TEKKE VE ZAVİYELERİN KAPATILMASININ TÜRK KAMUOYUNA YANSIMALARI
İlk örneği Hicrî II. yüzyılda Remle’de (Filistin-Ramallah) görülen
tekkeler, tarikatların oluşumuyla beraber doğudan batıya geniş bir coğrafyaya
yayılmıştır. Tarih içinde farklı isimlerle de anılan bu kurumlar, irfan
kültürünün toplumda yerleşmesine öncülük etmeleri ve zamanla birçok sosyal
hizmeti icra etmelerine istinaden tasavvuf tarihinde önemli bir yere sahiptir.
Dolayısıyla bu mekânlarda sadece tarikatlara ait ritüeller icra edilmemiş, bu
kurumlar bir mektep, yolcular için bir konaklama yeri olmuş, zaman geçtikçe bir
kütüphane özelliğine bürünmüş, edebiyatın ve sanatın beşiği olmuştur. İnşa
edildikleri yerlerde devletin imar ve iskân politikasının uygulayıcılarından
tekkeler, halkın inanç ve kültür anlayışının şekillenmesinde yüksek düzeyde
etkili olmuştur.
Bulundukları bölgede zaman geçtikçe önemli oranda nüfuza sahip olmaları ve
başka sebeplere istinaden, her zaman tekke ve müntesipleri ile devlet
idarecileri arasında ilişkiler vücut bulmuştur. Bu ilişkiler şeyhlerle
padişahlar arasında gerek bireysel gerekse tekke ile devlet yönetimi arasında
kurumsal boyutu ihtiva eden bir düzlemde devam etmiştir. Bu durum genelde
olumlu devam etse de devlet idaresinin farklı davranış eğilimleri zaman içinde
kendini göstermiştir.
Devletin tekkelere yönelik politikası ve tasarrufları şüphesiz bu
kurumların tarihî seyrini etkilemiştir. Osmanlı Devleti bünyesinde
faaliyetlerine devam eden tekkelerin, XIX. yüzyılda II. Mahmud döneminde
yapılan ıslahatlarla devlet kontrolü altına alınması hedeflenmiş, daha sonraki
süreçte devlet-tekke münasebetleri belli bir düzeyde devam etmiş ve 30 Kasım
1925 tarihine gelindiğinde bu kurumlar 677 sayılı kanun ile kapatılmıştır.
Tekkeler, varlıklarını devam ettirdikleri dönemde ve kapatıldıktan sonraki
süreçte üzerinde tartışmalar yapılan bir konu olması hasebiyle tekkelerle
ilgili farklı açılardan akademik çalışmalar yapılmıştır. Bu çalışma, tekkelerin
kapatılmasının tekke çevrelerince nasıl karşılandığını sorgulayan bir amaca
yöneliktir. Çalışmanın içeriğinde öncelikle; tarikatların ortaya çıkışı,
Anadolu coğrafyasında faaliyet göstermiş bazı tarikatlar, tekkelerin toplum
üzerindeki etkileri gibi konulara yer verilerek tekke müessesesinin tarihî sürecine
kısaca temas edilmiştir. Daha sonra tekkelerin Cumhuriyet döneminde ilgası esas
alınarak yapılan inkılaba hangi doğrultuda bir yaklaşım sergilendiği
araştırılmıştır. Tekke müntesiplerinin, yazarların konuya dair görüşleri
çalışmanın temelini teşkil etmektedir. Tekkeleri kapatan kanunla beraber
türbeler de kapatılmış ve konu tekkelerle sınırlı kalmayıp farklı hususların
tartışmaya açılmasına sebep olmuştur. Bu noktada tekkelerin kapatılış süreci,
kanun üzerinde yapılan değişiklikler, özellikle türbelerin tekrar açılması için
ortaya konan çalışma ve tartışmalar araştırılarak konunun sağlıklı bir zeminde
tartışılmasına katkı sunulması hedeflenmiştir. Kusurdan hali olmayan bu
çalışmanın ileride yapılabilecek diğer araştırmalar için yol gösterici olması
ümit edilir.
ZÜHD,
TASAVVUF VE TARÎKAT KAVRAMLARINA
Kur’ân-ı Kerîm, sünnet ve sahabenin yaşantısını kendine referans
alan tasavvuf, genelde zühd, tasavvuf ve tarikatlar dönemi olmak üzere üç ana
bölümde incelenir. Zühd dönemi asr-ı saadetle başlar, Hicri I ve II. yüzyılları
kapsar. Tasavvuf dönemi ise Hicri II. asrın sonlarından başlayıp üç asır devam
eder. Bu dönemin öne çıkan özellikleri arasında, tasavvuf kavramlarının
kullanılmaya başlanması ve önemli sûfilerin yetişmesi sayılabilir. Tarikatlar
dönemi de Hicri VI. asırdan günümüze kadarki süreci ifade eder ki bu zaman
diliminde tarikatlar hayatın içine dahil olmuş, tekke kültürü toplum üzerinde
önemli izler bırakmıştır. Tekke hayatının temelini ihtiva etmesi sebebiyle
zühd, tasavvuf ve tarikat kavramları hakkında genel bilgi verilip daha sonra da
tekkelerle alakalı bölüme geçilecektir.
Tasavvufun ilk dönemini ifade eden zühd kavramı Arapça bir kelime olup
“rağbet etmemek, isteksiz olmak, yüz çevirmek” anlamına gelmektedir.[1] Tasavvuf ıstılahında ise
zâhidlerin çeşitli tanımları mevcuttur. Zâhidlerden Ali b. Ebû Tâlip (öl.
40/661) zühdü: “Zühd, dünyayı mümin de yese kâfir de yese aldırmamandır.”
Cüneyd-i Bağdâdi (öl. 297/909): “Zühd, elde malın olmaması, kalpte mal sahibi
olma arzusunun bulunmamasıdır.”[2] Süfyân es-Sevri (öl. 161/778):
“Dünyada zühd, kısa emeldir; katı yemek ve aba giymek değildir.” Ebû Süleyman
ed-Dârâni (öl. 215/830): “Allah’tan başka meşgul olduğun şeyi terk etmektir.”[3] şeklinde tanımlamıştır.
Zühd kelimesi, Kur’ân-ı Kerîm’de sadece bir yerde Yûsuf suresinde
“zâhidîn” şeklinde yer almış ve lügat manasıyla kullanılmıştır: “Onu ucuz
bir fiyata, birkaç dirheme sattılar. Zaten ona değer vermiyorlardı.”[4]
Tasavvuftaki zühd ise bundan farklı bir mana içermektedir. Bundan dolayı
sûfîler, zühd konusunu izah ederken ahiretin önemine ve dünya hayatının
değersizliğine vurgu yapan âyetleri ortaya koyarlar. Örneğin; “...De ki:
Dünya geçimliği azdır. Ahiret, Allah’a karşı gelmekten sakınan kimse için daha
hayırlıdır. Size kıl kadar haksızlık edilmez.”[5] “Dünya hayatı ancak bir
oyun ve bir eğlencedir. Elbetteki ahiret yurdu Allah ’a karşı gelmekten
sakınanlar için daha hayırlıdır. Hâlâ akıllanmayacak mısınız?”[6]
[7]
“Allah’ın, yüceltilmesine ve içlerinde adının anılmasına izin verdiği evlerde,
hiçbir ticaretin ve hiçbir alışverişin kendilerini Allah’ı anmaktan, namazı
kılmaktan, zekâtı vermekten alıkoymadığı birtakım adamlar sabah akşam O’nu
tespih ederler. Onlar, kalplerin ve gözlerin dikilip kalacağı bir günden
korkarlar.”1
Hadislerde yer alan zühd kavramına bakıldığında kelime kökü ile yaygın
olarak kullanıldığı görülmektedir: Resûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Zâhid olmak, kişinin helâl olan şeyleri kendisine haram kılması veya malını
dağıtıp tüketmesi demek değildir. Bilakis zâhid olmak, elinde olan şeylere,
Allah katında olanlardan daha fazla güvenmemek demektir...”[8]
Konuyla alakalı diğer hadîs-i şerifler değerlendirildiğinde zühd kavramının
mutasavvıflar gibi dünyaya rağbet etmeme anlamında kullanıldığı görülmektedir.
Buna göre zühdün asıl kaynağının hadisler olduğu söylenebilir.[9]
Allahu zülcelâl, insanları hak yoluna davet için peygamberler
göndermiştir. Peygamberlerin hiçbiri yaptıkları davet karşılığında bir dünyalık
menfaat beklememiş, kendi geçimlerini temin için terzi, çiftçilik, marangozluk
gibi mesleklerle iştigal etmişlerdir. Bütün peygamberler helal haram sınırları
dahilinde dünya ve nimetleriyle münasebetlerini devam ettirmiş, böylece
ümmetlerine örnek olmuşlardır. Bununla beraber, dünya ve içindekilere karşı
hırs ve ihtirası terk etmek ise zühdü ifade etmektedir. Bu anlamda son
peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.) insanların en zâhididir. Ancak Hz. Peygamber’in
zâhidliğini “fakir olmak” şeklinde anlamak veya ifade etmek doğru değildir.
Çünkü Hz. Peygamber’in hayatında fakirlik söz konusu olsa da bu durum onun
hayatının tamamını değil bir kısmını kapsamaktadır. O, farklı vesilelerle dünya
malı elde etmiş, zenginlik dönemleri olmuştur. O böyle bir durumda yine elde
ettiği maddî şeyleri başkalarıyla paylaşmıştır. Onu örnek alan ashabı da onun
gibi yaşamış ve sonraki nesillere örnek olmuşlardır.[10]
Dolayısyla Hz. Peygamber’in zâhidliği nimetlerin yokluğundan değil, ahlâkından
kaynaklanmaktadır. Dört halife, Ebû Zer el-Gıfârî (öl. 32/653), Abdullah b. Amr
(öl. 65/684), Abdullah b. Ömer (öl. 73/693), Ebû Hüreyre (öl. 58/678), Bilâl-i
Habeşî (öl. 20/641), Huzeyfe b. Yemân (öl. 36/656), Selmân-ı Fârisî (öl.
36/656) zâhid sahabelerden bazılarıdır. Sahabeden sonra ise Hasan-ı Basrî (öl.
110/728), Ebû Hâşim Sûfî (öl. 150/767), İbrahim b. Edhem (öl. 161/778), Dâvûd
et-Tâî (öl. 165/781), Fudayl b. İyâz (öl. 187/803) gibi zâhid sûfîler
bulunmaktadır.[11] Sûfî ismiyle anılan
ilk kişi de Hicrî II. yüzyılda yaşamış olan Ebû Hâşim el-Kûfî’dir (öl.
150/767).[12] Bu yaşam tarzını benimseyen
kişiler ayrıca “sûfî” kavramından başka isimlerle de anılmıştır. Mesela,
vatanlarından ayrıldıkları için “gurebâ”, çokça sefer yaptıkları için
“seyyâhîn”, mülkten vazgeçtikleri için “fukarâ”, zaruret miktarınca yedikleri
için de Şamlılar tarafından “cû‘iyye” olarak isimlendirilmişlerdir.[13]
Zühd hayatı bir kısım ilim adamlarınca dünya ile alakayı kesmek olarak
algılanıp eleştirilmiştir. Ancak İslâm’a göre zühd böyle bir manayı ihtiva
etmez. En başta zühd, yoksulluk demek değildir. Zühd, mala sahip olmamak değil,
malın insana sahip olmasını, insanı yönlendirmesini önlemektir. Maddenin kulu,
kölesi olmamak, maddî değerleri manevî değerlerin önüne geçirmemek demektir.
Zenginlik ve zühd bir arada bulunabilir. Mesela Osman b. Affan ve Abdurrahman
b. Avf gibi sahabeler hem zengin hem de zâhid kişilerdendir. Zühd hayatı,
kişiyi pasifize etmez. Gerçek sûfîlerin hayatı incelendiğinde onların meslek
sahibi oldukları açıkça görülür. Sakatî (seyyar satıcı), Nesec (dokumacı),
Varak (kitap satıcısı ya da el yazması), Haddâd (demirci), Bennâ (duvarcı) gibi
sûfî unvanları bunun delilidir. Sûfîler dünya işleri ile meşgul olmuşlar ancak
maddenin bağımlısı değil maddeye hakim olmayı, maddenin değil Allah’ın kulu
olmayı hedef edinmişlerdir.[14] XX. yüzyıl müelliflerinden
Hüseyin Vassâf (öl. 1929) şöyle demektedir:
“Ehlullah-ı kirâmın her
biri birer işle meşgul oldular. Meşhurdur: Bâyezîd-i Bistâmî’nin mülâkî olduğu
kutb-ı zaman, demirci idi. Mutasavvıfın, muâmelât-ı beşeriyyede iltizâm-ı
adalet ettiler. Selâmet-i umûmiyye için vakf-ı vücûd eylediler. Onlar âlem-i
fenânın âlâyişine kapılıp da ukbâyı unutmayan, daha doğrusu kesrette vahdeti
bulan zümre-i mes‘ûdedir.”[15]
Zühd konusunu değerlendirirken, sûfîlerin kalbin Allah’tan gafil
olmamasını esas aldıkları gerçeği gözden kaçırılmaması gerekir. Konuyla alakalı
Ebû Hasan Harakânî (öl. 425/1034) şöyle demiştir: “Kalbin Allah’la beraber
olduktan sonra bütün dünya senin olsa da güzel elbise giysen de zararı yoktur.
Kalbin Allah’tan gafil olup Allah’la beraber olmayınca da dünyadan sana bir
zerre fayda gelmez.”[16] İmâm-ı Rabbânî (öl. 1034/1624)
meşâyihten bir topluluğun dünya ehli suretinde göründüğünü, insanların onlara
baktıklarında onları dünyaya karşı istekli gibi algıladıklarını ama onların
kalplerinin dünya ile bir ilgilerinin olmadığını söyler. İmâm-ı Rabbânî bu
meseleyle alakalı olarak şu örneği verir: “Bahâeddin Nakşibend Hz. (öl.
791/1388) anlattı: Mina pazarında bir tacir gördüm; elli bin dinara yakın bir
ticaret işi yaptı. Ama Sübhan Hak’tan bir lahza kalbi gaflete dalmadı.”[17]
İslâm’ın onayladığı zühd anlayışında Allah’ın helâl kıldığını haram
kılmak, dünya hayatının gerçeklerinden kaçınmak yoktur. Bu anlamda Hz.
Peygamber’in yaşantısı incelendiğinde hayatının dünya-ahiret dengesi üzerine
kurulduğu görülür. Konunun net bir şekilde anlaşılması açısından Enes b.
Mâlik’ten rivayet edilen şu hadîs-i şerif önem arz etmektedir:
“Ashaptan üç kişi Nebî
sallallahu aleyhi ve sellemin ibadetini sorup öğrenmek için Peygamber’in
kadınlarının evlerine geldi. Bunlara Peygamber’in ibadeti haber verilince güya
azımsayarak: ‘Biz nerede, Resûlüllah nerede! Muhakkak ki Allah, Peygamberinin
geçmiş olan ve gelecekte işlenmesi muhtemel bulunan bütün günahlarını mağfiret
etmiştir.’ dediler. Sonra içlerinden birisi: ‘Ben geceleri daima namaz
kılacağım.’ dedi. Diğeri: ‘Ben de her zaman oruç tutacağım.’ dedi. Üçüncüsü de:
‘Ben de kadınlardan ayrı yaşayacağım, hiç evlenmeyeceğim.’ dedi. Onlar bu söz
üzerinde iken Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem bunların yanına gelerek:
‘Siz şöyle şöyle söyleyen kimselersiniz değil mi? Fakat şunu biliniz ve iyi
düşününüz ki ben sizin Allah’tan en çok korkanınız ve korunanınız bulunuyorum.
Bununla beraber ben bazen oruç tutarım bazı günler tutmam. Gecenin bir kısmında
namaz kılarım, bir kısmında uyurum. Kadınlarla da evlenirim. Her kim benim bu yolumdan
yüz çevirirse benden değildir.’ buyurdu.”[18]
Bu hadîs-i şeriften hareketle ve konuyla alakalı diğer rivayetler de göz
önüne alınıp Hz. Peygamber’in hayatı bir bütün olarak incelendiğinde
görülecektir ki o ve ashabı, Hristiyan ruhbanları ve Hindistan fakirleri gibi
dünya nimetlerinden kaçmamışlar ve başkalarına helâl olan nimetleri kendilerine
haram kılmamışlardır.[19] Hz. Muhammed (s.a.v.) hayatın
içinde olmuş, toplum içinde “emin” sıfatıyla anılmıştır. Bununla beraber bazı
zamanlar Hira mağarasında halvete çekildiği de olmuştur. Sonuç itibariyle onun
hayatında “dünyadan tamamen el etek çekmek” söz konusu değildir. Dolayısıyla
zühdü doğru bir şekilde anlamak ve anlatabilmek için tarih içerisinde görülen
aşırı yorum ve davranışları değil, Hz. Peygamber’in yaşamını, sözlerini ve onu
hakkıyla anlayabilmiş hikmet ehli kişileri ön plana çıkarmak yerinde olacaktır.
İki asır devam eden İslâmî zühd hayatı sonuçta tasavvufî bir harekete
dönüşmüştür. Tasavvuf literatürünün oluştuğu, Kuşeyrî (öl. 465/1072), Gazzâlî (öl.
505/1111) gibi şahsiyetlerin yetiştiği, bu ilmin temel kaynaklarının telif
edildiği bu zaman dilimi tasavvuf kavramıyla adlandırılmıştır.
Tasavvuf kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadislerde yer almamış,
sahabe ve tâbiîn döneminde de kullanılmamıştır.[20]
Kelimenin kökeni hakkında ve bu yaşantı tarzını benimsemiş kişilere neden
sûfiyye denildiği konusunda İslâm düşünürlerinin farklı görüşleri olsa da
tasavvuf müelliflerinin birçoğu kelimenin Arapça kökenli olduğu, sûfî
kelimesinin “yün” manasına gelen “sûf”tan türediği kanaatindedir. İlk dönem
müelliflerinden Kelâbâzî Taarruf adlı eserinde müstakil bir başlık
altında konuyu incelemiş ve sûfî kelimesinin kökünün “sûf’ kabul edilmesinin
Arap dili açısından doğru olduğunu söylemiştir. Ayrıca, sûfîlere ait birtakım
sıfatlardan bahsettikten sonra bu özelliklerin Suffe ehlinin halleri olduğunu
ortaya koyan Kelâbâzî, sûfîler, Hz. Peygamber dönemindeki Ehl-i Suffe’nin
sıfatı ve kıyafeti üzere oldukları için “sûfiyye” isminin onlara verildiğini
ifade etmiştir.[21] Kelimenin “sûf’tan türediğini
kabul eden müelliflerden diğeri de İbn Haldun’dur (öl. 808/1406). Çünkü ona
göre “sûfî” kelimesiyle nitelenen kişiler, giyim konusunda diğer insanlara göre
farklı bir tercihte bulunmuş ve yün elbise giymişlerdir. Ayrıca bu kişiler,
zühd yolunu tercih etmiş, ibadete yönelmiş ve neticede idrakleri ile de diğer
insanlardan ayrılmışlardır.[22] Arap dilinde yün giymek
“tasavvefe” kelimesiyle ifade edilir. Kelimenin mastarı “tasavvuf”, ism-i faili
de “mutasavvıftır.
Tasavvuf kelimesinin ıstılah anlamına bakıldığında bir çeşitlilik söz
konusu olup bu durum tasavvufun nazarî ve aklî değil, tecrübî bir ilim
olmasıyla açıklanmaktadır. Tariflerin birden fazla olmasının sebebi,
mutasavvıfların manevî mertebelerinin, mizaç ve meşreplerinin farklı olmasıdır.[23] Tasavvuf terimini kullanarak
tarif eden ilk sûfî Ma‘rûf el- Kerhî’dir (öl. 200/815).[24]
Konuyla alakalı bir çalışma yapan İngiliz şarkiyatçı Reynold Nicholson,
tasavvuf tarihinin önde gelen kaynaklarında geçen yetmiş sekiz tarifi
kronolojik olarak sıralamıştır. Örneğin; Ma‘rûf el-Kerhî (öl. 200/815):
“Tasavvuf hakikatleri almak, insanların elindekinden ümit kesmektir.” Bişr
el-Hâfî (öl. 227/841): “Sûfî Allah için kalbini saflaştıran kişidir.” Ebû Hafs
el-Haddâd (öl. 265/878): “Tasavvuf baştan aşağı edeptir.” Cüneyd-i Bağdâdî (öl.
297/909): “Tasavvuf sulhü bulunmayan bir savaştır.” Ebû Bekr el- Kettânî (öl.
322/933): “Tasavvuf ahlâktır. Ahlâk bakımından senden fazla olan, safâda da
senden fazladır.” Ebû Ali Ruzbârî (öl. 322/933): “Tasavvuf, kovulsa bile
sevgilinin kapısına diz çökmektir.”[25]
Hüseyin Vassâf da tasavvufu tanımlarken, insanların son mertebeye ulaşmaları
için maddî ve manevî olmak üzere iki tür terakkiye muhtaç olduklarını zikreder.
İnsanın amelleri bir kuşa benzetilirse bir kanadı maddî terakki, diğer kanadı
ise manevî terakkidir. Bu manevî terakki mesleğine tasavvuf, bu yolun
sâliklerine mutasavvıf veya sûfî, bu mesleğin hallerini bildiren ilme de
tasavvuf ilmi denir. Manevî terakkinin maharetli doktorları ârifler olup bu
yolla alakalı eserler yazmışlardır. İnsan sadece ilim sahibi olmakla sûfî
olmaz; hal sahibi de olması gerekir.[26]
Bunlara ilaveten her dönemde birçok tanım yapıldığı da muhakkaktır. Bütün bu
izah ve tanımlar değerlendirildiğinde tasavvufun, kalbi tasfiye ve nefsi tezkiye
ederek güzel ahlak sahibi olmayı sağlayan bir ilim olduğunu söyleyebiliriz.
Geçmişten günümüze kadar mutasavvıflar tarafından yapılan tariflerin her
birinin şüphesiz bir değeri vardır. Özellikle vurgulanması gereken nokta şudur
ki; tanımlarda bir farklılık olsa da tarifler genelde İslâm’ın manevî ve ahlâkî
boyutuna temas etmektedir. Kur’ân-ı Kerîm, İslâm Peygamberi’ndeki güzel
ahlâka vurgu yapmış,[27] Hz. Muhammed (s.a.v.) de “Ben
güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.”[28]
buyurmuştur. Kanaatimizce de tasavvuf, İslâm’ın güzel ahlâk vechesidir. Nasıl
ki fıkıh ilmi İslâm’ın hukuk boyutunu, kelam ilmi akaid boyutunu temsil
ediyorsa tasavvuf ilmi de İslâm’ın ahlâk ve edeb boyutunu temsil eden bir
disiplindir.
Hicrî III. yüzyılın başlarıyla beraber hayat bulan tasavvuf dönemini, İbn
Haldun zühd döneminden başlayarak değerlendirir. Onun tespitine göre; İslâm’ın
büyükleri olan sahabe, tabiîn ve onlardan sonra gelen büyük şahsiyetlerin
tuttuğu yol, ibadetlere devam ederek dünyanın süs ve ziynetlerinden yüz
çevirmek suretiyle Hakk’a yönelmekti. Onlar, halkın meylettiği zevk, mal ve
servete rağbet etmezler, halkın arasından uzaklaşır bir kenara çekilirlerdi.
Sahabelerin ve onlardan sonra gelenlerin genel tavrı böyleydi. Hicretin ikinci
yüzyılında ve daha sonraki zaman diliminde ise insanlar dünyaya ve servetine
oldukça rağbet eder hale geldiler. Durum böyle olunca kendilerini ibadete
verenlere mutasavvıfa ve sûfiyye denildi. Tasavvuf ehlinin kendilerine ait
kuralları ve edepleri olup kendi aralarında oluşturdukları bir terminoloji
vardır. Onlar kullandıkları kavramlarla şerîat ehlinin bilmediği başka bir
ilmin doğmasına sebep olmuşlardır. Böylece şerîat ilmi iki kısma ayrılmıştır.
Birincisi fıkıh ilmi olup bütün Müslümanların bilmesi gereken ibadet, âdât ve
muameleleri içine alan genel hükümlerdir. İkincisi de nefisle mücadele
sonucunda hasıl olan zevk ve vecd hallerinden bahseden tasavvuf ilmidir.
İlimlerin tedviniyle beraber eserler vücuda gelmiş, fıkıh, kelam, tefsir
ilimlerine ait eserler telif olunmuştur. Tasavvuf ehli de bu dönemde kendi
tarikatlarına dair eserler yazmışlardır. Tasavvuf, ilk önce ibadet ve taatten
ibaret olup şeyhler ve üstatlar ağzından nakledilerek öğrenilen bir ilimken,
telif edilen bu eserler vasıtasıyla, tefsir, hadis, fıkıh gibi Müslümanlar arasında
teşekkül eden bir ilim olmuştur.[29]
İbn Haldun’un ilimlerin tedviniyle alakalı ifadeleri, tasavvufun kaynağına
dair yapılan eleştiriler açısından oldukça önemlidir. Şu bir hakikat ki hem Hz.
Peygamber döneminde hem de sahabe ve tâbiîn döneminde İslâmî ilimler henüz
tedvin edilmemiş ve müstakil bir ilim haline getirilmemiştir. Diğer İslâmî
ilimler gibi tasavvuf da sonraki dönemlerde düzenli ve bağımsız bir ilim
hüviyetine kavuşmuştur. Tasavvufun İslâm kaynaklı olduğunu savunan alimler,
tasavvufun kavram bakımından değilse de yaşanan hayat tarzı itibariyle Hz.
Peygamber ve sahabe zamanındaki varlığını ifade etmişlerdir.[30]
Tasavvufun doğuşu üzerine değerlendirmelerde bulunan bazı tarihçiler,
Emevîler dönemindeki yıkıcı savaşları, alimlerin aşırı dogmatizmini, mevcut
sosyal şartları tasavvufun doğuşunu hazırlayan etkenler olarak ifade
etmişlerdir. Fakat tasavvufun ortaya çıkışını sadece bu sebeplere bağlamak
doğru değildir. Çünkü Hıristiyan mistisizmi için de bu sebepler
zikredilmektedir. Burada gözden kaçırılmaması gereken bir nokta vardır. O da
insanın yaratıcı ile olan somut kulluk ilişkisi olup hiçbir zaman ikinci sırada
anılmaması gerektiğidir. Konu sadece sosyal şartlar, fakirlik gibi olgular
üzerinden açıklanırsa bir çelişki ortaya çıkar. Çünkü maddeten daha müreffeh
hayat yaşayan insanlar da iç dünyalarının tatmin olmamasından hareketle mistik
oluşumlara rağbet etmiştir. Hz. Peygamber dönemi incelendiğinde insanların
ahiret hayatı için dünyadan yüz çevirdikleri gerçeği aşikârdır. Daha sonraki
Emevî ve Abbâsî dönemlerinde ise dünyevileşmenin artması ve insanların israfa
yönelmesi sonucu bir kısım insanlar böyle bir yaşantıya tepki göstermiş ve zühd
hareketi ivme kazanmıştır. Sözün özü tasavvuf; Kur’ân-ı Kerîm’in
öğretileri, Hz. Peygamber ve ashabının yaşantısından doğmuş, zaman içerisinde
karşılaştığı siyasî, kültürel ortam, medeniyetler ve dinî şahsiyetlerle gelişme
kaydetmiş bir ilimdir.[31]
Tasavvuf hareketi bir noktadan sonra, kendilerine ait seyr u sülûk, evrâd
u ezkâr, silsile, şeyh, intisap gibi sistemleri olan tarîkatların ortaya
çıkmasıyla kurumsallaşmaya başlamıştır. Kendi iç dinamikleri sayesinde toplumun
büyük bir kısmına hitap eden tarîkatlar, tasavvufî düşünce ve yaşamın
asırlardır devam etmesini sağlamış, tekkeler vasıtasıyla insanlık tarihinde kalıcı
izler bırakmışlardır.
Arapça “yol” anlamında olan tarîkat, bir bakıma usul ve metot demektir.
Tasavvuf ıstılahında ise; “makamlara yükselmek ve menzilleri kat etmekle
Allah’a seyr u sülûk eden sâliklere has bir yolu”[32]
ifade eder. Kur’ân-ı Kerîm"de “tarîk” kelimesinin geçtiği âyetlere
bakıldığında ise genelde sözlük anlamında kullanıldığı görülmektedir.[33]
Mutasavvıflar, tarîkat kurumuna oldukça önem vermişler ve tarîkat pîrleri
kendi müridlerini, müntesibi oldukları tarîkatın esaslarına göre eğitmişlerdir.
Tasavvuf tarihinde önemli bir yere sahip olan ve Nakşibendiyye tarîkatının
Müceddidiyye kolunun kurucusu olan İmâm-ı Rabbânî (öl. 1034/1624) de tarîkatı
şeriatın tamamlanmasına yardımcı bir unsur olarak görmüştür. Ona göre şerîat;
ilim, amel, ihlâs olmak üzere üç dilimden ibarettir. Bu üç dilimin her biri tek
tek yerine getirilmedikçe şerîat gerçekleşmez. Hakikat ve tarîkat tahsilinden
maksat da şerîatın tekmilidir. Tarîkat, şerîatın üçüncü dilimi olan ihlâsın
tekmiline yardımcıdır.[34] Ayrıca tarîkatı bâtın olarak
gören İmâm-ı Rabbânî, bâtın’ın zahiri tamamlayıp kemâle erdirdiğini söyler ve
ikisi arasında kıl kadar ayrılık yoktur der:
“Dille yalan söylememek
şerîattır. Yalanı hatırdan gönülden silip atmak, tarîkat ve hakikattır. Şayet
bu yalanı hatırdan ve gönülden silmek zorlama ve bir ameliye ile oluyorsa bu
tarikattır. Gayet kolay oluyorsa hakikattır. Bâtın olarak adlandırılan tarîkat
ve hakikat, şeriattan ibaret olan zahiri tamamlayıp kemâle erdiren iki
unsurdur.”[35]
Tarîkatlar kurumsal bir yapıya sahip olup kendilerine ait unsurları
vardır. Bunları kısaca izah edecek olursak ilk olarak, tarîkat kurucularına
“pîr” denir. Tarikatların genelde kurucularının zamanında sistemleri tam
anlamıyla oluşmamış ve yaygınlık kazanamamıştır. Genellikle bu hususlar pîrin
vefatından sonra ehliyetli bir halifesi tarafından hayata geçirilmiştir ki bu
kişiye de “pîr-i sâni” denir. Mesela Yahya Şirvânî (öl. 867/1462) Halvetîliğin,
Eşrefoğlu Rûmî (öl. 874/1469) de Kadirîliğin pîr-i sânîsidir. Tarîkat
esaslarına göre müridleri eğiten kişiye ise “şeyh” denir. Şeyhin yetiştirdiği
ve daha sonra da icazet verip irşatla görevlendirdiği kişiye “halife”
denmektedir. Tarîkat içinde bir de “mürid” vardır ki bir şeyhe intisap ederek
nefis mücadelesi yapan ve sülûk mertebesine henüz ulaşamamış kişi demektir.
Tarîkat kurumunun önemli hususlarından bir diğeri ise sahip olunan
“silsile”dir. Silsile, bir mürşidi tarîkat pîrine, oradan da Hz. Peygamber’e
(s.a.v.) ulaştıran şahıslar zinciridir. Bu zincir hadis ilmindeki senet
gibidir. Dolayısıyla silsile yoksa o kişiden mürşid olmaz. Günümüze kadar devam
eden iki silsile mevcut olup birisi Hz. Ebû Bekir’e, diğeri de Hz. Ali’ye
ulaşır.
Tarikatlarda yer alan önemli unsurlardan birisi de zikirdir. Gündelik
yapılan evrâd ve ezkârdan başka cemaat halinde belli zamanlarda yapılan
zikirler de vardır. Bunlar, Nakşîlikte “Hatm-i Hâcegân”, Halvetîlikte “Darb-ı
Esmâ”, Kadirîlikte ise “Devrân” şeklinde farklı isimlerle ifade edilmiştir.
Zikirle birlikte müridin mürşid gözetiminde belli bir süre insanlardan
uzaklaşarak inziva hayatı yaşamasının karşılığı olan “halvet” de eğitimin
önemli bir parçasıdır. Bir kişinin Hakk’a ulaşmak için bir rehber gözetiminde
çıktığı manevî yolcuğun adı ise seyr u sülûk’tur. Bu yolculuğa çıkan mürid,
zikir çeker, halvete girer, seyahata çıkar, sohbet meclislerinde bulunur.
Tarîkatlarda yer alan unsurlardan bir diğeri giyilen özel kıyafetlerdir. Hırka,
tâc, beyaz, siyah, kırmızı renkteki sarıklar dikkat çeken hususlardır. Mevlevî
ve Bektaşîler bu konuda diğer tarîkatlara nazaran daha hassas davranmaktadır.[36] Bütün bunlarla beraber tarikat
kültürünün hayat bulduğu özel mekânlar vardır ki bunlara tekke denir. Tekke
konusu ileride müstakil bir başlık altında değerlendirilecektir.
Nakşibendîlik veya Kadirîlik gibi kurucusu ya da öncüsü olan mürşidlerin
isimlerine izafe edilerek adlandırılan tarîkatlar, amelî ve itikadî mezhepler
gibi değerlendirilmelidir. Bu anlamda hiçbir tarîkat şeyhi “Ben tarîkat
kuruyorum.” dememiştir. Tarîkatların sistemli hale gelmesi ve yaygınlaşması da
kurucuları tarafından değil, daha çok pîr-i sâni denilen sonraki şahsiyetler
tarafından gerçekleştirilmiştir. Tarîkatlar arasındaki farklılık; giyim,
merasim, tavır gibi durumları kapsar. Mesela bir tarîkata mensup dervişin
giyeceği hırka, başına koyacağı tâc, beline bağlayacağı kemer, saçının tıraş
şekli tarîkatlara göre farklılık arz ettiği gibi yapılan merasimlerde de
farklılıklar vardır. Ancak tarîkatların hepsi esas ve ruh bakımından birdir.
Hepsinin ortak noktası temelde zikrullah olup her tarîkatta seyr u sülûk
vardır.[37]
Diğer bir husus, tarîkatların tarihî seyirlerinin aynı olmayışıdır. Mesela
Yeseviyye, Kübreviyye, Sühreverdiyye belli bir dönem Selçuklu ve Osmanlı
topraklarında hizmet vermiş ancak bir zaman sonra bu bölgedeki tesirleri
azalmış ve XV. yüzyılda Bayramiyye, XVII. yüzyılda ise Celvetiyye doğmuştur.
Dolayısıyla bir tarikatın her asırda canlılığını koruması mümkün olmamıştır.
Ayrıca her tarîkat her bölgede bilinmemektedir. Mesela Hindistan alt kıtasında
Bektaşiyye bilinmediği gibi bu bölgenin en yaygın tarikatı Çiştiyye de Osmanlı
topraklarında bilinmemektedir.[38]
Farklı niteliklere sahip tarikatların olması tarihî bir hakikat olup bunun
temelinde insanların meşrep farklılığı yatmaktadır. Mesela dışa dönük ve taşkın
yapılı insanlar için cehri zikir icra eden tarikatlar daha uygundur. Meşrep
olarak içe dönük ve hassas yapılı kişiler için ise hafi zikir yapan
tarikatların daha uygun olduğu söylenebilir. Ayrıca entelektüel kişiliğe sahip
veya sanatkâr ruhlu insanların tercih edeceği tarikatlar ile bu vasıflara sahip
olmayan insanların tercih edeceği tarikatlar da aynı olmayabilir.[39] Dolayısıyla insanın ruhi ve
kültürel boyuttaki farklılığının, tarikat türlerinin ve sayılarının birden
fazla olmasında etken olduğu söylenebilir.
Kişinin kendisindeki ve evrendeki hakikatlere, bu hakikatlerin bir bütün
olarak toplandığı Hz. Muhammed’e ve bütün bu hakikatlerin kaynağı ve yaratıcısı
olan Allah’a götüren ruhâni yol olan tarikatın mutlak anlamda karşılığı
tarikat-ı Muhammediyye’dir.[40] Bu ana yola
ulaştıran tali yollar ise zamanla farklı kollara ayrılmış ve İslâm dünyasında
yayılmıştır. Bir mürşide intisap eden müridler için manevi, ahlâki, sosyal
kuralların sistematize edilmesiyle teşkilatlanmış müesseseler olan tarikatların
ilk örnekleri Hicri II. asırda görülmüştür.[41]
Ancak bu dönemdeki yapılar bugünkü anlaşılan şekliyle bir tarikat özelliği
taşımamakta ve o zaman için meşhur sûfiler etrafında şekillenmiş birer mektep
niteliği arz etmektedir.[42] Bu konuda genelde kabul edilen
görüş, Gazzâli’nin (öl. 505/1111) Ehl-i Sünnet tasavvufunu sistematize
etmesinin ardından VI./XII. ve sonraki yüzyıllarda tasavvufun tarikat şeklinde
kurumsallaştığı şeklindedir.[43] Bu doğrultuda tasavvuf
Abbâsiler döneminde oluşmasını, Selçuklu döneminde kurumsallaşmasını, Osmanlı
döneminde ise yaygınlaşmasını gerçekleştirmiştir.[44]
Tasavvufun, İmam Gazzâlî ve sonrasında Ehl-i Sünnet akidesi merkeze
alınarak telif edilmesinin ardından XII. ve XIII. yüzyıllarda İslâm
coğrafyasının birçok yerinde; İran, Orta Asya, Suriye, Mısır ve Anadolu’da
birçok tekke vücuda gelmiştir. İslâm tarihinde ilk tekke örneğinin ise Hicrî
II. asırda Remle’de (Filistin-Ramallah) görüldüğü bilinmektedir.[45] İslâm coğrafyasının muhtelif
yerlerinde inşa edilen bu tekkelerde yetişen mutasavvıflar Anadolu’da kuvvetli
bir tasavvuf hareketi oluşturmuştur. Haçlı Seferleri ve daha sonra zuhur eden
Moğol istilaları Anadolu Türk toplumunu birçok siyasî, ekonomik, sosyal
buhranla yüz yüze getirmiş olmakla beraber, Anadolu’ya birçok mutasavvıfın
gelmesine sebep olmuş, böylece Anadolu tasavvuf fikriyatının teşekkülü
açısından müspet bir rol oynamıştır.[46]
Selçuklu hükümdarlarının alimlere ve mutasavvıflara hürmet ve iltifatta
bulunmaları da XIII. yüzyılın ilk yarısında Anadolu’nun birçok büyük mutasavvıf
için yerleşilecek muteber bir mekân olmasını sağlamıştır. Anadolu’da XIII.
yüzyılda faaliyet yürüten mutasavvıflar arasında; Konya’da Evhadüddîn-i Kirmânî
(öl. 635/1237), Muhyiddin İbnü’l-Arabî (öl. 638/1240), Kayseri ve Sivas’ta
Necmeddîn-i Dâye (öl. 654/1256), Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (öl. 672/1273),
Sadreddin Konevî (öl. 673/1274), Tokat’ta Lema‘âtın sahibi Fahreddîn-i
Irâkî (öl. 688/1289), Sadeddin Fergânî (öl. 699/1300) öne çıkan isimler olarak
sayılabilir.[47]
Orta Asya’da Türklerin İslâm’la tanışmasında önemli bir payı olan Ahmed
Yesevî (öl. 562/1166) Türkler arasında asırlarca yaşayan büyük bir tarikat
kurmuştur. Bu tarîkat bir Türk tarafından Türkler arasında kurulan ilk tarîkat[48] olması açısından önem arz
etmektedir. Ahmed Yesevî, mürşidi Yusuf el-Hemedânî (öl. 535/1140) gibi Hanefî
bir âlim olup şerîat hükümlerini, tasavvuf esaslarını, tarikatının adap ve
erkânını yerli halka ve göçebe köylülere anlayabilecekleri bir dil ile
öğretmeye çalışmış, Ehl-i Sünnet akidesini yaymıştır. İslâm şerîatına ve Hz.
Peygamber’in sünnetine oldukça bağlı olan Ahmed Yesevî’nin şerîat ile tarikatı
telif etmesi, Yesevîliğin Sünnî Türkler arasında süratle yayılıp yerleşmesine
ve daha sonra ortaya çıkan birçok tarîkata tesir etmesine sebep olmuştur.[49]
Yesevîlik, XII. yüzyılın ilk yarısından XIII. yüzyılın başlarına kadar
Mâverâünnehir’den Harezm’e kadar (bugünkü Kazakistan’dan Türkmenistan’a kadar)
geniş bir bölgeye yayılmıştır. XIII. yüzyılın başlarından, özellikle 1220
tarihinden itibaren Moğol istilasının getirdiği yıkım nedeniyle Yesevî
dervişlerinin bir kısmı büyük nüfus kitleleri içinde Hindistan istikametinde
güneye doğru, diğer kısmı da Harezm ve Horasan üzerinden Azerbaycan yoluyla
Anadolu’ya gelmiştir. Böylece Yesevîlik gelenekleri, Türklerin bu göç
hareketiyle Anadolu topraklarına taşınmıştır.[50]
Yesevî dervişleri gibi XIII. yüzyılda Anadolu’ya gelen gruplar arasında
Kalenderiyye ve Haydariyye mensuplarının da olduğu görülmektedir. XII. asırda
Kutbü’d-din Haydar adlı bir Türk şeyhi tarafından Horasan’da kurulan
Haydariyye, esaslarını Yesevîlik’ten almakla beraber Kalenderiyye’den de
etkilenmiştir. Kalenderiyye ise menşeini Horasan mektebinden veya Melâmetî
zümresinden almıştır. Yüksek felsefî düşüncelere ve dinî tecrübelere kabiliyeti
olmayan Kalenderîler, saçlarını, kaşlarını, bıyık ve sakallarını tıraş etmekle
tanınmış ve diğer sûfîler tarafından eleştirilmişlerdir. Yine bu dönemde
Anadolu’da Ahîyân-ı Rum, Gaziyân-ı Rum, Bacıyân-ı Rum ve Abdalân-ı Rum gibi
tasavvufî oluşumların da faal oldukları görülmektedir. [51]
Anadolu topraklarında görülen tasavvufî hareketlilik, Osmanlı Devleti’nin
kurulmasıyla daha da bir ivme kazanmış ve birçok tarîkat Anadolu coğrafyasında
faaliyet göstermiştir. Osmanlı Devleti’nin kuruluş dönemine bakıldığında en
etkili tarikatların Mevleviyye ve Rifâiyye olduğu görülmektedir. Her iki tarîkat
da günümüze kadar varlığını devam ettirmiş olmakla birlikte, Mevleviyye geniş
bir muhite yayılmış ve Anadolu tasavvuf geleneğinde önemli izler bırakmıştır.
Ayrıca İbnü’l-Arabî’nin sistemleştirdiği vahdet-i vücûd anlayışı ve Ekberiyye
mektebi Osmanlı’da Dâvûd-i Kayserî (öl. 751/1350) vasıtasıyla varlığını devam
ettirmiş ve önemli şahsiyetler vasıtasıyla günümüze kadar ulaşmıştır. Ayrıca
Necmeddîn-i Kübrâ’ya (öl. 618/1221) nisbet edilen Kübreviyye, Abdülkadir
Geylânî (öl. 561/1167) tarafından kurulan Kadiriyye de Anadolu’daki faal
tarîkatlar arasında yer almaktadır.[52]
Tezimizle alakalı olması nedeniyle tekkelerin kapatıldığı dönemde
faaliyetleri devam eden tarîkatlardan birkaçına dikkat çekerek, bunların
özellikle Anadolu topraklarında hangi zaman diliminde inkişaf ettikleri gibi
hususlarda kısa bir malumat vermek yararlı olacaktır kanaatindeyiz.
Anadolu’da Yaşamış Önemli
Tarikatlardan Örnekler
Tarîkatın kurucusu Abdülkadir Geylânî 470/1077 yılında Geylân’da
doğmuştur. 488/1095 yılında on sekiz yaşında Bağdat’a gelerek genç yaşta İslâmî
ilimleri tahsil etmiştir. Hammâd ed-Debbâs’tan (öl. 525/1130) tarîkat ilmini
öğrenmiş ve Ebû Sad el- Muharrimî’den (öl. 513/1119) tarîkat hırkası giymiştir.
Bu iki isim onun tasavvuf hayatının şekillenmesini sağlamıştır. Abdülkadir
Geylânî (öl. 561/1166) tasavvuf tarihinde önemli bir yere sahip olup gavs-ı
a‘zam olarak tanınmıştır.[53]
Abdülkadir Geylânî tarafından Bağdat’ta kurulan tarîkat, onun ismine
izafeten Kadiriyye olarak isimlendirilmiştir. Günümüze kadar ulaşmayı başarmış
en eski tarikattır. Bugün İslâm dünyasında en yaygın tarîkatlardan birisi olan
Kadiriyye’nin yayılma süreci kurucusu hayattayken başlamıştır. Tarikatın
oldukça yaygın olmasının sebeplerini değerlendiren araştırmacılar özellikle
Abdülkadir Geylânî’nin şahsiyetine vurgu yaparlar. Onun iyi bir hatip olması,
kendisine ait bir ribât ve medresesinin olması, Ehl-i Sünnet çizgisinde bir
inanca sahip, iyi bir alim ve kalabalık bir ailenin reisi olup aile üyelerinin
farklı coğrafyalara göç etmesi, Kadiriyye tarikatının yayılışını
kolaylaştırmıştır. Abdülkadir Geylânî’nin vefatından sonra evlatları medresenin
ve ribâtın varlığını devam ettirmiş, Kadiriyye tarikatı onun çocukları ve
müridleri vasıtasıyla İran, Irak, Mısır, Fas, Yemen, Suriye, Kuzey Afrika ve Hindistan’a
kadar yayılmıştır.[54]
Kadiriyye Anadolu’da ilk defa, Abdullah el-Esdî’ye (öl. 620/1223) nispet
edilen Esdiyye kolu ile görülmüştür. Esdî, Abdülkadir Geylânî’den tarîkat
almış, daha sonra Anadolu’ya gelip bir süre burada kalmıştır.[55] Ancak Kadiriyye’nin Anadolu’da
bir tarîkat olarak faaliyeti, XV. yüzyılda Eşrefiyye ve XVII. yüzyılda Rûmiyye
kolu ile gerçekleşmiştir.[56]
Kadiriyye tarîkatında yaptığı içtihatlar sebebiyle pîr-i sânî olarak
bilinen ve Eşrefiyye’nin kurucusu olan Eşrefoğlu Rûmî (öl. 874/1469) Hacı
Bayrâm-ı Velî’nin yanında on bir yıl hizmette bulunmuş, şeyhi ona hilafet
vererek onu İznik’e göndermiş ve bir süre burada hizmet etmiştir. Eşrefoğlu
Rûmî şeyhinin tavsiyesi üzerine, Hama’da bulunan Kadirî şeyhi Hüseyin
el-Hamevî’ye gitmiş, ondan Kadirî icazeti aldıktan sonra tekrar İznik’e dönmüş
ve burada bir tekke kurmuştur.[57] Bu tekke Kadiriyye’nin Osmanlı
topraklarındaki ilk dergâhı olup tarikatın da âsitâne görevini üstlenmiştir.
Eşrefiyye’nin ikinci önemli merkezi ise Bursa’daki İncirli Dergâhı olup XVII.
yüzyıldan itibaren tarîkatın âsitâne görevini bu dergâh devam ettirmiştir.
Eşrefiyye, Osmanlı’nın en canlı tasavvufî cemaatlerinden biri olmuş, İznik,
Bursa ve çevresinde yayılmıştır.[58]
Tarîkatın Anadolu’daki ikinci kolu Rûmiyye ise İsmail Rûmî (öl. 1041/1631)
tarafından kurulmuştur. Kendisi Kastamonu Tosyalı olup burada Halvetî şeyhi
Ahmed Efendi’den tarîkat almıştır. Daha sonra Bağdat’a giderek Kadirî şeyhi
Feyzullah Efendi’den ve ardından Mısır’daki Kadirî şeyhi Ahmed b. Mustafa’dan
hilafet almıştır. Mısırdan Anadolu’ya döndükten sonra Tosya, İzmir, Manisa,
Bursa, İzmit, Tekirdağ, Edirne, Selanik, İştip, Köstence gibi yerlerde tekkeler
açarak Kadirîliği yaymıştır. Daha sonra İstanbul’a gelmiş ve Fatih’teki Sofular
Camii’nde tarîkat faaliyetine başlamıştır. Bir müddet sonra da Tophane’de bir
Kadirî tekkesi kurmuştur ki (Kadîrîhâne) bu, İsmail Rûmî’nin İstanbul’da açtığı
ilk tekkedir. Bu tekke, Osmanlı dahilindeki Kadirî tekkelerinin merkezi olmuş,
diğer tekkelere şeyh tayinleri bu merkezin yetkisine verilmiş, bu tekkenin
postnişinleri, müridleri Rûmîliğin yanı sıra Eşrefi geleneğine göre de
yetiştirmişlerdir. Kısa zamanda İstanbul’da önemli bir teveccüh kazanan İsmail
Rûmî, Padişah I. Ahmed (1603-1617) tarafından yaptırılan Sultan Ahmed Camii’nin
açılışına (1025/1616) davet edilmiş ve açılıştan sonra camide Kadirî zikri
yaptırmıştır. Padişahın isteği üzerine her Cuma günü ikindiden sonra Kadirî
zikri yapılması gelenek haline gelmiş ve sonraki Kadirî şeyhleri de bu geleneği
devam ettirmiştir.
İsmail Rûmî, Kadiriyye’yi kendi içtihatlarıyla şekillendirip ilk defa
İstanbul’a getiren kişi olarak tarîkatlar tarihinde önemli yere sahiptir.
Kendisi ve halifeleri vasıtasıyla Anadolu’dan Balkanlara kadar yayılmış olan
tarîkat XIX. asrın sonlarında İstanbul’da Halvetiyye ve Nakşibendiyye’den sonra
en yaygın tarîkat olmuştur.[59]
İslâm dünyasının ilk tarikatlarından Rifâiyye’nin kurucusu Seyyid Ahmed
er-Rifâî (öl. 578/1182) Irak’ın Vâsıt şehrinde Ümmü Abîde’de 512/1118 yılında
doğmuş ve yine bu şehirde vefat etmiştir. Babası Seyyid Ali Ebu’l-Hasan olup
bir seyyid ailesine mensuptur. Seyyid Ahmed er-Rifâî tarikat eğitimini Ali
el-Vâsıtî el-Kureşî’den (öl. 539/1144) alarak kendisinden hırka giymiştir.
Diğer bir cihetten de Şeyh Mansur el-Batâyihî’den icazetli olup her iki şeyhi
vasıtasıyla tarikat silsilesi Hz. Ali’ye kadar ulaşmaktadır.[60]
Şeyh Ali el-Vâsıtî, talebesi Seyyid Ahmed er-Rifâî’yi “Ebu’l-alemeyn”
olarak nitelendirmiştir. Bunun sebebini Kenan Rifâî şöyle izah etmektedir:
“Seyyidinâ Abdülkadir Geylânî (r.a.) hazretlerinin irtihallerinden sonra
gavsiyetin dahi kendilerine tevcîh buyrulmuş ve bu suretle kutbiyet ve
gavsiyeti cem’ eylemiş ve ilm-i zâhir ve bâtında da asırlarının ferîdi bulunmuş
olmalarından ileri gelmiştir.”[61] Seyyid Ahmed er-Rifâî, şeyhi
Ali el-Vâsıtî vefat ettikten sonra dayısı Şeyh Mansur el-Batâyihî’nin irşat
halkasına girmiş ve Şeyh Mansur, Seyyid Ahmed er-Rifâî’ye 540/1145 yılında
meşyahatü’ş-şüyûh (şeyhler şeyhliği) unvanı vererek kendisine bağlı bütün
tekkelerin şeyhliğine tayin etmiştir. Daha sonra Seyyid Ahmed er-Rifâî doğduğu
yere gelip babasından kalan tekkede irşad vazifesi yapmış ve tarikatın intişarı
da buradan gerçekleşmiştir. Rifâiyye’nin esasları Seyyid Ahmed er-Rifâî
tarafından tespit edilmiş ve kendisi hayatta iken tarîkatın teşkilatlanması
tamamlanmıştır.[62]
Rifâiyye’nin Anadolu’da görülmesi XIII. yüzyılın sonlarına rastlamaktadır.
Bu zaman diliminde İzmir, Bergama, Amasya civarında Rifâî tekke ve
mensuplarının mevcut olduğu kaydedilmektedir.[63]
Tarîkat bazı Rifâî şeyhlerinin faaliyetleriyle XVI. yüzyılın sonlarından
itibaren İstanbul’da kısmen görülse de XVIII. yüzyıl başlarında Mehmed Hadîdî
(öl. 1170/1756) tarafından İstanbul’a getirilmiş ve yetiştirdiği halifeleri
vasıtasıyla yaygınlaşmaya başlamıştır. Rifâiyye’nin İstanbul’daki önemli
merkezlerinden biri, Mehmet Hadîdî zamanında 1145/1732 yılında Üsküdar’da inşa
edilen Rifâî Âsitânesi’dir. Bu âsitâne, tekkelerin kapatıldığı tarihe kadar
Osmanlı sınırlarındaki Rifâî dergâhlarının idare merkezi olmuştur.[64]
Tarîkatın en yaygın kolu Sayyâdiyye, Seyyid Ahmed er-Rifâî’nin torunu
İzzeddin Ahmed es-Sayyâdî (öl. 670/1271) tarafından kurulmuştur. Bu kol
Ebu’l-Hüdâ es-Sayyâdî (öl. 1909) tarafından XIX. asrın son çeyreğinde
İstanbul’a getirilmiştir. 1876 yılında İstanbul’a gelen Ebu’l-Hüda, II.
Abdülhamid’in çevresinde olmuş, padişahın danışmanlığı, şeyhü’l-meşâyihlik ve
Rumeli kazaskerliği gibi görevlerde bulunmuştur. Açılan dergâhlar vasıtasıyla
yaygınlaşan Sayyâdiyye’nin önemli tekkelerinden birisi II. Abdülhamid
tarafından Beşiktaş’ta yaptırılan Ebu’l-Hüdâ Tekkesi’dir. Rifâiyye’nin önemli
merkezlerinden bir diğeri İstanbul Kartal’da bulunan Ma‘rifiyye şubesinin
âsitânesidir. Sayyâdiyye kolundan ortaya çıkan Ma‘rifiyye şubesinin pîri Mehmed
Ma‘rifî Efendi (öl. 1239/1824) Kartal’da bulunan evini dergâha dönüştürerek bu
âsitâneyi hizmete açmıştır.[65] Bir diğer önemli
merkez ise Ma‘rifiyye’ye ait Manisa Rifâî Tekkesi’dir. Tekkenin kurucusu Ahmed
Vehbi Efendi (öl. 1267/1851), şeyhi Mehmed Ma‘rifî Efendi tarafından irşad
maksadıyla Manisa’ya gönderilmiş ve 1835 yılında bu tekkeyi kurmuştur.
“Entekkeliler Dergâhı” ismiyle de bilinen ve bir asra yakın faaliyette bulunmuş
bu tekke, bütün müştemilatıyla bugün ayakta duran ender yapılardandır.[66] İstanbul Fatih’teki Ümmü Kenan
Dergâhı ise Rifâiyye’nin İstanbul’da kurduğu son merkezdir. Bu tekkenin ilk ve
son şeyhi Kenan Rifâî (öl. 1950) tarikatın Sayyâdiyye koluna mensup olup[67] tekkelerin kapatılmasının
öncesi ve sonrasını müşahede etmiş şeyhlerdendir.
Birçok kolu bulunan ve XIX. yüzyılın sonlarında Hindistan, Kuzey Afrika,
Sahraaltı Afrikası ve Balkanlara kadar yayılmış Rifâiyye, XX. Yüzyılda Mısır,
Suriye, Yemen, Irak ve Balkan ülkelerinde canlılığını sürdürmüştür.[68] Anadolu topraklarında birçok
tekkesi bulunan Rifâiyye, İstanbul, Manisa, Diyarbakır, Bursa, Kütahya,
Kastamonu, Edirne, Erzurum ve Sivas’ta faaliyette bulunmuş[69]
ve varlığını günümüze kadar devam ettirmiş tarîkatlardandır.
Şâzeliyye tarikatının kurucusu Ebu’l-Hasan eş-Şâzelî (öl. 656/1258), bugün
İspanya sınırları içinde kalan Sebte şehri yakınlarındaki Gammâre’de 593/1196
yılında doğmuştur. Baba tarafından soyu Hz. Hasan’a ulaşmaktadır.
Manevî terbiye almak için 618/1221 yılında doğuya doğru yolculuk yaparak
Irak’a gelmiş, Bağdat’ta Seyyid Ahmed er-Rifâî’nin halifesi Ebu’l-Feth el-Vâsıtî’nin
(öl. 632/1234) sohbet halkasına iştirak edip tasavvufî eğitim almıştır. Daha
sonra memleketi Mağrib’e dönmüş ve Abdüsselâm b. Meşîş’e (öl. 625/1228) intisap
ederek seyr u sülûkunu tamamlamıştır. Ardından şeyhinin işareti doğrultusunda
Şâzeli’ye gidip Zağvan dağında bir mağarada inzivaya çekilen Ebu’l-Hasan
eş-Şâzelî, bir süre sonra uzlete son verip Tunus’a giderek irşad faaliyetinde
bulunmuştur. Aldığı manevî bir işarete binaen 642/1244 yılında Mısır’a giderek
İskenderiye’ye yerleşmiştir. Eyyûbî Melikinin ikramına mazhar olan Şâzelî,
burada bir dergâh kurmuş ve yaptığı hizmetlerle halkın, ulemanın ve devlet
erkânının ilgisini görmüş ve Şâzeliyye tarîkatı intişar etmiştir.[70]
Şâzeliyye tarîkatı Anadolu’ya Meymûniyye kolunun kurucusu Ali b. Meymûn (öl.
917/1511) tarafından XVI. yüzyılın başlarında getirilmiştir. Ali b. Meymûn
hayatının son döneminde Suriye’den Bursa’ya gelmiş ve altı sene kalmıştır. Daha
sonra Suriye’ye dönmüş ve Bursa’da halife olarak Şeyh Abdurrahman’ı (öl.
919/1513) bırakmıştır.[71] Bu tarihten sonra Anadolu’da
Şâzeliyye tekkelerine kısmen rastlanmıştır. Ebu’l-Hasan eş-Şâzelî’nin
torunlarından Şâzelî Ali Efendi, Afrika’dan İstanbul’a gelmiş, bir müddet
burada ikamet ettikten sonra Urfa’ya giderek Halilürrahman Camii civarında bir
tekke inşa edip irşad faaliyetinde bulunmuştur. Osmanlı Sultanı IV. Murad 1639
yılında Bağdat seferine giderken Urfa’ya uğramış, Şâzelî şeyhini ziyaret ederek
tekkesine misafir olmuştur.[72]
Şâzeliyye tarîkatının İstanbul’da yaygınlaşması Medeniyye kolu vasıtasıyla
olmuştur. Medeniyye şeyhi Muhammed Zâfir el-Medenî (öl. 1903), Sultan Abdülaziz
döneminde 1870 yılında Trablusgarp’tan İstanbul’a gelmiş ve üç sene Unkapanı
civarında kalmıştır. Bu süre zarfında şehzade II. Abdülhamid kendisine intisap
etmiştir. Daha sonra Medine’ye giden şeyh Zâfir, 1876 yılında II. Abdülhamid
padişah olunca onun daveti üzerine İstanbul’a dönmüştür. II. Abdülhamid şeyhi
için Beşiktaş Yıldız yolundaki dergâhı (Eğtuğrul Tekkesi) yaptırmış ve Muhammed
Zâfir el-Medenî ömrünün sonuna kadar İstanbul’da kalmıştır.[73]
II. Abdülhamid’in bu tekkedeki âyinlere bazen katıldığı ifade edilmektedir.
Araştırmacılar Şâzeliyye tarikatına ait İstanbul’da beş tekke tespit
etmişlerdir: Kabataş Çizmeciler Tekkesi, Çemberlitaş Şâzilî Dergâhı, Unkapanı
Şâzilî Tekkesi, Eğtuğrul Tekkesi ve Alibeyköy Şâzilî Tekkesi. İstanbul’da
kurulan ilk tekke 1200/1786 yılında Silahtar Abdullah Ağa tarafından yaptırılan
Alibeyköy Şâzelî Dergâhı’dır. Ertuğrul Tekkesi (Şeyh Zafir Tekkesi) ise bu
tekkeler arasında en büyükleri olup âsitâne görevi üstlenmiştir. Bunların
haricinde başka tarikatlara mensup şeyhlerden Şâzeliyye’den icazet alıp
Şâzeliyye usulüne göre tarikat ve zikir icrasında bulunanlar da olmuştur.[74]
Şâzeliyye, Anadolu ve Batı dünyasında XX. yüzyılda ilgi gören tarikatlardan
olup bazı yazar ve fikir adamları bu tarikata intisap etmiştir. Şehbenderzâde
Filibeli Ahmed Hilmi (öl. 1914), Nakşî-Halidî şeyhi Küçük Hüseyin Efendi’nin
müridi ve albaylıktan emekli Ömer Fevzi Mardin (öl. 1953) Şâzeliyye’nin
Arûsiyye koluna müntesiptir.[75] 1967 yılında Müslüman olan
İskoç asıllı oyun yazarı lan Dallas (Abdülkadir es-Sûfî) 1968 yılında Şâzeliyye
tarîkatının Derkâviyye koluna Fas’ta intisap etmiş ve daha sonra Şâzelî şeyhi
olmuştur.[76] İsveçli ressam John Gustaf
Agelii (öl. 1917) 1901 yılında Mısır Ezher Medresesi Mâlikî alimlerinden ve
Şâzelî şeyhlerinden Şeyh Eliş Abdurrahman el-Kebîr’e intisap etmiş, Abdülhâdî
ismini almış ve şeyhin halifesi olmuştur. Rene Guenon (Abdülvâhid Yahyâ) (öl.
1951) da 1912 yılında Abdülhâdî vasıtasıyla Müslüman olmuş ve Şâzeliyye
tarîkatına girmiştir.[77] Yine Batı dünyasından Frithjof
Schuon (Îsâ Nûreddin), Martin Lings (Ebûbekir Sirâceddin) de ihtida ettikten
sonra Şazeliyye tarîkatına intisap edenler arasındadır.
Yüzden fazla alt kolu ile İslâm dünyasının en yaygın tarikatlarından olan
Şâzeliyye, ilk olarak İskenderiye, Kahire, Tunus gibi şehirlerde teşekkül
etmiş, daha sonra Suriye, Hint alt kıtası, Malezya, Endonezya, Afrika, Anadolu
ve Balkanlar’da, Amerika ve birçok Avrupa ülkesinde yayılmıştır.[78]
Tarîkatın pîri kabul edilen Hacı Bektâş-ı Velî (öl. 669/1271) hakkındaki
tarihî bilgilerin kendi zamanından sonra yazılmış eserlerde yer alması ve
ortaya konan bilgilerin birbirinden farklı olması onun kişiliğini tespitte ve
Bektaşiyye tarikatının mahiyetini belirlemede farklı izah ve kabullerin
teşekkül etmesine sebep olmuştur. Hacı Bektâş-ı Velî’nin Sünnî olup olmadığı,
tarîkatın önce Sünnî bir kimlik taşıyıp daha sonra Balım Sultan ile Sünnî
anlayıştan uzaklaştığı veya başından itibaren Bektaşiyye’nin gayri Sünnî bir
çizgide olduğu şeklinde farklı değerlendirmeler vardır. Konu üzerinde çalışma
yapan araştırmacılar da çok net değerlendirmeler yapmanın zorluğunu ortaya
koymakla beraber kendi zâviyelerinden belli tespitlerde bulunmuşlardır. Burada
konunun tartışmalı boyutuna girmemiz amacımızın dışında olup tarîkat hakkında
çok kısa bilgi vermekle yetineceğiz.
Hacı Bektâş-ı Velî, Velâyetnâme'ye göre İmam Musa Kâzım’ın soyundan
gelen İbrahim-i Sânî diye tanınan Seyyid Muhammed’in oğlu olup bir seyyiddir.
Ahmed Yesevî’nin halifelerinden Lokman-ı Perende’nin de talebesidir.[79] Ayrıca ona izafe edilen Makâlât
adlı eserdeki bilgiler doğrultusunda Hacı Bektâş-ı Velî’nin Kur’ân ve
sünnet çizgisinde bir inanca sahip olduğu da görülmektedir.[80]
Bu bilgilere göre Hacı Bektâş-ı Velî Sünnî inanca sahip bir mutasavvıftır.
Fakat bu görüşü benimsemeyenler de vardır. Örneğin, Ahmet Yaşar Ocak, Makalâfa
bakarak Hacı Bektâş-ı Velî’nin Sünnî bir mutasavvıf kabul edilmesini pek doğru
bulmamaktadır. En başta bu eserin ona ait olduğu ispat edilememiştir. Ayrıca bu
eser aşağı derecedeki müridlere basit seviyede tasavvufu öğretmek için yazılmış
küçük bir el kitabı mahiyetindedir ki Sünnîliğin hakim olduğu Türkiye gibi bir
ülkede böyle bir eserde Sünnî İslâm’a aykırı hususlara rastlamanın pek mümkün
olmadığını ifade eder. Velâyetnâme’de Hacı Bektâş-ı Velî’nin on iki imam
soyundan geldiği bilgisine istinaden onu Şiî bir mutasavvıf kabul etmenin de
tarihî bir dayanağının olmadığını söyler. Sonuç olarak Ocak’a göre Hacı
Bektâş-ı Velî, Anadolu’ya bir Haydarî dervişi olarak gelmiş ve Vefâî şeyhi Baba
İlyas’a intisap ederek ondan halifelik almıştır. Daha sonra da
Sulucakarahöyük’e (Bugünkü Hacıbektaş) gelip yerleşmiştir. XIII. yüzyılda
Anadolu’da yaşayan Hacı Bektâş-ı Velî, şeyhi Baba İlyas gibi eski Türk
inançlarıyla harmanlanmış bir İslâm anlayışını müridlerine talim etmiştir.
Bundan dolayı çağdaşı olan Mevlânâ ona iyi gözle bakmamıştır. Bu karakterine
rağmen, Hacı Bektâş-ı Velî, Sünnî kesimlerce de evliyadan kabul edilmiş ve
saygı duyulmuştur. Ancak Sünnî kesimler, Hacı Bektâş-ı Velî ile Bektaşiyye
tarîkatını birbirinden ayrı değerlendirmişlerdir.[81]
Bektaşiyye tarîkatı iki devrede incelemeye tabi tutulmuştur. Birinci devre
XIII. yüzyılda başlayıp XV. yüzyılın sonlarına kadar devam eden teşekkül devresi;
ikinci devre ise XVI. yüzyılın başında Balım Sultan’la başlayıp günümüze
kadarki zamanı kapsayan ve asıl bilinen Bektaşîliği temsil eden devredir.
Bektaşiyye tarîkatı, Balım Sultan tarafından resmen kurulmuş Sünnî olmayan bir
tarîkat olarak tanımlanabilir. Hacı Bektâş-ı Velî tarikatın kurucusu değil,
pîridir. Mevlânâ’nın Mevlevî tarikatıyla organik bağının olmaması gibi Hacı
Bektâş-ı Velî’nin de Bektaşî tarikatıyla organik bir bağı yoktur. Bektaşîliğin
teşekkülünde Anadolu’da XIII. yüzyılda ortaya çıkan Babaîler İsyanı etkili
olmuş, bu hareket Vefâî, Kalenderî ve Haydarî zümrelerce benimsenmiş ve XIV.
yüzyılın başlarından itibaren Abdalân-ı Rûm adı altında sürdürülmüştür. Abdal
Musa, Kumral Abdal gibi kişiler ilk Bektaşî dervişleri olarak ifade edilebilir.
Bunlar Baba İlyas müridi olarak bilinmekle beraber hepsi Hacı Bektaş ananesine
sahiptir. Abdal Musa ve beraberindekiler özellikle Batı Anadolu’da inşa
ettikleri zâviyelerle Bektaşîliğin temellerini atmışlardır. Kuruluş döneminde
Vefaî-Haydarî tekkesi olan Hacı Bektaş Dergâhı teşkilatlanmada etkin olmuş ve
tarikat yayıldıkça diğer zâviyelere örnek teşkil etmiştir.[82]
Osmanlı Padişahı II. Bayezid tarafından Anadolu’ya getirilen Balım Sultan
(öl. 922/1516), Hacı Bektaş Dergâhı şeyhi olunca genel mahiyette yenilikler
yapmıştır. Bu sebepten tarîkatın ikinci pîri olarak da kabul edilmiştir.
Özellikle inşa ettiği mücerred dervişler teşkilatı, hiç evlenmeyen ve
tekkelerde yaşayan dervişlerden oluşmaktadır ve bunlar tecrid alameti olarak
kulaklarına demir halkalar takmışlardır. Bu teşkilatın Kalenderiyye tarîkatında
mevcut olması bu tarîkatın Bektaşiyye üzerinde tesirli olduğunu göstermektedir.
Bu yenilikten sonra tarîkatta iki yol ortaya çıkmıştır. Birincisi Hacı Bektâş-
ı Velî neslinden geldiğini, bel evladı olduğunu söyleyen şeyhler ki bunlara son
dönemde Çelebiler de denmiştir. İkinci olarak da bunu kabul etmeyip yol evladı
olduklarını, tarîkatın hakiki mensupları olduğunu söyleyen babalardır. Fakat
son asırda mücerredlik teşkilatı bozulmaya uğramış ve şeyhlik postuna
babalardan sonra oğulları oturmuştur.[83]
Bektaşiyye, teşekkül devresinde Kalenderîlik ve Bahaîlik’ten etkilenmesi
nedeniyle başından itibaren Sünnî itikat ve ibadet esaslarından uzak bir
çizgide kalmıştır. Tarîkatın teolojik esasını “Hak-Muhammed-Ali” üçlemesiyle
formüle edilen ulûhiyyet anlayışı ve on iki imam kültü oluşturmaktadır.
Tarîkat, İslâm’ın sorumlu kıldığı namaz, oruç gibi ibadetleri çeşitli
şekillerde tevil ederek ret yolunu benimsemiş; Şamanizm, Budizm ve Maniheizm
gibi İran dinlerinin bakiyelerine istinat eden ayin ve erkân geliştirmiştir. En
temel ayin, ayin-i cem’dir. Bunun esası İslâm öncesi Türklerde yaygın olan,
evli çiftlerin katıldığı içkili dinî toplantıya dayanmaktadır. Bundan başka
ikrar ayini denilen tarikata giriş merasimidir ki Maniheizm’deki cemaate kabul
ayini ile kuvvetli benzerliği vardır. Bu iki temel ayin haricinde Muharrem
matemi, baş okutma, düşkünlük gibi farklı ayinler de mevcuttur. Ayinler
esnasında “nefes” denilen ilahiler söylenir, “gülbank” denilen dualar okunur.[84]
Anadolu’da özellikle XVII. asırda büyük inkişaf göstermiş bir Türk
tarîkatı olan Bektaşiyye, teşekkül devrinden itibaren daha ziyade göçebe
aşiretler, köylüler ve hudutlarda yaşayan askerî taifeler gibi halk tabakası
arasında yayılmıştır. Bu yayılma alanının ortak özelliği Sünnîlik tesirlerinden
uzak kalmış yerler olmasıdır.[85] Anadolu’nun birçok vilayetinde
yayılma imkânı bulmuş Bektaşiyye tarîkatı, II. Mahmud tarafından 1826 yılında
ilga edilmesiyle de dikkat çekmektedir. Sultan Abdülaziz dönemiyle tekrar eski
haline dönmeye başlayan tarîkat, 1925 yılında tekkelerin kapatılmasıyla yine
aynı kaderi yaşasa da diğer bir kısım tarîkatlar gibi varlığını günümüze kadar
devam ettirmiştir.
Mevlevîliğin kurucusu kabul edilen Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (öl. 672/1273)
bugün Afganistan sınırları dahilinde bulunan Belh şehrinde 604/1207 yılında
dünyaya gelmiştir. Yirmi yaşına yaklaştığı bir zaman diliminde ise Babası
Sultânü’l-Ulemâ Bahâeddin Veled ile birlikte Belh’ten ayrılarak Konya’ya
gelmiş, Sultan Alâeddin’in (öl. 634/1236) sevgi ve hürmetine mazhar
olmuşlardır. Bahâeddin Veled (öl. 628/1231) Konya’da iki yıl yaşadıktan sonra
vefat edince onun müridleri Mevlânâ’yı pîr olarak kabul etmişlerdir.[86] Mevlânâ, Kübreviyye tarîkatına
mensup olan babası vasıtasıyla tasavvufla tanışmış, sülûkunu ise babasının
halifesi Seyyid Burhâneddin Muhakkık-ı Tirmizî ile tamamlamıştır. Dolayısıyla
Mevlânâ, babası vefat ettiğinde Kübreviyye tarîkatına mensup bir kişi idi ve
etrafına toplananları bu tarîkat üzere irşat ediyordu. Bu durum birkaç yıl
sürmüş, daha sonra Mevlânâ, Şems-i Tebrîzî ile tanışmıştır. Bunun neticesinde
Mevlânâ, aşk ve cezbeye dayanan, mûsiki, sema ve şiirle harmanlanmış bir
tasavvuf anlayışı sergilemiştir.[87]
Mevlevîliğin bir tarîkat haline bürünmesi Mevlânâ’dan sonra
gerçekleşmiştir. Mevlânâ hayatta iken “sema” olmakla birlikte bir usul
belirlenmemiş, tarikata ait bir zikir, evrâd ve tekke de söz konusu olmamıştır.
Dolayısıyla Mevlevîlik Mevlânâ hayatta iken bir tarîkat halini almamıştır. Bu
doğrultuda araştırmacılar, Mevlânâ’nın vefatından XV. asra kadarki süreyi
tarîkatın adap ve erkânı, kuruluş ve yayılış devresi olarak görürler; tarikatın
tam şeklini almasının ise XV. asırda gerçekleştiğini ifade ederler.[88]
Mevlânâ’nın vefatından sonra onun yerine Hüsameddin Çelebi (öl. 683/1284)
geçmiş, onun vefatından sonra da tarîkat postuna Mevlânâ’nın oğlu Sultan Veled
(öl. 712/1312) oturmuştur. Böylece tarîkatın kuruluş dönemi başlamış, bu
dönemde Mevlânâ için bir türbe yapılarak muhibler için tekke anlamında bir
merkez kurulmuştur. Sultan Veled türbe için vakıflar temin etmiş, Amasya,
Erzincan ve Kırşehir’e halifeler göndererek buralarda Mevlevî tekkeleri
açılmasını sağlamıştır.[89] Sultan Veled’le birlikte
tarîkatın idari yapısı da değişmiştir. Ondan sonra mümessillik babadan oğula
geçmiş ve çelebilik makamı tesis edilmiştir. Mevlevî postuna bundan sonraki
dönemlerde Mevlânâ’nın soyundan gelen bir kişi oturmuş ve bu kişiye “çelebi”
denmiştir. Konya’da oturan çelebi, herhangi bir yerde açılan dergâha şeyh tayin
eder veya bir olumsuzluk olursa o şeyhi azlederdi.[90]
Sultan Veled’in vefat etmesinden sonra posta oturan oğlu Ulu Ârif Çelebi
(öl. 719/1319) Mevlevîliğin usul ve erkânının yerleşmesini sağlamış, tarikatı
yaymak amacıyla birçok seyahat yapmış, gittiği yerlerde Mevlevîhâneler
açmıştır. XV. asra gelindiğinde ise Pîr Adil Çelebi (öl. 864/1460) tarîkatın
usul ve erkânını değişmemek üzere yerleştirmiştir.[91]
Asaf Çelebi’nin ifadesiyle: “Mevlevîliği Mevlânâ ilham etmiş, Çelebi
Hüsameddin ihya etmiş, Sultan Veled kurmuş, Ulu Arif Çelebi te’kid etmiştir.”[92]
Mevlânâ usul olarak esmayı değil, aşkı, cezbeyi ve bu ikisinin tezahürü
olan semayı sülûke esas olarak kabul etmiştir.[93]
Onun tasavvuf anlayışı doğrultusunda gelişen Mevlevîlik, hitap ettiği çevre
itibariyle de zaman içinde değişiklik göstermiştir. Mevlânâ’nın etrafında
büyükler, beyler, halk kitlesi gibi her kesimden insan olduğu halde, XVI.
asırdan itibaren Mevlevîlik köylerden kasabalara, kasabalardan şehirlere
çekilmeye başlamıştır. Halktan intisap edenler olmakla beraber, daha çok
vezirler, devlet ricali, son zamanlarda padişahlar (III. Selim, II. Mahmud,
Abdülmecid) tarîkata girmiş, tarîkat yüksek zümreye mal olmuştur.[94] Mevlevîlik, posta oturan
çelebiler vasıtasıyla Amasya, Niğde, Sivas, Tokat, Erzurum, Bayburt, Denizli
gibi Anadolu’nun birçok şehrine yayılmıştır.
Hâce Bahâeddin Naskşibend (öl. 791/1389) tarafından kurulan Nakşibendiyye,
ilk olarak Anadolu’da 807/1404 yılında Amasya’da Bedreddin Mahmud Çelebi
tarafından kurulan bir tekke ile faaliyetine başlamıştır. Ancak bu tekke bir
zaman sonra Halvetîlerin yönetimine geçmiştir. Amasya’da kurulan bir diğer
tekke Ya Vedûd tekkesi olup XVIII. asrın sonlarına kadar faaliyetine devam
etmiştir. [95]
Nakşibendiyye’nin Anadolu’da yerleşmesi (Kütahya) Simavlı Molla Abdullah
İlâhî (öl. 895/1490) ve halifesi Emîr Ahmed Buhârî (öl. 922/1516) ile
gerçekleşmiştir. Semerkant’ta bulunan Hâce Ubeydullah Ahrar’ın yanında
tasavvufî eğitimini tamamlayan Molla Abdullah İlâhî İstanbul’a gelerek Zeyrek
Camii’nde Türkiye’deki ilk Nakşibendiyye merkezini kurmuş ve etrafına birçok
mürid toplanmıştır. Kendisinin vefatından sonra halifesi Emîr Ahmed Buhârî’nin
İstanbul’daki çalışmalarıyla tarîkat yayılmış ve birçok alim ve edip
Nakşibendiyye yolunu benimsemiştir.[96]
XVII. yüzyıla gelindiğinde Nakşibendiyye tarîkatı içerisinden Hindistan’da
Müceddidiyye kolu doğmuştur. Müceddidiyye, Muhammed Baki Billah’ın önde gelen
halifelerinden Ahmed Farûkî Sirhindî’nin (İmâm-ı Rabbânî) (öl. 1034/1624)
düşünceleri doğrultusunda oluşmuş tasavvufî bir ekoldür. Bu ekole, Sirhindî’nin
“Müceddid-i Elf-i Sânî/İkinci Bin Yılın Yenileyicisi” unvanına atfen
Müceddidiyye ismi verilmiştir. Müceddidiyye’nin Anadolu topraklarına gelişi ise
XVII. yüzyılın sonlarında Ahmed Sirhindî’nin oğlu Muhammed Masum’un bazı
halifelerini İslâm memleketlerine göndermesiyle gerçekleşmiştir. Halifelerinden
Ahmed Cüryânî Mekke’ye, Murad Buhârî ise Şam’a gitmiştir. Daha sonra XVII.
yüzyılın son çeyreğinde Murad Buhârî İstanbul’a gelmiş ve faaliyetlerini burada
sürdürmüştür. İkinci olarak ise Mekke’de bulunan Ahmed Cüryânî, yetiştirdiği
halifeleri Ebû Abdullah Muhammed Semerkandî ve Mehmed Emin Tokâdî’yi Anadolu’ya
göndermiş ve Müceddidiyye’nin yayılmasını sağlamıştır.[97]
Nakşibendiyye’nin içinden doğan diğer bir kol, Hâlid el-Bağdadî’nin (öl.
1242/1827) öncülüğünü yaptığı Hâlidiyye’dir. Halifeler vasıtasıyla çok geniş
bir coğrafyada faaliyet gösteren tarikat, özellikle Doğu Anadolu, Kuzey Irak ve
İran’ın kuzeybatı vilayetlerinde önemli gelişme kaydetmiştir. XIX. yüzyılda
Hâlidîler Anadolu’da oldukça yaygınlaşmış ve Nakşibendiyye’yi Türkiye’de en
önemli tarîkat haline getirmişlerdir. Hatta bu konum, tarikatların
tasfiyesinden sonra bile korunmuştur. Bu kolun günümüze ulaşmasında,
İstanbul’da yaşamış olan Şeyh Ziyâeddin Gümüşhânevî (öl. 1311/1893) önemli bir
etkiye sahiptir. 1925 yılında tekkelerin kapatılmasından önce Doğu Anadolu’da
bir ayaklanmaya liderlik eden Şeyh Said de yine bir Hâlidiyye şeyhidir.[98]
Ömer el-Halvetî (öl. 800/1397) tarafından İran’da kurulmuştur. Ömer
Halvetî, hem şeyhi hem de amcası olan Ahî Muhammed b. Nûri’l-Halvetî gibi
halvet çıkarmak suretiyle zikir yapmayı çok severdi. Öyle ki onun kırk defa peş
peşe halvet çıkardığı ifade edilir. Onun bu şekilde halvet çıkarmaktan
hoşlanması ve çokça halvet çıkarmasından dolayı da bu tarikata Halvetiyye
denmiştir.[99]
XIII. asrın sonunda Niğde’de Ahi Yusuf Halvetî’nin açtığı bir zâviye ile
Anadolu’ya giren Halvetiyye,[100] XV. asırda Amasyalı Pîr İlyas
(öl. 837/1433) ile Amasya’da faaliyet göstermiştir. Halvetiyye’nin Anadolu’nun
geneline yayılması ise Yahya eş-Şirvânî’nin (öl. 869/1464) halifeleri
vasıtasıyla olmuştur. Bizzat kendisinin tayin edip Anadolu’ya gönderdiği
halifeleri arasında Alaeddin er-Rûmî (öl. 867/1462), Habîb-i Karamânî (öl.
902/1497), Muhammed el-Erzincânî (öl. 869/1464) bulunmaktadır.[101]
Tarîkatın ikinci pîri kabul edilen Yahya eş-Şirvânî’den sonra Halvetiyye
dört ana kola ayrılmıştır. Bunlar: Dede Ömer Rûşenî’nin kurduğu (öl. 892/1486)
Rûşeniyye, Cemal Halvetî’nin (öl. 899/1493) kurduğu Cemâliyye, Ahmed Şemseddin
b. İsa Marmaravî’nin (öl. 990/1504) kurduğu Ahmediyye ve Şemseddin Ahmed
Sivâsî’nin (öl. 1006/1597) kurduğu Şemsiyye şubeleridir. İfade edilen dört ana
kolun da alt kolları vardır ki bunlar farklı zamanlarda teşekkül etmiştir.
Mesela, Cemâliyye şubesinin Sünbüliyye ve Şâbâniyye kolları XVI. yüzyılda[102] Karabâşiyye ve Nasûhiyye
kolları ise XVII. yüzyılda kurulmuştur.[103]
Bu kolların hepsi Anadolu topraklarında faal olmuştur.
Burada ifade etmediğimiz daha birçok kolu bulunan Halvetiyye, Anadolu
coğrafyasında İstanbul, Bursa, Karaman, Aydın, Amasya, Tokat, Diyarbakır,
Aksaray Sivas, Kastamonu gibi birçok ilde faaliyet göstermiş ve günümüze kadar
varlığını devam ettirmiş bir tarikattır.
İslâm medeniyetinde cemaatle namaz kılmaya verilen önemden dolayı
camiler/mescitler, ilme verilen önemden dolayı medreseler, kalp temizliği ve
güzel ahlaka verilen önemden dolayı tekke ve zâviyeler, bedenî temizliğe
verilen önemden dolayı hamamlar, misafire verilen önemden dolayı da
kervansaraylar ortaya çıkmıştır.
İslâm dininin kendine has mekânlarının başında gelen mescit, “secde
edilen, namaz kılınan yer”[104] anlamındadır. Hz.
Peygamber’in Medine’de inşa ettirdiği Mescid-i Nebevî ise mescidin kavramsal
anlamından çok daha geniş bir karşılığa sahiptir. Bu mescit, öncelikle bir
ibadet mekânı olup vakit namazları ve Cuma namazı cemaatle burada eda
edilmiştir. Bununla beraber Hz. Peygamber’in evi mescit sınırları
içerisindedir. Mescid-i Nebevî’nin önemli özelliklerinden biri mescide bitişik
inşa edilmiş Suffe diye isimlendirilen mekândır. Burada kalanlara Ehl-i Suffe
denir ve bu kişiler ilimle meşgul olurlardı. Hz. Peygamber buradaki talebelere
dersler vermiş, Suffe ehli, Hz. Peygamber’in görevlendirmesi ile Arabistan’ın
farklı bölgelerine giderek tebliğ ve öğretmenlik gibi vazifeler yapmıştır.
Ayrıca, zâhidâne yaşamı benimsemiş Suffe ehli, tasavvuf tarihinde ilk zâhid ve
sûfîlerin önderleri olarak da kabul edilmiştir. Mescidin diğer bir özelliği
elçilerin kabul edildiği siyasî bir fonksiyona ev sahipliği yapmasıdır. Hz.
Peygamber Medine’ye gelen elçileri mescitte bulunan elçiler sütununun bulunduğu
yerde kabul etmiştir. Ayrıca hâkimlerin isteği doğrultusunda adlî duruşmalar da
mescitte yapılabilmekteydi.[105] İlk dönemde, ibadet, siyaset,
eğitim-öğretim gibi birçok fonksiyonu icra eden mescit, zaman içerisinde
kurumsallaşmanın etkisiyle farklı görevlerinden sıyrılmış ve sadece ibadet
mekânı olarak kalmıştır.[106]
Mescidin ibadet haricinde ilk dönemde gördüğü fonksiyonlar zamanla farklı
isimlerle anılan kurumlar tarafından icra edilmiştir. İslâm tarihi içerisinde
yer alan tekkeler ve medreseler bu kurumların en tipik örnekleridir. Tekkeler
ahlâk ve irfan eğitiminin verildiği, medreseler de fıkıh, kelam, tefsir gibi
ilimlerin tahsil edildiği eğitim-öğretim kurumlan olmuşlardır. Bu durumu
Hüseyin Vassâf şöyle ifade eder: “İlmin merkez-i ta‘limi medreseler, hilmin
mekteb-i terbiyesi tekkelerdir. İslâmiyet ilim ve irfana müstenid bir dindir.”[107] Bu konuda Nihad Sâmi Banarlı
(öl. 1974) da şunları söylemiştir:
“Mektepler medreseler
birtakım ‘dünya bilgileri’ni çok iyi öğretirler. Fakat her insanın kolay
gidemeyeceği ‘Allah’a varış’ yollarını bilmeye, bildirmeye onların ilmi yetmez.
Bunu öğrenmek için ‘ilim’ değil ‘irfan’ lazımdır. İrfan, ‘gerçeği bilme’dir.
Duygu ve sezgi ile ve ‘aşk’ yoluyla öğrenilen ‘ilâhî bilgi’dir. İrfan sözle,
kitapla değil şevkle hele ‘aşk’la ulaşılan bir kendini bilme ve kendi nefsinde
bir Allah’ı bulma mertebesidir.”[108]
Tekke (çoğ. tekâyâ) kelimesi, Osmanlıca metinlerde “tekye” diye
yazılmakta, günümüzde ise “tekke” şeklinde telaffuz edilmektedir. Arapça kurala
göre çoğul hali “tekâyâ” şeklinde ifade edilen kelimenin kökeni hususunda kesin
bilgi olmayıp farklı izahlar yapılmıştır. Klasik Arapça sözlüklerde “tekye”
kelimesinin geçmemesi nedeniyle Arapça olma ihtimali zayıf görülmüş, Farsça
kaynaklarda da “tekke” kelimesinin yer almadığı ve bunun yerine “dergâh” ve
“hankah” kavramlarının kullanıldığı ifade edilmiştir. Osmanlı Türkçesi’nde XV.
yüzyıldan sonra kullanıldığı tahmin edilen “tekke”[109]
kelimesi için, Farsça “tekye” kelimesinden bozma olup “dayanma, dayanacak yer”
anlamında olduğu ve ıstılahta “tarîkat mensuplarının oturup kalktıkları, ayin
yaptıkları özel yer”[110] şeklinde bir izah da
yapılmıştır.
Tekke; İslâm medeniyetinin bir parçası, tasavvuf düşüncesinin,
terbiyesinin işlenip derinleştirildiği ve halka takdim edildiği yerdir.[111] İslâm tarihinde ilk örneği
Hicrî II. asırda Remle’de (Filistin-Ramallah) görülen tekkeler,[112] İslâm dünyasının genelinde
farklı zaman ve coğrafyalarda zâviye, ribât, hangâh veya hânigâh, savmaa,
düveyre, imaret, dergâh, âsitâne gibi isimlerle de anılmıştır. Anadolu
coğrafyasında ise Selçuklularla beraber daha çok zâviye ismi kullanılmış,
ayrıca ribât ve hânigâh kavramları da dilde mevcut olmuştur. Osmanlı döneminde
ise ribât kavramı pek kullanılmayıp imaret, tekke, dergâh ve âsitâne
kavramlarının bu yapıları ifade etmek için kullanıldığı görülmektedir.[113] Genel olarak tekke kavramı
tam teşekküllü âsitânelerden en mütevazı zâviyelere kadar her türlü tarikat
yapısını ifade etmiş, halk dilinde diğer kavramlara oranla daha yaygın ve
kapsayıcı olarak kullanılmıştır.[114]
Tekke kelimesi telaffuz edilirken genelde beraberinde kullanılan zâviye
(çoğ. zevâyâ) kelimesi, “toplamak, geri almak” gibi anlamlara gelen “zeviye”
kökünden türemiş, lügatta “evin temeli, köşesi” gibi anlamları karşılamıştır.[115] Zâviye kavramı, önceki
dönemlerde farklı işlevlere sahip yapıları ifade etmek için kullanılmış, küçük
tekkeleri belirtmek için kullanımı ise XV ve XVI. yüzyıllardan itibaren söz
konusu olmuştur.[116]
Zâviyeler, dini, sosyal, siyasi etkilerle İslâm dünyasında hızlı bir
şekilde yayılmış, X. yüzyıldan itibaren İran, Horasan, Mâverâünnehir
bölgelerinde ve Mısır, Suriye, Irak gibi ülkelerde birçok zâviye inşa
edilmiştir. Büyük Selçuklular zamanında Nizâmülmülk Şam’da dokuz, Halep’te yedi
zâviye yaptırmıştır. Anadolu’da ilk zâviyenin nerede ve ne zaman kurulduğu
kesin olarak bilinmemekle beraber, XIII. yüzyılın başlarında Moğol istilası
sebebiyle birçok şeyh ve derviş Anadolu topraklarına gelmiş; Kübrevilik,
Sühreverdilik gibi tarikat mensupları Konya, Kayseri, Sivas, Tokat gibi
merkezlere yerleşerek zâviyeler açmış, Selçuklu sultanları bunlara destek
vermiştir. Örneğin, Sadreddin Konevi’nin Konya’da ve Lema‘ât müellifi
Fahreddin-i Irâki’nin Tokat’ta büyük bir zâviyesi olduğu bilinmektedir. Sünni
tarikatlara ait zâviyelerin haricinde, yine göç hareketleriyle Anadolu’ya gelen
Kalenderîlik gibi bâtıni tarikatlara mensup dervişler de zâviyeler açmıştır.
Selçuklu yönetimine karşı isyan eden Baba İlyâs-ı Horasâni’nin (öl. 637/1240)
de Amasya’nın Çat köyünde bir zâviyesi bulunmaktaydı.[117]
Orta Asya Türk-İslâm memleketlerinden Anadolu’ya doğru gerçekleşen göç
akınını sevk ve idare etmiş müteşebbis kafile reisleri, gelip yerleştikleri
yerlerde hanedan kurmuş soy ve mevki sahibi mühim şahsiyetler vardır. Örneğin
Osmanoğulları ile beraber birçok şeyh Anadolu’ya gelip batı taraflara
yerleşmiş, muhacir dervişlerin bir kısmı gazilerle birlikte fetih
faaliyetlerinde bulunmuş, bir kısmı da köylere veya tamamen boş ve tenha
yerlere yerleşerek oralarda müridleriyle beraber ziraatla ve hayvan
yetiştirmekle meşgul olmuşlardır. Onların, boş topraklar üzerinde kurdukları
zâviyeler, büyük kültür, imar ve din merkezleri haline gelmiştir.[118] Böylece Anadolu’da ilk
yerleşme merkezleri tekke ve zâviyeler civarında oluşmuştur. Anadolu’daki
birçok köy isminin Dedeköy, Erenköy, Tekkeköy, Tekkedere, Dıştekke, Tekkekaya
şeklinde olması, bu köylerin bir şeyh tarafından kurulduğunu veya tekkenin o
bölgede etkili olduğunu göstermektedir.[119]
Selçuklu sultanlarının Sünnîliği benimsemiş olmaları Konya başta olmak üzere
birçok şehirde Sünnî tasavvuf anlayışına sahip zâviyelerin çoğalmasını
sağlamış, Osmanlı beylerinin derviş ve şeyhlere karşı gösterdiği yakın ilgi bu
yapılanmanın devamını ve kuvvetlenmesini mümkün kılmıştır. Osman Bey’in (öl.
724/1324) Şeyh Edebâli (öl. 726/1326) ile yakın münasebeti ve hükümdar olduktan
sonra bazı köyleri ona vakfetmesi bunun örneklerindendir.[120]
Orhan Gazi (öl. 763/1362) ve I. Murad (öl. 791/1389) da tarîkat mensuplarına
birçok yerde zâviyeler yaptırmış, bu zâviyeler sayesinde halkın birliği
sağlanmış, iskân meselesi çözüme kavuşmuştur. Bugün mevcut olup hakkında bilgi
sahibi olunan Osmanlı dönemine ait zâviyelerin, kuruluştan Kanunî Sultan
Süleyman dönemine kadarki zaman diliminde inşa edildiği ifade edilmektedir.[121]
Tekkeyi ifade için kullanılan diğer bir kelime ribâttır. Arapça bir kelime
olan ribât, Arap ve Fars dilinde; “sınır karakolu, kale, misafirhane, mabed,
garipler evi, kervansaray” gibi anlamlarda kullanılmıştır. Ribât müessesesi,
hankah ve onunla ilgili ameliyelerin kaynağı olmuştur.[122]
Sühreverdî (öl. 632/1234), atların bağlandığı yere ribât denildiğini, daha
sonra ise düşman sınırında ülkeyi bekleyen askerlerin bulunduğu yerin ribât
olarak isimlendirildiğini söyler.[123]
Bu anlamda, Emevîler döneminde Suriye ve Irak’ın kuzeyindeki sınırlarda ribât
niteliğinde kale ve karakollar inşa edilmiş, Kuzey Afrika’nın fethinden sonra
Akdeniz sahilinin güvenliği ribâtlarla sağlanmıştır. Abbâsîler döneminde de
Kuzey Afrika sahillerinde birçok ribât yapıldığı bilinmektedir.[124] Dolayısıyla ribât, ilk
önceleri askerî bir kavram olarak kullanılmıştır. Yani, İslâm topraklarının
fetihlerle genişlemesi neticesinde fethedilen ülkelerin sınırlarında gözetleme
kuleleri inşa edilmiş, bu yapılara Müslümanlar Kur’ân-ı Kerîm’den
hareketle “ribât” ismini vermişlerdir.[125]
Âl-i İmrân suresinin 200. âyetinde mealen şöyle buyrulur: “Ey iman edenler!
Sabredin. Sabır yarışında düşmanlarınızı geçin. (Cihat için) hazırlıklı ve
uyanık olun ve Allah’a karşı gelmekten sakının ki kurtuluşa eresiniz. ”
Elmalılı Hamdi Yazır (öl. 1942) bu âyeti tefsir ederken “râbitû” kelimesini,
“Mürâbata ediniz, ribât yapınız, birbirinize bağlanıp gazaya düşmanlarınızdan
daha çok hazırlıklı bulunarak atlarınızı bağlayıp sınırlarda, kalelerde karakol
bekleyiniz.” şeklinde açıklamıştır. Türk Müfessir Elmalılı, “ribât”ın Allah
yolundan ayrılmamak olduğunu söyler. Bu, “ribâtü’l-hayl (at bağlamak)”[126] anlamından alınmış olup atını
bağlayıp düşmanı gözetmek, beklemek demektir. İslâm kalelerinde, karakollarında
bekleyenlere de genellikle “murâbıt” adı verilmiştir.[127]
Âl-i İmrân suresi 200. âyette ifade edilen ribâtın maddî cihatla alakalı olduğu
açıktır. Ancak İslâm’da cihadın birinci ve önemli olanı kişinin nefsine karşı
açtığı savaştır. Bundan dolayı ilk asırlarda askerî bir mahiyet arz eden ribât,
daha sonraki zamanlarda tekke ve hankahlarla aynı anlamda kullanılmış, nefse
karşı verilen mücadelenin merkezi olmuştur.[128]
Sûfî bakış açısıyla konuyu açıklayan Sühreverdî, mücahidin murâbıt olduğunu,
ribâtta bekleyenin Allah’a itaat ettiğini söyler. Ribâtta bekleyen kişinin
vasıflarını; halk ile muameleyi kesmek, Hak ile muameleyi açmak, şehvetlerden
uzak durmak, ibadetlere sarılmak, virdlerine devam etmek[129]
şeklinde izah eder ki bu, ribâtların tasavvufî bir yapıya büründüğünü
göstermesi açısından önemlidir. Ayrıca ticaret yolları üzerinde inşa edilen
ribâtlar, kervanların yol güvenliğini ve konaklama ihtiyacını karşılayan bir
kervansaraya dönüşmüştür. İlk dönemler askerî bir mahiyet arz eden ribâtların
zamanla nitelik değiştirmesiyle, Hicaz, Irak, Suriye, Filistin ve Mısır’da
ribât kelimesi, dervişlere mahsus zâviye; yolcuları, kimsesizleri, hacıları
barındıran misafirhane anlamında kullanılmıştır.[130]
Tekkeyi ifade eden kelimelerden “hangâh” Farsça kökenli olup “hâne” kelimesine
“gâh” ilave edilmesiyle ortaya çıkmıştır. Hankah, çok sayıda hücreye sahip olup
dervişlerin, yolcuların ikameti için hazırlanmış bir yerdir. Dolayısıyla bu
yerler, buraya gelen kişilerin yemek yediği, istirahat ettiği teşkilatlı
mekânlardır.[131] Türklerin hânikah şeklinde de
kullandığı bu tabir, tarikatların merkezini ifade etmektedir.[132] Farsça’da “kapı eşiği, kapı
dibi” anlamına gelen “âstan” kelimesinden türetilen âsitâne ise Osmanlı
devrinde bir tarikatın veya tarikat kolunun merkezi olan tam teşekküllü
tekkeler için XVI. yüzyıldan itibaren kullanılmış ve yaygınlaşmış bir
kavramdır. Bu tür büyük tekkelere ayrıca dergâh, pir evi de denilmiştir.
Örneğin, Konya’da Mevlânâ (Mevleviyye), Kırşehir Hacıbektaş’ta Hacı Bektâş-ı
Veli (Bektaşiyye), Ankara’da Hacı Bayrâm-ı Veli (Bayramiyye) ve Kastamonu’da
Şâbân-ı Veli (Halvetiyye-Şâbâniyye) tekkeleri âsitâne statüsünde olup o
tarikatın merkezidir. Ayrıca hilafet merkezi olduğu için İstanbul’da bütün
tarikatların bir âsitânesi bulunmaktaydı. Mesela, Üsküdar’da Aziz Mahmud Hüdâyi
(Celvetiyye), Tophane’de İsmail Rûmi (Kadiriyye-Rûmiyye) tekkeleri bunlardan
birkaçıdır. Âsitânelere bağlı daha küçük kapsamlı tekkelere ise genellikle
zâviye denilmiştir. Âsitâne şeyhleri o tarikatın en üstünde bulunan kişi olup
zâviye şeyhlerini tayin, teftiş ve azletme yetkisine sahip bir konumda
bulunmaktadır.[133]
Tarihi süreçte farklı kavramlarla anılan tekkeler kendine has mimari
özellikleriyle dikkat çekmektedir. Tekkelerin mimari planlarının temelinde
ibadet, eğitim, ziyaret, barınma, beslenme, temizlenme ve ulaşım gibi
fonksiyonlar vardır. Tekkelerde, tahsil edilerek değil, ancak yaşanarak elde
edilebilen seyr u sülûk eğitimi söz konusu olduğu için ibadet, eğitim, ziyaret,
barınma fonksiyonları aynı mekânda bir araya gelmiştir. Genel olarak
değerlendirildiğinde tekkelerin tevhidhâne, harem, selamlık, mutfak, türbe,
hazire gibi bölümlerden oluştuğu görülmektedir. Bunları kısaca şu şekilde izah
edebiliriz:
Tevhidhâne, vakit namazlarının kılındığı, tarikata mahsus ayinin icra
edildiği yerdir. Mevlevilerce semahane olarak tanımlanan bu bölüm, mevlid ve
hatim cemiyetlerinin düzenlendiği, bir dervişe hilafet verilmesi veya bir
şeyhin posta oturmasına yönelik programın yapıldığı bir mekândır. Harem ve
selamlık ise barınmaya ait iki ana bölümdür. Harem, şeyhin ailesiyle birlikte
yaşadığı, tekkeye gelen hanımların ağırlandığı, şeyh hanımlarının sohbet ve
zikir gibi faaliyetleri yaptıkları yerdir. Selamlık da şeyh odası, meydan
odası, zâkirbaşı odası, kahve ocağı gibi bölümlerden oluşur. Şeyh odasında,
postnişin tarafından erkek misafirler ağırlanır, sohbet ve meşk toplantıları
gerçekleştirilir; meydan odasında dervişler üstlerini değiştirir, kendi
aralarında oturup sohbet ederler. Mevleviyye dışındaki tarikatlarda görülen
zâkirbaşı odası ise ayinlerde mûsikiyi yöneten zâkirbaşının dinlenip misafir
kabul ettiği, mûsiki meşklerinin yapıldığı, ayinlerde kullanılan mûsiki
aletlerinin muhafaza edildiği kısımdır. Kahve ocağı da selamlıkta sunulan
kahvelerin hazırlandığı yerdir. Bektaşîlerin mihman evi (mihman: misafir),
diğer tarîkat mensuplarının ise misafirhane veya mihmanhane dedikleri ve erkek
misafirlerin ağırlandığı bölümler de tekkeye ait kısımlardandır. Bu birimlerin
tamamı, ancak tam teşekküllü büyük tekkelerin selamlıklarında görülür. Ayrıca hamam,
abdest alma yerleri, çamaşırhane, su haznesi, kuyu, tekkedeki yaşam için önemli
kısımlardır. Tekkede barınanlar, misafirler ve çevredeki ihtiyaç sahipleri için
yemek pişirilen mekân, Mevlevîhânelerde matbah-ı şerif, Bektaşî tekkelerinde
ise aş evi olarak adlandırılır. Eski dönem fiziki şartlar dikkate alındığında
ulaşımın at, atlı taşıtlar, merkeplerle sağlanması nedeniyle özellikle kırsal
kesimlerde yer alan tekkelerde at ahırı, deniz kıyısında yer alan tekkelerde
ise iskele ve kayıkhane bulunmaktadır. Tekkeler zaman içerisinde mimari açıdan
farklılaşmış, İstanbul'un fethinden sonra erken döneme ait tekke tipleri
ortadan kalkmış, cami merkezli mescit-tekke veya cami-tekke türünde yapılar
yaygınlaşmıştır. İki birimli türbe-zâviye yapıları ise varlığını korumuştur.
Tekkelerin bünyesinde tarîkat pirlerinin, postnişinlerinin, bunların aile
bireylerinin türbeleri, ayrıca dervişlerin ve muhiplerin kabirlerini barındıran
hazîre bulunmaktadır. Buralar ziyaret yerleri olup ayrı bir anlam taşımaktadır.[134] İslâm toplumunda özellikle
büyük şahsiyetler için türbe yapma geleneği vardır. Tasavvufî çevrelerin kabir
ve türbelerle olan ilişkisi diğer insanlardan biraz farklı olup vefat eden
velilerle manevî alışverişin devam etmesi şeklinde ve daha canlıdır.
Dolayısıyla tekke ve türbe mimari olarak iç içedir. Türbenin “türbedar” adlı
bir yöneticisi ve ona yardımcı olan, Kur’ân-ı Kerîm okuyan, temizlik
yapan görevlileri vardır. Bazen tekke şeyhinin aynı zamanda türbedarlık
yaptığı, bazen de türbedar olan kişinin zamanla şeyh postuna oturduğu olmuştur.
1925 yılında tekkeler kapatılırken türbelerin de kapatılması tekkelerle
türbelerin beraberliğini açıkça ortaya koymaktadır. Bu kanunla beraber 1950
yılına kadar Türkiye’de bütün türbeler kapalı kalmıştır.[135]
Anadolu medeniyetinin temel unsurlarından ve tasavvufî yaşamın sosyal
hayata açılan kapılarından olan tekkeler, faal oldukları dönemde önemli
fonksiyonlar icra etmiştir. Bunların başında hiç şüphesiz iskân ve İslâmlaşma
sürecine katkıları gelmektedir. İnsan ayrımı yapmaksızın faaliyet yürüten
tekkeler, yürüttükleri dinî, ahlâkî eğitimle, sanat, edebiyat gibi alanlardaki
üretimleriyle insanları cezbeden bir yerde durmuş ve birçok konuda toplumun
şekillenmesine etki etmiştir.
Tekkelerin
Toplum Üzerindeki Etkileri
Tasavvuf düşüncesinin topluma açılan önemli kapılarından olan tekkeler,
tarikat ritüellerini icra etmenin ötesinde ilmi, fikri, sosyal, kültürel,
askeri birçok alanda faaliyet göstermiştir. Bu anlamda tekkelerin en önemli
fonksiyonlarından birisi bulundukları bölgenin İslâm’la tanışmasında
üstlendikleri roldür. Konuyu Türkler özelinde örneklendirirsek Türk-İslâm
tasavvurunun oluşumunda kitabi İslâm temsilcilerinden ziyade dervişlerin büyük
rol oynadığı tarihi bir vakıadır. Dolayısıyla Türklerin Müslümanlık yorumu
tasavvuftan ayrı düşünülemez. Mâverâünnehir’in İslâmlaşması göz önüne
alındığında en etkili amilin bölgede zâviye kuran sûfiler olduğu görülür.
Ayrıca sûfilerin sınır boylarında İslâm’ın gaza ve cihad ruhunu daima uyanık
tutarak eski Türk alp tipi ile Müslüman gazi tipini birleştirmeleri, Türklerin
İslâm’la kaynaşmasında önemli bir etkiye sahiptir. Sûfilerin gittikleri
bölgelere uyum sağlayabilme kabiliyeti İslâmlaşmanın tesir sahasını
genişletmiş, sûfiler resmi İslâm’ın temsilcilerinden daha çok nüfuz ve etki
sahibi olmuşlardır. Resmi düzeyde İslâm’ı X. yüzyıldan itibaren kabul eden
Volga Bulgarları’nda (900/1399) İslâmiyet’in saray ve çevresinde kalmış olması,
Karahanlılar’da ise Satuk Buğra Han’ın desteğiyle dervişler tarafından
yürütülen faaliyetler neticesinde göçebe Türk boylarının da İslâm’a dahil
olmaları bunun açık göstergesidir.[136]
Horasan’dan ayrılarak Anadolu’ya gelen mutasavvıflardan örneğin Kübreviyye’nin
ileri gelen temsilcilerinden Bahâeddin Veled, Burhâneddin Muhakkık-ı Tirmizi ve
Necmeddin-i Dâye gibi isimler, Anadolu’nun İslâmlaşmasında ve tasavvufi
hayatında derin izler bırakmıştır. Babası Bahâeddin Veled’den devraldığı manevi
mirası muhafaza eden Mevlânâ, hayatta olduğu müddetçe Kur’âriın kölesi
ve Muhammed Mustafa’nın yolunun tozu olduğunu söylemiş, sahip olduğu tasavvufi
anlayış ve yaptığı irşad faaliyetleri ile Anadolu’daki her kesimi etkileyerek
birçok gayrimüslimin Müslüman olmasına vesile olmuştur. Öyle ki Anadolu’ya
girdikten sonra her yerde zulüm politikası uygulayan Moğollar bile ondan etkilenmiş,
İlhanlı (Moğol) hükümdarı Kazan Han bir zaman sonra Müslüman olmuştur.[137] Orta Asya’da Türklerin
İslâm’la tanışmasında önemli bir payı olan Ahmed Yesevi’nin, şeriat
hükümlerini, tasavvuf esaslarını yerli halka ve göçebe köylülere
anlayabilecekleri bir dil ile öğretmeye çalışarak İslâmiyet’i Türkler’e
sevdirmesi ve neticede Yesevîliğin Türkler arasında asırlarca yaşaması,
sûfîlerin halk üzerindeki etkilerinin ve İslâm’ın yayılmasındaki rollerinin
yüksek olduğunu göstermektedir.
İslâm’ı kabul edip cihad aşkına bürünen Mâverâünnehir ve Horasan
yöresindeki Türkler batıya doğru akınlar yaparak, Anadolu içlerine kadar
ulaşmayı amaçlamışlardır. 1071’de Alparslan’ın Diyojen’e galip gelmesi
sonucunda Anadolu toprakları için başlatılan fetih hareketi ve iskân politikaları
ile Anadolu’nun Müslümanlaşması süreci başlamış ve XIV. yüzyılın ortalarına
kadar devam etmiştir. Anadolu’nun İslâmlaşmasındaki önemli etkenlerden birisi
Yeseviyye, Mevleviyye, Kübreviyye, Sühreverdiyye, Rifâiyye gibi tarikatların
kurdukları zâviyelerin faaliyetleri olmuştur. Anadolu’da kurulan zâviyelerin
birçoğu terk edilmiş köylerde, devletin lüzumlu gördüğü bölgelerde kurulmuştur.
Zâviyelere vakfedilen arazilerden devlet vergi almamış, elde edilen gelirlerden
dervişlerin buraları imar etmeleri istenmiştir.[138]
Bu durum devletin bir iskân politikası olup tekkeler desteklenmiştir.
Tekkelerin yüklendiği bu fonksiyon, yerleşik hayat sürenler ile göçebelerin
uyumlu bir şekilde koordinasyonunun sağlanmasına önemli katkı sunmuştur. Öyle
ki bu iki yaşam tarzı arasındaki uyumsuzluk bazen çatışmaya dönüşebilmiş,
devletlerin yıkılmasının, iç ayaklanmaların sebepleri arasında gösterilmiştir.
Bundan dolayı yerleşik kültüre geçişte Anadolu’daki devletlerin temel
politikası karşılıklı uyumun sağlanması yönünde olmuştur. Bu noktada Orta
Asya’dan göç eden bir kavmin batıya doğru ilerleyişinin zâviyeler tarafından
koordine edilmesi, zâviyenin bulunduğu beldenin imkânları nispetinde yerleşim
sağlanması, iş alanı açılması ve sonuçta zâviye merkezli yerleşim birimlerinin
oluşması, bu kurumların yerleşik hayata geçişteki etkinliğini ortaya
koymaktadır. Örneğin Çorum civarında olup isimleri bugüne kadar yaşamış Arap
Dede, Şeyh Eyyüb, Sofular, Ahi İlyas, Elvan Çelebi gibi mahalle ve köy
isimleri, zâviyelerin yürüttüğü bu fonksiyonun tarihî birer vesikası
niteliğindedir.[139] Yine Çankırı bölgesinde XII.
ve XIII. asırlarda göçebelikten yerleşik kültüre geçişte tasavvufi
şahsiyetlerin aktif rol aldığı, İmam Hüseyin, Dedeler, Seydi, Kutluşar,
Karahacı gibi köy, kasaba ve belde isimlerinden anlaşılmaktadır. Bu veriler
tasavvufi şahsiyetlerin bulundukları bölgelerin iskân ve İslâmlaşma sürecine
katkılarını ifade etmektedir. Bu iki örnekten hareketle, vakıf sistemine dayalı
tekke ve zâviyelerin şehir, kasaba ve köylerin inşasında, bayındır hale
getirilmesinde büyük rol oynadıklarını söyleyebiliriz. Cami, tekke, zâviye gibi
kuramların şehrin en muteber yerlerinde yer almaları ise bu kuramların kıymetli
arsalar üzerine kurulmalarının değil, buralarda henüz bir yerleşim birimi
yokken ilk önce bu kuramların inşa edilmesinin bir neticesidir.[140] Ahmet Cahid Haksever,
tekkelerin yüksek düzeydeki etkilerinin sebebini şu cümlelerle ifade
etmektedir:
“Tekke ve zâviyeleri bu
denli etkin kılıp, yayılma imkânı sağlayan ana unsur, gönüllülük esası üzerine oluşturulan
vakıf sistemidir. Nefis terbiyesi sonrası insanlığa hizmeti şiar edinen vakıf
insanlar, herhangi bir din, dil, ırk, mezhep ve hatta canlı ayrımı yapmaksızın
faaliyet yürütmüşlerdir. Karşılıksız sevgi ve samimiyet, mıknatısın demiri
çekmesi gibi insanları etrafında toplamıştır.”[141]
Tasavvuf ehlinin fetih hareketlerinde faaliyet göstermesi, ordunun
hareketinden önce fethedilecek topraklara giderek irşat faaliyetinde bulunması
da dikkat çeken diğer bir noktadır. Örneğin Kâzerûniyye tarikatının kurucusu
Ebû İshak Kâzerûnî (öl. 426/1035) savaş dönemlerinde halkı cihada teşvik etmiş,
Bizans’la yapılacak savaşta müridlerini görevlendirmiştir. Barış zamanlarında
ise ayrım gözetmeksizin memleketi İran’da herkese yardımda bulunarak bir hayır
kurumu gibi faaliyet göstermiş ve bunun neticesinde Mecûsî ve Mûsevî yirmi dört
bin kişi Müslüman olmuştur.[142] Mutasavvıflar gittikleri
bölgelerde muhataplarını dinde zorlama yoktur ilkesinden hareketle gönüllü ve
serbest iradeye dayalı olarak İslâm’a davet etmişlerdir. Sûfîlerin İslâm’ı
tebliğ için ticaret kervanlarına katılmaları, yerli halkın dilini öğrenmeleri,
hoşgörü ve tevazuyu benimsemeleri, kardeşlik ilkesini sosyal hayata
yansıtmaları İslâm’ın hızlı bir şekilde yayılmasında etken olmuştur. Anadolu
gibi, Hindistan, Endonezya ve Afrika’nın büyük bölümleri de sûfîler vasıtasıyla
İslâm’la tanışmıştır. Örneğin, Çiştiyye şeyhlerinden Hoca Muînuddin Çiştî’nin
(öl. 633/1236) Hindistan’da putlar bölgesi olarak bilinen Ecmir’de açtığı
dergâh, Hindistan’da XVI. yüzyılda Kadirî şeyhi Davud’un kurduğu dergâh, Hoca
Baki Billah (öl. 1012/1603) ile Hindistan’a giren Nakşibendiyye ve Hindistan’ın
kuzey bölgelerinde Kerrrâmiyye’nin faaliyetleri İslâm’ın Hindular arasında
yayılmasında etkili olmuştur. Yine iki müridiyle Keşmir’e giden Kübrevî şeyhi
Seyyid Ali Hemedânî (öl. 786/1385) Keşmir’in büyük kısmının İslâmlaşmasını
sağlamıştır.[143]
Toplumun Müslümanlaşmasında etkili olan mutasavvıflar, din anlayışının
inşasında da etkinliğini göstermiştir. Tekkelerde irşad vazifesi gören
şeyhlerin şahsiyetleri toplum zihninde bir evliya anlayışı oluşturmuş ve bu
zâtların vefat ettikten sonra kabirlerinin daha sonra bir türbe haline
gelmesiyle bu anlayış sonraki nesillere aksetmiştir. Evliya olarak kabul edilen
bu kişiler güzel ahlâk sahibi olup insanlara karşı merhametli, paylaşımcı ve
iyi niyetlidir. Sahip oldukları manevî güç nedeniyle dualarının kabul olacağı
inancı yüksek olup insanlar sıkıntılı zamanlarında onları ziyaret ederek
dualarını talep etmişlerdir. Savaş zamanlarında, toplumun sıkıntıda olduğu
dönemlerde insanlar tekkelere meyletmiş, şeyhlerin sohbetleri ve nasihatleriyle
motive olmuşlardır. Padişahlar onları ordularına dahil etmiş, manevî
güçlerinden, dualarından destek almışlardır. Dolayısıyla evliyanın varlığı
toplumun ümitvar psikolojide olmasına önemli bir katkı sağlamıştır. Bu zâtları
hayattayken ziyaret eden insanlar, vefat ettikten sonra da türbelerini ziyaret
etmiş ve onlara her zaman hürmet göstermişlerdir. Bugün yaşadığımız coğrafyada
yüzlerce türbe bulunmakta ve insanlar buraları ziyaret etmektedir. İstanbul’da
Eyüp Sultan (öl. 49/669), Konya’da Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (öl. 672/1273),
Ankara’da Hacı Bayrâm-ı Velî (öl. 833/1430) yoğun olarak ziyaret edilen
türbelerden birkaçıdır. Türk milletinin İslâm algısı ve dindarlık oluşumunda
sûfîlerin şahsiyetiyle beraber tasavvuf motifli eserler de oldukça etkili
olmuştur. Bu doğrultuda Mi‘râcnâmeler, Hicretnâmeler, Mevlîdler, Hilyeler,
Muhammediyye, Ahmediyye, Envârü’l-Âşıkîn, Delâil-i Hayrat ve diğer birçok eser
toplumun din anlayışında izler bırakmıştır. Menkıbevî anlatımlara modern
düşünce pek itibar etmese de evliya menkıbelerini gerçek dışı hikâye olarak
görmek, hepsini hurafe olarak tanımlamak, bunların sembolik anlam ve
değerlerini tamamen geri plana atmak doğru bir yaklaşım değildir.[144]
Birkaç başlıkta değerlendirdiğimiz tekkeler kuruldukları bölgede
insanların dinî ihtiyaçlarının karşılanmasında ve manevî sorunlarının çözümünde
sohbet ve vaaz uygulamasıyla etkili olmuştur. Ayrıca tekkelerde bir araya
gelinerek yapılan sohbetler, bireyler arası etkileşim ve toplumsal kaynaşmanın
gerçekleşmesine katkı sunmuştur.[145]
Her düşünceden insana kapılarını açarak toplumdaki mezhep, meşrep, siyasî
farklılıkların toplumda ayrışmaya dönüşmesinin önüne geçen tekkelerde; din,
ahlâk, edep, sanat eğitim öğretimi yapılmış, spor faaliyetleri
gerçekleştirilmiş, okçuluk, güreşçilik gibi sporların gelişmesi sağlanmıştır.
Okçular tekkesi ve güreşçiler tekkesi bunun en tipik örneğidir. Osmanlı’nın
sınırlarının geniş olması nedeniyle merkezi otoritenin tesirinin az olduğu uzak
ve sorunlu bölgelerde de tekkeler açılmış ve buralardaki huzursuzluklar ve
isyanlar tekkenin terbiye edici ve uzlaştırıcı rolüyle ortadan kaldırılmıştır.
Kendi müntesipleri tarafından kurulan tekkeler olduğu gibi bizzat devlet
tarafından inşa edilenler de vardır. Bunlar, fethedilen yerlerin fikrî ve malî
yapılanmasında, askerî sevk ve idarenin kolaylaştırılmasında, sosyal hayatın
canlandırılmasında etkili olmuşlardır.[146]
Tehlikeli yerlerde, dağlarda, korkunç boğazlarda yapımı devlet tarafından
teşvik edilmiş ve jandarma karakollarına benzeyen zâviyeler ise seyahat
güvenliği ve mübadele işlerinde önemli hizmetler sağlamıştır. Dağdan, bayırdan
toprak açmak, iskân edilemeyecek kadar ıssız, tenha ve vahşi bir tabiat
ortasında, hırsız yatağı yerlerde yerleşmek gibi işlerin ancak azimkâr insanlar
ve hayatiyeti yüksek bir millet tarafından yapılabileceği unutulmamalıdır.[147] Bütün bunlarla beraber
tekkeler yolcuların, ziyaretçilerin konakladığı bir kervansaray, alimlerin
eserlerini bıraktığı bir kütüphane olmuştur. Ayrıca Muharrem ayı gibi özel gün
ve gecelerde aş cemiyetlerinin tertip edilip hazırlanan muhtelif yemeklerin
halka ikram edilmesi, aşure pişirilip mersiye okunması gibi uygulamalar da
halkın kültürel yapısının şekillenmesinde etkili olmuştur.[148]
Tekkeler için sıralamaya çalıştığımız bu özelliklerin hepsini bütün
tekkelerin kendi bünyesinde topladığını söylemek elbette çok isabetli olmaz.
Her bir tekke kendi şartları içerisinde faaliyetlerine devam etmiş ve halkın
birçok konuda müracaat ettiği kurum olmuştur.
Genel hatlarıyla ifade ettiğimiz tekkelerin bu fonksiyonları ve toplum
üzerindeki etkilerine dair elbette başka ilaveler yapılabilir ve bunlar
ayrıntılarıyla izah edilebilir. Maksadın hasıl olmasına binaen bu kadarıyla
yetiniyoruz. Bununla beraber, özellikle tekkelerin kapatılmasından önce yakın
bir zamanda gerçekleşmesi nedeniyle Millî Mücadele için bu kurumların ve
müntesiplerinin nasıl bir katkı sunduğunu ise müstakil bir başlık altında ele
almak isabetli olacaktır kanaatindeyiz.
Tekke
ve Tarîkat Şeyhlerinin Millî Mücadele’ye Katkıları
30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Mütarekesi’nden sonra düşman
kuvvetlerinin işgaline karşı Anadolu’da Millî Mücadele hareketi başlamıştır.
Dört yıl süren (1918-1922) bu süreçte Mustafa Kemal’in izlediği metot,
konuşmaları, yayınladığı tamimler ve genel anlamda uygulamaları İslâmî
atmosferin oldukça yoğun olduğunu göstermektedir. Mustafa Kemal Millî Mücadele
süresince İslâm faktörünü dikkate almış, toplumun saygı duyduğu din hizmeti
yapan kişilerle temas kurmuş, yaptığı kongrelerin açılış ve kapanışında dualar
yapılmıştır. Mustafa Kemal’in Havza ziyareti esnasında Cuma günü (30 Mayıs
1919) Yürgeç Camii’nde merasim düzenlenmesi, Ankara’ya geldiğinde Hacı Bayrâm-ı
Velî türbesini ziyaret etmesi, 23 Nisan 1920 tarihinde Cuma namazının kalabalık
bir cemaatle kılınmasının ardından Meclis’in dinî bir merasimle açılması[149] Millî Mücadele’nin başarılı
olması için dinî değerlerin önemsendiğini göstermektedir.
Vatanın düşman işgalinden temizlenmesi doğrultusunda oluşturulan Millî
Mücadele hareketi içinde tekke ehlinin önemli hizmet ve görevleri olmuştur.
Mütevazı bir yaşamı benimsemiş, devlet büyüklerine saygıyı esas alarak yetişmiş
tasavvuf ehli barış zamanlarında ahlâk eğitimi ile meşgul olmuş, vatan
topraklarının tehlikeye düştüğü zor dönemlerde ise “Allah (celle celalühü)
devlete ve millete zeval vermesin” anlayışıyla vatan savunmasına destek
vermiştir. Bunun önemli örneklerinden birisini Mevlevîlerin Millî Mücadele’ye
verdikleri katkıda görüyoruz. Birinci Dünya Savaşı’nda Veled Çelebi İzbudak
(öl. 1953) komutasında Mücâhidîn-i Mevleviyye Alayı ile Şam’da üç sene görev
yaparak vatana karşı sorumluluk duygusunun gereğini yerine getiren Mevlevîler,
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Mütarekesi
sonucunda vatanın haksızca işgaline karşı oluşturulan Millî Mücadele
hareketinde de ön saflarda yer almıştır. Burada şunu da ifade edelim ki
Mevlevîlerin çoğunluğu Millî Mücadele’yi desteklediği halde bunun tersi tutum
sergileyenler de olmuştur. Örneğin; Çorum Mevlevîhânesi son şeyhi Hüsameddin
Dede ve bu dergâhın müntesiplerinden Ali Kemal, İstanbul hükümetini
desteklemiş, Gelibolu Mevlevîhânesi Şeyhi Burhâneddin Efendi ve Kütahya Mevlevî
Şeyhi Sakıp Çelebi de Kuva-yı Milliye karşısında yer almışlardır.[150]
Mondros Mütarekesi’nin ardından Yunanlılar İzmir’i işgal edince vatanın
her tarafında işgali protesto eden mitingler düzenlenmiştir. Bu
organizasyonların yapılmasında her kesimden insanın desteği ve rolü olmakla
beraber, halk üzerinde etkisi bulunan dinî kimlikli şahsiyetler biraz daha ön
plana çıkmıştır. Örneğin, İzmir’in işgal haberi Konya’ya ulaştığında yapılan
mitinge Mevlevî şeyhi ve çelebizâdeler de katılmış, mitingin ardından
yayınlanan bildirinin altına Mevlevî Şeyhi Ahmet Adil de imza atmıştır.
Isparta’daki protesto mitinginin hazırlanmasında yine Mevlevî Şeyhi Ali Dede
etkili olmuştur. Belirtmek gerekir ki bu süreçte birçok Müdafaa-i Hukuk
Cemiyeti kurulmuş ve bu cemiyetlerde tekke ehli aktif rol almıştır. 12 Haziran
1919 tarihinde Amasya’ya gelen Mustafa Kemal’i karşılayan heyetin arasında
bulunan Amasya Mevlevîhânesi Şeyhi Cemaleddin Efendi, Amasya Müdafaa-i Hukuk
Cemiyeti kurucu üyeleri arasında yer almıştır. Konya’da 8 Ekim 1919 tarihinde
yapılan seçimde Mevlânâ Postnişini Abdülhalim Çelebi (öl. 1925) Konya Müdafaa-i
Hukuk Cemiyeti Merkez Heyeti üyeliğine seçilmiştir. Yine bu tarihlerde Konya’da
teşekkül eden “Anadolu Kadınları Müdafaa-i Vatan Cemiyeti Konya Şubesi”nin
kuruluşunda Abdülhalim Çelebi’nin eşi Kevser Hanım ön safta yer almış ve
cemiyetin başkanı seçilerek faaliyette bulunmuştur. Abdülhalim Çelebi 23 Nisan
1920 tarihinde açılan Büyük Millet Meclisi’nde Birinci Reisvekilliği görevini
de yürütmüştür. Fransızlar Urfa, Antep ve Maraş’ı işgal edince 16 Kasım 1919
tarihinde İstanbul’daki İngiliz, Fransız, İtalya ve Amerika siyasî
temsilciliklerine protesto telgrafı gönderilmiştir. Telgrafın altına imza atan
Kastamonu Mevlevî Şeyhi Amil Çelebi telgrafın hazırlanması ve gönderilmesinde
aktif çalışmıştır. Kastamonu’da kurulan Müdafaa-i Hukuk Kadınlar Cemiyeti’nin
başkanlığını, Mevlevî Şeyhi Amil Çelebi’nin eşi Zekiye Hanım yapmış, yapılan
çalışmalarla kadınların millî davaya desteği sağlanmıştır. Afyon Müdafaa-i
Hukuk Cemiyeti’nde Mevlevî Şeyhi Raşid Dede ve Antep’te kurulan Teşkilât-ı Cemiyet-i
İslâmiyye’de Mevlevî Şeyhi Mustafa Efendi çalışmalarda bulunmuştur.[151]
Tekke mensupları birçok alanda hizmet
ederek Millî Mücadele’ye destek vermiş, cemiyet yönetimlerinde yer almış,
silahlanarak halkın mücadeleye katılmasına öncülük etmiştir. Örneğin; Kastamonu
Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti dinî kimlikleriyle tanınan kişilerden müteşekkil olup
reisliğini Nakşibendî Şeyhi Ziyaeddin Efendi yapmıştır. Yine Rize Müdafaa-i
Hukuk Cemiyeti üyeleri arasında olan Kadirî Şeyhi Ali Reiszâde İlyas Efendi’nin
yapılan çalışmalarda büyük emekleri olmuştur. İzmir’in işgalinden sonra düşman
kuvvetleri iç kesimlere doğru ilerleyip Manisa’ya geldiklerinde Yunanlıların
her türlü zulmüne karşı mücadele veren Rifâî Tekkesi Şeyhi Hüseyin
Kemaleddin Efendi (öl. 1951) düşmanla çarpışmış, halka önderlik ederek
bulunduğu bölgeye Yunanlıların girmesine engel olmuştur. Ankara’da bulunan
İngiliz-Fransız güçleri halkı rahatsız eden aşırı davranışlarda bulununca
Nakşibendî Şeyhi Sadullah (Seyhan) Efendi ve Hacı Bayram Şeyhi Şemseddin Efendi
(öl. 1944) işgalcilere karşı halkı harekete geçirmiştir.[152]
Yine, Yalova’nın Reşadiye köyünde (Güney Köyü) ikamet eden ve aslen Dağıstanlı
olan Şeyh Şerafeddin Efendi, Yunan işgali Bursa’ya ulaştığında müridlerini
silahlandırmış ve düşmana karşı taciz hareketi yapmıştır.[153]
Uzun müddet askerlik hizmeti yapan ve gençlik yılları cephelerde geçen Lâdikli
Ahmed Ağa (öl.1969), Balkan Savaşları, Birinci Dünya Savaşı ve Millî
Mücadele’de bizzat savaşmış ve İzmir’e ilk giren birlikler arasında yer
almıştır.[154] Bunlara ilaveten tekke ehli
milletvekilliği yaparak da hizmette bulunmuştur. Birinci dönem milletvekilleri
arasında şu isimleri örnek verebiliriz: Ankara Milletvekili Hacı Bayram Şeyhi
Şemseddin Bayramoğlu (öl. 1944), Bursa Milletvekili Nakşibendî Şeyhi Servet Akdağ
(öl. 1962), Erzincan Milletvekili Nakşibendî Şeyhi Hacı Fevzi Baysoy (öl.
1924), Konya Milletvekili ve Meclis Birinci Başkanvekili Mevlevî Şeyhi
Abdülhalim Çelebi (öl. 1925), Kırşehir Milletvekili ve Meclis İkinci
Başkanvekili Bektaşî Şeyhi Cemaleddin Çelebioğulları (öl. 1922), Denizli
Milletvekili Bektaşî Şeyhi Mazlum Baba Babalım (öl. 1943).[155]
Mondros Mütarekesi’nin ardından vatan toprakları düşman kuvvetlerinin
işgaline maruz kalınca Mustafa Kemal kendisine verilen görev gereği Samsun’a
çıkmıştır. Bundan sonra başlatılan Millî Mücadele hareketinde tekke ehli
kendisine desteklerini esirgememiştir. 23 Temmuz 1919 tarihinde toplanan
Erzurum Kongresi’ne Erzincan’dan Nakşibendî Şeyhi Hacı Fevzi Efendi (öl. 1924)
katılmış ve kongreden sonra oluşturulan Heyet-i Temsîliyye’ye seçilmiştir.
Kendisi, Mustafa Kemal’e Sivas yolculuğunda eşlik etmiş ve Sivas Kongresi’ne de
katılmıştır. Hatıralarda anlatıldığına göre şeyh efendi uzun boylu, keskin
bakışlı, uzun sakallı olup başında şeyh efendilere mahsus bir kavuk ve elbise
ile yolculukta yer almıştır. Şeyh Fevzi Efendi yolculuk boyunca mutasavvıf
kişiliğini sergilemiş ve konuşmalarıyla manevî takviyede bulunmuştur.[156]
Erzurum Kongresi sonrasında Şarkî Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti kurulması
karara bağlanınca Mustafa Kemal doğu illerindeki tarikat şeyhleri, din alimleri
ve aşiret reislerine mektuplar göndermiş, Anadolu’nun içinde bulunduğu durumu
anlatıp verilecek mücadele için onların desteğini talep etmiştir. Nakşibendî
şeyhlerinden Nurşinli Şeyh Ziyaeddin Efendi (öl. 1923) ve Bitlisli Küfrevîzâde
Şeyh Abdülbaki Efendi (öl. 1943) kendisine mektup gönderilen kişilerden olup
Erzurum Kongresi’nin ardından yayınlanan beyanname kendilerine gönderilmiş ve
bölgelerinde teşkilat kurmaları istenmiştir.[157]
Sivas Kongresi’nden sonra Ankara’ya doğru hareket eden Mustafa Kemal
Kırşehir’de bulunan Hacı Bektaş Dergâhı’nı ziyaret etmek istiyordu. Çünkü Hacı
Bektaş Çelebisi Cemalettin Efendi (öl. 1922) Anadolu’daki Kızılbaşların bağlı
olduğu en üstteki şeyhti. Ayrıca burası Bektaşîler için bir merkezdi. Mustafa
Kemal bu ziyaretle bütün Kızılbaşları kendine çekmek istemiştir. 23 Aralık
1919’da Hacıbektaş’a geldiğinde onu Hacı Bektaş Çelebisi Cemalettin Efendi
karşılamış, burada yapılan özel görüşme sonucunda, Alevîlerin millî davaya sadık
kalması ve yardımda bulunması karara bağlanmıştır.[158]
Kırşehir’den hareket eden heyet Ankara’ya doğru yola çıkmıştır. Mustafa
Kemal’in 27 Aralık 1919’da Ankara’ya gelişinde dikkat çeken bir tören
hazırlanmış, bu organizasyonda Vali Vekili Yahya Galip Bey ile 29 Ekim 1919’da
kurulan Ankara Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Başkanı ve Ankara Müftüsü Rifat
(Börekçi) Efendi’nin (öl. 1941) büyük emekleri olmuştur.[159]
O dönemde Ankara’da Nakşibendî, Sa‘dî, Rifâî, Kadiri, Mevlevî dergâhları, Hacı
Bayrâm-ı Velî müridleri, Ahîler, köylerde Kızılbaşlar, Bektaşîler
bulunmaktadır. Mustafa Kemal’i karşılamak için özel bir hazırlık yapılarak
Seymen Alayı kurulmuş, alayın arkasında tarîkat mensupları ve onların arkasında
da esnaf loncaları yer almıştır. Seymen Alayı’nın arkasında ilerleyen
dervişlerin başında siyah ve yeşil sarık, üzerlerinde farklı renklerde
cübbeler, ellerinde kudümler, dillerinde ise hu zikri vardır. Kızıl yokuşa
gelindiğinde kurbanlar kesilmiş, Mustafa Kemal’in otomobili göründüğünde iki
derviş Dikmen tepelerinde salât vermiş, diğer tepelerde ise dervişler ezan
okumuşlardır.[160]
Mustafa Kemal’in Ankara’ya gelişinden sonra Ankara Millî Mücadele’nin
merkezi olmuştur. Hacı Bayrâm-ı Velî şeyhlerinden Tayyip Baba’nın oğlu
Şemseddin Bayramoğlu, Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti üyeleri arasında yer alıp
Mustafa Kemal ve Heyet-i Temsiliye üyelerine çalışmalarında yardımcı olmuştur.[161] Bu dönemde yapılan
faaliyetler İtilaf Devletleri’ni rahatsız edince 16 Mart 1920 tarihinde
İstanbul’u resmen işgal etmişlerdir. İstanbul’un işgal edildiği bu dönemde
tekkelerin oldukça faydalı hizmetlerine şahit olunmuştur. Önemli ve tehlikeli
hizmetlere imza atan tekkelerden birisi Eyüp Hâtuniye Dergâhı’dır. Bu dergâh,
Eyüp sırtlarında silah ve cephane depolarına yakın bir yerde olup silah ve
cephane kaçırma faaliyetinde bulunmuştur. Dergâhın başında esasında Kadirî
şeyhi olduğu halde bu dergâha vekâleten bakan Şeyh Sadeddin Efendi (öl. 1931)
vardır. Tekkenin o günkü hizmetlerine bizzat katılmış olan, şeyhin oğlu Nazmi
Efendi’nin (öl. 1991) verdiği bilgilere göre, babası Sadeddin Efendi yapmış
oldukları hizmetlerin yazılmasını, başkalarına aktarılmasını istememiştir.
Hatta zafer kazanıldıktan sonra kendilerine İstiklal Madalyası verilmesini de
“Bize din ve vatan yolunda vacip olan bir hizmetin karşılığı olarak madalya
almak yakışmaz.” diyerek reddetmiştir. Nazmi Efendi de babasının bu isteğine
istinaden konu hakkında uzun yıllar sessiz kalmış, ancak vefatından bir müddet
önce kendisine yapılan ısrarları kırmayarak tekkenin o gün yapmış olduğu
faaliyetler hakkında bazı bilgiler paylaşmıştır.
Nazmi Efendi’nin ifadesine göre, Hâtuniye Dergâhı geniş bir arazi
içerisinde ve ıssız bir alanda bulunmaktadır. Dergâhın bulunduğu bu konum
yapılan faaliyetleri kolaylaştırmıştır. Hâtuniye Dergâhı o gün, silah kaçırma
ve idare etme işini üstlenmiş olan “Mim Mim Grubu (Millî Müdafaa Grubu)” adlı
gizli bir cemiyetle ortaklaşa çalışmıştır. Nazmi Efendi, silah depolarına
ulaşmak için o civarda çobanlık yapan bir kişi ile arkadaşlık kurmuş, hayvan
otlatma bahanesiyle depolara ulaşmışlardır. Ele geçirilen silahlar at ve
merkeplerle tekkeye taşınmış, tekkenin yanında bulunan caminin minaresinde
muhafaza edildikten sonra tabutlara konularak gerekli yerlere sevk edilmiştir.
Nazmi Efendi bir Ramazan ayında davul çalıyormuş gibi görüntü vererek davulun
içinde el bombaları kaçırdığını söyler. Bunlara ilaveten Haliç kenarında
bulunan İplikhane Askerî Kışlası’ndan İsmail Çavuş adında bir asker tekkeye
gelerek burada bulunanlara silah kullanma eğitimi vermiştir. Nazmi Efendi bu
faaliyetlerin ardından cephede çalışmak amacıyla, silah kaçıran motorlardan
biriyle beraberindekilerle Anadolu’ya geçmek isterken yakalanıp hapsedilmiş ve
günlerce işkenceye maruz kalmıştır. Bir vesile ile kurtulduktan sonra da eski
faaliyetlerine devam etmiştir. O dönemde İplikhane Hastanesinin imamlığını
yapan Şeyh Sadeddin Efendi de silah kaçırma işini sevk ve idare ettiği için
vazifesinden atılmıştır. Uzun bir müddet açıkta kaldığı için aile sıkıntı
çekmiş, daha sonra Diyanet İşleri Reisi Rifat Hoca’nın aracılığıyla vazifesine
dönmüştür.[162]
Millî Mücadele döneminde ortaya koyduğu hizmetlerle önemli roller oynamış
Üsküdar Özbekler Tekkesi de konunun diğer örneklerindendir. Nakşibendî
tarikatına bağlı olan tekke, kuruluşundan itibaren, Türk illerinden İstanbul’a
gelenler için bir konaklama yeri olarak görev yapmıştır. İstanbul’un 16 Mart
1920’de İtilaf Devletleri tarafından resmen işgalinden sonra Millî Mücadele’yi
destekleyen birçok asker ve sivilin, ayrıca gerekli silah ve cephanenin
Anadolu’ya ulaştırılması Özbekler Tekkesi vasıtasıyla gerçekleşmiştir. Bu
dönemde boğazlar ve önemli deniz yolları işgal devletlerinin denetiminde olduğu
için İstanbul-İzmit-Geyve-Adapazarı yolu kullanılmıştır. Anadolu’ya gitmek
isteyenler önce bu tekkeye geliyor ve kontrollü bir şekilde yolculuğa
başlıyorlardı. Bu tekke vasıtasıyla Anadolu’ya geçenler arasında Fevzi Çakmak,
İsmet İnönü, Adnan Adıvar, Halide Edip Adıvar, Mehmet Akif Ersoy gibi kişiler
de bulunmaktadır.[163] Mehmet Akif Ersoy (öl. 1936),
tekke şeyhi Şeyh Ata’nın vasıtasıyla İtalyan ve İngiliz kuvvetlerine
yakalanmaktan kurtulunca kendisine şöyle hitap etmiştir: “Ne mutlu sana şeyhim!
Kurtuluş savaşçılarına yaptığın bu büyük hizmetler inan ki hiçbir zaman
unutulmayacak ve milleti istiklale kavuşturacak yıldızlar arasında Şeyh Ata adı
da daima hürmetle anılacak. İmreniyorum bu mazhariyetine ve seni bekleyen
şerefli istikbaline.”[164] Yine bu tekke vasıtasıyla
Anadolu’ya geçen Halide Edip Adıvar da tekke şeyhinin kendilerine yardım
edişini anlatır ve ortamın ne kadar tehlikeli olduğunu da şu sözlerle ortaya
koyar:
“Bütün şehirde
İngilizce ve Türkçe olarak, herhangi milliyetçiye yardım edenin ölüme mahkum
edileceğini ilan eden afişler asılmıştı. İstasyonda, bu afişlerin birinde ölüm
kelimesinin muazzam harflerle yazılmış olduğunu gördüm. Buna General Wilson
imza atmıştı. Eğer sırf bize yardım edecekler ölümle tehdit ediliyorsa acaba
bizlere ne ceza vereceklerdi?”[165]
Millî Mücadele sırasında silah ve cephane kaçırma işlerinde de Özbekler
Tekkesi önemli hizmetler yapmıştır. Anadolu’ya gidecek silahlar gizlice tekkeye
getirilmiş, daha sonra Alemdağı’ndaki millî güçlerin gizli karargâhına
ulaştırılmıştır. Bu tekke ayrıca gizli bir hastane olarak çalışmış, gizlice
tekkeye gelen doktorlar burada mesai yapmışlardır. Özbekler Tekkesi, bir posta
merkezi görevi de görmüş, Ankara ile yapılan bilgi alışverişlerinde bu kanal
kullanılmıştır. Özbekler Tekkesi Şeyhi Ata Efendi (öl. 1936) bir hukukçu olup
temsil ettiği dinî ve manevî değerleri, vatanın kurtuluşu ve istiklaline
vakfetmiş, kapı kapı dolaşarak insanlara ümit telkin etmiş, tekkesinin
dışındaki ulema ile de ilgilenerek onların Anadolu harekâtının yanında yer
almalarına çalışmıştır.[166]
İstanbul’da hizmetleriyle dikkat çeken bir diğer tekke Şeyh Visali
Dergâhı’dır. Gülşenî tarikatına ait Şeyh Visali Dergâhı Şeyhi Hüseyin Efendi
(emekli süvari yüzbaşı), Müslüman kuvvetleri sevk ve idare etmek, Anadolu’daki
mücadeleye destek vermek amacıyla İstanbul’da kurulan Müdafaa-i Milliye
Teşkilatı’nın kurucu üyeleri arasında bulunmaktadır. Teşkilat çalışmalarını,
Şehremini’de tenha bir yerde bulunan Şeyh Visali Dergâhı’nda yapmış, neticede
silahlı bir mukavemet örgütü kurularak, işgal kuvvetleri İstanbul’u terk edene
kadar halkı müdafaa etmiştir.[167]
Anadolu halkının vermiş olduğu istiklal mücadelesine dünya Müslümanlarından
da destek gelmiştir ki bu noktada en dikkat çekici isimlerden biri Senûsî
tarîkatı lideri Seyyid Ahmed eş-Şerif es-Senûsî’dir (öl. 1933). XIX. yüzyılda
kurulan Senûsî tarîkatının önemli özelliklerinden birisi İslâm ülkelerinin
işgal edilmesine karşı vermiş olduğu fiilî mücadeledir. Senûsî tarîkatı tarihî
süreçte Osmanlı Devleti’ne bağlılığını, hilafet merkezine sadakatini göstermiş,
II. Abdülhamid’in ittihad-ı İslâm anlayışını desteklemiştir. Tarîkatın öne
çıkan isimlerinden Seyyid Ahmed eş-Şerif 1902-1912 yılları arasında Sahra’da
Fransızlara karşı, 1911’de Tablusgarb’da İtalyanlara karşı mücadele etmiştir.
30.08.1918 tarihinde İstanbul’a gelen Ahmed es-Senûsî, Sultan Vahdeddin için
düzenlenen kılıç kuşatma törenine katılmış ve daha sonra Bursa’ya geçerek bir
müddet burada ikamet etmiştir. Mustafa Kemal Ankara’daki siyasî oluşumun lideri
olunca Seyyid Ahmed’i Ankara’ya davet etmiştir. Bu davete icabet eden Ahmed
es-Senûsî, Mustafa Kemal’e destek vermiş, Millî Mücadeleye katılmıştır.[168] Bu dönemde dikkat çeken
çalışmalarından birisi Konya’da çıkan Delibaş isyanındaki arabuluculuk rolüdür.
Bu isyan Millî Mücadele döneminin önemli isyanlarından olup 3 Ekim 1920’de
başlayıp 31 Ekim 1920’de bastırılmıştır. Millî Mücadele’ye karşı olanların
telkinleriyle silahlanmış Delibaş lakabıyla
tanınan Mehmet Ağa, beraberindeki kuvvetlerle hükümet konağını basmıştır.
Müdafaa-i Hukuk üyelerini öldürmeyi hedefleyen isyancılar, Müdafaa-i Hukuk
Reisi Ali Kemalî Efendi’yi yakalayıp öldürmüşlerdir.[169]
Bu zaman diliminde isyancılara birkaç heyet gönderilse de sonuç alınamamıştır.
En son Ahmed es-Senûsî başkanlığında ve Sertarîk Adil Çelebi’nin de yer aldığı
bir heyet isyancılarla müzakere için gönderilmiştir. Heyet, isyancıların
bulunduğu yere giderek tahriklere kapılmamalarını söyleyip ikna etmeye
çalışmıştır. Ancak isyan Afyon’dan gelen kuvvetlerle bastırılabilmiştir.[170]
Ahmed es-Senûsî Doğu ve Güneydoğu illerini ziyaret edip sohbet, vaaz,
toplantı düzenlemiş, aşiret reisleriyle görüşerek Millî Mücadele’ye ve Mustafa
Kemal’e destek verilmesi için çalışmıştır. Bu süreçte onun dikkat çeken
çalışmalarından birisi 1921 yılı başlarında Sivas’ta yaptığı İttihad-ı İslâm
Konferansı olmuştur. Amacı bütün dünya Müslümanlarının birleşmesini ve beraber
çalışılmasını sağlamak olan konferansa farklı mezheplerden liderler de
katılmıştır.[171] Bu zaman diliminde 1 Şubat
1921’de Sivas Cami-i Kebir’de verdiği hutbede İslâm birliğinin ve cihadın
önemine vurgu yapan Seyyid Ahmed eş-Şerif Anadolu halkını İslâm mücahitleri
olarak nitelemiş, verdikleri mücadele ile İslâm’ı müdafaa ettiklerini
söylemiştir.[172]
Tüm bu örnekler, toplumda dinî hassasiyetin yüksek olduğunu ve buna
öncülük eden tasavvuf ehline saygının devam ettiğini ve bu şahsiyetlerin Millî
Mücadele’de vatanın kurtarılması için hiçbir fedakârlıktan kaçınmadıklarını
ortaya koymaktadır. Çünkü bunlar, Anadolu’nun her yerinde toplumun moralini
yükseltmek, askerin cihat ruhunu kuvvetlendirmek için önderlik yapmış,
Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin yönetimlerine, kongrelerine katılmış, şeyhiyle
müridiyle, müftüsüyle imamıyla, her türlü desteği sağlayarak vatan sathında
verilen mücadelenin başarıyla taçlanması adına ellerinden gelen bütün gayreti
ortaya koymuşlardır.
Topluma örnek olmuş birçok mutasavvıf yetiştiren tekkeler, özellikle
Osmanlı’nın son döneminde bir duraklama ve çöküş devresi yaşamıştır. Kendine
ait ruhtan uzaklaşan tekke, içinde bulunduğu hal ile tartışılır olmuştur.
Özellikle XIX. yüzyılda Bektaşî tekkelerinin kapatılmasıyla başlayan süreçte,
devletin bu kurumlar üzerindeki tasarrufu artmış, yapılan düzenlemelerle
tekkeler devlet kontrolüne alınmaya çalışılmıştır. İçinde bulunulan olumsuz
durumun farkında olan tekke mensupları bu kurumların ıslahı için cemiyetler
kurarak bazı çalışmalar yapsa da tekkelerin ihyası mümkün olmamıştır.
Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan itibaren önemli fonksiyonlar icra eden
tekke ile devlet idarecileri arasında iyi ilişkiler olduğu gibi, devletin bu
kurumları çeşitleri sebeplere istinaden denetlemesi, kapatması, mensuplarını
sürgün etmesi gibi uygulamalar da tarih içerisinde mevcuttur. II. Mahmud
(1808-1839) döneminde 1826 yılında Bektaşî tekkelerinin kapatılması,
Mevlevîlerle daha yakın ilişkiler kurulması, 1828 yılında Halidîlerin
İstanbul’dan toplu olarak sürülmesi, Sultan Abdülmecid (1839-1861) ve Abdülaziz
(18611876) dönemlerinde tarîkatların daha rahat olmaları ve devlet desteği
görmeleri, II. Abdülhamid (1876-1909) devrinde bazı Mevlevî tekkelerinin takibe
alınması ve diğer bazı Mevlevî ve Nakşî şeyhleriyle iyi ilişkilerde bulunulması[173] örnek olarak verilebilir. Bu
tarz uygulamaların her birinin kendine ait sebepleri olmakla birlikte genel
olarak ifade etmek gerekirse tarîkatların mevcut iktidara karşı tutumları,
sahip oldukları inanç ve fikirlerin dönemin siyasî atmosferiyle bağdaşmaması
gibi dinî ve siyasî sebeplerin bu uygulamalara neden olduğunu söyleyebiliriz.
Osmanlı Devleti’nde bağımsız olarak faaliyetlerini yürüten tekkeler
üzerinde XIX. yüzyıldan itibaren bazı düzenlemeler yapılmış, bu kurumları
denetlemek ve idari işlerini yürütmek için şeyhülislâmlığa bağlı olarak 1866
yılında Meclis-i Meşâyih kurulmuştur. 23 Nisan 1920’de açılan TBMM döneminde
ise tarîkatlarla ilgili işleri Şer‘iyye ve Evkâf Vekâleti yürütmüştür.
Cumhuriyet’in ilanından sonra da 3 Mart 1924’te çıkarılan 429 sayılı kanun ile
Şer‘iyye ve Evkâf Vekâleti kaldırılarak yerine Diyanet İşleri Reisliği kurulmuş
olup kanunun beşinci maddesi şöyledir: “Türkiye Cumhuriyeti memâliki dahilinde
bilcümle cevâmi‘ ve mesâcid-i şerîfenin ve tekâyâ ve zevâyânın idaresine, imam,
hatip, vaiz, şeyh, müezzin ve kayyımların vesair müstahdemînin tayin ve
azillerine Diyanet İşleri Reisi memurdur.”[174]
Bu kanunla beraber, tekke ve zâviyelere ait konular Diyanet İşleri Reisi
tarafından yürütülmüştür.
Cumhuriyet döneminde tekkelerin kapatılması Şeyh Said isyanı (13 Şubat
1925) sonrasında gerçekleşmiştir. İsyan, bazı kişilerce “Kürt milliyetçi ve
ayrılıkçı hareketi” şeklinde yorumlansa da Şeyh Said’in bir şeyh olması
nedeniyle bu isyan, hükümet tarafından laiklik reformlarına karşı dinî bir
tepki olarak tanımlanmış[175] ve tekkeler üzerinde alınan
kararların tetikleyicisi olmuştur. 15 Nisan’da Şeyh Said’in yakalanmasıyla son
bulan isyanın ardından İsyan Bölgesi İstiklal Mahkemesi 28 Haziran 1925
tarihinde kararını açıklamış, yargılanan 81 sanıktan Şeyh Said dahil kırk yedi
kişi hakkında idam cezası verilmiştir. Yargılananların bir kısmı beraat ederken
diğer bir kısmı da hapis cezası almıştır. Mahkemenin verdiği kararda dikkat
çeken bir nokta tekkelerle alakalıdır. Savcının daha önce sunduğu iddianamedeki
tekkelerle alakalı görüşler bu kurumların akıbetlerinin habercisi
niteliğindedir. İddianamede, yargı bölgesine giren on dört il ve iki kazadaki
tekke ve zâviyelerin kuruluş sebep ve amaçları dışında bırakılarak siyasî birer
bozguncu yuvası oldukları ileri sürülerek kapatılmaları talep edilmiştir.
Mahkeme bu talebi yerinde bulmuş, karar günü, tekke ve zâviyelerin birer
kötülük ve fesat ocağı oldukları, şeyhlerin, dinin kabul edemeyeceği fiiller
işledikleri ifade edilerek, yargı bölgesindeki bütün tekke ve zâviyelerin kapatılmasına
karar verilmiştir. Savcılık 30 Haziran 1925’te Siverek, Mardin, Van, Hakkari,
Genç, Siirt, Hınıs, Dersim, Diyarbakır, Ergani Maden, Malatya ve Elazığ’a yazı
göndererek il ve kazalardaki bu yerlerin kapatılmasının yöneticilere
bildirilmesini istemiştir. Vali ve diğer yöneticiler konunun takipçisi olmuş,
fakat bazı yerlerde kapatma işleminin yavaş yürümesi ve hatta hiç
gerçekleşmemesi üzerine İstiklal Mahkemesi 10-15 Ağustos 1925 tarihleri
arasında bu bölgelere telgraf göndererek ikazda bulunmuştur. Bu süreçte evlerde
gizli olarak törenler yapılmış ve küçük çapta tepkiler de söz konusu olmuştur.[176] Mahkemenin
tekkelerle alakalı verdiği karar bölgesel olup ülke genelindeki diğer tekkeleri
kapsamamaktadır. Ancak bu karar, kısa bir zaman sonra tekkelerin tamamen
kapatılacağı bir sürecin resmî adımı olmuştur.
Şeyh Said isyanından sonra Mustafa Kemal, Kastamonu’ya yaptığı
ziyarette 30 Ağustos 1925 tarihinde halka hitaben bir konuşma yapmış ve burada
tekkelerin kapatılacağını açıkça söylemiştir:
“Efendiler! Yaptığımız ve
yapmakta olduğumuz inkılapların gayesi, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen
asrî ve bütün mana ve eşkâliyle medeni bir heyet-i içtimaiye haline irsal
etmektir. İnkılaplarımızın umde-i asliyesi budur. Bu hakikati kabul edemeyen
zihniyetleri tarumar etmek zaruridir. Şimdiye kadar milletin dimağını
paslandıran, uyuşturan bu zihniyette bulunanlar olmuştur. Herhalde zihinlerde
mevcut hurafeler kâmilen tard olunacaktır. Onlar çıkarılmadıkça dimağa hakikat
nurlarını infaz etmek imkânsızdır. Türbelerden, yalancı evliyalardan, ölülerden
istimdat etmek medeni bir heyet-i içtimaiye için şeyn’dir. Mevcut tarikatların
gayesi, kendilerine tabi olan kimseleri dünyevî ve manevî olan hayatta mazhar-ı
saadet kılmaktan başka ne olabilir? Bugün ilmin, fennin bütün şümulüyle
medeniyetin muvacehe-i şu‘lepâşında falan veya filan şeyhin irşadıyla saadet-i
maddiye ve maneviye arayacak kadar ibtidâî insanların Türkiye camia-i
medeniyesinde mevcudiyetini asla kabul etmiyorum. Efendiler ve ey millet! İyi
biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, "^müritler, mensuplar
memleketi olamaz. En doğru en hakiki tarikat, tarîkat-ı medeniyedir.
Medeniyetin emir ve talep
ettiğini yapmak insan olmak için kâfidir. Rüesa-yı tarikat bu dediğim hakikati
bütün vuzuhuyla idrak edecek ve kendiliklerinden derhal tekkelerini kapayacak,
müritlerinin artık vasıl-ı rüşt olduklarını elbette kabul edeceklerdir.”[177]
Tekkelerin bölgesel olarak kapatılması, akabinde Mustafa Kemal’in bu
konuşması, neticede tekkelerin geneline yönelik bir kararı beraberinde
getirmiştir. 2 Eylül 1341/1925 tarihinde yapılan heyet-i vekîle toplantısı
neticesinde imzalanan 2413 sayılı kararnameye göre; Türkiye Cumhuriyeti
dahilinde bulunan bütün tekke ve zâviyeler sed edilmiş, cami veya mescit olarak
inşa edilip de daha sonra hem cami hem tekke şeklinde hizmet veren yapıların,
cami veya mescit olarak kullanılması şartıyla açık kalmasına ise izin
verilmiştir. Ayrıca, Türkiye Cumhuriyeti dahilinde hiçbir tarîkat, bunlara
mensup hiçbir şeyh, derviş, mürid yoktur ve bu sıfatlara ait hususi kisve ve
unvanlar mülga ve memnudur denilmiştir. Bununla beraber, tekkelerin
vakfiyelerinde bulunan meşrutalarda şeyhin kayd-ı hayat şartıyla ikametine izin
verilmiş, tekke binalarından elverişli olanların da mektep olarak kullanılması
uygun görülmüştür. Kararnamede, türbelerin sed edildiği, haiz-i kıymet
olanların muhafaza ve idaresinin Maârif Vekâletine ait olduğu da ifade
edilmiştir. Böylece türbedarlıklar da mülga olmuş, ancak türbedarların cami ve
mescitlerde imam, müezzin gibi görevlere Diyanet İşleri Riyaseti tarafından
tayin edilebileceği zikrolunmuştur.[178]
Yapılan toplantı ertesi gün basında “Dün heyet-i vekîle saat dörtte Reis-i
Cumhur Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri riyasetinde içtima eylemiş ve geç
vakte kadar müzakerâtta bulunmuştur.”[179]
ifadeleriyle haber olarak yer almıştır. Bir sonraki gün ise “Tekye ve zâviyeler
kâmilen kapatılmakta ve ilmiye sınıfının kisvesi ve kimlerin giyeceği tespit
olunmaktadır.” haberinin altında kararnamenin maddeleri aktarılmıştır. Haberin
girişinde ise;
“Evvelki gün içtima eden
heyet-i vekîlede hayat ve teşkilat-ı içtimaiye ve idariyemiz hakkında çok mühim
üç kararname kabul olunmuştur. Bina-i içtimaiyemizi kizb ve riya içinde kemiren
ve ekserisi meskenetin ve menâfi‘-i hasîsenin temini için halkı gaflete matuf
olan tekye ve zâviye gibi din perdesi altında din ile alakaları olmayan
yerlerin kapanmasına aittir... Hükümetimizin bu yoldaki mesaisini minnet ve
şükran ile karşılarız.”[180]
cümleleriyle tekkelerin halka zarar veren yerler olduğu görüşü kaleme alınmıştır.
Diğer basın bültenlerinde de “Tekye ve zâviyeler bilâ istisnâ kâmilen sed ve
şeyhlik, dervişlik ilga olunmuş, ilmiye sınıfı tefrik, devlet memurlarının
kıyafeti tespit edilmiştir.”[181] ve “Bi’l- umûm tekâyâ ve
zevâyâ sed edilmiştir, türbedarlıklar ilga edilmiştir. İmamların, hatiplerin,
köy hocalarının kıyafeti tespit edilmiştir. Bi’l-umûm devlet memurlarının şapka
giymesi mecburidir.”[182] şeklinde haberler yer alıp
konunun ayrıntılarının aktarıldığı görülmektedir.
Kararnamede tekkelerin kapatılış sebebi ifade edilmiştir. Buna göre;
öncelikle mevcut tekke, tarikat ve zâviye mensupları içerisinde birçok masum
insanın bulunduğuna dikkat çekilmiştir. Ancak bu müesseseler vasıtasıyla
masumların hak yoldan saptırılmasına fırsat bulunması, görünürde samimi olarak
yapılan toplantılar neticesinde gizli bir siyasî maksadın takip edildiği ve
edilebileceği anlaşıldığından sed ve ilga olunmuştur.[183]
Resmî olarak ifade edilen gerekçede Şeyh Said isyanına atıf yapıldığı açıktır.
Buna ilaveten tekkelerin kapatılma sebebine farklı bir yorum getirilebilir ki
Mustafa Kemal Kastamonu konuşmasında inkılapların amacının Türkiye Cumhuriyeti
halkını çağdaş ve medeni bir toplum seviyesine yükseltmek olduğunu, devamında
ise bir tarîkat şeyhinin irşadıyla maddî ve manevî saadet arayan insanların,
medeni Türkiye toplumu içerisinde varlığını kabul etmediğini dillendirmiştir.
Konuşmanın geneli incelendiğinde tekkelerle alakalı işlevsel bir bozulmadan
bahsedilmediği dikkate alınırsa bu kuramların kapatılmasındaki ana düşünce;
inşa edilen sekülerist toplum ve laik devlet yapısıyla tarikat kültürünün
uyuşmaması ve Batı tarzı modernleşmenin önünde tekkelerin engel görülmesidir
denilebilir. Bu durumda, tekkelerin ilgası, ilmi olmaktan ziyade siyasi bir
karar olarak görünmektedir.
Osmanlı Devleti’nin gerileme ve çöküşe geçtiği zaman diliminde tekkelerde
bir kısım bozulmalardan söz edilmesi, meselenin bir başka boyutudur. Bu konuda
yorum yapanlar; tekke şeyhlerinin ilim ve irfandan uzaklaştıklarını, tekkelerin
medreselerle kısır çekişmelere girdiklerini, tekke şeyhlerinin siyasilerle
münasebetleri neticesinde asli vazifelerinden uzaklaştıklarını, tekkelerin
tembelhane haline geldiklerini ve tekke şeyhliğinin “yoldan gelme” değil
“belden gelme” esasına göre düzenlendiğini, yani şeyhliğin babadan oğula
geçtiğini ifade ederek tekkelerdeki çöküşe işaret etmişlerdir.[184] Bu tespitlerin somut
örnekleri mevcuttur. Örneğin;
Sa‘diyye tarikatının Üsküdar Hallaç Baba Dergâhı şeyhi Ahmed Ferid Efendi (öl.
1326/1908) vefat ettiğinde, yerine yedi yaşındaki yeğeni Sadettin Nüzhet Ergun
(öl. 1946) şeyh olarak atanmıştır. Ancak yaşı müsait olmadığı için Ergun’un
yerine vekâleten başka bir şeyh tayin edilmiştir. Bu bilgiyi veren İbnülemin
Mahmut Kemal İnal (öl. 1957) düştüğü dipnotta, bu tür uygulamayı tekkelerin kapatılmasının
birinci sebebi olarak ifade etmiştir. Cümlelerinin devamında, “Şeyhlik, mağaza
ve dükkân, hamam ve han değildir ki evlad ve a’kaba intikal etsin. Ulum-u
zahire gibi ulum-u batına da maddi ve manevi çalışanlara intikal eder.”[185]
diyerek, şeyhlik tayininde “belden gelme” usulünü eleştirmiştir. Netice
itibariyle tekkelerdeki bu tür sorunlar dikkate alınırsa kapatma kararının
siyasi boyutunun haricinde farklı etkenlerinin olduğunu da söylemek gerekir.
TBMM’de
Tekkelerin Kapatıldığı Gün
Şeyh Said isyanının
ardından tekkeler bölgesel olarak kapatılmış, daha sonra 2 Eylül 1341/1925
tarihinde Bakanlar Kurulu tarafından tekkelerin kaldırılmasına dair bir
kararname ve son olarak 30 Teşrinisâni 1341/30 Kasım 1925 Pazartesi günü
TBMM’de alınan kararla da Türkiye’deki tekkelerin ve türbelerin tamamının
kapatılmasına yönelik kanun çıkarılmıştır.
15 Kasım 1925 tarihinde Konya Mebusu Refik Bey ve arkadaşları tekke,
zâviye ve türbeler hakkında bir kanun teklifi hazırlayarak Meclis’e sunmuştur.
Bir gün sonra Meclis Başkanı konuyu Lâyiha Encümenine havale etmiş,[186] daha sonra da
milletvekillerinin müzakeresi için 30 Kasım’da Meclis gündemine gelmiştir.
Konunun görüşüldüğü gün TBMM’deki konuşmalar kısmen şöyledir:
Müzakereye geçildiğinde ilk söz alan Refik Bey, kapatılması teklif edilen
kurumlar içerisinde masum kişiler olmasına rağmen, bu yapıların insanları hak
ve hakikatten saptıran yerler haline geldiğini, fesat kaynağı olduğunu ifade
eder. İkinci olarak söz alan Rize Mebusu Ekrem Bey ise bu kanunla beraber
tekke ve şeyh isimleri kalmayacağı için mesut olduğunu söyler ve konuşmasının
devamında “Tekkeler şimdiye kadar en iğrenç içtimaî sahnelere yuva olmuş,
memleketin en buhranlı zamanlarında meşum ve siyasî tahribat yapmışlar, roller
oynamışlardır.” diyerek bir konuşma yapar. Kendisini mesut kılan asıl meselenin
ise artık yılanın tamamen paralanması, hür bir şekilde uzun süre yaşayamayacak
olması, kıvranarak ve hırlayarak can çekişmesi olduğunu ifade eder. Ayrıca bu
kuramların tehlikelerinin devam ettiğini, ancak Cumhuriyet’in çıkarmış olduğu
kanunların satırı ile onu öldüreceklerini, böylece taassup içinde yaşayan
milletlere örnek olacaklarını da cümlelerine ekler.[187]
Bu konuşmaların ardından kanun okunmuş ve üzerinde mütalaalar yapılmıştır.
Kanunun içeriğine göre tekke, zâviye ve türbeler kapatılacak, türbedarlıklar
kaldırılacak ve şeyh, derviş, mürid, türbedar unvanlarının kullanılması
yasaklanacaktır. Ancak kanun ilk okunduğu şekliyle kabul edilmemiş, söz alan
mebusların, bazı hususların değerlendirilmesi, kanun maddesine ilave edilmesi,
bazı cümlelerin değiştirilmesi yönünde teklifleri olmuştur. Üzerinde
değerlendirme yapılan konulardan birisi kapatılan kuramların mülk durumunun ne
olacağı meselesidir. Tekkelerin bir kısmı vakıf, bir kısmı şahsi mülktür.
Ayrıca bu yapılar içerisinde şeyhin ve ailesinin kaldığı binalar vardır. Bununla
alakalı Urfa Mebusu Saffet Bey söz alarak, vakıf olanların kapatıldıktan sonra
emvâl-i umûmiyeye dahil olacağını, mülk olanlarda ise sahibinin tasarruf
hakkının baki kalması gerektiğini söyler. Sözlerine devamla İstanbul’da üç
yüz civarında dergâh olduğunu, bu dergâhların çoğunda meşruta evler olup bu
binalarda şeyhin ve ailesinin barındığını, tekke kapatılsa bile hayatlarına
burada devam etmelerinin zaruri olduğunu ifade eder. Dolayısıyla kanunda yer
alan “...sahiplerinin diğer şekilde hakkı temellük ve tasarrufları baki kalmak
üzere.” cümlesinin maksadı açıkça ifade etmediğini, bunun “mebanili
meşrutalarında hakkı temellük ve tasarrufları baki kalmak üzere...” şeklinde
değiştirilmesini teklif eder. Buna ilk itiraz Gümüşhane Mebusu Hasan Fehmi
Bey’den gelir ve “Meşrutanın yaşaması tekâyânın yaşamasıdır.” der. Hakkı
tasarruf ve temellük meselesine ikinci itiraz Yozgat Mebusu Süleyman Sırrı
Bey’den gelir. Kendisi Hacıbektaş nahiyesinde müdürlük yaptığı iki sene
içerisinde şahit olduğu olumsuzlukları dile getirerek önce bu kanun çıkacağı
için Allah’a şükreder. Bu doğrultuda, dergâha yapılan bağışlardan elde edilen
gelirlerle tufeyli babaların, dedelerin oralarda emlak satın aldıklarını,
tekkeler kapatılınca bunların tapu sahibi oldukları için hak iddia
edeceklerini, kanunda bu konu ihmal edildiği için teklif edeceği maddenin
kabulünü talep eder. Sırrı Bey dile getirdiği meselenin kanuna eklenmesini,
aksi takdirde arzu edilen faydanın elde edilemeyeceğini söyler. Ancak Adliye
Encümeni adına Ahmed Bey, bu konunun Tapu Encümeninde tetkik edilmesi
gerektiğini söyleyince, Sırrı Bey “Bu takrîr reddedilirse yarın tasarruf
iddiasına kalkışacaklardır. Bektaşî misin nesin?!”[188]
diyerek tepki gösterir.
Bir diğer konuyu gündeme getiren Kütahya Mebusu Nuri Bey de kanunda bir
eksikliğin olduğunu söyleyerek büyücüler, falcılar, üfürükçüler, sokak sokak
gezip elinde karınca duası, Uğru Abbas duası satan kişiler olduğunu, bunların
seyyar birer türbe vazifesi gördüğünü söyler. Ayrıca gayptan haber verdiğini
iddia ederek insanlardan maddî anlamda menfaat sağlayanların olduğunu da
sözlerine ilave ederek müzakere edilen kanuna bu kişilerle alakalı bir ilavenin
yapılmasını teklif eder. Zonguldak Mebusu Tunalı Hilmi Bey ise farklı bir
noktaya dikkat çeker. Meselenin tekkelerin kapatılmasından daha ziyade dedelik
ve şeyhliğin ortadan kaldırılması olduğunu söyler. Bu durumun ise bir ruhiyet
ve zihniyet meselesi olduğunu söyledikten sonra, şayet gizli teşkilatlanma olur
ve gizli dervişlikler yapılırsa o zaman ne olacaktır, bu konuda meclis ne
düşünmektedir diye sorar. Kendisi, kanuna dedelik unvanının eklenmesini,
ayrıca, herhangi bir mahal veya binada gizlice tarîkat esaslarını ihya ve icra
edenlerin üç seneden aşağı olmamak üzere cezalandırılmasını teklif eder.[189]
Meclis zabıtları incelendiğinde tasarruf ve temellük meselesiyle alakalı
mebusların oldukça ısrarcı oldukları gözükmektedir. Konuya dair söz alan
Malatya Mebusu Reşit Bey tekkelerin bir kısmının vakıf, bir kısmının da halktan
toplanan paralarla inşa edildiğini, kendi parasıyla tekke yaptıran şeyhlerin
ise istisna olduğunu belirtir. Bu durumda ona göre tekkeler hiç kimsenin malı
değildir ve hiç kimse tasarruf ve temellük hakkına da sahip olmamalıdır.
Dolayısıyla kendisi kanunda yer alan tasarruf ve temellük cümlesinin
kaldırılmasını talep eder. Ayrıca kanun maddesine dedelik unvanının da
eklenmesini isteyerek şeyhlik ve dedeliğin kaldırılmasını teklif eder. Ardından
söz alan Sivas Mebusu Rahmi Bey ise Hristiyanların açmış olduğu ayazmalara[190]
hem Müslümanların hem de Hristiyanların giderek para döktüklerini, bunların da
türbe kapsamına dahil olup olmadığını sorar. Kanun teklifini veren Konya
Mebusu Refik Bey de kastettiklerinin bu olmadığını, türbe kavramının açık
olduğunu söyler. Devamında söz alan Antalya Mebusu Rasih Bey konuyu yine
tasarruf ve temellük meselesine getirir. O, şayet konu açık bir şekilde ifade
edilmezse kanunu tatbik edecek kuramların gelecekte sorunlarla karşılaşacağı
yönünde görüş bildirir.[191] Rasih Bey sadece tekkelerin
kapatılması taraftarı olmayıp aslında tasavvuf ve tarikatlara tamamen karşı
olduğunu şu cümlelerle dile getirmiştir:
“Tarikatlar lağv
edilirken, heyet-i celîlenizin tamamen malumudur ki memlekette meskenet, ilim
düşmanlığı, sây düşmanlığı ortadan kaldırılıyor demektir. Çünkü muhterem
arkadaşlar, tarih karşısında bu kanunu kabul ederken şunu itiraf edeyim ki; on
bir asırdan beri Müslümanlık bu afetle malûl olmuş ve bu afet yalnız Türkiye’yi
değil bütün Müslüman âlemini yıkmıştır, bütün Müslüman âlemini meskenete doğru
götürmüştür, bütün Müslüman âlemini zillete, cehle sevk etmiştir. Ve bu afeti
Müslümanlık şimdiye kadar -adeta mukaddes bir şekil halinde- muhafaza etmiştir.
Halbuki esas mezhepler ve tarikatlar tarihini tetkik edecek olursanız eski Hintlilerin
Buda ve Brahmanların, dinî hususât hakkında düşündükleri ne ise, felsefeleri ne
ise, tasavvuf namıyla Müslümanların başına çöken bu bela da ancak odur.
Meskenet, zillet, cehl-i tamim eder. Hatta o derecededir ki; Brahmanlar ve
Budaların sabahtan akşama kadar arabaya koşup ve binip kullandıkları hayvanları
Allah addedecek kadar düşkünlüğe, mahviyete, meskenete, mezellete sevk eden
fikrin intişarından başka bir şey değildir. Onun için bugün bu kanunu kabul
ederken milyonlara bağlı olan Müslüman kitlesine karşı bir intibah dersi,
intibah devresi veriyorsunuz. Onun için şayan-ı takdirsiniz.”[192]
Milletvekillerinin konuşmalarından sonra birinci celse saat 3.20’de
sonlandırılmış ve saat 4.00’da başlayan ikinci celsede Meclis Başkanı kanunun
son şeklini okutup oylamaya sunmuştur. Kanun okunan şekliyle kabul edilmiştir.[193] Bir gün sonra “Konya Mebusu
Refik Bey’in takrîrinin kıraati üzerine birçok hatipler heyecanlı beyanâtta
bulunmuşlardır.”[194] haberi ile konu
ayrıntılı bir şekilde basında yer almıştır. Bir gazetede milletvekillerinin
Meclis’teki gündeme dair konuşmaları aktarılırken,[195]
başka bir haberde “Şeyhlik unvanlarını taşıyanlar veya bunlara mahsus hıdemâtı
ifa edenler üç aydan az olmamak üzere hapis edilecekler.”[196]
açıklaması ile kanunun maddelerine yer verilmiştir.
Kısmen bahsettiğimiz Meclis’teki konuşmaların tamamı incelendiğinde
görülecektir ki o gün tekkelerin kapatılmaması gerektiğini söyleyen hiç kimse
çıkmamıştır. Burada dikkat çeken nokta şudur ki Meclis’te milletvekilleri
arasında Konya Mevlânâ Dergâhı eski postnişinlerinden Kastamonu Milletvekili
Veled İzbudak[197] ve daha önce Meclis-i Meşâyih
Başkanlığı görevi de yapmış Halvetî şeyhlerinden Urfa Milletvekili Mustafa
Saffet Kemalettin Yetkin[198] gibi tarîkat mensupları da
bulunmaktadır. Ancak kanuna yönelik kayda geçen hiçbir itiraz yoktur.
677 sayılı kanun Resmî Gazetede yayımlandığı şekliyle şöyledir:
“Madde 1 - Türkiye
Cumhuriyeti dahilinde gerek vakıf suretiyle gerek mülk olarak şeyhinin taht-ı
tasarrufunda gerek suveri âharla tesis edilmiş bulunan bi’l-umûm tekkeler ve
zâviyeler sahiplerinin diğer şekilde hakkı temellük ve tasarrufları baki kalmak
üzere kâmilen sed edilmiştir. Bunlardan usûl-i mevzuası dairesinde filhâl cami
veya mescid olarak istimal edilenler ibka edilir.
Alelumûm tarîkatlarla
şeyhlik, dervişlik, müridlik, dedelik, seyidlik, çelebîlik, babalık, emirlik,
nakiplik, halifelik, falcılık, büyücülük, üfürükçülük ve gayptan haber vermek
ve murada kavuşturmak maksadıyla nüshacılık gibi unvan ve sıfatların
istimaliyle bu unvan ve sıfatlara ait hizmet ifa ve kisve iktisası memnudur.
Türkiye Cumhuriyeti dahilinde selâtine ait veya bir tarîka veyahut cerr-i
menfaate müstenid olanlarla bi’l-umûm sair türbeler mesdûd ve türbedarlıklar
mülgadır. Sed edilmiş tekke veya zâviyeleri veya türbeleri açanlar veyahut
bunları yeniden ihdas edenler veya ayin -i tarîkat icrasına mahsus olarak velev
muvakkaten olsa bile yer verenler ve yukarıdaki unvanları taşıyanlar veya
bunlara mahsus hıdemâtı ifa veya kıyafet iktisa eyleyen kimseler üç aydan eksik
olmamak üzere hapis ve elli liradan aşağı olmamak üzere ceza-yı nakdî ile
cezalandırılır.
Madde 2 - İşbu kanun neşri tarihinden
muteberdir.
Madde 3 - İşbu kanunun icrasına İcra Vekilleri
Heyeti memurdur.”[199]
Tekke
Eşyalarının ve Binalarının Durumu
Tekkeler kapatıldıktan sonra mevcut binaların ve buralarda bulunan
eşyaların nasıl değerlendirileceği hususu hakkında çalışma yapılarak yayınlanan
bir tamimle, tarihî ve sanat değeri olan eşyaların Etnografya Müzesi’ne
gönderilmesi kararlaştırılmıştır. Bu doğrultuda; ney, saz, kudüm gibi her türlü
mûsiki aleti, asa, kürsü, rahle, tespih, kavuk, miğfer, arakiye, post, kandil,
kılıç, topuz, kalkan gibi eşyalar ve Bektaşî nefeslerinden birkaç beyti veya
resimleri ihtiva eden levhalar bu kapsamda değerlendirilmiştir. Acemkârî ve Anadolu
imalatından olan bitkisel boya ile renklendirilmiş eski kilim ve halılar ise
Âsar-ı İslâmiye ve Sanayi-i Nefîse (güzel sanatlar) müzesine gönderilmiştir.
Muhafazası gerekli olan diğer müzelik eşyaların da müzesi mevcut vilayetlerde
müzelere nakledilmesi, müzesi olmayan vilayetlerde ise maârif idarelerinin
uygun göreceği bir yerde muhafaza altına alınması istenmiştir.
Daha önce ifade ettiğimiz üzere tekkeler barındırdıkları değerli
kitaplarla bir kütüphane özelliği de taşımaktadır. Bu anlamda geçmişteki değerleri
geleceğe aktaran mevcut kitapların muhafaza edilmesi de önem arz etmektedir. Bu
konunun değerlendirilmesi neticesinde; İstanbul’daki kitapların Süleymaniye’ye,
Bursa’dakilerin müze kütüphanesine, Kastamonu’dakilerin Dâru’l-Karrâi’ye,
Konya’dakilerin Yusuf Ağa Kütüphanesi’ne ulaştırılması, diğer vilayetlerdeki
eserlerin ise mahalli kütüphanelerde muhafazasının sağlanması talep edilmiştir.[200] Örneğin, İstanbul’da bulunan
Gümüşhanevî Tekkesi’nin zengin kitaplığı, tekkelerin kapatılması neticesinde
Süleymaniye Kütüphanesi’ne devredilmiştir.[201]
Bu konuda sergilenen farklı tavırlar da olmuştur. Bursa Mısrî Dergâhı
postnişini Şemseddin Efendi (öl. 1936) tekke şeyhi olmasının yanında ayrıca bir
şehir tarihçisi olup birçok eser kaleme almıştır. Kendi yazdıklarının yanında
kıymetli kitapların bulunduğu bir kütüphaneye de sahip olan Şemseddin Efendi,
alınan karar gereği kendisinden Mısrî Dergâhı’ndaki kitapları devretmesi
istendiğinde bunların şahsî malı olduğunu söyleyerek teslim etmemiştir.[202] Birçok kitap ve belgeden
oluşan zengin kitaplığı, vefatından sonra evlatları tarafından muhafaza
edilmiş, bugüne kadar ulaşmayı başarmıştır.[203]
Şu da bir gerçek ki tekkelerdeki bütün kitap ve belgelerin muhafaza edilmesi
mümkün olmamıştır. Hâtuniye Dergâhı şeyhi Sadeddin Ceylan Efendi’nin (öl. 1931)
oğlu Nazmi Ceylan Efendi (öl. 1991) o dönemi yaşayan bir kişi olarak konuyla
alakalı şunları söylemektedir:
“Tekke ve zâviyelerin
seddine dair kanun çıkınca birçoğuyla birlikte Hâtuniye Dergâhı’nı da
mühürlediler. Bitişiğindeki camiyi ileri sürerek burasının tekke olmadığını
iddia ettikse de dinletemedik. Gerek bu hususta ve gerekse tekke mensuplarının
ifa ettikleri hizmetlere müteallik elimizde pek çok vesaik vardı. Fakat
zaferden sonra en normal dinî faaliyetlerimiz esnasında dahi dehşetli bir takip
ve tazyike maruz kaldığımızdan birçok dinî kitapla birlikte bunları tavan
aralarında saklamaya mecbur olduğumuzdan hepsi zayi olup gitmiştir.”[204]
Tekke binalarının nasıl değerlendirileceği konusuna bakıldığında farklı
uygulamaların olduğu görülmektedir. Bu dönemde Mustafa Kemal, Konya Mevlânâ
Dergâhı’nın eşyalarıyla beraber müze olarak düzenlenmesini emretmiş, 6 Nisan
1926 tarihinde Bakanlar Kurulu kararıyla müze yapılmıştır. Yetkili kurumlar
tarafından yapılan çalışmaların ardından 2 Mart 1927 tarihinde yapılan törenle
Mevlânâ Müzesi resmen ziyarete açılmıştır. Mustafa Kemal 21 Şubat 1931’de
Mevlânâ Müzesi’ni (Âsâr-ı Atîka Müzesi) öğleden sonra ziyaret ederek müzede üç
saat kalmıştır. Bu ziyareti esnasında şöyle demiştir: “...1923 yılında burayı
ziyaretim sırasında, bu dergâhı kapatmayalım, müze olarak halkın ziyaretine
açalım, diye düşünmüş, tekkelerin kapatılması kanunu çıkar çıkmaz, İsmet
Paşa’ya, Mevlânâ Dergâhı ve Türbesini kendi eşyası ile müze haline getiriniz
demiştim.”[205] Bu dönemde Mevlânâ
Dergâhı’nda 35 tane dede vardır. Kapatma kararından sonra bunların bir kısmı
köylerine, bir kısmı da Mevlevîlerin yeni merkezi Halep’e gitmiştir. Bunlardan
sadece Ankaralı Mehmet Dede müze memuru olarak kalmıştır.[206]
Müzeye dönüştürülen diğer bir tekke Galata Mevlevîhânesi olup 1946 yılında
dönemin Millî Eğitim Bakanı Şemsettin Sirer bu yapının Mevlevî Kültürü Müzesi
yapılmasına karar vermiş, çıkarılan kararname ile yapının mülkiyeti Millî
Eğitim Bakanlığına tahsis edilmiştir.[207]
Fakat müzenin ziyarete açılması ancak 27 Aralık 1975 tarihinde mümkün olmuştur.
Müzeye dönüştürülen Konya Mevlânâ Dergâhı ve Galata Mevlevîhânesi
haricindeki diğer tekkelerin durumu farklılık arz etmekte ve okul, spor salonu,
devlet dairesi, cephanelik gibi alanlarda kullanıldığı görülmektedir. Örneğin
Unkapanı Şâzelî Tekkesi, kapatma kararından sonra sahipsiz kalıp berduşların
mekânı olmuş, daha sonra da uzun bir zaman Zeyrek Spor Kulübü lokali şeklinde
kullanılmıştır. Ardından bazı girişimler neticesinde 1989 yılında camiye dönüştürülüp
ibadete açılmıştır.[208]
Diğer bir örnek Manisa Rifâî Tekkesi verilebilir. Bu dergâh da 1926-1929
yılları arasında 62. ve 44. Alay’ın reviri olarak kullanılmıştır.[209] Tekkelerden bir kısmının bu
şekilde kullanılmasının yanında bazı tekkelerin zaman içerisinde tahribata
uğrayıp yok olduğu da tarihî bir vakıadır. Bu konuda Rifâiyye’nin İstanbul’daki
önemli merkezi Üsküdar Rifâî Âsitânesi örnek gösterilebilir. Bu tekke
Cumhuriyet döneminde atıl bir durumda kalmış, 20 Haziran 1942 tarihinde yanarak
ortadan kalkmıştır. Yapıdan geriye ise hazire duvarı ile bunun gerisindeki bazı
mezarlar kalmıştır.[210] O dönemde ayrıca tekkelerden
özel idarelere devredilenler olmuş ve tarihî kıymeti olmayanlar ile vakıf
arazilerinin 1936 yılında satılmasına karar verilmiştir. Eşya ve binaların
haricinde tekke şeyhlerine yönelik de bazı düzenlemeler yapılmış, 3 Haziran
1926’da alınan kararla, ilmî yeterliliğe sahip tekke şeyhlerine maaş bağlanmış,
şeyh ve türbedarlardan bir kısmı Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde imamlık
ve müezzinlik görevlerine atanmıştır.[211]
Burada şu notu düşmek gerekir ki tekkelerin kapatılmasının ardından
şeyhlerin birçoğu ekonomik sorunlarla karşılaşmıştır. Geçim temini için
imam-hatiplik, öğretmenlik, kütüphanecilik gibi görevlerde bulunanlar olduğu
gibi ticarete yönelenler ve farklı işleri tercih edenler de olmuştur. Örneğin,
zamanının meşhur duahanlarından ve Kadiriyye, Mevleviyye, Nakşibendiyye,
Şâzeliyye, Celvetiyye tarîkatlarından icazetli, İstanbul Balabanî Tekkesi’nin
son postnişini Hasan Hüsnü Efendi (öl. 1928) tekkelerin seddinden sonra,
Üsküdar’da Nuh Kapısı’nda şüheda mezarlığı muhafızlığı hizmeti uhdesine
verilmiştir.[212] Ayrıca çeşitli merasimlerde
dua ederek geçimini sağladığı ve bu davranışıyla zamanının tasavvuf erbabı
tarafından eleştirildiği de ifade edilmektedir.[213]
Yine bu konuda Celvetiyye tarikatının Hüdâyî Âsitânesi son postnişini
Abdülgafur Âbid Efendi (öl. 1946) örnek verilebilir ki tekkeler kapatıldıktan
sonra vefat edinceye kadar caminin hatiplik görevini sürdürmüştür. Tarikatın
diğer dergâhlarında da bu dönemden sonra imamlık ve hatiplik görevlerini devam
ettiren Celvetîler olmuştur.[214] Üsküdar Hallaç Baba Sa‘dî
Tekkesi’nin son şeyhi Sadettin Nüzhet Ergun (öl. 1946) ise tekkelerin seddinden
sonra Konya erkek ve kız muallim mektepleri, Konya Lisesi, İstanbul Erenköy Kız
Lisesi, Kadıköy Erkek Lisesinde öğretmenlik, İstanbul âsâr-ı atîka müzesi
kütüphaneciliği gibi görevlerde bulunmuştur.[215]
Mezkur kararın akabinde Manisa Rifâî Tekkesi son şeyhi Hüseyin Kemaleddin
Efendi (öl. 1951) Bedestende bir elbise dükkânı açarak ticaretle meşgul
olmuştur. Ayrıca ömrünün sonuna kadar hiçbir ücret talep etmeksizin İbrahim
Çelebi Camii’nin Cuma hatipliğini yapmıştır.[216]
Kadiri tarikatının XVII. yüzyıldan itibaren önemli merkezi olan İstanbul
Tophane’deki Kadirîhâne’nin, tekkelerin kapatıldığı dönemdeki şeyhi Gavsî
Efendi (öl. 1958) de kapatma kararından sonra memuriyete geçmiş ve İETT
idaresinden emekli olmuştur.[217]
Burada zikrettiğimiz örnekler, 1925 yılından sonra tarîkat şeyhlerinin
farklı iş sahalarında çalışarak hayatlarını devam ettirdiklerine işaret
etmektedir. Dördüncü bölümde yeri geldikçe bu konuda farklı örnekler vermeye
çalışacağız. Konunun anlaşılması açısından şimdilik bu kadarının yeterli olduğu
kanaatindeyiz.
677 Sayılı Kanun Üzerinde Yapılan Değişiklik
Tarihî süreç içerisinde kanunun içeriğinde birtakım değişiklikler
yapılmıştır. Bunlardan birisi 1949 yılında hapis cezasına ilaveten sürgün
cezasının eklenmesi olmuştur. 677 sayılı kanunun birinci maddesine bir fıkra
eklenmesi hakkında kanun tasarısı dönemin CHP’li hükümeti tarafından TBMM’ye
sunulmuştur. Milletvekillerinin görüşmeler esnasında sert konuşmalar yaptığı
görülmektedir.
Konuyla alakalı ilk söz alan Adana Milletvekili Ahmet Remzi Yüreğir uzunca
bir konuşma yapar. Sözlerine başlarken gün içerisindeki çalışmalar neticesinde
ceza kanunundaki düzenlemelerle Meclis’in inkılap üzerindeki hassasiyetine
vurgu yapan Yüreğir, 677 sayılı kanunun günün şartlarına göre eksikliklerinin
olduğunu ve bu durumun hükümet tarafından değerlendirilerek tasarının
hazırlandığını söyler. Bu tasarının yer yer ortaya çıkan irticai hareketlerin
önlenmesi açısından önemli olduğuna değinir. Yüreğir sözlerinin devamında
tarîkat yapılanmasından duyduğu rahatsızlığı dile getirir. Gördüğü birtakım gençlerin
uçuk benizli, sarı renkli, başı bereli, sakallı, garip hareketler içinde
olduğunu, bunların tarikatçılara intisap eden zavallı vatandaşlar olduğunu,
cennet vaadiyle, mal sahibi olup refaha kavuşacakları şeklindeki
propagandalarla aldatıldıklarını söyler. Bunlar şapka giymez bere giyerler,
tıraş olmaz sakal bırakırlar, aç kalır diyet yaparlar. Sonuç itibariyle bu
kişilerin sağlığı bozulmuş ve toplum için zararlı hale gelmişlerdir.[218] Yüreğir bu tasarının bu tür
hareketleri önlemek ve kontrol altına almak amacıyla hazırlandığını ifade eder.
Ayrıca kökü Irak’ta ve Rusya’da bulunan Nakşibendiyye tarîkatının memlekette
yayıldığını, sadece erkeklerin değil kadınların da intisap ettiğini söyleyince
Meclis’te “Kâfi kâfi...” sesleri yükselir. Ancak o, bu cümlelerin yeterli
olmadığını, çok konuşulması gerektiğini söyler. Kendisine destek Kastamonu
Milletvekili Dr. Fahri Ecevit’ten “Kâfi değildir, doğru söylüyorsunuz, üzerinde
çok konuşmak lazımdır.” cümleleriyle gelir. Yüreğir ardından şunları söyler:
“.Milletin önünde
hurafâtın mahiyetini ortaya koyacağız. Meclis’te ezan okuyanlar bu tarikatın
mensuplarıdır. Sistematik şekilde çalışan bu tarîkat mensupları Yozgat’ta da
Arapça ezan okumuşlardır. Yine İzmir’de Kemeraltı’nda aynı şekilde Arapça ezan
okumak suretiyle mütecaviz vaziyetlerini ibraz edenler bunlardır. Bunlar daima
şeflerinden aldıkları emirleri bilkayd u şart ifa eden ve bununla görecekleri
ceza ile mertebelerinin artacağını zanneden kimselerdir. Türk inkılâbına, Türk
rejimine karşı böyle hurafe kisvesine bürünmüş birtakım yobazların ve
tarîkatçıların nihayet komünizmin en büyük vasıtası olarak beliren bu zümrenin
herhangi bir şekilde önlenmesini sağlayacağı için bu ek kanunu memnunlukla
karşıladım. Bundan dolayı Hükümeti tebrik ederim.”[219]
Daha sonra söz alan Adalet Bakanı ve Rize Milletvekili Fuad Sirmen,
Yüreğir’in kanunla alakalı söylediği sözler için teşekkür eder ve kanuna dair
bazı teknik açıklamalarda bulunur. Açıklamaların ardından söz alan Tokat
Milletvekili Recai Güreli de tarikatlara karşı duyduğu rahatsızlığı açıkça
ortaya koymuştur. Konuşmasına “Muhterem arkadaşlar, bu tarikatçılık sinsi
olarak yürümektedir.” diyerek başlayan Güreli, tarikata intisap eden kişi
sayısının oldukça arttığını, başta bulunan kişinin farklı bölgelere yardımcılar
tayin ettiğini ve bunların da birer baş haline geldiğini, bu durumun önlenmesi
için bir düzenlemenin gerekli olduğunu söyler. Konuyla alakalı Adalet Bakanı
kısa bir açıklamada bulunduktan sonra oylamaya geçilir ve ikinci oturumda
tasarı kanunlaşır.[220]
677 sayılı kanunun birinci maddesine bir fıkra eklenmesi hakkında
10.06.1949 tarihinde kabul edilen kanun Resmî Gazetemde yayımlandığı
şekliyle şöyledir:
“Madde 1 - 30/11/1341 tarihli ve 677 sayılı
kanunun birinci maddesine aşağıdaki fıkra eklenmiştir:
Şeyhlik, Babalık ve
Halifelik gibi mensupları arasında baş mevkiinde bulunanlar altı aydan az
olmamak üzere hapis ve 500 liradan aşağı olmamak üzere ağır para cezasından
başka bir yıldan aşağı olmamak üzere sürgün cezası ile cezalandırılırlar.
Madde 2 - Bu kanun yayımı tarihinden yürürlüğe
girer.
Madde 3 - Bu kanunu Adalet Bakanı yürütür.”[221]
Sürgün cezası daha sonra 13.7.1965 tarih ve 647 sayılı Cezaların İnfazı
Hakkında Kanunun geçici ikinci maddesiyle kaldırılmıştır.
Türbelerin
Tekrar Açılması
Tekkeleri sed eden kanunun muhtevasında yer alan ikinci temel husus
şüphesiz türbelerin de kapatılmış olmasıdır. Sonraki süreçte tekkelerin tekrar
açılması söz konusu olmasa da türbelerin durumu tartışma konusu olmuş ve kısmen
de olsa açılma imkânı bulmuştur. Hemen söyleyelim ki 1925 yılından 1950 yılına
kadar Türkiye’de bütün türbeler kapalı kalmıştır. Peki, kapatıldığı tarihten
açıldıkları zamana kadar türbeler nasıl bir hal almıştır diye sorulursa, bu
süre aralığında türbelerin durumunun iç açıcı olmayıp bakımsız bir halde bırakıldığı
aşikârdır. Türbelerin içinde olduğu o günkü hali, Meclis konuşmalarında ve
dönemin şahitlerinin ifadelerinde görmek mümkündür. Örneğin, konunun
şahitlerinden Osman Ergin (öl. 1961), türbelerin kapatıldıktan sonra sahipsiz
ve bakımsız kaldığını, içlerindeki eşyaların hırsızlara yemlik olduğunu veya
çürüyüp mahvolduğunu yazmıştır.[222]
Yine bu konuyu Ali Ulvi Kurucu’nun (öl. 2002) bir hatırası üzerinden de
örneklendirebiliriz. 1939 yılında babası İbrahim Efendi (öl. 1945) ile
İstanbul’a gelen Kurucu, Fatih Sultan Mehmet’in türbesini ziyaretinde gördüğü
manzarayı “Türbe; tozlu,
bakımsız, kapısı kapalı ve kapı zincir vurulup üzerine kilit asılmış halde
idi.” cümleleriyle anlatmaktadır. Gördükleri karşısında Kurucu’nun
babası İbrahim Efendi oldukça ağlamış ve şunları söylemiştir:
“Yahu, zincir suçlulara,
canilere vurulur. Acaba Fatih’in suçu nedir? İstanbul gibi bir beldeyi alıp
evladına ahfadına, çocuklarına, torunlarına hediye eden zâtın türbesi neden
kapanır? Neden kapısına zincir vurulur? Neden ziyaret olunması yasaklanır?
Acaba böyle bir felaket hangi milletin başına gelmiştir?”[223]
gün yaşadıklarının ve babasının halinin kendisinde bıraktığı izler
senelerce devam eden Ali Ulvi Kurucu bir zaman sonra “Fatih’in Türbesinde”
başlıklı bir şiir yazmıştır:
FATİH’İN TÜRBESİNDE
“M‘BED ” gibi, hürmetle ziyaret edilirken, Mahpeslere
dönmüş, kapatılmış idi Türben!..
Cennetleri imrendiren ulviyyeti vardı, Herkes ona yüz
sürmenin aşkıyla yaşardı...
Tekbir ve ezanlardaki parlak, yüce sesler, Beş yüz sene
coştukça tutulmuştu nefesler..
Yurdun ezeli Fatihisin EY KOCA SULTAN!.
Yükseltti senin namını: PEYGAMBER-IZÎŞAN..
Tarihimin ufkunda öten NUR gibi kuştu, Yıllar geçiyor,
gelmedi, bilmem nere uçtu?!.
Yâdımda kalan hasreti bambaşka sadâdır,
Yandıkça, yakan nağmesi “Uşşak-ı neva”dır.
Heyhat. O ilahî sesi candan işiten yok, Eflâke çıkan, arşa
giden, yolda giden yok.
Elverdi. Derin uykularından uyan artık,
Türbendeki zincirleri bin parça edip çık!..
Dehşet salıyor saltanatın devlere hala, Gösterdi asil orduna
dîdârınıMEVLÂ!..
Baş eğdi huzurunda ve diz çöktü kırallar, Üç kıtada ölmez,
ebedi hatıralar var!..
Yıldızların ömrüyle boy ölçen ulu ecdad,
Bin yıl koca bir sel gibi akmış edebiyyat: Toprakları terk
eyleyüp, uçtunsa semaya, Feryad u münacatımı arz eyle Hudâya
Gençlik senin ilhamına, irşadına muhtaç, Gençlik: bütün
ummîd-ü emelden örülen taç..
Bîçarenin iç âlemi rikkatlere şayan,
Geçmiş günü yangın gibi baştan başa hüsran.[224]
İnsanların, geçmişleriyle kurdukları duygusal bağın inşasında temel
taşlardan olan türbelerin içine düştüğü bu hal, kadim kültürüyle barışık
insanları fazlasıyla üzmüş ve onların tepkilerine neden olmuştur. Bu üzüntüyü
Anadolu sınırları dışında görmek de mümkündür. Ali Ulvi Kurucu, İstanbul
ziyaretinden sonra Kahire’ye gittiğini, “İhsan Hocaefendi” isminde bir zâtın
dersine katıldığını anlatırken İhsan Efendi’nin neşesizliğinden bahsetmektedir.
İhsan Efendi halini “Rahatsız değilim, fakat neşesizim. Ruhumda sızlayan bir
yara var.” cümleleriyle anlatır. Bunun sebebi ise Türkiye’den gelen bir kişinin
Fatih’in türbesinin zincirli olduğunu söylemesidir. Bunun üzerine Ali Ulvi
Kurucu da Fatih’in türbesini ziyaret ettiğinde gördüklerini anlatınca İhsan
Efendi şu tepkiyi vermiştir:
“Çocuklar! Müslüman
Türk’ün gülecek günü yok! Fakat bizler gaflet sayesinde gülüyor, oynuyor,
eğleniyoruz. Müslüman Türk’ün gülecek günü yok! Elâlem tarihlerine efsaneler
uydurur, dedelerini, büyüklerini, kumandanlarını büyütmeye çalışırken, biz
Fatih’in türbesine zincir vuruyoruz, hayret! Fatih Türk değil, Osman Türk
değil, Sultan Yavuzlar, Kanuniler, Abdülhamitler Türk değil... Kimler Türk
yahu!”[225]
Türbelerin 1940’lı yıllara kadarki durumu yukarıda anlatıldığı üzere el
değmemiş ve bakımsız bir haldeyken, Hasan Âli Yücel’in (öl. 1961) Millî Eğitim
Bakanı olduğu dönemde (1938-1946) konuyla alakalı önemli çalışmalar yapılmış ve
konu Meclis gündemine gelme imkânı bulmuştur. Bu dönemde Tokat Milletvekili
Nazım Poroy, türbeleri gündeme getiren kişilerden olup buraların bakımsız
olduğu, halkın ziyaretine kapalı olsa bile en azından iç temizliğinin yapılabileceği,
ilgisizlik nedeniyle türbelerin bir kısmının yok olduğu ve türbelerde bulunan
eşyaların zamanla çürüdüğü şeklinde açıklamalarda bulunmuştur.[226]
Hasan Âli Yücel, Poroy’un açıklamalarına cevap verirken, Şeyh Galip’in
türbesi, Çelebi Mehmet’in türbesi üzerinde çalışmalar yaptıklarını söylemiş,
meselenin basit bir şekilde ev tamir etmek gibi olmadığını ifade etmiştir.[227]
Konuyu gündem yapanlardan bir diğeri de Antalya Milletvekili Hikmet Turhan
Dağlıoğlu olmuştur. Türbelerin tarihî kıymeti olduğunu, Cumhuriyet dönemine
kadar türbelerin ihmal edildiğini, türbeleri manen ve madden kurtaranın
Cumhuriyet olduğunu söylemiştir.[228]
Millî Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel farklı zamanlarda, türbelerle ilgili
yapılan çalışmalar hakkında açıklamalarda bulunmuştur. Onun ifadesine göre 1926
yılında Vekiller Heyeti kararıyla türbelerden haiz-i kıymet olanlarının emri
muhafaza ve idaresi Maârif Vekâletine verilmiştir. Diğer türbeler ise Evkâf
Umûm Müdürlüğü sorumluluğuna bırakılmıştır. Bunun üzerine her vilayette bir müftü,
bir maârif müdürü ve bir evkâf müdüründen oluşan üç kişilik heyet hangi
türbelerin kıymetli olup olmadığını tespit etmiştir. İstanbul için oluşturulan
heyet, bu vilayette yetmiş türbenin kıymetli olduğuna karar vermiştir. Ancak
1937 yılına kadar Millî Eğitim Bakanlığı bu konuyla alakalı bir çalışma
yapmamışken, 1937 yılından sonra bu yetmiş türbeden altmışı tamir
ettirilmiştir. Hasan Âli Yücel, Evkâf Umûm Müdürü ve yetkili kişilerle
türbelerin tamiri konusunda görüşmüş, ancak olumsuz cevap almıştır. Bunun
üzerine bütün türbelerin Evkâf idaresinden alınarak, hepsinin Millî Eğitim
Bakanlığı’na devredilmesini teklif etmiş[229]
ve daha sonra Bakanlar Kurulu kararıyla bütün türbeler Millî Eğitim Bakanlığı
sorumluluğuna verilmiştir. Hasan Âli Yücel bunun neticesinde, Plevne Kahramanı
Osman Paşa’nın türbesini onardıklarını, ayrıca II. Bayezid, Selçuk Sultan,
Hazreti Halit, Koca Reşit Paşa, Rumi Mehmet Paşa, Nakkaş Hasan Paşa, Hüsrev
Paşa, Kaptan Mustafa Paşa türbelerinin bazılarının tamirini yaptıklarını,
diğerlerinin de tamirlerine devam ettiklerini belirtmiştir.[230]
Buradan hareketle, kapalı olduğu dönemde kaderine terk edilmiş türbelerin
kısmen de olsa Hasan Âli Yücel’in girişimleriyle ilgi gördüğünü söyleyebiliriz.
Hasan Âli Yücel döneminden sonra 1950 yılına yaklaşıldığında türbelerin
açılmasını net olarak dillendiren bir kişi vardır: Hamdullah Suphi Tanrıöver
(öl. 1966). Tekke ve türbelerin kapatılma kararının alındığı heyet-i vekîle
toplantısında (1925) türbelerin kapatılmasına itiraz eden Tanrıöver, sekizinci
dönem (1946-1950) İstanbul Milletvekili ve dokuzuncu dönem (1950-1954) Manisa
Milletvekili olduğu yıllarda gerek Meclis’te gerekse de diğer toplantılarda,
tarihimize büyük hizmette bulunmuş şahsiyetlerin türbelerinin açılması
gerektiğini söyleyerek konuyu gündeme taşımış bir kişidir. 1947 yılında
Ankara’da CHP Kurultayı’nda yaptığı konuşmada, türbelerin kapatıldığı 1925
yılındaki toplantıda Mustafa Kemal ile aralarındaki konuşmayı hatırlatan
Hamdullah Suphi, gençlere kendi devlet büyüklerini öğretmek için onların
türbelerine ihtiyaç olduğunu söylemiştir. Konuyu millî terbiyenin bir gereği
olarak gören Suphi, kurultaydaki konuşmasında “Milliyetperverlik mevzubahis ise
bunun tahakkukunu canla başla istiyorsak tarihimize büyük hizmet etmiş
olanların türbelerini tamir edelim, açalım.”[231]
diyerek konu hakkındaki görüşünü ortaya koymuştur.
Hamdullah Suphi türbelerin kapatılması meselesinde Devlet Reisi Mustafa
Kemal’e nasıl itirazda bulunduğunu bir Meclis konuşmasında şöyle anlatmıştır:
“Söz aldım ve sordum: Hangi
türbeler? Bütün türbeler dedi. Paşam dedim, bizim mahallede bir Bukağlı Dede
var; pencerelerindeki rengârenk bez parçaları poyraza, lodosa göre sallanıp
duruyor. Eğer mutlaka bir türbe kapatmak istiyorsanız rica ediyorum bu türbeyi
kapatınız. Orada yatanın kim olduğunu bilen yok. Bir aziz midir, bir meczup
mudur? Size halaskar diyorlar, neyi kurtardınız? Eğer bu memleket cedlerimiz
bize vatan bırakmamış olsalardı siz neyi kurtaracaktınız? Evimi yangından
kurtarana minnet duyarım, fakat bu evi bize bırakana minnet duymayayım mı?”[232]
İstanbul Milletvekili Hamdullah Suphi Tanrıöver, Meclis’te, tarihî
abideler ve sanat eserlerinin korunması hakkındaki bir konuşmasında türbeler
konusuna açık bir şekilde vurgu yapmıştır. Bazı türbelerde metfun bulunan
kişiler hakkında net bilgilere sahip olunmamasından hareketle bütün türbeleri
aynı görmenin yanlış olduğunu ifade edip “...Bazı türbeler vardır ki bize bir
vatan verenler oralarda yatıyor.” diyerek büyük şahsiyetlerin türbelerine
dikkat çekmiştir. Devamında;
“Sultan Fatih’in türbesi ne
vakit açılacak? Üçüncü Selim’in ıslahat yolunda kanını veren bir büyük şehidin
kapısına vurduğumuz kilit ne zaman kalkacak? Bütün ömrü eşsiz ıstıraplar,
mücadeleler içinde geçen ıslahatçı II. Sultan Mahmut’un türbesi, Büyük
Selim’in, Kanuni Sultan Süleyman’ın, Reşit Paşa’nın, bir mağlubiyeti bir zafer
payesine yükselten Gazi Osman Paşa’nın türbelerini böyle mi bırakacağız?”[233]
cümleleriyle duygularını ve tepkisini çok açık ortaya koymuştur. Hamdullah
Suphi, Paris’te Napolyon’un mezarını ziyaret ettiğini, insanların kafile
halinde buralara geldiğini, grup halinde gelen öğrencilere hocalarının orada
yatan kişilerin hizmetlerini anlattıklarını dillendirerek konuyu yurtdışından
örneklerle aklî bir zeminde tartışmıştır. Daha sonra “...Türk milletine bir tarih,
bir vatan verenlerin türbelerini kapalı tutmak hiçbir mazereti olmayan bir
iştir. Memleket bir kararınızla bu meseleyi halletmenizi bekliyor. Eğer Millî
Eğitim Bakanı bu meselede ne düşündüğünü bize söylerse minnettar olacağım.”[234] diyerek bu konuda Meclis
iradesini göreve çağırmıştır. Bingöl Milletvekili ve Millî Eğitim Bakanı Tahsin
Banguoğlu konuşmasının bir bölümünde Tanrıöver’e şu şekilde karşılık vermiştir:
“Türbeler meselesine
gelince; arkadaşlar, bizim iftihar ettiğimiz büyük adamlarımızın türbeleri
bizim için bütün büyük tarihî eserlerimiz gibi mukaddes ve mübarektir. Onda hiç
şüphe yoktur. Nitekim Cumhuriyet Hükümetleri bunları müzeler idaresine tevdi
etmiştir. Türbelerimizin müzelere bağlı olarak tanzim edilmesini, idare
edilmesini ve ziyaretçilere açılmasını arzu ederim. Temenni ederim ki bunun
başarılması bana nasip olur. Yalnız şuna işaret etmek isterim ki bu mukaddes
yerlerimizin hurafelerle örümceklenmesine asla müsaade etmeyeceğiz.”[235]
1950 yılına gelindiğinde hükümet tarafından hazırlanan kanun tasarısıyla
677 sayılı kanun üzerinde değişiklik yapılarak türbelerin bir kısmının tekrar
açılması sağlanmıştır. Meclis’teki oturumda tasarı hakkında müzakerelere
geçildiğinde söz isteyen öncelikle üç kişi olmuştur. Bunlar; Dr. Sadi Irmak,
İbrahim Arvas, Vehbi Kocagüney’dir. İlk söz alan Konya Milletvekili Dr. Sadi
Irmak sözlerine bu çalışmadan duyduğu memnuniyeti ifade ederek başlamış ve
hazırladığı tasarıdan ötürü hükümeti tebrik ve takdir etmiştir. Konuşmasının
devamında iki talepte bulunan Irmak, ilk olarak, ziyarete açılacak mezarların
tespitinin ilmî bir heyete verilmesini, ikinci olarak da bir türbesi olmayan
ama büyük hizmetler ortaya koymuş ecdadın mezarlarının imar edilmesini ve
ziyarete açılmasını istemiştir. Ardından söz alan Van Milletvekili İbrahim
Arvas da tasarı nedeniyle hükümete teşekkürlerini sunmuş ve iki konuyu gündeme
getirmiştir. Birincisi, İstanbul’un fethi için gelmiş ve burada şehit olmuş
Hazreti Halid’in türbesinin açılması, ikincisi de Ankara’da bulunan Hacı
Bayrâm-ı Velî türbesinin açılması. Üçüncü sırada söz alan Erzurum Milletvekili
Vehbi Kocagüney ise Millî Eğitim Bakanına teşekkür ederek duygusal bir konuşma
yapmıştır. Memleketin birçok yerinde büyük şahsiyetlerin mezarlarının olduğunu
söyleyip Erzurum’da da bu doğrultuda birçok türbenin varlığına dikkat çeken
Kocagüney, “.. .Fakat hepsinin türbeleri, mezarları harap olmuştur,
örümceklenmiştir, bakılmamıştır...” diyerek türbelerin bakımsızlığını gündeme
getirmiştir. Konuşmasının sonunda da bu türbelerin açılmasını, temizlenmesini,
Türk gençliğinin buraları ziyaret etmesine fırsat verilmesini talep etmiştir.[236]
Bu konuşmaların ardından Bingöl Milletvekili ve Millî Eğitim Bakanı Tahsin
Banguoğlu konuyla alakalı görüşlerini açıklamıştır. Tekke ve türbelerin
kapatılmasının amacı Türk büyüklerinin mezarlarını ziyaret etmeyi yasaklamak
değil, bu mekânları hurafe ortamına çeviren bir zihniyeti ortadan kaldırmaktır
diyerek yapılan inkılabın gerekliliğini savunmuştur. Büyüklerin mezarlarını
ziyarete açmayı, bakımlarını yapmayı kendi vazifeleri olarak ifade eden
Banguoğlu,
“.Türk büyüklerine ait
olan ve yüksek sanat değeri olan türbelerin açılması hakkında müsaade rica
ediyoruz. Büyüklerimizin mezarlarına bundan böyle daha büyük bir itina ile
bakacağız, onları imar edeceğiz, tanzim edeceğiz, temiz tutacağız.
Çocuklarımızı da bilhassa o mübarek mezarlara götürerek, onları ziyaretlerini
temin ederek, cedlerinin meziyet ve mefkürelerini almalarını temine çalışacağız
.”[237]
demiş ve diğer talepleri de göz önünde bulunduracağını söylemiştir. Daha
sonra kanun tasarısı okunmuş ve ardından Denizli Milletvekili Hulusi Oral
uzunca bir konuşma yaparak tasarı üzerinde ilave ve değişiklik içeren bir
önerge sunmuştur. Ancak bu önerge kabul edilmemiştir.[238]
Niğde Milletvekili İbrahim Refik Soyer de Türk büyüklerine ait listenin
hazırlanmasında yetkinin Tarih Kurumuna verilmesini talep etmiştir.[239] Son olarak bazı endişeleri
gidermek anlamında açıklamada bulunan Bakan Banguoğlu, büyüklere ait türbelerin
daha önce diğer mezarlar gibi iplik bağlamak, mum dikmek, adak adamak türünden
hurafelere, batıl inançlara sahne olduğunu hatırlatmış, kendilerinin bunu
şiddetle men edeceklerini ve “Fatih Sultan Mehmet’in Türbesini çocuklarımız,
Atatürk Türbesi gibi ziyaret edeceklerdir.” demiştir. Ayrıca, şayet bir
Türk büyüğünün türbesi şerîatçılık hareketine merkez olursa hükümetin o türbeyi
kapatma yetkisinin bulunduğunu da cümlelerine ekleyerek maddenin teklif ettiği
şekilde kabulünü rica etmiş ve yapılan oylamada tasarı kabul edilerek
kanunlaşmıştır.[240] Meclis’te kabul edilen tasarı
bir gün sonra basına yansımış ve Meclis’teki konuşmalardan notlar düşülmüştür.[241]
677 sayılı kanunun birinci maddesine bir fıkra eklenmesi hakkında
01.03.1950 tarihinde kabul edilen kanun Resmî Gazete’de yayımlandığı
şekliyle şöyledir:
“Madde 1 - Tekke ve zâviyelerle türbelerin
seddine ve türbedarlıklarla birtakım unvanların meni ve ilgasına dair olan 677
sayılı kanunun birinci maddesinin sonuna aşağıdaki fıkra eklenmiştir:
Türbelerden Türk
büyüklerine ait olanlarla büyük sanat değeri bulunanlar Millî Eğitim
Bakanlığınca umuma açılabilir. Bunlara bakım için gerekli memur ve hizmetliler
tayin edilir. Açılacak türbelerin listesi Millî Eğitim Bakanlığınca hazırlanır
ve Bakanlar Kurulunca tasvip olunur.
Madde 2 - Bu kanun yayımı tarihinde yürürlüğe
girer.
Madde 3 - Bu kanunu Bakanlar Kurulu yürütür.”[242]
5566 numaralı kanunun yürürlüğe girmesinin ardından, Millî Eğitim
Bakanlığı bir hazırlık yaparak açılacak türbeleri belirlemeye başlamıştır.
Konunun basında yer aldığı da görülmektedir.[243]
Millî Eğitim Bakanlığının 28.03.1950 tarihli yazısı, Bakanlar Kurulu tarafından
30.03.1950 tarihli toplantıda incelenmiş ve belirlenen 19 türbenin
hazırlıklarının tamamlanarak peyderpey halkın ziyaretine açılmasına karar
verilmiştir. Kapatılmalarının akabinde ilk defa açılacak türbelerden Resmî
Gazete’de ismi geçenler şunlardır:[244]
Bilecik - Söğüt’te Ertuğrul Gazi
Türbesi
Bolu - Göynük’te Akşemsettin
Türbesi
Bursa’da Çelebi Mehmet Türbesi
(Yeşil Türbe)
Çanakkale - Gelibolu -
Bolayır’da Gazi Süleyman Paşa Türbesi
İstanbul’da Fatih Mehmet Türbesi[245]
İstanbul’da Yavuz Selim Türbesi
İstanbul’da Kanuni Süleyman
Türbesi[246]
İstanbul’da İkinci Sultan Mahmut
Türbesi
İstanbul’da Mustafa Reşit Paşa
Türbesi
İstanbul’da Barbaros Hayrettin
Paşa Türbesi
İstanbul’da Mimar Sinan Türbesi
İstanbul’da Gazi Osman Paşa
Türbesi[247]
17. Konya’da Selçuk Sultanları Türbesi
Konya - Akşehir’de Nasrettin Hoca
Türbesi
Urfa - Caber Kalesinde Süleyman
Şah Türbesi[248]
Anadolu halkının gönlünde yer etmiş türbeler, geçmişte yaşamış kıymetli
şahsiyetlerin gelecek nesillere tanıtılması ve yeni nesillerin tarih şuurunu
kazanabilmelerine yardımcı olması bakımından değer arz etmektedir. Bu manevî
mirasın korunması ve bu mekânlarda hurafe, batıl inanç türünden davranışların
fiiliyata dökülmesine engel olunması ise şüphesiz akl-ı selîm toplumun ortak
arzusudur.
TEKKELERİN KAPATILMASINA GÖSTERİLEN TEPKİLER
Cumhuriyet’in ilanından sonra devletin dinî altyapısını oluşturan
kurumların faaliyetlerine, yapılan reformlar doğrultusunda son verilmiştir. Bu
reformlardan birisi de şüphesiz tekkelerin kapatılması olmuştur. Tekkeleri
kapatan kanun vesilesiyle bütün tarikatlar yasal olmayan bir konuma
getirilmiştir.
Yeni dönemde tekkelere yönelik alınan karar sûfîleri derinden
etkilemiştir. Bu kararla beraber içinde büyüdükleri kültürel ortamla bağları
kopmuş, statü kaybına uğramışlar, ekonomik sebeplerle farklı iş sahalarında
çalışarak hayatlarını devam ettirmek durumunda kalmışlardır. Neticede günlük
yaşamda bunun maddî ve manevî sonuçlarını fazlasıyla hissetmişlerdir. Bu
dönemde sadece İstanbul’daki dergâh sayısı üç yüzden fazla olup ülke
genelindeki tekkeler de bu sayıya eklendiğinde konunun ehemmiyeti biraz daha
anlaşılacaktır. Peki, tekkesi kapatılan şeyhler bu karara nasıl tepki verdiler?
Dönemin şartları veya meşrep farklılıkları dikkate alınırsa bu sorunun tam
anlamıyla cevaplanamayacağı, konu üzerinde geniş çapta çalışmaları bulunan
akademisyenlerce de ifade edilmektedir: “Köklü bir geleneği temsil eden bu
müesseselerin kapatılmasını dervişler nasıl karşıladı? Elimizde böyle bir
anketin sonuçları yok. Zaten o yıllarda böyle bir anket yapılsaydı,
yapılabilseydi ona da güvenmek pek mümkün görülmeyecekti.”[249]
Bu durumla beraber bu konuda hiçbir şey söylenmemiş veya yazılmamış da
değildir. Özellikle tekkelerin son dönemde içinde bulunduğu olumsuz durumu esas
alarak, yapılan inkılabı doğru bulan tekke mensuplarının ve yazarların bir
kısmı düşüncelerini dillendirirken, farklı nedenlerden dolayı sessizliği tercih
eden tarîkat mensupları da olmuştur. Konuya ciddi boyutta muhalif bir
yaklaşımın ise “Takrîr-i Sükûn Kanunu” ve İstiklal Mahkemelerinin olduğu bir
ortamda beklenmesi mümkün değildir. Konu, tarîkat mensupları merkezli değerlendirildiğinde,
genel olarak söylenebilir ki bu kararı şaşkınlıkla karşılayanlar, kabullenmekte
zorlananlar olmakla birlikte, soğukkanlı davranıp bu meseleyi zahir binasından
kalp binasına yerleşmek olarak görenler de olmuştur. Tarikatlar ekseninde meseleye
bakıldığında ise Mevlevî, Bektaşî ve son dönem Melâmîlerinin yeni rejime daha
ılımlı yaklaştığı[250] ifade edilebilir.
Yukarıda zikrettiğimiz gibi tekkelerin kapatılmasına verilen tepkileri
bütünüyle tespit etmek mümkün olmasa da erişme imkânı bulduğumuz veriler
dairesinde, kapatma kararına yönelik görüşlerini bir şekilde cümlelere döken
özellikle tekke mensuplarının, ayrıca o dönemde veya sonraki bir zaman
diliminde konuyla alakalı düşüncelerini açıklayan yazarların bizzat kendi
ifadelerinden hareketle bakış açılarını değerlendirmeye çalışacağız. Öncelikle
inkılapların banisi Mustafa Kemal’in konu hakkındaki düşüncelerini aktarıp daha
sonra da diğer kişilerin tepkilerinden bahsetmek yerinde olacaktır.
Mustafa
Kemal Atatürk (öl. 1938)
Tekkeleri kapatma düşüncesi Cumhuriyet’in ilanından önce Mustafa Kemal’in
zihninde şekillenmiş bir uygulamadır. Ancak bunu fiiliyata geçirmek için uygun
bir zamanı beklemiştir ki bu durumu kendisinin şu cümlelerinden anlamaktayız:
“...8 Nisan 1923 tarihinde
görüşlerimi dokuz umde halinde tespit ettim. İkinci Büyük Millet Meclisi’nin
seçimi esnasında yayımlayıp ilan ettiğim bu program, fırkamızın teşekkülüne
esas olmuştur. Bu program, bugüne kadar icra ettiğimiz ve neticelendirdiğimiz
esaslı bütün hususları ihtiva ediyordu. Bununla beraber, programa dahil
edilmemiş mühim ve esaslı bazı meseleler de vardı. Mesela, Cumhuriyet’in ilanı,
hilafetin ilgası, Şer‘iyye Vekâleti’nin lağvı, medreseler ve tekkelerin
kaldırılması, şapka giydirilmesi gibi. Bu meseleleri programa dahil ederek,
vaktinden evvel, cahil ve mürtecilerin bütün milleti zehirlemeye fırsat
bulmalarını uygun bulmadım. Çünkü bu meselelerin münasip zamanında hal
olunabileceğinden ve milletin neticede memnun olacağından katiyen emindim...”[251]
Tekkeler üzerinde yapılan inkılabı, toplumun ilkel yapıdan uzak olduğunu
gösteren bir işaret olarak telakki eden Mustafa Kemal, ortaçağ zihniyetinden
uzak medeni bir toplum inşası açısından konuyu değerlendirmiştir:
“...Efendiler, tekke ve
zâviyelerle türbelerin kapatılması ve bütün tarikatlarla şeyhlik, dervişlik,
müritlik, çelebilik, falcılık, büyücülük ve türbedarlık vb. birtakım unvanların
yasaklanması ve ilgası da Takrîr-i Sükûn Kanunu devrinde yapılmıştır. Bu
husustaki icraat ve tatbikat, toplumumuzun hurafeperest, ilkel bir kavim
olmadığını göstermek bakımından ne kadar elzem idi, bu, takdir olunur. Birtakım
şeyhlerin, dedelerin, seyitlerin, çelebilerin, babaların, emirlerin arkasından
sürüklenen ve falcılara, büyücülere, üfürükçülere, muskacılara talih ve
hayatlarını emniyet eden insanlardan meydana gelen bir kütleye, medeni bir
millet gözüyle bakılabilir mi? Milletimizin hakiki mahiyetini yanlış manada
gösterebilen ve asırlarca göstermiş olan bu gibi unsurlar ve müesseseler, yeni
Türkiye devletinde, Türk Cumhuriyeti’nde devam ettirilmeli miydi? Buna
ehemmiyet vermemek, ilerleme ve yenileşme namına, en büyük ve telafi edilemez
hata olmaz mıydı? İşte biz, Takrîr-i Sükûn Kanunu’nun yürürlükte olmasından
istifade ettik ise, bu tarihi hatayı işlememek için, milletimizin alnını
^olduğu gibi açık ve pak göstermek için, milletimizin mutaassıp ve ortaçağ
zihniyetinde olmadığını ispat etmek için istifade ettik.”[252]
“.Türbelerden, yalancı
evliyalardan, ölülerden istimdat etmek medeni bir heyet-i içtimaiye için
şeyn’dir. Mevcut tarikatların gayesi, kendilerine tabi olan kimseleri dünyevi
ve manevi olan hayatta mazhar-ı saadet kılmaktan başka ne olabilir? Bugün
ilmin, fennin bütün şümulüyle medeniyetin muvacehe-i şu‘lepâşında falan veya
filan şeyhin irşadıyla saadet-i maddiye ve maneviye arayacak kadar ibtidâî
insanların Türkiye camia-i medeniyesinde mevcudiyetini asla kabul etmiyorum.
Efendiler ve ey millet! İyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler,
müritler, mensuplar memleketi olamaz .”[253]
TBMM II. dönemde Siirt milletvekili olarak Meclis’te yer alan Soydan,
sonraki birkaç dönemde de Siirt milletvekilliği yapmıştır. Milletvekili olmadan
önce, 31 Mart hadisesinden sonra Selanik’e götürülen Sultan Abdülhamit’in
muhafız subaylığı ve 1920’de Mustafa Kemal’in refakat subaylığı gibi görevlerde
bulunmuş bir kişidir.[254]
Hâkimiyet-iMilliye gazetesinin müdürlük ve başyazarlık vazifelerini
yapmış olan Siirt Milletvekili Mahmut Soydan, 2 Eylül 1925 tarihinde tekke ve
zâviyelerin kapatılmasından birkaç gün sonra kaleme aldığı yazısına, yapılan
inkılabın sosyal hayat için önemli bir mana taşıdığını, medeni bir millet olma
yolunda atılan adımın kabul edilmesinin zaruri olduğunu vurgulayarak
başlamıştır. Kararnamenin üç maddesini zikrettikten sonra;
“...Hükümetin bu
kararlardaki isabetine hükmetmemek, insaf ve şuuru olanlar için kabil değildir.
Her memleketteki siyasî ve içtimai müesseseler için mıkyas-ı kıymet o
müesseselerin millî hayatta, içtimai ve iktisadî sahada husule getirdiği
tesirlerden, faydalardan ibarettir. Türkiye’deki tekye ve tarikatların bu
nokta-i nazardan ilmî ve amelî hiçbir faydası olmadığı muhakkaktır. Bunu ispat
için ise deliller aramaya kalkışmak abestir. Çünkü eser meydandadır.”[255]
cümlelerini serdetmiştir. Tekkelerin tembellik ve cahillik ocağına
dönüştüğünü insaf sahibi tekke mensuplarının da itiraf ettiğini söyleyen yazar,
bu kurumların erbab-ı fesat için yeri geldiğinde uygun bir faaliyet alanı
olduğunu dillendirmiştir. Tekke ve tarîkatların o gün için memlekete fayda
değil zarar verdiğini kesin bir dille ifade eden Soydan, müntesiplerin tamamını
mücrim olarak görmenin ise doğru olmadığı kanaatindedir. Ona göre, çoğu masum
ve mazlum bu kişilerin tekkelere bağlanmalarının sebebi yanlış bir itikadın
neticesidir ki hükümetin aldığı kararlara ve mevcut kanunlara riayet eden
hiçbir ferdin de muaheze edilmemesi gerekir. Yazar, son olarak “.Eğer bugün
devletin idare mesuliyetini üzerlerine almış olan rical-i muhtereme milletin
kemâle, teceddüde ve itilaya müteveccih olan bu heyecanını tatmin edecek
tedbirleri ittihazda ihmalkâr davranırlarsa tarihe ve ensâl-i âtiyeye karşı
mesuliyetten teberra edemeyeceklerine emin olsunlar!”[256]
diyerek yapılan inkılabı savunan bir yerde durduğunu açıkça ortaya koymuştur.
Ahmed
Ağaoğlu (Ahmed Bey Ağayev - öl. 1939)
Siyasetçi, yazar ve gazeteci Ağaoğlu, tekkelerin kapatılmasına dair 677
sayılı kanunun Meclis’te kabul edilmesinin hemen akabinde bir yazı kaleme almış
ve yazının girişinde kanunun ittifaka yakın bir çoğunlukla kabul edildiğini
belirtmiştir. Devamında, tekke ve zâviyelerin millet nazarında kıymet ve
itibarını kaybettiğini, milletin bu kurumlar hakkında hükmünü verdiğini,
dolayısıyla çıkarılan bu kanunun mevcut bir hakikatin resmen teyit ve
tasdikinden ibaret olduğunu ifade etmiştir.
Ağaoğlu yazısında tekkeler ve tarîkatlar üzerine bazı değerlendirmelerde
bulunmuştur. Ona göre tekkelerin ortaya çıkması; zulme ve cebre maruz kalmış,
her türlü maddî ve manevî inbisat ve inkişaf imkânından mahrum olan insanların
teselli aramaları neticesinde söz konusu olmuştur. Devamında da “Dünyadan
i‘raz, hayata nefret, servet ve sâmâne, izzet ve saadete karşı istiğna hayali
ve mevhum alemlerde seyr ederek esrarengiz kuvvetlerden istimdat, hep bu
halet-i ruhiyenin birer neticesidir.”[257]
demektedir.
Tekkelerin ortaya çıkış sürecine çalışmamızın başında değinmiştik. Sınır
boylarında yer alan karakollara ribât denilmiş ve ilk asırlarda askerî bir
mahiyet arz eden ribât, daha sonraki zamanlarda tekke ve hankahlarla aynı
anlamda kullanılmış, nefse karşı verilen mücadelenin merkezi olmuştur. Tekkeler
tarih boyunca birçok sosyal fonksiyonu yerine getirse de inkişafının ana sebebi
yazarın bakış açısından oldukça farklıdır. Ayrıca gerçek mutasavvıflar hayata
ve servete düşman olmayıp insanın bunlarla olan imtihanında nasıl davranması gerektiğini
öğretirler. Bunu yaparken de Kur’ân ve sünnet çizgisinde bir yaşam ve
söylem sahibidirler.
Yazar konuyu Avrupa Ortaçağ döneminden örneklendirerek anlatmakta, zulüm,
cebr ve insanların perişanlığı neticesinde büyük kıtanın baştan başa tekkeler ve
zâviyelerle dolduğunu, bu kuramların mazlumların sığınağı ve kendilerine
teselli verecek esrarengiz mevhûmâtlar gösterdiğini söylemektedir. Ancak
intibah devrinin başlangıcı, ıslahat devrinin vürudu ile;
“.. .İnsanda itimad-ı
nefs, zulüm ve taaddi ile mücadele, dünyevî saadetler ihrazı imkânı avdet eder
etmez, bu müesseselerin birer birer yıkıldığını görüyoruz. Nihayet beşeriyete
hürriyet, adalet ve müsâvât mefkureleri beşaretini götüren ve zulme, cefaya,
zillet ve meskenete nihayet vermek ümniyyesi ile meydana atılan büyük Fransız
inkılabı bu müesseseleri de süpürüp götürüyor. Zaten o zaman bu müesseseler
Avrupa’da dahi hikmet mevcudiyetlerini gaip etmişlerdi. Mazlumlara melce’ ve
teselligâh olmak yerine, tembellerin ve merdud ve ahlâk düşkünü insanlar ile
her türlü hurâfât ve mevhûmâtın içtimagâhı olmuşlardı.”[258]
Yazar bu cümlelerinden sonra Avrupa örneği ile Anadolu’yu kıyaslamış ve
netice olarak şunu ortaya koymuştur:
“Bizde de aynı hadise
aynen vaki oldu. Bizde de tekye ve zâviyeler hikmet ve mahiyet-i aslilerini
çoktan gaip etmişlerdi. Bizde de bunlar ahlâken düşkün, vücûden malul ve aklen
perişan olanların melcei olmuşlardı. Bizde de bunlar mazlumlara ve biçarelere
teselli verecek yerde her türlü zevk-i selim haricine çıkan ayinler ile
kendilerine müracaat edenlerin akıl ve zekâlarını imha etmekle meşguldüler.”[259]
Bu cümlelerin devamında, bu kuramların zillet ve meskenet yuvaları
olduğunu, dolayısıyla yeni inşa edilen devlet yapısında bu yapılara yer
olmadığını söylemektedir:
“Artık, muntazam bir
devlet kurmuş, muntazam bir maârif, bir adliye, bir idare teşkil eden bir
devlette bu gibi müesseselere yer verilemezdi. Bütün cihana itimad-ı nefs,
kuvvet enmûzeci veren, saadet-i maddiye ve maneviyesini kendi zekâ ve ruhunda,
kendi mesaisinde aramaya koyulmuş olan Türk muhitinde bu gibi meskenet ve
zillet yuvaları kendi kendine mahkum olmuşlardı. Bunlar sağlam bir vücut
üzerinde yapışan malul ve hasta varlıklardı. Vücut kendi hayatı namına bu
tufeylileri def etmek mecburiyetindeydi. İşte Büyük Millet Meclisi çoktan beri
Türk uzviyet-i içtimaiyesinde lüzumu his olunan bu ameliyeyi yaptı. Bununla
Meclisimizin İslâmiyet’e, İslâmiyet’in ruh ve maaliyâtına da azim bir hizmet
ifa etmiş olduğu kanaatindeyiz .”[260]
Ağaoğlu yazısının sonlarında cami ile tekke ve zâviye arasında, ulema-i
zahir ile ulema-ı batın arasında ezelden beri tarihî bir mücadele olduğundan
bahsettikten sonra şu cümlelere yer veriyor:
“Tekkenin taşıdığı ruh da
İslâmiyet’in taşıdığı ruha tamamen zıt ve muhalifti. İslâmiyet hayatı memâta,
vücûdu ademe, varlığı fenaya tercih ediyor; tarîkat ise tamamen bunun aksini
iltizam ediyor. İslâmiyet müminlere çalışmayı emr eyliyor, tarîkat ataleti;
İslâmiyet aklı iltizam eyliyor, tarîkat hissi; İslâmiyet maddî ve manevî
inkişafı, ilmi, fenni, dünyanın mamuriyetini istiyor; tarîkat ise ilim ve fenle
beraber dünyayı da inkâr ediyor ve saadete fakr ve ihtiyacı tercih eyliyor.
Hülasa ikisi arasında ihtilaf ve tezat tamdır. Binaen aleyh Meclisimiz tekye ve
zâviyeleri kaldırmakla caminin, tarîkatı men etmekle İslâmiyet’in inkişafını
temin eylemiştir.”[261]
Yazarın cami ve tekke arasındaki ilişkiye bakışı, hiçbir istisna
gözetmeksizin tarîkat kurumunu İslâm’a muhalif bir yerde göstermesi ilmî ve
tarihî verilerle bağdaşmamaktadır. Belirtmek gerekir ki Kur’ân ve
sünneti kendisine rehber edinmiş mutasavvıflar tarihte hiçbir zaman camileri
kendi tekkelerine rakip görmemiştir. Tarîkat esaslarını tekkede icra eden
sûfîler camiden uzaklaşmamıştır. Bunun tarihte çok açık örnekleri olup
örneğin Halvetiyye tarîkatı meşâyihinden Abdülmecid Sivâsî (öl. 1639) tekkedeki
şeyhlik vazifesine ilaveten Fatih Camii ve Sultanahmet Camii vaizliği
görevlerinde bulunmuştur.[262]
Yine Şâbâniyye tarikatı meşâyihinden Karabaş Velî (öl. 1686) Üsküdar Valide-i
Atik Camii’nde vaazlar vermiş, ilmi ve hitabeti sayesinde halkın ve padişahın
ilgisine mazhar olmuştur.[263] Ayrıca mutasavvıfların kaleme
aldıkları eserler incelenirse hiç de ilimden uzak oldukları söylenemez. Zahir
ulemasıyla batın uleması arasındaki ilmi tartışmalar ise tarihî bir vakıadır.
Ancak bu tür tartışmalar ilmî birçok sahada mevcuttur.
Tekkenin ruhu ile İslâm’ın ruhu meselesine gelince, tekkelerin tarih
boyunca ortaya koydukları toplumsal faaliyetler zaten İslâm’ın hedeflediği
insani erdemlerin fiiliyata dökülmüş halidir. “İslâmiyet hayatı memâta, vücûdu
ademe, varlığı fenaya tercih ediyor, tarikat ise tamamen bunun aksini iltizam
ediyor” demek ise İslâm tasavvufunu bilmemenin bir neticesidir. Tarikat,
insanın kemâle ulaşmak için yürüdüğü bir yoldur. Bu yolun hedefi, insanın
nefsinden kaynaklanan marazlarını yok edip erdemli bir kişilik inşasını temin
etmektir. Bu yolun yok ettiği, emmare nefsin arzuları; var ettiği ise ahlâki
sıfatlardır. Sonuç olarak bunu başarabilen insan hem yaşar hem de yaşatır. Bu
sıfatlara sahip olmak ise tembellikle değil, çalışmakla mümkündür. Sahih bir
tarikat anlayışı hiçbir zaman ataleti öğütlemez, öğütlememiştir. Yine İslâm
çizgisinde bir tarikat aklı inkar etmediği gibi insanın duygu alemini, hissi
boyutunu da kabul eder ve bunun inkişafı için çalışmayı hedefler. Dolayısıyla ne
tekkelerin kapatılması camilerin inkişafını temin etmiştir ne de tarikatların
yasaklanması İslâm’ın inkişafını temin etmiştir. Çünkü bunlar birbirine muhalif
olmayıp hepsi İslâm çatısı altında yaşamaktadır.
Burada bizim bakış açımızın temelini oluşturan, İslâm’ın esasları
doğrultusunda faaliyet gösteren tekke ve tarikatlardır.
Yazar son cümlelerini ise şu şekilde tamamlamaktadır: “Demek ki atılmış
olan bu mühim teceddüt hatvesi dahi hem milletin ve hem dinin saadeti için icra
olunmuştur. Bundan dolayı Meclisimizi tebrik etmek Türk hayat-ı içtimaiyesinin
hikmet ve mahiyetine vakıf olanlarca bir vazifedir.”[264]
Tekkelerin ilga edilmesine doğru giden süreçte tarikat müessesesinin
işleyişindeki sorunlar tekke ehlince de kabul edilmiştir. Ancak tekke ve
tarikatlardaki işlevsel sorunları izah ederken, hiçbir ayrım gözetmeksizin
tarikat kurumunu İslâm dışı göstermek ve camilerle tekkelerin mücadelesi tarzı
söylemler ortaya koymak, ilmî izahtan uzak durmaktadır.
Mehmet Akif’in damadı olan Doğrul, Mısır’da doğmuş ve 1915’te İstanbul’a
gelmiştir. Tekkelerin kapatıldığı dönemi yaşamış, matbuat aleminde kalem erbabı
ve birçok eser telif etmiş entelektüel kişilerdendir.
Ömer Rıza Doğrul, tekkelerin kapatılmasını, tasavvufun
esas çizgisinden çıkartılarak istismar edilmesi temelli bir cepheden bakarak
değerlendirmiştir. Bir
eserinde “Yükselişten Sonra Alçalma” başlığı altında konu hakkındaki
düşüncelerini aktaran Doğrul, tasavvufu iki devrede incelemekte ve yükseliş
döneminden sonra düşüş dönemini yaşadığını ifade etmektedir. Tasavvufun içine;
gurur, gösteriş, avamın gözünü boyamak, avamı sömürmek, nüfuz elde etmek gibi
emellerin girdiğini ve tasavvufun aslıyla bağdaşmayacak bu davranışların hakim
bir konuma geldiğini, ayrıca birçok hurafe ve sahtekârlığın tasavvufa
karıştığını söylemektedir. Ona göre; tarîkatlar, tasavvufun ana esasları olan
zâhidlik, âbidlik, mücâhede, riyazet usullerini terk etmiş, heva ve heves
peşinde koşarak tasavvufu çığırından çıkarmış, onu bir terbiye ve fazilet amili
olmaktan ziyade gerilemenin sebebi haline getirmiş, böylece tasavvufu atalete,
meskenete zemin hazırlayan bir bataklığa düşürmüştür. Ancak tasavvufun yükseliş
devresi ve ana esası bu marazlardan uzaktır. Tasavvufun iki devresini
karşılaştıran Doğrul;
“Tasavvuf bir hal idi, bir
kâl oldu. Bir fedakârlıktı, bir kazanç yolu oldu. Gizlenmekti, şöhret vesilesi
oldu. Eskilere uymaktı, geçim yolu oldu. Gönülleri âbad etmekti, gururu okşamak
oldu. Zâhidlikti, sefahet oldu. Ahlâktı, ahlâksızlık oldu. Kanaatkârlıktı,
israf oldu. Tecerrüddü, ekmek peşinde koşmak oldu!”[265]
görüşüne yer vererek, tasavvufun gaye edindiği değerlerden uzaklaştığını
ortaya koymuştur. Yazısının nihayetinde de bu olumsuzlukları tekkelerin
kapanmasının sebepleri arasında görmüş ve konu hakkındaki görüşlerini şu
cümlelerle izah etmiştir:
“Bir taraftan durumun bu
mahiyeti alması, diğer taraftan tasavvuf namı ile maskelenen kimselerin
kendilerini siyasete vermeleri ve ileri inkılaplara karşı gelmeleri, Türkiye
Cumhuriyeti’nin 1925’te bütün tarîkatları ilga eden bir kanun çıkarmasına sebep
olmuş ve böylece çığırından çıkan mütereddi tasavvuf hak ettiği darbeyi
yemiştir. Fakat darbeyi yiyen ve yere serilen tasavvuf, mütereddi tasavvuftur.
Yoksa tasavvufun yüksek idealleri ve tasavvufUn ölmez ruhu değildir. Çünkü
bunlar ebedi hayata namzettir. Saf gönüller, pak yürekler, aydın basiretler
tasavvufun yüksek ruhunu daima yaşayacaklar ve daima yaşatacaklardır.”[266]
Ömer Rıza Doğrul bu görüşleri ile tekkelerin
kapatılmasını, tarikatların yasaklanmasını haklı bulduğunu ifade etmiştir. Doğrul’un özellikle
rahatsız olduğu konu, ehli olmayan kişiler tarafından tasavvufun kullanılarak
istismar edilmesi, bu yolda yürüdüğünü iddia edenlerin tasavvufun esaslarından
uzaklaşması ve sonuçta tasavvuf müessesesinin saygınlığının ayaklar altına
alınmasıdır. Onun “mütereddi tasavvuf hak ettiği darbeyi yemiştir” ifadesi,
kanaatimizce, tekkelerin kapatılmasını, bu yolun hakiki müntesiplerine değil,
bu yolun haramilerine vurulmuş bir darbe olarak gördüğünü göstermektedir. Son
cümlelerinde ise “tasavvufun yüksek ruhunu daima yaşayacaklar ve daima
yaşatacaklar” demesi de tasavvufî yaşamın tekkeyle sınırlanamayacağını, tekke
olmadan da bu yolun hakiki müntesiplerince tasavvufî hal ve zevklerin
yaşanacağını kabul eden bir anlayışa sahip olduğuna işaret etmektedir.
Vâ - Nû
Rumuzlu Vâlâ Nureddin (öl. 1967)
Gazeteci-yazar Nureddin, bir köşe yazısında, Paris’in Montmartre
mahallesini gezerken gördüklerinden hareketle mûsiki üzerine değerlendirmede
bulunur. Önce Türklerin az konuşan bir millet olduğunu, köy odalarındaki
toplantılarda bile pek az konuşma sesi duyulabileceğini söyleyen yazar, buna
karşılık Rusların, Rumların, Fransızların, İtalyanların, Arapların bir araya
geldiklerinde belagat yarışına girdikleri, bu milletlerde sözün makbul olduğu,
bizde ise eskiden terbiyesizlik olarak görüldüğü yönünde bir tespitte bulunur.
Şarkı söylemek noktasında da Türklerin aynı durumda olduğunu ifade eden yazar,
diğer milletlerin bir araya geldiğinde şarkı söylediklerini, Montmartre
mahallesinde hala iki asır önceki şarkıların çalınıp söylendiğini ve herkese
öğretildiğini ve neticede bu mûsiki kültürünün unutulmadığını anlatmaktadır.
Yazar buradan hareketle cümlelerine şöyle devam eder:
“Düşündüm ki acaba bizim
de ölmemeye, ebedileşmeye layık bir mûsiki harsımız yok mu?
Acaba alaturka mûsikinin
(bir müze gibi muhafazasından ziyade) bir yeni ufka çıkması için çalışan
mûsikişinaslarımız, Fransızların Montmartre’de yaptıklarını başarabiliyorlar
mı? Zannetmiyorum. Bilakis, esefle zannediyorum ki mûsiki şubelerimiz içinde en
ehemmiyetlisi, en kıymetlisi ihmal olunuyor: Tekke mûsikisi... Gerçi tekkeler
Cumhuriyet’e muzırdılar, kapandılar, iyi oldu. Fakat Türklerin sanatkâr doğmuş
nice çocukları, asırlarca tekmil istidatlarını, Bektaşî nefeslerine, Mevlevî
nağmelerine dökmüşlerdir. Diğer tarikatların da ilahi şeklindeki mûsikileri
vardır. Bunların unutulmasının ne yazık olduğunu Paris’in Montmartre
mahallesinde anladım. Dünden beri Galip Dede’nin;
Gene zevrakı derunum
Kırılıp kenara düştü!
Dayanır mı şişedir bu
Rehi sengsara düştü!
gazelini, hazin, boyun
bükük, Mevlevî bestesiyle mırıldanıyorum. Sonra, nefesler!.. Bu şaheserleri
gençlerimiz arasında kaç kişi bilir? Pek az! Esefleniyorum. Ebediyen açılmaması
lazım olan tekkelerin bir mûsikisi vardır ki bunun ihyasını güzel bir hatıra,
bir hars şubesi olarak saklanılmasını ne arzu ederdim. Hatırlatayım ki bunu
istemek mürtecilik değildir. Eski tabloların -mevzuları dinî oldukları için-
imhası istenebilir mi? Hem unutmamalı ki garp mûsikisi kilise mûsikisinden
doğmuştur. Bizim müstakbel mûsikimizin anası neden tekke mûsikisi olmasın?”[267]
Bu ifadelerden yazarın mûsiki ile alakalı görüşlerini öğrenmekle beraber
tekkelere bakış açısını da görmüş oluyoruz. Ona göre tekkelerin kapatılması
isabetli bir karardır ve tekkenin kendisi hiçbir zaman hayata tekrar dahil
olmamalıdır. Tekke musikisi ise çok değerli olup unutulmamalıdır.
Yazarın bu görüşlerine istinaden ve bu görüşte olan kişilere bazı
soruların sorulması gerektiği kanaatindeyiz. Çok beğenilen ve değer arz eden
tekke mûsikisi kendi kendine mi ortaya çıkmıştır? Bu mûsikiyi inkişaf ettiren
hangi etkenlerdir? Eğer tekke sadece dört duvardan oluşan bir yapı ise bugün
çok daha kaliteli dört duvarlar mevcut olduğu halde neden bu mûsiki eskisi gibi
üretilemiyor? Tekke sadece mûsikiden mi ibarettir? Tekke diğer sanat
alanlarında bir şey üretmemiş midir? Bu sorular hakikati elde etmeyi amaçlayan
kişiler için kıymet arz eder. Tekkeleri sadece son dönemindeki bozulmaları
merkeze alıp değerlendirmenin ve tekkenin mûsikiden başka işe yarar bir katkısının
olmadığını işaret edecek bir söylemin adaletli bir yaklaşım olmadığını
vurgulamak isteriz. Şu bir hakikat ki tekkelerin kapatılmasını tekke mensupları
bile savunmuştur. Ancak bu, tekkelerin geldiği son nokta ile alakalı bir mesele
olup tekke mensuplarının tekkelerin ürettiği değerleri inkâr ettikleri anlamına
gelmez. Şayet İslâm’a, İslâm’ın inanç esaslarına, toplum düzenine zarar veren
kişi veya kuruluş söz konusu ise tabi ki müdahale edilmelidir. Ancak sahte
peygamberlerin bile görüldüğü bu insanlık ve İslâm tarihinde sahte dervişlerin
varlığına şaşırmamak lazımdır. Erken dönem klasik sahibi Kuşeyrî bile Risalesinde
kendi dönemindeki bazı sahte sûfîlerden yakınmıştır. Ancak Kuşeyrî ve onun gibi
mutasavvıflar bu yolun hakiki müntesiplerini hiçbir zaman değersiz görmemiştir.
Kanaatimiz odur ki; tekke mûsikisi değerli olup yaşatılmalıdır. Ancak bu
güftelerin, bestelerin, mûsikinin hangi manevî atmosferde hayat bulduğu da
gözden kaçırılmamalıdır. Tekke mevcut olmasa bile kişinin kendi dünyasında o manevî
iklime dalabileceğine ve benzeri değerleri yine üretebileceğine de inanıyoruz.
Böyle olmakla beraber tekkenin sadece mûsikide değil diğer sanat alanlarında da
medeniyet inşasına çok değerler kattığı tarihî bir hakikattir.
Tekkelerin kapatılmasından bir sene sonra bir gazetede çıkan Bektaşî
tekkeleri hakkındaki yazıda, Bektaşî inancına ait bazı hususlar zikredilerek bu
müesseselerin kapatılmasına dair karar haklı bulunmuş ve uzunca açıklamalar
yapılmıştır. Yazının bir kısmını olduğu gibi aktarıyoruz:
“Aziz kariler! Yedi
nüshadan biri bizzat bir Bektaşî babası tarafından her hafta biraz daha
esrarını fâş edilmekte olan, Kahraman Türk’ün sırtına birer sülük gibi
yapışmış, tembellik, fuhuş ve rezalet yuvalarından Bektaşîliğin bu nüshadan
itibaren en mühim safhasına dahil oluyoruz. Bu safha şimdiye kadar halk
arasında şayi‘ olmayan ve yalnız yıllarca Bektaşî tekyesinde hayatını çürüterek
(sırra ermiş) babalar arasında yapılan ayin perdesi altındaki kepazeliklerdir.
Bu nüshadan itibaren okumaya başlayacağınız bu kısımlar içinde bilhassa
Bektaşîlere istinad edilen ve onlara has olduğu halk arasında şayi‘ olan
(mahbub) yerine “cemali zahir civan”a âşık olmak meselesi ve evvelce Katolik
papası iken Bektaşî olan (Balım Sultan)ın kepazelikleri vardır.
Aziz kariler! Tekrar
ediyoruz. Bu yazıları nefretle, istikrahla satır satır okuyunuz. Ve bizi
yıllarca, asırlarca medeniyetten geri bırakan bu yuvaları lanetle yad ediniz.
Millî istiklaline kavuşturduktan sonra bütün Türkleri böyle rezalet ve kepazelik
yuvalarından kurtarmış olduğundan dolayı da büyük Gazimizin ismini hürmetle yad
ediniz ve onun işaret ettiği medeniyet, refah ve saadet hedefine süratle
ilerleyiniz... ”[268]
Yazar bu cümlelerin devamında uzun uzun Bektaşî inancındaki bozukluklardan
bahsetmiş ve bu bozulmanın sebebini Balım Sultan olarak göstermiştir. Balım
Sultan’ın Hırvat bir Katolik ailenin mensubu olduğunu, dünya, hayat ve din
hakkındaki fikirlerinin de ailesinin inançları ile bezendiğini anlatmıştır.
Yazara göre, Balım Sultan Bektaşîlik içinde birçok yenilik yapmış, bunların bir
kısmı iyi, diğer bir kısmı ise kötü olup Katolik inancını Bektaşîliğe
karıştırmıştır.[269]
Bektaşîliğe dair burada zikredilen bilgilerin bir kısmının tartışmalı
olduğunu ifade etmek gerekir. Ahmet Yaşar Ocak, Bektaşîliğin ilk devrede Sünnî
bir tarikat olup daha sonra Balım Sultan tarafından bugünkü hüviyetine dahil
edildiği şeklindeki görüşün ilmî ve tarihî bir temeli olmadığı, ayrıca
Hak-Muhammed-Ali telakkisi, on iki imam anlayışının Hristiyanlık tesirlerine
bağlanmasının yanlış olduğu görüşündedir.[270]
Fuad Köprülü de Bektaşîlikteki bazı erkân ve ayinlerin Hristiyanlıktakine
benzeyişlerinden hareketle bu tarikatın Hristiyanlığın tesirlerine uğradığını
ifade edenlerin yanılgı içinde olduğunu söylemektedir.[271]
Bektaşiyye tarîkatı üzerinde bu tarz farklı izahlar olsa da Balım Sultan’ın
tarikatta yenilikler yaptığı ve bugün itibariyle Bektaşîliğin Sünnî itikat ve
ibadet esaslarıyla bağdaşmayan bir yapıda olduğu genel bir kabuldür.
15 Kasım 1936 tarihinde basında yer alan Bektaşîlerle alakalı bir haberin,
Bektaşîlik hakkında yukarıda yer alan görüşlerle paralellik gösterdiği
söylenebilir. Birçok gazetede farklı başlıklar altında[272]
İstanbul Eyüp’te bir evde toplanan yirmi sekiz kişinin Bektaşî ayini
yapmalarına istinaden adliyeye sevk edildiğinden bahsedilmiştir. Haberin
detayında;
“.Fatih asliye birinci sulh hukuk
mahkemesinde mübaşir Nihat Baba adında birisi Perşembe gecesi evinde bir
toplantı yapmış ve bu toplantıda o civarda Mustafa Türabi Baba adıyla anılan
biriyle 17 erkek ve 11 kadın bulunmuştur. Nihat Baba’nın evinde rakı sofraları
kurulmuş, sazlar çalmaya başlamış, Nihat ve Mustafa Türabi babalar Bektaşîlere
mahsus fahir ve kamberiye giymişler ve iddia edildiğine göre Bektaşîlik ayini
yapmaya başlamışlardır.”[273]
denilmiştir. Haberde, yapılan ihbar üzerine evdeki kişilerin, orada
bulunan iki Bektaşî tacı, iki aba, iki asa, bir kamberiye kuşağı, teber, ney,
tambur, gramofon iğnesi kutusu içinde afyonla beraber[274]
polis tarafından karakola götürüldüğüne ve yakalanan kişilerin isimlerine de
yer verilmiştir. İki Bektaşî babası, dedelik unvanını taşımak, dedeliğe ait
elbise giymek ve ayin için evinde yer göstermek suçlarından mahkemeye sevk
edilmiş, diğer kişiler ise şahit olarak dinlenip serbest bırakılmışlardır.
Nihat Baba verdiği ifadede, altmış yaşında olduğunu, soyadını hatırlamadığını,
yirmi beş sene önce tarîkata intisap ettiğini fakat Baba sıfatını ihraz
etmediğini söylemiştir. Devamında ise toplanmalarının gayesini açıklamış ve;
“...Komşularımızdan bir kız o
gece ölmüştü. Şöyle toplanıp bir gam dağıtalım dedik. Beş on şişe rakı da
almıştık. Fakat iddianamede söylendiği gibi esrar ve afyondan haberim yoktur.
Belki de misafirlerden biri cebinden çıkarıp oraya koyuvermiştir. Giydiğimiz
Bektaşî elbiselerine gelince bunlar maruf Bektaşî babalarından merhum Yaşar
Babaya aittir. Benim eniştemdi. O öldükten sonra bize miras kaldı. Bir kenarda
duruyordu. Şöyle eğlence olsun diye giyivermiştik. Ayin yapmayı asla
düşünmedik. Kadınlara gelince bunların ekserisi bizim aile efradımızdandır.”[275]
şeklinde konuşmuştur. Mustafa Türabi Baba da ifadesinde altmış altı
yaşında ve Giritli olduğunu, memleketinde tarîkata girip babalık yaptığını
söylemiştir. Daha sonra da “.Benim o gece Nihat Baba’ya rütbe tevcih edeceğim
doğru değildir. Benim rütbe tevcihi haddime mi düştü. O gece komşunun kızı
ölüyordu. Beni Kur’ân okusun diye çağırdılar. Dönerken Nihat Baba
çağırdı. Oturup şöyle dostlarla biraz gam defedelim demiş.”[276]
diye konuşmuştur.
Bektaşî babalarının mahkemesi bir müddet devam edip 2 Şubat 1937 tarihinde
neticelenmiştir. Bir gün sonra basında konuya yer verilmiş[277] haberin detayında iki
Bektaşî babasının aldıkları cezadan bahsedilmiştir:
“...Maznunlardan ve eski Bektaşî
babalarından Mustafa Türabi’nin o gece Nihad’a Bektaşî babalığı payesi vermek
üzere oraya geldiği ve Nihad’ın da üzerine Bektaşî babalarına mahsus elbise
giydiği ve maznunların Bektaşî ayini yaptıkları yapılan tahkikattan ve dinlenen
şahitlerden anlaşılmış olduğundan Mustafa Türabi Baba’nın üç ay müddet hapsine
ve 50 lira para cezası mahkûmiyetine ekseriyetle, Nihad Baba’nın da üç ay
hapsine ve 50 lira para cezasına mahkûmiyetine ittifakla karar verilmiştir.”[278]
Tekkelerin kapatılmasına dair burada görüşlerini değerlendirdiğimiz
kişiler, kapatma kararını olumlu görerek ortak tavır sergilese de konuya bakış
açılarının farklılık arz ettiğini söylemek gerekir. Ömer Rıza Doğrul gibi
tasavvufun gaye edindiği değerleri benimseyip tasavvufun esaslarıyla
bağdaşmayan davranışların sergilendiği bir noktaya gelinmesi sebebiyle kapatma
kararını yerinde bulan kişiler olmakla beraber; tarîkat ve tekkeleri her zaman
toplum için zararlı, hurafe kaynağı ve İslâm dünyasının çöküş sebebi şeklinde
değerlendiren kişiler de söz konusudur.
Tasavvuf ve tarikatların varlığına karşı çıkan düşünce, tekkelerin
kapatılmasından sonraki süreçte bu kurumlara dair görüşlerini çeşitli
ortamlarda dillendirmeye devam etmiştir. Örneğin, yazar Şevket Süreyya Aydemir
(öl. 1976) bir yazısında mistisizmi, inkılabın meşruiyetini idrake karşı bir
reaksiyon ve ruh irticaı şeklinde değerlendirmiştir. Diğer bir yazısında ise
“derebeyi” ve “şeyh” kıyaslaması yapmış, her ikisini de gıdasını toprak
köleliğinden alan biri cismanî diğeri ruhanî müteaddî iktidar diye
nitelendirmiştir. 1932 yılında Halkevlerinin açılış töreninde konuşan Aydın Mebusu
Dr. Reşit Galib (öl. 1934), kendilerine coşkun ve faaliyet dolu hayatın lazım
olduğunu, dünya ile alakası kesik sakin hayatın ise türbelerin ve tekkelerin
gömüldüğü mezara gömülmesi gerektiğini dillendirmiştir.[279]
Daha önce, sürgün cezasının kabulü esnasında, tarîkatlara karşı olumsuz
bakışlarını ifade eden milletvekillerinin Meclis konuşmalarından birkaç örnek
vermiştik. Bu doğrultuda görüş beyan edenlerden birisi de Elazığ Milletvekili
Fahri Karakaya (öl. 1977) olup 1949 yılında Meclis’teki bir konuşmasında
şunları söylemiştir: “.Hükümetin, eski tarikatçılık, şeyhcilik, memleketi
maddeten ve manen kemiren bu cereyanların şiddetle önüne geçmesi lazımdır.
Sayın hükümetten bilhassa bunu rica ediyorum. Bugünkü kanunlar kâfi değildir.
Bu gibi kara kuvvetleri ezmek için çok şiddetli kanun tasarılarını
getirsinler.”[280] Tarikatlar hakkında bu
görüşlerin dillendirildiği dönemde, kökü dışarıda olmasına istinaden 1935
yılında kapatılan Mason Localarının[281]
tekrar açılması rahatsızlık oluşturmuş ve bazı milletvekilleri konuya tepki
göstermiştir. Seyhan Milletvekili Sinan Tekelioğlu (öl. 1965), tekke ve
zâviyeleri kapatan kanunu hatırlatıp kimsenin dinî tarikat kurmaya hakkı
olmadığını ifade etmiştir. Eğitimci yazar M. Râif Ogan (öl. 1976) ise tekkeleri
kapatan kanunun hükmünün sadece, toplantılarında “Allah, Lâ ilâhe illallah”
diyenler için mi geçerli olduğunu sorarak tepkisini ortaya koymuştur.[282]
Kararın Aleyhinde Konuşanlar
Yenikapı Mevlevîhânesi Şeyhi Mehmed Celaleddin Dede’nin (öl. 1908) oğlu
olan Baki Dede, babasının vefatından sonra aynı dergâha postnişin tayin
edilmiştir. 1327- 1336/1909-1917 yılları arasında Meclis-i Meşâyih azalığı da
yapan Baki Dede[283] tekkelerin kapatıldığı
dönemde Yenikapı Mevlevîhânesi şeyhliğini yapmaktadır. Doğumundan beri bu
dergâhın atmosferi içerisinde olan ve on yedi yıl şeyhlik yapan Baki Dede, bu
karar neticesinde oldukça sarsılmıştır. O, kapatma kararına tepkili olup bazı
şiirlerinde bu olayın kendindeki yankılarını ve üzüntüsünü şöyle dile
getirmiştir:
Dirîgâ esip tünd-bâd-ı fenâ
Bozuldu o gülzâr-ı zevk u safâ
Ne bâng-i kudûm ü ne nây u nevâ Ne çeng ü rebâb u ne bûy-ı Hudâ Dirîgâ
dirîgâ o adn-i vefa Olur bûm-ı meş’ûma hayfâ ki câ Olup derd-i hicrâna ben
mübtela Bu âlem bana şimdi dâr-ı bela
Bana sanma yalnız bahâr ağlıyor
Bu bîçâre kalbe mezâr ağlıyor [284]
Baki Dede, 1928 yılında Yenikapı Mevlevîhânesi’ni ziyaret ettiğinde de
üzüntüsünü şu mısralarla dile dökmüştür:
Harîm-i vuslatında bir zamanlar şâd idim efsûs
Benim şimdi enîsim hemdemim yalnız hayalindir [285]
(Bir zamanlar içinde mutlu bir şekilde yaşadığım bu yerin eyvahlar olsun
ki şimdi yalnız hayaliyle arkadaşlık ediyorum.)
Abdülbaki Baykara (öl. 1935) sadece tekkelerin kapatılmasına değil, diğer
inkılaplara da olumsuz tavır sergilemiştir. Örneğin, şapka giyen Veled
Çelebi’yi eleştiren dizeleri onun reformlara yaklaşımını göstermesi açısından
önemlidir:
Başında şapka silindir, elinde eldiveni
Aman bakın ne kadar yosmadır Veled Çelebi
Gören şu şekl ü kıyafetle zât-ıpâkini der
Latin hurûfu ile sanki basma bir Halebî [286]
Abdülbaki Baykara, 1930 yılı Şubat ayında bir gün Beyazıd Camii’nde Kenan
Rifâî (öl. 1950) ile karşılaştığında tekkelerin kapatılmasına dair duyduğu
üzüntüyü bu sefer şu şekilde ifade etmiştir:
Bir zamanlar nây-ı Mevlânâ ile demsâz idik
Şimdi olduk maşallah bir düdük!
Ümmü Kenan Dergâhı postnişini Kenan Rifâî ise bu cümlelere şu şekilde
cevap vermiştir:
“Niçin düdük olalım?
Neysek yine oyuz erenler! Evvelce zahir tekkesinde demsâz idik, şimdi kalp
tekkesinde dilsâzız. Allah böyle istemiş böyle yapmış. Mademki ondan geliyor,
hepsi hoş. Düdük olmaya bir sebep yok ki... Şimdi ten tekke oldu, gönül de
makam, yine kalpler cemal nuriyle doldu.”[287]
Burada iki tekke mensubunun konuya ne kadar farklı yaklaştığına şahit
oluyoruz. Baki Dede, tekke hayatında Mevlânâ’nın ney’i ile dost olduklarını,
gelinen noktada ise düdük benzetmesiyle değersiz bir konuma düştüklerini
söyleyerek tekkenin kendi dünyasında ne kadar değerli olduğunu vurgulamaktadır.
Kenan Rifâî ise tekkelerin kapatılmasıyla bir değer kaybına uğramadıklarını,
eskiden nasılsa şimdi de öyle olduklarını söylemektedir. Önceden tekkede dost
olduklarını, şimdi de gönül yapan kişiler olarak hayata devam ettiklerini ifade
eden Rifâî, gelinen neticenin Allah’ın takdiri olduğu ve sükûnetle karşılanması
gerektiği kanaatindedir. Ona göre tekke bundan sonra kişinin kendi bedeni
olmuş, binalar içinde yapılan zikirler ferdî olarak yine yapılacak ve Allah’tan
gelen nur yine kalplere akmaya devam edecektir. Farklı görüşleri olsa da Baki
Dede ile Kenan Rifâî arasında ortak duygulara da rastlıyoruz. Baki Dede tekke
sonrası hayatta Mevlevîliğe bağlılığını sürdürmüş ve Kenan Rifâî’nin “ten tekke
oldu” düşüncesi doğrultusunda bütün vücudunu bir Mevlevî dergâhına benzeterek
ortak bir tavır sergilemiştir:
Âh u efgân-ı hazînim nâydır sinem kudüm
Oldu cismim ser-te-ser bir dergeh-i Molla-yı Rum
Yine başka bir şiirinde semadan ayrılamam der ve bedenini bir hankah
olarak görür:
Olur mu sîne mahrum-ı sema-ı dergeh-i Hünkâr
Dem-i Monlâ’da cismim pür-tarab bir hankâhımdır
Havâssım akl u ruhum sâlikân-ı bî misalimdir
Kimi bir nev niyazımdır kimi bir merd-i râhımdır
Ne var kılsam tecerrüd şekl-i sûrîden ben ey Bâkî
Başımda şule-i ahım hakiki bir külahımdır [288]
Kapatma kararından sonra Yenikapı Mevlevîhânesi’nin harem dairesinde Baki
Dede’nin ikametine izin verilmiş, şeyh dairesi mektep yapılmış, semahane ve
türbe ise mühürlenmiştir. Geçim temini için Millet Kütüphanesinde tedkîk-i
kütüb ile meşgul olan Baki Dede daha sonra Dârü’l-Fünûn’da Fars Edebiyatı
hocalığına tayin edilmiştir.[289]
Baki Dede’nin duyguları yoğun olup bunu mısralara dökmüştür. Şiirleri
incelendiğinde tekkeden ayrılmanın ona çok zor geldiği anlaşılmaktadır.
Tekkelerin kapatılması sonucu yalnız kalmayı tercih etmiş, yaşadıklarının
verdiği ıstırap diline sert bir şekilde yansımış, yapılan inkılapların
getirdiği yaşam tarzını eleştirmiştir. Mevcut karar onun duygu dünyasında büyük
tesirler bıraktığı gibi vasiyetini de etkilemiştir. Vefatından sonra esasında
kalbî bağının bulunduğu tekkeye veya hazîreye defnedilmeyi arzulamış, ancak tekkeler
kapatıldığı için evlatlarım ve torunlarım mezarımı ziyaret edemezler
endişesiyle tekkenin karşısında bulunan mezarlığa defnedilmeyi vasiyet etmiş ve
vefatından sonra bu vasiyet yerine getirilmiştir.[290]
Bektaşiyye tarikatı üzerine yazılar kaleme alan Ziya Bey tekkelerin
kapatılmasını Bektaşîlik özelinde değerlendirerek kararı haksız bulmuştur. Ona
göre, Bektaşiyye ritüelinde erkek ve kadınların bir arada bulunması toplumsal
eşitliği gösterir ki bu, eski Türk törenlerinin bir devamıdır. Ziya Bey’e göre;
bu durum, olayları Sünnî dinsel önderlerin kontrol ettiği dönemlerde yerleşim
yerlerinden ayrı inşa edilmiş tekkelerde, gizli toplantılarda mümkün olmuştur.
Cumhuriyet yönetiminde ise daha özgür bir yaşam vardır. Ziya Bey sonuç olarak
“Bektaşilerin cem ayini ile her uygar insan için bir hak ve zorunluluk olarak
kabul edilen tüm dünyadaki aile toplantıları arasında ne fark vardır?” diyerek
yapılan ayinlerin meşru olduğunu söylemektedir. Konuyla alakalı değerlendirmede
bulunan yazar Birge, Bektaşîlerin bir kısmının o dönemde, tekkelerin
kapatılmasına yönelik kararın dışında tutulacaklarına dair bir umut
taşıdıklarını söyler. Çünkü Bektaşî tarîkatının edebi geleneğinin, gizli
ritüelinin, toplumsal ve dinsel sorunlara liberal yaklaşımının, orijinal Türk
kültürünün geri kalan izlerini tarih boyunca koruduğunu hissedenler çoktur.
Bundan dolayı kapatılmak bir tarafa, Bektaşîliğin Türk halkının dini olması
gerektiği yönünde tartışmalar olduğunu ifade etmektedir.[291]
Ahmet
Sedat Zeki Örs (öl. 1966)
Tophane müşiri ve askeri mektepler nazırı Mustafa Zeki Paşa’nın oğlu olan
Örs, Fransızca, Almanca, İngilizce, İtalyanca bilen bir diplomat olup Kahire ve
İskenderiye Başkonsolosu olarak görev yapmıştır. IX. dönemde Demokrat Parti’den
Sivas Milletvekili olarak Meclis’te yer alan Örs[292]
ayrıca yazar kimlikli bir şahsiyettir.
Sedat Zeki Örs 12 Haziran 1945 tarihinde Sâmiha Ayverdi ile yaptığı
görüşmede tekkeler konusunu değerlendirmiş, meseleyi Tanzimat’a kadar
götürmüştür. O, Tanzimat’tan önce hukukî ve adlî meselelerin şerîat dahilinde
çözüldüğünü, bu kuvvetin sözünü dinlettiğini ve zararları önlediğini, meşihatın
da hakiki bir otorite olduğunu söylemektedir. Din otoritesinin haksızlıklara
karşı bir perde olmasına karşın, Tanzimat bu otoriteye ilk darbeyi o zaman vurmuş,
Meşrutiyet bunu biraz daha ileriye taşımış ve mesele Cumhuriyet döneminin
inkılaplarına kadar dayanmıştır diyen Örs, bu noktada bir eleştiride
bulunmaktadır: “Bence Mustafa Kemal, dine Tanzimat’tan daha büyük bir darbe
vurmamıştır. Onun hatası, dinin münevver ve canlı kısmı olan tekkeleri
kapamasından ibarettir. Kim bilir belki bunlarda da kendisine karşı bir tehlike
görmüş olabilir.”[293] Örs’ün bu sözlerine Ayverdi
itiraz etmiş ve “Din, ulu’l-emr’e itaatı emreder.” diyerek, her ne olursa olsun
mistik bir adamın bu emre karşı gelemeyeceğini, ayrıca, tekkeler esas
mahiyetlerini kaybettikleri için kapatılmalarının bir zaruret olduğunu
söylemiştir. Sedat Zeki Örs, Ayverdi’ye “Fikrinize iştirak edemiyorum.”
dedikten sonra tekkelerle camileri kıyaslamıştır. Tekkeler o gün için her ne
kadar bozulmuş olsalar da o günkü cami hayatından daha yüksek, daha ileri olup
cami kuru ve kifayetsiz, halk da camiye karşı soğuktur diyen Örs, “Caminin bu
kasvetli ve kuru tarafına mukabil tekke, dinin kendini bilen şuurlu, müdrik,
canlı cephesi idi.”[294] şeklinde bir görüş ifade
etmiştir.
Kanaatimize göre, cami ve tekkenin bu şekilde kıyaslanması üstlendikleri
görev itibariyle doğru değildir. Çünkü cami, hangi görüşe sahip olursa olsun
Müslüman olduğunu söyleyen herkesin gelip ibadetini yaptığı bir mekândır. Cami
bir ibadetgâhtır. Kur’ân-ı Kerîm"de “Allah ’ın mescitlerini
ancak Allah ’a ve ahiret gününe inanan, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve
Allah’tan başkasından korkmayan kimseler imar eder. işte onların doğru yolu
bulanlardan olmaları umulur.”[295]
buyrularak cami tüm müminlere has kılınmıştır. Tekke ise özel bir program için
kişilerin toplandığı ve camiye kıyasla daha dar bir anlam ifade eden yapıdır.
Tekkenin camiye göre daha fazla ve farklı işlevselliğe sahip olması ise daha
önce ifade edildiği üzere Hz. Peygamber döneminde birçok fonksiyonu yerine
getiren mescidin daha sonraki süreçte kurumsallaşmanın etkisiyle diğer
görevlerinden ayrılıp sadece ibadet mekânı olarak hizmet vermesi ile
açıklanabilir. Bu durum ise tekkeyi camiden daha üst bir yere taşımaz. Bütün
mekânlar kapatılabilir ama cami kapatılamaz. Çünkü cami İslâm’ın şiarıdır.
Sedat Zeki Örs, tekkeleri dinin en gerekli yönü, yıkılmaması gereken en
faydalı müessesesi olarak görmektedir.[296]
Bu görüşte olmasının sebebi ise “İslâm’da ilah, suretten münezzehtir.”
hakikatinden hareketle tekkelerin Allah (celle celalühü) ile kul arasında bir
köprü vazifesi kurduğuna inanmasıdır. Bundan dolayı Örs, tekkeler için “Onlar
dini canlandıran, ayakta tutan varlıklardı. Hatta o yıkılmış, bozulmuş
halleriyle bile.” diyerek tekkelerin kapatılmasına karşı çıkmıştır. Tekkeler
hakkında bu düşüncelere sahip olan Örs, çok ilginçtir ki “...Ne bir tekkeye
gidebildim ne de bu âlemi müşahede üzere tanıyabildim.” sözüyle tekke hayatını
hiç tecrübe etmediğini de ifade etmiştir. Ancak anlattığı bir hatırasında
tekkelerin kapatıldığı dönemde Samsun’da kaldığı binanın yanında bulunan bir
Kadirî tekkesinde gece başlayan ayinden gelen sesler üzerine yatağından
fırlamış ve;
“O ne ritim, o ne emsalsiz
bir ahenkti. Ben ki alaturka mûsiki ile ülfeti olamayan bir adamdım ve üstelik
de bu sesleri bir duvar arkasından dinliyordum. Kendimden geçtim ki yerden yere
atılmak ihtiyacıyla kıvrandım durdum. Ben hariçten böyle olursam içindekiler ne
olmaz düşünün bir kere.”[297]
cümleleriyle tekkedeki coşkun duyguya dikkat çekmiş ve bu müesseselere
karşı kalbî bağının olduğuna işaret etmiştir.
İbrahim
Hakkı Konyalı (öl. 1984)
Tarihçi yazar Konyalı, tarihî mirasımız olan abide yapılar üzerine yazılar
kaleme almış, tekke ve türbeleri kapatan kanunun yürürlüğe girmesinden sonra bu
yapıların kötü akıbetlerinden bahsetmiş ve kanuna tepkisini ortaya koymuştur.
Karamanoğlu Beyliği dönemine ait iki türbenin durumunu anlattığı iki farklı
yazısına burada yer vermek istiyoruz.
Yazar bir yazısında Emir Musa Bey türbesinden bahsetmektedir.
Karamanoğulları’nın kurucusu Karaman Bey’in oğlu Mahmud Beyzâde Emir Musa
Bey’in (öl. 757/1356) Karaman-Ermenek’te 740/1339 yılında yaptırdığı medrese,
mektep ve kendi türbesinden oluşan külliyeyi, yazar “Karamanoğulları
mimarisinin madde ve mana yönünden eşsiz, şaheser bir tarih yadigârı” olarak
nitelendirmektedir. Emir Musa Bey vefat edince bu külliye içine defnedilmiştir.
Yanında kendi ailesinin çinili, sandukalı kabirleri de olup türbe ve içindeki
lahidler tamamen renkli çinilerle kaplıdır. Elli yıl önce türbe, medrese ve mektebin
bütün ihtişamıyla ayakta olduğunu, külliyenin mamur halini bölge halkından
dinlediğini söyleyen Konyalı, 1968 yılının Temmuz ayında burayı ziyaret
etmiştir. Onun ifadelerine göre, külliye bakımsızlıktan yıkılmış, temelleri
bile kalmamış, türbenin kubbeleri yerlere serilmiş, son yarım asır içinde
türbenin eyvanı, çinileri sökülmüş ve Almanlara satılmıştır. Yazar gördükleri
karşısında “Külliyenin durumu insanı kalbinden hançerliyor.”[298] diyerek üzüntüsünü dile
getirmiştir.
Konyalı diğer bir yazısında da Karaman’da bulunan Hatuniye medresesi ve
türbesinden bahsetmektedir. Murat Hüdavendigâr’ın kızı, Karamanoğlu Alaaddin
Bey’in hanımı Melek Hatun bu yapıyı 783/1381 yılında yaptırmış, Kur’ân-ı
Kerîmeden ve hadislerden alınan ilimle alakalı cümlelerle tezyin etmiştir.[299] Melek Hatun’un medresesinin
eyvanı, dershanesi ve türbesi kıymetli çinilerle kaplanmıştır. Ancak yazar, son
elli yıl içinde bu medrese ve türbenin harabeye dönüştüğünü anlatmaktadır:
“Melek Hatun’un türbesi ve
medresesi son yarım asır içerisinde yüzüstü bırakılmıştır. Bütün çinileri
Avrupalılar tarafından aşırılmıştır. Yirmi üç sene evvel görmüştüm. Melek
Hatun’un türbesi, abdesthane, cenazelik katı çöp kuyusu, dershanesi ve odaları
ahır yapılmıştı. Kubbeler çökmüş, duvarları yıkılmış, mermer sütunlar yerlere
serilmişti.”[300]
Konyalı’nın gayretleri neticesinde Vakıflar Genel Müdürlüğü burayı bir
Ermeni mühendise tamir ettirmiştir. Fakat bu mühendis gökkuşağı tarzındaki
portalı yıktırmış, kürsi âyeti ve diğer yazıların bulunduğu kitabeli taşları
attırmış, bunların yerine basit, adi ve boş taşlar yerleştirmiştir. Yazar
tarihî bir yapının bu şekilde yok olmasını tepkiyle karşılamakta ve şu
cümlelerle yazısını sonlandırmaktadır: “Medreseleri, tekkeleri kapayan kanun
bir atom bombası kudretiyle yurdun birçok abidelerini böyle berhava etmiştir.
İşte bu karar bu yönden abidelerin temellerine yerleştirilmiş bir bomba idi.
Patladı. Bütün tarih yadigârları, mefahir, berhava oldu.”[301]
Tekke ve türbelerin seddinden sonra 1950 yılında on dokuz türbenin
açılmasına izin verildiğini daha önce zikretmiştik. Ancak Anadolu’da bu on
dokuz türbenin haricinde çok sayıda türbe bulunduğu da bir gerçektir.
Konyalı’nın bu anlatımları, 677 sayılı kanunun yürürlüğe girmesinden sonra
türbelerin ilgisiz kaldığını ve zaman içinde tahrip olduğunu göstermektedir.
Kararı İlâhî Tecellî Olarak Görenler
Konyalı kurra hafız Hacı Veyis Efendi, Adliye Medresesi müderrisi olup bir
dönem bu medresenin idareciliğini de yapmıştır. Konya’daki hizmetleriyle
tanınan Hacı Veyiszâde Mustafa Kurucu’nun (öl. 1960) babası olan Hacı Veyis
Efendi, medreseler kapatıldıktan sonra vefatına kadar Dolav Mahallesi Ulu
Camii’nin imamlık görevini sürdürmüştür.[302]
Yaşadığı dönem itibariyle tekkelerin kapatılmasına şahit olan Hacı Veyis
Efendi, bu kurumların kapatılmasını özden ayrılmanın bir neticesi olarak
görmüştür. Ali Ulvi Kurucu’nun anlattığına göre dedesi Hacı Veyis Efendi,
tekkelerin kapatılmasını şu cümlelerle değerlendirmiştir:
“Allahu Teala zulmetmez. Kul,
başına gelecekleri hak eder. Cenab-ı Hak, bir nefis kendisini değiştirmeden
onun halini değiştirmez. Ona ceza vermez. Çünkü Âdil-i Mutlak’tır. Demek ki
yapılan bu inkılaplara, bu darbelere, bu millet müstehak olmuştur... Dergâhlar
böyle laubali oldu. Medreselerde, bir tulum peynir, bir teneke yağa, talebe
sınıf geçti. Çocuk babasının yanında köyde çalışır ama rüşveti yiyen hoca,
çocuğu medreseye devam etmiş gösterir, sınıf geçirir... İşte bu gibi
laubalilikler, lakaydlıklar başımıza bu cezaları getirdi. Çektiklerimiz,
amellerimizin cezasıdır.”[303]
Ali Ulvi Kurucu dedesinin bu görüşünü aktardıktan sonra “Hakikaten
tekkeler de medreseler de ne yazık ki bozulan millî ahlâk ve zayıflayan
devletle birlikte değişip asıl hizmet ve vazifelerini yapamaz olmuşlar.”[304] diyerek tekke müessesesinin içinin
boşaldığına, yüklendiği manadan sıyrıldığına işaret etmiş ve Hacı Veyis
Efendi’nin görüşünü desteklemiştir.
Hacı Veyis Efendi’nin tekkelerin kapatılmasına yönelik görüşünün ilk
cümleleri, “...Şüphesiz ki bir kavim kendi durumunu değiştirmedikçe Allah
onların durumunu değiştirmez... ”[305]
âyet-i kerimesini hatırlatmaktadır. O, tekkelerdeki ciddiyetsizliğe özelde
dikkat çekerek karşılaşılan neticeyi insanların hak ettiğini dillendirmiştir.
Kendisi bir müderris olarak medreselerde görülen olumsuz tavırları söylemeyi de
ihmal etmemiştir. Hacı Veyis Efendi gelinen noktayı, “Başınıza her ne
musibet gelirse kendi yaptıklarınız yüzündendir. O, yine de çoğunu affeder.”[306]
âyet-i kerimesi doğrultusunda değerlendirerek, tekkeleri asli görevinden
uzaklaştıran ve buna sessiz kalan iradeyi, tekkeleri sed eden kanunun müsebbibi
olarak görmüştür.
Mehmet
Şemsettin Ulusoy (öl. 1936)
Bursa Mısrî Dergâhı postnişini İsmail Nazif Efendi’nin (öl. 1888) oğlu
olan Şemsettin Efendi, Bursa’da mevcut cami, tekke, medrese, türbelere ve Bursa’da
yetişen alim, şeyh ve şairlere dair elli eseri bulunan müellif şeyhlerdendir.
Babasının vefatından sonra Mısrî Dergâhı postnişini olup tekkelerin kapatıldığı
tarihe kadar bu görevi sürdürmüştür.[307]
Şemsettin Efendi, tekkelerin kapatılmasından sonra kaleme aldığı
yazılarda, tekkelerin kapatılma nedenini bu müesseselerdeki bozulma olarak
görmüş, tarîkatın esaslarından uzaklaşıldığını ve buraların geçimlik yerler
haline geldiğini ifade etmiştir. Tekkelerden dünyalık menfaat elde etmek için
evliyaullah mesleğine rağbet edenlerin olduğunu, bu durumun tekkelerin
akıbetini olumsuz etkileyeceğini kendi ihvanına da seneler öncesinden
söylediğini aktarmıştır. O, bu duruma bir çare bulunmasını ve mesleğin muhafaza
edilmesini istemiştir.[308] Tekkelerin yüzde doksan beşinin
bu olumsuz hal içinde olduğunu, birçoğunda zahiri unsurların dahi kalmadığını
ortaya koyan Şemsettin Efendi, tekkelerin kapatılma haberini aldığında “...Allah'ın
emri kesinleşmiş bir hükümdür.”[309]
mealindeki âyeti okuyarak karşılık vermiş; dine, millete, vatana hiçbir faydası
kalmamış bir müessese sed edildi diye itiraz etmeye gerek olmadığını
vurgulamıştır.[310] O dönemi yaşayan bir tekke
şeyhinin içinde bulunulan olumsuz durumu tahlil edip çevresiyle paylaşması ve
daha sonra yazıya dökmesi, kapatılma kararına yönelik değerlendirmelerde
dikkate alınması gereken önemli bir veridir.
Mutasavvıf-şair Ulusoy yaklaşan sonu açıkça ortaya koymakla beraber,
neticede benimsediği yaşam biçiminden kopma/koparılma psikolojisini yaşamış,
geçmiş tekke günlerini bir anda silip atamamış ve hüznünü mısralara dökmüştür:
Andelib-i gülistan-ı evliya idim fakat
Sarsar-ı kahr ile devran tarumar etti hayfâ
Meclis-i zikr-i Hüda'da bülbül idim sad-dirîğ
Sed edildi tekye beni zâr u zâr etti hayfâ
Nat-ı Hakk 'ı medh-i piri okuturdu daima
Zevk-i manadan beni mahrum-ı kâr etti hayfâ
Hep senâ-yı Ehl-i Beyt ile olurdum demgüzâr
Lâl u ebkem kıldı mebhût-ı hezâr etti hayfâ
Her celâlin bir cemâli Şemsî-i Mısrî olur
Ah felek mahkûm-ı hükm-i ihtiyar etti hayfâ [311]
Tekkenin sed edilmesi Şemsettin Efendi’nin iç dünyasında derin üzüntü
oluşturmuş, evliya bahçesinin bülbülü gelen soğuk rüzgârla perişan olmuş, zikir
meclisinin bülbülü eyvahlar ederek inler hale gelmiştir. Şemsettin Efendi’nin
yakın arkadaşlarından ve dönemin önemli müelliflerinden Hüseyin Vassâf da onun
içinde bulunduğu ruh halini dizelere aksettirmiştir:
Şeyh-i muhterem bin bir belaya sine tutmuştur
Onun kalb-i hazini pür elemdir çeşm-i giryândır
Ahiren tekyeler mesdud olunca dağdar oldu
Bütün erbab-ı fikr u zikr ise mahrum-ı devrandır
Kapandı cümle dergâhlar semaya çıktı hep ahlar
Sevindi hayli bedbahlar fakat âşıkân nalandır
Nice dem hangâhı mecma uşşak idi hakka
Gelenler zevk alanlar fi’l-hakika ehl-i imandır
Ne âlemler olurdu asitan-ı pâk-i Mısrî’de
Ne ademler gelirdi ki onlar ehl-i izandır [312]
Bu dizeler açıkça göstermektedir ki tekkelerin seddi Şemsettin Efendi için
kabullenilmesi zor bir hadise olmuştur. Muhatap olunan bu durum onun kalbini
yaralamış, gözleri ağlar olmuştur. Vassâf, tekkelerin kapatılmasına âşıkların
üzüldüğünü, birçok bedbaht insanın ise sevindiğini de mısralarında
dillendirmiştir. Son beyitte Mısrî dergâhı hakkında olumlu ifadeler kullanması
da dikkat çekicidir. Şemsettin Efendi birçok mutasavvıf gibi zikrin zaman ve
mekân ile sınırlandırılamayacağı görüşüne sahip olup,
“Fezkürûnî” dedi Allah işte Kur’ân-ı Kerîm
Rûz u şeb olsun sana vird-i zeban zikr-i ilah [313]
mısralarıyla, gece gündüz Allah’ın zikri diline vird olsun demektedir.
Yine dilinden dökülen,
Men olundu gerçi ayin ile erkânım benim
Manevîdir zikr u fikrim şimdi devranım benim [314]
mısralarıyla da tekke ayinin yasaklandığını ve bundan sonra zikrine,
fikrine iç aleminde devam edeceğini ortaya koymuştur.
Tekkelerin şeddine itiraz etmemekle beraber iç dünyasındaki üzüntüyü
mısralara aksettiren Şemsettin Efendi, bu dönemden sonraki yaşantısında pasif
kalmamış bir kişidir. Bursa Pınarbaşı İzzeddin Bey Camii’nin hatipliğini
ömrünün sonuna kadar devam ettirmiş, harf inkılabından sonra kısa sürede yeni
harfleri öğrenip eserler yazmaya devam etmiştir.[315]
Onun bu vasıfları, tekkelerin kapatılması neticesinde hayata küsüp kenara
çekilenlerden olmadığının önemli vesikalarıdır.
Van-Başkale doğumlu Nakşibendî Hâlidî şeyhi olup Kadiriyye, Sühreverdiyye,
Kübreviyye ve Çiştiyye tarikatlarından da icazetlidir. 1919 yılında İstanbul’a
gelen Arvâsî, Eyüp Kaşgarî Dergâhı şeyhliğine tayin edilmiş ve buradaki
görevini tekkelerin kapatılmasına kadar devam ettirmiştir.[316]
Onun kapatma kararına yaklaşımını, sohbetlerinin müdavimi Necip Fazıl
Kısakürek’ten (öl. 1983) öğreniyoruz.
Necip Fazıl Kısakürek, Abdülhakim Arvâsî ile tanışma, ona intisap
sürecindeki hatıralarını anlatırken, kendisine tarîkata ait herhangi bir
tatbiki şeklin veya bir merasimin gösterilmediğini söyler. Yaptığı gözlemlerde
şeyh efendinin sohbetlerini dinleyen insanlar ve şekilden arındırılmış bir
ortam görür. O şahit olduğu ortamın bu şekilde olmasını değerlendirirken, bu
durumun, tekkeleri kapatan kanunun gözünden uzak durmak adına takınılmış bir
tavır olmadığını, hakikatin tezahürü olduğunu söyler. Devamında Abdülhakim
Arvâsî’nin tekkelerin kapatılmasına dair görüşünü aktarır: “Hükümet tekkeleri
kapatmadı; onlar zaten kendi kendilerini kapatmışlardı. Hükümet boş mekanları
kapattı.” Necip Fazıl Kısakürek bu sözleri değerlendirirken, hükümetin yasakladığı
şeyin, sahtekârlarca kullanılan kökünü kaybetmiş merasim şekilleri olduğunu,
zaruri dış alametlerin ortadan kaldırılmasıyla Abdülhakim Arvâsî’nin
üzülmediğini söyler. Çünkü Arvâsî, hakiki tasavvuf yolunun devlet erkânınca
değerli görüldüğü zaman diliminde de zahirdeki üniformalara, törenlere iltifat
etmemiştir.[317]
Abdülhakim Arvâsî, tekkeler kapatıldıktan sonra dergâhını eve dönüştürerek
tarîkat tatbikatı olmaksızın tasavvufî sohbetler yapmıştır. Ayrıca Beyoğlu Ağa
Camii ve Beyazıt
Camii’nde sohbet ve dersler vermiş,[318]
bu halkalara fikir ve sanat eşrafından birçok şahsiyet iştirak etmiştir.
Hayatının sonlarına doğru Ankara’ya gelen Arvâsî burada vefat etmiş ve Bağlum
Mezarlığına defnedilmiştir.
Rifâî tarîkatı şeyhlerinden olup İstanbul’da bulunan Ümmü Kenan
Dergâhı’nın postnişidir. Kendi ifadesine göre tekkeden yetişmiş bir kişi
değildir.[319] Tekke vazifesine ilaveten
eğitim camiasında Türkçe ve Fransızca hocalığı ve idarecilik gibi görevlerde de
bulunmuştur. Bu alandaki çalışmalarına emekli oluncaya kadar devam etmiş ve
tekkelerin seddinden sonra etrafında doğal olarak bir akademi oluşmuştur.[320] Onun bu vasıflarından
hareketle tekkeler kapatıldıktan sonra bir anda boşluğa düşen şeyhlerden
olmadığını söyleyebiliriz.
Kenan Rifâî, talebelerinin ifadesine göre vahdet felsefesini zirveleşmiş
mertebede temsil eden bir kişidir. O, fail olarak sadece Allah’ı kabul eder,
kuldan gelen emri de Hak’tan bilir. Bu düşünce yapısı onun tekkelerin
kapatılmasına yönelik bakış açısının zeminini oluşturur ki o bu neticeyi
Allah’ın bir tecellîsi olarak görmüştür: “...Evvelce zahir tekkesinde demsâz
idik, şimdi kalp tekkesinde dilsâzız. Allah böyle istemiş böyle yapmış. Mademki
ondan geliyor, hepsi hoş. Şimdi ten tekke oldu, gönül de makam, yine kalpler
cemal nuriyle doldu.”[321] O bu kararı Allah’tan
bilmekte, Allah’ın muradının bu yönde olduğunu söylemektedir. Yine yaşamış
olduğu bir hadiseye verdiği tepki bu anlayışın yansıması niteliğindedir. Bir
gün yanında bulunan Doktor Server Hilmi Bey istiğrak haline dalarak semaya
başlar. Ancak o hemen müdahale eder ve bu zamanda böyle şey yapılmayacağını,
yasak olduğunu, ulü’l-emr’in sözüne tâbi olunması gerektiğini, çünkü onu
söyleyenin de Hak olduğunu ifade eder.[322]
Gelinen noktayı Allah’ın bir tecellîsi olarak gören Rifâî, tekkelerin
içinde bulunduğu o günkü olumsuz duruma da dikkat çeker. Esasında ona göre
tarîkat; edep, irfan ve insanlıktır ama o gün için artık tekkelerde bu unsurlar
arka plana itilmiştir. Birçok tekke gezen Rifâî, tarîkat kurumunda mürşitliğin
ölçüsünün zikir ve devranda üstad olmakla yani falan şeyh kıyam zikrinde daha
iyi gibi kıyaslamalarla ölçüldüğünü söylemektedir. O, tarîkat kurumunun kuru
bir şekil ve merasimden ibaret kaldığı, tekkelerin muasır devrin ihtiyaçlarını
karşılayacak ilmî yeterliliğe sahip olmaktan uzak olduğu görüşündedir.
İstanbul’da bulunan dört yüz civarındaki dergâhın hiçbirisinin irfan müessesesi
olmadığını açıkça söylemesi,[323] bu kanaati oldukça
benimsediğinin bir göstergesidir.
Tekkeler kapatıldıktan sonra yaşanan bir hadise yine onun düşünce
dünyasının tezahürüdür. Bir gün yakınlarından biri Kasımpaşa’da bulunan Rifaî
dergâhının dans salonu yapıldığını üzülerek anlatınca Kenan Rifâî bu kişiye şu
cümlelerle karşılık vermiştir: “Niçin canın sıkılıyor? O zaman da dans
ediliyordu, şimdi de öyle. Devranla dansın farkı yok ki... Yalnız biri
cismanidir; kaşı gözü solacak bir dilberi ağuşuna alıp döner, öteki ise baki
olan cemalullahın seyr u temaşasıyla sema eder.”[324]
Sonuç olarak Kenan Rifâî, tekkelerin kapatılmasına yönelik muhalif bir tavır
sergilememiş, bu karara itaat edilmesi gerektiğini vurgulamıştır. Öyle ki yasak
kararından sonra talebelerine tarîkat merasimi hakkında amelî ve nazari hiçbir
bilgi vermemiştir. Tekkelerin seddine karşı tutunduğu tavırdan hareketle onun
bundan sonraki yaşamında tekke âdetlerinden uzak bir hayatı kabullenmiş
kişilerden olduğunu söyleyebiliriz.
Veled
Çelebi İzbudak (öl. 1953)
Konya Mevlana Dergâhı postnişinliği görevinde bulunmuş Veled Çelebi farklı
zamanlarda devlet memurluğu ve milletvekilliği yapmış, Cumhuriyet dönemindeki
inkılaplara karşı genelde olumlu yaklaşımlar sergilemiş bir kişidir. Veled
Çelebi’nin kişilik özellikleri ve Mustafa Kemal ile yakın ilişkisi inkılaplara
karşı olumlu yaklaşımını anlamak açısından önemlidir.
Devlet İzbudak’ın ifadesine göre, babası Veled Çelebi ileri görüşlü ve
açık fikirli bir kişidir. Yeniliklere açık, insana saygılı, Mustafa Kemal ve
ilkelerine son derece bağlıdır. Devlet İzbudak babasının karakterini şu
cümlelerle anlatır: “.İşte Veled Çelebi bu idi: Değiştirilemeyecek olaylara
karşı tevekkül, yeniliklere karşı merak ve ilgi.”[325]
Veled Çelebi ile Mustafa Kemal arasındaki yakın ilişkiyi
Devlet İzbudak, Mustafa Kemal’in çok sık ve sabahları erken saatlerde babasının
Ankara Kavaklıdere’deki evine geldiğini söyleyerek ortaya koymaktadır. Ayrıca
iki şahsiyet arasındaki yakınlığı bir hatıra ile de dillendirmiştir. Buna göre;
Mustafa Kemal’i Kastamonu dönüşünde Ankara’da Veled Çelebi başında sikke ile
karşılamış, bu manzarayı görünce canı sıkılan Mustafa Kemal, Veled Çelebi’ye
başını açmasını söylemiştir. Çelebi de sikkeyi çıkarıp koltuğunun altına
koymuştur. Bir gün sonra Mustafa Kemal, Veled Çelebi’nin evine giderek onun
gönlünü almaya geldiğini söylemiştir.[326]
Veled Çelebi’nin kılık kıyafet konusundaki düşüncelerine bakıldığında da
inkılaplara karşı negatif bir yerde durmadığı görülebilir:
“...Ne biz Konyalı
elbisesi giymekle Çelebilikten çıkarız ne de Azerbaycan ve Tebriz ciheti
ahalisi elyevm Mevlevî gibi külah giymekle Mevlevî olurlar. Herkes kendi
kavminin elbisesiyle eda-yı farize-i dîn eylemektedir. Mesela sikke üzerine
sardığımız destar nedir? Öteden beri ihtiyar olunmuş bir kisvedir. İcra-yı ayin
için iktisası vecibedendir. Fakat bu şekilde kisve giymek insanın faziletini
artırmadığı gibi anı çıkarınca da insan dervişlikten uzaklaşmaz.”[327]
Bu fikirleri nedeniyle çevresi tarafından fazlaca eleştirildiğini söyleyen
Veled Çelebi, Mustafa Kemal’in işareti ile ilk şapka giyenlerden birisi olmuş
ve bu konuda kendisini eleştirenlere yönelik “Dokunma Hoca Şapkama” adlı bir
şiir yazmıştır.[328]
Veled Çelebi’nin genelde inkılaplara, özelde ise tekkelerin kapatılmasına
karşı negatif tutum sergileyecek bir yerde durmadığını söyleyebiliriz. Onun,
tekkeler kapatılınca dillendirdiği mısralar da bu işin erbabının pek
kalmadığına, dergâhların zaten boş olduğuna işaret eder ki gelinen noktayı bu
kurumların gidişatının bir neticesi olarak görmüştür:
Hak ehli olunca içimizden mefkûd
Cahiller edince arş-ı irşada su‘ûd,
Beyhude figan etmeyelim layıktır,
Dergehlerimiz boş idi oldu mesdûd[329]
Abdülbaki
Gölpınarlı (öl. 1982)
Ailesi vesilesiyle erken yaşlarda tasavvuf ve tarîkat kültürü içinde
bulunan Gölpınarlı sekiz yaşlarında Bahariye Mevlevîhânesi ile tanışmıştır.
Özellikle Mevlevîlik, Mevlânâ ve tarikatlarla ilgili araştırmalarıyla tanınan
ve Şiî inanca mensup bir kişidir. Birçok eser kaleme alan Gölpınarlı
tarîkatların kapatılmasına dair görüşünü Mevlevîlik özelinde bir değerlendirme
yaparak ortaya koymuştur.
Onun ifadelerine göre; bir Mevlevî olan III. Selim döneminde Mevlevîlik
münevver zümre içinde en yüksek mevkii almıştır. Bu dönemde Mevlevîhâneler
tamir edilmiş, vakıfları çoğaltılmış, şeyh ve dervişlere padişah ihsanda
bulunmuş ve birçok kişi Mevlevîliğe teveccüh etmiştir. III. Selim’den sonra II.
Mahmud da Mevlevîliğe büyük bir sevgi beslemiştir. Mevlevîlik halk zümresinden
kopup edebiyatta divan şiirini, müzikte klasik şark müziğini ve münevver
zevkini benimsemiş, sonuç itibariyle yüksek zümreye mal olmuştur.[330] Mevlevîlik bu konuma gelince
vakıflar, atiyeler, imtiyazlar artsa da halktan kopması nedeniyle tarikatın
yayılması durmuş, hayatiyeti sönmüş, dağılmaya ve çürümeye başlamıştır.
Tekkelerde neyzen, kudümzen ve ayinhan bulunmadığı için ayinler yapılamaz
olmuştur. Mevlevîlik ailevî bir tarîkat olmuş, ailesinde Mevlevî olmayan
kişinin bu tarikata intisabı artık görülmez olmuştur. Münevver zümrenin
eskileri vefat edip yenileri de yeni bir görüş ve anlayış doğrultusunda Batı’ya
yönelerek farklı bir hayata adım atınca, Mevlevîlik bu zümreden de kopmuş ve
kendi içine gömülmüştür. Mevlevîliğin belli bir zaman dilimini bu şekilde özet
olarak değerlendiren Abdülbaki Gölpınarlı son cümlelerini şöyle noktalar:
“...İşte tarîkatların ilgası ve tekkelerin kapanışı, zamanında yapacağını
yapmış ve tabiî seyrini takip ederek bu hale gelmiş bir müessesenin karşılaştığı
tabiî bir sonuçtu. Milletin iradesiyle çıkan kanun, kendiliğinden olan bir
hâtimenin Fatiha’sından başka bir şey değildi.”[331]
Gölpınarlı bu değerlendirmesi ile tekkelerin işlevini zaten yitirdiğini ve
tabiatıyla bu kurumların kendiliğinden kapandığını, sonuç itibariyle böyle bir
kararın normal karşılanması gerektiğini vurgulamaktadır.
Tarihî, fikrî konular ve roman, hatıra gibi farklı alanlarda birçok eser
kaleme alan yazar Ayverdi, Ümmü Kenan Dergâhı postnişini Kenan Rifâî’nin
talebelerinden olup tekkelerin sed edildiği dönemi yaşamış bir kişidir.
Sâmiha Ayverdi’nin tekkelerin seddine verdiği tepkiye geçmeden önce onun
bu kurumlar hakkındaki düşüncelerine yer vermek isabetli olacaktır. Ayverdi;
Rifâî, Kadirî, Mevlevî gibi farklı isimlerle ifade edilse de aynı hedefe sahip
bir derviş için tekkenin, müşterek terbiye, müşterek görgü ve müşterek
felsefenin pişirilip kotarıldığı bir ocak olduğunu söyler. Tekke, insanın
karanlık benliğini aşk ve iman ile arıtıp aydınlatan bir mekteptir. Bütün güzel
sanat kollarının yan yana olduğu bu mektebe terbiye ve irfan meydanı denir.[332] Ayverdi’ye göre tekkeler,
tasavvufun amelî cephesi olup bir nevi laboratuvar işlevi görmüştür. Tasavvuf
ve tarikat nazariyelerinin tatbikat ve tecrübe mahalli ve insan ruhunu bir
manevî kıymetler sistemine göre üslup ve nizama sokmak üzere kurulmuş talim ve
tedris ocakları olan tekkelerin hedefi, insanın sahip olduğu değerleri bulup
işleyerek, topluma temiz, seviyeli ve aktif bireyler kazandırmaktır.[333]
Ayverdi, tekkelerin Türk dili üzerindeki etkisine vurgu yapmıştır.
Asırlarca nefesleri, ilahileri, kasideleri, naatları ile Türk dilini terennüm
edip halk arasına geniş ölçüde yaymış olan tasavvuf edebiyatı ve tekkelerin,
Türkçenin yaşamasına önemli katkı sunduğu kanaatindedir. Ona göre; toplumda
faaliyet gösteren tekkeler halkın imanını parlatmış, vicdanını durulaştırmış,
halkın diline ve gönlüne Muhammedî bir şevk vermiştir. İşte bu tasavvuf
ocaklarını parlatan erenler Türk tarihinin medeniyet kahramanlarıdır.[334] Ayverdi, Selçuklu ve Osmanlı
dönemini mayalayan Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Necmeddîn-i Dâye, Evhadüddîn-i
Kirmânî, Sadreddin Konevî, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Hacı Bayrâm-ı Velî gibi
şahsiyetleri, sıkı bir şekilde şerîata bağlı alim mutasavvıflar olarak
nitelemiştir.[335]
Tekkeler hakkında bu görüşlere sahip olan Ayverdi, 26 Nisan 1945 tarihinde
Mehmet Ali Ayni ile bir görüşmesinde tekkelerin kapatılması hakkındaki
görüşlerini ifade etmiştir. Ayni, sohbet esnasında, tekkelerin son zamanlarda
manalarını kaybettiklerini, bu şekilde devam etmelerinin mümkün olmadığına dair
geçmişte bir yazı yazdığını hatırlatınca, Ayverdi de Cumhuriyet döneminde bu
kurumların kapatılmasını isabetli bulduğunu söylemiştir. Bu görüşte olmasının
sebebi ise tekkelerin hakiki manasından kopmuş olması ve kuru bir şekle
bürünmesidir. Ayverdi’ye göre; tekkeler artık tarihe mal olmuştur: “Tekke,
tasavvuf odunlarıyla parlatılan bir ocak oldukça ve bu ocakta ilim, irfan ve
aşk aşı pişirildikçe bir kıymettir. Yoksa olması ile olmaması müsavidir. Esasen
hüküm sahibi Allah’tır. Onların devamını istemeyen de gene o dur.”[336] Ayverdi, irfan seviyesi
yüksek bir tekkeyi, bir köşede açılan revirden daha faydalı görmektedir. Çünkü
hastalık sadece bedene musallat olmaz. İnsan ruhu tedaviye daha fazla
muhtaçtır.[337] Ayni’nin bu sohbetteki
ifadelerinden tekkeler konusunda Ayverdi ile aynı görüşte olduğunu da öğrenmiş
oluyoruz.
Sâmiha Ayverdi 2 Haziran 1946 tarihinde avukat Hasan Lâmi Yener ile
yaptığı sohbette de yine tekkeler hakkındaki görüşünü paylaşmıştır. Yener,
“Eyvah! Ben bir tarafa bağlanamadan tekkeler örtüldü.” dediği bir hatırasını
anlatınca, Ayverdi de şöyle karşılık vermiştir: “Mademki fail Allah’tır
diyoruz, şu halde tekkelerin örtülmesini emreden de O’dur. Dergâh demek irfan
ve birlik saçan bir ocak demektir. Fakat gayesinin hikmetini kaybettiği için
Allah da isminin bir menfaat ve cehalet köşesinde yâdını kıskanarak böyle
ferman etti.”[338]
Genel olarak Ayverdi’nin görüşlerine bakıldığında o, tekkelerin Anadolu
topraklarında önemli hizmetler yapan ocaklar olduğu ve tasavvuf yolunun
esaslarına riayet ederek bu ocakların devamını sağlayan erenlerin de birer
kahraman olduğu görüşündedir. Ancak son dönemde bu kurumlar bu vasıfları
yitirdiği için tekkelerin kapatılmasını isabetli bir karar olarak görmüştür.
Ayrıca faili Allah olarak görüp “Tekkelerin kapatılmasını Allah istemiştir.”
doğrultusunda bir fikre sahip olması, konuyu şeyhi Kenan Rifâî’nin anlayışı
doğrultusunda değerlendirdiğini göstermektedir.
Mevlevîhâne, Tanzimat’tan itibaren sürdürdüğü yenilikçi karakterini ve
merkezi otoriteye bağlılığını inkılaplar döneminde de devam ettirmiştir. Konya
Mevlânâ Dergâhı son postnişini Abdülhalim Çelebi (öl. 1925) 3 Mart 1924
tarihinde halifeliğin kaldırılmasının ardından 10 Mart 1340/1924’te Mustafa
Kemal’e gönderdiği telgrafta “...Millet-i necîbemizin başına bir tâûn bela
kesilen hanedan saltanatından hilafetin ilgasıyla vatan haricine teb‘idleri
icraât-ı devletlerinin ayrıca bir şaheseri ve mucibi halâs olmasından tebrikât-ı
naçize-i samimiyemi.”[339] şeklinde devam eden
ifadeleriyle halifeliğin kaldırılmasına taraftar olduğunu bildirmiştir. Benzer
tavrı şapka kanunundan sonra da sergileyen Çelebi, Konya’ya gelen Mustafa
Kemal’in kendisine hediye ettiği şapkayı giymiştir. Fakat Abdülhalim Çelebi’nin
inkılaplara karşı bu olumlu tavrını tekkelerin kapatılması meselesinde
göremiyoruz. Tekke ve zâviyelerin kapatılacağı haberleri duyulunca telaşlanan
Abdülhalim Çelebi hemen Konya Mebusu Muhterem Kazım Hüsnü Bey ve diğer iki
mebusa hitaben bir mektup kaleme alarak Ankara’ya gelmekte olduğunu, gelince
konuyu istişare edeceğini bildirmiştir.[340]
Ankara’ya gelen Çelebi Konya’daki Mevlevî arazileri
hakkında Mustafa Kemal’e müracaat etmiş[341]
ancak Mustafa Kemal bu konuda bir ayrıcalık tanımamıştır. Tekkelerin
kapatılmasından oldukça etkilenen Çelebi, Konya’dan İstanbul’a gelmiş,
Beyoğlu’nda Emperyal Otel’in üst katında bir odada kalmıştır. İstanbul’a
gelince sakalını kestirmiş ve redingot elbise giymiştir. Bir zaman sonra
kaldığı otelin balkonundan düşerek vefat etmiştir.[342] Baş dönmesi nedeniyle
düşerek öldüğü veya siyasî sebeplerle suikasta uğradığı da söylenmektedir.
Ancak ailesi, hırsızlık için işlenmiş bir cinayete kurban gittiği
kanaatindedir.[343]
Konuyu değerlendiren bazı akademisyenlere göre tekkelerin
kapatılması Mevlevîlerde büyük bir travma meydana getirmiştir. Bu tarîkat
mensuplarından yönetime karşı ciddi bir tepki gelmemişse de kendileri oldukça
sıkıntıya düşmüştür. Bazıları “olanda hayır vardır” deyip itidalle meseleye
yaklaşsa da hayata küsüp savrulanlar da olmuştur.[344]
Abdurrahman
Sami Niyazi (öl. 1934)
Çanakkale’de bulunan Uşşâkî şeyhi Ahmed Şücâeddîn Efendi’den halifelik
alan Manisalı Abdurrahman Sami Niyazi, ayrıca Nakşibendiyye, Kadiriyye,
Sa‘diyye,
Şâbâniyye, Rifâiyye, Bedeviyye, Gülşeniyye, Şâzeliyye, Desûkıyye,
Mevleviyye tarikatlarından da icazetli olup İstanbul Kasımpaşa Yahya Kethüdâ
Dergâhı şeyhi olarak 345 görev yapmıştır.[345]
İstanbul’da iyi bir medrese eğitimi alan Sami Niyazi, Arapça ve Farsçaya
vakıf olmasının yanında Fransızca da bilmektedir. Tasavvufi alanda eser
yazmakla beraber, tefsir, fıkıh, kelam, hadis, sarf, nahiv gibi zahiri
ilimlerde de eserler vermiş, kaleme aldığı eserler dikkate alındığında zahiri
ve batıni ilimlere vakıf olduğu ifade edilmiştir.[346]
Bu derece ilmi kifayete sahip bir postnişin olan Abdurrahman Sami Niyazi,
tekkelerin kapatılmasını bu kurumları eleştirerek değerlendirmiştir.
Etrafındaki bir kısım insanların bu müesseselerin kapatılmasına üzülüp
şikâyette bulunmalarına, “Evladım, o dergâhlarda bir zamanlar
bülbüller öterdi, şimdi kargalar işgal etti. Biz de kapattık.”[347] cümleleriyle karşılık vermiştir. Onun
ifadelerinden anlaşılmaktadır ki tekke müessesesi geçmişteki güzel vasıflarını
yitirmiş, niteliksiz kişiler buraların müdavimi olmuştur. Tabiat gereği bülbül
sesinin insanı cezbetmesi, karga sesinin ise rahatsız edici olması dikkate
alınırsa Abdurrahman Sami Niyazi’nin “bülbül ve karga” örneğini vermesi
kanaatimizce rastgele bir ifade olmayıp o günkü tekke kurumunun içinde
bulunduğu durumu anlatması açısından dikkat çekicidir. Ona göre tekkeler artık
cezbediciliği kalmamış yapılar haline gelmiştir. “Biz de kapattık” ifadesinin
ise tekkelerin bu duruma gelmesine razı olmamanın neticesi olarak kapatma
kararına destek vermeyi veya bu karara itirazda bulunmamayı işaret ettiği
söylenebilir. İlmi vasfa haiz bir tekke şeyhinin kendi görev yaptığı kurumun
sed edilmesine bu şekilde tepki vermesi, onun konuya duygusal değil, ilmi ve
akli bir cepheden bakması olarak değerlendirilebilir.
Fatih türbedarı olarak tanınan ve Şâbâniyye tarikatına mensup olan Amiş
Efendi, hayatının bir döneminde Melâmi anlayışı benimsemiştir. Müridlerini
melametle irşad etmiş, tarikatlara ait merasim, adap ve erkândan uzak
durmuştur. Kendisi tekkelerin açık olduğu bir zamanda vefat etmiştir. Ancak
kendi ağzından nakledilen bir cümlenin onun tekkelerle ilgili konuya
yaklaşımını anlamamıza yardımcı olacağını düşünerek burada yer vermek
istiyoruz. Bir gün türbedeyken, talebesi Abdülaziz Mecdi Tolun’a
Fatih’in sandukasını ve etrafındaki gümüş parmaklıkları göstererek “Bunlar zait
ve faydasız şeylerdir, satmalıdır, böyle durdurulmamalıdır.”[348] demiştir. Bu cümle onun sahip
olduğu Melâmî anlayışı yansıtmaktadır. Tekkelerin kapatıldığı dönemde hayatta
olmayan Amiş Efendi’nin bu konuya yaklaşımı elbette kendi ağzından
duyulmamıştır. Fakat yukarıda da ifade ettiğimiz gibi tarîkatlara ait merasim,
adap ve erkân ile pek ilgilenmeyen, şekilsel unsurları zait gören bir kişinin
tekkelerin kapatılmasına muhalif olmayacağını söyleyebiliriz.
Abdülaziz
Mecdi Tolun (öl. 1941)
Fatih türbedarı Amiş Efendi’nin talebesi olup Melâmî anlayışa sahip bir
mutasavvıftır. Cumhuriyet’ten önce kısa bir zaman milletvekilliği, Şer‘iyye ve
Evkâf Vekâleti görevlerinde bulunmuştur. Cumhuriyet döneminde ise resmî ve özel
bir görev kabul etmemiş, evinde dinî- tasavvufî sohbetler yapmıştır.
Yeni dönemde hedeflenen düzen için 1924’ten itibaren İslâm kamusal alanın
dışına çıkarılmıştır. Bu dönemde Melâmîler bir tehdit olarak görülmese de
tasavvufi camia içerisinde olmaları nedeniyle kendileri için bir şüphe yine de
var olmuştur. Örneğin bir tekke şeyhi ve bir tarikat müntesibi olmayan Tolun,
hürmet edeni ve ziyaretçisi çok olduğu için, tekkeler kapatıldıktan sonra,
tarîkat fikrini müdafaa edip yaymakla itham olunmuş, ancak hükümet herhangi bir
takip ve soruşturmaya gerek duymamıştır. Zaman zaman bu tür isnatlarla karşı
karşıya kalan Tolun’un bir defasında evinde arama yapılmıştır. Bu tür
hadiselerden dolayı, sohbetlerinde siyasî konulara pek girmeyip hükümet ve yapılan
inkılaplar hakkında tartışmak isteyenler olunca da kısa sözlerle onları tatmin
etmeye çalışmıştır. Kendisi sûfî bir kişi olarak hayır ile şerri hep Allah’tan
bilmiş, yapılan inkılaplar hakkında da “Allah’ın iradesi olmadan, kudreti
taalluk etmeden bir sinek bile kanadını oynatamaz.”[349]
diyerek muhalif bir yerde durmadığını ortaya koymuştur. Bu konuyu hikmetli
sözlerle anlamayan ve aşırı tepki veren kişilere de “Mesleğimiz susmaktır,
susuyoruz. Gönülden geçene de karışamazlar ya.” diyerek dinin bir vicdan işi
olduğunu, hükümetin de buna müdahale etmediğini söylemiştir.[350]
Melâmîler Cumhuriyet dönemindeki bazı uygulamalara siyasî değil, dinî bir
anlam yüklemişlerdir. Nitekim tekkelerin kapatılmasını da siyasî değil, dinî
nitelikli bir karar olarak görürler. Yapılan yenilikleri meşru gören Melâmîler,
karakteristik yapıları gereği siyasetin dışında kalmayı ve yönetimin tepkisini
çekecek çıkışlarda bulunmamayı tercih etmişlerdir.[351]
Şunu vurgulamak gerekir ki Melâmîliğe göre tasavvufi bir müessese olmaz.
Dolayısıyla Melâmîlere ait bir kıyafet, tekke, vakıf vb. hiçbir zaman
olmamıştır. Çünkü tasavvuf, Melâmîlere göre gönülden gönüle akan bir şey olup
maddî ve mali hususlarla alakası yoktur. Bu yaklaşım tarzı, tekkeler
kapatıldıktan sonra Melâmîlerin yeni döneme diğer tarîkat mensuplarına nazaran
daha çabuk uyum sağlamalarını kolaylaştırmıştır. Çünkü onların kapatılan bir
tekkesi, yasaklanan bir kıyafeti olmamıştır.[352]
" Ahmet Remzi Akyürek (öl. 1944)
Remzi Dede, Kayseri Mevlevîhânesi şeyhi Süleyman Ataullah Efendi’nin oğlu
olup Kayseri’de doğmuştur. Kendisi babasından sikke giyse de İstanbul’a
geldiğinde Yenikapı Mevlevîhânesi şeyhi Celaleddin Dede’ye intisap edip sema
çıkarmış ve ondan sikke giymiştir. 1919 yılında Üsküdar Mevlevîhânesi
şeyhliğine tayin edilen Remzi Dede,[353]
tekkeler kapatıldığında bu tekkede görev yapmaktadır. Doğduğu günden beri
Mevlevî tekkesinin atmosferini soluyan Remzi Dede için tekkelerin kapatılması
kararı üzücüdür. Ancak o bu kararı sükûnetle karşılayanlar arasında olup
dilinden şu mısralar dökülmüştür:
Hâmûş ise bülbül-i nâlân unutulmaz
Gül mevsimi geçmekle gülistan unutulmaz
Peymâne tehî meykede der-beste ne mânî
Sâki-i vefakâr ile peymân unutulmaz [354]
(Bülbül sussa da iniltisi unutulmaz, gül mevsimi geçse de gül bahçesi
unutulmaz, ilâhî aşkın sunulduğu kadeh boş, meyhane (tekke) kapalı olsa da
vefakâr sâkî (şeyh) ve verilen sözü hatırlamaya bir mani yoktur, onlar
unutulmaz.)
Bu mısralarda Remzi Dede, genel olarak tekke yaşamının unutulmayacağını,
kalpte bu sevginin devam edeceğini söylemektedir. Ayrıca tekke kapalı olsa bile
şeyhin ve tarîkat yolunda ilerlemek için verilen sözün unutulmaması
gerektiğini, tekkeye ait ritüellerin bundan sonra olmayacak olsa da kalbî bağın
devam edeceğini ifade etmektedir.
Tekkeler kapatılınca Üsküdar Mevlevîhânesi kayd-ı hayat şartıyla Remzi
Dede’ye verilmiştir. Kendisi çalışkan bir yapıya sahip olup bu zaman diliminden
sonra Üsküdar Hacı Selim Ağa Kütüphanesi baş memuru olarak görev yapmış, bu
dönemde kendisini ilme vererek çevresindeki kişilerin eğitimleriyle yakından
ilgilenmiştir. 1937’de bu görevinden istifa edip Ankara’ya gelmiş, Eski Eserler
Kütüphanesinde müşavir olarak çalışmıştır. Kayseri’de vefat eden Ahmet Remzi
Akyürek, Seyyid Burhâneddin Tirmizî türbesine defnedilmiştir.[355]
Ahmed
Celaleddin Dede (öl. 1946)
Gelibolu Mevlevîhânesi şeyhi Hüseyin Azmi Dede’nin oğludur. Bir dönem
Üsküdar Mevlevîhânesi şeyhliği yapan Celaleddin Dede 1910 yılında Galata
Mevlevîhânesi şeyhliğine tayin olunmuş ve tekkelerin kapatılmasına kadar bu
vazifeye devam etmiştir.[356] Bu dergâhın son
şeyhi olan Celaleddin Dede’nin tekkelerin kapatılmasına yönelik duygularını şu
mısralarından öğrenmekteyiz:
Asumandır kubbesi, hep ahterân avizesi
En ziya-bahşâ kanâdili güneşle mâhtır
Seddolunmakla tekâyâ, kaldırılmaz zikr-i Hak
Cümle mevcûdât zâkir, kâinat dergâhtır [357]
(Gökyüzüdür kubbesi, yıldızlar avizesi. En fazla ışık saçan kandilleri
güneş ve aydır. Tekkeler kapatıldı diye Allah’ın zikri ortadan kaldırılmaz.
Çünkü bütün varlıklar zâkir, kâinat da dergâhtır.)
Celaleddin Dede’nin duyguları gayet açıktır. O, bütün kâinatı bir tekke
olarak görmektedir. Çünkü kâinattaki her şey Allah’ı zikretmektedir. Bu da bize
Kur’ân-ı Kerîmeden bir âyet-i kerimeyi hatırlatıyor: “Göklerdeki ve
yerdeki her şey Allah’ı tespih etmektedir. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve
hikmet sahibidir.”35 Celaleddin Dede tekkenin olmayışını Allah’ı
zikretmeye engel görmeyip bu bakış açısıyla insanları işin özüne davet
etmektedir. Elbette herhangi bir meselede şekilsel unsurları tamamen gereksiz
görmek doğru bir yaklaşım değildir. Çünkü insanın da ruhunu taşıyan bir bedeni
yani bir şekli vardır ve bu çok güzel bir beden de olabilir. Fakat insan
ölümlüdür. Onun ölümü ise yok olması demek değildir. Celaleddin Dede’nin
anlatmaya çalıştığı da işte bu misaldeki gibidir: Beden ölse de ruh ölmez.
Ayrıca, Cumhuriyet dönemindeki kapatma kararını bazı tekke mensuplarının
sükûnetle karşılamasının sebeplerinden birinin, tasavvuf tarihinde tekkelerin
varlığı henüz söz konusu değilken sûfî yaşamın yine mevcut olmasından hareketle
gelişen bir bakış açısı olduğu kanaatindeyiz.
Mehmed Zahid Kotku’nun (öl. 1980) medrese ve tekke arkadaşı olan Bekkine,
Gümüşhanevî Tekkesi Şeyhi Tekirdağlı Mustafa Feyzi Efendi’den (öl. 1926)
icazetli olup Nakşibendî-Hâlidî şeyhidir. Tekkelerin kapatılmasından sonraki
dönemde etrafında halka olan talebelerine ilim ve irfan tedrisinde bulunarak
Nurettin Topçu gibi kişilerin yetişmesinde etkili olan bir mutasavvıftır.
Abdülaziz Bekkine’nin tekkelerin kapatılması ile alakalı görüşünü
zikretmeden önce, onun dünyasında dervişliğin ne demek olduğunu ortaya koymak
yerinde olacaktır. Onun sohbet halkasında bulunmuş kişilerin ifadelerine
bakıldığında tekkenin dört duvarını aşan bir bakış açısına sahip olduğunu
görüyoruz. Onun bu düşünce dünyasının inşasında, şeyhi Tekirdağlı Mustafa Feyzi
Efendi’nin “Tekkeler kapatıldı diye hayıflanmayınız. Kapatılan bir binanın
kapısıdır, kapatılamayan gönül kapısı ve ilahî aşk yoludur. Bu yolunuz ve
kapınız daima açık olsun.”[358] [359]
cümlelerinin etkili olduğu anlaşılmaktadır. Şeyhinin anlayışı doğrultusunda
gönül kapısını ve muhabbet yolunu her daim açık ve canlı tutan Bekkine
etrafında insanların halka olmasını sağlamış ve cemiyet içinde aktif bir
dervişlik anlayışını öğütlemiştir. Kendi dönemini işaret ederek bir dervişin
“ben” duygusuna kapılma riski var diye toplumdan uzak durmasını doğru bulmayan
Bekkine, asıl dervişliği, hem kişinin kendi gururuyla hem de düşmanla mücadele
etmesi olarak görmüştür. O, benliğe düşmek endişesiyle inzivaya çekilmenin,
pisboğazlıktan korkup aç durmak gibi olduğunu söyleyip bir Müslüman’ın kendi
milletine ilgisiz kalmaması gerektiği kanaatindedir. Sosyal çalışmalar
neticesinde kişi şöhret de olabilir ki bu herkes için kötü olmayıp bir kısım
insanların örnek olmasını temin eder. Örneğin Hz. Ömer de meşhurdur ama
mütekebbir değildir. Bir Müslüman’ın toplum için faydalı olması neyi
gerektiriyorsa ona yönelmelidir anlayışında olan Bekkine, mesela milletvekili
olmasını gerektiriyorsa o işi yapmalı, gençliği yetiştirip aydınlatması icap
ediyorsa o yönde çalışmalıdır diye talebelerine telkinde bulunmuştur. O, bu
çalışmaların birer tespih yerine geçtiğini, tabi tespihe de devam edilirse daha
güzel olacağını[360] söyleyerek klasik bir tekke
şeyhi psikolojisinden sıyrılmış ve yaşadığı çağın dervişlik kriterlerinin
farklı olduğunu dillendirmiştir.
Tekke atmosferini tecrübe etmiş, bu kurumların kapatıldığı zamana da şahit
olmuş Abdülaziz Bekkine tekkelerin kapatılmasını “Bu tekkeler kapanmayı hak
etmişti. Çünkü bu tekkelerin içinde İslâm’ı muhafaza eden tekke fevkalade
azalmıştı. Onun için Allah kapattırdı.”[361]
cümleleriyle değerlendirmiştir. Onun bu ifadesinden, mevcut tekkelerin İslâm’ın
esaslarından uzaklaştığı anlaşılmaktadır. O bu durumdan rahatsız olup bu
müesseselerin kapatılmasını kaybettikleri çizginin doğal bir sonucu olarak
görmüştür. Bekkine’nin, Nakşî olması nedeniyle hafî zikirle meşgul olması ve
yukarıda ifade ettiğimiz dervişlik anlayışı dikkate alındığında, hayatında
tekkenin yokluğunu çok fazla hissetmediğini söyleyebiliriz.
Cumhuriyet döneminde uzun süre Millî Eğitim Bakanlığı yapmış olup ayrıca
bir Mevlevî muhibbidir. Çocukluğu kendi ifadesiyle Yenikapı Mevlevîhânesinde
geçen Yücel’in, inkılap kanunlarına muhalif bir tavır sergilemediğini ve
kanunlara uyulması gerektiğini düşünen bir kişi olduğunu ifade etmeliyiz:
“Her şeyimiz gibi Mevlevî
ayinini de bilmeliyiz ve gençlere göstermeliyiz. Fakat bu ancak hükümet
müsaadesiyle türbede ve tıpkı aslında olduğu gibi yapılır... Yeter ki kıymeti
maziye ait görülsün. Bu gösteri günlük hayatın bir cephesi olarak alınamaz.
Meydanlarda, sokaklarda Mevlevî kıyafeti ile gezilmesi kanun hilafı bir
harekettir. Yapılmamalı ve yaptırılmamalıdır.. .”[362]
Tekke terbiyesinde büyümüş olan Yücel, “Varlığın sahibi ve kendisi olan
Tanrı’nın büyüklüğü önünde eğilmek olan ibadeti Mevlevî tekkesinde ve
Mevlânâ’dan öğrendim.”[363] diyerek de tekkeye
olan vefasını sergiler. Bununla beraber Yücel, tarîkat adabı doğrultusunda çile
tamamlamış bir Mevlevî dervişi değildir.[364]
Hasan Âli Yücel tekkeyi sevmekte ve içinde büyüdüğü tekke ortamından
olumlu cümlelerle bahsetmektedir: “Ben çocukluğumu üç çevrede geçirdim: ev,
mahalle mektebi, Yenikapı Mevlevî Tekkesi... Güzel nağme olarak ilk duyduğum
ses ney demidir... Küçük yaşta tekkede mukabele olurken o tanrısal seslerin
havasında kendimden geçecek kadar zevk aldığımı apaçık hatırlarım.” Yücel
cümlelerinin devamında, tekkede olgun insanlar tanıdığını ve bunları
hayatlarının sonlarına kadar takip ettiğini, ağızlarından bir ağır söz,
kendilerinden bir ters hareket, yapılmış ricalara ‘eyvallah’tan başka cevap
duymadığını, tekke ehlinin temiz ruhlu, ince, zarif insanlar olduğunu söyler.
Tekkede, anlatıldığı gibi eğlenceye, laubali hallere bir kere bile
rastlamadığını, dedelerin şeriatın emirlerine bağlı, namazında niyazında
insanlar olduğunu açıklamayı da kendisine vicdanî bir vazife olarak
görmektedir.[365]
Hasan Âli Yücel çocuk yaşlarda tekke ortamını yaşasa da onun için esas
olan tekkeden ziyade Mevlânâ’nın şahsıdır. Çünkü Mevlânâ bir tarîkat kurmamış,
Mevlevîlik, Mevlânâ’nın oğlu Sultan Veled tarafından şekillendirilmiştir.
Yücel’e göre üzerinde durulması gereken nokta; Mevlânâ’nın nasıl bir insan
olduğu, ne düşündüğü, insanlara ne mesaj verdiği ve yaşamıdır. Ancak ona göre
ortada bu yoktur ve öğrenilmesi gereken bırakılmış, kabukta kalınmıştır.[366] Yücel bu düşünceleriyle,
insanların işin özünden uzaklaştığına dikkat çekmektedir. Yücel’in, tekkeye ait
şekilsel unsurların Mevlânâ’dan sonra teşekkül ettiğini söylemesi esasında
tekkelerin kapatılmasına verdiği tepkinin zeminini oluşturmaktadır:
“Mevlevîlik şüphesiz
Mevlânâ’nın eseridir. Fakat onun kurduğu bir müessese değildir. Mevlânâ oralı
değildi. Mevlânâ’nın mezhebi, zümresi, davası, evi, barkı, tekkesi, cübbesi,hatta
sikkesi, hiçbir şeyi yoktu. Yalnız dini vardı. Çünkü sadece Allah’ı vardı. Onun
için, Allah’tan başka, büyük hakikatten başka hiçbir şey mevcut değildi...
Bugün için Mevlevîlik hususi bir durağa muhtaç olmayan bir duyuş ve düşünüş
bağlılığıdır. Mesnevi, Divan-ı Kebir her yerde okunup okutulabilir. Ney,
kudüm her yerde çalınır, ayin her yerde okunur, sema istenilen yerde
edilebilir. Esasen bir zümre ve gizli bir tarîkat olmayan Mevlevîlik,
Cumhuriyet’in aldığı umumi tedbir içinde kendi duyuş ve düşünüşünden bir şey
kaybetmemiş, belki bu medenî vasıflarıyla üniversitelere, şiir ve sanat zevki
olan muhitlere girmek imkânını kazanmıştır.”[367]
Hasan Âli Yücel tekkelerin kapatılmasının Mevlevîlik üzerinde çok olumsuz
bir etki yapacağını düşünmemektedir. Çünkü o, Mevlevîliğin karakteristik
yapısıyla, sahip olduğu sanatsal unsurlarla medeni bir yerde durduğu ve yeni
dönemde kabul edilebilir özellikler taşıdığı düşüncesindedir. Bugün yaşadığımız
zaman diliminde devlet erkânının katıldığı törenlerde sema ayininin icra
edilmesi, Mevlevîhânelerde yapılan bestelerin bugün dillerde terennüm ediliyor
olması gibi hususlar Yücel’in bu düşüncelerinde haklı olduğunu göstermektedir.
Hasan Âli Yücel’in düşünce dünyasından hareketle kapatma kararına karşı
negatif bir tutum sergilemediğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu konuda Yenikapı
Mevlevîhânesi son şeyhi Abdülbaki Dede ile ciddi bir fikir ayrılığı olduğu da
açıktır. Elbette birisi tekkenin şeyhi, bir diğeri ise muhibdir. Ancak her
ikisi de aynı tekkenin atmosferini solumuş olmasına rağmen bakış açıları ve
tepkileri farklı yöndedir. Hasan Âli Yücel kaleme aldığı bir şiirinde de
Mevlevî kıyafetlerinin çıkartıldığını, gönül erleri olarak yeni bir hayata
geçildiğini mısralara dökmüştür. Sırayı gözetmeksizin şiirin dört kıtasını
aktarıyoruz:
Yeni Hayat
-Ziya Gökalp’in aziz ruhuna-
Duymadan düşünmek yok dinimizde
Biz kalp adamıyız, gönül eriyiz insanız,
insanlık esastır bizde
Ne ciniz ne melek ne de periyiz
Gönlümüz kılıçtır, tenimiz kını Orada
saklarız vatan aşkını Ülkeler fetheder sevgi akını Sanmayın bu yolda bizler
geriyiz
Keşkülle asayı çölde bıraktık Külahı,
hırkayı çiviye taktık Dillerde marifet kandili yaktık Bu ince işlerin
hünerveriyiz
Okuyup okutmak işimiz bizim
Haram lokma kesmez dişimiz bizim
Her yerde bulunmaz eşimiz bizim
Biz yeni hayatın erenleriyiz [368]
Malatya’da dünyaya gelen Ergin, verdiği eserler ve yaptığı çalışmalarla
Cumhuriyet döneminin iz bırakan şahsiyetlerindendir. Mecelle-i Umûr-ı
Belediyye, İstanbul Şehri Rehberi, Türk Maarif Tarihi gibi önemli eserler
vermesinin yanında İstanbul Belediyesi Atatürk Kitaplığı, onun yazma ve basma
11.000 kitabı bağışlaması ile kurulmuştur. Ayrıca 1927’de Cumhuriyet’in ilk
nüfus sayımında görev almış, İstanbul sokak adlarını yeniden düzenlemiş, altı
binden fazla sokağı yeniden isimlendirmiş bir kişidir. Osman Ergin’i evinde
ziyaret eden Orhan Okay’ın tespitine göre, onda Fransızların espri-kritik
dedikleri tenkitçi bir zihniyet ve kafa yapısı mevcuttur ki objektifliği
bırakmıyor gibi görünüp aralara küçük iğneleyici ifadeler yerleştirmesi[369] yine onun kendine has
özelliklerindendir. Bu özelliğini tekkelere ait görüşlerini ifade ederken
görmek de mümkündür.
Osman Nuri Ergin tekkelerle alakalı farklı görüşlere sahip olup bazı
hususlarda eleştirdiği tekke kurumunun olumlu yönlerini de ortaya koymuştur.
Ergin’e göre tekkeler, mûsikiye, edebiyata, spora, ruhiyata hizmet eden sosyal,
ilmî ve bedenî terbiye kurumlandır. Öyle ki bu müesseselerde haftada bir iki
defa halkın bediî hisleri, ilmî zevkleri yetiştirilir, büyütülür, yorulmuş
ruhlarına gıda verilirdi. Ona göre; Mevlevîhâneler,
Kadirîhâneler, Bektaşî tekkeleri birer raks salonu, konservatuar veya dans
salonundan başka bir şey değildir. Ergin bu düşüncesini bazı örneklerle
desteklemeye çalışmıştır. İsviçre’den İstanbul’a gelen kadınlı erkekli bir
grubun şehrin bazı yerlerinde sazlar eşliğinde raks ettiklerini, mûsikinin
ahengine uygun tavırların halk tarafından beğenildiğini ve bu raksın Batı’dan
gelen terbiyevî ruhî bir raks kabul edildiğini ve bu ritmik raksların
tekkelerde ve özellikle Alevîlerde de mevcut olduğunu belirtmektedir.
Alevîlerin kadınlı erkekli yan yana ve karşı karşıya yaptıkları raksların,
millî Türk oyunları ile aynı olduğunu, Bektaşîlerin tekkelere içki dahil
ettiklerini söylemiş, Kadirîlerin devranını da halkın el ele verip horan
tepmesine benzetmiştir. Mevlevîlerin tennurelerinin ise rakkaselerin
elbisesiyle aynı olduğunu ifade etmiştir. Ergin, ayrıca, tekkelerde her türlü
halk sazının çalındığını ve tekke mensuplarının bu sazlara bir kutsiyet
atfettiğini belirtip Mevlevîlerin kutsal gördüğü “ney” için “delikli düdük”
tabirini kullanmış, yine tekkelerde “kudüm-ü şerif’ denilen saz için de halkın
“dümbelek” dediğini belirterek sazların kutsanmasını eleştirmiştir.[370]
İslâm’ın esaslarına göre, içki içilmesi veya kadın erkek beraber ritmik
tavırların sergilenerek bir ayin yapılması helâl dairesi dışındadır. Bunun
haricinde bir tekke mensubu olmadığımızı ve Ergin’in tekkelerle ilgili bazı
değerlendirmelerine katılmadığımızı söylemek isteriz. Örneğin kimisi kitap
yazar Hakk’a hizmet eder, kimisi de yazdığı kitapla şeytanın yoluna hizmet
eder. Bunlardan birisine kutsallık atfedilmesi tartışılabilir ancak şekline
bakıp her ikisi de kitap deyip aynı görmek doğru değildir. İnsanların bedenleri
de aynıdır. Fakat birisinden zulüm yağar, birisinden rahmet saçılır. Bedenin
şekline bakıp her ikisine de aynıdır denilebilir mi? Dünya nimetleri
belirlidir. Bunları insan hangi yolda kullanırsa ona hizmet etmiş olur. Ayrıca
insanların duygu dünyaları da benzer olup bir Müslüman veya başka bir dine
mensup kişinin sevinç halinde, üzüntü halinde, coşku halinde verdiği tepkiler
davranışsal olarak benzerdir. Dolayısıyla, Allah aşkı ve ihlâs ile yapılan bir
devranı, bir dans salonunda nefsin arzuları doğrultusunda sergilenen
davranışlarla aynı görmek mantıkî bir yaklaşım değildir. Bununla beraber şunu
da belirtelim ki cehrî zikir yapılan bazı meclislerde bazen ciddiyetten uzak,
eğlence yapar gibi, zikirle alakası olmayan davranışların, konunun esasını
kavrayamamış kişilerce sergilendiği de maalesef bir vakıadır. Bu tür tavırları
tasvip etmek asla mümkün değildir.
Ergin, tekkeler hakkında olumsuz görüşler ortaya koyduğu gibi olumlu
ifadeler de zikretmiştir. Ona göre tekkeler topluma farklı alanlarda hizmetler
vermiş, mûsikinin, ilmin, edebiyatın, halk edebiyatının Anadolu’da yayılmasına
büyük katkılar sunmuştur. Mevlevîhâneler Farsçanın öğrenilmesine ve neticede
şark ve İslâm felsefesi demek olan tasavvufun Anadolu’da yerleşip yaşamasına
yardımcı olmuştur. Tekkelerdeki haftalık ders ve sohbetlere insanlar katılarak
buralardan istifade etmiştir. Ayrıca tekkeleri sahip oldukları zengin
kütüphaneler bakımından eski devrin önemli kültür müesseseleri olarak zikreden
Ergin, tekke ile medrese arasında bir kıyaslama yaparak tekkeleri daha kıymetli
görmüştür. Ona göre medreseler kaba, cahil ve sadece hukukçu yetiştirirken;
tekkeler zarif, filozof ve münevver kişiler yetiştirerek daha üstün kurumlar
olmuştur. Medreselerin daima yasaklayıcı emirlerine karşılık tekkeler biraz
daha müsamahakâr olup halkı kendilerine çekmeyi başarmıştır.[371]
Ergin’i farklı kılan önemli noktalardan birisi, tekkelerin hepsinin
gayesinin dinî değil dünyevi olduğunu kabul etmesidir. Bu görüşüne,
Okmeydanı’ndaki okçular tekkesi ve Zeyrek’teki pehlivanlar tekkesini örnek
vermiştir. Buraların birer spor, eğlence ve idman kulübü olduğunu, bu
tekkelerde benimsenen usullerin bugünkü spor kulüplerinde de benimsendiğini
söyleyerek dinî bir müessese olmadığını ifade etmiştir. Ayrıca Üsküdar’daki
miskinler tekkesini de örnek vererek bu yapının yapılış amacının cüzzam
hastalığına tutulanları tecrit ederek halkın gözünden uzaklaştırmak olduğunu
söylemiştir ki ona göre burası bir ibadet ve riyazet maksadı taşımadığı için
asla bir tekke değildir.[372]
Tekkelerle alakalı bu yönde görüşlere sahip olan Ergin, tekkelerin
kapatılması konusunda “son zamanlarda ekseriyetle birer
tembelhane, birer ahlâksızlık melcei halini almış olduğu için Cumhuriyet
hükümetinin kapatmak mecburiyetinde kaldığını”[373]
söylemiştir. Ayrıca “Şeyh Said isyanını bastırmak hususunda
hükümetin gösterdiği sürat ve şiddet ve akabinde tekyelerin kaldırılması için
çıkardığı kanun da tekyelerin aynı zamanda mühim bir siyaset yeri olduğunu
gösterir.”[374] diyerek konunun siyasî
boyutuna temas etmiştir. Bu görüşlerinden hareketle ^tekkelerin kapatılmasını
olumlu karşıladığını söyleyebiliriz. Ergin’in Cumhuriyet dönemi devrimleriyle
alakalı açıklamalarına bakıldığında diğer inkılaplara da taraftar olduğu
görülmektedir.[375] Yukarıda ifade ettiğimiz
üzere, tarihî seyri içerisinde tekkelerin olumlu yönlerine de değinen Ergin,
kapatıldığı dönemde tekkelerin tembel ve ahlâksız kişilerin mekânı haline
geldiğine işaret etmiştir. Ancak cümlesinin başında kullandığı “ekseriyetle”
kelimesinden, onun bu konuda bazı tekkeleri olumsuz ifadelerinin dışında
tuttuğu anlaşılmaktadır. Ayrıca Muallim Cevdet’in,
“Son zamanlardaki
tereddisine bakıp da tekkelerin daima öyle olduğuna hükmetmemelidir. Dört
mevsimden sonbahara bakarak ilkbaharda da ortalığı yapraksız, yeşilliksiz
sanmak doğru olmadığı gibi. Kemâl zamanlarında tekkeler ruhları çok terbiye
etmiştir. Tekkeler eskiden edebiyat, musiki ve tarih ocakları idi. Hayatın
ıztıraplarını dinlendirmek ihtiyacında olanlar oralara koşarlar, nefis bir
ahengin şelalesi altında ruhlarını yıkarlar, tesellikâr sözlerle ve tarihî
menkıbelerle yeniden canlanırlardı. Hasılı tekkeler yes ve mahrumiyet ile
canına kıyacak insanların yeniden tamir gördüğü yerlerdi... ”[376]
cümlelerini aktararak, tekkelerin son dönemi ile önceki dönemlerini
birbirinden ayırt etmiştir.
Genel olarak ifade edersek; Osman Nuri Ergin tekkeleri dinî değil, sosyal
kurumlar olarak görmüş, bu müesseselerin parlak dönemlerinde topluma katkılar
sunduğunu ortaya koymuş, fakat bazı tekkeleri örnek vererek bunları raks
salonlarına, konservatuarlara benzetmiştir. Yaptığı değerlendirmelerle objektif
bir yerde durmaya çalışsa da Ergin’in tekkelerle çok da barışık olmadığı
söylenebilir.
Nakşibendî-Hâlidî şeyhi olan Kotku, Gümüşhanevî Tekkesi Şeyhi Dağıstanlı
Ömer Ziyaeddin Efendi’ye (öl. 1921) intisap ederek tarîkat yoluna girmiş ve
yine aynı tekkenin şeyhi Tekirdağlı Mustafa Feyzi Efendi’nin (öl. 1926)
rehberliğinde seyr u sülûkunu tamamlayarak genç yaşta hilafet almıştır. Birçok
camide imamlık vazifesi yapan Kotku 1958 yılında îskenderpaşa Camii’ne tayin
edilmiş ve ömrünün sonuna kadar burada dinî hizmette bulunmuştur.[377]
Cumhuriyet döneminin iz bırakan mutasavvıflarından Mehmed Zahid Kotku’nun
tekkelerin kapatılmasına yönelik tepkisini anlamak için onun tasavvuf ve
tarîkat anlayışına kısa da olsa bakmak faydalı olacaktır. Kotku’ya göre
tarîkat; zikir ve riyazetle ahlâk-ı hamideyi elde etmek, kötü ahlâklardan
kurtulmak, iyi ve kâmil bir Müslüman olup ahiret hayatını kazanmak için vardır.
Haramlarla meşgul olan, Hz. Peygamber’in sünnetinden uzak duran, dünya menfaati
için her türlü adımı atmaktan çekinmeyen kişilerin tarîkat içinde bulunmaları
bir anlam ifade etmez. Biraz zikir ve tespihle meşgul olup da kendini tarîkat
erbabı görmek büyük bir yanılgıdır. Kotku’ya göre tarîkat, dünya elde etme yeri
olmayıp tarîkata girmiş kişilerin, üstatlarını kendi dünya menfaatlerine alet
ederek onların manevî değerlerinden istifadeye çalışmaları da kabul edilemez
bir durumdur.[378] “Gerek cehrî gerekse hafî
olan tarîkatlarda asıl olan gaye, sâlikin nefsini ıslah edip iyi bir insan
olmaya çalışmasıdır.”[379] cümleleriyle tarîkat
yolundaki müridin hedefini ortaya koyan Kotku, müridin yaptığı zikri sadece
adet bakımından sayısal olarak değerlendirmesinin de onu derviş yapmayacağını[380] söyleyerek meselenin özüne,
ihlâsa, nitelikli amele dikkat çekmiştir. Onun tekkelere bakışı da hakiki
dervişlik yapılıp yapılmadığıyla şekillenmektedir.
Mehmed Zahid Kotku, “İnsanlarla Ünsiyet ve Dervişlik” başlığı altında
dervişin sahip olması gereken vasıfları tek tek zikretmiş, devamında konuyu
tekkelere getirmiştir. O, bir dervişin tarîkat sahibi olabilmesi için; sağlam
bir itikat, tevbe-i nasuh, hak sahipleriyle helâlleşmek, şerîat amellerini
ciddiyetle en güzel şekilde yapmak, bidatlardan uzak durmak, azimetle amel
etmek, nefsin arzu ve sıfatlarından uzak durmak ve yetmiş güzel ahlâka sahip
olması gerektiğini ifade etmiştir. Bu vasıflara sahip olmayana da derviş
denilmemesi gerektiği kanaatindedir. Mehmed Zahid Kotku, buradan hareketle
kendi yaşadığı dönemin tasavvuf erbabının nakıslığını da vurgulayarak şu
görüşleri ortaya koymuştur:
“...Beş yüz seneden beri
hatta daha evvelleri dervişlik kalmamış, herkes yalnız şeyhlik sevdasında
olduğundan bugünkü şeyhler de maalesef kemâl bakımından noksan kişilerdir.
Bunlara şeyh deyip peşlerine takılmak bile doğru değildir. Bizim gençlik zamanlarımızda
Küçük Hüseyin Efendi namında yüz yaşını geçmiş keramet ehlinden bir şeyh efendi
vardı. Tekkesini tamire çalışanlara ‘Biz yıkılsın diye bakıyoruz, siz de
yapmaya çalışıyorsunuz.’ diye gününün dervişlerinden herhalde bıkmış olmalıdır
ki böyle şikâyette bulunmuşlardı.”[381]
Mehmed Zahid Kotku’nun düşünceleri gayet net olup tekke müntesiplerinin
dervişliği değil şeyhliği gaye edinmelerini eleştirmiş ve şeyhlerin de gerekli
vasıfları taşımadıklarını esas alarak tekkelerin kapatılmasına muhalif
olmamıştır. Hatta cümlelerinde, bu kuramların kendi özünden ne kadar
uzaklaştığını vurgulamak için bir şeyhin kendi tekkesinin yıkılmasını
beklediğini örnek vermesi konunun dramatik bir boyut kazandığını
göstermektedir.
Tekkelerin kapatılması meselesinde dillendirilen ortak bir nokta vardır. O
da genelde bu kuramların öz değerlerinden uzaklaştığı ve işlevini
kaybettiğidir. Ancak bu düşüncenin aksini savunanlar da mevcuttur. Bu noktada
farklı bir düşünceye yer vererek konuyu sonlandırmak istiyoruz.
Günümüz akademisyenlerinden İsmail Kara yaptığı bir değerlendirmede İslâm
dünyasında tasavvuf ve tarikatlar için bozulmaya, gerilemeye, çöküşe işaret
eden eleştirilerin tarihinin ıslahat (modernleşme) teşebbüslerinden çok daha
gerilere doğru giden bir geçmişinin olduğunu söylemektedir. Genel anlamda İslâm
kültürü için XIX. yüzyıla mahsus bir dağılma, sapma ve çürümeden
bahsedilemeyeceğini ortaya koyan Kara, medrese ve tekkelerin kendi mantığı ve
iç dinamikleri doğrultusunda varlığını devam ettiren kurumlar olduğu, medrese ve
tekkelerin çökmüş veya çürümüş olmadığını ifade etmektedir. Bunun tersi yönde
ortaya konacak bir görüşün ise ancak modernleşme ve batılılaşma ile ithal
edilen veya edilmek zorunda kalınan farklı ve yabancı bir mantık düzeyinde
mümkün ve geçerli olabileceği kanaatindedir. Değişimi sağlamaya yönelik
hedeflerin önünde engel olarak duran kadim düşünme ve uygulama yapılarının
aşılması gerekli görülmüştür ki bu düşünce için tekkeler önemli bir problemdir.
Tasavvuf ve tarikatlara yöneltilen tenkitlere bakıldığında bunların bir
kısmının itikadi alanla ilgili olup tevhid anlayışını zedeleyen bir uluhiyet
telakkisi geliştirildiği, bidatların, hurafelerin, batıl inanışların bu düşünce
ve kurumlar sayesinde yaygınlaştığı şeklindedir. Diğer bir eleştiriye göre,
İslâm’ın hedeflediği aktif insan tipi tasavvufla, tekkelerle birlikte pasif
insana dönüşmüş, dervişlik, miskinlik, fakirlik yaşama tarzı olmuş, bu da İslâm
dünyasının gerilemesini, çöküşünü hazırlamıştır. Ayrıca pozitivist ve
rasyonalist düşünceye göre, ilham, keşf ve keramet menşeli bilgilerin
ilim-bilgi değeri taşımaması da farklı bir itiraz alanıdır. Bütün bunlarla
beraber şeyhlere ve dervişlere yöneltilen cahillik merkezli tenkitler
mevcuttur. Bu eleştirileri cevaplayan İsmail Kara, tasavvuf ve tarikatlara yöneltilen
tenkitlere karşı özellikle büyük şehirlerde olan tekke çevrelerinin modernleşme
temayüllerinin tamamen dışında, karşısında olmadığını, hatta yeni yönelişlerin
aktörleri arasında yer aldıklarını ifade etmiştir.[382]
İslâm tasavvufu Hicrî ilk yüzyılda zühd dönemiyle başlamış, kaynağını Hz.
Peygamber’in yaşamından alan ve zâhidâne yaşamın örneklerinin yer aldığı bu
dönem iki asır devam etmiştir. Devamında zühd hayatı tasavvufî bir harekete
dönüşmüş, ilimlerin tedvin edilmesiyle sûfîler de kendi mesleklerine dair
eserler telif etmiştir. Tasavvuf ilminin kendine ait literatürünün oluştuğu bu
zaman diliminin ardından VI./XII. yüzyılda kendine ait seyr u sülük sistemleri
olan tarîkatların ortaya çıkmasıyla tasavvuf müessesesi kurumsallaşmaya
başlamıştır. Tarîkatların İslâm coğrafyasında yaygınlaşması ise hiç şüphesiz
inşa edilen tekkeler vasıtasıyla gerçekleşmiştir. Bulundukları bölgenin
İslâmlaşmasına önemli katkı sunan tekkeler, Anadolu kültür ve irfanının
inşasında da etkili olmuştur. Tarihî süreçte faaliyet, nüfuz ve tesirleriyle
dikkat çeken tekkelerle devlet yönetimi arasında olumlu/olumsuz münasebetler
söz konusu olmuş ve en son 30 Kasım 1925 tarihinde 677 sayılı kanunla Türkiye
Cumhuriyeti sınırları içinde kalan bütün tekkeler kapatılmıştır.
Tekkelerin ilgası en temelde tekke müntesiplerini etkilemiş ve onlara yeni
bir hayat çizmeyi zorunlu kılmıştır. Bu kararla birlikte şeyhler mesleklerini
kaybetmiş, toplum içinde itibar kaybına uğramıştır. İçine düştükleri ekonomik
sıkıntılar ise onları farklı iş sahalarına sevk etmiştir. Bir kısmı
öğretmenlik, memuriyet, ticaret gibi işlere yönelirken, etrafında toplanan
insanlara faydalı olmaya çalışan ve Cumhuriyet döneminin önemli fikir
adamlarını ve yazarlarını inşa edenler de olmuştur.
Tekkelerin kapatılması hakkında farklı kesimlerden tepkiler gelmiştir.
Özellikle tekke mensuplarının kararı nasıl karşıladığı önem arz eden bir
konudur. Fakat bu çalışma neticesinde görülmüştür ki konunun sağlıklı
değerlendirilebilmesi için elde çok fazla veri bulunmamaktadır. Tarîkat
şeyhlerinin bir kısmı görüş bildirmiş, ancak birçoğu sessiz kalmayı tercih
etmiş veya etmek zorunda kalmıştır. Dönemin gazetelerinde ise konunun hep
tekkeler aleyhine gündeme geliyor olması siyasî atmosferin gereği olarak
değerlendirilebilir.
Bu çalışmadan hareketle, ifade edilebilir ki tekkelerin kapatılmasına dair
kararın doğru olduğunu savunanlar genelde bu kurumların geçmiş dönemlerde
topluma olumlu katkılarını kabul etmiş, son dönemde büründükleri işlevsel
sorunları gündeme getirerek görüş bildirmişlerdir. Bununla beraber başından
itibaren tekke müessesesinin varlığına karşı olan ve bunu açıkça ifade edip
görüş bildirenler vardır. Bu kişilere göre tekkeler tembel ve cahil insanların
mekânı olup bu kuramların topluma ilmî ve amelî hiçbir faydaları da yoktur.
Dolayısıyla tekke, toplum içinde hiçbir zaman olmaması gereken bir müessesedir.
Fakat hiçbir mekân ve zaman istisnası gözetmeyen bu yaklaşımın farklı bir
zihniyetin ve ideolojik bir bakış açısının ürünü olduğu aşikârdır ve bu tarz
bir görüş, tarihî verilerle örtüşmemektedir. Tekke kurumu tarih içinde var
olmuş, özellikle Anadolu’nun İslamlaşması ve Türkleşmesindeki katkıları başta
olmak üzere çok farklı alanlarda insanlığa katkılar sunmuştur.
Konu hakkındaki görüşlerine ulaşabildiğimiz kişiler arasında tarikat
müntesipleri, tarikata yakın kişiler olduğu gibi bu kuramlarla hiçbir alakası
olmayanlar da söz konusudur. Çok ilginçtir ki birçok tekke mensubu tekkelerin
kapatılması kararına itiraz etmezken, hayatında tekke atmosferine girmediği
halde bu kuramların kapatılmasını yanlış bulanlar da olmuştur. Bu kişilerin
dışarıdan bakan kişiler olarak belki sadece tekkenin parlak dönemini esas
aldıkları ve meselenin tamamına vakıf olmadıkları da söylenebilir. Çünkü
tekkenin içinde olanlar veya buralara gönül vermiş kişiler, bu kuramları
geldikleri nokta itibariyle tasavvufun ana esaslarından uzaklaşma neticesinde
hikmet ve mahiyetlerini kaybettikleri ve toplum nazarında da itibarlarının
zedelendiği şeklinde değerlendirmişlerdir. Elbette bütün tekke mensuplarının
konuya dair görüşlerine ulaşabilmiş değiliz. Dolayısıyla hiçbir istisna
gözetmeksizin bütün tekkeler, dillendirilen bu olumsuz cümlelere muhatap mıdır?
Elbette bunun tespiti de oldukça güç, belki de hiç mümkün değildir. Ancak
yapılan çalışmalar dikkate alındığında tekkelerin birçok sorunu olduğu açıktır.
Burada gözden kaçırılmaması gereken önemli nokta, tekkelerin son dönemini
olumsuz olarak vasıflandıran tekke müntesiplerinin ilmî seviyeye sahip kişiler
olmasıdır.
Peki tekkelerin bu durumu düzeltilemez miydi? Herkesçe malumdur ki
tekkeleri ıslah çalışması bir dönem yapılmaya çalışılmış, fakat arzu edilen
sonuca ulaşılamamıştı. Tekkeleri kapatan iradeden ciddi manada bir ıslah
çalışması beklemek ise ne derece doğru olur, tartışılabilir. Ancak yapılan inkılapların
genel anlamda amacı dikkate alınırsa böyle bir tartışmaya çok da gerek olmadığı
söylenebilir. Çünkü Osmanlı devlet yapısı pek çok ilim adamına göre dinî
temelli kurumlar üzerine inşa edilmiştir. Tekkelerin, medreselerin devlet
idarecileriyle münasebetleri olup bunun etkileri malumdur. Yeni kurulan Türkiye
Cumhuriyeti’nin ise bu siyasî zeminden uzak, dinî yapıların devlet idaresinden
arındırılmış laik bir devlet olması hedeflenmiştir. Kimilerine göre
halifeliğin, tekkenin, medresenin olduğu bir zemin üzerinde laik bir devletin
inşası mümkün değildir. O günkü irade de hedeflenen devlet yapısına yönelik
inkılaplar yapmıştır. Tekkelerin ilgasını tekke mensupları bu kurumlara ait son
dönemdeki bozulma ve sorunları merkeze alarak değerlendirse de konunun böyle
bir cephesinin de olduğu ifade edilebilir.
Tekkelerle beraber kapatılan diğer bir yapı ise türbelerdir. O dönemde
kapatılma gerekçesi, mezarları ziyaret etmeyi yasaklamak değil, bu mekânları
hurafe ortamına çeviren bir zihniyeti ortadan kaldırmak olarak ifade
edilmiştir. Bir zaman sonra ise türbelerden Türk büyüklerine ait bazı türbeler
halkın ziyaretine açılmıştır. Peki türbelerin kapatılması bu yapıları
hurafelerden kurtarmış mıdır? Elbette hayır. Bugün dahi türbelere giderek batıl
inançları doğrultusunda hareket edenler, örneğin bez bağlayanlar, horoz adayıp
kesenler varlığını devam ettirmektedir. Fakat hurafe ve bidat konusu sadece
Cumhuriyet dönemine ait olan bir sorun değildir. Bütün peygamberlerin
gönderilmesindeki ana gayenin yanlış inançların düzeltilmesi olduğu dikkate
alınırsa konunun insanlık tarihi kadar eski olduğu söylenebilir. Dolayısıyla
konu sadece devletin yasak koyarak çözebileceği bir problem olmayıp sahih
bilgilerle insanların aydınlatılması ve bu doğrultuda eğitilmesi ihmal edilmemesi
gereken önemli bir husustur.
Tekkelerin kapatılması, farklı konuları gündeme getirmiş ve bunlar
üzerinde bir tartışma zemini oluşturmuştur. Tarikatların varlığı, türbelerin
kapatılması ve açılması gibi konular üzerinde Cumhuriyet döneminde oldukça mütalaalar
yapılmıştır. Bugün geldiğimiz noktada görüyoruz ki tekkeler kapatılsa da
tarikatlar varlığını devam ettirmektedir. Resmi olarak sadece birkaç türbe
açılsa da diğer türbeler zaman içerisinde kendiliğinden açık hale gelmiştir.
Dolayısıyla binaların kapısına kilit vurulsa da insanların inançlarını,
düşüncelerini kilitlemek mümkün olmamaktadır.
Çalışmamızda ana hatlarıyla tekke ve zâviyelerin kapatılmasının
müntesipler üzerindeki yansımaları değerlendirilmiştir. Bundan sonra tekke ve
türbelerin akıbeti hakkında olumlu/olumsuz fikir beyan etmek araştırmamızın
boyutunu aşacaktır. Akl-ı selim hareket edilerek Anadolu toplumunun ihtiyaçları
doğrultusunda bir tutum sergilemek en doğrusudur.
Adıvar, Halide Edib. Türkün Ateşle
imtihanı. İstanbul: Çan Yayını, 1962.
Ağaoğlu, Ahmed. “Tekye ve Zâviyelerin Seddi”. Hâkimiyet-i Milliye
(3 Kanun-ı Evvel 1341), 1.
https://dijital-kutuphane.mkutup.gov.tr/tr/Periodicals/Catalog/Issue/?IssueId=54305
Akar, Metin. Veled Çelebi İzbudak.
Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları, 1999.
Akot, Bülent. “Tasavvufî İrşad Metodu Olarak Sohbetin Fonksiyonu”. Uluslararası
Sosyal Araştırmalar Dergisi 7/31 (2014), 30-39.
Algar, Hamid. Nakşibendîlik. haz. A.
Cüneyd Köksal. İstanbul: İnsan Yayınları, 2007.
Altıntaş, Ramazan. “Cami ve Birlikte Yaşama Ahlâkı”. Diyanet Aylık
Dergi 346 (Ekim 2019), 14-17.
Atalay, Ahmet. Millî Mücadele’de Konya Kuvâ-yı Milliyecileri. 2
Cilt. Konya: Çizgi Kitabevi Yayınları, 1997.
Attâr, Feridüddîn. Tezkiretü’l-evliya. thk. Asım İbrahim
el-Keyyâli. Beyrut: Dâru’l- Kütübi’l-İlmiyye, 1431/2010.
Aybars, Ergün. İstiklal Mahkemeleri 1920-1927. İzmir: Dokuz Eylül
Üniversitesi Yayınları, 1988.
Aydemir, Selahattin. “Uşşakîler” Abdurrahman Sami Niyazi (KS).
Çorum: Lider Matbaacılık, 2005.
Aynî, Mehmed Ali. İslâm Tasavvuf Tarihi. sad. H.R. Yananlı.
İstanbul: Akabe Yayınları, 1985.
Ayverdi, Sâmiha vd.. Kenan Rifai ve Yirminci Asrın Işığında
Müslümanlık. İstanbul: İnkılâp Kitabevi, 1951.
Ayverdi, Sâmiha. Boğaziçi’nde Tarih.
İstanbul: İstanbul Enstitüsü Neşriyatı, 1966.
Ayverdi, Sâmiha. Mülâkatlar.
İstanbul: Kubbealtı Neşriyâtı, 2005.
Ayverdi, Sâmiha. Türk Tarihinde Osmanlı Asırları. 3 Cilt. İstanbul:
Damla Yayınevi, 2. Basım, 1977.
Banarlı, Nihad Sâmi. Şiir ve Edebiyat Sohbetleri. b.y.: Kubbealtı
Neşriyâtı, 1976.
Barkan, Ömer Lütfi. “İstila Devirlerinin Kolonizatör Türk Dervişleri ve
Zâviyeler”. Vakıflar
Dergisi 2 (1942), 279-386.
http://isamveri.org/pdfdrg/D00143/1942_2/1942_2_BARKANL.pdf
Baydar, Mustafa. Hamdullah Suphi
Tanrıöver ve Anıları. İstanbul: Menteş Kitabevi, 1968.
Bayramoğlu, Nejat - Güran, Kurtuluş (ed.). Gazi Mustafa Kemal Nutuk.
İstanbul: Kaynak Yayınları, 2015.
Beyoğlu, Süleyman. “Millî Mücadele ve Özbekler Tekkesi”. Üsküdar
Sempozyumu. ed.
Zekeriya Kurşun vd.. 1/201-210. İstanbul:
Üsküdar Belediye Başkanlığı, 2004.
Birge, John Kingsley. Bektaşilik Tarihi. çev. Reha Çamuroğlu.
İstanbul: ANT Yayınları, 1991.
Buhârî, Ebû Abdillâh Muhammed b. İsmail. Sahîhu’l-Buhârî. nşr.
Muhammed Özdemir. 8 Cilt. İstanbul: el-Mektebetü’l-İslâmî, 1400/1979.
Câmî, Abdurrahman. Nefahâtü’l-üns min hadarâti ’l-kuds. thk.
Muhammed Edip el-Câdir. 2 Cilt. Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1424/2003.
Cebecioğlu, Ethem. “Güney Asyada İslamın Yayılmasında Sufîlerin Rolü”. Ankara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 33 (1992), 157-178.
Cebecioğlu, Ethem. “Prof. Nicholson’un Kronolojik Esaslı Tasavvuf
Tarifleri”. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 29 (1987),
387-406.
Ceyhan, Semih. “Tarikat ve Tekke Kavramlarına Dair”. Türkiye’de
Tarikatlar Tarih ve Kültür. ed. Semih Ceyhan. 27-53. Ankara: TDV İSAM
Yayınları, 2. Basım, 2018.
Coşan, M. Es’ad. MehmedZahidKotku. İstanbul: Server İletişim, 5.
Basım, 2013.
Cürcânî, Ali b. Muhammed eş-Şerîf el-Hüseynî el-Hanefî. Kitâbu’t-Ta‘rîfât.
thk. Muhammed Abdurrahman el-Mer‘aşlî. Beyrut: Dâru’n-Nefâis, 1424/2003.
Çakır, Adalet. Abdülkadir-i Geylânî ve Kadirîlik. 2 Cilt. İstanbul:
İSAM Yayınları, 2012.
Çelebi, Asaf Halet. Mevlâna ve Mevlevîlik. İstanbul: y.y., 1957.
Çelebi, Celalettin. “Abdülhalim Çelebi”. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm
Ansiklopedisi. 1/212. İstanbul: TDV Yayınları, 1988.
Çelik, Recep. Milli Mücadelede Din Adamları. 2 Cilt. İstanbul: Emre
Yayınları, 1999.
Demirci, Mehmet. Gönül Dünyamızı Aydınlatanlar. İstanbul: Ensar
Neşriyat, 2013.
Demirci, Mehmet. Mevlânâ ve Mevlevî Kültürü. İstanbul: H Yayınları,
2008.
Demirci, Mehmet. Sorularla Tasavvuf ve Tarîkatler. İstanbul: Damla
Yayınevi, 2001.
Derin, Süleyman. Abdurrahman Sâmi’nin Hayatı Eserleri ve Tefsîr-i
Fâtiha-i Şerîfe Risâlesi. İstanbul: Marmara Üniversitesi, Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, 1993.
Doğrul, Ömer Rıza. İslâmiyetin Geliştirdiği Tasavvuf. İstanbul:
Ahmet Halit Kitabevi, 1948.
Düzdağ, M. Ertuğrul. Üstad Ali Ulvi Kurucu Hatıralar. 4 Cilt.
İstanbul: Kaynak Yayınları, 3. Basım, 2007.
Eraslan, Kemal. “Ahmed-i Yesevî”. YesevîlikBilgisi. haz. Cemâl
Kurnaz vd.. 78-96. Ankara: Ahmet Yesevi Vakfı Yayınları, 1998.
Erdoğan, Mustafa. Meşrutiyetten Cumhuriyete Bir Mevlevî Şeyhi Abdülbâkî
Baykara Dede Hayatı, Şahsiyeti, Eserleri ve Şiirleri. İstanbul: Dergâh
Yayınları, 2003.
Ergin, Osman. Balıkesirli Abdülaziz Mecdi Tolun Hayatı ve Şahsiyeti.
İstanbul: Kenan Basımevi, 1942.
Ergin, Osman. Türk Maarif Tarihi. 5 Cilt. İstanbul: Eser Matbaası,
1977.
Ergin, Osman. Türkiyede Şehirciliğin Tarihî İnkişafı. İstanbul:
IÜHF İktisat ve İçtimaiyat Enstitüsü Neşriyatı, 1936.
Erkaya, Mahmud Esad. Kur’an Kaynaklı Tasavvuf Kavramları. Ankara:
Otto Yayınları, 2017.
Erşahin, Seyfettin. “Mevlâna’nın İslâmlaştırma Faaliyetleri”. Diyanet
Aylık Dergi 12 (Aralık 1991), 42-43.
Eyice, Semavi. “Ayazma”. Türkiye Diyanet Vakfı Islâm Ansiklopedisi.
4/229-230. İstanbul: TDV Yayınları, 1991.
Goloğlu, Mahmut. Milli Mücadele Tarihi-I Erzurum Kongresi.
İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2008.
Gölpınarlı, Abdülbâki. “Mevlevîlik”. MEB İslâm Ansiklopedisi.
8/164-171. Eskişehir: MEB Yayınları, 1997.
Gölpınarlı, Abdülbâki. Mevlânâ Celâleddin. İstanbul: İnkılâp
Kitabevi, 1952.
Gölpınarlı, Abdülbaki. Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik. İstanbul:
İnkılâp Kitabevi, 1953.
Guenon, Rene. “Tevhid”. çev. Mustafa Tahralı. Kubbealtı Akademi
Mecmuası 8/4 (Ekim 1979), 47-53.
Gürer, Dilaver. Abdülkâdir Geylânî Hayatı Eserleri Görüşleri.
İstanbul: İnsan Yayınları, 2013.
Güven, Mustafa Salim. “Şâzeliyye”. Türkiye’de Tarikatlar Tarih ve
Kültür. ed. Semih Ceyhan. 373-443. Ankara: TDV İSAM Yayınları, 2. Basım,
2018.
H.A.. “Bir Bektaşî Babasının Hatıratı: Bektaşî Tekyesinde Senelerce Neler
Gördüm”. Büyük Gazete (30 Kanun-ı Evvel 1926), 4-5.
https://dijital-kutuphane.mkutup.gov.tr/tr/Periodicals/Catalog/Issue/?IssueId=11154
Hacı Bektâş-ı Velî. Makâlât. haz. Esad Coşan. Ankara: Seha
Neşriyat, ts.
Haksever, Ahmet Cahid. “Göçebelikten Yerleşik Hayata Geçişte Tekke ve
Zâviyelerin Rolü: Çorum Örneği”. Çorum ve Kültür. 88-91. Çorum: T.C.
Çorum Valiliği İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü Yayınları, 2014.
Haksever, Ahmet Cahid. “Şehrin Kimliğinde Vakıf Geleneği ve Tasavvufi
Kurumlar: (Tekkeler, Zâviyeler ve Türbeler) Çankırı Örneği”. Çankırı’nın
Manevî Mimarları Sempozyum Bildirileri. 37-48. Çankırı: Çankırı Karatekin
Üniversitesi Türkiyat Enstitüsü, 2017.
Haksever, Ahmet Cahid. Modernleşme Sürecinde Mevlevîler ve Jön Türkler.
İstanbul: H Yayınları, 2009.
Haksever, Ahmet Cahid. Son Dönem Osmanlı Mevlevîlerinden Ahmet Remzi
Akyürek. Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 2002.
Hamidullah, Muhammed. İslâm Peygamberi. çev. M. Said Mutlu - Salih
Tuğ. 2 Cilt. İstanbul: İrfan Yayınevi, 1969.
Hulvî, Mahmud Cemaleddin. Lemezât-ı hulviyye ez lemezât-ı ulviyye.
haz. Mehmet Serhan Tayşi. İstanbul: MÜİFV Yayınları, 1993.
Işın, Ekrem. “Rıfaîlik”. Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi. ed.
Nuri Akbayar vd.. 6/325-330. İstanbul: Kültür Bakanlığı ve Tarih Vakfı Ortak
Yayını, 1994.
İbn Haldun, Abdurrahman b. Muhammed. Mukaddimetü İbn Haldun. thk.
Abdullah Muhammed ed-Derviş. 2 Cilt. Dimeşk: Dâru’l-Belhi, 1425/2004.
İbn Mâce, Ebû Abdillâh Muhammed b. Yezîd el-Kazvînî. Sünenü İbn Mâce.
nşr. Halil Me’mûn Şîhâ. 5 Cilt. Beyrut: Dâru’l-Ma‘rife, 2. Basım, 1418/1997.
İbn Manzûr, Muhammed b. Mükerrem. Lisânü’l-‘Arab. thk. Âmir Ahmed
Haydar. 15 Cilt. Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1424/2003.
İmam Mâlik, Ebû Abdillâh Mâlik b. Enes el-Asbahî. el-Muvatta’. nşr.
Muhammed Fuâd Abdülbâkî. 2 Cilt. Beyrut: Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî,
1406/1985.
İmâm-ı Rabbânî. el-Mektûbât. 2 Cilt. İstanbul: Kitap Kalbi
Yayıncılık, 2018.
İnal, İbnülemin Mahmut Kemal. Son Asır Türk Şairleri. 4 Cilt.
İstanbul: Dergâh Yayınları, 3. Basım, 1988.
İzbudak, Veled Çelebi. Hatıralarım. İstanbul: Türkiye Yayınevi,
1946.
Kabakcı, Yusuf. Dildâr-ı Şemsî. Bursa: Uludağ Üniversitesi, Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, 2006.
Kansu, Mazhar Müfit. Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber.
2 Cilt. Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 5. Basım, 2009.
Kara, İsmail “Çağdaş Türk Düşüncesinde Bir Tenkit/Tasfiye Alanı Olarak
Tasavvuf ve Tarikatlar”. Osmanlı Toplumunda Tasavvuf ve Sufiler. haz.
Ahmet Yaşar Ocak. 763787. Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2. Basım, 2014.
Kara, İsmail. “Güneyce/Rize’de Bir Gümüşhanevî Tekkesi ve Kurucu Şeyhi”. Uluslararası
Gümüşhanevî Sempozyumu. ed. Hür Mahmut Yücer. 406-417. İstanbul: Bağcılar
Belediyesi, 2014.
Kara, İsmail. Cumhuriyet Türkiyesi’nde Bir Mesele Olarak İslâm. 2
Cilt. İstanbul: Dergâh Yayınları, 8. Basım, 2017.
Kara, İsmail. Şeyhefendinin Rüyasındaki Türkiye. İstanbul: Dergâh
Yayınları, 6. Basım, 2014.
Kara, Mustafa. “Bir Şeyh Efendi’nin Meşrûtiyet ve Cumhuriyet’e Bakışı”. Tasvvuf
İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi 2/6 (2001), 19-34.
Kara, Mustafa. “Eşrefiyye”. Türkiye Diyanet Vakfı
İslâm Ansiklopedisi. 11/477-479.
İstanbul: TDV Yayınları, 1995.
Kara, Mustafa. “Geçen Yüzyılda Tasavvuf ve Tekkeler”, KalemberkDergisi
8 (Bahar 2002), 18-21.
Kara, Mustafa. “Tekke”. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi.
40/368-370. İstanbul: TDV Yayınları, 2011.
Kara, Mustafa. “Türkiye’de Tarikatların Yasaklanışı ve Mahkumiyeti”. haz.
Salih Çift. Doğuşundan Günümüze Tasavvufa Dair Tartışmalar On Üç Asırlık
İhtilaf ve Mücadele. ed. Frederick De Jong - Bernd Radtke. 491-507. Ankara:
Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2020.
Kara, Mustafa. Din Hayat Sanat Açısından Tekkeler ve Zaviyeler.
İstanbul: Dergâh Yayınları, 7. Basım, 2017.
Kara, Mustafa. Metinlerle Günümüz Tasavvuf Hareketleri. İstanbul:
Dergâh Yayınları, 2. Basım, 2003.
Kara, Mustafa. Metinlerle Osmanlılarda Tasavvuf ve Tarikatlar.
İstanbul: Sır Yayıncılık,
2004.
Kara, Mustafa. Tasavvuf ve Tarikatlar
Tarihi. İstanbul: Dergâh Yayınları, 5. Basım, 1999.
Kelâbâzî, Ebû Bekr Muhammed b. İshâk. et-Taarruf li-mezhebi ehli
’t-tasavvuf thk. Ahmed Şemseddin. Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 2.
Basım, 1432/2011.
Kenan Rifâî. SeyyidAhmeder-Rifâî. haz. Mustafa Tahralı. İstanbul:
Cenan Kültür Eğitim ve Sağlık Vakfı Neşriyâtı, 2008.
Keyanî, Muhsin. Hankahlar Tarihi. çev. Ali Ertuğrul - Süleyman
Gökbulut. İstanbul: Büyüyenay Yayınları, 2013.
Kılıç, Rüya. Osmanlıdan Cumhuriyete Sufî Geleneğin Taşıyıcıları.
İstanbul: Dergâh Yayınları, 2009.
Kısakürek, Necip Fazıl. Başbuğ Velîlerden 33 -Altun Silsile-.
İstanbul: Büyük Doğu Yayınları, 1974.
Kısakürek, Necip Fazıl. O ve Ben.
İstanbul: Büyük Doğu Yayınları, 10. Basım, 1996.
Konyalı, İbrahim Hakkı. “Tahrip Edilen Eserlerden: Emir Musa Mescid
Medrese ve Türbesi”. Sebil 2/27 (Temmuz 1976), 10.
https://katalog.idp.org.tr/yazilar/103125/tahrib-edilen-eserlerden-emir-musa-
mescid-medrese-ve-turbesi
Konyalı, İbrahim Hakkı. “Yıkılan Âbideler”.
Sönmez 3/28 (Aralık 1966), 13-15.
https://katalog.idp.org.tr/yazilar/40265/yikilan-abideler
Korucuoğlu, Nevin. Veled Çelebi Izbudak.
Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994.
Kotku, Mehmed Zahid. Nefsin Terbiyesi.
İstanbul: Seha Neşriyat, 1984.
Kotku, Mehmed Zahid. Tasavvuf Ahlâk.
5 Cilt. İstanbul: Seha Neşriyat, 4. Basım, ts.
Köprülü, Fuad. “Bektaş”. MEB Islâm Ansiklopedisi. 2/461-464.
Eskişehir: MEB Yayınları, 1997.
Köprülü, Fuad. Osmanlı imparatorluğunun
Kuruluşu. Ankara: Akçağ Yayınları, 3. Basım,
2003.
Köprülü, Fuad. Türk Edebiyatı’nda Ilk Mutasavvıflar. Ankara: DİB
Yayınları, 2. Basım, 1966.
Köse, Ali. Neden Islâm’ı Seçiyorlar. İstanbul: TDV İSAM Yayınları,
1997.
Köse, Fatih. İstanbulHalvetî Tekkeleri. İstanbul: MÜİFV Yayınları,
2012.
Köstüklü, Nuri. Vatan Savunmasında Mevlevîhâneler. Konya: Çizgi
Kitabevi Yayınları,
2005.
Kur’ân-ı Kerîm Meâli. haz. Halil Altuntaş - Muzaffer Şahin. Ankara:
DİB Yayınları, 8. Basım, 2005.
Kurucu, Ali Ulvi. “Fatih’in Türbesinde”. İslâmın
Nûru 1/7 (Kasım 1951), 7.
https://katalog.idp.org.tr/yazilar/28933/fatihin-turbesinde
Kuşeyrî, Abdulkerim b. Hevâzin. er-Risâletü’l-Kuşeyriyye. thk.
Yusuf Ali Bedîvî. Beyrut: Dâru’l-Yemâme, 1435/2014.
Kutay, Cemal. Kurtuluşun ve Cumhuriyetin Manevi Mimarları. Ankara:
DİB Yayınları, 1973.
Küçük, Sezai. “Mevleviyye”. Türkiye ’de Tarikatlar Tarih ve Kültür.
ed. Semih Ceyhan. 489544. Ankara: TDV İSAM Yayınları, 2. Basım, 2018.
Küçükaşcı, Mustafa Sabri. “Hacı Veyis (Kurucu) Efendi”. Konya
Ansiklopedisi. ed. Muhammet Ali Orak. 4/94-95. Konya: Konya Büyükşehir
Belediyesi, 2012.
Lewis, Bernard. Modern Türkiye’nin Doğuşu. çev. Metin Kıratlı.
Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 9. Basım, 2004.
Manakıb-ı Hacı Bektâş-ı Velî Vilâyet-Nâme. haz. Abdülbaki
Gölpınarlı. İstanbul: İnkılâp Kitabevi, 1958.
Mısıroğlu, Kadir. Kurtuluş Savaşı’nda Sarıklı Mücâhidler. İstanbul:
Sebil Yayınevi, 12. Basım, 2014.
Muslu, Ramazan. Osmanlı Toplumunda Tasavvuf (18. Yüzyıl). İstanbul:
İnsan Yayınları, 2. Basım, 2004.
Mutlu, Cengiz. “Yeni Belgeler Işığında Türk Milli Mücadelesi’nde Şeyh
Senusi”. bilig-Türk Dünyası Sosyal Bilimler Dergisi 88 (Kış 2019),
55-82.
Nazmî Efendi, Mehmed. Osmanlılarda Tasavvuf Hayat Halvetîlik Örneği Hediyyetü’l-
İhvân. haz. Osman Türer. İstanbul: İnsan Yayınları, 2005.
Nedim, Ahmed. Ankara İstiklâl Mahkemesi Zabıtları 1926. İstanbul:
İşaret Yayınları, 1993.
Nureddin, Vâlâ. “On Sekizinci Asır Fransız Mûsikisi ve Tekke Mûsikisinin
İhyası”. Akşam (23 Teşrinievvel 1930), 3.
https://dijital-kutuphane.mkutup.gov.tr/tr/Periodicals/Catalog/Issue/?IssueId=164307
Ocak, Ahmet Yaşar. “Anadolu Sûfiliğinde Ahmed-i Yesevî ve Yesevîlik”. Yesevîlik
Bilgisi. haz. Cemâl Kurnaz vd.. 325-331. Ankara: Ahmet Yesevi Vakfı
Yayınları, 1998.
Ocak, Ahmet Yaşar. “Bektaşiyye”. Türkiye’de Tarikatlar Tarih ve Kültür.
ed. Semih Ceyhan. 447-486. Ankara: TDV İSAM Yayınları, 2. Basım, 2018.
Ocak, Ahmet Yaşar. “Zâviye”. MEB İslâm Ansiklopedisi. 13/468-476.
Eskişehir: MEB Yayınları, 1997.
Ocak, Ahmet Yaşar. “Zâviyeler”. Vakıflar
Dergisi 12 (1978), 247-269.
http://isamveri.org/pdfdrg/D00143/1978_12/1978_12_OCAKAY.pdf
Ocak, Ahmet Yaşar. Babaîler İsyanı.
İstanbul: Dergâh Yayınları, 2. Basım, 1996.
Okay, Orhan. Silik Fotoğraflar.
İstanbul: Ötüken Neşriyat, 2001.
Okudan, Rıfat. “İslam Kültüründe Zühd ve Zahidlik”. Süleyman Demirel
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 14 (2005), 159-187.
Okumuş, Necdet. Manisa RifâîDergâhı Entekkeliler. Manisa: y.y.,
2003.
Öke, Mim Kemâl. Ömer Fevzi Mardin Gazî ve Sûfî. İstanbul: İrfan
Yayınları, 2009.
Önder, Mehmet. Atatürk Konya’da. Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi,
1989.
Öngören, Reşat. “Tarikat”. Türkiye Diyanet Vakfı Islâm Ansiklopedisi.
40/95-105. İstanbul: TDV Yayınları, 2011.
Öngören, Reşat. Osmanlılar’da Tasavvuf Anadolu’da Sûfîler, Devlet ve
Ulemâ (XVI. Yüzyıl). İstanbul: İz Yayıncılık, 2000.
Özel, Ahmet Murat. “Şâzeliyye”. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm
Ansiklopedisi. 38/387-390. İstanbul: TDV Yayınları, 2010.
Özköse, Kadir. “Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşmasında Tasavvufî Zümre
ve Akımların Rolü”. Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi
7/1 (Haziran 2003), 249-279.
Özköse, Kadir. “Seyyid Ahmed eş-Şerifin Anadolu’daki Millî Mücadele’ye
Katılışı ve Mustafa Kemal’i Desteklemesi”. Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi 5/2 (2001), 317-328.
Özköse, Kadir. “Zühd ve Sûfîlerin Zühde Yükledikleri Anlam”. Cumhuriyet
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 6/1 (Haziran 2002), 175-194.
Öztürk, Kâzım. Türk Parlamento Tarihi TBMM - II. Dönem 1923 - 1927.
3 Cilt. Ankara: TBMM Vakfı Yayınları, 1995.
Öztürk, Kâzım. Türk Parlamento Tarihi TBMM - IX. Dönem 1950 - 1954.
7 Cilt. Ankara: TBMM Vakfı Yayınları, 1988.
Pakalın, Mehmet Zeki. Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü.
3 Cilt. İstanbul: MEB Yayınları, 2. Basım, 1971.
Sakallı, Bayram. MillîMücadele’nin Sosyal Tarihi. İstanbul: İz
Yayıncılık, 1997.
Sarıkoyuncu, Ali. Milli Mücadelede Din Adamları. 2 Cilt. Ankara:
DİB Yayınları, 5. Basım, 2007.
Sayar, Ahmed Güner. Hasan Âli Yücel’in Tasavvufî Dünyası ve
Mevlevîliği. İstanbul: Ötüken Neşriyat, 2002.
Soydan, Mahmut. “İnkılap Sahasında Yeni Bir Hamle Daha”. Hâkimiyet-i
Milliye (6 Eylül 1341), 1.
https://dijital-kutuphane.mkutup.gov.tr/tr/Periodicals/Catalog/Issue/?IssueId=55581
Sühreverdî, Abdulkâhir b. Abdullah. Avârifü’l-meârif Beyrut:
Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, 1386/1966.
Şapolyo, Enver Behnan. Kemâl Atatürk ve Millî Mücadele Tarihi.
İstanbul: Rafet Zaimler Yayınevi, 3. Basım, 1958.
Şeker, Fatih M. İslâmlaşma Sürecinde Türklerin İslâm Tasavvuru.
Ankara: TDV Yayınları, 2010.
Şimşek, Halil İbrahim. Osmanlı’daMüceddidîlikXII/XVIII.
Yüzyıl. İstanbul: Sûf Yayınları,
2004.
Tahralı, Mustafa. “Rifâiyye”. Türkiye ’de Tarikatlar Tarih ve Kültür.
ed. Semih Ceyhan. 285334. Ankara: TDV İSAM Yayınları, 2. Basım, 2018.
Tanman, M. Baha. “Âsitâne”. Türkiye Diyanet Vakfı îslâm Ansiklopedisi.
3/485-487. İstanbul: TDV Yayınları, 1991.
Tanman, M. Baha. “Osmanlı Mimarisinde Tarikat Yapıları/Tekkeler”. Osmanlı
Toplumunda Tasavvuf ve Sufiler. haz. Ahmet Yaşar Ocak. 363-424. Ankara:
Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2. Basım, 2014.
Tanman, M. Baha. “Rıfaî Âsitanesi”. Dünden Bugüne İstanbul
Ansiklopedisi. ed. Nuri Akbayar vd.. 6/324-325. İstanbul: Kültür Bakanlığı
ve Tarih Vakfı Ortak Yayını, 1994.
Tanman, M. Baha. “Şazelî Tekkesi”. Dünden Bugüne İstanbul
Ansiklopedisi. ed. Nuri Akbayar vd.. 7/138-139. İstanbul: Kültür Bakanlığı
ve Tarih Vakfı Ortak Yayını, 1994.
Tansu, Samih Nafiz. îki Devrin Perde Arkası. İstanbul: Pınar
Yayınevi, 1964.
Tek, Abdurrezzak. “Cumhuriyetin İlk Yıllarında Bir Şeyh Portresi:
Üsküdarlı Balabanî Hasan Hüsnü Efendi ve Tasavvuf Anlayışı”. Uludağ
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 16/2 (2007), 155-168.
Tosun, Necdet. Bahâeddîn NakşbendHayatı Görüşleri Tarîkatı.
İstanbul: İnsan Yayınları, 6. Basım, 2015.
Türer, Osman. “XIII. Asırda Anadolu’da Tasavvuf ve Yunus Emre”. Diyanet
Dergisi 27/1 (Ocak-Şubat-Mart 1991), 87-100.
Türer, Osman. Ana Hatlarıyla Tasavvuf Tarihi. İstanbul: Seha
Neşriyat, 1998.
Vassâf, Osmanzâde Hüseyin. “Tarîkat-ı Aliyye”. Sefîne-i Evliyâ.
haz. Mehmet Akkuş - Ali Yılmaz. 1/11-18. İstanbul: Kitabevi Yayınları, 2006.
Vassâf, Osmanzâde Hüseyin. “Tasavvuf”. Sefîne-i Evliyâ. haz. Mehmet
Akkuş - Ali Yılmaz. 1/19-27. İstanbul: Kitabevi Yayınları, 2006.
Vassâf, Osmanzâde Hüseyin. Sefîne-i Evliyâ. haz. Mehmet Akkuş - Ali
Yılmaz. 5 Cilt. İstanbul: Kitabevi Yayınları, 2006.
Yazır, Elmalılı Muhammed Hamdi. Hak Dîni Kur’ân Dili. sad. Sıtkı
Gülle. 10 Cilt. İstanbul: Huzur Yayınevi, 2003.
Yıldırım, Ahmet. Din, Dünyevileşme ve Zühd. Ankara: Ankara Okulu
Yayınları, 2. Basım, 2014.
Yıldırım, Ahmet. Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki
Dayanakları. Ankara: TDV Yayınları, 2000.
Yılmaz, H. Kamil. “Celvetiyye”. Türkiye’de Tarikatlar Tarih ve Kültür.
ed. Semih Ceyhan. 929-978. Ankara: TDV İSAM Yayınları, 2. Basım, 2018.
Yılmaz, H. Kamil. Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar. İstanbul:
Ensar Neşriyat, 22. Basım, 2016.
Yılmaz, Necdet. Osmanlı Toplumunda Tasavvuf Sûfiler, Devlet ve Ulemâ
(XVII. Yüzyıl). İstanbul: Osmanlı Araştırmaları Vakfı, 2001.
Yılmaz, Ömer. “Tasavvuf, Tarîkat ve Tekkelerin Türk Toplumundaki Tesir ve
Tezahürleri”. Osmanlı Devleti’nde Padişah-Sûfi ilişkileri. ed. Ömer
Yılmaz. 1-48. Ankara: Akçağ Yayınları, 2019.
Yılmaz, Ömer. Geçmişten Günümüze Tasavvuf ve Tarikatlar. Ankara:
Akçağ Yayınları, 2. Basım, 2017.
Yiğit, İsmail. “Ribât”. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi.
35/76-79. İstanbul: TDV Yayınları, 2008.
Yücel, Erdem. “Galata Mevlevihanesi (Kulekapı Mevlevihanesi)”. Türk
Dünyası Araştırmaları Dergisi 1/2 (Ekim 1979), 63-83.
http://isamveri.org/pdfdrg/D00130/1979_2/1979_2_YUCELE.pdf
Yücel, Hasan Âli. “Mevlânâ ve Mevlevîlik”. Selamet Dergisi 1/9
(Aralık 1962), 12.
https://katalog.idp.org.tr/yazilar/20253/mevlana-ve-mevlevilik
Yücel, Hasan Âli. “Yeni Hayat”. Hayat Dergisi 1/1 (2 Kanun-ı Evvel
1926), 2.
https://dijital-kutuphane.mkutup.gov.tr/tr/Periodicals/Catalog/Issue/?IssueId=567
Yücer, Hür Mahmut. Osmanlı Toplumunda Tasavvuf (19. Yüzyıl).
İstanbul: İnsan Yayınları, 2. Basım, 2004.
Yücer, R.R.. “M. Şemsettin Ulusoy”. Türkün Bursa Halkevi Dergisi 9
(1937), 38-41.
http://i
samveri.org/pdfdrg/D01315/1937_9/ 1937_9_YUCERR.pdf
Diğer Kaynaklar
“2. Devre, 2. İçtima Senesi, 2. İçtima”. TBMM Zabıt Ceridesi 7/25
(3 Mart 1340).
https://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d02/c007/ehttbmm02007
002.pdf
“2. Devre, 3. İçtima Senesi, 17. İçtima”. TBMM Zabıt Ceridesi
19/312-322 (30 Teşrînisâni 1341).
https://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d02/c019/ehttbmm02019
017.pdf
“2. Devre, 3. İçtima Senesi, 9. İçtima”. TBMM Zabıt Ceridesi 19/145
(16 Teşrînisâni 1341).
https://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d02/c019/ehttbmm02019
009.pdf
“7. Devre, 1. İçtima, 61. İnikat”. TBMM Zabıt Ceridesi 10/263-266,
276, 292 (25 Mayıs 1944).
https://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d07/c010/tbmm07010061
.pdf
“7. Dönem, 2. Toplantı, 60. Birleşim”. TBMM Tutanak Dergisi
17/316-317 (23 Mayıs 1945).
https://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d07/c017/tbmm07017060
.pdf
“7. Dönem, 3. Toplantı, 17. Birleşim”. TBMM Tutanak Dergisi 20/342
(24 Aralık 1945).
https://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d07/c020/tbmm07020017
.pdf
“8. Dönem, 3. Toplantı, 106. Birleşim”. TBMM Tutanak Dergisi
20/707-711 (10 Haziran 1949).
https://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d08/c020/tbmm08020106
.pdf
“8. Dönem, 3. Toplantı, 36. Birleşim”. TBMM Tutanak Dergisi 15/181
(24 Ocak 1949).
https://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d08/c015/tbmm08015036
.pdf
“8. Dönem, 3. Toplantı, 52. Birleşim”. TBMM Tutanak Dergisi 16/664,
678 (25 Şubat 1949).
https://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d08/c016/tbmm08016052
.pdf
“8. Dönem, 4. Toplantı, 57. Birleşim”. TBMM Tutanak Dergisi
25/34-39 (1 Mart 1950).
https://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d08/c025/tbmm08025057
.pdf
“9. Dönem, 1. Toplantı, 109. Birleşim”. TBMM Tutanak Dergisi
9/614-615 (6 Ağustos 1951).
https://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d09/c009/tbmm09009109
.pdf
Bakanlar Kurulu Kararları (Karar Sayısı. 10990). Resmî Gazete 7487
(19 Nisan 1950). Erişim 18 Nisan 2020.
https://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/7487.pdf
Şer‘iyye ve Evkâf ve Erkân-ı Harbiyye-i Umûmiyye Vekâletlerinin İlgasına
Dair Kanun (Kanun No. 429). Resmî Cerîde 63 (6 Mart 1340). Erişim 7
Nisan 2020.
https://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/63.pdf
Tekâyâ ve Zevâyanın Seddine ve İlmiye Sınıfı Kisvesine ve Bi’l-umûm Devlet
Memurlarının Kıyafetlerine Dair İcra Vekilleri Heyetinin 2 Eylül 1341 Tarihli
İctimaında Müttehiz Karar Üzerine Tanzim Edilmiş Olan Kararname (Kararname No.
2413). Resmî Cerîde 168 (5 Eylül 1341). Erişim 27 Nisan 2020.
https://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/168.pdf
Tekke ve Zâviyelerle Türbelerin Kapatılmasına ve Türbedarlıklar ile
Birtakım Unvanların Men ve İlgasına Dair Olan 677 Sayılı Kanunun Birinci
Maddesine Bir Fıkra Eklenmesi Hakkında Kanun (Kanun No. 5438). Resmî Gazete
7234 (16 Haziran 1949). Erişim 4 Ekim 2019.
https://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/7234.pdf
Tekke ve Zâviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklar ile Birtakım
Unvanların Men ve İlgasına Dair Kanun (Kanun No. 677). Resmî Cerîde 243
(13 Kanun-ı Evvel 1341). Erişim 4 Ekim 2019.
https://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/243.pdf
Tekke ve Zâviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklarla Birtakım
Unvanların Meni ve İlgasına Dair Olan 677 Sayılı Kanunun Birinci Maddesine Bir
Fıkra Eklenmesi Hakkında Kanun (Kanun No. 5566). Resmî Gazete 7448 (4
Mart 1950). Erişim 4 Ekim 2019.
https://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/7448.pdf
Türbe, Tekye ve Zâviyelerdeki Eşya Hakkında Ta‘mîm. Resmî Cerîde
248 (19 Kanun-ı Evvel 1341). Erişim 4 Ekim 2019.
https://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/248.pdf
“Seyyid Senûsî Hazretlerinin Sivas’taki Hutbeleri”. Sebîlü’r-Reşâd
19/474 (31 Mart 1337), 49-50.
https://dijital-kutuphane.mkutup.gov.tr/tr/Periodicals/Catalog/Issue/?IssueId=20099
Açık Söz. “Bektaşi Ayini Yapanlar
Dün Mahkum Oldular” (3 Şubat 1937), 2.
http://nek.istanbul.edu.tr:4444/ekos/GAZETE/acik%20soz/acik%20soz_1937/acik
%20soz_1937_subat_/acik%20soz_1937_subat_3_.pdf
Açıksöz. “Gazi’nin Nutukları” (1
Eylül 1341), 1-2.
https://dijital-kutuphane.mkutup.gov.tr/tr/Periodicals/Catalog/Issue/?IssueId=67658
Açıksöz. “Heyet-i Vekîle
Karanameleri” (5 Eylül 1341), 1.
https://dijital-kutuphane.mkutup.gov.tr/tr/Periodicals/Catalog/Issue/?IssueId=67655
Açıksöz. “Tekyeler ve Zâviyeler
Kanunu” (2 Kanun-ı Evvel 1341), 1.
https://dijital-kutuphane.mkutup.gov.tr/tr/Periodicals/Catalog/Issue/?IssueId=67351
Akşam. “Açılacak Türbeler” (2 Mart
1950), 2.
https://dspace.ankara.edu.tr/xmlui/handle/20.500.12575/14484
Akşam. “Açılacak Türbeler” (7 Mart
1950), 2.
https://dspace.ankara.edu.tr/xmlui/handle/20.500.12575/14492
Akşam. “Bektaşilik Ayini Yapanlar -
Suçluların Üçer Ay Hapislerine Karar Verildi (3 Şubat 1937), 2.
http://nek.istanbul.edu.tr:4444/ekos/GAZETE/aksam/aksam_1937/aksam_1937_su
bat_/
aksam_1937_subat_3_.pdf
Akşam. “Fatih Türbesi Açıldı” (15
Temmuz 1950), 1, 3.
https://dspace.ankara.edu.tr/xmlui/handle/20.500.12575/15266
Cumhuriyet. “Bektaşi Ayini Yapanlar
Mahkum - Mustafa Türabi ve Nihad Babalar Üç Ay Hapis Yatacaklar” (3 Şubat
1937), 2.
http://nek.istanbul.edu.tr:4444/ekos/GAZETE/cumhuriyet//cumhuriyet_1937/cumh
uriyet_1937_subat_/cumhuriyet_1937_subat_3_.pdf
Cumhuriyet. “Bektaşi Babaları
Adliyeye Verildi” (15 İkinciteşrin 1936), 2.
http://nek.istanbul.edu.tr:4444/ekos/GAZETE/cumhuriyet//cumhuriyet_1936/cumh
uriyet_1936_ikincitesrin_/cumhuriyet_1936_ikincitesrin_15_.pdf
Cumhuriyet. “Büyük Millet Meclisinde
Hararetli Müzakerât” (1 Kanun-ı Evvel 1341), 2.
https://dijital-kutuphane.mkutup.gov.tr/tr/Periodicals/Catalog/Issue/?IssueId=89033
Cumhuriyet. “Heyet-i Vekîle’nin Tarihî ve Mühim Üç Kararı” (4 Eylül
1341), 1.
https://dijital-kutuphane.mkutup.gov.tr/tr/Periodicals/Catalog/Issue/7IssueIdM14925
Cumhuriyet. “Türk Büyüklerine Ait
Türbeler Açılacak” (2 Mart 1950), 1, 3.
https://dspace.ankara.edu.tr/xmlui/handle/20.500.12575/17117
Cumhuriyet. “Türkiye Mason Locaları Bir Emirle Kapatıldı” (14
Birinciteşrin 1935), 1, 3.
http://nek.istanbul.edu.tr:4444/ekos/GAZETE/cumhuriyet//cumhuriyet_1935/cumh
uriyet_1935_birincitesrin_/cumhuriyet_1935_birincitesrin_14_.pdf
Haber. “Bektaşiler Dün Mahkumiyet
Kararı Aldılar” (3 Şubat 1937), 6.
http://nek.istanbul.edu.tr:4444/ekos/GAZETE/haber(aksam%20postasi)/haber(aksa
m%20postasi)_1937/haber_1937_subat_/haber_1937_subat_3_.pdf
Hâkimiyet-iMilliye. “Büyük Millet Meclisi’nin Dünkü Müzakerâtı” (1
Kanun-ı Evvel 1341), 2.
https://dijital-kutuphane.mkutup.gov.tr/tr/Periodicals/Catalog/Issue/?IssueId=54303
Hâkimiyet-iMilliye. “Hayat-ı İctimaiyemizi Tanzim Eden Mühim
Kararlar” (4 Eylül 1341), 1.
https://dijital-kutuphane.mkutup.gov.tr/tr/Periodicals/Catalog/Issue/?IssueId=55580
Hâkimiyet-iMilliye. “Heyet-i Vekîle”
(3 Eylül 1341), 1.
https://dijital-kutuphane.mkutup.gov.tr/tr/Periodicals/Catalog/Issue/?IssueId=55579
Hâkimiyet-i Milliye. “Kastamonu
Halkı Arasında Büyük Müneccî” (1 Eylül 1341), 2.
https://dijital-kutuphane.mkutup.gov.tr/tr/Periodicals/Catalog/Issue/?IssueId=55577
Halkın Sesi. “Eyüp’te Bir Evde Bektaşi Âyini Yapmışlar” (16 İkinciteşrin
1936), 4.
http://nek.istanbul.edu.tr:4444/ekos/GAZETE/halkin%20sesi/halkin%20sesi_1936/
halkin%20sesi_1936_ikincitesrin_/halkin%20sesi_1936_ikincitesrin_16_.pdf
Kurun. “Bektaşilik - Tekke ve
Zaviyelerin Seddi Kanununa Muhalefet Sabit Görüldü - Suçlular, Ceza Yediler!”
(3 Şubat 1937), 3.
http://nek.istanbul.edU/tr:4444/ekos/GAZETE/kurun/kurun_1937/kurun_1937_suba
Kurun. “Eyüp’te Bektaşilik Âyini
Yapan Yirmi Sekiz Kişi Yakalandı - Nihat Baba ve Mustafa Türabî Tevkif Edildi”
(15 İkinciteşrin 1936), 1, 4.
http://nek.istanbul.edu.tr:4444/ekos/GAZETE/kurun/kurun_1936/kurun_1936_ikin
citesrin_/kurun_1936_ikincitesrin_15_.pdf
Son Posta. “Bektaşi Ayini Yapanlar
Dün Mahkum Oldular” (3 Şubat 1937), 4.
http://nek.istanbul.edu.tr:4444/ekos/GAZETE/son%20posta/son%20posta_1937/so
n%20posta_1937_subat_/son%20posta_1937_subat_3_.pdf
Son Posta. “Eyüp’te Âyin Yaparken
Tutulan Bektaşiler”, “Eyüpte Rakı İçip Âyin Yaparken Tutulan Bektaşiler” (15
İkinciteşrin 1936), 1, 8.
http://nek.istanbul.edu.tr:4444/ekos/GAZETE/son%20posta/son%20posta_1936/so
n%20posta_1936_ikincitesrin_/son%20posta_1936_ikincitesrin_15_.pdf
Tan. “Ayin Yapmak Suçu ile
Yakalananlar” (15 İkinciteşrin 1936), 9.
http://nek.istanbul.edu.tr:4444/ekos/GAZETE/tan//tan_1936/tan_1936_ikincitesrin_
/tan_1936_ikincitesrin_15_.pdf
Tan. “Bektaşilik Cürmü Meşhudu
Yapıldı” (14 İkinciteşrin 1936), 1-2.
http://nek.istanbul.edu.tr:4444/ekos/GAZETE/tan//tan_1936/tan_1936_ikincitesrin_
/tan_1936_ikincitesrin_14_.pdf
Tan. “Tarikatçilik Âyini Yapanlar
Dün Mahkûm Oldu” (3 Şubat 1937), 4.
http://nek.istanbul.edu.tr:4444/ekos/GAZETE/tan//tan_1937/tan_1937_subat_/tan_
Yeni Asır. “Hâlâ mı Softalık Hevesi
- Eyüp’te Bir Evde Bektaşi Âyini Yapmışlar” (15 Teşrînisâni 1936), 3.
http://nek.istanbul.edu.tr:4444/ekos/GAZETE/yeniasir/yeniasir_1936/yeni%20asir_
1936_tesrinisani_/yeni%20asir_1936_tesrinisani_15_.pdf
Yeni İstanbul. “Fatih’in Türbesi Dün
Törenle Açıldı” (15 Temmuz 1950), 2.
https://dspace.ankara.edu.tr/xmlui/handle/20.500.12575/8504
Yeni İstanbul. “Gazi Osman Paşa’nın
Türbesi Dün Açıldı” (6 Nisan 1950), 1.
https://dspace.ankara.edu.tr/xmlui/handle/20.500.12575/8425
Yeni İstanbul. “Kanuni’nin Türbesi
Dün Açıldı” (20 Nisan 1950), 1.
https://dspace.ankara.edu.tr/xmlui/handle/20.500.12575/8411
Yeni İstanbul. “Türk Büyüklerine Ait
Türbeler Açılacak” (2 Mart 1950), 2.
https://dspace.ankara.edu.tr/xmlui/handle/20.500.12575/8248
Yeni Sabah. “Açılacak Türbelerin
İsimleri” (2 Nisan 1950), 2.
https://dspace.ankara.edu.tr/xmlui/handle/20.500.12575/7952
Yeni Sabah. “Fatih’in Türbesi Dün
Merasimle Açıldı” (15 Temmuz 1950), 1, 5.
https://dspace.ankara.edu.tr/xmlui/handle/20.500.12575/8051
Zafer. “Plevne Müdafiinin Türbesi
Açıldı” (6 Nisan 1950), 2.
https://dspace.ankara.edu.tr/xmlui/handle/20.500.12575/4530
Zafer. “Türbelerin Açtırılması” (2
Mart 1950), 1, 6.
https://dspace.ankara.edu.tr/xmlui/handle/20.500.12575/4474
[1] Muhammed b. Mükerrem İbn Manzûr, Lisânü ’l-
‘Arab, thk. Âmir Ahmed Haydar (Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l- İlmiyye,
1424/2003), “zühd”, 3/242.
[2] Ebû
Bekr Muhammed b. İshâk el-Kelâbâzi, et-Taarruf li-mezhebi ehli’t-tasavvuf,
thk. Ahmed Şemseddin (Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1432/2011), 109.
[3] Abdulkerim b. Hevâzin el-Kuşeyn, er-Risâletü
’l-Kuşeyriyye, thk. Yusuf Ali Bedivi (Beyrut: Dâru’l-Yemâme, 1435/2014),
199-202.
[4] Kur ’ân-ı Kerîm Meâli, haz. Halil
Altuntaş - Muzaffer Şahin (Ankara: DİB Yayınları, 2005), el-Yûsuf 12/20.
[5] en-Nisâ 4/77.
[6] el-En‘âm 6/32.
[7] en-Nûr 24/36-37.
[8] Ebû
Abdillah Muhammed b. Yezîd el-Kazvînî İbn Mâce, Sünenü İbn Mâce, nşr.
Halil Me’mûn Şîhâ (Beyrut: Dâru’l-Ma‘rife, 1418/1997), “Zühd”, 37 (No. 1).
[9] Mahmud Esad Erkaya, Kur ’an Kaynaklı
Tasavvuf Kavramları (Ankara: Otto Yayınları, 2017), 240-244.
[10] Ahmet Yıldırım, Din, Dünyevileşme ve Zühd
(Ankara: Ankara Okulu Yayınları, 2014), 109-115.
[11] Mustafa Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi
(İstanbul: Dergâh Yayınları, 1999), 115-117.
[12] Abdurrahman el-Câmî, Nefahâtü ’l-üns min hadarâti’l-kuds,
thk. Muhammed Edip el-Câdir (Beyrut: Dâru’l- Kütübi’l-İlmiyye, 1424/2003),
1/45.
[13] Kelâbâzî, Taarruf thk. Ahmed Şemseddin, 11-12.
[14] Kadir Özköse, “Zühd ve Sûfîlerin Zühde Yükledikleri Anlam”, Cumhuriyet
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 6/1 (Haziran 2002), 175, 186, 192.
[15] Osmanzâde Hüseyin Vassâf, “Tasavvuf”, Sefîne-i
Evliyâ, haz. Mehmet Akkuş - Ali Yılmaz (İstanbul: Kitabevi Yayınları,
2006), 1/20.
[16] Feridüddîn el-Attâr, Tezkiretü ’l-evliya,
thk. Asım İbrahim el-Keyyâli (Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1431/2010), 514.
[17] İmâm-ı Rabbânî, “33. Mektup”, el-Mektûbât
(İstanbul: Kitap Kalbi Yayıncılık, 2018), 1/48.
[18] Ebû Abdillâh Muhammed b. İsmail el-Buhârî, Sahîhu ’l-Buhârî,
nşr. Muhammed Özdemir (İstanbul: el- Mektebetü’l-İslâmî, 1400/1979), “Nikah”,
67 (No. 1).
[19] Rıfat Okudan, “İslam Kültüründe Zühd ve
Zahidlik”, Süleyman Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 14
(2005), 168-175.
[20] H. Kamil Yılmaz, Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve
Tarîkatlar (İstanbul: Ensar Neşriyat, 2016), 23.
[21] Kelâbâzî, Taarruf, thk. Ahmed Şemseddin, 12, 14, 18.
[22] Abdurrahman b. Muhammed İbn Haldun, Mukaddimetü İbn Haldun,
thk. Abdullah Muhammed ed-Derviş (Dimeşk: Dâru’l-Belhi, 1425/2004), 2/225.
[23] Osman Türer, Ana Hatlarıyla Tasavvuf Tarihi
(İstanbul: Seha Neşriyat, 1998), 25.
[24] Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, 181.
[25] Ethem Cebecioğlu, “Prof. Nicholson’un
Kronolojik Esaslı Tasavvuf Tarifleri”, Ankara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi 29 (1987), 387-406.
[26] Vassâf, “Tasavvuf”, 1/19.
[27] el-Kalem 68/4.
[28] Ebû Abdillâh Mâlik b. Enes el-Asbahî İmam Mâlik, el-Muvatta ’,
nşr. Muhammed Fuâd Abdülbâkî (Beyrut: Dâru İhyâit-Türâsi’l-Arabî, 1406/1985),
“Hüsnü’l-Halk”, 8.
[29] İbn Haldun, Mukaddimetü İbn Haldun, thk.
Abdullah Muhammed ed-Derviş, 2/225-227.
[30] Ahmet Yıldırım, Tasavvufun Temel
Öğretilerinin Hadislerdeki Dayanakları (Ankara: TDV Yayınları, 2000),
10-11.
[31] Ömer Yılmaz, Geçmişten Günümüze Tasavvuf ve
Tarîkatlar (Ankara: Akçağ Yayınları, 2017), 65.
[32] Ali b. Muhammed eş-Şenf el-Cürcânî el-Hüseynî
el-Hanefî, Kitâbu’t-Ta‘rîfât, thk. Muhammed Abdurrahman el-Mer‘aşlî
(Beyrut: Dâru’n-Nefâis, 1424/2003), “tarîkat”, 215.
[33] en-Nisâ 4/168-169; 77; el-Ahkâf 46/30; el-Cin 72/16.
[34] İmâm-ı Rabbânî, “36. Mektup”, el-Mektûbât,
1/50.
[35] İmâm-ı Rabbânî, “41. Mektup”, el-Mektûbât,
1/54.
[36] Yılmaz, Geçmişten Günümüze Tasavvuf ve Tarîkatlar, 199-216.
[37] Mehmed Ali Aynî, İslâm Tasavvuf Tarihi,
sad. H.R. Yananlı (İstanbul: Akabe Yayınları, 1985), 60.
[38] Mustafa Kara, Metinlerle Osmanlılarda
Tasavvuf ve Tarikatlar (İstanbul: Sır Yayıncılık, 2004), 33-34.
[39] Mehmet Demirci, Sorularla Tasavvuf ve
Tarîkatler (İstanbul: Damla Yayınevi, 2001), 69.
[40] “Tasavvuf ehli tarikatların başlangıcını Asr-ı Saâdet’e kadar
götürmektedir. Hz. Peygamber’in başta Hulefâ- i Râşidin olmak üzere sahâbilere
değişik usullerle zikir telkininde bulunduğuna inanılır. Daha sonra bu
usullerin devam ettirilmesiyle tarikatlar meydana gelmiştir. Dolayısıyla bütün
tarikatların başı durumunda olan Resûl-i Ekrem’in ortaya koyduğu ilâhi yol,
tarikat-ı Muhammediyye diye adlandırılmıştır.” Reşat Öngören, “Tarikat”, Türkiye
Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (İstanbul: TDV Yayınları, 2011), 40/97.
[41] Semih Ceyhan, “Tarikat ve Tekke Kavramlarına Dair”, Türkiye ’de
Tarikatlar Tarih ve Kültür, ed. Semih Ceyhan (Ankara: TDV İSAM Yayınları,
2018), 28.
[42] Türer, Ana Hatlarıyla Tasavvuf Tarihi,
171.
[43] Yılmaz, Geçmişten Günümüze Tasavvuf ve Tarîkatlar, 198.
[44] Kara, Metinlerle Osmanlılarda Tasavvuf ve Tarikatlar, 32.
[45] Câmî, Nefahâtü ’l-üns, thk. Muhammed
Edip el-Câdir, 1/45.
[46] Osman Türer, “XIII. Asırda Anadolu’da Tasavvuf
ve Yunus Emre”, Diyanet Dergisi 27/1 (Ocak-Şubat-Mart 1991), 87.
[47] Fuad Köprülü, Türk Edebiyatı’nda İlk
Mutasavvıflar (Ankara: DİB Yayınları, 1966), 167, 171-175.
[48] Köprülü, Türk Edebiyatı’nda İlk
Mutasavvıflar, 97.
[49] Kemal Eraslan, “Ahmed-i Yesevî”, Yesevîlik
Bilgisi, haz. Cemâl Kurnaz vd. (Ankara: Ahmet Yesevi Vakfı Yayınları,
1998), 78-96.
[50] Ahmet Yaşar Ocak, “Anadolu Sûfiliğinde Ahmed-i
Yesevî ve Yesevîlik”, YesevîlikBilgisi, 325-331.
[51] Fuad Köprülü, Osmanlı İmparatorluğunun
Kuruluşu (Ankara: Akçağ Yayınları, 2003), 106-114, 118.
[52] Reşat Öngören, Osmanlılar’da Tasavvuf Anadolu’da Sûfîler, Devlet
ve Ulemâ (XVI. Yüzyıl) (İstanbul: İz Yayıncılık, 2000), 19, 21, 219, 223.
[53] Dilaver Gürer, Abdülkâdir Geylânî Hayatı
Eserleri Görüşleri (İstanbul: İnsan Yayınları, 2013), 57, 65, 88.
[54] Gürer, Abdülkâdir Geylânî, 329-340.
[55] Adalet Çakır, Abdülkadir-i Geylânî ve Kadirîlik
(İstanbul: İSAM Yayınları, 2012), 1/426.
[56] Çakır, Abdülkadir-i Geylânî ve Kadirîlik, 2/1106-1107.
[57] Gürer, Abdülkâdir Geylânî, 356-357.
[58] Mustafa Kara, “Eşrefiyye”, Türkiye Diyanet
Vakfı İslâm Ansiklopedisi (İstanbul: TDV Yayınları, 1995), 11/478-479.
[59] Çakır, Abdülkadir-i Geylânî ve Kadirîlik,
1/541-546, 548, 552-554.
[60] Kenan Rifâî, Seyyid Ahmed er-Rifâî, haz.
Mustafa Tahralı (İstanbul: Cenan Kültür Eğitim ve Sağlık Vakfı Neşriyâtı,
2008), 15-17.
[61] Kenan Rifâî, Seyyid Ahmed er-Rifâî, 225.
[62] Mustafa Tahralı, “Rifâiyye”, Türkiye ’de
Tarikatlar Tarih ve Kültür, 285, 289.
[63] Köprülü, Türk Edebiyatı’nda İlk Mutasavvıflar, 174.
[64] Ramazan Muslu, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf
(18. Yüzyıl) (İstanbul: İnsan Yayınları, 2004), 548, 554.
[65] Hür Mahmut Yücer, Osmanlı Toplumunda
Tasavvuf (19. Yüzyıl) (İstanbul: İnsan Yayınları, 2004), 410-415.
[66] Necdet Okumuş, Manisa Rifâî Dergâhı Entekkeliler (Manisa:
y.y., 2003), 15, 109.
[67] Ekrem Işın, “Rıfaîlik”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi,
ed. Nuri Akbayar vd. (İstanbul: Kültür Bakanlığı ve Tarih Vakfı Ortak Yayını,
1994), 6/330.
[68] Tahralı, “Rifâiyye”, 292-293.
[69] Yücer, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf (19. Yüzyıl), 417-424.
[70] Mustafa Salim Güven, “Şâzeliyye”, Türkiye
’de Tarikatlar Tarih ve Kültür, 373-379.
[71] Öngören, Osmanlılar’da Tasavvuf (XVI. Yüzyıl), 229.
[72] Necdet Yılmaz, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf
Sûfîler, Devlet ve Ulemâ (XVII. Yüzyıl) (İstanbul: Osmanlı Araştırmaları
Vakfı, 2001), 425.
[73] Vassâf, Sefîne-i Evliyâ, 1/308.
[74] Yücer, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf (19. Yüzyıl), 603, 605,
608, 703.
[75] Mim Kemâl Öke, Ömer Fevzi Mardin Gazî ve
Sûfî (İstanbul: İrfan Yayınları, 2009), 92, 95-97.
[76] Ali Köse, Neden İslâm’ı Seçiyorlar
(İstanbul: TDV İSAM Yayınları, 1997), 143-145.
[77] Rene Guenon (Abdülvâhid Yahyâ), “Tevhid”, çev.
Mustafa Tahralı, Kubbealtı Akademi Mecmuası 8/4 (Ekim 1979), 47-48.
[78] Ahmet Murat Özel, “Şâzeliyye”, Türkiye
Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (İstanbul: TDV Yayınları, 2010),
38/387-389.
[79] Manakıb-ı Hacı Bektâş-ı Velî Vilâyet-Nâme, haz. Abdülbaki
Gölpınarlı (İstanbul: İnkılâp Kitabevi, 1958), 1, 5.
[80] Hacı Bektâş-ı Velî, Makâlât, haz. Esad
Coşan (Ankara: Seha Neşriyat, ts.), 3, 4, 6, 16, 19, 24.
[81] Ahmet Yaşar Ocak, Babaîler İsyanı
(İstanbul: Dergâh Yayınları, 1996), 178, 180, 181.
[82] Ahmet Yaşar Ocak, “Bektaşiyye”, Türkiye’de
Tarikatlar Tarih ve Kültür, 447, 454, 462, 470.
[83] Fuad Köprülü, “Bektaş”, MEB İslâm
Ansiklopedisi (Eskişehir: MEB Yayınları, 1997), 2/462.
[84] Ocak, “Bektaşiyye”, 467-468.
[85] Köprülü, “Bektaş”, 2/461-462.
[86] Abdülbâki Gölpınarlı, Mevlânâ Celâleddin
(İstanbul: İnkılâp Kitabevi, 1952), 39-44.
[87] Sezai Küçük, “Mevleviyye”, Türkiye ’de
Tarikatlar Tarih ve Kültür, 489-493.
[88] Abdülbâki Gölpınarlı, “Mevlevîlik”, MEB
İslâm Ansiklopedisi, 8/164-166.
[89] Küçük, “Mevleviyye”, 496.
[90] Asaf Halet Çelebi, Mevlâna ve Mevlevîlik
(İstanbul: y.y., 1957), 197-198.
[91] Küçük, “Mevleviyye”, 498.
[92] Çelebi, Mevlâna ve Mevlevîlik, 201.
[93] Gölpınarlı, Mevlânâ Celâleddin, 172.
[94] Gölpınarlı, “Mevlevîlik”, 8/166-171.
[95] Necdet Tosun, Bahâeddîn NakşbendHayatı
Görüşleri Tarîkatı (İstanbul: İnsan Yayınları, 2015), 95, 269.
[96] Hamid Algar, Nakşibendîlik, haz. A.
Cüneyd Köksal (İstanbul: İnsan Yayınları, 2007), 401-402.
[97] Halil İbrahim Şimşek, Osmanlı’da
Müceddidîlik XII/XVIII. Yüzyıl (İstanbul: Sûf Yayınları, 2004), 27, 53,
98-100.
[98] Algar, Nakşibendîlik, 403-405, 421.
[99] Mehmed Nazmî Efendi, OsmanlIlarda Tasavvuf Hayat Halvetîlik
Örneği Hediyyetü ’l-İhvân, haz. Osman Türer (İstanbul: İnsan Yayınları,
2005), 80-81.
[100] Köprülü, Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu, 115.
[101] Mahmud Cemaleddin el-Hulvî, Lemezât-ı hulviyye ez lemezât-ı
ulviyye, haz. Mehmet Serhan Tayşi (İstanbul: MÜİFV Yayınları, 1993), 393,
407, 409, 411.
[102] Öngören, Osmanlılar’da Tasavvuf (XVI.
Yüzyıl), 32, 54, 79.
[103] Yılmaz, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf (XVII.
Yüzyıl), 102, 115.
[104] İbn Manzûr, “secede”, 3/252.
[105] Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi,
çev. M. Said Mutlu - Salih Tuğ (İstanbul: İrfan Yayınevi, 1969), 2/ 74-77, 194,
264, 300.
[106] Ramazan Altıntaş, “Cami ve Birlikte Yaşama
Ahlakı”, Diyanet Aylık Dergi 346 (Ekim 2019), 16.
[107] Vassâf, “Tarîkat-ı Aliyye”, Sefîne-i Evliyâ,
1/11.
[108] Nihad Sâmi Banarlı, Şiir ve Edebiyat
Sohbetleri (b.y., Kubbealtı Neşriyâtı, 1976), 1/108.
[109] Mustafa Kara, “Tekke”, Türkiye Diyanet Vakfı
İslâm Ansiklopedisi (İstanbul: TDV Yayınları, 2011), 40/368.
[110] Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri
ve Terimleri Sözlüğü (İstanbul: MEB Yayınları, 1971), “Tekke”, 3/445.
[111] Mustafa Kara, Din Hayat Sanat Açısından
Tekkeler ve Zâviyeler (İstanbul: Dergâh Yayınları, 2017), 41.
[112] Câmî, Nefahâtü ’l-üns, thk. Muhammed Edip el-Câdir, 1/45.
[113] Ahmet Yaşar Ocak, “Zâviyeler”, Vakıflar Dergisi 12 (1978),
248-249.
[114] M. Baha Tanman, “Osmanlı Mimarisinde Tarikat
Yapıları/Tekkeler”, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf ve Sufiler, haz. Ahmet
Yaşar Ocak (Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2014), 364.
[115] İbn Manzûr, “zeviye”, 14/446, 448.
[116] Ocak, “Zâviyeler”, 250.
[117] Ahmet Yaşar Ocak, “Zâviye”, MEB İslâm
Ansiklopedisi, 13/469-470.
[118] Ömer Lütfi Barkan, “İstila Devirlerinin
Kolonizatör Türk Dervişleri ve Zaviyeler”, Vakıflar Dergisi 2 (1942),
284, 290.
[119] Kara, Tekkeler ve Zâviyeler, 117.
[120] Ocak, “Zâviyeler”, 254-256.
[121] Ocak, “Zâviye”, 13/471.
[122] Muhsin Keyanî, Hankahlar Tarihi, çev.
Ali Ertuğrul - Süleyman Gökbulut (İstanbul: Büyüyenay Yayınları, 2013), 79-80.
[123] Abdulkâhir b. Abdullah es-Sühreverdî, Avârifü’l-meârif
(Beyrut: Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, 1386/1966), 104.
[124] İsmail Yiğit, “Ribât”, Türkiye Diyanet Vakfı
İslâm Ansiklopedisi (İstanbul: TDV Yayınları, 2008), 35/76.
[125] Kara, Tekkeler ve Zâviyeler, 148.
[126] el-Enfâl 8/60.
[127] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak
Dîni Kur ’ân Dili, sad. Sıtkı Gülle (İstanbul: Huzur Yayınevi, 2003),
2/615, 629-630.
[128] Kara, Tekkeler ve Zâviyeler, 149.
[129] Sühreverdî, Avârifü’l-meârif, 105-106.
[130] Yiğit, “Ribât”, 35/78.
[131] Keyanî, Hankahlar Tarihi, çev. Ali Ertuğrul - Süleyman Gökbulut,
76.
[132] Pakalın, “Hanikah”, 1/730.
[133] M. Baha Tanman, “Âsitâne”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm
Ansiklopedisi (İstanbul: TDV Yayınları, 1991), 3/485-486.
[134] Tanman, “Osmanlı Mimarisinde Tarikat Yapılan/Tekkeler”, 363-371.
[135] Kara, Metinlerle Osmanlılarda Tasavvuf ve Tarikatlar, 261.
[136] Fatih M. Şeker, İslâmlaşma Sürecinde
Türklerin İslâm Tasavvuru (Ankara: TDV Yayınları, 2010), 116, 118.
[137] Seyfettin Erşahin, “Mevlâna’nın İslâmlaştırma
Faaliyetleri”, Diyanet Aylık Dergi 12 (Aralık 1991), 42-43.
[138] Kadir Özköse, “Anadolu’nun Türkleşmesi ve
İslamlaşmasında Tasavvufî Zümre ve Akımların Rolü”, Cumhuriyet Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi 7/1 (Haziran 2003), 249, 250, 277.
[139] Ahmet Cahid Haksever, “Göçebelikten Yerleşik Hayata Geçişte Tekke
ve Zaviyelerin Rolü: Çorum Örneği”, Çorum ve Kültür (Çorum: T.C. Çorum
Valiliği İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü Yayınları, 2014), 8889.
[140] Ahmet Cahid Haksever, “Şehrin Kimliğinde Vakıf Geleneği ve Tasavvufi
Kurumlar: (Tekkeler, Zaviyeler ve Türbeler) Çankırı Örneği”, Çankırı’nın
Manevî Mimarları Sempozyum Bildirileri (Çankırı: Çankırı Karatekin
Üniversitesi Türkiyat Enstitüsü, 2017), 43, 46.
[141] Haksever, “Göçebelikten Yerleşik Hayata Geçişte
Tekke ve Zaviyelerin Rolü: Çorum Örneği”, 90.
[142] Ömer Yılmaz, “Tasavvuf, Tarikat ve Tekkelerin
Türk Toplumundaki Tesir ve Tezahürleri”, Osmanlı Devleti’nde Padişah-Sûfî
İlişkileri, ed. Ömer Yılmaz (Ankara: Akçağ Yayınları, 2019), 4-6.
[143] Ethem Cebecioğlu, “Güney Asyada İslamın Yayılmasında Safîlerin
Rolü”, Ankara Üniversitesi ilahiyat Fakültesi Dergisi 33 (1992), 160,
164-169.
[144] Yılmaz, “Tasavvuf, Tarîkat ve Tekkelerin Türk
Toplumundaki Tesir ve Tezahürleri”, 12.
[145] Bülent Akot, “Tasavvufî İrşad Metodu Olarak
Sohbetin Fonksiyonu”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi 7/31
(2014), 31, 38.
[146] Kara, Tekkeler ve Zâviyeler, 133-141.
[147] Barkan, “İstila Devirlerinin Kolonizatör Türk
Dervişleri ve Zaviyeler”, 297.
[148] Fatih Köse, İstanbul Halvetî Tekkeleri
(İstanbul: MÜİFV Yayınları, 2012), 53, 57.
[149] Bayram Sakallı,MillîMücadele’nin Sosyal
Tarihi (İstanbul: İz Yayıncılık, 1997), 124-136.
[150] Ahmet Cahid Haksever, Modernleşme Sürecinde
Mevlevîler ve Jön Türkler (İstanbul: H Yayınları, 2009), 164-165.
[151] Nuri Köstüklü, Vatan
SavunmasındaMevlevîhâneler (Konya: Çizgi Kitabevi Yayınları, 2005), 67,
129-135.
[152] Recep Çelik, Milli Mücadelede Din Adamları
(İstanbul: Emre Yayınları, 1999), 1/86, 270, 406, 462.
[153] Kadir Mısıroğlu, Kurtuluş Savaşı’nda Sarıklı
Mücâhidler (İstanbul: Sebil Yayınevi, 2014), 407.
[154] Mehmet Demirci, Gönül Dünyamızı
Aydınlatanlar (İstanbul: Ensar Neşriyat, 2013), 291.
[155] Ali Sankoyuncu, Milli Mücadelede Din
Adamları (Ankara: DİB Yayınları, 2007), 1/59, 61, 62, 67.
[156] Mazhar Müfit Kansu, Erzurum’dan Ölümüne
Kadar Atatürk’le Beraber (Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2009),
1/202, 252.
[157] Mahmut Goloğlu, Milli Mücadele Tarihi-I
Erzurum Kongresi (İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2008),
122-123.
[158] Enver Behnan Şapolyo, Kemâl Atatürk ve Millî
Mücadele Tarihi (İstanbul: Rafet Zaimler Yayınevi, 1958), 354-356.
[159] Sarıkoyuncu, Milli Mücadelede Din Adamları,
1/140-141.
[160] Şapolyo, Kemâl Atatürk ve Millî Mücadele
Tarihi, 366-367.
[161] Mustafa Kara, Metinlerle Günümüz Tasavvuf
Hareketleri (İstanbul: Dergâh Yayınları, 2003), 91.
[162] Mısıroğlu, Kurtuluş Savaşı’nda Sarıklı
Mücâhidler, 303.
[163] Süleyman Beyoğlu, “Millî Mücadele ve Özbekler Tekkesi”, Üsküdar
Sempozyumu, ed. Zekeriya Kurşun vd. (İstanbul: Üsküdar Belediye Başkanlığı,
2004), 1/206-208.
[164] Mısıroğlu, Kurtuluş Savaşı’nda Sarıklı
Mücâhidler, 294.
[165] Halide Edib Adıvar, Türkün Ateşle İmtihanı
(İstanbul: Çan Yayını, 1962), 65.
[166] Çelik, Milli Mücadelede Din Adamları, 1/327-329.
[167] Samih Nafiz Tansu, İki Devrin Perde Arkası
(İstanbul: Pınar Yayınevi, 1964), 482.
[168] Kadir Özköse, “Seyyid Ahmed eş-Şerif’in
Anadolu’daki Millî Mücadele’ye Katılışı ve Mustafa Kemal’i Desteklemesi”, Cumhuriyet
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 5/2 (2001), 318, 319, 322.
[169] Cemal Kutay, Kurtuluşun ve Cumhuriyetin
Manevi Mimarları (Ankara: DİB Yayınları, 1973), 60, 74-83.
[170] Cengiz Mutlu, “Yeni Belgeler Işığında Türk Milli Mücadelesi’nde Şeyh
Senusi”, bilig-Türk Dünyası Sosyal Bilimler Dergisi 88 (Kış 2019), 59.
[171] Özköse, “Seyyid Ahmed eş-Şerif’in Anadolu’daki
Millî Mücadele’ye Katılışı ve Mustafa Kemal’i Desteklemesi”, 326, 327.
[172] “Seyyid Senûsî Hazretlerinin Sivas’taki
Hutbeleri”, Sebîlü ’r-Reşâd 19/474 (31 Mart 1337), 49-50.
[173] Yücer, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf (19.
Yüzyıl), 680-683, 689-690, 696-699.
[174] “2. Devre, 2. İçtima Senesi, 2. İçtima”, TBMM Zabıt Cerîdesi
(3 Mart 1340), 7/25.; Şer‘iyye ve Evkâf ve Erkân-ı Harbiyye-i Umûmiyye
Vekâletlerinin İlgasına Dair Kanun, Resmî Cerîde 63 (6 Mart 1340), Kanun
No. 429, md. 5/6.
[175] Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu,
çev. Metin Kıratlı (Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2004), 405-406.
[176] Ergün Aybars, İstiklal Mahkemeleri 1920-1927
(İzmir: Dokuz Eylül Üniversitesi Yayınları, 1988), 322325, 328.
[177] Hâkimiyet-i Milliye, “Kastamonu Halkı
Arasında Büyük Müneccî” (1 Eylül 1341), 2.; Açıksöz, “Gazi’nin
Nutukları” (1 Eylül 1341), 1-2.
[178] Tekâyâ ve Zevâyanın Seddine ve İlmiye Sınıfı Kisvesine ve Bi’l-umûm
Devlet Memurlarının Kıyafetlerine Dair İcra Vekilleri Heyetinin 2 Eylül 1341
Tarihli İctimaında Müttehiz Karar Üzerine Tanzim Edilmiş Olan Kararname, Resmî
Cerîde 168 (5 Eylül 1341), Kararname No. 2413, md. 1-6/445.
[179] Hâkimiyet-i Milliye, “Heyet-i
Vekîle” (3 Eylül 1341), 1.
[180] Hâkimiyet-i Milliye, “Hayat-ı
İctimaiyemizi Tanzim Eden Mühim Kararlaf’ (4 Eylül 1341), 1.
[181] Cumhuriyet, “Heyet-i Vekîle’nin Tarihî
ve Mühim Üç Kararı” (4 Eylül 1341), 1.
[182] Açıksöz, “Heyet-i Vekîle
Karanameleri” (5 Eylül 1341), 1.
[183] Tekâyâ ve Zevâyanın Şeddine Dair Kararname,
445.
[184] Yılmaz, Geçmişten Günümüze Tasavvuf ve
Tarikatlar, 347.
[185] İbnülemin Mahmut Kemal İnal, Son Asır Türk
Şairleri (İstanbul: Dergâh Yayınları, 1988), 3/1574.
[186] “2. Devre, 3. İçtima Senesi, 9. İçtima”, TBMM
Zabıt Cerîdesi (16 Teşrînisâni 1341), 19/145.
[187] “2. Devre, 3. İçtima Senesi, 17. İçtima”, TBMM
Zabıt Cerîdesi (30 Teşrînisâni 1341), 19/312-313.
[188] TBMM Zabıt Cerîdesi (30 Teşrînisâni
1341), 19/315-316, 321.
[189] TBMM Zabıt Cerîdesi (30 Teşrînisâni 1341),
19/316, 318.
[190] Ayazma: “Rum Ortodoksların kutsallaştırıp bir kült yeri haline
getirdikleri su kaynaklarına verilen ad... Hristiyanlıkta bilhassa Ortodoks
(Doğu Hristiyanlan) topluluğunda su çıkan çeşitli yerlere (kuyu, kaynak, pınar)
bir aziz veya azizenin adı verilerek buralar onun manevî koruyuculuğuna
bırakılmıştır. Halk genellikle bu suların, himayesinde bulundukları aziz veya
azize sayesinde insanlara yardımcı olduklarına, bilhassa mucizevi tedaviler
yaptıklarına inanırdı.” Semavi Eyice, “Ayazma”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm
Ansiklopedisi (İstanbul: TDV Yayınları, 1991), 4/229-230.
[191] TBMM Zabıt Ceridesi (30 Teşrinisâni
1341), 19/316-317.
[192] TBMM Zabıt Ceridesi (30 Teşrinisâni 1341), 19/317.
[193] TBMM Zabıt Ceridesi (30 Teşrinisâni
1341), 19/319-322.
[194] Hâkimiyet-i Milliye, “Büyük
Millet Meclisi’nin Dünkü Müzakerâtı” (1 Kanun-ı Evvel 1341), 2.
[195] Cumhuriyet, “Büyük Millet Meclisinde
Hararetli Müzakerât” (1 Kanun-ı Evvel 1341), 2.
[196] Açıksöz, “Tekyeler ve Zâviyeler
Kanunu” (2 Kanun-ı Evvel 1341), 1.
[197] Kâzım Öztürk, Türk Parlamento
Tarihi TBMM - II. Dönem 1923 - 1927 (Ankara: TBMM Vakfı Yayınları, 1995),
3/488.
[198] Öztürk, Türk Parlamento Tarihi TBMM - II.
Dönem 1923 - 1927, 3/776.
[199] Tekke ve Zâviyelerle Türbelerin Seddine ve
Türbedarlıklar ile Birtakım Unvanların Men ve İlgasına Dair Kanun, Resmî
Cerîde 243 (13 Kanun-ı Evvel 1341), Kanun No. 677, md. 1-3/735.
[200] Türbe, Tekye ve Zâviyelerdeki Eşya Hakkında
Ta‘mîm, Resmî Cerîde 248 (19 Kanun-ı Evvel 1341), md. 1-7/765.
[201] İsmail Kara, “Güneyce/Rize’de Bir Gümüşhanevî
Tekkesi ve Kurucu Şeyhi”, Uluslararası Gümüşhanevî Sempozyumu, ed. Hür
Mahmut Yücer (İstanbul: Bağcılar Belediyesi, 2014), 408.
[202] R.R. Yücer, “M. Şemsettin Ulusoy”, Türkün
Bursa Halkevi Dergisi 9 (1937), 38.
[203] Yusuf Kabakcı, Dildâr-ı Şemsî (Bursa:
Uludağ Üniversitesi, Sosyal Bilimler Üniversitesi, Yüksek Lisans Tezi, 2006),
35.
[204] Mısıroğlu, Kurtuluş Savaşı’nda Sarıklı
Mücâhidler, 310.
[205] Mehmet Önder, Atatürk Konya’da (Ankara:
Atatürk Araştırma Merkezi, 1989), 99, 105-106, 113-114.
[206] Veled Çelebi İzbudak, Hatıralarım
(İstanbul: Türkiye Yayınevi, 1946), 67.
[207] Erdem Yücel, “Galata Mevlevihanesi (Kulekapı
Mevlevihanesi)”, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi 1/2 (Ekim 1979), 82.
[208] M. Baha Tanman, “Şazelî Tekkesi”, Dünden
Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, 7/139.
[209] Okumuş, Manisa Rifâî Dergâhı Entekkeliler,
49.
[210] M. Baha Tanman, “Rıfaî Âsitanesi”, Dünden
Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, 6/324.
[211] Haksever, Modernleşme Sürecinde Mevlevîler
ve Jön Türkler, 186-188.
[212] Vassâf, Sefîne-i Evliyâ, 2/372-373.
[213] Abdurrezzak Tek, “Cumhuriyetin İlk Yıllarında
Bir Şeyh Portresi: Üsküdarlı Balabanî Hasan Hüsnü Efendi ve Tasavvuf Anlayışı”,
Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 16/2 (2007), 155, 158.
[214] H. Kamil Yılmaz, “Celvetiyye”, Türkiye ’de
Tarikatlar Tarih ve Kültür, 973.
[215] İnal, Son Asır Türk Şairleri, 3/1575.
[216] Okumuş, Manisa Rifâî Dergâhı Entekkeliler,
49, 51, 122.
[217] Çakır, Abdülkadir-i Geylânî ve Kadirîlik,
1/575.
[218] “8. Dönem, 3. Toplantı, 106. Birleşim”, TBMM
Tutanak Dergisi (10 Haziran 1949), 20/707-708.
[219] TBMM Tutanak Dergisi (10 Haziran 1949),
20/708-709.
[220] TBMM Tutanak Dergisi (10 Haziran 1949),
20/709-711.
[221] Tekke ve Zâviyelerle Türbelerin Kapatılmasına ve Türbedarlıklar ile
Birtakım Unvanların Men ve İlgasına Dair Olan 677 Sayılı Kanunun Birinci
Maddesine Bir Fıkra Eklenmesi Hakkında Kanun, Resmî Gazete 7234 (16
Haziran 1949), Kanun No. 5438, md. 1-3/16383.
[222] Osman Ergin, Balıkesirli Abdülaziz Mecdi
Tolun Hayatı ve Şahsiyeti (İstanbul: Kenan Basımevi, 1942), 163.
[223] M. Ertuğrul Düzdağ, ÜstadAli Ulvi Kurucu
Hatıralar (İstanbul: Kaynak Yayınları, 2007), 1/247.
[224] Ali Ulvi Kurucu, “Fatih’in Türbesinde”, İslâmın
Nûru 1/7 (Kasım 1951), 7.
[225] Düzdağ, ÜstadAli Ulvi Kurucu Hatıralar,
1/248.
[226] “7. Devre, 1. İçtima, 61. İnikat”, TBMM
Zabıt Cerîdesi (25 Mayıs 1944), 10/263-266.
[227] TBMM Zabıt Cerîdesi (25 Mayıs 1944),
10/292.
[228] TBMM Zabıt Cerîdesi (25 Mayıs 1944),
10/276.
[229] “7. Dönem, 2. Toplantı, 60. Birleşim”, TBMM
Tutanak Dergisi (23 Mayıs 1945), 17/316-317.
[230] “7. Dönem, 3. Toplantı, 17. Birleşim”, TBMM
Tutanak Dergisi (24 Aralık 1945), 20/342.
[231] Mustafa Baydar, Hamdullah Suphi Tanrıöver ve
Anıları (İstanbul: Menteş Kitabevi, 1968), 172, 174.
[232] “9. Dönem, 1. Toplantı, 109. Birleşim”, TBMM
Tutanak Dergisi (6 Ağustos 1951), 9/614-615.
[233] “8. Dönem, 3. Toplantı, 52. Birleşim”, TBMM
Tutanak Dergisi (25 Şubat 1949), 16/664.
[234] TBMM Tutanak Dergisi (25 Şubat 1949),
16/664.
[235] TBMM Tutanak Dergisi (25 Şubat 1949),
16/678.
[236] “8. Dönem, 4. Toplantı, 57. Birleşim”, TBMM
Tutanak Dergisi (1 Mart 1950), 25/34-35.
[237] TBMM Tutanak Dergisi (1 Mart 1950),
25/35-36.
[238] TBMM Tutanak Dergisi (1 Mart 1950),
25/36-38.
[239] TBMM Tutanak Dergisi (1 Mart 1950),
25/38.
[240] TBMM Tutanak Dergisi (1 Mart 1950),
25/38-39.
[241] Yeni İstanbul, “Türk Büyüklerine Ait Türbeler Açılacak” (2
Mart 1950), 2.; Zafer, “Türbelerin Açtırılması” (2 Mart 1950), 1, 6.; Akşam,
“Açılacak Türbeler” (2 Mart 1950), 2.; Cumhuriyet, “Türk Büyüklerine Ait
Türbeler Açılacak” (2 Mart 1950), 1, 3.
[242] Tekke ve Zâviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklarla Birtakım
Unvanların Meni ve İlgasına Dair Olan 677 Sayılı Kanunun Birinci Maddesine Bir
Fıkra Eklenmesi Hakkında Kanun, Resmî Gazete 7448 (4 Mart 1950), Kanun
No. 5566, md. 1-3/18010.
[243] Akşam, “Açılacak Türbeler” (7
Mart 1950), 2.
[244] Bakanlar Kurulu Kararları, Resmî Gazete
7487 (19 Nisan 1950), Karar Sayısı. 10990, 18346.
[245] Fatih Sultan Mehmet’in türbesi 14 Temmuz 1950 tarihinde Vali ve
Belediye Reisi Prof. Fahrettin Kerim Gökay, Fatih Kaymakamı ve halkın
katılımıyla açılmıştır: Akşam, “Fatih Türbesi Açıldı” (15 Temmuz 1950),
1, 3.; Yeni İstanbul, “Fatih’in Türbesi Dün Törenle Açıldı” (15 Temmuz
1950), 2.; Bir gazetenin haberinde türbenin daha muhteşem bir törenle açılması
gerektiği yazılmış ve ''...Dün saat 13’te mütevazı ve büyük hükümdarın şerefine
mütenasip olmayan bir törenle halka açılmıştır.” ifadeleri yer almıştır: Yeni
Sabah, “Fatih’in Türbesi Dün Merasimle Açıldı” (15 Temmuz 1950), 1, 5.
[246] Osmanlı Devleti padişahlarından Kanuni Sultan Süleyman’ın türbesi,
19 Nisan 1950 tarihinde Vali ve Belediye Başkanının da katıldığı resmî bir
törenle açılmıştır: Yeni İstanbul, “Kanuni’nin Türbesi Dün Açıldı” (20
Nisan 1950), 1.
[247] Plevne Kahramanı Gazi Osman Paşa’nın Fatih’teki türbesi 5 Nisan 1950
tarihinde açılmıştır. Ölümünün 50. yılı münasebetiyle düzenlenen merasime, oğlu
Hüseyin Plevne, Vali ve Belediye Başkanı da katılmıştır: Yeni İstanbul,
“Gazi Osman Paşa’nın Türbesi Dün Açıldı” (6 Nisan 1950), 1.; Zafer,
“Plevne Müdafiinin Türbesi Açıldı” (6 Nisan 1950), 2.
[248] Bu 19 türbenin ismi basında da yer almıştır: Yeni
Sabah, “Açılacak Türbelerin İsimleri” (2 Nisan 1950), 2.
[249] Kara, Metinlerle Günümüz Tasavvuf
Hareketleri, 155.
[250] Rüya Kılıç, Osmanlıdan Cumhuriyete Sufî
Geleneğin Taşıyıcıları (İstanbul: Dergâh Yayınları, 2009), 1415.
[251] Nejat Bayramoğlu - Kurtuluş Güran (ed.), Gazi
Mustafa Kemal Nutuk (İstanbul: Kaynak Yayınları, 2015), 549.
[252] Bayramoğlu - Güran (ed.), Gazi Mustafa Kemal
Nutuk, 665.
[253] Açıksöz, “Gazi’nin Nutukları”,
1.
[254] Öztürk, Türk Parlamento Tarihi TBMM - II.
Dönem 1923 - 1927, 3/690.
[255] Mahmut Soydan, “İnkılap Sahasında Yeni Bir
Hamle Daha”, Hâkimiyet-i Milliye (6 Eylül 1341), 1.
[256] Soydan, “İnkılap Sahasında Yeni Bir Hamle
Daha”, 1.
[257] Ahmed Ağaoğlu, “Tekye ve Zaviyelerin Seddi”, Hâkimiyet-i
Milliye (3 Kanun-ı Evvel 1341), 1.
[258] Ağaoğlu, “Tekye ve Zâviyelerin Seddi”, 1.
[259] Ağaoğlu, “Tekye ve Zâviyelerin Seddi”, 1.
[260] Ağaoğlu, “Tekye ve Zâviyelerin Seddi”, 1.
[261] Ağaoğlu, “Tekye ve Zâviyelerin Seddi”, 1.
[262] Vassâf, Sefine-i Evliyâ, 3/479-482.
[263] Vassâf, Sefine-i Evliyâ, 4/27-32.
[264] Ağaoğlu, “Tekye ve Zaviyelerin Seddi”, 1.
[265] Ömer Rıza Doğrul, İslâmiyetin Geliştirdiği
Tasavvuf (İstanbul: Ahmet Halit Kitabevi, 1948), 126.
[266] Doğrul, İslâmiyetin Geliştirdiği Tasavvuf,
126.
[267] Vâlâ Nureddin, “On Sekizinci Asır Fransız
Mûsikisi ve Tekke Mûsikisinin İhyası”, Akşam (23 Teşrinievvel 1930), 3.
[268] H.A., “Bir Bektaşî Babasının Hatıratı: Bektaşî
Tekyesinde Senelerce Neler Gördüm”, Büyük Gazete (30 Kanun-ı Evvel
1926), 4.
[269] H.A., “Bir Bektaşî Babasının Hatıratı: Bektaşî
Tekyesinde Senelerce Neler Gördüm”, 4-5.
[270] Ocak, “Bektaşiyye”, 455, 467.
[271] Köprülü, “Bektaş”, 463.
[272] Son Posta, “Eyüp’te Âyin Yaparken Tutulan Bektaşiler”,
“Eyüpte Rakı İçip Âyin Yaparken Tutulan Bektaşiler” (15 İkinciteşrin 1936), 1,
8.; Tan, “Bektaşilik Cürmü Meşhudu Yapıldı” (14 İkinciteşrin 1936), 12.;
Kurun, “Eyüp’te Bektaşilik Âyini Yapan Yirmi Sekiz Kişi Yakalandı -
Nihat Baba ve Mustafa Türabî Tevkif Edildi” (15 İkinciteşrin 1936), 1, 4.; Yeni
Asır, “Hâlâ mı Softalık Hevesi - Eyüp’te Bir Evde Bektaşi Âyini Yapmışlar”
(15 Teşnnisâni 1936), 3.; Halkın Sesi, “Eyüp’te Bir Evde Bektaşi Âyini
Yapmışlar” (16 İkinciteşrin 1936), 4.
[273] Cumhuriyet, “Bektaşi Babaları Adliyeye
Verildi” (15 İkinciteşrin 1936), 2.
[274] Tan, “Ayin Yapmak Suçu ile Yakalananlar”
(15 İkinciteşrin 1936), 9.
[275] Cumhuriyet, “Bektaşi Babaları Adliyeye Verildi”, 2.
[276] Cumhuriyet, “Bektaşi Babaları Adliyeye Verildi”, 2.
[277] Kurun, “Bektaşilik - Tekke ve Zaviyelerin Seddi Kanununa
Muhalefet Sabit Görüldü - Suçlular, Ceza Yediler!” (3 Şubat 1937), 3.; Tan,
“Tarikatçilik Âyini Yapanlar Dün Mahkûm Oldu” (3 Şubat 1937), 4.; Son Posta,
“Bektaşi Ayini Yapanlar Dün Mahkum Oldular” (3 Şubat 1937), 4.; Haber,
“Bektaşiler Dün Mahkumiyet Kararı Aldılar” (3 Şubat 1937), 6.; Açık Söz,
“Bektaşi Ayini Yapanlar Dün Mahkum Oldular” (3 Şubat 1937), 2.
[278] Cumhuriyet, “Bektaşi Ayini Yapanlar Mahkum - Mustafa Türabi
ve Nihad Babalar Üç Ay Hapis Yatacaklar” (3 Şubat 1937), 2.; Akşam,
“Bektaşilik Ayini Yapanlar - Suçluların Üçer Ay Hapislerine Karar Verildi” (3
Şubat 1937), 2.
[279] Mustafa Kara, “Türkiye’de Tarikatların Yasaklanışı ve Mahkumiyeti”,
haz. Salih Çift, Doğuşundan Günümüze Tasavvufa Dair Tartışmalar On Üç
Asırlık İhtilaf ve Mücadele, ed. Frederick De Jong - Bernd Radtke (Ankara:
Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2020), 497-498.
[280] “8. Dönem, 3. Toplantı, 36. Birleşim”, TBMM
Tutanak Dergisi (24 Ocak 1949), 15/181.
[281] Cumhuriyet, “Türkiye Mason Locaları Bir
Emirle Kapatıldı” (14 Birinciteşrin 1935), 1, 3.
[282] Kara, “Türkiye’de Tarikatların Yasaklanışı ve
Mahkumiyeti”, 503.
[283] İnal, Son Asır Türk Şairleri, 1/158.
[284] Mustafa Erdoğan, Meşrutiyetten Cumhuriyete Bir MevlevîŞeyhi
AbdülbâkîBaykara Dede Hayatı, Şahsiyeti, Eserleri ve Şiirleri (İstanbul:
Dergâh Yayınları, 2003), 64.
[285] Erdoğan, Bir Mevlevî Şeyhi Abdülbâkî Baykara
Dede, 65.
[286] Erdoğan, Bir Mevlevî Şeyhi Abdülbâkî Baykara
Dede, 332.
[287] Sâmiha Ayverdi vd., Kenan Rifai ve Yirminci
Asrın Işığında Müslümanlık (İstanbul: İnkılâp Kitabevi, 1951), 100.
[288] Erdoğan, Bir Mevlevî Şeyhi Abdülbâkî Baykara
Dede, 163.
[289] Vassâf, Sefîne-i Evliyâ, 5/253.
[290] Erdoğan, Bir Mevlevî Şeyhi Abdülbâkî Baykara
Dede, 70, 162, 167.
[291] John Kingsley Birge, Bektaşilik Tarihi,
çev. Reha Çamuroğlu (İstanbul: ANT Yayınları, 1991), 98-100.
[292] Kâzım Öztürk, Türk Parlamento
Tarihi TBMM- IX. Dönem 1950 -1954 (Ankara: TBMM Vakfı Yayınları, 1988),
7/1029.
[293] Sâmiha Ayverdi, Mülâkatlar (İstanbul:
Kubbealtı Neşriyâtı, 2005), 101-102.
[294] Ayverdi, Mülâkatlar, 102.
[295] et-Tevbe 9/18.
[296] Ayverdi, Mülakatlar, 102.
[297] Ayverdi, Mülakatlar, 103.
[298] İbrahim Hakkı Konyalı, “Tahrip Edilen
Eserlerden: Emir Musa Mescid Medrese ve Türbesi”, Sebil 2/27 (Temmuz
1976), 10.
[299] İbrahim Hakkı Konyalı, “Yıkılan Âbideler”, Sönmez
3/28 (Aralık 1966), 13.
[300] Konyalı, “Yıkılan Âbideler”, 15.
[301] Konyalı, “Yıkılan Âbideler”, 15.
[302] Mustafa Sabri Küçükaşcı, “Hacı Veyis (Kurucu) Efendi”, Konya
Ansiklopedisi, ed. Muhammet Ali Orak (Konya: Konya Büyükşehir Belediyesi,
2012), 4/94.
[303] Düzdağ, ÜstadAli Ulvi Kurucu Hatıralar,
1/169.
[304] Düzdağ, ÜstadAli Ulvi Kurucu Hatıralar,
1/170.
[305] er-Ra‘d 13/11.
[306] eş-Şûrâ 42/30.
[307] İnal, Son Asır Türk Şairleri,
4/1807-1808
[308] Mustafa Kara, “Bir Şeyh Efendi’nin Meşrûtiyet
ve Cumhuriyet’e Bakışı”, Tasvvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi 2/6
(2001), 26.
[309] el-Ahzâb 33/38.
[310] Kara, “Bir Şeyh Efendi’nin Meşrûtiyet ve
Cumhuriyet’e Bakışı”, 28.
[311] Kara, “Bir Şeyh Efendi’nin Meşrûtiyet ve
Cumhuriyet’e Bakışı”, 32.
[312] Kara, “Bir Şeyh Efendi’nin
Meşrûtiyet ve Cumhuriyet’e Bakışı”, 31.
[313] Kara, “Bir Şeyh Efendi’nin
Meşrûtiyet ve Cumhuriyet’e Bakışı”, 29.
[314] Kara, “Bir Şeyh Efendi’nin
Meşrûtiyet ve Cumhuriyet’e Bakışı”, 27.
[315] Kabakcı, Dildâr-ı Şemsî, 14, 16, 20.
[316] Necip Fazıl Kısakürek, Başbuğ Velîlerden 33
-Alnın Silsile- (İstanbul: Büyük Doğu Yayınları, 1974), 338, 345, 349, 350.
[317] Necip Fazıl Kısakürek, O ve Ben
(İstanbul: Büyük Doğu Yayınları, 1996), 132-133.
[318] Kısakürek, Başbuğ Velîlerden 33 -Altun
Silsile-, 350-351.
[319] Ayverdi vd., Kenan Rifai ve Yirminci Asrın Işığında
Müslümanlık, 99.
[320] Ayverdi vd., Kenan Rifai ve Yirminci Asrın Işığında
Müslümanlık, 96-97.
[321] Ayverdi vd., Kenan Rifai ve Yirminci Asrın Işığında
Müslümanlık, 100.
[322] Ayverdi vd., Kenan Rifai ve Yirminci Asrın Işığında
Müslümanlık, 100-101.
[323] Ayverdi vd., Kenan Rifai ve Yirminci Asrın
Işığında Müslümanlık, 98-99.
[324] Ayverdi vd., Kenan Rifai ve Yirminci Asrın
Işığında Müslümanlık, 100.
[325] Metin Akar, Veled Çelebi İzbudak
(Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları, 1999), 87.
[326] Akar, Veled Çelebi İzbudak, 54-55.
[327] İzbudak, Hatıralarım, 20-21.
[328] Nevin Korucuoğlu, Veled Çelebi İzbudak
(Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994), 45.
[329] İzbudak, Hatıralarım, 67.
[330] Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlânâ ’dan Sonra
Mevlevîlik (İstanbul: İnkılâp Kitabevi, 1953), 249, 254.
[331] Gölpınarlı, Mevlânâ ’dan Sonra Mevlevîlik, 259-260.
[332] Sâmiha Ayverdi, Boğaziçi’nde Tarih
(İstanbul: İstanbul Enstitüsü Neşriyatı, 1966), 176.
[333] Sâmiha Ayverdi, Türk Tarihinde Osmanlı
Asırları (İstanbul: Damla Yayınevi, 1977), 1/81.
[334] Ayverdi, Türk Tarihinde Osmanlı Asırları,
1/86.
[335] Ayverdi, Türk Tarihinde Osmanlı Asırları, 1/73-74.
[336] Ayverdi, Mülakatlar, 58.
[337] Ayverdi, Mülakatlar, 59.
[338] Ayverdi, Mülakatlar, 159.
[339] Ahmet Atalay, MillîMücadele’de Konya Kuvâ-yı
Milliyecileri (Konya: Çizgi Kitabevi Yayınları, 1997), 1/194.
[340] Atalay, Millî Mücadele’de Konya Kuvâ-yı
Milliyecileri, 1/195, 197.
[341] Ahmed Nedim, Ankara İstiklâl Mahkemesi
Zabıtları 1926 (İstanbul: İşaret Yayınları, 1993), 127.
[342] Atalay, Millî Mücadele’de Konya Kuvâ-yı
Milliyecileri, 1/200.
[343] Celalettin Çelebi, “Abdülhalim Çelebi”, Türkiye
Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (İstanbul: TDV Yayınları, 1988), 1/212.
[344] Mehmet Demirci, Mevlânâ ve MevlevîKültürü
(İstanbul: H Yayınları, 2008), 195.
[345] Vassâf, Sefîne-i Evliyâ, 4/498-500.
[346] Süleyman Derin, Abdurrahman Sâmi’nin Hayatı
Eserleri ve Tefsîr-i Fâtiha-i Şerîfe Risâlesi (İstanbul: Marmara
Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, 1993), 22-23.
[347] Selahattin Aydemir, “Uşşakîler” Abdurrahman
Sami Niyazi (KS) (Çorum: Lider Matbaacılık, 2005), 41.
[348] Ergin, Balıkesirli AbdülazizMecdi Tolun
Hayatı ve Şahsiyeti, 162-163.
[349] Ergin, Balıkesirli AbdülazizMecdi Tolun
Hayatı ve Şahsiyeti, 257-258.
[350] Ergin, Balıkesirli AbdülazizMecdi Tolun
Hayatı ve Şahsiyeti, 259.
[351] Kılıç, Osmanlıdan Cumhuriyete Sufî Geleneğin
Taşıyıcıları, 110, 123.
[352] Mustafa Kara, “Geçen Yüzyılda Tasavvuf ve
Tekkeler”, Kalemberk Dergisi 8 (Bahar 2002), 20.
[353] Vassâf, Sefîne-i Evliya, 5/275-276, 278.
[354] Ahmet Cahid Haksever, Son Dönem Osmanlı
Mevlevîlerinden Ahmet Remzi Akyürek (Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları,
2002), 114.
[355] Haksever, Son Dönem Osmanlı Mevlevîlerinden
Ahmet Remzi Akyürek, 64-66.
[356] Vassâf, Sefîne-i Evliya, 5/271.; İnal, Son
Asır Türk Şairleri, 1/219.
[357] İsmail Kara, Şeyhefendinin Rüyasındaki
Türkiye (İstanbul: Dergâh Yayınları, 2014), 21.
[358] el-Haşr 59/1.
[359] İsmail Kara, Cumhuriyet Türkiyesi’nde Bir Mesele Olarak İslâm
(İstanbul: Dergâh Yayınları, 2017), 1/257.
[360] Orhan Okay, Silik Fotoğraflar (İstanbul:
Ötüken Neşriyat, 2001), 60-61.
[361] Kara, Cumhuriyet Türkiyesi’nde Bir Mesele
Olarak İslâm, 1/260.
[362] Ahmed Güner Sayar, Hasan Âli Yücel’in
Tasavvuf Dünyası ve Mevlevîliği (İstanbul: Ötüken Neşriyat, 2002), 114.
[363] Sayar, Hasan Âli Yücel’in Tasavvuf Dünyası
ve Mevlevîliği, 45.
[364] Sayar, Hasan Âli Yücel’in Tasavvuf Dünyası
ve Mevlevîliği, 110.
[365] Hasan Âli Yücel, “Mevlânâ ve Mevlevîlik”, Selamet
Dergisi 1/9 (Aralık 1962), 12.
[366] Sayar, Hasan Âli Yücel’in Tasavvufî Dünyası
ve Mevlevîliği, 114-115.
[367] Yücel, “Mevlânâ ve Mevlevîlik”, 12.
[368] Hasan Âli Yücel, “Yeni Hayat”, Hayat Dergisi
1/1 (2 Kanun-ı Evvel 1926), 2.
[369] Okay, Silik Fotoğraflar, 177-182.
[370] Osman Ergin, Türkiyede Şehirciliğin Tarihî
İnkişafı (İstanbul: İÜHF İktisat ve İçtimaiyat Enstitüsü Neşriyatı, 1936),
11-13.
[371] Osman Ergin, Türk Maarif Tarihi
(İstanbul: Eser Matbaası, 1977), 1-2/229.
[372] Ergin, Türkiyede Şehirciliğin Tarihî
İnkişafı, 13, 17-20.
[373] Ergin, Türkiyede Şehirciliğin Tarihî
İnkişafı, 11.
[374] Ergin, Türk Maarif Tarihi, 1-2/233.
[375] Ergin, Türk Maarif Tarihi, 5/1762, 1783,
1788, 1900, 1904.
[376] Ergin, Türkiyede Şehirciliğin Tarihî
İnkişafı, 18-19.
[377] M. Es’ad Coşan, MehmedZahidKotku
(İstanbul: Server İletişim, 2013), 12-13.
[378] Mehmed Zahid Kotku, Tasavvuf Ahlâk
(İstanbul: Seha Neşriyat, ts.), 4/7.
[379] Mehmed Zahid Kotku, Nefsin Terbiyesi
(İstanbul: Seha Neşriyat, 1984), 260.
[380] Kotku, Nefsin Terbiyesi, 262.
[381] Kotku, Tasavvuf Ahlâk, 5/252.
[382] İsmail Kara, “Çağdaş Türk Düşüncesinde
Bir Tenkit/Tasfiye Alanı Olarak Tasavvuf ve Tarikatlar”, Osmanlı Toplumunda
Tasavvuf ve Sufiler, 763-787.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar