SAFEVÎ DÖNEMİNDE TEBRÎZ KENTİ
Hazırlayan: LEYLA YILDIZ
İran coğrafyasında, her bakımdan bir kırılma noktası teşkil eden Safevî devri ve Safevîlerin ilk payitahtları Tebrîz’deki mimarîz izleri, yeterince belgelenmemiş olmasına rağmen, şehircilik ve mimarlık tarihi bakımından esaslı gelişmelerin yaşandığı önemli bir basamak teşkil eder. Hillenbrand’ın, özellikle dinî mimarî alanında erken devir yapıları genişletme ve onarma konusunda hevesli bânîler olarak nitelediği Safevîlerin, Tebrîz’de kent mekânında meydana getirdikleri değişimi ortaya koymanın yolu ise, öncelikle, siyasî gelişmeler, doğal afetler gibi diğer faktörlerin şehrin çehresinde ve demografik yapısında meydana getirdiği dramatik sonuçların yanında, kuşkusuz büyük ölçüde onların meşruiyet ideolojilerini ve dinî siyasetlerini, Tebrîz’in sanılanın aksine payitaht olmadığı devirlerde dahi koruduğu anlaşılan ekonomik önemini, kendileri de sûfî kökenli Safevîlerin sûfîzm ve Sünnî-Şî‘î ayrımı yapılmaksızın sûfî tarikatlarına yaklaşımını anlamadan geçer. Buna, Tebrîz’deki özellikle Safevî öncesi devre ait mimarî eserler vasıtasıyla açık biçimde takip edilebilen Safevîlerin kendi içinde geçirdikleri neredeyse iki buçuk asırlık değişim ve dönüşüm sürecini ilave etmek gerekir.
Sosyo-Ekonomik Değişimler
İran toplumunun, özellikle dinî yapısında kökten değişimlere yol açan Safevî Devleti’nin1
-18. yüzyıl çeyreğindeki sosyo-ekonomik yapısı, başta din ve tarikatlar olmak üzere pek çok konuyu içine alan kapsamlı bir çalışma alanıdır. Safevî Devleti’nin kuruluşu ile birlikte İmâmiyye Şî‘îliğinin devletin resmî mezhebi olarak benimsenmesi ve sonrasında neredeyse iki buçuk asır boyunca Safevîler tarafından izlenen dinî siyasetin Tebrîz’in mimarî çehresine doğrudan yansıyan bir takım sonuçları olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Dolayısıyla Safevî devrinde Tebrîz’in mimarî dokusunda meydana gelen değişimi doğru olarak anlayabilmek öncelikle önemli ölçüde bu siyasetin anlaşılmasına bağlıdır.
Tebrîz’de Akkoyunlu devri yapılarından Hasan Padişah Câmi’nin, Safevîler devrinde yük taşıyan hayvanların konulduğu bir mekâna dönüştürülmesi ya da Gök Mescid gibi yıkılmaya terk edilen dinî yapılar, Safevî siyasetinin mimarî boyuttaki sonuçlarını yansıtan çarpıcı örneklerdir. Bu bakımdan, İran coğrafyasında Şî‘îliğin resmî mezhep olarak kabulü ve Safevîlerin meşruiyet ideolojileri, sûfî kökenli Safevî şahlarının sûfîzm ve diğer sûfî tarikatlarına bakışları, temelde dinî, ancak bir o kadar da siyasî arka plana sahip başlıca konular olarak öne çıkar. Elbette, yüzyıllar boyu Güney Asya ile Levant arasındaki baharat ve tekstil ticaretinde transit bir bölge olan İran’da, 1498’de Ümit Burnu’nu dolaşan denizyolunun açılmasının, ağın en önemli merkezlerinden Tebrîz’deki kara ticaretine etkileri, Tebrîz’de başlayan ve Safevî devri boyunca İran’ın tamamına yayılan Ni ‘metî-Haydarî ihtilafı ve son olarak siyasî, ekonomik gelişmelerin yanı sıra doğal afetlerin olumsuz yönde etkilediği nüfûs iniş çıkışlarını unutmamak gerekir.
Modern araştırmalarda sıkça rastlanan Safevî devletinin “milli bir Iran devleti'” olduğu görüşü ise, Sümer’in de ifade ettiği gibi, artık geçerliliğini kaybetmiş olmasından dolayı tartışmaya açılmamıştır. Zira, Savory’nin Şah Abbas devrinde belirgin bir “devlet” kavramının geliştiğine ve erken Safevî devrinde kullanılan “memâlik-i mahruscT gibi muğlak bir ifadenin, daha somut olan “memalik-i Îrân”, “memalik-i ‘acem”, “memliket-i Îrân”, “mülk-i Îrân” ya da sadece “Îrâri”a dönüşmüş olduğuna ilişin söylemi1, Hans Roemer’in Şah I. İsmail’in halihazırda “Pâdişâh-ı Îrân” ünvânını taşıdığı ve hatta bu ünvânı Akkoyunlu Uzun Hasan’dan aldığına dair tespitleri ile geçerliliğini yitirmektedir . Sümer’e göre, Safevî Devleti’nin askerî ve idarî teşkilatı genel itibariyle selefi Akkoyunlulara dayanır, aynı zamanda devlet teşkilatında Çağataylar ve Özbeklerden alınmış kurumlarda bulunmaktadır. Ateşli silahların kullanımı ve geliştirilmesi ile kullar sınıfının meydana getirilmesinde ise, Osmanlıların devşirme sistemi temel teşkil eder [36]. Roemer’e göre, “Îrân” kavramı söz konusu olduğunda Firdevsî’nin Şâhnâme’sinin etkisi küçümsenmemelidir. “Îrân” kavramı, Selçuklular devrinde Nizâmu’l-Mulk’un Siyâsetnâme adlı eserinde görülebildiği gibi mevcut olmakla kalmayıp oldukça da ünlüdür.
“Milli bir Iran devleti” Şah Abbas devrinin bir yeniliği değildir, fakat yine de Şah Abbas uzun saltanatı boyunca dağılmak üzere olan Safevî Devleti’ni birleştirerek Kızılbaş ayrımcılığının ber taraf edilmesi yoluyla yükselmesini mümkün kılmıştır. Şah İsmail saltanatında neredeyse istisnasız, yetki sınırlarındaki toprak parçası “tiyûF ya da diğer adıyla “dirlik” olarak kendilerine tahsis edilmiş olan erken Safevî devrinin siyasî ve sosyal elitleri Kızılbaşlar yöneticileri, Şah Abbas tarafından büyük çoğunluğu Gürcü olmak üzere, Ermeni ve Kırgız unsurlardan meydana gelen üçüncü bir güç (gulâmân-ı hâssa-yi şerîfe) ile değiştirilmiştir [36]. Şah I. Abbas’ın, meydana getirdiği yeni askerî sınıf, yani “Kullar Teşkilat!” ise az önce bahsedildiği gibi, özünde, Osmanlının “kul taifesi”” olarak da adlandırılan ve devşirme usulüne göre gayri Müslim çocuklarından oluşan maaşlı asker sınıfı “Kapıkulu Askerî Teşkilatlından (hâssa askerleri) farklı değildir1 [36]. İlk bakışta Kızılbaşlara yönelik askerî bir reform hareketi gibi görünse de sonuçları Safevî toplumunda köklü bir sosyal bir değişim anlamına gelen, bir takım malî reformların da eşlik ettiği bu yeni sistemin temelleri gerçekte Şah Tahmasb devrinde atılmış, Şah Abbas devrinde ivme kazanmış ve halefi Şah Sefî devrinde doruk noktasına ulaşmıştır. Bu bağlamda Erken Safevî devrinde kullanılmadığı halde, Şah Abbas tarafından canlandırılan antik İran’ın sipehsâlâr-i küll-i leşker-i Îrân [İran ordusunun başkomutanı] makamının Safevî devletindeki ilk sahibi, Tebrîz ile ilgili belgelerde adına sıkça rastlanan, Erivanlı Ermeni gulâm Karcakây Hân’dır . Karcakây Hân’dan sonra da üst düzey gûlam emirlerin adları Tebrîz ile birlikte zikredilecektir, zira Tebrîz, yılda 12.000 tûmen tahsis edilen Sipehsâlâr-i Îrâriın tiyûluduf. Şah Abbas’ın askerî alandaki reformları “Milli bir Iran devleti”” kavramı gibi tartışmaya açılmasa da Tebrîz ile ilgili konularda yeri geldikçe değinilecektir.
Safevî (Kızılbaş) Hareketi
“Dünyanın işleyişi düzen ve tertipini kaybetti1, zaman bir değişim için uygundu ve değişim Şah İsmail ve Safevilerle geldi” .
Zâhidiyye tarikatının pîri Şeyh Zâhid-i Gîlânî’nin (öl. 700/1300-1301) müridi ve aynı zamanda damadı olan İlhanlı devrinin en etkili ve saygı duyulan şeyhlerinden Sefîyu’d- dîn İshâk Erdebîlî’nin (öl. 735/1334) kurduğu Safevî tarikatının, sade bir sûfî tarikatı olarak çıktığı yolda Şah İsmail’e ulaşan iki buçuk asırlık geçmişi, Safevîlerin aşırı Şî‘î eğilimli askerî bir harekete dönüşmesi ile, en nihayetinde çoğunluğu Sünnî olan İran coğrafyasında Şî‘îliği resmî mezhep olarak benimseyen Safevî devletinin kuruluşuna tanıklık eder [56]. Safevî devletini doğuran Safevî (Kızılbâş) hareketini, Petruşevsky, siyasî açıdan kalıcı sonuçlarla dolu, İran coğrafyasındaki en önemli Şî‘î hareketi olarak niteler. Bu bakımdan bir araştırmacı ister siyasî ister sosyal isterse mimarî ve şehircilik tarihi çalışsın, İran tarihinde olduğu kadar İslam tarihinde de bir dönüm noktası teşkil eden Safevî devri için anahtar sözcük “din” [56] ve dolayısıyla özellikle erken devirler için sûfîzm ve heteredoks İslâm’dır. Heteredoks İslâm ise—Safevî hareketinin ortaya çıkışındaki çok sayıda tarihî hadisenin doğruladığı gibi1— “doğal olarak sınır tanımazdır” . Ercüment, Safevîleri tahta taşıyan sûfîzmi, henüz düşünce ve dinî unsurlarında ilkel, özünde Şamanistik özellikler ve insana tapan halk inanışı (anthropolatric folk religiosity) barındıran Şî‘îleştirilmiş Kızılbaş sûfîzmi olarak tanımlar. Böylece, görünüşte tasavvufî, ancak gerçekte bir Kızılbaş hareketi olarak başlayan Safevî hareketi ve Şah İsmail’in çıkışını, çok geçmeden, İran coğrafyası ile birlikte, aşırı (gulât) fikirlere sahip Kızılbaşların da hızlı bir şekilde Şî‘îleştirilmesi izleyecektir.
Şah İsmail’in tahta çıkışına tanıklık edenler başta olmak üzere, Safevî kaynaklarında devri açan ilk tarihî kayıt, Şah İsmail’in ileri gelenleri tarafından karşılandığı Akkoyunlu başkenti Tebrîz’de, 907/1501 yılında Heşt Behişt Sarayında kolayca tahta oturması ardından, On İki imam adına hutbe okutulması, bu esnada ekserisi Sünnî olan bölge halkına zorla Şî‘î mezhebin kabul ettirilmesine ilişkindir [36]. Bunun doğal sonucu olarak, Safevî devrini konu alan sosyal araştırmaların odağında, genellikle, Safevîlerin İran coğrafyasında Şî‘îliği —zorla— tesisi ve onu hazırlayan etkenlere dair tartışmalar yer alır. Siyasî bazı gelişmeler dışarıda tutularak, tartışmaların bir tarafında söylemlerinde Şî‘îlikle dolu sûfî tarikatlarının İran coğrafyasını Şî‘î düzene hazırladığını savunanlar, diğer tarafında ise birkaç istisna hariç devrin, çoğu Sünnî sûfî tarikatının Safevî hareketinin beraberinde getirdiği değişim ile uğradıkları şiddet dolu akıbeti ortaya koyanlar olduğunu söylemek mümkündür.
İlk görüşü savunanlardan olan Nasr’a göre, Şî‘î düzenin ani tesisi birden bire gerçekleşmiş değildir ve ülkenin ağırlıklı bir Şî‘î bölgesine dönüşümünün arka planında, Şî‘î teolojinin birkaç yüzyıllık gelişiminden, Şî‘î eğilimli sûfî tarikatların oluşumuna ve hatta geçici de olsa Şî‘î politik gücün tesisine kadar, uzun bir dinî ve düşünsel tarih yatar1 [56]. Mazzoui’ye göre, bu devrin din tarihine, geleneksel ileri İslâm’ın hem Sünnî hem de İsnâaşeriyye sentezlerinde, sûfîzm ve heteredoks İslâm fikirlerinin gelişip olgunlaşması damgasını vurur . Esâsen, Moğol İstilaları ve Batı Asya’daki başlıca Sünnî merkezlerin yıkımı Şî‘îliğin İran coğrafyasında eskisinden hızlı olgunlaşmasına imkan tanırken [56], İslâm’a karşı tutumları başlangıçta değişken olan İlhanlıların ilk hükümdarı Hülâgû’nun vezirlerinden ünlü Hâce Nasîru’d-dîn-i Tûsî (öl. 672/1274) —ki ölümü ardından Bağdat’ta imam Mûsâ el-Kâzım"ın türbesi yanında defnedilmişti — ve İlhanlı hükümdarı Sultân Olcâytû"yu İmâmi Şî‘îliğe döndürmeyi başaran öğrencisi ‘Allâme Hillf gibi devrin âlimleri ile Şî‘î teoloji, mutlak surette kurulmuş olur. Sultân Olcâytû saltanatında kısa bir dönem Şî‘îliğin devletin resmî mezhebi olarak benimsenmesi ise bunun doruk noktasıdır [56].
Selçuklular devrinde yayılmaya başlayan1 —ki ünlü Selçuklu veziri Hâce Nizâmu’l-
Mülk ve özellikle Ebû Sa‘îd Ebû el-Hayr ‘Abdu’r-Rezzâk Semerkandî büyük sûfî hamileridir — Sûfîzme gelince, İlhânlılar devrinde olağanüstü bir hız kazanırken, bu sırada İlhânlı hükümdarları ve Reşîdu’d-dîn ve oğlu Gîyâsu’d-dîn gibi vezirlerin desteği ile çok sayıda hânegâh inşa edilerek, bunlara cömert vakıflar tahsis edilir. Nasr, Moğolların gelişi ile Safevî Devleti arasında kalan devirde, sûfîzmin yalnızca kayda değer bir gelişim göstermekle kalmayıp, aynı zamanda Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Necmeddîn-i Kübrâ ve Sadreddin Konevî gibi büyük kutupların ortaya çıkışı ile Sünnîlik ile Şî‘îlik arasında bir köprü haline geldiğini ve çok kez Şî‘îliğin yayılması için zemin hazırladığını ileri sürer [56]. Bu savı destekleyen araştırmacılardan Schimmel ve Mazzaoui’ye göre, bu yüzyıllarda Şî‘îlik ile Sünnî sûfîzm arasındaki sınırlar teorik düzeyde sık sık belirsizdir. Ercüment’e göre ise, UsûlîŞî‘îliğin yayılmış olduğuna işaret eden deliller bulunmamasına rağmen, Şî‘î izler taşıyan sûfîzm, muhtemelen devrin en önemli dinî özelliğidir. Ancak Algar, Safevî öncesi İran’da Sünnî sûfîzmin özü itibariyle Şî‘î olduğu ve Safevîlerin gelişinin, özellikle Kübrâviyye, Nakşibendiyye gibi söylemlerinde Şî‘î unsurlar barındıran tarikatlar tarafından önceden hazırlanmış olduğu iddiasını kabul etmenin Şî‘îliğin İran coğrafyasındaki tarihi geçmişi ve Moğol ve Timurlu devirlerinin Şî‘îliği şekillendiren gelişmelerine1 rağmen mümkün olmadığını ifade eder . Ona göre, Şî‘îlik belki İran topraklarında salt olarak zorla kabul ettirilmemiştir, fakat “Şah İsmail tarafından devlet mezhebi olarak getirilmesindeki şiddetli doğayı görmezden gelmek tarihi resmi çarpıtmak olabilir” (Şekil 3.1). İran’a batıdan bir Türkmen akını olarak görülebilecek olan Şah İsmail’in iktidarı ele geçirmesi olayı, özünde neredeyse doğudan gelen önceki istilalar kadar şiddet içeren bir karmaşaya neden olmuştur.
Parsadûst, Şah İsmail’in Şî‘îliği resmî mezhep olarak ilan etmekle kalmayıp, Sünnîliği ortadan kaldıracak bir siyaset izlediğine dikkat çeker1. İran’ın On İki imam Şî‘îliğine dönüşümü, Safevî Devleti’ni, gâliyyenin (guluv) ortadan kaldırılması, halk sûfîzmine eziyet, Sünnîliğin bastırılması ve son olarak On îki İmam Şî‘îliğinin yayılmasına dayanan acımasız bir dinî siyasete devamlı surette bağımlı kılmıştır . İran’ı Şî‘îleştiren bu hızlı süreç, ileri de görüleceği gibi, fiili karşılığını ilk olarak üçte ikisi halihazırda Sünnî mezhebe mensup olan eski Akkoyunlu, yeni Safevî başkenti Tebrîz’de bulur [56]. Bu sırada İran’daki Sünnî çoğunluğa Şî‘îliğin zorla kabul ettirilmesi amacı ile, Sünnî ulemâ ilk üç halifeyi lanetlemeye mecbur edilir, aralarında boyun eğmeyenler yakılarak öldürülür ve Sünnî evliya ve âlimlerin türbeleri tahrip edilerek (violated), Sünnî câmilerinin kutsallığı bozulur. Yani, teoride geçmişten gelen dinî bir alt yapı olsun ya da olmasın, pratikte Tebrîz için de cevaplanması gereken asıl soru —İran’ın kalanında olduğu gibi— Şî‘î düzenin getirilmesi sırasında izlenen yolun Tebrîz’deki sonuçlarıdır.
Şekil 3. 1 Hâr u Simnân ve Fîrûzkûh hâkimi Hüseyin Kiyâ Çulâvî (öl. 912/1504)
bir kafeste [ortada] ve Akkoyunlu hanedanından Murad Beg bir şişe geçirilmiş olarak
[sağ alt köşede] kızartılırken gösteren minyatür. (Şâhnâme-yi Ismâ‘îl, MS. Elliot 328,
Bodleian Library, Oxford, vr. 91a’dan aktaran [210]).
Safevî müelliflerinden erken devirlerine tanıklık eden Şah Tahmasb’ın yakın adamlarından Hasan-ı Rûmlû’nun, Ahsenü’t Tevârîh ve Muhammed Yusuf Vale İsfahani Kazvini’nin 17. yüzyılın ikinci yarısında kaleme aldığı Huld-i Berîn adlı eserlerinde yer alan geriye dönük bilgiler, Tebrîz’de yaşanan karmaşa ve tahribatın gerek sosyal gerekse mekânsal boyutlarını anlamaya yetecek düzeydedir:
“Tahta çıkışının ilk döneminde, memleketlerin hatiplerine On iki imâm adına, ki hepsine selam olsun, hutbe okumalarını buyurdu. (...) Ayrıca çarşı pazarda, Ebûbekir, Ömer ve Osman’ın kötülenmesi ve lâ’netlenmesi ve buna karşı gelenlerin de başlarının koparılması için buyruk verdi”1.
“kan akan keskin dili ve kan damlatan kılıcıyla nice ta ‘assub sahibi Sünnîyi ve soysuz dindar Hâricîyi sokak ve bâzâra götürdüler, cehennem ateşinde kızarttılar ve iş [öyle] cânîliğe ulaştı ki ehl-i sünnet ve ehl-i bid’atın medreseleri ve mabedleri [öyle] yıkıldı ki ondan sonra dünyada kimsecikler onlardan [bir daha] hiçbir iz görmedi^ .
Muhammed Takî Hân-i Hakîm’in kaydı oldukça geç bir devre aittir, fakat Safevîlerin Tebrîz’de tahta çıktığı devre ilişkin verdiği geriye dönük bilgiler kayda değerdir. Muhammed Takî Hân’ın adını vermediği İran tarihi hakkındaki bir eserde yazdığına göre saltanatın Safevîlere geçişi sırasında şehir öyle harap olmuştur ki payitaht [?] Erdebil ve diğer şehirlere taşınır [148].
Şah İsmail devrine ait erken tarihli kroniklerden Ahsenü’t Tevârîh”teki diğer bir kayıt, Şî‘îliğin ilan sürecine dair ilginç bir bakış açısı sunar. Hasan-ı Rûmlû’nun kaydına göre, “o dönemde, hak olan Ca’feri Mezhebi’nin özellikleri hakkında ve On İki İmâmlı topluluğun kural ve yasalarına ilişkin halk bir şey bilmiyordu. Çünkü İmamiyye’nin fıkıh kitapları ortada yoktu””. Tebrîz’de On İki İmâm Şî‘îliğinin Şah İsmail tarafından ilanı ardından İmâmî Şî‘îzminin temel öğretilerinin içeren İbnu’l-Mutahhar el-Hıllî’nin
Kevâ’idu’l-Islâm adlı eseri, Tebrîz’de Kâdî Nasrullâh Zeytûnî’nin kütüphanesinde ancak uzun aramalar sonucunda bulunabilmiş ve yeni mezhebin temeli olarak böylece atanabilmişti1. Bunu takiben, İran’ın bir Şî‘î ülkesine dönüştürülmesini mümkün kılmak amacıyla, Şah İsmail tarafından Şî‘î âlimlerin yetiştirildiği iki merkez, Bahreyn ve Cebel ‘Âmil’den (Lübnan’da) çok sayıda seçkin Şî‘î ulemanın İran’a davet edilerek [56], Şî‘îliğin temel prensipleri ortaya koyan eserler telif edilmesiyle İran’ın gerçek anlamda Şî‘îleşmesi sağlanabilmiştir.
Şî‘îliğin Safevîler tarafından resmî mezhep olarak benimsenmesi ve devlet gücünün yeni mezheb hizmetine verilmesi bir taraftan İran coğrafyası için yenidir, fakat öte yandan İran’ın antik geçmişini anımsatan bazı atıflar içerir. Hz. ‘Alî’nin küçük oğlu Hz. Hüseyin’in son Sâsânî kralı III. Yezdigirt’in kızı ile evlendiği iddiası ile Hz. ‘Alî’nin ailesini, antik İran’ın monarşik geleneğini bağlayan Safevîler, şanlı kralın (the king of the “kingly glory”) irade gücüne dayanan İran krallarının kutsal hakkı anlayışını İran coğrafyasından yeniden canlandırmışlardır, dolayısıyla Sâsânîlerin de dahil edildiği Isnâ ‘Aşerî ya da On İki Imâm Şî‘îliği Safevî dinî siyasetinin ve meşruiyet ideolojilerinin en önemli unsurudur. Böylece, Sâsânîlerin hükümdarın “Tanrı’nın Yeryüzündeki Gölgesi (Shadow of God on the Earthf olduğuna dair inanışları, İslâmî terimlerde yeniden biçimlendirildi ve “Zıllullahu fi’l-arz” Allah’ın yeryüzündeki gölgesi şeklinde Sâsânîlerden yüzyıllar sonra bu kez Safevîler tarafından benimsenerek İran coğrafyasından uygulanmaya başlandı1. Sâsânî hükümdarı I. Ardeşir’in oğlu I. Şapur’a vasiyetinde yer alan söz konusu anlayışa göre, “Din ve devlet iki kardeştir ve biri diğeri olmaksızın olmaz, din padişahlığın temelidir, padişah dinin koruyucusudur” . Benzer şekilde Şâh, aynı zamanda, dinin koruyucusudur. Gündüz’e göre, bu anlayışın yansımasını en sade biçimi ile Cihângüşa-yıHâkânî- (Târîh-i ŞâhIsmâ‘îl) adlı eserde yer alan Şah İsmail’i elinde kılıç ile Mescid-i Câmi‘-i Tebrîz”de On İki İmâm Şî‘îliğini ilan ederken tasvir eden minyatürde görmek mümkündür (Şekil 3.2). Safevî şahlarına meşruiyet kazandıran diğer bir dayanakları “Sâhibu’z-zemân”” olarak bilinen On İkinci İmâm Mehdi’nin vekili (naib) olmalarıdır ve bu iddia Safevî ailesinin soyunun On İki İmâm Şî‘îliğinin yedinci İmâmı Musâ el-Kâzım ve onun vasıtasıyla ilk İmâm Hz. ‘Alî’ye bağlanıyor olması üzerine kurulmuştur. Savory’e göre, Hz. ‘Alî kültü, 13. yüzyıldan itibaren İran’da sûfîzm ya da İslâmî ezoterizmin gelişimi ile yakından ilişkilidir. Safevî şahları, Şâh İsmail’den itibaren “Büyük Sûfî (Sûfî-yi A‘zam)”” ya da “Mürşid-i Kâmil”” olarak adlandırılmaktadır ki bu onlarının güçlerinin temelini oluşturan üçüncü ve son unsurdur1. Safevî tarikatına mensup sûfîlerin “Mürşid-i Kâmil” ve aynı zamanda seküler yönetici olarak Safevî şahları, pîr-mürîd ilişkisinin gücü ile sûfî takipçilerinin mutlak itaatlerinde ısrara muktedir idiler . Safevî taraftarları “sûfîgârî” olarak adlandırılan tasavvuf kurallarına bağlı kalmak zorundaydı ve bir Kızılbaş mürîdîn Şah’ın eylemlerini sorgulaması inançsızlığa eşdeğerdi. “sûfîgârPmn karşıtı olan “nâ-sûfîgârPmn cezası ise—normalde, sûfî tarikatlarında kefaret ya da tarikattan çıkarılma iken— Safevîlerde ölümdü.
Şekil 3. 2 Şah İsmail’i elinde kılıç ileMescid-i Câmi‘-i Tebriz'de On İki İmâm Şî‘îliğini
ilan ederken [211]
Şah İsmail taşıdığı “Mürşid-i Kâmil” vasfından dolayı, zaman zaman aşırıya kaçan Safevî taraftarları tarafından “kurtacı”” veya “Allah ’ın cismânî tecellisi”” olarak dahi görülmekteydi. Şah İsmail’in çağdaşı Venedikli bir tüccar, müridlerinin Şah İsmail’e olan inancını şu sözlerle ifade eder: “Sûfî, halkı tarafından ve özellikle pek çoğu zırhsız savaşa giderek mürşidleri İsmail’in savaşta kendilerini koruyacağı beklentisi içindeki askerleri tarafından bir Tanrı gibi seviliyor ve yüceltiliyor (...) bütün ahali, özellikle sipahileri İsmail’i “ebedî” sayıyorlar”1. Minorsky’nin uyarısını dile getiren Allouche, Şah İsmâ‘îl’e tanrı gibi ibadet edildiğine ilişkin bu ifadeleri mecazî olarak yorumlamaması ve harfiyyen dikkate alınması gerektiği kanatindedir. 16. yüzyıl Arap tarihçilerinden Kutbu’d-dîn en-Nehrevâlî’nin (öl. 990/1582), “neredeyse rabliğini iddia edecek. Askerleri ona secde ederken, emirlerine koşulsuz boyun eğmektedir” ifadesi bu görüşü güçlendirir . Venedikli tüccarın da dikkatini çeken İsnâaşeriyye ortodoksu ile ihtilaf içindeki olağandışı gulât unsurlar, Safevî öğretilerinde, esâsında ilk olarak Şah İsmail’in dedesi Şeyh Cüneyd ve babası Şeyh Haydar devirlerinde ortaya çıkar; Şah İsmail ile zirveye ulaşır. Şah İsmail’in kendisine yüklenen anlama yaklaşımına ilişkin modern araştırmaların birleştikleri ortak nokta, kendisinin “Allah ’ın cismânî tecellisi” olarak görülmesine itiraz etmediği yönündedir, bununla birlikte hemen sonra Venedikli tüccar ve çağdaşı Angiolello Şah İsmail’in kendisinin “tanrı” ya da “peygamber” sayılmasından memnun olmadığına dair kaydı ilave edilir1. Burada, her ikisi de Şah İsmail’in kendi ifadesine dayanan iki ayrı yaklaşım dikkat çeker ki tutarsızlığın asıl nedeni, şüphesiz daha Şah İsmail devrinde başlayan değişim ve farklı iki zamandaki ayrı iki tutumdan bahsedilmesidir. Zira, İran’ın fethi tamamlandıktan sonra dengeler değişirken, Safevî taraftarlarının yararlılıkları bir süre sonra kıymetli bir şey olmaktan çıkarak Safevîler için daha ziyade bir engele dönüşmüştür . Sebep çok açıktır, liderin ilâhî ya da yarı ilâhî konumunun resmî mezheb olarak ilan edilen İsnâaşeriyye Şî‘îliğinde yeri yoktur ve bu tarz gulât söylemlerin egemenliği meşrulaştırmak üzere kullanımına devam etmek, İran coğrafyasındaki sıradan insanların büyük bölümü ile yabancılaşmak anlamına gelmektedir. Bu, Şah Kulu isyanı ardından Anadolu’dan Safevî ülkesine iltica eden bir grup fanatik Safevî taraftarının üç kâğıtçılık ve cinayet suçlamalarıyla Şah İsmail tarafından öldürülmesini [49] açıklamakla kalmaz, aynı zamanda Şah Abbas devrinde radikal bir değişime dönüşen Kızılbaş tasfiyesinin temellerinin Safevîlerin erken devirlerinden itibaren atılmaya başladığını gösterir. Elbette, Şah İsmail’in Çaldıran yenilgisi ile mürîdlerinin nazarındaki tanrısallık gücünü ve yenilmezlik inancını kaybetmiş olmasının değişimdeki payını göz ardı etmemek gerekir.
Doğal olarak Şah İsmail saltanatında İran’ın fethinin tamamlanması ardından yavaştan başlayan yeniden yapılanma süreci, Şah Tahmasb devrinden itibaren Safevî devletinin son devirlerine kadar kendi içinde aşamalı olarak sürdürülür. Bu süreçte ilk adım Şeyh Cüneyd’den itibaren Safevî tarikatının şeyhlerine yüklenen anlam ve gulât unsurların tasfiyesi olsa gerektir. Şah İsmail ardından tahta çıkan oğlu Şah Tahmasb devri değişimin habercisidir, zira o, babası Şah İsmail’in Tanrı’nın insan şeklindeki tecellisi ve kurtarıcı Tanrı olduğuna ilişkin iddialarını reddederek kendisine kutsal hükümdar (Şâh Vilâyet) rolü yükler ve Şî‘î İslâm’a yönelir1. Şah Tahmasb’ın bu anlamda en ilgi çekici girişimlerinden biri, 14. yüzyıl ortalarında yazılan Safevî şeyhi Sefîyu’d-dîn İshâk Erdebîlî’nin hayatı hakkındaki başlıca biografik eser olan İbn Bezzâz’ın (öl. 759/1359’dan sonra) Safvetu’s-safâ adlı eserinin 940/1533’de yeniden yazılarak Şeyh Sefîyu’d-dîn’in soyunun Şî‘î imâmlardan yedincisi İmam Mûsâ el-Kâzım vasıtasıyla Hz. Muhammed’e bağlanacak şekilde değiştirilmesidir . 1570’li yıllarda Şah Tahmasb’ın sarayına elçi olarak gönderilen Venedikli D’Alessandri’nin de doğruladığı gibi, Şah İsmail ve halefi Şah Tahmasb devrinde, Ercüment’in Hz. Muhammed salla'llâhü aleyhi ve sellem’in ailesine duyulan sadakâtin yoğun olduğu “dinî[bir]eklektisizm” olarak adlandırdığı belirgin bir Şî‘îzim- Sûfîzm simbiyozu öne çıkar. Belli ki Safevî Şî‘îliğindeki gulât unsurlar, Şah İsmail devrinde başlayan tasfiye girişimlerine rağmen henüz tam anlamıyla etkisini yitirmemiştir, zira müellifin kaydına göre Hz. Alî’nin soyundan geldiği düşünülen Şah Tahmasb’a hâlâ tanrı gözüyle bakılmakta ve yeniden diriltme gücü olduğuna inanılmaktadır. Şah Abbas’ın daha çocukluktan itibaren görüldüğü rivayet edilen sakat çocukları dokunarak iyileştirme, yine dokunarak kilitli kapıları açması gibi kerametleri ise, Şî‘îzim-Sûfîzm simbiyozunun 17. yüzyılın ilk çeyreğindeki durumu göstermesi bakımından aynı şekilde ilgi çekicidir. Bu arada Şî‘îliğin tam anlamıyla tesis edilebilmesini sağlamak üzere 16. ve 17. yüzyıllar boyunca özellikle Cebel ‘Âmil’den Şî‘î din âlimleri Safevî ülkesine getirilmeye devam edecektir1.
Safevî (Kızılbâş) hareketinin ortaya çıkışı ve doğası hakkındaki tüm bu meselelerin yanında Safevîlerin soyları itibariyle halefi oldukları Akkoyunlu hanedanı ile akrabalıklarını unutmamak gerekir. Şah İsmail’in dedesi Şeyh Cüneyd’in, Karakoyunlulara karşı ittifak arayışındaki Akkoyunlu Uzun Hasan tarafından kız kardeşi Hatice Begüm ile evlendirilmesinden Şah İsmail’in babası Şeyh Haydar dünyaya gelmiş [36], o ise, Uzun Hasan’ın Despina Hâtûn’dan olan kızı ‘Alemşâh Begüm (Halîme Begüm Ağa ya da Marta) evlendirilmiştir [36]. Şeyh Haydar ve ‘Alemşâh Begüm’ün oğulları olan Şah İsmail, anne tarafından Akkoyunlu Uzun Hasan’ın torunudur. Modern araştırmalarda, Şah İsmail’in, kendisini Akkoyunlu tahtının varisi olarak gördüğüne dair tarihi kayıtlara dayanan görüşler bulunsa da, Safevîlerin bu bağı meşruiyetleri noktasında sıkı sıkıya bağlanabilecekleri bir araç olarak görmedikleri açıktır. Akkoyunlulara karşı beslenen ve özellikle erken devirlerde daima ön planda kalan düşmanlık1 bunun bir delili olarak görülebilir. Belki de Akkoyunlu-Safevî ve hatta Şî‘î eğilimi çokça vurgulanan Karakoyunlulara karşı güdülen düşmanlığı, ileri de görüleceği gibi, Sünnî-Şî‘î ihtilafından ziyade siyasî bir çıkar çatışması olarak düşünmek daha doğru olacaktır.
Safeviyye’den İmâmiyye Şî‘îliği’ne Üç SafevîKültü
Neden Tebrîz’de —diğer Safevî payitahtları Kazvîn ve İsfahân’da olduğu gibi— Safevî devri boyunca inşa edilmiş hanedana ait bir tane dahi türbe yapısı yoktur? Burada, Safevî devri için anahtar sözcük bir kez daha “din”dir [56] ve şüphesiz Safevîlerde olağanüstü bir yere sahip olan meşruiyet meselesi ve korunmasında sıkı sıkıya sahip çıkılan ritüeller ile yakından ilişkilidir. Safevî şahlarının Safeviyye tarikatının pîri, yani “BüyükSûfî (Sûfî- yi A‘zam)” ya da “Mürşid-i Kâmil” oluşları ve “Sâhibu’z-zemân” İmâm Mehdi’nin vekili (naib) olduklarına ilişkin iddiaları, daha önce de bahsedildiği gibi, Safevîlerin meşruiyet ideolojilerinin iki temel taşını oluşturur. Safevîler, soyları itibariyle Safevî tarikatının postuna zaten sahiptirler; fakat onlar, aynı zamanda soylarını Şî‘î imâmlara bağlayarak ehl-i beyt’e duyulan saygıdan faydalanmış ve halk karakterlerini Hz. Muhammed, Hz. ‘Ali ve Fâtımati’z-Zehrâ’ya göre biçimlendirerek meşruiyet ideolojilerini güçlendirme yoluna gitmişlerdir. Bu sonuncu için seçilen mekânlar doğal olarak doğrudan Şî‘î imâmlarla bağlantılıdır1. Sünnîliğin yerini tam olarak almamış olmakla beraber, Şî‘îliğin İran’da en yaygın mezhep haline gelmesiyle birlikte, Safevî şahları, özellikle Muharrem ayında düzenlenen Kerbela trajedisinin (ravza-hânî) sahnelenmesi, ta‘ziye , dinî ziyafetler (sofra), kutsal şahıs, seyyid ve imâmzâdelerin türbelerinin ziyareti, oruç ve hac gibi tipik Şî‘î seremonilerinin halk arasında yerleşmesine ihtiyaç duymuşlardır [56].
Safevîlerin meşruiyet ideolojilerinin güçlendirilmesine yönelik ritüellerin odaklandığı başlıca mekânlara gelince, bunlar Erdebîl de Safevî Dergâhı (Âsitâne-yi Safevî ya da Âsitâne-yi Mukaddes-i Sultânu’l-Evliyâ') ve Meşhed de İmâm Rızâ (Alî er-Rızâ b. Mûsâ el-Kâzım, öl. 203/819) ve Kumda yedinci İmâm Mûsâ el-Kâzım’ın kızı ve sekizinci İmâm Rızâ’nın kız kardeşi Fâtıma el-Ma‘sûme türbeleridir. Safevîler için, Şî‘îliğin güçlü olduğu şehirlerdeki kutsal mekânlar, siyasî faaliyetleri ve dinî söylemlerinin resmileştirilmesi için uygun mekânlardır ve Safevî hanedanı söylemlerini bu üç mekâna gerçekleştirdikleri hac ziyaretleri ve buralarda yapılan kutlamalar, imâr faaliyetleri, tesis edilen vakıflar ve özellikle hanedanın defin gelenekleri vasıtasıyla sürekli vurgulamışlardır. Şah Tahmasb’ın yarım asırdan fazla süren saltanatı zamanında Meşhed, Kum ve Erdebil gibi şehirlerde sadakalar dağıtılması ve Hz. Muhammed ve kızı Fâtımati’z-Zehrâ’nın doğum günleri başta olmak üzere bayram günlerinin düzenli olarak kutlanması bunun en temel örneklerinden biri olsa gerektir. Safevî Devleti’nde, söz konusu kültler vasıtasıyla da izlenebilen neredeyse iki buçuk asırlık dönüşüm sürecini, Rizvi’nin de ifade ettiği gibi, sırasıyla üç hadise özetler: Safevi sûfîzminin yerini dinî alanda İmâmizme bırakması, Kızılbaş otoritesinin yerini Safevî devletinin yeni gücü gulâmların alması ve haremde şah annelerinin etkisinin Kızılbaş lalaların önüne geçmesi1.
Erdebil: Âsitâne-yi Safevî
Safevî şahlarının Safeviyye tarikatının pîri olmalarından dolayı Erdebil ile bağları son derece güçlüdür. Şeyh Sefiyu’d-dîn (ya da Şeyh Safî)’nin tekkesine duyulan bağlılığı her halde en iyi şekilde, Hvândemîr’in Habîbu’s-siyefde bildirdiği Şah İsmail’in cülûsu ve Hasan-ı Rûmlû’nun ise Ahsenü't Tevârîh'te bahsettiği Şah II. İsmail’in cülûsunda olduğu gibi, özellikle her genç Safevî şahının cülûsu sırasında Erdebil’in yüce şeyhlerinden hayır duası almak üzere dergâha yaptıkları merasim ziyaretinde görmek mümkündür. Safevîlerin, kaynaklarda nadiren bahsedilen bu geleneği, Selçuklu sultânlarının cülûslarını takiben atalarının türbelerini ziyaretleri ve Osmanlı şehzadelerinin cülûsları sırasında Eyüp Sultan’da yapılan kılıç kuşanma merasimi ardından yine padişah türbelerinin ziyaret edilmesi geleneği ile kıyaslanabilir. Osmanlı padişahlarının ve onlar sefer çıkmadıklarında ordu başındaki serdarların sefere çıkmadan önce Eyüp Sultan ve atalarının türbelerinde dua etmesi aynı şekilde eski bir gelenektir. Yavuz Sultan Selim, Şah İsmail üzerine çıktığı Acem Seferi sırasında Edirne’de alınan savaş kararı ile 29 Mart 1514’de geldiği İstanbul’da bu eski geleneğe uyarak otağını Eyüp’te Fil (Kıl) Çayırı’nda kurdurmuş1 [48], [49], önce Eyüp Sultan’ın, sonra Fatih Sultan Mehmed ve babası II. Bayezid’in türbelerinin ziyaret edip, kurbanlar kesmiş, fakirlere sadakalar dağıtmıştır [48], [49]. Kânûnî Sultan Süleyman, 5 Nisan 1566’da ölümünden hemen önce çıktığı Macaristan Seferi’nden önce Eyüp Sultan ve atalarının kabirlerini ziyaret etmiş ve sadakalar dağıtmıştı. Bu geleneklerin Safevîler tarafından da benimsenmiş olduğu açıktır, ancak çok önemli bir farkla, onların ziyaretleri yalnızca atalarının türbelerine değil, ileri de görüleceği gibi, aynı zamanda Şî‘îliğin başlıca kutsal mekânlarına odaklanır.
Safevîler tarafından devleti ayakta tutmak üzere tarikatın müridlerine yönelik uygulanan köklü reform hareketleri sırasında dahi sahip çıkılan ve ideolojik simgelerinden belki de ilki ve en eskisi olarak, 16. yüzyılda Safevî öncesi İran’ının Şî‘î hac mekânlarından Meşhed ve Kum ile eşdeğer öneme sahip kutsal bir Şî‘î merkeze dönüştürülen dergâh, erken devirlerden itibaren hanedan üyeleri için başlıca hac merkezlerinden biridir. Hasan-ı Rûmlû’nun bir kaydına göre, Şah İsmail 930-1524’de ölmeden hemen önce Safevî Dergâhı’nı ziyaret eder. Şah Tahmasb, Tezkire" sinde Meşhed’de gördüğü bir rüyada Hz. ‘Alî’nin kendisine “Ey oğul, âsitâneyi tavafa gel, meşâyihi tavaf et, on iki nezir mum getir ve ondan sonra istediğin yere git"" şeklinde buyurduğunu aktarır. Tahmasb’ın Osmanlı ordusu 1534’de Tebrîz’e girdikten sonra gerçekleştirdiği Erdebil’deki hac ziyareti bu rüyası üzerinedir ve Şah Tahmasb Osmanlılar Tebrîz’den çıkarıldıktan sonra bir kez daha bu defa teşekkür için atalarının türbelerini ziyaret eder.
Şah’ın ölümünden sonra da Âsitâne-yi Safevînin ziyaretçileri arasında, onun attan inerek çıplak ayak ile Şeyh Sefiyu’d-dîn’in dergâhına yürüdüğü hac ziyaretlerinden bahsedilir1. Kâdî Ahmed Kummî Şah Tahmasb’ın bu ibadetini Şah’ın “Erdebil’in kutsal topraklarının tozunda günahlarından arınmasının'” yolu olarak tarif eder . Sonraları Safevî şehzadesi Hamza Mîrzâ, 992/1584’de Osmanlılar Erîvân’ı ele geçirdikleri sırada Erdebil’de Şeyh Sâfî ve diğer Safevî şeyhlerinin türbelerini hacca gider; 994/1586 yılının gelişini yine atalarının türbelerini ziyaret ettiği Erdebil’deki bir haftalık konaklaması sırasında kutlar.
Safevî Dergâhı, Safevî devri boyunca hanedanın hayır işlerinin odağında yer almakla kalmayıp, özellikle erken devirlerde çok sayıda hanedan üyesi ve üst düzey devlet yöneticisinin ebedi istirâhatgâhı olarak da hizmet eder. Şah İsmail’in, Şeyh Sefîyu’d- dîn”in tekkesinde Şî‘î teolojinin öğretilmesi için inşa ettirdiği Dâru’l-Hadîs (Hadîs Odası) Safevîlerin Âsitâne-yi Safevîye yönelik erken tarihli vakıflarındandır. Şeyh Sefîyu ’d- dîn”in tekkesi, aynı zamanda, ilk Safevî Şahı İsmail’in, Şirvân’a düzenlediği ikinci seferi sırasında, ölümünden yirmi iki yıl sonra Teberserân’dan Erdebil’e naklederek atalarının türbeleri yanında defnettiği babası Haydar’ın (öl. 893/1488) mezarına ev sahipliği yapar. 19 Recep 930/23 Mayıs 1524’de Tebrîz’de vefat eden Şah, kendisi de Erdebil’de atalarının “mukaddes” kabristanında medfûndur1. ÂsitânCdeki Cennetserâ olarak bilinen kubbeli türbesi ise, eşi Taclu Begüm, “Şâh Begi Begüm”, tarafından onun ölümünden sonra inşa ettirilmiştir . 1570 tarihli Sarîhu’l-Milk’teki kayda göre, Şah İsmail’in annesi ve karısı —söz konusu eş Taclu Begüm değildir— ile oğlu Rüstem Mîrzâ’nın mezarları da Şeyh Sefiyu’d-dîn’in dergâhında, esas külliyededir.
Belki de Şah İsmail’den daha fazla halefi Şah Tahmasb’ın imâr faaliyetlerinin odağında yer alan külliye, Şah Tahmasb devrinde İsfahan, Meşhed ve Kum’daki geniş çaplı câmi ve türbe onarım projesinin bir parçası olur. Cennetserâ olarak adlandırılan yapı başta olmak üzere külliyedeki önemli değişiklikler Tahmasb devrinin ürünleridir. Şah Tahmasb, ayrıca Meşhed ve Kum’daki türbeler ve Rey’de Hezarât-i ‘Abdu’lazim (Âsitâne-yi Rey) gibi Şî‘îliğin kutsal mekânlarının yanında Âsitâne-yi Safevî’de de yiyecek ve giyecek yardımları yapar, külliyeye perdeler, iyi dokunmuş ipek ve yün halılar ve altın şamdanlar hediye eder. Şah Tahmasb’ın sarayına elçi olarak gönderilen Membre’nin kaydı, Âsitâne-yi Safevî’ nin bir defin yeri olarak Safevîler nazarındaki yerini doğrular niteliktedir. Membre, eğer bir kimse Şah Tahmasb’ın iltifatını kazanırsa, Şah’ın emriyle Erdebil’de defnedildiğinden bahseder. Tahmasb’ın Tebrîz Beylerbeyi Emir Hân ile evlendirilen kızı Fâtıma Sultan Begüm ve 22 Zi’l-hicce 994/4 Aralık 1586’da öldürülen Safevî şehzadesi Hamza Mirzâ, 1004/1595-96’da dizanteriden ölmesi ardından defnedildiği Kazvin’deki İmâmzâde-yi Hüseyin’den Erdebil’e nakledilen Sultân Muhammed Hüdâbende1 ve hatta 1024/1614’de öldürülen Şah Abbas’ın oğlu Muhammed Bâkir Mîrzâ Erdebil’de Safevî dergâhında defnedilen diğer hanedan üyeleridir.
Âsitâne-yi Safevî, Safevî tarikatının fanatik sûfîleri ve aynı zamanda erken Safevî devrinin siyasî ve sosyal elitleri olan Kızılbaşların tasfiyesine yönelik reformlarına rağmen, Şah Abbas devrinde her zamankinden daha popüler bir hac mekânı ve Şah’ın en önemli propaganda araçlarından biridir. Şah Abbas için, ataları gibi, bir sefere çıkmadan ya da nihai bir karar almadan önce Safevî tarikatının kutsal şeyhlerinin yardımlarını almak gayesiyle Erdebil’deki atalarının türbelerinin (Âsitâne-yi Safevî) ziyareti bir zorunluluk ya da aslında daha doğru bir ifade ile bir “rztüe/”dir. Âsitâne'nin bölümlerinden Çînîhâne1, annesi Mehdi Ulyâ adına vakfettiği Şerbethâne1 ve saltanatının sonlarına doğru inşa ettirdiği Dergâh-ı Mu‘ellâ, ya da Yüce Kapı’nın (inşa tarihi 1036/1626) bânîsi olan Şah Abbas, külliyedeki mutfak, medrese ve avlunun onarımı ile Şah’ın hediye ettiği kitap ve çînîlerin de tutulduğu Çînîhâne ve Dâru’l-huffâz’ın iç mekânlarının yenilenmesi işlerini üstlenir . Dâru’l-merz (Hastane) için bir miktara para da bağışlayan Şah Abbas, aynı zamanda saraya ait çok sayıda Farsça kitabın yanı sıra büyük bölümü çini porselenlerden oluşan, aralarında mücevherlerin de bulunduğu pek çok değerli eşyasını Şeyh Sefiyu’d-dîn’in Erdebîl’deki tekkesine vakfeder.
Gündüz’ün tabiriyle “Kızılbaşların fikrî hayatını besleyen tek merkez Erdebil tekkesidir", dolayısıyla Âsitâne’nin Rûmlûlar ile Ustâclû arasındaki mücadelede galip gelerek 933/1526-27’de Erdebil’e giren Ustâclûların Şeyh Sefiyu’d-dîn ve Safevî şeyhlerinin türbelerini ziyaret etmelerinde olduğu gibi Kızılbaş oymaklar için de bir hac merkezi ve hatta defin yeri olarak hizmet etmesi ve külliye hayrına onlar tarafından da vakıflar tesis edilmiş olması şaşırtıcı değildir. Âsitâne’ye yönelik bu tarz vakıfların en erken örneklerinden biri, 920/1514’de Çaldıran savaşında öldürülen “Lala Beg” olarak da bilinen Şah İsmail’in lalası Hüseyin Beg Şamlu ve Şah Tahmasb’ın oğlu Haydar Mîrzâ’nın lalası Ma‘sum Beg Safevî’nin Âsitâne’ye yönelik vakıflarıdır. Şah Abbas devrinin ileri gelen emirlerinden Azerbaycan ve Erdebil valisi Zülfikar Han Karamanlu, 1602 yılında Dâru’l-huffâz (Hâfızlar Odasıfın girişine bir çift gümüş kapı hediye eder. Şeyh Sefiyu’d-dîn’in dergâhının, 1016/1607’de Erdebil’de üç gün kalarak Safevî atalarını ziyaret eden Şah Abbas devrinin ünlü veziri Hâtem Beg Ordûbâdî1 gibi üst düzey Safevî idarecilerinin nazarında önemli bir yere sahip olması ve yerel idarecilerin Âsitâne’ye yönelik vakıfları aynı şekilde makuldür, ancak Tâleş bölgesi emirlerinden Bâyendur Hân Tâleş’in 1000/1591-92’de Şah Abbas tarafından itaat altına alınan oğlu Emir Hamza Hân’ın, 1012-13/1603-05 yıllarında Gürcistan’da hüküm süren Kakheti hâkimlerinden Safevî dergâhını ziyareti ve dua ederek Safevî atalarından yardım istemeleri her ne kadar Safevî hanedanını destekliyorlarsa da, gerçekten ilgi çekicidir. Bu arada Şeyh Sefiyu’d- dîn’in dergâhı, daha önce de, Şah Tahmasb devrinde başkent Tebrîz’e de uğrayan Sünnî liderlerden Bâbürlü hükümdarı Hümâyundun (öl. 963/1556) seyahat güzergâhı üzerindedir. 951/1544’de sürgün edilerek Safevî sarayına gelen Hûmâyun, ilk olarak Meşhed’de İmâm Rıza’nın türbesini ziyaret eder, ardından Tebrîz’den sonraki durağı Erdebil’de Şeyh Sefiyu’d-dîn’in yüce mezarı önünde yeri öprek dua eder ve ondan yardım diler, sonrasında ise buradaki hac vazifesini yerine getirir. Savory, Hümâyundun ziyaretini Tahmâsb’ın dinî fanatizmine bağlar. Tahmâsb, Bâbürlü hükümdarına Şî‘î mezhebi benimsemediği taktirde kendisine siyasî destek vermeyeceğini, Şî‘îliği kabul etmeksizin kendisi ve 700 kişilik maiyetinin hayatlarının tehlikede olduğunu bildirmiştir. Hümâyun, Savory’nin tabiriyle gönülsüzce Şî‘îliği kabul etmekle beraber, Hindistan’a dönüşü ardından yeniden Sünnî mezhebe geçmiştir.
Rizvi’ye göre, Şeyh Sefiyu’d-dîn’in dergâhı İran’ın 17. yüzyılın sosyal ortamında hala dikkate değerdir, fakat ayrıcalıklı değildir. Yine de alışılagelmiş hac ziyaretleri ve Erdebil’deki ikametlere ev sahipliği yapan dergâh Safevî devri boyunca cazibesini korur. Şâh Sefî’nin, 1043/1633 yılının eylül ayında Âsitâne-yi Safevîye iki fersah mesafede atından inip Şeyh Sefiyu’d-dîn’in türbesine yürüdüğü1 ve 1045/1636’da aynı zamanda sadakalar dağıttığı hac ziyaretleri bunun bir göstergesi olsa gerektir. Safevîlerin dinî otoriteleri, 17. yüzyılda Erdebil’den Kum ve Meşhed” deki Şî‘î merkezlere doğru kayar. Artık Kızılbaş ileri gelenlerin siyasi alandaki etkileri iyice azalmış, Şî‘î din alimleri ve kent soylularının güçlenmesiyle yeni bir sosyal üst tabaka oluşmuştur ki, Şeyh Sefiyu’d- dîn’in dergâhı söz konusu topluluk için yalnızca Safevî geçmişinden bir semboldür. Aslında değişim Şah Tahmasb devrinde başlamıştır ve ileri de görüleceği üzere, Şah Abbas’ın ilgisinin büyük ölçüde Meşhed”de İmâm Rızâ’nın türbesine kayması ile süreç tamamlanır. Şah Tahmasb devrinde Erdebil’in şahın en sadık takipçilerinin gözde defin yeri olması gibi, Meşhed de Şah Abbas’ın gözde mekânıdır ve Allâhverdî Hân ve Hâtim Beg Ordûbâdî gibi önde gelen devlet adamı ve emirler İmâm Rızâ’da inşa ettirdikleri görkemli bölümlerde medfûndurlar. Şah Abbas’ın ölümünden sonra, Şah Sefî’de dahil olmak üzere dört Safevî şahının türbelerine ev sahipliği yapan Kum artık hanedanın gözde defin yeridir. Kabaca bir asırlık bir zaman dilimini kapsayan bu devirde Âsitâne-yi Safevîde gerçekleştirilen başlıca imâr faaliyetleri ise; Şâh I. Safî’nin Şeyh Sefiyu’d- dîn’in türbesinin pencere kepenklerini gümüş plakalarla kaplatması ve Şah II. Abbas’ın ise Şah İsmail’in türbesinin onartarak girişindeki kapıları yine gümüşle kaplatması, yanındaki pencere kepenklerini yaptırması ve 1642’de külliyenin ‘Ali Kapu olarak adlandırılan taç kapısını inşasından oluşmaktadır.
Meşhed: Âstân-i Kuds-i Rizavî
Safevîler tarafından “Belde-i Tayyibe”, “Meşhed-i Mukaddes'”, “Meşhed-i Mukaddes-i Mualla”” isimleri ile anılan Safevî kültlerinden ikincisi, Meşhed şehrindeki sekizinci İmâm Rızâ’nın türbesi (Makam-ı âlî ve Kâbe-i sanî1 ya da Âstân-i Kuds-i Rizavî ) dir. Safevî devri öncesinde de Sünnî halk tarafından saygı duyulan ve ziyaret edilen türbelerden olan İmâm Rızâ’nın türbesi Safevîler devrinde Şî‘îler tarafından kutsal kabul edilerek Kâ’be ile özdeşleştirilmiştir. Şah İsmail’in, 915/1509’da Özbek Şeybek Han üzerine yürümeden, oğlu Tahmasb’ın, 935/1528’de Câm’da Özbeklere karşı giriştiği mücadeleden önce zafer için, 939/1532-33’de Belh’e saldırmayı planladığı sırada ve onun oğlu Sultân Muhammed Hüdâbende’nin 989/1581-82’deki ziyareti esnasında dua ettikleri kutsal mekân yine Meşhed’de İmâm Rızâ’nın türbesidir. Şah İsmail’in kızı Mehin Banu, ya da “Şehzâde Sultânum”un (öl. 1561-62) Tebrîz’in de aralarında bulunduğu Şirvan, Kazvin, Rey ve İsfahân gibi şehirlerdeki mülklerin gelirleri ile kurduğu vakıflar arasında Meşhed’de İmâm Rızâ Türbesi öne çıktığı görülmektedir. Şah Tahmasb, 1526’da İmâm Rızâ’nın kuzey girişinde bir minare inşa ettirerek kubbesindeki çinileri som altınla değiştirmekle kalmayıp, 935/1528’de Câm’daki Özbeklere karşı alınan zafer sonrasında, İmâm Rızâ’nın kubbesinin yenilenmesi ve bezenmesi için emri verir, hatta türbenin bakım ve temizliği için bir miktar para tahsis eder. Tahmasb’ın İmâm Rızâ’nın türbesi ile bağlantılı meşruiyet ideolojisine yönelik tavrını en açık biçimde Tezkire’sindeki ifadelerinde okumak mümkündür. Şah Tahmâsb, Tezkire’sindeki bir ifadesine göre, 1530’lu yıllarda Herat’ta iken gördüğü bir rüyada Hz. Ali’den, Semerkand’ın fethi sonrasında kendi (Hz. Ali) kümbetinin, kendisi (Şah Tahmasb) ya da oğulları tarafından sekizinci İmâm Rızâ’nın kümbeti gibi yapılması emri almıştır1; sonrasında Herat’tan ayrılarak Meşhed’e İmâm Rızâ’nın türbesini ziyarete giden Tahmasb’ın burada iken rüyasında gördüğü kişiler ise, Medîne İmâmı Mîr Seyyid Muhammed ile Hz. Muhammed’dir . “Nevvab-ı Kâmyab (“ Sâhibu’z-zemân [Mehdi]”nin vekili)” unvânını kullanan Şah Tahmasb, Sâhibu’z-zemân Mehdi ile rüya vasıtasıyla irtibata geçtiğine ve bu şekilde kendisine yol gösterildiğine inanmaktadır.
15 Safer 984/14 Mayıs 1576’da vefat eden Şah Tahmasb’ın —ki vefatı ardından ilk olarak Kazvin’de Harem bahçesi ile saray arasında Yort Şîrvânî’de defnedilmiştir— kabri Meşhed’de İmâm Rızâ’dadır. Öte yandan İskender Beg Münşî’ye göre, Şah Tahmâsb’ın cenazesi Meşhed’in 998/1589-90’da Şeybânîlerden ‘Abdu’l-Mu’min Han tarafından ele geçirilmesinden önce, zarar görmemesi için önce bir ihtimal İsfahân’da İmâm ‘Alî Zeynu’l- ‘Âbidîn’in türbesine, oradan Erdebil’de Şeyh Sefiyu’d-dîn’in dergâhına nakledilmiştir. Şah Tahmasb’ın Gîlân Hâkimi Han Ahmed ile evlendirilen kızı Meryem Sultân Begüm, Kazvîn’de İmâmzâde-yi Hüseyin’de defnedilen Şah II. İsmail’in naaşı ile ‘Âliye Begüm ve Şah Muhammed Hüdâbende’nin annesi ya da üvey kardeşi Şâhzâde Begüm’ün naaşları ve Tahran’da defnedilen Şehzâde Sultân Hasan Mîrzâ’nın naaşı, Şah Abbas’ın emriyle 996-97/1588-89’da nakledilerek Meşhed’de defnedilen diğer hanedan üyelerindendir.
Meşhed’de İmâm Rızâ’nın türbesini başlıca Şî‘î hac merkezi haline getiren Şah Abbas için1, bir sefere çıkmadan ya da nihai bir karar almadan önce Meşhed’de İmâm Rızâ’nın —ki Savory’e göre, Şah Abbas’ın Meşhed’deki hamiliği cömertliğin ötesinde müsriflik ölçüsündedir— ziyareti Erdebil’deÂsitâne-yi Safevînin ziyareti gibi bir “rztüe/”dir . Şah Abbas, 1007/1598’de Horasan’ın Özbeklerden geri alınmasından sonra İmâm Rızâ’nın türbesinde kutsal toprağı öpüp ağlar, dualarına cevap verdiği için minnettarlığını göstermek üzere türbeye, altın ve gümüş şamdan ve kandiller ile pahalı halılar vakfeder. İmâm Rızâ’nın türbesinde mumların yakılmasından gece nöbet tutmaya, kutsal harimin süpürülmesinden gelip gidene hizmet etmeye kadar her türlü işi yaparak teslimiyetini göstermeye çalışan Şah Abbas’ın, İmâm Rızâ’ya yönelik meşruiyet ideolojisinin belki de en güzel örneği, 1010/1601 yılında İsfahan’dan Meşhed’e —yak. 800 mil (=1280 km) mesafeyi— 28 gün gibi kısa bir sürede yürüyerek gerçekleştirdiği hac ziyaretidir. İskender Beg Münşî, şahın yürüyüşünü İslâm’ın gelişinden beri hiçbir prensin göstermediği bir yiğitlik olarak tarif eder. İskender Beg’e göre, Şah Abbas’ın hac ziyareti ile kıyaslanabilecek benzer bir yürüyüş Bizans İmparatoru Heraklius tarafından Constantinapolis’ten Kudüs’e gerçekleştirilmiştir, ancak Heraklius bu sırada normal şartlarda 20 günde gidilebilecek bir mesafeyi iki ayda almış ve üstelik güzergâha hizmetçileri tarafından halılar yayılmıştır.
Şah Abbas’ın İmâm Rızâ’ya ve aslında genel olarak Şî‘î ideolojinin korunmasına yönelik bundan sonraki himaye tarzı, hac ziyaretleri ve yapıların onarım ve bakımının ötesine geçerek farklı bir boyut kazanır. Zira, Şah Abbas 1011/1602-03’de İmâm Rızâ’nın türbesi ve kutsal avlu çevresindeki ıslah edilmiş arazi ve mübarek adım ve çevresindeki kutsal avlu etrafındaki arazilerin tamamını vakıf olarak türbeye bağışlar, buradaki gaye, İmâm Rızâ çevresinde defnedilmek isteyenlere daha fazla mezarlık alanı sağlamaktır. Şah Abbas’ın soyundan gelenler ise, ücretsiz olarak burada defnedilebileceklerdir —ve hatta defnedilmişlerdir—1. Şah Abbas, bundan sonra 1016/1607-08’de yıllar boyu edindiği kişisel mülklerinin (milk) tamamını 14 Masum (12 İmâm, Hz. Muhammed ve kızı Fâtıma) hayrına vakfa dönüştürür2. İsfahân’da Meydân-ı Nakş-ı Cehân’da (ya da Meydân-ı Şâh) Şah Abbas’ın bânîsi olduğu dükkânlar, Kayserîyye ve kervansaray, meydân çevresindeki bâzârın tamamı, aynı civarda Hammâm-i Şâhî3 ve hatta Şah Abbas’ın sarayı4, vakfın Mekke, Medine ve Necefteki kutsal Şî‘î merkezler ve Hüseynî seyyid ve seyyidelerine giden gelirlerini sağlayan yapılardır5. Arapça Kuran ve bilimsel
kitapların nüshalarından oluşan kütüphanesini doğrudan İmâm Rızâ’ya vakfeden Şah Abbas’ın1 1013/1604-05 tarihli, ‘akârları İsfahân ve başka yerlerdeki hânlar, demirbaş
ve mobilyaları, araziler, bahçeler, değişmen ve çeşitli türde sulama kanallarından (cedâvil, enhâr, kanât) oluşan diğer bir vakfının geliri ise, Şî‘îlik koşulu geçerli olmak üzere bu defa Fâtimî seyyid ve seyyidelerine tahsis edilir. 1015-17/ 1606-08 tarihli, önceki ikisinden farklı bir karaktere sahip, mevkûfâtı çiftlik hayvanları ve Şah Abbas’ın mücevher, gümüş ve kakmalı kap kaçaklarının tamamını kapsayan üçüncü bir vakıf, özellikle mücevherleri Necef’te İlk İmâm (Hz. ‘Alî b. Ebî Tâlib)’ın türbesinin güzelleştirilmesi ve yenilenmesi içindir .
Şâh Abbas kadar radikal olmasa da aslında ondan önce de Şah İsmail, dedesi Şah Tahmasb, babası Sultân Muhammed Hudâbende, annesi Mehdi Ulyâ, kardeşleri Sultân Hasan ve Hamza Mirzâ ile Safevî tarikatının Şeyhi Sefiyu’d-dîn soyundan gelen bazı kimselerin, başta İsfahân olmak üzere İran’ın değişik şehirlerinde 14 Masum (Çehârdeh Ma‘sûm) hayrına vakıfları bulunduğunu ayrıca belirtmek gerekir. Şah Abbas’ın bir sonraki vakfı 1011/1602-03’deki gibi Meşhed’de İmâm Rızâ Türbesi’ne yöneliktir ve Erdebil’de Safevî tekkesinde gerçekleştirdiği hac ziyareti sonrasında 1021/1612’de geldiği Meşhed’de, İmâm Rızâ’nın türbesini de ziyaret eden Şah I. Abbas, bu sırada türbenin esaslı onarımı işinin yanı sıra bir de 1023/1614 tarihinde türbe hayrına vakfa dönüştürülecek olan bir sulama kanalı inşa ettirir.
Şah Abbas’ın izlediği dinî siyaset dikkate alındığında, Şâh Tahmasb gibi, onun kabrinin İmâm Rızâ’da olması beklenebilir. Ancak Naîmâ Mustafa Efendi, 24 Cumâdâ I 1038/19 Ocak 1629’da ölen Şah Abbas’ın, Erdebil’de Şeyh Sefiyüddin’in türbesinde defnedildiğini rivayet ederse de1 [32], İskender Beg Münşî’nin kaydına göre, Mâzenderan’daki vefatı ardından getirildiği Kâşan’daki geçici istirâhatgâhı, İmâmzâde Habîb b. Mûsa’dadır . İskender Beg’in Kâşan’ın geçici defin yeri olduğuna ilişkin ifadesi, ilave herhangi bir bilgi vermemiş olmasına karşın, belki de Şâh Tahmâsb gibi bir süre uygun bir yerde bekletildikten sonra Meşhed’e taşınmasının planlandığı halde, Şah’ın ölümü ardından sarayda vuku bulan siyasî gelişmelerden dolayı asla gerçekleştirilemediği şeklinde yorumlanabilir. Şah Abbas’ın 29 Cumâdâ II 1022/16 ağustos 1613’de hastalanarak ölen oğlu İsma‘il Mîrzâ yine İsfahân’ın Gulbâr bölgesinde bulunan İmâmzâde İsmail’deki geçici istirâhatgâhından taşındığı Meşhed’deki, İmâm Rızâ’dadır.
İmâm Rızâ’nın türbesi, Erdebil’de Âsitâne-yi Safevîye gibi, özellikle Şah Tahmasb devrinden itibaren Şî‘îleştirilme süreci devam eden Kızılbaşların da uğrak noktalarından biridir. İskender Beg Münşî, Mürşidgulî Han’ın Şah Abbas’ın tahta çıkışından hemen önce İmâm Rızâ’nın türbesini ziyaret ederek burada destek için dua ettiğini bildirir. Kızılbaş oymaklardan Ustacâlu vezir Mîrzâ Selman Hân (öl. 989/1581-82) ve hatta ilginç biçimde atalarının türbeleri Tebrîz’de bulunan Tebrîz ileri gelen ailelerinden Kucucîlere mensup Şah İsmail’in ünlü veziri Emîr Zekeriyya (öl. 918/1512), Safevî hanedanı dışında “kutsal Meşhed’de1 defnedilenler arasındadır. Emîr Zekeriyya’nın çağdaşı, Tebrîz’in Şeyhü’l-İslâm’ı SeyyidAbdu’l-vehhâb’ın Şî‘î temeyülüne dair kendi devri de dahil olmak üzere çeşitli görüşler bulunmakla beraber, Kucucîler için böyle bir durum söz konusu değildir. Onların Safevîlerle ilişkileri —aslında Abdu’l-vehhâb’da dahil olmak üzere Tebrîz’deki diğer köklü aileler gibi— daha ziyade siyasî niteliktedir. 1019/1610 yılında vefatı ardından önce Tebrîz’e götürülen Şah Abbas’ın ünlü vezirlerinden (i‘timâdu’d-devle) Hâtim Beg Ordûbâdî, sonradan nakledildiği İmâm Rızâ’nın türbesinin aşağısında restore ettirdiği bir kümbettedir1. Mürşidkulî Han’ın öldürülmesinden sonra kûrçîlerin veziri (mustevfî-yi kûrçî) olarak atanan ve 1020/1611’den sonra Tebrîz’den dönüş yolunda ölen Melik Beg ve Şah Abbas’ın yakın dostlarından olan ve defin işleri bizzat Şah tarafından üstlenilen Muhammed Beg Bigdîlû Şâmlû, 14 Rabî‘ II 1022/3 Haziran 1613’de vefat eden ve İmâm Rızâ’nın türbesi yanında yakın zamanda tamamlanan bir kümbette defnedilen Şah Abbas devrinin güçlü emîrlerinden Allâhverdî Hân, 1027/1617-18’deki ölen Şah Abbas’ın eski hizmetkârlarından Beylerbeyi Hüseyin Han Şâmlû, Şa‘bân 1027/Temmuz 1618’de vefat eden Mîrâhur Mehdîkulî Beg Çağatây ve 1028/1618-19’da ölümü ardından türbe yakınlarında defnedilen Osmanlı paşalarından eski Tebrîz Beylerbeyi ‘Alî Paşa Rûmî, 1030/1620-21’de ölen ve 1015/1606-07’den itibaren Safevî devletinin sadrlık makamını yürüten eski sadr Kâdî Han ve aynı yıl ölen Esterâbâd valisi Çerkes Ferîdûn Han, 12 Şevvâl 1030/30 Ağustos 1621’deki ölümü ardından önce İsfahân’da İmâm Zeynu’l- ‘Âbidîn’de defnedilen, sonra İmâm Rızâ’ya taşınan ünlü din alimi Şeyh Bahâ’ud-dîn Muhammed ‘Âmelî, Sârû Hâce olarak da bilinen Azerbaycan veziri Hâce Muhammed Rızâ Fedavî (öl. 1031/1621-22), 1032/1622-23’de vefat eden Merv-i Şâhîcân valisi Mihrâb Han Kâcâr1, Kandahar Beylerbeyi Genc ‘Alî Han (öl. 1034/1624-25)2 ve 1035/1625-26’da ölen Şah’ın yakın dostlarından (mukarreb) Tahmâskulî Han Tarkân Türkmân gibi üst düzey Safevî idarecileri yine Meşhed’de medfûndurlar.
Kum-i Mukaddese
İran’ın eski ve önemli şehirlerinden olan Şî‘î aleminde Kum-i Mukaddese olarak anılan Kum şehrinin algısının, özellikle Safevîlerin erken devirlerinde Erdebil’de Âsitâne-yi Safevî ve Meşhed’de imâm Rızâ'nın türbesinden oldukça farklı olduğu söylenebilir. Zira Kum, Tebrîz ve Sultâniyye gibi kuzeydeki şehirlere nazaran yumuşak bir iklime sahip olduğu için, Türkmenlerin yanı sıra ilk Safevî sultanları Şah İsmail ve Tahmasb’ın avlandıkları kışlakları olarak hizmet eder. Kum şehrini Şî‘îler için kutsal kılan ise, 201/816-817 yılında, yedinci İmâm Mûsâ el-Kâzım’ın kızı Fâtıma el-Ma‘sûme’nin ağabeyi sekizinci İmâm Rızâ’nın yanına giderken ölmesi ve burada toprağa verilmesidir. 9. ve 10. yüzyıllarda popüler bir hac merkezi olan ve Selçuklular devrinde ünü artan ve Timurlu ve Akkoyunlu devrinde önemi koruyan Fâtıma el-Ma‘sûme’nin türbesi, Osmanlıların Necef ve Kerbelâ’yı ele geçirmesinden sonra Şah Abbas’ın Şî‘î ziyaretlerini büyük ölçüde Kum ve Meşhed’e kaydırması ile gelişir.
Elbette bu erken Safevî devrinde bir Şî‘î hac ve defin yeri olarak ilgi görmediği, külliye hayrına vakıflar tesis edilmediği anlamına gelmemektedir. Safevîlerin 16. yüzyılın başlarından itibaren kült merkezleri arasında yer alan Fâtıma el-Ma‘sûme’nin türbesinin kubbesi, 1519’da Şah İsmail onuruna yeniden inşa edilerek avlunun tamamı süslenir, dört sene sonra büyük miktarda satılmaz mülkü türbeye vakfeden eşi Taclu Begüm1, Kâdî Ahmed Kummî’ye göre, türbedeki diğer bazı yapıların da bânîsidir . Fâtıma el- Ma‘sûme’yi sık sık ziyaret eden erken devir Safevî hanedan kadınlarının Fâtıma el- Ma‘sûme’ye yönelik hâmîlik eğilimi Taclu Begüm’ün aynı zamanda gelini olan yeğeni Sultanum Begüm ve kız kardeşi Bekşi Hanum tarafından sürdürülür. 1540’da oğlu Şah Tahmasp tarafından önemli miktarda mülküne el konularak Şiraz’a sürgün edilen Taclu Hanum, “Şah Begi Begüm1”, —muhtemelen sürgünde olmasının bir sonucu olarak— Kum yerine Şiraz’da Bîbî Dohtarân Türbesi’nde defnedilir, fakat kızı Mehin Banu (öl. 1562) —ki onun da mülkleri 14 Masum hayrına yaptığı vakıfları yöneten kardeşi Şah Tahmasb tarafından haczedilir — ve en azından bir kadın akrabası daha Fâtıma el-Ma‘sûme’de medfûndur. Kâdî Ahmed Kummî’nin kaydına göre, 949/1542 yılında birkaç ay Kum’da ikâmet ederek Fâtıma el-Ma‘sûme’nin Türbesi’nin yanı sıra şehrin de geliştirilmesi için çaba harcayan Şah Tahmasb, daha önce de 1526’da İmâm Rızâ’da gerçekleştirdiği onarım çalışması sırasında, Fâtıma el-Ma‘sûme’nin türbesine de güzel bir Kur’an hediye eder. Şah Abbas’ın tahta çıkarılmak üzere olduğu Şah Muhammed Hüdâbende’nin saltanatının son günlerinde Safevî emîrlerinden Ebû Tâlib Mîrzâ ve İsmâ‘îl-kulî Han, Fâtıma el-Ma‘sûme’nin türbesine hac ziyareti yapan Safevî emirlerindendir1. Naaşı İmâmzâde Kâsım’da tutulduğu halde 997-98/1589-90’da Kum’a nakledilen sadr Emîr Şemsu’d-dîn Muhammed , şehristân seyyidlerinin üst mevkideki seyyidlerinden, aynı zamanda Şah Abbas ile evlilik yolu ile akrabalıği bulunan İsfahânlı seyyid Mîrzâ Razî b. Mîrzâ Takî (öl. 1026/1617), aslen Tebrîzli olan eski Şirvân veziri Muhammed Sâlih Beg (öl. 1031/1621-22) Fâtıma el-Ma‘sûme’nin türbesi yakınlarında defnedilen Safevî ileri gelenlerindendir.
Fâtıma el-Ma‘sûme’nin tam manasıyla Erdebil ve Meşhed ile kıyaslanabilecek, gözde bir kutsal mekâna dönüşmesi, erken devirlerde gördüğü ilgiye rağmen, 17. yüzyılda Şah Abbas’ın saltanatından sonra gerçekleşir. Bunun temelinde çoğu modern araştırmacının vurguladığı gibi harem siyasetindeki değişim yatar. Şah Tahmasb, aslında Gürcü ve Çerkez kadınlarla evlenen ilk Safevî şahıdır. Böylece, büyük ölçüde eş seçimindeki değişikliğe bağlı olarak haremdeki güç dengeleri değişir ve 16. yüzyılda şahın kız kardeşleri ve kızları sarayda ayrıcalıklı konuma sahip iken, 17. yüzyılda eşler ve annelerin otoritesi artar. Ancak Tahmasb’ın tahta çıkan oğulları ve torunu Şah Abbas’da dahil olmak üzere Safevî hükümdarlarının tamamı Türkmen annelerden doğmuştur, dolayısıyla harem dengeleri Şah Abbas saltanatında değişmeye başladığı halde, etkileri ancak halefi Şah Sefi devrinde ortaya çıkar. Şah Abbas’ın kızlarının eşleri, erken Safevî devrinden farklı olarak, Kızılbaş emirlerden ziyade gözde bürokrat ve seyyidlerdir. Haremdeki genç Safevî şehzadelerinin rehberleri ise artık Kızılbaş lalalar değil, cariyelerdir ki bunun başlıca nedeni Şah Abbas’ın, şehzadeleri güçlü Kızılbaş emirlerin etkilerinden uzaklaştırıldıkları hareme kapatmış olmasıdır. Harem siyasetindeki söz konusu değişimin etkileri, Rizvi’ye göre, Safevî hanedanının Fâtıma el-Ma‘sûme’ye yönelik hâmiliğinde hemen göze çarpmayan bir kaymaya yol açmıştır1.
Böylece Şah Abbas’dan sonra 1629-1722 yılları arasında tahta çıkan dört Safevî şahı, Şah Sefi I , Şah II. Abbas, Şah Süleyman ve —önyargılı bir Şî‘î olarak nitelenen ve sûfîzmi lağv ettiğinden bahsedilen— Sultân Hüseyin Kum’da Fâtıma el-Ma‘sûme’nin anıt mezarındaki görkemli türbelerde defnedilirler ki bu geç Safevî devrinde hanedanın defin geleneklerinin Erdebil ve Meşhed’den Kum’a doğru kaymış olduğunun bir göstergesidir. Rizvi, bu durumun bir derece dinî siyasetin giderek Ortodoks Şî‘îliğe kaymasına bağlar, zira Şah Süleyman’ın saltanatında saraya, Graham’ın tabiriyle, yeni ve dayatmacı bir ses, Şî‘î teolog Mollâ Muhammed Bâkir Meclisî —ki kendisi geç en-envâr’in en güçlü ‘âlimidir ve babası Mollâ Muhammed Takî’nin sûfîzmini reddederek İsfahan’da Safevî devrinin en büyük hâkimlerinden olan Mollâ Sâdık-i Ardistânî’yi sürgüne zorlar [56]— girmiştir. Ancak bunun da ötesinde şah annelerinin sarayda yükselen siyasî prestijleri ve haremde yaşayan genç şehzâdeler üzerindeki hakimiyetleri değişimin temelinde yatıyor olmalıdır. Böylece Şah Sefî’nin halefi II. Abbas’ın 1052/1642’de tahta çıkışı ardından hac ziyaretine gittiği ve sadakalar dağıttığı İran coğrafyasındaki kutsal Şî‘î mekân Kum’da Fâtıma el-Ma‘sûme’nin türbesi olur. 1706’da Şâh Sultân Hüseyin’in İsfahân’dan neredeyse bir yıl ayrılarak harem, saray ve maiyetindeki 60.000 kişi ile Kum’da Fâtıma el-Ma‘sûme ve Meşhed’de ağabeyi İmâm Rızâ’nın türbelerine gerçekleştirdiği hac ziyareti, Safevîlerin başlıca kutsal Şî‘î merkezlerine hanedan tarafından düzenlenen hac ziyaretlerinin, belki de Şah Abbas’ın 1601’de Meşhed’e yirmi sekiz günde yürüyerek gitmesinden sonra, en ilginç olanı olsa gerektir1.
Safevîlerin, Şah Abbas’ın ölümü ardından yıkılma yolunda adım adım ilerlediği bir asırlık süreçte Sultân Hüseyin dışında diğer Safevî şahları büyük vakıflar tesis etmekten çok atalarının tesis ettikleri Kazvin’de İmâmzâde Hüseyîn ve 14 Masum (Çehârdeh Ma‘sûm) gibi vakıfların yönetimi ile ilgilenirler. Fâtıma el-Ma‘sûme’ye ait bu devirden kalan çoğu vakıfnâme, türbeye bağışlanan Kur’ân ve diğer dinî kitaplardan ibarettir. Bu devir için ayrıca Evkâf-ı ÇehârdehMa‘sûm adı ile anılan İ‘timâdu’d-devle Halîfe Sultân tarafından tesis edilmiş, çok sayıda mülkü bulunun bir vakıf ve yine 14 Masum (Çehârdeh Ma‘sûm) seramonileri için Safevî hanedanı dışından Hacc İsfendiyâr Katûlî tarafından 1132/1719-20’de tesis edilen başka bir vakıf daha söz konusudur. Safevî Devleti’nin yaklaşık iki buçuk asırlık ömrü boyunca 1508-1534 ve 1623-1638 yılları arasında kırk bir yıl gibi kısa bir süre Safevî hâkimiyetinde kalan Şî‘îliğinin gözde mekânlarından ‘Irâk-ı Arab’ta ‘Atabât, Rey’de Şah Tahmasb ve kızı Zeyneb Begüm tarafından himaye edilen Hezarât-i ‘Abdu’l-Âzîm (Âsılune-yı Rey) —ki aynı zamanda Şah Abbas’ın hac mekânlarındandır2— ve Şah Abbas’ın yeniden inşa ettirdiği ve hayrına vakıflar yaptığı İmâm Mûsâ el-Kâzım’ın kızı Sitti Meryem adına İsfahan yakınlarındaki Dih-i Muhammedi’deki türbesi1 Safevîler tarafından ihya edilen diğer kutsal Şî‘î mekânlardandır.
Bu bilgiler doğrultusunda neden Tebrîz’de —diğer Safevî payitahtları Kazvîn ve İsfahân’da olduğu gibi— Safevî devri boyunca inşa edilmiş hanedana ait bir tane dahi türbe yapısı bulunmadığına ilişkin soruya geri dönülecek olursa; Safevîler hanedan üyelerinin defin gelenekleri bakımından, İran coğrafyasında kendilerinden önce hüküm sürmüş hanedanlardan, ki onlar defin yerlerini çoğunlukla başkentlerinde seçmişlerdir, bambaşka bir bakış açısına sahiptirler. Safevî devrinin siyasî gelişmelerine bağlı olarak kendi içinde yaşanan dönüşüm süreci ise, buna farklı bir boyut ve anlam kazandırır. Lewisohn’un “Tebrîz’in (Velîyânkûh, Surhâb, Çerendâb gibi) mezarlıklarına bir Orta çağ hacı klavuzu (pilgrim ’s guide)” olarak nitelediği Kerbelâ’î’nin Ravzâtu’l-cinân adlı “Tebrîz ve nâhiyelerindeki (ve ara sıra Azerbaycan’ın genelinde) yıldızı parlayan sûfî evliyalar, alimler, şairler, sanatçılar ve diğer ileri gelenlerin ayrıntılı biyografilerinin veren” 16. yüzyılın üçüncü çeyreğine ait eserinde [16] yer alan ve yer almayan —gerçi bu sonuncu yazara bağlı öznel bir olgu olarak değerlendirilebilir, ancak muhakkak ki istisnaları vardır ve yine de ilgi çekici noktalara bağlanır— bazı bilgiler Safevî devri ile birlikte gerçekleşen değişimi önemli ölçüde ortaya koyar. Safevî devrinin, İran şehirlerinin kalanında olduğu gibi Tebrîz’de de etkileri görülen dinî alandaki ayırt edici özelliklerinden biri, Hz. ‘Alî’nin soyundan geldiği varsayılan kişilere ait türbeler, yani Imâm-zâde kültüdür ve Şî‘îliğin, Hz. Muhammed’in ailesinin soyundan gelenlere atfedilen yerel türbelerin ziyaretine dayanan yükümlülüklerinden, “zzyâre”nin ürünüdür. Zira Şî‘îlikte kutsal Şî‘î mezarlarının ziyareti Mekke’ye gerçekleştirilen hac vazifesinden daha önemlidir. Henüz 10./14. yüzyılda Şî‘î teolog İbn Babaveyh, Sa‘d b. Sa‘d’ın İmâm Rızâ’ya Fâtıma’nın türbesine haccı sorduğunda, İmâm Rızâ’nın kendisine orayı ziyaret edenin cennete gideceği şeklinde cevap verdiğini rivayet eder. 17. yüzyılın ünlü Safevî
devri teologlarından Muhammed Bâkir Meclisî’nin, Fâtıma’nın türbesine hacca dair İmâm Rızâ ve oğlu Muhammed Tâki’ye dayanan açıklamaları Imâm-zâde kültünün Safevî Şî‘îliğindeki yerini ortaya koyan delillerden yalnızca biridir1. Safevî devrinde İmâm Rızâ’nın türbesini ziyaretin Kâ’be’yi tavaf etmekten daha sevap kabul edildiğini gösteren kayıtlar bulunduğunu eklemek gerekir . Bu doğrultuda İranlı modern araştırmacılardan Kâreng’in de vurguladığı gibi Tebrîz’deki bazı türbelerin Imâm- zâde’ye dönüşmesi yüksek ihtimal Safevîlerin izlediği söz konusu dinî siyasetin bir sonucudur. Bunu en azından, Meşhed’te Âstân-i Kuds-i Rizavî ve Kum’da Fâtıma el- Ma‘sûme boyutlarında bir imâmzâdenin henüz bilinmediği, Tebrîz örneğinde mimarî biçime yansıyan bir etkiden ziyade anlama yönelik bir değişim olarak görmek daha doğrudur.
14. yüzyılın başlarında Rab‘-i Reşîdî’nin vakfiyesinde bahsi geçen, Gâzân Hân’ın da Kahrîz-iN.y.k.s. adlı bir kanâtın su kullanım haklarının dörtte üçünü hayrına bağışlandığı Dervâze-yi Sencârân’daki kutsal mekân (makâm) [53], Safevî devrinin imâm-zâde kültüne iyi bir örnek teşkil eder. Kerbelâ’î’nin, soyu Şî‘îliğin yedinci imâmı İmâm Mûsa el-Kâzım’ a dayandırılan imâmzâde Ebû’l-HasanMûsa”ya ait olduğunu bildirdiği yapı ile yüksek ihtimal özdeş olan türbenin bulunduğu çevrenin adlandırıması da bu anlamda ilgi çekicidir. 1970’li yıllarda Râste Kûçe Mahallesi’nde İmâmzâde adlı sokakta yer alan ve “Seyyîd Cemâlu’d-dîn” veya “İmâmzâde-yi Köhne" olarak da bilinen Imâmzâde’mn yanındaki mahallenin adı bir rivayete göre, daha önce de bahsedildiği gibi, eskiden “Derbend-i Mûsa”dır [68], [156]. Söz konusu yapının önceki devirlerde de kutsal sayılan bir mekân olduğu “makâm” adlandırması itibariyle zaten şüpheye yer bırakmaz. Ancak Kerbelâ’î’nin, kimilerine göre bir imâmzâde, kimilerine göre sahâbe, bazılarına göre ise evliyâlardan büyük bir zât olduğunu bildirdiği, Ser VîrâbMahallesi’nde Şîşeger- hâne yanındaki bir câmi içinde bulunun Hazret-iPîr Setâre’nin mezarına dair kaydı1 [68], [156], Safevîlerin özellikle erken devirlerinde ciddi bir anlam karmaşası yaşandığına işaret eder. Akkoyunlu Sultânı Uzun Hasan devrinde Hakkâri ve Azerbaycan hâkimi olan Şeyh İbrâhim Dunbulî’mn 870/1465-66 yılında Tebrîz’deki ölümü ardından Kûy-i Şotorbân’da inşa edilen türbesi (günbed) Buk‘a-yi Seyyîdİbrâhim’in ise, Safevîlerin dinî siyasetinin bir ürünü olduğu gayet açıktır. Zira Şeyh İbrâhim Dunbulî’ nin Akkoyunlu devrinin aslında siyasî bir karakteri olduğu kesindir ve Şî‘îliğin İran’da zamanla yayılmasıyla —özellikle Safevî devrinde— soyu, İmâm Mûsa el-Kâzım’a bağlanarak türbesi bir imâmzâdeye dönüştürülmüştür [68], [77]. Kerbelâ’î, Seng-i Siyâh Mahallesi civârında Mihâd-i Mehin Kapısı’nda meşhur bir câmi olarak bahsettiği Mescid ül-Dâr’da (Dâr Câmisi’nde) iki imâmzâde mezarının daha varlığından bahseder [156]. 17. yüzyılın üçüncü çeyreğinde Fransız seyyah Tavernier, Tebrîz’e yarım mil mesafede, Acı Su Nehri’nin çok yakınında İmâm Rızâ’nın kızkardeşine [Fâtıma el-Ma‘sûme?] ait olduğu rivayet edilen ve büyük saygı gösterilen küçük kubbeli bir türbenin varlığından bahseder. Bu örnekler, imâm-zâdeye dönüştürülen yapıların seçimindeki ölçütün Safevî devrinde dahi, en azından Tebrîz örneğinde, olasılıkla çok net olmadığını gösterir.
Hanedana ait türbe ve kapsamlı türbe merkezli külliye inşa geleneği Akkoyunlular ile birlikte Tebrîz’de son bulur. Safevî şahlarının Şah İsmail’de dahil olmak üzere Tebrîz’deki inşa faaliyetleri bilindiği halde, buradaki Şî‘îlerin kutsal saydığı mekânlara yönelik, ziyaret, vakıf ve benzeri türde girişimleri olup olmadığı hakkında ise kesin bir hükme varmak mümkündür değildir. McChesney’in de ifade ettiği gibi, şu an için elimizde hiçbir kaydı bulunmayan çok sayıda vakıf kurulmuş olabilir ve bu ve diğer benzer örnekte olduğu gibi hala çok sayıda vakıf belgesinin bilimsel yayınları beklediği farzedilebilir1. Bunun belki de en güzel örneğini Sovyet Devlet Arşivi’nde ortaya çıkarılan Şah Abbas’ın Gence’deki Şah Abbas Câmi hayrına 1612 yılında tesis ettiği vakıflar oluşturur ki kayıtlardan anlaşıldığı üzere mevkufatı azımsanacak boyutlarda değildir . Buradaki temel sonuç, Safevîlerin meşruiyet ideolojilerinin gerek hac ziyareti ve vakıflar gerekse hanedanın defin yeri seçiminde ortaya konan iki buçuk asırlık simgesel gücüdür ve doğal olarak Safevî devrinin —sözde— başkentlerinden Tebrîz’in kentsel gelişimi üzerinde önemli sonuçları olmuştur.
Sûfîzmin Tasfiyesi
“Burada artık dervişler yok ve aslında hiçbir yerde artık dervişler yok” [156].
Safevî devrini sosyal açıdan karakterize eden başlıca değişimlerden biri de sûfîzmin aşamalı tasfiyesi olsa gerektir. Kerbelâ’î, Şah İsmail’in “çoğu seyyidlerin ve şeyhlerin şecerelerinin kökünü kuruttuğunu”” ve “bütün silsileleri parça parça ettiğini, atalarının mezarlarını tahrip ettiğini, bunların haleflerinin başına ne geldiğini zikretmemenin daha iyi”” olduğu kaydeder [156]. Tebrîz’de gerçekleştirilmiş bir hareket değildir, ancak erken Safevî devri ve hatta sonraki devirler boyunca sergilenen yaklaşımın kavranabilmesi açısından Fars’da Ebû İshâk Kâzirûnî’ye (öl. 426/1035) dayandırılan Kâzerûniyye tarikatının akıbeti en iyi örneklerden birini teşkil eder. 909/1503’de, Tebrîz’in fethinden takriben iki yıl sonra, Kâzerûniyye tarikatına mensup 4.000 kişinin öldürülmesi ile kökü kazınarak Ebû İshâk Kâzirûnî’nin türbesi tahrip edilirken1, bölgedeki mutasavvıf şeyhlerin türbeleri aynı âkıbete uğramıştır . Sûfî tarikatlarının yok edilmesi, özellikle Şah İsmail için, yalnızca bu tarikatların çoğu Sünnî olduğu için değil, aynı zamanda toplum üzerindeki fiilî ve potansiyel etkilerinden dolayı, siyasî bir mesele olmuş olmalıdır. Sûfî tarikatlarının iki seçeneği vardır; kendilerini ya resmî olarak 12 İmam Şî‘îliğine bağlı ilan edecek ya da İran topraklarını terk ederek başka bir yere yerleşeceklerdir.
Şah İsmail şahsî siyasî menfaatleri doğrultusunda, özellikle Ni‘metullâhîler gibi bazı sûfî şeyhleri ile anlaşma yoluna gitmişse de rakip sûfî tarikatlarına karşı güdülen düşmanlık, bir politika olarak halefleri tarafından da benimsenmiştir. Safevîler 15. yüzyılın son çeyreğinde askerî bir kimlik kazandıkları sırada, Nakşibendî, Halvetî, Ni‘metullâhî ve Kübrâviyye’nin Zehebiyye ve Nûrbahşiyye kolları gibi diğer başlıca tarikatlar dinî faaliyetlerini tasavvuf geleneğine bağlı olarak sürdürmektedir. Bunlardan her biri er ya da geç keskin bir düşüş yaşarken, Safevî devri sonunda Zehebiyye ve Nûrbahşiyye hariç İran coğrafyasında tamamının izleri silinmiştir. Tebrîzli sûfî şeyhlerinden Bâbâ Ferec (öl. 568/1172-73) ile akrabalık ilişkisini eseri Ravzâtu’l-cinân ve cennâtı’l-cenâriın önsözünde bildiren ve hayatının büyük bölümünü Tebrîz dışında sürgünde geçiren Kerbelâ’î’nin [16] Kübrevîyye yolunu aldığı dedesi Bedreddin Ahmed Lâlâ’î (öl. 912/1506), kısa sürede Tebriz’den kaybolan tasavvuf ehlindedir.
Tarikat silsilesinin Hz. Ebû Bekir’den geldiğini iddia eden ve Timur’un da müridleri arasında olduğu söylenen Sünnî tarikatlardan Nakşibendîler Safevîlerin ilk —Algar’a göre ise özel— hedeflerindendir. Safevî öncesi dönemde Doğu İran ve Herat’ta güçlü olan Nakşibendîler, Azerbaycan’da da etkinlerdir ve Şah İsmail’in 916/1510’da Herat’ı fethinden sonra ünlü Nakşibendî mutasavvıflarından Kaşgarî (öl. 860/1456) ve müridi Abdurrahman Câmî’nin türbeleri tahrip edilir1. Nakşibendîlerin Tebrîz’deki faaliyetleri ve Safevî devrindeki akıbetlerine gelince, öncelikle Safevîlerin Herat’taki hedeflerinden Abdurrahman Câmî’nin 878/1473-74’de Hâcc dönüşünde geldiği Tebrîz’de ziyaret ettiği tekke, daha önce bahsedildiği gibi, Akkoyunlu Devleti’nin son dönemlerine kadar faal olan Ahî Hayreddîn’in Çehâr Minâr Mahallesindeki tekkesidir [68], [156]. Gerçi, bir Akkoyunlu emîrzâdesi tarafından öldürülen Ahî Hayreddîn, Safevîlerin Tebrîz’deki kuruluş yıllarını görememiştir, fakat Akkoyunlu Devleti’nin son dönemlerine kadar mamur olan tekkesinden Kerbelâ’î’nin Ravzâtu’l-cinân ve cennâtı ’l-cenân’ı tamamladığı 975/1567’de artık eser yoktur [156].
Nakşibendîyye, İran’ın Safevî Şî‘îliğinin şiddetli istilası altında kalan bölgelerinde ve özellikle Tebrîz’de —ve hatta Kazvin’de— kısa ömürlü olmuştur. Yine de Nakşibendî tarikatının isim babası Bahâeddin Nakşibend'in (öl. 791/1389) takipçilerinden Hâce Ubeydullah Ahrar’ın müridlerinden üçünün Tebrîz’de yaşadıkları bilinmektedir. Bunlardan ilki, Tebrîz’de vaktinin büyük bölümünü Kübrevî şeyhi Bedreddin Ahmed Lâlâ’î’ye eşlik ederek geçiren ve hatta Lâlâ’î tarafından kendisine Dervişâbâd köyünde, Nakşibendî Sanaullâh Kûze Kenânî, Halvetî Dede Ömer Rûşenî ve Kucucî şeylerinden Hâce Ali Kucucî’nin de sık sık ziyaret ettiği Lâle Hânegâh’ı (Hânegâh-ı Lâle) adındaki bir Kübrevî hânegâhının tahsis edildiği Hâce Muhammed Emin Bulgaridir (öl. 902/1497) [156]. Dede Ömer Rûşenî ile mesleki münasebetleri dışında, Tebrîz’deki faaliyetleri hakkında pek bir bilgi bulunmayan Ahrar’ın diğer müridi Şeyh Alvân olarak da bilinen Bâbâ Ni‘metullâh b. Şeyh Mahmûd Nahçivânî’dir (öl. 920/1514) ve muhtemelen Akkoyunlu Devleti’nin dağılmak üzere olmasıyla 904/1498’de Tebrîz’den Anadolu’ya göç ederek Akşehir’e yerleşir. Taşköprüzâde’nin kaydına göre, Dede Ömer Rûşenî Akkoyunlu Sultanı Ya‘kub’un annesi Selçuk Hatun’un kendisi için inşa ettirdiği hânegâhın yönetimini Nahçivânî’ye verir, fakat inzivaya meyilli olan Nahçivânî tarafından bu görevin pek de hoş karşılanmadığı açıktır1. Nakşibendi şeyhi Ahrar’ın Tebrîz’deki üçüncü müridi, Akkoyunlu Uzun Hasan devrinde babası Seyyid Necmu’d- dîn Abdu’l-Gaffar Tabâtabâî ardından Tebrîz’de Şeyhü’l-İslâmlık makamına getirilen Seyyid Abdu’l-vehhâb’dır. Abdu’l-vehhâb, Şah İsmail’in Tebrîz’e ilerleyişi üzerine Herat’a kaçarak Timurlu sarayına sığınmış, Hüseyin Baykara’nın 912/1506’daki vefatından sonra ise, Şah İsmail’den Tebrîz’e güvenli dönüş sözü alarak burada Safevîler için aynı görevi yürütmeye devam etmiştir [156]. Şah İsmail nezdinde gördüğü saygıdan dolayı Şî‘î mi yoksa Sünnî mi olduğu konusu daha kendi devrinden itibaren tartışılmaya başlanan Seyyid Abdu’l-vehhâb, 920/1514 yılında Çaldıran zaferi ardından Yavuz Sultan Selim, Tebrîz’e doğru hareket ettiğinde şehirdedir ve Osmanlılar tarafından da kendisine saygı duyulan Abdu’l-vehhâb —ki Sultan Selim, Dukakin-zâde ile Tebrîz’in ileri gelenlerine gönderdiği gelişini haber veren mektubunda yalnızca Abdu’l-vehhâb’ı adı ile ve “seyyidlerin iftiharı/fahru’s-sâdât” şeklinde zikretmiştir— Şah İsmail tarafından Sultan Selim’e elçi olarak gönderilmesi ardından Sultan Selim tarafından Rumeli Hisarı’nda hapsedilir [17], [49]. 926/1520’de Kânûnî tahta çıkana kadar orada kalan Abdu’l-vehhâb, kısa bir süre sonra Tebrîz’e gitmek üzere hazırlandığı sırada vefat ederek Eyüp Mezarlığı’nda defnedilir1 [156]. Aynı zamanda Sultân Uzun Hasan’ın damadı olan Seyyid Abdu’l-vehhâb’ın , Algar’a göre, Akkoyunlu, Timurlu ve Safevî sultanlarına hizmet edebilme ve hatta 920/1514 yılındaki elçilik görevine kadar Sultan Selim’in saygısını kazanma becerisinden daha kayda değer olan haleflerinin öncelikle Tebrîz’de Akkoyunlular devrinden itibaren Safevî devri boyunca —ve hatta Kaçar ve Pehlevî hanedanlarından İslam Cumhuriyeti devrine kadar— âlim, kâdî ve Şeyhü’l-İslâm olarak kesintisiz süreklilikleridir ve olasılıkla İran coğrafyasındaki diğer ûlema aileler arasında benzersizdir. Abdu’l-vehhâb’ın kariyeri, Aubin’e göre, Safevîleri destekleyen İran coğrafyasındaki ûlema ailelerin üyelerine dair bilmecenin somut bir örneğini oluşturur.
Nakşibendîyye'nin farklı bir silsilesine mensup olan Sun‘ullâh Kûzekunânîye gelince (öl. 931/1524-1524), o rejim değişikliğinden önce de sonra da Tebrîz’de faaliyetlerine devam etmiştir. Herat’ta Abdurrahman Câmî’nin idare ettiği bir medreseye yerleşerek onun şahsi imamı olarak görev yapan Sun‘ullâh, Tebrîz’de Nevber Mahallesi’ndeki, Çehâr Sû-yi Arabân yakınında, evi önünde inşa ettirdiği câmide faaliyetlerini yürütmüştür [156]. Şah İsmail’in, 907/1501’de Tebrîz’i ele geçirmesiyle bir aralık korunmak amacıyla Bitlis’e giderek birkaç yıl orada kalan Nakşibendî şeyhi Abdu’l- vehhâb’ın aksine güvenlik garantisi almadan döndüğü Tebrîz’de Şah İsmail’in önünde yere kapanmayı reddetmesine karşın, cesareti sayesinde kurtularak serbest bırakılırken, Handmîr’in Habîbu’s-Siyer’deki kaydından anlaşıldığı üzere, bir dereceye kadar faaliyetlerini serbest olarak sürdürmüş gibi görünmektedir. Zira kendisini Derviş Celâleddîn Ahî Hüsrevşâhî [156] ve Mevlânâ İlyas Bâdâmyârî olmak üzere iki halifesi takip eder. Kûzekunânî’nin diğer bir halifesi Mevlânâ Alican Bâdâmyârî’nin 967/1560’da Halep yakınlarındaki vefatına ilişkin kayıt, Algar tarafından Tebrîz bölgesinde Nakşibendîlere gösterilen görece müsamahanın son bulmak üzere olduğu şeklinde yorumlanır. Nitekim, Osmanlı topraklarına gerçekleşen iki Nakşibendî göçü aynı devre denk düşmektedir1.
Sun‘ullâh’ın Bitlis’ten dönmesinden kısa bir süre sonra 920/1514’de Tebrîz’de doğan oğlu Ebû Saîd Kûzekunânî ise, hac bahanesiyle kaçma planları Şah Tahmasb tarafından anlaşılınca hapse atılmakla kalmaz, bir de kaçmak isteyenlere göz dağı vermek için 10.000 altın dinar ödemekle cezalandırılır. Cezayı tüm gayretlerine rağmen ödemeye gücü yetmeyen Ebû Saîd, bir şekilde kaçmayı başararak Şeyh Sefiyu’d-dîn Erdebil’deki türbesine sığınır ve Kanûnî Sultan Süleyman’ın 955/1548’deki Tebrîz Seferi sırasında Osmanlılara katılarak önce Halep, oradan İstanbul’a gelir. Osmanlıların kendisine hem Halep hem de İstanbul’da aylık bağladığı Ebû Saîd Kûzekunânî, 980/1572’deki ölümünden sonra İstanbul’da Şeyh Vefa Câmi yanında defnedilir. Mevlânâ İlyas Bâdâmyârî’nin akrabası ve halifesi Seyyid Muhammed Bâdâmyârî de kaçmak zorunda kalanlardandır ve Tebrîz’den ayrılarak Urûmiye’ye sığınmalarıyla silsile üç nesil daha devam eder . Tebrîz’de Sun‘ullâh Kûzekunânî tarafından kurulan Nakşibendî kolu Safevî fetihleri ile hemen kaybolmazken, Tebrîz bölgesinin onlar için yaşanmaz bir yer haline gelmesi tam yarım asır sürer.
Nakşibendîler gibi Sünnî olan Halvetîler, Doğu İran ve Azerbaycan’ın önde gelen sûfî tarikatlarındandır. Dede Ömer Rûşenî (öl. 891-92/1486) ve kardeşi Mevlânâ ‘Alâ’ud- dîn’in şeyhi oldukları Halvetî tarikatı Tebrîz’de Akkoyunlu hanedanının hamiliğinde gelişmiştir. Dede Ömer Rûşenî’nin Bâg-i Şimâl’deki zâviyesi Akkoyunlu Sultanı Ya‘kub’un da uğrak yeridir. Öte yandan Şah İsmail’in Tebrîz’i ele geçirmesi ve Dede Ömer’in ölümü ardından yerini alan müridi İbrâhîm Gülşenî’nin (öl. 940/1534) şehri terk ederek Diyarbekir, Kudüs ve son olarak 926/1520 civarında ünlü zaviyesini inşa ettiği Kahire’ye gitmesiyle diğer pek çok tarikat gibi Halvetîyye de Safevî topraklarında ortadan kalkmıştır1. Halvetîlerin diğer şeyhi Mevlânâ ‘Alâ’ud-dîn’in ise, daha 15. yüzyılın son çeyreğinde Tebriz’den, Halvetîyye’nin Sultan Bâyezîd’ın desteğiyle yayıldığı İstanbul’a gitmiştir .
İran coğrafyasında Şî‘îliğe bağlılık göstererek Safevîlerle işbirliği yapan sûfî tarikatları nisbeten uzun ömürlü olmuştur. Bunlardan Nûrbahşiyye, Seyyid Muhammed Nûrbahş’ın (öl. 869/1464), Kübrevî sûfî tarikatının şeyhlerinden Hâce İshâk Huttalânî’nin (öl. 826/1423) müridi olduğu halde kendisini “Mehdi” olarak ilan etmesiyle başlar, ancak istikrara kavuşması 853/1450 civarında yine Seyyid Muhammed Nûrbahş’ın liderliğinde kalıcı bir sûfî tarikatı olarak tesisinden sonradır. Kahire, Bağdat gibi İran dışındaki büyük merkezlerin yanı sıra İran’da Hemedan ve Şiraz’da hânegâhları bulunan Nûrbahşîlerin Tebrîz’de faaliyetlerini yürüttükleri yer ise, Nâdir Mîrzâ’nın Şah İsmail devrinde tarikatlar takip edildiği ve bazı kabirler yıkıldığı sırada kendisine dokunulmayan nadir mutasavvıflardan olduğunu bildirdiği, Dervîş Şeyh Muhammed Siyâhpûş’un aynı zamanda türbesi olarak hizmet eden Veycûye Mahallesindeki zâviyesidir. Elbette Nûrbahşîyye tarikatının Safevîler devrinde Tebrîz’deki faaliyetlerini sürdürebilmelerinin çok önemli bir nedeni vardır, zira Kerbelâ’î’nin bir rivayetine göre, Şah İsmail’in Dervîş Şeyh Muhammed Siyâhpûş’u huzuruna çağırması ve neden siyah giydiğini sorması üzerine Siyâhpûş, “Biz Şeyh Haydar’ın şehadetinden beri taziyedeyiz, siyah giyeriz” demiş, cevaptan çok hoşlanan Şah İsmail ise, “Biz sizi taziyenizden beyaz saltanat hil‘atı ile çıkaracağız”” diyerek kendisine beyaz bir hil‘at giydirmiştir. Dervîş Şeyh Muhammed Siyâhpûş’un halifesi, aynı zamanda oğlu olan Nûr Ali’dir ve 959/1551’de vefat etmiştir [68], [84], [156].
Öyle ise, Nûrbahşiyye bu tarihe kadar faaliyetlerini Tebrîz’de kesin olarak sürdürmüş olmalıdır. Nûrbahşiyye’nin Tebrîz’deki kolunun bundan sonraki durumu hakkında kaynaklarda herhangi bir bilgi yoktur, ancak Şah İsmail’e bağlılığı sayesinde ailenin Rey yakınlarındaki topraklarının genişletilmesiyle ödüllendirilen Seyyid Muhammed’in oğlu ve halefi Şah Kasım Feyzbahş’ın (öl. 919/1513-14)1 yerine geçen oğlu Şâh Bahâ’ud-dîn Şah İsmail’in maiyetine katılmasından kısa süre sonra 915/1509’da bilinmeyen nedenlerden —Tosun’a göre olasılıkla tavırlarının Safevîlere rahatsızlık vermesinden— dolayı , onun yerini alan torunu Kıvâmu’d-dîn’in ise isyan planladığından kuşkulanan Şah Tahmasb tarafından 944/1537-38’de öldürülmüştür. Kıvâmu’d-dîn’in ölümü Nûrbahşiyye’nin sonunu teşkil eder. Şah Kasım Feyzbahş’ın Safevî devrinden önce de mahiyeti belirsiz olmakla beraber, 1480’li yılların başında Sultanı Ya‘kub saltanatında bir süre Tebrîz’de Akkoyunlu sarayında sürgünde kaldığı bilinmektedir. Beşir’e göre, Nûrbahşiyye’nin Safevîlerin iktidara yükselmesinden kısa bir süre sonra ortadan kalkması, aynı zamanda Şah Tahmasb devri başlarında “sûfî” teriminin sahip olduğu karışık anlamla ilişkilidir. Katrhy Babayan’ın ileri sürdüğü gibi, Safevîlerin erken devirleri, Safevîlerin Kızılbaş taraftarları ve Şî‘î ‘ûlamâ’ arasında yoğun bir rekabete tanıklık eder. Kızılbaşların sûfîzme özgü gulât dini İmâmî ûlemâ tarafından sûfîzmin bizzat kendisi olarak görülerek, sapkınlık kabul edilmiş, dolayısıyla “Mehdi”” iddiası ile ortaya çıkan Nûrbahş, Muhammed Bâkir Meclisî (öl. 1111/1686) gibi alimlerin doğal hedefi haline gelmiştir. Nûrbahşiyye’nin bastırılması, aynı zamanda Şah Tahmasb’ın İmâmî Şî‘îliği ile bağlarını güçlendirmeye çalıştığı bir zamana denk düşer1. Nûrbahşiyye tarikatı tasfiye edilse de Nûrbahş’ın soyu, Şah I. ‘Abbâs devri ulemâları arasında en saygın olanı Bahâ’ud-dîn ‘Âmilî (öl. 1030/1621) ve II. ‘Abbâs devri ulemâlarından Mollâ Muhsin Feyz (öl. 1091/1680) ile 17. yüzyılın son çeyreğine kadar ulaşmayı başarır .
Safevîlerle işbirliği yapmak suretiyle İran coğrafyasında bir süre daha varlığını koruyabilen sûfî tarikatlarından bir diğeri Sünnî Şafi‘i mezhebe mensup Şâh Ni‘metullâh- ı Velî (öl. 834/1431) tarafından Kirmân’da kurulan Ni‘metullâhiyye'dir. Şah İsmail’in tahta çıkışı ile kendilerini Şî‘î ilan eden Ni‘metullâhî şeyhleri, Safeviler ile uzun soluklu bir ittifak kurarlar. İran’da Şâh Ni‘metullâh-ı Velî’nin oğlu Şâh Halîlullâh’ın Kirmân’da kalan oğlu Mîr Şemseddin ve torunları tarafından yayılan Ni‘metullâhiyye tarikatının şeyhlerinden Ni‘metullâh II (öl. 906/1500’den sonra) —olasılıkla müridlerinden olan— Cihânşâh’ın kızı Kânum Sultân ile evlenerek Karakoyunlu hanedanı ile, onun sonraki yıllarda Şah İsmail’e karşı dinî alanda inandırıcılığını sağlayacak hayati önem taşıyan bir bağlantı kurar. Bundan sonra Şah İsmail tarafından 917/1511-12’de sadr tayin edilen ve Çaldıran’da Yavuz Sultan Selim’e karşı savaşırken hayatını kaybeden Mîr Nizâmu’d-dîn ‘Abdu’l-Bâkî Yezdî ve ölümü ardından mürşid olarak babasının yerini alan ve hatta Şah İsmail’in kızı Hâneş Begüm ile evlendirilerek nakîb olarak atanan Ni‘metullâh Bâkî (öl. 969/1561) —ki kızı Şah Tahmasb’ın oğullarından Şah II. İsmail (o devirde İsmail Mîrzâ) ile evlendirilir— ve Mîrmîrân Yezdî (999/1591) gibi bir dizi Ni‘metullâhî şeyhi Safevî sarayında aktiftir. 16. yüzyılda muhtemel son derece organize olan Ni‘metullâhiyye' nin
Surhâb Dağfndaki tekkesi Kerbelâ’î’nin kaydına göre, yerel seyyid aileleri ile ilişkili olmayan Tebrîz’deki iki ya da üç tekkeden biridir ve Hazret-i Şâh Nûreddîn Nimetullâh Velî’nin yüce soyundan gelen bir grup derviş yaşamaktadır1 [156]. Nâdir Mîrzâ, sonraları, tekyenin bulunduğu yerde Şah Abbas’ın fermanı ile Tebrîz Beylerbeyi Pîr Budak Hân tarafından “Imâret-i Şâh” olarak bilinen türbenin inşa edildiğini kaydeder [84], fakat Ni‘metullâhiyye tarikatının tekkedeki faaliyetlerine ilişkin bilgi vermez.
Daha geniş bir zaman dilimine yayılmış olsa da Ni‘metullâhîleri benzer bir son beklemektedir ve Safevîlerle evlilik yolu ile tesis edilen akrabalığa rağmen, Şah Abbas devrinde bozulan ilişkiler 11./17. yüzyılın ortalarında tarikatın tüm faaliyetlerinin sonlandırılması ile neticelenir. Ni‘metullâhiyye'nin Safevî ülkesinin diğer şehirlerinde de çok sayıda tekkeleri vardır ve bu tekkeler Şah Abbas tarafından giderek artan oranda bulundukları mahallenin eğlence ve gençlik merkezlerine dönüştürülür. Ni‘metullâhîler, aynı zamanda ileride görüleceği gibi, Safevî devrinin başlıca sosyal olgularından olan ve Safevî yöneticilerinin siyasî amaçlar doğrultusunda destekledikleri Ni‘metî-Haydarî ihtilafının taraflarındandır. Ni‘metullâhiyye' nin bir sûfî tarikatı olarak düşüşü tekkelerinin gitgide mahalle organizasyonlarının idari merkezleri olarak devralınması ve özellikle Muharrem ayı seremonilerde kullanılmasıyla neticelenir. Muharrem seremonileri esnasında bu tekkelere odaklanan çatışmalar, geç Safevî devri şehirlerinde kanun ve nizamın sağlanması noktasında, Safevi devletinin yıkılmasına kadar ve hatta sonrasında İran’ın yakın zamana kadar çözülemeyen son derece ciddi sorunlarından biri halini almıştır. Ni‘metullâhiyye"nin kültürel faaliyetleri, yani tasavvuf geleneğinin devamı, Ercüment’e göre Şah Abbas’ın dinî siyasetinin bir sonucu olarak Hindistan’a kayar1. Öte yandan Quinn, Safevî kronikleri üzerinden yaptığı değerlendirmesinde Ni‘metullâhiyye'nin geç Safevî devri İran’ın da Ni ‘metî-Haydarî ihtilafının dışa vurduğu yıkıcı toplumsal bir spordan öte olduğu kanaatindedir .
Sûfî tarikatları, J. Rypka’nın ifadesiyle, Safevîlerin dinî siyasetlerinin baskısı altında yavaş yavaş sönüp gider. Öyle bir devir gelir ki, evinde Mevlânâ’nın Mesnevîsi’ni bulundurmak sürekli tehlike altında yaşamak anlamına gelmektedir. Şah Süleyman’ın saltanatının (1077-1105/1665-1694) son yıllarında sûfîler saraydaki itibarlarını iyice kaybetmişlerdir ve gözcülük, kapıcılık, seyislik ya da çiftlik kâhyalığı gibi görevleri yürütürler. Sûfîzm, Şî’î İran’da artık aşağılayıcı bir terimdir. Bunun başlıca nedeni olarak Şah Süleyman devrinde saraya giren, Graham’ın “yeni ve dayatmacı bir ses” olarak nitelediği, babası Mollâ Muhammed Takî’nin sûfîzmini reddederek, İsfahan’da Safevî devrinin en büyük hâkimlerinden olan Mollâ Sâdık-i Ardistânî’yi sürgüne zorlayan Şî‘î din alimi Mollâ Muhammed Bâkir Meclisî nin ezoterizmi olarak görülmektedir [56]. Meclisî, sûfîzme karşı düşmanlığın belirginleştiği Şah Süleyman’ın halefi, son Safevî şahı Sultan Hüseyin saltanatında tahtın arkasındaki gerçek güçtür ve bu “dayatmacı ses” yalnızca Sünnîlere değil, aynı zamanda sûfîlere, Zerdüştlere, Yahudi ve Hristiyanlara da karşıdır. Böylece Tebrîz’de 1077/1667 yılında Evkâf-ı Mirza Muhammed Sâdık ya da diğer adıyla Sâdıkîyye ve muhtemelen 1087/1676-77’da Evkâf-ı Tâlibbîyye ile 1679’da Evkâf-ı Mirza Muhammed İbrahim ya da Zahîrîye adları ile tesis edilen1 birer medresenin de eşlik ettiği vakıflar dahil olmak üzere geç safevî devrinde tesis edilen evkâflarda eğitim koşulu olarak medreselerde öğrencilere tasavvuf ve felsefe kitaplarının okutulması yasaklanır . Safevî ülkesinde, Kübrevîyye’nin yalnızca Zehebî kolu [56] ve Tebrîz’deki tekkeleri Şah Abbas tarafından yıkılana kadar faal olan Kalenderiyye tarikatı Safevî devri boyunca faaliyetlerini sürdürmeyi başarabilmiştir. Kalenderîlerin Tebrîz’de faaliyet gösterdikleri mekân, özellikle 16. yüzyılın başından itibaren Şenb-i Gâzân idi [19]. Nasr, Kâdirîler, Bektaşîler, Mevlevîler —ki J. Rypka’ya göre, I. Tahmasb devrinde Safevî ülkesinden sürülen Mevlevîler, son gerçek Safevî Şah’ının da zulmüne uğrarlar— ve Hâksârları da Safevî devri boyunca aktif tarikatlar arasında sayar. Nasr, Safevî devrinin değişik câmi, saray ve kervansaraylarını tasarlayan dikkate değer mimar, sanatkâr ve zanaâtkârların bağlı oldukları loncaların, çeşitli sûfî tarikatları ve özellikle Şah Abbas devrinde bir şekilde gözden düşmeleri ardından liderlerinden bazıları ülkenin güneyinde uzak şehirlerde inzivaya çekilen Hâksârlar ile bağlantılı olduğundan bahseder. Nasr’a göre, devrin sanatından geriye kalanlar, Batılı kategorilere göre tam anlamıyla dinî bir dil konuşmuyorsa da Safevîlerin dinî hayatı ile derin bir şekilde bağlıdır ve Safevî İran’ında dine ilişkin hiçbir açıklama loncaların rolü ve faaliyetlerindeki derin dinî doğa dikkate alınmaksızın tamamlanmış değildir [56].
Bu çerçevede Avrupa ülkelerinde ve dünyanın diğer kısımlarında “Büyük Sûfî” olarak adlandırılan Safevîlerin ilk Şahı İsmail’den itibaren Safevî hükümdarlarının hanedanın sonuna kadar, “Sûfî” adını kullanmaya devam etmiş olmaları1, sıkı sıkıya sarıldıkları meşruiyet ideolojileri düşünüldüğünde gayet makûl, fakat sûfîzme karşı girişilen mücadele dikkate alındığında son derece ironiktir.
Ni‘metî -Haydarî Çatışması
“Şehir [Tebrîz], birinde beş ve diğerinde dört olmak üzere dokuz mahalleyi kapsayan, biri Nimetî (Nausitai) ve diğeri Haydarî (Himicaivartu) adında iki fırkaya bölünmüş ve bunlar sayı itibariyle 12.000 [kişi]civarında. Bu fırkalar her zaman düşman olmuştu ve gün be gün birbirlerini öldürdüler; ne Şâh ne de başkaları ona bir son verebilir; çünkü aralarındaki nefret 30 yıldan fazla sürmüştü”.
Vincenzo d’Alessandri
1571 yılında Tebrîz ziyaret eden Venedikli seyyah Vincenzo d’Alessandri’nin bu sözleri, Safevî devri boyunca yalnızca Tebrîz’i değil, aynı zamanda Kazvin, İsfahan ve Şiraz gibi İran’ın diğer büyük şehirlerini de ikiye bölmüş olan Ni‘metî ve Haydarî ihtilafının kendi devrindeki varlığını ortaya koyuyor. Perry’ye göre, Safevîlerin ilk payitahtı Tebrîz’de başlayarak zamanla İran coğrafyasındaki tüm şehirlere yayılan Ni‘metî ve Haydarî rekabetinin taraflarından Ni‘metî mahallelerinin sosyal teşkilatının temellerini atan, adını aldığı sûfî tarikatının kökenlerine ilişkin pek az şüphe bulunmamakla beraber, kaynaklarda farklı görüşlerin yer aldığı Haydarî tarikatı için aynı şeyi söylemek pek mümkün görünmemektedir.
8./14. yüzyılın ikinci yarısında, İran dervişlerinin sultanı olarak adlandırıla gelmiş, Sünnî mutasavvıf Şâh Ni‘metullâh-ı Velî (öl. 834/1431) Doğu İran’da (Kirman) hatırı sayılır sayıda mürit topladığında, SultanMîr Haydar Tûnî (öl. 830/1437) adında bir mutasavvıf ise, Şî‘î Karakoyunlular hamiliğinde Batı İran’da (Tebrîz) Haydarîyye tarikatını kurmuş ve çok sayıda taraftar edinmişti1. Kerbelâ’î’nin Haydarîyân cemaatine mensup olarak bildirdiği, Kalenderîyye silsilesinden Baba Haydar olarak da bilinen Sultân Mîr Haydar Tûnî’nin, tekkesi o devirde Derb-i A’lâ’da bulunmaktaydı ve türbesinin de yer aldığı Tebrîz’deki bu tekkeyi kendisi inşa etmişti. Baba Haydar ya da Mîr Haydar Tûnî’nin manevî soyu, Kerbelâ’î tarafından Şî‘îliğin yedinci imâmı Mûsa el-Kâzım’a dayandırılır [156]. Ni‘metullâhî sûfîlerinin tekkesi ise, daha önce de bahsedildiği gibi, Tebrîz’de yerel olmayan iki yada üç tekkeden biridir. Çağdaş olan bu iki şeyhin, Sünnî Şâh Ni‘metullâh- ı Velî ve Şî’î Şeyh Mîr Haydar Tûnî’nin, İran’ın aksi iki ucunda kurdukları tarikatların müritlerinin doğrudan karşılaşması ise ilk defa, her iki şeyhinde halk arasında müritlerin bulunduğu Tebrîz’de gerçekleşir. Mîrzâ İskender’in büyük saygı gösterdiği Mîr Haydar Tûnîve Haydarîyye tarikatı Tebrîz’de Karakoyunlular devrinde oldukça güçlüdür, köken itibariyle Sünnî olan Ni‘metullâhiyye tarikatının şeyhlerinden Ni‘metullâh-ı Sânî’nin Karakoyunlu hanedanı ile evlilik yoluyla kurduğu çelişkili görünen bağı unutmamak gerekir. Fakat 1467 yılında Akkoyunluların Karakoyunlulara galip gelmesiyle Tebriz’in Akkoyunlular eline geçmesi ve Uzun Hasan’ın Haydarîyye tarikatının gücünü azaltmak üzere giriştiği ciddi mücadeleler neticesinde dengeler değişirken, Safeviler devrine gelindiğinde, kökeninde Sünnî-Şî’î gruplar arasındaki mezhebi ve dogmatik ihtilaflarının yer aldığı Ni ‘metî-Haydarî çatışması1, farklı bir boyut kazanır.
907/1501 yılı ortalarında Safevi Şahı I. İsmail’in tahta oturmasıyla halk ister istemez Şiî’îliği kabul ederken Sünnî dinî liderler de güçlerini kaybederler . Sufî tarikatların siyasi güçlerini çok iyi bilen Safeviler, devletin kuruluşundan sonra bir taraftan On îki İmam Şî’îliği’ni yayarken, öte yandan diğer sufî tarikatları ortadan kaldırma işine koyulmuşlardır. Şî’îliği kabul eden Ni‘metullâhiyye tarikatı Safeviler ile ittifak kurmak suretiyle girişilen sindirme faaliyetinden kurtulur ve hatta Şâh Ni‘metullâh-ı Felî’nin Safevi hanedanıyla yakın ilişki içine giren ve akrabalık ilişkileri kuran halefleri ve müritleri, yavaş yavaş Şî’î mezhebi benimsemeye başlarlar. Mîr Haydar Tûnî’nin müridleri ve Haydarîyye tarikatına gelince, Ercûmend’e göre, muhtemelen aynısını yapmışlardır ya da Şeyh Haydar Safevî’nin hamiliğinde, Safevîlerin Sultan Mîr Haydar’ın tarikatına yerleşilmesiyle Safevî yandaşları tarafından devralınmıştır. Şah Tahmasb ve Şah Abbas devirlerinde devlet dininin koruyucuları olarak görülen Şî’î ‘ulemânın desteklenmesi ve sufî tarikatların rakip dinî faaliyetlerinin kontrol altına alınmasıyla Ni‘metî ve Haydarî tarikatları, etkinliklerini Muharrem ayında düzenlenen seremonilere yoğunlaştırmaya mecbur kalırken, zamanla dogmatik anlamlarını yitirerek mahallelerin rakip sosyal kurumları haline dönüştürülmek suretiyle “sekülarize” edilmişlerdir. Böylece bu tarikatların bir zamanlar Sünnî-Şî’î iki grup arasındaki mezhebi bir ihtilafı tanımlayan adları, zaman içinde sosyal ve ekonomik temelli çatışma içindeki her türlü topluluğun kendilerini tanımladıkları sözcüklere dönüşmüşlerdir. Ni’metî- Haydarî ihtilafı Safevîler yöneticileri tarafından ülkede yaygınlaştırılmış ve muhalif gruplar arasındaki çatışmalar çoğu kez daha şiddetli bir hal almıştır1. Nitekim sıradan günlerde birbirlerine savrulan tehditler ile yetinen Ni’metî-Haydarî grupları, bayramlarda üstünlüklerini korumak için diğerine saldırmışlar, bazen ise kent meydânında (polo meydânı) her bir grubun yüzlerce savaşçısının katıldığı meydân muharebeleri yapılmıştır . Şah Tahmasb devri sonlarına doğru 981/1573-74’de Tebrîz’de meydana gelen bir isyan her ne kadar tarihi kaynaklarda Ni‘metî-Haydarî ihtilafı ile ilişkilendirilmeksizin, Venedik elçisi D’Alessandri’nin o devirde Şâh’tan daha güçlü olduğunu bildirdiği Tebrîz’deki mahalle kethüdâları ile devlet görevlileri arasında çıkan bir anlaşmazlık gibi aktarılsa da, çok sayıda kişinin öldürülmesiyle neticelenen bu olayın arka planında söz konusu gruplaşmanın yattığına neredeyse hiç şüphe yoktur. D’Alessandri et fiyatlarının yükselmesi ile başladığını bildirdiği, Veycûye, Derb-i Dercûye ya da Derb-i Dercûmak Mahallesi’nde Allâh-kulî Beg’in adamlarından birini dövülmesi ve başkaca suçlar işlemesi ile büyüyen, herbir mahallenin bir grup isyancı tarafından hâkimiyeti altına alındığı [?] olaylar iki yıl sürmüştür. Hasan-ı Rûmlû, Molla Kemal ve Muhammed Hasan Hân İ‘timâdu’s-Saltana gibi bazı müelliflerin sorumluluğunu Şah Tahmasb’a yükledikleri isyan ve sonucundaki katliam sırasında Tebrîz’de ticarî ve sosyal hayat durma noktasına gelmiştir. Şah Abbas’ın da Ni‘metî- Haydarî ihtilafını teşvik ettiği ve beceriyle kullandığı bilinmektedir. Celâl Müneccim, 1003/1594-95’de Kazvin’deki Meydân-ı Sa‘âdat’ta çıkarılan bir ferman ile gerçekleştirilen bir Ni‘metî-Haydarî çatışmasından bahseder. Mîr Haydarî topluluğu galip gelirken, ikinci bir dövüşün yerel bir tekkede yapılması emredilmiştir1. Pietro Della Valle 1617 yılı Ramazân ayının 21’inde Hz. ‘Alî’nin şehadeti için düzenlenen matem töreninde Şah Abbas’ın ara sıra araya girerek tarafları tatmin edici bir döğüş için kışkırttığı ve sonrasında bir pencereden savaşı ve üzücü sonuçlarını izlediğini bildirir . Alman seyyah Kaempfer’e göre, Safevî Şâhı Süleyman, bir Haydarî taraftarıdır.
Peder Krusinski, Safevilerin yıkılmasından bir asır geriye baktığında yalnızca hanedanın sürekliliğini değil, aynı zamanda çatışmaların kökenini de Şah I. Abbas’ın “böl ve yönet (divide et impera)” siyasetine dayandırır. Şah I. Abbas, yabancı uyruklu toplulukların, hükümet karşıtı ittifak şanslarını azaltmak üzere krallığın tüm şehirlerine nakledilmeleriyle yetinmeyerek, İran coğrafyasındaki büyük şehirlerin tamamında “pelenk” ve “felenk” olarak adlandırılan iki yapay muhalif taraf oluşturur. Bu çekişme yönetime karşı toplumsal huzursuzluk ve muhalefet oluşan dönemlerde, hükümdar, yerel vali ve şehrin ileri gelenleri tarafından toplumsal öfkenin yönünün saptırılması ve potansiyel bir birleşmenin önlenmesinde sürekli olarak canlandırılmıştır. Mîr Caferî’ye göre, Safevî devirlerinden itibaren, mahalle esaslı, ‘ayyâr, cevânmerd, luti ve meşdî teşkilatlarının grup rekabetleri ve aşırı milliyetçilikleri kesinlikle Ni’metî-Haydarî grupları hâkimiyetindeki mahallelerin kutuplaşmasının etkisindedir.
Şah Tahmasb devrinin sonlarına doğru hem Ni‘metullâhîler hem de Haydarîlerin tekkelerinin bulunduğu Tebrîz’de iki grup arasındaki çatışmalar söz konusu tarikatların tekkeleri etrafında yoğunlaşır. 1627-1629 yıllarında Şah I. Abbas’ın sarayına gönderilen elçilik heyetinin üyesi İngiliz Thomas Herbert, büyük ve kalabalık nüfuslu bir şehir olarak bahsettiği Tebrîz’de Ni’metî-Haydarî gruplaşmasını doğrularken, üç yüzyıldan beri devam eden çekişmelerin şehrin nüfusunun yarı yarıya azalmasına neden olduğunu kaydeder. İngiliz seyyah, birbirine üstün gelemeyen Ni’metî ve Haydarî gruplarını İtalya’daki Gibelynler ve Roseler benzetir1. Fransız seyyah Jean Chardin’in, Şah II. Abbas ve Şah Süleyman devirlerindeki ziyareti sırasında, Tebriz şehrini ikiye bölen çekişme artık tüm İran’a yayılmış durumdadır ve seyyah Tebrîz’in o devirde yine dokuz mahallesinde meskûn Ni’metîve Haydarîtarikatları arasındaki düşmanlığı Herbert gibi, İtalya’daki Guelfolar (Guelphes) ve Ghibellinolar (Gibelins) ile kıyaslar ve sürekli kavga halindeki bu iki grubun rekabetinin kökenini farklı olarak 15. yüzyıla dayandırır [75]. Bu gruba Fransız seyyah Tavernier’i de dahil etmek gerekir.
Tebrîz’de hangi mahallelerin hangi gruba ait olduğu ve sur içinin gruplar arasındaki paylaşım biçimi tespit edilememiştir. Ancak Chardin, İsfahan’daki Ni’metî ve Haydarî çekişmesi ve şehrin bu doğrultuda bölümlenmesine ilişkin verdiği bilgiler ilgi çekicidir. Chardin’e göre, 17. yüzyılın ikinci yarısında İsfahan’da sur içi doğudaki parçası Ni‘metîlere ait olan Cûbâre-yi Ni ‘metullahi ve batıdaki ise Haydarîlere ait Derdeşt-i Haydarî olmak üzere iki bölüme ayrılmaktaydı. İsfahan’ın o devirdeki tarihi şehir merkezi olmakla kalmayıp, coğrafi açıdan da saraya uzak olan Haydarîlerin yaşadıkları Derdeşt, aralarında pek az kişinin sarayla bağlantı içinde olduğu şehrin geleneksel ileri gelenlerinin yaşadığı yer idi ve hatta evleri gibi türbeleri de orada bulunuyordu [14]. Bu bağlamda Safeviler ile ittifak kurmak suretiyle girişilen sindirme faaliyetinden kurtulan Ni‘metullâhiyye tarikatının1, Safevi hanedanıyla yakın ilişkileri ve sonraları kurdukları akrabalık ilişkileri düşünüldüğünde Ni’metîlere ait mahallelerin Tebrîz’de de özellikle erken devirlerde kuzeydeki yeni merkez civarında olması beklenebilir. Belirtilmesi gereken diğer bir önemli nokta da Ermeni ve Yahudi mahallelerinin bu bölünmenin dışında kalıyor olmasıdır.
Safevî hanedanı tarafından siyasî amaçlarla desteklenen Ni’metî-Haydarî çekişmesi, zamanla, İran’ın yakın zamana kadar çözülemeyen son derece ciddi sorunlarından biri haline gelmiştir.
Nüfûs
Safevî İran’ında devlet tarafından gerçekleştirilen nüfûs tahrîrlerinin varlığı bilinmektedir. Müslim ve gayrimüslim halka konan cizye vergileri zaten mantık olarak vergi yükümlüsü kişilerin tahrîrini gerektirir. Hatta bazı İran kaynaklarında Safevî devrinde yapılmış serşomârî olarak adlandırılan bir tür nüfûs sayımı ve tûmâr -i serşomârî adı verilen nüfûs kaydına ilişkin atıflara da rastlanır. Nitekim Eliyarlı, Safevî devrinin sonlarına doğru olmakla beraber, 1702 yılında Şah Hüseyin’in vergileri arttırmasına bağlı olarak on beş yaşına basan herkesin vergi yükümlüsü kabul edilerek vergi sayımına alındığını ve Şah’ın fermanı ile gerçekleştirilen sayımdan kaçan bir kimse yakalanması durumunda ağır biçimde cezalandırıldığını bildirir [5]. Fakat, tüm bu atıflara rağmen henüz Safevî ülkesinin sınırları içinde kalmış herhangi bir şehre ait ortaya çıkarılan bir tahrîr kaydı yoktur. Belki de bunun başlıca nedeni Werner’in ifade ettiği gibi, Tebrîz’de kaç kişinin yaşadığına dair, Avrupalı meraklıların kafasını karıştıran soruya, çağdaş İranlıların ilgisiz kalmaları olabilir [15]. Dolayısıyla İran coğrafyasındaki diğer pek çok şehir gibi Tebrîz’in de Safevî devrindeki nüfûs büyüklük, kompozisyon veya hareketlerini ortaya koyabilecek Safevî resmî kayıtlarına dayanan demografik bilgiler mevcut değildir1.
Bu çerçevede Safevî devri Tebrîz’inin nüfûsuna ilişkin ilk elden kaynaklar, kroniklerdeki spekülatif verilerin yanı sıra Batı İran ve Azerbaycan’ın Osmanlı hakimiyetinde bulunduğu sırada Tebrîz’de yapılan ilki 16. yüzyılın son çeyreği ve ikincisi 17. yüzyılın ilk çeyreğine ait tahrîr kayıtlarıdır. Öte yandan, söz konusu kayıtların şehirlerin savaşların olmadığı durgun devirlerdeki durumunu yansıtıp yansıtmadıkları ayrı bir soru işareti olsa da , siyasî durumun istikrara kavuşması, kırsal kesimlere kaçan halkın geri dönmesiyle nüfûsun yeniden büyümeye başladığı bir gerçektir. Osmanlılar ise fethedilen yerlerin tahrîrlerinin yapılmasında acele etmeyerek, uzun süreli savaş ve istilaların emniyet ve iskân durumunu bozduğu bu yerlerde dışarıdan gelip yerleşecekleri korkutmamak ve halkı alışık olmadıkları yeni bir düzenle aniden yüzleştirmemek amacıyla sayım işini iki üç yıl geciktirmişlerdir. Tarihi kaynaklardaki sayıları bir hayli fazla olduğu halde, kayıplar hakkında çoğunlukla fikir sahibi olamadığımız taun ve kıtlık hadiseleri bir kenara bırakıldığında, Tebrîz’de nüfûs hareketlerine neden olan başlıcafaktörlerin, büyük ölçüde Safevî devletinin kuruluşu ve sonrasında Safevî-Osmanlı mücadelesinin yol açtığı kayıp ve göçler ile yaşanan şiddetli depremler olduğu görülür.
Çizelge 3. 1 Avrupalı seyyah, Osmanlı-Safevî seyyah ve vak‘anüvislerinin Tebriz
nüfûsuna ilişkin tahminleri.
Yüzyılın İlk Yarısı
Safevi jdevrinin başlangıcı, esas itibariyle Safevilerin bir Şi’îleştirme hareketine dönüştürülen Akkoyunlu mirasına sahip çıkma mücadelesinin (1490-1507) İran coğrafyasının kalanında olduğu gibi Tebriz’de de kent nüfûsuna ve genel itibariyle toplam nüfûsa yıkıcı bir darbe vurulan bir döneme işaret eder1. 907/1501 yılında
Akkoyunlu payitahtı Tebriz’de tahta oturan Safevî Şahı I. İsmail kısa sürede Akkoyunlu devletinin tüm arazisini ele geçirmiş1, çoğunluğu Sünnî olan halka Şi’î mezhebi zorla kabul ettirmekle kalmayıp [36] karşı koyanları toptan öldürtmüştür [36]. Eski
Akkoyunlu, yeni Safevi payitahtı Tebrîz ise, Safevi Şahı I. İsmail’in Şi’îleştirme hareketinin ve dolayısıyla katliamların ilk hedefidir.
Anonim iki eserden Âlem-ârâ-yi Safevî’deki kayda göre, Şah İsmail’in cülûsu sırasında Tebrîz’in nüfûsu 200-300.000 dolaylarındadır ve halkının altıda ikisine denk gelen kısmı Şi’î mezhebe mensuptur, altıda dörtlük bölümü ise sünnîdir. Cihângüşâ-yı Hakanî’de ise şehrin nüfûsu aynı yıl için 300.000’e yakın olarak zikredilir. Şah İsmail’in Şi’îliğin ilanını emirlerle müzakeresinde, emirlerin Şah İsmail’e, neredeyse altıda dördü Sünnî olan Tebriz halkının, Şi’îliğin ilanına karşı çıkabileceklerini bildirmelerinin ertesi günü Mescid-i Câmi’-i Tebrîz’de hemen hemen her iki Tebrizli arasında tepeden tırnağa silahlı bir Kızılbaş bulunmaktadır ve On İki İmam adına hutbe okunmasından rahatsız olan câmideki ahalinin yarısı hemen kılıçlarını çeken Kızılbaşlar tarafından susturulur [?]7. Bu sırada ‘ulâmadan bazıları öldürülürken, çoğu önce Sünnîliğin hüküm sürdüğü Herât’a, oranın Safevîler tarafından ele geçirilmesinden sonra ise Özbek başkenti Buhârâ’ya kaçar. Zeyl-i Târîh-i Habîbü's-siyef de yer alan, Şah İsmail’in Sünniler gibi namaz kılanların başının kesilmesi ve önceden şehir ve vilayetlerde Şî‘îleri inciten cahillerin cezalandırılmasına ilişkin emri üzerine Azerbaycan’da gazilerin kılıcının çok cahilleri yeryüzünden sildiğine ilişkin ifade1 bu sırada ciddî bir nüfûs kaybı yaşanmış olduğunu gösterir.
Safevî müelliflerinin verdikleri bilgileri hem çağdaşı Batılı seyyahlar hem de Osmanlı tarihçileri doğrular. 904-5/1499 ile 920-21/1515 yıllarında İran’da bulunan Venedikli seyyah Angiolello, kendisini Tebriz hâkimi ilan eden Şah İsmail’in, şehre girdiğinde Tebriz’in ileri gelenleri, kadınlar ve çocuklarında aralarında bulunduğu halktan çok sayıda sünnînin katledildiğini kaydeder. Öyle ki, bu mücadelede 20.000’den fazla kişi öldürülmüştür . Venedikli bir tüccar ise, rakam vermeksizin Şah İsmail’in Tebrîz halkının çoğunu katlettiğini yazar ve şunu ekler: “Neron’un zamanından bugüne kadar böylesine kana susamış zalim bir hükümdarın var olduğunu hiç sanmıyorum”. Safevi devletinin kuruluş yıllarına tanıklık etmiş Osmanlı tarihçilerinden Kemâlpaşazâde ise, Tevârîh-i Âli Osmân adlı eserinde, Şah İsmail’in savaş olmaksızın girdiği Tebrîz’de atasının intikamını almak amacıyla Akkoyunlulardan 40-50.000 kişiyi öldürdüğünü bildirir. Bu sırada Şeyh Haydar ile yapılan savaşa katılanlar tespit edilerek hepsi katledilirken [36], Akkoyunlu sultanı Elvend Mirza’nın sekiz yüzden fazla hassa askeri de kılıçtan geçirilmiştir. Öte yandan anonim eser Âlem-ârâ-yi Şah İsmail’de 907/1502’de Şah İsmail’in şehirde olmadığı sırada Tebrîz’e dönen Elvend Mirza’nın ise Şî‘î olduğunu öğrendiği 7.000 Tebrîzliyi öldürdüğünden bahsedilir.
Safevî devrini olumsuz bir hadise ile açan Tebrîz’de, 16. yüzyılın son çeyreğine kadar yarım yüzyıldan fazla bir süre, 920/1514’te Yavuz Sultan Selim’in Acem Seferi başta olmak üzere, Kanuni devrinde 941/1534, 942/1535 ve son olarak 955/1548’de
gerçekleştirilen Tebrîz Seferi de dahil her defasında şehrin koruması için alınan tedbirler ve halka âmân verilmesi1 sayesinde şehirde savaş kaynaklı bir nüfûs kaybı yaşanmaz. Bununla birlikte 920/1514’te Yavuz Sultan Selim ve 942/1535’te Kanuni’nin Tebrîz halkının bir bölümünü İstanbul ve Anadolu’nun değişik yerlerine göç ettirdikleri bir gerçektir ve söz konusu göçler kuşkusuz Tebrîz’in ekonomik hayatında olduğu kadar sosyal hayatı üzerinde de olumsuz etkiler yaratmış olmalıdır. Yavuz Sultan Selim, daha öncede de bahsedildiği gibi, Tebriz’den ayrılırken Tebriz ve Horasan’ın ünlü usta ve sanatkârları ve tüccarlardan oluşan bir kısmının da İstanbul’a götürülmesini emreder [17], [19], [33], [34], [49], [75]. Batılı kaynaklardan olayın çağdaşı Angiolello, mahir ustalardan yedi yüz hânenin İstanbul’a götürüldüğünden bahseder. Osmanlı tarafında ise Acem seferinin Ruz-nâme’sini tutan Haydar Çelebî olayı doğrular ve sayı belirtmeksizin meşhur usta ve sanatkârların İstanbul’a gönderilmesinin emredildiğini yazmakla yetinir1. Muhyî Çelebî Selim-nâme’sinde, kılıççı, cebeci, okçu ve yaycılardan 1.700 hânenin İstanbul’a sürüldüğünü bildirir . İbn Kemal ve Sa’dî, göç ettirilen ailelerin sayısını 2.000 hâne olarak kaydederler. Olaylara bizzat tanıklık eden İdrîs-i Bidlîsî, ileri gelenlerden 1000’den fazla kişinin götürüldüğünden bahsederken [17], Gelibolulu Mustafa Âlî, Künhü’l-ahbâf da sanatkârlar (ashâb-ı hiref) ve sünnî mezhebe mensup şerefli eşraftan (a‘yân-ı zî-şeref) yine 1.000 hânenin sürüldüğünü yazar. İngiliz seyyah John Cartwright, Tebrîz’den özellikle zırh ve silah yapımında usta olan şehirdeki en iyi 3.000 zanaâtkâr ailenin İstanbul’a sürüldüğünden bahseder. Osmanlı müelliflerinden Solakzâde [49] ve Müneccimbaşı Ahmed Dede Efendi’ye [33] göre, İstanbul’a yine yaklaşık 1000 aile, neredeyse çağdaşı Fransız seyyah Chardin’e göre ise, çoğu Ermeni olan 3000 zanaatkâr aile götürülmüştür [75]. Muhammed Takî Hân-i Hakîm de Chardin gibi 3.000 hânenin götürüldüğünü yazar, fakat onun kaydına göre İstanbul’a götürülen sanatkâr topluluğu Ermeni ve Müslümanlardan oluşmaktadır11 [148]. Olaydan bahseden modern İran kaynaklarına göre ise, Selim Han tarafından Tebriz’den götürülenler şâir, nakkaş, yazar, altın işlemecisi, halıcı, ciltçi ve ipek böceği yetiştiricisi uzmanlarından oluşan birkaç yüz hâne civarında sanat erbâbından ibarettir1. Parsadûst, söz konusu aileler arasında 919/1510’da Şah İsmail tarafından Herat’tan getirilerek Tebrîz’e yerleştirilen sanatçıların yanı sıra birçok Tebrîzli hattât (nevîsendegân), şair, tezhip sanatçısı (tezhîbkârân), ciltçi (sehhâfân), halı dokumacısı (kâlîbâfân) ve bir grup tüccar ve ‘ayân bulunduğunu ifade eder . Selim Han tarafından İstanbul’a götürülen grup arasında aynı zamanda Yavuz Sultan Selim’e sığınan Horasan Padişahı Sultan Hüseyin Baykara’nın oğlu Bedîüzzemân Mirza [17], [33], [49] —ki kendisi daha önce de Şah İsmail tarafından Tebrîz’e getirilerek Şenb-i Gâzân’daki medreseye yerleştirilmiş ve masrafları için günlük 1.000 dinar tahsis edilmişti— ile beraberindeki Hâfız-ı İsfehânî ve oğlu Hasan Can Çelebi (Osmanlı tarihçisi Hoca Sâdeddin Efendi’nin babası) da bulunmaktadır1. Sultân Selim’in Acem seferinden yaklaşık beş yıl sonra 1520’li yıllarda, önceden 250.000 kişi olan Tebrîz’in nüfûsu 75.000 kişidir .
Kanuni devrindeki göç vakasına gelince, 942/1535 Ağustos’unda Irakeyn Seferi’nden dönüşte, 1525 yılından beri Kanuni’ye mektuplar yazan sünnî Tebrîz Türklerinden bir bölümünün istekleri doğrultusunda Rûm’a sürülerek imâr edilen Erzurum şehrine yerleştirilmesi söz konusudur [48]. Bostân Çelebî’nin, Süleymân-nâme’sindeki “şehr-i Tebriz'in ve sâir Azerbaycan vilâyetinde olan buldânın yarar halkı sürülüp zabta kâbil olan yerleri hıfz u hırâset oluna. Işâret-i aliyye mûcibince tavâif-i a ‘câmdan pîşeker ve ehl-i hüner olan üstâdlar ve serkâr olan yarar kimesneler sürülüp...” kaydından anlaşıldığı üzere Anadolu’ya sürülenler bir kez daha büyük ölçüde sanatkârlar ve makam sahibi kişilerden oluşmaktadır. 1700 yılında Tebrîz’i ziyaret eden Alman Seyyah Franz Kaspar Schillinger geriye dönük verdiği bilgilerde Kânûnî’nin “en eski heykeller, kıymetli tapınak süslemeleri, döküm bezemeli sütunlar ve kraliyet sarayında, silahhanede ve diğer kamusal ve özel yapılarda bulanan nadir her ne varsa (...) en seçkin zanaatkârları ile birlikte", beraberinde İstanbul’a götürdüğünü yazar. Gerçi 16. yüzyılın ilk yarısında Osmanlıların Tebrîz’e düzenledikleri seferlerin hiçbirinde can kaybı olmaz, ancak ilki 941/1535’de ve ikincisi 955/1548’de olmak üzere Kanuni’nin Tebrîz seferlerinde Tebrîz’de savaş halinin neden olduğu sonraları defalarca tekrarlanacak olan büyük kitlesel göçlerin ilk örnekleri yaşanır. 955/1548’deki Tebrîz Seferin’nde Kanuni’ye eşlik eden Fransız elçisi d’Aramon göre, Sûfî’nin (Şah Tahmasb) Tebriz’den ayrılmasından önce şehirden gitme imkânı olan herkes eşya ve mallarını da yanlarına alarak ayrılmış, geriye yalnızca fakir esnâf kalmıştır1.
16. yüzyılın ilk yarısı için Tebrîz’de nüfûs azalmasına yol açan diğer bir gelişme Floor’a göre, 955/1548’de gerçekleşen payitaht değişikliğidir. Zira payitahtlar siyasî ve ekonomik gücün yoğunlaştığı yerler olmalarının yanında nüfûs miktarı ve büyümesi açısından da ülkedeki en büyük şehir olmaya meyillidirler, dolayısıyla ülkenin önde gelen şehirlerinin nüfûslarının büyük bölümünün yanı sıra diğer işlevlerini de kaybettikleri düşüşlerinde başkent rolünü kaybetmelerinin etkisi belirgindir. Böylece Tebrîz şehri, aynı zamanda ordugâha ait ordu-bâzârın da sarayla birlikte nakledilmesi anlamına gelen payitaht değişikliği neticesinde (955/1548) nüfûsunun yaklaşık sekizde üçünü 1540’lı yılların sonunda yeni payitaht Kazvin’e vermiştir . Ordu-bâzârın, dolayısıyla ordunun taşınmasının şehirlerde azımsanamayacak bir nüfûs azalmasına neden olacağına şüphe yoktur. Öte yandan sultanın sarayı ya da başka bir deyişle ordugâh ve payitaht kavramlarının İran coğrafyasında antik devirleri aşan anlamı ve Safevîlere uzanan sürekliliği [128], dâru’l-mulk, dâru’s-saltana, dâru’l-memleke, bâbu’s-saltana gibi hükümdarın ikametgâhı ve merkezi güce işaret eden terimler ve bozkır kökenli bir devlette başkentin anlamı sorusuna dair tartışmalar dikkate alındığında Floor’un tespitini kalıcı bir değişimden ziyade geleneksel bir olgunun sürekli tekrarlanan sonucu olarak görmek acaba daha mı uygun olacaktır?
16. yüzyılın ilk yarısına dair son kayıt, Tebrîz’deki (sözde) payitaht değişikliğinden yalnızca iki sene sonra 957/1550’de şehre yakın bir dağın dört parçaya ayrıldığı yıkıcı bir deprem ve şehirde neden olduğu çok sayıda can kaybına ilişkindir. 19. yüzyıl başlarına ait tek bir kaynakta bahsi geçen bu olay sırasında meydana gelen can kaybının miktarına ilişkin kaynaklarda ilave bir bilgi yer almaz [157], [158].
Yüzyılın Son Çeyreği
Tebrîz, Safevî müelliflerinden Gunâbâdî’nin 987-88/1580 civarındaki kaydına göre, 16. yüzyılın son çeyreğine, şehrin başka bir yerinde ikâmet eden [?] tüccar ve Ermenilerin evleri hariç, 60.000 hâne (yak. 270.000 kişi) olarak girer1. Bu arada, Safevî devletinin kuruluşu sırasındaki katliamlar ve son derece belirsiz 957/1550 depremi [157], [158] hariç tutulduğunda aslında geçen süre zarfında şehirde ciddi bir nüfûs kaybı yaşanmadığı anlaşılır. Buna Şah Tahmasb devrinin nispeten huzur ve istikrar içinde geçen saltanatı da eklendiğinde Gunâbâdî’nin verdiği sayı makûldür. 985/1578’de Osmanlıların, Amasya Barışı’nı bozarak Batı İran ve Azerbaycan topraklarına girmeleri ile yeniden alevlenen [36] Safevî-Osmanlı savaşlarının yedi yıl sonra Tebrîz’e ulaşırken, bu defa alışılageldik tablonun aksine, savaş kaynaklı can kayıplarının yanında büyük kitlesel göçler şehirde önemli ölçüde nüfûs azalmasına yol açacaktır. Oruç Beg Bayat, Tebrîz’in 993/1585 yılında Osmanlılar eline geçmeden önceki nüfûsunu 80.000 hâne (360.000 kişi) olarak verir. Minadoi ise, çok kalabalık olduğunu belirttiği Tebrîz’in neredeyse 200.000 kişi nüfûsu olduğunu kaydeder.
Oruç Beg Bayat, her ne kadar sorumluluğu Azerbaycan Beylerbeyi Ali Kulu Hân’ın geri çekilirken teslim olmalarını söylemesine rağmen, onu dikkate almayarak şehri savunmaya devam eden Tebrîz halkına yüklerse de1, aynı yıl gerçekleşen Tebrîz’in Osmanlılar tarafından fethini şehir için bir felakete dönüştüren başlıca neden Safevîlerin halkı tahliye etmek yerine, topyekûn mücadeleye mecbur bırakması olsa gerektir. Safevî müelliflerinden İskender Beg Münşî, Tebrîz’de bu sırada en azından yarısı kuvvetli ve işe yarar genç erkeklerden oluşan 100.000 kişi bulunduğunu kaydeder. İskender Beg Münşî ile toplamda aynı rakamı vermesine karşın, genel itibariyle farklı bir tablo çizen Gunâbâdî ise, Tebrîzlilerin mallarını korumak üzere 60.000 Kızılbaşın orduya katıldığını ve orduya katılan Tebrîzliler ile birlikte —ki bu hesaba göre 40.000 kişi olmalıdır— 100.000 savaşçının Şâh’ın ordusunda hazır bulunduğunu bildirir. Bundan sonra yaşanan gelişmeleri nüfûs kaybı bakımdan üç ayrı grupta ele almak mümkündür. Bunlardan ilki, Safevî şehzadesi Hamza Mirza’nın Osmanlıların sur dışında tutulacağı ve Tebrîzlilere zarar gelmesine izin verilmeyeceği yönündeki sözünün, bozguna uğrayan Tebrîz muhafızlarının sur içine sığınmalarıyla sur içinde şiddetli sokak muharebelerine dönüşen çarpışmalardır. Tebrîz merkezindeki sokak muharebelerinin yol açtığı can kaybına dair bilgiler mevcut değildir. Tebrîzliler âmân dileyene kadar geçen süreye ilişkin ise, tarihi kaynaklarda bir [27] ilâ üç gün [24] arasında değişen ifadeler söz konusudur, ancak açık olan bir şey vardır ki bu esnada Tebrîz büsbütün harap olmuştur [24]. Harîmî Çavuş,
Osmanlılar tarafından ele geçirildiği 1585 yılında nüfûsunu 60.000 hâne olarak verdiği Tebriz şehrinde, 40-50.000 kadar savaşçı (cengcû) olduğunu yazar1 ki Tebrîz’in fethi sırasında gerçekleşen olaylar dikkate alındığında Harîmî Çavuş’un, aslında Gunâbâdî’yi doğrulayan geriye dönük bilgiler verdiği açıktır.
İkinci grupta fetihten sonra, Tebrîzlilerin şehirde güvenliği sağlamak için görevlendirilmiş yeniçerilerden bazılarını öldürmeleri üzerine şehre giren yeniçerilerin binlerce kişiyi öldürmeleri hâdisesi yer alır. Osmanlı müellifleri Harîmî Çavuş, Mustafa Âlî, Âşık Mehmed ile Safevi müellifleri Oruç Beg Bayat, Natanzi Efuşta, İskender Beg Munşî ve Muhammed Yusuf Vale kurbanların sayısı konusunda sessiz kalırken [27], şehirdeki kadın ve çocukların da esir alındığı hâdisenin kurbanlarını Kâdî Ahmed Kumî yak. 7-8.000, Âsafî 5-6.000, Şeref Han 15.000, Subhî [24], bazı tahminlere göre 20.000 kişinin öldürüldüğü söylense de 12.000 kişi olduğunda karar kılındığı şeklinde kaydeder.
Üçüncü grubu ise, Tebriz’in fethi öncesi ve sonrasında yaşanan göçler oluşturur. Kumî ve Muhammed Yusuf Vale halktan birkaç büyük grubun daha Osmanlı ordusu gelmeden Tebriz’i terk ettiğini kaydederken1, İskender Beg Munşî, Tebrizlilerin ilk hücum ardından verilen âmân sonrası geceleyin aileleri ile birlikte ikişerli üçerli şehirden ayrıldıklarını yazar [29]. Ta‘lîkî-zâde Mehmed Subhî’nin kaydına göre ise, ilk gün top atışları ile ümitsizliğe düşen halkın yarısı gece karanlığında şehri terk etmiştir [24]. Subhî’yi doğrulayan Kâdî Ahmed Kumî’nin kaydına göre, gücü ve imkânı olan Tebrîzliler geceleyin ailelerini alarak şehir dışına [?] çıkmış, olmayanlar ise yine aileleri ile Surhâb Dağı’na kaçmışlardır. Oruç Beg Bayat’a gelince, o, tahrip olayı ve katliam üzerine kadın ve çocukların dağlara kaçtıklarından bahseder. Oruç Beg’i doğrulayan Şeref Han ve Muhammed Yusuf Vale ise, katliamdan sonra geriye kalan halkın şehirden kaçtığını yazarlar. Şah Muhammed Hüdâbende ve Şehzâde Hamza Mirza’nın Tebriz’e dönerek şehrin bir bölümünü yeniden işgal etmelerinden sonra dağlara kaçan halk geri dönmeye başlamış, ancak dönenler yaklaşık on bir ay sonra Tebrîz kalesinin kuşatması kaldırıldığında Safevîler tarafından yeniden mal ve varlıklarıyla birlikte civardaki daha güvenli bir yere taşınmışlardır.
Tebrîz 16. yüzyılı Osmanlılar hakimiyetinde yaşanan bir isyan vakası ile kapatır. Peçuylu İbrahim Efendi’nin kaydına göre, 998/1590 yılında Tebriz hâkimi Ca‘fer Paşa’nın zorunlu olarak ayarı düşük Şâhî bastırması üzerine Tebrîz’deki askerin ayaklanması ve sonrasında gelişen olaylarda1, 800 kişinin öldürüldüğünü ve 1.200’den fazlasının da kaçtığını kaydeder. Öldürülenler ve kaçanlar Osmanlı askerleri midir? yoksa Tebrîzli halkta mı isyana karışmıştır bilinmez, ancak Cafer Paşa tarafından olaylar sırasında Tebrîzlilerin aile ve mallarının yağmasına izin verilirken, esir alınanlar savaş tutsakları gibi alınıp satılmıştır [27], [29]. Öte yandan Safevi müelliflerinin ülkede ses getirmiş olması muhtemel hadise konusundaki suskunluğu dikkat çekicidir.
Bu noktada Tebriz’i terk edenlerin istikrar ve güven ortamının yeniden sağlanmasıyla dönüp dönmedikleri ve yahut ne kadarının geri döndüğü sorusuna cevap aranabilir. Büyük ölçüde belirsizliğini korumakla birlikte, Osmanlı kaynaklarında kısmen de olsa bu soruya cevap bulmak mümkündür. Osmanlı Devleti’nde fethedilen memleketlerin tahrîrlerin yapılmasında acele edilmezken, sayım işinin iki üç yıl geciktirildiğinden bahsedilmişti. 993/1585 yılındaki fethinden sonra 998/1590 yılında İstanbul Antlaşması ile resmen Osmanlı idaresine geçen Tebrîz, bu tarihten sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun bir eyaleti olarak teşkilatlandırılmış ve ilki 1000/1591-2 ve İkincisi 1002-3/1594 yıllarında olmak üzere iki kez nüfûs tahrîrine tabi tutulmuştur. İstanbul Başbakanlık Osmanlı Arşivleri’nde 1000/1591-92’de yapılan tahrire ait Tebriz Eyaleti’nin idari taksimatı, nahiye ve köylerinin hâsılları ile hâs, za‘amet ve timârlarını gösteren bir Tapu Tahrîr İcmâl Defteri (TTD nr. 645) ile 1002-3/1594’de yapılan tahrîrde tutulan, Tebrîz ve Dizmar livâlarındaki kale muhafızlarının timârlarının kaydedildiği bir İcmâl Defteri (TTD nr. 668) daha bulunmaktadır. Ancak her iki defter de İcmâl Defteri olduğundan sancaklardaki maddi gücün tespiti ve görevlilere dağıtımı amaçlı hazırlanmış olup, söz konusu defterlerde Tebriz nüfûsunun o devirdeki durumuna ışık tutacak bilgiler yoktur.
Öte yandan Osmanlı İmparatorluğu’nun, aralarında Azerbaycan’ın da bulunduğu, çeşitli bölgelerinde divan kâtipliği yapmış Gelibolulu Mustafa Âlî gibi devrin vak‘anüvislerinin verdikleri bilgiler, Tebriz’de 1000/1591-1592 ve 1002/1594 yıllarında yapılan nüfûs tahrîrine ilişkin kayıtları görmüş ve hatta bunlardan yararlanmış olabileceklerini düşündürür. Mustafa Âlî, 1000-1008/1591-1599 yılları arasında kaleme aldığı eseri Künhü’l-ahbâf da, Tebriz’in “kâ‘ide-i kitâbet-i vilâyefe göre 80.000 hâne yazılmış olduğunu, “ ‘avârız hânesi” bulunmayan şehirde tâhrîrden sonra tamir edilmiş, gözden uzak evlerin de (hâne-i bı-nihâne} bir o kadar daha olduğunu yazar2 [27]. Peçuylu İbrahim Efendi, Cafer Paşa’nın çekici vaatlerle Tebriz’e nüfus getirtip yerleştirdiğini ve şehirde yaptırdığı tahrirde 80.000 ev sayıldığını, fakat tahrîrden sonra da çok insanın buraya yerleştiğini kaydeder3 [29]. Tahrîrlerden yarım yüzyılı aşkın bir süre sonra Tebrîz’i ziyaret eden Evliya Çelebi’nin, tahrîr kayıtlarını görüp görmediğini söylemek mümkün değildir, ancak verdiği bilgiler diğer Osmanlı müelliflerini doğrular niteliktedir. Evliya Çelebi, Tebriz şehrinde Hadım Ca’fer Paşa devrinde yapılan tahrîrde şehir içinde 80.000 hâne ve 300.000 kişinin yazıldığını kaydeder4 [78], [79].
Kütükoğlu’nun, Osmanlı hükümetinin 1578 yılında İran’a harb ilanı ile başlayan büyük halk kitlelerinin yerinden oynadığı Safevî-Osmanlı savaşları sırasında Tebriz ve çevresinden, özellikle İran içlerine göç edildiğini tespit eder. Fethedilen memleketlerde düzen ve âsâyişin yeniden sağlanmasıyla göç edenlerin büyük bölümü yurtlarına döndükleri gibi, Osmanlı hükümetinin de dönüşleri hızlandırmak ve teşvik etmek için sıkça girişimde bulunduğu anlaşılmaktadır1. Esasen Osmanlı iktisadi yapısı '“yeni fethedilen ülkelerin tahrîri, dağılan reayasının yerlerine dönmeleri ve mâlî teşkilâtın yerleşmesi” zaman aldığından fetih ardından kaleye yerleştirilen askerin maaşının (ulûfe), imparatorluğun sınıra nazaran iç kısımlarında bulunan büyük merkezlerden temin edilmesini gerektirmekteydi . Bu bağlamda Tebriz’de vezir Cafer Paşa ve Tebriz defterdârına gönderilen 19 Cemâziyelâhır 1001/23 Mart 1593 tarihli bir hükme göre, “harâp olan etrafı günden güne ma’mur ve âbâdan olmakla muhâfazadaki askerin mevâcibinin Tebriz mukataâtından ödenmesi emredilmiştir” ki bu da bu tarihlerde Tebriz’in fetih sonrası harâbîden kurtulmaya ve nüfûsunun artmaya başladığını gösterir. Tebriz Beylerbeyine ve yine Tebriz Beylerbeyi ve Kadısına gönderilen sırasıyla 4 rebi‘ülevvel 1002/28 Kasım 1593 ve Safer 1002/Ekim-Kasım 1593 tarihli iki hükümde, “Tebriz’in fethi sırasında etrafa dağılan reâyânın, hüsn-i tedarik ve teşvik ile yerlerine getirilip sükûn ve âsâyiş içinde yaşamalarının temini; fethi müteâkıb reâyâ mülkünü alarak îmâr etmeyenlerden emlâk eski sâhiblerine verilerek “evvelki gibi” ma‘mur ettirilmesi tenbih olunmuştuk”.
Yüzyıl
yüzyıla hakimiyet değişikliği ile başlayan Tebrîz’de bu defa katledilenler, sayıları belirsiz olmakla birlikte, 21 Rebî‘ülâhır 1012/27 Eylül 1603’te Şah Abbas tarafından Tebrîz’in Osmanlılardan geri alınması sırasında kalede kuşatılan Tebrîz müdafileridir. 22 gün süren kuşatma ardından 15 Cemâzıyelevvel 1012/21 Ekim 1603’de Tebrîz kalesini teslim etmeleri karşılığında âmân verilmesine rağmen, itâat eden halktan çoluk çocuk esir edilip, malları yağmalanır [29], [32]. Tebrîz müdafileri konusunda suskun kalan İskender Beg Münşî’nin kaydına göre, Şah Abbas’ı sevinçle karşılayan Tebrîzliler [?] intikam almada öyle acımasızdır [?] ki bir Osmanlı askerinin Tebrîzli bir kızla evlenip çocuk sahibi olduğu durumlarda bile, kızın babası, erkek kardeşleri ve akrabaları Osmanlıya anlayış göstermeyerek onu öldürmüşlerdir. Aslında yalnızca Tebrîz’de yaşayanlar değil, şehir çevresinden toplanan tüm Osmanlılar aynı akıbeti paylaşmışlardır1. Tebrîz’i 17. yüzyılın ilk yıllarında gören İngiliz seyyah Cartwright, çok kalabalık bir şehir olduğunu ve 200.000 kişinin yaşadığını bildirirken , Safevîler tarafından eline geçmesinden çok kısa bir süre sonra 15 Kasım’da Tebrîz’e ulaşan Alman elçi Tectander, şehri ziyadesiyle dolu olarak niteler. Tebrîz, 1014/1605-06’de bir kez Tebrîz Beylerbeyi Pîr Budak Han'ın emri ile bu defa Osmanlı serdarı Cığala-zâde’nin geliş haberi üzerine boşaltılır.
Tebriz’de nüfûs hareketine neden olan diğer bir olay, Şah Abbas’ın ekonomik reformları ile ilişkilidir. İskender Beg Münşî’nin kaydına göre, Şah Abbas bu çerçevede Tebrîz’in 1603’de Safeviler hakimiyetine girmesinden sonra 1015/1607’de şehirdeki tüccarların bir bölümünü İsfahân’a kalıcı göç ettirmiş ve Tebrîz’den buraya getirilen göçmenlerin iskân edilmesi için inşa ettirdiği İsfahan’ın batısındaki, “Yeni Tebrîz" olarak da adlandırılan Abbas-âbâd Mahallesine yerleştirmiştir. Münşî gibi hemen hemen çağdaşı Alman seyyah Olearius da Tebrizli göçmenlerin sayısını belirtmezken, yaklaşık yarım yüzyıl sonra Chardin, nüfûsunun büyük bölümü Tebrîzlilerden oluşan ve ağırlıklı olarak nüfuz sahibi kişilerin büyük bahçeli evlerinin bulunduğu Abbas-âbâd ın, 17. yüzyılın üçüncü çeyreğinin sonlarına doğru 2000’den fazla hâneye (yak. 9.000’den fazla kişi) sahip
olduğunu bildirir1 [14]. Çağdaşı Deslandes, Abbas-âbâd Mahallesi ve Tebrîzli
Müslüman tacirlerden bahsetmezken, sayı belirtmeksizin Tebrîz ve Erivan’da yaşayan Ermenilerin de İsfahân’a gelip Culfa’da kendi mahallelerini kurduklarını yazar . Safevi müellifi Nasrâbâdî ise, İsfahan’a göçürülen Tebrîzlilerin sosyal ve ekonomik durumlarının o devirde ne derece iyi olduğuna dikkat çeker.
Tebrîz, bundan sonra 1017/1608-09 yılında Safevîlere iltica eden Canpulad-oğlu Ali Paşa, Kalenderoğlu gibi çok sayıda Celâlî liderleri ve taraftarına bir süreliğine ev sahipliği yapacaktır [36]. Celâlîler için Tebrîz’de Bâg-i Cehânşâhîde [?] düzenlenen şenliklere ve gösterilen uzun süreli konukseverliğe tanıklık eden İskender Beg-i Münşi, önden gidenler sayılmaksızın işe yarar birliklerin sayısını 13.605 kişi olarak kaydeder. Bunlardan 10.000’i tüfekçi ve tepeden tırnağa silahlı süvariler, kalanı ise hizmetkâr ve seyislerden oluşmaktadır. Münşi’nin kaydı, Celâlî ilticacılarının gerçek sayısının verilen rakamın çok üzerinde olduğunu gösterir. Bununla birlikte Celâlîlerin Tebriz’deki iskânı uzun soluk değildir, zira Diyarbekir Beylerbeyi Nasuh Paşa’nın Celâlî emirlerine Osmanlı ülkesine dönmeye teşvik edici mektuplar yazması üzerine, binlerce Celâlî eve döner. 1019/1610 yılına gelindiğinde, Kalenderoğlu ya da diğer adıyla Muhammed Paşa’nın ölümü ardından (Sefer 1019/Mayıs 1610) Şah’a iltica eden Celâlîlerden İran genelinde sadece 500 kişi geriye kalmıştır.
Safevi-Osmanlı çatışmasının merkezinde yer almaya devam eden Tebrîz, 14 Muharrem 1049/17 Mayıs 1639 tarihinde Kasr-ı Şirin Antlaşması imzalanıncaya kadar, takip eden yaklaşık otuz yıl boyunca üç kez daha Osmanlılar tarafından kısa süreli ele geçirilirken, bu süre zarfında şehir taraflarca halkın barınabileceği bir mekân olmaktan çıkarılarak, halk her defasında tahliye edilmiştir. 1019/1610’da Kuyucu Murad Paşa’nın çıktığı Acem Seferi sırasında Safevîler tarafından harabeye çevrilen şehrin boşaltılması1 [32] ve 1618 baharında Halil Paşa’nın Tebrîz’den Erdebil’e doğru ilerlemeye devam etmesiyle başlayan Safevî-Osmanlı müzakereleri sırasında, Osmanlı elçisinin görgü tanığı olduğu “Tebriz halkının perişan bir halde Karçakay Han tarafından iç bölgelere doğru” sürülmesi olayı göç hadisesinin boyutlarını göstermesi bakımından kayda değerdir. Elbette ki Tebrîzliler hem 1019/1610’da hem de sonraki tahliyelerde daha önce de ifade edildiği gibi durumun normale dönmesiyle şehre geri dönerler.
Tebrîz’e neredeyse bir asır barış getiren Kasr-ı Şirin Antlaşmasının kent nüfûsunun büyümesinde ülke genelinde olduğu kadar Tebrîz’de de olumlu etkileri olmuş olmalıdır, ancak bunun zaman almış olacağı da kesindir. Karmelit misyoner Peder Philippe, barıştan kısa bir süre sonra 1640 yılı haziran ayı sonlarında, Hindistan’dan dönüş yolunda ziyaret ettiği Tebrîz’i harap ve ıssız bulur. Peder Philippe, Fransa’ya dönüşünden sonra başka bir Karmelitten aldığı yeni haberlerle, hemen arkasından evlerin büyük çoğunluğunu ters yüz eden şiddetli bir depremden sonra Tebrîz’in büsbütün tenhalaştığını ve neredeyse tamamen viran olduğunu öğrenir. Ermeni müellif Tebrizli Arakel’in kaydına göre, Ermeni takviminde 1090 yılı (12 Ekim) =1640, Miladi 5 Şubat 1641 tarihinde soğukların çok etkili ve karın yoğun olduğu bir dönemde gerçekleşen ve komşu bölgeleri de etkileyen bu yıkıcı depremde Tebriz ve Dîh-hvârkân’da 1.200 kişinin öldüğü rivayet edilir1 [157], [158]. Safevî müelliflerinden olayın çağdaşı Veli Kulî Şamlu, Kısasu’l- hâkânTde bu depremin 1049/1639-40 yılında meydana geldiğini kaydeder ve Şâh’ın emri ile tahribatı tespit etmek üzere görevlendirilen Sipehsâlâr-i Îrân Rüstem Beg’in üç gün süren depremde 12.982 hânenin tamamen yıkıldığı ve 2.602 kişinin öldüğünü bildirdiğini ilave eder . Depreme dair verdiği bilgileri aynı şekilde Rüstem Hân’ın tespitlerine dayandıran çağdaş müelliflerden Muhammed Ma‘sûm ise, 4 Zi’l-ka‘de 1050/15 Şubat 1641’de saraya haberi ulaşan depremde 14.900 ev yıkıldığını ve halktan 12.600 kişinin öldüğünü bildirir. Bununla birlikte, 17. yüzyıl ortalarına gelindiğinde, tüm kayıplarına rağmen, toparlanmaya başladığı anlaşılan Tebriz şehri yine de Safevi İran’ında devrin başkenti İsfahan’dan sonra 100.000’in üzerinde nüfûsa sahip ülkenin ikinci şehirdir.
yüzyıl ortalarından itibaren ilki 1650 yılında olmak üzere, 1657 ve 1664 yıllarında Tebrîz’e büyük zarar verdiği ya da şehri harabeye çevirdiği rivayet edilen üç büyük deprem daha söz konusudur, fakat depremlere ilişkin bilgi veren kaynaklarda can kaybına ilişkin veri bulunmadığı gibi, depremler aynı devirde Tebriz’i ziyaret eden özellikle Tavernier ve Deslandes gibi seyyahların kayıtları ile de doğrulanamamaktadır. 1641 depreminden neredeyse çeyrek asır sonra, 1664 yılı sonunda Tebriz’de bulunan Tavernier’in, çok kalabalık bir kent olarak nitelediği şehrin, nüfûsuna ilişkin Deslandes, aydınlatıcı herhangi ilave bir bilgi vermeksizin yalnızca Tebrîz’in nüfûsunun arttığını kaydetmekle yetinir. Öte yandan Osmanlı müelliflerinden Silahdar Fındıklılı Mehmed Ağa, 29 Mayıs 1664/4 Zilka‘de 1074 7 gün 7 gece süren ve 50.000 kişiden fazla insanın ölümüne yol açan şehirdeki abidevî yapıların bir bölümün de yıkıldığı büyük bir depremden bahseder1.
Aynı yıllarda Chardin, Tebrîz’de 15 bin ev bulunduğunu ve en az 550.000 kişi yaşadığını kaydeder [75], [84]. Tebriz’de yaşayanların sayısını öğrenmek için büyük çaba sarf eden seyyah verdiği rakamdan emin olmadığı gibi, şehrin ileri gelenleri tarafından Tebrîz’de 1.100.000 kişi yaşadığına inandırılmaya çalışıldığından bahseder [75]. Ancak
Matthee’ye göre, Chardin’in nüfûs tahmini, Oruç Beg gibi, 1660’ların ortasında olması gerekenden daha da uzaktır. Tebriz’in o devirdeki toplam nüfûsu yine de 300.000’den çok da az olmamalıdır. Fransız misyoner Peder Villotte 1691 yılında gittiği Tebriz’in nüfûsunu 300.000 kişi olarak kaydederken, yalnızca üç sene sonra, 1694 yılında şehri ziyaret eden Gemelli Careri, her ne kadar otuz mil gibi geniş bir çevreye yayılmış olsa da bahçe ve tarlalardan ve evlerde yaşayan insanların azlığından dolayı nüfûsunun o devirde 250.000’i geçmeyeceğini ileri sürer.
Yüzyıl Başından 1736’ya Kadar
yüzyıl Tebrîz için ciddi bir nüfûs kaybı anlamına gelmektedir. 12 Mart 1717’de gece yarısından az sonra Tebriz’de meydana gelen bir deprem, Tebriz’deki Kapusen misyoner Pierre d’Issoudun’un kaydına göre, şehirde 4.000 evin yıkılmasına ve 700’den fazla kişinin yıkıntılar altında can vermesine neden olurken, onu yalnızca üç yıl sonra çok daha şiddetli 28 Cumada II 1133/26 Nisan 1721 depremi izlemiş ve Tebrîz’deki evlerin dörtte üçünün yıkıldığı bu depremde en azından 40.000 kişi hayatını kaybetmiştir1 [157], [158]. İsfahan’dan Haziran 1721’de yazan Fransız konsolos Ange de Gardane’nin mektubuna dayanan 40.000 rakamı aslında olay hakkında bilgi veren kaynaklardaki en düşük tahmindir [157], [158]. Kurbanların sayısını Jonas Hanway yaklaşık 100.000 olarak verirken, Peder Krusinski ile ondan aktaran Lockhart 80.000 ve İ‘timâdu’s-Saltana6 250.000 olarak kaydeder. Geriye dönük bilgiler veren ve depremi hatalı olarak 1727 yılına yerleştiren İskoçyalı seyyah Ker Porter, depremde en fazla 70.000 kişinin ve 1131/1718-19’da gerçekleştiğini bildiren Muhammed Takî Hân-i Hakîm, 80.000 kişinin [148] hayatını kaybetmiş olduğundan bahseder. Sir John Molcolm, rakam vermeksizin Tebrîz’i neredeyse tamamen yok ettiğinden bahsettiği 1721 depreminde çok sayıda insanın hayatını kaybettiğini yazmakla yetinir. Modern dönem araştırmacılarından Wilson ise ölü sayısını 8.000 kişi olarak tespit eder . Nâdir Mîrzâ, muhtemelen aynı olaya ilişkin, Tebrîz’e gelen Lama Enirsit [?] adlı bir tüccarın kaydından aktararak, can kaybına ilişkin bilgi vermeksizin 1721 yılında Tebrîz’i yerle bir eden bir tufanın meydana geldiğini yazar11 [84].
1721 depreminden dört sene gibi kısa bir süre sonra 1725 yılında Osmanlılar bir kez daha Tebrîz önündedir ve 1585 yılında Tebrîz’in Osman Paşa tarafından fethi sırasında yaşananlar tekrarlanır. Hanway, o sırada silah taşımaya elverişli kişi sayısının çok fazla olduğu Tebriz’de, halkın, şehirlerini Abdullah Paşa komutasındaki Osmanlı ordusuna karşı savunmaya karar verdiklerinden bahseder ve göç edenlerin sayısını belirtmeksizin şehir halkının, aileleri ile birlikte en değerleri eşyalarını önceden Gilan dağlarına gönderdiklerini kaydeder1. 17 Zilkade 1137/28 Temmuz 1725 günü Tebriz yakınlarında meydana gelen şiddetli savaşların bir kez daha sur içine taşınmasıyla, şehirde ve kalede iki gün ve bir gece devam eden mücadele tüm şehir ve kalenin Osmanlılar tarafından ele geçirilmesiyle neticelenirken (22 Zilkade 1137/3 Ağustos 1725), bu sırada Osmanlılara karşı koyan Tebriz halkı göçe zorlanır . Eliyarlı, herhangi bir zorunlu göç olayından bahsetmeksizin, şehir içinde savaşmaya devam eden 20 bin kişinin 3 Ağustos’da teslim olacaklarını bildirmeleri üzerine, aile ve emlakları [?] ile Erdebil’e çekilmelerine izin verildiğini belirtir [5]. Kent merkezindeki savaşların dört gün ve gece devam ettiğini ileri süren Jonas Hanway, çarpışmanın sur içine taşınması üzerine halkın aceleyle şehri oluşturan dokuz mahallede siperler inşa ettiklerini, sonunda siperlerden yedisinin Osmanlılar eline geçmesi ardından, teslim olan son iki siperdeki 20.000 kişinin taşıyabilecekleri eşyaları ile Erdebil’e gitmelerine izin verildiğinden bahseder. Seyyahın kaydına göre, Safevilerin çatışmalardaki kayıpları 30.000 civarındadır. Şeyh Hazîn, beş gün süren savaşın bırakılmasından sonra eşyaları ile şehri terk edenlerin sayısını yaklaşık 5.000 kişi olarak verir. Ermeni tarihçi Erivanlı Abraham ise, oldukça abartılı olduğu anlaşılan bir tahminde bulunarak Tebriz’in 85.000 savaşçı kaybettiğini yazar [5]. Nâdir Mîrzâ, bundan iki sene sonra 1140/1727 Ağustos’unda Tebrîz’in Osmanlılar hakimiyetinde olduğu sırada şehirde, kayıplara dair bilgi vermeksizin şiddetli bir deprem olduğunu kaydeder1 [84].
Tebriz’in nüfûs miktarı ve yapısı hakkında bilgi veren günümüze ulaşabilmiş bilinen resmî yegâne kaynak, şehirde 22 Zilkade 1137/3 Ağustos 1725’deki fethinden sonra neredeyse sekiz yıllık Osmanlı hakimiyeti yıllarında yapılmış olan nüfûs tahrîrine ait kayıttır. 1 Receb 1140/12 Şubat 1728 tarihli TT_904 numaralı Mufassal Tapu Tahrir Defteri’ne göre, Tebriz’de 5.706’sı Müslîm ve 664 Gayri Müslîm olmak üzere toplam 6.370 hâne bulunmaktadır. 664 Gayri Müslîm hâneden 608’i Hristiyan, 2’si Kıptî ve 54’ü Yahudi’dir. Bununla birlikte Müslîm halktan 2.029 hâne (yaklaşık 10.000-12.000 kişi) tahrirden sonra başka yerlere göç etmiştir . Kayıtlardan tahrîr sırasında 32.000-38.000 civarında olan şehir nüfûsunun, tahrîrden sonra yaşanan göçlerle 22.000-26.000 dolaylarına gerilediği anlaşılmaktadır. Nitekim, 1728 yılında Tebriz’i ziyaret eden İranlı tarihçi Şeyh Hazîn, Osmanlı akınlarının sonucu olarak şehri harap ve terk edilmiş olarak bulmuştur.
Çizelge 3. 2 1140/1727 Tahrîrine Tebriz’de Müslîm-Gayri Müslîm Nüfûs Oranı
Tebrîz’in nüfûsu hakkında tarihçilerin kayıtlarından yola çıkarak genel bir değerlendirme yapan Nâdir Mîrzâ ise, şehrin nüfûsunu meskûn olduğu zamanlarda 500 bin ve üzerinde kabul eder [84]. Ancak araştırmacılar tarafından sıklıkla dikkat çekilen bir nokta, elde güvenilir bir bilgi olmaksızın kroniklerdeki çoğu zaman abartılı ve teyidi mümkün olmayan kayıtlardan yola çıkarak nüfûs miktarını tahmine girişmenin beyhûdeliği yönündedir1 [15], [53], yani Safevî Tebrîz’i için de nüfûs tahminin de bulunmak mümkün olmadığı gibi, verilen rakamların da çelişkili olduğu ortadadır.
Araştırma her ne kadar Tebrîz’e odaklanıyorsa da, unutulmamalıdır ki, Tebrîz şehri esasen Safevî İran’ından ayrı değildir. Bu da onu ve dolayısıyla nüfûs gelişimini, aynı zamanda bütünün bir parçası olarak görmeyi gerektirir. Jean Aubin, mevcut verilerin eleştirel bir analizinden yola çıkarak 16. yüzyıl başlarında, Tebrîz hariç, Safevî ülkesinin diğer önemli şehirleri İsfahan, Şiraz, Kaşan ve Sultaniye’nin 3.000-4.000 hâne ya da 1824.000 kişilik bir nüfûsa sahip olduklarını ileri sürmektedir. Aubin’e göre, Meragâ, Kum ve Erdebil’den oluşan ikinci gruptaki küçük şehirler 2.000, Save ise, yalnızca 1.000 hânedir . Bununla birlikte Safevilerin batı komşusu Osmanlı İmparatorluğu için 17. yüzyıl dönümünde, en yüksek nüfûs tahmini 30-35 milyon kişi iken, Safevi ülkesinde 17. yüzyıl ortalarında en olası tahminle nüfûs, yaklaşık 7-10 milyon ya da biraz daha azdır. Aynı devirde Safevilerin Hindistan’da hüküm süren komşusu Babür İmparatorluğu’nda 60-100 milyon kişi bulunmaktadır. Nitekim, 1666’dan 1677’ye kadar İran’da kaldığı sırada Hindistan’ı en az iki defa ziyaret eden Chardin, Hindistan’ı çok zengin, verimli ve kalabalık bir ülke olarak nitelerken, İran’ı kurak, verimsiz, dağlık ve aynı zamanda seyrek nüfûslu olarak tanımlar. Floor’a göre, 17. yüzyıl ortalarında Safevi İran’ında nüfûs 9 milyonu aşmamıştır ki 16. yüzyıl süresince ve 1720’den sonra sürekli devam eden savaşlardan dolayı daha da azdır. Öyle ise, Tebrîz’in istikrarlı yıllarda ort. 250.000300.000 civarında verilen nüfûsu, Safevî ülkesinin tamamı dikkate alındığında, gerçekten ne derece kalabalık bir şehir olmuş olabileceğinin bir delili olarak görülebilir.
SafevîDevri Boyunca Tebrîz’de Nüfûs Kompozisyonu
1510 yılı mayıs ayında Tebrîz’den ayrılan Venedikli bir tüccarın verdiği bilgilere göre, o devirde artık tamamı kırmızı başlık giyen Tebrîz’in halkı, İranlılar, Türkmenler (Turkomans) ve Safevî tarikatının müritleri sayılan çingenelerden oluşmaktadır ve Tebrîz’de, ikâmet eden hatırı sayılır sayıda Hristiyan ve Ermeni’nin yanı sıra Tebrîz’in daimî sakini olmayan ve Bağdat, Kaşan ve Yezd’den gelerek Safevîlere tabi olmuş, yabancı tüccarlar gibi kervansaraylarda yaşayan Yahudiler bulunur1. Portekizli seyyah Antonio Tenreiro 1525’teki kaydına göre, Tebrîz’de İranlılar ve bir hayli Türkmenin (Turkomans) yanı sıra ilki çiftçilik ve mekanik zenâatlerle meşgul ve kendisinin mensup olduğu dini benimsemiş ve benzer kıyafet tarzına sahip Frank olarak adlandırılan bir grup ve ikincisi çoğu tüccar olmakla beraber, aralarında şarap yaparak gizlice Mağribilere satan Ermeniler olmak üzere iki grup Hristiyan halk yaşamaktadır . 1581 yılında Tebrîz’e gelen Newberie, Tebrîz halkı hakkında ayrıntılı bilgi vermez, fakat o 26 Kasım’da Hristiyan Ermenilerin Tebrîz’deki kiliselerinde bulunduğundan ve düzenledikleri ayine katıldığından bahseder. 16. yüzyılın son on yılında İran’da bulunan Portekizli seyyah Teixeira, Tebrîz halkının genel olarak “Kalangeler[Kalenderîler?]” olarak adlandırıldığını bildirir. Tebrîz’deki Ermeni kilisesinin ziyaretçilerinden biri de 1621 yılında şehre gelen Alman Heinrich von Poser’dir. Ancak ne o ne de Newberie Terbrîz’in etnik yapısı ve şehirde yaşayan halklar hakkında bilgi verirler. 17. yüzyıl ortalarında Evliya Çelebî, Tebrîz’in ayan ve eşrafları bahsinde gayri-müslîm halktan söz etmeksizin, şehirde Avşar, Dümdümî, Dümbülî, Lahicanî, Türkmen ve Gökdolaklı kavimlerinden tamamı Şî‘î mezhebe mensup zenginlerin bulunduğunu yazar [78], [79]. 1654 yılında İtalyan seyyah Niccolao Manucci, farklı milletlerden insanların Tebrîz’de yaşadığını kaydeder. 1665 yılında Fransız seyyah Deslandes, başta Gilan bölgesinden gelen ipek olmak üzere diğer ticari malların varlığının çok miktarda Ermeni’nin Tebrîz’e yerleşmesine neden olduğundan bahseder1. Ancak bir kez daha onun seyahatnamesinde de Tebrîz’de yaşayan halkların tamamı hakkında somut bilgiler yoktur. 1700 yılında Franz Kaspar Schillinger, dünyanın bilinen hemen hemen tüm milletlerine rast gelinebilen Tebrîz’de, Mısırlılar, Araplar, Türkler, Gürcüler, Tatarlar ve Hintliler, Ruslar, Polonyalılar, İngiliz ve Hollandalılar, Fransızlar ve İtalyanlar başta olmak üzere farklı milletlerden tacirlerin varlığından dolayı, yaşayan halkın da son derece farklı olduğundan bahseder . Rus elçi Artemiı Volynskiı’ye eşlik eden John Bell’in kalabalık nüfuslu bir şehir olarak nitelediği Tebrîz’i gördüğü 1716 yılının son günlerinde, aralarında çok sayıda Ermeni’nin de bulunduğu halkı, ekseriyetle İranlılardan oluşmaktadır.
Tüm Yollar Tebrîz’e Çıkar
“Kâr, geçen seneye göre düşük, çünkü Tebrîz ’e giden yol kapatıldı. Bu, genellikle buraya gelerek Gamron’da [Bender Abbas] boy gösteren tacirlerin sayısını normalin yarısının altına düşürdü. Dahası gelenlerin pek az nakit parası vardı. Ayrıca, dokuma kumaşlarımız yalnızca diğerlerinin ithal ettiklerinden muzdarip değil, aynı zamanda kalite düşer iken, maliyet geçen seneye göre %26 arttı”. Hollanda Doğu Hindistan Şirketi’nden gelen 29.03.1650 tarihli bir mektupta yer alan bu ifade Tebrîz’in başkent olmadığı devirlerde dahi Safevî ekonomisindeki konumunu ortaya koyar. Floor’a göre, İsfahan’daki tacirler, daimî olarak Türkiye’de ne olup bittiği ile ilgilidirler. Zira, özellikle Tebrîz ve İsfahân’da ve genel olarak İran’ın büyük şehirlerinde ticaretin iyi ya da kötü oluşunu, büyük ölçüde Osmanlının tutumu ve buralardan kervanlarla gelen diğer tacirler belirlemektedir. Kuzeybatı, kuzey ve kuzeydoğudan gelen güzergâhların buluştuğu, ülkeye en kolay nüfuz edilebilecek Azerbaycan bölgesinin, İran’da zırh vazifesi gören dağlardaki iki yarıktan biri olduğundan daha önce bahsedilmişti1 [7]. Tebrîz’in ise, bu tabloda konumu itibariyle İran coğrafyasında yerleşime elverişli nadir noktalardan biri olarak ön plana çıkmakta idi . Ayrıca, Hûlâgû’nun (1255-1264) Bağdat’ı fethi ve 1258 yılında Abbasi Halifeliğinin sona ermesi ile Bağdat-Sind arasındaki ticarî güzergâh ve kuzeyde Rey ve Nişabur üzerinden Uzakdoğu’ya ulaşan kervân yolunun istikâmetinin, Tebrîz ve Karadeniz hattına kayması ile [58] [65] “uluslarası ticaretin kapısı” olarak nitelenen Tebrîz’de [105] özellikle ipek ticaretinin farklı bir boyut kazandığı ve böylece Batı’ya ipek ve ipekli kumaş, hatta Hint baharatı ihraç eden Orta çağ Tebriz’inin, Asya ticaretinin en büyük ve başlıca transit merkezi haline geldiği ifade edilmişti. İran’ın kuzeyde Kafkaslar ve kuzeybatıda Anadolu’ya açılan kapısı Tebrîz’in, İpek Yolu ağındaki konumu hakkında henüz İlhanlılar devrinden geriye kesin tespitler yapmak güçtür, buna rağmen Safevî devrinin büyük bölümü boyunca tüm yolların ticarî açıdan Tebrîz’e çıkıyor gibi göründüğünü söylemek mümkündür.
İnalcık, daha Selçuklu devrinde Tebrîz’i Konya ve Bursa’ya bağlayan büyük ticaret yolu ve bu yolun Anadolu’daki bölümünde bulunan birtakım köprülerden bahseder, “bu köprüler askerî bakımdan olduğu kadar ipek kervanları için de hayatî öneme” sahiptirler. Tebrîz’den çıkan Şâhrâh-i Garbi adındaki büyük ticaret yolu, Selçuklular devrinden itibaren işlektir1 ve o devirde Merend, Hoy ve Sökmenâbâd yoluyla Anadolu’da Aras Nehri vadisini (Sa‘d Çukuru) izleyerek “Doğu’da Anadolu’nun Kapısı” niteliğindeki Erzurum’a, oradan Erzincan-Sivas-Kayseri-Konya ulaşmaktadır. Erzincan’dan ayrılarak Kelkit Vadisi’nden ilerleyen bir yol Tokat üzerinden Bursa’ya, güneye yönelen bir ikincisi Kemah-Çemişkezek’den Fırat Vadisi’ni izleyerek Birecik Geçidi’nden ve yine alternatif bir güney yolu, Tebrîz-Van-Bitlis üzerinden Haleb’e gider. Osmanlı padişahlarının da Doğu Seferleri’nde (Yavuz Sultan Selim 1514, Kanûnî, 1534 Irakeyn ve 1548 Tebrîz Seferleri, Mustafa Paşa 1578, IV. Murad 1635 Revân Seferi) izledikleri bu güzergâh, 15. yüzyılın ikinci yarısında Astrahan yoluyla İran ipeğini alan kuzey Karadeniz’deki başlıca ipek pazarları, Azak (Azov ya da Tana) ve Kefe’nin 1475’te, Kopa ve Taman’ın ise 1479’da Osmanlı hâkimiyetine girmesiyle önemi daha da artan Tebriz- Bursa İpek Yolu’dur. İpek ticaretinin 15. ve 16. yüzyıllar boyunca sürdürüldüğü özellikle Tebrîz-Erzurum-Bursa yolu başta olmak üzere bu yollar Safevîlerden önce de İran ipeğini Osmanlı İmparatorluğu ve ötesine taşıyan yollardır. Safevî İran’ında Hazar ipeğinin ana antreposu Kazvin’den başlayan batıdaki Tebriz-Bursa Yolu’nun yanında; kuzeyde (Orta Asya ve Rusya) Şamahı’dan Derbend’e ve oradan deniz yolu ile Astrahan’a devam eden Rusya Yolu1 ve sadece güneyde ana deniz yoluna bağlanan —ki bu güzergâh Surat ve Hürmüz ile sonraları Bender Abbas arasında işliyordu — doğu ve güneyde Hindistan Yolu Safevî ticaretinin odaklandığı üç ana güzergahtır. Tebrîz ise, bu ağda Osmanlı İmparatorluğu ve Kafkaslarla ticaretin kritik ara noktalarından biri olmasının ötesinde, gerçekte Safevî ekonomisinin bütününde belirleyici bir yere sahiptir. Öte yandan Safevî devri boyunca ekonominin yapısı, büyüklüğü ya da bölgesel ekonomilerin nasıl bir yapıya sahip olduğunu, Hollanda ve İngiliz Doğu Hindistan Şirketleri’nin 17. ve 18. yüzyıllara yönelik kayıtları hariç, sayısal verilerin yokluğundan dolayı tespit etmenin güçtür. Osmanlı ülkesi, Hindistan, Orta Asya ve Rusya ile gerçekleştirilen kara ticaretinin boyutları, dolayısıyla söz konusu şirketlerin ticarî açıdan Safevî ekonomisindeki payları aynı şekilde belirsizdir. Buradaki en belirgin olgu, aslında, yaklaşık iki buçuk asır boyunca büyük ölçüde savaşlar ve siyasî çekişmelere bağlı olarak yaşanan bir takım ekonomik iniş çıkışlardır.
Yüzyıl
İpek ticareti —baharat gibi— 13. yüzyıl ortalarından itibaren dünya siyasetini etkileyen en önemli ekonomik etkenlerden biri idi, dolayısıyla ipek ticaretinin ekonomileri açısından öneminin bilincinde olan taraf ülkeler, İran, Osmanlı İmparatorluğu ve İtalyan Kent Devletlerinin Tebriz-Bursa İpek Yolu’nu kontrol altına alma uğruna verdikleri mücadele 15. ve 16. yüzyıllar boyunca sürüp gider. Tebrîz’de ise, daha İlhanlılar devrinden itibaren Venedik ve Cenevizlilerin 14. yüzyıl ortalarına kadar ticaret kolonileri vardır1 [60] ve İtalyan tüccarlar, burada yünlü kumaşlarını İran ipeği ve Hürmüz ve Bağdat’tan gelen Hint baharatı ile değiş tokuş etmektedirler . Tebriz’i 721/1321-22 yılında ziyaret eden İtalyan din adamı Peder Odoric, çok iyi bir konumda yer alan ve ticarete ilişkin hiçbir şartın uygulanmadığı dünyanın ticaret başkenti Tebriz’de, tüm dünyadan bütün milletlere mensup tacirlerin ticaret yapabildiğini kaydeder. Bu devirde Tebriz’i Anadolu üzerinden Karadeniz’e bağlayan güzergâh gelişme göstermekle kalmayıp, yanı sıra İtalyan Kent Devletleri Tebrîz-Bursa Yolu üzerindeki Sivas ve Konya’da şubeler açmışlardır. 16. yüzyıla ilk yıllarına gelindiğinde Bursa pazarındaki İran ipeği ticareti öylesine canlıdır ki yabancı tüccarlar ipek kervanlarının Bursa’ya varmasını sabırsızlıkla bekler, mümkün oldukça çok ipek satın almak için kıyasıya rekabet ederler. Tebriz kervanlarıyla Bursa İpek Hanı’na (Acem Hanı, sonraları Koza Hanı) inen Tebrîzli ipek tüccarının büyük bölümü Azeri Türklerden oluşmaktadır ve aralarında Bursa’da (Acem Mahallesi’nde) yerleşenler bile vardır. Tebriz-Bursa İpek Yolu’nun Safevi tarafı ve özellikle Tebriz için önemini Venedikli bir tüccarın 16. yüzyılın ilk yıllarına ait kaydı açık biçimde ortaya koyar. “Bu şehirde [Tebrîz] ticaretfazladır ve her kalitede ham ve işlenmiş ipek bulunur. Işgın, misk, lacivert ve her türde Hürmüz incisi, her çeşit sikke, müthiş güzellikte cehri (?)1, iyi çivit, Halep, Bursa ve İstanbul’dan yünlü ve diğer kumaşlar vardır, Tebrîz ’den, Halep ve Osmanlı ülkesine kırmızı ipek kumaş ihraç ediyor ve karşılığında kumaş ve gümüş alıyorlar”' .
Doğu’da barışı bozmamaya gayret eden II. Bâyezid devrinde (1481-1512) ipek ithalatı rekor düzeyde idi, fakat halefi Sultan I. Selim’in, 1514 yılında Safevî devletine savaş açarak İran’dan her türlü ipek ithalatına ambargo koyması [36] —ki Tebrîz-Bursa hattının her iki taraf içinde önemine dair ilgi çekici bir kanıt olarak Yavuz Sultan Selim 920/1514’de girdiği Tebrîz’de Şah İsmail’in Heşt-BehiştSarayındaki hazinesinde Bursa ipeklisinden 91 hil‘at bulacaktır— ve Osmanlı topraklarında ham ipek ticaretini tümüyle yasaklaması, Osmanlılar tarafından Safevi hükümdarı Şah I. İsmail’e karşı girişilen son derece radikal bir adımdı. Amaç, Safevîleri altın, gümüş, demir gibi ihtiyaç duydukları metallerden mahrum bırakmak, İran’ın Avrupa’ya ipek ihracatını tamamen durdurarak Şah İsmail tarafından yönetilen bölgelerden gelen tüm ipek ithalatını yasaklama yoluyla rakibinin gümrük vergilerinden elde ettiği geliri azalmaktı. İpek ticareti bir süre daha
tarafsız olan Memlûkler idaresindeki Halep üzerinden devam etti ise de1, Yavuz Sultan Selim, Memlûk egemenliğindeki Arap ülkelerini de ambargo kapsamına dâhil etti , 1516- 17’de Halep’in Osmanlılar tarafından fethedilmesi ile de Halep Yolu da bir alternatif olmaktan çıktı. Safevîlere açılan savaş ile Osmanlı topraklarını terk etmeye fırsat bulamayan “Acem Tüccarı” ya da “Acem diyarından gelen tüccar taifesi”, tutuklanıp, ipeklerine el konuldu. 1518 yılına gelindiğinde geçen dört yıl zarfında Osmanlı
topraklarında ham ipek satışı tamamen yasaklanırken, Bursa’da ipek sanayii çökme noktasındadır. Tebrîz’in durumu ise belirsizdir, zira Venedikli bir tüccarın 16. yüzyılın ilk yıllarına ait kaydından sonra ilk veriler, Kanûnî Sultân Süleyman’ın tahta çıkmasıyla ambargonun son bulduğu [36] yıllara aittir. 1524’de Mestre Afonso, Tebrîz’de muazzam bir ticarî faaliyet ile karşılaşırken, 1529 yılında Tenreiro, Rusya, Venedik ve Osmanlı ülkesinden gelen tacirlerin şehirdeki varlığından bahseder; ülkedeki başlıca ticaret kolu, Safevîler hakimiyetindeki diğer ülkelerden gelen ham ipeğin Tebrîz’den Osmanlı ülkesi ve Mağribi ve Hristiyan olan diğer ülkelere taşınmasıdır.
Şah İsmail’e karşı sefer hazırlıklarının başladığı sırada ilan edilen kesin ambargonun ekonomik sonuçları, İnalcık’a göre, yalnızca Safevîler için değil, Osmanlılar ve İtalyanlar içinde felaket olmuştur. Zira, özellikle ana gelir kaynağı ipek olan Safevî tarafında, ülkelerinde bulunmayan altın, gümüş, bakır gibi madenlerin ithal edilebilmesi Osmanlılar
ile yapılan ipek ticaretine bağlıdır1 [36]. Aynı şekilde Osmanlıların refahı büyük ölçüde Safevîlerle yapılan ticaretle yakından ilişkilidir . Ambargonun ekonomik sonuçlarının yanında en önemli sonuçlarından biri de yeni bir ticaret yolu oluşturmak üzere alternatif güzergâh arayışlarıdır. Böylelikle, eski Astarâbâd-Hazer Denizi-Astrahan yolunun canlandırılmasına yönelik önce Cenovalılar, sonraları İngilizler girişimlerde bulunmuşlarsa da, Rusya Yolu ya da diğer adıyla Volga Güzergâhı, Osmanlı topraklarından devam eden Levant Yolu’na hiçbir zaman gerçek bir alternatif oluşturamamıştır. 18. yüzyıl başında —Matthee’ye göre altın çağında— Rusya
üzerinden taşınan malların miktarı Levant bağlantısının en parlak devirleri ile kıyaslandığında onun 10’da birini dahi geçemez. Bunun altında yatan başlıca faktör ambargonun Bursa’ya göre daha az uygulandığı, daha kısa olan Tebrîz-Halep Yolu’nun halihazırda Avrupalı tacirler için daha elverişli olması olsa gerektir. Ambargo sonrası, Osmanlı vatandaşı olan Sünnî Müslüman tacirler faaliyetlerini —teberrâ‘ilerin tacizlerine rağmen— sürdürürler, fakat yine de ambargo sırasında çok sayıda ipek tüccarı ve üreticisi iflas etmiştir, böylece Safevî-Osmanlı arasındaki ticareti Acem ve Türk tacirlerin yerine yavaş yavaş Ermeniler devralmaya başlar. Ermenilerin ticari ve ekonomik hünerleri ve Avrupa ile bağlantıları özellikle ilerleyen yıllarda Safevî devletini yıkılmaktan kurtaran Şah Abbas için vazgeçilmez olacak; böylece ambargonun uygulanmaya başlamasından neredeyse bir buçuk asır sonra 1654’da Tebrîz’i ziyaret eden İtalyan seyyah Niccolao Manucci, pek çok halı ve ipek, kadife ve sırmalı kumaş imal edilen şehirde çok sayıda Ermeni tüccar bulunduğunu bildirecektir1.
Öte yandan Kânûnî tahta çıkışıyla birlikte sağlanan istikarar uzun soluklu değildir. Çaldıran mağlubiyeti ile daha Şah İsmail hayatta iken başladığı anlaşılan Kızılbaş reisler arasındaki kanlı çekişmeler , Şah İsmail’in 1524’deki ölümü ardından iç savaşa dönüşürken, ancak 1532’de kontrol altına alınabilmiştir. Aslında bu ticaret hacminde büyüme anlamına gelmektedir, ancak kısa süreli olarak, zira 1534’de başlayarak aralıklarla 1555 yılında Amasya Barışı imzalanana kadar devam eden Safevî-Osmanlı mücadelesinin son noktasında, 1555’de Şah Tahmasb durumun hepten kötüleşmesi ile değeri %50 düşük para bastırmak zorunda kalır. Bu arada Tahmasb’ın babası Şah İsmail’in ülkenin dört bir yanında gelen hediyelerin tamamını etrafındakilere dağıtmasından dolayı boş bir hazine devraldığını ayrıca vurgulamak gerekir. İnalcık’a göre, Osmanlı cephesinde bundan sonra Azerbaycan’ın ipek üretim merkezlerini doğrudan kontrol altına almak gayesi ön plana çıkmaktadır ve Tebrîz’in de işgal edildiği (1534, 1535, 1548) Kânûnî Sultân Süleyman’ın 1533-36, 1548-50 ve 1553-55’teki Doğu Seferleri’nin altında Osmanlıların ipek ticaretine yönelik emelleri yatar.
Teberrâ‘îlerin Osmanlı tacirlerinden birini sakalından tutarak Osmanlıları lanetlemeye zorladığına şahit olan Membre’nin 16. yüzyıl ortalarına ait kaydı , Safevî-Osmanlı ülkeleri arasındaki ticareti olumsuz etkileyen diğer bir faktör olan teberrâ‘îlerin faaliyetlerini ortaya koyar. İran’da kurumlaşmış, ulemâ tarafından desteklenen Teberrâ‘îliğin kaldırılması meselesi, aslında her devirde Osmanlıların ısrarla Safevîlerden engellenmesini istedikleri bir uygulama olurken, 1555 Amasya Barışı'nı esas alan 1639 Kasr-ı Şirin Antlaşmasında hala çözülmesi temenni edilen konularındandır1.
1555 Amasya Barışı'nın yürürlükte kaldığı çeyrek asır Safevîler için yollarda güvenliğin sağlanmasıyla ticaretin toparlanması anlamına gelmektedir . İskender Beg Münşî, Şah Tahmâsp devrinde Safevî ülkesinin emniyet içinde ve iyi yapılandırılmış olduğunu söylerken, Hülasatü’t-Tevârih'te bildirildiğine göre, Şah Tahmâsp devri sonlarına doğru, yollar öyle güvenlidir ki Kandahâr, Herât ve Meşhed Şâh II. İsmâ‘îl tarafından valileri olmaksızın idare edilmiştir. 985/1577 yılında Şah Tahmasb öldüğü sırada hazinede biriken malların çokluğu şaşırtıcı düzeydedir. Şah’ın geride bıraktığı mal varlığını Şeref Hân, “Cengiz Han zamanından beri Iran ve Turan’da, hatta İslamiyet’in doğuşundan beri hükümdarlar ve sultanlar arasında bir benzeri" olmayan bir hazine olarak niteler. Bu sırada Azerbaycan, Şirvan ve Arran bölgelerinin bazı kesimlerinde yedi yıllık, bazılarında ise dokuz yıllık vergi henüz toplanmamış durumdadır. Hasan-ı Rûmlû, halkın bu devirde bolluk ve refah içinde bir hayat sürdüğünü söyler ve hatta modern araştırmacılardan Sümer, Tahmasb’ın Amasya Barışı ardından akılcı ve adil siyaseti sayesinde ülkede ziraî ve iktisadî hayatın hızla geliştiğini, imâr faaliyetlerinin başladığını ve nüfusun arttığını ifade ederse de [36], Şah Tahmasb’ın sarayına gönderilen Venedikli elçi d’Alessandri tam zıttı bir tablo çizer. D’Alessandri’nin bildirdiği saraya dair pek çok ayrıntı arasında Şeref Hân’ın tahririni gerçekleştirdiği muazzam servete dair bilgiler ile örtüşen en ilgi çekici tespiti Şah’ın cimriliği olsa gerektir1. Şah Tahmâsp saltanatında vergilerin ve divan harçlarının şer‘î hukuk ve dünyadaki en âdil hükümdar olarak görülen Akkoyunlu Uzun Hasan’ın kânûnları (Kânun-i Hasan Pâdişâh) gereğince toplandığı ve onun kânûnnâmesinin (kânun-nâmçe) örnek alındığı bilinmektedir. Bununla birlikte yine onun devrinde ülkenin büyük bölümünden çarşı, büyük baş hayvan ve yaylak gibi şer‘î hukuka aykırı bir dizi verginin toplandığı da bir gerçektir. Şah Tahmâsp, 972/1565 yılında en azından tamgâ vergisini yasaklar . Mescid-i Câmi’-i Tebrîz’in içinde kuzeye doğru mihrabın yer aldığı kısımda, batıdaki revâklarından birinin duvarında asılı olan Şah Tahmasb devrine ait bir kitabe söz konusu yasağa ilişkindir. 972/1564-65 tarihli kitabe metni, aslında, Şah Tahmasb’ın “Sâhibu’z-zemâh” olarak bilinen On İkinci İmâm Mehdi’yi gördüğü ve halka merhamet göstermesi bildirilen bir rüya üzerine tamga vergisini kaldırdığını halka ilan bir fermandır. Tamga vergisinin toplanmasına dair getirilen yasak 1013/1604-05 yılına gelindiğinde hâlâ yürürlükte olacaktır. Minadoi’ye göre, 16. yüzyılın son çeyreğinde Safevî ülkesinde en fazla gelir getiren üç şehirden biri Tebrîz’dir.
Amasya Barışı’nın getirdiği istikrar devrini 985/1578’de sonlandıran Osmanlı Sultânı III. Murad’dır ve “1578’den 1639’a kadar süren uzun savaş döneminde ipek her iki taraf içinde önemli bir siyasi silah halini almıştır'”1. Kuşkusuz, barış döneminin aksine, doğal olarak, Şah II. İsmail ve Muhammed Hüdâbende’nin saltanatlarını içine alan, Kızılbaşlar arasındaki iç savaşların yeniden baş gösterdiği aradaki çeyrek asır eski başkent [?] Tebrîz’in önemli bir yere sahip olduğu Safevî ekonomisinin zayıflaması demektir . Azerbaycan’ın Osmanlılar tarafından fethedildiği 1570 ve 80’li yıllarda savaşlardan dolayı, Venedikli D’Alessandri’nin ülkenin her yerinden ticaret malları ve kervanların geldiği bir ticaret şehri olarak bahsettiği Tebrîz’de, ticarî hayatın durma noktasına geldiği —ki 1587 yılında borçları nedeniyle büyük dokumacıların iflas ettiği Bursa’da durum Tebrîz’den hiç farklı değildir— kesindir. İngilizlerin aynı zamanlarda Rusya Yolu”nu kullanarak Tebrîz’e kumaş getirme çabaları ise, mallarının yolda yağmalanmasından dolayı ticaretin bu güzergâh üzerinden devam edebileceği konusunda Venedikli elçiye pek ümit vermemiştir, yine de özellikle 1580’li yılllarda güneyde Basra Körfezi ve Hürmüz üzerinden Kaşan’ı geçerek Tebrîz’e ulaşan kervanlar da yok değildir ve Minadoi, Tebrîz’i, Levant, Suriye ve Avrupa ülkelerinden, kısaca batıdan gelen ticarî eşyanın doğuya dağıtıldığı, sürekli yoğun bir alışverişin olduğu zengin bir şehir olarak tarif eder. Ancak bir süre sonra Halep Yolu’nda ticaretin, dolayısıyla İran’a giden altın ve gümüş ihracatının da durması Safevî tarafında mali bir krize yol açacaktır. Sonuç olarak, Şah Abbas tahta çıktığında Safevî hazinesi bir kez daha boştur ve Şah Abbas 1591’de çıkardığı üç fermanla 900.000 duka değerindeki kıymetli altın ve gümüş yemek takımlarını eriterek askerî birliklerinin maaşını ödemek zorunda kalır. 1590-1602 yılları arasındaki gibi kısa barış dönemlerinde Osmanlı-Safevî ülkeleri arasında kervanların gidip gelmeye başlaması ile ticaretin yeniden toparlanma fırsatı bulduğu bir gerçektir1. Aynı yıllarda Safevî ülkesinde bulunan Portekizli seyyah Teixeira, Tebriz’den ihtiyaç duyulan herşeyin bulunabildiği, Rusya, Polonya, Moskova, Kırgızlar, Gürcüler ve İran’ın diğer tüm bölgeleri ile büyük bir ticaretin olduğu bir yer olarak bahseder . 1603’de Osmanlı-Safevî savaşlarının başlamasından hemen önce Halep pazarındaki canlılık doruk noktadadır. Bunun nedeni gayet açıktır, yeni deniz yollarının keşfi dünya ticaret ve ekonomisinin eksenini kaydırmış olsa da Osmanlı ülkesi üzerinden devam eden — Tebrîz’in başlıca transit merkezlerinden olduğu— eski ipek ve baharat yolu hâlâ önemini korumaktadır. Bu arada, Şah Abbas’ın tahta çıkmasıyla Mürşîd-kulî Hân tarafından uygulanmaya başlanan ve yüksek ihtimal halkı iyice fakirleştiren genel vergi arttırımı, Şah Tahmâsp devrinde uygulanan eski vergi düzeni (kânun-i kadîm) ve yönetim nizâmnâmesini (dustûru’l-‘amal) yeniden getirme gayesindeki, Şah Abbas tarafından 1007/1598-99’da geri çekilir.
Yüzyıl-18. Yüzyılın İlk Çeyreği
Şah I. Abbas, 1587’de tahta çıktığında, toprakları batıda Osmanlı İmparatorluğu ve doğuda Özbeklere kaptırılmış, iç savaşlar ve güvensizliğin hâkim olduğu, ekonomisi çökmüş bir Safevî Devleti devralır . Şah Abbas’ın ekonomik tedbirlerinden başlıcaları, devletin malî temelinin yeniden düzenlenmesi, yani Kızılbaşlarının gücünün azaltılmasını yönelik olarak önceden tiyûl, yani askerî dirlik (iktâ)1 olarak Kızılbaş emîrler elinde bulunan büyük bölgelerinin memâlikten (mîrî arazi) hâssaya (hânedana ait araziler) dönüştürülmesi1 ve Safevî ülkesinin ana gelir kaynağı olan Osmanlılara bağımlı ipek ticareti üzerinde kontrol sağlamak üzere alternatif güzergâh arayışlarıdır . Böylece, Yavuz Sultân Selim’in Safevîlerin ekonomisini çökertmeye yönelik uyguladığı ambargo siyasetinin bir benzerini, 1603-1629 yılları arasında ipek ticareti için alternatif bir deniz yolu olan, Hint Okyanusu’na kaydırma girişimleri ile Şah Abbas Osmanlılara karşı uygular. Şah Abbas’ın Portekizlileri Basra Körfezi’nde Bahreyn, Kişm ve Hürmüz Adaları ve Bender Abbas Kalesi’nden çıkarmamasının ve İngilizlerin de aralarında bulunduğu diğer Avrupa ülkelerini ülkesinde ticarete teşvik etmesinin başlıca nedeni budur. Şah Abbas, böylece, bir taraftan İpek Yolu’nun güzergâhını değiştirerek İsfahân’dan geçmesini sağlayacak uzun yollar yaptırıken, diğer taraftan ticaretin gelişmesi için kervansaraylar inşa ettirir; bu arada Tebrîz, Şirvan ve Erivan’ın aralarında bulunduğu önemli ticarî merkezler ve ipek üretim merkezlerini 1603-05 yıllarında Osmanlılardan geri almayı başarır. Fakat Osmanlılarla aralıksız devam eden savaşlar ve 1624’de Kandahar’da Babürlülerle yaşanan yeni çekişmelerden dolayı yine de ekonomide çarpıcı bir büyüme beklenmemelidir. Nitekim 1618 yılında bir İngiliz, Safevî ülkesindeki ilk satışlarında hayal kırıklığına uğramış, ticaret hacminin küçük olduğundan ve paranın yetersizliğinden şikâyet etmiştir.
Osmanlı limanlarında ödedikleri ekstra vergilerden kurtulmak isteyen İngiliz ve Hollandaların müdahil olmaları ile ambargolar eşliğinde devam eden bir ekonomik savaşa dönüşen Osmanlı-Safevi rekabetinde, Safevîler ipek ihracatını yasaklarken, Osmanlılar Safevîlerin mali bunalımını keskinleştirecek olan İran topraklarına altın ve gümüş sevkiyatını durdurmaya yönelik tedbirler aldılar1. Gerçi Osmanlılar, ekonomilerinin, dolayısıyla hazinelerinin birinci kaynağı olan İran ile ipek ticaretinin yerini doldurmaya yönelik birtakım girişimlerde bulundular, fakat Mora ve Arnavutluk’taki kaynaklar Tebrîz kervanlarının getirdiği ipeği hiçbir zaman sağlayamadı . Safevî cephesinde Şah Abbas ise, ipek ticaretini Hint Okyanusu’na kaydırmayı başaramadı.
Şah Abbas’ın ambargo politikasının haleflerince izlenmemesi ve taraflar arasında imzalanan 1639 Kasr-ı Şirin Antlaşması kuşkusuz Safevî tarafında olduğu kadar Osmanlılar için de önemli bir gelişmedir. Zira imzalanan barış antlaşması ile İran ihracatı önemli ölçüde yeniden geleneksel güzergâhlara kayar. Safevîlere artık muhtemel bir düşman gözüyle bakılmadığı gibi, Kızılbaşların tasfiye edilmesi ile Sünnî Osmanlılar ile Şî‘î Safevîler arasındaki çekişmenin temel nedenlerinden sapkınlık meselesi de geri plana düşmüştür. Antlaşmanın imzalanmasından kısa bir süre sonra Tebrîz’e giden Evliyâ Çelebi’ye göre, 17. yüzyıl ortalarında Tebrîz’de faaliyet gösteren 200 kervansaray ve 70 hân vardır [78], [79] ve kervansaraylardan bazılarının kapasitesi Fransız tüccar
Deslandes’e göre 100 odaya kadar çıkar. Antlaşmadan çeyrek asır sonra 1665 yılına gelindiğinde, Gilân ipeğinin tamamının gönderildiği, para ve malların iyi bir şekilde temin edilebildiği Tebrîz’de, aralarında Rusların bulunduğu çok sayıda tüccar ipek satın alır durumdadır1. Fransız tüccar Tavernier, yoğun bir ticaretin olduğu Tebrîz’i Asya’nın en ünlü şehri olarak niteler ve kentte Türkler, Araplar, Gürcüler, Mingrelyalılar, Acemler, Hintliler, Moskovalılar ve Tatarlarla alışveriş yapıldığından ve çok sayıda geniş kervansarayın bulunduğu bâzârın hep mallarla dolu olduğundan bahseder . Tebrîz’den Anadolu’ya gönderilen başlıca ticarî mallardan diğer biri, İstanbul ve Edirne pazarlarından Romanya’ya kadar ulaşan büyük miktarda koyundur. Çağdaşı Fransız tüccar Chardin’e göre, Asya’daki en güzel pazarlardan biri olan Tebrîz Bâzârı’nda gün boyunca bulunan kalabalık insan topluluğu ve ürünlerin kalitesi hayranlık uyandırıcıdır ve Tebrîz’de aralarında her biri 300 kişi barındırabilecek büyüklüğe sahip olanların bulunduğu yaklaşık 300 kadar kervansaray vardır [75]. Tebrîz’de en fazla ticareti yapılan ürün yılda altı bin top ile ipektir. Tebrîz’in ticareti İran, hatta Türkiye’nin tamamına, Moskova’ya, Tatarlara, Hindistan ve Karadeniz’e yayılmaktadır [75]. Chardin, aynı zamanda Safevi ülkesinin birinci bölge valiliği olarak Tebriz’in adını verir ve şehrin başkomutanlığa bağlı olduğunu bildirir. Şehirden hesapta olmayan diğer gelirler hariç, o devirde yılda otuz bin tümen gelir sağlanmaktadır ki, bu da bir milyon üç yüz elli bin livreye bedeldir [75]. Bunun da ötesinde, 17. yüzyılın ilk yarısının özellikle sonlarına doğru Tebrîz’de bulunduğu rivayet edilen 200 [27], [29], [78], [79] -300 kervansaray [75] ilişkin rakamın, İran’ın diğer çağdaş büyük şehirleri ile yapılacak bir kıyaslaması, zaten Tebrîz’in Safevî ülkesinin genelindeki ticarî önemini açık biçimde ortaya koyar.
Buna göre aynı devirde Safevî başkenti İsfahân’da 241 [105], Kazvîn’de 3 , Kaşan’da 5 ve Yezd şehrinde 3 kervansaray vardır.
Uzun yıllar İran’da yaşayan ve aynı zamanda 1691 yılında Tebriz’i de ziyaret eden Fransız misyoner Peder Villotte’nin 17. yüzyıl sonlarında dahi değişmediği anlaşılan Safevî ekonomisinin bir nevi temel taşı olan ipek, altın ve gümüş ticaretine bakışı ilgi çekicidir: “Tebrîzyakınlarındaki bir altın madeni hariç, İran’da ne altın ne de gümüş var. (...) Kesinlikte, orada [İran’da] bizdekinden daha fazla altın ve para dönüyor ve her ikisi de Avrupa’nın çoğu ülkesinden daha yaygındır. Altın sikkeler basılmıyor; Avrupalıların getirdiği Venedik ve Macar dukaları onları bu zorluklardan kurtarıyor (...) Gümüş sikkelerin tamamını kendileri kestiriyorlar, (...) Avrupalılardan bolca gelen tüm altın ve gümüşün karşılığında İranlıların ne verdiği bana sorulursa; bunların yine de ticarî mallar olduğu ve her koşul altında bulabildikleri ve ülkelerinde üretebildikleri cevabını veririm. Tek kelimeyle, İranlıların büyük ve tükenmez madeni ticarettir: Gilan ve Hazar Denizi kıyısındaki vilayetlerden gelen ipekler, bizimkilere göre çok daha zariftir; onlar [ipekler]bizim tüccarlarımızın onları [ipekleri] satın aldıkları İzmir, Halep ve diğer Türk limanlarına taşınıyorlar1. Floor, İran ihraç ettiği ürünlere halılar, işli kumaşlar ve kurutulmuş meyvelerle diğer bazı şeyleri de ilave eder. İran ticaretinin sırrı, temelde ham ipek, tekstil ve baharat talep eden Levant ve Avrupa ile sikkenin (demir
para) ihtiyaç duyulduğu Hindistan gibi başlıca iki talep noktası arasında, transit bir ticaret olmasında yatar1 ki bu ise temel olarak sınırlarından geçen her bir ticari emtiadan belirli bir oranda vergi alması demektir. Özetle İran, Avrupa ve Osmanlı ülkesinden çıkan parayı Hindistan’a kanalize eden bir geçittir .
Gerçi Matthee, özellikle 1647-1696 yılları arasında Safevî ülkesinde yaşayan Fransız Kapuçin Peder Raphael du Mans’ın, İran’ı malların bir ucundan girdiği ve diğer ucundan aktığı bir kervansaraya benzetmesini —“Iran, yalnızca iki kapısı olan büyük bir kervansaray gibidir”— Safevî ülkesinde kalan ve ülkede tüketilen malları önemsememek olarak değerlendirir, fakat du Mans’ın tespiti yine de etkileyici biçimde gerçeği yansıtmaktadır . Nitekim, 1660’lı yıllarda du Mans ile İsfahân’da karşılaşan Fransız seyyah Thevenot’un Safevî devri ekonomisine dair benzer yorumu ile aynı gerçeği dile getirir; “O [Iran], Avrupa ve Osmanlı ülkesinden (Turkey) çıkan parayı Hindistan’a ve Hindistan ’dan gelen yünlü kumaş ve baharatı Osmanlı ülkesi (Turkey) ve Avrupa’ya aktarma görevi gören bir kervansaray gibidir; ki O [İran] geçiş sırasında bundan küçük bir kâr elde eder”. Fransız tüccar Tavernier’in kaydı çağdaşlarını destekler niteliktedir ve o aynı devirde, yoğun ticaretin Asya’nın tamamının en ünlü kenti yaptığı Tebrîz’i, Türklerle, Araplarla, Gürcülerle, Mingrelyalılarla, Acemlerle, Hintlilerle, Moskovalı ve Tatarlarla sürekli alışveriş yapılan bir düğüm noktası olarak görür. 17. yüzyılın son yıllarında Gemelli Careri, Moskovalı ve Tatarlar, Araplar, Gürcüler, Mingrelyalılar, Hintliler, Türkler ve Acem tüccarları ile diğerlerinden oluşan muazzam sayıda tacirin geldiği ve başta Gilân ipeği olmak üzere her türden malın bulunduğu Tebrîz’de, güzel bâzârlar ve kervansaraylar bulunduğundan bahseder. 1700 yılına gelindiğinde Tebrîz’de ticarî hayat hâlâ son derece canlıdır ve dünyanın bilinen hemen hemen tüm milletlerine rast gelinebilen Tebrîz’de, Mısırlılar, Araplar, Türkler, Gürcüler, Tatarlar ve Hintliler, Ruslar, Polonyalılar, İngiliz ve Hollandalılar, Fransızlar ve İtalyanlar başta olmak üzere farklı milletlerden tacirler kendilerine özgü ticarî faaliyetlerini yürütmektedirler. Schlinger’e göre, Tebrîz o devirde, Safevî ülkesindeki “ en zengin ve güzide başkent ve ticaret kenti” olarak İsfahân eşdeğer kabul edilmektedir1.
Matthee’ye göre Tebrîz’in başlıca dağıtım merkezi konumunda olduğu Anadolu ve Mezopotamya üzerinden Levant ya da Doğu akdeniz ülkerine giden geleneksel güzergâh, güvenlik sorunları, siyasî karışıklık ve Osmanlılarla olan bağlantılardaki aksaklıklara rağmen işlerliğini 18. yüzyıl ve hatta Safevîlerin son on yılana kadar korurken , Rusya Yolu ya da diğer adıyla Volga güzergahı ise, ipek ticareti için Levant yerine geçen en önemli çıkış olmasına rağmen, Rus Çarı tarafından teşvik edildiği 1700’lü yıllara kadar ciddi bir alternatif oluşturamadı. Öte yandan Basra Körfezi’nde Hindistan’a deniz yolunun ticarî işlerliği artması kara yolunu olumsuz etkilese de, onu saf dışı bırakamadı. 1639 Kasr-ı Şirin Antlaşması’ndan sonra 1720 yılına kadar, 1648-54 yıllarında Kandahar’da yaşanan siyasî bir gelişme hariç, dış barışın oldukça iyi seyrettiği Safevî Devleti’nde ekonomideki gerçekleşen yavaş düzelmeye rağmen, iç güvenlikteki kademeli zayıflama 1670’li yıllarda sikkelerin değer kayıplarında dikkat çeken ekonomik bir düşüşe neden oldu. Safevî tahtının son iki sahibi, Şâh Süleyman ve Sultân Hüseyin devirlerinde hem sistem daha zayıftı hem de yol güvenliği iyice azalmıştı. 17. yüzyıl sonu- 18. yüzyıl başına gelindiğinde sayısız vergilerin halkı ezdiği, derebeyliğin hüküm sürdüğü bir ortam oluşurken, kırsal alan ve şehirlerden elde edilen vergiler devletin hazinesinden çok yerel hakimlerin (beylerbeyi, han ve sultanlar) elinde toplanır olmuştu. Buna Şah Hüseyin’in (1694-1722) eğlenceye düşkünlüğü ile artan saray gelirleri eklenince, 1702 yılında Şah’ın vergileri arttırarak on beş yaşına gelen herkesi vergi yükümlüsü sayması, sayımdan kaçanlara ise şiddetli cezalar uygulanması halk kitlelerinin göçüne neden olmuştu. Tebrîz’i 1716 yılının son günlerinde ziyaret eden Rus elçi Artemiı Volynskiı, Safevi devletinin başlıca gelir kaynağı kabul edilen Azerbaycan’da tarlaların yedi yıldır ekilmediğini ve ülkede açlık baş gösterdiğini kaydeder1 [5]. Öte yandan eşlikçisi Bell, ülkenin genelinde tarım alanında yaşanan problemler ve yol açtığı sıkıntıların yanı sıra, tezat biçimde, Tebrîz’de süre gelen kayda değer ham ipek ticaretinden bahseder .
1722’de Safevî Devleti’ni fiili olarak sona erdiren Afgan işgali, Safevî ülkesinde ekonomik açıdan aynı derecede yıkıcı olmuştur. Safevî ekonomisi, tahmin edilemeyecek derecede yağma, çapulculuk, zulüm ve yüksek vargilere maruz bırakılırken, 1724’de yeniden başlayan Osmanlı-Safevî çekişmesi ile Tebrîz ve Azerbaycan’ın Osmanlılar tarafından ele geçirilmesi Afgan işgaline uğramayan kuzeybatıda da ipek ticaretinin düşüşe geçmesiyle neticelenir. Nadir Şah’ın 1736’da tahtı gasb ederek Safevî Devleti’ni resmi olarak ortadan kaldırmasının da ticaret üzerinde olumlu bir gelişim sağladığını söylemek pek mümkün değildir.
Ordu-bâzâr
“Ordugâh-payitaht” ilişkisi İran coğrafyasındaki kentlerin gelişimini siyasî olduğu kadar, ekonomik açıdan da etkileyen başlıca faktörlerdendir. Önceden de bahsedildiği gibi İran coğrafyasında geçmiş yüzyıllardan beri süre gelen bu gelenek İran’ın Akkoyunlulardan sonraki gezici (iteneranf) hanedanı Safevîler devrinde de değişmez. Öncelikle Safevîlerin ilk payitahtı olan Tebrîz, modern araştırmalarda çoğu kez ileri sürülenin aksine, başkentin Safevî devri boyunca önce Kazvin, sonra ise İsfahân’a taşınmasından sonra da siyasi ve ekonomik önemini kaybetmemiştir.
Ordu-bâzârın kentlerin gelişimindeki rolüne teorik açıdan bakılacak olursa, sosyal sınıflar ve özellikle sarayın belirleyici rolü ile karşılaşılır. Floor’a göre, ticaret, ülke ekonomisinin temelinin oluşturan primat şehirlere (başat şehir)1 odaklanır. Primat şehirlerdeki uzun mesafe ticarete yönelik alışverişi ise, toplumun, zenginliğin yoğunlaştığı üst ve orta sınıfını temsil eden saray ve tamamlayıcı unsurları tayin eder, ki bu da başkentin değişmesiyle yeri değişen söz konusu topluluğun primat şehirlerdeki önemini açıklar. Safevî ülkesinde de payitahtın 1500-1736 arasında üç defa değişmesi hem nüfûs hem de ticarî yapının yeni duruma göre yeniden biçimlenmesi anlamına gelmektedir. Sarayın payitahttaki yokluğunun yanı sıra elitlerin satın alma gücündeki değişimin satışlar üzerinde kayda değer etkileri vardır . Floor’un tespitlerinde, elbette haklılık payı vardır, fakat detaylandırılması gerekir. Safevîler için ipek ticaretinin başlıca gelir kaynağı olduğu, Şah Abbas devrinin alternatif güzergâhlarının uzun ve maliyetli olmalarından dolayı Tebrîz’den geçen karayolunun yerini hiçbir zaman tutmadığı ve Levant Yolu'nun daima önemini koruduğu ve herşeyden öte İran’ın transit bir ticaret merkezi olduğu bir durumda, primat şehirlerde ticarî faaliyetler açısından ordugâh meselesi ve payitaht değişikliğinin yanında bir takım bağımsız etkenlerin de olduğu unutmamak gerekir.
Aynı şekilde yeni başkentin eskisinin ticarî önemini azaltacağı konusu, özellikle Tebrîz örneğinde, tartışmaya açıktır. Zira, Şah Abbas’ın başkenti İsfahân’a taşınmasından sonra Nakş-ı Cehân’ın kuzey ucunda inşa ettirdiği ticarî merkez, İsfahânlı tüccarlar tarafından büyük tepki ile karşılanmış ve Şah buranın canlandırılması için ilave tedbirler almak zorunda kalmıştır. Şah Abbas, İsfahân’ın ticari alt yapısını güçlendirmek üzere, ki kuşkusuz aynı zamanda ipek ticaretini Tebrîz üzerinden Anadolu’ya devam eden kara yolundan Hint Okyanusu’na kaydırma girişimleri ile yakından ilişkilidir, ilk olarak 1603 yılında Culfa’dan, binlerce Ermeni tüccarı İsfahan’a getirtmiş, onları 1015/1607’de Tebrîz’den sürülen Müslüman tacirler izlemiştir. Ermeniler, İsfahan yakınlarında Culfa adı verilen yeni yerleşim yerinde iskân edilirken, Tebrîzli Müslümanlar Abbas-âbâd Mahallesi’ne yerleştirilmişler, işlerini başlatabilmeleri için kraliyet tahıl ambarından kişi başı 20 mann (120 kg) buğday verilerek devlet tarafından desteklenmişlerdir1. İsfahân’ın yerli tüccarları tarafından reddedilmesi nedeniyle şahsi prestiji tehlikeye giren Şah Abbas, bununla yetinmeyerek muhtemelen, İsfahân’daki yeni ticarî merkezi hızlı bir şekilde kiralama arzusuyla, aynı zamanda, mülklerini 14Masum adına vakfa dönüştürerek çekici hale getirmeyi denemiştir . Daha önce de bahsedildiği gibi, Tebrîz’e giden yolun kapatılması ile İsfahân’da yaşanan sıkıntıları anlatan Hollanda Doğu Hindistan Şirketi’nden gelen 29.03.1650 tarihli mektupta yer alan ifadeler, yeni başkent İsfahân’ın ticarî açıdan Tebrîz’e olan bağımlılığın bir göstergesi olarak görülebilir. Özellikle Tebrîz ve İsfahân’da ve genel olarak İran’ın büyük şehirlerinde ticaretin iyi ya da kötü oluşunu, büyük ölçüde Osmanlının tutumu ve buralardan kervanlarla gelen diğer tacirler belirlemektedir.
Chardin, kraliyet sarayının payitahta dönüşünün şehrin nüfûsunun ikiye katlanması anlamına geldiğinden bahseder. Binlerce insanı beraberinde götüren gerçek saray ordugâhın başkentteki varlığı, lüks mallar satın alma gücüne sahip elitlerinde orada olması anlamına gelmektedir ve bunun da şehrin ticarî hayatına ivme kazandıracağı kesindir. Ordugâh ile ilişkili olarak ticarî anlamda önemli diğer bir unsur, prensipte sarayın ihtiyaç duyabileceği herşeyin bulunduğu, ‘Ehl-i Hiref-i Hâssa, başka deyişle kraliyet zanaâtkârlarını içeren, mobil bir ticaret merkezi olan ve ordugâh ile birlikte yer değiştiren ordu-bâzâr"dır. Önemli elçilik heyetlerinin gelişinin bu tarz şehirler üzerindeki etkileri aynı şekilde olumludur. Burada, ordugâh ve dolayısıyla ordubâzârın kentte neden olduğu nüfûs ve ticarî faaliyetlerdeki değişim aniden gerçekleşen bir çıkışın ardından gelen nihai, keskin bir düşüşten çok yaklaşık iki buçuk asır boyunca sürekli tekrarlanan iniş ve çıkışlar şeklinde tasavvur edilebilir.
Kent Mekânında Dönüşüm Süreçleri
Safevîlerin ilk Şahı İsmail, Tebrîz’i belki savaş yoluyla almaz ve şehirde önceki yüzyıllarda olduğu gibi eski yönetim şehir halkı tarafından yenisi ile değiştirilir1. Fakat görünüşe göre Tebrîzlilerin beklentilerinin aksine, Tebrîz 16. yüzyılı iktidar değişiminin mimarî dokusunda ciddi kayıplara neden olduğu bir yıkımla açar . Öte yandan Safevî devri, siyasî, dinî, kültürel ve ekonomik tüm çelişkilerine rağmen, Tebrîz tarihinde, Avrupa ile siyasî ittifak arayışlarının da etkisiyle, şehirdeki yabancı ziyaretçi trafiğinin iyice arttığı, böylece konumu, mimarîsi belirsiz Kayserîyye gibi yapıların teşhis edilebildiği, çoktan yok olduğu düşünülen şehir niteliğindeki Rab‘-i Reşîdî gibi devasa külliyelerin sapasağlam ayakta olduğunun ortaya konabildiği ve hatta adından başka hakkında bilenenlerin çok az, dahası hatalı olduğu Meydân-ı Sâhibâbâd gibi kent meydân/meydânlarının niteliklerinin, mimarlık tarihinde yer etmiş diğer büyük meydânlarla ortaklıklarının gözler önüne serilebildiği bir köprü vazifesi görür.
Surlar
Yüzyıl
Sultân İbrahim Mirza, 912/1506’da Kürd Sârım’ın büyük bir ordu ile Tebrîz’e doğru geldiğini öğrendiğinde, o sırada “hisarı bulunmayan'” Tebrîz’in yıkıma uğramasından korkarak Tekelü aşiretinden mührdar Saru Ali’yi Kürd Sârım Hân’ı karşılamaya gönderir. Anlaşılan o ki, surların son derece değişken bir durum sergilediği Tebrîz’de, 880/1475 yılının “kerpiç surları”” da bir aralık ortadan kalmıştır ve Safevî devrinin ilk yıllarında Tebrîz’in surları yoktur. Bundan sonrası için Avrupalı seyyahlar Tebrîz surlarına dair anlatımlarında, en azından 16. yüzyılın son çeyreğine kadar, durumun değişmediğini söylerler. Ancak yine de surların söz konusu zaman dilimi içinde dâhi yeniden ayağa kaldırılmış olabileceğini gösteren açık deliller mevcuttur. Bu noktada Tebrîz topografyası ve surlarına ilişkin tarihi kayıtların, MM ve DD ile kıyaslanarak çözümlenmesi, Tebrîz surlarının özellikle 16. yüzyılın ilk yarısındaki yapısal durumuna olduğu kadar, sınırlarına, hatta Tebrîz’deki sur içi-sur dışı ilişkisine farklı bir bakış açısı sunar.
Tebrîz surlarına ilişkin 16. yüzyıldan önceki son somut bilgiler hatırlanacak olursa; Venedik elçisi Ambrogio Contarini’ye göre, Tebrîz, o devirde ovada yerleşmiş ve “kasvetli görünen kerpiç surlarla” çevrili bir şehirdir ve şehrin yakınında “ Tauri Dağları”1 olarak adlandırılan kızıl renkli birkaç dağ bulunmaktadır . Bundan çeyrek asır sonra el değiştirerek Safevîler hakimiyetine giren Tebrîz’e dair ilk el kaynaklardan, 15071510 yıllarını Safevî ülkesinde geçiren ve 1510 yılı mayıs ayında Tebrîz’den ayrılan Venedikli bir tüccar, şehrin çevresini yaklaşık 24 mîl (yak. 48 km) verirken, Âlem-ârâ- yi Şah İsmail’î doğrulayarak tıpkı Venedik gibi açık olduğunu, ortasından iki ırmağın geçtiği şehrin yarım mil dışında batısına doğru, üzerinde taştan bir köprünün kurulduğu, suyu acı büyük bir ırmak aktığını yazar. 1525 yılında Tebriz’i ziyaret eden Portekizli seyyah Antonio Tenreiro, biri kuzeyde ve diğeri güneyde uzayıp giden her biri Saber’in parçası iki sıradağ arasında batıya doğru yerleşmiş, düzlük, çok büyük bir şehir olan Tebrîz’in o devirde surlarının bulunmadığını kaydeder, fakat “Tebrîz, onu bir sura oranla daha muhkem kılan giriş ve çıkış kapılarının olduğu yerlerde çok kalabalıktır”. Kânûnî’nin Irakeyn Seferi’nden hemen sonra 1539-40’da Tebrîz’de bulunan Michele Membre’nin kaydına göre, şehrin kuzeyini kırmızı dağlar çevrelemekte olup, mavi bir tepenin zirvesinde, küçük bir kale ve içinde muhteşem bir câmi inşa edilmiştir. Aynı zamanda ağaç bulunmayan bu dağlar siyah, kırmızı ve alt tarafta mavi renktedir.
Minyatürlere dönülecek olursa, dağ ve tepe gibi öğelerin yer almadığı MM de mimarî temsillerin arka planını, ağırlıkta doğruluk payı yüksek yerel karakterli bitki örtüsü oluşturur1 [37] ki, bunlar arasında en belirgin olanı servi ağaçlarıdır . DD için ise, yine bitki örtüsü ile birlikte bu defa coğrafi tasvirlerin minyatürün zeminini meydana getirdiğini söylemek mümkündür; ancak farklı olarak Kösebay’ın '“yansıtılmak istenen cennet imgesinin bir parçası” olarak yorumladığı [37] MM’deki hayvan tasvirleri DD’de görülmez. Burada vurgulanmak istenen nokta, aslında DD’deki arka plan tasvirinin ilgi çekici biçimde çağdaşı ve çağdaşı sayılabilecek Avrupalı seyyahların verdiği bilgilerle örtüşmesidir. Belki, Tauri’nin, yaygın adıyla Sorhâb Dağları’nın, kızıl rengi yerinde de gözlemlenebilecek sıradan bir olgudur; fakat Membre’nin, zirvesinde küçük bir kale ve içinde muhteşem bir câminin bulunduğu mavi bir tepe [?], ağaç bulunmayan dağların siyah, kırmızı ve alt tarafta mavi renklerine dair kaydı çağdaşları arasında ve hatta sonrası için tekil bir durum teşkil eder. Bu doğrultuda DD’nin konusunu oluşturan Yavuz Sultan Selim’in 920/1514 yılındaki Acem Seferi sırasında Tebrîz’in surlarının olmadığı farz edilebilir. Membre de dahil olmak üzere bu çağdaş üç seyyahın kaydı, aynı zamanda MMde taş duvar örgüsü ve dört kapısıyla oval biçimli olarak [37], [41] —dikdörtgen olmasa da daha ziyade uzunlamasına— tasvir edilen surlara ilişkin bazı soruları da beraberinde getirmektedir. Matthee, Membre’nin Tebrîz’i ziyaret ettiği devirde, yine Membre’nin kaydından yola çıkarak şehrin tamamını çevreleyen “bir bölümü taştan, diğer bölümü kalınca kerpiçten surlar” bulunduğunu ifade eder; fakat seyyahın kaydında şehri çevreleyen surlardan ziyade Şah Tahmasb’ın sarayını çevreleyen duvarlar kastedilmiş gibi görünmektedir. Zaten Membre’nin sözleri de, Tebrîz’de kendisini karşılayan tablonun şehir surları değil de, Anadolu’dan girişte her yerde bahçeler ve mavi kubbeleri olan camilerin bulunduğu bir yer olduğunu gösterir1. Bu çerçevede asıl soru MM deki renk ve dokusundan kalınca bir kerpiç ve üzerinde bir kısmı taştan oluştuğu anlaşılan, dört kapılı sur tasvirinin anlamıdır? Acaba MM de resmedilen surlar Safevîlerin şehir surlarına yaklaşımı düşünüldüğünde gerçekten sur olarak adlandırılabilir mi?
Membre’nin özellikle şehrin fizikî çevresine dair detaylı gözlemleri dikkate alındığında, surlara ilişkin net bir bilgi vermemiş olması ilgi çekicidir ki, bu durum ancak surların o devirde ya var olmadığı ya da surdan çok bir çevre duvarını andırdığı —tıpkı MM de olduğu gibi— ve seyyah tarafından muhkem bir kütle olarak algılanmadığı şeklinde yorumlanabilir. Nitekim, MM’nin de yer aldığı Menâzil’in kalanında muhkem unsurlar oldukları bariz, burçları ve hatta bazen yıkılmış bölümleriyle resmedilmiş farklı nitelikte örnekler dikkat çeker. Tebrîz surları yazmanın kalanındaki sur tasvirlerinden biçimi ile olduğu kadar yalınlığı ile de farklılaşmaktadır. (Şekil 3.3) Matrâkçı’nın çağdaşlarına göre daha geç bir tarihe ait olmakla beraber benzer bir tespiti, 1548’de Kânûnî ile Tebrîz’e gelen Fransa elçisi D’Aramon ve 1570 sonunda gizli bir görevle İran’a gönderilen ve Tebrîz’den çevresi 15 mil, sursuz ve uzunlamasına bir şehir olarak bahseden D’Alessandri’nin kayıtları vasıtasıyla yapmak mümkündür.
Şekil 3. 3 Solda MM sur tasviri
sağda Beyân-ı Menâzil vr. 31b (Sultâniyye)[41]
Ne Osmanlı ne de Safevî kaynaklarında MM de görülen şehir surlarının ne zaman ve kim tarafından inşa edildiğine dair bir ipucuna rastlanır1. 941/1534 yılında Osmanlılar Tebrîz’i ikinci defa ele geçirdikleri sırada şehri daimî olarak elde tutma gayesiyle Vezîr- i Âzam İbrahim Paşa tarafından inşası için yüklü miktarda masraflar yapılarak Tebrîz’in güneyinde bulunan Şenb-i Gâzân’da bir kale inşa ettirildiği [29], [33], [36], [48] ve hatta bu kalenin Gâzân Han’ın türbesinin genişletilerek sağlam bir kale haline getirilmesi suretiyle yapıldığı bilinmektedir1 [29], [48]. Ancak bu sırada Osmanlılar tarafından şehrin çevresine bir tahkimat inşa edildiğine dair kaynaklarda herhangi bir bilgi yoktur. Nitekim, aynı yüzyılın son çeyreğinde İran’a elçi olarak gönderilen İtalyan seyyah Girolamo Vecchietti, İran’da Kaşan ve İsfahan dışında surları olan hiçbir şehir görmediğini, bu şehirlerin surlarının da top olmaksızın ele geçirilebilecek kadar zayıf ve alçak olduğunu ileri sürer . 1585 senesinde Tebrîz’e ulaşan seyyah, Türklerin neticede kendilerine şehrin tamamını ele geçirme imkânı sağlayan ağır toplarla halk arasında dehşet saçtıkları şehrin kalesini zapt etmişken, Tebrîz şehrinin İranlılar hâkimiyetinde bulunduğunu gözlemlemiştir. Seyyah, ayrıca, şehrin fethinden sonra Osmanlıların kırk günden kısa bir sürede ayağa kaldırmak üzere devasa bir hisarın nasıl inşasına başladıklarına tanıklık eder. Matthee’ye göre, buradan hareketle Osmanlılar için şehirden ziyade şehir içindeki hisar ya da kal’anın hayati önem taşıdığını söylemek mümkündür. Yani MM"de tasvir edilmiş olan çevre duvarının Osmanlılar tarafından inşa edilmiş olması ihtimali son derece düşük görünmektedir. Eğer MM’deki savunma duvarları (?), Tenreiro’nun Tebrîz’i ziyaret ettiği 1525 yılından Osmanlıların 1534 yılında gelişi arasındaki zaman dilimi içinde yapılmadı ise, bir ihtimal şehrin Safeviler eline geçtiği 2 Cumâde’l-âhire 941/9 Aralık 1534 [48] ile Osmanlı ordusunun 28 Zî’l-hicce 941/30 Haziran 1535 tarihinde bir kez daha Tebrîz’e girdiği [48], yaklaşık 7 aylık süre zarfında —ki bu sırada Şah Tahmasb Tebrîz’de kışlamıştır— Safeviler tarafından aceleyle inşa edilmiş olmalıdır. Tebrîz surlarına ilişkin diğer bir soru işareti, inşa edildikleri ilk devrilerden itibaren eski şehir surları dışında kaldıkları bilinen Tebrîz’deki başlıca üç mimarî eserin, yani daha önce de bahsedilen Mescid-i Câmi‘-i ‘Alî Şâh, Gök Mescid ve hatta 702/1302’de [53] Gâzân Hân’ın emriyle Tebrîz’in hızlı gelişmesi sonucu eski sur dışında kalan tüm evler ve bağları da içine alacak şekilde inşasına başlandığı halde1 [50], [53], [81], bânîsinin erken ölümüyle hiçbir zaman tamamlanamayan Tebrîz’in yeni surlarının [53], [81] dahi dışında kalan türbesi Şenb-i Gâzân’ın, Matrâkçı’nın doğruluktaki ısrarına karşın, MİM de neden sur içinde tasvir edildiğidir. (Şekil 3.4) Bunu Matrakçı’nın yapıların konumlandırılmasına ilişkin tavrına bağlamak mümkün olduğu gibi, belki bu üç yapıyı da içine alacak geç devir bir sur önerilebilir; fakat eldeki veriler bunu doğrulayacak ya da başkaca fikirler üretecek düzeyde değildir. Benzer bir durum Çerendâb Mezarlığı civarında, türbe merkezli bir külliye olduğu anlaşılan Akkoyunlu devri yapılarından Dede ‘Ömer’in mezarı için söz konusudur [156]. Gerçi Kerbelâ’î, Dede ‘Ömer’in mezarını Bâğ-ı Şimâl’da konumlandırır ve Tebrîz içinde (der enderûn-i şehr vâki‘ est) bulunan büyük insanların mezarlarına ayırdığı bölüme dahil eder; ancak Gâzân Surları 16. yüzyıl sonlarına doğru hâlâ ayakta değilse, aynı şekilde şehir içinde kabul edilmiş olması ilginçtir. Belki burada muhtemel geç devir surlarının güneyde Bâğ-ı Şimâl’ı içine alan bir bölümünün böyle bir konumlandırmayı beraberinde getirdiği düşünülebilir. Hatta Haneda’nın Safevî İsfahân’ı ve Werner’in Kaçar devri Tebrîz’i için önerdikleri, surların ortadan kalkmasının sur içi/sur dışı ayrımının da ortadan kalktığı anlamına gelmeyeceğine ilişkin görüşleri, Safevî Tebriz’inin değişik dönemleri için kesinlikle geçerlidir ve Bâğ-ı Şimâl’ın Kerbelâ’î tarafından şehir içinde kabul edilmesini açıklayan bir alternatif olarak görülebilir. Ancak tarihi kayıtlarla kıyaslamaların ortaya koyduğu gibi topografik tanımlamaları dahi son derece hassas, olasılıkla arazi notlarına göre hazırlanmış, iki minyatürden MM’deki surlara ve sur içi/sur dışı ayrımın anlamı sorusuna açıklama getiremez. Öte yandan çağdaşı Avrupalı seyyahların yukarıda bahsedilen anlatımları doğrultusunda, konusu itibariyle MM den önceki bir devre, I. Selim dönemine ait DD’de şehri çevreleyen herhangi bir surun resmedilmemiş olmasının akla yatkındır.
Şekil 3. 4 1-Gök Mescid 2- Mescid-i Câmi‘-i ‘Alî Şâh 3-Şenb-i Gâzân 4-Hamam [41]
Tebrîz surlarının mimarî niteliklerinin daha iyi anlaşılması amacıyla 1525’de Tebrîz’in surlarının bulunmadığını kaydeden Tenreiro’nun, “Tebrîz, onu bir sura oranla daha muhkem kılan giriş ve çıkış kapılarının olduğu yerlerde çok kalabalıktır”1 ifadesine geri dönülecek olursa; gerçi Tenreiro, doğrudan şehir kapılarındaki kervansaraylar ya da meydânlardan bahsetmez, fakat ifadesi önceki devirlere ait kayıtlarla bir araya geldiğinde, seyyahın “ana arterlerin geçiş noktaları olabilecek sur kapılarının hemen önüne” yerleştirilen, surlarla birlikte düşünülmüş bir tür savunma yapısı olarak nitelenebilecek büyük külliyeler gördüğüne neredeyse hiç şüphe bırakmaz. Aslında bunlar, olasılıkla Tenreiro’dan bir asır önce Clavijo’nun şahit olduğu herbiri meydânlara açılan Tebrîz kapılarındaki devasa boyutlu kervansaraylardan ve ondan da bir yüzyıl önce Reşîdu’d- dîn’in, Gâzân Hân’ın şehrin her bir kapısı karşısında inşa ettirdiğini bildirdiği altı adet büyük kervansaraydan, daha doğrusu kapsamlı külliyeden [50] farklı olmamalıdır; muhtemelen özünde, her ikisi de sur kapılarının önünü kapatan Kayseri’de 1237 tarihli Huand Hatun ve Konya’da 13. yüzyıla tarihlenen Sâhib Ata külliyeleri ile benzer bir işleve sahiptir ve Anadolu’da ve Kuzey Suriye’de —tıpkı Boğazköy Kral Kapısı ve Zincirli Güney Kent Kapısı’nda olduğu gibi (Şekil 3.5, 6) — daha Hititler devrinden itibaren uygulandığı bilinen sur kapısının perdelenmesi amacını taşırlar. Ateşli silahların icadından önce sur kapılarını savunmanın en etkili yolu olarak görülen bu yapı türünün, Tebrîz’deki örneklerinin ise, olasılıkla şehrin ticarî faaliyetleri ile bütünleştirilmesinin de etkisiyle, ateşli silahların İran’da yaygınlaşmasından sonra —ki Savory’nin tespitine göre en fazla 15. yüzyılın sonlarına kadar geri gider— da varlığını koruyarak Safevî devrine ulaşmayı başardıkları anlaşılmaktadır. Kuşkusuz olağan kapı yapılarından farklı birmimarî kurguya sahip olmuş olması gereken külliyelerin, meydân niteliğinde devasa avluları olan birer kervansaray teşkil etmiş olmaları dışında haklarında pek bir bilgi yoktur.
Şekil 3. 6 Zincirli Güney Kent Kapısı [212]
Gâzân Surları’nın inşası esnasında şehrin çevresindeki bağ ve bahçelerin şehre dâhil edilebilmesi amacıyla ilk olarak eski surların yıkıldığının önceki yüzyıllardan bilinmesine rağmen, söz konusu külliyelerin eski şehir surları ile bütünleşik inşa edildiklerini düşündürecek çok sayıda neden vardır. Clavijo’nun kaydı çok açıktır, kervansaraylardan çıktıktan sonra ipekli kumaşlardan mücevhere her çeşit malın satıldığı [şehirdeki] çarşılara varılmaktadır1. Öyle ise, Gâzân Surları ile bütünleşik olarak inşa edilmiş olma olasılıkları da ihtimal dışıdır, zira her ne kadar Gâzân Surlarının kalıntıları günümüze ulaşmayı başaramasa da, çağdaşı olan yazarların verdiği çevre ölçüleri dikkate alındığında eski şehir kapılar ile yenileri arasında tahminen 2,5-3 km ile 7-7,5 km arasında değişen mesafeler öngörülebilir. Burada asıl soru surlar yıkılırken kapıların korunmasına ilave olarak bir de karşısına büyük külliyelerin, hem de sur kapılarını perdelemeye yönelik büyük külliyelerin inşa edilmesindeki mantıktır. Reşîdu’d-dîn, bunu, dünyanın farklı yerlerinden gelen tüccarların şehre geldiklerinde söz konusu külliyelerde konaklayarak, ancak mallarını sattıktan ve yeni mallar aldıktan sonra Tebriz’e girmelerine izin verilmesine yönelik Gâzân Hân’ın getirdiği yeni bir uygulama olarak açıklarsa da [50], Safevî devri kaynakları doğrultusunda, ana güzergâhlara denk gelen şehir kapılarında eskiden var olan, yüksek ihtimal İlhanlılar devrinde onarılmış/yeniden işlevlendirilmiş bir yapı türünün varlığı ihtimaller arasına dahil edilmelidir. Mimarîleri hakkında ayırt edici bilgi bulunmayan bu yapılar, o devirde ayakta olmalarına karşın ne MM ne DD’de tespit edilebilmiştir.
Yüzyılın Son Çeyreği
Tebrîz surlarının 16. yüzyılın son çeyreğindeki durumuna ışık tutan kaynaklardaki az sayıda dolaylı atıf en az 16. yüzyılın ilk yarısındaki kadar çelişkilidir. Bu arada Tebrîz, Kânûnî’nin 1548’deki son Acem Seferi ardından yaklaşık kırk yıllık barış dönemi bir barış dönemi geçirir. Tebrîz’in bu devrini elbette Safevî-Osmanlı mücadelesi karakterize eder, dolayısıyla surlara ilişkin kayıtlar da mücadele odaklı anlatımların satır aralarında gizlidir. Bunlardan ilki, İtalyan seyyah Girolamo Vecchietti’ye aittir. Vecchietti, 4 Zilkade 993/28 Ekim 1585’de Osmanlı ordusunun Tebrîz’den ayrılmasını takiben Safevîlerin Tebriz’e döndükleri ve kaleyi kuşatma altına aldıkları sırada hâlâ şehirdedir1 ve bu arada Osmanlılar tarafından Tebrîz Kalesfnin inşası bitirilmiş ve kaleye asker, zahire, silah ve mühimmat konmuştur . Olayların görgü tanığı Vecchietti’nin Matthee tarafından atıfta bulunulan ifadesi, surların mevcut durumunun anlaşılması noktasında kifayetsizdir, ancak kesin olan bir şey vardır ki o da 1570 yılı sonunda sur yoktur ya da olasılıkla sur gibi algılanmayacak niteliktedir. 1585 yılında Osmanlılar Tebrîz’e ulaştığında ise, surlar bir kez daha oradadır. Safevî şehzadesi Hamza Mirza’nın Osmanlıların sur dışında tutulacağı yönünde Tebrîzlilere verdiği sözü; Tebrîz Beylerbeyi Ali Kulu Hân'ın sur dışına çıkarak Osmanlı askerlerine düzenlediği saldırılar; bozguna uğrayan Tebrîz muhafızlarının sur içine sığınmaları; Minadoi’nin Osmanlı saldırısı sırasında korunduğunu bildirdiği kapılar ve surlar; ve Osmanlıların şehrin kuzeyi ile kuzeybatısında bulunan İstanbul ve Soğuk Dere (Gecîl) kapılarından içeri girmiş olmaları Tebrîz surlarının o devirdeki varlığını doğrulayan delillerdir. Hatta Minadoi’nin, bir örneği Giovanni Michele tarafından Venedik senatosuna gönderilen “Sangiaccho of Aman" tarafından Halep valisi Ali Paşa’ya yazıldığını bildirdiği bir mektuptaki “Two dais the citie [Tauris] was kept locked, because the Persians had gotten the gates” ifadesi bundan yarım yüzyıl önce Tenreiro’nun “Tebrîz[i], onu bir sura oranla daha muhkem kılan giriş ve çıkış kapıları[na]”n ilişkin sözleri ile neredeyse birebir örtüşür. Surlarda açılan kapı döşemlerinin, hisar duvarının delindiği, dolayısıyla surun savunmasının zayıfladığı yerler olduğu düşünüldüğünde, Tebrîz kapılarını bu derece muhkem kılan ve bir direnme noktasına dönüştüren mimarî nitelikleri gerçekten merak konusudur. Zira, Tebrîz kapılarını gösteren şimdiye kadar tespit edilebilmiş iki görselden biri Fransız ressam Eugene Flandin ve mimar Pascal Coste tarafından 1839-41 yılları arasında gerçekleştirdikleri İran seyahatleri sırasında (Şekil 3.7), diğeri ise Rus Mamontov ve Kolokolov tarafından 1827’de hazırlanmış olup (Şekil 3.8), her ikisi de 1194/1780 depreminden sonra Tebrîz hâkimi Necefkulî Hân Dunbulî tarafından inşa edilen Kaçar devri surlarına aittir ve söz konusu kapı döşemini yansıtmadığı çok açıktır.
Şekil 3. 7 19. yüzyılın ikinci çeyreğinde Tebrîz’de Bir Şehir Kapısı [200]
Şekil 3. 8 1827 yılında Tebrîz Surları, [Mamontov&Kolokolov]. [Sâzmân-i Mîrâs-ı
Ferhengî-yi Kişver]
Olaylar sırasında Safevî Şahı Muhammed Hüdabende ve Şehzade Hamza Mirza’ya eşlik eden Oruç Beg Bayat, Ferhad Paşa’nın kuşatma altındaki Osmanlı askerlerine yardıma gelişi ile şehri savunmanın imkansızlığını anlayan Safevîlerin çekildikleri esnada, vakit kaybedilmeksizin Tebrîz surlarının yıkılmasına (dismantle the town fortification) karar
verildiğini bildirir. Oruç Beg Bayat ve şehirdeki Tebrîzlilerin de aralarında bulunduğu grup Gence’ye ulaştığında eski şehir surlarının yeniden inşa edildiği (the old city wall (...) they had rebuilt) haberi kendilerine ulaşmıştır1. Buna göre, Tebrîz surları Safevîler tarafından yıkılmış ve çok kısa bir süre içinde Osmanlılar tarafından yeniden inşa edilmiştir. Aslında yine olayların çağdaşı İskender Beg Münşî’nin bir kaydı, farklı baskılar arasındaki tutarsızlıklara rağmen, bu esnada surlar yıkıldı ise bile, Osmanlılar tarafından yeniden inşa edilmiş olma ihtimalinin çok düşük olduğunu gösterir' Târîh-i âlem-ârâ-yi ‘Abbasî'nin 1978 Boulder baskısında Osman Paşa’nın TebrîzKalesfnin yanı sıra şehrin çevresine bir de sur inşa ettirdiğine (‘Osmân Pasha, (...) had built a wall around the city) ilişkin bir ifade yer alırken, 1334 Tahran baskısında sur inşa
edildiğinden bahsedilmeksizin Osman Paşa’nın şehrin etrafında ve dört bir tarafında tedbir aldığı (etrâf ve cevânib-i şehr râ ihtiyât kerde) kaydedilmiştir. Matthee’nin, Osmanlılar için şehirden ziyade şehir içindeki hisar ya da kal’anın hayati önem taşıdığına ilişkin tespitine, aynı şekilde sefere katılan Osmanlı müelliflerinden hiçbirinin sur inşasına dair bilgi vermemiş olmaları eklendiğinde, Oruç Beg’e ulaşan eski şehir surlarının yeniden ayağa kaldırıldığı hakkkındaki haberin asılsız olduğu sonucu ortaya çıkar ki çağdaş yazarlardan Minadoi’nin “fakat şu anda surları olmaksızın ve surların dayanma gücü olmaksızın, bütün orduların gazabına açık” kaydı bu görüşünü destekler niteliktedir.
Bu noktada surların tespitini hepten güçleştiren bir terim karmaşasının altını, Hasan Bey- zâde Ahmed Paşa’nın, aynı olayları konu alan “şehr-i dil-âvîz-i Tebrîz’e bî-dağdağa vü sitiz, varup, kaTasım cedîden binâ ve kuleler ve karavul-hâneler ilsâk u ilhâkı ile menî‘atü’l-mebnî eylediler” [31] kaydı üzerinden bu ve bundan sonraki yüzyıllar için çizmek gerekir. Osmanlı müellifleri, Ferhad Paşa’nın Tebrîz Kalesi’nin Safevî kuşatmasında zarar gören yerlerini onarttığı noktasında hemfikirdirler; öte yandan kayıtlarında, az önce de bahsedildiği gibi, surların yeniden inşa edildiğine işaret eden herhangi bir ipucuna rastlanmaz. Oruç Beg’in kaydıyla bir araya geldiğinde, ilk bakışta, surların yeniden ayağa kaldırıldığı şeklinde yorumlanabilecek —zira Tebrîz Kalesi ayaktadır ve yeniden inşasını gerektirecek bir durum yoktur; Ferhad Paşa’nın Tebrîz’de yalnızca birkaç gün kaldığı düşünüldüğünde o boyutlarda bir kalenin yeniden inşası da zaten mümkün değildir— Hasan Bey-zâde’nin kaydı, Harîmî Çavuş’un kullandığı “harabın ta ‘mır ve viranesin termlm” eylenmesi ve “muhasarada [harab u] viran itdükleri mahalleri üç dört gün [içinde] (...) evvelkinden ziyade istihkam üzre bina olınup” [20] sözlerinden farklı bir anlam taşımaz, özünde kalenin onarımı söz
konusudur; fakat kal‘a, sur ve hisar arasındaki benzer bir karmaşa ile birleştiğinde, şehirler bir anda gerçekte var olmayan bir sura kavuşabilmektedir. Modern araştırmalarda sıklıkla dikkat çekildiği gibi sur kavramı tahkim edilmiş rampalardan, mahalleler ya da bahçeler ve tarım alanlarındaki arsalar arasındaki dayanıksız kil duvarlara kadar uzanan yoruma açık esnek bir kavramdır ve buna sıradan surlar, hisâr, şehirlerin çevrelenmesi ve kaleler (fortresses) kal’a ve daima belirsiz olan sur içi/sur dışı arasındaki ayrım ilave edildiğinde şehirdeki savunma yapılarının tespiti daha da güçleşir.
Yüzyıl
Tebrîz’de 17. yüzyılın ilk yılları, yeni bir hakimiyet değişikliği daha demektir ve Şah Abbas tarafından 15 Cemâzıyelevvel 1012/21 Ekim 1603’de yeniden Safevî topraklarına katılır1. Osmanlı ordusu ile bizzat bir meydan savaşına girmekten kaçınan Şah Abbas, dedesi Şah Tahmasb gibi [36] ele geçirdiği kaleleri yıktırmaktadır [5], [36]. Şah Abbas’ın şehir surlarına yaklaşımını yansıtıp yansıtmadığı bilinmez, fakat hemen hemen çağdaşı olan Avrupalıların konu hakkındaki yorumları ilgi çekicidir. Öncelikle 17. yüzyılın başlarında Tebrîz’i ziyaret eden İngiliz seyyah Cartwright’ın, İtalyan yazar Minadoi’nin tekrarı niteliğindeki kaydı Tebrîz surlarına ilişkin yüzyılın bilinen ilk kaydıdır ve surların Cartwright’ın gördüğü devirdeki durumunu aksettirmez. Şah Abbas’ın şehir surlarına yaklaşımına dair Avrupalı seyyahların kayıtlarına gelince; geriye dönük verdiği bilgilerde Şah Abbas’ın siyasî hareketini kendine has bir yorumla dile getiren Adam Olearius, Türklerin açık olan yerleri bıraktıkları ve genellikle sağlam, korunaklı yerlere saldırma eğiliminde olduklarını gören Şah Abbas’ın, sınır veya geçitlerdeki surlar dışında, ülkenin içlerinde bulunan ve şehirlere faydalarından çok zararları olan surların, en güçlü duvarlara sahip güney bölümlerini yıktırdığını ileri sürer. Şah Abbas’ın bu şekilde surlarını yıktırdığı şehirler arasında bazı büyük şehirlerde bulunmaktadır ki Tebriz (Tauris) de bunlardan biridir. Elbette, Volga güzergâhını takip ederek ülkeye gelen ve yüksek ihtimalle Tebrîz’i görmeyen Olearius’un, Tebrîz surlarının 1636 yılının son günlerinde Şamahı’ya ulaşan Adam Olearius’un bildirdiği gibi, yalnızca güney kısmının yıkılmış olduğu gösteren hiçbir kayda rastlanmamıştır.
Tebrîz’e, 21 Ekim 1603 bir kez daha, bu sefer Safeviler tarafından tahrip edilmesinin hemen ardından ulaşan Alman sefâret heyetinin kâtibi Georg Tectander von der Jabel, Tebrîz’i, çok büyük fakat bir parça harap bulur. Seyyahın kaydına göre, tamamen açık ve surları olmayan şehir o devirde 5 Alman mîli (= yak. 37,1 km1) bir alana yayılmaktadır . Tectander’ın ziyaretinden 15 sene sonra, vezir-i azam Halil Paşa, “ErdebilSeferi” olarak da adlandırılan 1618 yılı ilkbaharında çıktığı seferde Tebrîz’e ulaştığında ise boş ve harap şehri yeniden surlarla çevrelenmiş olarak bulur ve surların yıkılması kararı alınarak “şehirde barınmaya müsait bir duvar dahi” bırakılmaz. Üç yıl gibi kısa bir süre sonra Alman seyyah Heinrich von Poser, 1621 yılında Tebriz’i ziyaret ettiğinde tahribata rağmen şehir hala Osmanlıların izlerini taşımaktadır, ancak seyyahın çok asil ve büyük bir şehir olarak tarif ettiği Tebriz’in surlarının durumu belirsizdir. 1627-1628 yıllarında İran’ı ziyaret eden İngiliz Thomas Herbert’e göre, Tebrîz’in o devirde yak. 5 mil (=yak. 8, 45 km) kerpiçten bir suru vardır ve Şah Abbas’ın şehri 1603 yılında ele geçirmesinden sonra büyük kardeşi şehzade Hamza Mirzâ tarafından inşa ettirilir. Herbert de Olearius gibi Tebrîz’i görmeyen Avrupalı seyyahlardandır ve Tebrîz hakkında verdiği bilgiler yer yer hatalıdır, zira Herbert’in bildirdiği şekilde, Şah Abbas’ın kardeşi Hamza Mirza’nın Tebrîz’e sur inşa ettirdiğine işaret eden bir delil olmadığı gibi, zaten Hamza Mirza (öl. 994/1586 )1603 yılından önce öldürülür.
“Sözü edilen hisarlar yıkılıp eseri kalmamıştır” kaydıyla 1635 yılında Tebriz’e giden Kâtib Çelebi ise, Tebriz surlarının kendi devrindeki durumuna ışık tutar. Anlaşılan o ki ne Gâzân Surları ne de eski şehir surları —en azından sur olarak nitelenebilecek yapısal bütünlükte— 17. yüzyıla ulaşmayı başarabilmiştir, zira Kâtib Çelebi’nin şehirde arayıp da bulamadığı surlar, Mustevfî’nin 14. yüzyılın ilk yarısına ait kaydında bahsi geçen surlardır. 1056/1646 ve 1065/1652 yıllarında iki defa Tebriz’e giden Evliyâ Çelebi1 ve hatta ondan önce de 17. yüzyıl dönümünde Âşık Mehmed’in surlara ilişkin kayıtları Mustevfî’nin Nushetu’l-kulûb adlı eserindeki bilgilerin az çok tekrarı niteliğindedir ve kendi devirlerini yansıtmaz. Yalnız, güncel bir bilgiyi paylaştığı anlaşılan Evliyâ Çelebi’nin 6.000 adımlık eski şehir surlarının temellerinin açıkta ve belli olduğuna ilişkin ifadesi, aradan geçen beş asır boyunca her defasında 1042 depreminden sonra inşa edilen eski şehir surlarının ayağa kaldırılıp kaldırılmadığı sorusunu akla getirir. Evliyâ ile hemen hemen aynı devirde Erivan üzerinden Tebrîz’e gelen Manucci, oldukça büyük, bahçelerle çevrelenmiş bir şehir olarak nitelediği şehrin surlarına dair açık bir beyanda bulunmaz, fakat meydânı ve meydândaki iki sütûnu daha şehre girmeden, oldukça uzak bir mesafeden gördüğüne dair ifadesi şehri çevreleyen surların bulunmadığını düşündürür. Nitekim, Fransız seyyah La Boullaye le Gouz, 1657 yılında ziyaret ettiği Tebriz’in 17. yüzyıl ortalarındaki büyüklüğünü Floransa’ya eş değer görür ve ne şehri çevreleyen surların ne de şehrin bir hisârının (kalesi) olduğunu yazar.
1665 yılında Tebriz’i ziyaret eden Fransız seyyah Deslandes, eski yapıların kalıntıları ile dolu, çok büyük bir şehir olarak kaydettiği Tebriz’in surlarına ilişkin bilgi vermez, fakat çağdaşı Fransız seyyah Jean Chardin, Polibe, Diodoreve Ptolemy tarafından “Mont Oronte” ya da “Baronte” (Sehend Dağı) olarak adlandırılan bir dağın eteğindeki ovada kurulmuş olan Tebrîz’i çevreleyen ne surlarının ne de tahkimatının bulunduğunu ve şeklinin çok düzensiz olmasından dolayı planını tayin etmenin zor olduğunu aktarır [75]. Chardin’in kayıtlarının dikkatli bir okuması, seyyahın aslında Tebrîz surlarına ilişkin başkaca bilgiler de veriyor olduğunu gösterir. Ona göre, şehirde olup da üzerinde sur ya da burç (Forf) kalıntıları bulunmayan kayalık veya tepe görebilmek neredeyse imkansızdır1 [75]. Erken Safevî devrinde inşa edilmiş olması muhtemel surların burçları olmadığı MM’deki tasvir sayesinde bilindiğine göre, seyyahın o devirde gördüğü kalıntılar, yüksek ihtimalle Gâzân Surlarına ait olmalıdır. Yani Gâzân Surlarının izleri zannedildiği kadar hızlı bir şekilde kent siluetinden kaybolmamıştır. 17. yüzyıl sonlarına doğru Gemelli Careri ise, içerisindeki bahçelerin ve açık alanların bolluğu sebebiyle çevresini otuz İtalyan mili verdiği şehrin, Deslandes gibi surlarına dair bilgi vermez . Bu arada 14 Muharrem 1049/17 Mayıs 1639 tarihinde imzalanan Kasr-ı Şirin Antlaşması ile yarım asırdan beri Tebrîz’de artık barış ortamı hâkimdir ve Tebrîz, barışın da etkisiyle yüksek ihtimal yüzyılı sursuz olarak kapatır.
Yüzyılın İlk Çeyreği
yüzyıl boyunca surları bulunmayan Tebrîz’in durumunda, 18. yüzyıl başında çelişkili bir değişiklik söz konusudur. 1700 yılında Alman seyyah Franz Kaspar Schillinger, şehri çevreleyen en dıştaki surların (aufierste Stadt Mauer) [?] çevresini iki Alman milinden (=yak. 14,85 km) fazla olarak kaydeder ve surlardaki muazzam kalınlıkta, hayranlık uyandırıcı kulelerden bahseder. Schillinger’in Tebrîz’in dış sur—demek ki bir de iç sur olmalıdır— ölçülerini Mustevfî’nin Gâzân Surlarının çevresi için verdiği ölçü olan 25.000 gâm (adım) (=yak. 12,5 km) ile neredeyse aynı ölçüye denk gelen bir uzunlukta vermiş olması ilgi çekicidir. Bu ölçü, enteresan biçimde, aynı zamanda, Taberî ve sonraki yüzyıllarda İbnü’l-Esîr’in, 9. yüzyılın ilk yarısında genişliğini iki fersah (yak.12 km) olarak bildirdikleri hisarlardan Şâhi’nin1 [62], [63], [152], [153] ölçüsü ile de hemen hemen aynıdır. Tebriz’i 1716 yılının son günlerinde ziyaret eden Rus elçi Artemiı Volynskiı’nin eşlik eden John Bell, aslında on altı yıl gibi kısa bir süre sonra, bir kez daha şehrin tamamen açık olduğunu ve onu koruyacak ne bir hisâr ne de surların bulunduğunu kaydeder . Üstelik geçen süre zarfında şehirde yıkıcı bir deprem ya da siyasî bir çekişme de meydana gelmemiştir. Asıl görevi gizli tutulmak suretiyle elçi olarak İran’a gönderilen (Ağustos 1720-Aralık 1721) Dürrî Ahmed Efendi (öl. 1135/1722) Bell’in verdiği bilgileri doğrular: “bu kadar büyük memâlikde ancak kal’aları vardır ki biri serhad-ı Hind-istân Mir Veys hurûc itdüği Kandehar kal’asıdır ve biri dahi Heşderhândır ve biri Van kal’asıdır sâir vilâyetleri bütün Üsküdâr gibi açıkdır”. Ancak, Dürrî Ahmed Efendi’nin söz konusu kaydı da dahil olmak üzere, bundan sonrası için Tebrîz surlarının belki siyasî ortamın da etkisi ile yeniden ayağa kaldırılmış olabileceğini düşündüren çelişkili bir tablo ortaya çıkar. Zira Lockhart 28 Cumada II 1133/26 Nisan 1721 günü meydana gelen büyük depremde surların neredeyse tamamen ortadan kalktığını bildirir. Dürrî Ahmed Efendi’nin İran’ı ziyaret ettiği tarih, Lockhart’ın verdiği bilgilerle kıyaslandığında, teoride Lockhart’ın bildirdiği surları Dürrî Ahmed Efendi’nin görmüş ya da en azından duymuş olması gerektiği sonucu ortaya çıkar. Zira Dürrî Ahmed Efendi istihbarat amaçlı İran’da bulunmaktadır ve Osmanlıların Safevî ülkesindeki başlıca hedeflerinden biri de Tebrîz’dir. Bu noktada Dürrî Ahmed Efendi’nin Safevî ülkesindeki faaliyetleri ve izlediği güzergâhın tam olarak bilinmemesi şüphesiz ayrı bir sorun teşkil eder1, yani eldeki veriler surların o devirdeki durumunun sağlıklı olarak tespitine şu an için imkân tanımamaktadır. Öte yandan 1724 yılına gelindiğinde, Tebrîz’in bir kez daha surları vardır ve Köprülü-zâde Abdullah Paşa tarafından aynı yılın mayıs ayında başlatılan kuşatmaya üç ay gibi pek de az sayılmayacak bir süre kadar dayanır . Öyle ise, 1721 depreminden sonra bir aralık iyi bir onarım geçirmiş olmalıdır; altı ay sonra kuşatma tekrarlandığında Hanway’e göre surlar ayakta, fakat bir parça harap vaziyettedir. Sir John Malcolm ise, Tebrîz’in yine de bu sırada surları olmadığını iddia eder. Öte yandan modern araştırmalarda son kuşatma sırasında beş-altı yüz kadar Osmanlı askerinin surları aşarak içeri girmesi ve şehir kapılarını açmasıyla çarpışmaların Tebrîz’e taşındığına, Osmanlı kuvvetleri ile Safevi askerleri arasında şehirde ve kalede [?] iki gün ve bir gece daha devam eden çarpışmalara ilişkin [5], Tebrîz’in o devirde muhkem surları olduğu fikrinin destekleyen anlatımlar da yok değildir. (Şekil 3.9)
Şekil 3. 9 Meşkûr’a göre, Safevî devrinde Tebrîz Surları ve Kapıları [68]
Kent Odakları
Meydânlar
Meydân-ı Sâhibâbâd
Safevî Tebriz’inde meydân, İran coğrafyasındaki diğer şehirler gibi1 kentin son derece canlı, yaşayan bir öğesidir. Şah İsmail’in tahta çıktığı ilk günlerden itibaren mürîdlerini1
Safevî devrinde sosyal hayatın ayrılmaz bir parçası olan kent meydânının Safevî devri boyunca önemini kavramak üzere Tebrîz ile benzer konuma sahip şehirler olan diğer Safevî payitahlanndan işe başlamak gerekirse; Safevî devri boyunca Tebrîz ve Kazvîn ’in yanında dâru ’s-saltana olarak adlandırılan İsfahan'da daha Şah İsmail’in saltanatının ilk yıllarından itibaren Meydân-ı Köhne'de çevgân oynadığını bildiren kayıtlar mevcuttur (bkz. Anonim, Cihângüşâ-yı Hakanî, 304). Esasen, İsfahân’da Şah Abbas devrine kadar şehrin çekirdeği bâzârlar, hamamlar, kervansaraylar, saraylar, kahvehâneler, medrese ve câmilerin çevrelediği Meydân-ı Köhne ya da diğer adıyla Meydân-ı Hârûn Vilâyettir ve 915/1509 yılında Şah İsmail, yaz mevsiminde iki hafta kaldığı İsfahân’da Meydân-ı Hârûn Vilâyet in, düzenlenen çevgân, at yarışları ve kabâk oyunlarına daha uygun olması için genişletilmesini emreder. 918/1512-13'de Beylerbeyi Durmuş Hân Şâmlû’nun maiyetinden Mîrzâ Şah Hüseyin meydânın güneybatısında Hârûn Vilâyeti (imâmzâde ya da türbe) inşa eder; 928/1512-13'de Mescid-i ‘Alî inşa edilir (Stephen P. Blake, “Shah ‘Abbâs and the Transfer of the Safavid Capital from Qazvin to Isfahan”, 148). Şah İsmail devrinde Nakş-ı Cehân Meydânı ve Bâg-ı Nakş-ı Cehân'da kullanılmaktadır ve 910/1504’de Yezd’de isyan eden Muhammed Kerre’nin infazı Meydân-ı Nakş-ı Cehân'da gerçekleştirilirken (İskender Beg Münşî, Târîh-i âlem-ârâ-yi ‘Abbâsî, I, 49), aynı yıl Osmanlı elçisi Bâg-ı Nakş-ı Cehân'da yeni inşa edilen sarayda kabul edilir. Şah Tahmâsp devrinde (930-84/1524-76) hayırsever ileri gelenler tarafından Meydân-ı Hârûn Vilâyetteki Mescid-i Câmi‘i onarılır ve meydânın kenarında çeşitli câmiler inşa edilir (Stephen P. Blake, “Shah ‘Abbâs and the Transfer of the Safavid Capital from Qazvin to Isfahan”, 148). 998-99/1590'dan 1005/1596-97'ye kadar imar faaliyetleri eski meydân odaklanan Şah Abbas, 999-1590'da Meydân-ı Hârûn Vilâyet çevresindeki eski bâzârlann onarılmasını, Tebrîz'dekine benzeyen bir Kayserîyye (Bezzâz Hân) inşa edilmesini, 915/1509'da Şah İsmail’in yaptığı gibi Meydân-ı Hârûn Vilâyetin çevgân ve at yarışları için düzleştirilmesi ve tekrar kum serilmesini emreder (Mahmud b. Hidayetullah Natanzi Efuşta, Nekâvetü’l-Âsâr fi Zikri’l-Ahyâr, 376; Celâl Müneccim, Târîh-i ‘Abbâsî ya Rûz-nâme-i Molla Celâl, 113; Stephen P. Blake, “Shah ‘Abbâs and the Transfer of the Safavid Capital from Qazvin to Isfahan”, 149-152) 1003/1594-95 yılında ‘Alî Hân ve Gîlân'daki diğer isyancıların yakalanmasından sonra Şâh Abbas’ın Kazvîn'de Meydân-ı Sa‘âdatâbâd'ın ışıklarla süslenmesi sırasında meydândaki dükkânların cephelerinde 12 zir‘â derinlikte ahşap direk ve sütûnlar dikilerek çehârtâk inşa edilmesi, her biri 1.000'in üzerinde kandil ve fenerle aydınlarılacak şekilde aydınlatma elemanları ve fenerler asılması, Meydân-ı Sa‘âdatâbâd'ın çepeçevre kandil ve mumlarla donatılması ve Şâh Abbas’ın meydânın güneybatı köşesine inşa ettirdiği köşkten manzaranın tadını çıkararak, çevgân ve okçuluk müsabakalarına katılması (İskender Beg Münşî, Târîh-i âlem-ârâ-yi ‘Abbâsî, II, 673-74); 1002-03/1594 yılında Şah Abbas tarafından, İsfahan'da 20.000 tûmân para harcanarak düzenlenen büyük bir festivalde, Irak ve Fars bölgesinden getirtilen sanatçı ve mühendislerin katkılarıyla Meydân-ı Hârûn Vilâyet'in tarif edilemez güzellikte süslenmesi, çevresindeki yapıların boyanması, meydâna herbirinin baş kısmında 1.000 tane çerâg olan 12 adet çember yerleştirilmesi (Mahmud b. Hidayetullah Natanzi Efuşta, Nekâvetü ’l-Âsâr fi Zikri ’l-Ahyâr, 577-579; Stephen P. Blake, “Shah ‘Abbâs and the Transfer of the Safavid Capital from Qazvin to Isfahan”, 153); 1003/1595 yılında Şah Abbas’ın Kazvîn Devlethânesi'nde Çihil Sütûn Salonu'nda (Eyvân-ı Çihil Sütûn) yeni yıl kutlamaları için düzenlediği yabancı hükümdar ve prenslerinde katıldığı bir şölen için Meydân-ı Sa‘âdatâbâd'da çevgân ve okçuluk müsabakaları düzenlemesi (İskender Beg Münşî, Târîh-i âlem-ârâ-yi ‘Abbâsî, II, 681; İskender Beg Münşî, Târîh-i âlem-ârâ-yi ‘Abbâsî/Efşâr, I, 506); 1005/1596-97'de Bâbürlü İmparatoru Ekber'in elçilerinin yine Kazvîn'de Şâh’ın huzuruna kabulü sırasında Meydân-ı Sa‘âdatâbâd'ın ışıklandırılması ve meydânda ziyafetler düzenlenmesi (İskender Beg Münşî, Târîh-i âlem-ârâ-yi ‘Abbâsî, II, 705-706); 1006/1597-98 yılında yeni yıl (Nevrûz) kutlamaları için Kazvîn'de Devlethâne-yi
Mübâreke'deki Çihil Sütûn Salonu'nda (Eyvân-ı Çihil Sütûn) kabulleri gerçekleştiren Şah Abbas’ın, tatilini hergün Meydân-ı Sa‘âdatâbâd'ta çevgân (çevgân-bâzî) oynaması ve okçuluk (kabak-endâzî) yarışmalarına katılması (İskender Beg Münşî, Târîh-i âlem-ârâ-yi ‘Abbâsî, II, 711; İskender Beg Münşî, Târîh-i âlem-ârâ-yi ‘Abbâsî/Efşâr, I, 532); 1007/1599'da yeni yıl kutlamalarını Bâg-ı Nakş-ı Cehân'da düzenleyen Şah Abbas’ın, kutlamalardan sonra Nakş-ı Cehân Meydânı'ndaki şölenlerin ardından (İskender Beg Münşî, Târîh-i âlem-ârâ-yi ‘Abbâsî, II, 799) Meydân-ı Hârûn Vilâyette çevgân müsabakaları düzenlemesi (Celâl Müneccim, Târîh-i ‘Abbâsîya Rûz-nâme-iMolla Celâl, 203); 1009/1600- 01 yılında Şâh Abbas’ın yeni yıl kutlamalarını Meşhed'deki meydânda çevgân ve okçuluk müsâbakaları izleyerek geçirmesi (İskender Beg Münşî, Târîh-i âlem-ârâ-yi ‘Abbâsî, II, 787); 1014/1605-06'da Ustâclu ve elçileri huzuruna kabul ettiği2, çevgân oynadığı3, ok atıp (kabak endâzî) eğlendiği4 —ki 1508’de büyük oyunlar ve kutlamalar düzenlenen böyle bir olayda, hem Angiolello hem de Venedikli bir tüccar meydân çevresinde toplanan halktan ve askerlerden oluşan 30.000 kişinin, 1.000 muhafız eşliğindeki Şâh İsmail’in ok atışını izlediğine tanık olmuşlardır5— hatta 917/1511’de Şah Kulu İsyanı ardından Anadolu’dan Tebrîz’e iltica ettikleri sırada bir kervana saldırarak yağmalayan ve tüccarları öldüren Tekelilerin
oymağından Şeyh Ahmed Aka’nın Meydân-ı Sa‘âdatâbâd"ta demir bir kafes içinde yakılarak cezalandırılması (İskender Beg Münşî, Târîh-i âlem-ârâ-yi ‘Abbâsî, II, 876-77); 1015-16/1607"de Şîrvân ve Azerbaycan’ın tamamının Osmanlılardan geri alınmasından sonra Kazvîn’de Meydân-ı Sa‘âdatâbâd ın ışıklandırılması ve birkaç gün süren kutlamalar düzenlenmesi (İskender Beg Münşî, Târîh-i âlem-ârâ-yi ‘Abbâsî, II, 947); 1020/1611’de yeni yıl kutlamaları (İskender Beg Münşî, Târîh-i âlem-ârâ-yi ‘Abbâsî, II, 1037) ve Özbek Hânı Velî Muhammed’in karşılanması sırasında İsfahân’da Nakş-ı Cehân Meydânı çevresindeki dükkânların, yani meydânın süslenmesi ve çevgân ve okçuluk müsabakalarının yanı sıra havai fişek gösterilerinin düzenlenmesi (İskender Beg Münşî, Târîh-i âlem-ârâ-yi ‘Abbâsî, II, 1044, 1046); Şah Abbas’ın 1021/1612-13"de Meydân-ı Sa‘âdatâbâd"îa çevgân oynaması ve okçuluk idmanı yapması (İskender Beg Münşî, Târîh-i âlem-ârâ-yi ‘Abbâsî, II, 1063); 1022/1613-14"de yeni yıl kutlamaları için Nakş-ı Cehân Meydânı çevresindeki dükkânların süslenmesi (İskender Beg Münşî, Târîh-i âlem-ârâ-yi ‘Abbâsî, II, 1073); 1027/1617-18"de Şah Abbas’ın Kazvîn’de Meydân-ıSa‘âdatâbâd"taçevgân ve okçuluk yarışmaları ile gün geçirmesi, Kazvîn’de kaldığı birkaç günde Meydân-ı Sa‘âdatâbâd"ta hergün meclisler düzenlemesi ve Rus elçilerini kabul etmesi (İskender Beg Münşî, Târîh-i âlem-ârâ-yi ‘Abbâsî, II, 11591160); 1042/1632"de İmâm Kulî Hân’ın Şâh Sefî tarafından öldürtüldüğü bir eğlence için Kazvîn’de Meydân-ı Sa‘âdatâbâd"tın ışıklandırılması (Muhammed Ma‘sûm Hvâcegî İsfahanî, Hülâsatü ’s-Siyer, 130131); 1046/1636" da Bâbürlü Sultânı Hürrem’in elçisi Sefder ya da Sefdar Han’ın da katıldığı bir şölen için ilk olarak Kâşân’daki meydânın, sonra ise İsfahân’da Nakş-ı Cehân Meydânının süslenmesi (Muhammed Ma‘sûm Hvâcegî İsfahanî, Hülâsatü’s-Siyer, 231); Şâh Sultân Hüseyin devrinde 1105-1106/1693-95 yılında İsfahân’da Nakş-ı Cehân Meydânının da düzenlenen Aşure günü etkinliklerinin (Muhammed İbrahim b. Zeynu’d-dîn Nâsıri, Destur-ı Şehriyarân, 33) en iyi örnekleri teşkil ettiği görülür. Meydânın Safevî devri şehir hayatındaki yeri hakkında ayrıca bkz. Roger Savory, Iran Under the Safavids, 156-160.
Anonim, Cihângüşa-yı Hâkânî, 85. Anonim Şah İsmail tarihi Cihângüşa-yı Hâkânî’nin de aralarında bulunduğu Safevî kroniklerdeki bu tarz kayıtlar arasında en belirgin olanı Şah İsmail’in tahta çıkışı, hutbe okutması ve sikke kestirmesi ile aynı gün meydânda çevgân oynamasının önceden bildirildiği rivayet edilen Hacı Bektaş Veli’nin İstanbul’daki mürîdlerinden Dede Muhammedî ile ilişkilidir ve Safevî kroniklerinde sıkça tekrarlanır. Söz konusu rivayete göre, Dede Muhammedî, Şî‘î imâmların türbelerini ziyaret ettikten sonra Dâru’s-Saltana-yi Tebrîz"e gidecek ve Tebrîz’e girdiğinin birinci gününde temiz hazretlerin evladlarını pâdişâh olmuş olarak bulacaktır. Anılan günde hemen sikke kestirilip, hutbe okunacak ve Şah İsmail Meydân-ı Tebrîz"de çevgânbâzî oynayacaktır (bkz. Anonim, Âlem-ârâ-yi Şah İsmail, 41; Anonim, Âlem-ârâ-yi Safevî, 45; Anonim, Cihângüşa-yı Hâkânî, 154).
Anonim, Cihângüşâ-yı Hâkânî- (Târîh-i Şâh İsmâ‘îl), 85-86, 154,158.
Anonim, Cihângüşa-yı Hâkânî, 86, 154, 158.
A Merchant, “The Travels of a Merchant in Persia”, 201, 206; Türkçe terc. Tufan Gündüz, Seyyahların Gözüyle Sultanlar ve Savaşlar, 214.
Giovanni Maria Angiolello, “A Short Narrative of the Life and Acts of the King Ussun Cassano”, 111; Türkçe terc. Tufan Gündüz, Seyyahların Gözüyle Sultanlar ve Savaşlar, 88. A Merchant, “The Travels of a Merchant in Persia”, 202; Türkçe terc. Tufan Gündüz, Seyyahların Gözüyle Sultanlar ve Savaşlar, 206. Angiolello ve Venedikli bir tüccarın kayıtları, aynı zamanda Tebrîz’de bulundukları ve aynı olaya tanık oldukları izlenimi uyandırır, fakat birbirlerinden haberdar olduklarına ilişkin kayıtlarında herhangi bir bilgi yer almaz. Belki de yalnızca bu olaya ilişkin bilgiyi birinin diğerinden almış olması durumu söz konusudur. cezalandırılmaları vakasında olduğu gibi1 [49] infazların gerçekleştirildiği, en geç 14. yüzyıldan itibaren Sultân Meydânı (Meydânu’s-Sultân) adıyla kayıtlara geçen Meydân-ı Sâhibâbâd ise, Tebrîz’in, Safevî devri boyunca sosyal faaliyetlerin yanında imâr faaliyetlerinin de yoğunlaştığı siyasî merkezi ve başlıca odağıdır. 14. yüzyılın ilk çeyreğinden bu yana ortasında Mescid-i Câmi‘-i ‘Alî Şâh bulunduğu Eski Meydân (Meydân-i Kadîm-i Tebrîz ya da Meydân-ı Kohen) [50] ise, kentin çekim merkezi olarak önemini en azından erken devirlerde kesin olarak koruyor olmasına karşın sportif faaliyetler ile ilgili işlevini olasılıkla çoktan yitirmiş ve yerini Tebrîz’in kuzeyindeki Sâhibâbâd Meydanı’na (Meydân-ı Sâhibâbâd) bırakmış durumdadır.
Safevî Tebrîz’inde SâhibâbâdMeydanı ve çevresindeki mimarî kurguya dair ilk bilgiler, Şah İsmail’in saltanatının ilk yıllarına da tanıklık eden Venedikli bir tüccardan gelir. Seyyaha göre, bağa açılan sarayın doğusundaki bezenmemiş bir kapı, uçsuz bucaksız bir meydânda yer almaktadır. Ortasında güzel bir çeşmenin bulunduğu beyaza boyanmış olan bu kapı yaklaşık 2,8 m yükseklikte ve 1,8 m eninde tuğladan kemerli bir duvara sahip olup, kapının yukarısında, çok sayıda odasıyla büyük ve gösterişli bir saray ve bahçeye bakan üstü kapalı bir salon [?] ile meydan tarafında bulunan son derece beyaz, kemerli bir eyvân vardır. Meydânda şölen düzenlendiği zamanlarda Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan ve emirlerinin dinlendiği yapı, çok sayıda odası olan güzel bir yer olduğu için elçilerin ağırlanması amacıyla da kullanılmaktadır. Bu kapı, aynı zamanda cami ve bîmâristanın da bulunduğu meydâna doğru olağanüstü bir bakış açısına sahiptir. Venedikli’nin sarayın meydana açılan bu kapısına ilişkin tarifi, görünüşe göre söz konusu kapıyı mimarî olarak diğer Safevî payitahları Kazvîn’de ÇihilSütûn’un meydâna açılan taç kapısı ‘Âlî Kâpû1 ve Şah Abbas’ın İsfahân’daki ünlü Safevî saraylarına girişi sağlayan beş katlı kapı yapısı ‘Âlî Kâpû Sarayı ile doğrudan ilişkilendirmeye yetecek düzeyde değildir, ancak onun kaydının işlevi bakımından İsfahân’daki “Tâlâr-ı ‘ÂlîKâpû”ya daha yakın, kapsamlı bir kapı döşeminin Sâhibâbâd Meydanı"ndaki varlığını doğruladığı kesindir. Nitekim, Alemi’ye göre, kraliyet saray ve bahçelerine giriş holü (vestibule) olarak hizmet eden meydânlar, İran coğrafyasında saray külliyelerinin tasarımındaki asli unsurlardır ve her durumda, saray alanına girişi sağlamakla kalmayıp, aynı zamanda kralın seyir mekânı olarak hizmet eden muazzam bir şâh-nişîn (loggia) vasıtasıyla meydân bakan bir kapı yapısı, ‘Âlî Kâpû —ki Alemi, aynı zamanda ‘imâret-i serdâr olarak adlandırır— söz konusu tasarıma eşlik eder. Meydâna bakan ‘Âlî Kâpû, saray külliyesinin kent cephesi (urbanfacade) daha açık bir ifade ile kentsel mekânla etkileşim yüzeyi rolünü üstlenir. Tebrîz’de ise Sâhibâbâd Meydanı, Uzun Hasan’ın sarayı ve kraliyet bahçelerinin bir nevi giriş holüdür. Venedikli bir tüccarın hemen hemen çağdaşı Membre’nin meydâna ilişkin anlatımına gelince, o, Meydân-ı Sâhibâbâd’ı, biri doğuda diğeri güneydoğuya doğru iki girişi bulunan sarayın, doğu kanadında çok muntazam, düzlük ve büyük bir alan olarak kaydeder. Meydânın ortasında tepesinde altın yaldızlı bir elma olan uzun ahşaptan bir direk (kabak) dikili olup, kuzeyindeki birbirine bitişik iki güzel caminin —ki biri kesinlikle Mescid-i Hasan Pâdişâh’tır— yanı sıra doğuda, meydânın yanında Şah [Tahmasb] çok güzel yeni bir tanesini inşa ettirmektedir. Cadde tarafında ise, Çây olarak adlandırdıkları bir nehir akar.
Esasen İran Platosu’nun iç kesimlerinde, yapıların çevrelediği Meydân-i Nakş-i Cihân-i İsfahân gibi dört köşesi ile tespit edilebilen, mimarî bir oluşumdan tam anlamıyla söz etmek burada belki mümkün görünmez, bununla birlikte meydânı sınırlayan doğal ve mimarî bazı öğelerin varlığı da göz ardı edilemez. 1474-78 yılları arasında Akkoyunlu Uzun Hasan’ın sarayına elçi olarak gönderilen Venedikli elçi Barbaro’nun, meydânda izlediği bir gösteriye ilişkin gözlemleri1, daha önce de bahsedildiği gibi, 15. yüzyılın son çeyreğinde Meydân-ı Sâhibâbâd’ın bir kenarını kuzeyde Nasriyye Külliyesi’nin oluşturduğunu, güney kenarını ise Mihrân-Rûd Nehri’nin sınırladığını ortaya koyar . Venedikli bir tüccar 16. yüzyılın ilk yıllarında, meydânın kuzeyindeki Mescid-i Hasan Padişâh ile bîmâristanı yalnızca bir duvar ayırırken, bîmâristanın dışında, bir tarafından diğerine bir gez (zirâ‘) yükseklik ve 2 m eninde bir seki (mastaba) —ileri de değinileceği gibi kesinlikle külliyeyi çepeçevre saracak şekilde değil— ile câmi, bîmâristan ve yahut sekiye atların girişini engellemek üzere sekinin çevresini sınırlayan, demirden bir zincir bulunduğundan bahseder ki sekiyi sınırlayan bu zincir Akkoyunlu hükümdarı Sultân Yakub’un ölümüne kadar orada kalmıştır. Bu tariflere göre, 16. yüzyılın ilk yarısında Tebrîz’in Sâhibâbâd Meydânı, batısında —aynı zamanda Heşt Behişt Sarayı’nın doğusuna denk düşen— meydâna hâkim bir seyir köşkü; doğu kenarında 1539-40’da halen inşası devam ediyor olan Mescid-i Şâh Tahmasb (günümüzdeMakâm-ı Sâhibu’l- Emr); kuzeyinde Akkoyunlu devri yapılarından Nasriyye Külliyesi ile —ki Mescid-i Hasan Pâdişâh, yanında medresesi, bir dâru’ş-şifa ve bir dizi fonksiyonel ilave yapıdan meydana geliyordu ve bir seki tarafından meydândan ayrılmıştı—ona bitişik bir cami daha ve güneyde ise, Mihrân-Rûd ya da diğer adıyla Meydân Çây’a paralel devam eden bir caddenin sınırladığı devasa bir açık alan olarak tasavvur edilebilir.
Meydân ve çevresindeki yapıların ilişkilendirilmesi noktasında anahtar role sahip, geç devir üç müelliften Kumî’ye göre, Nasriyye Külliyesinin Sâhibâbâd Meydânı’ndaki zâviyesi —ki Şah Tahmasb devri sadrlarından Emîr Ni‘metullâh Hillî’nin sarayı onun
yakınındadır1— ile yanyana olan Akkoyunlu Sultânı Baysungur Mîrzâ’nın (1490-1492) bânîsi olduğu diğer bir zâviye yine meydân çevresindeki yapılardandır . Kâtip Çelebi, Mescid-i Şâh Tahmasb’ı yine meydânın doğusunda fakat Mescid-i Hasan Padişâh’a bitişik olarak konumlandırır. Mescid-i Şâh Tahmasb meydânın doğusunda ve Mescid-i Hasan Padişâh’a bitişik ise, bu durumda Membre’nin bahsettiği Mescid-i Hasan Padişâh’a bitişik diğer cami, bu yapının batısında aranmalıdır. Evliyâ Çelebi’ye göre, Mescid-i Hasan Padişâh’ın yakınında Sultân Uzun Hasan’ın oğlu Maksûd Bey tarafından inşa ettirilen Maksûdîye Camisi, karşısında Mescid-i Şah İsmail [78], [79] ve Osmanlılar tarafından 1585’de Tebrîz’i fetihleri sırasında eski Devlethâne’nin (Heşt-Behişt Sarayı) [?] —Evliya’ya göre “şehrin tâ ortasında Şâh Hıyâbanı” — bulunduğu alanda inşa edilen kale [78], [79] ise Mescid-i Şah İsmail’in karşısında yer almaktadır [78], [79]. Kalenin, Şah Tahmasb’ın sarayı üzerinde olduğu düşünülürse, Şah Tahmasb’ın yeni sarayı 16. yüzyılın ilk yarısında, Mescid-i Şah İsmail’e baktığı ve muhtemelen Membre’nin Mescidi Hasan Padişâh’ın batısında konumlandırdığı câmi ile özdeş olduğu anlaşılır.
Erken Safevî Tebrîz’ine dair ilk elden kaynaklar olan MM ve DD’ye gelince, meydân MM’de de yer almakla birlikte DD’de kent dokusunda kapladığı alan bakımından özellikle ön plana çıkan öğelerdendir ve hem MM hem de DD’de meydânın kuzey sınırını oluşturan Mescid-i Hasan Pâdişâh da, uzun ince formu ile meydân da kolayca tespit edilebilir, zira tasvirlerde Membre’nin bahsettiği altın elmalı ahşap direk ve her şeyden önemlisi meydânın kısa kenarlarında çevgân oyunu için kullanılan “amaç”, yani kaleler açık şekilde görülebilmektedir. (Şekil. 3.10, no.2; 3.11, no.3; Şekil 3.12) Öte yandan, meydân çevresinde bahsi geçen diğer camilerden inşâ devri itibariyle orada olmuş olması gerekli Mescid-i Maksûdiyye ve Mescid-i Şah İsmail’in en azından MMde, Mescid-i Hasan Pâdişâh ve meydân çevresinde tasvir edilen yapılar arasında bulunmadığı söylenebilir, zira minyatürün bu bölümünde camiye işaret eden başka minâre görülmez. Matrâkçı’nın tasvirlerinde yapıları konumlandırmasına ilişkin tutumu tabii ki göz ardı edilmemelidir. Nitekim Mescid-i Hasan Padişâh ile hemen hemen aynı üslûpta, fakat daha küçük ve sade tasvir edilmiş tek minareli bir câmi meydâna yakın bir yerde Mihrân- Rûd’un karşı kıyısında dikkat çeker. (Şekil 3.10, no.4) DD’de için aynı şeyi ileri sürmek mümkün değildir; zira Mescid-i Hasan Pâdişâh ve meydân civarında başka camilerin ve hatta yapı türlerinin de tasvir edildiği açıktır.
Şekil 3. 10 MM Saray ve çevresi
1-Heşt-Behişt Sarayı 2-Meydân-ı Sâhibâbâd 3- Mescid-i Hasan Padişâh (Nasriyye) 4-
Mescid-i Maksûdîye 5-Fenerli Kubbe. [41]
Şekil 3. 11 DD Saray ve çevresi
1-Heşt-Behişt Sarayı 2- Mescid-i Hasan Pâdişâh (Nasriyye) 3- Meydân-ı Sâhibâbâd 4-
Ejderha biçimli çörten. [213]
Şekil 3. 12 DD Meydân-ı Sâhibâbâd [213]
Şekil 3. 13 MMye dayanarak önerilen iki bölümlü meydân önerisi [41], [214]
Bu noktada tamamen MM’ye dayanarak önerildiği anlaşılan meydâna ilişkin bir tespiti DD ışığında yeniden yorumlamak gerekir. Bu tespitte, Meydân-ı Sâhibâbâd, Akkoyunlular devrinden Safevî devri ortalarına kadar, geniş açık alanların etrafında ve içinde (?) birbirinden bağımsız inşa edilmiş binaların oluşturduğu bir meydân olarak nitelenmekte1 ve hatta Mescid-i Hasan Pâdişâh ve bimaristan meydanın içinde — kenarında değil— konumlandırılarak, bu ve bitişiğindeki yapıların güney ve kuzey olarak ikiye ayırdığı bir meydân oluşumu önerilmektedir. Önerilen oluşumda, Safevî dönemindeki yapılar kuzey bölümü, dört köşeli ve belirgin yapıları ile büyük bir meydân haline getirirken, güney bölüm Sâhibâbâd bahçelerinin bir kısmı olarak yeniden ağaçlandırılmıştır . Araştırmacıları bu sonuca ulaştıran MM’ye ilişkin yön tespitine göre, aynı zamanda MM de sayfanın üst kısmı doğu yönüne, alt kısmı batı, sağ taraf güney ve sol tarafı ise kuzey yönüne denk düşmektedir. Meydân-ı Sâhibâbâd’ın konturlarını tespit etmeye yönelik herhangi bir arkeolojik kazı sonucu bulunmadığına göre, kuzey ve güney olmak üzere Mescid-i Hasan Pâdişâh’ın ikiye böldüğü ve ortasında yapıların yer aldığı bir meydân senaryosunun yalnızca MM’de bulunduğuna dikkat çekmek gerekir. (Şekil 3.13) MM ve DD’deki tasvirler ve Matrâkçı’nın betimleme tekniğine ilişkin çözümlemeler ışığında böyle bir oluşumun, en azından Matrâkçı ve çağdaşlarının devri için kabulü zordur ve bunun da ötesinde Matrâkçı’nın minyatürlerinde bir yön mefhûmundan bahsedilmesi olanaksız görünmektedir. Tebrîz’in o devirdeki belli başlı bazı mimarî eserlerinin bu tespite göre, hemen hemen doğru yönlere düştükleri inkâr edilemez, fakat DD’nin varlığı Matrâkçı’ya atfedilen minyatürlerde, bu tarz bir yön kabulünün mümkün olmadığını doğrular niteliktedir. Kuzey ve güney olmak üzere ortasında yapıların bulunduğu iki parçalı meydân önerisine gelince, Akkoyunlu ve Safevî devri tarihi kaynakları zaten, çevgân ve benzeri oyunların bu coğrafyada eski devirlerden itibaren süre gelen toplumsal anlam ve önemini ortaya koyar niteliktedir.
Bu açıdan bakıldığında çevgân oyununun tarihi kuşkusuz çok eski zamanlara uzanmaktadır; fakat nispeten yakın dönemlerden işe başlamak gerekirse, Selçuklularda hükümdarın en büyük iltifatının, iltifata layık görülen kişinin, sultânın kendisinin de katıldığı çevgân oyununa davet edilmesi olduğu bilinir. Elçilere en büyük misâfirperverlik gösterme yolu, onların meydâna davet edilerek hükümdarın yer aldığı çöğen oyununun seyrettirilmesiydi1. Aynı geleneğin sonraki devirlerde çevgânın yaygın biçimde oynandığı Tebrîz’in başkentliğini yaptığı Karakoyunlu, Akkoyunlu sarayları ile Safevîlerde de yaşamaya devam ettiğini söylemek mümkündür. Akkoyunlular devrine ilişkin bir olaydan Venedikli elçi Barbaro’ya, çevgân olmasa bile meydânda izletilen başka bir oyun vasıtasıyla bahsedilmişti. Safevî devrinde çevgân ve dolayısıyla meydânın önemini doğrulayan çok sayıda kayıt tespit etmek mümkündür. Bunlardan Şeref Han ve Kâdî Ahmed Kumî’nin bildirdiği bir tanesi 939/1533 yılında Mührdâr Zûl‘l-kadr Mahmud Beg’in Meydân-ı Sâhibâbâd’ta çevgân oynadığı sırada attan düşüp ölmesi ile ilgili iken, diğerinde Membre, üç gün süren bir festivalde Meydân-ı Sâhibâbâd’a, girişleri doğuya bakan dışları beyaz, içleri işçilikli sıra sıra köşklerin dizildiğine ve Şah Tahmasb’ın düzenlenen bu festivalde kardeşi ile meydânda çevgân oynadığına ve oyun sırasında meydâna iki direk (amaç) diktiğine ve hatta kardeşi Behrâm Mîrzâ’nın çıktığı bir seferde geride kalan askerlerin meydânda halk önünde küçük düşürülerek cezalandırılmalarına şahit olmuştur1. Meydân-ı Sâhibâbâd’ın bir sonraki yabancı ziyaretçisi sürgün edilerek 951/1544’de Safevî sarayına gelen Bâbürlü hükümdarı Hümâyun’dur. Bâzâr ve Kayserîyye ile birlikte şehrin tamamının Şah Tahmasb’ın emriyle süslendiği karşılama töreninde, Bâbürlü hükümdarı Hûmâyun’un eğlenmesi için Meydân-ı Sâhibâbâd’da Tebrîz’e özgü “piyâde [yaya] çevgânbâzî(piyâde-yi çugânbâzî)’ ve başka spor müsabakaları düzenlenmiştir , dolayısıyla halihazırda oyunların düzenlendiği, işlevini koruyan bir mekânın ortasına yapı/yapıların inşa edilmiş olduğunu gösteren veya Akkoyunlu ya da Safevî devrinde ikiye bölünmüş bir meydân oluşumunu düşündürecek bir delil yoktur. Şah Tahmasb devrinden sonra da ileride görüleceği gibi, meydân civarında inşa edilen yapılardan hiçbiri, meydânın ortasına inşa edilmeyecektir.
Bu bağlamda meydân çevresinin mimarî kurgusu ve yapıların konumlandırılması meselesine geri dönülecek olursa; şu durumda Meydân-ı Sâhibâbâd’ın batısına saray, kuzeyine Nasrîyye Külliyesi ve diğer bir câmi ile zâviye yerleşmişken, doğu kenarında 1539 yılında inşası halihazırda devam eden Mescid-i Şâh Tahmasb bulunmaktadır ve o da Mescid-i Hasan Padişâh’a bitişiktir. Meydânın doğu kenarında aynı devirde kayıtlara geçen başlıca mimarî unsurlarından biri de Nakkâre-hâne, diğer adıyla Nevbethâne’dir. Nakkâre-hâne’nin buradaki varlığı, aslında Meydân-ı Sâhibâbâd’taki diğer bir önemli abidevî yapının konumunun netleştirmesi bakımından önemlidir. Öncelikle Tebrîz ile benzer konuma sahip İran coğrafyasındaki diğer büyük şehirlerden İsfahân’da, Bûveyhî devrine tarihlenen ve Selçuklu İsfahân’ında sultâna sur içinde ev sahipliği yapan mekân olan Nakkâre-hâne Meydân-ı Köhne’nin doğu kenarında, Kayserîyye yanındadır [54] (Şekil 3.15) ve asıl işlevi itibariyle akşam ve geceyarısı askerî müziklerin çalındığı yerdir1 [54]. Yezd’deki Nakkâre-hâne’yi ise, Hasan-ı Rûmlû, yüksekçe bir burç olarak niteler . Tebrîz’e gelince, davul çalınması dışında, en azından erken devirlerde benzer bir işlev üstlenmiş olması gereken Nakkâre-hâne"den bahseden ilk Avrupalı seyyah 16. yüzyılın ilk yarısında Membre’dir ve o, Nakkâre-hâne’yi doğuya doğru, Tebrîz’den çıkışta Horasan yolu üzerindeki meydânda (square) konumlandırır. Ancak Membre’nin bahsettiği meydân sarayın doğusunda kalan, etrafında çok sayıda câmînin sıralandığı Meydân-ı Sâhibâbâd yakınında, fakat ondan apayrı bir mekândır ve esasında kent meydânından çok seyyahta meydân hissi uyandıran, farklı karakterde genişçe açık bir mekândır. Zaten Membre de Meydân-ı Sâhibâbâdın aksine, buranın “meydân (piazza)” olarak adlandırıldığından bahsetmez; sarrâfların toplandığı ve seyyahın hâna benzettiği kervansarayların çevrelediği bu açık alana ilişkin anlatımı ise daha ziyade bir ticaret merkezini ; hatta anlatımı ile olduğu kadar konumu ile de, 14. yüzyılın son çeyreğine ait Kucucî vakfiyesi’nde bahsi geçen Bâb-i A ‘lâ Kapısındaki diğer bazı hânlara komşu H'âce Şeyh Giyâsü’d-dîn’e ait Sarrâflar Hânı (Hânu’s-Serrâfîf nd çağrıştırır. Yine Kucucî vakfiyesine göre, burada ikinci bir Sarrâflar Hânı daha vardır ve her iki Sarrâflar Hânı arasında Kayserîyye yer alır. Aslında burası Meydân-ı Sâhibâbâdın bizzat kendisi değildir; fakat yine de ondan tamamen kopuk, şehrin bambaşka bir yerinde bir mekân olduğu da söylenmez. Zira, Meydân-ı Sâhibâbâd ve çevresinin 16. yüzyıl ortalarında Sarrâfların kullandıkları bir mekân olduğunu doğrulayan diğer bir kayıt, Seyrîfî (Serrâf?) Kur Tebrîzî’nin burada sarrâflık yaparak zamanını geçirdiğini bildiren Sâm Mîrzâ’ya aittir. Bu bilgiler bir araya geldiğinde, aslında seyyahın Selçuklu İsfahân’ında Meydân-ı Köhne’nin doğu kenarında yer alan Kayseriyye-Nakkâre-hâne’’nin bir arada bulunduğu mimarî kurgunun bir benzeri ile muhtemelen Tebrîz’de Meydân-ı
Sâhibâbâd’da karşılaştığı sonucu ortaya çıkar. Sarîhu ’l-Milk’teki 919/1513-14 tarihli bir kayıtla, Bâb-i A‘lâ (Derb-i A‘lâ)nın Sultân Meydânı ya da Safevî devrindeki adı ile Meydân-ı Sâhibâbâd’ın —doğu— başında (Derb-i A‘lâ —der ser-i Meydân-i Sultânî—)1 ve Horasan Yolu üzerinde (mahdûd ve muttasil be sedd-i şehr-i bend-i kadimî ve be Derb- i A‘lâ ve be şâri ‘-yi Horâsân ve be Nehr-i Mihrân-rûd) konumlandığı kesin olarak bilindiğine göre Kayseriyye ve Nakkâre-hâne’nin yerine ilişkin belirsizlik de böylece ortadan kalkmış olur. Meydânın doğu kenarında yer alan söz konusu mimarî kurguya, Kucûcî vakfiyesindeki kayıtlara göre, 14. yüzyılın son çeyreğinde halihazırda “eski” sıfatını almış bir de Dâru’ş-şifâ ile civarındaki, o devirde vakfiye metnine göre şehirdeki Mescid-i Allâhu-te‘âlâ adını taşıyan iki câmiden biri eşlik eder; yine de bu son iki yapının 16. yüzyılın ilk yarısındaki durumu hakkında yorum yapmak ise gerçekten güçtür. Nakkâre-hâne sonraları Safevîler tarafından Meydân-ı Nakş-ı Cehân’da, meydânın kuzeyinde Kayseriyye’nin anıtsal taç kapısının Gaube’ye göre, her iki yanında, Savory ve Alemi’ye göre yukarısında yer alacak şekilde planlanır [54]. (Şekil 3.14)
Şekil 3. 14 İsfahân Meydân-ı Şâh ya da Nakş-ı Cehân
Bâzâr Kapısı ve sağ üst köşede Nakkârehâne [196]
Nakkâre-hâne"nin bulunduğu meydânda [?] yer alan daîma oklarla dolu kafaların
bulunduğu darağacı ise anlamlandırılamamıştır1. Yine de, bu meydânın [?] o devirde Şah
Tahmasb’ın gözde infaz sergileme mekânlarından biri olduğu kesindir ve Membre
Tebrîz’de bulunduğu sırada, hem festivaller eşliğinde gerçekleştirilen bu tarz bir sergilemeye hem de burada 3 gün 3 gece nakkâre çalındığına şahit olur . Tebrîz’deki Nakkâre-hâne"nin varlığını doğrulayan ilk kayıt şimdilik 16. yüzyılın ilk yarısına tarihlenmektedir, öte yandan “nevbet vurma"" geleneğinin özellikle Türk ve İslâm tarihinin en eski devirlerine uzanan bir hükümranlık sembolü olduğu düşünüldüğünde,bu yapının Tebrîz’de de en geç İldenizliler devrinde şehrin başkent olmasından sonra kent dokusundaki yerini almış olduğu varsayılabilir.
City. Gate
Şekil 3. 15 İsfahân Meydân-ı Köhne Restitüsyon [215]
Meydân-ı Sâhibâbâd, Şah Tahmasb devrinde de infazların Tebrîzlilere gösterildiği şehrin gözde mekânıdır. Bu tarz sergilemelerin yapıldığı infazların çoğu ya meydânın kuzey sınırını oluşturan Hasan Pâdişâh Câmi‘i, diğer adıyla Nasriyye Külliyesi’nde ya da Kayserîyye’’de gerçekleştirilir. Bu hadiselerden ikisi 942/1535’de vezir Mîr ‘İnâyetu’llâh Hûzânî İsfehânî1 ve 943/1536-37’de Batı Gîlân Hâkimi Muzaffer Sultân’ın Hasan
Pâdişâh Câmi‘i’nin iki minâresi arasına asılarak yakılmalarıdır . Târîh-i cihân-ârâ’da çok genel bir ifade ile Muzaffer Sultân’ın diğerlerine ibret olsun diye Sâhibâbâd
Meydânında yakıldığından bahsedilir1. Muzaffer Sultân’ın meydândaki infazından bahseden diğer Safevî müellifleri Hûrşâh b. Kubâd el-Hüseynî ile Abdi Beg Şirazî’dir ve Kayserîyye"nin içinde kafese konarak yukarı çekilip, bir gece ve gün orada sallandırılan Muzaffer Sultân, barut dolu bir hil‘at giydirilerek tekrar kafese konması ardından el- Hüseynî’ye göre, Meydân-ı Sâhibâbâd"da minârenin [?] tepesine yakın bir yerde , Abdi Beg Şirazî’ye göre ise Kayserîyye" nin minâresinde yakılmıştır. Abdi Beg Şirazî, aynı zamanda, Mîr ‘İnâyetu’llâh Hûzânî İsfehânî’nin de Sâhibâbâd Meydânı"nın süslendiği bu günde onun kafesi altına konarak beraber yakıldığını bildirir. Muzaffer Sultân’ın infazını 944/1537-38 yılında Esterâbâd’da isyana kalkışan Muhammed Sâlih’in Şâh’ın emriyle içine konduğu büyük bir şarap küpü ile İskender Beg Münşî’ye göre Nasriyye" nin Minâresi"nden, Hûrşâh b. Kubâd el-Hüseynî’ye göre ise, Sahîbâbâd minaresinden [?] atılması izler. 944/1538’de Şah’ın koruması altındaki Hâce Malek Hâfî’nin isyan eden oğlu Hâce Kelân, Kâdî Ahmed Gaffârî Kazvînî, Şeref Han, Kâdî Ahmed Kumî, Gunâbâdî, Tetevî ve Abdi Beg’e göre Nasriyye" nin, İskender Beg Münşî’ye göre Kayserîyye"nin ve Esterâbâdî’ye göre Dâru’s-saltana Tebrîz’in [?] minâresine tek ayağından asılarak cezalandırılmıştır. Hâce Kelân, Hûrşâh b. Kubâd el-Hüseynî’ye göre ise, Sahîbâbâd minâresinden [?] aşağıya atılmıştır. Meydân-ı Sâhibâbâdtaki diğer bir infaz vakası, 945/1538-39’da Esterâbâd Valisi Sadru’d-d’in Hân’ın Nasriyye"nin minaresinden (ez menâr-i Buk‘a-yi Nasriyye) aşağı atılmasıdır1. Bu kayıtların tamamının işaret ettiği son derece önemli bir nokta, diğer hiçbir kaynakta doğusunda yer alması dışında meydân ile konum açısından ilişkisi doğrudan belirtilmeyen Kayserîyye" nin minâreli bir yapı olması, ancak daha da önemlisi Nasriyye gibi infazlar için seçildiğine göre, yüksek ihtimalle meydânın doğu sınırını oluşturacak şekilde kenarına yerleşmiş olmasıdır. Meydân-ı Sâhibâbâd hakkında bundan sonraki kayıt, 1573-74’de yine Tahmasb devri sonlarına doğru Allâh Kulî Beg’in Tebrîz dârûğâsı olduğu devirde, bu defa Tebrîz’de mahalle kethüdalarının çıkardıkları, büyüyen bir isyan vakasının bastırılması ardından Kâdî Ahmed Kumî’ye göre 1502, İskender Beg’e göre 200’den fazla , Veli Kulî Şamlu’ya göre 4004 ve Huld-i Berîn"deki bir kayda göre 450 kişi meydânda asılmasına ilişkindir ve meydânın o devirdeki çehresine dair fikir vermez.
Yüzyılın Son Çeyreği
Meydân-ı Sâhibâbâd, 16. yüzyılı son çeyreğinde hâlâ hem hânedanının hem de Tebrîzlilerin şehirdeki gözde toplanma mekânıdır. 988/1580 yılında yeni yılı (Nevrûz) Tebrîz’deki sarayda (Devlethâne-yi Sâhibâbâd) kutlayarak geçiren Şâh Muhammed Hüdâbende ve Şehzâde Hamza Mîrzâ, büyük şenlikler düzenlenmesini emrederler, bahar günlerini ise çevgân (çevgânbâzî) oynayarak geçirirler . 992/1584 yılında Emîr Hân’ın yakalanarak öldürülmesinden hemen önce meydân bu kez Şehzâde Hamza Mîrzâ’nın düzenlediği büyük bir ziyafete ev sahipliği yapar. Kızılbaş emîr ve ileri gelenlerin tamamının katıldığı şölende çevgân ve okçuluk müsâbakaları düzenlenir. O yıl Muharrem ayı seramonileri için Tebrîz’de seçilen mekân Meydân-ı Sâhibâbâd’ın kuzeyindeki Uzun Hasan Câmi‘i"dir% ki kuşkusuz meydândaki kutlamalardan payına düşen hareketliliği almış olmalıdır.
16. yüzyılın son çeyreğinin başlarında meydân çevresine 985/1577 yılından itibaren Tebrîz Hâkimi olan Musullu Emîr Hân'ın saray ve kalesi eklenir. Emîr Hân'ın Meydânı Sâhibâbâd’ın kenarındaki sarayı ve ona bağlı iç kalenin1 inşa tarihi bilinmemekle beraber, yapı İskender Beg Münşî’ye göre, Osmanlıların tarafından 1585’de Heşt-Behişt Sarayı’nın bir bölümü üzerinde inşa edilecek olan kale istikametinde (kal‘a-yi Emîr Hân ke mesâkin-i Ali Kulu Hân der cânib-i kal‘a-yi Rûmîyân) , Evliyâ Çelebi’ye göre Şah İsmail Câmi‘i yakınındadır. Evliyâ, Münşî’nin tabiriyle “Rûmîlerin" kalesini ise Şah İsmail Câmi‘i’nin karşısında konumlandırır [78], [79]. Aynı yıllarda kaynaklarda Sâhibâbâd Meydânı’nda bulunduğu bildirilen yapılardan biri de 987/1579’da Şehzâde Hamza Mîrzâ’nın bayram namazını kıldığı, 992/1584’de Tebrîz valisi Emîr Hân’ın meydândaki kalesine kapanarak meydân ve Tebrîz Devlethânesi'ne topla ateş açması ardından Şâh’ın adamlarına teslim olduğu yer olan Mescid-i Şâhî'dir. Münşî’nin câminin geç devir onarımına dair bir kaydından anlaşıldığı üzere, Mescid-i Şâhî meydâna inşa edilen apayrı bir yapıdan ziyade, olasılıkla Şah Tahmasb’ın Mescid-i Sâhibu’z-Zemân adını verdiği, meydânın doğu kenarında Nasrîyye'yebitişik olarak inşa edilen câmi ile özdeştir ve belli ki bu devirde aynı zamanda şehrin hanedan üyelerinin de kullandığı başlıca câmi‘idir. 993/1585 yılında yapıyı gören Ta‘lîkî-zâde Mehmed Subhî, “Garaz ki meydân-ı mezbûrda Cihân Şâh’ın Câmi‘-i dil-pezîrine hemtâ ve nazîre yapdırmışdur ve Tahmasb ki ana muâdil iki kümbed-i sebzden bir Cum ‘a mescidi binâ itdirmişdir” sözleriyle Gök Mescid’e eş değer iki yeşil kubbeli olarak inşa ettirdiği bir binâ olarak tarif eder1 [24]. (Ek-A) Lockhart, Mescid-i Şâhî’nin eski Süleymâniyye’nin (Buk‘a-yi Süleymâniyye) temelleri üzerinde durduğu ileri sürerse de, Kûmî, Süleymâniyye1yi Mihrân-rûd’un kuzeyinde, Veliyânkûh yolu üzerindeki bir câminin yanında konumlandırır [158]. Melville’nin de vurguladığı gibi, Mescid-i Şâhî’nin, olasılıkla vakıfları aynı adla 18. yüzyıla ulaşmayı başarmış olan bu yapı ile özdeş olması mümkün görünmemektedir. Zira, Osmanlı arşivlerindeki 22 Rabîülevvel 1142/15 Ekim 1729 tarihli medrese müderrisliklerine ilişkin diğer bir belge yapının yalnızca vakıflarının değil, aynı adla anılan medresesinin de işler durumda olduğunu doğrular.
Meydân-ı Sâhibâbâd hakkındaki en detaylı tariflerden birinin de sahibi olan Ta‘lîkî-zâde Mehmed Subhî, Tebrîz Devlethânesi'mn kenarında bulunduğu, uçsuz bucaksız Meydânı Sâhibâbâd11 İstanbul’da At Meydânı gibi uzunlamasına bir meydân olarak tarif eder ve çevresindeki yapıları onunla kıyaslayarak konumlandırır.
“ve sarây-ı şâhî sâhib-âbâd nâm kazâ-yı tavîlü’z-zeylin dâmânında vâki‘ olmuşdur. (...) medârüs’s-saltanatüs’s-seniyye sevâd-ı â‘zâm Konstantiniyye’de vâki‘ olan At Meydânı misâlinde bir tûlânî yerdir ki üstâdân-ı hendesC mizân-ı mühendisi birle1 hâtır-ı pâk-tab‘an vezninde râst ihtirâ‘ ve evzân-ı nazm misâlinde bi-kem ü kâst ibdâ‘ itmişlerdir. Rûm ’dan canibe olan ucunda saraydır ki At Meydânı’nda nakkâş-hâne ve arslan-hâne buna düşer ve Uzun Hasan Câmi‘i Ahmed Paşa Sarâyı yerine Şâh-ı Tahmâsb’ın ana nazîre binâ itdirdüği Mescîd-i Azînesûr-ı hümâyûnda ta‘âm tabh olunanyiregelür” [24].
Meydânı diğer bir kaydında “Tebrîz’in (...) tahtü’l-kal‘asında (kalesinin alt tarafında)” konumlandıran1 [24] Subhî’nin yukarıdaki sözleri ile Meydân-ı Sâhibâbâd’ın niteliklerine dair verdiği en ilgi çekici detay, geometri üstâdlarının elinden çıkmış, aletlerle ölçülerek tasarlanıp, eksiksiz biçimde meydana getirilmiş kusursuz bir formunun olmasıdır. Demek ki, Meydân-ı Sâhibâbâd”ın etrafını, bu devirde İsfahân’da Meydân-ı Nakş-ı Cehân gibi dükkânlar çevrelemez, fakat yine de genel kanının aksine, bu tespite imkân tanıyacak derecede kesin sınırlar ile tanımlanmış, net bir forma sahiptir. Subhî’nin diğer bir kaydına göre, meydânın uzunluğu 1 mîl (yak. 2 km)’dir2 ve şehzâdelerin top ve çevgân oynaması için yapılan kaleler o devirde hâlâ mevcuttur [24]. Bu durumda Meydân-ı Sâhibâbâd, en azından uzunluk itibariyle, 150x500 m ebatlarındaki İsfahân’da
Meydân-ı Nakş-ı Cehân"dan dört kat daha uzun olmuş gibi görünmektedir. Meydân-ı Sâhibâbâd"ın enini kesin olarak tespit etmek güçtür, fakat meydânın kuzey sınırlayıcısı Nasrîyye Külliyesi ile Mihrân-rûd Nehri arasında kalan saha Meydân-ı Nakş-ı Cehân"a göre daha dar olmuş olabileceğine işaret eder. Kısaca Tebrîz’de, Sâmerrâ’daki Hâkân Sarayı’na (el-Cevsaku’l-Hâkâm) benzer, daha ince ve uzun bir polo meydânı fikri makûldür. (Şekil 3.16) Ta‘lîkî-zâde Mehmed Subhî’nin kaydı, Meydân-ı Sâhibâbâd"dan doğrudan bahseden 16. yüzyıldaki bilinen son kayıt olup, Tebrîz’deki Osmanlı hakimiyeti boyunca Meydân-ı Sâhibâbâd" da gerek Tebrîzliler gerekse Osmanlılar tarafından gerçekleştirilen faaliyetlere ilişkin şu an için 1585 yılından itibaren 18 yıllık bir boşluk söz konusudur. Yalnız, Osmanlı tahrîrlerinde yer alan Bâzâr-ı Esb, “At Pazarı""na dair atıflar1 meydânın fizikî ya da sosyal durumunu tespite imkân tanımasalar da, ticarî işlevinin sürekliliğini gösteren deliller olarak kabul edilebilir. Meydân-ı Sâhibâbâd"ın At Pazarı olarak kullanıldığına işaret eden bir kayda 16. yüzyıl sonlarına kadar rastlanmamış olması kuşkusuz ilk bakışta problemlidir, ancak bir asır sonra hemen hemen çağdaş Avrupalı seyyahlardan Tavernier ve Careri’nin anlatımları Meydân-ı Sâhibâbâd"ın aynı zamanda At Pazarı işlevi üstlendiği noktasında şüpheye neredeyse hiç yer bırakmaz .
Şekil 3. 16 Hâkan Sarayı (el-Cevsaku’l-Hâkan) - (A) Polo Meydânı [216]
Yüzyıl
Meydân-ı Sâhibâbâd, Şah Abbas saltanatında inşai faaliyetlerin yoğunlaştığı yer alan, ticarî ve sosyal hayatın merkezinde duran, hareketli bir kent odağı olmaya devam eder.
yüzyılda meydâna ilişkin ilk kayıt Şah Abbas’ın Tebrîz’i Osmanlılardan almak üzere şehre geldiği sırada meydânda alışveriş yapan kale halkının koşarak kaleye sığınması ve kalenin kapılarını kapatması hakkındadır1. 1014/1605-06’da Şâh Abbas, Emir Gûna Han’dan Kacer Paşa ve Mustafa Paşa’nın üzerine geldiğini bildirdiği bir mektup aldığında Meydân-ı Sâhibâbâd’da çevgân oynamaktadır . Aynı yıl Şîrvân’ın geri alınması şerefine Tebrîz’de nakkareler çalınır; Safevîlere Şîrvân’ı kazandıran Kûstendîl’in adamları savaş ganimetlerinin Şâh tarafından incelendiği Meydân-ı Sâhibâbâd’a getirilir; Şâh ise Kûstendîl ve emîrlerine hediyeler gönderir1. Meydân-ı Sâhibâbâd, Şa‘bân-Ramazân 1020/Ekim-December 1611 yılında Tebrîz’de iki ay kalan Şah Abbas’ın çevgân (çevgân-bâzî) oynayıp, okçuluk idmanları (kabak-endâzî) yaparak dinlendiği yerdir .
Evliyâ Çelebi’nin kaydına göre, Şah Abbas devrinde Meydân-ı Sâhibâbâd’a Şah’ın bânîsi olduğu bir de yeni selatin câmi‘i eklenir. I. Şah Abbas Câmi‘i, Evliyâ’nın tabiriyle “Saraçhâne başında benzersiz bir camidir” [78], [79]. Eğer Evliyâ’nın bahsettiği Saraçhâne, 1380 tarihli Kucûcî vakfiyesinde bahsi geçen Bâb-i A‘lâ Kapısı’nda, sur içinde, eski Dâru’ş-şifâ ve diğer bazı yapılara bitişik “Suknâ’us-Sagrîciyîn” olarak bilinen hân ile özdeş ise, I. Şah Abbas Câmi‘i’nin de, 14. yüzyılın son çeyreğinden itibaren varlığından haberdar olunan Kayserîyye etrafında biçimlenmiş ticarî merkez ile bağlantılı bir yapı olduğu düşünülebilir. Öte yandan I. Şah Abbas Câmi‘i’nden bahseden yegâne müellif olan Evliyâ Çelebi’nin, aynı civarda ve o devirde kesinlikle ayakta olması gereken Şah Tahmasb’ın inşa ettirdiği câminin adını ne Tebrîz’deki diğer câmiler ne de “ibret verici yapılar” olarak adlandırdığı binalar arasında zikretmediği dikkat çeker. Buna karşın Şah Abbas devrinin başlıca kroniklerinden Târîh-i âlem-ârâ-yi ‘Abbâsî’de ise, Şah Abbas’ın Tebrîz’de inşa ettirdiği herhangi bir câmiden söz edilmez, fakat Şah Abbas’ın Şah Tahmasb’ın inşa ettirdiği câmiyi, yani Münşî’nin Mescid-i Şâhî-yi Cennet Mekân olarak andığı câmiyi yenilediğinden bahseder. Bu durumda Mescid-i Şâhî, Mescid-i
Sâhibu’z-Zemân ve I. Şah Abbas Câmi ‘i olarak adlandırılan yapıların tamamının aslında muhtemelen aynı yapıya denk geldiği sonucu ortaya çıkar, yani I. Şah Abbas Câmi‘i gibi Saraçhâne de o devirde Sâhibâbâd Meydânı"nın doğu ucunda yer almış olmalıdır. Her ne kadar İskender Beg Münşî, söz konusu onarımın tarihini belirtmese de, 15 Cemâzıyelevvel 1012/21 Ekim 1603 tarihinden sonra yapılmış olduğu kesindir, zira Şah Abbas’ın saltanatının ilk 16 yılında Tebrîz Osmanlılar elindedir. Mescid-i Şâhî, IV. Murad’ın 1635 yılındaki Revân seferi sırasında askerler tarafından tahrip edilmesi ardından1, Safevîler tarafından tekrar onarılır .
Şâh Abbas’ın aksine halefi Şâh Sefî’nin, dâru’s-sultâniyye olarak adlandırdığı üç şehirden ne Tebrîz’de Meydân-ı Sâhibâbâd’da ne de İsfahân ve Kazvîn’deki meydânlarda çevgân oynadığına işaret eden tek bir kayda rastlanmaması ilgi çekicidir. Şâh Sefî’nin siyasî içerikli gidiş-gelişleri bir kenara bırakıldığında öne çıkan başlıca faaliyetlerinin, çoğunlukla av partileri ve sıklıkla değişik saray ve bahçelerde, nadiren ise meydânlarda düzenlenen şölenler olduğu görülür. Ancak bu durum hiçbir zaman meydânın sportif faaliyetlere yönelik işlevini kaybettiği şeklinde yorumlanamaz; daha çok Şah Tahmasb devrinde değişmeye başlamasına rağmen, Şah Abbas devrinden itibaren etkileri belirginleşmeye başlayan harem politikası ile ilişkili olmalıdır1. Zira Şah Sefî devrinin Tebrîz tarihindeki en önemli vakalarından IV. Murad’ın Revan Seferi sırasında Meydân-ı Sâhibâbâdhâlâ Uzun (Hasan) Câmi‘i önünde, “Kızılbaşların Çevgân oynayacak ve (uzun direk tepesindeki iri bir) kabağa (atı koşarken, nişan alıp) ok atacak (kabak) meydânlarıdır1” ve yine Revan Seferi’nin görgü tanıklarından Kâtip Çelebi’nin Cihânnümâ”sındaki bir kayda göre, Mescid-i Hasan Pâdişâh’ın güney tarafında, çoğu mahalle ve çarşıların güneydoğusunda kaldığı, geniş bir meydândır.
yüzyıl ortalarında çağdaşı Evliyâ Çelebi, Meydân-ı Sâhibâbâd’ı “çevgân meydânı”” olarak adlandırır ve kent hayatındaki yeri ve canlılığına dair ayrıntılı bilgiler verir.
“Bu boşluğun ortasında göklere doğru baş uzatmış iki ardıç direği birbirine ekleyip ta en yukarısına gümüş bir tas konmuştur. Her zaman Cum ‘a günü bütün şah nökerleri ve han nökerleri rüzgâr süratli atlarına binip o Çevgan Meydanı ’nda oyunlar ederek anılan tasa bütün okçular ok yağdırdıklarında bütün dostlar seyrederler. Özellikle bu güzellik meydânında Harzemşah nevruzu gününde [21 Mart, ilkbahar]karanlık köşelerde 40-50 gün beslenmiş atları birbirleriyle cenk ettirirler. Büyük seyir olur. Develer cengi de büyük eğlencedir. Ve mandalar dövüşü, koç dövüşü, eşek dövüşü, köpek dövüşü ve horoz dövüşü, bu hayvanların o baharın başlangıcı gününde eğlenceleri olur ki Acem ülkesine mahsustur. (...) Her sene Muharrem ayının onuncu günü Aşura günü olunca bu Çevgan Meydanı ’na ileri gelenler, büyükler ve küçükler herkes çadırları ve ağırlıkları ile çıkıp konaklarlar. (...) Ama büyük seyirlik; elbette Tebriz hanı bu düzlükte süslü çadırını ve otağını kurup bütün Tebriz ileri gelenleri diz dize sıkışık bir halde Maktelü ’l-Hüseyn’i, Anadolu’da kürsü üzerinde Mevlüd-i Nebî okur gibi okurlar”1 [78], [79],
1654 yılında Erivan yönünden Tebrîz’e giren Manucci, meydânı şehre girmeden farkedilen iki direğin bulunduğu —kuşkusuz bunlar meydânda oynan çevgân oyunun kaleleridir— açık bir alan olarak kaydeder. Söylentilere göre, bu direkler IV. Murad’ın şehre geldiğinde attığı bir ciritin mesafesini işaretlemek üzere dikilmişlerdir . Elbette ki, seyyahın gördüğü direkler IV. Murad ile ilişkilendirilen hikâyenin ötesinde meydândaki kalelerdir. 1068/1657-58’de meydân siluetine ilk olarak güney kenarında Mihrân-rûd Nehri’nin ötesinde bir süredir inşası devam eden Mescid-i Sâdıkîye, onu ardından ise 1077/1667 yılına kadar aşama aşama Sâdıkîye Külliyesinin medrese, râste bâzâr, çehârsûk, hamâm gibi diğer tamamlayıcı unsurları eklenir. Sâdıkîye’nin inşa edildiği devirlerde meydân siluetine nasıl bir katkı sağladığını söylemek güçtür, zira birtakım onarımlarla günümüze ulaşan külliyenin [84], [105] şu an ki durumu meydânla ilişkisine dair fikir vermez. Bununla birlikte, bölgenin olasılıkla 1641 depreminin yarattığı kent içi potansiyel bir boşluk olmasının ötesinde, Sâdıkîye Külliyesi’nin Safevî sarayının ileri gelen devlet adamlarından olan bânîsi Mîrzâ Sâdık’ın külliye için doğrudan meydâna açılan bir mevkii seçmiş olması tesadüf olmasa gerektir ve Mihrân-rûd Nehri’nin meydân ile külliyeyi ayırmasına rağmen meydâna yönelik belirli bir estetik kaygının gözetilmiş olacağı kesindir.
Sâdıkîye Külliyesi" nin inşasının devam ettiği sıralarda Fransız seyyah Tavernier, Meydân-ı Sâhibâbâd’dan detay vermeksizin çevresinde birçok güzel yapı kalıntısı bulunan, yükseklik ve büyüklük bakımından dev boyutlu dört-beş câminin harap olmaya terk edildiği büyük bir meydân (great piazza) olarak bahsetmekle yetinir1. 17. yüzyıl ortalarına gelindiğinde Tebrîz’de “nevbet vurma” geleneği de her akşam güneşin batışı ve her sabah doğuşu ile çalınacak şekilde sürdürüldüğü anlaşılmaktadır, zira yine Fransız tüccar Tavernier, sesini korkunç bulduğu Nakkâre"nin çalındığı Nakkâre-hâne"yi Meydân-ı Sâhibâbâd"ın bir köşesindeki biraz yüksekçe bir balkon olarak nitelerken , 17. yüzyılın son yıllarında Careri, meydânın sonunda konumlandırır ve Türkler henüz burada egemenlerken inşa ettikleri büyük bir saraydan [?] bahsederek, davul ve tropetin buranın balkonunda (gallery) çalındığını kaydeder. Seyyaha göre “nevbet vurma"", aynı zamanda herkes için dükkânların kapatılması, muhafızlar için ise bâzârların taranması anlamına gelmektedir. Nakkâre-hâne"ye ilişkin bilinen son kayıt 18. yüzyıl dönümünde Franz Kaspar Schillinger’e ait olup, Büyük Pazar Meydânı"nı olarak adlandırdığı Sâhibâbâd Meydânında sabah ve akşam nevbet çalındığını yazdığı kaydı yapı ya da konumu hakkında fikir vermekten çok uzaktır.
17. yüzyılın üçüncü çeyreğinde Fransız seyyah Chardin, Sâhibâbâd Meydânı"nı dünya üzerinde gördüğü en büyük meydân olduğunu bildirir. Öyle ki İsfahân’da Nakş-ı Cehân’dan kat kat daha büyüktür. Osmanlıların Tebrîz’e geldikleri sırada 30.000 kişiye ev sahipliği yapacak büyüklükteki bu meydân, geceleri insanların çeşitli oyunlar, hüner gösterileri, panayır cambazlarının yaptıkları güldürüler, boğa ve koç döğüşleri, hikâye ve şiir yarışmaları ve kurt dansı seyrederek eğlenceli vakit geçirmek için geldikleri, gündüzleri ise bol miktarada yiyecek ve içeceğin satıldığı açık bir bâzâra dönüşen bir düğüm noktasıdır. Chardin’e göre şehirdeki diğer bir büyük meydân o devirde harap haldeki Cafer Paşa Sarayı’nın önünde olup, bir zamanlar sarayın talimhanesi olarak kullanılan bu mekân, o devirde büyük baş kayvanların kesilip dağıtıldığı bir meydân, bir nevi Et Meydânı" dır1 [75]. Cafer Paşa Sarayı ’nın Heşt Behişt Sarayı ya da aslında Tebrîz Devlethânesi’nin bir bölümü üzerinde yerleştiği düşünüldüğünde Chardin’in bahsettiği Et Meydânı, saray sınırları içinde konumlanmış olmalıdır; bu açıdan bir kent meydânı değildir. Hemen hemen aynı zamanlarda Şah Süleyman devrinin Azerbaycan veziri Mîrzâ Muhammed İbrâhîm Zahîru’d-devle tarafından tesis edilen 1090/1679-80 tarihli Zahîrîye vakıfları vasıtasıyla Meydân-ı Sâhibâbâd’ da 5 bâb dükkân ve yakınında 6 dükkânlı 1 bâb timçe kayıtlara geçer [77]. Meydân yakınındaki timçeye dair bilgi meydânla bütünleşik Kayserîyye etrafında şekillenmiş olan ticarî merkez düşünüldüğünde akla yatkındır, fakat 14. yüzyıldan itibaren aşama aşama daha da belirginleşen meydân silüetinde dükkân benzeri bir ticarî mekân uygulamasına —tıpkı İsfahân’da Meydân-ı Köhne ve sonraları Nakş-ı Cehân gibi— ilişkin bu referans Tebrîz’in tüm devirleri için ilktir.
Aynı yüzyılın son yıllarına gelindiğinde Sâhibâbâd Meydânı, Careri’nin Tebrîz’de At Meydânı olarak adlandırdığı iki meydândan biridir ve seyyahın kaydına göre çoğu tüccar ve zanâtkârın uğrak yeri olan, atların satıldığı ve festivallerde ok atılan bir direğin de bulunduğu büyük bir yerdir. Fransız seyyahlar Chardin ve Deslandes, İtalyan Careri ve ondan çok kısa bir süre sonra Alman Franz Kaspar Schillinger gibi Avrupalı seyyahları ağırladığı bilinen, en geç 17. yüzyılın ortalarından itibaren Tebrîz’de Meydân-ı Sâhibâbâd’ın kenarında konumlanmış yapılardan biri de, Azerbaycan veziri Mîrzâ İbrâhîm’in hâmiliğinde kurulan Kapuçin Manastırı’dır [75]ve iki-üç din adamının yaşadığı bu küçük manastırın1 Careri’nin kaydına göre güzel bir de kilisesi vardır . Uzun Hasan Câmi‘i’nin yanında, dışı onunla aynı üslûbta bezenmiş Tebrîzlilerin ölülerini yıkadıkları yer olmasından dolayı “Su Yeri (The Place of Waterf olarak adlandırılan diğer bir bina Careri’nin gördüğü devirde harabeye dönmektedir. Aynı yerde Azize Helena’nın gerçek haçtan bir parça gönderdiği rivayet edilen ve 1660’lı yıllardan itibaren harap halde duran bir Ermeni kilisesi, 17. yüzyılın son yıllarında yine neredeyse yıkılmak üzeredir. Burada, ayrıca, eskiden Vaftizci Yahya’ya adanmış, içinde azizin ellerinden birinin de uzun süre saklandığına inanılan bir kilise iken, sonradan câmiye dönüştürülmüş bir bina daha vardır. Azerbaycan veziri Mîrzâ Îbrâhîm"in oğlu Mîrzâ Tahir tarafından inşa edilen iki büyük kervansaray 17. yüzyılın son yıllarında meydân çevresinde bulunduğu bilinen yapılardandır. Bunlardan onun adı ile anılan ilki meydânda, ikincisi ise Careri’nin kaydından anlaşıldığı gibi, yine meydânın doğusunda, Kayserîyye yakınındaki Darphâne" dedir. Bu devir için herhangi bir delil göstermek şu anda mümkün değildir, fakat yaklaşık çeyrek asır sonra BOA 590 numaralı ve 1141/1728-29 tarihli Mâliyeden Müdevver Defter" de Mîrzâ Tahir" in adıyla kayıtlara geçen bir vakıf, söz konusu ticaret yapılarının şehirdeki diğer bir yapı/yapı grubuna gelir getiren ‘akârlar olduklarını düşündürür. Careri’nin kaydına göre, Kayserîyye" nin yanında ise, doğudaki tüm cadde ve bâzârlar gibi üstü kapalı, nadir bulunan tuğladan inşa edilmiş görkemli kemerleri ile altın ve gümüş sarrâflarına ayrılan cadde, yani Kuyumcular Râstesi yer almaktadır1.
Yüzyılın İlk 36 Yılı
Sâhibâbâd Meydânı" nın 1720’li yıllarda siluetine katılan yeni unsuru Tebrîz’in Osmanlı serdarı Köprülü Abdullah Paşa tarafından 1725’te ele geçirilmesi ile inşa edilen kaledir . Küçük Çelebizâde İsmaîl Âsım Efendi’nin "hi'l-cümle rüesu-yı leşker ile Tebriz kal‘ası bî-mevkı ‘ olmağla ta‘mîr ü teşyidi bî-hûde izâ‘at-i emvâli mûcib ve miyân-ı şehirde olan Uzun Hasan ve Sahib-i Zamân câmi‘leri gayetle ma‘mûr ve muhallâ olmağla, zikr olunan câmi‘ler derûn-ı kal‘ada kalmak üzre bin zirâ‘ [800 m civarı] tûl ve sekiz yüz zirâ‘ [640 m civarı] arz ile müceddeden bir kal‘a binâsı münâsib görülmeğin, sâbıka mi‘mâr olup Ali Paşa’nın ağalarından olmağla anda bulunan Bekir Ağa ma‘rifetiyle kal‘a binasına mübâşeret eylediler” [34] kaydından anlaşıldığı gibi Tebrîz Kalesi’nin tamir edilip sağlamlaştırılmasının boşuna olduğuna karar verilerek Meydân-ı Sâhibâbâdîn kenarında kuzey ve doğu kenarında bitişik olarak yer alan Uzun Hasan ve Sâhib-i Zamân, yani Mescid-iŞâhi"yi içine alacak şekilde inşa edilmiştir. Bu bağlamda Tebrîz Kalesi’nin ister yak. 800 m’lik uzun kenarının isterse yak. 640 m’lik kısa kenarının Meydân-ı Sâhibâbâd’a denk geldiği kabul edilsin, Subhî’nin meydânın uzunluğunu 1 mîl (yak. 2 km) olarak verdiği kaydı [24] ve Uzun Hasan Câmi‘nin batısına Heşt Behişt Sarayı’na doğru meydânın kuzey kenarına eklenen yapılar dikkate alındığında, Meydân-ı Sâhibâbâd’ın Fransız seyyah Chardin’in de dile getirdiği gibi, İsfahân’da Meydân-ı Nakşı Cehân’ın kabaca 150x500 m olarak verilen boyutlarının1 çok ötesinde bir büyüklüğe sahip olmuş olduğu sonucu ortaya çıkar. Tebrîz Kalesi’nin içinde kalan Sâhibu’z-Zemân Câmi‘nin 1728 tarihli ve 896 numaralı İran’daki bazı evkâfın mufassal tahrîr defterinde Fethiye Câmi‘i olarak adlandırıldığı görülür; defterdeki kayda göre o devirde evkâfı yoktur ve giderlerinin Tebrîz hazinesinden karşılanması emredilmiştir . 1090/1679’da Azerbaycan veziri Mîrzâ Muhammed İbrâhîm tarafından tamir edilen Sâhibu’z-Zemân Câmi‘nin [158] (Ek-F, E) evkafının bulunmaması ilginçtir. Câminin vakıflarının olmayışı, Bilgili tarafından yapı Şah Tahmasb ile ilişkilendirilmeksizin, yeni fethedilen şehirlerdeki en büyük kilisenin câmiye dönüştürülerek “Fethiye” adının verilmesinden dolayı Tebrîz’deki Fethiye Câmi‘inin de eski bir kiliseden dönüştürülmüş ya da bir câminin esaslı olarak onarılmış olduğu şeklinde yorumlanmıştır; ancak bu görüş hatalıdır ve Sâhibu’z-Zemân, Şah Tahmasb’ın Sâhibâbâd Meydânı kenarında inşa ettirdiği câmiye verilen addır. Esterâbâdî’nin bir ‘imâret ile ilişkilendirerek Mescid-i Sâhibâbâd olarak adlandırdığı bu câminin vakıflarının yokluğu anlamlandırılamamıştır. Ancak câminin Mîrzâ İbrâhîm tarafından onarılmasının Seyyîd Hâmza İmâmzâdesi nin 1090/1679- 80’deki onarımı ile ZahîrîyeKülliyesi’nin inşası ve vakıflarının tesisi ile aynı zaman denk düştüğü de bir gerçektir. Her durumda “Nevvab-ı Kâmyab (“Sâhibu’z-zemân [Mehdi]”nin vekili)” unvânını kullanan Şah Tahmasb’ın, Sâhibu’z-zemân Mehdi ile rüya vasıtasıyla irtibata geçtiğine ve kendisine bu şekilde yol gösterildiğine ilişkin inancı düşünüldüğünde, inşa ettirdiği câminin Sâhibu’z-Zemân adı ile anılan on ikinci imâm Mehdi’ye atfen bu adla anılması ne derece doğal ise, fethedilen bir şehirde câmiye dönüştürülmüş bir yapıya Osmanlı padişahı III. Ahmed’e atfen Sâhibu’z-Zemân adının verilmiş olması görüşü o derece mantık dışıdır1. Bu arada Osmanlı tahrîrleri Sâhibâbâd Meydânı"nında kurulan At Pazarı’ndan alınan vergilerin en azından Osmanlılar için bu devirde hâlâ önemli bir gelir kaynağı teşkil ettiğini gösterir .
Meydân-ı Kadîm-î Tebrîz ve Tebrîz’de Çift Kutupluluk?
Haneda’nın Tebrîz gibi çift meydâna, yani iki kent çekirdeğine sahip İsfahân’a dair önemli bir tespiti, şehrin eski meydânının yenisinin kent dokusuna katılımı ile önemini kaybetmeyeceğine ilişkindir. İsfahân’da Şah Abbas’ın başkenti buraya taşımasından sonra Meydân-ı Nakş-ı Cehân’ın inşası ile sur içinde Eski Meydân (Meydan-ı Köhne) ile Kraliyet Meydânı (Meydân-ı Şâh) arasında oluşan iki çekirdekli bir yapı meydana gelmiştir [14]. Bu, ikinci bir meydânın 14. yüzyılın ilk yıllarından itibaren kayıtlara geçmeye başladığı Tebrîz için de en azından Erken Safevî devri sonlarına kadar doğrudur. Gaube’ye göre, Şah Abbas tarafından öyle tasarlanmamış olmakla beraber —zira onun niyeti inşa ettirdiği dükkân ve kervansaraylardan kazanç sağlanması için ticarî aktivitelerin tamamının eski meydandan yenisine yönlendirilmesidir— rastlantı eseri, cazibe merkezinin kesin olarak transferi gerçekleşmezken, eski ve yeni meydân arasında oluşan çift kutupluluk yeni Safevî şehri ile Safevî öncesi eski şehir arasında organik ve dengeli bir kaynaşmaya sebep olmuş, dolayısıyla pazar her ikisi arasında bir köprü gibi uzanmıştır [54]. Bu kurguda Nakş-ı Cehân ve çevresi şehrin ekonomik ve ticari merkezi, yanı sıra etrafını çevreleyen kraliyet câmi ve medreselerini de içeren dinî ve kültürel bir merkezdir. Selçuklular devrinden beri şehrin esas merkezi olan eski meydân bölgesi ise gerilemediği gibi, buradaki ticarî faaliyetler de Nakş-ı Cehân kadar yoğundur [14].
İsfahân’da aynı zamanda toplumsal olarak da ikili bir yapı gelişmiş, prensipte yeni gelişen bölge saray ve onunla bağlantılı kimselere tahsis edilirken, coğrafi olarak saraydan uzak olmasından dolayı sarayla bağlantılı pek az kimsenin bulunduğu şehrin eski meydân çevresi daha ziyade şehrin geleneksel ileri gelen ailelerine ev sahipliği yapmıştır1 [14]. Tarihi kayıtların yetersizliğinden dolayı benzer bir tespiti Tebrîz için kesin olarak ortaya koymak şu an için zordur; zira özellikle Eski Meydân’ında bulunduğu Tebrîz’in eski mahallelerinden Nevber ve Nârmiyân’da ikâmet eden ileri gelenlerini tespiti noktasında Safevî devri kronikleri yetersiz kalır. Ancak yine de, Şah Tahmasb devri sadrlarından Emîr Ni‘metullâh Hillî’mn sarayının Sâhibâbâd’da olduğuna ilişkin Huld-i Berîn" deki ; yine Şah Tahmasb devri sadrlarındanMîrAsadullâhMar‘aşîŞûşterfnin Sâhibâbâd’da Tebrîz Devlethanesi"nde bulunan köşkü ile Tebrîz’in ileri gelenlerinden Azîz Beg Kelânter"in Mihâd Mîhîn"deki köşkü gibi az sayıda atıf Tebrîz’de de eski ve yeni merkez çevresinde gelişmiş ikili bir toplumsal yapı olduğuna işaret ettiği söylenebilir.
İsfahân’da 17. yüzyıl başlarına denk gelen yeni meydânın inşası ve iki çekirdek olacak şekilde kaynaşma sürecinin, Tebrîz’deki başlangıcını tayin etmek İsfahân’a nazaran güçtür, fakat Safevî devri öncesine uzanan bir olgu olduğu ve Tebrîz’in İsfahân’a nazaran en azından üç asır önce iki çekirdekli bir yapıya sahip olduğu tarihi kaynaklarla ortaya konduğu üzere kesin olarak söylenebilir, dolayısıyla Tebrîz’de Eski Meydân (Meydân-ı Kadîm-î Tebrîz) çevresindeki mimarî tahribatın İsfahân’da Meydan-ı Köhne"ye kıyasla çok daha önce gerçekleşmesi doğal bir sonuç olarak görülmelidir. Zira, ileri de görüleceği gibi Safevî devri sonlarına doğru At Meydânı adı ile kayıtlara geçecek olan bu meydân Careri tarafından etrafı yapı harabeleri ile dolu bir yer olarak anılacaktır. Tebrîz’in güneyindeki Eski Meydân (Meydân-ı Kadîm-î Tebrîz) en geç İlhanlılar devrinde ortasına Mescid-i Câmi‘-i ‘Alî Şâh"ın inşa edilmesiyle, kentin çekim merkezi olarak önemini koruyor olmasına karşın sportif faaliyetler ile ilgili işlevini çoktan yitirmiş ve yerini Tebrîz’in kuzeyindeki Sâhibâbâd Meydanı" na bırakmış olmalıdır.
14. yüzyıldan itibarenMescid-i Câmi‘-i ‘AlîŞâh merkezli olarak en azından 15. yüzyıla kadar gelişimini sürdürdüğü bilinen Eski Meydân bölgesindeki ilk çekirdeği, Sâhibâbâd ya da eski adıyla Sultân Meydânı etrafında gelişen ikinci çekirdek ile Tebrîz Bâzârı (Râste Bâzâr-ı Kâdimî)"nın bağladığı düşünüldüğünde, Safevîler devrine ulaşması şaşırtıcı değildir. Şehrin bu iki çekirdeği etrafında gerçekleştirilen imar faaliyetleri geriye dönük olarak analiz edilecek olursa; aslında ikinci bir meydânın kent dokusundaki yerini çoktan almış olduğu Çobânîler ve Celâyirîler devirlerinde, imar faaliyetlerinin yoğunlaştığı iki gözde mekândan birinin —ki diğeri olasılıkla Eski Devlethâne"nin de bulunduğu Rab‘-ı Reşîdî ve çevresidir — Eski Meydân olduğu görülür. Eski Meydân" da inşa edildiği bilinen son abidevî yapı 14. yüzyılın son çeyreğinde, vakfiyesindeki kayıtların büyük ve kapsamlı bir külliye olduğunu ortaya koyduğu Kucûcî Külliyesi" dir. Tebrîz Devlethanesi"nin Sâhibâbâd" a taşındığı Karakoyunlular devrinden itibaren ise Tebrîz dokusuna eklenen yeni yapılar, şehrin doğusunda saat yönünün tersi istikamette Safevî devrinde doruk noktasına ulaşacak şekilde aşama aşama güneyde Eski Meydân"dan kuzeyde Sâhibâbâd"a doğru kayar. Bunun başlıca nedeni yüksek ihtimalle Eski Meydân, önemini kaybetmesinden ziyade, bölgenin belirli bir yapı doygunluğuna ulaşmış olması olmalıdır, zira Eski Meydân bölgesinde 14. yüzyıl boyunca inşa edilen devasa boyutlu yapıların tamamı ya birbiriyleriyle bitişik ya da karşı karşıyadır.
Eski Meydân ve çevresinin Safevîlerin Tebrîz’deki ilk yıllarında, aynı şekilde şehrin gözde mekânlarından biri olduğuna hiç şüphe yoktur. Bu sırada hem Sâhibâbâd Meydânı hem de Eski Meydân bölgesi hanedan üyelerinin Tebrîz’deki uğrak yerlerindendir. Şah İsmail’in saltanatının ilk yıllarına tanıklık eden Venedikli bir tüccarın, Şâh İsmail’in Mescid-i ‘Alî Şâh"ın avlusunun ortasındaki büyük havuzda çocukluğunda beylerinden dört- beşiyle binerek kürek çektiği rivayet edilen ve seyyahın Tebrîz’i ziyaret ettiği devirde hâlâ kullanılan bucentaur şeklindeki kayığa1 ve Kâdî Ahmed Kumî’nin 16. yüzyıl ortalarındaMescid-i ‘Alî Şâh"ın vakıflarının Tebrîz Kadısı Muhammed tarafından büyük bir özenle korunduğu ve binanın onarıldığına ilişkin kayıtları ve hatta ‘Alî Şâh’ın inşa ettirdiği külliyenin tüm ihtişamı ile ayakta olduğunu gösteren ilk elden kaynaklar MM ve DD, Eski Meydân çevresinin özellikle erken devirlerdeki kullanımını gösteren delillerdendir. Ancak tarihi kayıtlardaki bilgi ve aslında daha ziyade ciddi boşluklar göz önüne alındığında Tebrîz’de bu tablo çok hızlı bir şekilde değişmiş ve olumsuz yönde bir ivme kazanmış gibi görünmektedir. Zira Eski Meydân bölgesinin en kapsamlı külliyelerinden olan ve DD’ye dayanarak 16. yüzyılın ilk yarısında sapasağlam ayakta olduğu ileri sürülebilecek Kucucî Külliyesi’den, yalnızca çeyrek asır gibi kısa bir süre sonra aynı yüzyılın üçüncü çeyreğinde geriye kalanlar Kerbelâ’î’nin kaydına göre, kümbet ve niteliği bilinmeyen bazı yapılardan [?] ibarettir1 [156]. Eski Meydân çevresindeki harabî sonraki yüzyılda daha da dramatik bir hal alır.
17. Yüzyıl
İlginçtir ki, 17. yüzyıl sonunda Tebrîz tarihinde ilk kez Careri, şehrin güneyindeki bu meydânı At Meydânı olarak adlandırır . Oysa ki Eski Meydân”ın bu devirde sportif faaliyetlerle ilgili işlevini çoktan kaybetmiş olduğuna neredeyse hiç şüphe yoktur ve seyyahın harabelerle dolu Eski Meydân bölgesi hakkındaki anlatımları geriye kalanın canlı bir kent çekirdeğinden çok yalnızca tarihten gelen bir ad ya da belki bir çağrışımdan ibaret olduğunu gösterir. Bu arada, meydân çevresindeki bir iki yapıya ilişkin ufak atıflar bir kenara bırakıldığında Eski Meydân bölgesini kapsamlı olarak tarif eden yegâne seyyah Careri’dir. Seyyahın burada gördüğü yapılardan biri, Chardin’in yaklaşık 20 yıl önce yarı harap durumda olduğunu bildirdiği [75]; ondan da önce Arakel’in halihazırda ahır olarak kullanıldığı halde 5 Şubat 1641 tarihinde meydana gelen depremde çöktüğünden bahsettiği; her ikisi de caddeye belirli bir mesafede, Sünnîlere ait olduğu için o devirde “pagan"” kabul edilen Ostâd ve Şâgird Camii” dir. Careri, İmâret-i Ostâd- Şâgirtfin iki büyük taçkapısı ve çevresinde 30 penceresi olan, şehre gelirken soldaki küçük ve kare yapısının yuvarlak kubbesinin kendi devrinde yıkılmış olduğundan bahseder. Sağdaki ikinci bina aynı şekilde inşa edilmiş olup, çok daha büyüktür. Taç Kapı1 ile At Meydânı arasında Ostâdve Şâgird’in binalarının yanında yer alan üçüncü bir ibadet yerinin (câmi?') parçası olduğu anlaşılan, iki devasa pilpâye (pillars) vardır. Tuğladan inşa edilmiş olan bu yapının cepheleri diğerleri ile aynı üslupta ise de iskeleti çok daha ebatlıdır ve o devirde öyle eskidir ki seyyahta uzun süre ayakta kalamayacağı izlenimi uyandırır. Ostâd ve Şâgird Câmii ve yanındaki yapıdan 2 tüfek atımı ileride, aynı şekilde “pagan” olarak görülen, onunla aynı işçilikte bir câminin, yani “Tâk-i ‘Alî Şâh (Aluscian-Taghi)” ya da‘Alî Şâhın türbesinin ender rastlanan devasa cephesi harap olmaktadır. Careri’nin Eski Meydân çevresine ilişkin tespitlerinden en ilginç olanı herhalde At Meydânı’nı değil de Tâk-i ‘Alî Şâh’ın avlusunu halkın eğlendiği kamusal bir mekân olarak tanımlaması olsa gerektir. Özetle, Eski Meydân 17. yüzyıl sonunda kamusal anlamını yitirmekle kalmamış, çevresindeki terk edilen abidevi yapıların neredeyse tamamı da büyük ölçüde harabeye dönüşmüştür.
Tebriz’deki Diğer Meydânlar
Tebrîz’de, hipodrom nitelikli kent meydânları dışında başka meydânların da bulunduğundan bahsedilmişti. Bunlarda 16. yüzyılda kayıtlara geçen biri, Werner’in, Sâhib Abâd Meydanı’nı adıyla zikreden Kerbelâ’î’nin, Meydân-ı Tebrîz olarak adlandırdığı bir yere ilişkin iki ayrı kaydında —ki bunlardan ilki kuzeye doğru meydânın başında yer alan Hazret-i Mîr Mest’in mezarına [156], diğeri ise Pîr Turâbî’nin Nevber’de, Nevber Çarşısı’ndan (Bâzârçe-yi Nevber) meydâna doğru giderken yolun sağ
tarafındaki mezarına ilişkindir1 [156]— yola çıkarak Bâb-i A‘lâ Kapısı’ndan güneyde, Mescid-i Muzafferîye’nin inşa edildiği yerin yakınında önerdiği bir meydândır . Bu meydân, konumu itibariyle 1539-40 yılında Membre’nin gördüğü “Begüm1” adıyla anılan meydân ile özdeş gibi görünmektedir. Membre’nin birini “maidân” diğerini ise “Begüm” olarak adlandırdığı, ilki ile kesinlikle Sâhibâbâd Meydânı”nın kastedildiği iki ayrı meydândan bahsettiği açıktır. Tebrîz’de bu adla anılması muhtemel başka meydân yok gibidir. Aynı nitelikte diğer bir meydân, Şeref Han’ın, Tebrîz 1585 yılında Osmanlılar tarafından fethi sırasındaki mücadelelere ilişkin verdiği bilgilerde VeycûMeydânı olarak adlandırdığı meydândır ve en geç Şâh Tahmasb devrinden itibaren burada yer aldığı anlaşılan Güvercinlik Kalesi”ni bünyesinde barındırır. Güvercinlik Kalesi, aynı zamanda, Osmanlıların Tebrîz Devlethânesi’nin Şah Tahmasb’ın sarayını da içine alan bir bölümü üzerinde inşa ettikleri Tebrîz Kalesi’nin surlarının, Safevîler tarafından “Kelle Gûş”” adlı ünlü bir top ile dövüldüğü ve güney burçlarının yarısına kadar tahrip edildiği sırada kullanılan mekândır. Bu durumda, hem Veycû Meydânı hem de burada bulunan Güvercinlik Kalesi, Tebrîz Devlethânesi’nin güneyinde Şah Tahmasb’ın sarayına bakan bir konumda aranmalıdır.
1731 tarihli Evkâf-ı Hekim-oğlu Ali Paşa’nın vakıf kayıtları arasında, o devirde Tebrîz Hâkimi Nevber Mahallesinde yer alan ve o devirde Mîrzâ Ebû Tâlib’in adı ile anılan el- Hac Tâlib Meydânı adında bir meydâna ilişkin bir atfa daha rastlanır. Vakfiyedeki kayıtlara göre, bu meydân çevresinde 1 hân, 1 kerestehâne ve bitişiğinde bir de odanın [?] yer aldığı 1 kahvehâne bulunmaktadır . Kesin bir tespitte bulunmak mümkün olmasa da, el-Hac Tâlib Meydânının Kerbelâ’î’nin yukarıdaki kayıtlarında bahsi geçen Meydân-ı Tebrîz ile özdeş olması ihtimal dahilinde görünmektedir.
İdarî İşlev Üstlenmiş/Üstlenen Yapılar (Şehrek-Devlethâne-Saray)
Şenb-i Gâzân
16. yüzyıla gelindiğinde, İlhanlı Tebrîz’inin merkezinde durduğu üç kutuplu kent ağının odaklarından Şenb-i Gâzân’ın idarî işlevini yitirmesinin üzerinden neredeyse iki asır geçmiştir; fakat bir eğitim ve kültür merkezi olarak varlığını korumayı başaran külliye1 Safevî devrine ayakta ve işler durumda ulaşmıştır. 16. yüzyıl boyunca Şâh İsmâ‘îl ve Şâh Tahmâsb devirlerinde de konaklama amaçlı ve orduların toplanma yeri olarak kullanılmaya devam eden Şenb-i Gâzân’ın , Safevîler nazarındaki önemi, en iyi Safevîler tarafından vakıflarına karşı sergilenen tutumda görülebilir. Şâh Tahmasb (1524-1576) devrinde Şenb-i Gâzân’ın vakfı Mevkûfât-i Gâzânî’nin mütevellîlik görevini Emîr Ebû’l-Velî ve kardeşi Mîr Ebû’l-Muhammed birlikte yürütmektedir. Bunlardan Mîr Ebû’l-Muhammed ya da KâdîMuhammed, 946/1539’da Tebrîz’in askerî kâdîsı (kâzî- ‘asker-i dâru’s-saltane-yi Tebrîz) ve babaları Şâh İsmâ‘îl (907-930/1502-1524) ve Şâh Tahmâsp devri başlarında Tebrîz kâdîsı ya da Azerbaycan’ın askerî kâdîsıdır. “Mutesaddî-yi mevkûfât-i Tebrîz” olarak adlandırıldığı Efzâlu’t-tevârîh’teki bir kayda göre Kâdî Muhammed, yalnızca Mevkûfât-i Gâzânîden değil aynı zamanda aralarında Reşîdî ve ‘Alî-şâhî nin (Mescid-i Câmi’-i ‘AlîŞâh) de bulunduğu Tebrîz’deki vakıfların tamamından sorumludur. Kâdî Muhammed’in 964/1557’de hapsedilmesi ardından Gâzânî, Nasrî (Nasriyye) de dahil olmak üzere Tebrîz’deki tüm vakıfların idaresi Kâzî Mîr Mîrân ‘Abdu’l-vehhâbîye verilmiştir. Sultân Muhammed Hüdâbende devrinin askerî kâdîsı (kâzî-yi mu‘asker) Emîr Ebû el-Velî, Gâzânî vakıflarının mütevelliğine getirilmeden önce On İki İmam Şî‘îliğinin en kutsal merkezlerinden Meşhed’te Rizavîyye (Âstân-i Kuds-i Rizavî) ve Şâh Tahmâsb devri sonunda Şeyh Safî’den Şâh İsmâ‘îl’e Safevî hanedanın aile mezarlığı olan Erdebîl’de Âsitâne-yi Safevî’nin mütevellîsi olarak görevlendirilir1 ki Haneda’ya göre, Emîr Ebû’l-Velînin bu muazzam vakıfları yönetmesi, Gâzâmyye’nin Erken Safeviler devrinde dahi hatırı sayılır bir öneme sahip olduğunu gösteren bir delildir .
16. yüzyıl müelliflerinden Kerbelâ’î’nin, yeryüzünde eşi benzeri olmayan ulvî bir yapı olarak nitelendirdiği Şenb-i Gâzân [156] Safevî devri başlarında Tebrîzlilerin yaygın ziyaret yerlerinden biridir [156]. Bununla birlikte Haneda’ya göre, Safevîler devrinde On İki İmam Şî‘îliği benimsenmesinden sonra külliyedeki Hanefî ve Şâfi‘î mezhepleri için ayrı olarak inşa edilen iki medrese ortadan kalkmış olmalıdır. Hânegâhı ise, özellikle 16. yüzyılın başlarında bir grup Kalenderî dervişe ev sahipliği yapmaktadır [19].
Erken Safevî devrinde Şenb-i Gâzân’ın durumuna ışık tutan başlıca iki kaynak MM ve DD’dir. DD’de sağ sayfanın üst köşesinde, Surhâb (Acı-Su) Köprüsü (Kantara), Acı Su konağından sonra muhkem surlar ile tasvir edilen yapılar Şenb-i Gâzân’dır (Şekil 3.17) ve Tebrîz’in batısında, sur dışındaki Şâm (Şenb ya da Sam) adlı mevkide bulunan Şenb-i Gâzân’ın [53] DD’deki konumunu açıklayan etkenlerden birisi kuşkusuz Matrakçı’nın betimleme tekniğinin bir sonucu olarak Rûm’dan gelişte karşılaşılan Tebrîz’deki abidevî yapılardan ilki olmasıdır. Sultân Selîm’in Acem Seferi’ne katıldığı bilinen Selîm-nâme müellifi Şükrî-i Bitlîsî’nin Sultân’ın Acı Su konağından sonraki faaliyetlerine ilişkin ilk kaydı, o sırada Şah İsmail tarafından yerleştirildiği Şenb-i Gâzân’ın malî işlerini yönetmekle görevlendirilmiş olan Horasan Padişahı Sultân Hüseyin Baykara’nın oğlu Timurlu şehzadesi Bedî’üz-zemân Mirza’nın1 Sultân Selim’i ziyareti ve Şenb-i Gâzân’a ilişkindir. Şükrî-i Bitlisî, Yavuz Sultân Selim’in Tebrîz’e gelişi ve Bedî’üz-zemân Mirzâ’nın onu karşılaması bahsinde Şenb-i Gâzân’dan, “Mağribî cenbinde Tebrîzün ‘ayân /Bir mu‘allâ kubbe var çün âsumân / Günbed-i Minâ’ya benzer lâciverd/Reşk ider ana bu çark-ı sâl-hûrd / Söylenür adıyla ol Şâm-ı Kazan / Geçdi ol bünyâd olalı çok zamân / Çıkdı ol hazrâ-yı günbedden çü kûh /Şâha istikbâl itdi olgürûh” [19] sözleri ile tarif eder.
Şekil 3. 17 DD’de sağ sayfanın üst köşesinde Şenb-i Gâzân tasviri [213]
Aynı zamanda bir hükümet merkezi (iç kale) olarak tasarlanan Şenb-i Gâzân’ın1 kaynaklarda ön çıkan en belirgin mimarî öğeleri, kuşkusuz ilk olarak yüksekliğiyle dikkat çeken kulevari kümbeti (Kunbed-i ‘Âlî) (Şekil 3.18a) ve görenlerde üzerine bir kümbetin konulduğu büyük bir hisar izlenimi uyandıran muhkem yapısıdır. Kunbed-i ‘Âlî’nin on iki kenarında on iki binanın inşa edildiğini kaydeden çağdaşı Vassâf hariç, Şenb-i Gâzân’dan bir şekilde bahseden tarihi kaynakların çoğunda kümbetin on iki kenarlı yapısı ve muhtemelen sekizgen formda inşa edilmiş çevresindeki geniş revâklı avlusundan ise hiç bahsedilmez. Bununla birlikte külliyenin yüksek duvarlarının çevrelediği geniş avlunun ortasında Gâzân Hân’ın türbesinin görülebildiği, Câmi‘u’t- tevârîh’in 718/1318 yılından önce istinsâh edilmiş bir nüshasında bulunan Şenb-i Gâzân’a ait bir minyatürde, kümbetin onikigen formu aynı biçimde ihmal edilirken, onu çevreleyen revâklı avlusunun sekizgen formu perspektif hatalarına rağmen resmedilmiştir. (Şekil 3.18b, 18c)
c- Câmi ‘u’t-tevârîh’in 718/1318’den önceki bir nüshasında yer alan Şenb-i Gâzân’a ait
minyatür [218]
Şekil 3. 18 Gâzân Hân’ın Türbesi
DD’de bir hisar içinde, sekizgen revâklı avlusu ve onikigen kümbeti ile görülen, cepheden ve üstelik teknik resim kurallarına uygun olarak tasvir edilmiş olan Şenb-i Gâzân’ı, MM de sağ alt köşede (Şekil 3.4, no.3) —ki bu tasvir bazı araştırmalarda “Erg-i ‘AlîŞâh”, “Tâk-i ‘Alî Şâh’”, “Mescid-i Câmi‘-i ‘Alî Şâh’” gibi isimlerle anılan yapıyla
özdeşleştirilmektedir1— görmek mümkündür. DD ile benzer kemer açıklıklarının — ancak DD’de daha büyük ebatlı MM’de ise iki katta ve daha fazla sayıda— seçilebildiği MM de kuşbakışı resmedilen kümbetin, aslında onu plan düzleminde karakterize eden onikigen formu göz ardı edildiği gibi, sekizgen avlusu da gösterilmemiştir. MM’deki hisarın ön cephesinde tasvir edilmiş tek bir burcun yanlarında yer alan iki kapı ile yan duvarlarında görülen kemerlerin, Câmi‘u’t-tevârîh’teki Şenb-i Gâzân minyatüründe resmedilen, kümbet çevresindeki revâklı avlu ile benzerliği bu anlamda ilgi çekicidir. Yine MM’de kubbe ile aynı renkte, mavi olarak yani çini kaplanmış olduğu ileri sürülebilecek şekilde hisarın iki köşesinde yerleştirilmiş kuleler ise anlamlandırılamamıştır. Şenb-i Gâzân bu devirde işlerliğini koruduğu halde, anlaşılan Matrâkçı’nın çağdaşı batılı seyyahların ilgisini pek çekmemiştir.
Bu arada Osmanlıların Tebrîz’de bilinen ilk mimarî uygulamalarının, 941/1534’de Irâkeyn Seferi sırasında Şenb-i Gâzân’ın genişletilmek suretiyle sağlam bir kale haline getirilmesi olduğunu ayrıca belirtmek gerekir. Vezîr-i a‘zam İbrahim Paşa’nın yüklü miktarda para harcayarak inşa ettirdiği kale [29], [36], [48] ve akıbeti hakkında 2 Cümâde’l-âhire 941/9 Aralık 1534’de Şenb-i Gâzân’a bırakılan Osmanlı askerinin direnememesi ile Şah Tahmasb tarafından zapt edilmesi [29] dışında çağdaşı kaynaklarda ilave bir bilgi yer almaz. Yalnız İbrahim Paşa tarafından Kânûnî Sultan Süleyman’a gönderilen Topkapı Sarayı Arşivi’nde E. 5860 numara ile kayıtlı, tarihi belirsiz olmakla birlikte, muhtemelen 12-18 Rebî‘u’l-evvel 941/ 22-28 Eylül 1534’de yazılmış olan bir arzda kale “Tebriz Âbâd Hisar!” olarak adlandırılır ve o sırada tamamlanmış olduğu bildirilir1; seferin görgü tanığı Celâlzâde Mustafa Çelebi ise, kalenin yer seçimine dair kaydında Şenb-i Gâzân için “Şenb-i Gazan nâm mevzi‘ ki zamân-ı kadimde hısn ve kal‘a şeklinde hâk bî-bünyâddan âbâd kılınmış vahşet-i menzil bir sûr-ı pürgül? ki süknâ-yı bûm-ı şum mesâkin-i zulüm ve cuhûldür”” der. Kâdî Ahmed Kumî’nin 963/1555-56 tarihi olaylarında vererek Gâzânî olarak adlandırdığı Şenb-i Gâzân’ın vakıflarının korunması, binalarının tamiri için, yukarıda kendisinden bahsedilen Kâdı Muhammed'in gösterdiği çabaya ilişkin kaydı, Şenb-i Gâzân’ın Safevîlerin erken devirlerindeki yerini göstermesi bakımından önemli bir kayıttır. Kumî’nin, Kâdî Dervîş Beg ‘Aşkî’den naklettiği bir beyte göre, Gâzânî vakıflarının geliri o devirde 1.000 tümendir. Şeref Han, gerçi eseri Şerefnâme” yi 1597’den sonra yazar ve anlatımı ise kronojik olarak devam eder, ancak verdiği bilgiler karışıktır ve Şenb-i Gâzân örneğinde olduğu gibi İlhanlı devri ile Safevî devri olayları iç içe geçmiştir. Şeref Han’ın söz konusu kaydında, yanında bir cami, bir medrese ve diğer bazı hayır kurumlarını barındırmakta olan, Gâzân Hân’ın, türbesi olarak yaptırdığı kubbenin, yükseklik ve genişlik bakımından dünya üzerinde bir benzeri daha olmadığını vurgular. Şeref Hân’ın kaydına göre, Gâzân Hân’ın kubbesinin tepesinde, uzunluğu 23 zira’a (17 m civarında), genişliği de 3 zira’aya (yak. 2,3 m) ulaşan, yıldızlar ve güneşin göründüğü büyük bir çatlaklık meydana gelmiş, ancak kubbe çökmemiştir. Şeref Han, Gâzân Hân’ın kubbesinin tepesinde meydana gelen büyük çatlağın ne zaman oluştuğuna dair bilgi vermez, fakat kubbe müellifin kaydına göre, Şah I. Tahmâsb’ın Tebriz valiliğine atadığı ve aynı zamanda Gâzân vakıflarının mütevellilik görevini de yürüten Kâdı Muhammed Müsafir et-Tebrizî tarafından1, Zonûzî’ye göre ise, Şâh Tahmâsb’ın bizzat kendisi tarafından restore ettirilmiştir .
Yüzyılın Son Onbeş Yılı
Rahimî-zâde İbrahim Harimî Çavuş’un Feth-i Tebriz adlı risalesindeki 1585 yılına ait kaydı Irakeyn seferinden bu yana geçen yarım asırda külliyenin eski ihtişamından hiçbir şey kaybetmediğini gösterir.
“Hem ol gün Kal’a-i Tebriz ’in binâsı, kol kol ve taraf taraf eger mîrân-ı mîrân ve şâhân-ı selefden Şâm-Gazan derler bir be-nâm Sünnî Pâdişâhın Türbesi ki, şehirden taşra Hazreti Eyyub kadar menzildir. Mâh-ı mezbûrın altıncı günü (1 Ekim 1585) Serdâr Hazretleri ile ziyârete varıldı. Bir kubbe-i bülend kadrdır ki, kubbe-i eflâk, anın kemer bendine erişmez. Hakka budur ki, binâsı takrir ve tahrîr ile iz’ân olunmaz. Eğerçi Rûy-i zemînde Ayasofya binasının misli bulunmaz; bunun ba’zı ta’rif olınacak mahalli, andan yüz ziyâdedir. Cümle-i vasfından birisi, seksen bin kiremid üzerine Kelime-i Tevhîd yazılup, saf saf binâ ortasında düzilmişdir. Bir yek-pâre hem-vâr kubbedür. Anın içinde bir köşesinde, bir musanna’ kâşî müzehheb küçük kubbe dahi olup, Mezâr-ı Şerîf andadır”.
Aynı tarihlerde Safevî müelliflerinden Oruç Beg Bayat, ilginç biçimde Şenb-i Gâzân’ı şehre 2 fersah mesafede yüksekçe bir yerdeki eski bir câmi [?] olarak niteler.
Şenb-i Gâzân’ın adının geçtiği bu devre ait nadir kayıtlardan bazıları Tebrîz’in Osmanlı hakimiyetinde kaldığı sırada yaptırılan tahrîrlere aittir. BOA 645 numarada kayıtlı 1000/ 1591-1592 tarihli (III. Murad devri) Tebriz Eyaletine ait Tebriz Tapu Tahrîr İcmâl Defteri’ne göre, Şenb-i Gâzân Kûçe-yi Bâgât-ı Tebriz nahiyesine bağlı on bir karyeden biri olarak “Kûçe-yi Bâg-i Şenb-i Gâzân” şeklinde kaydedilen Şenb-i Gâzân’ın o devirdeki vergi hasılatı 15.000 akçe’dir1. Ayrıca BOA 668 numaralı 1002/ 1594 tarihli Tebrîz ve Dizmâr nahiyelerindeki kalelerin muhafızlarına ait diğer bir tımâr icmâl defterinde, Kûçebâğ-ı Şenb-i Gazan tâbi-i Kûçebâğât-ı Tebrîz şeklinde kaydedilen Şenb- i Gâzân’ın 22.000 akçelik gelirinin Tebriz Kalesi"ndeki muhafızlara tahsis edildiği öğrenilmektedir .
yüzyıl Osmanlı coğrafyacısı Âşık Mehmed, 1005-1006/1596-1598 yılları arasında kaleme aldığı Menâzırü’l-avâlim adlı eserinde Tebriz’in bağlarının çokluğunu överken, Tebriz’de Şenb-i Gâzân’ın İran’ın tamamında eşi bulunmadığını aktarır , ancak külliyeye dair verdiği bilgiler Mustevfî’nin 14. yüzyıla ait eserinin bir tekrarı niteliğindedir ve külliyenin kendi devrindeki durumuna ışık tutmaz. Şenb-i Gâzân’ın, herhangi bir deprem ve benzeri tahribata maruz kalmadığı 16. yüzyılı da ayakta ve iyi durumda tamamladığına şüphe yoktur.
Yüzyıl
yüzyıl Şenb-i Gâzân için büyük ölçüde yıkım anlamına gelmektedir. Modern araştırmalarda, çok genel olarak özellikle Şâh İsmâ‘îl saltanatından başlayarak Sultan Hüdâbende (1577-1578) ve Şâh I. ‘Abbâs (1587-1629) devirlerinde otuz yıldan fazla süren Safevî-Osmanlı savaşlarının külliyenin ciddi şekilde zarar görmesine neden olduğu ifade edilirse de 4, tarihi kaynaklar Şâh I. ‘Abbâs devrine kadar yine de kümbetin restore edilmesini gerektiren bir vaka hariç ciddi bir hasara uğramadığını gösterir. Bu bakımdan külliyeye herhalde en yıkıcı darbe Şâh I. ‘Abbâs tarafından ve sonrasında 17. yüzyıl boyunca meydana gelen şiddetli depremlerde vurulmuş olsa gerektir. 17. yüzyılın Şenb-i Gâzân’a dair bilinen ilk kaydı, yine Şâh Abbas saltanatında Tebrîz’in Safevîlerden geri alındığı devre aittir ve İskender Beg Münşî kaydına göre, 21 Rebî‘ülâhır 1012/27 Eylül 1603’te geri alındığında Tebrîz’de Şah Abbas’ın ikâmet edebileceği nitelikte bir ev bulunamayınca Şâh’ın, aynı zamanda Tebrîz ve çevresinden gelen halkın ziyaretlerini de kabul ettiği Şenb-i Gâzân’a yerleşmesine ilişkindir1. Bundan sonra 1018-1019/1609- 11’de Osmanlılar Tebrîz üzerine tekrar yürüdüklerinde, Şenb-i Gâzân’ın Osmanlılar tarafından alınıp top yerleştirilerek hisarın bombalanabileceği düşüncesiyle Şâh I. ‘Abbâs, Gâzâniyye külliyesinin (İmâret-i Şenb-i Gâzân) tahkim edilerek müdafaa edilmesini emreder. Zira Şâh ‘Abbâs, Osmanlıların çok defa askerî üs olarak kullandıkları Şenb-i Gâzân’ın stratejik öneminin ve kaybedilmesi halinde yeniden ele geçirilmesinin ne denli zor olduğunun farkındadır . 1019/1610-11’de Tebriz’in diğer ucunda Surhâb Dağı eteklerindeki Rab‘-i Reşîdî’nin yerinde Safevîler tarafından inşa edilen yeni kalenin malzemesi, Tebriz’in diğer harap binaları ile beraber özellikle harap haldeki [?] Şenb-i Gâzân’dan alınır . Her ne kadar İskender Beg Münşî bu kaydında Şenb-i Gâzân’ın “harap” halde olduğundan bahsediyorsa da, Şenb-i Gâzân’ın son olarak 1019/1610’da tahkim edildiği düşünüldüğünde, ki yine İskender Beg Münşî bu sırada yücelikte ve yükseklikte dünya üzerinde sadece Herumân’ın Kubbesi’nin (Günbed-i Hermân) geçebileceği bir kubbeye sahip Gâzân Hân’ın türbesini etrafı, medrese ve hânegâhlarla çevreli bir ‘imâret olarak niteler bu derece hızlı biçimde devşirme malzeme kaynağı olarak görülebilecek hale gelmesi ilginçtir. Açıklaması devrin çağdaşı diğer bir Safevî müellifi Gunâbâdî’den gelir. Şenb-i Gâzân, Gunâbâdî’nin kaydına göre, 1019/1610- 11’de Osmanlı serdarı Kuyucu Murad Paşa’nın Tebrîz’den ayrılması ardından Şah Abbas’ın emriyle, Osmanlı tehlikesi ileri sürülerek Sultân Gâzân Hân’ın türbesi hariç tahrip edilmiştir1. Bundan çeyrek asır sonra Kâtib Çelebi, Gâzân Hân’ın şehrin batı tarafında sur dışında Şâm adlı yerde küçük bir şehir ve içine defnedilmek üzere İran’ın tamamında benzeri olmayan yüksek bir bina inşa ettiğini yazar . Ancak Kâtib Çelebi’nin vermiş olduğu bilgi de Âşık Mehmed’in verdikleri gibi geçmiş bir zamana aittir. IV. Murad’ın 1044/1634-35 yılındaki Revan seferine katılan ve yer yer yıkılan büyük binaların kalıntılarını gören Kâtib Çelebi bunlar arasında saydığı külliyeye ilişkin şunları ilave eder. “Şam kazan denilen büyük binalar ki, Galata Kulesi gibi bahçeler içinde uzak mesafeden görünür”.
Modern araştırmacılardan Togan, külliyenin IV. Murad’ın Tebrîz’de meydana getirdiği tahribattan kurtulamadığını ifade ederse de [60], yine IV. Murad’ın Revan seferine katılan Osmanlı tarihçilerinden Hasan Bey-zâde Ahmed Paşa, Osmanlıların Safevi askerlerinin sığındığı Şenb-i Gâzân’ı yıkmaktan son anda vazgeçtiklerini aktarır: “Vezîr- ia‘zam hazretleri, kendükapusı kulıile dümdâr oldılar ve Şenb-i Gâzânnâm birpâdişâh- ı kadîm, medfûn olup, üzerine bir künbed binâ olınmış, içinde, yigirmi Kızılbaş kapanmağla, yıkmağa niyyet olınmışken, vazgeçilüp, yine Kıble-çemeni menziline gelinüp, niçe Kızılbaş, tutılup, katl olındı ve zahâ’iriyağma ildiler"' [31]. Gerçi 1636-38 yılları arasında Safevî ülkesine Alman elçilik heyeti ile birlikte gelen Adam Olearius’un anlatımlarında Tebrîz’e uğradığını gösteren bir ize rastlanmaz, ancak çevresinden aldığı bilgileri aktarıyorsa bile “Kral Kassan, ki o bundan sonra doğal yollarla ölmüştür, Tebriz’de Acı olarak adlandırılan nehrin (Atzi) yanında defnedilmiş, bugün bile mezarı burada görülür”1 sözleri ile 1635 yılında Şenb-i Gâzân’a zarar verilmediğini doğrulayan bir delil olarak görülebilir. On yıl gibi kısa bir süre sonra Evlîyâ Çelebi, Şenb-i Gâzân’ın akıbetine ilişkin doğrudan bilgi vermez, bununla beraber özellikle Şah’ın sarayını hedef alan IV. Murad’ın, kârgir selâtin câmileri, hamamlar ve diğer imaretlere dokunmadığını kaydeder1 [78]. Naîmâ Mustafa Efendi ise, aynı olaya ilişkin Kanuni Sultan Süleyman devri vezirlerinden Makbul İbrahim Paşa’nın Şenb-i Gâzân’da inşa ettirdiği kaleden bahsederek Kızılbaş askerlerinin burada kapandıklarını yazar [32]. Demek ki Vezîr-i a‘zam İbrahim Paşa’nın Şenb-i Gâzân’da inşa ettirdiği “Tebriz ÂbâdHisar!” da bir asır sonra hala ayaktadır. Ermeni müellif Tebrizli Arakel’in kaydına göre, camilerin minarelerinin, o büyük ve gökyüzüne uzanan dev yapıların birer birer yere çakılırken, büyük kütleleri yüzünden yer ile buluştuklarında patlamayla havaya uçtukları 1050/1641 depreminde, Acı su Nehri kenarına, şehir merkezinin bir miktar uzağına inşa edilmiş olan Şenb-i Gâzân’ın, “o bildik, muhteşem ve büyüleyici kulesinin”” çatısı çökmüş, yalnızca duvarları temelleri üzerinde sallanır vaziyette ve dört parçaya yarılmış halde kalmıştır. Şenb-i Gâzân’ın tahrip olan yapılar arasında bulunduğunu doğrulayan Kâtib Çelebi [158] ve Solakzâde [49] ise, depremin Şenb-i Gâzân gibi yapıların yıkılmasına yol açtığını bildirmekle yetinirler.
1646 yılında Evliyâ Çelebi, Kâtib Çelebi gibi Galata Kulesi”ne benzettiği ve “göklere baş uzatmış bir Kahkaha kulesi” olarak tanımladığı Şenb-i Gâzâriın kapısının bir tarafının deprem sonucu yıkılmış olduğunu, hatta yıkıntıların bina çevresinde durduğunu kaydeder. Ancak depremin verdiği zarara rağmen külliye kısmen de olsa işler durumda olmalıdır. Zira Evliyâ Çelebi, Şenb-i Gâzâriı görülmeye değer büyük bir imaret olarak nitelemekle kalmaz, hânegâhının da faaliyette olduğunu bildirir. “Hâlâ Bektaşî tekkesidir. iki yüzden fazla yalınayak başı çıplak sâdık âşıkları vardır”” [78], [79].
Evliyâ’nın Tebrîz hakkındaki kayıtları arasında, eski zamanlarda cennet bahçesi içinde [?] aydınlık bir câmi olduğu halde kendi devrinde dar ve sakin yerde kalmış tek minareli eski yapı bir câmi olarak nitelediği Sultan Muhammed Şâm-ı Gâzân olarak adlandırdığı bir câmi daha söz konusudur1 [78], [79]. Ancak Evliyâ’nın verdiği bilgilerden yapının şehrin merkezin de Gâzân Hân’ın inşa ettirdiği bir câmi mi olduğu yoksa külliyede yer alan bir yapıdan mı bahsedildiğini söylemek güçtür. Evliyâ Çelebi, ayrıca, eski bir ziyaret yeri olduğunu ve hatta “tekkenin kapısı dışında nice kere yüz bin kurban kellesini boynuzuyla biri biri üzerine yığıp büyük bir kule” inşa edildiğini rivayet ettiği Gâzân Hân’ın türbesine her sene binlerce koyun adak geldiğini yazar [78], [79], yani Şenb-i Gâzân, 17. yüzyıl ortalarında kutsal bir ziyaret yeri olarak hâlâ önemini korumaktadır.
İlki 1632 yılında olmak üzere değişik zamanlarda Tebrîz’e giden Tavernier, Kanhazun olarak adlandırdığı Şenb-i Gâzân’dan Tebriz’in batısında, şehre bir mîl (yak. 2 km) mesafede bir tarlanın ortasında büyük bir burç olarak bahseder. Çevresindeki yüksek surların hala görülebildiği Gâzân Hân’ın türbesi, yaklaşık elli adım (=40 m) çapında ve yarı harap durumda olmasına karşın yine de çok yüksektir. 1651 yılında Tebriz ve çevresinde meydana gelen büyük bir depremde, tepeden aşağıya yarılmış ve bir bölümü yıkılarak içine dolmuştur. Tavernier’e göre bânîsi kesin olarak bilinmeyen burcun kapısının üzerinde Arapça harflerle yazılmış bir de kitabesi bulunur. 1641 depreminde büyük ölçüde zarar gören Şenb-i Gâzân’ın türbesini, 1664 yılında Deslandes, Tebrîz’in kuzeybatı yönünde bir fersah (yak. 6 km) ilerisinde tarlaların ortasında, yarısı yıkılmış olmasına rağmen yaklaşık yüz elli adım (=120 m) kadar, oldukça yüksek, tuğladan bir kule olarak aktarır. Seyyah, çevresindeki yüksek duvar kalıntılarına ve ölçülerine bakarak imâreti bir hisar ve Gâzân Hân’ın türbesini de hisarın bir burcu olarak algılamıştır1. Silahdar Fındıklılı Mehmed Ağa ise, 29 Mayıs 1664/4 Zilka‘de 1074 günü meydana gelen diğer bir büyük depremde Şenb-i Gâzân’dan bahsetmeksizin etrafında kurulan “Şâm-ı Gâzân” olarak adlandırdığı şehrin yarısından fazlasının harâb olduğunu bildirir .
1673 yılında Tebrîz’e giden Fransız Seyyah Jean Chardin, Gâzân Hân’ın “Monar Can Kazan” olarak adlandırdığı mezarının, muazzam, ancak harap bir kule olarak hâlâ ayakta olduğunu yazar [75]. 1090/1679-80 tarihli Zahirîye vakfiyesinde vakfın ‘akârları
arasındaki 2 kıt‘a bağ vasıtasıyla adından bahsedilen Şenb-i Gâzân’ı [77], 1694 yılında Tebriz’i ziyaret eden Gemelli Careri, “Scian-Casan” Kulesi olarak adlandırır ve 220 adım (=176 m ) genişlikte, 40 adım (=32 m ) çapında ve duvar kalınlığı 12 adım (=9,6 m ) tuğladan bir yapı olarak kaydeder. İki tarafından yıkılmış olan türbenin tepesindeki odaya 110 basamaklı sarmal bir merdivenle ulaşılmakta ve bu odanın duvarlarının dış kısmında Arapça rakam ve harfler bulunmaktadır. Altta ise, İranlıların bânîsinin defnedilmiş olduğunu söyledikleri, demir kapıları olan bir yer vardır. Gerçi Careri, gerçeklik payı olmadığı kanaatindedir, ancak yine verdiği bilgilere, Şenb-i Gâzân’ın kendi devrinde İncil’de bahsi geçen BabilKulesi ile özdeşleştirildiğini ekler.
Yüzyılın İlk Çeyreği
“Kızılbaş-ı evbâşın Şenb-i Gâzân nâm harâb kulle etrâfında üç yerde taburu olup ekser-i eyyâmda birer gâh ikişer def‘a atluları süvarî vepiyâdeleri...’” [34].
Çelebizâde İsmaîl Âsım Efendi’nin, 1137/1724 yılında Köprülüzâde Abdullah Paşa’nın Tebrîz’e önüne gelmesi ile Safevî askerlerinin Şenb-i Gâzân mevkiinde mevzi almalarına ilişkin bu kaydından türbenin harap olmakla birlikte, 18. yüzyılın ilk çeyreğinde hâlâ ayakta olduğu anlaşılır. Nitekim Tebriz’in Osmanlılar tarafından ele geçirilmesinden sonra yapılan tahrirler ve diğer bazı arşiv belgeleri Şenb-i Gâzân’ın o devride ayakta olmasına rağmen, külliyenin neredeyse tamamen işlevini yitirdiğini doğrulamaktadır. BOA 904 numaralı 1140/ 1727 tarihli Tebriz Livâsı Tapu Tahrîr Defterinde, Kûçe-yi Şenb-i Gâzânî tâbi ‘-i Dervaze-i Serd şeklinde kaydedilen Şenb-i Gâzân’ın1, BOA 590 numaralı Mâliyeden Müdevver Defter'de bulunan “Evkâf-i Gazâniyye ve... der-nefs-i Tebrîz” kaydı, Gâzân vakıflarının bir bölümünün o devirde işler durumda olduğu gösterir. Bu kayda göre Gâzân vakıflarının defterde bahsi geçen diğer bazı vakıflarla birlikte toplam yıllık hasılatı 5475,5 kuruştur . Gâzânî vakıflarının adı, aynı zamanda, Mîrzâ Yahya Tebrîzî ile Mîrzâ Tahir’in evlâdlarından Mîrzâ Zaman ve Mîrzâ Mehdi’ye medâr- ı ma‘âş tahsisine ilişkin kayıtlarda geçer. Fetih esnasında eşyaları telef olan vakıf evladlarına ve Tebriz ayanından bazı kişilere medâr-ı ma‘âş olarak Tebriz köyleri hasılatlarından yıllık maaş tahsisine dair diğer bir kayıttan ise, vakfın Vidher Nâhiyesi’ne bağlı Hüsrev Şah Köyü’ndeki 176 kuruş ve Serdsahra Nâhiyesi’ne bağlı Landuh [?] Köyü’ndeki 95 kuruş ve “Evkâf-ı Muteferrika-i Gâzânî” adı altında kaydedilen Ahîhuni Köyü’ndeki 66 kuruşluk gelirinin söz konusu kişilere tahsis edildiği öğrenilmektedir. Defterde tespit edilen 1141/1728-29 tarihli bir sonraki kayıt, Evkâf-ı Gâzânînin de aralarında bulunduğu Tebrîz’deki bazı vakıflarla beraber aynî ve nakdî gelirlerinin iltizâma verilmesine ilişkindir.
Şenb-i Gâzân”dan bahsedilen bir sonraki kayıt 1144/1731 tarihli Hekim-oğlu Ali Paşa vakfiyesindedir ve buradaki kayıtta Şenb-i Gâzân’dan diğer Osmanlı tahrirlerinde olduğu gibi “Medîne-i mezbûre [Tebriz] Küçebağâtından”” biri olarak bahsedilir. Hekim-oğlu Ali Paşa Vakfı'nın Şenb-i Gâzân’daki ‘akârlarına gelince, bunlardan ilki önceden Mirzâ İbrahim'e ait olan 1 Kıt‘a Bâğ ve oğlu Mîrzâ Tâhir'vn mülklerinden olan Şehirçayı Hükmâbâd, Sa‘d ve Hâreler adlı toprakların arasında yer alan bir göz değirmenden ibarettir1. Şenb-i Gâzân’daki Mirzâ İbrahim’e ait olan bâğın vakfın tesisinden önce de 904 numaralı 1140/1727 tarihli Tebriz Livâsı Tapu Tahrîr Defteri’nde Kûce-yi Şenb Gâzânî tâbi‘-i Dervâze-i Serd’e bağlı bir bağ olarak “Bâg-ı meylî vakf-ı Mîrzâ İbrâhîm” şeklinde kaydedildiği görülmektedir .
Rab‘-i Reşidi
"Rab'-ı Reşîdî’nin surları (cudrân-ı hisâr) ve sarayları (serâyhâ) Safevî sultanlarının devrine kadar ayakta idi ve çok az hasar görmüştü” [84].
Safevîlerin ilk yıllarına tanıklık eden 16. yüzyıl başında Venedikli bir tüccarın Tebrîz’in doğusunda bir tepenin eteğinde bulunan güzel bir kaleye dair gözlemleri, doğrudan Rab‘- i Reşîdî’nin adını vermemiş olsa da, Nâdir Mîrzâ’nın kendisinden neredeyse dört asır sonraki kaydını doğrular niteliktedir. Venedikli’nin kaydına göre, o devirde meskûn olmayan kalede, kısmen tepenin içine inşa edilmiş, yarısı tek parça gibi görünen çok yüksek ve muhteşem bir saraydan başka mekân yoktur. Dışında bulunan 8 ya da 10 adım (=6,4-8 m) uzunluğunda, 3 adım (=2,4 m) enindeki bir kat merdivenle kraliyet kapısına (royal gate) ulaşılan sarayın girişi, çok geniş bir salona (vestibül) açılmaktadır; bir tarafında ise "halvethâne” olarak tasarlanmış, her birinin çevresi 5 adım (=4 m) olan dört büyük sütûnun desteklediği tek parça küp (künbed)A biçiminde bir yapı yer almaktadır. Seyyaha göre, başlarına ilginç oymalar yapılan, yeşim taşına benzer sütûnlar daha çok gösteriş amaçlı inşa edilmiş olup, bahsi geçen kubbe (dome) aslında sağlam ve kalın duvarlara dayanmaktadır. Buradan biraz ilerde rengarenk kireç sıvasıyla harika bezenmiş, tavanları altın suyu ve lacivert ile renklendirilmiş ve süslenmiş çok sayıda, odaya benzer küçük bölmenin bulunduğu diğer bir uzun dar koridor (dalan) ve devamında çok sayıda penceresi şehri gören muazzam bir salona ulaşılır. Venedikli bir tüccarın kaydı, söz konusu sarayı teşhis etme noktasında daha da ilginçleşir. Saray, şehirden daha yukarıda, şehre ve hatta çevresindeki en uzak köylere dahi hâkim bir tepe üzerindedir. Tebrîz’e bakan muazzam salona gelince, bu salon sanki tavanı taşıyormuş gibi görünen çok sayıda sütûn tarafından doldurmakla beraber, tavanı yine de dayanıklı duvarlar taşımaktadır; gümüş renkli en iyi mermerden inşa edilmiş olan ve her biri salonun kendisini, Tebrîz’i, sütûnların tamamını ve oradaki insanları yansıtan sütûnları ise, seyyah göre kesinlikle gösteriş için yapmışlardır. Salonun pencerelerinin her birinde bulunan aynı mermerden, sütûn gibi görünen düz pilastrların, yansıtıcılıkları sütûnlara oranla öyle fazladır ki yalnızca şehri ve çevresini değil, aynı zamanda yak. 20 mîl (=40 km) uzaklıktaki dağlar, tepeler, bağlar ve Tebriz’in bulunduğu geniş ovayı görmeye imkân tanırlar1.
Venedikli bir tüccarın kaydı, terk edilmiş olan bu sarayın 16. yüzyılın ilk yıllarındaki ihtişamını gösteren ayrıntılarından arındırıldığında, geriye, onu teşhis etmede birinci derecede önemli dört unsur kalır. Bunlar sarayı çevreleyen kale, dolayısıyla kale-saray ikilisinin şehirle konum açısından ilişkisi, bir koridor boyunca dizilmiş çok sayıda odacık ve elbette ki ayrıntıları ile tarif edilmiş muazzam salondur. Öncelikle Çobânîlerden Melik Eşrefin 752/1351’de Rab‘-i Reşîdî’yi yönetim merkezi haline getirmesinden itibaren imâr edilerek [53] Karakoyunlu Cihânşâh saltanatına kadar [156] ve hatta sonrasında, ileri de görüleceği gibi, Safevî hanedan düğünlerinin gözde mekânı olarak kullanılmaya devam eden, Clavijo’nun bir asır önce 20.000 oda ve dairenin bulunduğu surlarla çevrili, mükemmel inşa edilmiş bir saray olarak nitelediği Eski Devlethane (Devlethâne-yi Köhne)"ye dair tarihi kayıtlar, Venedikli’nin tarifi bir araya geldiğinde, Eski Devlethane"nin yüksek ihtimalle Rab‘-i Reşîdî’de konumlandığı sonucu ortaya çıkar.
Zira, Tebrîz’in doğusunda şehre bu derece hâkim bir konuma sahip olup da aynı zamanda tarihi kayıtlarla da eşleşen yegâne mevkii Rab‘-i Reşîdî’nin yerleştiği, muhtemel akropolis alanıdır. (Şekil 3.19, 3,20) Venedikli’nin anlattığı çok sayıda, odaya benzer küçük bölmenin bulunduğu uzun dar koridora (dalan) gelince, bu bölümün ileri bahsedilecek olan Emîr Hân Sarayı’ndaki son derece güzel, eş ve cariyelerinin yaşadığı “Hurdece hurdece odacıklarda benzer mimarî anlayışta inşa edilmiş harem dairesi olduğunu düşündürür. Ve, devamındaki muazzam ve gösterişli kabul salonun seyyah tarafından dile getirilen nitelikleri, kesinlikle çok ayaklı ya da hipostil olarak adlandırılan tipte salonların Tebrîz’deki örneğine açık bir referanstır.
Solda Yuvarlaklaş Temel Kalıntıları. Sağda kalıntılardan detay
Şekil 3. 19 Rab‘-i Reşîdî [201]
Şekil 3. 20 Rab‘-i Reşîdî’den günümüze kalan toprak yığını üzerinden Tebrîz’e bakış
[L.Yıldız, Ekim 2015].
Şekil 3. 21 Rab‘-i Reşîdî’deki toprak yığının alt kotundan Tebrîz’e bakış
[L. Yıldız, Ekim 2015].
Burada, gerçekten, Clavijo’nun ileri sürdüğü gibi Şeyh Üveys tarafından yeni bir saray mı inşa edilmiştir yoksa eski bir yapıya yeni bir işlev mi yüklenir, arkeolojik veriler ya da belki keşfedilecek yeni tarihi belgeler olmaksızın söylemek güçtür. Ancak şu bir gerçektir ki, Tebrîz’deki diğer başlıca İlhanlı eserleri gibi özellikle erken Safevî devrinde hem kendisi hem de vakıfları önemle korunan Rab‘-i Reşîdî, yüksek ihtimalle muhkem yapısı ve konumunun da etkisiyle Safevî devrinde de bir müddet daha kullanılır. Reşîdî vakıfları Şah Tahmasb devrinde Tebrîz’deki vakıfların tamamından sorumlu olan Kâdî Muhammed idaresindedir1 ve o Kâdî Ahmed Kumî’nin 963/1555-56 yılı olaylarına ilişkin bir kaydına göre, Reşîdî vakıflarının gelirlerinin kayıt altına alınması ve büyük ‘imâretlerinin tamiri konusunda çok çaba harcamıştır . KâdîMuhammed’in 964/1557’de hapsedilmesi ardından —olasılıkla Reşîdî’nin de aralarında bulunduğu— Tebrîz’deki tüm vakıfların idaresi, daha öncede bahsedildiği gibi Kâzî Mîr Mîrân ‘Abdu’l- vehhâbî"ye verilmiştir. Bir sonraki kayıt, olasılıkla Rab‘-i Reşîdî"de bulunan Eski Devlethâne nin (Devlethâne-yi Kadîm-i Tebrîz) genel kanının aksine 16. yüzyılın son çeyreğinde ne derece iyi durumda olduğuna açık bir delilidir. Zira, İskender Beg Münşî’nin kaydına göre, Tebrîz Hâkimi Musullu Emîr Hân'ın Şah Tahmasb’ın kızlarından Fâtıma Sultan Begüm ile üç gün süren düğünü, Tebrîz’deki Eski Devlethâne" de yapılır. Hatta hemen hemen çağdaşı Muhammed Yusuf Vale, Şah Muhammed Hüdabende ve Şehzâde Hamza Mîrzâ’nın Fâtıma Sultan Begüm’ün düğünü için Kazvîn’den Tebrîz’e gelmeleri olayında, Eski Devlethâne"yi Safevî hanedanın dinlenme, ikâmet yeri, karargâhı (Devlethâne-yi Kadîm-i Tebrîz ke makar-i ‘izz ve şerefi selâtîn-i aliyye) olarak bildirir1.
Yüzyılın On Beş Yılı
yüzyıl sonlarına doğru adından bahsedilen kaynaklar, Tebrîz’in Osmanlı hâkimiyeti kaldığı yıllarda yapılan tahrir kayıtlarında yer alan vergi hasılatı ile ilgili çok genel bilgilerden ibarettir ve külliyenin o yıllardaki durumu hakkında fikir vermez; ancak yine de külliyenin vakıflarının Osmanlılar devrinde işler durumda olduğunu göstermesi bakımından kayda değerdir. Bunlardan BOA 645 numaralı ve 1000/1591-1592 tarihli (III. Murad devri) Tebriz Eyaletine ait Tebriz Tapu Tahrîr İcmâl Defteri’nde, Reşîdiyye’mn bulunduğu Velîyânkûh mevkii, 12.000 akçe vergi hasılatı ile “Kûçe-yi Bâgât-ı Tebrîz” nahiyesine bağlı on bir karyeden biri olarak, “Kûçebâğ-ı Velyânkû tâbi-i Kûçebâğât-ı Tebrîz” şeklinde kaydedilmiş olmakla birlikte , defterde Rab‘-i Reşîdî’nin adından doğrudan bahsedilmez. Ancak BOA 668 numaralı 1002/1594 tarihli Tebrîz ve Dizmâr nahiyelerindeki kalelerin muhafızlarına ait diğer bir tımâr icmâl defterinde “Kûçebâğ-ı Velyânkû ma‘a Imâret-i Reşîdiye tâbi-i Kûçebâğât-ı Tebriz” şeklinde kaydedilen Reşîdiyye’nin 30.433 akçelik geliri —ki şaşırtıcı biçimde Gâzânî vakıflarının aynı devirdeki gelirinden oldukça fazladır— Tebriz Kalesi’ndeki görevli ve muhafızlara tahsis edilmiştir.
Yüzyıl
yüzyıl, Rab‘-i Reşîdî için yeniden inşa faaliyetleri, kısa bir süre Safevîlerin idarî merkezi haline gelmesi ve ardından gelen hızlı bir yıkım devri olarak nitelenebilir. Arkeolojik veriler ve tarihi kayıtları esas alan modern araştırmalarda öne çıktığı şekli ile, 15 Cemâzıyelevvel 1012/21 Ekim 1603’de Safevîler tarafından geri alınmasından sonra Tebrîz’de tek bir kale inşa edilir ki o da Rab‘-i Reşîdî’dedir. Bu görüş kısmen doğrudur. Öte yandan Şah Abbas devrinin başlıca kaynaklarından İskender Beg Münşî’nin kayıtlarının dikkatli bir okuması Safevîlerin gerçekte aynı mevkide, farklı zamanlarda iki ayrı kale inşa ettiklerini ya da aslında daha doğrusu muhtemelen ilk olarak var olan bir tanesini onardıkları ve sonradan koşulların daha elverişli bir hal almasıyla bir diğerini inşa ettiklerini gösterir. İskender Beg Münşî’nin kale inşasına dair ilk kaydında, 28 Zi’l- hicce 1013/17 Mayıs 1605’de başlanan, Şah Abbas’ın nezaret ederek boyutlarını, yüksekliğini ve surlarının kalınlığını bizzat belirlediği, hatta belirli bölümlerindeki çalışmaların emîr ve diğer üst düzey devlet adamları, gulâmlar, kûrçîler ve diğer kademelerden görevliler ve halk arasında paylaştırıldığı Tebrîz’deki kalenin [?] yeniden inşası/tamiri (müceddeden ta‘mîr nimûde) söz konusudur ve etrafına bir hendeğin de kazıldığı kale 22 Muharrem 1014/9 Haziran 1605’de tamamlanır1. Bu yapı, aynı zamanda 1019/1610 senesinde Kuyucu Murâd Paşa Tebrîz’e geldiğinde Şah Abbas’ın sığındığı kaynaklarda Devlethâne-i Surhâb, Kûh-u Serhab Kalesi ile özdeş olmalıdır, zira Reşîdiyye’yedeki diğer kale henüz inşa edilmemiştir ve Kuyucu Murâd Paşa, beş gün kaldığı Tebrîz’i, halkı tahliye edilmiş, boş ve harap vaziyette bulur [32], yani Safevîlerin şehir merkezinde olmadıkları da kesindir, dolayısıyla söz konusu kalenin merkezde konumlanmış olması mümkün görünmemektedir. Zaten, Şah Abbas bu sırada Naîmâ’nın tabiriyle “Tebrîz civarında vâki Kûh-u Serhab Kalesfndedir’ [32]. Naîmâ’nın bahsettiği Kûh-u Serhab Kalesi’nin ise, tarihi kayıtlarda bahsi geçen olayların kronolojik akışı göz önüne alındığında hem Eski Devlethâne hem de Şah Abbas tarafından 1013/1605’de Tebrîz’de inşa ettirilen kale (İskender Beg Münşî’nin kayıtlarında kal‘a-yi atîk) ile özdeş olduğuna neredeyse hiç şüphe yoktur. Zira burası aynı zamanda 993/1585 yılında Özdemiroğlu Osman Paşa’nın Tebrîz’i fethi sırasında Safevî şehzadesi Hamza Mirzâ idaresindeki Safevî kuvvetlerinin merkez edindikleri, Tebrîz’in kuzeyinde Surhâb Dağı üstündeki, “Devlethâne-i Surhâb” olarak adlandırılan şato tarzındaki müstahkem saraydan, yani Şah Abbas’ın inşa ettirdiği kale henüz ortada olmadığına göre, Rab‘-i Reşîdî’de konumlanmış olması gereken Eski Devlethâne’den farklı olmamalıdır.
“Devlethâne-i Surhâb” ise, Osmanlı müelliflerinin yapıyı adlandırma biçimidir. Nitekim, Şâh Abbas devri Safevî müelliflerinden Gunâbâdî, doğrudan Rab‘-i Reşîdî’nin adını vererek Sultân Muhammed Hüdâbende ve Şehzâde Hamza Mirzâ idaresindeki Safevî askerlerinin “Tebrîz’in ünlü ‘imaretlerinden Reşîdîyye’de” ordugâh kurduğunu bildirir1.
Tebrîz’de Safevî Şahı Abbas’a atfedilen ikinci kale, kalıntıları günümüze ulaşmayı başarmış olan (Fotoğraf 3.22, 3.23, 3.24) İskender Beg’in inşasının Osmanlı serdarı Murâd Paşa’nın gelişi ile ertelendiğini kaydettiği yine Reşîdiyye’deki kaledir. Osmanlılar geri çekildikten sonra —ki Murâd Paşa’nın 24 Şa‘bân 1019/11 Kasım 1610’da Tebrîz’i ele geçirerek burada beş gün kaldığı düşünüldüğünde bundan sonraki bir tarihte olmalıdır— inşasına başlanan yapıda kullanılan malzemenin Tebrîz’deki harap binalar ve özellikle o devirde harap durumda olan Şenb-i Gâzân’dan Reşîdiyye’ye getirildiği bilinmektedir. Eşîk Âğâsî Menûçehr Beg’in nezaret ettiği sağlam duvarları, yüksek burçları olan bu kalede sarnıçların yanı sıra bir hamam ve bir de saray (‘imâret-i dilgûşâ) inşa edilmiş ve inşası Irak [-ı ‘Acem] ve diğer yerlerden mimârlar, taş ustaları ve inşaat işçilerinin getirilmesi ile kısa sürede tamamlanarak idari merkez buraya nakledilmiştir . Tebriz ahalisi ve hâkiminin de yardım ettiği yeni kale (kal‘a-yi cedîd) inşa edildikten sonra eski kale (kal‘a-yi atık) yıkılmıştır. Münşî’nin yeni kalenin inşası hakkındaki bu kaydında eski kalenin konumuna ilişkin herhangi bir referans bulunmaz, hatta aynı kaydında o, eski kalenin konumuna dair çelişkili bir bilgi daha ortaya atar. Buna göre, başlangıçta Osmanlıların kale yapma ve savunmadaki tecrübe ve maharetleri dikkate alınarak Osman Paşa’nın Tebrîz Kalesi için seçtiği Eski Devlethâne’nin (Devlethâne-yi Kadîmî) yeri Şah Abbas tarafından da uygun görülmüş; sonradan yüksek bir noktadan şehre doğru akan ve Tebrîz içinden ve kalenin Harem (harîm)’inden geçen Mihrân-rûd Nehri’nin önüne set çekilmesi durumunda suyun yükselerek kaleye dolması riski göz önüne alınıp, Surhâb Dağı eteğindeki Rab‘-i Reşîdî’nin yerine yapılmasına karar verilmiştir1. Şa‘bân-Ramazan 1020/Ekim-Aralık 1611’de Şah Abbas Tebrîz’de bulunduğu sırada Reşîdî Mahallesindeki kalenin inşası bitmiş durumdadır ve Şah eskisinin (kal‘a-yi atîk) yıkılmasını emreder. Eski kalenin yıkımı 10 gün içinde tamamlanır ve nehrin —ki Mihrân-rûd? olup olmadığı belirsizdir— yönünün bu mevkie çevrilmesiyle Eski Devlethane (Devlethâne-yi Kadîmi) yönünde yıllar içinde inşa edilmiş birçok yapıdan geriye eser kalmaz .
Şekil 3. 22 Rab‘-i Reşîdî’de inşa edilen kalenin günümüze ulaşan kalıntıları
[L.Yıldız, Ekim 2015].
.•iiîfc-.-';'
Şekil 3. 23 Rab‘-i Reşîdî’de inşa edilen kalenin kalıntıları [L.Yıldız, Ekim 2015].
Şekil 3. 24 Rab‘-i Reşîdî’de inşa edilen kalenin kalıntıları
[L.Yıldız, Ekim 2015].
Osman Paşa’nın Tebrîz Kalesi’nin inşası için Meydân-ı Sâhibâbâd’ın batısında yer alan Heşt Behişt Sarayı’nın yerini uygun gördüğü doğrudur, bununla beraber Şah Abbas tarafından inşa edilen ilk kalenin Osmanlı müelliflerinin Devlethâne-i Surhâb olarak adlandırdıkları, Eski Devlethâne ile özdeş olduğuna ve Rab‘-i Reşîdî’nin bulunduğu mevkide konumlandığına az önce de bahsedildiği gibi neredeyse hiç şüphe yoktur. Bu bağlamda belki de İskender Beg Münşî, idari merkezin kısa süreli olarak Rab‘-i Reşîdî’deki yeni kaleye nakledilmesinden dolayı Osman Paşa’nın yer seçimi ile ilgili bahiste Meydân-ı Sâhibâbâd kenarındaki Tebrîz Devlethanesi’ni bir yenisi inşa edildiği için Devlethâne-yi Kadîmî, yani Eski Devlethâne olarak adlandırma gereği duymuş, bu ise bir sonraki kaydında bahsi geçen Rab‘-i Reşîdî’deki Eski Devlethâne (Devlethâne-yi Köhne) ile karıştırılmasına neden olmuştur.
Bu tartışmaların tamamının ortaya koyduğu iki önemli sonuç vardır. Öncelikle, muhtemelen biri Eski Devlethâne (Devlethâne-yi Köhne)nin tahkim edilmesinden ibaret olmak üzere, Tebrîz’de Şah Abbas devrinde inşa edilen/yeniden inşa edilen iki kale söz konusudur ve her ikisi de Rab‘-i Reşîdî’nin bulunduğu mevkidedir. İskender Beg Münşî’nin kayıtlarının dikkatli bir okuması, en geç 14. yüzyıl ortalarından itibaren Devlethâne olarak kullanıldığı halde 15. yüzyıl ortalarında işlevini yitiren Rab‘-i Reşîdî’deki Eski Devlethâne (Devlethâne-yi Köhne)’nin ise, 17. yüzyılın ilk yıllarına ulaşmayı başarmasına ve hatta başka amaçlarla kullanılmasına karşın, Şa‘bân-Ramazan 1020/Ekim-Aralık 1611’de eski kalenin (kal‘a-yi atik) yıkılması sırasında ortadan kalktığını gösterir. Eski Devlethâne bu sırada tamamen ortadan kalkmadı ise bile su baskının yapıda ciddi hasara yol açmış olacağı öngörülebilir.
16. yüzyılın son yıllarından itibaren 17. yüzyıl ortalarına kadar olayların hemen hemen çağdaşı olup da Rab‘-i Reşîdîden bahseden müelliflerden ne Âşık Mehmed’in1 ne de Kâtip Çelebi’nin 1635 yılına tarihlenen kaydı , külliyenin kendi devirlerindeki durumunu yansıtmaktan çok uzaktır ve Rab‘-i Reşîdî ve çevresindeki mimarî dönüşüm süreci hakkında fikir vermez. Yalnız, Evliyâ Çelebi Şah Abbas’ın inşa ettirdiği kaleyi Reşîdiyye Kalesi olarak adlandırır ve şehrin kuzey doğusunda Surhâb Dağı eteklerinde olduğunu bildirir1 [78], [79]. Seyyah diğer bir kaydında Velîyânkûh mevkiinde, onun tabiriyle “Velîyân Dağı eteğinde”, tamamı Reşîdu’d-dîn’in vakfı olan “300 haneli, iç açıcı camili, han ve hamamlı ve aşevili ‘imâretli, bakımlı ve şenlikli bir kent” olan “Velyan Kenti”” vardır ki söz konusu kent kuşkusuz Rab‘-i Reşîdî ya da Reşîdiyye” nin bizzat kendisidir ve eğer geriye dönük bir bilgi söz konusu değilse, külliyenin en azından etrafındaki yerleşim alanının meskûn olduğu sonucu ortaya çıkar. Evliyâ, aynı zamanda Velîyân Dağı üzerinde bulunan harap bir kaleden bahseder ve Şam-ı Gazan Kalesi olarak adlandırır; dağın eteğine yakın ise “acaip ve garip bir tekke”” [?] bulunduğunu kaydeder [78]. Seyyahın bu kaydı hatalı bir adlandırma olarak görülebilir, fakat Gâzân Surları”na ait eski bir burç yapısını görmüş olma olasılığı daha yüksek görünmektedir. Modern araştırmalarda yer alan Rab‘-iReşîdî”deki yapıların IV. Murad’ın 1635’deki Revan Seferi sırasında Tebrîz’de neden olunan tahribattan kurtulamadığına yönelik ifadeler tartışmalı olup [60], genel kanı yalnızca Tebrîz Devlethânesi’nin ciddi biçimde tahrip edildiği yönündedir. Öte yandan Rab‘-i Reşîdî gibi 1635’de zarar gördüğü ileri sürüldüğü halde tahribattan kurtulduğu ispatlanabilen—örneğin Şenb-i Gâzân, Uzun Hasan Câmi‘i, Gök Mescid— anıtsal yapılar olmakla beraber, böyle bir tespiti zaten hakkında pek az bilgi bulunan Rab‘-i Reşîdî için yapmak şu an için mümkün değildir.
Evliyâ Çelebi’den çeyrek asır sonra, hemen hemen çağdaş iki seyyahtan Deslandes, Rab‘- i Reşîdî ve çevresinde, şehrin kuzeydoğu yönünde çeyrek fersah ilerisinde bir dağ eteğine kurulmuş eski bir kalenin (Château) kalıntılarını gördüğü bildirirken, 1673 yılında Fransız seyyah Chardin, Tebrîz’in dışında doğuda Kale Reşîdî (Cala-Rachidie) olarak bilinen bir yerde, 400 yüz yıl önce Hâce Reşîdu’d-dîn”in inşa edildiği halde, o devirde neredeyse tamamen harap durumda olan büyük bir kale/saraydan (un grand Château) bahseder. Şah I. Abbas şehri korumak için elverişli konumunu da göz önünde bulundurarak, aynı zamanda tek merkezden yönetimi sağlamak amacıyla elli yıl önce — kuşkusuz seyyahın yeniden inşa tarihine dair verdiği bu bilgi hatalıdır— kaleyi yeniden inşa ettirmiş, ancak aynı görüşte olmayan halefleri kaleyi kendi haline bırakıp harabeye dönüşmesine izin vermişlerdir1 [75]. Chardin’in tespiti büyük ölçüde doğrudur, zira Şah Abbas’ın halefi Şâh Sefî’nin Reşîdiyye Kalesi’ni değil de, Meydân-ı Sâhibâbâd’ın batısında yer alan Heşt Behişt Sarayı’nı kullandığını, hatta burada yeni bir saray inşa ettirdiğini gösteren tarihi kayıtlar mevcuttur .
1716
Gerçi Tebriz’i 1716 yılının son günlerinde ziyaret eden Rus elçi Artemiı Volynskiı’ye eşlik eden John Bell, anlattığı yapının konumuna ilişkin bilgi vermez, fakat Tebrîz’de onun anlattığı nitelikte bir yapının bulunmuş olabileceği yegâne mevki Rab‘-i Reşîdî" dir. Tebrîz’in antik çağlardaki görkemini yansıtan şehirdeki ender rastlanır çok sayıda kalıntı arasında özellikle biri üzerinde duran Bell, o devirde bakımsız ve harap durumda olan, çatısını çok sayıda görkemli porfir (somaki mermer) sütûnun desteklediği, câmiye dönüştürülmüş eski bir tapınaktan bahseder. Bell’e göre, tarif edilemez simetri ve güzellikteki, bazıları yeşilimtırak ve diğer renklerde ve içinde altın damarlar serpiştirilmiş bu yekten mermer sütûnların işçilikleri son derece ince ve enderdir ve İran’ın kalanında o devirde bir benzeri daha yoktur. Öncelikle söz konusu tapınağın mimarisinin, 1500’lü yılların başında terkedilmiş olan Rab‘-iReşîdî’deki sarayın muazzam salonuna benzerliği açıktır, ancak Roma İmparatorluğu’nun kraliyet taşı olarak adlandırılan ve kaynağı Mısır olan porfir (somaki mermer) sütûnlar1 bu iki yapıyı birbirinden ayırır.
1720’li Yıllar
BOA 904 numaralı 1140/1727 tarihli Tebriz Livâsı Tapu Tahrîr Defteri’nde Kûçebâğ-ı Imâret-i Reşîdiyye tâbi‘-i mahalle-yi Dervâze-i Dik, yani Dervâze-i Dik Mahallesi’ne bağlı bağlık mevkide bir mahalle olarak kaydedilen Rab ‘-i Reşîdî’nin , vakıflarının az da olsa bir bölümünün varlığını koruyarak 18. yüzyılın ilk çeyreğine ulaşmayı başardığı anlaşılır. 1139-1140/1726-27 tarihli 590 numaralı Maliyeden Müdevver Defter’de “Evkâf-ı (...) ve Reşîdiyye ve (...)” şeklinde Tebrîz’deki diğer bazı vakıflarla birlikte kaydedilen Reşîdiyye’ den, vakfa ait Mihrânrûd Nahiye’sine tâbi Nimetâbâd Köyü’nden elde edilen 500 Batman-ı Tebrizî buğday ve arpanın Mîrzâ Mehdi ve Mîrzâ Tâhir ve diğer bazı kişilere medâr-ı ma‘âş olarak tahsis edilmesi, yine vakfın ‘akârlarından Serdsahra Nâhiyesi’nde İsfehlan Köyü’nün 20 kuruşluk gelirinin fetih esnasında eşyaları telef olan vakıf evladlarına ve Tebriz ayanından bazı kişilere medâr-ı ma‘âş olarak tahsisine ve ayni ve nakdi gelirlerinin mukata‘a olarak iltizâma verilmesine ilişkin kayıtlarda bahsedilir. Chardin’in bahsinden tam yarım yüzyıl Reşîdiyye Kalesi, BOA 904 numaralı 1140/1727 tarihli Tebriz Livâsı Tapu Tahrîr Defteri’nde, 200 dönümlük “Şahlık” olarak adlandırılan bir arazi vasıtasıyla ve Eski Kal‘a şeklinde yeniden kayıtlara geçer1.
Heşt Behişt Sarayı
“Şehirde [Tebrîz’de] eski hükümdarlar tarafından inşa edilmiş çok sayıda büyük ve güzel saray bulunmakta ise de yine de bu [Heşt Behişt Sarayı] mukayesesiz, onların tamamını uzak ara geride bırakır ” .
Heşt Behişt Sarayı, hâkimiyetin Akkoyunlu Devleti’nden Safevîlere geçmesiyle geçmişteki örneklerin aksine terk edilmeyen Tebrîz’deki yegâne saraydır. Safevî devrinden geriye bakıldığında; 14. yüzyıldan itibaren Tebrîz’de hâkimiyetin İlhanlılara geçmesiyle, idarî merkezin ilk olarak Sultân Gâzân Hân’ın türbesi ve aynı zamanda büyük bir eğitim ve kültür merkezi olan Şenb-i Gâzân’a, onun da inşasından kısa bir süre sonra idarî işlevini kaybetmesiyle Çobânîler ve Celâyirîler devrinde bu defa Gâzân Hân’ın veziri Reşîdu’d-dîn Fazlullâh el-Hemedânî’nin türbesini de içeren aynı şekilde büyük bir eğitim ve kültür merkezi olan Rab‘-i Reşîdi’ye ve Karakoyunlu Cihânşâh saltanatında ise, Akkoyunlular devrinde HeştBehiştSarayı’nın inşa edildiği Sâhibâbâd’a nakledildiğine [156] tanık olunur. Şah İsmail’in Tebrîz’de 906/1501 yılında tahta çıkması ile Safevîlerin yerleştiği Heşt Behişt Sarayı, Safevî devri boyunca neredeyse iki buçuk asır, Şah Abbas devrinde idarî merkezin güvenlik gerekçesi ile Rab‘-i Reşîdi’ye taşındığı kısa bir ara hariç, Safevî hanedanına ve hatta Osmanlılara, Tebrîz’in başkent olmadığı devirlerde dahi ev sahipliği yapar.
Şah İsmail’in saltanatı başta olmak üzere erken tarihli Safevî kroniklerinde yer alan Heşt Behişt Sarayı’na dair kayıtlar; Şah İsmail’in Tebrîz’de tahta çıkması olayında “Hâne-yi Hasan Pâdişâh”, yani Hasan Pâdişâh’ın Sarayı olarak adlandırılması; 907/1501-02 kışını Tebrîz’de geçiren Şah İsmail’in de katıldığı yeni yıl (nev-rûz) kutlamaları için müellifin “Devlethâne-yi Hasan Padişah” olarak adlandırdığı Heşt Behişt Sarayının süslenmesi1; 1514 yılındaki Çaldıran mağlubiyetinden sonraki yıllarda vaktini eğlence ile geçiren Şah İsmail’in, değişik zamanlarda müellifin yine “Devlethâne”” olarak adlandırdığı sarayda kışlaması ve Şah İsmail’in 28 Cumâde’l-ûlâ 929/14 Nisan 1523’de Heşt Behişt Köşk”ünde (Kâh-ı Heşt Behişt) şarap meclisi düzenlemesi; aynı yıl Şah İsmail’in sarhoş bir halde haremde bulunduğu sırada Mîrzâ Şâh Hüseyin’in Şah Tahmasb ile Heşt Behişt Sarayı” na giderken öldürülmesi gibi çok genel ve az sayıda atıftan ibaret olup, özünde sarayın mimarîsi hakkında fikir vermekten çok uzaktır.
Akkoyunlu hükümdarı Sultân Yakub tarafından inşa ettirilen Heşt-Behişt Sarayı, aslında Tebrîz’i fetheden Osmanlı padişah ve paşalarının da ilgisini uyandıran şehirdeki başlıca yapılardandır, dolayısıyla 16. yüzyıl Tebriz’ine dair bilinen nadir görsel belgeler olan MM ve DD’de de yer alması şaşırtıcı değildir. Heşt-Behişt Sarayı”nı gezen ilk Osmanlı sultanı, Safevîlerin 2 Receb 920/23 Ağustos 1514 tarihinde Çaldıran’da mağlup olmaları ardından Safevî sınırlarını aşarak aynı zamanda Tebrîz’e de ilk giren Osmanlı sultanı olan Yavuz Sultân Selîm’dir [36]. Kemal Paşa-zâde, Heşt-Behişt Sarayfnı ve Yavuz Sultân Selîm’in sarayı ziyaretini, aslında Heşt-Behişt Sarayı”nın daha o devirde ne derece ünlü olduğunu ortaya koyan “Sultân-ı ‘Acemün ol şehr-i mu‘azzamda olan âsâr-ı celîlesinden Heşt-Beheşt dimekle ma ’ruf sarây-ı bî-hamtâyı, ki letâfet-i mebnâ ile meşhûr binâdur, seyr-ü temâşâ itdi”” sözleri ile anlatır. Yavuz Sultân Selîm’in Acem Seferi’ne katılan Şükrî-i Bitlisî’nin kaydı, Selîm’in Tebrîz’de meşhur mukaddes yer ve camileri ziyaret
ettiğinden bahseden Kemal Paşa-zâde1 gibi çok geneldir ve Sultân’ın Uzun Hasan Câmii’den sonra şehir içinde gezdiği ikinci yapının saray olduğunu doğrulamaktan öte geçmez . Sultân Selîm’den yirmi yıl sonra Kânûnî Sultân Süleyman Irakeyn Seferi ile geldiği Tebrîz’de, babasının aksine Heşt-Behişt Sarayı’nı gezmekle yetinmez ve 2 Muharrem 942/3 Temmuz 1535’deki ikinci gelişi sırasında Vezir-i a‘zam İbrahim Paşa ile birlikte Şâh’ın sarayına [?] yerleşir ve 18 gün burada kalır [29], [48].
Heşt Behişt Sarayı, ünü İstanbul kadar ulaşmış bir yapı olarak aynı zamanda Tebrîz’i ziyaret eden Avrupalı seyyahların da ilgi odağıdır. Venedikli bir tüccarında anlatımları arasında aynı şekilde Şah İsmail’in Heşt Behişt Sarayında düzenlediği eğlencelere ve diğer faaliyetlerine ilişkin atıflara rastlanırsa da, o, farklı olarak aynı zamanda sarayı inşasından kısa bir süre sonra orijinal hali ile görmesi bir yana, ileri de görüleceği gibi, şu an için Heşt Behişt Sarayı’nı çağdaşları arasında belki de en güzel ve ayrıntılı biçimde tasvir eden iki seyyahtan biridir. Diğeri ise, Venedikli bir tüccardan otuz yıl sonra Şah Tahmasb’ın sarayına elçi olarak gönderilen yine bir Venedikli Membre’dir ve onun anlatımları Venedikli bir tüccardan anlatımları ile birleştiğinde ve her ikisi MM ve DD’deki tasvirler doğrultusunda çözümlendiğinde Heşt Behişt Sarayı’nın erken Safevî devri mimarîsine ve hatta genel olarak Safevî saray mimarîsine dair ilgi çekici önermelere imkân tanırlar.
Heşt Behişt Sarayı’nın önemli kent simgelerinden (Landmark) olduğu göz önüne alındığında, Matrâkçı’ya atfedilen minyatürlerde öne çıkan “mimari stenografi”, kısaca yapının onu simgeleyebilecek öğelerine indirgenmesi, doğal olarak minyatürlerdeki tasvirlerinin çözümlemesinde de anahtar yöntemdir. Bu bağlamda, Akkoyunlu devri tarihçilerinden Fazlullâh b. Rûzbihân Huncî’nin Târîh-i ‘Âlem’ârâ-yı Emînî adlı eserindeki binanın orijinal durumunu yansıtan kaydından yola çıkıldığında, Heşt Behişt Sarayı’nı simgeleyebilecek en dikkat çekici özelliği herhalde, bahçe ortasındaki köşk “Bahçesinin ortasında firuze renkli bir taht gibi” ile adını aldığı sekizgen formu “binasının durumu sekizgen” olmalıdır1. Avrupalı seyyahların Heşt-Behişt Sarayı’na dair gözlemleri ise, etrafında düzenli olarak dikilmiş sayısız ve çok yüksek kavak ağaçları bulunan , bir bölümü taş, kalanı kerpiçten bir duvarın çevrelediği çok geniş bir alana yayılmış farklı boyut ve işleve sahip saray ve köşklerin oluşturduğu muazzam bir külliye resmi zihinlerde canlandırır. Aslında DD’de sol üst, MM’de ise sol alt köşede yer alan saray tasvirlerinin dikkatli bir incelemesi (Şekil 3.10, no.1, Şekil 3.11 no.1), külliyenin çağdaşı Avrupalı seyyahların kayıtları ile sadece genel anlamda değil, aynı zamanda onu oluşturan bölümler ve bazı detayları noktasında da örtüştüklerini ortaya koyar.
Tebrîz’deki saray külliyesinin onu simgeleyebilecek merkez yapısı Heşt-Behişt Sarayı’ ndan işe başlanacak olursa; 15. yüzyıl başında gören Venedikli bir tüccar, kuzeyde bir ırmağın şehirden ayırdığı büyük ve güzel bir bahçenin ortasındaki, bir nevi külliyenin odak noktası, Heşt-Behişt Saray?nı her bölümü, her biri girişe doğru bir antreye (yestibü!) sahip, dört oda ve dört antreden oluşacak şekilde sekiz bölüme ayrılan, yüksekliği 30 adım (yak. 24 m)1 ve çevresi 70-80 yard (yak. 64-73m) bir bina olarak kaydeder. Tek katlı sarayın geri kalan kısmı yuvarlak bir kubbeden ibarettir . Bu arada Venedikli’nin verdiği ölçülerin, özellikle DD’de sergilenen mimarî yaklaşımdaki hassasiyet ve üretim süreçlerine ilginç bir bakış açısı sunduğunu ilave etmek gerekir. Venedikli bir tüccarın, saraya ilişkin verdiği ilgi çekici niteliklerinden biri de sarayın çatısının her bir köşesinde, suyun aşağı döküldüğü, bir top olabilecek derecede büyük ve canlı ejderhalar yerine konabilecek kadar iyi yapılmış devasa boyutlarda, ejderha biçimli bronz oluk ya da lülelerdir1. (Şekil 3. 11, no.4) Öncelikle hem MM’de —kuşkusuz dikkat çekici perspektif hatalarına rağmen— hem de konusu itibariyle MM’ye göre daha erken bir devri, Yavuz Sultan Selîm’in Acem seferi’nin konulan DD’de —mimarî çizim kurallarına uygun biçimde cepheden resmedilmiş olarak— sekizgen formu ile Heşt-Behişt Saray?nı tespit etmek son derece kolaydır. Gerçi DD’de sarayın külliye içindeki merkezi konumu göz ardı edilmiş olduğu dikkat çeker, ancak onu teşhis etmede aynı derecede ayırt edici diğer bir unsur tasvirde açık şekilde görülebilmektedir ki, bu aslında MM’de bulunmadığı halde —ki Matrâkçı tarafından alan notu ya da taslaklarda ihmal edilmiş olması pek mümkün görünmemektedir— DD’ye sanki sonradan, bir taslak olmasına rağmen bile belki biraz acemice eklenmiş ejderha biçimli çörtenlerdir . Söz konusu ayrıntının DD’nin de yer aldığı Dresden taslaklarının oluşturma süreci bakımından yeri tartışılmazdır, bununla beraber Heşt-Behişt Saray?na dair çok daha önemli bir gerçeği ortaya koyar ki o da dev boyutlardaki ejderha biçimli çörtenler 1514 ile 1534 yılları arasında bir zamanda ortadan kalkmıştır.
MM’nin hemen hemen çağdaşı olan seyyahlardan Membre’nin 1539-40 yılına ait bir kaydına, daha geç bir döneme ait olmakla beraber Kâdî Ahmed Kumî ve İskender Beg Münşî’nin 16. yüzyılın son çeyreğine tarihlenen siyasî bir olayla ilişkili olarak verdikleri bir bilgi eklendiğinde, aslında bu yıllar arasında Heşt Behişt Saray?nda muhtemelen daha geniş çaplı bir onarım işine girişildiği anlaşılır. 1539-40 yılında Membre, Şah Tahmasb’ın konutu olarak adlandırdığı Tebrîz’deki saraya ilişkin anlatımında Kâdî-yi Cihâriın köşkünün arkasındaki, mavi duvarlı bir cümle kapısı (gateway) olan, tamamı tuğladan inşa edilmiş, içinde aynı zamanda mühimmat sandıklarının bulunduğu yüksek bir kuleden bahseder1. Seyyahın bahsettiği bu yapı külliyeye de adını veren Heşt Behişt Sarayı’nın bizzat kendisidir; fakat anlaşılan o ki diğer Akkoyunlu yapıları ile aynı akıbeti paylaşarak Tebrîz’deki Safevî hakimiyeti ile birlikte işlev değişikliğine uğramış ve Hasan Pâdişâh Câmii gibi cephanelik olarak kullanılmaya başlanmıştır. Heşt Behişt Sarayı ve Tebrîz minyatürlerine dair diğer bir enteresan detay, yine Venedikli bir tüccarın sarayın iç mekânına dair anlatımı sayesinde ortaya çıkmaktadır. Seyyahın kaydından, tek katlı [?] ya da başka bir deyişle tek bir çatı altındaki saraya diğer pek çok odanın yer aldığı zemin katındaki dört kapı vasıtasıyla girilebildiği ve buradan merdivenle bir kat çıkılmak suretiyle aynı zamanda oda ve antrelere bağlantıyı sağlayan kubbeye ulaşıldığı anlaşılmaktadır. Sarayın merkezindeki, tavanında altın, gümüş ve lacivertle savaş sahnelerinin tasvir edildiği büyük kabul salonun yegâne ışık kaynağı, kapılar açıldığında onu hayret verici bir güzelliğe kavuşturan çevresindeki oda ve antrelerden aldığı ışıktır . Bu noktada, DD’de herhangi bir örneği yokken, MM’de sarayın sekizgen gövdesinden formu ile olduğu kadar yüksekliğiyle de bariz biçimde ayrılan kulecik ve Heşt Behişt Sarayı’ nın yanı sıra şehirde pencere açıklıkları bulunmayan bir yapının kubbesinde daha görülen kuleciğin tepesindeki fenerin —ki bu yapıya ayrıca değinilecektir— özellikle saray tasvirindeki anlamı sorusu gündeme gelir. Matrâkçı’nın var olanın resmedilmesine ilişkin tavrı düşünüldüğünde, kulenin de fenerin de sarayın kubbesine tesadüfen resmedilmiş olamayacağı bir gerçektir. (Şekil 3. 10, no.5)
Emîr Hân’ın Şehzâde Hamza Mîrzâ tarafından öldürtülmesi olayında, yakalanması ardından götürüldüğü ikinci yer Sâhibâbâd’ın ortasındaki Heşt Behişt Sarayı’nın üst kısmında yer alan Bâlâhâne, diğer bir deyişle “Cihannümâ” (der bâlâhâne-yi [‘İmâret- i] Heşt Behişt)1 ya da Bâlâ-nişin olarak adlandırılan bölümdür . Bâlâhâne, Heşt Behişt Sarayı’nın bölümlerinden biri olarak tarihi kayıtlara ilk defa 1584 yılında geçerse de, DD’de olmadığı halde MM’de Heşt Behişt Sarayı’nın üst kısmında görülen kulecik Bâlâhâne olsa gerektir ve olasılıkla en geç 1534 yılından itibaren yapıya eklenmiş durumda olduğu anlaşılmaktadır (Şekil 3.25a-25b). Aynı şekilde fenerin DD’deki yokluğu, bu mimarî elemanın da sarayın kubbesine sonradan, olasılıkla yapı cephaneliğe dönüştürüldüğü sırada Safevîler tarafından eklenmiş olabileceğini düşündürmektedir. Şah İsmail’in HeştBehişt Sarayı’nı kullandığı bilindiğine göre, yapının onun 1524’deki ölümünden sonraki bir tarihte cephaneliğe dönüştürülmüş olduğu düşünülebilir. Heşt Behişt Sarayı’nın olasılıkla Şah Tahmasb devrinden itibaren cephânelik ve hatta Kumî’nin kaydından anlaşıldığı üzere hapishane olarak kullanıldığı düşünüldüğünde Bâlâhâne’nin de işlevi gereği yapıya bundan önce en geç Şah İsmail devrinde eklenmiş olduğu varsayılabilir. Sarayın üst örtüsünde yapılan bu değişiklik sırasında haliyle Venedikli bir tüccarın, Heşt Behişt Sarayı’nda büyük salonunun tavanında bulunduğunu bildirdiği, Akkoyunlu Uzun Hasan Bey’in huzuruna kabul edilen bir grup Osmanlı elçisinin tasvirleri, Uzun Hasan’ın onlara verdiği cevap ve istekleri içeren Farsça metin, Hasan Bey’in rikap mültezimi olan emirlerinden çoğu ile birlikte yanlarında şahin ve tazı ile hepsi ata binmiş şekilde tasvir edildiği ve her biri bir olayı hikaye eden fil, gergedan gibi hayvan resimlerinin yer aldığı av meclisini gösteren, seyyahın tabiriyle insanların canlı gibi durduğu bezemeler de ortadan kalkmış olmalıdır. Zaten Membre’nin kaydında da mavi duvarlı cümle kapısı hariç, bezemelere ilişkin bir referansa rastlanmaz; onun kaydında tamamı tuğladan inşa edilmiş bir kule söz konusudur.
Şekil 3. 25 a-Solda MM Heşt Behişt Sarayı Bâlâhâne, b-Sağda DD Heşt Behişt Sarayı
Kubbe Detayı [41], [213]
HeştBehişt Sarayının, Avrupalı seyyahların gözlemlerinden anlaşıldığı kadarıyla, farklı boyut ve işleve sahip saray ve köşklerin oluşturduğu muazzam bir külliye izlenimi uyandırdığından bahsedilmişti. Aslında her iki minyatürde de saray külliyesinin bir parçası olarak resmedilmiş olan çoğu mimarî unsurun elbette bir şekilde gerçeği yansıtıyor olduğu ortadadır ve bunların tespiti zaman içinde yapılacak bilimsel araştırmaları beklemektedir. Ancak Heşt Behişt Sarayı gibi Safevî saray mimarîsinin sonraki devirlerini karakterize eden bir yapı türü, özellikle daha fazla üslûplaştırılmış olan MM’de öne çıkar ki bu da MM’de Heşt Behişt Sarayı’nın hemen solunda kulevâri bir yapıya eklenmiş olarak yandan ve DD’de yine sarayın hemen yanında cepheden resmedilmiş olan “ÇihilSütûn (kırk sütûn)” ya da “Tâlâr””dır (Şekil 3.26a-26b).
Şekil 3. 26 a-Solda MM Heşt Behişt Sarayı Tâlâr (yandan), b-Sağda DD Heşt Behişt
Sarayı Tâlâr (cepheden) [41, [213]
Taş bir duvara dayanan üç tarafı açık, merkezinde şahın oturması için bir yer bulunan, çok ayaklı (hipostil) ahşap bir strüktür olan “çihil sütûn’”'1 ya da Safevî “tâlâr”ı, bir tür kabul salonu (dîvân-ı ‘amm) ya da köşkü olarak nitelenebilir ve bir kabul salonun '“Çihil Sütûn”” olarak adlandırması için —kelime anlamının ötesinde— yapısal olarak sayısı itibariyle her zaman kırk adet sütûna sahip olması şart değildir . Safevî tâlârlarının kökeni ve erken Safevî çihil sütûnlarının biçimi Koch’a göre belirsizdir. Bilindiği gibi, Şah Tahmasb’ın Kazvin’deki sarayının kalıntıları arasında, bugün ÇihilSütûn olarak bilinen iki katlı sütûnlu bir galerinin çevrelediği taş bir çekirdeğe sahip bir köşk mevcuttur. Koch, form itibariyle tanımların dışında kalan Kazvîn’deki Çihil Sütûn’un, adını muhtemelen günümüze ulaşamamış bir kabul salonundan aldığı kanaatindedir ki bunun da kaynağı Şah Tahmasb’ın 1539’da yeniden inşa edilen Tebrîz’deki sarayında yer alan daha erken tarihli bir prototip olabilir. Çihil sütûn hakkında Koch’un verdiği en ilginç detaylardan biri, Ahâmenilerin başkenti Persepolis’in hipostil kabul salonları ile kurduğu ilişki olsa gerektir. Büyük İskender Persepolis’i yıkmıştır, fakat Sâsânîlerden itibaren İslâmî hânedanlar da dahil olmak üzere, kendisini “Tanrı’nın Yeryüzündeki Gölgesi” ya da “Zıllullahufi’l-arz” kavramı1 ile ilişkilendiren her bir hâkim için yüksek sembolik anlamı canlılığını korumuştur. İslâmî İran’da Persepolis, Persli kurucuları yerine, Firdevsî’nin Şâhnâme’sindeki İran’ın efsanevi kralları ve özellikle Hz. Süleyman olduğu düşünülen Cemşîd ile bağdaştırılmış ve Persepolis’in çok sayıda sütûnun bulunduğu büyük kabul salonları ÇihilSütûn, ÇihilMinâr ya da Taht-ı Cemşîd olarak adlandırılmakla kalmayıp, hatta Cemşîd’in Hz. Süleyman ile aynı kişi olduğuna inanılmasından dolayı Orta çağ Arap coğrafyacıları tarafından aynı zamanda Mescid-i Süleyman olarak da anılmıştır . Bu bakımdan meşruiyetlerinin temel taşlarından “Tanrı’nın Yeryüzündeki Gölgesi” anlayışına sıkı sıkıya bağlı kalan Safevî şahlarının, Çihil Sütûn’un sembolik anlamına sahip çıkmaları ve mimarîlerine taşımaları ve hatta Şah Abbas gibi Safevî şahlarının “Cemşîd’in inşa ettirdiği ÇihilMinâr”ı ziyaret ederek dolaşması şaşırtıcı değildir.
Safevî kaynaklarının dikkatli bir incelemesi, aslında Safevî müelliflerinin sarayla ilgili bahislerde çihil sütûn, tâlâr ve heşt behişt adlandırmalarının kullanımında, mimarî biçimle örtüşen belirli bir ayrım gözetmiş olduklarını gösterir. Kazvîn’deki sarayın Eyvân-ı Çihil Sütûn olarak adlandırılan kısmı gibi ilk bakışta istisnai durumlar olabileceğini düşündüren kimi örneklerde dahi, özünde imâ edilen yapısal olarak çok ayaklı hipostil tarzında kabul salonlardır. Örneğin Kâdî Ahmed Kumî, 14 Zul’l-ka‘de 995/16 Ekim 1587’de Kazvîn’deki Devlethane’ye (Devlethâne-yi Mübâreke) giren Şah Abbas’ın Eyvân-ı Çihil Sütûn, yani Çihil Sütûn Taht Salonu’nda (in der Thronhalle Cihil Sutun) dedesinin tahtına oturduğundan1; İskender Beg Münşî, Eyvân-ı Çihil Sütûn’da Şah Abbas’ın tahta çıkışının ertesi günü toplanan mecliste Hamza Mirza’nın öldürülmesinden sorumlu emîrlerin Eyvân-ı Çihil Sütûn’a çağırılarak orada infaz edilmelerine karar verildiğinden ; yine Kumî 4 Sefer 996/4 Ocak 1588’de sarayda Şah Abbas ile muhalif emirler arasında yaşanan bir olayda kraliyet sarayına (Devlethâne) yaralı olarak getirilen emirlerden hâlîfetü ’l-hulefâ ’ Korhmaz Sultân Rûmlu ile ‘Alî Kulî Sultân’ın infazlarının havuzun kenarındaki —tıpkı erken devirlerde Tebrîz’deki bahsi geçen Tâlâr ve sonraki devirlerde İsfahân’daki Tâlâr-ı Çihil Sütûn gibi— Eyvân-ı Çihil Sütûn’un ayağında (der pây-i eyvân-ı Çihil Sütûn) gerçekleştirildiğinden; 18 Rabî‘II 996/ 17 Mart 1588’de Herât’ın düşmesinden sonra yeni yılın karşılanması sırasında Şah Abbas’ın başkent (dâru’s-saltana) Kazvîn’deki Devlethâne (Devlethâne-yi Mübâreke)’de ve Eyvân-ı Çihil Sütûn’da tahtta oturmasına ilişkin Mürşîd Kulî Hân’ın sabırsızlığından; 15 Rabî‘II 999/10 Şubat 1591 tarihinde Osmanlı Sultânı III. Murâd’dan gelen barış mektubunun (kitâbet) Eyvân-ı Çihil Sütûn’da okunduğundan; 7 Cumâdâ II 1000/21 Mart günü yeni yıl (Nevrûz) kutlamalarının yine Eyvân-ı Çihil Sütûn’da yapıldığından ve İskender Beg Münşî, 1000/1591-92 yılında Kûr Kums Hân Şâmlû’nun Şâh’ın annesi Mehdi ‘Ulyâ’nın öldürülmesine suç ortaklığı yaptığı için Eyvân-ı Çihil Sütûn’da öldürüldüğünden bahseder. Koch, Bâbürlü hükümdarı Şâh Cihan’ın (16281658) çihil sütûn tipindeki kabul salonları üzerine yaptığı araştırmasında, Agra’daki hipostil ahşap salonunun da Delhi’deki aynı şekilde çok ayaklı taş salonun da bârgâh (îvân [eyvân])-i çihil sütûn (kırk sütûnlu devlet salonu) şeklinde adlandırılmasından yola
çıkarak, Bâbürlü örneklerinde “krallar kralı Sâsânî kralı tarafından Ktesifon’daki efsanevî sarayından talep edilen dünya çapındaki egemenliği” ima eden belirli bir edebî geleneğe ait îvân (eyvân)-ı Nûşîrvâri a bir atfın bulunduğunu ileri sürer. (Şekil 3.27, 3.28) Esasen Îvân (eyvân)-ı Nûşîrvân (Hüsrev) ya da diğer adıyla Tâk-i Kisra, Arap ve Fars edebiyatında herhangi bir büyük hükümdar sarayını anlatmak üzere kullanılan mecazî anlamda bir adlandırma biçimidir. Buna göre, İranlı müelliflerin hipostil yapı kabul salonları için çihil sütûn terimini kullanmaları gibi, Şah Cihan’ın yazarları da eyvânı tek tarafı açık, anıtsal tonozlu bir salondan ziyade, Orta Asya mantığında bir hipostil yapı için kullanmışlardır. Örnek olarak verilen Şah Abbas devri müelliflerinden Kumî ve İskender Beg Münşî’nin kayıtlarında ise, Safevî şahlarının meşruiyet ideolojileri bağlamında, benzer bir edebî geleneğin takip edilmiş olabileceğini düşünmemek için hiçbir neden yoktur.
Şekil 3. 27 Hindistan’da Agra, Lahor ve Delhi’de Dîvân-ı ‘Amm yapıları, Plan [219]
Şekil 3. 28 Hindistan’da Agra, Lahor ve Delhi’de Dîvân-ı ‘Amm yapıları,Görünüş [219] Minyatürlere dönülecek olursa, Mâtrakçı’ya herhangi bir atıfta bulunmayan Koch, Şah Tahmasb’ın Tebrîz’deki sarayında yer alan daha erken tarihli bir prototipin Kazvîn’deki Çihil Sütûn’un kaynağı olabileceğine dair savına, dipnotunda, ilginç biçimde kendisi bir karşı sav geliştirir. Koch, karşı savında, Membre’nin çihil sütûn ya da tâlârdan bahsetmeksizin, Şâh’ın kabullerini peş peşe sıralanmış, antreli ve halı kaplı dört bölümlü büyük hoş sarayında gerçekleştirdiğine ilişkin kaydından yola çıkarak Tebrîz’deki Heşt Behişt Sarayı"nda kabul salonu olarak hizmet eden bir tâlâr bulunmuş olamayabileceği ve Kazvîn’deki Çihil Sütûn" un 16. yüzyılın ilk yarısından itibaren bölgede görülen Safevî tâlârları ile benzer özelliklere sahip —Merâga’da Çihil Sütûn-i Mollâ Rüstem Câmi‘i gibi— geleneksel ahşap sütûnlu hipostil câmiler ile ilişkili olması gerektiği sonucuna varır1. İranlı araştırmacı Mahvash Alemi ise, çok açık bir ifade ile Matrâkçı’nın minyatürlerinin hiçbirinde —belli ki Tebrîz minyatürü de bu gruba dahil edilmiştir— tâlâr tasviri bulunmadığını yazar . Oysa ki, az önce bahsedildiği gibi, Tebrîz’deki saray külliyesinde yer alan Çihil Sütûn ya da Safevî Tâlârı Membre’nin ziyaretinden yaklaşık beş yıl önce 1534’de Tebrîz’i gören Matrâkçı’nın eseri MM’de —DD'nin en azından mimarlık tarihi araştırmacıları tarafından pek bilinmediği düşünüldüğünde Koch’un DD’yi görmemiş olması son derece yüksek bir ihtimaldir— açık biçimde görülebilmektedir. Ondan da daha önce 1500’lerin ilk yıllarında Venedikli bir tüccarın, Heşt Behişt Sarayı" na 1 ok atımlık (65 m civarında) mesafede yer alan (Şekil 3.29) tek katlı haremin —ki ortasından bir zira‘ (=0,8 m) genişlikte ve bir o kadar derinlikte bir nehrin geçtiği salonunun, duvarları, tavanı ve salona açılan kapılarının tamamı altın işlemeler, zümrüt rengi alçı süslemeler, lacivert ve incilerle bezenmiştir ve muhtelif odalarında bin kadar kadının kalabileceği büyüklükte bir binadır— içinde bulunduğu bahçenin güneydeki kapısından geçerek ulaşılan bir mekâna ilişkin kaydı, kabaca, günümüze ulaşmayı başaran nadir Safevî örneklerinden İsfahân’daki Çihil Sütûn Sarayı’nın inşasından neredeyse bir buçuk asır önce yapılmış bir tarifi gibidir. Kapıdan 15 adım (=12 m) mesafede, solda bulunan bu mekânın uzunluğu bir ok atımı (65 m civarında), genişliği ise altı adımdır (yak. 4,8 m) ve bir ucundan diğer ucuna çeşitli renklerde alçıdan sanatkarane nakışlı bir tür parmaklığı olan, çok hoş bir mermerden imal edilmiş oturma yerleri vardır. Baştan başa halis mermerden sütûnların desteklediği bu mekânın, tavanı yine altın ve alçı ile süslenmiş olup, ön cephesinde (front) boydan boya uzanan, diğerleri gibi hoş bir mermerden 25 adım (=20 m) genişliğinde, daima su ile dolu olan bir havuzdan —ki Tenreiro’ya göre saray külliyesinde devasa ebatlarda birden fazla havuz vardır1— devam eden düz bir yol saraya ulaşmaktadır . Aslında özellikle MM’de sarayı çevreleyen duvarın sağ taraftaki kısa kenarı üzerinde benzer mimarî karaktere sahip bir yapı daha dikkat çeker. İlk bakışta, seyyahlar tarafından iki tane olduğu bildirilen sarayın kapılarından biriymiş gibi görünmekle beraber, sarayın meydân bakan taç kapısından farklılaştığı ve tasvirde Heşt Behişt Sarayı’nın soluna düşen tâlâr ile benzer bir cephe düzeni ve olasılıkla aynı türe işaret eden mimarî kurguya sahip olduğu gözden kaçmaz. (Şekil 3.30)
Şekil 3. 29 Hindistan’da Agra, Lahor ve Delhi’de Dîvân-ı ‘Amm [219]
Şekil 3. 30 MM’de tespit edilen ikinci Tâlâr
(Tasvir saat yönünün tersinde döndürülmüştür.) [41]
Koch’un da ifade ettiği gibi, Membre’nin kayıtları arasında gerçekten çihil sütûn ya da tâlâr tipinde bir kabul salonuna işaret eden herhangi bir iz yok gibidir. Membre’nin söz konusu yapıdan bahsetmemesi, 1534 ile 1539 yılları arasında yapı/yapıların ortadan kalkmış olabileceği şeklinde yorumlanabilir, ancak Safevîlerin özellikle dinî ve siyasî çıkarları ile ters düşen sufî hânegâhları hariç tutularak işlev değişikliğine rağmen saray türünde —ve hatta buna câmileri de ilave etmek gerekir— abidevî yapıları yıktıklarına dair bir atfa kaynaklarda rastlanmamıştır. Öte yandan Memebre’nin saray hakkındaki anlatımlarının dikkatli bir okuması, onun aynı zamanda Venedikli bir tüccarın bahsettiği harem dairesini yüksek ihtimalle görmediğini ve büyük ölçüde Şah Tahmasb’ın yeni inşa ettirdiği sarayın bulunduğu kısımların yanı sıra saray külliyesinde yer alan devlet görevlilerinin köşkleri, mutfak ve ahır gibi daha genel bölümleri dolaşmış olduğunu gösteririr. Özetle, çağdaşı Membre tarafından bahsedilmemiş ise de, MM ve DD’deki tasvirlerin ortaya koyduğu üzere, en azından 1534 yılında Tebrîz’deki saray külliyesinde tâlâr ya da çihil sütûn tipinde iki kabul salonu mevcuttur.
Membre’nin, kendi devrinde Şah Tahmasb tarafından yeniden inşa edildiğini bildirdiği saray külliyesine dair verdiği bilgiler ise, elbette MM ve DD’deki tasvirlerle doğrudan ilişkilendirilebilen Heşt Behişt Sarayı ile sınırlı değildir. Bahçe içindeki, ya da aslında daha doğru bir ifade ile bahçelerden oluşan (it is all gardens) bu devasa külliyenin seyyah tarafından bahsedilen diğer kısımları; güneydoğudaki kapıdan girildiğinde Kûrçîbâşî’nin köşkü1, kuyumcuların bulunduğu Hazîne, Şah’ın uyuduğu odalar ya da Harem-i Hümâyun, kardeşi Behrâm Mîrzâ’nın köşkü, Mührdâr Şâh Kulî Halîfe’nin köşkü, Kâdî-yi Cehân’ın köşkü, bir kapı ile girilen Şâh’ın kabul törenlerini gerçekleştirdiği avlu [?], Osmanlı sarayındaki karşılığı ile Enderûn Avlusu, yine aynı avluda yer alan Şâh’ın kûrçîlerinin kılıçları ile yerde oturdukları belirli tonozlar [?] ve Şâh’ın birbiri ardına sıralanmış dört oda ve dört antreden oluşan, her bir kapısında önem derecesine göre bir kapıcının durduğu köşk şeklindeki sarayı, dört odadan oluşan Harem-i Hümâyun’un yanında bulunan bir hamam (Hammâm-i Şâhî [?]), sarayın meydân tarafına düşen kısmında yani doğudaki kapısından girildiğinde saray ahırları ya da Istabl-ı Hümayûn, saray mutfağı, yani Matbah-iÂmire, bir mızrak atölyesi, emîrlerin kullandığı küçük bir câmi ve cephaneliğe dönüştürülmüş olan HeştBehiştSarayı yanında bulunan, ortasında şahın balık tutması için tasarlanmış özel bir mekânın yer aldığı her bir kenarı 38 arşın (yak. 28-30 m) uzunluğunda kare bir havuzdur. Membre’nin saraya bileşenlerine ilişkin anlatımlarında dikkat çeken bir ayrıntı, elbette külliyenin bahçelerden oluştuğunu bildirdiği sözleri ile ilintili olarak sıkça tekrarladığı “the garden (bahçe)”, “in the garden (bahçe içinde) ifadeleridir ki seyyah tarafından doğrudan ilişkilendirilmemiş olsa da, sözleri, İran coğrafyasında bilinen tarihi antik çağlara uzanan kraliyet bahçelerinin Tebrîz’deki bir örneğine dolaylı bir atıf olarak görülebilir.
Cennetin, güvenli ve ebedi bir bahçe olduğu fikri insanlık tarihinin en eski ideallerinden biridir. İran edebiyatında ise, yine bahçe anlamına gelen bâg ile özdeşleştirilen ve Çehârbâglara kaynaklık ettiği anlaşılan cennet tasavvuru, Moynihan’a göre diğer iki antik simgeyi bünyesinde barındırır: “Cennet Dağı (The Mountain of Paradise)” ve “Dört Hayat Irmağı —Herzfeld’e göre Çehâr-sû— (The Four Rivers of Life)”. Kutsal Dağ Kültü, daha önce de bahsedildiği gibi, Mezopotamya’nın zigguratları ve ünlü Bâbil Kulesi” nden Budist stupalarına kadar çoğu kültürün mimarîsine yansımış alışılageldik bir inançtır. Cennet Dağı’nın genellikle üstünde ya da kesişiminde gösterildiği hayatı besleyen ve yeryüzünü bölen dört ırmağa gelince, bilinen en erken dışavurumu Sâmerrâ şehrinin kalıntıları altında keşfedilmiş olan prehistoric seramiklerde bulunan görülen bu imge, aynı şekilde, MÖ 2500 civarında kendisini “Dört İklimin Kralı (King of the Four Quarters)” ilan eden Akat krallarından Hinduizm’in kutsal metinleri vedalar ve Kitâb-ı Mukaddes’in1 ilk kitabına kadar çoğu kültür ve inançta karşılaşılan bir olgudur . Sekiz cennet sembolizminin sekiz teras ya da çiçeklik (parterre) aracılığıyla aktarıldığı Çehârbâgların tarihi ise; Büyük Kiros’un (II. Kiros) saltanatının (MÖ 559-530) son yıllarında Pasargad’da inşa edilmiş büyük bir bahçede, pairidaeza, açığa çıkarılan taş su kanalları vasıtasıyla, dört tarafında şâhnişînlerle (loggias} dışarıya açılan köşklerin bulunduğu dört parçalı Çehârbâg şeması tespit eden Stronach’a göre, Ahamenîler devrine kadar geri gider. Dört parçalı bahçe planına aktif inşacılar olan ve özellikle çok uzatılmış bahçe tasarımlarından hoşlanan Sâsânîler de aşinadır. Bu çerçevede, adı ile Kur’ân-ı Kerim’deki sekiz cennet imgesine atıfta bulunması bir yana, dört yöne açılan dört kapısı başta olmak üzere sofasının ortasında mermere oyulmuş su kanalları ile Heşt Behişt
Sarayı’nın, daha Akkoyunlular devrinden itibaren dört parçalı Çehârbâg tasarımına işaret eden, havuzlar, yürüyüş yolları, 15 m yüksekliğinde ve 4 m genişliğinde görkemli olduğu anlaşılan bir kapının devamında Heşt Behişt Sarayı’na ulaşan güzel taşlık bir yol ve hatta yine saray külliyesindeki Çihil Sütûn Sarayı’nın önünde yer alan havuzdan aynı şekilde Heşt Behişt (sekiz cennet) Sarayı’na ulaşan diğer bir düz yolun bulunduğu kocaman, harika bir bağın ortasında duruyor olması1 Tebrîz’deki saray külliyesini benzer bir kurguya sahip bir yer olarak tasavvur etmeyi gerektirir. Alemi, eyvân ve tâlârı mekânsal özelliklerinden dolayı bahçe köşklerinin oluşumundaki baskın öğeler olarak değerlendirir ki söz konusu yarı açık mekânlar aslında görsel olarak bahçenin ana aksının sürekliliğini sağlayan mimarî unsurlardır . Bu durumda Tebrîz’deki saray külliyesinde de, MM ve DD sayesinde varlıkları doğrulanabilen tâlârların, en azından MM’deki birinin ve yatay —ki kısa kenarın tam ortasına yerleştirilmiştir— düzlemde olacak şekilde, ana akslardan birine işaret ediyor olması fikri akla yatkındır. Yine MM’de saray külliyesinin ortasında resmedilen Heşt Behişt Sarayı’nın solunda kalan tâlâr ve genel olarak DD’deki tâlârın ana akslarla ilişkisi hakkında ise yorum yapmak güçtür. Elbette, saray külliyesinin yerleştiği, İlhanlı devrinin varlıklı veziri Hâce Şemsu’d-dîn Cuveynî’ye (661-83/1263- 84) atfedilen [77] ve erken devir boyutları, kurgusu ve mimarî bileşenleri hakkında bilgi sahibi olmadığımız Bâg-ı Sâhibâbâd adlı büyük ve güzel bahçenin [50], [77] bu tablodaki yeri ve sonraki yıllarda “Sekiz Cennet (Sochis-genet)” adında türlü türlü ağaçlar, hoş kokulu bitkiler ve bin çeşme ve ırmağın bulunduğu bir bahçe olarak anılmaya devam edecek oluşu1 ihmal edilmemelidir. Tebrîz’deki saray külliyesinin Kazvîn’de Bâg-ı Sa‘âdatâbâd’ ve İsfahân’da Bâg-ı Nakş-ı Cehân ile topografik etkenler ve benzeri çeşitli nedenlerden dolayı ayrılıkları olabileceği gibi önemli benzerlikleri olacağı da açıktır. Ancak yazık ki ne Membre ne ondan neredeyse çeyrek asır önce sarayın bölümlerini benzer ifadelerle ilişkilendirmeye çalışan Venedikli bir tüccarın tariflerinin ne de MM, DD ve hatta Grelot’un 17. yüzyılın son çeyreğine tarihlenen Tebrîz gravürünün, saray külliyesini meydana getiren kraliyet bahçelerine dair —İsfahân’daki Devlethâne’’nin ünlü kraliyet bahçelerinin 1684-88’de Şah Süleyman’ın sarayına gelen İsveç elçilik heyetinin üyesi Engelbert Kaempfer tarafından çizilen eskizleri gibi— bütüncül bir imaj oluşturduğu söylenebilir.
Öte yandan Membre’nin Tebrîz’deki saray külliyesininde bulunduğundan bahsettiği yapılar arasında özellikle biri, Safevî devri boyunca Tebrîz’in yanında Dâru’s-saltana olarak adlandırılan Safevîlerin diğer payitahtlarından Kazvîn ve İsfahân’da uyguladıkları bir plan tipine işaret eden belirgin referanslara sahiptir. Gerçi, söz konusu plan tipi en geç 15. yüzyılın son çeyreğinde Tebrîz’de zaten bir kez denenmiştir, fakat burada saray külliyesine, olasılıkla farklı biçimde, fakat aynı plan tipinde inşa edilen bir yenisinin eklenmesi durumu söz konusudur. Bu yapı Şah Tahmasb’ın külliye içideki yeni sarayıdır. Membre’nin Şâh Tahmasb’ın sarayını tarif biçimi dikkatle incelendiğinde, özünde, Venedikli bir tüccarın aynı şekilde dört oda ve dört antreden oluşacak şekilde sekiz bölüme ayrıldığını bildirdiği Heşt Behişt Sarayı’nı tarif biçimi ile neredeyse birebir örtüştüğü görülür. Yalnız Membre, Venedikli bir tüccarın aksine Şâh’ın sarayının formunun sekizgen olup olmadığına dair bilgi vermediği gibi, formuna işaret eden bir adlandırma da bulunmaz. Bu durumda külliyenin merkezinde Sultân Ya‘kûb’un inşa ettirdiği Heşt Behişt Sarayı’nın Membre’nin sarayı gördüğü devirde cephanelik olarak kullanıldığı bilindiğine göre, külliye içinde olasılıkla heşt behişt tipinde inşa edilmiş ikinci bir saray olduğu sonucu ortaya çıkar. Bu görüşü destekleyen tarihi kayıtlardan biri de Safevî müelliflerinden Budak Münşî-i Kazvinî1 ve Hûrşâh b. Kubâd el-Hüseynî’nin , 967/1559-60’da Şah Tahmasb’a iltica eden Osmanlı şehzadesi Bayezid onuruna Tebrîz’de Heşt Behişt Sarayında ziyafetler verildiğine ilişkin kayıtlarıdır. Herhalde söz konusu ziyafetler cephanelikte düzenlenmemiş olsa gerektir. Heşt-Behişt, '“sekiz cennet m, işlev farkı gözetilmeksizin, dört köşede birer oda ile dört kenarın ortasında dışa açılan eyvânların çevrelediği merkezi mekândan oluşan plan tipinin adlandırmasında kullanılan bir terim olduğundan ve Tebrîz’deki Heşt Behişt Sarayı’nın çağdaşı Venedikli bir tüccarın kaydına göre hem bu adı taşıyan hem de sekiz bölümlü plan tipine sahip ilk saray olduğundan bahsedilmişti. Bu doğrultuda Şah Tahmasb’ın sarayının sekizgen forma sahip olup olmadığını söylemek güçtür. Ancak Sultân Ya‘kûb’un inşa ettirdiği Heşt-Behişt Sarayından formu ile ayrılan 16. ve 17. yüzyıla ait heşt behişt tipindeki Safevî örnekleri düşünüldüğünde sekizgen olmamış olma olasılığı akla daha yatkın gelmektedir. Akın’ın Safevî manyerizminin bir ürünü olarak gördüğü Safevî İsfahân’ındaki 17. yüzyıla tarihlenen Heşt Behişt Sarayı" nda, heşt behişt tipi dikdörtgen tabana oturtularak, iki eksen birbirinden farklılaştırılmıştır. (Şekil 3.31, 3.32, 3.33)
Şekil 3. 31 İsfahân Heşt Behişt Sarayı [198]
Şekil 3. 32 İsfahân Heşt Behişt Sarayı, Kesit [220]
Şekil 3. 33 İsfahân Heşt Behişt Sarayı, Perspektif [200]
Yalnızca İsfahân’da değil, ondan önce de Safevî payitahtlarından Kazvîn’de “Heşt Behişt” adı ile anılan benzer tipte bir saray mevcuttur ve (Şekil 3.34) Safevî müelliflerinden Muhammed Ma‘sûm Hâcegî İsfahâni’nin 4 Cumâdâ II/17 Aralık 1632’de Şâh Sefî’nin HeştBehiştSarayı”na yerleşerek devlet işleri ile ilgilendiğine1; 10 Ramazân 1042/21 Mart 1633’de Heşt Behişt Sarayı’nda büyük bir ziyafet düzenlediğine ; yine 1 Safer 1043/7 Ağustos 1633 tarihinde Heşt Behişt Sarayı’nda büyük bir şölen düzenlediği ve ileri gelen emîr, beylerbeyi, vezirler, kalâlantarlar ve dîvan mübâşirlerinin (dîvân-ı mübâşirân) Şâh’a hediyeler verdiğine ilişkin kayıtlarından anlaşıldığı üzere 17. yüzyıl ortalarında hâlâ kullanılmaktadır. Bu arada İsfahân’da, Şâh Abbas’ın kendisinin de kullandığı, eski bir Tîmûrlu köşkünün yerinde 1026-34/1617-24 yılları arasında inşa ettirdiği tâlâr tipindeki ‘Alî Kâpû Sarayı — Destur-ı Şehriyarân”da Tâlâr-i ‘AlîKâpû— 17. yüzyıldan başından itibaren sarayın anıtsal taç kapısı ile bütünleştirilmiş olarak meydândaki yerini alırken [54], —ki meydân bakan diğer üç şâhnişînle uyumlu, tonuzun kütlesini desteklemek amacıyla kademelendirilmiş olarak tasarlanan devasa bir eyvânın adapte edildiği Kazvîn’deki ‘Alî Kâpû Sarayı’nda bulunmayan söz konusu mimarî unsur, yani İsfahân’daki ‘Alî Kâpû’ya eklenen tâlâr, Alemi’ye göre Şah Abbas devrinin bir yeniliğidir1— günümüze ulaşmayı başaran ünlü Çihil Sütûn Sarayı, ancak 1647’de Şâh II. Abbas tarafından, Heşt Behişt Sarayı ise 1669 yılında Şâh Süleyman tarafından inşa edilmek suretiyle saray külliyesindeki yerini alacaktır (Şekil 3.35, 3.36, 3.37). Yani, Kazvîn ve İsfahân’daki heşt behişt ve tâlâr tipindeki sarayların tamamı Tebrîz Devlethânesi’ndeki prototiplerinde sonradır ve belki Tebrîz’deki Akkoyunlu yapıları bir istisna teşkil edebilir, fakat Safevîlerin diğer payitahtlarından Kazvîn örneğinde olduğu gibi, söz konusu yapılar Tebrîz’de de şehrin payitaht sıfatını kaybetmesinden [?] sonra hanedan tarafından kullanılmaya devam eder.
Şekil 3. 34 Kazvîn Heşt Behişt Sarayı, Planlar ve Kesit [220]
Şekil 3. 38 İsfahân, Çihil Sütûn Sarayı [196]
Şah Tahmasb’ın Heşt Behişt Sarayına geri dönülürse, Şah İsmail’in Sultân Ya‘kûb’un sarayını kullandığı bilindiğine göre, külliyeye eklenen bu yeni sarayın inşasını 1524 ile en geç 1539 yılları arasında bir yere koymak gerekecektir. Venedik elçisi Membre’den yaklaşık on yıl sonra 1548’de Kânûnî Sultân Süleymân’ın Doğu Seferi’ne katılarak Tebrîz’e gelen Fransız elçi D’Aramon, Şah’ın sarayını, içinde birçok enfes şey bulunan, hayatında gördüğü en hoş meskenlerden biri, şehirdeki en görülmeye değer yapı olarak anlatır1. Fakat Kânûnî’nin şehri korumaya yönelik tüm gayretlerine karşın, Şah Tahmasb’ın saray ve meskenleri yeniçeriler tarafından yağmalanmış [75] ve hatta Peçevi’ye göre yerle bir edilmiştir [29].
Yüzyılın Son Çeyreği
Eğer bir kez daha bu defa 1548’deki yağma ve tahrip olayına dair kronikler tarafından telkin edilen abartılı bir durum söz konusu değilse, yüksek ihtimalle Şah Tahmasb’ın Tebrîz’deki sarayı onarılmış/yeniden inşa edilmiş olmalıdır. Zira kullanılmaya devam edildiği anlaşılan Heşt Behişt Sarayı’nın da bulunduğu Sâhibâbâd" daki külliyenin, Safevî hanedanına mensup bilinen sonraki ziyaretçileri Şah Muhammed Hüdâbende ve Şehzâde Hamza Mirza’dır. Şehzâde Hamza Mirza 987/1579-80 yılı Ramazan ayında Meydân-ı Sâhibâbâd"taki Mescid-i Şâhî" de bayram namazı kıldıktan sonra Devlethâne-yi Hümâyûn"a [?] yerleşir. 988/1580 yılında ise, Şah Muhammed Hüdâbende ve Şehzâde Hamza Mîrzâ, yeni yılı (Nevrûz) Dâru’s-saltana Tebrîz"deki Devlethâne-yi Sâhibâbâd"ta, yani saray külliyesinde eğlenerek geçirirler ve Dâru’s-saltana"nın emîr ve ‘ayânlarının huzura kabul edildiği büyük kutlamalar gerçekleştirilir. 26 Şevvâl 992/31 Ekim 1584 yılında Osmanlılar eline geçmeden hemen önce, Şâh Muhammed Hüdâbende ve oğlu Şehzâde Hamza Mîrzâ Tebrîz’e geldiklerinde Devlethâne"ye, ki Kâdî Ahmed Kumî “SâhibâbâdDevlethânesi (Devlethâne-yi Sâhibâbâd)"" ve Muhammed Yusuf Vale “Şah’ın Övünç Evi (beytü’ş-şeref), Tebrîz Devlethânesi"" olarak adlandırırlar, yani bu saraya yerleşirler1. Kâdî Ahmed Kumî’nin Sâhibâbâdda Şehzâde Hamza Mîrzâ için inşa edildiğini bildirdiği yeni bir Dîvânhâne (Dîvânhâne-yi Cedîd) “Tebrîz DevlethânesFne 16. yüzyılın son çeyreğinde eklenen yapılardandır . İskender Beg Münşî, bu yapıyı Şehzâde Hamza Mîrzâ’ya atfen “Dîvânhâne-yi Nevvâb-ı Cihânbânî ” olarak adlandırır. Kumî’nin kayıtlarından, Sultân Ya‘kûb’un Heşt Behişt Sarayı’nın da 1548’deki son tahribat vakasına rağmen iyi durumda olduğu anlaşılmaktadır. Şah Tahmasb’ın sarayı Osmanlı askerleri tarafından yıkılırken, bu sırada HeştBehişt’e dokunulmamış olmalıdır, zira Emîr Hân’ın Şehzâde Hamza Mîrzâ tarafından öldürtülmesi olayında, yakalanması ardından götürüldüğü ilk yer Yeni Dîvânhâne (Dîvânhâne-yi Cedîd), sonrasında ise, daha öncede bahsedildiği gibi Heşt Behişt Sarayı’nın üst kısmında yer alan Bâlâhâne (ya da Cihannümâ) olarak adlandırılan kısımdır. Kumî Heşt Behişt Sarayı’nı kendi devrinde hâlâ tamamı bezenmiş (müzeyyen), nakışlı ve çinili (kâşîkârî), demirden tek bir kapısı olan sağlam bir yapı olarak tarif eder.
16. yüzyılın son çeyreğinde Subhî, Sâhib-âbâd bahçesindeki saray külliyesinin, Safevî Şâhı Tahmasb da dahil olmak üzere, İslâmî devirlerde İran coğrafyasında hâkim olmuş her bir şahın bir ekleme yaptığı eski bir saray olduğunu bildirir ve Sultân Ya‘kûb’un buraya inşa ettirdiği Heşt Behişt Sarayı’nı “Heşt-Bihişt dinmekle unvân bulan kasr-ı heşt eyvân ki heft iklîmde şöhret bulmuşdur. Ol [Sultân Ya‘kûb] bünyâd itmişdir. Bir âlî müsemmenü’l-adlâ‘ kulledir. İçi altûn ve lâciverdle murassa‘ ve taşı murahham musanna‘ muhaccer revzenler ve müzevvec tâklar ve fîl-pâ sütunlar ve pâyendânlar itmişlerdir ki revnâk-ı Kasr Sedîr ve Havernak şikest olur”'1 [24] sözleri ile tarif eder.
Osmanlı, Safevî kaynakları ve modern araştırmalarda yer aldığı şekli ile Heşt-Behişt Sarayı, Tebrîz’in 29 Ramazan 993/24 Eylül 1585 günü Osmanlılar tarafından fethinden sonra çevresindeki sağlam suru, üzerinde burçlar ve hisarlar yapılarak restore edilmek suretiyle kaleye dönüştürülmüş1 [28], [78], [79] ve Şah Tahmasb’ın bahçe içindeki köşkü beylerbeyine [29], müştemilatı ise Tebriz muhafazasına bırakılan askerlere tahsis edilmiştir. 998/1590’da Tebrîz Beylerbeyi Cafer Paşa’nın tesis ettiği vakfın vesikası, Osmanlılar tarafından Tebrîz Kalesi içinde aynı zamanda bir câmi, ona gelir getirmesi için 52 dükkândan oluşan bir çarşı (fî el-sûku’l-tulânî) —muhtemelen bir arasta— ile Dâru’s-sa‘âde’ye bitişik (el-mulâsaka be Dâru’s-saâde') iki ahır ve Dâru’s-sa‘âde" nin altında (taht-ı Dâru’s-sa‘âde') Ebû Eyyûbu’l-Ensârî için bir zâviye inşa edildiğini gösterir. Olayın çağdaşı İtalyan yazar Minadoi’nin de doğruladığı gibi, Heşt Behişt Bahçesi (Sechis-Gennet [Sekiz Cennet]) olarak adlandırıldığını bildirdiği bahçe de surlar içine dahil edilirken, kalenin çevresine 14 adım (yak. 11,2 m) genişliğinde ve bir adam boyu derinliğinde, Mihrân-rûd’un suyunun yönlendirildiği bir hendek; içinde ise çeşitli hamamlar, konut ve Türklerin kullanımı için barınaklar yapılmıştır. Oruç Beg Bayat ise, kaleyi çevreleyen hendeğin genişliğini 30 adım (yak. 24 m), derinliğini 1 kulaç (yak. 1,895 m) olarak verir. Kumî’nin Surhâb, Gecîl ve Çerendâb’daki mezarlıklardan getirilen mezar taşları ile inşa edildiğini bildirdiği Tebrîz Kalesi1, yine Minadoi’nin kayıtları arasında yer verdiği Halep valisi Ali Paşa’ya gönderilmiş bir mektuba göre şehrin ortasındadır[?] . Her ne kadar Osmanlı kaynakları Heşt Behişt Sarayı ’nı [?] içine alacak şekilde geniş tutulan Tebriz Kalesi’nin çevresini on iki bin yedi yüz arşın (= yak.
km) olarak bildirirlerse de [27], [29], [60], [78], [79], saray külliyesinin gerçek konturlarının ve yayıldığı alanın büyüklüğünün bilinmediği düşünüldüğünde kalenin, sarayın tamamını içine alıp almadığını söylemek güçtür. Bunun başlıca nedenlerinden biri, Safevî kaynaklarında Sultân Ya‘kûb’un ünlü Heşt Behişt Sarayı ile saray külliyesinin ayrı tutularak külliyenin Tebrîz Devlethânesi adlandırılmasına karşılık, Osmanlı kaynaklarında ve hatta onları tekrarlayan modern araştırmalarda çoğu zaman külliyenin tamamının mı yoksa Heşt Behişt Sarayı’nın mı kastedildiğinin anlaşılamamasıdır. Kuşkusuz, külliyede bu sırada halihazırda heşt behişt tipinde inşa edilmiş ikinci bir saray bulunması ayrı bir sorun teşkil etmektedir. Nitekim, oldukça özet (muhtasar) bir tarih anlatımı niteliğindeki Lubbu’t-tevârîh’te 929/1523 yılında Mîrzâ Şâh Hüseyin’in öldürülmesi olayında Heşt Behişt Sarayından bahsedilmeksizin Tebriz Devlethânesi’nin kullanılması, Hasan-ı Rûmlû’nun Sultân Ya‘kûb’un eserlerini sayarken Heşt Behişt Sarayı"nı Tebriz Devlethanesi"nde konumlandırması ve İskender Beg Münşî’nin, Osman Paşa’nın Devlethâne-yi Tebrîz, yani sarayın yerini kale için elverişsiz bularak ordusunu Şûrâb’tan Çerandâb’a çekmesine1 ve Tebrîz Kalesi’nin Şehzâde Hamza Mîrzâ tarafından kuşatılması olayında Ca‘fer Paşa’nın Devlethâne-yi Hümâyûn ve ‘İmâret-i Heşt Behişt’teki hakimiyetine son verilemediğine ilişkin kayıtları Safevî müelliflerinin Heşt Behişt Sarayı ile saray külliyesini ayrı tuttuklarını gösteren benzer örneklerdir. Rahimî-zâde İbrahim Harimî Çavuş, Tebrîz’in fethi sırasında ma’mûr olan Heşt-Behişt Sarayı"nı Uzun Hasan ve Cihân Şâh Gazî zamanlarından kalan sarayın içinde konumlandırır ki zaten bu 14. yüzyıl başından itibaren tarihi kaynaklardan da takip edilebilmektedir; Harimî Çavuş’un ayrımı aynı şekilde bilinçlidir, fakat yine de Heşt-Behişt saraylarından hangisi? sorusuna cevap vermez.
986/1578’de Osmanlı Devleti’ne iltica eden Tahmasb devrinin ileri gelen devlet adamlarından Şeref Hân ise [21], Tebriz Devlethanesi"nin tamamının “Heşt Behişt” adı ile ünlendiğinden bahsederek konuya farklı bir bakış açısı sunar. Târîh-i cihân-ârâ"da 945/1538-39’da Elkas Mirza’nın şehirde konduğu yer Devlethâne-yi Tebrîz ve 954/1547-48’de yine Elkas Mirza’nın yandaşlarının ortadan kaldırıldığı yer Devlethâne- yi Hümâyûn1; Hülasatü’t-Tevârih"te, 954/1547-48’de Elkas Mirza’nın isyanında yandaşlarının ortadan kaldırıldığı yer olarak Devlethâne-yi Mübâreke*, Şah Muhammed Hüdâbende ve Şehzâde Hamza Mîrzâ’nın Tebrîz’deki ikâmet yeri olarak Devlethâne-yi Hümâyûn, Osman Paşa’nın Tebrîz Kalesi için yer seçimi bahsinde yine “Devlethâne-yi
Hümâyûn’”1, ayrıca “Devlethâne-yi Mübâreke”” ve hatta bir kez daha yerleştikleri yer olarak Devlethâne ya da Devlethâne-yi Sâhibâbâd adlandırmaları kullanılır. Bu kayıtlar bir araya geldiğinde Safevî müellifleri tarafından sıkça kullanılan Devlethâne ve Devlethâne ile birleştirilerek oluşturulmuş terimlerle sarayın tamamının kastedildiğine neredeyse hiç şüphe yoktur.
Heşt-BehiştSarayı”nın Osmanlılar tarafından kaleye dönüştürüldüğüne ilişkin kayıtlarla [28], [79] doğrudan sarayın adını vermeyen Âsafî Dal Mehmed Çelebi’nin Şâh-sarâyını pesend etdi müşir””, Subhî’nin “şâhın sarayı hisâra alınup”” [24] ve Gelibolulu Mustafa Âlî’nin “idüb şâh-ı bâgına bir muhkem sur çevirdi””1 [27] sözleri bir araya geldiğinde — aslında Membre tarafından belirtilmemiş olsa da— Şah Tahmasb’ın sarayının da muhtemelen inşa edildiği devirlerden itibaren Heşt-Behişt adı ile anıldığı sonucu ortaya çıkar. Nitekim, Peçevî’nin Şah Tahmasb’ın bahçe içindeki köşkünün beylerbeyine tahsis
edildiğine ilişkin bahsi1 [29]; Safevî müelliflerinden İskender Beg Münşî ve Muhammed Yusuf Vale’nin farklı şekillerde olmakla beraber netice itibariyle Cafer Paşa’nın Tebrîz Devlethanesi ve Heşt Behişt Sarayı'na yerleştiğini bildiren kayıtları ve hatta Heinrich von Poser’in Şah Tahmasb’ın inşa ettirdiği sarayın Osmanlılar tarafından kaleye dönüştürüldüğüne dair sözleri bunu doğrular niteliktedir. Osmanlılar Şah Tahmasb’ın yeni sarayını Heşt Behişt olarak adlandırmaktadırlar. Geriye dönülerek Membre’nin saray hakkındaki anlatımı bir kez daha bu bakımdan incelendiğinde, Heşt-Behişt Sarayı'na saray külliyesinin ana kapısından sonra biri âbidevî olduğu anlaşılan iki kapı geçilerek, HB ITye ise yine buradan açılan diğer bir kapı vasıtasıyla ulaşıldığı anlaşılmaktadır, yani olasılıkla “Tebrîz Devlethânesi'' de, tıpkı İstanbul’da Topkapı Sarayı’nda olduğu gibi “yatay bir genişlemeyle birbirine eklemlenmiş'” birimlerin meydana getirdiği kapılar vasıtasıyla birbirine bağlanan avlulu bir mimarî bir kurguya sahip olmuş olmalıdır. Bu dizgede anıtsal taç kapının açıldığı üçüncü avluda Heşt-Behişt Sarayı, dördüncüde ise Membre’nin sarayın avlusu olarak tanımladığı HB Il’nin bulunduğu avlu yer almaktadır. Şah’ın uyuduğu odalar ya da Harem-iHümâyun, kardeşi Behrâm Mîrzâ’nın köşkü ve Mührdâr Şâh Kulî Halîfe’nin köşklerinin yer aldığı ikinci avlu, yani Enderûn Avlusu, aynı zamanda bir bahçedir ve anlaşılan o ki oldukça yüksek bir duvar tarafından çevrelenmektedir, zira Cevahirü’l-Ahbar'daki bir kayda göre 939/1532-33 yılında Mahmud Beg, Mührdâr’ın duvarından düşerek ölür. Gelibolulu Mustafa Âlî’nin, kalenin içinde Ca’fer Paşa’nın sarayının duvarı ile kale duvarına bitişik, paşanın mührdârı Rıdvan Ağa’nın konutunun yer aldığı [27], [29] ve Peçevî’nin Şah Tahmasb’ın bahçe içindeki köşkünün beylerbeyine tahsis edildiğine dair1 [29] kayıtları bir araya geldiğinde sarayın güneydoğusundaki hazîneye bitişik ikinci avlunun, muhtemelen hazîne ve kûrçîbâşînın köşkünü de içine alacak şekilde Osmanlılar tarafından kaleye dönüştürülmüş olabileceğini ortaya koyar. Nitekim, Cafer Paşa’nın tesis ettiği vakfın vesikasında Tebrîz Kalesi içinde, Beytû’l-mâl, yani hazîne yanında olduğu bildirilen bir hamâma (ve minhâ el-hammâm el-vâki‘ fi dâhil el-kal‘a el-mezbûre el-ke’eyyin fi civâr el-câmi ‘u’l-şerifu ’l-muşteri men cânib beytû’l-mâl) ilişkin kayıt bu görüşü destekler niteliktedir. Vakfiyedeki diğer bir kayda göre, Defterdâr Abdî Efendi’nin konağı, yine ikinci avlu, yani Enderûn Avlusu’nda Heşt Behişt Sarayı yakınındadır (fi dâhil el-kal‘a el-mezkûr el-ma‘rûf be dâr-ı Defterdâr Abdi Efendi el-vâki‘ be karib-i ‘imâre-yi refi‘a (...) Heşt Behişt). Burada bulunmuş olması muhtemel diğer bir yapı, Kûmî’nin Tebrîz Kalesi kuşatıldığında, Mescid-i Nasrıyye’nin bahçesine kurulan topla Safevîler tarafından yıkıldığını bildirdiği Sâhibâbâd Duvarı’na [?] bitişik Defterhâne-yi Hâssa’dır. Bu durumda mührdâr da, ikinci avludaki Mührdâr Şâh Kulî Halîfe’nin köşküne değilde, onun tam karşısına gelen Harem-i Hümâyun’un hemen yanındaki Behrâm Mîrzâ’nın köşküne yerleşmiş olmalıdır. Sonuç itibariyle, Ca’fer Paşa’nın sarayını da içeren Tebrîz Kalesi, Tebrîz Devlethanesi’nin ancak Harem-i Hümâyun’u da içine alan bir bölümü üzerine inşa edilmiş olsa gerektir. Nitekim, olayın çağdaşı Safevî müelliflerinden Kumî’nin Osmanlı ordusunun Tebriz’den ayrılmasından sonra, Şehzâde Hamza Mîrzâ’nın Şâh Muhammed Hüdâbende’nin ordusu ile birleşerek Tebrîz’e dönmesi olayında, Şah ve Şehzade’nin konaklamaları için “Devlethâne-yi Mübâreke [Kutlu Devlethânef’de bulunan Şah Tahmasb devri sadrlarından Merhûm Mîr Asadullâh Mar‘aşî Şûşterî’nin köşkü, Hâce Maksûd Beg Nevbarî’nin köşkleri ve Dîvânhâne-yi Nevvâb-(hâne)-i ‘Alî’nin seçildiğine ve Gunâbâdî’nin Tebrîz Devlethânesi’nin yalnızca yarısının Rûmlular tarafından ele geçirildiği ve Tebrîz Kalesi’nin Şâh Tahmasb’ın devlethânesi civarında 10 cerîb (yak. 15.920 m2)2 büyüklüğünde bir alanda inşa edildiğine ilişkin kayıtları3 bu görüşleri doğrular niteliktedir. Kumî’nin aksine inşaat malzemesinin mezarlıklardan ziyade Osmanlıların yıktıkları İlhanlı devrinin yüce ‘imâretleri, devlet erkânı, ‘ayân, vezir ve vekillerin inşa ettikleri binalar ve eskiden yapılan mescid, medrese ve hayır kuramlarından temin edildiğini ileri süren ve taş ve sâructan4 inşa edilen Tebrîz Kalesi’ni bir dağa benzeten Gunâbâdî’ye göre, kale öyle sağlam, öyle yüksektir ki onun tabiriyle kalenin üstünde olan bekçi susadığında gökyüzünden su içse daha kolaydır5.
Yüzyıl
Tebrîz Devlethânesi ya da Heşt Behişt Sarayı'na dair bundan sonraki tarihi kayıtlar6, külliye hakkında fikir vermekten uzak olup, genel olarak Tebrîz’i 1603 yılında Safevîler tarafından geri alınmasından çok kısa bir süre sonra ziyaret eden Tectander’in bir parça tahrip edilmiş olan şehrin ortasında, iki sur duvarı ve bir hendek tarafından çevrelenen eskiden kalma büyük bir saray olarak nitelediği7 ve İskender Beg Münşî’nin, Tebrîz’de “Osmanlı tasarrufunun tüm izlerini silmek isteyen Şâh’ın [Şah Abbas]” idarecilerin köşklerinin büyük bir kısmı, hamamlar ve makbul ‘akârlardan (ekser-i sâhibân buyût ve hemmâmet ve mustegellât-i mergûb) oluşan ek yapıları ile beraber yıktırdığını bildirdiği Tebrîz Kalesi” nin kalıntılarına ilişkindir. İngiliz seyyah Cartwright, Heşt Behişt Sarayı” nı 17. yüzyılın ilk yıllarında görür, ancak 1611 yılında yayınlanan eserinde verdiği bilgiler, kısmen Tebrîz’in Şah Abbas tarfından geri alınmasından sonraki bir devre aittir; yer yer ise Minadoi’nin verdiği bilgileri1 aynen aktarır. Seyyah halk tarafından “Sekiz Cennet (Sochis-genet)” olarak adlandırılan, türlü türlü ağaçlar, hoş kokulu bitkiler ve bin çeşme ve ırmağın bulunduğu bir bahçeden bahseder. Bu bahçe, Safevî şahlarının başkentlerini Kazvîn’e taşımadan önceki devirlerde saraylarıdır ve o devirde Safevî valilerine hizmet etmektedir. Bu arada Cartwright’ın, Minadoi’nin hatasını tekrarlayarak, bir nehrin şehirden ayırdığını bildirdiği Bâg-ı Sâhib-âbâdı hatalı olarak şehrin güneyinde konumlandırdığını ilave etmek gerekir .
Şah Abbas’ın Tebrîz’i geri aldıktan aldıktan sonra Tebrîz Devlethânesinin doğudaki kapısının doğrudan açıldığı Meydân-ı Sâhibâbâdya da 14. yüzyıl başındaki adıyla Sultân Meydânı"nda çevgân oynadığına ve hatta 1017/1608-09 yılında Safevîlere iltica eden Celâlî liderlerinin Tebrîz’e gelişi olayında vezir Hâtem Beg Ordûbâdî’nin İskender Beg Münşî’nin Cihânşâhîye Sarayı (Menâzil-i Cehânşâhîye) olarak adlandırdığı, muhtemelen Tebrîz Devlethânesi"nin Karakoyunlu Cihânşâh’ın inşa ettirdiği/kullandığı eski binalarından birinde konakladığına ilişkin kayıtlar mevcuttur; buna karşın Şah Abbas’ın Tebrîz Devlethânesi"nde ikâmet ettiğini gösteren kayıtlara rastlanmamıştır. Ancak, 1621’de Alman seyyah Heinrich von Poser’in Şah Tahmasb tarafından inşa edildiğinin bildirdiği sarayı —ki bu Devlethâne’deki Safevî devri ürünü olan Heşt Behişt Sarayı olmalıdır— görmeye gitmiş olması sarayın 1621 yılında ayakta olduğunu gösteren bir delil olarak görülebilir. Seyyah, yapıdan Şah Abbas tahrip edene kadar Osmanlıların kullandıkları bir saray olarak bahseder. Öte yandan halefi Şâh Sefî (1629-1642) için durum farklıdır. Safevî sarayının üst düzey devlet adamlarından Muhammed Ma‘sûm Hâcegî İsfahâni’nin kaydına göre, 17 Rebî‘u’l-evvel 1042/2 Ekim 1632’de Şah Sefî yeniden Tebrîz’dedir ve bir süre daha Tebrîz’de kalarak zulme uğrayanları haklarının iadesini sağlar; muhtaçları teselli eder ve ayak öpmeye gelenleri huzuruna kabul eder. Tebrîz’de vaktini av ve eğlence ile geçiren Şâh Sefî, 21 Ramazan 1043/21 Mart 1634 yılının yeni yıl kutlamaları için —ki aynı sırada Osmanlı Sultânı IV. Murad’da Safevîlere savaş açarak Üsküdar’a geçmiştir— ve Nevrûz’un ertesi günü Tebrîz’de saraydaki Kabul Salonu’nda, Tâlâr (Thronsaal)’da1 büyük bir şölen düzenler . Nevrûz kutlamalarından iki hafta sonra 4 Şevval 1043/3 Nisan 1634’de sarayın aynı zamanda Şâh’ın “ikâmet ettiği” Tâlârı (Thronsaal) yeni bir şölene ev sahipliği yapar. Tebrîz’de imâr faaliyetleri ile meşgul olan Şâh Sefî, Kurban Bayramı’nda bu defa Tâki Sultân’ın bahçesinde (Bâg- i TakîSultân) düzenlenen büyük şölenin ardından Tebriz’den ayrılır. Safevî Şâhı Sefî’nin Kazvîn’de kullandığı sarayı Heşt Behişt olarak adlandıran Hâcegî’nin, Tebrîz’deki saraya ilişkin kayıtlarının tamamında Şâh’ın kullandığı mekânı Tâlâr (Thronsaal) olarak adlandırdığı dikkat çeker. Yani her iki Heşt Behişt sarayının da bu devirdeki durumu büyük ölçüde belirsizdir. Yalnız, IV. Murad’ın 1635 yılındaki Revan seferine katılan Osmanlı müelliflerinden Hasan Bey-zâde Ahmed Paşa’nın, “şehre girildükde, Hâdım Ca‘fer Paşa-sarâyı’na uğrayup” kaydı [31], Şah Tahmasb’ın inşa ettirdiği ikinci Heşt Behişt Sarayı’nın ayakta olduğunu gösteren bir delil olarak görülebilir. Öte yandan Şâh Sefî’nin Tebrîz’deki Tâlâr’ı ya da belki daha doğru bir ifade ile ÇihilSütûn Sarayı belli ki pek uzun ömürlü olmamıştır. Zira, Hâcegî yapı adı belirtmeksizin 1635 yılında şehre ulaşan Osmanlı ordusunun Tebrîz’deki binalara ve saraylara büyük zarar verdiğini yazmakla yetinirse de, IV. Murad’ın 1635’teki Revan Seferi Rûznâme’sindeki kayıtlardan anlaşıldığı üzere Osmanlı ordusu tarafından tahrip edilen yapılardan biri, müellifin tabiriyle “Tebrîz şehrinde kendisine mesken ve Tebrîz’i (yeniden) tahtgâh edinmek” niyetindeki Şâh Sefî’nin yeni yaptırmış olduğu sarayıdır. “Henûz dülger içinden çıkmış (...), havuzı ile bağçesi ile musanna’ dîvânhânelerile ve nazikâne düzülmüş altun-levhalu münakkaş odaları” olan bu saray, 29 Rebîü’l-evvel 1635/12 Eylül 1635’te IV. Murad’ın emriyle yerle bir edildikten sonra ateşe verilmiş ve yapı “bir sâ’atde kül” olmuştur1 [29], [32]. Olayın görgü tanıklarından Hasan Bey-zâde’nin kaydı sarayın
Murad tarafından yakıldığını doğrular niteliktedir: “Şâh Tahmâs ve Şâh Hüdâbende ve Şâh Abbâs ve hâliya olan şâh sâkin olduğın kulaguz, sem‘-i hümâyûna ilka idicek, mübârek ellerine balta alup, pencerelerin yıkmağa mübâşeret buyurup, askere, "Ne turursız?" diyücek, hemândem, şöyle, âteş urdılar ki, şehir içinde bulınanlar, güc ile çıkdılar” [31]. Çağdaşı Evlîyâ Çelebi ise, Şah Abbas’ın Hıyaban Bağı’ nın [?] yerle bir edilerek bütün binalarının ve eserlerinin ateşe verildiğini kaydeder [78], [79]. Hem adlandırması itibariyle hem de diğer müelliflerin verdiği bilgiler dikkate alındığında Evlîyâ’nın, burada, Tebrîz Devlethânesi’rii kastettiğine neredeyse hiç şüphe yoktur. Ancak yine de bu kayıtlardan Şâh Sefî’nin Devlethâne’de inşa ettirdiği bir sarayın olduğu ve bunun da Osmanlılar tarafından 1635’de yıkıldığı dışında, sarayın geneli hakkında kesin bir sonuca varmak mümkün değildir. 17. yüzyılın üçüncü çeyreğinde Chardin’in, önceden tâlimhâne olduğu halde o devirde Et Meydânı işlevi yüklenen alan kenarında bulunan harap durumdaki Ca‘fer Paşa Sarayı’nın (Château de Faser-Bassa), yani Şah Tahmasb’ın Heşt Behişt Sarayı’nın, yalnızca adından bahsettiği kaydı aynı şekilde külliyeyi anlamada kifayetsiz kalır. Zira, Fransız seyyah ne saray ne de Devlethâne’ yi ayrıntılı olarak anlatır [75]; Grelot’un Tebrîz gravürüne gelince devasa bir boşluğun ortasında yer alan dikdörtgen iki katlı bir yapı —ki tasvirde dikdörtgen plana oturması ve iki katlı olması dışında heşt behişt tipini karakterize eden dışa açık eyvân gibi başlıca mimarî unsurları görmek mümkün değildir; Akkoyunlu devrinin sekizgen plan şemasına sahip Heşt Behişt Sarayı olmadığına ise neredeyse hiç şüphe yoktur— ve arkasında kubbesi görülen bir diğerinden başka saray külliyesine ait olduğu ileri sürülebilecek başkaca bir bina dikkat çekmez. (Ek-6, C) Tebrîz Devlethânesi ve buradaki yapılara ilişkin son kayıt, yüzyıl dönümünde Tebrîz’e gelen Alman seyyah Schillinger’e aittir ve o kendi devrinde oldukça virane olan Osmanlılara ait güzel bir kale ya da saray olduğunu düşündüğü bir yapıya ilişkin bahsi ile1 külliyedeki ikinci Heşt Behişt Sarayı"nın 18. yüzyılı terk edilmiş olmasına karşın, ayakta karşıladığını bildirir. Aslında ondan altı yıl önce 1694’de Careri meydânın sonunda, galerisinin [?] nakkârehâne işlevi gördüğü Türkler tarafından inşa edilmiş muhteşem bir saraydan bahseder . Ancak Careri’nin kaydını Ca‘fer Paşa Sarayı ile doğrudan ilişkilendirmek güçtür. Zira ilk olarak, meydânın doğu mu yoksa batı ucunun mu kastedildiğinin anlaşılamaması bir kenara, seyyahın nazarında Hasan Padişah Câmi‘ ve Gök Mescid başta olmak üzere, Safevîler tarafından Tebrîz’de yıkılmaya terk edilen her bir yapı hanedan farkı gözetilmeksizin ya Osmanlılar ya da Türkler tarafından inşa edilmiştir . Gerçi Hasan Padişah Câmi‘ ve Gök Mescid’i Osmanlılara atfeden seyyah, meydânın sonunda konumlandırdığı bu saray ile şehrin doğusunda Rab‘-i Reşîdî yönüne düşen bir câminin kalıntılarının yanı sıra bir kale ve bir ibadethâneyi doğrudan Türklere mâl eder, ki bu da farklı bir algı biçimiyle olsa da, yapıların seyyah tarafından yine de bir sınıflandırmaya tabi tutulduğu şeklinde yorumlanabilir. Elbette, kesin konumu bilinememekle beraber, Sâhibbâbâd Meydânı’nın doğusunda yer aldığı tarihi kaynaklarla doğrulanabilen nakkârehânenin Careri tarafından söz konusu saray ile ilişkilendirilmesi ayrı bir problem teşkil eder. Careri’nin kaydı, Şah Tahmasb’ın Osmanlılar tarafından kaleye dönüştürülen sarayının, yani ikinci Heşt Behişt Sarayı’nın bir bölümüne bir ihtimal, mehterhâne işlevi yüklenmiş olabileceği şeklinde yorumlanabilir. Ancak, Heşt Behişt Sarayı 17. yüzyıl sonlarında çoktan terk edilmiş durumda, harap bir yapıdır ve Careri’nin bildirdiği gibi nevbet çalınıyor olması akla yatkın gelmez. Öte yandan nakkârehâne gibi Meydân-ı Sâhibâbâd’ın doğu başında yer aldığı tarihi kayıtlarla doğrulanabilen ve sarayla ilgili yapılara işaret eden Bâb-i A‘lâ (Derb-i A‘lâ^ “Yüce Kapı”, Careri’nin bu civardaki daha eski tarihli, muhtemelen Safevî öncesi devre ait bir saray yapısını görmüş olma olasılığının da bulunduğunu gösterir.
Emîr Hân’ın Sarayı
Safevî ülkesinde, saltanatı huzur ve istikrar anlamına gelen Şah Tahmasb’ın 15 Safer 984/14 Mayıs 1576’daki ölümünden sonra, Zilkade 995/Ekim 1587’de Abbas Mirza (Şah I. Abbas) tahta çıkana kadar Kızılbaş emîrlerin iç savaşa dönüşen çatışmalarının eşlik ettiği on senden fazla süren bir fetret devir söz konusudur ki, Tebrîz’de de —ve hatta İsfahân’da— devrin siyasî karakterini yansıtan mimarî ürünler ortaya çıkar1. Safevî ülkesini yıkılmanın eşiğine getiren 16. yüzyılın son çeyreğindeki fetret devrinin Tebrîz’deki baş aktörü, daha önce de kendisinden bahsedilen, Tebriz Eyâleti’nin valisi Musullu Emîr Hân'dır [36].
Emîr Hân’ın Meydân-ı Sâhibâbâd’ın kenarındaki sarayını Kâdî Ahmed Kumî, “Dünya var olduğundan beri, öyle beğenilen imâret ve [öyle] güzel hisâr görmemiştir” sözleri ile anlatır . Kumî’nin kaydına göre, Emîr Hân, sultânlara yakışır saraylar, bir köşk ve şâhlara yaraşır bir eyvân (menâzil-i Pâdişâhâne ve kasr ve eyvân-ı hosrevâne) inşa ettirir; ayrıca sarayın kale ve hisâr gibi yığma olarak, yani sağlam biçimde inşa edilmiş seddinin yanında bir burç ve hendeği vardır (dîvâr-i ânra [ki] destûr-i kal‘a ve hisâr meşhûn, ber be-burc ve hendek est)5 Muhammed Yusuf Vale, Emîr Hân’ın sarayının yanında inşa ettirdiği kalenin sağlam burçları ve yüksek surları (be burûc-i meşîde ve bâre-yi mürtefı‘) olduğunu bildirir. Musullu Emîr Hân'ın Türkiye’deki mimarlık tarihi araştırmalarında kabul görmüş şekli ile “‘ayân konağı" olarak adlandırılabilecek sarayı, 16. yüzyılın son çeyreğinde Osmanlı müelliflerinden hem Âsafî hem de Rahimî-zâde İbrahim Çavuş’a göre, biri hanedana ait olan Heşt Behişt Sarayı olmak üzere, Tebrîz’deki iki saraydan biridir1. Ta‘lîkî-zâde Mehmed Subhî, Emîr Hân’ın surların çevrelediği sarayını genel hatları itibariyle, gönül çelen bir bahçe içinde, dört eyvânın ortasında, dört parçalı uzunlamasına bir yapı olarak tarif eder. İki kapısı olan sarayda bazıları iki ocaklı, bazısı kışlık ufak ufak güzel görünen, herbirinde bir mihr-engîz hanım ve iki güzel cariyenin yaşadığı kırk-elli oda birbirine bağlanmaktadır. Saray civarında ise, bir cennet bahçesi ortasında bir havuz yer alır. Elli hâneli, dört kartlı, çinili yüksek bir kasır sarayın diğer unsurlarındandır.
"Evvela hıtta-i sûrı bir hisâr-ı vasî‘ ve metânet-i bünyânı bir hısn-ı men‘idir. Tamâm bir memleketi idâre eyleyüp bülend revâklar ve mukavves tâklar yapılmıştır ve mezbûr sarây-ı hulled-arâyın içinde bedâyi‘-i pür-sanâyi‘den bir bağçe-i dilâvizin meyânında çehâr suffenin ortasında bir murabba‘ tûlânî hâne görinür. İki Kapusı olup zikr olunan hâne tamâm kırk elli hânei hâvî olur. Hurdece hurdece odacıklar birinden birine birinden birine nâdiz olur. Anlarun dahi kimisinde ikişer ocâkpeydâ itmişler ve ba ‘zısı ki zemistânîdür, altın hamâm fereşi misâlinde mücevvef eylemişler, istirâhat-ı beden içün şiddet-i sermâda altına bir cüzvîce ateş korlar-imiş. Bu zikr olunan hucerât böyle hoş-nümâdır. (...) Anın safâ-yı nümâyişi görmeğe vabestedir. Aydırlar ki Emîr Hân bi-gâyet hoş- tab‘ ve hoş-mezâk kimesne imiş. Nâzenin zenler ve semîn-beden mahbubelere bi- gâyet mâyil olmağın mezbûr olan hacerâtın her birinde (...) mucibince bir bânû- yı mihr-engîz ve ikişer kenîz-i dilâvîz var-imiş ve anın civârında bağçe-i cennet- nişânın meyânında bir havzı vardır. Çihil ender çihil gözdür. Anın dahi meyânında pencâh göz çehâr tabaka bir refi‘ kasrı vardır. Taşı kâşî içi hal ve lâciverdle ve sâir teklifât ve muhassenâtı dânâ-pesend ve eşcâr-ı meyve-dâr ile Irem-manend olup”” [24].
Ta‘lîkî-zâde Emîr Hân’ın sarayın dört bir duvarını sağlamlaştırdığını ve hatta toplar koyduğunu kaydederse de1 [24], sarayın onun tarafından bildirilmeyen dikkat çekici bir unsuru daha vardır ki o da sarayın yanındaki muhkem kulesidir (hisâr) . Çoğu Safevî müellifi ve hatta Ta‘lîkî-zâde Mehmed Subhî gibi bazı Osmanlı müelliflerinin Emîr Hân’ın sarayına dair birleştikleri ortak nokta, hanedana mahsus altın borazan çaldırması bir kenara, Meydân-ı Sâhibâbâd’ta inşa ettirdiği “‘ayan konaği'nın, İskender Beg’in tabiriyle “harem ve iç kale (harîmhâne ve kal‘a)”, Muhammed Yusuf Vale’nin kaydına göre “iç kale ve hisar" sonunu hazırlayan etkenlerin başında geldiği yönündedir. Subhî tarafından Emîr Hân’ın sarayı oldukça detaylı biçimde tarif edilmiş olmakla beraber, sarayın yanındaki “iç kale” olarak nitelenen kule hakkında pek az bilgi mevcuttur. Yalnız Safevî kroniklerinde, Uzun Hasan Camiinde düzenlenen Muharrem seramonileri sonrasında gelişen olaylarda, Şâh ve Şehzâde tarafından görevden alınması ardından ortadan kaldırılacağını anlayan Emîr Hân’ın, mazgallarına tüfek ve topların yerleştirildiği kaleye kaçarak kapılarını kapatmasıyla kalenin kaleciklerinden birinden Meydân-ı Sâhibâbâd ve Tebrîz Devlethanesi ne doğru topla ateş açıldığını bildiren kayıtlarda ufak ip uçlarına rastlanır. Bunlardan hem Târîh-i âlem-ârâ-yi ‘Abbâsîhem de Huld-i Berîn1 de Emîr Hân’ın kalesinin topların yerleştirildiği burcu, Meydân-ı Sâhibâbâd tarafında, Devlethane’’nin tam karşısında (ez burcî ke der teref-i Meydân-ı Sâhibâbâd ve mukâbil-i Devlethâne-yi Hümâyûn vâki ‘ bûd) konumlandırılır. Olaylara farklı bir bakış açısı sunan Kumî’ye göre ise, Emîr Hân’a iftira atılmasına yol açan başlıca nedenlerden biri, sarayındaki havuzun ortasına inşa ettirdiği yüksek bir kabul salonu (tâlâr-i mürtefi ‘), yani Tâlâr’dır ve Emîr Hân, kasırda yer alan bu tâlârın (ber bâlâ-yi tâlâr-i kasr) üstündeki altın yaldızlı (tılâ’) kubbeye (gunbed) çepeçevre “Hazret-iImâmu’l-humâm1 müfterîzu’t- tâ’a, vâcibu ’l-ısme, sâmin zâmin — ‘âlîyyu’s-salve ve ’s-selam— Yiğit Imâm, saygın, günahsız ve itaat edilmesi gereken sekizinci kefil üzerine salat ve selam olsun'” yazdırmıştır .
Emîr Hân’ın sarayı (Kal‘a-yi Emîr Hân), öldürülmesinden sonra Safevîlerin Osmanlılar tarafından inşa edilen Tebrîz Kalesi”ni kuşattıkları sırada, yeni Tebrîz Beylerbeyi Ali Kulu Hân ve Tekelû-Türkmen isyanında hâremlerini Tebrîz’deki Devlethâne-yi Hümâyûn”ndan buraya taşıyan Şehzâde Hamza Mîrzâ ve Şâh Muhammed Hüdâbende tarafından kullanılır. Emîr Hân’ın Meydân-ı Sâhibâbâd’ın kenarındaki sarayı, kuşkusuz Safevîlerin Şâh Tahmasb’ın ölümü ile içine düştükleri fetret devrinin ülkedeki tek ürünü değildir. İskender Beg Münşî’nin kaydına göre, Şehzâde Hamza Mîrzâ adına birkaç yıl için İsfahân valiliği yapan Ferhâd Aka adlı bir gulâm da İsfahân’da Nakş-ı Cehân civarında muhkem bir kale inşa etmiş ve içini savunma için gerekli olabilecek zahire ve mühimmat ile doldurmuştur. İsfahân’daki bu kale, kısa süre sonra yıkılmıştır. Emîr Hân’ın sarayı, 17. yüzyıl ortalarına gelindiğinde Meydân-ı Sâhibâbâd’ın kenarındaki harap bir kale binasından ibarettir [78], [79].
Ticaret Yapıları
Bâzâr-ı Tebrîz
16. yüzyıl başında Safevîler, tüm unsurlarıyla son derece gelişmiş, organize bir ticarî ağ devralırlar. Üstelik 14.-15. yüzyıl boyunca kentteki az sayıda yağma vakası hariç, Tebrîz Bâzârı’nın tahrip edildiğine işaret eden tek bir atfa rastlanmaz, yani Safevî devri başlarında Tebrîz’de bilinen tarihi ile 11. yüzyılın ortalarından itibaren dört buçuk asırdır aşama aşama gelişen, büyüyen, yenilenen bir ticarî doku söz konusudur. Artık Tebrîz’in ana cadde/caddeleri üzerindeki râste bâzâr/bâzârlar, ana güzergâhlara açılan her bir kapısında bir bâzâr, kervansaray ve atölyelerin eşlik ettiği kapsamlı külliyeler, biri kent meydânında olmak üzere birden fazla Kayserîyye, mesleklere göre ayrılmış çarşılar (sûk), hânlar, hamâmlar, kervansaraylar, bâzârçeler, medreseler, Çehârsûklar, merkezinde Mescid-i Câmi‘-i Tebrîz, bir ucunda Mescid-i Câmi’-i ‘AlîŞâh ve diğer ucunda onun ayrılmaz parçası olan devasa bir kent meydânı olan Meydân-ı Sâhibâbâd bu mega strüktürün parçasıdır. Elbette 14. yüzyılın başlarında ağa katılan güneybatıda Şenb-i Gâzân ve kuzeydoğuda Rab‘-i Reşîdî ile doğuda Muzafferîye Külliyesindeki ticarî merkezleri unutmamak gerekir.
Safevî devri boyunca, başkent olmadığı devirlerde dahi elverişli coğrafî konumunun da etkisiyle ülke ekonomisindeki başat rolünü koruyan Tebrîz gibi ticaret odaklı bir şehirde1, kuşkusuz bildiklerimiz bilmediklerimizin yanında oldukça önemsiz kalıyor olmalıdır. Bir de her zaman ki gibi siyasî çekişmelerin Tebrîz’deki şehir hayatına olumsuz etkilerinin belirsizliğini koruyan boyutları ve mücadele odaklı kroniklerin telkinlerinin gerçeği ne derece yansıttığı meselesi vardır . Öte yandan özellikle 17. yüzyılın ortalarında başlayarak bu tabloya, neredeyse bir asır içinde çok sayıda yıkıcı depremin eşlik ettiğine de hiç şüphe yoktur, ancak Tebrîz’in Safevî ekonomisindeki yerinin de etkisiyle Bâzâr-ı Tebrîz her defasında hızla onarılarak yeniden ayağa kaldırılacaktır. Chardin’in dile getirdiği gibi 17. yüzyıl sonlarına doğru —ileride görüleceği gibi atlattığı yıkımlara rağmen— Tebrîz’in devasa bir alana yayılmış olan “Asya’nın hiçbir yerinde olmadığı kadar güzel [olan] bâzârları” şehrin hâlâ kalbi konumundadır [75].
Kuşkusuz Bâzâr-ı Tebrîz ve en önemli bileşenlerinden Kayserîyye’nin bu devirlerde şehir hayatındaki yeri ve önemini ekonomik nedenlerle sınırlamak eksik bir yaklaşım olacaktır. Zira Bâzâr-ı Tebrîz ve Kayserîyye, kroniklerden takip edilebildiği kadarıyla Safevî devrinde İran coğrafyasındaki diğer şehirlerin bâzârları gibi şehrin ticarî hayatının olduğu kadar sosyal hayatının da ayrılmaz bir parçasıdır1. Böylece eski bir geleneğin devamı olarak 1510 yılında Şah İsmail’in Derbend’i fethi ardından gelişi onuruna düzenlenen kutlama töreni için; 951/1544’de sürgün edilerek Tebrîz’e gelen Bâbürlü hükümdarı Hümâyundun (öl. 963/1556) karşılama töreninde, Şah Tahmasb’ın emriyle; 962/1554-55’de Şah Tahmasb’ın oğullarından İsmail Mîrzâ’nın (sonradan Şâh II. İsmail) Tebriz’de düzenlenen düğünü ve hatta 966/1559’da Şah Tahmasb’a ilticası sırasında Tebrîz Vâlisi Pîr Gaip Sultan’ın misafiri olarak Tebrîz’de beş gün kalan Osmanlı şehzâdesi Bâyezîd’ın karşılanması için Bâzârlar ve Kayserîyye süslenir; buralarda hoş sesli şarkıcılar ve saz ustalarının eşlik ettiği eğlenceler düzenlenir. Tebrîz’de, bir nehrin meydândan ayırdığı Bâzâr-ı Tebrîz in ana güzergâhı Râste Bâzâr-ı Kâdimî nin Meydânı Sâhibâbâd ile ilişkisi, bu devirde büyük ölçüde belirsizliğini koruyor olsa da, bileşenlerinden Kayserîyye"nin doğrudan meydâna açılıyor oluşu vasıtasıyla, onu aynı zamanda infazların halka sergilenmesi için seçilen gözde mekânlardan biri haline getirir.
Tebrîz’de çarşıların yanı sıra Kayserîyye’nin süslendiği bu hadiselerden biri, 943/1536- 37’de Batı Gîlân Hâkimi Muzaffer Sultân’ın1, Hûrşâh b. Kubâd el-Hüseynî tarafından Kayserîyye"de hem de bir şenlik eşliğinde yapıldığını bildirdiği infazıdır. el-Hüseynî’nin kaydına göre, bâzârın en son kısmında Tebrîz’in ayak takımı (ovbâş) tarafından karşılanan Muzaffer Sultân, Kayserîyye" nin içinde (der derûn-i gonbed-i Kayserîyye) kafese konarak yukarı çekilmiş ve bir gece ve gün orada sallandırılmıştır. Bu sırada Şah, erkek kardeşleri ve emîrleri ile birlikte, Kayserîyye" nin süste ve büyüklükte dünyada bir benzeri görülmemiş kümbetinde (der ân gonbed ki der zînet ve bozorgî ez felek-i devvâr nişân mî dehd) oturarak sohbet edip eğlenmişlerdir. Barut dolu bir hil‘at giydirilerek tekrar kafese konan Muzaffer Sultân, Şah ve yakınlarının eğlenceleri bittikten sonra Meydân-ı Sâhibâbâd"da kafesle minârenin [?] tepesine çekilip yakılmıştır . Aynı olaydan bahseden Safevî müelliflerinden Abdi Beg Şirazî, Muzaffer Sultân’ın infazına ilişkin kaydı Hûrşâh b. Kubâd el-Hüseynî’nin anlatımı ile neredeyse aynıdır, fakat o farklı olarak Muzaffer Sultân, Mîr ‘İnâyetu’llâh Hûzânî İsfehânî ile beraber Kayserîyye" nin minâresinde yakıldığını bildirir. Budak Münşî-i Kazvinî’nin Tebrîz Bâzârı’nın süslenmesi, Muzaffer Sultan’ın Kayserîyye" de kafesle asılması ve Kayserîyye"de birkaç gün süren sohbet ve eğlenceler dışında verdiği farklı bir ayrıntı ise Kayserîyye"de biri kendisi, ikincisi kardeşleri, üçüncüsü emîrler ve sonuncusu müzisyenler için olmak üzere karşı karşıya dört tahtın yapılmış olmasıdır. Elbette, sonrasında meclis Sâhibâbâd’a taşınmış ve Muzaffer Sultan kafesle minareye asılarak yakılmıştır. Kayserîyye ile ilişkili benzer bir infaz vakası İskender Beg Münşî’ye göre, 944/1538’de Şah’ın koruması altındaki Hâce Malek Kâfî’nin oğlu Hâce Kelân’ın isyanı üzerine Kayserîyye’nin minâresine ayaklarından asılmasıdır1 .
Safevî Tebrîz’ine dair zengin bilgilerin yer aldığı Avrupalı seyyahların anlatımlarında ticaret yapılarına gelince; Tebrîz’deki diğer abidevî eserlerin mimarîsini oldukça ayrıntılı anlatan şehrin Safevî devrindeki ilk ziyaretçilerinden Venedikli bir tüccar, ticaretle uğraşmasına karşın —gerçi şehirdeki ticaretten hiç bahsetmiyor da değildir — ilginç biçimde Tebrîz’deki ticarî yapılar hakkında bilgi vermez. 16. yüzyılın ikinci çeyreğinde Tenreiro, çok büyük bir ticaret hacmine sahip olduğunu bildirdiği Tebrîz’de, içlerinde tüccarların konakladığı ve ticaret yaptığı, çok sayıda üzeri kapalı büyük şehir meydanı (large public square) bulunduğundan bahseder. Seyyahın gördüğü Tebrîz’deki büyük şehir meydanları, aslında, Zarinebaf-shahr’ın üstü kapalı bâzârlardaki (kapalı çarşılar}, daha küçük boyutlu serâlara çok benzer üstü kapalı yapılar olarak nitelediği [72], kervansaraydan farklı olarak yağmur ve güneşten koruma sağladığı için halı benzeri daha pahalı malların satıldığı, mimarî planlama itibariyle merkezi planda bir dizi dükkân bulunan üstü kapalı küçük seralar, yani İran coğrafyasındaki adıyla “tim” ya da “timçe”lerA [105] olmalıdır. Merkezinde bir havuzun bulunduğu açık bir avlu etrafında gelişmiş mekânlardan oluşan ve en azından iki kapısı ile râste bâzâra açılan iki-üç katlı, çoğu dikdörtgen ya da sekizgen serâlara karşı [66], [72], istisnasız iki katlı olan [66]ve kimi zaman bir serânın giriş mekânı olarak hizmet eden timçelerin en yaygın formu sekizgen, (heşf), yarım sekizgen (nîmheşf) ve daha karmaşık bazı tiplerinde haçvarî sekizgen ya da dikdörtgen gibi daha sade biçimlerdir [105]. Zaten Tenreiro da timce ile kervansarayları birbirinden ayırarak, şehirde aynı zamanda, tüccarların malları ile yerleştikleri, her birini bir “villa (konak} olarak nitelediği, at üzerinde girişe engel olmak üzere çaprazlama kalın bir zincirin asıldığı, tek bir kapı vasıtasıyla ulaşılan 10 ya da 12 çok büyük kervansaray (lodging) olduğundan bahseder. Tebrîz’in, bunların yanı sıra tüccarların ikamet ettikleri ve hatta katırcılar ve hayvanları için düşünülmüş diğer pek çokları ile esnafların tamamı için iyi donatılmış, çok sayıda yolları —diğer bir deyişle râste bâzârları— bulunmaktadır1.
Tenreiro gibi, Tebrîz’deki büyük şehir meydânlarından bahseden seyyahlardan biri de Membre’dir ve o, doğuya doğru Tebrîz’den çıkışta Horasan yolu üzerinde konumlandırdığı Nakkâre çalınan, sarrâfların toplandığı bir meydânın (square) doğusunda ve güneydoğusunda birer tane olmak üzere iki hamâm, kuzeyde ve doğuda birer tane ve batıda iki tane olmak üzere, hâna benzediklerini kaydettiği dört de kervânsaray bulunduğunu bildirir . Öncelikle, Membre’nin gördüğü açık bir alan etrafında toplanmış söz konusu yapıların, anlatımı ile olduğu kadar konumu ile de, 14. yüzyılın son çeyreğinden itibaren Bâb-i A‘lâ Kapısı’nda bulunduğu bilinen, bünyesinde diğer bazı hânların yanı sıra iki Sarrâflar Hânı ile Kayserîyye’nin de yer aldığı ticarî merkezi, daha doğrusu başlıcasını çağrıştırdığından bahsedilmişti. Gerçi Membre, Sarrâflara tahsis edilen hânlardan da, Nakkâre-hâne ile muhtemelen mimarî olarak bir arada olmuş olması gereken Kayserîyye’ den de doğrudan bahsetmez. Fakat bir sonraki kaydı ile Kayserîyye ve/veya Kayserîyye çevresinde gelişmiş olan ticarî merkezi gördüğünü doğrular. Zira o, bahsettiği meydândan geçip, doğuya doğru giderek “Begüm” adıyla anılan bâzâr (günümüzde Bâzârçe-yi Köhne) içinden dosdoğru sonuna kadar ilerlemiş ve bu yolun sonunda Gök Mescid’e ulaşmıştır; onun tarifine göre, devamındaki düz yoldan sonra ise küçük bir köprü geçilerek Horasan ve Irak yolları üzerinden şehirden çıkılmaktadır. Bu güzergâh, yirmi yıl sonra 966/1559’da Şah Tahmasb’a iltica eden Osmanlı şehzâdesi Bâyezîd’in Kayserîyye Bâzârı’na girip, Kûmî’nin tabiriyle “hiçbir yere bakmadan sadece atının iki kulağının ortasına bakarak Çerendâb’daki ordugâhına gittiği'” yol ile özdeş olmalıdır1. Zira başlangıç noktaları, Meydân-ı Sâhibâbâd”ın doğusu ile varılan nokta, Hıyâban mevkii, aynıdır. Öyle ise, en geç 16. yüzyılın ikinci çeyreğinden itibaren Kayserîyye ile şehrin güneydoğusuna düşen Gök Mescid”i doğrudan birbirine bağlayan ticarî bir aks söz konusudur. Bu aksın, kısmî olarak, 15. yüzyılda Muzafferîyye külliyelerinin inşası ile önem kazanan, doğuda Hıyâbân bölgesinden başlayıp, yüksek ihtimal kent merkezinde bir yerde ana ticarî aksa, yani eski bâzâra (Râste Bâzâr-ı Kâdimî) bağlanan İsfahan-Rey bağlantısı olduğu açıktır, ancak Kayserîyye ile entegre ediliş biçimi soru işaretidir .
16. yüzyılın ilk elden kaynakları DD ve MM’ye gelince, Meydân-ı Sâhibâbâd”dan Nârmiyân Kapısı’ndaki Eski Meydân” a, yani Mescid-i Câmi‘-i ‘Alî Şâh uzanan ana cadde üzerinde yerleşmiş olan Tebrîz’in asıl pazarı, Râste Bâzâr-ı Kâdimî ve Gök Mescid’e ulaşan bağlantı MM’de, çatısı çini kaplı kemerli kâgir birimler halinde resmedilmiş olarak görülebilmektedir. Hatta Gök Mescid civarında, daha az sayıda kemer içeren birimlerle sınırlandırılan ve muhtemelen daha küçük çaplı bir bâzâra işaret eden bir kısım daha dikkat çeker. (Ek-B, no.7) Öte yandan DD’de Tebrîz Bâzârı’nın kısımlarından olduğu ileri sürülebilecek kubbeli, revâklı kagir birimler görülürse de bu birimler MM’nin aksine belirgin bir ticarî güzergâh olduğunu düşündürecek bütünlüğe sahip değildir. (Ek- C, no.7 ) Asıl Tebrîz pazarının hem MM hem de DD’de net olarak görebilen başlıca bileşenlerinden biri de minâreli anıtsal bir girişe sahip olmuş olması gereken Kayserîyye” dir\ (Ek-B, no. 5; Ek-C, no. 7A) Kayserîyye, tarihi kayıtlar dikkate alındığında şu an için Tebrîz’de sekizgen forma sahip olduğu bilinen iki yapıdan biridir ve Safevî müelliflerinden el-Hüseynî tarafından, daha önce de bahsedidliği gibi, süste ve büyüklükte benzeri olmayan bir kümbet (gonbed) olarak nitelenir, yani burada sekizgen formda, kubbeli bir yapı aranmalıdır. Buna göre, DD’de sol alt ortada teknik resim kurallarına göre cepheden ve bir bağın kenarında resmedilmiş kulevâri sekizgen bina, MM’de ise Tebrîz Bâzârı ile iç içe ve aynı şekilde yüksekçe fenerli, bir kule olarak tasvir edilmiş, hatta simetrik anıtsal giriş cehpesi ve bir minâresi bulunan bina Kayserîyye olmalıdır. MM’deki Kayserîyye tasvirinde DD’den farklı olarak yapıya eklenmiş, yine kulevâri, ancak daha alçak kubbeli bir yapı ile çini kaplı bir minâre görülmektedir. Kayseriyye’nin kubbesinde tıpkı Heşt Behişt Sarayı’na sonradan eklendiği düşünülen diğer benzeri gibi bir aydınlatma feneri yer alır. Kayserîyye ve HeştBehiştSarayı MM’de fenerli kubbe ile resmedilen istisnai iki yapıdır ve DD’den bulunmayan bu fenerlerin ikisi de söz konusu yapılara sonradan eklenmiş olmalıdır (Şekil 3.39a-39b). MM’de meydânın hemen kenarında Mescid-i Hasan Padişah’ın yanında ticaret yapısı olduğu anlaşılan bir tasvir daha yer alır (Şekil 3.40a-40b). Boyutlarıyla olduğu kadar, detayları ile de Tebrîz Bâzârı’nı simgeleyen minyatürdeki diğer ünitelerden çok da farklılaşmayan bina tasviri, Tebrîz Bâzârı’nın ancak 17. yüzyılın ikinci yarısında tarihi kaynaklarda izine rastlanabilen bir unsuru, yani Pûl-Bâzârı, Köprü Râstesi’m akla getirir. Eğer öyle ise, bu Tebrîz Bâzârı’nın meydân ile ulaşım açısından ilişkisinin 19. yüzyıldan geriye gittiğini ortaya koyan çok önemli bir bulgudur. 17. yüzyıl kaynakları doğrultusunda bu konuya tekrar dönülecektir. DD’de Kayserîyye ve meydân civarında benzer bir ticaret yapısı daha dikkat çekerse de, bunun bir pûl bâzâr olduğunu doğrulayabilecek tarihi bir veriye rastlanmamıştır (Şekil 3.41).
Şekil 3. 39 a-MM’de Kayserîyye ve çevresi, b-DD’de Kayserîyye, [41], [213]
Şekil 3. 40 a-MM’de Pûl-Bâzâr, Detay b-DD’de Pûl Bâzâr, Detay. [41], [213]
Şekil 3. 41 DD’de Kayserîyye yanında Pûl Bâzâr olduğu düşünülen tasvir. [213]
Erken Safevî devrinde Kayserîyye’den bahsedilen nadir kayıtlardan biri, Tebrîz’deki üç büyük İlhanlı eserinin onarımını da gerçekleştiren KâdîMuhammed’in şehirde sağladığı düzene ilişkindir. 946/1539’da askerî kâdî olan Kâdî Muhammed idaresindeki Tebrîz’de güvenlik öyle üst düzeydedir ki altınla dolu olan Kayserîyye’de kapıların kapatılmasına ihtiyaç duyulmamaktadır. Bu durum Kâdî Muhammed 963/1555-56’da görevinden alınana1 kadar aynen devam etmiş olmalıdır. Tebrîz Bâzârı’nın bu devirde varlığından haberdar olunan kısımlarından biri de daha çok bir atölye olarak nitelenebilecek olan hanedan çadırlarının üretildiği Ferrâşhâne’dir . Ferrâşhâne’nin o devirdeki konumu belirsizdir.
yüzyılın son çeyreğine ait iki kayıttan ilki, 1570’li yıllarda Şah Tahmasb’ı sarayına giden Venedik elçisi D’Alessandri’ye aittir ve o şehirde ticaretin önemini vurgulayarak Tebrîz’i ülkenin her yerinden ticarî mallar ve kervanların geldiği bir ticaret şehri olarak nitelemesinde rağmen, belki yazılarının resmi rapor niteliğinde olmasının da etkisiyle şehirdeki ticarî yapılar hakkında bilgi vermez. Aynı devre ait diğer bir kayıt ise, Şah Tahmasb devri sonlarına doğru 981/1573-74’de Tebrîz’de meydana gelen bir isyan vakası ile ilişkilidir ve olayların büyümesi ile Kayserîyye ve Çehâr Bâzâr’da ticaret durma noktasına gelirken, hân kapıları ve dükkânlar kapatılmış, halk şehrin sokaklarında dolaşamaz olmuştur.
Yüzyılın Son On Beş Yılı
Safevî ülkesinde meydana gelen her türlü siyasi ve ekonomik olumsuzluğa karşın, 16. yüzyılın son çeyreğine kadar Tebrîz Bâzârı’nda negatif yönde bir değişime işaret eden herhangi bir gelişme yaşanmamış gibi görünmektedir. Ancak bundan sonrası için, her ne kadar Osmanlı müellifleri Safevîleri, Safevîler ise Osmanlıları sorumlu tutarsa da, kaynakların birleştikleri ortak nokta şehrin Osmanlılar tarafından fethi sırasında Tebrîz
Bâzârı ve Kayserîyye"nin yağmalanmakla kalmayıp, aynı zamanda yakıldığı yönündedir. Tebrîz Seferi’nin görgü tanıklarından Ta‘lîkî-zâde Mehmed Subhî, Kütükoğlu’nun da ifade ettiği gibi, Safevîlerin Tebrîz’i tahliyesi sırasında Tebrîz Bâzârinı ateşe vermeleriyle dükkânların yanı sıra şehirden ayrılanların evlerinin, câmi ve ibadethânelerin yandığı bu olayı “Leşker-i rafızî-âzâr çârsûları ihrâka germ-i bâzâr olmağla teberrâyilerin hâneleri zahm-ı tîşe vü teberle hâke olup ol cevâmi ‘-i zer-nigâr ve savâmi‘-i kâşî-kâr hâtır-ı ehl-i dilân gibi vîrân ve dekâkîn-i muhterife lokma-i ateş-i nâ- şitâ-yı sûzân oldı"" [24]1 sözleri ile anlatırken, Safevî müelliflerinden Kûmî, şehre giren Osmanlı askerlerinin, ününden dolayı övgüye ihtiyaç duymayan Kayserîyye" yi yağmaladıklarını ve yaktıklarını bildirir . Subhî, diğer bir kaydında herhangi bir yakılma olayından bahsetmeksizin, şehirde duyurulan bir haber vasıtasıyla Tebrîz’in Kayserîyyesi" ni Bezâzistân olarak adlandırmaktadır [24]. Natanzi Efuşta’nın kaydı Kûmî’yi doğrular niteliktedir ve o, Osman Paşa’nın altında define olduğu için Kayserîyye"nin bir kısmını yıktığını yazar. Tebrîzliler, Osmanlı ordusu Tebrîz’den ayrıldıktan sonra şehre döndüklerinde dükkânlar, iki katlı çînî atölyeleri (hânût-i kâşî- kâr) ve hamamları harap ve bâzârları ateşe verilmiş halde bulmuşlardır.
Bu devirde Tebrîz’in ticarî dokusuna ışık tutan az sayıda kaynaktan biri, Tebrîz’in Osmanlılar tarafından fethedilmesinden beş yıl sonra 998/1590’da Tebrîz Beylerbeyi Cafer Paşa’nın Tebrîz Kalesi içinde inşa ettirdiği câmiye gelir getirmesi için tesis ettiği vakıflara ilişkin kayıtlardır ve söz konusu kayıtlar Tebrîz’in ticaret ağına yeni bir takım unsurların katıldığını gösterir. Ca‘fer Paşa Vakfı"nın geliri câmiye aktarılan ‘akârları, büyük ölçüde vakıfnamede Bezzâzistân olarak adlandırılan ve “Kumaşçılar Çarşısı"" olarak açıklama getirilen çarşıdaki mevcut olan dükkânların yanı sıra Tebrîz Kalesi"nde yeni inşa edilen dükkânlardan oluşmaktadır. Bunlardan kale içindeki çarşının tamamını meydana getiren 52 tanesi câminin kuzeyindeki sâkiyenin başında biten uzun çarşıda (f el-sûku ’l-tulâm), üç tanesi sâkiyenin önünde ve üçü de doğusundadır. Bezzâzistân —ki vakfiyede çeşitli kumaş ve ticarî emtia tüccarları çarşısı şeklinde geçer— dışında, yani etrafında kurulu çarşıdaki 51 dükkânın yanı sıra Bezzâzistân’daki 37 adet sandık1 —ki buradaki sandıkların tamamına denk gelir— ile Bezzâzistân"ın yanındaki ahırın üstünde inşa edilen 32 hücreli bir hân, vakfın diğer ‘akârlarındandır . Kayıtlardan özellikle İkincisi Bezzâzistân"ın Osmanlılar tarafından yakıldığına ilişkin rivayete şüphe ile yaklaşmak gerektiğini gösterir, zira vakfiye metninin ilgili kısmında ne yapıdaki harabîye ne de yeniden inşaya dair herhangi bir atfa rastlanmaz. Buradaki kayıtlardan uzun çarşıya ilişkin olanı kale içindeki çarşının râste bâzâr ya da Osmanlı’daki adıyla arasta türünde inşa edilmiş olduğunu gösterir. Bezzâzistân"a gelince, Cezar’ın bedestenlere ilişkin sınıflandırması dikkate alındığında, daha çok yapının iç bölümünde bedesten işlevi, beden duvarı dışında ise dükkânların sıralandığı dıştan dükkânlı bedesten tipine [172] uyduğunu söylemek mümkündür. Cafer Paşa Vakıfnâmesi"nin ulaşılabilen versiyonunda Bezzâzistân"ın konumuna dair herhangi bir sınır tarifi yer almaz, ancak Meydân-ı Sâhibâbâd"ın doğu tarafında yer aldığı bilinen Kayserîyye ile özdeş olmalıdır. Kayserîyye civarında 14. yüzyılın sonlarından itibaren bir de Bezzâzlar Hânı (Hânu’l- Bezzâzî) bulunduğu bilinmekle beraber, yapının hân değil de “sûk” olarak adlandırılmış (sûku’l-tuccâru’l emti‘a ve’l-akmişeu’l-mutenevvi’a ’l-musemmâ bezzâzistân) olması Kayserîyye ile özdeş olma olasılığını güçlendirmektedir.
Vakfiyede bahsi geçen ve aynı çevredeki meskûn mekânlardan dolayı, asıl Tebrîz Bâzârı’nın bir kolundan çok küçük bir semt çarşısı olduğunu düşündüren bir sonraki grubun konumu da yine tam olarak anlaşılamamıştır. Bunlar arasında bakkal dükkânlarının (Hevânîtu’l-Bakkâlîn) [?] üstündeki fevkânî) bir kahvehâne ve kahvehâne altındaki 3 dükkân, Yeniçeri Ağası Çarşısında [?] 1 dükkân, 1 ahır ve bunların üstündeki 1 ev, — yani iki katlı bir bina söz konusudur— aynı çarşıda, yalnızca bir kısım hissesi vakfa ait olan diğer 2 dükkân ile Hacı Çavuş’un evinin yanında bulunan 1 Tornacı Dükkânı (Hânûtu’l-harrâtî) ve aynı çevredeki diğer başka ev ve çitli boş araziler yer alır . Kerbelâ’î’nin 16. yüzyılın üçüncü çeyreğinde Cuveynân Sokağı’nda konumlandırdığı SelleKenânHamamı [68], [156], Tebrîz’in batısındaki mahallelerinden olan Engec’teki Gâv Bâzâr yakınındadır ve yakınındaki 2 dükkân ile birlikte Osman Paşa tarafından câmiye gelir getirmesi için vakfedilmiştir. 14. yüzyılın son çeyreğinden itibaren kayıtlara geçen ve Cafer Paşa Vakıfnâmesi nde de adı geçen Gâv Bâzâr, 1000/ 1591-1592 tarihli (III. Murad devri) Tebriz Eyaletine ait Tebriz Tapu Tahrîr İcmâl Defteri’nde 10.000 akçelik toplam gelirleri havâss-ı hümâyûn ayrılan mahalleler arasında kaydedilmiş olup, kayıttan aynı zamanda Baba Hakî olarak adlandırıldığı anlaşılmaktadır.
Yüzyıl
“Tebrîz’in Kayserîyye Bâzârı, Şah Abbas’ın [isfahân’da] Meydân-ı Hârûn Vilâyet’teki [Meydân-ı Köhne] yeni Bâzârı ’nın ve bir anıtsal taç kapı vasıtasıyla girilen yeni Meydân-ı Nakş-ı Cehân ’daki Kayserîyye Bâzârı’nın prototipi idi”.
Stephen P. Blake1 [55]
Blake’in, Natanzi Efuşta’nın 999/1590 yılında Şah Abbas’ın emriyle İsfahân’da Meydânı Hârûn Vilâyet (Meydân-ı Köhne) çevresinde yapılan onarım çalışmalarına ilişkin aşağıdaki satırlarından yola çıkarak yaptığı bu tespiti, aslında Tebrîz’in diğer Safevî payitahtları ile arasındaki etkileşimin ekonomik sebeplerin ötesine geçen boyutlarını göstermesi bakımından kayda değerdir. Bu defa söz konusu olan bir ticarî yapı, yani
Kayserîyye’dir . (Şekil 3.42)
Şekil 3. 42 İsfahân’da Nakş-ı Cehân Meydânına açılan Kayserîyye’nin Girişi, Plan’da A
[198]
“[‘Abbâs] o cennet şehrin [İsfahan] ‘imaretlerinin bayındırlaştırılmasını ve onarılmasını emretti (...) o Tebrîz’dekigibi bir Kayserîyye binası tesis edilmesini [be ihdâs ‘imâret-i Kayserîyye be tarîk-i ki der Tebrîz vâki‘ bûd] emretti (,..)Isfahân, süs ve ziynetlerinin çokluğu ve güzel yüzlü ve ahlaklı insanlarının çokluğu ile Tebrîz gibi bir payitaht oldu; [Tebrîz] onun yanında ziyadesiyle küçümsenebilir bir kasaba idi [İsfahân misr-i câmi‘i-yi şod ki Tebrîz bâ vucûd kesret zîb ve zînet ve bisyârî-yi merdom-i nîkû suret ve sîret, der cenb ân rustâkî der gâyet hakâret bûd] ”1.
Natanzi’nin kaydındaki ilgi çekici diğer bir ayrıntı, İsfahân’ın o sırada payitaht sıfatını devraldığı Kazvîn ile değil de, Tebrîz ile ve hatta halkının da Tebrîzlilerle kıyaslanmış olmasıdır. Demek ki o devirde Tebrîz kentini geçmek diğer payitahtlar için her bakımdan önemli bir kıstas olmuş olmalıdır. Natanzi’nin İsfahân’ı övmek amacıyla Tebrîz’i İsfahân yanında bir kasabaya benzetmesi ise kuşkusuz o devirler için gerçeği yansıtmaktan oldukça uzak ve abartılıdır.
Tebrîz Bâzârı’nın 17. yüzyılın ilk çeyreğindeki durumuna ışık tutabilecek düzeyde bir kayda devrin ne Safevî ne de Osmanlı kroniklerinde rastlanamamıştır. Bu devirde Tebrîz’i gören ya da ondan bahseden Avrupalı seyyahların kayıtları aynı derecede kifayetsizdir. Nitekim Tebrîz Bâzârı’nı 1621 yılında gören Alman seyyah Heinrich von Poser, pazara gittiğini bildirmekten öte bir bilgi vermezken , hemen hemen çağdaşı Herbert, uzak yerlerle ticaret yapılan Tebrîz’in büyük bir bâzârı olduğunu yazmakla yetinir. Herbert’in Tebrîz’i görmemiş olduğu düşünüldüğünde açıklamasının yavanlığı doğal karşılanabilir. Ancak bundan sonda IV. Murad’ın Revan Seferi ile Tebrîz’e giden Kâtip Çelebi’nin aynı şekilde sade, fakat çok daha anlamlıdır. Zira ona göre “Bu meşhur şehrin ihtişamlı kâgir yapılı dükkânları, geniş çarşıları [ve] bedestanları vardır. Kâtip Çelebi’nin kaydı ile, 17. yüzyılın ilk yarısına gelindiğinde Tebrîz’de birden fazla Kayserîyye olduğu artık doğrulanabilmektedir. Ancak yine de, Rab‘-i Reşîdî’deki Kayserîyye hariç —ki o da yalnızca vakfiyesinde ve vakfiyeyi esas alan modern araştırmalarda geçer— kaynaklarda şehirdeki diğer kayserîyye ya da bedestenlerden, varlıklarına işaret eden çok sayıda delile rağmen doğrudan bahsedilmemesi bir soru işaretidir. Kâtip Çelebi’nin kaydına kadar tarihi kaynaklar ve vakfiyelere göre, şehirde Kayserîyye olarak adlandırılan daima tek bir yapı bulunmaktadır ve o da Meydân-ı Sâhibâbâd’ın doğusunda Bâb-i A‘lâ’dadır. Bu durumda, işlev ve mimarîleri itibariyle birer Kayserîyye niteliği taşımalarına rağmen, ne Rab‘-i Reşîdî’nin bölümlerinden Şehristân-i Reşîdî’deki Kayserîyye’’nin (ana bâzâr)1 [53], ne de Gâzân Bâzârı’nın hiçbir zaman bu adla anılmamış olduğunu kabul etmek gerekecektir. Marco Polo’nun ise, Tebrîz’e geldiği yıllarda söz konusu yapıların henüz hiçbirinin inşa edilmediği bilindiğine göre, meydânının kenarındaki Kayserîyye görmüş olduğu öngörülebilir. Eğer Naîmâ’nın kaydı doğru kabul edilirse, IV. Murad’ın Revan Seferi’nde Tebrîz’in çarşı ve pazarı bir kez daha ateşe verilir [32]. Kâtip Çelebi’nin Tebrîz Bâzârı’nı konumlandırma biçimi aynı şekilde ilgi çekicidir. Ona göre Tebrîz’in çarşıları şehirdeki mahallelerin çoğu gibi meydânın güneydoğusunda kalmaktadır.
IV. Murad’ın Revan Seferi’nin çağdaşı ve Şâh Sefî devrinin başlıca kaynaklarından olan Hülâsatü’s-Siyer’de Şâh Sefî’nin 1043/1634’de IV. Murad’ın Revan Seferi’ne çıktığı sıralarda Tebrîz’de olduğuna ve burada imâr işleri ile uğraştığına ve hatta Osmanlı ordusunun Tebrîz’den ayrılmasından sonra şehre dönen Şâh’ın Tebrîzlilerin yaralarını sardığına ilişkin kayıtlarbulunmakla beraber inşa ettirdiği herhangi bir pazar yapısından bahsedilmez. Ancak Bâzâr-ı Tebrîz’de Şâh Sefî saltanatında (1629-1642) Mescid-i Câmi’-i Tebrîz yanında inşa edilmiş, bânîsine atfen Bâzâr-ı Sefî ve aynı zamanda Râste- yi Sefî olarak da adlandırılan, Seyyid Gulâbi adında çok eski bir hamâmında bulunduğu bir bâzâr mevcuttur [105]. (Şekil 3.43)
O 10 30 50
Şekil 3. 43 A-Bâzâr-ı Sefî ve Seyid Gülâbi Hamamı B-Tâlibiyye Medresesi C- Mescid-i
Câmi‘i Kebîr
On yıl gibi kısa bir süre sonra Evliyâ Çelebi, Kayserîyye’yi —ki o Bedesten olarak adlandırır— dünyada benzeri olmayan, kâgir büyük, tek kubbeli bir yapı olarak tarif eder.
Kayserîyye’nin dört demir kapısı Evliyâ’nın tabiriyle “Bedesten Çarşısı” yani Kayserîyye Bâzârı’na açılmaktadır ki, burada çoğunun Haleb tarzı kâgir yapılar olduğunu bildirdiği 7.000 dükkân bulunur1 [78], [79], [172]. Evliyâ Çalebi, Tebrîz’de o devirde, başlıcaları Cafer Paşa Hânı, Şâh Bende Hânı, Külâh-yapıcıları (Bâzâr-i Kûlah-dûzân) pazarında Beğim Hânı ve Baba Hakkı Kervansarayı olmak üzere 70 hân; Zübeyde Kervansarayı , Şah Cihan Kervansarayı, Şah İsmail Kervansarayı, Pîr Budak Hân Kervansarayı ve Şah Cihan kızı Âlem Şah Begüm Kervansarayı başta olmak üzere 200 kervansaray bulunduğundan bahseder [78], [79]. En geç 17. yüzyıl ortalarından itibaren tamamı olmasa bile büyük bölümü yüksek ihtimalle Tebrîz Bâzârı ve çevresinde konumlanmış olması gereken bir yapı türü de Karpat’ın tabiriyle, yaptığı çağrışımın aksine, yolcu bekârlar için konaklama amacıyla inşa edilmiş yerler olmaktan çok, şehirde çalışan evlenmemiş işçilerin yatakhâneleri olan bekâr hânlarıdır! Tebrîz’e gelince, 17. yüzyıl ortalarında Evliyâ Çelebi’nin başlıcalarını Müstakim Hanı, Ferhadiye Hanı, Caferiye Hanı, Firuz Han Hanı, Gevher Han Hanı, Cağal Paşa Hanı ve Kelenter Bekârhanesi olarak saydığı 110 adet bekâr hânı mevcuttur [78], [79].
Evliyâ Çelebi’nin verdiği bilgileri önemli kılan bir nokta da gerek Doğu gerekse Batı kökenli tarihi kaynaklarda adından bahsedilmeyen, çeşitli devirlerinde inşa edilmiş yapıları ve herşeyden öte bir yapı inşa ettiği dahi bilinmeyen Tebrîz tarihinde rol oynamış kişilerin bânîliklerini ortaya koyuyor olmasıdır. Gevher Han Hanı, Sökmenlileri takiben 1115 yılında Tebrîz’in, kendisine verildiği Büyük Selçuklu Sultânı Muhammed Tapar’ın karısı Gevher Hatun1, Şah Cihan Kervansarayı, Beğim Hânı, Mevkûfât-i Muzafferîyye ve Karakoyunlular, Ca‘fer Paşa Hânı Cafer Paşa Vakıfları ve Osmanlılar, Âlem Şah Begüm Kervansarayı ve Şah İsmail Kervansarayı, Şah İsmail ve annesi, Uzun Hasan’ın kızı Âlem Şah Begüm, yani Akkoyunlular ve erken Safevîler, Şâh Bende Hânı ve Pîr Budak Hân Kervansarayı 17. yüzyılın ilk yıllarından itibaren birkaç nesil Tebrîz Beylerbeyiliği yapan aile ile ilişkili olması gereken yapılardır. Özetle, Tebrîz Bâzârı çevresindeki imâr faaliyeleri tarihi kaynaklarda herhangi bir bilgiye rastlanmayan devirlerde bile sürmektedir.
Yüzyılın İkinci Yarısı
17. yüzyılın ikinci yarısında Bâzâr-ı Tebrîz’in bünyesine, biri oldukça kapsamlı bir külliye, diğeri ise bir medrese olmak üzere iki yeni yapı grubu ve bunlarla bağlantılı binalar katılır. Her ikisi de şehrin ve Bâzâr-ı Tebrîz’in kalbi denebilecek mevkilerde gerçekleştirilen söz konusu imâr faaliyetlerinin arkasında, kuşkusuz Tebrîz’de aynı yüzyılın ilk yarısının sonlarına doğru yaşanan, 1635 Revân Seferi başta olmak üzere bir ölçüde siyasî çekişmelerin neden olduğu tahtibat, ancak büyük ölçüde geniş çaplı yıkıma yol açan depremlerin yarattığı potansiyel kent içi imâr alanlarının açılmış olmasının yattığı tahmin edilebilir. Bu bağlamda külliyelerden ilki, bânîsi Azerbaycân hâkimi ve mâliye nâzırı (mustevfî el-memâlik) Mîrzâ Muhammed Sâdık (Nâmî)’a atfen Sâdıkîye olarak adlandırılan [77], [84] ve başta medrese-câmiden oluşan bir külliye olmak üzere külliyenin vakıflarından Râste Bâzâr-ı Sâdıkîye [84] ve diğer bazı yapıları bünyesinde barındıran Sâdıkîye Külliyesi’dir1 [77]. Külliye, Nâîbu’s-Saltana Abbâs Mîrzâ (öl. 1249/1833) döneminde geçirdiği bir onarım ile, Tebrîz’deki çoğu yapının aksine, 1970’li yıllara bir miktar harap da olsa ulaşmayı başarır [84], [105].
Sâdıkîye Külliyesinin ana unsurlarından olan câmi, Mescid-i Sâdıkîye, külliyenin Receb 1068/Nisan-Mayıs 1658’de inşaatı tamamlanan ilk yapısıdır [77] ve yanındaki genişçe bir alana yayılan medrese, Sâdıkîye Medresesi ile birlikte Bâzâr-ı Sâdıkîye’nin kuzey ucunda sonda yer alır [77]. Kısa süre sonra Şa‘bân 1068/Mayıs-Haziran 1658’de Sâdıkîye Medresesi’nin de bitirilmesine karşın, külliyenin tamamlayıcı unsurlarından Bâzâr-ı Sâdıkîye, yehçâl, hamâm ve sarayların inşası Ramazan sonları 1077/ Mart sonları 1667 yılına kadar devam eder; vakıfların tesis edilmesi ise yapıların inşasının bitirildiği bu tarihten sonradır [77]. Sâdıkîye Külliyesi’ndeki medresede, vakfiyedeki kayıtlara göre, müderris, talebe ve hizmetlilerin kaldığı, zemin katta 26, üst katta ise 27 olmak üzere toplamda 53 hücre bulunurken, hemen güneyinde aynı avluya bakan ve vakfiyedeki aydınlatılması ve döşenmesi ile ilgili şartlarda eyvânları (suffehâ) [?] ve şebistânından bahsedilen Mescid-i Sâdıkîye’yi [77], Kâreng, 1970’li yıllarda medresenin büyük avlusunun güney kısmında, 20 adet taş sütûn ve 30 tuğla kubbeden meydana gelen bir yapı olarak niteler. Câminin kapı ve pencereleri kuzeye açılmakta olup [77], doğu tarafında uzun tâlâr şeklinde, kadınlar için ayrı bir mescid yer almaktadır [77] (Şekil 3.44). Yanında, yine Mîrzâ Sâdık tarafından inşa edilmiş birkervansaray1 ile beraber bir hamâm ve bir de kahvehâne olduğu bilinen Râste Bâzâr-ı Sâdıkîye’yi, Careri, tamamı kerpiç tuğla ile örtülü bir yapı olarak tarif eder; seyyah Sâdıkîye Yehçâli’ni de görmüştür ve yehçâlin derinliğini 50 adım (=40 m), uzunluğunu 60 adım (=48 m), genişliğini ise 40 adım (=32 m) olarak verir . (Şekil 3.45, 3.46 3.47, 3.48, 3.49)
Şekil 3. 44 Sâdıkıyye Külliyesi
Şekil 3. 46 Sâdıkîye Yehçâli, 2014
[Sâzmân-i Mîrâs-ı Ferhengî-yi Kişver Arşivi].
Şekil 3. 48 Sâdıkîye Yehçâli, 2014
[Sâzmân-i Mîrâs-ı Ferhengî-yi Kişver Arşivi].
Şekil 3. 49 Sâdıkîye Yehçâli [L.Yıldız, Ekim 2015].
Evkâf-ı Sâdıkîye’nin Bâzâr-ı Tebrîz bünyesindeki ‘akârlarına gelince; sur içinde, Bâzâr- ı Serrâcan-ı Cedîdde, Mîrzâ Sâdık’ın Mîr Kâsım Hânı’na bitişik olarak inşa ettirdiği çeşitli hücreleri bulunan bir Hân1 —ki bu hân Bâzâr-ı Sâdıkîye’nin yanındaki kervansarayla özdeş olmalıdır ve otuz yıl arayla bildiren Tavernier ve Careri’nin kayıtları dikkate alındığında 1664’de tamamlanmış durumda olup, otuz yıl sonra 1694’de hâlâ işler durumdadır— Bâzâr-ı Mesgeran’da, bitişiğinde bir ahır ve açık alanın da yer aldığı Hân-i Ter...Begüm olarak bilinen bir Hân, Bâzâr-ı Veycûye’de Hacı Ali Beg ‘Assâr Hânı, Râste Bazâr-ı Sâdıkîye’de yine vâkıfın bânîsi olduğu bir hamâm, daha önce de bahsedilen, Meydân-ı Sâhibâbâd’da Mihrân-rûd nehrinin hemen güney kıyısındaki
Sâdıkîye Yehçâli\ yanında bulunan penîr kûbî ve yakınındaki geç kûbî, Bâzâr-ı Seffâran ve Hacı Ali Beg ‘Assâr Hânı"nın bitişiğinde yer alan Bâzâr-ı Veycûye"de “bâb” olarak adlandırılan 6’şar dükkân, Bâzâr-ıSurhâb"da 5 dükkân ve Bâzârçe-yi Serrâcarida 4 dükkan, tamamı Mîrzâ Sâdık tarafından inşa edilmiş olan Bâzâr-ı Serrâcarida Çehârsûk"tan eski bazârın (dehâne-yi bâzâr-ı kadîmî) girişine kadar uzanan 39 dükkân; eski bâzâra açılan kapıdaki (der dergâh ki be-râste bâzâr-ı kadimî goşûde mî şeved) 4 küçük dükkân (çehâr bâb dekke), meydânın girişinde yer alan ve arsa hakları her sene Mevkûfât-ı Nasrîyye"ye nezaret eden kişiye ödenen (serkâr) iki geçişli Köprü Râstesi" ndeki (râste-yi pûl ez dehâne-yi meydân ki do bâb meâbir) 10 dükkân, Çehârsûk’taki 4 dükkân, herkes tarafından bilinen Çehârsûk"tan görünen ve Pîr Budak Hân Hamâmı"nın lağımına (gendâb) kadar uzayan 14 dükkân ve Çehârsûk"tan Sâdıkîye Yehçâli ve Sâdıkîye Medresesi"nin istinatgâhlarına (ez çehârsûk tâ rukn-i yehçâh ve rukn-i medrese-yi mezbûre) kadar her iki taraftan görünen belirli dükkânların tamamı, yani günümüzde Bâzârçe-yi Yehçâl"in tamamı, bunlar arasındadır. Ayrıca yakınında bulunduğu bir hamâm vasıtasıyla adından bahsedilen Bâzârçe-yi Muînîyye, Bâzâr-ı Tebrîz’in Surhâb Mahallesi’ndeki alt merkezlerindedir.
Sâdıkîye"nin ticaret yapılarına dair vakıf kayıtları, Bâzâr-ı Tebrîz in, meslek gruplarının adları ile anılan kollarının, şehir kapılarındaki bâzârçelerden ayrı olarak Bâzâr-ı Veycûye ve Bâzâr-ı Surhâb gibi mahallelerin isimlerini alan uzantılarını göstermesi bakımından kayda değerdir, fakat aynı zamanda 16. yüzyıl ortalarından itibaren doğrulanmayı bekleyen bir ticaret yapısının 16. yüzyılın da gerisine uzanan tarihine dair ip uçları barındırır. Meydân-ı Sâhibâbâd"ı diğer Safevî meydânları Kazvîn’de Meydân-ı Saâdatâbâdve İsfahân’daMeydân-iHârûn Vilâyet (ya daMeydân-ıKöhne) ileMeydân- ı Nakş-ı Cehân"dan ayıran önemli bir topografik unsur söz konusudur ki o da Meydân-ı Sâhibâbâd"ı, asıl Tebriz Bâzârı, Râste Bâzâr-ı Kâdimî" den meydânın hemen güney sınırını oluşturacak biçimde koparan Mihrân-rûd’dur. 16. yüzyılın ilk yarısında MM ve DD’de Tebrîz Bâzârı’nın meydân ile ulaşım açısından ilişkisine az olsa açıklık getiren
Pûl-Bâzârı ya da diğer adıyla Köprü Râstesi olarak yorumlanan birtakım tasvirler tespit edildiğinden bahsedilmişti. Sâdıkîye vakfiyesi, bu yapı türünün Tebrîz’deki varlığını doğrulayan bilinen ilk tarihi kayıttır. İlk defa Sâdıkîye vakıfları vasıtasıyla kayıtlara geçen Mihrân-rûd üzerindeki Köprü Râstesi, yani Râste-yi Pufun adının geçtiği kayıttaki dükkânların Mîrzâ Sâdık tarafından inşa edildiğine hiç şüphe yoktur.
İlk bakışta, Sâdıkîye Külliyesi nin hemen hemen çağdaşı kabul edilebilecek olan ve 1646 ve 1652 yıllarında olmak üzere iki kez Tebrîz’e giden Evliya Çelebî’nin Bursa’da bulunan Irgandı Köprü Arastası’ndan bahsederken1 [172] Tebrîz’deki benzer bir yapıdan bahsetmemiş olması Tebrîz’deki Köprü Râstesinin de 17. yüzyılın ikinci yarısından önce bulunmadığı şeklinde yorumlanabilir ki bu özünde kısmen doğrudur. Ancak vakıf kayıtlarında yer alan dükkânların arsa haklarının her sene Akkoyunlu devri vakıflarından Mevkûfât-ı Nasrîyye’ye gittiğine ilişkin bilgi ve yaklaşık aynı zamanlarda meydana gelen depremler kronolojik olarak bu senaryoya dahil edildiğinde, söz konusu Köprü Râstesinin, çok daha eski bir tarihte inşa edilmiş olduğu ve Mevkûfât-ı Nasrîyye’nin buradaki payı dikkate alındığında muhtemelen en geç 15. yüzyılın son çeyreğinden itibaren Tebrîz Bâzârı ile Meydân-ı Sâhibâbâd’ı bağladığı sonucu ortaya çıkar. Evliya Çelebî’nin ise bu yapıyı görmemiş olması son derece doğaldır, zira şehri neredeyse tamamen viran eden 1050/1641 depreminden beş yıl sonra Tebrîz’dedir ve Sâdıkîye’nin vakıf kayıtlarından anlaşıldığı gibi ikinci ziyaretini gerçekleştirdiği sırada külliyenin 1068/1657-58’de bitirildiği bilinen ilk yapısı Mescid-i Sâdıkîye’nin dahi inşasına olasılıkla henüz başlanmamıştır. Eski Tebrîz Bâzârı’nın kuzey bölümündeki yeniden inşa çalışmaları ise onun şehri ziyaretinden sonra 1068/1657-58 ile 1077/1667 yılları arasında gerçekleştirilmiş olmalıdır. Kuşkusuz Tebrîz’i ziyaret eden seyyahların kayıtları ile doğrulanamamakla beraber, bu arada ilki 1650 yılında olasılıkla külliyenin inşasına başlanmadan önce, ikincisi ise 1657’de inşa çalışmaları devam ederken olmak üzere şehre büyük zarar verdiği rivayet edilen iki büyük deprem meydana geldiğini de unutmamak gerekir . Bu bilgiler, MM’de meydânın hemen kenarında Mescid-i Hasan Padişah’ın yanında ve DD’de aynı şekilde hem meydâna hem de Mescid-i Hasan Padişah’a yakın bir konumda resmedilen binaların, yüksek ihtimalle 16. yüzyılın ilk yarısında ayakta olan Pûl-Bâzâr olduğunu ortaya koyar.
Bundan sonra Silahdar Fındıklılı Mehmed Ağa’nın 4 Zilka‘de 1074/29 Mayıs 1664 günü Tebrîz’de meydana geldiğini bildirdiği büyük bir deprem vasıtasıyla “Ulu-hân” [?] adında bir yapı kayıtlara geçer ki, müellifin verdiği bilgiye göre, deprem esnasında “ Ulu- hân”, içindeki câmi‘, çârsû ve bâzârı ve buradaki binden fazla tüccarıyla yok olmuştur1. Tebrîz’in 1074/1664 depreminden sonraki bilinen ilk ziyaretçileri aslında eş zamanlı olarak, yani 9 Kasım 1664’de şehre ulaşan Fransız seyyah Deslandes ve İran’a altıncı seyahatini gerçekleştiren Tavernier’dir ve daha öncede bahsedildiği gibi ilginç biçimde her ikisi de depremden bahsetmezler, ancak kayıtlarının dikkatli bir okuması onların depremin bâzârda meydana getirdiği tahribatın izlerinin silinişine tanıklık ettiklerini gösterir. Tavernier’in kaydına göre, iyi inşa edilmiş bâzârlar ve çok sayıda iki katlı ve son derece rahat kervansarayın bulunduğunu Tebrîz’de, üstü kapalı olan bâzârlar her zaman zengin mallarla doludur; çoğu demirciler ve ondan da daha fazlası ipek dokuyanlar ve sahtiyan üretenlerden oluşan zanatkârlar için düşünülmüş özel çarşıların parçası olduğu Tebrîz Bâzârı’ndaki onarım çalışmaları bu devirde hâlâ devam etmektedir. Hem Tavernier hem de çağdaşı Deslandes’in, muhtemelen hatalı olarak Osmanlılar ile yapılan savaşa ve özellikle IV. Murad’ın Revan Seferi’ne bağladıkları tahribatın izleri neredeyse beş ay gibi kısa bir süre sonra hemen hemen silinmiş durumdadır.
Deslandes, özellikle, tüccarların dükkânlarının bulunduğu çok sayıda ve iyi tesis edilmiş tuğla tonozlu sokaklardan oluşan bâzârların (ya da râste bâzâr/bâzârlar), birkaç yıldan beri devam eden çalışmalarda restore edildiğini bildirir. Ona göre, Tebrîz’deki manastır biçiminde inşa edilmiş olan çok sayıda kervansaraydan, daha önce de bahsedildiği gibi, kapasitesi 100 odaya kadar çıkan bazıları iki katlıdır1. 17. yüzyılın üçüncü çeyreğinde Fransız seyyah Chardin, Tebrîz’de, üzeri 40-50 adım (=32-40 m) yüksekliğindeki tonozlarla kapatılmış, uzun ve geniş caddelerde yer alan ve şehirdeki sayısını 15.000 olarak verdiği evlerden, bu şekilde ayrılan 15.000 dükkân bulunduğunu kaydeder. Neredeyse hepsi bahçeli evlerin, dışında konumlandığı Bâzâr'ı oluşturan caddeler, seyyaha göre şehrin kalbidir. Asya’daki en güzel pazarlardan biri olan Tebrîz Bâzârı’nın enginliği, genişliği, üzerini örten güzel kubbe ve tonozları hayranlık uyandırıcıdır. Tebrîz’deki bâzârların en iyisi, Chardin’in Akkoyunlu Uzun Hasan’a atfettiği, mücevher ve en değerli malların satıldığı yer olan, formu itibariyle çok geniş bir sekizgen teşkil eden Kayserîyye, yani Kraliyet Pazarı’dır. Halkın kullanımı için olan diğer ticarî yapılar ise buradan daha az güzel ya da daha az kalabalık değildir. Chardin’in kaydına göre, Tebrîz’de her biri yaklaşık 300 kişi barındırabilecek 300 kervansaray bulunurken, kahve, tütün ve haşhaş suyundan sert içeceklerin satıldığı kahvehâneler dahi, hamâmlar, câmiler ve diğer yapıların büyüklüğü ve ihtişamı ile uyumludur [75].
Bâzâr-ı Tebrîz’in bünyesine bu devirde katıldığı bilinen ikinci külliye, Mescid-i Câmi‘- yi Kebîr'in avlusunda, Tebrîz’in ileri gelen ailelerinden olduğu anlaşılan el-Hac ailesinden Hac İshak Tebrîzî’nin oğlu Hac Tâlib Hân'ın inşa ettirdiği Tâlibbîyye Medresesidir [77]. Günümüze özgün hali ile ulaşmayı başaramayan medresenin Kâreng tarafından yayınlanan vakfiyesinde, yapının mimarîsine dair faydalı bir bilgi bulmak güçtür, fakat Nâdir Mîrzâ, bu medreseyi Azerbaycan veziri Mîrzâ Ebû Tâlib’in inşa ettirdiği üç tarafında da altlı üstlü odaların bulunduğu, ünlü bir yapı olarak tarif eder [84].
Günümüzdeki mevcut kısımlardan yalnızca kuzeydeki bina Hac Tâlib Hân’a atfedilir; yapının vakıfları ise 1087/1676-77’de ‘İmâret-i Tâlibbîyye’nin tamamlanmasından sonra tesis edilmiştir1 [77]. (Şekil 3. 34-B)
Bâzâr-ı Tebrîz ile bu kadar iç içe olmasına rağmen, Tâlibbîyye Medresesinin bâzârdaki mülkleri son derece sınırlıdır ve vakfın ‘akârları daha ziyade bânîsinin adı ile anılan bir meydânın, el-Hac Tâlib Meydâninın da bulunduğu Nevber Mahallesi’ne odaklanır. Ayakkabıcılar Çarşısı, yani Bazâr-i Heffâfân’da bulunan, Muhammed Han Hânı adındaki hân, 1087/1676-77 tarihli Evkâf-ı Tâlibbîyye’nin Tebrîz Bâzârı bünyesinde yer aldığı öğrenilen yegâne ‘akârıdır [77]. Tâlibbîyye’den çok kısa bir süre sonra tesis edilen 1090/1679-80 tarihli Zahîrîye Vakıflar!nın ise, esas külliyesinin Tebrîz Bâzârı’nda bulunmamasına karşın, bâzârda daha fazla ve kapsamlı mülkleri bulunduğunu söylemek mümkündür. Vakfın tamamı “bâb” olarak adlandırılan, asıl bâzârın kısımlarından Bâzâr- ı Seyyâfan ve Bâzâr-ı Saffâran’da 1’er dükkânının yanı sıra daha önce de bahsedilen Meydân-ı Sâhibâbâd’daki 5 dükkân ve meydân yakınındaki 6 dükkânlı bir timçe, bünyesindeki 44 dükkânın gelirlerinin vakfa tahsis edildiği Bâzârçe-yi Surhâb ve sur içi mahallelerinden Pîr Budak Mahallesi’nde —olasılıkla semt pazarı niteliğindeki bir bölgede— 2 dükkân, Surhâb Mahallesi’nde mescid [?] civarındaki 74 dükkân ve Şotorbân Mahallesi’nde ya da diğer adıyla Kûy-i Şotorbân (Devecî)’daki çeşitli dükkânlar ile kuzeybatıda Sencârân Mahallesindeki 1 kervansaray ve 1 deve hânı vakfın Tebrîz’de sur içi ticaret ağında yer alan yapılarıdır [77]. Bunların yanında Sencârân, Veycûye, Nevber mahalleleri ve Derb-i Rey’ de Zahîrîye vakıfları için vakfedilen hamâmlar bulunmakla beraber, bunlar yüksek ihtimalle bulundukları mahalledeki câmilere bitişik ya da yakınında yer alan mahalle hamâmları gibi görünmektedirler. Ancak Nevber Mahallesi’ndeki hariç tutularak, asıl Tebrîz Bâzârı ile ilişkilerini tespite imkân tanıyabilecek sınır tariflerine ulaşılamamasından dolayı yine de kesin bir hükme varmak güçtür1.
Yarım yüzyıllık bir boşluktan sonra Tebrîz Bâzârı’nın başlıca bileşenlerinden Kayserîyye’nin kendi devrindeki durumu hakkında bilgi veren ilk kaynak Careri’dir ve o
yüzyılın son yıllarında Kayserîyye’yi Darphâne’nin yakınında konumlandırarak, şehirdeki en kıymetli ve pahalı eşyaların satıldığı, büyük bir kümbet (a large cupola) olarak niteler. Kayserîyye’nin yanında ise, daha önce de bahsedildiği gibi, doğudaki tüm cadde ve bâzârlar gibi üstü kapalı, nadir bulunan tuğladan inşa edilmiş görkemli kemerleri ile altın ve gümüş sarrâflarına ayrılan cadde, yani Kuyumcular Râstesi (Bâzâr-ı Zerger) yer almakta olup, Azerbaycan vezîri Mîrzâ Tâhir’in inşa ettirdiği, adı ile anılan bir tanesi meydânda, diğer ise Darphâne’de olmak üzere iki büyük kervansaray daha söz konusudur .
Yüzyıl Başından 1736’ya Kadar
Alman seyyah Schillinger’in, 18. yüzyılın ilk yılında Tebrîz’deki ticarî hayatın hareketli bir parçası olan Sâhibâbâd Meydânı’nı Büyük Pazar Meydânı’nı olarak adlandırdığı ve Tebrîz’de, içinde dünyanın dört bir yanında yabancıya rastlayabileceğiniz, herkesin kendine özgü ticarî faaliyetlerini yürüttüğü hoş inşa edilmiş kervansaray ve bâzârları olduğunu yazdığı son derece genel kaydı bir kenara bırakılırsa, 18. yüzyılın bu ilk otuzaltı yılı için Tebrîz’in ticarî dokusuna ışık tutan başlıca kaynaklardan biri kuşkusuz, vakfiyesi eksiksiz biçimde günümüze ulaşan 1144/1731’de Tebrîz Beylerbeyi Hekim- oğlu Ali Paşa’nın Surhâb Mahallesi’nde Buk‘a-yi Seyyîd Hâmza’ya gelir getirmesi amacıyla tesis ettiği vakıflardır. Hekim-oğlu Ali Paşa’nın vakıf kayıtları dikkatle incelendiğinde, vakfın ‘akârlarının aslında büyük ölçüde Osmanlı hakimiyeti öncesinde Tebrîz’de beylerbeyiliği görevini yürüten Mîrzâ İbrâhîm ve Mîrzâ Tâlib ve ailesi ile ilişkili mülkler olduğu ortaya çıkar. Bunlardan Mîrzâ Tâlib hariç, diğerlerinin Tebrîz’in 1725 yılında alınmasından sonra aynî ve nakdî gelirleri halihazırda iltizama verilmiş durumda olduğu anlaşılmaktadır. Evkâf-ı Mîrzâ İbrâhîm’e ilerleyen bölümlerde değinilecektir. Mîrzâ Sâdık’ın tesis ettiği ‘akârlarının büyük bölümü Tebrîz Bâzârı’nda bulunan vakfa gelince; 1141/1728-29 tarihinde Tebrîz Eyaleti’nde vakıfların hisselerini tespit için yapılan tahrire göre, aynı şekilde Tebrîz Bâzârı ile bütünleşik inşa edildiği halde Osmanlı veziri Köprülüzâde Abdullah Paşa taraflarından ta‘mîr ettirilen Mîrzâ Sadık Câmi‘i’nin vakfının on bir kurâdan birer mikdâr hissesinin bulunması1 ve 1141/1728-29 tarihinde, aynî ve nakdî gelirlerinin Tebrîz’deki diğer bazı vakıflarla beraber iltizâma verilmesine ilişkindir . BOA 904 numaralı 1140/1727 tarihli Tebriz Livâsı Tapu Tahrîr Defteri’ne göre vakıf hisseleri mirîye alınan Sâdıkîye Külliyesi’nin giderleri için Veycû Mahallesi’ne bağlı Kûce-yi Dizec-i Çukur’da bulunan Abdullah Paşa’nın mülkünden 2 bâb, 9 eşhur’luk bir değirmen tahsis edilmiştir.
Evkâf-ı Hekim-oğlu Ali Paşa’ya geri dönülecek olursa, vakfın sur içinde Surhâb Mahallesi’ndeki çarşıda (sûk) [?] bulunan ‘akârlarından; vâkıf tarafından yeniden inşa edilmiş (müceddiden binâ eyledikleri) olan yine tamamı “bâb” olarak adlandırılmış 40 dükkân ve 1 kahvehâne, 29 odalı bir hân ve bu hânda yer alan aynı şekilde yeniden inşa edilmiş 1 Darbhâne-iÂmire Binası, 1 Hamâm Mirzâ İbrâhîm’in emlâkındandır Surhâb Mahallesi’nde kayıtlara geçen bu Darbhâne-i Âmire Binası, Küçük Çelebizâde İsmaîl Âsım Efendi’nin Tebrîz’in Köprülü Abdullah Paşa tarafından 1725’te ele geçirilmesinden sonra padişahın fermanı ile şehirde inşa edildiğini ve çeşitli değerde sikkeler basıldığını bildirdiği yapı ile özdeş olmalıdır [34]. Ayrıca 1 bozahâne, bozahâne’nin yakındaki 3 dükkân, yine vakfa ait büyük bir ev (kebîr menzil) civarındaki 15 dükkân zemîni ve 1 hamâm vakfın Surhâb Mahallesi’nde ve sur içinde bulunan ticarî ‘akârlarındandır ve ilk ikisi Mirzâ İbrâhîm, üçüncü Ağa Rıza ve sonuncu ise eski Azerbaycan veziri Mîrzâ Sâdık’ın mülküdür.
Dervâze-i Rey’de sur içinde bulunan ticarî mekânların tamamı Tabya [?]1 yakınındadır ve dükkânlardan oluşan yapıların nitelikleri, söz konusu ‘akârların bulundukları bölgeye hizmet eden bir semt pazarının parçası olduğunu gösterir. Bunlar arasında 2 kürkçü dükkânı, 1 berber dükkânı, 3 sarâç dükkânı, 1 attâr dükkânı, 1 çakucu dükkânı, “Bakkal Dükkânı” olarak bilinen 5 yemişçi dükkânı, 2 duhâncı dükkânı, 1 kassâb dükkânı, 1 örücü dükkânı, 1 kahvehâne, 1 ekmekçi dükkânı, 3 muytâb dükkânı, 4 tabbâğcı dükkânı ve yine içinde yaşanılan [?] 1 dükkân bulunmaktadır. Evkâf-ı Hekim-oğlu Ali Paşa’nın, sur içinde Tebrîz’in ticarî merkezinin kalbinde yer alan Çehârminâr Mahallesi’ndeki yegâne ‘akârı, vaktiyle el-Hac Veli Bey ve Kelânter’in mülkü olan 17 odalı bir Hân’dır.
Tebrîz’in güneyinde kalan Nevber Mahallesi’ndeki vakıf mülklerinin daha ziyade, az önce de bahsedildiği gibi, Tâlibbîyye Medresesi’ nin bânîsi olan Hac Tâlib Hân’ın adı ile anılan el-Hac Tâlib Meydânı’nda toplandığı ve önemli ölçüde aynı aileye mensub olan kişilerin mülklerinden oluştuğu anlaşılmaktadır. Bunlardan söz konusu meydânda bulunan 1 Hân, 1 kerestehâne el-Hac Gıyas’a, bitişiğindeki 1 odanın da vakfedildiği 1 kahvehâne el-Hac Tâlib’e, yine Nevber’de 3 dükkân el-Hac Taki’ye, 2 dükkân el-Hac zâde Hakim’e, 3 dükkân el-Hac Rahim’e aittir. Abdülmuttalib adında bir şahsın mülkleri arasında gösterilen 2 dükkân ise, vakfın bu mahallede el-Hâc ailesi ile ilişkili olmayan tek mülküdür. El-Hac ailesinin vakıfla ilişkili mülklerinin Nevber Mahallesi ile sınırlı kalmadığı görülür. Nitekim vakfiyede Tebrîz’in eski mahallelerinden, Nevber’in batısında konumlanan Mihâd Mehîn’de, sur içindeki 7 dükkân el-Hac İbrahim’in, 1 boyahâne ve 2 dükkân ipekçi el-Hac Şerifin, 1 dükkân el-Hac Ağacan’ın mülkleri arasında kayıtlara geçer1. Vakfın Mihâd Mehîn ya da nâm-ı diğer Mîr mîr" deki kalan ‘akârları Ağa Sâdık emlâkından 19 odalı bir Hân ile 2 dükkân, Hüseyin adındaki bir kişinin mülklerinden olan 1 boyahâne ve 2 dükkân, Hoca Kasım’a ait bir hamâm, Ocakkulu emlâkından 1 boyahâne ve 1 dükkân ve ağa Rıza’ya ait 2 dükkândır. Hekim- oğlu Ali Paşa’nın Tebrîz’deki vakıf ‘akârları arasında, ayrıca, sur içinde, Devecî ya da diğer adıyla Şotorbân Mahallesi’nde, Sâhibâbâd Meydânı’nda bulunduğu anlaşılan Fethiye Câmi‘11 yakınında bulunan “MehmedCanbegHamamı" olarak bilinen 1 hamâm, 1 harabe hân ve 7 harabe dükkân zemini, Şeytan Sûku’nda, önceden Dehbaşı Mehmed Emin Bey’e ait olan 1 boyahâne de yer alır .
Mescid-i Câmi’-i Tebrîz
Mescid-i Câmi’-i Tebriz’den, önceki yüzyıllarda olduğu gibi, Safevî devrinde de çok az bahsedilir. Bunun başlıca nedeni, İslâmî devirlerden itibaren farklı hanedanların hakimiyeti ile kent odaklarının zaman içinde kent merkezindeki Mescid-i Câmk den hipodrom nitelikli kent meydânı ve çevresine kayması ve neredeyse her bir hanedan tarafından meydân/meydânlarda yeni bir Cuma câmi‘inin inşa edilmiş olması olsa gerektir. Böylece, istisnai durumlar muhakkak ki vardır, fakat en azından Cuma namazı ve bayram namazı gibi topluca yerine getirilen dinî faaliyetlerde, hanedanın ve halkın uğrak yeri artık yeni inşa edilen bu mekânlardır. Kuşkusuz bu, hiçbir zaman Tebrîz Bâzârı gibi bir mega strüktürün merkezinde onun bir parçası olarak yer alan Mescid-i Câmi‘nin önemini tamamen yitirdiği anlamına gelmez. Nitekim, 16. yüzyıl dönümünde Tebrîz’deki hakimiyet değişikliğinin halka ilan edildiği yer ne Eski Meydân’da (Meydân-i Kadîm-i Tebrîz) İlhanlılar devrinden beri ayakta duran Mescid-i Câmi‘-i ‘Alî Şâh [50] ne aynı şekilde mescîd-i câmi‘ olarak adlandırılan Karakoyunlu hanedanın ebedi istirahatgâhı Gök Mescid [68] ne de Meydân-ı Sâhibâbâdda Akkoyunlular devrinde inşa edilen Kerbelâ’î’nin, bir câmi “Mescid-i Câmi‘-yiNasriyye” olarak adlandırdığı Hasan Padişah CâmiTdir1 [156]. Safevîler tarafından hutbe için kentte seçilen mekân kent merkezindeki Mescid-i Câmi’-i Tebriz ya da diğer adıyla Mescid-i Câmi’-i Kebîr’dir . Hatta Şâh Tahmasb’ın, Sâhibu’z-zemân” olarak bilinen On İkinci İmâm Mehdi’yi gördüğü rüyası üzerine tamga vergisini kaldırdığını halka ilan eden, Şevvâl 972/Mayıs 1565 tarihli ferman niteliğindeki kitabenin asıldığı yer yine Mescid-i Câmi’-i Kebîr’dir. Ancak elbette ki, Safevîlerin de 16. yüzyılın ilk yarısından itibaren meydân çevresine Mescid-i Şah İsmail, Mescid-iŞâhîya da diğer adıyla Mescid-iSâhibu’z-Zemân gibi yeni selatin câmileri inşa etmeleri, bir kez daha Mescid-i Câmi’-i Kebîr’in yerine yeni Cuma câmilerinin hanedan ve şehrin ileri gelenlerine hizmet eden gözde mekânlar haline gelmesiyle neticelenir ya da en azından kroniklerin telkini bu yöndedir.
Bu ise, günümüze özgün hali ile ulaşmayı başaramayan Mescid-i Câmi’-iKebîr’in Safevî devrindeki mimarîsini anlamada elde pek az kaynak bırakır. Mescid-i Câmi’-i Kebîr’in bu devirdeki —hatta önceki devirlerdeki— özgün mimarisi, 16. yüzyılın ilk yarısına tarihlenen MM ve DD’de tasvirler, 17. yüzyılın ortalarında yapıyı gören Evliyâ Çelebi’nin kaydı ve Selçuklu devrinin mimarî esteğini yansıtan örnekler doğrultusunda çözümlendiğinde ancak ortaya konabilmektedir. Mescid-i Câmi‘-i Kebîr’in Selçuklular devrine ait olduğu ileri sürülen kısımlarını gösteren kazı sonuçlarına dayalı birtakım tespitler yok değildir. Ancak söz konusu tespitlerde Selçuklu devrinin mimarî esteği göz ardı edilerek asıl Selçuklu devri yapısı [?] olduğu ileri sürülen kısım ile 1780 depreminden sonra çevresinde farklı adlarla yeniden inşa edilen bölümlere bir bütün olarak bakılmamış ve modern araştırmalarda ayrı yapılar şeklinde gösterilmiştir. (Şekil. 7) Böylece en geç İldenizliler devrinden itibaren türbe, kütüphâne ve medrese gibi yapıların bitiştirilmeye başlandığı Mescid-i Câmi‘i Kebîr’in, muhtemelen özgün halini büyük ölçüde koruyarak ulaştığı Safevî devrindeki halinden de geriye pek bir şey kalmamıştır. Oysa ki, Mescid-i Câmi‘i ve çevresindeki yapıların günümüzdeki durumunu gösteren planların dikkatle incelenmesi ve tarihi kaynaklarla kıyaslanması Tebrîz’deki Mescid-i Câmi‘i'nin erken devirlerden olasılıkla 17. yüzyılın ilk yarısında kısmen yıkılana kadar oldukça büyük ve kapsamlı bir külliye olmuş olabileceğini açığa çıkarır.
Öncelikle, “İran'daki camilere mihrap önünde kubbeyi getiren Selçuklulardır", dolayısıyla Selçuklu camilerindeki en dikkat çekici unsur mihrap önü kubbesidir1 ve Mescid-i Câmi’-i Tebriz'de mihrap önü kubbeli mekân ve önündeki eyvân günümüze ulaşmış kısımda rahatlıkla okunabilmektedir. Buna göre, Tebrîz’deki Mescid-i Câmi‘i köşk tipinde bir Selçuklu câmisidir (Şekil 3.50a-50b). Dibaç, bu kısmın uzunluğunu 60 m, enini 10,30 m [84], Kâreng, 62m’ye 10,30 m [77] ve Nahcevânî ise 62 m’ye 15 m olarak verir. Öte yandan mihrap önündeki kubbeli mekânın bir eyvân ile birleştiği köşk tipi câmilerin yanında 1135’te Zevvâre Cuma CâmiTnin inşasından itibaren dört eyvânlı revâklı avlulu plan şeması Büyük Selçuklu câmi mimarisinin karakteristik özelliği haline gelmiştir ki eyvânları görmek mümkün olmasa da, revâklı avlulu plan şeması da, yine bu defa Mescid-i Câmi’-i Tebriz'in çevresindeki geç devir yapıların planlarında görülebilir (Şekil 3.51). Kâreng’in 1970’li yıllarda yapı çevresinde yaptığı tespitlere göre, köşk tipi çekirdeğin doğusunda beş ve batısında yine beş tane olmak üzere iki tarafında yüksek kemerler (tâkhâ-yi bolend) vardır [77]. Özetle, Mescid-i Câmi’-i Tebriz, günümüze ulaşan kalıntılar göz önüne alındığında bir Büyük Selçuklu câmisini karakterize eden niteliklere genel hatları itibariyle sahip gibi görünmektedir ve budoğrultuda dört eyvanlı revâklı avlulu Büyük Selçuklu camileri ile benzer bir plan şemasına sahip olmuş olma olasılığı son derece yüksektir.
Şekil 3. 50 a-Mescid-i Câmi‘i Tebrîz’in arkeolojik kazı planı, b-Sâzmân-i Mîrâs-ı
Ferhengî-yi Kişver Arşivi’nden Mescid-i Câmi‘i Tebrîz’in kazı planı [105], [221]
Şekil 3. 51 Mescid-i Câmi‘i Tebrîz’in 1990’lı yıllardaki durumu
[Sâzmân-i Mîrâs-ı Ferhengî-yi Kişver]
Mescid-i Câmi’-i Tebriz’in Selçuklular devrine atfediliyor oluşuna karşın, Selçuklu Tebriz’ine ve Selçukluların Tebrîz’deki imâr faaliyetlerine dair bilinenler gerçekten son derece sınırlıdır. Yine de Tebrîz’deki Selçuklu varlığının sürekliliği1, bir süre Irak Selçuklu tahtına da oturan Melik Davud’un (1131-1132) Tebrîz’i 526-538/1132-1144 yılları arasında kabaca 12 yıl boyunca idarî merkezi haline getirmesi ve Tebriz’in en nihayetinde Atabeg İldeniz devrinde devletin payitahtı (dâru’l-mulk) oluşu, Selçukluların şehirde köşk tipinde bir câmi ile yetinmiş olabilecekleri fikrini zayıflatır. Nitekim, MM de minyatürün merkezinde ve saray külliyesi, yani Tebrîz Devlethânesi’nden bile daha geniş, çînî kaplı bir bina olarak resmedilen Mescid-i Câmi‘- i Kebîr’e ait tasvir (Ek-B no.6) ve Evliyâ Çelebi’nin “ve Ulu Cami: Büyük bir camidir ki kıble kapısında mihrap tarafında adam güç ile görülür. Tamamı 200 ayak üzere cîr ile örtülü camidir” [78], [79], [83] sözleri bunun en açık delili olsa gerektir. Evliyâ Çelebi’nin ifadesi tartışmaya yer bırakmaz; Tebrîz’deki Mescid-i Câmi‘-i Kebîr öyle büyüktür ki kîble duvarı karşısındaki kapıdan (kîble kapısı) mihrap duvarı güçlükle seçilebilmektedir; üstelik 200 sütûnu vardır. Evliyâ’nın verdiği 200 rakamı abartılı bile bulunsa, “köşk tipi çekirdek şemcdya1 sahip bir câmiden çok revâklı bir yapıya işaret edeceği kesindir.
MM’deki Mescid-i Câmi‘-i Kebîr tasvirinde görülen ayrıntılardan biri ve kuşkusuz en ilgi çekici olanı ikisi iki yanında minâreler ile resmedilmiş olan, üç adet gösterişli taç kapıya benzeyen unsurdur ve aslında Isfahan Mescid-i Cuması gibi Selçuklu mescid-i cumalarının mimarisi, bu unsurların binaya girişi sağlayan geçişlerden çok, câminin güneydebatıya düşen ana eyvânı ile batıya düşen yan eyvânı olduğunu ve binanın önemli öğelerinden addedilerek cephede yan yana çizildiklerini düşündürür . En soldaki üçüncü taç kapıya gelince, tasvirdeki cephe kurgusuna göre bir kapı; yüksek ihtimalle Evliyâ Çelebi’nin bahsettiği kuzeydoğu yönüne düşen kîble kapısı olmalıdır ve eyvânlar gibi o da câminin uzun cephesine yerleştirilerek burada resmedilmiştir. MM’deki tasvirde dikkat çeken diğer unsurlar ikisi câmi ile içiçe, diğerleri ise köşedeki minârelerin hemen yanında resmedilen türbelerdir ve yüksek ihtimalle 16. yüzyıla kadar Mescid-i Câmi‘ çevresinde kayıtlara geçen başlıca türbe yapılarından bazıları ile eşleşiyor olmalıdırlar. Türbelerden ilki Bu genel verilerin yanı sıra daha geç tarihli kaynaklarda rastlanan Revvâdîlere ve Selçuklulara atfedilmiş türbeleri unutmamak gerekir. Revvâdilerin son hükümdarı Ebû Nasr Memlân’ın âkıbeti bilinmez, fakat 16. yüzyıl sonlarında Kerbelâ’î’nin Emîr Memlân"a ait olduğunu bildirdiği Sencârân Mahallesi’ndeki Emîr Mevlâ Kubbesi ya da günümüzdeki adıyla Makbere-i Çehâr Minâr [156]; İkincisi İldenizli devrinin devlet adamlarından Şemsuddîn et-Tuğrâ’î"nin 13. yüzyıl ortalarına tarihlenen Mescid-i Câmi’-i Kebir bitişiğinde, batıdaki türbesi [156]; üçüncüsü Mescidi Câmi’nin minâresinin kenarında bulunan Baba Bahtiyâr’ın mezarı [156] ve son olarak Akkoyunlular devrinde Selçukşâh Begüm'ün (öl. 896/1490) câminin kıble tarafında inşa ettirdiği kubbedir (kubbe-yi refi‘-yi âlî)1. Bunlardan câminin ana eyvânı olduğu düşünülen minâreli tasvir tarafında ve kubbe ile gösterilen yapının Selçukşâh Begüm'ün inşa ettirdiği kubbe olduğunu tahmin etmek güç değildir; mukarnaslı çatı ile gösterilen diğerlerinin ise, türbelerin MM’de üslûplaştırmanın daha fazla uygulandığı, gerçekle ilişkisi daha az yapılardan olması nedeniyle tespiti mümkün değildir (Şekil 3.52).
Şekil 3. 52 MM’de Mescid-i Câmi‘i Kebîr ve çevresindeki türbeler, Detay. [41]
Binaların gerçeğe daha yakın ve teknik resim kurallarına göre resmedildiği DD’de ise, ilki minyatürün sağ alt köşesinde görülen 6 göz revâktan oluşan tek minâreli ve ikincisi onun hemen üzerinde yer alan aynı şekilde minâreli, 10 göz revâkın sayılabildiği, fakat ona nazaran daha ham olmak üzere iki tasvir Mescid-i Câmi‘-iKebîr’in tamamlanamamış resimleri olsa gerektir (Ek-C no.6, Şekil 3.53). Bunu düşündüren başlıca neden, câminin güneydeki köşk tipi çekirdeği ile olasılıkla batıdaki muhtemel eyvânı arasında kalmış olması gereken dörtte birlik kısmının söz konusu yönlerdeki, yani batı yönünde 6 göz ve güney yönünde 10 göz olan, revâk sayıları ile örtüşüyor olmasıdır. Mescid-i Câmi‘-i Kebîr’in DD’de tespit edilebilen revâk sayılarının genel hatları itibariyle en yakın olduğu Büyük Selçuklu örneğinin İsfahan Cuma Câmi‘ olduğunu ayrıca belirtmek gerekir (Şekil 3.54). Sonuç itibariyle Mescid-i Câmi’-i Tebrîz’in çevresi ile bir bütün olarak elealınıp, Tebrîz’de “köşk tipi” küçük bir Selçuklu örneğinden ziyade İsfahan Cuma Câmi‘i'nin bir benzerinin aranması gerektiği anlaşılmaktadır (Şekil 3.55). Şu durumda bu görüş arkeolojik araştırmalarla desteklenmeyi beklemektedir.
Şekil 3. 53 DD’de Mescid-i Câmi‘i Kebîr, Detay. [213]
Şekil 3. 54 Büyük Selçuklu Mescid-i Cumaları [222]
Şekil 3. 55 İsfahân Mescid-i Cuma [198]
Evliyâ Çelebi’nin ziyaretinden neredeyse çeyrek asır sonra 17. yüzyılın son çeyreğinde Mescid-i Câmi‘-i Kebîr’in avlusuna Tâlibbîyye Medresesi inşa edilir [77]. Evliyâ Çelebi’nin Tebrîz’i ziyaretleri ve aynı sıralarda meydana gelen olaylar kronolojik olarak takip edildiğinde Mescid-i Câmi‘ gibi şehrin başlıca yapılarından birinin avlusunda gerçekleştirilen bu imâr faaliyetinin sorumlusunun 1664 depremi olduğu ortaya çıkar. Zira Evliyâ, 1646 ve 1652 yıllarında Tebrîz’i gördüğünde Mescid-i Câmi‘-i Kebîr ayaktadır, öyle ise 1635 Revân Seferi, 1050/1641 depremi ve 1650’de gerçekleştiği rivayet edilen depremlerde yıkılmasına neden olacak derecede zarar görmemiştir. Ancak 1087/1676-77’de ‘İmâret-i Tâlibbîyye çoktan tamamlanmış ve vakıfları tesis edilmiştir1 [77]. Tebrîz’de 1652 ile 1676-77 yılları arasında bilinen yegâne yıkıcı hadise, daha önce de bahsedildiği gibi, Silahdar Fındıklılı Mehmed Ağa’nın 4 Zilka‘de 1074/29 Mayıs 1664 günü meydana geldiğini bildirdiği, “Ulu-hân”ı [?], içindeki câmi‘, çârsû ve bâzârı ve buradaki binden fazla tüccarıyla yok eden depremdir . İran coğrafyasının “Mescid-i Câmf’sinin Osmanlı’nın “Ulucâmf’sine denk geldiği düşünüldüğünde, Mehmed Ağa’nın Mescid-i Câmi‘-i Kebîr ile ilişkili bir ticaret yapısını, aldığı bilgiler doğrultusunda bu adla çağırmış olması muhtemeldir. 1664 yılındaki büyük depremde, Tâlibbîyye Medresesinin de bir bölümü üzerinde yerleştiği Mescid-i Câmi‘-i Kebîr’in kuzey kısmı olasılıkla ortadan kalkmış ve kent içi bir boşluğa dönüşmüştür. Mescid-i Câminin kuzeye açılan kapısı üzerine, Şâh Sultân Hüseyîn Safevî devrinde kumarhâneler, genel evler ve afyon satılan yerlerin kapatılmasına, hayvan yarışlarının yasaklanmasına ilişkin Şevvâl 1106/Mayıs-Haziran 1695 tarihli ferman niteliğinde bir kitabenin asılması hariç Mescidi Câmi‘-iKebîr’in takip eden yarım yüzyıl içindeki akıbeti belirsizdir.
Yalnız BOA 590 numaralı Mâliyeden Müdevver Defter’de biri, 1141/1728-29 yılında Tebrîz Eyaleti’nde vakıfların hisselerini tespit için yapılan tahrire göre iki karyenin kale [?] içindeki (derûn-i kal‘a) Câmi‘-i kebîr (Ulu Câmi) vakıflarından [?] olduğuna, diğeri yine 1141/1728-29 tarihli Tebrîz’deki bazı vakıfların aynî ve nakdî gelirlerinin iltizâmen verilmesine ilişkin olmak üzere iki kayıt söz konusudur. Câmi‘-i kebîr’in vakıflarının aynı defterde adı geçen Tebrîz’deki diğer dört câminin vakıfları ile kıyaslandığında — Safevî devri boyunca önemini koruduğu halde— bu derece az oluşu aslında bir soru işaretidir. Özellikle ilk kayıtta yer alan kale içinde, derûn-ı kal‘a ifadesi de dikkate alındığında, zira Hasan Pâdişâh ve Mîrzâ Sâdık câmileri, Mescid-i Câmi‘-i Tebrîz gibi sur içinde oldukları halde defterde onlar için benzer bir tanımlama yapılmamıştır ve Tebrîz çevresindeki surlar kastedilmiyorsa, Câmi‘-i kebîr i çevreleyen ayrı bir sur hiçbir devir için henüz bilinmemektedir, bahsedilen câminin Tebrîz Beylerbeyi Ca‘fer Paşa’nın inşa ettirdiği câmi ile özdeş, söz konusu karyelerin ise 998/1590’da Tebrîz Beylerbeyi Cafer Paşa’nın câmiye gelir getirmesi için tesis ettiği vakfın bakiyeleri olabileceği fikri belirir; fakat Evkâf-ı Cafer Paşa ifadesinin söz konusu defterdeki hiçbir kayıtta yer almaması ve İskender Beg Münşî’nin, Tebrîz’in Şah Abbas tarafından geri alınmasından sonra Osmanlı izlerinin Tebrîz’den silinmesine ilişkin kaydına1, Osmanlılar tarafından Tebrîz Kalesi’nde inşa edilen câmi ile Mescid-i Câmi‘-i’nin özdeşleştirildiği tartışmalar eklendiğinde sağlıklı bir tespit yapmak hepten güçleşir. Yine de, Mescid-i Câmi‘-i Kebîrin Tebrîz’in en eski ve başlıca câmilerinden biri olarak Safevî devri boyunca önemini korumaya devam etmiş olması, vakıflarının da sürdürülememiş olma olasılığının pek bulunmadığını gösterir.
Mescid-i Câmi’-i ‘Alî Şâh
Mescid-i ‘Alî Şâh, Safevîlerin Sünnî düşmanlığı dışında kalarak “kirli kabul edilmeyip’” işlevini korumayı başarmış Tebrîz’deki nadir ibadethânelerdendir. Tarihi kayıtlar, Safevî düşmanlığının mezhebî gerekçelerin ötesine geçen farklı boyutları olduğunu doğrulayan ilginç örneklerden Mescid-i Câmi’-i ‘Alî Şâh’ın, 16. yüzyıl boyunca tüm görkemi ile ayakta olduğunu, Safevîler tarafından özenle korunduğunu ve özellikle erken devirlerde faal olduğunu gösterir. Bunun en açık delilini erken Safevî devrinin neredeyse çağdaş üç kaynağı Venedikli bir tüccarın anlatımları, MM ve DD’den okumak mümkündür. Bu kaynaklar dikkatle değerlendirildiklerinde, aslında külliyenin 16. yüzyıldaki durumunu ortaya koymalarının ötesinde, aynı zamanda özgün mimarî kurgusuna dair arkeolojik verilere dayalı tespitleri doğruladıkları ve hatta eksik bazı yönlerini tamamladıkları görülür.
Mescid-i Câmi’-i ‘Alî Şâh’ı konu alan araştırmaların odağında, doğal olarak Mescid-i Câmi’-i ‘AlîŞâh’ın plan düzleminde olduğu kadar üç boyutlu olarak da görenleri hayrete düşüren ihtişamı ve Mescid-i ‘Alî Şâh ile özdeşleştirilen Erg-i Tebrîz’in, gerçekten Mescid-i ‘Alî Şâh’ın günümüze ulaşmayı başaran kalıntısı olup olmadığı sorusu yer alır. Arkeolojik kazılara dayalı araştırmaların Erg ve Mescid-i ‘Alî Şâh’a dair birleştikleri ortak nokta, daha önce de bahsedildiği gibi, külliyenin ana öğesinin, kıbleye yönelmiş geniş ve yüksek bir eyvân1 ya da daha yüksek ihtimalle, kuzeydeki eski bir yapı ve çaprazlama beşik tonoz ile inşa edilmiş güneydeki yeni muazzam eyvân olmak üzere, iki eyvândan meydana geldiği ; Erg-i Tebrîz’in muhtemelen Tâcu’d-dîn ‘Alî Şâh’ın tamamlanamamış türbesi olduğu ve külliyenin diğer bileşenleri olan ‘Alî Şâh’ın muhteşem Mescid-i Câmi‘si, medrese ve hânegâhın onun doğu tarafında yer aldığı yönündedir. Mescid-i ‘Alî Şâh’ın 16. yüzyıldaki durumunun anlaşılabilmesi ve DD ve MM’deki tasvirlerinin çözümlenmesi noktasında Safevî Tebrîz’inin bilinen ilk Avrupalı ziyaretçisi Venedikli bir tüccarın seyahatnamesi başvurulacak başlıca kaynaktır ve detaylı anlatımı önemli ip uçları barındırır.
Venedikli bir tüccarın kendi tabiriyle tarifi imkânsız derecede güzel inşa edilmiş ve çok büyük olan Mescid-i ‘Alî Şâh’a ilişkin kaydının dikkatli bir okuması, şehir merkezindeki “imâret”, “Ali Kapu imareti (Imareth alegeat) ” olarak adlandırdığı ortası hiçbir zaman kapatılmamış bir câmi [?] ve câmi ile mimarî bakımdan bir araya geliş biçimini bilmediğimiz kuruluş [?]5 olarak nitelediği büyük bir külliyeden bahsettiğini gösterir. Seyyahta câmi izlenimi uyandıran yapının anlatımda öne çıkan unsurları; (1) Müslümanların ibadet ettikleri, okla iyi bir atışın tavanına ulaşamayacağı yükseklikteki eyvânı, ki bu mekân metinde “choir””, sözlük anlamı ile “koroyeri” olarak verilmiştir; (2) “hiçbir zaman tamamlanamamış” bu yeri çepeçevre saran, kristale benzer beş-altı adım (yak. 4-5 m) yüksekliğindeki zarif ve şeffaf mermer sütunlara dayanan güzel taş tonozlar; (3) ve mekâna girişi sağlayan, her biri aşağı yukarı 4 adım (yak. 3,2 m ) genişliğinde ve 20 adım (yak. 16 m) yükseklikte, çeşit çeşit renkli taşlardan imal edilmiş birer sütûnu olan, tonozları bezenmiş stükko katmanlardan meydana getirilmiş kemerli üç kapısıdır. Bu arada bu kapılardan yalnızca ikisi açıktır ve câminin [?] büyük kapısının karşısında taş kemerler altından akan bir nehir vardır. Seyyahın kuruluş (edifice) olarak nitelediği bölüme gelince, onun buraya dair verdiği bilgiler, ortasındaki 100x100 adım (yak. 80x80 m) büyüklüğünde ve 6 adım (yak. 4,8 m) derinliğinde kare biçimli, geniş yapay havuz ile sınırlıdır. Seyyahın, havuzun ortasına, yakın dönemde inşa edildiğini bildirdiği, iç ve dış kısımları oymalı, saf mermerden altı sütûn üzerinde duran zarif seki ve sekiye bağlanan köprüyü unutmamak gerekir. Şah İsmail, havuzdaki bucentaur1 şeklinde bir kayığı —ki Şah İsmail’in çocukluğunda, beylerinden dört- beşiyle bu kayığa binerek kürek çektiği rivayet edilir— seyyahın Tebrîz’i ziyaret ettiği devirde hâlâ kullanmaktadır . Mescid-i ‘Alî Şâh”ın havuzunda kayık kullanılması, aslında 16. yüzyıl öncesine uzanan eski bir gelenek olmalıdır, zira Ebû Sa‘id devrinde havuzda dört tane kayık durduğu bilinmektedir. Venedikli bir tüccar, imâret olarak adlandırdığı külliyenin tamamlayıcı unsurlarından olan medrese ve zâviyeden ve en önemlisi de ‘Alî Şâh”ın türbesinden ise hiç bahsetmez.
Venedikli bir tüccarın kayıtlarında dikkat çeken diğer bir ayrıntı külliyeyi adlandırma biçimidir. ki ona göre 16. yüzyılın ilk yıllarında Mescid-i ‘Alî Şâh, “Ali Kapu imareti (Imareth alegeat)” dir. Bilindiği gibi, sözlük anlamı itibariyle “yüce kapı”” manasına gelen ‘ÂlîKâpû, Kazvin’deki Safevî sarayı ÇihilSütûn”un meydâna açılan taç kapısı — ki Şeref Han aynı zamanda Dîvân Kapısı olarak adlandırır1— ve İsfahân’daki ünlü Safevî saraylarına girişi sağlayan beş katlı kapı yapısının —ki temel özelliği “tâlâr” olarak adlandırılan, şâhın meydândaki çevgân oyunları ya da diğer türdeki eğlenceleri izlediği, bir tür kabul köşkü olarak da nitelenebilecek üstü örtülü balkondur— yanı sıra Erdebîl’de Âsitâne-yi Safevî nin külliyeye girişi sağlayan 11,75x10,5 m boyutlarındaki, büyük taştan görkemli taç kapısı gibi kapı döşemlerinin adlandırılmasında kullanılmıştır. Safevî devrinde “ ‘Âlî Kâpû” adı ile çağrılan mekânlar, saraya girişi sağlayan ana kapılar olmalarının dışında farklı, kutsal bir anlam daha sahiptir. Safevîlerin soyunun İmâm Musâ’ya dayandırılmasından dolayı, uzun süredir bir imâmzâde sayılanÂsitâne-yi Safevî, Sünnî-Şî‘î ayırımı yapılmaksızın kendisine sığınanların —Şah’tan bile— korunabildiği bir yerdir. Aynı kaide kutsal bir eşik kabul edilerek geçenlerin eğilip yeri öptükleri, insanların ve hatta suçluların sığındıkları ve Şah’ın kutsal ruhunun hayrını görmeyi umdukları bir mabet ve iltica yeri olduğuna inanılan İsfahân’daki ‘ÂlîKâpû Sarayı için de geçerlidir.
‘Âlî Kâpû adlandırmasının Safevî devrindeki gerek hanedana gerekse Şî‘iliğe ilişkin kutsal anlamları ve Venedikli bir tüccarın “Ali Kapu imareti (Imareth alegeat)” adlandırması, Şah İsmail’in çocukluğunda Mescid-i ‘Alî Şâh’ın avlusundaki havuzu kullandığına ilişkin kaydıyla bir araya geldiğinde, Mescid-i ‘Alî Şâh civarında bir saray/köşk düşüncesini akla getirir. Öte yandan şehrin güneyinde Mescid-i ‘Alî Şâh civarında tarihî kaynaklarla ya da arkeolojik verilerle doğrulanabilen Safevî ya da daha önceki hanedanlara ait bir saray yapısının henüz bilinmemesi bu bağlamda bir problem teşkil eder. Danişmend, Târîh-i âlem-ârâ-yi ‘Abbâsî’deki bir kayda dayanarak1 İskender Beg’in “Devlethâne-yi Hümâyûn” dediği “Çerandâb Sarayı” olarak adlandırılan bir yerden bahsederse de sonradan bunun da Heşt BehiştSarayı civarında bulunduğunu ifade eder . Bunun da ötesinde ilk iki Safevî şahının Heşt Behişt Sarayı’nı da içine alan şehrin kuzeyindeki Tebrîz Devlethanesi’nde yerleştiğini gösteren kayıtların çokluğu dikkat çekicidir, fakat bu hiçbir zaman, şehirde başka köşk/saraylar olmadığı ya da onlar tarafından kullanmadığı anlamına gelmez. Safevî Tebrîz’i hakkında pek az şey bilindiği düşünüldüğünde, yine de yeni arkeolojik kazı ve tarihî belgelerin farklı sonuçlar ortaya koyması ihtimal dışı değildir. Nitekim, Venedikli bir tüccara kıyasla oldukça geç bir devirde 17. yüzyılın son çeyreğinde Chardin’in Tebrîz’in güneyinde şehir dışına doğru Pers krallarının sarayları olduğunu bildirdiği yıkıntılar [75], seyyahın Pers kralları ile kastettiği hanedanın belirsizliğine rağmen, Mescid-i ‘Alî Şâh civarında Safevî şahlarına ait ya da değil bir saray yapısı var olmuş olabileceğini gösterir.
Tebrîz’i 1525 yılında ziyaret eden Tenreiro, şehirde çok büyük ve eski, görkemli binaların bulunduğunu yazmakla yetinirken, minyatürlerin çağdaşı Membre, Sâhibâbâd Meydânı ve Heşt Behişt Sarayı hakkındaki son derece detaylı ve isabetli birtakım tespitlerine rağmen, Mescid-i ‘AlîŞâh’a ilişkin bilgi vermez. Bu arada seyyahınHeştBehişt Sarayı’na dair anlatımının Morton tarafından hatalı biçimde Mescid-i ‘AlîŞâh ile özdeşleştirildiğini ilave etmek gerekir. Seyyahın anlatımlarında yer alan “mavi duvarlı [çini kaplı?] bir taç kapısı olan tamamı tuğladan yüksek bir kule” ifadesinde bahsi geçen yapının tamamının tuğladan oluşu —tıpkı Erg-i Tebrîz gibi— ve bir havuza [?] yakınlığı, söz konusu yapının1 Morton tarafından Erg-i Tebrîz’in günümüzdeki kalıntıları olarak tespit edilmesine neden olmuştur .
Mescid-i ‘AlîŞâh ve Tâcu’d-dîn ‘AlîŞâh’ın tamamlanamamış türbesi olduğu düşünülen Erg-i Tebrîz’in DD ve MM’deki tasvirlerine gelince; DD’de (1) sağ alt ortada hem genişlik hem de yükseklik bakımından Şenb-i Gâzân’a oranla belirgin biçimde büyük resmedilmiş olan yapı Mescid-i ‘Alî Şâh; (2) hemen altında kubbesi/tonuzu ters olarak gösterilmiş, heybetli ve ağır bir külte olduğu anlaşılan yapı ‘Alî Şâh’ın türbesi, yani Ergi Tebrîz olmalıdır ve her ikisi de cepheden tasvir edilmiştir. (Ek-C no.8, no. 9; Şekil 3.56a, 57a) MM’de ise, (1) en sağda surların hemen dibinde ve şehir kapısı yanında gösterişli taç kapısı ile görülen yapı Mescid-i ‘AlîŞâh; (2) üzerindeki, yarım kubbeli, daha yüksek tasvir ise 16. yüzyılın ilk yarısındaki silüeti ile Erg-i Tebrîz’dir, ki ona kıyasla daha alçak olan eklentisine ayrıca değinilecektir. (Ek-B no. 8, no. 9; Şekil. 56b, 57b)
Şekil 3. 56 a-DD’de Mescid-i ‘Alî Şâh, b- MM’de Mescid-i ‘Alî Şâh, [213], [41]
Şekil 3. 57 a-DD’de Erg-i Tebrîz, Detay b- MM’de Erg-i Tebrîz, Detay. [213], [41]
MM ve DD’deki tasvirlerin çözümlenmesi noktasında, Mescid-i ‘Alî Şâh\ karakterize edebilecek en belirgin ve başlıca mimarî unsurun, tarihi kaynakların istisnasız tamamının büyüklüğünü hayretle karşıladığı vaktiyle en az 65 m yükseklikte olmuş olması gereken1 [50] tuğladan devasa tonozunun olacağı kesindir. Buna aynı şekilde devasa boyutlara sahip cepheleri çinilerle süslenmiş, tamamı altınla bezeli revâkların (portik) çevrelediği avlusu, ünü Mısır’a ulaşan her biri 70 gez (=17,5 m) yükseklikte ve 5 gez (=1,25 m) genişlikteki iki minaresi ilave edilebilir. Elbette ki, Madain’deki Eyvân-ı Kisrâ’’dan daha geniş olacak şekilde yapılan büyük eyvânının (suffa) acele ile inşa edildiği için daha o devirde yıkıldığını [81], [82] da unutmamak gerekir. Aslında yapıyı karakterize eden şaşırtıcı boyutlardaki eyvânı, revâklı avlu ve minâreler gibi unsurların çoğunu bir şekilde ya DD’de ya da daha fazla üslûplaştırılmış olarak MM’de tespit etmek mümkündür. Ancak burada DD ve MM’deki tasvirlere dair tarihi kaynaklardaki çelişkileri bertaraf edebilecek daha ilginç birkaç noktaya dikkat çekilmek istenmektedir. Her şeyden önce DD’de devasa köşe kuleleri ile —ki oran olarak neredeyse yine DD’de Mescid-i ‘Alî Şâh’ın ana eyvânı olduğu düşünülen ortadaki geniş ve yüksek kısmın yanlarında çizilen kuleciklere yakındır— tasvir edilmiş, ‘Alî Şâh’ın türbesi olarak hizmet eden bu heybetli yapının kubbesi/tonozu [?]1 neden ters durmaktadır? Tarihi kaynaklar dikkate alındığında, Mustevfî’nin büyük eyvânın (suffa) acele ile inşa edildiği için daha o devirde yıkılmış olduğunu bildiren ifadesi [81], [82] ile Venedikli bir tüccarın yaklaşık iki asır sonra, modern araştırmalarda Mescid-i ‘Alî Şâh’ın yıkılan eyvânının muhtemelen hiçbir zaman onarılmamış olduğu şeklinde yorumlanan, eyvânın [?] “hiçbir zaman tamamlanamamış” olduğuna ilişkin ifadesi bunun başlıca nedeni olarak görülebilir. Ancak DD’deki ters kubbenin —Heşt Behişt Sarayı’ndaki ejderha biçimli çörtenlerin aksine— gayet bilinçli ve düzgün biçimde resmedildiği açıktır. İleri de görüleceği gibi, Venedikli bir tüccarın söz konusu kaydının yanlış anlaşıldığını ve gerçekte farklı şeylere işaret ettiğini gösteren deliller mevcuttur. Bu bağlamda sanatçının DD’deki kubbe/tonozu [?] ters resmetmesi anlamlandırılamamıştır.
Behrâm Âcurlu ve Seyid Emîr Mansûrî’nin önerdiği iki büyük eyvân hem DD’de hem de MM’de olasılıkla muazzam taç kapının arkasında gizlenmiş olarak kolaylıkla tespit edilebilir. Ancak aynı şeyi yazılı kaynaklar için söylemek mümkün değildir. Aslında ‘Alî Şâh’ın külliyesi ve en belirgin mimarî unsuru olan eyvânlarının değerlendirilmesi noktasında, en büyük güçlük çoğu zamanMescid-i ‘AlîŞâh’tan mı yoksa Tâcu’d-dîn ‘Alî Şâh’ın türbesinden mi bahsettiği anlaşılamayan tarihi kaynaklardaki çelişkili ifadeler nedeniyle, eyvânların dolayısıyla mesup oldukları yapıların, yazılı kaynaklar üzerinden takip edilememesidir. Böylece iki ayrı yapı olduğu gerçeği perdelenmektedir. Bunun en iyi örneğini Tebrîz’e ‘Alî Şâh’ın ölümünden sadece iki yıl sonra 727/1326’da gelen İbn Battûta oluşturur. O, daha önce de bahsedildiği gibi çağdaşı diğer ziyaretçilerin aksine ne revâklı avludan ne de ortasındaki havuzdan bahseder. İbn Battûta, yapıyı, dışında kıblenin sağ tarafında bir medrese ve sol tarafında bir zâviye bulunan, avlusu mermerle kaplanmış ve duvarları zalîce benzer kâşî1 çinilerle bezenmiş olarak; içinden bir nehrin geçtiği avlusunu ise, her türden ağaç, üzüm ve yasemin bulunan bir yer, adeta bir bahçe olarak. anlatır İbn Battûta’nın bunun dışında bir gelenek olarak nitelediği çok önemli bir ayrıntı daha vardır, ki o da câminin bahçeyi andıran avlusunda öğle namazından sonra her gün ezbere Kuran-ı Kerim’den sureler okunmasıdır . İbn Battûta’nın 1326 yılında gördüğü türbenin avlusu içinden geçen ırmak, yüksek ihtimal Venedikli bir tüccarın 1500’lü yılların başında câmi [?] olduğunu düşündüğü yapının büyük kapısı karşısında, taş kemerler altından akan nehir ile özdeştir. Zira, MM’de değil, ancak DD’deMescid-i ‘Alî Şâh ile ‘Alî Şâh Türbesi ya da Erg-i Tebrîz arasında Mihrânrûd’dan ayrılmış geniş bir su kolu görmek mümkündür ve anlatımlar DD’deki Erg-i Tebrîztasvirinin ana kapı karşısına denk düşen, herhangi bir kapının bulunmadığı mihrâb duvarından resmedildiğini düşündürür. Tasvir yakından incelendiğinde —günümüzde Erg’in kalıntılarında hâlâ görülebilen— silik iki pencere olduğu fark edilir. Öte yandan Erg-i Tebrîz’in hemen sağ alt köşesinde DD’nin kalanındaki iki yeşil alan tasvirine nazaran oldukça küçük bir bahçe tasviri dikkat çeker. Bu bahçeden külliyeye doğru ayrı bir su kolu ulaşır. Kemerler altından akan bir ırmak küçük bir su yolundan ziyade daha geniş bir ırmağı çağrıştırırsa da bunlardan hangisinin seyyahların bahsettiği nehir olduğunu söylemek güçtür.
Her iki seyyahın da iki yüz sene ara ile câmi olarak nitelediği yapı ise, yüksek ihtimal Tâcu’d-dîn ‘Alî Şâh’ın türbesidir. Türbelerin kendilerine has mihrâblarının bulunması alışılmadık bir durum değildir. Zaten Erg-i Tebrîz’de de sonradan eklenmiş bir mihrâb vardır. Öte yandan Venedikli bir tüccar, kendisine “bu devasa eyvânı” tarif etmek üzere kullandığı “choir”, “koro yeri’” terimini çağrıştıracak bir eylem ile karşılaşmış olmalıdır ki bu da ancak tıpkı İbn Battûta’nın bahsettiği gibi, hâfızlara —vâkıfın mezarı başında— düzenli Kur’an okutulması olabilir. Yani, her iki anlatımda da hâfızlara ayrılmış bir eyvân (suffetu’l-huffâz) söz konusu gibi görünmektedir. Mescid-i Câmi‘-i ‘Alî Şâh’ın orijinal durumu hakkında bilgi veren Mısırlı bir genç adamın Mescid-i Câmi‘-i ‘Alî Şâh’ın revâklı avlusundaki kare havuza ilişkin 722/1322 tarihli kaydı1 bunlara eklendiğinde biri türbeye hizmet eden bahçe niteliğinde, diğeri ise Mescid-i Câmi‘nin önünde havuzlu olmak üzere iki avlulu bir planlama ile karşılaşılır. Ancak başta da belirtildiği gibi söz konusu unsurların mimarî bakımdan bir araya geliş biçimleri belirsizdir ve ne DD ne de MM’deki tasvirler iki ayrı yapı bloğu olduğunu ispatlamanın dışında, külliyenin planlama ilkelerine dair fikir verirler.
Özellikle MM’deki Erg-i Tebrîz tasvirine dair söylenebilecek son ve çok önemli bir ayrıntı, minyatürde uygulanan mavi renkten dolayı çinilerle kaplanmış olduğu anlaşılan yarım kubbeli kısma, yani hemen hemen Erg’in günümüzdeki kalıntılarına denk gelen yapıya, sonradan eklendiği açık biçimde görülen düz çatılı yapıdır. Venedikli bir tüccarın ortası açık bu yapıya dair “hiçbir zaman tamamlanamamış” ifadesi belli ki modern araştırmacılar tarafından yanlış anlaşılarakMescid-i ‘AlîŞâh”ın kısa bir süre sonra yıkılan devasa eyvânının hiçbir zaman onarılmadığı şeklinde yorumlanmış [158] ve bu görüş araştırmacılar tarafından hatalı olarak tekrarlanmaya devam etmiştir. Ancak seyyahın anlatımındaki bunu takip eden kayıtlar dikkatle incelendiğinde ve minyatürlerle kıyaslandığında, aslında tamamlanamamış olanın eyvândan ziyade bizzat yapının kendisi olduğu sonucu ortaya çıkar. Zira, anlatımdaki ayrıntılar halihazırda büyük ve yüksek bir eyvâna, ortadaki mekân açık kalacak biçimde üç daha küçük eyvânın eklendiğini gösterir. Yani İran coğrafyasındaki çok sayıda yapı için tipik, dört eyvânlı (çehâr suffa) avlulu şema oluşturulmuş durumdadır ve zaten MM’deki tasvir bunu doğrular niteliktedir. Burada ana eyvâna denk gelen Erg-i Tebrîz, az önce bahsedildiği gibi, hâfızlara ayrılmış bir eyvân yani suffetu’l-huffâz işlevi görürken, diğer eyvânlardan ikisi giriş olarak kullanılmıştır. Tâcu’d-dîn ‘AlîŞâh’ıntürbesinin hem Tebrîz’deki hem de Tebrîz dışındaki çağdaşı yapılar ve İlhanlı devrinin mimarî estetiği ve planlama anlayışı, aslında medrese ve zâviyenin de bu blokta çözülmüş olduğunu ya da belki çözülmesi planlandığı halde gerçekleştirilemediğini düşündürür. Bu bağlamda, ‘Alî Şâh’ın türbesini barındıran bu yapı bloğunun, İlhanlı devrine tarihlenen medrese-câmi-türbe işlevlerinin bir arada çözüldüğü, iki katlı, dört eyvânlı ve açık avlulu Anadolu örneklerini1 çağrıştırdığı açıktır.
MM’de görülmeyen, ancak DD’de açık biçimde seçilen köşe kulelerinin ise, modern araştırmalarda önerildiği gibi minare kaideleri olmadığı anlaşılmaktadır, zira ileri de görüleceği gibi 17. yüzyılın son çeyreğinde Chardin ile beraber Tebrîz’e gelen Fransız ressam Grelot tarafından üzerlerini örten küçük kubbeler ile aynen resmedilirler. DD’de bir sebepten çizilmesinden vazgeçilmiş, üst kısmı bulunmayan tek bir minare olduğu doğrudur ve bu, daha o devirde sanatçıyı ikileme düşüren anlatımlarla karşılaşmış olabileceği şeklinde yorumlanabilir, ancak kesin olan bir şey vardır ki o da MM’de ‘Alî Şâh’ın türbesinde, yani Erg-i Tebrîz’de minare bulunmaz. Eğer Matrâkçı Nasûh, bir yapıda minare göstermediyse, o yapıda minare yoktur ve minare yoksa o zaman bu işlevi yerine getiren mekânlara sahip olsa da bir câmi olarak addedilmediği de kesindir.
Mescid-i Câmi‘-i ‘Alî Şâh’a ilişkin bir sonraki kayıt, Mevkûfât-i ‘Alî-şâhî’nin (Mescid-i Câmi’-i ‘Alî Şâh) de aralarında bulunduğu Tebrîz’deki vakıfların tamamından sorumlu olduğundan daha önce de bahsedilen Tebrîz kâdîsı Mîr Ebû’l-Muhammed ya da Kâdî Muhammed’in 964/1557’deki azline ilişkindir. Kumî’nin kaydı, Safevîler tarafından diğer büyük İlhanlı kuruluşları gibi Mescid-i Câmi‘-i ‘Alî Şâh’ın da hem vakıflarının korunması hem de binalarının tamiri için gösterilen çabayı ortaya koymasının ötesinde Mescid-i Câmi‘-i ‘Alî Şâh ile ilişkili bir yapıdan bahsetmesi bakımından kayda değerdir. Kâdî Muhammed’ in müdahil olduğu bir olay vasıtasıyla kayıtlara geçen bu bina Mescidi Câmi‘-i ‘Alî Şâh’ta bulunan ‘İmâret-i Fendukîyye’dir ve Kumî’nin kaydından
anlaşıldığı üzere üst kısmında bir de Bâlâhâne, ya da diğer adıyla “Cihânnümâ”1 (bâlâhâne-yi Fendukîyye ki der Mescid-i Câmi ‘-i Kebîr-i H'âce ‘Alî Şâh der mahalle-yi MihâdMehîn) bulunmaktadır . Nâdir Mîrzâ, 19. yüzyılın ikinci yarısında kendi devrine ulaşamayan ‘İmâret-i Fendukîyye’ den Urûmiye civarından getirilerek yapıya yerleştirilmiş olduğunu kaydettiği bir özel bir taş vasıtasıyla bahseder. Söz konusu taşın Tebrîz’deki diğer eşi Gök Mescid’dedir [68], [84]. Tebrîz kâdîsının kullandığı anlaşılan ‘İmâret-i Fendukîyye’nin Mescid-i Câmi‘-i ‘Alî Şâh’ın özgün kısımlarından olup olmadığı ya da ana kütle ile ilişkisi bilinmemektedir. Ancak çok geç bir devir olmakla beraber, 19. yüzyılın ilk çeyreğinde yaklaşık altı yıl İran’da yaşayan İngiliz diplomat Morier’in, “Erg-i ‘Alî Şâh”ın sınırları dahilinde gördüğü, 80 adım (= 64 m)
yüksekliğinde, belki dünyanın hiçbir yerinde rastlanamayacak derecede hoş tuğladan bir kütle olarak tarif ettiği bir câminin kalıntıları ile câminin üstünde şehir ve çevresinin sanki bir haritaymış gibi görülebildiği üç küçük odaya ilişkin kaydı —eğer daha geç bir eklenti söz konusu değilse— Fendukîyye’nin, câminin ana kütlesi ile bütünleşik kısımlarından biri olmuş olabileceğini gösterir. Mevkûfât-i ‘Alî-şâhî’ye gelince, Kâdî Muhammed’in 964/1557’de hapsedilmesi ardından Tebrîz’deki diğer tüm vakıflar gibi idaresi Kâzî Mîr Mîrân ‘Abdu’l-vehhâbî’ye verilir.
Mescid-i ‘Alî Şâh’ın ve ‘Alî Şâh’ın türbesine dair 16. yüzyıl sonlarına tarihlenen iki Osmanlı kaynağı da genel itibariyle Mustevfî’nin verdiği bilgileri tekrarlayan kayıtları ile devirlerindeki durumu yansıtmaktan çok uzaktır. Şeref Han, 1597’den sonra yazdığı eseri Şerefnâme’de, vezir Hâce ‘Alî Şâh’ın Tebriz’de yaptırdığı câminin ön taraftan yüksekliğini 80 zira’ (yak. 60 m) verirken, uzun süre ayakta kalamayan câminin inşa
edildikten iki sene sonra çöktüğünü ilave eder1. Çağdaşı Âşık Mehmed’in, Menâzırü’l- avâlim”deki kaydı, kendi devrindeki durumundan ziyade aynı şekilde geçmişteki durumunu aksettirir .
17. Yüzyıl
Kâdî Muhammed’in 964/1557’de hapsedilmesinden sonra neredeyse bir asır boyunca Mescid-i Câmi‘-i ‘Alî Şâh hakkında kayda değer bir bilgiye rastlanmaz. Ancak IV. Murad’ın 1044/1634-35’teki Revan seferi ile Tebriz’e giden ve “ ...içinde üç gün oturup harap olmuş halini gördük” diyen Kâtib Çelebi, yer yer yıkılan büyük binaların kalıntılarından bahseder ki “Hoca Ali Şah Camii sofasının eyvânı olan yüksek bir tak kemeri bu kalıntılardan biridir””. 16. yüzyılın ilk yarısını ayakta ve faal olarak geçiren Mescid-i ‘Alî Şâh”ın 17. yüzyıla gelindiğinde bu derece harap halde olması ilgi çekicidir. IV. Murad’ın Revan Seferi Rûz-nâme’sinde yer alan, “Bugün dahi [30 Rebîü’l-evvel/13 Eylül] Tebriz şehri ihrâk olundu””, “ve bugün [Rebîü’l-âhir Gurresi/14 Eylül] dahi, Tebriz ve etrâfı ihrâk olunmak, fermân olundu”” şeklindeki çok genel ifadeler ve Rûz-nâme”de tahrip edildiği binalar arasında adları verilmese de Kâtip Çelebi’nin kaydı dikkate alındığında Mescid-i ‘Alî Şâh ve ‘Alî Şâh”ın türbesinin bu tahribatı hasarsız atlatmış olmasının mümkün olmadığını düşündürür. Yine de 1641 yılına gelindiğinde hâlâ ayakta olmalıdır ve Melville’nin tabiriyle “son dokunuşları””, Ermeni müellif Tebrizli Arakel’in 5 Şubat 1641 tarihinde soğukların çok etkili ve karın yoğun olduğu bir dönemde gerçekleştiğini bildirdiği deprem yapar [158]. Arakel’in kaydına göre, “şehrin
merkezinde, hayret verici yükseklikte, büyük ve geniş (vâsi) bir bina, görenlere o dönemleri anımsatan, eski zamanların hükümdarlarından bir yadigâr” göz açıp kapayana kadar yerle bir olmuş ve zemini moloz kaplamıştır1. Melville göre, depremde yıkılan bu bina o devirde zaten harap durumda olan Tebriz merkezindeki Mescid-i ‘Alî Şâh’tır [157], [158]. Arakel’in kaydı, aynı zamanda geç devir Tebrîz haritaları üzerinden tespiti mümkün olmayan şehrin 17. yüzyıl ortalarında geliştiği sınırları ve gerçek konturunu göstermesi bakımından ilgi çekicidir. ‘Alî Şâh’ın külliyesini şehrin merkezinde konumlandıran seyyahlardan birinin de 16. yüzyılın ilk yarısında Venedikli bir tüccar olduğu hatırlanacaktır. Aynı bölgeyi şehrin merkezi olarak niteleyen müelliflerden biri de, daha geç bir devir olmakla beraber Mescid-i ‘Alî Şâh civarında bulunan Ostâd ve Şâgird Câmii vasıtasıyla Nâdir Mîrzâ’dır [84]. Demek ki, geçen bir buçuk asırda Tebrîz’de ciddi bir küçülme, en azından güney yönünde gerçekleşmemiştir. Ancak burada, arkeologların Ktesifon’daki Tâk-i Kisrâ, Eyvân-ı Kisrâ ile boy ölçüşebilecek devasa boyutlarda bir kütle olarak niteledikleri Erg-i Tebrîz’e de ev sahipliği yapan ‘Alî Şâh’ın külliyesinin şehrin merkezinde konumlandırılmış olmasının şehrin sınırlarını tariflemesinin ötesinde anlamları olduğu açıktır. Bu kayıtlar, merkezinde bir ateşkede ve yöneticinin sarayı, yani Tâk-ı Kisrâ’nın yer aldığı, ovada ekili araziler ortasında yerleşmiş Sâsânî kent planlama ilkelerine; hatta bir tarafı nehre sınır olan, dağ tarafında, yani aynı zamanda bir dağ kenarındadır, sur ve kuleler sisteminden oluşan ayrı bir istihkâm ile takviye edilmiş kare planlı Sâsânî şehri Bîşâpûr’a [139] ciddi referanslar içerir. U biçimli ve Tâk-i Bende benzeyen, yani Sâsânî sarayı Tâk-ı Kisrâ’daki gibi çaprazlama beşik tonozlu, tuğladan inşa edilmiş bir yapı olan Erg-i Tebrîz’in yapısal niteliklerine, Katrân’ın depremin yok ettiği eyvân ve meydâna ilişkin kaydı ve Sâsânî kent planlama ilkeleri ile örtüşen kent içi konumu eklendiğinde Erg-i Tebrîz’in şehirdeki eski Sâsânî sarayının kalıntıları olmuş olma ihtimali güçlenmektedir. Katrân’ın eyvân adlandırması formdan ziyade, Arap ve Fars edebiyatında herhangi bir büyük hükümdar sarayını anlatmak üzere kullanılan mecazî anlam1 taşıyorsa bile, Erg-ı Tebrîz’in ancak devasa bir tonozu taşımak üzere planlanmış olabilecek ebatlardaki beden duvarları yine de burada Tâk-ı Kisrâ’ya benzer bir Sâsânî sarayı olduğu fikri ile çelişmez. Nitekim Tebrizli Arakel’in ardından 1647 yılında şehri ziyaret eden Evliyâ Çelebi’nin kaydı son derece geneldir ve Evliyâ şehrin ibret verici yapıları bahsinde, Mescid-i ‘AlîŞâh’ı, “Tâki ‘Alî Şâh” olarak zikretmekle yetinir, fakat onun kaydıyla Mırmır (Mîr Mîr) Mahallesi'ndeki yapının Tâk-ı Kisrâ’yı hatırlattığı bir kez daha vurgulanır [78], [79].
Tebrîz’i ilki 1632, sonuncusu ise 1664 yılında olmak üzere değişik zamanlarda ziyaret eden Tavernier ve sonuncu seyahatinde onunla eş zamanlı olarak Tebrîz’de bulunan Deslandes, Tebrîz’in eski yapı kalıntıları, özellikle “Harap olmaya terkedilmiş” câmi yıkıntıları ile dolu olduğunu kaydederler. Seyyahlar yıkıntılarını gördükleri câmilere ilişkin ilave bir bilgi vermezler, fakat bunlar arasında Mescid-i ‘Alî Şâh’ın da bulunduğunu hayal etmek güç değildir. Chardin, 1673 yılındaki gözlemlerine dayanarak Tebrîz’deki 250 câmi arasında —ki bunlar İsfahân’ın en güzel câmilerinden farklı biçimde inşa edilmemişlerdir— en önemlilerden biri olarak saydığı ve Erivan’dan gelişte karşılaşılan şehre ait ilk manzara olarak nitelendirdiği Mescid-i ‘Alî Şâh’ın o devrinde neredeyse tamamen yıkılmış olduğunu doğrular. Ancak onun kayıtlarında yeni ve ilginç bir bilgi daha vardır. Çok yüksek olan eyvânı (fort-haute) ve alt kısmı onarılan câmi o devirde ibadete açıktır1 [75]. Mescid-i ‘Alî Şâh’ın 17. yüzyılın üçüncü çeyreğinde kullanımda olduğunu doğrulayan Chardin’in çağdaşı başka tarihi kayıtlar da mevcuttur . Chardin’in anlatımı, onunla birlikte Tebrîz’e giderek 17. yüzyıl Tebriz’ine dair bilinen yegâne görseli resmeden Fransız ressam Grelot’un L harfi ile gösterdiği ve ‘Alî Şâh Mescidi olarak adlandırdığı yapıya ilişkin tasvirle birleştiğinde ‘Alî Şâh’ın türbesinin, aslında 17. yüzyılın sonlarına büyük ölçüde ulaşmayı başardığı sonucu ortaya çıkar. Zira Grelot’un tasviri, kalkan duvarı hariç neredeyse tamamen yıkıldığı anlaşılan eyvân dışında, türbenin DD’deki resmi ile birebir örtüşür. (Şekil 3.58a, b, c) Chardin’in eyvâna ilişkin atfı, Melville hariç, araştırmacılar tarafından hatalı olarak tek bir minâreden bahsedildiği şeklinde değerlendirilmiş ve Grelot’un tasvirinde yer alan köşe kuleleri ise iki minâre şeklinde yorumlanarak anlatımla uyuşmadığı düşünülmüştür. Bu arada Grelot’un tasvirindeki eyvânın yıkık olarak resmedildiğine dikkat çekmek gerekir. Chardin’in bahsettiği Mescid-i ‘AlîŞâh’ın çok yüksek olan eyvânı onarılmış durumda ve yapı ibadete açık ise, buradaki harap eyvân ne anlama gelmektedir. Kuşkusuz, bu ikinci bir yapının varlığını doğrulayan önemli delillerdendir.
Şekil 3. 58 a-Grelot’a göre, Mescid-i ‘Alî Şâh [75]
b-Grelot’a göre, Mescid-i ‘AlîŞâh, sadeleştirilmiş çizim, c-DD’de Erg-i Tebrîz
[202], [213]
1105/1694 Gemelli Careri, Ostâdve ŞâgirdCâmii’nin 2 tüfek atımı ilerisinde onunla aynı işçilikte bir câminin ender rastlanan devasa cephesinin harap olmakta olduğunu kaydeder. Morto Sale olarak adlandırdığı bir mermerin üzerinden atlayarak içeri girildiğinde karşılaşılan mekân değişik ağaç ve çiçek türleri ile dolu hoş geniş bir bahçedir ve sonunda, yanlarda iki ve önde bir kapısı olan, “Tâk-i ‘Alî Şâh (Aluscian-Taghi)”, yani ‘Alî Şâh’ın türbesinin de aralarında bulunduğu bazı muazzam büyüklükte yapılar vardır. “Tâk-i ‘Alî Şâh”, Careri’ye aktarıldığı kadarıyla eski pagan bir ibadethanedir1. Anlaşılan o ki, 17. yüzyılın sonlarına gelindiğinde, bu İlhanlı yapısı da —muhtemelen Şah Süleyman devrinde saraya giren Şî‘î din alimi Mollâ Muhammed Bâkir Meclisî ile farklı bir boyut kazanan Ortodoks Şî‘îliğin etkisinin bu devirde iyice artmasıyla [56] — artık inanç dışı kabul edilir olmuştur. “Tâk-i ‘Alî Şâh”a geri dönülecek olursa, burada aynı zamanda güzel tuğla duvarlarla çevrelenmiş, halk eğlenceleri için kullanılan kocaman bir de meydân (Sguare') vardır. Seyyahın meydân olarak nitelediği bu alan aslında 14. yüzyıl başından itibaren varlığından haberdar olduğumuz ortasında havuz bulunan revâklı avludan başka bir yer değildir. Ancak belli ki Mescid-i ‘Alî Şâh’ın, bir zamanlar cepheleri çinilerle süslenmiş, tamamı altın bezeli revâkların (portik) çevrelediği1 gösterişli avlusundan geriye, iyi tuğla duvarlar içinde kalan ve eğlenceler için kullanılan boş bir mekândan başka bir şey geriye kalmamıştır . Tarihi kaynaklarda “Erg-i ‘Alî Şâh”, “Tâki ‘Alî Şâh”, “Mescid-i Câmi’-i ‘Alî Şâh” gibi isimlerle anılan ‘Alî Şâh Külliyesi’ nin, 17. yüzyıl sonundaki bakiyelerinin ziyaretçileri tarafından “Tâk-i ‘Alî Şâh” olarak adlandırdıkları ‘Alî Şâh’ın türbesi ve eski görkeminden pek bir iz taşımayan avlulardan ibaret olduğu anlaşılmaktadır.
Yüzyılın İlk 36 Yılı
Safevîlerin, Tebrîz’deki son çeyrek asrı içinde 1717 Ocak ayında Rus elçi Artemiı Volynskiı ile birlikte şehre gelen John Bell de dahil olmak üzere ‘Alî Şâh Külliyesi hakkında bilgi veren herhangi bir kaynağa rastlanmamıştır. Safevîler tarafından özellikle erken devirlerde son derece önem verilen Mevkûfât-i ‘Alî-şâhî’ye gelince, BOA 590 numaralı Mâliyeden Müdevver Defter’de bulunan bir kayıtta “Mukâta‘a-i Nükûd ve behre-i evkaf-ı (...) Ali Şâhiyye ve sâir mahall der-livâ ve nevâhî-i Tebrîz” şeklinde adından bahsedilen vakıflarının külliyenin inşasından dört asır sonra 1141/1728-29’da işlevini koruduğu anlaşılmaktadır.
Kucucî Külliyesi
14. yüzyılın son çeyreği ve 15. yüzyıl boyunca Tebrîz’in Eski Meydân bölgesindeki en kapsamlı külliyelerinden olduğu anlaşılan Kucucî Külliyesi’nin, Safevî devrindeki akıbeti büyük ölçüde belirsizdir. Ancak Kucûcîlerin düşüşe geçen siyasî kariyerleri ile Tebrîz’deki Kucûcî eserlerinin akıbetinin paralellik gösterdiğini söylemek hiç de yersiz olmayacaktır. Safevîlerin, sûfî tarikatlarına git gide keskinleşen olumsuz yaklaşımları düşünüldüğünde Kucucîlerin Tebrîz’deki eserlerinin de bundan doğrudan etkilenmiş olması olasılığı doğal karşılanmalıdır.
Kucûcî ailesinin son Akkoyunlu padişahı Elvend Mirza’da dahil olmak üzere uzun süre Akkoyunlulara vezirlik yapmış olan üyesi Emîr Zekeriyya’nın1 [36], Safevîler Tebrîz’de hakimiyeti ele geçirdikten sonra da Şah İsmail tarafından vezir tayin edildiği bilinmektedir [36]. Hatta 918/1512’de Horasan’da ölen Emîr Zekeriyya’nın, atalarının türbeleri Tebrîz’de bulunduğu halde Safevîlerin başlıca kült merkezlerinden “kutsal Meşhed’de defnedilerek Safevîler tarafından onure edildiği dahi düşünülebilir, ancak soylarının Şî‘îliğin dördüncü imâmı Zeynu’l-Abidîn’e (Ebu’l-Hasen Alî b. el-Hüseyn b. Alî b. Ebî Tâlib) bağlanmasına karşın bu durum Kucucîler için zamanla değişmiş olmalıdır. Emîr Zekeriyya’nın akrabalarından Emîr Zekeriyya’nın akrabalarından Cemâlu’d-dîn Emir Beg’den Tezkire-yi Tuhfe-yi Sâmî’de Serdefter-i Dîvân, yani dîvân baş kâtibi; Târîh-i Sultânî ve Tekmiletü’l-Ahbar’da ise 958/1551 yılında Vezîr-i Dîvân-ı ‘Âlî olarak bahsedilir; kardeşi Giyâsü’d-dîn ‘Ali ise Irak-ı Arab’da onunla birlikte çalışmaktadır. Hâce Giyâsü’d-dîn ‘Ali Şirazî, bundan önce de İsfahân veziridir ve 945- 46/1538-1540’da Hâce Kasım Natanzî’nin yerine mustevfî’l-memâlîk olarak atanmıştır. İskender Beg Münşî’nin kayıtları arasında da Kucucî ailesine mensup bir Hâce Emir Beg’den söz edilir ki onun bahsettiği Emir Beg başlangıçta Kâzî Han Tekelû’nun, sonraları ise kendi başına Horasan’ın veziri olan mührdâr Hâce Emir Beg’dir ve güneşi kendisine boyun eğdirme suçu ile Alamût’ta hapsedilen, rivayetlere göre kehanet, numeroloji ve karabüyüde usta [?] biridir. Emir Beg, Şah II. İsmail saltanatında serbest bırakılmasından kısa süre sonra ölür1. Emîr Zekeriyya’nın 907/1501-1502’deki vezirliğinden sonra 958/1551’de Hâce Emir Beg, kardeşi Hâce Giyâsü’d-dîn ‘Ali ve Emir Beg’in istifası ardından yerine getirilen Aga Muhammed Ferehani Kucucî, Kucucî ailesinin, Safevî devri boyunca baş vezirlik görevine getirildiği tespit edilen 51 kişi arasındaki az sayıda üyeleridir . Münşî, Şah Tahmasb devri münşilerinden Muhammedî Beg Kucucî Tebrîzî adlı diğer bir Kucucî üyesini ölümünden sonra kimsenin yerine tayin edilmediğini bildirdiği münşî-yi memâlik Mîr Zekeriyya’nın akrabası olarak zikreder. Muhammedî Beg’in akrabalarından Şah II. İsmail devrinde münşî-yi memâlik olarak tayin edilen Mirzâ Muhammed, Ebû Tâlib Mîrzâ zamanında (998/1586-995/1587[?]) vezir-i dîvân-ı ‘âlî makamındadır. Şâb Abbas’ın tahta çıkışıyla birlikte hapsedilen, serbert bırakılması ardından tekrar vezir olarak atanan Mirzâ Muhammed, kısa süre sonra Ebû Tâlib Mîrzâ’nın yetiştirilme tarzından sorumlu tutularak öldürülür.
Kucucîlerin Tebrîz’deki eserlerine gelince; Hvâce Şeyh Giyâsü’d-dînMuhammetfin 14. yüzyılın son çeyreğinde inşa ettirdiği hânegâh ve babası Hâce ibrâhîm’in yeniden inşa edilen zâviyesini, Tebrîz’in 16. yüzyılın ilk yarısındaki durumuna ışık turan başlıca kaynaklardan DD’de tespit etmek mümkündür. Hâce İbrâhîm’in Tebrîz’in Çerendâb Mahallesi’nde giriş kapısı kırmızı taştan yapılmış bir tekkesi (zâviye) olduğundan bahsedilmişti [156]. DD’deki tasvirlerin detaylı incelemesi minyatürün tamamında kırmızı kapı ile gösterilmiş tek bir yapı olduğunu gösterir. (Şekil 3.59) DD’de sağ sayfanın orta alt tarafına doğru yer alan kırmızı kapılı bina, esas Kucûcî Külliyesi’ni meydana getirdiği anlaşılan Câmi (A)-Medrese (B) ve “Ebvâbu’l-birr” in kısımlarından olan Zâviye'nin (C) oluşturduğu yapı bloğunun Hvâce İbrahim'in tekkesinin bulunduğu cepheden resmedilmiş halidir. Yine DD’de Zâviye'nin (C) hemen yanındaki tasvir mimarî bileşenleri ile vâkıf Hvâce Şeyh Giyâsü ’d-dîn Muhammed’in yeni inşa ettirdiği büyük kümbeti de bünyesinde barındıran Hânegâh (D), Hân (E), hânegâh civarındaki hücreler (hucrât) (F) ve Bostân'ın (bustân) (G) oluşturduğu ikinci yapı bloğunu çağrıştırır. Selçuklu-İlhanlı estetiğini yansıtan üslûbu ile külâhlı yüksek bir kümbetin bir avluya —yüksek ihtimal Anadolu örneklerinden hemen hemen çağdaşı olan Erzurum Çifte Minâreli Medrese’de olduğu gibi kıble yönünde ana eyvânın arkasına— eklenmiş şekilde resmedildiği söz konusu tasvirde kümbetin eklendiği avlunun arka tarafına doğru oldukça büyük bir yapının daha bulunduğu görülür; bostân ve hücreler ise görülmemektedir. Tasvirde cephe ve plan düzleminin iç içe geçmiş olması külliyenin bileşenlerinden olan Hân ’ı (E), kesin olarak tespit etmeyi güçleştirir, ancak yine de vakfiyede yer alan tanımlamalar ve tasvirin boyutları dikkate alındığında arkadaki yapı, ikinci yapı bloğundaki Hân'a (E) denk geliyor olmalıdır.
Şekil 3. 59 a-DD’de Kucucî Külliyesi, Detay b-DD’de sekiz satıhlı külâhla örtülü alt
kısmı kare tabanlı olduğu anlaşılan bir türbe tasviri. [213]
Bu tasvirin en dikkat çekici mimarî unsurlarından biri, inşa edildiği devrin mimari estetiğini yansıtan sekiz satıhlı külâhın seçilebildiği kümbeti olsa gerektir. İsparta’da Ertokuş, Kayseri’de Huand Hatun, Konya’da Tacu’l-vezîr medreselerinin türbelerinde olduğu gibi gövdesi sekiz köşeli ve külâhı sekiz satıhlı çağdaşı Anadolu örnekleri dikkate alındığında1, Kucucî külliyesindeki kümbetin de sekiz köşeli gövde ve sekiz satıhlı külâha sahip olmuş olma olasığı yüksektir, zira yine DD’de minyatürün en sol alt köşesinde yer alan ve Anadolu örneklerinden sekiz satıhlı külahlarla örtülü ancak alt kısmı kare olan Kırşehir’de Caca Bey Medresesi’nin türbesi gibi , kare tabandan yuvarlak külâha geçiş öğesi açık biçimde görülen kümbet tasviri (Şekil 3.60), minyatürün sanatçısı tarafından bu konuda bilinçli bir ayrıma gidildiğini gösterir. Üslûplaştırmanın üst düzeyde uygulandığı MM’ye gelince, Mescid-i ‘Alî Şâh’ın hemen altında ve mimarî unsurları bakımından onunla neredeyse aynı üslûpta resmedilen kırmızı taç kapılı bina ile yanında yer alan iki kümbetin gösterildiği bina Kucucî Külliyesi olmalıdır (Şekil 3.61).
Şekil 3. 60 MM’de Kucucî Külliyesi, Detay. [41]
Şekil 3. 61 a-MM’de Gök Mescid, Detay b-DD’de Gök Mescid, Detay. [41, [213]
16. yüzyılın son çeyreğinde Safevî hâkimiyetinin üzerinden yarım asırdan fazla bir süre geçtikten sonra Kerbelâ’î, Şeyh Kemâl-i Hocendî’nin ‘İmâret-iHâce ‘Alîşâh civarındaki hânegâhının bakiyelerinin kendi devrine ulaşmayı başardığını bildirir. Hvâce Şeyh Giyâsü’d-dîn”'in inşa ettirdiği, büyük kubbe/kümbetler (cunbuz), halvet yerleri (halevât), yüksek serin yer altı odaları (serdâbât) ve hoş meclislerden (makâmâtu’l-latîfe') meydana gelen hânegâh ile 1, muhtemelen özdeş olan Hocendî’nin hânegâhının bu devirde ayakta olan kısımları kümbet ve niteliği bilinmeyen bazı yapılardan [?] ibarettir [156]. Werner’e göre, yine aynı civarda bulunmuş olması gereken Şeyh Giyâsü’d-dîn’in babası Hvâce İbrâhîm’in yeniden inşa edilen zâviyesi ve odağında bir câmi ve medresenin yer aldığı esas Kucucî külliyesi hakkında ise tarihi kaynaklarda herhangi bir bilgiye rastlanmaz. Aynı yüzyılın kalanı ve neredeyse 17. yüzyılın tamamında tablo değişmez. Ancak 17. yüzyıl sonunda Careri, Eski Meydân bölgesinde Mescid-i ‘Alî Şâh’ın da aralarında bulunduğu çok sayıda yapının harap halde olduğundan bahseder ki olasılıkla bunlardan biri de Kucûcî Külliyesi’dir.
1720’li Yıllar
Kucucî Külliyesi, eğer 18. yüzyıla ulaşmayı başarabildi ise, son derece harap vaziyette ulaşmış olduğu düşünülebilir. Külliyenin aksine, vakıflarının bu yüzyıla ulaşmayı başardığını ve kısmen de olsa hâlâ işler durumda olduğunu gösteren kayıtlar mevcuttur. BOA 590 numaralı Mâliyeden Müdevver Defter’deki bir kayıttan 1720’li yılların sonlarına doğru vakıfları işler durumda olan ve “Evkâf-ı Şeyh Kucucî” şeklinde kaydedilen Kucucî Külliyesi’nin vakfının mütevellîsi bulunmadığı ve hatta bu devirde vâkıfın soyundan kimsenin kalmadığı anlaşılmaktadır. 1141/1728-29 tarihli diğer bir kayıtta “Evkâf-ı Şeyh MuhammedKucucî” olarak yazılan vakıf, geliri Tebrîz’deki başka vakıflarla birlikte iltizama verilen vakıflar arasındadır1.
Muzafferîye Külliyesi
16. yüzyılı hâlâ ayakta ve iyi durumda karşılayan Gök Mescid’in, ister siyasî isterse mezhebi temellere dayansın, Safevîler tarafından “kirli kabul edilerek1” terkedildiğine şüphe yoktur. Böylece Safevîlerin ilk yıllarında kaynaklarda adından bahsedilmeyen Gök Mescid’e dair en erken kayıt, Aşere-i Mübeşşere yazdığı ve Sünnîlere ait olduğu için viran edilen Gök Mescid’in Osmanlı Sultânı I. Selim tarafından onartılması olur. Bundan sonraki kayıt 1539-40’da Şah Tahmasb’ın sarayına gönderilen Venedik elçisi Membre’ye aittir ve ona göre doğuya doğru Horasan yolu çıkışındaki nakkâre çalınan meydân geçilerek doğuya doğru gidilip, “Begüm”” adıyla anılan bâzâr içinden dosdoğru sonuna kadar ilerlendiğinde yüksek çan kulelerine benzeyen iki minâreli Gök Mescid ile karşılaşılır. Gök Mescid’i, son derece iyi inşa edilmiş, eşine ne Anadolu ne de gördüğü diğer ülkelerde rastladığı eşsiz bir câmi olarak tarif eden Membre’nin, Gök Mescid’de dikkatini çeken ilk özellikleri, dış kısmındaki yaprak kompozisyonlu çinileri, zarif renkli mermerleri ve kubbelerinden birisinin tepesinde yer alan Kânûnî Tebrîz’e girdiğinde sipahileri tarafından atılmış üç okun bulunduğu bakır bir elmadır. Membre, bunun dışında mescidin arkasında bulunan badem ağaçları ile dolu çok büyük bir bahçe ile buradaki suyu dünyanın en güzel çayından tatlı ve câminin karşısında yer alan Bağdatlı Arap Seyid’in konutu ile onun yanındaki bir hamamdan bahseder.
Membre’nin çağdaşı diğer Avrupalı seyyahlar Gök Mescid’e dair herhangi bir bilgi vermezler; ancak Tebrîz’in diğer çoğu anıtsal yapısı gibi Gök Mescid içinde MM ve DD, yapının 16. yüzyılın ilk yarısındaki durumunu gösteren ilk el kaynaklardır. Gök Mescid’i simgeleyebilecek mimarî unsurların ortaya konarak MM ve DD’ki tasvirlerin çözümlenmesi noktasında öncelikle yüzyılın kalanı ve sonra ise anlatımların daha ayrıntılı bir hale geldiği sonraki yüzyılın ilk yarısındaki kayıtlardan bazılarına, yalnızca genel hatları ile bakılacak olursa; aynı yüzyılda hemen hemen çağdaş iki müelliften Hasan-ı Rûmlû’nun da Ta‘lîkî-zâde Mehmed Subhî’nin de kayıtlarında, zengin bezemelerinin yanında Tebrîz’deki diğer câmilere benzemeyen mimarî planlaması öne çıktığı görülür. Gerçi Hasan-ı Rûmlû’nun 1467-68 yılı olaylarında verdiği bilgilerin Gök Mescid’in kendi devrindeki durumunu yansıtıp yansıtmadığı belirsizdir, bununla beraber Subhî’nin ortaya koyduğu gibi o devirde sapasağlam ayakta olduğu da bir gerçektir. Rûmlû, “Hiç kimse işçiliği bu kadar zengin bir bina gösteremez” sözleri ile Gök Mescid’in zengin bezemelerine işaret eder ve ilave olarak câmiye bitişik olarak inşa edilen kümbetin onunla aynı derecede ustalıkla inşa edilmiş, görülmemiş resimler ve altınla süslenmiş güzel ve yüce bir yapı olduğundan bahseder; yapıya aynı zamanda çok miktarda emlâk vakfedilmiştir1. Ahsenü't Tevârîh’teki diğer bir kayda göre, müellifin “Begüm’ün Medresesi (Medrese-i Begüm)” olarak adlandırdığı Muzafferîyye Medresesi,
yüzyılın son çeyreğinde Dâru’l-eytâm (Öksüz ve Yetim Çocuklar Okulu) olarak hizmet vermektedir .
Özdemiroğlu Osman Paşa’nın 993/1585’deki Tebrîz Seferi’nde sefer kâtipliğini yapan Ta‘lîkî-zâde Mehmed Subhî, Anadolu’daki câmilere özellikle iki kubbeli oluşu ile aykırı olduğunu bildirdiği Gök Mescid’i:
“Ammâ Rûm’da olan cevâmi‘e birkaç nev‘le mugâyireti vardır. Biri budur ki iki kubbedir. Minber iki kubbenin meyânında bünyâd olmuşdur. Hatîb hutbeden indüği gibi aralıkda bir kapusı vardır ki andan ileri kubbeye varup mihtâba geçüp cum‘a namâzınpâdişâh önünde kılubirür. Zîrâ önündeki kubbe mahsûdpâdişâh içündür. Ol cihetden ki ol zamânda acem pâdişâhlarında bekâ ve devletlerinde devâm olmazdı. Muttasıl-ı tâife-i fedâvîyyeden şemşîr ve kârdla şehîd olurlardı. Ol havfdan havâs ile de kubbede kılurlardı ve biri dahi budur ki minâre-i câmi ‘ ve mesâcidde olmaz medârisde olur zîrâ evkât-ı hamse medârisde edâ olunup cevâmi ‘de ancak cum‘a namâzı kılunurdî”1 [24] sözleri ile anlatır.
Subhî, câmiyi aynı zamanda, Karakoyunlular ardından Tebrîz’de peş peşe hükmetmiş iki hanedanın, her ikisi de Meydân-ı Sâhibâbâd’da bulunan diğer selatin câmileri ile kıyaslar. Öncelikle Safevî Şâhı Tahmasb, Mescid-iŞâhîyi, Gök Mescid’e bir benzeri ile karşılık vermek gayesiyle inşa ettirmiştir. Subhî’ye göre, “Uzun Hasan Câmi‘nin azm-i bünyânı ve ittikân-ı erkânı cihât-ı kesîre ve vücûhât-ı vefîre ile ulı ve kıbâb-ı âsımân- cenâb-ı âlî iken Cihân Şâh Câmi‘nin nezâket-i üslûbı ve nezâhet-i nümâyiş-mergûbı ve hüsnünün metâneti ve resminin metâ‘ati imdâd-ı medâdla i‘lâm ve ifâde-i efvâh ile ifhâm mümkin değildir”- [24]. Subhî’nin çağdaşı Gelibolulu Mustafa Âlî, Gök Mescid’i “havâşî Karakoyunlu’dan Cihân Şâh’ın eseri hâssı bir câmi‘i envâ‘-ı zîb ü zînet-muhessenâtına câmi‘ hattâ yigirmi tokuz kubbesi felek-i nüh kıbâba mukâbele itdügi şâyi‘ bir husûs-ı ‘ibret-nusûs olduktan” [27] şeklinde tarif eder.
Membre’nin yüksek çan kulelerine benzeyen iki minâresine ilişkin ifadesi hariç tutularak, özellikle planlaması ile devrin câmi mimarîsinden farklılaştığı noktasında birleşen bu kayıtlar ile geç bir devre ait olmakla beraber, 17. yüzyılın ilk yarısında, Türklerin câmilerine benzeten Heinrich von Poser, çağdaşlarından, kentin çıkışında İsfahan yolu üzerinde konumlandıran Tavernier ile Kâtip Çelebi’nin anlatımları bir araya geldiğinde cephesi farklı renkte sırlı tuğlalarla kaplı, altın rengi ve gök mavisi ile bezenmiş, iki kenarındaki çok uzun iki minâresi ve kubbeleri aynı şekilde çinilerle bezeli, enfes mermerlerinin karakterize ettiği bir yapı resmi zihinlerde canlanır. Evliyâ Çelebi’ye gelince, belki biraz abartılı ve süslü üslûbu bir kenara bırakılırsa, onun bir minareli ve avlulu olarak bildirdiği yapının çinilerinin yanı sıra daha ziyade bahçesine odaklandığı görülür1 [78], [79]. Bu bağlamda MM"de sağ sayfanın en üst köşesinde, DD’de ise Şenb- i Gâzân’ın sol alt çaprazında ve ona kıyasla çok daha mütevazi ebatlarda tasvir edilen yapı Gök Mescid’dir. (Ek-B no.10, Şekil 3.62-a; Ek-C no.10, Şekil 3. 62-b)
Matrâkçı’ya atfedilen minyatürler için önerilen, ölçek ve doğruluktaki hiyerarşi ile en önemli ve daha büyük yapıların haritadaki boyutlarının diğerlerine oranla epeyce büyük tasvir edilmesine ilişkin tavrını hatırlayacak olursak , özellikle DD’de Sultân Hasan Câmii’nden büyükçe tasvir edilen Gök Mescid’in gerçekte belki de Kâtip Çelebi’nin bahsettiği gibi, Sultân Hasan Câmii’nden daha küçük bir bina ya da daha doğrusu külliye olmadığını göz önünde bulundurmamız gerekecektir. Bunun da ötesinde aynı cepheden yapıldığı anlaşılan bu iki tasvir kıyaslandığında, MM’de merkezi mekânı örten ana kubbenin ve onu üç taraftan çevreleyen galerideki daha küçük boyutlu kubbelerin neredeyse farklı ölçeklerde kulevâri bağımsız yapılar gibi resmedildikleri, buna karşın DD’de ana kubbe ve giriş cephesinin binanın tamamı ile bütünlük arz edecek şekilde ve hatta Gök Mescid önünde önerilen avlu ve külliyenin diğer öğelerine karşıdan bakacak şekilde çizilmiş olduğunu düşündürür. (Şekil 3.48) İlk bakışta Bursa’nın ters “T” planlı ya da çok fonksiyonlu (yani zâviyeli, tabhâneli ya da kanatlı olarak da adlandırılan), erken Osmanlı devri câmilerini andıran, fakat farklılıkları da bulunan Gök Mescid’in, mimari planının cepheye yansıtılması bağlamında, Tebrîz’deki diğer abidevî yapılarda olduğu gibi, DD’de MM’ye göre daha hassas bir yaklaşım sergilendiğini ileri sürmek, belki de bir kez daha pek yersiz olmayacaktır.
1. Mescid-i Kebûd 2. Hayat 3. Sünnî Kabristânı 4. Bâğlar 5. Meydângâh 6. Hânegâh 7. Kütüphane 8. Dergâh/Âstâne (Keryâs)
9. Kervansaray 10. Hamâm 11. Karakoyunlular Devri'nde İpek Yolu (1193/1780 depreminden önce)
Şekil 3. 62 Muzafferîye Külliyesi Restitüsyon [223]
16. yüzyılda Gök Mescid’e dair en ilginç kayıtlardan biri, Muzafferîye Külliyesi’nin vakıflarına ilişkindir. İskender Beg, Şah Tahmasb devrinde külliyenin vakıflarının işler durumda olduğunu kaydeder. Bu devirde annesi tarafından Cehânşâhî hanedanı ile akraba olan ve Tebrîz’de Gök Mescid yakınlarında yaşayan Huseynî seyîdlerinden Mîrzâ ‘Abdu’l-Huseyn Cehânşâhî vakfın mütevellisidir. Sultan Muhammed Şah ve Tebrîz hâkimi Emîr Hân Musullu devirlerinde aynı zamanda Tebrîz Kelânteri olarak tayin edilen Mîrzâ ‘Abdu’l-Huseyn, İskender Beg’in kaydından anlaşıldığı kadarıyla Tebrîz, Osmanlılar eline geçene kadar vakfın mütevellik görevini sürdürür. Yapı terk edilmesine karşın, vakıfları özellikle erken Safevî devrinde korunmaya devam etmiş gibi görünmektedir.
1585 Yılı
Başbakanlık Osmanlı Arşivi 247 numaralı Ruûs Defteri’ndeki 10 Şevvâl 993/5 Ekim 1585 tarihli bir kayıttan anlaşıldığı üzere, külliyedeki medrese fetihten sonra Vezîr Osman Paşa Medresesi olarak adlandrılmaya başlanmış ve Bursa’daki Bayezid Paşa Medresesi’nde 40 akçe ile müderris olarak çalıştığı halde işinden ayrılan Muslihi’d-dîn'e hâric pâyesi1 olarak verilmiştir . Yine aynı defterdeki 15 Şevvâl 993/10 Ekim 1585 tarihli bir kayıtta Cihânşâh Medresesinde müderris olan Mevlânâ Muslihi’d-dîn'e dâhil müderrisi olmak üzere İstanbul’da Şâh Sultân Medresesi’nin verildiği yazar. Defterdeki 20 Şevvâl 993/15 Ekim 1585 tarihli sonraki bir kayda göre, Mevlânâ Muslihi’d-dîn'e Tebrîz’de mevlevîyyet, yani Tebrîz Kadılığı verildiği anlaşılmaktadır. 1585 yılındaki Tebrîz Seferi’nin görgü tanığı Rahimî-zâde İbrahim Harimî Çavuş’un kaydı Feth-i Tebrîz adlı risalesindeki kaydı, Tebrîz’deki Osmanlı hakimiyeti boyunca Vezir Osman Paşa Medresesi olarak adlandırılmış olması gereken Cihânşâh Medresesi ne yapılan söz konusu atamayı doğrular.
Yüzyıl
İlginçtir ki, Şah Abbas 15 Cemâzıyelevvel 1012/21 Ekim 1603 tarihinde Tebrîz’i Osmanlılardan geri aldığında Isnâaşeri hutbesi okuttuğu yer ne Mescid-i Câmi‘i Tebriz ne de dedesi Şah Tahmasb’ın Meydân-ı Sâhibâbâd’ın kenarında inşa ettirdiği Mescid-i Sâhibu’z-Zemân”dır; Şah Abbas’ın hutbe için şehirde seçtiği mekân, Celâl Müneccim adlandırmasıyla Mescid-i Cihânşâhtır1. Bundan on yıllar sonra, yukarıda genel hatları ile verildiği gibi, Heinrich von Poser’in, çeşit çeşit renklerle boyalı, içi çoğunlukla yeşil, çok fazla altın ve enfes mermerlerin bulunduğu seçkin bir yapı olarak niteleyip, Türklerin câmilerine benzettiği Gök Mescid’i , Kâtip Çelebi, ihtişamlı ve süslü, içi ve dışı çinili minaresi ve çini kaplı bir kubbesi ile bir minâreli Sultan Hasan Cami’nden daha küçük ve güzel bir câmi olarak tarif eder. “Pencerelerinin örgüsü balgamî (mermer) taştan ilginç bir sanatla oyulmuştur”” . Kâtip Çelebi’den on yıl gibi kısa bir süre sonra Gök Mescid’i aynı şekilde tek minareli bir yapı olarak bildiren Osmanlı müelliflerinden Evliyâ Çelebi’nin, “Kisra kemerinden nişan verir yüksek bir yapıdır ki sanki Mısır’da Tahir Baybars Camii ’dir. Bir manareli ve süslü avlulu Kâşî çini ile bezenmiş, göklere baş uzatmış kubbeler ile donatılmış ve bütün duvarları beyaz, parlak ve cilalı Hıtayî kâğıt gibi inciye benzer süslü bir camidir ki içinden incinenlerin çıkacağı gelmez ama Şiilerin gireceği gelmez” sözleri ile aslında çağdaşları gibi yapının en dikkat çekici unsurlarından mermer ve çinilerini ön plana çıkardığı görülür. Evliyâ’nın Gök Mescid’in mihrabı önünde konumlandırarak belki hatalı belki de bilinçli olarak, söylemek gerçekten güçtür, “HeştBehişt” olarak adlandırdığı bahçesini [78], [79] ve o devirde işler durumda olduğu anlaşılan câmi yakınındaki hamâmı, Cihânşâh Hamâmı’nı [78], [79] unutmamak gerekir. Bu arada Evliyâ Çelebi’nin son ziyaretinden on iki yıl sonra Silahdar Fındıklılı Mehmed Ağa’nın, 4 Zilka‘de 1074/29 Mayıs 1664 günü meydana geldiğini bildirdiği büyük depremde, müellifin kaydına göre şehirdeki diğer bazı yapılar gibi Cihân Şâh Câmi‘i de “yok olup helak” olmuştur1. 1074/1664 depreminde altı ay gibi kısa bir süre sonra Tebrîz’e ulaşan ne Tavernier ne de Deslandes, Gök Mescid’de meydana gelen bir tahribattan bahsetmezler; Tebrîz Bâzârı’nın aksine anlatımlarına dayanarak herhangi bir çıkarımda bulunmak aynı şekilde mümkün görünmemektedir. Esasen Gök Mescid’e ilişkin en ayrıntılı ve faydalı iki anlatımdan biri Tavernier, diğeri ise çağdaşı Deslandes’e aittir ve her ikisinin de uzlaştığı nokta Tavernier’e göre Sünnîler tarafından yapıldığı , Deslandes’e göre ise Türklerin mimari yapısında olduğu için İranlılar tarafından terk edilmiş olduğu yönündedir. Tavernier’in mimarisi güzel, büyük bir yapı olarak nitelediği Gök Mescid hakkındaki anlatımı öyle canlıdır ki neredeyse yapının dıştan içe edebî bir fotoğrafı gibidir. Öyle ki, Golombek ve Wilber’ın 80’li yıllarda çektikleri fotoğraflarda, ana unsurlar ve bezemelerin yanında ince detayların bazıları dahi hâlâ görülebilmektedir. Tavernier’e göre; Ön Cephe (1) yol seviyesinden sekiz basamak yükseltilmiş elli adım (=40 m) uzunluğundaki, farklı renklerde sırlanmış tuğlalarla kaplı cephesinin iki kenarında yer alan, içlerinde birer merdivenin bulunduğu çok yüksek minareleri fazla kalın değildir ve sırlı tuğlalarla kaplanmış, herbirinin tepesine İranlıların taktıkları sarıklara benzer bir kürenin oturtulduğu bu minarelerin bezemeleri İran’daki çoğu güzel yapıya benzemektedir. (2) Câminin yak. 4 ayak (=3,2 m) genişliğinde olan kapısı, yüksekliği 24 ayak (=19,2 m) ve genişliği 12 ayak (=9,6 m) olan, yekten beyaz ve saydam bir taş oyularak yapılmıştır ve câminin ana cephesinin ortasında yer almaktadır. Kubbeli Ana Mekân (3) Câminin ana girişinden (medhal) sonra, çok yüksek, kenarları 6 ayağı bulan kareler şeklindeki içeriden on iki ayağın üstüne oturan ve dışarıdan ise on altı başka ayağın taşıdığı 36 ayak (=28,8 m) çapındaki geniş kubbeli bir mekâna ulaşılır. (4) İçten, tek parça halinde, bütünüyle kalemle oyulmuş izlenimi uyandıran, üzerlerinde birçok çiçek bezemesi, sayılar, harfler ve kabartmalı diğer bazı bezemelerin yer aldığı son derece sanatlı rengarenk çinilerle kaplı ana kubbe, dıştan ise yeşil zemin üstüne beyaz kabartma çiçeklerin nakşedildiği süslenmiş sırlı tuğlalar ile kaplıdır. (5) Kubbeli ana mekânın alt tarafında yapıyı çepeçevre saran bir korkuluk ve bir taraftan diğer tarafa geçmeyi sağlayan kapılar ile beyaz mermerden yapılmış her bir pilpayenin ayağında, ayakkabıların konduğu zeminle bir olarak oyulmuş küçük nişler vardır. (Şekil 3.63) Kümbet (6) Bu kubbeli mekândan, alt kısımda cephediki ile aynı, büyük, beyaz, saydam ve hiç açılmayan bir kapı şeklinde yontulmuş bir taşın bulunduğu, kubbeyi taşıyan sütûnlar olmadığı halde, 8 ayak (=6,4 m) yükseklikteki kısmı tamamiyle beyaz mermerden yapılmış, daha küçük ancak ona nazaran daha güzel diğer bir kubbeli mekân geçilmektedir. Bu kubbe içte her çeşit çiçek bezemesinin yer aldığı mor bir sırla örtülü iken, dışta siyah zemin üstüne beyaz yıldızlar işlenmiş sırlı tuğlalar ile kaplanmıştır. Mihrab ve Minber (7) Ana kubbeli mekândan diğerine açılan kapının sağ ve sol yanında, ceviz ağacından biri altı basamaklı, üstü açık, diğeri dört basamaklı iki minber, câminin güneyinde ise güneş ışığında kırmızı görünen iki büyük beyaz saydam taş yer alır1.
Şekil 3. 63 Gök Mescid İç Mekân ve Pâyelerden Detay [224]
Ayrıca, câminin tam karşısında, yolun karşısında, o devirde yıkılmaya yüz tutmuş olan, vaktiyle Şeyh İmam’ın yaşadığı sarayın çeşitli renklerde taşlarla kaplanmış büyük cephesi ve ona ait aynı şekilde harap haldeki büyük hamamlar görülmektedir. (Şekil 3.48 no.8) Yine burada daha az kayda değer olup, sahip çıkılmamış bazı hamâmlar da vardır. Deslandes’in 17. yüzyılın ilk yarısındaki yazarlar gibi yapının daha ziyade simge mimarî unsurlarına odaklanan anlatımına gelince, seyyaha göre Gök Mescid, iki büyük kubbeli, cephesinin her köşesinde tek başına duran kolonlara benzer, yüksek kuleler gibi içinde merdivenlerin bulunduğu minâreler, dış kısmı çeşitli renklerde sırlı tuğlalar ile kaplı, içi ise mağribi resimler, altın tozu ve lacivert taşı ve binlerce Arap harfi ile bezenmiş, pencerelerin bazılarına beyaz, dalgalı ve saydam büyük mermer parçalarının yerleştirildiği büyük bir yapıdır1.
Gök Mescid’de bir tahribat yaşanmış olabileceğine işaret eden yegâne kayıt, depremden yaklaşık 10 yıl sonra 1083/1673 yılında 17 Nisan günü Tebrîz’e ulaşan ve yaklaşık bir buçuk ay şehirde kalarak 28 Mayıs’ta şehirden ayrılan Chardin’e aittir. Chardin, Gök Mescid’i, üst üste duran ve üst kısmı ona kaide teşkil eden alt kısmından çok daha uzun ve çapı daha geniş, özel bir mimariye sahip küçük iki minâreli bir yapı olarak tarif eder [75]. Chardin tarifinde bahsettiği farklı bir mimariye sahip bu minârelerin, yapının özgün halinde var olduğu bildirilen adeta kalem gibi çok uzun iki minâre resmi ile örtüşmediği açıktır. Gök Mescid’in, Chardin ile beraber Tebrîz’e gelen Fransız ressam Grelot tarafından tek minâreli olarak çizilmiş olması ise ayrı bir problem teşkil eder. Gerçi Grelot’un tasvirinde diğer minâre yıkılmış vaziyette olsa da oradadır, ancak yine de Chardin tarifi ile ters düştüğü kesindir. (Şekil 3. 64) Geriye dönüldüğünde 16. yüzyıl ortalarında kesin olarak iki minâresi bulunan yapının, 17. yüzyılın ilk yarısında minârelerin sayısı Evliyâ Çalebi’ye göre birdir. Kâtip Çelebi, açık olmamakla birlikte yine tek bir minareye işaret ediyor gibi görünürken, 17. yüzyılın ikinci yarısına gelindiğinde Tavernier, Deslandes ve Chardin’in anlatımları dikkate alındığında, Gök Mescid’in iki minâresi vardır.
Şekil 3. 64 Grelot’a göre Gök Mescid, O ile gösterilen bina [75]
Careri’nin 17. yüzyılın son yıllarına ait kaydı, Şeyh İmam’ın evi de dahil olmak üzere Tavernier’in verdiği bilgilerin tıpa tıp aynısıdır1, dolayısıyla yapının o devirdeki durumunu anlamada kifayetsizdir. Yalnız seyyah, Gök Mescid’i “Osmanlı Camii” olarak adlandırarak Sünnîler tarafından inşa edildiği için harap olmaya terk edildiğini bildirir ve Gök Mescid’den önce uğradığı, “Scien-evi” adında bir kraliyet sarayından bahseder. Muhteşem bir yapı görmeyi umut etmesine karşın seyyahta hayal kırıklığı yaratan bu sarayın zemin katında üç oda ve bahçeye açılan bir dehlîz ile birinde badem, diğerinde ise kayısı ağaçlarının bulunduğu iki vasat avlusu vardır. Avlulardan birinde bir de yazlık köşk yer alır. Careri’nin anlatımı mekânsal tanımlamaları ile Tebrîz Devlethânesi’nden ziyade İran coğrafyasının geleneksel konutlarından birini gördüğünü düşündürdüğü gibi, metnin akışında da bahsettiği yapının Gök Mescid yakınında olabileceği sonucu çıkar. Bu saray, Careri’ye görmesi için telkin edildiğine göre yine de sıradan bir konuttan öte, belki Muzafferîye Külliyesi ile ilişkili yapılardan biri olabilir.
1720’li Yıllar
Gök Mescid hakkında 17. yüzyılın ilk çeyreğine tarihlenen herhangi bir kayda rastlanmamıştır. Yalnız 1139/1726-1727 yılından itibaren farklı tarihlere ait kayıtların bulunduğu BOA 590 numaralı MâliyedenMüdevver Defter’ de Muzafferîye Külliyesi’nin vakıflarının hem Evkâf-ı Cihanşâh hem de Evkâf-ı Muzafferiye olmak üzere iki farklı şekilde kaydedildiği görülür. Bu kayıtlardan ilki “Evkâf-ı Cihanşâh nâm-ı diğer (...?) der-nefs-i Tebriz ve nevâhî ve Kânşâh? ve Sultâniye” şeklinde olup, külliyenin 6841,5 akçelik geliri olduğu ve çok eski zamanlardan beri gelirinin üçte biri soyundan gelenlere ait olan vakfın Tebrîz’in fethinden sonra da evlâdlarına ait olduğu kaydedilir. Bu kayda göre vakfın henüz ele geçirilemeyen yerlerdeki gelirleri bilinmemektedir1. 1141/1728-29 tarihinde Tebrîz Eyaleti’nde vakıfların hisselerini tespit için yapılan tahrire göre, yüz on dört adet kurânın bir mikdâr hisseleri “Cihânşâh câmi-i şerîf vakfı” şeklinde kaydedilen Gök Mescid’in vakıflarına aittir . “Evkâf-ı Muzafferiye” şeklinde kaydedildiği diğer bir kayıtta ise, vakfa ait Mihrânrûd Nâhiyesi’ndeki Vasniç adlı bir karyeden elde edilen 3366 Batman-ı Tebrizî buğday ve arpanın Mîrzâ Mehdi, Mîrzâ Tâhir ve diğer bazı kişilere medâr-ı ma‘âş olarak tahsis edildiği bilgisi yer alır. Yine fetih esnasında eşyaları telef olan vakıf evladlarına ve Tebriz ayanından bazı kişilere medâr-ı ma‘âş olarak Tebriz köyleri hasılatlarından yıllık maaş tahsisine ilişkin diğer bir kayıtta, vakfın Hükmâbâd Karyesi’ndeki 58 kuruş, Mîhrânrûd Nahiyesi’ne bağlı Vasfah (?) Köyü’nde 40 kuruş ve Süfünsaray Köyü’nde 40 kuruşluk gelirinin kayıtta bahsi geçen kişilere tahsis edildiği öğrenilmektedir. Defterde tespit edilen 1141/1728-29 tarihli son kayıt ise, Evkâf-ı Muzafferiye"nin de aralarında bulunduğu Tebrîz’deki bazı vakıfların aynî ve nakdî gelirlerinin iltizâma verilmesine ilişkindir.
Nasriyye Külliyesi
Nasriyye Külliyesi, Safevî Tebrîz’inde inşasından kısa bir süre sonra işlevini kaybederek yıkılmaya terk edilen şehrin başlıca abidevi yapılarından biri olarak öne çıkar. Tebrîz’de yaşanan hakimiyet değişikliği ile Akkoyunlu hanedanına karşı duyulan, özellikle siyasî ve yanı sıra mezhebî düşmanlıkların hedefinde kalan külliyeyi meydana getirdiği bilinen medrese —ki daha önce de bahsedildiği gibi Uzun Hasan’ın türbesi ayrı bir yapı olarakdeğil de medresenin içine inşa edilmişti1— tekke, dâru’z-ziyâfe (Aşevi), bîmâristân (Hastahane) [51], [84] gibi bileşenlerinin aksine, merkez yapılarından Uzun Hasan ya da Hasan Padişah Câmi‘i külliyenin tarihi kayıtlarda kendisinden sıkça bahsedilen unsurlarındandır. (Şekil 3.65, 3.66, 3.67, 3.68, 3.69, 3.70)
Şekil 3. 65 Nasriyye’nin günümüzdeki kalıntıları
Şekil 3. 66 1 nolu Bakış, Hasan Pâdişâh Medresesi Giriş [L.Yıldız, Ekim 2015].
Şekil 3. 67 2 nolu Bakış, Hasan Pâdişâh Medresesi Avlu [L.Yıldız, Ekim 2015]
Şekil 3. 68 2 nolu Bakış, Hasan Pâdişâh Medresesi Avlu [L.Yıldız, Ekim 2015]
Şekil 3. 69 2 nolu Bakış, Hasan Pâdişâh Medresesi Avlu [L.Yıldız, Ekim 2015]
Şekil 3. 70 3 nolu Bakış, Hasan Pâdişâh Medresesi, Avlu[L.Yıldız, Ekim 2015]
Tebrîz’in idarî olduğu kadar dinî, ticarî ve sosyal işlevlerinin odaklandığı Meydân-ı Sâhibâbâd’ın kenarında konumlandırılmış olmasının yanında şehrin büyük ve görkemli selatin câmilerinden biri oluşu elbette ki onu Safevî ülkesinin yabancı ziyaretçilerinin başlıca ilgi odağı haline getirmiştir. Bunlardan ilki Şah İsmail’in tahta çıktığı ilk yıllarda Tebrîz’e gelen Venedikli bir tüccardır ki o Hasan Padişah Câmi‘fni tamamı stükko (plaster), altın ve laciverd ile bezenmiş çok sayıda odası [?] bulunan, çok büyük bir câmi olarak tarif eder. Câmi gibi büyük, ancak içi ona nazaran daha güzel tezyin edilmiş olan bîmâristân (Hastahane) ise, seyyahın verdiği bilgilere göre çok sayıda binadan meydana gelen bir yapı kütlesidir ve aslında Nasriyye Külliyesi içinde ayrı bir külliye izlenimi uyandırır. Sultân Uzun Hasan ve oğlu Ya‘kûb devrinde binden fazla acize ev sahipliği yapan bîmâristan, her birinin zemini kendisi ile aynı boyutta bir halı ile kaplanmış, 10 yard (yak. 9,2 m) uzunlukta ve 4 yard (yak. 3,7 m) enindeki çok sayıda koğuştan meydana gelir. Bir duvar, câmi ile bîmâristanı birbirinden ayırırken, bîmâristanın dışında boydan boya devam eden bir gez (=25 cm) yüksekliğinde ve 2 yard (yak. 1,8 m) enindeki bir seki (mastaba) ve sekiyi bir ucundan diğerine çevreleyen demirden bir zincir atların câmiye ve bîmâristâna girmesine engel olmaktadır1.
Her türlü mimarî ve sanatsal niteliği bir kenara, Hasan Padişah CâmiPni Osmanlı müellifleri için ayrıcalıklı kılan bir nokta daha vardır ki o da 16 Recep 920/6 Eylül 1514 tarihinde Tebrîz’e giren ilk Osmanlı sultanı Yavuz Sultân Selîm’den itibaren Tebrîz’de hutbe için seçilen mekân olmasıdır ve daha önce de bahsedildiği gibi, sonraki yıllarda da Osmanlıların Tebrîz’i ele geçirdikleri her seferde uğrak yerleri olmakla kalmayıp, Safevîlerce farklı amaçlarla kullanılmasına karşın Osmanlılar tarafından her defasında bir câmi olarak yeniden ihya edilir . Bu bağlamda Yavuz Sultân Selîm’in şehirdeki başlıca faaliyetlerinden biri, Şah İsmail’in cephaneliğe dönüştürdüğü Sultân Uzun Hasan Câmi‘fnin temizletilmesi [19], [48] ve tamir edilmesi işidir. 920/1514 Acem Seferi’nin görgü tanığı olan Osmanlı müelliflerinden Şükrî-i Bitlisî’nin Akkoyunlu Ya‘kûb Han’a atfettiği âtıl durumdaki Hasan Padişah Câmi‘fnin Sultan Selîm’in emriyle gerçekleştirilen temizlik sırasında minber ve mihrabının da yenilendiği anlaşılmaktadır. “Çün bu in‘âmât hep oldı tamâm /Böyle fermân iddi şâh-ı nîk-nâm /K’ol mu‘allâ câmi‘i kim bir zamân /Hayr içün itmiş binâ Ya‘kûb Han / Sürha-ser devrinde olmış pây-mâl / Zikr ü tâ ‘at anda bir emr-i muhâl / Niçe yıl ol mescid-i ‘âlî-binâ / Ketm-i Islâm ile kalmış mübtelâ / Çâr-yâr adından olmış bî-nasîb /Minberine çıkmamış hergiz hatîb / Ni mü’ezzîn bâmına çıkmış firâz / Ni namâz olmış içinde ni niyâz / Secdeden mahrum mihrâbı müdâm / Secdeyi hep şâha itmiş hâş u ‘âm / Minberini oda yakmış sürha-ser /Eylemiş mihrâbını zîr ü zeber /Her yanında bir tavîle bağlu at / Ortasında niçe dürlü mühmelât / Şâh fermanıyla çokferrâş ana / Vardı sepdi su yirine yaş ana / Ağlayup mihr-ile nem-nâk itdiler /Â-ıla cârûb-ıla pâk itdiler /Kâr-gerler ana emr itti ferîd /Minber ü mihrâbun itdürdi cedîd /Halı vü seccâdeler geldi revân / Virdi câmi‘ girü cennetden nişân / ‘Ûd u ‘anber yakdı hâdim câmi‘e / Câmi‘i gark itdi nûr-ı lâmi‘e / Câmi‘ün esbâbı çün oldı tamâm’”'1 [19].
Aube’ye göre, mekânsal organizasyonu bakımından, her ikisi de kubbe ile örtülmüş merkezi bir mekâna sahip Tebrîz’deki Karakoyunlu yapılarından Gök Mescid ve Safevî devri ürünü Mescid-i Şâh Tahmasb’ı (günümüzde Makâm-ı Sâhibu’l-Emr) anımsatan Hasan Padişah Câmi‘i”nin ikisi düz ve ikisi köşe olmak üzere dört filayağı ya da pilpâyenin dört tarafını çevrelediği yak. 20 m genişliğindeki kubbeli kare ibadet mekânı Osmanlı örneklerine yakınlığı ile dikkat çeker . Sultân Selîm ile birlikte Tebrîz’e giden Osmanlı müelliflerinden İdrîs-i Bidlîsî’nin kaydına göre, daha önce de Rab‘-i Reşîdî’nin hânekâhında bulunduğundan bahsedilen ravzanetu’l-heyât (ya da şâhnişînî) adlı locanın bir örneği Hasan Padişah Câmi‘i’nin Anadolu örnekleri benzer mimarî unsurlarındandır. “Din sultanı Cuma namazına girince mescidin avlusu cennet gibi oldu. Şahlara ayrılan bir hücreye oturdu tıpkı yukarıdan aşağıya parlayan güneş gibi.Felek gibi caminin hücresine, yakın kullar melekler gibi dizildiler” [17], Bidlîsî’nin sözlerinden yola çıkarak Hasan Padişah Câmi‘i”nde Şâh’a ayrılan hücrenin formu hakkında öneride bulunmak belki mümkün değildir, ancak işlevi ve hatta yüksek ihtimal konumu bakımından Bursa’da Hudavendigâr Câmi‘i’nde mihrâb üzerinde bulunan, hükümdarın, imâmı ve dini törenleri izlediği sekizgen küçük oda1 ile özdeş olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bu arada, sonradan Matrâkçı tarafından MM’de resmedilecek olan câminin başlıca unsurlarından avlusunu unutmamak gerekir [17]. Hasan Padişah Câmi‘i, bundan yirmi yıl sonra Kânûnî Sultân Süleyman’ın 940-42/1534-35 yılları arasındaki Irakeyn Saferi sırasında bir kez daha temizletilip ibadete uygun hale getirilir.
Irakeyn Seferi’ni konu alan MM’de sol sayfanın ortasında Meydân-ı Sâhibâbâd’ın hemen kenarında ve MM^den olasılıkla en az on yıl sonra istinsâh edilmiş olmakla birlikte konusu itibariyle 920/1514 Acem Seferi’nin anlatan yazmadaki DD’de yine sol sayfada ve meydânın kenarında, fakat bu sefer kısa kenarında ve yukarıda bulunan tasvirler Hasan Padişah CâmiPne aittir. (Ek-B no.4, Şekil 3.71a; Ek-C no.4, Şekil 3.71b) Öncelikle hem MM hem de DD’nin çağdaşı sayılabilecek kaynaklardaki bilgilerin minyatürlerin çözümlenmesi noktasında yetersiz kaldığını ifade etmek gerekir. Yalnız, Venedikli bir tüccarın bahsettiği seyyahın verdiği bilgilere göre çok sayıda binadan meydana geldiği anlaşılan bîmâristânı, sadece DD’de câmi ile bitişik tasvir edilen birimlerde ve câminin en dikkat çekici unsurlarından sağında ve solunda yer alan işlemeli iki yüksek minâreyi MM’de daha süslü, DD’de ise daha ham, ancak aynı şekilde kalemvâri ve renginden anlaşıldığı gibi çini kaplı olarak görmek mümkündür. Membre, Hasan Padişah Câmi‘fnden meydânın kuzeyindeki iki güzel câmiden biri olarak bahsetmekle yetinirken, Safevî kaynaklarında en azından Şah Tahmasb devri için yapının minârelerinde gerçekleştirilen infaz hadiseleri öne çıkar. 942/1535’de vezir Mîr‘İnâyetu’llâh Hûzânî İsfehânî1, 943/1536-37’de Batı Gîlân Hâkimi Muzaffer Sultân , 944/1537-38 yılında Esterâbâd’da isyana kalkışan Muhammed Sâlih ve 944/1538’de Şah’ın koruması altındaki Hâce Malek Hâfî’nin oğlu Hâce Kelân’ın, Kâdî Ahmed Gaffârî Kazvînî, Şeref Han, Kâdî Ahmed Kumî, Gunâbâdî ve Tetevî’ye göre Nasriyye'nin minârelerine asılarak değişik yollarla öldürülmeleri ve 945/1538-39’da isyan eden Esterâbâd valisi Sadru’d-dîn’in Nasriyye’nin minaresinden atılması bunlardandır. Bu tarz infazlar için Nasriyye’nin seçilmesinin arkasında kuşkusuz daha önce de bahsedildiği gibi aslında bunların Tebrîzlilere gösterildiği şehrin gözde mekânı Meydân-ı Sâhibâbâd a hâkim konumu yatar ki Safevî kaynaklarında Nasriyye Külliyesi ile ilişkilendirilebilecek kayıtların çoğunun benzer nitelikte olması bunu doğrular niteliktedir.
Şekil 3. 71 a-MM’de Hasan Pâdişâh Câmi‘i, Detay b-DD’de Hasan Pâdişâh Câmi‘,
Detay. [41], [213]
Hasan-ı Rûmlû’nun, 16. yüzyılın üçüncü çeyreğine tarihlenen, kendi devrinde (980/1572) câminin güzelliğinin Hasan Pâdişâh’ın saltanatının aksine olduğunu bildirdiği kaydı, yapının mimarisini anlamada aynı şekilde kifayetsizdir1. Harîmî Çavuş’un, Feth-i Tebriz adlı risalesindeki “Ba’de Uzun Hasan Câmiine varılup. Bir musanna’ câmi-i şerîfdir ki, anın nakışına, nakkaş-i Çin ‘acizlerdir” kaydı ise yapının çini bezemelerinin ne derece gösterişli olduğunu doğrulamaktan öte geçmez . 988/1580 yılında Safevî şahı
Muhammed Hüdâbende ve Şehzâde Hamza Mîrzâ’nın da katıldığı Muharrem seramonileri için Tebrîz’de seçilen mekân Uzun Hasan CâmiTdir. Aslında bu seçimin Avrupalı seyyahlar ve Osmanlı müelliflerinin kayıtları ile çelişen bir yanı da yok değildir. Zira her ikisinin de birleştikleri ortak nokta yapının Sünnîlere ait olduğu için yıkılmaya terk edildiği yönündedir.
Nasriyye Külliyesi, bundan sonra, Safevîlerin 993/1585’de şehirdeki Osmanlı kalesini güneyde Sencârân ve Veycûye —İskender Beg Münşî’de Delcûya, Huld-i Berîn’de yok— mahalleleri, doğusunda ise Meydân-ı Sâhibâbâd ve Uzun Hasan Câmi‘i tarafından kuşatmaları sırasında kalenin surlarını patlatmak üzere kazılan tünelin başlangıç noktası olarak kullanılması vasıtasıyla kayıtlara geçer [158]. Heşt Behişt Sarayı’nın bir bölümü üzerinde yer alan ve sonraki devirlerde sıklıkla Ca‘fer Paşa Sarayı olarak adlandırılacak olan Tebrîz Kalesi’ne doğru kazılan tünel, Şeref Han’a göre Hasan Bey Yehçâlı olarak adlandırdığı bir yeraltı yapısının içinden başlıyor; buradan kalenin içinde bulunan ve kalenin duvarına 10-12 zira‘ (=8-9,6 m) mesafedeki başka bir geçide bağlanıyordu. Kalenin içinden söz konusu geçide ulaşacak diğer bir geçit ise Cafer Paşa tarafından açtırılmıştı. Safevî tünelinin boyunun bir at meydânı kadar [?] olduğunu bildiren Gelibolulu Mustafa Âlî’ye göre, tünelin başlangıç noktası Sultan Hasan Câmi‘i’nin
ortasında1 [27], Peçevi’ye göre Uzun Hasan Câmi‘i’nin ötesinde [29], olayın çağdaşı Safevî müelliflerinden Kâdî Ahmed Kumî ve İskender Beg Münşî’ye göre ise Hasan Pâdişâh Medresesi’nin ortasında idi. Bu sırada Kûmî’ye göre Mescid-i Nasrıyye’nin bahçesinde, İskender Beg Münşî’ye göre ise Uzun Hasan’ın türbesi yanında kurulan büyük bir top ile kalenin surları dövülmüş ve Meydân-ı Sâhibâbâd’dan bir miktar toprak buraya taşınmıştı. Uzun Hasan Câmi‘ —Muhammed Yusuf Vale’ye göre Hasan Padişah Medresesi— aynı zamanda, Safevî askerlerinin kuşatma kaldırılmadan hemen önce son bir kez hücum emri aldıkları yerdi. Nasrıyye Külliyesi’nin bu devirde müdahil olduğu en enteresan vakalardan biri, herhalde Şehzâde Hamza Mîrzâ tarafından kaleyi fethetmek ve tünel kazmak için yapılan hazırlıklar ardından şans getirsin diye Uzun Hasan Câmi‘nin çatısından (bâm-ı Mescid-i Nasrıyye) şerbet dağıtılması olsa gerektir.
Yalnız Gelibolulu Mustafa Âlî, 16. yüzyılın son yıllarında tamamladığı eseri Künhü’l- Ahbâf da câmi için “bir câmi‘-i ekber dahi derûn u bîrûnı lâceverd talayla müstenîr, şemseleri şems-i ‘âlem-tâb gibi münîr bir ma‘bed-i latîf ü dil-pezîr ki, devr-dîde-ver nazîrlerini görmüş değil ve Zâl-ı sipihr-i sâl-hûrde evsâfını işitmiş değil. Minâreleri dîbâ- pûş ü mevzun kadd-civânlar gibi nümâyân ü mutallâ vü muhallâ, şerefeleri murassa‘ kemerler ve nümâyişinde zâhir ü ‘ıyâri” [27] yazar. Âlî’nin tarifi '“mimari stenografi”, yani yapıyı simgeleyebilecek öğelerinin tespiti noktasında diğer kayıtlara kıyasla daha faydalıdır ve MM’de görülebildiği gibi, şerefeleri gibi yaldızlanmış ve tezyin edilmiş, yüksek ama orantılı çinili minareleri ile yine içi ve dışı koyu mavi renk çinilerle kaplanmış bir bina resmi ortaya koyar. DD’de ise, MM’deki motiflerle benzerlik gösteren ufak bazı detaylar hariç böyle bir tespit yapmak mümkün görünmemektedir.
Nasriyye Külliyesi" nin ana unsurlarından olan Uzun Hasan Câmi‘i’nin Safevîler tarafından cephanelik olarak kullanıldığı düşünüldüğünde, Nasriyye"ye ilişkin en şaşırtıcı bilgi Safevîleri siyasî ve/veya mezhebî düşmanlığına maruz kalsın ya da kalmasın Tebrîz’deki diğer çoğu vakıf gibi vakıflarının sürdürülmesidir. Şah İsmail tarafından elçi olarak gönderildiği halde Sultan Selim tarafından Rumeli Hisarı’nda hapsettirilen Seyyid Abdu'l-vehhâb [17]1, Nasriyye"nin mütevellîsi olarak kaynaklarda adı geçen kişidir ve hapsedildiği İstanbul’dan Tebrîz’deki evlâdlarına mevkûfâtı nasıl idare etmeleri gerektiğini anlattığı bir mektup gönderdiği bilinir. İstişhâd-nâme"ye göre, Safevî devri boyunca Nasriyye"nin vakıflarının idaresi yine Mîr Abdu’l-vehhâb"ın evlâdları elinde kalmıştır . Gerçi Sâm Mîrzâ Abdu’l-vehhâb ile ilişkilendirmez, ancak 958/1551’de tamamladığı eseri Tezkire-yi Tuhfe-yi Sâmî" de Tebrîz seyyidlerinden Emîr Râstî"nin kardeşi Mîr Fasîhu’d-dîn"den Nasriyye"nin mütevellisi olarak bahseder. İskender Beg Münşî’ye göre, Hasan Pâdişâh’ın oğlu Yûsuf Mîrzâ’nın kızlarından biri vasıtasıyla soyları Akkoyunlu hanedanına bağlanan Tebrîz’in ‘Abdu’l-Vehhâbîye seyyidlerinden SeyyidHasan Beg, Nasriyye olarak da bilinen Hasan Pâdişâh’ın türbesinin Şah Tahmasb devrindeki mütevellisidir. Istişhâd-nâme"deki diğer bir kayda göre ise, özellikle Şah Tahmasb devrinde Mîrzâ Muhammed ‘Âlî Cedd, Mîrzâ Sadru’d-dîn-i Muhammed ‘Âm ve Mîrzâ Seyyid Muhammed"in adları vakfın mütevellileri olarak geçer; vakfın gelirlerinden bir kısım câmi ve medresenin ihtiyaçları için öngörülmüşken, bir kısmı mütevellisine aittir. Uzun Hasan’ın kız evlâdlarına verilen vakfın mütevellîlik görevi Şah Abbas devrinde de yine Seyyid Abdu’l-vehhâb"ın oğulları tarafından sürdürülmeye devam edecektir.
17. Yüzyıl
Nasriyye Külliyesi ve bileşenlerinin 17. yüzyılın ilk otuz beş yılındaki durumu belirsizdir. Ancak bundan sonra külliyenin bileşenlerinden Uzun Hasan Câmi‘i, IV. Murad’ın 1635’teki Revan Seferi Rûznâmesi’nde, “mezkûr Uzun Hasan’ın Câmi‘i’nin içerüsü ve taşrası, yeşil doğrama çiniden ta’mîr olunmuş; içerüsünün etrâfı ve taşrasının kapı üzeri, üstâd sülüs-hatları ile tahrîr olunmuş; içerüsü ve taşrası, çini üzerine nakkaaş resmile kitâbeler ve Rûmîler müzeyyen olmuş ve içerüsünde, mihrâbın iki tarafında, iki büyük sarı mermer vaz’olunmuşdur, ki taşradan (sanki) güneş aydını nümâyân olur. Câmi’-i mezbûr, bir mertebe güzel câmi’dir ki, misli görünmemişdir” şeklinde tarif edilir, yani yapı ayaktadır; hatta yapıyı sıkça dile getirilen çini ve bezemeleri de —ne durumda oldukları ve ne kadarının olduğu kestirilememekle beraber— hâlâ görülebilmektedir. Rûznâmesi’nin devamında yer alan “Böyle iken Revâfız (Şî‘îler) i’tibâr etmeyüp, (yaptıran Uzun Hasan Sünnî olduğundan) ihâneten (içine) davar (yük-taşıyan hayvanlar) koyup, harâbât etmişlerdir ” ifadesi ise, ayakta olmasına rağmen o devirde yük taşıyan hayvanların konulduğu yapının, doğal olarak harap olduğunu ve kullanılmadığını gösterir1. Uzun Hasan Câmi‘i’ni Gök Mescid’den daha büyük ve tek minâreli bir câmi olarak bildiren çağdaşı Kâtip Çelebi’ye gelince, câmiyi, yontma taştan ve kurşun örtülü, İstanbul’un selâtin camileri tarzında sağlam ve ihtişamlı bir bina olarak tarif eder; mihrâbın kenarına uzunluk ve genişliği birkaç zira‘ yekpâre doğal balgamî (mermer) taştan —ki dünyada nadir bulunan bu taşın başka câmilerde benzeri yoktur— mihrâb sofası konulan câminin kapısı üzerindeki celî hat ile taşa kazılan dört halifenin isimleri ise Safevîler devrinde tahrip edilerek sadece Hz. Ali’nin ismi bırakılmıştır . Rûznâme’de de bahsi geçen mihrâbın iki tarafındaki iki büyük sarı mermer, câminin iç mekânındaki en dikkat çekici unsurlardan biri olmuş olsa gerektir. Çağdaşı Hasan Bey-zâde Ahmed Paşa ise, “Sultân Uzun Hasan-câmi‘i’nün içine girüp, seyr idüp, mihrâbun iki tarafında olan pencerelerde, iki sarı yanar taş-ki görilmiş degül- ba‘de’s-seyr, çıkup” sözleri ile mihrâbın iki yanında aynı mermerden imal edilmiş iki pencere bulunduğuna işaret eder ki bunlar MM’de net olarak görülebilir [31].
Hasan Padişah Câmi‘i IV. Murad devrindeki tahribattan Şeyhu’l-İslâm Yahya Efendi’nin Osmanlı pâdişâhını, câminin aslında ehl-i sünnet binası olduğuna, dolayısıyla yıkmamanın daha doğru olacağına ilişkin telkini ile son anda kurtulabilmiştir1 [32]. 1646 yılında Tebrîz’i ziyaret eden Evliyâ Çelebi, Akkoyunlu Sultânı Uzun Hasan’ın yanında defnedilmiş olduğunu bildirdiği câmiyi “baştanbaşa için ve dışının dört tarafı ve kubbeleri tamamen kâşî çini ile yapılmış benzersiz bir câmi” olarak kaydeder ve güzellikte Mısır’daki Sultan Hasan Câmi‘i ile kıyaslar. Evliyâ Çelebi’nin kaydında yapının öne çıkan diğer özellikleri minber, mihrâb ve müezzinler mahfilindeki “ince işçilik ve hünerli sanatkârlık”; câminin dört bir tarafında bulunan pencerelerindeki demircilik sanatı, billûr, necef ve moran [moren?] camlarındaki ustalık; kıble kapısının dört tarafındaki “çeşit çeşit yivler, mukarnas ve islimiler, kitâbe ve turuncalar, girişme ve münakkaş rumîler”; bütün kapı ve pencereleri üzerinde yer alan Yâkût-ı Müsta‘sımî hattıyla yazılmış kitabeleri ile Evliyâ’nın kehribara benzeterek, yalnızca bu yapıda bulunduğunu ileri sürdüğü mihrabın iki yanında yer alan iki sarı renkli taş sütûndur [78], [79]. Evliyâ Çelebi’nin diğer bir kaydında, “Keykkavus ‘İmâreti [?]” olarak adlandırdığı Nasriyye Külliyesi’ndeki dâru’z-ziyâfe (Aşevi) [78], [79] ve Sultan Hasan Hamâmı olarak adlandırdığı hamâmı o devirde işler durumdadır [78], [79]. Aşevi’nin işler durumda oluşu, kuşkusuz, Safevîler tarafından korunan vakıfları ile ilişkili olmalıdır.
Her ne kadar Silahdar Fındıklılı Mehmed Ağa, Evliyâ Çelebi’nin son ziyaretinden 12 yıl sonra 29 Mayıs 1664/4 Zilka‘de 1074 günü meydana gelen büyük bir depremde Uzun Hasan Câmi ‘i’nin “yok olup helak” olduğunu bildirirse de1 bunu daha ziyade bir tahrip vakası olarak değerlendirmek gerekir. Yine de, 1664 depreminde yaklaşık on yıl gibi bir süre sonra, Melville’nin de vurguladığı gibi, eğer Tebrîz’in Fransız ressam Grelot tarafından hazırlanan görselinde Husain Pâşâ Câmi‘i olarak adlandırılan yapı ile Uzun Hasan Câmi‘i ya da diğer adıyla Hasan Padişah Câmi‘i kastedilmiyorsa, Chardin yapıdan bahsetmez; yine de Melville’ye göre görseldeki konumundan dolayı bu iki yapının özdeş olması olasılık dahilindedir . (Şekil 3.72)
Şekil 3. 72 Grelot’un tasvirinde Husain Pâşâ Câmi‘i, Detay [75]
Nitekim 17. yüzyılın son yıllarında İtalyan seyyah Careri, Osmanlılara atfettiği ve Hassan-Bascia Câmi‘i olarak adlandırdığı Nasriyye’nin mimarîsine dair o zamana dek yapılmış en detaylı anlatımı verir. Seyyaha göre; Ön Cephe (1) İtalyan tarzında birçok farklı çiçek, kuş ve meyvelerin oyulduğu mermer rölyeflerle süslenmiş tuğladan ön cephede, Osmanlı tarzında beyaz yekten bir mermer kapı yer almaktadır. Avlu (2) Bu kapı önce bir dihlîz (cloister) ya da kare bir avluya (square court), ardından ise câminin yanlarındaki bezemesiz üçlü bir kemere (a treble Arch) —muhtemelen bir revâklı avlu— bağlanır. Buranın sonunda câmiye açılan iki küçük kapı ve kapıların önlerinde her ikisi de aynı işçiliğe sahip ancak uçları yıkılmış iki yüksek kule bulunmaktadır. Câmi (3) Câmi, aynı mermerden, mavi ve altınla Arapça karakterlerin işlendiği, kimi yerlerinde güzel çiçeklerin, kimi yerlerinde sıra dışı imgelerin resmedildiği muazzam büyüklükte tek bir kubbeye (cupola) sahiptir. Mihrâb, güneyde meydân tarafında olduğu için kapılar yalnızca yan taraflardadır ve her biri aynı tarzda inşa edilmiş iki revâklı avluya açılır1. Careri’nin anlatımında bahsi geçen, câminin sağ ve sol yanındaki kapıların açıldığı iki revâklı avlu MM’de Hasan Padişah Câmi‘fnin sağında ve solunda yer alan simetrik kısımlara denk geliyor olmalıdır . MM’de cephede kullanılan kırmızı renk yine Careri’nin kaydındaki tuğla cephe ile örtüşürken, beyaz yekten mermer kapının açıldığı dihlîzler câminin sağ ve solunda yer alan, mimarî üslûbu ile minyatürdeki diğer taç kapılardan farklılaşmış, cepheden adeta bir kule gibi yükselen birimlere, yapının avlulara açılan bir nevi taç kapılarına, denk geliyor olmalıdır. (Şekil 3.52a)
Câmi (3) Câminin iç kısmında ise, her bir tarafta üç tane ve doğu ve batı kapılarının hemen yanındakiler eşit, diğerleri daha büyük olmak üzere on iki kemerin desteklediği kubbeden, bir üst balkon (upper gallery) çıkmaktadır. Her köşenin üst tarafında aşağıyı görebilmek için yapılmış adeta ayrı gibi duran balkonlar vardır. Mihrâbın yanlarında kaymak taşı kadar şeffaf iki nadir mermer taş, solda on beş basamaklı bir minber, yerde ise Safevîler tarafından “kirli kabul edilmesinden dolayı” kalitesiz halılar yer alır. Câmi çevresi (3) Câminin arkasında, yani kuzey ucunda, farklı çeşitte ağaçların bulunduğu geniş kare bir bahçe vardır.
1720’li Yıllar
Tebrîz’deki çoğu yapı gibi Nasriyye Külliyesi’nin de 17. yüzyılın ilk çeyreğindeki durumuna ışık tutacak herhangi bir bilgiye rastlanmamıştır. Yalnız, Uzun Hasan Câmi‘i, aynen 1585’de olduğu gibi bir kez daha bu defa 17 Zilkade 1137/28 Temmuz 1725 günü Tebrîz’de sur içine taşınan Safevî-Osmanlı çatışmalarının [5] ortasında kalır. “ol gice nâr-bâliş-i râhata Uzun Hasan Câmi‘i’nin seng mihrabını ta‘vîz eyleyüp1, sâir beylerbeyiler ve rüesâ-yı asker bulundukları yerde esfâr-ı fecre değin taş yasdanup toprak döşendiler”” [34]. Hatta, Osmanlıların adeti üzere fethedilen şehirde inşa edilecek olan kale için bu defa yine Sâhibâbâd Meydânı kenarında bir yer seçilir ki burası o devirde “gayetle ma ‘mûr ve muhallâ olmağla” Uzun Hasan Câmi‘i ve ona doğu tarafından bitişen Sâhib-i Zamân, yani Mescid-i Şâhi'dir [34]. Tebrîz Kalesi’nin boyutları bilinmekle beraber, inşası sırasında yapı/yapılara nasıl bir müdahalede bulunulduğunu söylemek güçtür.
Tebrîz’deki diğer abidevî yapılar gibi külliyenin 17. yüzyılın ilk yarısındaki durumu dair az sayıda resmî belge, büyük ölçüde Osmanlı hakimiyetinde kaldığı yıllarda yapılan tahrîrlerden ibarettir. Bu çerçevede BOA 590 numaralı Maliyeden Müdevver Defter'de “Evkâf-ı Nasriye nâm-ı diğer Hasan Pâdişâh” olarak kaydedilen Nasriyye Külliyesi ’nin vakıflarının 1720’li yıllara ve hatta Nasriyye vakıflarının Akkoyunlular devrinden itibaren mütevellileri olan ‘Abdu’l-Vehhâbîye seyyidlerinden ve Zend ve Kaçar devrinin ileri gelen devlet adamlarından olan Kâzî (Kâdî) Mîrzâ Muhammed Tâkî’nin çabaları ile muhtemelen Nadir Şah’ın katlinden sonra hazırlanmış olan Istişhâd-nâme (şahit gösterme) metni sonrasına ulaşmayı başardığını gösterir. 590 numaralı Maliyeden Müdevver Defter'de tespit edilebilen üç kayıttan ilki, nâkit 5100 kuruş, buğday ve arpa olarak ise 25.0000 batman geliri olan vakfın gelirlerinin tahsiline memur tayin edilmesine; ikincisi 1141/1728-29 tarihinde Tebrîz Eyaleti’nde vakıfların hisselerini tespit için yapılan tahrire göre “on bir aded kuranın dahi birer mikdâr hisseleri Hasan Pâdişâh câmi-i şerifinin vakfl”na ait olmasına1; ve sonuncu ise 1141/1728-29 tarihinde, Evkâf-ı Hâsan Pâdişâh’ın da aralarında bulunduğu Tebrîz’deki bazı vakıflarla beraber aynî ve nakdî gelirlerinin iltizâma verilmesine ilişkindir . Bunlar dışında Osmanlı arşivlerinde 14 Muharrem 1141/20 Ağustos 1728 tarihli Hasan Padişah Câmi‘i’ne vâiz atanan Sıddıkî Mahmud Efendi’ye günlük 30 akçe’den 295 gün için toplam 8850 akçenin emlâk hasılatından maaş olarak ödenmesinin; 29 Cemaziyelevvel 1142/29 Aralık 1729 tarihli yine Hasan Padişah Câmi‘i vâizi Sıddıkî Mahmud Efendi’ye günlük 30 akçe’den 413 gün için 12.390 akçenin uygun bir maldan havâle olunmasının ve son olarak 9 Cemaziyelevvel 1142/30 Kasım 1729 tarihli Hasan Padişah Medresesi’ne müderris tayin olunan Mehmed Efendi’nin günlük 80 akçe olan ücretinin 118 günlük hizmeti karşılığında toplam 9440 akçe olarak fethedilen yerlerdeki emlâk gelirinden verilmesinin buyrulduğu iki ayrı belge daha söz konusudur.
Mahalleler
Tebrîz’deki mahallelerin 14.-15. yüzyıllardaki durumunu az da olsa aydınlatan bilgilerin çoğunun, mahallelerin “kabaca yer belirleyici’” olarak kullanıldıkları vakfiyelerde yer aldığından bahsedilmişti; kroniklerdeki az sayıda atıf bir kenara bırakıldığında 16. yüzyıl ve hatta sonrası için Safevî Tebrîz’inde durum değişmez. Yalnız, Tebrîz’in Osmanlı hakimiyetinde kaldığı, 16. yüzyılın son on beş yılı ile 17. yüzyılın ilk üç yılı ve 18. yüzyıldaki altı yıllık kısa bir süre içinde tekrarlanan tahrîrler sayesinde, mahallelerdeki Müslîm/Gayri-Müslîm ayırımı resmî bir nitelik kazanmakla kalmayıp, süreklilik arz eden belli başlı mahallelerin yanında, çok sayıda değişik mahalle adı kayıtlara geçer. Ancak Safevî devrinin, özellikle siyasî ve ona bağlı sosyal ve ekonomik gelişmeleri göz önüne alındığında, yeni mahalleri 14. yüzyıl başında Mustevfî’nin bildirdiğine benzer olumlu yönde bir gelişime, yani nüfûsun artmasıyla kentin sınırlarının büyümesine bağlamak ve mevcut dokuya yeni mahalleler eklendiği şeklinde yorumlamak güçtür. Bunlar dikkatle incelendiğinde, ileri de görüleceği gibi, 14. yüzyıldaki dokunun hemen hemen korunduğu görülür.
yüzyıl sonunda Nâdir Mîrzâ ve 20. yüzyılda Meşkûr Tebrîz’deki mahallelerin kapsamlı bir dökümünü yaparlar, fakat da bunların da Tebrîz’in Safevî devrindeki mahalle yapısını yansıtıp yansıtmadığı şüphelidir. Yine de özellikle Nâdir Mîrzâ’nın kayıtları, 14.-15. yüzyıllarda adından bahsedilen mahallelerinden bazılarının Safevî devrini aşarak mevcudiyetlerini sürdürebildiklerini gösteren deliller olarak görülebilir. Bu bağlamda Schweizer’ın, Osmanlı tahrîrleri vasıtasıyla da doğrulanan tespiti ilgi çekicidir. Schweizer’e göre, Tebrîz’in kesinlikle tipik doğu şehri karakteri taşıyan etnik- dinî mahalle yapısı, zaman içinde anlamını kaybetmemiştir. 20. yüzyılda Ermeniler hâlâ sur içinde güneybatıda Ermenistan adındaki kendi mahallelerinde yaşamaktadırlar, şehrin en güneyinde ise aşırı Şî‘î halkın yaşadığı, daha geleneksel mahalleler vardır1 [66].
Yüzyıl
Erken Safevî devrinde Tebrîz’in mahalle yapısı ile ilişkilendirilebilecek en erken tarihli kayıtlar; Hülasatü’t-Tevârih’de yer alan ve Şah İsmail’in tahta çıktığı senenin sonunda Tebrîz’de vefat eden Sultân Ebû Sa‘îd’e de hizmet etmiş Münşî Hvâce Abdû’l Hoyî’nin Hıyâbân başında (der ser-i Hıyâbân) kendi inşa ettirdiği ebedî istirâhatgâhına (medfenî) —ki burası Kerbelâ’î’nin Surhâb’da Baba Mezid’in (öl. 620/1223) “Hazîre-yi
Mukaddese” olarak adlandırdığı türbesinde, Akkoyunlu devri yapılarından Nasrîyye’nin inşası işlerinden sorumlu tuttuğu Dervîş Sirâcu’d-dîn Kâsım’ın kabrinin yanında olduğunu bildirdiği Hattât Hâce Abdu’l-hayy Hoşnevîs’in mezarı ile özdeş olmalıdır [156]— defnedilmesi; Tezkire-yi Tuhfe-yi Sâmî’deki bir kayıt vasıtasıyla şehrin ileri gelenlerinden olduğu öğrenilen Hıyâbân Mahallesinden Hâfız Mevlâna Sadr Hıyâbân’a dair az sayıda atıf dışında Ni‘metî -Haydarî ihtilafı ve Şah Tahmasb devri sonlarına doğru Tebrîz’de baş gösteren bir isyan vakası ile 1585 yılında Safevîlerin kendi içlerinde yaşanan bir kan davası ve iç hesaplaşmayı konu alan anlatımlarda yer alır.
Venedikli seyyah Vincenzo d’Alessandri, daha önce de bahsedildiği gibi, 1571 yılında, biri Nimetî (Nausitai), diğeri Haydarî (Himicaivartu) olmak üzere iki kısma ayrılmış olan halkın, birinde beş diğerinde ise dört olmak üzere Tebriz’in dokuz mahallesinde meskûn olduklarını bildirir. 981/1573-74’de Tebrîz’de meydana gelen isyan vakasına gelince; Venedik elçisi D’Alessandri’nin o devirde Şâh’tan daha güçlü olduğunu bildirdiği Tebrîz’deki mahalle kethüdâlarının da karıştığı1, çok sayıda kişinin öldürülmesiyle neticelenen olayın arka planında, Ni‘metî -Haydarî ihtilafının yattığına neredeyse hiç şüphe yoktur. Yani, isyanın kabaca Tebrîz’in dokuz mahallesini etkilediği, bahsi geçen diğer mahallelerin ise muhtemelen bunların alt mahalleleri olduğu düşünülebilir. İsyan vasıtasıyla adından bahsedilen mahalleler; isyanın başlangıcı ile ilgili olarak İskender Beg Münşî’nin Rusların yaşadığını bildirdiği Derb-i Dercûmek ya da Kâdî Ahmed Kumî ve Muhammed Yusuf Vale İsfahanî’nin aynı vaka ile bağlantılı olarak adından bahsettikleri Tebrîz’in eski mahallelerinden Derb-i Veycûye, yani Veycûye Mahallesi ve Gecîl; isyancılardan her bir grubun başının bir sokağı (kûçe) tutmasına ilişkin bahiste Pehlivân Yâri’nin tuttuğu Derb-i Sencâr/Sencârân, Neşîmî’nin tuttuğu Mahalle-yi Derb-i Dercûye/Veycûye, Mustafa oğlu Şerefin tuttuğu Derb-i Ser/Serd ve Şâldûz’un oğlunun tuttuğu Kûçe-yi Mihâd Mehîn, Aga Muhammed’in tuttuğu Derb-i Takrîr/Nevber, Pehlivân ‘Avaz’in tuttuğu meydân (Sâhibâbâd Meydânı), Pehlivân Aslân’ın tuttuğu Derb-i A‘lâ, Emîr Zâyî Melekânî’nin tuttuğu Mahalle-yi Kûy-i Gece/Gecîl ve Şotorbân ya da Kûy-i Şotorbânân (Devecî) ve ‘Âlâ-yi Hasancân’ın tuttuğu Mahalle-yi/Kûçe-yi Şeşgilân’dır. Bunlardan Derb-i Dercûmek ileride görüleceği gibi VeycûyeMahallesine bağlı kûçelerden biri iken, diğerleri Şeşgilân hariç, sur içinde 14. yüzyılın başlarından bu yana bulunduğu bilinen mahallelerdir. Bu mahallelerden bazılarının farklı adlarla anılmaya başladıkları dikkat çeker; yanı sıra Pehlivan olarak anılan kişilerin de öne çıktığı görülür. Yani Mîr Caferi’nin, Safevî devirlerinden itibaren, mahalle esaslı, ‘ayyâr, cevânmerd, luti ve meşdî teşkilatlarının grup rekabetleri ve aşırı milliyetçiliklerinin Ni’metî-Haydarî grupları hâkimiyetindeki mahallelerin kutuplaşmasının etkisi altında olduğuna ilişkin görüşü Tebrîz örneğinde doğrulanmış olur1, zira meydân da dahil edildiğinde Tebriz’in dokuz mahallesine dokuz farklı kişi tarafından sahip çıkıldığı görülür. Ancak ne Kumî ne de Vale İsfahanî’nin kayıtları hangi mahalleye bahsi geçen iki gruptan hangisinin sahip çıktığını tespit etmeye yetecek düzeydedir. 992/1584’de Tebrîz’in fethinden hemen önce Emîr Hân’ın Şehzâde Hâmza Mîrzâ tarafından katli ve Tekelû ve Türkmen aşiretlerin kan davası güderek Tebrîz’e gelmeleri ve sonrasında gelişen olaylara gelince, Şehzâde Hamza Mîrzâ’nın ordusundaki bir grup nöbetçinin Hıyâbân başına (ser-i Hıyâbân) kadar sürekli devriye gezmesi ya da şehzâdenin süvari alayının yine Hıyâbân başına varması ve tarafların Hıyâbân’ın iki ucundan ilerleyerek ortasında buluşmalarının şart koşulması ; kısa bir süre sonra Şâh ve Şehzâde’nin ordusunun toplarla dolu arabalar ve topçularla donanmış biçimde Hıyâbân Yolu (râh-ı Hıyâbân) ile şehirden çıkmaları; Tebrîz Beylerbeyi Ali Kuli Hân’ın, Şâh’ın emri ile öldürüldüğüne ilişkin haberlerin yalan olduğunu kanıtlamak üzere süslenip, atlanarak dostlarıyla Hıyâbân başına (ser-i Hıyâbân) kadar gitmesi ve halka ve tüccarlara kendisini göstermesi ve Evkâf-ı Muzafferiyye’nin mütevellisi Karakoyunlu hanedanına mensup Mîrzâ ‘Abdu’l-Huseyn Cehânşâhî’nin konağına da ev sahipliği yapan Hıyâbân Yolu’nun başının, yani Ser-i Hıyâbân’ın, Muzafferiyye Buk‘ası civarında bulunduğu gibi son derece genel kayıtlar söz konusudur.
Aynı devirler için sur içinde olup olmadığı belirsiz olmakla beraber Derb-i Serd yani Soğuk Kapı’ da bulunduğu önceki yüzyıllardan bilinen ve 14. yüzyılın son çeyreğinde Haddâdi ailesi ile ilişkili olarak adından bahsedilen Haddâdiye Medresesi, 16. yüzyılın üçüncü çeyreğine gelindiğinde ayakta, fakat çok eskimiş durumdadır1 [156]. Haddâdî ‘âlimlerinin akıbeti belirsizdir. Buna karşın, Tebrîz’deki bânîliklerinden Celâyirli devri kaynakları vasıtasıyla haberdar olunan Gaffâlî ‘âlimlerinden geriye ise kesin olarak kimse kalmamıştır [156]; Tebrîz’in mahallelerindeki yapılarının durumu aynı şekilde belirsizdir.
Yüzyılın Son On Beş Yılı
Tebrîz’in mahallelerinin 16. yüzyılın son on beş yılındaki durumuna az da olsa ışık tutan ilk bilgiler Osmanlıların Tebrîz’i fethi öncesinde ve sonrasında yaşanan gelişmeler vasıtasıyla kayıtlara geçer. Bu kayıtlardan ilki Özdemiroğlu Osman Paşa’nın Tebrîz’e yarım fersah mesafede bulunan Acısu Nehri kıyısına inerek çadırlarını Ahîhûnî’ye kurmasına ilişkindir. Meşkûr’un adını 12. yüzyılın ünlü sûfîlerinden Ahî Sa'du’d-dîn’e (öl. 577/1181) bağladığı Ahîhûnî [68], 1880 tarihli Tebrîz şehir haritasında da
görülebilen kuzeybatıdaki mahallelerden biridir. Kâlenter ‘Azîz Beg ile Şahrûh Halife’nin evlerinin de bulunduğu Mihâd Mehîn —ki Osmanlı kalesinin inşa edildiği Tebrîz Devlethanesi’ nden uzak olmasından dolayı emîrler ve önde gelenlerin ikâmeti için özellikle tercih edilmiştir— ve Safevîlerin 993/1585’de Osmanlı kalesinin surlarını patlatmak üzere Tebrîz Devlethanesinin güneyinde kazdıkları iki tünelden birinin başlangıç noktasını teşkil eden Veycûye —İskender Beg Münşî’de Delcûya— ve Sencârân (Sehârân) Tebrîz’in aynı sıralarda adından bahsedilen eski
mahallelerindendir. Bu arada Kumî’nin kaydı dikkate alındığında buradaki tünelin başlangıcı Veycûye Mahallesinde bulunan bir köprünün [?] ya da muhtemel adı ile Veycûye Köprüsü’nün başında (der Serpûl-i Veycûye) olmalıdır1.
Bir de Safevîlerin söz konusu tünelleri kazdıkları sırada yanlış hesaplama yaparak Tebrîz Kalesi yerine yüzeye çıktıkları, Şîr Hâccî Mahallesi adında, ilk defa kayıtlara geçen bir mahalle daha söz konusudur . Kumî, Şîr HâccîMahallesi’nin adını zikretmeksizin, aynı olayla ilişkili olarak Şahrûh Halife’nin, dibine 5 ayak mesafeye kadar bir tünel kazdığı aynı civardaki Şîr Hâccî Kalesi adlı bir kaleden bahseder. Sâhibâbâd Meydânı yönünden, yani Tebrîz Kalesi’nin doğusundan açılan tünelin kaleye yakın bir yerde Ca‘fer Paşa tarafından açtırılan diğer bir geçit vasıtasıyla Safevîler yüzeye çıkamadan tahrip edildiği bilindiğine göre, Şîr HâccîMahallesi ve hatta aynı adı taşıyan kale [?], Güvercinlik Kalesi gibi Tebrîz Kalesi’nin güneyinde Veycûye ve ya Sencârân taraflarında bir yerde aranabilir. Kûmî diğer bir kaydında, Şehzâde Hamza Mîrzâ’nın Ferhad Paşa’nın gelişinden önce Tebrîz Kalesi’ni son kez kuşatması sırasında Tebrîz Kalesi’ne Sencârân Mahallesi yönünde nehrin kenarında bulunan bir burctan top atışı yapıldığını kaydeder. Bu yönde olması muhtemel —ya da belki bunlardan biri olduğu halde farklı bir adla kayıtlara geçmiş— diğer bir kale/kule, Tebriz hâkimi Ca’fer Paşa’nın ayarı yarı yarıya düşük Şâhî bastırması üzerine Tebrîz’de askerin ayaklanması ile ilgili olaylar vasıtasıyla adından bahsedilen, o devirde büyük topların yerleştirilmiş olduğu Kara Kule ’dir [27], [29]. Aslında burada sorulması gereken önemli bir soru vardır ki o da tamamı güney yönünden Tebrîz Devlethânesi’ne baktığı anlaşılan dört ayrı kale/kulenin aynı mevkide yer almış olmasının mekânsal açıdan mümkün olup olmadığıdır? Yani bu yapılardan bir ya da birkaçı yüksek ihtimalle aynı yapıya denk geliyor olma olasılığı göz ardı edilmemelidir. Tebrîz’in mahalleleri ile ilgili bahse geri dönülecek olursa, yine Ta‘lîkî-zâde Mehmed Subhî’nin eserinde kayıtlara geçen şehirdeki mahallelerden biri Heft-hâherân (Mahallet-i Heft-hâherân), diğeri ise Tebrîz’in merkezdeki eski mahallelerinden olan Çâr-minâre'dir1 [24].
Tebrîz mahallerinin Safevî devrindeki durumuna ışık tutan ilk elden kaynakların başında az öncede bahsedildiği gibi vakfiyeler gelir ki bunlardan ilki, en azından şu an için, Tebrîz’in Osmanlı hakimiyetinde kaldığı yıllarda tesis edilen Ca‘fer Paşa Vakfı'dır. 998/1590’da Tebrîz Beylerbeyi Cafer Paşa’nın Tebrîz Kalesi içinde inşa edilen câmiye gelir getirmesi için tesis ettiği vakfın ‘akârları arasında mahalle isimlerinin yanı sıra 16. yüzyılın sonlarına doğru söz konusu mahallerde bulunmuş olan bazı yapılara, daha doğrusu çoğunlukla Tebrîz’deki yegâne su kaynağı olması nedeniyle doğal olarak tamamı Mihrân-rûd Nehri üzerine kurulu değirmenlere ilişkin bilgiler yer alır. Tebrîz’in adından bu vasıtayla bahsedilen mahalleleri ve buralarda yer alan binalar; Cafer Paşa’nın Tebrîz Kalesi yakınında inşa ettirdiği 2 değirmenin ; Emîr Hân'ın evi (Beytu’l-Emîr Hân er- Râfızî) yakınında yine 2 değirmenin; ve Tebrîz Kalesi civarında Sencâran Köprüsü yakınında Cafer Paşa tarafından yaptırıldığına dair bir ifade bulunmayan 2 değirmenin bulunduğu anlaşılan Sencârân Mahallesi; sur içinde (Tebrîzi’l-Mahmiyye) Emîr Gayb'a ait 2 değirmenin yer aldığı Hüseyin Kelebaz Mahallesi; Ali Beg el-Cinsi'ye ait bahçesi ve bitişik arazileri olan 2 değirmen ile Şah Kulîye ait bağ kıt‘âsının bulunduğu Siyâbân [Hıyâbân] Mahallesi; Berbudak [Pîr Budak]’a ait 2 değirmen bulunan sur içi (Tebrîzi’l- Mahmiyye) mahallelerinden Celâliye Mahallesi; Şah Virdîye ait 2 değirmenin bulunduğu Mahrûse-i Tebrîz'e bağlı sur dışında Veliyânkûh Mevkii; Ali Hân'a ait 2 değirmen ile Atabeg et-Tebrizi'nin kardeşi Sultan MuhammedDeğirmeni olarak bilinen 2 değirmen ve ona ait iki bahçe, Ali Beg, Hüseyin Beg ve Atlu Hân'ın adları ile anılan bir bağ kıt‘âsı; Cihân Şâh es-Sünnî’ye ait Câmi-i Şerif, yani Gök Mescid yakınında bir bahçe kıt‘âsı ile Uğurlu Beg mülkünden Bâg-ı ‘Ali Beg olarak bilinen bahçe topluluğunun bulunduğu, sur dışında Siyâbân [Hıyâbân] Mevzii; El-Afs Değirmeni olarak bilinen 3 değirmen bulunan, sur içinde (Tebrîzi’l-Mahmiyye) Pûl-i Sengin [Pul-i Sengî] Mahallesi; meyve ağaçları ve üzüm bağları ve bunlara bitişik bir dizeçte1 evler olan, sur içi (Tebrîzi’l-Mahmiyye) mahallelerinden Hoşk-Râh; Bâg-ı Mirzâ Ali olarak bilinen bahçelerin bulunduğu Tebrîz’in sur içi (Tebrîzi’l-Mahmiyye') mahallelerinden Veycû ve bir Buzhâne (beytu’l-cemed) vasıtasıyla kayıtlara geçen yine Tebrîz’in sur içi mahallelerinden Mihâd Mihîn’dir.
İlki 1000/1591-1592 ve ikincisi 1002/1594’de olmak üzere iki kez tahrîre tabi tutulan Tebrîz’in 16. yüzyıl sonlarına doğru mahallelerinin durumunu gösteren başlıca kaynaklardan bir diğeri 645 numaralı Tapu Tahrîr İcmâl Defteri’dir. Tebrîz vilayeti Mîr- i Mîrânı olarak Cafer Paşa’nın adının geçtiği bu defterde, Tebrîz’in mahalleleri “Nahiyeyi Kûçe-yi Bâgât-i Tebrîz” şeklinde ve evkâf ve emlâktan hariç toplam 147.000 akçe geliri olan on bir adet karye olarak kaydedilmiştir. Bunlar: (1) Kûçe-yi Bâg-i Veliyânkû, (2) Kûçe-yi Bâg-i Siyeh-cân, (3) Kûçe-yi Bâg-i Celâlîye, (4) Kûçe-yi Bâg-i Şenb-i Gâzân, (5) Kûçe-yi Bâg-i Nonâ-hûni, (6) Kûçe-yi Bâg-i Ahûnî, (7) Kûçe-yi Bâg-i Serhâb Beg, (8) Kûçe-yi Bâg-i Leyl-âbâd, (9) Kûçe-yi Bâg-i Hükm-âbâd (10) Kûçe-yi Bâg-i Nevber, (11) Kûçe-yi Bâg-i Veycû’dür. Bunun yanında yine 645 numaralı tapu tahrîr icmâl defteri ve 1002/1594 tarihli Hızır Paşa’nın Tebriz Eyaleti valisi olarak zikredildiği 668 numaralı Tebrîz ve Dizmâr nahiyelerindeki kalelerin muhafızlarına ait diğer bir tımâr icmâl defterinde 10.000 akçelik toplam geliri havâss-ı hümâyûna ayrılan ve “Tebriz ma‘a mahalle-i Mehâd mehîn ve Seng-trâşân ve Dervâze-i Karakoyunlu ve Baba Hakî nâm-ı diğer Kâvbâzâr” şeklinde kaydedilmiş olan dört mahallenin daha adı geçer .
668 numaralı defterde bahsi geçen diğer mahalleler ise, “Kûçe-yi Bâgât-i Tebrîz”e bağlı olarak karyeler şeklinde kaydedilen ve gelirleri Tebriz Kalesinde görevli ve muhafızlara tahsis edilmiş olan (1) Kûçebâğ-ı Boyahûrif, (2) Kûçebâğ-ı Selavan nâm-ı diğer Selanhan [Sencârân?]1, (3) Kûçebâğ-ı Velyânkû nâm-ı diğer Reşîdiye , (4) Kûçebâğ-ı Şehran/Şehran Bey [Sehrâb Beg?] ma‘a Leylâbâd, (5) Kûçebâğ-ı Nevber\ (6) Kûçebâğ- ı Hükmâbâd5, (7) Kûçebâğ-ı Celâlîye , (8) Kûçebâğ-ı Şenb-i Gâzân1, (9) Kûçebâğ-ı Veycû’dür. 16. yüzyıl sonlarına doğru Tebrîz’in mahallelerine dair en ilginç ifadelerden biri Şeref Han’a aittir ve onun verdiği bilgiye göre, Surhâb Mahallesi o devirde şehrin yarısını teşkil etmektedir.
Yüzyılın İkinci Yarısı
Tebrîz mahallelerinin 17. yüzyıldaki durumuna dair ilk bilgiler 1646 ve 1652 yıllarında iki kez şehri ziyaret eden Evliyâ Çelebi’ye aittir ve onun kayıtlarında mevcudiyetini koruduğu anlaşılanların yanında yeni mahalle adları dikkat çeker. “Mahalle”mn İran coğrafyasında “dervâze” olarak adlandırıldığını belirtmekle sözlerine başlayan Evliyâ Çelebi, o devirde Tebrîz’de 1060 dervâze olduğunu kaydeder ki verdiği rakamın gerçekle bağdaşmadığı rahatlıkla söylenebilir. Evliyâ Çelebi’nin adını saydığı Tebrîz’in o devirdeki mahallelerine gelince; “(1) Dımışkiyye Mahallesi, (2) Sincaran Mahallesi, (3) Verdiçuk (Veycû) Mahallesi, (4) Şütürbân (Şotorbân)Mahallesi, (5) Rîk (Dîk) Mahallesi, (6) Pül-bağ Mahallesi, yani Köprü Mahallesi, (7) Hıyâbân Mahallesi, (8) Tebriz'in kuzeyinde Surhâb Mahallesi, (9) Emire Kız Mahallesi ve (10) Serdâb Mahallesi, (11) Çârminare Mahallesi, (12) Mîr Mîr, (13) ve Saray MahallesEdir. Evliyâ’nın kaydına göre, bu mahallelerden Emire Kız Mahallesinde Allah Verdi Hân Sarayı, Rey Mahallesinde Rüstem Hân Sarayı, diğer Rey Mahallesinde [?] Şah Bende Han Sarayı, Rey Mahallesinde Pîr Budak Hân Sarayı ve Hasan Pâdişâh Câmi‘ yakınında hanların sarayı [?] başta olmak üzere şehirde tamamının 1070 tane olduğunu bildirdiği ‘ayân konağı bulunmaktadır1 [78], [79]. Her birinde birer ikişer şifa verici (şâfî) havuz ile yarım sofa ve selsebil şadırvan olan Tebrîz’deki 21 hamâmdan başlıcaları ise, (1) Sultan Hasan Hamâmı, (2) Pesi Köşk Hamâmı, (3) Lusar Hamâmı, Cihân Şâh Câmi‘ yakınında (4) Cihan Şâh Hamâmı, bulundukları mahallelere hizmet eden mahalle hamâmları oldukları anlaşılan (5) Mîr Mîr Mahallesi Hamâmı, (6) Dervâze-yi Ser, yani Gecîl, Mahallesi Hamâmı, Çulhalar Pazarı’nı geçince (7) Zerçü Kapısı (muhtemelen Veycû) Hamâmı, (8) PülbağKapısı Hamâmı, Sultan Hasan Câmi‘i ardında (9) Şütürbân (Şotorbân) Mahallesi Hamâmı, (10) Rey Kapısı Hamâmı, (11) Hıyâbân Hamâmı, (12) Surhâb Mahallesi Hamâmı"dır [78], [79]. Evliyâ’nın saydığı mahalleler ile, adlarını verdiği hamâmların hemen hemen örtüştüğü görülür; ancak onun kaydında dikkat çeken diğer bir nokta 14. yüzyıl başlarından itibaren Tebrîz kapılarında olduğu bilinen ve eski şehir surlarındaki kapılar ile entegre edildikleri düşünülen kapsamlı külliyeleri çağrıştıran kapı adları ile andığı hamâmlardır. Bu arada Silahdar Fındıklılı Mehmed Ağa’nın kaydına göre, 29 Mayıs 1664/4 Zilka‘de 1074 günü meydana geldiğini bildirdiği büyük depremde yıkılan yapılardan biri de Tebrîz hâkimi Rüstem Hâriın sarayıdır.
Şah I. Abbas devrinin son yıllarında İran’a giden Thomas Herbert, yüksek ihtimalle Tebrîz’i görmemiştir ve büyük ihtimalle kendisine verilen bilgileri aktarmaktadır, fakat kaydı 1673 yılında şehri ziyaret eden Fransız Chardin’in kaydı ile birleştiğinde Venedikli seyyah d’Alessandri’den bir asır sonra, Ni’metî-Haydarî ihtilafının hâlâ Tebrîz’in mahalleri ile ilgili başlıca sosyal meselesi olduğunu gösterir. Üstelik, yalnızca Tebriz’de değil, artık İran’ın tamamında şehirleri ikiye bölen bir olgudur ve Tebrîz’in dokuz mahallesi Ni ’metî ve Haydarî tarikatları arasında paylaşılmış durumdadır [75].
Tebrîz’in mahallelerinin, 17. yüzyıldaki durumuna dair bundan sonraki bilgiler, 1077- 1090/1667-80 yılları arasında peş peşe tesis edilen üç vakfın kayıtlarında yer alır. Bunlardan 1077/1667 tarihli Evkâf-ı Sâdıkîye"nin ‘akârları vasıtasıyla adından bahsedilen Tebrîz’in o devirdeki mahallelerinden biri, vakfın en ilgi çekici ‘akârlarından biri olan bir ‘imaretin de bulunduğu Surhâb Mahallesidir. Söz konusu ‘imaret, aslında daha doğru bir ifadeyle bir dîvânhâne, harem, evler (buyûtât) ve dört bölümden oluşan kölelerin evlerini (hâne-yi gılmân ma‘a çehâr kıt‘a) kapsayan bir tür saraydır. Sarayın hareminin (haremhâne-yi ‘imâret) yanında ise, vakfın bânîsi Azerbaycân hâkimi ve mâliye nâzırı Mîrzâ Muhammed Sâdık’ın inşa ettirdiği bir hamâm vardır. Surhâb Mahallesi’nde Bazârçe-i Muînîyye yakınlarında bulunan bir hamâm ve ortasında bir de göl (deryâçe) olan Bâg-i Mîrzâ Dağî [Tâki] adlı bir üzüm bağı vakfın Surhâb" taki diğer ‘akârlarındandır1.
Yine, Surhâb’taki gibi saray olmasa da, su kullanım hakları dolayısıyla muhtemelen benzer nitelikte olduğunu düşündüren, “Hâne-yi Ivez Donbe Godâz ” adlı önünde bir alan ve ona bitişik bir de bahçenin bulunduğu bina vasıtasıyla adından bahsedilen Derb-i Serd; vakfın ‘akârlarından Muhammedîcan adlı bir hamâmın bulunduğu Mahalle-yi Şotorbanânf 3 kıt‘a arazi, Zemîn-i Erûn adında bir arazi kıt‘ası, Âb-i Şûr kıyısındaki arazi kıt‘ası ve Zemîn-i Erûn bitişiğindeki arazi kıt‘asının yer aldığı Emîre Gîz; Tâhûne- yiMîrzâNebî olarak bilinen birbirine bitişik iki taş değişmen ile Kasr-ı KutluğŞah arazisi ve başka arazilerdeki 4 değirmen taşı, Kutluğ Şah"da birbirinin bitişiğinde iki hücrenin meydana getirdiği, Mir Celîl Değirmenlerini bünyesinde barındıran Kûçe-yi Bâg-i Veycûye vakfiyede bahsi geçen mahallelerdendir.
1087/1676-77’de tarihli Evkâf-ı Tâlibbîyye"nin ‘akârları vasıtasıyla adından bahsedilen yegâne mahalle, sur içinde mahallenin ana caddesi (Hıyâbân-ıMahalle-yi Nevber) olduğu anlaşılan caddedeki vakfiyede bâb cinsinden verilen Yehçâh-i Hiyâbân olarak bilinen bir buz deposu ve bitişiğindeki evler, 1 bâb peynir deposu (çâh-ı penîr kûbî), yine Yehçâh-i Nevber adı ile anılan diğer bir buz deposu ve Nevber’in ana caddesinin bahçeye giden yolunda bulunan (Kûçe Bâg-ı Hıyâbân-ı Mahalle-yi Nevber) Tâhune-yi Hacı Tâlib Han adındaki bir hücre su değirmeninin yer aldığı Nevber Mahallesi dir1 [77]. 1090/1679-80 tarihli Zahirîye Vakıflarina gelince; vakıf ‘akârlarından 4 değirmen (Âsiyâb) vasıtasıyla adından bahsedilen Kûçe Bağ-i Veycûye, Imamzâde Sencârân Hamâminın bulunduğu Sencârân Mahallesi, Hamâm-i Lû/e’yi bünyesinde barındıran Veycûye Mahallesi, mahallenin merkezindeki ana cadde üzerinde olduğu anlaşılan ve mahallenin adını taşıyan bir hamâm (Hamâm-i Mahalle-yi Nevber-i Hıyâban) vasıtasıyla adından bahsedilen Nevber ve Tebrîz eski Beylerbeyi Pîr Budak Han’dan miras kaldığı halde, sonradan satın alınmış olan Heft Hâheran (Yedi Bacılar) Hamâminın —ki söz konusu hamâmın adından yaklaşık yarım yüzyıl sonra 1141/1728-29 tarihli 590 numaralı Ma/iyeden Müdevver Defter'de 250 kuruşluk kira bedeli ile ilgili olarak yeniden bahsedilecektir— konumlandığı Derb-i Rey Zahîrîye ‘akârları arasında bahsi geçen Tebrîz mahallelerindendir [77].
Yüzyılın İlk Otuz Altı Yılı
Jonas Hanway’in kaydına göre, 1137/1725 yılına gelindiğinde Tebrîz’in sur içindeki mahallelerini sayısı hâlâ dokuzdur. Bunlardan Çehâr Minâr, Nevber, Sencârân ve yanı sıra sur dışı mahallelerinden Bâg-ı Mîşe’nin adlarına Osmanlı arşivlerinde yer alan ilki 20 Ramazan 1139/11 Mayıs 1725 tarihli, İpekçi Ali ve Mehmed Hankulu adlı şahısların evlerinin mülkiyetinin Yeniçeri ağalarından Seyfi Ağa’ya verilmesi hakkında Mi‘mâr Mehmed tarafından hazırlanan bir keşif belgesi ve diğeri defterdâr Seyyîd Mahmûd Efendi, Kasabbaşı İsmail ve nuzûl emini İbrâhîm’in tüm mal ve paralarının zaptı için hazırlanan defterde rastlanır. Tebrîz’deki mahallelerin 18. yüzyıl başındaki durumuna ışık tutan az sayıda kaynaktan biri olan 1 Receb 1140/12 Şubat 1728 tarihli TT_904 numaralı Mufassal Tapu Tahrir Defteri’nde ise, (1) Nevber, (2) Hıyâbân, (3) Devâze-i Dik, (4) Surhâb, (5) Mîr Mîr, (6) Devecî, (7) Sencârân, (8) Veycû, (9) Çehâr Minâr ve (10) Dervâze-i Serd olmak üzere on mahalle ve bunlara tabi mahalle ve sokaklar kaydedilmiştir. Tahrîre göre, HıyâbânMahallesi"ne tâbi’ 10 sokak (kûçe), Devâze-i Dik"e bağlı 2 mahalle ve 3 sokak, Surhâb"a bağlı 1 mahalle, Mîr Mîr"e bağlı 1 sokak, Sencârân Mahallesine bağlı 2 sokak, Veycû’ye bağlı 14 sokak ve Dervâze-i Serde bağlı 9 sokak bulunmaktadır. Gayri-Müslîm halktan Yahudiler Surhâb"ta, Hristiyan ve az sayıda Kıpti Mîr Mîr ve Dervâze-i Serdde olmak üzere Tebrîz’in üç mahallesinde yaşamaktadır1. (Ek-D)
Mîrzâ Sâdık’ın mülkünden bir hamâmın bulunduğu Surhâb Mahallesi ; Muhammed Han Bağı ve Şatıroğlu Bağı olarak bilinen, “Yoncalık” ta‘bîr olunan 2 kıt‘a zemîn ve el-Hac Ma‘sûm ve Gözekenanlı Rıza Kulu ve Allahyar mülkünden olan 3 kıt‘a bâğ, el-Hac Kerim emlâkinden bâb cinsinden bir hamâm ve Bâğ-ı Şimâl olarak bilinen 1 kıt‘a bâğ vasıtasıyla kayıtlara geçen Hıyâbân Mahallesi ile Mirzâbeg Hamâmı olarak da anılan Nevrûzbeg Hamâminın yer aldığı Deveci Mahallesi 1144/1731’de Tebrîz Beylerbeyi Hekim-oğlu Ali Paşa’nın vakfiyesinde adı geçen mahallelerdir.
Mezarlıklar
İran coğrafyasında Safevî devri, defin gelenekleri bakımından 14.-15. yüzyıllardan keskin bir çizgi ile ayrılma anlamına gelir. Önceki bölümde Tebrîz’de neden —diğer Safevî payitahtları Kazvîn ve İsfahân’da olduğu gibi— Safevî devri boyunca inşa edilmiş hanedana ait bir tane dahi türbe yapısı olmadığının cevabı, Safevîlerin meşruiyet ideolojileri bağlamında aranmış ve Safevî devri için anahtar sözcüğün “din” olduğundan bahsedilmişti [56]. 16. yüzyıldan itibaren Tebrîz’de, Safevî hanedanı tarafından inşa edilmiş kapsamlı bir türbe külliyesi olmadığı ve hanedana ait türbe inşa geleneğinin Akkoyunlular ile birlikte Tebrîz’de son bulduğu kesindir. Öyle ise haklı olarak sorulması gereken soru; Safevîler ile birlikte gelen bu marjinal değişimin, yüzyıllar boyu adım adım Tebrîz silüetinde yadsınamaz bir parçası olacak şekilde yer etmiş, bünyesinde çok sayıda câmi, hânegâh ve abidevî türbe yapısı barındırdığı anlaşılan Tebrîz’deki kent mezarlıkları üzerindeki etkileri olacaktır. Gerçi Kerbelâ’î’nin, daha önce de bahsedildiği gibi, Lewisohn tarafından “Tebrîz ’in (Velîyânkûh, Surhâb, Çerendâb gibi) mezarlıklarına bir Orta çağ hacı klavuzu (pilgrim’s guide)” olarak nitelediği Ravzâtu’l-cinân adlı1 [16] eserinde, adı verilen yapılar, büyük sahâbe ve onlara tâbi faziletli kimselerin (sahâbe-yi kebîr ve tâbi‘yân-ı ebrâr) mezarlarının o devirdeki durumuna ışık tutulur; hatta bazılarından 16. yüzyıl ortalarında hiçbir iz kalmadığı bildirilir . “Bu mezarlıkta [Surhâb] birçok büyük sahabe ve seçkin tâbilerin mezarları bulunmakta idi. Fakat şimdi onların mezarından ve isminden bir eser kalmadı” [156]. “ÇerendâbMerzarlığı’nda (...) Sorhâb Mezarlığı’ndaki gibi birçok sahabe ve tâbilerin mezarları vardı ama şimdi hiçbirinden bir eser kalmadı” [156]. “Bu mezarlıkta [Çerendâb] da büyük evlîyâların, âlimlerin ve fazîletli kişilerin mezarları bulunmaktadır. Ama şu an onların birçoğundan eser kalmadı” [156]. Ancak bu kayıtların eserin de telif edildiği Safevîlerin erken devirlerinde kentin mezarlıklarında gerçekten neler olduğunu anlamada yetersiz kaldığını söylemek hiç de yersiz olmaz. Safevî kroniklerinde yer alan Şî‘îliğin ilanı ile Tebrîz’de yaşanmış olaylara ilişkin üstü örtülü ifadeler ise, yapıların ne harap edildiğini kesin olarak ileri sürmeye ne de edilmediğini kanıtlamaya yetecek düzeydedir. Bu bağlamda 14.-15. yüzyıllarda Surhâb, Çerendâb, Gecîl ve Veliyânkûh mezarlıkları ve çevrelerinde bulunduğundan bahsedilen, hanedan yapılarına kıyasla küçük ölçekli câmi, medrese, tekye ve abidevî türbelerin, tekyelere, câmilere bitiştirilen hazîrelerin çoğunun akıbeti belirsizdir.
Kuşkusuz bu, toplumun dinî hayatında son derece önemli bir yere sahip, birer hac merkezine dönüştüğü kesin olan mezarlık alanlarının —Sünnî câmileri gibi— Safevî devri ile birlikte terk edildiği, hatta bahsi geçen yapıların tamamen ortadan kalktığı
şeklinde yorumlanamaz. Algara göre, kısa sürede Tebriz’den kaybolan tasavvuf ehlinden1, Tarbiyat’a göre ise Şâh İsmail’in daima saygı duyduğu ve Azerbaycan hilafetini bıraktığı, soyu yedinci İmâmı Musâ el-Kâzım’a dayandırılan Kübrevîyye şeyhlerinden Bedreddin Ahmed Lâlâ’î’nin (öl. 912/1506) ve Çaldıran Savaşı’nda ölen Emîr Seyyîd İsma’îl Şenb-i Gâzânî'nin Tebrîz’de Gecîl Mezarlığı’nda medfûn olduğuna [156]; Tezkire-yi Tuhfe-yi Sâmî'de yer alan bir kayda göre 942/1535-36’da vefat eden şair Mevlânâ Lisânî’nin Surhâb'da defnedildiğine; 942/1535-36’da
Veliyânkûh'da Şeyh Kemâl-i Hucendî’nin Bağı’nda onun mezarı yanında defnedilen, aynı zamanda 928/1521-22’den itibaren ömrünün sonuna kadar saray kütüphanesinin başı olarak kalan nakkaşların üstadı Behzat’a ve 981/1573-74’de Şah Tahmasb devrinin sonlarına doğru Tebrîz’de meydana gelen isyan vakasının başlangıcında öldürülmesi ardından yine Gecîl'de defnedilen bir mülâzıma dair mezarlık alanlarının kullanımındaki sürekliliği doğrulayan az sayıda atfa rastlamak yine de mümkündür. 17. yüzyıl başında Safevî sarayına gönderilen Alman sefir Georg Tectander von der Jabel’ın “(...) ve şehrin dışında bulunan mezarlıkları, uzaklardaki ayrı bir şehirden farksız ve genel olarak tamamı açık alanda kulelerle dolu bir şehirden farklı değik'1 sözleri ile mezarlıklardan doğrudan bahsetmese de ondan yarım asır önce 16. yüzyıl ortalarında aslında benzer bir gözlem yaptığı anlaşılan D’Aramon’un “bahçelerindekiler de dâhil olmak üzere on iki ila on beş bin civarında kulesi bulunur'' ifadesini unutmamak gerekir. Benzer bir tespiti 17. yüzyılın son yıllarında, şehirde gördüğü bazıları yuvarlak, diğerleri farklı formlarda sivri külahları olan, dışları kusursuz siyah ve mavi çinilerle kaplı —ki aynı zamanda tamamı el yazısı ve Arapça harflerle (Characters) bezenmiştir— muhtelif türbelerden bahseden Careri yapacaktır1.
Şunu vurgulamak gerekir ki, İran coğrafyasının kalanında olduğu gibi Tebrîz’de de , Safevî devri öncesinde inşa edilen türbelerin kısmen de olsa korunmasında, Safevî devrinin dinî alandaki en ayırt edici özelliklerinden biri olan, Imâm-zâde kültünün etkileri tartışılmazdır . Böylece, muhtemelen tamamı olmasa da, dokuzuncu imâm Muhammed Bakîr’in kardeşi olduğu ileri sürülen Ali Mücâhid b. Zeyd’in yanına gömüldüğü rivayet edilerek imâmzâde, “İmâmzâde Ali Zeyd” olarak adlandırılan Sencârân Mahallesi’ndeki Revvâdilerin son hükümdarı Ebû Nasr Memlân’ın türbesi [156]; türbelerdeki sandukalı kabirde medfun şahsın sekizinci İmâm Rızâ’nın kız kardeşi Halime Hâtun olduğu ileri sürülerek “Hânım Imâm-zâde” adıyla dönüştürülen [77], [156] 12. yüzyıl sûfîlerinden İmâm Ebû Mansûr Muhammed Hafede el-‘Attârî el-Tûsî ya da diğer adı ile İmâm Hafede’riin Çerendâb’daki türbesi , [156]; 1970’li yıllarda Râste Kûçe Mahallesi’nde İmâmzâde adlı sokakta hâlâ görülebilen, soyu Şî‘îliğin yedinci imâmı İmâm Mûsa el- Kâzım’a dayandırılmış, “Seyyîd Cemâlu’d-dîn” veya “İmâmzâde-yi Köhne” olarak da bilinen imâmzâde1 [68], [156]; Ser Vîrâb Mahallesinde Şîşeger-hâne yanındaki bir câmide bulunun Hazret-i Pîr Setâre’nin mezarı [68], [156]; imâmzâde olarak anılmasa da, olasılıkla 16. yüzyıl ortalarında mezar taşına 12 İmâm’ın isimlerinin kazındığı [77], [156] Şeyhu’l-İslâm Şehâbü’d-dîn Ömer es-Sühreverdî el-Bekrî’nin oğullarından Şâh
Hüseyin Serpolî’nin (öl. 861/1456-57) inşa ettirdiği Pûl-i Sengîn’deki türbesi1 [156]; Tebrîz tarihinde rol oynamış siyasî bir karakter olduğu halde soyu İmâm Mûsa el- Kâzım’a bağlanarak türbesi bir imâmzâdeye dönüşen Şeyh İbrahim Dunbulî’nin (öl. 870/1465-66) Akkoyunlular devrine tarihlenen Kûy-i Şotorbân’daki türbesi Buk‘a-yi Seyyîd İbrâhim [68], [77]; Kerbelâ’î’ nin, Nakşibendiyye tarikatının ileri gelen
halifelerinden Hâce Muhammed Pârsâ’nın (öl. 822/1420) hacc ziyaretine giderken Tebrîz’den geçtiği sırada keşfettiğini rivayet ettiği, Seng-i Siyâh Mahallesi civârında Mihâd Mehîn Kapısı’nda Mescidu’l-Dâr’daki (Dâr Câmisi’nde) iki imâmzâde, Dâl ve Zâl[?] [156]; ‘İmâret-i Ostâd-Şâgirdin yanında, Seng-i Siyâh Mahallesi ve Çehâr Sû- yi Arabân’ın ortasındaki Şehîdgâh Mezarı olarak da bilinen ve burada yattığı rivayet edilen çok sayıda sahâbe arasında önde gelen bir sahâbe olduğuna inanılan Emîr Alî Çap türbesi [156]; Şâh Tahmasb devrinde Sâhibâbâd Meydânı kenarında inşa edilen bir selatin câmi‘i olduğu halde, zamanla câminin ortasında bulunan sandukanın İmâm Hüseyin’in mezarı olarak addedilmesi ve on ikinci imâmın mihrâbına gömülmüş olduğu rivayeti ile bir ziyaret yeri haline getirilen Mescid-i Şah Tahmasb veya Mescid-i Şâhi [84] ve 17. yüzyılın üçüncü çeyreğinde Tebrîz’e yarım mil mesafede, Acısu Nehri’nin çok yakınında İmâm Rızâ’nın kız kardeşine ait olduğu rivayet edilen imâmzâde gibi erken devir kabir ve türbeler kutsal anlamlar yüklenerek dönüştürülmüşlerdir. Bunlara belki de zaman içinde kaybolmuş kaynaklarda tespit edilemeyen pek çoğunu eklemek gerekecektir.
İmâm-zâde kültünün mimarî boyutlarına gelince; Herzfeld, İran’da Bûşehr’de Bâbâ Münîr (öl. 800/1400 civarı) olarak bilinen Sûfî türbesi ile ilgili bir tartışmada, yapıyı türbenin bulunduğu küçük bir küpü Grek Kriptası olarak adlandırdığı tonozlu bir koridorun dört tarafında çevrelediği merkezi kare planlı bir yapı olarak tarif eder. Herzfeld’e göre, bu plan şeması koridorun tavaf için kullanıldığı Necef, Kerbelâ, Sâmerrâ, Kum ve Meşhed gibi büyük Şî‘î meşhetlerinin tamamında tipiktir1. (Şekil 3.73) Kutsallıkları ve kısıtlı olarak girilebilmelerinden dolayı pek azı detaylı olarak incelenen bu türbeler, yeniden inşa edilmedilerse, belli başlı ekler Safevî ve Kaçar devirlerine aittir. Bu bağlamda Blair, Şî‘îliğin “Imâm-zâde kültü”, “ziyâre” ve simgesel mezar (kenotaf) ya da Kâ’be etrafında tavaf geleneğinin mimarî yansımalarından birini, büyük kutsal Şî‘î merkezlerin çoğunda Safevî devirde bir metaf (tavaf alanı) inşa edilmesi olarak tespit eder . Kum’da Fâtıma el-Ma‘sûme Kaçar devri ilavelerine karşın, daha çok Şah İsmail devrine tarihlenir (Şekil 3.74); Meşhed’te Âstân-i Kuds-i Rizavî ise 1000/1600 yılında Şah Abbas tarafından büyük oranda yeniden inşa edilmiştir. (Şekil. 3.75)
Şekil 3. 73 Bâbâ Münîr, Plan [225]
Şekil 3. 75 Meşhed: Âstân-i Kuds-i Rizavî, İmâm Rızâ Türbesi, Plan’da G [111] Tebrîz’de ise, Meşhed’te Âstân-i Kuds-i Rizavî ve Kum’da Fâtıma el-Ma‘sûme gibi metaf (tavaf alanı) alanı bulunan bir imâmzâde, şehirdeki belli başlı imâmzâdeler Buk‘a- yi ‘Eyn ‘Alî ve Buk‘a-yi Seyyîd Hamza’da dahil olmak üzere henüz bilinmemektedir. Öte yandan Venedikli bir tüccarın 16. yüzyılın ilk yıllarında, yüksek ihtimalle Rab‘-i Reşîdî’de konumlanan Eski Devlethâne (Devlethâne-yi Köhnefye dair kayıtları arasında yer alan, her birinin çevresi 5 adım (=4 m) dört büyük gösterişli sütûn tarafından destekleniyormuş gibi görünmekle beraber, sağlam ve kalın duvarlara dayanan tek parça küp (solid cube) biçimindeki halvethâne hakkındaki ifadesi1, halvethanenin Bûşehr’de Bâbâ Münîr’in türbesi ile ortak bir mimarî dile sahip olduğunu ortaya koyar. İmâmzâde kültünün Tebrîz’deki yansımaları, en azından şimdilik, mimarî biçime yansıyan bir etkiden ziyade anlama yönelik bir değişim gibi görünmektedir. Gerçi Venedikli bir tüccar, metaf (tavaf alanı) alanına ilişkin herhangi bir bilgi vermez, fakat 16. yüzyılın ilk yıllarında Rab‘-i Reşîdî’de gördüğü, tek parça küp şeklinde halvethâne, büyük Şî‘î meşhetlerinin tamamında tipik olarak kabul edilen merkezi kare plan şemasının Tebrîz’de Safevî devri öncesinde uygulanmış olduğunu göstermekle kalmayıp, doğal olarak seyyahın bir mezar yapısını —belki Reşîdu’d-dîn’in türbesini— görmüş olabileceğini düşündürür.
Algar’ın, “imâmzâde türbelerinin (gerçek veya değil, ‘imam’ların soyundan gelenlere yapılan türbeler) mûtad hale gelen keşif ve restorasyonlarını, Şî‘î cemaatin toplumda görünürlüğünü artırma ve türbelerin bulunduğu yerlere hâkim olma isteği olarak yorumladığı Safevî siyasetinin Tebrîz’deki türbelerin en azından bir kısmına sağladığı avantajı şehirdeki sûfî tarikatlarına ait tekkelerin paylaştığını ise çoğu vaka için söylemek güçtür. Bunun en açık örneğini, Kalenderîye silsilesine mensup Mîr Haydar Tûnî’nin Derb-i A’lâ’daki tekyesinin Şâh Abbâs’ın saltanatına kadar bakımlı kaldığı halde, Şâh Abbâs tarafından günah yuvası olduğuna ilişkin iddialarla yıktırılması olayında görmek mümkündür. Kâcâr döneminin sonlarına kadar gerçek adı ve yıkıntıları ile mevcut olan Mîr Haydar Tûnî’nin tekyesi 1960’lı yıllarda yapılan yolun tekkenin hayatından geçirilmesi ile tamamen ortadan kalkmıştır. Oysa ki, Mîr Haydar Tûnî, hem Sunnî hem de Şî‘îlerin saygı gösterdiği bir zattır ve tekkesinin kalıcı olabilmesi için Osmanlı ülkesinden gelen derviş ve sûfîler de dahil olmak üzere herkes tarafından çaba sarf edilmiştir1 [156]. Kitabesine göre 935/1528’de bir tekke olduğu halde yol yapımı sırasında tahrip olmuş, Hânım Imâm-zâde ile benzer öneme sahip ziyaret yerlerinden olan Veycûye Mahallesi’nde küçük bir câmi, Seng-i Siyah ya da Karataş Câmi‘ [77], Tebrîz’de Mîr Haydar’ın tekkesi ile aynı kaderi paylaşan tekkelerden olmuş gibi görünmektedir. Tebrîz’deki dört büyük mezarlık, Surhâb, Çerendâb, Gecîl ve Veliyânkûh mezarlıkları ve çevrelerinde bulunduğundan bahsedilen câmi, medrese, tekye ve abidevî türbelerin, tekyelere, câmilere bitiştirilen hazîrelerin çoğunun akıbeti başta da söylendiği gibi belirsizdir, yalnız özellikle Surhâb Mezarlığı’nda iki yapının imâmzâde addedilerek korunduğu ve ihya edildiği anlaşılmaktadır.
Surhâb Mezarlığı
Tebrîz’in dağ kültü ile özdeşleştirilebilecek kutsal dağı, Surhâb Dağı’nın zirvesindeki, Eyn Alî ve Zeyn Alî’nin mezarı Buk‘a-yi ‘Eyn ‘Alî’ye (Buk‘a-yi Ovn Alî) [68], [84], [156], Safevî dinî siyasetinin Tebrîz’deki başlıca uygulama alanlarından biridir. Kökeninin İslâmî fetihlerin ilk yılları ve Hazret-i Alî’nin ’Un Alî ve Zeyd Alî adlı oğullarına dayandırılmasına ilişkin rivayetin hatalı olduğunun çokça vurgulandığı Buk‘a- yi ‘Eyn ‘Atî’yi [68], [77], [84], [156], 12 İmâm Şî‘îliği ile bağdaştırılmasının ötesinde, Safevî devri için ayrıcalıklı kılan yönlerinden biri Safevîler tarafından ciddi biçimde imar edilmiş olmasıdır. 16. yüzyılda Şâh Nûreddîn Nimetullâh Velî’nin soyundan gelen bir grup dervişin meskeni olan Buk‘a-yi ‘Eyn ‘Alî [156], Kareng’e göre, Osmanlıların saldırısı sırasında yıkılmış [77]; sonraları Şah Abbas’ın emri üzerine Tebrîz Hâkimi Pîr Budak tarafından inşa/tamir ettirilmiş ve “Imâret-i Şâh” adını almıştır1 [77], [84]. Nitekim, İskender Beg Münşî, Buk‘a-yi ‘Eyn ‘Alî’yi Şah Abbas’ın eserleri arasında sayar . 17. yüzyılın ikinci yarısında Tebrîz’e peş peşe gelen üç seyyahtan Fransız seyyahlar Tavernier ve Chardin ile İtalyan seyyah Careri’nin ise doğrudan isim vermeseler de, Buk'a-yi ‘Eyn ‘Alî’nin bulunduğu çevreyi tarif ettiklerine neredeyse hiç şüphe yoktur ve kayıtları Surhâb Dağı’nın kutsallığına olduğu kadar Tebrîz’in antik çağlara uzanan geçmişine dair de önemli referanslar içerir. Tebrîz’i ilki 1041/1632’de ve sonuncusu 1074/1664’de olmak üzere beş kez gören Tavernier, Tebrîz’den çıkarken, kuzey yönünde şehirle arasında yalnızca Aynalı-Zeynalı olarak adlandırdığı bir ırmağın aktığı, şehre son derece yakın bir dağ ve eskiden buradaki Müslümanların camiye çevirdikleri güzel bir Ermeni keşişhanesinden bahseder. Dağın eteğinde Osmanlılar tarafından inşa edildiği için harap olmaya terk edilmiş bir kaleyle bir de cami bulunmaktadır. Biraz daha ileride bir uçurumun kenarında, yakınında yere devrilmiş mermer sütûnlar ve birkaç lahidin göze çarptığı iki mağaranın yer aldığı, bir manastır görülmektedir. Seyyahın kaydına göre, caminin içinde de eski Med krallarının birkaç mezarı vardır ve bunlardan arta kalan parçalar lahitlerin eski güzelliklerini kanıtlar niteliktedir. Elbette arkeolojik kazılar olmaksızın kesin bir hükme varmak mümkün değildir, ancak Tavernier’in, Med krallarına ilişkin atfı gerçekçi kabul edilmese dahi vermiş olduğu tarifin Surhâb Dağı’nda, uçurumun kenarında yer alan bir kaya mezarına işaret ettiği açıktır. Tıpkı Kasr-ı Şirin’in güneyinde Ferhad ve Şirin ya da Urûmiye Gölü’nün güneydoğusunda Fahrika ve yahut sonraki devirlerde Darius ve haleflerinin anıt mezarları Nakş-ı Rüstem gibi. On yıl gibi kısa bir süre sonra 1673 yılında Chardin, Buk‘a-yi ‘Eyn ‘Alî’yi şehrin uç kısmında batı tarafta küçük bir dağ üzerinde çok güzel bir türbe olarak tarif ederek Hz. Ali’ye dayandırılan kutsallığına dikkat çeker. (Ek-F, Q) Burası Tebrîzlilerin bağlılık duydukları uğrak yerlerinden biridir. Türbenin doğu tarafında Chardin’in bir kale (Château) olarak nitelediği [75], Tebrîzli Ermenilerin kutsal saydıkları, Sâsânî imparatoru II. Hüsrev (Pervîz)’in (590-628) Beytu’l Mukaddes’i (Kudüs) fethi sonrasında Hz. İsa’nın çekildiği gerçek haçı kendisi ile birlikte getirip koyduğuna inanılan bir bina daha bulunmaktadır1 [75], [148]. 17. yüzyılın son yıllarında aynı yeri gördüğü anlaşılan Careri’ye gelince, onun tarifinin aslında Tavernier’den pek farklı olmadığı dikkat çeker. Careri, Tebrîz’den çok da uzak olmayan kuzeyde bir yerde gördüğü bir cami ve alt tarafındaki bir kale ve bir tapınağın kalıntılarından bahseder. Türkler tarafından inşa edildiği için terk edilen bu yerde bütünüyle sarp kayalıklara yerleşmiş, deyim yerinde ise uçurumun kenarında duran bir de manastır vardır . Hemen hemen çağdaş bu üç seyyahın anlatımlarında bahsi geçen câmi ve kale, aynı zamanda 1539-40’da Membre’nin mavi bir tepenin zirvesinde gördüğü küçük kale ve içindeki muhteşem bir câmi ile de özdeş gibi görünmektedir.
Surhâb Dağı’nın kırmızı renkli taşlarından ve az sayıda tuğladan, beş tonoz (tâk), câmi gibi bir makbere, bir eyvân, iki dolu minâre ve beş taş sütundan meydana gelen günümüzdeki yapıyı [77], Kareng, İlhanlı üslûbunda bir yapı olarak nitelerse de [77], 1780 depreminde yıkıldıktan sonra yeniden inşa edildiği bilinen Buk‘a-yi ‘Eyn ‘Alî'nin [77], [84] orijinal halini yansıtıp yansıtmadığı konusuna açıklama getirmez. (Şekil 3.76, 3.77, 3.78, 3.79) Bu anlamda Nâdir Mîrzâ, kendi devrinde yapılarda ortaya çıkarıldığını kaydettiği önceden burada yer almış büyük bir yapının kalıntılarına ilişkin sözleri ilgi çekicidir. Ancak, mevcut plan şemasının, en azından merkezdeki kısmının bir ölçüde dört köşede birer oda ile dört kenarın ortasında eyvânların çevrelediği merkezi mekândan oluşan heşt behişt tipini, yani Safevî devri estetiğini yansıttığını söylemek mümkündür. Nâdir Mîrzâ, türbenin 500 adım (yak. 400 m) kuzey tarafında türbeye su sağlayan, aynışekilde devri belirsiz “Havuz-ı Periyân (Periler Havuzu)” adında küçük bir çeşmenin varlığından bahseder [84].
Şekil 3. 76 Buk‘a-yi ‘Eyn ‘Alî, Plan
[Sâzmân-i Mîrâs-ı Ferhengî-yi Kişver Arşivi]
Şekil 3. 77 Buk‘a-yi ‘Eyn ‘Alî, Tavan Plan
[Sâzmân-i Mîrâs-ı Ferhengî-yi Kişver Arşivi]
Şekil 3. 78 Buk‘a-yi ‘Eyn ‘Alî, Kesitler ve Ön Cephe
[Sâzmân-i Mîrâs-ı Ferhengî-yi Kişver Arşivi]
Şekil 3. 79 Buk‘a-yi ‘Eyn ‘Alî [227]
Kuşkusuz, bu derece kutsal addedilen bir imâmzâdeye vakıflar tahsis edilmemiş olması düşünülemez. 18. yüzyılın ilk yarısına tarihlenen Osmanlı tahrîr kayıtlarında doğrudan türbenin adı ile ilişkilendirilebilecek bir kayda rastlanmamıştır. Ancak söz konusu kayıtlarda Evkâf-ı Abbasîye adı ile zikredilen bir vakıf yer almaktadır ki Şah Abbas devrinin, devrin görgü tanığı da olan başlıca kaynaklarından İskender Beg Münşî tarafından Buk‘a-yi ‘Eyn ‘Alî’nin Şah Abbas’ın Tebrîz’de bânîsi olduğu tek eser olarak zikredildiği düşünüldüğünde1, geriye fazla bir alternatif kalmamaktadır. Şah Abbas’ın dedesi Şah Tahmasb’ın inşa ettirdiği Sâhibu’z-Zemân CâmiTni tamir ettirdiği bilinmekle beraber , 1728 tarihli ve 896 numaralı İran’daki bazı evkâfın mufassal tahrîr defterinde bu câminin vakıflarının olmadığı kaydının düşüldüğü göz önüne alındığında Tebrîz’de Evkâf-ı Abbasîye ile özdeşleştirilebilecek yegâne yapı Buk'a-yi ‘Eyn ‘Alîgibi görünmektedir. Osmanlı arşivlerindeki yapının vakıfları ile ilgili kayıtlara gelince; BOA 590 numaralı Mâliyeden Müdevver Defterde “Evkâf-ı (...) ve ‘Abbâsîve (...)” şeklinde kaydedilen Evkâf-ı ‘Abbâsînin, defterde bahsi geçen diğer bazı vakıflarla birlikte toplam yıllık hasılatı 5475,5 kuruştur1. Evkâf-ı ''Abbâsînin adı, yine aynı defterde, Mîrzâ Yahya Tebrîz’ye medâr-ı ma‘âş tahsisine ilişkin bir kayıtta geçer . Fetih esnasında eşyaları telef olan vakıf evladlarına ve Tebriz ayanından bazı kişilere medâr-ı ma‘âş olarak Tebriz köyleri hasılatlarından yıllık maaş tahsisine ilişkin diğer bir kayıttan ise, vakfın Serdsahra Nahiyesi’nin köylerinden Landuh’un [?] 4 kuruşluk ve Eruni Nahiyesi’ndeki Hamse Köyü’nün 200 kuruşluk gelirinin söz konusu kişilere tahsis edildiği anlaşılmaktadır. Defterde tespit edilen 1141/1728-29 tarihli bir sonraki kayıt, Evkâf-ı ‘Abbâsînin de aralarında bulunduğu Tebrîz’deki bazı vakıflarla beraber aynî ve nakdî gelirlerinin iltizâma verilmesine ilişkindir.
Buk‘a-yi ‘Eyn ‘Alî gibi Surhâb Dağı'nda konumlanan Tebrîz’deki ünlü İlhanlı yapılarından Buk‘a-yi Seyyîd Hâmza, Surhâb Mezarlığının, imâmzâde addedilerek Sünnî- Şî‘î ayırımı olmaksızın hem Safevîler hem de Osmanlılar tarafından asırlar boyu korunan —ki iç mekânda Buk‘a-yi SeyyîdHâmza'nın dehlîzinde Akkoyunlular devrine ait duvar eteklikleri (izârehâ) görülebilmektedir [77]— kutsal mekânlardan olmakla beraber, Safevîlerin erken devirlerindeki durumu belirsizdir. Külliyedeki bilinen ilk imâr faaliyeti, Safevîlerin dahi oldukça geç bir devrine tarihlenir. Nitekim, Tebrîz’deki Safevî hakimiyetinden neredeyse iki asır sonra, 17. yüzyılın ikinci yarısında, Şah Süleyman devri Azerbaycân veziri Mîrzâ Muhammed ibrâhîm Zahîru’d-devle tarafından, 1090/1679-80’de “Seyyîd Hâmza İmâmzâdesi” ya da onarım kitabesindeki şekliyle “Ravza-yi Mukaddese-yi İmâmzâde" ve medresesi onarılarak etrafında, câmi, medrese, Dâru’ş-şifâ‘ ve Şebistân gibi ilave yapılar içeren bir külliye inşa edilmiş ve hepsi birlikte
Zahirîye olarak ünlenen külliye hayrına zengin vakıflar tesis edilir1 [77]. Külliyenin unsurlarından olan ve 1087/1676-77’de inşa edilen Mescid-i Zahirîye, diğer adıyla “Kızılla Mescid” Seyyîd Hâmza’nın türbesinin batısında, 1089/1678-79’da inşa edilen Zahirîye Medresesi ise Mescid-i Zahîrîye”nin yanında yer almaktadır [77].
Werner’in, Mîrzâ Îbrâhîm”in kardeşi Mîrzâ Sâdık tarafından Bâzâr-ı Tebrîz”de tesis edilen ve aynı şekilde câmi-medreseden oluşan Sâdıkîyye”nin ikizi olarak nitelediği Zahîrîye”nin [15] vakfiyesinin giriş bölümünde, Mîrzâ Îbrâhîm, birkaç sene önce tesis ettiği, gelirinin bir bölümü Necef’teki hacılar, ziyaretçiler ile başka fakirlere ve Şah II.Abbas’ın Kum’daki türbesine tahsis edilen, fakat temelde soyundan gelen erkek evlâtları için düşünülmüş bir aile vakfından (vakf-ı ehlî) bahseder. Mîrzâ Îbrâhîm”in en küçük oğlu Mîrzâ Ebû Tâlib’in çocuğu olmadan vefat etmesi üzerine, onun hissesi vakıf şartlarına göre iptal edilerek hissesi ile Buk‘a-yi Seyyîd Hâmza”nın onarımı gerçekleştirilmiş ve türbenin yanında büyük bir mescid ve medrese yaptırılmıştır [15], [77]. Vakfiyenin devamında Mîrzâ İbrâhîm’in, yüce mescid ve medresede revâk, hânegâh, şebistân, dâru ’ş-şifâ‘, ahır ve bina içinde ve dışında altlı üstlü odalar (bayûtât) yaptırdığı kaydedilir. Daha sonra ise, önceden vakfedilen mülkler dışında yeni mülkler bağışlanmak suretiyle Zahîrîye Vakıfları tesis edilmiştir [77]. Zahîrîye Vakıfları”nın, Irak’tan başlayıp Azerbaycan’a uzanan mülklerinden Tebrîz’de bulunan dükkân, kervansaray ve hamâm gibi ‘akârları özellikle vakıf külliyesi çevresindedir ve Şah Süleyman devrindeki yıllık geliri yaklaşık 400 Tebrîz tümenine denk gelir [15], [77]. Mescid-i Zahîrîye’nin doğu ve batı eyvânları [77], kütüphânesi ve vakfiyedeki tabiriyle “mescidin benzersiz eyvânınm”” sağındaki odasında minberin yanında (der hucre-yi yemînî-yi suffe-yi i‘lâ-yi mescid, cânib-i minber), bulunan Kuran Tevrat, İncil, Zebur gibi kutsal kitaplar ve kelam, tıp ve tarih benzeri türde kitapların tutulduğu arşivi vakıf şartlarında bahsi geçen bazı unsurlarıdır. Kareng, 1780 depreminde hasar görmesine rağmen tamamen yıkılmayan Mescid-i Zahîrîye’yi1 [77], dikdörtgen şeklinde, sütûnsuz, 20x8 m ebatlarındaki bir mekânı tam ortasında 8 m çapında büyük bir kubbe ile kuzey ve güneyde iki daha küçük kemer (tâk) ve kubbenin (gunbed) örttüğü, batısında 8x4 m ebatlarında bir çıkış (mehârice), doğusunda ise 4x1m’lik iki ve 7x1m’lik bir şâh-nişînin bulunduğu bir yapı olarak tarif eder [77]. Buk'a-yi Seyyîd Hâmza ve Mescid-i Zahîrîye"nin planları dikkatle incelendiğinde, Seyyîd Hamza"nın türbesinin de içeren erken tarihli külliye ile geç Safevî devri ekinin belirgin biçimde birbirinden farklılaştığı görülür. Seyyid Hâmza’nın türbesinin güney eyvânı arkasına yerleştiği doğudaki muhtemelen İlhanlı devrine tarihlenen özgün kısımda dört eyvânlı açık avlulu şema net olarak okunabilmekte iken, —elbette avlunun batı kanadı eyvân ile birlikte ortadan kalkmış olarak— batıda Mescid-i Zahîrîye"de dört köşede birer oda ile dört kenarın ortasında eyvânların çevrelediği merkezi mekândan oluşan plan tipi, yani heşt behişt tipi
dikkat çeker. (Şekil 3. 80, 81, 82, 83, 3.84, 3.85, 3.86)
Şekil 3. 80 Buk‘a-yi Seyyîd Hâmza,
1. Kat Planı, Sâzmân-i Mîrâs-ı Ferhengî-yi Kişver Arşivi’nden 1990’lı yıllarda alınmış
mevcut durumu gösteren plan. [221]
al>
Şekil 3. 81 Buk‘a-yi Seyyîd Hâmza, 1. Kat Planı
[Sâzmân-i Mîrâs-ı Ferhengî-yi Kişver Arşivi]
=J>
Şekil 3. 82 Buk‘a-yi Seyyîd Hâmza, 2. Kat Planı
[Sâzmân-i Mîrâs-ı Ferhengî-yi Kişver Arşivi]
GÜNEY CEPHESİ
Şekil 3. 83 Buk‘a-yi Seyyîd Hâmza, Kuzey ve Güney Cepheler
[Sâzmân-i Mîrâs-ı Ferhengî-yi Kişver Arşivi]
Şekil 3. 86 Buk‘a-yi Seyyîd Hâmza, Güneydoğu yönünden bakış, külliye çevresindeki
kazı alanı [L.Yıldız, 2015]
İsfahân’ın Şeyhu’l-İslâm’ı Mîrzâ Muhammed Bakır Meclisî başta olmak üzere Şah Süleyman devrinin din ve siyaset alanlarındaki ileri gelenlerinden birçok kişinin şahitlik ettiği Zahirîye vakıflarının1 [77] bânîsi Mîrzâ İbrahim'in mezarı ilginç biçimde
İmâmzâde Seyyîd Hâmza’nın mezarı yakınında yer alır; yani Tebrîz’dedir [77]. Buk‘a- yi SeyyîdHâmza’nın 1188/1774-75’de vefat eden mütevellisi Molla Muhammed Bâkır Tebrizî’nin aynı şekilde külliyede ve hatta câminin içinde defnedilmiş olması [15], [77] ise herhalde bânîsi kadar şaşırtıcı olmasa gerektir. Öte yandan Seyyîd Hâmza’nın türbesini Tebrîz için ayrıcalıklı kılan bir nokta da onun Erdebîl’de imâmzâde sayılan Âsitâne-yi Safevî1 ve İsfahân’daki ‘ÂlîKâpû Sarayı gibi Safevî devrinde “ ‘ÂlîKâpû” adı ile çağrılan mekânlarla aynı kutsal anlamı paylaşmasıdır. Bu bir ölçüde, Mîrzâ İbrahim'in mezarının devrin gözde defin yeri Kum’da Fâtıma el-Ma‘sûme’de değil de, Tebrîz’de inşa ettirdiği külliyede defnedilmiş olmasını açıklar, fakat Mîrzâ ibrâhîm ve ailesinin Safevî sarayının üst düzey devlet adamlarından olduğu düşünüldüğünde geriye cevapsız sorular kaldığı da bir gerçektir.
Yüzyıl
Zahîrîye Külliyesi hakkında tarihi kaynaklarda pek az bilgiye rastlanırsa da, arşiv belgeleri bu boşluğu doldurarak çeşitli onarımlar geçiren külliye ile birlikte vakıflarının da süreklilik arz ettiğini gösterir. Bu tarz kayıtlardan ilki, Tebrîz’deki vakıfların gelir tespitine ilişkin olup, 1141/1728-29’de yapılan tahrirde Zahîrîye’nin geliri, Mîrzâ İbrâhîm’in oğlu Mîrzâ Tâhir’in tesis ettiği vakıfla [?] birlikte 5.000 kuruş olarak tespit edilir. Yine BOA 590 numaralı MâliyedenMüdevver Defter’ de ve ayrıca 4 Rebî‘ulevvel 1141/8 Ekim 1728 tarihli bir hükümde , Tebrîz Eyaleti’nde vakıf hisselerinin tespit için yapılan tahrîre ilişkin kayıtta, ‘akârları ile ilgili bilgilerin yanında Mescid-i Zahîrîye’nin Hekimoğlu Ali Paşa tarafından onarıldığı bilgisi yer almaktadır. “Vezîr-i muhterem Ali Paşa hazretlerinin ta‘mîr ettikleri Mirzâ ibrâhim Câmi‘-i şerîf Vakfı'nın yüz on beş kurâdan bir mikdâr hisseleri ve anlardan mâ‘adâ ma‘mûr ve harâbe ba‘zı dekâkîn ve akârâtları dahi olmağın el-yevm kurâ-i mebûrenin cümlesi taraf-ı mîrîden zabt olunur”1. Zahîrîye’nin adı, aynı defterde ve Evkâf-ı Mîrzâ İbrâhîm olarak Tebrîz’deki bazı vakıfların aynî ve nakdî gelirlerinin iltizâmen verilmesine ilişkin başka bir kayıtta daha geçer1. BOA 904 numaralı 1140/1727 tarihli Tebriz Livâsı Tapu Tahrîr Defteri’ndeki bir kayda göre, vakıf hisseleri mirîye alınan Zahîrîye’nin giderleri için Veycû Mahallesi’ne bağlı Kûce-yi Dizec-i Çukur’da bulunan Hekimoğlu Ali Paşa’nın mülkünden 2 bâb, 9 eşhur’luk bir değirmen tahsis edilmiştir .
Zahîrîye, dolayısıyla Buk‘a-yi SeyyîdHâmza hakkındaki kayıtlar burada sonlanıyor gibi görünmektedir; ancak Hekimoğlu Ali Paşa’nın oğlu İsmail Ziyâeddin Bey’in eseri Matâli‘ü ’l-aliyye figurreti’l-gâliyye başta olmak üzere kaynaklarda verilen, Ali Paşa’nın 1731’de Tebrîz’de bir câmi ve medrese inşa ederek bunlara vakıflar tahsis ettiğine ilişkin bilgiler [60] durumun bundan farklı olduğunu gösterir. Zira İsmail Ziyâeddin Bey’in “derûn-ı Tebriz'de bir câmi‘-i âli bünyâd ve yeşil-kâşi ile minâresin mânend servâz edâ eyleyüp ve nezd-i câmi‘de on bâb hucurâtı hâvi bir medrese-i celile ihyâ ve ta‘lim-i kur’ân-ı kerimü'ş-şân içün bir mekteb-i sıbyân ihdâs ve binâ buyurmuşlardır” sözleri ile Ali Paşa’nın Tebrîz’de inşa ve ihya ettirdiğini bildirdiği, minaresi yeşili çinilerle kaplı câmi, medrese ve sıbyân mektebinden oluşan bu külliye, esasında, vakıf kayıtlarının da ortaya koyduğu üzere yeni bir yapı grubundan ziyade Zahîrîye Külliyesi nin bizzat kendisi olmalıdır. Matâli‘ü’l-aliyye fi gurreti’l-gâliyye’deki kayda göre, “13 Muharrem 1140/31 Ağustos 1727 tarihli Hekimoğlu Ali Paşa vakfının şartları arasında yer alan “ve sâlih kimesne dahi külli yevm birer yâsin-i şerif tilâvet edüp sevâbını medine-i mezbûrede medfûn olan sahâbe-i kirâmdan Ukkâşe radiyaallâhu anhu ve sülâle-i silsileti'z-zâhidin SeyyidHamza rahmetullâhi aleyh ve mazınne-i kerâmet ve sünne-i velâyet Baba Hasan hazretlerinin ervâh-ı Tayyibelerine ihdâ eyleyüp” ifadesi1; vakfın çalışanlarından olan bir türbedâr ve Ali Paşa’nın tamir ettiği Mirzâ ibrâhim Câmi‘-i şerîfi Vakfînın, yani Zahîrîye'riin ‘akârlarının Surhâb’daki dükkân vehân benzeri bir bölümünün aynı şekilde yeniden inşa edilerek Hekimoğlu Ali Paşa tarafından tesis ettiği vakfa aktarılması Zahirîye Külliyesi ile Hekimoğlu Ali Paşa’nın inşa ettiği kaydedilen medrese-câmi, vakfiyedeki tabiriyle “medrese-i celîle dâhilinde vâki‘ olan câmi‘-i şerîf” ile yüksek ihtimalle özdeş olduğunu gösterir. Öyle ise, Ali Paşa tarafından tamir/inşa ettirilen ‘imâretin modern araştırmalarda ileri sürüldüğü gibi Tebrîz’in Osmanlılar elinden çıkmasından sonra yıktırılmış olması ihtimalinin son derece düşük olduğu sonucu ortaya çıkar. Zira, Buk‘a-yi Seyyîd Hâmza günümüzde dahi hem Sünnîler hem de Şî‘îler tarafından saygı duyulan bir mekândır. Bunu Togan’ın ifade ettiği gibi Safevîlerin, Azerbaycan’da Osmanlılardan geri aldıkları şehirlerdeki Osmanlı eserlerinin tahrip etmeleri, ki burada bir tahrip vakası olmadığı açıktır, tahribattan kurtulanların ise kitabelerinin silinmesiyle açıklamak mümkündür [60]. Hekimoğlu Ali Paşa’nın tesis ettiği vakfın idaresi Seyyîd Halil Efendiye verilmiştir.
Ulaşım Ağı
14.-15. yüzyıllarda, Tebrîz’in eski kent sınırlarındaki başlıca iki odağı; Mihrân-rûd’un kuzeyinde, şehrin kuzeyinde Meydân-ı Sâhibâbâd (ya da Sultân Meydânı) ile Nârmiyân Kapısı’ndaki Eski Meydâni kuzey-güney doğrultusunda şehri baştan başa geçerek bağlayan ana cadde, Safevî devri boyunca önemini, dolayısıyla mevcudiyetini korumaya devam eder. Bu cadde aynı zamanda, daha önce de bahsedildiği gibi, Tebrîz Bâzârı’nın (Râste Bâzâr-ı Kâdimî) yanı sıra mescid-i câminin de yerleştiği güzergâhtır. Tebrîz’in kuzey-güney doğrultusundaki ana arteri, şehir merkezi ve Tebrîz Bâzârı’nı kuzeyde saraya bağlamasının ötesinde, Safevî devrinde artık kökeni ve kutsallığı İslâm öncesi çağlara uzandığı halde1, Safevî devrinde On İki İmâm Şî‘îliği ile bağdaştırılarak imâmzâdeye dönüştürüldüğü anlaşılan Surhâb Dağı’ndaki Eyn Alî ve Zeyn Alî'nin mezarına (Buk‘a-yi Ovn Alî) bağlamaktadır. Söz konusu ana arterin güney ucundaki odağı Eski Meydân bölgesi ise, aynı şekilde Şî‘îlikle ile ilişkilendirilmiş bazı imâmzâdeleri bünyesinde barındırması bir yana, parçası olduğu Nârmiyân Mahallesi’nin Tebrîz’in geleneksel yerleşim yerlerinden biri oluşu [66] ile Mescid-i Câmi‘-i ‘Alî Şâh ve çevresindeki abidevî yapıların harabeye döndüğü 17. yüzyılın sonlarına doğru dahi kentin önemli çekim merkezlerinden biri olarak canlılığını korumayı başarmıştır. Venedikli bir tüccarın, Mescid-i Câmi‘-i ‘Alî Şâh'ın kendi devrindeki ihtişam ve cazibesini vurgulayan ifadeleri; burayı şehir merkezindeki bir “imâref, “Ali Kapu imareti (Imareth alegeat)” olarak adlandırması; Şah İsmail’in Mescid-i Câmi‘-i ‘Alî Şâh'ın avlusundaki havuzda bulunan bucentaur şeklinde bir kayığı kullanması; Şah Tahmasb saltanatında 964/1557’de azledilen Mevkûfât-i ‘Alî-şâhî'nin idaresinden de sorumlu Kâdî Muhammed'in Mescid-i Câmi‘-i ‘Alî Şâh'ın hem vakıflarının korunması hem de binalarının tamiri için gösterdiği çaba ve en nihayetinde neredeyse bir buçuk asır sonra peş peşe Chardin’in, alt kısmı onarılan câminin o devirde ibadete açık olduğuna [75] ve 17. yüzyılın son yıllarında Careri’nin, Mescid-i Câmi‘-i ‘Alî Şâh'ın avlusunun halk eğlenceleri için kullanılan kocaman bir meydân (Square) olduğuna ilişkin sözleri bunu ortaya koyan delillerdir. Elbette, seyyahın At Meydânı olarak adlandırdığı aynı civardaki niteliği belirsiz diğer bir meydânın varlığını unutmamak gerekir.
13. yüzyıl ortalarından itibaren Asya ticaretinin en büyük ve başlıca transit merkezi haline gelen Orta çağ Tebriz’inin1, 14. ve 15. yüzyıllardaki cadde-sokak ağının biçimlenişinde etkili unsurlardan birinin de kervan yollarının şehre giriş güzergâhları [58] olduğundan bahsedilmişti. Tebrîz Safevî devrinde ticarî önemini, dolayısıyla dokusuna yansıyan bu niteliğini korur. Safevî Tebrîz’inde, kuzey-güney doğrultusu kentin ana omurgası olarak önemlidir; fakat, doğuda Hıyâbân bölgesinden başlayan ve 16. yüzyıldan çok da geri gitmeyen bir tarihte Muzefferîyye’nin kurulmasıyla eskisinden önemli hale gelen; yarı yolda kuzey-güney eksenine dahil olduktan sonra, Tebrîz Devlethânesi” ni de geçerek batıda Şotorbân (Deveci) bölgesinde sona eren Tebrîz’in ana caddelerinden güneydoğu- kuzeybatı ekseni, Safevî devri boyunca ona kıyasla daha ön plandadır. Güneydoğu yönünden meydâna ulaşan kısmı tarihi kaynaklarda Meydân Yolu (Râh-iMeydân) olarak adlandırılan bu caddenin, meydânı geçtikten sonra kuzeybatıda Tebrîz’den çıkıp Anadolu’ya doğru devam eden uzantısı ise, Şotorbânân Sokağı” dır. Şotorbânân Sokağı (Râh-ı Kûçe-yi Şotorbânân), Kumî’nin kaydına göre, 1585 yılındaki Tebrîz Seferi’nde Osmanlı ordusunun Tebrîz’e girmek üzere saldırıda bulundukları ilk noktadır ve aynı zamanda iki taraf arasında meydâna gelen savaşlar ardından Osmanlı ordusunu kuzeybatından Sâhibâbâd Meydân!na ulaştıran güzergâhtır. Meydân Yolu (Râh-i Meydân) 1539-40’da Membre’nin, Sâhibâbâd Meydânı’nın doğusunda konumlanan Kayserîyye çevresindeki ticarî merkezden ilerleyerek meydânı geçip —ki söz konusu meydân Sâhibâbâd’tan farklı bir meydândır— doğuya doğru “Begüm1” adıyla anılan bâzâr içinden Gök Mescid’e ulaştığı; devamındaki düz yoldan sonra küçük bir köprüyü geçerek Horasan ve Irak yolları üzerinden şehirden çıktığı ve yirmi yıl sonra 966/1559’da Kayserîyye Bâzârina girip, Hıyâban mevki olarak da adlandırılan Çerendâbdaki ordugâhına giden Osmanlı şehzâdesi Bâyezîd tarafından kullanılan yol1 ile özdeş olmalıdır.
Meydân Yolu'nun (Râh-i Meydân) Hıyâbân olarak adlandırılan Tebrîz’in güneydoğusundaki uzantısı hakkında ise Safevî devri için tespit edilebilen kayıtlardan ilki, Hülasatü’t-Tevârih’de yer alan ve Şah İsmail’in tahta çıktığı senenin sonunda Tebrîz’de vefat eden Münşî Hvâce Abdû’l Hoyî’nin Hıyâbân başında (der ser-i Hıyâbân) kendi inşa ettirdiği ebedî istirâhatgâhına (medfenî) defnedilmesine ilişkindir . Tihranî’nin Uzun Hasan’ın Tebrîz’e hâkim olduğu 876/1471 yılında Muzafferiyye Hanegâhı’ na çıkan bir yol (râh) olarak adlandırdığı bu yol, Şah İsmail’in tahta çıktığı 906/1501’de artık Hıyâbân olarak adlandırılmaktadır ve Kûmî’nin kaydına göre, başı, yani tarihi kaynaklarda “Ser-i Hıyâbân” olarak geçen bölümü, Muzafferiyye Buk‘ası civarındadır. Hıyâbân’ı henüz tahta çıkmış olan Şah İsmail’den ziyade Foruten’in de ifade ettiği gibi, şehir etrafında bağ düzenlemesinin geliştiği ve iki tarafı ağaçlandırılmış caddelerin (hiyâbân-i muşeccer) oluşmaya başladığı Türkmen döneminin, yani Akkoyunluların bir ürünü olarak görmek daha uygundur.
Hıyâbân’a dair bir sonraki kayıt, 919/1513-14 kışında Şah İsmail’in üvey kardeşi Süleyman Mîrzâ’nın öldürülmesiyle neticelenen isyan vakası ve Tebrîz ele geçirmeye kalkıştığı sırada gelişen olaylara ilişkindir ve olaylar sırasında Süleyman Mîrzâ’nın Tebrîz’e geldiğini duyan Tebrîz hâkimi ve Tebrîzliler Süleyman Mîrzâ’nın şehri ele geçirmesini önlemek amacıyla buzla kaplanması için şehrin sokaklarına (kûçehâ-yi şehr) su dökerler; Süleyman Mîrzâ, ordusu ile Hıyâbân’a (enderûn-ı Hıyâbân) girdiğinde bir rivayete göre hânların [?] çatısından1, diğerine göre ise Hıyâbân"ın duvarlarını [?] delip , ok ve tüfekle Süleyman Mîrzâ’nın ordusuna karşı koyarlar. Hıyâbân Yolu (Râh-ı Hıyâbân) aynı zamanda, 1585 yılında Tebrîz’in Osmanlılar tarafından fethedilmesinden hemen sonra Tekelû ve Türkmenlerin Emîr Hân’ın kan davası için Tebrîz’e gelmeleri olayında Şehzâde Hamza Mîrzâ’nın ordusundaki bir grup nöbetçinin başına (ser-i Hıyâbân) kadar sürekli devriye gezdiği; bu olaydan kısa bir süre sonra Şâh ve Şehzâde’nin toplarla dolu arabalar ve topçularla donanmış bir ordu ile şehirden çıktıkları; Tebrîz Beylerbeyi Ali Kuli Hân’ın, ölüm haberinin yalan olduğunu kanıtlamak üzere süslenip, atlanarak dostlarıyla başına (ser-i Hıyâbân) kadar gidip, halka ve tüccarlara kendini gösterdiği; başarılı olamayacaklarını anlayan Safevî ordusunun Tebrîz’i terk ederek Fehusfenc tarafına gitmek için izlediği ve Tebrîz’i Osmanlılardan almak üzere şehre gelen Şah Abbas’ın Tebrîz halkı tarafından başında (ser-i Hıyâbân) karşılandığı ve ihtişamlı bir şekilde Şenb-i Gâzân’a gittiği güzergâhtır 8. Bundan çeyrek asır sonra İskender Beg Münşî, 1017/1608-09 yılında Celâlî liderler ve taraftarlarının Safevîlere ilticası vakasında, Tebrîz’in 3 fersah (yak. 9 km) güneydoğusunda bulunan Fehusfenc tarafından gelen vezîr Hatem Beg’i görmeyi arzulayan Tebrîz ve civarından büyük bir kalabalığın şehrin Hıyâbân olarak adlandırdığı ana caddesinin başını (ser-i Hıyâbân) tamamen kapattığından bahseder. İskender Beg Münşî’nin kaydına göre,
Hıyâbân" ın başından şehir merkezine kadar 2 mîl (yak. 3,5 km) mesafe vardır ve bu sırada caddenin tamamında iki taraflı olarak Celâliler dizilirler1.
Öte yandan Safevî devrinde Kayserîyye ile şehrin güneydoğusuna düşen Gök Mescidi doğrudan birbirine bağladığı anlaşılan bu caddenin, daha önce de bahsedildiği gibi, Mihrân-rûd Nehri’nin meydân ile eski bâzârı (Râste Bâzâr-ı Kâdimî) birbirinden kopardığı Tebrîz’de Kayserîyye ile entegre ediliş biçimi soru işaretidir . Sâdıkîyye vakfiyesi, bir Pûl-Bâzâr, ya da Köprü Râstesi"nin en geç 15. yüzyılın sonlarından itibaren meydân ile eski bâzârı birbirine bağladığını ortaya koyarsa da , meydânın en doğu ucundaki Kayserîyye" nin bu bağlantıya oldukça uzak olduğu kesindir ve eski bâzâr ile bağlantısı sorusuna cevap veremez. Bu noktada belki de en faydalı bilgi, geç bir devre ait olmakla beraber Alman seyyah Franz Kaspar Schillinger’den gelir. Schillinger’e göre, Tebrîz’de “sokaklardan sokaklara, bundan ötekine, şehrin büyük bölümü üstü örtülü olarak bir baştan bir başa [kesintisiz] katedilebilir”. Özetle, bu çapta bir mega strüktür söz konusu iken, her bir bağlantıyı, ana bağlantı dahi olsa, tespit etmenin ne derece güç olduğu açıktır. Safevî Tebrîz’inde ulaşım ağına dair kroniklerde bulunabilecek bundan başkaca bilgiler sıklıkla adından bahsedilen, Hıyâbân yolu ve söz konusu yolun başına (sırasıyla râh-ı Hıyâbân ve ser-i Hıyâbân) ilişkin önemsiz atıflardan ileri gitmez. İstanbul’da Divân Yolu"nda gerçekleştirilen bayram alayı gibi kutlamalara, güzergâhtaki evler ve kamu binalarının aydınlatıldığına ilişkin atıflar ise, Safevî devrinde Tebrîz’in adından en çok bahsedilen caddelerinden Hıyâbân’da dahi yoktur.
Tebrîz’i Şehrek-i Gâzânîyye ya da Şenb-i Gâzân ve Şehrek-i Reşîdîyye, diğer adıyla Rab‘-i Reşîdî"ye bağlayan 14.-15. yüzyılda doğu-batı yönünde Tebrîz’in tam ortasından geçen ana caddesi (hîyâbân-i aslî), diğer caddeler gibi önemini koruyor olmalıdır. Zira hasar görmeye ve yavaş yavaş terkedilmeye başladıkları 17. yüzyılın ilk yarısından sonra da, Tebrîz’i ziyaret eden Avrupalı seyyahların uğrak yeri olan bu iki şehircik Tebrîz’e bağlı mahalleler olarak mevcudiyetlerini sürdürmeye devam ederler. Tebrîz Bâzârı’nın şehrin büyük bölümünü kapladığı anlaşılan Safevî Tebrîz’inde, talî yoların oluşturduğu kent içi yol ağının durumuna gelince; arazi sınırlarının şer‘î hukuk ile korunduğu göz önüne alındığında Safevî devri öncesinde ve Safevî devri boyunca mevcut doku önemli ölçüde korunmuş olmalıdır. Tebrîz’in kent içi yol ağından bahseden nadir seyyahlardan Membre, 1539-40’da gördüğü Tebrîz’in sokaklarının çok dar olduğundan bahseder1. Benzer bir tespiti ondan neredeyse iki asır sonra Tebrîz’in sokaklarının dar ve düzensiz olduğunu bildiren John Bell yapacaktır ki aslında her ikisinin de Tebrîz’in dağlık ve düzensiz topografyasından kaynaklanan ve onu İran coğrafyasındaki çoğu şehirden ayırarak Isfahan, Meşhed ve Rızâ’îye ile aynı gruba yerleştiren bir niteliğinin Safevî devrindeki sürekliliğine işaret ettiklerine ise hiç şüphe yoktur. Membre’den çeyrek asır sonra Venedik elçisi D’Alessandri, 16. yüzyılın sonlarında şehirde 45 tane sokak bulunduğunu ve her birinde, her sokağın bir bahçe olduğunu düşündürecek derecede koruluk görüldüğünü kaydeder. D’Alessandri, muhtemelen sur dışında yer alan ve “kûçe bâg” olarak adlandırılan bağlık mahallerdeki sokaklardan bahsediyor olmalıdır, zira daha önce de bahsedildiği gibi, Meydân Çây’ın içinden geçiyor olmasına karşın, şehir merkezinin bulunduğu bölgede, özellikle erken yüzyıllarda hüküm süren kuraklıktan dolayı Tebriz’de, Muhammed Şah Kaçar saltanatına (1250-64/1834-48) kadar, kıymetli olan suyun ziyan edilmemesi amacıyla halkın şehir içinde ağaç dikmesi yasaklanmıştır [53]. Şehir merkezinin büyük bölümü Schillinger’in de bildirdiği gibi üstü örtülü sokaklardan oluşmaktadır. Aslında bunun 17. yüzyılın son çeyreğinde Chardin ile beraber Tebrîz’e gelen Fransız ressam Grelot’un yaptığı Tebrîz gravürü ile çelişen bir yanı da yok değildir, fakat Grelot’un Tebrîz merkezinde resmettiği ağaçlık ve yeşil alanları daha ziyade Tükel’in MM’de tespit ettiği gibi, Matrakçı’nın câmi, medrese, saray gibi önemli yapıları resmettikten sonra kalan alanı biçimsel yapıyı bozmayacak şekilde sivil mimari örnekleri ile doldurmasına, yani bu yolla sur içindeki alanı anlamlandırmasına [39] benzetmek mümkündür. Grelot’un tasviri dikkatle incelendiğinde, şehir merkezini kaplayan Tebrîz Bâzârı’nı ihmal ederek yerini sivil mimarî unsurları temsil ettiği anlaşılan, birbirinin tekrarı niteliğindeki bahçeli küplerle doldurduğu dikkat çeker. (Şekil 3.87, 3.88) Kaldı ki, şehri bir ağ gibi saran kanâtlar ve kanât-yol ağı ilişkisi düşünüldüğünde, söz konusu yeraltı su yollarının kent içinde bu derece büyük alanlara yayılan yeşilliklere teknik olarak müsaade edip etmeyeceği tartışma konusudur. Safevî devrinde de önceki yüzyıllarda olduğu gibi Tebrîz’in merkezini kaplamaktan çok, çevresini saran yeşil bir kuşak söz konusudur.
Şekil 3. 87 Grelot’a göre, Bâzâr-ı Tebrîz’in bulunması gerekli şehir merkezi [75]
Şekil 3. 88 MM’de Boşluk doldurmak üzere kullanılan konutlar [41]
Su Yapıları
Tebrîz’de en geç 10. yüzyılın ortalarından itibaren kayıtlara geçen ve yüzyıllar boyu yeni unsurların eklenmesiyle aşama aşama daha da gelişen; (1) şehrin kapılarına ulaşan ana su yolları (memerr) ve onları toplayıp dağıtan maksemler (2) kanâtlar (kâhriz) (3) kent içindeki taş su kuyuları (serçâh), (4) sarnıçlar (sikâye), (5) çeşmeler (hânîhâ, çeşmehâ) ve (6) hayvanlar için yerleştirilmiş özel taş havuzlardan (hovz) oluşmuş devasa bir su temin ağının Safevî devrine ulaştığını öngörmek güç değildir. Safevîlerin, söz konusu ağa katkıları ise büyük ölçüde belirsizdir. Safevî devrinde, vakfiyelerdeki az sayıda kayıt hariç, kroniklerde “kanât” sözcüğünün geçtiği neredeyse her bir kaydı Osmanlı-Safevî mücadelesi ile ilişkilendirmek mümkündür. 1514’de Yavuz Sultan Selim’in Tebrîz’e gelişini bu genellemenin dışında tutmak gerekir, zira Safevîlerin Osmanlıları iaşesiz bırakmaya yönelik savaş taktikleri henüz geliştirilmemiştir. Ancak Şah Tahmasb devri ile birlikte Tebrîz’deki kanâtlar ve su yolları hakkında sıklıkla okunacak ilk şey, Osmanlıları susuz bırakmak üzere Osmanlılar daha şehre ulaşmadan kanâtların tahrip edildiği olacaktır1. Belki de bundan dolayı, İran’ın orta kesimlerinde yer alan Yezd şehri gibi kanât sistemi bilimsel araştırmalarda tespit edilebilmiş şehirler olduğu halde, Tebrîz’deki tarihi kaynaklarda bahsi geçen yüzlerce kanâttan tek bir tanesini dahi coğrafi olarak konumlandırmak neredeyse imkânsızdır . Tebrîz’i, özellikle 1640’lı yıllardan itibaren yerle bir eden şiddetli depremlerin buna katkılarını unutmamak gerekir. Bu bağlamda söz konusu sistemin Safevî devrindeki durumunun, önceki yüzyıllarda olduğu gibi, en azından yazılı kaynaklar üzerinden tespiti yöntem olarak benimsenebilir, ancak Safevî devrinde tesis edilen başlıca vakıfların ulaşılabilen vesikalarının çizdiği tablo 14.-15. yüzyılın tam aksinedir ve ufak bir iki atıf dışında faydalı bir bilgiye rastlanmaz. Nâdir Mîrzâ’nın, Tebrîz’in kanâtlarına dair 19. yüzyıl sonlarına tarihlenen kayıtlarını ise erken devirlerle ilişkilendirmek, birkaç istisna hariç aynı derecede güçtür.
Tebrîz’in su yapılarının erken Safevî devirindeki durumuna ışık tutan ilk kayıt, Venedikli bir tüccara aittir ve onun tabiriyle, 16. yüzyılın ilk yıllarında Tebrîz’de “ bütün her yerde, suyu yeraltındaki kanallardan gelen çeşmeler vardır”. 16. yüzyılın ilk çeyreğinde Tenreiro, Mihrân-rûd’un suyunun yolların tamamı boyunca yer altındaki kanallar aracılığıyla nakledildiğini, her bir yolda ihtiyaç oldukça suyun akıtıldığı birtakım nozullar ve belirli yerlerde taş kilitler olduğunu bildirir. Kış mevsiminde sıcak akan su yüzeye çıktığında buza dönüşmekte, buz ise yeraltına inşa edilen birtakım yapılarda (yehçâl ya da yehçâh) muhafaza edilmektedir. 1548’de Tebrîz Seferi sırasında şehri gören D’Aramon ise, Tenreiro gibi, Sehend Dağı’ndan doğan Mihrânrûd Nehri’nin suyunun, su kemerleri ve kanallar ile çekilerek şehrin tamamına dağıtıldığını yazar. 998/1590 tarihli Tebrîz Beylerbeyi Ca‘fer Paşa"nın tesis ettiği vakfın ‘akârları arasında ise, yalnızca çok genel olarak Veycû Mahallesi’nde bulunan Bâg-ı Mîrzâ Ali'ye bağlı kanâtlar; Siyâbân [Hıyâbân] mevziinde bulunan Bâg-ı ‘AliBeke ait kanâtlar ve Hoşk-Râh bulunan meyve ağaçları, üzüm bağları ve bunlara bitişik dizeçteki kanâtlardan söz edilir1.
Aynı yüzyılın sonlarına doğru Âşık Mehmed, Özdemiroğlu Osman Paşa’nın 1585 yılındaki Tebrîz Seferi ile ilgili kayıtlarında “medîne-i Tebrîz’de serâdîb-i ‘azîme vardur ve miyâh-ı Tebrîz kanavât ve kârîz ile bu serâdîbden güzerân ider” sözleri ile Tebriz sularının kâhriz ve kanâtlar vasıtasıyla geçtiği “Serâdîb-i Tebrîz” olarak adlandırılan büyük bir serdâbtan bahseder . Evliyâ Çelebi’nin kaydına göre, Özdemiroğlu Osman Paşa’nın temizlediği bu büyük serdâb, Tebriz’in kuzeydeki mahallelerinden Serdâb’dadır. Esasen hem Âşık Mehmed hem de Evliyâ’nın Serdâb olarak adlandırdıkları yapı ile, kanâtlar aracılığıyla gelen suyun toplanıp, şehre dağıtıldığı bir tür maksemi kastettiği açıktır ve muhtemelen Serdâb [Maksemi] Rab‘-i Reşîdî’nin su temini ile ilgili vakıfları arasındaki şehre akan “sol” su yolunun (Memerr-i Eyser ya da Memerr- i Surhâb) parçası olarak Dervâze-yi Rûm civarında tasarlanmış olan maksem (maksemî ‘adl) [53] ile özdeştir.
17. Yüzyıl-18. Yüzyılın İlk Yarısı
“Çünkü Dâru’s-saltana Tebrîz ’de su baskını ve sel felaketinden dolayı çok sık tahribat zuhur etmiş ve eski çiftlikler yerle bir olmuştu, madem ki o [Şah Sefî] bizzat bu bölgede konmuştu, en iyisi, şehirde artık tahribat ve yıkım oluşmasın diye, su taşkınları için bir kanal kazılması ve yollar ve nehir yataklarının taş ve harçla sınırlanmasıydı ”.
Hülâsatü’s-Siyebdeki kayda göre, böylece Şâh Sefî’nin emri ile, 1 Zilhicce 1043/29 Mayıs 1634’de kûrçîler, gulâmlar, âkâlar ve sarayın tüm çalışanları (‘amele-i buyûtât) kanalın inşası ile görevlendirilir ve herkesin bir kısmını kazdığı Tebrîz’deki kanalın inşası kısa süre içinde tamamlanır1. Şâh Sefî’nin inşa ettirdiği bu kanalın mahiyeti ya da güzergâhı hakkında ilave bir bilgi yoktur.
Tebrîz’deki kanalın inşasından kısa bir süre sonra Tebrîz’e gelen Kâtib Çelebi, Sehend Dağı’ndan gelen Mihrânrûd Nehri’nin yüz kadar yer altı kanalına bölündüğünü kaydeder . Çağdaşı Evliyâ Çelebi’nin aynı şekilde Sehend Dağı’ndan geldiğini kaydettiği Tebrîz’deki kanâtlara ilişkin verdiği bilgiler esasen büyük ölçüde Mustevfî’nin tekrarı niteliğindedir ve kendi devrini yansıtmaz, bununla beraber Tebrîz’in 1040 adet olduğunu bildirdiği gösterişli sebilhanesi arasında Safevî hanedanını yansıtan isimler dikkat çeker. Evliyâ’nın adını verdiği şehirdeki meşhur sebiller, Gül Rüstem Han Sebîli, Şah İsmail Sebili, Kör Hüdâbende Sebili, Hoca Şah Sebîli, Rıza Sebîli ve Yâr Ali Sebîlfdir [78], [79]. Evliyâ aynı zamanda şehirdeki evlerde bazıları otuzar-kırkar meliki zira‘ (yak. 20m-27 m)5 derinlikte, bazılarının suyu kış aylarında ılıkça, yazın ise soğuk olan 7.000 kuyu bulunduğunu bildirir [78], [79]. 17. yüzyılın ikinci yarısından itibaren 18. yüzyılın ilk yarısındaki kısa süreli Osmanlı hakimiyeti de dahil olmak üzere eldeki vakıf kayıtlarında yer alan Tebrîz’deki su yapılarına dair bilgiler ise yok denecek kadar azdır. Bunlardan Mîrzâ Sâdık tarafından inşa ettirilen Bâzâr-ı Sâdıkîyye’deki hamâm, kervansaray ve kahvehâne’ye doğru akan “Kanât-i AliKuli Hân'” ve Surhâb Mahallesi’ne doğru akan İshâkâbâd Suları “Miyâh-ı İshak Âbâd” 1077/1667 tarihli Evkâf-ı
Sâdıkîye”nin ‘akârları arasında adından bahsedilen kanâtlardır. Evkâf-ı Sâdıkîye”nin ‘akârları arasındaki kanâtların azlığı bir yana, 17. yüzyılın başlıca vakıflarından 1087/1676-77’de tarihli Evkâf-ı Tâlibbîyye ile 1090/1679-80 tarihli Zahirîye'mn' vakıf ‘akârları arasında kanât benzeri su yapılarına hiç rastlanmaz. Bu tespiti 18. yüzyılın ilk yarısında Tebrîz Beylerbeyi Hekim-oğlu Ali Paşa tarafından tesis edilen Evkâf-ı Hekimoğlu Ali Paşa için tekrarlamak mümkündür .
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar