TASAVVUFUN İLK TEMSİLCİLERİ KABUL EDİLENLER VE FIKIHLA İLİŞKİLERİ
Hazırlayan:
Akif DURSUN
Bütün İslâmî
ilimlerde olduğu gibi tasavvufun da ilk temsilcilerinin sahabe ve tabiinden
olduğu kabul edilir. Tasavvufun ekolleşmesinden sonra her ekol kendisini
sahabeye dolayısıyla Peygamber Efendimize isnad etmeye, Peygamberimize kadar
ulaşan bir silsile oluşturmaya ehemmiyet vermiştir. Özellikle tarikatların
kurumsallaşmasından sonra bu silsileler netleşmiş ve icâzetlere yazılmaya
başlanmıştır.
Günümüzde yaşayan
tarikatlardan Nakşibendiyye’nin silsilesi sahabeden Hz. Ebû Bekir’e dayanırken
diğer bütün tarikatların silsilesi Hz. Ali’ye dayanır. Hâlbuki başta Hz. Ömer ve Hz. Osman olmak üzere diğer
raşid halifelere dayanan silsileler yanında, Enes b. Mâlik, Ebu’d-Derdâ gibi
başka sahabelere dayanan silsileler de vardı. Ancak bu silsile yoluyla gelen
tarikatlar zamanla inkıraza uğramış ve günümüzde sadece Hz. Ali ile Hz. Ebû
Bekir’e dayanan tarikatlar kalmıştır[1]. Ayrıca tabiinden çeşitli kişiler tasavvufa nisbet
edilmiş ancak günümüz tarikat silsilelerinde yine birkaç kişi kalmıştır. Bu
sebeple biz tasavvufun ilk temsilcileri kabul edilen kişileri incelerken genel
olarak tarikatların silsilelerinde yer alan sahabe tabiin ve tebe-i tabiinden
olanları ve onların fıkıhla ilişkisini incelemeye çalıştık.
Aslında ilk üç
devirde öne çıkan, özelikle sahabe ve tabiin neslinde olan kişilerin fıkıhla
ilişkisini değil de tasavvufla ilişkisini anlamaya çalışmak daha uygun
olanıdır. Çünkü tarikat silsilelerinde geçen bu kişilerin çoğunluğu fakîhliği
ile meşhurdur. Ancak bu kişiler, tarikatların etkisiyle, daha çok tasavvufla
anıldıkları için biz de böyle bir başlığı tercih ettik. Burada elimizden
geldiğince bu kişilerin hem tasavvuf hem de fıkıhla ilişkilerini ortaya koymaya
çalışacağız.
Hz. Ebû Bekir
Adı Abdullah olan Hz.
Ebû Bekir, Fil vakasından üç yıl sonra doğmuştur. Peygamber Efendimizden iki
yaş küçüktür. Soya göre ismi Abdullah b. Osman b. Amir b. Amr b. Ka’b b. Sa’d
b. Teym b. Mürre b. Ka’b’dır. Teym kabilesindendir. Babası Osman’ın künyesi Ebû
Kuhafe[2] olduğu için bazı kaynaklar Abdullah b. Ebî Kuhâfe
olarak ismini kaydetmişlerdir.
Rasûlullah’la soyu
Mürre b. Ka’b’da birleşir[3]. Annesi Ümmü’l-Hayr Selma binti Sahr b. Âmir b. Ka’b
b. Sa’d’dır. Hz. Ebû Bekir dört kadınla evlilik yapmış bunların her birinden
çocukları olmuştur. Çocuklarından Abdullah ve Esma’nın annesi Kuteyle binti
Abdiluzza b. Abdi Es’ad b. Nadr b. Mâlik; Abdurrahman ve Âişe (r.anha)’nın
annesi Ümmü Ruman binti Âmir b. Uveymir b. Abdişems; Muhammed b. Ebibekr’in
annesi Esmâ binti Umeys b. Ma’d b. Teym; Ümmükülsüm binti Ebibekr’in annesi
Habîbe binti Hârice b. Zeyd’dir. Son eşi Hazrec kabilesinden olup kızı Ümmü
Külsüm vefatından sonra doğmuş[4]; vefat etmeden önce Hz. Âişe’ye miras hakkında
vasiyette bulunurken hâmile olan eşinin kız doğuracağının kalbine ilkâ
edildiğini söylemiştir[5].
Birden çok lakabı
olan Hz. Ebû Bekir’in en meşhur lakabı Sıddık’tır. “Çok samimi, çok sadık”
anlamına gelen bu lakabın, Mirac gecesi ile alakalı tereddütsüz tasdiki
nedeniyle Rasûlullah tarafından verildiği yaygın olan rivâyettir. Ancak sadece
bu hadisede değil her zaman Rasûlullah’ı hiç tereddütsüz tasdik eden Hz. Ebû
Bekir olduğu için bu lakabın verilmiş olduğu anlaşılmaktadır. O da bu lakabın
hakkını tamamıyla vermiştir.
Bunun haricinde
meşhur olan bir lakabı da “Atik”tir. Bu lakabın verilmesi ile ilgili çeşitli
rivâyetler olsa[6] da asıl olanın, Hz. Âişe’nin rivâyet ettiği,
Rasûlullah’ın ona bakıp “Sen ateşten (cehennemden) azat edilmiş (atîk)
olansın”[7]*44
buyurması olduğu anlaşılmaktadır. Evvâh lakabı, çok yumuşak ve merhametli
olması sebebiyle verilmiştir. Hz. Ali bir konuşmasında onun için evvâh sıfatını
kullanmıştır[8].
Erkeklerden ilk
Müslüman olanın Hz. Ebû Bekir olduğu kabul edilmiştir. Kızları Esma (r.anha) ve
Hz. Âişe, “kendimi bildim bileli babam dine (İslâm’a) bağlı idi” demişlerdir[9]. Ticaretle uğraşan Hz. Ebû Bekir’in müslüman
olduğunda 40 bin dirhemi vardı. Bunu köle azat etme başta olmak üzere İslâm’a
hizmette kullandı. Medine’ye hicret ettiğinde yanında beş bin dirhemi kalmıştı.
Medine’de de aynı şekilde hizmetine deva m etti.[10] Tebük seferinde genel yardım çağrısı yapılınca bütün
malını getirmesi meşhurdur.[11]
Hicrette Hz.
Peygamber’in yol arkadaşı olan Hz. Ebû Bekir, Hz. Peygamber’in yaptığı tüm
savaşlara katıldı. Uhud’da Rasûlullah’ın yanında kalanlardandı. Tebük’te büyü k
sancak ona verilmişti[12]. Mekke’nin fethinden sonra ilk hac emirliğini de o
yapmıştır. Vefat hastalığı sırasında namaz kıldırmaya çıkamayan Hz. Peygamber,
Hz. Ebû Bekir’in namazı kıldırmasını istemiş, Hz. Âişe babasının namazda
ağlayacağı ve sesini duyuramayacağı düşüncesiyle Hz. Peygamber’den başka birini
(Hz. Ömer’i) tayin etmesini istemiş hatta bunun için ısrar etmişse de Hz.
Peygamber Hz. Ebû Bekir isminde karar kılmıştır[13]. Bu hususu Hz. Ömer halife meselesinin konuşulduğu
Beni Sakife çardağında ensara karşı delil olarak getirmiştir.
Ebû İshak İbrahim b.
Ali eş-Şirâzî (v. 476) de bu hadiseyi Hz. Ebû Bekir’in sahabenin en âlimi
olduğuna delil getirmiştir. “Eğer en âlimi Hz. Ebû Bekir olmasa idi Hz.
Peygamber onu imamete geçirmezdi” demiştir.[14]
Halife olduktan sonra
Hz. Ömer ve Ebû Ubeyde (ra)’nin girişimiyle kendisine yıllık geçimlik takdir
edilerek ticareti bıraktı. Vefat etmeden önce, maaşıyla aldığı ve elinde kalan
şeylerin Hz. Ömer’e verilmesini vasiyet etti. Zaten elinde bir köle ve birkaç
kap kalmıştı. Onları Hz. Ömer’e verdiler. Bunun üzerine Hz. Ömer “kendinden
sonrakini yordu (zor durumda bıraktı)” demiştir[15].
Hilafeti 2 yıl üç ay
10 gün veya 26 gün sürmüştür. Hicri 13 yılında Cumadiyelahiranın 8. günü,
Pazartesiyi salıya bağlayan gece vefat etmiş, gece defnedilmiştir. Vefat
ettiğinde 63 yaşındaydı. Cenazesini vasiyeti üzere hanımı Esma binti Umeys
yıkamış, oğlu Abdurrahman yardım etmiştir.[16]
Hz. Peygamber’in en
yakın arkadaşı, kayınpederi ve en büyük destekçisi olan Hz. Ebû Bekir hakkında
çok sayıda kitap yazılmış, hakkında pek çok rivâyet nakledilmiştir. Burada
onların hepsinin zikredilmesinin imkânı yoktur, gerekli de değildir. Biz burada
konumuzla alakalı olduğunu düşündüğümüz, onun fıkıh yönü ile tasavvuf yönüne
delil getirilen davranış ve sözlerini aktarmaya gayret edeceğiz.
Hz. Ebû Bekir’in
bizzat Hz. Peygamber tarafından imamete geçirilmesi, hac emiri tayin edilmesi
onun fıkıh bilgisine sahip olduğunun bizzat Rasûlullah tarafından tasdikidir.
Bunun haricinde Rasûlullah’ın huzurunda sadece Hz. Ebû Bekir’in fetvâ verdiği
rivâyet edilmiştir. Maiz üç kere zina ettiğini itiraf ettiğinde “eğer dördüncü
kez itiraf edersen Rasûlullah seni recmedecek” demişti.[17]
Peygamber Efendimizin
son zamanlarında yaptığı konuşmada, “Allah bir kulunu dünya nimetlerinden
ona dilediğini vermekle kendi katındaki nimetler arasında serbest bıraktı da o
kul Allah katındaki nimetleri seçti”[18] buyurduğunda bundan kastın kendisi olduğunu orada
bulunanlardan sadece Hz. Ebû Bekir’in anlaması onun ne kadar ince bir anlayış
sahibi olduğunu göstermektedir.
Kitap’tan bir asıl ve
sünnetten bir eser bulamadığı bir mesele ile karşılaşınca, içtihad eder ve
“reyimle içtihad ediyorum. Doğruysa Allah’tan, hata ise bendendir. Rabbimden
mağfiret diliyorum” derdi[19]. Hz. Ebû Bekir’in içtihadları bütün müçtehid ulemâ
tarafından alınmış ve tereddütsüz kabul edilmiştir.
Ahmed b. Hanbel’den
nakledilen sahih rivâyete göre, Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer’in ittifak ettikleri
hususlar diğer sahâbîlerin görüşlerine; ikisi arasında ihtilâf olduğunda ise
Hz. Ebû Bekir’in görüşü tercih edilir[20]. İbn Kayyim, Hz. Ebû Bekir’in nassa muhalif, kaynağı
zayıf hiçbir fetvâ ve hükmünün bulunmadığını, ayrıca hilâfetinin Hz.
Peygamber’in yönetimine tamamen uygun olduğunu söyler [21]8. Hz. Ebû Bekir’in
İslâm hukukunun çeşitli konularına dair görüşleri Muhammed Revvâs Kal‘acî
tarafından Mevsûatü Fıkhi Ebî Bekri’s- Sıddîk, adıyla müstakil bir
eserde toplanmıştır[22].Tasavvufta “sıddîkıyyet” makamı Hz. Ebû Bekir’e
nisbet edilir. Nakşibendiyye, Yeseviye ve Bektâşî tarikatlerinin
silsilelerinden bir tanesi Hz. Ebû Bekir’e ulaşmaktadır. Bu üç tarikatin de
ortak dayandığı şeyh Yusuf Hemedâni (v. 535)’dir ve Abdülhalik Gücdüvânî (v.
575)’ye nisbet edilen Makâmât-ı Yusuf Hemedânî adlı esere göre Hz. Ebû
Bekir’e ulaşan silsileyi ilk olarak Yusuf Hemedânî zikretmiştir[23]. Bunlar haricindeki bütün tarikatlarda silsileler Hz.
Ali’ye ulaşmaktadır. Kaldı ki bu üç tarikatın da Hz. Ali’ye ulaşan silsileleri
vardır.
Kasım Kufralı’nın
tesbitine göre, Yûsuf Hemedânî’nin bulunduğu bölgenin Sünnî ve Hanefî olması,
Şiî-Sünnî tartışmalarının hararetli olması, Hemedânî’nin halifelerini, tarikat
silsilesini Hazret-i Peygambere ulaştırırken Alevîlik kokmayan bir yol seçmeye
götürmüş ve Necdet Tosun’un tesbitiyle de fütüvvet, hafi zikir, melamet, sahv
gibi belirgin bazı özellikleri ve ehlisünnetin sahabenin en üstünü olarak Hz.
Ebû Bekir’i görmesi sebebiyle silsilenin Hz. Ebû Bekir ile Hazret-i Peygambere
ulaştırılmasına ehemmiyet vermişlerdir 361.
Nakşîler Hz. Ebû
Bekir’in tasavvufla bağlantısı için hadis diyerek, “Allah Teâlâ benim
kalbime ne dökmüşse ben de onu Ebû Bekir ’in kalbine döktüm ”i6'[24] [25] ifadesini ve hicret sırasında Peygamber Efendimizin
Sevr mağarasında Hz. Ebû Bekir’le birlikte olmasını delil getirirler[26]. Onlara göre Nakşîlerin hafi zikir metodu da Sevr
mağarasında telkin edilmiştir.[27] Hadis
uydurmadır ve Sevr mağarasında zikir telkini ile ilgili bir rivâyet de
bilinmemektedir. Mağarada geçen üç gün içerisinde çeşitli manevî haller
yaşanması, Hz. Ebû Bekir’e çeşitli sırlar verilmesi, farklı telkinlerde
bulunulması ihtimal dâhilinde ve mantıklı olsa da rivâyetlerde bu hususta bir
bilgi bulunmamaktadır.
Necdet Tosun’un
tesbitine göre, “Allah Teâlâ benim kalbime ne dökmüşse ben de onu Ebû Bekir
’in kalbine döktüm ” ifadesi ilk olarak Makâmât-ı Yusuf Hemedânî
kitabında, Sevr mağarasıyla ilgili rivâyet de Muhammed b. Hüseyin Kazvînî’nin
h. 978’de kaleme aldığı Silsilenâme-i Hâcegân-ı Nakşbend kitabında yer
almaktadır. Onun ifadesine göre başka tarikatların Bekrî silsileye itirazları
Nakşîleri bu rivâyetleri icad etmeye sevk etmiş olmalıdır.[28]
Bütün bunlar Hz. Ebû
Bekir’de tasavvuf! yön olmadığı manasına gelmemektedir. Gerek yaşadığı zühd
hayatı, gerekse çok sayıda sözü ehli tasavvuf tarafından kaynak olarak kabul
edilmiş ve kullanılmıştır. Bu sebeple Ebû Nuaym (v. 430) Hilyetü’l-Evliyâ’ya
Hz. Ebû Bekir ile başlamış ve onun tasavvufa delil olan amel ve sözlerini
nakletmiştir. Tabii bu sözler mutasavvıflara delil olabildiği gibi başkalarına
da delildir. Ebû Nuaym’ın aktardığı sözlerde Hicrî üçüncü asırda oluşan
tasavvuf düşüncesine fazla bir delil bulunmamaktadır. Doğrudan delil kabul
edilebilecek sözlerinin ise Hz. Ebû Bekir’e aidiyeti belli değildir veya onun adına
uydurulmuştur. Mesela, abidler hakkındaki şu sözü:
“Allah’a çok ibadet
edenler (abidler) üç sınıftırlar. Her üç sınıf, üçer alâmetle bilinir: Birinci
sınıf, Allah’a havf üzere (azabından korkarak) ibadet edenler; ikinci sınıf,
Allah’a reca üzere (Rahmetini umarak) ibadet edenler, üçüncü sınıf da Allah’a
muhabbet üzere ibadet edenlerdir.
Bunlardan birinci sınıftakilerin alametleri: 1. Nefislerini hor
görürler
(mütevazıdırlar). 2.
Hayır-hasenatlarını az görürler. 3. Günahlarını çok görürler.
İkinci sınıftakilerin
alametleri: 1. Her hâllerinde insanlara örnek olurlar. 2. Dünyada mallarını
(Hak yolunda) harcayarak tüm insanların en cömerdi olurlar. 3. Tüm yaratılanlar
arasında Allah hakkında en güzel zannı besleyenler olurlar.
Üçüncü sınıftakilerin
alametleri: 1. Sevdikleri şeyleri (Allah için) infak ederler ve Rableri razı
olduktan sonra kimseye aldırmazlar. 2. Rablerini razı etmek için nefislerine
ağır gelen şeylerle amel ederler; 3. Her hâllerinde, Efendileri (Allah Teâlâ)
ile birlikte olurlar, emir ve nehiylerinde O’na itaat ederler.”[29]
Bu rivâyet İbn
Hacer’e (v. 852) isnad edilen Münebbihât adlı kitapta geçmektedir. Ancak
tam adıyla “el-Münebbihât ale’l-isti ’dâd li-yevmi’l-meâd li ’n-nush ve
’l-vedâd” adlı eser İbn Hacer’e ait değildir[30]. Yukarıdaki rivâyet gibi içindeki rivâyetlerin çoğu
başka bir eserde yer almamaktadır. Bu sebeple bu rivâyetin Hz. Ebû Bekir’e ait
olmama ihtimali çok yüksektir.
Hz. Ali
Hayatı ve sözleri
özellikle Şia ve onların etkisiyle pek çok tarikat tarafından efsaneleştirilen,
menkıbelere bürünen Hz. Ali günümüzde Nakş îler haricinde tüm tarikatların
silsilelerinin kendisine ulaştı(rıldı)ğı sahabidir.
Hz. Ali’nin baba
tarafından soyunu da belirten tam adı, Ali b. Ebî Talib (Abdi Menaf) b.
Abdülmuttalib (Şeybe) b. Hâşim (Amr) b. Abdi Menaf (Muğire) b. Kusay
(Zeyd)’dır. Annesi, Fatıma binti Esed b. Hâşim b. Abdi Menaf b. Kusay olup
babası ile annesi amca çocuklarıdır[31]. Bu sebeple iki taraftan Hâşimî’dir. Künyesi büyük
oğluna nisbetle Ebu’l-Hasen veya iki oğluna nisbetle “Ebu'l-Hasaneyn”, olan Hz.
Ali’nin Hz. Peygamberin verdiği “Ebû Turab/toprağın babası”;[32] Peygamberimizle kardeş ilan edilmesi sebebiyle “Ehu
Rasûlillah/Rasûlullah'ın kardeşi” ve Peygamberimizin iki torunu sebebiyle
“Ebu's-sıbteyn/iki torunun babası”[33] lakapları vardır. Bunun dışında
'el-Murtaza/kendisinden razı olunmuş', 'Esedullah/Allah'ın aslanı' ve
'Haydar/aslan' lakaplarıyla da anılmıştır.[34]
Hz. Ali çeşitli
rivâyetlerin karşılaştırılmasından anlaşıldığına göre miladi 600 yılında
dünyaya gelmiş, küçük yaştan itibaren Hz. Peygamberin yanında büyümüştür. Ebû
Tâlib’in en küçük oğludur. Abileri Talib, Cafer ve Akil’dir.
Peygamber Efendimize
nübüvvet geldiğinde 10 yaşlarında olan Hz. Ali bazı rivâyetlere göre ilk
Müslüman olan, ilk namaz kılan sahabidir. Bazılarına göre Hz. Hatice’den sonra
Müslüman olmuştur. Bazılarına göre de Hz. Hatice, Hz. Ebû Bekir ve Zeyd b.
Harise’den sonra Müslüman olmuştur.[35] Hicrette Peygamber Efendimizin yatağına yatmış, üç
gün Mekke’de görünüp emanetleri dağıttıktan sonra Peygamber Efendimizin
ailesini ve annesi Fatıma’yı alarak Medine’ye hicret etmiştir. Efendimiz
Kuba’da iken yanına varıp Külsum b. Hidm’in evine inmiştir.[36]
Mekke’de Müslüman
olanlar arasında kardeşlik kurulurken de Medine’de Hicretin 5. ayında
muhacirlerle ensar arasında kardeşlik kurulurken de, Rasûlullah Hz. Ali’yi
kendisine kardeş olarak seçmiş ve “sen dünya ve âhiret kardeşımsın ”
buyurmuştur[37].
Hz. Peygamber
hicretin 2. yılının son ayında onu kızı Fâtıma ile evlendirmiş; bu evlilikten
Hasan, Hüseyin ve ölü doğan Muhsin adlı erkek çocukları ile Zeyneb ve Ümmü
Külsûm adlı kız çocukları olmuştur. Hz. Ali, Hz. Fâtıma’nın sağlığında başka
evlilik yapmamıştır. Fâtıma’nın vefatından sonra ise birçok defa evlenmiş ve
çok sayıda çocuğu dünyaya gelmiştir.[38] Hz. Ali’nin 14 oğlu 19 kızı olmuştur. Erkek
çocuklarından devam eden soyu Hasan, Hüseyin, Muhammed b. Hanefîyye, Abbas b.
Kilabiyye ve Ömer b. Tağlibiyye’den gelmiştir[39].
Hz. Ali, Bedir günü
başta olmak üzere bulunduğu hemen her seferde Rasûlullah’ın sancağını taşırdı.[40] Uhud günü sebat edenlerden, Hudeybiye’de ölüm
beyatında bulunanlardan, Mekke Fethi günü muhacirlerin üç sancağından birini
taşıyanlardan idi. Rasûlullah onu iki seriyyeye komutan yapmış, Yemen’e
göndermişti. Tebük seferi hariç hiçbir seferde Rasûlullah’tan ayrılmamıştı.
Tebük’e giderken Hz. Peygamber yerine Hz. Ali’yi bıraktı. Ordu Medine’den
ayrıldıktan sonra bazı münafıklar “Ali ile beraber bulunmaktan hoşlanmadığı
için Hz. Peygamber onu yanında götürmedi” dediler. Bu söz Hz. Ali’ye ulaşınca
hemen yola çıkıp fazla uzaklaşmamış olan orduya yetişti ve bu sözleri Hz.
Peygamber’e sordu. Efendimiz gülerek : “Ya Ali, sen benim için Harun’un
Musa’ya olduğu gibi olmak istemez misin? ” buyurdu.
Başka bir rivâyette
Hz. Ali (üzüntülü olarak): “Ya Rasûlallah sen gidiyorsun beni geride mi bırakıyorsun”
dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber: “Ya Ali, sen benim için Harun’un Musa’ya
olduğu gibi olmak istemez misin? Ancak benden sonra peygamber gelmeyecektir”
buyurdu[41]. Bu sözü duyunca Hz. Ali hızlıca geri döndü.[42]
Tasvir edildiğine
göre Ali b. Ebi Talib, orta veya ortaya yakın kısa boylu, buğday tenli, iri
siyah gözlü, ayın on dördü gibi parlak simalı, güler yüzlü, göğsünü dolduracak
kadar gür sakallı idi. Başı dazlaklaşmış, saçının kalan yerleri ve sakalı
beyazlamıştı. Bazen sakalını boyardı. Bakışı keskindi. Büyükçe karınlı yani
hafif göbekli idi.[43]
Zühd üzere yaşayan
Hz. Ali bunun yansıması olarak diz kapaklarının biraz altına inen ucuz
elbiseler giyer, elbiselerini pazardan satın alırdı. Zaman zaman bir ucunu öne
bir ucunu arkaya saldığı siyah sarık sarardı.[44] Takkesi ince, beyaz idi. Yüzüğünün üstünde “Allahu
Melik”, başka bir yüzüğünde “Muhammed Rasûlullah” yazılı idi.[45]Hz. Osman’ın şehadetinden sonra dördüncü halife olarak
seçilen Hz. Ali’ye H. 35 yılında Zilhicce’nin 18’nde Cuma günü Medine’de beyat
edildi.[46] İlk olarak, Zübeyr b. Avvam, Talha b. Ubeydullah,
Sa’d b. Ebî Vakkas, Saîd b. Zeyd b. Amr, Ammar b. Yâsir, Usame b. Zeyd, Sehl b.
Huneyf, Eyyub el-Ensârî, Muhammed b. Mesleme, Zeyd b. Sâbit ve Huzeyme b.
Sâbit, sonra da o sırada Medine’de bulunan bütün ashab ile diğer insanlar beyat
ettiler. Ancak sonra Talha ve Zübeyr (ra) kerhen biat ettiklerini söyleyerek,
Hz. Âişe ile birlikte Mekke’ye oradan da Basra’ya gittiler ve Cemel vakası
oldu.[47] Daha sonra olan Sıffin savaşı ve Muaviye ile arasında
geçenler meşhurdur. Bu arada Sıffin savaşından sonra ortaya çıkan Haricîler
uzun süre Hz. Ali’yi uğraştırmış, sonunda Haricî birisi olan Abdurrahman ibn
Mülcem tarafından şehid edilmiştir.
Rivâyetlerden
anlaşıldığı kadarıyla Hz. Peygamberin kendisine bildirmesi sebebiyle[48] Hz. Ali öldürüleceğini bilmektedir ve beklemektedir.
Bu sebepten zaman zaman bu hususta konuşmalar yapmaktadır. Bir defasında:
“Sizin en şakinizi beni öldürmekten alıkoyan nedir? Allah’ım ben onlardan
bıktım onlar da benden. Onları benden rahatlat (kurtar) beni de onlardan!”
demişti.[49]
İbn Mülcem’in
kabilesi olan Murad kabilesinden biri gelerek Hz. Ali’ye, “kendine koruma tut,
çünkü Murad kabilesinden birileri seni öldürmek istiyor” dediğinde Hz. Ali,
“Kişinin iki tarafında birer muhafaza meleği vardır. O kişi kendisine takdir
edilmemiş hususlardan korur. Kendisine takdir olunan şey gelince de o şey ile
kişi arasından çekilirler. Muhakkak ecel koruyucu kalkandır” cevabını vermişti.[50]
Hz. Ali yaralandıktan
sonra iki gün yaşayıp, 11 Ramazan 40 yılında Pazar günü vefat etti. Naaşını Hz.
Hasan, Hz. Hüseyin ve Abdullah b. Cafer yıkadılar ve kefenleyip defnettiler.[51] Hilafet müddeti 4 sene 9 aydır. Vefat ettiğinde 63
yaşında idi.[52] Hz. Ali’nin faziletine dair çok sayıda hadis vardır.[53]
Hz. Ali’nin fakîhliği
tartışmasız kabul edilmiştir. Onu sahabenin en fakîhi kabul edenler vardır.
Daha Peygamber Efendimiz zamanında fetvâ vermiş, insanlar arasında
hükmetmiştir.
Kendi şöyle
aktarıyor: “Rasûlullah beni Yemen’e kadı olarak tayin edince, “Ya Rasûlallah
beni mi gönderiyorsun, hâlbuki ben gencim onlar ise olgun kişiler? Benim kaza
(yargı) hakkında ilmim de yoktur” dedim. Rasûlullah göğsüme vurarak, “Allah’ım
kalbine hidayet (doğruluk) diline sebat ver” diye dua etti. Vallahi bundan
sonra hiçbir şey de tereddüde düşmedim.”[54]
Hz. Ömer, “En iyi
hüküm (kaza) verenimiz Ali’dir”[55] der; Hz. Ali’nin olmadığı bir mecliste zor bir
problem ile karşılaşmaktan Allah’a sığınırdı.[56] Medine’de feraizi en iyi bilen Hz. Ali idi. İbn Abbas
diyor ki, “İlmin onda dokuzu Ali’de idi. Geri kalan onda birde de hissesi
vardı.”[57] Abdülmelik b. Süleyman, tabiinden A’ta’ya ashab
içinde Hz. Ali’den âlimi olup olmadığını sorduğunda, A’tâ, “Vallahi ondan
âlimini bilmiyorum” dedi.[58]
Tabiunun önde gelen
âlimlerinden Ata b. Ebi Rabah ile özellikle Mesruk b. Ecda'ın şu tespitleri,
Hz. Ali'nin sahabe nezdindeki konumunun, bir sonraki nesilde de takdir
edildiğini göstermektedir: “Muhammed (sav) ashabını (ilim hususunda) yokladım.
Allah Rasûlü'nün (s.a.) ilminin şu altı sahabede toplandığını gördüm: Ömer, Ali,
Abdullah b. Mesud, Zeyd b. Sâbit, Ebu’d-Derda ve Übey b. Ka'b. Bu altı kişinin
ilmi de Ali ile Abdullah'ta toplanmıştır.”[59]
Hz. Ali’nin hüküm
vermedeki isabeti ve sürati, olayları fıkhetmedeki üstünlüğü üzerine çok sayıda
olay aktarılmıştır.[60] Hz. Ali, ehlisünnet dört mezhebin hepsinde de önemli
olsa da özellikle Hanefî mezhebinde Hz. Ömer ve Abdullah b. Mesud ile birlikte
merkezî konumu işgal etmektedir. Bu durumu Ebû Hanife şöyle dile getirir: “Bu
ilmi (fıkhı) Hz. Ömer’den ilim alanlar vasıtasıyla Ömer’den; Hz. Ali’den ilim
alanlar vasıtasıyla Ali’den; Abdullah b. Mesud’dan ilim alanlar vasıtasıyla da
İbn Mesud’dan aldım.”[61]
Fakîhlik yönü çok
belirgin olan Hz. Ali, Şiayı bir kenara bırakırsak, özellikle tarikatların
oluşumundan sonra fıkıh yönüyle değil de tasavvuf yönüyle ön plana çıkmıştır.
Bütün tarikatlar silsilelerini Hz. Ali’ye dayandırmışlar; sahabeden Hz. Ebû
Bekir’e ulaşan silsileye sahip olan Nakşiler bile Hz. Ali’ye ulaşan iki silsile
daha ihdas etmişlerdir[62].
“Mesela Nakşibendî,
Kâdirî ve Halvetî tarikatlarının bir silsilesinde tarihî sıra içerisinde şu
isimler yer alır: Hz. Muhammed (s.a), Ali b. Ebî Tâlib, el-Hasenü’l-Basrî,
Habîb el-A’cemî, Dâvûd et-Taî, Ma’ruf el-Kerhî, Seriy es-Sekatî, Cüneyd
el-Bağdâdî.”[63]
Sûfîler Hz. Ali’nin veya Hz. Ali’nin çok yakınında
olan Kümeyl b. Ziyad’ın Hasan-ı Basrî’ye hırka giydirdiğine inanırlar[64]. Bununla birlikte zühd dönemi mutasavvıflarından
nakledilen ve bize ulaşan sözlerde Hz. Ali’ye özel bir atıf bulunmamaktadır. Bu
manaya gelebilecek bir ifade yaklaşık iki yüz yıl sonra Cüneyd (v. 298/910)'in ağzından
nakledilmiştir. Onun
“Usûlde ve belada pirimiz Ali Murtaza’dır”[65] ve “Allah kendisinden razı olsun, Emirü'l-mü'minin
Hz. Ali eğer harplerle meşgul olmasaydı bizim bu (tasavvuf) ilmimize dair pek
çok manayı (incelikleri) bize aktarırdı. Çünkü o, kendisine ilm-i ledün
verilmiş birisiydi. İlm-i ledün ise Hızır'a (a.s.) özgü olan bir ilimdir”
dediği nakledilmiştir.[66]
Bu sözün Cüneyd’e ait
olup olmadığını bilmiyoruz ancak tasavvuf klasikleri olan eserleri verenlerden
Muhâsibî, Kuşeyrî ve Sülemî hariç müellifler Serrâc, Kelâbâzî, Ebû Tâlib Mekkî
ve Hücvîrî ile Hilye yazarı Ebû Nuaym Isfahanî, Hz. Ali’ye tasavvuf
konusunda diğer sahabe arasında farklı bir yer ayırmıştır.
Kelâbâzî (v. 380/990)
eserinin ikinci bölümünde Hz. Ali ve onun soyundan
gelenlerin adlarını
sûfiler listesine dâhil ettiği gibi, sûfîlere ait bilgileri anlatan, onların
vecd hallerinden bahseden, makamlarını yayan, hem söz ve hem de amelle sûfîyâne
halleri tasvir edenler arasında Hz. Ali, Hasan ve Hüseyin’i başta saymıştır.[67] Çağdaşı Serrâc her ne kadar diğer üç halife ile aynı
miktarda yer ayırsa da tasavvuf hususunda Hz. Ali’ye daha fazla atıfta
bulunmuştur. O şöyle demektedir:
“Emirü'l-mü'minin Hz.
Ali’nin Rasûlullah’ın tüm ashabı arasında, yüce manalar, latif işaretler,
benzersiz lafızlar, tevhid, mârifet, iman ve ilim hakkında ibare ve beyanlar ve
daha başka hususlarda ayrı bir yeri vardır. Ayrıca kendisiyle sûfîlerden
hakikat ehlinin ilgi kurduğu ve ahlâklandığı yüksek hususiyetleri
bulunmaktadır.[68] Hz. Ali sahabe arasında tevhid ve mârifeti anlatma ve
açıklama hususunda ayrı bir yere sahipti.[69] Hz. Ali’nin sûfîlerden kalp erbabı, işaret sahipleri
ve vecd ehlinin ilgilendiği haller, ahlâk ve fiillerle ilgili pek çok sözü
vardır.”[70]
Yine Serrâc, Hz.
Ali’nin Kümeyl b. Ziyad’a kalbini işaret ederek: “İşte ilim burada. Ah keşke
onu taşıyacak birini bulsam!” dediğini nakleder.[71]
Serrâc dört halifeyi
şöyle vasıflamıştır: “Dünyanın tamamını terk eden, sahip olduğu her şeyden
çıkan (soyutlanan), hiçbir bağı olmaksızın fakr ve tecrid yaygısı üzerine
oturanların imamı Hz. Ebûbekir’dir. Dünyanın bir kısmından geçip bir kısmını
çoluk çocuğu ve sıla-i rahim için ayıran ve tüm hakları yerine getirenlerin
imamı Hz. Ömer ibnü’l- Hattab’dır. Allah için (mal) toplayan, Allah için men
eden, Allah için veren, Allah için infak edenlerin imamı Hz. Osman b.
Affan’dır. Dünya (malı)nın etrafında dönmeyen (dünyalık talep etmeyen) ve
istemeden gelen dünyalığı reddedip ondan kaçanların önderi ise Ali b. Ebû
Tâlib'tir.”[72]
Hücvîrî (v. 465) ise
“bela denizinin dalgıcı, dostluk ateşinin yakıp kül ettiği, evliyâ ve asfiyanın
rehberi” olarak tanımladığı Hz. Ali’nin tasavvuf yolunda şanının büyük
derecesinin yüksek olduğunu söylemektedir. Cüneyd’in “Usûlde ve belada pirimiz
Ali Murtaza’dır” sözünü açıklarken de, “İlimde ve muâmelede tasavvuf yolunun
imamı Ali’dir (ra). Bu yolu tutanlar, tasavvuf yolu ile ilgili bilgilere usûl
derler, bu yolda belaya katlanmaya da muâmeleler ismini verirler” demektedir.[73] [74]
Hücvîrî,
Hz. Ali başta olmak üzere onun soyundan gelen imamlara ayrı önem vermiştir.
Dört halifeden sonra “Sûfîlerin Ehl-i Beytten Olan İmamları” başlığını açmış ve
burada, Hasan b. Ali, Hüseyin b. Ali, Zeynelâbidin, Muhammed Bâkır, Cafer
Sâdık’ı 411
zikretmiştir.
Ebû Tâlib Mekkî (v.
386/996).’nin Hz. Ali’den yaptığı nakiller tüm ehlisünnet âlimlerin
yapabileceği nakillerdir. Ancak sabah namazından sonra yapılacak duaları
aktarırken “Süleyman b. Mu’temir’in yaptığı tesbihatı Hızır’ın Hz. Ali’ye
öğrettiği söylenmektedir” diyerek, Hz. Ali’nin Hızır’dan ilim aldığı imasında
bulunmuştur.[75] [76]
Büyük
muhaddis Ebû Nuaym Isfahanî ise Hz. Ali’ye kitabında diğer sahabelere göre daha
fazla yer vermiş ve onu farklı bir yere koymuştur. Onun, “mârifetullah sırrına
erenlerden, zâhir ve bâtın ilmini bilenlerden, Allah’ın zatını tanıyanlardan”
olduğunu söylemiş, faziletiyle ilgili pek çok hadis naklettiği gibi kendisinden
de çok sayıda söz 413
nakletmiştir.
Kendisi reddetmesine
rağmen[77] özellikle Şii çevrelerle ondan etkilenen bazı sûfî
çevrelerde Hz. Ali’ye, Hz. Peygamber tarafından diğer sahabenin bilmediği
sırların verildiğine inanılır. Zühd dönemi mutasavvıfları Hz. Ali’ye diğer
sahabeye nazaran ayrı bir önem atfetmediği halde daha sonraki dönemde artan bir
şekilde mutasavvıfların Hz. Ali’ye önem vermeleri, atıfta bulunmaları,
silsilelerini ona ulaştırmaya gayret etmeleri nasıl açıklanabilir?
Zahidlerin fazla
atıfta bulunmamasının sebepleri olarak Salih Çift şunları sayıyor:
“Birincisi söz konusu
döneme ait zahidlerden bugüne kalan metin sayısı çok azdır. Bu itibarla onların
kanaatlerini tam manasıyla tesbit etmek zordur. ikinci olarak da zahid olarak
nitelendirilen ilk dönem sûfilerinin Peygamber dışında bir önder ya da rehber edinme
kaygılarının bulunmadığı söylenebilir. Ayrıca ilk dönem zahidleri Hz. Ali'yi
manevi yollarının öncüsü kimliğinden ziyade dini konularda otorite olan ve esas
itibariyle siyasi bir makam olan hilafet noktasında kendisine haksızlık edilen
bir lider olarak algılamaktaydılar. ”[78]
Bizim kanaatimiz ise
bunların yanında Emevî ve Abbasîlerin güçlü olduğu, Hz. Ali ve evladının takbih
edildiği bu dönemde yöneticilerle karşı karşıya gelmek istemeyen sûfîlerin Hz.
Ali’ye atıfta bulunmaktan biraz uzak durduğu, bu sıkıntının geçtiği dönemlerde
ve bölgelerde ise atıfların arttığı görülmektedir. Şia tesirinin fazla olduğu
yerlerde yetişen mutasavvıflarda bu daha fazla olmuş, Şia’ya takip olan
yerlerde ise azalmıştır. Mesela aynı dönemde yaşayan Hücvîrî (v. 465) kitabında,
Hz. Ali’ye özel bir önem verirken Kuşeyrî, tasavvufu ehlisünnet çevrelere kabul
ettirebilmek için Risale'sinde Hz. Ali’den neredeyse hiç bahsetmemiştir.
Gazzâlî’nin İhyâ’daki
Hz. Ali’ye atıfları ise epey fazladır. Gazzâlî ile ehlisünnet çevrelerde tasavvufun
kabul edilmesi, mutasavvıfların Hz. Ali’ye atıflarının önünü açmıştır. Bunda
Şia tesirinin yeri olduğu gibi, Hz. Ali’den sonra Hz. Ali evladının siyasetten
uzak kalması, onların ilme ve zühde yönelmelerine, bu da tasavvufta önemli bir
yere sahip olmalarına yol açmıştır. Ayrıca Hz. Ali’ye atfedilen sözlerin diğer
sahabeye göre çok olması ve bunların içinde tasavvuf ehline uygun olan çok
sayıda söz bulunması mutasavvıfların kendilerini Hz. Ali’ye bağlamalarını
kolaylaştırmıştır.
Her ne kadar
güvenilir hiçbir kaynakta bizzat onun tarafından yazıldığı yer almasa da Hz.
Ali’ye nispet edilen bazı eserler mevcuttur. Bunlardan en tanınmış olanı “Nehcu'l-
Belağa” adlı eserdir. Yine Ali'nin şiirleri olduğu söylenen ve birçok
şerhleri bulunan “Envâru'l-ukûl min eş'âri vasiyyi'r-Resûl adlı divan;
yine ona nispet edilen “el-Kasidetü'z- Zeynebiyye; el-Kasîdetü'z-Zeburiyye;
el-Kasîdetü'l-Cülculutiyye” gibi eserler de gerçekte ona ait değildir.
Böyle olmakla birlikte Hz. Ali'nin hikmetli sözlerinden derlendiği ileri sürülen
“Elf Kelime; Emsalu'l-Imam Ali; Gurerü'l-hikem ve dürerü'l-kilem” adlı
matbu eserler de bulunmaktadır.[79] [80]
Bu eserlerden en dikkat çekeni ve meşhur olanı
Nehcü’l-Belâğa’dır. Bu kitap Hz. Ali'nin neslinden gelen şair ve edip Şerif
er-Radi (v.406/969) tarafından derlenmiş bir eserdir. Eser hutbeler, hitabeler
ve emirnâmeler, resmî ve özel mektuplar, vecizeler ve öğütler olmak üzere üç
bölüme ayrılmıştır. Birinci bölümde Allah Teâlâ’dan, Rasûl-i Ekrem’den, Hz. Ali
ve Ehl-i beyt’ten, dünya ve âhiretten, bazı içtimai ve iktisadi meselelerle ilk
üç halifeden ve Hz. Ali zamanına ait bazı tarihî olaylardan söz eden 242 hutbe
yer alır. ikinci bölüm Hz. Ali’nin Cemel Savaşı’ndan önce, savaş sırasında ve
savaştan sonra yazdığı, Muâviye ’ye gönderdiği mektuplar, ayrıca idari
mektuplar, emirnâmeler, ahidnâmeler olmak üzere yetmiş sekiz (tekrarsız altmış
üç) parçayı kapsar. Hz. Ali ’nin vecizelerine ayrılan son bölümde ise 498
özdeyişe yer verilmiştir.411
Bu kitapta geçen
sözlerin Hz. Ali’ye aidiyeti tartışma konusu olmuştur. Şii çevreler sözlerin
Hz. Ali’ye ait olduğundan şüphe duymazken, ehlisünnet çevreler bundan şüphe
duymuşlar, uydurma olduğunu, en azından Hz. Ali’ye ait olmayan pek çok söz
girdirildiğini söylemişlerdir. Diyanet Islâm Ansiklopedisinde Hz.
Ali’nin İlmi bölümünü yazan Yaşar Kandemir, Zehebî’den nakledilen, bu sözlerin
Hz. Ali’ye ait olamayacağı görüşüne meylederken, Nehcü’l-Belâğa
maddesini yazan İsmail Durmuş, “sözlerin büyük bir kısmının Hz. Ali’ye ait
olduğunu söylemek gerekir. Özellikle onun zamanında cereyan eden hadiselere
dair olanlar, ilim ve ahlâkî erdemler vb. konularda medih parçaları, valilerine
ve devlet ricâline yazdığı mektuplar bu türdendir”[81] demektedir.
Nehcü’l-Belağa'yı Türkçeye tercüme eden Abdülbâki Gölpınarlı da
sözlerin Hz. Ali’ye ait olduğunu söylemektedir. Bizim kanaatimiz de İsmail
Durmuş’la aynı yöndedir. Kitap okununca, sözlerin önemli bölümünün Hz. Ali’ye
ait olduğu ancak bazı sözlerin onun adına söylendiği veya bazı sözlerine
ilaveler yapıldığı kanaati oluşmaktadır. Bu kitapta Hz. Ali’den hem fıkıhla[82] hem de tasavvufla[83] ilgili olabilecek çok sayıda söz nakledilmiştir.
Bu bölümü Hz. Ali’nin
şu sözü ile bitirelim:
“Gerçek fakîh,
Alah’ın rahmetinden ümit kestirmeyen ve halkı O’nun azabından emin kılmayan,
Allah’a isyan edilebilecek konularda insanlara ruhsat vermeyen ve Kur’an’ı
bırakıp başka şeylere rağbet etmeyen kişidir.”[84]
Selman-ı Farisî (ra)
Doğduğu zaman
kendisine verilen adı Mâbeh b. Bûdehşân b. Mürselân b. Behbûzan b. Feyrûz b.
Şehrek[85] olan Selman (ra) kendi ifadesine göre Isfahan’ın Cey[86] kasabasında veya Ramhürmüz[87] şehrinde doğmuştur[88].
Selmân (ra), Müslüman
olduktan sonra, Selmân el-Fârisî, Selmân b. İslâm[89] Selmân el-Hayr, Ebû Abdullah, Selmân b. İslâm Mevlâ
Rasûlillah[90], Mevlâ’l-İslâm ve Selmân el- Muhammedî[91] [92] isimleri ile isimlendirilmiş olup, bu isimlerin
içinde en çok da Selmân el- Fârisî ismiyle meşhur olmuştur.
Selmân el-Fârisî’ye nesebi sorulduğunda; “Ben Selmân
b. el-İslâm”, “kimin oğlusun?” denildiğinde; “Ben, Âdemoğullarından Selmân b.
el-İslâm” şeklinde cevap vermiştir.
Pek çok kaynakta yer
almış meşhur bir Müslüman olma serüveni vardır. Mecusi bir ana babadan, hatta
kutsal ateşi yakmakla görevli asaleti olan bir babanın oğlu olarak dünyaya
gelmiş, ihtimamla büyütülmüş, kutsal ateşe hizmet etmek üzere yetiştirilmiş
iken içindeki, Hakk’ı arama aşkı ile önce bölgesindeki İsevîlerle tanışmış,
onların delaleti ile Ş am, Busra, Nusaybin, Ammuriye’de[93] farklı rahiplerin hizmetinde bulunmuş, en son hizmet
ettiği rahibin, son peygamberin gelmesinin yaklaştığını söyleyip, O’nun
çıkacağı şehre gitmesini tavsiyesi ve târifiyle Arabistan’a gitmek için
Ammuriye’ye gelmiş bir ticaret kafilesine katılmış, ancak onlar hıyanet ederek
onu Vadi’l-Kura’da köle olarak bir yahudiye satmışlar, sonra farklı kişilere
satılarak en son Medine’de yaşayan Kurayzaoğullarından bir yahudiye satılmış,
bu sırada Medine’yi teşrif eden Hz. Peygamberi rahipten öğrendiği şekilde
deneyerek Müslüman olmuş, ardından da Rasûlullah’ın yardımıyla kölelikten
kurtulmuştur.[94]
Kabul edilen görüşe
göre hicretin birinci yılında Müslüman olmuş, Hendek savaşından önce kölelikten
kurtulmuştur. Hendek savaşında hem hendek fikrini vermiş hem de hendeğin
kazılmasında canla başla çalışmıştır. Buradaki çalışması ve gayretini gören
muhacir ve ensar Selman (ra)’ın kendilerinden olduğunu söylemişler tartışmanın
büyümesi üzerine Rasûlullah, “Selman bizdendir, ehlibeyttendir” diyerek
son noktayı koymuştur.[95]
Selman (ra) azat
olduktan sonra Rasûlullah’tan hiç ayrılmamış, Hz. Peygamberin vefatına kadar
bütün savaşlarda O’nunla birlikte bulunmuştur. Aktarıldığına göre Rasûlullah’ın
yanına rahatça giren ve soru soran sahabilerdendi.
Hz. Peygamber Selmân
el-Fârisî’ye ayrı bir önem vermiş, bazı geceler onunla yalnız başına uzunca
sohbet etmiştir.[96] Cennetin Hz Selmân’ı özlediğini[97], Fars’tan Müslüman olan ilk kişi olarak, Fars’ın
öncüsü konumunda bulunduğunu,[98] [99] “din/iman Süreyya yıldızında olsa Selman ve
kavminden bazı kişilerin buna ulaşacağım”4,6 söyleyerek Selmân
el-Fârisî’yi övmüştür.
Cebrâil Hz.
Peygamber’e gelerek, Allah’ın sevdiği dört kişiyi haber vermiştir. Allah
Rasûlü’ne de onları sevmesini emretmiştir. Bu dört kişiden birisi Selmân
el-Fârisî’dir.[100] Yine Hz. Peygamber kendisine verilen 14 seçkin
kişiden biri olarak Selman-ı Farisî’yi saymıştır.[101] Hz.
Peygamber, Hz. Selman’ı Ebu’d-Derda (ra) ile kardeş yapmış ve bu kardeşlikleri
ömürlerinin sonuna kadar devam etmiştir[102].
Hz. Ömer döneminde
İran’ın fethine katılan Hz. Selman komutanlık, kavmini hidayete davet görevleri
yapmış, Kûfe şehrinin kuruluşunu gerçekleştirenler arasında bulunmuştur.
Ardından Medain valiliğine tayin edilen Selman (ra) burada zühdü ile meşhur
olmuş, belki de saltanata ve şatafata fazla önem veren kavminin bu
düşüncelerini yıkmak için bazılarınca abartı sayılacak ve askerleri tarafından
dalga geçilecek kadar halktan biri, hatta halkın fakirlerinden biri gibi
yaşamıştır. Bu sebeple Medain’e gelen ve Hz. Selman’ı tanımayan bir tüccarın
yükünü taşıtmak istemesi, onun da o kişiye ders için bu yükü taşıması
meşhurdur.[103] Kendisine Hz. Ömer tarafından Medine’de iken Bedir
ashabı gibi tahsisat verilmesine, vali olunca valilik maaşı almasına rağmen o
bunların tamamını infak ed erek eliyle ördüğü sepetleri satarak geçimini
sağlamıştır.
Selmân el-Fârisî, Hz.
Ömer’in vefatından sonra Medine’ye dönmüştür. Hz. Osman döneminde aktif bir
görevi bilinmemektedir. Bunda yaşının ilerlemesinin etkili olması ile birlikte
valiliklere genellikle Ümeyyeoğullarından kişilerin atanması da etkili olmuş
olabilir. Hz. Osman döneminde Hazar seferine katıldığı, Hazar bölgesinin
fethinden sonra, Medâin’e döndüğü ve iki yıl sonra orada vefât ettiği ifade
edilmektedir[104]. Selman (ra), Hz. Osman’ın hilafetinin son yıllarında
vefat etmiştir. Yaşı ile ilgili abartılı rivâyet ler vardır. Ancak doğrusu Hz.
Selman’ın 80 yaş civarında vefat ettiğidir.[105]
Selman
(ra), Ahmed Naim tarafından, içtihad seviyesine ulaşan ve fetvâları her biri
için bir cildi tutacak kadar olan ikinci grup 20 sahabinin arasında
sayılmıştır.[106] Kettânî, İbnü’l-Cevzî’ye dayanarak, Rasûlullah
zamanında fetvâ verenlerden birinin de Selmân-ı Fârisî olduğunu ifade eder.[107] [108] Fakîhliği ile meşhur sahabilerden Muaz b. Cebel,
Selmân-ı Farisî’nin ilmini anlatırken: “Ben dört kişiden ilim öğrendim,
bunlardan biri de Selmân’dır” 445
demiştir.
Ebû İshak Şirâzî’nin Tabakâtü’l-Fukahâda
Ebu’d-Derda’yı (ra) sahabenin fakîhleri arasında sayarken Selman-ı Fârisî’yi
saymaması ilginçtir. Hâlbuki rivâyetlere göre Hz. Peygamber bir olay sebebiyle
Ebu’d-Derda’ya, “Selman senden daha bilgilidir”[109] demiştir. Olayın Tirmizî’deki rivâyeti şöyledir:
“Rasûlullah, Selman
ile Ebû’d-Derdâ arasında kardeşlik kurdu, Selman Ebû’d- Derdâ’yı ziyaret etti
ve karısı Ümmü’d-Derdâ’yı perişan bir halde gördü. Selman, “Neden böyle perişan
haldesin?” diye sordu. Ümmü’d-Derdâ: “Kardeşin Ebû’d-Derdâ’nın dünyaya hiçbir
ihtiyacı kalmamıştır” diye cevap verdi.
Ebû’d-Derdâ gelince
Selman’a yemek getirdi ve “Sen ye, ben oruçluyum” dedi. Selman: “Sen yemedikçe
ben de yemem” dedi. Bunun üzerine Ebu’d-Derdâ da yedi. Gece olunca Ebû’d Derdâ
namaz için kalkmak istedi, fakat Selman ona, uyu dedi, o da uyudu bir süre
sonra yine kalkıp namaz kılmak istedi, yine Selman ona uyu dedi o da uyudu.
Sabah namazının vakti girince Selman ona, “şimdi kalk” dedi. İkisi de kalkıp
namazlarını kıldılar. Sonra Selman şöyle dedi: “Muhakkak ki, üzerinde nefsinin
hakkı vardır, Rabbinin hakkı vardır, misafirinin hakkı vardır, ailenin hakkı
vardır. Her hak sahibine hakkını ver.” Ardından Rasûlullah (s.a.v.)’e gelerek
durumu ona anlattılar da Rasûlullah (s.a.v.) “Selman doğru söylemiştir” dedi.”[110]
Selmân-ı Fârisî’nin
fetvâlarından bazıları şunlardır:
Selmân-ı Fârisî, bir
sefer sırasında dört rekâtlı bir namazın dört rekât kılındığını görünce, iki
rekât kılındığında yeterli olacağını söylemiştir.[111] Ganimetle elde edilen önceden kesilmiş koyundan
(nasıl kesildiği bilinmese bile) istifade edileceği kanaatindedir.[112]9 Av köpeği, yakaladığı
avdan yemesi durumunda, bu avın yenilmesinde bir sakıncanın bulunmadığını
belirtmiştir.[113] Avret yerine bakmanın ve baktırmanın haram olduğunu,[114] imamın
yüksekte cemaatin aşağıda namaz kıldırmasınını mekruh olduğunu,[115] sultanın yanında çalışan ya da riba yiyen bir
tüccarın yemeğinin yenilip, hediyesinin kabul edilebileceğini,[116] vücuttan kan çıktığında abdestin bozulacağını,[117] abdestsiz mushafa dokunulmayacağını, mushafa
dokunmadan ezberden Kur’an okunabileceğini[118], yeni Müslüman olmuş İranlıların namazlarında Fatiha
suresinin Farsça tercümesini okuyabileceklerini söylemiştir.[119]
Selmân-ı Fârisî’nin
tasavvuf yönüne gelince, Şia’nın aşırı büyütmesini bir kenara bırakırsak,
tarikatlar arasında Selmân-ı Fârisî’yi silsilelerine dâhil edenler, Nakşiler ve
Yesevîlerdir. Klasik tasavvuf kitaplarından, tespit edebildiğimiz kadarıyla,
sadece Keşfü’l- Mahcûb’da suffa ehli arasında sayılarak, “Allah’ın dostu
ve Peygamber’in hallerinin mahremi” şeklinde[120] ve el-Lümâ’da, Ashab-ı suffe dışındaki
sahabilerden olarak iki tane menkıbesi ile geçmektedir.[121] İlk dönem sûfî tabakat kitaplarından Hilyetü’l-Evliyâ’’da
ise geniş yer ayrılmıştır[122]. Daha geç dönem tabakat kitaplarından olan
Şa’ranî’nin et-Tabakâtü’l- Kübrâ’sında[123] ve el-Münavî (1031/1718)’nin el-Kevakibu’d-Durriyye
fi Teracîmi’s-Sâdâti’s- Sûfiyye’ sinde[124], sahabe biyografileri
arasında yer almıştır.
Sahabe düşünüldüğü
zaman tasavvufa en yakın olan sahabelerin başında Hz. Selman’ın gelmesi tabii
gelmektedir. Çünkü o hakikati arama uğruna memleketini terk etmiş ve ruhbanlığı
ile meşhur dört rahibe talebelik yapmıştır. Müslüman olmadan önce zühd ve
uhrevî yönü daha ağırlıklı olan bir eğitim almıştır. Peygamber Efendimizle özel
sohbetlerinin olması, bu sohbetlerinde yanlarında kimsenin olmaması daha
önceden ilmi olan Selman (ra)’nın farklı bilgiler aldığını akla getirmektedir.
Ancak kendisinden rivâyet edilen sözler ve davranışlar ilk dönem zühd ağırlıklı
tasavvuf anlayışının ötesine fazla geçmemektedir. Gece ibadeti ile ilgili
rivâyetlere bakıldığında[125] din anlayışının abidlikten çok zahitliğe ve kalp
temizliğine yakın olduğu anlaşılmaktadır.
Onun hikmet ehli
birisi olduğu çok açıktır. Hz. Ali’nin hakkında söylediği: “O, bizden bir
kişidir, bize Ehl-i Beyt denilir. Selmân, sizin için Lokman Hekim gibidir.
Selmân, önceki ve sonrakilerin ilmini bilir. Önceki ve sonrakilerin kitaplarını
okumuştur. O, suyu tükenmeyen bir denizdir”[126] sözü bunun için delildir. Mutasavvıflar için delil
olabilecek ve örnek alınacak pek çok sözü ve davranışı vardır. Şu rivâyet ise
onun hem fıkhına hem takvâsına delildir:
Hz. Peygamber Huneyn
savaşının sonunda, elde edilen ganimetleri koruması için Selmân el-Fârisî’yi
görevlendirmiştir. Selmân el-Fârisî, ganimet mallarının başında beklerken bir
adam gelmiş, elbisesinin yırtıldığını, bundan dolayı ganimet mallarından bir
iğne, iplik aldığını, onunla yırtılan elbisesini diktiğini, bunun günah olup
olmadığını sormuştur. Selmân el-Fârisî; “Her günah miktarına göredir” demiştir.
Bunun üzerine o adam, elbisesinden iğneyi çekip çıkarmış ve ganimet mallarının
içine atmıştır.[127]
Kasım b. Muhammed
Tam adıyla Ebû
Muhammed (Ebû Abdirrahmân) el-Kâsım b. Muhammed b. Ebî Bekr es-Sıddîk el-Kureşî
et-Teymî el-Medenî’dir. Hz. Osman’ın[128] veya Hz. Ali’nin hilafeti sırasında doğmuştur. Baba
ve dedesinden yaptığı rivâyet ler münkatı’dır. Teracim ve tabakat kitaplarında
doğum tarihi tam olarak kayıtlı değildir. [129]
Annesi Sevde isimli
bir ümmüveleddir. İbn Hallikan (v. 671) annesinin Yezdicerd’in kızı olduğunu ve
Zeynelabidin Ali b. Hüseyin ile teyze çocukları olduğunu söylemektedir.[130] Buna
göre Hz. Ömer zamanında Yezdicerd’in üç kızı esir olarak getirilmiş, Hz. Ali
bunları satın alarak birini oğlu Hz. Hüseyin’e, birini üvey oğlu Muhammed b.
Ebîbekir’e diğerini de Abdullah b. Ömer’e vermiş; Hz. Hüseyin’den Zeynülâbidin,
Abdullah b. Ömer’den Sâlim, Muhammed b. Ebîbekir’den de Kasım olmuştur.[131] Ancak İran’ın fethi sırasında Muhammed b. Ebîbekir’in
9-10 yaşlarında olması bu rivâyeti, Kasım b. Muhammed hakkında, kuşkulu hale
getirmektedir. Diğer tabakat kitaplarında bu rivâyet yer almamıştır.
Babası Muhammed, Hz.
Ali tarafından Mısır’a tayin edildikten sonra h. 36-37 yıllarında öldürülmüş[132]; babasının öldürülmesinden sonra bir müddet halası
Hz. Âişe’nin yanında kalmıştır.[133] Ana baba bir kardeşi Abdullah b. Muhammed’dir.
Abdullah, Harre günü öldürülmüştür.[134]
İbn Uyeyne,
“zamanının en faziletlisi idi”[135] Mus’ab b. Abdillah ez-Zübeyrî, “Kasım, tabiinin
hayırlılarındandı”[136] derken; Yahyâ b. Saîd, Medine’de Kâsım’dan daha
faziletlisini görmediklerini söyler.[137] Iclî, “Tabiinin seçkinlerinden, fakîhlerindendir.
Sikadır, salih bir kişidir”,[138] Ebûbekir ibn Mencûye, “ilim, akıl, edeb ve anlayışta
zamanının en faziletlisi idi”[139] İbn Hallikan, “Zamanının en faziletlisi idi”[140] derken; İbn Asâkir, “Sikadır. Derecesi yüksek, âlim,
fakîh, imam, çok hadis bilen, vera sahibi idi” demektedir.[141]
Saç sakalını
boyadığı, yüzüğünün kaşında ismi ve babasının isminin olduğu [142]9, ipekli ve kırmızılı
elbise giydiği[143] rivâyet edilmiştir. Bir işi danışmak üzere yanına
gittiğinde, Abdullah b. Zübeyr, Kasım b. Muhammed’e bakınca, “Ebûbekir’in
evlatlarından kendisine bu genç kadar benzeyen başka birini görmedim” demiştir[144].
Ömrünün son üç
yılında gözleri görmeyen Kâsım, yetmiş veya yetmiş iki yaşında iken hac veya
umreye giderken Mekke Medine arasında Kudeyd mevkiinde vefat etmiş ve
Müşellel’de defnedilmiştir[145].
Vefat yılı için 101,
102, 107, 108, 109, 112 rivâyet leri vardır.[146] Vefat yılı için Buhârî, Ömer b. Abdülaziz vefatından
sonra Yezid b. Abdülmelik’in hilafetinde hicri 101-102 yılı derken;[147] Halife b. Hayyat (Tabakatü Halife" sinde)
106’nın sonu 107’nin başında vefat ettiğini söyler.[148] Eyle’den bazı kişiler, h. 102-103’te vefat ettiğini,
Yahya b. Main 108’de, Vakıdî 112 yılında 72 yaşında iken vefat ettiğini söyler[149]. Ebûbekir ibn Mencûye, 103 yılında 72 yaşında vefat
derken[150], Ebû Süleyman ibn Zibr, 107 yılı demiştir[151]. Vefat yaşını kaydeden tüm tabakat kitapları 70-72
yaşlarını vermiştir. Babası h. 36-37 yıllarında öldürüldüğüne göre 36 yılından
önce doğmuş olması gerekmektedir. Hz. Âişe’nin yanına yetim olarak geldiklerini
bildiğine göre[152] babasının vefatında ne olduğundan haberdar olan bir
çocuk olduğunu gösterir. Bu da en az 4-6 yaşlarında olduğunu gösterir. Buna
göre doğum yılı hicrî 30-32 arasıdır. 70-72 yıl yaşadığına göre vefatı da h.
100-104 arasıdır. Bizim kanaatimiz başta Buharî[153] olmak üzere pek çok tabakat yazarının kabul ettiği h.
102 yılı vefat tarihi için en uygun olanıdır. Buna göre h. 30-32 yılları
arasında doğmuş olmalıdır.
Amcası Abdurrahman’ın
kızı Kureybe ile evlenen Kâsım’ın Abdurrahman, Ümmü Ferve, Ümmü Hakîm ve Abde
adında çocukları vardı; Cafer es-Sâdık kızı Ümmü Ferve’den olma torunudur.[154] Oğlu Abdurrahman sika râvîlerdendir.[155]
Hayatı boyunca
siyasete girmeyen[156] ve ilimle meşgul olan Kasım b. Muhammed tabiinin
ikinci tabakasındandır ve fakîhliği ile meşhurdur. Zamanındaki meşhur yedi
fakîhten birisidir.[157] Pek çok kişiye göre bunların en âlimidir.
Ebu’z-Zinad diyor ki:
“Bir adamın adam sayılması için sünneti bilmesi gerektiği bir dönemde Kasım b.
Muahammed’den daha akıllı ve sünneti daha iyi bilen bir fakîh görmedim.”[158] Yine Ebu’z-Zinad, “Kasım’dan daha bilgili bir fakîh
görmedim”[159] demiş ve “Medine’de görüş sahibi yedi şeyh (fakîh)
vardı. Said b. Müseyyeb, Urve b. Ez-Zübeyr, Ebûbekir b. Abdirrahman, Kasım b.
Muhammed, Ubeydullah b. Abdillah, Harice b. Zeyd ve Süleyman b. Yesar. Bunlar
aralarında ihtilaf ettiklerinde en büyük ve en faziletli olanın görüşü
alınırdı”[160] diyerek Kasım b. Muhammed’i işaret etmiştir.
Zührî fetvânın Seleme
b. Ekvâ‘, Kasım ve Sâlim’de toplandığını belirtmiş [161]8; Mâlik, “Kasım, bu
ümmetin fakîhlerindendir” demiştir.[162] Kendisi de bu ilminin farkındadır: Bir bedevînin
ısrarla sorduğu, “Sen mi daha âlimsin yoksa Sâlim mi?” sorusuna net cevap
vermemiş; “Sâlim mübarek bir zattır” diye cevaplamıştır. Bunun sebebini İbn
İshak şöyle açıklar: “Sâlim daha âlim demeyi kerih gördü çünkü yalan olacaktı.
Ben daha âlimim demeyi de hoş görmedi, çünkü nefsini tezkiye etmiş olacaktı.
Daha âlim olan Kasım idi.”[163] Mescidde bir meclisi vardı ve orada oturur soruları
cevaplardı. [164] İşittiği hadisleri mana ile değil işittiği gibi yani
harfi harfine nakletmeye dikkat ederdi.[165]
Fakîhliği çok net
olan Kasım b. Muhammed’in fıkhî görüşleri üzerine Tunus’ta el- Ma‘hedü’l-a‘lâ
li’ş-şerîa’da Enes b. Şeyh Muhammed el-Hâdî el-Allânî tarafından Fıkhü’l-
îmâm el-Kasım b. Muhammed b. Ebî Bekr es-Sıddîk ve eseruhu fî Tûnis (1988),
Ali b. Abdullah Sâlih Câbir tarafından Riyad’daki Câmiatü’l-İmâm Muhammed b.
Suûd el- İslâmiyye’de Fıkhü’l-Kasım b. Muhammed muvâzinen bi-fıkhi
eşheri’l-müctehidîn (1407/1987) adıyla birer doktora tezi hazırlanmıştır.[166]
Kasım b. Muhammed’in
tasavvuf yönüne gelince, sadece Nakşîler ve Yesevîlerin silsilesinde yer alan
Kasım b. Muhammed, tasavvuf yönü kuvvetli tabiin arasında görülmemiştir. Hilye
istisna tutulursa, Kasım b. Muhammed’e klasik tasavvuf kitaplarında yer
verilmemiştir. Hucvîrî tabiin mutasavvıfları arasında arkadaşı Said b.
Müseyyeb’e yer verirken[167] Kasım b. Muhammed’e yer vermemiş, Kelâbâzî de büyük
sûfîleri saydığı bölümde adını zikretmemiştir.[168] İlginç olan geç dönem sûfî tabakat kitaplarından olan
Şa’ranî’nin et- Tabakâtü’l-Kübrâ sında da biyografisinin yer
almamasıdır. Münavî’de ise kısaca yer almıştır.[169]
Nakşî silsilesinde
Selman el-Fârisî’den sonra gelmiş olsa da hadis aldığı sahabiler arasında
Selman (ra) yoktur[170]. Olma imkânı da bulunmamaktadır. Çünkü Selman (ra)
vefat ettiğinde muhtemelen birkaç yaşlarında çocuktu. Ancak kendisinden sonra
gelen kızı Ümmü Ferve’den olma torunu Cafer-i Sadık kendisinden hadis ve ilim
alanlardandır.[171] Ancak zühdüne ve takvâsına delil olan çeşitli rivâyetler
ve mutasavvıflar tarafından örnek alınan çeşitli sözleri bulunmaktadır.
Bunlardan bir kaçı şunlardır:
Kendisine gönderilen
500 dinarı ve Ömer b. Abdülaziz’in bir kısım ihsanlarını kabul etmemiştir.[172] Eyyub anlatıyor:
“Kasım b. Muhammed’i
üzerinde zaferan ile boyanmış (kıymetsiz) bir elbise ile gördüm. O bu halde 100
bin dirhemi reddetti de bundan dolayı içinde hiçbir heyecan (sıkıntı) duymadı.”[173]
Bir adamla bir yer
hakkında ihtilafı oldu. O kişiye dedi ki: “Bunun hakkında benimle hasımlaşmak
mı istiyorsun? O senindir. Eğer o senin hakkın ise al onu ve bana teşekkür
etme. Yok, benimse sana verdim, helâl olsun.”[174]
Arefe günü, Arafat’ta
birinin dilendiğini görünce ona, “yazıklar olsun sana ey dilenci, böyle bir
günde Allah’tan başkasından mı istiyorsun?” dedi.[175]
Kâsım b. Muhammed bir
adamın, “falanca Allah’a karşı ne kadar cüretli” dediğini duyunca, ona:
“Âdemoğlu zayıf ve önemsizdir. Nereden Allah’a karşı cüretli olacak? Sen onun
yerine, Allah hakkında bilgisi ne kadar az, de!” dedi.[176]
“Namazı ne parçalar?”
diye sordular, “Allah’tan başka her şey” dedi.
^Başka bir sözünde de, “en büyük günahlardan
biri kişinin yaptığı günahı hafif görmesidir” demiştir.[177]
el-Hasenü’l-Basrî
Tam adı Ebû Saîd
el-Hasen b. Yesâr el-Basrî olan, el-Hasenü’l-Basrî, Hz. Ömer’in hilafetinin
sonlarına doğru[178] hicrî 21 (m. 642) yılında Medine’de doğmuştur.
Oğlunun şöhreti nedeniyle Ebu’l-Hasen adıyla meşhur olan babası Yesâr’ın Meysan
esirlerinden olduğu söylenmiştir[179]. Meysân, Basra yakınlarında bir kasaba olup Irak’ın
fethi sırasında Utbe b. İrfan tarafından fethedilmiştir. Buradan elde edilip
Medine’ye getirilen esirler içinde Yesar da bulunmaktadır. Yesar’ın ilk adı
Feyruz’dur[180] Yesâr, kaynaklarda Zeyd b. Sâbit’in veya Enes b.
Mâlik’in halasının âzatlısı olarak gösterilir ve efendisine nisbetle kendisine
Ensârî nisbesi verilir.[181]
Annesinin adı
Hayre’dir[182] ve o da Ümmü’l-Hasen olarak meşhur olmuştur. Ümmü
Seleme annemizin azatlısı olduğu söylenir.[183] Annesi bir hizmet için gittiği zaman çocuk
ağladığında müminlerin annesi Ümmü Seleme onunla ilgilenir ve memesini çocuğun
ağzına verir imiş. Fesahati ve hikmet sahibi olmasının bunun bereketiyle olduğu
söylenmiştir[184].
Medine’de doğduğu
Vadi’l-Kura’da yetiştiği, bu sebeple fasih olduğu[185] veya Rebeze’de doğup Medine’de büyüdüğü[186] rivâyet edilmiştir. Bir defasında Hz. Ömer’e
getirildiği ve Hz. Ömer’in onun için, “Allah’ım onu dinde fakîh kıl ve onu
insanlara sevdir” diye dua ettiği aktarılmıştır.[187] el-Hasenü’l-Basrî’nin Saîd ve Ammar adında iki
kardeşi vardır.[188] Saîd de âlim birisidir. Ammar ise “bekkâîn” denilen
Allah korkusu sebebiyle çok ağlayanlardandı. Ağlamaktan yüzünde çukur
oluşmuştu.[189] Hz. Osman’ın evi kuşatıldığında 14 yaşında olduğunu
söyleyen el-Hasenü’l-Basrî, Sıffin günü Medine’den çıkmış ama Hz. Ali’nin
ordusuna katılmamıştır.[190]
Muaviye zamanında
Horasan’a sefer yapan orduda Rebi’ b. Ziyad’ın kâtipliğini yapmıştı.[191] Bunun dışında Mühelleb b. Ebû Sufre kumandasında
Kâbil üzerine gönderilen bir orduya da katılmış, üç yıl Abdurrahman b. Semüre
ile beraberce Kabil, Endukan, Endeğa n ve Zabülistan’da savaşmışlar ve bu
sahabiden çok sayıda rivâyette bulunmuştur.[192]
el-Hasenü’l-Basrî,
Basra’da bir müddet kadılığa atanmış,[193] kadı olarak atanmaktan hoşlanmamış çok üzülmüş,
kendisinin buna güç yetiremeyeceğini söylemiştir.[194] İki defa kadılığa atandığı, ilk kadılık zamanında
övgüyle karşılandığı ikincisinde ise eleştirildiği rivâyet edilmiştir.[195] el-Hasenü’l-Basrî’nin kadılığı için ücret almadığı,[196] Adiyy b. Ertat’ın gönderdiği ikiyüz dirhem maaşı geri
gönderdiği, Adiyy’in, maaşı az bulduğunu zannederek biraz daha ekleyip yine
göndermesi üzerine el-Hasenü’l-Basrî’nin, “ben maaşı az bulduğum için değil
kaza için ücret almayı çirkin gördüğüm için reddettim” dediği nakledilmiştir.[197]
Ömrünün başında ve
sonunda olmak üzere iki kere hacceden[198] el-Hasenü’l-Basrî, hicrî 110 yılında, Recep ayında
Cuma gecesi[199] 8 9 yaşında vefat etmiştir.[200]
Hz. Osman’ın şehadeti
ile başlayan fitne dönemine şahit olan el-Hasenü’l-Basrî, Müslümanlar arası
kavganın devam etmemesi, idare edenlerin savaş yoluyla değil de sulh yoluyla
değiştirilmesi taraftarı olduğu için Emevî yönetimini eleştirmesine rağmen,
yönetime karşı ayaklananları desteklememiş, bu yola başvurmaya kalkışanları
vazgeçirmeye çalışmıştır. Irak valisi Haccac’ın emirliğine karşı ayaklanan
İbnü’l-Eş’as’a katılmadığı gibi katılmak isteyenleri de vazgeçirmeye
çalışmıştır. Haccac’ın Allah’ın cezalarından bir ceza olduğunu ona karşı
kılıçla çıkmanın uygun olmadığını, sabretmek gerektiğini söylemiştir.
İbnü’l-Eş’as taraftarları onu zorla kendilerine dâhil etmek istemişler, nehre
atlayarak ellerinden kaçmıştır.
Kendisine sorulan bir
soru üzerine Haccac’a karşı ayaklanan İbnü’l-Eş’as, İbn Mühelleb tarafında yer
alınmaması gerektiğini söylemiş; bir Şamlının Emevî halifesini kastederek
“müminlerin emirinin yanında da mı yer almayalım?” sorusuna kızgın bir şekilde,
“evet onun yanında da yer almayın (yani hiçbirinin yanında savaşa katılmayın,
fitneden uzak durun)” demiştir. Kardeşi Saîd insanları ve el-Hasen’i,
İbnü’l-Eş’as’a katılmaya teşvik etmiş ama o bunu kabul etmemiştir.[201]
Ayaklanmayı doğru
bulmasa da Emevî idaresini, Muaviye dâhil eleştirmekten geri durmamış, Haccac’ı
ağır bir dille kınamıştır. Haccac’ın öldüğü haber verildiğinde (şükür)
secde(si) etmiş ve “Allah’ım o senin boğazladığın hayvanındır. Onu sen
öldürdün. Onun açtığı yolu bitir, bizi onun açtığı yoldan ve kötü amellerinden
kurtar” demiş ve aleyhine dua etmiştir.[202] Siyasî olaylarda taraf tutmaması, fitneye ve isyana
karşı olması, halkı dünyadan uzaklaştırıp âhirete önem vermeye davet etmesi
Emevîler’in işine gelmiş ve bu sebeple onun eleştiri ve kınamalarına
katlanmışlardır.[203]
Kendisine,
“idarecilerin yanına gitsen de onlara emri bilmaruf nehyi anilmünker yapsan”
dediklerinde, “Müminin kendisini zillete düşürmesi uygun değildir. Onlara bir
şey söylediğimizde onların kılıcı bizim dillerimizin önüne geçer” deyip eliyle
diline vurur gibi yapması[204]; “kötülüğü değiştirmek için ayaklanmaz mısın?” diye
sorulunca, “Allah Teâlâ kötülüğü ancak tevbe ile değiştirir kılıçla değil”
cevap vermesi[205]; “İnsanlar sultanları yönünden bir belaya
uğradıklarında eğer sabrederlerse fazla kalmaz sıkıntı onlardan gider. Ancak
onlar silaha sarılıyor, onu vekil ediniyorlar. Vallahi bunun sonu asla hayır
olmaz”[206] demesi
onun idareye karşı nasıl davranılması gerektiği konusundaki düşüncelerini
ortaya koymaktadır. Hz. Osman’ın şehadetinden sonra başlayan Hz. Ali
taraftarları ile Emeviler arasındaki savaş ve çekişmelerde tarafsız kalan bazı
sahabiler gibi el-Hasenü’l-Basrî de büyük oranda tarafsız kalmış ancak Emevî
idaresine karşı ayaklanmayı doğru bulmadığı ve Emevî idaresi tarafından verilen
kadılık görevini kabul ettiği için Emevî taraftarı gibi gözükmüştür.
Tüm İslâmî ilimlerde
otorite kabul edilen el-Hasenü’l-Basrî, mana ile hadis rivâyet etmiş,[207] hadiste tedlis yaptığı için[208] ve kader hususundaki görüşleri nedeniyle eleştirilmiştir.[209] Bazı eserler yazdığı ancak ölümü yaklaştığı zaman bir
sayfa hariç yazdığı sahifeler ve kitapları hizmetçisine yaktırdığı rivâyet
edilir.[210] Eserlerini yakmadan önce Humeydu’t-Tavil’in istinsah
ettiği nakledilmiştir. Bu sebeple kendisine bazı eserler isnad edilmiştir.[211] İlim ve fazileti çağdaşları tarafından övülmüş, çok
kişi tarafından döneminin en âlim ve faziletlisi olarak gösterilmiştir. Bu
hususla ilgili bazı rivâyet ler şöyledir:
Ali b. Zeyd
anlatıyor: “Ben İbn Müseyyeb, Urve, Kasım ve başkalarının, ‘eğer el-
Hasenü’l-Basrî sahabe döneminde yaşasaydı onların ileri gelenlerinden olurdu’
dediklerini işittim.”[212] “el-Hasenü’l-Basrî gibisini görmedim. Eğer Hasen
sahabeden olsa idi görüşleri ile delil getirilecek biri olurdu.” [213]
Abdullah b. Âmir
eş-Şa’bî anlatıyor: “İbn Hübeyre, el-Hasenü’l-Basrî ve Şa’bî’yi çağırmıştı.
el-Hasenü’l-Basrî ve Şa’bî buluştular. Bir araya geldiğinde Âmir, Hasan’a çok
hürmet etti. Bunu görünce ben, “Babacığım, bu zata kimseye davranmadığın gibi
davrandığını görüyorum” dedim. O da, “Oğulcuğum ben sahabeden 70 kişiyi gördüm.
Onlara bu şeyhten daha çok benzeyen birini görmedim” dedi. Yine Şa’bî, “Bu
beldelerdeki insanlar arasında bu zattan daha faziletlisini görmedim” demiştir.[214]
Katâde diyor ki:
“Denir ki, yeryüzü yedi kişilik bir topluluktan boş olmaz. (İnsanlar) bunlar
sayesinde suya kavuşur, bunlar sayesinde belalar kaldırılır. Ben
el-Hasenü’l-Basrî’nin bu yedi kişiden biri olmasını umuyorum.”[215] “Bu şeyhe yani el-Hasenü’l-Basrî’ye iyi sarılın.
Vallahi, görüşleri/edebi Ömer b. Hattab’ın görüşlerine bu kadar benzeyen başka
birini görmedim.”[216]
Ebû Bürde diyor ki:
“Peygamber Efendimizin ashabından olmayıp da sahabeye bu şeyh (yani
el-Hasenü’l-Basrî) kadar benzeyen birini görmedim.”[217] el-Hasenü’l-Basrî’nin hikmetli sözleri Muhammed
Bâkır’a aktarılınca, “bu kişinin sözleri peygamberlerin sözüne benziyor” dedi.[218]
İbn Sa’d,
el-Hasenü’l-Basrî’yi tanıtırken: “câmi’ (ilimleri kendisinde toplayan), âlim,
âlî, derecesi yüksek, fakîh, sika, güvenilir, âbid, nâsik, ilmi büyük, fasih ve
güzel yüzlü idi” demektedir.[219] İbn Hıbban, “el-Hasenü’l-Basrî, tabiinin Kur’an,
fıkıh ve edebiyatta âlimlerindendi. Basralıların abid ve zahidlerindendi”[220]; Hamevî, “fasih, belagatli, zahid, abid, âlim, âmil,
vâiz, sâdık, dediğini yapandı”[221] diyerek tanıtmaktadır.
el-Hasenü’l-Basrî’nin
fakîhlik yönü çok belirgindir. Katâde: “el-Hasenü’l-Basrî’nin ilmini hangi
âlimle karşılaştırdımsa el-Hasen’i daha üstün buldum. Ancak el-Hasen, içinden
çıkamadığı bir mesele olursa onu Said b. Müseyyeb’e yazardı. Hangi fakîhin
meclisine iştirak ettimse el-Hasen’i ondan daha üstün buldum” [222]9; Bekr b. Abdillah,
“Kim bizim reyimizden daha fazla fıkha uygun görüşü olan birine bakmak
istiyorsa, el-Hasenü’l-Basrî’ye baksın!”[223] demiştir.
Yunus b. Ubeyd ve
Humeyd: “Çok sayıda fakîh gördük ama el-Hasenü’l-Basrî kadar fıkhın tamamına
hâkim birini görmedik”[224] derken; Eyyub Sahtiyanî: “el-Hasenü’l-Basrî’yi
görsen, sen hiçbir fakîhin meclisinde bulunmamışsın, derdin”[225] demiştir. Abdülmelik b. Mervan, Basralıların fakîhini
sorduğunda çevresindekiler, “el-Hasen b. Ebi’l-Hasen”dir cevabını vermişlerdir.[226]
Uzun ömürlü
sahabilerden Enes b. Mâlik’e bir mesele sorduklarında “azatlımız el- Hasen’e
sorun” demesi; “biz sana soruyoruz, sen ise el-Hasen’e sorun diyorsun”
dediklerinde de “Biz de işittik o da işitti. Biz unuttuk o ise muhafaza etti.”[227] cevabını vermesi, el- Hasenü’l-Basrî’nin bir sahabî
ağzından ilim ve fıkıhtaki düzeyini göstermektedir.
Katade’nin:
“İnsanların helâl ve haramda en bilgilisi idi”[228] dediği el-Hasenü’l-Basrî, kendisine yöneltilen, “Sen
insanlara fetvâ verirken kendi reyinle mi fetvâ veriyorsun yoksa işittiğin
fetvâları mı veriyorsun?” sorusuna, “Vallahi, verdiğimiz fetvâların hepsini
işitmişizdir.”[229] cevabı kendisinin içtihad etmediği gibi bir izlenim
doğursa da ulemâ müçtehid olduğu hususunda müttefiktir.
Hayreddin Karaman,
aynı zamanda müfessir ve sûfî dediği el-Hasenü’l-Basrî’nin özellikle fıkıhta
imam olduğunu söylemiş ve kendisine ait mezhebi olduğunu kabul etmiştir.[230] Hasan-ı Basrî’den nakledilen fetvâların, Kadı
Muhammed b. Müferric tarafından Fıkhu’l-Haseni’l-Basrî adı altında yedi
cilt halinde bir araya getirildiği rivâyet edilmekteyse[231] de bu esere henüz rastlanmamıştır. Günümüzde ise
fetvâları Muhammed Revvâs Kal‘acî tarafından Mevsûatü Fıkhi’l-Hasani’l-Basrî
adıyla derlenip yayımlanmıştır (III, Beyrut 1989).[232]
el-Hasenü’l-Basrî’nin
tasavvuf yönü de çok belirgindir. Zühde ve hüzne dayalı tasavvufun kurucusu
kabul edilir.[233] Ebû Tâlib Mekkî, tasavvuf ilmini ilk olarak dile
getirenin el-Hasenü’l-Basrî olduğunu söylemekte[234] ve “Üzerinde konuştuğumuz bu ilimdeki imamımız
el-Hasenü’l-Basrî’dir. Biz, onun izini sürer, onun yoluna uyar ve onun
lambasından aydınlanırız. Bu ilim de Allah Teâlâ’nın izniyle imamdan imama
nakledilmek suretiyle bize kadar ulaşmıştır ”[235] demektedir.
Zehebî, Ebû Sâid ibn
Arabî’nin[236], Tabakâtü’n-Nüssak adlı kitabından şöyle bir
alıntı yapmıştır: “Nüssakın geneli el-Hasenü’l-Basrî’ye gelirler,
anlattıklarını dinlerler, bu özel manalarla ilgili fıkıh hususunda gönüllü
olarak ona uyarlardı. Amr b. Ubeyd ve Abdülvahid b. Zeyd onun bağlılarındandı.
Bu hususta evinde onun özel bir meclisi vardı. Bu mecliste hemen hemen zühd ve
nüsukun ne olduğu ile bâtın ilimleri haricinde bir şey konuşmazdı. Bu nüssak
dışında birisi o meclisten sorarsa bundan hoşlanmaz ve “ihvanımızla halvet
oluyor (biraraya geliyor çeşitli konularda) müzakere yapıyoruz” derdi.
Mesciddeki halkasına gelince, burada hadis, fıkıh, Kur’an ilimleri, lügat ve
diğer ilimler anlatılırdı. Bazen tasavvuftan sorulursa ona da cevap verirdi.
Derslerine gelenlerin bazısı hadis, bazısı Kur’an ve beyan için, bazısı belagat
için gelirdi. Amr b. Ubeyd, Ebû Cehîr, Abdülvâhid b. Zeyd, Salih el-Mürrî,
Şumeyt, Ebû Ubeyde en-Nâcî gibileri de ihlas ve özel ilim için gelirlerdi. Bu
sayılanların her biri halleriyle yani ibadetleri ile meşhur olmuşlardı.”[237]
Benzer bir rivâyeti
Ebû Tâlib Mekkî de yapmış, o da örnek olarak Mâlik b. Dinar, Sâbit el-Bünanî,
Eyyub es-Sicistanî, Muhammed b. Vasi', Ferkad es-Sebehî[238], Abdülvâhid b. Zeyd’i saymıştır[239].
Kelâbâzî,
el-Hasenü’l-Basrî’yi sahabeden sonraki büyük sûfîler arasında sayarken,
Hücvîrî, “tasavvuf ehli olanların yanında şanı büyüktür” demekte, tasavvuf
alanında çok hoş işaretleri olduğunu söylemektedir.[240] Serrâc ve Kuşeyrî özel bir yer vermezken, Ebû Nuaym
genişçe yer ayırmıştır.[241] Sülemî’nin Tabakâtında yer verilmezken,
Feridüddin Atttar, Tezkire ’sinde onun için, “nübüvvetin perverdesi,
fütüvveti huy edinen, ilim ve amel Kâbe’si, verâ ve yumuşaklık kıblesi, sahib-i
sadr, sadr-ı sünnet” demekte, ilim ve muâmele sahibi olduğunu söyleyip Hz.
Ali’den hırka giydiğini iddia etmektedir.[242]
Pek çok tarikatın
silsilesinde yer alan el-Hasenü’l-Basrî, gerçekten de hayatı ve sözleri ile
daha sonraki mutasavvıflara kaynaklık yapmıştır. “Müminin gülmesi kalbinin
gafletindendir”[243] diyen el-Hasenü’l-Basrî, aktarıldığına göre, genellikle
hüzün üzerine olurdu.[244] Onu yolda görenler sanki çok sevdiği birini defnetmiş
zannederdi. Oturduğu zaman sanki boynu vurulacak bir esir gibi otururdu. Biri
cehennemi hatırlattığında sanki cehennem sadece onun için yaratılmış gibi
davranırdı. Hak sözü söylerken sanki şer sözü söylüyormuş gibi çekinirdi.[245] Hüzünle ilgili çok sayıda sözü vardır.[246]
Zühdü de çok
meşhurdur. Alkâme b. Mersed diyor ki, “Zühd, tabiinden sekiz kişide nihayetine
(son noktasına) varmıştır. Bunlardan biri de el-Hasenü’l-Basrî’dir. Hüznü onun
kadar uzun olan başka kimse görmedim.”[247] Eş’as’ın aktarmasına göre, kendini ziyarete gelenlere
genellikle âhiret hayatından ve zühdden bahseder[248], onunla görüştükten sonra sohbetine katılanlar
dünyayı kıymetsiz görürlerdi.[249]
Dünya hayatının
geçiciliğine, âhiret hayatının önemine dair vurguları o kadar fazladır ki, bu
husustaki sözlerini okuyan bir kişi, el-Hasenü’l-Basrî’nin tamamen dünyada
çalışmayı terk etmeyi tavsiye ettiği kanaatine ulaşabilir.[250]
Kendisine tekraren
sorulan, “biri (tamamen) kendini ibadete veren, diğeri ailesi için çalışıp
çabalayan kimseden hangisi daha faziletlidir” sorusuna ısrarla, “kendini
(tamamen) ibadete veren” cevabını veren[251] el-Hasenü’l-Basrî’nin bu tavrı ve bu minvaldeki
sözleri, büyük ihtimalle, kendisi bunu kastetmese bile daha sonraki yüzyıllarda
dünyadan el etek çekip çalışmayan ve insanların yardımıyla geçinen sûfîlere
kaynaklık etmiştir. Hâlbuki onun bu tavrı, fetihler ve zenginleşme ile dünyaya
aşırı yönelen başta Emevî idarecileri ile ona uyan toplumu frenlemeye çalışmak,
dünya hayatını gaye olmaktan çıkarmaktır. Onun:
“Dünyasını âhiretine
tercih edene ne dünya ne de âhiret vardır.”[252] “Dirhem ve dinar ne kötü arkadaştırlar. Senden
ayrılmadıkça sana faydaları olmaz.”[253] “Bir topluluğa ulaştım ki, ne dünyadan gelene sevinirler,
ne de kaybettiklerine üzülürlerdi. ”[254] sözleri ile Mâlik b.
Dinar’ın “âlimin
cezası nedir?” sorusuna verdiği, “Kalbinin ölmesidir. Kalbin ölmesi de âhiret
ameli ile dünyayı talep etmektir” cevabı bunu ortaya koymaktadır.[255]
Güzel elbiseler
giydiği, güzel yemekler yediğine dair rivâyetler[256] zühd anlayışının da dengeli olduğunu, görüntüden çok
kalbe önem verdiğini göstermektedir. Onu üzerinde yemen işi güzel elbiselerle
gören Ferkad es-Sebehî’nin Farsça: “Üstadım senin gibi birisine bu yakışır mı?”
itirazına, “Ey Ümmü Ferkad’in oğlu, sen de bilirsin ki cehennem ashabının çoğu
giysi ashabıdır (elbiseleriyle övünen insanlardır).” cevabını vermiş[257]; başka bir gün Ferkad’in üzerinde yün bir elbise
görünce elbisesinden tutup iki veya üç kere “ey Ferkad!” dedikten sonra:
“Takvâ, bu giyside değildir. Takvâ ancak kalpte yerleşen ve bunu amel ve
fiillerinle gösterdiğin şeydir” demiş[258]; beraber davet edildikleri bir düğün yemeğinde
çeşitli yemeklerin getirilmesi üzerine Ferkad’in yemek yememesi üzerine ona
kızarak, “Ey Fureykıd, ne oluyor sana, sana ne oluyor? Görmüyor musun, senin şu
elbisen dolayısıyla diğer kardeşlerinden daha fazlası senin önüne kondu. Bana
ulaştığına göre cehennem ehlinin çoğunluğu elbise ashabı (giydiklerine önem
verip onunla övünenler) olacaktır.”[259] diyerek uyarmıştır.
Kendisinin yün elbise
giydiği rivâyet edilmemiştir. O dönemde zühd alameti olarak yün elbise
giyenlerin artıp da bu hususta yanında bahis olunca: “Onlara ne oluyor? Onlar
üç yönden kaybetmişlerdir. Onlar kibri kalplerinde gizlediler, elbiseleri ile
tevazu gösterisi yapıyorlar. Vallahi onların elbiseleri ile kendilerini
beğenmeleri lüks elbise giyinenlerin giydiklerini beğenmelerinden daha
şiddetlidir” demiştir.[260]
el-Hasenü’l-Basrî,
daha sonra kazandığı anlamıyla tasavvuf ve fıkhı mezceden bir anlayışa
sahiptir. Önceliği ise kişinin âhiretini kurtarmaktır. Bu sebeple o fıkhî
meseleleri bir hukukçu gibi değil bir vâiz ve mürşid tavrıyla ele almış,
kendisini bazı şeyleri bilen bir mümin olarak görmüş ve bu bilginin ona
yüklediği sorumluluğun gereği olarak çevresindekilere doğruyu söyleme
vazifesini yerine getirmeye çaba harcamıştır.[261] Kendisi dediklerini yapmaya özellikle dikkat etmiş,
denilenin yapılmamasını hoş görmemiştir.[262]
Onun fakîhle ilgili
yaptığı tanımlar, önceliği yaşamaya verdiğini, ortaya koymaktadır. Fıkhında
bunu esas aldığı anlaşılmaktadır. “Seni (günahlardan) engellediği müddetçe
Kur’an oku. Eğer engellemiyorsa sen onu (hakkıyla) okumuyorsun demektir. Nice
fıkıh hamalı vardır ki, fakîh değildir. Kime ilmi fayda vermezse cehâleti zarar
verir”[263] demesi;
kendisine bir soru soran Matar Verrak’ın, verdiği cevap için, “fakîhler bu
hususta sana muhalif’ demesi üzerine, “anan seni kaybetsin Matar, sen hiç fakîh
gördün mü? Fakîh nedir bilir misin? Fakîh vera sahibi zahiddir. Ne kendisinden
yukarıda olana ehemmiyet verir ne de kendisinden aşağıda olanı küçük görür.
Allah’ın değersiz olduğunu bildirdiği şeyleri de ilim olarak almaz!”[264]; yine kendisine bir mesele sorup, “fakîhler bu konuda
şöyle şöyle diyor” diyen İmran b. Kasîr’e, “Sen hiç gözünle bir fakîh gördün
mü? Fakîh ancak, dünyaya karşı zahid, dînî işlerinde basiret sahibi olan,
ibadetlere devam eden kimseye denir”[265] cevaplarını
vermesi amel ve takvâya ne kadar önem verdiğini, fıkhın asıl olarak bu olduğu
kanaatinde olduğunu göstermektedir.
Bir sözünde yemekte
on iki haslet bulunduğunu, bunlardan dördünün farz, dördünün sünnet, dördünün
edep olduğunu söyleyip ve farz olanları, yemeğe besmele ile başlamak, yenilecek
şeylerin helâl ve temiz olmasına özen göstermek, mevcuda razı olmak ve verdiği
nimetten dolayı Allah’a hamdetmek şeklinde sıralaması[266] fıkıhta ve bu husustaki terimlerde diğer fakîhlerden
farklı düşündüğünü göstermektedir. Burada farz olarak sayılan şeyler artık
fıkhın değil tasavvufun konusu kabul edilen ve ahlâkî nitelik taşıyan mânevî
sorumluluk ifade eden hususlardır. Bununla birlikte ilimsiz amelin tehlikesine
de dikkat çekmiştir. Şöyle diyor:
“Bu işi istedik (ilim
yoluna girdik) ve gördük ki, ilimsiz amel işleyen kim varsa ifsat ettiği ıslah
ettiğinden daha fazladır.”[267]
“Allah’ın edebiyle
edepleniniz, Allah’ın kitaplarında olanı muhafaza ediniz ki bu sayede Allah’ın
velilerinden olasınız.”[268]
Cafer es-Sadık
Tam adı Cafer b.
Muhammed b. Ali b. Hüseyin b. Ali b. Ebî Talib el-Hâşimî’dir.[269] Muhammed
el-Bâkır’ın en büyük çocuğudur.[270] Büyük oğlu Abdullah’a nispet edilerek “Ebû Abdillah”
diye künyelenmiştir. Mûsa ismindeki oğlundan dolayı “Ebû Mûsa” künyesiyle de
anılmıştır.[271] Bunlar haricinde “el-İmam, es-Sadık, Benî Hâşimin
Şeyhi, Ebû Abdullah el- Kureşî, el-Alevî, en-Nebevî, el-Medenî” olarak da
anılmıştır.[272] En meşhur lakabı olan es- Sâdık’ın sözündeki
doğruluğundan dolayı kendisine verildiği ifade edilmiştir.[273] Doğum tarihi için h. 80 ve 83 yılı söylenmiştir.
Tercih edilen h. 80’dir. Buna göre Ebû Hanife ile aynı yılda doğmuştur[274].
Annesi Kasım b.
Muhammed’in kızı Ümmü Ferve’dir.[275] Babası tarafından soyu Hz. Ali’ye dayanırken annesi
tarafından da Hz. Ebûbekir’e dayanmaktadır. Annesi Ümmü Ferve’nin hem babası
Kasım b. Muhammed hem de annesi Esma bint. Abdirrahman, Hz. Ebûbekir’in torunu
olduğu için, “Ben Ebûbekir’in iki defa evladıyım” demiştir.[276] Bu sebeple güya Hz. Ali taraftarlığı nedeniyle Hz.
Ebûbekir’e sövenlere çok kızardı. Bununla alakalı iki rivâyet şöyledir:
Sâlim b. Ebî Hafsa
anlatıyor: “Ebû Cafer (Muhammed Bâkır) ve oğlu Cafer’e Ebûbekir ve Ömer’i
sordum. Ebû Cafer dedi ki: “O ikisini veli ittihaz et ve o ikisinin
düşmanlarından uzaklaş!” Sonra Cafer dedi ki: “Ey Sâlim, kişi dedesine söver
mi? Ebûbekir benim dedemdir. Eğer onları veli ittihaz etmeyip düşmanlarından da
yüz çevirmezsem kıyamet günü Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin şefaati
bana ulaşmaz!”[277]
Züheyr’in babası,
Cafer b. Muhammed’e, “Benim bir komşum var, senin Hz. Ebûbekir ve Hz. Ömer’den
tebrie ettiğini (onlardan uzak olduğunu söylediğini) iddia ediyor” dedi. Cafer,
“Allah senin komşundan uzak olsun! Ben Hz. Ebûbekir’e akrabalığımın (âhirette)
bana fayda sağlayacağını umuyorum” dedi.[278]
Cafer es-Sâdık,
Medine’de büyümüş, baba taraftan dedesi Ali Zeynelabidin, babası Muhammed Bakır
ve anne taraftan dedesi Kasım b. Muhammed’den başta hadis olmak üzere çeşitli
ilimler almıştır. Dedesi Ali Zeynelabidin vefat ettiğinde, Cafer 14, diğer
dedesi Kasım b. Muhammed vefat ettiğinde 28, babası Muhammed Bâkır vefat
ettiğinde ise 34-35 yaşlarında idi.[279] Fıkhı her yönüyle öğrendiği gibi hadis, Kur’an
ilimleri gibi dini ilimlerin yanında kozmoloji ve kimya da öğrenmişti. Kimyacı
ve sûfî Cabir b. Hayyan talebesi idi.[280]
Cafer es-Sâdık’ın
altı kardeşi vardır; 7’si erkek 3’ü kız toplam on veya 7 erkek, 4 kız olmak
üzere 11 çocuğu olmuştur.[281] Kaynakların çoğunluğuna göre hicrî 148’te 68 yaşında
vefat etmiştir.[282] İmamiye mezhebinden bazıları Cafer es-Sadık’ı
Mansur’un öldürdüğünü söylerler ancak bunu destekleyen bir rivâyet yoktur.
Aksine Mansur’un Cafer es-Sadık’ın ölümünü duyduğunda ağladığı rivâyet edilir.[283] Varlığı ile Abbasî halifelerine alternatif olduğu
için Mansur’un öldürtüğü düşüncesi ilk başta mantıklı gelse de, kaynakların
aktardığına göre, hayatı boyunca isyana kalkışmadığı gibi ehlibeyt
taraftarlarınca yapılabilecek ayaklanmalara da engel olan birini öldürtmek
Mansur’un işine gelmeyecektir. Bu sebeple Cafer es-Sadık’ın normal bir ölümle
öldüğü ve Mansur’un buna üzüldüğüne dair rivâyeti sıhhatli kabul etmek gerekir.
Medîne’de Bakî’
kabristanında, babası Muhammed Bâkır ve dedesi Ze ynel-Âbidîn, amcası Hasan ve
büyükannesi Hz. Fâtıma’nın yanlarına, ya da babası ve dedesinin amcası Hasan b.
Ali’nin bulunduğu kabre defnedilmiştir.[284] Cafer es-Sâdık’ın bazı sahabilerle, Enes b. Mâlik ve
Sehl b. Sa’d ile görüştüğü[285] rivâyet edilse de Ebû Hanife gibi etbau’t-tabiin
tabakasından kabul edilmiştir. İsnaaşeriye’nin 6. imamı kabul edilen Cafer
es-Sâdık’ın ilmi hususunda Şia çok aşırıya gitmiştir. Onun ilminin vehbî
olduğunu söyleyen İsnâaşeriye’ye göre:
“Bütün gizli,
felsefî, tasavvufî, fıkhî, kimyevî ve tabii ilimlere, ayrıca Zebur, Tevrat,
Incil’e ve İbrahim’in suhufuna, Hz. Fâtıma’nın mushafına, her türlü helâl ve
harama, geçmiş ve gelecekteki bilgi ve haberleri ihtiva eden cefr ilmine
vâkıftır; ilâhî ilimlerin taşıyıcısı ve Şîa’nın altıncı imamıdır. Ayrıca Kur
’ân-ı Kerîm’de yer alan Müsâ ve Hızır kıssasındaki ihtilâfta her ikisinin de
haberdar olmadığı hususları bilen, başlangıçtan kıyamete kadar olmuş ve olacak
her şeyi Hz. Peygamber’den veraset yoluyla öğrenmiş olan kimsedir. ”[286]
Cafer es-Sâdık’ın yüzlerce
kitap ve risâle yazdığı ileri sürülmektedir. Bunların büyük bir kısmının ona
nisbeti şüphelidir.[287] Biz burada Cafer es-Sâdık’ın ilmi ile ilgili Şia’nın
yaptığı bu tür aşırılıklara girmeden bir değerlendirme yapmaya gayret edeceğiz.
Cafer es-Sâdık’ın fıkıh ve tasavvuf haricinde akâid-kelâm, tefsir, hadis,
kimya, kozmoloji gibi döneminin tüm ilimleri ile ilgilendiği[288] nakledilmiş olsa da biz sadece tasavvuf ve fıkıh yönü
üzerinde duracağız.
Fakîhliği üzerinde
tüm tabakat kitapları ittifak etmiştir. Zaten adına da bir mezhep kurulmuş ve
mezhebin usûl ve içtihadları kendisine atfedilmiştir. Bunu da nakzedecek bir
şey yoktur. Fıkıh bilgisi ile ilgili şu rivâyet yeteri kadar bilgi vermektedir:
“Ebû Hanife’ye
gördüğün kişiler içinde en fakîhi kimdi? diye sordular. “Ben Cafer’den daha
fakîh birini görmedim. Halife el-Mansûr Hîre’ye geldiğinde bana birini
göndererek, “ey Ebû Hanife, insanlar Cafer b. Muhammed sebebiyle fitneye
düştüler. Ona zor sorular hazırla da gel” dedi. Ben de 40 tane mesele
hazırlayıp Mansur’un yanına geldim. Cafer, Mansur’un sağ tarafına oturmuştu.
Onu görünce Mansur’u gördüğümde hissetmediğim mehabet duygusunu hissettim.
Mansur ona “Ebû Abdullah, bu zatı tanıyor musun?” diye sordu. O da, “evet, Ebû
Hanife’dir” dedi. Mansur, “Ebû Hanife, sor sorularını!” dedi. Ben sormaya
başladım. Her soruma, “bu konuda siz şöyle dersiniz, Medineliler şöyle der, biz
de böyle deriz” diyor, bazen bizim görüşümüzü bazen Medinelilerin görüşünü
alıyor bazen de ikimize de muhalefet ediyordu. Kırk sorunun tamamını bu
minvalde cevapladı. Ebû Hanife ekledi: “İnsanların en âlimi onların
ihtilaflarını en iyi bilendir.”[289]
Buradan anlaşıldığına
göre Cafer es-Sadık hem İraklıların hem de Medinelilerin ilmini öğrenmişti.
Kendisi de müçtehid idi. Farklı fetvâları bulunuyordu. Fakîhlerin ihtilafını
öğrenmeye düşkündü.[290] Dönemin fakîhleri ondan hadis rivâyet etmişler ve
ilim almışlardır. Yahya Sadi el-Ensârî, Süfyan es-Sevrî, İbn Uyeyne, Şu’be,
Mâlik, İbn Cüreyc, İbn İshak ve başkaları, Cafer es-Sâdık’tan rivâyette
bulunmuş[291] ve bunlardan bir bölümü ondan başka ilimler de
almıştır. Mâlikî mezhebinin kurucusu İmam Mâlik, Cafer es-Sadık’tan hadis ve
fıkıh öğrenmiştir. Ancak, Abbasîler galip gelene kadar Cafer’den rivâyette
bulunmadığı nakledilmiştir.[292]
Ebû Hanife’nin de
ondan rivâyet leri vardır. İmamiye mezhebi kitaplarına göre Ebû Hanife iki yıl
ondan ayrılmamıştır. Ancak bu rivâyetin doğru olma ihtimali çok zayıftır.[293] Anlaşıldığı
kadarıyla geç dönem İmamiyesi kendilerini belki kabul ettirmek belki de
üstünlüklerini ispat etmek için başta Ebû Hanife olmak üzere bütün müçtehid
ulemâyı Cafer es-Sadık’ın talebesi göstermeye çalışmışlardır. Ebû Hanife ile
Cafer es-Sâdık akrandır ve aralarındaki ilişki bu çerçevede kalmıştır. Mâlik’in
ise ondan daha fazla ilim almış olması mantıklıdır. Çünkü Mâlik’in hem yaşı
uygundur hem de Medine’de yaşamıştır. Ancak tabakat kitapları Mâlik’in hocaları
arasında Cafer es-Sâdık’ı saymamaktadırlar.
“Fakîhler
peygamberlerin eminleridir. Sultanlara yaslandıklarını görürseniz, onları itham
ediniz!”[294] diyen Cafer es-Sadık’ın fakîhlik yönü çok belirgin
olduğu için ayrıca üzerinde uzun durmaya gerek yoktur. Ancak dikkatimizi çeken
bir husus olarak Cafer es- Sadık’ın hükümlerin hikmeti ile ilgili sözlerinden
bazılarını nakletmek isteriz:
“Teşrik günlerinde
oruç tutmak neden kerihtir (yasaklanmıştır)?” diye sordular. “Çünkü onlar
Allah’ın ziyafetindedirler. Ziyafete davet edilenin de ziyafet zamanında oruç
tutması gerekmez” diye cevap verdi.[295]
“Faiz niçin haram
kılındı?” diye sordular. “İnsanlar iyilikten uzaklaşmasınlar diye” dedi.[296]
“Namaz her muttakinin
Allah’a yaklaşması için bir vesiledir. Hac, her zayıf insanın cihadıdır.
Bedenin zekâtı, oruçtur. Amelsiz olarak insanları davet eden kirişsiz okçuya
benzer.
Rızkınızı sadakayla
Allah’tan talep ediniz. Mallarınızı zekâtla koruyunuz. İktisad eden fakir
olmaz. Ölçülü olmak geçimin yarısıdır. Iyalin (ailenin) az olması iki
kolaylıktan biridir. Anne babasını üzen onlara isyan etmiş olur. Kim musibet
anında dizlerini döverse sevabını kaybeder. Kazanç ancak makam ve din sahibinin
yanında kazanç olur. Allah sabrı belaya/musibete göre indirir. Rızkı da zahmete
göre indirir. Kim geçimini ölçülü yaparsa Allah onu rızıklandırır. Kim de saçıp
savurursa onu mahrum eder. “[297]
Tasavvuf yönüne
gelince, Cafer es-Sâdık tasavvuf tarihinde de önemli bir yere sahiptir. İlk
sûfîlerin hayat hikâyelerini anlatan Ebû Nâsr es-Serrâc, Ebû Tâlib el-Mekkî,
Muhammed b. Hüseyin es-Sülemî ve Abdülkerîm el-Kuşeyrî gibi mutasavvıf
müelliflerin ondan hiç bahsetmemiş veya nâdiren atıfta bulunmuş olmalarına karşılık
Ebû Nuaym el- İsfahânî Hilyetü’l-Evliyâ’da[298] kendisine geniş yer ayırmıştır.[299]
Kelâbâzî, Cafer
es-Sâdık’ı “sahabeden sonra sûfilere ait bilgileri anlatan, onların vecd
hallerinden bahseden, makamlarını yazan, hem söz ve hem de amelle sûfîyane
halleri tasvir eden”ler,[300] Hücvîrî de sûfilerin ehlibeytten imamları arasında
saymış[301], Feridüddin Attâr ise Tezkiretü’l-Evliyâ adlı
eserine onunla başlamıştır. Şa’ranî de Tabakâfında ona yer vermiştir[302].
Şîa, Cafer
es-Sâdık’ın tasavvufla hiçbir ilgisinin bulunmadığını, sûfîleri kendisine
düşman bildiğini ve onlarla mücadele etmeyi dinî bir görev saydığını ileri
sürseler de[303] Abdülkadir
Mahmud, İslâm âleminde tarih boyunca görülen tasavvuf hareketlerini selefi
tasavvuf, sünnî tasavvuf ve felsefî tasavvuf olarak üçe ayırmış, sünnî
tasavvufun kurucusu olarak da ehlibeyt imamlarını, özellikle de Cafer
es-Sâdık’ı[304] görmüştür. Tüm sûfilerin evliyâullahtan saydığı Cafer
es-Sâdık pek çok tarikatin silsilesinde yer almıştır.[305] Ebû Nuaym’ın nakli sıhhatli ise ilk sûfî ismini
kullananlardan biridir. Şöyle demiştir:
“Kim Rasûlullah’ın
zâhirini yaşarsa o sünnîdir. Kim de bâtınını yaşarsa o da sûfîdir.”
Bu söze açıklama
getiren Ebû Nuaym, “Cafer, “Rasûlullah’ın bâtını” ifadesi ile O’nun temiz
ahlâkını ve âhireti tercih etmesini kastetmiştir” demektedir.[306]
Ebû Nuaym, Cafer-i
Sadık’ı, “imamu natık (konuşan imam), dizginler elinde, sabıklardan
(mutasavvıfların konuşan imamı/önderi, onları sevk ve idare eden, sûfîlerin
ilklerinden). İbadete ve hudua yöneldi, uzleti ve huşûyu tercih etti, riyasetten
ve insanlarla beraber olmaktan uzak durdu” şeklinde tanımlamaktadır.[307]
Hücvîrî, Cafer
es-Sâdık’ı “sünnetin kılıcı, tasavvuf yolunun güzelliği, mârifet anlatan ve
safvetin süsü” olarak tanımlamış, ilmi ile ilgili olarak da, “her ilimde ona
ait işaretler vardır. O, şeyhler arasında sözünün inceliği ve manalara vukûfu
ile meşhurdur. Tasavvuf yolunu açıklayan maruf eserleri vardır” demiştir.[308]
Fütüvvet hakkında ilk
konuşanın da Cafer es-Sâdık olduğu ifade edilmiştir[309]. Şakik Belhî, Cafer b. Muhammed’e fütüvvetten sordu
da o, Şakik’e “Sen ne dersin?” dedi. O da: “Verilirse şükrederiz, verilmezse
sabrederiz” dedi. Cafer, “Bunu Medine’de bizim köpekler de yapıyor” dedi.
Şakik, “O zaman, ey Allah Rasûlü’nün kızının oğlu, size göre fütüvvet nedir?
“dedi. O da “Bize göre, verilirse başkalarını bize tercih ederiz (dağıtırız),
verilmezse şükrederiz” dedi.[310]
Yine aktarıldığına
göre daha sonraki sûfîlerin âdeti olan yün elbiseyi iç elbise olarak giymiştir.
Bir gün Süfyan-ı Sevrî, Cafer-i Sadık’ın ipekli elbise giydiğini görünce bunun
peygamber torununa yakışmadığını söyler. Bunun üzerine Cafer es-Sâdık
elbisesinin içini gösterir. Süfyan, es-Sâdık’ın içindeki kaba yün elbiseyi
görünce, neden bu şekilde giyindiğini sorar. Ca’fer es-Sâdık da şöyle söyler:
“Biz içten giydiğimizi Allah için; dıştan giydiğimizi de halk için giyiyoruz.
Allah için olanı gizledik sizin için olanı ayan ettik. Kimse bilsin istemedik.
Çünkü Allah için olanı gizlemek esastır.”[311]
Kendisinden
tasavvufun alanına giren çok sayıda söz nakledilmiştir. [312]
Ebû Hâşim es-Sûfî
Hakkında fazla bilgi
bulunmayan Ebû Hâşim es-Sûfî veya ez-Zâhid, kaynaklara göre, ilk sûfî ismini
alan kişidir[313]. İlk kaynaklar onu Ebû Hâşim ez-Zâhid diye anarken[314], daha sonrakiler es-Sûfî olarak anmıştır.
Süfyan es-Sevrî’nin,
“Ebû Hâşim olmasaydı, riyanın inceliklerini anlamazdım”[315] “Ebû
Hâşim ile karşılaşana kadar haberim olmadan riya yaparmışım. Riyayı terk etmeyi
ondan öğrendim”[316], “Ebû Hâşim olmasaydı sûfînin ne demek olduğunu
bilmezdim”[317] sözleri
Süfyan es-Sevrî’nin onun sohbetine gittiğini göstermektedir. Bunu Hatib
el-Bağdâdî açıkça belirtmiştir[318].
Ebû Hâşim’in
Kuşeyrî’de, et-Taarruf ta, Keşfü’l-MahcûVda bahsi geçmezken,
kendisine yer veren Tabakat kitapları büyük oranda Ebû Nuaym’ın Hilye’sinde
yer alan bilgileri tekrar etmişlerdir. Ebû Nuaym, “Hakka doğru giden, halktan
uzak duran, Hak’tan başkasından yüz çeviren birisi idi”[319] şeklinde Ebû Hâşim’i tanıtırken, Hatib el-Bağdâdî ve
İbnü’l-Cevzî “Bağdad zahidlerinin önde gelenlerindendi”[320] şeklinde, Katip Çelebi ise, “zahidlerin önderi Ebû
Hâşim es-Sûfî, Şam meşayihinin ileri gelenlerindendi. Aslı Kûfelidir”[321] diyerek tanıtmıştır. Yine Kâtip Çelebi’ye göre Hicrî
155 yılında vefat etmiştir.
Kâtip Çelebi, Ebû
Hâşim’i Şam meşayihinden sayarken büyük ihtimalle Abdurrahman Camiî’ye
dayanmaktadır. O, Nefehâtü’l-Üns'’te, Ebû Hâşim için, “Şam’da şeyhti ama
aslen Kûfeli idi” demekte, sûfîler için ilk defa inşâ olunan hankâh ve tekkenin
de Şam’ın Remle kasabasında olduğunu söylemektedir[322].
Abdülkadir Gölpınarlı, şia kaynaklarından Hasan
el-Askerî’nin (v. 260) dedesi Cafer es-Sâdık’tan (v. 148) Hâşim es-Sûfî için, “Gerçekten inancı
bozuktu. Tasavvuf denen kötü inançları toplamış bir yol icat etti, bu mezhebe
birçok kötü inançlı kişiler uydular ve bâtıl inançlarına bu yolu kalkan
edindiler” dediğini nakleder.[323] Bu rivâyet doğru ise Cafer es- Sâdık’ın Hâşim
es-Sûfî’yi tanıdığı, tasavvuf kelimesinin daha o dönemde terim halinde farklı
bir yolu ifade ettiği anlaşılmaktadır. Hâşim es-Sûfî’nin bazı sözleri şöyledir:
“Allah Teâlâ dünyayı
yalnızlıkla damgaladı ki böylece müridlerin Allah’a ünsiyetleri dünya olmadan
olsun. İtaat üzere olanlar Allah’a dünyadan yüz çevirerek yönelsinler. Bu
sayede dünyadaki mârifet ehli dünyaya yabancılık duyarlar da âhireti
arzularlar.”[324]
“Kişinin, kendisini
güzel bir edeb üzerinde bulundurması bu işin ehli olanların terbiye tarzıdır.”[325]
“İğne ile dağı delmek
kibri kalplerden çıkarmaktan kolaydır.”[326]
^“Dünya saraylar, bahçelerle dolu, âhirette
ise derme çatma barakalar olsaydı bile, âhiret dünyaya tercih edilmeye
layıktır. Çünkü âhiret ebedî, dünya geçicidir.”[327]
“Allah Teâlâ
hastalığı ve onun ilacını yaratmıştır. Hastalık dünya, ilacı da onu terk
etmektir.”[328]
Mansur Ammar Dımeşkî
anlatıyor: Ebû Hâşim’i ölüm hastalığında iken görmüş ve “Kendini nasıl
buluyorsun” diye sormuştum. Şöyle dedi: “Muazzam bir belâ görüyorum ama hevâ ve
sevdâ, yani muhabbet ve dostluk o belâdan daha fazladır.” Yani gerçi bela
büyüktür ama muhabbetin yanında önemsizdir. [329]
Ebû Hâşim’den
nakledilen az miktardaki sözler daha çok tasavvufun alanına giren sözlerdir.
Ölüm döşeğinde söylediği nakledilen sözlere göre muhabbete dayalı bir tasavvuf
anlayışı vardır. Fıkıh bilgisi ile ilgili bir şey nakledilmemiştir. Ancak
Süfyan es-Sevrî’nin Ebû Hâşim’in meclisine gitmesinden en azından kendine
yetecek fıkıh bilgisi olduğu çıkarılabilir. Gerçi yaşadığı dönemde, zahidlerin
genelde dînî bilgileri, özelde fıkıh bilgileri için bir eleştiri yapılmadığı
görülmektedir.
Aslında Ebû Hâşim,
hiçbir tarikatın silsilesinde yer almamakta, tasavvuf kitaplarında kendisine
nadiren atıfta bulunulmaktadır. Bu bölümü yazarken düşündüğümüz sistematiğimiz
nedeniyle kendisine yer vermeyecektik. Ancak sûfî adını alan ilk kişi olduğu
ifade edilme si nedeniyle burada yer verdik.
Habib el-Acemî
İlk adı Habib’dir
babasının adının İsa[330] veya Muhammed[331] olduğu ile ilgili iki rivâyet vardır. Muhammed’in
dedesinin adı olduğu da rivâyet edilmiştir[332]. Künyesi genel kabule göre Ebû Muhammed’dir[333]. Ebû Müslim[334] olduğu da söylenmiştir. Lakabı el-Acemî ve
el-Fârisî’dir. Fârisî, İranlı olması sebebiyle, el-Acemî ise Arapçayı düzgün konuşamadığı
için verilmiştir. Yaygın olarak el-Acemî lakabı ile bilinir.
"^Biyografisini
yazan ve bize kadar ulaşan kaynaklarda, nerede doğduğu, tam olarak nereli
olduğu ve ailesi hakkında bilgi yoktur. Sadece başka bir kaynak vermeden,
Zekeriyya el-Kazvînî (v. 682), Horasanlı olduğunu söylemektedir.[335] Basra’da ileri yaşta Arapçayı iyi konuşamadığına,
Farsça konuştuğuna bakılırsa İran’ın iç bölgelerinden gelme ihtimali güçlüdür.
Kerâmeti ile ilgili bir nakilde hacca giden bir Horasanlının Habib el-Acemî’ye ev
alması için para bırakması[336] el-Kazvînî’nin naklini güçlendirmektedir. Bu sebeple
Horasan bölgesinden gelme ihtimali yüksektir. Tüm kaynaklara göre Basra’da
yaşamıştır ama buraya ne zaman geldiğine dair bir bilgi bulunmamaktadır. Ölüm
tarihi ile ilgili de net bilgi bulunmamaktadır. İbnü’l-Cevzî’nin el-Muntazam’da
dediğine göre h. 119’da[337] vefat etmiştir. Ancak Zehebî, Tarihu’l-İslâm’da h.
131-140 arasında vefat edenler arasında göstermiştir.[338]
Tüccar olan Habib
el-Acemî, rivâyetlere göre ticaretine faiz karıştırmaktadır. “Tezkiremde
“tefeci” olarak isimlendirilmesi abartıdır. İlk kaynaklarda tefeciliği ile
ilgili rivâyet bulunmadığı gibi, o dönemde açıktan tefecilik yapılmasının çok
zor olduğu da göz önünde bulundurulmalıdır. Ancak tahsil edemediği alacağı karşılığında
faiz anlamına gelen, mesela yiyecek, yakacak vb. çeşitli taleplerde bulunduğu
anlaşılmaktadır. Bunları bırakıp tamamen zühd ve ibadet hayatına yönelmesi ile
ilgili birbiri ile bağlantılı üç rivâyet vardır:
Birincisi, merak edip
el-Hasenü’l-Basrî’nin meclisine gitmiş, onun etkili vaazı neticesinde tevbe
etmiştir.[339] İkincisi, bir yere giderken oyun oynayan çocukların,
“kaçın faiz yiyen Habib geliyor” demeleri üzerine, “Ya Rabbi sırrımı açık
ettin” deyip tevbe etmiş ve malının tamamını tasadduk etmiştir.[340] Üçüncüsü de, borçlusundan aldığı bir paçayı
pişirirken kapısına gelen dilenciyi terslemesi sonucunda yemek pişen kabın
kanla dolduğunu görmesi üzerine tevbe etmiştir.[341]
Bu üçünün birleşimi
ise şöyledir: Ticaretle uğraşan Habib, el-Hasenü’l-Basrî’yi bilmekte ancak
vaazına fazla gitmemektedir. Bir gün borcunu ödeyemeyen bir borçlusundan aldığı
paçayı alıp eve getirmiş, hanımından pişirmesini istemiştir. Yemek pişerken bir
dilenci gelmiş, Habib onu sert sözlerle kovmuştur. Dönüp hanımından yemeği
getirmesini istediğinde yemek kabının kanla veya benzeri bir şeyle dolduğunu
görünce, bunun neden kaynaklandığını anlamak için el-Hasenü’l-Basrî’ye gitmek
için evden çıkmış, yolda bunu gören çocuklar “kaçın faizci Habib geliyor”
deyince, yanlış yaptığına tamamen ikna olan Habib, el-Hasenü’l- Basrî’nin
huzuruna varmış, onun etkili vaazı ile yaptıklarına pişman olmuş, tevbe etmiş
ve tevbesinin samimiyetini binaen o zamana kadar kazandığı ve şüpheli olduğunu
düşündüğü kırk bin dirhemi her defasında 10 bin dirhem olmak üzere dört defada
tasadduk etmiştir. Hanımı Amre de zahide ve abidelerdendir.[342] Kocasını teheccüde kaldırdığı aktarılmıştır.[343]
Arapçası çok iyi
olmayan, ticaretle uğraşan Habib el-Acemî’nin İslâmî ilimlerli ilgili bir yönü
bilinmemektedir. Ancak her ne kadar bazı hadis âlimleri tarafından onun hadis
râvîsi olmadığı[344], el-Hasenü’l-Basrî ve İbn Sîrin’den hadis rivâyet
ettiğini söyleyenlerin, onu Habibü’l-Muallem’le karıştırdıkları söylense[345] de çoğunluk tarafından hadis râvîleri arasında kabul
edilmiştir. Bu sebeple kendisinin biyografisine sadece tasavvuf kitapları değil
ricâl kitapları da yer vermiştir.
İbn Hıbban, onun için
“abid, fazıl, vera sahibi, müttaki ve duası kabul olunanlardandı. Ondan gelen
haberler zühd hayatı ve ibadet üzerinedir”[346] derken, Zehebî, “hadiste sika kabul edilmiştir. Cerh
eden bilinmemektedir”[347], el-Mizzî, “meşhur zahidlerdendir. Zühd, vera,
kerâmetler ve duasının kabulü ile tanınmıştır”[348] demektedir.
Başta
el-Hasenü’l-Basrî ve Muhammed b. Sîrin olmak üzere bazı tabiin âlimlerinden[349] rivâyette bulunmuş, kendisinden de Dâvûd et-Tâî,
Salih el-Mürrî, Mu’temir b. Süleyman gibi[350] tasavvuf yönü güçlü zatlar rivâyet etmiştir.[351]
Tüm kaynaklar, zahid,
abid, duası kabul edilenlerden ve kerâmet sahibi olduğunda ittifak etmiştir.
Çok sayıda kerâmeti nakledilmiştir. Hatta el-Lâlekâî geniş akâid kitabı olan Şerhu
Usûli I’tikâdi Ehli ’s-Sünne ve ’l-Cemâa1 nın kerâmete ayırdığı
son bölümü Kerâmâtü’l- Evliyâ’sında Habib el-Acemî’nin çok sayıda
kerâmetine yer vermiştir.[352]
Habib el-Acemî’nin
fıkıhla ilgili bir yönü bilinmemektedir. Ancak büyük müçtehid
el-Hasenü’l-Basrî’nin meclisine devam etmiş ve bir miktar ilim öğrenmiştir[353]. Anlaşıldığı kadarıyla en azından kendine yetecek
kadar fıkıh bilgisi vardır. Adiyy b. el-Fadl’ın yaptığı bir rivâyet kendisine
fakîhlerin de ziyarete geldiğini göstermektedir.[354] Fıkıh tasavvuf ilişkisinde, zâhir bâtın üstünlüğü
meselesinde Habib üzerinden nakledilen şu rivâyet ilginçtir:
Kuşeyrî’nin
aktardığına göre, bir gün el-Hasenü’l-Basrî, mescide girdi. Akşam namazı kılan
bir cemaat vardı. İmamları da Habib’d i. El-Hasen, Habib’in dilindeki ucmelik
yani Arapçayı iyi bilmemesi nedeniyle lahn yapar diye ona uymadı. O gece
rüyasında, “Niçin Habib’e uymadın? Eğer ona uysaydın, geçmiş tüm günahların
affedilirdi” denildi.[355]
Hücvîrî’deki rivâyette,
el-Hasen’in rüyada doğrudan Allah Teâlâ’yı gördüğü ve O’nun “Şayet akşam
namazını Habib’in peşinde kılmış olsaydın, ibaresinin ve kıraatinin inkârı,
niyetinin sıhhatinden seni geri çevirmemiş olsaydı, elbette ki senden razı
olurduk” dediği aktarılmaktadır.[356]
Bunun haricinde Tezkiremde,
Şâfiî ile birlikte iken yanlarına gelen Habîb’i sınamak maksadıyla, Ahmed b.
Hanbel’in ona fıkhî bir soru sorduğu ve aldığı cevaptan dolayı hayrete
düştüğüne[357] dair rivâyetin sahih olma ihtimali bulunmamaktadır.
Çünkü Habib’in öldüğü zaman Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel henüz hayatta değillerdir.[358] Büyük ihtimalle, bâtınla uğraşmanın zâhirle
uğraşmaktan daha üstün olduğunu anlatmak için uydurulmuştur.
Mutasavvıflar ise onu
ilk sûfilerden kabul etmişlerdir. Pek çok tarikatın silsilesinde
el-Hasenü’l-Basrî’den sonra gelir. Rivâyetlere göre el-Hasenü’l-Basrî’den hırka
giymiş, Dâvûd et-Tâî’ye hırka giydirmiştir.[359] Bununla birlikte klasik tasavvuf kaynakları olan, et-
Taarruf, el-Lüma’, Kuşeyrî Risalesi, Kûtu’l-Kulub ve ihyamda Habib’e
özel bir önem verilmemiştir.[360] İlk dönem kaynaklardan Ebû Nuaym, Habib el-Acemî’nin
biyografisine ubbad ve nüssak’ın biyografilerini anlatmaya başladığı bölümün
başında[361]8, Hücvîrî ise
etbau’-tâbiin sûfilerinin başında yer vermiştir. Hücvîrî, “tasavvuf yolunda cesaret,
şerîatte temkin sahibi, himmeti yüce ve kadri ulu”[362] diye tanıtmış, Attar ise, “gayret ve kıskanma
kubbesinin velisi, vahdet perdesinin kalbi temizi, sıdk ve himmet sahibi,
kuşkusuz ve yakînin sahibi, ıssız ve kimsesiz yerlerin münzevisi”[363] diyerek takdim etmiştir.
Ahmed en-Negerî’ye
göre el-Hasenü’l-Basrî’nin iki halifesi vardı. Biri Habib el- Acemî, diğeri
Abdülvahid b. Zeyd. Habib’den dokuz kol çıkmıştır: el-Habibiyye, et-
Tayfûriyye, el-Kerhiyye, es-Sakatiyye, el-Cüneydiyye, el-Kâzeruniyye, et-Tûsiyye,
es- Sühreverdiyye, el-Firdevsiyye.[364]
Gerçekten de
kendisinden nakledilen sözler, kerâmetler ve dualar, daha sonraki yaygın
anlamıyla fıkhın değil tasavvufun alanına girmekte, onun ibadetle uğraştığını
göstermektedir. Mu’temir b. Süleyman’ın babasından naklettiği şu söz Habib’in
halk arasındaki konumunu göstermektedir: “el-Hasenü’l-Basrî’den daha fazla
ibadet edeni görmedim. Muhammed b. Sîrîn’den daha veralısını görmedim. Mâlik b.
Dinar’dan daha zahidini görmedim. Muhammed b. Vasî’den daha çok Allah’tan
korkanını görmedim. Habib Ebû Muhammed’den yakîninde daha sadık kimse
görmedim.”[365] Yine kerâmeti ile ilgili bir nakilde dönemin
zahidleri ile zikir ve tesbihatla meşgul olmak için bir araya geldiklerini gö
stermektedir.[366]
Habib evinde tek
başına oturur ve “kimin seninle gözü aydınlanmıyorsa, onun gözü aydın olmaz.
Kim de seninle ünsiyet kuramıyorsa, kimseyle ünsiyet kuramaz” derdi.[367]
Dâvûd et-Tâî
Tam adı Dâvûd b.
Nusayr et-Tâî, künyesi Ebû Süleymân’dır.[368] Kûfelidir[369], Tay kabilesindendir. Doğum tarihi bilinmemektedir.
Zehebî hicrî II. yüzyılın başlarında doğduğunu belirtir.[370] Ölüm tarihi olarak, hicrî 160[371], 162[372], 165[373] ve 166[374] yılı verilmiştir. En yaygın kabul edileni 165
yılıdır.
Hilye’de, 64 yıl
bekâr kaldığı ifade edilmiş, kendisine sorulan bekârlığa nasıl sabrettin
sorusuna, “kadınlar hakkında anlayışım (kadınlara karşı istek duymaya)
başlayınca bir yıl onları arzulamaya karşı sabrettim, bundan sonra kalbimden
arzuları gitti” cevabı
verdiği[375] nakledilmiştir. Burada 64 yılın tüm yaşını mı yoksa
baliğ olduktan sonraki yılı mı kastettiği belli değildir. Ancak Kûtu’l-KuluVda
geçen, “elli yıldır cinsel isteğim olmadı”[376] rivâyetinden
64 yılın tüm yaşını ifade ettiği anlaşılmaktadır. Vefat yılı 165 alınırsa hicri
101 yıllarında doğmuş olmalıdır. Züfer ile iyi arkadaş olması sebebiyle
aralarında çok fazla yaş farkı olmaması gerekmektedir. Züfer’in hicri 110’da
doğduğu bilindiğine göre[377] Zehebî’nin nakli doğru olmalıdır. Mehdî zamanında
Bağdat’a gelip, sonra Kûfe’ye geri döndüğü ve burada vefat ettiği
nakledilmiştir.[378] Ancak İbn Battuta (v. 779)
kabri Bağdat’tadır
demektedir.[379]
Dâvûd et-Tâî, hadis
meclislerine devam etmiş, nahiv ve eyyâmü’n-nas denilen tarih öğrenmiş, fıkıhta
derinleşmişti.[380] Ebû Hanife hocası Hammad’ın yerine fıkıh meclisinin
başına geçince Dâvûd et-Tâî de bu halkaya katılmış, uzun süre burada talebelik
yapmıştı. Hemen tüm kaynaklar hayatının son 20 yılını evinde inzivada
geçirdiğini nakletmiştir [381]8. Eğer Ebû Hanife’nin
hocalığı devraldığı hicrî 120 yılında bu halkaya katılmışsa 25 yıl yani 44-45
yaşına kadar fıkıhla uğraşmış demektir.
Hiç evlenmeyen,
evlenmediği için kendini kınayanlara, “zayıf bir kalp iki himmeti taşıyamaz”[382] cevabı veren Dâvûd et-Tâî, uzlete çekildikten sonra
geçimini babasından ve annesinden kalan az miktarda mirasla sağlamıştır.[383] Ne sultandan atiyye, ne de arkadaşlarından hediye
kabul ettiği[384], kendisine gönderilen yardım ve hediyeleri reddettiği[385] nakledilmesine
rağmen; Dâvûd et-Tâî’nin çok daraldığını duyan Hammad b. Ebî Hanife’nin, onu
ziyarete gittiği ve dört yüz dirhem çıkararak, “bu Ebû Hanife’nin
mirasındandır” dediği, Dâvûd et-Tâî’nin de, parayı alarak “bu parayı Ebû
Hanife’nin zühd ve verâına hürmeten aldığını” söylediği de nakledilmiştir.[386]
Dâvûd et-Tâî’nin
uzletine sebep olarak birkaç rivâyet vardır: Bunlardan birincisine göre, bir gün
kabristandan geçerken kadının birinin evladının kabri başında içinde: “Ey
Yahya, keşke hangi yanağının çürümeye başladığını bilseydim” beytinin de
bulunduğu bir şiir okuduğunu duyması ve bundan etkilenmesidir.[387]
İkincisi: Bir gün Ebû
Hanîfe’nin ona; “Yâ Dâvûd! Alete (yâni ilme) gelince onu sağlamlaştırdık”
deyince, Dâvûd’un, “geriye ne kaldı?” diye sorması, Ebû Hanîfe’nin, “geriye
onunla amel etmek kaldı” cevabı vermesi üzerine uzlete çekilmeye karar
vermiştir.[388]
Üçüncüsü, Ebû
Hanife’nin ders halkasında iken bir gün bir adama sert bir söz söylemesi
üzerine Ebû Hanife “Ey Ebû Süleyman, senin elin de dilin de uzamış”[389] demiş o da bundan müteessir olarak uzlete çekilmeye
karar vermiştir.
Dördüncüsü, bir gün
Bağdat sokaklarında yürürken emirlerden birinin adamlarının yol açarken Dâvûd
et-Tâî’yi de yol kenarına itmeleri nedeniyle, “böyle bir emirin bile Dâvûd’un
önüne geçtiği bir dünya” yok olsun diyerek ibadet yönelmiştir.[390]
Bu rivâyetler
arasında çelişki bulunmamaktadır. Araları birleştirilebilecek olaylardır. Dâvûd
et-Tâî’nin erken yaşlarda kadınlara yönelik bir rağbetinin bulunmaması, ilimle
meşgul olması, zühd ve ibadete eğiliminin olduğunu göstermektedir. Kırklı
yaşlarda yani insanın yeniden kendini sorguladığı, olgun olduğu yaşlarda bu
eğilimin artması, bu sırada üstüste gelen bazı hadiseler, ölüm gerçeği,
öğrendiği ilimle amel etmesinin daha önemli olması, bu arada kendini konuşmaya
fazla kaptırdığına dair düşünceler onun ta mamen uzlete çekilmesi kararını
vermesine neden olduğu anlaşılmaktadır.
Uzlete çekilmeden
önce bir sene Ebû Hanîfe'nin derslerine devâm etmiş, bu sürede hiçbir meselede
konuşmamış, nefsini uzlete alıştırmıştı. Kendisi diyor ki: “Önüme bir mesele
gelirdi, ben ona cevap vermek için susuz kişinin suya çektiği hasretten daha
fazlasını duyardım. Fakat cevap vermezdim. Sonra uzlete çekildim.”[391] Uzlete çekilmeden önce kitaplarını Fırat’a attığı
nakledilmiştir.[392]
Kendini ibadete
verdikten sonra hadis, fıkıh, nahiv, tarihle alakalı hiçbir şey konuşmadığı
nakledilmektedir.[393] Ancak kendisinden az sayıda hadis nakledilmiştir. En
fazla A’meş’ten rivâyeti vardır.[394] İbn Uyeyne kendinden hadis dinlemiştir.[395] Uzlete çekildikten sonra ziyaretine gelenlerden soru
soran olursa cevap verirdi. Yoksa sükût ederdi. Bir şey konuşmazdı.732 [396] Soru soranlar fıkhî bir mesele sorduklarında buna
cevap vermekten kaçınmış[397] ama nasihat isteyene nasihat etmiştir.[398]
İnsanları evine
çağırmamasına hatta fazlaca gelinmesinden hoşlanmamasına rağmen “Dâvûd’un
ehlinden birinden...” şeklinde başlayan rivâyetten[399] ve benzer başka rivâyetlerden kendisine devamlı gelen
insanlar bulunduğu ve bunların da zühd ve ibadetleri ile meşgul, daha sonra
tasavvuf kitaplarında ve sûfî tabakatlarında kendilerinden bahsedilen kimseler
olduğu anlaşılmaktadır. Muhammed b. Bişr[400], Süfyan es-Sevrî, İbrahim b. Edhem,[401] Fudayl b. Iyaz,[402] Abdullah b. Mübarek,[403] İbn Semmak[404] bunlardan bazılarıdır. Bunun yanında, Ebû Hanife’nin,[405] Ebû Yusuf’un ve Muhammed Şeybânî’nin[406] de uzletten sonra ziyaretine geldikleri, Züfer ile
karşılıklı ziyaretleştikleri hatta Basra’ya taşınan Züfer’i orada ziyaret
ettiği nakledilmektedir.[407]
Kaynaklara göre Ebû
Hanife’nin ders halkasında üst düzey bir fakîh olan[408] Dâvûd et-Tâî’den fıkıhla alakalı sözler değil[409] zühd, ibadet gibi daha çok tasavvuf ve ahlâkın
alanına giren sözler nakledilmiştir. Buna rağmen uzlete çekildiği dönemde de
fakîhlerden kabul edilmektedir. Harun (er-Reşid) Kûfe’ye geldiğinde kurrânın
yazılmasını istemiş, listeyi hazırlamışlar, Dâvûd et-Tâî de yazılmıştı. Harun,
listedekilere iki bin dirhem verilmesini emretmiş, Dâvud için tahsis edilen
parayı İbn Semmak ve Hammad b. Ebî Hanife alıp götürmüşler ancak o bunu kabul
etmemiştir.[410] Yine Kûfe’ye vali atanan Muhammed b. Kahtaba,
“Evlatlarımı terbiye edecek birine ihtiyacım var. Bu kişi Allah’ın kitabını
ezberlemiş, Rasûlullah’ın sünnetini, eseri, fıkhı, şiiri, nahvi ve insanların
günlerini (tarih) bilen birisi olsun” dediğinde, “Bu dediklerini kendisinde
toplamış olan sadece Dâvûd et - Tâî’dir” denilmiştir.[411]
Zamanındaki bazı
kişiler tarafından, “Yeryüzündekiler ile Dâvûd et-Tâî tartılsalardı, fazilet ve
salah yönünden Dâvûd daha ağır gelirdi”[412] “sahabe olsa idi, seçkinlerinden olurdu”[413] “şayet geçmiş milletlerden olsa idi, Allah Teâlâ onun
haberlerini bize kıssa olarak naklederdi”[414] gibi sözlerle övülmüş olan Dâvûd et-Tâî pek çok
tarikatın silsilesinde yer almaktadır. Tasavvuf ehli kendisine özel önem
vermiş, Kûtu’l-Kulub’da altı yerde[415]; İhyâ’da 17 yerde[416] atıfta bulunulmuş veya sözleri aktarılmış; et-Taarruf
ta “büyük sûfîler” arasında sayılmış[417], Kuşeyrî’[418], Keşfü’l-Mahcûb ve
Tezkiretü’l-Evliyâ’da biyografisine yer verilmiştir.
Kuşeyrî hocası/şeyhi
Ebû Ali Dekkak’tan: “Ben bu tarikatı Nasrâbâdî’den; o, Şiblî’den; Şiblî,
Cüneyd’den; Cüneyd, Seriy’den; Seriy, Ma’ruf el-Kerhî’den; Kerhî, Dâvûd
et-Tâî’den, o da tabiinden almıştır” diye rivâyette bulunmuştur.[419] [420]
Tarikat
silsilelerinde Habib el-Acemî’den sonra gelmekte ancak Keşfü’l-Mahcûb’51
ve Tezkiretü’l-Evliyâ’da[421] şeyhi olarak Habib er-Râî[422] ifade edilmektedir. Zehebî de Dâvûd et-Tâî’nin Habib
el-Acemî ile sohbet ettiğine dair bilginin hatalı olduğu kanaatindedir. O, “ne
Dâvûd et-Tâî Basra’ya gitmiş, ne de Habib el-Acemî Kûfe’ye gelmiştir. Ma’ruf
el-Kerhî’nin Dâvûd et-Tâî’den el alması da uzak ihtimaldir. Ma’ruf el-Kerhî ile
Dâvûd et-Tâî’nin bir araya geldiklerini veya karşılaştıklarını bilmiyoruz” demektedir.
[423] Ancak aynı Zehebî kitabının Habib el-Acemî bölümünde
Dâvûd et-Tâî’nin Habib’den nakilde bulunduğunu söylemektedir.[424] Ayrıca çoğunluğun görüşüne göre Ma’ruf el-Kerhî ile
de görüşmüştür.[425]
Daha sonra
anlaşıldığı manasıyla “hırka giyme” veya “tarikat alma” gibi bir durum olmasa
da Dâvûd et-Tâî’nin Habib el-Acemî ile görüşmüş olma ihtimali uzak değildir.
Çünkü yukarıda naklettiğimiz üzere Züfer’i ziyaret için Basra’ya gitmiştir. Bu
sırada Habib el-Acemî ile görüşmüş olma ihtimali yüksektir.
Dâvûd et-Tâî, Ebû
Hanife’nin meclisinden ayrıldıktan sonra yanına gelen ve “kardeşlerini ve ilim
müzakere edilen meclisi neden terk ettin?” diye soran birine, “Ben, avunan
kalpler, uyumlu (olmaya çalışan) diller, çeşitli himmetler, peşine düşülen
arzular, tercih edilen dünyayı gördüm. Benim ayrılmamın sebebi afiyetimi
artırmaktır”[426] başka birine de “sizin meclisinizde âhiret işlerinden
bir şey yok” demesi[427] fıkıh meclislerine net olarak yapılan ilk eleştiriler
denilebilir. İlginç olanı bunun müçtehid bir fakîh tarafından yapılmasıdır. Bu
eleştiriler ilerde daha da artacak, Gazzâlî fıkhı dünya ilimlerinden
sayacaktır.
Kendisine fıkhî bir
mesele sorulduğunda verdiği: “Muharibe gereken savaşa gitmek mi yoksa savaş
için alet toplamak mıdır? Eğer tüm ömrünü alet toplamakla geçirirse ne zaman
savaşacaktır? İlim amel için alettir. Kişi tüm ömrünü ilim öğrenmek yolunda
harcarsa ne zaman amel edecektir?”[428] cevabı Dâvûd et-Tâî’nin genel manada ilme bakışını
göstermektedir. Muhammed b. el-Hasen eş-Şeybânî’nin aktardığına göre, onun daha
çocuk denecek yaşta sorduğu sorulardan sadece Muhammed’in ihtiyacı olduğunu
düşündüğü sorulara cevap vermesi, fıkıh meclisinde tartışılan sorulara ise
cevap vermekten kaçınması da bununla ilgilidir.[429]
Başkalarına,
“insanlardan aslandan kaçar gibi kaç!”[430] tavsiyesinde bulunan Dâvûd et-Tâî kendisi de bunu
uygulamıştır. Bu sebeple müezzin kamet ederken mahalle mescidine girer, farzı
kılar kılmaz evine dönerdi.[431] Vasıt şehrinden Dâvûd et-Tâî’yi görmek ve ondan bir
şeyler dinlemek üzere gelen birisi, üç gün kapısında dışarı çıkması için
beklemiş, bu sürede sadece kamet getirilince çıkıp, imam selamı verince hızlıca
evine dönen Dâvud ile görüşme imkânı bulamayınca, başka bir mescidde namazı
kılıp gelmiş ve kapısının önünde, “Tanrı misafiri” olduğunu söyleyerek evine
misafir olabilmiştir.[432] Yalnız insanlardan uzak durmak için iki şart
söylemiştir: “İnsanlar seni kötülemesin ve cemaatlerini terk etmeyesin!”[433] Bu şart fakîh özelliğini ortaya koymaktadır.
Muhammed b. Bişr’den
aktarılan Fudayl b. Iyaz’ın ziyarete gelmesiyle ilgili rivâyet[434], fıkıh meclislerinden uzak durmakla birlikte zühd,
ibadetten bahsedilen “tasavvuf’ meclislerinden uzak durmadığını, ancak şöhrete
kaymaya başladığında ondan da kaçındığını ortaya koymaktadır. Ebû Nuaym’ın
“şuurlu fakîh, uyanık (dikkatli) ârif, sırlı âbid”[435] dediği Dâvûd et-Tâî’nin zühdü, takvâsı ile ilgili çok
sayıda rivâyet ve bu hususlarda çok sayıda sözü vardır.[436] Bir kaçı:
“Yakîn olarak zühd
yeter. İlim olarak ibadet yeter.”[437]
“Dünyada zahid
müridlerin alametlerinden biri, onların istediğini istemeyen (dilediklerini
dilemeyen) tüm arkadaşları/meclisleri terk etmektir.”[438]
Geceleri şöyle derdi:
“İlâhî, senin düşüncen, bütün diğer düşüncelerimi geçersiz kıldı. Benimle
uykumun arasına girdi.”[439]
“Dili korumak
amellerin en zoru (şiddetlisi) ve en faziletlisidir.”[440]
Ma’ruf el-Kerhî
Tam adı Ma’ruf b.
el-Fîruzân el-Kerhî, künyesi Ebû Mahfuz’tur. Bağdat’ın Kerh mahallesine
mensuptur.[441] Babasının adının Fîruz veya Ali olduğu da rivâyet
edilmiştir.[442] Babası
Müslüman olduktan sonra Ali ismini almış olmalıdır.
Babasının Vasıt
köylerinden Nehruban Sabiîlerinden olduğu ancak Ma’ruf’un daha küçük yaşta
İslâm’ı benimsediği[443] veya anne babasının Hristiyan olduğu, çocukluğunda
Ma’ruf’u bir hocaya verdikleri, onun “Allah üçün üçüncüsüdür” denmesi üzerine
itiraz edip, “Allah birdir” dediği, bunun üzerine hocasından şiddetli dayak
yediği, onun da kaçtığı ve uzun süre evine gelmediği, anne babasının “keşke
evladımız dönse de biz de onun girdiği dine girsek” dediği, Ali b. Musa elinde
Müslüman olup evine geldiği, kapıya vurunca anne babasının “kim o?” dediği,
“Ma’ruf” deyince “Hangi din üzere geldin?” diye sordukları, onun “İslâm” demesi
üzerine onların da Müslüman oldukları aktarılmıştır.780 [444] Ailesinin Hristiyan olması daha doğru olsa gerektir.
Çünkü kaynakların çoğunluğu teslis akidesi anlatılınca reddettiğini
anlatmıştır. Bu rivâyetin bir başka versiyonu şöyledir:
Ma’ruf el-Kerhî daha
çocukluğunda seçilmişti. Kardeşi İsa anlatıyor: “Ben ve kardeşim Ma’ruf,
mektebe giderdik. Hristiyandık. Öğretmen çocuklara, “baba, oğlu”(teslisi)
öğretiyordu. Ma’ruf, “Allah birdir, Allah birdir” diye feryat ederdi. Öğretmen
de ona şiddetli şekilde vururdu. Hatta bir gün çok kötü dövdü. O da kaçtı.
(Uzun süre gelmeyince) annesi ağlar ve “eğer Allah, Ma’ruf’u bana geri
çevirirse, o hangi dinde ise ona tâbi olacağım” derdi. Yıllar sonra Ma’ruf geri
döndü. Annesi sordu: “Oğulcuğum, hangi dindensin?” Ma’ruf, “İslâm dinindeyim”
dedi. Bunun üzerine annesi, “Eşhedü en lâ ilâhe illallah...” diyerek Müslüman
oldu, ardından hepimiz Müslüman olduk.”[445]
Kaynakların önemli
bölümüne göre Müslüman olması Cafer-i Sadık’ın oğlu Ali b. Musa er-Rıza
vasıtasıyla olmuş, onunla irtibâtını hiç kesmemiştir. Hatta Sülemî, onun
kapıcısı olduğunu, bir gün Ali b. Musa’nın taraftarlarının (şiası) izdihamı
nedeniyle kaburgaları kırılıp bu sebeple vefat ettiğini kaydetmişse de[446] hem İbnü’l-Cevzî hem de Zehebî bu rivâyeti doğru
bulmamıştır. Zehebî, “Herhalde Ali b. Musa’nın Ma’ruf adında bir kapıcısı
vardı, Ma’ruf el- Kerhî ile karıştırıldı”[447] derken, İbnü’l-Cevzî, “Çünkü Ma’ruf, tek başına
mescidinin bir köşesinde ibadetle meşgul olurdu” demektedir. Ayrıca hocası
Hafız Ebu’l-Fadl b. Nasır’ın bu hikâyenin nakil âlimleri arasında bilinmediğini
söylediğini de eklemiştir.[448]
Ma’ruf el-Kerhî’nin
Ali b. Musa er-Rızâ’nın kölesi olduğu rivâyeti[449] ise bir yanlış anlama sonucu olmalıdır. Rivâyetlerden
anlaşıldığı kadarıyla ailesi Hristiyan olan Ma’ruf el- Kerhî teslisin kendisine
ters gelmesi nedeniyle erken yaşta arayışa girmiş, bu hususta ailesinin ve
gittiği Hristiyan hocalarının sert davranması sebebiyle ailesinden ayrılmış,
Ali b. Musa vasıtasıyla İslâm’ı tanımış, bu süreçte Kûfe’ye yaptığı ziyarette
Dâvûd et-Tâî’nin talebesi İbn Semmak ile tanışmış, onun sözlerinden etkilenmiş,
İbn Semmak vasıtasıyla Dâvud et-Tâî ile de tanışmış, bunların söz ve
davranışlarının etkisi ile zühde yönelmiş, Bağdat’a döndüğünde önce ailesinin
Müslüman olmasına vesile olmuş, ardından ibadete çekilmiştir.
Ölüm tarihi ile
ilgili hicrî 201 ve 204 yılları rivâyeti olsa da genel kabul edilen 200 yılında
vefat etmiş olmasıdır[450]. Vefatından sonra kabri ziyaretgâh olmuştur.[451] Kabrinde yapılan duaların kabul olunduğuna, kabrinin
bulunduğu beldeye bereket getirdiğine, beldeyi koruduğuna dair rivâyetler
gelmiştir.[452] İbrahim el-Harbî, “Ma’ruf’un kabri tecrübe edilmiş
ilaçtır” dermiş.[453] Tasavvufta velî kabirlerini ziyaret edip şifâ bulma
geleneği muhtemelen Ma‘rûf’un kabrinin gördüğü bu ilgiden sonra başlamıştır.[454]
Tüm kaynaklar Ma’ruf
el-Kerhî’nin zühd, takvâ ve salah sahibi, duasının müstecab, kerâmetlerinin
meşhur olduğu hususunda ittifak etmiştir. Muhaddislerden kabul edilmiştir.[455] İbnü’l-Cevzî,
Ma’ruf’un çok hadis dinlediğini ancak ibadetle meşgul olduğu için rivâyetle
uğraşmadığını, buna rağmen yedi tane müsned hadisini tespit ettiğini belirtmiş
ve bunları nakletmiştir[456] [457]. Yanında İbn Ebî Hazim’den yazılmış bir hadis cüzü
olduğu, bu sebeple, Yahyâ b. Maîn ve Ahmed b. Hanbel’in ondan hadis yazmak
üzere geldikleri de 794 aktarılmıştır.
Kendisinden
nakledilen sözler arasında ciddi sayıda sahabe ve Rasûlullah’a isnad etmeden şu
duayı yapana “şu verilir” “böyle denir” “şöyle olur” vb. rivâyetler vardır.[458] [459] Bunları
bir hadise istinaden mi yoksa keşfen mi söylediği kaynaklarda net değildir.
Biz, yaptığımız taramada bu minvaldeki bazı sözlerinin benzeri hadisler
olduğunu796, bazı sözlerinin ise hadisten bir benzerinin
olmadığını gördük[460]. Zamanında başta Ahmed b. Hanbel olmak üzere önemli
muhaddislerin kendisi ziyaret etmesi ve bir itirazda bulunmamaları bu
sözlerinin bir hadise istinad ettiği kanaatine bizi götürmektedir. Ancak ilginç
olanı bunu nakleden ve kendileri de muhaddis olan Ebû Nuaym, İbnü’l-Cevzî gibi
zatların bu hususa dikkat çekmemeleridir.
Ma’ruf el-Kerhî,
tasavvuf tarihinde bir dönüm noktası kabul edilmektedir. Daha önceki bölümlerde
açıkladığımız üzere tasavvufun zühd dönemi kabul edilen dönem onunla sona ermiş
ve yaklaşık hicrî altıncı asır başlarına kadar devam edecek yeni bir dönem
başlamıştır. Kuşeyrî kendi silsilesini sayarken şeyhi Ebû Ali Dekkak’tan: “Ben
bu tarikatı Nasrâbâdî’den; o, Şiblî’den; Şiblî, Cüneyd’den; Cüneyd, Seriy’den;
Seriy, Ma’ruf el- Kerhî’den; Kerhî, Dâvûd et-Tâî’den, o da tabiinden almıştır”
diye rivâyette bulunmuştur.[461]
Zehebî bu silsileye
itiraz ederek silsilenin Ma’ruftan sonrasının kesik olduğunu söylemekte;[462] “Ma’ruf el-Kerhî’nin Dâvûd et-Tâî’den el alması uzak
ihtimaldir. Ma’ruf el- Kerhî ile Dâvûd et-Tâî’nin bir araya geldiklerini veya
karşılaştıklarını bilmiyoruz” demektedir.[463] Ma’ruf el-Kerhî, Dâvûd et-Tâî, Habib el-Acemî,
el-Hasenü’l-Basrî, Hz. Ali, Hz. Peygamber diye devam eden silsilenin “hırka
giyme” manasına kesik olduğu doğrudur. Ancak Ma’ruf el-Kerhî’nin Dâvûd et-Tâî
ile görüştüğü de pek çok kaynakta kabul edilmiştir.[464] Biz de bunun pekâlâ mümkün olduğu kanaatindeyiz. En
azından Dâvûd et- Tâî’nin talebesi İbn Semmak ile buluştuğu kesindir. Tasavvuf
yoluna yönelmesinin sebebi de kendi ifadesiyle, Kûfe’de dinlediği İbn Semmak’ın
vaazı ve özellikle bu vaazdaki şu sözleridir: “Kim Allah’tan tamamen yüz
çevirirse Allah da ondan tamamen yüz çevirir. Kim
Allah’a kalbiyle yönelirse, Allah onu rahmeti ile
karşılar ve halkın teveccühünü ona --2
Elimizdeki kaynaklara
göre ilk tasavvuf târifini yapan Ma’ruf el-Kerhî, tasavvufu “hakikatleri almak,
insanların elindekinden ümit kesmektir”[465] [466] şeklinde târif etmiş, daha sonraki mutasavvıfların
ilgi alanı olan “hakikatler” alanına giriş yapmıştır. Ma’ruf el- Kerhî’nin
tasavvuf alanındaki önemine binaen hemen bütün tasavvuf klasikleri kendisinden
bahsetmiş, ya biyografisini vermişler ya da ona atıflarda bulunmuşlardır.
Tasavvuf yönünün belirgin olması nedeniyle biz daha fazla bunun üzerinde
durmayacağız. Fıkıh yönünü tespit etmeye çalışacağız. Ancak zühd döneminden
ayrışan ve tasavvuf dönemine uygun olan bazı sözlerini burada aktaracağız:
“Suda yürüdüğünü
duydum” diyen birine, “Hayır, suda hiç yürümedim ama istersem suyun iki yakası
benim için birleşir” demiştir.[467] Daha önceki abid ve zahidlerde görülmeyen bu
kendinden eminlik, sonraki mutasavvıflarda daha yaygın ve ileri düzeyde
görülecektir.
Ma’ruf bir
yolculuğunda karşılaştığı, hayret edilecek özellikleri olan birini anlatırken
onu “mahmul/ricâl-i gayb” diye isimlendirmiştir.[468] Bu da ricâl-i gaybla ilgili ilk rivâyetlerden
biridir. Buna benzer bir durum da Hızır’la görüştüğünü ifade eden rivâyettir.
Esved b. Sâlim’e, “Kardeşim Hızır benimle konuştu” demiştir.[469] Bu rivâyet doğru ise yine zahid ve abidler arasında
böyle bir şey söyleyen ilk kişi olmaktadır.[470]
“Kim sevap için amel
işlerse o tüccardır. Kim cehennem korkusu ile amel işlerse o köledir. Kim de
Allah için amel işlerse o hürlerdendir”[471] diyen Ma’ruf, ibadetin sadece Allah rızası için
yapılması gerektiğini, biraz cennet arzusu ve cehennem korkusunu küçümseyerek
anlatan belki de ilk sûfîdir. Bu yol sonradan çok fazla kullanılacaktır.Maruf’a
güzel bir yemek hediye edildi, o da yedi. Dediler ki: “Kardeşin Bişr bundan
yemez.” “Kardeşim Bişr veraya sarılmıştır. Bana ise mârifet açılmıştır” dedi.
Sonra ekledi, “Ben ancak Mevla’mın evinde misafirim. Eğer bana yemek ikram
ederse yerim, beni aç bırakırsa sabrederim; itiraz ve ihtiyar (tercih) benim
neyime...”[472] Bu rivâyet de zühdden tasavvuf dönemine geçişi iyi
anlatan örneklerden biridir. Asıl önemli olanın mârifet olduğu, zühd hayatı
yaşamanın ikinci planda olduğu anlatıldığı gibi, daha sonraki mutasavvıflarda
gidecek artacak olan, tefviz-i umur, işlerin tamamen Allah’a bırakılması,
cebriyeye yaklaşan kader inancının da ilk işaretleri görülmektedir. Şu da bu
minvalde bir rivâyettir: Kız kardeşinin oğlu, “Dayı görüyorum ki her duana
icabet ediliyor (bu nasıl oluyor?)” dedi. O da “Evladım ben misafirim. (Allah
Teâlâ) misafir nasıl ağırlanırsa öyle ağırlıyor” dedi.[473]
Muhabbetten sordular.
“Muhabbet, yaratılmışların öğretmesiyle değildir. O ancak Hakk’ın mevhibesi ve
fazlıdır” dedi.[474] Bu rivâyet de daha sonra mutasavvıflar arasında
yaygınlaşan, velayetin de Allah’ın seçmesi ile olduğu düşüncesinin ilk nüvesi
konumundadır.
Fıkıhla ilgisine
gelince, Ma’ruf’un muhaddislerden kabul edildiğini ifade etmiştik. Fıkıh yönü
ile ilgili fazla bir rivâyet nakledilmemiştir. Ancak mutlak müçtehitlerden
Ahmed b. Hanbel’in onu zaman zaman ziyarete gelip bazı şeyleri konuşması,
Süfyan b. Uyeyne’nin Şam’a kendisini ziyaret gelen bir grubun Bağdat’tan
geldiğini öğrenince, onun için “bilge/âlim”[475] ifadesini kullanıp ardından: “O aranızda bulunduğu
müddetçe hayır üzere olursunuz” demesi fıkıhla ve fakîhlerle alakasının uzak
olmadığını göstermektedir.[476]
Ebû Sâic b. Arabî’nin
nakline göre, Ahmed b. Hanbel, “Ma’ruf el-Kerhî abdallardandır. Duası
müstecabtır” dermiş. Bir gün Ahmed’in meclisinde Ma’ruf’un adı geçince, orada
bulunan birisi, “İlmi azdır” deyince, “Dilini tut, Allah seni affetsin! İlimden
murat ancak Ma’ruf’un vasıl olduğu şey değil midir?” diye karşılık vermiştir.[477] Ahmed b. Hanbel’in oğlu Abdullah, babasına,
“Ma’ruf’ta ilimden bir şey var mıydı?” diye sormuş, O, “Oğulcuğum, onda ilmin
sermayesi olan Allah’tan haşyet vardı” diye cevap vermiştir.[478]
Mekkî ve Gazzâlî,
“Ahmed b. Hanbel ve Yahya b. Maîn, Ma’ruf el-Kerhî’nin sohbetine giderlerdi.
Hâlbuki Ma’ruf, zâhirin ilminde onların konumunda değildi. Bu ikisi Ma’ruf’tan
sorarlardı”[479] demekte; Ebû Nuaym’ın şeyhi de, “Ma’ruf el-Kerhî’nin
çok
miktarda ilmi özümsediğini ama ibadetle uğraştığı için
o alanda fazla konuşmadığını” söylemektedir. İbn Hıbban, Ma’ruf el-Kerhî’yi
tanıtırken onu “Irak ehlinin abid ve
kurralarındandır diyerek tanıtmıştır.
Ma’ruf’un kendisine
de, “İlim talep ettin mi?” diye sorulduğunda, “bilmeden nasıl Allah’tan
korkacaksın, bilmeden nasıl Allah’tan korkacaksın” cevabını vermiştir.[480]
Tüm bu rivâyetleri
değerlendirdiğimizde Ma’ruf el-Kerhî’nin fakîh düzeyinde bir fıkıh bilgisi
olmadığı ancak en azından kendine yetecek, gerektiğinde yakınlarına da
anlatacak kadar fıkıh bildiğidir. Ayrıca fıkıh çizgisi dışına çıkan bir hayatı
ve sözlerinin de olmadığı anlaşılmaktadır. Diğer mutasavvıflarda da görülen
hükümlerin hikmet tarafına baktığına dair şu rivâyet delil mahiyetindedir:
Abdullah b. Ahmed b.
Hanbel anlatıyor: Bir gün Yahya b. Maîn babama geldi ve “Ma’ruf el-Kerhî’ye
gitmek ve onun sözlerini dinlemek istiyorum. Sen de benimle gelsen de beraber
gitsek” dedi. Babam, “ona sıkıntı vermenden korkarım” dedi. Yahya, “ona sıkıntı
verecek değilim” dedi. Birlikte Ma’ruf’a gittik. Ma’ruf babamı görünce, ona
tazim ve ikram etti, samimiyet gösterdi, onunla uzunca konuştu. Artık geri
dönecekleri zaman Yahya b. Maîn, “sehiv secdesinin manası nedir? Niçin namazda
emredilmiştir?” dedi. Ma’ruf duraklamadan, “sehiv secdesi kalbin cezası
(ukubeti)dır. Allah seni affetsin, Allah’ın huzurunda dururken, niçin Allah’ı
unutuyorsun?” cevabını verdi. [481] Başka bir rivâyette Ahmed b. Hanbel, Ma’ruf’a, “işte
bu senin (ince) anlayışındır” demiştir.[482]
Şu sözleri de amelin
öncelendiğini göstermektedir:
“Allah bir kulu
hakkında hayır diledi mi amel kapısını açar, cedel kapısını kapatır. Kul
hakkında şer diledi mi amel kapısını kapatır, şer kapısını açar.”[483] “Amelsiz cennet istemek günahlardan bir günah,
sebepsiz şefaat beklemek bir çeşit aldanma, (Allah’a itaat etmeyenin) mûti
olmayanın rahmet umması ise cehâlet ve ahmaklıktır.”[484]
“Temizlerin kalbi
takvâ ile açılır, iyilikle güzelleşir (çiçeklenir). Facirlerin kalbi fücurla
kararır, kötü niyetle kör olur.”[485]
[1] Geniş
bilgi için bkz. Reşat Öngören, “Tarikat”, DİA, XL, 95-105.
[2] İbn
Sa’d, Ebû Abdullah Muhammed ibn Sa’d (v. 230), et-Tabakâtü’l-Kübrâ,
Dâru’l-Kütübü’l-İlmiyye, Beyrut 1990, III, 125.
[3] Ebû
İshak İbrahim b. Ali eş-Şirâzî (v. 476), Tabakâtü’l-Fukahâ, Dâru’r-Raid
el-Arabî, Beyrut 1970, s. 36.
[4] İbn
Sa’d, et-Tabakât, III, 126.
[5] İbn
Sa’d, et-Tabakât, III, 145.
[6] Rivâyetler
için bkz. İbn Sa’d, et-Tabakât, III, s. 126-127; Mustafa Fayda, “Ebû
Bekir”, DİA, X, 101.
[7] İbn
Vehb Ebû Muhammed Abdullah, el-Câmi’fi’l-Hadis, Dâru ibn Cevzî, Riyad
1995, s. 144, H. No: 86; Taberânî, el- Mu ’cemü’l-Kebîr, I, 53, H. No:
9; Hadisin başka bir rivâyetinde, “Kimi, ateşten azat edilmiş birine bakmak
sevindirirse Ebû Bekir’e baksın” buyurulmaktadır. Bkz. Hâkim, Müstedrek,
III, 64, H. No:4404.
[8] İbn
Sa’d, et-Tabakât, III, 127.
[9] İbn
Sa’d, et-Tabakât, III, 128.
[10] İbn
Sa’d, et-Tabakât, III, 128.
[11] Tirmizî,
Menâkıb 16; Ebû Dâvûd, Zekât 27.
[12] İbn
Sa’d, et-Tabakât, III, 131.
[13] Buhârî,
“Ezan”, 27; Müslim, “Salat”, 17; Tirmizî, “Menâkıb”, 16.
[14] Ebû
İshak eş-Şirâzî, Tabakâtü’l-Fukahâ, s. 36.
[15] İbn
Sa’d, et-Tabakât, III, 138-139.
[16] İbn
Sa’d, et-Tabakât, III, 150-152.
[17] Ebû
İshak eş-Şirâzî, Tabakâtü’l-Fukahâ, s. 37.
[18] Tirmizî,
“Menâkıb”, 15.
[19] İbn
Sa’d, et-Tabakât,, III, 132.
[20] İbn
Kayyim el-Cevziyye, İ’lâmü’l-muvakkıîn, Dâru’l-Kütübü’l-İlmiyye, Beyrut
1991, IV, 91.
[21] İbn
Kayyim, İ’lâmü’l-muvakkıîn, IV, 92.
[22] Fayda,
“Ebû Bekir”, X, 106.
[23] Necdet
Tosun, Bahaeddin Nakşbend Hayatı, Görüşleri, Tarikatı, İnsan Yayınları,
İstanbul 2015 (altıncı baskı), s. 34.
[24] Tosun,
Bahaeddin Nakşbend, s. 36-38; Ayrıca bkz. Kasım Kufralı, Nakşibendîliğin
Kuruluş ve Yayılışı, İstanbul Üniversitesi Türkiyat Enstitüsü doktora tezi,
Türkiyat Enstitüsü no:337, s. 22-23.
[25] İbnü’l-Cevzî,
Cemâlüddin Abdurrahman b. Ali (v. 597), el-Mevzûât,
el-Mektebetü’s-Selefiyye, Medine 1966, I, 319; Aliyyü’l-Kârî (v. 1014), e\-Esrâru’l-MerfûafîAhbâri’l-Mevdûa,
Dâru’l-Emane - Müessesetü Risale, Beyrut, s. 476.
[26] Tosun,
Bahaeddin Nakşbend, s, 34-36.
[27] Osman
Nuri Topbaş, Altın Silsile, Erkam Yayınları, İstanbul 2012, s. 138.
[28] Tosun,
Bahaeddin Nakşbend, s. 36.
[29] İbn
Hacer Askalânî (?) (v. 852), Münebbihât, Matba-i Muhammed Mustafa Han,
Hindistan (?) 1270, s. 73-74.
[30] Yaşar
Kandemir, “İbn Hacer Askalânî”, DİA, XIX, 529.
[31] İbn
Sa’d, et-Tabakât, III, 13-14.
[32] Aktarıldığına
göre Hz. Ali ile Hz. Fatıma arasında bir tatsızlık olmuş, Hz. Ali de kızarak
evden ayrılmış; evlerine gelen Rasûlullah durumu öğrenince onu aratmış,
Mescid’de toz toprak içinde uyurken bulmuşlar. Peygamberimiz Hz. Ali’yi
uyandırırken, “kalk, Ebû Turab” diyerek seslendiği için bu lakap kendisine verilmiş.
Hz. Ali bu hatıraya binaen bu lakabından çok hoşlanılmış. Buhârî, “Fedailu
Ashab”, 9.
[33] İbnu'l-Esir,
Üsdü'l-GâbefiMa'rifeti's-Sahabe, Dâru’l-Kütübü’l-İlmiyye, Beyrut 1994;
IV, 89.
[34] Mustafa
Akçay, “Hz. Ali'nin Hayatı ve Kişiliği”, Anadolu ’da Alevîliğin Dünü Bugunü,
Sakarya Üniversitesi Yayınları, 1. Baskı 2010 Sakarya, s. 176.
[35] İbn
Sa’d, et-Tabakât, III, 15. En mantıklı rivâyet sonuncusu olsa gerektir.
[36] İbn
Sa’d, et-Tabakât, III, 15.
[37] İbnu'l-Esir,
Üsdü'l-Gâbe, IV, 89. Başka bir rivâyete göre Medine’de Sehl b. Huneyf
ile kardeş yapmıştır. (Bkz. îbn Sa’d, et-Tabakât, III, 16.)
[38] Ethem
Ruhi Fığlalı, “Ali”, DİA, II, 371.
[39] îbn
Sa’d, et-Tabakât, III, 15.
[40] îbn
Sa’d, et-Tabakât, III, 16.
[41] Ahmed
b. Hanbel, Fedâilü’s-Sahâbe, II, 567.
[42] îbn
Sa’d, et-Tabakât, III, 16-17; Nesai, Fedailu ’s-Sahâbe, s. 13-14.
[43] İbn
Sa’d, et-Tabakât, III, 18-19; Ahmed Naim, Tecrid-i Sarih Tercemesi,
DİB Yay, Ankara 1985, IV, 43; İbrahim Sarıçam, "Hz. Ali'nin Hayatı ve
Şahsiyeti", Hayatı, Kişiliği ve Düşünceleriyle Hz. Ali Sempozyumu,
s. 24, Bursa, 2005.
[44] İbn
Sa’d, et-Tabakât, III, 20-21.
[45] İbn
Sa’d, et-Tabakât, III, 22.
[46] İbn
Sa’d, et-Tabakât, III, 22.
[47] İbn
Sa’d, et-Tabakât, III, 22-23.
[48] Hz.
Peygamber Hz. Ali’ye sordu: “Ey Ali, evvelkilerin ve sonrakilerin en bedbahtı
kimdir, bilir misin? -Allah ve Rasûlü daha iyi bilir.
-En bedbahtların
(şakilerin) ilki (Salih peygamberin) devesini kesen kimsedir. Sonuncusu ise
seni yaralayan kimse olacaktır, dedi ve Hz. Ali’nin yaralandığı yeri işaret
etti. (Bkz. İbn Sa’d, et-Tabakât, III, 25; Mevsılî, Müsned-i Ebî Ya
’la, I, 377 (isnadı zayıf), Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, VIII, 38;
Ahmed b. Hanbel, Fedâilü’s-Sahabe, II, 566)
[49] İbn
Sa’d, et-Tabakât, III, 24
[50] İbn
Sa’d, et-Tabakât, III, 24.
[51] İbn
Sa’d, et-Tabakât, III, 25-27.
[52] İbn
Sa’d, et-Tabakât, III, 27.
[53] Bir
kısmı için bkz. Müslim, “İman”, 13; Tilmizi, Menâkıb 20; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
I, 84, 118-119, 152, 331, IV, 437; Nesâî, Fedâilu’s-Sahâbe,
Dâru’l-Kütübü’l-İlmiyye, Beyrut, 1405, s. 14, H. No: 41, 43; Ahmed b. Hanbel, Fedâilü’s-
Sahâbe, II, 563-570, 584, 620, 649; Nesâi, “Menâkıb”, 45; İbn Mace,
“Mukaddime”, 43.
[54] İbn
Mâce, “Ahkâm”, 1; Ahmed b. Hanbel, Fedâilü’s-Sahâbe, II, 580; Ebû İshak
eş-Şirâzî, Tabakâtü’l-Fukahâ, s. 42; Belazurî, Ensâbu’l-Eşraf,
II, 101.
[55] İbn
Ebi Şeybe, Musannef, VI, 138; Hâkim, Müstedrek, III, 344.
[56] Ahmed
b. Hanbel, Fedâilü’s-Sahâbe, II, 647; Ebû İshak eş-Şirâzî, Tabakâtü’l-Fukahâ,
s. 42.
[57] Ebû
İshak eş-Şirâzî, Tabakâtü’l-Fukahâ, s. 42; İbnü'l-Esir, Üsdü'l-Gâbe,
IV, 87.
[58] Ebû
İshak eş-Şirâzî, Tabakâtü’l-Fukahâ, s. 42-43.
[59] Taberânî,
el-Mu’cemü’l-Kebîr, IX, 94; İbn Sa’d, et-Tabakât, II, 267.
[60] Birkaç
örnek için bkz. Veki' Ebû Bekir Muhammed bin Halef, Ahbârul-Kudât,
el-Mektebetü't-Ticariyye'l-Kübrâ, Beyrut 1947, I, 95-97; Mehmet Erdem, “Hanefi
Mezhebinin Önemli Sahabi Refanslarından Birisi Olarak Hz. Ali”, Fırat Üniv.
İlahiyat Fakültesi Dergisi 16:2 (2011), s. 27 (İbnu’l-Kayyim, et-Turuku"l-hükmiyye,
s. 57, 58’den naklen).
[61] Muhammed
Ebû Zehra, Ebû Hanife, çev. Osman Keskioğlu, DİB Yay., Ankara 1997, s.
85.
[62] Bkz.
Abdulmecîd Hanî, el-Hadâiku’l-Verdiyye, çev. M. Emin Fidan, İstanbul
2003, s. 27-29; Kadirîlerin bir silsilesi ise şöyledir: 1. Hz. Muhammed Mustafa
(s.a.v). 2. Hz. Ali b. Ebû Tâlib 3. Hz. Hasan. 4- Hz. Hüseyin 5- Muhammed Bakır
6- Cafer-i Sadık.... (Bkz. Ahmet Yıldırım, “Tasavvufî Düsüncede Hz. Ali ve Bu
Düsünce İçerisinde Hz. Ali’ye Nispet Edilen Rivâyetler”, Süleyman Demirel
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Yıl: 2009/1, Sayı: 22, s. 47-48.)
[63] Aydınlı,
Tasavvuf ve Hadis, s. 198.
[64] Süleyman
Uludağ, “Hasan-ı Basrî”, DİA, XVI, 292; İbn Haldun, bunun aslının
olmadığı ve sahih olarak bilinemeyeceğini söylemektedir. (Bkz. İbn Haldun,Mukaddime,
s. 769-770.)
[65] Hücvîrî,
Hakikat Bilgisi, s. 135; Ferîdüddin Attar, Tezkiretü’l-Evliyâ (Evliyâ
Tezkireleri), çev. Süleyman Uludag, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, Aralık
2007, s. 388. Burada “Usûlde, füruda ve çilekeşlikte.” şeklinde geçmektedir.
[66] Serrâc, el-Lüma',
s. 179.
[67] Kelâbâzî,
et-Taarruf, s.10-11; Doğuş Devrinde Tasavvuf, s. 61.
[68] Serrâc,
el-Lüma', s. 179.
[69] Serrâc,
el-Lüma', s. 180.
[70] Serrâc,
el-Lüma', s. 182.
[71] Serrâc,
el-Lüma', s. 180.
[72] Serrâc,
el-Lüma', s. 182.
[73] Hücvîrî,
Hakikat Bilgisi, s. 135-136.
[74] Bkz.
Hücvîrî, Hakikat Bilgisi, s. 137-145.
[75] Ebû
Tâlib Mekkî, Kûtu’l-Kulûb, I, 22.
[76] Bkz.
Ebû Nuaym, Hilye, I, 61-87.
[77] Bkz.
Müslim “Edâhî”, 43, 44, 45; Tirmizî, “Diyât”, 16; Nesâî, “Kasame”, 13-14; İbn
Mâce, “Diyât”, 21; Ebû Tâlib Mekkî, Kûtu’l-Kulûb, I, 207.
[78] Salih
Çift, “Dönemsel Gelişimi Bağlamında Tasavvuf Kültüründe Hz. Ali”, Hayatı
Kişiliği ve Düşünceleriyle Hz. Ali Sempozyumu Tebliğ ve Müzakereleri (08-10
Ekim 2004 Bursa), Yayına Hazırlayan M. Selim Arık, Bursa 2005, s. 120.
[79] M.
Yaşar Kandemir, "Ali", DİA, II, 375.
[80] İsmail
Durmuş, “Nehcü’l-Belâğa”, DİA, XXXII, 538.
[81] İsmail
Durmuş, “Nehcü’l-Belâğa”, XXXII, 539.
[82] Fıkıhla
ilgili bazı sözleri için bkz. Şerif Râdi, Nehcü’l-Belâğa, çev. Abdülbaki
Gölpınarlı, Shafagh Publications, Kum, bty, s. 26, 151, 391-392, 438.
[83] Tasavvufla
ilgili bazı sözleri için bkz. Şerif Râdi, Nehcü ’l-Belâğa, s. 49-50, 73,
79, 389-390, 395. Ayrıca bkz.Ebû Nuaym, Hilye, I, 74-75
[84] Ebû
Nuaym, Hilye, I, 77; Sahabeden Günümüze Allah Dostları, I, 197.
[85] İbn
Mende (v. 395), Ma ’rifetü ’s-Sahâbe, BAE, 2005, s. 726; Ebû Nuaym
Isbahânî, Ma ’rifetü ’s-Sahâbe, Riyad 1998, III, 1327; İbnu’l-Esir, Üsdü’l-Ğabe,
II, 510; İbn Asâkir (v. 571), TârihuDımeşk, Dâru’l-Fikr, Beyrut 1995,
XXI, 378.
İsminin Mâheveyh
veya Mâye veya Buhbud b. Buzehşan b. Azer Ceşiş olduğu da söylenmiştir. (Bkz.
Ebû Nuaym Isbahânî (v. 430), Târihu Isbahan, Dâru’l-Kütübü’l-İlmiyye,
Beyrut 1990, I, 74; Zehebî (v. 748), Siyeru A’lami’n-Nübelâ, Dâru’l-
Hadis, Kahire 2006, III, 339.)
[86] Cey’in
Isfahan’a bağlı bir köy veya kasaba olduğu söylendiği gibi (Bkz. Yakut b.
Abdillah el -Hamevî, Mu’cemü’l-Buldan, Dâru’s-Sadr, Beyrut 1995, II,
202), Isfahan’ın kurulduğu yerdeki eski şehrin adı olduğu da söylenmiştir.
(Bkz. Osman Gazi Özgüdenli, “İsfahan”, DİA, XXII, 497.)
[87] “Hürmüz’ün
muradı” manasına gelen Ramhürmüz veya Râmehürmüz, İran hükümdarlarından Hürmüz
Erdeşir adına kurulan bir şehirdir. Huzistan bölgesinde Ahvaz’ın doğusundadır.
(Bkz. Yakut el-Hamevî, Mu’cemü’l-Buldan, III, 17) Şu anda küçük bir
şehirdir.
[88] İbn
Sa’d, et-Tabakât, IV, 56; Ebû Nuaym, Ma ’rifetü ’s-Sahâbe, III,
1327.
[89] İbnu’l-Esir,
Üsdü’l-Ğabe, II, 510.
[90] İbnu’l-Esir,
Üsdü ’l-Ğabe, II, 510.
[91] Abdulkadir
Yılmaz, Selman el-Farisi’nin Hayatı, İslâm Tarihindeki Yeri ve Tesirleri,
Yüksek Lisans Tezi, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Konya-2009,
s. 3.
[92] İbn
Abdilberr, el-İstiab fi Ma ’rifeti ’l-Eshâb, Dâru’l-Cîl, Beyrut 1992,
II, 634.
[93] Şimdiki
Sivrihisar’ın çok yakınında tarihî bir Bizans şehri.
[94] Hikâye
için bkz. İbn Sa’d, et-Tabakât, IV, 56-60; İbn Hayyan, Tabakâtü’l-Muhaddisîn,
I, 209-217; Bezzar, Müsned, VI, 462-468.
[95] Taberânî,
el-Mu’cemü’l-Kebîr, VI, 212 H. No: 6040; Hâkim, Müstedrek, III, 691,
H. No: 6341. Hadis zayıf kabul edilmiştir.
[96] İbnu’l-Esir,
Üsdü ’l-Ğabe, Dâru’l-Fikr, Beyrut 1985, II, 268; İbn Abdilberr, el-İstiab,
II, 636.
[97] Tirmizî,
“Menâkıb” 34.
[98] İbn
Ebi Şeybe, Musannef, VI, 395; İbn Sa’d, et-Tabakât, IV, 62.
[99] Müslim,
“Fedâilü’s-Sahâbe”, 231; Tirmizî, “Menâkıb” 71.
[100] Tirmizî,
“Menâkıb”, 21; İbn Mâce, “Mukaddime”, 11.
[101] Tirmizî,
“Menâkıb” 31; Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, VI, 215.
[102] Tirmizî,
“Zühd”, 63, İbn Sa’d, et-Tabakât, IV, 63.
[103] İbn
Sa’d, et-Tabakât, IV, 65-66.
[104] Abdülkadir
Yılmaz, Selmân-ı Fârisî, s. 65.
[105] İbrahim
Hatiboğlu, “Selmân-ı Fârisî”, DİA, XXXVI, 442.
[106] Ahmed
Naim, Tecrid Tercümesi, I, 26-27.
[107] Kettânî,
Muhammed Abdülhay, et-Terâtib, I, 138.
[108] Tirmizî,
“Menâkıb”, 37.
[109] Buhârî,
“Savm” 50.
[110] Tirmizî,
“Zühd” 63.
[111] Ebû
Nuaym, Hilye, I, 189; Saîd b. Mansûr, Sünenu Saîd b. Mansûr, I,
192, No: 593.
[112] Saîd
b. Mansûr, Sünenu Saîd b. Mansûr, II, 319, No: 2743.
[113] Fahreddin
er-Râzî, et-Tefsîru ’l-Kebîr, Beyrut 1420, XI, 292.
[114] Serahsî,
el-Mebsût, Dâru’l-Mârife 1993, X, 155.
[115] Kasani,
Bedaiu’s-Sanai ’, Dâru’l-Kütübü’l-İlmiyye, Beyrut 1986, I, 216.
[116] Gazzâlî,
İhyâ, II, 136.
[117] Serahsî,
el-Mebsût, I, 76; Dârakutnî, Sünen, Tahâret, 577, I, 285.
[118] İbnü’l-Kassar,
Ebu’l-Hasen Ali b. Ömer Mâlikî (v. 397), Uyûnu’l-Edille fîMesâili ’l-Hilaf
beyne Fukahâi ’l-Emsar, Riyad 206, I, 310.
[119] Serahsî,
el-Mebsût, I, 37.
[120] Hücvîrî,
Keşfü’l-Mahcûb, s. 146.
[121] Serrâc,
el-Lüma’, s. 185.
[122] Bkz.
Ebû Nuaym, Hilye, I, 185-207.
[123] Bkz.
Şa’ranî, et-Tabakâtü ’l-Kübrâ, I, 46-47.
[124] Abdurrauf
el-Münavî, el-Kevakibu’d-Durriyye fî Teracîmi’s-Sâdâti’s-Sûfiyye,
el-Mektebetü’l-Ezheriyye, Kahire, I, 108111.
[125] Bkz.
Tirmizî, “Zühd”, 63; Ebû Nuaym, Hilye, I, 189.
[126] İbn
Sa’d, et-Tabakât, IV, 64; Ebû Nuaym, Hilye, I, 187; Ahmet Şükrü
Altay, Selmân-ı Fârisî Hayatı, Şahsiyeti ve İlk İslâm Toplumundaki Yeri,
Yüksek Lisans Tezi, Selçuk Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Konya 2008,
s. 31.
[127] Fahreddin
er-Râzî, et-Tefsîru ’l-Kebîr, IX, 412.
[128] Cengiz
Kallek, “Kasım b. Muhammed”, DİA, XXIV, 545.
[129] Ali
b. Abdullah Sâlih Câbir, Fıkhu’l-Kâsım b. Muhammed Muvâzinen bi-Fıkhi
Eşheri’l-Müctehidîn, Câmiatü’l-İmâm Muhammed b. Suûd el-İslâmiyye, Riyad
1407/1987, s. 41-42.
[130] İbn
Hallikan Ebu’l-Abbas Şemsüddin Ahmed (v. 671), Vefeyâtü’l-A’yan ve Enbâü Ebnâi’z-Zaman,
Dâru Sadır, Beyrut 1974, IV, 59-60.
[131] İbn
Hallikan, Vefeyâtü ’l-A ’yan, III, 267.
[132] Buhârî,
Muhammed b. İsmail b. İbrahim, et-Târihu ’l-Evsat, Kahire 1977, I, 241.
[133] İbn
Sa’d, et-Tabakât, V, 142.
[134] İbn
Ebî Hayseme Ebûbekir Ahmed (v. 279), et-Târihu ’l-Kebîr, Kahire 2006,
II, 881.
[135] el-Buhârî,
et-Târihu’l-Kebîr, Haydarâbâd, VII, 157.
[136] İbn
Ebî Hayseme, et-Târihu’l-Kebîr, II, 154.
[137] İbn
Ebî Hayseme, et-Târihu’l-Kebîr, II, 152.
[138] Iclî,
Ebu’l-Hasen Ahmed b. Abdillah (v. 261),Mârifetü’s-Sikât, Dâru’l-Bâz
1984, s. 387.
[139] Ebûbekir
ibn Mencûye (Mencuveyh), Ahmed b. Ali b. Muhammed (v. 428), Ricâlü Sahih-i
Müslim, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut 1407, II, 140
[140] İbn
Hallikan, Vefeyâtü ’l-A ’yan, IV, 59.
[141] İbn
Asakir, Târihu Dımeşk, XLIX, 161.
[142] İbn
Ebî Hayseme, et-Târihu’l-Kebîr, II, 156.
[143] İbn
Ebî Hayseme, et-Târihu’l-Kebîr, II, 153.
[144] İbn
Asakir, Târihu Dımeşk, XLIX, 165.
[145] Cengiz
Kallek, “Kasım b. Muhammed”, XXIV, 545.
[146] İbn
Asakir, Târihu Dımeşk, XLIX, 189-193.
[147] Buhârî,
Muhammed b. İsmail b. İbrahim, et-Târihu ’l-Evsat, Kahire 1977, I, 241.
[148] İbn
Asakir, Târihu Dımeşk, XLIX, 159.
[149] İbnü’l-Cevzî,
Sıfatü’s-Safve, I, 351.
[150] Ebûbekir
ibn Mencûye, Ricâlü Sahih-i Müslim, II, 140.
[151] Ebû
Süleyman Muhammed b. Abdillah b. Ahmed ibn Zibr (?) er-Rebiî’ (v. 379), Târihu
Mevlidi ’l-Ulemâ ve Vefayâtihim, Riyad 1410 (2 cilt), I, 258.
[152] Bkz.
İbn Ebî Hayseme, et-Târihu’l-Kebîr, II, 157.
[153] el-Buhârî,
et-Târihu’l-Kebîr, Haydarâbâd, VII, 157.
[154] Cengiz
Kallek, “Kasım b. Muhammed”, XXIV, 545.
[155] Câbir,
Fıkhu ’l-Kâsım, s. 44.
[156] Sık
sık, “Allah’ım, Osman konusundaki günahından dolayı babamı affet” diye dua
ettiği nakledilmiştir. Bkz. İbn Hallikan, Vefeyâtü’l-A ’yan, IV, 59.
[157] İbn
Hallikan, Vefeyâtü ’l-A ’yan, IV, 59.
[158] Ebû
Nuaym, Hilye, II, 184; el-Buhârî, et-Târihu ’l-Kebîr, VII, 157.
[159] İbn
Asakir, Târihu Dımeşk, XLIX, 167.
[160] İbn
Asakir, Târihu Dımeşk, XLIX, 169.
[161] Cengiz
Kallek, “Kasım b. Muhammed”, XXIV, 545.
[162] Ebû
İshak Şirâzî, Tabakâtü ’l-Fukahâ, s. 59.
[163] İbnü’l-Cevzî,
Sıfatü’s-Safve, I, 351.
[164] İbn
Ebî Hayseme, et-Târihu’l-Kebîr, II, 152.
[165] İbn
Ebî Hayseme, et-Târihu’l-Kebîr, II, 153.
[166] Cengiz
Kallek, “Kasım b. Muhammed”, XXIV, 545.
[167] Bkz.
Hücvîrî, Keşfü’l-Mahcûb, s. 149-154.
[168] Kelâbâzî,
et-Taarruf, s. 61.
[169] Bkz.
Münavî, El-Kevakibu’d-Durriyye, I, 273.
[170] Bkz.
Cemâlüddin el-Mizzî, Tehzîbü ’l-Kemal, XXIII, 427.
[171] Bkz.
Cemâlüddin el-Mizzî, Tehzîbü ’l-Kemal, XXIII, 427-430.
[172] İbn
Asakir, Târihu Dımeşk, XLIX, 183.
[173] İbnü’l-Cevzî,
Sıfatü’s-Safve, I, 351.
[174] İbn
Asakir, Târihu Dımeşk, XLIX, 184.
[175] İbn
Asakir, Târihu Dımeşk, XLIX, 181.
[176] İbn
Asakir, Târihu Dımeşk, XLIX, 180.
[177] İbn
Asakir, Târihu Dımeşk, XLIX, 181.
[178] Muhammed
ibn Hıbban (v. 354), es-Sikât, Dâiretü’l-Meârifi’l-Osmaniyye, Haydarabâd
1972, I-IX, IV, 123.
[179] Buhârî,
et-Târihu ’l-Kebîr, 2/289; İbn Ebî Hayseme, et-Târihu’l-Kebîr,
II, 105.
[180] Veki’
Ebûbekir Muhammed b. Halef (v. 306), Ahbâru ’l-Kudât,
el-Mektebetü’t-Ticâriyyetü’l-Kübrâ, Beyrut 1947, I-III, II, 4.
[181] Süleyman
Uludağ, “Hasan-ı Basrî”, DİA, XVI, 291.
[182] Veki’,
Ahbâru’l-Kudât, II, 5.
[183] Buhârî,
et-Târihu ’l-Kebîr, II, 289
[184] İbn
Sa‘d, et-Tabakât, VII, 114; Ebû Nuaym, Hilye, II, 147.
[185] İbn
Sa‘d, et-Tabakât, VII, 114; Veki’, Ahbâru ’l-Kudât, II, 4.
[186] Veki’,
Ahbâru’l-Kudât, II, 3.
[187] Veki’,
Ahbâru ’l-Kudât, II, 5.
[188] İbn
Ebî Hayseme, et-Târihu’l-Kebîr, II, 994.
[189] Ebû
Nasr Kelâbâzî Ahmed b. Muhammed b. Hüseyin (v. 398), el-Hidâye ve’l-İrşadfi
Ma’rifeti Ehli’s-Sika ve’s-Sedâd, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut 1407, I-II, I,
167.
[190] İbn
Hıbban, Sikât, IV, 123.
[191] Ebû
Nasr Kelâbâzî, el-Hidâye ve ’l-İrşad, I, 167.
[192] İbn
Sa‘d, et-Tabakât, VII, 115.
[193] İbn
Sa‘d, et-Tabakât, VII, 116.
[194] Veki’,
Ahbâru’l-Kudât, II, 7.
[195] Veki’,
Ahbâru’l-Kudât, II, 9.
[196] İbn
Sa‘d, et-Tabakât, VII, 127.
[197] Veki’,
Ahbâru ’l-Kudât, II, 8 ve 11.
[198] İbn
Sa‘d, et-Tabakât, VII, 129.
[199] İbn
Sa‘d, et-Tabakât, VII, 132; Buhârî, et-Târihu ’l-Kebîr, II, 289.
[200] Veki’,
Ahbâru ’l-Kudât, II, 6.
[201] İbn
Sa‘d, et-Tabakât, VII, 120-121.
[202] Ebû
Nuaym, Hilye, II, 158.
[203] Süleyman
Uludağ, “Hasan-ı Basrî”, XVI, 292.
[204] İbn
Sa‘d, et-Tabakât, VII, 131.
[205] İbn
Sa‘d, et-Tabakât, VII, 127.
[206] İbn
Sa‘d, et-Tabakât, VII, 121.
[207] İbn
Sa‘d, et-Tabakât, VII, 116.
[208] Bkz.
Abdullah Aydınlı, “Hasan Basri, Hayatı ve Hadis İlmindeki Yeri”, Atatürk
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Atatürk Üniversitesi Basımevi,
Erzurum, 1988, s. 94-97 98-101.
[209] Bununla
ilgili görüşler için bkz. İbn Sa‘d, Tabakât, VII, 123; Zehebî, Siyeru
A ’lami ’n-Nübelâ, IV, 580-83.
[210] Muslih
Beyyûmî, el-Hasenü’l-Basrî, 1980, s. 132.
[211] Eserleri
için bkz. Süleyman Uludağ, “Hasan-ı Basrî”, XVI, 292-293; Musa Eroğlu, el-Hasenu’l-Basrî’nin
Arap Dilindeki Yeri, Yüksek Lisans Tezi, Selçuk Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Konya 2008, s. 27-29; Aydınlı, “Hasan Basri”, s. 94-97.
[212] Zehebî,
Siyeru A ’lami ’n-Nübelâ, IV, 574.
[213] İbn
Sa‘d, et-Tabakât, VII, 119; Ebû İshak eş-Şirâzî, Tabakâtü’l-Fukahâ,
s. 87.
[214] İbn
Sa‘d, et-Tabakât, VII, 119.
[215] Zehebî,
Siyeru A ’lami ’n-Nübelâ, IV, 574.
[216] İbn
Sa‘d, et-Tabakât, VII, 118; el-Buhârî, et-Târihu’l-Kebîr, II,
290; Ahmed b. Hanbel, Zühd, 217, No: 1515.
[217] İbn
Sa‘d, et-Tabakât, VII, 119; Ebû İshak eş-Şirâzî, Tabakâtü’l-Fukahâ,
s. 87.
[218] Ebû
Nuaym, Hilye, II, 147.
[219] İbn
Sa‘d, et-Tabakât, VII, 115.
[220] Muhammed
ibn Hıbban (v. 354),Meşâhiri Ulemâi’l-Emsâr, Dâru’l-Vefâ, Mansura 1991,
s. 143.
[221] Şihâbuddin
Ebû Abdillah Yakut el-Hamevî (v. 626), Mu’cemü’l-Udebâ (İrşâdu’l-Erîb ilâ
Mârifeti’l-Edîb), Dâru’l- Garbi’l-İslâmî, Beyrut 1993, I-VII, III, 1024.
[222] Zehebî,
Siyeru A ’lami ’n-Nübelâ, IV, 573.
[223] İbn
Ebî Hâtim, Ebû Muhammed Abdurrahman b. Muhammed (v. 327), el-Cerh
ve’t-Ta’dil, Dâru İhyâi’t-Turasi’l-Arabî, Beyrut 1952, III, 41.
[224] İbn
Sa‘d, et-Tabakât, VII, 119.
[225] Ebû
Nuaym, Hilye, II, 147.
[226] İbn
Ebî Hayseme, et-Târihu’l-Kebîr, II, 107-108.
[227] İbn
Sa‘d, et-Tabakât, VII, 130.
[228] İbn
Ebî Hâtim, el-Cerh ve ’t-Ta ’dil, III, 42.
[229] İbn
Sa‘d, et-Tabakât, VII, 122.
[230] Karaman,
İslâm Hukuk Tarihi, s. 211.
[231] Zehebî,
Siyeru A ’lami ’n-Nübelâ, XVI, 392.
[232] Tahsin
Görgün, “Hasan-ı Basrî” (Fıkıhta yeri), DİA, XVI, 305.
[233] Bkz.
Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf, s. 118.
[234] Ebû
Tâlib Mekkî, Kûtu’l-Kulûb, I, 258.
[235] Ebû
Tâlib Mekkî, Kûtu’l-Kulûb, I, 257.
[236] Ahmed
b. Muhammed b. Ziyad es-Sûfî, vefatı h. 340.
[237] Zehebî,
Siyeru A ’lami ’n-Nübelâ, IV, 579.
[238] Metinde
Ferkad es-Sencî yazılmış ancak hatadır.
[239] Ebû
Tâlib Mekkî, Kûtu’l-Kulûb, I, 257.
[240] Hücvîrî,
Hakikat Bilgisi, s. 152.
[241] Bkz.
Hilye, II, 131-161.
[242] Attar,
Tezkire, s. 65.
[243] Ebû
Nuaym, Hilye, II, 152; îbn Sa‘d, et-Tabakât, VII, 126.
[244] îbn
Sa‘d, et-Tabakât, VII, 119; Ebû Nuaym, Hilye, II, 134. Hüzünle
alakalı çok sayıda sözü vardır. (bkz. Ebû Nuaym, Hilye, II, 132-134.)
[245] Yakut
el-Hamevî, Mu’cemü’l-Udebâ, III, 1024.
[246] Bir
kısmı için bkz. Ahmed b. Hanbel, Zühd, 210; Ebû Nuaym, Hilye, II,
132, 133, 134; Zehebî, Siyeru A ’lami ’n-Nübelâ, IV, 574.
[247] Ebû
Nuaym, Hilye, II, 134.
[248] îbn
Sa‘d, et-Tabakât, VII, 123.
[249] Ebû
Nuaym, Hilye, II, 158.
[250] Bir
kısmı için bkz. Ahmed b. Hanbel, Zühd, 210, 211, 219, No: 1456, 1459,
1536; Ebû Nuaym, Hilye, II, 146, 152, 153.
[251] Ahmed
b. Hanbel, Zühd, 220, No: 1543.
[252] Ebû
Nuaym, Hilye, II, 144.
[253] Ebû
Nuaym, Hilye, II, 155.
[254] Ahmed
b. Hanbel, Zühd, 213, No: 1480.
[255] Ahmed
b. Hanbel, Zühd, 215, No: 1498.
[256] Bkz.
Zehebî, Siyeru A ’lami ’n-Nübelâ, IV, 583-84.
[257] İbn
Sa‘d, et-Tabakât, VII, 125.
[258] Ahmed
b. Hanbel, Zühd, 217, No: 1517.
[259] Ebû
Nuaym, Hilye, II, 156.
[260] İbn
Sa‘d, et-Tabakât, VII, 124.
[261] Tahsin
Görgün, “Hasan-ı Basrî” (Fıkıhta yeri), DİA, XVI, 304.
el-Hasenü’l-Basrî’den nakledilmiştir: “Eğer Allah Teâlâ, âlimlerden
(bildiklerini anlatacaklarına dair) misak (söz) almasaydı, sorduğunuz şeylerin
çoğunu size anlatmazdım.” (İbn Sa‘d, et-Tabakât, VII, 115.)
[262] Bkz.
Veki’, Ahbâru’l-Kudât, II, 12; Ebû Nuaym, Hilye, II, 147.
[263] Ahmed
b. Hanbel, Zühd, 231, No: 1644.
[264] İbn
Sa‘d, et-Tabakât, VII, 131.
[265] Ebû
Nuaym, Hilye, II, 147; Zehebî, Siyeru A ’lami ’n-Nübelâ, IV, 576;
Ahmed b. Hanbel, Zühd, 216, 217, No: 1513, 1516. Bu konuyla ilgili bir
rivâyet de şöyledir: Bir adam Hasan’a gelerek bir mesele sordu. Hasan da
fetvâsını verdi. Ardından adam “Ey Ebû Saîd, fakih kimdir?” diye sordu. Hasan,
“dünyaya zahid, âhirete düşkün, dininde basiretli, ibadetlerinde gayretli kişi,
işte fakih bu kimsedir” dedi. (Ahmed b. Hanbel, Zühd, 226, No: 1599.)
[266] Cemâlüddin
Ebu’l-Ferec İbnü’l-Cevzî, Adâbu ’l-Haseni ’l-Basrî, Dâru’n-Nevâdir, 3.
Basım, Beyrut 2008, s. 50.
[267] Ahmed
b. Hanbel, Zühd, 234, No: 1667.
[268] İbnü’l-Cevzî,
Adâbu ’l-Haseni ’l-Basrî, s. 45.
[269] Buhârî,
et-Târihu ’l-Kebîr, II, 198.
[270] İbn
Sa’d, et-Tabakât, V, 246.
[271] Yunus
Emre Gördük, İmam Cafer es-Sâdık’a İsnat Edilen Tasavvufî Tefsir ve Metodu,
Yayınlanmamış Doktora Tezi, Harran Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Şanlıurfa 2010, s. 37.
[272] Zehebî,
Siyeru A ’lami ’n-Nübelâ, VI, 255.
[273] İbn
Hallikan, Vefeyâtü ’l-A ’yan, I, 327.
[274] Muhammed
Ebû Zehra, İmam Cafer Sadık, çev. İbrahim Tüfekçi, Şafak Yay., İstanbul
Aralık 1992, s. 33.
[275] İbn
Hallikan, Vefeyâtü ’l-A ’yan, I, 328.
[276] Zehebî
(v. 745), Tezkiretü’l-Huffaz, Dâru’l-Kütübü’l-İlmiyye, Beyrut 1998, I,
125.
[277] Zehebî,
Siyeru A ’lami ’n-Nübelâ, VI, 258-259.
[278] İbn
Ebî Hayseme, et-Târihu’l-Kebîr, II, 333.
[279] Ebû
Zehra, İmam Cafer Sadık, s. 32-34.
[280] Ebû
Zehra, İmam Cafer Sadık, s. 35.
[281] Gördük,
İmam Cafer es-Sâdık’a İsnat Edilen Tasavvuf Tefsir ve Metodu, s. 41.
[282] Buhârî,
et-Târihu’l-Kebîr, 2/198; İbn Ebî Hayseme, et-Târihu’l-Kebîr, II,
333; Muhammed İbn Hibban (v. 354), es-Sikât, Haydarâbâd 1973, I-IX, VI,
131.
[283] Ebû
Zehra, İmam Cafer Sadık, s. 62.
[284] Gördük,
İmam Cafer es-Sâdık’a İsnat Edilen Tasavvuf Tefsir ve Metodu, s. 49.
[285] Zehebî,
Siyeru A ’lami ’n-Nübelâ, VI, 255.
[286] Mustafa
Öz, “Ca’fer es-Sâdık”, DİA, VII, 1.
[287] Salahuddin
Halil b. Aybek es-Safedî (v. 764), el-Vâfî bi’l-Vefeyât, Dâru
İhyâi’t-Türâs, Beyrut 2000, I-XXIX, XI, 99; Mustafa Öz, “Ca’fer es-Sâdık”, VII,
2.
[288] Ebû
Zehra, İmam Cafer Sadık, s. 64-65.
[289] Ebû
Ahmed İbn Adiyy el-Cürcânî (v. 365), el-KamilfîDuafâi-r-Ricâl,
el-Kütübü’l-İlmiyye, Beyrut 1997, II, 358; Zehebî, Siyeru A ’lami ’n-Nübelâ,
VI, 258.
[290] Ebû
Zehra, İmam Cafer Sadık, s. 34-35.
[291] İbn
Ebî Hâtim (v. 327), el-Cerh ve’t-Ta’dil, II, 487; İbn Hibban (v. 354), es-Sikât,
VI, 131.
[292] İbn
Ebî Hayseme, et-Târihu’l-Kebîr, II, 332.
[293] Bu
hususta ayrıntılı bilgi İmam Ebû Hanife’nin anlatıldığı bölümde verilmiştir.
[294] Ebû
Nuaym, Hilye, III, 194; Zehebî, Siyeru A ’lami ’n-Nübelâ, VI,
262.
[295] Zehebî,
Siyeru A ’lami ’n-Nübelâ, VI, 265.
[296] Ebû
Nuaym, Hilye, III, 194.
[297] Ebû
Nuaym, Hilye, III, 194; Zehebî, Siyeru A ’lami ’n-Nübelâ, VI,
262-263.
[298] Bkz.
Ebû Nuaym, Hilye, III, 192-206.
[299] Öz,
“Cafer es-Sâdık”, VII, 2.
[300] Kelâbâzî,
et-Taarruf, s. 61.
[301] Bkz.
Hücvîrî, Keşfü’l-Mahcûb, s. 144-145.
[302] Şa’rânî,
et-Tabakât, I, 62-63.
[303] Öz,
“Cafer es-Sâdık”, VII, 2.
[304] Abdülkadir
Mahmud, Felsefetü’s-Sûfiyye fi’l-İslâm, Dâru’l-Fikri’l-Arabî, Kahire
1967 (Mukaddime bölümü) s. j, ^; Ayrıca bkz. Süleyman Uludağ, Doğuş Devrinde
Tasavvuf kitabı mukaddime bölümü, s. 16-17.
[305] Cafer
es-Sâdık’ın silsilelerdeki yeri için bkz. Alpay Sel, Ca’fer es-Sâdık’ın
Tasavvufun Oluşum Sürecindeki Yeri ve Tasavvuf Görüşleri, Yayınlanmamış
Yüksek Lisans Tezi, Iğdır Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Iğdır 2013,
s. 59-73.
[306] Ebû
Nuaym, Hilye, I, 20.
[307] Ebû
Nuaym, Hilye, III, 192.
[308] Hücvîrî,
Keşfü’l-Mahcûb, s. 144.
[309] Heyet,
Nadratü ’n-Naîmfî Mekârimi ’l-Ahlâki ’r-Rasûli ’l-Kerîm, Dâru’l-Vesîle,
Cidde (I-XII), V, 2043.
[310] Kuşeyrî,
er-Risale, Dâru’l-Meârif, Kahire, II, 384.
[311] Ebû
Nuaym, Hilye, III, 193; Zehebî, SiyeruA’lami’n-Nübelâ, VI,
261-262.
[312] Mesela
bkz. Ebû Tâlib Mekkî, Kûtu ’l-Kulûb, I, 347; Gazzâlî, İhyâ, IV,
49; Abdurrahman b. Abdisselam es-Safûrî (v. 894), Nüzhetü ’l-Mecâlis
veMüntehabü ’n-Nefâis, el-Matbaatü’l-Kasteliyye, Mısır 1283, (I-II), I, 54.
[313] Hacı
Halife Kâtip Çelebi Mustafa b. Abdillah (v. 1067), Süllemü’l-Vusûl ilâ
Tabakâti ’l-Fuhûl, (tahk. Mahmud Abdülkadir Arnavut), İrcica, İstanbul
2010, I-IV, I, 106; Abdurrahman Camî, Nefehâtü’l-Üns, terc ve şerh.
Lâmîi Çelebi, Haz. Süleyman Uludağ, Mustafa Kara, Mârifet Yay., İstanbul 1995,
s.153-154.
[314] Bkz.
Ebû Nuaym, Hilye, X, 225; İbnü’l-Cevzî (v. 597), el-Muntazam fî Tarihi’l-Ümem
ve’l- Mülûk, Dâru’l-Kütübü’l- İlmiyye, Beyrut 1992, I-XIX, VIII, 186; İbn
Ebi’d-Dünyâ, Ebûbekir Abdullah b. Muhammed b. Ubeyd (v. 281), ez-Zühd, Dâru
İbn Kesîr, Dımeşk 1999, s. 40; Hatib el-Bağdâdî, Ebûbekir Ahmed b. Ali b. Sâbit
(v. 463), Târihu Bağdad, Beyrut 2002, I-XVI, XVI, 573.
[315] Serrâc,
el-Lüma ’, s. 22.
[316] İbnü’l-Cevzî,
Sıfatü’s-Safve, I, 463; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazamfî Tarihi’l-Ümem
ve’l-Mülûk, VIII, 186.
[317] Kâtip
Çelebi, Süllemü’l-Vusûl ilâ Tabakâti’l-Fuhûl, I, 106.
[318] Hatib
el-Bağdâdî, Târihu Bağdad, XVI, 573.
[319] Ebû
Nuaym, Hilye, X, 225.
[320] Hatib
el-Bağdâdî, , Târihu Bağdad, XVI, 573; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam fî
Tarihi ’l-Ümem ve ’l-Mülûk, VIII, 186.
[321] Kâtip
Çelebi, Süllemü’l-Vusûl ilâ Tabakâti’l-Fuhûl, I, 106.
[322] Abdurrahman
Camî (v. 898), Nefehâtü’l-Üns, s.153-154. Türkçe tercümede bu hankahı
bir hıristiyan emirin yaptırdığı söylenirken, Nefehât’ın Arapça tercümesinde,
hankahı Yahudi bir emirin yaptırdığı yazılmıştır. Bkz. Nefehâtü’l-Üns,
çev. Tacüddin Muhammed b. Zekeriyya b. Sultan, el-Ezherü’ş-Şerif Yayını, 1989,
s. 68-69.
[323] Abdülbaki
Gölpınarlı, 100 Soruda Tasavvuf, Gerçek Yay, İstanbul Ocak 1985, s. 21.
[324] Ebû
Nuaym, Hilye, X, 225.
[325] İbnü’l-Cevzî,
Sıfatü’s-Safve, I, 463.
[326] Ebû
Nuaym, Hilye, X, 225.
[327] Ebû
Nuaym, Hilye, X, 225.
[328] İbn
Ebi’d-Dünyâ, ez-Zühd, s. 40.
[329] Abdurrahman
Camî, Nefehâtü’l-Üns, s.153-154.
[330] İsmail
b. Muhammed el-İsbahânî (Kıvamü’s-Sünne) (v. 535), Siyeru’s-Selefı’s-Sâlihîn,
tah. Kerem b. Hilmi, Dâru’r-Râye, Riyad, bty, s. 994; İbnü’l-Mülakkin
Siracüddin Ebû Hafs Amr b. Ali (v. 804), et-Tabakâtü’l-Evliyâ, s. 182.
[331] İbn
Asâkir, Târihu Dımeşk, XII, 45; el-Mizzî (v. 742), Tehzîbü ’l-Kemal,
V, 395.
[332] İbnü’l-Mülakkin,
et-Tabakâtü’l-Evliyâ, s. 182; Erhan Yetik, “Habîb el-Acemî”, DİA,
XIV, 370.
[333] Ebû
Nuaym, Hilye, VI, 149; İbn Asâkir, Târihu Dımeşk, XII, 45;
el-Mizzî (v. 742), Tehzîbü’l-Kemal, V, 395; İbnü’l- Mülekkan,
et-Tabakâtü’l-Evliyâ, s. 182.
[334] İsmail
b. Muhammed (Kıvamü’s-Sünne) (v. 535), Siyeru’s-Selefı ’s-Sâlihîn, s.
994.
[335] Bkz.
Zekeriyya b. Muhammed b Mahmud el-Kazvînî (v. 682),Âsâru’l-Bilâdve
Ahbâru’l-İbâd, Dâru Sadır, Beyrut, s. 363
[336] Ebû
Nuaym, Hilye, VI, 150-152; İbn Asâkir, Târihu Dımeşk, XII, 53-55.
[337] İbnü’l-Cevzî,
el-Muntazam fi Tarihi’l-Mülûk, VII, 197.
[338] Zehebî,
Târihu’l-İslâm, VIII, 393; Erhan Yetik ise ayrıca bir kaynak
göstermeden, “Habîb el-Acemî’nin ölümü için kaynaklarda 113 (731), 120 (738),
125 (743) ve 130 (747-48) olmak üzere farklı tarihler verilmektedir”
demektedir. (Bkz. Erhan Yetik, “Habîb el-Acemî”, XIV, 370) Bizim baktığımız
kaynaklarda bu tarihlerle ilgili bir rivâyet bulunmamaktadır.
[339] Ebû
Nuaym, Hilye, VI, 149-150; İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-Safve, II, 187;
İbn Asâkir, Târihu Dımeşk, XII, 47.
[340] İbn
Asâkir, Târihu Dımeşk, XII, 48; Attar, Tezkire, 88.
[341] İbn
Asâkir, Târihu Dımeşk, XII, 48; Attar, Tezkire, 88.
[342] Bkz.
İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-Safve, II, 249.
[343] İbnü’l-Cevzî,
el-Muntazam fî Tarihi’l-Mülûk, VII, 197.
[344] İbnü’l-Cevzî,
Sıfatü’s-Safve, II, 190.
[345] Ebû
Nuaym, Hilye, VI, 154.
[346] İbn
Hıbban, es-Sikât, VI, 180.
[347] Zehebî
(v. 748), Mîzânü ’l-İ’tidal, tah. Ali Muhammed el-Beccâvî,
Dâru’l-Ma’rife, Beyrut 1963, I, 457.
[348] el-Mizzî
(v. 742), Tehzîbü’l-Kemal, V, 389-390.
[349] Diğer
rivâyette bulunduğu kişiler: Bekr b. Abdillah el-Müzenî, Şehr b. Havşeb,
Ferezdak, Ebû Temîme Tarif b. El - Mücâlid el-Hüceymî.
[350] Kendisinden
rivâyet eden diğer kişiler: Ebû Zekeriye İsmail b. Yunus es-Sâiğ, Cafer b.
Süleym ed-Dabğî, el-Hâris b. Mûsâ et-Tâî, Hazm b. Ebî Hazm el-Kat’î, el-Hasen
b. Ebî Ca’fer, Hammad b. Seleme, Hammad b. Atiyye, es-Sirrî b. Yahya, Süleyman
et-Teymî (akranıdır), Osman b. El-Heysem, Ali b. El-Fadl, Kesîr b. Beşşar
Ebu’l-Fadl, Muallâ el-Verrak, Yezid b Yezid el-Has’amî, Ebû Ca’fer es-Saîh, Ebû
Abdillah eş-Şihâm, Ebû Avâne.
[351] el-Mizzî
(v. 742), Tehzîbü ’l-Kemal, V, 389-390; Zehebî, Târihu ’l-İslâm,
VIII, 393; İbn Ebî Hatim, el-Cerh ve ’t-Ta’dil, III, 112.
[352] Ebu’l-Kâsım
(Ebu’l-Hüseyn) Hibetullâh b. el-Hasen b. Mansûr el-Lâlekâî et-Taberî er-Râzî
(v. 418), Kerâmâtü’l-Evliyâ, tah. Ahmed b. Sa’d Hamdan, Dâru’t-Tayyibe,
Suud, 2003, Şerhu Usûli İ’tikadi Ehli’s-Sünne ve’l-Cemâa’nın son cildi,
IX, 255-258.
[353] Hücvîrî,
Hakikat Bilgisi, s. 155.
[354] İbn
Asâkir, Târihu Dımeşk, XII, 58. Buradaki rivâyete göre, Yunus b. Ubeyd,
Eyyub es-Sahtiyânî, Ali b. Zeyd el-Cüd’an ziyaretine gelmiştir.
[355] Kuşeyrî,
er-Risâle, s. 370.
[356] Hücvîrî,
Hakikat Bilgisi, s. 155.
[357] Attar,
Tezkire, 92.
[358] Erhan
Yetik’in bu rivâyeti herhangi bir tenkide tabi tutmadan nakletmesi ilginçtir.
(Bkz. Erhan Yetik, “Habîb el-Acemî”, DİA, XIV, 370)
[359] Bkz. İbn
Akîle, Şemsüddin Muhammed b. Ahmed b. Saîd el-Hanefî (v. 1150), el-Fevâidü’l-Celiyye
fî Müselselâti İbn Akîle, tah. Muhammed Rıza, el-Beşâiru’l-İslâmiyye,
Beyrut 2000, s. 100-101; Ahmed b. İbrahim b. Muhammed Muvaffaküddin Ebû Zer
Sıbt ibn el-Acemî (v. 884), Künuzu’z-Zehebfî Târihi’l-Haleb,
Dâru’l-Kalem, Haleb 1417, (I-II), I, 386-387.
[360] Kuşeyrî,
er-Risâle’de dört yerde (Kuşeyrî Risalesi, 358, 671, 680, 710),
Ebû Tâlib, Kûtu’l-Kulûb’da bir yerde (II, 113), Gazâlî, İhyâ’da
bir yerde (I, 306), Habib’e atıfta bulunmuştur. et-Taarruf ta yoktur. el-Lüma'’da
kerametten bahsederken vardır (s. 398).
[361] Ebû
Nuaym, Hilye, VI, 149-155.
[362] Hücvîrî,
Hakikat Bilgisi, s. 155.
[363] Attar,
Tezkire, s. 88.
[364] Ahmed
en-Negerî, Düstûru’l-Ulemâ, IV, 58
[365] el-Mizzî
(v. 742), Tehzîbü’l-Kemal, V, 391.
[366] İbnü’l-Cevzî,
Sıfatü’s-Safve, II, 189; İbn Asâkir, TârihuDımeşk, XII, 50. Rivâyet
şöyledir: “Abdülvahid b. Zeyd anlatıyor: Biz, Muhammed b. Vasi ve Habib Ebû
Muhammed ile Mâlik b. Dinar’ın yanında idik. Bir adam geldi bir taksimat için
Mâlik b. Dinar’a ağır sözler söylemeye başladı. “Sen taksimi hakkı olmayan yere
verdin. Kendi meclisindekilere ayırdın. Hile yaptın vs.” Mâlik b. Dinar ağladı
ve “biz böyle olsun istemedik” dedi. Adam “hayır sen istedin” dedi ve ağır
konuşmasına devam etti. Mâlik b. Dinar ağlıyordu. Bu iş uzayınca Habib elini
semâya kaldırdı ve “Allah’ım, bu iş bizi senin zikrinden alıkoyuyorsa,
dilediğin şekilde bizi bu adamdan rahatlat” diye dua etti. Duayı bitirir
bitirmez Vallahi adam ölü olarak yüz üstü düştü. Ailesi geldi bir örtüye koyup
götürdüler.
[367] İbn
Ebi’d-Dünyâ, el-Uzlet ve ’l-İnfirâd, Mektebetü’l-Kâhire, bty, s. 47.
[368] İbn
Sa’d (v. 230), et-Tabakât, VI, 346; Ebû Muhammed Abdullah b. Müslim ibn
Kuteybe ed-Dineverî (v. 276), el-Meârif, Kahire 1992, s. 515
[369] İbn
Hıbban (v. 354), es-Sikât, VI, 282.
[370] Mustafa
Kara, “Dâvûd et-Tâî”, DİA, IX, 49.
[371] Buhârî
(v. 256), et-Târîhu ’l-Kebîr, III, 240; İbn Hıbban (v. 354), es-Sikât,
VI, 282.
[372] Zehebî,
Târihu’l-İslâm, X, 184.
[373] İbn
Sa’d, et-Tabakât, VI, 347; Ebû Nuaym, Hilye, VII, 361;
İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-Safve, II, 84; Muhyiddin Ebû Muhammed Abdülkadir
b. Muhammed ibn Ebi’l-Vefâ el-Kureşî (v. 775), el-Cevâhiru’l-Mudiyye fî
Tabakâti’l-Hanefiyye, tah. Abdülfettah Muhammed el-Hulvî, Matbaatü İsâ
el-Bâbî, Kahire 1978, II, 195.
[374] Ebû
Nuaym, Hilye, VII, 361.
[375] Bkz.
Ebû Nuaym, Hilye, VII, 349.
[376] Ebû
Tâlib Mekkî, Kûtu’l-Kulûb, II, 413.
[377] Murteza
Bedir, “Züfer b. Hüzeyl”, DİA, XLIV, 527.
[378] İbnü’l-Cevzî,
el-Muntazam, VIII, 279.
[379] Bkz.
İbn Battuta, Rıhletü İbn Battuta, Dâru’ş-Şarku’l-Arabî, I, 178.
[380] İbn
Sa’d (v. 230), et-Tabakât, VI, 346; İbn Kuteybe ed-Dineverî (v. 276), el-Meârif,
s. 515.
[381] İbn
Sa’d, et-Tabakât, VI, 347; İbn Hıbban (v. 354), es-Sikât, VI,
282; Ebû Nuaym, Hilye, VII, 346-347.
[382] Ebû
Nuaym, Hilye, VII, 356.
[383] Bkz.
Ebû Nuaym, Hilye, VII, 346-347.
[384] İbn
Hıbban (v. 354), es-Sikât, VI, 282.
[385] el-Iclî
(v. 261), es-Sikât, s. 148-149; es-Saymerî (v. 436), Ahbâru
EbîHanife, s. 115-116.
[386] es-Saymerî
(v. 436), Ahbâru Ebî Hanife, s. 117; Aynı olay İbn Eb’il-Avvam
tarafından “almadı” şeklinde nakledilmiştir. (Bkz. Ebu’l-Kâsım Abdullah b.
Muhammed b. Ahmed b. Yahya b. el-Hâris İbn Ebi’l-Avvam (v. 335), Fedâilu
EbîHanîfe ve Ahbâruhû ve Menâkibuhû, tah. Latîfürrahman el-Behrâicî
el-Kâsımî, el-Mektebetü’l-İmdâdiyye, Mekke 2010, s. 131.)
[387] Muhyiddin
ibn Ebi’l-Vefâ, el-Cevâhiru’l-Mudiyye, II, 195.
[388] Ebû
Nuaym, Hilye, VII, 341.
[389] Ebû
Nuaym, Hilye, VII, 341.
[390] Kuşeyrî,
er-Risâle, Dâru’l-Meârif, Kahire, I, 53.
[391] Ebû
Nuaym, Hilye, VII, 341.
[392] Ebû
Nuaym, Hilye, VII, 336; İbn Hıbban (v. 354), es-Sikât, VI, 282.
[393] İbn
Sa’d (v. 230), et-Tabakât, VI, 346; İbn Kuteybe ed-Dineverî (v. 276), el-Meârif,
s. 515.
[394] Bkz.
Ebû Nuaym, Hilye, VII, 361; İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-Safve, II, 84.
[395] Buhârî
(v. 256), et-Târîhu ’l-Kebîr, III, 240.
[396] es-Saymerî
(v. 436), Ahbâru EbîHanife, s. 123.
[397] Bkz.
es-Saymerî (v. 436), Ahbâru EbîHanife, s. 119-120.
[398] Bkz.
Ebû Nuaym, Hilye, VII, 344-345.
[399] Bkz.
İbn Ebi’d-Dünya, ez-Zühd, s. 190; Ebû Nuaym, Hilye, VII, 345;
İbnü’l-Cevzî, Sıfatü ’s-Safve, II, 80.
[400] Ebû
Nuaym, Hilye, VII, 349.
[401] Ebû
Nuaym, Hilye, VII, 346.
[402] Ebû
Nuaym, Hilye, VII, 353; Muhammed İbn Hıbban (v. 354), Ravdatü’l-Ukalâ
ve Nüzhetü ’l-Fudalâ, Dâru’l-Kütübü’l- İlmiyye, Beyrut, s. 82.
[403] es-Saymerî
(v. 436), Ahbâru Ebî Hanife, s. 120.
[404] Ebû
Nuaym, Hilye, VII, 339-340.
[405] es-Saymerî
(v. 436), Ahbâru EbîHanife, s. 121-122.
[406] Ebû
Nuaym, Hilye, VII, 343; es-Saymerî (v. 436), Ahbâru EbîHanife, s.
117-118.
[407] es-Saymerî
(v. 436), Ahbâru Ebî Hanife, s. 109-110
[408] Ebû
İshak eş-Şirâzî, Tabakâtu’l-Fukahâ, s. 135; es-Saymerî (v. 436), Ahbâru
EbîHanife, s. 121.
[409] Bu
hususta bulduğumuz tek rivâyet şudur: Bükeyr naklediyor: Dâvûd et-Tâî’den
düğmeleri çözülmüş gömlek içinde namaz kılan kişinin durumu soruldu. “Sakalı
büyükse mahzuru yoktur” dedi. Bkz. Muhyiddin ibn Ebi’l-Vefâ, el-Cevâhiru ’l-
Mudiyye, II, 195.
[410] el-Iclî
(v. 261), es-Sikât, s. 148-149.
[411] Zehebî,
Târihu’l-İslâm, X, 179.
[412] es-Saymerî
(v. 436), Ahbâru Ebî Hanife, s. 114.
[413] es-Saymerî
(v. 436), Ahbâru Ebî Hanife, s. 118.
[414] es-Saymerî
(v. 436), Ahbâru Ebî Hanife, s. 118.
[415] Ebû
Tâlib Mekkî, Kûtu’l-Kulub, I, 420, 449; II, 243, 268, 275, 413.
[416] Gazzâlî,
İhyâ, II, 61; III, 63, 93, 94, 209; IV, 186, 230, 242, 364, 407, 409,
425, 454, 456, 460, 487, 510.
[417] Kelâbâzî,
et-Taarruf, s. 61.
[418] Kuşeyrî,
er-Risâle, Dâru’l-Meârif, Kahire, I, 53-54.
[419] Kuşeyrî,
er-Risâle, II, 460; KuşeyrîRisâlesi, s. 555.
[420] Hücvîrî,
Hakikat Bilgisi, s. 175.
[421] Attar,
Tezkire, s. 253.
[422] Habib
er-Râî hakkında kaynaklarda fazla bilgi bulunmamaktadır. Hücvîrî’ye göre tam
adı Ebû Hatim Habib b. Süleym er - Râî’dir, tabiindendir. Selman el-Fârisî ile
görüşmüştür. (Bkz. Hakikat Bilgisi, s. 157) Türkiye Gazetesi yayınları
arasında çıkan Evliyâlar Ansiklopedisinde “Bahreyn'de doğduğu, 748
(H.130) senesinde Bağdât'ta vefât ettiği” kaydedilmişse de hangi kaynaktan
alındığı belli değildir. (Bkz. İstanbul 1992, VI, 300)
[423] Zehebî,
Târihu’l-İslâm, X, 184.
[424] Bkz.
Zehebî, Târihu’l-İslâm, VIII, 393.
[425] İlgili
bölümde ayrıntısı verilecektir.
[426] es-Saymerî
(v. 436), Ahbâru Ebî Hanife, s. 119.
[427] İbn
Ebi’d-Dünya, el-Uzlet, s. 28.
[428] Ebû
Nuaym, Hilye, VII, 341.
[429] es-Saymerî
(v. 436), Ahbâru EbîHanife, s. 117-118.
[430] İbn
Ebi’d-Dünya, el-Uzlet, s. 30; İbnü’l-Cevzî, Sıfatü ’s-Safve, II,
77.
[431] Ebû
Nuaym, Hilye, VII, 342.
[432] İbnü’l-Cevzî,
Sıfatü ’s-Safve, II, 77.
[433] İbnü’l-Cevzî,
Sıfatü ’s-Safve, II, 77.
[434] Ebû
Nuaym, Hilye, VII, 353; Muhammed ibn Hıbban (v. 354), Ravdatü’l-Ukalâ,
s. 82. Rivâyet şöyledir: “Bir gün Fudayl (b. lyaz) geldi. Ona kapıyı açmadı.
Fudayl kapının dışına oturdu. O da içerde oturdu. O içerde, Fudayl dışarda
ağlıyordu.” Muhammed b. Bişr’e: “Neden onlara (zahidlere) kapıyı açmadı?” diye
soruldu. O dedi ki: “Önceden onlara kapıyı açardı. Onlar çoğaldılar ve nasıl
biri olduğunu anlamaya, onu yoklamaya başladılar. Bunun üzerine o aralarına
perde koydu da kapı arkasından görüşmeye başladı.”
[435] Ebû
Nuaym, Hilye, VII, 335.
[436] Bir
kısmı için bkz. es-Saymerî (v. 436), Ahbâru Ebî Hanife, s. 120, 122; Ebû
Nuaym, Hilye, VII, 351, 357; İbn Ebi’d- Dünyâ, el-Cûu’, Dâru İbn
Hazm, Beyrut 1997, s. 178; Ebû Tâlib Mekkî, Kûtu’l-Kulûb, I, 420, II,
275.
[437] Ebû
Nuaym, Hilye, VII, 343.
[438] İbn
Ebi’d-Dünya, ez-Zühd, s. 176; Ebû Nuaym, Hilye, VII, 344.
[439] Kuşeyrî,
er-Risale, I, 268; Kuşeyrî Risâlesi, 312.
[440] İbn
Ebi’d-Dünya, es-Samt, Dâru’l-Kütübü’l-Arabî, Beyrut 1410, s. 69.
[441] Ebu’l-Hüseyin
İbn Ebî Ya’lâ (v. 526), Tabakâtü’l-Hanâbile, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut, I,
381; Bağdâdî, Târihu Bağdad, XIII, 202.
119 Sülemî, Muhammed
b. Hüseyin b. Muhammed Ebû Abdurrahman (v. 412), Tabakâtü ’s-Sûfiyye,
Dâru’l-Kütübü’l-İlmiyye, Beyrut 1998, s. 80.
[443] Hatîb
Bağdâdî, Târihu Bağdad, XIII, 201; İbnü’l-Cevzî, Menâkıbu Ma’ruf
el-Kerhî ve Ahbâruhû, tah. Abdullah el- Cebbûrî, Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, s.
50.
[444] İbn
Hallikan (v. 681), Vefeyâtü ’l-A ’yan, V, 231-232; Zehebî, Siyeru A
’lamin-Nübelâ, VIII, 68.
[445] İbnü’l-Cevzî,
Menâkıbu Ma’ruf el-Kerhî ve Ahbâruhû, tah. Abdullah el-Cebbûrî,
Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, s. 51-53; Bahru ’d-Dumu’, Dâru’l-Fecr li’t-Turâs,
2004, s. 26; Sıfatü ’s-Safve, I, 469.
[446] es-Sülemî
(v. 412), Tabakâtü’s-Sûfıyye, s. 82.
[447] Zehebî,
Siyeru A ’lamin-Nübelâ, VIII, 88.
[448] İbnü’l-Cevzî,MenâkıbuMa’ruf,
s. 183.
[449] İbnü’l-Müstevfi,
el-Mübarek b. Ahmed b. el-Mübarek (v. 637), Târihu Erbil,
Vezâretü’s-Sekâfe, Irak 1980, II, 467-468
[450] Bkz.
İbn Ebî Ya’lâ (v. 526), Tabakâtü’l-Hanâbile, I, 399; Hatîb el-Bağdâdî, Târihu
Bağdad, XIII, 208-209; İbn Hallikan (v. 681), Vefeyâtü ’l-A ’yan, V,
233.
[451] Hatîb
el-Bağdâdî, Târihu Bağdad, XIII, 209; es-Sülemî (v. 412), Tabakâtü
’s-Sûfyye, s. 81.
[452] Hatîb
el-Bağdâdî, Ebû Bekir Ahmed b. Ali b. Sâbit (v. 463), Târihu Bağdad,
Dâru’l-Kütübü’l-İlmiyye, Beyrut 1417, I, 134; İbnü’l-Cevzî,MenâkıbuMa’ruf,
s. 199-202.
[453] Zehebî,
Siyeru A’lamin-Nübelâ, VIII, 88.
[454] Reşat
Öngören, “Ma’rûf-i Kerhî”, DİA, XXVIII, 67-68.
[455] İbn
Hıbban, Sikât, IX, 206; Ebu’l-Hüseyin İbn Ebî Ya’lâ (v. 526), Tabakâtü’l-Hanâbile,
Dâru’l-Ma’rife, Beyrut, I, 381;
Bağdâdî, Târihu Bağdad,
XIII, 200.
[456] İbnü’l-Cevzî,MenâkıbuMa’ruf,
s. 57-75.
[457] Hatîb
el-Bağdâdî, Târihu Bağdad, XIII, 201-202.
[458] Bkz.
Ebû Nuaym, Hilye, VIII, 366; İbn Ebî Ya’lâ, Tabakâtü’l-Hanâbile,
I, 384-385.
[459] Mesela,“Kimin
mushafa bakışı devam ederse, Allah onun gözünü faydalandırır ve anne babası
kâfir bile olsa azaplarını hafifletir.” (İbn Ebî Ya’lâ (v. 526), Tabakâtü’l-Hanâbile,
I, 385) sözünün benzer hadisi: “Kimin mushafa bakışı devam ederse, dünyada
olduğu müddetçe Allah onun gözünü faydalandırır.” (Müttakî, Kenzü’l-Ummal,
I, 536, 2406) Hadiste “anne babası...” bölümü yoktur. “Kim akşam namazından
sonra 6 rekât kılarsa onun 40 yıllık günahı affolunur.” (İbn Ebî Ya’lâ (v.
526), Tabakâtü’l-Hanâbile, I, 386) sözüne benzer hadisler: “Kim akşam
namazından sonra konuşmadan 6 rekât kılarsa bu oniki yıllık ibadete denk olur.”
(İbn Mâce, İkâmetü’s-Salat 185; İbn Huzeyme, Sahih, Salat 523, II, 207,
H. No: 1195 isnadı çok zayıftır).“Kim akşam namazından sonra konuşmadan 6 rekât
kılarsa onun 50 yıllık günahı affolunur.” (Müttakî, Kenzü’l- Ummal, VII,
388, 19430, zayıftır bkz. Elbânî, Daîfu Câmiu’s-Sağîr, s. 816, 5665);
“Kim menziline girdiğinde İhlas’ı okursa Allah onun borcunu eda ettirir. Kim de
evine girince beş kez İhlas okursa Allah onu zengin kılar.” (İbn Ebî Ya’lâ (v.
526), Tabakâtü ’l-Hanâbile, I, 386) Benzer bir hadis: “Kim menziline
girdiğinde Kulhüvallâhu ehad okursa o ev halkından fakirlik gider. Komşusuna da
faydası olur.” (Bkz. Harâitî, Mekârimü’l-Ahlak, s. 287, H. No. 878;
Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, 2/340, H. No: 2419- isnadı zayıf).
[460] Mesela,
“Fakirlerin seherde 25 kere yapması gereken dua” (Bkz. İbn Ebî Ya’lâ (v. 526), Tabakâtü’l-Hanâbile,
I, 384; Hatîb el-Bağdâdî, Târihu Bağdad, II, 382) “Kişi uyandığında
şöyle derse.” diye başlayan söz. (Bkz. İbn Ebî Ya’lâ (v. 526), Tabakâtü’l-Hanâbile,
I, 385).
[461] Kuşeyrî,
er-Risâle, II, 460; Kuşeyrî Risâlesi, s. 555.
[462] Zehebî,
Siyeru A ’lamin-Nübelâ, XII, 298.
[463] Zehebî,
Târihu’l-İslâm, X, 184.
[464] Bkz.
es-Sülemî (v. 412), Tabakâtü’s-Sûfiyye, s. 81; İbn Ebî Ya’lâ (v. 526), Tabakâtü’l-Hanâbile,
I, 382; İbnü’l-Cevzî, MenâkıbuMa’ruf, s. 57.
[465] İbnü’l-Cevzî,MenâkıbuMa’ruf,
s. 54.
[466] Kuşeyrî,
er-Risâle, s. 280.
[467] İbnü’l-Cevzî,MenâkıbuMa’ruf,
s. 148-149.
[468] İbnü’l-Cevzî,MenâkıbuMa’ruf,
s. 175-176.
[469] İbn
Ebî Ya’lâ (v. 526), Tabakâtü ’l-Hanâbile, I, 387.
[470] El-Mektebetü’ş-Şamile
üzerinde yaptığımız taramada Hızır’la görüştüğünü söyleyen sadece Ömer b.
Abdülaziz’dir. Bkz. Âcurrî, Ebû Bekir Muhammed b. el-Hüseyin (v. 360), Ahbâru
Ebî Hafs Umer b. Abdülaziz, Müessetü’r-Risâle, Beyrut 1980, s. 54; Ebû
Nuaym, Hilye, V, 254; Lâlekâî (v. 418), Kerâmâtü ’l-Evliyâ, IX,
187.
[471] Abdurrahman
b. Abdüsselam es-Safûrî (v. 894), Nüzhetü’l-Mecâlis ve Müntehâbü’n-Nefâis,
el-Matbaatü’l-Kasteliyye, Mısır 1283, I, 4. Benzeri bir söz Hz. Ali’ye de
atfedilmiştir. Bkz. Şerif Râdi, Nehcü’l-Belâğa, s. 391.
[472] Mekkî,
Kûtu ’l-Kulûb, II, 297; Gazzalî, İhyâ, III, 97.
[473] Ebû
Nuaym, Hilye, VIII, 364.
[474] es-Sülemî
(v. 412), Tabakâtü’s-Sûfiyye, s. 85.
[475] Metinde
“jj^ll/el-habr” geçmektedir. Bu kelimenin manasının gerek müslim gerek
gayrimüslim kitap ehli âlimleri için kullanıldığı kaydedilmiştir. (Bkz. İbn
Manzur, Lisânu’l-Arab, IV, 157-158).
[476] Ebû
Nuaym, Hilye, VIII, 366; İbn Ebî Ya’lâ, Tabakâtü ’l-Hanâbile, I,
382; Bağdâdî, Târihu Bağdad, XIII, 202.
[477] İbn
Ebî Ya’lâ (v. 526), Tabakâtü’l-Hanâbile, I, 382; Bağdâdî, Târihu
Bağdad, XIII, 202; İbnü’l-Cevzî,MenâkıbuMa’ruf, s. 86-87.
[478] İbn
Ebî Ya’lâ (v. 526), Tabakâtü’l-Hanâbile, I, 382; Bağdâdî, Târihu
Bağdad, XIII, 202; İbnü’l-Cevzî, Menâkıbu Ma’ruf, s. 87.
[479] Mekkî,
Kûtu ’l-Kulûb, I, 271; Gazzalî, İhyâ, I, 21.
[480] İbn
Ebî Ya’lâ (v. 526), Tabakâtü ’l-Hanâbile, I, 387.
[481] Beyhakî,
Şuabü ’l-İman, IV, 513, H. No: 2901
[482] Hatîb
el-Bağdâdî, Târihu Bağdad, XIII, 201-202.
[483] Ebû
Nuaym, Hilye, VIII, 361; Sülemî, Tabakâtü’s-Sûfiyye, s. 83.
[484] Ebû
Nuaym, Hilye, VIII, 367; Sülemî, Tabakâtü’s-Sûfiyye, s. 84.
[485] İbnü’l-Cevzî,MenâkıbuMa’ruf,
s. 117.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar