Tasavvuf ta Hz. Ali kerrem'allahü veche radiyallâhü anh
Hazırlayan: Akif DURSUN
Hayatı
ve sözleri özellikle Şia ve onların etkisiyle pek çok tarikat tarafından
efsaneleştirilen, menkıbelere bürünen Hz. Ali günümüzde Nakş îler haricinde tüm
tarikatların silsilelerinin kendisine ulaştı(rıldı)ğı sahabidir.
Hz.
Ali’nin baba tarafından soyunu da belirten tam adı, Ali b. Ebî Talib (Abdi
Menaf) b. Abdülmuttalib (Şeybe) b. Hâşim (Amr) b. Abdi Menaf (Muğire) b. Kusay
(Zeyd)’dır. Annesi, Fatıma binti Esed b. Hâşim b. Abdi Menaf b. Kusay olup
babası ile annesi amca çocuklarıdır[1].
Bu sebeple iki taraftan Hâşimî’dir. Künyesi büyük oğluna nisbetle Ebu’l-Hasen
veya iki oğluna nisbetle “Ebu'l-Hasaneyn”, olan Hz. Ali’nin Hz. Peygamberin
verdiği “Ebû Turab/toprağın babası”;[2]
Peygamberimizle kardeş ilan edilmesi sebebiyle “Ehu Rasûlillah/Rasûlullah'ın
kardeşi” ve Peygamberimizin iki torunu sebebiyle “Ebu's-sıbteyn/iki torunun
babası”[3]
lakapları vardır. Bunun dışında 'el-Murtaza/kendisinden razı olunmuş',
'Esedullah/Allah'ın aslanı' ve 'Haydar/aslan' lakaplarıyla da anılmıştır.[4]
Hz.
Ali çeşitli rivâyetlerin karşılaştırılmasından anlaşıldığına göre miladi 600
yılında dünyaya gelmiş, küçük yaştan itibaren Hz. Peygamberin yanında
büyümüştür. Ebû Tâlib’in en küçük oğludur. Abileri Talib, Cafer ve Akil’dir.
Peygamber
Efendimize nübüvvet geldiğinde 10 yaşlarında olan Hz. Ali bazı rivâyetlere göre
ilk Müslüman olan, ilk namaz kılan sahabidir. Bazılarına göre Hz. Hatice’den
sonra Müslüman olmuştur. Bazılarına göre de Hz. Hatice, Hz. Ebû Bekir ve Zeyd
b. Harise’den sonra Müslüman olmuştur.[5] Hicrette
Peygamber Efendimizin yatağına yatmış, üç gün Mekke’de görünüp emanetleri
dağıttıktan sonra Peygamber Efendimizin ailesini ve annesi Fatıma’yı alarak
Medine’ye hicret etmiştir. Efendimiz Kuba’da iken yanına varıp Külsum b.
Hidm’in evine inmiştir.[6]
Mekke’de
Müslüman olanlar arasında kardeşlik kurulurken de Medine’de Hicretin 5. ayında
muhacirlerle ensar arasında kardeşlik kurulurken de, Rasûlullah Hz. Ali’yi
kendisine kardeş olarak seçmiş ve “sen dünya ve âhiret kardeşımsın ”
buyurmuştur[7].
Hz.
Peygamber hicretin 2. yılının son ayında onu kızı Fâtıma ile evlendirmiş; bu
evlilikten Hasan, Hüseyin ve ölü doğan Muhsin adlı erkek çocukları ile Zeyneb
ve Ümmü Külsûm adlı kız çocukları olmuştur. Hz. Ali, Hz. Fâtıma’nın sağlığında
başka evlilik yapmamıştır. Fâtıma’nın vefatından sonra ise birçok defa evlenmiş
ve çok sayıda çocuğu dünyaya gelmiştir.[8] Hz. Ali’nin
14 oğlu 19 kızı olmuştur. Erkek çocuklarından devam eden soyu Hasan, Hüseyin,
Muhammed b. Hanefîyye, Abbas b. Kilabiyye ve Ömer b. Tağlibiyye’den gelmiştir[9].
Hz.
Ali, Bedir günü başta olmak üzere bulunduğu hemen her seferde Rasûlullah’ın
sancağını taşırdı.[10]
Uhud günü sebat edenlerden, Hudeybiye’de ölüm beyatında bulunanlardan, Mekke
Fethi günü muhacirlerin üç sancağından birini taşıyanlardan idi. Rasûlullah onu
iki seriyyeye komutan yapmış, Yemen’e göndermişti. Tebük seferi hariç hiçbir
seferde Rasûlullah’tan ayrılmamıştı. Tebük’e giderken Hz. Peygamber yerine Hz.
Ali’yi bıraktı. Ordu Medine’den ayrıldıktan sonra bazı münafıklar “Ali ile
beraber bulunmaktan hoşlanmadığı için Hz. Peygamber onu yanında götürmedi”
dediler. Bu söz Hz. Ali’ye ulaşınca hemen yola çıkıp fazla uzaklaşmamış olan
orduya yetişti ve bu sözleri Hz. Peygamber’e sordu. Efendimiz gülerek : “Ya
Ali, sen benim için Harun’un Musa’ya olduğu gibi olmak istemez misin? ”
buyurdu.
Başka
bir rivâyette Hz. Ali (üzüntülü olarak): “Ya Rasûlallah sen gidiyorsun beni
geride mi bırakıyorsun” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber: “Ya Ali, sen
benim için Harun’un Musa’ya olduğu gibi olmak istemez misin? Ancak benden sonra
peygamber gelmeyecektir” buyurdu[11]. Bu sözü
duyunca Hz. Ali hızlıca geri döndü.[12]
Tasvir
edildiğine göre Ali b. Ebi Talib, orta veya ortaya yakın kısa boylu, buğday
tenli, iri siyah gözlü, ayın on dördü gibi parlak simalı, güler yüzlü, göğsünü
dolduracak kadar gür sakallı idi. Başı dazlaklaşmış, saçının kalan yerleri ve
sakalı beyazlamıştı. Bazen sakalını boyardı. Bakışı keskindi. Büyükçe karınlı
yani hafif göbekli idi.[13]
Zühd
üzere yaşayan Hz. Ali bunun yansıması olarak diz kapaklarının biraz altına inen
ucuz elbiseler giyer, elbiselerini pazardan satın alırdı. Zaman zaman bir ucunu
öne bir ucunu arkaya saldığı siyah sarık sarardı.[14] Takkesi
ince, beyaz idi. Yüzüğünün üstünde “Allahu Melik”, başka bir yüzüğünde
“Muhammed Rasûlullah” yazılı idi.[15]Hz.
Osman’ın şehadetinden sonra dördüncü halife olarak seçilen Hz. Ali’ye H. 35
yılında Zilhicce’nin 18’nde Cuma günü Medine’de beyat edildi.[16]
İlk olarak, Zübeyr b. Avvam, Talha b. Ubeydullah, Sa’d b. Ebî Vakkas, Saîd b.
Zeyd b. Amr, Ammar b. Yâsir, Usame b. Zeyd, Sehl b. Huneyf, Eyyub el-Ensârî,
Muhammed b. Mesleme, Zeyd b. Sâbit ve Huzeyme b. Sâbit, sonra da o sırada
Medine’de bulunan bütün ashab ile diğer insanlar beyat ettiler. Ancak sonra
Talha ve Zübeyr (ra) kerhen biat ettiklerini söyleyerek, Hz. Âişe ile birlikte
Mekke’ye oradan da Basra’ya gittiler ve Cemel vakası oldu.[17] Daha sonra
olan Sıffin savaşı ve Muaviye ile arasında geçenler meşhurdur. Bu arada Sıffin
savaşından sonra ortaya çıkan Haricîler uzun süre Hz. Ali’yi uğraştırmış,
sonunda Haricî birisi olan Abdurrahman ibn Mülcem tarafından şehid edilmiştir.
Rivâyetlerden
anlaşıldığı kadarıyla Hz. Peygamberin kendisine bildirmesi sebebiyle[18]
Hz. Ali öldürüleceğini bilmektedir ve beklemektedir. Bu sebepten zaman zaman bu
hususta konuşmalar yapmaktadır. Bir defasında: “Sizin en şakinizi beni öldürmekten
alıkoyan nedir? Allah’ım ben onlardan bıktım onlar da benden. Onları benden
rahatlat (kurtar) beni de onlardan!” demişti.[19]
İbn
Mülcem’in kabilesi olan Murad kabilesinden biri gelerek Hz. Ali’ye, “kendine
koruma tut, çünkü Murad kabilesinden birileri seni öldürmek istiyor” dediğinde
Hz. Ali, “Kişinin iki tarafında birer muhafaza meleği vardır. O kişi kendisine
takdir edilmemiş hususlardan korur. Kendisine takdir olunan şey gelince de o
şey ile kişi arasından çekilirler. Muhakkak ecel koruyucu kalkandır” cevabını
vermişti.[20]
Hz.
Ali yaralandıktan sonra iki gün yaşayıp, 11 Ramazan 40 yılında Pazar günü vefat
etti. Naaşını Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve Abdullah b. Cafer yıkadılar ve
kefenleyip defnettiler.[21]
Hilafet müddeti 4 sene 9 aydır. Vefat ettiğinde 63 yaşında idi.[22]
Hz. Ali’nin faziletine dair çok sayıda hadis vardır.[23]
Hz.
Ali’nin fakîhliği tartışmasız kabul edilmiştir. Onu sahabenin en fakîhi kabul
edenler vardır. Daha Peygamber Efendimiz zamanında fetvâ vermiş, insanlar
arasında hükmetmiştir.
Kendi
şöyle aktarıyor: “Rasûlullah beni Yemen’e kadı olarak tayin edince, “Ya
Rasûlallah beni mi gönderiyorsun, hâlbuki ben gencim onlar ise olgun kişiler?
Benim kaza (yargı) hakkında ilmim de yoktur” dedim. Rasûlullah göğsüme vurarak,
“Allah’ım kalbine hidayet (doğruluk) diline sebat ver” diye dua etti.
Vallahi bundan sonra hiçbir şey de tereddüde düşmedim.”[24]
Hz.
Ömer, “En iyi hüküm (kaza) verenimiz Ali’dir”[25] der; Hz.
Ali’nin olmadığı bir mecliste zor bir problem ile karşılaşmaktan Allah’a
sığınırdı.[26]
Medine’de feraizi en iyi bilen Hz. Ali idi. İbn Abbas diyor ki, “İlmin onda
dokuzu Ali’de idi. Geri kalan onda birde de hissesi vardı.”[27] Abdülmelik
b. Süleyman, tabiinden A’ta’ya ashab içinde Hz. Ali’den âlimi olup olmadığını
sorduğunda, A’tâ, “Vallahi ondan âlimini bilmiyorum” dedi.[28]
Tabiunun
önde gelen âlimlerinden Ata b. Ebi Rabah ile özellikle Mesruk b. Ecda'ın şu
tespitleri, Hz. Ali'nin sahabe nezdindeki konumunun, bir sonraki nesilde de
takdir edildiğini göstermektedir: “Muhammed (sav) ashabını (ilim hususunda)
yokladım. Allah Rasûlü'nün (s.a.) ilminin şu altı sahabede toplandığını gördüm:
Ömer, Ali, Abdullah b. Mesud, Zeyd b. Sâbit, Ebu’d-Derda ve Übey b. Ka'b. Bu
altı kişinin ilmi de Ali ile Abdullah'ta toplanmıştır.”[29]
Hz.
Ali’nin hüküm vermedeki isabeti ve sürati, olayları fıkhetmedeki üstünlüğü
üzerine çok sayıda olay aktarılmıştır.[30] Hz. Ali,
ehlisünnet dört mezhebin hepsinde de önemli olsa da özellikle Hanefî mezhebinde
Hz. Ömer ve Abdullah b. Mesud ile birlikte merkezî konumu işgal etmektedir. Bu
durumu Ebû Hanife şöyle dile getirir: “Bu ilmi (fıkhı) Hz. Ömer’den ilim
alanlar vasıtasıyla Ömer’den; Hz. Ali’den ilim alanlar vasıtasıyla Ali’den;
Abdullah b. Mesud’dan ilim alanlar vasıtasıyla da İbn Mesud’dan aldım.”[31]
Fakîhlik
yönü çok belirgin olan Hz. Ali, Şiayı bir kenara bırakırsak, özellikle
tarikatların oluşumundan sonra fıkıh yönüyle değil de tasavvuf yönüyle ön plana
çıkmıştır. Bütün tarikatlar silsilelerini Hz. Ali’ye dayandırmışlar; sahabeden
Hz. Ebû Bekir’e ulaşan silsileye sahip olan Nakşiler bile Hz. Ali’ye ulaşan iki
silsile daha ihdas etmişlerdir[32].
“Mesela
Nakşibendî, Kâdirî ve Halvetî tarikatlarının bir silsilesinde tarihî sıra
içerisinde şu isimler yer alır: Hz. Muhammed (s.a), Ali b. Ebî Tâlib,
el-Hasenü’l-Basrî, Habîb el-A’cemî, Dâvûd et-Taî, Ma’ruf el-Kerhî, Seriy
es-Sekatî, Cüneyd el-Bağdâdî.”[33]
Sûfîler Hz. Ali’nin veya Hz. Ali’nin çok yakınında
olan Kümeyl b. Ziyad’ın Hasan-ı Basrî’ye hırka giydirdiğine inanırlar[34].
Bununla birlikte zühd dönemi mutasavvıflarından nakledilen ve bize ulaşan
sözlerde Hz. Ali’ye özel bir atıf bulunmamaktadır. Bu manaya gelebilecek bir
ifade yaklaşık iki yüz yıl sonra Cüneyd (v. 298/910)'in
ağzından
nakledilmiştir. Onun
“Usûlde ve belada pirimiz Ali Murtaza’dır”[35] ve “Allah
kendisinden razı olsun, Emirü'l-mü'minin Hz. Ali eğer harplerle meşgul
olmasaydı bizim bu (tasavvuf) ilmimize dair pek çok manayı (incelikleri) bize
aktarırdı. Çünkü o, kendisine ilm-i ledün verilmiş birisiydi. İlm-i ledün ise
Hızır'a (a.s.) özgü olan bir ilimdir” dediği nakledilmiştir.[36]
Bu
sözün Cüneyd’e ait olup olmadığını bilmiyoruz ancak tasavvuf klasikleri olan
eserleri verenlerden Muhâsibî, Kuşeyrî ve Sülemî hariç müellifler Serrâc,
Kelâbâzî, Ebû Tâlib Mekkî ve Hücvîrî ile Hilye yazarı Ebû Nuaym
Isfahanî, Hz. Ali’ye tasavvuf konusunda diğer sahabe arasında farklı bir yer
ayırmıştır.
Kelâbâzî (v. 380/990)
eserinin ikinci bölümünde Hz. Ali ve onun soyundan
gelenlerin adlarını
sûfiler listesine dâhil ettiği gibi, sûfîlere ait bilgileri anlatan, onların
vecd hallerinden bahseden, makamlarını yayan, hem söz ve hem de amelle sûfîyâne
halleri tasvir edenler arasında Hz. Ali, Hasan ve Hüseyin’i başta saymıştır.[37]
Çağdaşı Serrâc her ne kadar diğer üç halife ile aynı miktarda yer ayırsa da
tasavvuf hususunda Hz. Ali’ye daha fazla atıfta bulunmuştur. O şöyle demektedir:
“Emirü'l-mü'minin
Hz. Ali’nin Rasûlullah’ın tüm ashabı arasında, yüce manalar, latif işaretler,
benzersiz lafızlar, tevhid, mârifet, iman ve ilim hakkında ibare ve beyanlar ve
daha başka hususlarda ayrı bir yeri vardır. Ayrıca kendisiyle sûfîlerden
hakikat ehlinin ilgi kurduğu ve ahlâklandığı yüksek hususiyetleri
bulunmaktadır.[38]
Hz. Ali sahabe arasında tevhid ve mârifeti anlatma ve açıklama hususunda ayrı
bir yere sahipti.[39]
Hz. Ali’nin sûfîlerden kalp erbabı, işaret sahipleri ve vecd ehlinin ilgilendiği
haller, ahlâk ve fiillerle ilgili pek çok sözü vardır.”[40]
Yine
Serrâc, Hz. Ali’nin Kümeyl b. Ziyad’a kalbini işaret ederek: “İşte ilim burada.
Ah keşke onu taşıyacak birini bulsam!” dediğini nakleder.[41]
Serrâc
dört halifeyi şöyle vasıflamıştır: “Dünyanın tamamını terk eden, sahip olduğu
her şeyden çıkan (soyutlanan), hiçbir bağı olmaksızın fakr ve tecrid yaygısı
üzerine oturanların imamı Hz. Ebûbekir’dir. Dünyanın bir kısmından geçip bir
kısmını çoluk çocuğu ve sıla-i rahim için ayıran ve tüm hakları yerine
getirenlerin imamı Hz. Ömer ibnü’l- Hattab’dır. Allah için (mal) toplayan,
Allah için men eden, Allah için veren, Allah için infak edenlerin imamı Hz.
Osman b. Affan’dır. Dünya (malı)nın etrafında dönmeyen (dünyalık talep etmeyen)
ve istemeden gelen dünyalığı reddedip ondan kaçanların önderi ise Ali b. Ebû
Tâlib'tir.”[42]
Hücvîrî
(v. 465) ise “bela denizinin dalgıcı, dostluk ateşinin yakıp kül ettiği, evliyâ
ve asfiyanın rehberi” olarak tanımladığı Hz. Ali’nin tasavvuf yolunda şanının
büyük derecesinin yüksek olduğunu söylemektedir. Cüneyd’in “Usûlde ve belada
pirimiz Ali Murtaza’dır” sözünü açıklarken de, “İlimde ve muâmelede tasavvuf
yolunun imamı Ali’dir (ra). Bu yolu tutanlar, tasavvuf yolu ile ilgili
bilgilere usûl derler, bu yolda belaya katlanmaya da muâmeleler ismini
verirler” demektedir.[43]
[44]
Hücvîrî, Hz. Ali başta olmak üzere onun soyundan gelen imamlara ayrı önem vermiştir. Dört halifeden sonra “Sûfîlerin Ehl-i Beytten Olan İmamları” başlığını açmış ve burada, Hasan b. Ali, Hüseyin b. Ali, Zeynelâbidin, Muhammed Bâkır, Cafer Sâdık’ı zikretmiştir.
Ebû
Tâlib Mekkî (v. 386/996).’nin Hz. Ali’den yaptığı nakiller tüm ehlisünnet
âlimlerin yapabileceği nakillerdir. Ancak sabah namazından sonra yapılacak
duaları aktarırken “Süleyman b. Mu’temir’in yaptığı tesbihatı Hızır’ın Hz.
Ali’ye öğrettiği söylenmektedir” diyerek, Hz. Ali’nin Hızır’dan ilim aldığı
imasında bulunmuştur.[45]
[46]
Büyük muhaddis Ebû Nuaym Isfahanî ise Hz. Ali’ye
kitabında diğer sahabelere göre daha fazla yer vermiş ve onu farklı bir yere koymuştur.
Onun, “mârifetullah sırrına erenlerden, zâhir ve bâtın ilmini bilenlerden,
Allah’ın zatını tanıyanlardan” olduğunu söylemiş, faziletiyle ilgili pek çok
hadis naklettiği gibi kendisinden de çok sayıda söz 413
nakletmiştir.
Kendisi
reddetmesine rağmen[47]
özellikle Şii çevrelerle ondan etkilenen bazı sûfî çevrelerde Hz. Ali’ye, Hz.
Peygamber tarafından diğer sahabenin bilmediği sırların verildiğine inanılır.
Zühd dönemi mutasavvıfları Hz. Ali’ye diğer sahabeye nazaran ayrı bir önem
atfetmediği halde daha sonraki dönemde artan bir şekilde mutasavvıfların Hz.
Ali’ye önem vermeleri, atıfta bulunmaları, silsilelerini ona ulaştırmaya gayret
etmeleri nasıl açıklanabilir?
Zahidlerin
fazla atıfta bulunmamasının sebepleri olarak Salih Çift şunları sayıyor:
“Birincisi söz konusu
döneme ait zahidlerden bugüne kalan metin sayısı çok azdır. Bu itibarla onların
kanaatlerini tam manasıyla tesbit etmek zordur. ikinci olarak da zahid olarak
nitelendirilen ilk dönem sûfilerinin Peygamber dışında bir önder ya da rehber edinme
kaygılarının bulunmadığı söylenebilir. Ayrıca ilk dönem zahidleri Hz. Ali'yi
manevi yollarının öncüsü kimliğinden ziyade dini konularda otorite olan ve esas
itibariyle siyasi bir makam olan hilafet noktasında kendisine haksızlık edilen
bir lider olarak algılamaktaydılar. ”[48]
Bizim
kanaatimiz ise bunların yanında Emevî ve Abbasîlerin güçlü olduğu, Hz. Ali ve
evladının takbih edildiği bu dönemde yöneticilerle karşı karşıya gelmek
istemeyen sûfîlerin Hz. Ali’ye atıfta bulunmaktan biraz uzak durduğu, bu sıkıntının
geçtiği dönemlerde ve bölgelerde ise atıfların arttığı görülmektedir. Şia
tesirinin fazla olduğu yerlerde yetişen mutasavvıflarda bu daha fazla olmuş,
Şia’ya takip olan yerlerde ise azalmıştır. Mesela aynı dönemde yaşayan Hücvîrî
(v. 465) kitabında, Hz. Ali’ye özel bir önem verirken Kuşeyrî, tasavvufu
ehlisünnet çevrelere kabul ettirebilmek için Risale'sinde Hz. Ali’den
neredeyse hiç bahsetmemiştir.
Gazzâlî’nin
İhyâ’daki Hz. Ali’ye atıfları ise epey fazladır. Gazzâlî ile ehlisünnet
çevrelerde tasavvufun kabul edilmesi, mutasavvıfların Hz. Ali’ye atıflarının
önünü açmıştır. Bunda Şia tesirinin yeri olduğu gibi, Hz. Ali’den sonra Hz. Ali
evladının siyasetten uzak kalması, onların ilme ve zühde yönelmelerine, bu da
tasavvufta önemli bir yere sahip olmalarına yol açmıştır. Ayrıca Hz. Ali’ye
atfedilen sözlerin diğer sahabeye göre çok olması ve bunların içinde tasavvuf
ehline uygun olan çok sayıda söz bulunması mutasavvıfların kendilerini Hz.
Ali’ye bağlamalarını kolaylaştırmıştır.
Her
ne kadar güvenilir hiçbir kaynakta bizzat onun tarafından yazıldığı yer almasa
da Hz. Ali’ye nispet edilen bazı eserler mevcuttur. Bunlardan en tanınmış olanı
“Nehcu'l- Belağa” adlı eserdir. Yine Ali'nin şiirleri olduğu söylenen ve
birçok şerhleri bulunan “Envâru'l-ukûl min eş'âri vasiyyi'r-Resûl adlı
divan; yine ona nispet edilen “el-Kasidetü'z- Zeynebiyye;
el-Kasîdetü'z-Zeburiyye; el-Kasîdetü'l-Cülculutiyye” gibi eserler de
gerçekte ona ait değildir. Böyle olmakla birlikte Hz. Ali'nin hikmetli
sözlerinden derlendiği ileri sürülen “Elf Kelime; Emsalu'l-Imam Ali;
Gurerü'l-hikem ve dürerü'l-kilem” adlı matbu eserler de bulunmaktadır.[49]
[50]
Bu eserlerden en dikkat çekeni ve meşhur olanı
Nehcü’l-Belâğa’dır. Bu kitap Hz. Ali'nin neslinden gelen şair ve edip Şerif
er-Radi (v.406/969) tarafından derlenmiş bir eserdir. Eser hutbeler, hitabeler
ve emirnâmeler, resmî ve özel mektuplar, vecizeler ve öğütler olmak üzere üç
bölüme ayrılmıştır. Birinci bölümde Allah Teâlâ’dan, Rasûl-i Ekrem’den, Hz. Ali
ve Ehl-i beyt’ten, dünya ve âhiretten, bazı içtimai ve iktisadi meselelerle ilk
üç halifeden ve Hz. Ali zamanına ait bazı tarihî olaylardan söz eden 242 hutbe
yer alır. ikinci bölüm Hz. Ali’nin Cemel Savaşı’ndan önce, savaş sırasında ve
savaştan sonra yazdığı, Muâviye ’ye gönderdiği mektuplar, ayrıca idari
mektuplar, emirnâmeler, ahidnâmeler olmak üzere yetmiş sekiz (tekrarsız altmış
üç) parçayı kapsar. Hz. Ali ’nin vecizelerine ayrılan son bölümde ise 498
özdeyişe yer verilmiştir.411
Bu
kitapta geçen sözlerin Hz. Ali’ye aidiyeti tartışma konusu olmuştur. Şii
çevreler sözlerin Hz. Ali’ye ait olduğundan şüphe duymazken, ehlisünnet
çevreler bundan şüphe duymuşlar, uydurma olduğunu, en azından Hz. Ali’ye ait
olmayan pek çok söz girdirildiğini söylemişlerdir. Diyanet Islâm
Ansiklopedisinde Hz. Ali’nin İlmi bölümünü yazan Yaşar Kandemir, Zehebî’den
nakledilen, bu sözlerin Hz. Ali’ye ait olamayacağı görüşüne meylederken, Nehcü’l-Belâğa
maddesini yazan İsmail Durmuş, “sözlerin büyük bir kısmının Hz. Ali’ye ait
olduğunu söylemek gerekir. Özellikle onun zamanında cereyan eden hadiselere
dair olanlar, ilim ve ahlâkî erdemler vb. konularda medih parçaları, valilerine
ve devlet ricâline yazdığı mektuplar bu türdendir”[51] demektedir.
Nehcü’l-Belağa'yı Türkçeye tercüme eden Abdülbâki Gölpınarlı da
sözlerin Hz. Ali’ye ait olduğunu söylemektedir. Bizim kanaatimiz de İsmail
Durmuş’la aynı yöndedir. Kitap okununca, sözlerin önemli bölümünün Hz. Ali’ye
ait olduğu ancak bazı sözlerin onun adına söylendiği veya bazı sözlerine
ilaveler yapıldığı kanaati oluşmaktadır. Bu kitapta Hz. Ali’den hem fıkıhla[52]
hem de tasavvufla[53]
ilgili olabilecek çok sayıda söz nakledilmiştir.
Bu
bölümü Hz. Ali’nin şu sözü ile bitirelim:
“Gerçek
fakîh, Alah’ın rahmetinden ümit kestirmeyen ve halkı O’nun azabından emin
kılmayan, Allah’a isyan edilebilecek konularda insanlara ruhsat vermeyen ve
Kur’an’ı bırakıp başka şeylere rağbet etmeyen kişidir.”[54]
[1] İbn
Sa’d, et-Tabakât, III, 13-14.
[2] Aktarıldığına
göre Hz. Ali ile Hz. Fatıma arasında bir tatsızlık olmuş, Hz. Ali de kızarak
evden ayrılmış; evlerine gelen Rasûlullah durumu öğrenince onu aratmış, Mescid’de
toz toprak içinde uyurken bulmuşlar. Peygamberimiz Hz. Ali’yi uyandırırken,
“kalk, Ebû Turab” diyerek seslendiği için bu lakap kendisine verilmiş. Hz. Ali
bu hatıraya binaen bu lakabından çok hoşlanılmış. Buhârî, “Fedailu Ashab”, 9.
[3] İbnu'l-Esir,
Üsdü'l-GâbefiMa'rifeti's-Sahabe, Dâru’l-Kütübü’l-İlmiyye, Beyrut 1994;
IV, 89.
[4] Mustafa
Akçay, “Hz. Ali'nin Hayatı ve Kişiliği”, Anadolu ’da Alevîliğin Dünü Bugunü,
Sakarya Üniversitesi Yayınları, 1. Baskı 2010 Sakarya, s. 176.
[5] İbn
Sa’d, et-Tabakât, III, 15. En mantıklı rivâyet sonuncusu olsa gerektir.
[6] İbn
Sa’d, et-Tabakât, III, 15.
[7] İbnu'l-Esir,
Üsdü'l-Gâbe, IV, 89. Başka bir rivâyete göre Medine’de Sehl b. Huneyf
ile kardeş yapmıştır. (Bkz. îbn Sa’d, et-Tabakât, III, 16.)
[8] Ethem
Ruhi Fığlalı, “Ali”, DİA, II, 371.
[9] îbn
Sa’d, et-Tabakât, III, 15.
[10] îbn
Sa’d, et-Tabakât, III, 16.
[11] Ahmed
b. Hanbel, Fedâilü’s-Sahâbe, II, 567.
[12] îbn
Sa’d, et-Tabakât, III, 16-17; Nesai, Fedailu ’s-Sahâbe, s. 13-14.
[13] İbn
Sa’d, et-Tabakât, III, 18-19; Ahmed Naim, Tecrid-i Sarih Tercemesi,
DİB Yay, Ankara 1985, IV, 43; İbrahim Sarıçam, "Hz. Ali'nin Hayatı ve
Şahsiyeti", Hayatı, Kişiliği ve Düşünceleriyle Hz. Ali Sempozyumu,
s. 24, Bursa, 2005.
[14] İbn
Sa’d, et-Tabakât, III, 20-21.
[15] İbn
Sa’d, et-Tabakât, III, 22.
[16] İbn
Sa’d, et-Tabakât, III, 22.
[17] İbn
Sa’d, et-Tabakât, III, 22-23.
[18] Hz.
Peygamber Hz. Ali’ye sordu: “Ey Ali, evvelkilerin ve sonrakilerin en bedbahtı
kimdir, bilir misin? -Allah ve Rasûlü daha iyi bilir.
-En bedbahtların
(şakilerin) ilki (Salih peygamberin) devesini kesen kimsedir. Sonuncusu ise
seni yaralayan kimse olacaktır, dedi ve Hz. Ali’nin yaralandığı yeri işaret
etti. (Bkz. İbn Sa’d, et-Tabakât, III, 25; Mevsılî, Müsned-i Ebî Ya
’la, I, 377 (isnadı zayıf), Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, VIII, 38;
Ahmed b. Hanbel, Fedâilü’s-Sahabe, II, 566)
[19] İbn
Sa’d, et-Tabakât, III, 24
[20] İbn
Sa’d, et-Tabakât, III, 24.
[21] İbn
Sa’d, et-Tabakât, III, 25-27.
[22] İbn
Sa’d, et-Tabakât, III, 27.
[23] Bir
kısmı için bkz. Müslim, “İman”, 13; Tilmizi, Menâkıb 20; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
I, 84, 118-119, 152, 331, IV, 437; Nesâî, Fedâilu’s-Sahâbe,
Dâru’l-Kütübü’l-İlmiyye, Beyrut, 1405, s. 14, H. No: 41, 43; Ahmed b. Hanbel, Fedâilü’s-
Sahâbe, II, 563-570, 584, 620, 649; Nesâi, “Menâkıb”, 45; İbn Mace,
“Mukaddime”, 43.
[24] İbn
Mâce, “Ahkâm”, 1; Ahmed b. Hanbel, Fedâilü’s-Sahâbe, II, 580; Ebû İshak
eş-Şirâzî, Tabakâtü’l-Fukahâ, s. 42; Belazurî, Ensâbu’l-Eşraf,
II, 101.
[25] İbn
Ebi Şeybe, Musannef, VI, 138; Hâkim, Müstedrek, III, 344.
[26] Ahmed
b. Hanbel, Fedâilü’s-Sahâbe, II, 647; Ebû İshak eş-Şirâzî, Tabakâtü’l-Fukahâ,
s. 42.
[27] Ebû
İshak eş-Şirâzî, Tabakâtü’l-Fukahâ, s. 42; İbnü'l-Esir, Üsdü'l-Gâbe,
IV, 87.
[28] Ebû
İshak eş-Şirâzî, Tabakâtü’l-Fukahâ, s. 42-43.
[29] Taberânî,
el-Mu’cemü’l-Kebîr, IX, 94; İbn Sa’d, et-Tabakât, II, 267.
[30] Birkaç
örnek için bkz. Veki' Ebû Bekir Muhammed bin Halef, Ahbârul-Kudât,
el-Mektebetü't-Ticariyye'l-Kübrâ, Beyrut 1947, I, 95-97; Mehmet Erdem, “Hanefi
Mezhebinin Önemli Sahabi Refanslarından Birisi Olarak Hz. Ali”, Fırat Üniv.
İlahiyat Fakültesi Dergisi 16:2 (2011), s. 27 (İbnu’l-Kayyim, et-Turuku"l-hükmiyye,
s. 57, 58’den naklen).
[31] Muhammed
Ebû Zehra, Ebû Hanife, çev. Osman Keskioğlu, DİB Yay., Ankara 1997, s.
85.
[32] Bkz.
Abdulmecîd Hanî, el-Hadâiku’l-Verdiyye, çev. M. Emin Fidan, İstanbul
2003, s. 27-29; Kadirîlerin bir silsilesi ise şöyledir: 1. Hz. Muhammed Mustafa
(s.a.v). 2. Hz. Ali b. Ebû Tâlib 3. Hz. Hasan. 4- Hz. Hüseyin 5- Muhammed Bakır
6- Cafer-i Sadık.... (Bkz. Ahmet Yıldırım, “Tasavvufî Düsüncede Hz. Ali ve Bu
Düsünce İçerisinde Hz. Ali’ye Nispet Edilen Rivâyetler”, Süleyman Demirel
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Yıl: 2009/1, Sayı: 22, s. 47-48.)
[33] Aydınlı,
Tasavvuf ve Hadis, s. 198.
[34] Süleyman
Uludağ, “Hasan-ı Basrî”, DİA, XVI, 292; İbn Haldun, bunun aslının
olmadığı ve sahih olarak bilinemeyeceğini söylemektedir. (Bkz. İbn Haldun,Mukaddime,
s. 769-770.)
[35] Hücvîrî,
Hakikat Bilgisi, s. 135; Ferîdüddin Attar, Tezkiretü’l-Evliyâ (Evliyâ
Tezkireleri), çev. Süleyman Uludag, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, Aralık
2007, s. 388. Burada “Usûlde, füruda ve çilekeşlikte.” şeklinde geçmektedir.
[36] Serrâc, el-Lüma',
s. 179.
[37] Kelâbâzî,
et-Taarruf, s.10-11; Doğuş Devrinde Tasavvuf, s. 61.
[38] Serrâc,
el-Lüma', s. 179.
[39] Serrâc,
el-Lüma', s. 180.
[40] Serrâc,
el-Lüma', s. 182.
[41] Serrâc,
el-Lüma', s. 180.
[42] Serrâc,
el-Lüma', s. 182.
[43] Hücvîrî,
Hakikat Bilgisi, s. 135-136.
[44] Bkz.
Hücvîrî, Hakikat Bilgisi, s. 137-145.
[45] Ebû
Tâlib Mekkî, Kûtu’l-Kulûb, I, 22.
[46] Bkz.
Ebû Nuaym, Hilye, I, 61-87.
[47] Bkz.
Müslim “Edâhî”, 43, 44, 45; Tirmizî, “Diyât”, 16; Nesâî, “Kasame”, 13-14; İbn
Mâce, “Diyât”, 21; Ebû Tâlib Mekkî, Kûtu’l-Kulûb, I, 207.
[48] Salih
Çift, “Dönemsel Gelişimi Bağlamında Tasavvuf Kültüründe Hz. Ali”, Hayatı
Kişiliği ve Düşünceleriyle Hz. Ali Sempozyumu Tebliğ ve Müzakereleri (08-10
Ekim 2004 Bursa), Yayına Hazırlayan M. Selim Arık, Bursa 2005, s. 120.
[49] M.
Yaşar Kandemir, "Ali", DİA, II, 375.
[50] İsmail
Durmuş, “Nehcü’l-Belâğa”, DİA, XXXII, 538.
[51] İsmail
Durmuş, “Nehcü’l-Belâğa”, XXXII, 539.
[52] Fıkıhla
ilgili bazı sözleri için bkz. Şerif Râdi, Nehcü’l-Belâğa, çev. Abdülbaki
Gölpınarlı, Shafagh Publications, Kum, bty, s. 26, 151, 391-392, 438.
[53] Tasavvufla
ilgili bazı sözleri için bkz. Şerif Râdi, Nehcü ’l-Belâğa, s. 49-50, 73,
79, 389-390, 395. Ayrıca bkz.Ebû Nuaym, Hilye, I, 74-75
[54] Ebû
Nuaym, Hilye, I, 77; Sahabeden Günümüze Allah Dostları, I, 197.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar