Şatahat
Hazırlayan:
Akif DURSUN
Şatahat
veya şathiyye, ş-t-h (c^) kökünden türeyen bir kelimedir. Bizim
tesbitimize göre bu kelimenin hem lügat manası hem de ıstılahî manası hususunda
ilk açıklama yapan kişi Ebû Nasr es-Serrâc (v. 378)’dır. el-Mektebetü’ş-Şâmile’de
yaptığımız taramaya göre, ondan önce yazılan kitaplardan sadece Cahız’ın (v.
255) el-Hayevân kitabında şataha ( ) kelimesi geçmektedir.
Burada “hareket ettirmek, kaldırmak” manasına kullanmıştır.[1] Tesbit
edebildiğimiz ilk kullanım budur. Lügat ve mucemlerde ise bu kelime, özellikle
de Serrâc’ın kullandığı manada, kendine yer bulamamıştır.
Dil üzerine yazılan kitaplarda şataha kökünden türemiş
kelime olarak ilk tespit ettiğimiz Sâhib b. Abbâd’ın (v. 385), el-Mulıîl fi’l-luğa adlı eserindeki şittıh (£M)
kelimesidir. Burada Halil b. Ahmed’in (v. 170),
eserine bunu almadığını, el-Harzencî’nin[2] oğlak
sıkıştırıldığında şittıh (^-M)[3]
dendiğini aktarmış; ancak ihmali daha uygundur, demiştir.[4] Ondan sonra
Firûzâbâdî (v. 817), şittıh (jM) kelimesini Kâmus"una almış ve aynı
manayı vermiştir.[5]
Kâmus’u şerheden Zebîdî (v. 1205),
bazı sarf âlimlerinin bu
kelimenin ses
isimlerinden olduğu görüşünde olduklarını söylemiş ve şeyhinden sûfîlerin
şatahat kelimesini “sûfîlerden gaybubet halinde Hakk’ı müşâhede halinin galip
gelmesiyle, Hak’tan başkasının şuurunda olmayarak sadır olan, “Ben Hakk’ım,
cübbemin altında Allah’tan başka bir şey yoktur” gibi sözlerdir” şeklinde
tanımladığını; ayrıca Şeyh Senûsî’nin, “bu kelime lügat kitaplarında
bulunmamaktadır. Sanki ammiceye (halk diline) benziyor” dediğini aktarmıştır.[6]
Kahire
Arap Dil kurumunun hazırladığı el-Mûcemü’l-Vasîtte ise “gidişat ve sözde
uzaklaşmak ile salıvermek” manası verilmiştir.[7] Çağdaş
yazarlardan Ahmed Muhtar (v. 2003), ilk dönem dil kaynaklarında kelimenin bu
manası ile yer almadığını, çok büyük ihtimalle kelimenin “uzak oldu”
manasındaki şehata (kâû) kelimesinden muarreb (harflerinin yerinin
değiştirilmiş) olduğunu söylemektedir.[8]
Serrâc’ın
(v. 378) açıklamasına göre ise şatah, Arap dilinde hareket manasına
gelmektedir. Ona göre, içinde unlar çok hareket ettiği için un konulan yere
miştah denmiştir. Ayrıca dar bir nehre çok su gelip de etrafına taşarsa “su
nehirde taştı (şataha)” ifadesi kullanıldığını söylemektedir.[9]
Miştah’ın
bu manasına hatta kelimenin kullanımına hiçbir kitapta rastlanılamamıştır.
Ancak miştah lakaplı bazı râvîler bulunmaktadır. Yalnız mistah ) kelimesine Farsçada miştâh ve miştah
denildiği kaydedilmiştir. Mistah da “kurutmak için ekin ve buğday konulan” yer
manasına gelmektedir.[10]
“Su nehirde taştı (şataha ” ifadesine de hiçbir kitapta rastlamadık. Arapçada
böyle bir kullanım varsa bile elimizdeki dil kitaplarında yer almamaktadır.
Dozy,
şataha kelimesi için çok sayıda mana aktarmıştır. Burada Serrâc’ın verdiği mana
tekrar edilmiş, ayrıca, bir şeyden çıkmak manası da verildiğini; halk arasında,
uzak olmak ve bir kişinin kafa üstü yatması manasına kullanıldığını, Mağrip’de
şath kelimesinin dans için; şettâh kelimesinin dansözler için kullanıldığını,
şettah’ın aynı zamanda değirmen manasına geldiğini yazmıştır. Sûfîler arasında
yaygın manaları da vermiştir.[11]
Şataha
kelimesinin kendisinden muarreb olduğu şehata (k^û) ise uzak olmak manasınadır.
Eş-şaht (k-âLJl), her durumda uzaklık manasına gelir. Eş-Şahta ÇAâ Jl)
devenin göğsünde çıkan ve tedavisi olmayan hastalığa denir. Mişhat (kâu-ll)
üzüm çubuğunun yere değmemesi için altına konan küçük değneğe denir.
Et-Teşahhut ( kâ >»3tl) kanın düzensiz akması (tansiyon yükselmesi)
demektir. Çocuk gebelik kesesi içinde kıpırdandığında da “ ” denir.[12] Şehata’nın
boğazlamak (zebh) manası da vardır.[13] Pazarlıkta
haddi aşıp ifrata gitme ( ) için de kullanılır.[14]
Asım
Efendi, şıttıh kelimesine “erkek oğlağı zecr (zorlama) ve azarlama sesi”
manasını[15]
verirken şehata kelimesi için şu manaları vermiştir: Uzak olmak, şerbete azca
su karıştırmak, boğazlamak, satıcı eşyanın son kıymetini istemek ve kıymetinde
haddi ve ölçüyü aşıp haktan uzaklaşmak, birini geçip ondan uzaklaşmak, asmanın
çubuklarını kaldırmak için konulan dayak, doldurmak, kuş çığırmak, akrep
sokmak, süte çok su katmak, kuş pisliği, gövdede olan ıztırab (tansiyon
yükselmesi).[16]
Buradan
anlaşılan şataha kelimesi şehata kelimesinin harflerinin yer değiştirilmesi ile
halk dilinde oluşan bir kelimedir. Şehata kelimesinden türeyen kelimelerle
şatah kelimesinin manaları arasında da bağlantı vardır. Çünkü şatah kişiyi
gerçeklikten uzaklaştırmakta, sınırı aşmasına neden olmakta, kişinin vecd
sırasında tansiyonu yükselmekte ve içine dolan şeyle ıztırap çekmektedir.
Ayrıca şehata kelimesinde kıpırdanma, hareket etme manaları da vardır.
Miştah
kelimesi de büyük ihtimalle İran bölgesinde mistahın söylenişidir. “Su nehirde
taştı (şataha) 2” ifadesi de “pazarlıkta
haddi aşıp ifrata gitme ( ” ifadesinden
mülhem olmalıdır. Serrâc, Tuslu olduğundan bölgesinin kullanımı üzerinden şatah
kelimesini değerlendirmiş olmalıdır.
Şatah
kelimesi ıstılahî olarak, “Sûfînin sekr, vecd, cezbe, galebe, inbisat,
istiğrak, cem‘, fenâ ve tevhîd-i zâtî gibi kendini kontrol edemediği tasavvufî
haller içinde söylediği sözler” şeklinde tanımlanmıştır[17]. Serrâc,
“vecdin tanımlanması sırasında, vecdin, kuvvetiyle taşması, galebesi ve
galeyanı ile sarsması neticesinde (söylenen) garip karşılanan ibareler”
şeklinde tanımlamıştır.[18]
Cürcanî
“mârifet ehlinden ellerinde olmadan sadır olan, benlik (ya da bönlük) ve iddia
kokusu taşıyan sözler olarak” tanımlamakta; şatahın muhakkiklerin zellesi
olduğunu, çünkü ilahî izin olmadan ârifin kendisini açığa çıkardığını
söylemektedir.[19]
Buradan
anlaşıldığı kadarıyla şath, terminolojik olarak, vecd ve istiğrak halinde bir
takım güçlü tecellilere maruz kalan kalbin harekete geçip, sarsılmasını ifade
etmektedir. Bu halde iken sûfî, kalbi sarsılıp taştığı için, dinleyenin garip
karşılayacağı sözler söyler.[20]
Bu sözler çok kere akla, şer’î ilkelere aykırı olur.
Şatahat
konusunu ilk olarak kitabına alan ve genişçe inceleyen Serrâc’tır. Büyük
ihtimalle şatahat/şathiyye kelimelerinin terimleşmesi de onun sayesindedir.
Târifinden de anlaşıldığı üzere Serrâc, şatahatın sûfîlerden elde olmadan sadır
olduğu kanaatindedir. Ona göre bu sözleri ancak ilimde derinleşmiş olanlar
anlayabilir. Bu sebeple ilk elde garip geldi diye sözü de söyleyeni de inkâra
kalkışmamak gerekir. Allah’ın veli kulları kendi hallerine göre söz söylerler.
Bir hal ve makamda iken ondan daha üstünü yok zanneder ve bunu dile getirmeye
çalışırlar. Sonra o makamı geçerek daha yükseklere varırlar. Serrâc’a göre bu
hallerde söylenen sözleri değerlendirmek, eksiklerini, doğrusunu yanlışını
söylemek ancak o halleri yaşayan, ilmi ameli onlardan üstün olanların harcıdır.
Bu yola girmeyenlerin, onların hallerini yaşamayanlara düşen bunları inkâr
etmeyip o kişilerin hallerini Allah’a bırakmalarıdır.[21]
Serrâc,
Rasûlullah’a üç tür ilim verildiğini bunlardan birincisini herkese
açıkladığını, ikincisini sahabeden bazı kişilere açıkladığını, üçüncüsünü ise
hiç kimseye açıklamadığını söyleyerek hiç kimsenin her ilme vâkıf olamayacağını
söylemektedir. Buna göre de bir kişi kalkıp havastan birinin sözlerini
anlayamayınca inkâr edip, onu küfürle ithama kalkışmamalıdır. Çünkü bu kişiler
havassın hallerini yaşamaktan ve onların derecelerine ulaşmaktan uzaktırlar.[22]
Bu açıklamalara ve savunmaya rağmen Serrâc, şatahın kemal ehlinde çok az
bulunduğu, bunun sülukun başlangıcında olduğu kanaatindedir. Temkine
ulaşanlarda bu hal görülmez.[23]
Serrâc,
Bayezid el-Bistâmî, Şiblî, Ebu’l-Hüseyin en-Nûri ve Ebû Hamza es-Sûfî’nin
şatahat kabili bazı sözlerini açıklamış ve tevil etmiştir. Bunlar arasında
meşhur olarak Bayezid’e isnad edilen “bu cübbenin altında Allah’tan başkası
yoktur” cümlesi yoktur. “Sübhânî / şanımı tesbih ederim” sözünün tevilini
yapmış ancak ona isnadını kabul etmemiştir.[24] Kendi
zamanında Bayezid’in şathiyelerini kendi bâtıllarına mesnet yapmak isteyenler
olduğu gibi bu sözleri nedeniyle küfre nisbet eden insanlar olduğunu da
söylemiştir.[25]
Serrâc
burada bir kaide de vermektedir: “Azâları, ilim ve edeb kayıtlarına bağlı
âlimlerden nakledilen, idrâkin hemen kavrayamadığı dedikodu ve ta’nı
gerektirecek söz ve hikâyeler, ilim ehli için bir zelle, hikmet ehli için bir
sürçme, akıl sâhipleri için bir hatâ olarak değerlendirilmelidir.”[26]
Serrâc’ın
tevil ettiği söz ve davranışlara bakınca bunların en azından bir kısmının sekr
halinde değil de akıl başta iken söylendiği ve yapıldığı anlaşılmaktadır. Bu da
Serrâc’ın ilk baştaki tanımı ile kısmen çelişmektedir.
Herevî
(v. 481), tasavvuf ve makamlar hakkında söz söyleyenleri sıralarken bir
kısmının, haline mağlubun şatahını makam gördüğünü söylemiştir.[27]
Sekînet menzilini açıklarken de sekinetin üçüncü derecesinin haddi aşan şatahı
engellediğini söylemiştir.[28]
Bunlardan anlaşılan Herevî şatahı bir makam görmediği gibi, derecesi
yükselen müridin bundan uzak duracağı, dolayısıyla şatahatın sülukun başındaki
kişilerde olacağı kanaatindedir. İbn Kayyim’in şerhi de bu minval üzeredir.[29]
Gazzâlî
(v. 505/1111), şatahâtı iki kısımda ele alır: Birincisi, Allah aşkı hususunda
uzun ve derin iddialarda bulunan, zâhirî amellere ihtiyaç olmadan vüsul olacağı
iddiası taşıyan sözlerdir. Bunu bir grup ittihad ve Allah’la doğrudan
görüştükleri iddiasına kadar götürmüş, kendilerini Hallâc ve Bâyezîd’e
benzetmişlerdir. İnsan tabiatının bu gibi sözlerden hoşlandığını söyleyen
Gazzâlî bu çeşit ifadeleri, özellikle avâm için zararlı görür ve devrinde çok
sayıda çiftçinin bu tür sözlerin peşine takılarak işlerini bıraktığını söyler.
Ona göre, cahilce bu tür sözleri söyleyenlerden birini öldürmek on kişiyi
diriltmekten faziletlidir. Diğer taraftan, Bâyezîd’den nakledilen “sübhânî”
sözünü onun söylemiş olamayacağını, rivâyetin sahih olmadığını ama eğer
söylemişse bu sözlerini, ancak Allah’tan hikâye yoluyla söylemiş olabileceğini
kaydetmiştir.[30]
İkincisi
ise, anlaşılması zor, hiçbir faydası olmayan üstü kapalı ifadelerdir. Bu
ifadelerin zâhiri harikadır ancak gerisi dolu değildir. Bu da iki türlüdür: 1-
Söyleyenin kendisinin de anlamadığı sözler. Bu da söylenin aklının noksan ve
karışık olması sebebiyle dinlediğini anlamadan hayalinde kurguladığı sözleri
söylemesinden kaynaklanır. 2 - Söyleyenin manasını bildiği ancak ifade
edemediği sözler. Bu da söyleyenin ilimle fazla uğraşmaması nedeniyle, neyi
nasıl ifade edeceğini bilememesinden kaynaklanır. Her iki konuşma türünü de
caiz görmeyen Gazzâlî, “sizden
biriniz bir topluluğa onların anlayamayacağı bir söz söylerse, bu sözü
dinleyenler için bir fitne olur”1*5 ve “insanlarla
anladıkları şekilde konuşun, (anlamadıkları için) inkâr edecekleri sözleri
bırakın. Siz Allah ve Rasûlü'nünyalanlanmasını ister misiniz?”1*5
hadislerini delil getirmiştir.[31]
[32]
[33]
Gazzâlî,
şatahatın yanında bir de tâmmât’tan (^GLLİI) bahsetmiştir ki bunu “şeriatın
kelimelerini zâhiren anlaşılan manaları haricinde bâtınî manalara yormak”
şeklinde tanımlamıştır. Bâtınîlerin bu yola başvurarak büyük fitneler
çıkardığından bahseden Gazzâlî bunun da haram olduğunu ifade etmektedir.[34]
Vahdet-i
vücûd düşüncesini sistemli hale getiren bir sûfî olarak tanınan Muhyiddin
İbnü’l-Arabî, (v. 638/1240), şathiyeler konusunda oldukça ayrıntılı açıklamalar
yapmış, özellikle et-Tedbîrâtü’l-Ilâhiyye isimli eserinde, vecd
halindeki sûfînin ağlayıp inlemesini, sayhalar atmasını ve dilinden anlaşılması
güç bazı ifadelerin çıkmasını insanın ve yaşadığı vecd halinin tabiatına bağlı
olarak izah etmeye çalışmıştır.[35]
[36]
Bununla birlikte, bu tür hallerin muhakkik sûfîlerde nadiren bulunduğunu
vurgulamış, şatah için: “Kendisinde düşüncesizlik ve iddia kokusu bulunan
sözdür” demiş ve şatahât türü sözler söylemeyi sûfî için noksanlık 2858 görmüştür.
Şazelî
şeyhlerinden Zerruk (v. 899), şatahatın sülukun başındaki müridlerin sadık
olanlarında görülen bir hal olduğunu, bunu varidatın galebesi ile söyleyenlerin
mazur olduğunu ancak onlara uyulamayacağını; fakat bunu aklı başında iken
söylemenin ve buna inanarak nakletmenin caiz olmadığını söylemiştir.[37]
Münavî (v. 1031), içinde iddia bulunan sözler olduğunu ve hak bile olsa tarikat
ehlinin söylenmesine razı olmadığını söylemiştir.[38]
Şatahata
sûfîler çoğunlukla güzel bir şey olarak bakarken sûfîler haricindekiler,
genellikle olumsuz bakmışlardır. Bunların bir kısmı söyleyeni mazur görürken,
bir kısmı ölçülü olarak eleştirmiş, bir kısmı ise şiddetli eleştirip küfre
kadar varan ithamlarda bulunmuştur.
Sûfîlerin
şatahatı fıkıh kitaplarında değerlendirilmemiştir.[39] Ancak Demîrî
(v. 808), Riddet bölümünde, gaybet halindeki evliyâdan sadır olan küfre müncer
olabilecek sözlerle mürted hükmü verilmeyeceğini söylemiş, İzz b.
Abdisselam’ın, “ben Allah’ım” diyen velinin şer’î tazir ile tazir edilir,
dediğini aktarmıştır.[40]
Şatah
kelimesi Akâid kitaplarında ilk olarak İsferayânî’nin (v. 429), el-Fark
beyne ’l- Firakında Hallâciyye grubunu açıklarken geçmiştir. Buradaki târife
göre, “bir yönüyle güzel bir yönüyle çirkin söz söylemektir.”[41]
Şatahatı eleştirenlerden İbnü’l-Cevzî, şatahat için ayırdığı bölümde büyük
oranda Bayezid-i Bistamî’nin sözlerini aktarmış ve eleştirmiştir. Ancak bu
sözlerin ne kadarı Bayezid’e aittir belli değildir. Kendi de zaman zaman bu
sözün nakli sahihse diye kuşkusunu belirtmiştir. Bu sözlerden bir kısmı çok
tehlikeli ve tevili zor sözlerdir. Bu sebeple bir kısmının kişiyi küfre
götürecek sözler olduğunu söylemiştir.[42]
Şatahat
konusunda daha yumuşak görüşlere sahip olan İbn Kayyim (v. 751), şatahat ve
tâmmât’ı şeytanın cahil sûfîlerin kalbine attığı hilelerinden biri görmektedir.
Onlara hayaller göstermekte ve sanki ilmin ötesinde hakikatleri gözle
görecekleri bir yol olduğu vesvesesini vermektedir.[43]
İbn
Kayyim, Allah sevgisinin kalpte galip gelip tamamını kaplaması ile kişinin
sanki Allah’ı görüyormuş ve müşâhede ediyormuş gibi hissettiğini, eğer Allah
hakkında sahih bir bilgisi yoksa, hululün kapısının açılabileceğini, kişi
kalbini kaplayan muhabbet sebebiyle elinde olmadan “sübhânî, cübbemin altında
Allah’tan başka bir şey yok” gibi şathiyeler
diyebileceğini
söylemekte; nihayetinde bu kişilerin sekirleri sebebiyle mazur olduğu, çünkü bu
halde iken temyizlerinin kalmadığı kanaatini belirtmiştir.[44]
İbn
Kayyim, sûfîlerin şatahatının iki grup için fitne olduğunu söylemektedir: 1-
Şatahat sebebiyle sûfîlerin güzelliklerini görmezden gelen, onları kabul
etmeyen, haklarında suizan ederek aşırı derecede kötüleyenler. 2- Sûfîlerin
güzelliklerine, azimlerinin kuvveti, kalplerinin temizliğine bakıp,
şathiyelerindeki ayıplarını görmeyen, onları da kabulle karşılayanlar. Bunlar
haricinde üçüncü bir grup vardır ki bunlar hakkaniyetle hareket etmiş, doğruyu
yanlıştan ayırmışlardır.[45]
İbn Kayyim, “sübhânî” gibi meşhur olan şathiyelerin kişiyi kulluk edebinden
çıkaracağını söylemiş, ancak bunu söyleyen kişinin, aklının gitmesi ve sekr
halinin galebesi nedeniyle mazur olduğunu tekrar etmiştir.[46]
Şatahatı
değerlendirenlerden İbn Haldun, şatahat türü ifadelerin sûfîlerden vecd halinde
çıktığını kabul etmiş ve gaybet halindeki kişinin mecbur ve mazur olduğunu
söylemiştir. Bu husustaki sözler üç şekilde değerlendirilir: 1- Bayezid gibi
fazileti meşhur sûfîlerin sözleri güzel bir maksatla yorumlanır. 2- Fazileti
bilinmeyen ve meşhur olmayanlar, bu tür sözler sebebiyle muaheze edilir. 3-
Vecd halinde olmadan kendine Mâlik, aklı başında iken söylenen bu tür sözler
sebebiyle de sorumlu tutulur. İbn Haldun’a (v. 808) göre Hallâc aklı başında
iken “ene’l-hak” dediği için idam edilmiştir.[47]
Selefî
çizgide olup da bu hususta görüş belirtenler ise şatahatı şiddetle eleştirmiş
ve bunları söyleyenleri küfürle itham etmişlerdir.[48] Bunlardan
bir araştırmacı, şatahatın sekr, gaybet halinde sûfinin aklı başında değilken
söylendiği iddiasını şu sebeplerle kabul etmemektedir: 1- Söylenen sözler
düzgün cümleler halinde söylenmiştir. Kendinde olmayan sarhoş biri böyle düzgün
cümleler kuramaz. 2- Tasavvuf talebeleri bu sözleri kabulle karşılamışlar,
bunlara şerhler yazmış ve yaymışlardır. Madem bunlar sekr halinde söylenen şath
ve heyezan ise o zaman neden bunlar kabul edilip tefsir ve teviline
gidilmiştir. İçinden inciler (!) çıkarılmıştır. 3- Bazı sûfî müellifler şatah
denilen sözlerle dolu kitaplar yazmışlardır. Sekr halinde nasıl bu kadar kitap
telif edebiliyorlar.[49]
Şatahat
hakkında hüküm verebilmek için bir tasnif yapmak gerekmektedir. Bu tasnifte
öncelikle şatahatın sadır olduğu kişi ve şatahat söz olarak ikiye ayırmak
gerekir. Şatahatın sadır olduğu kişi açısından İbn Haldun’un tasnifi uygundur.
Şatahat sözün kendisi açısından ise Ethem Cebecioğlu’nun yaptığı tasnif
yerindedir. O şatahatı aklî açıdan problemli ve İman-İslâm açısından sıkıntılı
sözler olarak ikiye ayırmıştır. Akıl açısından problemli olanları üçe
ayırmıştır: 1. Akla, fıtrata, edebe, insanlığa mugayir, genellikle sapık
tasavvufî gruplara mensup kişilerce söylenen sözler. 2. Yunus Emre’nin kartal
ile sineğin savaşını anlatan manzumesi gibi te’vili kolay olan şatahât
ibareleri. 3. Te’vili nispeten zor olan şathiyeler: “Çıkdum erik talına anda
yidüm üzümi /Bostân ıssı kakıyup dir ne yirsin kozumu” dizeleri gibi...
İman
ve İslâm açısından problem teşkil edenler de üç kısımdır: 1. İman açısından
küfrü gerektiren ve hiçbir şekilde te’vili mümkün görülmeyen şathiyeler. 2.
Te’vili, nispeten zor gibi görünen şathiyeler: Hallâc-ı Mansûr’un meşhur
“Ene’l-Hakk” sözü gibi. 3. Açıklaması daha kolay, daha mümkün görülen
şathiyeler: Yunus’un “Cennet cennet dedikleri birkaç köşkle birkaç huri /
İsteyene Sen ver ânı, bana Seni gerek Seni...” beyti gibi. [50]
Şatahatın
sadır olduğu kişi vecd halinde bunu söylemiş, bu halde de aklı başından gitmiş
gibi bir halde ise bu hususta bir değerlendirme yapmak yerinde olmaz. Nitekim
aşırı üzüntü ve aşırı sevinç halinde de insan ne söylediğini bilemez. Bu
hususta gelen bir hadis buna delildir:
“Sizden birinizin tevbe
etmesinden dolayı Allah Teâlâ’nın duyduğu sevinç, ıssız çölde giderken
üzerindeki yiyecek ve içeceğiyle birlikte devesini elinden kaçıran, (aramaktan)
ümidini kesip de bir ağacın yanına gelip devenin geri gelmesinden ümidini
kesmiş şekilde gölgesine uzanıp yatan, bu halde iken bir anda devesini yanında
bulunca devenin yularından tutup aşırı derecede sevincinden ne söylediğini
bilmeyerek: “Allah’ım! Sen benim kulumsun; ben de senin rabbinim”, diyen
kimsenin sevincinden daha fazladır. ”[51]
Eşref
Ali Tanevî, şatahat ehlinin mazur olduğu konusuna, Hz. Âişe’nin İfk olayından
temize çıkarıldığında gidip Hz. Peygambere teşekkür etmesi istenince verdiği:
“Ben ne ona ne de size teşekkür ederim. Ancak beraatımı indiren Allah’a hamd
ederim.”[52]
cevabını delil getirmiş ve şu yorumu yapmıştır:
“Bazı
büyüklerden nazım veya nesir olarak öyle sözler nakledilir ki onların zâhirî
sözleri bize göre ters manalar ifade edebilir. Eğer bu sözler onların genel
hallerine aşırı duygunun galip olmasından dolayı ise bu sözlere şathiyat denir.
Hz. Âişe'nin (r.a), Rasûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) için böyle
söylemesi, şathiyat türü ifadelerdendir. O'nun bu şekilde söylemesinin sebebi
şiddetli üzüntüdür. Hz. Peygamber, (salla'llâhü aleyhi ve sellem) beşer olması
ve gaybı bilmemesinden dolayı, bu hususta şüphe ve tereddüt içinde idi. Hz.
Âişe (r.a.), Hz. Peygamberin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bu ter eddüdünü
biliyor ve üzülüyordu. Bir de Peygamber Efendimizin (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) İfk hadisesinde takip ettiği yol, O’nun şüphelendiği hissini veriyordu.
Hz. Âişe (r.a) berâeti inince coştu, kendinden geçti ve böyle bir cevap
kendisinden sadır oldu. Peygamber Efendimiz de (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
onun bu sözünü ters karşılamadı. Bu hadisle ehl-i şathiyatın mazur olduğu
anlaşılmaktadır.”[53]
Kendisinden
şatahat türü bir söz sadır olan kişinin eğer yanında bulunuluyorsa vecd halinde
olup olmadığı anlaşılır. Eğer yanında değilse o zaman söyleyenin genel hali
değerlendirilir. Yani İbn Haldun’un söylediği gibi salahı, müminliği bilinen
birisi ise bunu vecd halinde söylediği kabul edilir; değilse bu iddia kabul
edilmez. Sözün içeriğine göre değerlendirme yapılır. Ancak müslüman olduğu
bilinen birini, sözünde küfre gidecek bir taraf olsa bile, hemen küfre nisbet
etmek doğru olmaz. Tevil edilecek bir tarafı varsa tevil edilir. Ebû Bekir b.
Furek’in (v. 406) dediği gibi, “bin kâfiri müslüman şüphesi ile İslâm’a
girdirmekte yapılan hata, bir müslümanı küfür şüphesi ile İslâm’dan çıkarmaktan
evladır.”[54]
Yine de böyle bir sözü söylemek caiz değildir.
Bu
sözleri normal halde söyleyen kişiler, eğer nakil tariki ile söylemiyorlarsa,
sözlerinin içeriğine göre değerlendirilirler. Bu sözler Cebecioğlu’nun
sınıflandırmasındaki gibi akıl açısından garip olan sözlerse içinde sövme,
hakaret, müstehcen sözler taşıyanlar, mekruh; bunun haricindekiler mubahtır.
İman - İslâm açısından sıkıntılı sözler ise tevili mümkün olmayanların küfür
sözü olduğuna ve bu sözü söyleyen eğ er buna tevbe etmedi ve bu itikatla öldü
ise kâfir olarak öldüğüne hükmedilir. Tevili zor olanlarda ise söyleyenin
haline göre hüküm verilir. Bu sözleri katılarak nakletmek caiz değildir. Tevili
kolay olanlarda ise tüm müminler için tevile gidilir. Bu sözleri ise doğru
tevilini anlatmadan aktarmak mekruhtur.
Burada
Serrâc’ın Şiblî ve Ebu’l-Hüseyin Nûri’nin bazı halleri için yaptığı tevile de
değinmek gerekmektedir. Bunlara göre Şiblî, bir seferinde pahalı bir elbise
giyip sonra onu çıkarıp ateşe atmış, bazen kıymetli bir kokuyu eşeğe sürer,
bazen de badem ve şekeri ateşe atarmış. Bir defasında da tarlasını yüksek
bedelle satıp ihtiyacı olduğu halde ailesine bir şey ayırmadan hepsini infak
etmişti. Ebu’l-Hüseyin Nûri de bir seferinde kendisine sattığı tarla
karşılığında getirilen 300 dinarın hepsini tek tek nehre atmıştı.
Bu
halleri, kalplerini meşgul etmemesi, Allah’tan alıkoymaması için böyle
yaptıkları şeklinde tevil eden Serrâc, dinarlar için “eğer bu dinarlar göz açıp
kapayıncaya kadar Allah’tan alıkoyacaksa vâcip olan toptan suya atılmaktır. Bu
sayede bir an önce bu fitneden kurtulmuş olur” demiştir. Bunlara delil olarak
da Hz. Süleyman’ın atlar için söylediği, “Geri getirin onları bana, tuttu
bacaklarını, boyunlarını silmeğe başladı.” (Sa’d 38/33) ayetinin, bazı
müfessirlerce yapılan, Hz. Süleyman’ın ikindi namazını kaçırması sebebi ile
atları kestirdiği tefsirini delil göstermiştir.[55]
Bu tefsirin sıhhatli olduğu kanaatinde değiliz.
İsrailiyat’tan geçen bir hikâye olmalıdır. Müfessirlerin önemli bölümü de ayeti
böyle tefsir etmemiştir.[56] Bu sebeple Şiblî ve
Ebu’l-Hüseyin Nûri’den aktarılan bu haller de sünnete aykırıdır ve israf
kapsamındadır. Hz. Peygamber, kadınların giydiği türden bir elbise giyen
sahabiyi uyardığında sahabi o elbiseyi yakmıştı. Durumu anlatınca Rasûlullah
yaptığını onaylamamış, “Keşke onu aile halkından birine giydirseydin. Çünkü
kadınların giymesinde sakınca yoktur” buyurmuştur.[57]
EHLİ TASAVVUF İÇİN FARKLI
BİR FIKIH OLABİLİR Mİ?
Bu
soru incelenirken birbirine zıt gibi görünen iki yönden incelenmesi
gerekmektedir. Önceki bölümlerde (Mutasavvıf ve fakîhlerin bazı meselelere
bakışı bölümünde) değinildiği üzere birinci yön, fakîhlerin helâl, mubah
gördüğü, işlenmesine ruhsat verdiği bazı hususları sûfîlerin hoş görmemesi,
hatta bağlılarına yasaklamaya kadar gitmesi, yani fıkhın çizdiği çerçeveden
daha dar bir çerçeve çizmesidir. İkinci yön ise fakîhlerin mekruh, hatta haram
gördüğü bazı hususları sûfîlerin mubah hatta bazen müstehap görmeleri, yani
fıkhın çizdiği çerçeveden daha geniş bir çerçeve çizmeleridir. Bir diğer yön de
fakîhlerin hakkında herhangi bir hüküm beyan etmedikleri hususta farz, sünnet,
müstehap, mekruh, haram gibi hükümler beyan etmeleri veya sünnet veya müstehap
hükmü verilen bir ameli farz/vâcip gibi değerlendirmeleridir.
Birinci
yön özellikle yeme, içme, mal mülk sahibi olma gibi hususlardadır. Yerinde
incelediğimiz gibi sûfîler mubah hükmü verilen bir kısım nimetleri kendilerine
yasaklamışlar ve bunu yollarının gereği görmüşlerdir. Burada iki mesele ortaya
çıkmaktadır: a) Verdikleri bu hüküm genel hükmü değiştirir mi? b) Tasavvuf
yoluna giren, bir mürşide bağlanan kişi bu hükme uyması gerekir mi? Eğer
uymazsa durumu ne olur? Yani haram işlemiş gibi mi değerlendirilir?
Birinci
soruya olumlu cevap verme imkânı yoktur. Fukaha tarafından hükmü mubah olarak
değerlendirilen bir nimetin yasak kapsamına alınabilmesi için yine fakîhlerin
izlediği yol üzere şer’î delillerin ortaya konması gerekir. Zaten eğer şer’î
bir delil olsa idi fakîhler bunu değerlendirirlerdi. Asıl mesele sûfîyim diyen,
tasavvuf yoluna/tarikata intisap etmiş birinin bu hükme uyması gerekip
gerekmeyeceği tarafıdır. Bir mürşidin terbiyesine girmiş birisi manevî eğitimi
ile ilgili hususlarda mürşidinin dediklerine uymaya söz vermiş demektir.
Mürşidi müridinin eğitimi için mubah olan bir hususu yasakladığında, müridin
buna uyması gerekir. Bu idarecisine uyması gereken memur gibi değerlendirilir.
Mubah bir hususta verilen emir ve yasak yerine getirilmelidir. Bunun gibi mürid
de mürşidinin bu talimatına uyması gerekir. Bu sözünün gereğidir. İdarecinin
emri, mubah olan bir hususu farz yapmadığı gibi yasağı da mubah bir hususu
haram yapmaz. Burada kişiye düşen verilen emre ittibadır. Bir kişi bunu terk
ederse verilen emre itaatsizlik ve sözde durmama günahı alır. Mesela, zarar
vermeyecek şekilde bir müddet et yememesi istenen bir müride et yemek haram
hale gelmez. Ancak bu kişi bu sürede et yediğinde sözünde durmamış, emre
itaatsizlik etmiş olur ve bunun günahını alır. Aynı husus mürşid tarafından
emredilen nafile bir ibadet, vird vb. için de geçerlidir. Mesela, günde 1000
kere kelime-i tevhid zikri yapması istenen bir müridin bu emri yerine getirmesi
vâcip olur; ancak bu emir belli sayıda zikri nafile bir ibadet olmaktan
çıkarmaz.
Mubah
bir nimeti kendilerine yasak gibi görmeleri veya müstehap hükmü verilen bir
ibadeti/davranışı farz gibi görmeleri fakîhlerce önemli bir problem olarak
görülmemiş, hatta aşırıya gidilmediği müddetçe güzel karşılanmıştır. Bu durum
sûfîleri fıkhın çizdiği çerçeveden çıkarmadığı için ayrıca bir fıkıh ihtiyacı
da hâsıl olmamıştır. Asıl mesele fakîhlerin caiz görmediği, mekruh, haram gibi
hükümler verdikleri hususlarda sûfîlerin farklı bir tavır benimsemesi, bu
hususlarda fıkhı dar görmeleridir.[58] Bunun en
belirgin olduğu alan semâ/müzik ile şatahat alanıdır. Ayrıca sûfîler fakîhleri
zâhire çok bağlı olmaları nedeniyle çok sık eleştirmişler, önemli olanın bâtın
olduğundan hareketle bazen ibadetlerde şekil şartlarını yerine getirme
hususunda daha geniş görüşler ortaya koymuşlardır.
Sûfîler,
semâ gibi, avama caiz olmayan bazı hususların kendilerine caiz olduğu gibi
görüşler ileri sürmüşlerdir. Acaba gerçekten onlar için farklı bir hüküm
olabilir mi ya da diğer bir ifadeyle birilerine yasak olan bir husus bir
başkasına serbest olabilir mi?
Burada
şu hususu ortaya koymak gerekir ki, naslarla kesin belli olan haramlar
hususunda hiç kimse istisna değildir ve bunların haramlığını kabul etmeyen
kişilerin İslâm’la bağlantısı kalmaz. Nitekim ibahîler gibi sapık gruplar
haricinde hiçbir sûfî de bunu iddia etmemiş, bu tür isnatları da şiddetle
reddetmiştir. Burada tartışma konusu yapılan hususlar içtihadî yasaklardır.
Yani hükmü içtihad ile ortaya konan ve üzerinde ittifak edilemeyen mekruh ve
haramlar hususunda sûfîlerle fakîhler arasında tartışmalar çıkmıştır.
Fıkıh kitaplarında bazen haram,
mekruh hükmü şartlara bağlanmıştır. Mesela, bir erkeğin yabancı kadının
örtünmesi emredilmeyen el ve yüzüne bakması veya bir kadının yabancı bir erkeğe
bakması, fitne olmama şartına bağlanmıştır. Bu şekilde olan çok sayıda hüküm
vardır. Bu da aynı konuda farklı kişilere farklı hükümler terettüp
edebileceğini göstermektedir. Buradan hareketle fakîhlerin caiz görmediği bir
hususta sûfîler falan şartlarla caizdir veya filanlara caizdir, falanlara
değildir diyebilirler. Ancak bunu diyebilmeleri için onların da bu hususta
içtihada yetkin olmaları veya fetvâ verebilecek düzeyde olmaları gerekir. Bu da
fıkıh ilmini gerektirmektedir. Fıkhı tahsil etmiş bir sûfî, diğer fakîhlerin
caiz görmediği bir hususta böyle bir hüküm verdiğinde, ona uyanlar yine bir
fakîhe uymuş olacaklardır ki diğer fakîhlere uymakla arasında bir fark yoktur.
Bu durumda aslında bu hüküm de fıkıh çerçevesi içinde kalmış olacaktır. Nitekim
kanaatimizce fıkhın özellikle hicri
6. yüzyıldan sonraki canlılığını devam ettirmesi sûfî
fakîhlerin bu tür içtihatları sayesinde olmuştur. Fakîhler daha fazla hukukçu
kimliğine büründükçe daha fazla toplum nizamı ile ilgilenmeye kendilerini hasretmişler,
bu da düzenleyici ve yasaklayıcı taraflarının daha fazla öne çıkmasına neden
olmuştur. Toplumun ihtiyaç hissettiği emir ve yasakların hikmet boyutu ile
dindeki müsamahayı sûfî fakîhlerle fakîh sûfîler temin etmişlerdir.
Sûfîlerin
fakîhlerce hüküm belirtilmeyen bir hususta farz/vâcip, sünnet/müstehap gibi
hükümler vermesine gelince: Sûfiler tarafından ifade edilen ve tasavvuf
kitaplarında yer alan bu tarz hükümlerin bir bölümü kanaatimizce dinî/fıkhî bir
hükmü değil de kendi yollarının gereğini anlatmak, tasavvufta neler yapılması
gerektiğini anlatan ifadeler olarak değerlendirilmelidir. Mesela Ebû Hüseyin
Ahmed b Muhammed en-Nûrî’nin, “dervişler için sohbet farzdır”[59]
ifadesi böyle bir ifadedir.
Bir bölümü de hüküm verilmiş bir hususu farklı şekilde
ifadelerinden kaynaklanmaktadır. Mesela, Bayezid-i Bistâmî’ye sünnet ve farzı
sorduklarında, “Sünnet
dünyayı terk, farz Mevla ile sohbettir. Çünkü sünnetin tamamı dünyayı terk
etmeye delalet eder. Kitab (Kur’an)ın tamamı da Mevla ile sohbete delalet eder.
Kim sünneti ve farzı öğrenirse kemale erer.”[60] cevabını vermiştir.
Burada dünyaya karşı zühd sahibi olmak sünnet ile ifade edilmiş, Kur’an okumak,
namaz, zikir gibi ibadetler ise farz ile ifade edilmiştir. Bu ifadelerin
fıkıhla çelişen bir tarafı yoktur. Belki tasnife tabi tutulması gerekir.
[1] Câhız,
Ebû Osmân Amr b. Bahr b. Mahbûb el-Câhız el-Kinânî (v. 255), el-Hayevân,
Dâru’l-Kütübü’l-İlmiyye, Beyrut 1424, VII, 75.
[2] Ebû
Hâmid Ahmed b. Muhammed el-Harzencî el-Büştî (v. 348/959).
[3] Yöremizde
(Nevşehir/Gülşehir) bir çocuk şımarıp saçma hareketler yani oradan oraya koşar,
yerinde duramaz har eketler yaparsa, hı (£) harfi ile “şıtıhtı” derler ve
çocuğu da “şıtıhma” diye uyarırlar. Ayrıca koyun keçi gibi hayvanlar da benzeri
davranışlar gösterdiğinde de aynı ifade kullanılır. Belki de bu kelimenin
Araplarda halk dilinde kullanılan şatah ve şıttı h ile bağlantısı vardır.
[4] Sâhib
b. Abbâd (v. 385), el-Muhît fı’l-luga, el-Mektebetü’ş-Şâmile, I, 183.
[5] Firûzâbâdî
(v. 817), el-Kâmusu ’l-Muhît, s. 226.
[6] Zebîdî,
Tâcu ’l-Arûs, VI, 507.
[7] el-Mûcemü’l-Vasît,
I, 482.
[8] Ahmed
Muhtar Ömer,Mû ’cemü’s-Savâbi ’l-LügavîDelîlü ’l-Müsekkafî’l-Arabî,
Kahire 2008, I, 469.
[9] Serrâc,
el-Lümâ’, s. 453.
[10] es-Süheylî,
Ebü’l-Kâsım Abdurrahmân b. Abdillâh b. Ahmed el-Has‘amî es-Süheylî el-Mâlekî
(v. 581), er-Ravzü ’l-ünüf fî şerhi’s-Sîreti’n-nebeviyye li’bni Hişâm,
Beyrut 2000, IV, 158-159. Ebû Dâvûd mistah için, ekmek inceltilen değnek
(oklava) ve çadır direği manasını
vermektedir. (Bkz. Ebû Dâvûd, Diyat 19, No: 4572. Miştah günümüzde
Lübnan’da yapılan Ramazan pidesine verilen isimdir.
[11] Dozy,
Reinhart Pieter Anne (v. 1883), Tekmiletü’l-Meâcimi’l-Arabiyye
(Supplement aux dictionnaires arabes), terc. Muhammed Selim en-Nuaymî-Cemal
el-Hayyat, Irak 2000, VI, 307-308.
[12] Halil
b. Ahmed(v. 170), Kitabu’l-Ayn, III, 90-91.
[13] İbn
Düreyd (v. 321), Cemheretü’l-Lüga, I, 537.
[14] Ezherî
(v. 370), Tehzîbü ’l-Lüga, IV, 104.
[15] Asım
Efendi, Kâmus Tercümesi, I, 910.
[16] Asım
Efendi, Kâmus Tercümesi, III, 75-76.
[17] Süleyman
Uludağ, "Şathiye", TDVİslâm Ansiklopedisi,
https://İslâmansiklopedisi.org.tr/sathiye (24.09.2019).
[18] Serrâc,
el-Lümâ’, s. 453. H. Kamil Yılmaz burayı, “Vecdin anlatımı sırasında
feyz, galeyan, heyecan ve galebe ile sarfedilen alışılmamış ibare ve
ifadelerdir.” şeklinde tercüme etmiştir. (Bkz. İslâm Tasavvufu, s. 369
[19] Cürcânî
(v. 816), et-Ta’rifât, s. 127.
[20] Ethem
Cebecioğlu, “Şatahât İbarelerinin Anlaşılmasına Doğru: Metodik Bir Deneme”, Tasavvuf:
İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, yıl: 7 [2006], sayı: 17, ss. 7-27., s.
9-10.
[21] Serrâc,
el-Lümâ’, s. 453-454.
[22] Serrâc,
el-Lümâ’, s. 455-456.
[23] Serrâc,
el-Lümâ’, s. 458.
[24] Serrâc,
el-Lüma’, s. 473.
[25] Serrâc,
el-Lümâ ’, s. 460
[26] Serrâc,
el-Lümâ’, s. 475; İslâm Tasavvufu, s. 384.
[27] Herevî
(v. 481), Menâzil, s. 6.
[28] Herevî
(v. 481),Menâzil, s. 85.
[29] İbn
Kayyim, Medâricü’s-Sâlikîn, Beyrut 1996, II, 478.
[30] Gazzâlî,
İhyâ, I, 36.
[31] Bkz.
Irakî, Tahrîcu Ehâdîsi’l-İhyâ, Beyrut 2005, s. 47; Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ,
I, 223. Hadis zayıf bulunmuştur ancak destekleyici başka hadisler vardır.
[32] Buhârî,
İlim 50, No: 127 burada Hz. Ali’nin sözü olarak gelmiştir. İbn Abdilberr, Câmiu’l-İlim,
I, 540, No: 891. Burada da İbn Abbas’ın (ra) sözü olarak nakledilmiştir.
[33] Gazzâlî,
İhyâ, I, 36.
[34] Gazzâlî,
İhyâ, I, 37.
[35] İbnü’l-Arabî,
Muhyiddin (v.638/1240), et-Tedbîrâtü’l-İlâhiyye, haz. Asım İbrahim
el-Keyyâlî, Dâru’l-Kütübü’l-İlmiyye, Beyrut 2003, s. 108-110.
[36] Ethem
Cebecioğlu, “Şatahât İbarelerinin Anlaşılmasına Doğru: Metodik Bir Deneme”, s.
12 -13.
[37] Zerruk
(v. 899), Uddetü ’l-Mürîd, s.235.
[38] Zeynüddîn
Muhammed Abdürraûf b. Tâcil‘ârifîn b. Nûriddîn Alî el-Münâvî el-Haddâdî (v.
1031/1622), et-Tevkif alâ Mühimmâti’t-Te arif, Kahire 1990, s. 204.
[39] Şataha
kelimesinin fıkıh kitaplarında kullanımına sadece Hanbelî âlim Mardâvî’nin (v.
885) kitabında bir yerde rastlanmaktadır. Ondan sonraki Hanbelî âlimleri aynı
ifadeyi almışlardır. Burada “oku (hedef gözetmeden) salıvermek/ jü râ^ll”
manasındadır. (Mardâvî (v. 885), el-İnsaf, III, 552; Haccâvî, el-İkna
’, I, 376.)
[40] Demirî
(v. 808/1405), en-Necmü ’l-Vehhâc, IX, 78; Ayrıca bkz. Hatib Şirbinî (v.
977), Muğni ’l-Muhtâc, V, 428
[41] Abdülkahir
Bağdâdî (v. 429), el-Fark beyne’l-Firâk, s. 246-247. Hatib Bağdâdî (v.
465) de şatah kelimesini ıstılah manası ile kullanmaktadır. (Târihu Bağdad,
XV, 390)
[42] İbnü’l-Cevzî,
Telbisü’l-İblis, s. 301-309.
[43] İbn
Kayyim el-Cevziyye (v. 751), İğâsetü’l-Lehefân, I, 207.
[44] İbn
Kayyim (v. 751), Tarîku’l-Hicreteyn ve Bâbü’s-Sa 'adeteyn, Kahire 1394,
s. 23.
[45] İbn
Kayyim, Medâricü’s-Sâlikîn, II, 40.
[46] İbn
Kayyim,Medâricü’s-Sâlikîn, II, 87.
[47] İbn
Haldun, Mukaddime, tah. Abdullah Muhammed Derviş, Dımeşk 2004, II, 243;
(tercüme) II, 1131-1132.
[48] Mesela
bkz. Abdurrahman b. Abdülhalik Yusuf, el-Fikru’s-SûfîfîDav ’i ’l-kitab ve
’s-Sünne, Kuveyt 1986, s. 305-307.
[49] Abdurrahman
b. Abdülhalik Yusuf, el-Fikru ’s-Sûfî, s. 307-310.
[50] Ethem
Cebecioğlu, “Şatahât İbarelerinin Anlaşılmasına Doğru: Metodik Bir Deneme”, s.
23 -26.
[51] Müslim,
Tevbe 7. Ayrıca bk.Tirmizî, Kıyâmet 49, Daavât 99; İbni Mâce, Zühd 30.
[52] Buhârî,
Enbiyâ 19; Şehâdet 15; Tevhîd 35; Müslim, Tevbe 56; Tirmizî, Tefsîr 25.
[53] Eşref
Ali Tânevî, Hadislerle Tasavvuf, s. 58-59.
[54] Zerruk
(v. 899), Uddetü ’l-Mürîd, s.236.
[55] Serrâc,
el-Lümâ’, s. 483-485, 493; İslâm Tasavvufu, s. 389-391, 397.
[56] Bkz.
Taberî, Tefsir, XXI, 195-196; Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an
Dili, VI, 4096-4097; Hayrettin Karaman, Mustafa Çağrıcı, İbrahim Kâfi
Dönmez, Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, IV/507-508.
[57] Ebû
Dâvud, Libas 17, No: 4066.
[58] Fıkhın
çizdiği çerçeveye hiç uymayan ibahî gruplar bizzat sûfîler tarafından da kabul
edilmediği için bu tartışmada dikkate alınmamıştır.
[59] Hücvîrî,
Hakikat Bilgisi, s. 253.
[60] Sülemî,
Tabakât, 74.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar
Yorum Gönder