XI-XIV. YÜZYILLARDA SIR DERYA YÖRESİNİN SİYÂSÎ VE SOSYO-KÜLTÜREL TARİHİ
Hazırlayan: Dânâ MOLDABAYEVA
SIR DERYA YÖRESİNİN TARİHÇESİ
Orta Asya
bozkırları ne kadar büyük ve geniş ise geçmişte buralarda yaşayan kavim ve
devletlerin tarihi de bir o eski kadim ve köklüdür. Bu bölge kendi coğrafi
özellikleri, etnik yapısı, iktisadi üretim biçimleri ve kültürel hayatı
bakımından birkaç yöreye ayrılmaktadır. Bunlardan birisi de Sır Derya veya Sır
yöresidir.
Eski
devirlerden başlayarak İskit, Massaget, Hun, Kanglı(veya Kanlı), Peçenek,
Karluk, Oğuz, Kıpçak v.s kavimlerin mekanı olan Sır yöresinin şüphesiz kendine
has bir tarihi zenginliği ve kültür çeşitliliği vardır. Günümüzde bu bölgenin
tarihi Kazakistan tarihinin bir parçası olarak araştırılmakta ve Kazak
kültürünün oluşumunda büyük bir payı olduğu kabul görmektedir. Bu yöre
kendisini diğer bölgelerden farklı kılan bazı özelliklere sahiptir. Bunlardan
en önemlisi buradan Orta Asya’nın en büyük ırmağı olan Sır Derya’nın buradan
akmasıdır. Suyun her zaman insanların ve diğer canlıların hayat kaynağını
teşkil ettiğini hatırlarsak, bu bölgenin tarihi geçmişi de insanlık tarihi
kadar eskilere dayanmaktadır. Bölgenin tarihi ve kültürel ehemmiyetini, eski
çağ tarihçileri Herodotos, Strabon, Diodoros, Arrian, Photius ve diğer Ortaçağ
Islâm müelliflerinin ve yakın dönem araştırmacılarının eserlerinden
görebiliyoruz.
Sır Derya
havzasının tarihi ve kültürel anlamda değerini çok güzel özetleyen Kazak
tarihçi ve etnografı Auelbek Konratbayev şöyle diyor: “Asya’da iki büyük nehir
vardır. Biri Mezopotamya’daki Fırat ve Dicle diğeri Seyhun ile Ceyhun’dur.
Bunların her ikisi de insan oğlunun yaşadıkları en eski mekânlardır ve
uygarlığın ocağıdır”.[1]
Eski
devirlerden günümüze kadar Sır Derya’nın bir çok isimleri olmuştur. Bunlar
hakkında daha sonra ayrıntılı bilgi verilecektir. Şimdi ehemmiyetinden az çok
bahsettiğimiz bu bölgeyi önce coğrafi açıdan tanıyalım.
Bölgenin
coğrafi tanıtımını yaparken, Sır Derya’nın geçtiği yerleri kendi içinde Yukarı,
Orta ve Aşağı Sır Derya şeklinde sıralamaya tabi tutacağız. Böylece, bu
kısımlardaki dağ, ırmak ve çölleri tespit etmek daha kolay olacaktır. Araştırma
sahamız olan Orta Asya’nın güney kısmında diğer (kuzey ve doğu) bölgelere
nispeten göl ve ırmaklar azdır. Bozkırın batı kenarı 2800 km’lik bir hat
boyunca Hazar denizine bitişik ise de büyük bir kısmı çöllerle örtülüdür.[2]
Zamanında
güney bozkırının en önemli göllerinden sayılan Aral istikâmetinde akan Sır
Derya (1886 km) ve Amu Derya’nın (2350 km) kolları Oghış, Kâfirnihan, Sürkhan,
Aksaray, Çırçık ve vaktiyle onların kollarını teşkil eden ırmaklardan Belkhab,
Zerefşan, Murghab, Tican’dan ibarettir.[3]
Göl ve
ırmakların tarihi kaynaklardaki isimleri ile ilgili en başta el- Idrisî’nin
Oğuz elini anlattığı coğrafi eserlerinden Nüzhet el-Müştak’ta
önemli bilgiler bulabiliriz, el-ldrisî, beşinci iklimin sekizinci cüzünü
anlatırken burasının Oğuzlar’a ait topraklar olduğunu vurgular. Ona göre Oğuz
boyları o dönemin adlandırması ile Harezm veya Çent gölü denilen Aral gölünün
çevresinde oturmakta idi.[4]
Daha sonra, Harezm (Aral) gölüne dökülen nehirlerden bahsederken Idrisi onların
isimlerini şöyle sıralar: Ceyhun, Şaş, Berk veya Parak, Rûdâ ve Marğâ[5]
veya K. Miller’e göre Margz. Miller, bu Margz isminin altında Irgız nehrinin
isminin saklı olduğunu ileri sürmüştür.[6]
Yukarıda
belirttiğimiz gibi, Sır Derya havzası insanlığın eski çağlardan beri yaşadığı
ve tarihi olaylara tanıklık ettiği bir bölgedir. Çeşitli zaman dilimlerinde bu
bölgedeki dağ, ırmak ve çöller değişik isimlerle anılmıştır. Antikçağ
tarihçilerinin ve Ortaçağ seyyahlarının eserlerinde de görüldüğü gibi, bu durum
bazen isimlerin hatalı bir şekilde okunmasını ve adı geçen dağ, ırmak veya
yerin tam olarak teşhis edilmesini zorlaştırmaktadır. Burada ilk olarak, Sır
Derya’nın ve yöredeki diğer dağ, ırmak ve çöllerin tespit edebildiğimiz tarihi
isimlerinden bahsedeceğiz. Bu mevzuda coğrafi bilgileri ihtiva eden Eski ve
Ortaçağ eserlerinden yararlanmak durumundayız. Bu bölgede yaşayan en eski kavim
olarak haklarında kaynaklarda bilgi bulabildiğimiz ilk kavim, Saka veya
Iskitlerdir. Iskitler hakkında bilgi veren Strabon ile Herodotos’un eserlerinde
bu bölgeye ait isimler geçmektedir. Herodotos Iskitlerin sınır bölgelerini
anlatırken “Tanais nehrini geçtikten sonra Iskitya sona ermektedir”[7]
der. Buradaki Tanais nehri hakkında V.V. Barthold sonradan bunun Don nehri
olduğu sonucuna vardı ise de, önceden bu nehrin Sır Derya olabileceğini
düşünüyordu. Bu görüş bir çok Kazakistanlı ve yabancı araştırmacı tarafından
hâlâ bir varsayım olarak kabul görmektedir. Iskitler zamanında Sır Derya’nın
ismi diğer bir kaynakta “Silis” olarak geçmektedir.[8]
Bu isimler hakkında S.G. Klaştornıy ise Solon ve Pliny’nin kayıtlarına bakarak
şu sonuca varıyor: Sır Derya’ın orta kısmında yaşayan Iskitler ona “Yaksart”
derken, Sır Derya’nın aşağı kısmına Aral civarında yaşayan göçebe Iskitler
Silis diyordu.[9]
Silis kelimesi “berrak, temiz, aydınlık”
anlamına
gelmektedir.[10]
Bu nehrin kaynaklarda geçen diğer adı olan “Yaksart” ismine gelince, bu konuda
da değişik görüşler vardır. Meselâ bunun etimolojisini yapan Marquart, VIII.
yüzyıldaki Göktürk yazıtlarında geçen “İnci nehri” (Yençi Ügüz)
ve Çin kayıtlarında “Has İnci Nehri” anlamına gelen “Çin-
çu-ho" kelimelerine dikkat çeker. Ona göre, Yaksart kelimesinin aslı, eski
Iranî dildeki “jah-sa-arta” yani “hakiki inci” kelimesinden gelmektedir.[11]
Tarihçilerin bir kısmı bu görüşü destekliyorsa da, Marquart’ın kelimenin
eski Türk yazıtlarında geçmesine rağmen anlamını Iran dilinden araması
kafalarda soru işareti oluşturmaktadır. S. G. Klaştornıy, “Yaksart-Sır
Derya” adlı makalesinde Marquart’ın görüşüne değinerek: “Yaksart, Sır
Derya’nın sadece bir kısmına verilen isim olmalıdır. Çünkü, bu ad, eski
kaynaklarda İskender’in seferi ile beraber anılmaya başlıyor” der. Böylece o,
kelimenin İskender’in seferinden sonraki dönemlerde meydana çıktığını ileri
sürmüştür.[12]
Göktürk yazıtlarında geçen “İnci” isminin Sır Derya’nın Fergana ile Taşkent
arasındaki kısmına verilen ad olduğu görülmektedir.[13]
Ortaçağ müelliflerinden el-Mes’ûdî ve el-Biruni’nin eserlerinde de Sır Derya
hakkında bilgilere rastlanmaktadır. el-Mes’ûdî, Sır Derya’ya Yaksart derken,
el- Birûnî’de bu isim “Haşart” şeklinde geçmektedir.[14]
XI. yüzyıl
müelliflerinden Kaşgarlı Mahmud eserinde “Öğüz”den bahsederken şöyle diyor:
“Öğüz(öküz) kelimesi yalnız olarak söylendiği zaman Oğuzlarca, “Benegit”
ırmağı anlaşılır, çünkü şehirleri onun kenarındadır. Göçebeleri dahi bu ırmağın
kenarına inerler”[15].
Anlaşılan Kaşgarlı Mahmud “Benegit ırmağı” adı altında Sır Derya’yı
kastetmektedir. Çünkü Türk kavimlerinin şehirleri daha sonra göreceğimiz gibi
çoğunlukla bu nehrin, ya da bu nehir kollarının kenarında yer almıştır. Sır
Derya, Türk ülkesinde doğudan batıya doğru uzanan, bütün Türk kavimlerinin
yaşam kaynağı olan nehirlerden biridir. Çin kaynaklarında da Sır Derya’nın
değişik isimlerle kaydedildiğini görüyoruz. Bunlardan Hsin T’ang ShuÇYeni
T’ang Tarihi)’da “Yao Sha Shui” şeklinde, Yüan Shih (Yüan
Tarihi)’ncfe Hu Chang (Khojend) diye kaydedilmiştir. Söz konusu nehrin yukarı
mecrası Hsin T’ang Shu (Yeni T’ang Tarihi)nin 221. bölümünde Şaş Devleti ile
ilgili metinlerde “Chen chu he” (Noryn) olarak kaydedilmiştir[16].
Buradaki “Chen chu he” yani Noryn ifadesi çok önemlidir. Buradaki “Noryn” her
halde “Narın nehri” olmalıdır. Bu iki nehir arasında şöyle bir bağlantı vardır.
Narın nehrinin Sır Derya’nın kaynağı olduğu doğrultusunda bir görüş mevcuttur.
XV-XVLyüzyıl kaynaklarından Mihmân-nâme-i Bûhâra’nm müellifi
Fazlullah b. Rûzbihân, Sır Derya adı hakkında eserinde “yerlilerin ona(Seyhun)
Hocend Suyu(Âb-i Hocend)dediklerini ve Moğollarla Özbeklerin de Sir Suyu(Âb-i
Sir) dediklerini kaydetmektedir[17].
Sır Derya’nın ismi konusunda yapılmış son zamanlara ait araştırmalara gelince:
Kazakistanlı A. Şilterhanov, Sır kelimesini Kazak boylarından Sirgeli’nin
ismiyle bağlantılı olarak açıklamaya çalıştığı makalesinde, Orhon yazıtlarında
geçen “Türk Sir bodun” ifadesindeki Sir kelimesini halk, il anlamında
çevirerek, bugünkü Sır ismiyle özdeşleştirmeye çalışmıştır. Ama bu araştırmacı,
Sır Derya isminin bugünkü anlamıyla çok daha sonra ortaya çıktığını
unutmaktadır. Klaştornıy’nın da dediği gibi, Sır Derya ismi en erken XV-XVI.
yüzyıllarda yaygınlaşmaya başlamıştır.[18]
Orhun abidesinde Sır Derya nehri için “İnci nehri” ifadesi kullanılmıştır[19].
Oğuzların da Sır Derya için aynı ismi (İnci öğüz) kullandıklarını biliyoruz.
Sözlük anlamına gelince “Sir” kelimesinin millet anlamına geldiği ileri
sürülmektedir. Mesela Altı Sir (Altı Millet) gibi[20].
Iskitlerden sonra Sır yöresinde eski Kanglı veya Kangyu
devleti (M.ö.
yy) kurulmuştur. Bu devlet hakkında Yunan ve Latin
kaynaklarında pek fazla bilgi bulunmamaktadır. Esas bilgiye daha çok Çin
kayıtlarında rastlanmaktadır. S. Tolstov kendinin Eski Harezm
Uygarlığının İzinde adlı çalışmasında Çin vakanüvisti Çjan-Siyan ve
diğerlerinin verdiği bilgiye dayanarak, Kangyuler’in Sır Derya’nın aşağı
kısmından Otrar’a kadar olan bölgede yaşadıklarını söyler. Sınırlarının doğuda
Fergana, güneyde Part ülkesi ile Baktriya, batıda ise Harezm ve Buhârâ
topraklarıyla hemhudut olduğunu aynı kaynaktan öğrenmekteyiz. Kangyu devletinin
merkezi olarak Bitan şehri gösterilmektedir.[21]
Burada Kanglı
veya Kangyu Devletinden bahsetmedeki asıl amacımız Sır Derya’nın eski adının
bazı kaynaklarda Kang şeklinde geçmesidir. S. Tolstov bu kelimenin Farsça
“Kanga” yani “ark” kelimesinden geldiğini söylemektedir.[22]
Kang kelimesinin “sulu” anlamına geldiğini ve “Kanglı” adının suyun
yakınlarında, nehrin kenarında oturanlara verilen isim olduğunu ileri sürenler
de bulunmaktadır[23].
Kang kelimesinin “taş” anlamına geldiğini söyleyenler de vardır. Meselâ,
Pritsak, Taşkent kelimesini Kanğ’m Türkçe tercümesi olarak görür[24].
Düşünülmesi gereken bir mesele, Kang kelimesinin Farsça bir kelime olmasıdır.
Oysa tarihte adı geçen Kanglı kavmi Türk kökenli bir kavimdir. Aynı zamanda bu
topluluk, bugünkü Kazak yüzlerinden Ulu Cuz’e dahil en eski kavimlerden birisi
sayılmaktadır.[25]
Moğol
İstilâsından sonra ise, Moğolların bu nehre Gil-Zaryan dediklerini Mustafî’nin
verdiği bilgilerden öğrenmekteyiz.[26]
Yerli halk Sır Derya’ya “Nehr’ü-ş-Şaş” diyordu[27].
Nehirlerin veya ırmakların onların boylarında kurulan şehirlerin ismiyle
anılması rastlanan bir olaydır. Moğol İstilâsından sonra, günümüze dek bu
nehre, Sır suyu veya Sır Derya denmektedir. Daha önce bahsettiğimiz Silis
adının da bu Sır kelimesiyle ilgisi olduğu söylenmektedir[28].
Buraya kadarki
yazdıklarımızda Sır Derya’nın değişik zaman dilimlerinde “Tanais, Silis, Kang,
Yaksart, İnci, Jaxartes, Seyhun ve Sır suyu” gibi isimlerle anıldığını gördük.
Sır Derya’dan
bahsederken onun yanı başındaki Amu Derya da konudan pek uzak kalmayacaktır.
Otaçağ Islâm müelliflerinin Mâverâünnehir, yani “nehrin ötesi” dedikleri, ondan
önce ise Turân ismiyle anılan topraklar, Seyhun ile Ceyhun arasındaki bölgedir.
Mâverâünnehir’in ikinci önemli nehri olan Ceyhun’a eski kaynaklarda “Oxus”
şeklinde geçmektedir. Araplar arasında, bu iki nehrin (Seyhun, Ceyhun) Dicle
ile Fırat gibi cennet nehirlerinden olduğu yönünde bir rivayet mevcuttur.[29]
Bu konuya değinen Guy le Strange, Sır Derya’nın eski isimlerinden bahsederken
ilginç bir açıklamada bulunuyor. Strange yukarıda bahsettiğimiz cennet
nehirleri hakkındaki rivayetin Araplara Yahudilerden geçtiğini, çünkü bu
isimlerin aslının Tevrat’ın Tekvin bölümünde geçen cennet nehirlerinin adı olan
Geyhun ile Peysun veya Feysun olabileceğini söylemektedir[30].
Yani Ceyhun Geyhun’un bozulmuş şekli; Feysun da Seyhun’un aslıdır. Bu isimlerin
ne anlama geldiği bilinmemektedir.
Sır Derya
bölgesi ve Oğuz şehirleri üzerine yaptığı önemli araştırmalarıyla tanınan S.
Tolstov kendisinin Eski Oxus ve Yaksart Deltaları adlı eserinde
Sır Derya’nın kollarından ve onun civarlarında kurulmuş eski şehirlerden
bahsederken, bu nehrin güneydeki en önemli iki kolu olan Cana Derya ve Kuan
Derya’ya dikkat çeker. Sır Derya’nın diğer kollarına gelince bunlardan Barşın
derya ile Yeni derya hakkında F. Sümer Oğuzlar adlı eserinde
bilgi vermektedir. Müellif Barçınlığ Kent ile Barçın Derya isimleri arasındaki
bağlantıdan bahsetmekte ve bu ırmağın (derya) bir nevi arık veya kuruçay
olduğunu söylemektedir.[31]
Bu kollardan oldukça geniş bir şekilde bahsederek onların haritadaki yerini
belirlemeye çalışan Kazak tarihçisi Tınısbek Konratbayev, yukarıda
bahsettiğimiz Cana Derya, Kuan Derya (Tolstov’ta Kuvan Derya olarak geçmektedir[32])
ve Barçın Derya’ya ek olarak, bir de İnkar Derya ile Kalgan Derya’dan
bahsetmektedir.[33]
Bu ırmakların bir zamanlar Sır Derya’nın kollarını teşkil ettiği
düşünülmektedir. Günümüzde ise bunlar kurumuştur ve bazılarının yeri dahi tam
olarak tespit edilememektedir. Z. V. Togan’ın Türk İli haritasında
bu adı geçen ırmaklardan Kuan (Quan) Derya ile Cana Derya’nın (Yan veya Yeni
Derya) yerleri Orta ve Aşağı Sır Derya kısımlarında göstermektedir[34].
Bunların dışında Kratav’dan (Karadağ(eskşi adı Karaçuk)) başlayan ve lsficab(veya
Isficab) ile Otrar bölgesinden geçerek, Sır Derya’ya dökülen, yörenin önemli
akar sularından biri Ans nehridir. Daha sonra göreceğimiz gibi,
bu nehirden açılan arık (kanallar) boyunca büyüklü küçüklü yerleşim yerleri
ortaya çıkmıştır. XVI. yüzyıla ait bazı kaynaklarda, şimdiki Türkistan şehri
yakınlarında “Karasu” nehrinin (veya ırmağı) bulunduğundan bahsedilmektedir[35].
Bu nehrin günümüzde “Karaçuk”suyu adıyla bilinen ve Karatav’dan gelen su ile
aynı olup olmadığı bilinmemektedir. Günümüzde mevcut olan Karaçuk suyu
Türkistan’ın kuzey-doğusunda, şehre 8 km uzaklıktadır. Bunlardan başka Sır
Derya yöresine kısmen de olsa dahil edilebilecek Talas-lli nehri bulunmaktadır.
Karakum çölü,
Sır Derya havzasının kuzeyine sınırdaş bir bölgedir. Coğrafi anlamda
tanımlamaya çalıştığımız Sır Derya yöresi ve sınırları açısından bilinmesi
gereken bölgelerden biridir. Bilindiği üzere Türkistan coğrafyasında iki tane
Karakum çölü mevcuttur. Bunlardan Büyük Karakum adıyla bilinen bölge, Hazar
denizi ile Amu Derya arasında yer almaktadır. Bizim bahis konumuz olan Karakum
ise “Küçük Karakum” olup, Aral gölünün kuzeydoğu sahilinde, Sır Derya’nın aşağı
mecrası ile Çalkar Deniz ve Çubar Deniz gölleri arasında, boyu 375 km, eni 140
km ve takriben 200 m kadar yükselen düzlükten ibaret bir kum çölüdür.[36]
Küçük
Karakum’da bir çok tuzlu göl ve bataklık mevcuttur. Çölün doğusunda bozkırlar
vardır. Küçük Karakum’da hayvan beslenebilecek kadar otlak mevcut olduğu için
günümüzde bile burası otlak olarak kullanılmaktadır. Karakum Ortaçağ Islâm
coğrafyacıları tarafından biliniyordu. Kaynaklarda bu bölgeye “el-Mefâzâtu’l-Guziyye”
(Oğuz Çölü) adı verilir.[37]
Oğuzlar zamanında da bu bölgenin otlak olarak kullanıldığı bilinmektedir.
Cüveynî’nin Tarih-i
Cihangüşa’sında adı geçen Karakum’un Küçük Karakum olup olmadığı
tartışma konusudur.[38]
Bu bölgenin
ikinci büyük çölü Kızılkum’dur. Karakum gibi, Türkistan bölgesinde iki Kızılkum
mevcuttur. Bunlardan bizim konumuz açısından önem arz edeni Büyük Kızılkum’dur;
yani Amu Derya ile Sır Derya arasında yer alanıdır. Küçük Kızılkum Hazar
denizinin doğusundadır. Bu iki çöl, adlarından da anlaşıldığı gibi, kırmızı
renkte kumla örtülüdür. Büyük Kızılkum hakkında bilmemiz gereken, ilk olarak bu
çölün 360 000 km2 büyüklüğünde bir ıssız bölge olduğudur. Çölün
hudutlarını daha teferruatlı bir şekilde anlatırsak: Kuzeyde ve doğuda Sır
Derya, kuzeybatıda Aral Gölü, güneybatıda Amu Derya ve güneyde Pamir Dağ
silsilelerinin kollarının oluşturduğu Fergana-Zerefşan ovaları vardır.[39]
Sır Derya
yöresinin iki büyük çölü Küçük Karakum ile Büyük Kızılkum birbirinden Sır Derya
nehri ile ayrılmaktadır. Kuzey tarafından bu iki çölü birbirinden ayran Sır
Derya, doğuda da Kızılkum’u Karadağ’dan (Kara Tav, Karaçuk) ayırmaktadır. Bu
çölde geçilmesi zor, büyük kum tepeleri mevcuttur. “Adam Kırılgan” kum tepesi
buna bir örnektir. 1873 yılındaki Hive seferine çıkan Ruslar bu çölü geçerken
çok telefat vermişlerdir.[40]
Kızılkum
konusunda bilmemiz gereken diğer önemli bir husus da, çölün orta ve güney
bölgelerindeki dağ gruplarının göçebe halk açısından büyük bir İktisadî
ehemmiyet arz etmesidir. Bu dağlar çöl kumunun kayarak daha fazla yer işgal
etmesini engellemekte, yani otlakları korumaktadır. Bu dağlarda önemli madenler
de bulunmuştur.[41]
Çölün güney
bölgesi Aşağı Sır Derya’ya tekabül etmektedir. Sır Derya’nın Aral gölüne doğru
aktığı bilinen kollarından biri olan Cana Derya (Yeni Derya) Kızılkum’un
kuzeyinde kuruyup kaybolmuştur. Bu kol bugünkü Kızıl Orda civarında Şölek’ten
(Şiyeli) batıya doğru akmakta idi.[42]
Kızılkum’un Sır Derya ile Amu Derya’ya bitişen yerlerinde ziraatla
uğraşılmaktadır, yani bu bölgeler ekip-biçmeye elverişlidir.
Sır Derya
yöresinin en yakın komşuları olan çöllerden bahsettikten sonra, bu bölgeye
dahil ve hemhudut olan dağlardan bahsedeceğiz. Çünkü bu çalışmanın ilerleyen
sayfalarında bahsedilecek konular, bu komşu bölgeler hakkında belli açıklamalar
yapmayı gerektirmektedir. Sır Derya yöresine dahil dağlar içinde, kaynaklarda
en çok adı geçen ve en eski olduğu varsayılanı, Karatav veya Karadağ’dır.
Karatav, bildiğimiz Karaçuk adı ile eski Türk destanlarında, menkabelerde ve
Ortaçağ Islâm müelliflerinin eserlerinde geçmektedir. Bu dağ Sır Derya’ya
paralel olarak doğudan batıya doğru uzamakta ve Tiyanşan (Tanrı) dağlarının en
batı kolunu teşkil ederek bitmektedir.[43]
Karatav’ın kuzeyinde Talaş, güneyinde Sır Derya havzası mevcuttur. Daha sonraki
bölümlerde de görüleceği gibi, Isficab’ın (Sayram) kuzeyinden başlayarak uzayan
Karatav sıradağları bölgesi Oğuzların önemli bir kısmının yaşadığı ve pek çok
şehirlerinin bulunduğu bölgedir. Bu bölgeden ve Karaçuk dağından bahseden
müellifler arasında Kaşgarlı Mahmud ve Ebu’l-Gazi Bahadır Han da bulunmaktadır.
Bunlar Karaçuk dağının Oğuz yurdunun adı ile özdeşleştiğini söylemektedirler.
Karaçuk adı Timur’a dair zafernâmelerde de geçmektedir[44].
Oğuz İli
hakkında teferruatlı bilgi veren el-ldrisî, Aral Gölü çevresindeki dağları Sır
Derya yöresine komşu olarak anlatır. G. Agacanov, Idrisî’nin Kitab-ı Roger’ında
adı geçen dağı “Çağraoğuz” şeklinde okumaktadır, el- ldrisî, bu
dağın eteklerinde suyun buz tutarak bütün yaz donduğunu yazar.[45]
Bu dağın tam olarak nerede olduğu konusu tartışmalıdır. Kimi bilginler
bunu Amu Derya boylarındaki Sultan Üveys dağları olarak kabul ederken,
diğerleri de el-ldrisî’ye göre dağın Şaş, Isficab ve Taraz bölgelerine kadar
ulaşmasına dayanarak, onu Sır Derya civarındaki Karatav olarak görmektedirler.[46]
SIR
DERYA YÖRESİNDEKİ YERLEŞİM YERLERİ
Sır Derya ve
Güney Kazakistan’daki eski yerleşim yerlerinden bahsetmeden önce, bölgenin
öneminden kısaca bahsedelim. Çoğu tarihi eserlerden de bildiğimiz gibi, yazılı
eserlerde haklarında bilgi verilen ilk Türk kavmi Sakalardır. Bazı ilim
adamları Hunlar ile Iskitlerin menşei konusunda değişik görüşleri savunsalar
bile, Göktürklerin menşei konusunda aşağı- yukarı hemfikirdirler. Türk
tarihinin ayrılmaz bir parçası olan ve en eski devirlerden bu yana Türk
kavimlerinin yaşadığı bir bölge olarak bilinen Türkistan ve onun içinde Sır
Derya bölgesinin bizce bilinen ve yazılı eserlerde haklarında bilgi bulunan ilk
sakinleri Sakalar veya Iskitler’dir[47].
Sır Derya yöresinin kadim zamanlardan beri insanoğlunun yaşadığı bir yer
olduğunu dana önce söylemiştik. Peki, bu “kıdem” ne kadar geriye götürülebilir?
Bildiğimiz Iskitler dönemi öncesinde buralarda kimler vardı? Buralarda ilkel dediğimiz
eski devir insanları yaşamış mıydı? Bu soruları cevaplayabilmemiz için Güney
Kazakistan’da yapılan arkeolojik araştırmalara göz atmak gerekir. Bunu
yapmaktaki amacımız, Sır Derya yöresini, en eski devirlerden başlayarak
Iskitler dönemi, daha sonra Hun, VVu’sun ve Göktürk dönemleri ile bir bütün
olarak göz önüne getirebilmektir. Çünkü, bu bilgiler çalışmamızın önemli
kısmını oluşturan yerleşim bölgeleri, eski şehirler, etnik yapı, sosyal hayat
gibi konuların daha net bir şekilde anlaşılması bakımından önemlidir.
Milattan Önceki Yerleşim Yerleri
Sır Derya
yöresinin ortaçağ ve daha sonrası için arz ettiği ehemmiyete bakarak, bu
bölgenin eskiden de böyle bir öneme sahip olup olmadığı konusu ilim adamlarının
ilgisini çekmiştir. Bu nedenle yapılan arkeolojik araştırmalar sayesinde, Güney
Kazakistan topraklarında, eski zamanlara ait pek çok taş ve kemik eşya
bulunmuştur. 1848 yılında, elde edilen bulguları inceleyen, taş devri Rus
araştırmacı-uzmanı G. P. Sosnovsky, “Kazakistan topraklarında eski kültür merkezlerinin
mevcudiyeti ve eski devir insanlarının yaşamış olabileceğini” söylemiştir[48].
Daha sonraki dönemlerde elde edilen arkeolojik buluntular Sosnovsky’nin bu
düşüncesinin doğruluğunu gösterdi. İlk olarak, Kazakistanlı arkeolog olan H. A.
Alpısbayev, Güney Kazakistan’da eski devir insanlarına ait yerleşim yerleri
bulmuştur. Bunu daha sonra diğer bulgular takip etmiştir. Böylece, yıllar süren
arkeolojik araştırmalar sonucunda, Güney Kazakistan’da, oldukça zengin eski
devirlere ait taş, kemik ve değişik materyallerden
yapılmış eşya elde edilmiştir[49]. Bu çeşit verilerin
incelenmesi neticesinde, Güney Kazakistan’da ilk insanların bundan takriben 500
bin yıl önce yaşamış oldukları tahmin edilmiştir[50].
Güney Kazakistan’ın Algabas, Betpak, Kosmola, Şakpak, Kızılcar ve Üçbulak gibi
yerlerinde bulunan taştan yapılmış iş aletleri, insanların geçirmiş olduğu
gelişme evreleri hakkında bilgi vermektedir. Bilindiği gibi, eski devir
insanları bir çok gelişme aşamalarından geçmiştir. Bu devirlerin arkeoloji
literatüründe kendi isimleri vardır. İnsanlardaki bu çeşit gelişmeler onların
kullandıkları eşya, yaşadıkları ortam ve üretim vasıtalarından açıkça
anlaşılmaktadır. Kazakistan topraklarında bulunan eski devir buluntuları
çoğunlukla eski ve yeni neolitik devir denilen taş devrine ait eşyalardır. Bu
çeşit malzemenin bulunmasına rağmen henüz ilkel insan kemiğine rastlanmış
değildir. Ama araştırmacıların düşüncesi Güney Kazakistan’da bu çeşit
insanların yaşaması için uygun iklimin mevcut olduğu doğrultusundadır[51]. Bu konuda arkeoloji ilminde
henüz son sözün söylenmediğini de belirtelim. Taş devri Kazakistan’da M.Ö.
800.bin yıl ile
bin yıllar arasındaki zaman dilimini içermektedir. Buna
Karatav(Karadağ) civarında yapılan kazı sonucunda elde edilen bulgular delalet
etmektedir[52].
Bu bahsettiğimiz zaman dilimi içerisinde, Afrika, Hindistan ve Çin’deki hayatın
benzerinin Kazakistan’da da yaşanmış olabileceğine delâlet eder. Sarı Su nehri
civarındaki Kosmola ile Kızılcar(Kızılyar) yerleşim yerlerinde bulunan taş
devrine ait eşya bu bükümümüzü desteklemektedir. Kazakistan topraklarında yeni
taş devri olan neolitik devre ait 400’den fazla buluntu gün ışığına
çıkartılmıştır[53].
Bunlardan Güney Kazakistan’daki Karatav’ın güney cephesindeki Karatav nehri ile
Kızılorda(Ak meşit) ilindeki Sekseul demir yol istasyonu civarında bulunan
eşyalar neolitik devir konusunda mühim bilgiler vermektedir[54].
Yeni Taş
Devrine ait buluntulara Sır Derya’nın eski yatağı civarında da sıkça
rastlanmaktadır. Bu bölgede elde edilen en eski buluntu M.Ö. III.bin yılın ilk
çeyreğine aittir. Bu bulgu çamurdan yapılmış tabak, bakırdan yapılmış bıçak ve
çakmak taşından ibarettir. Araştırmacılar bu kum ve toprak karışımından
yapılan, yan tarafları inceltilmiş tabağın Neolitik devirde az rastlanan
örneklerden olduğunu söylemektedirler. Tabakta her hangi bir süsleme
bulunmamaktadır[55].
Buraya kadar
verdiğimiz bilgileri özetleyecek olursak, Eski ve Yeni Taş devrine ait Sır
Derya bölgesindeki yerleşim yerleri Karatav civarı, Karatav nehri, orta ve
aşağı Sır Derya kısmına giren Akmescid iline dahil günümüzdeki Sekseul
istasyonu civarı ve eski Sır Derya yatağındaki Kosmola-4 ile Kosmola- 5’ten
ibarettir. En eski buluntuların tarihi de M.Ö. III. bin yıla aittir. Buralarda
yaşanan sosyal hayata gelince, insanların kullandıkları eşyalara bakarak M.Ö.
İL bin yılda hayvancılık ve ziraatla beraber artık gelişmiş demirciliğin de
mevcut olduğunu söyleyebiliyoruz. Kazı sonucu elde edilen buluntuların cinsi ve
çeşitleri asıl konumuz olmadığı için, onlar hakkındaki bilgileri özetleyerek
sunmaktayız[56].
Bronz devrine
ait buluntulara gelince; bu devre ait buluntular, Kazakistan’ın diğer
bölgelerine nazaran daha az olup, bulunanlar da Güney Kazalista’n ve Yedisu
bölgesindedir. Yapılan araştırmalar sonucunda, bu devire ait birkaç mezarlıkla
insanların yaşadıkları meskenler bulunmuştur. Bunların içinde Sır Derya’nın
eski yatağı olan Inkarderya[57]
civarındaki Uygarak çayırı yakınlarındaki Egizkök ile Köksengir meskenlerini
söyleyebiliriz[58].
Yapılan kazılar sonucunda elde edilen çanak-çömlekler, üçgen ve yuvarlak
şekillerde olup resimlerle süslenmiştir. Bronz devrinin son dönemine ait
bulgular arasında en önemlisi Inkarderya boyundaki (Kızılorda şehrinden güney
doğuya doğru) Tükösken çayırındaki Kuzey Tükösken mezarlığındadır. Iskitlere
ait bu mezarlık büyüklüğü ve gömülen eşyaların zenginliğine bakılırsa bir
başbuğa ait olduğu söylenebilir[59].
M.Ö. İL bin
yıl ile M.Ö.L bin yıl başında Sır Derya’nın aşağı kısmında yaşayan insanların
batı ve orta Kazakistan’ın göçebe kavimleriyle sıkı münasebette oldukları
anlaşılmaktadır. Aral denizinin güneyindeki komşularla yakınlaşma M.Ö. Il.bin
yılda daha çok Inkarderya ile Akçaderya civarlarında iyice hissedilmeye
başlanmıştır. M.Ö. I.bin yılın başlarında Harezim işi “Emirabad” tuğlasına
Inkarderya’nın her yerinde rastlanmaktadır[60].
Bronz devri yerleşim yerlerinin Sır Derya boyunda çok az olması, bu devirdeki
Sır yöresinin iklim ve toprak yapısının yerleşik hayat için uygun olmayıp, daha
çok göçebe hayat için müsait olduğu kanaatini uyandırmaktadır. Bununla beraber,
Sır Derya’nın güney cephesi ile kuzey Tükösken bulgulan, buralarda göçebelerin
yanısıra, yer yer ziraatla uğraşan yarı göçebelerin de mevcut olduğunu
göstermektedir[61].
Bronz devrinin
en parlak merkezlerinden sayılan Tükösken mezarlıkları, Aral denizinin doğu
kısmının eski sakinlerinin dini yapılar ve mimari konusunda epey geliştiklerini
göstermektedir. Bu çeşit mezarlıklarla, türbeler kendine has özellikler
taşımaktadır. Bulguların türlerine gelince, onlara has ortak özellik
çeşitliliktir. Kazı sonucunda türlü resimlerle süslenmiş, toprak ve cam eşyalar
ele geçmiştir[62].
Bu eşyalardaki sanat ve kullanılan ham malzemelere bakarak, uzmanlar M.Ö. III.
yüzyılda Iskitler’in kültürel yapılarının ve sosyal gelişmelerinin hangi
noktada olduğunu söyleyebiliyorlar. Bizim asıl konumuz, Sır Derya yöresindeki
eski yerleşim birimleri olduğu için, Iskitlere ait bulgular ve onların sosyal
gelişmeleri üzerinde daha fazla durmadan, yerleşim yerlerinin tespitine
geçelim.
Yüzyılların
geçmesiyle beraber, buralarda yaşayan toplulukların hayatlarında da önemli
değişiklikler vukubulmuştur. Yukarıda da belirttiğimiz gibi kültürel verilere
bakılırsa, Bronz devrinde kavimlerin göçebe hayata nazaran, daha çok yerleşik
ve yarı göçebe hayat tarzını benimsemeye başladıkları anlaşılmaktadır. Buna
bağlı olarak ziraatın geliştiğini, insanların geçici konutlar yerine, kalıcı
evler ve yerleşim merkezlerini kurmaya başladığını görüyoruz. Kullanılan
aletlerin taş ve kemikten daha dayanıklı olan demir ve diğer malzemelerden
yapıldığı ve büyük bir ilerleme kaydedildiği anlaşılmaktadır[63].
Güney Kazakistan’daki bu gelişmeler araştırma sahamız olan Sır Derya
bölgesindeki gelişmelerle benzerlik göstermektedir.
M.ö. VIII-VI.
yüzyıllar arasında yaşayan iskitlerin menşei ve tarihi hakkında bir çok
araştırma yapılmıştır. Burada onların siyasi tarihine değinmeden, konumuzla
ilgili birkaç nokta üzerinde duracağız. Bahsettiğimiz devirde Iskitler sadece
Güney Kazakistan ve Sır yöresinde yaşamamışlardır. Iskitler Kazakistan’ın hemen
hemen her tarafında yaşamışlardır. Ama yoğun olarak Yedisu ile Güney
Kazakistan’da yaşadıkları anlaşılmaktadır[64].
Tarihi
verilere bakılırsa Sır Derya yöresinde Iskit-Massagetler yaşıyorlardı. Aşağı
Sır Derya kısmındaki Uygarak ve Tükösken obaları onlar hakkında bilgi
edinmemizi sağlamaktadır. Iskitler esas olarak keçe evlerde yaşarlardı.
Arkeolojik kazı sonuçları da İskitlerin gelişmiş bir kültüre sahip olduklarını
göstermektedir. Bu durum M.ö. I. bin yılın yarısında daha da belirginleşmişti[65].
Bu dönem Harezim kültürünün geliştiği ve yayıldığı bir dönemdir. Bu dönemde,
Sır Derya Iskitleri’nin yaşadıkları bölgelerde sadece surla çevirili kaleler
değil, büyük yerleşim merkezleri olan şehirler de kurulmuştur[66].
Bunlara örnek olarak: “Şirik-Rabat” şehri ile Canaderya’da ve ona yakın
bölgelerde ortaya çıkan yerler ve gelişmiş sulama sistemine sahip “Babiş-Mola”
şehrini söyleyebiliriz[67]
[68].
Buna benzer diğer bir yerleşim yeri, Inkarderya yakınlarındaki “Balandı”
kasabası idi. Burada çeşitli mezarlıklarla, türbeler bulunmuştur. Kazı sonucu
çıkartılan eşyalarda(süs ve günlük hayatta kullanılan her çeşit eşya) Harezim
kültürü etkisi açıkça kendini göstermektedir. Bu gibi etkileşmeler sosyal
hayatta da görülmeye başlamıştı. Meselâ, Sır yöresinin, çok daha erken yerleşik
hayata geçen ve tarımla uğraşan Amu Derya yöresiyle olan münasebeti sonucunda,
yarı göçebe hayat tarzına geçmeye başladığı anlaşılmaktadır. Sulama amacıyla
açılmış 40-50 metrelik arıklar buna delidir. Bu çeşit arıklara Kuanderya
boyunda da rastlanmaktadır. Kazılar neticesinde ele geçen bulgular arasında, un
yapımında kullanılan değirmen taşları da mevcuttur[69].
Bu devirde
artık kavimlerin göç bölgeleri, yaylak ve kışlakları belirlenmiştir. Bunlar
Yedisu bölgesindeki dağ etekleri, İli, Çu, Talaş ve diğer nehir kenarlarındaki
yaylak ve kışlaklardır. Bu bölgelerde yaşayan göçebe kavimler Sır Derya ile
Talaş ve diğer nehirler boyunda yaşayan ve tarımla uğraşan yerli ve yarı göçebe
kavimlerle sıkı münasebet içinde idiler. Bir anlamda bu iki değişik hayat
tarzını benimsemiş olan topluluklar varlıklarını sürdüre bilmek için bir
birlerine muhtaçtılar.
Buraya kadar
Sır Derya boyundaki İskit öncesi ve İskit devirlerine ait yerleşim yerlerini
tespit etmeye çalıştık. Bu hususta bilmemizde yarar olduğunu düşündüğümüz bir
nokta daha vardır. Yukarıda bahsettiğimiz yerleşim birimleri, sadece üzerinde
arkeolojik çalışmalar yapılmış olanlardır. Bu yerlerden ele geçen bulguların,
incelenmesiyle hangi devre ve kimlere ait olduğu tespit edilebilmesine rağmen,
bu kazı yapılan yerlerin adı konusunda arkeoloji ilmi kesin bir tespit yapamıyor.
Bu yüzden bahsettiğimiz kazı yerleri, bilim adamları tarafından verilen
isimleriyle anılmaktadır. Bunların çoğu, varsa yakınlarındaki köy ismi veya
mevki adlarından alınmıştır. (Meselâ, İskitlere ait yerleşim yerlerinin
isimleri olan Cusalı, Kosbulak-1, Kosbulak-2 gibi).
Milattan Sonraki Yerleşim Yerleri
Yer adları
konusunda yazılı kaynaklar bize yardımcı olabilir. Fakat bahsettiğimiz
yüzyıllara ait eserlerin sınırlı olması, bu işi oldukça zorlaştırmaktadır. Çin
kaynakları bu konuda bize bazı bilgiler vermektedir. Iskitlerden sonra Sır
yöresinde yaşayan Kanglı (veya Kanlı) kavminden bahseden Çin kaynakları vardır.
Bir kaynakta Kanlı devletinin beş küçük ulustan müteşekkil olduğu yazılıdır[70].
Çin kaynağından edindiğimiz diğer bir bilgi de Kanglıların başkentinin Bitan
şehri olduğudur[71].
Kanglılar Sır Derya’nın aşağı kısmında, Taşkent civarı ve Karatav bölgesinde
yaşıyorlardı. Sayıca 120 bin aile veya 600 bin insan oldukları tahmin
edilmektedir[72].
Kanglıların yerleşik hayat sürdüren grubu, Sır Deryanın orta kısmında
yaşamışlardır. Bunlar kendilerinden önce bu bölgede yaşayan İskitlere nazaran,
ağırlıklı olarak yerleşik hayat tarzını benimsemişlerdi. Kanghlar’a ait
Aktepe-1, Aktepe-2(Karatav etekleri ile orta Sır Derya kısmı), Aktepe-
3(Taşkent yakınları), Karaultepe(Arıs nehri boyunda), Yediasar(Sır Derya’nın
aşağı kısmı, şimdiki Kızılorda ilindeki Karmakşı ilçesi batısında Kızılkum
tarafında), Altın asar(Sır Derya’nın aşağı kısmı, Kuanderya yakınları) gibi
yerleşim yerleri espi edilmişir. Bütün bunlar Sır Derya’nın orta ve aşağı
kısmına yayılmış olan Kanglı devletinin nehir kolları boyunda kurulmuş irili-
ufaklı şehirlere sahip olduğunu göstermektedir. Buralardan çıkartılan eşyaların
incelenmesi sonucunda Kanglıların Kauınşı, Yediasar ve Otrar kültür dairesine
dahil oldukları anlaşılmaktadır. Kanglı şehirlerinin özelliklerine gelince:
Karatav kültür dairesine giren Aktöbe yerleşim yeri buna bir örnek olabilir.
Burası çevresi surla çevirili doğu tarafında giriş kapısı bulunan kaleli bir
şehirdir. Ev yapımında, genelde kirpiç(tula) kullanılmış olup, odalar bir
birine bağlı olarak yapılmıştır. Evlerin ısıtılması zeminde yapılmış bir ocak
yardımıyla gerçekleştirilmekte idi. Oda duvarlarının iç kısmı çamurla
sıvanmıştır. Ambar olarak kullanılan odalara da rastlanmaktadır[73].
Aktöbe halkının tarımla ve hayvancılıkla uğraştıkları anlaşılmaktadır. Buna ek
olarak balıkçılık ve avcılıkla da meşgul oldukları bilinmektedir. Elde edilen
eşyalar Aktöbe halkının çanak çömlek yapımı yanında, zanaatla ve sanatla
uğraştıklarını göstermektedir. Ayrıca Kanglıların kilden testi, vazo vs. yapma
işinde ciddi gelişmeler kaydettikleri görülmektedir[74].
Aktöbe-2’deki
kazı sonucu elde edilen veriler Sır Derya’nın orta kısmında yaşayan Kanglıların
kültürü ve hayat tarzı hakkında, daha çok bilgi edinmemizi sağlamaktadır. Bu
yerleşim yeri de çepe-çevre sağlam ve yüksek duvarlarla kuşatılmış olup,
tahminen 4 hektara yayılmış büyük bir yerleşim yeridir. Şehirde halkın yaşadığı
evlerin dışında, idarecilerin ve şehrin ileri gelen zenginlerinin yaşadıkları
saray gibi yapılara da rastlanmaktadır[75].
Bu çeşit yapılardaki inceliklere bakarak, Kanglılarda mimari gelişmelerin ne
derecede ilerlemiş olduğunu görebiliriz[76].
Ancak biz Kanglılara ait evler ve onların mimari özellikleri üzerinde fazla
durmaya gerek görmüyoruz. Bu şehrin halkı taşıma su ile sulamalı tarım ve
hayvancılıkla uğraşmıştır. Bulguların incelenmesi sonucunda şehir halkının
dokumacılık, silah yapımı, günlük hayatta kullanılan demir eşya yapımı ile
iştigal ettiği; altın küpe, bronz yüzük, kıymetli taşlarla süslü bilezikler,
gerdanlıklar gibi süs eşyalarını yaptıkları ve kullandıkları anlaşılmaktadır[77].
Aşağı Sır Derya’daki Altın Asar ve Yedi Asar’dan çıkartılan eşyalar ile evlerin
duvarlarının incelenmesi sonucunda, 16 hektara yayılmış olan bu şehirde,
duvarlara boya ile resimler yapmak da dahil olmak üzere, her çeşit sanat
türünün geliştiğini müşahede ediyoruz. Şehir halkı tarım ve hayvancılıkla
uğraşıyordu. Çalıştıkları tarlalar şehre yakın mesafede olup, Kuanderya’dan
açılan arklar vasıtasıyla sulanmakta idi. Kanglı kavminin yaşadığı yerlerin
hepsinin yakınlarında mezarlıklar bulunmaktadır. Mezarlıklarda ahşap tabak,
çanak çömlek v.b. eşyaya rastlamak mümkündür. Mezar bir erkeğe ait ise ok, yay,
kılıç v.s. silah türleri; kadına ait ise, yüzük, küpe, bilezik gibi ziynet
eşyaları beraberlerinde defnedilmiştir.
Yukarıda da
bahsettiğimiz gibi Kanglı kültürü, daha çok yerleşik hayat sürdüren halkın
kültürüdür. Kanglılardan kalan yapıların mimari özellikleri; gelişmiş el
sanatları; süs ve resim sanatları; günlük hayattaki üretim metotları ile
eşyaları, onların kültürel gelişmede ulaştıkları seviyeyi göstermektedir.
Şehirlerin Kuruluşuna Genel Bir Bakış
Türkler
tarihleri boyunca sadece göçebe olarak yaşamış bir millet değildir. Türkler
şehir kurmaya veya mevcut şehirlerde yaşamaya beş bin yıllık tarihlerinin
nerede ise ilk bin yılından itibaren başlamıştır. Türklerin yerleşik hayatı çok
sevdikleri de söylenemez. Çünkü cihan Hakimiyeti Mevkuresine ve bozkırların
sonsuz hürriyetine sahip bir millet için göçebe hayat, siyasi hakimiyeti ele
geçirme ve sürdürmenin de bir yolu idi.
Şehirlerin
kuruluş tarihçesine gelince, şehir genelde yüksek idareci zümre, han, kağan
veya zengin insanlar tarafından kurulmuştur. Bu görüşü kanıtlayabilecek
arkeolojik veriler de mevcuttur. Mesela, Moğolistan’da yapılan araştırmalar
Hunların surlarla çevirili yerleşim merkezlerinin olması, Göktürklerin
halefleri Uygur, Tenride Bolmuş İl İtmiş Bilge Kağan’ın Orhun ırmağı kıyısında
“Ordu Balık”ı inşa ettirmesi bu çeşit örneklerden ikisidir[78].
Bu konuda A.
Yakubovski şöyle der: “şehirler ilk önce mülk sahibi zengin kitlenin evleri ve
sarayları etrafında kurulmuştur. Zanaathaneler, ticaret yerleri ve halkın
yaşadığı bölge daha sonra duvarla çevrilmiş, böylece şehrin merkezi olan
“şehristan” meydana gelmiştir”[79].
Bu Vll-Vlll yüzyıl şehirlerine ait genel bir görünümdür. Yakubovski’ye göre
“şehristan”ın sakinleri, şehrin ileri gelen zenginleri, saraydakiler ile
hizmetçiler, zengin tüccarlar ve nihayet din adamlarıdır. Bu görüş yukarıda
bahsettiğimiz şehirlerin kuruluş sebepleriyle örtüşmektedir. Şehirlerin bu
geleneksel kuruluş yolu dışında değişik sebeplerle de kuruldukları
görülmektedir. Meselâ, şehirlerin çoğunlukla, dış şehir ile kervansaray
himayesinde, bir ticaret yeri ve zanaathane olarak; göçebelerle yerleşik hayat
sürdürenlerin sınır bölgesi, pazar yeri yakınlarında ve son olarak dini kutsal
yerlerde (evliya veya din büyükleri türbeleri yakınlarında) kuruldukları da
görülmektedir[80].
Kazakistan
topraklarında kurulan şehirler için göçebelerle olan ilişkiler çok önemli idi.
Göçebe hayat sürdürenler ziraat mahsullerine ihtiyaç duymakta, yerleşik hayat
sürdürenler ise, mahsullerini satabilmek ve hayvanlardan elde edilen ürünleri
için bu münasebete ihtiyaç hissetmekte idiler. Kazakistan toprakları iklim
özelliklerine göre bir kaç bölgeye ayrılır. Bu bölgelerde kurulan şehirlerin de
kedilerine has özellikleri vardır. Araştırma bölgemiz olan Güney Kazakistan’a
dahil olan Sır Derya yöresinin özelliklerine gelince: Şehirler genelde üçlü
sistem üzerinde: kale, iç kale(şehristan) ve rabat veya nbat dediğimiz dış
kaleden müteşekkildi. Mesela, Otrar bölgesindeki “Kuyruk-Tepe” ve
“Baba-ata” yerleşim yerleri bu çeşit yerlerdendir. Şehrin ilk
merkezi “kale” olmuştur. Daha sonra orada şehir hakiminin evi-saray yapılmış ve
çevresi duvarla çevrilmiştir. Böylece “iç kale” ve daha sonra onun çevresinde
kurulan evler sayesinde “nbat” ortaya çıkmıştır[81].
Başlangıçta
göçebelerle yerleşik hayat sürdürenler arasında yapılan alış-veriş yeri olarak
kullanılan yerlerde ortaya çıkan küçük yerleşim yerleri, zamanla gelişerek
şehirlere dönüşmüştür. Sır Derya yöresi adeta göçebe bozkırla medeniyetin tam
sınır merkezini teşkil etmektedir. Onun bu özelliği yukarıda belirttiğimiz
tipteki şehirlerin, Sır Derya ve onun kolları boyunca kurularak, kısa zamanda
inkişaf etmelerine sebep olmuştur.
Şehirlerin
kuruluş ve yükselişini etkileyen diğer bir sebep de ticarettir. Ticaret denince
akla ilk olarak Uzak Doğu’yu Batı’ya bağlayan Ulu İpek Yolu gelir. Sır Derya
şehirlerinin gelişmesinde de “İpek Yolu”nun önemli rolü olmuştur. Bu gelişme
kendini sadece şehirlerin inkişafında değil, aynı zamanda halkın sosyo-kültürel
hayatında, devletlerin siyasi hayatında ve nihayet toplumların medeni-kültürel
gelişmelerinde de göstermiştir.
İpek Yolu
Çin’i İç Asya üzerinden batıya bağlayan tarihi kervan yoludur. Bu yol boyunca
en çok taşınan ticaret malı Çin’den getirilen ipek olduğu için yola bu ad
verilmiştir. İpeğin kumaş olarak üretilmeye başlanması ve İpek Yolu’nun bir
ticaret yolu olarak doğuşu ve gelişmesi farklı meseleler olduğu kadar, onların
ortaya çıkış tarihleri de farklıdır. Mesela, ipek ipinin üretilmesi ve ondan
ipek kumaşların dokunmaya başlaması M.ö. 2750 yıllarına denk gelirken, İpek
Yolu’nun bir ticaret yolu olarak tanınması M.ö. II. yüzyıldır.[82]
İlk defa bu yolda 138 yılında Çin’in U-Did Sülâlesi imparatorunun emriyle, batı
ülkelerine gönderilen elçiler yürümüştür. Tjan-Siyan’dan yola çıkan elçiler 13
yıl sonra ülkelerine geri dönmüşlerdi. Onlar bugünkü Afganistan sınırlarına
kadar ulaşmayı başararak, Çin’den İç Asya’ya kadar, kara yolu ile ilk
yürüyenler olmuştur. Bundan sonra ipek taşıyan kervanlar batıya onların yolunu
takip ederek, Çin’e Akdeniz’den Yakın ve Orta Doğu’dan mallar götürüp-getirmeye
başlamışlardır[83].
İpek Yolu daha
sonraki asırlarda gelişerek, çeşitli kaynaklarda kendinden bahsettirmiştir.
Batıyı Uzak Doğu’ya, Hindistan’ı Çin’e bağlayan İpek Yolu kültür tarihinde de
büyük rol oynamıştır. Bu yoldan felsefeler ve dinler karşılıklı olarak nakil ve
mübadele edildiği gibi, sanat ve gelenekler de yayılmıştır[84].
Bu ticaret yolu Moğol İstilâsı sebebiyle zayıflayarak eski önemini
kaybetmiştir. İpek Yolu’nun güzergâhlarına gelince: bu ticaret yolunun ana
güzergâhları olduğu gibi çeşitli küçük kolları da mevcuttu. Bu hususta şu noktaya
dikkat etmeliyiz. Ticaret yolu güzergâhının kolları bazen canlanırken, bazen de
önemlerini yetirerek yok olma durumuna düşüyorlardı. Bunun başlıca sebebi
yollardaki güvensizlik, tabii manialar(dağ, çöl gibi) ve zaman-zaman ortaya
çıkan devletler arası siyasî istikrarsızlık idi. Eski güzergâh yenisine tercih
edilmesi durumunda, eski güzergâhı boyunca kurulan şehirler ve ticaret
merkezleri de ticarete bağlı olarak yaşadıkları için önemlerini kaybederek yok
olmuşlardır.
İpek Yolu’nun
iki ana güzergâhı vardır: Bunlar Güney ve Kuzey yolarıdır. Il-V.yüzyıHarda
doğudan başlayan yol Çin’den başlayarak Huanhe nehri boyunca Tyan-Şan
silsilelerinin kuzeyinden Çin Seddi’nin batı cephesine ulaşmakta; burada yol
Taklamakan Çölü’nün güney ve kuzey tarafına ayrılarak, çölü geçince üçe
ayrılmaktadır. Bunlardan kuzey yolu- Hami, Turfan, Beşbalık ve Şiho bölgesiyle
İli nehrine kadar ulaşmaktadır. İkinci yol Çaoçanhan Karaşer’e, Aksu’ya ve
Issık gölün güney tarafına varmaktadır. Üçüncü yol Dunhan, Hotan, Yarkent ile
Baktriya, Hindistan ve Akdeniz bölgesine kadar ulaşmaktadır. Bu yola “Güney
Yolu” denirdi. Kuzey yolu Kaşgafdan Fergana’ya oradan Semerkand, Buhârâ, Merv
ve Hamad çölü üzerinden Suriye’ye ulaşmaktadır[85].
VI-VII.
yüzyıllarda artık batıya Fergana üzeriden gidilen yolun yerine Yedisu ile Güney
Kazakistan üzerinden giden yol daha çok tercih edilmeye başlamıştı. Bu
değişikliğin altında yatan sebepler ise yukarıda bahsettiklerimizden farklı
değildir. Bu yol XIV. yüzyıla kadar en çok kullanılan kervan yolu olmuştur[86].
Böylelikle
VII-VIIL yüzyıllarda kullanılan kervan yolu güzergâhı-Suriye, Iran, Orta Asya,
Güney Kazakistan, Talaş bölgesi, Çu bölgesi, Issık göl ve Doğu Türkistan
üzerinden Çin şeklinde olmuştur.
Esas mevzuumuz
olan Sır Derya yöresi ve İpek Yolu meselesine gelince, önce bu kervan yolunun
Sır Derya’nın nerelerinden geçtiği konusu üzerinde duralım.
İpek Yolu Boyundaki Eski Oğuz Yerleşimleri
Doğu’dan
Batı’ya uzanan İpek Yolu(kervan yolu)nun Kazakistan kısmında izlediği istikamet
şöyledir: Şaş’tan Turbat ile Isficab’a oradan Şarab, Buduhet, Kervan-Saray,
Tamtac, Abardas üzerinden doğudaki Talas’a kadar devam etmektedir. İpek Yolu
üzerindeki en büyük şehir Talaş bölgesindeki Cuvikat(Cuviket)tır.
Talas’a(Taraz) bu şehir üzerinden varılır. Isficab’tan kervan yolu Arış nehri
boyundaki Arzubanikent’e (Arzubakent), Otrar-Farab’a oradan da Sır Derya’nın
aşağı kısmına doğru-Aral gölü sahiline ulaşılırdı. Otrar-Farab bölgesine dahil
olan-Keder şehri, Sır Derya yöresindeki kervan yolu boyunca mevcut büyük
şehirlerden biri idi. Otrar, hem sözü edilen bölgenin hem de onun merkezi olan
şehrin adıdır. Otrar şehri kervan yollarının buluştuğu noktadır. Buradan bir
yol Şabgar’a diğer yol da Sır Derya’yı geçerek Besic şehrine ulaşmakta idi. Bu
şehir XIII-XIV. yüzyıllarda “Zemuk” adı ile de anılmıştır[87].
(Fakat bu görüş sağlam temele dayanmamaktadır.) Cuveynî’nin eserinde adı geçen “Zamuk”
şehrinin Buhârâ’ya giden yolun üzerinde olup, Sır Derya’nın aşağı kısımlarında
yer aldığı anlaşılmaktadır[88].
Çünkü Moğol askerleri bu şehre Cend, Barçınlığ Kent ve diğer aşağı Sır Derya
şehirlerinden sonra varmaktadır. Dolaysıyla bu şehrin Otrar bölgesine dahil
olan Vesic şehri olma ihtimali çok zayıftır. Otrar’dan ayrılan bir kervan yolu
Sır Derya’nın yukarı kısmındaki Oğuz şehri olan Sütkend’e oradan da Şaş’a ve
onun aşağısındaki Cend’e varmakta idi. Buradan yol Kızılkum Çölü üzerinden
Harezim ve Ürgenç oradan da İtil boyu ile Kafkaslara uzanırdı.
Şimdi bu
bahsettiğimiz İpek Yolu güzergâhındaki Sır Derya yöresi şehirleri konusunda
teferruatlı bilgi verelim. İlk olarak Ulu İpek Yolu’nun en önemli ve büyük
şehirlerinden olan Isficab’tan başlayalım.
Isficab
hakkındaki yazılı bilgilere VII. yüzyılın ilk yarısından itibaren
rastlamaktayız. 630 yılında Çin’den sefere çıkan Budist seyyah Yuan-Çang seyahatnâmesinde
Isficab’tan “beyaz nehirdeki şehir” şeklinde bahsetmektedir[89]
[90].
XI. yüzyıla gelince Isficab için Kaşgarlı Mahmud “el- Medinetü’l-Beyzâ”
ibaresini kullanmaktadır148. Yani “Beyaz Şehir” anlamına gelen bu
isim altında müellif Sayram’ı kastetmektedir. Tarihçiler arasında günümüzdeki
Sayram kasabasının(bugünkü Çımkent’in doğusuna 4 mil uzaklıkta) tarihi Sayram
şehrinin yeri olduğu fikri mevcuttur. Bu bölgede bugünkü adı ile “Ak Su
Jabagılı” denilen devletin koruması altındaki bölge vardır. Bu, Çinli seyyahın
“ak sudaki şehir” ifadesini akla getirmektedir. Ak su adı verilen bu küçük
nehrin şimdi Sayram kasabası yakınlarındaki bugünkü adı ile Arış nehri veya
onun bir kolu olabileceğini düşünürsek, Isficab’a neden Sayram dendiğini
anlayabiliriz. Aslında Isficab bir bölgenin adıdır. Bu bölgenin merkezi
konumundaki Sayram şehrine bazen Isficab da denilmiştir. Bu yüzden Kaşgarlı
Mahmud eserinde “Isficab-Sayram” ibaresini kullanmıştır. Bu şehir X-XIII.
yüzyıllarda Güney Kazakistan’ın büyük şehirlerinden sayılırdı. Isficab
bölgesinde Sır Derya boyundaki Keder, Sığnak(Suğnak), Sauran,
Yengikend(Yenikent) şehirleri ve Karatav’ın kuzey cephesindeki Balac, Berukey
ve Yedisu bölgesindeki Taraz, Kulan, Mirki, Suyab şehirleri mevcut idi. X-XL
yüzyıl müelliflerinden al-Mes'ûdî, Yâkût al- Hamevî, al-lstahrî, Ibn Havkal ve
el-Makdisî’nin eserlerinde Isficab hakkında bilgiler vardır. Diğer müelliflere
nazaran Ibn Havkal’ın “Şûret el-Anz” adlı eserinde ve
el-Makdisî’nin “Ahsanü’t-Tekâsim’înde Isficab hakkında etraflıca
bilgi verilmektedir. Bunlardan Ibn Havkal’da geçen bilgilere göre: “Isficab,
Binkes’in üçte biri kadar olup kale, iç şehir ve nbat’dan müteşekkildir. Kale
harap olmuş. Ancak iç şehir ile nbat iyi muhafaza edilmiştir. İç şehir ile
rıbatın etrafı surlarla çevrilmiş olup, bu surların uzunluğu bir fersah
civarındadır. Binaları toprak yapıdır. Burası düzlükte kurulmuştur”. Bu
bilgilerin dışında Ibn Havkal şehrin dört kapış olan: Neveckes, Ferhad,
Serâkirâse ve Buhârâ kapılarından bahsetmektedir[91].
Bu isimler V. V. Barthold’ın eserinde “Nûckes, Ferhân, Şekrâne ve Buhârâ”
şeklinde geçmektedir. Isficab’ta inşa edilen rıbatların(kervansaray) sayısı
Mukaddesî’ye göre 1700 civarındadır[92].
Onların arasında Nahşebîler, Buhârâlılar ve Semerkantlılar rıbatlarının
isimlerine rastlanmaktayız. Ibn Havkal, Isficab’ın zengin bir şehir olduğuna
değinerek onun tüm Horasan ve Mâverâünnehir’de haraç konmayan tek şehir
olduğunu yazar. Isficab’ın etrafında bulunan şehirleri müellifin ifadesiyle
aynen naklediyoruz. Bunlar: Bezahkes, Sübânîkes, Taraz, Otluh, Şilcî,
Küdür(herhalde Keder), Sütkend, Şâvgar, Sabrân, Vesîc’dir. Küdür
Barab’ın(Farab) merkezidir. Vesîc de Barab’ın şehirlerindendir. Eskilerin
kitaplarının şârihi ve mantık kitapları müellifi Ebu Nasır el-Fârâbî buradandır[93].
Bunların dışında
Isficab hakkında el-Mukaddesî’de geçen bir başka bilgiye göre X. yüzyılda bu
bölgedeki şehirlerin sayısı elliyi buluyordu[94].
Ama ne yazık ki bunların çoğu tarihin derinliklerine gömülmüş olup, haklarında
yeterince bilgi bulunmamaktadır. Isficab ismine gelince, bu şehrin Moğol
İstilâsı sonrasında daha çok Sayram adı altında zikredilmeye başladığını
görüyoruz. Ali Yezdi Zafer-nâmesi’nde Timur’un seferlerinden bahsederken de
aynı ismi kullanmaktadır[95].
Ticarette
çoğunluk Orta Asya, Doğu ve Isficab’ta basılmış paralar kullanılmakta idi.
Isficab’ın ihraç ettiği malların başında beyaz kumaşlar, silah çeşitleri, demir
ve bakır gelmektedir. Ayrıca Isficab Doğu’nun önemli köle pazarlarından biri
olarak da bilinmektedir. Mukaddesî’de Isficab’ın dokumacılar çarşısı önemle
zikredilir[96].
Kervan yolu boyunca güney kapısı olan Buhârâ kapısından şehre Doğu ülkelerinin
malları getirilirken, kuzey kapısından çıkan kervan yolu, Sır Derya boyundaki
Otrar, Savran, Cend ile Yengikend’e mallar götürmekte idi. Şehrin batı kapısı
olan Nuckes Kapısı’ndan ile göçebelerle alış-veriş yapılmakta idi. Arkeolojik
verilere bakılırsa Isficab şehri ile onun etrafında yaşayan nüfuz kırk bini
buluyordu[97].
Göçebelerin yerleşik hayata geçmesi ve dışarıdan gelen yabancıların yerleşmesi
sonucunda şehir nüfusunun sayısı artmakta idi. Kaşgarlı Mahmud, Isficab
halkının hem Farsça hem Türkçe konuştuklarını belirtmektedir. Aynı şekilde
V-Vlll.yüzyıllarda buraya göç eden Soğdlular’ın Xl.yüzyılda Türkleşmeye
başladığını hatırlarsak şehir nüfusunun artışındaki sebepleri anlayabiliriz.
Şehir halkı arasında Islâm dininin hızla yayıldığını görüyoruz. Yukarıda da
bahsettiğimiz gibi, Ibn Havkal şehirdeki camiden bahsetmektedir. Aynı zamanda
Isficab’ın eskiden Budizm’in yayıldığı merkezlerden biri olduğu düşünülmektedir.
Araştırmacı-arkeologların şehir dışında buldukları Budist rahiplerin yaşadığı
mağaradaki ibadethaneden dolayı böyle bir sonuca varılmaktadır[98].
Isficab hakkındaki bilgilerimizi toparlarsak: Isficab bir bölge ismidir. Bu
bölgenin merkezi konumundaki şehre de Isficab denildiği gibi bazen Sayram da
denilmişti. Fakat bu ad daha çok Moğol Istilâsı’ndan sonra sık sık kullanılmaya
başlamıştır[99].
Tarihî Sayram şehrinin bugünkü Çımkent şehrinin doğusunda 4 mil kadar
uzaklıkta, Arış nehrinin kıyısındaki aynı adı taşıyan kasaba olduğu
varsayılmaktadır. Şehir XIII. yüzyıla kadar sanat, zanaat ve ticareti gelişmiş
bir yerleşim yeri idi. XV-XVI. yüzyıllarda Orta Asya Hanlıkları arasında
vukubulan Sır Derya şehirlerini ele geçirme mücadelesi esnasında diğer şehirler
gibi Sayram da zayıflayarak XVIII. yüzyılda harap olmuştur. Sayram’ın son
dönemleri için (XVI-XVII.yy.) kaynaklarında pek fazla bilgiye rastlamıyoruz.
Sayram şehrinin stratejik önemi sadece ticaret yolu boyunda olmasından
kaynaklanmıyordu. Sayram aynı zamanda Orta Asya’nın Kazakistan’a girebilecek
güney kapısı konumunda idi. Bu yüzden şehir bir kale vazifesini de görmektedir.
Mihman nâme-i Buhârâ’nın müellifi Ruzbihan İsfahan? (XV-XVI.yy.)
Sayram için şöyle diyor: “Şehrin etrafındaki duvarlar yüksek olup, kimse
kolay-kolay ulaşamaz, duvar kenarlarındaki hendekler de o kadar geniştir ki
kimse onları atlayarak geçemez”[100].
Bu satırlardan Sayram şehrinin zamanına göre iyi bir savunmaya sahip olduğunu
söyleyebiliriz. Şehir halkının etnik yapısı ve sosyo-kültürel yaşamı konusunda
yeri gelince daha ayrıntılı bilgiler verilecektir.
Doğuda Talaş
vadisine kadar, kuzey-batı yönünde Sabrân’a(Savrân) kadar olan bölgenin
tamamının Isficab vilayeti veya bölgesine dahil olduğunu söylemiştik. Şimdi
Isficab’tan sonra gelen Sır Derya yöresinin ikinci büyük bölgesi Barab veya
Farab, daha sonraki zamanlarda Otrar adı ile anılan, tarihi şehirden
bahsedeceğiz. Isficab adında olduğu gibi Farab’ın da hem bölge hem de şehir adı
olduğu anlaşılmaktadır. Bazı kaynaklar Kadar veya Keder şehrini bu bölgenin
merkezi olarak belirtirken[101],
bazıları da ondan Farab bölgesine dahil yeni bir şehir olarak bahseder[102].
Otrar, Sır Derya’nın sağ tarafında, uzunluğu ve eni birer günlük yol
mesafesinde bir sahadır. Arış nehrinin Sır Derya’ya döküldüğü yerde uzun
zamanlar önemini kaybetmeyen Farab veya Otrar bölgesi ziraat için uygun
topraklara sahiptir. Farab’ın batısı Kızıl-kum, doğusu ise Karatav(Karaçuk)
dağı silsilelerine ulaşan düz ova ile hemhuduttur. Sır Derya’nın yanı başında
bulunan bu bölge yeşil bir vadi gibidir. Nehir boyunca ağaç, kamış,
cıngıl(çölde yetişen kısa boylu renkli ağaç), iğde, yetişen küçük gür ormanlara
sık sık rastlamak mümkündür. Sır Derya ile Ans nehri bitişiğinde yer alan bu
bölge âdeta hayvanlarla bitkilerin her çeşidinin bulunduğu bir yerdir. İklim
bakımından hayvanlar için de çok uygun bir yer olmalıdır ki, buralarda geyik,
yaban domuzu, tavşan, tilki, kurt ve kaplanların barındığını biliyoruz. Tabii
günümüzde artık bu hayvanların hepsine oralarda rastlamak mümkün değildir. Bu
yırtıcı hayvanların yanı sıra bölgede değişik kuş türlerine de rastlamak
mümkündür. Bunlar: ördek, turna, mavi leylek ve kazdır. Nehir suyunda bol balık
çeşitleri mevcuttur. Bitki ve hayvan dünyasının zenginliği ile beraber Farab
bölgesi, bir de Güney Kazakistan’ın dört bir tarafına giden yolların buluştuğu
yerdir. Otrar şehrinden Arıs’ın yukarısına doğru giden yol üzerinden Taraz ile
Balasagun’u geçtikten sonra Doğu Türkistan’a varılırdı. Sır Derya boyunca
yukarı giden eski yol ile- Soğd (Soğdiyana) üzerinden Merv ve Nişapur’a
ulaşılırdı. Sır Derya boyunca aşağıya giden yolla, Aral bölgesi ve oradan da
Oral’a varılırdı. Kızılkum üzerinden batıya giden yolla Harezim’e ve oradan
Karadeniz ve Kafkaslara ulaşılırdı[103].
Eski Sovyet arkeologlarından A. N. Bernştam Otrar için şöyle bir ifade
kullanmıştır: “Orta Asya’da bundan daha uygun ve daha tehlikeli bir yer bulmak
zordur”[104].
Bu cümleden Otrar bölgesinin ne kadar önemli bir stratejik ve jeopolitik mevkie
sahip olduğunu anlayabiliriz. Otrar’da ilk kazı faaliyetleri 1904 yılında A. K.
Klare ile A. A. Çerkov tarafından yapılmıştır. Kısa süren bu araştırma
sonucunda arkeologlar çanak çömlek, tuğla, bakır para v.s. gibi küçük bulgular
elde etmiştir[105].
Uzun bir aradan sonra Otrar bölgesinin araştırılmasını Kazakistan İlimler
Akademisi Arkeoloji Bölümü devam ettirmiştir. Daha sonraki yıllarda
Otrar-Tepe’de yapılan araştırmalar sayesinde, şehrin yapısı, sulama sistemi,
mimarisi ile ilgili zengin bilgi elde edilmiştir. Bu özelliklerden sonraki
bölümlerde bahsedeceğimiz için burada sadece şehrin tarihçesi ve önemi üzerinde
duracağız. Otrar bölgesinde hayat, Otrar-Farab isminin kaynaklara geçtiği IX.
yüzyıldan çok öncesine aittir. Mesela V.V. Barthold bu konuda yerleşik hayatın
Arîler zamanından itibaren var olduğunu söylemektedir. Kazı sırasında elde
edilen bakır paraların M.Ö. I. yüzyıla ait olduğuna bakılırsa bu, söylenenlerin
doğru olduğunu düşündürür. Yapılan araştırmalar sonucunda iki çeşit para
bulunmuştur. Birincisinin sağ yüzünde yay biçimindeki Türgiş damgası, sol
yüzünde de aslan resmi bulunmaktadır. İkinci tür paralarda ise “X” biçiminde
bir simge vardır. Bu paralar Yedisu, Soğd ve Şaş’ta darbedilmiş paralarla
mukayese edildiğinde, onların yerli hükümdarlar tarafından darbedilmiş
olabileceği sonucuna varılmıştır[106].
Bu paraların bu bölgelerde devlet kuran eski Kanglı(Kangyu)lara ait olabileceği
de diğer bir ihtimaldir. Paralar dışında Otrar bölgesinde bahsettiğimiz
yüzyıllara ait yapılar da mevcuttur. Coğrafi ve jeopolitik açıdan yerleşik
hayata çok müsait olan bu bölgede büyüklü küçüklü bir çok şehrin kurulmuş
olması gerekirdi. Nitekim kaynaklarda bahsedilen bir çok yerleşim yerinin
(bunların şehir veya köy olduğunu tam olarak bilmediğimiz için bu ifadeyi
kullanmaktayız) adı ve yerleri hâlâ tam olarak tespit edilmiş değildir[107].
Otrar bölgesine dahil bir çok şehrin yerinde bu gün sadece bir tepe veya düzlük
vardır. Bu toprakların altında tarihin yatmakta olduğu muhakkaktır. Böyle
tepelerden Otrar bölgesindeki Kuyruk Tepe’nin eski Kangyu Devleti merkezi olan
Keder şehri olabileceği varsayılmaktadır. Burada yapılan kazı çalışması
esnasında rastlanan saray biçimindeki binanın çevresi kuleli duvarlarla
kuşatılmıştır. Sur duvarları çiğ ve pişmiş tuğlalarla karışık olarak örülmüştür[108].
Otrar bölgesine dahil olduğu anlaşılan diğer tepeler: Jalpak-Tepe, Altın-Tepe
ve Pışak(Bıçak) Tepedir. Kendi yüzyıllarında ne gibi adlarla anıldığını
şimdilik bilmediğimiz bu tepelerden Altın-Tepe’de daha çok zanaatla
uğraşanların, Pışak-Tepe’de silah ustalarının ve Kuyruk- Tepe’de de kasapların
yaşadığı, elde edilen bulgulardan tahmin edilmektedir[109].
Bunların Otrar şehrine bağlı birer rıbat mı yoksa şehir mi olduğu tam olarak
bilinmemektedir. Şehirdeki yapılar arasında hamamların çokluğu dikkat
çekmektedir. Üzerinde kazı işleri yapılan hamamların X. XI. ve XIII. yüzyıllara
ait oldukları tespit edilmiştir. Orta Asya şehirlerinde hamamın ortaya çıkışı
XIII. yüzyıla aittir. Afrasiyab’taki en eski hamam (Semerkant) IX. yüzyıla ait
olup, ısıtma sistemi oldukça basittir. Daha sonraki zamanlarda Otrar’da yapılan
hamamlar gelişerek XI-XIII. yüzyıllarda şehir yapıtları arasında halk için
camiden sonra en önemli yer olmuştur. Çünkü hamam sadece yıkanıp temizlenmek
için değil aynı zamanda şehir halkının buluştuğu, sohbetlerin yapıldığı,
satranç, tavla gibi oyunların oynandığı ve ticari anlaşmaların, görüşmelerin
yapıldığı bir yer idi[110].
Otrar hakkında
yazılı kaynaklarda verilen bilgilere gelince: Otrar-Farab adına neredeyse bütün
Müslüman coğrafyacılarının eserlerinde rastlanmaktadır[111].
Bunlardan IX-X. yüzyıllara ait olan kaynaklarda Otrar, Isficab bölgesi
dahilinde gösterilmektedir. Farab hakkında el-Mukaddesî, onun geniş topraklı ve
70.000 nüfuslu bir yer olduğunu yazar. Buna ilaven Otrar’ın iyi korunan surlara
ve kuleli duvarlara sahip olduğunu ve şehirde Cuma camisinin bulunduğunu
kaydeder[112].
Bu bölgenin merkezi olduğu sanılan Keder şehrinde de bir Cuma camisi olduğu
anlaşılmaktadır. Ortaçağ müellifleri ondan yeni şehir olarak bahsederler.
Kazvinî’ye göre Keder, büyük düşünür el-Farabî’nin doğduğu şehirdir[113].
Ibn Havkal el-Farabî’nin Vesic şehrinde doğduğunu söyler[114].
Kaynaklarda geçen ve birbirini tutmayan ifadeler karşısında Keder şehrinin
sonraki Farab’a mı, yoksa Otrar’a (Utrar) mı tekabül ettiğini kestirmek güçtür.
Otrar adı Taberi’de “Utrar-bende” şeklinde geçmektedir[115].
Moğol İstilâsı sonrasında bu şehir Otrar adı ile anmaya başlamıştır. Otrar veya
Farab bölgesine dahil olduğunu bildiğimiz Keder ile Vesic şehirleri konusunda
pek fazla bilgiye sahip değiliz. Sadece el-Makdisî Isficab şehirlerinden
bahsederken, “Vesic küçük bir yer olup etrafında kale(sur) vardır. Camisi
çarşısındadır” der. Keder hakkında aynı müellif onun yeni bir şehir olup,
minberi kurulurken anlaşmazlıklar çıktığını ve halkının cesur olduğunu yazar[116].
Farab bölgesi konusunda dikkat etmemiz gereken bir diğer husus da Kaşgarlı
Mahmud’ta geçen Farab-Karaçuk adı ile Farab-Otrar adının ve bölgesinin
karıştırılmamasıdır. Çünkü Kaşgarlı Mahmud’un bahsettiği Farab-Karaçuk şehri
Yesi ile Savran arasında bir yerdedir[117].
Hâlbuki bizim bahis konumuz olan Farab bölgesi ise Arış nehrinin Sır Derya’ya
döküldüğü yerdedir.
Isficab ile
Otrar’dan sonra Sır Derya yöresinin üçüncü büyük bölgesi Yesi-Türkistan
bölgesidir. Bu bölge VIII. yüzyılda Şavgâr adı ile meşhur idi[118].
Bölge merkezinin de aynı adla anıldığı anlaşılmaktadır. XII. yüzyıl sonrasında
bu bölgenin ve onun merkez olan Şavgâr şehrinin adının Yesi olarak değiştiğini
görüyoruz. Ortaçağın sonlarına doğru Yesi-Türkistan şehri, Güney Kazakistan’ın
bir kısmı, Talaş bölgesindeki Aladağ etekleri ve Sır Derya’nın orta kısmı ile
Karatav civarının tümünü içine alan bir bölgenin merkezi haline gelmişti. Bu
bölge dahilinde lqan, Karaçuk, Uyunku(lnki), Surî gibi şehirler ve bir çok
küçük yerleşim yerleri vardır.
Yukarıda
bahsettiğimiz Keder’den bir günlük mesafede bulunan bu Şavgar şehrinin, bugünkü
Türkistan şehri yakınlarındaki(6km. uzaklıkta) Şoytepe harabeleri olduğu
sanılmaktadır. Eskiden Yesi şehrini de içine alan büyük bir bölgenin merkezi
konumunda idi. Daha ilerde bulunan Savran’a kısa bir yürüyüşle varılırdı[119].
Adına ortaçağ müelliflerinden Ibn Havkal, el- Istahrî ve el-Makdisî’nin
eserlerinde “Şâvağar” şeklinde rastladığımız bu şehir hakkında pek fazla
bilgiye sahip değiliz. Üzerinde geniş çaplı arkeolojik araştırmalar yapılmamış
olmasından dolayı şehrin tarihçesi ve önemi konusunda da bilgi sahibi değiliz.
Sadece Şavgar şehrinden Otrafdan bir kervan yolunun geçtiğini biliyoruz.
el-Makdisî bu şehir hakkında “Şavağar büyük ve idari sahası geniş bir şehirdir.
Etrafında sur vardır. Camisi çarşısının kıyısındadır"der. Otrar’la Yesi
şehri arasında olduğunu bildiğimiz bu şehir, bölge merkezi olarak Yesi’nin
şöhret kazanmasından sonra önemini kaybetmiş olabilir. Bazı araştırmacılar
bugünkü Türkistan şehrinin Şavgar olabileceği kanaatindedirler. Fakat Yesi’nin,
Şavgar dahilinde daha sonra kurulan yeni bir şehir mi yoksa eski Şavgar’m yeni
adı mı olduğu konuda kesin bir bilgiye sahip değiliz. En azından tarihî Şavgar
sanılan Şoytepe harabesinin bugünkü Yesi şehrinden 6 km. uzaklıkta olduğunu
biliyoruz. Şavgar şehri yerinde bugün Şoytepe adında 100-150 civarında nüfusa
sahip bir köy vardır[120].
XIV. yüzyılın sonları ve XV. yüzyılın başında yapılan Ahmed Yesevî türbesi
şehre büyük şöhret kazandırmıştır. Orta Asya’nın dinî merkezi haline gelen Yesi
şehri bu sayede gelişmeye başlamış ve daha sonraları Türkistan Hanlarının baş
şehri vaziyetini almıştır. Bu gelenek XV-XVL yüzyıllarda kurulan Kazak Hanlığı
için de geçerlidir. Kazak hanlarından Abılay Han’ın baş şehri olmuştur.
Siyasî-kültürel önem kazanan Yesi şehri aynı zamanda Orta Asya Hanlıkları
arasında paylaşılamayan bir şehir olmuştur. Yesi şehrinin Timuriler,
Şeybâniler, Kazak Hanlığı ve Harzemşahlar döneminde önemli bir siyasî ve ticarî
merkez olduğu kesindir. Şimdi de Yesi- Türkistan bölgesindeki diğer şehirlerden
bahsedelim.
Kaşgarlı
Mahmud’a göre “Karaçıık” Farab’ın adıdır. Bu da (Farab) Bilad al-Guziya’nın
adıdır”[121].
Burada müellifin izahını doğru anlamamız gerekir. Çünkü burada bahsedilen
Farab, daha önce bahsettiğimiz el-lstahrî ve Ibn Havkal’ın işaret ettiği Arış
nehrinin Sır Derya’ya döküldüğü yerde bulunan Farab’la aynı değildir. Çünkü
onların gösterdiği Farab, Oğuz bölgesinin güney ucundaki vilayetin adıdır,
merkezi de Keder şehridir[122].
Kaşgarlı’nın
bahsettiği Karaçuk şehrinin yerine gelince, bunun Sabran ile Yesi (Türkistan)
şehrinin arasında olduğu anlaşılmaktadır. XIX. yüzyılda düzenlenmiş olan Rusça
büyük bir coğrafya haritasında Yesi (Türkestan) şehrinin batısında Sır Derya’ya
akan nehrin Karaçık adını taşıdığı görülmektedir[123].
Kaşgarlı’nın kaydettiği Karaçuk şehrinin isminin o zamanlarda ismi Karaçuk
Dağları olarak bilinen günümüzdeki Kara Dağ yörelerinin isminden gelme ihtimali
de vardır. Karaçuk ise Farab ile birlikte bu dağ boyunca kuzeyde Sugnak’a
kadarki Oğuz mamurelerini içine alan bir bölgenin adı olmalıdır[124].
Rus
vesikalarında da Karaçuk şehri, Sibirya’dan Orta Asya’ya giden kervan yolu
boyunda, Türkistan’a 5 km mesafede gösterilmektedir. Arkeolojik kazılar
sonucunda Karaçuk Türkistan şehrinin kuzey-doğusunda, şehre 8 km. mesafede,
Karaçuk nehrinin kenarında yerleşmiş olan “Törtköl-ll”(Törtgöl) ismi verilmiş
eski şehir kalıntıları ile aynı olarak bildiriliyor.[125]
Şehir kalıntıları, eni 20 m. olan kurumuş nehirle ayrılan iki kısımdan
oluşmaktadır. Batı kısmı dörtgen ve boyu 4-5 metrelik duvarla çevrilmiştir.
Surun her 25-30 metresinde yerleştirilen kulelerden bugün sadece genel görünümü
0,5 m yüksekliğindeki tepe kalıntıları kalmıştır. Şehrin kuzey duvarı 120 m,
kuzey-batısı 60 m, batısı
130 m, doğusu
120 m’dır. Şehrin bu kısmının giriş kapısı kuzey-batısında bulunmaktadır[126].
Toprak altında bulunan çanak çömleklerin VIII-XVIII. yüzyıllara ait olduğu
sanılmaktadır. Bu da bize şehrin yaşadığı dönemi göstermektedir.
Yesi bölgesine
dahil diğer bir şehir Karnak (veya Qarnak)şehridir. Kaşgarlı Mahmud’a göre
Karnak Oğuz şehirlerinden biridir.[127]
Söz konusu şehir hakkında İslâmî kaynaklarında herhangi bir bilgiye
rastlanmamaktadır. Z. V.Togan Türk İli haritasında Karnak’ı Yesi’nin kuzey
batısında, 2 konak mesafede göstermiştir[128].
Karnak şehri Yesi (Türkistan)’deki A. Yesevi türbesinde bulunan “kazan”ın
yapıldığı yer olarak bilinmektedir. Karnak’ın Yesi (Türkistan) şehrinin 25 km.
kuzeyinde, Ata-Bay adlı bölgedeki Işkan ile aynı şehir olduğu da söyleniyor[129].
Savran’la Yesi
arasındaki kervan yolu üzerindedir. Şehrin günümüzdeki arkeolojik tespiti
şöyledir: Şehir sadece 150 x 100 m. genişliğinde, 1,5-2,5 metre yüksekliğinde
bir tepeden ibarettir. Diğer kısımları sonradan yapılmış olan yeni inşaat
sebebiyle yok olmuştur[130].
Bu şehir de
Yesi bölgesine dahil olup, bugüne dek aynı ismi muhafaza etmektedir. Günümüzde
lqan büyük bir kasabadır. Bu tarihi şehir hakkındaki
bilgilerimiz
Özbeklerden Abdullah Han’ın Yesi’ye yaptığı sefer münasebetiyle verilen
haberlerden ibarettir. Bu seferi anlatan Hafızî Tınış, 1582 yılında Abdullah
Han’ın askerleri Türkistan’a doğru ilerlerken yolda lqan şehrinden geçtiğini
söyler[131].
Şehir IX-XII. yüzyıllarda canlı bir hayata sahip olup, bugünkü Türkistan
şehrinin 18 km doğusunda bulunuyordu. Tarihî şehir Kara-lqan harabeleri bugünkü
lqan kasabasının merkezindedir. Bu, yüksekliği 5-6 metrelik bir tepedir.
Şehirde caminin olduğu anlaşılmaktadır.
Sabran da,
Kaşgarlı Mahmud’un Sepren dediği Oğuz şehridir[132].
Divân’da aynen şöyle geçiyor: “Sepren: Oğuz şehirlerinden birinin adıdır. Halk
“Sapran” der. Halbuki, Türk dilinde (sad) harfinin yeri yoktur”.[133]
Bu şehir hakkında Islâm coğrafyacılarının eserlerinde de az çok bilgi
verilmektedir, el- Idrîsî’ye göre “Sabran sulh zamanında Oğuzlar’ın anlaşma ve
ticaret yapmak için geldikleri bir şehirdir” idi[134].
Müellif eserinin bir başka yerinde “Şaş nehri, Cend şehrine iner. Bu nehir Türk
ülkelerinden inen nehirlerin toplanmasıyla meydana gelir. Bu nehirler Özkent
yanında toplanır. Buna başka akar sular karışır. Hepsi toplandıktan sonra
akarak Ahsiket’e varır. Oradan Hocend, Binket, Sütkend şehirlerine uğrar ve
Farab’a akar. Sabran hududunu geçtikten sonra Oğuz Türklerinin ülkesinin
kıyısında bulunan bir bozkırdan akarak el-Karyet el-Hadise’nin 3 mil uzaklığına
varır. el-Kayret el-Hadise’den 2 konak uzaklıkta Harezm Gölü’ne dökülür”[135].
Ibn Havkâl’a
göre “Sabran Oğuzların sulh ve müzakere için geldikleri, sulh zamanında ticaret
yaptıkları bir şehirdir. Şaş nehrinin ana kolu Türk ülkesinde Özkent
hudutlarından çıkar... Sabran hududunu geçince Oğuz Türklerinin yurdunun
kenarında olan bir bozkırda akar”[136].
el-Makdisî
Sabran şehrinin Türk geleneğinde bir “ordu” kalesi olmayıp ancak “büyük ve
etrafı birbiri içinde Yedi surla çevrili bir şehirdir. Rabazı(rıbat) surlar
içindedir. Camisi iç şehirdedir. Burası Oğuzlar ve Kıpçaklara karşı cephedir.
Turar (Otrar), Zarah ve Savran’ın arkasında Türkler tarafındaki bir rustakın
şehridir. Burası küçük ve müstahkemdir”[137]
demektedir.
el-lstahrî ve
el-Makdisî gibi X. yüzyıl müelliflerinin verdiği bilgiler ile arkeolojik
bulguların karşılaştırılması sonucu yapılan tespite göre, Sabran şehri, orta
Sır Derya kıyılarında yer almakta olup, Gök Türk devrinde kurulmuştur.
Arkeolojik tespite göre Sabran, Suğnak şehrinin güneydoğusunda, Sır Derya’nın sağ
sahilinde bir tepe üzerine inşa edilmiş olup 800 x 550 m. ebadında kuleli surla
çevrilmiştir.[138]
Şehrin iki büyük kapısı hâlâ yerinde durmaktadır. Surun etrafında derinliği 1-3
m. kadar, genişliği 15-20 m. su hendekleri bulunmaktadır. Sabran’ın çok köşeli
şekli şehrin Oğuz devrinde inşa edilmiş olması ihtimalini destekler. Şehrin
içinde birbirini dik kesen sokaklar ve mahalleler bulunuyordu.
Sonraki
tarihlerde bu şehrin Ak Ordu’ya bağlı olduğunu görüyoruz. 1387-88 yılları
arasında Toktamış’la yapılan savaş esnasında bu şehir Timur’un sınır kalesini
teşkil ediyordu. Bilindiği gibi, Savran, Samaniler zamanında zengin bir ticaret
şehri olarak, Oğuzlarla Müslüman tüccarları arasında ticaret yapılan bir yer
idi. Daha sonraki zamanlara ait verilere göre, XVI. yüzyılda Savran’da 200 Hint
esiri tarafından açılmış arklar vardı[139].
Ark sistemiyle su dağıtma usulünün daha eski devirlerde de mevcut olduğu
anlaşılıyor. XI-XIII. yüzyıllarda Moğollar’dan önceki devirlerde, Savran
gerilemeye yüz tutmuştu. Tarihçiler bu şehrin Cengiz Han Moğolları tarafından
alındığını belirtirler. 1254’de büyük Moğol Hanı Mengü’yü ziyaret eden Ermeni
kralı Hetum, Beşbalık’tan Otrar’a dönerken, Sır Derya boyunda bir çok şehirden,
bu arada Savran’dan da geçmiş ve bu sonuncunun büyük bir şehir olduğunu
belirtmiştir[140].
Sitgün(Sütkent),
Kaşgarlı’ya göre “Oğuz şehirlerinden biridir”[141].
Bu şekli ile bu ada başka kaynaklarda rastlanmıyor. F. Sümer’e göre “Sitkün”ün
X. yüzyıl coğrafyacılarında geçen Sütkent olması muhtemeldir. Sütkent, Farab
yöresine yakın bir yerde, Sır Derya’nın sol kıyısında bulunmakta olup, bugün
harabeleri mevcuttur. Bu şehirde bir cami olduğu biliniyor. Sütkent yöresinde
X. yüzyılın ilk çeyreğinde kalabalık sayıda Müslüman Oğuz ve Karluklar’ın
vardır.[142]
Hudûdu’l-âlem Özkent (Uzgend) nehrinden bahsederken: “Uzgend(Özkent),
Halluh(Karluk) dağının arkasından çıkar ve Uzgend, Bad Ahsikent, Hucend ve
Benaket şehirlerinden ve Çay sınırlarının aşağısından geçer. Sonra, Cend ve
Huvara sınırına kadar aşağıya iner. Sütkent, Parab(Farab) ve birçok
kasabalardan geçip Harezm denizine dökülür”[143]
demektedir, el-ldrisî ise Şaş nehrinden bahsederken: “Bu nehirler Özkend
yanında toplanır. Buna başka akar sular karışır. Hepsi toplandıktan sonra
akarak Ahsıket’e varır. Oradan Hocend, Bunket, Sütkend şehirlerine uğrar ve
Farab’a akar”[144]
demektedir.
Kaşgarlı’nın
yuvarlak haritasında Sütkent yazılmamıştır. Fakat biz Hudûdu’l-Âlem’de ve
el-ldrisî’de bahsedilen nehirlerin Sütkent’den geçip Farab’a doğru aktığına
göre söz konusu şehrin Şaş ile Seyhun nehrinin Orta yatağında bulunduğunu
tahmin ediyoruz. Sütkent’te, biri büyük ve diğeri de küçük olmak üzere,
duvarlarla çevrilmiş iki harabe vardır. Araştırmacılar tarafından, bunlardan
büyüğüne Sütkent-I ve küçüğüne Sütkent-ll adı verilmiştir. Sır Derya’nın sol
kıyısında bulunan büyük şehir, 900 x 800 m. ebadında bir kaledir. Kulelerle ve
kalın duvarlarla çevrilmiştir. Surların kuzey batısında, çok güzel tahkim
edilmiş bir iç kale vardır. Gerek iç kale ve gerekse dış surlar, hendeklerle
muhafaza edilmiştir.[145]
Sütkent-ll ise 240 x 200 m. ebadında, duvarları çok kalın olarak yapılmıştır.[146]
Araştırma esnasında elde edilen bulgulara göre, Karluk ve Oğuz çağında geniş
bir şekilde iskân edilen bu şehir, zamanımıza kadar gelmiştir. Sütkent
civarında Oğuzlar’dan sonraki döneme ait bir çok harabe mevcuttur.
Sır Derya’nın aşağı kısmına dahil şehirler arasında
Suğnak(Sunak), Cend, Barçınlığ Kent, Aşnaz ve özkent(Uzkent)ten
bahsedilmektedir. Oğuz- Kıpçak dönemine ait bu şehri XIX. yüzyılın sonu ve XX.
yüzyılın başlarında V.
Barthold, V. Kalaur, P. Lerh, Yu. Yakubovsky gibi
tarihçiler incelemiştir. Suğnak şehri Sır Derya’nın sağ tarafında yer alır.
Tarihi kaynaklarda bazen Sunak adı ile de anılmaktadır[147].
Burada ilk arkeolojik kazı işlerin yapan P. Lerh olmuştur. Bu çeşit
araştırmalar daha sonra 1899 yılında V. Kalaur tarafından devam ettirilmiştir.
Yapılan araştırmalar neticesinde şehrin su ihtiyacı, Arış nehrinden açılan ve
adına “Tümen” denen arık ile getirilmiş sudan gideriliyordu. Tarihi şehrin
harabeleri arasında uzunluğu 1000 metre, yüksekliği 15 metre civarında dörtgen
biçimindeki kaleyi görmek mümkündür. Bugünkü Türkistan haritasında Suğnak
Tömenarık’dan 10 km uzaklıkta Sunak-Korgan adıyla gösterilmektedir. Suğnak
şehrinden bahseden ilk yazılı kaynak Hudûdu’l-âlem’de şehrin adı “Sunan”
şeklinde kaydedilmiştir[148].
Suğnak adı XI. özellikle XII. yüzyıl kaynaklarında her şeyden önce Harizm
tarihi ile ilgili olarak sık-sık anılmaya başlar. Harizm hükümdarı Harizmşah
Atsız’dan (1127-54) başlayarak, Harizmşah Muhammed’e (1200-1220) kadar bütün
hükümdarlar bu şehirler grubunu Harizm topraklarına ilhak etmek için
çalışmışlardır[149].
1219’da Cengiz
Han’ın büyük oğlu Cuçi’nin kumandası altında Moğol ordusu Sır Derya boyunda
ilerlerken, Suğnak’ta ciddi bir mukavemetle karşılaşmıştı. Kaynakların
yazdıklarına bakarak, Suğnak’ın XIII. yüzyılın başında büyük bir şehir olduğunu
çıkartabiliriz[150].
Cuçi’nin elçisi olarak gönderilen Haşan Haci adlı Müslüman gelip şehrin
muharebesiz teslim edilmesini teklif edince, sağlam surlarına güvenen Suğnak
ahalisi, Cengiz Han’ın yanında ticari ve diplomatik hizmetlerde bulunan bu
elçiyi öldürmüşler ve Moğollara karşı ciddi ve çetin bir mukavemet
göstermişlerdi[151].
Bunun sonucunda Suğnak ahalisinin büyük bir kısmı öldürülmüş, şehir uğradığı
yağma ve yangın sonucu ıssız kalmıştı. Sonraki yüzyıllarda şehir çok sönük bir
hayat sürdürmüştür. Moğollar’ın tahribinden sonra şehir hakkında ilk haberi
Ermeni kralı Hetum verir. Hetum, buradan 1254’de geçmiş ve şehrin adını
“Sıngak” biçiminde kaydetmiştir[152].
Suğnak XIV.
yüzyılda, Ak Ordu Ulusu’nun büyümesiyle kalkınmaya başlamıştır. Urus Han
zamanında Suğnak adına artık başşehir olarak sık-sık rastlanır[153].
Urus Han’ın en eski sikkelerinin 728’de (1327) Suğnak’ta basılması, bu devirde
Ak Ordu’nun siyasî hayatında onun ne kadar büyük rol oynadığını gösterir. Urus
Han ve Toktamış devirlerinden itibaren Suğnak (Sığnak) durmadan büyümeye
başlar. Şehir artık yalnız ticaret merkezi veya kale değil, büyük inşaatlar
yapılan, güzel süslü bir başşehir olmuştur. Arkeolojik kazılar neticesinde
Suğnak’ta XIV. yüzyılın sonuna ait mükemmel bina kalıntıları ortaya
çıkarılmıştır.
XV. yüzyılın
ilk yarısında Suğnak adına, Mâverâünnehir bölgesinin hükümdarı Uluğ Bek
(1409-1449) ile Urus Han’ın torunu Ak Ordu hanı Barak arasındaki ilişkiler
dolayısıyla kaynaklarda sık-sık tesadüf edilir. Suğnak bir süre Uluğbek’in
hakimiyeti altına dahi geçmiştir. XV. yüzyılın 30-40.yıllarında Özbek Hanı
Ebu’l-Hayır, Sır Derya’nın aşağı kısmını ele geçirmiş, Suzak ve Uzkent ile
birlikte Suğnak’ı da hakimiyeti altında almıştır[154].
Orta Asya’da
tarih sahnesine Şeybanî Han’ın (1500-1510) çıktığı yıllarda da Suğnak’ın adına
oldukça sık rastlanır. Şeybanî Han XV. yüzyılın 80. yıllarında Burunduk Han’la
savaşmış ve Sir Derya boyundaki birtakım şehirleri almış, bu arada Suğnak’ı da
ele geçirmiştir. Suğnak için Burunduk’la girişilen savaşın tafsilâtını anlatan Şeybanî-name’ye
göre şehir o zaman çok iyi tahkim edilmişti[155].
Aynı şekilde
Fazlullah b. Ruzbihan da eserinde, Suğnak’ı, Deşt-i Kıpçak’ın en son kurulan ziraat
şehri olarak belirtir. Bu şehrin eskiden çok güzel, içinde her çeşit meyvenin
yetiştiği, yemyeşil bir yer olduğunu ve etrafında çeşitli yapıların bulunduğu
bir ticaret merkezi idiğini kaydeder. Şehrin nüfusu o kadar çok idi ki, pazara
her gün beş yüz deve yükü odun getirilse bile akşama kadar satılıp biterdi[156].
Buna ilaven
müellif: “Bu şehir Sır Derya bölgesinin en uzak şehri olup, ekilip-dikilen ve
sulanan topraklar burada sona erer ve kuzeyde çöl başlar” der. Yazar şehrin
önemine, ona, “Bender-i Deşt-i Kıpçak”, yani “Kıpçak Bozkırı’nın Benderi”*adını
vererek işâret etmektedir[157].
Rus
kaynaklarında Suğnak şehrinin adına ilk olarak, XVI. yüzyılın ortasında kaleme
alınan “Kniga Bolşogo Çerteja” adlı eserde rastlanmaktadır[158].
Şimdi bahsedeceğimiz
şehirler Sır Derya’nın aşağı kısmındaki Oğuz şehirlerinin en eskileri olan Yen
Kend, Cend ve bu iki şehir arasında daha sonra ortaya çıktıkları anlaşılan
Barçınlığ Kent, Aşnaz ve Özkent’tir. İlk olarak Yeni Kend hakkında bilgi
verelim. Islâm kaynaklarında “el-Karyet el-Hadîse” ve Farsça “Dih-i Nev”
denilen söz konusu şehir, Oğuzların hükümet merkezi olmuştur. Oğuzlar’ın burayı
X. yüzyılda yurt edindikleri anlaşılmaktadır. Kaşgarlı Mahmud’a göre “Türk
ülkesi Yeni Kend’den başlar. Yeni Kend’in bir adı da Dizruyin’dir. Sarılığı
dolayısıyla “Bakır Kale” denmektir. Burası Buhârâ’ya yakındır[159].
Yeni Kend, Çin
kaynaklarından Yüen Shih(Yüen Tarihi)’de “Yang Chiehkan” şeklinde
zikredilmiştir. Çin kaynaklarına göre Yeni Kend, Türklerin yeni şehirlerinden
biri olup, Sır Derya’nın güneyinde Aral’dan 15 mil uzaklıktadır[160].
Islâm
coğrafyacılarından Ibn Havkâl’a göre “Şaş nehrinden el-Karyret el- Hadise’ye,
Türklerle Müslümanlar arasında sulh olduğu zamanlarda erzak taşınır. el-Kayret
el-Hadîse’de Müslümanlar da bulunur. Yalnız burası Oğuzlar’ın baş şehridir.
Kışın burada Oğuzların hükümdarı oturur. Buranın yakınında Cend ve
Huare(Huvare) bulunur. Zikredilen bu üç şehrin en büyüğü el-Karyet
el-Hadîsedir. Burası Harezm’den 10 konak, Farab’tan 20 konak uzaklıktadır[161].
Söz konusu
şehir hakkında el-ldrisî’de geçen bilgiler Ibn Havkâl’ın aynısıdır. Yeni
Kend’in yerleştiği coğrafi alanı tam olarak tespit edecek olursak, Sır
Derya’nın Aral Gölüne eski dökülme noktasının kuzeyinde ve şimdiki dökülme
noktasının güneyinde, Kuman(kuan) Derya dökülme noktasının ise kuzeyinde, üçgen
şeklinde ve ucu güneye bakan bir yarım ada şeklindedir. Bu yarım adanın
bataklık ve sazlık çevresinde Tolstov[162]
tarafından yapılan arkeolojik araştırmalarda Oğuz yabgusunun başkenti
Yeni Kend (bugünkü Can Kent) ile bir kaç surlu şehir ve kale harabeleri
bulunmuştur. Yeni Kend ile Kök-Kesene ve Kök Kale’de de Tolstov araştırma
yapmıştır. Islâm kaynaklarında, Yeni Kend’in Arapça ve Farsça adlarının
kıdemine dayanarak, bu şehrin İslâmiyet’ten sonra kurulduğu sanılıyordu.
Halbuki Yeni Kent ve diğer iki şehirde yapılan araştırmalar[163]
bu şehirlerin alt tabakasının belki Milattan sonraki ilk yüzyıllara ait izler
taşıdığını göstermiştir. Bu şehir, Eftalitler devrinde pek önemsiz bir iskan
yeri iken, V. ve VIII. yüzyıllar arasında yani Gök Türk ve Türgiş döneminde
gelişerek büyümüştür[164].
Yeni Kend,
Kök-Türk devrinde muhtemelen yeniden inşa edilmiş, aşağı-yukarı doğu-batı
yönünde, gayr-i muntazam bir (T) harfi şeklinde bir surlu şehir idi. Şehrin
doğu-batı yönünde uzunluğu 375 m kadar, eni ise doğuda 300 m, batıda 225 m idi.
Şehrin ortasında, doğu-batı yönünde bir büyük cadde ve bu caddeye dik olarak
sokaklar boyunca evler dizilmişti. Muhtemelen hükümdar ordugâhı olan iç kale,
şehrin kuzey-batı köşesinde bulunuyordu. İç kalenin avlusunda da, birbirini dik
olarak kesen sokaklar vardır[165].
Şehrin dış
surları, şimdiki yıkık vaziyetten anlaşıldığına göre, en az 8 m yüksekliğinde
idi. Doğu duvarını Tolstov nispeten yıkılmamış halde bulmuştu. Doğu duvarının 3
metre kadar yükseklikteki alt kısmı 40 x 40 x 9 cm ölçülerinde, dar tuğlalar
ile, duvarın üst kısmı ise 1,35 boyunda “pahsa”[166]
ile örülmüştü. Doğu duvarının aşağı yukarı ortasında bulunan çift kapı,
içeri girmeyi zorlaştıracak tarzda inşa olunmuştur. İç kapı, dış kapıya dik olarak,
şehrin doğu duvarından açılmıştır. “Amut giriş” denen bu tarz girişte düşman
yandan içeriye girdiği için, kendini kalkan ile koruyamamakta idi[167].
Bu şehir
hakkındaki bilgilere daha çok Moğol Istilâs’ını anlatan kaynaklarda
rastlamaktayız. Barçınlığ kent’in yeri tam olarak bilinmemektedir. Bu konuda
değişik görüşler mevcuttur. Cengiz Han’ın seferlerini anlatan Alaaddin Ata
Melik Cuveynî’nin “Cihângûşâ”sında Moğol askerlerinin hareketi anlatılırken,
onların önce Sığnak’ı aldıktan sonra Cend şehrini, sonra Barçınlığ Kent ile
özkent’e doğru yürüdüğünü, sonra Aşnaz (veya Asnas) şehrini aldığını yazar[168].
Bu bilgilere bakarak, şehirlerin bir birlerine çok uzak olmayıp, Sır Derya’nm
aynı tarafında yer aldıkları söylenebilir. V. V. Barthold ise, Barçınlığ
Kent’in ismini Barçın Derya’ya vermiş olabileceğinden, şehrin yerini Akmeşit
civarından aramak gerektiğini söylemiştir[169].
Son zamanlarda yapılan araştırmalar, kurumuş bulunan Barçın Derya’daki
Barçın-Kız mezarı ile bağlantılı olarak yürütülmektedir. Bu yerde ilk araştırma
yapan, diğer aşağı Sır Derya şehirlerinde de olduğu gibi, V. Kallaur olmuştur.
Barçınlığ Kent
ile ilgili kaynaklarda geçen bilgilere gelince, bunlardan Ebû’l-Gâzi Bahadur
Han’ın “Şecere-i Terâkime”sinde diğer Orta Asya (Sır Derya) Oğuz devri “Dede
Korkut” destanı kahramanlarının yanında Alpamış, onun eşi ve bir bahadır kızı
olan Barçin’den bilhassa bahsedilmektedir[170].
“Oğuz boyunda beylik yapan kızlar” adını taşıyan eserinin son
başlığında Ebu’l-Gazi “iyi tarih bilen ihtiyarlar ve bahşiler’e atfen yedi
kızın bütün Oğuz boyuna hâkim olup, bir çok yıllar beylik sürdüklerini”
yazmaktadır[171].
Barçınlığ Kent hakkında F. Sümer’de geçen bilgileri özetlersek şöyledir: Sır
Derya kıyılarında Oğuzların göçebe olarak yaşadıkları ve Kaşgarlı Mahmud’ta
belirtilmeyen daha pek çok şehir, kasaba ve köy vardır. Bunlardan biri
Barçınlığ Kent’tir. Bu şehrin adına XIII. yüzyıldan önce rastlanmaz. Bu şehir
Moğollar tarafından fethi sırasında Suğnak ve Özkent’ten sonra zikredilen
üçüncü şehirdir[172].
Arkeolog Kallaur
burayı ilk ziyaret ettiğinde(1899) mavi renkli süslemeli olan bir kümbet
görmüştür. 1927 yılında burayı ziyaret eden Yakubovsky, çökmüş olmasına rağmen
Kök Kesene’nin çini işleme bakımından şaheser bir anıt olduğunu belirtmiştir.
Bu anıt yerli Kazak halkın tarafından “Kök Kesene” adı ile anılmaktadır. Daha
sonra buralarda S. Tolstov da araştırma yaparak “Oğuz şehirleri” adlı
makalesinde anıtın mimarisi konusunda etraflıca bilgi vermiştir[173].
Ayrıca V.V. Barthold’un eserlerinde de şehrin adı ile ilgili değişik görüşlere
yer verilmektedir[174].
Yukarıda
bahsettiğimiz Kök Kesene veya Sırlı Tam harabelerinin 400 adım doğusunda Aşnaz
şehrinin harabeleri yatmaktadır. Burası da Moğol askerleri tarafından işgal
edilerek yıkılmıştır. Burada araştırma yapan Kallaur’ın ifadesine bakılırsa,
Aşnaz Sır Derya’nın sol tarafında Akarık’ın aşağı kısmındadır. F. Sümer Aşnaz’ı
Barçınlığ Kent’ten daha batıda Seyhun’un sol yakasındaki şehir olarak kaydeder[175].
Bu şehrin harabelerinin, bugünkü Kazan istasyonundan 30 mil uzaklıktaki kuru
çaydaki yer olduğu sanılmaktadır.
Cend, bir Oğuz
şehri olup, Kaşgarlı’nın haritasında gösterilmiştir. Bu, Selçük Bey’in başkent
edindiğini bildiğimiz şehirdir.[176]
Şehir Sır Derya’nın aşağı vadisinin az güneyinde, Kuvan Derya’ya yakın bulunan
bugünkü Can kale harabeleri yerindedir. Cend, Moğol devrinde de bir merkez
olduğundan, eski şekli çok değişmiş bulunmaktadır. Oğuzlar’a ait olan Cend
yakınlarında Sağ Dere adlı bir mevki olduğu gibi, Ribatat adlı bir yerin de
olduğu kaydedilmektedir[177].
Bunlardan başka, Sır Deryan’ın orta ve güney kıyılarına doğru bir çok Oğuz
şehirleri ve kasabaları vardı. XIII. yüzyıldaki Moğol İstilâsı zamanında Oğuz
şehirlerinin çoğu tamamen yıkılmış ve burada yaşayan halk da dağılmıştır.
Buraya kadarki
çalışmamızda Sır Derya yöresi ve boyunda kurulan şehirler konusunda bilgi
vermeye çalıştık. Yaptığımız incelemeleri özetlersek, XI. yüzyıldan sonra Türk
ülkesinde şehir hayatı daha da gelişmiş ve hattâ yeni şehirler kurularak
çoğalmıştır. Kaynakların kifayetsizliğine rağmen XII. yüzyılda ticari
faaliyetlerin çok arttığı, maddî ve manevî hayatın geniş çapta ilerlemeler
kaydettiği, sönük kasaba ve köylerin büyük ve kalabalık şehirler haline
geldikleri anlaşılmaktadır. Şehirlerin kuruluşu konusunda çok kere
karşılaştığımız şehirlerin Soğdlular tarafından kurulmuş olabileceği görüşüne
karşı, Kaşgarlı Mahmud eserinde geçen şehirlerin Türkler tarafından kurulduğunu
ve Iranî kavimlerin Türk şehirlerine sonradan gelip yerleştiklerini ileri
sürmektedir. Müellifin verdiği bu bilgide muhakkak gerçek payı vardır. Çünkü
Kaşgarlı bu olayları kendi zamanında da görüp işittiği için bu hususu
belirmiştir. Orta Asya’daki siyasi istikrar Çin, Moğolistan ve İtil havzası ve
hatta Ortadoğu ülkeleriyle yapılan ticaretin gelişmesi, Sır Derya boylarındaki
şehirleri kalabalık ve hareketli şehirler haline getirmiştir. X. yüzyılda
Oğuzlar’ın ancak üç şehri var iken, XIII. Yüzyıla gelince bunlara Savran,
Karaçuk, Karnak, Suğnak, Süt Kent, Barçınlığ Kent, Özkent ve Aşnaz şehirleri
eklenmiştir. Bununla beraber adlarını bildiğimiz fakat yerlerini tam olarak
tespit edemediğimiz yerleşim yerleri Ribatat(Aşnaz yakınlarında), Kuyuk Kale ve
Kuyuk Kesken Kale, Kum Kale[178]
ve Zangar-Kale gibi aşağı Sır Derya şehirleri de vardır. XI-XII. yüzyıllarda
Türk medeniyeti âdeta altın devrini yaşamıştır. Çalışmamız sırasında da
göreceğimiz gibi, bu devirde şehirlerdeki zanaat, ziraat, sanat ve mimarî;
yapılardaki gelişmeler ve onların göstergesi olan, şaheserler araştırmacılar
tarafından takdir edilmektedir. XIII. yüzyıldaki Moğol İstilâsı bu gelişen Türk
dünyası üzerine bir kara bulut gibi çökmüştü. Yukarıda bahsettiğimiz
şehirlerden bazıları savaş sonrası varlıklarını sürdürdüyse de, çoğu bir daha
toparlanamayıp harabeye dönmüştür. Bunları ispatlayan bir çok kaynak mevcuttur.
Bunlardan birinde 1245 yılında Papa’nın temsilcisi olarak Moğolistan’a giden
Plano Carpini Sır Derya’ya ulaştığında sayısız şehir harabeleri ile
karşılaşarak hayret ve dehşet içinde kalmıştır[179].
Kaynaklar dışında Moğol istilâsı’nın akıbetini günümüzde bile hissedebiliriz.
Çünkü bu ortaçağın kültür merkezleri şehir ve kasabalarından büyük çoğunluğunun
hatta hepsinin şimdi ya yeri belli değil veya harabe halindedir.
X. YÜZYILA KADAR SIR DERYA YÖRESİNİN TARİHİ
Önceki bölümde
Sır Derya havzasının coğrafi tanıtımı, tarihçesi ve bölgedeki yerleşim yerleri
ile şehirlerden bahsedilmişti. Şimdi de Sır Derya havzasının X. yüzyıla kadar
olan siyasi durumu konusunda kısaca bilgi verelim.
Daha önce de bahsettiğimiz gibi haklarında
kaynaklardan bilgi bulabildiğimiz Sır Derya yöresinin ilk sakinleri İskit veya
Saka(M.Ö. VII-
y.y)kavmidir. Pers kralı Darius’a ait olan
Behistun(Bihsütün) kitabesinde Iskitlerin üç grubundan söz edilmektedir. O,
Iskitleri Saka Haumavarga (hauma içkisini üretenler), Saka Tigrakhauda (sivri
şapka giyen Sakalar) ve Saka Tiay para daray (denizin ötesindeki Sakalar) diye
isimlendirmektedir.[180]
Bunlar kendi başlarına birer konfederasyon teşkil ediyordu. Pers ve Grek
kaynaklarında Massagetler diye adlandırılan Saka Tigrakhauda kavimler birliğinin
M. ö. VII-IV. yüzyıllar arasında Sır Derya havalisinde yaşadıklarını görüyoruz.
Saka Tigrakhauda konfederasyonuna mensup olan Massaget ve Yaksart[181]
kavimleri: Gök Denizin(Aral Gölü) güney ve kuzey-doğu bölgesinde, Sır Derya’nın
güney sahilindeki topraklarda yaşıyorlardı. Konfederasyonun diğer üyelerinden
olan Dai veya Dahai kavmi aşağı Sır Derya bölgesi ve Aral Gölü’nün etrafını
yurt edinmişti. Abi kavmi ise: Karadağ yamaçları ve Sır Deryan’ın orta kısmında
yaşıyorlardı.[182]
M. Ö. II.
yüzyılda komşuları olan Hunlar’ın baskısıyla Çin’in kuzey bölgesinden göçmek
zorunda kalan Yüeçiler Sır Derya bölgesine doğru göç etmiştir. Onların
hareketiyle Orta Asya’da büyük bir “Kavimler Göçü” ortaya çıkmıştır. Yüeçiler
önüne çıkan Saka Tigrakhauda’ları yerlerinden ederek güney-batı istikametine
doğru göçmek zorunda bırakmıştır[183].
Saka Tigrakhauda’ların büyük bir kısmı kendi vatanlarında kalarak, Yüeçilerle
birleştiler. Daha sonra Yüeçiler de VVusunlar (Vusunlar) tarafından yenilgiye
uğratılınca, bölgedeki Yüeçi ve İskit kavimleri Vusunlar, Kanghlar ve
Alanlar’ın siyasi birliğine dahil oldular.[184]
Bundan sonra
Sır Derya bölgesinin büyük bir kısmı Kanglıların etkisi altında kalmıştır.
Kanglı[185]adıyla
M. Ö.lll. yüzyıldan itibaren karşılaşmaktayız. Kaynaklarda onların yaşadığı
esas saha Orta Sır Derya bölgesi ve Karatav’ın batı yamaçları olarak
gösteriliyordu. Bizans elçisi Zemarhos 568 yılında Türk Kağanı Dizabol’a
gittiğinde, Hazar Denizi ve Aral Gölü arasındaki topraklar üzerinden geçmiştir.
O, bu toprakların Kanglıların yönetiminde olduğunu yazmaktadır.[186]
Kanglılar daha sonra VI-VII. yüzyıllar arasında Batı Türk Kağanlığına tabi
olmuşlardı.
Daha önce de
bahsettiğimiz gibi M.ö.ll. yüzyılın sonuna doğru parçalanan Saka Tigrakhauda
toprakları olan, aşağı Sır Derya ve Aral Gölü’nün batısındaki (bugünkü Batı
Kazakistan) topraklarda Alan birliği ortaya çıkmıştır. Alanlar uzun müddet
Kanglılara tabi olarak yaşamışlar ve Kanglılar zayıflamaya yüz tutunca bağımsız
olmuşlardır.[187]
yüzyılın ikinci yarısına gelindiğinde, Yedisu ve Güney
Kazakistan, Kore’den Kara Deniz’e kadar uzanan geniş topraklar üzerinde hakim
olan Gök Türk Devletinin sınırları içine girmişti. Kağanlık VI. yüzyılda Doğu
ve Batı olarak ikiye ayrılmıştı. Sır Derya havalisi bu tarihten sonra Batı Türk
Kağanlığının hakimiyet sahası olmuştur. Bu tarihten itibaren Sır Derya bölgesi
gelişmeye başlar. Çünkü M.ö. İL yüzyıl ortalarından itibaren ticaretin can
daman haline gelen “İpek Yolu”nun Çin’den Fergana vasıtasıyla batıya ulaşan
eski kısa yol güzergâhı VI-VIL yüzyıllarda buralardaki çatışmalar yüzünden
Yedisu ve Güney Kazakistan topraklarına kaymıştır. Bu da söz konusu bölgede
yarı göçebe ve yerleşik hayatın daha da gelişmesine, şehirlerin büyümesine ve
çoğalmasına sebep olmuştur. [188]
Batı Gök Türk
Devleti VIII. yüzyılda zayıflamış ve Türgiş’ler tarafından ortadan
kaldırılmıştır. Bundan sonra Sır Derya havalisinin Türgiş’lerin eline geçtiğini
görüyoruz. Bu arada Islâm dinini yaymaya çalışan Arap orduları Mâverâünnehiri
fethederek, Sır Derya ve Yedisu bölgelerine yeni seferler yapmaya başlamıştı.
Fakat Arap ordusu bu yolda Türgişler’in şiddetli mukavemetiyle karşılaşmıştır.
Bu konuda Islâm müelliflerinden Yakut el- Hamevî, Abbasîlerden halife Hişam’ın
Türk hakanın Islâm’a davet için bir heyet gönderdiğini yazmaktadır. Bu hakanın
kim olduğu bilinmemekle beraber, davetin sonucu hakkında da kesin bir bilgiye
sahip değiliz. Ancak bu şahsın o zamanlar Türkistan’ın en kuvvetli devleti olan
Türgiş Devletinin kağanı Sulu olabileceği doğrultusunda bir görüş vardır[189].
Türgişlerin
Orta Asya’daki siyasi üstünlüğü Karluklar’ın isyanı dolaysıyla son buluncaya
kadar, Sır Derya’nın ötesindeki Türk ülkeleri Iç- Asya kervan yolu üzerindeki
İktisadî hakimiyetini korumuştur. Ancak, Karluklar’ın 766 yılında Türgiş
Devletine son vererek, kendi devletini kurmaları sonucu, Islâm orduları
Samanîler hükümdarları döneminde Sır Derya’nın orta mecrasına kadar Taşkent,
Isficab ve Şavgar üzerine seferler düzenlemeye başlamıştır.[190]
Samanîlerin, Türk ülkelerine karşı yaptıkları seferler bazen çetin mukavemetle
karşılaşılmasına rağmen akınlar devam ettiriliyordu. Nitekim 905 yılında Islâm
hududu Balasagun’a kadar uzanmış, hattâ bu şehir bile Samanîler’in hakimiyetine
geçmişti. IX. yüzyılın ortalarından itibaren gelişen askeri, ticari ve dini
münasebetler neticesinde Türkler büyük gruplar halinde Müslüman olmaya
başladılar. IX. yüzyılın ikinci yarısında Sâmânîler hakimiyetine geçmiş olan
şehirlerin(Talas, Isficab) halkının çoğunluğunun Müslüman olduğu söylenebilir.
Ancak büyük kitlelerin Müslüman olmaları X. yüzyıl ve sonrasında vukubulmuştur.
Yukarıda bahsettiğimiz olaylar sonucunda Sır Derya havalisindeki şehirler ve
yerleşik mekanlarda Islâm dinini yaymaya çalışan dervişler ve tüccarlar
çoğalmıştır.
İslâm
müellifleri IX. yüzyılın ikinci yansından itibaren Sır Derya bölgesinde
Oğuzlar’ın varlığından bahsetmektedirler. Bu bilgilerden, Yedisu topraklarında
Kartuklarla komşu Oğuz boylarının, onların baskısına dayanamayıp, daha da
batıya, Sır Derya bölgesine kaymak zorunda kaldıkları anlaşılıyor. Sır Derya
yöresinin uzun bir müddet Oğuzlar tarafından iskan edildiğini ve yukarıda
bahsettiğimiz şehirlerin çoğunun Oğuz şehirleri olduğunu hatırlarsak
“Oğuzlarının Tarihi”nin konumumuz açısından ne kadar önemli olduğu anlaşılır.
VIII-IX. yüzyıllar, Orta Asya Oğuz boyları tarihinde önemli bir dönemi teşkil
etmektedir. Bu dönem hızlı bir şekilde Oğuz konfederasyonunun kurulduğu ve IX.
yüzyılın sonları ile X. yüzyıl başında Sır Derya Yabgu Devleti’nin buna
dayanarak teşekkül ettiği bir dönemdir. Şiddetli iktidar kavgaları sırasında,
766 yılı sonrasında Oğuzların önemli bir kısmı, Yedisu toprakların bırakıp Aral
sahilleri tarafına gelmiştir. Ancak, Oğuz beylerine Sır Derya yöresi ve Aral
civarı bozkırlarında siyasi bir otorite kurmak hemen nasip olmamıştır. Oğuzlar
ancak IX. yüzyılın ortalarına doğru bölgede yaşayan Kangar-Peçenek[191]
boylarını mağlup ettikten sonra bu bölgeleri ele geçirebilmiş ve Sır Derya
bölgesi IX. yüzyılın sonunda Oğuz yurdu haline gelmiştir.
SIR DERYA BÖLGESİNİN SOSYAL VE İDARÎ DURUMU
Sır Derya
bölgesindeki etnik ve sosyal yapıdan bahsedilirken Sır Derya bölgesine komşu
Mâverâünnehir bölgesinden de bahsetmek durumundayız. Bilindiği üzere etnik
unsurların tüm belirtileriyle tanımlanabildiği yer şehirlerdir. Bu sebeple
araştırmamız sırasında daha öncede bahsettiğimiz Sır Derya şehirleri olan Yesi,
Savran, Sayram(lsbicab), Otrar, Sunak ve diğerlerinde yaşayan etnik unsurlardan
bahsedeceğiz. Mâverâünnehir’in gelişmiş olan Buhârâ, Semerkant gibi
şehirlerinin Sır Derya bölgesinin kültürel gelişiminde olduğu kadar, etnik
yapısı konusunda da çok büyük tesiri olmuştur.
Bu bölgede
yaşayan etnik unsurlardan bahsederken, öncelikle IX-X. yüzyıllardan başlayarak
XIII. yüzyıla kadar olan zamanı mevzubahis edeceğimizi söyleyelim. IX. yüzyıldan
önce bölgede kimlerin yaşadığı konusuna daha önceki bölümde değindiğimiz için,
teferruata girmeden, genel bir bilgi verdikten sonra, yazılı kaynakların,
seyahatnâmelerin, coğrafi eserlerin yazıldığı IX-XL yüzyıllardan bahsedeceğiz.
Kaynaklardan
da anlaşıldığına göre Ceyhun’un Turan tarafı yani Sır Derya bölgesi çok eski
devirlerden itibaren bir Türk ülkesi idi. Etnik unsur konusunda da
Maverâünnehir ve diğer Ceyhun civarı şehirleri Semerkant ve Buhârâ’da olduğu
gibi, tartışmasız bir şekilde, ağırlıklı olarak Türklerin yaşadığı çoğunluk
tarafından kabul edilmektedir. Kaşgarlı Mahmud da Beykent’ten itibaren bütün
Mâverâünnehir’in Türk ülkesi olduğunu belirtmektedir[192].
Kaşgarlı
Mahmud ayrıca milattan önceki yıllardan beri Mâverâünnehir’in bir Türk ülkesi
olduğunu, sonraki dönemlerde yerleşen kanlıların burayı bir Acem memleketi
haline soktuğunu belirtmektedir[193].
Araştırmacıların
bazıları bu konuda şöyle önemli bir noktaya dikkat çekerler: Ortaçağ Islâm
müelliflerinin eserlerinde yer alan “Arzu’l-Guziyye”, ’Arzu’l-Becenekiyye”,
“Dîz-i Alanân” ifâdesiyle Strabon ve Batlamyus’ta geçen yer adlarının büyük bir
benzerlik göstermesi Mâverâünnehir’in ilk sakinlerinin Türk kavimlerinden
Aslar, Peçenekler, Alanlar ve Oğuzlar olduğunu göstermektedir[194].
Vâhân, Bedahşan, Fergana öteden beri Oğuzların; Şaş, Saganiyan ve Harezm
yöreleri ise As, Peçenek ve Alanlar’ın en eski yurtları arasında yer almıştır[195].
Bu doğrultuda meşhur Rus arkeologu S. Tolstov’un da dikkate değer gözlemleri
olmuştur. Araştırmacının uzun süre bölgede yaptığı incelemeler sonucunda
vardığı nokta, Sır Derya bölgesinin eskiden beri Oğuz yurdu olduğu ve bölgenin
etnik gelişiminde, bu unsurun kendini ağırlıklı olarak hissettirmiş
bulunduğudur[196].
Bu konuyu Sır Derya Oğuzları bölümünde etraflıca ele alacağımız için burada
ayrıntılara girmiyoruz.
Amu Derya çok
eski devirlerden beri Türklerle kanlılar arasında sınır olma özelliğini
sürdürmüştür. Türklerle kanlılar arasında vukubulan savaşlar sonucunda kanlılar
zaman zaman Mâverâünnehir bölgesini geçerek, oralara yerleşmiş ise de Sır Derya
ve ötesi hep Türklerin yaşadığı bölge olarak kalmıştır. Amu Derya ve ötesine
geçmeyi ve yerli halkla karışmayı başaran İranlIların daha ileriye yani, Sır
Derya bölgesine çok sayıda geçmeleri mümkün olmamıştır. Buna rağmen bazı şehirlerde
İranlIların mevcudiyetini de görüyoruz. Ticaret amacıyla geldikleri bu yerlerde
yerleşerek kalan bu İranlIlar zamanla Türkleşmiştir. Meselâ buna
Isficab(Sayram) bölgesinde yaşayan Soğdular ve Tacikler örnek gösterilebilir.
Sır Derya
bölgesi ile Mâverâünnehir’in eskiden Türk yurdu olduğu fikri destekleyenler
arasında Z. V. Togan da bulunmaktadır. Ona göre, Sır Derya ve Amu Derya
havzalarında Yunanlılar’ın Massaget ve Daha dedikleri kavimler yaşıyordu.
Bunlar pek eski zamanlardan beri Sır Derya ve Amu Derya kıyıları ile Aral gölü
etrafında ve Hazar denizinin doğusunda yaşayan Türkmenlerin Peçenek, Kun ve
Oğuzların, belki de Eftalit, Kank ve Karlıkların ataları olabilir[197].
Sır Derya
bölgesinde yaşayan diğer bir Türk kökenli etnik grup olan, Kanglar daha önce de
bahsettiğimiz gibi, Sır Derya havzasında varlıklarını sürdüren yarı göçebe
Türklerindendir. Diğer kavimlere nazaran medeni hayat sürdürdüklerini
bildiğimiz Kanglar, Karluklar’a ve Oğuzlar’a akraba bir kavim sıfatı ile “Keng”
yahut “Kank” ismi altında tanıdığımız, Kazakça Kangh kabilesinin ceddi
diyebileceğimiz bir kabiledir. Kanklar Peçenek, Oğuz ve Kıpçaklar’a yakın bir
kavimdir. Kaynaklarda da bu görüşü doğrulayan bilgiler bulunmaktadır. Araplar
Karluklar’a akraba bir kavim sıfatı ile ismini “Kencîne” yazdıkları bir
kabileyi “Gök Türkler”den önce Mâverâünnehir’e hakim olan Türklerden
saymışlardır. X. yüzyılda Buhârâ’nın doğusunda aynı adla bir küçük kabileyi
görüyoruz[198].
Ortaçağ
coğrafi eserlerinden Hududu’l-Âlem’dede Kencineler’den bahsedilmektedir[199].
Bu kabileler Mâverâünnehir, Sır Derya havzası, Şaş ve Fergana taraflarında
oldukları kadar, Zerefşan ve Kaşka Derya havzalarında da yaşamıştır. Bundan
dolayı bu bölgelerde Türkçe köy ve kanal adlarına tesadüf olunmaktadır[200].
Doğu ve Batı
Türkistan’da medenî hayata geçerek yerleşen ve şimdiki kent Türkleri’nin
oluşumunda büyük bir payı olan ve Türk adını kabile ismi olarak taşıyan kabile
“Türk-Türgişler” olmuştur. Onların asıl vatanının Issık göl mıntıkasındaki
Asgar dağlarının olduğu anlaşılmaktadır. Oralarda yaşayan diğer bir kavim de
Uysunlardı. Issık göl civarında yaşayan bu kavimlerin ataları Çin sanatını
yaşatan şahsiyetler olarak tarihte anılmaktadır. Bunlardan Barısganlılar[201]
çinicilik, nakkaşlık, demircilik ve marangozluk gibi sanatları iyi biliyorlardı.
Bu hususta el-Birûnî’nin eserinde XI. yüzyılda Çin taklidi ayna ve kazanların
yapıldığına fakat bu sanatın Barısganlar’da artık sukut etmiş olduğuna dair
bilgiler bulunmaktadır[202]
Araplar
geldiği sırada Zerefşan havzasında hakim ahali sıfatı ile “Türk” ve “Soğd”lular
ile beraber “Türgişler” de gösterilmektedir. Sır Derya bölgesi ve
Mâverâünnehir’de kökü Türk olmayan halk Soğdlulardır. Nerede ise Ceyhun
bölgesinin asıl sakinleri sayılacak kadar eski devirde kalabalık bir şekilde
yerleşen bu halkı tanımak için, önce onların menşei hakkında kısaca bilgi
verelim. Sonra onların Sır Derya bölgesi üzerinden Orta Asya’nın içine doğru
ilerlemesi konusunda bilgi edinelim. Aynı zamanda, bu ilerleyişin Sır Derya
bölgesinin etnik yapısı konusunda, her hangi bir etkisi olup olmadığı konusunu
da ele alacağız.
Siyasi ve
kültürel tarihte çok kere karşılaştığımız “Iran-Turan” ibâresi bu iki milletin
eski devirlerden beri bazen barışık ve bazen de savaş halinde yaşadıkları
gerçeğini göstermektedir.
Yukarıda
bahsettiğimiz Türkistan’ın Türk kökenli halkı dışında, varlıklarını sürdüren
yabancıların Türkistan’a gelişi ve yerli halkı oluşturması çok eski tarihlere
aittir. Türkistan’daki etnik unsurlardan bahsederken, bu mevzua açıklık
getirmek çok önemlidir. Çünkü Mâverâünnehir ve bilhassa Sır Derya ve ötesinde
yaşayan ve hâlâ da yaşamakta olan halkın, etnik yapısını araştırmamızda ve
anlamamızda, bu bilgilerin yararı büyüktür. Onun için bu kökü Türk olmayan
halkın Türkistan’a gelişi hakkında kısaca bilgi edinmek yerinde olacaktır.
Aryânî
kavimlerin batıdan gelerek Türkistan’a girmeleri M.Ö. 2000 yıllarında başlamış
ve son bin yılın sonunda gelişmiştir. Bunlar Hazar Denizi, Gürgan nehri ve M.Ö.
1700 yılında Hindistan ve kuzey Afganistan’a gelerek yerleşmişlerdir.
Aryânîler’in Türkistan’a gelen kısmı Mâverâünnehir’de yerleşen Soğdlar ve
Khorezmliler olmuştur[203].
Aryânîler’in Türkistan’a gelişi hakkında el-Bîrûnî’de geçen bilgi dikkate
değer. Müellifin naklettiği Harezm rivâyetine göre, Aryânîler “bir Türk
hükümdarının müsaadesiyle” gelerek kendi adlarını verdikleri ülkeye M.Ö. 1292
yılında yerleşmişlerdi. Bu rivâyetin al-Mukaddesî’de geçen versiyonunda
“Harezmliler’in 400 bekar olarak geldiği ve hükümdarın onları 400 Türk kızıyla
evlendirdiği ve böylece, kanlılar ve Türklerden oluşan melez bir kavmin ortaya
çıktığı” şeklinde anlatılmaktadır[204].
Bu
rivayetlerden de anlaşıldığı üzere, her iki durumda da, bir etnik karışımın söz
konusu olduğu ortaya çıkmaktadır. Rivâyetlerden tarihi gerçeklere gelince,
Mâverâünnehir ve Sır Derya bölgesine gelen Soğdlular o zamanlar bu bölgedeki
siyasi hakimiyeti ellerinde tutan Massaget zümresine iltihak etmiştir. Kuzey
Afganistan’a yerleşen Baktryalılar ise, İran’ın bir parçası haline gelmişti.
Türkistan’a gelen ilk Aryanî unsurlar olan Soğdlular ve Harezmliler dışında
Aslar ile Baktryalılar da vardı. Bunlardan bizim konumuzla ilgili olan yani Sır
Derya bölgesi ve komşusu Mâverâünnehir’de ağırlıklı olarak yaşayan ve bu
bölgenin etnik yapısının oluşumunda da aktif rol oynadığı anlaşılan
kavim(Aryânîler) Soğdularıdr. Haklarında pek fazla bilgiye sahip olmadığımız,
Harezmliler ise XIII. yüzyılda Moğollar devrinde dağıtılarak, tamamen
Türkleştirilmişti. Bunların dilleri Iran dilinden farklı olup, Harezm dilinde
yazılan bazı eserler, bugün İstanbul kütüphanelerinde muhafıza edilmektedir[205].
Soğdlulara
gelince; bunlar Avrupa’dan - bir bölümü Kafkasya-lran yoluyla, diğer bir bölümü
de Kırım ve Hazar Denizi’nin kuzeyinden geçerek - Türkistan’a gelmişti.
Kırım’daki Sudak ve Gürcistan’daki eski Soğdbil şehri ve yerleşim adları
onlardan kalma bir izdir. Sır Derya bölgesinde Soğdluların çoğunlukla orta Sır
Derya bölgesi ve Isficab’ta yaşadıkları anlaşılmaktadır. Soğdluların esas
kısmı, Buhârâ ile Semerkant arasında, Soğd Ülkesi veya Sogdiyana adı verilen
bölgede yaşamışlardır[206].
Bununla
beraber Soğdlular Kazakistan’ın Yedisu bölgesi ve Çu havzasında da varlıklarını
sürdürmüştür. Bunların günümüzdeki Özbeklerle Kazaklar arasında yaşayan
Sunaklar veya Sugnaklar’ın ceddi olması da muhtemeldir. Bu Soğlulara Türkler
“Sugdak” demiştir. Bunlar ticarette mühim rol oynamıştır. İpek Yolu güzergâhı
boyunca her yere ticari seferler düzenleyen Soğdlular, “Türkistan’ın
Yahudileri” sayılmıştır. Tarihe bakınca görüyoruz ki, Soğdlular siyasi
hakimiyete malik olmamışlarıdır. Bu onların kendilerini tamamen ticarete vermiş
olmalarından kaynaklanmıştır. Gök Türkler zamanında Soğd kökenli bazı
kimselerin zaman zaman idare işlerine karıştıkları da görülüyordu[207].
Bu istisna edilirse Soğdlular umumiyetle tüccar sıfatı ile karşımıza çıkıyor.
Ticaret hayatında Soğdluların rolü o kadar mühimdi ki, Türkistan’ın nerede ise
tüm sermayesi onların ellerinde idi.
Soğdluların
diline gelince, onların kendi dilleri dışında hem Türk hem de Fars dillerinde
konuştukları anlaşılmaktadır. Soğdca, Farsça’dan tamamen değişik bir dildir.
Fakat zamanla Soğdlular Türk ve kanlılar arasında azınlık olarak yaşadıkları
için ya Türkleşmişler veya Tacikleşmişlerdir[208].
XX. yüzyılın başlarında, Soğdlular, Zerefşan havzasının yukarı kısımlarındaki
“Yagnub” ırmağı kıyısındaki Yagnub adındaki küçük bir yerleşme biriminde Tacik
uruğu şeklinde eski dillerini kısmen koruyarak yaşamışlardı. Bunlar dillerini
büyük ölçüde XI-XII. yüzyıllarda unutmuşlardı. Araplar ilk buralara geldikleri
sırada Buhârâ ve Semerkant civarındaki Soğdluların kendi dillerinde
konuştukları kaynaklardan anlaşılmaktadır[209].
Dilciler tarafından incelenen Yagnub dili birkaç gruba ayrılmaktadır.
Aralarında da bir kısım farklılıklar mevcuttur. Buna rağmen Soğd dilinin
muhtelif şivelere ayrıldığını ve Sayram şehrinin ahalisi olan Soğdluların da
değişik bir şiveyle konuştuklarının söyleyebiliriz.
Sır Derya
bölgesi ahâlisinin Türk kökenli olamayan Soğdlulardan sonraki diğer etnik
unsuru da Tâciklerdir. Tacik kelimesi ve anlamı hakkında muhtelif görüşler
mevcuttur. V. V. Barthold, Z. V. Togan gibi tarih ilminin önemli şahıslarının
yapıkları incelemeler sonucunda, bu kelimenin Türkistan’a gelen ilk Araplara
verilen bir isim olduğu ortaya çıkmaktadır. Çünkü erken dönem kaynaklarında
Arap ismi geçmemektedir. Onun yerine Orhun Türk abidesinde de Araplar “Tezik”
adı ile anılmaktadır[210].
Türklerden
alarak Çinliler de Araplara “Daşik” demişlerdir. Fakat Araplar Türkistan’a
geldikten bir-iki asır sonra, bu isim umumiyetle “Müslüman” anlamında
kullanılmaya başlamıştır. Bu yüzden de, Türklerin en çok tanıdığı Müslüman
olarak XI. yüzyılda artık yalnız “Farsça konuşan lranlılar”a bu isim verilmeye
başlamıştır[211].
Umumiyetle
Arapların gelişi ile hızlanan kanlıların Türkistan’a yayılışı, Sâmânîler
döneminde daha da artmıştır. Bu artış kısa zamanda Türkistan’da Farsça’nın
yayılmasına sebep olmuştur. İslâmiyet’in yayılması döneminde de bu süreç hızlı
bir şekilde devam ediyordu. Türkistan’da Islâm’ı yayanların büyük ölçüde Iran
kökenli olması da bu işi etkilemekte idi. Bu dönemde yukarıda bahsettiğimiz
Soğdlular büyük ölçüde Farsça konuşan “Târiklerle” karışarak kendileri de
Tacikleşmiştir. Kaynaklar Arapların Türkistan’a ilk geldiklerinde, elli bin
Arap ve Tarik ailesini Türkistan’a hicret ettirdiklerini ve onları Fergana ile
Şaş(yukarı Sır Derya bölgesi) taraflarına yerleştirdiklerini yazar. Sonraki
yıllarda da bunu takiben İran’dan bu bölgelere bir çok göçler olmuştur. Bu
konuda el-lstahrî’de, el-Mukaddesî’de ve Ebu Ishak el-Nedîm’in “Kitab
ül-Fihrist”nde bilgi verilmektedir[212].
Türkistan’da ve bilhassa Mâverâünnehir’de Iranlılaşma süreri o kadar hızlı
gelişmiştir ki, Mâverâünnehir’e “Irân şehir” de dendiğini yukarıdaki ortaçağ
kaynaklarından öğreniyoruz.
Hakikaten,
XI-XII. yüzyıllar Türkistan tarihinde adeta Türkçe ile Farsça’nın mücadele dönemi
gibidir. Kendi yüzyılında olan bu olayları, Kaşgarlı Mahmud eserinde şöyle
özetliyor: “Mâverâünnehir bir Türk ülkesi idi, şimdi tamâmen bir Acem ülkesi
gibi oldu”[213].
Bu
değişiklikler kendini sadece bölgenin etnik yapısında göstermemiş, aynı zamanda
dil ve edebiyatta da derin etkisini hissettirmiştir. Bu yüzyılda yaşayan
edipler, şairler ve düşünürler Türkçe’ye musallat olan bu büyük tehlikeyi
görebilmişler ve bunu engellemek için, Kaşgarlı Mahmud “Divan-ı
Lugat’it-Türk”ü, Ahmed Yesevî ”Divan-ı Hikmet”i, Balasagunlu Yusuf Has Hacib
“Kutadgu Bilig”i yazma ihtiyacını duymuşlardır.
Aynı zamanda
araştırmakta olduğumuz bölge ve yüzyıl açısından kaynak mahiyetini taşıyan bu
eserlerin, her birinde vukubulan bu değişmeler açıkça hissedilmektedir. Sır
Derya bölgesinin kültürel ve İktisadî hayatı hakkında mühim bilgiler içeren bu
kaynaklar ve bunların verdiği bilgilerin ehemmiyeti, araştırmakta olduğumuz
bölgede veya ona yakın yerlerde kaleme alındığı için ve müelliflerinin de
bizzat o coğrafyalarda yaşamış olmalarından dolayı, bir kat daha artmaktadır.
Dinler konusu
da ayrıca üzerinde duracağımız bir mesele olmasına rağmen, Grek-Baktrya
zamanında Fergana’ya gelen Tacik unsurunun, kendilerinden önce buralara gelen
Soğd kavmini adeta yutmuş ve Türkistan’da Zerdüşt dininin yayılmasında aktif
rol oynamış idiğini de burada zikretmeliyiz. Eski Buda merkezi olan Buhârâ da
Zerdüşt dini merkezi haline gelmiştir. Fars medeniyeti Buhârâ, Semerkant ve
Hocent gibi şehirlerde o kadar kökleşmişti ki, gerek Samanîler gerek Karahanlılar
döneminde ve daha sonraları buralara gelerek yerleşen Araplar da, Türkler de
Farslaşıyorlardı. kanlılar bu bölgedeki Türk unsurunu ne kadar değiştirdilerse,
aynı şekilde Türkler de İranlIların adet, örf, dil ve simaları üzerinde o
müessir olmuştur. Bu gibi karşılıklı etkileşme tesiri, daha sonraki zamanlarda
her iki halk üzerinde kendi sonuçlarını göstermiştir. Mesela, bugün Türkçe
konuşan Hokand, Mergilan, Taşkent ve Sayram ile XX. asrın 20-30. yıllarına
kadar Farsça konuşan Ura-Tepe, Hocend ahalisi arasında dil farkı vardır. Bu
şehirlerde yaşayan Tacikler köylerde yaşayan Taciklerden farklıdır. Bu
yüzdendir ki, Özbekistan Özbekleri arasında iki çeşit Özbek mevcuttur. Taşkent
Özbekleri ve Buhârâ, Semerkant özbekleri. Taşkent Özbeklerinin âdet, dil ve hatta
simâlarında Türk unsuru ağırlıklı iken, Buhârâ özbeklerinin dil ve âdetlerinde
de Fars unsuru ağırlıklıdır. Buhârâ Özbeklerinin dili Farsça’ya, kültürleri de
Tâciklere yakındır. Iran ve Türk halitasını teşkil eden şehir Tâciklerinin
şivesi, bilhassa Buhârâ ve Semerkant şehirlerinde bünye bakımından asıl
Farsça’dan epey uzaklaşmıştır[214].
Sır Derya bölgesine gelen Tâcikler ise, zamanla dil ve etnik açıdan kaynaşarak
bazıları Özbek, bazıları da Kazak olmuştur. Tâcik-Soğdluların dil ve
âdetlerinin bazı örnekleri belki günümüzdeki Kazak- Özbek halklarının adetleri
içinde mevcuttur. Tabii ki, yer-su adlarında da bunun örneklerin görebiliriz.
Belki, Kazaklardaki üç cüz’e girmeyen, yani kökü Kazak olmayan uruğlar
arasındaki Sunaklar da bu kökten gelmektedir. Çünkü Sunakların da
Kazaklardan(Türklerden) değişik bir çok âdet-örfleri olmasına rağmen, o
bölgenin eski halklarından sayılmaktadır(yâni bir yerden göç ederek gelme
değil).
Yukarıda
bahsettiğimiz Türk olmayan etnik unsurlar arasında Türkistan’da yaşayan bir
başka halk ta Şartlardır. Her ne kadar önceleri bu isim bir etnik grubu
bildirmeyip, ticaret yapan tüccar anlamına geliyoridiyse de, daha sonraki
zamanlarda Iran kökenli halka atfedilmiştir. İlk zamanlarda Türklerin genel
“tüccar” anlamında kullandıkları bu kelimenin Türkçe’ye Hint dilinden geçtiği
anlaşılmaktadır[215].
XI. yüzyıla
kadar bu anlamda kullanılan Şart kelimesini Türkistan’a Budda dinini yaymak
amacıyla gelen misyonerlerin beraberinde gelen tüccar Hintliler getirmiş
olmalıdır. Bu yüzden, Hint tüccarları ile alış-veriş yapan Türkler, onlar için
“Şart” kelimesini kullanmıştır. Zamanla ticaretin büyük ölçüde Hintlilerden
kanlılara geçmesi ve Türkistan’daki tüccarların daha çok Iran kökenli
olmasından dolayı, aynı kelime bu defa kanlılar için kullanılmaya başlamıştır.
Bu yüzden XI. yüzyıl sonrasında Moğollarla Türkler arasında “Şart” kelimesi kan
asıllı bir halk grubunun etnik ismine dönüşmüştür. Araştırma bölgemiz olan Sır
Derya bölgesinde de bu etnik unsuru, daha çok yukarı Sır Derya Taşkent bölgesi
civarı ve orta Sır Derya’nın medenî ahalisi arasında görmekteyiz. Günümüzde
Kazakistan’ın güney bölgesindeki özbeklere Şart ta denmektedir. Bu isim onlara
kan kökenli halkla karıştıkları için mi, yoksa sırf ticaretle uğraştıkları için
mi verilmiştir bilinmemektedir.
Z. V. Togan’ın
“şart” kelimesi ve onun bir etnik unsura dönüşmesini anlatan şöyle bir ifadesi
vardır: “Türklerle karışan veya Türkçe bilen kanlılar veyahut Farsça konuşan
Tâciklerle düşüp kalkan ve kan medeniyeti tesirinde bulunan Türklere “Şart”
demişlerdir[216].
Göçebe Türkler tarafından da pek sevilmediklerini bildiğimiz Şartları Togan
“göçebeler nazarında ticaretle uğraşmak en diğersiz iş sayıldığından “şart”
aynı zamanda tahkir edici bir kelime sayılmıştır” diye özetlemektedir[217].
Bu durum son zamanlara kadar pek değişmemiştir. Çünkü Kazak veya Özbeklere Şart
denildiğinde, o kimselerin bunu çok aşağılayıcı buldukları müşahede
edilmektedir.
Önceleri
ticaretle uğraşan yabancılar için kullanılan bu kelime, XIV-XV. yüzyıllarda
tarih sahnesine çıkan ve Orta Asya ile Sır Derya bölgesinde de büyük yankı
uyandıran Nakşibendî tarikatına giren insanlar için de kullanılmıştır gibi
görüş vardır. Bu dini akım esas olarak, Soğd-Tacik halklarının maneviyatından
ileri gelen ve yerli halkın, tüccarın, esnafın ve zanaatkarın ihtiyaçlarını
karşılayan, onlara yönelik bir akımdı. Sır Derya bölgesinde de XV. yüzyılda hızlı bir şekilde
büyüyen ve yerli Türk ahlâk ve ananelerine dayalı eski Yesevi tarikatı veya
Yesevilik akımı ile yer yer çatışmaya başlamıştır. Bu dönemde Nakşibendi
akımına katılan Özbek ve Kazaklara da “Şart” dendiği söylenmektedir[218].
Ayrıca bu iki dini akımın bölgede kurulan Türk Hanlıkları tarihinde de etkisi
olduğu ileri sürülmektedir. Çalışmamızın III. Bölümünde “Sır Derya Bölgesindeki
dini-siyasi akımlar” başlık altında bu konu hakkında teferruatlı bilgi vermeye
çalışacağız.
Türkistan’daki
diğer bir Türk olamayan unsur Yahudilerdir. Aynı zamanda bunlara “Buhârâ
Yahudileri” de denmektedir. Bunların 1916 yılındaki sayısı 26000 civarında
olup, Semerkant, Buhârâ, Türkmenistan ve Fergana’da yaşıyorlardı. Daha çok
Mâverâünnehr’de yaşadıklarını bildiğimiz bu etnik unsurdan bahsetme sebebimiz,
Sır Derya bölgesinin coğrafi açıdan Mâverâünnehirin bir cephesini temsil etmesi
ve dolaysıyla Mâverâünnehr’de vuku bulan her türlü olayların Sır Derya
bölgesine de yansımasından dolayıdır. Sır Derya bölgesinde çoğunluk olarak
yaşamadı iseler de, Yahudiler XX. yüzyılın başlarına kadar Taşkent’in en önemli
pamuk ticaretini ellerinde bulundurmuştur. Tarihçesine gelince, bunlar
Türkistan’da İslâmiyet’in buralara gelişinden öncede yaşıyorlardı. Kendi
inançlarına göre bunlar Asurî padişahları tarafından esir edilerek Horasan’a
sevk edilen Yahudilerin torunlarıdır[219].
Haklarında kaynaklarda pek bilgi bulunmayan bu halk hakkında H. Kurt bunların
bir kısmının Babil Yahudilerinin, az bir kısmının ise Iran Yahudilerinin
torunları olabileceğini söylüyor[220].
Çoğu kaynaklar Yahudilerin bu bölgede varlıklarından haber veriyorlarsa da
ayrıntılı bilgi vermemektedir[221].
Ancak şurası açıktır ki, her yerde olduğu gibi Yahudiler Türkistan’ın da
ticaret hayatında mühim rol oynamışlardır. Bunların İpek yolu güzergâhındaki
Sır Derya şehirlerinde de sıklıkla bulundukları da bir gerçektir. Türkler
arasında Museviliğin yayılmasında diğer dinlerde de olduğu gibi, tüccarların
büyük etkisi olmuştur. Sır Derya bölgesindeki dini akımlar arasında Musevilik
büyük öneme sahip olmasa da, Türkler arasında bu dini kabul edenlerin olduğunu
biliyoruz. Bunların arasında Hazar Türkleri ile Kumanlar da vardır[222].
Türkistan’ın
etnik yapısı konusunda, bilgilerinden istifade ettiğimiz Kaşgarlı Mahmud
eserinde halis Türk olamaya kavimler arasında Tatarları da zikretmektedir.
Bilindiği üzere Orhun yazıtlarında da adı geçen bu isim daha sonra Moğollar
için kullanılmıştır. Kaşgarlı Mahmud’un eserinde halis Türk olmadıkları
söyleyen kavimler arasında geçen Yabakular da Moğol soyundan olabilir. Eğer
böyle ise, Moğollardan bazıları daha müellifin zamanında batıya ilerleyerek her
tarafta Türklerin yaşadıkları yerleri işgal etmişlerdi diyebiliriz[223].
X. yüzyılın
başlarında Moğol kavimlerinden olan Kıtayların kuvvetlenmesi ve Karahanlı
Devleti’nin yıkılmasına sebep olan doğudan batıya vukubulan kavimler göçü
beraberinde bu bölgelere değişik etnik unsurlar da getirmiştir. Kara Kıtaylar
da bu kabiledendir. Sır Derya bölgesinin de kısmen Karahanlı idaresi altında
bulunduğunu hatırlarsak, bu etnik grubun da konumuzla alakalı olduğunu görürüz.
Türkistan’ın
etnik yapısı ve oluşumu bakımından belli bölgelerin rolü mühimdir. Sır Derya
bölgesi de Orta Asya halklarının etnik yapısını oluşumunda önemli yere
sahiptir. Sır Derya bölgesinin bu özelliklerine değinen arkeolog S. Tolstov bu
gerçeği şöyle özetliyor: “Sır Derya sahili boyunca kurulan şehirlerin
araştırılması sonucunda tüm Orta Asya’da vukubulan değişimler ve gelişimler
hakkında ip uçları bulunabilir. Buralarda yapılan araştırmalar da gösteriyor
ki, Sır Derya bölgesinde bir etnik değişim olmamıştır. Burada yaşayan ve
yaşamakta olan halk arasında devam edegelen medenî-kültürel süreç söz
konusudur”[224].
Arkeolojik
araştırma sonuçları Sır Derya bölgesinin asıl sakinleri olan Oğuzların,
sanıldığı gibi Doğudan göç ederek gelmediğini, eski devirlerden
itibaren(iskitler dönemi) bu bölgede yaşadıklarını göstermektedir[225].
Bunlar Z. V. Togan’ın bahsettiği “Kent Türkleri” olmalıdır. Çünkü Z. V. Togan
Türklerde şehirciliğin ve medenî hayatın Aryânîler gelmeden önce de olduğunu
ileri sürüyor. Buna en güzel örnek şehirlerin adlarının aslen Türkçe olmasıdır.
Mesela, Kaşgarlı Mahmud eserinde “Semerkant” isminin asılında Türkçe “Semiz
kent” yani zengin, büyük(semiz) şehir anlamına geldiğini belirtmektedir[226].
Türkistan’ın
etnik yapısındaki çalkalanmalar Sır Derya bölgesinde aynen hissedilmiştir.
Mesela, Orta Asya halklarının etnik yapısını büyük ölçüde etkileyen değişimler
tarih içinde ilk batıdan gelen Aryânîler sebebiyle olmuştur. Bunlar Ahamenid
seferleri ve MakedonyalI İskender seferleridir. İkinci çalkalanma ise, doğudan
batıya olan kavimler göçü nedeni ile olmuştur. Bunları takiben devam eden akınların
arasındaki en etkileyici ve büyük çapta olanı da Moğol İstilâsı olmuştur.
VIII. yüzyılda
Mâverâünnehir’e ulaşan ve buranın medenî bölgelerine seferler düzenleyen
Araplar, Sır Derya ve ötesine tam anlamıyla geçememişti. X-XI. yüzyıllara kadar
süren Islâm’ı yayma hareketleri sürecinde dini öğretme amacıyla ve Islâm
kültürünü tanıtma maksadıyla, Orta Asya ve Sır Derya ötesindeki bozkırlara ve
medenî bölgelere “hocalar” gönderilmiştir. İlk başta bunların çoğu Arap kökenli
iken, daha sonra Iranlı hocalar da bu harekete katılmıştır. Dini öğretme
amacıyla bölgenin her köşesine dağılan bu hocalar zamanla oralara yerleşerek,
yerli halkla karışmıştır. Sır Derya bölgesine de bu amaçla gelen ve yerleşen bu
öğretmenler daha sonra “hocalar”adında bir sınıf teşkil etmeye başlamıştır.
Halk arasında büyük bir saygı ve itibar gören hocalar “Peygamber soyundan”(Arap
oldukları için) olmaları sebebiyle de yerli halktan ayrılmaktadır. Günümüzde
Buhârâ, Horasan ve Güney Kazakistan’ın Yesi gibi şehirlerinde “Hoca” zümresi
vardır. Bunlar dil ve kültür açısından bazı değişik âdetleri olması dışında,
yerli halktan pek farklı değildir. Buna rağmen Kazakların üç cüz’üne
girmiyorlar. Kendilerine de Kazak demiyor; “Hoca”yız diyorlar. Hoca soyundan
geldikleri için kendi aralarında evlilik yaparlar(Kazaklardan kız almaz ve kız
vermezler). Soylarını koruma gibi bir hassasiyetleri vardır. Bunlar kendi
aralarında: Horasanlı Hocalar, Ak Korganlı Hocalar, Diuana(divâne, dilenci)
Hocalar ve Karahanlı Hocalar diye birkaç çeşide ayrılırlar. Bunların içinde
kendilerini Hoca Ahmed Yesevî soyuna bağlayanları da vardır[227].
Bunların dışında Nasab-nâme’den bu bölgede yaşayan ve Peygamberin soyundan
geldiklerini söyleyen “Seyid”lerin de olduğunu öğreniyoruz. Bir zamanlar din
öğretme amacıyla gelen bir öğretmen iken, Hocalar böylece zamanla bir etnik
grup haline gelmiştir.
Moğol-Türk Karışımı Etnik Gruplar
Sır Derya
bölgesini ve Orta Asya’yı derinden etkileyen Moğol İstilâsı sonrasında bu
bölgelerde Moğol asıllı kavimlerin mevcudiyetini görüyoruz. Moğollar Orta
Asya’da Türkler’e nispeten sayıca az ve medenî seviyece de aşağıda oldukları
için çok geçmeden Türkleşmeye başlamışlardır[228].
Böylece daha sonra kurulan Altın Ordu ve ondan ayrılan Kazan, Özbek, Nogay ve
diğer Hanlıkların arasında Türk-Moğol karışımı boylar varlıklarını
sürdürmüştür. Nayman ve Kereyitler[229]
bunlardan bir kaçıdır. Bu gibi kabileler daha sonra oluşan Kazak, Özbek ve
Kırgız gibi halklarla bütünleşerek aynı âdet ve örfü paylaşıyorlardı. Sır Derya
bölgesinde yaşayan halk arasında Cengiz Han soyundan gelen“Töre”ler vardır. Bu
etnik zümrenin bu bölgede bulunmasının başlıca sebebi, Yesi şehrinin tarih
boyunca Hanlıkların merkezi olmasından kaynaklanmaktadır. Ayrıca bir çok Kazak
hanlarının da mezarları Hoca Ahmed Yesevî türbesinde bulunmaktadır. Bu gün orta
ve aşağı Sır Derya bölgesinde yaşayan bu etnik grup ta yukarıda bahsettiğimiz,
Hocalar gibi Kazak cüz’üne girmezler ve kendi aralarında evlilik yaparlar.
XI. yüzyılda
Türk boyları, sosyal hayat bakımından, yerleşik, yarı göçebe ve göçebe hayat
tarzları üzere yaşıyorlardı.
Bu yüzyılda
Sır Derya bölgesindeki sosyal hayat ve sosyal sınıflar hakkında bilgi vermeden
önce bu bölgedeki genel hayat tarzına bir bakalım. Bu konuda da Sır Derya
bölgesinin ahalisi olan Oğuzların hayat tarzını ele alacağız.
Göçebe ve Yarı Göçebe Kavimler
Oğuzlar IX-XI
yüzyıllarda genellikle göçebe hayat tarzını sürdürüyorlardı. Oğuzlar’dan
çoğunluğunun yaşadığı yer Sır Derya nehrinin ağzından orta yatağına kadar olan
kısmının her iki kıyısı ve Aral Gölü’nden Hazar denizine kadar uzanan bozkırlar
idi. Bu bozkırlara Islâm coğrafyacıları Oğuz Çölü ( al-Mafâzât al- Guzziyya)
adını vermişlerdi. Muahhar kaynaklarda Deşt-i Kıpçak bölgesinin bir kısmı
olarak tanıtılan bu sahanın hayvancılığa müsait tabiî bir yapısı olduğu
bilinmektedir. Tarihin ilk devirlerinden beri buralara yoğun bir şekilde gelen
Türk göçebeleri için hayvan yetiştirmeye müsait bir saha olarak bu bölgenin
önem arzettiği muhakkaktır. IX-XI. yüzyıllarda yazılmış olan çeşitli tarihi
kaynaklarda Hazarlar ve Oğuzların bu bölgede feodal şartlara uygun bir şekilde
yüz binlerce büyük ve küçük baş hayvana sahip olarak yaşadıkları
kaydedilmektedir[230].
Eskiden Orta
Asya’nın bozkırlarında göçebeliğin üç ana unsuru mevcuttu. Bunlardan birincisi,
belli bir boy ve aşiretin kendilerine ait olan geniş topraklarda mevsime göre
hayvan sürüleri ile birlikte devamlı göç etmeleri idi. Bu tip göçebe hayatın
özelliği, göç sahasının büyük topraklarda gerçekleşmesi ve bir yerde ikametin
kısa vadeli olmasıdır. Bunun yanı sıra, yarı göçebe ve merali hayvancılık da
mevcuttu. Yarı göçebe hayat yaşayan zümrelerin mevsime göre ilk bahar, yaz ve
sonbahar da yaylaları olmak üzere; kışın da barınabilmek için belirli bir zaman
için kurulmuş yerleşim birimleri vardı. Merali hayvancılığın özelliği yerleşim
birimlerine yakın olup, hayvanların dar otlaklarda güdülür olmasıdır[231].
Geleneksel
bozkır kültürüne dayanan bu üç çeşit hayvancılık göçebe Oğuzlar arasında da
mevcuttu. Oğuzlardın sosyal hayatında daha çok son iki göçebeliğin yaygın olduğu
bilinmektedir. Oğuzların bozkıra yaz ve sonbahar aylarında göç ettikleri
hakkında Arap kaynakları bize bilgi vermektedir. Mes’udî, Oğuzların bir
kısmının, yaz mevsiminde yayla olarak, Ak ve Kara
irtiş
havâlisini kullandıklarını belirtiyor. Yine de, bu nehrin havzası Oğuzlar
tarafından kışlak olarak da kullanılmakta idi[232],
el-ldrisî’nin yazdığına göre Oğuzlar’ın diğer yayla ve kışlakları bugünkü Batı
Kazakistan bozkırları sahası içerisinde idi[233].
el-Mervezî ise
Mâverâünnehir ve Harezm’e yakın bozkırlarda Oğuzlar’ın göçebe hayat
sürdürdüğünü yazar. Son baharda Harezm sınırlarına büyük bir Oğuz grubunun göç
ettiğini el-Bîrûnî de eserinde kaydediyor. Her halde bunlar aşağı Sır Derya’ya
kışlamak için göç eden Oğuzlardı[234].
Bu nehrin iki yakasının göçebe Oğuzlar tarafından her zaman kışlak ve yaylak
olarak kullanıldığı tarihi vesikalardan açıkça görülmektedir. Oğuz Yabğu’ları
Sır Derya’nın ağzına yakın bir yerde bulunan Yeni Kent şehrinde sadece kışın
oturuyorlardı[235].
Yani Oğuz Yabğu’ları kışın buralarda olup, yazın da ona yakın yerlerdeki
bozkırlarda yarı göçebe hayat sürdürüyorlardı.
IX-XL
yüzyıllarda yaşayan Oğuz boyları arasında uzaklara göç eden tipik göçebe Oğuz
grupları da vardı. X. yüzyıl kaynaklarında Oğuzlar’ın yazın ve kışın
hayvanlarının peşinde dolaştıkları belirtilmektedir[236].
el-Mesûdî Oğuzlar’ın İtilin ağzına yakın yerlere gidip kışladıklarını, ırmağın
suyu donunca atlarıyla Hazar ülkesine daldıklarını yazar[237].
el-Bîrûnî de
Mankur gölünün yakınlarına, yani Kimekler’ın yaşadığı sahaya, göç eden Oğuz grupları
hakkında bilgi verir[238].
İhtimal ki, burada kastedilen Oğuz grubu, yazlık olarak Sarı Su nehri ve Ulu
Dağ eteklerindeki geniş meraları kullananlar idi[239].
Dikkate değer
hususlardan biri de, Oğuzlar’ın arabaların üzerine çadır yerleştirmeleridir.
Böyle taşınabilir meskenler bozkırlarda uzun mesafeye göç eden tipik
göçebelerin özelliğidir[240].
Yerleşik ve Yarı Göçebe Oğuzlar
IX-XL
yüzyıllarda Oğuzlar göçebeliğin yanı sıra yarı göçebe ve yerleşik hayat da
yaşıyorlardı. Bazı tarihi bilgiler ve arkeolojik buluntular sâyesinde IX-XL
yüzyıllarda aşağı Sır Derya şehirlerinde Oğuzların yaşadığı sonucuna
varabiliyoruz. Bu Oğuz boyları balıkçılık, tarım ve hayvancılıkla
uğraşıyorlardı[241].
X. yüzyıla ait
yazılı belgelerde Sır Derya havzasındaki yerleşik Oğuz boyları hakkında
bilgiler bulunmaktadır. Meselâ el-Mes’ûdî’nin belirttiğine göre Aral
çevresindeki Oğuzlar göçebe ve yerleşik olarak ikiye ayrılmış olup, onlardan
bir kısmı şehirlerde ve kalelerde, göçebe kısmı ise dağlarda ve bozkırlarda
yaşıyorlardı[242].
Bunun gibi
bilgileri biz Mervezî ve Fahreddin Merverrûzî eserlerinde de
görmekteyiz. Fahreddin Merverrûzî Türklerin bahçıvanlık ve tarımla uğraştığını
da eklemiştir. Herhalde bu bilgiler bize o dönemdeki Oğuzların hayat tarzı
hakkında oldukça sağlam ipuçları vermektedir. Yerleşik Oğuz gruplan hakkındaki
bu bilgilerin dışında el-ldrisî’nin eserlerinden de örnek verebiliriz. “Nüzhet
el-müştâk” da Oğuzların tarımla uğraşan zümrelerinin devamlı şehir ve kalelerde
oturduğu belirtilmektedir. Müellif Darnuh ve Darfu şehirlerinin böyle
şehirlerden sayabileceğimizi söylemektedir[243].
Herhalde burada yaşayanlar göçebeliği terk edip, yerleşik hayatı benimseyenler
ve muhacirler olmalıdır. Yerleşik hayat süren Oğuzlar XI. yüzyılda Sır Deryanın
orta kısmında da mevcuttu. Bunu el-Bîrûnî ile Kaşgarlı Mahmud’un eserlerinden
öğreniyoruz. Onlar Sır Derya yöresindeki Oğuz şehirlerinden ve yaylalarından
bahsetmektedirler. Kaşgarlı Mahmud’un belirttiğine göre, Oğuzların yerleşik
hayat sürdürdüğü yerler Karnak, Sığınak, Sütkent ve Fârâb şehirleridir[244].
Bunlardan
Otrar şehri tarım ile bahçeciliğin geliştiği bir yerdi. Türklerdeki bağ-bahçe
yetiştirme işinin ne kadar geliştiğini anlamamıza imkan sağlayan bu şehir,
Moğol İstilâsı ve Timurlular dönemi tarihçilerinin de eserlerine konu olmuştur.
Babur hatıratında Otrar şehrinin çepe-çevre çeşitli meyve ağaçları ile çevirili
olup, uzaktan bakılınca şehrin bir yeşillikle örtülü olduğunu bildirir[245].
Bölge halkının bu işe büyük önem verdikleri, şehirdeki çok muntazam sulama ve
kanalizasyon sisteminden de anlaşılmaktadır[246].
Sır Derya
bölgesindeki hayat konusunda kısaca bilgi verdikten sonra, şimdi burada yaşayan
boy ve kabilelerin sosyal sınıflarına gelebiliriz.
Her boyun
başında "beg"[247]
unvanlı asilzadeler bulunuyordu. Bu asilzadelerin silah erleri ve yoldaşları da
mevcuttu. Her kavmin asilzadesi gibi, Türk boy begleri de çok varlıklı idiler.
Ibn Fadlân, seyahatnâmesinde Oğuzlar'ın subaşı’sı hakkında, "onun büyük
bir ailesi, kalabalık maiyeti ve pek çok çadırları vardır. Kesmemiz için koyun,
binmemiz için hayvan getirtti." şeklinde bilgi vermektedir[248].
Bölgedeki Kavimlerin Sosyal Yapısı
Eski Türk
toplumu idâre edenler ve idâre edilenler olmak üzere iki tabakaya
ayrılmaktaydı. Toplumda sınıflaşma yoktu. Beyler toplumun sadece idâresinden
sorumlu kesimidi. Türkler yerleşmiş ve köklü bir toplum olarak sosyal
yaşamlarında “oguş” (aile), “boy”(kabile), “bodun” (boylarbirliği, halk,
millet) gibi çeşitli birimlerden meydana gelmekte idi[249].
Türk, sosyal
yapısı temelde aileye dayanıyordu. Türk sosyal hayatı aile ve akrabalık bağları
üzerine kurulmuştu. Aile bütün içtimai bünyenin çekirdeği durumunda idi. Kan
akrabalığı esasına dayanıyordu. Küçük aile tipinin oluşturduğu Türk toplumunda
evlenmeler dışardan olup, evlenen oğullar hisselerini alıp yeni aile kurmak
üzere çıkarlar, baba evi ise en küçük oğla kalırdı[250].
Bu gelenek günümüzde de devam etmektedir. Türklerde ölen erkek kardeşin dul
kalan zevcesi ile kayın birâderlerden her hangi birinin evlenme adeti mevcut
idi. Umumiyetle tek eşlilik vardı. Dışarıya kız vermek ve dışarıdan kız almak
suretiyle akraba sayısını artırmak ve karşılıklı olarak bir birinin himâyesini
ve desteğini kazanmak amacı güdülüyordu. Dışarıdan evlilikten bir başka amaç
da, akraba boylar edinerek, boylar arasındaki yağma ve çapulu önlemek ve böylece
iç barışı sağlamaktı[251].
Bu durum konar göçer hayat yaşayan bozkır kavimlerinin düşman saldırına karşı
bir birlik oluşturmalarını da sağlamakta idi.
Türk sosyal
yapısı hakkında umumi bilgi verirken söz konusu yüzyıllarda Sır Derya
havzasında yaşayan Türklerin de aşağı-yukarı aynı sosyal hayatı paylaştıklarını
belirtelim. Aynı şekilde Oğuzların sosyal hayatı hakkında verilecek bilgiler bu
konuyu aydınlatmamızda yararlı olabilir. Bu konuda bilgi edinmemize büyük
ölçüde yardım eden kaynakların başında, Kaşgarlı Mahmud’un eseri ve Dede Korkut
kitabındaki çeşitli destanların yanı sıra, Türk ülkelerini gezen seyyahların
hatıraları-seyahatnâmeleri gelmektedir. Bunlardan Dede Korkut hikayelerinde
yukarıda bahsettiğimiz Türklerdeki evlilik konusu hakkında “Türklerde tek eşle
evlenme şeklinin geçerli olduğu açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Hikâyelerde
ne kuma’dan ne de ortak’tan söz edilmektedir[252].
Ayrıca Kaşgarlı Mahmud’un eserinde de “ikinci eş” anlamında kullanılan bir
kelime yoktur.
Türk ailesinin
en önemli unsuru kadındı. Türk kadınının asırlar boyunca namus ve iffetine
düşkünlüğü, yerli ve yabancı kaynaklarca zikredilmektedir[253].
Ayrıca Türk töresine göre, kadın itibar sahibi olup, muharebede düşman eline
geçmesi büyük bir zillet sayılırdı.
Bunun örneğine
Türk tarihinin her safhasında rastlamak mümkündür. Antik çağ tarihçilerinden
Herodotos eserinde İskit kadınlarının cesareti ve savaşçı ruhundan bahsederken,
onların erkekler kadar iyi ata bindiklerini ve silâh kullandıklarını söyler[254].
Bununla
beraber Türk tarihi cesurluğu kadar aklı ile ulus yöneten Türk kadınların
varlığını haber vermektedir. Eski Türk toplumunda kadın üzerinde bir kısıtlama
yoktu. Bu dediklerimiz Sır Derya bölgesi için de geçerlidir. Meselâ, Oğuz
ili’nde kadınların cemiyet içinde ne kadar şerefli ve yüksek bir mevkie sahip
olduğunu Ebu’l-Gazi Bahadır Han’ın “Şecere-î Terâkime”sinde geçen şu
bilgilerden de anlayabiliriz. Yazar, Oğuz-nâme’de Oğuz ilin’de bir çok kadının
beylik yaptığı konusunda bilgi bulunduğunu yazar[255].
Türk sosyal yapısında
ikinci unsur “urug” idi. Urug her halde "aileler birliği" mânâsına
geliyordu. Aileler veya uruglar bir araya geldiği zaman "boy"u
teşekkül ediyordu. Türk toplumu yerleşik hayata geçinceye kadar boy düzeni
içinde yaşamıştır. Boyun başında, boydaki iç dayanışmayı muhafaza etmek, hak ve
adaleti düzenlemek ve gerektiğinde silahla boyun menfaatlerin korumakla görevli
bir bey bulunuyordu. Buna göre boy siyası mahiyette bir birlik olup, sınırları
tayin olunmuş bir arazisi ve savaş gücü vardı. Devlet teşkilatlarında görülen
meclislerin küçük bir örneği boyda da vardı. Oğuzların bu çeşit meclislere
“ternek” dedikleri bilinmektedir[256].
Her bir boyun
mülkü ve hayvanları başka boyların sürülerinden rahatlıkla ayırt edilmekte idi.
Her boyun bir ongun’u olduğu gibi birer hususi damgası da vardı[257].
Boyun başındaki beyin dini bir görevi yoktu. Bir siyasi birliğe dahil olmuş
boy'a "ok" deniyordu[258].
Yeri gelmişken
boyu ayakta tutan ve dağılmasını önleyen en önemli unsurun “boy şuuru” olduğunu
belirtelim. Çünkü her fert kendi kimliğini kendi boyunda bulmakta ve
görmektedir. Birbirini tanımayan iki yabancı karşılaşınca kimlik tespiti yapar
gibi “boy kim” yani “hangi boya mensupsun?” diye sorarlardı. Bu durum günümüzde
Kazaklardaki “Hangi cüz’densin?” tarzındaki sorusunu hatırlatmaktadır. Aynı
coğrafi sahada yaşayan ve aynı kültüre mensup bu iki halk arasındaki, bu nevi
sosyal benzerlikler uzun asırlar geçmesine rağmen bazı âdetlerin hâlâ yaşamakta
olduğunu göstermektedir.
Boy’un
başındaki beylere gelince: Boy beyleri cesâreti, mâli kudreti ve doğruluğu ile
tanınmış kimseler arasından, seçim yolu ile işbaşına getirilirdi. Seçici heyet,
her halde boy'u meydana getiren aile ve aileler birliği temsilcilerinden kurulu
olmalıdır. Bu kurul, eski Türk devletlerinde mevcut "meclis"lerin
küçük çapta bir numûnesi durumundadır.
Bodun (Halk, Topluluk, Millet)
Boylar bir
araya gelerek "bodun”u meydana getiriyordu. Başında umumiyetle, arazinin
genişliğine ve halkın çokluğuna göre yabgu, şad, ilteber, vb. gibi unvanlar
taşıyan idâreciler bulunuyordu. Boylar çoğunlukla soy ve dil birliğine sahip
oldukları halde bodun'ların daha ziyade boyların sadece sıkı işbirliğinin
meydana getirdiği siyasî topluluklar olduğu anlaşılmaktadır[259].
Diğer taraftan, ilk siyasi birlik olan boy'un bünyesi sağlamlaşıp, askeri gücü
artıp, arazisi genişledikçe, birliğin siyasi ve ekonomik durumunda istikrarı
koruyabilmek için bey'in ailesi "sülâle" vasfını kazanmaktadır. Bu
suretle oluşan "bey sülâlesi" birçok Türk boyunda görülmüştür. Buna
misal olarak Uygur, Karluk, Türgiş. Peçenek, Kıpçaklar'ı ve İslâmî devirde
Türkmen beylerini zikredebiliriz.
Türk
toplumunda yöneticilerle yönetilen halk arasında farklı bir sosyal sınıf
ayırımı söz konusu değildi. Birey, ferdi hukukla donatılmış ve iktisaden hür
bir hayat düzenine sahip kılınmıştır. Ailelerin husûsi mülkiyetleri
bulunmaktadır. Boyda yalnız, otlak ve yaylaklar ortak mülkiyette olup, bu tip
arazi devlet malı olduğu için, buralardan faydalanan at, koyun ve sığır
sürülerine karşılık boy'dan tahsil edilen belirli ölçüdeki vergiler ile ll'in
yani devletin mâli ve askeri meseleleri hallediliyordu[260].
Göçlerde
aileler ve fertler kendilerine ait taşınabilir malları, yanlarında
götürebiliyorlardı.
Türk Toplumunda Sosyal Tabakalar
Türk toplum
hayatında, önemli hususlardan birisi de köleliğin hakiki mânâda mevcut olmaması
idi. Tarihi kaynaklarda yer alan "kul" tabiri gerçek mânâsı ile
"esirlik"i ifade etmektedir. Daha açık bir ifâde ile bazı siyasî ve
medeni hakların kaybedilmesi bahis konusudur. İstiklalini kaybeden
toplulukların böyle kısıtlamalara uğraması zamanımızda bile tabii
karşılanmaktadır[261].
Ibn Fadlân da eserinde Oğuzlardan yoksul-fakir kimseleri kölelerle aynı konumda
değerlendirmektedir[262].
Her halde bu yüzyıldaki köleliğin kaynağı, kavimler arasında vukubulan savaşlar
olmalıdır. Bununla beraber kaynaklarımızdan Kaşgarlı Mahmud’un eserinde Oğuzlar
arasında köle, kul, gulam ve cariyeler için kullanılan bir çok kelime ve tabir
geçmektedir. Bunların birkaçı üzerinde duralım: Erkek köle için: Ayaş, Ay, Kul
derken kadın köleler için: Kırnak, Yalanguk, As, Kaçaç, Kırkın, Yençke(yetişkin
cariye)”[263]
kelimeleri kullanılmıştır. Kün(Kazakça’da küng), yalanguk, karabaş adı ile
bahsedilen kadın köleler ev hizmetinde kullanılmıştır. Ortaçağ Oğuz ilinde
kölelerin sosyal hayatta her çeşit işte kullandıklarını tahmin edebiliyoruz.
Başlıca uğraşları olan hayvancılıkta da kölelerin hizmet verdiği kesindir.
Çeşitli ev işlerini yapan kulların yanında, imtiyazlı köleler de bulunuyordu.
Buna beylerin muhafızlığını yapan genç esirler de dahildir. X-XII. yüzyıl
kaynaklarında, onlardan “gulam”, “çakir”, “hocataş”, “oğlan” adıyla söz
edilmektedir[264].
Ibn Fadlân’ın, X. yüzyılda Oğuzlar arasında gulamların bulunduğundan
bahsetmesi, bunların “genç hizmetçiler” olduğunu tahmin etmemizi sağlamaktadır.
Müellife göre, Oğuz inançları gereği gulamlar, öteki dünyada da ünlü ve mert
insanlara hizmet edeceklermiş[265].
Bu dinî düşünce Oğuzların sosyal hayatına da yansımıştır.
Tarihi
devirlerden beri Türk cemiyetinde imtiyazlı sınıflara dayanan bir düzenin
bulunmadığını da söylemeliyiz. Bilindiği üzere herhangi bir toplulukta
"yüksek" tabakaların teşekkülünde başlıca üç unsur rol oynamaktadır:
Bunların her
üçü de bozkır kültürü içinde gelişme şansını bulamamıştır. Seçimle vazife
verilen bey'in belli görevleri bulunmaktadır. Halkı doyurmak, giydirmek ve
adaletle idare etmek bey olmanın şartları arasındadır.
Türk halkı M.
Altay Köymen'e göre[266],
bir sosyal varlık olarak kendi arasında başlıca iki sınıfa ayrılıyordu:
Meslek ve zanaat sahibi olanlar.
Burada şahsi
kabiliyet ve gayret ön plana çıkmakta ve ferdin toplum içindeki yeri buna göre
tayin olunmaktadır. Kabiliyetli ve gayretli kimseler toplumda daha iyi
imkânlara sahip olup, statüsü daha yüksek olmaktadır.
Yöneticilerden
sonra, meslek ve zanaat zümresi gelmektedir. Son tabakayı da işsiz ve fakir
olanlar oluşturmaktadır. Orta tabaka, maddi bakımdan başkasına muhtaç olmayan
kesimdir.
Divanü
Lûgati’t-Türk’te geçen “karapçı” kelimesi fakir anlamında
kullanılmıştır. Bunun yanı sıra “karaçı” kelimesi de kapı-kapı gezen dilenci
veya çingene olarak açıklanmaktadır[267].
Türk
toplumunda "çıgay veya çığan" adı verilen bir fakir
sınıfı vardı[268].
Bunlar halkın alt tabakasını teşkil ediyorlardı. Ancak onlar, kaderlerine terk
edilmiyorlardı. Maddi gücü olanlar, fakir ve güçsüz olanlara yardım
ediyorlardı. Bu hususta Divanü Lûgati't-Türk'te geçen "O (adam) yoksullara
para üleştirdi" cümlesi çok anlamlıdır[269].
XI. asır
Türkleri, sanata ve sanat erbabına büyük bir ilgi duyuyorlardı. Sanat erbabı
olanlar belli bir eğitimden geçiyorlardı. Bugünün sanatkar yetiştirme
geleneğine çok yakın olarak önce çırak, sonra kalfa daha sonra da usta olmak
usulü o zaman da mevcuttu. Aynı asırda zanaat çırağı için "buşgut"
sözü kullanılıyordu[270].
Çırağın belli bir süre sonra usta olması da "er uzlandı" şeklinde
ifade ediliyordu[271].
Buradaki "uz" fiil kökü aynı zamanda isim olup, zanaatkar kelimesi
mânâsına, eş bir anlam taşımaktadır. "Uzluk" sözü ise,
sanat anlayışının karşılığıdır[272].
Divanü Lûgati't-Türk'teki, "er uzluk öğrendi", yani "adam sanat
öğrendi" cümlesinin delâlet ettiği üzere XI. asırda sanata karşı bir ilgi
mevcut olup, sanatkarlık da bir öğretim neticesinde kazanılmaktadır. Son
olarak, zanaat, meslek, sanat, zanaatkâr ve sanatkâr kelimeleri üzerinde biraz
duralım. Kısaca zanaat, el ve makine ile yapılan işlere denir. Örneğin,
kunduracılık ve çilingircilik gibi. Zanaatkâr ise bu tür işleri yapan
kimselerdir; sanat ise, daha çok fikir ve akıl sayesinde gerçekleştirilen, fevkalâde
özelliği olan işlerdir. Mesela, ressamlık ve mimarlık gibi. Sanatçı da sanatın
bir kolunu icrâ eden kimsedir. Bütün bu faaliyetlerin tamamını yapan zanaatkâr
ve sanatkârlar da birer meslek sahibidir. Şu halde meslek, yaşamak ve geçinmek
için her insanın daima çalıştığı ve onda ihtisas sahibi olduğu bir iş
olmaktadır.
Bu bölümdeki
çalışmamız kronolojik olarak iki döneme ayrılmış olup, bununla bölgenin İdarî
yapısı konusundaki bilgilerin açık ve anlaşılır bir şekilde ortaya konması
amaçlanmıştır. Bu sebeple önce bölgedeki devletlerin Islâm öncesinde ve daha
sonra da Islâm sonrasında uyguladığı idare konusunda bilgi verilecektir.
Bölgedeki
Islâm öncesi İdarî durumdan bahsetmemiz için Sır Derya bölgesinde kurulan veya
bu bölgeyi hakimiyeti altına alan hanlık ve kağanlıkların İdarî yapısını
bilmemiz gerekmektedir. İlk önce şu hususu belirtelim ki, bahis konumuz olan
Sır Derya bölgesi de Türk yurdu olan Orta Asya’nın bir parçasını temsil ettiği
için, bu bölgede kurulan devletlerin idari yapısı da tüm Türk devletlerinin
yapısı gibi aynı özellikleri taşımakta idi. Türklerdeki devlet anlayışı,
hakimiyet telakkisi, devlet yönetimindeki görevler, unvanlar İslâmiyet’ten
önceki dönemde hemen hemen aynıdır. Sadece İslâmiyet’in bölgede yayılmasından
sonra bu unvan ve görev sayısında bir artış olmuştur.
Islâm öncesi
dönem için, Türk tarihinin özellikle Hun, Göktürk, Uygur çizgisindeki seyri bu
dönemdeki İdarî yapı konusunda fikir edinmemizi sağlayacaktır.
Islâm sonrası
devir için ise, Oğuz Yabgu Devleti, Karahanlı Devleti ve Kıpçaklardaki İdarî
yapı çalışmamızın sınırlarını oluşturmaktadır. Bu ayrımı, X. yüzyıl öncesi ve
sonrası şeklinde de isimlendirebiliriz. Çünkü X. yüzyılda Türkler(Sır Derya
ötesindeki) İslâmiyet’i benimseyerek yeni bir kültür çevresine ve medeniyet
dairesine girmişler ve bunun sonucu olarak da Türk kültür ve medeniyeti ile
Islâm kültür ve medeniyeti karşılaşarak kaynaşmış ve böylece “Türk-lslâm
Medeniyeti” adı verilen tarihi dönem başlamıştır. Geçiş dönemi kabul edilen bu
zaman diliminde Türk hakimiyet telâkisinin devamlılık ve bütünlük çizgisini
koruduğunu müşahede etmekteyiz.
X-XL
yüzyılların bir diğer özelliği de Türk devlet idaresi ve klasik Türk
hakimiyetanlayışı hususunda bilgi veren Yusuf Has Hacib’in “Kutadgu Bilig”i ile
tamamı ile eski Türk anlayışı ve geleneklerini aksettiren Kaşgarlı Mahmud’un
“Divanü Lûgati’t-Türk”ünün bu dönemin mahsulleri olmasıdır. Bu iki eserden
önceki bölümde de olduğu gibi büyük ölçüde istifade edilecektir.
Devletin İdarî
yapısı konusunda ilk önce yönetimin başındaki hükümdarı ele alacağız. Bundan
dolayı önce hükümdarlık ve Türklerdeki hâkimiyet anlayışı üzerinde durmamız
gerekmektedir.
Bilindiği gibi
Hâkimiyet, en üstün devlet gücü olup, devletin kayıtsız ve şartsız
bağımsızlığına sahip olması, diğer devletlerle hukuken eşit durumda bulunması,
sahip olduğu kuvvet ve kudrete ülke dahilinde rakip olabilecek veya karşı
gelebilecek başka bir gücün bulunmamasıdır. İktidar ise, siyâsî anlamda
başkalarını yönetme gücüdür; devlet gücünü elinde bulundurma, başkaları için
karar verme ve bu kararları uygulayabilme yetkisidir. Otorite de meşrulaşmış
iktidarı ifade eder[273].
Türkler,
siyasi otorite veya siyasi iktidar kavramını "kut" sözü ile karşılıyorlardı.
Kut kelimesine çeşitli manalar verilmiştir. Bunlardan bazıları (W. Radloff, V.
Vambery, V. Thomsen) kut sözünün "saadet", anlamına geldiğini
söylerken, V.V. Barthold da "saadet" ve "baht" mânâsında
olduğunu kabul etmekte ve kut’un Kutadgu Bilig'de "haşmetmeab"
(majeste) mefhumunu karşıladığını söylemektedir[274].
Bu gibi
izahların dışında “kut” hükümdar unvanı olarak da kullanılmaktadır. Bu takdirde
kut özel ve belirli bir kavram ifade etmekte olup bu da I. Kafesoğlu’nun
ifadesiyle “siyâsî hakimiyet”tir[275].
Reşat Çenç de
Kut kelimesini bu anlamda izah edenler arasındadır. O, “Karahanlı Devlet
Teşkilatı” adlı eserinde bu konuda geniş bilgi vermektedir. Kutadgu Bilig’i
esas alan çalışmasında R. Genç “kut” kelimesini “siyasi hakimiyet kudreti” yani
“devleti idare etme kudreti ve salahiyet” manasında görmek gerektiğini
belirtmektedir[276].
Türk Devlet İdaresinde “İkili”Yönetim Şekli
Bunun menşei
Türk devlet yönetiminde mevcut olan ikili teşkilattır. İslâmiyet’ten önceki
Türk devletler çoğu zaman çok geniş sahalara hükmediyordu. Türkler bu geniş
ülkenin idaresini “ikili teşkilat” adı verilen sistem ile yürütmüşlerdir. Bu
ikili bölünmenin doğu-batı (Asya ve Avrupa Hunları'nda, Tabgaç ve
Göktürklerde); kuzey-güney (Asya Hunlar, Ak Hunlar, Göktü rkler'de); cihetlere
göre sağ kanat-sol kanat, büyük-küçük (Bulgarlarda,Macarlarda,Wu-sunlarda) iç
ve dış (Oğuzlarda, Bulgarlarda) Bozok-Üçok (Oğuzlarda) şeklinde cereyan ettiği
görülüyor. Bölümlerde yaşayan halk da çoğu kere, ak (veya sarı) - kara
sıfatları ile birbirinden ayırt edilmekte idi: Ak Hun-Kara Hun; Ak (sarı) Ogur
- Kara Bulgar; Ak Hazar - Kara Hazar; Ak Macar - Kara Macar; Ak Kuman - Kara
Kuman; Sarı (Ak) Türgiş - Kara Türgiş; Kara Kıpçak - Ak Kıpçak gibi[277].
İkili teşkilat
düzenine göre, daima bir tarafın diğer tarafa üstünlüğü söz konusudur. Mesela
Asya Hunlannda sol kanat; Avrupa Hunları, Göktürklerve Uygurlar'da sağ kanat
üstün durumdaydı. Oğuzlarda ise Boz oklar, Üç oklara üstün idiler. Bir
kanadın-diğer kanatın üstünlüğünü tanımasına “koşülma"' yani "bağlanma"'
deniliyordu. Ancak yönetimde iki başlılık söz konusu değildi. Batı daima doğuya
bağlıdır. Büyük kağan devletin doğu bölümünde oturan ve Tanrıdan kut almış
bulunan hükümdardır. Devletin başında Kağan olarak bu zat bulunur ve hanedandan
bir başkası da (genellikle hükümdarın kardeşi)ona bağlı olarak
"Yabgü" unvanı ile diğer kanadı yönetirdi. Yabgu pek çok hususta
serbestçe karar alabiliyordu. Hükümdarın çocukları, küçük yaşlardan itibaren,
devlet tecrübesi kazanmaları için bazı boylara ve bölgelerin başına yönetici
olarak gönderilirdi. Bunlardan tahtın varisi olan hanedan üyesi, "şad”
unvanı ile, görev yapardı[278].
Sır Derya
bölgesinin de bir müddet Göktürk devletinin batı kısmını yöneten yabgu’nun
hakimiyeti altında olduğunu söylemiştik. Arkeolojik tespitlere göre orta Sır
Derya kıyılarındaki kale ve şehirlerin çoğu Göktürkler zamanında kurulmuştur.
Bu harabeleri el-lstahrî ve el-Makdisî gibi X. yüzyıl müelliflerinin tarifleri
ile karşılaştıran arkeologlar şu şehirleri tespit edebilmişlerdir: Miladi XIII.
yüzyılda Kıpçak hanlarının başkenti olacak olan Sıgnak;(Sugnak) Turar-Zaran;
Oğuz yabgusunun hükmettiği illerin güney sınırındaki Savran veya Sabran;
Sabran’ın az doğusunda bulunan Yesi. Sabran Oğuz ilinin Sır Derya boyundaki
güney sınırı sayılmasına rağmen, Oğuzlar daha güneye de yayılmışlardı. Ahmed
Yesevî’nin doğduğu şehir olan Sayram(lsficab) orta Sır Derya’nın az doğusunda
olup, IX- X yüzyıllarda bölgenin İdarî merkezi idi[279].
Göktürkler
devrinde bina edilmiş olan “Ordu-Balık”, Göktürk sülalesinden Yukuk Şad
Irbiş “Tu-lu” Kağan (638-53) Sayram-lsficab şehrin başkent ittihaz etmiştir.
Bundan sonra miladî 840 yılında Sayram gayr-i Müslim Karluk Türklerinin ve yeni
teşekkül eden Hakanî Türk Devleti’nin idaresinde bulunmuştur. Karahanlı Bilge
Kül Kadir Han Sayram’ı Samanîlere karşı müdafaa etmişti. Ama İslâmiyet’in
yayılışı sırasında Sayram bir müddet Samanîlerin hakimiyeti altına da girmiştir[280].
980 yılında Islâmiyeti kabul eden Karahanlı Türkleri Sayram’ı Samanîlerden geri
almıştır.
Görüldüğü gibi
Sır Derya bölgesi sırasıyla Göktürk, Karahanlı ve Oğuz devletlerinin sınırlan
içinde ve idari yönetiminde bulunmuştur.
Türk
düşüncesine göre “kut”u yani siyasi otoriteyi Tanrı veriyordu. Demek ki,
hakimiyetin kaynağı ilahi idi[281].
Eski Türk
hakimiyet telakkisi hükümdarda Tanrı bağışı bazı vasıfların varlığını kabul
eden bir anlayıştır. Buna göre Türk hükümdarlarına idare etme hakkı Tanrı
tarafından bir ilahi lütuf olarak verilmişti. Bir başka ifade ile hükümdar
Tanrı istediği için kendine “kut” (hakimiyet, kudret), “uluğ” (nasip ve kısmet)
ve “yarlığ” (Tanrı izni ve kader) verilen biri (hükümdar) olarak siyasi iktidar
otoritesine sahiptir. Yani ona devleti idare etme etkisini veren Tanrıdır. Bu
bakımdan Türk hükümdarı adeta göğün(Tanrının) yer yüzündeki bir temsilcisi
gibidir[282].
Bu anlayış
Asya Hun imparatorluğu zamanından beri yüzyıllar boyunca Türk devlet idaresinin
ve dolaysıyla Sır Derya bölgesinde kurulan devletlerin de idaresinin temel
unsuru olagelmiştir. M.ö. 176 yılında “Tengri kut”u unvanını taşıyan Hun hakanı
Mete Han Çin imparatoruna gönderdiği mektubunda kendisini:”Ben Tanrı tarafından
tahta çıkartılmış büyük Hun Hakanı Tanhu (veya Tanj)” diye niteliyordu. Büyük
Hun İmparatorluğunda bu Türk telakkisinin Mete’den 120 yıl sonra bile çok canlı
şekilde yaşadığını göstermektedir[283].
Hunların
varisi olan Göktürkler ve Oğuzlarda da aynı durum söz konusudur. Mesela X-XI.
yüzyıllarda Sır Derya bölgesini büyük ölçüde hâkimiyet altına alan Oğuz Yabgu
Devleti’nin kurucuları olan Oğuzların ananesine göre, eskiden Oğuz cemiyeti
töresiz, hakansız bir boylar kümesinden ibaretti. Bu boylar bir gece gökten bir
nur sütununun yer yüzüne indiğini görürler. Bu “altın ışık”tan bir çam ağacı
gebe kalarak, beş şehzâde doğurur. Bunların en küçüğü olan Bögü Han “yabguluk”a
intihap olunur. Bu suretle Oğuz ili mucizevî bir şekilde teessüs eder. Gökten
inen nur yer yüzünde tahavvül geçirerek Yeşim taşından bir kaya vücuda
getirmiştir. Buna “Kutlu Dağ” adını verdiler ve onu mukaddes bildiler.
Rivayetlere göre Bögü Han’ın rüyasına giren bir ak sakallı ihtiyar bu kayaya
hürmet gösterdiği müddetçe Oğuzların hakimiyette kalacağını bildirmiştir[284].
Şamani
özellikler taşıyan bu telakkiyi onların hükümdar unvanlarında da görmekteyiz.
Dokuz Oğuzlar hakanlarına “idi kut” derlerdi.
Göktürklerde:
Islâm öncesi devirde Sır Derya bölgesi bir dönem Batı Göktürk Devleti
sınırları içinde yer almıştır. Bu bakımdan Göktürklerden de bahsetme
durumundayız. Kaynakların incelenmesi sonucunda, Göktürk çağında da yukarıda
bahsettiğimiz hâkimiyet anlayışının bulunduğunu müşâhede etmekteyiz. Göktürkler
her bakımdan Büyük Hun İmparatorluğunun bir devamı idiler. Bu sebeple pek çok
Hun adet, örf, gelenek ve devlet teşkilatı ve idaresine ait duyuş ve düşünüşte
Göktürkler’de çoğu zaman Hunlar gibi idi. Ancak kısman değişikliklerin oıması
da tabii dır. Hükümdarlık alâmetlerinde, özellikle unvan ve lakaplarda bu durum
açık olarak tespit edilebilir. Bu çağdaki “kutlug”, “Tengriteg, “Tengri
yaratmış” ve “Tengride (Kut) bulmuş” unvanları dikkatleri çekmektedir.
Göktürklerin
menşeine dair efsanelerde bu çeşit ilahi haller oldukça çoktur. Göktürklerin
menşelerine dair motiflerden biri de “kurt”tur. Göktürkler de Hunlar gibi,
hakanlarının başarısızlığını Tanrının takdirine bağlarlar. Bu yüzden, 630
yılından 685 yılına kadar süren Göktürk devletinin esaret devri kitabelerde
“Tanrının takdiri”olarak izah edilmiştir[285].
Buraya kadar
söylediklerimizden şu sonuç çıkarabiliriz: Göktürk çağında özel olarak
"siyasi otorite"nin genel olarak da "devlet" in Tanrı
tarafından Türk kağanına verildiği fikri yaygın olarak yaşamakta; Türk
hükümdarı birtakım kişisel üstünlüklerle donatılmış bulunmakta idi.
Kendilerini
Hunların ve Göktürklerin varisleri sayan Uygur Türklerinin kağanları da
hükümdarlıklarını, tıpkı Göktürkler gibi, "Gök"ün yani "Tann"nın
buyruğuna bağlıyorlardı. Kağan, Tanrı kendisine "kut" ve
"yarlık" verdiği için kağan olur ve milletinin başına geçerdi. Onlara
göre, kendi kağanları, ilini idare etmiş (il-tutmuş) bu yolla ün kazanmış
(külüg), kahraman (Alp) ve büyük (ulug) kağanlardı. Uygur hükümdarları kendi
milletlerinin başına Tanrı’nın buyruğu ile gelmiştir. Göktürklerle Uygurlar
arasındaki fark, Uygurlar sadece kağan olmayı değil, devlet idaresini de
Tanrının buyruğuna bağlıyorlardı[286].
Karahanlılarda:
İslâmî dönem Türk devletlerinin hakimiyet anlayışında da klasik Türk idare
geleneğinin izleri görülür. Bilindiği gibi Karahanlılar Devleti Orta Asya'da
kurulan ilk Müslüman Türk Devleti olmuştur. Bu devlet zamanında Orta Asya
Türklerinin pek mühim bir kısmı İslâmiyet! kabul ederek, Islâm medeniyeti
dairesine girmişlerdir. Böylece söz konusu dönemde bilhassa Göktürkler ile
başlayıp Uygurlar zamanında çok büyük bir gelişme gösteren Türk kültür ve
medeniyeti ile Islâm kültür ve medeniyeti kaynaşmış ve “Türk-lslâm Medeniyeti”
dediğimiz tarihi gelişmenin de temelleri atılmıştır[287].
F. Köprülü’ye
göre bir “geçiş” dönemi olan Karahanlılar Devleti’nin amme müesseselerinde,
eski Türk ananelerinin tesirlerini en açık ve kuvvetli bir şekilde görmek
mümkündür. Bu devlet doğrudan doğruya Göktürk ve Uygur siyasi ve idari
geleneklerini devam ettiren bir teşekküldür ki, sonradan hükümdarın ve
tebasının Islâm dinini kabul etmeleri üzere, yavaş yavaş amme müesseselerini de
Islâm prensiplerine uydurmaya ve bir Islâm devleti mahiyetinin almaya
çalışmıştır. Fakat buna rağmen, amme hukukuna ait bir takım esasi prensiplerde,
saray teşkilatında, ordu ve idârede, vergilerde, memuriyet isimlerinde, adli
mekanizmada ve bazı hukuki sembollerde, hülasa hukuki hayatın bütün
tezâhürlerinde Göktürk ve Uygur devletlerinden kalma hukuki müesseslerin
muahhar devirlerinden Islâm dini tesiri altında bazı değişikliklere uğramakla
beraber devam edip gittiğini görüyoruz. Doğu Karahanlarda dini hislerin samimi
ve kuvvetli olduğu malumdur, fakat buna rağmen, Islâmi bir cilâ altında, eski
hukuki ananelerin devam edip gitmesi de pek tabii idi[288].
Bu cümleden
olarak, Türk kültürünün ve Karahanlı çağının en mühim eserlerinden; Kudatgu
Bilig'de bahis mevzu ettiğimiz klasik Türk hakimiyet ve siyasi otorite
anlayışının çok canlı bir şekilde yaşadığı görülmektedir.
Eserde,
"kuf'un yani siyasi otorite yetkisi ve gücünün ilahi menşei olduğu ve
hükümdarlığın Tanrı tarafından verildiği açık biçimde belirtilmiştir: Mesela,
"Kut Tanrının bir ihsanıdır. Kutu yükselten de Tanrıdır. Beni yarattın ve kut'umu
yükselttin; ben senin günahkar ve asi bir kulunum. Tanrı kime inayet ve yardım
ederse, dünya onun olur ve o kut'a kavuşur. Günahkar kulu kut yolunda
destekleyen Tanrıdır" "Bu beylik makamına sen kendi gücün ve
isteğinle
gelmedin, onu sana Tanrı verdi. Lütuf ederek Sana bu beyliği verdi; Buna
şükret" “Begler hakimiyetlerini Tanrıdan alırlar" "Tanrı beylik
işini kime verirse, ona işi ile mütenasip akıl ve gönül de verir” gibi eserin
çeşitli yerlerinde buna benzer sözler bulunmaktadır[289].
Kutadgu
Bilig'de hükümdara tahtın, otorite yetkisinin Tanrı tarafından verildiği
belirtildiği gibi, bizatihi devlet faaliyetlerinin yürütülmesi de Tanrının
takdirine bağlanmıştır. Aynı şekilde bir başka beytinde Yusuf, hükümdara
hitaben şunları söylüyor: “Düşün, Tanrı fazlı ile sana ne kadar iyilik
etmiştir, buna dikkat et. Kalabalık halk üzerine seni hakim kıldı, dilek ve
arzularını verdi ve fermanlarını yürüttü. Senin gibi olan Tanrı kullarını sana
muhtaç etti”. Yusuf a göre, "hükümdarlık iyi tabiattır ve Tanrı bu iyi tabiatı
kime verirse, bu dünya her türlü nimeti ile birlikte onun olur[290].
Prof. Dr.
Reşat Genç, Yusuf un eserinde "ilig kutı" deyimiyle kastettiği
mananın, doğrudan doğruya "devletli hükümdar" deyiminin karşılığı
olarak anlaşılması gerektiğini belirtmektedir[291].
Selçuklularda:
Büyük Selçuklu çağında da aynı hakimiyet telakkisinin izlerini görmek
mümkündür. Alp Arslan’ın saltanatı zamanında vezirliğini yapmış olan
Nizamü'l-Mülk, "Siyasetname” adlı eserinde aynen şöyle der: "Tanrı
her asırda ve zamanda halk arasından padişahlık vasıfları ve övülmeğe değer
hasletleriyle bezediği birini seçer; dünya işlerini ve reayanın sulh ve sükun
içinde yaşamalarını ona tevcih eder[292].
Nizamü'l-Mülk'e
göre, hükümdar kudretini doğrudan doğruya Tanrıdan alır ve Tanrı adına saltanat
sürer. Onun bu ifadesinden anlaşılıyor ki, Tanrı birini hükümdar olarak
seçerken, onun hangi ırktan olduğuna bakmamakta, sadece hükümdarlık vasıflarına
sahip olup olmadığını göz önünde bulundurmaktadır.
Bu örnekler
Büyük Selçuklu Devleti’ndeki Türk hâkimiyet anlayışının kaynağını da
göstermektedir. Ancak şu hususu da belirtelim ki, I. Kafesoğlunun’da belirttiği
gibi Türk hükümdarları insan üstü bir varlık sayılmamışlardır[293].
Esas Türk telakkisi kut’a nâil olmuş birinin ancak buna uygun hareket ettiği
sürece hükümdar olarak kalabileceği doğrultusundadır[294].
İktidarını Tanrıdan aldığına inanan Türk kağanı daima kendini bu iktidarın
kaynağına karşı sorumlu sayıyordu. Ayrıca Türk kağanının sorumlu olduğu ikinci
yer daha vardı ki, o da yazılı olmayan kanun durumundaki “Türk Töresi” idi[295].
Böyle olunca Türk hükümdarı hiçbir sorumluluk duygusu taşımayan müstebit biri
değil, öncelikle Tanrı ve sonra da töre yolu ile idaresi altındakilere karşı
sorumlulukları olan ve bu sorumlulukları yerine getirebildiği müddetçe hükümdar
kalabileceğini bilen biri oluyordu.
Böylece Islâm
öncesi ve sonrası dönemlerdeki Türk hakimiyet anlayışının ilahi temelleri ve
Tanrı-Kut münâsebetleri konusunu özetlemiş olduk. Bundan sonraki çalışmamız
hükümdardan sonra gelen, diğer idâreciler ve görevleri konusunda olacaktır.
3.2.4 Hükümdar ve Hükümdarlık Alâmetleri
Hükümranlık
hakkında devletin güç ve kudretinin vazgeçilmez unsuru olduğu gibi hakimiyet
sembolleri de siyasi otoriteyi yani hükümdarı niteleyen en önemli
göstergelerdir. Hükümdarlık alâmetleri, Türk hâkimiyet anlayışının maddi ve
manevi sembolleridir. Türk devletlerindeki Hükümdarlık alâmetleri yahut
hâkimiyet sembollerini şöyle sıralayabilir:
) Taht; 2-) Hutbe; 3-) Sikke; 4-) Tıraz (Hil'at); 5-)
Çetr; 6-) Mehter(Nevbet); 7-) Tuğra(Nişan,Tevki); 8-) Tac; 9-) Bayrak; 10-)
Tuğ(Çaliş); 11-) Payitaht; 12)- Saray(Otağ); 13)-Unvan ve lakaplar[296]
Bu alâmetleri
maddi ve manevi alâmetler olarak tasnif edenler vardır[297].
) Taht: Türklerde hakan olmak için, önce tahta
oturmak gerekirdi. Eski Türkler taht'a "örgin" diyorlardı[298].
Karahanlılar ise taht anlamında "orun" kelimesini kullanmışlardır[299].
Aynı kelime yer, makam, mevkii manasında da kullanılmıştır. Türkler taht'a
çıkmayı "oturmak" fiili ile karşılamışlardır. Karahanlılarda görülen
han’ı taht’a oturtma töreninde, onu beyaz keçe üstünde taşıma geleneği, XVI.
yüzyıl Kazak Hanlığına kadar devam edegelmiştir.
) Hutbe: Islâm devletlerinde meşruiyetin bir şartı
olarak, Halifenin hükümdarın otoritesini tasdik etmesi gerekiyordu. Bunun
alâmetlerinden birisi de hükümdar ülkesindeki camilerde cuma namazlarında
Halifeden sonra kendi adının, unvan ve lakaplarının zikredilmesidir[300].
) Sikke: Bir Türk hükümdarının hâkimiyet alâmeti
olarak adına para bastırması âdet idi.bağlı bulunan bir sultan varsa önce onun
adı yazılır daha sonra kendi adı yazılırdı. Islâm Türk devletlerinde önce
zamanın Halifesinin adı yazılırdı.
) Tıraz(Hil'at): Tıraz, üzerine hükümdarın ad ve
lakaplarının işlendiği üst elbisesidir. Tıraz devlet adamlarına giydirildiği
zaman hıTat adını alırdı. Hil'at sadece elbiseyi değil, onunla birlikte
kuşanılan kemer, kılıç ve benzeri kuşam malzemesini de ihtiva etmekte idi[301].
Bu hakimiyet
alâmetleri dışında ok, yay, kılıç, kemer, kotuz (sorguç) ve yüzük(Tuğra) gibi
başka hükümdarlık alâmetleri de vardır.
) Çetr: çetr hükümdarların başlarında taşınan bir
nevi saltanat şemsiyesidir. F. Köprülü Karahanlılarda hükümdara ve prenslere
mahsus çetrlerin varlığını ve bunların kırmızı renkte olduğunu kaydetmektedir[302].
Selçuklularda da çetr'in bulunduğunu biliyoruz.
) Mehter(Nevbet): Nevbet, hükümdarlık sarayının
kapısında veya saltanat çadırının önünde askeri bando(mehter)nun çalmasıdır.
Nevbet, Sultan için, namaz vakitlerinde olmak üzere günde beş defa çalındığı
halde; tabi hükümdarlar, üç defadan fazla çaldıramazlardı. Hükümdar seferde
iken mehter de yanında olurdu[303].
Mehteri ayrıca harp esnasında da çalar ve savaşan birliklere onunla emir
verilirdi. Mehterde muhtelif çalgılar olup, bunlardan davula
"kövrüg", "köbruge", "kös" isimleri verilmiştir[304].
) Tac: Tac, tahttan hiç ayrılmayan bir hakimiyet
alâmeti idi. Lâkin Türklerde tac giymemin İran kürürünün tesiriyle ortaya
çıktığı belirtilmektedir. Büyük Selçuklu Devleti’nde bu adetin yerleştiği
görülmektedir[305].
) Bayrak: Hakimiyet sembollerinden bayrak, Türk
devletlerinin önemli simgelerindendir. Türkler, bayrak kelimesi ile birlikte
"alem" kelimesini de kullanmışlardır. Bu sebeple seferlerde ordunun
önünde bayrak taşıyan kimseye "alemdar" denilmiştir. Karahanlılar’da
ve Büyük Selçuklular’da bayrak ve tuğ’iarın kırmızı renkte olduğu
bilinmektedir[306].
) Tuğ: Hâkimiyet alâmetlerinden tuğ bayraklar(alem)
gibi al(turuncu- kırmızı) renkte idi. Hakanın tuğ sayısı dokuzdu. Zira Türkler
dokuz sayısını uğurlu sayarlardı[307].
Burada sözü edilen tuğ, at, yaban sığırı vb. hayvanların kuyruklarından yapılmış
tuğ değildir. Kastettiğimiz tuğ kumaştan yapılan bir nevi sancaktır. Prof. Dr.
Reşat Genç'e göre Karahanlılarda at ve yaban sığırı kuyruğu gibi tüyler
devletin sembolü olarak değil, savaşta muharipler tarafından mızrak uçlarına
veya at eğerlerine takılan ve "beçkem veya peçkem" diye adlandırılan
bir nevi yiğitlik alâmeti olarak kullanılmıştır[308].
Memlukler’de tuğun (çalış) savaş ilan ve sefere çıkma alâmeti olarak
kullanıldığını biliyoruz.
) Payitaht (Hükümet Merkezi): Başkent, bir devletin
hem dış hem de iç hakimiyetini belgeleyen önemli bir unsurdur. Orta Asya Türk
toplulukları başkent kavramını "Ötüken" bölgesi ile sembolize
ederlerdi. Bu bölgeyi ele geçirip, kağanlık otağını oraya kuramamış bir kavim,
Orta Asya üzerinde hakim olma hakkını elde edemezdi. Ötüken, Türk devlet
hayatında kutsal bir yere sahiptir. Burası aynı zamanda askeri strateji
bakımından da önemliydi. Türklere göre ebedi bir devlete sahip olmak ancak
başkent Ötüken'de il tutmakla mümkündü[309].
Göktürk Kitabelerinde de "Ötüken yeri" uzun uzun anlatılmıştır.
Türkler
"kağanın otağının bulunduğu yer" anlamında "ordu sözünü
kullanmışlardır. Büyük Hun Devleti çağından beri yaşayan ordu deyimi esasen
hakan ailesinin bulunduğu devletin merkezini ifade ediyordu.
Karahanlı
Devleti'nde de görülen bu tabir devletin kuruluşu yıllarındaki payitahtlar olan
Kaşgar ile Balasagun şehirlerini anlatan bir tabirdir. Kaşgarlı Mahmud bu
konuda şu bilgiyi verir: "Ordu, hakanın oturduğu şehir demektir”. Bundan
dolayı hakanların oturduğu Kaşgar şehrine de "Ordu-kent" denilmiştir[310].
)Saray(Otağ): Saray eski Türklere göre
hükümdarlığın önemli bir alâmeti idi. Uygur Türkleri saraya, "Örg"
(Örüg) adını-verirlerdi. Türk hakanları ele geçirdikleri ülkeler ve sınırlara
"hakimiyet sembolü" olarak kendi saraylarını da yaptırırlardı. Saray
bir nevi "devlet evi" sayılırdı[311].
Karahanlılar
döneminde Türk hakanlarının oturduğu saraya "karşı" denmiştir[312].
B. Ögel’in işaret ettiği gibi bu söz ilk defa Kutadgu Bilig’de geçmiş
olmalıdır. Büyük Selçuklular devrinde de saray yaptırma geleneği devam
etmiştir.
Otağ: Eski
Türk devletlerinden beri bilinen "Otağ" hakanlık çadırı demektir[313].
Karahanlı Türklerinin "çuvaç" adını verdiği otağ, bir nevi
“kubbetü'l-mülk" yani devlet çadırı olup, önemli bir hakimiyet alâmeti
idi.
12-)
Unvanlar ve Lakaplar: İlk olarak İslâmiyet’ten önceki unvanlardan bahsetmek
daha doğru olacaktır. Zira böylece Türk unvanlarındaki ilahi menşe telakkisi ve
devamlılık çizgisindeki yansımalarını daha iyi müşahede edebiliriz. Türk siyasi
otorite telakkisini ortaya koyan unvanların ilki "Tanrı-kut"
unvanıdır. Mete Han'ın da unvanı olan bu tabir kut'un Tanrı menşeli oluşunu ve
siyasi otoritenin kaynağını göstermesi açısından önemlidir. Diğer bir unvan ise
"kutlug"dur. "Tanrı tarafından verilen kut'a, yani siyasi
otorite gücüne sahip olan" demektir. Göktürk kitabelerinde geçen
"Tengri Teg” ifadesi: "Tanrıya benzer Gök" şeklinde
çevrilmiştir. Bununla sanki Türk hükümdarının "Gök(Sema)'ün oğlu"
olduğu ifade edilmek istenmiştir. Bazı ilim adamları buna ayrı bir yorum
getirmişler ve tabirin "Kendine benzer eşi olmayan Tann'nın yarattığı
kimse" demek olduğunu idda etmişlerdir. Bunlardan hangisi kabul edilirse
edilsinYine "Tengri Teg Tengride Kut Bulmış", "Tengri (Gök
Kağan", "Iduk-kut" gibi eski Türk hükümdar unvanlarının hepsi
"hükümet etme hakkı olarak Tanrı tarafından bahşedilen yetki"
karşılığında kullanılmıştır[314].
Türk hakimiyet
anlayışına göre bir kimsenin hükümdar olabilmesi için Tanrı'nın o kimseye
"yarlıg"(Tann'nın izni ve iyi kader) vermesi, onu "kut" ile
donatması ve hükümdarın da "ülüg" sahibi olması gerekiyordu.
“Küçlüg" ve "Erdem" sıfatları Kağan'ın önemli özelliklerindendi.
Türk hükümdarları bunları unvanlarına dahil etmekle siyasi otoritelerini hukuki
bakımdan meşrulaştırmış oluyorlardı. Türk telakkisi her işi Tanrı'nın iznine
bağlıyordu. "Erdem" fazilet demek olup, Kaşgarlı Mahmud bu sözü
Arapça "edeb" tabiriyle karşılamaktadır. Bir nevi Tanrı vergisi olan
“erdem” devlet yönetme yetkisi ile çok yakından alakalandırılmış ve bu “erdem”e
bir de "Alplik" ilave edilmiştir. "Ülüg” ise Tanrı tarafından
insanlara paylaştırılan “akıl ve şans” idi. İslâmiyet sonrasında bu tabir
"nasib" kavramı ile ifade edilmiştir. "Küçlüg" kelimesi
"güçlü" anlamında olup, bu Türk kağanlarının Tanrı'nın verdiği
“güç”le hükümdar olduklarını ifade ediyordu. İslâmî dönem Türk devletlerinde
kullanılan hükümdar unvanlarına gelince, bunlar Karahanlılardan itibaren
kullanılmaya başlamış olup, Han, Hakan, Bey ve llig gibi unvanlardır. Arslan,
Buğra, Tonga, Tabgaç, Kara, Kadir ve Kılıç gibi sıfatlar da unvanlarla birlikte
kullanılıyordu. XI. yüzyıl Karahanh hükümdar (ve hatunlarının) unvanları
arasında "Terken"i de saymalıyız. "Sultan" tabirinin ise
Karahanlılar çağında yeni benimsenmeye başlanan bir unvan olduğunu
söyleyebiliriz[315].
Büyük Selçuklu
hükümdarları umumiyetle "es-Sultanu'l-azam" (en büyük sultan)
unvanını taşımışlardır. Bunun yanı sıra Tuğrul Bey halifenin kendisine tevcih
ettiği "Melikü'l-maşrık ve'l-mağrib" (doğunun ve batının meliki)
lakabını da kullanmıştır. Alparslan sadece "es-Sultanu'l-azam" (en
büyük sultan) unvanını öne çıkarmıştı. "Siyasetnâme"de bu lakaplardan
uzun uzadıya bahsedilmektedir. Anlaşıldığına göre bu unvan ve lakaplardan
bazıları Selçuklu sultanlarına çeşitli vesilelerle Bağdat Abbasi halifeleri
tarafından tevcih olunuyordu[316].
Şekli bir
durum ifade eden bu unvan ve lakaplar diğer hakimiyet sembolleriyle birlikte
siyasi otoritenin kimde olduğunu belirtiyordu. Büyük Selçuklu Devleti’ne tabi
devlet ve hükümdarlar metbu devlet başkanının unvan ve lakaplarını
taşlamıyorlardı. Bu anlamda unvan ve lakaplarda derecelendirme söz konu
olduğunu söyleyebiliriz.
Devlet İdaresinde Hükümdardan Sonra Gelen
Diğer Önemli Şahıslar
Bu konuda Oğuz
Devleti için yukarıda bahsettiğimiz Kaşgarlı Mahmud ile Balasagunlu Yusufun
eserlerinden başka büyük ölçüde Ibn Fadlân’ın Seyahatnâmesi’nden de
yararlanacağız. Bunlardan başka el- Idrisî’nin eseri de Oğuz’lar hakkında
kıymetli bilgiler veren kaynaklardandır.
Kaynaklarda
Oğuz hakanına “yabgu” veya “beygu” dendiği kaydedilmiştir. Bu iki unvan tamamen
aynı olmamakla beraber bir birine yakın olabilir. Fakat Marquart ve Z. V. Togan
gibi alimler “beygu”nun “yabgu”nun tahrif edilmiş şekli olduğu görüşündedirler[317].
Buna ilaven Hududu’l-Alem’de X. yüzyıl Karluk hükümdarlarının da yabgu ve
baygu(cabgu) unvanlarını taşıdığı hakkında bilgi geçtiğini söyleyebiliriz[318].
Bu konuda böylece kısaca bilgi edindikten sonra, Yabgudan sonra gelen yabgu
naibinden bahsedelim.
l-)Köle-Erkin(Kül-Erkin):
Tarihi belgelere göre, Oğuz
hükümdarlarının
yanında Kül-erkin lakabını taşıyan yardımcıları bulunuyordu. Ibn Fadlân,
Oğuz melikinin vekilinin "kudarkin" veya "kuzarkin"
şeklinde isimlendirildiğini bildiriyor[319].
Müellifin "kudarkin" unvanı dediği büyük ihtimalde "kül-erkin"in
bozulmuş şeklidir. Kül-erkin lakabını diğer Türk boyları Toğuz Oğuz,
Karluk ve Karahanh asilleri de taşımakta idiler. Kaşgarlı Mahmud bu kelimeyi
şöyle açıklamaktadır: "Karluk boyu büyüklerine "kül-erkin" denir
ki "Göl gibi dolu akıl” anlamına gelmektedir"[320].
Oğuz asilleri arasında Kül-erkin lakabını taşıyan büyüklerin olduğunu,
Ibn Fadlân'ın dışında diğer tarihi rivayetler de doğrulamaktadır.
Oğuz-Name’lerde Oğuz meliki Karaman'ın yardımcısı olarak seçilen Erki Han hakkında
bilgi verilmektedir. Erki Han büyük bir ziyafet düzenleyip, iki nehir
dolusu kımızla bütün Oğuz ellini ağırlamıştı[321].
Bu yardımcılar
büyük yetkilere sahiptiler. Ibn Fadlân'ın eserine göre kül-erkin’lerin büyük
yargıç görevini üstlendikleri anlaşılmaktadır. Müellifin aktardığı olayların
birinde,Oğuz Köl-erkin’i yüksek hakem olarak görüyoruz. Oldukça karışık davalar
ve adli anlaşmazlıkları çözmek için ona başvuruluyordu[322].
Anlaşılan Sır Derya yabgularının Oğuz rivayetlerinde “kanıltaş”(Z. V. Togan’da
geçen “Kağantaş”)[323]
olarak da geçen köl-erkin unvanlı naipleri vardı.
) Tarkan: Ibn Fadlân'ın belirttiğine göre X.
yüzyılda Oğuzlar'da, devletin önemli siyasi meseleleri kumandanların hususi
olarak düzenlediği toplantılarda görüşülüyordu. Buna şehzade, yabgu oğlu,
yınal ve tarkan da iştirak ediyordu. Yazar, belirtilen üyeler
arasında tarkan’ın "en saygılı ve hürmetlisi" olduğunu
belirtiyor. Eski Türk ve Hazar Kağanlığı’nda tarkanlar yüksek mevkideki
görevlilerdi. Erken ortaçağ Türk ve Doğu Türkistan'daki Manihei yazılarında Tarkanbek
unvanına rastlanmaktadır. Bundan hareketle, X-XI. yüzyıllarda Türk halkları
arasında kullanılan tarkan unvanının yönetime hakim soylu sınıfa mensup
olanlara verilen bir lakap olduğunu söyleyebiliriz. Sır Derya Oğuzlarında
kumandanlar, önderler, güçlü beyler tarkan oluyorlardı.
) Yınal. Ibn Fadlân'ın zikrettiği asiller
toplantısına katılanların arasında yınal lakabını taşıyan bir şahsın da
bulunduğunu görmekteyiz. Ibn Fadlân eserinde büyük yınal(inal) yanında küçük
yınal’dan(Yinâl el-Sağîr) da bahsetmektedir. Burada Arap seyyahı, küçük
yınal’ı "Oğuz elinin meliki" olarak tanıtıyor[324].
"Mafatih al-ulum"a göre her Türk hükümdarının halefine yınal unvanı
veriliyordu. Muhammed el-Harezmî “Yınal Tegîn” lakâbının açıklarken,
"Her hangi bir Türk önderinin, melik veya kağanın yınal’ı vardır. O, onun
halefidir" demektedir[325].
Kaşgarlı Mahmud ise, yınal unvanının Türklerde hanım tarafından hanedana
akraba olan gençlere verildiğini söylemektedir[326].
Bu açıklamalara dayanarak Oğuz yabgusunun ölümünden sonra, yerine seçilecek yınal’ın
belirlenmesinde, yabgu’nun hatununun mensup olduğu boyun da rol oynadığını
söyleyebiliriz. Hatunun boyu kendi aralarından birinin yınal olması için
mücadele ediyorlardı. Fakat onların bu mücadele ve müdahalesine rağmen
çoğunlukla hükümdarın sağlığında önceden tespit edilen kişi tahta çıkıyordu.
Mevcut kaynakların verdiği bilgilere göre yınal’ların Oğuz Yabgusunun halefi
olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bu da hükümdarlığın miras yolu ile
devredildiğinin delilidir. Tarkan ve yınal unvanlarının sadece
asillik unvanları mı yoksa aynı zamanda memuriyet unvanı mı olduğu konusunda
kesin bir bilgi yoktur.
) Atabek: Oğuz hükümdarları haleflerinin
yetiştirilmesi için atabekler görevlendiriyorlardı. Tarihi bilgilere
göre Yeni Kent’te oturan Oğuz melikinin küçük yaştaki halefine atabek tayin
ettiği bilinmektedir[327].
Melikşah'ın atabeği Nizâmü’l-Mülk idi. Selçuklu atabekleri tahtın varislerinin
ve küçük yaştaki şehzadelerin terbiyecisi ve akıl hocaları idiler. Sır Derya
bölgesindeki Oğuzların Selçukluların atası olduğu hatırlanacak olursa, bu
geleneğin bu bölgede var olduğunu söyleyebiliriz.
) Hatun: Diğer Türk devletlerinde olduğu gibi Oğuz
yabgusunun eşi de "hatun" unvanını taşıyordu. Onlar sarayda
oldukça etkili idiler. Hatun’un özellikle küçük yaştaki yabgu üzerinde
büyük tesiri var ve vabgu’ya zaman zaman akıl hocalığı yapıyordu. Bunun
örneklerine Göktürk, Selçuklu ve OsmanlI gibi büyük Türk devletlerinde de
rastlıyoruz[328].
Ibn Fadlân’ın
belirttiğine göre, siyasi konuların görüşüldüğü toplantılara Oğuz ilinden
gelenlerin eşleri de katılıyorlardı. Dikkat çekici husus Arap elçilik heyetinin
kabulünde Etrek’in (Alptoğan oğlu Ertuğrul)eşi de orada idi[329].
Bu durum bize İslâmiyet’ten önce, Oğuzların sosyal hayatında hanımların
Selçuklu dönemindekinden daha serbest olduğunu gösteriyor. Hatun’un sözcük
anlamı da "hanım", "melike", "prenses"tir. Ama bu
unvanın kökeni açıklanamamaktadır. Bazı araştırmacılar "hatun"u
Türkçe bir kelime olarak ederlerken, bir kısım araştırmacılar da Farsça
olduğunu iddia etmektedirler.
) Sübaşı: bu kelime eski Türklerde askeri bir
unvandı. X. yüzyıl kaynaklarına göre Sübaşı'nın Türkçe anlamı "ordu
kumandam" demektir. Oğuz Yabgu Devletin’de de "Sübaşı" dediğimiz
ordu kumandanı önemli bir yer tutmakta idi. Ibn Fadlân Oğuz ülkesinde bulunduğu
esnada ordu kumandanı Katağan oğlu Etrek (Alptoğan oğlu Ertuğrul) idi. Ibn
Fadlân onun zengin ve nüfuzlu biri olup, Islâm dininin taraftarı olduğunu
bildirmektedir. Etrek Bulgar hükümdarının damadı idi. Onun için Etrek Oğuz
devletinin dış siyasi işlerinde etkili olmuştur. Fakat Oğuz ordusunun kumandanı
belli bir mesele üzerinde kararını verirken, mutlaka asillerden oluşan meclisin
kararına dayanıyordu[330].
Melik-nâme’ye
göre sübaşı zaman-zaman devletin siyasi işlerine karışıyor ve istediği
zaman yabgu’ya karşı çıkabiliyordu[331].
Şimdi de ilk
Müslüman Türk devleti olan Karahanlılar devrindeki idari yapıya bakalım.
Karahanlılar
devrine gelindiğinde saray teşkilatı artık daha da belirginleşmişti. Bilindiği
gibi saray aynı zamanda devletin idare edildiği merkezdir. Dolaysıyla devletin
başı olan hükümdarın saray teşkilatında da ilk sırada yer aldığı şüphesizdir. Burada
belirmemiz gereken önemli bir husus da sarayın sadece hükümdar ve ailesinin
ikamet ettiği ve devletin idare edildiği bir yer olmayıp, aynı zamanda her
çeşit memurun yetiştirildiği bir okul mahiyetinde olmasıdır[332].
Sarayda görev
alan memurların görevi üzerinde fazla durmaksızın, onların adını saymakla
yetineceğiz. Bunlar: Hacip, kapıcıbaşı, candâr, silahdâr ve alemdâr’dır.
Bunların dışında hükümdarın doğrudan doğruya şahsı ile ilgili hizmetleri gören
vazifeliler de vardır ki, şunlardır: Aşıbaşı, Idişçibaşı(içkicibaşı), llbaşı,
Camedârdır[333].
Esas İdarî
hiyerarşiye gelince, ilk sırada Hakan, Han, llig, Terken unvanını taşıyan
-Hükümdar sonra 1. Er ögi, 2. İl Bey. 3. Yuğruş(Vezir) 4. Yabgu 5. Çavlu Bey,
Tegin Bey, Çağrı Bey, İnanç Bey, 6. Kök Ayuk, 7. Öge gelmektedir.
Balasagunlu
Yusuf eserinde idareci ve vazifeleri hakkında verdiği bilgilerde üç mühim
vazife sahiplerinin çok seçkin kimselerden olması gerektiğini belirtmektedir.
Bunlar: Kadı, Halifet(naib) ve Vezir’dir. Haifet yukarıda bahsettiğimiz
Kül-Erkin’in vazifesini paylaşmaktadır. Kadılık hakkında müellif çok kısa bilgi
veriyor: “Bunlardan biri kadıdır; halka faydalı olabilmesi için kadı’nın çok
temiz ve takva sahibi olması lazımdır” diyerek kadıların dikkatle seçilmesi
hususuna işaret etmekle yetinmiştir[334].
Üçüncü önemli görevliye gelince, bu vezir’dir. Hükümdar adına çeşitli devlet
işlerini yürütmekle görevli, merkez teşkilatının dışında, Türkçe unvanı
“yuğruş” olan bir vezir bulunduğu bilinmektedir[335].
Ancak bu merkez teşkilat hakkında kaynaklar(Divanü Lugat’it-Türk, Kutadgu
Bilig) ayrıntılı bilgi vermemektedir. Sadece Balasagunlu Yusuf bu göreve
getirilecek kişinin evsafı hakkında: “Bu iş için çok temayüz etmiş, seçkin,
akıllı, işe yürekten bağlı biri gerekir. Akıllı olduğu kadar bilgisi de çok
olmalı, ayrıca her iş elinden gelmelidir. O, asîl bir aileden gelmelidir. Soyu
iyi olan akıllı insan her yerde yükselir”. Yusufa göre, vezir olacak bir kimse
hesap bilmeli, âlim ve zekî olmalı ve çeşitli yazılarla da aşina olmalıdır[336].
Vezirin
görevini sıralayan Balasagunlu Yusuf, şu hususları belirtmektedir:
Memleketi tanzim etmek; doğru kanunlar ile idare edip,
düzene sokmak;
Halkı huzura kavuşturmak, kötü ellerin halka musallat
olmasını önlemek; hükümdarın adını iyilikle yaymak;
Hizmetinde bulunanlara iyilik göstererek kendisine
ısındırmak[337],
Vezirin bu
görevleri yerine getirebilmesi için muhakkak bir yardımcıya ihtiyacı vardır ki
bu da divan’dır. Kaynaklarda bu hususta tam bir bilgi bulunmamasına rağmen,
sözü edilen yüzyılda büyük ve küçük divanların mevcudiyeti anlaşılmaktadır.
Aynı zamanda daha sonraki Selçuklu devletinde varlığını kesin bir şekilde
bildiğimiz divan ve benzerlerinin, onların öncüleri olan Oğuzlarla Karahanlılar
Devrinde de olması büyük ihtimaldir[338].
Kutadgu
Bilig’de geçen hükümdarın ve halkın bir birine karşı olan sorumluluklarından da
bahsedilmiştir[339],
önemine binaen bu hususta da kısaca bilgi vermek istiyoruz.
A-) Hükümdarın
Halka Karşı Görevleri ve Sorumlulukları:
Paranın ayarının
korunması; ekonomik istikrar;
Adil kanunlar koymak ve zorbalığı önlemek;
B-) Halkın
Hükümdara Karşı Görev ve Sorumlulukları:
Hükümdarın emirlerine itaat etmek;
Hazinenin hakkı olan vergileri zamanında ödemek;
Hükümdarın dostunu dost, düşmanını düşman bilmek;
Çağdaş
devletlerin bazılarının bugün dahi ulaşamadığı bu ileri devlet telakkisine
Türkler, bin yıl önce ulaşmış, yöneten-yönetilen arasındaki ilişkileri
karışlıklı hak-hukuk düzeni içinde nitelikli prensiplere bağlamışlardı. Bu
konuya son vermeden önce biraz da hükümdarlık alâmetlerinden bahsedelim. Bu
konuda Sır Derya bölgesinde hüküm sürmüş devletlerden Göktürkler, Karahanlılar
ve Selçuklulardan bahsedeceğiz.
İslâmiyet’in
Kabulünden Sonra Hâkimiyet Anlayışında ve
İdârede Vukubulan Değişiklikler
Yeni bir dinin
kabulü, cemiyette inanış, düşünüş ve yaşayış gibi çeşitli bakımlardan meydana
getirdiği değişiklik ve inkişaflar dolayısıyla, bir milletin tarihinde daima
önemli bir hadise telakki edilmiştir. Böyle değişikliklerin milletlerin
varlıklarını muhafaza ettiği; yeni bir iman ve hızla onları ileri bir seviyeye
ulaştırdığı veya bazen milli bünyeyi sarstığı, hattâ milli benliğin
kaybedilmesine sebep olduğu gibi misallere tarihte rastlanmaktadır. Din
değiştirmenin millet hayatında meydana getirdiği tahavvülleri Türk tarihinde
açık olarak görebiliriz. Türkler Müslüman olmadan önce gerek Türkistan’da ve
gerekse yayıldıkları ülkelerde Budizm, Maniheizm, Musevilik ve Hıristiyanlık
gibi dinleri kabul etmişlerdir. Ancak büyük Türk kitlesi kendi dinlerine (Gök
Tanrı) bağlı kalmışlardır[340].
İslâmiyet’in
kabulü Türklere yeni bir ruh ve kuvvet vermiş, Asya bozkırlarından Avrupa
içlerine uzanan geniş coğrafyada büyük ve uzun ömürlü devletler kurmalarında
müessir olmuştur. Müslüman Oğuzların, Hz. Muhammed zamanından beri asırlarca
Dârü’l-Harbilan edilerek seferler düzenlemesine rağmen, bir türlü
fethedilemeyen Anadolu'nun fethinde ve burasının ikinci bir Türk vatanı
sayılarak, OsmanlI Devleti gibi dünya tarihinin en büyük ve uzun ömürlü
devletlerinden birini kurmasında Islâm dini son derece önemli rol oynamıştır.
Bunlardan daha önemlisi, Islâm dininin ortaya koyduğu nizam ile Türk töre ve
yaşayışı birbirine uyduğu ve birbirini tamamladığı için, Türkler milli
varlıklarını devam ettirmişlerdir. Islâm dinini kabul etmiş olan Türk
boylarından hiçbiri, diğer dinleri kabul edenler gibi, varlıklarını
kaybetmemişlerdir[341].
Diğer bir ifade ile dünyanın çeşitli bölgelerine dağılan Türk milleti varlığını
Islâm dini sayesinde koruyabilmiştir.
Ancak bu dinin
temel prensiplerinin Türklerin o zamana kadar süregelen düzeni ve uhrevi
düşüncelerde değişiklikler yaşaması da kaçınılmazdı. İslâmiyet’te devlet
başkanı (halife), Allah’ın elçisi(resul) olan Peygamberimiz'e vekillik ettiği
için, "bütün Müslümanların başı"(Emir'ül- mü'minin) diye anılır ve o,
insanların dünya ve ahiret işleri dahil, bütün kainat nizamının Islâm şeriatı
dairesinde idaresinden sorumlu bulunurdu. Halbuki, Türk hükümdarı Tanrı bağışı
"kut" yolu ile yalnız yeryüzündeki insanları idare etmekle vazifeli
idi. İşte hakimiyet anlayışındaki bu ayrılık Islâm tarihinde ilk defa Büyük
Selçuklu Devleti çağında ortaya çıkmış ve Türk hükümdarları dünyayı idare etme
salahiyetini halifeye devretmeyerek kendi ellerinde muhafaza etmişlerdir. Daha
önceki Islâm devletlerinde ve hattâ Gaznelilerde bile devlet başkanları
"Islâm halifesine bağlı birer Müslüman emir (kumandan, idareci)"
durumunda iken ve halifenin yüksek otoritesini
tanıyarak her
türlü icraatta dini çerçeve içinde kalmaya, dünya meselelerini de şeriat
hükümlerine göre yürütmeye gayret ederlerken, Selçuklu sultanları hürmette
kusur etmedikleri halifeyi sadece muhterem bir vatandaş addediyorlar ve hilafet
başkenti Bağda’da Türk imparatorluğu’nun sade bir şehri gözü ile bakıyorlardı[342].
İslâmiyet’ten
önceki Türk devletlerinde din, ferdin vicdan hürriyetinin bir meselesi olarak
mütalaa edilip, asla devlet idaresine bir dahili yoktu. İslâmî Türk
devletlerinde ise artık Türk hükümdarları meşruiyetlerini Halife’ye tasdik ve
kabul ettirmek mecburiyetinde idiler. Bu durum Türklerin, hakimiyetin ilahi
menşeli olduğu telakkisiyle çelişmiyordu. Ancak, Türk hakanları dini kimlikleri
sayesinde hükümdar değil, diğer bir deyişle halife gibi ruhanî bir lider değil,
dünyevî lider(devlet başkanı) idiler. Bu durum onların, Müslüman olmalarına
rağmen, eski Türk devlet telakkisini devam ettirmelerinin tabii bir sonucu idi[343].
Bundan dolayı büyük sultan Melikşah, imparatorluğun işlerini bir taraftan Sünnî
mezhebindeki kadıların şer'î hükümlerine göre yürütmekte iken, büyük bir
hukukçular hey'eti toplayarak, medeni hukuka ait yeni hükümler getiren kanunlar
çıkarabiliyor; meselâ, Süleymaşah'a Anadolu kıt'ası hükümdarlığı menşurunu
verebiliyor ve halife de buna, sırf İslâmî usûl bakımından, saltanatı tasdik
hususunda iştirak ediyordu[344].
Böylece,
Türklerdeki İslâmiyet öncesi “mülk ve millet” ve sonraki “din ve devlet”
düsturu arasında denge kurulmak suretiyle, yeni bir düşünce terkibi ”Din ü
Devlet, Mülk ü Millet” meydana getirilmiştir[345]
MOĞOL İSTİLÂSI DÖNEMİNDE SIR DERYA HAVZASI
MOĞOL İSTİLÂSINDAN ÖNCE BÖLGENİN SİYÂSÎ DURUMU
Çalışmamızın
buraya kadar olan kısmında Sır Derya bölgesinin en eski devirlerden Ortaçağlara
kadar olan durumunu; bölgenin etnik yapısını ve bu meyanda bir Türk vatanı
olduğunu; Islâm öncesi ve İslâmî devirlerde bölgede kurulan veya bölgeyi idaresi
altında bulunduran devletleri inceledik. Bu bölümde bölgenin siyasi tarihini
ele alacağız. Bunu yaparken bölümü kendi içinde “Moğol İstilâsına Kadar” ve
“Moğol İstilâsı Döneminde Sır Derya Bölgesi” şeklinde incelemeyi uygun bulduk.
Bölümde Sır
Derya bölgesinin miladi IX. yüzyıl öncesi siyasi tarihçesi üzerinde
durulmuştur. III. Bölümde Sır Derya bölgesi tarihi için önemli bir dönemi
teşkil eden, IX-X. yüzyılda vukubulan Oğuz göçü ve Oğuz Yabgu devletinin
kuruluşu konusu üzerinde durulacaktır. Tarihleri IX-X. yüzyıllara ait olmasına
rağmen, Oğuzlardan ve onların kurdukları devletten bahsetme gereğini duymamızın
başlıca sebebi, Oğuzların Sır Derya bölgesinin etnik ve kültürel gelişimi
üzerinde çok etkili olmalarındandır. Sır Derya bölgesinin siyasi tarihi içinde
Oğuzlar fevkalâde bir konudur. Hernekadar Oğuzların bu bölgedeki varlığı ve
tarihi tezimizin ana konusunu oluşturan Moğol İstilâsına kadar olan devirden
önce ise de, ehemmiyeti dolaysıyla Oğuzların X. yüzyıla kadar olan bu bölgedeki
varlıklarından bahsetmenin faydalı olacağı kanaatine varılmıştır.
Önce Sır Derya
bölgesinde yaptığı arkeolojik araştırmaları ile tanınan ve bu bölgenin kültürel
tarihi konusunda bizlere kıymetli bilgiler hazırlayan S. Tolstov’un üzerinde
durduğu bir noktaya dikkat çekmek istiyoruz. Tolstov “Po Drevnim Deltam Oksa i
Yaksarta(Eski Oxus ve Yaksart Deltaları)” adlı çalışmasında antik çağ
tarihçilerinden Ptolemaios’un eserinde verilen bilgiler ile arkeolojik verileri
bir araya getirerek, Aral gölü civarı ve Sır Derya’nın aşağı kısmının etnik
yapısının erken ortaçağda olduğu kadar Ptolemaios’un zamanında da aynı olduğu
kanaatine varmıştır. O, buna delil olarak aşağı Sır Derya ile Horezm bölgesinde
kurulan eski Kangu veya Kangha Devleti’nin ortaçağda Sır Derya bölgesi Türk
kabileleri birliğinin kurduğu Kangh devleti ile ayniyet arz ettiğini ileri
sürüyor[346].
Bunlara ek olarak Ptolemaios’un eserinde adı geçen antik çağ kavimlerinin Sır
Derya’nın aşağı kısmı ile Aral gölü civarında erken ortaçağda ortaya çıkan
Oğuzların ceddi(proto-Oğuz) olduğunu söylüyor: Ona göre, Aral gölü civarında
yaşayan Massagetler’in bir boyu olan “Augasoi” veya “Augasiya’’ (M.Ö. Il.yy.)
isminden miladî VI. yüzyılda oluşacak olan “Oğuz” ismi türemiştir[347].
Böylelikle Oğuzların Sır Derya civarına Moğolistan topraklarından göç ederek
gelmediği, onların aslen Sır Derya bölgesinin sakinleri olduğu sonucuna
varılıyor. Bunları sadece isimlerdeki benzerlikler değil, aynı zamanda eski
yerleşim yerlerinde yapılan arkeolojik çalışmalar da doğrulamaktadır. Çünkü S.
Tolstov’a göre Sır Derya bölgesinde yapılan tüm incelemeler bölgenin eski
çağlardan itibaren bir kültürel ve etnik bir devamlılık arz ettiğini
göstermektedir. Bu bölgede elde edilen hiçbir veri, bölgede olan ani bir
değişiklikten haber vermiyor. Tolstov’a göre: eğer Oğuzlar Doğu’dan göç ederek
gelmiş olsalardı, bölgedeki kültürel gelişmelerde yabancı etkinin belirtileri
hissedilirdi. Oysa, Sır Derya bölgesindeki etnik-kültürel gelişme safhalarında
böyle kopukluğun olmadığı, tam tersine gelişmelerin bir zincir şeklinde olup,
bir birini tamamladığı ortaya çıkmaktadır[348].
Bu görüş eğer
doğru ise, tarihçilerden bazılarının ileri sürdükleri Türklerin vatanının Doğu
değil Batı Türkistan olduğu görüşü de ağırlık kazanmaktadır. Nitekim Z. V.
Togan da göçün ilk önce Batıdan Doğu’ya ve sonra tekrar Doğu’dan Batı’ya doğru
olduğunu ileri sürmüştür[349].
Buna göre ilk göçün sebebi Batı’dan gelen Arîlerin istilasıdır. Sır Derya
Oğuzlarının(Proto-Oğuzlar) büyük bir kısmının bu göç dalgasıyla Doğu’ya gitmiş
olması mümkün ve muhtemel olmakla birlikte bu konuda şimdilik daha fazla bir
şey söyleyebilecek durumda değiliz.
Gök Türk
Devleti’nin yıkılışından sonra Türkler uzun zaman Orta Asya’da büyük ve
kuvvetli bir devlete sahip olamadılar. Orhun bölgesinde, Gök Türkler’in yerini
alan(744) Uygurlar da Batı Türkleri üzerinde hakimiyet kuramadılar. Onların 840
yılında yıkılışı, Türk boylarının eski bütünlüklerini yitirmesine sebep oldu.
Bu görüş ister
doğru ister yanlış olsun, X. yüzyıl Islâm kaynaklarına göre, bu yüzyılda Türk
dünyası şu kavimler tarafından temsil ediliyordu: 1- Oğuzlar (eserlerde el-Guzz
şeklinde kaydedilmektedir); 2-Karluklar(Harluk); 3-Uygurlar(eserlerin hepsinde
Tokuz-Guzz ismiyle anılmıştır); 4-Kırgızlar; 5- Kimekler[350].
Yaklaşık bir
asır sonra, yani XI. yüzyıla gelindiğinde, bu kavimlerin kurdukları devletlerle
Türk-lslâm siyasî tarihinde yerlerini aldıklarını görüyoruz. Yani, XI. yüzyılda
doğu Islâm dünyası siyasî bakımdan, Karahanlılar, Gazneliler, Uygurlar,
Bulgarlar ve yüzyılın ikinci çeyreğinden itibaren de Selçuklular tarafından
temsil edilmekte idi[351].
X. yüzyılda varlıklarından bahsettiğimiz bu Türk kavimlerinin bir kısmı zamanla
bu devletlerin kurucuları olurken, bir kısmı da tabileri olarak varlıklarına
devam etmiştir. Bir kısmı ise kuvvetli bir siyasî teşekkül kurmaya muvaffak
olamayıp, bir nevi boylar konfederasyonu şeklinde yaşamışlardır. Kaşgarlı
Mahmud bu yüzyıllardaki Türk illerinin etnik durumu ve muhtelif Türk boylarının
yaşadıkları sahalar ile bazı boyların bir birleriyle olan münâsebetlerine dair
kıymetli bilgiler vermektedir. XI. yüzyılda Türklerin yaşadığı coğrafî
bölgelerin sınırlarını, Kaşgarlı Mahmud şöyle belirtiyor: “Bugün Türk
ülkelerinin sınırı Abisgun(Hazar) deniziyle çevirili olarak Rum diyarından ve
Özkent’ten Çin’e kadar uzanır. Uzunluğu 5000 fersah, eni(genişliği) 3000
fersahtır. Hepsi 8000 fersah eder. Bütün Mâverâünnehir, Yeni Kent’den doğuya
kadar Türk ülkesidir”[352]der.
Sır
Derya Bölgesinde Oğuz Yabgu Devletinin Kuruluşu
Oğuzlar,
Ötüken Uygur Devleti’nin yıkılmasından sonra, Karlukların baskısı ve sıkıştırması
ile batıya doğru ilerleyerek, Sır Derya kıyılarına gelmişlerdir. Bu gelişin
tarihi kesin olarak bilinememekle birlikte, Büyük Uygur Devleti’nin yıkılışını
izleyen olayların genel akışına bakarak bunun IX. yüzyılın ikinci yarısı ile X.
yüzyılın başları arasında meydana gelmiş olduğunu söylemek yanlış olmaz, öte
yandan, bu tarihten çok daha önceki dönemlerde de bazı Oğuz kümelerinin batıya
gelmiş olması da ihtimalden uzak değildir. Ancak bunu kanıtlayacak bilgilere
bugün için sahip değiliz. Sır Derya bölgesinin Oğuzlardan önceki sahipleri ise
Peçenekler idi[353]
Oğuzlar çetin savaşlar neticesinde Peçenekleri kuzey batıya doğru sürerek Emba
ırmağının ötesine atıncaya kadar arada uzun zaman kanlı savaşlar yapılmıştır[354].
Bu mücadele
ile ilgili el-Mes’ûdî’nin “et-Tenbih ve’l-lşraf” adlı eserinde bilgi
verilmektedir. Buradan biz, Karluklar ve Kimekler’in bir bölüğü ile ittifak
kuran Oğuz boylarının çetin saldırısına dayanamayan Peçenek boylarının Aral
Gölü civarındaki anayurtlarını bırakıp Yayık ve İtil arasında yurt tuttuklarını
öğrenmekteyiz[355].
Bu Türk illeri
arasındaki mücadele uzun zaman sona ermemiş, daha sonra Hazarlar ile anlaşan
Oğuzlar 864-904 tarihinde Peçenekler’e yeniden saldırarak onları Yayık ve İtil
arasındaki yurtlarından tamamen çıkartmışlar. Bu yenilgi üzerine Itili geçen
Peçenekler Karadeniz’in kuzeyinde yurt tutmuşlar ve tarihte bilinen en önemli
rollerini burada oynamışlardır[356].
VIII. yüzyılın
ikinci yarısından başlayarak IX. yüzyılın sonuna kadar durmadan devam eden bu
çetin olaylar, Orta Asya’daki Oğuz boylarının devlet halinde örgütlenmesinin
gelişmesine sebep olmuştur. Bu sürecin çabuk gelişmesini etkileyen husus ise,
Oğuz boylarının Aral gölü civarı bozkırlarında siyasî üstünlüğü ele geçirme
şansını yakalamış olmaları idi. Bu olay Oğuz boylan arasında vatan anlayışını
canlandırdı. Bu da, Türkistan bölgesinde uzun zamandır devam eden savaşlar
sebebiyle yer yer dağınık halde yaşayan Oğuz zümrelerinin bir araya
toplanmasına neden olmuştur. Onların elde ettikleri bu geniş topraklara sahip
çıkabilmeleri için bir devlet kurmaları gerekirdi. Diğer taraftan, Batı Türk
Kağanlığı’nın yıkılışından sonra, Türk kavimleri arasında başgösteren siyasî
çekişmeler, Oğuzlar’ı da etkilemişti. Dış gelişmelerden kendilerini korumak
için Oğuz hükümdarları iç huzur arayışı içinde idiler[357].
Neticede, Karluk Kağanlığı’nın kuzey batı bölgesinde, Sır Derya’nın orta ve
aşağı sahalarında ve onunla bitişik olan Batı Kazakistan bozkırlarında IX-X.
yüzyıllarda Oğuzların ilk siyasî teşekkülü şekillenmeye başlamıştı[358].
X. yüzyılda Oğuzların
sınırı şöyle idi: Oğuzların batısında Hazarlar ve Bulgarlar, doğusunda
Kartuklar, kuzeyinde Kimekler vardı. Güneyinde ise Islâm dünyası bulunuyordu.
Şu halde Oğuzlar her üç taraflarından soydaşları Türklerle çevirili idiler.
Buna karşılık sadece güneyde din, ırk ve medeniyet bakımından kendilerinden
farklı bir kavim olan, Iran kavmi ile komşu idiler[359].
Oğuzlar
hakkında bilgi veren kaynaklara gelince: Bu bilgilerin IX. yüzyılın sonu ve X.
yüzyılın başına ait olduklarını görmekteyiz. Ortaçağ müelliflerinden
Ya’kûbî’nin eserinde: “Türkler bir çok kavim (halk) ve devletlere ayrılmıştır.
Bunlardan bazıları Kartuklar, Dokuz Oğuzlar, Türgişler, Kimekler ve Oğuzlardır.
Bunların her biri kendilerine has devletler teşkil etmişlerdir. Bir biriyle
devamlı savaşırlar” demektedir[360].
Oğuz Devletine ait bir başka ilginç bilgi de Ibn el-Fakih’in eserinde
bulunmaktadır. Müellif, Oğuzlar’ın başında, Kimekler ve Dokuz Oğuzlar’ın
meliklerinin derecesine eşit olan bir yabgu’nun bulunduğunu belirtiyor ve onun
Maverâünnehir sınırlarına yakın olduğunu söylüyor[361].
Fakat bu yabgulardan hiç birinin adı zikredilmemektedir.
Ya’kubî ve Ibn
el-Fakih’in eserlerinde kaydedilen bilgiler, belirtilen anıda Oğuzların
kendilerine ait bir devletlerinin bulunduğunu ve güçlü bir kavim idiği sonucunu
çıkarmamıza imkan tanımaktadır[362].
Görüldüğü gibi zikredilen metinlerde IX. asrın sonu ve X. asrın başında, Sır
Derya’da teşekkül etmiş bir Oğuz devletinden söz edilmektedir[363].
Devletin iç ve
dış siyasi durumu ve Sır Derya bölgesi için taşıdığı önemden bahsetmeden önce,
sınırlarını çizdiğimiz Oğuz Devleti’nin merkezi başkentini belirleyelim. Bu
konuda bize büyük ölçüde yardımcı olan eser el- Idrîsî’nin “Nüzhet el-Müştak fi
Ihtirak el-âfak” adlı eseridir.
el-ldrisî’nin
yazılarına ve haritalarına göre X. yüzyılda Oğuzların eski ve yeni başkenti
farklılık göstermektedir, el-ldrisi “Nüzhet el-Müştak fi Ihtirak el-Âfâk” adlı
eserinde Oğuz ülkesinin durumundan bahsederken “Hiyâm’dan el-Karyet el-Kadîm
(Eski Köy) güney batı istikametinde 4 konaktır”[364]
- diyor. Müellif eserinin çeşitli sayfalarında yer verdiği haritalarda da
el-Karyet el- Kadîm’in yerini açıkça göstermektedir. Buna göre, el-Karyet
el-Kadîm, Harezm gölünün kuzey doğu istikametinde, Ruza’nın güney tarafında yer
almaktadır. Yani, müellif el-Karyet el-Kadîm’in yerini tahminen Şaş bölgesinden
kuzey doğu tarafına doğru uzanan sıra dağın eteğinde göstermektedir[365].
“Nüzhet
el-Müştak fi îhtirak el-Âfâk” da el-Karyet el-Kadîm’in (Eski Köy) yanı sıra
el-Kayret el-Hadise’nin (Yeni Köy) de adı geçmektedir. El- Kayret el-Hadîse
Oğuz Devleti’nin siyasî merkezlerinden biri olup, kışın burada Oğuzların
hükümdarı oturuyordu, el-ldrisî’ye göre bunun dışında Oğuz yöneticileri Cend ve
Hore’de de bulunuyorlardı[366].
el-Karyet
el-Hadise olarak adlandırılan Yeni Kent konusunda Ibn Havkâl ilginç bilgiler
vermektedir. Müellif Yeni Köy’in Oğuz Devletinin başkenti olduğunu açıkça
kaydetmektedir. Yeni Köy onun ifadelerine göre aşağı Sır Derya bölgesinin en
büyük yerleşim yerlerinden biridir. Yeni Köy(Yeni Kent) sadece başkent değil, aynı
zamanda Oğuz yabgusunun kışlık karargâhı idi[367].
X. yüzyılda
Yeni Kent Oğuzlar’ın tek siyasi merkezi haline geldi. Çünkü buranın jeopolitik
konumu Oğuz yabgularına büyük kolaylıklar sağlıyordu. Bunların başındca Yeni
Kent’in Asya’nın geniş çapta tarımla uğraşan bölgeleri ile komşu olması ve Oğuz
bozkırlarının Harezm, Mâverâünnehr ve Horasan bölgeleri ile ticari ilişkide
bulunmasında bir koridor görevini üstlenmesi geliyordu. Gerçekten de Oğuz
Devletinin Sır Derya boyundaki şehirleri her zaman kara ve nehir ticaretinin
önemli noktalan olmuştur. Ibn Havkal şunu doğrulamaktadır ki, Sır Derya nehri
ile Yeni Kent’e buğday ve ekmek yüklü tekneler ulaşmaktadır. Kimek bozkırlarına
ve İç Asya’nın Sarı Su, Kendik, Esil ve Hura bölgelerine giden kervan yolları
buradan geçiyordu. Bu yollar Sığnak(Suğnak) ile Güney Ural’a kadar giden diğer
kervan yolları ile birleşerek şehrin ticari önemini arttırıyordu[368].
X. yüzyılın
ilk yarısında Oğuzlar Sır Derya bozkırları ile, o civardaki Karacuk (Farâb) ve
Sayram (Isficab) şehirleri havalisinde yaşamakta idiler. Hudud'ül-Alem ve diğer
Islâm coğrafyacılarına (el-Belhi, el-lstahrî, ibn Havkal) göre, Oğuzlar'ın
sahası batıda Hazar denizine (bu denizin doğusundaki yarım ada bu sebeple
Türkçe Mangışlak adını almıştır), güneyde Gürgenç şehri ile, bunun
kuzey-batısındaki Cit kasabasına ve Baratekin'in kasabasına (Aral gölünün
güneyinde), Mâverâünnehr'de Buhârâ'nın kuzeyine, Karaçuk dağlarının eteğindeki
Sabran şehrine kadar yayılmıştı ve Karaçuk dağlarından Hazar'a kadar uzanan
bozkıra "Oğuz Bozkırı" (el-Mafazat'ül-Guzıya) denilmekte idi[369].
Oğuz Yabgu
Devleti’nin iç siyasi durumu hakkındaki bilgilerimiz genellikle Oğuznâmedeki
efsane şeklindeki bilgilere dayanmaktadır. Oğuz- nâme’nin çeşitli
versiyonlarında, Oğuz Devleti’nde Salur boyunun önemli rol oynağından söz
ediliyor. Bu rivâyetlere göre Salur beyleri uzun bir süre Oğuz elinde hüküm
sürmüşlerdir[370].
X. yüzyıl Oğuz
Yabgu Devleti’nin yükseliş dönemidir. Bu dönemde ülkenin sınırları oldukça
genişlemiş, nüfus bakımından da Oğuzların sayısı bir hayli artmıştı.
Muhtemelen, Oğuzların 24 boy halinde teşkilatlanması da bu dönemde
gerçekleşmiştir. Daha yüzyılın başında devlet teşekküllerini tamamlayan
Oğuzlar, idari bakımdan da organize olmuşlardı. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi,
devletin başında “Yabgu” unvanın taşıyan bir yönetici bulunuyor, Kül Erkin
unvanlı bir başbuğ ona naiplik yapıyor, orduyu Sü-başı idare ediyordu.
Bu dönemde,
Sır Derya havzası boyunca Oğuzlar'a ait çok sayıda şehir ve kasaba kurulmuştu.
Bunlar arasında başta: Yengikent veya Yeni Güzeli, Cend, Barçnlığkent, Sığnak,
Karnak, Sütkent, Aşnas, Otrar, Sabran/Savran olmak üzere irili ufaklı pek çok
kasaba bulunuyordu. Oğuzlar'ın eski başkentleri el-Karyet el-Kadime (Eski
Güzeli), Sır Derya boyunca tam yerleştikten sonraki merkezleri ise el-Karyet
el-Hadise(Yeni Guzeli)olmuştur.
Salur boyuna
mensup hükümdarından Guz b. Mamsak'ın 920 yılında ölümü üzerine Oğuz Yabgu
Devleti'nin hakimiyetini ele geçirmek için ciddi bir iç çatışma meydana
gelmiştir. Bu çatışmalar sonucunda Baranlu hanedanı hakimiyeti eline geçirmiş,
Salur hanedanına bağlı boy ve kabileler ise Mangışlak yarımadasına göç ederek
burada Mangışlak Salur-Oğuz Devleti'nin temellerini atmışlardır. Agacanov'a
göre, X. yüzyılın ortalarında Oğuz Yabgu Devleti'nin başında Baranlu kabilesine
mensup hükümdarlar ve kumandanlar bulunmaktaydı[371].
Baranlu hanedanından adı tespit edilen ilk hükümdar Ali Han olmuştur[372].
Oğuz Yabgu
Devleti’nin dış siyasi durumuna gelince, Yabgu Devleti'nin, komşuları
Peçenekler ve Hazarlar'la münasebetinin pek dostane olmadığını söyleyebiliriz.
Ibn Fazlan (X. asrın ilk çeyreği) ve el-Mes'ûdî'ye göre, aralarında savaş eksik
olmuyordu. Harezm'in yerli hanedanı Afrigiler Oğuz baskısı altında idiler[373].
Oğuzlar'ın
doğu komşuları Kartuklar ile de mücadele halinde oldukları, aralarındaki
savaşlardan birinde, Oğuz Yabgusu'nun ölmesinden anlaşılıyor[374].
Diğer taraftan Kaşgarlı Mahmud, Oğuzlarla Çiğiller arasında köklü bir
düşmanlıktan bahseder[375].
Kuzeyde Kimekler ile ise bazen dostça, bazen hasmane münasebetler devam edip
gidiyordu. Bu Oğuzlar, umumi "Türk" adı yanında, yine siyası bir
isimlendirme olarak "Türkmen" adını da taşıyorlardı ki, Müslüman
ülkelerine geldikten sonra Islâm kaynaklarında bu isimle de anılmışlardır[376].
Oğuz Yabgu
Devleti’nin güneydeki Islâm ülkeleri ile de münasebetleri pek dostça
olmamıştır. Onlar Islâmın başlıca düşmanları arasında gösterilmişlerdir.
Oğuzlar’ın hem Harezm hem de Mâverâünnehr yönünden Müslüman komşuları üzerine
akınlar yaptıkları anlaşılıyor.[377]
Kaynaklar
Oğuzlar’ın komşu Harezmle devamlı çatışma içinde olduğundan bahsederler. Onlar
Islâm ülkelerine devamlı akınlar yaparlar, yolları üzerinde rastladıkları
yerleri yağma ederler ve süratle geri dönerlerdi.[378]
el-Biruni yazılarında, her sonbaharda Harezm Şahlarının sınırdaki Türk-Oğuzları
uzaklaştırmak için seferler düzenlediğinden bahseder.[379]
Oğuz saldırılarına karşı Harezm sınırlarında nöbetçi kuleleri ve kaleler inşa
edilmişti. Daha sonra ülkeyi bu akınlara karşı müdafaa etmek için Buhârâ
yakınlarında ve Şaş’ta da surlar yapılmıştı.[380]
Göçebe Oğuzlar’ın
ileri gelenleri Horasan’ın sınır kasabalarına da seferler düzenliyorlardı,
el-lstahrî’nin yazdığına göre, göçebe Oğuzlar’ın akınları Cürcan bölgesinden
başlamakta idi. Oğuz akınlarına karşı Cürcan bölgesi savunması zamanla
güçlendirilmişti. Bu bölgede yaklaşık 1000 kale mevcuttu.[381]
X. yüzyılda Horasan hükümdarları Ferâve’yı güçlendirmişlerdi. Üç kat sur ve
hendeklerle Kufan da güçlü savunma hattı oluşturulmuştu. Dört kapılı ve kalın
surlarla çevrilen bu kale bir fersah uzunluğundaydı.[382]
Fakat daha
sonra bölge ve yöreleri yağma akınlarına karşı korumak için duvar sular
tedbirinden vazgeçildi. Türklerin zayıf bir durumda oldukları anlaşılarak onlar
üzerine seferlere girişildi. Bunun sonucunda Şaş ve Isficab bölgeleri ile
Taraz’ın doğusuna kadar uzanan topraklar Islâm aleminin sınırları içine alındı.
Müslümanların nüfuzu, Çu ırmağının aşağı yatağına, Isık-göl’ün batısına dek
gitti.[383]
Ganimet ve
esir ele geçirme amacı Oğuzlar’ın Mâverâünnehr, Harezm, Horasan’a
saldırılarının tek sebebi değildi. Oğuzlar’ın yerleşim merkezlerine yakın
bölgelere göç etmelerinin gerçek sebebi onların tarım ürünlerine ihtiyaç
duymaları idi. En büyük ihtiyaçları ekmek idi. Bunu Ibn Fazlan’ın ifadelerinden
açıkça anlamaktayız. Genellikle Arap elçileri Oğuz ülkesinden geçerken arpa ve buğdaydan
yapılan ekmekleri hediye ediyorlardı[384].
Ekmek Oğuzlarda en büyük hediye sayılıyordu. Bir keresinde Ibn Fazlan’ın
kervanını durduran Oğuzların ilk istediği şey ekmek olmuştu.[385]
Oğuz Yabgu
Devleti hakkındaki bilgilerimiz hemen hemen bu söylediklerimizden ibarettir.
Son Oğuz Yabgusu olarak Ali Han adında birini zikreden ve Selçukluların ilk
zamanlarında bunların "can düşmanı" olarak Tuğrul ve Çağrı Beyleri
bir hayli uğraştırdığını bildiğimiz meşhur Cend "hakimi" Şah-melik'i
de Ali Han'ın oğlu gösteren Reşid'üddin'in (XIV. asrın ilk çeyreği) bu malûmâtı
destânî mahiyette görülmektedir[386].
Yabgu Devleti
zamanında Oğuzlar Üç-oklar ve Boz-oklar olmak üzere iki bölük halinde
teşkilatlanmışlardı. Bunları oluşturan Oğuz kabileleri hakkında, biri Kaşgarlı
Mahmud'un Divanü Lûgat'it-Türk'ünde, diğeri de Reşıd-üd-din'in
Câmiü’t-Tevârih’inde olmak üzere iki liste mevcuttur.
XI. yüzyıla
doğru Oğuz Yabgu Devleti yıkıldı. Bunun, Kimekler'den bir kol olup, IX.
yüzyılda bir kuvvet olarak beliren Kıpçaklar(Kumanlar)'ın baskısına ilaveten,
Selçuklu ailesinin kendilerine bağlı kabilelerle birlikte ayrılmaları
neticesinde vukubulduğu kabul edilmektedir[387].
Kaşgarlı'nın haritasına[388]
göre, XI. asır ortalarında Kıpçaklar "Oğuz Bozkırı"nı ve Sır Derya
nehrinin aşağı mecrasını işgal etmiş bulunuyorlardı.
Sır Derya
bölgesinde derin izler bırakan Oğuzlar hakkında ne yazık ki, daha geniş bilgiye
sahibi değiliz. Sadece, Oğuz boylarının adı olan Bayundur, Çavuldur, ve
efsanelerde geçen kahraman isimleri ile anılan yer-su adları Karaçuk, Kazıkurt(Gazgurt),
Çörnak(Çırnak) ve Boz oklardan olan “Alka- Bölük” adını hatırlatan Sır Derya
yakınlarındaki gölün eski adı “Alka göl” isminden ve henüz bilemediğimiz bir
çok ortak özelliklerden hareketle Oğuzların Sır Derya bölgesi halkının
oluşumundaki temel unsurlardan biri olduğunu kuvvetle söyleyebiliriz. Milattan
önceki dönemlerden günümüze dek devam ede gelen “Kent Türkleri”(yerleşik
Türkler) neslinin en güzel örneği bu bölgede saklanmıştır.
Yabgu
Devleti'nin yıkılışı üzerine, Oğuzlar'dan kalabalık bir kısım Karadeniz'in
kuzeyinden batıya göçmüş (Uzlar), diğer bir kısım Cend bölgesine, oradan da
Horasan'a yönelmiştir (Selçuklular). Yerlerinde kalan Oğuzlar'ın XI. yüzyılın
ortalarında Karaçuk Dağları bölgesinde Mangışlak'ta ve Sır Derya kıyısındaki
kasabalarda oturdukları Moğol istilâsı sırasında da Cend'de ve Karakum'da
Türklerin bulunduğu görülmektedir.
Umumi Türk
tarihi içinde Gök-Türk çağının, Türk milletine yön verici, merkezi bir hüviyet
taşıdığı açıktır. Uygur, Türgiş, Karluk ve Hazar hakanlıklarının hepsi Gök-Türk
Hakanlığının devamı idiler. Uz, Peçenek, Kuman-Kıpçak boyları da ondan ayrılmış
zümrelerdi. Yukarı Irtiş bölgesinde Kimekler; Aral Gölü'nün kuzeyinde bir
Kıpçak grubu olan Kanglılar; Kaşgar'ın kuzey-doğusu, Özkent, Talaş ve Çu
bölgesinde bir Karluk kabilesi olan Yağmalar; yine bir Karluk kabilesi olup
önce Işık gölün güney-batısında ve sonraları Talaş civarında, Barsgan(Barshan)
ötesinde Kaşgar havalisinde ve Mâverâünnehr'de oturan Çiğiller, bir Karluk
kabilesi olarak Işık göl-Çu ırmağı arasında görülen Tohsılar; Toharistan,
Gazne, Belh, Sicistan, kuzey Hindistan'da Kalaçlar; Kaşgar,
Balasagun-Talas-Fergane arasında Argular; Yabaku, Çomul, Igrak, Çaruk, Ezgiş,
Kençek vb. toplulukları Gök Türkler'e bağlı Türk kabileleri idiler. Ayrıca
Karluk, Yağma, Çiğil, Tohsı yolu ile Karahanlılar Devleti; vaktiyle aynı
camiada yer alan çeşitli Türk grupları yolu ile Gazneliler, Harezmşahlar,
Hindistan Türk devletleri; Oğuzlar yolu ile Büyük Selçuklu İmparatorluğu,
Selçuklu devletleri, Atabeylikler, Türkmen beylikleri, Anadolu beylikleri,
Kara-koyunlu ve Ak-koyunlu devletleri, OsmanlI İmparatorluğu ve Türkiye
Cumhuriyeti hep Gök-Türk hakanlığının, etnik, İçtimaî, İdarî, askerî ve
kültürel varisi olmuşlardır[389].
Yukarıda
bahsettiğimiz Oğuz-Kıpçak mücâdelesi ve Kıpçaklann güneye doğru yayılarak, Sır
Derya bölgesi ile Aral civarın hakimiyetleri altına alması tahminen XI. yüzyıla
tekabül etmektedir. Sır Derya bölgesinin siyasi tarihi için diğer devletler
gibi önem arz eden Kıpçaklardan bahsetmeden önce, tarihi açıdan Sır Derya
bölgesini kısmen de olsa etkileyen ve bilinmesi gereken bir başka devlet,
Karahanlı Devleti hakkında kısaca bilgi vermemiz yerinde olacaktır. Çünkü
İslâmiyet’in yayılışı ve Arapların Orta Asya ve Sır Derya bölgesine icra
ettikleri seferleri büyük ölçüde Karahanlı dönemi ile alâkalıdır. Kronolojik
açıdan nerede ise aynı dönemde yaşayan Oğuz, Kıpçak, Karahanlı(Karluk) ve
Kimakların tarihi bazı safhalarda iç içe gelişmektedir. Bahis konumuz olan Sır
Derya bölgesinde de zaman zaman bunların biri gidince diğeri etkili olmuştur.
Devlet merkezi
Sır Derya bölgesinde olmayan, fakat bölgenin siyasi tarihinde etkili olan
devletler arasında Karahanlı Devleti de vardır. Onun dışında Arap seferleri,
Hıtay akınları, Samanîler ve Gazneli Devleti ile Karahanlı mücadelesi de
bölgeyi etkileyen dış gelişmelerdendir. Yeri gelince bunlar hakkında da bilgi
verilecektir.
Medeni gelişim
ve siyasi kuvvet açısından Orta Asya’nın güçlü devletlerinden biri olan
Karahanlılar, aynı zamanda Türkistan’da Islâm dinini kabul eden ilk
Türk-Müslüman devletidir.
Oğuzlar’dan
bahsederken de değindiğimiz gibi, İkinci Türk Hakanlığı’nın yıkılışından sonra
bozkırda siyasi bir boşluk meydana gelmişti. Aşina Hanedân’ını yıkan Basmıl,
Uygur ve Karluk kabileleri, Türk kabileleri üzerinde hakimiyet kurmak ve hakan
unvanını almak için birbirleriyle savaşa tutuşmuşlardı. İktidarı Basmılların
elinden alan Uygurlar bunların içinde en güçlüsü idi. 763 yılından sonra
yaklaşık bir asır boyunca Uygurlar, Merkezî Asya’da söz sahibi oldular. Rakipleri,
sadece Karluklar ve Tibetliler idi.
751. yılında
vuku bulan meşhur “Talaş muharebesi”nden sonra 766 yılında Karluklar Talaş ile
Suyab’ı işgal ederek Doğu Türkistan için Uygurlarla kıyasıy bir mücadeleye
girmişlerdi, öte yandan Karluklar, Oğuzların Sır Derya bölgesine kaymalarından
önce, Yedisu bölgesinde onlarla da mücadele etmişti[390].
Karluk Devleti
IX. yüzyılın başlarındaki çarpışmalarda uğradığı başarısızlıklara rağmen,
Yedisu şehirlerinin zenginliği sayesinde ayakta kalmayı başarmıştı. Yabgunun başlıca
gelir kaynağı, Sır Derya sahillerinde kurulan köle pazarlarında Abbasi
halifelerine satılan Türk kölelerinden elde edilen gelir ile Taraz'dan
Issık-göl'e kadar uzanan güzergahı kontrol altında tutmak suretiyle Çin'e
yapılan transit taşımacılığından alınan vergilerdi. Araplar'ın kendilerini
buradan söküp atma denemelerine rağmen Karluklar, Fergana Vadisi'nde de
durumlarını güçlendirmişlerdi. Yabgu için en büyük tehlike, Halife Me'mun'un
(813-833) komutanı olan Fazıl ibn Sehl'in düzenlediği seferdi. Araplar 812-817
yılları arasında Otrar bölgesine seferler düzenlemişler, orada vukubulan
çarpışmalarda Karluk sınır muhafızlarının kumandanı ölmüştü[391].
Üç asır
boyunca ötüken'de hakimiyeti ellerinde tutan hakanların son çeyrek yüzyılda
düşüş göstermeleri, Merkezi Asya'daki Türk gölünde yeni bir jeopolitik durum
meydana getirmişti. Her şeyden önce, Üç yüzyılın ardından, herhangi bir
devletin Türkistan’da yayılmasını ve hatta mevcudiyetini muhafazasını sağlayan
güçlü bir merkezi iktidar, kesinlikle tarihe karışmıştı. Artık Türk kabileleri
herhangi bir boyun hakanlık ünvanını elinde tutmasını kabulleniyor, ama tek bir
iktidarı asla benimsemiyordu[392].
Bazı Müslüman
müelliflerinin verdikleri bilgilere göre, Uygur Hakanlığı'nın yıkılmasından
sonra, onun Türk kabileleri üzerindeki iktidar ve etkinliği Karluklara intikal
etmişti. Bu yüzden hanedan yöneticileri “yabgu” unvanının yerine “hakan”
unvanını kullanmaya başlamışlardı. X. yüzyıl kaynaklarından “Hudûd al-Alam”:
”Yabgu-Karluk hükümdarlarının önceki unvanıdır" diye yazar[393].
Eski geleneğe
göre, hakanın iktidarı ahlaki ve ideolojik bir anlam ifade ettiğinde
Kartukların hakimiyetini el-Mes’ûd? eserinde şöyle ifade etmektedir:
"Han-ı hanan (hakanların hakanı) Kartuklar arasından çıkar ve o, bütün
Türk kabileleri üzerinde söz sahibi olurdu. Çünkü onun ataları Afrasiyab ve
Şana (yani Açina) idi"[394]
İşte Karahanlı
Devletinin Orta Asya ve Kaşgar’da ortaya çıkışı sırasında durum bu merkezde
idi. Karahanlı hanedanının siyasî itibarı el- Me’sûdî’nin açıklamasında
anlaşılır bir şekilde yansıtılmıştır.
Karahanlı
Devleti ilgili bilgiler, hakanlığın sınır bölgelerinde yaşayan Arap ve Acem
müelliflerinin eserlerinde mevcuttur. Karahanlılar'ın yegane tarihçisi İmam
Ebu'l-Futûh al-Gafir el-Almaî'nin "Tarih-i Kaşgar" adlı bir eseri
olduğu, Cemal Karşi'nin ondan yaptığı bazı alıntılardan anlaşılmaktadır[395].
Karahanlılar'ın
ortaya çıkışıyla ilgili olarak değişik görüşler mevcuttur.
Bunlardan V.
V. Barthold’un görüşü Karahanlılar'ın üç kabileden (Karluklar, Yağmalar ve
Çigiller) oluştuğu doğrultusundadır. Bazı kaynaklar ise, bu adı geçen
kabilelerle beraber Türgeş kabilelerinden birisi olan Tuhsilerin de Karluk
kabile federasyonu içinde yer aldığını belirtir. Karahanlılar'la ilgili bir
rivayete göre (Cemal Karşi'nin Kaşgar rivayeti) ilk Karahanlı hanedanı
hükümdarı, o sırada Samaniler'in Semerkand ve Buhârâ emirinin kendisiyle
savaştığı Bilge Kül Kadır-kağan'dır. Kadır-kağan'la savaşan Samani emiri de,
840'da Yedisu Türkleri'ne karşı sefer düzenleyen ve Isficab'ı fetheden Nuh ibn
Esed’dir. Gerdizî'ye göre Karluk yabgusu da o yıl hakan unvanı almıştır. Bütün
tarihi kaynaklar, 840 yılında Karahanlı hanedanının başında, sabık Karluk
yabgusu Bilge Kül Kadır-kağan'ın bulunduğu konusunda hemfikirdirler[396].
Karahanlılar'da
iktidar, IX. Yüzyılda Karluk kabile federasyonunun nüvesini teşkil eden Çiğil
ve Yağma kabile gruplarının beyleri arasında taksim edilmişti. Devletin, her
birinin başında bir hakanla Doğu ve Batı hakanlıkları olarak ikiye ayrılması da
bu gerçeği yansıtmaktadır. Doğu hakanı mevki yönünden daha üstün tutuluyordu.
Onun baş şehri Kaşgarla Balasagun idi. Doğu hükükmdarı Çiğil kabilesine mensup
olup, Arslan Kara-Kağan unvanını taşıyordu[397].
Mevki yönünden daha düşük olan Batı hakanı ise, Yağma kabilesinden olup, unvanı
Boğra Kara-Kağandır. Batı Kağanlığın merkezi Taraz ve Semerkand’ta idi. Sözü
edilen yüzyılda Sır Derya bölgesi işte bu Batı Kağanlığı’nın sınırları
içerisinde yer almakta idi. önceden Kartukların elinde olan Sır Derya
sahilindeki şehirler ile ticaret yolları Karahanlıların hakimiyeti altına
geçmişti[398].
Fakat bu arada Karahanlılarla Samanîler arasında olan mücadeleler neticesinde
bu şehirlerden bazılarının(lsficab, Talaş şehirleri gibi) zaman zaman
Samanîlerin hakimiyetine geçtiği de oluyordu[399].
Karahanlılardan Oğulçak zamanında, Samanî emiri İsmail Ibn Ahmed’in 893 yılında
Taraz’a düzenlediği başarılı seferleriyle beraber Karahanlılarla Samanîler
arasında bütün Orta Asya için mücadele başlamış idi.
Çarpışmalar
yüz yıldan fazla sürmüş ve ancak Samanîlerin bütünü ile yıkılması ve Amu
Derya’ya kadar uzanan toprakların Karahanlıların hakimiyetine girmesi ile son
bulmuştur. Orta Asya topraklarında bir çok Karahanlı prenslikleri ortaya
çıkmıştı ve bunlar sembolik olarak Balasagundaki Kağana bağlı idiler[400].
Birbirleriyle olan münasebetleri de dostane olmaktan uzaktı.
Erken
Karahanlı döneminin en önemli olayı, hanedanın ve ona bağlı olan kabilelerin
Islâm’ı kabul etmeleridi. V. V. Barthold eserinde Arap coğrafyacılarının, X.
yüzyılda, Türkler'i Islâm’a kesikle yabancı ve Müslümanlara düşmanlık besleyen
bir halk olarak nitelemekte olduklarını yazmaktadır[401].
dönemin Arap
coğrafyacılarından Ibni Havkal, Isficab ile Şaş, yani Sır-Deryanın orta
mecralarındaki dağlık bölgelerde göçebe olarak yaşayan bin Türk ailesinin toplu
olarak Islâm’a geçtiklerini kaydeder[402].
Bununla birlikte bu kabilden en büyük olay, Karahanlı devletinin iç
bölgelerinde, büyük bir ihtimalle Yedisu'da yaşayan 200 bin Türk çadırının
[ailesinin] 960 yılında İslâmiyet’i kabul etmiş olmasıdır[403].
Bu olay, Bazır'ın oğlu ve Oğulçak'ın yeğeni Satuk Boğra-han'ın, Türkler'in
İslâmiyet’i kabul etmesinden önce Müslümanlığı benimseyerek aldığı yeni Abdul
Kerim adıyla ilişkilendirilmektedir[404].
Ancak, İslâmiyet’in resmi devlet dini olarak ilanı, Satuk'un 955 yılında tahta
geçen oğlu Musa döneminde gerçekleşmiştir[405].
Karahanlıların ve Satuk Boğra Han’ın İslâmiyet! kabul etmesi hakkında çeşitli
hikayeler anlatılmaktadır. Bunlardan birinde Karahanlı sarayında yaşayan
Müslüman veli Nişapurlu Abdul Haşan Muhammed ibn Süfyan Kelimatî'nin tesiri ile
Karahanlıların İslâmiyet! kabul ettikleri anlatılmaktadır. Ancak bu konuda
kesin bir bilgi yoktur[406].
Mantıkî bir gerçek vardır ki o da, Karahanlı Türklerinin Müslüman oluşunun
herhangi bir mübeşşirin kısa bir süre bölgede faaliyet göstermesinin bir sonucu
olmadığı; aksine, İslâmiyet’in, ekonomik ve siyası bir güç olarak, yavaş yavaş
Türk gölüne dökülmeye başlamasının neticesi olduğudur. Hatta bizzat Satuk,
amcası büyük hakana karşı savaşa girerken, Samanilerin büyük çapta desteğini
almak için bu yeni dinin avantajlarını devreye sokmuştur.
Yerleşik
medeniyetin güçlü tesir bölgesinde kalan Türk kabileleri, yeni ekonomik
sistemin ve sosyal münasebetlerin içine itilmişler, bu sistemlerin bir parçası
haline gelmişler ve kendilerini Orta ve Ön Asya'da artık çoktan teşekkül etmiş bulunan
sanayi-kültür ortamında bulmuşlardı. Bu kaynaşmanın, en azından ideolojik
yönden dışa vurumu, Karahanlı ve Selçuklu devletlerindeki Türkler'in hızlı bir
şekilde Müslümanlaşmasıydı ve bu durum, yeni hanedanların, Islâm’ın mutlak
hakim olduğu bir dünyada siyası yönden kabul görmesine zemin hazırlıyordu.
Karahanlı ve
Selçuklu devletleri, başlangıçta geleneksel Türk hakanlıklarının devamı olmakla
birlikte, ne ekonomik, ne de sosyal boyutta bu geleneği muhafaza
edebilmişlerdi. Çünkü yeni bir kültür ortamında, artık Merkezi Asya'daki siyası
sistemden farklı bir sistem ortaya çıkmış; Orta ve Ön Asya'daki Türk
imparatorluklarında tam ve hızlı bir gelişme kaydederek yeni devlet erkanının
doğuşuna yol açan erken feodal ikta sistemi şekillenmişti[407].
Kara Kıtay (Kıtan)ların
-Uzak Doğulu Moğol kabileleri istilası ve Yedisu'da kendi devletlerini
kuruşları, bazı Karahanlı yöneticilerini, uzun bir süre Gür-hanın(Kara Kıtay)
vassalı haline getirmişti[408].
Sadece metbu bir devlet olmakla ve vergi almakla yetinen Kara Kıtaylar,
tebaalarının devlet yapısına, din ve kültürlerine kesinlikle müdahalede
bulunmamışlardı. Ama her halükarda Kara Kıtay hakimiyeti, Karahanlılar'ın
siyasi yönden yok oluşunun başlamasına zemin hazırlamıştır[409].
1210 yılında
Naymanlar'la yapılan savaş, Doğu Karahanlı hanedanının devrini kapatmıştır.
1212 yılında ise Harezmşah Muhammed, Batı Karahanlı hanedanının son beyini
Semerkand'da katletmiş; bunu kısa süre sonra, Fergana Karahanlı kolunun ortadan
kalkışı takip etmiştir[410].
Bu arada Orta
Asya, Yedisu ve Kaşgarya'da, yeni bir etnik ortam, yeni bir sosyo-ekonomik yapı
ve dini kültür şekillenmişti. Bu bölgede feodal devletler yapılanıp, Türk
kabileleri yerleşik düzene geçtikçe, tek dil konuşan ve aynı alfabe kültürüne
sahip olan kabile dışı etnik bir topluluk şekillenmeye başlamıştı. Ancak, Moğol
fetihlerinin yol açtığı sarsıntı bu gelişimin tabii prosesini altüst edecektir.
Kıpçaklar
konusuna girmeden önce, Oğuz Yabgu Devleti’nin yıkılmasına, Karahanlı
Devletinin zayıflamasına ve Kıpçakların güneye doğru göç etmesine ve dolaysıyla
Sır Derya bölgesindeki siyasi değişikliklere sebep olan, göç dalgaları hakkında
kısaca bilgi vermek gerekir.
Kendi iç
karışıklıkları sebebiyle iyice zayıflayan Oğuz Yabğu Devleti XI. yüzyılın ilk
yarısında doğudan gelen büyük göç dalgası ve Kıpçak boylarının çetin saldırısı
sonucunda dağılmıştı. Oğuzların bir çok grupları Kıpçakların bu saldırısına
dayanamayınca Doğu Avrupa’ya ve Küçük Asya’ya doğru gitmişler; bir bölümü de
Mâverâünnehir’deki Karahanlılar Devletine ve Horasan’daki Selçuklulara
sığınmışlardır. Oğuz boylarının bir kısmı da Ana Yurtta kalarak Deşti
Kıpçak’taki Türkçe konuşan kavimlere karışarak onların içinde erimişlerdi[411].
Bütün bunlara
XI. yüzyıl ortalarında Orta Asya bozkırlarında vukubulan büyük tarihi gelişmeler
sebep olmuştur. Buraya, Merkez(lç) Asya’dan dalga dalga göçebe kitleler geldi.
İlk büyük göç uzak doğudan başladı. Bunun başlıca sebebi X. yüzyılda Çin’in
kuzeyinde Liao devletinin kurulması idi. Devlete göçebe Kidanlar(Kitaylar)[412]
hakimdi. Devletin sınırlarını genişletmesi göçebeler arasında batıya doğru bir
göç dalgasının oluşmasına sebep oldu. Kitaylar XI. yüzyılın ilk çeyreğinde
Kansu Uygurlarına saldırdılar. Arkasından da Yedi Su’nun kuzey batı kısmına
doğru ilerlediler[413].
Arap
müelliflerine göre, 1017 senesinde Kitaylar’ın öncü birlikleri Balasagun
yakınlarında görünmüştü. Balasagun’a 8 günlük mesafeye yaklaşan Kitaylar’ın
ordusuna karşı Karahanlı hükümdarı Tuğan Han(Ahmed b. Ali)[414]
büyük bir kuvvet hazırlamış ve onları yenerek ilerlemesini önlemişti[415].
Bu konuda tarihi kaynaklar şu bilgileri vermektedir: “Çin ülkesinden büyük bir
kuvvet Tuğan Han ve Islâm Türk ülkesini kendine bağlamak için sefere çıktı.
Onların sayısı 100 bin çadırdan fazla idi. Müslümanlar böyle bir kuvveti daha
önce görmemişlerdi”[416].
Ibn ül-Esir de Kitaylar’ın sayısının 300 bin çadırı geçtiğini bildirir[417].
Burada Kitaylar’ın sayısı ile ilgili bilgiler biraz abartılı olsa bile, bu
bilgiler, İç Asya ve Orta Asya’daki harekete geçen göç dalgalarının büyüklüğü
hakkında bir bilgi edinmemizi sağlar.
Bazı tarihi
kayıtlara baktığımızda, 1017 senesindeki yenilgi Kitay hükümdarlarının Yedi Su
bölgesini ele geçirme umudunu tamamen kesmediğini gösteriyor. 1027 senesinde
Gazneli Sultan Mahmud’a Kitay hanının elçileri gelerek Mahmud ile dostane ilişkiler
sağlamaya çalışmışlardı[418].
Kitaylar bu diplomatik manevra ile Karananlılar Devletine karşı mücadelede
Gazneliler’in desteğini sağlamaya çalışmışlar, fakat, bu yıllarda Kitaylar’ın
doğuya yaptıkları seferlerin hepsi başarısız olmuştu. Buna rağmen, Kitaylar XI.
yüzyılın ortalarına doğru kuvvet kazandıkça Doğu Sibirya ve Kuzey Çin’de
yaşayan bazı Türk zümreleri, Kun[419]
ve Kay[420]
boylarını Batı’ya doğru itmişlerdir. Tarihi kaynaklarda bu boyların XI.
yüzyılda Kırgızlar, Kimekler ve Tokuz Oğuzlarla komşu yaşadıkları belirtiliyor.[421]
Mervezi’nin
ifadelerine göre: “Kun boyları önceleri Hit(Çin) ülkesinde yaşıyorlardı. Kunlar
göçebe idiler ve Kitay Hakanı’ndan korktukları ve meraları dar geldiği için
Kitay ülkesinden ayrıldılar. Bunlar Nestur mezhebindendir. Göçleri esnasında
güçlü ve sayıca fazla olan Kay boylarının saldırılarına uğradılar. Bundan
dolayı onlar Sarı ülkelerine sığındılar. Sarılar ise Kunlar’ın önünden kaçarak
Türkmenlerin ülkesine girdiler. Türkmenler Oğuzlar’ın doğu bölgesine kaydılar.
Oğuzlar ise Ermeniyye[422]
Denizi sahili yakınındaki Peçeneklerin ülkesine gittiler”[423].
Doğudan gelen
Kunlar ve Kaylar Kıpçaklar’a dokunmuş ve bazı Kıpçak boylarının yer
değiştirmesine sebep olmuştur. Kalabalık baskıya maruz kalan Sarı Kıpçaklar,
vatanlarını bırakıp, göç etmek zorunda kaldılar. Yani, yukarıda da
belirttiğimiz gibi Kitaylar’ın tarih sahnesine çıkması ve topraklarının kısa
bir zaman içerisinde genişlemesi XI. ilk yarısında Doğu Sibirya ve Kuzey Çin’de
yaşayan Kunlar’ın doğuya doğru kaymasına sebep olmuştur. Bu göç Doğu Asya’nın
bazı kavimlerini de yerinden oynatmıştır. Bu büyük göç dalgasından Kıpçak
kavimi içindeki Sarı halkı da etkilenmiştir. Kaylar tarafından tazyik edilen ve
meraları az gelen Kunlar da, Sarı Kıpçakların (Şariler)[424]
yurduna doğru girmişlerdi[425].
Kunlar’dan
kaçan Sarı Kıpçaklar, Yedisu’da, Kara Dağ eteğinde, Sır Derya’nın orta
sahasında yaşayan Türkmenler’in (Karluklar'ın) ülkesine girdiler. Türkmenler
Oğuzların ülkesine; ve Oğuzlar da Karadeniz’in kuzeyindeki Peçeneklerin
ülkesine girdiler. Bu arada büyük göç dalgalanmasından yeterince etkilenen Sarı
Kıpçaklar çok geçmeden Oğuz topraklarına da girdiler ve Oğuzlar’a ağır darbeler
indirdiler. Bunun sonucunda Oğuz Yabgu Devleti bir daha düzelemeyecek şekilde
sarsıldı. Oğuzlar’ın büyük kısmı kitleler halinde batı ve güneye dağıldılar.
Böylece, Oğuzlar’ın bir bölümü Kıpçaklar’ın baskısı ile Idil’i geçip 1054
yılında Karadeniz’in kuzeyindeki topraklarda görüldü. Diğer bir bölümü de Iran
üzerinden Anadolu’ya geçti[426].
Kıpçaklar da onları takip ederek geldiler ve güney Rusya bozkırlarını ele
geçirdiler. Böylece Kıpçaklar XI. yüzyılın ikinci yarısının başlarında hem Oğuz
yurdunun kuzey ve batı kısmına, hem de güney Rusya bozkırlarına hakim
olmuşlardı. Fakat henüz bu zamanlarda Oğuzların önemli bir kısmı yurtlarında
yaşıyordu. Bunlar daha ziyade batıda Mangışlak’ta ve doğuda Karaçuk dağları ile
onun eteğindeki şehirlerde oturuyorlardı. Kaşgarlı’da Oğuz yabguların şehri
Yeni Kentten bahsedilmiyor. Ancak, Aral gölünün kuzey kıyıları ile Sır
Derya’nın ağzına yakın yerler XI. yüzyılın ikinci yarısı başlarında Kıpçak
zümreleri tarafından işgal edilmişti. Yurtlarında kalan Oğuzlar’ın ne zaman
oralardan ayrıldıkları bilinmiyorsa da XII. yüzyılın ortasında Sır Derya
kuzeyinde önemli sayılabilecek miktarda bir Oğuz kütlesinin kalmamış olduğu
muhakkaktır. Bu asrın ikinci yarısında Sır Derya boyunun artık tamamen
Kıpçaklar’ın eline geçtiği kesindir[427].
Kıpçaklarm da
dahil olduğu Kimek Hakanlığı, büyük bir ulus hailinde X. yüzyılda varlıklarına
devam ediyordu. XI. yüzyılın ilk yarısındaki kavimler göçünün, Kimek ulusu
üzerinde de olumsuz etkileri olmuştur. Bu yüzyılın ortalarına doğru ülke
içindeki karışıklıklar çoğalarak merkezi idareye karşı baş kaldırmalar
artmıştır. Öte yandan büyük nüfusa sahip Kıpçaklarm çevredeki boylar üzerinde
hakimiyet kurmaya girişmesi, ayrıca bunlardan bir kısmının batıya doğru göçe
başlaması, Kimek Devleti’nin çökmesine sebep olmuştur. Boy birliğinin dağılışı
ve merkezî idarenin çöküşü o derecede anî ve kesin olmuştur ki, yüzyılın ikinci
yansında Kimek Devleti ve ulusunun adı unutulmaya başlamıştır. Ardından bölgede
Kimeklerin yerini, en kalabalık boy olan Kıpçaklar aldı. Bu durumda Kıpçaklar
üstün sayılarıyla Güney Sibirya’da boy birliği idaresini ellerine geçirmiş
oluyorlardı. Böylece Kimek ülkesindeki bütün boylar Kıpçaklara bağlanmıştır.[428]
Kaşgarlı
Mahmud, Kimekler’den hiç söz etmez. O eserinde sadece Kimek boy birliğinden
olan ve yine Irtiş boyunda yaşayan Yimekleri tanıtmış ve onların da
Kıpçaklar’ın bir “çil”i (oymağı) olduğunu belirtmiştir. Ayrıca Kaşgarlı’da
şöyle bir ifade de vardır: “Bizce onlar Kıfçak’tır. Ama Kıfçak Türkleri
kendilerini ayrı sayarlar”[429].
Bu açıklama XI. yüzyıl ortalarında Kimek boy birliğinin artık iyice dağılmış ve
o birleştirici ad olarak unutulmuş olduğunu akla getiriyor.
Kıpçaklar,
Moğol devrinden önceki kaynakların hemen hepsinde Kıfçak şeklinde
görülmektedir. Aslında Kimek elinin bir boyu olan Kıpçaklar, erken devirlerde
birlikten ayrılıp batıya göç ederek IX. yüzyılda Tobol kıyıları ile çevresini
yurt tutmuşlardı. Bunlara ait bilgiler ortaçağ kaynaklarından Ibn Hurdadbih ve
Hudûd el-âlem’de de geçmektedir[430].
Kaşgarlı’nın haritasında Hazar Denizi’nin kuzey batısının Kıpçak ve Guzz (Oğuz)
yurdu olarak gösterilmesi de şüphesiz bu komşuluk ile ilgilidir. Kaşgarlı
Mahmud’un Oğuz lehçesi ile çok ilgili saydığı Kıpçak lehçesinin Kimek lehçesi
ile hemen hemen aynı olduğu da anlaşılmaktadır. Divan’da “kiş”(sadak)
kelimesinden bahsederken “Oğuzlar ve onların Kıpçaklar’dan olan kardeşleri bunu
bilmezler”[431]
şeklinde bir ifadenin kullanılması, Oğuz-Kıpçak lehçe yakınlığından başka
Kıpçaklar’ın Oğuzlarla kardeş telakki edilmekte olduklarını da göstermektedir.[432]
F. Sümer’e
göre Kıpçaklar bir taraftan nüfuslarının çoğalması, ve muhtemelen Kimekler’e
mensup diğer bazı teşekküllerin de katılması ile kuvvetlenerek, X. yüzyılın
ikinci yarısından itibaren Oğuzlar’ı sıkıştırmaya başlamışlar ve onların
göçlerinde çok etkili olmuşlardır.[433]
Böylece batıya doğru hareket eden Kıpçaklar çok geçmeden hakimiyetlerini
Karpatlara kadar genişletmişlerdi. Bundan dolayıdır ki, bu bölgeye Islâm
coğrafyacıları tarafından Deşt-i Kıpçak[434]
denmiştir. Hatta onlar Hazar denizi ile Aral gölünün kuzeyinde Oğuzlar’ın
boşaltmış olduğu sahayı da işgal ile 1030’larda Harezm civarına inmişlerdir.[435]
Kıpçaklar’ın
Idil boyundaki kuzey komşuları Bulgarlar idi. Doğudaki komşularının ise Başgırt
ve Yimekler olduğu görülüyor. Onların Deşt-i Kıpçak’ta Moğol Istilâsı’na kadar
varlıklarını sürdürdüklerini ve daha XI. yüzyıldan itibaren bir yandan Ruslarla
mücadele ederken bir yandan da orta Idil sahasını Kıpçaklaştırmaya
başladıklarını biliyoruz. XI. yüzyılda Kıpçaklar, Türk kavimleri arasında işgal
ettikleri sahanın genişliği itibariyle en büyüğü idi.[436]
Sır Derya
bölgesi açısından önem arz eden olaylar daha çok Kıpçakların komşuları ile olan
mücadeleleri ile bağlantılıdır. Harezmşahlarla Kıpçaklar arasındaki mücadeleler
bu nevidendir. Moğol Istilâsı’ndan önce, XIII. yüzyılda Kıpçak kabile birliği
içinde yer alan Kanglı kabileleri ortaya çıkmıştı. Kanglılar ağırlıkla aşağı
Sır Derya bölgesinde yaşıyorlardı. Kısa zamanda Kanglıların şöhreti o kadar
büyümüştü ki, Irtişin batısındaki tüm bozkıra Kanglı-Kıpçak ülkesi denilmekte
idi[437].
Fakat Moğol seferlerinin başlaması ile Sır Derya bölgesinin durumu da tüm Orta
Asya gibi değişikliklere uğrayacaktır.
Harezimşahlar’ın Bölgedeki Etkisi
Çalışmamızın
bu kısmında, Kıpçakların, Oğuz Yabgu Devletinin yıkılmasından sonra Sır Derya
bölgesinin hakimiyetini ele geçirmesinden ve bir zamanlar Selçuklulara bağlı
olan merkezi Harezmde kurulan Harezimşah devleti ile olan münasebetlerinden
bahsedeceğiz.
Sır Derya
bölgesindeki bu gelişmeleden bahsederken, bölge dışında (Mâverâünnehr ve
ötesinde) vukubulan olaylar hakkında teferruata girmeyeceğiz. Fakat merkezi Sır
Derya bölgesi olmamasına rağmen Sır Derya bölgesindeki gelişmeleri etkileyen
bazı mevzulara değinmek zarureti vardır. Harezmşahlar konusu da bunlardan
birisidir.
Harezmşahlarla
Kıpçaklar arasında geçen olaylara değinmeden önce kısaca Harezmşahlardan
bahsetmek gerekir.
Selçuklu
Devletinin kuruluşu ve Oğuz-Türkmenlerin Anadolu’ya geçmesi ile Orta Asya’da
iki yeni güç hakim hale gelmişti. Bunlar: Karahıtaylar ve Selçukluların ismen
bağlıları Harezmşahlar idi. 1120 yılında Karluk ve Kanglı göçebelerin
çıkarttığı kargaşadan dolayı Balasagun Karahanlı hükümdarı Karahıtaylara tabi
olmuş ve bu durum hıtayların bölgeye girmesi için bir bahane teşkil etmişti.
Gürhan daha sonra Harezimşah Atsız’ı da (1127-56) hakimiyetini tanımaya mecbur
etmişti[438].
önemli bir
ticaret merkezi Harezm 1042 yılında Selçuklu idaresine girmişti. Atsız,
Melikşah'ın yakın çevresinde öne çıkan bir Oğuz gulamı olan Anuştegin'in (yakl.
1077-1097) soyundandı. Hizmetleri karşılığında Harezm mâliyesinin denetimi ona
verilmişti[439].
Selçuklulara
sadakatla bağlı kabiliyetli bir asker olan Anuştegin'in oğlu Kutbeddin Muhammed
Aybek (1097-1127), hanedanını Irani bir unvan olan Harezmşah unvanı ile
isimlendirmişti. Onun oğlu ve halefi Alaaddin Atsız başarılı seferleriyle
mahalli Kıpçak boylarını kendisine bağlamıştı. Selçuklulara karşı siyasi gücünü
yeniden kurmayı uman Halife'nin el altından teşvikleri ve saray desteğile
Sultan Sancar Atsız’a karşı hale getirilmişti. İşte bu hengamda Atsız
bağımsızlık için teşebbüslere kalkışmış ve Atsız'ın oğlu Atlığ Sancar
tarafından öldürülerek Harezm Selçuklular tarafından geri alınmıştı. Buna
rağmen Atsız yine kendi yolunda yürümeye devam etti ve 1139'da Harezm'i geri
alarak Sancar'a bağlılığını bildirdi. İkisinin de Selçuklulara karşı bir denge
unsuru olarak kullanıldığı ittifakın hala işlediğinin bir göstergesi olarak, Halife
onun unvanını meşrulaştırdı. Atsız bir taraftan Sancar'a bağlılığını sunarken,
bir taraftan da büyüyen Karahitay tehdidini, onu zayıflatmak için kullanmak
istedi. Selçukluların Katvan felaketinden sonra, Atsız'ın memleketi
sadakatsizliğin intikamı olarak iki kez Sancar tarafından istila edildi (1143/4
ve 1147). Atsız teslim oldu ve sonra yıkıcılığına geri döndü. Sancar'ın Oğuzlar
karşısında düştüğü zor durumdan tam olarak faydalanamadı.
Atsız’ın
saltanatı, Orta Asya’nın batısına ve Orta Doğu’ya hakim olacak güçlü bir
devletin temellerini atmıştı[440].
Harezmşahların
Sır Derya bölgesi açısından önemli olaylara karışmaları Atsız zamanında Cend
şehrinin alınması ile başlar. O dönemde Cend Karahanlılardan Kemaleddin’in
hakimiyeti altında idi[441].
Asıl amacı “kâfir Kıpçakların” ülkesine bir sefer yapmak olan Atsız, Cend’i
aldıktan sonra bozkırın içlerine doğru seferlerine devam etti.
Onun halefleri
İl Arslan (1156-1172) ve Alaaddin Tekiş(1172-1200), hanedan içi çekişmelere
rağmen, bölgede hanedanın durumunu güçlendirmek için çabalar harcamaya ve
etraflarındaki göçebe boylara karşı güçlü durumlarını korumaya çalıştılar.
Tekiş, gerek Mâverâünnehr'e gerek Sır Derya ötesine ve gerekse Karahitay
toprakları içlerine kadar uzanan bölgelerde zaferler kazanmaya devam etti ve onun
bu seferlerine mani olunamadı. Esasen Cend şehrinin ve etrafının önemi ilk
Harezmşahlar'dan beri fark ve takdir edilmiş bulunuyordu. Mâverâünnehr'de
rahatsızlık unsuru Karluklar'a mukabil, Sir Derya'nın kuzeydoğu bölgelerini
ellerinde tutan gayr- ı Müslim Kıpçak boyları vardı ki, bunlar muhtemelen
Karahıtaylar'dan gördükleri teşvik neticesinde, Harezm üzerine küçümsenemeyecek
baskınlar düzenlemekte idiler[442].
Alaeddin
Tekiş, Harezmşah olmadan önce Cend valisiydi. Tahta geçtikten sonra, buranın
önemi dolayısıyla, oğlu Nâsıreddin Mehvah'ı tayin etmişti. Nitekim Cend,
Islâm'ın ve milletin asıl memleketlerinden ve devletin büyük ülkelerinden biri
olarak kabul ediliyordu. Öte taraftan Harezm'e ulaşan ana ticaret yolunun
üzerinde bir kale oluşu da Cend'in önemini arttırmaktaydı. Harezmşahlar
Devleti, bu bölgenin iktisadi faaliyetinden olsun, insan gücünden olsun çok
büyük faydalar sağlamıştır. Tekiş, Harezmşahlar arasında bu avantajları en iyi
kavrayan kişiydi[443].
Tekiş
Harezm'in geleceği bakımından önemini kavradığı Sır Derya ötesine seferler
düzenledi. İlk olarak Barçınlıg-kent ile çevresini ele geçirdi. Bu seferlerden,
Tekiş'in önce Sır Derya boylarını emniyete aldıktan sonra Mâverâünnehir
meselesine eğilmek düşüncesinde olduğu anlaşılıyor[444].
Harezmşah
Devletinin güçlenmesi sonucunda, Orta Asya hakimiyeti için olan mücadeleler
neticesinde Karahanlı ve Karahıtay devletleri de son bulacaktır.
Mâverâünnehr’deki
hakimiyetlerini güçlendirmek niyeti ile Harezmşahlarla Karahanlılar arasında
bir izdivaç akdedildi[445].
Doğu Kıpçakları veya Kanglılardan Yimeklerin (Kimek) Bayacut topluluğunun
reisinin kızı ile evlenen Tekiş Kıpçaklarla olan bağlarını pekiştirdi. Bu
olaydan sonra pek çok Kıpçakın Harezmşahların hizmetine girdiğini görüyoruz[446].
Alaeddin Tekiş, mücadelelerle geçen hayatının sonunda haleflerine, sınırları
Bağdat yakınlarından Talaş civarına kadar uzanan bir imparatorluk bırakmıştı.
Bu devletin siyasi açıdan ne kadar güçlü olduğu Piter Golgen’in şu ifadelerden
de anlaşılmaktadır: “Çekirdek arazi Harezm’e ilâveten Mâverâünnehir’in diğer
kısımları, Iran ve Irak’ı içine alan Muhammed’in imparatorluğu, gerçekte acele
ile bir araya getirilmiş, istikrarsız bir yapı idi. Onun başarıları, kendi
kabiliyetleri ve askeri gücü kadar da veya bundan daha fazla, düşmanlarının
dahili sıkıntılarından faydalanmasına dayanıyordu. Büyük ölçüde, güvenilmez boy
mensuplarına dayanan askeri gücü şüpheli idi. Yerli nüfusun, askerleri talan ve
yağma yapan Harezmşah’a düşkünlüğü öyle çok değildi. Dolaysıyla, Moğollarla yüz
yüze geldiğinde bu devletin böyle hızlı çöküşünde şaşılacak bir şey yoktur’’[447].
Bu ifadelerin
gerçek olduğunu gösteren bir çok olay vardır. Hızlı büyüyen Harezmşahlar
Devletinde karışıklıklar ve yerli halkın isyanı eksik olmuyordu. Moğol
Istilâsı’nın başlamasından hemen önce de böyle bir durum söz konusu idi. Bu
sırada Harezmşahlar isyana kalkışan Sır Derya bölgesindeki Kıpçaklara karşı bir
harekatta bulunmakta idiler[448].
Kendisinden başka kimsenin güçlenmesi ve otorite sahibi olmasına asla tahammül
edemeyen son Harezimşah hükümdarı Alaeddin Muhammed(1200-1220) çevirdiği
entrikalar ve talihinin de yaver gitmesinden yararlanarak önce damadı olan
Karahanlı Osman’ı(1212) sonra kendisinin de bağlı olduğu Gur Han’ı(Karahıtay)
Nayman Küçlük Han’ın yardımı ile ortadan kaldırmıştı(1211). Fakat vukubulacak
gelişmeler sadece Harezmşahlar değil bütün Dünya tarihini etkileyecek sonuçlar
doğuracaktı.
MOĞOL İSTİLÂSI VE BÖLGEDEKİ DEĞİŞİKLİKLER
Türkistan’ın
Moğollar tarafından istilâsından pek az önceki olaylara ait haberler biraz
çelişkilidir. Hatta Harezmşahlar ile Cuçi’nin askerleri arasında vuku bulmuş
olup, Moğolların geri çekilmesi ile sonuçlanan silahlı çatışmanın Otrar
olayından önce mi yoksa sonra mı olduğu meselesi hakkında bile kaynakların
verdikleri haberler ve rivâyet eden müelliflerin isimleri bir birinden
farklıdır. Bu döneme ait sağlam bilgiler genellikle Cengiz Han ve seferlerinin
çağdaşı olan tarihçilerinden Ibnü’l-Esir, Cüveynî, Reşidüddin, Nesevî ve
Cûzcanî’nin eserlerinde ve “Moğolların Gizli Tarihi’’nde bulunabilmektedir.
Moğolların Sır Derya Bölgesine Gelmeleri ve
Otrar Olayı
Moğollarla
Müslümanların ilk karşılaşmalarından önce de Moğollarla Türkler tüccarlar
sayesinde bir birlerini tanımakta idiler. Fakat ciddi anlamda askeri
çatışmalara girişmeksizin Harezmşahlar Batı ülkelerinin Cengiz Han ise Doğu
ülkelerinin hükümdarı sıfatıyla hareket ediyordu. Bu durumu Cengiz Han
Harezmşah Muhammed’e gönderdiği mektubunda Harezmşahı “en kıymetli
oğullarından” biri gibi gördüğü ifadesi ile de belirtmektedir[449].
Moğolların
Harezimşahla karşılaşmasına gelmeden önce doğuda cereyan eden olaylardan kısaca
bahsetmemiz gerekmektedir.
Cengiz Han
öncelikle Moğollar arasındaki iç çatışma ve başkaldırmalara son vererek, tüm
kuvvetleri kendi etrafında toplamış ve Çin’in istilasını da 1215 yılında
Pekinin alınması ile tamamlamıştı(Çin Devleti tam olarak ancak 1232’de teslim
alınmıştır). Büyük hedeflerinden biri olan Çin’in istilâsından sonra Moğolların
dikkati, Nayman Küçlük yönetiminde bozkırda bir direniş merkezi olabilecek olan
Karahıtay topraklarına çevrilmişti. Cengiz Han’ın Merkit ve Naymanlarla olan
savaşı esnasında 1207 yılında Cengiz’e ilk boyun eğen Türk kavmi Yenisey
havalisinde yaşayan Kırgızlardır[450].
Bunu takiben 1209 yılında Uygur Idikut’u itaat etmiştir. Bunların dışında
önceleri Karahıtaylara bağlı olan Karluk hakimi Müslüman Arslan Han’ın da
Cengiz’e itaat ettiği anlaşılmaktadır[451].
Böylece doğu
bölgesinde büyük ölçüde hâkimiyeti sağlayan Moğollar, Harezmşahın sınır bölgesi
olan Sır Derya bölgesine mühim çatışmalar yapmaksızın ulaşmış bulunuyordu.
Doğu işlerini
halleden Cengiz Han Merkitlerin batıya kaçan bölümünün arkasından Cuçi
kumandasında bir askeri birlik göndermişti. Moğollar bugünkü Kazakistan’ın
Torgay bölgesindeki Irgız nehri kıyısında Merkitlerle karşı karşıya geldiler.
Bu karşılaşma sonunda Merkitler ağır bir yenilgi alarak dört bir yana
dağıldılar. Zaferden sonraki gün, şafak sökerken Moğollar, karşılarında, Sır
Derya'nın aşağı kısımlarında Cend'den Kıpçaklar'a karşı sefere çıkan Harezmşah
Muhammed'in 60 bin kişilik ordusunu bulacaklardı[452].
Sultan
Muhammed’in, bozkırlardaki diğer bir düşmanına, Kıpçaklar'a karşı harekatında
daha başarılı olduğu ve Sıgnak vilayetinin Harezmşah'ın ülkesine dahil edildiği
anlaşılmaktadır. Çünkü Sıgnak hükümdarının iki oğlu Harezm'de esir bulunan
emirler arasında zikredilmektedir[453].
Muhammed Cend'den kuzeye doğru hareket ederek Kırgız bozkırlarında yaşayan
Kıpçaklar'a karşı akınlara başlamıştı. Bu akınlardan birinde Çingiz Han'ın
ordularıyla tamamen tesadüfi bir çarpışma vuku buldu. V.V. Barthold bu muharebe
hakkında birbirinden ayrı dört tarihçinin dört rivayetinden bahsediyor. Bunlar:
Ibnü'l Esir, Nesevî, Cûzcânî ve Cuveyni’nin naklettiği rivâyetleridir. Fakat bu
tarihçilerin dördünün de Harezmşah'ın Orta Asya'daki seferleri hakkında oldukça
farklı bilgiler verir. Ibnü'l-Esir, Sultan'ın bu seferini, Moğollar'a karşı
Otrar felaketinden (1218) sonra yaptığını söyler. Nesevî, bu müellifin
kronolojik hatasını düzeltmeğe çalışarak seferi 612 (1215-1216) yılında
gösterse de, o da Ibnü'l-Esir gibi, Moğollar'ın Küçlük'ü yendikten sonra
Sultan'ın ordularına karşı savaştıklarını belirtir. Halbuki Küçlük'ün bu
mağlubiyetinin ancak 1218'de olduğu bilinmektedir[454].
Üstelik Küçlük bu sırada Doğu Türkistan'da idi ve oradan Sarıgöl'e kaçmıştı.
Halbuki Moğollar ile Harezmliler arasındaki çarpışma Turgay vilayetinde
olmuştur. Cûzcânî bu olayı 615 (1218) yılına koyar. Cuveyni’nin rivayetinde,
Otrar felaketinden sonra Muhammed'in Buhârâ'ya giderek 8 Şaban'dan 10 Şevval'e
kadar
orada kaldığı
ifade edilmektedir (tahminen 30 Ekim ile 30 Aralık 1218 tarihleri arasında[455]).
Nesevî’nin
diğer müelliflere nazaran Harezmşah'ın saltanatının son yıllarındaki olayları
iyi bildiği kesindir. Bu yüzden Sultan'ın Turgay vilayetindeki seferinin,
1215-1216 kış mevsiminde başlamış olduğu, Moğollar ile çarpışmanın da 1216 yılı
yazında meydana geldiği gerçeğe en yakın ihtimal olarak kabul edilebilir[456].
Nesevî’nin
rivayetine göre Sultan 60 bin kişilik bir ordu ile Irgız kıyılarına vardı,
fakat hemen nehirden geçmedi; çünkü nehir buzla örtülmüştü. Bu duruma bakılırsa
Sultanın ilkbahar başlarında oraya varmış olduğu tahmin edilebilir. Buzlar
artık süvarileri taşıyacak kalınlıkta değildi. Buzlar eriyince Muhammed nehri
geçti ve Merkitler ile Moğol askerlerinin savaştığı alana vardı.
Cüveynî, harp
sahasının Kaylı ve Kaymış[457]
nehirleri arasında olduğunu yazmaktadır. Halbuki savaş bitmişti ve Moğollar
geri dönmek üzere yola bile çıkmıştı. Harezmşah zaman kaybetmeden Moğolların
peşine düştü. Karşılarında Harezmşah ordusunu gören Moğol ordusunun
komutanları, Cengiz Han tarafından Merkitler'e karşı gönderildiklerini ve
Harezmşah ile savaşa girmeye izinleri olmadığını söylediler. Fakat sultan
aldırmadı ve Cuçi'yi savaşa girmeye zorladı. Moğollar cesurca savaştılar. Savaş
akşama kadar taraflardan herhangi birinin üstünlüğü olmadan devam etti.
Bastıran karanlık sebebiyle her iki taraf da kendi kampına çekildi. Savaş,
sabah ışıklarıyla birlikte yeniden başlayacaktı, fakat Moğol ordusu çadırlarını
dahi sökmeden meşaleleri yanık bırakarak sessizce geri çekilip gittiler.
Moğolların hilesini şafak ışıklarıyla birlikte fark eden Harezmşah ordusu,
onların peşine düştüyse de yetişemedi ve böylece sultan tekrar Semerkand'a
döndü[458].
Böylece
Kazakistan toprakları üzerinde Moğollar'ın ve Müslümanların ilk karşılaşması
meydana gelmiş oldu. Bu, taraflardan herhangi birinin üstünlük sağlayamadığı
tesadüfi bir çatışmaydı. Ama psikolojik tesiri büyüktü. Celaleddin'in münşisi
Nesevi'nin ifadesiyle, Moğollar'ın cesareti Harezmşahı çok etkileyecek ve
"savaş sırasında bunlar kadar cesur, dayanıklı, silah kullanmakta, kesip
biçmekte bunlar gibi ustası görülmedi" diyecekti. V.V. Barthold'un fikrine
göre, Harezmşah Muhammed Moğollarla yapılan bu ilk çatışmanın etkisiyle, bundan
sonraki günlerde onlarla açık alanda savaşmaya cesaret edememiştir[459].
Daha sonraki
günlerde Harezmşah Muhammed ile Cengiz Han arasındaki gerginlik "Otrar
faciasıyla zirveye ulaşt[460]ı.
Bu olay, Cengiz Han'a savaş ilan etmek için istediği bahaneyi yaratmıştı.
Cengiz Han'ın
Çin'de elde ettiği zaferler, Orta Asya'da duyulmakta idi. Harezmşah, bu fatih
hakkında doğru ve detaylı bilgi edinmek amacıyla Moğolistan'a bir elçi
gönderdi. Cengiz Han da Harezm'e elçi gönderdi. Nesevi'nin kaydına göre Moğol
elçilik heyetinin başında Harezmli Mahmud Yalavaç, Buhârâlı Ali Hoca ve Otrarlı
Yusuf Kanka vardı[461].
1218 yılı ilkbaharında Harezmşah Muhammed, Moğol elçisini muhtemelen Buhârâ'da
kabul etti. Elçiler çok pahalı hediyelerle birlikte Cengiz Han'ın mektubunu
takdim ettiler. Cengiz Han, mektupta, Moğollar'ın Kuzey Çin ve "Türklefin
ülkelerini" fethettiğinden bahsettikten sonra, iki taraf arasında
karşılıklı ticari ilişkilerin geliştirilmesini istiyor ve bir saldırmazlık
anlaşması teklifinde bulunuyordu. Harezmşah Muhammed’in, Cengiz’in bu teklifini
olumlu bulduğunu belirtmesinden sonra, elçilik heyeti geri döndü. Cengiz Han,
elçilik heyetinin geri dönmesinden sonra, başında Otrarlı Ömer Hoca, Hammal
Merâgî, Buhârâlı Fahreddin Dîzekî ve Emineddin Herevî'nin bulunduğu büyük bir
kervanı Orta Asya'ya doğru yola çıkardı[462].
Altın, gümüş, ipek, kürk ve çok çeşitli emtia yüklü 500 develik kervanda 450
kişi bulunuyordu[463].
Bunlardan bazıları, Cengiz Han'ın emriyle Orta Asyalı tüccarlar arasına karışan
Moğol casuslarıydı. V.V. Barthold da ticaret görüntüsünün altında her iki
tarafın da bir biri hakkında bilgi edinmeyi amaçlayan hedefin bulunduğunu
yazmaktadır. Alışılmadık bir terkibe sahip olan bu kalabalık kervan, 1218 yılı
ortalarında Otrar şehrine vardı. Adı Inalçık olan Otrar vâlisi Gayır Han(Kayır
Han) unvanını taşıyordu. Bu zat Harezmşah Muhammed’in annesi, Kıpçak soyundan
gelen, Terken Hatun’un akrabası idi[464].
Inalçuk, muhtemelen kervanda bulunan bazı insanların tacirlikle ilişkisi
bulunmayan hareketlerinden şüphelenmişti. Nesevî' gelenlerin tacir kılığında
casus olduklarını belirtir. Bunun üzerine vâli sultana haber vermeden kervanda
bulunanların tamamını tutuklatıp, katlettirdi[465].
Bu konularda kaynaklarda farklı bilgiler yer almaktadır. Cüveynî bu katliamın
Sultanın izni ile olduğunu yazmaktadır. Sultan bizzat kendisi kervandaki tüm
mallara el konulmasını ve gelirin kendisine gönderilmesini emretmişti[466].
Rivayetlere göre, bir kişi kurtularak Moğolistan'a ulaşmayı başarmış ve olup
biteni Cengiz Han'a anlatmıştır. Cengiz Han bütün bu olayların sorumlusu olan
Gayır-han Inalçuk'un kendisine teslim edilmesini bildiren bir elçilik heyetini
Harezmşah'a gönderdi. Harezmşah Muhammed, herhalde artık Moğollarla savaşın
kaçınılmaz hale geldiği görüşünden hareketle, talebi reddettiği gibi, hiç suçu
günahı olmayan elçilik mensuplarını da katlettirmiştir*. İki taraf arasında
artık bir savaş çıkacağı kesindi ve esasen Harezmşah'ın davranışları, valisi
Inalçuk'un katliamı, sadece göstermelik sebeplerdi. Çok geniş çaplı hayvancılık
ekonomisi, büyük meraları gerektiriyordu ve göçebe beyleri de bu ihtiyaçlarını
ancak yeni istilalar yoluyla giderebiliyorlardı. Yeni toprak ve ganimet elde
etmek için çıkarılan savaşlar, üretim faaliyetlerinin adeta bir parçası haline
gelmişti. Diğer yandan beyler, kendilerine bağlı göçebelere elde edilecek
ganimetin bir kısmını verecekleri vaadiyle toplum içindeki sosyal çalkantıları
geçici olarak bastırabiliyorlardı. Cengiz Han ise, ancak bir istila
politikasının Moğol beylerini kendisine sadık kılacağını, onları ihanet, komplo
ve iç savaşlardan uzak tutarak, yeni kurduğu imparatorluğunu dağılmaktan
kurtarabileceğini biliyordu.
Moğol
feodallerinin onlarca yıl boyunca uyguladıkları bu politika çerçevesinde
Kazakistan ve Orta Asya topraklarına yapılan seferler, geniş çaplı istila
planının sadece bir parçasıydı. Kaynakların belirttiğine göre Cengiz Han,
Harezmşahlar'ı ortadan kaldırdıktan sonra da zaten durmak niyetinde değildi.
Bütün Batı Asya ve Doğu Avrupa'yı fethetmeyi kafasına koymuştu. Hattâ şimdiden
Irtiş ve Aral Gölü’nün batısındaki henüz fethedilmemiş toprakları büyük oğlu
Cuçi'nin hakimiyetine vermişti[467].
Cengiz Han’ın Harezimşahiara Karşı Seferi ve
Sonucu
Islâm
ülkelerine yapacağı sefere büyük önem veren Cengiz Han, titizlikle
hazırlıklarını sürdürüyordu. Sefere çıkmadan önce, Moğolların hizmetinde
bulunan Müslüman tacir ve casuslar vasıtasıyla Harezmşahlar'ın iç durumu ve
askeri gücü hakkında tafsilatlı bilgiler topladı. Toplanan bilgilerin ışığı
altında tüm detayları inceden inceye hesaplayan bir plan hazırlayan Cengiz Han
ve yardımcıları, öyle bir senaryo sahnelediler ki, sonunda çağdaş Müslümanlar
bile olayların sorumluluğunu Harezmşah'a yüklediler[468].
Harezmşahların
rakibi Karahıtay Devleti’nin eski topraklarını eline geçiren ve sultana karşı
cephe alan Nayman Küçlük Han, Gürhan’ın kızı ile evlenerek Buda dinini kabul
etmiş ve el altındaki halkı Karahıtay elbiselerini giymeye ve bu inanç
doğrultusunda yaşamaya zorlamakta idi. Kaşgariın Müslüman ahalisi çektikleri
zorbalık karşısında şaşkınlığa uğramıştı. Bu durum Cengiz Han’ın doğu
bölgelerinden rahatça geçmesini sağlayacak olayların zeminini hazırlıyordu.
Harezmşah’tan intikam almadan önce Küçlük hanın işini bitirmek isteyen Cengiz
Han Cebe Noyan kumandasında mühim bir kuvveti ona karşı gönderdi[469].
Moğolların yaklaşması üzere daha önce zaptettiği Almalık’ı bırakan Küçlük geri
çekilmek zorunda kaldı. Küçlük Müslümanların açıkça ibadet etmelerini
yasaklamıştı[470].
Bunun tam tersi olarak Kaşgar’a gelen Moğollar, Cengiz Han’ın kimsenin
ibâdetine karışmayacağı sözünü vermesi üzere Kaşgarlıların Cengiz Hanı adeta
Allah’ın gönderdiği bir kurtarıcı olarak kabul ettiler[471].
Ahali nezdinde ve bütün Islâm aleminde Cengiz Hanın bu tavrı saygı ile
karşılandı. Harezimşah ise Islâm ülkesinin sultanı olarak, Müslümanları kafirlerin
eziyetinden kurtarmak yerine, halife ile mücadele etmekte idi. Bu durum da
Islâm alemi nezdinde Harezmşahın otoritesini düşürmüştü. Bu olaylara Otrar’da
katlettiği tüccarların büyük bir kısmının Müslüman olmalarının da katkısı
vardır. Artık Harezmşah Moğollara karşı olan savaşını bir “cihat” gibi
gösteremeyecekti[472].
Cengiz Han,
savaşın başlamasına doğru büyük bir ordu topladı. Kesin sayısı belli olmamakla
birlikte, muhtemelen Yedisu bölgesinin (Karluk Arslan- han ve Sugnak-Tegin) ile
Doğu Türkistan (Uygur Idikutu Barçuk) vassal devletinin ordularıyla birlikte
yaklaşık 120-150 bin kişilik bir ordu idi[473].
Sefer, Cengiz Han'ın yazın kaldığı Irtış sahilinden 1219 yılının Eylül ayında*
başladı. Kaynaklara göre Cengiz Han, ordusunu Irtiş'den Sır Derya'ya kadar eski
fatihlerin gittiği yoldan, yani Balkaş'ın kuzeyindeki verimsiz bozkırlardan
değil, Yedisu üzerinden götürdü. Otrar'a yaklaşırken güçlerini üçe ayırdı.
Başında oğulları Çağatay ve Ögedey'in bulunduğu birkaç tümen Otrar'ı ablukaya
almak için arkada kaldı. Cuçi'nin yönettiği birlikleri, Sır Derya'dan aşağıya
doğru Cend ile Yengikent'e gönderdi. Bir grup askerleri de, seçkin emirler
komutasında, Hocend ve Benaket bölgelerine gönderdi. Kendisi ise küçük oğlu
Tuluy'la beraber ana güçlerle Buhârâ'ya doğru ilerlemeye başladı[474].
Kaynaklar,
Moğol ordusunun Otrar surlarının önüne ne zaman geldiğini kesin olarak
bildirmiyor. Moğollar'ın kendisine kesinlikle acımayacağını bilen Otrar valisi
Gayır-han, bütün imkanlarıyla savaştı. Nesevî'ye göre onun 20 bin askeri vardı.
Cüveynî Harezmşah'ın 50 bin kişilik bir takviye gücü gönderdiğini
kaydetmektedir[475].
Kuşatma beşinci ayına girdiğinde Harezmşah'ın 10 bin kişilik bir kuvvetle yola
çıkardığı Karaca Hâcib, morali bozulmuş bir halde, şehri "Sufi Hâne"
kapısından terk edip, Moğollar'a teslim oldu. Fakat Çağatay ve Ügedey'ın
kararıyla kendi halkına hainlik ettiği cihetle çevresindekilere birlikte idam
edildi. Şehre girmeyi başaran Moğollar, halkı "koyun sürüsü gibi"
dışarı çıkararak, çılgın bir yağmaya giriştiler. Fakat Otrar valisi iç kalede
hâlâ direnmeyi sürdürüyordu[476].
Gayır Han
"aslanlara benzeyen" 20 bin cesur savaşçısıyla iç kaleye çekilmişti.
İç kalenin zaptı da bir ay vakit aldı. Kalenin düşmesine ve tüm savaşçıların
kılıçtan geçirilmesine rağmen, Gayır Han'la birlikte iki silah arkadaşı binanın
çatısına çıkarak savaşmayı sürdürdüler. İki arkadaşı ölüp, oklar tükenince, bu
defa kadın kölelerin saray duvarından sökerek kendisine taşıdıkları tuğlaları
düşman üzerine atmaya başladı. Nihayet tuğlalar da bitti ve onu canlı
yakalamaları konusunda kesin talimat alan Moğollar, ellerini kollarını
bağlayarak esir ettiler. Çağatay ile Ögedey, kaleyi yerle bir ettirip, çevre
köylerden toplanan esirlerle birlikte Buhârâ ile Semerkand arasında bulunan
Cengiz Han'a iltihak edip, Gayır-han Inalçuk'u teslim ettiler. Cengiz Han ise
Inalçuk’un "yaptığı çirkin hareket ve pis davranışlar sebebiyle"
gümüşü erittirerek göz ve kulaklarına dökülmesini emretti. Böylece Gayır Han
Inalçuk’un hayatı sona etdi[477].
Sır Derya Bölgesindeki Şehirlerin Akıbeti
Moğolların Sır
Derya kıyısındaki şehirler boyunca ilerlemelerini ve istila faaliyetlerini
Cüveynî’nin verdiği bilgilerden öğreniyoruz.
Cengiz Han'ın
Sır Derya'nın aşağı kısmındaki şehirleri fethetmeık için gönderdiği büyük oğlu
Cuçi, Uluş İdi ile birlikte, önce Sığnak'a gelerek müzakerelere başladı[478].
Halkı savaşmaksızın teslim olmaya ikna etmesi için, Moğollarla işbirliği eden
Müslüman tacir Haşan Hacı'yı elçi olarak içeri gönderdi. Fakat "kaledeki
serseriler ve ayak takımı isyân ederek, “hâini" öldürdükten sonra
"cihad"a hazırlanmaya başladılar. Moğollar şehri yedi gün yedi gece
sürekli kuşatma altına alıp, sonunda topyekün bir saldırıyla kaleyi ele
geçirdiler. "Merhamet ve aman kapısını" kapatıp, bir tek canlıyı sağ
bırakmadılar. Şehrin yönetimini de öldürülen Haşan Hacı'nın oğluna bıraktılar[479].
Sıra özgend ve
Barçılığkent'e gelmişti. Fakat bu iki şehir ahalisi fazla direnmediği için
katliamdan kurtulabildiler. Moğollar bundan sonra Aşnaz surları önünde
belirdiler. Ordusunun büyük kesimi "serkeşlerden ve ayak takımından
oluşan" kent, uzun süre direndiyse de, sonunda kale düşünce pek çok insan
hayatla vedalaştı.
Moğol ordusu
Aşnas'dan sonra Cend'e geldi. Bu sırada şehir, Harezm'e kaçan Kutluk Han
yönetimindeki Harezmşah ordusu tarafından terkedilmişti. Cuçi bu durumu
öğrenince, Çin Timur'u şehre gönderdi. Elçi, şehirliler tarafından terslendi.
Fakat Çin Timur, Haşan Hacı'yı öldürdükleri için Sığnak ahalisinin başına
gelenleri hatırlattı ve Moğol ordusunu şehirden uzaklaştıracağı vaadiyle canını
kurtarabildi. Şehir sakinleri, Çin Timur'u dışarı çıkarıp, kapıları kapattılar;
fakat herhangi bir direniş göstermediler. Daha önceden muhasara aletlerini
hazırlamış bulunan Moğollar, merdivenleri surlara dayayarak kolayca içeri
girdiler. Halkı dışarı atıp, dokuz gün boyunca şehri yağmaladılar. Sadece Çin
Timur'a hakarette bulunan birkaç kişi hayatından oldu. Şehrin yönetimini ise
yıllar önce Moğollar'ın hizmetine girmiş bulunan Buhârâlı Ali Hoca tayin
edildi. Aynı sıralarda Cuçi'nin kumandasındaki tümen, Şehrkent'i (Yengikent)
fethetti[480].
Kaynakların
verdiği bilgilere göre Moğol İstilâsının büyük ölçüde kanlı geçtiği
anlaşılmaktadır. Olayların böyle sonuçlanmasında Harezimşah ve ordusu içindeki
kargaşa ve anlaşmazlıkların da büyük ölçüde etkisi olmuştur[481].
Moğollar daha sonra Harezmşahın baş şehirlerinden Semerkant’ı hicrî 617 yılının
Muharrem ayında(1220 yılının mart-nisan ayları) ele geçirmişti.Mâverâünnehir’in
en muhteşem şehirlerinden biri olan ortaçağın harika şehri Buhârâ hicri
616(1220) şubatında alınmıştı. Bu şehirlerin kaderleri de diğerlerinden pek
farklı olmamıştır. Bu olaylar hakkında kaynaklarda şöyle ifadeler yer
almaktadır: Semerkant’ta Harezmşah’ın 50 bin askeri müdafaa için bulunuyordu.
Fakat saldırılar başlayınca askerler korkudan savaşa giremedi. Sonuçta 70 bin
insan öldürüldü. Buhârâ’nın savunmasına ayrılan 20 bin askerin de akıbeti buna
benzer olmuştu. Evlerin çatıları çökmüş sanki Buhârâ yok olmuştu ve şehir
harabeye dönmüştü[482].
Moğol
İstilâsının sonucu ve ortaya çıkan manzaradan bahsetmeden önce Sır Derya dahil
tüm Islâm dünyasının Sultanı Harezmşahlar’ın durumu hakkında kısaca bilgi
verelim. Tarihçiler Harezmşah ordusunun sayıca ve kuvvetçe Moğol ordusundan çok
fazla olmasa bile, onu yenebilecek sayıda olduğu konusunda hemfikirdirler.
Muazzam topraklara ve askere sahip olan Sultan Muhammed’in Cengiz Han ile ciddi
bir mukavemete girmeksizin sonunun böyle üzücü bir şekilde noktalanmasın Prof.
Dr. İbrahim Kafesoğlu şu şekilde açıklar:
“Hulasa olarak
denebilir ki, Sultan Muhammed zamanında Harezmşahlar imparatorluğu, azametli
gösterişi yanında, gerek İdarî gerek siyasî bakımdan birlikten ve herhangi bir
fikir ve idealden mahrum, ne yapacağını, hangi düşünceye hizmet edeceğini
şaşırmış, içinde çeşitli menfaatlerin var kuvvetiyle ve açıktan açığa çarpıştığı
başı boş bir insan yığını haline gelmişti.
Valide Sultan,
nüfuz ve hakimiyetini genişletmek gayretiyle; Sultan Muhammed, fevrî
hareketleri ve otoriteyi elden kaçırmamak, Abbasi halifesini mutlaka mahkum
duruma düşürmek hırsiyle; Vezir servetini artırmak, dünya hazlarını tatmin
arzusu ile; Ordu, kanmak bilmez yağma ve çapul susuzluğu ile devleti uçuruma
sürüklemek için sanki yarış ediyorlardı. Hükümet kadrosu ve ahali türlü
maksatlarla ayrı ayrı mahreçlerden çıkarılan ve birbirini nakzeden emir ve
fermanların verdiği şaşkınlık içinde idi. İmparatorluğun istinatgâhı ordu yerli
halk ile hiç münasebeti ve hatta müspet yolda teması olmayan yabancılardan
müteşekkildi[483].
Tazik veya Tacik denilen kanlılar; Kıpçaklardan, Uranlardan, Kartuklar,
Uğraklar, Kalaçlardan mürekkep olup kendi görenek, an'ane ve telakkilerine göre
ayrı bir zümre bir sınıf halinde yaşayan orduya bir türlü ısınamamışlardı.
Yerlilerin bu Türklerle işbirliğinden her zaman kaçındıklarına dair tarihi
mazbut misallerimiz vardır. Böylece Sultan Muhammed Harezmşahın imparatorluğu
her nevi’ dış şa'şaa ve ihtişamına rağmen, muazzam fakat içi kof bir çınarı
andırıyordu. Nitekim Küçlük'ün bir dayanması bu çınarı sarsmağa muvaffak olduğu
gibi, şiddetli Moğol darbesi de onu dibinden kökleyip devirmeğe kafi gelmiştir”[484].
Harezmşahların
iç ve dış siyaseti konusunda tarihçilerin ortaya attıkları değişik görüş ve
fikirlerden oluşan tüm gerçekler bu satırlarla kısa ve öz olarak verilmektedir.
Islâm Aleminin en büyük devletlerinden biri olan Harezmşahların “halirf’den
böylece haber verdikten sonra, esas konumuza dönüyoruz.
Moğol İstilâsından Sonra Bölgenin Durumu
Moğollar Orta
Asya’yı üç yıldan (1219-1221) kısa bir zaman içinde ele geçirdiler. Yukarıda
anlatıldığı gibi Moğol İstilâsı Orta Asya’yı bir kasırga gibi tahrip etmiş,
maddi değerler yanında yüzbinlerce insanın hayatını da mahvetmişti. Moğol
işgalini takip eden ilk yıllarda şehir ve köyler yıkım yığını halinde
bulunuyordu. Bunların yeniden kurulmasına Moğollar yerleştikten birkaç yıl
sonra başlanmıştır[485].
Bunlardan bir kaçı vardı ki, Moğol devrinin sonuna kadar harabe halinde
kalmıştır(Bunlardan biri Mervdir, Otrar da bir daha eski haline gelemeden bir
birini takip eden yağma ve tahrip sonucunda kum tepeleri haline gelmiştir).
1224 yılının
sonbaharında Cengiz Han Deşt-i Kıpçak'ı terk edip doğuya, son nefesini vereceği
ülkesine dönüyordu. Oğulları da babalarıyla beraber idiler. Sadece Cuçi idari
işlerle uğraşmak için sevdiği Deşt-i Kıpçak'da kalmıştı[486].
Cengiz Han'ın
orduları, yoluna çıkan her şeyi yıkıp geçen çığ gibi bozkır ve şehirlerden
geçtiler. Birçok neslin yaratıcı emeği heba olmuş, mukaddes yerler çiğnenmiş,
azizler hakarete uğramışlardı. Deşt-i Kıpçak, Harezm, Mâverâünnehir ve Horasan
insanları sarsılmış; Tanrı'nın merhameti ve hayat sona ermiş gibi görünüyordu[487].
Vukubulan bu
olayları Cengiz Han'ın çağdaşı Müslüman tarihçisi Ibnü’l-Esir, "el-Kamil
fi't-tarih" adlı meşhur vekâyinâmesinde şöyle özetlemektedir: "Eğer
biri çıkıp da, Allah insanoğlunu yarattığından beri, yeryüzü böyle bir felaket
yaşamadı derse, haklıdır. Gerçekten de vekâyinâmelerde böyle bir olaydan
bahsedilmez. Onlarda anlatılan olayların en korkuncu Nabukednassar'ın Kudüs'ü
yıkıp, İsraillilerin bir kısmını katletmesidir. Fakat bu mel'un adamların yakıp
yıktıkları topraklarda her bir şehri Kudüs'ün iki misli büyüklüğünde olan
ülkelerin yanında Kudüs nedir ki. Ve öldürülen insanların yanında Kudüs’te
öldürülen İsraillilerin sayısı nedir ki! Sadece tek bir şehirde
katlettiklerinin sayısı bütün İsraillilerden fazlaydı. Cenab-ı Allah’tan
temennimiz belki Ye’cuc ve Me’cuc olayı hariç inşallah bir daha böyle bir
musibet ve dehşet verici felaketin insanların başına gelmemesidir. Deccal bile
peşinden gelenlere acıyacak ve sadece karşı çıkanları yok edecektir. Bunlar ise
(yani Moğollar) kimseye acımadılar; kadın, erkek, çocuk demeden önlerine geleni
öldürdüler; hamile kadınların karınlarını yarıp ceninleri katlettiler"[488].
Gerçekten de,
Moğol İstilâsı, Ortaçağın en büyük askeri, siyasi ve ahlaki sarsıntısıydı.
Fakat zamanı gelince, kötülük iyiliğin karşısında geri çekildi. Savaş alevleri
söndürüldü ve şehirler tekrar onarılmaya başlandı. Bu onarım işlerinin ne
derece zor gittiğini ve eski kıymetlerin bir daha geri gelmemek üzere yok
olduklarını kaynaklarda açıkça görüyoruz. Bu kaynaklardan biri olan Cüveynî’nin
eserinde bu durum şöyle tasvir edilmektedir: “...Irak ve Horasan’da bulunan her
şehir ve köy birkaç kez yağmalanmış olmasından dolayı yıllarca felaketin
izlerini taşımış ve hâlâ da taşımaktadır. Bu iki bölge nüfusunun sayısı belki
de kıyamet gününe kadar eskisinin onda birine ulaşamaz. Şimdi harabeler ve
viran evler meydana gelen olaylara şahitlik etmektedir...[489]”
Bu tasvirler
Sır Derya bölgesi için de geçerli kabul edilmelidir. İstiladan sonraki ilk
yıllarda Orta Asya’da hayatın genel tablosu, tam bir korkunçluk resmiydi.
Sayısız yağma ve yangınlar sonunda şehirler harap olmuştu. Ahalinin bir kısmı
öldürülmüş, bir kısmı da (özellikle esnaf sınıf) fatihler tarafından Yedisu’ya,
Doğu Türkistan’a ve Moğolistan’a sevk edilmişti. Köylülerin büyük bir kısmı da yardımcı
asker olarak Moğol ordusuna alınmıştı. İlk yıllarda Moğollar, Harezmşahların ve
Karahanlıların eski devletleri gibi, karışık bir ekonomik, sosyal hayata sahip
olan bu büyük memleketi yalnız başlarına yönetmeye muvaffak olamadılar. Bunun
başlıca sebebi de, yeterli tecrübeye sahip olmamaları idi[490].
Ortaya çıkan
değişiklikler bununla da bitmemiş Moğol İstilâsı, bölgenin siyasi haritasını da
tamamen değiştirmiştir: Bugünkü Kazakistan topraklarında yaşayan halkın etnik
yapısında da bazı değişiklikler vukubulmuştur. XIII. Yüzyıl başlarında,
Kazakistan'ın bozkır kesimlerinde, Irtış'dan daha batıya kadar uzanan
topraklara göçebe Kıpçaklar saçılmışlardı. Kara-Kitay Gür Hanının
imparatorluğu, Uygurlar'ın Doğu Türkistan'daki bölgelerinden Aral Gölü'ne kadar
uzanıyordu. Yine XIII. Yüzyılın ilk on yılı içinde sözü edilen bölgenin bir
kısmı Nayman hanı Küçlük tarafından ele geçirilmişti. Yedisu'nun kuzey
kesimleri ise Karluk hükümdarı Arslan Han'a aitti. Talaş, Çu ve Issık-göl
arasındaki bölgede Kanglılar meskundu. Sır Derya havzasındaki şehirler ve komşu
bölgeleriyle birlikte Mâverâünnehir de Harezmşah Muhammed'in hakimiyeti
altındaydı[491].
Fakat Moğol İstilâsından sonra karşımıza yeni bir tablo, yeni bir siyasi
yapılanma çıkacaktır.
Cüveynî'nin
kaydına göre Cengiz Han, daha ölmeden önce fethedilen toprakları oğulları
arasında paylaştırmıştı. "Yurt" denilen bu özel bölgelere, tarih
literatüründe "ulus" adı verilmektedir. Moğol geleneğine göre küçük
oğul yani Tuluy’a Cengiz Han’ın ana yurdu Moğolistan toprakları; Moğolistan’ın
batısında yeni fethedilen Emil ve Kobak sınırları içinde kalan yer ögedey’e;
“Güney Altay’dan Amu Derya’ya kadar uzanan ve Uygur topraklarından geçerek
Semerkand ve Buhârâ”ya kadar olan yerler Çağatay’a; “Irtiş’in batısındaki geniş
bölgeler, Yedisu’daki Kayalık, Harezm, Saksin ve Bulgar topraklan”™ kaplayan
bölge ise Cuçi’ye verilmişti[492].
Sır Derya
bölgesine gelince; bu bölgenin ağırlıklı olarak Cengiz’in büyük oğlu Cuçi
egemenliğine verildiği anlaşılmaktadır. Gerçi bu bölgeler Moğollardan önce
olduğu gibi sonra da bir hükümdarın eli altında olmayacak, görüleceği üzere
Cuçi ve onun soyundan gelen değişik hanların elinde kalacaktır[493].
Bunların içinde “Şıban” veya “Şeyban” sülalesinden gelen hanlar ve daha sonra
Ak Ordu(XV-XVII) hanları siyasi ağırlıklarını bu bölgede korumaya muvaffak
olacaklardır[494].
SIR DERYA YÖRESİNDE DİNÎ VE KÜLTÜREL HAYAT
İSLÂMİYET’TEN
ÖNCEKİ DİNİ DURUM
İslâmiyet’ten Önce Bölgede Mevcut Olan
İnançlar:
Sır Derya
bölgesine Islâm dininin gelişi ve yayılmasından önce, bu bölgede yaşayan
kavimler arasında varlığını tarihi kaynaklar ve yapılan arkeolojik kazılardan
da müşahede ettiğimiz diğer dinler ve inançlar hakkında bilgi verelim. Bölge
halkının kültürel hayatı açısından ve günümüze dek süre gelen bazı adet-örf ve
geleneklerinin oluşması ve gelişmesinde de tesirini gösteren bu inançların
kökeni ve bu bölgelere nasıl geldikleri konusu üzerinde duralım.
Daha önceki
bölümlerde de bahsettiğimiz gibi Sır Derya bölgesi Uzak Doğu’yu Batı ile bir
birine bağlayan meşhur İpek Yolu güzergâhı üzerinde bulunmakta idi. Bilindiği
gibi, ticaret yollarıyla sadece baharat, ipek ve şâir ticâri emtia değil, aynı
zamanda kültürel özellikler, felsefî düşünceler ve inançlar da yayılır. Şu bir
gerçektir ki, tarihi İpek Yolu ve eski Hint baharat ticaret yollarının
güzergâhı üzerinde bulunması Mâverâünnehir ve Sır Derya bölgesi ta ilk
çağlardan beri bir çok din, kültür ve medeniyetlerin önemli bir uğrak yeri
olmuştur. Çeşitli devirlerde Türk siyasi hakimiyeti altında kalmış olan bu
bölgeler, hem Hindistan hem de İran’da zuhur eden bir çok din, fikir ve
mezheplerin yayıldığı bir yer olmuştur. Daha iyi anlaşılabilmesi için bu
dinlerin kökü, çıktıkları yer, ait oldukları toplumların etnik ve coğrafi
özelliklerine bakarak, bunları kabaca Arî dinler, Samî dinler ve mahalli Orta
Asya dinleri olarak gruplandırabileriz[495].
Şimdi bu
sınıflandırmaya göre bunların bölgedeki etkileri hakkında kısaca bilgi verelim.
Arî kavimlerin
dinlerine dahil olan Zerdüştlük, Budizm, Manihaizm, Mazdakizm ve Hinduizm gibi
dinler eski Hint ve İran’da muhtelif devirlerde ortaya çıkarak, Batı Türkistan
ve Orta Asya’nın diğer bir çok bölgelerine yayılmıştır.
Samî
kavimlerin dinleri grubuna giren Hristyanlık, Musevilik ve Islâm dini Ön Asya,
Orta Doğu ve Arabistan’da ortaya çıkarak dünyanın diğer bölgeleri ile beraber
Mâverâünnehir’e gelen dinlerdendir.
Mahalli Asya
inançları içinde daha çok Türkler arasında yaygın olan Şamanlık ve Konfüçyus’i
söyleyebiliriz[496].
Bu saydığımız
dinler hakkında bizi yakından ilgilendiren konular araştırma bölgemiz olan Sır
Derya yöresi ile ilgili olanlardır. Bu yüzden çok kapsamlı olan dini-inanç
konusunun teferruatına girmeksizin konumuzla ilgili bilgileri öncelikle vermeye
çalışacağız.
Sır Derya
bölgesinde yapılan müteaddit kazılar sonucunda elde edilen bilgilere göre bölgede
değişik dinlere ait mabet ve tapınakların inşa edildiğini söyleyebiliriz[497].
Batı
Türkistan’a bir çok din girmiş ise de bunların içinde Zerdüştlük, Mâverâünnehir
bölgesinde mensuplarının çokluğu, bölgedeki tesiri ve nüfuz sahasının genişliği
sebebiyle bölgenin en önemli dinlerinden birini teşkil etmiştir[498]
İslâm
kaynaklarında Mecûsîlik olarak da geçen bu inancın kurucusu Zerdüşt’tür.
Kelimenin aslı “Zarath-Ushtra”dır. Kurduğu dine de “Zoraastrizm” veya bu
dindeki tanrı Ahura-Mazda’ya istinaden “Mazdaizm” da denir[499].
Zerdüşt’ün ölümünden sonra ortaya çıkan kutsal kitabının adı Avesta’dır.
Apastak kelimesinden müştaktır. Genelde “esas metin” şeklinde tercüme edilir.
Yaşadığı zaman hakkında değişik görüşler mevcut olmasına rağmen genelde
Zerdüşt’ün Ahamenidler zamanında M.Ö. 6000 yıllarında yaşadığı kabul
görmektedir[500].
Zerdüştlük’ün
kuvvet kazanmasının ve yayılmasının bir sebebi de Sasanî hanedanının ve
halkının resmi dini olması ve devlet tarafından himâye edilerek yaygınlaşmasına
imkan ve fırsat sunulmasından kaynaklanmıştır. Caetani eserinde bu durumu
Zerdüşlük’ün İran’ın “tam bir milli dini” haline geldiği şeklinde
özetlemektedir[501].
Zerdüşt dininin yayılmasıyla beraber Mâverâünnehir ve Sır Derya yöresine göç
eden (ticari ve sair amaçlarla) Iran kökenli halkın sayısı da artmıştır. Bu
durum beraberinde bölgede konuşulan dilin ağırlıklı olarak Farsça’ya kaymasına
ve Soğd, Tacik ve Şart gibi etnik unsurların çoğalmasına da sebep olmuştur.
Daha önceki bölümlerde de bahsettiğimiz gibi orta Sır Derya bölgesindeki
Isficab-Sayram’da Soğdlulara sıkça rastlanıyordu. Bu durumu M. Kaşgarlı da
eserinde özellikle belirtir. Bazı bölgelerde Iranlı unsurun etkinliği ve
Farsça’nın üstünlüğünün Islâm fetihlerine kadar devam ettiği anlaşılmaktadır.
Nitekim Mâverâünnehir ve Batı Türkistan’ın bir çok bölgesinde İslâmî tebliği
faaliyetlerinin yürütülmesi için iyi Farsça bilenlere ihtiyaç duyulduğunu
hatırlarsak, bu yayılmanın ne derece kuvvetli olduğunu anlayabiliriz. Şöyle ki,
Zerdüştlük’ün esas merkezi Buhârâ olmasına rağmen bu din, doğuya doğru Çin
şeddine kadar geniş bir sahada çeşitli Türk boylarına kadar ulaşmıştı[502].
Bu duruma bakılırsa, bu dinin merkezi sayılan Buhârâ ile coğrafi mesafesi daha
da yakın olan Sır Derya yöresinde derin etkiler yaratması kaçınılmazdı. Bu
durum XII. yüzyılda bu bölgede yaşayan A. Yesevî’nin eserinde de
hissedilmektedir. Eserinde bölgenin dili olan Türkçe yerine alimlerin-
bilginlerin Farsça’yı tercih etmeleri konusuna değinen Yesevî, kendisinin
Türkçe’yi severek söylediğini de vurgulamaktadır. Aynı zamanda hikmetlerde
geçen:
“Huşlamaydur
alimler sizning aygan Türki’ni; Ariflerdin işitseng açar köngil mülkini; Ayet,
hadis ma’nası Türki bolsa muvafık; Ma’nisiga yetkenler, erga koyar börkini”.
Yani “Hoş görmemekte âlimler sizin konuştuğunuz Türkçe’yi; Ariflerden işitsen
açar gönül ülkesini; Ayet, hadis manası Türkçe olsa uygundur, anlamına yetenler
yere koyar börkünü ” ifâdesi bir taraftan alim ve bilginlerin Türkçe yerine
Farsça’yı tercih etmelerini anlatırken, diğer taraftan da sıradan halkın hâlâ
Türkçe konuştuğunu ve onlara ulaşabilmek için Farsça’yı bırakarak Türkçe
konuşmak gerektiğini kast etmektedir[503].
Dil bakımından bu derece etkili olmasına rağmen, Zerdüştlük din olarak Türkler
arasında pek rağbet gördüğünü söyleyemeyeceğiz. Çünkü Türkler eskiden beri “Gök
Tanrı” inancına bağlı olup, yeri-göğü kutsal saymakta idiler. Bunun dışında
kendi inançlarıyla bağdaşmayan bazı dinlere girmişlerse de bu inançlar çok uzun
sürmemiştir[504].
Etnik ve
siyâsi bakımdan da bir Türk ülkesi olan Sır Derya yöresi ve ötesi için bu durum
tabi ki, Mâverâünnehir’den biraz farklıdır. Nitekim Sasanî devleti ile birlikte
Zerdüşt dini de yıkılıp tarihe karışmıştır. Zerdüştlük hakkında kaynaklarda
geçen bilgilere gelince; Bunlar arasında Narşahî “Tarih-i Buhârâ”sında “bu vilâyette
mecûsî mabetleri çok iyi” diyerek, Türk asıllı Kuşamlı tüccar mecûsîlerin güzel
manzaralı bahçeli köşklerde oturduklarını maddi durumlarının iyi ve zengin
kimseler olduklarına işaret etmektedir[505].
Bu konusunda
bilgi veren bir kaynak da Cuveynî’nin “Tarih-i Cihan guşa”sıdır. Eserinde
müellif Zerdüşt ileri gelenlerinin merkezi olan Buhârâ ve burada gelişen
Zerdüşt kültürü ve medeniyetinden bahsetmektedir[506].
Bunların dışında Islâm fetihlerinden ve Mâverâünnehir’in fethi konusunda diğer
müelliflere nazaran daha fazla bilgiye yer veren Islâm müelliflerinden et-
Taberî ve el-Belâzurî’ de eserlerinde Buhârâ ve Semerkant’ın fethini anlatırken
bu konulara az-çok değinirler[507].
Türk ülkelerini ve kavimlerini anlatan coğrafi eserler arasında Ibn Havkal ve
el-Mes'udî’nin eserlerinden de bu bölgelerdeki inançlar hakkında bilgi
edinebiliyoruz. Mesela, Ibn Havkal eserinde Semerkant şehrinde çarşı ortasından
geçen bir kanalı anlatırken: “..bu kanalın etrafında, kanalın tamiri ve bakım
işi için vakfedilmiş akarlar vardır. Vakıf şartlarına göre, kanalı yaz kış
koruyan ve bakan Mecûsî muhafızlar bulunur. Bu sebeple, bu Mecûsîlerden
Beytü’l-Mâl (hazine) için cizye alınmaz” demektedir[508].
el-Mes'udî’nin
eserinin on beşinci babında şöyle bir kayda rastlıyoruz: “...Amûr oğullarından
buralara yerleşmeyenler ayrılarak çöllerde oturmuşlardır. Bunlar Türkler,
Kartuklar ve Kûşân (Kuça) şehri sahipleri olan Tokuz Oğuzlardır. Tokuz oğuz
ülkesi Horasan ile Çin arasındadır. Bu güne (332 yılına) kadar Türkler arasında
onlardan daha kuvvetli, kudretli, memleketi iyi idare edenler çıkmamıştır.
Bunların hükümdarı Irhân, dinleri ise Mânî dinidir. Türkler arasında bunlardan
başka Mânî dinine inanan yoktur”[509].
Zerdüştler’in
Batı Türkistan’ın Beykent ve Semerkant gibi büyük ticari merkezlerinde önemli
başarılar elde ettikleri anlaşılmaktadır[510].
Çünkü daha sonra göreceğimiz gibi Islâm fethi yıllarında Arapların önüne çıkan
önemli engellerden biri de Zerdüştlük olmuştur.
Batı
Türkistan’ı din ve kültür itibariyle büyük bir ölçüde tesiri altına alan diğer
bir din de Budizm’dir. M.Ö. VI. yüzyılda Hindistan’da ortaya çıkan Budizm,
yukarıda da belirttiğimiz, Hint baharat yolu ile Afganistan, Iran istikametinde
yayılarak Çin’e kadar uzamıştır. Buda dininin de önemli merkezleri arasında
Buhârâ ile Semerkant şehirleri yer almaktadır[511].
Bu yerlerde Buda mabetleri ve misyonerleri bu dini Asya’nın iç kısımlarına
yaymaya çalışıyorlardı. Buhârâ’da Buda heykellerinin satıldığı pazar yerlerinin
olduğunu çeşitli kaynaklardan öğrenmekteyiz[512].
Burada yapılan buda heykelleri Asya’nın çeşitli bölgelerine satılmak üzere
gönderilmekte idi. Aynı zamanda kaynaklar Budizm ile Zerdüştlük arasındaki
rekabetten de bahsetmektedir. Bu rekabet sonucunda Budizm’in bir hayli
gerilediği de anlaşılmaktadır[513].
İslâmiyet’in
yayılışı dönemine gelindiğinde Budizm iyice sarsılmış ve müdafaaya çekilmişti.
Çinli seyyah Hsuan-Tsang Çin’den başlayıp Hindistan’a kadar uzanan seyahatini
anlatan hatıratında “Budizm’in Soğdiyana’da Zerdüştlük’e yenik düştüğünü ve
Semerkant’da sadece iki Buda manastırına rastladığını, Zerdüştlerin Budistlere
beslediği düşmanca hisleri ve hareketleri” açıkça beyan ederek bu duruma ışık
tutmaktadır[514].
Sır Derya
havzasında en çok yayılan dinlerden biri de Manî dini veya Maniheizm’dir. Bu
din de İran’da ortaya çıkarak, Mâverâünnehir üzerinden Türkistan’ın içine doğru
yayılmıştır. Bu dinin kuvvetle yayılmasının bir nedeni onun bir tüccar dini
olması ve tacirlerin gittiği her yere ulaşmasıdır. Sır Derya yöresinde sıkça
rastlanan Soğdlu tüccarlar vasıtasıyla Orta Asya’nın en uç köşelerine kadar
yayılan bu din de Semerkant’ı kendine merkez yapmıştır[515].
Uygur
kağanının Maniheizm’i kabul etmesi, 762 yılında, Çin’e yaptığı bir sefer
sırasında Soğd dilinde konuşan bir Maniheist din adamlarıyla karşılaşması
sonucunda gerçekleşmiştir. Kağan bu din adamlarını Ordu Balık’a beraberinde
getirmiş ve onların etkisi ile Manî dini Uygurların dini haline gelmiştir. Soğd
dili de böylece kaybettiği önemi yeniden kazanarak İmparatorluğun ikinci resmi
dili haline gelmiştir[516].
Yukarıda
bahsettiğimiz Türklerin dini tarihlerinde temasa geldikleri evrensel ve büyük
dinlerden biri de Hıristiyanlıktır. Hıristiyanlığın Türkler arasında yayılmaya
başlaması çok eski zamanlara dayanmaktadır. Bu konuda değişik görüşler mevcut
ise de Türklerin Hıristiyanlıkla teması tarihi kesin olarak bilinmemektedir.
Bununla beraber meselâ, Barthold Maniheizmin kesinlikle Orta Asya’da
Hıristiyanlıktan önce yayılmaya başladığını ve bunun M. S. III. yüzyıl ile
tarihlenebileceğini düşünmektedir[517].
Hıristiyanlığın Orta Asya’daki varlığı ile ilgili bilgiler ise IV. Yüzyıldan
daha gerilere gitmemektedir. Nesturîliğin İran’a geçişi ve diğer ülkelere
yayılışı gibi Orta Asya’ya girişi de ticaret yoluyla olmuştur. Ön Asya’dan
başlayarak Mâverâünnehir’in Baykent, Buhârâ, Semerkant gibi belli başlı büyük
şehirlerinden geçen milletler arası İpek yolu bir taraftan ekonomi gelişmeni
sağlarken, diğer taraftan bir çok din ve kültürleri beraberinde getirmiş,
bölgedeki Türklerin bu manevî unsurlarla temas etmelerini sağlamıştır[518].
Mâverâünnehre giren Hıristiyanlık, Zerdüştlük’le Budizm arasındaki yıllarca
sürüp giden mücadelelerden de yararlanarak hızlı bir şekilde yayılmış ve kısa
zamanda çevrede hakim bir din haline gelmiştir. Türk kavimlerinden Nesturiliği
VII. ve VIII. yüzyıllarda Kartuklar ve Kırgızlar; daha sonra Naymanlar,
Uygurlar, Kereitler ve Kunlar kabul etmiştir[519].
Nesturiliğin
Orta Asya’da yayılıp geliştiğine dair çok sayıda doküman mevcuttur. Bunlar
Turfan bölgesi metinleri, Yedisu bölgesinde bulunan ve Süryani alfabesi ile
yazılmış Türkçe Nesturi mezar taşları kitabeleri ve Orta Asya Hıristiyan
kabileleriyle ilgili tarihî belgelerdir. Ayrıca Orta Asya’nın değişik
bölgelerinde ve onun içinde bizim araştırma bölgemiz olan Sır Derya yöresiı ve
çevresinde de Hıristiyanlıkla ilgili olayları anlatan freskler, mezar taşları,
boyalı ve sırlı topraktan yapılmış Meryem ve Isa ikonları bulunmuştur[520].
Batı Türkistan’daki Nesturî Hıristiyanlığın bölgedeki önemini anlatma
bakımından Pişkek ve Tokmak şehirlerinin ortaya çıkarılan Nesturi mezarlığı
önemli bilgiler vermektedir.
Arkeolojik
buluntular arasında, Sır Derya bölgesine yakın bugünkü Cambıl(eski Evliyaata)
şehrinin müzesinde saklanan ve IX-X. yüzyıllara ait olan iki seramik bir kap
üzerinde Soğd yazısı yazılmış ibareler bulunmaktadır. Bunların birinde
“Piskopos Şifarn”(Soğd ismi) diğerinde de “Rahip lltag” dan bahsedilmektedir.
Bu veriler sadece Mani veya Hristyan dinini kabul eden Türklerin var idiğini
değil aynı zamanda Soğd dilinin onlar arasında ne kadar yaygın idiğini de
göstermektedir. Soğd dilinde diğer bir kitabe de Talaş nehri civarında yer alan
Terek-say ve Kurgan-say kanyonlarındaki bir kaya üzerinde bulunmuştur[521].
Yukarıda
kısaca bahsettiğimiz dinler Sır Derya yöresinde muayyen zamanlarda varlıklarını
sürdüren ve kendilerine has yazılı metinler ile yapıt(mabet, manastır
vs.)şeklinde izler bırakan dinlerdir.
Zaman
içerisinde bazı Türk kavimleri ve toplulukları bu dinleri kabul etmişlerdir.
Fakat bunların hiç biri Türk düşüncesi ve ahlak anlayışı üzerinde etkili olamamış,
Islâm dini gibi kabul görmemiştir. Yani, bir terkib ortaya koyamamıştır. Sır
Derya bölgesinin yerleşik ve yarı göçebe kavimlerin mekanı olması ve Sır Derya
ötesinin ise o meşhur “Türk bozkırı” tabir edilen doğuya doğru uzanan uçsuz
bucaksız topraklarla komşu olması sebebiyle her iki medeniyetin (göçebe ve
yerleşik medeniyet) temel unsurlarından olan din konusu açısından bu bölge
muhakkak çok zengindir. Daha sonraki bölümde de göreceğimiz gibi İslâmiyet’in
yayılışı ve Türk-lslâm düşüncesinin ortaya çıkışında bu bölge önemli bir rol
oynamıştır.
Şimdi de
Türklere has dini düşünce ve bu konu üzerinde araştırma yapanların genel olarak
ileri sürdükleri birkaç nokta üzerinde duralım. Bunlardan bazıları ve özellikle
konuya tekamülcü açıdan yaklaşanlar, geleneksel Türk dinini menşe itibarıyla
bir Totemizm olarak görmek istemişlerdir. Bu görüşü destekleyenler
arasında Zelenin, Zolatarev, Potapov gibi Rus araştırmacılar da bulunmaktadır.
Bu görüşü ileri sürenlerin dayanakları Türklerce “ata” olarak tanınan kurt’a
“tapılması” ve Oğuz boylarından her birinin ongon’unun “yırtıcı bir kuş”
olmasıdır, öyle anlaşılıyor ki, Türk toplulukları arasında yer alan
“hayvan-ata” inancı ve efsaneleri, geleneksel Türk dininin menşeî formunu
Totemizme bağlama iddialarına temel teşkil etmiş bulunmaktadır[522].
Kabileleri temsil ettiği düşünülen ongon’ların varlığı bu iddiayı destekler
görülmüştür. Fakat bu ve benzeri bulanık izler, eski Türklerde gerçek anlamıyla
bir totemizmin varlığı için yeterli delil oluşturmamış ve bu bakımdan da I.
Kafesoğlu gibi bir kısım ilim adamları, eski Türk dininin Totemizm olduğu veya
en azından onun başlangıç formunun öyle olabileceği iddiasını reddetmişlerdir[523].
Çünkü Totemizm, klan tipi topluluk hayatı, ana hukuku, parazit ekonomisi gibi
temel unsurlara dayanmaktadır. Oysa Türkler tarihlerinin hiç bir safhasında,
kurt’a tapmadıkları gibi, eski Türk ailesi de “patriarkal” özelliğe sahip
bulunmaktadır. Diğer yandan klan tipi topluluklarda akrabalık totem bağı
üzerine kurulmuşken, Türklerde kan akrabalığı temel teşkil etmektedir.
Totemizme inanan toplumlarda ortaklaşa mülkiyete yer verilir, Türklerde ferdî
mülkiyet büyük bir rol oynamaktadır. Ayrıca Totemizmde ruh ölürken, Türkler
ruhun ebediliğine inanır ve bu sebepten atalar ruhunu tazim ederledir. Böylece
Totemizmin esaslarını dikkate alınca, onun Eski Türk dini ile yakından uzaktan
alakası olmadığını görmek mümkündür. Bu bilgiler muvacehesinde yukarıdaki
görüşün pek inandırıcı ve doğru olmadığı kanaatine varabiliriz[524].
Oğuz boylarının “ongun”u olan kuşlara gelince, I. Kafesoğlu bu durumu Moğol
etkisine dayandırmaktadır. Moğollar hakkındaki araştırmalarıyla tanınan B. Y.
Vladimirtsov'un[525]
Moğollarda totemizm ve “tabu”ya dair malumatın olmadığı şeklindeki kanaatinin
aksine, Moğol aile tipinin ana hukukuna dayanması ve aynı şekilde bir orman
kavmi olan bu topluluğun parazit ekonomiye ve mülkiyet ortaklığına yer vermiş
olmasını, Moğollarda başlangıçta totemizmin varolabileceği şeklinde
yorumlanmaktadır. Nitekim Kafesoğlu, Oğuzlar’a ait ongon kuşlar meselesinin de
ilk olarak XIV. yüzyılın başlarında, Moğolların hâkimiyet döneminde kendini
göstermesi ve ilk olarak Reşidü’ddin’in Camiü’t-Tevârih’mde
zikredilmesi; daha sonra Yazıcızâde’nin Tarih-i Âl-i Selçuklu ile
XVII. yüzyılın ikinci yarısında Ebu’l-Gâzi Bahadır Han’ın Şecere-i
Terâkime’sine oradan geçmiş olması vakıasına dikkat çekmektedir[526].
Bunun dışında, totemizmin esasını teşkil eden unsur ve anlayışlar Türk düşünce
ve inanç sisteminde yoktur[527].
Eski Türklerin
dini inançları konusunda ilim dünyasında son zamanlara kadar geniş kabul gören
diğer bir görüş de Türklerin Şamanist oldukları doğrultusundadır, önde
gelen Rus alimleri (W. Radloff, Verbitsky gibi) Orta Asya Türkleri (başlıca
Altaylılar ve Yakutlar) arasında yaptıkları tespitler sonucunda bu kanaate
vasıl olmuşlardır. Eski Türk dinî sistemi ve yaşayışında önemli bir mevkie
sahip olan “kam’ların mevcudiyeti araştırmacıları bu görüşe sevk eden
etkenlerden sayılmaktadır. Bu konudaki araştırmalarıyla tanılan A. İnan da
geleneksek Türk dinini Şamanizm olarak görenlerdendir. Bu konu etrafında belli
başlı çalışmaları bulunan diğer ilim adamları arasında I. Kafesoğlu, O. Turan,
S. Buluç, J. Roux, Eliade, Anohin, Şerasevsky, Radloffv.b. bulunmaktadır.
M. Eliade’nin
eserinde bu inancın esasları ve gerekçesi konusunda etraflıca bilgi
verilmektedir. Bu yüzden biz Şamanizm’in esasları ve şartları konusuna fazla
girmeksizin, Türk boyları arasındaki yerine gelelim[528].
Büyük ölçüde Eliade’nin “Le Chamanisme et Les Techniques Archaiques de
L’Extase” adlı eserinden yararlanarak yazdığı “Eski Türk Dini”
çalışmasında I. Kafesoğlu Şamanlığı tarif ederken, Şamanlığı dinden ziyade bir
sihir saymaktadır. M. Eliade ise orta ve kuzey Asya topluluklarının sihrî-dinî
hayatının daha ziyade “şaman” etrafında merkezleştiğini kaydetmekte, fakat
şamanı bütün dini faaliyetlerin icracısı olarak göstermenin de hatalı olacağını
ifade etmektedir. Kısaca Şaman’ın görevini tarif edersek; Şaman her şeyden önce
kendi usulleri sâyesinde ulaştığı “extase” hali(istiğrak) içinde ruhunun göklere
yükselmek, yer altına inmek ve oralarda dolaşmak üzere, bedenden ayrıldığını
hisseden bir “aşk” ustasıdır. Ateş üzerinde hâkimiyet kurması, hastalanan(ruhu
çalınan) kimselere şifa vermesi, ölülerin arzularını yerine getirerek zararları
önlemesi, dertli insanların arzu ve şikayetlerini gökteki ve yer altındaki
tanrılara ileterek aracılık yapması böyle mümkün olmaktadır[529].
Türk boyları
arasındaki Şamanizm hakkında Ibn Fazlân’da, Ebû Dülefde, Gerdizî’de ve Hudûd
el-âlem’de bazı bilgilere rastlanmaktadır. Fakat bu bilgiler Eski Türk
inancının kesin Şamanizm olup olmadığı sorusunu cevaplandıracak kadar geniş ve
ayrıntılı değildir. Müelliflerin verdiği bilgilerde çelişkiler göze
çarpmaktadır[530].
Bu durum daha sonra Radloff ve diğer bir çok araştırmacının da belirttiği
gerçeğe delalet etmektedir. Bunlardan Eliade'nin araştırmaları, Şamanizm'in
yalnızca Türklere, Orta ve Kuzey Asya'ya ait bir fenomen olmayıp, çok geniş bir
alanı ilgilendirdiğini, kökünün çok eskilere uzandığını ve üstelik pek çok
toplumlar, kültürler ve hatta dinlerle ilgili olduğunu göstermiş bulunmaktadır.
Üstelik, temelinde arkaik bir ekstaz tekniğinden ibaret olan Şamanizm, bu
haliyle geleneksel Türk hayatının tamamını kucaklamadığı gibi, esasen vecd
hallerinin hepsi de Şamanizm'den ibaret değildir. Bu bakımdan da Eliade:
"Nasıl bir din, onun imtiyazlı üyelerinin mistik tecrübelerinin
sınırlarını aşıyorsa, aynı şekilde Orta ve Kuzey Asya'nın dini de Şamanizmin
hudutlarından taşmaktadır" demektedir[531].
Kendine has
teknikleriyle dinî mistik ve sihrî bir sistem olan Şamanizm, olağan halk
tababeti, büyü ve kehânetten ayrıldığı gibi, eski Türklerin dininde yer alan
Gök-Tanrı inancı, yer-su'lar, atalar kültü, balballar, babalar, taş nineler
gibi unsurların Şamanizm'le doğrudan bir ilişkisi de bulunmamaktadır. Bu dinin
bir çok faaliyetleri Şamanların yetki ve uzmanlık alanının dışında kalmaktadır[532].
Şamanizm'in,
Türklerin arasında sistemleşmesi X-XI. yüzyıllardan itibaren kendini
göstermektedir. Moğol hakimiyeti dönemi Şamanizm'in en canlı olduğu devreye
işaret etmektedir. Anlaşılan Orta ve Kuzey Asya' da XI. yüzyıldan itibaren ve
özellikle Moğollar döneminde tam bir sistemleşme ve canlılığa erişen Şamanizm,
aynı zamanda bünyesinde bir çok yabancı etkileri de toplamıştır[533].
Girdiği
toplumların ruh dünyasını bir ölçüde sarmayı başaran Şamanizm, geleneksel Türk
dininde de “extase” tekniği, ruhun seyahati, ruhlar ve tanrılarla temas
aracılığıyla mevcut inançları nüfuzu altına alarak onları kendi amaçları
yönünde kullanmasını bilmiştir[534].
Böylece
geleneksel Türk dininde atalar kültü, kartal inancı, demircilik ve at kurbanı
şamanî özellikler kazanmıştır. Bu nedenledir ki Radloff, Şamanizm konusunda
asıl inanışları belirlemenin güçlüğüne işaret etmektedir. Böyle olunca,
gerçekte Şamanizm'i, "Çeşitli dinler ve kültürlerden gelen tesirlerin
karmaşık bir biçimde örülmesinden oluşan bir tasavvurlar ve uygulamalar kaosu
yahut halitası" şeklinde tanımlamak uygun düşmektedir[535].
Kendilerine kam, şaman, bakşi, beki ve oyun gibi adlar verilen kimselerin
ortaya çıkış nedenleri de oldukça farklıdır. Bu kimseler, bazen doğuştan üstün
yeteneklere sahiptirler. Bazen de onlar bu yetenek ve becerilerini sonradan
öğrenerek elde etmektedirler[536].
Göktürkler
döneminde Şamanlardan hiç söz edilmeyişi, eski Türk dinine Şamanizm denilip
demlemeyeceği gibi; onun kaynağı ve Türklerin arasına nasıl girdiği sorusu da
henüz cevaplandırılmamıştır.
Bu
bahsettiğimiz inanç şekli dışında Türk inanç sistemini üç noktada toplamak
mümkün görülmektedir. Biri tabiat kuvvetlerine inanmaktır ki, Türklerin yer-su,
orman-mağara ayrıca gök gürlemesi, yıldırım gibi doğa görüntülerine ruh
atfetmeleri eski çağlarda bütün kavimlerde görülen bir psikolojik belirtidir[537].
İkinci inanç merkezi “atalar kültü”dür ki, ölen büyüklere saygının bir çeşit
devamı olan bu inanç türüne, antik çağlardan beri bir çok toplulukların düşünce
ve inanç sisteminde rastlanmaktadır[538].
Türkler, besledikleri hürmet hissi sebebiyle atalarını anarlar, hatıralarına
abideler(bengü taş) dikerler ve kurban keser, onların kabirlerini korurlardı.
Bu adet günümüze değin devam edegelmiştir. Büyüklerinin öldüğü günde onları
anmakda bu saygıdan kaynaklanmaktadır. Ancak bu kült başka kavimlerdeki gibi
insan kurban verecek kadar ileri götürülmemiştir. Dede Korkut kitabında .
“Türklerde
kurban atdan aygır, koyundan koç, deveden buğradır” şeklinde ifade edilir
Son olarak ta
üçüncü odak noktası, “Gök Tanrı” inancıdır. Türklerin kültür ve dünya görüşü
ilke ve zeminlerini araştıran J.P. Roux ve M. Eliade gibi batı Türkologları
şöyle bir sonuca varmışlardır: “Türklerde ataerkil özellik ağır basmakta olup,
ailede erkeğin yeri ve rolü üstündür; genetik, yani kandaşlık-kardeşlik, ön
plandadır; ekonomileri avcılık ve hayvancılık esasına dayalı göçebe kültürüdür;
özel mülkiyet esastır; din açısından “Yüce Gök Tanrı” inancı yaygındır. Ruhun
ebediliği inancı kuvvetlidir ve bu yüzden atalara ve onların ruhlarına saygı
esastır. Toplum hayatında ateş ve atın özel bir yeri vardır. Eski Türk
toplumunda Tanrının elçileri sayılan kağanlara çok büyük saygı atfedilmektedir”[539].
M. Eliade’nin
de ifade ettiği gibi, Türklerin eski dini, “Gök Tann”ya iman idi.
Eskiçağ kavimlerinde gök cisimlerine (güneş, ay, yıldız vs.) ilahi göz ile
bakılarak, özel tapınaklarda kurbanlar sunulmuş, onların putları yapılarak
tapınılmış iken, çok mühim bir fark olmak üzere Türkler adları geçen gök
cisimlerini sadece “sembol”(aziz) sayarak, doğrudan doğruya Gök(Sema)ü Tanrı
kabul etmişlerdir[540].
Gök Tanrı inancı Hunlar, Tabgaçlar, Göktürkler ve Uygurlar gibi tarihî Türk
topluluklarında kurbanlar sunulan kutsal varlıkların başında ve hepsinin
üstünde geliyordu. Gök Tanrı telâkkisinin “yerleşik” kavimlerden ziyade avcı,
çoban ve hayvan besleyen topluluklara mahsus olduğu, bu itibarla menşeinin de
Asya bozkırlarına bağlanması gerektiği görüşü tarih ve kültür araştırmacılarınca
da kabul edilmektedir[541].
Gök
Tanrı(Kök Tengri) bilhassa Türkler için ehemmiyetlidir. Çünkü kağan’ı o
tayin eder, ona kut (iktidar) ve uluğ’u (kısmet) o ihsan ederdi[542].
Türk başbuğları onun yardımı sayesinde zaferler kazanmış, Tanrı’nın verdiği
kağanı dinlemedikleri zaman da ölüme mahkum olmuşlardır. Hâkimiyet ve
hükümdarlık, onun bağışıyla gerçekleşmekteydi. Dolaysıyla insan tamamen ona
karşı sorumluydu. Bu durumda insan, üstlendiği görevi ancak başarıyla yaptığı
zaman, Tanrı’ya karşı sorumluluğunu yerine getirmiş olmaktaydı. Gök Tanrı
inancının bu özelliklerini Oğuz Kağan Destan’ında da görmek mümkündür. Meselâ
Oğuz, büyüyüp gençlik çağına gelince Tanrıya yalvarır ve bir dilekte bulunur.
Bunun üzerine Tanrı Oğuz’a iki eş verir. Bunlardan biri gökten inen bir ışığın
içinden çıkan kız, diğeri de gölün ortasındaki ağaç kovuğundan çıkan kızdır.
Oğuz bu kızlarla evlenmek suretiyle göğün ve yerin gücünü kendisinde toplar[543]
[544].
Aynı zamanda Gök Türk kitabelerinde de bu inancın esası ve anlayış şeklini son
derece güzel anlatan ifadeler bulunmaktadır. Mesela, kitabelerde geçen “Türkün
adı sanı yok olmasın diye Bilge’yi Hakan yapmıştır” ve “Üstte Gök ve altta
yağsız yer ve ikisinin arasında kişi oğlu yaratılmış.. “, ”..Türk Tengrisi..
600” şeklinde milli vasıfta zikredilmesine rağmen Türk dünya görüşünde Tanrı
evrenseldir. Bozkırda Türkler her şeylerini borçlu oldukları Sema’yı Tanrı
telakki etmiş görünüyorlar; bundan dolayı da gök yüzü bir bütün ve tam olduğu
için Tanrıyı da “tek ve mükemmel” kabul etmişlerdir. Bu yüzden Türkler gök
yüzündeki başka cisimleri ilâhileştirmemiş ve Türkler arasında puta tapma gibi
bir fikir teşekkül etmemiştir[545].
Gök yüzünün büyüklüğü her hangi bir tapınak yapmaya imkan bırakmadığı için de
böyle bir gelenek (tapınak yapma) görülmemektedir.
Din olarak
mevcudiyeti M.ö. V. yüzyıla kadar tespit edilen Gök Tanrı dininin Türklere
mahsus bir inanç olduğu Tanrı kelimesinden de anlaşılmaktadır. Bu tabir
Başkırtça hariç, belirli fonetik farklarla, bütün Türk lehçelerinde mevcuttur.
Türkçenin aslî sözlerinden biri olan Tanrı kelimesi, en eski şekli ile Miladdan
önceki Çin kaynağı Şı-kî’de Hun Tan-hu’su Mo- tun(M.Ö.209-174)’un unvanları
arasında geçmektedir[546].
Türk
boylarından Oğuzların dini inancından bahsederken Ibn Fazlân: “..aralarında
biri zulme uğrarsa veya sevmediği bir şey görürse, başını semâya kaldırır ve
“Bir Tengri”derler demektedir[547].
Bununla beraber Göktürklerde yer-su’ların kutsal sayılması, Hunlarda güneş, ay
ve yıldızlara tâzim edilmesi, “semavî” mahiyetteki tek tanrılık inancını
gölgelendirmez. Bu konuya açıklık getiren Kafesoğlu, hiçbir dinin yalnız
“itikat” ve “amerden ibaret olmadığını ve daima kutsal sayılan ikinci derecede,
yan varlık ve inançlarla çevirili olduğunu belirtmektedir[548].
Bununla beraber Eski Türklerin Gök Tanrı’ya ibadet usûlleri hakkında açık bilgi
bulunmamaktadır.
Yukarıda da
bahsettiğimiz gibi Türklerin yaşadığı coğrafyaya yayılan bazı dinlerin etkisi
nedeniyle Türk boyları da bu dinlere girmiştir. Fakat bunlardan hiç biri
Türkler arasında umumileşmeyip mahalli, küçük toplumların inancı olarak
kalmıştır. Türk ahlak ve dünya görüşüne uymayan bazı dinlere giren Türk
kavimleri de kendini kaybetmiştir. Tarihte bunların örneğine rastlamak
mümkündür. Bunlardan bir tanesi de Budist ve Maniheist Uygurlardır[549].
İSLÂM
FETİHLERİ VE BÖLGENİN İSLÂMİYET’LE TANIŞMASI
İslâm’ın Mâverâünnehir ve Sır Derya Yöresinde
Yayılmaya Başlaması
İslâmiyet’in
Türkistan’a İran’ın Horasan bölgesinden Mâverâünnehir’in Ceyhun (Amu Derya)
cephesinden içeriye doğru girdiğini görmekteyiz.
Türkler
arasında İslâmiyet’in yayılmaya başlaması, Orta Asya’da Samanoğullarının(veya
Samanîler) hakimiyet devri olan, IX-X yüzyıllarda vukubulmuştur. İslâmiyet’in
Orta Asya’da yayılması çok geniş bir konudur. Bu bakımdan biz çalışmamızı mekân
ve zaman açısından sınırlandırdık. Mekân olarak incelememize Sır Derya havzası
ve buraya dahil olan yerleşim yerleri dahil edilmiştir. Zaman bakımından ise
Arapların Sır Derya ve Talaş civarında görünmelerinden itibaren, Türklerle olan
münasebetleri ve her çeşit temasları, İslâmiyet’in bölgede hakim din konumuna
yükselmesi ve Türkler tarafından benimsenmesine kadar geçen zamandaki
gelişmeler mevzubahis edilmiştir, bilgiler araştırma alanımıza girmektedir.
Bölgede İslâmiyet’in yerleşmesi bakımından büyük rol oynayan şahsiyetler
meyanında Ahmed Yesevî ve talebelerinin faaliyetleri de bu bölümde mevzubahis
edilecektir. Eskiden beri Türklerin yurdu, Türk dünya görüşü, ahlak anlayışı ve
düşünce sisteminin geliştiği bir yer olan Sır Derya bölgesindeki ünlü bilim
merkezlerinde (şehirlerde) İslâmiyet’in yayılışı ile yeni “Türk-lslâm ortak
medeniyeti”nin nasıl doğup geliştiği ve dünyaya yayıldığı; bu gelişmelerde ön
plana çıkan dinî önderler ve faaliyetleri hakkında da bilgi vermeye
çalışacağız.
Arapların
Batı Türkistan’a Yaptıkları İlk akınlar: Orta Asya’nın Arapların
gelmesinden önceki durumunu genel olarak ifade etmek gerekirse, önümüze şöyle
bir tablo çıkmaktadır. Orta Asya’da parçalanmış bir çok Hanedanlıklar ve
devletler hüküm sürmekte idi. Başta İpek Yolundan sağlanan gelir olmak üzere
bölgenin zenginliği ve onun bölge halkına sağladığı gelir ve iktisadi zenginlik
nedeniyle Türkistan bölgesinin tarih boyunca bir çok milletin istilasına maruz
kalmasına sebep olmuştur. Fakat, Türkler, kanlılar ve sair milletler bu bölgede
hakimiyet kurmuş olmalarına rağmen, hiçbir devirde, kültür ve din birliği
oluşmamıştır. Daha önceki bölümlerde de işaret edildiği gibi Sır Derya havzası
bile bir tek devletin hakimiyetine girmemiş, değişik kısımlarında değişlik
devletler veya hanedanlıklar hüküm sürmüştür[550].
Din-inanç konusunda da aynı durum göze çarpmaktadır. Dışarıdan gelen kuvvetler
kendi dinlerini yerli halka kabul ettirmek için gayret göstermedikleri gibi
yerli halkın dinini kendi devletlerinin dini haline getirmek için de çaba
harcamamışlardır. Bu sebepten ne Zerdüştlük, ne Budizm, ne de diğer dinlerin
hiç biri bu bölgede bir devlet dini olabilecek seviyeye ulaşamamıştır[551].
Türkistan bölgesi bu yüzden bütün dinlerin, kültür ve medeniyetlerin faaliyet
gösterdiği bir meydan haline gelmişti. Bu durumu Rus araştırmacısı Aleksandr
Belenitsky şöyle ifade etmektedir: “Orta Asya’nın bütün şehirleri karışık
unsurlardan meydana gelmiş ahalisi ve karışık sosyal sınıfları ile çeşitli dini
ideolojik, mezhep ve mesleklerin adeta birer buluşma noktası haline gelmiştir”[552].
Bu durum İslâmiyet’in
bölgede başarı elde etmesi için uygun ortam sağlamıştır. Arapların
Mâverâünnehir’in önemli merkezlerinden Buhârâ ile Semerkant’ı fetihleri
konusunda yeterli araştırmalar yapılmış ve eserler yazılmıştır. Bu olayları
anlatan İslâmî ve diğer kaynaklar da ilim camiası tarafından bilinmekte ve
onlardan istifade edilmektedir. Bu yüzden biz bu kapsamlı konunun teferruatına
girmeksizin bu olayların cereyanının ana hatlarından bahsetmekle yetineceğiz.
Hz. Ömer
devrinde (634-644) Islâm orduları Suriye’de Bizans’a karşı tam bir zafer
kazandıkları gibi Sasanîlerle olan savaşlarda bu devleti yıkmışlar ve bundan
sonraki dönemlerde Iran topraklarında hızla ilerleyerek Islâm devletinin doğu
hudutlarını Ceyhun nehrine kadar genişletmişlerdi[553].
Bundan sonra
artık kaynaklar Arapların Ceyhun nehri ötesine yani Mâverâünnehir bölgesine
yaptıkları akınlardan sık-sık bahsetmeye başlarlar[554].
Arap
kaynaklarının verdiği bilgilere göre, MâverâünnehıTe ilk ciddi akınlar
Ubeydullah b. Ziyad tarafından yapılmıştır[555].
Onun akınlarını 674 yılında Halife Osman’ın olu Said’in Semerkant’a yaptığı
hücumu takip etmiştir.
Bununla
birlikte Mâverâünnehir’e yapılan askeri seferlerin ciddi anlamda gelişmesi ve
yayılması Kuteybe b. Müslim eliyle vukubulmuştur. Miladî 707 yılında Buhârâ
şehri onun tarafından fethedilmiştir[556].
Buhârâ ve çevresinin fethinden sonra sıra Semerkant’a gelmişti. Yaptığı
seferler sonucunda burayı da ele geçirmeye muvaffak olan Kuteybe Semerkant’ı üs
edinerek Fergana ile Şaş’ı da ele geçirmişti[557].
Mahalli devletlerin içinde bulundukları siyasi istikrarsızlık Arapların süratle
ilerlemesini kolaylaştırıyordu. Kuteybe’nin önünde durabilecek ciddi bir
kuvvetin olmadığını görüyoruz. Bu sıralarda ikiye bölünmüş bulunan Gök Türk
devleti aralarındaki mücadele sebebiyle zayıf düşmüş olup dış düşmana karşı
koyacak durumda değildi[558].
Batı Gök Türk devleti sınırları içerisinde olan bölge Kutluk Devleti ile
Türgişler arasındaki hakimiyet mücadelesi sonucunda Buhârâ ve çevresindeki
şehirler de dahil yerli aristokratların eline geçmişti[559].
Bu iç
karışıklıklar dışarıdan zaten yardım görecek halde bulunmayan Buhârâ yönetimini
iyice zayıf düşürmüştü. Teferruatına girmediğimiz bu durum Arap ordusunun
burayı fethini kolaylaştıran başlıca sebeptir[560].
Araplarla Türkler Arasındaki Mücadeleler
Yukarıda bahsettiğimiz
durum Arapların hiç mukavemet görmeksizin Sır Derya yöresine kadar ilerlediği
anlamına da gelmemelidir. Eğer böyle olsaydı, Arapların Sır Derya ve ötesine
geçmeleri bu kadar uzun sürmezdi.
Kuteybe b.
Müslim’in ölümünden sonra meydana gelen karışıklıklar ve Mâverâünnehir halkının
devamlı isyan etmelerinin sebebi, Emeviler devrindeki Arap hakimiyetinin
benimsediği tutumla izah edilebilir. Abbasilerin aksine Emeviler’in geniş
“emperyalist” düşünceleri yoktu. Bütün düşünceleri, Arap milletine fetihlerde
rehberlik ederek Araplar arasındaki yüksek mevkilerini korumak, mahkum
milletlerden vergi ve tabi hükümdarlardan haraç toplamaktan ibaretti. Valilerin
dikkatleri de aynı amaca dönüktü[561].
Çabuk
zenginleşme isteği yüzünden yapılan bazı uygulamalar (vergi toplamak gibi)
yüzünden yerli halk arasında isyanlar boy göstermeye başlamıştı[562].
Mâverâünnehir’deki bu olaylara, Araplara karşı birleşen Türk beyleri de
katılınca, Arapların bölgedeki durumu zorlaşmıştı. Doğu Göktürk Kağanlığı’nın
dağılması sonucu Batı Kağanlığının hükümdarları olarak bu bölgede Türgiş kağanı
Su-lu’nun faaliyetlerini görüyoruz. Kaynaklardan öğrendiğimize göre, bu
bölgedeki ciddi mukavemetler bu kağan tarafından gösterilmiş ve yer-yer Arap
ordusunu sıkıştırarak geri çekilmeye bile zorlamıştır[563].
Türgiş Devleti
737-738 yılına kadar varlığını sürdürdü[564].
Araplara yaşattığı sıkıntı ve yaptığı saldırılar yüzünden kaynaklarda “Ebu
Muzâhim”(sıkıntı, zAhmed veren) adıyla anılan Su-lu, Buhârâ halkının daveti
üzerine ordu toplamış ve Buhârâ dahil bir çok kaleyi istila etmeye muvaffak
olmuştur. Bu bölgede bulunan Araplar içinde bulundukları idari meseleler
yüzünden(valilerin devamlı değişmesi, vergi meblağlarının yüksekliği vs.)
toparlanamamış ve Türkler karşısında yenilmeye başlamıştır. Batı Türkistan valisi
Eşres b. Abdullah es-Sülemî zamanında batı Türkistan’daki Türgiş tehlikesi
kendini iyice belli etmişti[565].
Araplar,
Beykent (Paykent), Buhârâ ve Semerkant’taki Türgiş ablukasını bertaraf etmek
için birkaç kez girişimde bulunmuş iseler de, önemli gelişmeler elde
edememişlerdir. Bu durum Su-lu hanın öldürülmesine kadar böyle devam etmiştir[566].
O. Turan bu
durumu şöyle özetlemektedir: “İslâmlaşma hareketi gelişmedi. Bilakis
huzursuzluk daha da artarak 728 yılında isyan başladı. Daha sonra Türk hanına
ve Semerkant Tarhanına(Gurek) mensup kuvvetler, Semerkant ve Buhârâ müstesna
diğer bölgeleri Araplar’dan kurtardılar ve 737’de Amu Derya nehrine kadar
ulaştılar. İşte bu zamanda idi ki, Türgiş hanı Su-lu’nun Sarı Türgişlerin reisi
Köl-çur (Kürsûl) tarafından öldürülmesi Müslümanların Sır Derya kıyılarına
kadar ilerlemelerine imkan verdi”[567].
Su-lu Hanın
öldürülmesi hakkında Arap kaynaklarından et-Taberî’de bazı bilgiler
bulunmaktadır. Buna göre bilgilere bakılırsa: “Hakan bir gün Kur- Sul ile tablo
oynamış ve yenilmiştir. Aralarında bu yüzden münakaşa çıkmış; Kur-Sul Hakan’ın
elini çekmiş ve kırmış. Bu olay sırasında Hakan da (Su-Lu) Kur-Sul’un elini
kırmaya yemin etmiş. Bundan çekinen Kur-Sul (Bağa Tarhan) güvendiği
arkadaşlarından bir grup ile Hakanın çadırına gelerek onu öldürmüştür”[568].
748 yılında
Çinliler Kuça ve Doğu Türkistan’ı işgal ederek, Issık göl bölgesine doğru
ilerlediler ve Tokmak şehrini yakarak on binlerce asker ve çiftçiyi esir
ettiler. Diğer yandan Su-Lu’nun ölümünü fırsat bilen Araplar da âdeta bir “bayram”
havasıyla Türkistan’ın iç kısımlarına ilerlemeye devam etmekte idi. Türklerin
içinde bulundukları siyasi istikrarsızlıktan yararlanan dış kuvvetler Orta
Asya’yı idareleri altına almak için karşı karşıya gelecektir. Türgiş Hakanının
öldürülmesi ve Uygurların (Basmıllar) isyanı sonucunda 744 yılında Doğu Gök
Türk Devleti de yıkılıp gitti[569].
İki
düşman(Arap ve Çin) arasında kalan Türkler yeniden bir durum değerlendirmesi
yaptılar. Emevilerin şiddet ve koyu milliyetçi siyasetinden dolayı eski
düşmanları Çinlilerin yanında yer almaya ve onlardan yardım istemeye mecbur
kaldılar[570].
Bu durumdan yararlanan Çinliler 748 yılında Suyab şehrini zapt ve tahrik
ettiler. Şaş hükümdarını da vassalhk vaziyetini yerine getirmediği gerekçesiyle
idam ettiler[571].
Türk tarihi ve
medeniyeti açısından da büyük önem taşıyan Talaş muharebesi yaklaşıyordu. V. V.
Barthold’ın da ifade ettiği gibi bu sadece siyasi hakimiyet kurma savaşı değil,
aynı zamanda Islâm ve Çin medeniyetinin hangisinin Türkistan’da hakim olacağı
meselesinin çözüme ulaşacağı bir dönüm noktası idi.
Vl.yüzyıldan
itibaren Batı Türkistan’ın asli unsurunu Türkler teşkil ediyordu. Göktürk
Devletinin batı sınırı, Eftalitlerin mağlup ve ülkelerinin istila edilmesini
takiben(563-567) Ceyhun nehrine kadar uzanmıştı[572].
Fakat bu durum uzun müddet devam edememiştir. 630 yılında Göktürk Devleti
Çin’in düzenlediği entrikalar ve çıkarttıkları isyanlar sebebiyle yıkıldı. 659
yılından itibaren de Batı Türkistan Çin’in hakimiyeti ağırlığını hissettirmeye
başlamıştı. Buna rağmen lli(lle) nehri boylarındaki Türgiş kabileleri Çin
hakimiyetini kabul etmeyerek “Sarı Türgişler” Devletini kurdular. Tokmak
şehrini başkent yapan Sarı Türgişler kısa zamanda güçlendiler[573].
Fakat Çin karşısında yeterli derecede güçlü olmadıkları için Batı Türkistan’da
siyasi birliği sağlamaya muvaffak olamadılar[574].
Aynı yıllarda Mâverâünnehir’de de siyasi bir birlik mevcut olmayıp, küçük
devletler hüküm sürmekte idi. Buhârâ, Semerkant ve Şaş ayrı-ayrı hükümdarların
idaresinde bulunmakta idi. Batı Türkistan’da ortaya çıkan bu siyasi
istikrarsızlığın II. Göktürk Devletinin kurulduğu zamana kadar devam ettiğini
görüyoruz. 682 yılında llteriş Kutluk Kağan idaresinde bağımsızlıklarına
kavuşan Göktürkler, Kapağan Kağan zamanında (691-717) Çin’e yapılan seferlerin
aynı sıra batıya doğru da genişlemeye başlamıştı. Kapağan Kağan zamanında Sarı
Türgişler Göktürk Devleti’ne bağlanmıştı[575].
Böylece Göktürk Devletinin batı sınırı Sır Derya bölgesine kadar uzanmış
oluyordu.
Göktürk
Devleti’nin içinde, Talaş şehri civarında yaşayan Türgişlerin Su-Lu
başkanlığında serbest bir güç olarak Mâverâünnehir’deki Araplarla savaştığından
yukarıda bahsetmiştik. et-Taberî ve Belazurî gibi erken dönem Arap
kaynaklarında bu savaşlar ve mücadeleler hakkında aydınlatıcı bilgiler
bulunmaktadır[576].
Türgişlerin 726-728 yıllarında Araplara karşı kazandıkları zaferler, Buhârâ ve
Semerkant’da Arap hakimiyetinden kurtulmak isteyenlerin isyan çıkarmasına sebep
olmuştur. Diğer taraftan Batı Türkistan’da cereyan eden siyasi olayları Çin de
yakından takip ediyordu. 736 yılında Çin ile Su-Lu kağan arasında vukubulan bir
savaşta Su-Lu mağlup oldu. Bunu Araplara karşıdiğer bir yenilgi takip edince,
Su-Lu’nun Batı Türkistan’daki nüfuzu oldukça zayıflamıştı. Bu durum Su-Lu
Kağan’ın öldürülmesiyle son bulmuştur[577].
Bu siyasi
gelişmelerde etkisi ve katkısının olduğuna kesin gözü ile bakılan Çin
Devleti’nin bu yıllardan sonra Batı Türkistan ve Mâverâünnehir’deki etkisi daha
da belirgin bir hale gelmiştir. Hunlardan itibaren Türklerle arasında çeşitli
savaşlar vukubulan Çin, tarihin hiçbir safhasında Türkistan hakimiyetinden asla
vazgeçmemiştir. Orta Asya devletlerinin her hangi bir sebeple zayıflaması
Çin’in taarruza geçmesi için yeterli sebep oluyordu. II. Göktürk Devleti’nin
kurulması Çin nüfuzunun Orta Asya’da gerilemesini sağlamış idiyse de Arap,
fütuhatı sebebiyle Mâverâünnehir’deki çeşitli devletlerin Çin’den yardım
isteğinde bulunmaları sonucunda bu bölgedeki Çin etkisi tekrar canlanmıştır[578].
744 yılına
gelindiğindeÇin nüfuzunun İli vadisi ve Işık göl çevresinde yavaş-yavaş
kuvvetlenmeğe başladığı görülmektedir. Bu dönemde Çin’de T’ang sülalesine
mensup olan İmparator Hiuan-Tsang(713-755) hüküm sürmekte idi[579].
Bu dönemde
Batı Türkistan’da siyasi bir güç olarak varlığını müşahede ettiğimiz üçüncü bir
güç de bilindiği gibi Araplardı. Arapların Türkistan ve Mâverâünnehir’de ortaya
çıkmaları 642 yılında İran’ın fethi sonucunda Müslümanların Ceyhun nehrine
dayanmaları sırasında vukubulmuştur[580].
Bu tarihten sonra gelişen olayların cereyanı hakkında yukarıda bahsetmiştik. Bu
yüzden bu konu üzerinde daha fazla durmaksızın, Arapların Sır Derya yöresine
ilerlemesi ile ilgili bilgilere yer verelim.
Arapların Sır Derya Yöresine Seferleri ve
Talaş Savaşı
Talaş savaşı
Arapların Sır Derya havzasını tam anlamıyla ele geçirme teşebbüslerinin dönüş
noktasıdır. Onlar önceki yıllarda(713-714) Isficab’a bir sefer düzenlemiş idi
iseler de, Arap seferleri bölgede pek fazla yayılamamış, Isficab’ın idaresi de
eski Türk hakiminin elinde kalmıştı[581].
Bu muharebe
sonucunda, Araplar Sır Derya bölgesini tamamen kontrolleri altına alabilmişler
ve daha sonra da Sır Derya ötesine yayılma imkânı bulacaklardı. Türklerle
Araplar daha önceki dönemlerden beri tanışıyordu. Fakat bu münasebetler çoğu
kez mücadele şeklinde gelişmişti. Talaş muharebesinden sonra ise, bu durum
hayli değişmiş, Türkler arasında Müslümanlık hoşgörü ile yayılmaya başlamıştır.
Talaş savaşı
hakkında bilgi veren kaynaklar iki çeşit grupta toplanabilir. Arap ve Çin
kaynakları. Arapça kaynaklar Çince kaynaklara nazaran daha kısa ve ehemmiyetsiz
bilgiler içermektedir. Arapça kaynaklar arasında el-Makdisî: Araplarla Çinliler
arasında vukubulan savaşta Arapların Çinlilerden 45 bin kişiyi öldürüp, 10 bin
kişiyi de esir ettiği şeklinde kısa bir bilgi verirken[582],
ibn’ül-Esir savaşın sebebi olarak Şaş Ihşidinin Çin’den yardım istemesi ve daha
sonra Çin himayesini kabul eden Şaş melikinin imparatora ihaneti nedeni ile Çin
ordusunun Şaş’a saldırmasını göstermektedir[583].
et-Taberî ise eserinde bu olaydan hiç bahsetmemektedir.
Çin
kaynaklarına gelince, bunların büyük kısmını T’ang sülalesi tarihleri
oluşturmaktadır. Bunların bir kısmı Liu En-Lin ve E. Chavanness tarafından
tercüme edilmiştir. Biz de bu tercümelerden istifade ettik. Kaynaklar ve
araştırmalara göre savaş H. 133 Zilhicce* M. 751 yılında, Talaş (Arapça kaynaklarda
Taraz)bugünkü Cambul (Evilya-ata) şehrinin yakınlarında vukubulmuştur. Taşkent
(Şaş) hükümdarı Bagatur Tudun’un öldürülmesi üzerine oğlu Işık Göl civarında
oturan Karluklar’dan yardım istemişti. O sıralarda Kartuklar bölgenin en
kuvvetli unsuru idi[584].
Fakat ne Kartuklar ne de diğer Türk boyları Çine karşı koyabilecek güçte
değillerdi. Bu yüzden Türkler Çin üzerine bir sefer düzenleme niyetini besleyen
Abbasîlertin Horasan valisi Ebu Müslim’i Kuça, Karakaş, Hotan ve Kaşgar’ı işgal
etmeye ikna ettiler[585].
Bunu haber alan Çinliler de kalabalık bir ordu ile (Ordunun asker sayısı
hakkında değişik rakamlar mevcuttur. Arapça kaynaklar bu sayının 100 bin
olduğunu[586],
Çin kaynakları ise 20-70 bin arasında bulunduğunu yazarlar[587])
Talaş (Çince To-lo-se) şehrine geldi ve Araplarla karşılaştı[588].
Savaş beş gün
sürmüş ve kaynakların verdiği bilgiye göre son günde Karlukların Çin ordusunu
arkadan kuşatarak hücum etmesi üzerine Kao-sien- şih idaresindeki Çin ordusu
yenilgiye uğrayarak, geri çekilmiştir[589].
Talaş Savaşından Sonra Bölgedeki Gelişmeler
Bu savaş
sonunda Çin, Batı Türkistan üzerindeki emellerinden vazgeçmek zorunda kalmış ve
hatta artık Batı Türkistan için bir tehlike olmaktan çıkmıştı.
Buna ilave
olarak savaştan önceki yıllarda Batı Türkistan'da sarsılmış olan Türk nüfuzu
Talaş savaşından sonra yeniden kurulmuş ve 766 yılında Karluk Türkleri müstakil
bir devlet kurmuşlardır[590].
Savaşın diğer
bir olumlu sonucu da Hz. Ömer devrindeki fetihler sırasında başlayan Türk-Arap
mücadelesinin uzun zaman sonra barış ve anlayış içinde ilerlemesi ve
İslâmiyet’in yayılmasına imkân doğması olmuştur[591].
Böylece Talaş
muharebesinde hem İslâmiyet hem de Türkler zafer kazandı. Burada mağlubiyete
uğrayan Çin iç buhranlara düşerek, bir daha Orta Asya ve Türklere müdahalede
bulunmadı. Aksine Uygur Devleti kuvvetlenerek Çin işlerine karışır bir duruma
gelmişti. Abbasî Devletinin iktidara gelmesi üzerine bir yandan Türkistan’da
İslâmiyet’in yayılması, öte yandan da Türk askerlerinin Hilâfet ordusunda
çoğalması Türk milletinin İslâmlaşmasını ve onları Islâm dünyasına
hazırlıyordu. Halife Mehdî Türkistan’ın mahalli hükümdarlarına, Semerkant
tarhanına, Taşkent tudununa, Uşrusana afşinine, Sır Derya ve Talaş bölgesindeki
Oğuz ve Karluk yabgularına, hatta Uygur hakanına mektuplar yazarak itaat etmelerini
istemişti[592].
Savaşın dünya
kültürü açısından sağladığı olumlu sonuç ise, savaş esiri olan Çinlilerin
Semerkant’da ilk keten ve kenevirden kağıt imalatını başlatmaları olmuştur. Bu
tarihten itibaren eskiden kullanılan “papirüs” ve “parşömen”(deri) kullanımdan
çıkmış ve yerini kağıda bırakmıştır. Bu sanayi daha sonra Mısır, Bağdad,
Sicilya ve Endülüs yolu ile X. yüzyılda Avrupa’ya yayılmıştır[593].
Talaş
savaşının VIII. yüzyılda vukubulmasına rağmen, Türklerin kitle halinde
İslâmiyet’i kabulü bilindiği üzere X. yüzyıla tekabül etmektedir. Arada geçen
iki yüz yıl zarfında İslâmiyet Türkler arasında silah zoru veya başka güç
kullanılarak değil, göçebelerin dünya görüşü ve hayat telakkilerine uygun bir
hale getirilerek tüccarlar, dervişler ve hocalar tarafından yayılmıştır.
İslâmiyet ve
Türkler denince tarihçiler arasında ve tarihi kitaplarda da müşahede ettiğimiz
bir durum, Türklerin bu yeni dini nasıl çabuk ve kolay kabul ettiğidir. Yani
İslâmiyet’in kabulünü kolaylaştıran şeyler neydi. Türk kültürü üzerinde yaptığı
araştırmalar ve yazdığı eserlerle Türk tarihçiliğinin üstatları arasında yer
alan Osman Turan’a göre Türkler, kendi irade ve arzuları ile yeni dini
benimsemişlerdir. Bu hadisede birinci sebep Islâm dini ve medeniyetinin
üstünlüğü ve cazibesi ise, İkincisi de eski Türk inancı olan Tek Tanrılık ve
Şamanlığın İslâmiyet’in ana akidelerine yakın akidelere sahip olması ve Türk
ruhuna yakın gelmesi idi. Türklerin inandığı tek Tanrı’nın kâinatın ve
mahlûkatın hâliki olması, bütün hadiselere ve insan fiillerine hakim olması
inancı Islâm’daki Allah inancına çok yakındır. Diğer yandan İslâmî cihad da
Türklerin savaşçı ruhlarına ve cihan hakimiyeti davalarına uygun geliyordu.
Zira Şamani Türkler Islâm’ın cihadını, onun sevap ve faziletlerini, şahadetin
vaadettiği ahiret mükafatını, az-çok kendi dinlerinde buluyordu. Ruhun
ebediliği, ahiret hayatı, cennet ve cehennem akîdeleri, Tanrıya ve ecdada
kurban inançları da İslâmiyet’te daha mütekamil olduğundan kendilerini bu dine
çekiyordu[594].
Eserinde Türklerin yeni dini kabulünde onların dünya görüşü ve din anlayışının
çok önemli rolü olduğunu vurgulayan O.Turan şöyle bir isabetli açıklamada
bulunmuştur: “Türklerin kerâmet sahibi, her derde deva bulan, gaipten haber
veren kamları yerine Islâm şeyhleri ve evliyası geçerken burada da sessiz bir
kaynaşma oluyor ve bu ihtida inkılabında ciddi bir zorluk hissedilmiyordu”[595].
Bu
saydıklarımız nedenlerden dolayı, müellifin de ifade ettiği gibi, X. yüzyıldan
sonra İslâmiyet süratle bir milli din haline gelmiştir. Müellifin bu açıklamalarının
ne derece doğru olduğunu ilerdeki sayfalarda göreceğiz. Sır Derya bölgesinde
İslâmiyet’in yayılışı sırasında büyük emek sarfeden şahısların sûfîler olması
ve onların yerli halk tarafından büyük saygı görmeleri de bunun göstergesidir[596].
Aynı konulara
değinen, diğer bir önemli tarihçi ve Orta Asya Türk tarihi hakkında yazdığı
eserleri ile dünyaca tanınan V.V. Barthold ise, Türklerin İslâmiyet’i kabul
etmelerini Türklerin asker bir millet olmalarıyla açıklamak istiyor. O,
yukarıda bahsettiğimiz, cihad ülküsünün tesiriyle ve şehit olanlara vadedilen
cennette hayatına nail olmak amacıyla kabul ettikleri görüşünü destekleyici
bilgilerin pek olmaması sebebiyle gerçekçi bulmadığını belirtmiştir[597].
İslâmiyet’in
yayılışı faaliyetlerinde sûfîlerin rolü ve hizmetlerine gelince, gerek Barthold
gerekse O. Turan bu konuda hem fikirdirler. Barthold bu durumu eserinde şöyle
açıklamaktadır: “Islâm aleminin ister içinde ister dışında ferdi Islâm
misyonerliğinin ortaya çıkışı Islâm tasavvufunun ortaya çıkışı ile ilgilidir.
Sûfîler İslâmiyet’i yayma amacıyla bozkırlardaki Türklere gidiyorlardı. Ve son
devirlere kadar bunların propagandası medreselerde Islâm ilimlerin öğrenen
fakihlere nispeten daha başarılı oluyordu”[598].
Bildiğimize
göre X. yüzyılda yalnız Horasan ve Mâverâünnehir'de mevcut olan medreseler, o
taraflarda İslâmiyet’i yaymak için en kuvvetli bir vasıta idiler[599].
Ve bunlar bu hususta Islâm hükümetlerinin tedbir ve siyasetlerinden müstakil
bulunuyorlardı. Bu yüzyılda hilafetin hudutları ötesindeki Islâm dini propagandası
Orta-Asya'da Islâm dünyasının diğer hiçbir yerinde görünmeyen bir şekilde
başarı ile gelişmişti. Bunlar V. Barthold’un fikrine göre Orta-Asya'daki
medreselerin hizmetleri ile açıklanabilir[600].
Samanoğulları
kendilerinden önce halife tarafından tayin edilen Horasan, Mâverâünnehir
emirlerinin takip ettiği müdafaa siyasetinden vazgeçtiler. Medeni ülkeleri
göçebelerden korumak için yapılan duvarları korumak ve devam ettirmek işlerini
bırakarak, kendileri bozkırlara seferler yapmağa başladılar. Bazen bu seferler
şehirlerin fethi ile neticeleniyordu. Mesela 893 yılında bugünkü Cambıl
şehrinin yerindeki eski Taraz (Talaş) şehri fethedilmiş, oradaki büyük kilise
camie çevrilmişti[601].
Daha önce Taraz şehrindeki kilise ve Hıristiyanlıktan bahsetmiştik. Bu bilgiler
de arkeolojik verileri teyit etmektedir.
Fakat bu çeşit
fetihler yalnız Mâverâünnehir'e yakın çevrelere has olarak kalıyordu. Hatta
Samanoğullarının bu gibi fetih seferleriyle paralel ve onlardan ayrı olarak,
Mâverâünnehir'den göçmenlerin gelip sulh yolu ile bozkırlarda koloniler
kurduklarını bile görüyoruz. Bildiğimiz gibi İslâmiyet’ten önceki devirlerde
Mâverâünnehir'den Türk bozkırlarına gelip buralara koloniler kuran unsur
Soğdlulardı[602].
İslâmiyet’in Mâverâünnehir halkının çoğunluğunun dini olduğu devirlerde de
Müslümanlar bu eski koloni kurma işini devam ettirmişlerdir. Sır Derya nehrinin
aşağı kısmında Cend, Huvare, Yangıkent (Yenikent, Arapça el-Karyetü'l-Hadise,
Farsça: Dih-i Nev;) adındaki üç Müslüman şehri böyle meydana gelmiştir[603].
Bunlardan Yangıkent'in yeri kesin olarak belli olup harabesi bugün
Cankent(Cankala) diye adlandırılmaktadır[604].
Arap coğrafyacılarının verdikleri bilgilere göre bu şehirlerin halkı Müslüman
olmakla beraber henüz İslâmiyet’i kabul etmemiş olan Oğuzlar'ın idaresinde
idiler[605].
Bundan anlaşılıyor ki bu şehirler Samanoğullarının fethettikleri ülkelerde
kurdukları şehirler olmayıp aksine onların idaresine girmeyen yerlerde, yerli
Türk hakimlerin izni ile Mâverâünnehir'den gelen göçmenlerin kurdukları
koloniler idi[606].
Sır Derya
bölgesinde İslâmiyet’in yayılışı Türk tarihi açısından olduğu gibi bu bölge
tarihi açısından da mühimdir. Bölgede Islâmiyeti kabul eden ve ilk Türk-lslâm
devleti adıyla anılan devlet Karahanlı Devletidir. Kronolojik olarak
İslâmiyet’i ilk defa kabul eden Türk devletinin itil Bulgarları olduğunu
bildiğimiz halde, konumuz ve bölge açısından bizi daha çok ilgilendirdiği için
Karahanlı Devletinin İslâmiyet’i kabulü üzerinde duracağız. Bu yüzden biz
Karahanlı Devletinin siyasi tarihine girmeksizin, bölgede İslâmiyet’in yayılışı
konusu üzerinde duracağız. Bunu takiben Sır Derya bölgesindeki şehirlerdeki
gelişmelerden ve bir dini-kültürel merkez haline gelen Yesi şehrinin öneminden
bahsedeceğiz.
Karahanhlann ve Oğuzların İslâmiyet’i Kabulü
Çalışmamızın
ikinci bölümünde Sır Derya yöresinin siyasi durumu konusunu işlerken,
Karahanhlann ve Oğuzların menşei, siyasi tarihi, ve kurdukları devletler
üzerinde durmuştuk. Bu yüzden burada bu devletleri sadece İslâmiyet’i kabulü ve
bölgede yarattığı etkisi açısından ele alacağız. Oğuzlar başlı başına Sır Derya
yöresinin sakinleri olduğu için bu konu kapsamında işlenmektedir.
Karahanlılar’a gelince onlar da bir müddet Sır Derya bölgesinin çeşitli
kısımlarını hakimiyetleri altında bulundurmuştur. Bu yüzden bu iki kavmin
Araplarla olan münasebeti ve İslâmiyet’i kabulü “Sır Derya yöresinde
İslâmiyet’in yayılış”ı ile doğrudan bağlantılıdır. Öneminden kısaca
bahsettiğimiz konu ile ilgili olarak belirtmemiz gereken diğer bir husus da
Mâverâünnehir’de İslâmiyet’in yayılışı hakkında yeterince kaynaklar
bulabildiğimiz halde, Sır Derya yöresinde ve ötesinde İslâmiyet’in yayılışı
konusunda pek fazla kaynağın yokluğudur. Bu durum Mâverâünnehir’in çok daha
erken medeni hayata geçmesi ve bir ilim merkezi haline gelmesinden de
kaynaklanıyor olabilir. Bunun aksine Sır Derya yöresi ise, biraz daha bozkır
yapısına sahiptir ve bu durumun iki bölgenin gelişmesini belli bir derecede
etkilediği muhakkaktır.
Bilgilerimize
göre X. yüzyılda yalnız Horasan ve Mâverâünnehir’de mevcut olan medreseler o
taraflarda İslâmiyet’i yaymak için en kuvvetli bir vasıta idiler[607].
Bu müesseseler Islâm hükümetlerinin tedbir ve siyasetlerinden müstakil
bulunuyorlardı. Bu yüzyılda hilafetin hudutları ötesindeki Islâm propagandası
Orta-Asya'da, Islâm dünyasının diğer hiçbir yerinde görünmeyen bir şekilde,
başarı ile gelişmişti. Bunlar V. Barthold’un fikrine göre Orta-Asya'daki
medreselerin hizmetleri ile açıklanabilir[608].
Samanoğulları,
kendilerinden önce halife tarafından tayin edilen Horasan ve Mâverâünnehir
emirlerinin takip ettiği müdafaa siyasetinden vazgeçtiler. Medeni ülkeleri
göçebelerden korumak için yapılan duvarları korumak ve devam ettirmek işlerini
bırakarak, bozkırlara seferler yapmağa başladılar. Bazen bu seferler şehirlerin
fethi ile neticeleniyordu. Mesela 893 yılında bugünkü Cambıl şehrinin yerindeki
eski Taraz (Talaş) şehri fethedilmişti ve bu münâsebetle oradaki büyük kilise
camie çevrilmişti[609].
Daha önce Taraz şehrindeki kiliseden ve Hristyanlıktan bahsetmiştik.
Fakat bu çeşit
fetihler yalnız Mâverâünnehir'e yakın çevrelere münhasır olarak kalıyordu.
Hattâ Samanoğullarının bu gibi fetih seferleriyle paralel ve onlardan ayrı
olarak, Mâverâünnehir'den göçmenler gelip, sulh yolu ile, bozkırlarda koloniler
kurma hadisesi de vukubuluyordu. Bildiğimiz gibi, İslâmiyet’ten önceki
devirlerde, Türk bozkırlarına Mâverâünnehir'den gelip buralarda koloniler kuran
unsur Soğdlulardı[610].
İşte Mâverâünnehir'de İslâmiyet, halkın çoğunluğunun dini olduğu ve iyice
yerleştiği devirde Müslümanlar bu eski koloni kurma işini devam ettirmişlerdir.
Sır Derya nehrinin aşağı kısmında Cend, Huvare, Yangıkent (Yenikent, Arapça el-
Karyetü'l-hadise, Farsça: Dih-i Nev;) adındaki üç Müslüman şehri böyle meydana
gelmiştir[611].
Bunlardan Yangikent'in yeri kesin olarak belli olup harabesi bugün
Cankent(Cankala) diye adlandırılmaktadır[612].
Arap coğrafyacılarının verdikleri bilgilere göre bu şehirlerin halkı Müslüman
olmakla beraber, daha İslâmiyet’i kabul etmemiş olan Türk-Oğuzlar’ın idaresinde
idiler[613].
Bundan anlaşılıyor ki bu şehirler Samanoğulları tarafından fethedilen ülkelerde
meydana gelen şehirler değil, belki onların idaresine girmeyen yerlerde, yerli
Türk hakimlerinin izni ile Mâverâünnehir'den gelen göçmenlerin kurdukları
koloniler idi[614].
Orta Asya’da
İslâmiyet’in yayılışı konusunda önemine değindiğimiz Karahanlılar hakkında da
kısaca bilgi vermek gerekir. Karahanlıların menşei konusunda bilindiği üzere
devletinin başında, kendilerinin efsanevi destan kahramanı Alp Er-Tonga'nın
(Afrasiyab) soyundan geldiklerine inanılan bir aile bulunmuştur. Bu aileye Âl-i
Afrasiyab denildiğini de biliyoruz. Karahanlılar ilk dönemleri hakkında kısa
fakat doğru bilgiler veren Cemal Karşi, onların Afrasiyab neslinden olduklarını
kaydettiği gibi, Kaşgarlı Mahmud da Han unvanı dolayısıyla “Han, Türklerin en
büyük hükümdarıdır ve Afrasiyab oğullarına Han denilir. Afrasiyab Hakandır”
şeklinde bilgi vermektedir[615].
Ancak,
Karahanlılar sülalesinin menşei hakkında mevcut kaynaklarda yer alan bilgilerin
çok eksik olması, bu konuda değişik görüşlerin ileri sürülmesine sebep
olmuştur. Konunun uzmanı olan ilim adamlarınca bu konuda ortaya konulmuş olan
faraziyeleri şöyle sıralayabiliriz. 1. Uygur faraziyesi, 2. Türkmen faraziyesi,
3. Yağma faraziyesi, 4. Karluk faraziyesi, 5. Karluk-Yağma faraziyesi, 6. Çigil
faraziyesi, 7. T'u-chue (Tukyu-Göktürk) faraziyesi[616].
Bununla
beraber, daha önce V. V. Barthold, V. Minorsky ve F. Sümer tarafından da işaret
edildiği gibi, devleti kuranların Yağmalar olduğu hemen hemen kesinlik
kazanmıştır. Zira, X. yüzyıl coğrafya eserlerinden Hududü'l- Alem'de kaydedildiğine
göre Yağmalar, Uygurların bir kolu idi ve başlarında bulunan hükümdarlar da
Uygur (Toguz-Guzz) hükümdar ailesindendi[617].
Aynı kaynağa göre Kaşgar ve Artuç kasabaları da aynı dönemde Yağmaların elinde
bulunuyordu ki, Kaşgar'ın Karahanlıların ortaya çıkışı yıllarında bu devletin
başlıca merkezlerinden olduğu ve Artuç'ta da Karahanlı hükümdar ailesinin
mezarlığının bulunduğu malumdur. Yine aynı kaynakta Bûlâkiyânların (Bulaklar)
da Toguz-Guzzlarla karışmış Yağmalar arasında yaşayan bir kavim olduğu kaydedilmiştir[618].
Bunun gibi, Kaşgarlı Mahmud da Bulakların bir Yağma boyu olduğunu
bildirmektedir. Diğer taraftan Mücmelü't- Tevarih ve'l-Kısas, Yağma
hükümdarlarına Buğra Han denildiğini açıkça kaydeder[619].
İslâmiyet’in
Oğuz ve Karluklar arasında yayılması Türk tarihinde olduğu gibi, Islâm ve dünya
tarihinde de büyük neticeler doğurmuştur.
İslâmiyet’i
kabul eden Oğuzlara Türkmen denildiğini biliyorsak da Kaşgarlı Mahmud Müslüman
olan Karluk, Çigil ve Yağmalara da başlangıçta “Türkmen” denildiğini kaydeder[620]
. Nitekim Mukaddesi de Çu havzasında Müslüman olmuş ve bu sebeple Türkmen
hükümdarı (Melik üt-Türkmeniyye) adını almış bir kavminden bahseder[621].
Kaşgar hanı
Buğra Han'ın İslâmiyet’i kabul etmesi hakkında Islâm tarihçilerinden bize
güvenilir bir haber gelmemiştir. Islâm alemine ait biyografya kitaplarında 960
yıllarında Türk hanının sarayında bulunan Kelimati adında bir fakihin adını
görüyoruz. Bağdad Vakayinâmesi de Türklerden çok miktarda bir kavmin
İslâmiyet’i kabul etmesi tarihini bunun gibi 960 yıllarına bağlıyor[622].
Bu devirde
süratle ve kitle halinde yayılan İslâmlaşma hadiseleri arasında, bir müddet
önce, Abdülkerim adını alan Karahanlı hükümdarı Satuk Buğra Han'ın ihtidası
büyük bir ehemmiyet arzeder. İslâmiyet’in yayılışı doğrudan bu şahsın ismiyle
bağlantılı olduğu için hakkında bulabildiğimiz kaynaklardan yaralanmaya
çalışalım. Ne yazık ki kaynaklarda bu konuda verilen bilgiler gerçeklerden
ziyade efsanevi bir mahiyet taşımaktadır. Yine de bu bilgileri göz ardı
etmeksizin araştırmamızda bunlara yer vermenin doğru olacağı kanaatindeyiz.
Bu bilgiler
içiren kaynaklar arasında Ibn’ül-Esir olayı şöyle nakletmektedir: “Rüyasında,
gökten inen bir insan Satuk Buğra Han’a Türkçe: “Müslüman ol dünya ve ahiretin
kurtulsun” diye hitap etmiş ve o da İslâmiyet’i kabul etmiştir”[623].
Efsanevi Afrasyab neslinden gelen Satuk Buğra Han'ın İslâmiyet’i kabul edişi
hakkında Cemal Karşî'nin, XI. yüzyılda yazılan Tarih-i Kaşgar'dan istifa
ederek, verdiği bilgiye göre, Oğulcak Han'ın yeğeni olan Satuk, Samani prensi
Ebu Nasr'ın Kaşgar'a sığınması sırasında, amcasından gizli olarak, İslâmiyet’i
kabul etmiş ve amcasına karşı kendisine ve İslâmiyet’e yardım etmesini
Allah'tan dilemiştir. Yirmi beş yaşında iken Müslüman olan Satuk Buğra Han
Fergana gazileri ile birleşerek önce At-başı ve sonra Kaşgar şehrini alıp
Müslüman yapmış ve 344 (955)yılında da ölmüştür. “Satuk Buğra Han Gazi”
Kaşgar'a yakın Artuç'da defnedilmiştir[624].
Bu hadise
Karahanlı hükümdarları arasındaki mücadelede İslâmiyet’in rolünü ve o zamana
kadar düşman sayılan Samanoğullarından bu sefer bir prensin yardım aldığını
meydana koyar. Yukarıda kaydettiğimiz üzere Balasagun şehrinin Müslüman oluşu
ve 942 de Karahanlıların eline geçişi sırasında Satuk'un ihtida ettiğini ve
Samanoğullarıyla işbirliği yaptığını kabul etmek mümkündür.
Türkistan'da
okunan “Satuk Buğra Han Tezkiresi”Buğra Han'ın İslâmiyet’i kabul edişini ve
haleflerini tarihi gerçeğe yakın bir şekilde anlatır. Menkıbeye göre: “Allah'ın
Resulü Muhammed Miraca çıktığı gece peygamberler arasında tanımadığı bir
kimseyi görmüş ve Cebrail'e hangi peygamber olduğunu sormuş. Cebrail onun
peygamber değil, 333 yıl sonra, Türkistan’ı dininize sokacak Satuk Buğra Han'ın
nuru olduğu cevabını vermiş. Hazret-i Peygamber sonsuz bir sevinç içinde yere
inmiş ve Türkler arasında dinini neşredecek olan Buğra Han'a dua etmiş. Ashabı
da onu görmek istemiş. Hazret-i Muhammed arzularını kabul edince başlarında
Türk külahı ve silahlı kırk atlı selam vererek yaklaşmış. Bunlar Buğra Han ve
arkadaşlarının ruhlarıymış. Bunların arasında Türk hanına hidayet yolunu
gösteren Samanî Ebu Nasr da varmış. Ebu Nasr, idare edecek bir vilayete sahip
olmadığından, Türkler arasında İslâmiyet’i yaymak maksadı ile ticarete
başlamış. Bir gün rüyasında Peygamberin kendisine ”Kalk, Türkistan yolunu tut!
Orada tekin Satuk Buğra Han Müslüman olmak için seni bekliyor” demiştir. Bunun
üzerine o da sevinerek, 300 kişilik bir kervanla, yola çıkar. Buğra Han o zaman
on iki yaşına ermişti. Doğuşunda doğa üstü hadiseler olmuş; yer deprenmiş, kış
mevsiminde bağ ve çayırlar çiçeklerle dolmuştu. On iki yaşında karşısına çıkan
bir ihtiyar ona bazı haberler vermiş ve birkaç gün sonra Ebu Nasr ile
Endican'da karşılaşarak Müslüman olmuş. Amcası Harun Buğra Han yeğenini
babalarının dinine çevirmek istedi ise de buna muvaffak olamadan öldü. Bu
suretle Satuk Buğra Han artık hükümdar olmuş ve İslâmiyet onunla zafer
kazanmıştır. Doksan altı yaşında ölünceye kadar kılıcı ile kâfirleri Müslüman
yapmış; Amu-Derya boylarına, güneyde Kış- kezek'e ve kuzeyde Kara-korum'a kadar
kafirleri Islâm dinine çevirmiş. Hastalanınca yukarıdan aldığı bir emirle,
Kaşgar' a dönmüş ve orada ölüp Artuç'da Meşhed denilen yerde gömülmüştür”[625].
İçerdiği bilgileri kısaca verdiğimiz menkabe, bundan sonra Satuk'un evlatları
zamanında İslâmiyet’in yayılışını hikaye eder. Görülüyor, ki 200 bin çadır
halkının Müslüman oluşu bu hadiseden sonradır.
Gök-Türklerden
sonra Karlukların başında devam eden Buğra Han sülalesi Müslüman olunca
Karahanlı Devleti haline gelmiş; doğuda gazâ ile meşgul olurken batıda da
Samanoğulları aleyhine genişleyerek, Kaşgarlı Mahmud'un ifadesi ile Türklere
ait bu ülkeleri kurtarmış ve nihayet bu devleti de 999 yılında ortadan
kaldırmıştır[626].
İslâmlaşma
hadiselerinin bu sıralarda Oğuzlar arasında da hızlanması tabii di. Oğuz
yabgusu ile arası açılan Selçuk da Oğuzlara ait Cend şehri civarına gelerek
orada takriben 960 yılında yani 200.000 çadır halkının Müslüman olduğu bir
zamanda bu dine girmiş ve bu yeni kuvvetten faydalanarak eski tabii olan Oğuz
yabgusuna karşı cihada başlamıştı[627].
Oğuzlar
arasında İslâmiyet’in yayılması konusuna gelince: Yukarıda da bahsettiğimiz
gibi X. yüzyılın başlarında Oğuzların elinde bulunan Yeni- kent, Huvare ve Cend
gibi şehirlerde ve ayrıca Karluklar'ın idaresinde bulunan bazı şehirlerde
Müslüman kolonileri bulunuyordu. Bu koloniler bulunduklar bölgelerdeki Türkler
ile iyi münasebetler kurmuşlardı. Oğuzlar, medeni seviyesi yüksek olan bu
Müslümanlardan Islâm dininin esaslarını öğreniyorlardı. Diğer taraftan
Mâverâünnehir ve Harezm'den büyük ticaret kervanları, en uzak Türk ülkelerine
gidip geliyorlardı. Her Müslüman tacirin Türk ülkelerinde seyahat edebilmesi
için bir Türk ile dostluk kurması gerekiyordu. Buna Müslüman derviş ve
şeyhlerinin de bu arada tüccarlarla birlikte Türk ülkelerine giderek
İslâmiyet’i tanıtmaya çalıştıklarını da ilave etmeliyiz[628].
X. yüzyılın
ilk çeyreğinde Süt-Kent'de Müslümanlığı kabul etmiş mühim bir Türk topluluğunun
yaşadığı görülüyor ki[629],
bunların Oğuzlar olduğunda şüphe yoktur. Süt-Kent'in XI. yüzyılın sonlarında
bir Oğuz şehri olduğunu biliyoruz. Yine X. yüzyılın ilk çeyreğinde, Farab,
Kence ve Şaş (Taş-Kent) arasında Oğuzlardan ve Kabuklardan İslâmiyet’i kabul
etmiş, bin çadıra yakın bir küme yaşamakta idi[630].
Bunlar gayr-i müslim Türklerin akınlarına karşı yapılan müdafaa hareketlerinde
önemli hizmetler görüyorlardı. Ibn Fadlân'ın 921 yılında Bulgar'a giderken
görüştüğü Oğuz büyüklerinden Yınal'ın bir defa Müslüman olduğunu, fakat halkın,
“Müslüman olursan bize reislik yapamazsın” şeklindeki tepkilerinden dolayı eski
inancına döndüğünü söyler[631].
Islâm sınırı,
bilhassa Samanoğulların gayretleri ile Sır-Derya ötesinin doğu yönünde gelişmiş
ve Balasagun'a kadar dayanmıştı. Daha IX. asırda Samanilerden Nuh b. Esed,
Isficab bölgesini feth ettiği gibi, bu hanedanın en büyük hükümdarı İsmail b.
Ahmed’in de 893'de Talaş şehrini zaptederek oradaki büyük kiliseyi camiye
çevirdiğini yukarıda belirtmiştik. Bunların dışında Nasr b. Ahmed de (913-943)
Şavgar şehrine bir sefer yapmıştı[632].
Bilhassa İsmail b. Ahmed’in Talaş seferi ve Isficab beylerinin faaliyetleri
neticesinde, Balasagun'un batısındaki Urdu(Ordu) şehrinde oturan Türkmen meliki
İslâmiyet’i kabul etmiş ve Isficab beylerine vergi vermeye başlamıştı. İşte
Türk kavimleri arasında ilk önce İslâmiyet’i kabul eden, Balasagun ile Talas'ın
doğusundaki Mirke kasabası arasında oturan Türkmenler olmuştur. Bu Türkmenlerin
İslâmiyet’i kabullerinin X. yüzyılın birinci yarısında olduğu muhakkaktır.
Ancak, söylendiği gibi, bir Müslüman şehri olan Balasagun, 942 yılında gayr-i
müslim Türklerin eline geçmişti. Bu gayr-i müslim Türklerin Yağmalar olduğu
düşünülmektedir[633].
Bu hadise, asıl yurdu Kaşgar bölgesi olan Karahanlı hanedanının Talaş vadisine
hakim olduğu tarihi göstermektedir.
Tarihçiler,
960 (349) yılında iki yüz bin çadırlık bir Türk halkının Müslüman olduğunu
bildirirler[634].
Bu Türk halkının Karahanlı hanedanının hakim bulunduğu yerlerdeki Türk
kavimleri (Yağma, Karluk, Çiğil, Tuhsil) olduğundan şüphe edilemez[635].
Oğuzlar
arasında da aynı yüzyılın ikinci yarısında İslâmiyet’in epeyce yayılmaya
başladığı söylenebilir. Son Samanî şehzadesi Ebu İbrahim (Muntasır),
Mâverâünnehir'i Karahanlıların elinden almak için giriştiği faaliyetler
esnasında bir ara Oğuz yabgusu ile bir anlaşma yapmış, dünürlük kurmuş ve
neticede yabgu Müslüman olmuştu[636].
Bu olay tahminen 1002 yılında vukubulmuştur. Bu kayıttan anlaşılacağı üzere,
Oğuzlar arasında İslâmiyet ancak XI. yüzyılda hakim bir din haline
gelebilmiştir. Oğuzlardan Müslümanlığı kabul eden zümrelere, onları gayr-i
müslim kardeşlerinden ayırt etmek için, Mâverâünnehir Müslümanlarınca Türkmen
adı veriliyordu. Daha önce söylendiği gibi, Orta Asya'da ilk defa Müslümanlığı
kabul eden Türk kavmi, Balasagun ile Mirke arasında yaşayan Türkmenler
olduğundan Türkmen adı, Mâverâünnehir Müslümanları arasında “Müslüman-Türk”
şeklinde hususi bir mana da kazanmıştı. Oğuzlardan da Müslüman olan zümrelerin,
Müslüman olduğunu ifade etmek ve onları gayr-i müslim kardeşlerinden ayırt
etmek için, bu zümrelere de Türkmen denildi. Türkmen adının, ancak Oğuzlardan
Müslüman olanlara verildiği hususu, el-Birunî'nin de belirttiği gibi, her türlü
şüpheden uzaktır. Gerdizî ve Beyhakî gibi Gazneli tarihçiler, Oğuzlar'ı
Müslüman-Türk anlamında Türkmen adı ile zikretmişlerdir[637].
Buna karşılık yakın doğu müellifleri onlardan Guzz yani Oğuz adıyla
bahsediyorlar. Çünkü Oğuzlar kendilerine Türkmen demiyorlardı. Onlar,
Müslümanlar tarafından her yerde kendilerine verilen bu adı uzun bir zaman
benimsemediler ve Oğuz kelimesini, atalarının adı olarak da olsa, uzun bir
zaman unutmadılar. XIII. yüzyıl başlarından itibaren, artık her yerde Türkmen,
Oğuz'un yerini almıştır[638].
Türkmen adının
menşei, bugünkü müellifler gibi eski müellifleri de meşgul etmiştir. Bu hususta
başlıca iki fikir vardır. Bunlardan birine göre Türkmen, Türk adı ile Farsça
man (manend) ekinden meydana gelmiş olup, Türk'e benzer demektir. Bundan önce
el-Biruni'nin de bu fikirde olduğu görüldüğü gibi, M. Kaşgarlı da[639]
Türkmen adının bu şekilde izahı ile ilgili bir rivayette bulunmaktadır. Bu
misaller, XI. yüzyılda Türkmen adının Türk-man (manend) 'dan meydana geldiğinin
oldukça yaygın bir fikir olduğunu gösteriyor. XIV. yüzyılda da İran'da
Türemenin bu izah şekli üzerinde durulduğunu biliyoruz[640].
İkinci fikre
göre Türkmen, Türk-i iman'dan gelmektedir. Bunu da Ibn- Kesir ve Mehmed Neşri
ileri sürmüşlerdir[641].
Zamanımızda ise
Türkmen sözünün sonundaki men'in Türkçe mübalağa eki olduğu (kocaman, azman,
değirmen...) söylenerek bu adın öz- Türk anlamına geldiği üzerinde
durulmaktadır[642].
Oğuzlar'ın
Müslüman olmalarının neticeleri büyük olmuştur. 1038 yılın Mayıs’ında Selçuk'un
torunu Tuğrul Bey adına Nişapur'da okunan hutbe ile yeni bir Müslüman Türk
devletinin, Selçuklu Devletinin doğuşu bütün dünyaya ilan edildi. Ancak
Türkistan'ın doğu ve kuzey bozkırlarında henüz Müslüman olmayan göçebe Türkler
vardı. Selçuklu Devleti’nin kurulmasından birkaç yıl sonra (435/1043-1044) on
bin çadırlık bir Türk gurubu Müslüman olarak aynı yılın Kurban bayramında yirmi
bin koyun kurban kesmişlerdir. Bu bilgiyi veren Ibnü'l-Esir, Çin hududundaki
Tatar ve Hıtayların dışında bütün Türklerin Müslüman olduklarını ilave eder[643].
Dünya
tarihinin en önemli olaylarından birisi olan Türklerin Müslüman olmaları, Emevi
hilafeti zamanında Türk ülkelerinin fethiyle kısmen başlamış bu dini Türkler’in
yakından tanımalarıyla hızlanmış ve X. yüzyılın ilk yarısında Müslüman Türk
devletleri ortaya çıkmıştır.Türklerin Müslümanlığı kabulleri X. ve XI.
yüzyıllarda büyük gelişmeler göstermiştir. Bu tarihten sonra da Müslümanlaşma
devam etmiş ve XIV. yüzyılda bütün Türk dünyası artık Müslüman olmuş ve Islâm
aleminde her bakımdan üstünlüğünü kabul ettirmişti. Islâm dini, çoğunlukla
askeri ve siyasi hakimiyetle beraber yayılmıştır.
BÖLGEDE TÜRK-İSLÂM DÜŞÜNCESİNİN OLUŞMASI VE
HOCA AHMED YESEVÎ’NIN FAALİYETLERİ
Türklerin
İslâmiyet’i kabulü üzerinde kısaca bilgi verdikten sonra, Sır Derya ve ötesinin
İslâmiyet’i kabul etmesi bakımından önemli bir meseleye değinmek istiyoruz.
Yukarıda da bahsettiğimiz gibi Mâverâünnehir bölgesinde İslâmiyet iyice
yerleştikten sonra yavaş-yavaş doğuya doğru yayılmakta idi. İslâmiyet’in
Mâverâünnehir’de yayılması ile Sır Derya bölgesinde yayılması biraz farklılık
arz etmektedir. Mâverâünnehir’de ilim merkezi medreselerin çokluğu buna
destekçi olurken, Sır Derya yöresindeki yayılmada daha çok tasavvuf bir
cereyanla yayıldığına müşahede etmekteyiz. Bu durum Türklerin hayat tarzı,
düşünce ve dünya görüşü ile de çok yakından alakalıdır. Sır Derya ve ötesinde
başarı ile yürütülen bu faaliyetlerin başında Hoca Ahmed Yesevî ismi
gelmektedir. Bölgede İslâmiyet’in yayılışı ve Türk-lslâm kültürünün gelişmesi
açısından da önem arz eden bu tasavvuf cereyanı anlayabilmek için A. Yesevî’nin
tarihi şahsiyeti, onun yetiştiği muhit ve geliştirdiği dini düşünce hakkında da
bilgi sahibi olmalıyız. Yesevî’nin hayatı ve faaliyeti ile ilgili olarak daha
sonra ele alacağımız Yesi (Türkistan) şehrinin de Türk-lslâm Medeniyetinin
gelişmesi açısından önemli yeri olmuştur.
Hoca Ahmed Yesevî’nin Tarihi Şahsiyeti ve
Tarîkatı
Kaynaklarda
Pir-i Türkistan[644],
Hâce-i Türkistan[645],
Hazret-i Sultân, Sultânu'l-evliyâ, Evliyalar serveri gibi unvanlarla anılan
Ahmed-i Yesevî tarihi, şahsiyetinden ziyade menkıbevî şahsiyeti, fikirleri,
kurduğu Yesevîlik tarikatı ile Türk milletinin manevi hayatında derin izler
bırakan bir şahsiyettir. Türk sûfiliği geleneğinin kurucusu olan Yesevî, bütün
Türk toplumlarında öylesine sevilip sayılmıştır ki aradan yüzyıllar geçmesine
rağmen hatırası ve tesiri hâlâ devam etmektedir. Bugün Türkistan eski adıyla
Yesi, şehrindeki türbesi kutsal bir ziyaretgah olarak kabul edilmektedir.
Ahmed
Yesevî’nin hayatı ve fikirleri ve en önemlisi de Sır Derya yöresinde
İslâmiyet’in yayılışı ve bu yeni dinin yerli halk tarafından hoş görü ile kabul
edilmesindeki onun rolünü incelerken, baş vuracağımız önemli kaynaklar arasında
Yesevî’nin “Divân-ı Hikmet”! ilk sırada gelmektedir. Araştırmamız sırasında
müellifin kaleminden çıkan bu esere sık sık müracaat etme durumunda olacağız.
Ahmed Yesevî’nin tarihi şahsiyetine dair vesikalar yetersiz olduğu gibi,
mevcutları da menkabelerle karışmış bulunduğundan sağlam bir hükme varmak bazen
güçleşmektedir. Buna rağmen tarihi kaynaklardan, bazı menakıb-nâmelerden ve
müellifin “Hikmet" adını verdiği manzumelerinden elde edilecek bilgiler,
onun menkabelerle karışmış tarihi hayatı, şahsiyeti ve tesirine dair bazı
gerçekleri ortaya koyacak durumdadır. Bununla beraber Ahmed Yesevî hakkında az
çok bilgi bulunan diğer kaynaklar arasında Evliya Çelebî(1611-1681);
“Künhü’l-Ahbar” yazarı Âlî (öl. 1600); Nefahatü’l-Üns sahibi Molla
Câmî(öl.1492)nin eserleri bulunmaktadır. Ancak bunlarda geçen bilgiler
çoğunlukla dolaylı ve kısadır[646].
Feridüddin
Attar(1145-1221), Reşehat Aynu’l-Hayat”ın müellifi Hüseyn Vaiz Kâşif? ve
“Cevâhirü’l-Ebrar”ın yazarı Hazînî gibi menakib yazarları ve çeşitli
velâyetnâme müelliflerinin eserleri de konu hakkında bilgi içeren kaynaklar
arasında yer almaktadır. Son zamanlarda üzerinde akademik çalışmalar yapılan
Mavlana Safî ad-Din Koylakî’nin “Hasab-Nâme”si de bu konularda bize yararlı
bilgiler sunmaktadır[647].
Kaynaklarda
geçen bilgilere göre Ahmed Yesevî, bugünkü Şımkend(Çimkent) şehrinin doğusunda
yer alan Şâhyâr nehrinin küçük bir kolu olan Karasu çayı kıyısındaki Sayram
kasabasında dünyaya gelmiştir. İsficab veya Akşehir adıyla da anılan Sayram,
zamanında önemli bir yerleşme merkezi idi. Halkını Türkler ve Soğlular ve Iran
kökenli diğer kavimler oluşturuyordu. Büyük kısmını Amed Yesevî’nin yazdığı
anlaşılan hikmetinde doğum yerinin Türkistan olarak kaydedilmesinden Yesi
şehrini değil de, Türkistan bölgesini anlamak doğru olur[648].
Ahmed
Yesevî’nin doğum tarihi de kesin şekilde belli değildir. Kaynaklarda olduğu
gibi, hikmetlerde de bu hususla ilgili bir kayıt bulunmamaktadır. Hikmetlerin
birinde Şeyh Yusuf Hemedani'ye yirmi yedi yaşında intisab ettiğini ifade
etmekle beraber[649],
bu olayın hangi tarihte olduğu da belli değildir. Ancak Yusuf Hemedanî'nin
halifelerinden Şeyh Abdullah-i Berki, Şeyh Hasan-i Endeki ve Şeyh Abdu’l-Hahk-i
Gucduvanî'nin doğum ve ölüm tarihlerine bakarak miladi 1085-1095 yılları
arasında doğduğunu söyleyenler de var[650].
Ahmed Yesevî’nin vefat tarihi olarak miladı 1166-1167 yılı kabul edilmekle
beraber, o sıralarda yetmiş üç, seksen üç, yüz yirmi, yüz otuz olduğu gibi
çeşitli tahminler de ileri sürülmektedir. Yesevî’nin hikmetlerinin birinde
şöyle bir ifade geçmektedir: “Dostlardan feyiz ve ferahlık alamadım; Yaşım yüz
yirmiye ulaştı, bilemedim; Hak Ta'âlâ'ya gerektiği gibi ibadet kılamadım;
İşitip anlayarak yer altına girdi Kul Hoca Ahmed”[651].
Bu ifadeye dayanarak Yesevî’nin yüz yirmi beş yaşından sonraki bir yaşta vefat
ettiğini düşünenler de vardır.
Babası
Sayram'ın tanınmış şahsiyetlerinden olup ilmi, fazileti ve kerametleriyle
şöhret bulan Şeyh İbrahim idi. Şeyh İbrahim'in Hz. Ali'nin oğlu Muhammed b.
el-Hanefiye’nin neslinden geldiği bilhassa Neseb-name'de açıkça ifade
edilmiştir[652].
Kendine verilen “seyid-efendi” mânâsına gelen Hâce lakabının da sebebi bundan
kaynaklanmaktadır[653].
Bu hususta Fuat Köprülü’nün “Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar” adlı eserinde
de bilgi bulunmaktadır[654].
Aynı zamanda Ahmed Yesevî’nin Sayram'daki yerli Türk ailesinden (Türkeş
boyundan) çıktığını ileri sürenler de vardır[655].
Fakat yukarıda da belirttiğimiz gibi F. Köprülü ve Kemal Eraslan onun Hz. Ali
soyundan geldiği kanaatindedirler. Buna ilave olarak, Kazakistan'da,
"Hocaganların birer daî, din misyonerleri olduğu; din yaymak ve aynı
zamanda ticaretle uğraşmak için buraya gelerek Sığanak(şimdiki Sunakata),
Savran, Yesi, Otrar, Talas(Taraz), Balasagun vs. şehirlere yerleştikleri; sonra
da yerli halkla onun kültürünü, dilini benimseyerek bu halkın içinde eriyip
Kazak olduklarını ve sonradan “hoca” adını aldıkları kanaati yaygındır[656].
Bu konu hakkında kesin bir şey söyleyebilmek için daha ciddi araştırmalar
yapılmasına ihtiyaç vardır.
Kaynaklarda
Yesevî’nin "Aktürbet" olarak nitelendirdiği Şeyh İbrahim'in kabri
Sayram'da bulunmaktadır[657].
Annesi, Şeyh İbrahim'in halifelerinden Müsa Şeyh'in kızı Ayşe Hatun'dur. Ahmed,
Şeyh İbrahim'in Gevher Şehnaz adlı kızından sonra dünyaya gelen ikinci
çocuğudur.
Önce annesini,
daha sonra babasını kaybeden yedi yaşındaki Ahmed'in bakımı ve terbiyesi ile
ablası Gevher Şehnaz ilgilenir. Bir müddet sonra bilinmeyen bir sebeple Gevher
Şehnaz kardeşini yanına alarak Yesi'ye yerleşir. Ahmed Yesevî ilk tahsiline
burada başlar. Kısa bir süre sonra, Yesi'de büyük bir şöhreti olan ve Horasan
Melametiliğini temsil eden Arslan Baba (Arslan Bab)'ya intisab eder. Ahmed
Yesevî Arslan Baha'nın yakın ilgisi ve irşadıyla kısa zamanda olgunlaşır ve
mertebeler aşar. Esasen küçük yaşına rağmen bir takım tecellilere mazhar
olması, Arslan Baha'nın terbiye ve irşadına nail bulunması, Hz. Peygamberin
manevi işaret ve delâletine dayanıyordu. Hikmetlerde Arslan Baha'nın Arap
asıllı ve ashabın ulularından olduğu, dünya rahatına ve nimetlerine değer
vermediği, bir diken kulübesinde ömür geçirdiği, Hz. Peygamberin takdir ve
teveccühüne mazhar olduğu hakkında hikmetlerde mısralar bulunmaktadır:
“Hoş gâipten
yetişti güzel sözüm teberrük; Aşık olsan ey talip, riyazette belini bük;
geceleri uyumayıp yaş yerine kanını dök. Arslan Baba'm sözlerini işitiniz
teberrük"[658].
Aslan Baba
hakkındaki bilgiler 18. hikmette 29 dörtlükten ibarettir.
Ahmed Yesevî,
Arslan Baha'nın vefatından bir süre sonra o zamanın önemli kültür
merkezlerinden, biri olan Buhârâ'ya gider. Buhârâ o dönemde Karahanlıların
idaresi altında bulunuyordu. Türkistan ve diğer Islâm ülkelerinden gelen
talebeler Buhârâ medreselerinde çeşitli İslâmî ilimleri tahsil ediyorlardı.
Şehre zengin Hanefi mezhebinden zengin bir aile hakim bulunuyordu[659].
Yesevî bu şehirde devrin önde gelen alim ve fakihlerinden ve tasavvufun büyük
simalarından Şeyh Yusuf Hemedani'ye intisab eder[660].
Özellikle
Divân-ı Hikmet’den anlaşıldığına göre Ahmed Yesevî’nin küçük yaştan itibaren
her hareketini yönlendiren bilgi İlâhî kaynağa dayanan ilhamıdır. O, devamlı
ilham alır, meleklerle hemhal, Hızır ile arkadaştır. Büyük ruhlarla buluşur.
Hz. Peygamber ile olduğu gibi diğer Peygamberlerle de sık sık irtibat kurar[661].
Sahip olduğu
makamın yüceliği ona başkalarını hor görme hakkını vermediği gibi, kulluk
görevini ihmale de sevketmez. Gece gündüz Allah’a ibadet etmenin çabası içinde
olan Ahmed Yesevî’nin asıl isteği İlâhî aşk’tır ve ona göre aşk olmadan ibadet
de dahil hiçbir şeyin değeri olmaz. Yazılı eserlerle canlı vesikaların meydana
getirdiği portreye göre Hoca Ahmed Yesevî’nin fikir ve şahsi hayatı ana
çizgileriyle budur. Bugün Yesevîlik tarikatına doğrudan doğruya bağlı
bulunanların sayısı fazla değildir. Yer yer bunun kollan gibi gösterilen
Nakşibendîlik ile Bektaşilik’in zamanla hayli değişikliğe uğradığı,
Bektaşîliğin dine ait resmi kuralların gevşetilmesi, Nakşibendîlik’in ise
bunların katılaştırılması yollarına girdiği bir gerçektir[662].
Aslında Ahmed
Yesevî’nin başarısı, kurduğu tarikata girenlerin veya ona mürid olanların
sayısında değil, O’nun başarısı, meydana getirdiği ve Islâm dünyasının
aşağı-yukarı yansına yakınına hakim olan zihniyettir. Ve bu çok daha önemlidir.
Ahmed
Yesevî’nin Sır Derya bölgesinde İslâmiyet’i yayma faaliyeti onun Yesi şehrine
yerleşmesinden sonra kurduğu Yesevîlik tarikatı veya akımının oluşmasından
sonra başlamıştır. Yesevîlik tarikatının kurulması ve yerli halk tarafından
sevilerek benimsenmesinin altında, eski Türk dünya görüşü ile Yesevî’nin
İslâmiyet’i anlatış tarzı ve yaklaşım büyük rol oynamıştır.
Bu konular
hakkında daha geniş bilgi sahibi olabilmek için “Eski Türk Düşüncesi ile
Türk-lslâm Düşüncesinin Karşılaştırmasrnı yapmak ve bu konuda bilgi vermenin
yerinde olacağı kanaatindeyiz.
Ancak bu
konuya girmeden önce Ahmed Yesevî’nin hayatının geçtiği ve dünyanın dört bir
yanına İslâmiyet’i anlatmak için gönderdiği müritlerini yetiştirdiği Yesi şehri
ve önemi hakkında kısaca bilgi vereceğiz. Bu konu aynı zamanda Türk-lslâm
Medeniyetinin gelişmesi açısından Yesi şehrinin sonraki dönemlerde kavuştuğu ün
ve şöhreti dolaysıyla da önemlidir.
Yesi şehri ve Onun
Türk-İslâm Medeniyetinin Gelişmesindeki
Ahmed Yesevî’nin
yaşadığı, Türk-lslâm düşüncesini geliştirdiği ve yerli halka İslâmiyet’i
anlattığı merkez olark Yesi şehri Türk milletinin kültürü ve dinî tarihinde
önemli bir yere sahiptir. Aynı zamanda eski Türk boylarının yerleşim
alanlarından biri olarak da bilinen Yesi’nin 2000 yıl önce kurulduğu ve Oğuz
Han’ın başkentliğini yaptığı da kaydedilmektedir[663].
Sır Derya
yöresinin dini-siyasi merkez olarak karşımıza çıkan Yesi şehri, sadece Sır
Derya havzasının değil bütün bölgenin ekonomik hayatı açısından da önemli bir
şehirdir.
Şehrin
Tarihçesi: Yesi şehrinde ve civarında yapılan arkeolojik araştırmalar
1980-84 yıllarında başlamıştır. Yapılan incelemeler sonucunda şehrin yaşı 1500
yıl olarak belirlenmiştir. Kazı işlerini yürüten arkeolog E. Smagulov ve Orta
Asya şehirleri tarihi üzerinde yaptığı araştırmalarıyla tanılan O. Bolşakov’un
da görüşleri bu yöndedir[664].
Yesi’nin
tarihi de Orta Asya’nın tarihi gibi Sakalarla başlamaktadır. Sakalar üzerinde
yapılan çeşitli araştırmalar sayesinde onların on boy halinde yaşadıkları
tespit edilmiştir. Bunlar: 1-) Tissaget; 2-) Giperbarey; 3-) Day; 4-) Sarmat;
5-) Massaget; 6-) Agripiler; 7-) issedonlar (Asılar- Assakalar); 8-) Nevrler;
9-) Budinderdiler; 10-). Hunsaka (Hun, Hunnu, Syunnu)lar[665].
Bunlardan
Agripiler’in Ars nehri civarında, Issedonlar (Asılar- Assakalar) da Arış boyu
ile küçük Karatav’ın eteklerinde, Arış nehrinin kıyısından başlayarak doğuya
doğru Talaş, Çu ve Tarbagatay çevresinde yaşadıkları belirtilmektedir[666].
Bu bahsi
edilen Sakalar arasında, Karatav ve çevresinde yerleşen Agripiler ve Issedonlar
Yesi tarihi ile yakından ilgili olanlardır. Yesinin bu dönemi ile ilgili önemli
arkeolojik araştırmaları bulunan K. Baypakov, Yesi şehrinde yapılan arkeolojik
araştırmalarda Agripilerin uzantısı olarak Osetin- Ossoarilere ait kültür
katlarının varlığını tespit etmiştir[667].
Bu görüşü doğrulayan arkeolojik veriler arasında 1928 yılında M. E. Masson
tarafından Yesi nekrepol alanlarında yapılan çalışmalarda: yüzeyden 2.5-3 m.
derinlikte Yesi şehrinin ilk dönemi olan ve tarihi V. yüzyıla kadar gelen,
deriden yapılmış küçük torbalar, menteşeleri ile birlikte ağaçtan yapılmış bir
mezar sandukası, demir çiviler ve keramik örnekleri bulunmuştur[668].
Arkeolojik bulguların ortaya koyduğu ve kaynaklar tarafından desteklenen bu
çeşit veriler sayesinde Yesi şehrinin tarihinin milattan önceki yıllara kadar
uzandığı, Sakaların ve onlara tabii boylardan Ossuarilerin yörede yaşamış
oldukları ortaya konulmuştur.
Bölgenin
yazılı kaynaklarda anılması ve hakkında bilgiler verilmesi Türk-lslâm
münasebetlerinin başlaması ile sıklaşmaktadır. Bu kaynaklardan öğrendiğimiz
bilgilere göre Yesi şehrinin tarihi dönemler içerisinde Şavğar(Karaçuk), Yesi
ve Türkistan adlarıyla anıldığını görmekteyiz.
Şavğar isminin
ortaya çıkışı ve manası hakkında değişik fikirler ileri sürülmüştür. Mesela,
V.V. Barthold’a göre “Şavğar” sözü Soğd dilinde “Karatav” manasına gelmektedir[669].
Bu yüzden Barthold Türkistan’ın eski isimlerini “Karaçuk” ve “Şavğar” olarak
ele alır. Kazak araştırmacısı E. Smagulov ise, bu kelimenin “Baş şehir” anlamına
geldiğini ileri sürmektedir[670].
Bununla beraber bazı son dönem araştırmacıları Karaçuk ve Şavğar'ın ayrı ayrı
şehirler olduğu yönünde görüşler ileri sürmüşlerdir[671].
Arkeologlar Karaçuk şehrinin yerini Türkistan'ın 5 km. kuzeyinde bulunan
Kaşık-Karacık nehri kenarında bir yerleşim yeri olabileceğini iddia ederken; E.
Smagulov gibi bazı araştırmacılar ise "Karaçuk" şehrinin eski Soğd
dilinde "Karatav" manasında kullanıldığını[672]
Türkistan'ın ilk kurulduğu yerin Şavğar olduğunu kaydederler[673].
Ayrıca bazı kaynaklar da, Karaçuk'un kutsal bir öneme sahip olup Korkut Ata’nın
doğum yeri olabileceğini ileri sürmektedir. Nitekim bu konuda A. I. Papov, eski
Karaçuk-Şavğar'ı Sır Derya boyundaki Türk halklarının kutsal yeri olarak kabul
eder[674].
Şavğar(Şavagar)
isminin VIII-XIII. yüzyıllar arasında özellikle Arap ve Fars kaynaklarında
yörenin ismi olarak kullanıldığını görmekteyiz, el-istahrî, Farab şehrinin
kasabası olan Keder'den Şavğar şehrine olan mesafenin bir merhale olduğunu
yazar[675].
Ibn Havkal bu şehrin adını zikreder ve yerini haritasında Seyhun ırmağının sağ
kıyısında olarak gösterir[676].
VIII. yüzyılda
meydana gelen olaylar bu bölgeye önemli siyasi üstünlükler kazandırmıştır.
VIII. yüzyılda Arapların İran'ı fethetmeleri buradaki halkın doğuya doğru göç
etmelerine sebep olmuştur. Bu durum Sır Derya boylarında yaşayan halklar
arasında Iran kökenlilerin çoğalması ve Fars dilinin yaygınlaşmasına sebep
olmuştur. Arkeolojik buluntular da bunu desteklemektedir: l-VIII. yüzyıllardaki
kalıntılar Otrar-Karatav kültür dairesine dahil iken, VIII. yüzyıldan itibaren
Soğd-Horasan kültür özelliklerini taşıyan eşyalar çoğalır[677].
VIII. yüzyılda
vukubulan olaylar Türkistan şehrinin eski ismi olan Şavğariın Yesi olarak
değişmesine sebep olmuş olabilir. Bu dönem kaynaklarında iki şehrin ismi
geçmektedir. Bunlar Şavğar ve Tarbent(Tarazbent) şehirleridir. et-Taberî
eserinde “Şavğar hakiminin Ebu Müslim’e karşı isyan ettiğini yazarken, Yakut
el-Hamevî de “Şavğar Türklerin şehridir” der[678].
“Şavğar” ismi
Islâm müelliflerinden yukarıda bahsettiğimiz kaynaklar dışında el-Makdisî,
el-lstahrî ve et-Taberî’nin eserlerinde de geçmektedir. Bu kaynaklardaki
bilgiler kısa ve genel bilgilerdir[679].
K. Baypakov ve Kazakistan’ın belli-başlı arkeologları son zamanlarda yaptıkları
çalışmalar neticesinde Şavğar şehrinin bugünkü Türkistan’ın güney doğusunda 8.
km. bir mesafede bulunan “Şöytepe” adlı küçük bir köyle aynı yerde bulunmuş
idiği kanaatine varmışlardır[680].
1996 yılından itibaren yapılan düzenli arkeolojik çalışmalar bu görüşü daha da
kuvvetlendirmektedir[681].
XI. yüzyıl
müellifi M. Kaşgarlı'nın eserinde Farab’ın adı “Karaçuk” şeklinde
kaydedilmiştir[682].
M. Kaşgarlı'nın sözlüğünde geçen yer-su adları üzerinde incelemeler yapan
araştırmacılar (K. Miller, A. German, H. Hasanov ve T. Çorayev) “Karaçuk”
kelimesinin “Karatav” ile aynı anlama geldiğini kabul etmektedirler[683].
Karaçuk adı son defaolarak XIII. yüzyılın ortasında, Batu ve Mönke Hanlara elçi
olarak gönderilen Ermeni kralı Hetum'un seyahatnamesinde geçmektedir[684].
Şavgar ismi
ise, XII. yüzyıldan itibaren kaynaklarda görülmez. E. Smagulov'a göre Şavğar
(Karaçuk) XI. yüzyıldan itibaren önemini kaybetmiş ve bütün halkı XII. yüzyılda
Yesi'ye göçmüşlerdir. Arkeolojik kazılar da bu görüşü doğrulamaktadır[685].
Şehir merkezinin boşaltılma sebebi tam olarak belli değildir. Fakat tarihi
vesikalara bakılırsa, Nayman hanı Küçlük’ün Yedisu’yu işgal etmesi sonucunda,
ona karşı koyacak güce sahip olmayan Harezimşah Muhammed bin Tekiş şehrinin
Küçlük Han eline geçmemesi için kendi elleriyle yıkarak halkını beraberinde
Mâverâünnehir’e götürdüğü düşünülmektedir[686].
Bilindiği gibi XIII. yüzyılda Otrar, Yesi ve Sır Derya boyundaki diğer bir çok
şehir Harezimşahların hakimiyetine geçmişti. Bu olaylar “Neseb-nâme”de şöyle
beyan edilmektedir: “Ürgenç Sultanı Muhammed sultan geldi. Bilge Hanı ölürdü,
yerine Hayır Han’ı getirdi. Hayır Han’ın soyu Kanglı’dır”[687].
Bu tarihten itibaren(Xlll.yy.) Yesi ismi yörenin ismi olarak kullanılmış ve
Harzemşah Sultanı Tekiş burada adına gümüş sikke darbettirmiştir.
Türkistan
adına gelince: Bu isim ilk olarak VII-IX. yüzyılda Farsça kaynaklarda,
"Bütün Türk boylarının yaşadığı yer anlamında kullanılmıştır. Daha sonra
Arapça ve diğer kaynaklarda yer aldığını görmekteyiz. IX. yüzyıl Arap tarihçisi
Ibn-Hurdadbih "Kitabü'l-Mesalik ve'l-Memalik" adlı eserinde:
"Merv'den iki yol çıkmaktadır, biri Şaş’a (Taşkent) ve Türklerin şehri
Türkistan'a, ikinci yol Belh ve Toharistan’a gider" demektedir[688].
el-Ya'kûbî ise eserinin bir bölümünde "Türkistan"ı ele alarak, Türk
boylarının bölgedeki dağılımını anlatmaktadır[689].
Böylece Türkistan
adı IX-X. yüzyıldan itibaren coğrafi ve etnik bir terim olarak karşımıza
çıkmaktadır. Kaşgarlı Mahmud Divam Lugati't-Türk'te "Türkistan" adını
özel bir bölge olarak göstermiştir. Türk halklarının yaşadığı bölgelerdeki dağ,
deniz, su (ırmak) isimlerini de vermiştir. O, Mâverâünnehir bölgesini
Yengikent'ten başlatarak bu bölgeyi "Türk eli" olarak göstermektedir[690].
V.V. Barthold da, Hazar denizinden Çin sınırlarına kadar olan bölgeyi
"Türk Yurdu" olarak değerlendirmektedir[691].
Faruk Sümer'e göre ise, Yesi'nin Türkistan ismi ile anılması Ahmed Yesevî'nin
lakabı olan "Hazret-i Türkistan'ın" (Türkistan'ın büyüğü) halk
tarafından kısaltılarak "Türkistan" denilmesinden ileri gelmiştir[692].
Daha geç dönem
kaynaklarından (XIV-XV.yy) Muineddin Natanzi, Savran, Otrar ve Sığnak
şehirlerinin üçünü birden Türkistan olarak isimlendirmiştir[693].
Yazarı belli olmayan "Tarih-i Güzide-i Nusretnâme" isimli eserde de
Otrar ve Savran şehirleri birlikte "Türkistan" olarak
kaydedilmektedir[694].
Yine bu dönemde yazılmış olan "Şeybani-nâme" ve
“Zübdet
el-Asar”da bu şehirler Türkistan olarak geçmektedir[695].
“Bida-ül Vekaya” ve “Tarih-i Raşidi” gibi kaynaklarda anlatılan Türkistan
şehrinin yeri ve sınırları bugünkü ile aynıdır. XIV. yüzyılda Cuçi ulusuna
dahil olan bu şehirleri daha sonra (XV.yy) Kazak Hanlığının hakimiyeti altında
görüyoruz. Türkistan şehri Kazak hanlarının başkenti olmuştur[696].
Eski Türk Düşüncesi île Ahmed YesevFnin
Oluşturduğu Türk- İslâm Düşüncesinin Karşılaştırılması
Bu başlık
alında Sır Derya bölgesinde oluşan Türk-lslâm düşüncesi ve bu düşüncenin
oluşumunda önemli emekler sarf eden Yesevî’nin faaliyetleri incelenecektir. Bu
iki düşünce şeklini karşılaştırmak için önce eski Türk düşüncesinin temsilcisi
olarak Korkut Ata dede korkut seçtik. Çünkü bu iki şahsın her ikisi de Sır
Derya bölgesinde yaşamışlardır. Aynı zamanda Dede Korkut bir “kam” yani din
adamı olarak da karşımıza çıkmaktadır[697].
Eski
Türklerde, din adamına "kam" denildiğini biliyoruz[698].
Kaşgarlı Mahmut’un, "Divan-ı Lügati't-Türk" adlı eserinde, kam sözü
dört yerde geçmekte ve kahinlik olarak açıklanmaktadır[699].
Korkut Ata, sadece Türk mistik düşünce tarihindeki yeri ile değil, aynı zamanda
kendi toplumunun birlik ve bütünlüğünün korunmasında önemli rol üstlenen bir
şahsiyettir[700].
V. Barthold, Sır Derya ırmağı boyunun, Korkut Ata'nın öz
vatanı olduğu hususunu birçok kaynak ve delillerle iddia etmektedir[701].
Ayrıca Kazakistanlı Korkut bilimcileri, başta, S. Muhtarulu olmak üzere, Korkut
Ata'nın bir tarihi şahsiyet olduğunu, Sır Derya’da doğup, Sır Derya’da öldüğünü
ve mezarının da orada bulunduğunu tarihi belgelerle ortaya koymaktadırlar[702].
Bir ulusun
dinini değiştirme olgusu, onların sezgi ve inanç boyutu ile değerler nizamının
öz veya muhteva bakımından derinlemesine değişime uğramasına ve manen yeniden
doğmasına götürmektedir. Bu yüzden, din psikologu, W. James, dini değiştirme
olgusunu "el-Mevlüdü's Sani'" (ikinci doğum) olarak
nitelendirmektedir[703].
Aynı kültürel
zemin ve mekanı paylaşan Hoca Ahmed Yesevî ile Korkut Ata düşüncelerinde
ortaklıklar ve aynı kültür geleneğinin izlerinin bulunması tabiidir. Korkut Ata
yukarıda da zikrettiğimiz gibi, Eski Türk düşüncesinin temsilcisidir. Onun
yaşadığı zaman diliminin tam olarak bilinmemesine rağmen tüm araştırmacılar
Korkut'un Türk düşünce tarihindeki önemi konusunda hem fikirdirler.
Burada esas
konumuz Yesevî’nin düşünce sistemi olmadığı için bunları sadece ana batlarıyla
hatırlayalım. Yesevî’nin ilminin özünde insana iradesini nasıl kullanacağını,
Allah'a nasıl kulluk edeceği ve nasıl mutlu olacağını gösteren bir
"kendini bilme" sanatı yatmaktadır. Yesevî ilmi, insanın iç huzuruna
ulaşmasıyla toplumda birlik ve beraberliği sağlamayı ve insanı bölünme ve
dağılma gibi psikolojik baskılardan arıtmayı amaç edinmektedir. Yesevî'ye göre,
bu derdin devası muhabbetullah, Allah sevgisidir. İnsanı Tanrı aşkına götüren
güç ise insanın aklı, basiretidir.
İnsan aklı
sebebiyle melekten de üstündür. Akıl, insanın kendisini bilmesi ve tanımasını
gerçekleştirmesi için Tanrı tarafından verilmiş bir kuvvettir. Bu kuvvet,
enaniyet, öç alma, hırs, yalan, kötülük vs. insanın iç dünyasını parçalayan
kötümser psikolojiden kurtulmasını sağlamaktadır[704].
Korkut Ata ile
Hoca Ahmed Yesevî, Türk düşünce tarihinde bir birini tamamlayan iki ayrı dönemi
temsil etmektedir. Ahlakî ve İnsanî değerler her iki dünya görüşü için de çok
önemlidir. Korkut Ata’nın dünya görüşünde, Eski Türk düşünce sisteminin
değerleri çok canlı ve toplumsal hayatta çok etkilidir. Yesevî zamanında ise
din değişiminin neden olduğu medeniyet değişimi dolayısıyla eski Türk değerleri
zayıf kalmakta ve bu olgu, Türkler için bir korku, sosyo-psikolojik zorlukları
da beraberinde getirmektedir. Burada, Korkut Ata toplumun dengesinin sağlanması
için eski değerleri ve düşünce düzenini muhafaza etmenin Türkler için tek yol
olduğunu savunmaktadır[705].
Korkut Ata, değişen şartlar ve zaman karşısında topluma yeni bir yol veya
tavsiyede bulunmamakta, dolayısıyla yeni değerler sunmamaktadır. Buna karşı
Yesevî, kendi toplumuna yeni değerlerle bütünleşen bir sosyal hayat tarzı ve
nizamı için bir doktrin (öğreti) sunmaktadır.
Yesevî'nin
içinde bulunduğu zaman ve mekanda, insanların Müslümanlığı kabulü ile onlardaki
varoluş anlayışı dahil sosyo-siyasi sistem zeminindeki ekonomik hayatları da
değişim ve oluşum içerisinde idi. Korkut Ata zamanında ise toplumun sosyal meselelerinin
çözümünde şeriat veya dini kurallar değil, töre ve yargı zeminindeki yasalar
hakimdir. Eski Türk düşünce sistemi bir dönüşümlü düşünce tarzı olduğu için,
Korkut’un şahsı ile değerler sistemi arasında bir bütünlük ve uyum söz
konusudur. Bu olgu, daha sonra İslâmî ilkeler ve Kur'an esasına dayalı
değerlerle "tabii sohbet" (doğal uyum) sonucu bütünleşmiştir[706].
Ahmed Yesevî
yukarıda bahsettiğimiz iki dünya görüşünün ide ve zeminlerini “tabii veya hür
"sohbet yöntemiyle bütünleştirme ve uzlaştırma yolunda, Orta Asya tasavvuf
cereyanları ve kültürünün en önemli dönüm noktasını teşkil etmektedir. Yesevî
kendine has yol ve yöntem, ilke ve üsluba sahip bir tarihi şahsiyettir. Bu
yüzden de Yesevî F. Köprülün’ün de belirttiği gibi "Orta Asya ve Seyhun mıntakasındaki
Türk sûfîliğinin bu eski nüfuzlu reisi, menkabevi büyüklüğünü hâlâ asırlar
önceki parlaklığı ile saklamaktadır[707].
Yesevîlîk Bilgisinin Türk Kültüründeki Yeri
Orta Asya’da
Türkler arasında "Medine'de Muhammed Türkistan'da Hoca Ahmed" deyimi
sıkça kullanılmaktadır. Bu ibare Türkistan'ın Hoca Ahmed Yesevî'ye bakış
açısını ifade etmesi bakımından, son derece önemlidir. Alişer Nevâi Ahmed
Yesevî hakkında "...Türkistan ehlinin kıble-i duası"[708]
şeklinde bir ifade kullanmaktadır ki bu ifade bizim yukarıdaki hükmümüzü
desteklemektedir.
Gordlevskiy,
Ahmed Yesevî'nin türbesini ziyaret etmenin burada yaşayan Müslümanlar için yarı
hacca denk olarak telakki edildiğini ve onun kuyusundan su içmenin de bir farz
gibi algılandığını belirtir. Eserinde Yesevî türbesinin yerli halk için önemine
değinen müellif, “türbeden bir avuç toprak almak da Müslüman’ı manen yüceltir
gibidir” demektedir[709].
Böylece
Ahmed-i Sânî olarak bilinen ilk Türk tarikatının kurucusu ve Türk
Müslümanlığının ilk mühim temsilcisi Hoca Ahmed Yesevî'nin eseri de
"Defter-i San?' yani Türkistanlıların Kur’ân'dan sonraki dini kaynağı
haline gelmiş ve kudsiyet kazanmıştır. Nasıl Nakşiler İmam Rabbâni'nin eserine
"Mektubat-ı Kudsiye"; derlerse, Mevleviler "Mesnevi'ye"
"Mağz-ı Kur’ân" (Kur’ân'ın özü ve Ruhu), hatta "Mesnevî-i
Manevî-i Mevlevî Hest Kur'ân der Zebân-i Pehlevi" (Mevlana'nın Mesnevî-i
Manevisi Fars dilinde bir Kur’ân'dır)der ve Gazali'nin İhyası için "Kâda'l
Ihyâ en-yekûne Kur’ânan" (İhya hemen hemen bir Kur’ân'dır) denilirse[710],
Divân-ı Hikmet yani, Defter-i Sânî de, Türklerin gözünde ikinci bir Kur’ân'dır.
Çünkü Türkler, Divân-ı Hikmet'e feyz-i İlahî olarak bakarlar.
Bu vesile
ile birazda Divân-ı Hikmet'ten bahsetmek gerekir. Ahmed Yesevî veya Yesevîlik
konusuna ilk defa eğilen büyük alim Fuat Köprülü, Divân-ı Hikmet hakkında
şunları söyler:
"Bugün, Divân-ı Hikmet
nüshalarındaki manzumelerden hiçbiri Ahmed Yesevî'ye ait olmasa bile şurası
muhakkaktır ki bu büyük sûfi, halk edebiyatı şekilleri ile Türkçe hikmetler
yazmış ve ondan sonra, Yesevî şairleri arasında, bu yolda manzumeler yazmak,
mukaddes bir anane olmuştur. Bu bakımdan bugün elimizde bulunan hikmetlerin,
esasen Yesevî’ye ait olmamakla beraber, tabii dil bakımından değil fakat şekil
ve ruh itibariyle onların asıl Yesevî’ye ait olanlardan farksız olacağına
hükmedebiliriz. İşte bundan dolayı hikmet adı verilen bu tasavvufi, ahlaki şiir
nevi vasıtasıyla, Ahmed Yesevî’nin edebi şahsiyetini ve telkin ettiği
ideolojiyi hatta tecrübî bir mahiyette de olsa az-çok anlamak kabildir[711].
Günümüzde de Yesevî geleneği
yaşamaktadır ve o geleneği günümüze taşıyan dilimizdir. Divân-ı Hikmet'in
dilini "Hakaniyye, Argu, Karahanlı dili, Çağatay dili” olarak niteleyenler
karşılık, bugün bağımsızlığına kavuşan Orta Asya Türk devletlerinin alimleri
"Hikmetlerin Dili" Türkmence, “tam Özbekçe” veya “Kazakça'nın özüdür”
şeklindeki ifadeler kullanmaktadırlar[712]. Bu yüzden zaman ve mekan
dilimlerine ayırmadan Divân-ı Hikmet'in dilini, genel olarak Türkçe dememiz
uygun olur düşüncesindeyiz. Nitekim Ahmed Yesevî de esrinde "ilim Türkistan,
Dilim Türkçe” demiyor muydu[713]? Bu
sebepledir ki, Mahmut Kaşgarlı da eserinin diline "Argu",
"Hakaniyye" veya "Karahanlı dili" dememiş ona Divan-ı
Lugat-it- Türk" demiştir.
Hoca Ahmed
Yesevî’nin tarihi şahsiyeti hakkındaki tartışmalara A. Müminov şöyle bir
açıklama getirmektedir: "Ahmed Yesevî’nin Yesi dergahındaki yeniliği, onun
Hanefilerle anlaşmak için gayret sarf etmesiydi. Başka dinin temsilcisi olan
Karahıtaylar'ın (1125-1218) bu bölgeye zorla girmesi, Islâm'ın bütün
fırkalarının güçlerini birleştirmeye itti". Burada Ahmed Yesevî birliğe,
bölücülüğe karşı bütün İslâmî grupları hoşgörüye çağıran tarihi bir şahsiyet
olarak ortaya çıkmaktadır. Fakat Ahmed Yesevî işin başında gelenekçi Hanefi
ulemasından da, Mübeyyezilerden de büyük tepkiler aldı. Çünkü, bu iki fırka
eskiden beri birbirlerine zıt istikamette olduklarını henüz unutmamışlardı[714].
Buradan, Ahmed Yesevî'nin ne Sünni, ne de Şii ve ne Mübeyyezi vs. taraftarı
olmayıp Islâm’ın özü olan tevhit ve birlik taraftarı olduğu anlaşılmaktadır.
Yesevî'nin siyasi ve İçtimaî düşüncelerinin özünde ahlak vardır. O'na göre
herhangi bir siyasi ve içtimai hizmet ahlaki prensiplere; insanı sevmeye,
adalete, doğruluğa, eşitliğe vs. dayanmalıdır. Ahmed Yesevî bu ölçüyü herkese,
zengine, fakire eşit olarak koyuyor. Böylece şekilde milli, özde İslâmî kimliği
ile ortaya çıkan Ahmed Yesevî, o günün tarihi ve coğrafyası içinde kime efendi,
kime kul olacağını bilmeyen şaşkın ve mustarip halk kitlesinin yol göstericisi
ve önderi olma özelliğini kazanmıştır[715].
Dini ve milli
kaynakları birleştirerek, güzel uyum sağlayan Yesevî hikmetlerinin edebi
seviyesi yüksek olduğu için bunlar şöhret kazanmış ve geniş bir alana
yayılmıştır. Ayrıca, Ahmed Yesevî'nin Türk-lslâm Dünyası'na en büyük hizmeti,
eski Türk töre, yasa ve ahlak değerleriyle, İslâmî kaide, şartları ve ahlak
esaslarını yakınlaştırıp, bağdaştırabilmesi olmuştur"[716].
Orta Asya
sûfîliğinin temeli, Ahmed Yesevî ve Yesevîlik tarafından o kadar güçlü bir
şekilde atılmıştı ki, sonraki sûfî cereyanlar, mutlaka kendisini bu temele
oturtmak zorunda kalmışlardır. Bu konular üzeninde incelemeler yapan A. Y Ocak,
ilk Türk tarikat kurucusunun tarihimiz ve kültürümüzdeki önemini ayrıca
vurgulamaktadır[717].
Ahmed Yesevî, Türk diline
dayanan bir Müslümanlığın yayılmasında büyük rol oynamış, böylece Türk
birliğinin kurulmasında pek büyük hizmetleri olmuştur. O, Allah'ın varlığı ve
birliğine, Islâm dininin özüne ters düşmeyen eski Türk milli geleneklerini
dışlamamış, onları müsamaha ile karşılamış, onların Türk-lslâm kültürüne renk
katacak şekilde mana ve değer kazanmasını temin etmiştir. Onun bu metodu,
Türklerin büyük bir zorluk çekmeden Müslüman olmalarını temin ettiği gibi
Türklüklerini kaybetmemelerini de sağlamıştır.
Ahmed Yesevî
ve Hikmetlerin önemine değinen Baymirza Hayit Sovyet dönemi Türkistan’daki
durumlar ve dini düşünce hürriyetinde yaşanan sıkıntıları anlatırken: “Bolşevizm devrinde, ve
1925-1989 arasında, Yesevî’nin eserlerini okumak, onun fikirlerini anlatmak,
onu zamanında ve günümüzde büyük bir mütefekkir, Islâm hayatında ilk defa dini
halka halkın dili ile anlatmaya cesaret eden bilim adamı olarak göstermek yasak
edilmişti. Ama asırlardan beri kadınlar arasında devam ettirilen Yesevî
okulları bolşevizm devrinde de gizli olarak yaşatılmıştır. Türkistan
kadınlarının Yesevîcilik an’anesi Pir-i Türkistan’ın fikirlerinin halk arasında
yayılmasına ve himaye edilmesine bir temel olarak hizmet etmişlerdir”[718].
SIR DERYA YÖRERESİNDEKİ DİNÎ-SİYÂSÎ AKIMLAR
Türklerin
Müslüman olmalarında Orta Asya'da cereyan eden Sünnî, Şiî ve tasavvufî akımlarının
önemli tesirleri vardır. Islâm dini, Horasan ve Batı Türkistan'a tasavvuf
yoluyla nüfuz etmiştir. Ve bunun sonucu olarak tasavvuf kültürü zemininde bir
Türk Müslümanlık anlayışı oluşmuştur. Bu anlayış, yukarıda da bahsettiğimiz
gibi Eski Türk düşünce tabakalarında bir "yeniden doğuşun"
gerçekleşmesi sonucunda vücut bulmuştur. Araştırmalar ve incelemelerin
neticesinin de gösterdiği gibi Türklerin yeniden doğuşu veya Müslümanlığı
benimsemesi olgusu Hoca Ahmed Yesevî ismiyle yakından alakalıdır.
Sır Derya
yöresinde varlıklarını müşahede ettiğimiz dini-siyasi akımların çoğunun
Mâverâünnehir’den gelme veya oradaki dini akımlardan etkilenerek ortaya çıkan
hareketler olduğunu görüyoruz. Türkistan’daki(genel anlamda) tarihi ve siyasi
olayların gelişmesinde XI-XV. yüzyıllarda faaliyet gösteren bu çeşit akımlar,
bölgedeki devletlerin sadece siyasi durumlarını değil, bazı araştırmacıların
fikrine göre, bölgedeki etnik oluşumları(Kazak, Özbek vs etnik grupların ve
halkın ortaya çıkışı) da derinden etkileyen bir faktör olmuştur[719].
Bu gibi
dini-siyasi akımların içinde bizim araştırma bölgemiz olan Sır Derya civarında
büyük ölçüde faaliyetlerini sürdürenleri arasında Yesevî ve Nakşibendî akımları
başta gelmektedir. Bunların dışında Mâverâünnehir ve Horasan bölgesinde ortaya
çıkan dini-ideolojik akımlar bizim araştırma sınırımızın dışında kaldığı için
üzerinde durulmamıştır.
Son zamanlarda
Yesevîlik düşüncesi veya tarikatının menşei üzerinde çok sayıda incelemeler ve
araştırmalar yapılmış ve yapılmaktadır. Bu araştırmalar beraberinde çeşitli
dini-siyasi akımların etkilerini de ortaya koymaktadır. Bu araştırmalar
sonucunda elde edilen bilgilere dayanarak, Horasan ve Mâverâünnehir’de ortaya
çıkan Mübeyyez veya Mübeyyezün, Karmatiler ve Şiî, Nakşbendî dini akımlarının
az-çok Türkistan bölgesinde varlıklarını sürdürdüklerini söyleyebiliriz. Iranlı
araştırmacı, M. Senayî’nin, Yesevî ilminin Horasan tasavvuf ekolü ile Sır Derya
boyundaki Şiîlerin tesiri altında oluşup geliştiğini kaydetmesi de bu gibi
akımların mevcudiyetini göstermektedir[720].
Müminov gibi Kazakistanlı
araştırmacılar ise, Bağdat ve Horasan tasavvuf akımlarının Yesevilik
düşüncesinin oluşumunda belirleyici bir yer almadığını ve Yesevî kültürünün,
Türkistan çevresinde birkaç asırlık tarihi olan Mübeyyezün akımı ve geleneğinin
devamı olduğunu söylüyorlar[721]. O
dönemin toplumunda zuhur eden Mübeyyezün harekatı, aslında, eski Maniheist
geleneğinden esinlendiği bilinen bir "beyaz elbiseliler (azizler)"
grubu olarak bilinmektedir. Bunlar öğretilerini sürekli hareket ederek ve
dolaşarak yaymaktadırlar[722]. Ancak,
bu olgunun, dış benzerliklerinden dolayı, onların temsil ettiği düşünce ve
inanç aleminin de aynı olduğunu söylemek yanlış olabileceği kanaatini
taşıyanlar da vardır[723]. Ayrıca,
"beyaz elbiseliler" ile Yesevi faaliyeti arasında tam üç asırlık bir
fark söz konusudur. Her iki harekat öğretileri arasında hem özde ve biçimde
farklılıklar vardır[724]. Z. V.
Togan da Yesevilik kültürünün oluşumunda Maniheilik ve Şafiilerin tesirli
olduğunu ifade etmektedir[725].
Müminov'un,
Türkistan tasavvuf kültürünün Horasan ve Bağdad tasavvuf kültüründen farklı
yönde oluştuğu ve kendine has özellikleri olduğu hususundaki fikri, din
fenomonolojisi ve din psikolojisi kuralları açısından da önemli ve yerinde bir
tespittir[726].
Z. V. Togan’ın
da bu konuda şöyle bir tespiti bulunmaktadır:"..bir çok dinin ve kültürün
karıştığı ve yaşadığı bu bölgede İslâmiyet’i kabul eden Türklerin Maniheizm,
Budizm ve Şamanizmle az veya çok uyum içinde bulunan Şiîlik, Alevilik ve
tasavvuf kanallarıyla bu yeni dine(lslâmiyet) girdikleri de üzerinde durulan
bir husustur”[727].
Bu konular üzerinde çalışmalar yapan A. Y. Ocak'a göre ise, Yesevî'nin
Müslümanlığı, mistik maniheî kültüründeki göçebe ve yarı göçebe Türk
kabilelerinin Horasan tasavvufu ile kamlık geleneği ve eski dünya görüşü
imtizacından oluşan bir Müslümanlıktır. Sonradan bu Müslümanlık, zaman içinde,
Kur'an ve Sünnî Müslümanlık düzeyine yükselmiş, Horasan ve Mâverâünnehir
Melametî tasavvuf ekolü tesiri ile gelişmiştir[728].
Dinî-İdeolojik Akımların Bölgedeki Etkisi
Genel olarak
IX-XII. yüzyıllarda Islâm’ın iki akımı ananevî ve rasyonel akımlar arasındaki
rekabet Türkistan’daki İlimin gelişmesine büyük etki etmiştir. Türkistan
topraklarında yetişen alimler Islâm medeniyeti ve biliminin gelişmesine büyük
katkılar sağlamıştır. Bunlardan Farablı Ebu Rahim Ishak ibn İbrahim al-Farabî
(Öİ.961) Arab dilinin sözlüğünü yazarken, Ebu Nasr İsmail ibn Hammad al-Farabî
al-Cavharî(öL1002-1007) Arapça açıklamalı sözlük yazmıştır.
Türkistan’da
yerinde XII. yüzyıl öncesi sadece Mübeyyeziler faaliyet göstermemiş aynı
zamanda muhtelif Islâm merkezlerinden buraya sürgün edilen bazı dini-ideolojik
akımların temsilcileri de faaliyette bulunmuşlardır. Mesela, Karmatiler ve
Ismaîler gibi[729].
Ismaîler'in Sayram bölgesinde geniş yankı uyandırdığı ve bugün bile kullanılan
“hoca” kelimesinin bu bölgeye Ismaîlerle beraber geldiği de söylenmektedir[730].
Onlara göre “hoca” “imam” ile “bab”tan sonraki üçüncü dini statüdeki insana
verilen isimdir.[731].
Bunların dışında Türkistan’da Şafiîlerin varlıklarını görmekteyiz. Daha çok
dinî ilimlerde kendilerini gösteren bu çeşit akımların siyasi gelişmelerde ne
derece etkili olduğu konusunda kaynaklarda fazla bilgi yoktur. Mâverâünnehir’de
bazı akımların siyasi gelişmelerde ne derece etkili olduklarını biliyoruz.
Bunlardan bazıları Sır Derya yöresine kadar sarkmış ise de Mâverâünnehir’deki
gibi etkili olmamışlardır[732].
Yukarıda da
bahsettiğimiz gibi bunların merkezi Iran, Irak, Horasan ve Mâverâünnehir
bölgesidir. Sır Derya yöresinde daha etkili olanlar arasında sûfî tarikatlardan
Yesevîlik ve XIV. yüzyılda ortaya çıkarak XV. yüzyılda Türkistan’da büyük
ölçüde yayılan Nakşibendî tarikatı gelir[733].
Kazakistan’da yapılan araştırmalar da çoğunlukta bu iki akım üzerinde
yoğunlaşmaktadır. Bu iki akım hakkında onların aynı kökten geldiklerini
söyleyenler[734]
olduğu gibi, bunun aksini söyleyenler de vardır. Kazakistanlı araştırmacılardan
A. Müminov ve Z. Candarbek bu söylenenlerin aksine, “bu iki akımın iki değişik
kültürel zeminde ortaya çıktığını ve dolaysıyla iki farklı hayat tarzı ve düşünce
şekli olan halka (yerleşik ve göçebe) hitap ettiğini ileri sürerler[735].
Nakşibendiliğin
daha çok Horasan ve Mâverâünnehir’in yerleşik tüccar, zanaatkar halkına ve
onların manevi ihtiyacına yönelen, sıkı dini kurallar koyan bir dini akım iken,
Yesevîliğin ise, daha çok Türklük özelliklerine ve Türk göçebe felsefesine
uygun daha yumuşak bir din anlayışı şeklin vücuda getiren bir sûfî akım olduğu
anlaşılmaktadır. Bunun örneklerine tarihi ve menkabevî olaylarda sıkça
rastlanır[736].
Mesela, göçebe gelenekten gelen Türklere hitap eden Yesevîlerin toplantılarına
kadınlarla erkekler beraber ve kapanmaksızın katılıyordu. Bilindiği gibi bu
Nakşibendilerin anlayışına uygun değildir[737].
Yesevîlik ile
Nakşibendiliğin bölgede bir birine karşı zaman-zaman barışık ve karşı bir tavır
takındıkları anlaşılmaktadır. Bu iki tarikatın devletin siyasi durumu ve
gelişmesinde de etkili olduğu görülmektedir. Zaman-zaman yanlarında
bulundurdukları din adamları “şeyh veya hoca”ların istişaresine müracaat etme
durumunda olan hükümdarların kararlarında onlardan etkilenmeleri doğaldır.
Mesela, Kazakistan tarihi ile ilgili olarak Z. Candarbek, 1448 yılında Özbek
ulusunun ikiye ayrılması sonucunda ortaya çıkan Kazak Hanlığı ve Şeybanî
Devleti ve bunlardan Şeybanî Han’ın Özbeklerin bir kısmını alarak
Mâverâünnehir’e göç etmesi sonucunda bu iki tarikat arasındaki çatışmanın daha
da arttığını bildirir[738].
Mâverâünnehir’e göç eden Özbekler arasında bu iki tarikat yüzünden tartışma
başlamıştı. XVI. yüzyılın ilk yarısında Buhârâ hükümdarı Ubeydullah(Abdullah)
Han’ın yardımı sayesinde Nakşibendî şeyhleri daha etkili bir duruma
gelmişlerdi. Zaman geçtikçe Nakşibendilik Mâverâünnehir’de önemli
manevî-ideolojik bir güce dönüşmüştür[739].
Bu yüzden de Mâverâünnehirli Özbekler adet, örf ve gelenek bakımından kendi akrabaları
olan Türkistan’da kalanlardan farklaşmaya ve uzaklaşmaya başlamıştı. Çünkü
Mâverâünnehir’de yaşayan Özbeklerde Fars-Tacik kültür unsuru ağır basmaya
başlamıştı. Kazak Hanlığı bünyesinde yaşayan halkın çoğu Yesevîlik yolunda idi.
Fakat Mâverâünnehir’in sınırına yakın yaşayan halkın bazı siyasi olaylar
neticesinde Mâverâünnehir’deki bu dini-ideolojik akımın etkisinde kaldığı
anlaşılmaktadır[740].
“Sûfî akımların etnik oluşumdaki etkisi” adlı makalesinde Z. Candarbek bu konu
ile alakalı olarak şunları söylemektedir: “Kazak hanlarından Esim han zamanında
Nakşibendî akımı devlete sızmaya başlamıştı. İlk olarak Özbeklerle hem hudut
oturan Küçük Cüz halkı Nakşibendî akımı etkisinde kaldı. Fakat onların
ideolojisini kabul etmelerine rağmen kendi adet-örflerini unutmadılar.
Nakşibendî akımının ideolojisini, adet ve örfünü kabul eden Kazak boyları ise,
Kazak Cüzlerinden çıkartılmıştır. Bugün Şımkent, Taraz civarında oturan ve
Kazak Cüzlerine girmeyen “Sunak” ve “Şalakazak’lar gibi Özbeklerin ortaya
çıkması bu olayların sonucunda olmuştur. Türkistan şehri yakınlarındaki Karnak
ve Karaşık (Karaçuk)köyünde yaşayan halkın neredeyse tümü Özbek’tir. Fakat
onların köküne inildiğinde yüzde doksan beşinin eski Kazak boylarından olduğu
ortaya çıkmaktadır”[741].
Dini-ideolojik
akımların bu gibi etnik gruplaşmalarda yarattığı etki hanedanlıklar ve
devletlerin siyasi gelişmelerinde de kendini gösterir. Bu durum en net şekilde
kendini Kazak Hanlığının tarihinde göstermiştir. Son zamanlarda yapılan
araştırmalar Ahmed Yesevî ilminin ve düşünce şeklinin Kazak Hanlığının kültürel
gelişmesinde önemli yeri olduğunu göstermektedir[742].
Bu konu hakkında ileri sürülen değişik fikirler arasında Nakşibendî akımı ile
Yesevîlik akımı arasında zaman-zaman meydana gelen çatışmaların Kazak Hanları
arasında huzursuzluğa sebep olduğu söylenmektedir. Kazak hanlarından Kasım
Han’dan sonra Nakşibendîlik harekatı güçlenmiş ve bu tarihten sonra devletin
başına geçen bir çok han (Şıgau han, Tauekel(Tevekkül) Han, Esim Han vs.)
Nakşibendîlik akımının etkisinde kalarak, bu tarikat şeyhlerine mürid
olmuşlardır[743].
Türkistan
şehrini kendine başkent yapan Kazak hanlığının yükseliş devrinde Nakşibendî
tarikatı temsilcileri Türkistan civarına gelerek, şehrin 25 km uzaklığındaki
“Karnak” şehrinde Nakşibendî öğrencileri için medrese yaptırmışlar; Türkistan
civarındaki halkın bu dini-ideolojik akıma katılmaları için faaliyetler
göstermişlerdir[744].
Bu durum eskiden Yesevîlik yolunda olan halk ile sonradan Nakşibenlîk akımına
geçen halk arasında çatışmaların ortaya çıkmasına sebep olmuştur[745].
Bu gerginlik çoğunlukta han tayini sırasında daha belirgin bir hale geliyordu.
Hangi dini akıma müntesip olan kişinin hanlık tahtına oturacağı münakaşaları
sertleşiyor, şu veya bu tarikattan olmak han adaylarının bazen lehine ve bazen
de aleyhine oluyordu[746].
Sır Derya boyunda yaşayan halkın “Şart” ve “Kazak” olarak ikiye ayrılmasının da
bu dönemlerde, bu dini akımların yarattığı etki sonucunda ortaya çıktığı
düşünülmektedir[747].
Şartlar aslında yerli Türk boylarından idi. Bu isim (eski Hint tücarı
anlamından farklı olarak )onlara XV-XVL yüzyıllarda dini düşüncelerini,
dolaysıyla hayat ve medeni geleneklerini değiştirmeleri, Türk kültüründen
uzaklaşmaları ve Fars-Tacik kültürü etkisinde kalmaları sebebiyle verilmiştir.
Bunu yaygınlaştıran da Nakşibendîlik olmuştur[748].
BÖLGENİN KÜLTÜREL GELİŞMESİ AÇISINDAN
KÜLLİYELER (TÜRBELER), VAKIFLAR VE MEDRESELER
Bu başlık
altında Sır Derya havzasındaki şehirlerde kurulan vakıflar, medreseler ve
bölgede büyük saygı ve hürmette nail olan din önderleri ve onların müridleri,
Evliya ve Bab(Ata)lar adına yapılan küllyeler hakkında bilgi verilecektir.
X-XIL yüzyıllarda kültürel ve medeni birer merkez haline gelen Sır Derya
şehirleri aynı zamanda İslâmiyet’in yayıldığı, İslâmî ilimlerin, felsefî
bilimlerin geliştiği dolaysıyla Türk-lslâm Medeniyetinin yaşandığı bir yer
haline de gelmişti. İslâmiyet’i yaymak amacıyla buraya gelen bir çok din
adamının efsaneleşen öykülerine bu bölgede sıkça rastlanır.
Elimizde
bulunan kaynaklardan vakıfların Türkistan şehri civarında kurulduklarını
görüyoruz. Sır Derya yöresi açısından belgelerle desteklenen vakıf eserler
konusunda pek fazla bilgiye sahip değiliz. Çünkü savaş yangın, işgal ve sair
pek çok badire yaşayan şehirlerde bulunması muhtelif yazılı belgeler maalesef
kaybolmuş ve zamanımıza kadar gelmemiştir.
Bu yüzden biz
elimizde bulunan kaynaklardaki bilgilerle yetinme durumundayız. Bu da ancak Sır
Derya yöresindeki vakıf eserler konusunda genel bilgiye sahip olmamızı
sağlamaktadır.
Böyle
kaynaklardan biri araştırmamız sırasında sıkça müracaat ettiğimiz
“Neseb-nâme”dir. “Neseb-nâme” sadece Ahmed Yesevî ve Yesevîlik tarikatının
şeceresini değil, aynı zamanda İslâmiyet’in ilk yayılış yıllarındaki vakıf
eserler ve Yesevîlik tarikatına ait vakıfların adını ihtiva eden bir kaynaktır[749].
“Neseb-name”de vakıf edilen yer-su adlarının ortaya çıkması tahminen VII.
yüzyıla denk gelmektedir. Neseb-Nâme nüshalarında İslâmiyet’i yaymak için ilk
gelenler arasındaki Ishak Bab’a ait bir çok vakıf eserin olduğu söylenmektedir[750].
Bunlar sırasıyla Karatav’un kuzey-batı cephesinde yer alan ırmak ve su
adlarıdır. Bunlar: “Uzun yagaş(Uzun Ağaç)”, “Yeşil su”, “İkan Kebzi”, “Makintam
suyu”, “Han suyu”, “Ak Munkar”, “Fazıl Mundaş suyu”, “ Kantagı suyu(Han Tahtı
suyu)”, “Karakiya suyu”, “ Bagıbaş suyu”, “Uğrak Arslan suyu”dur. Bunların
dışında bir de Sayram’daki Cuma mescidine vakıf edilen “Elkent suyu”, “Arslanın
arığı”, “Sarı kamış suyu”nun isimleri vardır. Neseb-nâme”de geçen diğer isimler
şöyledir: “İkan civarındaki Kızılşa Munkar suyu”, “Yaruk suyu”, “Orunluk suyu”,
“Amfi yağan suyu”, “Koca turnası suyu”, “Kara tigar suyu”. Fakat bu suların
çoğu bugün belli değildir. Bu saydıklarımızdan bir kaçı günümüzde aynı isimle
kullanılırken, bazılarının yerini bile tespit etmek zordur. Fakat bu isimlerin
çoğunun Türkçe kökenli olması ve Türkistan civarında bulunmaları onların Orta
Sır Derya bölgesinde yer aldıklarını düşünmeye sevketmektedir[751].
Neseb-Nâme’de yer alan ikinci kısım vakıf yerler Hoca Ahmed Yesevî ve onun
temsilcileri döneminde ortaya çıkmıştır. Neseb-nâme’de bu yerlerin bir kısmının
satın alındığı ve bazı yerlerin de şehir hakimleri ve zenginler tarafından
Ahmed Yesevî tarikatına vakıf olarak verildiği yazılıdır[752].
Mesela, Ahmed Yesevî müridlerinden Muhammed Danişmend Zernukî’nin 300 kırmızı
altın(dinar)a satın aldığı yeri tarikata vakıf ettiği yazılıdır. Hükümdarlardan
“Kayu Tegin” adlı birisinin Öküz tav’dan Karaçuk’a kadar 200 km’lik yeri Otrar
hankâhına vakfettiği hakkında da bilgi bulunmaktadır[753].
Bu gibi vakıf
yerlerin sadece güney Kazakistan’da değil Orta Asya’nın değişik bölgelerinde de
mevcut olduğu anlaşılmaktadır. Harezim hanının, Buhârâ hükümdarının ve Hocend
hanının Yesevî tarikatına birkaç yeri vakıf olarak verdiklerini de aynı
kaynaktan öğrenmekteyiz[754].
Ayrıca F. Köprülü eserinde Schuyler’in verdiği bilgiye dayanarak “cami
masraflarının vakıflar tarafından karşılandığını, Ruslafın şehri zapt
etmesinden önce Hokand Hanı senede beş yüz tıla yollayarak caminin masrafına
yardım ettiğini’’ bildirmektedir[755].
Bunlardan başka, gelip gidenler cami müstahdemlerine daima yardımda bulunurlar,
kurbanlar kestirerek fakir halka dağıtırlardı. Araştırmacılardan Bekçurin de
caminin vakıflarla idare edildiğini söylüyor. Bilhassa türbeye bakan müridleri
terbiye eden ve kendilerini Ahmed Yesevî neslinden sayan adamlar bundan
faydalanmaktadırlar. Halk dilinde bu adamlara “aziz”lerden bozulmuş olarak
“ezler” nâmı verilir[756].
Yesevî tarikatı şeyhlerine vakıf yerlerin verilmesi Kazak hanlarından Bökey han
(1815- 1819)zamanına kadar devam etmiştir[757].
Kaynakta Türkistan civarındaki bir çok arık-kanalların tarikata vakıf olrak
verildiği belirtilmiştir. Bunların arasında “Ortalıktan bir arık”, “Çobanak’tan
bir arık” “Taşanak’tan bir arık” ve bu yerlerin hepsi Tauekel(Tevekkül)
Muhammed(1582-1598) han’a ait mühürle tasdiklenmiştir.
Neseb-nâme’de
bahsedilen son döneme ait Türkistan şehri civarında bulunan bir başka vakıf yer
de vardır. Bunlar XVII-XVIII. Yüzyıllarda Kazakistan topraklarına gelen
Nakşibendî tarikatına vakfedilen yerlerdir. Bunlar arasında bugünkü Türkistan
ilçesine dahil “Mes”, “Babay Kurgan”, “Karnak” gibi yerler dikkati çeker.
Bununla beraber Esim Han(1598-1628) zamanında Sunak-Ata(Sığanak) şehrinden bir
çok yerin Nahşibendî tarikatına ait şeyhlere vakıf olarak verildiği hakkında
yazılı belgeler mevcuttur. Bunlardan bazıları yayınlanmıştır. Türkistan
civarındaki vakıf yerlerin Çarlık dönemine kadar devam edegeldiğini
söyleyebiliriz[758].
XIX. Yüzyılın sonunda “Türkistanlı Hocalar” tarafından yazılan “vakıf yerlerin
vergiden muaf tutması” hakkındaki dilekçeleri bugüne kadar devlet arşivinde
muhafaza edilmiştir[759].
Tarikatlar bu gibi vakıflardan gelen paralarla medreselerde öğrenciler
yetiştirmiş ve onların yardımıyla yerli halk arasında İslâmiyet’in yayılmasına
hizmet etmiştir. Bölgedeki eğitim faaliyetlerini üstlenen bu gibi medreseler
sayesinde bozkırdaki göçebe halkın ve şehirlerdeki yerleşik halkın eğitimi ve
öğrenimi gerçekleşmiştir. Mesela, Baba-Ata’daki medresede Kazakların Orta
Cüz’üne dahil 26 boya din görevlileri yetiştirilmiştir[760].
Orta Asya
şehirlerinin mimarisinde de İslâmiyet’in gelişi ile bir çok değişiklikler
ortaya çıkmıştır. Şehirdeki yapılar arasında medreseler bir hayli
belirginleşmişti. Fakat Moğol istilâsının başlaması ile Islâm ilim ve bilim
merkezlerinden olan şehirlerdeki yükseliş yerini gerilemeye bırakmıştır. Bu
durum Buhârâ’yı ziyaret eden Ibn Batuta’nın “artık bu şehirde bilimi düşünen
tek bir insana dahi rastlamak zordur” şeklindeki ifadelerinden açıkça
anlaşılmaktadır[761].
Bu üzücü durumdan bahseden diğer bir müellif de Cüveynîdir. Müellif eserinde,
“bütün aydınlar yer altındadır(ölüdür) artık ilimle, zanaatla ve medeniyetle
uğraşmak toprağa kalmıştır” şeklinde üzüntüsünü dile getirmektedir[762].
Daha sonraki
zamanlarda Moğol hanları tarafından yapılan çeşitli kanunlar sayesinde ticaret
ve zanaatta belli ölçüde canlanma fark edilmiştir. Ülkenin medeni ve eğitim
açısından gelişme merkezi olan medreselere bu dönemde çok iş düşmüştür.
Bilindiği gibi Moğol döneminde ayrıca gelişen yerler arasında Orta Asra’da:
Ürgenç, Taraz, Kenje(Kence), Otrar, Fergana İran’da Tebriz ile Isfahan gibi
şehirler bulunmakta idi[763].
Buralarda kurulan medreselerde öğrenci sayısının fazlalığı dikkat çekmektedir[764].
Medreselerin mimarisine gelince bunlar tamamıyla medreseyi yaptıran şahsın
ekonomik durumuna bağlı idi
Sır Derya yöresi
ve ötesinde medreselerin XI-XVIII. yüzyıllarda ortaya çıktığı anlaşılmaktadır.
Bu konuda Mâverâünnehir çok daha gelişmiş olup İslâmî ilimler merkezi olma
bakımından Bağdat’tan geri kalmıyordu. Bu bölgede kurulan medreselerin
özelliklerine gelince: Sır Derya boyunda ortaya çıkan medreseler çoğu kez
mimari bakımdan Orta Asya’daki diğer medreselere benzerken, bozkıra doğru güney
Rusya ve sınırlarında yapılan medreseler daha çok ev yapısını hatırlatan bir
mimariye sahipti[765].
XIX. yüzyılda
medrese yapım işleri Volga Tatarları tarafından devam ettirilmiştir. Bu
yüzyılda medreselerin daha çok batı ve kuzey Kazakistan topraklarında inşa
edildiği görülmektedir.
XI. yüzyıldan
itibaren yapılan bu çeşit medreseler sayesinde yazılı edebiyat gelişmiş,
Kazakistan’ın bozkırlarında yaşayan halk arasında Fars edebiyatının
mahsullerinden “Kelil ve Dimne”, “Leyla ve Macnün”, “Yusuf ile Zuleyha” gibi
eserlerin tercümeleri okunmaya başlamıştı.
Orta Asya ve
Kazakistan topraklarında bulunan medreselerde yapılan arkeolojik kazılar son 10
yıl içinde büyük ilerlemeler kaydetmiştir. Bu çeşit araştırmaları XX. yüzyılın
20-30 yıllarında M. Masson, I. Umyanov, B. Zasıpkin vs. gibi araştırmacılar
başlatmıştı.
Ahmed Yesevî
H. 562 yılı (1166-1167) yılında vefat ettikten sonra, Yesi şehrinde
defnedilmişti. İlk olarak mezarının olduğu yere iki odalı bir küçük türbe inşa
edilmişti. Türbe üzerinde yapılan arkeolojik incelemeler de bunu
doğrulamaktadır[766].
Ayrıca
külliyenin bir bölümünün Ahmed Yesevî hayatta iken mevcut olduğu yapılan
kazılardan anlaşılmaktadır. İlk külliye şimdiki binanın kuzey kısmında mescit
ve türbenin bulunduğu yerdedir. Yapılan kazılarda türbenin yerinin değişmediği
ve çevrede bulunan kemiklerden Ahmed Yesevî'nin ölümünden sonra külliyenin
etrafında büyük bir mezarlığın teşekkül ettiği anlaşılmıştır[767].
Külliyenin
yakınında, yer altında bulunan dehliz, kubbeli mescit ve yine kubbeli daha
küçük çilehane Ahmed Yesevî'nin Hz. Peygamberin öldüğü yaşta onun için matem
tutmak gayesiyle nasıl yer altına girdiği sorusunu cevaplandırmaktadır. Yer
altındaki bu mescit ve çilehanenin yapısı da Ahmed Yesevî'nin yaşadığı devre
uyan özelliklere sahiptir[768].
Ahmed
Yesevî'nin ölümünden sonra Yesi'nin (Yası) ziyaretgah ve dini merkez olarak
gelişmeye devam ettiğinden yukarıda bahsetmiştik
Bu külliye
Timur tarafından Hoca Ahmed Yesevî'ye bir şükran ifadesi olarak yaptırılmıştır.
1396 yılında çalışmalara başlanmış ve inşaat bir kaç yıl içinde tamamlanmıştır.
Dört yöne göre mihverli olan abide 46.5x65 m. ebadında bir yer kaplamaktadır.
Güneyde 18 metreye yükselen giriş kapısının iki yanında çift minare
bulunmaktadır[769].
Külliyenin
“giriş” kısmından sonra “kazanlık” denen tekke meydanına girilir. Kazanlığın
kubbesi 37.5 m. yüksekliğindedir. Ortada önemli bir sanat eseri olan kazan yer
almaktadır. Külliyenin kuzeybatı köşesinde mescit, batısında kütüphane,
kuzeydoğu köşesinde ve doğuda "Aksaray" denilen hükümdar ve şeyh
maksureleri yer almaktadır[770].
Türbe mihver üstünde kuzeyde bulunmaktadır. Ahmed Yesevî'nin sandukası Yeşim
taşındandır. Külliye cephelerinin büyük kısmı çini İle kaplıdır ve çini
tuğlalar üzerinde büyük boy kufi harflerle yazılmış "Allah",
"Muhammed" gibi yazılar ve binanın üst kısmını çevreleyen Bakara
süresinin 58.ayeti yer almaktadır[771].
Çok ince oymacılık sanatı gösteren ahşap kapılar ve altın yaldızlı tunç
tokmaklar da kendilerine has güzelliktedir[772].
Bununla beraber türbenin duvarlarındaki yazılar arasında ünlü kişi adları ve
yer adları da bulunmaktadır[773].
Türbenin hem süsü hem de hat sanatı bakımından bu yazılar önemlidir. Bu
yazıları yazan hattatlara gelince: Yapılan incelemelere bakılırsa, onların
“Hoca Haşan Şirazî” ve “Şems Abd al-Vahab Şirazî” tarafından yazıldığını;
duvarlardaki bronz ve çini üzerindeki yazıların da “Azizeddin ibn Taceddin
Isfahan!” ile “Abd el-Aziz ibn Şerafeddin ibn Tebriz!” tarafından yazıldığı
anlaşılmıştır[774]
Sır Derya
havzasında Hoca Ahmed Yesevî külliyesi dışında, bir çok türbe ve abide vardır.
Bölgedeki medeni ve kültürel hayat bakımından önem arz eden bu çeşit yapılar
arasında, İslâmiyet öncesine ait olanlar da bulunmaktadır. Türbelerde medfun
zevat hakkında halk arasında değişik hikayeler anlatılagelmiştir. Bu
hikayelerin bir çoğu geçen asrın kültür tarihçileri ve araştırmacıları
tarafından yazıya geçirilmiştir. Bölgede yapılan arkeolojik kazı çalışmaları da
bu konudaki bilgilerimizi tamamlamaya yardımcı olmaktadır. Türbelerin çoğu
“evliya” olarak tanınan zevata ait olup, bazıları da halk arasında cesaret
örneği olan kahramanlara veya halk edebiyatına konu olan âşıklara
atfedilmektedir. Bunlardan Sır Derya havzasında bulunanlar ve üzerinde
araştırma yapılanlar hakkında bilgi vereceğiz
Begim-Ana
Türbesi: Bu türbe, Aşağı Sır Derya kısmında yer alan Yenikent(Cankent)
şehrinin harabesi yakınlarındadır. Türbe kerpiç yapı olup, dışı tuğla ile
kaplanmıştır. Türbe hakkındaki ilk rivayetler burayı gezen Rus subayı L. Meyer
tarafından yazıya geçirilmiştir(1870). Türbe sekiz köşeli kule şeklinde, tuğla
ile inşa edilmiştir. Yüksekliği sekiz metre civarındadır. Eski Yenikent hükümdarı
Sancar’ın eşi olan Begim-Ana’ya aittir. Rivayete göre, Begim-Ana hükümdar
tarafından sadakatsizlikle suçlanarak, zindana atılmış ve suçsuz yere
cezalandırılan Bagim-Ana zindanda hayatını ibadet ederek geçirip orada
ölmüştür. Hükümdarın bu adaletsiz davranışı sebebiyle şehir felakete uğrar ve
harap olmuştur. Bu hikayenin değişik birkaç versiyonu daha vardır. Aral gölüne
yakın mesafede yer alan bu türbenin dışı günümüzde biraz tahrip olmuş
vaziyettedir. Arkeolojik çalışmalar sonucunda yapının X-XL yüzyıla ait olduğu
tespit edilmiştir.
Saraman-Kosa
Türbesi:Yenikent civarında yer alan diğer bir türbe de Saraman-Kosa türbesidir.
Türbeler hakkındaki rivayetler bize XIX. yüzyılın ikinci yarısında buralarda
çalışma yapan Rus arkeologları sayesinde ulaşmıştır. Biz de bunları ihtisaren
naklettik. Geçen asırda Rus arkeologlarından I. Aniçkov Saraman-Kosa hakkında
ilk araştırmaları yapmış ve onun bir resmini çekmiştir[775].
I. Aniçkov’un yazıya geçirdiği rivayete göre[776],
bu türbe Salman ve Koşa adındaki iki gencin aşkları için ölmesi üzerine
yapılmıştır. Efsaneye göre, Karakalpaklı genç Salman Ürgençli Koşa isimli kıza
aşk olur. Bu evliliğe izin vermeyen genç kızın ailesi Salman’ı öldürür. Yiğitin
öldüğü yer bugünkü mezarlığının yeri imiş. Daha sonra iki Karakalpaklı batur burada
Salman’ın anısına anıt-türbe yapmıştır. Türbe duvarının iç kısmı kerpiçle, dış
kısmı da tuğlayla yapılmıştır. Yüksekliği 15 metredir. Türbenin yapılış
özelliklerine bakılırsa onun ilk zamanlarda bir gözetleme kulesi olduğu tahmin
edilebilir. Çünkü kulenin yüksek olması ve bekçilerin gözetleme yaptığı
zannedilen minare şeklinde iki yerin olması, Yenikent’ten 30 kilometre
uzaklıkta yer alan bu türbenin ilk başta gözetleme kulesi olarak kullanılmış
olabileceğini tahmin ettirmektedir[777].
Türbenin tam olarak hangi yüzyılda yapıldığı tespit edilememiştir. Sadece
hikayedeki olayın I. Aniçkov’un anlattıklarına göre bundan 20 nesil öncesi (500
yıl) vukubulduğu belirtilmiştir.
Dede Korkut
(Korkut Ata) Türbesi: Aşağı Sır Derya kısmında yer alan önemli türbelerden biri
de Kazakların Korkut Ata dedikleri Dede Korkut’un türbesidir.
Türk tarihinde ismi efsaneleşen bu halk bilgesi hakkında kaynaklarda yeterince
bilgiye rastlamaktayız. Türk kültürü ve dünya görüşü açısından çok önemli
bilgiler ihtiva eden Dede Korkut hikayeleri, aynı zamanda eski Türk tarihi
bakımından da önemlidir. Dede Korkut’un hangi devirde ve kaç yıl yaşadığı tam
olarak bilinmemesine rağmen, araştırmacılar arasında O’nun Türk
imparatorluğunun uluslara ayrılmaya başladığı bir dönemde yaşadığı ve Sır Derya
boyunda bir yerde vefat ettiği doğrultusunda görüşler mevcuttur[778].
Halk arasında bazen devlet adamı, bazen kopuz çalan baksı(şaman), bazen de
ölümsüzlüğü arayan düşünür olarak tanınan Dede Korkut’un şahsiyetine bir
kutsiyet kazandırılmıştır. Hikayelerde hem İslâmiyet öncesi eski Türk gelenek
ve din anlayışına, hem de İslâmî hayatın izlerine rastlamak mümkündür.
Bu yapı da Sır
Derya yöresindeki diğer yapılarla aynı özellikleri taşımaktadır. Kerpiçle
yapılmış olup, dış görünüşü keçe ev gibi yuvarlak kubbeli yapıdadır. Türkistan
bölgesi arkeoloji grubunun bildirilerinde 1897 yılının 17 Şubat’ında yapılan
toplantı bildirisinde “Dede Korkut mezarlığının(türbe) bakıma alınması ve
ayrıntılı bir şekilde araştırılması” gerektiği hakkında ifadeler yer almaktadır.
Türbenin sekiz kenarlı kulesi ve her bir kulenin de kubbesi olduğu
belirtilmiştir. Ayrıca türbenin Sır Derya yakınlarında olmasından dolayı,
mevsimine göre çoğalan nehir suyu ile yıkılma tehlikesinin de bulunduğu
belirtilmiştir. Bu yüzden yerli Kazakların Korkut’un kemiğini başka bir yere
taşıma düşüncesinde oldukları şeklinde bir ifade de yer almaktadır. Bunun ne
derecede bir gerçeğin ifadesi olduğu belli değilse de, 1895 yılında türbeyi
ziyaret eden I. Aniçkov’un anlattıklarına göre, türbenin oldukça eskimiş ve
nehir suyu nedeniyle bir kenarının yıkılmış olması bu görüşü desteklemektedir[779].
Türbe bugünkü Kızılorda(Akmescit)’ya bağlı Karmakşı ve Kazalı demir yol
istasyonu arasında yer almaktadır. Son zamanlarda burada Dede Korkut adına bir
anıt yapılmıştır.
Gauhar(Cevher)-Ana
Türbesi: Bu, Kazaklar arasında Gauhar Ana olarak bilinen, Hoca Ahmed
Yesevî’nin kızı Cevher Şehnaz’ın türbesidir. Türbe, bugünkü Türkistan (Yesi)
şehrinden 3 kilometre uzaklıkta bir yerdedir. Küçük bir kabir ve yanındaki
mescitten(kümbet) ibarettir. Yerliler ve dışarıdan gelenler tarafından ziyaret
edilen bir yer halindedir.
Ahmed Ata
Türbesi: Bu türbe, Ahmed Yesevî’nin torunu, Cevher Ana ile Ali Hoca’nın
oğlu Ahmed Ata’ya aittir. Bu türbe de Gauhar Ana türbesine yakın bir
mesafede yer almaktadır. Mezarın taş kitabesi aşınmış ve üzerindeki yazılar
okunamaz hale gelmiştir[780].
Âşık Yusuf
Ata Türbesi: Ulu İpek yolu güzergâhında Türkistan şehrinin 22 kilometre
doğusunda İkan kasabası vardır. Eski İkan yerleşim yerinde, Ahmed Yesevî’nin
zamanında yaşayan ve O’nun öğrencilerinden birisi olan Yusuf Ata’nın türbesi
bulunmaktadır. Kaynaklara göre Ahmed Yesevî tarafından yetiştirilen Yusuf Ata
daha sonra Ikan’a onun halifesi olarak gönderilmiştir[781].
O zamanlar İkan üzümüyle meşhurdu. Yusuf Ata’ya on iki çeşit üzüm türünden
ikram edilmiştir. Ulaştığı yüksek ahlâk ve Allah sevgisinden dolayı, Ahmed
Yesevî onun soyundan bir büyük zatın dünya geleceğini müjdelemiş. Daha sonra
onun soyundan Ikânîye kolunun kurucusu Kemal Şeyh Ikânyî gelmiştir[782].
İbrahim Ata
Türbesi: Bu, Ahmed Yesevî’nin babası İbrahim Ata’nın türbesidir. Türbe
Sayram(bugünkü Çimkent) şehrinin kuzey doğusunda yer almakta olup, XII-XIV.
yüzyıllarda yapıldığı tahmin edilmektedir. XIX. yüzyılda yenilenen türbenin
kubbesi, 1950 yılındaki depremde yıkılmıştır.
Karaşaş Ana
Türbesi: Yerli halk arasında Karaşaş Ana olarak tanınan Ahmed Yesevî’nin
annesi Ayşe Hatun’un türbesidir. Sayram şehrindedir. 7X6.5 metre
çapında, 9.3 metre yüksekliğinde olan türbe harap olmuş iken, XIX yüzyılda
yeniden inşa edilmiştir.
Hoca Ahmed
Yesevî ve sülalesinden gelen şahıslarla beraber Yesevî tarikatına dahil ve onun
halifelerinden olan bir çok kimsenin türbeleri Yesi şehri ve civarında
bulunmaktadır. Biz bunlardan bir kaçını zikrettik. Bunların dışında
Talas(Taraz)şehri civarında da bir çok anıt-mezar vardır. Bunların arasında
tarihi bakımından en eskisi Karahan Türbesi’dir.
Karahan
Türbesi: Bu türbe, Güney Kazakistan’da eski Taraz şehri yakınlarında olup
Karahanlılar devrinden günümüze gelmiştir[783].
Türbe XI. yüzyıla aittir. “Evliya Ata Karahan” namı ile bilinen, Karahan adlı
mutasavvıfa aittir. Bugünkü Cambıl şehrinin, eski adı olan Evliya Ata adını bu
zattan almış olduğu iddia edilmektedir[784].
Türbe eskiliği ve mimari özellikleri açısından calibi dikkattir.
Babaca
Hatun Türbesi: Taraz civarındaki diğer bir tarihi türbe de Babaca Hatun
türbesidir. Yapı XI. yüzyıla ait olup, tuğlayla yapılmıştır. Günümüze dek iyi
bir vaziyette saklanagelmiştir. Bu türbe de erken Karahanlı devri abidelerinden
olup, mimari özellikleri bakımından kubbeli yapılar arasında yer almaktadır.
Ayşe Bibi
Türbesi: Taraz şehrinden 18 kilometre mesafede bir tepe üzerinde yer alan Ayşe
Bibi Türbesi, bu bölgenin önemli dini abidelerinden biridir. Türbe dış
süslemesi ve mimari yapısı bakımından Merkezi Asya’da bulunan birkaç yapı
arasında yer almaktadır[785].
Türbenin dış duvarı çini işi süslemeler, resimler ve muhtelif renklerdeki
şekillerle donatılmıştır. Günümüzde türbenin sadece batı cephesi sağlam
bulunmaktadır. Diğer duvarları yıkılmış ise de kalıntıları muhafaza edilmiştir.
Ahır Tas
YapıtıfAhır Taş): Halk arasında Ahır Taş olarak bilinen bu yapıt, Taraz
şehrinin 40 kilometre doğusundadır. Mimari özellikleri bakımından mükemmel bir
abide kabul edilen bu esre, araştırmacıların büyük ilgisini çekmiştir. Üzerinde
çalışma yapan arkeologlardan D. Ivanov, 1885 yılında Ahır Taş hakkında “onun
büyük bir ustalıkla inşa edildiğini ve eski Türk mimarisinin önemli
örneklerinden biri olduğunu” ifade etmektedir[786].
İnşaatında büyük taşlar kullanılan bu binanın 100 odadan oluştuğu düşünülmektedir.
Böyle bir binanın yapımı için insanın büyük bir servete, binlerce işçiye ve
imkânlara sahip olmak gerekmekte idi. bu sebeple araştırmacılar bu yapıtı inşa
ettiren şahsın bir hükümdar olabileceğini düşünmüşlerdir. Yapılan bütün
incelemelere rağmen bu binanın hangi devre ait olduğu ve hangi amaçla
kullanıldığı tam olarak anlaşılamamıştır. Araştırmacılardan bazıları bunun bir
Buda mabedi olduğunu söylerken, bazıları da bir Hıristiyan kilisesi olduğunu
ileri sürmektedirler. Üçüncü bir grup ise bunun bir kervansaray olarak
yapıldığı görüşünü desteklemektedir[787].
Bina üzerinde araştırma yapanlardan K.M. Baypakov ise, bu yapıtın VII. yüzyılda
Kuteybe bin Müslim’in emriyle yapılmış sınır kalesindeki bir sığınak
olabileceğini söylüyor. Yani, yapıt Islâmi döneme aittir. Baypakov, bu yapıtın
Talaş ve Yedisu’da hüküm süren Karluklar tarafından inşa edilmeye başlanmış
olabileceğini de ileri sürmektedir. O, binanın bir odasının mescit şeklinde
tasarlanmış olduğundan hareketle, bu çeşit mescitlerin İslâmiyet’in ilk
dönemine ait olduğunu ifade etmektedir[788].
Arslan Baba
Türbesi: Otrar bölgesine dahil türbeler arasında yer alan Arslan Baba
türbesi, Ahmed Yesevî’nin hocası ve mürşidi olan halk arasında “Arştan Bab”
olarak da bilinen mutasavvıfa aittir. Hakkında çeşitli efsaneler ve hikayeler
anlatılan bu zatın Hz. Peygamber’in sahabelerinden biri olduğu bile
söylenmektedir. Günümüzde Arslan Baba mezarı yerinde 30X13 m ebadında bir türbe
bulunmaktadır[789].
Bölgenin en önemli ziyaretgâh yeri olan türbe kaynaklara göre, XII-XVIll.
yüzyıllar arasında birkaç defa onarılmış ve yenilenmiştir[790].
Bu
saydıklarımızın dışında daha bir çok türbe bulunmaktadır. Bu türbelerin büyük
çoğunluğu Sayram-Yesi arasında veya çevresindedir. Bunun başlıca sebebi,
XI-XIII. yüzyıllarda Yersevî tarikatının bölgede oldukça yaygın olmasıdır. F.
Köprülü’nün de işaret ettiği gibi “Ahmed Yesevî’nin bozkır halkı üstünde yaygın
şöhret ve nüfuzu vardı. Bu bölgede buna delâlet eden birçok menkıbe ve Hoca’nın
müridlerine ait mezarlara rastlamak mümkündür”[791].
Bu nevi türbe-mezarlıkların sayıca çokluğundan ve haklarında pek fazla bilgi
bulunamadığından dolayı burada sadece isimlerini vermekle yetineceğiz[792].
Bu bilgileri yazarı belli olmayan “Risaleî Sayram” adlı eserden almaktayız.
Günümüzde bu eserin Türkmence ve Özbekçe çevirileri bulunmaktadır. Mirahmad
Mirholdoroğlu’nun Risâle-î Sayram’ın Özbekçe tercümesinden kullanarak yazdığı
kitabında isimleri zikredilen Sayramlı alimler ve din büyüklerinin bazıları
şunlardır: Mevlana Imameddin Isficabî; Hoca Abdusamet Sayramî; Hazreti İmam Ali
Hanafî; Mevlana Abdulşahid Isficabî; Hoci Şarafaddin Bağdadî; Hoca İbrahim;
Karaşaş Ana; Hoca Süleyman; Hoca Salim; Hoca Davud; Nureddin Ata(Baba Togay);
Hazreti Hoca Burhaneddin; Hazreti Şeyh Kamaleddin Beyzavî(Buzlok Ata); Hazreti
şeyh Feridüddin Attar; Hazreti Seyd Bedriddin Ata; Ulema Taceddin Isficabî;
Hoca Abdulla Sayramî; Baba ata Ishak Bab[793];v.b.
Halk arasında
“Otrar’da otuz bab; Sayram’da var sansız bab, Babların babasını sorarsan, en
büyüğü Arsalan Bab”[794]
şeklinde bir söylenti vardır. Bu ifade aynı zamanda bu bölgedeki ata ve
Babaların sayısının çokluğunu göstermesi açısından da önemlidir. Hakikatte
yukarıda bahsettiğimiz “Risaleî Sayram”da seksenden fazla azizin ismi
geçmektedir[795].
Günümüze bunlardan bazıları tamir edilmiş olup, bazıları da harabe halindedir.
“XI-XIV.
yüzyıllarda Sır Derya Yöresinin Siyasî ve Sosyo-Kültürel Tarihi” adlı bu
çalışmamızda ağırlıklı olarak bölgenin ortaçağlardaki durumu hakkında bilgi
vermeye çalıştık. Bunu yaparken, bölgede kurulan devletlerin siyasi tarihi ile
sınırlı kalmaksızın, aynı zamanda, Sır Derya yöresinde yaşayan Türk
kavimlerinin kültür tarihi için de önemli bulduğumuz konulara değindik. Sır
Derya Yöresinin tarihçesini daha iyi anlayabilmek amacıyla, bölgenin eski
tarihine dair bilgilere de yer verdik, önce Sır Derya adından ve bölgenin
coğrafi durumundan başlayarak, eski yerleşim merkezleri, buralarda yaşayan
kavimler, onların sosyo-kültürel ve siyasi yapısı, bölgede vukubulan önemli
olaylar, kavimler göçü ve bunun bölgedeki sonuçları. Sır Derya havzasında
kurulan şehirler ve zaman içinde gelişen ticaretin halkın hayatındaki rolü
hakkında da kaynakların el verdiği ölçüde bilgi verilmiştir.
Bölgenin
siyasi tarihini Moğol İstilâsı Öncesi ve Moğol İstilâsı Dönemi olmak üzere iki
kısımda inceledik. Bölgenin kültürel tarihini ise, Sır Derya bölgesinin
İslâmiyet’ten önceki ve sonraki dönemleri olarak yine iki kısım halinde ele
aldık. Böylece, bölge hakkında birinci elden kaynaklarda verilen bilgilerle
modern araştırmalara dayanarak, Türk tarihi için mühim bir bölge olan Sır Derya
Yöresinin tarihini hem siyasi hem de kültürel açıdan ortaya koymaya çalıştık.
Sır Derya
Havzası, eski çağlardan beri insanoğlunun yaşadığı bir bölgedir. Türklerin ata
yurdu olan Orta Asya’nın can damarı mahiyetindeki Seyhun ile Ceyhun vadilerinin
eski bir medeniyet merkezi olduğu kaynaklarca da ifade edilmektedir. Bu
araştırmamız bize bu yerlerin sadece Iskitler, Hunlar, Kanglılar ve Oğuzlar
zamanında yerleşim mekânı olmadığını, daha öncelerden beri insanoğlunun yaşadığı
bir bölge olduğunu göstermiştir. Merhffm Z. V. Togan’ın tabiriyle “Kent
Türkleri”nin yerleşik hayat yaşadığı Türk kavimlerinin yurdu olmuştur.
Sır Derya
boyundaki ortaçağ Oğuz şehirleri ve yerleşim yerleri az-çok araştırılmış ve
önemi üzerinde bir hayli araştırma yapılmış, yerli ve yabancı bilim adamları
tarafından eserler yazılmış ise de, tarihimizi yakından ilgilendiren bu
bölgenin eski tarihine dair kaynaklar oldukça az olduğundan, yapılan
araştırmalara rağmen bölgenin eski tarihine dair bilgilerimizde bir hayli
boşluk vardır. Bu sebeple daha ayrıntılı çalışmalara ihtiyaç vardır. Elimizde
bulunan eski çağ yazılı kaynaklarının oldukça sınırlı olması, bizi daha ziyade
arkeolojik kazı ve araştırmalara yöneltmiştir. Bu çeşit araştırmaların da uzun
zamana mütevakkıf olduğu bellidir. Biz bu çalışmamızda günümüze kadar yapılan
çalışmalardan yararlandık. Dolayısiyle bölgede kazılar yapıldıkça ortaya yeni
bilgilerin çıkacağı ve bu çalışmalara göre bazı kanaat ve görüşlerin
değişikliğe uğrayacağı tabiidir.
Çalışmamızda,
bölgenin ekonomisi açısından büyük önem arz eden İpek Yolu hakkında da
bilgi verilmeye çalışılmıştır. Çünkü, Sır Derya havzası boyunca kurulan Oğuz
şehirleri, bu ticaret yolu sayesinde gelişmiş ve bölgede de yeni gelişmelerin
zuhuruna sebep olmuştur. Bu yüzden çalışmamızda Doğu’yu Batı’ya bağlayan bu
ticaret yolunun güzergâhı boyunca bölge halkının hayatını nasıl etkilediği
meselesi üzerinde durulmuştur.
Bölgenin
siyasi tarihi, İskitler veya Sakalarla başlamaktadır. M.Ö.VIII. yüzyılda
tüm Kazakistan bozkırlarında olduğu gibi Sır Derya yöresinde de Sakaların
varlığı görülmektedir. Özellikle bunlardan Agripiyler ve
İssedon(Asılar-Assaklar) olarak ismlendirilen Saka boyları bölgede yaşamıştır.
Sakalardan sonra bölgeye hakim olan kavimler arasında Vusunları(Wusunlar) ve Kanguyları
(Kanglılar) görüyoruz. Kanguylar, M.ö. I. yüzyıldan M.S. VI - VII. yüzyıla
kadar olan dönem içerisinde, Türkistan ve çevresini de içerisine alan,
Fergana'dan Aral Gölü'ne kadar uzanan sahada yaşamışlardır. Çin tarihçileri
bunları Yüksek Arabalı Kavimler olarak niteler ve onların Hunlarla aynı
dili konuştuklarına işaret ederler.
Yapılan
araştırmalarda, bu dönemde, Türkistan yöresi ve Karatav çevresinin Türk
toplulukları tarafından kutsal sayılan bir mekân olduğu ortaya çıkarılmıştır. Merdankuyık,
Aktepe ve Konurtepe gibi yerleşim merkezlerinde, yapılan arkeolojik
kazılarda ele geçen buluntular, başta giyim kuşam olmak üzere, Kanguy kültürü
hakkındaki bilgilerimize önemli katkılar sağlamıştır.
Ak Hunlar M.
S. V. yüzyılda Sır Derya havzasında önemli bir güç haline gelmişler, ve
şehirleşmeye büyük önem vermişler; Sasaniler ile siyâsi ilişkiler
geliştirmişler ve bölgede Türk hakimiyetinin gelişmesinde büyük rol
oynamışlardır. Otrar şehri ve çevresindeki Altıntepe, Tokaytepe, Çıplaktepe ve
Pıçakçıtepe diye bilinen tarihi yerleşim yerlerinin bu dönemde kurulduğu
anlaşılmıştır.
Göktürkler döneminde,
Batı Göktürkleri hakimiyetindeki Sır Derya’nın orta kısmında yer alan
Yesi şehri öne çıkmış ve yörede yerleşme hızla gelişmiştir. Bunu kanıtlayan
buluntular, Hoca Ahmed Yesevi Külliyesi'nin yakınlarındaki Kültepe’de yapılan
kazılarda ortaya çıkarılmıştır.
Batı
Göktürkler’den sonra VII. yüzyılın sonlarına doğru, Türgişler bölgeye
hakim olmuş; bu dönemde Arapların bölgeye gelmesi ile siyasi ve kültürel
yönden, yeni bir dönem başlamıştır. VIII. yüzyılda Sır Derya havzasının orta
kısımları, Araplara bağlı olarak Kartukların idaresi altında
kalmış, daha sonra Sâmânîler, Kartuk ve Oğuzlar arasındaki siyasi
çekişmelere sahne olmuştur.
IX. yüzyılın
ikinci yarısından itibaren, Sâmânîler ve Karahanlılar idaresinde
Sır Derya Havzası Oğuz iskânı ile gelişmiş ve bölgenin önemli
şehirlerinden biri olan “Şavgar” (veya Yesi) gelişen ticaret ile
birlikte en parlak dönemini yaşamıştır. Yapılan araştırmalar sayesinde, Karaçuk
Dağı eteklerindeki Savran şehri ikinci önemli yerleşim birimi olarak
ortaya çıkarken; Sır Derya havzası boyunca Sığnak, Mirtepe, İşkani, İkan,
Şomak, Çuytepe(Şoytepe) gibi pek çok sayıda Oğuz yerleşenlerinin bulunduğu
anlaşılmıştır. X. yüzyılda da gelişmesini sürdüren Türkistan ve çevresi,
XI. yüzyılın ikinci yansından sonra mahalli Harezm beylerinin idaresinde
kalmıştır. 1219 yılında vukubulan Moğol İstilâsına kadar Harezmşahlar
bölgede hakimiyetlerini sürdürmüştür.
Çalışmamızın
ikinci bölümünde bölgenin etnik durumuna değindik. Bölgede varlıklarını
sürdüren Türk (veya yabancı) gruplar hakkında bilgi verdik. Ayrıca bu
toplumların sosyo-kültürel hayatı üzerinde yapılan incelemelere değindik.
Dünya tarihi
açısından olduğu kadar Orta Asya Türk tarihi açısından da büyük bir olay olan Moğol
İstilâsı bölgedeki siyasi dengeleri alt-üst etmiştir. Sır Derya yöresinin
tarihi açısından da büyük önem arz eden bu olay bizi sadece siyâsi açıdan
değil, aynı zamanda ekonomik ve kültürel açıdan da ilgilendirmiştir. Bu hadise
Sır Derya havzası boyunda yer alan şehirlerdeki gelişmelerin durmasına veya
şehir hayatının gerilemesine ve hatta bazı yerleşim merkezlerinin yok olmasına
sebep olmuştur. Moğol İstilâsı dönemine ve sonrasına ait kaynaklar
sayesinde bu trajik olaylar hakkında etraflı bilgiye sahibiz. Çalışmamızda
Moğol ordusunun Sır Derya boyunca ilerleyişi esnasında güzergâhları üzerinde
bulunan şehirlerin akıbeti konusuna değinerek, istilânın yerli halkın hayatını
nasıl etkilediği üzerinde durduk.
Sır Derya bölgesi,
sadece önemli siyasi olaylara değil, aynı zamanda mühim kültürel gelişmelere de
sahne olmuştur Moğol İstilâsı’ndan önce bölgeye yapılan Arap
seferleri ve İslâmiyet’in yayılışı da Sır Derya havzasında fevkalade
köklü kültürel gelişmelere zemin hazırlamıştır. Moğol İstilâsı bölgenin etnik
ve siyasi durumunu değiştirirken, İslâmiyet’in yayılışı ise, bölgede
daha derin tesirler yapan kültürel değişiklikler meydana getirmiştir.
Zamanla Orta
Asya Hanlıkları ve devletlerinin siyasi başkenti haline gelen Türkistan, aynı
zamanda Orta Asya’daki Türklüğünün manevî merkezi de olmuştur. Bu gelişme,
doğrudan doğruya Hoca Ahmed Yesevî’nin düşünce ve yaşayışının bir neticesidir.
Bu sebeple İslâmiyet’i Türk düşünce ve yaşayışıyla birleştirerek kendine has
bir yorumla yoğurup müridleri vasıtasıyla bunu yayan Hoca Ahmed Yesevî’nin
tarihi şahsiyeti ve faaliyeti ve netice olarak Sır Derya yöresinde İslâmiyet’in
yayılışı meselesi üzerinde biraz fazla durduk. Bu konu, İslâmî Türk düşünce ve
tasavvufunun oluşması ve gelişmesi bakımından fevkalâde mühimdir.
Çalışmamızın
sonunda Ahmed Yesevî ismiyle özdleşen eski Yesi(Türkistan) şehri tarihçesine de
yer vererek, bu yöredeki Yesevî ve Nakşibendî tarikatına ait vakıf eserler,
evliya ve din büyüklerinin ziyaretgâhına dönüşen Külliye ve Türbeler hakkında
da bilgi verdik.
ABDURAHMAN, V., |
“Divanü
Lugat-it Türk’deki Türk İllerinin Çağdaş Çin Kaynakları ile Mukayesesi ve
Değerlendirilmesi”, yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara. 1997. |
AGACANOV, S.G., |
Oçerki
İstorii Oguzov i Türkmen Sredney Azii, İlim yay., Aşhabat, 1969. |
AGACANOV, S.G., |
Oğuzlar, çev.
A. Annaberdiyev-N. Ekber, Selenge yay., İstanbul, 2001. |
AGEEVA.E.I., |
“İstorii
Osedlih Poselenii i Gorodov Yujnogo Kazakistana”, Trudi înst. Arhi. Etn., c.
V, Moskova, 1958. |
AHINCANOV, S. M., |
Kıpçaki v
İstorii Srednevekovogo Kazakistana, Nauka yay.,
Almatı, 1989. |
AKIŞEV, K., |
Drevnıy
Otrar, Almatı, 1972. |
ALPISBAYEV, H.
A., “Otkrıytie Pamyatnikov Drevni i Pozdnego Poliolita v Yucnom Kazakistane”, Sovet
Arkeolojisi der., say. 1, 1961.
AMANCOLOV,
K.-RAHMEDOV, K., Türki Halıktarının Tarihi, Bilim yay., Almatı,1996.
ANDRAS J. E.
Bodrogligeti, The İmpact of Ahmed Yesevî’s Teaching on the Cultural and
Political Life of the Turks of Central Asia, TTK, Ankara, 1992.
Arapski i
Persidsky îstoçniki, Moskova, 1984.
“Arkeologicheskie Isledovaniye na Severnıh Sklonah Karatau”, Kazakistan
İlimler Akademisi Arkeoloji Araştırmaları Ansiklopedisi, c. XIV, Almatı,
1962.
Arkeologicheskiye
İsladovanoye v Kazakistane, Almatı, 1973.
ARTAMONOV, M. I, |
., Sokrovişe Sakov, Moskova, 1973. |
AŞAN, Beşir., |
Türkistan
Tarihi Üzerine Bir Araştırma, (Profesörlük Araştırma eseri)Elazığ, 2001 |
ATEŞ, A., |
“Oğuz
Destanı Üzerinde Bazı Mülâhazalar”, TDED, c. IV, say. 1-2. |
BABUR, Zahîrüddin Muhammed, Vekâyi, çev. R. R. Arat,
TTK. yay., c. I, Ankara, 1987.
BALA, Mirza, |
“Kızıl Kum”
mad., İ.A, c. VI, İstanbul, 1955. |
BALA, Mirza, |
“Kara Kum”
mad., İ.A, c.VI, İstanbul, 1955. |
BANG, W.-
RAHMEDİ.G.R., Oğuz Kağan Dastanı, İstanbul, 1936.
BANGUOĞLU, Tahsin, “Oğuzlar ve Oğuzlar Üzerine”, TDAY, Ankara,
1959.
BARTHOLD, V.V., |
İstorya
Kulturnıy Jizni Turkistana, Soçineneya, c. İL, |
BARTHOLD, V.V., |
İslâm
Medeniyeti Tarihi, çev. F. Köprülü, 4. bsk, Ankara 1977. |
BARTHOLD, V.V., |
Moğol
İstilâsına Kadar Türkistan, çev. H. D.YILDIZ, 2.bsk. TTK yay., Ankara,
1990. |
BARTHOLD, V.V., |
“Oçerk
Istorii Turkmenskogo Naroda”, Soçineniye, Bostoçnii Leteratura yay.,
c.ll, Moskova, 1963. |
BARTHOLD, V.V., |
Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler, haz. K.Y. KOPRAMAN- A. I. AKA, Ankara, 1975. |
BARTHOLD, V.V., |
Turki, Calin yay., Almatı, 1998. |
BARTHOLD, V.V., |
“Kara-Hıtaylar” mad., İ.A, c.VI, İstanbul, 1961. |
BARTHOLD, V.V., |
“Sır Derya” mad., İ.A, c.X, İstanbul, 1966. |
BAYPAKOV, K„ |
VII-XIII. Gasırda Ontüstik Kazakstan men Yetisudın
Ortagasırlardagı Kalalık Madeniyeti, Almatı, 1986. |
BAYPAKOV,
K.M-NURCANOV, Ulu Cibek Coh cane Orta Gasırlık
Kazakistan, Bilim yay., Almatı, 1992.
BAYPAKOV,
K.M-ELEUOV, M., Srednevekovie Goroda Kazakistana na
Belikom Şelkovom Puti, Mura yay., Türkistan, 1997.
BAYPATŞA, E., |
Kazak Dalaşının Ecelgi Tarihi, Almatı, 1998. |
BEKİN, A.R., |
İpek Yolu, Ankara. 1981. |
BEKMAHANOV, N-A. ZAFİROV, Kazak Tarihînin Materyalleri, İlim
yay., Almatı, 1986.
BELENİTSKY. A., |
The Ancient Civilisation of Central Asia, Londra,
1969. |
BERNŞTAM, A.H., |
Problemi
Drevney İstorii i Etnogenez Yucno Kazakistana^ İAN. KazSSR yay., Almatı, 1950. |
BOLŞAKOV, O.G., |
Srednevekovaya Goroda Sredni Azii, Leningrat, 1973. |
BUHARALI, Eşref, |
“Kimek Hakanlığı”, Tarihte Türk Devletleri Sempozyumu
Tebliğleri, c.l, Ankara. |
BUNYATOV, Z.M., |
Gosurdarstvo Harezimşahov-Anuştekinidov(1097- 1231), Moskova,
1986. |
CAETANİ, L, |
İslâm Tarihi, çev. H. Cahid, İstanbul, 1924. |
CANDARBEK, Z, |
“A. Yesevî’nin Türk Tarihindeki Yeri”, Yasaui Taglımı, Türkistan,
1998. |
CANDARBEK, Z, |
“Nasab-Nâme” yayınlanmış doçentlik tez, Almatı, 2000. |
CANDARBEK, Z, |
Türkistanın Qıska Tarihi, Türkistan, 2000. |
CARMUHAMMEDOĞLU,
M., "Hoca Ahmed Yesevî'nin Hayatı Hakkında Yeni Deliller ve Onun
Bilinmeyen "Risale" Adlı Eserinin İlmi Değeri", Milletlerarası
Ahmed Yesevî Sempozyumu Bildirileri, s. 13-20.
CUNBUR,
Müjgan, “Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi’nde Ahmed Yesevî”, Yesevîlik Bilgisi, Ahmed
Yesevî Vakfı yay., Ankara, 1998.
CUVEYNÎ,
Alaaddin Ata Melik, Tarih-i Cihangûşâ, çev. M. öztürk, Kültür
Bak., yay., Ankara, 1998.
ÇAĞATAY, N.,
İslâm Tarihi, İstanbul, 1972.
Drevnaya Kultura Çentralnoy Kazakistana,
Almatı, 1966.
DONUK, A., “Türk Devletinde Hakimiyet Anlayışı”, TED., say.
X-XI, 1979-80.
DURMUŞ, llhami, îskitler(Sakalar),_TKAE yay., Ankara,
1993.
EBU’L-GAZİ Bahadır Han, Şecere-i Terâkime-Türklerin Soy
Kütüğü, Haz: Zuhal ölmez, Ankara, 1996.
el-HÜSEYNÎ Sadruddin
Ebu’l-Hasan,Ahbârü’d-Devleti’s-Selçukiyye, çev.
|
Necati
Lügal, TTK., yay., Ankara, 1999. |
el-BELÂZURÎ, |
Fütûhu’l-Büldan,
çev. M. Fayda, Ankara, 1987. |
ERASLAN Kemal, |
“Hikmet
Geleneği”, Yesevîlik Bilgisi, Ahmed Yesevî Vakfı, yay., Ankara, 1998. |
ERGİN, Muharrem, |
Dede
Korkut Kitabı l-ll, TDK yay., Ankara, 1963. |
ERZAKOVİÇ, L.B., |
Po Sledam
Drevny Kültün Kazakistana, Almatı, 1975. |
ESİN, Emel |
Fârâbî’nin
Vatanında İlk Kültür Merkezi: Kengü Tarban(d) ve Sayram, Ankara, 1990. |
ESİN, Emel, |
“Miladi
Vll-X Yüzyılda Sır Derya Oğuzlarının Maddî Kültürü Hakkında Notlar”, VIII.
Türk Tarihi Kongresi, ll.cîlt’ten ayrıbasılım, Ankara, 1981. |
Ferîdü’d-din ATTÂR, Mantıku’t-Tayr, çev. Abdülbaki Gölpmarlı,
İstanbul, 1968.
FRYE, Richard Nelson, Orta Çağın Başarısı-Buhârâ, çev.
H. Kurt, Bilig yay. Ankara.
GENÇ, Reşat, |
Kaşgarh Mahmud’a Göre XI. Yüzyılda Türk Dünyası, TKAE yay., no: 147, Ankara, 1997. |
GENÇ, Reşat, |
Karahanlı Devleti Teşkilatı, İstanbul, 1982. |
GENÇ, Reşat, |
Türk İnanışları ile Milli Geleneklerinde Renkler ve
Sarı-Kırmızı-Yeşil, Ankara, 1997. |
GIBB, |
Orta Asya’da Arap Fütuhatı, çev. M. Hakkı, İstanbul, |
1930.
GOLDEN, P„ |
Türk
Halkları Tarihine Giriş, çev. 0. Karatay, KaraM yay., Ankara, |
GÖKALP, Ziya, |
Türk
Devletinin Tekâmülü, haz. K.Y. Kopraman, Kültür Bakanlığı yay., Ankara,
1981. |
GÖMEÇ, S., |
“Kağan ve Hatun”, Göktürk der. Ankara, 1996, |
GUMİLÖV, L., |
Eski Türkler, çev: BATUR, Ahsen., Birleşik yay., İstanbul,
1999. GANİ, M., Kazaktın
Köne Tarihi, İlim
yay., Almatı, 1993. |
GÜNALTAY, Ş. |
İslâm
Tarihinin Kaynakları -Tarih ve Müverrihler, Enderun yay., İstanbul, 1991. |
GÜNAY, Ü-H. GÜNGÖR, Başlangıçlarından
Günümüze Türklerin Dinî
Tarihi, Rağbet yay., İstanbul,
2003.
GÜNGÖR, Erol, |
Tarihte Türkler, Ötüken yay., 7. bsk., İstanbul,
1996. |
HAMZAOGLU, U., |
Türkterdin Oturukçu Örkenniyeti, Almatı, 2002. |
HAUSSIG, Hans
VVilhelm, İpek Yolu ve Orta Asya Kültür Tarihi, çev. M.
Kayayerli, Ötüken yay., İstanbul, 2001.
HAYİT, Baymirza, |
“Türkistan
Kadınlarının Yesevîlik An’anesi”, Yesevîlik Bilgisi, Ahmed Yesevî
Vakfı yay., Ankara, 1998. |
Hudûd el-âlem, |
İngilizce’ye
tercüme eden: V. Minorsky, London, 1937. |
Ibnü’l-ESİR, |
el-Kâmil
fit-Tarih, çev. A. Özaydın, c. IV-VL, İstanbul, 1987. |
Ibn FAZLAN |
Seyahatnâme, haz. R.Şeşen, İstanbul, 1973. |
İNAN, Abdülkadir, |
“Dede Korkut
Kitabında Eski İnanç ve Gelenekler”, TKA, c.2, Ankara, 1992. |
İNAN, Abdülkadir, |
Tarihte ve Bugün Şamanizm, TTK yay., 2.bsk., Ankara, 1972. |
JİRMUNSKY, V.M., |
“Sırderya
Boyunda Oğuzlar’a Dair İzler” Turkologiçeskiy Sbornik, çev: İsmail
KAYNAK, c.l, Ankara, 1961. |
KABIŞOV, İslam, |
Kazak Kaumı, Cazuşı yay., Almatı, 1997. |
KAFALI, Mustafa, |
Altın
Orda Hanlığının Kurluşu ve Yükselişi, İstanbul, 1977. |
KAFESOĞLU, İbrahim, Harezmşahlar Devleti Tarihi, TTK.,
yay., Ankara, 1984.
KAFESOĞLU, İbrahim, Kutadgu Bilig ve Kültür Tarihimizdeki
Yeri, Kültür Bakanlığı yay., İstanbul, 1980,
KAFESOĞLU, İbrahim, Eski Türk Dini, 2.bsk, Kültür Bak
yay., Ankara, 1980.
KAFESOĞLU, İbrahim, Türk Milli Kültürü, Boğaziçi yay.,
14. bsk., İstanbul, 1996.
KARİBAYEV, B., |
Türkistan
Cane Kazak Hanlığı, Almatı. 1999. |
KARA KAŞ, S., |
Türk
İdâre Târihinde Hâkimiyet Anlayışı, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi),
Ankara, 1998. |
KARAM, J.Skafe., |
“VI-VIIL
Yüzyıllarda Türkistan Sahalarında Batı Türk Hâkimiyeti”, çev. B. Keneş, Türkler,
Yeni Türkiye yay., c. II, Ankara, 2002, |
KAŞKARLI, Mahmud, Divanü Lügat'it-Türk, çev. Besim
ATALAY, TDK. yay., 3.bsk., Ankara, 1992.
Kazak Hanlığı Tarihine Dair Materyaller, Almatı, 1969,
c.
I, İlim yay., Almatı, 1982.
KAZAKİSTAN TARİHİ (Oçerkter),
Dauır yay., Almatı, 1994.
KENJETAY, D. |
Hoca
Ahmed Yesevî’nin Ahlâk Felsefesi, Yesevî Ocağı yay.,
Ankara, 2003. |
KENJETAY, D. |
Hoca
Ahmed Yesevî’nin Düşünce Sistemi, Yesevî Ocağı yay.,
Ankara, 2003. |
KILIÇ, Mustafa, |
“Türkistan’ın
İslâmlaşması”, Yesevîlik Bilgisi, Ahmed Yesevî Vakfı yay., Ankara,
1998. |
KİŞİBEKOV, D., |
Qazak
Mentaliteti, Keşe, Bugün, Erten(Kazak Mentolitesi,
Dün, Bugün, Yarın), Almatı, 1999. |
KİTAPÇI, Zekeriya, |
Orta
Asya’da İslâmiyetin Yayılışı ve Türkler, 3. bsk, Konya, 1994. |
KİTAPÇI, Zekeriya, |
“Kuteybe b.
Müslim Devrinde Aşağı Türkistan’ın Diğer Şehirlerinde İslâmiyet”, Türk
Dünyası araştırmaları, İstanbul, 1984. |
KİTAPÇI, Zekeriya, |
“Buhârâ’da
İslâmiyetin Yayılışı”, Milli Kültür Dergisi, Ankara, 1977. |
KİTAPÇI, Zekeriya, |
“Emeviler
Devrinde Orta Asya Mahalli Türk Hükümdar ve Aristokratları Arasında
İslâmiyet’in Yayılışı”, 1986. |
KLAŞTORNYİ, S.G., “Orta Asya Milletlerinin Araplara Karşı
Mücadelelerine
Dair”, çev. I. Kaynak, Belleten, c. XXVI, sayı. 104.
KLAŞTORNYİ, S.G., Kazakîstan-Türkin Üç Bin Yılı, çev.
A. Batur, Seleng
yay., İstanbul, 2003.
KLAŞTORNYİ, S.G., “Yaksart-Sır Derya” Sovet Etnografisi, say.
3, 1953.
Türk
Kültürünün Temelleri-ll, Trabzon, 2000.
Otrar’ın Kısaca Tarihi, Türkistan,
2000.
KONRATBAYEV, T., Ertedeki Eskertkişter, Almatı, 1996.
KONONOV, A.H., |
Rodoslovnaya Türkmen, Moskova, 1958. |
KOVALEVSKİI,
A.P., Kniga Ahmeda İbn Fadlâna o Ego Puteçestvii Na
Volgu, Harkov, 1956.
KOVALEVSKİI,
A.P., Putuçestvie îbn Fadlâna na Bolgu, Moskova, 1939.
KOZIBAYEV, M., |
Kazakistan Tarihi, Almatı, 1994, |
KÖPRÜLÜ, Fuad, |
Türk
Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, 7.bsk., DİB. yay., Ankara, 1991. |
KÖPRÜLÜ, Fuad, |
“Kay
Kabilesi Hakkında Yeni Notlar”, Belleten, c. VIII, No:31, Ankara,
1944. |
KÖPRÜLÜ, Fuad, |
“Orta Zaman
Türk Hukuki Meseleleri”, TTK zabıtaları, II, İstanbul, 1943. |
KÖSEOĞLU, N„ |
Devlet
“Eski Türklerde, İslâm’da ve OsmanlI’da”, Ötüken yay., İstanbul, 1997. |
KÖYMEN, M. Altay, |
Büyük
Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, c.lll(Alparslan Zamanı), TTK yay., Ankara, 1992. |
KÖYMEN, M. Altay, |
Büyük
Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, c.l (Kuruluş Devri), 2.bsk, TTK yay., Ankara, 1993. |
KUMEKOV, B.E., |
Gasudarstvo
Kimakov IX-XI vekov Po Arabskim İstoçnikam, Almata, 1972. |
KURAT, A. N. |
IV-
XVIII. Yüzyıllarda Karadenizin Kuzeyindeki Türk Kavimleri ve Devletleri
Tarihi, 2. bsk, Murat Kitapevi yay., Ankara, 1992. |
KURAT, A. N. |
Peçenek Tarihi, İstanbul, 1987, |
KURİLOV, B.P., |
Obşestvennoy
Stroy Oguzov po Dannim “Dede Korut”, Moskova, 1964. |
KURT, Haşan, |
Orta
Asya’nın İslâmlaşma Süreci, Fecr yay., I.bsk, Ankara, 1998. |
LASLO, French, |
“Dokuz-Oğuzlar ve Göktürkler”, çev. M. EREN, Belleten,
c.XIV, sy. 53, Ankara, 1950. |
LERH, P„ |
Arhiologişeski Poezdka, s. 22-23. |
MARGULAN, Alkey, “Otçot o Sentralnoğo Kazakistanski
Arhiologiçeskoy Ekspedisii, İAN KazSSR, Almatı, 1947.
MARŞAK, Boris, |
“Türkler ve Soğdlular”, Türkler Ansiklopedisi, c. İL,
Ankara, 2002. |
MAGAUİN, M., |
Kazak Tarihinin Alfabesi, Almatı, 1992. |
MATERYALİ PO İSTORİİ TÜRKMEN İ TURKMENÎİ, c. I
(VII-XV.y.y.),
|
ANSSSRyay., Moskova, 1939. |
MARŞAK, Boris., |
“Türkler ve Soğdlular”, Türkler Ansiklopedisi, c. İL, Ankara, 2002. |
Mevlana Safiyü’d-Din, Neseb-Nâme Tercümesi, haz. K.
Eraslan, İstanbul, 1996.
MUSAYEV, G.G.,- AYDAROV.G., “Kratkie soobşeniye Sır Darinskaya
natpisi”, Vesnik Akad Nauk KazSSR, Almata, 1967.
Münecimbaşı Ahmed Dede Efendî, Sahayıf ül-Ahbar, çev.
N. Lugal,
Nizamü’l-Mülk, |
İstanbul, 1940. Siyâsetnâme (Siyerü'l-Mülûk), tre. Nurettin Bayburtlugil, Dergah yay., 3. bsk., İstanbul, 1995. |
OLGUNER, Fahrettin, “Tasavvuf Dünyası
İçinde Hâce Ahmed Yesevî”,
Ender, say.21, ayrı bsk. Ankara, 1995,
ORKUN, H. Namık, |
Eski Türk
Yazıtları, TDK yay., no:529, 3.bsk., Ankara, 1994. |
ÖGEL, Bahaeddin, |
İslâmîyetten
Önce Türk Kültür Tarihi, TTK yay., 4.bas., Ankara, 1991. |
ÖGEL, Bahaeddin, |
Türk Kültür
Tarihine Giriş, c. I-IX, Ankara, 1978- 1987. |
ÖGEL, Bahaeddin, |
“Uygur
Devletinin Teşekkülü ve Yükseliş Devri”, Belleten, XIX, s. 366-367. |
ÖGEL, Bahaeddin, |
Türk
Kültürünün Gelişme Çağları, İL, MEB. yay., İstanbul, 1971. |
ÖGEL, Bahaeddin, |
Büyük Hun
İmparatorluğu Tarihi, c. L, Ankara, 1981. |
ÖGEL, Bahaddin, |
Büyük Hun
İmparatorluğu Tarihi, c. I., Ankara, 1981. |
PARMAKSIZOĞLU, I., “Mâverâünnehir”, T.A, c. XXIII, 1980.
PIYLEV, A., |
Hodja
Ahmad Yasaui: Sufisky Poet, Ego Epoha, Tvorçestva, Almatı, 1997. |
POPOVİÇ,
A-G.VEİNSTEİN İslâm Dünyasında Trîkatlar, çev. Osman
Türer, Sûf yay., İstanbul, 2004.
POTAPOV, L.P., |
“İz Istorii Koçevniçestva” Bestnik Mirovoy Kültürü, sy.4,
Moskova, 1977. |
PRITSAK, 0., |
“Kara-Hanlılar”, İ.A., c. VI. |
RASONYİ, Laszlo, |
Tarihte Türklük, TKAE yay., 4. bsk., Ankara, 1996. |
RIZA, Ö. |
Yeryüzündeki
Dinler Tarihi, 1948. |
ROUX, J. P„ |
Türklerin
ve Moğolların Eski Dini, çev. A. Kazancigil, İstanbul, 1998. |
RUDENKO, S. I., |
K Voprosu
o Fermah Skotovodçeskogo Hoziyastvoi o Koçevnikah, Leningrad, 1951. |
Putişestviye v Vostoçnıye Stranı Plano Carpini i Gulyam De
Rubruka , Almatı, 1993.
SADETTİN, Gömeç, Göktürkçe Yazılı Metinlerin Türk Tarihi ve
Kültürü Açısından Değerlendirilmesi, Ankara, 1992.
SAFRAN, Mustafa, Yaşadıkları Sahalarda Yazılan Lugatlara
Göre Kuman/Kıpçaklar’da Siyasi, İktisadi, Sosyal ve Kültürel Yaşayış, TKAE
yay., Ankara, 1993.
SARIKÇIOĞLU, Ekrem, Başlangıçtan Günümüze Dinler Tarihi, İstanbul,
1983.
SALMAN, H.,
“Türgişler”, T.A., c. II.
Sır Oniri Ansiklopedisi, İlim yay. Almatı, 1998.
SENİGOVA.T., “Poseleniye Aktöbe”, Kazakistan İlimler
Akademisi Bildirisi, 1962,
SMAGULOV,E.-M.TUYAKBAYEV, Türkistanın Ortagasırlık Tarihi
Türkistan, 1998.
STRANGE Guy Le, |
The Lands
of the Eastern Caliphate, Cambrige, 1905. |
SÜMER, Faruk, |
Oğuzlar
(Türkmenler) Tarihleri-Boy Teşkilatı- Destanları,
TDAV yay., 4.bas., İstanbul, 1992. |
SÜMER, Faruk, |
Eski
Türklerde Şehircilik, TTK. yay., İstanbul, 1984. |
SÜMER, Faruk, |
“Oğuzlar’a
Ait Destani Mahiyette Eserler”, DTCFD, c. XVII, say. 3-4, Ankara, 1959. |
SÜMER, Faruk, |
“Oğuz Han
Destanı”, Resimli Tarih Mec., c.2, sy. 20, İstanbul, 1951. |
SÜMER, Faruk, |
“Kayı” mad., Î.A., c. VI. |
SÜMER, Faruk, |
“ Oğuzlar” mad, İ.A.,_c.lX, İstanbul, 1964. |
SÜMER, Faruk, |
“X. yüzyılda
Oğuzlar”, DTCF Dergisi, c.XVL, Ankara, 1958. |
ŞEŞEN, Ramazan, |
İslâm
Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri, TKAE yay., Ankara, 1985. |
ŞEŞEN, Ramazan, |
İbn
Fazlân Seyâhatnâmesi, Bedir yay., İstanbul, 1995. |
TANYU, Hikmet, |
Tarih
Boyunca Yahudiler ve Türkler, c. I., 2. bsk., Bile yay. Ankara, 1980. |
TEKİN, Talat, |
Orhun Yazıtları, TDK yay., Ankara, 1988. |
TROFİMOVA, T.A., |
Drevnee
Naselenie Horezma Po Dannım Paleo- Antopologii, Moskova, 1959. |
TOGAN, A. Z.V., Reşideddin Oğuznâmesi, İstanbul, 1972.
TOGAN, A.
Z.V., |
Umûmî
Türk Tarihine Giriş, 3.bsk., Enderun Kitapevi, İstanbul, 1981. |
TOGAN, A.
Z.V., |
Bugünkü
Türkili Türkistan ve Yakın Tarihi, İstanbul, 1981. |
TOLSTOV, S. P„ |
“Goroda
Guzov”, Sovetskaya Etnografiya, say.3, Moskova,
1947 |
TOLSTOV, S. P., |
Po
Drevnim Deltam Oksa i Yaksarta, Moskova, 1962. |
TOLSTOV, S. P., |
Po Sledam
Dervnii Horezmskoy Sivilizatsoy, Moskova,
1948. |
TURAN, Osman, |
Türk
Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, Boğaziçi yay., 8.bsk. İstanbul, 1995. |
TURAN, Osman, |
“Terken
Unvanı Hakkında”, THTD, c. I, Ankara, 1944. |
TURAN, Osman, |
Selçuklular
Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti, Boğaziçi yay., 5.bsk. İstanbul, 1996. |
TURAN, Osman, |
“Eski
Türkülerde Ok’un Hukuki Bir Sembol Olarak Kullanılması”, Belleten, (1945). |
TURAN, Osman, |
“Türklerve
İslâmiyet”, DTCF, dergisi, IV., say. 4., |
TURAN, Osman, |
“Satuk Buğra
Han Menkıbesi ve Tarihi”, Ülkü der., say.74 |
TÜRK DÜNYASI EL KİTABI, c.l, TKAE yay., 2.bsk. Ankara,
1992.
UTEMİŞ HACI, |
Cengiz-nâme,
haz. Yu. G. Baranova, Almatı, İlim yay., 1992. |
UZUNÇARŞILI,
İsmail Hakkı, Osmanh Devleti Teşkilâtına Medhal, TTK., yay., Ankara,
1988.
VLADİMİRTSOV,
B.Y., Moğolların İçtimaî Teşkilâtı (Moğol Göçebe Feodalizmi), çev: A.
İNAN, TTK. yay., 2.bsk., Ankara, 1987.
YESEVÎ, Hoca
Ahmed, Divan-ı Hikmet, haz. H. Bice, Ankara, 1993.
YAKUBOVSKİ,
A.Yu., Altın Ordu ve Çöküşü, çev. Haşan EREN, TTK., yay., Ankara, 1992.
YAKUBOVSKİ,
A.Yu., “Glavni Vapros Istorya Razvitiya Garodov Sredni Azii”, ANSSSR, 1951,c.
XXIX.
YAZICI,
Nesimi, “Hoca Ahmed Yesevî Döneminde Türk-lslâm Kültürünün Oluşumu ve Gelişimi
Üzerine Bazı Düşünceler”, Yesevîlik Bilgisi, Ahmey Yesevî Vakfı yay.,
Ankara, 1998.
YILDIZ, Hakkı
Dursun, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, c. VI, İstanbul, 1991.
YILDIZ, Hakkı
Dursun, Talaş Muharebesi Hakkında Bazı Düşünceler, İstanbul, 1973.
Yusuf Has
Hacib, Kutadgu Bilig, II. TTK, yay., 6. bsk., Ankara, 1994.
[1]
A. KONRATBAEV, “Sır men Amu Kazpige Kuygan ba?” ( Sır ile Amu Hazara Dökülmüş
mü?), Bilim jane Enbek, 1983, Say.3.
[2] Ahmet Zeki Velidî TOGAN, Bugünkü Türkili
Türkistan ve Yakın Tarihi, Ender kitapevi yay., İstanbul, 1981, s.16.
[3] Z. V. TOGAN, Türkistan.., s. 16.
[4] R. ŞEŞEN, Islâm Coğrafyacılarına Göre
Türkler ve Türk Ülkeleri,(İCGT) Ankara, 1998, s. 112.
[5] R. ŞEŞEN, a.g.e., s. 112-114.
[6] S. G. AGACANOV, Oğuzlar, cev. Ekber N.
Necef/ Ahmet Annaberdiyev, İstanbul, 2002, s. 70.
[7] HERODOTOS, c. IV, s. 21.
[9] S. G. L,KLAŞTORNIY, “Yaksart-Sır Derya” Sovet
Etnografisi, say. 3,1953.
[10] I. DURMUŞ, a.g.e., s. 136.
[11] T. KONRATBAYEV, a.g.e., s.13.
[12] S. G. KLAŞTORNIY, a.g.m., s. 189.
[13] T. KONRATBAYEV, a.g.e., s. 7.
[14] V.V. BARTHOLD, istoriya k Oreşşeni
Turkestana(Türkistan’ın tarim tarihçesi), 1914, s. 130.
[15] MAHMUD. KAŞGARLI, DLT, c. L, s. 156-7.
[16] V. ABDURAHMAN, “Divanü Lugat-it Türk’deki Türk
İllerinin Çağdaş Çin Kaynakları ile Mukayesesi ve Değerlendirilmesi”,
yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara. 1997, s. 60.
[17] F. SÜMER, Eski Türklerde Şehircilik, TTK.,
yay. Ankara. 1994, s. 88.
[18] S.G. KLAŞTORNIY, a.g.m., s. 190.
[19] M. ERGİN Orhun Abideleri, Boğaziçi yay.,
20. bsk., İstanbul, 1996, s.18-27.
[20] M. ERGİN, a.g.e., s. 128.
[21] S. TOLSTOV, Po Seledam Drevni Horezmskoy
Sevelezatsoy(Eski Harezim Uygarlığı İziyle), Leningrad, 1948, s. 143.
[22] S. TOLSTOV, Po Sledam..., s. 144.
[23]1.
KABIŞOV, Kazak Kaumı(Kazak Toplumu), Almatı, 1997, s. 46.
[24] Bkz. O. PRİTSAK, The Pecenegs: A Case of
Social and Economic Transformation, s. 211-23.
[25] Kazak şeceresi, İlim yay. Almatı. 1996.
[26] Guy Le STRANGE, The Lands of the Eastern
Caliphate, 1968, s. 478.
[27] İ.A. c.X, s. 567.
[28]1.A.
c. X, s. 567.
[29] H. KURT, Orta Asya’nın İslâmlaşma
Süreci(Buhârâ Örneği), Ankara, 1998., s. 27.
[30] Guy Le STRANGE, a.g.e., s. 434.
[31] F.SÜMER, Oğuzlar (Türkmenler) Tarîhleri-Boy
Teşkilatı-Destan lan, İstanbul, 1992, s.
52.
[32] S.P.TOLSTOV, Po Drevnim Deltam Oxusa i
Yaksarta (Eski Oxus ve Yaksart Deltaları), Moskova, 1962, s. 273.
[33] T. KONRATBAYEV, Ertedeki Eskertkişter_(Eski Abideler),
Almatı, 1992, s. 18.
[34] Bkz. Z.V.TOGAN, Türk İli Haritası ve Ona
Ait İzahlar, İstanbul, 1945.
[35] K. BAYPAKOV, Ulu Cibek Colu cane
Ortagasırlık Kazakistan(Ulu İpek Yolu ve Orta çağdaki Kazakistan), Almatı,
1992, s. 78.
[36] i. A. C. VI, s. 307.
[37] F. SÜMER, Oğuzlar, s. 48.
[38] Alaaddin Ata Melik CÜVEYNÎ, Tarih-I
Cihangüşa, çev. M.öztürk, Ankara,1998, s. 315.
[39]
İ.A. c.VI, s. 802.
[40]Z.V.TOGAN,
Türkistan..., s. 16.
[41] İ.A. c. VI., s. 802.
[42] T. KONRATBAYEV, a.g.e., s. 8-9.
[43] Bkz. Z.V.TOGAN, Türk ili Haritası.
[44] Bkz. Şeref üddin Ali Yezdi ve Nizam-i
Şâmi’nin Zafernameleri
[45] el-lDRİSÎ, “Nüzhet el-muştak..”, İCGT, s.
112.
[46] G.V. AGACANOV, a.g.e., s. 75.
[47]1.
DURMUŞ, Iskitler (Sakalar), Ankara, 1993.
[48]
Sır Onîrî ansiklopedisi, (Sır Yöresi ansiklopedisi), İlim yay. Almatı,
1998.S. 16.
[49] H. A. ALPISBAYEV, “Otknytie Pamyatnikov Drevni
i Pozdnego Poliolita v Yucnom Kazakistane”(Güney Kazakistan’da Bulunana Eski ve
Son Taş Devrine Ait Abideler), Sovet Arkeolojisi der. Say. 1,1961.
[50] Arkeologicheskiye isiadovanoye v Kazaklstane(Kazakistan’daki
Arkeolojik Araştı imalar), Almatı, 1973.
[51] Kazak SSR Tarihi, İlim yay., Almatı,
1980.
[52] “Arkeologicheskie Isledovaniye Na Severnıh
Sklonah Karatau”(Kara Dağ’ın Kuzey Cephesinde Yapılan Arkeolojik Araştırmalar),
Kazakistan ilimler Akademisi Arkeoloji Araştırmaları Ansiklopedisi, c.
XIV, Almatı, 1962.
[53] H.A. ALPISBAYEV, a.g.m., s. 111-112.
[54] SırÖniri, s. 18.
[55] H. A. ALPİSBAYEV, a.g.m., s. 115.
[56] Arkeolojik buluntular hakkında daha fazla bilgi
için bkz. Kazak SSR Tarihi ve Kazakistan’daki Arkeolojik araştırmalar
İlimler Akademisi Dergisi, Alamtı. 1973.
[57] Bkz.Ek; ayrıca Z.V.TOGAN, Türk ili
Haritası.
[58] L.B. ERZAKOVİÇ, Po Sledam Drevny Kültün
Kazakistana(Eski devir Kazakistan kültürü anıtları), Almatı, 1975. s. 60.
[59] Sır Öniri, a.g.e., s.20.
[60] K. A. AKİŞEV, Drevnaya Kultura Sakov i
Usuney Dolinı Rek İli (İli Nehri Eski Saka ve Uysun kültürüne Dair),
Aimatı, 1963. s. 72.
[61] Sır Öniri, s. 20.
[62] M. I. ARTAMONOV, Sokrovişe Sakov (Saka
Hâzineleri), Moskova, 1973.
[63]
T. KONRATBAYEV, Eski Abideler, s. 7.
[64]1.
DURMUŞ, a.g.e., s. 22.
[65]
Sır Öniri, s.21.
[66] K.A. AKIŞEV-K. M. BAYPAKOV, Drevni Otrar (Kadim
Otrar), Almatı, 1972.
[67] S.P.TOLSTOV, Po Drevnim Deltam Oxsa Yaksarta
(Eski Oxs ile Yaksart Deltaları), Moskova, 1962. s. 175.
[68] U.HAMZAOGLU, Türkterdin
Oturukçu Örkenniyeti (Türkierin Şehir Uygarlığı), Almatı,
[70] H. KURT, a.g.e., s. 30.
[71] S.P.TOLSTOV, a.g.e., s. 175.
[72] K.BAYPAKOV, a.g.e., s. 45.
[73] T. SENİGOVA, “Poseleniye Aktöbe”(Aktöbe
yerleşim yeri), Kazakistan İlimler Akademisi bildirisi, 1962, s. 57-70.
[74] S.P. TOLSTOV, Po Drevnim.a.g.e., s.
136.
[75] T. KONRATBAEV, a.g.e., s. 132.
[76] Ayrıntılı bilgi için bkz: Kazak SSR Tarihi,
s. 329.
[77] S.P.TOLSTOV, a.g.e., s. 137.
[78]
F. SÜMER, Eski Türklerde Şehircilik, TTK. yay. Ankara, 1994. s. 1.
[79] A. Yu. YAKUBOVSİ, Glavni Vapros İstorya
Razvitiya Garodov Sredni Azii, (Orta Asya Şehirlerinin Gelişme Meselesi)
ANSSR, c.XXIX, 1951, s. 10.
[80] O.G.BOLŞAKOV, Srednevekovaya Goroda Sredni Aziî(Ortaçağda
Orta Asya Şehirleri), Leningrat, 1973. s. 3-4.
[81] A.K. Akişev, K. Baypakov, L. Erzakoviç,
Drevni Otrar(Kadim Otrar), Almatı. 1972. s. 205.
[82] K. BAYPAKOV, a.g.e., s. 9.
[83] A.R. BEKİN, İpek Yolu, Ankara. 1981.
[84] Hans VVilhelm HAUSSİG, İpek Yolu ve Orta
Asya Kültür Tarihi, çev. M. Kayayerli, ötüken yay., İstanbul, 2001.
[85] K BAYPAKOV, a.g.e., s.. 15.
[86] V.V. BARTHOLD, Soçineniya(külliyatı), c. II,
s. 31.
[87] C. ZEKERYA, “A. Yesevi’nin Türk Tarihindeki
Yeri” Yasaui Taglımı, Türkistan, 1998.
[88] Alaaddin Ata Melik CÜVEYNÎ, Tahi-i
Cihanguşa, çev. M. öztürk, Ankara, 1998, s. 130- 131.
[89] V. V. BARTHOLD, Soçineniya, c.ll., s. 454.
[90] R. ŞEŞEN, a.g.e., s. 26.
[91] R. ŞEŞEN, a.g.e., s. 238.
[92] V. V. BARTHOLD, Moğol istilâsına Kadar
Türkistan, haz. H. Dursun Yılmaz, TTK. yay., Ankara, 1990. s. 190.
[93] R. ŞEŞEN, a.g.e., s. 238.
[94]STRANGE,
a.g.e., s. 484.
[95] Materyali Po istorii Türkmen i
Türkmenîi(Türkmen ve Türkmenili Tarihi Materyalleri), red. S. L. Volina, A.
Ramaskeeviç v.b., “Zafer Nâme”den tercüme eden: G. PTİÇİNA, s. 514. Moskva,
1939.
[96] V. V. BARTHOLD, Moğol istilası..., s.
190.
[97] K. BAYPAKOV, VH-XIII. Gasırda Ontüstik
Kazakstanmen Yetisudın Ortagasırlardagı Kalalık Madeniyeti(Güney Kazakistan
ve Yedisu’daki Ortaçağı Şehir Medeniyeti(VII- Xlll.yy.)), Almatı, 1986.
[98] K. BAYPAKOV, a.g.e., s. 52.
[99] V. V. BARTHOLD, Moğol İstilası.., s. 475.
[100] Kazak Hanlığı Tarihine Dair Materyaller(KHTM), Almatı,
1969.
[101] V. V. BARTHOLD, Moğol İstilası.., s.
191.
[102] STRANGE, a.g.e., s. 485.
[103] K. BAYPAKOV, a.g.e., s. 62.
[104] A.N. BERNŞTAM, Problemıy Drevnıy İstoriî
Etnogeneza Yujnogo Kazakistana(Güney
Kazakistan’ın
Eski Çağ etnik Yapısı Meselesi), Moskova, 1964.
[105] Kazak SSR Tarihi, c. II., s. 204.
[106] Aynı yer, s. 63.
[107]K.
AKIŞEV- K. BAYPAKOV-ERZAKOVİÇ, Drevnıy Otrar(Kadim Otrar), Almatı, 1972.
[108] K. BAYPAKOV, ipek Yolu..., a.g.e., s.
32.
[109] KOCAEV, Otrar’ın Kısaca Tarihi, Türkistan,
2000, s. 12.
[110] T. KONRATBAYEV, a.g.e., s. 45.
[111] R. ŞEŞEN, İslâm Coğrafyacılarına Göre
Türkler ve Türk Üikeieri(İGGT), T.K.A.E. yay., 2. bsk. Ankara. 1998.
[112] STRANGE, a.g.e., s. 485.
[113] STRANGE, a.g.e., s. 486.
[114] V.V. BARTHOLD, Moğol İstilası.., .s .
192.
[115] V.V. BARTHOLD, Moğol İstilası.., .s .
191.
[116] R. ŞEŞEN, a.g.e., s. 251.
[117] T. BANGUOĞLU, “Oğuzlar ve Oğuzlar Üzerine”,
TDAY, Ankara. 1959, s. 8.
[118] K. BAYPAKOV, a.g.e., s. 77.
[119] V.V. BARTHOLD, a.g.e., s. 192.
[120] STRANGE, a.g.e., s. 486.
[121] M. KAŞGARLI, DLT, I, 487.
[122] EI-İSTAHRÎ, s. 154; Ibn HAVKAL, İCGT..., 162.
[123] F. SÜMER, Oğuzlar, a.g.e., s.51.
[124] T. BANGUOĞLU, a.g.m„ s. 8.
[125] K. BAYPAKOV, a.g.e., s. 80.
[126] K. BAYPAKOV, a.g.e., s. 81.
[127] DLT, I, s. 471.
[128] Bkz. Ek-Harita
[129] k. BAYPAKOV-A. NURCANOV, Ulu Cibek Jolu
cane Ortagasırlık Kazakistan(Ulu İpek Yolu ve Ortaçağ Kazakistan
Şehirleri), Almatı, 1992, s. 66.
[131] M. KOZIBAYEV, Kazakistan Tarihi, Almatı,
1994, s. 104.
[132] F. SÜMER, a.g.m., s.147.
[133] DLT, I, s. 436.
[134] el-lDRÎSÎ, “Nüshet el-Mûştâk fî Ihtirâk
el-Afâk”, İCGT, s. 103; Materyali Po Istori Türkmen i Türkmen», s.
220
[135] el-lDRÎSÎ, İCGT., s. 103.
[136] Ibn HAVKAL, İCGT., s. 173.
[137] el-MAKDÎSÎ, İCGT., s. 251.
[138]“Savran
hakkındaki en iyi rapor” P. LERH, Arhiologişeski Poezdka(Arkeolojik
Sefer), s. 22-23.
[139]
F. SÜMER, Oğuzlar,a.g.e., s. 51.
[140] A.Yu. YAKUBOVSKY, Altın Ordu ve Çöküşü, çev.
H. Eren, TTK. yay., Ankara, 1992, s. 141.
[141] DLT, II, s. 443.
[142] F. SÜMER, a.g.e., s. 52.
[143] Hudûdu’l-âlem, İCGT., s. 58.
[144] el-lDRİSÎ, a.g.e., İCGT., s. 103.
[145] V.V. BARTHOLD, Moğol İstilâsı., s. 191-192.
[146] K. BAYPAKOV, a.g.e., s. 60.
[147] T. KONRATBAYEV, a.g.e, s. 97.
[148] Hudûdu’l-âlem, İCGT, s. 57.
[149] M. MAGAUİN, Kazak Tarihinin Alfabesi, Almatı,
1992, s. 44
[150] B. KARİBAYEV, Türkistan Cane Kazak
Hanlığı(Türkistan ve Kazak Hanlığı), Almatı. 1999, s. 11-13.
[151] A.. YAKUBOVSKY, a.g.e., s. 143.
[152] A.. YAKUBOVSKY, a.g.e., s. 144.
[153]S.
KLAŞTORNIY ve T. SULTANOV, Kazakistan Letopis
Trehtısyaçaletiye(Kazakistan:Üç
Bin Yıllık Tarihi), Almatı, 1992, s. 187.
[154] B.KARİBAYEV, a.g.e., s. 15.
[155] XV-XVIII. Yüzyılda Kazak Hanlığına Dair
Materyaller, Almatı,1968. “Şeybanî-Name”, s.
82.
[156] N. BEKMAHANOV ve A. ZAFİROV, Kazak Tarihi
Materyalleri, İlim yay., Almatı, 1986, s. 68.
‘ Farsça bir
kelime olan “Bender” hemekadar “İskele” demek ise de, burada “kapı” manasında
anlamak daha doğru olabilir
[157]N.
BEKMAHANOV ve A. ZAFİROV, a.g.e., s. 69.
[158] Yu. A.YAKUBOVSKY, a.g.e., s. 65.
[159] DLT, III, s. 149-150.
[160] V. ABDURAHMAN, a.g.t, s. 57-60.
[161] Ibn HAVKAL, “Sürat el-Arz”, İCGT, s. 173.
[162] S.P. TOLSTOV, “Goroda Guzov(Oğuz Şehirleri)”,
Soviyet Etnografysi der.,say.3, AH.SSR yay., Moskova, 1947, s. 55-102.
[163] S.P. TOLSTOV, Goroda..,a.g.m, 55-56.
[164] E.I.AGEEVA, “Istorii osedlih poselenii i
gorodov yujnogo Kazakistana”( Yerleşik Bölgelerin ve Güney Kazakistan
Şehirlerinin Tarihi), Trudi înst. Arhi. Etn., c. V, Moskova, 1958, s. 3-
210.
[165] E. ESİN, “Miladî Vll-X. yüzyıllarda Sır Derya
Oğuzlarının Maddi Kültürü Hakkında Notlar”, TTK., yay., Ankara, 1981, s. 713.
[166] “Pahsa” topraktan yapılmış duvara verilen isim.
[167] E. ESİN, a.g.m., s. 714.
[168] Alaadddin Ata Melik CÜVEYNÎ, Tarih-i
Cihângûşâ, çev. M. öztürk, Ankara, 1998, s. 221- 227.
[169] V. V. BARTHOLD, Soçinenya, c. I, s.
236-237.
[170] Ebu’l-Gazi Bahadur Han, Şecere-i
Terâkime(Türkmenler’in Soykütüğü), haz. Z. ölmez, Ankara, 1996, s. 135.
[171] V.M. JİRMİNSKY, “Sır Derya Boyunda Oğuzlara
Dair İzler”, çev.l. Kaynak, TTK., yay., Ankara, 1961, s. 474.
[172] F. SÜMER, Oğuzlar, s. 40.
[173] S.P.TOLSTOV, “Goroda .., a.g.m., s. 55-102.
[174] V.V. BARTHOLD, Soçinenya, c. I., s. 236.
[175] F. SÜMER, Oğuzlar, s. 53.
[176] Bkz. M. Kaşgarlı’nın dairevi cihan haritası
[177] S.P. TOLSTOV, “Goroda.., a.g.m., s. 58.
[178] Ayrıntılı bilgi için bkz. S. Tolstov, “Oğuz
Şehirleri”, s. 57-60.
[179] Putişestviye v Vostoçnıye Stranı Plano Carpini
i Gulyam De Rubruka (Plano Carpini ile Gulam De Rubruk’un Doğu Ülkelerine
Seyahati), Almatı, 1993.
[180]1.
DURMUŞ, Skitler (Sakalar), TKAE yay., Ankara, 1993, s. 27.
[181] Hatırlayın:Eski Çağlarda Sır Derya’ya “Yaksart”
deniliyordu.
[182] Kazaktın Köne Tarihi(Kazakların Kâdim
Tarihi), haz: M. Ğani, İlim yay., Almatı, 1993, s. 57.
[183] H. KURT, Buhârâ..,a.g.e., s. 30-31.
[184] Kazaktın Köne Tarihi, a.g.e.,s. 58.
[185] Eski devirlerde Sır Deryanın orta sahasına
“Kang-ku” nehri deniliyordu. Bundan dolayı Sır Derya’nın orta ve aşağı
bölgesini yurt edinen kavimlere “Kankar-Kangar” denilmiştir. (K. M. BAYPAKOV.
Srednevekovie Gorada Kazakistana na Belikom Şelkovom Puti, Ğılım yay., Almatı,
1998, s. 39.
[186] Kazaktın Köne Tarihi, s. 98.
[187] Kazak SSR Tarihi, İlim yay., Almatı, 1980,
s. 303.
[188] K.BAYPAKOV, Ulu İpek Yolu, a.g.e., s.
9.
[189] Hakkı Dursun YILDIZ, Doğuştan Günümüze
Büyük İslâm Tarihi, c. VI, İstanbul, 1991, s. 22.
[190] Hakkı Dursun YILDIZ, a.g.e., s. 25.
[191] Kangarların eski Kangyulerin devamı olduğu hakkında bkz: S. P.
Tolstov, Eski Oxus ve Yaksart Deltaları, s. 275.
[192] KAŞGARLI MAHMUD, Divanü Lûgat-it-Türk, çev.
Besim Atalay.lll., TDK. yay., Ankara, 1992. s. 149.
[193] Aynı müellif, DLT, III., s. 150.
[194] İsmet PARMAKSIZOĞLU, “Mâverâünnehr”, T.A., XXIII,
1980, s. 45.
[195] Haşan KURT, a.g.e., s. 28.
[196] Ayrıntılı bilgi için bkz: S. TOLSTOV, Po
Drevnım..., s. 175.
[197] Z. V. TOGAN, Bugünkü Türkili Türkistan ve
Yakın Tarihi, 2.baskı„ İstanbul, 1981, s.
91.
[198] Z. V. TOGAN, Umumi Türk Tarihine Giriş, s.
100-106.
[199] Z. V. TOGAN, Türkili.., s. 25.
[200] Aynı müellif, Türkili..., s. 52.
[201] KAŞGARLI MAHMUD, DLT, c. II, s. 149-150; c.
IV, s. 182.
[202] Z. V. TOGAN, Bîrûnî’s Picture of the World, s.
106-107.
[203] Z. V. TOGAN, Türkili..., s. 92.
[204] Aynı müellif, Türkili..., s. 93.
[205] Bkz: Z. V. TOGAN, Harezm Kültür Vesikaları,
İstanbul, 1951.
[206] Boris MARŞAK, “Türkler ve Soğdlular”, Türkler
Ansiklopedisi, c. İL, Ankara, 2002., s. 170-171.
[207] Boris MARŞAK, a.g.m., s. 172-173.
[208] Z. V. TOGAN, Türkili........ s. 92.
[209] Boris MARŞAK, a.g.m., s. 172.
[210] Z. V. TOGAN, Türkili..,. s.80.
[211] V.V.BARTHOLD, İstorya Kulturnıy Jiznl Turkîstana(Türkistan’ın
Medeni Hayatı), Soçineneya, c. II., s. 196.
[212] Z. V. TOGAN, Türkili..,. s. 81.
[213] Mahmud KAŞGARÎ, DLT., c. III, s.150.
[214] Z. V. TOGAN, Türkili..., s. 83.
[215] V.V. BARTHOLD, Dersler..., s. 32.
[216] Z. V. TOGAN, Türkili..., s. 65.
[217] Z. V. TOĞAN, TürkîlL.., s. 66.
[218] Zekerya JANDARBEK, Türkîstanın Qıska Tarihi(Türkistan’ın
Kısaca Tarihi), Türkistan, 2000. s. 28.
[219] Z. V. TOGAN, Türkîli.... s. 68.
[220] Haşan KURT, a.g.e., s. 106
[221] Richard Nelson FRYE, Orta Çağın
Başansı-Buhârâ, çev.H. Kurt, Bilig yay. Ankara, s. 61.
[222] Hikmet TANYU, Tarih Boyunca Yahudiler ve
Türkler, c. I., 2. bsk., Bile yay. Ankara, 1980.
[223] V. V. BARTHOLD, Dersler..., s.130.
[224] S. TOLSTOV, Po Drevnım..., s. 175.
[225] Esin EMEL, “Milâdî Vll-X. Yüzyıllarda Sır
Derya Oğuzlarının Maddî Kültürü hakkında Notlar”, TTK. yay. Ankara, 1981, s.
712-713.
[226] KAŞGARLI MAHMUD, DLT, c. III, s. 150.
[227] Zekerya JANDARBEK, “Nasab-Nâme” yayınlanmış doçentlik tez,
Almatı, 2000. s. 28.
[228] V. V. BARTHOLD, Turki(Türkler), dalın yay.,
Almatı, 1998. s. 26.
[229] Kazak SSR Tarihi, s. 104.
[230] S. AGACANOV, a.g.e., s. 78.
[231] S. I. RUDENKO, K Voprosu o Fermah
Skotovodçeskogo Hoziyastvo i o Koçevnikah,
Leningrad,
1951., 340.
[232] el-MES’UDÎ, “el-Tenbih ve’l- işrâf, İslâm
Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri, haz. R. Şeşen, 2. bsk.,
Ankara, 1998. s. 56.
[233] el-lDRİSÎ, Nüzhet el-Müştak fi ihtirak el-âfâk,
İCGT., s. 103.
[234] S. AGACANOV, a.g.e., s. 87.
[235] Ibn HAVKAL, Sûret el-arz, İCGT., 173.
[236] Hudûd el-âlem, İngilizce’ye tercüme eden:
V. Minorsky, London, 1937.
[237] el-MES’ÛDÎ, Mürûc el-zeheb, İCGT., s.
49.
[238] Ebû Reyhan el-BİRÛNl, El-Âsâr el-bâkiye an
el-kurûn el-hâliye, İCGT., s. 195.
[239] Drevnaya Kultura Çentralnaya
Kazakistana(Merkez Kazakistan’ın Eski Medeniyeti), Almatı, 1966., s. 9-10.
[240] L. P. POTAPOV, “İz Istorii
Koçevniçestva”(Göçebecilik Tarihi), Vestnik Mirovoy Kültürü, Moskova,
1977., No 4., s. 54.
[241] S.P. TOLSTOV, “Goroda Guzov” Sovetskaya
Etnografya, (Moskova, 1947), No:3, s. 69.
[242] el MES’ÛDÎ, Mûrûc el-zeheb, İCGT..., s.
42.
[243] “...Bahsedilen dağın eteklerinde iki şehir yer
alır. Bunlardan birinin adı Darnuh, diğerinin adı Darfu’dur. Darnuh şehri
Darfu’nun batısındadır. Bu iki şehrin arası 3 günlük yoldur. Bunlar iki küçük
şehir olup çarşıları, sanatkarları, çok zayıf ticarethaneleri vardır. Bunlar
çok müstahkemdir. Burada devamlı kar bulunur. Bu diyarın halkı ekinlerini
yaşken biçerler, bunları dumanlayıp gölgelerde kuruturlar. Bunun sebebi burada
çok soğuk, devamlı kar, çok rutubet olmasıdır...” el-lDRİSÎ, Nüzhet
el-müştak, İCGT.., s.113.
[244] MAHMUD KAŞGARİ, DLT., I., s. 43.
[245] Babur, Vekayi, çev. R. R. Arat, TTK. yay., c.
I, Ankara, 1987.
[246] K. AKIŞEV, Drevmy Otrar(Eski Otrar), Almatı,
1972., s. 11-12.
[247] MAHMUD KAŞGARİ DLT., IV, s. 78.
[248] Ibn Fazlân Seyahatnâmesi, haz. Ramazan ŞEŞEN,
İstanbul, 1973., s. 37.
[249] S. KOCA, Türk Kültürünün Temelleri-ll, Trabzon,
2000, s. 104.
[250] İbrahim KAFESOĞLU, Türk Milli Kültürü, İstanbul,
1984, s. 216.
[251] Şali KOCA, a.g.e., s. 107.
[252] Faruk SÜMER, Oğuzlar(Türkmenler) tarihi,
boy teşkilatı,destanları, TDAV. yay., İstanbul, 1992. s. 291.
[253] Ibn Fazlân Seyahatnamesi, s. 31.
[254] İlham! DURMUŞ, iskitler(Saka), s. 27.
[255] Ebu’l-Gazi Bahadır Han, Şecere-î Terâkime, haz.
Zuhal Kargı ölmez, Ankara, 1996. s. 79.
[256] Salim KOCA, a.g.e., s. 113.
[257] Faruk SÜMER, Oğuzlar, s. 211.
[258] Osman TURAN, “Eski Türkülerde okun hukuki bir
sembol olarak kullanılması”, Belleten, (1945), s. 315
[259] I.KAFESOĞLU, a.g.e., s. 202.
[260] AMANCOLOV, K.-RAHMEDOV, K., Türkı
Halıktannın Tarihi, Bilim yay., Almatı, 1996, s.
23;
P. GOLDEN, Türk Halkları Tairine Giriş, s. 103.
[261] İbrahim KAFESOĞLU, a.g.e., 227.
[262] S. AGACANOV, Oğuzlar, Selenge yay.,
İstanbul, 2002.. s. 163.
[263] KAŞGARLI MAHMUD, DLT, I, s. 473-18; II,
s.285-2; III, s. 385-9.
[264] S. AGALANOV, Oğuzlar, s. 164.
[265] Ibn FADLÂN, Seyahatnâmesi, s. 140-141.
[266] M. A. KÖYMEN, Büyük Selçuklu İmparatorluğu
Tarihi, c.l(Kuruluş Devri), 2.bsk, TTK yay., Ankara, 1993.
[267] KAŞGARLI MAHMUD, DLT, !., s. 445-8; IV., s.
266.
[268]KAŞGARLI
MAHMUD, DLT., III, s. 238.
[269] KAŞGARLI MAHMUD, DLT., I, s. 214.
[270] KAŞGARLI MAHMUD, DLT., I, .s 451.
[271] Aynı müellif, DLT., I, s.297.
[272] Aynı müellif, DLT., I, s.252-53.
[273] A. DONUK, “Türk Devletinde Hakimiyet Anlayışı”,
TED., say. X-XI, 1979-80, 51-120.
[274] V. V. BARTHOLD, Orta Asya Türk Tarihi
Hakkında Dersler, çev. K.Y.Kopraman ve I.A Aka, Ankara 1975. s. 182.
[275] İbrahim KAFESOĞLU, Kutadgu Bilig ve Kültür
Tarihimizdeki Yeri, Kültür Bakanlığı yay., İstanbul, 1980, s. 33.
[276] Reşat GENÇ, Karahanlı Devleti Teşkilatı, İstanbul,
1982. s. 67.
[277] I. KAFESOGLU, TMK, s. 259-260.
[278] I. KAFESOĞLU, TMK, s. 260.
[279] Emel ESİN, “Oğuzların Maddi...”, a.g.m., s.
721.
[280] V.V. BARTHOLD, Dersler..., s. 56-57.
[281] N. KÖSEOĞLU, Devlet “Eski Türklerde,
Islâm’da ve OsmanlI’da”, ötüken yay., İstanbul, 1997, s. 43.
[282] Reşat GENÇ, KDT., s. 66; Bahaddin ÖGEL,
TKGÇ, İL, s. 57.
[283] Bahaddin ÖGEL, Büyük Hun imparatorluğu
Tarihi, c. I., Ankara, 1981. s. 439.
[284] Ziya GÖKALP, Türk Devletinin Tekâmülü, haz.
K.Y. Kopraman, Kültür Bakanlığı yay., Ankara, 1981, s.40-41.
[285] N. ORKUN, Eski Türk Yazıtları, TDK.yay,
Ankara, 1994, s. 100.
[286] Bahaddin ÖGEL, Türk Kültürünün Gelişme
Çağlan, İL, MEB. yay., İstanbul, 1971. s. 80-81.
[287] Reşat GENÇ, KDT, s. 7.
[288] Fuad KÖPRÜLÜ, “Orta Zaman Türk Hukuki
Meseleleri”, TTK zabıtaları, II, İstanbul, 1943.
[289] Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig, II. TTK,
yay., 6. bsk., Ankara, 1994.
[290] Aynı müellif, KB, beyt: 5291-2-3.
[291] R. GENÇ, KDT, s. 68.
[292] NİZAMÜ'L-MÜLK, Siyasetnâme (Siyeru'l-müluk),
tre. Nurettin Bayburtlugil, Dergah yay.,
3.
bsk., İstanbul, 1995.
[293] I. KAFESOĞLU, TMK, s. 244.
[294] R. GENÇ, KDT, s. 71.
[295] S. KOCA, TKT, II., s. 71
[296] R. GENÇ, KDT, s. 28.
[297] M. A.. KÖYMEN, Büyük Selçuklu imparatorluğu
Tarihi, c. III., (Alparslan ve Zamanı), TTK yay, Ankara, 1992. s. 75-76.
[298] I. KAFESOĞLU, TMK, s. 256.
[299] R. GENÇ, KDT, s. 147.
[300] A. KÖYMEN, BSİT, c. III, s. 77.
[301] aynı müellif, BSİT, III., s. 87.
[302] F. Köprülü, “Eski Türk Unvanlarına dair
notlar”, THİT mec. II., s. 26.
[303] A. KÖYMEN, BSİT, III.,s. 88-89
[304] KAŞGARLI MAHMUD, DLT, c. III., s. 127
[305] “1055 yılında Halife dünyevi yetkileri Tuğrul
Bey’e devrederken, hakimiyet alâmetlerinin yanında birde tac vermiştir” A.
KÖYMEN, Tuğrul Bey ve Zamanı, s. 80.
[306] R. GENÇ, Türk İnanışlar ile Milli
Geleneklerinde Renkler ve San-Kırmızı-Yeşîl, Ankara, 1997.
[307] B. ÖGEL, Giriş. a g.e., VII.
[308] KAŞGARLI MAHMUD, DLT, c. I, s. 483.
[309] B.ÖGEL, TKGÇ, c. II, s. 117-129
[310] R GENÇ, KDT, s. 142-144
[311] B.ÖGEL, TKGÇ, c. II, s. 130.
[312] R. GENÇ, KDT, s. 144.
[313] Geniş bilgi için bkz: B. ÖGEL, Türk
Kültürüne Giriş, c. VII.
[314] Bu konu için şu eserlere bkz. R.GENÇ, KDT, s.
68; O.TURAN, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi, s. 94; R. ŞEŞEN,
İCGT.., s. 34-65.
[315] R. GENÇ, KDT, s. 129-140.
[316] A. KÖYMEN, BSİT, c. III., s. 74.
[317] S. AGACANOV, Oğuzlar, çev.E. Necef, A.
Annaberdiyev, İstanbul, 2002, s. 208.
[318] Hududu’l-Alem, neş. Minorsky, s. 97;
R.Şeşen, ICGT..,a.g.e., s. 64-65.
[319] Ibn FADLÂN, Seyahatnâme, çev. R. Şeşen,
s. 38.
[320] KAŞGARLI MAHMUD, DLT, c. I, s. 107-108.
[321] S. AGACANOV, Oğuzlar, s. 162.
[322] S. AGACANOV, Oğuzlar, s. 211.
[323] Z. V. TOGAN, Umumi Türk Tarihine Giriş, Enderun
yay., İstanbul, 1981. s. 259.
[324] Ibn FADLÂN, Seyahatnâmesi, s. 39.
[325] Materyali Po îstorii Tu km en i Tuekmenii, Moskova,
1939, s. 305.
[326] KAŞGARLI MAHMUD, DLT, c. I, s.108.
[327] S. AGACANOV, Oğuzlar, s. 215.
[328] Daha fazla bilgi için bkz: S. GÖMEÇ, “Kağan ve
Hatun”, Göktürk der. Ankara, 1996, s. 215.
[329] Ibn FADLÂN, Seyahatnâme, s. 42.
[330] Ibn FADLÂN, a.g.e., s. 39-41.
[331] S. AGACANOV, a.g.e., s. 217.
[332] R. GENÇ, KDT, s. 237.
[333] I. H. UZUNÇARŞILI, Osmanlı Devleti
Teşkilâtına Medhal, TTK. yay., Ankara, 1988, s. 33-35.
[334] R. GENÇ, KDT, s. 268.
[335] R. GENÇ, Kaşgarlı Mahmud’a Göre.., a.g.e.,
s. 96.
[336] R. GENÇ, KDT, s. 252.
[337] Aynı müellif, KDT, s. 253.
[338] I.H.UZUNÇARŞILI, a.g.e., s. 25-35.
[339] YUSUF HAS HÂCİB, Kutadgu Bilik, çeviri,
b: 5574-5583.
[340] H. Dursun YIDIZ, Doğuştan Günümüze Büyük
İslâm Tarihi, “Türklerin Müslüman Olmaları”, c. VI, İstanbul, 1990. s.
17-54.
[341] V. V. BARTHOLD, Dersler..., s. 90-93.
[342]1.
KAFESOĞLU, TMK, s. 346.
[343] I. KAFESOĞLU, TMK, s. 346.
[344] I. KAFESOĞLU, Selçuklu Tarihi, s. 81-83.
[345] S. KARAKAŞ, Türk İdare Tarihinde Hâkimiyet
Anlayışı, (yayınlanmamış yüksek lisans tezi), Ankara, 1998.
[346] S. TOLSTOV, Po Drevnim..s. 274.
[347] Emel ESİN, Fârâbî’nin Vatanında ilk Kültür
Merkezi: Kengü Tarban(d) ve Sayram, Ankara, 1990. s. 35-36.
[348] S. TOLSTOV, Po Drevnim.. s. 276.
[349] Z.V. TOGAN, TürkîlL.,s. 86.
[350] Faruk SÜMER, “X. Yüzyılda Oğuzlar” DTCF
dergisi, XVI., Ankara, 1958, s. 131.
[351] Reşat GENÇ, Kaşgariı’ya Göre..., s. 46.
[352] Mahmud KAŞGARLI, DLT, c. I., s.15.
[353] Bilindiği üzere, el-Biruni’nin muhtelif
eserlerinde, Peçenekler’in Aral gölü çevresinde Harizm’e komşu olarak
yaşadıklarını gösteren bazı kayıtlar vardır. “Tahdid nihayat el- Emâkin”, bak:
İCGT., haz: R. ŞEŞEN, TKAE yay, s. 197
[354] S. AGACANOV, Oçerki istorii Oguzov i
Türkmen Sredney Azii IK-ÂII.vv^ Ğılım yay., Aşhabat, 1969, s. 130.
[355] el-MES’ÛDÎ, et-Tenbih ve’l-lşraf, R. Şeşen,
İCGT., s. 56.
[356] A. Nimet KURAT, Peçenek Tarihi, İstanbul,
1937, s. 33.
[357] S. AGACANOV, Oçerki İstorii Oğuz..., s. 132.
[358] Kazak SSR Tarihi, s. 369.
[359] V.V. BARTHOLD, Dersler.., s. 45.
[360] YA’KÛBÎ,”Kitab al-Büldan”, R. Şeşen, İCGT.,
s.187.
[361] Ibn el-FAKİH, “Kitab al-Büldan”, R. Şeşen,
İCGT., s. 191.
[362] S. AGACANOV, Oğuzlar, s. 198.
[363] “Sır Derya Oğuz Devletinin kuruluş tarihi
konusunda tarihçiler arasında farklıgörüşler mevcuttur. Mesela, O. Pritsak ve
V. V. Barthold’a göre 766 yılında Kartukların Suyab’ı ele geçirip On ok boylan
üzerindeki denetimi ellerine almaları ile Sır Derya ve Aral çevresine kayan Oğuzlar
burada kendi devletlerini tesis etmişlerdir” bkz: O. PRİTSAK, Oğuz Devletinin
Yıkılışı, s. 97-99; N. Necep, A. Annaberdiyev, Hazar Ötesi Türkmenleri, İstanbul,
2003. s. 130-131.
[364] el-lDRİSÎ, “Nüzhet el-Müştak fi Ihtirak
el-Âfâk”, 277a, İCGT, s. 114; Materyali Po istori Türkmen i Türkmeni,
ANSSSR yay., c. I, Moskova, 1939, s. 222.
[365] S. AGACANOV, a.g.e., s. 133.
[366] el-lDRİSÎ, a.g.e., İCGT., s. 103.
[367] Ibn HAVKAL, “Süret el-arz”, 419, İCGT., s.
173.
[368] A.. MARGULAN, “Otçet o Sentralno
Kazakistanski Arhiologiçeskoi Ekspedisi”, İAN KazSSR, Almata, 1947,
no:6, s. 29.
[369] İbn HAVKAL, “Sürat el-arz”, R. Şeşen, ÎCGT,
s. 162.
[370] M. ERGİN, Dede Korkut Kitabı, c. I-II.,
Ankara, 1963.
[371] S. AGACANOV, Oğuzlar, s. 204.
[372] “Baranlu hanedanı bir Oğuz hanedanı olmaktan
ziyade bir Kıpçak ailesi Isficab ve Şaş bölgelerini idare eden hanedanlardan
birine mensup Karahaniılara bağlı bir emir olabilir. Çünkü “Baran” şeklinde ne
bir Oğuz boyu ne de bir şehri vardır ”, F. SÜMER, Oğuzlar, s.65.
[373] el-MES’ÛDÎ, Mürûc el-zeheb”, R. ŞEŞEN, İCGT,
s. 42.
[374] S. AGACANOV, Oğuzlar, s. 226.
[375] KAŞGARLI MAHMUD, DLT, c.l, s. 87; III, s.124.
[376] “Türkmen adının menşei üzere başlıca iki görüş
vardır. Bunlardan birine göre Türkmen “Türk” adı ile Farsça “men” ekinden
meydana gelmiş olup, “Türk’e benzer” demektir, el- Bîrûnî, Mahmud Kaşgarlı ve
Reşidü’d-Din’in görüşleri bu doğrultudadır. Diğer görüş ise, Türkmen adının
“Türk-i iman” kelimelerinden meydana gelmektedir” bkz. F. SÜMER, “Oğuz”
maddesi, ÎA., c. IX, s. 378.
[377] Materiali po İstorii Tukmen i Türkmen!, s.
209.
[378] Hudûd el-âlem, R. Şeşen, İCGT, s. 67.
[379] Abu Reihan BİRUNİ, Tahdid nihayet el-emakin,
R. Şeşen, İCGT., s. 197.
[380] V.V. BARTHOLD, Moğol İstilasına Kadar
Türkistan, TTK yay, Ankara, 1990. s. 217.
[381] MAKDİSÎ, “Ahsen el-takasim fi marifet
el-ekalim”, İCGT., s. 177.
[382] MAKDİSÎ, a.g.e., R. Şeşen, İCGT., s. 177.
[383] F. SÜMER, a.g.e., 65.
[384] IBN FADLÂN, Seyahatnâmesi, s. 39.
[385] R. ŞEŞEN, a.g.e., 65.
[386] I. KAFESOĞLU, “Oğuzlar”, TDEK, s. 159.
[387] S. AGACANOV, Oğuzlar, s.226.
[388] bkz. Ek-Kaşgarlı Mahmud’un Haritası
[389] I. KAFESOĞLU, “Oğuzlar”, TDEK, s. 160.
[390] S.G. KLAŞTORNIY, T. I. SULTANOV, Türkün Üç Bin Yılı, çev. A.
Batur, Selenge yay., İstanbul, 2003. s. 119.
[391] S.G.KALŞTORNIY-SULTANOV, I.T., a.g.e., s. 115.
[392]1.
KAFESOĞLU, “Kartuklar” TDEK, s. 154.
[393] Hudud el-âlam, R. Şeşen, İCGT, s. 64.
[394] ME’SÛDÎ, “Murûc el-Zeheb”, R. Şeşen, ÎCGT, s.
44.
[395] S. G. KLAŞTORNIY- SULTANOV. T.I., a.g.e.,
s.122.
[396] O. PRİTSAK, “Kara-Hanlılar”, LA., c.
VI,
[397] R. GENÇ, KDT, s. 31.
[398] “Karahanlıların elindeki şehirler arasında
Otrar ile Sayram’ın da adı geçmektedir. Diğer şehirler daha çok Oğuzların
elinde idi. Oğuzlardan sonra onları Kıpçak hakimiyetinde görüyoruz”
[399] V. V. BARTHOLD, Moğol İstilâsına Kadar..., s.
35.
[400] O. PRİTSAK, “Oğuzlar” a.g.m., s. 262.
[401] V. V. BARTHOLD, Soçinenya, c. V., s. 59.
[402] R. ŞEŞEN, İCGT, s. 165.
[403] H.Dursun YIDIZ, Doğuştan Günümüze.., c.
VI.
[404] Cemâl el-KARŞÎ, “Mülhakât el-Surâh”, R. Şeşen,
İCGT, s. 203-206.
[405] Münecimbaşı Ahmet Dede Efendî, Sahayıf
ül-Ahbar, çev. N. Lugal, İstanbul, 1940. s. 1- 2.
[406] V. V. BARTHOLD, Soçinenya, c. II., s.
245-246.
[407] S.G. KALŞTORNIY-SULTANOV, I.T., a.g.e., s. 124.
[408] V. V. BARTHOLD, “Kara-Hıtaylar”, İ.A., c. VI,
s. 274.
[409] Ayrıntılı bilgi için bkz: V. V. BARTHOLD, Moğol
İstilâsına Kadar..., s. 35-37.
[410] O. PRİTSAK, a.g.m., s. 270.
[411] Kazak SSR Tarihi, s. 176.
[412] “Kidanlar- Çin kaynaklarında Kıtan, eski Türk
kitabelerinde ve daha sonraki Islâm kaynaklarında Kara Hitaylar dediği
kabiledir. Bunlar Uygurların doğusunda oturuyorlardı. Ebu Dülef eserinde
Kitayların ülkesinden Çin'e geçtiklerini söyler. Buna göre, Kitaylar Çin’in
batıdaki ilk komşusudur’ bkz: K. AMANCOLOV., Türki Haliklarının Tarihi, Bilim
yay, Almatı, 1996.1 s.44.
[413] V. V. BARTHOLD, “Kara-Hıtaylar” İA„ s.273.
[414] “Tuğan Han, 1013 senesinde vefat eden llek
Han’ın kardeşidir. Ilek Han’ın vefatından sonra Karahanlı Devletinin başına
Tuğan Han geçmiştir” Münecimbaşı Ahmed Dede Efendi, a.g.e., s. 5.
[415] Ebu’l Farac Tarihi, çev: R.O. DOĞRUL, I,.
Ankara, 1945. s.72.
[416] Münecimbaşı Ahmet Dede Efendî, a.g.e. s. 5.
[417] L. RASONY, Tarihte Türklük, s. 137.
[418] M. KÖPRÜLÜ, “Kay Kabilesi Hakkında Yeni
Notlar” Belleten, VIII, no:31, s. 124.
[419] Hun İmparatorluğu M. ö. III. Yüzyılın
sonlarında Orta Asya’da kurulmuştu. Bu devletin yıkılmasından sonra Hunlar
(Kunlar)’ın bir kısmı Doğu Avrupa’ya ve Macaristan’a göçetmişler, orada Avrupa
Hunları devletini kurmuşlardı. Mervezi tarafından bahsedilen Hunlar eski
Hunlann Orta Asya’daki kalıntıları olmalıdır. Bunlar Kayların batkındaydılar.
Kunlar Kitayların baskısı dolayısıyla batıya göç etmişlerdir.
[420] “Kay kabilesi ile Oğuzların Kayı boyu
birbirinden tamamen ayrıdır”, F. KÖPRÜLÜ, “Kay Kabilesi Hakkında Yeni Notlar”, Belleten,
VIII, No:31, Ankara, 1944.
[421] Materiali po istori Türkmen i Turkmeni, s.
219.
[422] “Ermeniyye Denizi tabiriyle Kara Deniz”
kastedilmektedir.
[423] R.ŞEŞEN, a.g.e., s. 101.
[424] “Sarı Kıpçaklar saçlarının renginden dolayı
bu ismi almışlardır. Aslında, Kıpçaklar yabancılar tarafından Kuman, Cumanus,
Polovtsi, Paloç, Falon adları ile isimlendirilmektedir. Bir kavme bu tür
çeşitli adların verilmesi şöyle izah ediliyor: Rus, Alman ve Latin
kaynaklarında bu kavme verilen adın manası “açık san” ve “saman renginde olan
sarı saç”ı ifade etmektedir” bkz: S. M AHİNCANOV, Kipçaki v istorii
Serdnevekovoğo Kazakistana(Ortaçağ Kazakistan Tarihinde-Kıpçaklar), Nauka
yay, Almatı, 1989, s. 60-91.
[425] “Sarı Kıpçaklar’ın daha önce hangi topraklar
üzerinde yaşadıkları henüz tam olarak tespit edilmemiştir. V.V. BARTHOLD
Sarılar4!, Çu vadisindeki Orta çağlara ait Sarığ(IX-X.y.y.) şehri
etrafına B.F. MİNORSKİ Sarıların Aral Denizinin küzey-doğu sahasında, San Su
nehri bölgesinde yaşadıklarını belirtiyor. S.G. AGACANOV, Mervez ile Avfî’in
Türkmenlerin yerleşim mekanları hakkındaki verdikleri bilgileri, el-Birûnî’nin
bu konudaki bildirileri ile kıyaslayarak, Sarılar’ın Sır Derya’nın orta
kısmından uzakta, daha da doğuda yaşadıkları sonucuna varıyor; bkz: S.
AGACANOV, a.g.e., s. 224.
[426] A.N.KURAT, Peçenek TarihL s. 65.
[427] F.SÜMER, Oğuzlar, TDAV yay., İstanbul,
1992. s. 153.
[428] F. SÜMER, a.g.e., s. 42.
[429] KAŞGARLI MAHMUD, DLT, c. III, s. 29.
[430] R. ŞEŞEN, İCGT, s. 57.
[431] KAŞGARLI MAHMUD, DLT, c. III, s. 129.
[432] R. GENÇ, a.g.e.,s. 43.
[433] F. SÜMER, a.g.e., s. 32.
[434]“
Deşt-i Kıpçak, XI. yüzyılın ilk yarısına kadar olan devrede Kıpçak Hanlığının
yayıldığı sahayı ifade eder. Hazar Denizinin ve Karadenizin kuzeyindeki bozkırlar
XI. yüzyıldan itibaren bir bütün olarak Deşt-i Kıpçak adıyla anılmaktadır” bkz.
Mustafa KAFALI, Altın Orda Hanlığının Kuruluşu ve Yükselişi, İstanbul,
1977, 3; “Kıpçaklar” mad, I.A., VI, s. 713.
[435] F.KÖPRÜLÜ, Türk Edebiyatında ilk
Mutasavvıflar, DİBY yay., Ankara, 1991, 7.bsk., s. 119.
[436] A.N.KURAT. IV-XVIII. Yüzyıllarda
Karadenizin Kuzeyindeki Türk Kavimleri ve Devletleri, Murat Kitabevi yay.,
Ankara, 2002. s. 69.
[437] S.G. KLAŞTORNIY- I.T. SULTANOV, a.g.e., s. 149.
[438] P. GOLDEN, Türk Halklarının Tarihine Giriş,
s. 187.
[439] P. GOLDEN, a.g.e., s. 188.
[440]1.
KAFESOĞLU, Harezmşahlar Devleti Tarihi, TTK., Ankara, 1984. s. 38-40.
[441]
H.D. YILDIZ, Doğuştan Günümüze..., c. IX., s. 28.
[442] CUVEYNÎ, Tarih-i Cihangûşâ, çev. M.
öztürk, KB. yay., Ankara, 1998.
[443] I. KAFESOĞLU, Harezmşahlar Devleti Tarihi, s.
46.
[444] Z. M. BUNYATOV, Gosudarstvo
Harezimşahov-Anuşteginidov(1097-1231) (Harezmşah-Anuştekin Devleti),
Moskova, 1986. s. 30-32.
[445] S. M. AHINCANOV, Kıpçak! v İstorii
Srednevekovogo Kazakistana(Ortaçağ
Kazakistan
Tarihinde Kıpçaklar), Nauka yay., Almatı, 1989, s. 22.
[447] P. GOLDEN, a.g.e, s. 189.
[448] S. M. AHINCANOV, a.g.e., s. 26.
[449] V.V. BARTHOLD, Moğol İstilâsına Kadar.., s.
420.
[450] CÜVEYNÎ, a.g.e., s. 96.
[451] E. BAYPATŞA, Kazak Dalaşının Ecelgi Tarihî (Kazak
Bozkırının Eski Tarihi), 1998, s.
82.
[452]1.
KAFESOĞLU, Harezmşahlar Devleti Tarihi, s. 231.
[453]
Nesevî, metin: 39; BARTHOLD, Moğol istilâsına Karad.., s. 366.
[454]1.
KAFESOĞLU, Harezmşahlar Devleti Tarihi, s. 228.
[455] CÜVEYNÎ, a.g.e., s.314.
[456] V.V. BARTHOLD, Soçinenya, c. II, s. 132.
[457] “bu nehrilerin yeri kesin olarak tespit
edilememiştir. Fakat genel olarak bu konuda Minorskiy’nin tahmini kabul
edilmektedir. Müellife göre bu nehirler Irgız ile Turgay olmalıdır”, bkz.
Cüveynî, s. 315.
[458] T. KONRATBAYEV, Ertedeki Eskertkişter(Eski Abideler),
Almatı, 1996, s. 34.
[459] V.V. BARTHOLD, Dereler.., s. 138.
[460] M. KOCAYEV, Otrar’ın Kısaca Tarihi, Türkistan,
2000, s.33.
[461] V.V. BARTHOLD, Moğol İstilâsına Kadar.., s.
421.
[462] S.G. KLAŞTORNIY-T.I.SULTANOV, a.g.e., s. 185.
[463] CÜVEYNÎ, a.g.e., s. 117.
[464] “Nesevî’e göre Gayır Han Harezmşahın dayısının
oğlu idi”, bkz. BARTHOLD, a.g.e. s. 422.
[465] “Cüveynî ise bu olayın bir Hintli tüccarın
Sultana karşı kaba davranmasından kaynaklandığını söylemektedir”, CÜVEYNÎ, s.
118.
[466] V.V. BARTHOLD, Moğol İstilâsına Kadar.., s.
423
“Harezmşah Muhammed, elçilik heyetinde
bulunanlardan bazılarını öldürtmüş, fakat iki Tatar'ın sakallarını kestirerek,
sınır dışına üstleri başlan yırtık ve yaya olarak bırakmıştır. Cengiz Han'a
gelerek durumu haber veren de bu ikisi olmuştur”, bkz. V.V. BARTHOLD, a.g.e.,
s. 426.
[467] K. AMANCOLOV-K. RAHMETOV, Türk Halkları
Tarihi, Almatı, 1996. s. 211.
[468] H.D. YILDIZ, a.g.e., s. 126.
[469] Ibnü’l-Esir, XII, s. 236.
[470] “Küçlük hanın Müslümanlara karşı düşmanca
davranması ve yaptığı katliam hakkında, ezan, namaz ve Islâm alimlerine karşı
tavrı hakkında Cüveynî rivayet etmektedir”bkz. Cüveynî, İmam Alaaddin el-Hotanî
hakkındaki bahsi, s. 111.
[471] V.V.BARTHOLD, Moğol istilâsına Kadar.., s.427.
[472]1.
KAFESOĞLU, Harezmşahlar Devleti Tarihi., s. 233.
[473] “Bu konularda kaynaklarda hayali abartılı rakamlar yer almaktadır.
Mesela, Cûzcanî’de bu rakam 600.000 ve hatta 700.000 kadar çıkartılır”bkz. V.V.
BARTHOLD, Moğol İstilâsına Kadar.., s.429.
* “Moğol seferinin
başlaması konusunda da kaynaklarda değişik tarihler bildirilmektedir. Bazı
kaynaklarda 1218 tarihi verilmektedir”.Bkz. Cüveynî, s. 119.
[474] CÜVEYNÎ, a.g.e., s. 121-123.
[475] CÜVEYNÎ, a.g.e., s. 120.
[476] Aynı müellif, s. 121
[477] CÜVEYNÎ, a.g.e., s.123.
[478] “Cüveynî’nin eserinde sadece Uluş Idi’nin adı
geçmektedir. Halbuki daha önceki bahisde müellif bu bölgenin fethinin Cuçi’ye
verildiğini yazmıştı. “Camiü’t-tevarih” bu seferin başında Cuçi(Tuşi)ile Uluş
Idi’nin bulunduğunu bildirmektedir”, bkz. Cüveynî, s. 123.
[479] CÜVEYNÎ, a.g.e., s.123-24.
[480] I. KAFESOĞLU, Harezmşahlar Devleti Tarihi, s.
254-255.
[481] Ibnü’l ESİR, a.g.e., c. V, s.24.
[482] CÜVEYNÎ, a.g.e., s. 30.
[483] Z. M. BUNYATOV, a.g.e., s. 37.
[484]1.
KAFESOĞLU, Harezmşahlar Devleti Tarihi, s. 221.
[485] K. AMANCOLOV-K. RAHMEDOV, Türki Halklarının
Tarihi, Almatı, 1996, s. 26.
[486] A. Yu. YAKUBOVSKY, Altın Ordu ve
Çöküşü, çev. H. Eren, Ankara, 1992,s. 47.
[488] Ibnü’l-ESİR, el-Kâmil fit-Tarih; Altın Ordu
Tarihi Hakkında Materyaller, s. 123.
[489] CÜVEYNÎ, a.g.e., s. 128-130.
[490] ÜTEMİŞ HACI, Cengiz-nâme, haz.
Yıı.G.Baranova, İlim yay., Almatı, 1992, s. 39.
[491] I. KAFESOĞLU, Harezmşahlar Devleti Tarihî,
s. 28.
[492] CÜVEYNÎ, a.g.e., s. 144; V.V. BARTHOLD, Dersler,
s. 144-146.
[493] Kazak Hanlığı., s. 231.
[494] M. KOZIBAYEV,Kazakistan Tarihi, s. 33.
[495] Z. KİTAPÇI, Orta Asya’da İslâmiyet’in
Yayılışı ve Türkler, 3. bsk., Konya, 1994, s. 57.
[496] Ekrem SARIKÇIOĞLU, Başlangıçtan Günümüze
Dinler Tarihi, İstanbul, 1983; A. İNAN, Tarihte ve Bugün Şamanizm, Materyaller
ve Araştırmalar, 5. bsk., T.T.K. yay., Ankara, 2000.
[497] K. BAYPAKOV, Sredne Vekovıye Goroda
Sredney Azil v Velikom Şelkovom Puti(Ortaçağda Ulu İpek Yolundaki Orta Asya
şehirleri),İlim yay., Almatı, 1998, s. 39.
[498] Z. KİTAPÇI, a.g.e.,s. 58.
[499] E. SARIKÇİOĞLU, a.g.e., s. 103.
[500] E. SARIKÇİOĞLU, a.g.e., s. 107.
[501] V. V. BARTHOLD, İslâm Medeniyeti Tarihi, çev.
F. Köprülü, 4. bsk., Ankara, 1977, s. 84; L. CAETANİ, İslâm Tarihi, çev.
H. Cahid, İstanbul, 1924, X., s. 243; ö. RIZA, Yeryüzündeki Dinler Tarihi, 1948.
[502] Ibn FAZLAN, Seyahatnâmesi, çev. R.
Şeşen, Bedir yay., İstanbul, 1995, s. 68.
[503] Hoca Ahmed YESEVİ, Divân-ı Hikmet, haz.
H. BİCE, TDV. Yay., Ankara, 1993, Hikmet- 72, s. 92; Kemal ERASLAN, Dîvân-ı
Hikmet Seçmeler, Ankara, 1991,
[504] O. TURAN, Türk Cihân Hakimiyeti Mefkûresi
Tarihi, Boğaziçi yay., 5. bsk., İstanbul, 1995, s. 139-141.
[505] Ayrıntılı bilgi için bkz: NARŞAHÎ, Tarih-i
Buhârâ, s. 38; V.F. BUCHER, “Mecûsî” mad. I.A., VIL, s. 413.
[506] CUVEYNÎ, Tarih-i Cihanguşa, çev. M.
öztürk, Kültür Bakanlığı yay., Ankara, 1999, s. 130.
[507]Ş.GÜNALTAY,
İslâm Tarihinin Kaynaklan -Tarih ve Müverrihler-, Enderun yay.,
İstanbul, 1991, s. 32-34; H. KURT, Buhârâ, s. 37.
[508] Ibn HAVKAL, Sûret el-Arz, “Mâverâünnehir
Bölümü” s. 492, R. ŞEŞEN, İCGT, s. 227.
[509] MES'UDÎ, Mürûc el-Zeheb, s. R. ŞEŞEN, İCGT,
s. 42.
[510] H. W. HAUSSİG, İpek Yolu ve Orta Asya
Kültür Tarihi, s. 259.
[511] Z. KİTAPÇI, a.g.e., s. 60.
[512] Z. KİTAPÇI, a.g.e., s. 61.
[513] V.V. BARTHOLD, Dersler, s. 36.
[514] V.V. BARTHOLD, Dersler, s. 18-19.
[515] B. ÖGEL, TKGÇ., c. I., s. 87
[516] J. P. ROUX, Türklerin ve Moğolların Eski
Dini, çev. A. Kazancigil, İstanbul, 1998,s. 30.
[517] V.V. BARTHOLD, Dersler, s. 18.
[518] H. W. HAUSSİG, a.g.e., s. 242.
[519] Ü.GÜNAY; H. GÜNGÖR, Başlangıçlarından
Günümüze Türklerin Dinî Tarihi, İstanbul, 2003, s. 201.
[520] E. ESİN, Türkistan Seyahatnamesi, Ankara,
1959, s. 11-12; K. BAYPAKOV.Ulu İpek Yolu..., s. 23.
[521] S.G. KLAŞTORNIY-SULTANOV, T.I., Kazakistan-Türkün
Üç Bin Yılı, çev. A. Batur, Seleng yay., İstanbul, 2003, s. 169.
[522]
Ü. GÜNAY; H. GÖNGÖR, a.g.e., s. 134.
[523]1.
KAFESOĞLU, “Eski Türk Dini” Tarih Enstitüsü dergisi, s. 11.
[524] Teferruatlı bilgi için bkz: I. KAFESOĞLU, Türk
İslâm Sentezi, s. 88.
[525] Ayrıntılı bilgi için bkz: B.Y.
VLADİMİRTSOV, Moğolların İçtimâî Teşkilâtı, çev. A. İnan, TTK. yay., 2.
bsk., Ankara, 1987; Utemiş Hacı, Cengiz-nâme, haz. Yu.G.Baranova, İlim
yay., Almatı, 1992.
[526] Ü. GÜNAY; H. GÜNGÖR, a.g.e., s. 137.
[527] I. KAFESOĞLU, a.g.m, s. 11-12.
[528] Şamanizm hakkında teferruatlı bilgi için bkz:
A. İNAN, Şamanizm; I. KAFESOĞLU, Türk Dünyası el Kitabı, c. I; aynı müellifin
“Eski Türk Dini”, Tarih Enstitüsü dergisi, s. 9; F. KÖPRÜLÜ, “Bahşı” I.A.,
c. II. s. 235-238;B. SADEDDİN, “Şamanizm” Türk Amacı, say. I.,
İstanbul, 1942.
[529] A. İNAN, Şamanizm, s. 74.
[530]
Ibn FAZLÂN, Seyehatnâme, çev. R.Şeşen, Bedir yay., İstanbul, 1995 s.
161-163.
[531]1.
KAFESOĞLU, Eski Türk Dini, s. 37.
[532] Aynı müellif, s. 41.
[533] J. P. ROUX, a.g.e., s.32.
[534] A. İNAN, Şamanizm, s. 20.
[535] W. RADLOFF, Sibirya’dan, (Türkçe tercümesi),
1956, II., s. 1.
[536] Ü.GÜNAY, H. GÜNGÖR, a.g.e., s. 138.
[537] E. SARIKÇIOĞLU, a.g.e., s. 5-8.
[538] I.KAFESOĞLU, “Eski Türk Dini”, s. 12-13.
[539] J. P. ROUX, a.g.e., s. 355.
[540] I. KAFESOĞLU, Türk-lslâm Sentezi, s. 91.
[541] M. ELİADE, a.g.e., s.27.
[542] Daha bkz: Tezimizin II. Bölüm, Türklerde
Hakimiyet Anlayışı.
[543] F. SÜMER, “Oğuzların Destanî Mahiyetteki
Eserleri”; S. KOCA, Türk Kültürünün Temelleri-ll, s. 202.
[544] M. ERGİN, Orhun Abideleri, Boğaziçi
yay., 20. bsk., İstanbul, 1996, s. 17;32.
[545] D. KENJETAY, Hoca Ahmed YesevFnin Düşünce
Sistemi, H. A. Yesevî ocağı yay., Ankara, 2003, s. 36.
[546]1.
KAFESOĞLU, Kutadgu Bilig ve Kültür Tarihîmizdeki Yeri, İstanbul, 1980,
s. 37.
[547] Ibn FAZLÂN, Seyahatnâme, s. 161.
[548] I. KAFESOĞLU, “Eski Türk Dini", s. 64.
[549] B. ÖGEL, “Uygur Devletinin Teşekkülü ve
Yükseliş Devri”, Belleten, XIX, s. 366-367; I. KAFESOĞLU, “Uygurlar”, Türk
Dünyası El Kitabı, c.L, 2. bölüm, s. 146.
[551] A. BELENİTSKY, The Ancient Civilesation of
Central Asia, Londra, 1969, s. 115.
[552] A. BELENİTSKY, a.g.e., s. 210.
[553] N. ÇAĞATAY, Islâm Tarihi, İstanbul,
1972, s. 295.
[554] Z. KİTAPÇI Orta Asya’da İslâmiyet’in
Yayılışı, a.g.e., s. 83.
[555] Aynı müellif, s. 84.
[556] H. KURT, Buhârâ, s. 166.
[557] Nelson FREY, Buhârâ, s. 130; V.V.
BARTHOLD, Moğol Isitlâsma Kadar.., s. 201.
[558] O. TURAN, Türk Cihan Hakimiyeti..., s.
134.
[559] S.KALAŞTORNIY- T. SULTANOV, a.g.e., s. 225.
[560] Konu hakkında ayrıntılı bilgi için bkz: V. V.
BARTHOLD, Moğol İstilasına Kadar Türkistan 195-210; aynı müellifin,
Soçinenya, c. IL;aynı müellifin, İslâm Medeniyeti Tarihi, s. 61-72; H.
KURT, Buhârâ; Z. KİTAPÇI, Orta Asya’da İslâmiyet’in Yayılışı ve
Türkler; H. D. YILDIZ, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, c. VI.
[561] V.V. BARTHOLD, İslâm Medeniyeti Tarihi, s.
64-67.
[562] H.D. YILDIZ, Doğuştan.Günümüze., s. 18,
c.VI.
[563] Taberî’den naklen BARTHOLD, Moğol istilâsına
Kadar.., s. 203.
[564] I. KAFESOĞLU, “Türgişler”, TDEK, c. L,
s. 150.
[566] Mücadeleler hakkında bkz: GİBB, a.g.e., s.
62-28; P. HİTTİ, Islâm Tarihi, çev. S. Tuğ, İstanbul, 1980; Z. KİTAPÇI,
“Emeviler Devrinde Orta Asya Mahalli Türk Hükümdar ve Aristokratları Arasında
İslâmiyet’in Yayılışı”, 1986, s. 361-375; S. G. KLAŞTORNIY, “Orta Asya
Milletlerinin Araplara Karşı Mücadelelerine Dair”, çev. I. Kaynak, Belleten,
c. XXVI, sayı. 104, s. 763-776;
[567] O. TURAN, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkuresi
Tarihi, s. 138.
[568] Et-Taberî’den naklen Z. KİTAPÇI, a.g.e., s.
282.
[569] B. ÖGEL, a.g.m., s. 335.
[570] V. V. BARTHOLD, Moğol İstilâsına Kadar.., s.
211-212.
[571] Ibn’ül-ESlR, El-Kâmil fi’t-Tarih, c. V.
s. 344.
[573] J.KARAM Skafe, “VI-VIII. yüzyıllarda Türkistan
Sahalarında Batı Türk Hakimiyeti”, çev. B. Keneş, Türkler, Yeni Türkiye
yay., Ankara, 2002, c. II., s. 98-99.
[574] B. ÖGEL, Türk Kültürünün Gelişme Çağlan, c.
I., s. 61, İstanbul, 1971.
[575] M. ERGİN, Orhun Abideleri, Boğaziçi
yay., 20. bsk., İstanbul, 1996; Ayrıca bkz: H. SALMAN, “Türgişler”, T.A., c.
II., s. 413.
[576] el-BELÂZURÎ, Fütûhu’l-Büldan, çev. M.
Fayda, Ankara, 1987.
[577] S. KALŞTORNIY, a.g.m., s. 766.
[578] H.D.YILDIZ, Talaş Muharebesi Hakkında Bazı
Düşünceler, İstanbul, 1973, s. 74.
[579] R. GROUSSET, Bozkır İmparatorluğu, s.
166.
[580] H. D. YILDIZ, a.g.e., c. X, s. 18.
[581] GİBB, a.g.e., s. 44.
[582] H.D.YILDIZ, a.g.e., s. 77.
[583] Ibn’ül-ESİR, el-Kâmil, çev. B. Eryarsoy,
c. V., ‘ 751 yılının Temmuz ayı, Ibn’ül-ESİR,a..g.e, c. V.
[584] H. SALMAN, “Kartuklar”, T.A., c. II., s.
421-422.
[585] LİU-EN-LİN, a.g.m.,s. 418.
[587] LİU-EN-LİN, a.g.m., s. 418.
[588] GİBB, a.g.e., s. 80.
[589] A. ÖZAYDIN, Türkler, c. IV, s. 246-247.
[590] H. SALMAN, a.g.m., s. 421-422.
[591] V.V.BARTHOLD, Moğol İstilâsına Kadar..., s.
196.
[592] O. TURAN, Türk Cihan Hakimiyeti..., s.
150.
[593] A. ÖZAYDIN, a.g.m., s. 247.
[594] O. TURAN, Türk Cihan Hakimiyeti..., s.
151.
[595] O. TURAN, “Tûrklerve İslâmiyet”, DTCF,
dergisi, IV., say. 4., s. 468.
[596] F. KÖPRÜLÜ, Türk Edebiyatında İlk
Mutasavvıflar, Diyanet İşleri Baş. yay., 7. bask., Ankara, 1991, s. 14-15.
[597] V.V. BARTHOLD, Dersler..., s. 92-93.
[598] V.V.BARTHOLD, a.g.e., s. 94.
[599] H.D.YILDIZ, a.g.e., c.VL.s. 43; Z. KİTAPÇI,
“Kuteybe b. Müslim Devrinde Aşağı Türkistan’ın Diğer Şehirlerinde İslâmiyet”, Türk
Dünyası Araştırmaları, İstanbul, 1984, s. 30.
[600] V.V.BARTHOLD, Moğol istilâsına Kadar..., s.
213.
[601] NARŞAHÎ,Buhârâ Tarihi, naklen H. KURT a.g.e.,
s.34.
[602] P. GOLDEN, Türk Halkları Tarihine Giriş, s.
142.
[603] K. BAYPAKOV, a.g.e., s. 35.
[604] T. KONRATBAYEV, Ertedeki Eskertkişter(Eski Abideler),
Almatı, 1996, s. 122.
[605] R. ŞEŞEN, İCGT, s. 225.
[606] V.V. BARTHOLD, Dersler..., s. 78.
[607] H.D.YILDIZ, a.g.e., c. VI.,s. 43; Z. KİTAPÇI,
“Kuteybe b. Müslim Devrinde Aşağı Türkistan'ın Diğer Şehirlerinde İslâmiyet”, Türk
Dünyası Araştırmaları, İstanbul, 1984, s. 30.
[608] V.V.BARTHOLD, Moğol istilâsına Kadar.., s.
213.
[609] NARŞAHÎ.Buhârâ Tarihi, s.
[610] P. GOLDEN, Türk Halkları Tarihine Giriş, s.
142.
[611] K. BAYPAKOV, a.g.e., s. 35.
[612] T. KONRATBAYEV, Ertedeki Eskertkiter(Eski Abideler),
Almatı, 1996, s. 122.
[613] R. ŞEŞEN, İCGT, s. 225.
[614] V.V. BARTHOLD, Dersler..., s. 78.
[615] M. KAŞGARÎ, DLT, c. I, s. 473.
[616] H.D.YILDIZ, Doğuştan Günümüze.., s. 38.
[617] Hududü’l-Alem, Ing. çev. Minorsky, London,
1937, s. 56;
[618] R. ŞEŞEN, “Hudud’ü-I Alem,” İCGT, s. 63.
[619] Z. V. TOGAN, Umumi Türk Tarihine Giriş, İstanbul,
1981, s. 142.
[620] M. KAŞGARÎ, DLT, C.I, s. 473.
[621] V.V. BARTHOLD, Moği İstilâsına Kadar.., s.
131.
[622] Sem’anî, Kitabü’l-Ensâb naklen V.V.
BARTHOLD, Dersler.., s. 105.
[623] Ibnû’l-ESİR, a.g.e., c. XI.,
[624] Cemâl el-Karşî, “Mulakaât el-Surâh’, nşr.
V.V. Barthold,dan R. Şeşen, İCGT, s. 204.
[625] O. TURAN, “Satuk Buğra Han Menkıbesi ve Tarihi”, Ülkü der., say.74.
[626] M. KAŞGARÎ, DLT, c.lll, s. 185-350.
[627] Sadruddin Ebu’l Haşan Ali ibn Nâşır ibn Ali
el-Hüseynî, Ahbâru’d-Devleti’s-Selçukiyye, çev. N. Lügal, TTK. yay.,
Ankara, 1999.
[628] Ibnü'l-Esir, a.g.e., VIII: 396 .
[629] İbn Havkal, a.g.e., s. 511; Hududu'ı-Alem, s.
117.
[630] Ibn Havkal, a.g.e., s.511: Hududu'l-Alem, s.11.
[631] Ibn FADLÂN, Seyahatnâmesi, s. 13.
[632] el-Makdisî, Ahsen el-Tekâsîm fî Ma'rifet
el-ekâlîm, s. 246, R. Şeşen, İCGT, s. 248.
[633] O. PRİTSAK "Kara Hanlılar”, İ.A., c.VI,
s. 251-270.
[634]R.
ŞEŞEN, İCGT, s. 256; R.
GENÇ, a.g.e., s. 4.
[635] R. GENÇ, Kaşgarlı Mahmud’a Göre XI.
Yüzyılda Türk Dünyası, Ankara, 1997, s. 20.
[636] Ibn FADLÂN, Seyahatnâmesi, s. 13.
[637] Arapski i Persidsky istoçniki, s. 45.
[638] S. AGACANOV, Oğuzlar, s. 224.
[639] M. KAŞGARÎ, DLT., c. III., s. 412-416.
[640] Mehmed Neşrî, Cihan-nümâ ve Ibn Kesir,
(el-Bidâye ve’n-nihâye)den naklen H. D.
YILDIZ,
Doğuştan Günümüze.., s. 37.
[641] F. SÜMER, Oğzlar, s. 245.
[642] H. D. YILDIZ, a.g.e., s. 38.
[643] Ibnü’l-Esir, a.g.e., c. V,
[644] Ferîdü’d-din ATTÂR, Mantıku’t-Tayr, çev.
Abdülbaki Gölpınarlı, İstanbul, 1968, s. 180
[645] “...Yesevî, Türklerin Islâm’ı kabulleri ile
beraber Orta Asya'da başlayan erken sûfilik geleneğini temsil ettiği için
"Pir-i Türkistan", XV. yüzyılın sonlarına doğru Yesevîlikle aşağı
yukarı aynı mıntıkada teşekkül eden Nakşibendilik geleneğinin de doğuşuna
etkisi olduğu için Hâcegân silsilesinden sayıldığını ve bu sebeple "Hâce-i
Türkistan" unvanıyla anıldığını belirtir..”, ayrıntılı bilgi için bkz: A.
Yaşar Ocak, "Anadolu Türk Safiliğinde Ahmed-i Yesevî Geleneğinin
Teşekkülü", Milletlerarası Ahmed Yesevî Sempozyumu Bildirileri, Ankara,
1992, s. 76.
[646] Fahrettin OLGUNER, “Tasavvuf Dünyası İçinde
Hâce Ahmed Yesevî”, Ender, say.21, ayrı bsk. Ankara, 1995, s. 942.
[647] Mevlana Safiyü’d-Din, Neseb-Nâme Tercümesi,
haz. K. Eraslan, İstanbul, 1996; Bu konuda Kazakistanlı Z. Candarbek’in
“Nasab-Name” adlı doçentlik tezinden de yararlandık. Almatı, 1998;
[648] “Doğduğum yer o kutlu Türkistan’dan” (Hikmet
16); “Adım Ahmed Türkistan’dır ilim benim” (Hikmet 55); Hoca Ahmed YESEVÎ, Divân-ı
Hikmet, haz. K. Eraslan, Ankara, 1991, s.31- 76
[649] YESEVÎ, D.H., s. 72.
[650] K. ERASLAN, “Ahmed Yesevî”, Yesevîlik
Bilgisi, Ahmed Yesevî vakfı, Ankara, 1998, s. 79.
[651]YESEVÎ,
D.H., s.79.
[652] M. Carmuhammedulı, "Hoca Ahmed Yesevî’nin
Hayatı Hakkında Yeni Deliller ve Onun Bilinmeyen "Risale" Adlı
Eserinin İlmi Değeri", Milletlerarası Ahmed Yesevî Sempozyumu
Bildirileri, s. 13-20.
[653] F. OLGUNER, a.g.m., s. 943.
[654]Fuad
KÖPRÜLÜ, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, 2. baskı, Ankara, 1966,
s.49.
[655] A. PIYLEV, Hodja Ahmad Yasaui: Sufisky Poet,
Ego Epoha, Tvorçestva(Hoca Ahmed Yesevî: Tasavvuf şairi, dönemi, eserleri),
Almatı, 1997, s. 30.
[656] D. KİŞİBEKOV, Qazak Mentaliteti, Keşe,
Bugün, Erten(Kazak Mentolitesi, dün, bugün, yarın), Almatı, 1999, s. 72.
[657] YESEVÎ, D.H., s.96.
[658] YESEVÎ, D.H., haz. H. BİCE, s. 33-36.
[659] Fuad KÖPRÜLÜ, “Ahmed Yesevî”, ÎA„ el, s.
210-215.
[660] Yusuf-i Hemedani hakkında teferruatlı bilgi
için bk. K. ERASLAN, a.g.e., s. 1.
[661] YESEVÎ, D.H., haz. H. BİCE, s. 4-12.
[662]1.
A. ÇUBUKÇU, “Ahmed Yesevî ve Düşüncesi”, Ender, say. 21, ayrı bsk,
Ankara, 1995, s. 825.
[663] Z. CANDARBEK, Türkîstanın Kıskaca Tarihi (Türkistan’ın
Kısaca Tarihi),Türkistan, 2000, s. 3.
[664] E. SMAGULOV-M. TUYAKBAYEV, Türkîstanın
Ortagasırlık Tarihi (Türkistan’ın Ortaçağdaki Tarihi), Türkistan, 1998, s.
8.
[665] E. BAYPATŞA, Kazak Dalaşının Ecelgi Tarihi (Kazak
Bozkırının Eski Tarihi), 1998, s. 55-57.
[666] M. Beşir AŞAN, Türkistan Tarihi Üzerine Bir
Araştırma, (Profesörlük Araştırma Eseri)Elazığ, 2001, s. 24.
[667] K. BYPAKOV-E. SMAGULOV,” Drevni Türkistan”
(Kadim Türkistan), Novosti Arkeolog! (Arkeolojik Haberleri),Hoca Ahmed
Yesevî Üniversitesi Arkeolojik ve Etnografya Araştırma Merkezi dergisi, say.
1,1997, s. 65.
[668] M. E. MASSON, O Postroyke Mavzaleya Hoja
Ahmeda v Goroge Turkestane (Türkistan’da Hoca Ahmed Türbesinin Yapılışı
Hakkında), ISAGO(lzvestiye Sredne Aziyatskogo Gegrafiçeskogo Obşestvo),(Orta
Asya Coğrafi Kurumu Bildirisi), c. XIX, Taşkent, 1929, s. 40-44.
[669] Şavğar hakkında müellifin görüşü için bkz.
V.V. BARTHOLD, Moğol istilasına Kadar.., s. 164-275.
[670] E. SMAGULOV-M. TUYAKBAEV, a.g.e., s. 7.
[671] Z. CANDARBEK, a.g.e.,(TKT) s. 8.
[672] Sır Derya'yı anlatırken “bu nehir çalılıklar
ve ardıç ağaçları arasında Aral gölüne doğru akmaktadır. Batıda Karaçuk denilen
Karatağ silsilesi bulunmaktadır." diye belirtir. Bkz. Emel ESİN, İslâmiyet’ten
Önceki Türk Kültür Tarihi ve İslâm’a Giriş, c. 2, İstanbul, 1978,s. 25.
[673] Z. CANDARBEK, a.g.e.,(TKT) s. 9; E. SMAGULOV-M.TUYAKBAYEV,
a.g.e., s.14.
[674] A. I. Papov, Goroda i Narodı Sredniy
Azii(Orta Asya Şehirleri ve Halkı), Leningrad 1973, s.169.
[675] Eşref BUHARALI, "el-lstahrî ve Ibn
Havkal'ın Haritalarına Göre Mâverâünnehir", Türk Dünyası Araştırmaları,
Aralık, 1999, s. 67.
[676] E. BUHARALI, a.g.m., s. 67.
[677]B.I.MATOV, İstoriya Srednivekovogo Grodov
Turkestana(Türkistan’ın Ortaçadaki
Şehirleri), Almatı, 1995, s. 34-36.
[678] Islâm Coğrafyacılarının Eserleri için bkz: R.
ŞEŞEN, İslâm Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri, Ankara,
1998; S.L. VOLİN, Svedniye Arabskih istoçnikov IX-X v.v. (Arapça
Kaynaklarda Geçen Bilgiler), Almatı, 1960.
[679] R.ŞEŞEN, a.g.e., s. 230.
[680]K.
BAYPAKOV, “Orta Gasırlık Kalalar: Sayram, Otrar, Türkistan”(Ortaçağ Şehirleri:
Sayram, Otrar, Türkistan), Otan Tarihi, İlmi dergi, say. 3-4., Almatı,
2000, s. 14-17.
[681]E.SMAGULOV-M.
TUYAKBAEV, “Şaugar-Yası-Türkistan tarihi ornın anıktaudafı Arkeologiyahk
Malimetter”(Şavğar-Yesi-Türkistan’ın Tarihi Yerin Bulma Açısından Arkeolojik
Bulgular), Arkeoloji Haberleri der., say. 1, Türkistan, 1997, s. 69.
[682] M. KAŞGARLI, DLT., c. I, s. 487.
[683] Z. CANDARBEK, Türkistan'ın Kısaca Tarihi, s.
22.
[684] Kirakos GAZAKENTSİN; istoriya Armeniy(Ermenistan
Tarihi) Moskova, 1976, s. 224.
[685] E.SMAGULOV-M.TUYAKBAYEV, a.g.e., s.8.
[686] I. KAFESOLU, Harezimşah Devleti Tarihi, TTK.yay.,
Ankara, 1984.
[687] Z. CANDARBEK, Neseb-nâme Nuskalan Cane Türk
Tarihi”(Neseb-nâme nüshaları ve Türk Tarihi), Almatı, 2000.
[688] V. V. BARTHOLD; îstoriya Turkestana; Soç;
Moskova, 1977, c. IX, s. 510.
[689] S. L. VOLİN, a.g.e., s. 102; R. ŞEŞEN, a.g.e.,
s. 185.
[690] R. GENÇ, Kaşgarlı Mahmud’a Göre..., s.
30-33.
[691] V.V. BARTHOLD, Dersler, s. 31.
[692] Faruk SÜMER, Eski Türklerde Şehireilik, Ankara,
1994, s.8.
[693] Kazak Hanlığı Tarihine Dair Materyaller,(KHTM)
Almatı, 1969, s. 67.
[694] KHTM, s. 125-133-162.
[695] KHTM, s. 177-198.
[696] B. KARİBAYEV, Türkistan Cane Kazak Handıgı (Türkistan
ve Kazak Hanlığı),Almatı,
1999,
s. 5-8.
[697] M. ELİADE, Şamanizm, Arhaiçeskiye Teknik!
Ekstaza, Rusça’ya çev. Sofiya, Moskova,
2000,
s. 21.
[698] “Saka Türklerinde "oyun", Kırgız, Özbek,
Kazaklarda "baksı", Altaylıklarda "kam, gam", Moğol ve
Japonlarda "karni" denilmektedir”, bkz. ROUX J-P.,Türklerin ve
Moğolların Eski Dini. s. 50; F. KÖPRÜLÜ, “Bahşı”, İA„ c. II,
s.233-238.
[699] M.KAŞGARLI, DLT, c. I, s. 236-283; c. III,
s.157-144.
[700] Esim G., "Korkut Dünya
Tanımı"(Korkut Dünya Görüşü), Parasat der, Almatı, 1998, s. 22- 23;
[701] V.V. BARTHOLD., Turki: Dvenadsat Leksii Po
istorii Turetsikih Narodov Sredney Azîi, Almatı, 1993, Jalın yay., s. 82;
[702] “Qorkut Ata” (Dede Korkut), mad. Almatı,
1999, haz. Nısanbayev A., Qazaq Ensiklopediyası, s. 72.
[703] L.W. JAMES, Ezperince Religiouse, Paris,
1908, s. 160.
[704] D. KENJETAY, Hoca Ahmed Yesevî Düşünce
Sistemi, Ankara, 2003, s. 89.
[705] A. NISANBAYEV, Qazaqstan.
Demokratiya. Ruhani Janaru(Kazakistan, Demokrasi ve Manevi Yenilenmek).
Almatı, 1999, s.61.
[706] D. KENJETAY, a.g.e., s. 85.
[707] F. KÖPRÜL Ü, Türk Edebiyatında.., s. 86.
[708] Ali-Şir NEVAYÎ, Nesayimü'l Mahabbe min
Şemayimi'l Fütüvve, Haz: Kemal Erasıan, Ankara, 1996., s. 383.
[709] GORDLEVSKY, Hodja Ahmad Yasavîy(Hoca Ahmed
Yesevî), s. 363.
[710] D. KENJETAY, Hoca Ahmed Yesevî’nin Ahlak
Felsefesi, Ankara, 2003, s. 26.
[711] F. KÖPRÜLÜ, “Ahmed Yesevî Maddesi”, İA„ c.l,
s. 213.
[712] Rabiga SIZDIKOVA, Yasavi Hikmetlerinin
Tiiin Zeriteu jaylı, haz. MırzAhmedov, a.g.e., s. 18.
[713] YESEVÎ, DH, (Bice), hikmet 56-71.
[714] A. MÜMİNOV, “Yesevîye’nin Membaları Menşei”, Yesevî
Taglımı, haz. M. Mırzahmet, Türkistan, 1996, s. 26.
[715] Car MUHAMMEDULU, “Hoca Ahmed Yesev’nin hayatı
hakkında yeni deliller ve O’nun bilinmeyen “Risale’adlı eserinin ilmi değeri”, Milletler
Arası Ahmed Yesevî Sempozyumu bildirileri, Kültür Bakanlığı araş ve geliş,
vak. vay. Ankara, 1992, s. 13,18.
[716] O. TÜRER, “Türk Dünyasında Islâm’ın Yerleşmesi
ve Muhafazasında Sûfî Tarikatlar ve Yesevî’nin Rolü”, Yesevîlik Bilgisi, s.
301.
[717] A. Y. OCAK, “Türk Dünyasında Ahmed Yesevî ve
Yesevîlik Kültürünün Yayılışı: Bir Sûfî
Kültürünün Yeniden Güncelleşmesi”, Yesevîlik
Bilgisi, s. 311.
[718] B. HAYİT, “Türkistan Kadınlarının Yesevîcilik
An’anesi”, Yesevîlik Bilgisi, s. 458.
^Z. CAN DAR BEK, “Sopılık Agımdarın Ortalık
Asyadaki Türk Halıktarının Etnikalı k Cikteluine lkpah”(Sûfî Akımlarının
Merkezi Asya’daki Türk Halklarının Etnik Oluşumundaki Etkisi), Türkistan
Tarihi ve Medeniyeti, Türkistan, 2000.
[720]
M. SENAÎ, “Tarikat-i Yesevîyye ve Nakş-i ân der gosteriş-i Islâm der Asyâ-yi
markezi” Name-i Ferheng, çev. M. öztürk, say.1, s. 169-175.
[722] M. KARA, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, Dergâh
yay, İstanbul, 1995, s. 297.
[723] D. KENJEAY, H. A. Yesevînîn Düşünce Sistemi,
s. 104.
[724] M. KARA, a.g.e., s. 300.
[725]Z.V.TOGAN,
"Yesevîliğe Dair Yeni Malumat", F. Köprülü Armağanı, İstanbul, 1953,
s. 523- 529.
[726] A.MÜMİNOV, a.g.m., s. 27.
[727] Z. V. TOGAN, Umumi Türk Tarihine Giriş, İstanbul,
19981, s. 110.
[728] A.Y. OCAK, Türk Sûfîliğine Bakış, İstanbul,
1996, s. 32-37.
[729] M. KARA, a.g.e., s. 278.
[730] Z. CANDARBEK, “Neseb-nâme”, s. 112.
[731] Z. CANDARBEK, a.g.e., s. 112.
[732] ayrıntılı bilgi için bkz: Z.CANDARBEK,
“Neseb-nâme”, s. 103.
[733] B. BABAJANOV, Yasaviya i Nakşbandiya v Maveranehre,
İz Isorii Vzaimoonoşenii (ser XV-XVIw).YesevîTaglımı, haz. M.
Mırzahmetulu, Türkistan, 1996, s. 84.
[734] F. KÖPRÜLÜ, İlk Mutasavvuflar..., s.109
; A. PALA, “Yesevîlikten Bektaşîliğe Türk Müslümanlığı”, Yesevîlik Bilgisi,
s. 232.
[735] A. MÜMİNOV, a.g.e., s. 28; Z.
CANDARBEK, Neseb-Nâme Nüshaları ve Türk Tarihi, s. 107.
[736] Menakıb-ı Ahmed-i Yesevî, haz. N. Tosun, İlam
Araştırma Derg., c.lll, say.1, 1998, (Ocak-Haziran).
[737] A. PALA, a.g.m., s. 233.
[738] Z. CANDARBEK, Türkistan’ın Kısaca Tarihi, Türkistan,
2000, s.24.
[739] B. BABAJANOV, a.g.m., s. 88.
[740] ANDRAS J. E. Bodrogligeti, “The Impact of Ahmed
Yesevî’s Teaching on the Cultural and Political Life of the Turks of Central
Asia”, TTK, Ankara, 1992.
[741] Z. CANDARBEK, “Sûfî akımların a.g.m., s.3.
[742] M. ABUSEYİTOV, Kazakistan i Çentralnaya
Aziya v XV-XVII w. Istorya, Politika, Diplomatiya(XV-XVII. Yüzyıllarda
Kazakistan ve Orta Asya Tarihi, Siyaseti, Diplomasisi), Almatı, 1998, s. 6.
[743] D. STİUARD, “Svedeniya etnografiçeskoy
literaturı po istorii religii Kazaxov7 Hoca Ishak Vali/ Şelkovıy Put i
Kazakistan, Almatı, 1999.
[744] K. SMAGULOV, “K Voprosu ob Etniçeskom
Prednadlecnosti Pozdesrednevekovıy Kültün Drevnih Gorodov Yucnogo Kazaxstana”
(Güney Kazakistan’ın eski şehirlerindeki ortaçağdaki etnik yapısı meselesi), Tezicı
Dollarov, Şımkent, 1999; B. BABAJANOV, a.g.m., s. 77-79.
[745] M. MASSON, Mavzaley H. A. Yesevî, /Goroda
Türkistan/(A. Yesevî Türbesi/Türkistan Şehirleri/), Almatı, 1999.
[746] M. TINIŞBAYEV, İstorya Kazaxskogo Noroda(Kazak
Halkının Tarihi), Almatı, 1998.
[747] Z. CANDARBEK, “Kazak Hanlığı ve Ahmed Yesevî” Türkistan
Tarihi ve Medeniyeti, (İmi makaleler yığını) haz. A. Abuev, Türkistan,
2000. s. 144.
[748] Z. CANDARBEK, a.g.m., s. 155-58.
[749] Z. CANDARBEK, Neseb-Nâme”nüshalan ve Türk
Tarihi, Almatı, 2000.
[750] B. BABAJANOV, a.g.m., s. 25.
[751] B. KARİBAYEV, Türkistan ve Kazak Hanlığı, Almatı,
1999, s. 34.
[752] Z. CANDARBEK, a.g.e., s. 102.
[753] Türkistan Taglımı, a.g.m., s. 25.
[754] Z. CANDARBEK, Ahmed Yesevî ve Kazak Han..,
a.g.m., s. 143.
[755] F. KÖPRÜLÜ, İlk Mutasavvuflar.., a.g.e.,
s. 86.
[756] F. KÖPRÜLÜ, a.g.e., s. 86; ayrıca bkz.
“Halvet”, Şura Mecmuası, Mart 1914, s. 145.
[757] Kazakistan Tarihi, haz. Kozibayev, Almatı,
1996.
[758] Z. CANDARBEK, “Türkistan Manındagı Vakıftık
Cerler”(Türkistan Civarındaki Vakıftık Yerler), Türkistan Tarihi ve
Medeniyeti, s. 115.
[759] M. MASSON, a.g.m., s. 45.
[760] Kazakistan Tarihi, s. 256.
[761] Ibn BATUTA, Seyahatnâmesinden Seçmeler, haz.
I, Parmaksızoğlu, İstanbul, 1971.,
[762] CUVEYNÎ, a.g.e., “Buhârâ’nın Fethi”, s. 136.
[763] A.PlŞULlNA,Yugo-Vostoçnıy Kazaxstan v seredine
XIV-XV1 w,(XIV-XVI. yy. güneydoğu Kazakistan), Almatı, 1977.
[764] A. MİRBABAYEV, “Medrese soçalno-kulturnıy i
aodtektumıy element goroda", (Şehrin sosyal-ekonomik ve mimari yapıtı
olarak- Medrese), Srednevekovıye Goroda Sredney Azli, s. 139.
[765] A. MİRBABAYEV, a.g.m., s. 140.
[766] M. E. MASSON, a.g.e„ s.400.
[767] M. E. MASSON, a.g.e., s.404.
[768] Ahmed Yesevî külliyesi hakkında geniş bilgi
için bkz N. NURMUHAMMEDOV, Mavzoley Hadja Ahmeda Yassavi (Fotoalbom),Almatı,
1980.
[769] N. NURMUHAMMEDOV, a.g.e., s. 12. E. ESİN, Türkistan
Seyahatnamesi, Ankara, 1997, s. 59.
[770] E. SMAGULOV, Yası-Türkistan: novıe
dannıyye k îsttoriçeskoy Topografii(Yesi- Türkistan: Topografya biliminde
yeni veriler), Almatı, 1993.
[771] G. RAMAZANOGLU, Orta Asya'da Türk Mimarîsi, Ankara,
1998, s.36-38;
[772] M. BEŞİR AŞAN, a.g.e., s. 128.
[773]M.TUYAKBAYEV,
Epigrafiçeskiy Dekor Arhitekturnova Kompleksa Ahmeda Yasavi(Ahmed Yesevî
Külliyesinin Epigrafik Süsü), Almatı, 1989, s. 163.
[774]
K.UĞURLU, “Yesevî Külliyesi”, Erdem, VII, 21, Ankara, 1995, s. 981-985.
[775]
Bkz: Ek-Saraman-Kosa Türbesi.
[776]I.ANİÇKOV,
“O nekotorıh umestnostyah Kazalinskogo uezda, interesnıh v arhiolojiçeskom
otnaşenii”(Kazah bölgesindeki arkeoloji açısından önemli bazı yerler hakkında),
Türkistan Bölgesi Arkeoloji Grubunun Bildirisi, 1897, bilgi için: T.
KONRATBAYEV, Ertedeki Eskertkişter(Eski Abideler), öner yay., Almatı,
1996, s. 154.
[777]Religîyoznıye
Pamitniki Kazakistana(Kazakistan’daki Dinî Abideler), Almatı, 1996, s. 138.
[778]
V.V. BARTHOLD, Dersler.., a.g.e., haz. H. Dağ, s.97.
[779] “Türkistan Bölgesi Arkeoloji Grubu Bildirisi”
naklen T. KONRATBAYEV, a.g.e., s. 145.
[780] Religyoznıye Pamitniki.., a.g.e., s. 143.
[781] Z. CANDARBEK, Neseb-Nâme, a.g.e., s.
102.
[782] Ayrıntılı bilgi için bkz: F. KÖPRÜLÜ, ilk
Mutasavvıflar, a.g.e., s. 114-115.
[783] Bkz: Ek-Kara Han Türbesi
[784] F. KÖPRÜLÜ, a.g.e., s. 86.
[785] Bkz: Ek-Ayşe Bibi Türbesi
[786] Religioznıye Pamitniki.., a.g.e., s. 153.
[787] Religioznıye Pamîtniki.., a.g.e., s.
153-54.
[788] K. BAYPAKOV, Ulu İpek Yolu ve.., a.g.e.,
s. 45.
[789] Bkz: Ek- Arslan Baba Türbesi
[790] Kazakstan Tarihi, s. 112.
[791] F. KÖPRÜLÜ, a.g.e., s. 87.
[792] Mirahmad MİRHOLDOROĞLU, Sayramlîk Alloma,
Fuzalo, Buzurglar, Çimkent, 1994.
[793] Teferruatlı bilgi için: M. MİRHOLDAROĞLU,
a.g.e., s. 89-91; F. KÖPRÜLÜ, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar; Yesevilik
Bilgisi, haz: M. İSEN, C. KURNAZ,M. TATCI, Yesevi vakfı yay., Ankara, 1998.
[794] M. KOCAYEV, Otrar’ın Kısaca Tarihi, Türkistan,
2000.
[795] Risâle-î Sayram’dan naklen bkz:
MİRHOLDOROĞLU, Sayramlik Alloma, Fuzalo, Buzurglar, Çimkent, 1994.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar