Print Friendly and PDF

TASAVVUFUN İLK TEMSİLCİLERİ KABUL EDİLENLER VE FIKIHLA İLİŞKİLERİ

 

Hazırlayan: Akif DURSUN

Bütün İslâmî ilimlerde olduğu gibi tasavvufun da ilk temsilcilerinin sahabe ve tabiinden olduğu kabul edilir. Tasavvufun ekolleşmesinden sonra her ekol kendisini sahabeye dolayısıyla Peygamber Efendimize isnad etmeye, Peygamberimize kadar ulaşan bir silsile oluşturmaya ehemmiyet vermiştir. Özellikle tarikatların kurumsallaşmasından sonra bu silsileler netleşmiş ve icâzetlere yazılmaya başlanmıştır.

Günümüzde yaşayan tarikatlardan Nakşibendiyye’nin silsilesi sahabeden Hz. Ebû Bekir’e dayanırken diğer bütün tarikatların silsilesi Hz. Ali’ye dayanır. Hâlbuki başta Hz. Ömer ve Hz. Osman olmak üzere diğer raşid halifelere dayanan silsileler yanında, Enes b. Mâlik, Ebu’d-Derdâ gibi başka sahabelere dayanan silsileler de vardı. Ancak bu silsile yoluyla gelen tarikatlar zamanla inkıraza uğramış ve günümüzde sadece Hz. Ali ile Hz. Ebû Bekir’e dayanan tarikatlar kalmıştır[1]. Ayrıca tabiinden çeşitli kişiler tasavvufa nisbet edilmiş ancak günümüz tarikat silsilelerinde yine birkaç kişi kalmıştır. Bu sebeple biz tasavvufun ilk temsilcileri kabul edilen kişileri incelerken genel olarak tarikatların silsilelerinde yer alan sahabe tabiin ve tebe-i tabiinden olanları ve onların fıkıhla ilişkisini incelemeye çalıştık.

Aslında ilk üç devirde öne çıkan, özelikle sahabe ve tabiin neslinde olan kişilerin fıkıhla ilişkisini değil de tasavvufla ilişkisini anlamaya çalışmak daha uygun olanıdır. Çünkü tarikat silsilelerinde geçen bu kişilerin çoğunluğu fakîhliği ile meşhurdur. Ancak bu kişiler, tarikatların etkisiyle, daha çok tasavvufla anıldıkları için biz de böyle bir başlığı tercih ettik. Burada elimizden geldiğince bu kişilerin hem tasavvuf hem de fıkıhla ilişkilerini ortaya koymaya çalışacağız.

Hz. Ebû Bekir

Adı Abdullah olan Hz. Ebû Bekir, Fil vakasından üç yıl sonra doğmuştur. Peygamber Efendimizden iki yaş küçüktür. Soya göre ismi Abdullah b. Osman b. Amir b. Amr b. Ka’b b. Sa’d b. Teym b. Mürre b. Ka’b’dır. Teym kabilesindendir. Babası Osman’ın künyesi Ebû Kuhafe[2] olduğu için bazı kaynaklar Abdullah b. Ebî Kuhâfe olarak ismini kaydetmişlerdir.

Rasûlullah’la soyu Mürre b. Ka’b’da birleşir[3]. Annesi Ümmü’l-Hayr Selma binti Sahr b. Âmir b. Ka’b b. Sa’d’dır. Hz. Ebû Bekir dört kadınla evlilik yapmış bunların her birinden çocukları olmuştur. Çocuklarından Abdullah ve Esma’nın annesi Kuteyle binti Abdiluzza b. Abdi Es’ad b. Nadr b. Mâlik; Abdurrahman ve Âişe (r.anha)’nın annesi Ümmü Ruman binti Âmir b. Uveymir b. Abdişems; Muhammed b. Ebibekr’in annesi Esmâ binti Umeys b. Ma’d b. Teym; Ümmükülsüm binti Ebibekr’in annesi Habîbe binti Hârice b. Zeyd’dir. Son eşi Hazrec kabilesinden olup kızı Ümmü Külsüm vefatından sonra doğmuş[4]; vefat etmeden önce Hz. Âişe’ye miras hakkında vasiyette bulunurken hâmile olan eşinin kız doğuracağının kalbine ilkâ edildiğini söylemiştir[5].

Birden çok lakabı olan Hz. Ebû Bekir’in en meşhur lakabı Sıddık’tır. “Çok samimi, çok sadık” anlamına gelen bu lakabın, Mirac gecesi ile alakalı tereddütsüz tasdiki nedeniyle Rasûlullah tarafından verildiği yaygın olan rivâyettir. Ancak sadece bu hadisede değil her zaman Rasûlullah’ı hiç tereddütsüz tasdik eden Hz. Ebû Bekir olduğu için bu lakabın verilmiş olduğu anlaşılmaktadır. O da bu lakabın hakkını tamamıyla vermiştir.

Bunun haricinde meşhur olan bir lakabı da “Atik”tir. Bu lakabın verilmesi ile ilgili çeşitli rivâyetler olsa[6] da asıl olanın, Hz. Âişe’nin rivâyet ettiği, Rasûlullah’ın ona bakıp “Sen ateşten (cehennemden) azat edilmiş (atîk) olansın”[7]*44 buyurması olduğu anlaşılmaktadır. Evvâh lakabı, çok yumuşak ve merhametli olması sebebiyle verilmiştir. Hz. Ali bir konuşmasında onun için evvâh sıfatını kullanmıştır[8].

Erkeklerden ilk Müslüman olanın Hz. Ebû Bekir olduğu kabul edilmiştir. Kızları Esma (r.anha) ve Hz. Âişe, “kendimi bildim bileli babam dine (İslâm’a) bağlı idi” demişlerdir[9]. Ticaretle uğraşan Hz. Ebû Bekir’in müslüman olduğunda 40 bin dirhemi vardı. Bunu köle azat etme başta olmak üzere İslâm’a hizmette kullandı. Medine’ye hicret ettiğinde yanında beş bin dirhemi kalmıştı. Medine’de de aynı şekilde hizmetine deva m etti.[10] Tebük seferinde genel yardım çağrısı yapılınca bütün malını getirmesi meşhurdur.[11]

Hicrette Hz. Peygamber’in yol arkadaşı olan Hz. Ebû Bekir, Hz. Peygamber’in yaptığı tüm savaşlara katıldı. Uhud’da Rasûlullah’ın yanında kalanlardandı. Tebük’te büyü k sancak ona verilmişti[12]. Mekke’nin fethinden sonra ilk hac emirliğini de o yapmıştır. Vefat hastalığı sırasında namaz kıldırmaya çıkamayan Hz. Peygamber, Hz. Ebû Bekir’in namazı kıldırmasını istemiş, Hz. Âişe babasının namazda ağlayacağı ve sesini duyuramayacağı düşüncesiyle Hz. Peygamber’den başka birini (Hz. Ömer’i) tayin etmesini istemiş hatta bunun için ısrar etmişse de Hz. Peygamber Hz. Ebû Bekir isminde karar kılmıştır[13]. Bu hususu Hz. Ömer halife meselesinin konuşulduğu Beni Sakife çardağında ensara karşı delil olarak getirmiştir.

Ebû İshak İbrahim b. Ali eş-Şirâzî (v. 476) de bu hadiseyi Hz. Ebû Bekir’in sahabenin en âlimi olduğuna delil getirmiştir. “Eğer en âlimi Hz. Ebû Bekir olmasa idi Hz. Peygamber onu imamete geçirmezdi” demiştir.[14]

Halife olduktan sonra Hz. Ömer ve Ebû Ubeyde (ra)’nin girişimiyle kendisine yıllık geçimlik takdir edilerek ticareti bıraktı. Vefat etmeden önce, maaşıyla aldığı ve elinde kalan şeylerin Hz. Ömer’e verilmesini vasiyet etti. Zaten elinde bir köle ve birkaç kap kalmıştı. Onları Hz. Ömer’e verdiler. Bunun üzerine Hz. Ömer “kendinden sonrakini yordu (zor durumda bıraktı)” demiştir[15].

Hilafeti 2 yıl üç ay 10 gün veya 26 gün sürmüştür. Hicri 13 yılında Cumadiyelahiranın 8. günü, Pazartesiyi salıya bağlayan gece vefat etmiş, gece defnedilmiştir. Vefat ettiğinde 63 yaşındaydı. Cenazesini vasiyeti üzere hanımı Esma binti Umeys yıkamış, oğlu Abdurrahman yardım etmiştir.[16]

Hz. Peygamber’in en yakın arkadaşı, kayınpederi ve en büyük destekçisi olan Hz. Ebû Bekir hakkında çok sayıda kitap yazılmış, hakkında pek çok rivâyet nakledilmiştir. Burada onların hepsinin zikredilmesinin imkânı yoktur, gerekli de değildir. Biz burada konumuzla alakalı olduğunu düşündüğümüz, onun fıkıh yönü ile tasavvuf yönüne delil getirilen davranış ve sözlerini aktarmaya gayret edeceğiz.

Hz. Ebû Bekir’in bizzat Hz. Peygamber tarafından imamete geçirilmesi, hac emiri tayin edilmesi onun fıkıh bilgisine sahip olduğunun bizzat Rasûlullah tarafından tasdikidir. Bunun haricinde Rasûlullah’ın huzurunda sadece Hz. Ebû Bekir’in fetvâ verdiği rivâyet edilmiştir. Maiz üç kere zina ettiğini itiraf ettiğinde “eğer dördüncü kez itiraf edersen Rasûlullah seni recmedecek” demişti.[17]

Peygamber Efendimizin son zamanlarında yaptığı konuşmada, “Allah bir kulunu dünya nimetlerinden ona dilediğini vermekle kendi katındaki nimetler arasında serbest bıraktı da o kul Allah katındaki nimetleri seçti”[18] buyurduğunda bundan kastın kendisi olduğunu orada bulunanlardan sadece Hz. Ebû Bekir’in anlaması onun ne kadar ince bir anlayış sahibi olduğunu göstermektedir.

Kitap’tan bir asıl ve sünnetten bir eser bulamadığı bir mesele ile karşılaşınca, içtihad eder ve “reyimle içtihad ediyorum. Doğruysa Allah’tan, hata ise bendendir. Rabbimden mağfiret diliyorum” derdi[19]. Hz. Ebû Bekir’in içtihadları bütün müçtehid ulemâ tarafından alınmış ve tereddütsüz kabul edilmiştir.

Ahmed b. Hanbel’den nakledilen sahih rivâyete göre, Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer’in ittifak ettikleri hususlar diğer sahâbîlerin görüşlerine; ikisi arasında ihtilâf olduğunda ise Hz. Ebû Bekir’in görüşü tercih edilir[20]. İbn Kayyim, Hz. Ebû Bekir’in nassa muhalif, kaynağı zayıf hiçbir fetvâ ve hükmünün bulunmadığını, ayrıca hilâfetinin Hz. Peygamber’in yönetimine tamamen uygun olduğunu söyler [21]8. Hz. Ebû Bekir’in İslâm hukukunun çeşitli konularına dair görüşleri Muhammed Revvâs Kal‘acî tarafından Mevsûatü Fıkhi Ebî Bekri’s- Sıddîk, adıyla müstakil bir eserde toplanmıştır[22].Tasavvufta “sıddîkıyyet” makamı Hz. Ebû Bekir’e nisbet edilir. Nakşibendiyye, Yeseviye ve Bektâşî tarikatlerinin silsilelerinden bir tanesi Hz. Ebû Bekir’e ulaşmaktadır. Bu üç tarikatin de ortak dayandığı şeyh Yusuf Hemedâni (v. 535)’dir ve Abdülhalik Gücdüvânî (v. 575)’ye nisbet edilen Makâmât-ı Yusuf Hemedânî adlı esere göre Hz. Ebû Bekir’e ulaşan silsileyi ilk olarak Yusuf Hemedânî zikretmiştir[23]. Bunlar haricindeki bütün tarikatlarda silsileler Hz. Ali’ye ulaşmaktadır. Kaldı ki bu üç tarikatın da Hz. Ali’ye ulaşan silsileleri vardır.

Kasım Kufralı’nın tesbitine göre, Yûsuf Hemedânî’nin bulunduğu bölgenin Sünnî ve Hanefî olması, Şiî-Sünnî tartışmalarının hararetli olması, Hemedânî’nin halifelerini, tarikat silsilesini Hazret-i Peygambere ulaştırırken Alevîlik kokmayan bir yol seçmeye götürmüş ve Necdet Tosun’un tesbitiyle de fütüvvet, hafi zikir, melamet, sahv gibi belirgin bazı özellikleri ve ehlisünnetin sahabenin en üstünü olarak Hz. Ebû Bekir’i görmesi sebebiyle silsilenin Hz. Ebû Bekir ile Hazret-i Peygambere ulaştırılmasına ehemmiyet vermişlerdir 361.

Nakşîler Hz. Ebû Bekir’in tasavvufla bağlantısı için hadis diyerek, “Allah Teâlâ benim kalbime ne dökmüşse ben de onu Ebû Bekir ’in kalbine döktüm ”i6'[24] [25] ifadesini ve hicret sırasında Peygamber Efendimizin Sevr mağarasında Hz. Ebû Bekir’le birlikte olmasını delil getirirler[26]. Onlara göre Nakşîlerin hafi zikir metodu da Sevr mağarasında telkin edilmiştir.[27] Hadis uydurmadır ve Sevr mağarasında zikir telkini ile ilgili bir rivâyet de bilinmemektedir. Mağarada geçen üç gün içerisinde çeşitli manevî haller yaşanması, Hz. Ebû Bekir’e çeşitli sırlar verilmesi, farklı telkinlerde bulunulması ihtimal dâhilinde ve mantıklı olsa da rivâyetlerde bu hususta bir bilgi bulunmamaktadır.

Necdet Tosun’un tesbitine göre, “Allah Teâlâ benim kalbime ne dökmüşse ben de onu Ebû Bekir ’in kalbine döktüm ” ifadesi ilk olarak Makâmât-ı Yusuf Hemedânî kitabında, Sevr mağarasıyla ilgili rivâyet de Muhammed b. Hüseyin Kazvînî’nin h. 978’de kaleme aldığı Silsilenâme-i Hâcegân-ı Nakşbend kitabında yer almaktadır. Onun ifadesine göre başka tarikatların Bekrî silsileye itirazları Nakşîleri bu rivâyetleri icad etmeye sevk etmiş olmalıdır.[28]

Bütün bunlar Hz. Ebû Bekir’de tasavvuf! yön olmadığı manasına gelmemektedir. Gerek yaşadığı zühd hayatı, gerekse çok sayıda sözü ehli tasavvuf tarafından kaynak olarak kabul edilmiş ve kullanılmıştır. Bu sebeple Ebû Nuaym (v. 430) Hilyetü’l-Evliyâ’ya Hz. Ebû Bekir ile başlamış ve onun tasavvufa delil olan amel ve sözlerini nakletmiştir. Tabii bu sözler mutasavvıflara delil olabildiği gibi başkalarına da delildir. Ebû Nuaym’ın aktardığı sözlerde Hicrî üçüncü asırda oluşan tasavvuf düşüncesine fazla bir delil bulunmamaktadır. Doğrudan delil kabul edilebilecek sözlerinin ise Hz. Ebû Bekir’e aidiyeti belli değildir veya onun adına uydurulmuştur. Mesela, abidler hakkındaki şu sözü:

“Allah’a çok ibadet edenler (abidler) üç sınıftırlar. Her üç sınıf, üçer alâmetle bilinir: Birinci sınıf, Allah’a havf üzere (azabından korkarak) ibadet edenler; ikinci sınıf, Allah’a reca üzere (Rahmetini umarak) ibadet edenler, üçüncü sınıf da Allah’a muhabbet üzere ibadet edenlerdir.

Bunlardan birinci sınıftakilerin alametleri:                              1. Nefislerini hor görürler

(mütevazıdırlar). 2. Hayır-hasenatlarını az görürler. 3. Günahlarını çok görürler.

İkinci sınıftakilerin alametleri: 1. Her hâllerinde insanlara örnek olurlar. 2. Dünyada mallarını (Hak yolunda) harcayarak tüm insanların en cömerdi olurlar. 3. Tüm yaratılanlar arasında Allah hakkında en güzel zannı besleyenler olurlar.

Üçüncü sınıftakilerin alametleri: 1. Sevdikleri şeyleri (Allah için) infak ederler ve Rableri razı olduktan sonra kimseye aldırmazlar. 2. Rablerini razı etmek için nefislerine ağır gelen şeylerle amel ederler; 3. Her hâllerinde, Efendileri (Allah Teâlâ) ile birlikte olurlar, emir ve nehiylerinde O’na itaat ederler.”[29]

Bu rivâyet İbn Hacer’e (v. 852) isnad edilen Münebbihât adlı kitapta geçmektedir. Ancak tam adıyla “el-Münebbihât ale’l-isti ’dâd li-yevmi’l-meâd li ’n-nush ve ’l-vedâd” adlı eser İbn Hacer’e ait değildir[30]. Yukarıdaki rivâyet gibi içindeki rivâyetlerin çoğu başka bir eserde yer almamaktadır. Bu sebeple bu rivâyetin Hz. Ebû Bekir’e ait olmama ihtimali çok yüksektir.

Hz. Ali

Hayatı ve sözleri özellikle Şia ve onların etkisiyle pek çok tarikat tarafından efsaneleştirilen, menkıbelere bürünen Hz. Ali günümüzde Nakş îler haricinde tüm tarikatların silsilelerinin kendisine ulaştı(rıldı)ğı sahabidir.

Hz. Ali’nin baba tarafından soyunu da belirten tam adı, Ali b. Ebî Talib (Abdi Menaf) b. Abdülmuttalib (Şeybe) b. Hâşim (Amr) b. Abdi Menaf (Muğire) b. Kusay (Zeyd)’dır. Annesi, Fatıma binti Esed b. Hâşim b. Abdi Menaf b. Kusay olup babası ile annesi amca çocuklarıdır[31]. Bu sebeple iki taraftan Hâşimî’dir. Künyesi büyük oğluna nisbetle Ebu’l-Hasen veya iki oğluna nisbetle “Ebu'l-Hasaneyn”, olan Hz. Ali’nin Hz. Peygamberin verdiği “Ebû Turab/toprağın babası”;[32] Peygamberimizle kardeş ilan edilmesi sebebiyle “Ehu Rasûlillah/Rasûlullah'ın kardeşi” ve Peygamberimizin iki torunu sebebiyle “Ebu's-sıbteyn/iki torunun babası”[33] lakapları vardır. Bunun dışında 'el-Murtaza/kendisinden razı olunmuş', 'Esedullah/Allah'ın aslanı' ve 'Haydar/aslan' lakaplarıyla da anılmıştır.[34]

Hz. Ali çeşitli rivâyetlerin karşılaştırılmasından anlaşıldığına göre miladi 600 yılında dünyaya gelmiş, küçük yaştan itibaren Hz. Peygamberin yanında büyümüştür. Ebû Tâlib’in en küçük oğludur. Abileri Talib, Cafer ve Akil’dir.

Peygamber Efendimize nübüvvet geldiğinde 10 yaşlarında olan Hz. Ali bazı rivâyetlere göre ilk Müslüman olan, ilk namaz kılan sahabidir. Bazılarına göre Hz. Hatice’den sonra Müslüman olmuştur. Bazılarına göre de Hz. Hatice, Hz. Ebû Bekir ve Zeyd b. Harise’den sonra Müslüman olmuştur.[35] Hicrette Peygamber Efendimizin yatağına yatmış, üç gün Mekke’de görünüp emanetleri dağıttıktan sonra Peygamber Efendimizin ailesini ve annesi Fatıma’yı alarak Medine’ye hicret etmiştir. Efendimiz Kuba’da iken yanına varıp Külsum b. Hidm’in evine inmiştir.[36]

Mekke’de Müslüman olanlar arasında kardeşlik kurulurken de Medine’de Hicretin 5. ayında muhacirlerle ensar arasında kardeşlik kurulurken de, Rasûlullah Hz. Ali’yi kendisine kardeş olarak seçmiş ve “sen dünya ve âhiret kardeşımsın ” buyurmuştur[37].

Hz. Peygamber hicretin 2. yılının son ayında onu kızı Fâtıma ile evlendirmiş; bu evlilikten Hasan, Hüseyin ve ölü doğan Muhsin adlı erkek çocukları ile Zeyneb ve Ümmü Külsûm adlı kız çocukları olmuştur. Hz. Ali, Hz. Fâtıma’nın sağlığında başka evlilik yapmamıştır. Fâtıma’nın vefatından sonra ise birçok defa evlenmiş ve çok sayıda çocuğu dünyaya gelmiştir.[38] Hz. Ali’nin 14 oğlu 19 kızı olmuştur. Erkek çocuklarından devam eden soyu Hasan, Hüseyin, Muhammed b. Hanefîyye, Abbas b. Kilabiyye ve Ömer b. Tağlibiyye’den gelmiştir[39].

Hz. Ali, Bedir günü başta olmak üzere bulunduğu hemen her seferde Rasûlullah’ın sancağını taşırdı.[40] Uhud günü sebat edenlerden, Hudeybiye’de ölüm beyatında bulunanlardan, Mekke Fethi günü muhacirlerin üç sancağından birini taşıyanlardan idi. Rasûlullah onu iki seriyyeye komutan yapmış, Yemen’e göndermişti. Tebük seferi hariç hiçbir seferde Rasûlullah’tan ayrılmamıştı. Tebük’e giderken Hz. Peygamber yerine Hz. Ali’yi bıraktı. Ordu Medine’den ayrıldıktan sonra bazı münafıklar “Ali ile beraber bulunmaktan hoşlanmadığı için Hz. Peygamber onu yanında götürmedi” dediler. Bu söz Hz. Ali’ye ulaşınca hemen yola çıkıp fazla uzaklaşmamış olan orduya yetişti ve bu sözleri Hz. Peygamber’e sordu. Efendimiz gülerek : “Ya Ali, sen benim için Harun’un Musa’ya olduğu gibi olmak istemez misin? ” buyurdu.

Başka bir rivâyette Hz. Ali (üzüntülü olarak): “Ya Rasûlallah sen gidiyorsun beni geride mi bırakıyorsun” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber: “Ya Ali, sen benim için Harun’un Musa’ya olduğu gibi olmak istemez misin? Ancak benden sonra peygamber gelmeyecektir” buyurdu[41]. Bu sözü duyunca Hz. Ali hızlıca geri döndü.[42]

Tasvir edildiğine göre Ali b. Ebi Talib, orta veya ortaya yakın kısa boylu, buğday tenli, iri siyah gözlü, ayın on dördü gibi parlak simalı, güler yüzlü, göğsünü dolduracak kadar gür sakallı idi. Başı dazlaklaşmış, saçının kalan yerleri ve sakalı beyazlamıştı. Bazen sakalını boyardı. Bakışı keskindi. Büyükçe karınlı yani hafif göbekli idi.[43]

Zühd üzere yaşayan Hz. Ali bunun yansıması olarak diz kapaklarının biraz altına inen ucuz elbiseler giyer, elbiselerini pazardan satın alırdı. Zaman zaman bir ucunu öne bir ucunu arkaya saldığı siyah sarık sarardı.[44] Takkesi ince, beyaz idi. Yüzüğünün üstünde “Allahu Melik”, başka bir yüzüğünde “Muhammed Rasûlullah” yazılı idi.[45]Hz. Osman’ın şehadetinden sonra dördüncü halife olarak seçilen Hz. Ali’ye H. 35 yılında Zilhicce’nin 18’nde Cuma günü Medine’de beyat edildi.[46] İlk olarak, Zübeyr b. Avvam, Talha b. Ubeydullah, Sa’d b. Ebî Vakkas, Saîd b. Zeyd b. Amr, Ammar b. Yâsir, Usame b. Zeyd, Sehl b. Huneyf, Eyyub el-Ensârî, Muhammed b. Mesleme, Zeyd b. Sâbit ve Huzeyme b. Sâbit, sonra da o sırada Medine’de bulunan bütün ashab ile diğer insanlar beyat ettiler. Ancak sonra Talha ve Zübeyr (ra) kerhen biat ettiklerini söyleyerek, Hz. Âişe ile birlikte Mekke’ye oradan da Basra’ya gittiler ve Cemel vakası oldu.[47] Daha sonra olan Sıffin savaşı ve Muaviye ile arasında geçenler meşhurdur. Bu arada Sıffin savaşından sonra ortaya çıkan Haricîler uzun süre Hz. Ali’yi uğraştırmış, sonunda Haricî birisi olan Abdurrahman ibn Mülcem tarafından şehid edilmiştir.

Rivâyetlerden anlaşıldığı kadarıyla Hz. Peygamberin kendisine bildirmesi sebebiyle[48] Hz. Ali öldürüleceğini bilmektedir ve beklemektedir. Bu sebepten zaman zaman bu hususta konuşmalar yapmaktadır. Bir defasında: “Sizin en şakinizi beni öldürmekten alıkoyan nedir? Allah’ım ben onlardan bıktım onlar da benden. Onları benden rahatlat (kurtar) beni de onlardan!” demişti.[49]

İbn Mülcem’in kabilesi olan Murad kabilesinden biri gelerek Hz. Ali’ye, “kendine koruma tut, çünkü Murad kabilesinden birileri seni öldürmek istiyor” dediğinde Hz. Ali, “Kişinin iki tarafında birer muhafaza meleği vardır. O kişi kendisine takdir edilmemiş hususlardan korur. Kendisine takdir olunan şey gelince de o şey ile kişi arasından çekilirler. Muhakkak ecel koruyucu kalkandır” cevabını vermişti.[50]

Hz. Ali yaralandıktan sonra iki gün yaşayıp, 11 Ramazan 40 yılında Pazar günü vefat etti. Naaşını Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve Abdullah b. Cafer yıkadılar ve kefenleyip defnettiler.[51] Hilafet müddeti 4 sene 9 aydır. Vefat ettiğinde 63 yaşında idi.[52] Hz. Ali’nin faziletine dair çok sayıda hadis vardır.[53]

Hz. Ali’nin fakîhliği tartışmasız kabul edilmiştir. Onu sahabenin en fakîhi kabul edenler vardır. Daha Peygamber Efendimiz zamanında fetvâ vermiş, insanlar arasında hükmetmiştir.

Kendi şöyle aktarıyor: “Rasûlullah beni Yemen’e kadı olarak tayin edince, “Ya Rasûlallah beni mi gönderiyorsun, hâlbuki ben gencim onlar ise olgun kişiler? Benim kaza (yargı) hakkında ilmim de yoktur” dedim. Rasûlullah göğsüme vurarak, “Allah’ım kalbine hidayet (doğruluk) diline sebat ver” diye dua etti. Vallahi bundan sonra hiçbir şey de tereddüde düşmedim.”[54]

Hz. Ömer, “En iyi hüküm (kaza) verenimiz Ali’dir”[55] der; Hz. Ali’nin olmadığı bir mecliste zor bir problem ile karşılaşmaktan Allah’a sığınırdı.[56] Medine’de feraizi en iyi bilen Hz. Ali idi. İbn Abbas diyor ki, “İlmin onda dokuzu Ali’de idi. Geri kalan onda birde de hissesi vardı.”[57] Abdülmelik b. Süleyman, tabiinden A’ta’ya ashab içinde Hz. Ali’den âlimi olup olmadığını sorduğunda, A’tâ, “Vallahi ondan âlimini bilmiyorum” dedi.[58]

Tabiunun önde gelen âlimlerinden Ata b. Ebi Rabah ile özellikle Mesruk b. Ecda'ın şu tespitleri, Hz. Ali'nin sahabe nezdindeki konumunun, bir sonraki nesilde de takdir edildiğini göstermektedir: “Muhammed (sav) ashabını (ilim hususunda) yokladım. Allah Rasûlü'nün (s.a.) ilminin şu altı sahabede toplandığını gördüm: Ömer, Ali, Abdullah b. Mesud, Zeyd b. Sâbit, Ebu’d-Derda ve Übey b. Ka'b. Bu altı kişinin ilmi de Ali ile Abdullah'ta toplanmıştır.”[59]

Hz. Ali’nin hüküm vermedeki isabeti ve sürati, olayları fıkhetmedeki üstünlüğü üzerine çok sayıda olay aktarılmıştır.[60] Hz. Ali, ehlisünnet dört mezhebin hepsinde de önemli olsa da özellikle Hanefî mezhebinde Hz. Ömer ve Abdullah b. Mesud ile birlikte merkezî konumu işgal etmektedir. Bu durumu Ebû Hanife şöyle dile getirir: “Bu ilmi (fıkhı) Hz. Ömer’den ilim alanlar vasıtasıyla Ömer’den; Hz. Ali’den ilim alanlar vasıtasıyla Ali’den; Abdullah b. Mesud’dan ilim alanlar vasıtasıyla da İbn Mesud’dan aldım.”[61]

Fakîhlik yönü çok belirgin olan Hz. Ali, Şiayı bir kenara bırakırsak, özellikle tarikatların oluşumundan sonra fıkıh yönüyle değil de tasavvuf yönüyle ön plana çıkmıştır. Bütün tarikatlar silsilelerini Hz. Ali’ye dayandırmışlar; sahabeden Hz. Ebû Bekir’e ulaşan silsileye sahip olan Nakşiler bile Hz. Ali’ye ulaşan iki silsile daha ihdas etmişlerdir[62].

“Mesela Nakşibendî, Kâdirî ve Halvetî tarikatlarının bir silsilesinde tarihî sıra içerisinde şu isimler yer alır: Hz. Muhammed (s.a), Ali b. Ebî Tâlib, el-Hasenü’l-Basrî, Habîb el-A’cemî, Dâvûd et-Taî, Ma’ruf el-Kerhî, Seriy es-Sekatî, Cüneyd el-Bağdâdî.”[63]

Sûfîler Hz. Ali’nin veya Hz. Ali’nin çok yakınında olan Kümeyl b. Ziyad’ın Hasan-ı Basrî’ye hırka giydirdiğine inanırlar[64]. Bununla birlikte zühd dönemi mutasavvıflarından nakledilen ve bize ulaşan sözlerde Hz. Ali’ye özel bir atıf bulunmamaktadır. Bu manaya gelebilecek bir ifade yaklaşık iki yüz yıl sonra Cüneyd (v.                     298/910)'in ağzından

nakledilmiştir. Onun “Usûlde ve belada pirimiz Ali Murtaza’dır”[65] ve “Allah kendisinden razı olsun, Emirü'l-mü'minin Hz. Ali eğer harplerle meşgul olmasaydı bizim bu (tasavvuf) ilmimize dair pek çok manayı (incelikleri) bize aktarırdı. Çünkü o, kendisine ilm-i ledün verilmiş birisiydi. İlm-i ledün ise Hızır'a (a.s.) özgü olan bir ilimdir” dediği nakledilmiştir.[66]

Bu sözün Cüneyd’e ait olup olmadığını bilmiyoruz ancak tasavvuf klasikleri olan eserleri verenlerden Muhâsibî, Kuşeyrî ve Sülemî hariç müellifler Serrâc, Kelâbâzî, Ebû Tâlib Mekkî ve Hücvîrî ile Hilye yazarı Ebû Nuaym Isfahanî, Hz. Ali’ye tasavvuf konusunda diğer sahabe arasında farklı bir yer ayırmıştır.

Kelâbâzî (v.                   380/990) eserinin ikinci bölümünde Hz. Ali ve onun soyundan

gelenlerin adlarını sûfiler listesine dâhil ettiği gibi, sûfîlere ait bilgileri anlatan, onların vecd hallerinden bahseden, makamlarını yayan, hem söz ve hem de amelle sûfîyâne halleri tasvir edenler arasında Hz. Ali, Hasan ve Hüseyin’i başta saymıştır.[67] Çağdaşı Serrâc her ne kadar diğer üç halife ile aynı miktarda yer ayırsa da tasavvuf hususunda Hz. Ali’ye daha fazla atıfta bulunmuştur. O şöyle demektedir:

“Emirü'l-mü'minin Hz. Ali’nin Rasûlullah’ın tüm ashabı arasında, yüce manalar, latif işaretler, benzersiz lafızlar, tevhid, mârifet, iman ve ilim hakkında ibare ve beyanlar ve daha başka hususlarda ayrı bir yeri vardır. Ayrıca kendisiyle sûfîlerden hakikat ehlinin ilgi kurduğu ve ahlâklandığı yüksek hususiyetleri bulunmaktadır.[68] Hz. Ali sahabe arasında tevhid ve mârifeti anlatma ve açıklama hususunda ayrı bir yere sahipti.[69] Hz. Ali’nin sûfîlerden kalp erbabı, işaret sahipleri ve vecd ehlinin ilgilendiği haller, ahlâk ve fiillerle ilgili pek çok sözü vardır.”[70]

Yine Serrâc, Hz. Ali’nin Kümeyl b. Ziyad’a kalbini işaret ederek: “İşte ilim burada. Ah keşke onu taşıyacak birini bulsam!” dediğini nakleder.[71]

Serrâc dört halifeyi şöyle vasıflamıştır: “Dünyanın tamamını terk eden, sahip olduğu her şeyden çıkan (soyutlanan), hiçbir bağı olmaksızın fakr ve tecrid yaygısı üzerine oturanların imamı Hz. Ebûbekir’dir. Dünyanın bir kısmından geçip bir kısmını çoluk çocuğu ve sıla-i rahim için ayıran ve tüm hakları yerine getirenlerin imamı Hz. Ömer ibnü’l- Hattab’dır. Allah için (mal) toplayan, Allah için men eden, Allah için veren, Allah için infak edenlerin imamı Hz. Osman b. Affan’dır. Dünya (malı)nın etrafında dönmeyen (dünyalık talep etmeyen) ve istemeden gelen dünyalığı reddedip ondan kaçanların önderi ise Ali b. Ebû Tâlib'tir.”[72]

Hücvîrî (v. 465) ise “bela denizinin dalgıcı, dostluk ateşinin yakıp kül ettiği, evliyâ ve asfiyanın rehberi” olarak tanımladığı Hz. Ali’nin tasavvuf yolunda şanının büyük derecesinin yüksek olduğunu söylemektedir. Cüneyd’in “Usûlde ve belada pirimiz Ali Murtaza’dır” sözünü açıklarken de, “İlimde ve muâmelede tasavvuf yolunun imamı Ali’dir (ra). Bu yolu tutanlar, tasavvuf yolu ile ilgili bilgilere usûl derler, bu yolda belaya katlanmaya da muâmeleler ismini verirler” demektedir.[73] [74]

Hücvîrî, Hz. Ali başta olmak üzere onun soyundan gelen imamlara ayrı önem vermiştir. Dört halifeden sonra “Sûfîlerin Ehl-i Beytten Olan İmamları” başlığını açmış ve burada, Hasan b. Ali, Hüseyin b. Ali, Zeynelâbidin, Muhammed Bâkır, Cafer Sâdık’ı 411

zikretmiştir.

Ebû Tâlib Mekkî (v. 386/996).’nin Hz. Ali’den yaptığı nakiller tüm ehlisünnet âlimlerin yapabileceği nakillerdir. Ancak sabah namazından sonra yapılacak duaları aktarırken “Süleyman b. Mu’temir’in yaptığı tesbihatı Hızır’ın Hz. Ali’ye öğrettiği söylenmektedir” diyerek, Hz. Ali’nin Hızır’dan ilim aldığı imasında bulunmuştur.[75] [76]

Büyük muhaddis Ebû Nuaym Isfahanî ise Hz. Ali’ye kitabında diğer sahabelere göre daha fazla yer vermiş ve onu farklı bir yere koymuştur. Onun, “mârifetullah sırrına erenlerden, zâhir ve bâtın ilmini bilenlerden, Allah’ın zatını tanıyanlardan” olduğunu söylemiş, faziletiyle ilgili pek çok hadis naklettiği gibi kendisinden de çok sayıda söz 413

nakletmiştir.

Kendisi reddetmesine rağmen[77] özellikle Şii çevrelerle ondan etkilenen bazı sûfî çevrelerde Hz. Ali’ye, Hz. Peygamber tarafından diğer sahabenin bilmediği sırların verildiğine inanılır. Zühd dönemi mutasavvıfları Hz. Ali’ye diğer sahabeye nazaran ayrı bir önem atfetmediği halde daha sonraki dönemde artan bir şekilde mutasavvıfların Hz. Ali’ye önem vermeleri, atıfta bulunmaları, silsilelerini ona ulaştırmaya gayret etmeleri nasıl açıklanabilir?

Zahidlerin fazla atıfta bulunmamasının sebepleri olarak Salih Çift şunları sayıyor:

“Birincisi söz konusu döneme ait zahidlerden bugüne kalan metin sayısı çok azdır. Bu itibarla onların kanaatlerini tam manasıyla tesbit etmek zordur. ikinci olarak da zahid olarak nitelendirilen ilk dönem sûfilerinin Peygamber dışında bir önder ya da rehber edinme kaygılarının bulunmadığı söylenebilir. Ayrıca ilk dönem zahidleri Hz. Ali'yi manevi yollarının öncüsü kimliğinden ziyade dini konularda otorite olan ve esas itibariyle siyasi bir makam olan hilafet noktasında kendisine haksızlık edilen bir lider olarak algılamaktaydılar. ”[78]

Bizim kanaatimiz ise bunların yanında Emevî ve Abbasîlerin güçlü olduğu, Hz. Ali ve evladının takbih edildiği bu dönemde yöneticilerle karşı karşıya gelmek istemeyen sûfîlerin Hz. Ali’ye atıfta bulunmaktan biraz uzak durduğu, bu sıkıntının geçtiği dönemlerde ve bölgelerde ise atıfların arttığı görülmektedir. Şia tesirinin fazla olduğu yerlerde yetişen mutasavvıflarda bu daha fazla olmuş, Şia’ya takip olan yerlerde ise azalmıştır. Mesela aynı dönemde yaşayan Hücvîrî (v. 465) kitabında, Hz. Ali’ye özel bir önem verirken Kuşeyrî, tasavvufu ehlisünnet çevrelere kabul ettirebilmek için Risale'sinde Hz. Ali’den neredeyse hiç bahsetmemiştir.

Gazzâlî’nin İhyâ’daki Hz. Ali’ye atıfları ise epey fazladır. Gazzâlî ile ehlisünnet çevrelerde tasavvufun kabul edilmesi, mutasavvıfların Hz. Ali’ye atıflarının önünü açmıştır. Bunda Şia tesirinin yeri olduğu gibi, Hz. Ali’den sonra Hz. Ali evladının siyasetten uzak kalması, onların ilme ve zühde yönelmelerine, bu da tasavvufta önemli bir yere sahip olmalarına yol açmıştır. Ayrıca Hz. Ali’ye atfedilen sözlerin diğer sahabeye göre çok olması ve bunların içinde tasavvuf ehline uygun olan çok sayıda söz bulunması mutasavvıfların kendilerini Hz. Ali’ye bağlamalarını kolaylaştırmıştır.

Her ne kadar güvenilir hiçbir kaynakta bizzat onun tarafından yazıldığı yer almasa da Hz. Ali’ye nispet edilen bazı eserler mevcuttur. Bunlardan en tanınmış olanı “Nehcu'l- Belağa” adlı eserdir. Yine Ali'nin şiirleri olduğu söylenen ve birçok şerhleri bulunan “Envâru'l-ukûl min eş'âri vasiyyi'r-Resûl adlı divan; yine ona nispet edilen “el-Kasidetü'z- Zeynebiyye; el-Kasîdetü'z-Zeburiyye; el-Kasîdetü'l-Cülculutiyye” gibi eserler de gerçekte ona ait değildir. Böyle olmakla birlikte Hz. Ali'nin hikmetli sözlerinden derlendiği ileri sürülen “Elf Kelime; Emsalu'l-Imam Ali; Gurerü'l-hikem ve dürerü'l-kilem” adlı matbu eserler de bulunmaktadır.[79] [80]

Bu eserlerden en dikkat çekeni ve meşhur olanı Nehcü’l-Belâğa’dır. Bu kitap Hz. Ali'nin neslinden gelen şair ve edip Şerif er-Radi (v.406/969) tarafından derlenmiş bir eserdir. Eser hutbeler, hitabeler ve emirnâmeler, resmî ve özel mektuplar, vecizeler ve öğütler olmak üzere üç bölüme ayrılmıştır. Birinci bölümde Allah Teâlâ’dan, Rasûl-i Ekrem’den, Hz. Ali ve Ehl-i beyt’ten, dünya ve âhiretten, bazı içtimai ve iktisadi meselelerle ilk üç halifeden ve Hz. Ali zamanına ait bazı tarihî olaylardan söz eden 242 hutbe yer alır. ikinci bölüm Hz. Ali’nin Cemel Savaşı’ndan önce, savaş sırasında ve savaştan sonra yazdığı, Muâviye ’ye gönderdiği mektuplar, ayrıca idari mektuplar, emirnâmeler, ahidnâmeler olmak üzere yetmiş sekiz (tekrarsız altmış üç) parçayı kapsar. Hz. Ali ’nin vecizelerine ayrılan son bölümde ise 498 özdeyişe yer verilmiştir.411

Bu kitapta geçen sözlerin Hz. Ali’ye aidiyeti tartışma konusu olmuştur. Şii çevreler sözlerin Hz. Ali’ye ait olduğundan şüphe duymazken, ehlisünnet çevreler bundan şüphe duymuşlar, uydurma olduğunu, en azından Hz. Ali’ye ait olmayan pek çok söz girdirildiğini söylemişlerdir. Diyanet Islâm Ansiklopedisinde Hz. Ali’nin İlmi bölümünü yazan Yaşar Kandemir, Zehebî’den nakledilen, bu sözlerin Hz. Ali’ye ait olamayacağı görüşüne meylederken, Nehcü’l-Belâğa maddesini yazan İsmail Durmuş, “sözlerin büyük bir kısmının Hz. Ali’ye ait olduğunu söylemek gerekir. Özellikle onun zamanında cereyan eden hadiselere dair olanlar, ilim ve ahlâkî erdemler vb. konularda medih parçaları, valilerine ve devlet ricâline yazdığı mektuplar bu türdendir”[81] demektedir.

Nehcü’l-Belağa'yı Türkçeye tercüme eden Abdülbâki Gölpınarlı da sözlerin Hz. Ali’ye ait olduğunu söylemektedir. Bizim kanaatimiz de İsmail Durmuş’la aynı yöndedir. Kitap okununca, sözlerin önemli bölümünün Hz. Ali’ye ait olduğu ancak bazı sözlerin onun adına söylendiği veya bazı sözlerine ilaveler yapıldığı kanaati oluşmaktadır. Bu kitapta Hz. Ali’den hem fıkıhla[82] hem de tasavvufla[83] ilgili olabilecek çok sayıda söz nakledilmiştir.

Bu bölümü Hz. Ali’nin şu sözü ile bitirelim:

“Gerçek fakîh, Alah’ın rahmetinden ümit kestirmeyen ve halkı O’nun azabından emin kılmayan, Allah’a isyan edilebilecek konularda insanlara ruhsat vermeyen ve Kur’an’ı bırakıp başka şeylere rağbet etmeyen kişidir.”[84]

Selman-ı Farisî (ra)

Doğduğu zaman kendisine verilen adı Mâbeh b. Bûdehşân b. Mürselân b. Behbûzan b. Feyrûz b. Şehrek[85] olan Selman (ra) kendi ifadesine göre Isfahan’ın Cey[86] kasabasında veya Ramhürmüz[87] şehrinde doğmuştur[88].

Selmân (ra), Müslüman olduktan sonra, Selmân el-Fârisî, Selmân b. İslâm[89] Selmân el-Hayr, Ebû Abdullah, Selmân b. İslâm Mevlâ Rasûlillah[90], Mevlâ’l-İslâm ve Selmân el- Muhammedî[91] [92] isimleri ile isimlendirilmiş olup, bu isimlerin içinde en çok da Selmân el- Fârisî ismiyle meşhur olmuştur.

Selmân el-Fârisî’ye nesebi sorulduğunda; “Ben Selmân b. el-İslâm”, “kimin oğlusun?” denildiğinde; “Ben, Âdemoğullarından Selmân b. el-İslâm” şeklinde cevap vermiştir.

Pek çok kaynakta yer almış meşhur bir Müslüman olma serüveni vardır. Mecusi bir ana babadan, hatta kutsal ateşi yakmakla görevli asaleti olan bir babanın oğlu olarak dünyaya gelmiş, ihtimamla büyütülmüş, kutsal ateşe hizmet etmek üzere yetiştirilmiş iken içindeki, Hakk’ı arama aşkı ile önce bölgesindeki İsevîlerle tanışmış, onların delaleti ile Ş am, Busra, Nusaybin, Ammuriye’de[93] farklı rahiplerin hizmetinde bulunmuş, en son hizmet ettiği rahibin, son peygamberin gelmesinin yaklaştığını söyleyip, O’nun çıkacağı şehre gitmesini tavsiyesi ve târifiyle Arabistan’a gitmek için Ammuriye’ye gelmiş bir ticaret kafilesine katılmış, ancak onlar hıyanet ederek onu Vadi’l-Kura’da köle olarak bir yahudiye satmışlar, sonra farklı kişilere satılarak en son Medine’de yaşayan Kurayzaoğullarından bir yahudiye satılmış, bu sırada Medine’yi teşrif eden Hz. Peygamberi rahipten öğrendiği şekilde deneyerek Müslüman olmuş, ardından da Rasûlullah’ın yardımıyla kölelikten kurtulmuştur.[94]

Kabul edilen görüşe göre hicretin birinci yılında Müslüman olmuş, Hendek savaşından önce kölelikten kurtulmuştur. Hendek savaşında hem hendek fikrini vermiş hem de hendeğin kazılmasında canla başla çalışmıştır. Buradaki çalışması ve gayretini gören muhacir ve ensar Selman (ra)’ın kendilerinden olduğunu söylemişler tartışmanın büyümesi üzerine Rasûlullah, “Selman bizdendir, ehlibeyttendir” diyerek son noktayı koymuştur.[95]

Selman (ra) azat olduktan sonra Rasûlullah’tan hiç ayrılmamış, Hz. Peygamberin vefatına kadar bütün savaşlarda O’nunla birlikte bulunmuştur. Aktarıldığına göre Rasûlullah’ın yanına rahatça giren ve soru soran sahabilerdendi.

Hz. Peygamber Selmân el-Fârisî’ye ayrı bir önem vermiş, bazı geceler onunla yalnız başına uzunca sohbet etmiştir.[96] Cennetin Hz Selmân’ı özlediğini[97], Fars’tan Müslüman olan ilk kişi olarak, Fars’ın öncüsü konumunda bulunduğunu,[98] [99] “din/iman Süreyya yıldızında olsa Selman ve kavminden bazı kişilerin buna ulaşacağım”4,6 söyleyerek Selmân el-Fârisî’yi övmüştür.

Cebrâil Hz. Peygamber’e gelerek, Allah’ın sevdiği dört kişiyi haber vermiştir. Allah Rasûlü’ne de onları sevmesini emretmiştir. Bu dört kişiden birisi Selmân el-Fârisî’dir.[100] Yine Hz. Peygamber kendisine verilen 14 seçkin kişiden biri olarak Selman-ı Farisî’yi saymıştır.[101] Hz. Peygamber, Hz. Selman’ı Ebu’d-Derda (ra) ile kardeş yapmış ve bu kardeşlikleri ömürlerinin sonuna kadar devam etmiştir[102].

Hz. Ömer döneminde İran’ın fethine katılan Hz. Selman komutanlık, kavmini hidayete davet görevleri yapmış, Kûfe şehrinin kuruluşunu gerçekleştirenler arasında bulunmuştur. Ardından Medain valiliğine tayin edilen Selman (ra) burada zühdü ile meşhur olmuş, belki de saltanata ve şatafata fazla önem veren kavminin bu düşüncelerini yıkmak için bazılarınca abartı sayılacak ve askerleri tarafından dalga geçilecek kadar halktan biri, hatta halkın fakirlerinden biri gibi yaşamıştır. Bu sebeple Medain’e gelen ve Hz. Selman’ı tanımayan bir tüccarın yükünü taşıtmak istemesi, onun da o kişiye ders için bu yükü taşıması meşhurdur.[103] Kendisine Hz. Ömer tarafından Medine’de iken Bedir ashabı gibi tahsisat verilmesine, vali olunca valilik maaşı almasına rağmen o bunların tamamını infak ed erek eliyle ördüğü sepetleri satarak geçimini sağlamıştır.

Selmân el-Fârisî, Hz. Ömer’in vefatından sonra Medine’ye dönmüştür. Hz. Osman döneminde aktif bir görevi bilinmemektedir. Bunda yaşının ilerlemesinin etkili olması ile birlikte valiliklere genellikle Ümeyyeoğullarından kişilerin atanması da etkili olmuş olabilir. Hz. Osman döneminde Hazar seferine katıldığı, Hazar bölgesinin fethinden sonra, Medâin’e döndüğü ve iki yıl sonra orada vefât ettiği ifade edilmektedir[104]. Selman (ra), Hz. Osman’ın hilafetinin son yıllarında vefat etmiştir. Yaşı ile ilgili abartılı rivâyet ler vardır. Ancak doğrusu Hz. Selman’ın 80 yaş civarında vefat ettiğidir.[105]

Selman (ra), Ahmed Naim tarafından, içtihad seviyesine ulaşan ve fetvâları her biri için bir cildi tutacak kadar olan ikinci grup 20 sahabinin arasında sayılmıştır.[106] Kettânî, İbnü’l-Cevzî’ye dayanarak, Rasûlullah zamanında fetvâ verenlerden birinin de Selmân-ı Fârisî olduğunu ifade eder.[107] [108] Fakîhliği ile meşhur sahabilerden Muaz b. Cebel, Selmân-ı Farisî’nin ilmini anlatırken: “Ben dört kişiden ilim öğrendim, bunlardan biri de Selmân’dır” 445

demiştir.

Ebû İshak Şirâzî’nin Tabakâtü’l-Fukahâda Ebu’d-Derda’yı (ra) sahabenin fakîhleri arasında sayarken Selman-ı Fârisî’yi saymaması ilginçtir. Hâlbuki rivâyetlere göre Hz. Peygamber bir olay sebebiyle Ebu’d-Derda’ya, “Selman senden daha bilgilidir”[109] demiştir. Olayın Tirmizî’deki rivâyeti şöyledir:

“Rasûlullah, Selman ile Ebû’d-Derdâ arasında kardeşlik kurdu, Selman Ebû’d- Derdâ’yı ziyaret etti ve karısı Ümmü’d-Derdâ’yı perişan bir halde gördü. Selman, “Neden böyle perişan haldesin?” diye sordu. Ümmü’d-Derdâ: “Kardeşin Ebû’d-Derdâ’nın dünyaya hiçbir ihtiyacı kalmamıştır” diye cevap verdi.

Ebû’d-Derdâ gelince Selman’a yemek getirdi ve “Sen ye, ben oruçluyum” dedi. Selman: “Sen yemedikçe ben de yemem” dedi. Bunun üzerine Ebu’d-Derdâ da yedi. Gece olunca Ebû’d Derdâ namaz için kalkmak istedi, fakat Selman ona, uyu dedi, o da uyudu bir süre sonra yine kalkıp namaz kılmak istedi, yine Selman ona uyu dedi o da uyudu. Sabah namazının vakti girince Selman ona, “şimdi kalk” dedi. İkisi de kalkıp namazlarını kıldılar. Sonra Selman şöyle dedi: “Muhakkak ki, üzerinde nefsinin hakkı vardır, Rabbinin hakkı vardır, misafirinin hakkı vardır, ailenin hakkı vardır. Her hak sahibine hakkını ver.” Ardından Rasûlullah (s.a.v.)’e gelerek durumu ona anlattılar da Rasûlullah (s.a.v.) “Selman doğru söylemiştir” dedi.”[110]

Selmân-ı Fârisî’nin fetvâlarından bazıları şunlardır:

Selmân-ı Fârisî, bir sefer sırasında dört rekâtlı bir namazın dört rekât kılındığını görünce, iki rekât kılındığında yeterli olacağını söylemiştir.[111] Ganimetle elde edilen önceden kesilmiş koyundan (nasıl kesildiği bilinmese bile) istifade edileceği kanaatindedir.[112]9 Av köpeği, yakaladığı avdan yemesi durumunda, bu avın yenilmesinde bir sakıncanın bulunmadığını belirtmiştir.[113] Avret yerine bakmanın ve baktırmanın haram olduğunu,[114] imamın yüksekte cemaatin aşağıda namaz kıldırmasınını mekruh olduğunu,[115] sultanın yanında çalışan ya da riba yiyen bir tüccarın yemeğinin yenilip, hediyesinin kabul edilebileceğini,[116] vücuttan kan çıktığında abdestin bozulacağını,[117] abdestsiz mushafa dokunulmayacağını, mushafa dokunmadan ezberden Kur’an okunabileceğini[118], yeni Müslüman olmuş İranlıların namazlarında Fatiha suresinin Farsça tercümesini okuyabileceklerini söylemiştir.[119]

Selmân-ı Fârisî’nin tasavvuf yönüne gelince, Şia’nın aşırı büyütmesini bir kenara bırakırsak, tarikatlar arasında Selmân-ı Fârisî’yi silsilelerine dâhil edenler, Nakşiler ve Yesevîlerdir. Klasik tasavvuf kitaplarından, tespit edebildiğimiz kadarıyla, sadece Keşfü’l- Mahcûb’da suffa ehli arasında sayılarak, “Allah’ın dostu ve Peygamber’in hallerinin mahremi” şeklinde[120] ve el-Lümâ’da, Ashab-ı suffe dışındaki sahabilerden olarak iki tane menkıbesi ile geçmektedir.[121] İlk dönem sûfî tabakat kitaplarından Hilyetü’l-Evliyâ’’da ise geniş yer ayrılmıştır[122]. Daha geç dönem tabakat kitaplarından olan Şa’ranî’nin et-Tabakâtü’l- Kübrâ’sında[123] ve el-Münavî (1031/1718)’nin el-Kevakibu’d-Durriyye fi Teracîmi’s-Sâdâti’s- Sûfiyye’ sinde[124], sahabe biyografileri arasında yer almıştır.

Sahabe düşünüldüğü zaman tasavvufa en yakın olan sahabelerin başında Hz. Selman’ın gelmesi tabii gelmektedir. Çünkü o hakikati arama uğruna memleketini terk etmiş ve ruhbanlığı ile meşhur dört rahibe talebelik yapmıştır. Müslüman olmadan önce zühd ve uhrevî yönü daha ağırlıklı olan bir eğitim almıştır. Peygamber Efendimizle özel sohbetlerinin olması, bu sohbetlerinde yanlarında kimsenin olmaması daha önceden ilmi olan Selman (ra)’nın farklı bilgiler aldığını akla getirmektedir. Ancak kendisinden rivâyet edilen sözler ve davranışlar ilk dönem zühd ağırlıklı tasavvuf anlayışının ötesine fazla geçmemektedir. Gece ibadeti ile ilgili rivâyetlere bakıldığında[125] din anlayışının abidlikten çok zahitliğe ve kalp temizliğine yakın olduğu anlaşılmaktadır.

Onun hikmet ehli birisi olduğu çok açıktır. Hz. Ali’nin hakkında söylediği: “O, bizden bir kişidir, bize Ehl-i Beyt denilir. Selmân, sizin için Lokman Hekim gibidir. Selmân, önceki ve sonrakilerin ilmini bilir. Önceki ve sonrakilerin kitaplarını okumuştur. O, suyu tükenmeyen bir denizdir”[126] sözü bunun için delildir. Mutasavvıflar için delil olabilecek ve örnek alınacak pek çok sözü ve davranışı vardır. Şu rivâyet ise onun hem fıkhına hem takvâsına delildir:

Hz. Peygamber Huneyn savaşının sonunda, elde edilen ganimetleri koruması için Selmân el-Fârisî’yi görevlendirmiştir. Selmân el-Fârisî, ganimet mallarının başında beklerken bir adam gelmiş, elbisesinin yırtıldığını, bundan dolayı ganimet mallarından bir iğne, iplik aldığını, onunla yırtılan elbisesini diktiğini, bunun günah olup olmadığını sormuştur. Selmân el-Fârisî; “Her günah miktarına göredir” demiştir. Bunun üzerine o adam, elbisesinden iğneyi çekip çıkarmış ve ganimet mallarının içine atmıştır.[127]

Kasım b. Muhammed

Tam adıyla Ebû Muhammed (Ebû Abdirrahmân) el-Kâsım b. Muhammed b. Ebî Bekr es-Sıddîk el-Kureşî et-Teymî el-Medenî’dir. Hz. Osman’ın[128] veya Hz. Ali’nin hilafeti sırasında doğmuştur. Baba ve dedesinden yaptığı rivâyet ler münkatı’dır. Teracim ve tabakat kitaplarında doğum tarihi tam olarak kayıtlı değildir. [129]

Annesi Sevde isimli bir ümmüveleddir. İbn Hallikan (v. 671) annesinin Yezdicerd’in kızı olduğunu ve Zeynelabidin Ali b. Hüseyin ile teyze çocukları olduğunu söylemektedir.[130] Buna göre Hz. Ömer zamanında Yezdicerd’in üç kızı esir olarak getirilmiş, Hz. Ali bunları satın alarak birini oğlu Hz. Hüseyin’e, birini üvey oğlu Muhammed b. Ebîbekir’e diğerini de Abdullah b. Ömer’e vermiş; Hz. Hüseyin’den Zeynülâbidin, Abdullah b. Ömer’den Sâlim, Muhammed b. Ebîbekir’den de Kasım olmuştur.[131] Ancak İran’ın fethi sırasında Muhammed b. Ebîbekir’in 9-10 yaşlarında olması bu rivâyeti, Kasım b. Muhammed hakkında, kuşkulu hale getirmektedir. Diğer tabakat kitaplarında bu rivâyet yer almamıştır.

Babası Muhammed, Hz. Ali tarafından Mısır’a tayin edildikten sonra h. 36-37 yıllarında öldürülmüş[132]; babasının öldürülmesinden sonra bir müddet halası Hz. Âişe’nin yanında kalmıştır.[133] Ana baba bir kardeşi Abdullah b. Muhammed’dir. Abdullah, Harre günü öldürülmüştür.[134]

İbn Uyeyne, “zamanının en faziletlisi idi”[135] Mus’ab b. Abdillah ez-Zübeyrî, “Kasım, tabiinin hayırlılarındandı”[136] derken; Yahyâ b. Saîd, Medine’de Kâsım’dan daha faziletlisini görmediklerini söyler.[137] Iclî, “Tabiinin seçkinlerinden, fakîhlerindendir. Sikadır, salih bir kişidir”,[138] Ebûbekir ibn Mencûye, “ilim, akıl, edeb ve anlayışta zamanının en faziletlisi idi”[139] İbn Hallikan, “Zamanının en faziletlisi idi”[140] derken; İbn Asâkir, “Sikadır. Derecesi yüksek, âlim, fakîh, imam, çok hadis bilen, vera sahibi idi” demektedir.[141]

Saç sakalını boyadığı, yüzüğünün kaşında ismi ve babasının isminin olduğu [142]9, ipekli ve kırmızılı elbise giydiği[143] rivâyet edilmiştir. Bir işi danışmak üzere yanına gittiğinde, Abdullah b. Zübeyr, Kasım b. Muhammed’e bakınca, “Ebûbekir’in evlatlarından kendisine bu genç kadar benzeyen başka birini görmedim” demiştir[144].

Ömrünün son üç yılında gözleri görmeyen Kâsım, yetmiş veya yetmiş iki yaşında iken hac veya umreye giderken Mekke Medine arasında Kudeyd mevkiinde vefat etmiş ve Müşellel’de defnedilmiştir[145].

Vefat yılı için 101, 102, 107, 108, 109, 112 rivâyet leri vardır.[146] Vefat yılı için Buhârî, Ömer b. Abdülaziz vefatından sonra Yezid b. Abdülmelik’in hilafetinde hicri 101-102 yılı derken;[147] Halife b. Hayyat (Tabakatü Halife" sinde) 106’nın sonu 107’nin başında vefat ettiğini söyler.[148] Eyle’den bazı kişiler, h. 102-103’te vefat ettiğini, Yahya b. Main 108’de, Vakıdî 112 yılında 72 yaşında iken vefat ettiğini söyler[149]. Ebûbekir ibn Mencûye, 103 yılında 72 yaşında vefat derken[150], Ebû Süleyman ibn Zibr, 107 yılı demiştir[151]. Vefat yaşını kaydeden tüm tabakat kitapları 70-72 yaşlarını vermiştir. Babası h. 36-37 yıllarında öldürüldüğüne göre 36 yılından önce doğmuş olması gerekmektedir. Hz. Âişe’nin yanına yetim olarak geldiklerini bildiğine göre[152] babasının vefatında ne olduğundan haberdar olan bir çocuk olduğunu gösterir. Bu da en az 4-6 yaşlarında olduğunu gösterir. Buna göre doğum yılı hicrî 30-32 arasıdır. 70-72 yıl yaşadığına göre vefatı da h. 100-104 arasıdır. Bizim kanaatimiz başta Buharî[153] olmak üzere pek çok tabakat yazarının kabul ettiği h. 102 yılı vefat tarihi için en uygun olanıdır. Buna göre h. 30-32 yılları arasında doğmuş olmalıdır.

Amcası Abdurrahman’ın kızı Kureybe ile evlenen Kâsım’ın Abdurrahman, Ümmü Ferve, Ümmü Hakîm ve Abde adında çocukları vardı; Cafer es-Sâdık kızı Ümmü Ferve’den olma torunudur.[154] Oğlu Abdurrahman sika râvîlerdendir.[155]

Hayatı boyunca siyasete girmeyen[156] ve ilimle meşgul olan Kasım b. Muhammed tabiinin ikinci tabakasındandır ve fakîhliği ile meşhurdur. Zamanındaki meşhur yedi fakîhten birisidir.[157] Pek çok kişiye göre bunların en âlimidir.

Ebu’z-Zinad diyor ki: “Bir adamın adam sayılması için sünneti bilmesi gerektiği bir dönemde Kasım b. Muahammed’den daha akıllı ve sünneti daha iyi bilen bir fakîh görmedim.”[158] Yine Ebu’z-Zinad, “Kasım’dan daha bilgili bir fakîh görmedim”[159] demiş ve “Medine’de görüş sahibi yedi şeyh (fakîh) vardı. Said b. Müseyyeb, Urve b. Ez-Zübeyr, Ebûbekir b. Abdirrahman, Kasım b. Muhammed, Ubeydullah b. Abdillah, Harice b. Zeyd ve Süleyman b. Yesar. Bunlar aralarında ihtilaf ettiklerinde en büyük ve en faziletli olanın görüşü alınırdı”[160] diyerek Kasım b. Muhammed’i işaret etmiştir.

Zührî fetvânın Seleme b. Ekvâ‘, Kasım ve Sâlim’de toplandığını belirtmiş [161]8; Mâlik, “Kasım, bu ümmetin fakîhlerindendir” demiştir.[162] Kendisi de bu ilminin farkındadır: Bir bedevînin ısrarla sorduğu, “Sen mi daha âlimsin yoksa Sâlim mi?” sorusuna net cevap vermemiş; “Sâlim mübarek bir zattır” diye cevaplamıştır. Bunun sebebini İbn İshak şöyle açıklar: “Sâlim daha âlim demeyi kerih gördü çünkü yalan olacaktı. Ben daha âlimim demeyi de hoş görmedi, çünkü nefsini tezkiye etmiş olacaktı. Daha âlim olan Kasım idi.”[163] Mescidde bir meclisi vardı ve orada oturur soruları cevaplardı. [164] İşittiği hadisleri mana ile değil işittiği gibi yani harfi harfine nakletmeye dikkat ederdi.[165]

Fakîhliği çok net olan Kasım b. Muhammed’in fıkhî görüşleri üzerine Tunus’ta el- Ma‘hedü’l-a‘lâ li’ş-şerîa’da Enes b. Şeyh Muhammed el-Hâdî el-Allânî tarafından Fıkhü’l- îmâm el-Kasım b. Muhammed b. Ebî Bekr es-Sıddîk ve eseruhu fî Tûnis (1988), Ali b. Abdullah Sâlih Câbir tarafından Riyad’daki Câmiatü’l-İmâm Muhammed b. Suûd el- İslâmiyye’de Fıkhü’l-Kasım b. Muhammed muvâzinen bi-fıkhi eşheri’l-müctehidîn (1407/1987) adıyla birer doktora tezi hazırlanmıştır.[166]

Kasım b. Muhammed’in tasavvuf yönüne gelince, sadece Nakşîler ve Yesevîlerin silsilesinde yer alan Kasım b. Muhammed, tasavvuf yönü kuvvetli tabiin arasında görülmemiştir. Hilye istisna tutulursa, Kasım b. Muhammed’e klasik tasavvuf kitaplarında yer verilmemiştir. Hucvîrî tabiin mutasavvıfları arasında arkadaşı Said b. Müseyyeb’e yer verirken[167] Kasım b. Muhammed’e yer vermemiş, Kelâbâzî de büyük sûfîleri saydığı bölümde adını zikretmemiştir.[168] İlginç olan geç dönem sûfî tabakat kitaplarından olan Şa’ranî’nin et- Tabakâtü’l-Kübrâ sında da biyografisinin yer almamasıdır. Münavî’de ise kısaca yer almıştır.[169]

Nakşî silsilesinde Selman el-Fârisî’den sonra gelmiş olsa da hadis aldığı sahabiler arasında Selman (ra) yoktur[170]. Olma imkânı da bulunmamaktadır. Çünkü Selman (ra) vefat ettiğinde muhtemelen birkaç yaşlarında çocuktu. Ancak kendisinden sonra gelen kızı Ümmü Ferve’den olma torunu Cafer-i Sadık kendisinden hadis ve ilim alanlardandır.[171] Ancak zühdüne ve takvâsına delil olan çeşitli rivâyetler ve mutasavvıflar tarafından örnek alınan çeşitli sözleri bulunmaktadır. Bunlardan bir kaçı şunlardır:

Kendisine gönderilen 500 dinarı ve Ömer b. Abdülaziz’in bir kısım ihsanlarını kabul etmemiştir.[172] Eyyub anlatıyor:

“Kasım b. Muhammed’i üzerinde zaferan ile boyanmış (kıymetsiz) bir elbise ile gördüm. O bu halde 100 bin dirhemi reddetti de bundan dolayı içinde hiçbir heyecan (sıkıntı) duymadı.”[173]

Bir adamla bir yer hakkında ihtilafı oldu. O kişiye dedi ki: “Bunun hakkında benimle hasımlaşmak mı istiyorsun? O senindir. Eğer o senin hakkın ise al onu ve bana teşekkür etme. Yok, benimse sana verdim, helâl olsun.”[174]

Arefe günü, Arafat’ta birinin dilendiğini görünce ona, “yazıklar olsun sana ey dilenci, böyle bir günde Allah’tan başkasından mı istiyorsun?” dedi.[175]

Kâsım b. Muhammed bir adamın, “falanca Allah’a karşı ne kadar cüretli” dediğini duyunca, ona: “Âdemoğlu zayıf ve önemsizdir. Nereden Allah’a karşı cüretli olacak? Sen onun yerine, Allah hakkında bilgisi ne kadar az, de!” dedi.[176]

“Namazı ne parçalar?” diye sordular, “Allah’tan başka her şey” dedi.

 ^Başka bir sözünde de, “en büyük günahlardan biri kişinin yaptığı günahı hafif görmesidir” demiştir.[177]

el-Hasenü’l-Basrî

Tam adı Ebû Saîd el-Hasen b. Yesâr el-Basrî olan, el-Hasenü’l-Basrî, Hz. Ömer’in hilafetinin sonlarına doğru[178] hicrî 21 (m. 642) yılında Medine’de doğmuştur. Oğlunun şöhreti nedeniyle Ebu’l-Hasen adıyla meşhur olan babası Yesâr’ın Meysan esirlerinden olduğu söylenmiştir[179]. Meysân, Basra yakınlarında bir kasaba olup Irak’ın fethi sırasında Utbe b. İrfan tarafından fethedilmiştir. Buradan elde edilip Medine’ye getirilen esirler içinde Yesar da bulunmaktadır. Yesar’ın ilk adı Feyruz’dur[180] Yesâr, kaynaklarda Zeyd b. Sâbit’in veya Enes b. Mâlik’in halasının âzatlısı olarak gösterilir ve efendisine nisbetle kendisine Ensârî nisbesi verilir.[181]

Annesinin adı Hayre’dir[182] ve o da Ümmü’l-Hasen olarak meşhur olmuştur. Ümmü Seleme annemizin azatlısı olduğu söylenir.[183] Annesi bir hizmet için gittiği zaman çocuk ağladığında müminlerin annesi Ümmü Seleme onunla ilgilenir ve memesini çocuğun ağzına verir imiş. Fesahati ve hikmet sahibi olmasının bunun bereketiyle olduğu söylenmiştir[184].

Medine’de doğduğu Vadi’l-Kura’da yetiştiği, bu sebeple fasih olduğu[185] veya Rebeze’de doğup Medine’de büyüdüğü[186] rivâyet edilmiştir. Bir defasında Hz. Ömer’e getirildiği ve Hz. Ömer’in onun için, “Allah’ım onu dinde fakîh kıl ve onu insanlara sevdir” diye dua ettiği aktarılmıştır.[187] el-Hasenü’l-Basrî’nin Saîd ve Ammar adında iki kardeşi vardır.[188] Saîd de âlim birisidir. Ammar ise “bekkâîn” denilen Allah korkusu sebebiyle çok ağlayanlardandı. Ağlamaktan yüzünde çukur oluşmuştu.[189] Hz. Osman’ın evi kuşatıldığında 14 yaşında olduğunu söyleyen el-Hasenü’l-Basrî, Sıffin günü Medine’den çıkmış ama Hz. Ali’nin ordusuna katılmamıştır.[190]

Muaviye zamanında Horasan’a sefer yapan orduda Rebi’ b. Ziyad’ın kâtipliğini yapmıştı.[191] Bunun dışında Mühelleb b. Ebû Sufre kumandasında Kâbil üzerine gönderilen bir orduya da katılmış, üç yıl Abdurrahman b. Semüre ile beraberce Kabil, Endukan, Endeğa n ve Zabülistan’da savaşmışlar ve bu sahabiden çok sayıda rivâyette bulunmuştur.[192]

el-Hasenü’l-Basrî, Basra’da bir müddet kadılığa atanmış,[193] kadı olarak atanmaktan hoşlanmamış çok üzülmüş, kendisinin buna güç yetiremeyeceğini söylemiştir.[194] İki defa kadılığa atandığı, ilk kadılık zamanında övgüyle karşılandığı ikincisinde ise eleştirildiği rivâyet edilmiştir.[195] el-Hasenü’l-Basrî’nin kadılığı için ücret almadığı,[196] Adiyy b. Ertat’ın gönderdiği ikiyüz dirhem maaşı geri gönderdiği, Adiyy’in, maaşı az bulduğunu zannederek biraz daha ekleyip yine göndermesi üzerine el-Hasenü’l-Basrî’nin, “ben maaşı az bulduğum için değil kaza için ücret almayı çirkin gördüğüm için reddettim” dediği nakledilmiştir.[197]

Ömrünün başında ve sonunda olmak üzere iki kere hacceden[198] el-Hasenü’l-Basrî, hicrî 110 yılında, Recep ayında Cuma gecesi[199] 8 9 yaşında vefat etmiştir.[200]

Hz. Osman’ın şehadeti ile başlayan fitne dönemine şahit olan el-Hasenü’l-Basrî, Müslümanlar arası kavganın devam etmemesi, idare edenlerin savaş yoluyla değil de sulh yoluyla değiştirilmesi taraftarı olduğu için Emevî yönetimini eleştirmesine rağmen, yönetime karşı ayaklananları desteklememiş, bu yola başvurmaya kalkışanları vazgeçirmeye çalışmıştır. Irak valisi Haccac’ın emirliğine karşı ayaklanan İbnü’l-Eş’as’a katılmadığı gibi katılmak isteyenleri de vazgeçirmeye çalışmıştır. Haccac’ın Allah’ın cezalarından bir ceza olduğunu ona karşı kılıçla çıkmanın uygun olmadığını, sabretmek gerektiğini söylemiştir. İbnü’l-Eş’as taraftarları onu zorla kendilerine dâhil etmek istemişler, nehre atlayarak ellerinden kaçmıştır.

Kendisine sorulan bir soru üzerine Haccac’a karşı ayaklanan İbnü’l-Eş’as, İbn Mühelleb tarafında yer alınmaması gerektiğini söylemiş; bir Şamlının Emevî halifesini kastederek “müminlerin emirinin yanında da mı yer almayalım?” sorusuna kızgın bir şekilde, “evet onun yanında da yer almayın (yani hiçbirinin yanında savaşa katılmayın, fitneden uzak durun)” demiştir. Kardeşi Saîd insanları ve el-Hasen’i, İbnü’l-Eş’as’a katılmaya teşvik etmiş ama o bunu kabul etmemiştir.[201]

Ayaklanmayı doğru bulmasa da Emevî idaresini, Muaviye dâhil eleştirmekten geri durmamış, Haccac’ı ağır bir dille kınamıştır. Haccac’ın öldüğü haber verildiğinde (şükür) secde(si) etmiş ve “Allah’ım o senin boğazladığın hayvanındır. Onu sen öldürdün. Onun açtığı yolu bitir, bizi onun açtığı yoldan ve kötü amellerinden kurtar” demiş ve aleyhine dua etmiştir.[202] Siyasî olaylarda taraf tutmaması, fitneye ve isyana karşı olması, halkı dünyadan uzaklaştırıp âhirete önem vermeye davet etmesi Emevîler’in işine gelmiş ve bu sebeple onun eleştiri ve kınamalarına katlanmışlardır.[203]

Kendisine, “idarecilerin yanına gitsen de onlara emri bilmaruf nehyi anilmünker yapsan” dediklerinde, “Müminin kendisini zillete düşürmesi uygun değildir. Onlara bir şey söylediğimizde onların kılıcı bizim dillerimizin önüne geçer” deyip eliyle diline vurur gibi yapması[204]; “kötülüğü değiştirmek için ayaklanmaz mısın?” diye sorulunca, “Allah Teâlâ kötülüğü ancak tevbe ile değiştirir kılıçla değil” cevap vermesi[205]; “İnsanlar sultanları yönünden bir belaya uğradıklarında eğer sabrederlerse fazla kalmaz sıkıntı onlardan gider. Ancak onlar silaha sarılıyor, onu vekil ediniyorlar. Vallahi bunun sonu asla hayır olmaz”[206] demesi onun idareye karşı nasıl davranılması gerektiği konusundaki düşüncelerini ortaya koymaktadır. Hz. Osman’ın şehadetinden sonra başlayan Hz. Ali taraftarları ile Emeviler arasındaki savaş ve çekişmelerde tarafsız kalan bazı sahabiler gibi el-Hasenü’l-Basrî de büyük oranda tarafsız kalmış ancak Emevî idaresine karşı ayaklanmayı doğru bulmadığı ve Emevî idaresi tarafından verilen kadılık görevini kabul ettiği için Emevî taraftarı gibi gözükmüştür.

Tüm İslâmî ilimlerde otorite kabul edilen el-Hasenü’l-Basrî, mana ile hadis rivâyet etmiş,[207] hadiste tedlis yaptığı için[208] ve kader hususundaki görüşleri nedeniyle eleştirilmiştir.[209] Bazı eserler yazdığı ancak ölümü yaklaştığı zaman bir sayfa hariç yazdığı sahifeler ve kitapları hizmetçisine yaktırdığı rivâyet edilir.[210] Eserlerini yakmadan önce Humeydu’t-Tavil’in istinsah ettiği nakledilmiştir. Bu sebeple kendisine bazı eserler isnad edilmiştir.[211] İlim ve fazileti çağdaşları tarafından övülmüş, çok kişi tarafından döneminin en âlim ve faziletlisi olarak gösterilmiştir. Bu hususla ilgili bazı rivâyet ler şöyledir:

Ali b. Zeyd anlatıyor: “Ben İbn Müseyyeb, Urve, Kasım ve başkalarının, ‘eğer el- Hasenü’l-Basrî sahabe döneminde yaşasaydı onların ileri gelenlerinden olurdu’ dediklerini işittim.”[212] “el-Hasenü’l-Basrî gibisini görmedim. Eğer Hasen sahabeden olsa idi görüşleri ile delil getirilecek biri olurdu.” [213]

Abdullah b. Âmir eş-Şa’bî anlatıyor: “İbn Hübeyre, el-Hasenü’l-Basrî ve Şa’bî’yi çağırmıştı. el-Hasenü’l-Basrî ve Şa’bî buluştular. Bir araya geldiğinde Âmir, Hasan’a çok hürmet etti. Bunu görünce ben, “Babacığım, bu zata kimseye davranmadığın gibi davrandığını görüyorum” dedim. O da, “Oğulcuğum ben sahabeden 70 kişiyi gördüm. Onlara bu şeyhten daha çok benzeyen birini görmedim” dedi. Yine Şa’bî, “Bu beldelerdeki insanlar arasında bu zattan daha faziletlisini görmedim” demiştir.[214]

Katâde diyor ki: “Denir ki, yeryüzü yedi kişilik bir topluluktan boş olmaz. (İnsanlar) bunlar sayesinde suya kavuşur, bunlar sayesinde belalar kaldırılır. Ben el-Hasenü’l-Basrî’nin bu yedi kişiden biri olmasını umuyorum.”[215] “Bu şeyhe yani el-Hasenü’l-Basrî’ye iyi sarılın. Vallahi, görüşleri/edebi Ömer b. Hattab’ın görüşlerine bu kadar benzeyen başka birini görmedim.”[216]

Ebû Bürde diyor ki: “Peygamber Efendimizin ashabından olmayıp da sahabeye bu şeyh (yani el-Hasenü’l-Basrî) kadar benzeyen birini görmedim.”[217] el-Hasenü’l-Basrî’nin hikmetli sözleri Muhammed Bâkır’a aktarılınca, “bu kişinin sözleri peygamberlerin sözüne benziyor” dedi.[218]

İbn Sa’d, el-Hasenü’l-Basrî’yi tanıtırken: “câmi’ (ilimleri kendisinde toplayan), âlim, âlî, derecesi yüksek, fakîh, sika, güvenilir, âbid, nâsik, ilmi büyük, fasih ve güzel yüzlü idi” demektedir.[219] İbn Hıbban, “el-Hasenü’l-Basrî, tabiinin Kur’an, fıkıh ve edebiyatta âlimlerindendi. Basralıların abid ve zahidlerindendi”[220]; Hamevî, “fasih, belagatli, zahid, abid, âlim, âmil, vâiz, sâdık, dediğini yapandı”[221] diyerek tanıtmaktadır.

el-Hasenü’l-Basrî’nin fakîhlik yönü çok belirgindir. Katâde: “el-Hasenü’l-Basrî’nin ilmini hangi âlimle karşılaştırdımsa el-Hasen’i daha üstün buldum. Ancak el-Hasen, içinden çıkamadığı bir mesele olursa onu Said b. Müseyyeb’e yazardı. Hangi fakîhin meclisine iştirak ettimse el-Hasen’i ondan daha üstün buldum” [222]9; Bekr b. Abdillah, “Kim bizim reyimizden daha fazla fıkha uygun görüşü olan birine bakmak istiyorsa, el-Hasenü’l-Basrî’ye baksın!”[223] demiştir.

Yunus b. Ubeyd ve Humeyd: “Çok sayıda fakîh gördük ama el-Hasenü’l-Basrî kadar fıkhın tamamına hâkim birini görmedik”[224] derken; Eyyub Sahtiyanî: “el-Hasenü’l-Basrî’yi görsen, sen hiçbir fakîhin meclisinde bulunmamışsın, derdin”[225] demiştir. Abdülmelik b. Mervan, Basralıların fakîhini sorduğunda çevresindekiler, “el-Hasen b. Ebi’l-Hasen”dir cevabını vermişlerdir.[226]

Uzun ömürlü sahabilerden Enes b. Mâlik’e bir mesele sorduklarında “azatlımız el- Hasen’e sorun” demesi; “biz sana soruyoruz, sen ise el-Hasen’e sorun diyorsun” dediklerinde de “Biz de işittik o da işitti. Biz unuttuk o ise muhafaza etti.”[227] cevabını vermesi, el- Hasenü’l-Basrî’nin bir sahabî ağzından ilim ve fıkıhtaki düzeyini göstermektedir.

Katade’nin: “İnsanların helâl ve haramda en bilgilisi idi”[228] dediği el-Hasenü’l-Basrî, kendisine yöneltilen, “Sen insanlara fetvâ verirken kendi reyinle mi fetvâ veriyorsun yoksa işittiğin fetvâları mı veriyorsun?” sorusuna, “Vallahi, verdiğimiz fetvâların hepsini işitmişizdir.”[229] cevabı kendisinin içtihad etmediği gibi bir izlenim doğursa da ulemâ müçtehid olduğu hususunda müttefiktir.

Hayreddin Karaman, aynı zamanda müfessir ve sûfî dediği el-Hasenü’l-Basrî’nin özellikle fıkıhta imam olduğunu söylemiş ve kendisine ait mezhebi olduğunu kabul etmiştir.[230] Hasan-ı Basrî’den nakledilen fetvâların, Kadı Muhammed b. Müferric tarafından Fıkhu’l-Haseni’l-Basrî adı altında yedi cilt halinde bir araya getirildiği rivâyet edilmekteyse[231] de bu esere henüz rastlanmamıştır. Günümüzde ise fetvâları Muhammed Revvâs Kal‘acî tarafından Mevsûatü Fıkhi’l-Hasani’l-Basrî adıyla derlenip yayımlanmıştır (I­II, Beyrut 1989).[232]

el-Hasenü’l-Basrî’nin tasavvuf yönü de çok belirgindir. Zühde ve hüzne dayalı tasavvufun kurucusu kabul edilir.[233] Ebû Tâlib Mekkî, tasavvuf ilmini ilk olarak dile getirenin el-Hasenü’l-Basrî olduğunu söylemekte[234] ve “Üzerinde konuştuğumuz bu ilimdeki imamımız el-Hasenü’l-Basrî’dir. Biz, onun izini sürer, onun yoluna uyar ve onun lambasından aydınlanırız. Bu ilim de Allah Teâlâ’nın izniyle imamdan imama nakledilmek suretiyle bize kadar ulaşmıştır ”[235] demektedir.

Zehebî, Ebû Sâid ibn Arabî’nin[236], Tabakâtü’n-Nüssak adlı kitabından şöyle bir alıntı yapmıştır: “Nüssakın geneli el-Hasenü’l-Basrî’ye gelirler, anlattıklarını dinlerler, bu özel manalarla ilgili fıkıh hususunda gönüllü olarak ona uyarlardı. Amr b. Ubeyd ve Abdülvahid b. Zeyd onun bağlılarındandı. Bu hususta evinde onun özel bir meclisi vardı. Bu mecliste hemen hemen zühd ve nüsukun ne olduğu ile bâtın ilimleri haricinde bir şey konuşmazdı. Bu nüssak dışında birisi o meclisten sorarsa bundan hoşlanmaz ve “ihvanımızla halvet oluyor (biraraya geliyor çeşitli konularda) müzakere yapıyoruz” derdi. Mesciddeki halkasına gelince, burada hadis, fıkıh, Kur’an ilimleri, lügat ve diğer ilimler anlatılırdı. Bazen tasavvuftan sorulursa ona da cevap verirdi. Derslerine gelenlerin bazısı hadis, bazısı Kur’an ve beyan için, bazısı belagat için gelirdi. Amr b. Ubeyd, Ebû Cehîr, Abdülvâhid b. Zeyd, Salih el-Mürrî, Şumeyt, Ebû Ubeyde en-Nâcî gibileri de ihlas ve özel ilim için gelirlerdi. Bu sayılanların her biri halleriyle yani ibadetleri ile meşhur olmuşlardı.”[237]

Benzer bir rivâyeti Ebû Tâlib Mekkî de yapmış, o da örnek olarak Mâlik b. Dinar, Sâbit el-Bünanî, Eyyub es-Sicistanî, Muhammed b. Vasi', Ferkad es-Sebehî[238], Abdülvâhid b. Zeyd’i saymıştır[239].

Kelâbâzî, el-Hasenü’l-Basrî’yi sahabeden sonraki büyük sûfîler arasında sayarken, Hücvîrî, “tasavvuf ehli olanların yanında şanı büyüktür” demekte, tasavvuf alanında çok hoş işaretleri olduğunu söylemektedir.[240] Serrâc ve Kuşeyrî özel bir yer vermezken, Ebû Nuaym genişçe yer ayırmıştır.[241] Sülemî’nin Tabakâtında yer verilmezken, Feridüddin Atttar, Tezkire ’sinde onun için, “nübüvvetin perverdesi, fütüvveti huy edinen, ilim ve amel Kâbe’si, verâ ve yumuşaklık kıblesi, sahib-i sadr, sadr-ı sünnet” demekte, ilim ve muâmele sahibi olduğunu söyleyip Hz. Ali’den hırka giydiğini iddia etmektedir.[242]

Pek çok tarikatın silsilesinde yer alan el-Hasenü’l-Basrî, gerçekten de hayatı ve sözleri ile daha sonraki mutasavvıflara kaynaklık yapmıştır. “Müminin gülmesi kalbinin gafletindendir”[243] diyen el-Hasenü’l-Basrî, aktarıldığına göre, genellikle hüzün üzerine olurdu.[244] Onu yolda görenler sanki çok sevdiği birini defnetmiş zannederdi. Oturduğu zaman sanki boynu vurulacak bir esir gibi otururdu. Biri cehennemi hatırlattığında sanki cehennem sadece onun için yaratılmış gibi davranırdı. Hak sözü söylerken sanki şer sözü söylüyormuş gibi çekinirdi.[245] Hüzünle ilgili çok sayıda sözü vardır.[246]

Zühdü de çok meşhurdur. Alkâme b. Mersed diyor ki, “Zühd, tabiinden sekiz kişide nihayetine (son noktasına) varmıştır. Bunlardan biri de el-Hasenü’l-Basrî’dir. Hüznü onun kadar uzun olan başka kimse görmedim.”[247] Eş’as’ın aktarmasına göre, kendini ziyarete gelenlere genellikle âhiret hayatından ve zühdden bahseder[248], onunla görüştükten sonra sohbetine katılanlar dünyayı kıymetsiz görürlerdi.[249]

Dünya hayatının geçiciliğine, âhiret hayatının önemine dair vurguları o kadar fazladır ki, bu husustaki sözlerini okuyan bir kişi, el-Hasenü’l-Basrî’nin tamamen dünyada çalışmayı terk etmeyi tavsiye ettiği kanaatine ulaşabilir.[250]

Kendisine tekraren sorulan, “biri (tamamen) kendini ibadete veren, diğeri ailesi için çalışıp çabalayan kimseden hangisi daha faziletlidir” sorusuna ısrarla, “kendini (tamamen) ibadete veren” cevabını veren[251] el-Hasenü’l-Basrî’nin bu tavrı ve bu minvaldeki sözleri, büyük ihtimalle, kendisi bunu kastetmese bile daha sonraki yüzyıllarda dünyadan el etek çekip çalışmayan ve insanların yardımıyla geçinen sûfîlere kaynaklık etmiştir. Hâlbuki onun bu tavrı, fetihler ve zenginleşme ile dünyaya aşırı yönelen başta Emevî idarecileri ile ona uyan toplumu frenlemeye çalışmak, dünya hayatını gaye olmaktan çıkarmaktır. Onun:

“Dünyasını âhiretine tercih edene ne dünya ne de âhiret vardır.”[252] “Dirhem ve dinar ne kötü arkadaştırlar. Senden ayrılmadıkça sana faydaları olmaz.”[253] “Bir topluluğa ulaştım ki, ne dünyadan gelene sevinirler, ne de kaybettiklerine üzülürlerdi. ”[254] sözleri ile Mâlik b.

Dinar’ın “âlimin cezası nedir?” sorusuna verdiği, “Kalbinin ölmesidir. Kalbin ölmesi de âhiret ameli ile dünyayı talep etmektir” cevabı bunu ortaya koymaktadır.[255]

Güzel elbiseler giydiği, güzel yemekler yediğine dair rivâyetler[256] zühd anlayışının da dengeli olduğunu, görüntüden çok kalbe önem verdiğini göstermektedir. Onu üzerinde yemen işi güzel elbiselerle gören Ferkad es-Sebehî’nin Farsça: “Üstadım senin gibi birisine bu yakışır mı?” itirazına, “Ey Ümmü Ferkad’in oğlu, sen de bilirsin ki cehennem ashabının çoğu giysi ashabıdır (elbiseleriyle övünen insanlardır).” cevabını vermiş[257]; başka bir gün Ferkad’in üzerinde yün bir elbise görünce elbisesinden tutup iki veya üç kere “ey Ferkad!” dedikten sonra: “Takvâ, bu giyside değildir. Takvâ ancak kalpte yerleşen ve bunu amel ve fiillerinle gösterdiğin şeydir” demiş[258]; beraber davet edildikleri bir düğün yemeğinde çeşitli yemeklerin getirilmesi üzerine Ferkad’in yemek yememesi üzerine ona kızarak, “Ey Fureykıd, ne oluyor sana, sana ne oluyor? Görmüyor musun, senin şu elbisen dolayısıyla diğer kardeşlerinden daha fazlası senin önüne kondu. Bana ulaştığına göre cehennem ehlinin çoğunluğu elbise ashabı (giydiklerine önem verip onunla övünenler) olacaktır.”[259] diyerek uyarmıştır.

Kendisinin yün elbise giydiği rivâyet edilmemiştir. O dönemde zühd alameti olarak yün elbise giyenlerin artıp da bu hususta yanında bahis olunca: “Onlara ne oluyor? Onlar üç yönden kaybetmişlerdir. Onlar kibri kalplerinde gizlediler, elbiseleri ile tevazu gösterisi yapıyorlar. Vallahi onların elbiseleri ile kendilerini beğenmeleri lüks elbise giyinenlerin giydiklerini beğenmelerinden daha şiddetlidir” demiştir.[260]

el-Hasenü’l-Basrî, daha sonra kazandığı anlamıyla tasavvuf ve fıkhı mezceden bir anlayışa sahiptir. Önceliği ise kişinin âhiretini kurtarmaktır. Bu sebeple o fıkhî meseleleri bir hukukçu gibi değil bir vâiz ve mürşid tavrıyla ele almış, kendisini bazı şeyleri bilen bir mümin olarak görmüş ve bu bilginin ona yüklediği sorumluluğun gereği olarak çevresindekilere doğruyu söyleme vazifesini yerine getirmeye çaba harcamıştır.[261] Kendisi dediklerini yapmaya özellikle dikkat etmiş, denilenin yapılmamasını hoş görmemiştir.[262]

Onun fakîhle ilgili yaptığı tanımlar, önceliği yaşamaya verdiğini, ortaya koymaktadır. Fıkhında bunu esas aldığı anlaşılmaktadır. “Seni (günahlardan) engellediği müddetçe Kur’an oku. Eğer engellemiyorsa sen onu (hakkıyla) okumuyorsun demektir. Nice fıkıh hamalı vardır ki, fakîh değildir. Kime ilmi fayda vermezse cehâleti zarar verir”[263] demesi; kendisine bir soru soran Matar Verrak’ın, verdiği cevap için, “fakîhler bu hususta sana muhalif’ demesi üzerine, “anan seni kaybetsin Matar, sen hiç fakîh gördün mü? Fakîh nedir bilir misin? Fakîh vera sahibi zahiddir. Ne kendisinden yukarıda olana ehemmiyet verir ne de kendisinden aşağıda olanı küçük görür. Allah’ın değersiz olduğunu bildirdiği şeyleri de ilim olarak almaz!”[264]; yine kendisine bir mesele sorup, “fakîhler bu konuda şöyle şöyle diyor” diyen İmran b. Kasîr’e, “Sen hiç gözünle bir fakîh gördün mü? Fakîh ancak, dünyaya karşı zahid, dînî işlerinde basiret sahibi olan, ibadetlere devam eden kimseye denir”[265] cevaplarını vermesi amel ve takvâya ne kadar önem verdiğini, fıkhın asıl olarak bu olduğu kanaatinde olduğunu göstermektedir.

Bir sözünde yemekte on iki haslet bulunduğunu, bunlardan dördünün farz, dördünün sünnet, dördünün edep olduğunu söyleyip ve farz olanları, yemeğe besmele ile başlamak, yenilecek şeylerin helâl ve temiz olmasına özen göstermek, mevcuda razı olmak ve verdiği nimetten dolayı Allah’a hamdetmek şeklinde sıralaması[266] fıkıhta ve bu husustaki terimlerde diğer fakîhlerden farklı düşündüğünü göstermektedir. Burada farz olarak sayılan şeyler artık fıkhın değil tasavvufun konusu kabul edilen ve ahlâkî nitelik taşıyan mânevî sorumluluk ifade eden hususlardır. Bununla birlikte ilimsiz amelin tehlikesine de dikkat çekmiştir. Şöyle diyor:

“Bu işi istedik (ilim yoluna girdik) ve gördük ki, ilimsiz amel işleyen kim varsa ifsat ettiği ıslah ettiğinden daha fazladır.”[267]

“Allah’ın edebiyle edepleniniz, Allah’ın kitaplarında olanı muhafaza ediniz ki bu sayede Allah’ın velilerinden olasınız.”[268]

Cafer es-Sadık

Tam adı Cafer b. Muhammed b. Ali b. Hüseyin b. Ali b. Ebî Talib el-Hâşimî’dir.[269] Muhammed el-Bâkır’ın en büyük çocuğudur.[270] Büyük oğlu Abdullah’a nispet edilerek “Ebû Abdillah” diye künyelenmiştir. Mûsa ismindeki oğlundan dolayı “Ebû Mûsa” künyesiyle de anılmıştır.[271] Bunlar haricinde “el-İmam, es-Sadık, Benî Hâşimin Şeyhi, Ebû Abdullah el- Kureşî, el-Alevî, en-Nebevî, el-Medenî” olarak da anılmıştır.[272] En meşhur lakabı olan es- Sâdık’ın sözündeki doğruluğundan dolayı kendisine verildiği ifade edilmiştir.[273] Doğum tarihi için h. 80 ve 83 yılı söylenmiştir. Tercih edilen h. 80’dir. Buna göre Ebû Hanife ile aynı yılda doğmuştur[274].

Annesi Kasım b. Muhammed’in kızı Ümmü Ferve’dir.[275] Babası tarafından soyu Hz. Ali’ye dayanırken annesi tarafından da Hz. Ebûbekir’e dayanmaktadır. Annesi Ümmü Ferve’nin hem babası Kasım b. Muhammed hem de annesi Esma bint. Abdirrahman, Hz. Ebûbekir’in torunu olduğu için, “Ben Ebûbekir’in iki defa evladıyım” demiştir.[276] Bu sebeple güya Hz. Ali taraftarlığı nedeniyle Hz. Ebûbekir’e sövenlere çok kızardı. Bununla alakalı iki rivâyet şöyledir:

Sâlim b. Ebî Hafsa anlatıyor: “Ebû Cafer (Muhammed Bâkır) ve oğlu Cafer’e Ebûbekir ve Ömer’i sordum. Ebû Cafer dedi ki: “O ikisini veli ittihaz et ve o ikisinin düşmanlarından uzaklaş!” Sonra Cafer dedi ki: “Ey Sâlim, kişi dedesine söver mi? Ebûbekir benim dedemdir. Eğer onları veli ittihaz etmeyip düşmanlarından da yüz çevirmezsem kıyamet günü Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin şefaati bana ulaşmaz!”[277]

Züheyr’in babası, Cafer b. Muhammed’e, “Benim bir komşum var, senin Hz. Ebûbekir ve Hz. Ömer’den tebrie ettiğini (onlardan uzak olduğunu söylediğini) iddia ediyor” dedi. Cafer, “Allah senin komşundan uzak olsun! Ben Hz. Ebûbekir’e akrabalığımın (âhirette) bana fayda sağlayacağını umuyorum” dedi.[278]

Cafer es-Sâdık, Medine’de büyümüş, baba taraftan dedesi Ali Zeynelabidin, babası Muhammed Bakır ve anne taraftan dedesi Kasım b. Muhammed’den başta hadis olmak üzere çeşitli ilimler almıştır. Dedesi Ali Zeynelabidin vefat ettiğinde, Cafer 14, diğer dedesi Kasım b. Muhammed vefat ettiğinde 28, babası Muhammed Bâkır vefat ettiğinde ise 34-35 yaşlarında idi.[279] Fıkhı her yönüyle öğrendiği gibi hadis, Kur’an ilimleri gibi dini ilimlerin yanında kozmoloji ve kimya da öğrenmişti. Kimyacı ve sûfî Cabir b. Hayyan talebesi idi.[280]

Cafer es-Sâdık’ın altı kardeşi vardır; 7’si erkek 3’ü kız toplam on veya 7 erkek, 4 kız olmak üzere 11 çocuğu olmuştur.[281] Kaynakların çoğunluğuna göre hicrî 148’te 68 yaşında vefat etmiştir.[282] İmamiye mezhebinden bazıları Cafer es-Sadık’ı Mansur’un öldürdüğünü söylerler ancak bunu destekleyen bir rivâyet yoktur. Aksine Mansur’un Cafer es-Sadık’ın ölümünü duyduğunda ağladığı rivâyet edilir.[283] Varlığı ile Abbasî halifelerine alternatif olduğu için Mansur’un öldürtüğü düşüncesi ilk başta mantıklı gelse de, kaynakların aktardığına göre, hayatı boyunca isyana kalkışmadığı gibi ehlibeyt taraftarlarınca yapılabilecek ayaklanmalara da engel olan birini öldürtmek Mansur’un işine gelmeyecektir. Bu sebeple Cafer es-Sadık’ın normal bir ölümle öldüğü ve Mansur’un buna üzüldüğüne dair rivâyeti sıhhatli kabul etmek gerekir.

Medîne’de Bakî’ kabristanında, babası Muhammed Bâkır ve dedesi Ze ynel-Âbidîn, amcası Hasan ve büyükannesi Hz. Fâtıma’nın yanlarına, ya da babası ve dedesinin amcası Hasan b. Ali’nin bulunduğu kabre defnedilmiştir.[284] Cafer es-Sâdık’ın bazı sahabilerle, Enes b. Mâlik ve Sehl b. Sa’d ile görüştüğü[285] rivâyet edilse de Ebû Hanife gibi etbau’t-tabiin tabakasından kabul edilmiştir. İsnaaşeriye’nin 6. imamı kabul edilen Cafer es-Sâdık’ın ilmi hususunda Şia çok aşırıya gitmiştir. Onun ilminin vehbî olduğunu söyleyen İsnâaşeriye’ye göre:

“Bütün gizli, felsefî, tasavvufî, fıkhî, kimyevî ve tabii ilimlere, ayrıca Zebur, Tevrat, Incil’e ve İbrahim’in suhufuna, Hz. Fâtıma’nın mushafına, her türlü helâl ve harama, geçmiş ve gelecekteki bilgi ve haberleri ihtiva eden cefr ilmine vâkıftır; ilâhî ilimlerin taşıyıcısı ve Şîa’nın altıncı imamıdır. Ayrıca Kur ’ân-ı Kerîm’de yer alan Müsâ ve Hızır kıssasındaki ihtilâfta her ikisinin de haberdar olmadığı hususları bilen, başlangıçtan kıyamete kadar olmuş ve olacak her şeyi Hz. Peygamber’den veraset yoluyla öğrenmiş olan kimsedir. ”[286]

Cafer es-Sâdık’ın yüzlerce kitap ve risâle yazdığı ileri sürülmektedir. Bunların büyük bir kısmının ona nisbeti şüphelidir.[287] Biz burada Cafer es-Sâdık’ın ilmi ile ilgili Şia’nın yaptığı bu tür aşırılıklara girmeden bir değerlendirme yapmaya gayret edeceğiz. Cafer es-Sâdık’ın fıkıh ve tasavvuf haricinde akâid-kelâm, tefsir, hadis, kimya, kozmoloji gibi döneminin tüm ilimleri ile ilgilendiği[288] nakledilmiş olsa da biz sadece tasavvuf ve fıkıh yönü üzerinde duracağız.

Fakîhliği üzerinde tüm tabakat kitapları ittifak etmiştir. Zaten adına da bir mezhep kurulmuş ve mezhebin usûl ve içtihadları kendisine atfedilmiştir. Bunu da nakzedecek bir şey yoktur. Fıkıh bilgisi ile ilgili şu rivâyet yeteri kadar bilgi vermektedir:

“Ebû Hanife’ye gördüğün kişiler içinde en fakîhi kimdi? diye sordular. “Ben Cafer’den daha fakîh birini görmedim. Halife el-Mansûr Hîre’ye geldiğinde bana birini göndererek, “ey Ebû Hanife, insanlar Cafer b. Muhammed sebebiyle fitneye düştüler. Ona zor sorular hazırla da gel” dedi. Ben de 40 tane mesele hazırlayıp Mansur’un yanına geldim. Cafer, Mansur’un sağ tarafına oturmuştu. Onu görünce Mansur’u gördüğümde hissetmediğim mehabet duygusunu hissettim. Mansur ona “Ebû Abdullah, bu zatı tanıyor musun?” diye sordu. O da, “evet, Ebû Hanife’dir” dedi. Mansur, “Ebû Hanife, sor sorularını!” dedi. Ben sormaya başladım. Her soruma, “bu konuda siz şöyle dersiniz, Medineliler şöyle der, biz de böyle deriz” diyor, bazen bizim görüşümüzü bazen Medinelilerin görüşünü alıyor bazen de ikimize de muhalefet ediyordu. Kırk sorunun tamamını bu minvalde cevapladı. Ebû Hanife ekledi: “İnsanların en âlimi onların ihtilaflarını en iyi bilendir.”[289]

Buradan anlaşıldığına göre Cafer es-Sadık hem İraklıların hem de Medinelilerin ilmini öğrenmişti. Kendisi de müçtehid idi. Farklı fetvâları bulunuyordu. Fakîhlerin ihtilafını öğrenmeye düşkündü.[290] Dönemin fakîhleri ondan hadis rivâyet etmişler ve ilim almışlardır. Yahya Sadi el-Ensârî, Süfyan es-Sevrî, İbn Uyeyne, Şu’be, Mâlik, İbn Cüreyc, İbn İshak ve başkaları, Cafer es-Sâdık’tan rivâyette bulunmuş[291] ve bunlardan bir bölümü ondan başka ilimler de almıştır. Mâlikî mezhebinin kurucusu İmam Mâlik, Cafer es-Sadık’tan hadis ve fıkıh öğrenmiştir. Ancak, Abbasîler galip gelene kadar Cafer’den rivâyette bulunmadığı nakledilmiştir.[292]

Ebû Hanife’nin de ondan rivâyet leri vardır. İmamiye mezhebi kitaplarına göre Ebû Hanife iki yıl ondan ayrılmamıştır. Ancak bu rivâyetin doğru olma ihtimali çok zayıftır.[293] Anlaşıldığı kadarıyla geç dönem İmamiyesi kendilerini belki kabul ettirmek belki de üstünlüklerini ispat etmek için başta Ebû Hanife olmak üzere bütün müçtehid ulemâyı Cafer es-Sadık’ın talebesi göstermeye çalışmışlardır. Ebû Hanife ile Cafer es-Sâdık akrandır ve aralarındaki ilişki bu çerçevede kalmıştır. Mâlik’in ise ondan daha fazla ilim almış olması mantıklıdır. Çünkü Mâlik’in hem yaşı uygundur hem de Medine’de yaşamıştır. Ancak tabakat kitapları Mâlik’in hocaları arasında Cafer es-Sâdık’ı saymamaktadırlar.

“Fakîhler peygamberlerin eminleridir. Sultanlara yaslandıklarını görürseniz, onları itham ediniz!”[294] diyen Cafer es-Sadık’ın fakîhlik yönü çok belirgin olduğu için ayrıca üzerinde uzun durmaya gerek yoktur. Ancak dikkatimizi çeken bir husus olarak Cafer es- Sadık’ın hükümlerin hikmeti ile ilgili sözlerinden bazılarını nakletmek isteriz:

“Teşrik günlerinde oruç tutmak neden kerihtir (yasaklanmıştır)?” diye sordular. “Çünkü onlar Allah’ın ziyafetindedirler. Ziyafete davet edilenin de ziyafet zamanında oruç tutması gerekmez” diye cevap verdi.[295]

“Faiz niçin haram kılındı?” diye sordular. “İnsanlar iyilikten uzaklaşmasınlar diye” dedi.[296]

“Namaz her muttakinin Allah’a yaklaşması için bir vesiledir. Hac, her zayıf insanın cihadıdır. Bedenin zekâtı, oruçtur. Amelsiz olarak insanları davet eden kirişsiz okçuya benzer.

Rızkınızı sadakayla Allah’tan talep ediniz. Mallarınızı zekâtla koruyunuz. İktisad eden fakir olmaz. Ölçülü olmak geçimin yarısıdır. Iyalin (ailenin) az olması iki kolaylıktan biridir. Anne babasını üzen onlara isyan etmiş olur. Kim musibet anında dizlerini döverse sevabını kaybeder. Kazanç ancak makam ve din sahibinin yanında kazanç olur. Allah sabrı belaya/musibete göre indirir. Rızkı da zahmete göre indirir. Kim geçimini ölçülü yaparsa Allah onu rızıklandırır. Kim de saçıp savurursa onu mahrum eder. “[297]

Tasavvuf yönüne gelince, Cafer es-Sâdık tasavvuf tarihinde de önemli bir yere sahiptir. İlk sûfîlerin hayat hikâyelerini anlatan Ebû Nâsr es-Serrâc, Ebû Tâlib el-Mekkî, Muhammed b. Hüseyin es-Sülemî ve Abdülkerîm el-Kuşeyrî gibi mutasavvıf müelliflerin ondan hiç bahsetmemiş veya nâdiren atıfta bulunmuş olmalarına karşılık Ebû Nuaym el- İsfahânî Hilyetü’l-Evliyâ’da[298] kendisine geniş yer ayırmıştır.[299]

Kelâbâzî, Cafer es-Sâdık’ı “sahabeden sonra sûfilere ait bilgileri anlatan, onların vecd hallerinden bahseden, makamlarını yazan, hem söz ve hem de amelle sûfîyane halleri tasvir eden”ler,[300] Hücvîrî de sûfilerin ehlibeytten imamları arasında saymış[301], Feridüddin Attâr ise Tezkiretü’l-Evliyâ adlı eserine onunla başlamıştır. Şa’ranî de Tabakâfında ona yer vermiştir[302].

Şîa, Cafer es-Sâdık’ın tasavvufla hiçbir ilgisinin bulunmadığını, sûfîleri kendisine düşman bildiğini ve onlarla mücadele etmeyi dinî bir görev saydığını ileri sürseler de[303] Abdülkadir Mahmud, İslâm âleminde tarih boyunca görülen tasavvuf hareketlerini selefi tasavvuf, sünnî tasavvuf ve felsefî tasavvuf olarak üçe ayırmış, sünnî tasavvufun kurucusu olarak da ehlibeyt imamlarını, özellikle de Cafer es-Sâdık’ı[304] görmüştür. Tüm sûfilerin evliyâullahtan saydığı Cafer es-Sâdık pek çok tarikatin silsilesinde yer almıştır.[305] Ebû Nuaym’ın nakli sıhhatli ise ilk sûfî ismini kullananlardan biridir. Şöyle demiştir:

“Kim Rasûlullah’ın zâhirini yaşarsa o sünnîdir. Kim de bâtınını yaşarsa o da sûfîdir.”

Bu söze açıklama getiren Ebû Nuaym, “Cafer, “Rasûlullah’ın bâtını” ifadesi ile O’nun temiz ahlâkını ve âhireti tercih etmesini kastetmiştir” demektedir.[306]

Ebû Nuaym, Cafer-i Sadık’ı, “imamu natık (konuşan imam), dizginler elinde, sabıklardan (mutasavvıfların konuşan imamı/önderi, onları sevk ve idare eden, sûfîlerin ilklerinden). İbadete ve hudua yöneldi, uzleti ve huşûyu tercih etti, riyasetten ve insanlarla beraber olmaktan uzak durdu” şeklinde tanımlamaktadır.[307]

Hücvîrî, Cafer es-Sâdık’ı “sünnetin kılıcı, tasavvuf yolunun güzelliği, mârifet anlatan ve safvetin süsü” olarak tanımlamış, ilmi ile ilgili olarak da, “her ilimde ona ait işaretler vardır. O, şeyhler arasında sözünün inceliği ve manalara vukûfu ile meşhurdur. Tasavvuf yolunu açıklayan maruf eserleri vardır” demiştir.[308]

Fütüvvet hakkında ilk konuşanın da Cafer es-Sâdık olduğu ifade edilmiştir[309]. Şakik Belhî, Cafer b. Muhammed’e fütüvvetten sordu da o, Şakik’e “Sen ne dersin?” dedi. O da: “Verilirse şükrederiz, verilmezse sabrederiz” dedi. Cafer, “Bunu Medine’de bizim köpekler de yapıyor” dedi. Şakik, “O zaman, ey Allah Rasûlü’nün kızının oğlu, size göre fütüvvet nedir? “dedi. O da “Bize göre, verilirse başkalarını bize tercih ederiz (dağıtırız), verilmezse şükrederiz” dedi.[310]

Yine aktarıldığına göre daha sonraki sûfîlerin âdeti olan yün elbiseyi iç elbise olarak giymiştir. Bir gün Süfyan-ı Sevrî, Cafer-i Sadık’ın ipekli elbise giydiğini görünce bunun peygamber torununa yakışmadığını söyler. Bunun üzerine Cafer es-Sâdık elbisesinin içini gösterir. Süfyan, es-Sâdık’ın içindeki kaba yün elbiseyi görünce, neden bu şekilde giyindiğini sorar. Ca’fer es-Sâdık da şöyle söyler: “Biz içten giydiğimizi Allah için; dıştan giydiğimizi de halk için giyiyoruz. Allah için olanı gizledik sizin için olanı ayan ettik. Kimse bilsin istemedik. Çünkü Allah için olanı gizlemek esastır.”[311]

Kendisinden tasavvufun alanına giren çok sayıda söz nakledilmiştir. [312]

Ebû Hâşim es-Sûfî

Hakkında fazla bilgi bulunmayan Ebû Hâşim es-Sûfî veya ez-Zâhid, kaynaklara göre, ilk sûfî ismini alan kişidir[313]. İlk kaynaklar onu Ebû Hâşim ez-Zâhid diye anarken[314], daha sonrakiler es-Sûfî olarak anmıştır.

Süfyan es-Sevrî’nin, “Ebû Hâşim olmasaydı, riyanın inceliklerini anlamazdım”[315] “Ebû Hâşim ile karşılaşana kadar haberim olmadan riya yaparmışım. Riyayı terk etmeyi ondan öğrendim”[316], “Ebû Hâşim olmasaydı sûfînin ne demek olduğunu bilmezdim”[317] sözleri Süfyan es-Sevrî’nin onun sohbetine gittiğini göstermektedir. Bunu Hatib el-Bağdâdî açıkça belirtmiştir[318].

Ebû Hâşim’in Kuşeyrî’de, et-Taarruf ta, Keşfü’l-MahcûVda bahsi geçmezken, kendisine yer veren Tabakat kitapları büyük oranda Ebû Nuaym’ın Hilye’sinde yer alan bilgileri tekrar etmişlerdir. Ebû Nuaym, “Hakka doğru giden, halktan uzak duran, Hak’tan başkasından yüz çeviren birisi idi”[319] şeklinde Ebû Hâşim’i tanıtırken, Hatib el-Bağdâdî ve İbnü’l-Cevzî “Bağdad zahidlerinin önde gelenlerindendi”[320] şeklinde, Katip Çelebi ise, “zahidlerin önderi Ebû Hâşim es-Sûfî, Şam meşayihinin ileri gelenlerindendi. Aslı Kûfelidir”[321] diyerek tanıtmıştır. Yine Kâtip Çelebi’ye göre Hicrî 155 yılında vefat etmiştir.

Kâtip Çelebi, Ebû Hâşim’i Şam meşayihinden sayarken büyük ihtimalle Abdurrahman Camiî’ye dayanmaktadır. O, Nefehâtü’l-Üns'’te, Ebû Hâşim için, “Şam’da şeyhti ama aslen Kûfeli idi” demekte, sûfîler için ilk defa inşâ olunan hankâh ve tekkenin de Şam’ın Remle kasabasında olduğunu söylemektedir[322].

Abdülkadir Gölpınarlı, şia kaynaklarından Hasan el-Askerî’nin (v. 260) dedesi Cafer es-Sâdık’tan (v. 148) Hâşim es-Sûfî için, Gerçekten inancı bozuktu. Tasavvuf denen kötü inançları toplamış bir yol icat etti, bu mezhebe birçok kötü inançlı kişiler uydular ve bâtıl inançlarına bu yolu kalkan edindiler” dediğini nakleder.[323] Bu rivâyet doğru ise Cafer es- Sâdık’ın Hâşim es-Sûfî’yi tanıdığı, tasavvuf kelimesinin daha o dönemde terim halinde farklı bir yolu ifade ettiği anlaşılmaktadır. Hâşim es-Sûfî’nin bazı sözleri şöyledir:

“Allah Teâlâ dünyayı yalnızlıkla damgaladı ki böylece müridlerin Allah’a ünsiyetleri dünya olmadan olsun. İtaat üzere olanlar Allah’a dünyadan yüz çevirerek yönelsinler. Bu sayede dünyadaki mârifet ehli dünyaya yabancılık duyarlar da âhireti arzularlar.”[324]

“Kişinin, kendisini güzel bir edeb üzerinde bulundurması bu işin ehli olanların terbiye tarzıdır.”[325]

“İğne ile dağı delmek kibri kalplerden çıkarmaktan kolaydır.”[326]

 ^“Dünya saraylar, bahçelerle dolu, âhirette ise derme çatma barakalar olsaydı bile, âhiret dünyaya tercih edilmeye layıktır. Çünkü âhiret ebedî, dünya geçicidir.”[327]

“Allah Teâlâ hastalığı ve onun ilacını yaratmıştır. Hastalık dünya, ilacı da onu terk etmektir.”[328]

Mansur Ammar Dımeşkî anlatıyor: Ebû Hâşim’i ölüm hastalığında iken görmüş ve “Kendini nasıl buluyorsun” diye sormuştum. Şöyle dedi: “Muazzam bir belâ görüyorum ama hevâ ve sevdâ, yani muhabbet ve dostluk o belâdan daha fazladır.” Yani gerçi bela büyüktür ama muhabbetin yanında önemsizdir. [329]

Ebû Hâşim’den nakledilen az miktardaki sözler daha çok tasavvufun alanına giren sözlerdir. Ölüm döşeğinde söylediği nakledilen sözlere göre muhabbete dayalı bir tasavvuf anlayışı vardır. Fıkıh bilgisi ile ilgili bir şey nakledilmemiştir. Ancak Süfyan es-Sevrî’nin Ebû Hâşim’in meclisine gitmesinden en azından kendine yetecek fıkıh bilgisi olduğu çıkarılabilir. Gerçi yaşadığı dönemde, zahidlerin genelde dînî bilgileri, özelde fıkıh bilgileri için bir eleştiri yapılmadığı görülmektedir.

Aslında Ebû Hâşim, hiçbir tarikatın silsilesinde yer almamakta, tasavvuf kitaplarında kendisine nadiren atıfta bulunulmaktadır. Bu bölümü yazarken düşündüğümüz sistematiğimiz nedeniyle kendisine yer vermeyecektik. Ancak sûfî adını alan ilk kişi olduğu ifade edilme si nedeniyle burada yer verdik.

Habib el-Acemî

İlk adı Habib’dir babasının adının İsa[330] veya Muhammed[331] olduğu ile ilgili iki rivâyet vardır. Muhammed’in dedesinin adı olduğu da rivâyet edilmiştir[332]. Künyesi genel kabule göre Ebû Muhammed’dir[333]. Ebû Müslim[334] olduğu da söylenmiştir. Lakabı el-Acemî ve el-Fârisî’dir. Fârisî, İranlı olması sebebiyle, el-Acemî ise Arapçayı düzgün konuşamadığı için verilmiştir. Yaygın olarak el-Acemî lakabı ile bilinir.

"^Biyografisini yazan ve bize kadar ulaşan kaynaklarda, nerede doğduğu, tam olarak nereli olduğu ve ailesi hakkında bilgi yoktur. Sadece başka bir kaynak vermeden, Zekeriyya el-Kazvînî (v. 682), Horasanlı olduğunu söylemektedir.[335] Basra’da ileri yaşta Arapçayı iyi konuşamadığına, Farsça konuştuğuna bakılırsa İran’ın iç bölgelerinden gelme ihtimali güçlüdür. Kerâmeti ile ilgili bir nakilde hacca giden bir Horasanlının Habib el-Acemî’ye ev alması için para bırakması[336] el-Kazvînî’nin naklini güçlendirmektedir. Bu sebeple Horasan bölgesinden gelme ihtimali yüksektir. Tüm kaynaklara göre Basra’da yaşamıştır ama buraya ne zaman geldiğine dair bir bilgi bulunmamaktadır. Ölüm tarihi ile ilgili de net bilgi bulunmamaktadır. İbnü’l-Cevzî’nin el-Muntazam’da dediğine göre h. 119’da[337] vefat etmiştir. Ancak Zehebî, Tarihu’l-İslâm’da h. 131-140 arasında vefat edenler arasında göstermiştir.[338]

Tüccar olan Habib el-Acemî, rivâyetlere göre ticaretine faiz karıştırmaktadır. “Tezkiremde “tefeci” olarak isimlendirilmesi abartıdır. İlk kaynaklarda tefeciliği ile ilgili rivâyet bulunmadığı gibi, o dönemde açıktan tefecilik yapılmasının çok zor olduğu da göz önünde bulundurulmalıdır. Ancak tahsil edemediği alacağı karşılığında faiz anlamına gelen, mesela yiyecek, yakacak vb. çeşitli taleplerde bulunduğu anlaşılmaktadır. Bunları bırakıp tamamen zühd ve ibadet hayatına yönelmesi ile ilgili birbiri ile bağlantılı üç rivâyet vardır:

Birincisi, merak edip el-Hasenü’l-Basrî’nin meclisine gitmiş, onun etkili vaazı neticesinde tevbe etmiştir.[339] İkincisi, bir yere giderken oyun oynayan çocukların, “kaçın faiz yiyen Habib geliyor” demeleri üzerine, “Ya Rabbi sırrımı açık ettin” deyip tevbe etmiş ve malının tamamını tasadduk etmiştir.[340] Üçüncüsü de, borçlusundan aldığı bir paçayı pişirirken kapısına gelen dilenciyi terslemesi sonucunda yemek pişen kabın kanla dolduğunu görmesi üzerine tevbe etmiştir.[341]

Bu üçünün birleşimi ise şöyledir: Ticaretle uğraşan Habib, el-Hasenü’l-Basrî’yi bilmekte ancak vaazına fazla gitmemektedir. Bir gün borcunu ödeyemeyen bir borçlusundan aldığı paçayı alıp eve getirmiş, hanımından pişirmesini istemiştir. Yemek pişerken bir dilenci gelmiş, Habib onu sert sözlerle kovmuştur. Dönüp hanımından yemeği getirmesini istediğinde yemek kabının kanla veya benzeri bir şeyle dolduğunu görünce, bunun neden kaynaklandığını anlamak için el-Hasenü’l-Basrî’ye gitmek için evden çıkmış, yolda bunu gören çocuklar “kaçın faizci Habib geliyor” deyince, yanlış yaptığına tamamen ikna olan Habib, el-Hasenü’l- Basrî’nin huzuruna varmış, onun etkili vaazı ile yaptıklarına pişman olmuş, tevbe etmiş ve tevbesinin samimiyetini binaen o zamana kadar kazandığı ve şüpheli olduğunu düşündüğü kırk bin dirhemi her defasında 10 bin dirhem olmak üzere dört defada tasadduk etmiştir. Hanımı Amre de zahide ve abidelerdendir.[342] Kocasını teheccüde kaldırdığı aktarılmıştır.[343]

Arapçası çok iyi olmayan, ticaretle uğraşan Habib el-Acemî’nin İslâmî ilimlerli ilgili bir yönü bilinmemektedir. Ancak her ne kadar bazı hadis âlimleri tarafından onun hadis râvîsi olmadığı[344], el-Hasenü’l-Basrî ve İbn Sîrin’den hadis rivâyet ettiğini söyleyenlerin, onu Habibü’l-Muallem’le karıştırdıkları söylense[345] de çoğunluk tarafından hadis râvîleri arasında kabul edilmiştir. Bu sebeple kendisinin biyografisine sadece tasavvuf kitapları değil ricâl kitapları da yer vermiştir.

İbn Hıbban, onun için “abid, fazıl, vera sahibi, müttaki ve duası kabul olunanlardandı. Ondan gelen haberler zühd hayatı ve ibadet üzerinedir”[346] derken, Zehebî, “hadiste sika kabul edilmiştir. Cerh eden bilinmemektedir”[347], el-Mizzî, “meşhur zahidlerdendir. Zühd, vera, kerâmetler ve duasının kabulü ile tanınmıştır”[348] demektedir.

Başta el-Hasenü’l-Basrî ve Muhammed b. Sîrin olmak üzere bazı tabiin âlimlerinden[349] rivâyette bulunmuş, kendisinden de Dâvûd et-Tâî, Salih el-Mürrî, Mu’temir b. Süleyman gibi[350] tasavvuf yönü güçlü zatlar rivâyet etmiştir.[351]

Tüm kaynaklar, zahid, abid, duası kabul edilenlerden ve kerâmet sahibi olduğunda ittifak etmiştir. Çok sayıda kerâmeti nakledilmiştir. Hatta el-Lâlekâî geniş akâid kitabı olan Şerhu Usûli I’tikâdi Ehli ’s-Sünne ve ’l-Cemâa1 nın kerâmete ayırdığı son bölümü Kerâmâtü’l- Evliyâ’sında Habib el-Acemî’nin çok sayıda kerâmetine yer vermiştir.[352]

Habib el-Acemî’nin fıkıhla ilgili bir yönü bilinmemektedir. Ancak büyük müçtehid el-Hasenü’l-Basrî’nin meclisine devam etmiş ve bir miktar ilim öğrenmiştir[353]. Anlaşıldığı kadarıyla en azından kendine yetecek kadar fıkıh bilgisi vardır. Adiyy b. el-Fadl’ın yaptığı bir rivâyet kendisine fakîhlerin de ziyarete geldiğini göstermektedir.[354] Fıkıh tasavvuf ilişkisinde, zâhir bâtın üstünlüğü meselesinde Habib üzerinden nakledilen şu rivâyet ilginçtir:

Kuşeyrî’nin aktardığına göre, bir gün el-Hasenü’l-Basrî, mescide girdi. Akşam namazı kılan bir cemaat vardı. İmamları da Habib’d i. El-Hasen, Habib’in dilindeki ucmelik yani Arapçayı iyi bilmemesi nedeniyle lahn yapar diye ona uymadı. O gece rüyasında, “Niçin Habib’e uymadın? Eğer ona uysaydın, geçmiş tüm günahların affedilirdi” denildi.[355]

Hücvîrî’deki rivâyette, el-Hasen’in rüyada doğrudan Allah Teâlâ’yı gördüğü ve O’nun “Şayet akşam namazını Habib’in peşinde kılmış olsaydın, ibaresinin ve kıraatinin inkârı, niyetinin sıhhatinden seni geri çevirmemiş olsaydı, elbette ki senden razı olurduk” dediği aktarılmaktadır.[356]

Bunun haricinde Tezkiremde, Şâfiî ile birlikte iken yanlarına gelen Habîb’i sınamak maksadıyla, Ahmed b. Hanbel’in ona fıkhî bir soru sorduğu ve aldığı cevaptan dolayı hayrete düştüğüne[357] dair rivâyetin sahih olma ihtimali bulunmamaktadır. Çünkü Habib’in öldüğü zaman Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel henüz hayatta değillerdir.[358] Büyük ihtimalle, bâtınla uğraşmanın zâhirle uğraşmaktan daha üstün olduğunu anlatmak için uydurulmuştur.

Mutasavvıflar ise onu ilk sûfilerden kabul etmişlerdir. Pek çok tarikatın silsilesinde el-Hasenü’l-Basrî’den sonra gelir. Rivâyetlere göre el-Hasenü’l-Basrî’den hırka giymiş, Dâvûd et-Tâî’ye hırka giydirmiştir.[359] Bununla birlikte klasik tasavvuf kaynakları olan, et- Taarruf, el-Lüma’, Kuşeyrî Risalesi, Kûtu’l-Kulub ve ihyamda Habib’e özel bir önem verilmemiştir.[360] İlk dönem kaynaklardan Ebû Nuaym, Habib el-Acemî’nin biyografisine ubbad ve nüssak’ın biyografilerini anlatmaya başladığı bölümün başında[361]8, Hücvîrî ise etbau’-tâbiin sûfilerinin başında yer vermiştir. Hücvîrî, “tasavvuf yolunda cesaret, şerîatte temkin sahibi, himmeti yüce ve kadri ulu”[362] diye tanıtmış, Attar ise, “gayret ve kıskanma kubbesinin velisi, vahdet perdesinin kalbi temizi, sıdk ve himmet sahibi, kuşkusuz ve yakînin sahibi, ıssız ve kimsesiz yerlerin münzevisi”[363] diyerek takdim etmiştir.

Ahmed en-Negerî’ye göre el-Hasenü’l-Basrî’nin iki halifesi vardı. Biri Habib el- Acemî, diğeri Abdülvahid b. Zeyd. Habib’den dokuz kol çıkmıştır: el-Habibiyye, et- Tayfûriyye, el-Kerhiyye, es-Sakatiyye, el-Cüneydiyye, el-Kâzeruniyye, et-Tûsiyye, es- Sühreverdiyye, el-Firdevsiyye.[364]

Gerçekten de kendisinden nakledilen sözler, kerâmetler ve dualar, daha sonraki yaygın anlamıyla fıkhın değil tasavvufun alanına girmekte, onun ibadetle uğraştığını göstermektedir. Mu’temir b. Süleyman’ın babasından naklettiği şu söz Habib’in halk arasındaki konumunu göstermektedir: “el-Hasenü’l-Basrî’den daha fazla ibadet edeni görmedim. Muhammed b. Sîrîn’den daha veralısını görmedim. Mâlik b. Dinar’dan daha zahidini görmedim. Muhammed b. Vasî’den daha çok Allah’tan korkanını görmedim. Habib Ebû Muhammed’den yakîninde daha sadık kimse görmedim.”[365] Yine kerâmeti ile ilgili bir nakilde dönemin zahidleri ile zikir ve tesbihatla meşgul olmak için bir araya geldiklerini gö stermektedir.[366]

Habib evinde tek başına oturur ve “kimin seninle gözü aydınlanmıyorsa, onun gözü aydın olmaz. Kim de seninle ünsiyet kuramıyorsa, kimseyle ünsiyet kuramaz” derdi.[367]

Dâvûd et-Tâî

Tam adı Dâvûd b. Nusayr et-Tâî, künyesi Ebû Süleymân’dır.[368] Kûfelidir[369], Tay kabilesindendir. Doğum tarihi bilinmemektedir. Zehebî hicrî II. yüzyılın başlarında doğduğunu belirtir.[370] Ölüm tarihi olarak, hicrî 160[371], 162[372], 165[373] ve 166[374] yılı verilmiştir. En yaygın kabul edileni 165 yılıdır.

Hilye’de, 64 yıl bekâr kaldığı ifade edilmiş, kendisine sorulan bekârlığa nasıl sabrettin sorusuna, “kadınlar hakkında anlayışım (kadınlara karşı istek duymaya) başlayınca bir yıl onları arzulamaya karşı sabrettim, bundan sonra kalbimden arzuları gitti” cevabı

verdiği[375] nakledilmiştir. Burada 64 yılın tüm yaşını mı yoksa baliğ olduktan sonraki yılı mı kastettiği belli değildir. Ancak Kûtu’l-KuluVda geçen, “elli yıldır cinsel isteğim olmadı”[376] rivâyetinden 64 yılın tüm yaşını ifade ettiği anlaşılmaktadır. Vefat yılı 165 alınırsa hicri 101 yıllarında doğmuş olmalıdır. Züfer ile iyi arkadaş olması sebebiyle aralarında çok fazla yaş farkı olmaması gerekmektedir. Züfer’in hicri 110’da doğduğu bilindiğine göre[377] Zehebî’nin nakli doğru olmalıdır. Mehdî zamanında Bağdat’a gelip, sonra Kûfe’ye geri döndüğü ve burada vefat ettiği nakledilmiştir.[378] Ancak İbn Battuta (v.    779) kabri Bağdat’tadır

demektedir.[379]

Dâvûd et-Tâî, hadis meclislerine devam etmiş, nahiv ve eyyâmü’n-nas denilen tarih öğrenmiş, fıkıhta derinleşmişti.[380] Ebû Hanife hocası Hammad’ın yerine fıkıh meclisinin başına geçince Dâvûd et-Tâî de bu halkaya katılmış, uzun süre burada talebelik yapmıştı. Hemen tüm kaynaklar hayatının son 20 yılını evinde inzivada geçirdiğini nakletmiştir [381]8. Eğer Ebû Hanife’nin hocalığı devraldığı hicrî 120 yılında bu halkaya katılmışsa 25 yıl yani 44-45 yaşına kadar fıkıhla uğraşmış demektir.

Hiç evlenmeyen, evlenmediği için kendini kınayanlara, “zayıf bir kalp iki himmeti taşıyamaz”[382] cevabı veren Dâvûd et-Tâî, uzlete çekildikten sonra geçimini babasından ve annesinden kalan az miktarda mirasla sağlamıştır.[383] Ne sultandan atiyye, ne de arkadaşlarından hediye kabul ettiği[384], kendisine gönderilen yardım ve hediyeleri reddettiği[385] nakledilmesine rağmen; Dâvûd et-Tâî’nin çok daraldığını duyan Hammad b. Ebî Hanife’nin, onu ziyarete gittiği ve dört yüz dirhem çıkararak, “bu Ebû Hanife’nin mirasındandır” dediği, Dâvûd et-Tâî’nin de, parayı alarak “bu parayı Ebû Hanife’nin zühd ve verâına hürmeten aldığını” söylediği de nakledilmiştir.[386]

Dâvûd et-Tâî’nin uzletine sebep olarak birkaç rivâyet vardır: Bunlardan birincisine göre, bir gün kabristandan geçerken kadının birinin evladının kabri başında içinde: “Ey Yahya, keşke hangi yanağının çürümeye başladığını bilseydim” beytinin de bulunduğu bir şiir okuduğunu duyması ve bundan etkilenmesidir.[387]

İkincisi: Bir gün Ebû Hanîfe’nin ona; “Yâ Dâvûd! Alete (yâni ilme) gelince onu sağlamlaştırdık” deyince, Dâvûd’un, “geriye ne kaldı?” diye sorması, Ebû Hanîfe’nin, “geriye onunla amel etmek kaldı” cevabı vermesi üzerine uzlete çekilmeye karar vermiştir.[388]

Üçüncüsü, Ebû Hanife’nin ders halkasında iken bir gün bir adama sert bir söz söylemesi üzerine Ebû Hanife “Ey Ebû Süleyman, senin elin de dilin de uzamış”[389] demiş o da bundan müteessir olarak uzlete çekilmeye karar vermiştir.

Dördüncüsü, bir gün Bağdat sokaklarında yürürken emirlerden birinin adamlarının yol açarken Dâvûd et-Tâî’yi de yol kenarına itmeleri nedeniyle, “böyle bir emirin bile Dâvûd’un önüne geçtiği bir dünya” yok olsun diyerek ibadet yönelmiştir.[390]

Bu rivâyetler arasında çelişki bulunmamaktadır. Araları birleştirilebilecek olaylardır. Dâvûd et-Tâî’nin erken yaşlarda kadınlara yönelik bir rağbetinin bulunmaması, ilimle meşgul olması, zühd ve ibadete eğiliminin olduğunu göstermektedir. Kırklı yaşlarda yani insanın yeniden kendini sorguladığı, olgun olduğu yaşlarda bu eğilimin artması, bu sırada üstüste gelen bazı hadiseler, ölüm gerçeği, öğrendiği ilimle amel etmesinin daha önemli olması, bu arada kendini konuşmaya fazla kaptırdığına dair düşünceler onun ta mamen uzlete çekilmesi kararını vermesine neden olduğu anlaşılmaktadır.

Uzlete çekilmeden önce bir sene Ebû Hanîfe'nin derslerine devâm etmiş, bu sürede hiçbir meselede konuşmamış, nefsini uzlete alıştırmıştı. Kendisi diyor ki: “Önüme bir mesele gelirdi, ben ona cevap vermek için susuz kişinin suya çektiği hasretten daha fazlasını duyardım. Fakat cevap vermezdim. Sonra uzlete çekildim.”[391] Uzlete çekilmeden önce kitaplarını Fırat’a attığı nakledilmiştir.[392]

Kendini ibadete verdikten sonra hadis, fıkıh, nahiv, tarihle alakalı hiçbir şey konuşmadığı nakledilmektedir.[393] Ancak kendisinden az sayıda hadis nakledilmiştir. En fazla A’meş’ten rivâyeti vardır.[394] İbn Uyeyne kendinden hadis dinlemiştir.[395] Uzlete çekildikten sonra ziyaretine gelenlerden soru soran olursa cevap verirdi. Yoksa sükût ederdi. Bir şey konuşmazdı.732 [396] Soru soranlar fıkhî bir mesele sorduklarında buna cevap vermekten kaçınmış[397] ama nasihat isteyene nasihat etmiştir.[398]

İnsanları evine çağırmamasına hatta fazlaca gelinmesinden hoşlanmamasına rağmen “Dâvûd’un ehlinden birinden...” şeklinde başlayan rivâyetten[399] ve benzer başka rivâyetlerden kendisine devamlı gelen insanlar bulunduğu ve bunların da zühd ve ibadetleri ile meşgul, daha sonra tasavvuf kitaplarında ve sûfî tabakatlarında kendilerinden bahsedilen kimseler olduğu anlaşılmaktadır. Muhammed b. Bişr[400], Süfyan es-Sevrî, İbrahim b. Edhem,[401] Fudayl b. Iyaz,[402] Abdullah b. Mübarek,[403] İbn Semmak[404] bunlardan bazılarıdır. Bunun yanında, Ebû Hanife’nin,[405] Ebû Yusuf’un ve Muhammed Şeybânî’nin[406] de uzletten sonra ziyaretine geldikleri, Züfer ile karşılıklı ziyaretleştikleri hatta Basra’ya taşınan Züfer’i orada ziyaret ettiği nakledilmektedir.[407]

Kaynaklara göre Ebû Hanife’nin ders halkasında üst düzey bir fakîh olan[408] Dâvûd et-Tâî’den fıkıhla alakalı sözler değil[409] zühd, ibadet gibi daha çok tasavvuf ve ahlâkın alanına giren sözler nakledilmiştir. Buna rağmen uzlete çekildiği dönemde de fakîhlerden kabul edilmektedir. Harun (er-Reşid) Kûfe’ye geldiğinde kurrânın yazılmasını istemiş, listeyi hazırlamışlar, Dâvûd et-Tâî de yazılmıştı. Harun, listedekilere iki bin dirhem verilmesini emretmiş, Dâvud için tahsis edilen parayı İbn Semmak ve Hammad b. Ebî Hanife alıp götürmüşler ancak o bunu kabul etmemiştir.[410] Yine Kûfe’ye vali atanan Muhammed b. Kahtaba, “Evlatlarımı terbiye edecek birine ihtiyacım var. Bu kişi Allah’ın kitabını ezberlemiş, Rasûlullah’ın sünnetini, eseri, fıkhı, şiiri, nahvi ve insanların günlerini (tarih) bilen birisi olsun” dediğinde, “Bu dediklerini kendisinde toplamış olan sadece Dâvûd et - Tâî’dir” denilmiştir.[411]

Zamanındaki bazı kişiler tarafından, “Yeryüzündekiler ile Dâvûd et-Tâî tartılsalardı, fazilet ve salah yönünden Dâvûd daha ağır gelirdi”[412] “sahabe olsa idi, seçkinlerinden olurdu”[413] “şayet geçmiş milletlerden olsa idi, Allah Teâlâ onun haberlerini bize kıssa olarak naklederdi”[414] gibi sözlerle övülmüş olan Dâvûd et-Tâî pek çok tarikatın silsilesinde yer almaktadır. Tasavvuf ehli kendisine özel önem vermiş, Kûtu’l-Kulub’da altı yerde[415]; İhyâ’da 17 yerde[416] atıfta bulunulmuş veya sözleri aktarılmış; et-Taarruf ta “büyük sûfîler” arasında sayılmış[417], Kuşeyrî’[418], Keşfü’l-Mahcûb ve Tezkiretü’l-Evliyâ’da biyografisine yer verilmiştir.

Kuşeyrî hocası/şeyhi Ebû Ali Dekkak’tan: “Ben bu tarikatı Nasrâbâdî’den; o, Şiblî’den; Şiblî, Cüneyd’den; Cüneyd, Seriy’den; Seriy, Ma’ruf el-Kerhî’den; Kerhî, Dâvûd et-Tâî’den, o da tabiinden almıştır” diye rivâyette bulunmuştur.[419] [420]

Tarikat silsilelerinde Habib el-Acemî’den sonra gelmekte ancak Keşfü’l-Mahcûb’51 ve Tezkiretü’l-Evliyâ’da[421] şeyhi olarak Habib er-Râî[422] ifade edilmektedir. Zehebî de Dâvûd et-Tâî’nin Habib el-Acemî ile sohbet ettiğine dair bilginin hatalı olduğu kanaatindedir. O, “ne Dâvûd et-Tâî Basra’ya gitmiş, ne de Habib el-Acemî Kûfe’ye gelmiştir. Ma’ruf el-Kerhî’nin Dâvûd et-Tâî’den el alması da uzak ihtimaldir. Ma’ruf el-Kerhî ile Dâvûd et-Tâî’nin bir araya geldiklerini veya karşılaştıklarını bilmiyoruz” demektedir. [423] Ancak aynı Zehebî kitabının Habib el-Acemî bölümünde Dâvûd et-Tâî’nin Habib’den nakilde bulunduğunu söylemektedir.[424] Ayrıca çoğunluğun görüşüne göre Ma’ruf el-Kerhî ile de görüşmüştür.[425]

Daha sonra anlaşıldığı manasıyla “hırka giyme” veya “tarikat alma” gibi bir durum olmasa da Dâvûd et-Tâî’nin Habib el-Acemî ile görüşmüş olma ihtimali uzak değildir. Çünkü yukarıda naklettiğimiz üzere Züfer’i ziyaret için Basra’ya gitmiştir. Bu sırada Habib el-Acemî ile görüşmüş olma ihtimali yüksektir.

Dâvûd et-Tâî, Ebû Hanife’nin meclisinden ayrıldıktan sonra yanına gelen ve “kardeşlerini ve ilim müzakere edilen meclisi neden terk ettin?” diye soran birine, “Ben, avunan kalpler, uyumlu (olmaya çalışan) diller, çeşitli himmetler, peşine düşülen arzular, tercih edilen dünyayı gördüm. Benim ayrılmamın sebebi afiyetimi artırmaktır”[426] başka birine de “sizin meclisinizde âhiret işlerinden bir şey yok” demesi[427] fıkıh meclislerine net olarak yapılan ilk eleştiriler denilebilir. İlginç olanı bunun müçtehid bir fakîh tarafından yapılmasıdır. Bu eleştiriler ilerde daha da artacak, Gazzâlî fıkhı dünya ilimlerinden sayacaktır.

Kendisine fıkhî bir mesele sorulduğunda verdiği: “Muharibe gereken savaşa gitmek mi yoksa savaş için alet toplamak mıdır? Eğer tüm ömrünü alet toplamakla geçirirse ne zaman savaşacaktır? İlim amel için alettir. Kişi tüm ömrünü ilim öğrenmek yolunda harcarsa ne zaman amel edecektir?”[428] cevabı Dâvûd et-Tâî’nin genel manada ilme bakışını göstermektedir. Muhammed b. el-Hasen eş-Şeybânî’nin aktardığına göre, onun daha çocuk denecek yaşta sorduğu sorulardan sadece Muhammed’in ihtiyacı olduğunu düşündüğü sorulara cevap vermesi, fıkıh meclisinde tartışılan sorulara ise cevap vermekten kaçınması da bununla ilgilidir.[429]

Başkalarına, “insanlardan aslandan kaçar gibi kaç!”[430] tavsiyesinde bulunan Dâvûd et-Tâî kendisi de bunu uygulamıştır. Bu sebeple müezzin kamet ederken mahalle mescidine girer, farzı kılar kılmaz evine dönerdi.[431] Vasıt şehrinden Dâvûd et-Tâî’yi görmek ve ondan bir şeyler dinlemek üzere gelen birisi, üç gün kapısında dışarı çıkması için beklemiş, bu sürede sadece kamet getirilince çıkıp, imam selamı verince hızlıca evine dönen Dâvud ile görüşme imkânı bulamayınca, başka bir mescidde namazı kılıp gelmiş ve kapısının önünde, “Tanrı misafiri” olduğunu söyleyerek evine misafir olabilmiştir.[432] Yalnız insanlardan uzak durmak için iki şart söylemiştir: “İnsanlar seni kötülemesin ve cemaatlerini terk etmeyesin!”[433] Bu şart fakîh özelliğini ortaya koymaktadır.

Muhammed b. Bişr’den aktarılan Fudayl b. Iyaz’ın ziyarete gelmesiyle ilgili rivâyet[434], fıkıh meclislerinden uzak durmakla birlikte zühd, ibadetten bahsedilen “tasavvuf’ meclislerinden uzak durmadığını, ancak şöhrete kaymaya başladığında ondan da kaçındığını ortaya koymaktadır. Ebû Nuaym’ın “şuurlu fakîh, uyanık (dikkatli) ârif, sırlı âbid”[435] dediği Dâvûd et-Tâî’nin zühdü, takvâsı ile ilgili çok sayıda rivâyet ve bu hususlarda çok sayıda sözü vardır.[436] Bir kaçı:

“Yakîn olarak zühd yeter. İlim olarak ibadet yeter.”[437]

“Dünyada zahid müridlerin alametlerinden biri, onların istediğini istemeyen (dilediklerini dilemeyen) tüm arkadaşları/meclisleri terk etmektir.”[438]

Geceleri şöyle derdi: “İlâhî, senin düşüncen, bütün diğer düşüncelerimi geçersiz kıldı. Benimle uykumun arasına girdi.”[439]

“Dili korumak amellerin en zoru (şiddetlisi) ve en faziletlisidir.”[440]

Ma’ruf el-Kerhî

Tam adı Ma’ruf b. el-Fîruzân el-Kerhî, künyesi Ebû Mahfuz’tur. Bağdat’ın Kerh mahallesine mensuptur.[441] Babasının adının Fîruz veya Ali olduğu da rivâyet edilmiştir.[442] Babası Müslüman olduktan sonra Ali ismini almış olmalıdır.

Babasının Vasıt köylerinden Nehruban Sabiîlerinden olduğu ancak Ma’ruf’un daha küçük yaşta İslâm’ı benimsediği[443] veya anne babasının Hristiyan olduğu, çocukluğunda Ma’ruf’u bir hocaya verdikleri, onun “Allah üçün üçüncüsüdür” denmesi üzerine itiraz edip, “Allah birdir” dediği, bunun üzerine hocasından şiddetli dayak yediği, onun da kaçtığı ve uzun süre evine gelmediği, anne babasının “keşke evladımız dönse de biz de onun girdiği dine girsek” dediği, Ali b. Musa elinde Müslüman olup evine geldiği, kapıya vurunca anne babasının “kim o?” dediği, “Ma’ruf” deyince “Hangi din üzere geldin?” diye sordukları, onun “İslâm” demesi üzerine onların da Müslüman oldukları aktarılmıştır.780 [444] Ailesinin Hristiyan olması daha doğru olsa gerektir. Çünkü kaynakların çoğunluğu teslis akidesi anlatılınca reddettiğini anlatmıştır. Bu rivâyetin bir başka versiyonu şöyledir:

Ma’ruf el-Kerhî daha çocukluğunda seçilmişti. Kardeşi İsa anlatıyor: “Ben ve kardeşim Ma’ruf, mektebe giderdik. Hristiyandık. Öğretmen çocuklara, “baba, oğlu”(teslisi) öğretiyordu. Ma’ruf, “Allah birdir, Allah birdir” diye feryat ederdi. Öğretmen de ona şiddetli şekilde vururdu. Hatta bir gün çok kötü dövdü. O da kaçtı. (Uzun süre gelmeyince) annesi ağlar ve “eğer Allah, Ma’ruf’u bana geri çevirirse, o hangi dinde ise ona tâbi olacağım” derdi. Yıllar sonra Ma’ruf geri döndü. Annesi sordu: “Oğulcuğum, hangi dindensin?” Ma’ruf, “İslâm dinindeyim” dedi. Bunun üzerine annesi, “Eşhedü en lâ ilâhe illallah...” diyerek Müslüman oldu, ardından hepimiz Müslüman olduk.”[445]

Kaynakların önemli bölümüne göre Müslüman olması Cafer-i Sadık’ın oğlu Ali b. Musa er-Rıza vasıtasıyla olmuş, onunla irtibâtını hiç kesmemiştir. Hatta Sülemî, onun kapıcısı olduğunu, bir gün Ali b. Musa’nın taraftarlarının (şiası) izdihamı nedeniyle kaburgaları kırılıp bu sebeple vefat ettiğini kaydetmişse de[446] hem İbnü’l-Cevzî hem de Zehebî bu rivâyeti doğru bulmamıştır. Zehebî, “Herhalde Ali b. Musa’nın Ma’ruf adında bir kapıcısı vardı, Ma’ruf el- Kerhî ile karıştırıldı”[447] derken, İbnü’l-Cevzî, “Çünkü Ma’ruf, tek başına mescidinin bir köşesinde ibadetle meşgul olurdu” demektedir. Ayrıca hocası Hafız Ebu’l-Fadl b. Nasır’ın bu hikâyenin nakil âlimleri arasında bilinmediğini söylediğini de eklemiştir.[448]

Ma’ruf el-Kerhî’nin Ali b. Musa er-Rızâ’nın kölesi olduğu rivâyeti[449] ise bir yanlış anlama sonucu olmalıdır. Rivâyetlerden anlaşıldığı kadarıyla ailesi Hristiyan olan Ma’ruf el- Kerhî teslisin kendisine ters gelmesi nedeniyle erken yaşta arayışa girmiş, bu hususta ailesinin ve gittiği Hristiyan hocalarının sert davranması sebebiyle ailesinden ayrılmış, Ali b. Musa vasıtasıyla İslâm’ı tanımış, bu süreçte Kûfe’ye yaptığı ziyarette Dâvûd et-Tâî’nin talebesi İbn Semmak ile tanışmış, onun sözlerinden etkilenmiş, İbn Semmak vasıtasıyla Dâvud et-Tâî ile de tanışmış, bunların söz ve davranışlarının etkisi ile zühde yönelmiş, Bağdat’a döndüğünde önce ailesinin Müslüman olmasına vesile olmuş, ardından ibadete çekilmiştir.

Ölüm tarihi ile ilgili hicrî 201 ve 204 yılları rivâyeti olsa da genel kabul edilen 200 yılında vefat etmiş olmasıdır[450]. Vefatından sonra kabri ziyaretgâh olmuştur.[451] Kabrinde yapılan duaların kabul olunduğuna, kabrinin bulunduğu beldeye bereket getirdiğine, beldeyi koruduğuna dair rivâyetler gelmiştir.[452] İbrahim el-Harbî, “Ma’ruf’un kabri tecrübe edilmiş ilaçtır” dermiş.[453] Tasavvufta velî kabirlerini ziyaret edip şifâ bulma geleneği muhtemelen Ma‘rûf’un kabrinin gördüğü bu ilgiden sonra başlamıştır.[454]

Tüm kaynaklar Ma’ruf el-Kerhî’nin zühd, takvâ ve salah sahibi, duasının müstecab, kerâmetlerinin meşhur olduğu hususunda ittifak etmiştir. Muhaddislerden kabul edilmiştir.[455] İbnü’l-Cevzî, Ma’ruf’un çok hadis dinlediğini ancak ibadetle meşgul olduğu için rivâyetle uğraşmadığını, buna rağmen yedi tane müsned hadisini tespit ettiğini belirtmiş ve bunları nakletmiştir[456] [457]. Yanında İbn Ebî Hazim’den yazılmış bir hadis cüzü olduğu, bu sebeple, Yahyâ b. Maîn ve Ahmed b. Hanbel’in ondan hadis yazmak üzere geldikleri de 794 aktarılmıştır.

Kendisinden nakledilen sözler arasında ciddi sayıda sahabe ve Rasûlullah’a isnad etmeden şu duayı yapana “şu verilir” “böyle denir” “şöyle olur” vb. rivâyetler vardır.[458] [459] Bunları bir hadise istinaden mi yoksa keşfen mi söylediği kaynaklarda net değildir. Biz, yaptığımız taramada bu minvaldeki bazı sözlerinin benzeri hadisler olduğunu796, bazı sözlerinin ise hadisten bir benzerinin olmadığını gördük[460]. Zamanında başta Ahmed b. Hanbel olmak üzere önemli muhaddislerin kendisi ziyaret etmesi ve bir itirazda bulunmamaları bu sözlerinin bir hadise istinad ettiği kanaatine bizi götürmektedir. Ancak ilginç olanı bunu nakleden ve kendileri de muhaddis olan Ebû Nuaym, İbnü’l-Cevzî gibi zatların bu hususa dikkat çekmemeleridir.

Ma’ruf el-Kerhî, tasavvuf tarihinde bir dönüm noktası kabul edilmektedir. Daha önceki bölümlerde açıkladığımız üzere tasavvufun zühd dönemi kabul edilen dönem onunla sona ermiş ve yaklaşık hicrî altıncı asır başlarına kadar devam edecek yeni bir dönem başlamıştır. Kuşeyrî kendi silsilesini sayarken şeyhi Ebû Ali Dekkak’tan: “Ben bu tarikatı Nasrâbâdî’den; o, Şiblî’den; Şiblî, Cüneyd’den; Cüneyd, Seriy’den; Seriy, Ma’ruf el- Kerhî’den; Kerhî, Dâvûd et-Tâî’den, o da tabiinden almıştır” diye rivâyette bulunmuştur.[461]

Zehebî bu silsileye itiraz ederek silsilenin Ma’ruftan sonrasının kesik olduğunu söylemekte;[462] “Ma’ruf el-Kerhî’nin Dâvûd et-Tâî’den el alması uzak ihtimaldir. Ma’ruf el- Kerhî ile Dâvûd et-Tâî’nin bir araya geldiklerini veya karşılaştıklarını bilmiyoruz” demektedir.[463] Ma’ruf el-Kerhî, Dâvûd et-Tâî, Habib el-Acemî, el-Hasenü’l-Basrî, Hz. Ali, Hz. Peygamber diye devam eden silsilenin “hırka giyme” manasına kesik olduğu doğrudur. Ancak Ma’ruf el-Kerhî’nin Dâvûd et-Tâî ile görüştüğü de pek çok kaynakta kabul edilmiştir.[464] Biz de bunun pekâlâ mümkün olduğu kanaatindeyiz. En azından Dâvûd et- Tâî’nin talebesi İbn Semmak ile buluştuğu kesindir. Tasavvuf yoluna yönelmesinin sebebi de kendi ifadesiyle, Kûfe’de dinlediği İbn Semmak’ın vaazı ve özellikle bu vaazdaki şu sözleridir: “Kim Allah’tan tamamen yüz çevirirse Allah da ondan tamamen yüz çevirir. Kim

Allah’a kalbiyle yönelirse, Allah onu rahmeti ile karşılar ve halkın teveccühünü ona --2

Elimizdeki kaynaklara göre ilk tasavvuf târifini yapan Ma’ruf el-Kerhî, tasavvufu “hakikatleri almak, insanların elindekinden ümit kesmektir”[465] [466] şeklinde târif etmiş, daha sonraki mutasavvıfların ilgi alanı olan “hakikatler” alanına giriş yapmıştır. Ma’ruf el- Kerhî’nin tasavvuf alanındaki önemine binaen hemen bütün tasavvuf klasikleri kendisinden bahsetmiş, ya biyografisini vermişler ya da ona atıflarda bulunmuşlardır. Tasavvuf yönünün belirgin olması nedeniyle biz daha fazla bunun üzerinde durmayacağız. Fıkıh yönünü tespit etmeye çalışacağız. Ancak zühd döneminden ayrışan ve tasavvuf dönemine uygun olan bazı sözlerini burada aktaracağız:

“Suda yürüdüğünü duydum” diyen birine, “Hayır, suda hiç yürümedim ama istersem suyun iki yakası benim için birleşir” demiştir.[467] Daha önceki abid ve zahidlerde görülmeyen bu kendinden eminlik, sonraki mutasavvıflarda daha yaygın ve ileri düzeyde görülecektir.

Ma’ruf bir yolculuğunda karşılaştığı, hayret edilecek özellikleri olan birini anlatırken onu “mahmul/ricâl-i gayb” diye isimlendirmiştir.[468] Bu da ricâl-i gaybla ilgili ilk rivâyetlerden biridir. Buna benzer bir durum da Hızır’la görüştüğünü ifade eden rivâyettir. Esved b. Sâlim’e, “Kardeşim Hızır benimle konuştu” demiştir.[469] Bu rivâyet doğru ise yine zahid ve abidler arasında böyle bir şey söyleyen ilk kişi olmaktadır.[470]

“Kim sevap için amel işlerse o tüccardır. Kim cehennem korkusu ile amel işlerse o köledir. Kim de Allah için amel işlerse o hürlerdendir”[471] diyen Ma’ruf, ibadetin sadece Allah rızası için yapılması gerektiğini, biraz cennet arzusu ve cehennem korkusunu küçümseyerek anlatan belki de ilk sûfîdir. Bu yol sonradan çok fazla kullanılacaktır.Maruf’a güzel bir yemek hediye edildi, o da yedi. Dediler ki: “Kardeşin Bişr bundan yemez.” “Kardeşim Bişr veraya sarılmıştır. Bana ise mârifet açılmıştır” dedi. Sonra ekledi, “Ben ancak Mevla’mın evinde misafirim. Eğer bana yemek ikram ederse yerim, beni aç bırakırsa sabrederim; itiraz ve ihtiyar (tercih) benim neyime...”[472] Bu rivâyet de zühdden tasavvuf dönemine geçişi iyi anlatan örneklerden biridir. Asıl önemli olanın mârifet olduğu, zühd hayatı yaşamanın ikinci planda olduğu anlatıldığı gibi, daha sonraki mutasavvıflarda gidecek artacak olan, tefviz-i umur, işlerin tamamen Allah’a bırakılması, cebriyeye yaklaşan kader inancının da ilk işaretleri görülmektedir. Şu da bu minvalde bir rivâyettir: Kız kardeşinin oğlu, “Dayı görüyorum ki her duana icabet ediliyor (bu nasıl oluyor?)” dedi. O da “Evladım ben misafirim. (Allah Teâlâ) misafir nasıl ağırlanırsa öyle ağırlıyor” dedi.[473]

Muhabbetten sordular. “Muhabbet, yaratılmışların öğretmesiyle değildir. O ancak Hakk’ın mevhibesi ve fazlıdır” dedi.[474] Bu rivâyet de daha sonra mutasavvıflar arasında yaygınlaşan, velayetin de Allah’ın seçmesi ile olduğu düşüncesinin ilk nüvesi konumundadır.

Fıkıhla ilgisine gelince, Ma’ruf’un muhaddislerden kabul edildiğini ifade etmiştik. Fıkıh yönü ile ilgili fazla bir rivâyet nakledilmemiştir. Ancak mutlak müçtehitlerden Ahmed b. Hanbel’in onu zaman zaman ziyarete gelip bazı şeyleri konuşması, Süfyan b. Uyeyne’nin Şam’a kendisini ziyaret gelen bir grubun Bağdat’tan geldiğini öğrenince, onun için “bilge/âlim”[475] ifadesini kullanıp ardından: “O aranızda bulunduğu müddetçe hayır üzere olursunuz” demesi fıkıhla ve fakîhlerle alakasının uzak olmadığını göstermektedir.[476]

Ebû Sâic b. Arabî’nin nakline göre, Ahmed b. Hanbel, “Ma’ruf el-Kerhî abdallardandır. Duası müstecabtır” dermiş. Bir gün Ahmed’in meclisinde Ma’ruf’un adı geçince, orada bulunan birisi, “İlmi azdır” deyince, “Dilini tut, Allah seni affetsin! İlimden murat ancak Ma’ruf’un vasıl olduğu şey değil midir?” diye karşılık vermiştir.[477] Ahmed b. Hanbel’in oğlu Abdullah, babasına, “Ma’ruf’ta ilimden bir şey var mıydı?” diye sormuş, O, “Oğulcuğum, onda ilmin sermayesi olan Allah’tan haşyet vardı” diye cevap vermiştir.[478]

Mekkî ve Gazzâlî, “Ahmed b. Hanbel ve Yahya b. Maîn, Ma’ruf el-Kerhî’nin sohbetine giderlerdi. Hâlbuki Ma’ruf, zâhirin ilminde onların konumunda değildi. Bu ikisi Ma’ruf’tan sorarlardı”[479] demekte; Ebû Nuaym’ın şeyhi de, “Ma’ruf el-Kerhî’nin çok

miktarda ilmi özümsediğini ama ibadetle uğraştığı için o alanda fazla konuşmadığını” söylemektedir. İbn Hıbban, Ma’ruf el-Kerhî’yi tanıtırken onu “Irak ehlinin abid ve

kurralarındandır diyerek tanıtmıştır.

Ma’ruf’un kendisine de, “İlim talep ettin mi?” diye sorulduğunda, “bilmeden nasıl Allah’tan korkacaksın, bilmeden nasıl Allah’tan korkacaksın” cevabını vermiştir.[480]

Tüm bu rivâyetleri değerlendirdiğimizde Ma’ruf el-Kerhî’nin fakîh düzeyinde bir fıkıh bilgisi olmadığı ancak en azından kendine yetecek, gerektiğinde yakınlarına da anlatacak kadar fıkıh bildiğidir. Ayrıca fıkıh çizgisi dışına çıkan bir hayatı ve sözlerinin de olmadığı anlaşılmaktadır. Diğer mutasavvıflarda da görülen hükümlerin hikmet tarafına baktığına dair şu rivâyet delil mahiyetindedir:

Abdullah b. Ahmed b. Hanbel anlatıyor: Bir gün Yahya b. Maîn babama geldi ve “Ma’ruf el-Kerhî’ye gitmek ve onun sözlerini dinlemek istiyorum. Sen de benimle gelsen de beraber gitsek” dedi. Babam, “ona sıkıntı vermenden korkarım” dedi. Yahya, “ona sıkıntı verecek değilim” dedi. Birlikte Ma’ruf’a gittik. Ma’ruf babamı görünce, ona tazim ve ikram etti, samimiyet gösterdi, onunla uzunca konuştu. Artık geri dönecekleri zaman Yahya b. Maîn, “sehiv secdesinin manası nedir? Niçin namazda emredilmiştir?” dedi. Ma’ruf duraklamadan, “sehiv secdesi kalbin cezası (ukubeti)dır. Allah seni affetsin, Allah’ın huzurunda dururken, niçin Allah’ı unutuyorsun?” cevabını verdi. [481] Başka bir rivâyette Ahmed b. Hanbel, Ma’ruf’a, “işte bu senin (ince) anlayışındır” demiştir.[482]

Şu sözleri de amelin öncelendiğini göstermektedir:

“Allah bir kulu hakkında hayır diledi mi amel kapısını açar, cedel kapısını kapatır. Kul hakkında şer diledi mi amel kapısını kapatır, şer kapısını açar.”[483] “Amelsiz cennet istemek günahlardan bir günah, sebepsiz şefaat beklemek bir çeşit aldanma, (Allah’a itaat etmeyenin) mûti olmayanın rahmet umması ise cehâlet ve ahmaklıktır.”[484]

“Temizlerin kalbi takvâ ile açılır, iyilikle güzelleşir (çiçeklenir). Facirlerin kalbi fücurla kararır, kötü niyetle kör olur.”[485]

 

 



[1]   Geniş bilgi için bkz. Reşat Öngören, “Tarikat”, DİA, XL, 95-105.

[2]   İbn Sa’d, Ebû Abdullah Muhammed ibn Sa’d (v. 230), et-Tabakâtü’l-Kübrâ, Dâru’l-Kütübü’l-İlmiyye, Beyrut 1990, III, 125.

[3]   Ebû İshak İbrahim b. Ali eş-Şirâzî (v. 476), Tabakâtü’l-Fukahâ, Dâru’r-Raid el-Arabî, Beyrut 1970, s. 36.

[4]   İbn Sa’d, et-Tabakât, III, 126.

[5]   İbn Sa’d, et-Tabakât, III, 145.

[6]   Rivâyetler için bkz. İbn Sa’d, et-Tabakât, III, s. 126-127; Mustafa Fayda, “Ebû Bekir”, DİA, X, 101.

[7]    İbn Vehb Ebû Muhammed Abdullah, el-Câmi’fi’l-Hadis, Dâru ibn Cevzî, Riyad 1995, s. 144, H. No: 86; Taberânî, el- Mu ’cemü’l-Kebîr, I, 53, H. No: 9; Hadisin başka bir rivâyetinde, “Kimi, ateşten azat edilmiş birine bakmak sevindirirse Ebû Bekir’e baksın” buyurulmaktadır. Bkz. Hâkim, Müstedrek, III, 64, H. No:4404.

[8]   İbn Sa’d, et-Tabakât, III, 127.

[9]   İbn Sa’d, et-Tabakât, III, 128.

[10]  İbn Sa’d, et-Tabakât, III, 128.

[11]  Tirmizî, Menâkıb 16; Ebû Dâvûd, Zekât 27.

[12]  İbn Sa’d, et-Tabakât, III, 131.

[13]  Buhârî, “Ezan”, 27; Müslim, “Salat”, 17; Tirmizî, “Menâkıb”, 16.

[14]  Ebû İshak eş-Şirâzî, Tabakâtü’l-Fukahâ, s. 36.

[15]  İbn Sa’d, et-Tabakât, III, 138-139.

[16]  İbn Sa’d, et-Tabakât, III, 150-152.

[17]  Ebû İshak eş-Şirâzî, Tabakâtü’l-Fukahâ, s. 37.

[18]  Tirmizî, “Menâkıb”, 15.

[19]  İbn Sa’d, et-Tabakât,, III, 132.

[20]  İbn Kayyim el-Cevziyye, İ’lâmü’l-muvakkıîn, Dâru’l-Kütübü’l-İlmiyye, Beyrut 1991, IV, 91.

[21]  İbn Kayyim, İ’lâmü’l-muvakkıîn, IV, 92.

[22]  Fayda, “Ebû Bekir”, X, 106.

[23]  Necdet Tosun, Bahaeddin Nakşbend Hayatı, Görüşleri, Tarikatı, İnsan Yayınları, İstanbul 2015 (altıncı baskı), s. 34.

[24]   Tosun, Bahaeddin Nakşbend, s. 36-38; Ayrıca bkz. Kasım Kufralı, Nakşibendîliğin Kuruluş ve Yayılışı, İstanbul Üniversitesi Türkiyat Enstitüsü doktora tezi, Türkiyat Enstitüsü no:337, s. 22-23.

[25]   İbnü’l-Cevzî, Cemâlüddin Abdurrahman b. Ali (v. 597), el-Mevzûât, el-Mektebetü’s-Selefiyye, Medine 1966, I, 319; Aliyyü’l-Kârî (v. 1014), e\-Esrâru’l-MerfûafîAhbâri’l-Mevdûa, Dâru’l-Emane - Müessesetü Risale, Beyrut, s. 476.

[26]  Tosun, Bahaeddin Nakşbend, s, 34-36.

[27]  Osman Nuri Topbaş, Altın Silsile, Erkam Yayınları, İstanbul 2012, s. 138.

[28]  Tosun, Bahaeddin Nakşbend, s. 36.

[29]  İbn Hacer Askalânî (?) (v. 852), Münebbihât, Matba-i Muhammed Mustafa Han, Hindistan (?) 1270, s. 73-74.

[30]  Yaşar Kandemir, “İbn Hacer Askalânî”, DİA, XIX, 529.

[31]  İbn Sa’d, et-Tabakât, III, 13-14.

[32]  Aktarıldığına göre Hz. Ali ile Hz. Fatıma arasında bir tatsızlık olmuş, Hz. Ali de kızarak evden ayrılmış; evlerine gelen Rasûlullah durumu öğrenince onu aratmış, Mescid’de toz toprak içinde uyurken bulmuşlar. Peygamberimiz Hz. Ali’yi uyandırırken, “kalk, Ebû Turab” diyerek seslendiği için bu lakap kendisine verilmiş. Hz. Ali bu hatıraya binaen bu lakabından çok hoşlanılmış. Buhârî, “Fedailu Ashab”, 9.

[33]  İbnu'l-Esir, Üsdü'l-GâbefiMa'rifeti's-Sahabe, Dâru’l-Kütübü’l-İlmiyye, Beyrut 1994; IV, 89.

[34]  Mustafa Akçay, “Hz. Ali'nin Hayatı ve Kişiliği”, Anadolu ’da Alevîliğin Dünü Bugunü, Sakarya Üniversitesi Yayınları, 1. Baskı 2010 Sakarya, s. 176.

[35]  İbn Sa’d, et-Tabakât, III, 15. En mantıklı rivâyet sonuncusu olsa gerektir.

[36]  İbn Sa’d, et-Tabakât, III, 15.

[37]  İbnu'l-Esir, Üsdü'l-Gâbe, IV, 89. Başka bir rivâyete göre Medine’de Sehl b. Huneyf ile kardeş yapmıştır. (Bkz. îbn Sa’d, et-Tabakât, III, 16.)

[38]  Ethem Ruhi Fığlalı, “Ali”, DİA, II, 371.

[39]  îbn Sa’d, et-Tabakât, III, 15.

[40]  îbn Sa’d, et-Tabakât, III, 16.

[41]  Ahmed b. Hanbel, Fedâilü’s-Sahâbe, II, 567.

[42]  îbn Sa’d, et-Tabakât, III, 16-17; Nesai, Fedailu ’s-Sahâbe, s. 13-14.

[43]  İbn Sa’d, et-Tabakât, III, 18-19; Ahmed Naim, Tecrid-i Sarih Tercemesi, DİB Yay, Ankara 1985, IV, 43; İbrahim Sarıçam, "Hz. Ali'nin Hayatı ve Şahsiyeti", Hayatı, Kişiliği ve Düşünceleriyle Hz. Ali Sempozyumu, s. 24, Bursa, 2005.

[44]  İbn Sa’d, et-Tabakât, III, 20-21.

[45]  İbn Sa’d, et-Tabakât, III, 22.

[46]  İbn Sa’d, et-Tabakât, III, 22.

[47]  İbn Sa’d, et-Tabakât, III, 22-23.

[48]  Hz. Peygamber Hz. Ali’ye sordu: “Ey Ali, evvelkilerin ve sonrakilerin en bedbahtı kimdir, bilir misin? -Allah ve Rasûlü daha iyi bilir.

-En bedbahtların (şakilerin) ilki (Salih peygamberin) devesini kesen kimsedir. Sonuncusu ise seni yaralayan kimse olacaktır, dedi ve Hz. Ali’nin yaralandığı yeri işaret etti. (Bkz. İbn Sa’d, et-Tabakât, III, 25; Mevsılî, Müsned-i Ebî Ya ’la, I, 377 (isnadı zayıf), Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, VIII, 38; Ahmed b. Hanbel, Fedâilü’s-Sahabe, II, 566)

[49]  İbn Sa’d, et-Tabakât, III, 24

[50]  İbn Sa’d, et-Tabakât, III, 24.

[51]  İbn Sa’d, et-Tabakât, III, 25-27.

[52]  İbn Sa’d, et-Tabakât, III, 27.

[53]  Bir kısmı için bkz. Müslim, “İman”, 13; Tilmizi, Menâkıb 20; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 84, 118-119, 152, 331, IV, 437; Nesâî, Fedâilu’s-Sahâbe, Dâru’l-Kütübü’l-İlmiyye, Beyrut, 1405, s. 14, H. No: 41, 43; Ahmed b. Hanbel, Fedâilü’s- Sahâbe, II, 563-570, 584, 620, 649; Nesâi, “Menâkıb”, 45; İbn Mace, “Mukaddime”, 43.

[54]  İbn Mâce, “Ahkâm”, 1; Ahmed b. Hanbel, Fedâilü’s-Sahâbe, II, 580; Ebû İshak eş-Şirâzî, Tabakâtü’l-Fukahâ, s. 42; Belazurî, Ensâbu’l-Eşraf, II, 101.

[55]  İbn Ebi Şeybe, Musannef, VI, 138; Hâkim, Müstedrek, III, 344.

[56]  Ahmed b. Hanbel, Fedâilü’s-Sahâbe, II, 647; Ebû İshak eş-Şirâzî, Tabakâtü’l-Fukahâ, s. 42.

[57]  Ebû İshak eş-Şirâzî, Tabakâtü’l-Fukahâ, s. 42; İbnü'l-Esir, Üsdü'l-Gâbe, IV, 87.

[58]  Ebû İshak eş-Şirâzî, Tabakâtü’l-Fukahâ, s. 42-43.

[59]  Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, IX, 94; İbn Sa’d, et-Tabakât, II, 267.

[60]  Birkaç örnek için bkz. Veki' Ebû Bekir Muhammed bin Halef, Ahbârul-Kudât, el-Mektebetü't-Ticariyye'l-Kübrâ, Beyrut 1947, I, 95-97; Mehmet Erdem, “Hanefi Mezhebinin Önemli Sahabi Refanslarından Birisi Olarak Hz. Ali”, Fırat Üniv. İlahiyat Fakültesi Dergisi 16:2 (2011), s. 27 (İbnu’l-Kayyim, et-Turuku"l-hükmiyye, s. 57, 58’den naklen).

[61]  Muhammed Ebû Zehra, Ebû Hanife, çev. Osman Keskioğlu, DİB Yay., Ankara 1997, s. 85.

[62]  Bkz. Abdulmecîd Hanî, el-Hadâiku’l-Verdiyye, çev. M. Emin Fidan, İstanbul 2003, s. 27-29; Kadirîlerin bir silsilesi ise şöyledir: 1. Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v). 2. Hz. Ali b. Ebû Tâlib 3. Hz. Hasan. 4- Hz. Hüseyin 5- Muhammed Bakır 6- Cafer-i Sadık.... (Bkz. Ahmet Yıldırım, “Tasavvufî Düsüncede Hz. Ali ve Bu Düsünce İçerisinde Hz. Ali’ye Nispet Edilen Rivâyetler”, Süleyman Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Yıl: 2009/1, Sayı: 22, s. 47-48.)

[63]  Aydınlı, Tasavvuf ve Hadis, s. 198.

[64]  Süleyman Uludağ, “Hasan-ı Basrî”, DİA, XVI, 292; İbn Haldun, bunun aslının olmadığı ve sahih olarak bilinemeyeceğini söylemektedir. (Bkz. İbn Haldun,Mukaddime, s. 769-770.)

[65]  Hücvîrî, Hakikat Bilgisi, s. 135; Ferîdüddin Attar, Tezkiretü’l-Evliyâ (Evliyâ Tezkireleri), çev. Süleyman Uludag, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, Aralık 2007, s. 388. Burada “Usûlde, füruda ve çilekeşlikte.” şeklinde geçmektedir.

[66]  Serrâc, el-Lüma', s. 179.

[67]  Kelâbâzî, et-Taarruf, s.10-11; Doğuş Devrinde Tasavvuf, s. 61.

[68]  Serrâc, el-Lüma', s. 179.

[69]  Serrâc, el-Lüma', s. 180.

[70]  Serrâc, el-Lüma', s. 182.

[71]  Serrâc, el-Lüma', s. 180.

[72]  Serrâc, el-Lüma', s. 182.

[73]  Hücvîrî, Hakikat Bilgisi, s. 135-136.

[74]  Bkz. Hücvîrî, Hakikat Bilgisi, s. 137-145.

[75]  Ebû Tâlib Mekkî, Kûtu’l-Kulûb, I, 22.

[76]  Bkz. Ebû Nuaym, Hilye, I, 61-87.

[77]  Bkz. Müslim “Edâhî”, 43, 44, 45; Tirmizî, “Diyât”, 16; Nesâî, “Kasame”, 13-14; İbn Mâce, “Diyât”, 21; Ebû Tâlib Mekkî, Kûtu’l-Kulûb, I, 207.

[78]   Salih Çift, “Dönemsel Gelişimi Bağlamında Tasavvuf Kültüründe Hz. Ali”, Hayatı Kişiliği ve Düşünceleriyle Hz. Ali Sempozyumu Tebliğ ve Müzakereleri (08-10 Ekim 2004 Bursa), Yayına Hazırlayan M. Selim Arık, Bursa 2005, s. 120.

[79]  M. Yaşar Kandemir, "Ali", DİA, II, 375.

[80]  İsmail Durmuş, “Nehcü’l-Belâğa”, DİA, XXXII, 538.

[81]  İsmail Durmuş, “Nehcü’l-Belâğa”, XXXII, 539.

[82]  Fıkıhla ilgili bazı sözleri için bkz. Şerif Râdi, Nehcü’l-Belâğa, çev. Abdülbaki Gölpınarlı, Shafagh Publications, Kum, bty, s. 26, 151, 391-392, 438.

[83]  Tasavvufla ilgili bazı sözleri için bkz. Şerif Râdi, Nehcü ’l-Belâğa, s. 49-50, 73, 79, 389-390, 395. Ayrıca bkz.Ebû Nuaym, Hilye, I, 74-75

[84]  Ebû Nuaym, Hilye, I, 77; Sahabeden Günümüze Allah Dostları, I, 197.

[85]  İbn Mende (v. 395), Ma ’rifetü ’s-Sahâbe, BAE, 2005, s. 726; Ebû Nuaym Isbahânî, Ma ’rifetü ’s-Sahâbe, Riyad 1998, III, 1327; İbnu’l-Esir, Üsdü’l-Ğabe, II, 510; İbn Asâkir (v. 571), TârihuDımeşk, Dâru’l-Fikr, Beyrut 1995, XXI, 378.

İsminin Mâheveyh veya Mâye veya Buhbud b. Buzehşan b. Azer Ceşiş olduğu da söylenmiştir. (Bkz. Ebû Nuaym Isbahânî (v. 430), Târihu Isbahan, Dâru’l-Kütübü’l-İlmiyye, Beyrut 1990, I, 74; Zehebî (v. 748), Siyeru A’lami’n-Nübelâ, Dâru’l- Hadis, Kahire 2006, III, 339.)

[86]  Cey’in Isfahan’a bağlı bir köy veya kasaba olduğu söylendiği gibi (Bkz. Yakut b. Abdillah el -Hamevî, Mu’cemü’l-Buldan, Dâru’s-Sadr, Beyrut 1995, II, 202), Isfahan’ın kurulduğu yerdeki eski şehrin adı olduğu da söylenmiştir. (Bkz. Osman Gazi Özgüdenli, “İsfahan”, DİA, XXII, 497.)

[87]   “Hürmüz’ün muradı” manasına gelen Ramhürmüz veya Râmehürmüz, İran hükümdarlarından Hürmüz Erdeşir adına kurulan bir şehirdir. Huzistan bölgesinde Ahvaz’ın doğusundadır. (Bkz. Yakut el-Hamevî, Mu’cemü’l-Buldan, III, 17) Şu anda küçük bir şehirdir.

[88]  İbn Sa’d, et-Tabakât, IV, 56; Ebû Nuaym, Ma ’rifetü ’s-Sahâbe, III, 1327.

[89]  İbnu’l-Esir, Üsdü’l-Ğabe, II, 510.

[90]  İbnu’l-Esir, Üsdü ’l-Ğabe, II, 510.

[91]   Abdulkadir Yılmaz, Selman el-Farisi’nin Hayatı, İslâm Tarihindeki Yeri ve Tesirleri, Yüksek Lisans Tezi, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Konya-2009, s. 3.

[92]  İbn Abdilberr, el-İstiab fi Ma ’rifeti ’l-Eshâb, Dâru’l-Cîl, Beyrut 1992, II, 634.

[93]  Şimdiki Sivrihisar’ın çok yakınında tarihî bir Bizans şehri.

[94]  Hikâye için bkz. İbn Sa’d, et-Tabakât, IV, 56-60; İbn Hayyan, Tabakâtü’l-Muhaddisîn, I, 209-217; Bezzar, Müsned, VI, 462-468.

[95]   Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, VI, 212 H. No: 6040; Hâkim, Müstedrek, III, 691, H. No: 6341. Hadis zayıf kabul edilmiştir.

[96]  İbnu’l-Esir, Üsdü ’l-Ğabe, Dâru’l-Fikr, Beyrut 1985, II, 268; İbn Abdilberr, el-İstiab, II, 636.

[97]  Tirmizî, “Menâkıb” 34.

[98]  İbn Ebi Şeybe, Musannef, VI, 395; İbn Sa’d, et-Tabakât, IV, 62.

[99]  Müslim, “Fedâilü’s-Sahâbe”, 231; Tirmizî, “Menâkıb” 71.

[100]          Tirmizî, “Menâkıb”, 21; İbn Mâce, “Mukaddime”, 11.

[101]          Tirmizî, “Menâkıb” 31; Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, VI, 215.

[102]          Tirmizî, “Zühd”, 63, İbn Sa’d, et-Tabakât, IV, 63.

[103]          İbn Sa’d, et-Tabakât, IV, 65-66.

[104]          Abdülkadir Yılmaz, Selmân-ı Fârisî, s. 65.

[105]          İbrahim Hatiboğlu, “Selmân-ı Fârisî”, DİA, XXXVI, 442.

[106]          Ahmed Naim, Tecrid Tercümesi, I, 26-27.

[107]          Kettânî, Muhammed Abdülhay, et-Terâtib, I, 138.

[108]          Tirmizî, “Menâkıb”, 37.

[109]          Buhârî, “Savm” 50.

[110]          Tirmizî, “Zühd” 63.

[111]          Ebû Nuaym, Hilye, I, 189; Saîd b. Mansûr, Sünenu Saîd b. Mansûr, I, 192, No: 593.

[112]          Saîd b. Mansûr, Sünenu Saîd b. Mansûr, II, 319, No: 2743.

[113]          Fahreddin er-Râzî, et-Tefsîru ’l-Kebîr, Beyrut 1420, XI, 292.

[114]          Serahsî, el-Mebsût, Dâru’l-Mârife 1993, X, 155.

[115]          Kasani, Bedaiu’s-Sanai ’, Dâru’l-Kütübü’l-İlmiyye, Beyrut 1986, I, 216.

[116]          Gazzâlî, İhyâ, II, 136.

[117]          Serahsî, el-Mebsût, I, 76; Dârakutnî, Sünen, Tahâret, 577, I, 285.

[118]          İbnü’l-Kassar, Ebu’l-Hasen Ali b. Ömer Mâlikî (v. 397), Uyûnu’l-Edille fîMesâili ’l-Hilaf beyne Fukahâi ’l-Emsar, Riyad 206, I, 310.

[119]          Serahsî, el-Mebsût, I, 37.

[120]          Hücvîrî, Keşfü’l-Mahcûb, s. 146.

[121]          Serrâc, el-Lüma’, s. 185.

[122]          Bkz. Ebû Nuaym, Hilye, I, 185-207.

[123]          Bkz. Şa’ranî, et-Tabakâtü ’l-Kübrâ, I, 46-47.

[124]          Abdurrauf el-Münavî, el-Kevakibu’d-Durriyye fî Teracîmi’s-Sâdâti’s-Sûfiyye, el-Mektebetü’l-Ezheriyye, Kahire, I, 108­111.

[125]          Bkz. Tirmizî, “Zühd”, 63; Ebû Nuaym, Hilye, I, 189.

[126] İbn Sa’d, et-Tabakât, IV, 64; Ebû Nuaym, Hilye, I, 187; Ahmet Şükrü Altay, Selmân-ı Fârisî Hayatı, Şahsiyeti ve İlk İslâm Toplumundaki Yeri, Yüksek Lisans Tezi, Selçuk Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Konya 2008, s. 31.

[127]          Fahreddin er-Râzî, et-Tefsîru ’l-Kebîr, IX, 412.

[128]          Cengiz Kallek, “Kasım b. Muhammed”, DİA, XXIV, 545.

[129] Ali b. Abdullah Sâlih Câbir, Fıkhu’l-Kâsım b. Muhammed Muvâzinen bi-Fıkhi Eşheri’l-Müctehidîn, Câmiatü’l-İmâm Muhammed b. Suûd el-İslâmiyye, Riyad 1407/1987, s. 41-42.

[130] İbn Hallikan Ebu’l-Abbas Şemsüddin Ahmed (v. 671), Vefeyâtü’l-A’yan ve Enbâü Ebnâi’z-Zaman, Dâru Sadır, Beyrut 1974, IV, 59-60.

[131]          İbn Hallikan, Vefeyâtü ’l-A ’yan, III, 267.

[132]          Buhârî, Muhammed b. İsmail b. İbrahim, et-Târihu ’l-Evsat, Kahire 1977, I, 241.

[133]          İbn Sa’d, et-Tabakât, V, 142.

[134]          İbn Ebî Hayseme Ebûbekir Ahmed (v. 279), et-Târihu ’l-Kebîr, Kahire 2006, II, 881.

[135]          el-Buhârî, et-Târihu’l-Kebîr, Haydarâbâd, VII, 157.

[136]          İbn Ebî Hayseme, et-Târihu’l-Kebîr, II, 154.

[137]          İbn Ebî Hayseme, et-Târihu’l-Kebîr, II, 152.

[138]          Iclî, Ebu’l-Hasen Ahmed b. Abdillah (v. 261),Mârifetü’s-Sikât, Dâru’l-Bâz 1984, s. 387.

[139] Ebûbekir ibn Mencûye (Mencuveyh), Ahmed b. Ali b. Muhammed (v. 428), Ricâlü Sahih-i Müslim, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut 1407, II, 140

[140]          İbn Hallikan, Vefeyâtü ’l-A ’yan, IV, 59.

[141]          İbn Asakir, Târihu Dımeşk, XLIX, 161.

[142]          İbn Ebî Hayseme, et-Târihu’l-Kebîr, II, 156.

[143]          İbn Ebî Hayseme, et-Târihu’l-Kebîr, II, 153.

[144]          İbn Asakir, Târihu Dımeşk, XLIX, 165.

[145]          Cengiz Kallek, “Kasım b. Muhammed”, XXIV, 545.

[146]          İbn Asakir, Târihu Dımeşk, XLIX, 189-193.

[147]          Buhârî, Muhammed b. İsmail b. İbrahim, et-Târihu ’l-Evsat, Kahire 1977, I, 241.

[148]          İbn Asakir, Târihu Dımeşk, XLIX, 159.

[149]          İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-Safve, I, 351.

[150]          Ebûbekir ibn Mencûye, Ricâlü Sahih-i Müslim, II, 140.

[151]          Ebû Süleyman Muhammed b. Abdillah b. Ahmed ibn Zibr (?) er-Rebiî’ (v. 379), Târihu Mevlidi ’l-Ulemâ ve Vefayâtihim, Riyad 1410 (2 cilt), I, 258.

[152]          Bkz. İbn Ebî Hayseme, et-Târihu’l-Kebîr, II, 157.

[153]          el-Buhârî, et-Târihu’l-Kebîr, Haydarâbâd, VII, 157.

[154]          Cengiz Kallek, “Kasım b. Muhammed”, XXIV, 545.

[155]          Câbir, Fıkhu ’l-Kâsım, s. 44.

[156]          Sık sık, “Allah’ım, Osman konusundaki günahından dolayı babamı affet” diye dua ettiği nakledilmiştir. Bkz. İbn Hallikan, Vefeyâtü’l-A ’yan, IV, 59.

[157]          İbn Hallikan, Vefeyâtü ’l-A ’yan, IV, 59.

[158]          Ebû Nuaym, Hilye, II, 184; el-Buhârî, et-Târihu ’l-Kebîr, VII, 157.

[159]          İbn Asakir, Târihu Dımeşk, XLIX, 167.

[160]          İbn Asakir, Târihu Dımeşk, XLIX, 169.

[161]          Cengiz Kallek, “Kasım b. Muhammed”, XXIV, 545.

[162]          Ebû İshak Şirâzî, Tabakâtü ’l-Fukahâ, s. 59.

[163]          İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-Safve, I, 351.

[164]          İbn Ebî Hayseme, et-Târihu’l-Kebîr, II, 152.

[165]          İbn Ebî Hayseme, et-Târihu’l-Kebîr, II, 153.

[166]          Cengiz Kallek, “Kasım b. Muhammed”, XXIV, 545.

[167]          Bkz. Hücvîrî, Keşfü’l-Mahcûb, s. 149-154.

[168]          Kelâbâzî, et-Taarruf, s. 61.

[169]          Bkz. Münavî, El-Kevakibu’d-Durriyye, I, 273.

[170]          Bkz. Cemâlüddin el-Mizzî, Tehzîbü ’l-Kemal, XXIII, 427.

[171]          Bkz. Cemâlüddin el-Mizzî, Tehzîbü ’l-Kemal, XXIII, 427-430.

[172]          İbn Asakir, Târihu Dımeşk, XLIX, 183.

[173]          İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-Safve, I, 351.

[174]          İbn Asakir, Târihu Dımeşk, XLIX, 184.

[175]          İbn Asakir, Târihu Dımeşk, XLIX, 181.

[176]          İbn Asakir, Târihu Dımeşk, XLIX, 180.

[177]          İbn Asakir, Târihu Dımeşk, XLIX, 181.

[178]          Muhammed ibn Hıbban (v. 354), es-Sikât, Dâiretü’l-Meârifi’l-Osmaniyye, Haydarabâd 1972, I-IX, IV, 123.

[179]          Buhârî, et-Târihu ’l-Kebîr, 2/289; İbn Ebî Hayseme, et-Târihu’l-Kebîr, II, 105.

[180]          Veki’ Ebûbekir Muhammed b. Halef (v. 306), Ahbâru ’l-Kudât, el-Mektebetü’t-Ticâriyyetü’l-Kübrâ, Beyrut 1947, I-III, II, 4.

[181]          Süleyman Uludağ, “Hasan-ı Basrî”, DİA, XVI, 291.

[182]          Veki’, Ahbâru’l-Kudât, II, 5.

[183]          Buhârî, et-Târihu ’l-Kebîr, II, 289

[184]          İbn Sa‘d, et-Tabakât, VII, 114; Ebû Nuaym, Hilye, II, 147.

[185]          İbn Sa‘d, et-Tabakât, VII, 114; Veki’, Ahbâru ’l-Kudât, II, 4.

[186]          Veki’, Ahbâru’l-Kudât, II, 3.

[187]          Veki’, Ahbâru ’l-Kudât, II, 5.

[188]          İbn Ebî Hayseme, et-Târihu’l-Kebîr, II, 994.

[189] Ebû Nasr Kelâbâzî Ahmed b. Muhammed b. Hüseyin (v. 398), el-Hidâye ve’l-İrşadfi Ma’rifeti Ehli’s-Sika ve’s-Sedâd, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut 1407, I-II, I, 167.

[190]          İbn Hıbban, Sikât, IV, 123.

[191]          Ebû Nasr Kelâbâzî, el-Hidâye ve ’l-İrşad, I, 167.

[192]          İbn Sa‘d, et-Tabakât, VII, 115.

[193]          İbn Sa‘d, et-Tabakât, VII, 116.

[194]          Veki’, Ahbâru’l-Kudât, II, 7.

[195]          Veki’, Ahbâru’l-Kudât, II, 9.

[196]          İbn Sa‘d, et-Tabakât, VII, 127.

[197]          Veki’, Ahbâru ’l-Kudât, II, 8 ve 11.

[198]          İbn Sa‘d, et-Tabakât, VII, 129.

[199]          İbn Sa‘d, et-Tabakât, VII, 132; Buhârî, et-Târihu ’l-Kebîr, II, 289.

[200]          Veki’, Ahbâru ’l-Kudât, II, 6.

[201]          İbn Sa‘d, et-Tabakât, VII, 120-121.

[202]          Ebû Nuaym, Hilye, II, 158.

[203]          Süleyman Uludağ, “Hasan-ı Basrî”, XVI, 292.

[204]          İbn Sa‘d, et-Tabakât, VII, 131.

[205]          İbn Sa‘d, et-Tabakât, VII, 127.

[206]          İbn Sa‘d, et-Tabakât, VII, 121.

[207]          İbn Sa‘d, et-Tabakât, VII, 116.

[208] Bkz. Abdullah Aydınlı, “Hasan Basri, Hayatı ve Hadis İlmindeki Yeri”, Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Atatürk Üniversitesi Basımevi, Erzurum, 1988, s. 94-97 98-101.

[209]          Bununla ilgili görüşler için bkz. İbn Sa‘d, Tabakât, VII, 123; Zehebî, Siyeru A ’lami ’n-Nübelâ, IV, 580-83.

[210]          Muslih Beyyûmî, el-Hasenü’l-Basrî, 1980, s. 132.

[211]          Eserleri için bkz. Süleyman Uludağ, “Hasan-ı Basrî”, XVI, 292-293; Musa Eroğlu, el-Hasenu’l-Basrî’nin Arap Dilindeki Yeri, Yüksek Lisans Tezi, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Konya 2008, s. 27-29; Aydınlı, “Hasan Basri”, s. 94-97.

[212]          Zehebî, Siyeru A ’lami ’n-Nübelâ, IV, 574.

[213]          İbn Sa‘d, et-Tabakât, VII, 119; Ebû İshak eş-Şirâzî, Tabakâtü’l-Fukahâ, s. 87.

[214]          İbn Sa‘d, et-Tabakât, VII, 119.

[215]          Zehebî, Siyeru A ’lami ’n-Nübelâ, IV, 574.

[216]          İbn Sa‘d, et-Tabakât, VII, 118; el-Buhârî, et-Târihu’l-Kebîr, II, 290; Ahmed b. Hanbel, Zühd, 217, No: 1515.

[217]          İbn Sa‘d, et-Tabakât, VII, 119; Ebû İshak eş-Şirâzî, Tabakâtü’l-Fukahâ, s. 87.

[218]          Ebû Nuaym, Hilye, II, 147.

[219]          İbn Sa‘d, et-Tabakât, VII, 115.

[220]          Muhammed ibn Hıbban (v. 354),Meşâhiri Ulemâi’l-Emsâr, Dâru’l-Vefâ, Mansura 1991, s. 143.

[221] Şihâbuddin Ebû Abdillah Yakut el-Hamevî (v. 626), Mu’cemü’l-Udebâ (İrşâdu’l-Erîb ilâ Mârifeti’l-Edîb), Dâru’l- Garbi’l-İslâmî, Beyrut 1993, I-VII, III, 1024.

[222]          Zehebî, Siyeru A ’lami ’n-Nübelâ, IV, 573.

[223] İbn Ebî Hâtim, Ebû Muhammed Abdurrahman b. Muhammed (v. 327), el-Cerh ve’t-Ta’dil, Dâru İhyâi’t-Turasi’l-Arabî, Beyrut 1952, III, 41.

[224]          İbn Sa‘d, et-Tabakât, VII, 119.

[225]          Ebû Nuaym, Hilye, II, 147.

[226]          İbn Ebî Hayseme, et-Târihu’l-Kebîr, II, 107-108.

[227]          İbn Sa‘d, et-Tabakât, VII, 130.

[228]          İbn Ebî Hâtim, el-Cerh ve ’t-Ta ’dil, III, 42.

[229]          İbn Sa‘d, et-Tabakât, VII, 122.

[230]          Karaman, İslâm Hukuk Tarihi, s. 211.

[231]          Zehebî, Siyeru A ’lami ’n-Nübelâ, XVI, 392.

[232]          Tahsin Görgün, “Hasan-ı Basrî” (Fıkıhta yeri), DİA, XVI, 305.

[233]          Bkz. Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf, s. 118.

[234]          Ebû Tâlib Mekkî, Kûtu’l-Kulûb, I, 258.

[235]          Ebû Tâlib Mekkî, Kûtu’l-Kulûb, I, 257.

[236]          Ahmed b. Muhammed b. Ziyad es-Sûfî, vefatı h. 340.

[237]          Zehebî, Siyeru A ’lami ’n-Nübelâ, IV, 579.

[238]          Metinde Ferkad es-Sencî yazılmış ancak hatadır.

[239]          Ebû Tâlib Mekkî, Kûtu’l-Kulûb, I, 257.

[240]          Hücvîrî, Hakikat Bilgisi, s. 152.

[241]          Bkz. Hilye, II, 131-161.

[242]          Attar, Tezkire, s. 65.

[243]          Ebû Nuaym, Hilye, II, 152; îbn Sa‘d, et-Tabakât, VII, 126.

[244] îbn Sa‘d, et-Tabakât, VII, 119; Ebû Nuaym, Hilye, II, 134. Hüzünle alakalı çok sayıda sözü vardır. (bkz. Ebû Nuaym, Hilye, II, 132-134.)

[245]          Yakut el-Hamevî, Mu’cemü’l-Udebâ, III, 1024.

[246]          Bir kısmı için bkz. Ahmed b. Hanbel, Zühd, 210; Ebû Nuaym, Hilye, II, 132, 133, 134; Zehebî, Siyeru A ’lami ’n-Nübelâ, IV, 574.

[247]          Ebû Nuaym, Hilye, II, 134.

[248]          îbn Sa‘d, et-Tabakât, VII, 123.

[249]          Ebû Nuaym, Hilye, II, 158.

[250]          Bir kısmı için bkz. Ahmed b. Hanbel, Zühd, 210, 211, 219, No: 1456, 1459, 1536; Ebû Nuaym, Hilye, II, 146, 152, 153.

[251]          Ahmed b. Hanbel, Zühd, 220, No: 1543.

[252]          Ebû Nuaym, Hilye, II, 144.

[253]          Ebû Nuaym, Hilye, II, 155.

[254]          Ahmed b. Hanbel, Zühd, 213, No: 1480.

[255]          Ahmed b. Hanbel, Zühd, 215, No: 1498.

[256]          Bkz. Zehebî, Siyeru A ’lami ’n-Nübelâ, IV, 583-84.

[257]          İbn Sa‘d, et-Tabakât, VII, 125.

[258]          Ahmed b. Hanbel, Zühd, 217, No: 1517.

[259]          Ebû Nuaym, Hilye, II, 156.

[260]          İbn Sa‘d, et-Tabakât, VII, 124.

[261]          Tahsin Görgün, “Hasan-ı Basrî” (Fıkıhta yeri), DİA, XVI, 304. el-Hasenü’l-Basrî’den nakledilmiştir: “Eğer Allah Teâlâ, âlimlerden (bildiklerini anlatacaklarına dair) misak (söz) almasaydı, sorduğunuz şeylerin çoğunu size anlatmazdım.” (İbn Sa‘d, et-Tabakât, VII, 115.)

[262]          Bkz. Veki’, Ahbâru’l-Kudât, II, 12; Ebû Nuaym, Hilye, II, 147.

[263]          Ahmed b. Hanbel, Zühd, 231, No: 1644.

[264]          İbn Sa‘d, et-Tabakât, VII, 131.

[265]          Ebû Nuaym, Hilye, II, 147; Zehebî, Siyeru A ’lami ’n-Nübelâ, IV, 576; Ahmed b. Hanbel, Zühd, 216, 217, No: 1513, 1516. Bu konuyla ilgili bir rivâyet de şöyledir: Bir adam Hasan’a gelerek bir mesele sordu. Hasan da fetvâsını verdi. Ardından adam “Ey Ebû Saîd, fakih kimdir?” diye sordu. Hasan, “dünyaya zahid, âhirete düşkün, dininde basiretli, ibadetlerinde gayretli kişi, işte fakih bu kimsedir” dedi. (Ahmed b. Hanbel, Zühd, 226, No: 1599.)

[266]          Cemâlüddin Ebu’l-Ferec İbnü’l-Cevzî, Adâbu ’l-Haseni ’l-Basrî, Dâru’n-Nevâdir, 3. Basım, Beyrut 2008, s. 50.

[267]          Ahmed b. Hanbel, Zühd, 234, No: 1667.

[268]          İbnü’l-Cevzî, Adâbu ’l-Haseni ’l-Basrî, s. 45.

[269]          Buhârî, et-Târihu ’l-Kebîr, II, 198.

[270]          İbn Sa’d, et-Tabakât, V, 246.

[271] Yunus Emre Gördük, İmam Cafer es-Sâdık’a İsnat Edilen Tasavvufî Tefsir ve Metodu, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Harran Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Şanlıurfa 2010, s. 37.

[272]          Zehebî, Siyeru A ’lami ’n-Nübelâ, VI, 255.

[273]          İbn Hallikan, Vefeyâtü ’l-A ’yan, I, 327.

[274]          Muhammed Ebû Zehra, İmam Cafer Sadık, çev. İbrahim Tüfekçi, Şafak Yay., İstanbul Aralık 1992, s. 33.

[275]          İbn Hallikan, Vefeyâtü ’l-A ’yan, I, 328.

[276]          Zehebî (v. 745), Tezkiretü’l-Huffaz, Dâru’l-Kütübü’l-İlmiyye, Beyrut 1998, I, 125.

[277]          Zehebî, Siyeru A ’lami ’n-Nübelâ, VI, 258-259.

[278]          İbn Ebî Hayseme, et-Târihu’l-Kebîr, II, 333.

[279]          Ebû Zehra, İmam Cafer Sadık, s. 32-34.

[280]          Ebû Zehra, İmam Cafer Sadık, s. 35.

[281]          Gördük, İmam Cafer es-Sâdık’a İsnat Edilen Tasavvuf Tefsir ve Metodu, s. 41.

[282]          Buhârî, et-Târihu’l-Kebîr, 2/198; İbn Ebî Hayseme, et-Târihu’l-Kebîr, II, 333; Muhammed İbn Hibban (v. 354), es-Sikât, Haydarâbâd 1973, I-IX, VI, 131.

[283]          Ebû Zehra, İmam Cafer Sadık, s. 62.

[284]          Gördük, İmam Cafer es-Sâdık’a İsnat Edilen Tasavvuf Tefsir ve Metodu, s. 49.

[285]          Zehebî, Siyeru A ’lami ’n-Nübelâ, VI, 255.

[286]          Mustafa Öz, “Ca’fer es-Sâdık”, DİA, VII, 1.

[287] Salahuddin Halil b. Aybek es-Safedî (v. 764), el-Vâfî bi’l-Vefeyât, Dâru İhyâi’t-Türâs, Beyrut 2000, I-XXIX, XI, 99; Mustafa Öz, “Ca’fer es-Sâdık”, VII, 2.

[288]          Ebû Zehra, İmam Cafer Sadık, s. 64-65.

[289]          Ebû Ahmed İbn Adiyy el-Cürcânî (v. 365), el-KamilfîDuafâi-r-Ricâl, el-Kütübü’l-İlmiyye, Beyrut 1997, II, 358; Zehebî, Siyeru A ’lami ’n-Nübelâ, VI, 258.

[290]          Ebû Zehra, İmam Cafer Sadık, s. 34-35.

[291]          İbn Ebî Hâtim (v. 327), el-Cerh ve’t-Ta’dil, II, 487; İbn Hibban (v. 354), es-Sikât, VI, 131.

[292]          İbn Ebî Hayseme, et-Târihu’l-Kebîr, II, 332.

[293]          Bu hususta ayrıntılı bilgi İmam Ebû Hanife’nin anlatıldığı bölümde verilmiştir.

[294]          Ebû Nuaym, Hilye, III, 194; Zehebî, Siyeru A ’lami ’n-Nübelâ, VI, 262.

[295]          Zehebî, Siyeru A ’lami ’n-Nübelâ, VI, 265.

[296]          Ebû Nuaym, Hilye, III, 194.

[297]          Ebû Nuaym, Hilye, III, 194; Zehebî, Siyeru A ’lami ’n-Nübelâ, VI, 262-263.

[298]          Bkz. Ebû Nuaym, Hilye, III, 192-206.

[299]          Öz, “Cafer es-Sâdık”, VII, 2.

[300]          Kelâbâzî, et-Taarruf, s. 61.

[301]          Bkz. Hücvîrî, Keşfü’l-Mahcûb, s. 144-145.

[302]          Şa’rânî, et-Tabakât, I, 62-63.

[303]          Öz, “Cafer es-Sâdık”, VII, 2.

[304] Abdülkadir Mahmud, Felsefetü’s-Sûfiyye fi’l-İslâm, Dâru’l-Fikri’l-Arabî, Kahire 1967 (Mukaddime bölümü) s. j, ^; Ayrıca bkz. Süleyman Uludağ, Doğuş Devrinde Tasavvuf kitabı mukaddime bölümü, s. 16-17.

[305] Cafer es-Sâdık’ın silsilelerdeki yeri için bkz. Alpay Sel, Ca’fer es-Sâdık’ın Tasavvufun Oluşum Sürecindeki Yeri ve Tasavvuf Görüşleri, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Iğdır Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Iğdır 2013, s. 59-73.

[306]          Ebû Nuaym, Hilye, I, 20.

[307]          Ebû Nuaym, Hilye, III, 192.

[308]          Hücvîrî, Keşfü’l-Mahcûb, s. 144.

[309]          Heyet, Nadratü ’n-Naîmfî Mekârimi ’l-Ahlâki ’r-Rasûli ’l-Kerîm, Dâru’l-Vesîle, Cidde (I-XII), V, 2043.

[310]          Kuşeyrî, er-Risale, Dâru’l-Meârif, Kahire, II, 384.

[311]          Ebû Nuaym, Hilye, III, 193; Zehebî, SiyeruA’lami’n-Nübelâ, VI, 261-262.

[312]          Mesela bkz. Ebû Tâlib Mekkî, Kûtu ’l-Kulûb, I, 347; Gazzâlî, İhyâ, IV, 49; Abdurrahman b. Abdisselam es-Safûrî (v. 894), Nüzhetü ’l-Mecâlis veMüntehabü ’n-Nefâis, el-Matbaatü’l-Kasteliyye, Mısır 1283, (I-II), I, 54.

[313]          Hacı Halife Kâtip Çelebi Mustafa b. Abdillah (v. 1067), Süllemü’l-Vusûl ilâ Tabakâti ’l-Fuhûl, (tahk. Mahmud Abdülkadir Arnavut), İrcica, İstanbul 2010, I-IV, I, 106; Abdurrahman Camî, Nefehâtü’l-Üns, terc ve şerh. Lâmîi Çelebi, Haz. Süleyman Uludağ, Mustafa Kara, Mârifet Yay., İstanbul 1995, s.153-154.

[314] Bkz. Ebû Nuaym, Hilye, X, 225; İbnü’l-Cevzî (v. 597), el-Muntazam fî Tarihi’l-Ümem ve’l- Mülûk, Dâru’l-Kütübü’l- İlmiyye, Beyrut 1992, I-XIX, VIII, 186; İbn Ebi’d-Dünyâ, Ebûbekir Abdullah b. Muhammed b. Ubeyd (v. 281), ez-Zühd, Dâru İbn Kesîr, Dımeşk 1999, s. 40; Hatib el-Bağdâdî, Ebûbekir Ahmed b. Ali b. Sâbit (v. 463), Târihu Bağdad, Beyrut 2002, I-XVI, XVI, 573.

[315]          Serrâc, el-Lüma ’, s. 22.

[316]          İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-Safve, I, 463; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazamfî Tarihi’l-Ümem ve’l-Mülûk, VIII, 186.

[317]          Kâtip Çelebi, Süllemü’l-Vusûl ilâ Tabakâti’l-Fuhûl, I, 106.

[318]          Hatib el-Bağdâdî, Târihu Bağdad, XVI, 573.

[319]          Ebû Nuaym, Hilye, X, 225.

[320]          Hatib el-Bağdâdî, , Târihu Bağdad, XVI, 573; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam fî Tarihi ’l-Ümem ve ’l-Mülûk, VIII, 186.

[321]          Kâtip Çelebi, Süllemü’l-Vusûl ilâ Tabakâti’l-Fuhûl, I, 106.

[322]          Abdurrahman Camî (v. 898), Nefehâtü’l-Üns, s.153-154. Türkçe tercümede bu hankahı bir hıristiyan emirin yaptırdığı söylenirken, Nefehât’ın Arapça tercümesinde, hankahı Yahudi bir emirin yaptırdığı yazılmıştır. Bkz. Nefehâtü’l-Üns, çev. Tacüddin Muhammed b. Zekeriyya b. Sultan, el-Ezherü’ş-Şerif Yayını, 1989, s. 68-69.

[323]          Abdülbaki Gölpınarlı, 100 Soruda Tasavvuf, Gerçek Yay, İstanbul Ocak 1985, s. 21.

[324]          Ebû Nuaym, Hilye, X, 225.

[325]          İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-Safve, I, 463.

[326]          Ebû Nuaym, Hilye, X, 225.

[327]          Ebû Nuaym, Hilye, X, 225.

[328]          İbn Ebi’d-Dünyâ, ez-Zühd, s. 40.

[329]          Abdurrahman Camî, Nefehâtü’l-Üns, s.153-154.

[330]          İsmail b. Muhammed el-İsbahânî (Kıvamü’s-Sünne) (v. 535), Siyeru’s-Selefı’s-Sâlihîn, tah. Kerem b. Hilmi, Dâru’r-Râye, Riyad, bty, s. 994; İbnü’l-Mülakkin Siracüddin Ebû Hafs Amr b. Ali (v. 804), et-Tabakâtü’l-Evliyâ, s. 182.

[331]          İbn Asâkir, Târihu Dımeşk, XII, 45; el-Mizzî (v. 742), Tehzîbü ’l-Kemal, V, 395.

[332]          İbnü’l-Mülakkin, et-Tabakâtü’l-Evliyâ, s. 182; Erhan Yetik, “Habîb el-Acemî”, DİA, XIV, 370.

[333] Ebû Nuaym, Hilye, VI, 149; İbn Asâkir, Târihu Dımeşk, XII, 45; el-Mizzî (v. 742), Tehzîbü’l-Kemal, V, 395; İbnü’l- Mülekkan, et-Tabakâtü’l-Evliyâ, s. 182.

[334]          İsmail b. Muhammed (Kıvamü’s-Sünne) (v. 535), Siyeru’s-Selefı ’s-Sâlihîn, s. 994.

[335]          Bkz. Zekeriyya b. Muhammed b Mahmud el-Kazvînî (v. 682),Âsâru’l-Bilâdve Ahbâru’l-İbâd, Dâru Sadır, Beyrut, s. 363

[336]          Ebû Nuaym, Hilye, VI, 150-152; İbn Asâkir, Târihu Dımeşk, XII, 53-55.

[337]          İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam fi Tarihi’l-Mülûk, VII, 197.

[338] Zehebî, Târihu’l-İslâm, VIII, 393; Erhan Yetik ise ayrıca bir kaynak göstermeden, “Habîb el-Acemî’nin ölümü için kaynaklarda 113 (731), 120 (738), 125 (743) ve 130 (747-48) olmak üzere farklı tarihler verilmektedir” demektedir. (Bkz. Erhan Yetik, “Habîb el-Acemî”, XIV, 370) Bizim baktığımız kaynaklarda bu tarihlerle ilgili bir rivâyet bulunmamaktadır.

[339]          Ebû Nuaym, Hilye, VI, 149-150; İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-Safve, II, 187; İbn Asâkir, Târihu Dımeşk, XII, 47.

[340]          İbn Asâkir, Târihu Dımeşk, XII, 48; Attar, Tezkire, 88.

[341]          İbn Asâkir, Târihu Dımeşk, XII, 48; Attar, Tezkire, 88.

[342]          Bkz. İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-Safve, II, 249.

[343]          İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam fî Tarihi’l-Mülûk, VII, 197.

[344]          İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-Safve, II, 190.

[345]          Ebû Nuaym, Hilye, VI, 154.

[346]          İbn Hıbban, es-Sikât, VI, 180.

[347]          Zehebî (v. 748), Mîzânü ’l-İ’tidal, tah. Ali Muhammed el-Beccâvî, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut 1963, I, 457.

[348]          el-Mizzî (v. 742), Tehzîbü’l-Kemal, V, 389-390.

[349] Diğer rivâyette bulunduğu kişiler: Bekr b. Abdillah el-Müzenî, Şehr b. Havşeb, Ferezdak, Ebû Temîme Tarif b. El - Mücâlid el-Hüceymî.

[350] Kendisinden rivâyet eden diğer kişiler: Ebû Zekeriye İsmail b. Yunus es-Sâiğ, Cafer b. Süleym ed-Dabğî, el-Hâris b. Mûsâ et-Tâî, Hazm b. Ebî Hazm el-Kat’î, el-Hasen b. Ebî Ca’fer, Hammad b. Seleme, Hammad b. Atiyye, es-Sirrî b. Yahya, Süleyman et-Teymî (akranıdır), Osman b. El-Heysem, Ali b. El-Fadl, Kesîr b. Beşşar Ebu’l-Fadl, Muallâ el-Verrak, Yezid b Yezid el-Has’amî, Ebû Ca’fer es-Saîh, Ebû Abdillah eş-Şihâm, Ebû Avâne.

[351]          el-Mizzî (v. 742), Tehzîbü ’l-Kemal, V, 389-390; Zehebî, Târihu ’l-İslâm, VIII, 393; İbn Ebî Hatim, el-Cerh ve ’t-Ta’dil, III, 112.

[352]          Ebu’l-Kâsım (Ebu’l-Hüseyn) Hibetullâh b. el-Hasen b. Mansûr el-Lâlekâî et-Taberî er-Râzî (v. 418), Kerâmâtü’l-Evliyâ, tah. Ahmed b. Sa’d Hamdan, Dâru’t-Tayyibe, Suud, 2003, Şerhu Usûli İ’tikadi Ehli’s-Sünne ve’l-Cemâa’nın son cildi, IX, 255-258.

[353]          Hücvîrî, Hakikat Bilgisi, s. 155.

[354]          İbn Asâkir, Târihu Dımeşk, XII, 58. Buradaki rivâyete göre, Yunus b. Ubeyd, Eyyub es-Sahtiyânî, Ali b. Zeyd el-Cüd’an ziyaretine gelmiştir.

[355]          Kuşeyrî, er-Risâle, s. 370.

[356]          Hücvîrî, Hakikat Bilgisi, s. 155.

[357]          Attar, Tezkire, 92.

[358] Erhan Yetik’in bu rivâyeti herhangi bir tenkide tabi tutmadan nakletmesi ilginçtir. (Bkz. Erhan Yetik, “Habîb el-Acemî”, DİA, XIV, 370)

[359] Bkz. İbn Akîle, Şemsüddin Muhammed b. Ahmed b. Saîd el-Hanefî (v. 1150), el-Fevâidü’l-Celiyye fî Müselselâti İbn Akîle, tah. Muhammed Rıza, el-Beşâiru’l-İslâmiyye, Beyrut 2000, s. 100-101; Ahmed b. İbrahim b. Muhammed Muvaffaküddin Ebû Zer Sıbt ibn el-Acemî (v. 884), Künuzu’z-Zehebfî Târihi’l-Haleb, Dâru’l-Kalem, Haleb 1417, (I-II), I, 386-387.

[360]          Kuşeyrî, er-Risâle’de dört yerde (Kuşeyrî Risalesi, 358, 671, 680, 710), Ebû Tâlib, Kûtu’l-Kulûb’da bir yerde (II, 113), Gazâlî, İhyâ’da bir yerde (I, 306), Habib’e atıfta bulunmuştur. et-Taarruf ta yoktur. el-Lüma'’da kerametten bahsederken vardır (s. 398).

[361]          Ebû Nuaym, Hilye, VI, 149-155.

[362]          Hücvîrî, Hakikat Bilgisi, s. 155.

[363]          Attar, Tezkire, s. 88.

[364]          Ahmed en-Negerî, Düstûru’l-Ulemâ, IV, 58

[365]          el-Mizzî (v. 742), Tehzîbü’l-Kemal, V, 391.

[366]          İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-Safve, II, 189; İbn Asâkir, TârihuDımeşk, XII, 50. Rivâyet şöyledir: “Abdülvahid b. Zeyd anlatıyor: Biz, Muhammed b. Vasi ve Habib Ebû Muhammed ile Mâlik b. Dinar’ın yanında idik. Bir adam geldi bir taksimat için Mâlik b. Dinar’a ağır sözler söylemeye başladı. “Sen taksimi hakkı olmayan yere verdin. Kendi meclisindekilere ayırdın. Hile yaptın vs.” Mâlik b. Dinar ağladı ve “biz böyle olsun istemedik” dedi. Adam “hayır sen istedin” dedi ve ağır konuşmasına devam etti. Mâlik b. Dinar ağlıyordu. Bu iş uzayınca Habib elini semâya kaldırdı ve “Allah’ım, bu iş bizi senin zikrinden alıkoyuyorsa, dilediğin şekilde bizi bu adamdan rahatlat” diye dua etti. Duayı bitirir bitirmez Vallahi adam ölü olarak yüz üstü düştü. Ailesi geldi bir örtüye koyup götürdüler.

[367]          İbn Ebi’d-Dünyâ, el-Uzlet ve ’l-İnfirâd, Mektebetü’l-Kâhire, bty, s. 47.

[368]          İbn Sa’d (v. 230), et-Tabakât, VI, 346; Ebû Muhammed Abdullah b. Müslim ibn Kuteybe ed-Dineverî (v. 276), el-Meârif, Kahire 1992, s. 515

[369]          İbn Hıbban (v. 354), es-Sikât, VI, 282.

[370]          Mustafa Kara, “Dâvûd et-Tâî”, DİA, IX, 49.

[371]          Buhârî (v. 256), et-Târîhu ’l-Kebîr, III, 240; İbn Hıbban (v. 354), es-Sikât, VI, 282.

[372]          Zehebî, Târihu’l-İslâm, X, 184.

[373] İbn Sa’d, et-Tabakât, VI, 347; Ebû Nuaym, Hilye, VII, 361; İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-Safve, II, 84; Muhyiddin Ebû Muhammed Abdülkadir b. Muhammed ibn Ebi’l-Vefâ el-Kureşî (v. 775), el-Cevâhiru’l-Mudiyye fî Tabakâti’l-Hanefiyye, tah. Abdülfettah Muhammed el-Hulvî, Matbaatü İsâ el-Bâbî, Kahire 1978, II, 195.

[374]          Ebû Nuaym, Hilye, VII, 361.

[375]          Bkz. Ebû Nuaym, Hilye, VII, 349.

[376]          Ebû Tâlib Mekkî, Kûtu’l-Kulûb, II, 413.

[377]          Murteza Bedir, “Züfer b. Hüzeyl”, DİA, XLIV, 527.

[378]          İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, VIII, 279.

[379]          Bkz. İbn Battuta, Rıhletü İbn Battuta, Dâru’ş-Şarku’l-Arabî, I, 178.

[380]          İbn Sa’d (v. 230), et-Tabakât, VI, 346; İbn Kuteybe ed-Dineverî (v. 276), el-Meârif, s. 515.

[381]          İbn Sa’d, et-Tabakât, VI, 347; İbn Hıbban (v. 354), es-Sikât, VI, 282; Ebû Nuaym, Hilye, VII, 346-347.

[382]          Ebû Nuaym, Hilye, VII, 356.

[383]          Bkz. Ebû Nuaym, Hilye, VII, 346-347.

[384]          İbn Hıbban (v. 354), es-Sikât, VI, 282.

[385]          el-Iclî (v. 261), es-Sikât, s. 148-149; es-Saymerî (v. 436), Ahbâru EbîHanife, s. 115-116.

[386] es-Saymerî (v. 436), Ahbâru Ebî Hanife, s. 117; Aynı olay İbn Eb’il-Avvam tarafından “almadı” şeklinde nakledilmiştir. (Bkz. Ebu’l-Kâsım Abdullah b. Muhammed b. Ahmed b. Yahya b. el-Hâris İbn Ebi’l-Avvam (v. 335), Fedâilu EbîHanîfe ve Ahbâruhû ve Menâkibuhû, tah. Latîfürrahman el-Behrâicî el-Kâsımî, el-Mektebetü’l-İmdâdiyye, Mekke 2010, s. 131.)

[387]          Muhyiddin ibn Ebi’l-Vefâ, el-Cevâhiru’l-Mudiyye, II, 195.

[388]          Ebû Nuaym, Hilye, VII, 341.

[389]          Ebû Nuaym, Hilye, VII, 341.

[390]          Kuşeyrî, er-Risâle, Dâru’l-Meârif, Kahire, I, 53.

[391]          Ebû Nuaym, Hilye, VII, 341.

[392]          Ebû Nuaym, Hilye, VII, 336; İbn Hıbban (v. 354), es-Sikât, VI, 282.

[393]          İbn Sa’d (v. 230), et-Tabakât, VI, 346; İbn Kuteybe ed-Dineverî (v. 276), el-Meârif, s. 515.

[394]          Bkz. Ebû Nuaym, Hilye, VII, 361; İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-Safve, II, 84.

[395]          Buhârî (v. 256), et-Târîhu ’l-Kebîr, III, 240.

[396]          es-Saymerî (v. 436), Ahbâru EbîHanife, s. 123.

[397]          Bkz. es-Saymerî (v. 436), Ahbâru EbîHanife, s. 119-120.

[398]          Bkz. Ebû Nuaym, Hilye, VII, 344-345.

[399]          Bkz. İbn Ebi’d-Dünya, ez-Zühd, s. 190; Ebû Nuaym, Hilye, VII, 345; İbnü’l-Cevzî, Sıfatü ’s-Safve, II, 80.

[400]          Ebû Nuaym, Hilye, VII, 349.

[401]          Ebû Nuaym, Hilye, VII, 346.

[402]          Ebû Nuaym, Hilye, VII, 353; Muhammed İbn Hıbban (v. 354), Ravdatü’l-Ukalâ ve Nüzhetü ’l-Fudalâ, Dâru’l-Kütübü’l- İlmiyye, Beyrut, s. 82.

[403]          es-Saymerî (v. 436), Ahbâru Ebî Hanife, s. 120.

[404]          Ebû Nuaym, Hilye, VII, 339-340.

[405]          es-Saymerî (v. 436), Ahbâru EbîHanife, s. 121-122.

[406]          Ebû Nuaym, Hilye, VII, 343; es-Saymerî (v. 436), Ahbâru EbîHanife, s. 117-118.

[407]          es-Saymerî (v. 436), Ahbâru Ebî Hanife, s. 109-110

[408]          Ebû İshak eş-Şirâzî, Tabakâtu’l-Fukahâ, s. 135; es-Saymerî (v. 436), Ahbâru EbîHanife, s. 121.

[409] Bu hususta bulduğumuz tek rivâyet şudur: Bükeyr naklediyor: Dâvûd et-Tâî’den düğmeleri çözülmüş gömlek içinde namaz kılan kişinin durumu soruldu. “Sakalı büyükse mahzuru yoktur” dedi. Bkz. Muhyiddin ibn Ebi’l-Vefâ, el-Cevâhiru ’l- Mudiyye, II, 195.

[410]          el-Iclî (v. 261), es-Sikât, s. 148-149.

[411]          Zehebî, Târihu’l-İslâm, X, 179.

[412]          es-Saymerî (v. 436), Ahbâru Ebî Hanife, s. 114.

[413]          es-Saymerî (v. 436), Ahbâru Ebî Hanife, s. 118.

[414]          es-Saymerî (v. 436), Ahbâru Ebî Hanife, s. 118.

[415]          Ebû Tâlib Mekkî, Kûtu’l-Kulub, I, 420, 449; II, 243, 268, 275, 413.

[416]          Gazzâlî, İhyâ, II, 61; III, 63, 93, 94, 209; IV, 186, 230, 242, 364, 407, 409, 425, 454, 456, 460, 487, 510.

[417]          Kelâbâzî, et-Taarruf, s. 61.

[418]          Kuşeyrî, er-Risâle, Dâru’l-Meârif, Kahire, I, 53-54.

[419]          Kuşeyrî, er-Risâle, II, 460; KuşeyrîRisâlesi, s. 555.

[420]          Hücvîrî, Hakikat Bilgisi, s. 175.

[421]          Attar, Tezkire, s. 253.

[422]          Habib er-Râî hakkında kaynaklarda fazla bilgi bulunmamaktadır. Hücvîrî’ye göre tam adı Ebû Hatim Habib b. Süleym er - Râî’dir, tabiindendir. Selman el-Fârisî ile görüşmüştür. (Bkz. Hakikat Bilgisi, s. 157) Türkiye Gazetesi yayınları arasında çıkan Evliyâlar Ansiklopedisinde “Bahreyn'de doğduğu, 748 (H.130) senesinde Bağdât'ta vefât ettiği” kaydedilmişse de hangi kaynaktan alındığı belli değildir. (Bkz. İstanbul 1992, VI, 300)

[423]          Zehebî, Târihu’l-İslâm, X, 184.

[424]          Bkz. Zehebî, Târihu’l-İslâm, VIII, 393.

[425]          İlgili bölümde ayrıntısı verilecektir.

[426]          es-Saymerî (v. 436), Ahbâru Ebî Hanife, s. 119.

[427]          İbn Ebi’d-Dünya, el-Uzlet, s. 28.

[428]          Ebû Nuaym, Hilye, VII, 341.

[429]          es-Saymerî (v. 436), Ahbâru EbîHanife, s. 117-118.

[430]          İbn Ebi’d-Dünya, el-Uzlet, s. 30; İbnü’l-Cevzî, Sıfatü ’s-Safve, II, 77.

[431]          Ebû Nuaym, Hilye, VII, 342.

[432]          İbnü’l-Cevzî, Sıfatü ’s-Safve, II, 77.

[433]          İbnü’l-Cevzî, Sıfatü ’s-Safve, II, 77.

[434]          Ebû Nuaym, Hilye, VII, 353; Muhammed ibn Hıbban (v. 354), Ravdatü’l-Ukalâ, s. 82. Rivâyet şöyledir: “Bir gün Fudayl (b. lyaz) geldi. Ona kapıyı açmadı. Fudayl kapının dışına oturdu. O da içerde oturdu. O içerde, Fudayl dışarda ağlıyordu.” Muhammed b. Bişr’e: “Neden onlara (zahidlere) kapıyı açmadı?” diye soruldu. O dedi ki: “Önceden onlara kapıyı açardı. Onlar çoğaldılar ve nasıl biri olduğunu anlamaya, onu yoklamaya başladılar. Bunun üzerine o aralarına perde koydu da kapı arkasından görüşmeye başladı.”

[435]          Ebû Nuaym, Hilye, VII, 335.

[436] Bir kısmı için bkz. es-Saymerî (v. 436), Ahbâru Ebî Hanife, s. 120, 122; Ebû Nuaym, Hilye, VII, 351, 357; İbn Ebi’d- Dünyâ, el-Cûu’, Dâru İbn Hazm, Beyrut 1997, s. 178; Ebû Tâlib Mekkî, Kûtu’l-Kulûb, I, 420, II, 275.

[437]          Ebû Nuaym, Hilye, VII, 343.

[438]          İbn Ebi’d-Dünya, ez-Zühd, s. 176; Ebû Nuaym, Hilye, VII, 344.

[439]          Kuşeyrî, er-Risale, I, 268; Kuşeyrî Risâlesi, 312.

[440]          İbn Ebi’d-Dünya, es-Samt, Dâru’l-Kütübü’l-Arabî, Beyrut 1410, s. 69.

[441] Ebu’l-Hüseyin İbn Ebî Ya’lâ (v. 526), Tabakâtü’l-Hanâbile, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut, I, 381; Bağdâdî, Târihu Bağdad, XIII, 202.

119 Sülemî, Muhammed b. Hüseyin b. Muhammed Ebû Abdurrahman (v. 412), Tabakâtü ’s-Sûfiyye, Dâru’l-Kütübü’l-İlmiyye, Beyrut 1998, s. 80.

[443] Hatîb Bağdâdî, Târihu Bağdad, XIII, 201; İbnü’l-Cevzî, Menâkıbu Ma’ruf el-Kerhî ve Ahbâruhû, tah. Abdullah el- Cebbûrî, Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, s. 50.

[444]          İbn Hallikan (v. 681), Vefeyâtü ’l-A ’yan, V, 231-232; Zehebî, Siyeru A ’lamin-Nübelâ, VIII, 68.

[445]  İbnü’l-Cevzî, Menâkıbu Ma’ruf el-Kerhî ve Ahbâruhû, tah. Abdullah el-Cebbûrî, Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, s. 51-53; Bahru ’d-Dumu’, Dâru’l-Fecr li’t-Turâs, 2004, s. 26; Sıfatü ’s-Safve, I, 469.

[446]          es-Sülemî (v. 412), Tabakâtü’s-Sûfıyye, s. 82.

[447]          Zehebî, Siyeru A ’lamin-Nübelâ, VIII, 88.

[448]          İbnü’l-Cevzî,MenâkıbuMa’ruf, s. 183.

[449]          İbnü’l-Müstevfi, el-Mübarek b. Ahmed b. el-Mübarek (v. 637), Târihu Erbil, Vezâretü’s-Sekâfe, Irak 1980, II, 467-468

[450]          Bkz. İbn Ebî Ya’lâ (v. 526), Tabakâtü’l-Hanâbile, I, 399; Hatîb el-Bağdâdî, Târihu Bağdad, XIII, 208-209; İbn Hallikan (v. 681), Vefeyâtü ’l-A ’yan, V, 233.

[451]          Hatîb el-Bağdâdî, Târihu Bağdad, XIII, 209; es-Sülemî (v. 412), Tabakâtü ’s-Sûfyye, s. 81.

[452]          Hatîb el-Bağdâdî, Ebû Bekir Ahmed b. Ali b. Sâbit (v. 463), Târihu Bağdad, Dâru’l-Kütübü’l-İlmiyye, Beyrut 1417, I, 134; İbnü’l-Cevzî,MenâkıbuMa’ruf, s. 199-202.

[453]          Zehebî, Siyeru A’lamin-Nübelâ, VIII, 88.

[454]          Reşat Öngören, “Ma’rûf-i Kerhî”, DİA, XXVIII, 67-68.

[455]          İbn Hıbban, Sikât, IX, 206; Ebu’l-Hüseyin İbn Ebî Ya’lâ (v. 526), Tabakâtü’l-Hanâbile, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut, I, 381;

Bağdâdî, Târihu Bağdad, XIII, 200.

[456]          İbnü’l-Cevzî,MenâkıbuMa’ruf, s. 57-75.

[457]          Hatîb el-Bağdâdî, Târihu Bağdad, XIII, 201-202.

[458]          Bkz. Ebû Nuaym, Hilye, VIII, 366; İbn Ebî Ya’lâ, Tabakâtü’l-Hanâbile, I, 384-385.

[459] Mesela,“Kimin mushafa bakışı devam ederse, Allah onun gözünü faydalandırır ve anne babası kâfir bile olsa azaplarını hafifletir.” (İbn Ebî Ya’lâ (v. 526), Tabakâtü’l-Hanâbile, I, 385) sözünün benzer hadisi: “Kimin mushafa bakışı devam ederse, dünyada olduğu müddetçe Allah onun gözünü faydalandırır.” (Müttakî, Kenzü’l-Ummal, I, 536, 2406) Hadiste “anne babası...” bölümü yoktur. “Kim akşam namazından sonra 6 rekât kılarsa onun 40 yıllık günahı affolunur.” (İbn Ebî Ya’lâ (v. 526), Tabakâtü’l-Hanâbile, I, 386) sözüne benzer hadisler: “Kim akşam namazından sonra konuşmadan 6 rekât kılarsa bu oniki yıllık ibadete denk olur.” (İbn Mâce, İkâmetü’s-Salat 185; İbn Huzeyme, Sahih, Salat 523, II, 207, H. No: 1195 isnadı çok zayıftır).“Kim akşam namazından sonra konuşmadan 6 rekât kılarsa onun 50 yıllık günahı affolunur.” (Müttakî, Kenzü’l- Ummal, VII, 388, 19430, zayıftır bkz. Elbânî, Daîfu Câmiu’s-Sağîr, s. 816, 5665); “Kim menziline girdiğinde İhlas’ı okursa Allah onun borcunu eda ettirir. Kim de evine girince beş kez İhlas okursa Allah onu zengin kılar.” (İbn Ebî Ya’lâ (v. 526), Tabakâtü ’l-Hanâbile, I, 386) Benzer bir hadis: “Kim menziline girdiğinde Kulhüvallâhu ehad okursa o ev halkından fakirlik gider. Komşusuna da faydası olur.” (Bkz. Harâitî, Mekârimü’l-Ahlak, s. 287, H. No. 878; Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, 2/340, H. No: 2419- isnadı zayıf).

[460] Mesela, “Fakirlerin seherde 25 kere yapması gereken dua” (Bkz. İbn Ebî Ya’lâ (v. 526), Tabakâtü’l-Hanâbile, I, 384; Hatîb el-Bağdâdî, Târihu Bağdad, II, 382) “Kişi uyandığında şöyle derse.” diye başlayan söz. (Bkz. İbn Ebî Ya’lâ (v. 526), Tabakâtü’l-Hanâbile, I, 385).

[461]          Kuşeyrî, er-Risâle, II, 460; Kuşeyrî Risâlesi, s. 555.

[462]          Zehebî, Siyeru A ’lamin-Nübelâ, XII, 298.

[463]          Zehebî, Târihu’l-İslâm, X, 184.

[464] Bkz. es-Sülemî (v. 412), Tabakâtü’s-Sûfiyye, s. 81; İbn Ebî Ya’lâ (v. 526), Tabakâtü’l-Hanâbile, I, 382; İbnü’l-Cevzî, MenâkıbuMa’ruf, s. 57.

[465]          İbnü’l-Cevzî,MenâkıbuMa’ruf, s. 54.

[466]          Kuşeyrî, er-Risâle, s. 280.

[467]          İbnü’l-Cevzî,MenâkıbuMa’ruf, s. 148-149.

[468]          İbnü’l-Cevzî,MenâkıbuMa’ruf, s. 175-176.

[469]          İbn Ebî Ya’lâ (v. 526), Tabakâtü ’l-Hanâbile, I, 387.

[470]          El-Mektebetü’ş-Şamile üzerinde yaptığımız taramada Hızır’la görüştüğünü söyleyen sadece Ömer b. Abdülaziz’dir. Bkz. Âcurrî, Ebû Bekir Muhammed b. el-Hüseyin (v. 360), Ahbâru Ebî Hafs Umer b. Abdülaziz, Müessetü’r-Risâle, Beyrut 1980, s. 54; Ebû Nuaym, Hilye, V, 254; Lâlekâî (v. 418), Kerâmâtü ’l-Evliyâ, IX, 187.

[471] Abdurrahman b. Abdüsselam es-Safûrî (v. 894), Nüzhetü’l-Mecâlis ve Müntehâbü’n-Nefâis, el-Matbaatü’l-Kasteliyye, Mısır 1283, I, 4. Benzeri bir söz Hz. Ali’ye de atfedilmiştir. Bkz. Şerif Râdi, Nehcü’l-Belâğa, s. 391.

[472]          Mekkî, Kûtu ’l-Kulûb, II, 297; Gazzalî, İhyâ, III, 97.

[473]          Ebû Nuaym, Hilye, VIII, 364.

[474]          es-Sülemî (v. 412), Tabakâtü’s-Sûfiyye, s. 85.

[475] Metinde “jj^ll/el-habr” geçmektedir. Bu kelimenin manasının gerek müslim gerek gayrimüslim kitap ehli âlimleri için kullanıldığı kaydedilmiştir. (Bkz. İbn Manzur, Lisânu’l-Arab, IV, 157-158).

[476]          Ebû Nuaym, Hilye, VIII, 366; İbn Ebî Ya’lâ, Tabakâtü ’l-Hanâbile, I, 382; Bağdâdî, Târihu Bağdad, XIII, 202.

[477]          İbn Ebî Ya’lâ (v. 526), Tabakâtü’l-Hanâbile, I, 382; Bağdâdî, Târihu Bağdad, XIII, 202; İbnü’l-Cevzî,MenâkıbuMa’ruf, s. 86-87.

[478]          İbn Ebî Ya’lâ (v. 526), Tabakâtü’l-Hanâbile, I, 382; Bağdâdî, Târihu Bağdad, XIII, 202; İbnü’l-Cevzî, Menâkıbu Ma’ruf, s. 87.

[479]          Mekkî, Kûtu ’l-Kulûb, I, 271; Gazzalî, İhyâ, I, 21.

[480]          İbn Ebî Ya’lâ (v. 526), Tabakâtü ’l-Hanâbile, I, 387.

[481]          Beyhakî, Şuabü ’l-İman, IV, 513, H. No: 2901

[482]          Hatîb el-Bağdâdî, Târihu Bağdad, XIII, 201-202.

[483]          Ebû Nuaym, Hilye, VIII, 361; Sülemî, Tabakâtü’s-Sûfiyye, s. 83.

[484]          Ebû Nuaym, Hilye, VIII, 367; Sülemî, Tabakâtü’s-Sûfiyye, s. 84.

[485]          İbnü’l-Cevzî,MenâkıbuMa’ruf, s. 117.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar