına alıp çiğnemişti. Bunun için Hind bint Utbe Mekke’nin
Fethi sırasında görüldüğü zaman Kâbe’nin örtüsünün altına sığınmış olarak
bulunsa bile öldürülecek dört [104] veya
altı [105] kadından
birisiydi. Bu yüzden çekiniyor ve Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in
kendisini affetmeyeceğinden korkuyordu. Ebû Süfyan, Hind’e Hz. Muhammed [salla’llâhü
aleyhi ve sellem]’in yanına beyat için giderken yalnız gitmemesini ve kavminden
bir adamı yanına almasını tembihledi.[106] Zira
Hind bazı rivayetlere göre Hz. Osman,[107] bazı
rivayetlere göre ise kardeşi Ebû Huzeyfe’nin[108] yanına
gitti ve Müslüman olduğunu belirtti. İçinde bulunduğu durumu ve Hz. Muhammed
[salla’llâhü aleyhi ve sellem]’e beyat için gitmek istediğini fakat geçmişinde
yaptığı hatalardan dolayı çekindiğini belirtti. Kendilerinden bu konuda yardım
istedi.[109]
İbn Asâkir’de geçen bir rivayette de Hind biat edecek diğer kadınlarla beraber
gitmişti.[110]
Diğer taraftan, Hz.
Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] yeni dine giren erkeklerden biat[111]
alıyordu. Bunu duyan kadınlar da kendisine biat etmek istediler. Hz. Muhammed
[salla’llâhü aleyhi ve sellem] Medine’ye hicret ettiğinde orada bulunan
kadınlar da kendisine biat etmek istemişlerdi.[112] Bunun
üzerine Mümtehine Suresi’nin on ikinci ayeti nazil oldu; “Ey Peygamber!
Mümin kadınlar Allah ’a hiçbir şeyi ortak koşmayacakları, hırsızlık
yapmayacakları, zina etmeyecekleri, çocuklarını öldürmeyecekleri, elleriyle
ayakları arasında bir iftira düzüp getirmeyecekleri, dine ve akla uygun hiçbir
konuda sana karşı gelmeyecekleri hususunda sana biat etmeye geldiklerinde
onların biatlarını kabul et ve onlar için Allah ’tan bağışlanma dile, kuşkusuz
Allah bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir. ”[113]
Bu ayetin neticesinde Medine’de bulunan erkek ve kadınlardan
belirtilen konular üzerine biat alınmıştı. Mekke’de de aynı şekilde kadınlardan
biat alınmıştır.[114]
Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] Ebtah’ta
kadınların biatını aldığı sırada eşleri, kızı Fatıma ve akrabalarından kadınlar
bulunuyordu.[115]
Hind bint Utbe’nin Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in yanına biata
gittiğinde kendini gizledi ve tanınmamak için peçe taktı. [116] Hind Hz.
Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’den amcasına yaptıklarından dolayı
çekiniyor ve kendisine zarar vermesinden korkuyordu. Hz. Osman ile birlikte
biat için gitti ve izin alarak içeri girdi.[117] Hind Hz.
Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in yanına geldi ve kendisine şu sözleri
söyledi; “Ya
Rasulullah! Akrabalığının
bana fayda vermesi için kendi nefsine seçtiği dini
güçlendiren Allah’a hamd
olsun. Ya Muhammed! Ben Allah’a inanan ve Rasulünü
tasdik eden bir kadınım’” dedi. Sonra peçesini
çıkardı ve kendisini tanıttı.[118]
Bazı rivayetlerde ise; Hind’in kendisini gizlediği, Hz. Muhammed’in onu biat
ederken
sözlerinden tanıdığı
belirtilmektedir.[119]
Rivayetlerin çoğunluğu bu yöndedir ve Hind’in içinde bulunduğu durum göz önüne
alındığında bu rivayetler daha sahih gözükmektedir. Bu doğrultuda Hz. Muhammed
[salla’llâhü aleyhi ve sellem] Hind ve orada bulunan kadınlardan toplu olarak
biat almıştır. Hz. Ömer de hazır bulunmuş, kadınlardan biat alınırken Hz.
Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in sözlerini onlara aktarmıştır.[120]
Orada bulunan Hind;
Ya Rasulallah! El tutuşup
sana biat edelim mi? diye sordu.[121]
Hz. Muhammed [salla’llâhü
aleyhi ve sellem]: “Ben kadınlarla el tutuşmam! Benim yüz kadına birden
hitap etmem, her kadına ayrı ayrı hitap etmem gibidir”[122] dedi.
Hz. Muhammed [salla’llâhü
aleyhi ve sellem], Hz. Ömer’e: “Söyle onlara: Allah’a hiçbir şeyi eş, ortak
koşmamak üzere Rasulullah’a biat edecekler!”[123]
Hind: “Vallahi kadın
erkek bizler putlara tapıp duruyorduk. Erkeklerden almadığın bir sözü bizden
istiyorsun.[124] Her
neyse, biz söylememizi istediğin şeyi de söyleyeceğiz. 79 İyce
anladım ki Allah ’tan başka tanrılar olsaydı bugün bu halde olmazdık.'’”'199,
Hz. Muhammed [salla’llâhü
aleyhi ve sellem], Hz. Ömer’e: “Söyle onlara: Hırsızlık da yapmayacaklar!””19
Hind: “Hür kadın hiç
hırsızlık yapar mı![125]
[126]
[127]
[128]
Ya Rasulallah, kocam Ebû Süfyan, cimri bir adamdır. [129] Vallahi
ben onun malından haberi olmadan bir şeyler çalıyordum.[130] Bu
benim için helal midir, değil midir bilmiyorum.[131] [132]
[133]
Ebû Süfyan ne bana ne oğluma yeteri kadar bir şey vermiyor””[134]"
Hz. Muhammed [salla’llâhü
aleyhi ve sellem]: “O’nun malından, kendine ve oğluna yetecek kadar örfe
uygun bir şey alabilirsin””3"
Ebû Süfyan: “Senin
geçmişteki çaldığın geçti gitti. Gelecekte çalacağında sana helal olsun.””30
Hz. Muhammed [salla’llâhü
aleyhi ve sellem] yaşanan bu diyalogdan bu kadının Hind olduğunu anladı ve
gülümsedi. Hind’i yanına çağırdı ve elini tuttu.[135] [136]
-Demek sen Hind bint Utbe
’sin ha!
dedi.[137]
Hind: “Evet, geçmişte
yaşananlardan dolayı Allah beni affetsin. [138]
Allah’a şükürler olsun ki kendisi için seçip beğendiği dinini üstün kılmıştır.
Ey Muhammed! Muhakkak ki bana rahmetin dokunacaktır. Ben şimdi Allah ’a inanmış
bir kadınım”” dedi ve yüzünden peçesini çıkardı. Kendisini tanıttı ve
affını istedi.” 805 Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] kendisine
: “Hoş geldin!” dedi.
Hind: “Vallahi ya
Rasûlallah! Dün, yeryüzünde senin çadırındakiler kadar zillete ve hakarete
uğramasını özlediğim bir çadır halkı yoktu! Bugün sabaha çıkınca, senin
çadırındakiler kadar izzet ve şerefe ermesini özlediğim bir çadır halkı
yoktur!”0 dedi.
Hz. Muhammed [salla’llâhü
aleyhi ve sellem]: “Öyledir. Vallahi ben kendisine çocuklarından ana ve
babalarından daha sevimli olmadıkça hiçbiriniz gerçekten iman etmiş olmazsınız”
buyurdu.
Hz. Muhammed [salla’llâhü
aleyhi ve sellem] tekrar Hz. Ömer’e döndü ve: “Söyle onlara: Zina
etmeyecekler, buyurdu.”0
Hind: “Ya Rasulullah!
Hür kadın zina edermi hiç! diyerek şaşkınlığını belirtti.”808
Hz. Muhammed [salla’llâhü
aleyhi ve sellem]: “Hayır vallahi hür bir kadın zina edemez” buyurdu.809
Hz. Ömer’e tekrar
dönerek: Söyle onlara: “Çocuklarını da öldürmeyecekler” buyurdu.810
Hind: “Vallahi onları
küçükken biz büyüttük terbiye ettik.811 Sen onların en iyi bileni
olduğun halde812 büyüyünce onları Bedir’de öldürdünüz.813
Bize çocuk mu kaldı ki onları öldürelim.814 Her ne ise bu sizin ve
onların bileceği bir iş” dedi.815 [139] [140]
[141]
[142]
* [143]
[144]
[145]
[146]
[147]
[148]
Orada bulunan Hz. Ömer’in
bu sözler çok hoşuna gitti ve kendini yere atıncaya kadar güldü.[149]
Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ise gülümsemekle yetindi.
Hz. Muhammed [salla’llâhü
aleyhi ve sellem], Hz. Ömer’e: “Söyle onlara: Elleriyle ayakları arasında
bir iftira düzüp getirmeyecekler1” buyurdu.
Hind: “Vallahi iftira
çok kötü bir şeydir.[150] Bize
ancak doğru yol ve ahlaki faziletler emrolunuyor” dedi.[151]
Hz. Muhammed [salla’llâhü
aleyhi ve sellem] Hz. Ömer’e: “Söyle onlara: Allah’a itaat ve kulluk sayılan
işlerde Rasulullaha muhalefet ve itaatsizlik etmeyeceklerdir” buyurdu.[152]
Hind: “Vallahi şu
meclisimizde hakkımızdaki herhangi bir şeyde sana itaatsizlik ve muhalefet
edelim diye oturmadık” dedi.[153] biatın
sonunda Hind:
“Anam babam sana feda
olsun. Sen bizi ne kadar şerefli, ne kadar güzel şeylere davet ettin” dedi.[154]
Biat sırasında Hz.
Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] Hind’in eline baktı ve elini yırtıcı
hayvan pençesine benzetti.[155]
Muhtemelen Hind’in eli kınasız olduğu için böyle söylemiş ve biatını kabul
etmek için ellerini değiştirip kınalamasını istemişti. Hind gitti ve elini
kınaladı. Bu arada kollarında altın bilezikler vardı. Hz. Muhammed [salla’llâhü
aleyhi ve sellem]’e bu bilezikler hakkında ne buyurursun diye sordu ve O da; “Cehennem
korlarından iki kordur” buyurdu.[156] Hind’in Hz.
Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’e olan biatı değerlendirildiğinde
Hind’in zekâsını, hitabet gücünü ve cesaretini görmek mümkündür. Taklidi her
zaman reddeden, aklına yatmayan konuları sorgulayan ve kendine güvenen Hind’i
biat sırasındaki cevaplarda çok net görmekteyiz. Ayrıca onun Müslüman olsa bile
geçmişin izini silemediği ve iç hesaplaşmalarla boğuştuğu görülmektedir. Gene
Hind’in biatını değerlendirdiğimizde bir takım hususlara da katılmadığımızı
belirtmeliyiz. Bunları maddeler halinde sıralayacak olursak;
Mekke’nin fethedildiği
günde Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] üç kişi dışında[157]
umumi af ilan etmiş, bu durumdan bütün Mekkeliler hoşnut olmuştu. Çünkü Hz.
Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] hiçbir zaman ihtiraslarının peşinde
olmamış, şahsi kin ve nefretlerinin arkasından koşmamış, hep gönül kazanmaya
çalışmıştı. Ancak, Hind Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in
amcası Hz. Hamza’ya ve daha birçok sahabeye müsle uygulamış; kulak, burun gibi
organlarını keserek kendisine çeşitli takılar yapmıştı. Ayrıca yine Hz.
Hamza’nın ciğerini ağzına alarak gidilebilecek en son noktaya kadar gitmişti.
Bu sebeplerden dolayı kendisi Mekke’nin Fethi esnasında Kâbe’nin örtüsü altında
görülse bile öldürülecekler arasında bulunmakta idi. Fetih gecesinde Hind
Müslümanların ibâdetlerinden ve onurlu hallerinden etkilenerek Müslüman
olmuştu. Daha sonra diğer kadınlarla birlikte biat etmeye gitmiş ve Hz.
Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] kendisini tanımış ve “merhaba” diyerek
çok hoş karşılamıştır. Yine Hz. Peygamber’in, Hind’i affetmiş olması da gayet
anlaşılır bir durumdur fakat amcasına ve daha birçok sahabeye kötülüğü dokunan,
ihtiraslarıyla yaşayan bir kadını bu kadar hoş bir şekilde karşılamış olması
bazı soru işaretleri oluşturmaktadır.
Diğer yandan; Hind’in Hz.
Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ile elini tutarak biatlaşmamış olması
da çelişkili görünmektedir. Kaynakların çoğunluğunda Hz. Muhammed [salla’llâhü
aleyhi ve sellem]’in kadınlardan biatı Hz. Ömer aracılığı ile aldığı, onlarla
musafaha yapmadığı açıkça belirtilmektedir. Bütün bu rivayetlere rağmen
özellikle yanına çağırarak Hind’in elini tutmuş olması çok da mümkün
gözükmemektedir. Ayrıca Hind, biat etmeye giderken korkarak gitmiş ve bu yüzden
de tanınmamak için yüzünü peçelemişti. Orada bulunan kadınların arkasına geçmiş
endişeyle biat ediyordu. Bütün bunlara rağmen biat ederken Hz. Muhammed
[salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in biat maddelerine yorumlar yapmış, karakteri
gereği sessiz kalamamıştı. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in
“hırsızlık yapmayacaklar” demesiyle kendisini ele verecek bir cevapla Hind,
kocası Ebû Süfyan’ın cimri biri olduğunu ve ne kendisine ne de çocuklarına
yetecek nafakayı vermediğini belirtmişti. Kendisini gizleyen, canından olma
endişesiyle oraya giden ve feraset sahibi olan Hind’in böyle bir cevap vermiş
olması da çelişkili görülmektedir.
Müslüman olan ve Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’e biat eden
Hind sanki yeniden doğmuş âdeta bambaşka bir insan olmuştu. Hz. Muhammed
[salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in kendisini merhametle karşılaması içindeki
kin, nefret ve intikam duygularını söküp atmış, yerini imanın eşsiz hazzına
bırakmıştı. Hind bu duygularla evine döndü ve evini tepeden tırnağa gözden
geçirdi. Her yer putlarla doluydu ve yıllarca boş şeylere inanmış, taptığı ve
uğruna her şeyini feda etmeye hazır olduğu bu putlar artık gözünde değerini
yitirmişti. Pişmanlık ve içinde öfkeyle putları ayaklarıyla kırıyor,[158]
bundan büyük zevk alıyor ve ağzından şu cümle dökülüyordu; “sizinle aldandık ve boş
bir gurura kapıldık.” [159]
Hind bu duygularla geçmişte gördüğü bir rüyasına daha iyi anlam verebiliyordu.
Rüyasında çok sıcak bir günde güneşin altında beklediğini, yakınında bir gölge
olduğu halde oraya gitmeye güç yetiremediğini ve Hz. Muhammed [salla’llâhü
aleyhi ve sellem]’in kendisine yaklaşmasıyla gölgeye girdiğini hatırladı.
Kendisine hidayeti nasib eden Allah’a tekrar hamd etti.
Artık Hind, İslâmiyetle
şereflenmiş ve samimi bir Müslüman olmuştu. Ayrıca kendisini affettiği için Hz.
Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’e olan sevgisi ve hayranlığı kat be kat
artmıştı.
Ona karşı kendini borçlu hissediyor ve bunun karşılığında bir şeyler yapmak
istiyordu. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] henüz Mekke’den
ayrılmamış, yanında eşleri Hz. Ümmü Seleme ile Hz. Meymune ve kendi
akrabalarından bazı kadınlar olduğu halde Ebtah’ta bulunuyordu.[160]
Bu sıralarda Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem], yeni Müslüman olan
Hind ile kocası Ebu Süfyan’ın nikâhlarını tazelemiştir.[161] Hind
henüz misafir olan Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] için ne
yapacağını düşünürken aklına onun için yemek hazırlamak geldi. Koyunları
arasından iki körpe oğlağı seçti onları kızartıp kebap yaparak hizmetlisi ile
gönderdi.[162]
Hind’in hizmetçisi izin alarak içeri girdi ve hanımının selamı olduğunu, bu
sene koyunlarının az doğurduğunu onun için bu kadar gönderebildiğini ve bu
durumdan dolayı kendilerinden özür dilediğini söyledi. Hz. Muhammed
[salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in Hind’in bu içten ve samimi hali çok hoşuna
gidince; “Allah sizin koyunlarınızı bereketlendirsin ve kuzulayıcılarınızı
çoğaltsın”diyerek dua etti. Hizmetlisi oradan ayrılıp da bu duayı hanımına
söyleyince Hind bu duruma çok sevindi. Gerçekten de Hz. Muhammed [salla’llâhü
aleyhi ve sellem]’in bu duasıyla Hind’in koyunları ve kuzulayıcıları o kadar
arttı ki daha önce böylesi görülmemişti. Hind bu nimet karşısında her zaman
şükretmiş ve Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in duası aklına
gelerek şöyle dua etmiştir; “Bu, Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem.)
duasının bereketidir. Bizi Islâm’a ulaştıran Allah ’a hamdolsun”[163]
Yine Hz. Muhammed
[salla’llâhü aleyhi ve sellem] Mekke’de bulunduğu bu günlerde Hind’e İslâmiyeti
nasıl bulduğunu sormuştu. Hind karakteri gereği açık sözlülüğüyle; namazda iken
ellerin dizlere ya da yere koyulması (rukû ve secde), başörtüsü ve siyahî
kölenin (Hz. Bilal’i kastederek) Kâbe’nin duvarında yüksek sesle karga gibi
ötmesi dışında her şeyin çok güzel olduğunu söyledi. Hz. Muhammed [salla’llâhü
aleyhi ve sellem]; “rukusuz ve secdesiz namaz olmaz, Kâbe’nin üstünde karga
gibi öttüğünü söylediğin kişi Allah’ın güzel bir kuludur, başörtüye gelince
onun dışında hangi şeyle güzel örtünülür ki”[164] diye
cevap vererek Hind’in kafasındaki soruları cevaplamıştı. Hind; anam babam sana
feda olsun dedi ve kendisinin şiiri ve bununla tanınıp yüceltilmeyi çok
sevdiğini söyledi ve bu konuda kendisinden izin istedi. Bu esnada yeni müslüman
olan ve geçmişinde çok hataları bulunan Hind, bu soruyu korkmadan olumsuz
gördüğü şeyleri söyleyerek cevaplamıştır.
Artık samimi bir şekilde Müslüman olan Hind, oğlu Muaviye’yi Hz.
Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in hizmetine vererek kısa bir süre de
olsa bu fırsatı değerlendirmesini sağlamıştı. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi
ve sellem]’in ölümünün ardından İslâm’a hizmet etmek için her türlü fırsatı
değerlendirmiş ve kadınlar arasında bu konuda hep önde olmuştur.[165]
Hz.
Peygamber’in Vefatından Sonra Hind bint Utbe
Mekke’nin Fethiyle
birlikte Müslüman olan Hind, eşi Ebû Süfyan, oğlu Muaviye ve kızları Hz.
Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in vefatının ardından mallarıyla,
canlarıyla İslâm nurunun yayılması için çabalamışlar; ellerine geçen her
fırsatı değerlendirmişlerdir. Hz. Ebû Bekir döneminde Hind’in üvey oğlu Yezid
komutan olarak görev almış, oğlu Muaviye de kardeşinin komutası altında
görevler yapmıştır. Yine Ebû Süfyan Şam bölgesinde yapılan fetihlere bölgeyi
çok iyi tanıdığı için gönüllü olarak katılmıştır.
Kaynaklarda Hz. Ömer’in
halife olması ve oğlu Muaviye’nin Yezid’in ardından Şam’a tayin edilmesiyle
birlikte Hind’in isminden daha çok bahsedildiğini görmekteyiz. Hind, Hz. Ebû
Bekir döneminin sonlarında 63 3 [166] yılında
veya Hz. Ömer döneminde hicretten on beş sene sonra[167] 636
yılında[168]
gerçekleşen Yermük Savaşı’na[169]
eşi Ebû Süfyan[170]
ve kızı Cüveyriye ile birlikte katılarak büyük kahramanlıklar göstermiştir. Bu
savaşta üvey oğlu Yezid komutanlardan biriydi. [171] Hz. Ömer
döneminde fetih faaliyetleri hızlanmış, Müslümanlar Suriye topraklarında hızlı
bir şekilde ilerliyorladı. [172]
Bu tehlikenin farkına varan Bizans İmparatoru Heraklius karma milletlerden
oluşan iki yüz bin kişilik bir ordu hazırlayarak savaş hazırlıklarına başladı.
Müslümanlar elli bin veya yirmi dört bin[173] kişilik
bir orduyla kahramanca çarpıştılar. Hind bint Utbe ve beraberindeki kadınlar
savaş esnasında erkekleri savaşa teşvik ediyor[174]
ve onları “Ey Müslüman topluluğu! Kılıçlarınızla sünnetsizleri kesiniz’” diyerek
şevklendiriyordu. Hind, kızı Cüveyriye ve bazı kadınlar Müslümanların zor
durumda kalması karşısında bizzat kılıçlarıyla savaşmış, büyük kahramanlık
örneği göstermişlerdir.[175]
Yermük Savaşı ile birlikte Suriye’de varolan Bizans egemenliği sona ermiştir.[176]
Hz. Ömer, valiliği
döneminde Ebû Süfyan’ın oğlu Yezid’i Şam’a tayin etmiş, kardeşi Muaviye onu
ziyaret için Şam’a gitmişti. Bunun üzerine Ebû Süfyan Hind ile sohbeti
esnasında Muaviye’nin oğlu Yezid’e nasıl tabi olduğunu övünerek söyleyince Hind
kimin kime tabi olacağının ileride belli olacağını söyleyerek oğlu Muaviye’ye
arka çıkmıştır.[177]
Bu olaydan Hind ile Ebû
Süfyan arasında bir üstünlük mücadelesinin bulunduğunu ve aralarının açık
olduğunu açıkça görmekteyiz. Kaynaklarda tam olarak zamanı belirtilmemekle
birlikte Ebû Süfyan’ın Hind’i boşadığı bildirilmektedir.[178]
Muaviye’nin vali olduğu dönemde boşanmış oldukları ve Hind’in geçimini
temin etmek üzere ticarete atıldığı kuvvetle ihtimaldir.[179] Ayrıca
Zehebi’de Ebû Süfyan’ın ömrünün sonlarında Hind’i boşadığı ibaresi geçmektedir.[180]
Hz. Ömer, Ebû Süfyan’ın oğlu Yezid’in ölümünün ardından
kardeşi Muaviye’yi Şam’a vali tayin etmişti. Eşinden boşanan Hind bint Utbe bu
dönemde ticaret yapmaya karar vermişti ve bunun için halifeden beytülmaldan
verilmek üzere dört bin dirhem borç istedi.[181]
Hz. Ömer bunu kabul ederek ona istediği parayı verdi ve Hind bu parayla Kelb
beldelerine giderek ticari faliyetlerde bulundu.[182]
Hind burada bulunduğu sıralarda Ebû Süfyan ve oğlu Amr’ın, Muaviye’yi ziyarete
gittiğini öğrendi. Ebû Süfyan’ın oğlunun makamından faydalanmak isteyeceğini
düşünen Hind doğruca Şam’a gitti. Muaviye annesini görünce çok şaşırdı ve
ziyaretinin sebebini sordu.[183] Hind
kendisi adına endişelendiğini söyleyerek ona; Hz. Ömer’in Allah rızasını
gözeten bir halife olduğunu,[184] nefsine
göre hareket etmemesini, hoşuna gitse de gitmese de halifeye tabi olmasını,[185]
yakınlarına karşı özellikle de babası ve kardeşlerine karşı dikkatli olmasını
ve ölçülü davranmasını, insanların bu verdiklerini nerden verdiğini bilemeyeceğini
ve bu dedikoduların Hz. Ömer’e ulaştığı anda görevinden azledeceğini [186]
söyleyerek nasihatlerde bulundu. Ayrıca Ebû Süfyan’a bir atla birlikte dört bin
dirhem vermesini, kardeşi Amr’a ise bir katırla birlikte iki bin dirhem
vermesini söyledi. Muaviye’nin Şam’a vali olarak atanması Hind ve ailesi için
geçmişlerini temize çekme adına bulunmaz bir fırsattı. Akıllı bir kadın olan
Hind bunun farkına vamış ve oğluna bu nasihatlerde bulunmuştur.[187]
Aynı olay biraz farklı
rivayetlerle farklı kaynaklarda şöyle anlatılmaktadır:[188] Ebû
Süfyan, oğulları Utbe ve Anbese ile birlikte Muaviye’yi ziyarete gitmişti.[189]
Bunu haber alan Hind, oğluna bir mektup yazdı. Babasına dört bin dirhem ve at,
kardeşi Utbe’ye iki bin dirhem ve katır, Anbese’ye ise bin dirhem ve eşek vermesini
tembihledi. Muaviye de annesinin dediklerini yaptı ve onlara bu söylenenler
dışında bir şey vermedi. Karısını çok iyi tanıyan Ebû Süfyan, Muaviye’nin bu
tutumunda Hind’in parmağı olduğunu anladı ve “kesinlikle bu Hind’in
görüşüdür” dedi.[190]
Öte yandan,
Ikdü’l-Ferid’de ve İbn Asâkir’de geçen bir rivayette bu ziyaretinde Ebû Süfyan
da oğluna; Muhacir’den her konuda geride olduklarını, onların yönetici
kendilerinin tabi olduğunu, bu yüzden onlara muhalefet etmeyerek uyumlu
davranması gerektiğini; [191]
aksi takdirde ulaşamayacağı emellerin peşinde koşacağı, ulaşsa bile kendisinin
çok yıpranacağını söyleyerek nasihatlerde bulundu.[192] Hatta
Muaviye’nin annesi ile babasının aynı konuda ittifak etmesine şaşırdığı
belirtilmektedir.[193]
Muaviye annesinin dediklerini yaptı ve onlara yüz dinar (dört bin dirhem) ve
elbiseler verdi. Kardeşi Amr kendilerine verilen hediyeleri görünce heycanlandı
ve bunların çok büyük bir hediye olduğunu düşündü. Karısını çok iyi tanıyan Ebû
Süfyan ise oğluna; bunu bu kadar büyütmemesini, Muaviye’nin bir bu kadar da
annesi Hind’e verdiğini söyledi. Oğluyla görüşmelerini bitiren Hind, Ebû Süfyan
ve Amr ile birlikte Medine’ye[194]
gitmek üzere yola koyuldu. Yolculuk sırasında Ebû Süfyan Hind’e; yaptığı
ticarette kar edip etmediğini sordu. Hind de araları bozuk olduğu için çok
malumat vermeden Allah bilir dedi ve hep birlikte Medine’ye döndüler.[195]
Hind burada da ticari faaliyetlerde bulundu fakat bu faaliyetlerinde zarar
etti.[196]
Hz. Ömer’e olan borcunu ödeyemedi. Gururlu bir kadın olan Hind ne kocasından ne
de oğlundan bir yardım talep etmedi ve durumu bildirmek için bizzat halifenin
yanına gitti. Hz. Ömer’e durumu anlattı ve kendisine yardımda bulunmasını
istedi. Hz. Ömer; bu paranının kendisine ait olsa ona hibe edeceğini, fakat bu
malın Müslümanlar’ın malı olduğu için böyle bir şeyi yapamayacağını bildirdi.
Hz. Ömer bu durumu Ebû Süfyan’a bildirdi ve yanına çağırttı. Hz. Ömer ona,
Muaviye’yi ziyareti esnasında kendisine ne kadar verdiğini söyledi. O da yüz
dinar verdiğini söyleyerek[197]
eski eşinin borcunu ödedi.[198]
Hayat
yolculuğunun sonuna gelen Hind, Muharrem ayının on dördünde (635 Mart) Hz.
Ömer’in hilafeti döneminde Hz. Ebû Bekir’in babası Ebû Kuhafe ile aynı günde
vefat etmiştir.[199]
Bir görüşe göre de Hz. Osman döneminde vefat etmiştir.[200] Hz.
Osman dönemi olaylarında isminin geçmemesi ve kaynaklardaki bilgilerin
ağırlıklı olarak Hz. Ömer dönemine ait olduğu gözönünde bulundurulursa ilk
rivayet daha doğru görünmektedir. Araştırmalarımız sırasında kaynaklarda
Hind’in doğum tarihi ile ilgili herhangi bir bilgiye rastlayamadığımız için kaç
yaşında vefat ettiği ile ilgili kesin bir bilgiye varamıyoruz. Vefat ettiğinde
kaç yaşında olduğuyla ilgili kanaatimiz ise; Hind’in Ebû Süfyan’dan olan ikinci
evliliğinden ilk doğan çocuğu Muaviyedir. Muaviye’nin doğum tarihi ile alakalı
olarak kaynaklarda 602 ve 603 tarihleri verilmektedir.[201] Arap toplumunda kadınların erken evlilik
yaptığı da göz önüne alınırsa ikinci evliliğini yapan Hind’in bu sıralarda
yirmili yaşların başlarında olduğu sonucunu çıkarabiliriz. Buna göre doğum
tarihini 580 olarak kabul eder, Hz. Ömer döneminde (634-644) öldüğünü
varsayarsak ellili yaşların sonunda yahut altmışlı yaşların başında vefat
ettiği görülecektir. Hz. Osman döneminde (644-656) vefat ettiği kabul edilirse
de tahmini olarak altmışlı yılların sonunda yetmişli yılların başında öldüğü
var sayılacaktır.
Hind
bint Utbe’nin Şahsiyeti
Hind bint Utbe oldukça
güzel,[202]
döneminin kadınları arasında dikkat çeken alımlı bir kadındı. Nitekim kendisine
ilk eşi Hafs’tan boşandıktan sonra birçok talip gelmişti.[203] Aynı
dönemde kendisine çaresizce âşık olan ve aşkına kavuşamadığı için hastalanıp
ölen Misafir isminde bir adamdan da bahsedilmektedir.[204] Savaş
meydanında kendisini gören Ümmü Ammare onu iri yapılı ve biraz şişman bir bayan
olarak tanımlamaktadır.[205]
Hind aynî zamanda iyi bir binici[206] olup; ev
işlerinde de mahir bir hanımdı. Deri tabaklama işiyle uğraşırdı.[207]
Ticaretten de iyi anlayan Hind, eşi Ebû Süfyan’dan boşandıktan sonra Hz.
Ömer döneminde mal alıp satmıştır.
Ayrıca Hind, Mekke
eşrafının ileri gelen bir ailesinde doğup büyümüştü. Babası Utbe; o dönemde
görüşüne önem verilen, ağır başlı,[208] olaylara
soğukkanlı ve mantıklı bir şekilde yaklaşan, şair, cömert ve hatip biriydi. [209]
Ficar savaşlarının birinde arabuluculuk yapmış,[210] Kâbe’nin
üçüncü inşası sırasında orada bulunmuş, Hacerü’l- Esved yerine koyulurken
kullanılan örtünün ucundan tutmuş[211] ve Bedir
Savaşı’nda savaşın engellenmesi için çokça çaba göstermiştir.[212]
Bu karakterinden dolayı beklenen peygamberin Utbe olabileceğini söyleyenler
bile olmuştur. [213]
Böyle bir babaya sahip olan Hind hayata şanslı olarak gözlerini açmış ve bu
karakter özelliklerinden oldukça nasiplenmiştir.
Câhiliyye döneminde Mekke
toplumunda okuma yazma oranı oldukça düşüktü. Üstelik Hind o dönemde okuma
yazma bilen sayılı kişiler arasında bulunmaktaydı. Aynı zamanda belağatı çok
kuvvetli olan Hind; sevincini de, üzüntüsünü de şiirlerle dile getirmiştir. [214]
Bedir Savaşı’nda babasını mübarezeye çağıran kardeşi Huzeyfe’ye yazdığı
hicviye, [215]
Bedir’de kaybettiği yakınlarına söylediği mersiyeler oldukça meşhurdur.
Müslüman olmadan önce ve sonrasında katıldığı savaşlarda şiirler söyleyerek
savaşçıları şevklendirmiş ve bozgun alameti görüldüğü zamanlarda orduyu
toplamak için elinden geleni yapmıştır. O dönemin meşhur şairleri arasında
bulunan Hansa ile karşılıklı söylediği mersiyeleri de şöhret bulmuştur.[216]
Öte yandan Hind, oldukça
akıllı, [217]
zeki ve görüşüne önem verilen bir hanımdı.[218] Genel
olarak hayatına göz attığımızda onun olaylara bakış açısında, muhataplarına
verdiği cevaplarda bunu açıkça görmek mümkündür. İlk eşi Hafs’tan boşandıktan sonra eş seçimindeki
tutumunda, Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’e biatı sırasında
verdiği cevaplarda bu özelliklerini açıkça görmekteyiz. Hind aynı zamanda
oldukça muhteris, kindar ve mağrur[219] bir kadındı.
Hayatına baktığımızda bu olumsuz karakterlerinin acılarını çok çekmiş ve onun
İslâmiyet’e girişini geciktirmiştir. Bedir Savaşı’ndan sonra
yakınlarını kaybettiği zaman, koku sürünmeyeceğine, eşine yaklaşmayacağına dair
yeminler etmiş [220]
ve Uhud Savaşı’na kadar da bu dediğini yapmıştır. Yakınlarını kaybettiği zaman
gururundan ağlamamış ve kendisine niye ağlamıyorsun diye soranlara “Muhammed
ve arkadaşlarını sevindireyim mi” [221] cevabını
vererek bu karakterini açıkça ortaya koymuştur. Ayrıca Hind Müslüman olduktan
sonra önceki hatalarını telafi etmeye çalışmış ve ailesine de bu yönde
tembihlerde bulunmuştur. Oğlu Muaviye’ye Şam’a atandığında Hz. Ömer’e itaat
etmesini, yakınlarını kayırmamasını, bulunduğu makamı suistimal etmemesini,
yoksa bu nimetin elinden gideceğini söylemiştir.
Yine feraset sahibi ve
öngörülü olan Hind, muhatabını çok iyi tanıyan, onun zayıf yönlerini bilen ve
onu nasıl yönlendireceğini çok iyi bilen bir kadındı. Bu sayede zor bir
karakter olan Ebû Süfyan ile yıllarca evli kalabilmiş ve onu bile
yönlendirebilmiştir. Onun bu karakter özelliğini şu rivayet açıkça ortaya
koymaktadır;
Hz. Ömer devrinde kocası
Ebû Süfyan kapısının önünü suluyor ve orası kaygan hale geldiği için geçen
hacıların ayakları kayıp düşüyordu. Hz. Ömer bunu yapmaması konusunda kendisini
uyarmış ve Ebu Süfyan’da bunu yapmaya devam edince Hz. Ömer de onu şehir
meydanında dövmüştür. O ise karşılık vermemiştir. Hind bunu duyunca, Hz. Ömer’e
onu dövmemesini, onu övmesini böylelikle büyük şeyler kazanacağını söylemiştir.[222]
[1] Hıcr, 15/94.
[2] Şuârâ, 26/214-215.
[3] Mustafa Ağırman, Asrı
Saadette İslâm, c. IV, s. 22-23.
[4] Hamidullah, s. 96;
Kara, s. 221.
[5] Belâzürî, Ensâbü
’l-Eşrâf, c. V, s. 13-14.
[6] Köksal, c. I, s.
364.
[7] Sarıçam, Hz.
Muhammed ve Evrensel Mesajı, s. 100-104.
[8] İbn Sa’d, c. I, s.
214-215.
[9] İbn Hişâm, c. II,
s. 338; İbn Sa’d, c. II, s. 7; İbn Asâkir, c. XXIII, s. 435; Belazûrî, Ensâbü’l-Eşrâf
c. I,
s. 288;
Ya’kûbî, s. 45; İbn Kesîr, el-Bidâye ve ’n-Nihâye, c. V, s. 55.
[10] İbn Hişâm, c. II, s.
338; İbn Kesîr, el-Bidâye ve ’n-Nihaye, c. V, s. 55; Süheylî, c. III, s.
48.
[11] İbn Hişâm, c. II, s.
338-339; İbn Sa’d, c. II, s. 8-9; Belâzûrî, Ensâbü’l-Eşrâf, c. I, s.
290; Ya’kûbî, s.
45; İbn
Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, c. V, s. 56; Süheylî, c. III, s. 49.
[12] İbn Hişâm, c. II, s. 352; İbn Sa’d, c. II, s. 9; Süheylî, c. III, s. 60.
[13] İbn Hişâm, c. II, s. 353; Belâzûrî, Ensâbü ’l-Eşrâf, c. I, s. 291; Süheylî,
c. III, s. 61.
[14] İbn Sa’d, c. II, s.
11.
[15] İbn Hişâm, c. II, s. 357-358;
İbn Sa’d, c. II, s. 12-13.
[16] İbn Hişâm, c. II, s. 360; Süheylî, c. III, s. 66-67.
[17] İbn Sa’d, c. II, s.
13; Belâzürî, Ensâbü ’l-Eşrâf, c. I, s. 152.
[18] İbn Hişâm, c. II, s.
360; Süheylî, c. III, s. 66-67.
[19] İbn Hişâm, c. II, s.
387-388; Belâzûri, Ensâbü’l-Eşrâf, c. I, s. 152; Kara, s. 222.
[20] Belâzûri, Ensâbü
’l-Eşrâf, c. I, s. 152; Hamidullah, s. 195; Kara, s. 222.
[21] Belâzûri, Ensâbü
’l-Eşrâf, c. I, s. 152; Hamidullah, s. 194; Kandemir, “Hind bint Utbe”, c.
XVIII, s. 64.
[22] İbn Asâkir, c. LXX,
s. 175; İbn Kesîr, el-Bidâye ve ’n-Nihaye, c. V, s. 99.
[23] İbn Kesîr, el-Bidâye
ve ’n-Nihaye, c. V, s. 98.
[24] İbn Hişâm, c. III,
s. 54, 57; Süheylî, c. III, s. 214-216.
[25] Kandemir, “Hind bint
Utbe”, c. XVIII, s. 64; Başaran, “Ebû Huzeyfe”, c. X, s. 159.
[26] Belâzûri, Ensâbü
’l-Eşrâf, c. IX, s. 369.
[27] İbn Hişâm, c. II, s.
379; İbn Esîr, El-Kâmilfi’t-Târîh, c. II, s. 26; Taberî, Tarih,
c. II, s. 457; İbn Kesîr,
el-Bidâye
ve’n-Nihaye, c. V, s. 101; Köksal, c. III,
s. 352.
[28] İbn Kesîr, el-Bidâye
ve ’n-Nihaye, c. V, s. 101; Köksal, c. III, s. 352.
[29] Belâzûri, Ensâbü
’l-Eşrâf, c. 9, s. 370.
[30] İbn Hişâm, c. II, s.
379; İbn Kesîr, el-Bidâye ve ’n-Nihaye, c. V, s. 101; Köksal, c. III, s.
352.
[31] Kandemir, “Hind bint
Utbe”, c. XVIII, s. 64.
[32] İbn İshâk, s. 297.
[33] Belâzûri, Ensâbü
’l-Eşrâf c. IX, s.369; İbn Asâkir, c. LXX, s. 176; Kara, s. 222.
[34] İbn Hişâm, c. II, s.
393; İbn Esîr, el-Kâmilfi’t-Târîh, c. II, s. 29; Taberî, Tarih,
c. II, s. 467; İbn Kesîr,
el-Bidâye
ve ’n-Nihaye, c. V, s. 205.
[35] Taberî, Tarih,
c. II, s. 468; İbn Kesîr, el-Bidâye ve ’n-Nihaye, c. V, s. 101;
Hamidullah, s. 205.
[36] İbn Esîr, el-Kâmil
fi’t-Târîh, c. II, s. 29; İbn Kesîr, el-Bidâye ve ’n-Nihaye, c. V,
s. 205.
[37] Taberî, Tarih,
c. II, s. 468; İbn Hişâm, c. II, s. 393; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihaye,
c. V, s. 205.
[38] İbn Hişâm, c. II, s.
393; Süheylî, c. III, s. 104; İbn Kesîr, el-Bidâye ve ’n-Nihaye, c. V,
s. 205.
[39] Taberî, Tarih,
c. II, s. 468; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihaye, c. V, s. 206;
Hamidullah, s. 197.
[40] İbn Esîr, el-Kâmilfi’t-Târîh,
c. II, s. 29; Taberî, Tarih, c. II, s. 467-468; İbn Hişâm, c. II, s.
394-395;
Süheylî,
c. III, s. 105; İbn Kesîr, el-Bidâye ve ’n-Nihaye, c. V, s. 206.
[41] Taberî, Tarih,
c. II, s. 469; İbn Hişâm, c. II, s. 396; Süheylî, c. III, s. 105; İbn Kesîr, el-Bidâye
ve’n- Nihaye, c. V, s. 101; Ebû Bekir Ahmed b. Hüseyin Beyhakî, Delâilu’n-Nübüvve,
1. bsk., Dâru’l- Kütübü’l-İlmiyye, Beyrut, 1988/1408 H., c. III, s. 155.
[42] İbn Esîr, el-Kâmilfi’t-Târîh,
c. II, s. 30; Taberî, Tarih, c. II, s. 469; Süheylî, c. III, s. 106.
[43] İbn Hişâm, c. II, s.
399; Süheylî, c. III, s. 108; İbn Kesîr, el-Bidâye ve ’n-Nihaye, c. V,
s. 205.
[44] İbn Hişâm, c. II, s.
399; Beyhakî, c. III, s. 155; Kandemir, “Hind bint Utbe”, c. XVIII, s. 64.
[45] Beyhakî, c. III, s.
156; Kara, s. 223.
[46] Taberî, Tarih,
c. II, s. 500; İbn İshâk, s. 418; İbn Hişâm, c. III, s. 83; İbn Sa’d, c. II, s.
35; Belâzürî, Ensâbü’l-Eşrâf, c. I, s. 312; İbn Esîr, el-Kâmilfi’t-Târîh,
c. II, s. 44; Süheylî, c. III, s. 241; İbn Kesîr, el-Bidâye, c. V, s.
339; Hamidullah, Avcı, “Uhud”, c. XLII, s. 54; Hamidullah, s. 195; Köksal, c.
III, s. 482.
[47] İbn Asâkir, c.
XXIII, s. 435; Zehebî, Siyer, c. I, s. 53; Köksal, c. III, s. 486.
[48] İbn Hişâm, c. III,
s. 91; İbn Sa’d, c. II, s. 36; Köksal, c. III, s. 486.
[49] İbn İshâk, s. 419;
İbn Sa’d, c. II, s. 36; Süheylî, c. III, s. 243; İbn Esîr, El-Kâmilfi’t-Târîh;
Kehhâle, c.
V, s.
244; Köksal, c. III, s. 487; Kara, s. 224.
[50] İbn İshâk, s. 419;
İbn Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, c. II, s. 44; Taberî, Tarih, c.
II, s. 501; İbn Hişâm, c. III,
s. 85; Belâzürî, Ensâbü’l-Eşrâf, c. I, s. 312; İbn
Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihaye, c. V, s. 341; İbn Hacer, c. XIV, s. 267;
Kehhâle, c. V, s. 244; Köksal, c. III, s. 486; Kara, s. 224.
[51] Köksal, c. III, s.
486; Kara, s. 224.
[52] Kara, s. 224.
[53] Ebû Desme diye
künyelenen Vahşi, Uhud Savaşı’nda Hz. Muhammed’in amcası Hz. Hamza’yı özgürlüğü
karşılığında şehit etmişti. Hendek Savaşı’na da katılan Vahşi Mekke’nin
Fethinden sonra korkusundan Taif’e kaçtı. Çünkü O, umumi affın dışında
bırakılan on kişinin içinde bulunuyordu. Daha sonra Müslüman oldu. (bkz., İbn
Hişâm, c. III, s. 97-98; Belâzûrî, Ensâbü ’l-Eşrâf, c. I, s. 363.)
Yemame Savaşı’na katıldı ve peygamberlik iddiasında bulunan Müseylime’yi
öldürdü. Hz. Osman döneminde vefat etmiştir. Mustafa Sabri Küçükaşçı, “Vahşi b.
Harb”, DİA, İstanbul 2012, c. XLII, s. 450.
[54] İbn Kesîr, el-Bidâye
ve ’n-Nihaye, c. V, s. 363; Küçükaşçı, “Vahşi b. Harb”, c. XLII, s. 450.
[55] İbn İshâk, s. 419;
Süheylî, c. III, s. 254; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihaye, c. V, s. 363;
Küçükaşçı,
“Vahşi b.
Harb”, DİA, c. XLII, s. 450; Kara, s. 223.
[56] İbn İshâk, s. 419;
İbn Hişâm, c. III, s. 85; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihaye, c. V, s.
363.
[57] İbn İshâk, s. 420;
İbn Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, c. II, s. 45; Taberi, Tarih, c.
II, s. 501.
[58] Küçükaşçı, “Vahşi b.
Harb”, c. XLII, s. 450; Kara, s. 224.
[59] Köksal, c. III, s.
490.
[60] İbn Asâkir, c. LXX,
s. 176; İbn Esîr, el-Kâmilfi’t-Târîh, c. II, s. 48; Süheylî, c. III, s.
251; İbn Kesîr,
el-Bidâye ve ’n-Nihaye,
c. V, s. 355; Aycan, s. 28.
[61] İbn İshâk, s. 423;
Taberî, Tarih, c. II, s. 512; İbn Hişâm, c. III, s. 93; Süheylî, c. III,
s. 251; İbn Esîr,
Üsdü’l-Ğâbe, c. VII,
s. 281; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihaye, c. V, s. 355; Kehhâle, c. V,
s. 244; Zirikli, c. VIII, s. 98.
[62] İbn Asâkir, c. LXX,
s. 176; Zirikli, c. VIII, s. 98; Köksal, c. III, s. 515.
[63] İbn Asâkir, c. LXX,
s. 176; Kara, s. 225.
[64] Hamidullah, Avcı,
“Uhud”, c. XLII, s. 56; Kara, s. 226.
[65] İbn Hişâm, c. III,
s. 95, 97.
[66] İbn İshâk, s. 429;
İbn Esîr, el-Kâmilfi’t-Târîh, c. II, s. 53; Belâzûrî, Ensâbü’l-Eşrâf,
c. I, s. 322;
Taberî, Tarih, c. II, s. 524; Ya’kûbî, Tarih,
s. 48; Süheylî, c. III, s. 277; İbn Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, c. VII, s. 281;
İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihaye, c. V, s. 419; Kehhâle, c. V, s. 244;
Zirikli, c. VIII, s. 98; Köksal, c. III, s. 552; Kandemir, “Hind bint Utbe”, c.
XVIII, s. 64; Aycan, s. 28.
[67] İbn İshâk, s. 429;
İbn Esîr, el-Kâmilfi’t-Târîh, c. II, s. 53; Taberî, Tarih, c. II,
s. 524; İbn Hişâm, c. III,
s. 122; Süheylî, c. III, s. 277; İbn Kesîr, el-Bidâye
ve’n-Nihaye, c. V, s. 419; Hamidullah, s. 200; Kehhâle, c. V, s. 244;
Köksal, c. III, s. 552; Kara, s. 228.
[68] İbn İshâk, s. 429;
İbn Asâkir, c. LXX, s. 175; İbn Esîr, el-Kâmilfi’t-Târîh, c. II, s. 53;
Taberî, Tarih, c.
II, s. 524; İbn Hişâm, c. III, s. 122; Süheylî, c. III, s.
277; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihaye, c. V, s. 419; Kehhâle, c. V, s.
244; Hamidullah, s. 200; Köksal, c. III, s. 552; Aycan, s. 28; Kara, s. 228.
[69] Ahmed İbn Hanbel, Müsned,
1.bsk., thk. Şuayb el-Arnavut, Risale Yay., Beyrut 1996, c. VII, s. 419.
[70] Kandemir, “Hind bint
Utbe”, c. XVIII, s. 64.
[71] İbn İshâk, s. 429;
Kehhâle, c. V, s. 245.
[72] İbn Hişâm, c. III,
s. 121-122; Süheylî, c. III, s. 277; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihaye,
c. V, s. 419;
Kehhâle,
c. V, s. 245.
[73] İbn Hişâm, c. III,
s. 123; Süheylî, c. III, s. 278.
[74] Apak, Ana
Hatlarıyla İslâm Tarihi, c. I, s. 288-292.
[75] Bkz., İbn Sa’d, c.
VI, s. 7; Köksal, c. V, s. 564; Hamidullah, s. 214; Sarıçam, Emevî-Hâşimî
İlişkileri,
s. 193.
[76] İbn Hişâm, c. I, s.
296; Hamidullah, s. 214; Sarıçam, Emevî-Hâşimîİlişkileri, s. 193.
[77] Mümtehıne, 60/7.
[78] İbn Hişâm, c. IV, s.
43; İbn Sa’d, c. II, s. 136-137; Belâzürî, Ensâbü ’l-Eşrâf, c. I, s.
353; Hamidullah,
s.
222-223; Ya’kûbî, s. 58; Köksal, c. V, s. 711-714.
[79] Cennetü’l-Mualla’nın
bulunduğu yerdir. Hz. Muhammed Mekke’nin fethi için geldiğinde çadırını
Hacun’da kurdurmuştur. Köksal, c. V, s. 792-793.
[80] Köksal, c. V, s.
715; Kara, s. 229.
[81] İbn Hişâm, c. IV, s.
63; Kehhâle, c. V, s. 246; Aycan, s. 32.
[82] İbn Hişâm, c. IV, s.
63; Süheylî, c. IV, s. 158.
[83] Zührî, s. 79; İbn
Hişâm, c. IV, s. 63; Kandemir, “Hind bint Utbe”, c. XVIII, s. 64.
[84] Belâzûrî, Ensâbü
’l-Eşrâf, c. I, s. 355.
[85] Köksal, c. V, s.
782.
[86] Kehhâle, c. V, s.
246; Aycan, s. 32; Kara, s. 230.
[87] Beyhakî, Delâilu
’n-Nübüvve, c. V, s. 43.
[88] Zührî, s. 79.
[89] Beyhakî, Delâilu
’n-Nübüvve, c. V, s. 44; Köksal, c. V, s. 782-783; Kara, s. 230-231.
[90] Kara, s. 231.
[91] İbn Sa’d, c. II, s.
139; İbn Hişâm, c. IV, s. 72; Sarıçam, Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı,
s. 211.
[92] İbn Sa’d, c. II, s.
139; İbn Hişâm, c. IV, s. 75, 79; Beyhakî, c. V, s. 45; Süheylî, c. IV, s. 170;
Köksal,
c. V, s.
806-807; Sarıçam, Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı, s. 211.
[93] İsrâ, 17/81.
[94] Beyhakî, Delâilu ’n-Nübüvve, c. V, s. 56; Süheylî, c. IV, s. 176; Köksal, c. V, s. 806-807.
[95] İbn Sa’d, c. II, s.
140; Beyhakî, Delâilu ’n-Nübüvve,
c. V, s. 78; Süheylî, c. IV, s. 172; Sarıçam, Hz.
Muhammed ve Evrensel Mesajı, s. 211.
[96] Beyhakî, Delâilu ’n-Nübüvve, c. V, s. 78; Süheylî, c. IV, s. 173; Köksal, c. V, s. 807-808.
[97] Beyhakî, Delâilu ’n-Nübüvve, c. V, s. 103;
Köksal, c. V, s. 812.
[98] İbn Hacer, c. XIV,
s. 268; Kandemir, “Hind bint Utbe”, c. XVIII, s. 64.
[99] İbn Esîr, Üsdü
’l-Ğâbe, c. VII, s. 281; İbn Asâkir, c. LXX, s. 177; İbn Hacer, c. XIV, s.
268; Kehhâle,
c. V, s.
246; Köksal, c. V, s. 829, Kara, s. 231.
[100] İbn Asâkir, c. LXX,
s. 177; Kara, s. 231.
[101] İbn Hacer, c. XIV, s.
267; Köksal, c. V, s. 829-830.
[102] Mehmet Özdemir,
“Siyer Yazıcılığı Üzerine”, Milel ve Nihal İnanç Kültür ve Mitoloji Dergisi,
İstanbul 2007, S. 3, c. IV, s. 131; Hakan Öztürk, “Rüya Motifinin Siyer
Yazıcılığındaki Yeri: Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin Doğumundan Önce
Müjdelenmesi Örneği”, FÜİFD, Elazığ 2013, S. 18:1, s. 135.
[103] Aycan, s. 32.
[104] İbn Sa’d, c. II, s.
139; Belâzûrî, Ensâbü’l-Eşrâf, c. I, s. 357; Beyhakî, c. V, s. 43;
Zirikli, c. VIII, s. 98;
Köksal,
c. V, s. 779, 830.
[105] Sarıçam, Hz.
Muhammed ve Evrensel Mesajı, s. 211.
[106] İbn Asâkir, c. LXX,
s. 177; İbn Hacer, c. XIV, s. 268; Kehhâle, c. V, s. 246; Kö ksal, c. V, s.
830;
Kara, c.
V, s. 232.
[107] İbn Asâkir, c. LXX,
s. 177; İbn Esîr, Üsdü ’l-Ğâbe, c. VII, s. 281; İbn Hacer, c. XIV, s.
268; Kehhâle,
c. V, s.
246; Aycan, s. 32.
[108] İbn Asâkir, c. LXX,
s. 178; İbn Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, c. VII, s. 281; Aycan, s. 32.
[109] Kara, s. 232.
[110] İbn Asâkir, c. LXX,
s. 179.
[111] Biat: b-y-a
kökünden gelen bu kelime, alış veriş akti üzerine tokalaşmak veya el çırpmak,
söz vermek ve anlaşma yapmak manalarına gelmektedir. Yapılan bu biat ise Allah
ve Rasulune itaat etmeye söz vermektir. (Savaş, Asr-ı Saâdette İslâm, c.
IV, s. 250.) Hz. Muhammed erkeklerle tokalaşarak, kadınlarla ise; sözle, içi su
dolu bir kab ile, ele sarılan bir bez parçası ile ve bir vekille biat etmiştir.
(bkz., İbn Sa’d, c. X, s. 1-11; Savaş, Asr-ı Saâdette İslâm, c. IV, s.
254-255.)
[112] İbn Sa’d, c. X, s. 8;
Savaş, Asr’ı-Saadette İslâm, c. IV, s. 251; Savaş, Hz. Muhammed
(s.a.s.) Devrinde Kadın, s. 72.
[113] Mümtehıne, 60/12.
[114] Savaş, Asr-ı
Saâdette İslâm, c. IV, s. 254-255.
[115] İbn Asâkir, c. LXX,
s. 179; Zirikli, c. VIII, s. 98.
[116] İbn Sa’d, c. X, s.
256; İbn Asâkir, c. LXX, s. 179; Kehhâle, c. V, s. 247; Köksal, c. V, s. 830;
Aycan, s.
32, Kara,
s. 232.
[117] Kehhâle, c. V, s.
247.
[118] İbn Sa’d, c. X, s.
256; İbn Asâkir, c. LXX, s. 179; Kehhâle, c. V, s. 246-247.
[119] Süheylî, c. IV, s.
177; Köksal, c. V, s. 830-831; Savaş, Asr-ı Saâdette Islâm, c. IV, s.
255; Kara, s. 232-233.
[120] Süheylî, c. IV, s.
177.
[121] İbn Asâkir, c. LXX,
s. 179; İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, c. V, s. 3017.
[122] İbn Sa’d, c. X, s. 2;
İbn Asâkir, c. LXX, s. 179; İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, c. V,
s. 3017;
Köksal,
c. V, s. 830.
[123] İbn Sa’d, c. X, s.
256; İbn Asâkir, c. LXX, s. 178; Süheylî, c. IV, s. 177; İbn Kesîr, Tefsîru
’l-Kur ’âni’l- Azîm, c. V, s. 3019; Kehhâle, c. V, s. 247.
[124] İbn Asâkir, c. LXX,
s. 179; İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, c. V, s. 3019; Kehhâle, c.
V, s. 247.
[125] İbn Asâkir, c. LXX,
s. 179.
[127] İbn Sa’d, c. X, s. 6;
İbn Asâkir, c. LXX, s. 178; Süheylî, c. IV, s. 177; İbn Kesîr, Tefsiru
’l-Kur ’âni’l- Azîm, c. V, s. 3020; İbn Hacer, c. XIV, s. 267; Kehhâle, c.
V, s. 247; Zirikli, c. VIII, s. 98; Kandemir, “Hind bint Utbe”, c. XVIII, s.
64.
[128] İbn Asâkir, c. LXX,
s. 180; Süheylî, c. IV, s. 177; İbn Hacer, c. XIV, s. 267; Zirikli, c. VIII, s.
98.
[129] Zehebî, Târîhu’l-İslâm,
c. III, s. 298; İbn Asâkir, c. LXX, s. 178; Süheylî, c. IV, s. 177; İbn Esîr,
Üsdü’l-Ğâbe, c. VII, s. 282; İbn Hacer, c. XIV, s. 268.
[130] İbn Sa’d, c. X, s. 6;
İbn Asâkir, c. LXX, s. 178; Süheylî, c. IV, s. 177; Ahmet b. Ali b. Hacer el -
Askalânî, el-İsâbe fi Temyîzi’s-Sahâbe, 1. bsk.,
thk. Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türkî, Kahire 2008/1429 H., c. XIV, s. 268;
Kehhâle, c. V, s. 247.
[131] İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm,
c. V, s. 3020; İbn Hacer, c. XIV, s. 268; Kandemir, “Hind bint
Utbe”, c.
XVIII, s. 64.
[132] İbn Sa’d, c. X, s.
257; İbn Asâkir, C. LXX, s. 178; Süheylî, c. IV, s. 177; Zehebî, Târîhu
’l-İslâm, c. III,
s. 298;
Kehhâle, c. V, s. 247.
[133] İbn Sa’d, c. X, s.
257; İbn Asâkir, c. LXX, s. 178; Süheylî, C. IV, s. 177; Zehebî, Târîhu
’l-İslâm, c. III,
s. 298; İbn Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, c. VII, s. 282; İbn
Hacer, c. XIV, s. 267; Kandemir, “Hind bint Utbe”, c. XVIII, s. 64.
[134] İbn Sa’d, c. X, s. 6;
İbn Asâkir, c. LXX, s. 179; Süheylî, c. IV, s. 177; İbn Kesîr, Tefsîru
’l-Kur ’âni’l- Azîm, c. V, s. 3020; Kehhâle, c. V, s. 247; Kandemir, “Hind
bint Utbe”, c. XVIII, s. 64.
[135] İbn Kesîr, Tefsîru
’l-Kur’âni’l-Azîm, c. V, s. 3020; Savaş, Asr’ı Saadette İslâm, c.
IV, s. 255.
809 İbn Asâkir, C. LXX, s.
179; Süheylî, c. IV, s. 177; İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, c. V,
s. 3020; Kehhâle, c. V, s. 247.
Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, c. V, s. 3020; İbn Hacer, c. XIV, s. 267; Kehhâle, c. V, s. 247;
Zirikli, c. VIII, s. 98; Kandemir, “Hind bint Utbe”, c. XVIII, s. 64; Aycan, s.
32.
811
İbn Asâkir, c. LXX, s. 178; Süheylî, c. IV, s. 177; İbn
Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, c. V, s. 3020;
[138] İbn Kesîr, Tefsîru
’l-Kur’âni’l-Azîm, c. V, s. 3020.
806 İbn Sa’d, c. X, s. 256; Beyhakî, Delâilu
’n-Nübüvve, c. V, s. 100; İbn Asâkir, c. LXX, s. 179; Kehhâle,
c. V, s. 247; Köksal, c. V, s. 831-832; Kandemir, “Hind
bint Utbe”, c. XVIII, s. 64.
807 İbn Sa’d, c. X, s. 257; Belâzûrî, c.
I, s. 360; İbn Asâkir, c. IV, s. 177; Süheylî, c. IV, s. 177; İbn Esîr,
Üsdü’l-Ğâbe, c. VII, s. 282; İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm,
c. V, s. 3020; İbn Hacer, c. XIV, s. 267; Kehhâle, c. V, s. 247; Zirikli, c.
VIII, s. 98; Kandemir, “Hind bint Utbe”, c. XVIII, s. 64.
808 İbn Sa’d, c. X, s. 6; Belâzûrî, c. I,
s. 360; İbn Asâkir, c. LXX, s. 178; Süheylî, c. IV, s. 177; İbn Kesîr,
Tefsîru
’l-Kur’âni’l-Azîm, c. V, s. 3020; Zirikli,
c. VIII, s. 98.
809 İbn Kesîr, Tefsîru
’l-Kur’âni’l-Azîm, c. V, s. 3020.
810 İbn Sa’d, c. X, s. 257; İbn Asâkir, c.
LXX, s. 178; İbn Esîr, Üsdü ’l-Ğâbe, c. VII, s. 282; İbn Kesîr,
İbn
Hacer, c. XIV, s. 267; Zirikli, c. VIII, s. 98; Kandemir, “Hind bint Utbe”, c .
XVIII, s. 64.
812 İbn Kesîr, Tefsîru
’l-Kur’âni’l-Azîm, c. V, s. 3020; İbn Hacer, c. XIV, s. 267.
813 İbn Sa’d, c. X, s. 258;
İbn Asâkir, c. LXX, s. 181; Süheylî, c. IV, s. 177; İbn Esîr, Üsdü ’l-Ğâbe,
c. VII,
s.
282; İbn Kesîr, Tefsîru ’l-Kur’âni’l-Azîm, c. V, s. 3020; İbn Hacer, c.
XIV, s. 267; Kehhâle, c. V, s. 247; Zirikli, c. VIII, s. 98; Kandemir, “Hind
bint Utbe”, c. XVIII, s. 64; Aycan, s. 33.
814 İbn Sa’d, c. X, s.
256-257; Süheylî, c. IV, s. 177; İbn Hacer, c. XIV, s. 267; Kehhâle, c. V, s.
247;
[149] İbn Asâkir, c. LXX,
s. 181; Süheylî, c. IV, s. 177; İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, c.
V, s. 3020.
[150] İbn Asâkir, c. IV, s.
181; Kehhâle, c. V, s. 247.
[151] İbn Asâkir, c. IV, s.
181; Kandemir, “Hind bint Utbe”, c. XVIII, s. 64.
[152] Kehhâle, c. V, s.
247; Kandemir, “Hind bint Utbe”, c. XVIII, s. 64.
[153] İbn Asâkir, c. IV, s.
181; Kehhâle, c. X, s. 247.
[154] Süheylî, c. IV, s.
177.
[155] Ebû Dâvûd, Tereccül
4; Kandemir, “Hind bint Utbe”, c. XVIII, s. 64.
[156] İbn Asâkir, c. LXX,
s. 183; İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, c. V, s. 3020.
[157] Bu üç kişi; İbn
Hatal, Mikyas b. Sübâbe ve Huveyris b. Nükays’tır. Apak, c. I, s. 302.
[158] İbn Sa’d, c. X, s. 256; Belâzûrî, Ensâbu ’l-Eşrâf,
c. I, s. 360; İbn Asâkir, c. LXX, s. 177; İbn Hacer, c. XIV, s. 268; Kehhâle,
c. V, s. 248; Zirikli, c. VIII, s. 98; Kandemir, “Hind bint Utbe”, c. XVIII, s.
64.
[159] İbn Sa’d, c. X, s.
256; İbn Asâkir, c. LXX, s. 177; Belâzûrî, Ensâbu ’l-Eşrâf, c. I, s.
360; İbn Hacer, c.
XIV, s.
268; Kehhâle, c. V, s. 248; Zirikli, c. VIII, s. 98; Kara, s. 233.
[160] İbn Asâkir, c. LX^ s.
184; Köksal, c. V, s. 833-834; Kara, s. 234.
[161] İbn Esîr, Üsdü’l-Ğâbe,
c. VII, s. 281; Kehhâle, c. V, s. 248.
[162] Belâzûrî, Ensâbu
’l-Eşrâf, c. I, s. 360; İbn Asâkir, c. LXX, s. 184; Kandemir, “Hind”, c.
XVIII, s. 64.
[163] İbn Asâkir, c. LXX,
s. 182, 184; Köksal, c. V, s. 833; Kara, s. 234.
[164] İbn Asâkir, c. LXX,
s. 182-183; Kara, s. 234-235.
[165] Yıldırım, s. 264.
[166] Aycan, s. 59.
[167] Kara, s. 235.
[168] Apak, Ana
Hatlarıyla İslâm Tarihi, c. II, s. 138.
[169] Zehebî, Tarîhu
’l-İslâm, c. III, s. 298; İbn Esîr, Üsdü ’l-Ğâbe, c. VII, s. 282;
Kehhâle, c. V, s. 249;
Zirikli,
c. VIII, s. 98; Kandemir, “Hind bint Utbe”, c. XVIII, s. 65.
[170] Taberi, Tarih,
c. III, s. 397; İbn Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, c. VII, s. 282; İbn Esîr, el-Kâmilfi’t-Târîh,
c. II, s.
261;
Kandemir, “Hind bint Utbe”, c. XVIII, s. 65; Aycan, s. 59; Kara, s. 235.
[171] Taberi, Tarih,
c. III, s. 396; İbn Esîr, el-Kâmilfi’t-Târîh, c. II, s. 260.
[172] Apak, Ana
Hatlarıyla İslâm Tarihi, c. II, s. 138.
[173] Belâzûrî, Fütûhu’l-Büldân,
s. 184; Apak, Ana Hatlarıyla İslâm Tarihi, c. II, s. 138.
[174] Belâzûrî, Fütûhu’l-Büldân,
s. 184; İbn Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, c. VII, s. 282; Kehhâle, c. V, s. 249;
Zirikli,
c. VIII,
s. 98; Kandemir, “Hind bint Utbe”, c. XVIII, s. 65.
[175] Belâzûrî, Fütûhu
’l-Büldân, s. 184; Kehhâle, c. V, s. 249; Kara, s. 235.
[176] Mustafa Fayda,
“Yermük Savaşı”, DİA, İstanbul 2013, c. XLIII, s. 485.
[177] İbn Sa’d, c. VI, s.
23; İbn Asâkir, c. LXX, s. 186; Kehhâle, C 5, s. 248.
[178] İbn Asâkir, c. LXX,
s. 185; Zehebî, Tarîhu’l-İslâm, c. III, s. 299; Kehhâle, c. V, s. 249;
Kandemir,
“Hind
bint Utbe”, c. XVIII, s. 64.
[179] İbn Asâkir, c. LXX,
s. 185.
[180] Zehebî, Tarîhu
’l-İslâm, c. III, s. 299.
[181] İbn Asâkir, c. LXX,
s. 185; Zehebî, Tarîhu’l-İslâm, c. III, s. 298; Kehhâle, c. V, s. 249;
Kandemir,
“Hind
bint Utbe”, c. XVIII, s. 65; Kara, s. 235.
[182] İbn Asâkir, c. LXX,
s. 185; Zehebî, Tarîhu ’l-İslâm, c. III, s. 298; Kehhâle, c. V, S. 249;
Zirikli, c. VIII,
s. 98;
Kara, s. 235.
[183] İbn Asâkir, c. LXX,
s. 185; Kehhâle, c. V, s. 249; Kara, s. 235.
[184] İbn Asâkir, c. LXX,
s. 185; Zehebî, Tarîhu’l-İslâm, c. III, s. 298; Kandemir, “Hind bint
Utbe”, c.
XVIII, s.
65; Kara, s. 236.
[185] Kehhâle, c. V, s.
248; Ahmed b. Muhammed b. Abdi Rabbih el-Endülüsî, Ikdü ’l-Ferîd, 1.
bsk., Daru’l-
Kütübü’l-İlmiyye, Beyrut 1983/1404, c. I, s. 14; Kandemir,
“Hind bint Utbe”, c. XVIII, s. 65; Aycan, s. 64.
[186] İbn Asâkir, c. LXX,
s. 185; Kehhâle, c. V, s. 248-249; Kandemir, “Hind bint Utbe”, c. XVIII, s. 65;
Kara, s.
236.
[187] Aycan, s. 59, 64.
[188] İbn Sa’d, c. VI, s.
24; İbn Asâkir, c. LXX, s. 185; Belâzûrî, Ensâbu ’l-Eşraf, c. V, s. 18.
[189] Belâzûrî, Ensâbu
’l-Eşraf, c. V, s. 18.
[190] İbn Sa’d, c. VI, s.
24; İbn Asâkir, c. LXX, s. 185; Belâzûrî, Ensâbu ’l-Eşraf, c. V, s. 18.
[191] Aycan, s. 64.
[192] İbn Asâkir, c. LXX,
s. 185; Abdi Rabbih, c. I, s. 14.
[193] Abdi Rabbih, c. I, s.
14.
[194] Kara, s. 236.
[195] İbn Asâkir, c. LXX,
s. 185; Kehhâle, c. V, s. 249; Kara, s. 236.
[196] İbn Asâkir, c. LXX,
s. 185; Kehhâle, c. V, s. 249; Kandemir, “Hind”, c. XVIII, s. 64; Kara, s. 236.
[197] Kehhâle, c. V, s.
249.
[198] Kara, s. 236.
[199] İbn Esîr, Üsdü
’l-Ğâbe, c. VII, s. 282; İbn Hacer, c. XIV, s. 268; Kehhâle, c. V, s. 250;
Kandemir,
“Hind
bint Utbe”, c. XVIII, s. 64.
[200] İbn Hacer, c. XIV, s.
269; Kandemir, “Hind bint Utbe”, c. XVIII, s. 64.
[201] Zirikli, c. VII, s.
261; Aycan, s. 25; Aycan, “Muaviye b. Ebû Süfyan”, c. XXX, s. 332.
[202] Zehebî, Târîhu
’l-İslâm, c. III, s. 298.
[203] İbn Asâkir, c. LXX,
s. 170; Kara, s. 217.
[204] İbn Asâkir, c. LXX,
s. 173, Kehhâle, c. V, s. 242; Kara, s. 220.
[205] Kara, s. 214.
[206] Kehhâle, c. V, s.
240; Akman, s. 265.
[207] İbn Sa’d, c. VI, s.
24.
[208] İbn İshâk, s. 271.
[209] Demircan, “Utbe b.
Rebîa”, c. XLII, s. 235.
[210] İbn Kesîr, el-Bidâye
ve ’n-Nihâye, c. IV, s. 454; Algül, “Ficar”, c. XIII, s. 52.
[211] İbn Hişâm, c. I, s.
256; Köksal, c. I, s.139.
[212] İbn Hişâm, c. II, s.
358-359; Köksal, c. II, s. 275-276.
[213] Köksal, c. I, s. 275.
[214] İbn Esîr, Üsdü’l-Ğâbe,
c. VII, s. 281; Zirikli, c. VIII, s. 98; Kara, s. 214.
[215] Belâzûri, Ensâbü
’l-Eşrâf, c. 9, s. 369; İbn Asâkir, c. LXX, s. 176; Kara, s. 222.
[216] Kandemir, “Hind bint
Utbe”, c. XVIII, s. 64.
[217] Zehebî, Târîhu
’l-İslâm, c. III, s. 298; Kara, s. 214.
[218] İbn Esîr, Üsdü’l-Ğâbe,
c. VII, s. 281; Zirikli, c. VIII, s. 98; Kara, s. 214.
[219] Zehebî, Târih,
c. III, s. 298; İbn Esîr, Üsdü ’l-Ğâbe, c. VII, s. 281; Zirikli, c. VIII, s. 98;
Kara, s. 214.
[220] Belâzûri, Ensâbü
’l-Eşrâf, c. I, s. 152; Hamidullah, s. 195; Kara, s. 222.
[221] Belâzûri, Ensâbü ’l-Eşrâf,
c. I, s. 152; Hamidullah, s. 194; Kandemir, “Hind bint Utbe”, c. XVIII, s. 64.
[222] Kehhâle, c. V, s.
248.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar