TÜRKLER ARASINDA İSLÂMİYET’İN YAYILMASINDA TASAVVUFUN ROLÜ
Hazırlayan: Zamira AHMEDOVA
Türkler
arasında İslam dininin yayılması, sadece Türk tarihi ve İslam tarihinin değil,
bütün dünya ve insanlık tarihinin en büyük dini olaylarından biri olmuştur. Müslüman
olan Türklerle bir yandan İslam coğrafyası genişlerken, öbür yandan onlar
günümüze kadar İslam yolunda büyük hizmetler göstermişler ve başarılara imza
atmışlardır.
Türkler
arasında İslamiyet’in yayılması çok uzun ve zorlu mücadele yıllarından sonra gerçekleşmiştir.
Müslüman Arapların Türk topraklarını fethetmeleri ve onlarla ticari ilişkiler
kurmaları Türklerin İslam’la tanışmalarını sağlamıştır. Başlangıçta bireysel
İslamlaşma olayları gerçekleşirken, tasavvufi faaliyetlerle bu süreç hızlanmış
sonuçta Türklerin tamamına yakınının Müslüman olmalarıyla neticelenmiştir.
Türk
topraklarında yetişen yüzlerce mutasavvıf halkın her kesimine hitap etmeye
çalışmış, hatta göçebe hayat sürdüren Türk boylarına ulaşarak İslam’ı
anlatmışlardır. Zamanla başarıya ulaşan mutasavvıflar aynı zamanda Türklerin
yaşadıkları Horasan ve Maveraünnehr bölgelerini İslam dünyasının tasavvufi
merkezi haline getirmişlerdir.
A.
Türklerin Müslüman Araplarla
İlk Temasları ve İslam Dinini Kabulleri
Türkler
yüzyıllarca geniş coğrafyada göçebe hayat sürdürmüşler ve geçimlerini
hayvancılıkla sağlamışlardır. Bir yandan savaşlar, diğer yandan ihtiyaçlarını
karşılamak için göçler yoluyla yer değiştirmeleri, onların birçok farklı kültür
ve inançlara sahip halklarla ilişki kurmalarına ve etkilenmelerine yol
açmıştır. Bunun neticesinde Türk toplulukları İslamiyet’i benimsemeden önce,
Eski Türk inancının yanı sıra, Budizm, Zerdüştilik, Maniheizm, Hıristiyanlık ve
Yahudilik gibi inançlarla da tanışmışlar ve onları din olarak kabul
etmişlerdir. Ancak, Türklerin geneli bu dinleri eski inanç ve gelenekleriyle
bağdaştıramamıştır. Dolaysıyla bazı Türk boyları hariç bu dinler Türklerin
genelinde sürekliliğini koruyamamıştır.[1]
Hatta bu dinlerin Türklerin karakterlerine uymadığı, onları pasifleştirdiği
ileri sürülmüştür. Nitekim, Göktürk Hakanı Bilge Kağan kendi başkentine bir
Budist tapınağı yaptırmak istediği zaman, veziri buna karşı çıkarak; “Budist
mezhep ve öğretisi göçebe Türklerin askeri kabiliyetlerine zarar verir”
demiş ve hükümdarın fikrini değiştirmiştir.[2]
İslam dini Türklere ulaşınca durum değişmiş, bu din onların ayrılmaz bir
parçası haline gelmiştir.
Türklerin
İslam dinini kabul etmelerinde eskiden inana geldikleri inançların büyük etkisi
olduğu ileri sürülmüştür. Bunların en göze çarpanı Türklerin eskiden her şeye
kadir olan ebedi Gök Tanrıya inanmalarıydı. Bu sebeple eski Tanrı anlayışlarına
ters düşmeyen İslam’ın getirdiği Allah inancını kolaylıkla kabul etmişlerdir.
Bunun yanında İslam’ın cihat emri ile Türklerin savaşçılık ruhu birbirine benzemekteydi.
Cihadın karşılığında ahirette vaat edilen mükafatlar Türkleri, kendine
çekmişti. Ayrıca, Türkler de eskiden ruhlara ve öbür dünyaya inanmaktaydılar.
Diğer taraftan Türk töresi ile İslam'ın ortaya koyduğu nizam arasında,
özellikle ahlaki meselelerde büyük benzerlikler mevcuttu. Bütün bunlar
Türklerin İslamlaşmasını kolaylaştırmıştır.[3]
Yukarıdaki
hususlar Türklerin İslamlaşmasını kolaylaştırmış ise de, Türkler birden bire
İslam dinini kabul etmemişlerdir. Tabiatıyla onlar da Müslüman Araplarla karşılarına
çıkan İslam’ı ilk önce yadırgamışlar, kabul etmemek için direnmişler, hatta bu
uğurda savaşmışlardır. Neticede İslam’ı yakından tanıdıkça bu dine girmeye
başlamışlarsa da, bu uzun süren sürtüşme, mücadele ve karşılıklı ilişkiler
sonucu gerçekleşmiştir.[4] Bunları
baştan itibaren genel olarak aşağıda ele alacağız.
Türk-Arap
münasebetleri Türklerin İslam dini ile karşılaşmalarından çok önceki tarihlerde
başlamıştır. İlişkiler Miladi III. asrın başlangıcına kadar uzanmaktadır. Bu
ilk temaslar baskın ve askeri yollarla gerçekleşmiştir. Hazar denizi ve Volga
boylarında yaşayan akıncı Hazar Türkleri zaman zaman İran’a dalarak ve
Mezopotamya’ya kadar gelerek, buralarda yaşayan Arap kabilelerine bir çok defa
ani baskınlar yapmışlar ve onlardan bir çok kimseyi de esir almışlardır.[5]
Bunun
ardından ciddi olarak Türk-Arap karşılaşmaları İran’daki Sasani hükümdarlığı
aracılığıyla devam etmiştir. Miladi V. yüzyılın sonlarına doğru Sasanîlerle
sıkı ilişkiler içerisine girmeye başlayan Türkler onların ordularında yer almaya
başladılar. 570’de Sasani hükümdarı olan Nuşirevan’ın (541-579) Yemen’e yaptığı
seferde, orduya Türkler katılmıştır. Sasani komutanı Behram Çubin’in 578’de
Göktürklerle olan savaşında ise, orduda Arap birlikleri hizmet etmiştir. Öbür
yanda aynı komutanın 596 senesinde Hüsrev Perviz’le olan savaşında ise, iki
taraf ordusunda hem Türkler hem de Araplar savaşmışlardır.[6]
Bu münasebetler Cahiliye dönemi Arap şiirinde de yankılar bulmuş, Hassan b.
Hanzala, Nabiga ez-Zübeyni, Hüsrev Perviz ve Evs. b. Hacer gibi Arap şairleri
Türklerin kahramanlıklarından söz etmişlerdir. Bunlardan Husrev Perviz bir
şiirinde şöyle demektedir:
“Kisranın
benden beklediğini esirgemedim, Onu, Türk yaya ve atlılarına ayakları altında
ezilmeye bırakmadım.
Türkler
ve Eftalitler gösterişli atlar ile ortaya çıkınca ben de ona cömertlikte
bulundum ve dabib adındaki atımı verdim. ”
Evs
b. Hacer Türk kahramanlığını şöyle dile getirmektedir:
“Ben
ellerinde oklarla kara bıyıklı Türk yiğitlerini görünce suyu onlara bıraktım, deveme
atlayarak hemen savuşup gittim
Bununla
birlikte, Cahiliye döneminde Türklerle Araplar İran aracılığıyla ticari
ilişkiler kurmuşlardır. Hatta, demircilikle uğraşan bir Türk ailesinin Mekke’ye
yerleştiğinden söz edilmiştir. Aynı zamanda bu ticari ilişkiler sonucu
Arabistan’a Türk köleler de gelip yerleşmiştir. M. Hamidullah, ilk şehit Müslüman kadın
Sümeyye’nin aslen Türk olabileceğini dile getirmektedir.[7]
[8]
İslam’ın
doğduğu dönemlerde Müslüman Arapların Türkler hakkında malumatları vardı. Hz
Peygamberin Türkleri yakından tanıdığı bilinmektedir. Bu hususta Taberi,
Mekkeli Müşriklere karşı Hendek savaşı sırasında Hz. Peygamberin Türk çadırında
kaldığını haber vermektedir. Bunun yanında Türkler hakkında pek çok hadis
rivayet edilmiştir. Bu hadisler genelde iki gurupta mütalaa edilebilir. İlk
guruba giren hadislerde Türkler ile iyi geçinmeyi ve onlarla mücadele etmemek
tavsiye edilmektedir. İkinci guruba giren hadislerde ise, Türklerle Araplar
arasında bir çok mücadelenin olacağı belirtilmektedir.[9]
Bu hadislerin sahihliği tartışılsa da o dönemlerde Müslüman Arapların Türkler
hakkında bilgili olduklarını göstermek açısından önemlidir. Aynı zamanda Hz.
Peygamber Türk büyüklerine hitaben bir mektup yazmış ve onları İslam dinine
davet etmiştir. Hatta bu mektubun Türk dilinde yazıldığı rivayet edilmiştir.[10]
Ancak,
Türk-Arap ilişkileri ve dolaysıyla Türklerin İslamiyet’i tanımaları Peygamberin
vefatından sonra gerçekleşmiştir. Halife Ömer zamanından itibaren İslam
orduları yeni dinin verdiği heyecanla fetih hareketlerini hızlı bir şekilde
ilerletmişlerdir. Büyük başarıların Yermuk Savaşı ile Bizans’ı Suriye’den
çıkartmakla başlamışlardır. Ardından Arap ordusu Sasani İmparatorluğunun egemen
olduğu İran’a yönelmiş ve iki millet 635’te Kadisiye’de karşı karşıya gelmişlerdir.
Taberi, Kadisiye savaşında İran ordusunda Türk birliklerinin çok büyük
kahramanlıklar gösterdiğini bildirmiştir. Bu savaşla İranlıları zor duruma
bırakan Araplar 637 senesinde Celula savaşı ile İran topraklarını çoğunu ele
geçirmişlerdir. Nihayet 642’de Nihavent’te İranlılarla karşılaşan Araplar
onları büyük yenilgiye uğratmışlardır.[11]
Ahnef
b. Kays komutasında İran topraklarında ilerlemeye devam eden Müslüman orduları
Sasani İmparatoru Yezdicird’i tutuklamaya çalışmıştır. Durumu zorlaşan
Yezdicird Türk hakanlarından yardım istemiş ve buna Türk Hakanı Tolu Han
karşılık vermiş ve ordularıyla Arap ordularına doğru yürümeye başlamıştır.
Ancak, bu iki millet Çinlilerin saldırıya geçmeleri ve Türk Hakanını tekrar
dönmek zorunda kalması sebebiyle kaşı karşıya gelememiştir.[12]
Sasani
İmparatorluğunun yıkılmasıyla Müslüman Araplar yavaş yavaş Toharistan
Türkleriyle temasa geçmeye başlamışlardır. Böylece, Türklerin de İslam dini ile
yakından ilişki kurma ve tanıma yolu açılmış oluyordu. Bunun ardından Hz.
Osman’ın Basra valisi Abdullah b. Amir tarafından Arap yönetiminin Horasan
bölgesine girişi bu ilişkileri daha da pekiştirmiştir.[13]
Burada
şunu da zikretmek yerinde olacaktır, Horasan, Tohoristan bölgeleri Türklerin
göç yolları üzerinde olması sebebiyle her devirde Türk nüfuzu ile beslenmiştir.
M. 50 yılında Kuşan Türkleri Ceyhun havzasından Horasan’a inmişler ve burada
devlet kurmuşlardır. Üç asır (M.50-350) hakimiyetini sürdüren Kuşan Türkleri
Horasan ve Tohoristan bölgelerinin Türkleşmelerini sağlamışlardır.[14] Yine M.
IV-V asırlarda Avar Türklerinin bir kısmı bu bölgelere inerek yerleşmişlerdir.
İmparatorluk oluşturan Ak Hunlar da 425 senesinde bu topraklara inmişler hatta
İran’ın iç kısımlarına kadar ilerleyerek Sasani Kırallığını vergiye
bağlamışlardır. Bunun ardından Batı Gök Türkleri Sasani kıralıyla birleşerek Ak
Hunları ortadan kaldırmışlardır. Gök Türklerin egemenliği sırasında bu
bölgelerde Türkler önemli ölçüde yerleşik hayata geçmişler ve İpek Yolunun
sağladığı ticaretten faydalanmışlardır.[15]
Bu konuda el-Cahız şöyle demektedir: “Horasanlılar ile Türkler kardeştir, bunların
memleketleri aynıdır. Aralarındaki ırk bağları aynı değilse bile çok yakındır.
Türklerle Horasanlılar arasında fark; (aynı kavmin) köylerde, şehirlerde veya
yüksek yaylalarda oturanlarla ovalarda oturanlar arasındaki fark gibidir.”[16]
Yani Müslüman Arapların fethettiği sıralarda Horasan ve Toharistan bölgelerin
önemli kısmını Türkler oluşturmaktaydı. Müslüman Arapların bu bölgeleri yavaş
yavaş fethetmeleriyle yerli halk dolaysıyla Türkler, Müslümanları yakından
tanıma fırsatı bulmuşlardır. Bunun neticesinde Türkler arasında ferdi olsa da
Müslümanlığı kabul etmeler başlamıştır.
Hz
Osman’ın son dönemleri ve Hz. Ali’nin halifelik döneminde iç karışıklar
nedeniyle Horasan ve Tohoristan bölgelerinin fetih hareketleri duraklamaya
başlamıştır. Bununla beraber fethedilen yerler muhafaza edilmiştir.[17] Ancak,
Muaviye’nin hilafete geçmesinden sonra fetihlerin hareketleri tekrar
canlanmıştır. Müslüman Araplar bu bölgelerde önemli ilerlemeler kaydettiler. Başta
Abdurrahman b. Semure ve Abdullah b. Hazım Kabul, Belh, Büst gibi şehirleri
fethettiler. Ancak, diğer taraftan da karşılıklar eksik olmuyordu. Abdullah b.
Sevvar el-Abdi Türkler ile karşı karşıya geldi ve yenilerek geri çekildi.
Yerine tayin edilen Muhelleb b. Ebu Sufyan Türklerle tekrar savaşarak onları
mağlup etti. Bunun ardından Irak valisi Ziyad b. Ebih tarafından yürütülen
fetih hareketleri sonucu Horasan ve Tohoristanın büyük bir kısmı Müslümanların
eline geçti. Horasan valiliğine tayin edilen Ubeydullah b. Ziyad 54 (674)
senesinde Mevaraünnehri geçerek Buhara’yı vergiye bağlamasıyla fetihler
ilerledi.[18] [19]
Ubeydullah b. Ziyad Kabaca Hatun’la
anlaşma sonucu, Buhara’dan okçulukta mahir olan 2000 Türk gencini Basra’ya
getirmiştir. Bir sene sonra Semerkan’da yürüyen Said b. Osman ise, 30 000
savaşçı Türkü esir alarak Merv’e dönmüştür. Esir alınan Türkler az bir İslam
telkini ile eğitildikten sonra orduda kullanılmışlardır. Daha sonra onlardan
bir kısmı Medine’ye yerleşmiştir. Bunlar arasında Tefsir, Hadis ve Fıkıh
alimleri 19 yetişmiştir.
Bundan sonraki süreçte Müslüman
ordularının başarıları Haccac’ın usta yöneticiliği ve Kuteybe b. Müslim’in
askeri kabiliyeti sayesinde gerçekleşmiştir. Kuteybe b. Muslim Horasan
valiliğine getirildikten sonra, bir taraftan fetihleri hızlandırırken, öbür
taraftan yerli halka fırsatlar vererek, örneğin sürekli onlardan memurlar
görevlendirerek onların gönlünü kazanmaktaydı.[20]
Bunun
yanında Kuteybe b. Müslim fethettiği bölgelerde İslam dininin yayılması için
gayretler sarf ediyordu. O, Baykent, Buhara ve Semerkant’a İslam’ın yayılması
için cami ve mescitler inşa ettirmiştir. Cami ve mescitlerin inşasına bizzat
kendisi nezaret ediyor ve yerli halkın herhangi bir taşkınlığına meydan
vermemek için sıkı tedbirler alıyordu. İhtida hareketlerini hızlandırmak için
bazen Kur’an’ın yerel dilde okunmasına da izin verdiği rivayet edilmiştir.
Hatta, o dönemde haftada bir defa olsa da Cuma günleri halkı camiye çekebilmek
için para ödülü verme uygulaması gerçekleştirilmiştir.[21]
Ömer
b. Abdulaziz'in kısa süren halifeliği (717-721) sırasında Müslümanlığın
yayılması için mühtedilerden haraç almamak, her tarafta kervansaraylar ve
hastaneler vücuda getirmek ve adil bir idare kurmak için uğraştıysa da, kesin
emirlerine rağmen, valiler eski alışkanlıklarını devam ettirmişler halkın
Müslümanlığa girmelerine mani olmuşlardır.[22]
Bununla beraber Ömer b. Abdulaziz Müslümanlığı yaymak için Türk uluları ve Türk
beyleri ve hanlarına “İslam’a Çağrı Mektupları” göndermiş ve bu çağrı
mektupları ile bir çok Türk Hükümdarı Müslüman olmuştur.[23]
Bunun neticesinde Şul Tekin, Yabgu Bey, Nizak Tarkan ve Akşid Gürek gibi
hükümdarlar Emeviler döneminde Müslümanlığı seçmiştir.
Emevilerin
son Horasan valisi Nasr b. Seyyar, Türkleri, Araplar arasındaki farklılıklarını
ortadan kaldırarak teskin etmeye çalışmış ve bir dereceye kadar bunda başarılı
olmuştur. Nasr'ın bu tutumu halkın kendisine güvenmesine ve dolayısıyla yeni
dinin az da olsa kabulüne yardımcı olmuştur.[24]
Bütün
bunlara rağmen Emeviler döneminin bir asra yaklaşan hakimiyeti zamanında
Türkler arasında İslamiyet’in yayılması bu hanedanın takip ettiği yanlış
politika sebebiyle süratli olmamıştır. Ancak, Baykent, Buhara ve Semerkant gibi
büyük şehirlerde Müslüman Arapların da yerleştirilmesi ile İslamlaşmanın
temelleri atılmaya başlamıştı. Diğer taraftan bölge halkı yeni dini yakından
tanıma fırsatı bulduğundan adil bir idare gerçekleştiği taktirde bu dini kabul
etmeye hazırdı.
Abbâsîler
döneminin başlamasıyla İslâm devletinin iç ve dış politikasında önemli
değişiklikler meydana gelmiştir. Öncelikle Abbasi ihtilali, Arap olmayanların
(mevali) nüfus bakımından çoğunlukta olduğu Horasan'da gelişmiş ve başarıya
ulaşmıştır. Bunun sonucunda Horasanlılar dolaysıyla Türkler devletin idari ve
askeri makamlarına getirilmiştir. Abbasi hanedanı kendilerine iktidar yolunu
açan mevaliye iyi davranıyor ve ilk halife Ebul-Abbas bir emir-name çıkararak
Müslüman olanlardan cizye alınmamasını emrediyordu. Artık görevlere getirilmek
için ehliyet ön plana çıkarılmıştı. Böylece bir asırdan beri karşılıklı
mücadeleler tarzında devam etmekte olan Türk-Arap ilişkileri yeni bir aşamaya
gelmişti. Yeni hanedanın
başlangıçtaki bu olumlu tutumu Türkleri Müslümanlara ve İslam dinine daha çok
yaklaştırmıştır. Bu ilişkilerin gelişmesinin hızlanmasında 751 yılında meydana
gelen Talas savaşı da vesile olmuştur.
Abbâsîlerin
iktidara gelmesinden önce Araplarla mücadele eden bazı Türk beyleri bu yeni
düşmana karşı Çin'den yardım istemişlerdir. Maveraünnehr’de hakimiyet kurmak
için bu daveti fırsat bilen Çin, 747 yılında büyük bir ordu ile Batı'ya doğru
ilerlemeye başlamıştır. Ancak, geçtikleri yerlerdeki Çin'in sert tutumu ve
bilhassa Taşkent Beyi Bagatur Tudun'un öldürülmesi, Türkleri bu sefer
Abbâsîlerin Horasan vâlisi Ebû Müslim'den yardım istemeğe sevk etmiştir. Ebû
Müslim yardım teklifini kabûl ederek, Ziyâd b. Salih kumandasındaki bir orduyu
Çinlilere karşı göndermiştir. Türk-Müslüman müttefik kuvvetleri 751 yılında
Talas şehri yakınında, bugünkü Alma-Ata yakınında Çinlilerle karşılaşmışlardır.
Temmuz 751'de beş gün devam eden çetin savaşta Çinliler ağır kayıplar vererek
savaşı kaybetmişlerdir.
Talas
Savaşı Türk-Müslüman münasebetlerinde bir dönüm noktasıdır. Bu savaşla,
Emevilerin yanlış politikalar sebebiyle yıllardan beri devam ede gelen
savaşların ve dolaysıyla Türklerin İslamiyet’i kabulde gecikmelerin yerini
barış ortamı ve İslamlaşmanın hızlanması almıştır. Bu konuda Liu En-Lin şöyle
demektedir: “Eğer
savaş Arapların aleyhine [25]
neticelenmiş olsaydı, Müslümanlığa vurulacak darbenin tamiri çok güç olacaktı.
Belki de Orta Asya’da yaşayan Türklerin çoğunluğu, hatta bütünü Budistliği
kabul etmek mecburiyetinde kalacaktı."16
Bundan
sonraki süreçte Türkler önemli mevki ve roller üslendiler. Halife Ebu Cafer
el-Mansur (754-775) ilk defa Türkleri devlet hizmetlerinde vazifelendirmeye
başladı. Aynı zamanda oğlu el-Mehdi'ye mevaliye iyi davranmasını, onların
isteklerine kulak vermesini ve onların haklarını korumasını vasiyet etmiştir.
Halife Hârun er-Reşid’in (786-809) muhafız birliği tamamen Türklerden meydana
gelmiştir. Diğer taraftan Hârun er-Reşid zamanında Bizans hududuna
yerleştirilen gönüllüler arasında Türklerin de bulunduğu, hattâ bazı bölgelerin
genel komutanlığını Ebu Süleym Ferec el-Hâdim el-Türkî’ye verildiği
görülmektedir. İranlıların desteği ile halife olan el-Me’mun (813-833) onlara
devlet kadrolarında çokça yer vermiştir. Kısa zaman sonra takip ettiği
politikanın hatalı olduğunu görmüş ve bu unsura karşı cephe almak zorunda
kalmıştır. Bundan olayı düzenli bir şekilde Türk ülkelerinden ücretli Türk
askerleri getirtmeye başlamıştır. Çok kısa zamanda Bağdad’da sayıları 18.000’i
bulan Türk birlikleri oluşturulmuştur. Bunun yanında Me’mun zamanında Türkleri
İslamlaştırmak için seferler düzenlenmiştir. İtaat altına alınan yerlerde valiler,
Müslümanlığı kabul edenlere maaş bağlanılacağını vaad ederek özellikle hükümdar
ailelerini kazanmaya çalışmışlardır. Mu’tasım (833-842) döneminden itibaren
Türkler orduya tamamen hakim olmuşlar, zamanla devletin valilik makamına kadar
ulaşmışlardır. Bu halifelerin Türklere karşı olumlu yaklaşımları neticesinde
Mavereünnehr halkının büyük bir kısmı İslamiyet’i kabul etmişlerdir.[26] [27]
Samanoğulları
döneminde (836-892) bir çok yere Türklerden valiler atanmıştı. Bu dönemden
itibaren Türkler arasında İslamlaşma hızlanmış ve Abbasi hudutları içerisinde
Türk-İslam devletleri boy salmaya başlamıştır. Tolunoğulları (868-905),
Sacoğulları (890-929), İhşidiler (935-969) gibi yarı bağımsız devletler ortaya
çıkmıştır. Bunların yanında İtil (Volga) Bulgar Hanlığı (VII-XV), Karahanlılar
(840-1212), Gazneliler (963-1186), Büyük Selçuklular, Harizmşahlar (1097-1231)
gibi bağımsız Türk-İslam devletleri kurulmuştur. Artık bu dönemlerden itibaren
200.000, bazı bölgelerde 10.000 çadırlık toplu İslamlaşmalar gerçekleşmiştir.[28]
Türklerin
İslamlaşmasında Müslüman tüccarların da payı büyük olmuştur. Arapların çok
eskiden beri ticaretle uğraştıkları bilinmektedir.[29]
Hz. Peygamberin de bizzat ticaretle uğraştığı hatta birkaç defa Suriye’ye
kadar gelip gittiği rivayet edilmiştir. Buraya kadar ulaşan Araplar Büyük İpek
Yolu ticaret yolunu kullanan tacirlerle buluşmakta ve onlarla alış veriş
yapmaktaydı. İpek Yolu, Suriye kıyılarından başlayarak Dicle ve Fırat
nehirlerini geçer ve böylece Hazar Denizi’nin güney kısımlarına kadar ulaşırdı.
Oradan İran topraklarından geçerek Merv şehrine kadar uzanırdı. Sonra Ceyhun
havzasına uğrayan bu ticaret yolu, Türklerin yaşadıkları Baykent, Buhara,
Semerkant, Fergane’den ve ardından Kaşgar ve Hoten’den geçerek eski çağlardan
beri ipeğin yurdu olarak bilinen Çin’e kadar ulaşırdı. Bu büyük İpek Yolu,
tarih boyunca bir yandan geçtiği yerlerin refah seviyesinin yükselmesine katkı
sağlarken, diğer yandan Doğu-Batı kültür ve medeniyetler için köprü vazifesini
görmüştür.[30] Bundan
dolayı İslam dininden önce bir çok din de bu ticari yol vasıtasıyla Türklere
ulaşmış ve onlara nüfuz etmiştir.
Müslüman
Arapların fetihlerini ilerletip, Horasan ve Maveraunnehr bölgelerini ele
geçirmeleriyle ticari ilişkiler artmaya başlamış ve İslam dininin yayılmasında
önemli bir yer tutmuştur. Bu konuda Bartold şunları bildirmektedir; Araplarla
Orta Asya milletleri arasında çok eski dönemlerden beri ticari ilişkiler devam
ede gelmiştir. Sekizinci yüzyıldan itibaren, Müslüman Arapların da buraya
gelmesiyle bu alanda önemli ölçüde gelişmeler başlamıştır. Çin kaynaklarına
göre Arap tacirler, üç senede bir defa ipek yüklü kervanlarla Yenisey nehrinin
başlarına, Kırgızlara kadar gidip geliyorlardı.[31]
Büyük
ihtimalle din adamları bu kervanlardan istifade ederek Türklere İslam’ı
götürüyorlardı. Müslüman tüccarlar uğradıkları ticari merkezlerde camiler
yaptırıp onları destekliyorlardı. Bu camilerde zaman içerisinde Müslüman
cemaatler çoğalıyordu.[32]
Hatta
Türklerin yaşadıkları bir çok şehir, siyasi ve askeri fetih girişimlerinden
daha önce ticari faaliyetler sonucu İslam’la tanışmıştır. Bu konuda Buhara’nın
İslamlaşma sürecini inceleyen Kurt şöyle demektedir: “Bir ticaret şehri
olması ve İpek Yolu üzerinde bulunması nedeniyle, Buhara halkı İslam dünyası
ile ilişki içindeydi. Ticari maksatlarla İslam beldelerine yolu düşen
Buharalılar, Müslümanları ve İslam dinini tanıma fırsatına sahipti. Bu fırsatı
değerlendiren kimi Buharalılar, İslam’ı öğrenip din olarak kabul etti. Böylece
Buhara’da İslam dininin tanınması ilk olarak bu kimseler aracılığıyla gerçekleşmiş
oldu.
Semani
ve İbnu’l-Esir’in bahsettiği Erzekyan, bu yolla Müslüman olup, Buhara’da İslam
dininin tanınmasına öncülük edenlerdendir. Sem’ani, Erzekyan adının bir Mecusi
ismi olduğunu kaydetmektedir. İsminden hareket edecek olursak, bu kişinin Buhara’da
yaygın olan Mecusiliğe bağlı bulunduğu sonucunu çıkarabiliriz. Erzekyan,
ticaretle geçimini sağlayan bir kişi olduğu için bu maksatla çeşitli yerleri
dolaşırken, Müslüman şehirlerine de uğramaktaydı. Bu seferlerden birinde önce
Çin’e, oradan deniz yoluyla Basra’ya ve Ali b. Ebi Talibin yanına (muhtemelen
Kufe’ye) gidip onun eliyle İslam’ı kabul etti. Erzekyan gibi
İslam’ı öğrenip kabul eden
başka Buhara’lı tüccarların da bulunduğu kanaatindeyiz. ...
Karadeniz
ve Hazar Denizi'nin kuzeyindeki bölgelerde yaşayan Türk boyları Abbâsi
hilâfetinin siyasi hakimiyetine girmemiştir. Bunlar da, karşılıklı bazı askeri
seferlerden çok ticari münasebetler sonucunda İslam dinini kabul etmişlerdir.
Müslümanların önemli şehirlerinden biri haline gelen Harezm'in Hazarlar ve
bilhassa Volga Bulgarları ile yaptığı ticaret önemli idi. Harezmli Müslüman
tüccarlar kuzeye çıkıyorlar ve mallarını sattıktan sonra aldıkları ham
maddelerle geri dönüyorlardı. Öbür yandan dericilikle uğraşan Bulgarlar İslam
memleketlerine ayakkabı ve çizmeler ihraç ediyorlardı.[33]
[34] [35] Böylece,
İslam dini Türklerin kendi arasında yaptıkları ticaretle de bu bölgelere
taşınıyordu.
Bilindiği
gibi İslam, önce Türk şehirlerinde yayılmaktaydı. Ticari ilişkiler yeni
Müslüman olan Türklerle göçebe hayat sürdüren Türkler için en güzel bağlantı
kurma vasıtasıydı. Göçebe olan Türkler besledikleri hayvanlarını satabilmek
için şehirlere geliyorlardı, şehirli Türkler de ucuz et almak için onlara büyük
ilgi gösteriyorlardı. Bu karşılıklı ilişki göçebelerin İslam’ı yakından
tanımalarına ve zamanla İslam’ı din olarak 35 kabul etmelerine vesile oluyordu.
Sıkı
ticari ilişkilerden Arapların kendileri de bir çok faydalar görüyorlardı. Bu
topraklarda ticaret yapan Araplar yerli halktan (aslı Çin’de başlatılan)
pamuktan nasıl kağıt imal edildiğini öğrenmiş ve bu sanatı bütün İslam
dünyasına ve Avrupa’ya tanıtmışlardır.[36]
Buraya
kadar kısaca özetlemeye çalıştığımız, askeri fetihler ve ticari ilişkiler
yanında onlar kadar Türklerin İslamlaşmasına katkı sağlayan faktörlerden biri,
bizce daha önemli olanı, tasavvufi faaliyetlerdir. Özellikle askeri kuvvetlerin
ve ticari ilişkilerin ulaşamadığı bozkırlardaki göçebe Türklere tasavvufi
faaliyetler sonucunda İslam’ın götürülüp, onların yaşam tarzları ve
düşüncelerine göre anlatılarak başarılar elde edilmesi ve bunun İslamlaşma
sürecini hızlandırmasını eklersek bunun önemi ortaya çıkmaktadır. Bu tasavvufi
faaliyetleri bundan sonraki bölümlerde detaylı bir şekilde ele alacağız.
BİRİNCİ
BÖLÜM
İSLÂM
TASAVVUFUNUN ORTAYA ÇIKIŞI VE TÜRKLERİN İSLAMİYET’İ KABULÜNDEKİ ROLÜ
A.
İslâm Tasavvufunun Ortaya
Çıkışı
Türklerin
İslam dinini kabul etmelerinde tasavvufun etkisini ele almadan önce tasavvufun
tanımı ve anlamını, tarihi seyri içerisindeki gelişimi üzerinde kısaca
duracağız. Çünkü tüm bunların anlaşılması bize Türklerin İslamlaşmasında en
önemli yeri olan tasavvuf faaliyetlerini araştırmamıza ışık tutacaktır.
a.
Tasavvuf Kelimesinin Kökeni ve
Anlamı
“Tasavvuf”
kelimesine bakıldığında onun “sufi” kelimesi ile aynı kökten geldiği
görülür. Sufi kelimesinin nereden geldiği konusunda çeşitli görüşler ileri
sürülmüştür. Bunların bazıları şunlardır; “Ashab-ı Suffe”, “Saff-ı Evvel”,
“Safevi”, “Sophia” ve “Suf”. İleri sürülen bu kelimeler “sufi”
kelimesine benzer görünmekle beraber, bazılarının mana bakımından da
yakınlıkları vardır. Bu konuda Kelabazi şunları aktarmaktadır: “Sufi
kelimesi ile ilgili yapılan izahların hepsinde; dünyadan boşanmak, nefsi ondan
uzaklaştırmak, memleketi terk etmek,... nefsi hazlardan alı koymak, yapılan
muamelelerde ihlaslı olmak, sırrı saf hale getirmek, kalbin açılışını sağlamak
ve fazilet yarışında önde gitmek manaları mevcuttur. ”[37]
Bunların içerisinde Ashab-ı Suffa’ya baktığımızda onun sufi kelimesine şekli
ile değil mana bakımından da yakınlığı açıkça göze çarpmaktadır:
Bilindiği üzere Hz. Peygamber Medine’ye hicret ettiğinde
devesinin çöktüğü yere bir Mescit inşa ettirmişti. Mescit-i Nebevî olarak
bilinen bu yapının güney duvarı boyunca[38] “Suffa”
denilen gölgelik bulunmaktaydı. Burası fakir, kimsesiz ve barınacak yeri
olmayan Müslümanlar için yapılmıştı. Burada kalanlara da “Ashab-ı Suffa”
denilirdi. Ashab-ı Suffayı kimsesiz muhacirler, bekarlar, yeni Müslüman olup
Medine’ye göç eden sahabeler oluşturmaktaydı. Onların yeme içmesinden
evlenmesine kadar bütün ihtiyaçlarıyla bizzat Hz. Peygamber ilgilenirdi.
Ensarlardan zengin Müslümanları yardım etmeye teşvik ederdi. Bunun yanında
Suffa’da kalmış sahabelerden bazıları çalışır, bazıları ibadet eder ve bazıları
da ilim öğrenir, eğitim işlerinde Peygambere yardımcı olurlardı.[39]
Burada
“Suffa” kelimesi sufi kelimesi ile sarf kaideleri ile uygunluğu
olmamakla beraber, kelimenin benzerliği ve Suffa’daki durumun sufilerin
yaptıkları ile yakından ilişkili olabileceğini düşünmek mümkündür. Yani sufiler
de tekke ve zaviyelerde oturup, bütün zamanlarını ilim öğrenmek, ibadet etmekle
geçirdikleri bilinmektedir.[40]
Bazı
rivayetlere göre camide namaz sırasında Allah’ın huzurunda ilk sırada (saff-ı
evvelde) bulundukları için mutasavvıflara “sufi” adı verilmiştir.[41]
Bazı
alimler tarafından tasavvuf kelimesinin “safevi” (saf ve temiz)den
türediği ve sufinin de “dünyevi kirlerden temizlenen kişi” anlamında olduğu, “safevi”
kelimesinin telaffuz etme zorluğundan dolayı “vav” ile “fa”
harflerinin yerleri değiştirildiği ve böylece “sufi” haline getirildiği
ileri sürülmüştür.[42]
“Sufi”
kelimesinin Yunan dilinde “hikmet” anlamına gelen “Sophia”
kelimesinden gelebileceği de ileri sürülmüştür. Bazı ilim adamları bu ihtimale
yer verirken, bir çok alim tarafından bu görüş reddedilmiştir.[43]
Sufînin,
yün manasına gelen “suf” kelimesinden geldiği
konusunda birçok İslam alimi birleşmiştir. Suhreverdi, Hz.Peygamberin yün
elbise giydiğini, yünlü elbiseyi sevdiğini, zahitlerin de bunu benimsediğini,
dolaysıyla onlara “yün elbise giyen” anlamında “sufi” denildiğini
rivayet ederek, bu görüşün daha kuvvetli olduğunu bizzat nakletmektedir.[44] Bunun
yanında Nöldeke gibi bazı Batılı araştırmacılar tarafından sufilerin yünlü
elbise giyme adetini Hıristiyan münzevilerinden öğrendikleri ileri sürülmüştür.[45]
Tasavvuf
kelimesinin nereden geldiği hakkındaki görüşlerin çeşitliliği kadar onun tanımı
da çeşitlilikler arz etmektedir. Tasavvufun bir hal ilmi oluşu, onu anlamak
için her kesin kendisi bu tecrübeyi yaşaması gerekli görülmesi,[46] bu ilmin
tanımının tam olarak yapılamamasının en büyük etkenlerinden olmuştur. Buna
rağmen tarih boyunca alimler tarafından tasavvuf hakkında bir çok şey
söylenmiştir. Bu tariflerin bir çoğunu Nicholsun toplamış ve sınıflandırmıştır.
Onların bazıları şu şekildedir:
“Tasavvuf,
hakikatleri almak ve mahlukatın elindekilerden ümidi kesmektir. ”
(Ma'ruf el-Kerhi (ö.200)
“Tasavvuf,
sufinin üzerinde Hak’tan başkasının bilmediği amellerin meydana gelmesi ve
daima Hak’tan başkasının bilmediği bir hal üzere Onunla birlikte olmasıdır.”
(Ebu Süleyman ed-Daranî (ö.215.)
“Tasavvuf,
az yemek, Allah ile huzura kavuşmak ve insanlardan kaçmaktır. ”
(Sehl b. Abdullah et-Tüsteri (ö. 283)
“Tasavvuf
ne bir sistem, ne de bir ilimdir; o bir ahlaktır. Sistem olsaydı, mücahede ile,
ilim olsa öğrenmekle elde edilirdi. Oysa o, Allah’ın ahlakı ile ahlaklanmaktır.
Ahlak-ı ilahiyye ’ye ilim ve merasimle bir karşılık bulmaya gücün
yetmeyecektir.” (Ebu’l Hüseyin en-Nuri (ö.295)
“Tasavvuf,
Hak’kın seni sende öldürmesi ve kendisiyle diriltmesidir”
(Cüneyd Bağdadi (ö. 297)
“Tasavvuf,
ahlâktır. Ahlakını artıran kimse safasını da arttırır.” (Ebu
Bekr Kettânî ö.322)
“Tasavvuf,
kadere sabretmek; Allah’ın verdiğine razı olmak ve dere tepeyi aşmaktır.”
(Ebu Abdullah b. Hafif (ö.331)
“Tasavvuf,
fuzuli işleri tamamen terk etmektir.” (Ebu Said
b.el-Arabi (ö.340)
“Tasavvuf,
hali gizlemek ve ihvana karşı makamı terk etmektir.” (Ebu’l
Hasan Harkani (ö.425)
“Tasavvuf,
Aklındaki her şeyi terk etmek, elindeki her şeyden uzaklaşmak ve isabet eden
şeye üzülmemektir.” (Ebu Said b. Ebu’l-Hayır (ö.440)[47]
Bunun
gibi tarifleri çoğaltmak mümkündür. Bunlar bile bize tasavvufun anlaşılmasının
kolay olmadığını, her tarifin özel hal tecrübelere dayandığını göstermektedir.
Bunun yanında bazı alimlerce tasavvuf şiir diliyle de açıklanmaya
çalışılmıştır. Örneğin Olanlar Tekkesi Şeyhi İbrahim Efendi (ölm. 1066)
tasavvufun tanımını aşağıdaki dizelerde ifade etmiştir:
Bidayette
tasavvuf sufi bi-can olmaya derler
Nihayette
gönül tahtında sultan olmaya derler Tarikatte ibarettir tasavvuf mahv-ı
suretten
Hakikatte
saray-ı sırda mihman olmaya derler
Bu ab u kil libasından
tasavvuf ari olmaktır Tasavvuf cismi safi nur-ı Yezdan olmaya derler Tasavvuf
lem’ayı envar-ı mutlaktan uyarmaktır Tasavvuf ateş-i aşk ile suzan olmaya
derler Tasavvuf şerait name-i hestiyi dürmektir Tasavvuf ehli şer’u ehl-i iman
olmaya derler Tasavvuf arif olmaktır hakimen adetullaha Tasavvuf cümle ehl-i
derde derman olmaya derler Tasavvuf ten tılsımın ism miftahıyla açmaktır
Tasavvuf bu imaret külli viran olmaya derler Tasavvuf sofi kali tebdil eylemektir
bil
Dahi
her söz ki söyler ab-ı hayat olmaya derler Tasavvuf ilm-i tabirat-ü tevilatı
bilmektir Tasavvuf can evinde sırrı sübhan olmaya derler Tasavvuf hayret-i
kübrada mestü valih olmaktır Tasavvuf Hakkın esrarında hayran olmaya derler
Tasavvuf kalb evinden masivallahı gidermektir Tasavvuf kalbi mümin arşı Rahman
olmaya derler Tasavvuf her nefeste şarka vü Garba erişmektir Tasavvuf bu kamu
halka nigehban omaya derler Tasavvuf cümle zerratı cihanda Hakk’ı görmektir
Tasavvuf gün gibi kevne nümayan olmaya derler Tasavvuf anlamaktır yetmiş iki
milletin dilin Tasavvuf alem-i akla Süleyman olmaya derler Tasavvuf uryet-i
vüska yükün can ile çekmektir Tasavvuf mahzar-ı ayat-ı gufran olmaya derler
Tasavvuf ismi azamla tasarruftur bütün kevne Tasavvuf camii ahkamı Kuran olmaya
derler
Tasavvuf her nazarda zatı
Hakka nazır olmaktır Tasavvuf sofiye her müşkil asan olmaya derler Tasavvuf
ilmi Hakka sinesini mahzen etmektir Tasavvuf sofi bir katreyken umman olmaya
derler Tasavvuf küllü yakmaktır vücudun nar-ı la ile Tasavvuf nur-ı “illa”
ile insan olmaya derler Tasavvuf on sekiz bin aleme dopdolu olmaktır Tasavvuf
nuh felek emrine ferman olmaya derler Tasavvuf “kul kefa billah” ile
davet dürür halkı Tasavvuf irci’i lafzıyla mestan olmaya derler Tasavvuf günde
bin kere ölüp yine dirilmektir Tasavvuf cümle alem cismine can olmaya derler
Tasavvuf zat-ı insan zat-ı Hakk’da fani olmaktır Tasavvuf “kurbu ev edna” da
pinhan olmaya derler Tasavvuf canı canane verip azade olmaktır Tasavvuf can-ı
canan can-ı canan olmaya derler Tasavvuf bende olmaktır hakikat Hak ey İbrahim
Tasavvuf şer-i dilde bürhan olmaya derler[48]
c.
Tasavvufun Doğuşu ve Gelişmesi
İslam
tasavvufunun kaynağı Kur’an ve Sünnete dayanmaktadır. Kuran’a baktığımızda
ayetlerin sufilere ilham kaynağı verdiği açık bir şekilde görülmektedir. Başta
kıyamet günüyle ilgili ayetler onların korku ile yaşamaya sevk etmiştir.
Sufiler, Kur’an’dan kötülüğü emreden nefisten (nefs-i emmare), Allah’la huzur
içinde bulunan nefse (nefs-i mutmainne) kadar insan ruhunun çeşitli mertebelerini
bulmuşlardır. Ayrıca, Allah’ın “... Biz ona şah damarından daha yakınız”,[49]
“O’nu gözler algılamaz, O ise, bütün gözleri idrak eder ...”[50],
“... Nereye yönelirsen orada Allah’ın yüzü vardır ...”[51], “Yer
yüzünde inanç sahipleri için birçok ibretler vardır; kendinizde de; hala
görmeyecek misiniz?”, vs. buyurması sufileri derinden etkilemiştir.[52] [53]
Bunun
yanında Kur’an, güzel ahlakın ve tasavvufun temeli durumunda olan tevbe, züht,
sabır, şükür, muhabbetullah, hayşiyetullah gibi her Müslümanda olması gereken sıfatları
bildirmiş, zikir, tesbih, tevekkül, teslimiyet, tefekkür, murakebe ve ihlas
gibi amelleri teşvik etmiştir. Sufiler Kur’an’ın sunduğu bu sıfat ve amelleri
kazanmaya ve yaşamaya gayret , -i 1-53 etmişlerdir.
İslam
Tasavvufunun ikinci kaynağı hadisler, yani Hz. Peygamberin sözleri ve yaşama
şeklidir. Sufilerce en önemli olaylardan biri Hz. Peygamberin miraca yükselmesi
olmuştur. Bu olay tasavvuf ehli için Allah’ın huzuruna manevi yükselişin ilk
örneği sayılmıştır. Mutasavvıflar için Hz. Peygamberin ibadetleri de önemliydi,
özellikle gece ibadeti kendilerine örnek almışlardı. Bunun yanında Hz.
Peygamber insanları hayatlarının her anında Allah’ı zikretmeye, sürekli ibadet
etmeye teşvik ettiği bilinmektedir.[54]
Hz. Peygamber salla'llâhü aleyhi ve sellemin fakirliği övmesi ve bir defasında:
“Ya Rab! Beni fakir olarak yaşat ve fakir olarak öldür ve fakirler arasında
haşret” diye dua etmesini sufiler örnek almışlar ve uygulamaya
çalışmışlardır.[55] Ayrıca,
sufiler her zaman yaşattıkları manevi zinciri Hz. Peygamber’e kadar götürmeyi
kendileri için adet hale getirmişlerdir.[56]
Tasavvufun
dış kaynaklı olduğunu ileri sürenler de olmuştur. Bu görüşü savunanlar,
sufilerin hal ve sözlerinden bazılarından hareket ederek yabancı tesirlerle
karşılaştırma yapmışlar ve kendilerine göre benzerlikler bulmuşlardır. Tespit
edilen bu benzerlikler şu noktalarda kendini göstermiştir: Bunların başında
Batılı müsteşriklerin İslam tasavvufunun Hıristiyanlıktan etkilenerek ortaya
çıktığı iddiası yer almaktadır. Buna göre ilk zahit-sufiler züht ve takva
eğilimlerini Hıristiyan rahiplerinden öğrenmişlerdir. Bunun yanında “sufi”
adının türetildiği “yün elbise”, Hıristiyan geleneğinden geçmiştir.[57]
İkinci
bir iddiaya göre İslam tasavvufu Yeni Eflatunculuktan etkilenmiştir. Buna göre
Müslümanlar, Yunanca’dan tercüme edilmiş kitaplardan etkilenmişler ve tasavvuf
da bundan payını almıştır. Batılıların örnek gösterdikleri Mısırlı Zu’n-Nun bu
süreçte önemli rol oynamış, tesir altında kaldığı Yeni Eflatunculuğu İslam
dünyasına taşımıştır.[58]
Müslümanlar,
İslam dünyasının genişlemesi sonucunda eskiden Budizm’in etkili olduğu
halklarla temas kurmuşlardır. Üstelik önceleri Budizm’in egemen olduğu Horasan
ve Mavereünnehr zamanla sufiliğin merkezleri haline gelmiştir. Bunu göz önüne
alan bazı Batılı araştırmacılar tasavvufun Budizm’den etkilenebileceğini ileri
sürmüşlerdir. Sufilikteki vahdet-i vücut şekliyle Fena, Budizm’deki Nirvana ile
karşılaştırılmış ve benzer yönleri olduğu söylenmiştir. Ayrıca, İbrahim b.
Ethem gibi büyük sufilerin hayatlarından örnekler vererek bunları kanıtlamaya
çalışmışlardır. Buna göre İbrahim b. Ethem’in hayat tarzı Buda’nınkine
benzetilmektedir.[59] Bunun
yanında büyük mutasavvıflardan sayılan Bayezid-i Bistami’nin öğretmeninin Sindi
adında biri olduğu ve onun Hind kökenli biri olabileceği söylenmiştir.[60] İslam tasavvufunun
hırka, tesbih ve zikir esnasında nefes almanın da Hind tesiriyle girdiği
bildirilmiştir.[61]
Bunların
dışında İslam tasavvufunun Yahudilikten, Gnostizim’den ve Orta Asya
Şamanizm’den de etkilendiği ileri sürülmüştür. Yağmur yağdırmak için yapılan Sufi
raksın Şamanizm’den geldiği bildirilmiştir. Bunun yanında güzelliğe duyulan
saygı Orta Asya Türklerinde İslam’a geçmeden önce de görülmüştür. Ayrıca,
Sufiler’in “uçanlar” ile ilgili efsaneleri eskiden Türkler arasında da
yaygın olduğu ifade edilmiştir.[62]
Bütün
bunlara baktığımızda açıkça şunu görmek mümkündür ki, bütün din ve kültürlerde
mistik hareketler görülmüştür. Onun insanların inandıkları herhangi bir dinin
ayrılmaz bir olgusu olduğu belirlenmiştir. Dolaysıyla insan inançlı oldukça bu
olguyla beraberdir. Demek, bir dindeki mistik gelişmenin diğer bir mistik
hareketlerden kaynaklandığını veya ödünç aldığını tartışmak anlamsızdır. Şurası
muhakkak ki, bir dindeki mistik gelişme diğer mistik hareketlerle benzer
yönleri olabilir, zamanla karşılıklı etkileşimler de gözlenebilir. Bu onların
aynı olduğu anlamına gelmemektedir. Çünkü, benzerlikler kadar farklılıklar da
vardır. Netice olarak İslam Tasavvufunun kaynağı Kur’an ve sünnete dayandığını
söyleyebiliriz. Ancak, zaman içerisinde diğer dinlerdeki mistik hareketlerle de
karşılıklı etkileşim içerisine girdiği kuşkusuzdur.[63]
İslam
tasavvufunun ortaya çıkışı ve gelişim tarihi de önem taşımaktadır. İslam
Tasavvufu ilk asırlardan itibaren ortaya çıkan züht hareketiyle kök salmaya
başlamıştır. Bu dönemde züht yolunu tutanlar, dünya ve dünya nimetlerinden yüz
çevirmeyi, dini hususlara titizlikle ve harfiyen uyumaya çalışıyorlardı.
Zahitlerin amacı Allah’ın rızasını kazanmak, onun azabından kurtulmaktı.
Özellikle Allah korkusu, cehennem korkusu, ölüm korkusu ve günah korkusu ilk
zahitleri derinden etkilemişti.[64] Diğer bir
yandan onların züht hayata çekilmelerine İslam dünyasında gelişen değişiklikler
ve kargaşalar neden olmaktaydı. Dördüncü halife olan Hz. Ali’nin 661 senesinde
öldürülmesinden sonra iktidarı ele geçiren Emeviler bir asra yakın, halife Ömer
b. Abdulaziz (717-720) hariç, Müslümanları İslam’ın idealinden uzak
yönetmişler, bundan dolayı her zaman zahitlerce, dünyevi değerlere aşırı
bağlanmak ve Allah’a karşı saygısız davranışlarıyla suçlanmışlardır. Bu da ilk
zahitlerin iktidarın ve toplumun günah işlemekte olduğu duygularını
güçlendirmiş ve onlardan uzak, inzivaya çekilerek yaşama arzularını
artırmıştır.[65] Buna
rağmen ilk zahitler züht hayatlarını aşırılıklara götürmüyorlardı. Toplum
faaliyetlerine katılıyor, ihtiyaçlarını karşılamak için çalışıyorlardı.[66]
Emeviler
döneminde iyi bir yönetim sergileyen halifenin Ömer b. Abdulaziz olduğunu
söylemiştik. O yalnızca erdemli davranışıyla değil, aynı zamanda imanı ve zühdü
ile de şöhret kazanmıştı. Bununla beraber tasavvufün atası, ilk ve en seçkin
zahit-sufi olan Hasan el-Basri (ö.110/728) ile aynı dönemde yaşamış ve onunla
haberleşmiş olmasıyla da takdir edilmiştir.[67]
Dört
halife dönemi sona erirken, uzun bir dönemini Irak’ta Basra şehrinde geçiren ve
dolaysıyla bu şehrin ismi ile anılan Hasan el-Basri Hz. Ömer’in halife olduğu
dönemin sonlarında Medine’de doğmuştur. Hz. Ömer ona hayır dualarında bulunmuş
ve ululamıştır. Hasan el-Basri’nin yetişkinlik çağında Medine’de iken Hz.
Ali’nin önünde diz çöktüğü söylenmiştir. Sonradan ortaya çıkan sufi
tarikatların pek çoğu da manevi silsilesini bu büyük zahit-sufi Hasan el-Basri
vasıtasıyla Hz. Ali’ye ve dolaysıyla Hz. Peygambere bağlamışlardır.[68] Hasan
el-Basri, kendini sadece fetihlere adayan Müslüman toplumu uyarmaya çalışmış,
onlara kıyamet gününü hatırlatmış, bundan kurtulmaları için Kur’an ve sünnete
sımsıkı sarılmaları gerektiğini bildirmiştir. Kendisi zühd hayatı yaşamış ve
onu bir çok zahit kendilerine örnek almıştır.[69]
Kendinden “ilk sufi” olarak
bahsedilen
Ebu Haşim el-Kûfî (Ö.150/767) de Hasan-ı Basri yolundan gitmiş büyük
zahitlerden sayılmıştır.[70]
Abbasilerin
750 senesinde iktidara gelmesiyle İslam tarihinde önemli bir dönem başlamış
oldu. Bu dönem başlarken bir yandan İslam ilimleri gelişme gösterirken, öbür
yandan İslam toprakları genişlemiş, Türklerin yaşadıkları Horasan ve
Mavereunnehr bölgeleri İslam’la yakından temasa geçmişlerdi. Ayrıca, züht
hareketi buralara kadar ulaşmıştı. Zamanla tasavvufun merkezi haline gelecek
olan Türklerin de yaşadığı Horasan bölgesinde ilk zahitler ortaya çıkmışlardı.
Bunların başında İbrahim b Ethem (ö. 160/777) ve onun öğrencisi tacir ve
tevekkülü mistik hal olarak tanımlayan Şakik-i Belhi (ö.194/810)
gelmekteydiler.
Büyük
zahit-sufi Mervli Abdullah b. El-Mubarek (ö.181/779) zühdün dışında hadis,
tefsir fıkıhla da uğraşmış ve “Kitabü’z-Züht” isimli kitabı bu dönemde
yazmıştır. Önceleri haydutken daha sonra İslam dinden etkilenip kendini bu dine
adayan Horasanlı Fudayıl b. İyaz (ö.187/803) da zahitliğin örneklerinden
sayılmıştır. Bunun ardından öğrencisi sayılan Merv’de doğan Bişir b. El-Haris
el-Hafi (ö.227/841) ise, “başkaların fikrine aldırmazlık etmeme” fikrini
ilk ortaya atan sufi olarak bilinmektedir. Onun fikirleri daha sonra Melametiye
hareketinin ortaya çıkmasına sebep olmuştur.[71]
Türklerin İslamlaşma sürecinde etkili olmuş sufi hareketlerinin de
Melametilikten etkilendiği ileri sürülmüştür.
Hasan
el-Basri öldüğü sıralarda Rabiyatü’l-Adeviyye 11 yaşındaydı. Onun döneminde
İslam aleminde bazı ahlaki problemler ve ayrılıklar başlamıştı. O, yaşadığı
zaman içerisinde bu problemlere karşı güreşmiş, manevi değerleri geri kazanmada
insanlara örnek olmuştur.[72] Ayrıca,
Rabiyatu’l Adeviye (ö.185/801) insanlara Allah sevgisinden bahsederek korkuyla
başlayan züht hareketine “İlahi aşkı” (muhabbetullah) katmıştır.
Onun
Allah sevgisini yücelterek şöyle dua ettiği rivayet edilir: “Ey Rabb’im!
Eğer Cehennem korkusuyla sana ibadet edersem, beni Cehenneminde yak; eğer
Cennet umuduyla sana ibadet edersem beni Cennetinden mahrum et; ama Senin rızan
için Sana ibadet edersem, beni Ebedi Cemalinden mahrum etme ”[73]
Hadis
de rivayet eden Haris el-Muhasibi (165/781) “er-Ri’aye” ve “Kitabü’t
Tevehhüm” gibi eserlerini bu dönemde kaleme almıştır. Eserlerinin büyük bir
kısmı riyazetle ilgili olup, ismini de nefes muhasebesi anlamındaki “muhasebeden”
almıştır.[74] Bu
asırlara damgasını vurmuş mutasavvıflardan biri de Mısırlı Zu’n-Nun’dur
(Ö.246/861). Tasavvufa marifet (gnosis) fikrini ilk dahil eden kişi olarak
bilinir. Ayrıca, onun bir simyacı olduğu, Mısır hiyerogliflilerini bildiği
söylenir.[75] Bununla
beraber bir yandan Rabiyatu’l Adeviye ile başlayan Allah sevgisini
(muhabbetullah) Mar’uf Kerhi (ö.815) geliştirirken, öbür taraftan Seri Sakati
(ö.251/865) tasavvuf yolunun alametlerini tespit etmeye, makam ve hallerini
tertip etmeye başlamıştır.[76]
Bu
dönemde yaşamış ve tasavvufun simgelerinden biri durumuna gelen Bayezid-i
Bistami (ö.261/875) Batılıların ilgisini çekmiştir. Onların ilgisini çekme
nedenlerin başında onun hocasının Ebu Ali Sindi isminde biri olması gelmektedir.
Onun bir Hindu inancına sahip olduğu kanaatine varmışlardır.[77] Bunun
yanında Bayezit-i Bistami’nin ilk olarak Hz. Peygamberin miracını tasavvufi
deneyimle açıkladığı ileri sürülmüştür.[78]
Aynı
zamanda bu asırlarda İslam dünyasında Tirmizi (ö.280/893), Sehil et-Tüsteri
(ö.896), Ebu Bekr el-Harraz (ö.899), Yahya b. Mu’az (ö.285/907), Amr el-Mekki
(ö.909), Cüneyd-i Bağdadi (ö.298/910) vs. büyük mutasavvıflar yetişmişti. Bunun
yanında bu dönemde sufilerce, niyetin amelden önceliği, sünnetin farzdan önemliliği
ve taatın ibadetten daha hayırlı olduğu söylenmeye başlandığı ileri
sürülmüştür. Bu tutum diğer insanların dikkatini çekmiş ve tepkiler vermeye
başlamışlardır. İnsanlar bu tür iddiada olanları tehlikeli sayıyorlar ve
küfürle suçluyorlardı.
Bunların
arasında sufilere yönelik en şiddetli düşmanlık fıkıhçılardan gelmiştir.
Sufiler, fıkıhçıları dini, bir merasim hayatiyeti ve ruhaniyeti olmayan bir
kaideler toplamı yaptıklarını söylüyorlardı. Fıkıhçılar da onları zındık ve
kafirlikle suçlamışlar ve bu konuda başarılı da olmuşlardır. Bunun sonucunda
bazı sufiler yargılanmış ve bazen idam cezasına çarptırılmıştır.[79] [80] Yani,
Sufilerin tutum ve tavırları sıradan halk tarafından tam olarak
anlaşılamamıştır. Hallac-ı Mansur’un (ö.912) “Enel Hak” ifadesini
kullanması ve bundan dolayı idam edilmesi halkın o dönemlerdeki tasavvuf
hakkındaki görüşlerini açıkça ortaya koymaktadır. Aynı zamanda Hallac-ı
Mansur’un fikirleri artık tasavvufun İslam alemi için vazgeçilmez olduğunu,
onun da ayrı yeri olduğunu göstermiştir.[81]
Bu
gibi olaylardan sonra sufilerin bir çoğu bir yandan kendilerini tasavvufla
toplumu bağdaştırmaya, gelecek kuşak için tasavvufu teorik düzeyde
yapılandırmaya adarken, bir yandan da kendilerini Kur’an ve Hadis’e adayarak ve
eserler yazmakla savunuyorlardı. Ebu Bekr eş-Şibli (334/946), Ebu Bekr
el-Vasiti (ö.331/942), en-Nifferi (ö.350/961), Ebu Said b. Ebil’l Hayır
(357/967), İbn el-Hafif (ö.371/982), İbin el-Arabi gibi sufiler bu dönemde ün
kazanırken, Serrac (ö.378/988) “el-Luma”, Kelabazi (ö. 380/990) “et-Taarruf”,
Ebu Talip Mekki (ö.386/996) “Kutu’l Kulub” isimli kitaplarıyla öne
çıkıyorlardı.[82] Ayrıca,
bu asırlarda tasavvuf İslam dünyasının her tarafına yayılmış, İslam aleminin
her yerinde sufiler cemaatlar ve fırkalarla teşkilatlanıyordu.[83] Böylece
İslam tasavvufunun temelleri atılmış ve İslam alemindeki yerini almıştır.
Bununla
beraber İslam dünyasında kargaşalar meydana gelmiş bir çok mezhepler ortaya
çıkmıştır. Bu da tasavvufun her tarafta yayılmasına ve rağbet görmesine yardım
ediyordu. Çünkü halk kargaşalardan bıkmış, kurtuluşu tasavvufa sığınmakta
bulmuşlardı. Diğer taraftan halkın tasavvufa meyleden yönünü fark eden devlet
adamları, onları korumak için sufilere de saygı göstermeye başlamışlardır. Bu
da sufilerin her tarafa yayılmalarını ve rahatça hareket etmelerini
kolaylaştırmıştır.[84]
Bu
asırlarda sahte sufiler de ortaya çıkmışlardır. Onlar asıl sufilerin
hürmetinden faydalanarak ortaya fesat karıştırmaya başlamışlardır. Bu durumu
bertaraf etmek ve tasavvufu meşrulaştırmak için o dönemin de büyük
mutasavvıflarından Kuşeyri (Ö.465/1072) “Risalesi” ve Hucviri (450/1057)
“Keşfu’l Mahcub” isimli eserleri ile bunlara karşı çıkmış[85] ve
tasavvufun aslını göstermeye çalışmışlardır.
Asıl
tasavvufla halkı yakınlaştıran, onun önemini kavratan Gazzali (Ö.1111)
olmuştur. Gazzali hayatında sufilik tecrübesi geçirmişti. Bu tecrübe sonucunda
şüphecilikten kurtulmanın güvenilir tek yolunun tasavvuf olduğu kanaatine
varmıştır.[86]
Gazalli’den
sonra Abdulkadir el-Geylani (ö.561/1161) de bu konuda insanları aydınlatmaya
çalıştı ve Bağdat’ın kapılarından birinin yakınında halka tasavvuf dersleri
verdi. Bu dersleri sadece Müslümanlara değil, Yahudi ve Hıristiyanlara da
verdi. Onlar arasında bazıları İslam’ı seçtiler.[87]
Ayrıca,
Abdulkadir el-Geylani ile tasavvufun tarikatlar dönemi başlamış oldu.
B.
Türklerin İslamiyet’i
Kabullerinde İslam Tasavvufunun Rolü
Horasan
ve Mavereünnehr bölgelerinde VIII. yüzyıldan itibaren tasavvufi faaliyetler
gözükmeye başlamıştır. İslam hudutları içerisine giren bu bölgelerde insanlar
daha çok tasavvufi Müslümanlıktan etkileniyor, kendilerine bu yolu yakın
hissedip kabulleniyorlardı. Bunun başlıca sebebi kısmen mistik bir din olan
eski Türk dininin tasavvufi Müslümanlığa daha yakın olmasından kaynaklanıyordu.
Özellikle Türklerin her zaman görüp yaşattıkları ve tecrübesini devam ettire
geldikleri eski Türk mistik düşünce sisteminin esasını oluşturan kamlık
müessesesi, Türklerin tasavvufa çabuk alışmasını sağladığını düşünmek
mümkündür. Rivayete göre Türklerin büyük ozanı Korkut Ata’nın önceleri bir kam
iken sonradan İslam’ı anlama maksadıyla Arabistan’a gidip, Hz. Ebu Bekr ile
görüşerek Müslüman olması ve bu olayın dilden dile dolaşması Türklerin
İslamlaşmasında eski dinin de etkilerinin olabileceğini göstermektedir. Yani,
Türklerin İslam’ı yakından tanımaya başladıkları dönemlerde ilk önce eski kam
ve ozanların yerini baba ve ata olarak tanınan dervişler almaya
başlamıştır.
Bunun
yanında Türklerin zaman içerisinde benimsedikleri Budizm ve Hıristiyanlık gibi
dinlerin de, onları ilk önce İslam’ın bu yönüne meyletmelerinde etkili olduğu
söylenmiştir. Bu dönemde yaşamış olan, Horasan sufilerinin en büyüklerinden
sayılan İbrahim b. Ethem ve Şakik-i Belhi’nin hayat hikayeleri her zaman
Batılılar tarafından malzeme olmuş, onların eski dinlerden, özellikle
Budizm’den etkilendikleri iddia edilmiştir.
Türklerin
İslamlaşmasında önemli rol oynayan müesseselerin başında Ribatlar gelmektedir.
Ribat, (çoğulu, rubat) murabata (sınır [88]
boylarında düşmanı kollamak)[89] işinin
yapıldığı yer anlamına gelmektedir. Kur’an kaynaklı bu ribat deyimi zamanla
kurumsal bir karakter kazanmış ve sınır boylarında düşmanı kollayan Allah
yolunda savaşanların barındıkları yerler haline gelmiştir. Aynı zamanda
kendilerini İslam dininin yayılmasına adayan sufi-dervişlerin de barınak ve
konaklama yeri olmuştur. Daha çok askeri gayelerle, sınırlara yakın yerlere
kurulan bu ribatlarda zamanla hudutların genişlemesiyle ve etrafındaki
toprakların İslam dairesine girmeleriyle bu müesseseler sadece İslam dinini
yaymaya çalışan sufilere hizmet etmeye başlamış ve birer tekke ve zaviyelere
dönüşmüşlerdir.[90] Daha
Emeviler döneminde 727 yıllarında Belh ve civarında ribatlar inşa edilmeye
başlamıştır. Ribatlarda yetişen sufilere “mürabitler” denilmiştir. Bu
yolda şehit olan Şakik-i Belhi de bir “mürabit” olarak sayılmıştır.[91]
Bu
müesseseler İslamiyet’in ilk gelişme yıllarında Müslüman halk tarafından o
kadar benimsenmiştir ki, Müslüman zenginler varını yoğunu bu Allah evleri için
harcamışlar ve adeta birbirleri ile yarışarak bir çok ribat, bunun yanında
tekke ve zaviye yapmışlardır. Buralarda bir mürşid veya şeyhin manevi
terbiyesinde yetişen bu gazi dervişler, özellikle ilk bahar ve yaz aylarında
kafir Türklere karşı bazen gaza ve cihatta bulunurlar, bazen bir erenler ordusu
olarak göçebe Türklere katılırlar ve onlara İslam’ı davet ederlerdi.[92]
Bu
konuda İstahri şunları beyan etmektedir: “İslam ülkelerinde ki, servet
sahiplerinin çoğu, paralarını sefahete, yani içki kumar gibi, Allah’ın razı
olmayacağı kötü şeyler için sarf etmede adeta birbirleriyle yarış
etmektedirler. Ancak , bu zenginlerden pek azı bunun aksini yaparlar,
paralarını hayır ve hasenata sarf ederler. Halbuki, Maveraünnehr’de durum böyle
değildir.
Buralardaki,
zenginlerin büyük bir kısmı onların tam aksine, mallarını Allah yolunda
harcarlar, ribatlar, yol ve köprüler yaparlar din uğuruna cihadı teşvik
ederler. Ancak onlardan çok azı, bu servetlerini eğlence ve sefahete
harcamaktadırlar.
Buralarda,
hiçbir şehir, kasaba, su kaynağı, sebil, önemli geçitler, hatta hiçbir köy
yoktur ki, orada yolcu ve misafirlerin istirahatlarını temin etmek için mutlaka
bir ribat vardır. Bilindiği gibi Aşağı Türkistan’da, bu şekilde hizmet gören
ribatların sayısı 10.000 kadardır. ihtiyaç sahipleri, ribatlarda dilediği
sürece kalırlar, onların iaşe ve ibadetleri temin edildiği gibi hayvanlarının
da bakımı yapılmaktadır.
Bunlardan Ebu Haşim es-Sufi’nin
Şamda kurmasıyla başlatılan ve zamanla müesseseleşen tekke ve zaviyeler bundan
sonraki dönemlerde de sufilerin vazgeçilmez mekanları olmuştur. X. asra
gelindiğinde Baykent, Buhara, Semerkand, Fergana, vs. dolaylarında sufiler için
çok sayıda tekke ve zaviye kurulmuştur. Aynı zamanda bu yerlerde eski Budist
Viharaları tekke ve zaviye haline getirilmiş veya yanlarına yeni zaviye
binaları yapılmıştır.
Türkler
arasında başlıca Melametiye, Kerramiye ve Kalenderiye gibi tasavvufi hareketler
yaygınlaşmış ve Türklerin İslam’ı tanımalarında önemli yer tutmuşlardır.
Bunlardan Melametiye hareketini başlatanın, İslam’a girmeden önce “bir
düzenbaz, bir eşkıya” olan, Merv’li Bişir b. El-Haris el-Hafi (Ö.227/841)
olduğu söylenir. Bişir, “başkaların fikirlerine aldırmazlık etmeme”
doktrinini geliştirerek Melametiye hareketini başlatmış oluyordu. Onun şöyle
dediği rivayet edilmektedir: “Kötü fiillerinizi gizledikleriniz gibi, hayırlı
işlerinizi de gizleyin”, ve yine “eğer [93] [94]
insanların sizi hırsız sanmasını başarabilecek bir halde iseniz, bütün
gücünüzle bunu başarmaya bakın”[95]
Bişr’in
fikirleri kısa sürede Horasanda gelişme göstermiştir. Bunun ardından Melametiye
hareketi Maveraünnehr bölgesine nüfuz ederek, Melameti Türk dervişlerinin
faaliyetleri sonucu Türkler arasında geniş ölçüde yayılmıştır. Hatta Ahmed
Yesevi’nin de bu hareketten etkilendiği söylenmiştir.[96]
Daha sonra bazı Melametiler vasıtasıyla Horasan sınırları dışına taşarak bütün
İslam dünyasında yaygın hale gelmiştir. Böylece zamanla İslam dünyasının
çeşitli bölgelerinde Zu’n-Nün el-Mısri, Sehil et- Tüsteri, Cüneydi Bağdadi,
Hallac-ı Mansur ve İbrahim el-Husri gibi Melameti eğilimli sufiler yetişmiştir.
İlk
dönemlerde Melametilik nefsin arzularına ve riyakar davranışlara karşı sürekli
mücadele etmek ve iyiliklerini gizlemeye çalışmak olmuşsa da daha sonra bazı
Melametiler bu ilkenin uygulanmasında aşırıya kaçmışlar ve mensuplarından
insanların kınamasını istemişlerdir. Bu tavır sonraki dönemlerde Melameti
anlayışın bir parçası haline gelmiş ve kendilerine yöneltilen eleştirilere
zemin hazırlamıştır.
Tasavvufun
tarikatlar şeklinde örgütlenmeye başladığı VI (XII) yüzyılda varlığını sürdüren
Melametilik bu dönemde ortaya çıkan başta Hacegan tariki Nakşibendiye,
Kübreviye ve Mevleviye gibi büyük tarikatları etkilemiştir. Daha sonra XV
yüzyılda Anadolu’da ikinci devre Melamiliği Hacı Bayram Veli tarafından
kurulmuştur. Böylece Melamiye, Bayramiye tarikatı içinde yeniden zuhur etmiş ve
günümüze kadar etkisini sürdürmüştür.[97]
Dünyayı
ve dünyevi değerleri umursamayan, bunu kılık kıyafet, tutum ve davranışlarıyla
gündelik hayatlarına yansıtan sufilere “kalender” adı verilmiştir. Bu
sufiler ağırlıklı olarak Horasan ve Maveraünnehr bölgesinde yaşamışlardır.
Abdurrahman-ı
Cami’ye göre Kalenderiler Melametiler’in samimi takipçileridirler. Suhreverdi,
Melametiler’in hallerinin yüce, makamlarının aziz olduğunu, hadislere ve
sünnete sıkı sıkıya bağlı bulunduklarını, Kalenderilerin ise, kalp temizliğinin
verdiği sarhoşlukla şeri sınırları aşıp, farzların dışında namaz ve oruç gibi
ibadetleri azalttığını bildirmiştir. Daha sonra Suhreverdi Kalenderi ile
Melameti arasındaki farklar üzerinde durmuş ve şu sonucu çıkartmıştır: Melameti
ibadetlerini gizlemeye özen gösterir, Kalenderi ise bütün adetleri yıkmaya
çalışır. Bunun yanında bazı büyük sufi ve şairler Kalenderiler ve
Kalenderilikten övgüyle söz etmişlerdir. Bunlardan Hace Abdullah-ı Herevi “Kalendername”
adlı risalesinde Kalenderiyliği benimsemiş ve bir kalenderin ağzından bu
konudaki görüşlerini dile getirmiştir.[98]
Türkler
arasında İslam’ın yayılmasında etkin rol oynayan hareketlerin birisi de sufi
Ebu Abdullah Muhammed b. Kerram (809-869) ismiyle ortaya çıkan Kerramiye
hareketiydi. Bu hareket Horasan ve Maveraünnehr bölgelerinde taraftarlar elde
etmiş ve bu bölgelerde İslam’ın yayılmasında etkili olmuştur. İbn Kerram’ın
kendisi de Horasana seyahatler yapmış, taraftarlar kazanmıştır. Hatta,
Kerramiye hareketi sayesinde Zerdüşt ve Hıristiyanların da Müslüman olduğu
söylenmiştir[99]
Türklerin
İslamlaşmasını hızlandıran ve onlara bu dini sevdirenler gezgin mutasavvıflar
olmuşlardır. Bunların başında Hallac-ı Mansuru sayabiliriz. Hallac-ı Mansur beş
yıl boyunca Horasan, Maveraunnehir, Sicistan, İsfahan, Türkistan bölgelerini
dolaşmıştır. O, buralarda halka Allah sevgisini vaaz etmeye çalışmış, İslam’ı
anlatmış ve onlar için eserler yazmıştır.[100]
Onun faaliyetleri Türkleri derinden etkilemiş ve İslam’a gönülden
bağlanmalarına vesile olmuştur. Hatta, Hallac-ı Mansur İslam’ı geç kabul eden
Kırgız Türklerinin sancıralarında (şecerelerinde) Kırgızların babası olarak
geçmekte ve onun yolculukları sırasında Kırgızlarla da karşılaştığını bize
göstermektedir.[101]
Hallac-ı
Mansur, 897’de müritleri ile birlikte Türkistan’a gelerek göçebe Türk boylarını
İslamiyet’e davet etmiştir. Bazı Kırgız araştırmacılarının fikrine göre
Hallac-ı Mansur hakkındaki menkıbeler o dönemden beri bu bölgede yaşayan
halklar arasında devam edegelmiştir.[102]
Aynı zamanda burada yaşayan Kırgızlar ile sonraları Kırgız halkının
oluşumunda katkısı olan yerli halkın arasında dolaşan Hallac-ı Mansur
hakkındaki rivayetler daha sonra Kırgız şecerelerinde kendi yerini almıştır.
Hallac-ı Mansur ve Kırgızların menşei ile ilgili menkıbe ve rivayetler Seyfeddin
Ahsikendi’ye ait eserde anlatılmaktadır.[103]
Hallac-ı Mansur ve Kırgızlarla ilgili bir rivayeti araştırmacı Karasaev şu
şekilde anlatır: “856-922 seneleri arasında yaşayan Mansur adlı mutasavvıf
kendini tasavvuf yoluna adayarak kendini Allah ile eşitlemiştir. O şeyhin
lakabı Hallac’dır. Onu Bağdat halifesi cezaya çekip, öldürerek külünü dağ-taşa
ve nehre bırakmıştır. İşte o zaman kerametle dağ-taştan ‘Analhak, minalhak’
sesleri çıkmıştır. Nehir taşı köpüklenerek akmıştır. Bu vakitte nehir kıyısında
kırk kız sahil boylayarak yüzlerini yıkadıklarında hepsi hamile kalırlar.
Böylece kolayca Kırgızlar kırk kızdan gelirler. Nehrin taşması, yukarıdaki
seslerin yankılanması ile ilgili haberler Hoca Ahmed Yesevi’nin ‘Hikmet
’lerinde de mevcuttur”.[104]
Hikmetlerde Hallac-ı Mansur’un öldürülmesi ve onun külünün göğe doğru
savrulduğu, dağ ve taşların “Ene’l-Hakk” diye ses çıkardıkları şu
şekilde geçmektedir:
“Şeriatdur”
deb alimler buyurdular,
“Kafir
Mansur ulmadi”, deb kuydurdular,
Ahgar
kilib, kulni kuka savurdular,
Tog,
tuzlar “Ene’l-Hakk!” teb turar ermiş.[105]
Yesevi’nin
Hikmetlerinde Hallac-ı Mansur hakkındaki anlatımlara bakarak Hallac-ı Mansur ve
Kırgızların menşeinin ona dayandırılması ile ilgili rivayetlerin Yeseviliğin
tesiri ile meydana geldiğini de söylemek mümkündür. Nitekim, Karahanlılar
döneminde Türk halkları arasında İslamiyet’in Tasavvuf kanalıyla yayma çabası
içerisinde olan davetçilerin Yesevi tarikatına mensup kimseler olduğu bunu
açıklar mahiyettedir. Fakat şecerelerdeki rivayetlerin bir takım gerçekler üzerine
kurulu olduğunu da unutmamamız gerekir.[106]
Bununla
beraber sufiler devlet adamlarını da İslam’a çağırmışlar ve başarılı
olmuşlardır. Karahanlı Devletinin İslam devleti haline gelmesiyle sonuçlanan
süreci sufiler başlatmıştır. Nitekim, sufilerin vaazları sonucunda Karahanlı
Hükümdarı Oğulcak’ın yeğini Satuk Bura Han Müslüman olmuş, daha sonra amcasına
karşı yaptığı mücadeleyi kazanarak Batı Karahanlıların İslam dinini resmen
kabul etmelerini sağlamıştır. Bundan sonra Abdulkerim ismini alan Satuk Bura Han’ın
İslam’ı kabul edişi, Türklerin Müslümanlığa hızla geçmelerinde önemli bir dönüm
noktası oluşturmuştur. Ondan sonra İslamiyet’in kabulü çok büyük topluluklar
şeklinde gerçekleşmiştir. Nitekim, 200.000 çadırlık, bazı bölgelerde 10.000
çadırlık Türklerin topluca İslamlaşması bu sürecin sonucudur.[107]
Türklerin
topluca İslam’ı kabul etmeye başladıkları dönemlerde Horasan ve Mavereünnehr
bölgeleri sufilerce dolup taşmaya başlamıştı.
Türkler
kendi şeyhlerine “bab” yani “baba” namını veriyorlardı. Bu
dönemlerde Meşhur sufi Ebu Sa’id Ebul Hayır’ın hürmet ettiği Muhammed Ma’şuk
Tusi ile Emir Ali Abu Halis Türk sufilerin tanınmış olanlarındandı. Onların ünü
o kadar meşhur olmuştu ki, bu konuda Hace Muhammed İmam-ı Gazzali şöyle
demiştir: “Keşke biz
toprak olsaydık da bir gün Muhammed Maşuk
kademini (ayağını) onun üzerine koysaydı
Başka
bir rivayette şöyle denilmektedir; Muhammed Maşuk elbise giymiş bir Türk idi
ki, bir gün Tus camisine geldi. Şeyh Ebu Sayid Ebu’l Hayır mescitte meclis
kurmuş idi. Bunun üzerine Muhammed elbisesine bir bağ bağladı. Şeyh Ebu Said
sustu, bunun üzerine bir müddet geçtikten sonra şeyh Ebu Said “Ey Sultan-ı
Asır ve ey önder, baş buğ olan Sultan! bağını çöz. Yedi kat gök ve yeri
bağladın” dedi.[108] [109] Ayrıca,
Aynu’l Kudat Hamedani bir mektubunda Emir Ali Ubu’yu ulu bir pir olarak
zikretmektedir. [110]
Artık
bu dönemde tasavvufun yaygınlaşması ve halkın da ona olan yakınlığından dolayı
sufilik siyasi kuvvetlerce resmi olarak tanınmaya başlamıştır. Bu sebepten
büyükler, devlet adamları hatta sultanlar bile sufi şeyhleri kendi taraflarına
çekmeye uğraşıyorlardı. Şarap içmeyecek kadar dini hükümlere bağlı
Karahanlılar, İslamiyeti aşk ve hararetle savunan ilk Selçuklular, alimlere ve
şeyhlere karşı büyük bir hürmet gösteriyorlardı. Bunun yanında Türk hükümdarları
İslam akidelerine çok bağlı kaldıklarından, onların etrafında gelişen tasavvufi
fikirler de onlara uyum içinde gelişiyordu.[111]
Türklere
İslam’ı yakından tanıtan, sevdiren ve İslamlaşmasını sağlayan mutasavvıfların
ileri gelenlerinden biri şüphesiz Ahmed Yesevi ve onun takipçileri olmuştur.
Ancak şu da unutulmamalı ki, Ahmed Yesevi zuhur etmeden önce Türk dünyasında
tasavvufi faaliyetlerin zemini hazırlanmıştı. Bu konuda Fuat Köprülü şunları
bildirmektedir: “Bizim
kanaatimize göre, Ahmed Yesevi zuhur ettiği zaman, Türk alemi epey uzun
zamandan beri tasavvufi fikirlere alışmış, mutasavvıfların menkıbe ve
kerametleri yalnız şehirlerde değil, göçebe Türkler arasında bile az çok
yayılmıştı. İlahiler, şiirler okuyan, Allah rızası için halka birçok iyiliklerde
bulunan, onlara cennet ve saadet yollarını gösteren dervişleri, Türkler,
eskiden dini bir kutsiyet verdikleri ozanlara benzeterek hararetle kabul
ediyorlar, dediklerine inanıyorlardı: Hazreti Peygamberin sahabelerinden olarak
gösterilen, Arslan Baba ile menkıbeye göre İslam dinini anlamak maksadıyla
Türkistan’dan Ceziretü-lArap’a gelmiş ve Hazreti Ebu Bekr’le görüşerek
İslamiyeti Kabul eylemiş olan ozanlar piri meşhur Korkut Ata, Çoban Ata işte
bunlardan kalmış birer hatırayı yaşatıyor; her halde Ahmed Yesevi’nin zuhuru
zamanında, göçebe Türkler arasında, yani Sır-Derya kenarlarında ve boz
kırlarda, anladıkları bir lisanla-yani basit Türkçe ile- halka hitap ederek
İslam akidelerini ve ananelerini onlar arasında yaymaya çalışan dervişlerin
bulunduğu bizce muhakkaktır. Ahmed Yesevi’nin, kendisinden önce gelen
dervişlere daha üstün , daha kuvvetli bir şahsiyeti olduğunu kabul etmemek
mümkün değildir. Ancak, eğer kendisinden evvel gelen nesiller zemin
hazırlamamış olsalardı, onun başarısı bu kadar büyük olamazdı.”[112]
Ahmed
Yesevi sonrası Türk dünyasında tasavvufi faaliyetler devam etmiş bir çok
tarikat ortaya çıkmıştır. Türk sufileri Nakşbendilik, Kadirilik, Kübreviye,
Mevlevilik, Bektaşilik vs. tarikatları altında halka İslam’ı anlattılar ve
büyük ölçüde Türklerin İslamlaşmasını sağladılar.
İKİNCİ
BÖLÜM
TÜRKLER
ARASINDA İSLÂMİYET’İN YAYILMASINDA ETKİLİ OLMUŞ BAZI MUTASAVVIFLAR
Yukarıda
da bahsettiğimiz gibi, Türklerin İslamlaşmasında tasavvufi faaliyetlerin büyük
payı olmuştur. Bu faaliyeti gerçekleştirmek için binlerce sufi emek vermiş
İslam’ı anlatmak için halkın her kesimine hitap etmeye çalışmışlardır. Bunların
arasından ismi tanınmış bir çok sufi yetişmiştir. Aşağıda misallerini
vereceğimiz sufiler de tanınmış ve İslam’ın Türkler arasında yayıldığı sıralarda
yetişmiş büyük sufilerdir.
Ebu
İshak İbrahim b. Edhem b. Mansur Türklerin uzun zamandır yaşadıkları Horasan’da
dünyaya gelmiştir. Bazı rivayetlere göre, anne ve babası hac görevini yerine
getirmek için Mekke’de bulundukları sırada doğmuştur. Annesi İbrahim’i zemzem
suyunda yıkamış ve onu beyaz ve temiz beze sardıktan sonra Kabe’yi tavaf
etmişlerdir.[113] Ama, bu
ihtimal zayıf görünmektedir. Doğum tarihi konusunda da net bir tarih
verilmemiştir. Çoğunluk onun H.I asrın sonu ile H.II asrın ortalarına kadar
yaşadığı konusunda birleşmektedirler.[114]
Bunun yanında zayıf ihtimal olsa da bazı kaynaklarda onun H.III asır içerisinde
yaşadığı söylenmektedir.[115] Ailesinin
soyu Arap kabilelerinden Beni İcl’e veya Temim’e kadar uzanmaktadır. Bir çok
hizmetçisi bulunan, zengin ve itibarlı ailenin çocuğu olan İbrahim b. Edhem
gençliğini Horasan’da geçirmiştir.
Sahip
olduğu bütün nimetlerden vazgeçip züht yolunu seçmesi halk arasında farklı
söylentilerin doğmasına sebep olmuştur. Bunlardan en meşhuru hizmetçisi İbrahim
b. Beşşar’ın bizzat kendisinden dinleyip naklettiği hadisedir. Bu olay şöyle
gerçekleşmiştir: İbrahim b. Edhem bir gün ava çıktığında gaipten bir ses “Ey
İbrahim sen bunun için yaratılmadın” şeklindeki nidayı üç defa duymuş bunun
üzerine bütün malını mülkünü terk edip züht yoluna girmeye karar vermiştir.[116]
Bu
olay her zaman önemini korudu ve sıklıkla o Guatama Buda’nın yaşam öyküsü ile
karşılaştırılarak İslam tasavvufunun Budizm’den etkilenerek ortaya çıktığına
örnek olarak gösterildi.
Bunun
ardından züht hayatına başlayan İbrahim b. Ethem yolculuğa çıktı. Yolda bir
çobana rast geldi. Çobanın yünden yapılmış elbisesiyle kendi elbisesini
değiştirdi ve yaşadığı yerden ayrıldı. Dostlarını, her şeyini terk ettikten
sonra diyar diyar gezdi. Helal kazanç ve nefsini temizlemek için dağlardan odun
toplayıp, sırtında taşıdı ve pazarlarda sattı. Hatta hamamlarda insanların kirlerini
yıkayacak kadar nefsini alçalttı.[117]
İbrahim
b. Ethem’in fazla ilme yaklaşmadığı daha çok ahlak ve adaba sarıldığı
söylenmiştir. Ancak, Abdullah b. Mubarek bunun böyle olmadığını bildirmiştir: “İbrahim
b. Ethem’le Horasan’dan çıktığımızda 60 genç civarındaydık ve amacımız ilim
öğrenmekti”[118]
İbrahim
b. Ethem, Horasan’dan ayrılınca Şam, Irak ve Rum (Anadolu) bölgelerine seyahat
yapmıştır. Bu arada Trablus, Antakya, Tarsus ve Maraş gibi şehirlere de
uğramıştır. Bu sıralarda bekçilik ve değirmencilik işleri ile uğraşmış ve el
emeği ile geçinmeye çalışmıştır.[119]
Gittiği her yerde insanlara İslam’ı öretmiş onları bu yolda irşat
etmiştir. Örneğin, İbrahim b. Ethem Basra çarşısında gezerken şöyle bir soruya
muhatap olur: “Ey Ebû İshak![120]
Allah, Kur’an da ‘bana dua edin, dualarınızı kabul edeyim’ buyuruyor. Biz dua
ediyoruz, ama Allah dualarımıza karşılık vermiyor.” Bunun üzerine İbrahim
b.Edhem şöyle der: “Çünkü 10 şey kalbinizi öldürmüştür;
Allah’ı
biliyorsunuz; ama O’nun, sizin üzerinizde olan hakkını eda etmiyorsunuz.
Kur’an’ı
okuyorsunuz; ama içindeki hakikatlerle amel etmiyorsunuz.
Allah
resulünü sevdiğinizi iddia ediyorsunuz; ama O’nun sünnetleriyle amel
etmiyorsunuz .
Şeytanın,
düşmanınız olduğunu iddia ediyorsunuz, sonrada onu sevindirecek işler
yapıyorsunuz.
Cennete
müştâk olduğunuzu, ona olan hasretinizi ifade ediyorsunuz; ama oraya girmek
için çalışmıyorsunuz.
Cehennemden
korktuğunuzu söylüyorsunuz, lakin ondan kaçınmıyorsunuz.
Ölümün
hak olduğunu söylüyor; fakat onun için hazırlık yapmıyorsunuz.
İnsanların
ayıplarıyla uğraşıyor; kendi ayıplarınızı unutuyorsunuz.
Allah’ın
nimetlerini yiyor; fakat şükrünü eda etmiyorsunuz.
Ölülerinizi
defnediyorsunuz; fakat ibret almıyorsunuz.
Bu
şartlarda dualarınız nasıl kabul edilsin ki!..”
Bir
defasında da İbrahim b. Edhem’den birisi nasihat istedi. Bunun üzerine o
buyurdu ki, “Altı şeyi kabul edersen, hiçbir işin sana zarar vermez. O altı
şey şunlardan ibarettir:
Günah
yapacağın zaman, O ’nun rızkını yeme! Rızkını yiyip de ona isyan etmek, laik
olur mu?
Ona
asi olmak istersen, onun mülkünden çık. Mülkünden olup da ona isyan etmek, laik
olur mu?
Ona
isyan etmek istersen gördüğü yerde günah yapma! Yani görmediği bir yerde yap.
Onun mülkünde olup rızkını yiyip, gördüğü yerde günah yapmak uygun değildir.
Can
alıcı melek ruhunu almağa geldiği zaman, tövbe edinceye kadar izin iste. O
meleği kovamazsın. Kudretin varken, o gelmeden önce tövbe et. O da bu saattir.
Zira melek-ül Mevt ani gelir.
Mezarda
Münker ve Nekir ismindeki iki melek, sual için geldikleri vakit, onları kov.
Seni imtihan etmesinler”.
Soran
kimse dedi ki, “buna imkan yoktur.” Şeyh buyurdu ki, “öyle ise onlara
şimdiden cevap hazırla! Kıyamet günü, Allah: günahı olanlar cehenneme gitsin!
diye emredince, ben gitmem de!”
Bundan
dolayı o kimse tövbe etti. Ölünceye kadar tövbesinden vazgeçmedi.[121] [122]
İbrahim
b. Ethem bundan sonraki yolculuğunu Mekke’ye doğru çevirdi. Vatanından
ayrılarak, eskiden varlık içersinde yaşayıp da onları terk eden ve
yolculuklarında bir çok sıkıntılarla karşılaşarak zorluklara göğüs geren
İbrahim b. Edhem nefsini terbiye etmeyi başarmıştı. O bu durumunu şöyle
anlatmıştır: “Bir çok acı çektim, ancak vatanımdan ayrılmak kadar ağır
geleni olmadı: nefsime karşı en şiddetli kavgayı vatan >>122
hasreti
hususunda verdim
Rivayete
göre İbrahim b. Edhem, Mekke yolundaki çöllerde aylarca tek başına seyahat
ederken bir kişi ile karşılaşmıştır. O kişi kendisine Allah’ın “İsm-iAzam”
duasını öğretmiştir. Kişi gittikten sonra İsm-i Azam ile Allah’ı çağırmış,
bunun üzerine Hz. Hızır’ı görmüştür. Hızır ona: “Allah’ın bu İsm-i Azamı’nı
sana kardeşim Davud öğretti!” demiştir.[123]
Ancak, Hucviri bu konuda İbrahim b. Ethem ile konuşan kişinin ve İsm-i
Azamı öğretenin de bizzat Hızır olduğunu belirtmektedir.[124]
İbrahim
b. Ethem Mekke’ye giderek Süfyan-ı Sevri, Fudayıl b. İyad ve Ebu Yusuf Gusulî
ile tanışıp kendileri ile dost olmuştur. Bu arada Ebu Hanife ile de buluşmuş ve
aralarında dostluk bağı kurulmuştur.[125]
Bu konuda Hucviri İbrahim b. Edhem’in Ebu Hanife ile yakın bir bağ kurduğunu ve
zahir ilmini Ebu Hanife’den öğrendiğini bildirmektedir.[126]
Aynı
zamanda tabiin ve tebeut-tabiinden İbrahim b. Edhem hadis rivayet etmiştir.
Ondan da hizmetçisi İbrahim b. Beşşar, Şakik-i Belhi ve Ebu İshak el-Fezari
rivayette bulunmuştur. Onun az hadis rivayet etmesi, hadis toplamakla meşgul
olunurken ameli ihmal etme endişesinden kaynaklandığı söylenmiştir.
İbrahim
b. Ethem daha hayatta iken şöhreti her yere ulaşmıştır. Kurduğu sohbetlerde
dostlarına nasihatler verdiği rivayet edilir. Onun çok güzel konuştuğu ve zaman
zaman şiir söylediği de bilinmektedir. Öğütlerinde her zaman helal kazancın
önemini vurgulardı. Duasının kabul edilmesi için ne yapması gerektiğini soran
birine de helal yemesini tavsiye etmiştir.
İbrahim
b. Edhem’in gecelerini genellikle tefekkürle geçirip çok az uyuduğu,
gündüzlerini ise, sürekli oruç tutarak geçirdiği bilinmektedir. Ayrıca, zaman
zaman dağa çekilerek kendini Allah’a ibadet etmeye verirdi. Bunun yanında ünlü
mutasavvıf vaktinin çoğunu halkın içinde onların dertleri ile ilgilenerek
geçirmeye çalışırdı ve insanları alimlerin toplantılarına katılmalarını, namazı
cemaatla kılmalarını, hacca gitmelerini, cihada katılmalarını ve nefislerini
eğitmeleri gerektiğine davet ederdi.
Büyük
mutasavvıflar onun hakkında görüşler beyan etmişler ve onun büyüklüğünü dile
getirmişlerdir. Cüneyd-i Bağdadi onun hakkında “Bu yolun bilgilerinin
anahtarı İbrahim’in elindedir” ifadesini kullanmıştır.[127]
Kelabazi, onu gaipten gelen bir sesle uyarıldığı için “murad”
vasfına sahip olan kimselerden olduğunu söylemiştir.[128]
Mevlana Celaleddin Rumi onu “manalar denizinin yüzücüleri olarak”
nitelendirmiştir. Hücviri ise, onu Hızır tarafından yetiştirilmiş olarak
saymaktadır. [129]
İbrahim
b. Edhem Bizanslılara karşı yapılan deniz seferine katılmış ve bu sırada
bilinmeyen bir adada vefat etmiştir. Öldüğü sene için bir çok tarih verilmiş ve
en çok 161(778), 162(779) tarihleri kabul edilmiştir. Naaşı Şam bölgesine
defnedilmiştir.[130] [131]
Ebu
Ali Şakik b. İbrahim el-Belhi Belh’de doğmuştur. Horasan alimlerinden olup
tanınmış mutasavvıflarındandır. Doğum tarihi hakkında kaynaklarda hiç bilgi
yoksa da ünlü mutasavvıf İbrahim b. Edhem’in döneminde yaşadığı ve ikisi
arasında yakın bir dostluk bağı olduğu, ondan tarikat ilhamı aldığı ve daha
sonra ondan hadis rivayet ettiği söylenir. Buna göre H.II asır içerisinde
yaşadığı tahmin edilmektedir. Dolaysıyla kendisi birinci tabakadan sayılmakta
ve o dönemde Ebu Ali künyesi ile 131
çağırılmaktaydı.
Şakik-i
Belhi’nin zühd yolunu seçmesine neden olan iki hikaye nakledilir: Bunların
birincisine göre, Şakik-i Belhi zengin bir ailenin çocuğuydu. Bir defasında
Türkistan’a ticaret yapmaya yola çıkar. Oradayken bir puthaneye girer ve burada
putlara hizmetçilik yapan birini görür. Hizmetçi saçını sakalını tıraş etmiş,
üzerine erguvani bir elbise giymişti. Şakik-i Belhi, hizmetçiye “şüphe yok
ki senin yaratıcı, hayat sahibi, alim ve kadir bir mabudun var, ona ibadet et.
Zarar ve faydası olmayan bu putlara ibadet etme” dedi. Hizmetçi Şakik-i
Belhi’ye “Eğer durum dediğin gibi ise, o Allah kendi memleketinde sana rızk
vermeye kadir ise, bunca sıkıntılara katlanarak ticaret için buralara kadar
neden geldin?” diyerek cevap verdi. Hizmetçinin bu cevabından etkilenen
Şakik-i Belhi 132
zühd yolunu seçmiştir.
Şakik-i
Belhi’nin zühd yolunu seçtiğinin sebeplerinden diğeri de; zamanında halkın
kıtlıktan gam ve keder içinde bulunduğu sırada bir kölenin çılgınca eğlendiğini
görmüş ve ona “bu sevincin nedir? Halkın kıtlıktan ne halde olduğunu
görmüyor musun?” diye sormuştur. Köle, bu hadisenin kendisini
ilgilendirmediğini, bütün ihtiyaçlarının efendisi tarafından karşılandığını
söylemiştir. Bu durum karşısında Şakik-i Belhi kendi kendine: “Eğer onun
efendisinin bir köyü varsa da, o sonuçta bir mahluktur. Buna rağmen o, rızkı
için üzülmüyorsa, Müslüman bir kimse nasıl rızkı için üzülür? Oysa Müslüman’ın
efendisi mutlak manada 133 zengindir” demiştir.[132]
[133]
Şakik-i
Belhi ile İbrahim b. Edhem arasında geçen konuşmalar günümüze kadar ulaşmıştır.
Aşağıdaki konuşma bunlara sadece bir örnek teşkil eder:
Şakik-i
Belhi, İbrahim b. Edhem’den “Günlük yaşamınızda ihtiyacınızı nasıl temin
edersiniz?” diye sordu. İbrahim b. Edhem şöyle cevapladı “Ne bulursak
şükrederiz ve bulamadığımız zaman sabrederiz”. Konuşma devam ederken
Şakik-i Belhi şu karşılığı verdi “Horasan’ın köpekleri bile böyle yapar.”
İbrahim b. Edhem “Siz nasıl yaparsınız?” diye sorunca, Şakik-i Belhi de “Bulduğumuz
zaman dağıtır, bulamadığımız zaman şükrederiz” cevabını verdi. Bunun
üzerine İbrahim b. Edhem, Şakik-i Belhi’nin başını öperek “Üstad sensin”demiştir.[134]
Şakik-i
Belhi Türklere İslam’ı götürmeye çalışmış, hatta bu uğurda cihatlara da
katılmıştır. Bu konuda Hatem-i Esem, Şakik-i Belhi’nin İslam 135 dinini kabul
etmeyen Türklerle savaşta bulunduğunu rivayet etmektedir.
Şakik-i
Belhi’den ibret verici sözler nakledile gelmiştir; O, “Tevekkül, Allah’ın
vadine razı olmaktır”, “Ben yaptığım günahlardan çok yapmadığım günahlardan
korkarım. Neler yaptığımı yakinen bilirim. Fakat ne yapmam gerektiğini bilmem”,
“insanlara ateş ile arkadaşlık eder gibi arkadaşlık et. Menfaatlarını al,
ateşlerinden (iftiralarından) sakın”,[135]
[136]
“İbadetin evveli sabır, sonu rızadır”, “Allah kendisine itaat eden
kimseyi ölümünde ihya eder, asi olanı da hayatında öldürür” demektedir.[137] [138]
Şakik-i
Belhi 174/ 790 tarihinde şehid olarak vefat etmiştir. O, sonradan gelenler için
İslam tasavvufunun başlıca kahramanlarındandı. Bu konuda torunu şunları
nakletmiştir: “Dedem öldürüldüğünde üç yüz köye sahipti, ama her şeyini
dağıttığı için defnedilirken giydirileceği bir kefeni bile olmadı. Giysisi ve
kılıcı bugüne kadar hala asılı durmaktadır ve >>138
insanlar
rahmet istemek için onlara dokunmaktadırlar.
Kabri
bazılarına göre Belh’te bazılarına göre ise, Hüttelan’dadır.[139]
Tasavvuf
alanında en çok tanılan isimlerden birisi olan Hallac-ı Mansur 244 (858)
yılında İran’ın Beyza şehrinin Tür kasabasında doğmuştur. Asıl ismi Hüseyin bin
Mansûr, künyesi Ebü'l-Mugis'tir. Rivayete göre Hüseyin bin Mansûr'un dedesi
Mahamma bir Mecusi idi. Daha sonra ana tarafından Hz. Ebû Eyyûb el-Ensari’nin
neslinden geldiği söylenerek Ensârî de denilmiştir. Hallac-ı Mansur daha sonra
babasının mesleğinden dolayı “Hallac” diye tanınmıştır. Asıl adı Hüseyin
olduğu halde Farslar ve Türkler arasında daha çok Mansur ve Hallac-ı Mansur
şeklinde babasının adıyla anılmıştır.[140]
Hüseyin
bin Mansûr'a Hallâc denilmesine şu olay sebep olduğu da söylenir; Bir gün o,
dostu olan bir hallâcın dükkanına girdi. Bir işinin görülebilmesi için onun
tavassutunu ricâ etti. Fakat hallâcın gittiği yerden dönüşü biraz uzun sürdü.
Geldiğinde; "Yâ Hüseyin! Gördün mü başımıza gelenleri. Senin için bugün
kendi işimden oldum." diye söylendi. Hüseyin bin Mansûr onun endişeli
hâline bakarak tatlı tatlı gülümsedi ve; "Üzülme senin işini de biz
hallederiz." dedikten sonra parmaklarını pamuk yığınlarına doğru
uzatıverdi. O anda henüz atılmamış pamuk yığınları harekete geçti. Kaşla göz
arasında, tel tel saf pamuk bir tarafa, kirli ve süprüntü kısmı ise diğer
tarafa ayrıldı. Hallâcın gözleri fal taşı gibi açılmış şaşkınlıktan sanki
ayakta donmuş kalmıştı. Olay kısa zamanda halk arasında yayıldı. Bu târihten
sonra da Hüseyin, Hallâc-ı Mansûr diye anıldı.[141]
Küçük
yaşlarında Hallac-ı Mansur doğum yeri olan Tür’dan ayrılarak halkı
Hanbelilerden oluşan ve hafızlarıyla tanınan Vasıt’a gitmiştir. Orada Hallac-ı
Mansur 12 yaşında hafız olmuştur. Ardından Tüster’e geçerek orada büyük
velîlerden Sehl bin Abdullah-ı Tüsterî’nin sohbetinde iki sene bulunmuştur.
Onun ruhlara hayat veren sohbetlerinden yararlanmış ve tasavvufa yönelmiştir. [142]
Hallac-ı
Mansur daha sonra Bağdât'a Cüneyd-i Bağdâdî’nin yanına geldi, onun müritleri
arasında yer aldı. Cüneyd-i Bağdâdî ona susmayı ve insanlarla görüşmemeyi
emretti. Hallac-ı Mansur ona bazı sorular sordu. Cüneyd-i Bağdâdî sorularına
cevap vermedi ve; "Gâliba bir ağaç parçasının ucunu kırmızıya boyaman
yakındır!" dedi. Cüneyd-i Bağdâdî bu sözü ile ilerde onun şehîd
edileceğine işâret ediyordu. O, devrin ulu mutasavvıflarıyla sıkı sıkıya
temaslarda bulundu ve Bağdat’ın tanınmış sufilerinin sohbetlerine katıldı.
Hatta Amır b. Osman el Mekki’den hırka bile giymiştir. Basra’da onun yanında on
sekiz ay kaldığı sırada nefsi ile büyük mücâdele yaptı ve her isteğine sırt
çevirdi. Nefsin istemediği, rağbet etmediği işlere sarıldı. Samîmi ve bağrı
yanık bir âşık oldu.[143]
Hallac-ı Mansur, Basra’da Ebu
Yakub Akta adlı bir sufinin kızı ile evlenmiştir.[144]
[145] Orada
Abbasi hilafetini tehdit eden Zenc isyanına şahit olmuştur. Bir süre sonra
282(896) yılında ilk haccını yapmak için Mekke yoluna çıkmıştır. Orada Hallac-ı
Mansur bütün vaktini ibadet ve riyazetle geçirmiştir.
Hallac-ı
Mansur Küdüs’e de gitmiştir. Daha sonra beş yıl sürecek yolculuğa çıkmak üzere
Horasan, Maveraunnehir, Sicistan, İsfahan, Türkistan bölgelerini dolaşmıştır.
Burada Hallac-ı Mansur halka Allah sevgisini vaaz etmeye çalışmış, onlar için
eserler yazmıştır. Sonra cübbesini askeri kiyafetle değiştiren Hallac-ı Mansur
Keşmirdeki putperest Hinduları ve Maçin’deki Türkleri Müslüman etmek için Hoten
ve Tufan’a kadar gönüllü mücahit gibi gitmiştir.[146]
Bu
gezisinde Hallac Türkleri etkilemiş ve İslam’a girmelerinde önemli rol oynamıştır.
Hatta onun tesiri ile Müslüman olanlara Mansurî denilmekteydi. Bu durum
Hallac’ı büyük üne kavuşturmuştur. Dönüşünde dünyânın dört bir yanından ona
mektuplar yazılmaktaydı. Hindliler, ona; Ebû Mugis, diye mektup yazarlardı.
Çinliler Ebû Muîn, Türkler; Ebû Mihr, Farslılar; Ebû Abdullah Zâhid,
Huzistanlılar; Hallâc-ı Esrâr diye hitap ediyorlardı. Bunun ardından Ahvaz'a
geldi. Burada da nasihatlarda bulunup, Ahvaz halkı içinde büyük kabûl ve ikrâm
gördü. Ahvaz'da ilâhî esrârdan çok bahsettiğinden, burada kendisine Hallâc-ı
Esrâr denildi.[147]
Bu
seyahatinden dönünce tekrar hac yolculuğuna çıkmıştır. Rivayete göre o bazen
ibadet ediyor, bazen de halk arasına karışıp hacda kesilen kurbanlar gibi Allah
yolunda kendini feda etmeye hazır olduğunu hissediyordu.
Bütün
bu yolculukları sırasında onun kerametler gösterdiği de söylenmiştir:
Bir
rivayete göre, Semerkantlı Reşid-i Hurd, Kâbe'ye gitmek üzere yola çıkmıştı.
Yolda konak yerlerinde meclisler teşkil edip sohbette bulunuyordu. Yine bir
konak yerinde şunu anlattı: Hallâc-ı Mansûr dört yüz sûfî ile birlikte çöle
açılmıştı. Birkaç gün geçti. Gıdâ nâmına hiçbir şey bulamadılar. Açlıktan
perişan bir hâle geldikleri sırada Hallâc-ı Mansûr'a gelerek şimdi kelle kebâbı
olsa da yesek dediler. Hallâc, hemen elini arkaya uzatıp, kebâb olmuş bir kelle
ile iki pide alıp, birine verdi. Dört yüz kişiydiler. Her defâsında elini
arkaya uzatıp, bir kelle iki pide aldı. Neticede 400 kelle, 800 pide almış ve
her birine bir kelle iki pide vermiş oldu. O topluluk bunları yedikten sonra,
tâze hurma olsa da yesek dediler. Kalktı ve beni silkeleyin buyurdu. Hurmalar
döküldü. Doyuncaya kadar yediler. Bundan sonra yolda ne zaman sırtını bir
dikenli ağaca dayasaydı, tâze hurma verirdi.
Başka bir rivayete göre, bir defâsında Mekke'ye gitmişti.
Kâbe'nin karşısında bir sene oturdu. Uzuvlarının yağı buradaki taş üzerine
aktı. Derisinin rengi değişti. Fakat yerinden kıpırdamadı. Her gün ona bir
somun ile bir testi su getirirlerdi. Somundan kopardığı birkaç lokma ekmek
parçasıyla iftar edip geriye kalan kısmını testinin üstüne koyardı. O sene
hacılarla birlikte Arafat'a çıktı. Herkes geri döndüklerinde bir âh çekti ve
dedi ki: "Ey âlemlerin Rabbi! Ey azîz olan Allah'ım! Bütün tesbîh
edenlerin tesbîhinden, bütün tehlîl
söyleyenlerin tehlîlinden ve her tefekkür sâhibinin tefekküründen seni tenzîh
ederim. Ya İlâhî! Biliyorsun ki, sana şükretmekten âcizim. Benim şükrüm ancak
budur."
Diğer
bir rivayete göre, Hallâc-ı Mansûr yanına gelenlere yazın kış meyveleri, kışın
yaz meyveleri çıkarır ikrâm ederdi. Elini havaya uzatınca, avcu, üzerinde "Kul
hüvallahü ehad" yazılı gümüş paralarla dolardı. Bunlara "kudret
paraları" ismini verirdi. İnsanlara, evlerinde ne yediklerini, ne
yaptıklarını, ne konuştuklarını ve kalplerinden geçenleri Allah’ın bildirmesi
ile haber verirdi.[148]
Rivayetlerin
birinde Hallac-ı Mansur bir keresinde Bağdat’ta açıkça Hak yolunda canını feda
etmek istediğini, kanının dökülmesinin halk için helal olduğunu ilan etmiştir.
Bu sözleri duyan bir gurup alim Hallac-ı Mansur aleyhinde bir faaliyet
başlatarak Hallac-ı Mansur’un tutuklanmasını istemişlerdir. Haberi duyan
Hallac-ı Mansur Ahvaz’a kaçarak bir yıl saklanmıştır. 301(913) yılında
yakalanarak Bağdat’a getirilmiş, idam talebiyle mahkemeye çıkarılmıştır. Sonra
hapsedilmesini yeterli görmüşler ve sekiz yıl süren hapis hayatı dostu Nasır
el-Kuşuri’nin evindeki bir odada göz hapsi şeklinde geçmiştir.[149]
Hallac-ı
Mansur kaldığı sekiz yıllık hapis hayatında, kitabının “Tasin al-Sirac”
ve “Tasin al-Azal” bölümlerini yazmıştır. Fakat aleyhindeki faaliyetler
bütün şiddeti ile devam ediyordu. Hallac-ı Mansur’un cezalandırılması yönündeki
taleplerin artması üzerine Mahkemeye çağırılarak mahkum edilmiştir.[150] İdam
cezası 26 mart 922’de gerçekleşmiştir. Hallac-ı Mansur’un elleri ayakları
kesilmiş, darağacına çekilmiş, sonra da kafası koparılmıştır. Gövdesi yakılıp,
külleri Dicle nehrine savrulmuştur. Kesik başı iki gün köprüde dikili
bırakılmış daha sonra Horasan’a gönderilerek bölgede dolaştırılmıştır.[151]
Hallac-ı
Mansur’un asıldığı yer zamanla önem kazanmaya hak şehidi bir velinin türbesi
olarak ziyaret edilmeye başlanmıştır. Hallac-ı Mansur adına türbeden başka
çeşitli İslam bölgelerinde pek çok makam yapılmış ve bu makamlar bir çok
mutasavvıf, alim ve devlet adamı tarafından ziyaret edilmiştir.
Hallac-ı
Mansur’un öldürülme sebebi hakkında “Enel-Hak” (Ben Hakkım) sözü ile
uluhiyyet iddiasında bulunduğu ve hacın farziyetini inkar edip, yeni bir hac
anlayışı ortaya koyduğu şeklinde çeşitli iddialar ileri sürülmüştür. Ancak,
idamın esas sebebinin dini olmaktan çok siyasi baskılar ve entrikalar sonucu
gerçekleştiği de söylenmiştir. Onun büyük bir üne sahip olması, çok sayıda
mürid toplaması, sarayda ve devlet adamları arasında taraftar bulması,
Abbasilere karşı Karmatiler’le gizlice iş birliği yaptığı yönündeki
söylentilerin çıkması devlet adamlarını endişelendirmiş ve hakimler kurulundan
fetva alıp, idamı gerçekleştirilmiştir.[152]
Tasavvufi
görüşleri ve eserleri: Hallac-ı Mansur’un temel
görüşlerinden biri nur-ı Muhammedi fikridir. Hallac-ı Mansur’a göre Hz.
Muhammed’in biri ezeli biri nur oluşu, diğeri bir insan ve peygamber olarak iki
hüviyeti vardır. Bütün nebiler resüller ve veliler ilim ve irfanlarını ondan
almışlardır. Hatta varlıkların var oluş sebebi de odur. Hallac-ı Mansur yaratma
ve dinlerle ilgili düşüncelerini de nur-ı Muhammedi çerçevesinde açıklamıştır.
Hallac-ı Mansur’a göre bütün dinler esas itibarıyla birdir.[153]
Bütün
dinlerin ilahi olduğunu söyleyen Hallac-ı Mansur’a göre insan kendi tercih
ettiği din üzere değil, Allah tarafından kendisi için tercih edilen din üzere
bulunur. Hallac-ı Mansur İblisin Adem’e secde etmemesinin tevhid, aşk ve
fütüvvet açısından yorumlamıştır. İblis Allah’a derin bir aşkla bağlı olduğundan
ondan başkasının önünde eğilmemiş, secde şerefini yalnız O’na tahsis etmiştir.
Hallac-ı Mansur bu ikisini örnek alarak “Enel-Hak” davasında sonuna
kadar ısrar etmekle fütüvvetin bir örneğini vermiştir. Diğer taraftan Hallac-ı
Mansur fütüvvetin en güzel örneği olarak Hz. Muhammed ile İblis’i görmüştür.
Hiç kimsenin bu ikisi kadar davalarında samimi olmadıklarını ve fedakarlık
göstermediklerini ileri sürmüştür.
O
yanlış anlaşmaya sebep olan Enel- Hak davası hakkında kitabı Kitabü’t
Tavasin’de şöyle demiştir:
“Eğer
Allah’ı tanımadınsa, en azından işaretlerini tanı. Ben o işaretim, ben Hakk’ım,
çünkü ben Hakk vesilesiyle gerçekleşen ebedi bir hakikatım. Dostlarım ve
öğretmenlerim İblis ve Firavun’dur. İblis cehennem ateşiyle tehdit edildi, ama
vaz geçmedi. Çünkü o kendisiyle Rabb’i arasında hiçbir şeyi kabul etmeyecekti.
Ve ben her ne kadar öldürülsem ve ellerimle ayaklarım kesilse de
vazgeçmeyeceğim”[154]
Yine
Hallac-ı Mansur’un görüşlerinden bir diğeri de hac meselesidir. ”Hac yapmak
isteyen , fakat buna imkan bulamayan bir kimse evinde temiz bir odayı hac için
ayırır. Hac mevsimi gelince içine hiç kimsenin girmediği bu odada Kabe ’de
olduğu gibi tavaf yapabilir. Sonra 30 yetimi toplayarak yemek yedirir, onlara
elbise giydirir, sonra da her birine 7’şer dirhem para verir. Bunlar hac yerine
geçer” şeklinde söylemiştir.
Hallac-ı
Mansur Hıristiyanlığa ve bu dinden alınan bazı terimlere de ilgi duyduğu ileri
sürülmüştür. Suryani Hıristiyanların kullandıkları “nasut” ve “lahut”
tabirlerini tasavvuf terminolojisine ilk defa Hallac-ı Mansur’un soktuğu ileri
sürülmüştür.[155]
Tasavvuf
yolunun şeyhleri Hallac-ı Mansur hakkında ihtilaf etmişlerdir. Bir kısım
alimler Hallac-ı Mansuru reddetmişler bir kısım alimler ise, kabul etmişlerdir.
Kabul eden alimler Hallac-ı Mansur’u savunmuş ve görüşlerini paylaşmıştır. Bir
kısmı onu kafir ve zındık sayarak şiddetle reddetmişlerdir. Başka gurup alimler
mazur görmüş ve kendisine acımışlardır. Dördüncü gurup alimler ise, hüküm
vermekten kaçınarak sukut etmişlerdir. Bunlardan şeyh Ebu Sayit, şeyh Ebu Kasım
Gurgani ve şeyh Ebu Abbas Şekkani Hallac-ı Mansur’la ilgili konuşmaları gizli
tutmuşlar ve Hallac-ı Mansur’u büyük zat olarak anmışlardır. Büyük Mutasavvıf
Abdulkerim Kuşeyri ise, Hallac-ı Mansur hakkında “Eğer o hakikat ve mâna
erbabından biri ise, kendisinin reddedenlerin onu terk etmeleriyle terk edilmiş
olmaz. Şayet hakkın merdudu ve halkın makbulu ise, halkın kendisini kabul
etmeleriyle makbul olmaz. Teslimin hükmü ile onu ona bırakırız, yani Hallac-ı
Allah’a havale ederiz. Onda bulduğumuz haktan nişan ve deliller miktarınca,
kendisine tazim ederiz. Şeyhler zümresinden az bir miktarı müstesna,
faziletteki kemalini, halindeki sefasını, mücahede ve riyazetteki gayretinin
çokluğunu kimse inkar etmemiştir.”[156]
Ancak, Hallac-ı Mansur’u reddedenler zamanla azalmış,
dostları ve taraftarları gittikçe çoğalmıştır. Büyük mutasavvıflardan Ahmed
Yesevi ve Muhiddin b. Arabi Hallac-ı Mansur’u ve düşüncelerini benimsemişler
onun ateşli taraftarları olmuşlardır. Bu alimler Hallac-ı Mansur’un idealini yaşatarak
Hallacî bir tasavvuf hareketi meydana getirmişlerdir. Bu mutasavvıfların
çalışmaları sayesinde Hallacî düşünce ve eylem tarzı bütün İslam dünyasına
yayılmıştır. Özellikle İran ve Türk edebiyatı ondan derin bir şekilde
etkilenmiştir. Tarikat şeyhleri ve mensupları arasında Hallac-ı Mansur ve
görüşleri önemli bir yere sahip olmuştur. Bunlardan Yeseviyye, Mevleviyye ve
Kadıriyye gibi tarikatların mensupları sürekli Hallacî
düşünce tarzını canlı tutmuşlardır. Hallac-ı Mansur’un görüşleri tasavvufun en
önemli dinamiklerinden biri olmuştur.
Hayatını
Hallac-ı Mansur araştırmalarına adamış olan Lois Massignon’a göre O, Sünni bir
mutasavvıf olup Türklerin İslamiyet’e girmesini başlatan dini ve içtimai
hareketin öncüsüdür.
Muhammed
İkbal ise, felsefi-tasavvufi mahiyetli “Cavitname” adlı eserinde Jupiter
semasında seyahat ederken Hallac-ı Mansur’un kendisine yol gösterdiğini
söyleyerek ondaki güçlü ferdi dindarlığı, sırada insanların üstünde Allah
sevgisini yaşayan biri olduğuna, dinamik inanç ve aşk anlayışıyla bir Müslüman
için iyi örnek olacağına dikkat çekmiştir.
Hallac-ı
Mansur, Nesimi’den Nacip Fazıl Kısakürek’e kadar Türk edip ve şairleri üzerinde
de etkili olmuştur. [157]
Massignon’a
göre, Hallac-ı Mansur’dan altı mektup, tasavvufa dair üç yüz eli kadar vecize,
vaazlarına dair yetmiş dört hülasa (Ahbar’el Hallac), seksen parça manzume, iki
yüz doksan senesinden öncesine ait yirmi yedi rivayet ve on bir Tavasin
kalmıştır.[158]
Ahmed
Yesevi
Ahmed
Yesevi Batı Türkistan’da Çımkent şehrinin biraz doğusundaki Sayram kasabasında
doğmuştur. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Tahminen XI asrın ikinci
yarısında yaşadığı sanılmaktadır. Babası şeyh İbrahim, Sayram’ın en ünlü
şeyhlerindendi. Annesi de şeyh İbrahim’in halifelerinden Musa adında bir şeyhin
kızıydı. Ahmed Yesevi önce annesini sonra babasını kaybetmiştir. Menkıbelere
göre o yedi yaşındayken yetim kalınca diğer manevi babadan yani Hızır’dan
terbiye görmüştür. Başka bir menkıbeye göre Hz. Peygamberin manevi işaretiyle sahabelerden sayılan
şeyh Arslan Baba Sayram’a gelerek Ahmed Yesevi’yi irşad etmiştir. Arslan
Baba’nın terbiye ve irşadı ile Yesevi kısa zamanda şöhreti dört tarafa
yayılmaya başlamıştır. Fakat aynı yıl veya ertesi yıl içinde Arslan Baba vefat
etmiştir. Ahmed Yesevi ilk tahsil yıllarını Yesi’de geçirmiştir. Daha sonra
tahsilini tamamlamak amacıyla dönemin önemli İslam merkezlerinden olan
Buhara’ya gelmiştir. Ahmed Yesevi böyle bir zamanda böyle çevreye gelmiş ve
devrin en ileri gelen alim ve mutasavvıflarından şeyh Yusuf Hamedani’ye öğrenci
olmuştur. Hoca Yusuf
Hamedani sünni bir alimdi. O, Irak, Horasan, Maveraunnehir kıtalarının çeşitli
şehirlerinde bulunarak halkı irşad ile meşgul olmuştur. Yesevi suluk
adabını, zahir ve batın ilimlerini Yusuf Hamedani’den öğrenmiştir.[159] Hoca
Abdulhalik Gicduvani, Yusuf Hamedani hakkında şunları bildirmektedir: “Yalın
ayak otuz defa hacca gitmişti, Kuran’ı ezbere bin defa hatmetmişti Tefsir,
hadis, fıkıh, usul, furu ve kelama dair yedi yüze yakın kitabı ezberlemişti,
iki yüz on üç şeyh ile sohbet etmişti. Zamanının çoğunu oruçla geçirirdi. Sekiz
bin putperesti Müslüman kılmayı başarmıştı, tövbe ettirip, doğru yola salan
kişilerin sayısını kimse bilmezdi.”[160]
Yesevi
eğitimini alıp, Türkistan’da irşada başladığı sıralarda İslam ülkelerinin her
tarafında tasavvufi faaliyetler görünmekte idi. Medreseler ve tekkeler tasavvuf
cereyanlarının merkezi sayılırdı. Yesevi göçebe ve yarı göçebe Türk boyları
arasında sade bir dil kullanarak halkı yeni dine yani İslam’a ısındırmaya
çalışmıştır. O, kökü çok eskilere giden geleneksel şiir kalıplarını kullanarak,
çok geniş kitlelere hitap etmiştir.[161]
Yesevi’nin
söylediği hikmetler bugüne kadar Orta Asya’da canlı bir şekilde büyük saygıyla
ezberlenmektedir. Yalnız erkekler değil, kadınlar arasında da “Yesevi-Han”
denilen ezbere hikmet okuyucular bulunmaktadır. Ahmed Yesevi özellikle
Kazaklar, Kırgızlar, Özbekler ve Türkmenler arasında Pir-i Türkistan, Hoca
Yesevi veya Ata Yesevi adlarıyla meşhurdur. Hoca Yesevi Türkler arasında
İslamiyet’in ve İslam Tasavvufunun yayılması için büyük bir tesir yapmıştır.
Ahmed
Yesevi’nin Türkistan şehrinde bulunan ve Emir Timur tarafından inşa ettirilen
türbesi kutsal bir ziyaret makamıdır. Orası her yıl binlerce insan tarafından
dilek dilemek, şifa talebinde bulunmak niyetiyle ziyaret edilmektedir.[162]
Yesevi’nin
türbesi civarında gömülmek Türkistanlı Türkler için ayrı bir değer
taşımaktadır. Bu sebeple bir çok kişi daha hayatta iken türbe civarından toprak
satın alarak kabirlerini hazırlamaya çalışırlar. Bu ise Yesevi’nin Orta Asyalı
Türkler üzerinde ne derece tesirli olduğunu göstermektedir.[163]
Yesevi’nin
talebe ve halifelerinden Orta Asya Türkleri arasında en tanınmışı Hakim Ata
veya Süleyman Bakırgani’dir. O da tıpkı Yesevi gibi tasavvufa ait Türkçe
nasihatler mecmuası yazmıştır. Süleyman Bakırgani’nin hikmetli sözleri de tıpkı
Yesevi’nin sözleri gibi sade bir dille geniş halk kitlesine hitap etmek üzere
yazılmıştır. Yesevi’nin halifeleri özellikle Orta Asya, bugünkü Kırgızistan,
Özbekistan ve Kazakistan’da Yeseviliği yaymışlardır.[164]
“Divan-ı Hikmet”, Yesevi’nin tasavvufi manzumelerini
içine alan ünlü bir eserdir. Ancak, bu eserin nüshalarının ister içeriği
bakımından ister dil bakımından bazı farklılıklar göstermesi, değişik şahıslar
tarafından farklı yerlerde meydana getirdiğini göstermektedir. Ayrıca, Divan-ı
Hikmet mecmualarının içine Yesevi dervişlerinin Hikmetleri de karışmıştır. Bu
yüzden bugün Yesevinin ağzından çıkan Hikmetleri aynen toplayan bir Divan-ı
Hikmet nüshası mevcut değildir. Doğu ve Kuzey Türkleri Özbekler,
Kırgızlar ve Volga Türkleri Divan-ı Hikmeti dini mukaddes bir kitap gibi
gördükleri için asırlardan beri elden ele dolaştığından onun sayısız yazma
nüshalarına ve bir çok basımlarıyla karşılaşmak mümkündür.[165]
Yesevi hikmetlerinin başlıca amacı İslam dinine yeni girmiş veya bu dini henüz
kabul etmemiş Türklere İslamiyet’in esaslarını, şeriat ahkamını ve Ehli Sünnet
akidesini öğretmek olmuştur.[166]
Büyük
Türk mutasavvıflarından biri olan Süleyman Bakırgani XII yüzyılın ilk yarısında
yaşamıştır. O, Harezm bölgesinin Bakırgan obasında doğmuştur. Doğum tarihi net
olarak bilinmemekle beraber tahminen 1186 senesinde olduğunu söyleyenler
vardır.[167] [168] Asıl adı
Süleyman olup Hakim Ata, Kul Süleyman, Bakırgani gibi isimlerle de anılmıştır.
Eskiden bazı eserlerde Süleyman Ata ve Hakim Ata iki ayrı şahıs olarak yanlış
kaydedile gelmiştir.
Alişer
Nevai “Nesayimü’l Mahabbe”de şöyle demektedir: “Hakim Ata ismi
Süleyman’dır. Hoca Ahmed Yesevi’nin mürididir. Bir gün hoca Ahmed Yesevi aşçıya
yemek pişir buyurmuştur. Aşçı hocaya çok az odun kalmış değince Ahmed Yesevi
müritlerini odun getirmek için ormana göndermiştir. Müritler yolda gelirken
yağmur yamaya başlamış ve getirdiği odunlar yanmaz olmuştur. Sadece
elbiselerini çıkarıp odunlara örten Süleyman’ın getirdiği odunlar tutuşmuştur.
Ahmed Yesevi bu davranışından dolayı Süleyman’a ‘Hakim’ adını vermiştir. Bundan
sonra Hakim Ata hikmetler söylemeye başlamıştır.”1^ Bunun
yanında Süleyman Bakırgani Yesevi’nin muridi olup Türkler arasında en tanınmış
halifesidir. O, Türkler arasında daha çok Hakim Ata lakabıyla meşhur olmuştur.[169]
Süleyman
Bakırgani’nin ileride büyük bir zat olacağı küçükken belli olmaya başlamıştır.
Onun çocukluğunda mektebe giderken başka çocuklar gibi Kur’an’ı boynuna
asmadığı, eliyle alttan alıp hürmetle taşıdığı söylenmiştir. Bir çok kaynakta
Kur’an’ı başının üstünde taşıdığı rivayet edilmektedir.[170]
Mektepten çıkınca yüzünü mektebe, arkasını eve dönerdi. Bir gün Ahmed Yesevi
mescid önünde otururken bu hali görmüş, ve çok hoşuna gitmiştir. Hocasının ve
ailesinin iznini alarak Süleyman Bakırgani’ni Kur’an okutmaya yanına almıştır.
On beş yaşına geldikten sonra hoca Ahmed Yesevi’ye mürid olmuştur.[171]
Bir
müddet sonra Süleyman Bakırgani şeyhinden izin alarak irşad için Türkistan’ın
güneyine doğru devesiyle yola çıkmıştır. Bazı kaynaklarda bizzat Ahmed
Yesevi’nin gönderdiği ve “deven nerede durursa orayı mesken et” dediği
rivayet edilmiştir. Deve Horasan’ın Bineva bölgesine gelince yürüyemez olmuş
bütün gayretlere rağmen deve tek adım bile atmamış, sadece bağırmıştır. Bundan
dolayı o bölgeye Bakırgan denildiği de söylenmiştir. Önceden orası Buğra Han’ın
at sürüsünün otladığı yer olarak tanınıyordu. Yılkıcılar onu buradan kovmak
istemişlerdir. Bu yöreden Süleyman Bakırgani çıkmayınca durumu Buğra Han’a
bildirmişlerdir. Ancak, Buğra Han O’nun Ahmed Yesevi’nin müridi olduğunu
öğrenince tavrını değiştirmiş ve “Anber” adlı çok güzel kızını Süleyman
Bakırgani’ye vermiştir. Buğra Han kendisi de Süleyman Bakırgani’nin müridi
olmuştur.[172]
Buğra
Han bu dervişin rızasını celb için ayrıca bir çok develer, koyunlar ve atlar
göndermiştir. Süleyman Bakırgani bunları kabul etmiştir. “Bakırgan” adlı
o yeri de kendisine menzil yapmıştır. Orada yaşayanların çoğu ona murid
olmuşlar ve Süleyman Bakırgani’nin şöhreti dört tarafa yayılmıştır. Süleyman
Bakırgani’nin Anber anadan üç çocuğu olmuştur; Muhammed Hoca, Asgar Hoca ve
Hubbi Hoca. Bunlardan ilk iki büyüğünü çok meşhur olan şeyh Carullah Allame’den
ders almak için Harezm’e göndermiştir. En küçüğü olan Hubbi Hoca ise, her gün
atına binip dağlarda, kırlarda dolaşır, geyik ağlar ve babasına getirirdi.
Ancak, Süleyman Bakırgani, oğlunun manen ne kadar yüksek mertebeye ulaştığını
bilmiyordu. Hatta küçük oğlunu avcı olacak diye üzülüyordu. Bir gün baba oğlunu
çağırınca biraz geç geldi çünkü uzakta avdaydı. Babasına bir geyik getirdi ve
babası neden geç geldiğini sorunca oğlu “Muhit denizinde iki gemi batıyordu
benden yardım istediler, onlarla meşgul olduğum için geç geldim” demiştir.
Babası oğlunun sözüne inanmamıştır. Oğlu “eğer inanmazsanız beş ay sonra
buraya on bir altın şükrane getirecekler o zaman görürsünüz” cevabını
vermiştir. Hakikaten de öyle olmuş o parayı getiren adamların hepsi, Hubbi
hocaya mürid olmuşlardır.
Yine
bir rivayete göre, bir gün oğlu babasına “Namazın sünnetini her zaman burada
kılıyorsunuz. Lakin onun farzını nerede kılıyorsunuz” diye sormuştur.
Babası farzını Ka’bede kıldığını söylemiştir. “İyi amma, oraya kadar gitmek
büyük bir zAhmed Ka’beyi buraya getirseniz olmaz mı?”demiştir. Süleyman
Bakırgani kendisinde bu kadar kuvvet olmadığını itiraf etmiştir. Lakin ertesi
gün oğlunun Ka’beyi Bakırgan’a getirdiğini görünce, birdenbire şaşırmış ve
içine kıskançlık düşmüştür.
Başka
bir rivayete göre bir gün Süleyman Bakırgani ve müridleri toplanıp dokuz öküz
kesmişler, zikir ve semâ’a meşgul olmuşlar. Her kes çağırılmış, yalnız küçük
oğlu Hubbi hoca çağırılmamıştır. Oğlu geyiklerle avdan gelince her kesin
çağırılıp kendine haber verilmediğini görünce canı sıkılmıştır. Sonra kerâmetle
kesilen öküzleri tekrar dirilttirmiştir. Bunu gören halk Hubbi hocaya hayran
kalmıştır. Bunun üzerine babası oğlunu çağırıp bir yerde ikisinin beraber
bulunamayacağını söylemiştir. Bu sözün manasını çok iyi anlayan Hubbi hoca,
babasına “siz kalın” demiş ve anasıyla vedalaşmıştır. Kefenini giyip
hücresinin ortasına gelip durmuş ve oradan kaybolup gitmiştir. Sonra baba ve
anne birbirine sarılarak çok ağlamışlardır. Oğluna karşı yaptığı bu hareketten
dolayı Tanrı ona ceza verecekti. Eğer oğlu yaşasaydı neslinden altmış veli
gelecekti. Hakikaten de öyle olmuştur. Vefatından sonra Amu Derya Bakırgan
şehrini basmış Süleyman Bakırgani’nin türbesi üstünden kırk yıl su akmıştır.
Sonra sular çekilince türbenin nerede olduğunu kimse bilmemiştir. Sonradan
Süleyman Bakırgani’nin manevi işaretiyle Celaleddin hoca adlı biri onun
mezarını bulmuş üstüne âli imaret yaptırmıştır.[173]
Süleyman
Bakırgani’nin İslam’ın temelini anlatan hikmet dolu şiirleri herkesi hayran
bırakmış ve etkilemiştir. Rivayete göre Irak şahı, Horasan şahına
cevaplandırması için birkaç soru sormuştur. Horasan şahı ise, soruları Ahmed
Yesevi’nin halifelerine göndermiştir. Tasavvufla ilgili bu soruların cevabını
Süleyman Bakırgani şiirleri ile cevaplandırmıştır:
Her
kim görsen Hızır bil,
Her
tün görsen Kadir bil.
Süleyman
Bakırgani bu şiiri ile insan ve zamanın değerine işaret etmektedir. Ayrıca,
insanların alçak gönüllü ve güzel karakterli olmasını, birbirinin kıymetini
bilmesini, bir birini incitmemesi gerektiğini, insanların her biri Hızır gibi
saygıya layık olduğunu anlatmaya çalışmıştır. Hatta, “her geceyi de Kadir
gecesi gibi gör, çünkü bir daha yaşayamasın” demektedir. Yine tevazu için
söyleyen en güzel sözlerinden biri şöyledir:
Başkası
buğday biz saman,
Başkası
yahşi biz yaman.
Bakırgani
şiirlerinde insan mertebesine ve ahlakına çok yüksek bir değer biçmiştir. Aynı
zamanda söylediği hikmetlerle İslam dinine yeni ısınan Türklerin dini-ahlaki
anlayışlarını aydınlatmıştır.[174]
Bakırgani
umumen Türkler arasında hikmetleriyle meşhur olduğu gibi hususen Türkmenler
arasında özel bir yere sahip olmuştur. Süleyman Bakırgani’yi kendi sosyal
kimliklerinden birisi kabul eden Türkmen halkı, onun dünya görüşünü
medeniyetine sindirmiş, hikmetlerini asırlardan beri yaşama biçimi haline
getirmişlerdir. Bu durumu Türkmenlerin adeta kutsi bir mahiyet verdikleri halk
şairi Mahtumkulu’nun şiirlerinden anlamak mümkündür. O, şiirlerinin temel
çekirdeğini hoca Ahmed Yesevi’nin ve onun sevgili dervişi Süleyman
Bakırgani’nin fikirlerinden ve öğretilerinden almış, bazen Bakırgani’nin
şiirlerini az bir değişiklikle ve bazen açıklayarak halka aktarmaya
çalışmıştır. Örneğin, Bakırgani bir şiirinde aşağıdakileri ifade ederken,
Mahtumkulu da onu az bir değişiklikle insanlara iletmiştir.
Süleyman
Bakırgani:
Kün dogandan batarga,
Tersa, Cöhüd, Tatarga,
Gulluk kılıp Settarga,
Şeyhim Ahmed Yasavi.
Mahtumkulu:
Gün
dogardan, gün batar,
Tersa, Cöhüd hem Tatar.
Başka bir şiirinde
Süleyman Bakırgani aşağıdakileri dile getirirken: Israfıl ferman birle surun
urgay, Ezrayılı öz canını özi algay
Mahtumkulu bu şiiri
açılayarak genişçe ifade etmiştir:
Gök övrilip, daglar sarsar
yerinden,
İsrafil surunu çalsa
gerektir.
Allah’ın emrinden, hak
permanından, Ezrayıl öz canın alsa gerektir. [175]
Mahtumkulu’nun
bu şiirlerinden anlaşıldığı gibi, Bakırgani’den çok etkilenmiş ve onun yolunda
insanları aydınlatmaya çalışmıştır.
Süleyman
Bakırgani’nin halifeleri arasında en tanınmışı Zengi Ata’dır. Rivayete göre
Zengi Ata Taşkent’te bulunurken, şeyhinin vefatını haber almış ve derhal
Harezm’e giderek kabrini ziyaret etmiştir. Zengi Ata’nın Arap oğlu olduğu için
siyah tenli biri olduğu söylenmiştir. Ölen şeyhini manevi işaretiyle dul kalan
zevcesi Anber ana ile evlenmiştir. Bu meşhur Türk şeyhinin mezarı, Taşkent
şehrinden sekiz mil uzakta Semerkant yolu üzerindedir. Orta Asya’nın büyük ve
tanınmış mutasavvıfı Hoca Abdullah Ahrar, Zengi Ata hakkında büyük bir saygı
besler ve kabrini her ziyaret ettiği zaman içeriden “Allah Allah” sesi
işittiğini söylemiştir.[176]
Bakırgani’nin
eserleri günümüze el yazmaları ve halk dili yoluyla ulaşmıştır. Ayrıca, bu
eserler Orta Asya’da uzun yıllar medreselerde ders kitabı olarak okutulmuştur.
Bakırgani’nin, “Bakırgan Kitabı”, “Bibi Meryem Kitabı” ve “Ahir Zaman
Kitabı” gibi eserleri bulunmaktadır. Bu kitaplar Orta Asya’da hala büyük
bir saygıyla ve istekle okunan halk eserleridir.
“Bakırgan
Kitabı” Ahmed Yesevi’nin “Divan-ı Hikmeti”
gibi çeşitli zamanlarda yaşamış değişik şairlere ait süfiyani şiirler ve
ilahiler mecmuasıdır. Eser Süleyman Bakırgani’den başka on dört şaire ait yüz
yirmi manzume ve sekiz manzum hikayeden oluşmaktadır. Eserin üslup ve muhtevası
da büyük ölçüde Yesevi’nin “Divan-ı Hikmeti”nin tesiri altında
yazılmıştır. Şunu söylemek lazım ki, “Divan-ı Hikmet”te yer alan
miraciye gibi bazı manzumelerin Süleyman Bakırgani’ye ait olduğu ifade etilmektedir.
“Bibi
Meryem Kitabı” Hz. Meryem’in vefatını destan
üslubuyla anlatan sekiz sayfalık bir kitaptır. Eserin en önemli özelliği cehri
zikir yapan tarikat mensuplarınca koro halinde okunmasıdır.
“Ahir
zaman Kitabı” kitabında kıyamet alametleri
anlatılmaktadır. Kitabın başında kıyamet öncesinde insanlarda ahlaki
bozuklukların ortaya çıkacağından, hatta alimlerin bile günah işleyeceğinden
bahsedilmektedir. Ardından Deccal, Yecüc ve Mecüc’un ortaya çıkmasından ve
onların Mehdi tarafından yenilgilerinden destanî bir şekilde söz edilmektedir.
Kitabın bundan sonraki kısmında Hz. Peygamberin ümmetinin günahlarını
affettirmek için yalvarıp yakarması canlı bir şekilde tasvir edilmiştir. Sonuç
kısmında tüm müminlerin kurtuluşu ele alınmakta ve Bakırgani kendisinin ve
insanların kıyamete hazırlıklı olmaları gerektiğini vurgulamaktadır. Aşağıda
Ahir Zaman Kitabı’nın Özbekçe’den Türkçe’ye sadeleştirilmiş çevrisi
sunulmuştur:
Zaman ahır olsa, neler
olur,
Dünya çeşit çeşit bela ile
dolar, Alimler içki içer, zina yapar, Bundan başka garip şeyler de olur.
Namı büyük alimler içki
içer, Helalı bırakır, haram işe bulaşır, Hak Teala bela kapısın tamamen açar,
Bundan başka garip şeyler de olur.
178
Köprülü, s. 177, Kara,
s. 184, Amanguliyeva, s. 82.
Cimriler haramla taşkınlık
yapar, Birçok kadın eşlerine haram olur, İslam’ı bilmeyen bedbahtlar sevinir,
Bundan başka garip şeyler de olur.
Zaman ahır olsa, alimler
yoldan çıkar, Müminlerin çocukları esir düşer, Kafirler durmadan kibirlenir,
Bundan başka garip şeyler de olur.
Melun Deccal çıkar, Rum’a
gider, İslam’ı bilmez bedbahtlar sevinir, Mehdi çıkar, Bağdat tarafında
savaşır, Bundan başka garip şeyler de olur.
Müslümanlar Mehdi
tarafında toplanır, Güneş tutulur, kavga büyür, çığlıklar atılır, Muhammed’in
ümmetleri ağlamaya başlar, Bundan başka garip şeyler de olur.
Mehdi çıkar, Mekke
tarafına sefer eder, Muhammed’in Ravzasına yüzünü sürer, Ravzadan ses çıkar,
İsa der, Bundan başka garip şeyler de olur.
İsa iner, dokuz yüzün
bitiminde, Deccal’ı öldürürler bilin bu zamanda, Mehdini imam yapar İsa o
zamanda, Bundan başka garip şeyler de olur.
Dokuz yüzde on beşte Yecüc
çıkar, Mehdi ile İsa varır, Tur’u aşar, O kafirler bu dünyayı yok ederler,
Bundan başka garip şeyler de olur.
Havadan kuşlar iner,
taşlar atar,
O taşlar Yecücleri helak
eder, O Allah heybetiyle hüküm sürer, Bundan başka garip şeyler de olur.
Dokuz yüzde yine bir
şeyler olur, Dabbetül Arz çıkar, Kur’an yükselir, Muhammed’in ümmetleri
ağlamaya başlar, Bundan başka garip şeyler de olur.
Dokuz yüzde yine garip bir
şey olur, İsrafil emir ile surun çalar, Gök Yer arasında diri canlı kalmaz,
Bundan başka garip şeyler de olur.
İsrafil emir ile surun
çalar,
Azrail kendi canın kendi
alır, Sonsuz baki kalan O Allah kendisi kalır, Bundan başka garip şeyler de
olur.
Kırk yıl sonra İsrafil
surunu çalar, Ona ikinci surunu çal denir, Kullarım yer yüzüne çıksın denir,
Bundan başka garip şeyler
de olur.
İsrafil emir ile surunu
çalar,
Tüm ruhlar bedenlere gir,
gelir, Genç, yaşlı insan oğlu ayağa kalkar, Bundan başka garip şeyler de olur.
O, Allah hakim olur, hüküm
verir, Muhammed şefaate gelir, durur, Melekler, peygamberler titrer, durur,
Bundan başka garip şeyler de olur.
Cebrail meleklerin önünde
gelir, İnandığımız Ey Muhammed sensin der, Hak katında senden samimi yoktur
der, Bundan başka garip şeyler de olur.
Adem ata kendisi ağlayarak
gelir, Musa Kelim resullerin önünde gelir, Muhammed’in boynuna sarılır,
kardeşim der, Bundan başka garip şeyler de olur.
İbrahim, Muhammed’e
milletim der, Cebrail Muhammed’e boyun eğer, Tüm yüce melekler ağlar, durur,
Bundan başka garip şeyler de olur.
Ebu Cehil ateş elbisesi
ile gelir, Şefaatini bizden esirgeme der,
Muhammed’in
yanına gelir, durur,
Bundan başka garip şeyler de olur.
Dünyada bilme oldum
kendimi der, Ateş içinde azabımı gördüm der, Şükür sana bugün beni kurtar der,
Bundan başka garip şeyler de olur.
Muhammed secde eder,
başını eğer, Gözlerinden damla damla yaşlar akar, Şefaatini esirgeme benden
der, Bundan başka garip şeyler de olur.
Abdulmuttalip, Abdullah’a
çocuğum der, Muhammed’in elin tutar, yüzünü öper, Yanımda kaldı, baktım on gün
der, Bundan başka garip şeyler de olur.
Muhammed annesine hürmet
eder, Annesinin boynuna sarılır, anne der, Küçükken yetim kaldım senden der,
Bundan başka garip şeyler de olur.
Muhammed Abdulmuttalib’e
babam der, Mahbub canlar görür görmez, ibret alır, Melekler, peygamberler
sevinirler, Bundan başka garip şeyler de olur.
Cebrail burağını tutar,
durur,
İsrafil sağ kolundan
tutar, durur,
Azrail mizanı basar,
durur, Bundan başka garip şeyler de olur.
O Muhammed aleme bakar,
durur, Tüm mahşer halkı gelir, durur, O Muhammed kalkar, arz eder, Bundan başka
garip şeyler de olur.
Melekler, peygamberler
nefes almaz, Ağız açıp konuşmaya halleri olmaz, O Muhammed Rabb’im Allah der,
Bundan başka garip şeyler de olur.
Şarap içip, şeytan ile
eşlik eden, Tamamdır, emrime karşı delil oldu, Kibirlikte benimle yarışmış
oldu, Bundan başka garip şeyler de olur.
Oflamaktan, inlemekten
terler akar, Feryatlar duyan Muhammed acıyarak bakar, Ümmetlerimi affet
Allah’ım der, Bundan başka garip şeyler de olur.
O Allah heybet ile hüküm
verir, Tüm o mahşer halkı sürün der, Cehennem üzerine sıratı koyun der, Bundan
başka garip şeyler de olur.
Zebaniler halkı sürer,
gelir,
Ellerinde ateş meşalesi
tutar, durur, Muhammed’e mahşer halkı feryat eder, Bundan başka garip şeyler de
olur.
Muhammed onların feryadın
duyar, durur, Ya ümmetim, ümmetlerim nereye der, Eline asa alır, koşup gelir,
Bundan başka garip şeyler de olur.
Muhammed Zebaniye heybetle
karşı çıkar, Cehennem ateşine hüküm eder, Ümmetlerimi sakın yakma ateş der,
Bundan başka garip şeyler de olur.
Cehennem içinden melekler
çıkar, gelir, Muhammed hazretine gelir, durur, Şefaatini esirgeme bizden der,
Bundan başka garip şeyler de olur.
Muhammed hazretine koşarak
gider, Ümmetlerimin hali perişan oldu der, Ahdine vefa et Mevlam der, Bundan
başka garip şeyler de olur.
Musa Kelim hızlıca koşarak
gelir, Muhammed’e gelir, haber verir, O heybetli gün, şimdi bugün oldu der,
Bundan başka garip şeyler de olur.
Muhammed secde ile meşgul
olur, Musa Kelim Rabb’im diye dua kılar, O, dört milletin hepsini ümmetim der,
Bundan başka garip şeyler de olur.
Allah’tan nida gelir,
dostum der, On sekiz bin alem fahri resul der, Şimdi hüküm senden olsun der,
Bundan başka garip şeyler de olur.
Ümmetine Cehennemi haram
kıldım der, Reyhan denen bahçeleri verdim der, Ferah tut gönlünü dostum der,
Bundan başka garip şeyler de olur.
Muhammed hazretine
sevinçle bakar, Musa Kelim arkadaş olur, beraber gelir, Tüm mahşer halkı
geliniz der, Bundan başka garip şeyler de olur.
Tüm o mahşer halkı
sevinçle coşar, Atamız Adem koşarak gelir, Muhammed’in boynuna sarılır, oğlum
der, Bundan başka garip şeyler de olur.
Muhammed anne-baba geliniz
der, Tüm ümmetimin yüzünü görün der, Allah inayet kıldı bize der,
Bundan başka garip şeyler
de olur.
Tüm mahşer halkına O önderlik
eder, Tüm o huriler karşılar, gelir, Sekiz Cennet nuru ile nura dolar, Bundan
başka garip şeyler de olur.
Kul Süleyman itaat et,
affeder,
Allah sebeplerin güçlü
verir,
Ahirette
itaat ile rahim eder,
Bundan başka garip şeyler
de olur.
179 Özbekçe’si için bkz.
Hakkul-Rafiddin, s. 57-62.
SONUÇ
Türkler,
Horasan ve Maveraünnehr bölgelerinde VIII. yüzyıldan itibaren gözükmeye
başlayan tasavvufi faaliyetlerden etkilenmeye ve kendilerine bu yolu yakın
hissedip kabullenmeye başlamışlardır. Bunun başlıca sebebi kısmen mistik bir
din olan eski Türk dininin tasavvufi Müslümanlığa daha yakın olmasından
kaynaklanıyordu. Özellikle Türklerin her zaman görüp yaşattıkları ve
tecrübesini devam ettire geldikleri eski Türk mistik düşünce sisteminin esasını
oluşturan kamlık müessesesi, Türklerin tasavvufa çabuk alışmasını sağladığını
düşünmek mümkündür. Nitekim, Türklerin İslam’ı yakından tanımaya başladıkları
dönemlerde ilk önce eski kam ve ozanların yerini “baba” ve “ata”
olarak tanınan dervişler almaya başlamış ve Türklerin İslamlaşmasında aktif rol
oynamışlardır.
Türkler
arasında başlıca Melametiye, Kerramiye ve Kalenderiye gibi tasavvufi hareketler
yaygınlaşmış ve Türklerin İslam’ı tanımalarında önemli yer tutmuşlardır.
Türklerin
İslamlaşmasını hızlandıran ve onlara bu dini sevdirenler gezgin mutasavvıflar
olmuşlardır. Bunların başında İbrahim b. Ethem, Şakik-i Belhi ve Hallac-ı
Mansur’u sayabiliriz. Bunlardan Hallac-ı Mansur beş yıl boyunca Horasan,
Maveraunnehr ve Türkistan bölgelerini dolaşmıştır. O, buralarda halka Allah
sevgisini vaaz etmeye çalışmış, İslam’ı anlatmış ve onlar için eserler
yazmıştır. Onun faaliyetleri Türkleri derinden etkilemiş ve İslam’a gönülden
bağlanmalarına vesile olmuştur.
Bununla
beraber sufiler devlet adamlarını da İslam’a çağırmışlar ve başarılı
olmuşlardır. Karahanlı Devletinin İslam devleti haline gelmesiyle sonuçlanan
süreci sufiler başlatmıştır. Nitekim, sufilerin vaazları sonucunda Müslüman
olan Satuk Bura Han Batı Karahanlıların İslam dinini resmen kabul etmelerini sağlamıştır.
Bundan sonra İslamiyet’in kabulü çok büyük topluluklar şeklinde
gerçekleşmiştir. Nitekim, 200.000 çadırlık, bazı bölgede 10.000 çadırlık
Türklerin topluca İslamlaşması bu sürecin sonucudur.
Türklere
İslam’ı yakından tanıtan, sevdiren ve İslamlaşmasını sağlayan mutasavvıfların
ileri gelenlerinden biri şüphesiz Ahmed Yesevi ve onun takipçileri olmuştur.
Ahmed Yesvi ve takipçileri, göçebe ve yarı göçebe Türk boyları arasında sade
bir dil kullanarak halkı İslam’a ısındırmaya çalışmışlardır. Onlar, kökü çok
eskilere giden geleneksel şiir kalıplarını kullanarak, çok geniş kitlelere
hitap etmiş ve onları etkileyerek Müslümanlığı kabul etmelerini sağlamışlardır.
Yesevi’nin
talebe ve halifelerinden Orta Asya Türkleri arasında en tanınmışı Hakim Ata
veya Süleyman Bakırgani’dir. O da tıpkı Yesevi gibi tasavvufa ait eserler
yazmıştır. Süleyman Bakırgani’nin hikmetli sözleri de tıpkı Yesevi’nin sözleri
gibi sade bir dille geniş halk kitlesine hitap etmiştir.
Ahmed
Yesevi sonrası Türk dünyasında tasavvufi faaliyetler devam etmiş ve bunun
sonucunda bir çok tarikat ortaya çıkmıştır. Türk sufileri Nakşbendilik,
Kadirilik, Kübrevie, Mevlevilik, Bektaşilik vs. tarikatlar altında halka
İslam’ı anlatmışlar ve büyük ölçüde Türklerin İslamlaşmasını sağlamışlardır.
BİBLİYOGRAFİYA
Ahsikendi,
Seyfeddin, Tarıhtardın Cıynağı,
Kırgızca’ya çev. Moldo Mamasabır Dosbolov-Omar Saranov, Bişkek 1996.
Akpınar,
Turgut, Türk Tarihinde İslamiyet,
İstanbul 1999.
Albayrak,
Nurettin, “İbrahim b. Edhem”,
DİA., c. XXI, İstanbul 1997.
Amanguliyeva,
Gözel, “Yesevi Dervişi Hakim Ata”,
Bilig-13/Bahar 2000.
Arberry,
A. J., Tasavvuf, çev.
İbrahim Kapaklıkaya, İstanbul 2004.
Azamat,
Nihat, “Kalenderiyye”,
DİA., c. XXIV, İstanbul 2001.
Arat,
R. Rahmeti, “Hakim Ata”,
İ.A., c. V/I, İstanbul 1950, s. 101.
Attokurov,
S, Kırgız Sancırası,
Bişkek 1995.
Baldak, Julian, Mistik İslam, çev. Yusuf
Said Müftüoğlu, İstanbul
2002.
Barthold,
V.V., Orta Asya Türk Tarihi,
haz. Hüseyin Dağ, Ankara 2004.
Cami,
Abdurrahman, Nafahatul Üns Min Hadaratil
Küds tercemsi, çev. Kamil Candoğan-Sefer
Malak, İstanbul 1971.
Doğrul,
Ömer Rıza, İslamiyet’in Getirdiği
Tasavvuf, İstanbul 1948.
Eraslan,
Kemal, “Divan-ı Hikmet”,
DİA., c.IX, İstanbul 1994.
-------------------- ,“ Yesevi ”, DİA., c.II, İstanbul
1989.
Eraydın,
Selçuk, Tasavvuf ve Tarikatlar,
İstanbul 2004.
Erşahin,
Seyfettin, Kırgızlar ve İslamiyet,
Ankara 1999.
Gibb,
H. A. R., Orta Asya’da Arap Fetihleri,
çev. Hasan Kurt, Ankara 2005.
Gicduvani,
Hoca Abdulhalik, Makamati Yusuf Hamadoni, Özbekçe’ye
tercüme eden ve hazırlayanlar Sayfuddin Sayfullah ve Hodirhon Hasan, Taşkent
2005.
Günay,
Ünver-Güngör, Harun, Türklerin Dini Tarihi,
İstanbul
2003.
Hakkul,
İbrahim-Rafiddin, Sayfuddin, Bakirgon
Kitobi, Taşkent 1991.
Hücviri,
Keşful
Mahcub, çev. Süleyman Uludağ, İstanbul 1982.
Kara,
Mustafa, “Hakim Ata”,
DİA., c. XIII, İstanbul 1997.
Karasaev,
Hüseyin, Kamus Naamadan Corop,
Bişkek 1992.
Kelabazi,
Doğuş
Devrinde Tasavvuf Ta’arruf, haz. Süleyman Uludağ,
İstanbul 1992.
Kenjetay,
Dosay, Hoca Ahmet Yesevi’nin Düşünce Sistemi,
Ankara. 2003.
Kitapçı,
Zekeriya, “Hz. Peygamberin hadislerinde
Türkler”, Türk Dünyası Araştırmaları, II sayı,
İstanbul 1986.
---------------------- , Orta Asya’da İslamiyet ve Türkler,
Konya 2004.
---------------------- , Türkistan’ın Müslüman Araplar
Tarafından Fethi, Konya 2005.
---------------------- , Türkler Nasıl Müslüman Oldu?,
Konya 2004.
------------------- , Yeni İslam
Tarihi ve Türkistan, İstanbul 1991.
Köprülü,
M. Fuad, Türk Edebiyatında İlk
Mutasavvıflar, Ankara 2003.
Kurt,
Hasan, İslamlaşma Süreci,
Ankara 1998.
Kuşeyri,
Kuşeyri
Risalesi, çev. Süleyman Uludağ, İstanbul 1978.
Lings,
Martin, Tasavvuf Nedir?,
tercümeye haz. Akabe yayınları, İstanbul 1986.
Massignon,
Lois, “Hallac”, İ.A.,
c. V, İstanbul tz.
“Melamiyye”,
DİA., c. XXIX, Ankara 2004.
Meyan,
Faruk, “İbrahim Bin Edhem”,
İslam Meşhurları Ansiklopedisi, c. I, İstanbul 1970.
Mollayev,
N., “Süleyman Bakırgani”,
Özbek Sovyet Ansiklopedisi, c. X, Taşkent 1978.
Nevayi,
Alişer, Nesayimül Mahabbe Min Şemayimil
Fütüve, haz. K. Eraslan İstanbul 1979.
Nicholsın,
Reynold, İslam Sofileri,
ter: Mehmed Dağ vd., İstanbul. 1978.
----------------------- , Tasavvufun Menşei Problemi,
çev: Abdullah Kartal, İstanbul, 2004.
Nurbahş, Cavad, Piran-i
Balh, Mashhad-İran H.1379.
Ocak, A.Y., Türk
Sufiliğine Bakışlar, İstanbul 2000, s. 46-47.
---------------- ,“Zaviye”, İ.A,
c.XIII, İstanbul 1986.
Öngüt,
Ömer, Tasavvufun Aslı Hakikat ve Marifatullah
İncileri, İstanbul 2000.
Özkaya,
Necdet, “Türkler Neden Müslüman
Oldular?”,Türklük ve İslamiyet, Adana 1996.
Öztürk, Y. Nuri, Hallac-ı
Mansur ve Eseri, İstanbul 1976.
-------------------- , Tasavvufun Ruhu
ve Tarikatlar, İstanbul 1999.
Sarıçam, İbrahim, Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı, Ankara
2004.
Schimmel,
Annemarie, İslamın Mistik Boyutları,
çev: Ergun Kocabıyık, İstanbul 2001.
Selvi,
Dilaver, Kur’an ve Tasavvuf,
İstanbul 1997.
Suhreverdi,
Tasavvufun
Esasları, çev. Kamil Yılmaz-İrfan Gündüz, İstanbul
1990.
Uludağ,
Süleyman, “Hallac-ı Mansur”,
DİA., c. XV, İstanbul 1997.
----------------------- , Keşful Mahcub tercümesine giriş,
İstanbul 1982.
Valav,
Mahdi Rahmani-Cağtai, Mansur, Tarih-i
Ulama-i Balh, Mashhad-İran H. 1383.
Valihanov,
Ç. Ç., “Kırgızlar Hakida”, Kirgizlar,
haz. Ö. Karaev-K. Cusupov, Bişkek 1999.
Yazıcı,
Nesimi, İlk Türk-İslam Devletleri Tarihi,
Ankara 2002.
Yessevi,
Ahmed, Hikmatlar,
Taşkent 1991.
Yıldız,
H. Dursun, İslamiyet ve Türkler,
İstanbul 1980.
--------------------- , Doğuştan Günümüze Büyük İslam
Tarihi, c. XIV, İstanbul 1989.
Zakirov,
Saparbek, Kırgız Sancırası,
Bişkek 1996, s. 76.
[1] Günay
Tümer-Abdurrahman Küçük, Dinler Tarihi, Ankara 1993, s. 78; Ünver Günay-Harun
Güngör, Türklerin Dini Tarihi, İstanbul 2003, s. 155.
[2] V.V.
Barthold, Orta Asya Türk Tarihi, haz. Hüseyin Dağ, Ankara 2004, s. 18.
[3] Necdet
Özkaya, “Türkler Neden Müslüman Oldular?”, Türklük ve İslamiyet, Adana
1996, s. 26-29; Tümer-Küçük, s. 80-85.
[4] Bkz. Turgut Akpınar,
Türk Tarihinde İslamiyet, İstanbul 1999, s.44-48.
[5] Zekeriya Kitapçı,
Türkistan’ın Müslüman Araplar Tarafından Fethi, Konya 2005, s. 70-71.
[6] Günay-Güngör, s.
247-248.
[7] Kitapçı,
a.g.e., s.76-77.
[8] Günay-Güngör,
s. 249.
[9] Bkz. H.
Dursun Yıldız, İslamiyet ve Türkler, İstanbul 1980, s. 5-6; Ayrıca bu konuda
geniş bilgi için Bkz. Zekeriya Kitapçı, “Hz. Peygamberin hadislerinde
Türkler”, Türk Dünyası Araştırmaları, II sayı, İstanbul 1986, s. 1-8.
[10] Zekeriya Kitapçı,
Türkler Nasıl Müslüman Oldu?, Konya 2004, s. 74.
[11] Kitapçı, Türkistan’ın
Müslüman Araplar Tarafından Fethi, s. 92-93.
[12] Kitapçı, a.g.e., s. 98.
[13] H. A. R. Gibb, Orta
Asya’da Arap Fetihleri, çev. Hasan Kurt, Ankara 2005, s. 29.
[14] Kitapçı, a.g.e., s. 85.
[15] Kitapçı, Türkler Nasıl
Müslüman Oldu?, s.28-32.
[16] Kitapçı, Türkistan’ın
Müslüman Araplar Tarafından Fethi, s. 89.
[17] Yıldız, s. 8.
[18] Yıldız, s. 11-12; Gibb,
s. 45-46.
[19] Bkz. Kitapçı, Türkler
Nasıl Müslüman Oldu?, s. 83-85.
[20] Bkz. Gibb, s.45-46.
[21]Bkz. Kitapçı, a.g.e., s.
88.
[22] Günay-Güngör, s. 256.
[23] Zekeriya Kitapçı, Orta
Asya’da İslamiyet ve Türkler, Konya 2004, s. 77.
[24] Kitapçı, a.g.e., s.
310.
[26] Yazıcı, s. 36-38.
[27] Bkz. Yazıcı, s. 44-62.
[28] Yazıcı, s. 5.
[29] Kureyş suresi, 1-3.
[30] Zekeriya Kitapçı, Yeni
İslam Tarihi ve Türkistan, İstanbul 1991, s. 226-227.
[31] Barthold, s. 43.
[32] Yazıcı, s. 63.
[33] Hasan Kurt, İslamlaşma
Süreci, Ankara 1998, s. 229-230.
[34] Barthold, s. 64.
[35] Barthold, s. 66.
[36] Kitapçı, a.g.e., s.
250.
[37] Kelabazi, Doğuş Devrinde Tasavvuf Ta’arruf,
haz. Süleyman Uludağ, İstanbul 1992, s. 57.
[38] Allah tarafından
kıblenin Kudüs’ten Kabe’ye çevrilmesi emredilince (...Haydi yüzünü Mescid-i
Haram’a doru çevir!..., Bakara, 144) Suffa’nin yeri güneyden kuzeye alınmıştır.
Bkz. İbrahim Sarıçam, Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı, Ankara 2004, s. 135.
[39] Sarıçam,
s. 137.
[40] Selçuk Eraydın,
Tasavvuf ve Tarikatlar, İstanbul 2004, s. 51.
[41] Hicvin, Keşful Mahcub,
çev. Süleyman Uludağ, İstanbul 1982, s. 111.
[42] Suhreverdi, Tasavvufun
Esasları, çev. Kamil Yılmaz-İrfan Gündüz, İstanbul 1990, s.76, Eraydın, s.52.
[43] Bkz. Dilaver Selvi,
Kur’an ve Tasavvuf, İstanbul 1997, s. 16-17.
[44] Suhreverdi, s. 72-74.
[45] Reynold Nicholsın,
İslam Sufileri, ter. Mehmed Dağ vd., İstanbul. 1978, s. 3.
[46] Sufiler bunun için “tadmayan
bilmez” (man lam yazuk ve lam ya’rif) tabirini kullanmışlardır. Bkz.
Dosay Kenjetay, Hoca Ahmet Yesevi’nin Düşünce Sistemi, Ankara.
2003, s.133.
[47] R.
Nicolson, Tasavvufun Menşei Problemi, çev. Abdullah Kartal, İstanbul 2004, s.
64-73.
[48] Eraydın, s.44.
[49] Kaf suresi, 50/16.
[50] En’am suresi, 6/103.
[51] Bakara suresi, 2/115.
[52] Annemarie Schimmel,
İslam’ın Mistik Boyutları, çev. Ergun Kocabıyık, İstanbul 2001, s. 41.
[53] Bkz. Selvi, s. 28-29.
[54] Schimmel, s.42-43.
[55] A. J. Arberry,
Tasavvuf, çev. İbrahim Kapaklıkaya, İstanbul 2004, s.27.
[56] Bunun örneği için bkz.
Hucviri, s.153-181.
[57] Nicholson, İslam
Sufileri, s. 8.
[58] Nicholson, a.g.e., s.
11.
[59] Nicholson, a.g.e., s.
14.
[60] Julian Baldak, Mistik
İslam, çev. Yusuf Said Müftüoğlu, İstanbul 2002, s. 57.
[61] Bkz. Selvi, s. 45.
[62] Baldak, s. 39.
[63] Bkz. Selvi, s. 46-48.
[64] Nicholson, İslam
Sufileri, s. 3.
[65] Schimmel, s. 44.
[66] Süleyman Uludağ, Keşful
Mahcub tercümesine giriş, İstanbul 1982, s.19.
[67] Arberry, s. 31.
[68] Martin Lings, Tasavvuf
Nedir?, tercümeye haz. Akabe yayınları, İstanbul 1986, s. 124.
[69] Schimmel, s. 46.
[70] Hakkı Dursun Yıldız,
Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, c. XIV, İstanbul 1989, s. 351.
[71] Arberry, s. 37.
[72] Lings, s. 126.
[73] Arberry, s. 40.
[74] Arberry, s. 45.
[75] Arberry, s. 50.
[76] Uludağ, a.g.e., s. 20.
[77] Baldak, s. 57.
[78] Schimmel, s. 61.
[79] Uludağ, a.g.e., s.
20-21.
[80] Uludağ, a.g.e., s. 22.
[81] Lings, s. 129-131.
[82] Bkz. Arberry, s. 61-66.
[83] Uludağ, a.g.e., s.22.
[84] Uludağ, a.g.e., s.
24-26.
[85] Hucviri kitabını
başlarken sahte sufilerin özelliklerini açıklamaya çalışmaktadır. Bkz. Hucviri,
s.75- 98.
[86] Lings, s. 132.
[87] Lings, s. 133.
[89] “...
Savaş için hazır ve tetikte bulunun...” (Ali İmran süresi/200), “Sizler
de onlara karşı gücünüzün yettiği her çeşit kuvvetten savaş için beslenen
atlardan hazırlayın...” (Enfal suresi /60).
[90] Yaşar
Nuri Öztürk, Tasavvufun Ruhu ve Tarikatlar, İstanbul 1999, s. 130; Yazıcı,
s.24.
[91] Günay-Güngör,
s. 155.
[92] Kitapçı,
Türkler Nasıl Müslüman Oldu?, s. 99-100.
[95] Arberry, s. 37.
[96] Kencetay, s. 104.
[97] “Melamiyye”,
DİA., c. XXIX, Ankara 2004, s. 24-25.
[98] Nihat Azamat, “Kalenderiyye”,
DİA., c. XXIV, İstanbul 2001, s. 253-254.
[99] Günay-Güngör, s. 299.
[100] Lois
Massignon, “Hallac”, İ.A., c. V, İstanbul tz., s. 168.
[101] Bkz.
Seyfettin Erşahin, Kırgızlar ve İslamiyet, Ankara 1999, s. 54-55.
[102] Saparbek
Zakirov, Kırgız Sancırası, Bişkek 1996, s. 76.
[103] Seyfeddin
Ahsikendi, Tarıhtardın Cıynağı, Kırgızca’ya çev. Moldo Mamasabır Dosbolov -
Omar Saranov, Bişkek 1996, s. 33; ayrıca bkz. S. Attokurov, Kırgız
Sancırası, Bişkek 1995, 37-39.
[104] Hüseyin
Karasaev, Kamus Naamadan Corop, Bişkek 1992, s. 9-10; Kırgızların menşei
ile ilgili aynı rivayeti Ç. Valihanov da aktarmaktadır. Valihanov, Ç. Ç., “Kırgızlar
Hakida”, Kirgizlar, haz. Ö. Karaev, K. Cusupov, Bişkek 1999, s. 372-373.
[105] Ahmad Yassaviy, Hikmatlar,
Taşkent 1991, s. 194.
[106] Zakirov, 306.
[107] Yazıcı, s.65.
[108] Abdurrahman Cami,
Nafahatul Üns Min Hadaratil Küds tercemsi, çev. Kamil Candoğan-Sefer Malak,
İstanbul 1971, s. 359.
[109] Cami,
s. 359.
[110] Cami,
s. 360.
[111] Köprülü,
s. 49-50.
[112] Köprülü,
s. 50.
[113] Cavad Nurbahş, Piran-i
Balh, Mashhad-İran H. 1379, s. 10.
[114] Ömer Öngüt, Tasavvufun
Aslı Hakikat ve Marifatullah İncileri, İstanbul 2000, s. 451.
[115] Faruk Meyan, “İbrahim
Bin Edhem”, İslam Meşhurları Ansiklopedisi, c. I, İstanbul 1970, s. 371.
[116] Nurettin Albayrak, “İbrahim
b. Edhem”, DİA., c. XXI, İstanbul 1997, s. 293.
[117] Öngüt, s. 452.
[118] Nurbahş, s. 21.
[119] Albayrak, s. 293.
[120] Ebu İshak, İbrahim b.
Edhemin künyesi olarak bilinmekteydi, bkz. Cami, s. 106.
[121] Meyan, s. 373.
[122] Albayrak, s. 293.
[123] Kuşeyri, Kuşeyri
Risalesi, çev. Süleyman Uludağ, İstanbul 1978, s. 78
[124] Hucviri, s. 202.
[125] Albayrak, s. 294.
[126] Hucviri, s. 201.
[127] Nurbahş, s. 36.
[128] Albayrak, s. 294.
[129] Hucviri,
s. 201.
[130] Cami, s. 106,
Albayrak, s. 294, Meyan, s. 371.
[131] Alişer Nevayi,
Nesayimül Mahabbe Min Şemayimil Fütüve, haz. K. Eraslan İstanbul 1979, s. 32;
Cami, s. 115.
[132] Mahdi Rahmani
Valav-Mansur Cağtai, Tarih-i Ulama-i Balh, Mashhad-İran H. 1383, s. 442;
Kuşeyri, s. 90.
[133] Eraydın, s. 35-36.
[134] Nurbahş, s. 31; Cami,
s. 115.
[135] Kuşeyri, s. 78.
[136] Cami, s. 115.
[137] Eraydın, s. 36.
[138] Atberry, s.36.
[139] Nevayi, s. 32,
[140] Süleyman Uludağ, “Hallac-ıMansur”,
DİA., c. XV, İstanbul 1997, s. 377.
[141] Uludağ, a.g.e., s.
377.
[142] Uludağ, a.g.e., s.
377.
[143] Ömer Rıza Doğrul,
İslamiyet’in Getirdiği Tasavvuf, İstanbul 1948, s. 81.
[144] Yaşar Nuri Öztürk,
Hallac-ı Mansur ve Eseri, İstanbul 1976. s. 20.
[145] Uludağ, a.g.e., s.
377.
[146] Massignon, “Hallac”,
s. 168.
[147] Öztürk, s. 22.
[149] Uludağ, a.g.e., s.
378.
[150] Massignon, a.g.e., s.
168.
[151] Schimmel, s. 70.
[152] Uludağ, a.g.e., s.
378.
[153] Doğrul, s. 82.
[154] Arberry, s. 57.
[155] Uludağ, a.g.e., s.
380.
[156] Hucviri, s. 253-254.
[157] Uludağ, a.g.e., s.
380.
[158] Massignon, a.g.e., s.
169.
[159] Köprülü,
s. 85-90.
[160] Hoca
Abdulhalik Gicduvani, Makamati Yusuf Hamadoni, Özbekçe’ye tercüme eden ve
hazırlayanlar Sayfuddin Sayfullah ve Hodirhon Hasan, Taşkent 2005, s.16.
[161] Kemal
Eraslan, “ Yesevi”, DİA., c. II, İstanbul 1989, s. 160-161.
[162] A.Y.Ocak, Türk
Sufiliğine Bakışlar, İstanbul 2000, s. 46-47.
[163] Eraslan, a.g.e, s.
160.
[164] Barthold, s. 125-126.
[165] Kemal Eraslan, “Divan-ı
Hikmet”, DİA., c. IX, İstanbul 1994, s. 429; Köprülü, s. 136.
[166] Eraslan, a.g.e., s.
429.
[167] N. Mollayev, “Süleyman
Bakırgani”, Özbek Sovyet Ansiklopedisi, c. X, Taşkent 1978, s. 403.
[168] İbrahim
Hakkul-Sayfuddin Rafiddin, Bakirgon Kitobi, Taşkent 1991, s. 3.
[169] Gözel
Amanguliyeva, “Yesevi Dervişi Hakim Ata ”, Bilig-13/Bahar 2000, s. 80.
[170] Mustafa
Kara, “HakimAta”, DİA., c. XIII, İstanbul 1997, s. 183, R. Rahmeti Arat,
“Hakim Ata”, İ.A., c. V/I, İstanbul 1950, s. 101.
[171] Köprülü,
s. 108.
[172] Kara,
s. 183-184.
[173] Köprülü,
s. 110-111.
[174] Hakkul-Rafiddin,
s. 4, Amanguliyeva, s. 83.
[175] Amanguliyeva, s. 88.
[176] Köprülü, s. 113-114.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar