Print Friendly and PDF

Hind Bint Utbe’nin Hayatı Ve Kişiliği

 


 

Hazırlayan: Zeynep SÜSLÜ

Hz. Peygamber Döneminde

Mekke, câhiliyyenin karanlığında boğulurken yıllardır beklenen peygamber zuhur etmiş ve âdeta Mekke’de bütün dengeler yerinden oynamıştı. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] kendisine 610 yılında gelen ilk vahiyle birlikte tebliğe başlamış ve üç yıl bunu gizliden sürdürmüştü. Artık açıktan davetin zamanı gelmişti ve Hz. Peygamber; “(Ey Muhammed) artık sana emredileni açıkça ortaya koy ve müşriklerden yüz çevir. ”[1] “En yakın akrabanı uyar. Sana uyan müminleri kanatlarının altına al.”[2] ayetler doğrultusunda harekete geçerek, Hz. Ali’yi yakın akrabalarını çağırması için görevlendirerek bir yemeğe davet etti. Bu yemekte onları İslâm’a çağırdı. Akrabaları onunla dalga geçtiler ve inanmadılar. İnananlara türlü hakaretler, işkenceler ve boykot uyguladılar.[3] Bunlardan biri de yukarıda da bahsettiğimiz gibi Ebû Süfyan ve hanımı Hind bint Utbe idi. Hind, Müslümanlara fiili olarak eziyet etmese de, onlardan ve Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’den hoşlanmıyor ve her fırsatta hakaret ediyordu.

Nitekim, Hind’in bu dönemlerinde Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’e duygularını bariz şekilde ortaya koyan şu olay yaşanmıştır; Hind, yanında kocası Ebû Süfyan ve oğlu Muaviye hepsi bir bineğin üzerinde olduğu halde Şam’dan dönerlerken Mekke’ye yaklaştıkları sırada yaya halde bulunan Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’e rastlamıştı. Bunun üzerine Ebû Süfyan Muaviye’ye merkepten inmesini ve Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’e merkebi vermesini işaret etti. Birlikte yolculuk ettiler. Bu sırada Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] İslâm’ın faziletlerini açıklıyordu. Varacağı yere gelince teşekkür etti ve oradan ayrıldı. Hind, kocasını bu hareketinden dolayı eleştirince ona, Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in asil bir ruha sahip olduğunu söyledi.[4] Bu rivayet biraz farklılıkla Belazuri’de ise şöyle geçmektedir: Hind, yanında kocası ve oğlu Muaviye ile birlikte Şam’dan dönerlerken, yaya halde Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’e rastladılar. Ebû Süfyan, Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’i yaya halde görünce oğluna bineğinden inmesini ve ona vermesini söyledi. Hind, kocasının bu tutumundan dolayı eleştirdi ve “bu sapık ve deli için mi oğlumu bineğinden indirdin!” diyerek Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’e olan kinini açıkça ortaya koyunca, Ebû Süfyan; “O, senden, benden ve oğlundan daha hayırlıdır” cevabını verdi. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] bu yolculukta Hind ve Ebû Süfyan’ı İslâm’a davet etti. Eğer inanırlarsa ikisini ateşten sakındıracağını söyledi.[5]

Ne kadar engel olmaya çalışsalar da; Müşriklerin inananlara uyguladığı hiçbir yöntem sonuç vermiyor, Müslümanların sayısı günden güne artıyordu. Hakaret ve her türlü işkenceye maruz kalan Müslümanlar takat getiremeyince Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] Müslümanlara Habeşistan’a hicret edebileceklerini söyledi.[6] 6 1 5 yılında dördü kadın, on biri erkek, 616 yılında ise on sekiz kadın ve 82 erkek bu baskılardan kurtulmak için Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in de tavsiyesi ile Habeşistan’a göç etti.[7] İnanlar için Mekke artık yaşanmaz bir hale gelmişti. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem], bunun için hicret edilecek yeni yurt arayışına girdi ve bu amaçla Medineliler’le görüşmeler yaparak bu olaya zemin hazırladı. Müslümanlar peyder pey buraya göç etmeye başladılar. Geride Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ve hicrete güç yetiremeyenler kalmıştı. En son müşrikler, Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’i öldürme kararı alınca, O da Hz. Ebû Bekir ile birlikte hicret etmişti.[8] Müslümanlar’ın Medine’ye hicret etmeleri, müşriklerin Müslümanlarla mücadelelerine yeni bir boyut kazandırmıştır. Nitekim hicretten iki yıl sonra Ümeyyeoğulları ile Hâşimoğulları aralarındaki ilişkilerin daha da gerilmesine neden olan Bedir Savaşı gerçekleşmiştir. Bedir Savaşı Hind bint Utbe’nin ailesinden birçok kişiyi kaybetmesi ve Mekkeli müşriklerin elebaşlarının çoğunun öldürülmesi açısından önemli bir savaştır. Bu önemine binaen Bedir Savaşı’na sebep ve sonuçlarıyla yukarıda ayrıntılı olarak değinmiştik. Burada ise Hind bint Utbe ve Bedir Savaşı’nın ondaki etkileri bağlamında ele almaya çalışacağız.

Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem], başında Ebû Süfyan’ın bulunduğu bir Kureyş ticaret kervanının Şam’dan döndüğünü işitti.[9] Bu kervan oldukça kıymetli mallardan oluşuyordu ve içinde Mekke’den hicret ederken Müslümanların bırakmak zorunda kaldığı mallarını da ihtiva ediyordu. Ayrıca kervanda da sadece otuz ya da kırk kişi bulunmakta idi.[10] Eğer bu mallar ele geçirilirse muhacirler maddi yönden rahatlayacak, hem de müşrikler maddi yönden yıpratılmış olacaktı. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] beraberinde 350 kişi ile birlikte kervanı ele geçirmek için yola çıktı. Bunu haber alan Ebû Süfyan Mekke’ye haberci göndererek durumu bildirmesini istedi.[11] Bu arada da kervanı kurtarmak için sahil yoluna saptı.[12] Haberi alan Mekkeliler yaklaşık bin kişiyle yola çıktılar ve yarı yolda Ebû Süfyan’ın kervanı kurtardığı haberini aldılar. Ebû Süfyan kendilerine kervanı kurtardığını, artık savaş için hiçbir neden kalmadığını ve geri dönmelerini söylüyordu.[13] Ebû Cehil bu söylenenlere kulak asmıyor; Bedir’de eğlenir, yer içer ve onların gözünü korkutur döneriz diye düşünüyordu.

Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] Bedir’e yaklaşırken Kureyş’in, Bedir’e doğru geldiğini öğrendi. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ve yanındakilerin niyeti savaşmak değil sadece kervanı ele geçirmekti. Bu yüzden ashabıyla özellikle de Ensar ile istişare etti ve onların da onayını aldıktan sonra Ramazan ayının on yedinci Cuma gecesi Bedir’e karargâh kurdu. [14] Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] o geceyi Allah’a niyazla geçirdi. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ve ashabı tam bir kararlılıkla savaşa hazırlardı. Müşrikler ise Bedir’e geldiklerinde bile hala savaşma yanlısı olmayan ve bu işten vazgeçirmeye çalışan müşrikler vardı. Özellikle Hind’in babası Utbe b. Rebîa ve Hâkim b. Hizam bu iş için gayret sarf etmişler, fakat bu işte başarılı olamamışlardı.[15]

Kaçınılmaz an gelmiş, taraflar savaş meydanında karşı karşıya gelmişler, savaş, Araplar’da âdet olduğu üzere mübareze ile başladı. Hind’in babası Utbe b. Rebîa ile Ubeyde b. Hâris, yine Hind’in amcası Şeybe b. Rebîa ile Hz. Hamza, Hind’in kardeşi Velid b. Utbe ile Hz. Ali karşılıklı çarpışmaya başladılar.[16] Bazı kaynaklarda ise; Utbe ile Hz. Hamza, Şeybe ile Ubeyde, Velid ile Hz. Ali’nin mübareze ettikleri bildirilmektedir.[17]

Mübarezenin sonucunda; Hz. Hamza Şeybe’yi, Hz. Ali Velid’i öldürmüşlerdi. Utbe ile Ubeyde ise ağır yaralıydı. Hz. Hamza ve Hz. Ali, Utbe’yi de son bir darbeyle öldürdüler.[18] Savaş böylece başladı ve Müslümanlar Allah’ın da yardımıyla galip geldiler. Müşriklerden başta bu savaşın komutanı Ebû Cehil olmak üzere yetmiş kişi öldürülmüş, yetmiş kişi de esir alınmıştı.

Her şey bittiğinde Mekke’ye Bedir’de öldürülenlerin haberi ulaştığında hepsi inanamadı ve intikam ateşi onları yaktı.

Bu haberin düştüğü ve en çok da yaktığı yerlerden biri de Hind bint Utbe idi. Çünkü o bu savaşta babasını, amcasını ve kardeşini kaybetmişti. Acıdan kavruluyor fakat Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ve ona inanları sevindirmemek için ağlamıyordu.[19]

Orada bulunan kadınlar Hind’i eleştirerek “babanı, kardeşini, ehlini kaybettin neden ağlamıyorsun deyince” Hind, “ağlamak içimdeki acıyı dindirseydi ağlardım” cevabını vermiştir. Ağlayan kadınlara da kızmış ve düşmanı sevindirmemelerini söylemiştir. [20] Onlardan intikamını alana kadar koku sürünmeyeceğine, sürme çekmeyeceğine ve eşine yaklaşmayacağına dair yemin etti[21] ve babasını öldüren Hamza’nın ciğerini yiyeceğine dair nezretti.[22] Acısından yüreği dağlanan ve gururundan ağlayamayan Hind, babasının ölümünden duyduğu acıyı şu sözleriyle dile getirdi;

“Ey gözlerim!

Akan gözyaşlarını artık dönmeyecek olan, yürüyenlerin hayırlısı üzerine çokça dökünüz.

Onun ailesi, kavmi, onun için sabahleyin çağrışırlar.

Bunlar Benî Hâşim ve Benî Muttalib’dir.

Ona kılıçlarının keskinliğini tattırırlar, onu yere düşürmüş olduktan sonra yukarı kaldırırlar.[23]

Onu, çıplak elbiseleri soyulmuş vaziyette, toprakta güneşte kurutulan et gibi yüzü üstüne çekerler.

Bizim için yüksek köklü bir dağ idi.

Güzel meraları bulunan, çok otlak ve sulak olan bir dağ

Amma Bera’ya gelince onu kastetmedim, böylece o hesap edilen şeyin hayırlısından getirildi. ”

Yine İbn İshak’dan rivayet edilen bir şiirde Hind;

Ey gözüm! Utbe ’ye ağla!

Bir şeyhe ki boynu kuvvetli ve şiddetlidir.

Açlık ve şiddet zamanında yedirir, mağlubiyet zamanında ise düşmanı def eder. Ben onun üzerine hüzünlüyüm, öfkeliyim, hasretliyim aklı alınmış haldeyim. Süratle akan bir akın ile onun Yesrib’ine ineriz.

Orada evlere yakın, uzun, iyi atlar vardır.[24]

İntikam hırsıyla yanan Hind’i en çok üzen şeylerden biri de bu savaşta kardeşi Huzeyfe’nin Müslüman saflarında bulunması ve babası Utbe’yi mübareze için çağırması idi. [25] Vakidi’nin rivayetine göre Ebû Huzeyfe babasını mübarezeye çağırmıştır. Vakidi dışındaki diğer rivayetlere göre ise; Utbe mübaraze için birilerini çağırmış, oğlu Huzeyfe çıkmak isteyince de Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] buna izin vermemiştir.[26] Ebû Huzeyfe her ne kadar babası Utbe’yi öldürmek istemiş olsa da onun ölüsünü görünce yüzü değişmiş,[27] hüzünlenmiş[28] ve ağlamıştır.[29] Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ağlama sebebini sorunca, onun ilim sahibi, görüşüne değer verilen ve yumuşak huylu biri olduğunu ve kendisinin İslâm’a gireceğini düşündüğünü, böyle olmamasının kendini üzdüğünü söylemiştir.[30] Hind, Ebû Huzeyfe’nin babasını mübareze için çağırdığını duyunca onu yererek[31] şu şiiri söyledi;

“Şaşı gözlü, dökük dişli, melun, uğursuz Ebû Huzeyfe!

O, dinde insanların en şerlisidir.[32]

Seni küçükken terbiye eden, sana güçlü kuvvetli bir delikanlı oluncaya kadar

Kol kanat geren bir babaya böyle mi teşekkür ediyorsun![33]

Öfkesini esiri olan Hind bint Utbe Bedir Savaşı’nın ardından dediği gibi intikam alana kadar ne koku süründü, ne de eşi ile aynı yatağı paylaştı. Var gücüyle Müslümanlardan öcünü almak için hazırlıklar yaptı ve kinini biledi. Acısını taze tuttu.

Öte yandan, Bedir Savaşı’nda esir alınanlar arasında Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in kızı Zeyneb’in kocası Hz. Hatice’nin de yeğeni[34] Ebûl-Âs b. Rebi’i de vardı.[35] Zeynep Ebûl-Âs ile nübüvvetten önce evlenmişti.[36] Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’e vahiy geldikten sonra kızı Zeynep ona inanmış damadı Ebûl-Âs ise iman etmemişti.[37] Kureyşli müşrikler nübüvetten sonra Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in kızlarını boşamaları için kocalarına baskı yaptılar. Ebûl-Âs’a da baskı yapıp Zeyneb’i boşamasını ve kendisini dilediği kimseyle evlendireceklerini söylediler. Ebûl-Âs bunu kabul etmedi ve Zeyneb’den asla ayrılmayacağını söyledi.[38] Ebûl-Âs Bedir Savaşı’nda esir alınınca kızı Zeynep fidye olarak annesi Hz. Hatice’nin düğününde takmış olduğu gerdanlığı gönderdi.[39] Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] bunu görünce çok duygulandı ve gerdanlıkla birlikte Ebûl-Âs’ın Mekke’ye gönderilmesini rica etti. Kendisine de kızı Zeyneb’i Medineye göndermesini söyledi.[40] [41] Aradan bir ay geçmişti ve Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] kızını almak üzere Mekke’ye adam gönderdi. Ebûl-Âs da sözünü tuttu ve zamanı geldiğinde karısına hicret için izin verdi. Bu arada Zeynep yol hazırlıkları yaparken Hind bint Utbe ile karşılaştı. Hind, kendisine; “Ey Muhammed’in kızı, babanın yanına gitmeyi istediğini bilmiyor muyum! dedi.

Zeynep: “Ben bunu istemedim” deyince Hind: “Ey amcamın kızı! Çekinme eğer seferinde seninle beraber bulunması gereken eşyaya veya babana götüreceğin bir mala hacetin var ise o benim yanımda mevcuttur. Ben veririm sakın benden utanma. Çünkü erkekler arasında olan bir şey kadınların arasına giremez.”10 diye cevap verdi.

Zeynep, kayını Kinane b. Rebi’i ile hicret için yola çıktığında Kureyş’ten birileri onların önünü kesti ve Zeyneb’in devesini ürküterek onun düşmesine sebep oldular. Bu sırada hamile olan Zeynep bebeğini düşürdü. [42] Bunu duyan Hind, bu adamları hicvetmek için şu şiiri söylemiştir;

“Kabalık, şiddet ve cefa bakımından sulh halinde eşeklerdir.

Harpte ise hayızlı kadınlar misalidirler.”[43]

Zeynep, Hind’in söylediklerinde samimi olduğunu, fakat kendisinin ona güvenmekte tereddüt ettiğini ve korktuğunu söylemiştir.[44] Beyhaki’de geçen ikinci bir rivayette ise Zeynep’in başına bu acı olaylar gelirken Hind’in orada bulunduğu, ona yardımcı olmadığı; hatta başına gelenlerin sebebinin babası olduğunu söyleyerek yapılanlara razı geldiği bildirilmektedir. [45] Beyhaki’de geçen bu rivayet Bedir Savaşı’ndan sonra babasını, amcasını ve kardeşini kaybeden, kalbi, beyni öfkeyle dolan, intikam yeminleri eden Hind’in durumu düşünüldüğünde çok daha makul görünmektedir.

Mekkeli müşrikler Bedir’de canlarını, mallarını ve onurlarını kaybetmişlerdi. Bu yüzden de bu savaş sonrası var güçleriyle yeni bir savaşın hazırlıklarına başladılar. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, müşrikler Bedir Savaşı’na sebep olan ve Ebû Süfyan’ın kurtardığı kervanın gelirlerini, yeni bir savaş için kullanma kararı aldılar.[46] Çevre kabilelerden de adam toplayarak, Ebû Süfyan komutasında[47] yedi yüzü zırhlı, üç bin kişi topladılar.[48] Orduda ayrıca, iki yüz at, üç bin deve vardı. Kendilerine Bedir’de kaybettiklerini hatırlatmaları, kaçışlarını önlemeleri ve kinlerini hep taze tutmaları için on beş kadar da kadın aldılar. [49] Hind bint Utbe bu kadınlardan biriydi. [50] Bazı müşrikler ve özelliklede Saffan b. Ümeyye kadınların ayak bağı olacağını düşünerek onların savaşa katılmalarını istemiyordu.[51] Hind bint Utbe bunu duyunca oldukça öfkelendi ve ne pahasına olursa olsun bu savaşa katılacaklarını bildirdi.[52] Zira, Bedir Savaşı’nda birçok müşrik yakınını kaybetmişti. Bunlardan biri de Cubeyr b. Mut’im idi. onun amcası Tuayme b. Adiyy bu savaşta Hz. Hamza tarafından öldürülmüştü. Cubeyr b. Mutim Hz. Hamza’yı öldürmesi için Habeşli kölesi Vahşi[53] b. Harb[54] ile özgürlüğü karşılığında bir anlaşma yaptı.[55] Vahşi çok iyi mızrak atar ve kolay kolay avını kaçırmazdı. Hind, Vahşiyi her gördüğünde ona intikamımı al diyerek tembihte bulunur[56] ve “Ey Ebû Deseme, kurtar kurtul!”[57] derdi. Ayrıca bu işi yaptığı takdirde zinet eşyalarıyla birlikte on altın vereceğini vaad ediyordu.[58] Savaşa hazır görünen Kureyş müşrikleri Medine’ye giderken yolda konakladıkları yerlerde develeri boğazlıyor, kadınlar onları eğlendiriyor ve Bedir’de kaybettiklerini onlara hatırlatıyordu. Yola devam ederken Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in annesinin kabrinin bulunduğu Ebva’ya da uğradılar. Yola kadınlarla çıktıkları için onların esir düşmesinden korkan müşrikler Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in annesinin kabrini açarak kemiklerini yanlarına almayı aralarında konuştular. Eğer kadınlar esir alınırlarsa Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’i annesinin kemikleri ile tehdit edeceklerdi. Orada bulunan Hind de bu fikri destekledi. Fakat çoğunluk kendi yakınlarının kabirlerinin de Müslümanlar tarafından aynı muamelenin yapılacağı korkusuyla bunu kabul etmedi.[59] Savaş başladığı zaman Hind bint Utbe ve beraberindeki kadınlar ordunun içine dalarak def çalıyor[60] Hind onları şu şiiriyle şevklendiriyordu:

“Ey Benî Abdiddar ve arkadan gelenlerini himaye eden kimseler. Her kesici şey ile kesiniz.”

“Eğer bu tarafa dönerseniz boyun boyuna sarılırız ve küçük kilimlerimizi sereriz. Veya eğer arka çevirirseniz birbirimizden ayrılırız. Tıpkı dost olmayan bir kişinin ayrılışı gibi. ”[61]

Savaş Müslümanların lehine olacak şekilde devam ediyor, müşrik ordusu dağılıyordu. Bunu fark eden Hind bint Utbe ve beraberindeki kadınlar şiirler söylüyor erkekleri savaşa teşvik ediyor[62] aynı zamanda kaçan erkekleri toplamak için ellerinde bulunan koku ve sürmedanlıkları uzatarak onların bir kadın gibi korkak olduklarını ima ediyorlardı. [63] Bu sırada tam savaş Müslümanların lehine sonuçlanacakken Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in yerleştirdiği okçular savaş kazanıldı zannıyla yerlerinden ayrıldılar ve ganimet toplamaya başladılar. Bunu fark eden Halid b. Velid arkadan dolandı ve

savaşın kaderini değiştirdi.[64] Müslümanlar iki ateş arasında kalmış ve dağılmaya başlamışlardı. Hz. Hamza, Müslümanları bir araya toplamak için olanca gücünü sarfediyor bir taraftan da kahramanca savaşıyordu. Savaşın başından beri Hz. Hamza’yı öldürmekle görevlendirilen Vahşi, onu takip ediyordu. Vahşi’nin savaşmak gibi bir görevi yoktu. Onun tek görevi Hz. Hamza’yı öldürmekti. Hz. Hamza önüne gelen herkesi öldürüyor ve kahramanca ilerliyordu. Vahşi onun boş anını kolluyor ve mızrak atmak için uygun zamanı bekliyordu. Vahşi için beklenen zaman gelmişti. Ordu dağılmış ve Hamza seçilir olmuştu. Hz. Hamza’nın dengesini kaybettiği bir anda ona mızrağını attı ve o göbeği ile kasığı arasına isabet edip bacak arasından çıktı.[65] Vahşi, Hamza’nın yanına ölene kadar korkusundan yanaşamadı. Tam olarak öldüğünü anlayınca yaklaştı mızrağını aldı ve hemen oradan uzaklaştı. Hind ve beraberindeki kadınlar şehit olanların organlarını parçalıyor ve Hind onların kulak ve burunlarından takınmak için halhal ve gerdanlık yapıyordu.[66] Tam bir yıldır intikam ateşini hiç söndürmeyen ve bu günü bekleyen Hind, Hz. Hamza’nın başına geldi. Vahşi, Hamza’nın ciğerini çıkarttı ve Hind’e uzattı. Sevincinden kalbi yerinden çıkacak gibi olan Hind söz verdiği üzere üstündeki yüzük, bilezik, küpe, kolye ve ayağındaki halhalları çıkararak Vahşi’ye verdi.[67]

Onun ciğerini ağzına alıp çiğnedi fakat yutmaya güç getiremedi.[68] Bu hadiseden haberdan olan Hz. Peygamber; “Hind ondan (Hz. Hamza’nın ciğerinden) bir şey yedi mi? diye sorunca yemediğini söylediler. Bunun üzerine Rasûl (s.a.s.) Allah, Hamza’dan bir şeyi (parçayı) ateşe koyacak değildir”[69] buyurarak Hz. Hamza’nın her bir zerresinin cennete layık olduğundan o anda müşrik olması sebebiyle cehennemlik olan Hind’in midesinde bulunamayacağını vurgulamıştır. Öte yandan Hz. Peygamber, ileride Müslüman olacağı vahyedildiğinden Hind’in Hz. Hamza’nın ciğerini yutmaya muvaffak olamadığını kast etmiş olabilir. Hz. Hamza’nın ciğerini ağzına alıp çiğnemesinden dolayı Hind’e “âkıletü’l-ekbâd” (ciğer yiyen kadın) denilmiştir.[70] Sonra içinin ateşini söndüren Hind yüksek sesle şu şiiri söyledi;

“Biz Bedir gününe karşı size ceza verdik.[71] Harpten sonra harp alevlenicidir.

Utbe ’den benim için sabır olmadı.

Ne kardeşimden, ne onun amcasından ve ne de Bekr’imden.

Yüreğimi soğuttum ve nezrimi yerine getirdim. Ey Vahşi göğsümün susuzluğunu giderdin.

Vahşi’nin teşekkürü üzerime ömrüm boyuncadır. Hatta kabrimde kemiklerimin çürüyüp dağılmasına kadardır.[72]

Ayrıca İbn İshak’tan rivayetle Hind, şu şiiri söylemiştir:

“Uhud’da nefsim Hamza’dan intikam ateşini aldı. Hatta onun karnını ciğerinden deldim.

Bu, benden kasdedici elem verici şiddetli hüzün ateşinin eleminden bulmakta olduğum şeyi benden götürdü.

Harb, şiddetli ve soğuk yağmurun atılmasıyla sizin üzerinize yükseldi.

Sizin üzerinize arslan gibi saldırdı.[73]

Hind bint Utbe intikamını almış, sakinleşmiş ve bu olaydan sonra aktif olarak Müslümanlarla uğraşmayı bırakmıştı. Uhud Savaşı’ndan sonra gerçekleşen Hendek Savaşı’na katılmamış ve artık normal hayatına dönmüştür.

Hendek Savaşı’ndan sonra Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ve ona inanların sayısı gün geçtikçe artıyor ve devlet olarak sağlam adımlarla ilerliyorlardı. Medine’deki Yahudiler etkisiz hale getirilerek şehrin güvenliği sağlanmıştı. Mekke’yi özleyen Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ve ashabı bu olumlu gelişmelerin neticesinde umre yapmak üzere 1400 kişilik bir grupla Mekke’ye hareket ettiler. Niyetlerinin savaş olmadığını göstermek amacıyla ihramlı olarak yola çıkmış ve yanına kurbanlık develer almışlardı. Hudeybiye mevkiine geldikleri sırada müşriklerin engellemesi ile karşılaştılar ve karşılıklı elçiler gelip gitmeye başladı. Neticede Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ile müşrikler arasında Hudeybiye Antlaşması imzalandı. Bu anlaşmayla Mekkeliler’den gelecek saldırı tehlikesi ortadan kaldırılmış ve barış ortamına girilmişti.[74] Yukarıda da bahsettiğimiz gibi bu yıllarda Mekke’de kıtlık baş göstermiş ve Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] bu dönemde başta Ebû Süfyan ailesi olmak üzere buğday göndermiş ve çeşitli yardımlarda bulunmuştur.[75] Bu gelişmelerde olumlu havanın daha da artmasına ve müşriklerin İslâmiyet’e bakışlarının olumlu yönde değişmesine sebep olmuştu.

Bu olumlu havanın girdiği evlerden biri de hiç şüphesiz Hind bint Utbe’nin eviydi. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem], Hind’in eşi Ebû Süfyan’a maddi yardımlarda bulunmuş, başında bulunduğu kervanının İslâm topraklarından geçerek Suriye-Filistin yönüne ilerlemesine müsaade etmişti. Hind bint Utbe ve Ebû Süfyan Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in bu davranışlarından sonra İslâm’a ve inanlara karşı yumuşamaya başlamıştı. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in, Ebû Süfyan’ın kızı Ümmü Habibe ile evlenmesi[76] onu, İslâm’a daha da yakınlaştırdı. Bu evlilikten önce iki kabile arasında bir yumuşama ve yakınlaşma olacağına dair şu Âyet-i Kerîme nazil olmuştu: “Belki de Allah sizinle, onlardan düşman olduklarınız arasına bir sevgi koyar. Allah (buna) kadirdir, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.”[77] Bütün işaretler olumlu yönde seyretmiş, aradaki buzlar erimişti.

Barış ortamının sağlandığı bu günlerde Mekkeli müşriklerden bazıları Benî Bekr Kabilesi’ne, Huzâalılara karşı yardımda bulunmuş ve Hudeybiye Antlaşması’na muhalefet etmişlerdi.[78] Bunun sonucunun kötü olacağını ve Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in bunun hesabını soracağını anlayan müşriklerden Hâris b. Hişam ile Abdullah b. Ebî Rebîa henüz yeni Şam’dan gelmiş olan Ebû Süfyan’ın yanına gittiler. Anlaşmanın yenilenmesi için kendisinin Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ile görüşmesi gerektiğini belirttiler. Ebû Süfyan bu olanların kendisinin bilgisi dâhilinde gerçekleşmediğini ve bu olanlardan hiç hoşlanmadığını belirtti. Bu olaylar yaşanırken Hind bint Utbe rüyasında Hacun’dan[79] bir kanın akıp Hendeme Dağı’nda durduğunu görmüştü.[80] Rüyasını hayra yormadı ve sıkıntıya kapıldı.

Yukarıda da ayrıntılı olarak değindiğimiz gibi Ebû Süfyan, Hudeybiye antlaşmasının yenilenmesi için Medine’ye gitmişse de olumlu bir sonuç alamadan geri döndü. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] Mekke’nin Fethi için on bin kişilik bir orduyla yola çıkmış ve artık müşrikler için yolun sonu görünmüştü. Her tuttukları dal ellerinde kalıyor ve çabaları sonuçsuz kalıyordu. Mekke yakınlarına gelen Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ile görüşmeye giden Ebû Süfyan da Müslüman olmuş ve artık teslim olmaktan başka çare kalmamıştı. Ebû Süfyan’ın Mekke’ye dönmesi gecikince müşrikler onun da İslâm’ı kabul ettiğini ve kendilerinden gizleyeceğini konuşmaya başladılar. Bunu duyan Hind bu durumdan hiç hoşlanmadı ve sabırsızlıkla eşini beklemeye başladı. Gece yarısı dönen eşine neler olduğunu ve Mekkeliler’in konuştuklarını sordu. Ebû Süfyan sorduğu soruları cevaplamadı ve doğruca kendisinden haber bekleyen müşriklerin yanına gitti. Öfkesinden çılgına dönen ve sorularına cevap bulamayan Hind, onun peşine takıldı. Ebû Süfyan kendisini bekleyenlerin yanına gelip Müslüman olduğunu ve evine sığınanların emniyette olacağını açıklayınca[81] Hind b. Utbe kulaklarına inanamadı. Yıllardır birlikte Müslümanlara karşı mücadele ettiği dava arkadaşı eşi Müslüman olmuş ve artık mücadeleyi bırakmıştı. Öfkesinden yerinde duramayan Hind, kocasının sakalından tuttu ve onun göğsünü yumruklayarak; “Ey Galib hanedanı! Şu kocamış ahmağı, şu işe yaramaz yağ tulumunu, [82] şu elçinizi öldürünüz.[83] Çünkü O dininden dönmüştür. Kavminin ne kötü bir gözeticisidir O![84] Allah, Kureyşîlerin senin gibi elçisini hayırdan uzaklaştırsın! [85] Ey Mekke ehli parçalayın öldürün [86] kendinizden ve beldenizden uzaklaştırın[87]” dedi. Ebu Süfyan kararlı bir şekilde; “Nefsim kudret elinde olan Allah ’a yemin olsun ki, ya Müslüman olursun ya da boynun vurulur” dedi.[88]

Bu gelişmelerin ardından Hind bint Utbe ve Mekkeli müşrikler o geceyi korkarak ve başlarına neler geleceğini düşünerek geçirdi. Her ne kadar gerçeği kabullenmek istemeseler de kaçtıkları şey kendilerine her an yaklaşmakta idi. Ebû Süfyan o sabah tekrar sokağa çıkarak; Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in çok kalabalık bir orduyla geldiğini, karşı koymanın artık imkânsız olduğunu hatırlattı. Emniyette olmak isteyenlerin evlerine girip kapılarını kapatmalarını söyledi. Hind her ne kadar karşı çıkmışsa da eşi onu azarladı ve evine girmesini söyledi.[89] Hind artık yapacak hiçbir şey olmadığını anlayınca penceresinin önüne oturdu ve olacak olanları seyretmeye başladı. İçindeki kin azalmış ve sakinleşmişti. Olanları soğukkanlılıkla düşünmeye başladı.[90] Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] devesi kasvayla Kâbe’ye geldi. Ashabıyla birlikte Kâbe’yi tavaf etti[91] ve Kâbenin etrafında bulunan putları asasıyla dokunarak devirdi.[92] Her seferinde “Hak geldi, batıl yok oldu. Zaten batıl yok olmaya mahkûmdur.[93] Hak geldi, yok olan batıl, ne yoktan bir şey var edebilir, ne de yok olanı diriltebilir” diyordu.[94] Öğle vakti olunca Bilal-ı Habeşî’den Kâbe’nin üzerine çıkarak ezan okumasını istedi. [95] Mekkeli müşrikler bu durumdan hiç hoşlanmamış ve bu günleri göreceklerine ölmeyi yeğl ediklerini söyl emi şlerdir.[96]

Müslümanlar Mekke’yi fethettikleri günün gecesini Kâbe’yi tavafla, namazla ve Allah’a ibâdetle geçirmişlerdi. Olanları izleyen Ebû Süfyan, karısı Hind’e; “Sen bunun Allah’tan olduğu kanaatinde misin? dedi. “Evet! Bu, Allah tarafından olan bir iştir!”'16'[97] diyen Hind’in gözündeki perde kalkmış ve o gece sabaha kadar ibadet eden Müslümanlar onu çok etkilemişti. Daha önce hiçbir zaman Allah’a layıkıyla böyle ibâdet edilmediğini; [98] kimisinin kıyamda, kimisinin rükûda, kimisinin de secdede olduğunu kocasına söyledi[99] ve Mekke’nin fethinden önce üç gece arka arkaya gördüğü rüya aklına geldi. Hind rüyasında karanlıklar içinde kalmış, ne bir ova ne de bir dağın olmadığı bir belirsizlikte, yolunu kaybetmiş halde dolanırken ilerde bir ışık görmüş ve Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] kendisini bu ışığa çağırmıştı. Bu rüyanın tesirinden kurtulamadan ertesi günü yine rüyasında; Hübel putu onu sağ tarafa, Yesaf ise sol tarafa çağırmış, yine Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] belirerek onu o ışığa yani doğru yola çağırmıştı. Hind olanlara anlam veremiyor ve gördüğü rüyaların ne anlama geldiğini düşünüyordu. Üçüncü gün rüyasında; kendisini cehennemin başında görmüş ve Hubel putu kendisine ateşe atlamasını söylüyordu. Tam çevresindekiler kendisini ateşe atacakken arkasından Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in tuttuğunu ve kendisini kurtararak oradan uzaklaştırdığını görüyordu.[100] Bugün yaşananlarla rüyasına artık anlam verebiliyor ve kafasındaki şüpheler tek tek yok oluyordu. ve bütün bunların neticesinde Müslüman olmak istediğini eşine bildirdi.[101] Bütün bu anlatılanlar, rüya ve kehanet konularındaki maziyi aklımıza getirmektedir.

Bilindiği gibi siyer yazıcılığında “rüya motifi”, “kehanet motifi” sıkça başvurulan kaynaklar arasında yer almıştır. İnsanoğlu müntesibi bulunduğu dini ve din adamını üstün göstermek için sıkça bu yola başvurmuş, bu konuda da abartma konusunda oldukça cömert davranmıştır. Kur’an’da rüyanın bilgi kaynağı olarak kullanılması bunu daha da meşrulaştırmıştır. Bu konuda gerek Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in doğumundan önce dedesi Abdülmuttalib ve annesi Amine’nin gördüğü rüyalar oldukça meşhurdur. Bu rüya motifine diğer peygamberlerin hayatında da bolca raslanmaktadır. Yine; Buda, Zerdüşt, Konfüçyüs ve devletlerin liderleri ile ilgili de birçok örnek karşımıza çıkmaktadır. Rüyanın bilgi kaynağı olup olmadığı, rüya ile hadis rivayet edilip edilemeyeceği ise İslam âlimleri tarafından tartışılmıştır.[102] Hind bint Utbe’nin hayatına baktığımızda da; kocası tarafından kendisine iftira atıldığında kâhine başvurmalarında, kâhinin kendisene suçsuz olduğunu ve ileride başka bir erkekten melik doğuracağını söylemesinde, hudeybiye anlaşmasına muhalefet edildiği sırada gördüğü rüyada ve son olarak Müslüman olmadan önce Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’i (s.a.s) kendisini ateşten korurken gördüğü rüyada açıkça görmek mümkündür. Bu sayede Allah tarafından Hind’in ilerde Müslüman olacağı rüya ile müjdelenmiştir.

Hind’in Müslüman olması ile ilgili bir başka rivayette ise; Hind İslâm’a girmemekte direnince, eşi Ebû Süfyan tarafından boynunun vurulması ya da İslâm’a girmesi arasında tercihe zorlanmıştır. O da İslâm’a girmeyi tercih etmiştir.[103] Hind’in karakteri düşünüldüğünde korkuyla ya da zorlamayla Müslüman olmuş olması çok da imkân dâhilinde gözükmemektedir. Öte yandan Hind ve eşi Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’den çekiniyorlardı. Çünkü Hind, Uhud Savaşı’nda şehit düşenlere müsle yapmış ve Hz. Hamza’nın ciğerini ağzına alıp çiğnemişti. Bunun için Hind bint Utbe Mekke’nin Fethi sırasında görüldüğü zaman Kâbe’nin örtüsünün altına sığınmış olarak bulunsa bile öldürülecek dört [104] veya altı [105] kadından birisiydi. Bu yüzden çekiniyor ve Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in kendisini affetmeyeceğinden korkuyordu. Ebû Süfyan, Hind’e Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in yanına beyat için giderken yalnız gitmemesini ve kavminden bir adamı yanına almasını tembihledi.[106] Zira Hind bazı rivayetlere göre Hz. Osman,[107] bazı rivayetlere göre ise kardeşi Ebû Huzeyfe’nin[108] yanına gitti ve Müslüman olduğunu belirtti. İçinde bulunduğu durumu ve Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’e beyat için gitmek istediğini fakat geçmişinde yaptığı hatalardan dolayı çekindiğini belirtti. Kendilerinden bu konuda yardım istedi.[109] İbn Asâkir’de geçen bir rivayette de Hind biat edecek diğer kadınlarla beraber gitmişti.[110]

Diğer taraftan, Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] yeni dine giren erkeklerden biat[111] alıyordu. Bunu duyan kadınlar da kendisine biat etmek istediler. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] Medine’ye hicret ettiğinde orada bulunan kadınlar da kendisine biat etmek istemişlerdi.[112] Bunun üzerine Mümtehine Suresi’nin on ikinci ayeti nazil oldu; “Ey Peygamber! Mümin kadınlar Allah ’a hiçbir şeyi ortak koşmayacakları, hırsızlık yapmayacakları, zina etmeyecekleri, çocuklarını öldürmeyecekleri, elleriyle ayakları arasında bir iftira düzüp getirmeyecekleri, dine ve akla uygun hiçbir konuda sana karşı gelmeyecekleri hususunda sana biat etmeye geldiklerinde onların biatlarını kabul et ve onlar için Allah ’tan bağışlanma dile, kuşkusuz Allah bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir. ”[113] Bu ayetin neticesinde Medine’de bulunan erkek ve kadınlardan belirtilen konular üzerine biat alınmıştı. Mekke’de de aynı şekilde kadınlardan biat alınmıştır.[114]

Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] Ebtah’ta kadınların biatını aldığı sırada eşleri, kızı Fatıma ve akrabalarından kadınlar bulunuyordu.[115] Hind bint Utbe’nin Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in yanına biata gittiğinde kendini gizledi ve tanınmamak için peçe taktı. [116] Hind Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’den amcasına yaptıklarından dolayı çekiniyor ve kendisine zarar vermesinden korkuyordu. Hz. Osman ile birlikte biat için gitti ve izin alarak içeri girdi.[117] Hind Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in yanına geldi ve kendisine şu sözleri söyledi; “Ya

Rasulullah! Akrabalığının bana fayda vermesi için kendi nefsine seçtiği dini

güçlendiren Allah’a hamd olsun. Ya Muhammed! Ben Allah’a inanan ve Rasulünü

tasdik eden bir kadınım’” dedi. Sonra peçesini çıkardı ve kendisini tanıttı.[118] Bazı rivayetlerde ise; Hind’in kendisini gizlediği, Hz. Muhammed’in onu biat ederken

sözlerinden tanıdığı belirtilmektedir.[119] Rivayetlerin çoğunluğu bu yöndedir ve Hind’in içinde bulunduğu durum göz önüne alındığında bu rivayetler daha sahih gözükmektedir. Bu doğrultuda Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] Hind ve orada bulunan kadınlardan toplu olarak biat almıştır. Hz. Ömer de hazır bulunmuş, kadınlardan biat alınırken Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in sözlerini onlara aktarmıştır.[120] Orada bulunan Hind;

Ya Rasulallah! El tutuşup sana biat edelim mi? diye sordu.[121]

Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]: “Ben kadınlarla el tutuşmam! Benim yüz kadına birden hitap etmem, her kadına ayrı ayrı hitap etmem gibidir”[122] dedi.

Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem], Hz. Ömer’e: “Söyle onlara: Allah’a hiçbir şeyi eş, ortak koşmamak üzere Rasulullah’a biat edecekler![123]

Hind: “Vallahi kadın erkek bizler putlara tapıp duruyorduk. Erkeklerden almadığın bir sözü bizden istiyorsun.[124] Her neyse, biz söylememizi istediğin şeyi de söyleyeceğiz. 79 İyce anladım ki Allah ’tan başka tanrılar olsaydı bugün bu halde olmazdık.'’”'199,

Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem], Hz. Ömer’e: “Söyle onlara: Hırsızlık da yapmayacaklar!””19

Hind: “Hür kadın hiç hırsızlık yapar mı![125] [126] [127] [128] Ya Rasulallah, kocam Ebû Süfyan, cimri bir adamdır. [129] Vallahi ben onun malından haberi olmadan bir şeyler çalıyordum.[130] Bu benim için helal midir, değil midir bilmiyorum.[131] [132] [133] Ebû Süfyan ne bana ne oğluma yeteri kadar bir şey vermiyor””[134]"

Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]: “O’nun malından, kendine ve oğluna yetecek kadar örfe uygun bir şey alabilirsin””3"

Ebû Süfyan: “Senin geçmişteki çaldığın geçti gitti. Gelecekte çalacağında sana helal olsun.””30

Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] yaşanan bu diyalogdan bu kadının Hind olduğunu anladı ve gülümsedi. Hind’i yanına çağırdı ve elini tuttu.[135] [136]

-Demek sen Hind bint Utbe ’sin ha! dedi.[137]

Hind: “Evet, geçmişte yaşananlardan dolayı Allah beni affetsin. [138] Allah’a şükürler olsun ki kendisi için seçip beğendiği dinini üstün kılmıştır. Ey Muhammed! Muhakkak ki bana rahmetin dokunacaktır. Ben şimdi Allah ’a inanmış bir kadınım”” dedi ve yüzünden peçesini çıkardı. Kendisini tanıttı ve affını istedi.” 805 Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] kendisine : “Hoş geldin!” dedi.

Hind: “Vallahi ya Rasûlallah! Dün, yeryüzünde senin çadırındakiler kadar zillete ve hakarete uğramasını özlediğim bir çadır halkı yoktu! Bugün sabaha çıkınca, senin çadırındakiler kadar izzet ve şerefe ermesini özlediğim bir çadır halkı yoktur!”0 dedi.

Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]: “Öyledir. Vallahi ben kendisine çocuklarından ana ve babalarından daha sevimli olmadıkça hiçbiriniz gerçekten iman etmiş olmazsınız” buyurdu.

Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] tekrar Hz. Ömer’e döndü ve: “Söyle onlara: Zina etmeyecekler, buyurdu.”0

Hind: “Ya Rasulullah! Hür kadın zina edermi hiç! diyerek şaşkınlığını belirtti.”808

Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]: “Hayır vallahi hür bir kadın zina edemez” buyurdu.809

Hz. Ömer’e tekrar dönerek: Söyle onlara: “Çocuklarını da öldürmeyecekler” buyurdu.810

Hind: “Vallahi onları küçükken biz büyüttük terbiye ettik.811 Sen onların en iyi bileni olduğun halde812 büyüyünce onları Bedir’de öldürdünüz.813 Bize çocuk mu kaldı ki onları öldürelim.814 Her ne ise bu sizin ve onların bileceği bir iş” dedi.815 [139] [140] [141] [142] * [143] [144] [145] [146] [147] [148]

Orada bulunan Hz. Ömer’in bu sözler çok hoşuna gitti ve kendini yere atıncaya kadar güldü.[149] Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ise gülümsemekle yetindi.

Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem], Hz. Ömer’e: “Söyle onlara: Elleriyle ayakları arasında bir iftira düzüp getirmeyecekler1 buyurdu.

Hind: “Vallahi iftira çok kötü bir şeydir.[150] Bize ancak doğru yol ve ahlaki faziletler emrolunuyor” dedi.[151]

Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] Hz. Ömer’e: “Söyle onlara: Allah’a itaat ve kulluk sayılan işlerde Rasulullaha muhalefet ve itaatsizlik etmeyeceklerdir” buyurdu.[152]

Hind: “Vallahi şu meclisimizde hakkımızdaki herhangi bir şeyde sana itaatsizlik ve muhalefet edelim diye oturmadık” dedi.[153] biatın sonunda Hind:

“Anam babam sana feda olsun. Sen bizi ne kadar şerefli, ne kadar güzel şeylere davet ettin” dedi.[154]

Biat sırasında Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] Hind’in eline baktı ve elini yırtıcı hayvan pençesine benzetti.[155] Muhtemelen Hind’in eli kınasız olduğu için böyle söylemiş ve biatını kabul etmek için ellerini değiştirip kınalamasını istemişti. Hind gitti ve elini kınaladı. Bu arada kollarında altın bilezikler vardı. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’e bu bilezikler hakkında ne buyurursun diye sordu ve O da; “Cehennem korlarından iki kordur” buyurdu.[156] Hind’in Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’e olan biatı değerlendirildiğinde Hind’in zekâsını, hitabet gücünü ve cesaretini görmek mümkündür. Taklidi her zaman reddeden, aklına yatmayan konuları sorgulayan ve kendine güvenen Hind’i biat sırasındaki cevaplarda çok net görmekteyiz. Ayrıca onun Müslüman olsa bile geçmişin izini silemediği ve iç hesaplaşmalarla boğuştuğu görülmektedir. Gene Hind’in biatını değerlendirdiğimizde bir takım hususlara da katılmadığımızı belirtmeliyiz. Bunları maddeler halinde sıralayacak olursak;

Mekke’nin fethedildiği günde Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] üç kişi dışında[157] umumi af ilan etmiş, bu durumdan bütün Mekkeliler hoşnut olmuştu. Çünkü Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] hiçbir zaman ihtiraslarının peşinde olmamış, şahsi kin ve nefretlerinin arkasından koşmamış, hep gönül kazanmaya çalışmıştı. Ancak, Hind Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in amcası Hz. Hamza’ya ve daha birçok sahabeye müsle uygulamış; kulak, burun gibi organlarını keserek kendisine çeşitli takılar yapmıştı. Ayrıca yine Hz. Hamza’nın ciğerini ağzına alarak gidilebilecek en son noktaya kadar gitmişti. Bu sebeplerden dolayı kendisi Mekke’nin Fethi esnasında Kâbe’nin örtüsü altında görülse bile öldürülecekler arasında bulunmakta idi. Fetih gecesinde Hind Müslümanların ibâdetlerinden ve onurlu hallerinden etkilenerek Müslüman olmuştu. Daha sonra diğer kadınlarla birlikte biat etmeye gitmiş ve Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] kendisini tanımış ve “merhaba” diyerek çok hoş karşılamıştır. Yine Hz. Peygamber’in, Hind’i affetmiş olması da gayet anlaşılır bir durumdur fakat amcasına ve daha birçok sahabeye kötülüğü dokunan, ihtiraslarıyla yaşayan bir kadını bu kadar hoş bir şekilde karşılamış olması bazı soru işaretleri oluşturmaktadır.

Diğer yandan; Hind’in Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ile elini tutarak biatlaşmamış olması da çelişkili görünmektedir. Kaynakların çoğunluğunda Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in kadınlardan biatı Hz. Ömer aracılığı ile aldığı, onlarla musafaha yapmadığı açıkça belirtilmektedir. Bütün bu rivayetlere rağmen özellikle yanına çağırarak Hind’in elini tutmuş olması çok da mümkün gözükmemektedir. Ayrıca Hind, biat etmeye giderken korkarak gitmiş ve bu yüzden de tanınmamak için yüzünü peçelemişti. Orada bulunan kadınların arkasına geçmiş endişeyle biat ediyordu. Bütün bunlara rağmen biat ederken Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in biat maddelerine yorumlar yapmış, karakteri gereği sessiz kalamamıştı. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in “hırsızlık yapmayacaklar” demesiyle kendisini ele verecek bir cevapla Hind, kocası Ebû Süfyan’ın cimri biri olduğunu ve ne kendisine ne de çocuklarına yetecek nafakayı vermediğini belirtmişti. Kendisini gizleyen, canından olma endişesiyle oraya giden ve feraset sahibi olan Hind’in böyle bir cevap vermiş olması da çelişkili görülmektedir.

Müslüman olan ve Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’e biat eden Hind sanki yeniden doğmuş âdeta bambaşka bir insan olmuştu. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in kendisini merhametle karşılaması içindeki kin, nefret ve intikam duygularını söküp atmış, yerini imanın eşsiz hazzına bırakmıştı. Hind bu duygularla evine döndü ve evini tepeden tırnağa gözden geçirdi. Her yer putlarla doluydu ve yıllarca boş şeylere inanmış, taptığı ve uğruna her şeyini feda etmeye hazır olduğu bu putlar artık gözünde değerini yitirmişti. Pişmanlık ve içinde öfkeyle putları ayaklarıyla kırıyor,[158] bundan büyük zevk alıyor ve ağzından şu cümle dökülüyordu; “sizinle aldandık ve boş bir gurura kapıldık.” [159] Hind bu duygularla geçmişte gördüğü bir rüyasına daha iyi anlam verebiliyordu. Rüyasında çok sıcak bir günde güneşin altında beklediğini, yakınında bir gölge olduğu halde oraya gitmeye güç yetiremediğini ve Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in kendisine yaklaşmasıyla gölgeye girdiğini hatırladı. Kendisine hidayeti nasib eden Allah’a tekrar hamd etti.

Artık Hind, İslâmiyetle şereflenmiş ve samimi bir Müslüman olmuştu. Ayrıca kendisini affettiği için Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’e olan sevgisi ve hayranlığı kat be kat artmıştı. Ona karşı kendini borçlu hissediyor ve bunun karşılığında bir şeyler yapmak istiyordu. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] henüz Mekke’den ayrılmamış, yanında eşleri Hz. Ümmü Seleme ile Hz. Meymune ve kendi akrabalarından bazı kadınlar olduğu halde Ebtah’ta bulunuyordu.[160] Bu sıralarda Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem], yeni Müslüman olan Hind ile kocası Ebu Süfyan’ın nikâhlarını tazelemiştir.[161] Hind henüz misafir olan Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] için ne yapacağını düşünürken aklına onun için yemek hazırlamak geldi. Koyunları arasından iki körpe oğlağı seçti onları kızartıp kebap yaparak hizmetlisi ile gönderdi.[162] Hind’in hizmetçisi izin alarak içeri girdi ve hanımının selamı olduğunu, bu sene koyunlarının az doğurduğunu onun için bu kadar gönderebildiğini ve bu durumdan dolayı kendilerinden özür dilediğini söyledi. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in Hind’in bu içten ve samimi hali çok hoşuna gidince; “Allah sizin koyunlarınızı bereketlendirsin ve kuzulayıcılarınızı çoğaltsın”diyerek dua etti. Hizmetlisi oradan ayrılıp da bu duayı hanımına söyleyince Hind bu duruma çok sevindi. Gerçekten de Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in bu duasıyla Hind’in koyunları ve kuzulayıcıları o kadar arttı ki daha önce böylesi görülmemişti. Hind bu nimet karşısında her zaman şükretmiş ve Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in duası aklına gelerek şöyle dua etmiştir; “Bu, Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem.) duasının bereketidir. Bizi Islâm’a ulaştıran Allah ’a hamdolsun”[163]

Yine Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] Mekke’de bulunduğu bu günlerde Hind’e İslâmiyeti nasıl bulduğunu sormuştu. Hind karakteri gereği açık sözlülüğüyle; namazda iken ellerin dizlere ya da yere koyulması (rukû ve secde), başörtüsü ve siyahî kölenin (Hz. Bilal’i kastederek) Kâbe’nin duvarında yüksek sesle karga gibi ötmesi dışında her şeyin çok güzel olduğunu söyledi. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]; “rukusuz ve secdesiz namaz olmaz, Kâbe’nin üstünde karga gibi öttüğünü söylediğin kişi Allah’ın güzel bir kuludur, başörtüye gelince onun dışında hangi şeyle güzel örtünülür ki”[164] diye cevap vererek Hind’in kafasındaki soruları cevaplamıştı. Hind; anam babam sana feda olsun dedi ve kendisinin şiiri ve bununla tanınıp yüceltilmeyi çok sevdiğini söyledi ve bu konuda kendisinden izin istedi. Bu esnada yeni müslüman olan ve geçmişinde çok hataları bulunan Hind, bu soruyu korkmadan olumsuz gördüğü şeyleri söyleyerek cevaplamıştır.

Artık samimi bir şekilde Müslüman olan Hind, oğlu Muaviye’yi Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in hizmetine vererek kısa bir süre de olsa bu fırsatı değerlendirmesini sağlamıştı. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in ölümünün ardından İslâm’a hizmet etmek için her türlü fırsatı değerlendirmiş ve kadınlar arasında bu konuda hep önde olmuştur.[165]

Hz. Peygamber’in Vefatından Sonra Hind bint Utbe

Mekke’nin Fethiyle birlikte Müslüman olan Hind, eşi Ebû Süfyan, oğlu Muaviye ve kızları Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in vefatının ardından mallarıyla, canlarıyla İslâm nurunun yayılması için çabalamışlar; ellerine geçen her fırsatı değerlendirmişlerdir. Hz. Ebû Bekir döneminde Hind’in üvey oğlu Yezid komutan olarak görev almış, oğlu Muaviye de kardeşinin komutası altında görevler yapmıştır. Yine Ebû Süfyan Şam bölgesinde yapılan fetihlere bölgeyi çok iyi tanıdığı için gönüllü olarak katılmıştır.

Kaynaklarda Hz. Ömer’in halife olması ve oğlu Muaviye’nin Yezid’in ardından Şam’a tayin edilmesiyle birlikte Hind’in isminden daha çok bahsedildiğini görmekteyiz. Hind, Hz. Ebû Bekir döneminin sonlarında 63 3 [166] yılında veya Hz. Ömer döneminde hicretten on beş sene sonra[167] 636 yılında[168] gerçekleşen Yermük Savaşı’na[169] eşi Ebû Süfyan[170] ve kızı Cüveyriye ile birlikte katılarak büyük kahramanlıklar göstermiştir. Bu savaşta üvey oğlu Yezid komutanlardan biriydi. [171] Hz. Ömer döneminde fetih faaliyetleri hızlanmış, Müslümanlar Suriye topraklarında hızlı bir şekilde ilerliyorladı. [172] Bu tehlikenin farkına varan Bizans İmparatoru Heraklius karma milletlerden oluşan iki yüz bin kişilik bir ordu hazırlayarak savaş hazırlıklarına başladı. Müslümanlar elli bin veya yirmi dört bin[173] kişilik bir orduyla kahramanca çarpıştılar. Hind bint Utbe ve beraberindeki kadınlar savaş esnasında erkekleri savaşa teşvik ediyor[174] ve onları “Ey Müslüman topluluğu! Kılıçlarınızla sünnetsizleri kesiniz’” diyerek şevklendiriyordu. Hind, kızı Cüveyriye ve bazı kadınlar Müslümanların zor durumda kalması karşısında bizzat kılıçlarıyla savaşmış, büyük kahramanlık örneği göstermişlerdir.[175] Yermük Savaşı ile birlikte Suriye’de varolan Bizans egemenliği sona ermiştir.[176]

Hz. Ömer, valiliği döneminde Ebû Süfyan’ın oğlu Yezid’i Şam’a tayin etmiş, kardeşi Muaviye onu ziyaret için Şam’a gitmişti. Bunun üzerine Ebû Süfyan Hind ile sohbeti esnasında Muaviye’nin oğlu Yezid’e nasıl tabi olduğunu övünerek söyleyince Hind kimin kime tabi olacağının ileride belli olacağını söyleyerek oğlu Muaviye’ye arka çıkmıştır.[177] Bu olaydan Hind ile Ebû Süfyan arasında bir üstünlük mücadelesinin bulunduğunu ve aralarının açık olduğunu açıkça görmekteyiz. Kaynaklarda tam olarak zamanı belirtilmemekle birlikte Ebû Süfyan’ın Hind’i boşadığı bildirilmektedir.[178] Muaviye’nin vali olduğu dönemde boşanmış oldukları ve Hind’in geçimini temin etmek üzere ticarete atıldığı kuvvetle ihtimaldir.[179] Ayrıca Zehebi’de Ebû Süfyan’ın ömrünün sonlarında Hind’i boşadığı ibaresi geçmektedir.[180]

Hz. Ömer, Ebû Süfyan’ın oğlu Yezid’in ölümünün ardından kardeşi Muaviye’yi Şam’a vali tayin etmişti. Eşinden boşanan Hind bint Utbe bu dönemde ticaret yapmaya karar vermişti ve bunun için halifeden beytülmaldan verilmek üzere dört bin dirhem borç istedi.[181] Hz. Ömer bunu kabul ederek ona istediği parayı verdi ve Hind bu parayla Kelb beldelerine giderek ticari faliyetlerde bulundu.[182] Hind burada bulunduğu sıralarda Ebû Süfyan ve oğlu Amr’ın, Muaviye’yi ziyarete gittiğini öğrendi. Ebû Süfyan’ın oğlunun makamından faydalanmak isteyeceğini düşünen Hind doğruca Şam’a gitti. Muaviye annesini görünce çok şaşırdı ve ziyaretinin sebebini sordu.[183] Hind kendisi adına endişelendiğini söyleyerek ona; Hz. Ömer’in Allah rızasını gözeten bir halife olduğunu,[184] nefsine göre hareket etmemesini, hoşuna gitse de gitmese de halifeye tabi olmasını,[185] yakınlarına karşı özellikle de babası ve kardeşlerine karşı dikkatli olmasını ve ölçülü davranmasını, insanların bu verdiklerini nerden verdiğini bilemeyeceğini ve bu dedikoduların Hz. Ömer’e ulaştığı anda görevinden azledeceğini [186] söyleyerek nasihatlerde bulundu. Ayrıca Ebû Süfyan’a bir atla birlikte dört bin dirhem vermesini, kardeşi Amr’a ise bir katırla birlikte iki bin dirhem vermesini söyledi. Muaviye’nin Şam’a vali olarak atanması Hind ve ailesi için geçmişlerini temize çekme adına bulunmaz bir fırsattı. Akıllı bir kadın olan Hind bunun farkına vamış ve oğluna bu nasihatlerde bulunmuştur.[187]

Aynı olay biraz farklı rivayetlerle farklı kaynaklarda şöyle anlatılmaktadır:[188] Ebû Süfyan, oğulları Utbe ve Anbese ile birlikte Muaviye’yi ziyarete gitmişti.[189] Bunu haber alan Hind, oğluna bir mektup yazdı. Babasına dört bin dirhem ve at, kardeşi Utbe’ye iki bin dirhem ve katır, Anbese’ye ise bin dirhem ve eşek vermesini tembihledi. Muaviye de annesinin dediklerini yaptı ve onlara bu söylenenler dışında bir şey vermedi. Karısını çok iyi tanıyan Ebû Süfyan, Muaviye’nin bu tutumunda Hind’in parmağı olduğunu anladı ve “kesinlikle bu Hind’in görüşüdür” dedi.[190]

Öte yandan, Ikdü’l-Ferid’de ve İbn Asâkir’de geçen bir rivayette bu ziyaretinde Ebû Süfyan da oğluna; Muhacir’den her konuda geride olduklarını, onların yönetici kendilerinin tabi olduğunu, bu yüzden onlara muhalefet etmeyerek uyumlu davranması gerektiğini; [191] aksi takdirde ulaşamayacağı emellerin peşinde koşacağı, ulaşsa bile kendisinin çok yıpranacağını söyleyerek nasihatlerde bulundu.[192] Hatta Muaviye’nin annesi ile babasının aynı konuda ittifak etmesine şaşırdığı belirtilmektedir.[193] Muaviye annesinin dediklerini yaptı ve onlara yüz dinar (dört bin dirhem) ve elbiseler verdi. Kardeşi Amr kendilerine verilen hediyeleri görünce heycanlandı ve bunların çok büyük bir hediye olduğunu düşündü. Karısını çok iyi tanıyan Ebû Süfyan ise oğluna; bunu bu kadar büyütmemesini, Muaviye’nin bir bu kadar da annesi Hind’e verdiğini söyledi. Oğluyla görüşmelerini bitiren Hind, Ebû Süfyan ve Amr ile birlikte Medine’ye[194] gitmek üzere yola koyuldu. Yolculuk sırasında Ebû Süfyan Hind’e; yaptığı ticarette kar edip etmediğini sordu. Hind de araları bozuk olduğu için çok malumat vermeden Allah bilir dedi ve hep birlikte Medine’ye döndüler.[195] Hind burada da ticari faaliyetlerde bulundu fakat bu faaliyetlerinde zarar etti.[196] Hz. Ömer’e olan borcunu ödeyemedi. Gururlu bir kadın olan Hind ne kocasından ne de oğlundan bir yardım talep etmedi ve durumu bildirmek için bizzat halifenin yanına gitti. Hz. Ömer’e durumu anlattı ve kendisine yardımda bulunmasını istedi. Hz. Ömer; bu paranının kendisine ait olsa ona hibe edeceğini, fakat bu malın Müslümanlar’ın malı olduğu için böyle bir şeyi yapamayacağını bildirdi. Hz. Ömer bu durumu Ebû Süfyan’a bildirdi ve yanına çağırttı. Hz. Ömer ona, Muaviye’yi ziyareti esnasında kendisine ne kadar verdiğini söyledi. O da yüz dinar verdiğini söyleyerek[197] eski eşinin borcunu ödedi.[198]

Hayat yolculuğunun sonuna gelen Hind, Muharrem ayının on dördünde (635 Mart) Hz. Ömer’in hilafeti döneminde Hz. Ebû Bekir’in babası Ebû Kuhafe ile aynı günde vefat etmiştir.[199] Bir görüşe göre de Hz. Osman döneminde vefat etmiştir.[200] Hz. Osman dönemi olaylarında isminin geçmemesi ve kaynaklardaki bilgilerin ağırlıklı olarak Hz. Ömer dönemine ait olduğu gözönünde bulundurulursa ilk rivayet daha doğru görünmektedir. Araştırmalarımız sırasında kaynaklarda Hind’in doğum tarihi ile ilgili herhangi bir bilgiye rastlayamadığımız için kaç yaşında vefat ettiği ile ilgili kesin bir bilgiye varamıyoruz. Vefat ettiğinde kaç yaşında olduğuyla ilgili kanaatimiz ise; Hind’in Ebû Süfyan’dan olan ikinci evliliğinden ilk doğan çocuğu Muaviyedir. Muaviye’nin doğum tarihi ile alakalı olarak kaynaklarda 602 ve 603 tarihleri verilmektedir.[201] Arap toplumunda kadınların erken evlilik yaptığı da göz önüne alınırsa ikinci evliliğini yapan Hind’in bu sıralarda yirmili yaşların başlarında olduğu sonucunu çıkarabiliriz. Buna göre doğum tarihini 580 olarak kabul eder, Hz. Ömer döneminde (634-644) öldüğünü varsayarsak ellili yaşların sonunda yahut altmışlı yaşların başında vefat ettiği görülecektir. Hz. Osman döneminde (644-656) vefat ettiği kabul edilirse de tahmini olarak altmışlı yılların sonunda yetmişli yılların başında öldüğü var sayılacaktır.

Hind bint Utbe’nin Şahsiyeti

Hind bint Utbe oldukça güzel,[202] döneminin kadınları arasında dikkat çeken alımlı bir kadındı. Nitekim kendisine ilk eşi Hafs’tan boşandıktan sonra birçok talip gelmişti.[203] Aynı dönemde kendisine çaresizce âşık olan ve aşkına kavuşamadığı için hastalanıp ölen Misafir isminde bir adamdan da bahsedilmektedir.[204] Savaş meydanında kendisini gören Ümmü Ammare onu iri yapılı ve biraz şişman bir bayan olarak tanımlamaktadır.[205] Hind aynî zamanda iyi bir binici[206] olup; ev işlerinde de mahir bir hanımdı. Deri tabaklama işiyle uğraşırdı.[207] Ticaretten de iyi anlayan Hind, eşi Ebû Süfyan’dan boşandıktan sonra Hz. Ömer döneminde mal alıp satmıştır.

Ayrıca Hind, Mekke eşrafının ileri gelen bir ailesinde doğup büyümüştü. Babası Utbe; o dönemde görüşüne önem verilen, ağır başlı,[208] olaylara soğukkanlı ve mantıklı bir şekilde yaklaşan, şair, cömert ve hatip biriydi. [209] Ficar savaşlarının birinde arabuluculuk yapmış,[210] Kâbe’nin üçüncü inşası sırasında orada bulunmuş, Hacerü’l- Esved yerine koyulurken kullanılan örtünün ucundan tutmuş[211] ve Bedir Savaşı’nda savaşın engellenmesi için çokça çaba göstermiştir.[212] Bu karakterinden dolayı beklenen peygamberin Utbe olabileceğini söyleyenler bile olmuştur. [213] Böyle bir babaya sahip olan Hind hayata şanslı olarak gözlerini açmış ve bu karakter özelliklerinden oldukça nasiplenmiştir.

Câhiliyye döneminde Mekke toplumunda okuma yazma oranı oldukça düşüktü. Üstelik Hind o dönemde okuma yazma bilen sayılı kişiler arasında bulunmaktaydı. Aynı zamanda belağatı çok kuvvetli olan Hind; sevincini de, üzüntüsünü de şiirlerle dile getirmiştir. [214] Bedir Savaşı’nda babasını mübarezeye çağıran kardeşi Huzeyfe’ye yazdığı hicviye, [215] Bedir’de kaybettiği yakınlarına söylediği mersiyeler oldukça meşhurdur. Müslüman olmadan önce ve sonrasında katıldığı savaşlarda şiirler söyleyerek savaşçıları şevklendirmiş ve bozgun alameti görüldüğü zamanlarda orduyu toplamak için elinden geleni yapmıştır. O dönemin meşhur şairleri arasında bulunan Hansa ile karşılıklı söylediği mersiyeleri de şöhret bulmuştur.[216]

Öte yandan Hind, oldukça akıllı, [217] zeki ve görüşüne önem verilen bir hanımdı.[218] Genel olarak hayatına göz attığımızda onun olaylara bakış açısında, muhataplarına verdiği cevaplarda bunu açıkça görmek mümkündür. İlk eşi Hafs’tan boşandıktan sonra eş seçimindeki tutumunda, Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’e biatı sırasında verdiği cevaplarda bu özelliklerini açıkça görmekteyiz. Hind aynı zamanda oldukça muhteris, kindar ve mağrur[219] bir kadındı. Hayatına baktığımızda bu olumsuz karakterlerinin acılarını çok çekmiş ve onun İslâmiyet’e girişini geciktirmiştir. Bedir Savaşı’ndan sonra yakınlarını kaybettiği zaman, koku sürünmeyeceğine, eşine yaklaşmayacağına dair yeminler etmiş [220] ve Uhud Savaşı’na kadar da bu dediğini yapmıştır. Yakınlarını kaybettiği zaman gururundan ağlamamış ve kendisine niye ağlamıyorsun diye soranlara “Muhammed ve arkadaşlarını sevindireyim mi” [221] cevabını vererek bu karakterini açıkça ortaya koymuştur. Ayrıca Hind Müslüman olduktan sonra önceki hatalarını telafi etmeye çalışmış ve ailesine de bu yönde tembihlerde bulunmuştur. Oğlu Muaviye’ye Şam’a atandığında Hz. Ömer’e itaat etmesini, yakınlarını kayırmamasını, bulunduğu makamı suistimal etmemesini, yoksa bu nimetin elinden gideceğini söylemiştir.

Yine feraset sahibi ve öngörülü olan Hind, muhatabını çok iyi tanıyan, onun zayıf yönlerini bilen ve onu nasıl yönlendireceğini çok iyi bilen bir kadındı. Bu sayede zor bir karakter olan Ebû Süfyan ile yıllarca evli kalabilmiş ve onu bile yönlendirebilmiştir. Onun bu karakter özelliğini şu rivayet açıkça ortaya koymaktadır;

Hz. Ömer devrinde kocası Ebû Süfyan kapısının önünü suluyor ve orası kaygan hale geldiği için geçen hacıların ayakları kayıp düşüyordu. Hz. Ömer bunu yapmaması konusunda kendisini uyarmış ve Ebu Süfyan’da bunu yapmaya devam edince Hz. Ömer de onu şehir meydanında dövmüştür. O ise karşılık vermemiştir. Hind bunu duyunca, Hz. Ömer’e onu dövmemesini, onu övmesini böylelikle büyük şeyler kazanacağını söylemiştir.[222]

 



[1]    Hıcr, 15/94.

[2]    Şuârâ, 26/214-215.

[3]    Mustafa Ağırman, Asrı Saadette İslâm, c. IV, s. 22-23.

[4]    Hamidullah, s. 96; Kara, s. 221.

[5]    Belâzürî, Ensâbü ’l-Eşrâf, c. V, s. 13-14.

[6]    Köksal, c. I, s. 364.

[7]    Sarıçam, Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı, s. 100-104.

[8]    İbn Sa’d, c. I, s. 214-215.

[9]    İbn Hişâm, c. II, s. 338; İbn Sa’d, c. II, s. 7; İbn Asâkir, c. XXIII, s. 435; Belazûrî, Ensâbü’l-Eşrâf c. I,

s. 288; Ya’kûbî, s. 45; İbn Kesîr, el-Bidâye ve ’n-Nihâye, c. V, s. 55.

[10]  İbn Hişâm, c. II, s. 338; İbn Kesîr, el-Bidâye ve ’n-Nihaye, c. V, s. 55; Süheylî, c. III, s. 48.

[11]  İbn Hişâm, c. II, s. 338-339; İbn Sa’d, c. II, s. 8-9; Belâzûrî, Ensâbü’l-Eşrâf, c. I, s. 290; Ya’kûbî, s.

45; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, c. V, s. 56; Süheylî, c. III, s. 49.

[12]  İbn Hişâm,  c. II,    s.                                              352; İbn Sa’d, c. II, s. 9; Süheylî,       c.            III,          s.     60.

[13]  İbn Hişâm,  c. II,    s.                                              353; Belâzûrî, Ensâbü ’l-Eşrâf, c.     I,             s.            291;     Süheylî, c. III, s. 61.

[14]  İbn Sa’d, c. II, s. 11.

[15]  İbn Hişâm,  c. II,    s.     357-358; İbn Sa’d, c. II, s. 12-13.

[16]  İbn Hişâm,  c. II,    s.                                      360;    Süheylî, c. III, s. 66-67.

[17]  İbn Sa’d, c. II, s. 13; Belâzürî, Ensâbü ’l-Eşrâf, c. I, s. 152.

[18]  İbn Hişâm, c. II, s. 360; Süheylî, c. III, s. 66-67.

[19]  İbn Hişâm, c. II, s. 387-388; Belâzûri, Ensâbü’l-Eşrâf, c. I, s. 152; Kara, s. 222.

[20]  Belâzûri, Ensâbü ’l-Eşrâf, c. I, s. 152; Hamidullah, s. 195; Kara, s. 222.

[21]  Belâzûri, Ensâbü ’l-Eşrâf, c. I, s. 152; Hamidullah, s. 194; Kandemir, “Hind bint Utbe”, c. XVIII, s. 64.

[22]  İbn Asâkir, c. LXX, s. 175; İbn Kesîr, el-Bidâye ve ’n-Nihaye, c. V, s. 99.

[23]  İbn Kesîr, el-Bidâye ve ’n-Nihaye, c. V, s. 98.

[24]  İbn Hişâm, c. III, s. 54, 57; Süheylî, c. III, s. 214-216.

[25]  Kandemir, “Hind bint Utbe”, c. XVIII, s. 64; Başaran, “Ebû Huzeyfe”, c. X, s. 159.

[26]  Belâzûri, Ensâbü ’l-Eşrâf, c. IX, s. 369.

[27]  İbn Hişâm, c. II, s. 379; İbn Esîr, El-Kâmilfi’t-Târîh, c. II, s. 26; Taberî, Tarih, c. II, s. 457; İbn Kesîr,

el-Bidâye ve’n-Nihaye, c. V, s. 101; Köksal, c. III, s. 352.

[28]  İbn Kesîr, el-Bidâye ve ’n-Nihaye, c. V, s. 101; Köksal, c. III, s. 352.

[29]  Belâzûri, Ensâbü ’l-Eşrâf, c. 9, s. 370.

[30]  İbn Hişâm, c. II, s. 379; İbn Kesîr, el-Bidâye ve ’n-Nihaye, c. V, s. 101; Köksal, c. III, s. 352.

[31]  Kandemir, “Hind bint Utbe”, c. XVIII, s. 64.

[32]  İbn İshâk, s. 297.

[33]  Belâzûri, Ensâbü ’l-Eşrâf c. IX, s.369; İbn Asâkir, c. LXX, s. 176; Kara, s. 222.

[34]  İbn Hişâm, c. II, s. 393; İbn Esîr, el-Kâmilfi’t-Târîh, c. II, s. 29; Taberî, Tarih, c. II, s. 467; İbn Kesîr,

el-Bidâye ve ’n-Nihaye, c. V, s. 205.

[35]  Taberî, Tarih, c. II, s. 468; İbn Kesîr, el-Bidâye ve ’n-Nihaye, c. V, s. 101; Hamidullah, s. 205.

[36]  İbn Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, c. II, s. 29; İbn Kesîr, el-Bidâye ve ’n-Nihaye, c. V, s. 205.

[37]  Taberî, Tarih, c. II, s. 468; İbn Hişâm, c. II, s. 393; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihaye, c. V, s. 205.

[38]  İbn Hişâm, c. II, s. 393; Süheylî, c. III, s. 104; İbn Kesîr, el-Bidâye ve ’n-Nihaye, c. V, s. 205.

[39]  Taberî, Tarih, c. II, s. 468; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihaye, c. V, s. 206; Hamidullah, s. 197.

[40]  İbn Esîr, el-Kâmilfi’t-Târîh, c. II, s. 29; Taberî, Tarih, c. II, s. 467-468; İbn Hişâm, c. II, s. 394-395;

Süheylî, c. III, s. 105; İbn Kesîr, el-Bidâye ve ’n-Nihaye, c. V, s. 206.

[41]  Taberî, Tarih, c. II, s. 469; İbn Hişâm, c. II, s. 396; Süheylî, c. III, s. 105; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n- Nihaye, c. V, s. 101; Ebû Bekir Ahmed b. Hüseyin Beyhakî, Delâilu’n-Nübüvve, 1. bsk., Dâru’l- Kütübü’l-İlmiyye, Beyrut, 1988/1408 H., c. III, s. 155.

[42]  İbn Esîr, el-Kâmilfi’t-Târîh, c. II, s. 30; Taberî, Tarih, c. II, s. 469; Süheylî, c. III, s. 106.

[43]  İbn Hişâm, c. II, s. 399; Süheylî, c. III, s. 108; İbn Kesîr, el-Bidâye ve ’n-Nihaye, c. V, s. 205.

[44]  İbn Hişâm, c. II, s. 399; Beyhakî, c. III, s. 155; Kandemir, “Hind bint Utbe”, c. XVIII, s. 64.

[45]  Beyhakî, c. III, s. 156; Kara, s. 223.

[46]  Taberî, Tarih, c. II, s. 500; İbn İshâk, s. 418; İbn Hişâm, c. III, s. 83; İbn Sa’d, c. II, s. 35; Belâzürî, Ensâbü’l-Eşrâf, c. I, s. 312; İbn Esîr, el-Kâmilfi’t-Târîh, c. II, s. 44; Süheylî, c. III, s. 241; İbn Kesîr, el-Bidâye, c. V, s. 339; Hamidullah, Avcı, “Uhud”, c. XLII, s. 54; Hamidullah, s. 195; Köksal, c. III, s. 482.

[47]  İbn Asâkir, c. XXIII, s. 435; Zehebî, Siyer, c. I, s. 53; Köksal, c. III, s. 486.

[48]  İbn Hişâm, c. III, s. 91; İbn Sa’d, c. II, s. 36; Köksal, c. III, s. 486.

[49]  İbn İshâk, s. 419; İbn Sa’d, c. II, s. 36; Süheylî, c. III, s. 243; İbn Esîr, El-Kâmilfi’t-Târîh; Kehhâle, c.

V, s. 244; Köksal, c. III, s. 487; Kara, s. 224.

[50]  İbn İshâk, s. 419; İbn Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, c. II, s. 44; Taberî, Tarih, c. II, s. 501; İbn Hişâm, c. III,

s. 85; Belâzürî, Ensâbü’l-Eşrâf, c. I, s. 312; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihaye, c. V, s. 341; İbn Hacer, c. XIV, s. 267; Kehhâle, c. V, s. 244; Köksal, c. III, s. 486; Kara, s. 224.

[51]  Köksal, c. III, s. 486; Kara, s. 224.

[52]  Kara, s. 224.

[53]   Ebû Desme diye künyelenen Vahşi, Uhud Savaşı’nda Hz. Muhammed’in amcası Hz. Hamza’yı özgürlüğü karşılığında şehit etmişti. Hendek Savaşı’na da katılan Vahşi Mekke’nin Fethinden sonra korkusundan Taif’e kaçtı. Çünkü O, umumi affın dışında bırakılan on kişinin içinde bulunuyordu. Daha sonra Müslüman oldu. (bkz., İbn Hişâm, c. III, s. 97-98; Belâzûrî, Ensâbü ’l-Eşrâf, c. I, s. 363.) Yemame Savaşı’na katıldı ve peygamberlik iddiasında bulunan Müseylime’yi öldürdü. Hz. Osman döneminde vefat etmiştir. Mustafa Sabri Küçükaşçı, “Vahşi b. Harb”, DİA, İstanbul 2012, c. XLII, s. 450.

[54]  İbn Kesîr, el-Bidâye ve ’n-Nihaye, c. V, s. 363; Küçükaşçı, “Vahşi b. Harb”, c. XLII, s. 450.

[55]  İbn İshâk, s. 419; Süheylî, c. III, s. 254; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihaye, c. V, s. 363; Küçükaşçı,

“Vahşi b. Harb”, DİA, c. XLII, s. 450; Kara, s. 223.

[56]  İbn İshâk, s. 419; İbn Hişâm, c. III, s. 85; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihaye, c. V, s. 363.

[57]  İbn İshâk, s. 420; İbn Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, c. II, s. 45; Taberi, Tarih, c. II, s. 501.

[58]  Küçükaşçı, “Vahşi b. Harb”, c. XLII, s. 450; Kara, s. 224.

[59]  Köksal, c. III, s. 490.

[60]  İbn Asâkir, c. LXX, s. 176; İbn Esîr, el-Kâmilfi’t-Târîh, c. II, s. 48; Süheylî, c. III, s. 251; İbn Kesîr,

el-Bidâye ve ’n-Nihaye, c. V, s. 355; Aycan, s. 28.

[61]  İbn İshâk, s. 423; Taberî, Tarih, c. II, s. 512; İbn Hişâm, c. III, s. 93; Süheylî, c. III, s. 251; İbn Esîr,

Üsdü’l-Ğâbe, c. VII, s. 281; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihaye, c. V, s. 355; Kehhâle, c. V, s. 244; Zirikli, c. VIII, s. 98.

[62]  İbn Asâkir, c. LXX, s. 176; Zirikli, c. VIII, s. 98; Köksal, c. III, s. 515.

[63]  İbn Asâkir, c. LXX, s. 176; Kara, s. 225.

[64]  Hamidullah, Avcı, “Uhud”, c. XLII, s. 56; Kara, s. 226.

[65]  İbn Hişâm, c. III, s. 95, 97.

[66]  İbn İshâk, s. 429; İbn Esîr, el-Kâmilfi’t-Târîh, c. II, s. 53; Belâzûrî, Ensâbü’l-Eşrâf, c. I, s. 322;

Taberî, Tarih, c. II, s. 524; Ya’kûbî, Tarih, s. 48; Süheylî, c. III, s. 277; İbn Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, c. VII, s. 281; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihaye, c. V, s. 419; Kehhâle, c. V, s. 244; Zirikli, c. VIII, s. 98; Köksal, c. III, s. 552; Kandemir, “Hind bint Utbe”, c. XVIII, s. 64; Aycan, s. 28.

[67]  İbn İshâk, s. 429; İbn Esîr, el-Kâmilfi’t-Târîh, c. II, s. 53; Taberî, Tarih, c. II, s. 524; İbn Hişâm, c. III,

s. 122; Süheylî, c. III, s. 277; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihaye, c. V, s. 419; Hamidullah, s. 200; Kehhâle, c. V, s. 244; Köksal, c. III, s. 552; Kara, s. 228.

[68]  İbn İshâk, s. 429; İbn Asâkir, c. LXX, s. 175; İbn Esîr, el-Kâmilfi’t-Târîh, c. II, s. 53; Taberî, Tarih, c.

II, s. 524; İbn Hişâm, c. III, s. 122; Süheylî, c. III, s. 277; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihaye, c. V, s. 419; Kehhâle, c. V, s. 244; Hamidullah, s. 200; Köksal, c. III, s. 552; Aycan, s. 28; Kara, s. 228.

[69]  Ahmed İbn Hanbel, Müsned, 1.bsk., thk. Şuayb el-Arnavut, Risale Yay., Beyrut 1996, c. VII, s. 419.

[70]  Kandemir, “Hind bint Utbe”, c. XVIII, s. 64.

[71]  İbn İshâk, s. 429; Kehhâle, c. V, s. 245.

[72]  İbn Hişâm, c. III, s. 121-122; Süheylî, c. III, s. 277; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihaye, c. V, s. 419;

Kehhâle, c. V, s. 245.

[73]  İbn Hişâm, c. III, s. 123; Süheylî, c. III, s. 278.

[74]  Apak, Ana Hatlarıyla İslâm Tarihi, c. I, s. 288-292.

[75]  Bkz., İbn Sa’d, c. VI, s. 7; Köksal, c. V, s. 564; Hamidullah, s. 214; Sarıçam, Emevî-Hâşimî İlişkileri,

s. 193.

[76]  İbn Hişâm, c. I, s. 296; Hamidullah, s. 214; Sarıçam, Emevî-Hâşimîİlişkileri, s. 193.

[77]  Mümtehıne, 60/7.

[78]  İbn Hişâm, c. IV, s. 43; İbn Sa’d, c. II, s. 136-137; Belâzürî, Ensâbü ’l-Eşrâf, c. I, s. 353; Hamidullah,

s. 222-223; Ya’kûbî, s. 58; Köksal, c. V, s. 711-714.

[79]   Cennetü’l-Mualla’nın bulunduğu yerdir. Hz. Muhammed Mekke’nin fethi için geldiğinde çadırını Hacun’da kurdurmuştur. Köksal, c. V, s. 792-793.

[80]  Köksal, c. V, s. 715; Kara, s. 229.

[81]  İbn Hişâm, c. IV, s. 63; Kehhâle, c. V, s. 246; Aycan, s. 32.

[82]  İbn Hişâm, c. IV, s. 63; Süheylî, c. IV, s. 158.

[83]  Zührî, s. 79; İbn Hişâm, c. IV, s. 63; Kandemir, “Hind bint Utbe”, c. XVIII, s. 64.

[84]  Belâzûrî, Ensâbü ’l-Eşrâf, c. I, s. 355.

[85]  Köksal, c. V, s. 782.

[86]  Kehhâle, c. V, s. 246; Aycan, s. 32; Kara, s. 230.

[87]  Beyhakî, Delâilu ’n-Nübüvve, c. V, s. 43.

[88]  Zührî, s. 79.

[89]  Beyhakî, Delâilu ’n-Nübüvve, c. V, s. 44; Köksal, c. V, s. 782-783; Kara, s. 230-231.

[90]  Kara, s. 231.

[91]  İbn Sa’d, c. II, s. 139; İbn Hişâm, c. IV, s. 72; Sarıçam, Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı, s. 211.

[92]  İbn Sa’d, c. II, s. 139; İbn Hişâm, c. IV, s. 75, 79; Beyhakî, c. V, s. 45; Süheylî, c. IV, s. 170; Köksal,

c. V, s. 806-807; Sarıçam, Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı, s. 211.

[93]  İsrâ, 17/81.

[94]  Beyhakî, Delâilu ’n-Nübüvve, c.  V,    s.                    56; Süheylî, c. IV, s. 176; Köksal, c.          V,           s.     806-807.

[95]  İbn Sa’d, c. II, s. 140; Beyhakî, Delâilu ’n-Nübüvve, c. V, s. 78; Süheylî, c. IV, s. 172; Sarıçam, Hz.

Muhammed ve Evrensel Mesajı, s. 211.

[96]  Beyhakî, Delâilu ’n-Nübüvve, c.  V,    s.                    78; Süheylî, c. IV, s. 173; Köksal, c.          V,           s.     807-808.

[97]  Beyhakî, Delâilu ’n-Nübüvve, c.  V,    s.                          103; Köksal, c. V,  s.            812.

[98]  İbn Hacer, c. XIV, s. 268; Kandemir, “Hind bint Utbe”, c. XVIII, s. 64.

[99]  İbn Esîr, Üsdü ’l-Ğâbe, c. VII, s. 281; İbn Asâkir, c. LXX, s. 177; İbn Hacer, c. XIV, s. 268; Kehhâle,

c. V, s. 246; Köksal, c. V, s. 829, Kara, s. 231.

[100] İbn Asâkir, c. LXX, s. 177; Kara, s. 231.

[101] İbn Hacer, c. XIV, s. 267; Köksal, c. V, s. 829-830.

[102] Mehmet Özdemir, “Siyer Yazıcılığı Üzerine”, Milel ve Nihal İnanç Kültür ve Mitoloji Dergisi, İstanbul 2007, S. 3, c. IV, s. 131; Hakan Öztürk, “Rüya Motifinin Siyer Yazıcılığındaki Yeri: Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin Doğumundan Önce Müjdelenmesi Örneği”, FÜİFD, Elazığ 2013, S. 18:1, s. 135.

[103] Aycan, s. 32.

[104] İbn Sa’d, c. II, s. 139; Belâzûrî, Ensâbü’l-Eşrâf, c. I, s. 357; Beyhakî, c. V, s. 43; Zirikli, c. VIII, s. 98;

Köksal, c. V, s. 779, 830.

[105] Sarıçam, Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı, s. 211.

[106] İbn Asâkir, c. LXX, s. 177; İbn Hacer, c. XIV, s. 268; Kehhâle, c. V, s. 246; Kö ksal, c. V, s. 830;

Kara, c. V, s. 232.

[107] İbn Asâkir, c. LXX, s. 177; İbn Esîr, Üsdü ’l-Ğâbe, c. VII, s. 281; İbn Hacer, c. XIV, s. 268; Kehhâle,

c. V, s. 246; Aycan, s. 32.

[108] İbn Asâkir, c. LXX, s. 178; İbn Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, c. VII, s. 281; Aycan, s. 32.

[109] Kara, s. 232.

[110] İbn Asâkir, c. LXX, s. 179.

[111] Biat: b-y-a kökünden gelen bu kelime, alış veriş akti üzerine tokalaşmak veya el çırpmak, söz vermek ve anlaşma yapmak manalarına gelmektedir. Yapılan bu biat ise Allah ve Rasulune itaat etmeye söz vermektir. (Savaş, Asr-ı Saâdette İslâm, c. IV, s. 250.) Hz. Muhammed erkeklerle tokalaşarak, kadınlarla ise; sözle, içi su dolu bir kab ile, ele sarılan bir bez parçası ile ve bir vekille biat etmiştir. (bkz., İbn Sa’d, c. X, s. 1-11; Savaş, Asr-ı Saâdette İslâm, c. IV, s. 254-255.)

[112] İbn Sa’d, c. X, s. 8; Savaş, Asr’ı-Saadette İslâm, c. IV, s. 251; Savaş, Hz. Muhammed (s.a.s.) Devrinde Kadın, s. 72.

[113] Mümtehıne, 60/12.

[114] Savaş, Asr-ı Saâdette İslâm, c. IV, s. 254-255.

[115] İbn Asâkir, c. LXX, s. 179; Zirikli, c. VIII, s. 98.

[116] İbn Sa’d, c. X, s. 256; İbn Asâkir, c. LXX, s. 179; Kehhâle, c. V, s. 247; Köksal, c. V, s. 830; Aycan, s.

32, Kara, s. 232.

[117] Kehhâle, c. V, s. 247.

[118] İbn Sa’d, c. X, s. 256; İbn Asâkir, c. LXX, s. 179; Kehhâle, c. V, s. 246-247.

[119] Süheylî, c. IV, s. 177; Köksal, c. V, s. 830-831; Savaş, Asr-ı Saâdette Islâm, c. IV, s. 255; Kara, s. 232-233.

[120] Süheylî, c. IV, s. 177.

[121] İbn Asâkir, c. LXX, s. 179; İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, c. V, s. 3017.

[122] İbn Sa’d, c. X, s. 2; İbn Asâkir, c. LXX, s. 179; İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, c. V, s. 3017;

Köksal, c. V, s. 830.

[123] İbn Sa’d, c. X, s. 256; İbn Asâkir, c. LXX, s. 178; Süheylî, c. IV, s. 177; İbn Kesîr, Tefsîru ’l-Kur ’âni’l- Azîm, c. V, s. 3019; Kehhâle, c. V, s. 247.

[124] İbn Asâkir, c. LXX, s. 179; İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, c. V, s. 3019; Kehhâle, c. V, s. 247.

[125] İbn Asâkir, c. LXX, s. 179.

799  Süheylî, c. IV, s. 177.

[127] İbn Sa’d, c. X, s. 6; İbn Asâkir, c. LXX, s. 178; Süheylî, c. IV, s. 177; İbn Kesîr, Tefsiru ’l-Kur ’âni’l- Azîm, c. V, s. 3020; İbn Hacer, c. XIV, s. 267; Kehhâle, c. V, s. 247; Zirikli, c. VIII, s. 98; Kandemir, “Hind bint Utbe”, c. XVIII, s. 64.

[128] İbn Asâkir, c. LXX, s. 180; Süheylî, c. IV, s. 177; İbn Hacer, c. XIV, s. 267; Zirikli, c. VIII, s. 98.

[129] Zehebî, Târîhu’l-İslâm, c. III, s. 298; İbn Asâkir, c. LXX, s. 178; Süheylî, c. IV, s. 177; İbn Esîr,

Üsdü’l-Ğâbe, c. VII, s. 282; İbn Hacer, c. XIV, s. 268.

[130] İbn Sa’d, c. X, s. 6; İbn Asâkir, c. LXX, s. 178; Süheylî, c. IV, s. 177; Ahmet b. Ali b. Hacer el -

Askalânî, el-İsâbe fi Temyîzi’s-Sahâbe, 1. bsk., thk. Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türkî, Kahire 2008/1429 H., c. XIV, s. 268; Kehhâle, c. V, s. 247.

[131] İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, c. V, s. 3020; İbn Hacer, c. XIV, s. 268; Kandemir, “Hind bint

Utbe”, c. XVIII, s. 64.

[132] İbn Sa’d, c. X, s. 257; İbn Asâkir, C. LXX, s. 178; Süheylî, c. IV, s. 177; Zehebî, Târîhu ’l-İslâm, c. III,

s. 298; Kehhâle, c. V, s. 247.

[133] İbn Sa’d, c. X, s. 257; İbn Asâkir, c. LXX, s. 178; Süheylî, C. IV, s. 177; Zehebî, Târîhu ’l-İslâm, c. III,

s. 298; İbn Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, c. VII, s. 282; İbn Hacer, c. XIV, s. 267; Kandemir, “Hind bint Utbe”, c. XVIII, s. 64.

[134] İbn Sa’d, c. X, s. 6; İbn Asâkir, c. LXX, s. 179; Süheylî, c. IV, s. 177; İbn Kesîr, Tefsîru ’l-Kur ’âni’l- Azîm, c. V, s. 3020; Kehhâle, c. V, s. 247; Kandemir, “Hind bint Utbe”, c. XVIII, s. 64.

[135] İbn Kesîr, Tefsîru ’l-Kur’âni’l-Azîm, c. V, s. 3020; Savaş, Asr’ı Saadette İslâm, c. IV, s. 255.

809 İbn Asâkir, C. LXX, s. 179; Süheylî, c. IV, s. 177; İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, c. V, s. 3020; Kehhâle, c. V, s. 247.

Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, c. V, s. 3020; İbn Hacer, c. XIV, s. 267; Kehhâle, c. V, s. 247; Zirikli, c. VIII, s. 98; Kandemir, “Hind bint Utbe”, c. XVIII, s. 64; Aycan, s. 32.

811 İbn Asâkir, c. LXX, s. 178; Süheylî, c. IV, s. 177; İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, c. V, s. 3020;

[138] İbn Kesîr, Tefsîru ’l-Kur’âni’l-Azîm, c. V, s. 3020.

805 Kehhâle, c. V, s. 247.

806 İbn Sa’d, c. X, s. 256; Beyhakî, Delâilu ’n-Nübüvve, c. V, s. 100; İbn Asâkir, c. LXX, s. 179; Kehhâle,

c. V, s. 247; Köksal, c. V, s. 831-832; Kandemir, “Hind bint Utbe”, c. XVIII, s. 64.

807 İbn Sa’d, c. X, s. 257; Belâzûrî, c. I, s. 360; İbn Asâkir, c. IV, s. 177; Süheylî, c. IV, s. 177; İbn Esîr,

Üsdü’l-Ğâbe, c. VII, s. 282; İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, c. V, s. 3020; İbn Hacer, c. XIV, s. 267; Kehhâle, c. V, s. 247; Zirikli, c. VIII, s. 98; Kandemir, “Hind bint Utbe”, c. XVIII, s. 64.

808 İbn Sa’d, c. X, s. 6; Belâzûrî, c. I, s. 360; İbn Asâkir, c. LXX, s. 178; Süheylî, c. IV, s. 177; İbn Kesîr,

Tefsîru ’l-Kur’âni’l-Azîm, c. V, s. 3020; Zirikli, c. VIII, s. 98.

809 İbn Kesîr, Tefsîru ’l-Kur’âni’l-Azîm, c. V, s. 3020.

810 İbn Sa’d, c. X, s. 257; İbn Asâkir, c. LXX, s. 178; İbn Esîr, Üsdü ’l-Ğâbe, c. VII, s. 282; İbn Kesîr,

İbn Hacer, c. XIV, s. 267; Zirikli, c. VIII, s. 98; Kandemir, “Hind bint Utbe”, c . XVIII, s. 64.

812 İbn Kesîr, Tefsîru ’l-Kur’âni’l-Azîm, c. V, s. 3020; İbn Hacer, c. XIV, s. 267.

813 İbn Sa’d, c. X, s. 258; İbn Asâkir, c. LXX, s. 181; Süheylî, c. IV, s. 177; İbn Esîr, Üsdü ’l-Ğâbe, c. VII,

s. 282; İbn Kesîr, Tefsîru ’l-Kur’âni’l-Azîm, c. V, s. 3020; İbn Hacer, c. XIV, s. 267; Kehhâle, c. V, s. 247; Zirikli, c. VIII, s. 98; Kandemir, “Hind bint Utbe”, c. XVIII, s. 64; Aycan, s. 33.

814 İbn Sa’d, c. X, s. 256-257; Süheylî, c. IV, s. 177; İbn Hacer, c. XIV, s. 267; Kehhâle, c. V, s. 247;

Zirikli, c. VIII, s. 98.

815 İbn Asâkir, c. LXX, s. 181; İbn Hacer, c. XIV, s. 267; Kehhâle, c. V, s. 247.

[149] İbn Asâkir, c. LXX, s. 181; Süheylî, c. IV, s. 177; İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, c. V, s. 3020.

[150] İbn Asâkir, c. IV, s. 181; Kehhâle, c. V, s. 247.

[151] İbn Asâkir, c. IV, s. 181; Kandemir, “Hind bint Utbe”, c. XVIII, s. 64.

[152] Kehhâle, c. V, s. 247; Kandemir, “Hind bint Utbe”, c. XVIII, s. 64.

[153] İbn Asâkir, c. IV, s. 181; Kehhâle, c. X, s. 247.

[154] Süheylî, c. IV, s. 177.

[155] Ebû Dâvûd, Tereccül 4; Kandemir, “Hind bint Utbe”, c. XVIII, s. 64.

[156] İbn Asâkir, c. LXX, s. 183; İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, c. V, s. 3020.

[157] Bu üç kişi; İbn Hatal, Mikyas b. Sübâbe ve Huveyris b. Nükays’tır. Apak, c. I, s. 302.

[158] İbn Sa’d, c. X, s. 256; Belâzûrî, Ensâbu ’l-Eşrâf, c. I, s. 360; İbn Asâkir, c. LXX, s. 177; İbn Hacer, c. XIV, s. 268; Kehhâle, c. V, s. 248; Zirikli, c. VIII, s. 98; Kandemir, “Hind bint Utbe”, c. XVIII, s. 64.

[159] İbn Sa’d, c. X, s. 256; İbn Asâkir, c. LXX, s. 177; Belâzûrî, Ensâbu ’l-Eşrâf, c. I, s. 360; İbn Hacer, c.

XIV, s. 268; Kehhâle, c. V, s. 248; Zirikli, c. VIII, s. 98; Kara, s. 233.

[160] İbn Asâkir, c. LX^ s. 184; Köksal, c. V, s. 833-834; Kara, s. 234.

[161] İbn Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, c. VII, s. 281; Kehhâle, c. V, s. 248.

[162] Belâzûrî, Ensâbu ’l-Eşrâf, c. I, s. 360; İbn Asâkir, c. LXX, s. 184; Kandemir, “Hind”, c. XVIII, s. 64.

[163] İbn Asâkir, c. LXX, s. 182, 184; Köksal, c. V, s. 833; Kara, s. 234.

[164] İbn Asâkir, c. LXX, s. 182-183; Kara, s. 234-235.

[165] Yıldırım, s. 264.

[166] Aycan, s. 59.

[167] Kara, s. 235.

[168] Apak, Ana Hatlarıyla İslâm Tarihi, c. II, s. 138.

[169] Zehebî, Tarîhu ’l-İslâm, c. III, s. 298; İbn Esîr, Üsdü ’l-Ğâbe, c. VII, s. 282; Kehhâle, c. V, s. 249;

Zirikli, c. VIII, s. 98; Kandemir, “Hind bint Utbe”, c. XVIII, s. 65.

[170] Taberi, Tarih, c. III, s. 397; İbn Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, c. VII, s. 282; İbn Esîr, el-Kâmilfi’t-Târîh, c. II, s.

261; Kandemir, “Hind bint Utbe”, c. XVIII, s. 65; Aycan, s. 59; Kara, s. 235.

[171] Taberi, Tarih, c. III, s. 396; İbn Esîr, el-Kâmilfi’t-Târîh, c. II, s. 260.

[172] Apak, Ana Hatlarıyla İslâm Tarihi, c. II, s. 138.

[173] Belâzûrî, Fütûhu’l-Büldân, s. 184; Apak, Ana Hatlarıyla İslâm Tarihi, c. II, s. 138.

[174] Belâzûrî, Fütûhu’l-Büldân, s. 184; İbn Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, c. VII, s. 282; Kehhâle, c. V, s. 249; Zirikli,

c. VIII, s. 98; Kandemir, “Hind bint Utbe”, c. XVIII, s. 65.

[175] Belâzûrî, Fütûhu ’l-Büldân, s. 184; Kehhâle, c. V, s. 249; Kara, s. 235.

[176] Mustafa Fayda, “Yermük Savaşı”, DİA, İstanbul 2013, c. XLIII, s. 485.

[177] İbn Sa’d, c. VI, s. 23; İbn Asâkir, c. LXX, s. 186; Kehhâle, C 5, s. 248.

[178] İbn Asâkir, c. LXX, s. 185; Zehebî, Tarîhu’l-İslâm, c. III, s. 299; Kehhâle, c. V, s. 249; Kandemir,

“Hind bint Utbe”, c. XVIII, s. 64.

[179] İbn Asâkir, c. LXX, s. 185.

[180] Zehebî, Tarîhu ’l-İslâm, c. III, s. 299.

[181] İbn Asâkir, c. LXX, s. 185; Zehebî, Tarîhu’l-İslâm, c. III, s. 298; Kehhâle, c. V, s. 249; Kandemir,

“Hind bint Utbe”, c. XVIII, s. 65; Kara, s. 235.

[182] İbn Asâkir, c. LXX, s. 185; Zehebî, Tarîhu ’l-İslâm, c. III, s. 298; Kehhâle, c. V, S. 249; Zirikli, c. VIII,

s. 98; Kara, s. 235.

[183] İbn Asâkir, c. LXX, s. 185; Kehhâle, c. V, s. 249; Kara, s. 235.

[184] İbn Asâkir, c. LXX, s. 185; Zehebî, Tarîhu’l-İslâm, c. III, s. 298; Kandemir, “Hind bint Utbe”, c.

XVIII, s. 65; Kara, s. 236.

[185] Kehhâle, c. V, s. 248; Ahmed b. Muhammed b. Abdi Rabbih el-Endülüsî, Ikdü ’l-Ferîd, 1. bsk., Daru’l-

Kütübü’l-İlmiyye, Beyrut 1983/1404, c. I, s. 14; Kandemir, “Hind bint Utbe”, c. XVIII, s. 65; Aycan, s. 64.

[186] İbn Asâkir, c. LXX, s. 185; Kehhâle, c. V, s. 248-249; Kandemir, “Hind bint Utbe”, c. XVIII, s. 65;

Kara, s. 236.

[187] Aycan, s. 59, 64.

[188] İbn Sa’d, c. VI, s. 24; İbn Asâkir, c. LXX, s. 185; Belâzûrî, Ensâbu ’l-Eşraf, c. V, s. 18.

[189] Belâzûrî, Ensâbu ’l-Eşraf, c. V, s. 18.

[190] İbn Sa’d, c. VI, s. 24; İbn Asâkir, c. LXX, s. 185; Belâzûrî, Ensâbu ’l-Eşraf, c. V, s. 18.

[191] Aycan, s. 64.

[192] İbn Asâkir, c. LXX, s. 185; Abdi Rabbih, c. I, s. 14.

[193] Abdi Rabbih, c. I, s. 14.

[194] Kara, s. 236.

[195] İbn Asâkir, c. LXX, s. 185; Kehhâle, c. V, s. 249; Kara, s. 236.

[196] İbn Asâkir, c. LXX, s. 185; Kehhâle, c. V, s. 249; Kandemir, “Hind”, c. XVIII, s. 64; Kara, s. 236.

[197] Kehhâle, c. V, s. 249.

[198] Kara, s. 236.

[199] İbn Esîr, Üsdü ’l-Ğâbe, c. VII, s. 282; İbn Hacer, c. XIV, s. 268; Kehhâle, c. V, s. 250; Kandemir,

“Hind bint Utbe”, c. XVIII, s. 64.

[200] İbn Hacer, c. XIV, s. 269; Kandemir, “Hind bint Utbe”, c. XVIII, s. 64.

[201] Zirikli, c. VII, s. 261; Aycan, s. 25; Aycan, “Muaviye b. Ebû Süfyan”, c. XXX, s. 332.

[202] Zehebî, Târîhu ’l-İslâm, c. III, s. 298.

[203] İbn Asâkir, c. LXX, s. 170; Kara, s. 217.

[204] İbn Asâkir, c. LXX, s. 173, Kehhâle, c. V, s. 242; Kara, s. 220.

[205] Kara, s. 214.

[206] Kehhâle, c. V, s. 240; Akman, s. 265.

[207] İbn Sa’d, c. VI, s. 24.

[208] İbn İshâk, s. 271.

[209] Demircan, “Utbe b. Rebîa”, c. XLII, s. 235.

[210] İbn Kesîr, el-Bidâye ve ’n-Nihâye, c. IV, s. 454; Algül, “Ficar”, c. XIII, s. 52.

[211] İbn Hişâm, c. I, s. 256; Köksal, c. I, s.139.

[212] İbn Hişâm, c. II, s. 358-359; Köksal, c. II, s. 275-276.

[213] Köksal, c. I, s. 275.

[214] İbn Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, c. VII, s. 281; Zirikli, c. VIII, s. 98; Kara, s. 214.

[215] Belâzûri, Ensâbü ’l-Eşrâf, c. 9, s. 369; İbn Asâkir, c. LXX, s. 176; Kara, s. 222.

[216] Kandemir, “Hind bint Utbe”, c. XVIII, s. 64.

[217] Zehebî, Târîhu ’l-İslâm, c. III, s. 298; Kara, s. 214.

[218] İbn Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, c. VII, s. 281; Zirikli, c. VIII, s. 98; Kara, s. 214.

[219] Zehebî, Târih, c. III, s. 298; İbn Esîr, Üsdü ’l-Ğâbe, c. VII, s. 281; Zirikli, c.    VIII,  s.    98; Kara,      s.     214.

[220] Belâzûri, Ensâbü ’l-Eşrâf, c. I, s. 152; Hamidullah, s. 195; Kara, s. 222.

[221] Belâzûri, Ensâbü ’l-Eşrâf, c. I, s. 152; Hamidullah, s. 194; Kandemir, “Hind bint    Utbe”, c. XVIII, s.     64.

[222] Kehhâle, c. V, s. 248.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar