Print Friendly and PDF

Şatahat

 

Hazırlayan: Akif DURSUN 

Şatahat veya şathiyye, ş-t-h (
c^) kökünden türeyen bir kelimedir. Bizim tesbitimize göre bu kelimenin hem lügat manası hem de ıstılahî manası hususunda ilk açıklama yapan kişi Ebû Nasr es-Serrâc (v. 378)’dır. el-Mektebetü’ş-Şâmile’de yaptığımız taramaya göre, ondan önce yazılan kitaplardan sadece Cahız’ın (v. 255) el-Hayevân kitabında şataha ( ) kelimesi geçmektedir. Burada “hareket ettirmek, kaldırmak” manasına kullanmıştır.[1] Tesbit edebildiğimiz ilk kullanım budur. Lügat ve mucemlerde ise bu kelime, özellikle de Serrâc’ın kullandığı manada, kendine yer bulamamıştır.

Dil üzerine yazılan kitaplarda şataha kökünden türemiş kelime olarak ilk tespit ettiğimiz Sâhib b. Abbâd’ın (v.         385), el-Mulıîl fi’l-luğa adlı eserindeki şittıh (£M)

kelimesidir. Burada Halil b. Ahmed’in (v. 170), eserine bunu almadığını, el-Harzencî’nin[2] oğlak sıkıştırıldığında şittıh (^-M)[3] dendiğini aktarmış; ancak ihmali daha uygundur, demiştir.[4] Ondan sonra Firûzâbâdî (v. 817), şittıh (jM) kelimesini Kâmus"una almış ve aynı manayı vermiştir.[5] Kâmus’u şerheden Zebîdî (v.                    1205), bazı sarf âlimlerinin bu

kelimenin ses isimlerinden olduğu görüşünde olduklarını söylemiş ve şeyhinden sûfîlerin şatahat kelimesini “sûfîlerden gaybubet halinde Hakk’ı müşâhede halinin galip gelmesiyle, Hak’tan başkasının şuurunda olmayarak sadır olan, “Ben Hakk’ım, cübbemin altında Allah’tan başka bir şey yoktur” gibi sözlerdir” şeklinde tanımladığını; ayrıca Şeyh Senûsî’nin, “bu kelime lügat kitaplarında bulunmamaktadır. Sanki ammiceye (halk diline) benziyor” dediğini aktarmıştır.[6]

Kahire Arap Dil kurumunun hazırladığı el-Mûcemü’l-Vasîtte ise “gidişat ve sözde uzaklaşmak ile salıvermek” manası verilmiştir.[7] Çağdaş yazarlardan Ahmed Muhtar (v. 2003), ilk dönem dil kaynaklarında kelimenin bu manası ile yer almadığını, çok büyük ihtimalle kelimenin “uzak oldu” manasındaki şehata (kâû) kelimesinden muarreb (harflerinin yerinin değiştirilmiş) olduğunu söylemektedir.[8]

Serrâc’ın (v. 378) açıklamasına göre ise şatah, Arap dilinde hareket manasına gelmektedir. Ona göre, içinde unlar çok hareket ettiği için un konulan yere miştah denmiştir. Ayrıca dar bir nehre çok su gelip de etrafına taşarsa “su nehirde taştı (şataha)” ifadesi kullanıldığını söylemektedir.[9]

Miştah’ın bu manasına hatta kelimenin kullanımına hiçbir kitapta rastlanılamamıştır. Ancak miştah lakaplı bazı râvîler bulunmaktadır. Yalnız mistah   ) kelimesine Farsçada miştâh ve miştah denildiği kaydedilmiştir. Mistah da “kurutmak için ekin ve buğday konulan” yer manasına gelmektedir.[10] “Su nehirde taştı (şataha ” ifadesine de hiçbir kitapta rastlamadık. Arapçada böyle bir kullanım varsa bile elimizdeki dil kitaplarında yer almamaktadır.

Dozy, şataha kelimesi için çok sayıda mana aktarmıştır. Burada Serrâc’ın verdiği mana tekrar edilmiş, ayrıca, bir şeyden çıkmak manası da verildiğini; halk arasında, uzak olmak ve bir kişinin kafa üstü yatması manasına kullanıldığını, Mağrip’de şath kelimesinin dans için; şettâh kelimesinin dansözler için kullanıldığını, şettah’ın aynı zamanda değirmen manasına geldiğini yazmıştır. Sûfîler arasında yaygın manaları da vermiştir.[11]

Şataha kelimesinin kendisinden muarreb olduğu şehata (k^û) ise uzak olmak manasınadır. Eş-şaht (k-âLJl), her durumda uzaklık manasına gelir. Eş-Şahta ÇAâ Jl) devenin göğsünde çıkan ve tedavisi olmayan hastalığa denir. Mişhat (kâu-ll) üzüm çubuğunun yere değmemesi için altına konan küçük değneğe denir. Et-Teşahhut ( kâ >»3tl) kanın düzensiz akması (tansiyon yükselmesi) demektir. Çocuk gebelik kesesi içinde kıpırdandığında da “    ” denir.[12] Şehata’nın boğazlamak (zebh) manası da vardır.[13] Pazarlıkta haddi aşıp ifrata gitme ( ) için de kullanılır.[14]

Asım Efendi, şıttıh kelimesine “erkek oğlağı zecr (zorlama) ve azarlama sesi” manasını[15] verirken şehata kelimesi için şu manaları vermiştir: Uzak olmak, şerbete azca su karıştırmak, boğazlamak, satıcı eşyanın son kıymetini istemek ve kıymetinde haddi ve ölçüyü aşıp haktan uzaklaşmak, birini geçip ondan uzaklaşmak, asmanın çubuklarını kaldırmak için konulan dayak, doldurmak, kuş çığırmak, akrep sokmak, süte çok su katmak, kuş pisliği, gövdede olan ıztırab (tansiyon yükselmesi).[16]

Buradan anlaşılan şataha kelimesi şehata kelimesinin harflerinin yer değiştirilmesi ile halk dilinde oluşan bir kelimedir. Şehata kelimesinden türeyen kelimelerle şatah kelimesinin manaları arasında da bağlantı vardır. Çünkü şatah kişiyi gerçeklikten uzaklaştırmakta, sınırı aşmasına neden olmakta, kişinin vecd sırasında tansiyonu yükselmekte ve içine dolan şeyle ıztırap çekmektedir. Ayrıca şehata kelimesinde kıpırdanma, hareket etme manaları da vardır.

Miştah kelimesi de büyük ihtimalle İran bölgesinde mistahın söylenişidir. “Su nehirde taştı (şataha)  2” ifadesi de “pazarlıkta haddi aşıp ifrata gitme (  ” ifadesinden mülhem olmalıdır. Serrâc, Tuslu olduğundan bölgesinin kullanımı üzerinden şatah kelimesini değerlendirmiş olmalıdır.

Şatah kelimesi ıstılahî olarak, “Sûfînin sekr, vecd, cezbe, galebe, inbisat, istiğrak, cem‘, fenâ ve tevhîd-i zâtî gibi kendini kontrol edemediği tasavvufî haller içinde söylediği sözler” şeklinde tanımlanmıştır[17]. Serrâc, “vecdin tanımlanması sırasında, vecdin, kuvvetiyle taşması, galebesi ve galeyanı ile sarsması neticesinde (söylenen) garip karşılanan ibareler” şeklinde tanımlamıştır.[18]

Cürcanî “mârifet ehlinden ellerinde olmadan sadır olan, benlik (ya da bönlük) ve iddia kokusu taşıyan sözler olarak” tanımlamakta; şatahın muhakkiklerin zellesi olduğunu, çünkü ilahî izin olmadan ârifin kendisini açığa çıkardığını söylemektedir.[19]

Buradan anlaşıldığı kadarıyla şath, terminolojik olarak, vecd ve istiğrak halinde bir takım güçlü tecellilere maruz kalan kalbin harekete geçip, sarsılmasını ifade etmektedir. Bu halde iken sûfî, kalbi sarsılıp taştığı için, dinleyenin garip karşılayacağı sözler söyler.[20] Bu sözler çok kere akla, şer’î ilkelere aykırı olur.

Şatahat konusunu ilk olarak kitabına alan ve genişçe inceleyen Serrâc’tır. Büyük ihtimalle şatahat/şathiyye kelimelerinin terimleşmesi de onun sayesindedir. Târifinden de anlaşıldığı üzere Serrâc, şatahatın sûfîlerden elde olmadan sadır olduğu kanaatindedir. Ona göre bu sözleri ancak ilimde derinleşmiş olanlar anlayabilir. Bu sebeple ilk elde garip geldi diye sözü de söyleyeni de inkâra kalkışmamak gerekir. Allah’ın veli kulları kendi hallerine göre söz söylerler. Bir hal ve makamda iken ondan daha üstünü yok zanneder ve bunu dile getirmeye çalışırlar. Sonra o makamı geçerek daha yükseklere varırlar. Serrâc’a göre bu hallerde söylenen sözleri değerlendirmek, eksiklerini, doğrusunu yanlışını söylemek ancak o halleri yaşayan, ilmi ameli onlardan üstün olanların harcıdır. Bu yola girmeyenlerin, onların hallerini yaşamayanlara düşen bunları inkâr etmeyip o kişilerin hallerini Allah’a bırakmalarıdır.[21]

Serrâc, Rasûlullah’a üç tür ilim verildiğini bunlardan birincisini herkese açıkladığını, ikincisini sahabeden bazı kişilere açıkladığını, üçüncüsünü ise hiç kimseye açıklamadığını söyleyerek hiç kimsenin her ilme vâkıf olamayacağını söylemektedir. Buna göre de bir kişi kalkıp havastan birinin sözlerini anlayamayınca inkâr edip, onu küfürle ithama kalkışmamalıdır. Çünkü bu kişiler havassın hallerini yaşamaktan ve onların derecelerine ulaşmaktan uzaktırlar.[22] Bu açıklamalara ve savunmaya rağmen Serrâc, şatahın kemal ehlinde çok az bulunduğu, bunun sülukun başlangıcında olduğu kanaatindedir. Temkine ulaşanlarda bu hal görülmez.[23]

Serrâc, Bayezid el-Bistâmî, Şiblî, Ebu’l-Hüseyin en-Nûri ve Ebû Hamza es-Sûfî’nin şatahat kabili bazı sözlerini açıklamış ve tevil etmiştir. Bunlar arasında meşhur olarak Bayezid’e isnad edilen “bu cübbenin altında Allah’tan başkası yoktur” cümlesi yoktur. “Sübhânî / şanımı tesbih ederim” sözünün tevilini yapmış ancak ona isnadını kabul etmemiştir.[24] Kendi zamanında Bayezid’in şathiyelerini kendi bâtıllarına mesnet yapmak isteyenler olduğu gibi bu sözleri nedeniyle küfre nisbet eden insanlar olduğunu da söylemiştir.[25]

Serrâc burada bir kaide de vermektedir: “Azâları, ilim ve edeb kayıtlarına bağlı âlimlerden nakledilen, idrâkin hemen kavrayamadığı dedikodu ve ta’nı gerektirecek söz ve hikâyeler, ilim ehli için bir zelle, hikmet ehli için bir sürçme, akıl sâhipleri için bir hatâ olarak değerlendirilmelidir.”[26]

Serrâc’ın tevil ettiği söz ve davranışlara bakınca bunların en azından bir kısmının sekr halinde değil de akıl başta iken söylendiği ve yapıldığı anlaşılmaktadır. Bu da Serrâc’ın ilk baştaki tanımı ile kısmen çelişmektedir.

Herevî (v. 481), tasavvuf ve makamlar hakkında söz söyleyenleri sıralarken bir kısmının, haline mağlubun şatahını makam gördüğünü söylemiştir.[27] Sekînet menzilini açıklarken de sekinetin üçüncü derecesinin haddi aşan şatahı engellediğini söylemiştir.[28] Bunlardan anlaşılan Herevî şatahı bir makam görmediği gibi, derecesi yükselen müridin bundan uzak duracağı, dolayısıyla şatahatın sülukun başındaki kişilerde olacağı kanaatindedir. İbn Kayyim’in şerhi de bu minval üzeredir.[29]

Gazzâlî (v. 505/1111), şatahâtı iki kısımda ele alır: Birincisi, Allah aşkı hususunda uzun ve derin iddialarda bulunan, zâhirî amellere ihtiyaç olmadan vüsul olacağı iddiası taşıyan sözlerdir. Bunu bir grup ittihad ve Allah’la doğrudan görüştükleri iddiasına kadar götürmüş, kendilerini Hallâc ve Bâyezîd’e benzetmişlerdir. İnsan tabiatının bu gibi sözlerden hoşlandığını söyleyen Gazzâlî bu çeşit ifadeleri, özellikle avâm için zararlı görür ve devrinde çok sayıda çiftçinin bu tür sözlerin peşine takılarak işlerini bıraktığını söyler. Ona göre, cahilce bu tür sözleri söyleyenlerden birini öldürmek on kişiyi diriltmekten faziletlidir. Diğer taraftan, Bâyezîd’den nakledilen “sübhânî” sözünü onun söylemiş olamayacağını, rivâyetin sahih olmadığını ama eğer söylemişse bu sözlerini, ancak Allah’tan hikâye yoluyla söylemiş olabileceğini kaydetmiştir.[30]

İkincisi ise, anlaşılması zor, hiçbir faydası olmayan üstü kapalı ifadelerdir. Bu ifadelerin zâhiri harikadır ancak gerisi dolu değildir. Bu da iki türlüdür: 1- Söyleyenin kendisinin de anlamadığı sözler. Bu da söylenin aklının noksan ve karışık olması sebebiyle dinlediğini anlamadan hayalinde kurguladığı sözleri söylemesinden kaynaklanır. 2 - Söyleyenin manasını bildiği ancak ifade edemediği sözler. Bu da söyleyenin ilimle fazla uğraşmaması nedeniyle, neyi nasıl ifade edeceğini bilememesinden kaynaklanır. Her iki konuşma türünü de caiz görmeyen Gazzâlî, “sizden biriniz bir topluluğa onların anlayamayacağı bir söz söylerse, bu sözü dinleyenler için bir fitne olur”1*5 ve “insanlarla anladıkları şekilde konuşun, (anlamadıkları için) inkâr edecekleri sözleri bırakın. Siz Allah ve Rasûlü'nünyalanlanmasını ister misiniz?”1*5 hadislerini delil getirmiştir.[31] [32] [33]

Gazzâlî, şatahatın yanında bir de tâmmât’tan (^GLLİI) bahsetmiştir ki bunu “şeriatın kelimelerini zâhiren anlaşılan manaları haricinde bâtınî manalara yormak” şeklinde tanımlamıştır. Bâtınîlerin bu yola başvurarak büyük fitneler çıkardığından bahseden Gazzâlî bunun da haram olduğunu ifade etmektedir.[34]

Vahdet-i vücûd düşüncesini sistemli hale getiren bir sûfî olarak tanınan Muhyiddin İbnü’l-Arabî, (v. 638/1240), şathiyeler konusunda oldukça ayrıntılı açıklamalar yapmış, özellikle et-Tedbîrâtü’l-Ilâhiyye isimli eserinde, vecd halindeki sûfînin ağlayıp inlemesini, sayhalar atmasını ve dilinden anlaşılması güç bazı ifadelerin çıkmasını insanın ve yaşadığı vecd halinin tabiatına bağlı olarak izah etmeye çalışmıştır.[35] [36] Bununla birlikte, bu tür hallerin muhakkik sûfîlerde nadiren bulunduğunu vurgulamış, şatah için: “Kendisinde düşüncesizlik ve iddia kokusu bulunan sözdür” demiş ve şatahât türü sözler söylemeyi sûfî için noksanlık 2858 görmüştür.

Şazelî şeyhlerinden Zerruk (v. 899), şatahatın sülukun başındaki müridlerin sadık olanlarında görülen bir hal olduğunu, bunu varidatın galebesi ile söyleyenlerin mazur olduğunu ancak onlara uyulamayacağını; fakat bunu aklı başında iken söylemenin ve buna inanarak nakletmenin caiz olmadığını söylemiştir.[37] Münavî (v. 1031), içinde iddia bulunan sözler olduğunu ve hak bile olsa tarikat ehlinin söylenmesine razı olmadığını söylemiştir.[38]

Şatahata sûfîler çoğunlukla güzel bir şey olarak bakarken sûfîler haricindekiler, genellikle olumsuz bakmışlardır. Bunların bir kısmı söyleyeni mazur görürken, bir kısmı ölçülü olarak eleştirmiş, bir kısmı ise şiddetli eleştirip küfre kadar varan ithamlarda bulunmuştur.

Sûfîlerin şatahatı fıkıh kitaplarında değerlendirilmemiştir.[39] Ancak Demîrî (v. 808), Riddet bölümünde, gaybet halindeki evliyâdan sadır olan küfre müncer olabilecek sözlerle mürted hükmü verilmeyeceğini söylemiş, İzz b. Abdisselam’ın, “ben Allah’ım” diyen velinin şer’î tazir ile tazir edilir, dediğini aktarmıştır.[40]

Şatah kelimesi Akâid kitaplarında ilk olarak İsferayânî’nin (v. 429), el-Fark beyne ’l- Firakında Hallâciyye grubunu açıklarken geçmiştir. Buradaki târife göre, “bir yönüyle güzel bir yönüyle çirkin söz söylemektir.”[41] Şatahatı eleştirenlerden İbnü’l-Cevzî, şatahat için ayırdığı bölümde büyük oranda Bayezid-i Bistamî’nin sözlerini aktarmış ve eleştirmiştir. Ancak bu sözlerin ne kadarı Bayezid’e aittir belli değildir. Kendi de zaman zaman bu sözün nakli sahihse diye kuşkusunu belirtmiştir. Bu sözlerden bir kısmı çok tehlikeli ve tevili zor sözlerdir. Bu sebeple bir kısmının kişiyi küfre götürecek sözler olduğunu söylemiştir.[42]

Şatahat konusunda daha yumuşak görüşlere sahip olan İbn Kayyim (v. 751), şatahat ve tâmmât’ı şeytanın cahil sûfîlerin kalbine attığı hilelerinden biri görmektedir. Onlara hayaller göstermekte ve sanki ilmin ötesinde hakikatleri gözle görecekleri bir yol olduğu vesvesesini vermektedir.[43]

İbn Kayyim, Allah sevgisinin kalpte galip gelip tamamını kaplaması ile kişinin sanki Allah’ı görüyormuş ve müşâhede ediyormuş gibi hissettiğini, eğer Allah hakkında sahih bir bilgisi yoksa, hululün kapısının açılabileceğini, kişi kalbini kaplayan muhabbet sebebiyle elinde olmadan “sübhânî, cübbemin altında Allah’tan başka bir şey yok” gibi şathiyeler

diyebileceğini söylemekte; nihayetinde bu kişilerin sekirleri sebebiyle mazur olduğu, çünkü bu halde iken temyizlerinin kalmadığı kanaatini belirtmiştir.[44]

İbn Kayyim, sûfîlerin şatahatının iki grup için fitne olduğunu söylemektedir: 1- Şatahat sebebiyle sûfîlerin güzelliklerini görmezden gelen, onları kabul etmeyen, haklarında suizan ederek aşırı derecede kötüleyenler. 2- Sûfîlerin güzelliklerine, azimlerinin kuvveti, kalplerinin temizliğine bakıp, şathiyelerindeki ayıplarını görmeyen, onları da kabulle karşılayanlar. Bunlar haricinde üçüncü bir grup vardır ki bunlar hakkaniyetle hareket etmiş, doğruyu yanlıştan ayırmışlardır.[45] İbn Kayyim, “sübhânî” gibi meşhur olan şathiyelerin kişiyi kulluk edebinden çıkaracağını söylemiş, ancak bunu söyleyen kişinin, aklının gitmesi ve sekr halinin galebesi nedeniyle mazur olduğunu tekrar etmiştir.[46]

Şatahatı değerlendirenlerden İbn Haldun, şatahat türü ifadelerin sûfîlerden vecd halinde çıktığını kabul etmiş ve gaybet halindeki kişinin mecbur ve mazur olduğunu söylemiştir. Bu husustaki sözler üç şekilde değerlendirilir: 1- Bayezid gibi fazileti meşhur sûfîlerin sözleri güzel bir maksatla yorumlanır. 2- Fazileti bilinmeyen ve meşhur olmayanlar, bu tür sözler sebebiyle muaheze edilir. 3- Vecd halinde olmadan kendine Mâlik, aklı başında iken söylenen bu tür sözler sebebiyle de sorumlu tutulur. İbn Haldun’a (v. 808) göre Hallâc aklı başında iken “ene’l-hak” dediği için idam edilmiştir.[47]

Selefî çizgide olup da bu hususta görüş belirtenler ise şatahatı şiddetle eleştirmiş ve bunları söyleyenleri küfürle itham etmişlerdir.[48] Bunlardan bir araştırmacı, şatahatın sekr, gaybet halinde sûfinin aklı başında değilken söylendiği iddiasını şu sebeplerle kabul etmemektedir: 1- Söylenen sözler düzgün cümleler halinde söylenmiştir. Kendinde olmayan sarhoş biri böyle düzgün cümleler kuramaz. 2- Tasavvuf talebeleri bu sözleri kabulle karşılamışlar, bunlara şerhler yazmış ve yaymışlardır. Madem bunlar sekr halinde söylenen şath ve heyezan ise o zaman neden bunlar kabul edilip tefsir ve teviline gidilmiştir. İçinden inciler (!) çıkarılmıştır. 3- Bazı sûfî müellifler şatah denilen sözlerle dolu kitaplar yazmışlardır. Sekr halinde nasıl bu kadar kitap telif edebiliyorlar.[49]

Şatahat hakkında hüküm verebilmek için bir tasnif yapmak gerekmektedir. Bu tasnifte öncelikle şatahatın sadır olduğu kişi ve şatahat söz olarak ikiye ayırmak gerekir. Şatahatın sadır olduğu kişi açısından İbn Haldun’un tasnifi uygundur. Şatahat sözün kendisi açısından ise Ethem Cebecioğlu’nun yaptığı tasnif yerindedir. O şatahatı aklî açıdan problemli ve İman-İslâm açısından sıkıntılı sözler olarak ikiye ayırmıştır. Akıl açısından problemli olanları üçe ayırmıştır: 1. Akla, fıtrata, edebe, insanlığa mugayir, genellikle sapık tasavvufî gruplara mensup kişilerce söylenen sözler. 2. Yunus Emre’nin kartal ile sineğin savaşını anlatan manzumesi gibi te’vili kolay olan şatahât ibareleri. 3. Te’vili nispeten zor olan şathiyeler: “Çıkdum erik talına anda yidüm üzümi /Bostân ıssı kakıyup dir ne yirsin kozumu” dizeleri gibi...

İman ve İslâm açısından problem teşkil edenler de üç kısımdır: 1. İman açısından küfrü gerektiren ve hiçbir şekilde te’vili mümkün görülmeyen şathiyeler. 2. Te’vili, nispeten zor gibi görünen şathiyeler: Hallâc-ı Mansûr’un meşhur “Ene’l-Hakk” sözü gibi. 3. Açıklaması daha kolay, daha mümkün görülen şathiyeler: Yunus’un “Cennet cennet dedikleri birkaç köşkle birkaç huri / İsteyene Sen ver ânı, bana Seni gerek Seni...” beyti gibi. [50]

Şatahatın sadır olduğu kişi vecd halinde bunu söylemiş, bu halde de aklı başından gitmiş gibi bir halde ise bu hususta bir değerlendirme yapmak yerinde olmaz. Nitekim aşırı üzüntü ve aşırı sevinç halinde de insan ne söylediğini bilemez. Bu hususta gelen bir hadis buna delildir:

“Sizden birinizin tevbe etmesinden dolayı Allah Teâlâ’nın duyduğu sevinç, ıssız çölde giderken üzerindeki yiyecek ve içeceğiyle birlikte devesini elinden kaçıran, (aramaktan) ümidini kesip de bir ağacın yanına gelip devenin geri gelmesinden ümidini kesmiş şekilde gölgesine uzanıp yatan, bu halde iken bir anda devesini yanında bulunca devenin yularından tutup aşırı derecede sevincinden ne söylediğini bilmeyerek: “Allah’ım! Sen benim kulumsun; ben de senin rabbinim”, diyen kimsenin sevincinden daha fazladır. ”[51]

Eşref Ali Tanevî, şatahat ehlinin mazur olduğu konusuna, Hz. Âişe’nin İfk olayından temize çıkarıldığında gidip Hz. Peygambere teşekkür etmesi istenince verdiği: “Ben ne ona ne de size teşekkür ederim. Ancak beraatımı indiren Allah’a hamd ederim.”[52] cevabını delil getirmiş ve şu yorumu yapmıştır:

“Bazı büyüklerden nazım veya nesir olarak öyle sözler nakledilir ki onların zâhirî sözleri bize göre ters manalar ifade edebilir. Eğer bu sözler onların genel hallerine aşırı duygunun galip olmasından dolayı ise bu sözlere şathiyat denir. Hz. Âişe'nin (r.a), Rasûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) için böyle söylemesi, şathiyat türü ifadelerdendir. O'nun bu şekilde söylemesinin sebebi şiddetli üzüntüdür. Hz. Peygamber, (salla'llâhü aleyhi ve sellem) beşer olması ve gaybı bilmemesinden dolayı, bu hususta şüphe ve tereddüt içinde idi. Hz. Âişe (r.a.), Hz. Peygamberin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bu ter eddüdünü biliyor ve üzülüyordu. Bir de Peygamber Efendimizin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) İfk hadisesinde takip ettiği yol, O’nun şüphelendiği hissini veriyordu. Hz. Âişe (r.a) berâeti inince coştu, kendinden geçti ve böyle bir cevap kendisinden sadır oldu. Peygamber Efendimiz de (salla’llâhü aleyhi ve sellem) onun bu sözünü ters karşılamadı. Bu hadisle ehl-i şathiyatın mazur olduğu anlaşılmaktadır.”[53]

Kendisinden şatahat türü bir söz sadır olan kişinin eğer yanında bulunuluyorsa vecd halinde olup olmadığı anlaşılır. Eğer yanında değilse o zaman söyleyenin genel hali değerlendirilir. Yani İbn Haldun’un söylediği gibi salahı, müminliği bilinen birisi ise bunu vecd halinde söylediği kabul edilir; değilse bu iddia kabul edilmez. Sözün içeriğine göre değerlendirme yapılır. Ancak müslüman olduğu bilinen birini, sözünde küfre gidecek bir taraf olsa bile, hemen küfre nisbet etmek doğru olmaz. Tevil edilecek bir tarafı varsa tevil edilir. Ebû Bekir b. Furek’in (v. 406) dediği gibi, “bin kâfiri müslüman şüphesi ile İslâm’a girdirmekte yapılan hata, bir müslümanı küfür şüphesi ile İslâm’dan çıkarmaktan evladır.”[54] Yine de böyle bir sözü söylemek caiz değildir.

Bu sözleri normal halde söyleyen kişiler, eğer nakil tariki ile söylemiyorlarsa, sözlerinin içeriğine göre değerlendirilirler. Bu sözler Cebecioğlu’nun sınıflandırmasındaki gibi akıl açısından garip olan sözlerse içinde sövme, hakaret, müstehcen sözler taşıyanlar, mekruh; bunun haricindekiler mubahtır. İman - İslâm açısından sıkıntılı sözler ise tevili mümkün olmayanların küfür sözü olduğuna ve bu sözü söyleyen eğ er buna tevbe etmedi ve bu itikatla öldü ise kâfir olarak öldüğüne hükmedilir. Tevili zor olanlarda ise söyleyenin haline göre hüküm verilir. Bu sözleri katılarak nakletmek caiz değildir. Tevili kolay olanlarda ise tüm müminler için tevile gidilir. Bu sözleri ise doğru tevilini anlatmadan aktarmak mekruhtur.

Burada Serrâc’ın Şiblî ve Ebu’l-Hüseyin Nûri’nin bazı halleri için yaptığı tevile de değinmek gerekmektedir. Bunlara göre Şiblî, bir seferinde pahalı bir elbise giyip sonra onu çıkarıp ateşe atmış, bazen kıymetli bir kokuyu eşeğe sürer, bazen de badem ve şekeri ateşe atarmış. Bir defasında da tarlasını yüksek bedelle satıp ihtiyacı olduğu halde ailesine bir şey ayırmadan hepsini infak etmişti. Ebu’l-Hüseyin Nûri de bir seferinde kendisine sattığı tarla karşılığında getirilen 300 dinarın hepsini tek tek nehre atmıştı.

Bu halleri, kalplerini meşgul etmemesi, Allah’tan alıkoymaması için böyle yaptıkları şeklinde tevil eden Serrâc, dinarlar için “eğer bu dinarlar göz açıp kapayıncaya kadar Allah’tan alıkoyacaksa vâcip olan toptan suya atılmaktır. Bu sayede bir an önce bu fitneden kurtulmuş olur” demiştir. Bunlara delil olarak da Hz. Süleyman’ın atlar için söylediği, “Geri getirin onları bana, tuttu bacaklarını, boyunlarını silmeğe başladı.” (Sa’d 38/33) ayetinin, bazı müfessirlerce yapılan, Hz. Süleyman’ın ikindi namazını kaçırması sebebi ile atları kestirdiği tefsirini delil göstermiştir.[55]

Bu tefsirin sıhhatli olduğu kanaatinde değiliz. İsrailiyat’tan geçen bir hikâye olmalıdır. Müfessirlerin önemli bölümü de ayeti böyle tefsir etmemiştir.[56] Bu sebeple Şiblî ve Ebu’l-Hüseyin Nûri’den aktarılan bu haller de sünnete aykırıdır ve israf kapsamındadır. Hz. Peygamber, kadınların giydiği türden bir elbise giyen sahabiyi uyardığında sahabi o elbiseyi yakmıştı. Durumu anlatınca Rasûlullah yaptığını onaylamamış, “Keşke onu aile halkından birine giydirseydin. Çünkü kadınların giymesinde sakınca yoktur” buyurmuştur.[57]

EHLİ TASAVVUF İÇİN FARKLI BİR FIKIH OLABİLİR Mİ?

Bu soru incelenirken birbirine zıt gibi görünen iki yönden incelenmesi gerekmektedir. Önceki bölümlerde (Mutasavvıf ve fakîhlerin bazı meselelere bakışı bölümünde) değinildiği üzere birinci yön, fakîhlerin helâl, mubah gördüğü, işlenmesine ruhsat verdiği bazı hususları sûfîlerin hoş görmemesi, hatta bağlılarına yasaklamaya kadar gitmesi, yani fıkhın çizdiği çerçeveden daha dar bir çerçeve çizmesidir. İkinci yön ise fakîhlerin mekruh, hatta haram gördüğü bazı hususları sûfîlerin mubah hatta bazen müstehap görmeleri, yani fıkhın çizdiği çerçeveden daha geniş bir çerçeve çizmeleridir. Bir diğer yön de fakîhlerin hakkında herhangi bir hüküm beyan etmedikleri hususta farz, sünnet, müstehap, mekruh, haram gibi hükümler beyan etmeleri veya sünnet veya müstehap hükmü verilen bir ameli farz/vâcip gibi değerlendirmeleridir.

Birinci yön özellikle yeme, içme, mal mülk sahibi olma gibi hususlardadır. Yerinde incelediğimiz gibi sûfîler mubah hükmü verilen bir kısım nimetleri kendilerine yasaklamışlar ve bunu yollarının gereği görmüşlerdir. Burada iki mesele ortaya çıkmaktadır: a) Verdikleri bu hüküm genel hükmü değiştirir mi? b) Tasavvuf yoluna giren, bir mürşide bağlanan kişi bu hükme uyması gerekir mi? Eğer uymazsa durumu ne olur? Yani haram işlemiş gibi mi değerlendirilir?

Birinci soruya olumlu cevap verme imkânı yoktur. Fukaha tarafından hükmü mubah olarak değerlendirilen bir nimetin yasak kapsamına alınabilmesi için yine fakîhlerin izlediği yol üzere şer’î delillerin ortaya konması gerekir. Zaten eğer şer’î bir delil olsa idi fakîhler bunu değerlendirirlerdi. Asıl mesele sûfîyim diyen, tasavvuf yoluna/tarikata intisap etmiş birinin bu hükme uyması gerekip gerekmeyeceği tarafıdır. Bir mürşidin terbiyesine girmiş birisi manevî eğitimi ile ilgili hususlarda mürşidinin dediklerine uymaya söz vermiş demektir. Mürşidi müridinin eğitimi için mubah olan bir hususu yasakladığında, müridin buna uyması gerekir. Bu idarecisine uyması gereken memur gibi değerlendirilir. Mubah bir hususta verilen emir ve yasak yerine getirilmelidir. Bunun gibi mürid de mürşidinin bu talimatına uyması gerekir. Bu sözünün gereğidir. İdarecinin emri, mubah olan bir hususu farz yapmadığı gibi yasağı da mubah bir hususu haram yapmaz. Burada kişiye düşen verilen emre ittibadır. Bir kişi bunu terk ederse verilen emre itaatsizlik ve sözde durmama günahı alır. Mesela, zarar vermeyecek şekilde bir müddet et yememesi istenen bir müride et yemek haram hale gelmez. Ancak bu kişi bu sürede et yediğinde sözünde durmamış, emre itaatsizlik etmiş olur ve bunun günahını alır. Aynı husus mürşid tarafından emredilen nafile bir ibadet, vird vb. için de geçerlidir. Mesela, günde 1000 kere kelime-i tevhid zikri yapması istenen bir müridin bu emri yerine getirmesi vâcip olur; ancak bu emir belli sayıda zikri nafile bir ibadet olmaktan çıkarmaz.

Mubah bir nimeti kendilerine yasak gibi görmeleri veya müstehap hükmü verilen bir ibadeti/davranışı farz gibi görmeleri fakîhlerce önemli bir problem olarak görülmemiş, hatta aşırıya gidilmediği müddetçe güzel karşılanmıştır. Bu durum sûfîleri fıkhın çizdiği çerçeveden çıkarmadığı için ayrıca bir fıkıh ihtiyacı da hâsıl olmamıştır. Asıl mesele fakîhlerin caiz görmediği, mekruh, haram gibi hükümler verdikleri hususlarda sûfîlerin farklı bir tavır benimsemesi, bu hususlarda fıkhı dar görmeleridir.[58] Bunun en belirgin olduğu alan semâ/müzik ile şatahat alanıdır. Ayrıca sûfîler fakîhleri zâhire çok bağlı olmaları nedeniyle çok sık eleştirmişler, önemli olanın bâtın olduğundan hareketle bazen ibadetlerde şekil şartlarını yerine getirme hususunda daha geniş görüşler ortaya koymuşlardır.

Sûfîler, semâ gibi, avama caiz olmayan bazı hususların kendilerine caiz olduğu gibi görüşler ileri sürmüşlerdir. Acaba gerçekten onlar için farklı bir hüküm olabilir mi ya da diğer bir ifadeyle birilerine yasak olan bir husus bir başkasına serbest olabilir mi?

Burada şu hususu ortaya koymak gerekir ki, naslarla kesin belli olan haramlar hususunda hiç kimse istisna değildir ve bunların haramlığını kabul etmeyen kişilerin İslâm’la bağlantısı kalmaz. Nitekim ibahîler gibi sapık gruplar haricinde hiçbir sûfî de bunu iddia etmemiş, bu tür isnatları da şiddetle reddetmiştir. Burada tartışma konusu yapılan hususlar içtihadî yasaklardır. Yani hükmü içtihad ile ortaya konan ve üzerinde ittifak edilemeyen mekruh ve haramlar hususunda sûfîlerle fakîhler arasında tartışmalar çıkmıştır.

Fıkıh kitaplarında bazen haram, mekruh hükmü şartlara bağlanmıştır. Mesela, bir erkeğin yabancı kadının örtünmesi emredilmeyen el ve yüzüne bakması veya bir kadının yabancı bir erkeğe bakması, fitne olmama şartına bağlanmıştır. Bu şekilde olan çok sayıda hüküm vardır. Bu da aynı konuda farklı kişilere farklı hükümler terettüp edebileceğini göstermektedir. Buradan hareketle fakîhlerin caiz görmediği bir hususta sûfîler falan şartlarla caizdir veya filanlara caizdir, falanlara değildir diyebilirler. Ancak bunu diyebilmeleri için onların da bu hususta içtihada yetkin olmaları veya fetvâ verebilecek düzeyde olmaları gerekir. Bu da fıkıh ilmini gerektirmektedir. Fıkhı tahsil etmiş bir sûfî, diğer fakîhlerin caiz görmediği bir hususta böyle bir hüküm verdiğinde, ona uyanlar yine bir fakîhe uymuş olacaklardır ki diğer fakîhlere uymakla arasında bir fark yoktur. Bu durumda aslında bu hüküm de fıkıh çerçevesi içinde kalmış olacaktır. Nitekim kanaatimizce fıkhın özellikle hicri

6.    yüzyıldan sonraki canlılığını devam ettirmesi sûfî fakîhlerin bu tür içtihatları sayesinde olmuştur. Fakîhler daha fazla hukukçu kimliğine büründükçe daha fazla toplum nizamı ile ilgilenmeye kendilerini hasretmişler, bu da düzenleyici ve yasaklayıcı taraflarının daha fazla öne çıkmasına neden olmuştur. Toplumun ihtiyaç hissettiği emir ve yasakların hikmet boyutu ile dindeki müsamahayı sûfî fakîhlerle fakîh sûfîler temin etmişlerdir.

Sûfîlerin fakîhlerce hüküm belirtilmeyen bir hususta farz/vâcip, sünnet/müstehap gibi hükümler vermesine gelince: Sûfiler tarafından ifade edilen ve tasavvuf kitaplarında yer alan bu tarz hükümlerin bir bölümü kanaatimizce dinî/fıkhî bir hükmü değil de kendi yollarının gereğini anlatmak, tasavvufta neler yapılması gerektiğini anlatan ifadeler olarak değerlendirilmelidir. Mesela Ebû Hüseyin Ahmed b Muhammed en-Nûrî’nin, “dervişler için sohbet farzdır”[59] ifadesi böyle bir ifadedir.

Bir bölümü de hüküm verilmiş bir hususu farklı şekilde ifadelerinden kaynaklanmaktadır. Mesela, Bayezid-i Bistâmî’ye sünnet ve farzı sorduklarında, “Sünnet dünyayı terk, farz Mevla ile sohbettir. Çünkü sünnetin tamamı dünyayı terk etmeye delalet eder. Kitab (Kur’an)ın tamamı da Mevla ile sohbete delalet eder. Kim sünneti ve farzı öğrenirse kemale erer.”[60] cevabını vermiştir. Burada dünyaya karşı zühd sahibi olmak sünnet ile ifade edilmiş, Kur’an okumak, namaz, zikir gibi ibadetler ise farz ile ifade edilmiştir. Bu ifadelerin fıkıhla çelişen bir tarafı yoktur. Belki tasnife tabi tutulması gerekir.

 



[1]     Câhız, Ebû Osmân Amr b. Bahr b. Mahbûb el-Câhız el-Kinânî (v. 255), el-Hayevân, Dâru’l-Kütübü’l-İlmiyye, Beyrut 1424, VII, 75.

[2]    Ebû Hâmid Ahmed b. Muhammed el-Harzencî el-Büştî (v. 348/959).

[3]     Yöremizde (Nevşehir/Gülşehir) bir çocuk şımarıp saçma hareketler yani oradan oraya koşar, yerinde duramaz har eketler yaparsa, hı (£) harfi ile “şıtıhtı” derler ve çocuğu da “şıtıhma” diye uyarırlar. Ayrıca koyun keçi gibi hayvanlar da benzeri davranışlar gösterdiğinde de aynı ifade kullanılır. Belki de bu kelimenin Araplarda halk dilinde kullanılan şatah ve şıttı h ile bağlantısı vardır.

[4]     Sâhib b. Abbâd (v. 385), el-Muhît fı’l-luga, el-Mektebetü’ş-Şâmile, I, 183.

[5]    Firûzâbâdî (v. 817), el-Kâmusu ’l-Muhît, s. 226.

[6]    Zebîdî, Tâcu ’l-Arûs, VI, 507.

[7]    el-Mûcemü’l-Vasît, I, 482.

[8]    Ahmed Muhtar Ömer,Mû ’cemü’s-Savâbi ’l-LügavîDelîlü ’l-Müsekkafî’l-Arabî, Kahire 2008, I, 469.

[9]     Serrâc, el-Lümâ’, s. 453.

[10]    es-Süheylî, Ebü’l-Kâsım Abdurrahmân b. Abdillâh b. Ahmed el-Has‘amî es-Süheylî el-Mâlekî (v. 581), er-Ravzü ’l-ünüf fî şerhi’s-Sîreti’n-nebeviyye li’bni Hişâm, Beyrut 2000, IV, 158-159. Ebû Dâvûd mistah için, ekmek inceltilen değnek

(oklava) ve çadır direği manasını vermektedir. (Bkz. Ebû Dâvûd, Diyat 19, No: 4572. Miştah günümüzde Lübnan’da yapılan Ramazan pidesine verilen isimdir.

[11]    Dozy, Reinhart Pieter Anne (v. 1883), Tekmiletü’l-Meâcimi’l-Arabiyye (Supplement aux dictionnaires arabes), terc. Muhammed Selim en-Nuaymî-Cemal el-Hayyat, Irak 2000, VI, 307-308.

[12]   Halil b. Ahmed(v. 170), Kitabu’l-Ayn, III, 90-91.

[13]   İbn Düreyd (v. 321), Cemheretü’l-Lüga, I, 537.

[14]   Ezherî (v. 370), Tehzîbü ’l-Lüga, IV, 104.

[15]   Asım Efendi, Kâmus Tercümesi, I, 910.

[16]   Asım Efendi, Kâmus Tercümesi, III, 75-76.

[17]   Süleyman Uludağ, "Şathiye", TDVİslâm Ansiklopedisi, https://İslâmansiklopedisi.org.tr/sathiye (24.09.2019).

[18]    Serrâc, el-Lümâ’, s. 453. H. Kamil Yılmaz burayı, “Vecdin anlatımı sırasında feyz, galeyan, heyecan ve galebe ile sarfedilen alışılmamış ibare ve ifadelerdir.” şeklinde tercüme etmiştir. (Bkz. İslâm Tasavvufu, s. 369

[19]   Cürcânî (v. 816), et-Ta’rifât, s. 127.

[20]    Ethem Cebecioğlu, “Şatahât İbarelerinin Anlaşılmasına Doğru: Metodik Bir Deneme”, Tasavvuf: İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, yıl: 7 [2006], sayı: 17, ss. 7-27., s. 9-10.

[21]   Serrâc, el-Lümâ’, s. 453-454.

[22]   Serrâc, el-Lümâ’, s. 455-456.

[23]   Serrâc, el-Lümâ’, s. 458.

[24]   Serrâc, el-Lüma’, s. 473.

[25]   Serrâc, el-Lümâ ’, s. 460

[26]   Serrâc, el-Lümâ’, s. 475; İslâm Tasavvufu, s. 384.

[27]   Herevî (v. 481), Menâzil, s. 6.

[28]   Herevî (v. 481),Menâzil, s. 85.

[29]   İbn Kayyim, Medâricü’s-Sâlikîn, Beyrut 1996, II, 478.

[30]   Gazzâlî, İhyâ, I, 36.

[31]   Bkz. Irakî, Tahrîcu Ehâdîsi’l-İhyâ, Beyrut 2005, s. 47; Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, I, 223. Hadis zayıf bulunmuştur ancak destekleyici başka hadisler vardır.

[32]   Buhârî, İlim 50, No: 127 burada Hz. Ali’nin sözü olarak gelmiştir. İbn Abdilberr, Câmiu’l-İlim, I, 540, No: 891. Burada da İbn Abbas’ın (ra) sözü olarak nakledilmiştir.

[33]   Gazzâlî, İhyâ, I, 36.

[34]   Gazzâlî, İhyâ, I, 37.

[35]   İbnü’l-Arabî, Muhyiddin (v.638/1240), et-Tedbîrâtü’l-İlâhiyye, haz. Asım İbrahim el-Keyyâlî, Dâru’l-Kütübü’l-İlmiyye, Beyrut 2003, s. 108-110.

[36]   Ethem Cebecioğlu, “Şatahât İbarelerinin Anlaşılmasına Doğru: Metodik Bir Deneme”, s. 12 -13.

[37]   Zerruk (v. 899), Uddetü ’l-Mürîd, s.235.

[38]    Zeynüddîn Muhammed Abdürraûf b. Tâcil‘ârifîn b. Nûriddîn Alî el-Münâvî el-Haddâdî (v. 1031/1622), et-Tevkif alâ Mühimmâti’t-Te arif, Kahire 1990, s. 204.

[39]    Şataha kelimesinin fıkıh kitaplarında kullanımına sadece Hanbelî âlim Mardâvî’nin (v. 885) kitabında bir yerde rastlanmaktadır. Ondan sonraki Hanbelî âlimleri aynı ifadeyi almışlardır. Burada “oku (hedef gözetmeden) salıvermek/ jü râ^ll” manasındadır. (Mardâvî (v. 885), el-İnsaf, III, 552; Haccâvî, el-İkna ’, I, 376.)

[40]   Demirî (v. 808/1405), en-Necmü ’l-Vehhâc, IX, 78; Ayrıca bkz. Hatib Şirbinî (v. 977), Muğni ’l-Muhtâc, V, 428

[41]   Abdülkahir Bağdâdî (v. 429), el-Fark beyne’l-Firâk, s. 246-247. Hatib Bağdâdî (v. 465) de şatah kelimesini ıstılah manası ile kullanmaktadır. (Târihu Bağdad, XV, 390)

[42]   İbnü’l-Cevzî, Telbisü’l-İblis, s. 301-309.

[43]   İbn Kayyim el-Cevziyye (v. 751), İğâsetü’l-Lehefân, I, 207.

[44]   İbn Kayyim (v. 751), Tarîku’l-Hicreteyn ve Bâbü’s-Sa 'adeteyn, Kahire 1394, s. 23.

[45]   İbn Kayyim, Medâricü’s-Sâlikîn, II, 40.

[46]   İbn Kayyim,Medâricü’s-Sâlikîn, II, 87.

[47]   İbn Haldun, Mukaddime, tah. Abdullah Muhammed Derviş, Dımeşk 2004, II, 243; (tercüme) II, 1131-1132.

[48]   Mesela bkz. Abdurrahman b. Abdülhalik Yusuf, el-Fikru’s-SûfîfîDav ’i ’l-kitab ve ’s-Sünne, Kuveyt 1986, s. 305-307.

[49]   Abdurrahman b. Abdülhalik Yusuf, el-Fikru ’s-Sûfî, s. 307-310.

[50]   Ethem Cebecioğlu, “Şatahât İbarelerinin Anlaşılmasına Doğru: Metodik Bir Deneme”, s. 23 -26.

[51]   Müslim, Tevbe 7. Ayrıca bk.Tirmizî, Kıyâmet 49, Daavât 99; İbni Mâce, Zühd 30.

[52]   Buhârî, Enbiyâ 19; Şehâdet 15; Tevhîd 35; Müslim, Tevbe 56; Tirmizî, Tefsîr 25.

[53]   Eşref Ali Tânevî, Hadislerle Tasavvuf, s. 58-59.

[54]   Zerruk (v. 899), Uddetü ’l-Mürîd, s.236.

[55]   Serrâc, el-Lümâ’, s. 483-485, 493; İslâm Tasavvufu, s. 389-391, 397.

[56]   Bkz. Taberî, Tefsir, XXI, 195-196; Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, VI, 4096-4097; Hayrettin Karaman, Mustafa Çağrıcı, İbrahim Kâfi Dönmez, Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, IV/507-508.

[57]   Ebû Dâvud, Libas 17, No: 4066.

[58]   Fıkhın çizdiği çerçeveye hiç uymayan ibahî gruplar bizzat sûfîler tarafından da kabul edilmediği için bu tartışmada dikkate alınmamıştır.

[59]   Hücvîrî, Hakikat Bilgisi, s. 253.

[60]   Sülemî, Tabakât, 74.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar