Print Friendly and PDF

XI-XIV. YÜZYILLARDA SIR DERYA YÖRESİNİN SİYÂSÎ VE SOSYO-KÜLTÜREL TARİHİ

 

Hazırlayan: Dânâ MOLDABAYEVA

 

 

SIR DERYA YÖRESİNİN TARİHÇESİ

BÖLGENİN COĞRAFİ DURUMU

Orta Asya bozkırları ne kadar büyük ve geniş ise geçmişte buralarda yaşayan kavim ve devletlerin tarihi de bir o eski kadim ve köklüdür. Bu bölge kendi coğrafi özellikleri, etnik yapısı, iktisadi üretim biçimleri ve kültürel hayatı bakımından birkaç yöreye ayrılmaktadır. Bunlardan birisi de Sır Derya veya Sır yöresidir.

Eski devirlerden başlayarak İskit, Massaget, Hun, Kanglı(veya Kanlı), Peçenek, Karluk, Oğuz, Kıpçak v.s kavimlerin mekanı olan Sır yöresinin şüphesiz kendine has bir tarihi zenginliği ve kültür çeşitliliği vardır. Günümüzde bu bölgenin tarihi Kazakistan tarihinin bir parçası olarak araştırılmakta ve Kazak kültürünün oluşumunda büyük bir payı olduğu kabul görmektedir. Bu yöre kendisini diğer bölgelerden farklı kılan bazı özelliklere sahiptir. Bunlardan en önemlisi buradan Orta Asya’nın en büyük ırmağı olan Sır Derya’nın buradan akmasıdır. Suyun her zaman insanların ve diğer canlıların hayat kaynağını teşkil ettiğini hatırlarsak, bu bölgenin tarihi geçmişi de insanlık tarihi kadar eskilere dayanmaktadır. Bölgenin tarihi ve kültürel ehemmiyetini, eski çağ tarihçileri Herodotos, Strabon, Diodoros, Arrian, Photius ve diğer Ortaçağ Islâm müelliflerinin ve yakın dönem araştırmacılarının eserlerinden görebiliyoruz.

Sır Derya havzasının tarihi ve kültürel anlamda değerini çok güzel özetleyen Kazak tarihçi ve etnografı Auelbek Konratbayev şöyle diyor: “Asya’da iki büyük nehir vardır. Biri Mezopotamya’daki Fırat ve Dicle diğeri Seyhun ile Ceyhun’dur. Bunların her ikisi de insan oğlunun yaşadıkları en eski mekânlardır ve uygarlığın ocağıdır”.[1]

Eski devirlerden günümüze kadar Sır Derya’nın bir çok isimleri olmuştur. Bunlar hakkında daha sonra ayrıntılı bilgi verilecektir. Şimdi ehemmiyetinden az çok bahsettiğimiz bu bölgeyi önce coğrafi açıdan tanıyalım.

Bölgenin coğrafi tanıtımını yaparken, Sır Derya’nın geçtiği yerleri kendi içinde Yukarı, Orta ve Aşağı Sır Derya şeklinde sıralamaya tabi tutacağız. Böylece, bu kısımlardaki dağ, ırmak ve çölleri tespit etmek daha kolay olacaktır. Araştırma sahamız olan Orta Asya’nın güney kısmında diğer (kuzey ve doğu) bölgelere nispeten göl ve ırmaklar azdır. Bozkırın batı kenarı 2800 km’lik bir hat boyunca Hazar denizine bitişik ise de büyük bir kısmı çöllerle örtülüdür.[2]

Zamanında güney bozkırının en önemli göllerinden sayılan Aral istikâmetinde akan Sır Derya (1886 km) ve Amu Derya’nın (2350 km) kolları Oghış, Kâfirnihan, Sürkhan, Aksaray, Çırçık ve vaktiyle onların kollarını teşkil eden ırmaklardan Belkhab, Zerefşan, Murghab, Tican’dan ibarettir.[3]

Göl ve ırmakların tarihi kaynaklardaki isimleri ile ilgili en başta el- Idrisî’nin Oğuz elini anlattığı coğrafi eserlerinden Nüzhet el-Müştak’ta önemli bilgiler bulabiliriz, el-ldrisî, beşinci iklimin sekizinci cüzünü anlatırken burasının Oğuzlar’a ait topraklar olduğunu vurgular. Ona göre Oğuz boyları o dönemin adlandırması ile Harezm veya Çent gölü denilen Aral gölünün çevresinde oturmakta idi.[4] Daha sonra, Harezm (Aral) gölüne dökülen nehirlerden bahsederken Idrisi onların isimlerini şöyle sıralar: Ceyhun, Şaş, Berk veya Parak, Rûdâ ve Marğâ[5] veya K. Miller’e göre Margz. Miller, bu Margz isminin altında Irgız nehrinin isminin saklı olduğunu ileri sürmüştür.[6]

Sır Derya Adı ve Anlamı

Yukarıda belirttiğimiz gibi, Sır Derya havzası insanlığın eski çağlardan beri yaşadığı ve tarihi olaylara tanıklık ettiği bir bölgedir. Çeşitli zaman dilimlerinde bu bölgedeki dağ, ırmak ve çöller değişik isimlerle anılmıştır. Antikçağ tarihçilerinin ve Ortaçağ seyyahlarının eserlerinde de görüldüğü gibi, bu durum bazen isimlerin hatalı bir şekilde okunmasını ve adı geçen dağ, ırmak veya yerin tam olarak teşhis edilmesini zorlaştırmaktadır. Burada ilk olarak, Sır Derya’nın ve yöredeki diğer dağ, ırmak ve çöllerin tespit edebildiğimiz tarihi isimlerinden bahsedeceğiz. Bu mevzuda coğrafi bilgileri ihtiva eden Eski ve Ortaçağ eserlerinden yararlanmak durumundayız. Bu bölgede yaşayan en eski kavim olarak haklarında kaynaklarda bilgi bulabildiğimiz ilk kavim, Saka veya Iskitlerdir. Iskitler hakkında bilgi veren Strabon ile Herodotos’un eserlerinde bu bölgeye ait isimler geçmektedir. Herodotos Iskitlerin sınır bölgelerini anlatırken “Tanais nehrini geçtikten sonra Iskitya sona ermektedir”[7] der. Buradaki Tanais nehri hakkında V.V. Barthold sonradan bunun Don nehri olduğu sonucuna vardı ise de, önceden bu nehrin Sır Derya olabileceğini düşünüyordu. Bu görüş bir çok Kazakistanlı ve yabancı araştırmacı tarafından hâlâ bir varsayım olarak kabul görmektedir. Iskitler zamanında Sır Derya’nın ismi diğer bir kaynakta “Silis” olarak geçmektedir.[8] Bu isimler hakkında S.G. Klaştornıy ise Solon ve Pliny’nin kayıtlarına bakarak şu sonuca varıyor: Sır Derya’ın orta kısmında yaşayan Iskitler ona “Yaksart” derken, Sır Derya’nın aşağı kısmına Aral civarında yaşayan göçebe Iskitler Silis diyordu.[9] Silis kelimesi “berrak, temiz, aydınlık”

anlamına gelmektedir.[10] Bu nehrin kaynaklarda geçen diğer adı olan “Yaksart” ismine gelince, bu konuda da değişik görüşler vardır. Meselâ bunun etimolojisini yapan Marquart, VIII. yüzyıldaki Göktürk yazıtlarında geçen “İnci nehri” (Yençi Ügüz) ve Çin kayıtlarında “Has İnci Nehri” anlamına gelen “Çin- çu-ho" kelimelerine dikkat çeker. Ona göre, Yaksart kelimesinin aslı, eski Iranî dildeki “jah-sa-arta” yani “hakiki inci” kelimesinden gelmektedir.[11] Tarihçilerin bir kısmı bu görüşü destekliyorsa da, Marquart’ın kelimenin eski Türk yazıtlarında geçmesine rağmen anlamını Iran dilinden araması kafalarda soru işareti oluşturmaktadır. S. G. Klaştornıy, “Yaksart-Sır Derya” adlı makalesinde Marquart’ın görüşüne değinerek: “Yaksart, Sır Derya’nın sadece bir kısmına verilen isim olmalıdır. Çünkü, bu ad, eski kaynaklarda İskender’in seferi ile beraber anılmaya başlıyor” der. Böylece o, kelimenin İskender’in seferinden sonraki dönemlerde meydana çıktığını ileri sürmüştür.[12] Göktürk yazıtlarında geçen “İnci” isminin Sır Derya’nın Fergana ile Taşkent arasındaki kısmına verilen ad olduğu görülmektedir.[13] Ortaçağ müelliflerinden el-Mes’ûdî ve el-Biruni’nin eserlerinde de Sır Derya hakkında bilgilere rastlanmaktadır. el-Mes’ûdî, Sır Derya’ya Yaksart derken, el- Birûnî’de bu isim “Haşart” şeklinde geçmektedir.[14]

XI. yüzyıl müelliflerinden Kaşgarlı Mahmud eserinde “Öğüz”den bahsederken şöyle diyor: “Öğüz(öküz) kelimesi yalnız olarak söylendiği zaman Oğuzlarca, “Benegit” ırmağı anlaşılır, çünkü şehirleri onun kenarındadır. Göçebeleri dahi bu ırmağın kenarına inerler”[15]. Anlaşılan Kaşgarlı Mahmud “Benegit ırmağı” adı altında Sır Derya’yı kastetmektedir. Çünkü Türk kavimlerinin şehirleri daha sonra göreceğimiz gibi çoğunlukla bu nehrin, ya da bu nehir kollarının kenarında yer almıştır. Sır Derya, Türk ülkesinde doğudan batıya doğru uzanan, bütün Türk kavimlerinin yaşam kaynağı olan nehirlerden biridir. Çin kaynaklarında da Sır Derya’nın değişik isimlerle kaydedildiğini görüyoruz. Bunlardan Hsin T’ang ShuÇYeni T’ang Tarihi)’da “Yao Sha Shui” şeklinde, Yüan Shih (Yüan Tarihi)’ncfe Hu Chang (Khojend) diye kaydedilmiştir. Söz konusu nehrin yukarı mecrası Hsin T’ang Shu (Yeni T’ang Tarihi)nin 221. bölümünde Şaş Devleti ile ilgili metinlerde “Chen chu he” (Noryn) olarak kaydedilmiştir[16]. Buradaki “Chen chu he” yani Noryn ifadesi çok önemlidir. Buradaki “Noryn” her halde “Narın nehri” olmalıdır. Bu iki nehir arasında şöyle bir bağlantı vardır. Narın nehrinin Sır Derya’nın kaynağı olduğu doğrultusunda bir görüş mevcuttur. XV-XVLyüzyıl kaynaklarından Mihmân-nâme-i Bûhâra’nm müellifi Fazlullah b. Rûzbihân, Sır Derya adı hakkında eserinde “yerlilerin ona(Seyhun) Hocend Suyu(Âb-i Hocend)dediklerini ve Moğollarla Özbeklerin de Sir Suyu(Âb-i Sir) dediklerini kaydetmektedir[17]. Sır Derya’nın ismi konusunda yapılmış son zamanlara ait araştırmalara gelince: Kazakistanlı A. Şilterhanov, Sır kelimesini Kazak boylarından Sirgeli’nin ismiyle bağlantılı olarak açıklamaya çalıştığı makalesinde, Orhon yazıtlarında geçen “Türk Sir bodun” ifadesindeki Sir kelimesini halk, il anlamında çevirerek, bugünkü Sır ismiyle özdeşleştirmeye çalışmıştır. Ama bu araştırmacı, Sır Derya isminin bugünkü anlamıyla çok daha sonra ortaya çıktığını unutmaktadır. Klaştornıy’nın da dediği gibi, Sır Derya ismi en erken XV-XVI. yüzyıllarda yaygınlaşmaya başlamıştır.[18] Orhun abidesinde Sır Derya nehri için “İnci nehri” ifadesi kullanılmıştır[19]. Oğuzların da Sır Derya için aynı ismi (İnci öğüz) kullandıklarını biliyoruz. Sözlük anlamına gelince “Sir” kelimesinin millet anlamına geldiği ileri sürülmektedir. Mesela Altı Sir (Altı Millet) gibi[20].

Iskitlerden sonra Sır yöresinde eski Kanglı veya Kangyu devleti (M.ö.

yy) kurulmuştur. Bu devlet hakkında Yunan ve Latin kaynaklarında pek fazla bilgi bulunmamaktadır. Esas bilgiye daha çok Çin kayıtlarında rastlanmaktadır. S. Tolstov kendinin Eski Harezm Uygarlığının İzinde adlı çalışmasında Çin vakanüvisti Çjan-Siyan ve diğerlerinin verdiği bilgiye dayanarak, Kangyuler’in Sır Derya’nın aşağı kısmından Otrar’a kadar olan bölgede yaşadıklarını söyler. Sınırlarının doğuda Fergana, güneyde Part ülkesi ile Baktriya, batıda ise Harezm ve Buhârâ topraklarıyla hemhudut olduğunu aynı kaynaktan öğrenmekteyiz. Kangyu devletinin merkezi olarak Bitan şehri gösterilmektedir.[21]

Burada Kanglı veya Kangyu Devletinden bahsetmedeki asıl amacımız Sır Derya’nın eski adının bazı kaynaklarda Kang şeklinde geçmesidir. S. Tolstov bu kelimenin Farsça “Kanga” yani “ark” kelimesinden geldiğini söylemektedir.[22] Kang kelimesinin “sulu” anlamına geldiğini ve “Kanglı” adının suyun yakınlarında, nehrin kenarında oturanlara verilen isim olduğunu ileri sürenler de bulunmaktadır[23]. Kang kelimesinin “taş” anlamına geldiğini söyleyenler de vardır. Meselâ, Pritsak, Taşkent kelimesini Kanğ’m Türkçe tercümesi olarak görür[24]. Düşünülmesi gereken bir mesele, Kang kelimesinin Farsça bir kelime olmasıdır. Oysa tarihte adı geçen Kanglı kavmi Türk kökenli bir kavimdir. Aynı zamanda bu topluluk, bugünkü Kazak yüzlerinden Ulu Cuz’e dahil en eski kavimlerden birisi sayılmaktadır.[25]

Moğol İstilâsından sonra ise, Moğolların bu nehre Gil-Zaryan dediklerini Mustafî’nin verdiği bilgilerden öğrenmekteyiz.[26] Yerli halk Sır Derya’ya “Nehr’ü-ş-Şaş” diyordu[27]. Nehirlerin veya ırmakların onların boylarında kurulan şehirlerin ismiyle anılması rastlanan bir olaydır. Moğol İstilâsından sonra, günümüze dek bu nehre, Sır suyu veya Sır Derya denmektedir. Daha önce bahsettiğimiz Silis adının da bu Sır kelimesiyle ilgisi olduğu söylenmektedir[28].

Buraya kadarki yazdıklarımızda Sır Derya’nın değişik zaman dilimlerinde “Tanais, Silis, Kang, Yaksart, İnci, Jaxartes, Seyhun ve Sır suyu” gibi isimlerle anıldığını gördük.

Sır Derya’dan bahsederken onun yanı başındaki Amu Derya da konudan pek uzak kalmayacaktır. Otaçağ Islâm müelliflerinin Mâverâünnehir, yani “nehrin ötesi” dedikleri, ondan önce ise Turân ismiyle anılan topraklar, Seyhun ile Ceyhun arasındaki bölgedir. Mâverâünnehir’in ikinci önemli nehri olan Ceyhun’a eski kaynaklarda “Oxus” şeklinde geçmektedir. Araplar arasında, bu iki nehrin (Seyhun, Ceyhun) Dicle ile Fırat gibi cennet nehirlerinden olduğu yönünde bir rivayet mevcuttur.[29] Bu konuya değinen Guy le Strange, Sır Derya’nın eski isimlerinden bahsederken ilginç bir açıklamada bulunuyor. Strange yukarıda bahsettiğimiz cennet nehirleri hakkındaki rivayetin Araplara Yahudilerden geçtiğini, çünkü bu isimlerin aslının Tevrat’ın Tekvin bölümünde geçen cennet nehirlerinin adı olan Geyhun ile Peysun veya Feysun olabileceğini söylemektedir[30]. Yani Ceyhun Geyhun’un bozulmuş şekli; Feysun da Seyhun’un aslıdır. Bu isimlerin ne anlama geldiği bilinmemektedir.

Akarsular

Sır Derya bölgesi ve Oğuz şehirleri üzerine yaptığı önemli araştırmalarıyla tanınan S. Tolstov kendisinin Eski Oxus ve Yaksart Deltaları adlı eserinde Sır Derya’nın kollarından ve onun civarlarında kurulmuş eski şehirlerden bahsederken, bu nehrin güneydeki en önemli iki kolu olan Cana Derya ve Kuan Derya’ya dikkat çeker. Sır Derya’nın diğer kollarına gelince bunlardan Barşın derya ile Yeni derya hakkında F. Sümer Oğuzlar adlı eserinde bilgi vermektedir. Müellif Barçınlığ Kent ile Barçın Derya isimleri arasındaki bağlantıdan bahsetmekte ve bu ırmağın (derya) bir nevi arık veya kuruçay olduğunu söylemektedir.[31] Bu kollardan oldukça geniş bir şekilde bahsederek onların haritadaki yerini belirlemeye çalışan Kazak tarihçisi Tınısbek Konratbayev, yukarıda bahsettiğimiz Cana Derya, Kuan Derya (Tolstov’ta Kuvan Derya olarak geçmektedir[32]) ve Barçın Derya’ya ek olarak, bir de İnkar Derya ile Kalgan Derya’dan bahsetmektedir.[33] Bu ırmakların bir zamanlar Sır Derya’nın kollarını teşkil ettiği düşünülmektedir. Günümüzde ise bunlar kurumuştur ve bazılarının yeri dahi tam olarak tespit edilememektedir. Z. V. Togan’ın Türk İli haritasında bu adı geçen ırmaklardan Kuan (Quan) Derya ile Cana Derya’nın (Yan veya Yeni Derya) yerleri Orta ve Aşağı Sır Derya kısımlarında göstermektedir[34]. Bunların dışında Kratav’dan (Karadağ(eskşi adı Karaçuk)) başlayan ve lsficab(veya Isficab) ile Otrar bölgesinden geçerek, Sır Derya’ya dökülen, yörenin önemli akar sularından biri Ans nehridir. Daha sonra göreceğimiz gibi, bu nehirden açılan arık (kanallar) boyunca büyüklü küçüklü yerleşim yerleri ortaya çıkmıştır. XVI. yüzyıla ait bazı kaynaklarda, şimdiki Türkistan şehri yakınlarında “Karasu” nehrinin (veya ırmağı) bulunduğundan bahsedilmektedir[35]. Bu nehrin günümüzde “Karaçuk”suyu adıyla bilinen ve Karatav’dan gelen su ile aynı olup olmadığı bilinmemektedir. Günümüzde mevcut olan Karaçuk suyu Türkistan’ın kuzey-doğusunda, şehre 8 km uzaklıktadır. Bunlardan başka Sır Derya yöresine kısmen de olsa dahil edilebilecek Talas-lli nehri bulunmaktadır.

Çöller

Karakum çölü, Sır Derya havzasının kuzeyine sınırdaş bir bölgedir. Coğrafi anlamda tanımlamaya çalıştığımız Sır Derya yöresi ve sınırları açısından bilinmesi gereken bölgelerden biridir. Bilindiği üzere Türkistan coğrafyasında iki tane Karakum çölü mevcuttur. Bunlardan Büyük Karakum adıyla bilinen bölge, Hazar denizi ile Amu Derya arasında yer almaktadır. Bizim bahis konumuz olan Karakum ise “Küçük Karakum” olup, Aral gölünün kuzeydoğu sahilinde, Sır Derya’nın aşağı mecrası ile Çalkar Deniz ve Çubar Deniz gölleri arasında, boyu 375 km, eni 140 km ve takriben 200 m kadar yükselen düzlükten ibaret bir kum çölüdür.[36]

Küçük Karakum’da bir çok tuzlu göl ve bataklık mevcuttur. Çölün doğusunda bozkırlar vardır. Küçük Karakum’da hayvan beslenebilecek kadar otlak mevcut olduğu için günümüzde bile burası otlak olarak kullanılmaktadır. Karakum Ortaçağ Islâm coğrafyacıları tarafından biliniyordu. Kaynaklarda bu bölgeye “el-Mefâzâtu’l-Guziyye” (Oğuz Çölü) adı verilir.[37] Oğuzlar zamanında da bu bölgenin otlak olarak kullanıldığı bilinmektedir.

Cüveynî’nin Tarih-i Cihangüşa’sında adı geçen Karakum’un Küçük Karakum olup olmadığı tartışma konusudur.[38]

Bu bölgenin ikinci büyük çölü Kızılkum’dur. Karakum gibi, Türkistan bölgesinde iki Kızılkum mevcuttur. Bunlardan bizim konumuz açısından önem arz edeni Büyük Kızılkum’dur; yani Amu Derya ile Sır Derya arasında yer alanıdır. Küçük Kızılkum Hazar denizinin doğusundadır. Bu iki çöl, adlarından da anlaşıldığı gibi, kırmızı renkte kumla örtülüdür. Büyük Kızılkum hakkında bilmemiz gereken, ilk olarak bu çölün 360 000 km2 büyüklüğünde bir ıssız bölge olduğudur. Çölün hudutlarını daha teferruatlı bir şekilde anlatırsak: Kuzeyde ve doğuda Sır Derya, kuzeybatıda Aral Gölü, güneybatıda Amu Derya ve güneyde Pamir Dağ silsilelerinin kollarının oluşturduğu Fergana-Zerefşan ovaları vardır.[39]

Sır Derya yöresinin iki büyük çölü Küçük Karakum ile Büyük Kızılkum birbirinden Sır Derya nehri ile ayrılmaktadır. Kuzey tarafından bu iki çölü birbirinden ayran Sır Derya, doğuda da Kızılkum’u Karadağ’dan (Kara Tav, Karaçuk) ayırmaktadır. Bu çölde geçilmesi zor, büyük kum tepeleri mevcuttur. “Adam Kırılgan” kum tepesi buna bir örnektir. 1873 yılındaki Hive seferine çıkan Ruslar bu çölü geçerken çok telefat vermişlerdir.[40]

Kızılkum konusunda bilmemiz gereken diğer önemli bir husus da, çölün orta ve güney bölgelerindeki dağ gruplarının göçebe halk açısından büyük bir İktisadî ehemmiyet arz etmesidir. Bu dağlar çöl kumunun kayarak daha fazla yer işgal etmesini engellemekte, yani otlakları korumaktadır. Bu dağlarda önemli madenler de bulunmuştur.[41]

Çölün güney bölgesi Aşağı Sır Derya’ya tekabül etmektedir. Sır Derya’nın Aral gölüne doğru aktığı bilinen kollarından biri olan Cana Derya (Yeni Derya) Kızılkum’un kuzeyinde kuruyup kaybolmuştur. Bu kol bugünkü Kızıl Orda civarında Şölek’ten (Şiyeli) batıya doğru akmakta idi.[42] Kızılkum’un Sır Derya ile Amu Derya’ya bitişen yerlerinde ziraatla uğraşılmaktadır, yani bu bölgeler ekip-biçmeye elverişlidir.

Dağlar

Sır Derya yöresinin en yakın komşuları olan çöllerden bahsettikten sonra, bu bölgeye dahil ve hemhudut olan dağlardan bahsedeceğiz. Çünkü bu çalışmanın ilerleyen sayfalarında bahsedilecek konular, bu komşu bölgeler hakkında belli açıklamalar yapmayı gerektirmektedir. Sır Derya yöresine dahil dağlar içinde, kaynaklarda en çok adı geçen ve en eski olduğu varsayılanı, Karatav veya Karadağ’dır. Karatav, bildiğimiz Karaçuk adı ile eski Türk destanlarında, menkabelerde ve Ortaçağ Islâm müelliflerinin eserlerinde geçmektedir. Bu dağ Sır Derya’ya paralel olarak doğudan batıya doğru uzamakta ve Tiyanşan (Tanrı) dağlarının en batı kolunu teşkil ederek bitmektedir.[43] Karatav’ın kuzeyinde Talaş, güneyinde Sır Derya havzası mevcuttur. Daha sonraki bölümlerde de görüleceği gibi, Isficab’ın (Sayram) kuzeyinden başlayarak uzayan Karatav sıradağları bölgesi Oğuzların önemli bir kısmının yaşadığı ve pek çok şehirlerinin bulunduğu bölgedir. Bu bölgeden ve Karaçuk dağından bahseden müellifler arasında Kaşgarlı Mahmud ve Ebu’l-Gazi Bahadır Han da bulunmaktadır. Bunlar Karaçuk dağının Oğuz yurdunun adı ile özdeşleştiğini söylemektedirler. Karaçuk adı Timur’a dair zafernâmelerde de geçmektedir[44].

Oğuz İli hakkında teferruatlı bilgi veren el-ldrisî, Aral Gölü çevresindeki dağları Sır Derya yöresine komşu olarak anlatır. G. Agacanov, Idrisî’nin Kitab-ı Roger’ında adı geçen dağı “Çağraoğuz” şeklinde okumaktadır, el- ldrisî, bu dağın eteklerinde suyun buz tutarak bütün yaz donduğunu yazar.[45] Bu dağın tam olarak nerede olduğu konusu tartışmalıdır. Kimi bilginler bunu Amu Derya boylarındaki Sultan Üveys dağları olarak kabul ederken, diğerleri de el-ldrisî’ye göre dağın Şaş, Isficab ve Taraz bölgelerine kadar ulaşmasına dayanarak, onu Sır Derya civarındaki Karatav olarak görmektedirler.[46]

SIR DERYA YÖRESİNDEKİ YERLEŞİM YERLERİ

Sır Derya ve Güney Kazakistan’daki eski yerleşim yerlerinden bahsetmeden önce, bölgenin öneminden kısaca bahsedelim. Çoğu tarihi eserlerden de bildiğimiz gibi, yazılı eserlerde haklarında bilgi verilen ilk Türk kavmi Sakalardır. Bazı ilim adamları Hunlar ile Iskitlerin menşei konusunda değişik görüşleri savunsalar bile, Göktürklerin menşei konusunda aşağı- yukarı hemfikirdirler. Türk tarihinin ayrılmaz bir parçası olan ve en eski devirlerden bu yana Türk kavimlerinin yaşadığı bir bölge olarak bilinen Türkistan ve onun içinde Sır Derya bölgesinin bizce bilinen ve yazılı eserlerde haklarında bilgi bulunan ilk sakinleri Sakalar veya Iskitler’dir[47]. Sır Derya yöresinin kadim zamanlardan beri insanoğlunun yaşadığı bir yer olduğunu dana önce söylemiştik. Peki, bu “kıdem” ne kadar geriye götürülebilir? Bildiğimiz Iskitler dönemi öncesinde buralarda kimler vardı? Buralarda ilkel dediğimiz eski devir insanları yaşamış mıydı? Bu soruları cevaplayabilmemiz için Güney Kazakistan’da yapılan arkeolojik araştırmalara göz atmak gerekir. Bunu yapmaktaki amacımız, Sır Derya yöresini, en eski devirlerden başlayarak Iskitler dönemi, daha sonra Hun, VVu’sun ve Göktürk dönemleri ile bir bütün olarak göz önüne getirebilmektir. Çünkü, bu bilgiler çalışmamızın önemli kısmını oluşturan yerleşim bölgeleri, eski şehirler, etnik yapı, sosyal hayat gibi konuların daha net bir şekilde anlaşılması bakımından önemlidir.

Milattan Önceki Yerleşim Yerleri

Sır Derya yöresinin ortaçağ ve daha sonrası için arz ettiği ehemmiyete bakarak, bu bölgenin eskiden de böyle bir öneme sahip olup olmadığı konusu ilim adamlarının ilgisini çekmiştir. Bu nedenle yapılan arkeolojik araştırmalar sayesinde, Güney Kazakistan topraklarında, eski zamanlara ait pek çok taş ve kemik eşya bulunmuştur. 1848 yılında, elde edilen bulguları inceleyen, taş devri Rus araştırmacı-uzmanı G. P. Sosnovsky, “Kazakistan topraklarında eski kültür merkezlerinin mevcudiyeti ve eski devir insanlarının yaşamış olabileceğini” söylemiştir[48]. Daha sonraki dönemlerde elde edilen arkeolojik buluntular Sosnovsky’nin bu düşüncesinin doğruluğunu gösterdi. İlk olarak, Kazakistanlı arkeolog olan H. A. Alpısbayev, Güney Kazakistan’da eski devir insanlarına ait yerleşim yerleri bulmuştur. Bunu daha sonra diğer bulgular takip etmiştir. Böylece, yıllar süren arkeolojik araştırmalar sonucunda, Güney Kazakistan’da, oldukça zengin eski devirlere ait taş, kemik ve değişik materyallerden yapılmış eşya elde edilmiştir[49]. Bu çeşit verilerin incelenmesi neticesinde, Güney Kazakistan’da ilk insanların bundan takriben 500 bin yıl önce yaşamış oldukları tahmin edilmiştir[50]. Güney Kazakistan’ın Algabas, Betpak, Kosmola, Şakpak, Kızılcar ve Üçbulak gibi yerlerinde bulunan taştan yapılmış iş aletleri, insanların geçirmiş olduğu gelişme evreleri hakkında bilgi vermektedir. Bilindiği gibi, eski devir insanları bir çok gelişme aşamalarından geçmiştir. Bu devirlerin arkeoloji literatüründe kendi isimleri vardır. İnsanlardaki bu çeşit gelişmeler onların kullandıkları eşya, yaşadıkları ortam ve üretim vasıtalarından açıkça anlaşılmaktadır. Kazakistan topraklarında bulunan eski devir buluntuları çoğunlukla eski ve yeni neolitik devir denilen taş devrine ait eşyalardır. Bu çeşit malzemenin bulunmasına rağmen henüz ilkel insan kemiğine rastlanmış değildir. Ama araştırmacıların düşüncesi Güney Kazakistan’da bu çeşit insanların yaşaması için uygun iklimin mevcut olduğu doğrultusundadır[51]. Bu konuda arkeoloji ilminde henüz son sözün söylenmediğini de belirtelim. Taş devri Kazakistan’da M.Ö. 800.bin yıl ile

bin yıllar arasındaki zaman dilimini içermektedir. Buna Karatav(Karadağ) civarında yapılan kazı sonucunda elde edilen bulgular delalet etmektedir[52]. Bu bahsettiğimiz zaman dilimi içerisinde, Afrika, Hindistan ve Çin’deki hayatın benzerinin Kazakistan’da da yaşanmış olabileceğine delâlet eder. Sarı Su nehri civarındaki Kosmola ile Kızılcar(Kızılyar) yerleşim yerlerinde bulunan taş devrine ait eşya bu bükümümüzü desteklemektedir. Kazakistan topraklarında yeni taş devri olan neolitik devre ait 400’den fazla buluntu gün ışığına çıkartılmıştır[53]. Bunlardan Güney Kazakistan’daki Karatav’ın güney cephesindeki Karatav nehri ile Kızılorda(Ak meşit) ilindeki Sekseul demir yol istasyonu civarında bulunan eşyalar neolitik devir konusunda mühim bilgiler vermektedir[54].

Yeni Taş Devrine ait buluntulara Sır Derya’nın eski yatağı civarında da sıkça rastlanmaktadır. Bu bölgede elde edilen en eski buluntu M.Ö. III.bin yılın ilk çeyreğine aittir. Bu bulgu çamurdan yapılmış tabak, bakırdan yapılmış bıçak ve çakmak taşından ibarettir. Araştırmacılar bu kum ve toprak karışımından yapılan, yan tarafları inceltilmiş tabağın Neolitik devirde az rastlanan örneklerden olduğunu söylemektedirler. Tabakta her hangi bir süsleme bulunmamaktadır[55].

Buraya kadar verdiğimiz bilgileri özetleyecek olursak, Eski ve Yeni Taş devrine ait Sır Derya bölgesindeki yerleşim yerleri Karatav civarı, Karatav nehri, orta ve aşağı Sır Derya kısmına giren Akmescid iline dahil günümüzdeki Sekseul istasyonu civarı ve eski Sır Derya yatağındaki Kosmola-4 ile Kosmola- 5’ten ibarettir. En eski buluntuların tarihi de M.Ö. III. bin yıla aittir. Buralarda yaşanan sosyal hayata gelince, insanların kullandıkları eşyalara bakarak M.Ö. İL bin yılda hayvancılık ve ziraatla beraber artık gelişmiş demirciliğin de mevcut olduğunu söyleyebiliyoruz. Kazı sonucu elde edilen buluntuların cinsi ve çeşitleri asıl konumuz olmadığı için, onlar hakkındaki bilgileri özetleyerek sunmaktayız[56].

Bronz devrine ait buluntulara gelince; bu devre ait buluntular, Kazakistan’ın diğer bölgelerine nazaran daha az olup, bulunanlar da Güney Kazalista’n ve Yedisu bölgesindedir. Yapılan araştırmalar sonucunda, bu devire ait birkaç mezarlıkla insanların yaşadıkları meskenler bulunmuştur. Bunların içinde Sır Derya’nın eski yatağı olan Inkarderya[57] civarındaki Uygarak çayırı yakınlarındaki Egizkök ile Köksengir meskenlerini söyleyebiliriz[58]. Yapılan kazılar sonucunda elde edilen çanak-çömlekler, üçgen ve yuvarlak şekillerde olup resimlerle süslenmiştir. Bronz devrinin son dönemine ait bulgular arasında en önemlisi Inkarderya boyundaki (Kızılorda şehrinden güney doğuya doğru) Tükösken çayırındaki Kuzey Tükösken mezarlığındadır. Iskitlere ait bu mezarlık büyüklüğü ve gömülen eşyaların zenginliğine bakılırsa bir başbuğa ait olduğu söylenebilir[59].

M.Ö. İL bin yıl ile M.Ö.L bin yıl başında Sır Derya’nın aşağı kısmında yaşayan insanların batı ve orta Kazakistan’ın göçebe kavimleriyle sıkı münasebette oldukları anlaşılmaktadır. Aral denizinin güneyindeki komşularla yakınlaşma M.Ö. Il.bin yılda daha çok Inkarderya ile Akçaderya civarlarında iyice hissedilmeye başlanmıştır. M.Ö. I.bin yılın başlarında Harezim işi “Emirabad” tuğlasına Inkarderya’nın her yerinde rastlanmaktadır[60]. Bronz devri yerleşim yerlerinin Sır Derya boyunda çok az olması, bu devirdeki Sır yöresinin iklim ve toprak yapısının yerleşik hayat için uygun olmayıp, daha çok göçebe hayat için müsait olduğu kanaatini uyandırmaktadır. Bununla beraber, Sır Derya’nın güney cephesi ile kuzey Tükösken bulgulan, buralarda göçebelerin yanısıra, yer yer ziraatla uğraşan yarı göçebelerin de mevcut olduğunu göstermektedir[61].

Bronz devrinin en parlak merkezlerinden sayılan Tükösken mezarlıkları, Aral denizinin doğu kısmının eski sakinlerinin dini yapılar ve mimari konusunda epey geliştiklerini göstermektedir. Bu çeşit mezarlıklarla, türbeler kendine has özellikler taşımaktadır. Bulguların türlerine gelince, onlara has ortak özellik çeşitliliktir. Kazı sonucunda türlü resimlerle süslenmiş, toprak ve cam eşyalar ele geçmiştir[62]. Bu eşyalardaki sanat ve kullanılan ham malzemelere bakarak, uzmanlar M.Ö. III. yüzyılda Iskitler’in kültürel yapılarının ve sosyal gelişmelerinin hangi noktada olduğunu söyleyebiliyorlar. Bizim asıl konumuz, Sır Derya yöresindeki eski yerleşim birimleri olduğu için, Iskitlere ait bulgular ve onların sosyal gelişmeleri üzerinde daha fazla durmadan, yerleşim yerlerinin tespitine geçelim.

Yüzyılların geçmesiyle beraber, buralarda yaşayan toplulukların hayatlarında da önemli değişiklikler vukubulmuştur. Yukarıda da belirttiğimiz gibi kültürel verilere bakılırsa, Bronz devrinde kavimlerin göçebe hayata nazaran, daha çok yerleşik ve yarı göçebe hayat tarzını benimsemeye başladıkları anlaşılmaktadır. Buna bağlı olarak ziraatın geliştiğini, insanların geçici konutlar yerine, kalıcı evler ve yerleşim merkezlerini kurmaya başladığını görüyoruz. Kullanılan aletlerin taş ve kemikten daha dayanıklı olan demir ve diğer malzemelerden yapıldığı ve büyük bir ilerleme kaydedildiği anlaşılmaktadır[63]. Güney Kazakistan’daki bu gelişmeler araştırma sahamız olan Sır Derya bölgesindeki gelişmelerle benzerlik göstermektedir.

M.ö. VIII-VI. yüzyıllar arasında yaşayan iskitlerin menşei ve tarihi hakkında bir çok araştırma yapılmıştır. Burada onların siyasi tarihine değinmeden, konumuzla ilgili birkaç nokta üzerinde duracağız. Bahsettiğimiz devirde Iskitler sadece Güney Kazakistan ve Sır yöresinde yaşamamışlardır. Iskitler Kazakistan’ın hemen hemen her tarafında yaşamışlardır. Ama yoğun olarak Yedisu ile Güney Kazakistan’da yaşadıkları anlaşılmaktadır[64].

Tarihi verilere bakılırsa Sır Derya yöresinde Iskit-Massagetler yaşıyorlardı. Aşağı Sır Derya kısmındaki Uygarak ve Tükösken obaları onlar hakkında bilgi edinmemizi sağlamaktadır. Iskitler esas olarak keçe evlerde yaşarlardı. Arkeolojik kazı sonuçları da İskitlerin gelişmiş bir kültüre sahip olduklarını göstermektedir. Bu durum M.ö. I. bin yılın yarısında daha da belirginleşmişti[65]. Bu dönem Harezim kültürünün geliştiği ve yayıldığı bir dönemdir. Bu dönemde, Sır Derya Iskitleri’nin yaşadıkları bölgelerde sadece surla çevirili kaleler değil, büyük yerleşim merkezleri olan şehirler de kurulmuştur[66]. Bunlara örnek olarak: “Şirik-Rabat” şehri ile Canaderya’da ve ona yakın bölgelerde ortaya çıkan yerler ve gelişmiş sulama sistemine sahip “Babiş-Mola” şehrini söyleyebiliriz[67] [68]. Buna benzer diğer bir yerleşim yeri, Inkarderya yakınlarındaki “Balandı” kasabası idi. Burada çeşitli mezarlıklarla, türbeler bulunmuştur. Kazı sonucu çıkartılan eşyalarda(süs ve günlük hayatta kullanılan her çeşit eşya) Harezim kültürü etkisi açıkça kendini göstermektedir. Bu gibi etkileşmeler sosyal hayatta da görülmeye başlamıştı. Meselâ, Sır yöresinin, çok daha erken yerleşik hayata geçen ve tarımla uğraşan Amu Derya yöresiyle olan münasebeti sonucunda, yarı göçebe hayat tarzına geçmeye başladığı anlaşılmaktadır. Sulama amacıyla açılmış 40-50 metrelik arıklar buna delidir. Bu çeşit arıklara Kuanderya boyunda da rastlanmaktadır. Kazılar neticesinde ele geçen bulgular arasında, un yapımında kullanılan değirmen taşları da mevcuttur[69].

Bu devirde artık kavimlerin göç bölgeleri, yaylak ve kışlakları belirlenmiştir. Bunlar Yedisu bölgesindeki dağ etekleri, İli, Çu, Talaş ve diğer nehir kenarlarındaki yaylak ve kışlaklardır. Bu bölgelerde yaşayan göçebe kavimler Sır Derya ile Talaş ve diğer nehirler boyunda yaşayan ve tarımla uğraşan yerli ve yarı göçebe kavimlerle sıkı münasebet içinde idiler. Bir anlamda bu iki değişik hayat tarzını benimsemiş olan topluluklar varlıklarını sürdüre bilmek için bir birlerine muhtaçtılar.

Buraya kadar Sır Derya boyundaki İskit öncesi ve İskit devirlerine ait yerleşim yerlerini tespit etmeye çalıştık. Bu hususta bilmemizde yarar olduğunu düşündüğümüz bir nokta daha vardır. Yukarıda bahsettiğimiz yerleşim birimleri, sadece üzerinde arkeolojik çalışmalar yapılmış olanlardır. Bu yerlerden ele geçen bulguların, incelenmesiyle hangi devre ve kimlere ait olduğu tespit edilebilmesine rağmen, bu kazı yapılan yerlerin adı konusunda arkeoloji ilmi kesin bir tespit yapamıyor. Bu yüzden bahsettiğimiz kazı yerleri, bilim adamları tarafından verilen isimleriyle anılmaktadır. Bunların çoğu, varsa yakınlarındaki köy ismi veya mevki adlarından alınmıştır. (Meselâ, İskitlere ait yerleşim yerlerinin isimleri olan Cusalı, Kosbulak-1, Kosbulak-2 gibi).

Milattan Sonraki Yerleşim Yerleri

Yer adları konusunda yazılı kaynaklar bize yardımcı olabilir. Fakat bahsettiğimiz yüzyıllara ait eserlerin sınırlı olması, bu işi oldukça zorlaştırmaktadır. Çin kaynakları bu konuda bize bazı bilgiler vermektedir. Iskitlerden sonra Sır yöresinde yaşayan Kanglı (veya Kanlı) kavminden bahseden Çin kaynakları vardır. Bir kaynakta Kanlı devletinin beş küçük ulustan müteşekkil olduğu yazılıdır[70]. Çin kaynağından edindiğimiz diğer bir bilgi de Kanglıların başkentinin Bitan şehri olduğudur[71]. Kanglılar Sır Derya’nın aşağı kısmında, Taşkent civarı ve Karatav bölgesinde yaşıyorlardı. Sayıca 120 bin aile veya 600 bin insan oldukları tahmin edilmektedir[72]. Kanglıların yerleşik hayat sürdüren grubu, Sır Deryanın orta kısmında yaşamışlardır. Bunlar kendilerinden önce bu bölgede yaşayan İskitlere nazaran, ağırlıklı olarak yerleşik hayat tarzını benimsemişlerdi. Kanghlar’a ait Aktepe-1, Aktepe-2(Karatav etekleri ile orta Sır Derya kısmı), Aktepe- 3(Taşkent yakınları), Karaultepe(Arıs nehri boyunda), Yediasar(Sır Derya’nın aşağı kısmı, şimdiki Kızılorda ilindeki Karmakşı ilçesi batısında Kızılkum tarafında), Altın asar(Sır Derya’nın aşağı kısmı, Kuanderya yakınları) gibi yerleşim yerleri espi edilmişir. Bütün bunlar Sır Derya’nın orta ve aşağı kısmına yayılmış olan Kanglı devletinin nehir kolları boyunda kurulmuş irili- ufaklı şehirlere sahip olduğunu göstermektedir. Buralardan çıkartılan eşyaların incelenmesi sonucunda Kanglıların Kauınşı, Yediasar ve Otrar kültür dairesine dahil oldukları anlaşılmaktadır. Kanglı şehirlerinin özelliklerine gelince: Karatav kültür dairesine giren Aktöbe yerleşim yeri buna bir örnek olabilir. Burası çevresi surla çevirili doğu tarafında giriş kapısı bulunan kaleli bir şehirdir. Ev yapımında, genelde kirpiç(tula) kullanılmış olup, odalar bir birine bağlı olarak yapılmıştır. Evlerin ısıtılması zeminde yapılmış bir ocak yardımıyla gerçekleştirilmekte idi. Oda duvarlarının iç kısmı çamurla sıvanmıştır. Ambar olarak kullanılan odalara da rastlanmaktadır[73]. Aktöbe halkının tarımla ve hayvancılıkla uğraştıkları anlaşılmaktadır. Buna ek olarak balıkçılık ve avcılıkla da meşgul oldukları bilinmektedir. Elde edilen eşyalar Aktöbe halkının çanak çömlek yapımı yanında, zanaatla ve sanatla uğraştıklarını göstermektedir. Ayrıca Kanglıların kilden testi, vazo vs. yapma işinde ciddi gelişmeler kaydettikleri görülmektedir[74].

Aktöbe-2’deki kazı sonucu elde edilen veriler Sır Derya’nın orta kısmında yaşayan Kanglıların kültürü ve hayat tarzı hakkında, daha çok bilgi edinmemizi sağlamaktadır. Bu yerleşim yeri de çepe-çevre sağlam ve yüksek duvarlarla kuşatılmış olup, tahminen 4 hektara yayılmış büyük bir yerleşim yeridir. Şehirde halkın yaşadığı evlerin dışında, idarecilerin ve şehrin ileri gelen zenginlerinin yaşadıkları saray gibi yapılara da rastlanmaktadır[75]. Bu çeşit yapılardaki inceliklere bakarak, Kanglılarda mimari gelişmelerin ne derecede ilerlemiş olduğunu görebiliriz[76]. Ancak biz Kanglılara ait evler ve onların mimari özellikleri üzerinde fazla durmaya gerek görmüyoruz. Bu şehrin halkı taşıma su ile sulamalı tarım ve hayvancılıkla uğraşmıştır. Bulguların incelenmesi sonucunda şehir halkının dokumacılık, silah yapımı, günlük hayatta kullanılan demir eşya yapımı ile iştigal ettiği; altın küpe, bronz yüzük, kıymetli taşlarla süslü bilezikler, gerdanlıklar gibi süs eşyalarını yaptıkları ve kullandıkları anlaşılmaktadır[77]. Aşağı Sır Derya’daki Altın Asar ve Yedi Asar’dan çıkartılan eşyalar ile evlerin duvarlarının incelenmesi sonucunda, 16 hektara yayılmış olan bu şehirde, duvarlara boya ile resimler yapmak da dahil olmak üzere, her çeşit sanat türünün geliştiğini müşahede ediyoruz. Şehir halkı tarım ve hayvancılıkla uğraşıyordu. Çalıştıkları tarlalar şehre yakın mesafede olup, Kuanderya’dan açılan arklar vasıtasıyla sulanmakta idi. Kanglı kavminin yaşadığı yerlerin hepsinin yakınlarında mezarlıklar bulunmaktadır. Mezarlıklarda ahşap tabak, çanak çömlek v.b. eşyaya rastlamak mümkündür. Mezar bir erkeğe ait ise ok, yay, kılıç v.s. silah türleri; kadına ait ise, yüzük, küpe, bilezik gibi ziynet eşyaları beraberlerinde defnedilmiştir.

Yukarıda da bahsettiğimiz gibi Kanglı kültürü, daha çok yerleşik hayat sürdüren halkın kültürüdür. Kanglılardan kalan yapıların mimari özellikleri; gelişmiş el sanatları; süs ve resim sanatları; günlük hayattaki üretim metotları ile eşyaları, onların kültürel gelişmede ulaştıkları seviyeyi göstermektedir.

Şehirlerin Kuruluşuna Genel Bir Bakış

Türkler tarihleri boyunca sadece göçebe olarak yaşamış bir millet değildir. Türkler şehir kurmaya veya mevcut şehirlerde yaşamaya beş bin yıllık tarihlerinin nerede ise ilk bin yılından itibaren başlamıştır. Türklerin yerleşik hayatı çok sevdikleri de söylenemez. Çünkü cihan Hakimiyeti Mevkuresine ve bozkırların sonsuz hürriyetine sahip bir millet için göçebe hayat, siyasi hakimiyeti ele geçirme ve sürdürmenin de bir yolu idi.

Şehirlerin kuruluş tarihçesine gelince, şehir genelde yüksek idareci zümre, han, kağan veya zengin insanlar tarafından kurulmuştur. Bu görüşü kanıtlayabilecek arkeolojik veriler de mevcuttur. Mesela, Moğolistan’da yapılan araştırmalar Hunların surlarla çevirili yerleşim merkezlerinin olması, Göktürklerin halefleri Uygur, Tenride Bolmuş İl İtmiş Bilge Kağan’ın Orhun ırmağı kıyısında “Ordu Balık”ı inşa ettirmesi bu çeşit örneklerden ikisidir[78].

Bu konuda A. Yakubovski şöyle der: “şehirler ilk önce mülk sahibi zengin kitlenin evleri ve sarayları etrafında kurulmuştur. Zanaathaneler, ticaret yerleri ve halkın yaşadığı bölge daha sonra duvarla çevrilmiş, böylece şehrin merkezi olan “şehristan” meydana gelmiştir”[79]. Bu Vll-Vlll yüzyıl şehirlerine ait genel bir görünümdür. Yakubovski’ye göre “şehristan”ın sakinleri, şehrin ileri gelen zenginleri, saraydakiler ile hizmetçiler, zengin tüccarlar ve nihayet din adamlarıdır. Bu görüş yukarıda bahsettiğimiz şehirlerin kuruluş sebepleriyle örtüşmektedir. Şehirlerin bu geleneksel kuruluş yolu dışında değişik sebeplerle de kuruldukları görülmektedir. Meselâ, şehirlerin çoğunlukla, dış şehir ile kervansaray himayesinde, bir ticaret yeri ve zanaathane olarak; göçebelerle yerleşik hayat sürdürenlerin sınır bölgesi, pazar yeri yakınlarında ve son olarak dini kutsal yerlerde (evliya veya din büyükleri türbeleri yakınlarında) kuruldukları da görülmektedir[80].

Kazakistan topraklarında kurulan şehirler için göçebelerle olan ilişkiler çok önemli idi. Göçebe hayat sürdürenler ziraat mahsullerine ihtiyaç duymakta, yerleşik hayat sürdürenler ise, mahsullerini satabilmek ve hayvanlardan elde edilen ürünleri için bu münasebete ihtiyaç hissetmekte idiler. Kazakistan toprakları iklim özelliklerine göre bir kaç bölgeye ayrılır. Bu bölgelerde kurulan şehirlerin de kedilerine has özellikleri vardır. Araştırma bölgemiz olan Güney Kazakistan’a dahil olan Sır Derya yöresinin özelliklerine gelince: Şehirler genelde üçlü sistem üzerinde: kale, iç kale(şehristan) ve rabat veya nbat dediğimiz dış kaleden müteşekkildi. Mesela, Otrar bölgesindeki “Kuyruk-Tepe” ve “Baba-ata” yerleşim yerleri bu çeşit yerlerdendir. Şehrin ilk merkezi “kale” olmuştur. Daha sonra orada şehir hakiminin evi-saray yapılmış ve çevresi duvarla çevrilmiştir. Böylece “iç kale” ve daha sonra onun çevresinde kurulan evler sayesinde “nbat” ortaya çıkmıştır[81].

Başlangıçta göçebelerle yerleşik hayat sürdürenler arasında yapılan alış-veriş yeri olarak kullanılan yerlerde ortaya çıkan küçük yerleşim yerleri, zamanla gelişerek şehirlere dönüşmüştür. Sır Derya yöresi adeta göçebe bozkırla medeniyetin tam sınır merkezini teşkil etmektedir. Onun bu özelliği yukarıda belirttiğimiz tipteki şehirlerin, Sır Derya ve onun kolları boyunca kurularak, kısa zamanda inkişaf etmelerine sebep olmuştur.

Şehirlerin kuruluş ve yükselişini etkileyen diğer bir sebep de ticarettir. Ticaret denince akla ilk olarak Uzak Doğu’yu Batı’ya bağlayan Ulu İpek Yolu gelir. Sır Derya şehirlerinin gelişmesinde de “İpek Yolu”nun önemli rolü olmuştur. Bu gelişme kendini sadece şehirlerin inkişafında değil, aynı zamanda halkın sosyo-kültürel hayatında, devletlerin siyasi hayatında ve nihayet toplumların medeni-kültürel gelişmelerinde de göstermiştir.

İpek Yolu

İpek Yolu Çin’i İç Asya üzerinden batıya bağlayan tarihi kervan yoludur. Bu yol boyunca en çok taşınan ticaret malı Çin’den getirilen ipek olduğu için yola bu ad verilmiştir. İpeğin kumaş olarak üretilmeye başlanması ve İpek Yolu’nun bir ticaret yolu olarak doğuşu ve gelişmesi farklı meseleler olduğu kadar, onların ortaya çıkış tarihleri de farklıdır. Mesela, ipek ipinin üretilmesi ve ondan ipek kumaşların dokunmaya başlaması M.ö. 2750 yıllarına denk gelirken, İpek Yolu’nun bir ticaret yolu olarak tanınması M.ö. II. yüzyıldır.[82] İlk defa bu yolda 138 yılında Çin’in U-Did Sülâlesi imparatorunun emriyle, batı ülkelerine gönderilen elçiler yürümüştür. Tjan-Siyan’dan yola çıkan elçiler 13 yıl sonra ülkelerine geri dönmüşlerdi. Onlar bugünkü Afganistan sınırlarına kadar ulaşmayı başararak, Çin’den İç Asya’ya kadar, kara yolu ile ilk yürüyenler olmuştur. Bundan sonra ipek taşıyan kervanlar batıya onların yolunu takip ederek, Çin’e Akdeniz’den Yakın ve Orta Doğu’dan mallar götürüp-getirmeye başlamışlardır[83].

İpek Yolu daha sonraki asırlarda gelişerek, çeşitli kaynaklarda kendinden bahsettirmiştir. Batıyı Uzak Doğu’ya, Hindistan’ı Çin’e bağlayan İpek Yolu kültür tarihinde de büyük rol oynamıştır. Bu yoldan felsefeler ve dinler karşılıklı olarak nakil ve mübadele edildiği gibi, sanat ve gelenekler de yayılmıştır[84]. Bu ticaret yolu Moğol İstilâsı sebebiyle zayıflayarak eski önemini kaybetmiştir. İpek Yolu’nun güzergâhlarına gelince: bu ticaret yolunun ana güzergâhları olduğu gibi çeşitli küçük kolları da mevcuttu. Bu hususta şu noktaya dikkat etmeliyiz. Ticaret yolu güzergâhının kolları bazen canlanırken, bazen de önemlerini yetirerek yok olma durumuna düşüyorlardı. Bunun başlıca sebebi yollardaki güvensizlik, tabii manialar(dağ, çöl gibi) ve zaman-zaman ortaya çıkan devletler arası siyasî istikrarsızlık idi. Eski güzergâh yenisine tercih edilmesi durumunda, eski güzergâhı boyunca kurulan şehirler ve ticaret merkezleri de ticarete bağlı olarak yaşadıkları için önemlerini kaybederek yok olmuşlardır.

İpek Yolu’nun iki ana güzergâhı vardır: Bunlar Güney ve Kuzey yolarıdır. Il-V.yüzyıHarda doğudan başlayan yol Çin’den başlayarak Huanhe nehri boyunca Tyan-Şan silsilelerinin kuzeyinden Çin Seddi’nin batı cephesine ulaşmakta; burada yol Taklamakan Çölü’nün güney ve kuzey tarafına ayrılarak, çölü geçince üçe ayrılmaktadır. Bunlardan kuzey yolu- Hami, Turfan, Beşbalık ve Şiho bölgesiyle İli nehrine kadar ulaşmaktadır. İkinci yol Çaoçanhan Karaşer’e, Aksu’ya ve Issık gölün güney tarafına varmaktadır. Üçüncü yol Dunhan, Hotan, Yarkent ile Baktriya, Hindistan ve Akdeniz bölgesine kadar ulaşmaktadır. Bu yola “Güney Yolu” denirdi. Kuzey yolu Kaşgafdan Fergana’ya oradan Semerkand, Buhârâ, Merv ve Hamad çölü üzerinden Suriye’ye ulaşmaktadır[85].

VI-VII. yüzyıllarda artık batıya Fergana üzeriden gidilen yolun yerine Yedisu ile Güney Kazakistan üzerinden giden yol daha çok tercih edilmeye başlamıştı. Bu değişikliğin altında yatan sebepler ise yukarıda bahsettiklerimizden farklı değildir. Bu yol XIV. yüzyıla kadar en çok kullanılan kervan yolu olmuştur[86].

Böylelikle VII-VIIL yüzyıllarda kullanılan kervan yolu güzergâhı-Suriye, Iran, Orta Asya, Güney Kazakistan, Talaş bölgesi, Çu bölgesi, Issık göl ve Doğu Türkistan üzerinden Çin şeklinde olmuştur.

Esas mevzuumuz olan Sır Derya yöresi ve İpek Yolu meselesine gelince, önce bu kervan yolunun Sır Derya’nın nerelerinden geçtiği konusu üzerinde duralım.

İpek Yolu Boyundaki Eski Oğuz Yerleşimleri

Doğu’dan Batı’ya uzanan İpek Yolu(kervan yolu)nun Kazakistan kısmında izlediği istikamet şöyledir: Şaş’tan Turbat ile Isficab’a oradan Şarab, Buduhet, Kervan-Saray, Tamtac, Abardas üzerinden doğudaki Talas’a kadar devam etmektedir. İpek Yolu üzerindeki en büyük şehir Talaş bölgesindeki Cuvikat(Cuviket)tır. Talas’a(Taraz) bu şehir üzerinden varılır. Isficab’tan kervan yolu Arış nehri boyundaki Arzubanikent’e (Arzubakent), Otrar-Farab’a oradan da Sır Derya’nın aşağı kısmına doğru-Aral gölü sahiline ulaşılırdı. Otrar-Farab bölgesine dahil olan-Keder şehri, Sır Derya yöresindeki kervan yolu boyunca mevcut büyük şehirlerden biri idi. Otrar, hem sözü edilen bölgenin hem de onun merkezi olan şehrin adıdır. Otrar şehri kervan yollarının buluştuğu noktadır. Buradan bir yol Şabgar’a diğer yol da Sır Derya’yı geçerek Besic şehrine ulaşmakta idi. Bu şehir XIII-XIV. yüzyıllarda “Zemuk” adı ile de anılmıştır[87]. (Fakat bu görüş sağlam temele dayanmamaktadır.) Cuveynî’nin eserinde adı geçen “Zamuk” şehrinin Buhârâ’ya giden yolun üzerinde olup, Sır Derya’nın aşağı kısımlarında yer aldığı anlaşılmaktadır[88]. Çünkü Moğol askerleri bu şehre Cend, Barçınlığ Kent ve diğer aşağı Sır Derya şehirlerinden sonra varmaktadır. Dolaysıyla bu şehrin Otrar bölgesine dahil olan Vesic şehri olma ihtimali çok zayıftır. Otrar’dan ayrılan bir kervan yolu Sır Derya’nın yukarı kısmındaki Oğuz şehri olan Sütkend’e oradan da Şaş’a ve onun aşağısındaki Cend’e varmakta idi. Buradan yol Kızılkum Çölü üzerinden Harezim ve Ürgenç oradan da İtil boyu ile Kafkaslara uzanırdı.

Şimdi bu bahsettiğimiz İpek Yolu güzergâhındaki Sır Derya yöresi şehirleri konusunda teferruatlı bilgi verelim. İlk olarak Ulu İpek Yolu’nun en önemli ve büyük şehirlerinden olan Isficab’tan başlayalım.

Isficab

Isficab hakkındaki yazılı bilgilere VII. yüzyılın ilk yarısından itibaren rastlamaktayız. 630 yılında Çin’den sefere çıkan Budist seyyah Yuan-Çang seyahatnâmesinde Isficab’tan “beyaz nehirdeki şehir” şeklinde bahsetmektedir[89] [90]. XI. yüzyıla gelince Isficab için Kaşgarlı Mahmud “el- Medinetü’l-Beyzâ” ibaresini kullanmaktadır148. Yani “Beyaz Şehir” anlamına gelen bu isim altında müellif Sayram’ı kastetmektedir. Tarihçiler arasında günümüzdeki Sayram kasabasının(bugünkü Çımkent’in doğusuna 4 mil uzaklıkta) tarihi Sayram şehrinin yeri olduğu fikri mevcuttur. Bu bölgede bugünkü adı ile “Ak Su Jabagılı” denilen devletin koruması altındaki bölge vardır. Bu, Çinli seyyahın “ak sudaki şehir” ifadesini akla getirmektedir. Ak su adı verilen bu küçük nehrin şimdi Sayram kasabası yakınlarındaki bugünkü adı ile Arış nehri veya onun bir kolu olabileceğini düşünürsek, Isficab’a neden Sayram dendiğini anlayabiliriz. Aslında Isficab bir bölgenin adıdır. Bu bölgenin merkezi konumundaki Sayram şehrine bazen Isficab da denilmiştir. Bu yüzden Kaşgarlı Mahmud eserinde “Isficab-Sayram” ibaresini kullanmıştır. Bu şehir X-XIII. yüzyıllarda Güney Kazakistan’ın büyük şehirlerinden sayılırdı. Isficab bölgesinde Sır Derya boyundaki Keder, Sığnak(Suğnak), Sauran, Yengikend(Yenikent) şehirleri ve Karatav’ın kuzey cephesindeki Balac, Berukey ve Yedisu bölgesindeki Taraz, Kulan, Mirki, Suyab şehirleri mevcut idi. X-XL yüzyıl müelliflerinden al-Mes'ûdî, Yâkût al- Hamevî, al-lstahrî, Ibn Havkal ve el-Makdisî’nin eserlerinde Isficab hakkında bilgiler vardır. Diğer müelliflere nazaran Ibn Havkal’ın “Şûret el-Anz” adlı eserinde ve el-Makdisî’nin “Ahsanü’t-Tekâsim’înde Isficab hakkında etraflıca bilgi verilmektedir. Bunlardan Ibn Havkal’da geçen bilgilere göre: “Isficab, Binkes’in üçte biri kadar olup kale, iç şehir ve nbat’dan müteşekkildir. Kale harap olmuş. Ancak iç şehir ile nbat iyi muhafaza edilmiştir. İç şehir ile rıbatın etrafı surlarla çevrilmiş olup, bu surların uzunluğu bir fersah civarındadır. Binaları toprak yapıdır. Burası düzlükte kurulmuştur”. Bu bilgilerin dışında Ibn Havkal şehrin dört kapış olan: Neveckes, Ferhad, Serâkirâse ve Buhârâ kapılarından bahsetmektedir[91]. Bu isimler V. V. Barthold’ın eserinde “Nûckes, Ferhân, Şekrâne ve Buhârâ” şeklinde geçmektedir. Isficab’ta inşa edilen rıbatların(kervansaray) sayısı Mukaddesî’ye göre 1700 civarındadır[92]. Onların arasında Nahşebîler, Buhârâlılar ve Semerkantlılar rıbatlarının isimlerine rastlanmaktayız. Ibn Havkal, Isficab’ın zengin bir şehir olduğuna değinerek onun tüm Horasan ve Mâverâünnehir’de haraç konmayan tek şehir olduğunu yazar. Isficab’ın etrafında bulunan şehirleri müellifin ifadesiyle aynen naklediyoruz. Bunlar: Bezahkes, Sübânîkes, Taraz, Otluh, Şilcî, Küdür(herhalde Keder), Sütkend, Şâvgar, Sabrân, Vesîc’dir. Küdür Barab’ın(Farab) merkezidir. Vesîc de Barab’ın şehirlerindendir. Eskilerin kitaplarının şârihi ve mantık kitapları müellifi Ebu Nasır el-Fârâbî buradandır[93].

Bunların dışında Isficab hakkında el-Mukaddesî’de geçen bir başka bilgiye göre X. yüzyılda bu bölgedeki şehirlerin sayısı elliyi buluyordu[94]. Ama ne yazık ki bunların çoğu tarihin derinliklerine gömülmüş olup, haklarında yeterince bilgi bulunmamaktadır. Isficab ismine gelince, bu şehrin Moğol İstilâsı sonrasında daha çok Sayram adı altında zikredilmeye başladığını görüyoruz. Ali Yezdi Zafer-nâmesi’nde Timur’un seferlerinden bahsederken de aynı ismi kullanmaktadır[95].

Ticarette çoğunluk Orta Asya, Doğu ve Isficab’ta basılmış paralar kullanılmakta idi. Isficab’ın ihraç ettiği malların başında beyaz kumaşlar, silah çeşitleri, demir ve bakır gelmektedir. Ayrıca Isficab Doğu’nun önemli köle pazarlarından biri olarak da bilinmektedir. Mukaddesî’de Isficab’ın dokumacılar çarşısı önemle zikredilir[96]. Kervan yolu boyunca güney kapısı olan Buhârâ kapısından şehre Doğu ülkelerinin malları getirilirken, kuzey kapısından çıkan kervan yolu, Sır Derya boyundaki Otrar, Savran, Cend ile Yengikend’e mallar götürmekte idi. Şehrin batı kapısı olan Nuckes Kapısı’ndan ile göçebelerle alış-veriş yapılmakta idi. Arkeolojik verilere bakılırsa Isficab şehri ile onun etrafında yaşayan nüfuz kırk bini buluyordu[97]. Göçebelerin yerleşik hayata geçmesi ve dışarıdan gelen yabancıların yerleşmesi sonucunda şehir nüfusunun sayısı artmakta idi. Kaşgarlı Mahmud, Isficab halkının hem Farsça hem Türkçe konuştuklarını belirtmektedir. Aynı şekilde V-Vlll.yüzyıllarda buraya göç eden Soğdlular’ın Xl.yüzyılda Türkleşmeye başladığını hatırlarsak şehir nüfusunun artışındaki sebepleri anlayabiliriz. Şehir halkı arasında Islâm dininin hızla yayıldığını görüyoruz. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi, Ibn Havkal şehirdeki camiden bahsetmektedir. Aynı zamanda Isficab’ın eskiden Budizm’in yayıldığı merkezlerden biri olduğu düşünülmektedir. Araştırmacı-arkeologların şehir dışında buldukları Budist rahiplerin yaşadığı mağaradaki ibadethaneden dolayı böyle bir sonuca varılmaktadır[98]. Isficab hakkındaki bilgilerimizi toparlarsak: Isficab bir bölge ismidir. Bu bölgenin merkezi konumundaki şehre de Isficab denildiği gibi bazen Sayram da denilmişti. Fakat bu ad daha çok Moğol Istilâsı’ndan sonra sık sık kullanılmaya başlamıştır[99]. Tarihî Sayram şehrinin bugünkü Çımkent şehrinin doğusunda 4 mil kadar uzaklıkta, Arış nehrinin kıyısındaki aynı adı taşıyan kasaba olduğu varsayılmaktadır. Şehir XIII. yüzyıla kadar sanat, zanaat ve ticareti gelişmiş bir yerleşim yeri idi. XV-XVI. yüzyıllarda Orta Asya Hanlıkları arasında vukubulan Sır Derya şehirlerini ele geçirme mücadelesi esnasında diğer şehirler gibi Sayram da zayıflayarak XVIII. yüzyılda harap olmuştur. Sayram’ın son dönemleri için (XVI-XVII.yy.) kaynaklarında pek fazla bilgiye rastlamıyoruz. Sayram şehrinin stratejik önemi sadece ticaret yolu boyunda olmasından kaynaklanmıyordu. Sayram aynı zamanda Orta Asya’nın Kazakistan’a girebilecek güney kapısı konumunda idi. Bu yüzden şehir bir kale vazifesini de görmektedir. Mihman nâme-i Buhârâ’nın müellifi Ruzbihan İsfahan? (XV-XVI.yy.) Sayram için şöyle diyor: “Şehrin etrafındaki duvarlar yüksek olup, kimse kolay-kolay ulaşamaz, duvar kenarlarındaki hendekler de o kadar geniştir ki kimse onları atlayarak geçemez”[100]. Bu satırlardan Sayram şehrinin zamanına göre iyi bir savunmaya sahip olduğunu söyleyebiliriz. Şehir halkının etnik yapısı ve sosyo-kültürel yaşamı konusunda yeri gelince daha ayrıntılı bilgiler verilecektir.

Otrar

Doğuda Talaş vadisine kadar, kuzey-batı yönünde Sabrân’a(Savrân) kadar olan bölgenin tamamının Isficab vilayeti veya bölgesine dahil olduğunu söylemiştik. Şimdi Isficab’tan sonra gelen Sır Derya yöresinin ikinci büyük bölgesi Barab veya Farab, daha sonraki zamanlarda Otrar adı ile anılan, tarihi şehirden bahsedeceğiz. Isficab adında olduğu gibi Farab’ın da hem bölge hem de şehir adı olduğu anlaşılmaktadır. Bazı kaynaklar Kadar veya Keder şehrini bu bölgenin merkezi olarak belirtirken[101], bazıları da ondan Farab bölgesine dahil yeni bir şehir olarak bahseder[102]. Otrar, Sır Derya’nın sağ tarafında, uzunluğu ve eni birer günlük yol mesafesinde bir sahadır. Arış nehrinin Sır Derya’ya döküldüğü yerde uzun zamanlar önemini kaybetmeyen Farab veya Otrar bölgesi ziraat için uygun topraklara sahiptir. Farab’ın batısı Kızıl-kum, doğusu ise Karatav(Karaçuk) dağı silsilelerine ulaşan düz ova ile hemhuduttur. Sır Derya’nın yanı başında bulunan bu bölge yeşil bir vadi gibidir. Nehir boyunca ağaç, kamış, cıngıl(çölde yetişen kısa boylu renkli ağaç), iğde, yetişen küçük gür ormanlara sık sık rastlamak mümkündür. Sır Derya ile Ans nehri bitişiğinde yer alan bu bölge âdeta hayvanlarla bitkilerin her çeşidinin bulunduğu bir yerdir. İklim bakımından hayvanlar için de çok uygun bir yer olmalıdır ki, buralarda geyik, yaban domuzu, tavşan, tilki, kurt ve kaplanların barındığını biliyoruz. Tabii günümüzde artık bu hayvanların hepsine oralarda rastlamak mümkün değildir. Bu yırtıcı hayvanların yanı sıra bölgede değişik kuş türlerine de rastlamak mümkündür. Bunlar: ördek, turna, mavi leylek ve kazdır. Nehir suyunda bol balık çeşitleri mevcuttur. Bitki ve hayvan dünyasının zenginliği ile beraber Farab bölgesi, bir de Güney Kazakistan’ın dört bir tarafına giden yolların buluştuğu yerdir. Otrar şehrinden Arıs’ın yukarısına doğru giden yol üzerinden Taraz ile Balasagun’u geçtikten sonra Doğu Türkistan’a varılırdı. Sır Derya boyunca yukarı giden eski yol ile- Soğd (Soğdiyana) üzerinden Merv ve Nişapur’a ulaşılırdı. Sır Derya boyunca aşağıya giden yolla, Aral bölgesi ve oradan da Oral’a varılırdı. Kızılkum üzerinden batıya giden yolla Harezim’e ve oradan Karadeniz ve Kafkaslara ulaşılırdı[103]. Eski Sovyet arkeologlarından A. N. Bernştam Otrar için şöyle bir ifade kullanmıştır: “Orta Asya’da bundan daha uygun ve daha tehlikeli bir yer bulmak zordur”[104]. Bu cümleden Otrar bölgesinin ne kadar önemli bir stratejik ve jeopolitik mevkie sahip olduğunu anlayabiliriz. Otrar’da ilk kazı faaliyetleri 1904 yılında A. K. Klare ile A. A. Çerkov tarafından yapılmıştır. Kısa süren bu araştırma sonucunda arkeologlar çanak çömlek, tuğla, bakır para v.s. gibi küçük bulgular elde etmiştir[105]. Uzun bir aradan sonra Otrar bölgesinin araştırılmasını Kazakistan İlimler Akademisi Arkeoloji Bölümü devam ettirmiştir. Daha sonraki yıllarda Otrar-Tepe’de yapılan araştırmalar sayesinde, şehrin yapısı, sulama sistemi, mimarisi ile ilgili zengin bilgi elde edilmiştir. Bu özelliklerden sonraki bölümlerde bahsedeceğimiz için burada sadece şehrin tarihçesi ve önemi üzerinde duracağız. Otrar bölgesinde hayat, Otrar-Farab isminin kaynaklara geçtiği IX. yüzyıldan çok öncesine aittir. Mesela V.V. Barthold bu konuda yerleşik hayatın Arîler zamanından itibaren var olduğunu söylemektedir. Kazı sırasında elde edilen bakır paraların M.Ö. I. yüzyıla ait olduğuna bakılırsa bu, söylenenlerin doğru olduğunu düşündürür. Yapılan araştırmalar sonucunda iki çeşit para bulunmuştur. Birincisinin sağ yüzünde yay biçimindeki Türgiş damgası, sol yüzünde de aslan resmi bulunmaktadır. İkinci tür paralarda ise “X” biçiminde bir simge vardır. Bu paralar Yedisu, Soğd ve Şaş’ta darbedilmiş paralarla mukayese edildiğinde, onların yerli hükümdarlar tarafından darbedilmiş olabileceği sonucuna varılmıştır[106]. Bu paraların bu bölgelerde devlet kuran eski Kanglı(Kangyu)lara ait olabileceği de diğer bir ihtimaldir. Paralar dışında Otrar bölgesinde bahsettiğimiz yüzyıllara ait yapılar da mevcuttur. Coğrafi ve jeopolitik açıdan yerleşik hayata çok müsait olan bu bölgede büyüklü küçüklü bir çok şehrin kurulmuş olması gerekirdi. Nitekim kaynaklarda bahsedilen bir çok yerleşim yerinin (bunların şehir veya köy olduğunu tam olarak bilmediğimiz için bu ifadeyi kullanmaktayız) adı ve yerleri hâlâ tam olarak tespit edilmiş değildir[107]. Otrar bölgesine dahil bir çok şehrin yerinde bu gün sadece bir tepe veya düzlük vardır. Bu toprakların altında tarihin yatmakta olduğu muhakkaktır. Böyle tepelerden Otrar bölgesindeki Kuyruk Tepe’nin eski Kangyu Devleti merkezi olan Keder şehri olabileceği varsayılmaktadır. Burada yapılan kazı çalışması esnasında rastlanan saray biçimindeki binanın çevresi kuleli duvarlarla kuşatılmıştır. Sur duvarları çiğ ve pişmiş tuğlalarla karışık olarak örülmüştür[108]. Otrar bölgesine dahil olduğu anlaşılan diğer tepeler: Jalpak-Tepe, Altın-Tepe ve Pışak(Bıçak) Tepedir. Kendi yüzyıllarında ne gibi adlarla anıldığını şimdilik bilmediğimiz bu tepelerden Altın-Tepe’de daha çok zanaatla uğraşanların, Pışak-Tepe’de silah ustalarının ve Kuyruk- Tepe’de de kasapların yaşadığı, elde edilen bulgulardan tahmin edilmektedir[109]. Bunların Otrar şehrine bağlı birer rıbat mı yoksa şehir mi olduğu tam olarak bilinmemektedir. Şehirdeki yapılar arasında hamamların çokluğu dikkat çekmektedir. Üzerinde kazı işleri yapılan hamamların X. XI. ve XIII. yüzyıllara ait oldukları tespit edilmiştir. Orta Asya şehirlerinde hamamın ortaya çıkışı XIII. yüzyıla aittir. Afrasiyab’taki en eski hamam (Semerkant) IX. yüzyıla ait olup, ısıtma sistemi oldukça basittir. Daha sonraki zamanlarda Otrar’da yapılan hamamlar gelişerek XI-XIII. yüzyıllarda şehir yapıtları arasında halk için camiden sonra en önemli yer olmuştur. Çünkü hamam sadece yıkanıp temizlenmek için değil aynı zamanda şehir halkının buluştuğu, sohbetlerin yapıldığı, satranç, tavla gibi oyunların oynandığı ve ticari anlaşmaların, görüşmelerin yapıldığı bir yer idi[110].

Otrar hakkında yazılı kaynaklarda verilen bilgilere gelince: Otrar-Farab adına neredeyse bütün Müslüman coğrafyacılarının eserlerinde rastlanmaktadır[111]. Bunlardan IX-X. yüzyıllara ait olan kaynaklarda Otrar, Isficab bölgesi dahilinde gösterilmektedir. Farab hakkında el-Mukaddesî, onun geniş topraklı ve 70.000 nüfuslu bir yer olduğunu yazar. Buna ilaven Otrar’ın iyi korunan surlara ve kuleli duvarlara sahip olduğunu ve şehirde Cuma camisinin bulunduğunu kaydeder[112]. Bu bölgenin merkezi olduğu sanılan Keder şehrinde de bir Cuma camisi olduğu anlaşılmaktadır. Ortaçağ müellifleri ondan yeni şehir olarak bahsederler. Kazvinî’ye göre Keder, büyük düşünür el-Farabî’nin doğduğu şehirdir[113]. Ibn Havkal el-Farabî’nin Vesic şehrinde doğduğunu söyler[114]. Kaynaklarda geçen ve birbirini tutmayan ifadeler karşısında Keder şehrinin sonraki Farab’a mı, yoksa Otrar’a (Utrar) mı tekabül ettiğini kestirmek güçtür. Otrar adı Taberi’de “Utrar-bende” şeklinde geçmektedir[115]. Moğol İstilâsı sonrasında bu şehir Otrar adı ile anmaya başlamıştır. Otrar veya Farab bölgesine dahil olduğunu bildiğimiz Keder ile Vesic şehirleri konusunda pek fazla bilgiye sahip değiliz. Sadece el-Makdisî Isficab şehirlerinden bahsederken, “Vesic küçük bir yer olup etrafında kale(sur) vardır. Camisi çarşısındadır” der. Keder hakkında aynı müellif onun yeni bir şehir olup, minberi kurulurken anlaşmazlıklar çıktığını ve halkının cesur olduğunu yazar[116]. Farab bölgesi konusunda dikkat etmemiz gereken bir diğer husus da Kaşgarlı Mahmud’ta geçen Farab-Karaçuk adı ile Farab-Otrar adının ve bölgesinin karıştırılmamasıdır. Çünkü Kaşgarlı Mahmud’un bahsettiği Farab-Karaçuk şehri Yesi ile Savran arasında bir yerdedir[117]. Hâlbuki bizim bahis konumuz olan Farab bölgesi ise Arış nehrinin Sır Derya’ya döküldüğü yerdedir.

Yesi-Türkistan

Isficab ile Otrar’dan sonra Sır Derya yöresinin üçüncü büyük bölgesi Yesi-Türkistan bölgesidir. Bu bölge VIII. yüzyılda Şavgâr adı ile meşhur idi[118]. Bölge merkezinin de aynı adla anıldığı anlaşılmaktadır. XII. yüzyıl sonrasında bu bölgenin ve onun merkez olan Şavgâr şehrinin adının Yesi olarak değiştiğini görüyoruz. Ortaçağın sonlarına doğru Yesi-Türkistan şehri, Güney Kazakistan’ın bir kısmı, Talaş bölgesindeki Aladağ etekleri ve Sır Derya’nın orta kısmı ile Karatav civarının tümünü içine alan bir bölgenin merkezi haline gelmişti. Bu bölge dahilinde lqan, Karaçuk, Uyunku(lnki), Surî gibi şehirler ve bir çok küçük yerleşim yerleri vardır.

Yukarıda bahsettiğimiz Keder’den bir günlük mesafede bulunan bu Şavgar şehrinin, bugünkü Türkistan şehri yakınlarındaki(6km. uzaklıkta) Şoytepe harabeleri olduğu sanılmaktadır. Eskiden Yesi şehrini de içine alan büyük bir bölgenin merkezi konumunda idi. Daha ilerde bulunan Savran’a kısa bir yürüyüşle varılırdı[119]. Adına ortaçağ müelliflerinden Ibn Havkal, el- Istahrî ve el-Makdisî’nin eserlerinde “Şâvağar” şeklinde rastladığımız bu şehir hakkında pek fazla bilgiye sahip değiliz. Üzerinde geniş çaplı arkeolojik araştırmalar yapılmamış olmasından dolayı şehrin tarihçesi ve önemi konusunda da bilgi sahibi değiliz. Sadece Şavgar şehrinden Otrafdan bir kervan yolunun geçtiğini biliyoruz. el-Makdisî bu şehir hakkında “Şavağar büyük ve idari sahası geniş bir şehirdir. Etrafında sur vardır. Camisi çarşısının kıyısındadır"der. Otrar’la Yesi şehri arasında olduğunu bildiğimiz bu şehir, bölge merkezi olarak Yesi’nin şöhret kazanmasından sonra önemini kaybetmiş olabilir. Bazı araştırmacılar bugünkü Türkistan şehrinin Şavgar olabileceği kanaatindedirler. Fakat Yesi’nin, Şavgar dahilinde daha sonra kurulan yeni bir şehir mi yoksa eski Şavgar’m yeni adı mı olduğu konuda kesin bir bilgiye sahip değiliz. En azından tarihî Şavgar sanılan Şoytepe harabesinin bugünkü Yesi şehrinden 6 km. uzaklıkta olduğunu biliyoruz. Şavgar şehri yerinde bugün Şoytepe adında 100-150 civarında nüfusa sahip bir köy vardır[120]. XIV. yüzyılın sonları ve XV. yüzyılın başında yapılan Ahmed Yesevî türbesi şehre büyük şöhret kazandırmıştır. Orta Asya’nın dinî merkezi haline gelen Yesi şehri bu sayede gelişmeye başlamış ve daha sonraları Türkistan Hanlarının baş şehri vaziyetini almıştır. Bu gelenek XV-XVL yüzyıllarda kurulan Kazak Hanlığı için de geçerlidir. Kazak hanlarından Abılay Han’ın baş şehri olmuştur. Siyasî-kültürel önem kazanan Yesi şehri aynı zamanda Orta Asya Hanlıkları arasında paylaşılamayan bir şehir olmuştur. Yesi şehrinin Timuriler, Şeybâniler, Kazak Hanlığı ve Harzemşahlar döneminde önemli bir siyasî ve ticarî merkez olduğu kesindir. Şimdi de Yesi- Türkistan bölgesindeki diğer şehirlerden bahsedelim.

Karaçıık

Kaşgarlı Mahmud’a göre “Karaçıık” Farab’ın adıdır. Bu da (Farab) Bilad al-Guziya’nın adıdır”[121]. Burada müellifin izahını doğru anlamamız gerekir. Çünkü burada bahsedilen Farab, daha önce bahsettiğimiz el-lstahrî ve Ibn Havkal’ın işaret ettiği Arış nehrinin Sır Derya’ya döküldüğü yerde bulunan Farab’la aynı değildir. Çünkü onların gösterdiği Farab, Oğuz bölgesinin güney ucundaki vilayetin adıdır, merkezi de Keder şehridir[122].

Kaşgarlı’nın bahsettiği Karaçuk şehrinin yerine gelince, bunun Sabran ile Yesi (Türkistan) şehrinin arasında olduğu anlaşılmaktadır. XIX. yüzyılda düzenlenmiş olan Rusça büyük bir coğrafya haritasında Yesi (Türkestan) şehrinin batısında Sır Derya’ya akan nehrin Karaçık adını taşıdığı görülmektedir[123]. Kaşgarlı’nın kaydettiği Karaçuk şehrinin isminin o zamanlarda ismi Karaçuk Dağları olarak bilinen günümüzdeki Kara Dağ yörelerinin isminden gelme ihtimali de vardır. Karaçuk ise Farab ile birlikte bu dağ boyunca kuzeyde Sugnak’a kadarki Oğuz mamurelerini içine alan bir bölgenin adı olmalıdır[124].

Rus vesikalarında da Karaçuk şehri, Sibirya’dan Orta Asya’ya giden kervan yolu boyunda, Türkistan’a 5 km mesafede gösterilmektedir. Arkeolojik kazılar sonucunda Karaçuk Türkistan şehrinin kuzey-doğusunda, şehre 8 km. mesafede, Karaçuk nehrinin kenarında yerleşmiş olan “Törtköl-ll”(Törtgöl) ismi verilmiş eski şehir kalıntıları ile aynı olarak bildiriliyor.[125] Şehir kalıntıları, eni 20 m. olan kurumuş nehirle ayrılan iki kısımdan oluşmaktadır. Batı kısmı dörtgen ve boyu 4-5 metrelik duvarla çevrilmiştir. Surun her 25-30 metresinde yerleştirilen kulelerden bugün sadece genel görünümü 0,5 m yüksekliğindeki tepe kalıntıları kalmıştır. Şehrin kuzey duvarı 120 m, kuzey-batısı 60 m, batısı

130 m, doğusu 120 m’dır. Şehrin bu kısmının giriş kapısı kuzey-batısında bulunmaktadır[126]. Toprak altında bulunan çanak çömleklerin VIII-XVIII. yüzyıllara ait olduğu sanılmaktadır. Bu da bize şehrin yaşadığı dönemi göstermektedir.

2.5.5 .Karnak

Yesi bölgesine dahil diğer bir şehir Karnak (veya Qarnak)şehridir. Kaşgarlı Mahmud’a göre Karnak Oğuz şehirlerinden biridir.[127] Söz konusu şehir hakkında İslâmî kaynaklarında herhangi bir bilgiye rastlanmamaktadır. Z. V.Togan Türk İli haritasında Karnak’ı Yesi’nin kuzey batısında, 2 konak mesafede göstermiştir[128]. Karnak şehri Yesi (Türkistan)’deki A. Yesevi türbesinde bulunan “kazan”ın yapıldığı yer olarak bilinmektedir. Karnak’ın Yesi (Türkistan) şehrinin 25 km. kuzeyinde, Ata-Bay adlı bölgedeki Işkan ile aynı şehir olduğu da söyleniyor[129].

îşkan şehri

Savran’la Yesi arasındaki kervan yolu üzerindedir. Şehrin günümüzdeki arkeolojik tespiti şöyledir: Şehir sadece 150 x 100 m. genişliğinde, 1,5-2,5 metre yüksekliğinde bir tepeden ibarettir. Diğer kısımları sonradan yapılmış olan yeni inşaat sebebiyle yok olmuştur[130].

İkan(îqan) şehri

Bu şehir de Yesi bölgesine dahil olup, bugüne dek aynı ismi muhafaza etmektedir. Günümüzde lqan büyük bir kasabadır. Bu tarihi şehir hakkındaki

bilgilerimiz Özbeklerden Abdullah Han’ın Yesi’ye yaptığı sefer münasebetiyle verilen haberlerden ibarettir. Bu seferi anlatan Hafızî Tınış, 1582 yılında Abdullah Han’ın askerleri Türkistan’a doğru ilerlerken yolda lqan şehrinden geçtiğini söyler[131]. Şehir IX-XII. yüzyıllarda canlı bir hayata sahip olup, bugünkü Türkistan şehrinin 18 km doğusunda bulunuyordu. Tarihî şehir Kara-lqan harabeleri bugünkü lqan kasabasının merkezindedir. Bu, yüksekliği 5-6 metrelik bir tepedir. Şehirde caminin olduğu anlaşılmaktadır.

Savran

Sabran da, Kaşgarlı Mahmud’un Sepren dediği Oğuz şehridir[132]. Divân’da aynen şöyle geçiyor: “Sepren: Oğuz şehirlerinden birinin adıdır. Halk “Sapran” der. Halbuki, Türk dilinde (sad) harfinin yeri yoktur”.[133] Bu şehir hakkında Islâm coğrafyacılarının eserlerinde de az çok bilgi verilmektedir, el- Idrîsî’ye göre “Sabran sulh zamanında Oğuzlar’ın anlaşma ve ticaret yapmak için geldikleri bir şehirdir” idi[134]. Müellif eserinin bir başka yerinde “Şaş nehri, Cend şehrine iner. Bu nehir Türk ülkelerinden inen nehirlerin toplanmasıyla meydana gelir. Bu nehirler Özkent yanında toplanır. Buna başka akar sular karışır. Hepsi toplandıktan sonra akarak Ahsiket’e varır. Oradan Hocend, Binket, Sütkend şehirlerine uğrar ve Farab’a akar. Sabran hududunu geçtikten sonra Oğuz Türklerinin ülkesinin kıyısında bulunan bir bozkırdan akarak el-Karyet el-Hadise’nin 3 mil uzaklığına varır. el-Kayret el-Hadise’den 2 konak uzaklıkta Harezm Gölü’ne dökülür”[135].

Ibn Havkâl’a göre “Sabran Oğuzların sulh ve müzakere için geldikleri, sulh zamanında ticaret yaptıkları bir şehirdir. Şaş nehrinin ana kolu Türk ülkesinde Özkent hudutlarından çıkar... Sabran hududunu geçince Oğuz Türklerinin yurdunun kenarında olan bir bozkırda akar”[136].

el-Makdisî Sabran şehrinin Türk geleneğinde bir “ordu” kalesi olmayıp ancak “büyük ve etrafı birbiri içinde Yedi surla çevrili bir şehirdir. Rabazı(rıbat) surlar içindedir. Camisi iç şehirdedir. Burası Oğuzlar ve Kıpçaklara karşı cephedir. Turar (Otrar), Zarah ve Savran’ın arkasında Türkler tarafındaki bir rustakın şehridir. Burası küçük ve müstahkemdir”[137] demektedir.

el-lstahrî ve el-Makdisî gibi X. yüzyıl müelliflerinin verdiği bilgiler ile arkeolojik bulguların karşılaştırılması sonucu yapılan tespite göre, Sabran şehri, orta Sır Derya kıyılarında yer almakta olup, Gök Türk devrinde kurulmuştur. Arkeolojik tespite göre Sabran, Suğnak şehrinin güney­doğusunda, Sır Derya’nın sağ sahilinde bir tepe üzerine inşa edilmiş olup 800 x 550 m. ebadında kuleli surla çevrilmiştir.[138] Şehrin iki büyük kapısı hâlâ yerinde durmaktadır. Surun etrafında derinliği 1-3 m. kadar, genişliği 15-20 m. su hendekleri bulunmaktadır. Sabran’ın çok köşeli şekli şehrin Oğuz devrinde inşa edilmiş olması ihtimalini destekler. Şehrin içinde birbirini dik kesen sokaklar ve mahalleler bulunuyordu.

Sonraki tarihlerde bu şehrin Ak Ordu’ya bağlı olduğunu görüyoruz. 1387-88 yılları arasında Toktamış’la yapılan savaş esnasında bu şehir Timur’un sınır kalesini teşkil ediyordu. Bilindiği gibi, Savran, Samaniler zamanında zengin bir ticaret şehri olarak, Oğuzlarla Müslüman tüccarları arasında ticaret yapılan bir yer idi. Daha sonraki zamanlara ait verilere göre, XVI. yüzyılda Savran’da 200 Hint esiri tarafından açılmış arklar vardı[139]. Ark sistemiyle su dağıtma usulünün daha eski devirlerde de mevcut olduğu anlaşılıyor. XI-XIII. yüzyıllarda Moğollar’dan önceki devirlerde, Savran gerilemeye yüz tutmuştu. Tarihçiler bu şehrin Cengiz Han Moğolları tarafından alındığını belirtirler. 1254’de büyük Moğol Hanı Mengü’yü ziyaret eden Ermeni kralı Hetum, Beşbalık’tan Otrar’a dönerken, Sır Derya boyunda bir çok şehirden, bu arada Savran’dan da geçmiş ve bu sonuncunun büyük bir şehir olduğunu belirtmiştir[140].

Sütkent (Sitgün)

Sitgün(Sütkent), Kaşgarlı’ya göre “Oğuz şehirlerinden biridir”[141]. Bu şekli ile bu ada başka kaynaklarda rastlanmıyor. F. Sümer’e göre “Sitkün”ün X. yüzyıl coğrafyacılarında geçen Sütkent olması muhtemeldir. Sütkent, Farab yöresine yakın bir yerde, Sır Derya’nın sol kıyısında bulunmakta olup, bugün harabeleri mevcuttur. Bu şehirde bir cami olduğu biliniyor. Sütkent yöresinde X. yüzyılın ilk çeyreğinde kalabalık sayıda Müslüman Oğuz ve Karluklar’ın vardır.[142] Hudûdu’l-âlem Özkent (Uzgend) nehrinden bahsederken: “Uzgend(Özkent), Halluh(Karluk) dağının arkasından çıkar ve Uzgend, Bad Ahsikent, Hucend ve Benaket şehirlerinden ve Çay sınırlarının aşağısından geçer. Sonra, Cend ve Huvara sınırına kadar aşağıya iner. Sütkent, Parab(Farab) ve birçok kasabalardan geçip Harezm denizine dökülür”[143] demektedir, el-ldrisî ise Şaş nehrinden bahsederken: “Bu nehirler Özkend yanında toplanır. Buna başka akar sular karışır. Hepsi toplandıktan sonra akarak Ahsıket’e varır. Oradan Hocend, Bunket, Sütkend şehirlerine uğrar ve Farab’a akar”[144] demektedir.

Kaşgarlı’nın yuvarlak haritasında Sütkent yazılmamıştır. Fakat biz Hudûdu’l-Âlem’de ve el-ldrisî’de bahsedilen nehirlerin Sütkent’den geçip Farab’a doğru aktığına göre söz konusu şehrin Şaş ile Seyhun nehrinin Orta yatağında bulunduğunu tahmin ediyoruz. Sütkent’te, biri büyük ve diğeri de küçük olmak üzere, duvarlarla çevrilmiş iki harabe vardır. Araştırmacılar tarafından, bunlardan büyüğüne Sütkent-I ve küçüğüne Sütkent-ll adı verilmiştir. Sır Derya’nın sol kıyısında bulunan büyük şehir, 900 x 800 m. ebadında bir kaledir. Kulelerle ve kalın duvarlarla çevrilmiştir. Surların kuzey batısında, çok güzel tahkim edilmiş bir iç kale vardır. Gerek iç kale ve gerekse dış surlar, hendeklerle muhafaza edilmiştir.[145] Sütkent-ll ise 240 x 200 m. ebadında, duvarları çok kalın olarak yapılmıştır.[146] Araştırma esnasında elde edilen bulgulara göre, Karluk ve Oğuz çağında geniş bir şekilde iskân edilen bu şehir, zamanımıza kadar gelmiştir. Sütkent civarında Oğuzlar’dan sonraki döneme ait bir çok harabe mevcuttur.

Suğnak (Sunak)

Sır Derya’nın aşağı kısmına dahil şehirler arasında Suğnak(Sunak), Cend, Barçınlığ Kent, Aşnaz ve özkent(Uzkent)ten bahsedilmektedir. Oğuz- Kıpçak dönemine ait bu şehri XIX. yüzyılın sonu ve XX. yüzyılın başlarında V.

Barthold, V. Kalaur, P. Lerh, Yu. Yakubovsky gibi tarihçiler incelemiştir. Suğnak şehri Sır Derya’nın sağ tarafında yer alır. Tarihi kaynaklarda bazen Sunak adı ile de anılmaktadır[147]. Burada ilk arkeolojik kazı işlerin yapan P. Lerh olmuştur. Bu çeşit araştırmalar daha sonra 1899 yılında V. Kalaur tarafından devam ettirilmiştir. Yapılan araştırmalar neticesinde şehrin su ihtiyacı, Arış nehrinden açılan ve adına “Tümen” denen arık ile getirilmiş sudan gideriliyordu. Tarihi şehrin harabeleri arasında uzunluğu 1000 metre, yüksekliği 15 metre civarında dörtgen biçimindeki kaleyi görmek mümkündür. Bugünkü Türkistan haritasında Suğnak Tömenarık’dan 10 km uzaklıkta Sunak-Korgan adıyla gösterilmektedir. Suğnak şehrinden bahseden ilk yazılı kaynak Hudûdu’l-âlem’de şehrin adı “Sunan” şeklinde kaydedilmiştir[148]. Suğnak adı XI. özellikle XII. yüzyıl kaynaklarında her şeyden önce Harizm tarihi ile ilgili olarak sık-sık anılmaya başlar. Harizm hükümdarı Harizmşah Atsız’dan (1127-54) başlayarak, Harizmşah Muhammed’e (1200-1220) kadar bütün hükümdarlar bu şehirler grubunu Harizm topraklarına ilhak etmek için çalışmışlardır[149].

1219’da Cengiz Han’ın büyük oğlu Cuçi’nin kumandası altında Moğol ordusu Sır Derya boyunda ilerlerken, Suğnak’ta ciddi bir mukavemetle karşılaşmıştı. Kaynakların yazdıklarına bakarak, Suğnak’ın XIII. yüzyılın başında büyük bir şehir olduğunu çıkartabiliriz[150]. Cuçi’nin elçisi olarak gönderilen Haşan Haci adlı Müslüman gelip şehrin muharebesiz teslim edilmesini teklif edince, sağlam surlarına güvenen Suğnak ahalisi, Cengiz Han’ın yanında ticari ve diplomatik hizmetlerde bulunan bu elçiyi öldürmüşler ve Moğollara karşı ciddi ve çetin bir mukavemet göstermişlerdi[151]. Bunun sonucunda Suğnak ahalisinin büyük bir kısmı öldürülmüş, şehir uğradığı yağma ve yangın sonucu ıssız kalmıştı. Sonraki yüzyıllarda şehir çok sönük bir hayat sürdürmüştür. Moğollar’ın tahribinden sonra şehir hakkında ilk haberi Ermeni kralı Hetum verir. Hetum, buradan 1254’de geçmiş ve şehrin adını “Sıngak” biçiminde kaydetmiştir[152].

Suğnak XIV. yüzyılda, Ak Ordu Ulusu’nun büyümesiyle kalkınmaya başlamıştır. Urus Han zamanında Suğnak adına artık başşehir olarak sık-sık rastlanır[153]. Urus Han’ın en eski sikkelerinin 728’de (1327) Suğnak’ta basılması, bu devirde Ak Ordu’nun siyasî hayatında onun ne kadar büyük rol oynadığını gösterir. Urus Han ve Toktamış devirlerinden itibaren Suğnak (Sığnak) durmadan büyümeye başlar. Şehir artık yalnız ticaret merkezi veya kale değil, büyük inşaatlar yapılan, güzel süslü bir başşehir olmuştur. Arkeolojik kazılar neticesinde Suğnak’ta XIV. yüzyılın sonuna ait mükemmel bina kalıntıları ortaya çıkarılmıştır.

XV. yüzyılın ilk yarısında Suğnak adına, Mâverâünnehir bölgesinin hükümdarı Uluğ Bek (1409-1449) ile Urus Han’ın torunu Ak Ordu hanı Barak arasındaki ilişkiler dolayısıyla kaynaklarda sık-sık tesadüf edilir. Suğnak bir süre Uluğbek’in hakimiyeti altına dahi geçmiştir. XV. yüzyılın 30-40.yıllarında Özbek Hanı Ebu’l-Hayır, Sır Derya’nın aşağı kısmını ele geçirmiş, Suzak ve Uzkent ile birlikte Suğnak’ı da hakimiyeti altında almıştır[154].

Orta Asya’da tarih sahnesine Şeybanî Han’ın (1500-1510) çıktığı yıllarda da Suğnak’ın adına oldukça sık rastlanır. Şeybanî Han XV. yüzyılın 80. yıllarında Burunduk Han’la savaşmış ve Sir Derya boyundaki birtakım şehirleri almış, bu arada Suğnak’ı da ele geçirmiştir. Suğnak için Burunduk’la girişilen savaşın tafsilâtını anlatan Şeybanî-name’ye göre şehir o zaman çok iyi tahkim edilmişti[155].

Aynı şekilde Fazlullah b. Ruzbihan da eserinde, Suğnak’ı, Deşt-i Kıpçak’ın en son kurulan ziraat şehri olarak belirtir. Bu şehrin eskiden çok güzel, içinde her çeşit meyvenin yetiştiği, yemyeşil bir yer olduğunu ve etrafında çeşitli yapıların bulunduğu bir ticaret merkezi idiğini kaydeder. Şehrin nüfusu o kadar çok idi ki, pazara her gün beş yüz deve yükü odun getirilse bile akşama kadar satılıp biterdi[156].

Buna ilaven müellif: “Bu şehir Sır Derya bölgesinin en uzak şehri olup, ekilip-dikilen ve sulanan topraklar burada sona erer ve kuzeyde çöl başlar” der. Yazar şehrin önemine, ona, “Bender-i Deşt-i Kıpçak”, yani “Kıpçak Bozkırı’nın Benderi”*adını vererek işâret etmektedir[157].

Rus kaynaklarında Suğnak şehrinin adına ilk olarak, XVI. yüzyılın ortasında kaleme alınan “Kniga Bolşogo Çerteja” adlı eserde rastlanmaktadır[158].

Yeni Kend (Yengikent)

Şimdi bahsedeceğimiz şehirler Sır Derya’nın aşağı kısmındaki Oğuz şehirlerinin en eskileri olan Yen Kend, Cend ve bu iki şehir arasında daha sonra ortaya çıktıkları anlaşılan Barçınlığ Kent, Aşnaz ve Özkent’tir. İlk olarak Yeni Kend hakkında bilgi verelim. Islâm kaynaklarında “el-Karyet el-Hadîse” ve Farsça “Dih-i Nev” denilen söz konusu şehir, Oğuzların hükümet merkezi olmuştur. Oğuzlar’ın burayı X. yüzyılda yurt edindikleri anlaşılmaktadır. Kaşgarlı Mahmud’a göre “Türk ülkesi Yeni Kend’den başlar. Yeni Kend’in bir adı da Dizruyin’dir. Sarılığı dolayısıyla “Bakır Kale” denmektir. Burası Buhârâ’ya yakındır[159].

Yeni Kend, Çin kaynaklarından Yüen Shih(Yüen Tarihi)’de “Yang Chiehkan” şeklinde zikredilmiştir. Çin kaynaklarına göre Yeni Kend, Türklerin yeni şehirlerinden biri olup, Sır Derya’nın güneyinde Aral’dan 15 mil uzaklıktadır[160].

Islâm coğrafyacılarından Ibn Havkâl’a göre “Şaş nehrinden el-Karyret el- Hadise’ye, Türklerle Müslümanlar arasında sulh olduğu zamanlarda erzak taşınır. el-Kayret el-Hadîse’de Müslümanlar da bulunur. Yalnız burası Oğuzlar’ın baş şehridir. Kışın burada Oğuzların hükümdarı oturur. Buranın yakınında Cend ve Huare(Huvare) bulunur. Zikredilen bu üç şehrin en büyüğü el-Karyet el-Hadîsedir. Burası Harezm’den 10 konak, Farab’tan 20 konak uzaklıktadır[161].

Söz konusu şehir hakkında el-ldrisî’de geçen bilgiler Ibn Havkâl’ın aynısıdır. Yeni Kend’in yerleştiği coğrafi alanı tam olarak tespit edecek olursak, Sır Derya’nın Aral Gölüne eski dökülme noktasının kuzeyinde ve şimdiki dökülme noktasının güneyinde, Kuman(kuan) Derya dökülme noktasının ise kuzeyinde, üçgen şeklinde ve ucu güneye bakan bir yarım ada şeklindedir. Bu yarım adanın bataklık ve sazlık çevresinde Tolstov[162] tarafından yapılan arkeolojik araştırmalarda Oğuz yabgusunun başkenti Yeni Kend (bugünkü Can Kent) ile bir kaç surlu şehir ve kale harabeleri bulunmuştur. Yeni Kend ile Kök-Kesene ve Kök Kale’de de Tolstov araştırma yapmıştır. Islâm kaynaklarında, Yeni Kend’in Arapça ve Farsça adlarının kıdemine dayanarak, bu şehrin İslâmiyet’ten sonra kurulduğu sanılıyordu. Halbuki Yeni Kent ve diğer iki şehirde yapılan araştırmalar[163] bu şehirlerin alt tabakasının belki Milattan sonraki ilk yüzyıllara ait izler taşıdığını göstermiştir. Bu şehir, Eftalitler devrinde pek önemsiz bir iskan yeri iken, V. ve VIII. yüzyıllar arasında yani Gök Türk ve Türgiş döneminde gelişerek büyümüştür[164].

Yeni Kend, Kök-Türk devrinde muhtemelen yeniden inşa edilmiş, aşağı-yukarı doğu-batı yönünde, gayr-i muntazam bir (T) harfi şeklinde bir surlu şehir idi. Şehrin doğu-batı yönünde uzunluğu 375 m kadar, eni ise doğuda 300 m, batıda 225 m idi. Şehrin ortasında, doğu-batı yönünde bir büyük cadde ve bu caddeye dik olarak sokaklar boyunca evler dizilmişti. Muhtemelen hükümdar ordugâhı olan iç kale, şehrin kuzey-batı köşesinde bulunuyordu. İç kalenin avlusunda da, birbirini dik olarak kesen sokaklar vardır[165].

Şehrin dış surları, şimdiki yıkık vaziyetten anlaşıldığına göre, en az 8 m yüksekliğinde idi. Doğu duvarını Tolstov nispeten yıkılmamış halde bulmuştu. Doğu duvarının 3 metre kadar yükseklikteki alt kısmı 40 x 40 x 9 cm ölçülerinde, dar tuğlalar ile, duvarın üst kısmı ise 1,35 boyunda “pahsa”[166] ile örülmüştü. Doğu duvarının aşağı yukarı ortasında bulunan çift kapı, içeri girmeyi zorlaştıracak tarzda inşa olunmuştur. İç kapı, dış kapıya dik olarak, şehrin doğu duvarından açılmıştır. “Amut giriş” denen bu tarz girişte düşman yandan içeriye girdiği için, kendini kalkan ile koruyamamakta idi[167].

Barçınlığ Kent

Bu şehir hakkındaki bilgilere daha çok Moğol Istilâs’ını anlatan kaynaklarda rastlamaktayız. Barçınlığ kent’in yeri tam olarak bilinmemektedir. Bu konuda değişik görüşler mevcuttur. Cengiz Han’ın seferlerini anlatan Alaaddin Ata Melik Cuveynî’nin “Cihângûşâ”sında Moğol askerlerinin hareketi anlatılırken, onların önce Sığnak’ı aldıktan sonra Cend şehrini, sonra Barçınlığ Kent ile özkent’e doğru yürüdüğünü, sonra Aşnaz (veya Asnas) şehrini aldığını yazar[168]. Bu bilgilere bakarak, şehirlerin bir birlerine çok uzak olmayıp, Sır Derya’nm aynı tarafında yer aldıkları söylenebilir. V. V. Barthold ise, Barçınlığ Kent’in ismini Barçın Derya’ya vermiş olabileceğinden, şehrin yerini Akmeşit civarından aramak gerektiğini söylemiştir[169]. Son zamanlarda yapılan araştırmalar, kurumuş bulunan Barçın Derya’daki Barçın-Kız mezarı ile bağlantılı olarak yürütülmektedir. Bu yerde ilk araştırma yapan, diğer aşağı Sır Derya şehirlerinde de olduğu gibi, V. Kallaur olmuştur.

Barçınlığ Kent ile ilgili kaynaklarda geçen bilgilere gelince, bunlardan Ebû’l-Gâzi Bahadur Han’ın “Şecere-i Terâkime”sinde diğer Orta Asya (Sır Derya) Oğuz devri “Dede Korkut” destanı kahramanlarının yanında Alpamış, onun eşi ve bir bahadır kızı olan Barçin’den bilhassa bahsedilmektedir[170]. “Oğuz boyunda beylik yapan kızlar” adını taşıyan eserinin son başlığında Ebu’l-Gazi “iyi tarih bilen ihtiyarlar ve bahşiler’e atfen yedi kızın bütün Oğuz boyuna hâkim olup, bir çok yıllar beylik sürdüklerini” yazmaktadır[171]. Barçınlığ Kent hakkında F. Sümer’de geçen bilgileri özetlersek şöyledir: Sır Derya kıyılarında Oğuzların göçebe olarak yaşadıkları ve Kaşgarlı Mahmud’ta belirtilmeyen daha pek çok şehir, kasaba ve köy vardır. Bunlardan biri Barçınlığ Kent’tir. Bu şehrin adına XIII. yüzyıldan önce rastlanmaz. Bu şehir Moğollar tarafından fethi sırasında Suğnak ve Özkent’ten sonra zikredilen üçüncü şehirdir[172].

Arkeolog Kallaur burayı ilk ziyaret ettiğinde(1899) mavi renkli süslemeli olan bir kümbet görmüştür. 1927 yılında burayı ziyaret eden Yakubovsky, çökmüş olmasına rağmen Kök Kesene’nin çini işleme bakımından şaheser bir anıt olduğunu belirtmiştir. Bu anıt yerli Kazak halkın tarafından “Kök Kesene” adı ile anılmaktadır. Daha sonra buralarda S. Tolstov da araştırma yaparak “Oğuz şehirleri” adlı makalesinde anıtın mimarisi konusunda etraflıca bilgi vermiştir[173]. Ayrıca V.V. Barthold’un eserlerinde de şehrin adı ile ilgili değişik görüşlere yer verilmektedir[174].

Aşnaz(Asanaz)

Yukarıda bahsettiğimiz Kök Kesene veya Sırlı Tam harabelerinin 400 adım doğusunda Aşnaz şehrinin harabeleri yatmaktadır. Burası da Moğol askerleri tarafından işgal edilerek yıkılmıştır. Burada araştırma yapan Kallaur’ın ifadesine bakılırsa, Aşnaz Sır Derya’nın sol tarafında Akarık’ın aşağı kısmındadır. F. Sümer Aşnaz’ı Barçınlığ Kent’ten daha batıda Seyhun’un sol yakasındaki şehir olarak kaydeder[175]. Bu şehrin harabelerinin, bugünkü Kazan istasyonundan 30 mil uzaklıktaki kuru çaydaki yer olduğu sanılmaktadır.

Cend

Cend, bir Oğuz şehri olup, Kaşgarlı’nın haritasında gösterilmiştir. Bu, Selçük Bey’in başkent edindiğini bildiğimiz şehirdir.[176] Şehir Sır Derya’nın aşağı vadisinin az güneyinde, Kuvan Derya’ya yakın bulunan bugünkü Can kale harabeleri yerindedir. Cend, Moğol devrinde de bir merkez olduğundan, eski şekli çok değişmiş bulunmaktadır. Oğuzlar’a ait olan Cend yakınlarında Sağ Dere adlı bir mevki olduğu gibi, Ribatat adlı bir yerin de olduğu kaydedilmektedir[177]. Bunlardan başka, Sır Deryan’ın orta ve güney kıyılarına doğru bir çok Oğuz şehirleri ve kasabaları vardı. XIII. yüzyıldaki Moğol İstilâsı zamanında Oğuz şehirlerinin çoğu tamamen yıkılmış ve burada yaşayan halk da dağılmıştır.

Buraya kadarki çalışmamızda Sır Derya yöresi ve boyunda kurulan şehirler konusunda bilgi vermeye çalıştık. Yaptığımız incelemeleri özetlersek, XI. yüzyıldan sonra Türk ülkesinde şehir hayatı daha da gelişmiş ve hattâ yeni şehirler kurularak çoğalmıştır. Kaynakların kifayetsizliğine rağmen XII. yüzyılda ticari faaliyetlerin çok arttığı, maddî ve manevî hayatın geniş çapta ilerlemeler kaydettiği, sönük kasaba ve köylerin büyük ve kalabalık şehirler haline geldikleri anlaşılmaktadır. Şehirlerin kuruluşu konusunda çok kere karşılaştığımız şehirlerin Soğdlular tarafından kurulmuş olabileceği görüşüne karşı, Kaşgarlı Mahmud eserinde geçen şehirlerin Türkler tarafından kurulduğunu ve Iranî kavimlerin Türk şehirlerine sonradan gelip yerleştiklerini ileri sürmektedir. Müellifin verdiği bu bilgide muhakkak gerçek payı vardır. Çünkü Kaşgarlı bu olayları kendi zamanında da görüp işittiği için bu hususu belirmiştir. Orta Asya’daki siyasi istikrar Çin, Moğolistan ve İtil havzası ve hatta Ortadoğu ülkeleriyle yapılan ticaretin gelişmesi, Sır Derya boylarındaki şehirleri kalabalık ve hareketli şehirler haline getirmiştir. X. yüzyılda Oğuzlar’ın ancak üç şehri var iken, XIII. Yüzyıla gelince bunlara Savran, Karaçuk, Karnak, Suğnak, Süt Kent, Barçınlığ Kent, Özkent ve Aşnaz şehirleri eklenmiştir. Bununla beraber adlarını bildiğimiz fakat yerlerini tam olarak tespit edemediğimiz yerleşim yerleri Ribatat(Aşnaz yakınlarında), Kuyuk Kale ve Kuyuk Kesken Kale, Kum Kale[178] ve Zangar-Kale gibi aşağı Sır Derya şehirleri de vardır. XI-XII. yüzyıllarda Türk medeniyeti âdeta altın devrini yaşamıştır. Çalışmamız sırasında da göreceğimiz gibi, bu devirde şehirlerdeki zanaat, ziraat, sanat ve mimarî; yapılardaki gelişmeler ve onların göstergesi olan, şaheserler araştırmacılar tarafından takdir edilmektedir. XIII. yüzyıldaki Moğol İstilâsı bu gelişen Türk dünyası üzerine bir kara bulut gibi çökmüştü. Yukarıda bahsettiğimiz şehirlerden bazıları savaş sonrası varlıklarını sürdürdüyse de, çoğu bir daha toparlanamayıp harabeye dönmüştür. Bunları ispatlayan bir çok kaynak mevcuttur. Bunlardan birinde 1245 yılında Papa’nın temsilcisi olarak Moğolistan’a giden Plano Carpini Sır Derya’ya ulaştığında sayısız şehir harabeleri ile karşılaşarak hayret ve dehşet içinde kalmıştır[179]. Kaynaklar dışında Moğol istilâsı’nın akıbetini günümüzde bile hissedebiliriz. Çünkü bu ortaçağın kültür merkezleri şehir ve kasabalarından büyük çoğunluğunun hatta hepsinin şimdi ya yeri belli değil veya harabe halindedir.

X. YÜZYILA KADAR SIR DERYA YÖRESİNİN TARİHİ

Önceki bölümde Sır Derya havzasının coğrafi tanıtımı, tarihçesi ve bölgedeki yerleşim yerleri ile şehirlerden bahsedilmişti. Şimdi de Sır Derya havzasının X. yüzyıla kadar olan siyasi durumu konusunda kısaca bilgi verelim.

.İskitler

Daha önce de bahsettiğimiz gibi haklarında kaynaklardan bilgi bulabildiğimiz Sır Derya yöresinin ilk sakinleri İskit veya Saka(M.Ö. VII-

y.y)kavmidir. Pers kralı Darius’a ait olan Behistun(Bihsütün) kitabesinde Iskitlerin üç grubundan söz edilmektedir. O, Iskitleri Saka Haumavarga (hauma içkisini üretenler), Saka Tigrakhauda (sivri şapka giyen Sakalar) ve Saka Tiay para daray (denizin ötesindeki Sakalar) diye isimlendirmektedir.[180] Bunlar kendi başlarına birer konfederasyon teşkil ediyordu. Pers ve Grek kaynaklarında Massagetler diye adlandırılan Saka Tigrakhauda kavimler birliğinin M. ö. VII-IV. yüzyıllar arasında Sır Derya havalisinde yaşadıklarını görüyoruz. Saka Tigrakhauda konfederasyonuna mensup olan Massaget ve Yaksart[181] kavimleri: Gök Denizin(Aral Gölü) güney ve kuzey-doğu bölgesinde, Sır Derya’nın güney sahilindeki topraklarda yaşıyorlardı. Konfederasyonun diğer üyelerinden olan Dai veya Dahai kavmi aşağı Sır Derya bölgesi ve Aral Gölü’nün etrafını yurt edinmişti. Abi kavmi ise: Karadağ yamaçları ve Sır Deryan’ın orta kısmında yaşıyorlardı.[182]

M. Ö. II. yüzyılda komşuları olan Hunlar’ın baskısıyla Çin’in kuzey bölgesinden göçmek zorunda kalan Yüeçiler Sır Derya bölgesine doğru göç etmiştir. Onların hareketiyle Orta Asya’da büyük bir “Kavimler Göçü” ortaya çıkmıştır. Yüeçiler önüne çıkan Saka Tigrakhauda’ları yerlerinden ederek güney-batı istikametine doğru göçmek zorunda bırakmıştır[183]. Saka Tigrakhauda’ların büyük bir kısmı kendi vatanlarında kalarak, Yüeçilerle birleştiler. Daha sonra Yüeçiler de VVusunlar (Vusunlar) tarafından yenilgiye uğratılınca, bölgedeki Yüeçi ve İskit kavimleri Vusunlar, Kanghlar ve Alanlar’ın siyasi birliğine dahil oldular.[184]

Kanglılar

Bundan sonra Sır Derya bölgesinin büyük bir kısmı Kanglıların etkisi altında kalmıştır. Kanglı[185]adıyla M. Ö.lll. yüzyıldan itibaren karşılaşmaktayız. Kaynaklarda onların yaşadığı esas saha Orta Sır Derya bölgesi ve Karatav’ın batı yamaçları olarak gösteriliyordu. Bizans elçisi Zemarhos 568 yılında Türk Kağanı Dizabol’a gittiğinde, Hazar Denizi ve Aral Gölü arasındaki topraklar üzerinden geçmiştir. O, bu toprakların Kanglıların yönetiminde olduğunu yazmaktadır.[186] Kanglılar daha sonra VI-VII. yüzyıllar arasında Batı Türk Kağanlığına tabi olmuşlardı.

Daha önce de bahsettiğimiz gibi M.ö.ll. yüzyılın sonuna doğru parçalanan Saka Tigrakhauda toprakları olan, aşağı Sır Derya ve Aral Gölü’nün batısındaki (bugünkü Batı Kazakistan) topraklarda Alan birliği ortaya çıkmıştır. Alanlar uzun müddet Kanglılara tabi olarak yaşamışlar ve Kanglılar zayıflamaya yüz tutunca bağımsız olmuşlardır.[187]

yüzyılın ikinci yarısına gelindiğinde, Yedisu ve Güney Kazakistan, Kore’den Kara Deniz’e kadar uzanan geniş topraklar üzerinde hakim olan Gök Türk Devletinin sınırları içine girmişti. Kağanlık VI. yüzyılda Doğu ve Batı olarak ikiye ayrılmıştı. Sır Derya havalisi bu tarihten sonra Batı Türk Kağanlığının hakimiyet sahası olmuştur. Bu tarihten itibaren Sır Derya bölgesi gelişmeye başlar. Çünkü M.ö. İL yüzyıl ortalarından itibaren ticaretin can daman haline gelen “İpek Yolu”nun Çin’den Fergana vasıtasıyla batıya ulaşan eski kısa yol güzergâhı VI-VIL yüzyıllarda buralardaki çatışmalar yüzünden Yedisu ve Güney Kazakistan topraklarına kaymıştır. Bu da söz konusu bölgede yarı göçebe ve yerleşik hayatın daha da gelişmesine, şehirlerin büyümesine ve çoğalmasına sebep olmuştur. [188]

Türgişler

Batı Gök Türk Devleti VIII. yüzyılda zayıflamış ve Türgiş’ler tarafından ortadan kaldırılmıştır. Bundan sonra Sır Derya havalisinin Türgiş’lerin eline geçtiğini görüyoruz. Bu arada Islâm dinini yaymaya çalışan Arap orduları Mâverâünnehiri fethederek, Sır Derya ve Yedisu bölgelerine yeni seferler yapmaya başlamıştı. Fakat Arap ordusu bu yolda Türgişler’in şiddetli mukavemetiyle karşılaşmıştır. Bu konuda Islâm müelliflerinden Yakut el- Hamevî, Abbasîlerden halife Hişam’ın Türk hakanın Islâm’a davet için bir heyet gönderdiğini yazmaktadır. Bu hakanın kim olduğu bilinmemekle beraber, davetin sonucu hakkında da kesin bir bilgiye sahip değiliz. Ancak bu şahsın o zamanlar Türkistan’ın en kuvvetli devleti olan Türgiş Devletinin kağanı Sulu olabileceği doğrultusunda bir görüş vardır[189].

Türgişlerin Orta Asya’daki siyasi üstünlüğü Karluklar’ın isyanı dolaysıyla son buluncaya kadar, Sır Derya’nın ötesindeki Türk ülkeleri Iç- Asya kervan yolu üzerindeki İktisadî hakimiyetini korumuştur. Ancak, Karluklar’ın 766 yılında Türgiş Devletine son vererek, kendi devletini kurmaları sonucu, Islâm orduları Samanîler hükümdarları döneminde Sır Derya’nın orta mecrasına kadar Taşkent, Isficab ve Şavgar üzerine seferler düzenlemeye başlamıştır.[190] Samanîlerin, Türk ülkelerine karşı yaptıkları seferler bazen çetin mukavemetle karşılaşılmasına rağmen akınlar devam ettiriliyordu. Nitekim 905 yılında Islâm hududu Balasagun’a kadar uzanmış, hattâ bu şehir bile Samanîler’in hakimiyetine geçmişti. IX. yüzyılın ortalarından itibaren gelişen askeri, ticari ve dini münasebetler neticesinde Türkler büyük gruplar halinde Müslüman olmaya başladılar. IX. yüzyılın ikinci yarısında Sâmânîler hakimiyetine geçmiş olan şehirlerin(Talas, Isficab) halkının çoğunluğunun Müslüman olduğu söylenebilir. Ancak büyük kitlelerin Müslüman olmaları X. yüzyıl ve sonrasında vukubulmuştur. Yukarıda bahsettiğimiz olaylar sonucunda Sır Derya havalisindeki şehirler ve yerleşik mekanlarda Islâm dinini yaymaya çalışan dervişler ve tüccarlar çoğalmıştır.

İslâm müellifleri IX. yüzyılın ikinci yansından itibaren Sır Derya bölgesinde Oğuzlar’ın varlığından bahsetmektedirler. Bu bilgilerden, Yedisu topraklarında Kartuklarla komşu Oğuz boylarının, onların baskısına dayanamayıp, daha da batıya, Sır Derya bölgesine kaymak zorunda kaldıkları anlaşılıyor. Sır Derya yöresinin uzun bir müddet Oğuzlar tarafından iskan edildiğini ve yukarıda bahsettiğimiz şehirlerin çoğunun Oğuz şehirleri olduğunu hatırlarsak “Oğuzlarının Tarihi”nin konumumuz açısından ne kadar önemli olduğu anlaşılır. VIII-IX. yüzyıllar, Orta Asya Oğuz boyları tarihinde önemli bir dönemi teşkil etmektedir. Bu dönem hızlı bir şekilde Oğuz konfederasyonunun kurulduğu ve IX. yüzyılın sonları ile X. yüzyıl başında Sır Derya Yabgu Devleti’nin buna dayanarak teşekkül ettiği bir dönemdir. Şiddetli iktidar kavgaları sırasında, 766 yılı sonrasında Oğuzların önemli bir kısmı, Yedisu toprakların bırakıp Aral sahilleri tarafına gelmiştir. Ancak, Oğuz beylerine Sır Derya yöresi ve Aral civarı bozkırlarında siyasi bir otorite kurmak hemen nasip olmamıştır. Oğuzlar ancak IX. yüzyılın ortalarına doğru bölgede yaşayan Kangar-Peçenek[191] boylarını mağlup ettikten sonra bu bölgeleri ele geçirebilmiş ve Sır Derya bölgesi IX. yüzyılın sonunda Oğuz yurdu haline gelmiştir.

BÖLÜM

SIR DERYA BÖLGESİNİN SOSYAL VE İDARÎ DURUMU

BÖLGEDEKİ ETNİK UNSURLAR

Sır Derya bölgesindeki etnik ve sosyal yapıdan bahsedilirken Sır Derya bölgesine komşu Mâverâünnehir bölgesinden de bahsetmek durumundayız. Bilindiği üzere etnik unsurların tüm belirtileriyle tanımlanabildiği yer şehirlerdir. Bu sebeple araştırmamız sırasında daha öncede bahsettiğimiz Sır Derya şehirleri olan Yesi, Savran, Sayram(lsbicab), Otrar, Sunak ve diğerlerinde yaşayan etnik unsurlardan bahsedeceğiz. Mâverâünnehir’in gelişmiş olan Buhârâ, Semerkant gibi şehirlerinin Sır Derya bölgesinin kültürel gelişiminde olduğu kadar, etnik yapısı konusunda da çok büyük tesiri olmuştur.

Türkler

Bu bölgede yaşayan etnik unsurlardan bahsederken, öncelikle IX-X. yüzyıllardan başlayarak XIII. yüzyıla kadar olan zamanı mevzubahis edeceğimizi söyleyelim. IX. yüzyıldan önce bölgede kimlerin yaşadığı konusuna daha önceki bölümde değindiğimiz için, teferruata girmeden, genel bir bilgi verdikten sonra, yazılı kaynakların, seyahatnâmelerin, coğrafi eserlerin yazıldığı IX-XL yüzyıllardan bahsedeceğiz.

Kaynaklardan da anlaşıldığına göre Ceyhun’un Turan tarafı yani Sır Derya bölgesi çok eski devirlerden itibaren bir Türk ülkesi idi. Etnik unsur konusunda da Maverâünnehir ve diğer Ceyhun civarı şehirleri Semerkant ve Buhârâ’da olduğu gibi, tartışmasız bir şekilde, ağırlıklı olarak Türklerin yaşadığı çoğunluk tarafından kabul edilmektedir. Kaşgarlı Mahmud da Beykent’ten itibaren bütün Mâverâünnehir’in Türk ülkesi olduğunu belirtmektedir[192].

Kaşgarlı Mahmud ayrıca milattan önceki yıllardan beri Mâverâünnehir’in bir Türk ülkesi olduğunu, sonraki dönemlerde yerleşen kanlıların burayı bir Acem memleketi haline soktuğunu belirtmektedir[193].

Araştırmacıların bazıları bu konuda şöyle önemli bir noktaya dikkat çekerler: Ortaçağ Islâm müelliflerinin eserlerinde yer alan “Arzu’l-Guziyye”, ’Arzu’l-Becenekiyye”, “Dîz-i Alanân” ifâdesiyle Strabon ve Batlamyus’ta geçen yer adlarının büyük bir benzerlik göstermesi Mâverâünnehir’in ilk sakinlerinin Türk kavimlerinden Aslar, Peçenekler, Alanlar ve Oğuzlar olduğunu göstermektedir[194]. Vâhân, Bedahşan, Fergana öteden beri Oğuzların; Şaş, Saganiyan ve Harezm yöreleri ise As, Peçenek ve Alanlar’ın en eski yurtları arasında yer almıştır[195]. Bu doğrultuda meşhur Rus arkeologu S. Tolstov’un da dikkate değer gözlemleri olmuştur. Araştırmacının uzun süre bölgede yaptığı incelemeler sonucunda vardığı nokta, Sır Derya bölgesinin eskiden beri Oğuz yurdu olduğu ve bölgenin etnik gelişiminde, bu unsurun kendini ağırlıklı olarak hissettirmiş bulunduğudur[196]. Bu konuyu Sır Derya Oğuzları bölümünde etraflıca ele alacağımız için burada ayrıntılara girmiyoruz.

Amu Derya çok eski devirlerden beri Türklerle kanlılar arasında sınır olma özelliğini sürdürmüştür. Türklerle kanlılar arasında vukubulan savaşlar sonucunda kanlılar zaman zaman Mâverâünnehir bölgesini geçerek, oralara yerleşmiş ise de Sır Derya ve ötesi hep Türklerin yaşadığı bölge olarak kalmıştır. Amu Derya ve ötesine geçmeyi ve yerli halkla karışmayı başaran İranlIların daha ileriye yani, Sır Derya bölgesine çok sayıda geçmeleri mümkün olmamıştır. Buna rağmen bazı şehirlerde İranlIların mevcudiyetini de görüyoruz. Ticaret amacıyla geldikleri bu yerlerde yerleşerek kalan bu İranlIlar zamanla Türkleşmiştir. Meselâ buna Isficab(Sayram) bölgesinde yaşayan Soğdular ve Tacikler örnek gösterilebilir.

Sır Derya bölgesi ile Mâverâünnehir’in eskiden Türk yurdu olduğu fikri destekleyenler arasında Z. V. Togan da bulunmaktadır. Ona göre, Sır Derya ve Amu Derya havzalarında Yunanlılar’ın Massaget ve Daha dedikleri kavimler yaşıyordu. Bunlar pek eski zamanlardan beri Sır Derya ve Amu Derya kıyıları ile Aral gölü etrafında ve Hazar denizinin doğusunda yaşayan Türkmenlerin Peçenek, Kun ve Oğuzların, belki de Eftalit, Kank ve Karlıkların ataları olabilir[197].

Sır Derya bölgesinde yaşayan diğer bir Türk kökenli etnik grup olan, Kanglar daha önce de bahsettiğimiz gibi, Sır Derya havzasında varlıklarını sürdüren yarı göçebe Türklerindendir. Diğer kavimlere nazaran medeni hayat sürdürdüklerini bildiğimiz Kanglar, Karluklar’a ve Oğuzlar’a akraba bir kavim sıfatı ile “Keng” yahut “Kank” ismi altında tanıdığımız, Kazakça Kangh kabilesinin ceddi diyebileceğimiz bir kabiledir. Kanklar Peçenek, Oğuz ve Kıpçaklar’a yakın bir kavimdir. Kaynaklarda da bu görüşü doğrulayan bilgiler bulunmaktadır. Araplar Karluklar’a akraba bir kavim sıfatı ile ismini “Kencîne” yazdıkları bir kabileyi “Gök Türkler”den önce Mâverâünnehir’e hakim olan Türklerden saymışlardır. X. yüzyılda Buhârâ’nın doğusunda aynı adla bir küçük kabileyi görüyoruz[198].

Ortaçağ coğrafi eserlerinden Hududu’l-Âlem’dede Kencineler’den bahsedilmektedir[199]. Bu kabileler Mâverâünnehir, Sır Derya havzası, Şaş ve Fergana taraflarında oldukları kadar, Zerefşan ve Kaşka Derya havzalarında da yaşamıştır. Bundan dolayı bu bölgelerde Türkçe köy ve kanal adlarına tesadüf olunmaktadır[200].

Doğu ve Batı Türkistan’da medenî hayata geçerek yerleşen ve şimdiki kent Türkleri’nin oluşumunda büyük bir payı olan ve Türk adını kabile ismi olarak taşıyan kabile “Türk-Türgişler” olmuştur. Onların asıl vatanının Issık göl mıntıkasındaki Asgar dağlarının olduğu anlaşılmaktadır. Oralarda yaşayan diğer bir kavim de Uysunlardı. Issık göl civarında yaşayan bu kavimlerin ataları Çin sanatını yaşatan şahsiyetler olarak tarihte anılmaktadır. Bunlardan Barısganlılar[201] çinicilik, nakkaşlık, demircilik ve marangozluk gibi sanatları iyi biliyorlardı. Bu hususta el-Birûnî’nin eserinde XI. yüzyılda Çin taklidi ayna ve kazanların yapıldığına fakat bu sanatın Barısganlar’da artık sukut etmiş olduğuna dair bilgiler bulunmaktadır[202]

Araplar geldiği sırada Zerefşan havzasında hakim ahali sıfatı ile “Türk” ve “Soğd”lular ile beraber “Türgişler” de gösterilmektedir. Sır Derya bölgesi ve Mâverâünnehir’de kökü Türk olmayan halk Soğdlulardır. Nerede ise Ceyhun bölgesinin asıl sakinleri sayılacak kadar eski devirde kalabalık bir şekilde yerleşen bu halkı tanımak için, önce onların menşei hakkında kısaca bilgi verelim. Sonra onların Sır Derya bölgesi üzerinden Orta Asya’nın içine doğru ilerlemesi konusunda bilgi edinelim. Aynı zamanda, bu ilerleyişin Sır Derya bölgesinin etnik yapısı konusunda, her hangi bir etkisi olup olmadığı konusunu da ele alacağız.

Siyasi ve kültürel tarihte çok kere karşılaştığımız “Iran-Turan” ibâresi bu iki milletin eski devirlerden beri bazen barışık ve bazen de savaş halinde yaşadıkları gerçeğini göstermektedir.

Yukarıda bahsettiğimiz Türkistan’ın Türk kökenli halkı dışında, varlıklarını sürdüren yabancıların Türkistan’a gelişi ve yerli halkı oluşturması çok eski tarihlere aittir. Türkistan’daki etnik unsurlardan bahsederken, bu mevzua açıklık getirmek çok önemlidir. Çünkü Mâverâünnehir ve bilhassa Sır Derya ve ötesinde yaşayan ve hâlâ da yaşamakta olan halkın, etnik yapısını araştırmamızda ve anlamamızda, bu bilgilerin yararı büyüktür. Onun için bu kökü Türk olmayan halkın Türkistan’a gelişi hakkında kısaca bilgi edinmek yerinde olacaktır.

Aryânî kavimlerin batıdan gelerek Türkistan’a girmeleri M.Ö. 2000 yıllarında başlamış ve son bin yılın sonunda gelişmiştir. Bunlar Hazar Denizi, Gürgan nehri ve M.Ö. 1700 yılında Hindistan ve kuzey Afganistan’a gelerek yerleşmişlerdir. Aryânîler’in Türkistan’a gelen kısmı Mâverâünnehir’de yerleşen Soğdlar ve Khorezmliler olmuştur[203]. Aryânîler’in Türkistan’a gelişi hakkında el-Bîrûnî’de geçen bilgi dikkate değer. Müellifin naklettiği Harezm rivâyetine göre, Aryânîler “bir Türk hükümdarının müsaadesiyle” gelerek kendi adlarını verdikleri ülkeye M.Ö. 1292 yılında yerleşmişlerdi. Bu rivâyetin al-Mukaddesî’de geçen versiyonunda “Harezmliler’in 400 bekar olarak geldiği ve hükümdarın onları 400 Türk kızıyla evlendirdiği ve böylece, kanlılar ve Türklerden oluşan melez bir kavmin ortaya çıktığı” şeklinde anlatılmaktadır[204].

Bu rivayetlerden de anlaşıldığı üzere, her iki durumda da, bir etnik karışımın söz konusu olduğu ortaya çıkmaktadır. Rivâyetlerden tarihi gerçeklere gelince, Mâverâünnehir ve Sır Derya bölgesine gelen Soğdlular o zamanlar bu bölgedeki siyasi hakimiyeti ellerinde tutan Massaget zümresine iltihak etmiştir. Kuzey Afganistan’a yerleşen Baktryalılar ise, İran’ın bir parçası haline gelmişti. Türkistan’a gelen ilk Aryanî unsurlar olan Soğdlular ve Harezmliler dışında Aslar ile Baktryalılar da vardı. Bunlardan bizim konumuzla ilgili olan yani Sır Derya bölgesi ve komşusu Mâverâünnehir’de ağırlıklı olarak yaşayan ve bu bölgenin etnik yapısının oluşumunda da aktif rol oynadığı anlaşılan kavim(Aryânîler) Soğdularıdr. Haklarında pek fazla bilgiye sahip olmadığımız, Harezmliler ise XIII. yüzyılda Moğollar devrinde dağıtılarak, tamamen Türkleştirilmişti. Bunların dilleri Iran dilinden farklı olup, Harezm dilinde yazılan bazı eserler, bugün İstanbul kütüphanelerinde muhafıza edilmektedir[205].

Soğdlular

Soğdlulara gelince; bunlar Avrupa’dan - bir bölümü Kafkasya-lran yoluyla, diğer bir bölümü de Kırım ve Hazar Denizi’nin kuzeyinden geçerek - Türkistan’a gelmişti. Kırım’daki Sudak ve Gürcistan’daki eski Soğdbil şehri ve yerleşim adları onlardan kalma bir izdir. Sır Derya bölgesinde Soğdluların çoğunlukla orta Sır Derya bölgesi ve Isficab’ta yaşadıkları anlaşılmaktadır. Soğdluların esas kısmı, Buhârâ ile Semerkant arasında, Soğd Ülkesi veya Sogdiyana adı verilen bölgede yaşamışlardır[206].

Bununla beraber Soğdlular Kazakistan’ın Yedisu bölgesi ve Çu havzasında da varlıklarını sürdürmüştür. Bunların günümüzdeki Özbeklerle Kazaklar arasında yaşayan Sunaklar veya Sugnaklar’ın ceddi olması da muhtemeldir. Bu Soğlulara Türkler “Sugdak” demiştir. Bunlar ticarette mühim rol oynamıştır. İpek Yolu güzergâhı boyunca her yere ticari seferler düzenleyen Soğdlular, “Türkistan’ın Yahudileri” sayılmıştır. Tarihe bakınca görüyoruz ki, Soğdlular siyasi hakimiyete malik olmamışlarıdır. Bu onların kendilerini tamamen ticarete vermiş olmalarından kaynaklanmıştır. Gök Türkler zamanında Soğd kökenli bazı kimselerin zaman zaman idare işlerine karıştıkları da görülüyordu[207]. Bu istisna edilirse Soğdlular umumiyetle tüccar sıfatı ile karşımıza çıkıyor. Ticaret hayatında Soğdluların rolü o kadar mühimdi ki, Türkistan’ın nerede ise tüm sermayesi onların ellerinde idi.

Soğdluların diline gelince, onların kendi dilleri dışında hem Türk hem de Fars dillerinde konuştukları anlaşılmaktadır. Soğdca, Farsça’dan tamamen değişik bir dildir. Fakat zamanla Soğdlular Türk ve kanlılar arasında azınlık olarak yaşadıkları için ya Türkleşmişler veya Tacikleşmişlerdir[208]. XX. yüzyılın başlarında, Soğdlular, Zerefşan havzasının yukarı kısımlarındaki “Yagnub” ırmağı kıyısındaki Yagnub adındaki küçük bir yerleşme biriminde Tacik uruğu şeklinde eski dillerini kısmen koruyarak yaşamışlardı. Bunlar dillerini büyük ölçüde XI-XII. yüzyıllarda unutmuşlardı. Araplar ilk buralara geldikleri sırada Buhârâ ve Semerkant civarındaki Soğdluların kendi dillerinde konuştukları kaynaklardan anlaşılmaktadır[209]. Dilciler tarafından incelenen Yagnub dili birkaç gruba ayrılmaktadır. Aralarında da bir kısım farklılıklar mevcuttur. Buna rağmen Soğd dilinin muhtelif şivelere ayrıldığını ve Sayram şehrinin ahalisi olan Soğdluların da değişik bir şiveyle konuştuklarının söyleyebiliriz.

Tâcikler

Sır Derya bölgesi ahâlisinin Türk kökenli olamayan Soğdlulardan sonraki diğer etnik unsuru da Tâciklerdir. Tacik kelimesi ve anlamı hakkında muhtelif görüşler mevcuttur. V. V. Barthold, Z. V. Togan gibi tarih ilminin önemli şahıslarının yapıkları incelemeler sonucunda, bu kelimenin Türkistan’a gelen ilk Araplara verilen bir isim olduğu ortaya çıkmaktadır. Çünkü erken dönem kaynaklarında Arap ismi geçmemektedir. Onun yerine Orhun Türk abidesinde de Araplar “Tezik” adı ile anılmaktadır[210].

Türklerden alarak Çinliler de Araplara “Daşik” demişlerdir. Fakat Araplar Türkistan’a geldikten bir-iki asır sonra, bu isim umumiyetle “Müslüman” anlamında kullanılmaya başlamıştır. Bu yüzden de, Türklerin en çok tanıdığı Müslüman olarak XI. yüzyılda artık yalnız “Farsça konuşan lranlılar”a bu isim verilmeye başlamıştır[211].

Umumiyetle Arapların gelişi ile hızlanan kanlıların Türkistan’a yayılışı, Sâmânîler döneminde daha da artmıştır. Bu artış kısa zamanda Türkistan’da Farsça’nın yayılmasına sebep olmuştur. İslâmiyet’in yayılması döneminde de bu süreç hızlı bir şekilde devam ediyordu. Türkistan’da Islâm’ı yayanların büyük ölçüde Iran kökenli olması da bu işi etkilemekte idi. Bu dönemde yukarıda bahsettiğimiz Soğdlular büyük ölçüde Farsça konuşan “Târiklerle” karışarak kendileri de Tacikleşmiştir. Kaynaklar Arapların Türkistan’a ilk geldiklerinde, elli bin Arap ve Tarik ailesini Türkistan’a hicret ettirdiklerini ve onları Fergana ile Şaş(yukarı Sır Derya bölgesi) taraflarına yerleştirdiklerini yazar. Sonraki yıllarda da bunu takiben İran’dan bu bölgelere bir çok göçler olmuştur. Bu konuda el-lstahrî’de, el-Mukaddesî’de ve Ebu Ishak el-Nedîm’in “Kitab ül-Fihrist”nde bilgi verilmektedir[212]. Türkistan’da ve bilhassa Mâverâünnehir’de Iranlılaşma süreri o kadar hızlı gelişmiştir ki, Mâverâünnehir’e “Irân şehir” de dendiğini yukarıdaki ortaçağ kaynaklarından öğreniyoruz.

Hakikaten, XI-XII. yüzyıllar Türkistan tarihinde adeta Türkçe ile Farsça’nın mücadele dönemi gibidir. Kendi yüzyılında olan bu olayları, Kaşgarlı Mahmud eserinde şöyle özetliyor: “Mâverâünnehir bir Türk ülkesi idi, şimdi tamâmen bir Acem ülkesi gibi oldu”[213].

Bu değişiklikler kendini sadece bölgenin etnik yapısında göstermemiş, aynı zamanda dil ve edebiyatta da derin etkisini hissettirmiştir. Bu yüzyılda yaşayan edipler, şairler ve düşünürler Türkçe’ye musallat olan bu büyük tehlikeyi görebilmişler ve bunu engellemek için, Kaşgarlı Mahmud “Divan-ı Lugat’it-Türk”ü, Ahmed Yesevî ”Divan-ı Hikmet”i, Balasagunlu Yusuf Has Hacib “Kutadgu Bilig”i yazma ihtiyacını duymuşlardır.

Aynı zamanda araştırmakta olduğumuz bölge ve yüzyıl açısından kaynak mahiyetini taşıyan bu eserlerin, her birinde vukubulan bu değişmeler açıkça hissedilmektedir. Sır Derya bölgesinin kültürel ve İktisadî hayatı hakkında mühim bilgiler içeren bu kaynaklar ve bunların verdiği bilgilerin ehemmiyeti, araştırmakta olduğumuz bölgede veya ona yakın yerlerde kaleme alındığı için ve müelliflerinin de bizzat o coğrafyalarda yaşamış olmalarından dolayı, bir kat daha artmaktadır.

Dinler konusu da ayrıca üzerinde duracağımız bir mesele olmasına rağmen, Grek-Baktrya zamanında Fergana’ya gelen Tacik unsurunun, kendilerinden önce buralara gelen Soğd kavmini adeta yutmuş ve Türkistan’da Zerdüşt dininin yayılmasında aktif rol oynamış idiğini de burada zikretmeliyiz. Eski Buda merkezi olan Buhârâ da Zerdüşt dini merkezi haline gelmiştir. Fars medeniyeti Buhârâ, Semerkant ve Hocent gibi şehirlerde o kadar kökleşmişti ki, gerek Samanîler gerek Karahanlılar döneminde ve daha sonraları buralara gelerek yerleşen Araplar da, Türkler de Farslaşıyorlardı. kanlılar bu bölgedeki Türk unsurunu ne kadar değiştirdilerse, aynı şekilde Türkler de İranlIların adet, örf, dil ve simaları üzerinde o müessir olmuştur. Bu gibi karşılıklı etkileşme tesiri, daha sonraki zamanlarda her iki halk üzerinde kendi sonuçlarını göstermiştir. Mesela, bugün Türkçe konuşan Hokand, Mergilan, Taşkent ve Sayram ile XX. asrın 20-30. yıllarına kadar Farsça konuşan Ura-Tepe, Hocend ahalisi arasında dil farkı vardır. Bu şehirlerde yaşayan Tacikler köylerde yaşayan Taciklerden farklıdır. Bu yüzdendir ki, Özbekistan Özbekleri arasında iki çeşit Özbek mevcuttur. Taşkent Özbekleri ve Buhârâ, Semerkant özbekleri. Taşkent Özbeklerinin âdet, dil ve hatta simâlarında Türk unsuru ağırlıklı iken, Buhârâ özbeklerinin dil ve âdetlerinde de Fars unsuru ağırlıklıdır. Buhârâ Özbeklerinin dili Farsça’ya, kültürleri de Tâciklere yakındır. Iran ve Türk halitasını teşkil eden şehir Tâciklerinin şivesi, bilhassa Buhârâ ve Semerkant şehirlerinde bünye bakımından asıl Farsça’dan epey uzaklaşmıştır[214]. Sır Derya bölgesine gelen Tâcikler ise, zamanla dil ve etnik açıdan kaynaşarak bazıları Özbek, bazıları da Kazak olmuştur. Tâcik-Soğdluların dil ve âdetlerinin bazı örnekleri belki günümüzdeki Kazak- Özbek halklarının adetleri içinde mevcuttur. Tabii ki, yer-su adlarında da bunun örneklerin görebiliriz. Belki, Kazaklardaki üç cüz’e girmeyen, yani kökü Kazak olmayan uruğlar arasındaki Sunaklar da bu kökten gelmektedir. Çünkü Sunakların da Kazaklardan(Türklerden) değişik bir çok âdet-örfleri olmasına rağmen, o bölgenin eski halklarından sayılmaktadır(yâni bir yerden göç ederek gelme değil).

Şartlar

Yukarıda bahsettiğimiz Türk olmayan etnik unsurlar arasında Türkistan’da yaşayan bir başka halk ta Şartlardır. Her ne kadar önceleri bu isim bir etnik grubu bildirmeyip, ticaret yapan tüccar anlamına geliyoridiyse de, daha sonraki zamanlarda Iran kökenli halka atfedilmiştir. İlk zamanlarda Türklerin genel “tüccar” anlamında kullandıkları bu kelimenin Türkçe’ye Hint dilinden geçtiği anlaşılmaktadır[215].

XI. yüzyıla kadar bu anlamda kullanılan Şart kelimesini Türkistan’a Budda dinini yaymak amacıyla gelen misyonerlerin beraberinde gelen tüccar Hintliler getirmiş olmalıdır. Bu yüzden, Hint tüccarları ile alış-veriş yapan Türkler, onlar için “Şart” kelimesini kullanmıştır. Zamanla ticaretin büyük ölçüde Hintlilerden kanlılara geçmesi ve Türkistan’daki tüccarların daha çok Iran kökenli olmasından dolayı, aynı kelime bu defa kanlılar için kullanılmaya başlamıştır. Bu yüzden XI. yüzyıl sonrasında Moğollarla Türkler arasında “Şart” kelimesi kan asıllı bir halk grubunun etnik ismine dönüşmüştür. Araştırma bölgemiz olan Sır Derya bölgesinde de bu etnik unsuru, daha çok yukarı Sır Derya Taşkent bölgesi civarı ve orta Sır Derya’nın medenî ahalisi arasında görmekteyiz. Günümüzde Kazakistan’ın güney bölgesindeki özbeklere Şart ta denmektedir. Bu isim onlara kan kökenli halkla karıştıkları için mi, yoksa sırf ticaretle uğraştıkları için mi verilmiştir bilinmemektedir.

Z. V. Togan’ın “şart” kelimesi ve onun bir etnik unsura dönüşmesini anlatan şöyle bir ifadesi vardır: “Türklerle karışan veya Türkçe bilen kanlılar veyahut Farsça konuşan Tâciklerle düşüp kalkan ve kan medeniyeti tesirinde bulunan Türklere “Şart” demişlerdir[216]. Göçebe Türkler tarafından da pek sevilmediklerini bildiğimiz Şartları Togan “göçebeler nazarında ticaretle uğraşmak en diğersiz iş sayıldığından “şart” aynı zamanda tahkir edici bir kelime sayılmıştır” diye özetlemektedir[217]. Bu durum son zamanlara kadar pek değişmemiştir. Çünkü Kazak veya Özbeklere Şart denildiğinde, o kimselerin bunu çok aşağılayıcı buldukları müşahede edilmektedir.

Önceleri ticaretle uğraşan yabancılar için kullanılan bu kelime, XIV-XV. yüzyıllarda tarih sahnesine çıkan ve Orta Asya ile Sır Derya bölgesinde de büyük yankı uyandıran Nakşibendî tarikatına giren insanlar için de kullanılmıştır gibi görüş vardır. Bu dini akım esas olarak, Soğd-Tacik halklarının maneviyatından ileri gelen ve yerli halkın, tüccarın, esnafın ve zanaatkarın ihtiyaçlarını karşılayan, onlara yönelik bir akımdı. Sır Derya bölgesinde de XV. yüzyılda hızlı bir şekilde büyüyen ve yerli Türk ahlâk ve ananelerine dayalı eski Yesevi tarikatı veya Yesevilik akımı ile yer yer çatışmaya başlamıştır. Bu dönemde Nakşibendi akımına katılan Özbek ve Kazaklara da “Şart” dendiği söylenmektedir[218]. Ayrıca bu iki dini akımın bölgede kurulan Türk Hanlıkları tarihinde de etkisi olduğu ileri sürülmektedir. Çalışmamızın III. Bölümünde “Sır Derya Bölgesindeki dini-siyasi akımlar” başlık altında bu konu hakkında teferruatlı bilgi vermeye çalışacağız.

Yahudiler

Türkistan’daki diğer bir Türk olamayan unsur Yahudilerdir. Aynı zamanda bunlara “Buhârâ Yahudileri” de denmektedir. Bunların 1916 yılındaki sayısı 26000 civarında olup, Semerkant, Buhârâ, Türkmenistan ve Fergana’da yaşıyorlardı. Daha çok Mâverâünnehr’de yaşadıklarını bildiğimiz bu etnik unsurdan bahsetme sebebimiz, Sır Derya bölgesinin coğrafi açıdan Mâverâünnehirin bir cephesini temsil etmesi ve dolaysıyla Mâverâünnehr’de vuku bulan her türlü olayların Sır Derya bölgesine de yansımasından dolayıdır. Sır Derya bölgesinde çoğunluk olarak yaşamadı iseler de, Yahudiler XX. yüzyılın başlarına kadar Taşkent’in en önemli pamuk ticaretini ellerinde bulundurmuştur. Tarihçesine gelince, bunlar Türkistan’da İslâmiyet’in buralara gelişinden öncede yaşıyorlardı. Kendi inançlarına göre bunlar Asurî padişahları tarafından esir edilerek Horasan’a sevk edilen Yahudilerin torunlarıdır[219]. Haklarında kaynaklarda pek bilgi bulunmayan bu halk hakkında H. Kurt bunların bir kısmının Babil Yahudilerinin, az bir kısmının ise Iran Yahudilerinin torunları olabileceğini söylüyor[220]. Çoğu kaynaklar Yahudilerin bu bölgede varlıklarından haber veriyorlarsa da ayrıntılı bilgi vermemektedir[221]. Ancak şurası açıktır ki, her yerde olduğu gibi Yahudiler Türkistan’ın da ticaret hayatında mühim rol oynamışlardır. Bunların İpek yolu güzergâhındaki Sır Derya şehirlerinde de sıklıkla bulundukları da bir gerçektir. Türkler arasında Museviliğin yayılmasında diğer dinlerde de olduğu gibi, tüccarların büyük etkisi olmuştur. Sır Derya bölgesindeki dini akımlar arasında Musevilik büyük öneme sahip olmasa da, Türkler arasında bu dini kabul edenlerin olduğunu biliyoruz. Bunların arasında Hazar Türkleri ile Kumanlar da vardır[222].

Tatarlar

Türkistan’ın etnik yapısı konusunda, bilgilerinden istifade ettiğimiz Kaşgarlı Mahmud eserinde halis Türk olamaya kavimler arasında Tatarları da zikretmektedir. Bilindiği üzere Orhun yazıtlarında da adı geçen bu isim daha sonra Moğollar için kullanılmıştır. Kaşgarlı Mahmud’un eserinde halis Türk olmadıkları söyleyen kavimler arasında geçen Yabakular da Moğol soyundan olabilir. Eğer böyle ise, Moğollardan bazıları daha müellifin zamanında batıya ilerleyerek her tarafta Türklerin yaşadıkları yerleri işgal etmişlerdi diyebiliriz[223].

X. yüzyılın başlarında Moğol kavimlerinden olan Kıtayların kuvvetlenmesi ve Karahanlı Devleti’nin yıkılmasına sebep olan doğudan batıya vukubulan kavimler göçü beraberinde bu bölgelere değişik etnik unsurlar da getirmiştir. Kara Kıtaylar da bu kabiledendir. Sır Derya bölgesinin de kısmen Karahanlı idaresi altında bulunduğunu hatırlarsak, bu etnik grubun da konumuzla alakalı olduğunu görürüz.

Türkistan’ın etnik yapısı ve oluşumu bakımından belli bölgelerin rolü mühimdir. Sır Derya bölgesi de Orta Asya halklarının etnik yapısını oluşumunda önemli yere sahiptir. Sır Derya bölgesinin bu özelliklerine değinen arkeolog S. Tolstov bu gerçeği şöyle özetliyor: “Sır Derya sahili boyunca kurulan şehirlerin araştırılması sonucunda tüm Orta Asya’da vukubulan değişimler ve gelişimler hakkında ip uçları bulunabilir. Buralarda yapılan araştırmalar da gösteriyor ki, Sır Derya bölgesinde bir etnik değişim olmamıştır. Burada yaşayan ve yaşamakta olan halk arasında devam edegelen medenî-kültürel süreç söz konusudur”[224].

Arkeolojik araştırma sonuçları Sır Derya bölgesinin asıl sakinleri olan Oğuzların, sanıldığı gibi Doğudan göç ederek gelmediğini, eski devirlerden itibaren(iskitler dönemi) bu bölgede yaşadıklarını göstermektedir[225]. Bunlar Z. V. Togan’ın bahsettiği “Kent Türkleri” olmalıdır. Çünkü Z. V. Togan Türklerde şehirciliğin ve medenî hayatın Aryânîler gelmeden önce de olduğunu ileri sürüyor. Buna en güzel örnek şehirlerin adlarının aslen Türkçe olmasıdır. Mesela, Kaşgarlı Mahmud eserinde “Semerkant” isminin asılında Türkçe “Semiz kent” yani zengin, büyük(semiz) şehir anlamına geldiğini belirtmektedir[226].

Türkistan’ın etnik yapısındaki çalkalanmalar Sır Derya bölgesinde aynen hissedilmiştir. Mesela, Orta Asya halklarının etnik yapısını büyük ölçüde etkileyen değişimler tarih içinde ilk batıdan gelen Aryânîler sebebiyle olmuştur. Bunlar Ahamenid seferleri ve MakedonyalI İskender seferleridir. İkinci çalkalanma ise, doğudan batıya olan kavimler göçü nedeni ile olmuştur. Bunları takiben devam eden akınların arasındaki en etkileyici ve büyük çapta olanı da Moğol İstilâsı olmuştur.

Hocalar

VIII. yüzyılda Mâverâünnehir’e ulaşan ve buranın medenî bölgelerine seferler düzenleyen Araplar, Sır Derya ve ötesine tam anlamıyla geçememişti. X-XI. yüzyıllara kadar süren Islâm’ı yayma hareketleri sürecinde dini öğretme amacıyla ve Islâm kültürünü tanıtma maksadıyla, Orta Asya ve Sır Derya ötesindeki bozkırlara ve medenî bölgelere “hocalar” gönderilmiştir. İlk başta bunların çoğu Arap kökenli iken, daha sonra Iranlı hocalar da bu harekete katılmıştır. Dini öğretme amacıyla bölgenin her köşesine dağılan bu hocalar zamanla oralara yerleşerek, yerli halkla karışmıştır. Sır Derya bölgesine de bu amaçla gelen ve yerleşen bu öğretmenler daha sonra “hocalar”adında bir sınıf teşkil etmeye başlamıştır. Halk arasında büyük bir saygı ve itibar gören hocalar “Peygamber soyundan”(Arap oldukları için) olmaları sebebiyle de yerli halktan ayrılmaktadır. Günümüzde Buhârâ, Horasan ve Güney Kazakistan’ın Yesi gibi şehirlerinde “Hoca” zümresi vardır. Bunlar dil ve kültür açısından bazı değişik âdetleri olması dışında, yerli halktan pek farklı değildir. Buna rağmen Kazakların üç cüz’üne girmiyorlar. Kendilerine de Kazak demiyor; “Hoca”yız diyorlar. Hoca soyundan geldikleri için kendi aralarında evlilik yaparlar(Kazaklardan kız almaz ve kız vermezler). Soylarını koruma gibi bir hassasiyetleri vardır. Bunlar kendi aralarında: Horasanlı Hocalar, Ak Korganlı Hocalar, Diuana(divâne, dilenci) Hocalar ve Karahanlı Hocalar diye birkaç çeşide ayrılırlar. Bunların içinde kendilerini Hoca Ahmed Yesevî soyuna bağlayanları da vardır[227]. Bunların dışında Nasab-nâme’den bu bölgede yaşayan ve Peygamberin soyundan geldiklerini söyleyen “Seyid”lerin de olduğunu öğreniyoruz. Bir zamanlar din öğretme amacıyla gelen bir öğretmen iken, Hocalar böylece zamanla bir etnik grup haline gelmiştir.

Moğol-Türk Karışımı Etnik Gruplar

Sır Derya bölgesini ve Orta Asya’yı derinden etkileyen Moğol İstilâsı sonrasında bu bölgelerde Moğol asıllı kavimlerin mevcudiyetini görüyoruz. Moğollar Orta Asya’da Türkler’e nispeten sayıca az ve medenî seviyece de aşağıda oldukları için çok geçmeden Türkleşmeye başlamışlardır[228]. Böylece daha sonra kurulan Altın Ordu ve ondan ayrılan Kazan, Özbek, Nogay ve diğer Hanlıkların arasında Türk-Moğol karışımı boylar varlıklarını sürdürmüştür. Nayman ve Kereyitler[229] bunlardan bir kaçıdır. Bu gibi kabileler daha sonra oluşan Kazak, Özbek ve Kırgız gibi halklarla bütünleşerek aynı âdet ve örfü paylaşıyorlardı. Sır Derya bölgesinde yaşayan halk arasında Cengiz Han soyundan gelen“Töre”ler vardır. Bu etnik zümrenin bu bölgede bulunmasının başlıca sebebi, Yesi şehrinin tarih boyunca Hanlıkların merkezi olmasından kaynaklanmaktadır. Ayrıca bir çok Kazak hanlarının da mezarları Hoca Ahmed Yesevî türbesinde bulunmaktadır. Bu gün orta ve aşağı Sır Derya bölgesinde yaşayan bu etnik grup ta yukarıda bahsettiğimiz, Hocalar gibi Kazak cüz’üne girmezler ve kendi aralarında evlilik yaparlar.

BÖLGENİN SOSYAL YAPISI

XI. yüzyılda Türk boyları, sosyal hayat bakımından, yerleşik, yarı göçebe ve göçebe hayat tarzları üzere yaşıyorlardı.

Bu yüzyılda Sır Derya bölgesindeki sosyal hayat ve sosyal sınıflar hakkında bilgi vermeden önce bu bölgedeki genel hayat tarzına bir bakalım. Bu konuda da Sır Derya bölgesinin ahalisi olan Oğuzların hayat tarzını ele alacağız.

Göçebe ve Yarı Göçebe Kavimler

Oğuzlar IX-XI yüzyıllarda genellikle göçebe hayat tarzını sürdürüyorlardı. Oğuzlar’dan çoğunluğunun yaşadığı yer Sır Derya nehrinin ağzından orta yatağına kadar olan kısmının her iki kıyısı ve Aral Gölü’nden Hazar denizine kadar uzanan bozkırlar idi. Bu bozkırlara Islâm coğrafyacıları Oğuz Çölü ( al-Mafâzât al- Guzziyya) adını vermişlerdi. Muahhar kaynaklarda Deşt-i Kıpçak bölgesinin bir kısmı olarak tanıtılan bu sahanın hayvancılığa müsait tabiî bir yapısı olduğu bilinmektedir. Tarihin ilk devirlerinden beri buralara yoğun bir şekilde gelen Türk göçebeleri için hayvan yetiştirmeye müsait bir saha olarak bu bölgenin önem arzettiği muhakkaktır. IX-XI. yüzyıllarda yazılmış olan çeşitli tarihi kaynaklarda Hazarlar ve Oğuzların bu bölgede feodal şartlara uygun bir şekilde yüz binlerce büyük ve küçük baş hayvana sahip olarak yaşadıkları kaydedilmektedir[230].

Eskiden Orta Asya’nın bozkırlarında göçebeliğin üç ana unsuru mevcuttu. Bunlardan birincisi, belli bir boy ve aşiretin kendilerine ait olan geniş topraklarda mevsime göre hayvan sürüleri ile birlikte devamlı göç etmeleri idi. Bu tip göçebe hayatın özelliği, göç sahasının büyük topraklarda gerçekleşmesi ve bir yerde ikametin kısa vadeli olmasıdır. Bunun yanı sıra, yarı göçebe ve merali hayvancılık da mevcuttu. Yarı göçebe hayat yaşayan zümrelerin mevsime göre ilk bahar, yaz ve sonbahar da yaylaları olmak üzere; kışın da barınabilmek için belirli bir zaman için kurulmuş yerleşim birimleri vardı. Merali hayvancılığın özelliği yerleşim birimlerine yakın olup, hayvanların dar otlaklarda güdülür olmasıdır[231].

Geleneksel bozkır kültürüne dayanan bu üç çeşit hayvancılık göçebe Oğuzlar arasında da mevcuttu. Oğuzlardın sosyal hayatında daha çok son iki göçebeliğin yaygın olduğu bilinmektedir. Oğuzların bozkıra yaz ve sonbahar aylarında göç ettikleri hakkında Arap kaynakları bize bilgi vermektedir. Mes’udî, Oğuzların bir kısmının, yaz mevsiminde yayla olarak, Ak ve Kara

irtiş havâlisini kullandıklarını belirtiyor. Yine de, bu nehrin havzası Oğuzlar tarafından kışlak olarak da kullanılmakta idi[232], el-ldrisî’nin yazdığına göre Oğuzlar’ın diğer yayla ve kışlakları bugünkü Batı Kazakistan bozkırları sahası içerisinde idi[233].

el-Mervezî ise Mâverâünnehir ve Harezm’e yakın bozkırlarda Oğuzlar’ın göçebe hayat sürdürdüğünü yazar. Son baharda Harezm sınırlarına büyük bir Oğuz grubunun göç ettiğini el-Bîrûnî de eserinde kaydediyor. Her halde bunlar aşağı Sır Derya’ya kışlamak için göç eden Oğuzlardı[234]. Bu nehrin iki yakasının göçebe Oğuzlar tarafından her zaman kışlak ve yaylak olarak kullanıldığı tarihi vesikalardan açıkça görülmektedir. Oğuz Yabğu’ları Sır Derya’nın ağzına yakın bir yerde bulunan Yeni Kent şehrinde sadece kışın oturuyorlardı[235]. Yani Oğuz Yabğu’ları kışın buralarda olup, yazın da ona yakın yerlerdeki bozkırlarda yarı göçebe hayat sürdürüyorlardı.

IX-XL yüzyıllarda yaşayan Oğuz boyları arasında uzaklara göç eden tipik göçebe Oğuz grupları da vardı. X. yüzyıl kaynaklarında Oğuzlar’ın yazın ve kışın hayvanlarının peşinde dolaştıkları belirtilmektedir[236]. el-Mesûdî Oğuzlar’ın İtilin ağzına yakın yerlere gidip kışladıklarını, ırmağın suyu donunca atlarıyla Hazar ülkesine daldıklarını yazar[237].

el-Bîrûnî de Mankur gölünün yakınlarına, yani Kimekler’ın yaşadığı sahaya, göç eden Oğuz grupları hakkında bilgi verir[238]. İhtimal ki, burada kastedilen Oğuz grubu, yazlık olarak Sarı Su nehri ve Ulu Dağ eteklerindeki geniş meraları kullananlar idi[239].

Dikkate değer hususlardan biri de, Oğuzlar’ın arabaların üzerine çadır yerleştirmeleridir. Böyle taşınabilir meskenler bozkırlarda uzun mesafeye göç eden tipik göçebelerin özelliğidir[240].

Yerleşik ve Yarı Göçebe Oğuzlar

IX-XL yüzyıllarda Oğuzlar göçebeliğin yanı sıra yarı göçebe ve yerleşik hayat da yaşıyorlardı. Bazı tarihi bilgiler ve arkeolojik buluntular sâyesinde IX-XL yüzyıllarda aşağı Sır Derya şehirlerinde Oğuzların yaşadığı sonucuna varabiliyoruz. Bu Oğuz boyları balıkçılık, tarım ve hayvancılıkla uğraşıyorlardı[241].

X. yüzyıla ait yazılı belgelerde Sır Derya havzasındaki yerleşik Oğuz boyları hakkında bilgiler bulunmaktadır. Meselâ el-Mes’ûdî’nin belirttiğine göre Aral çevresindeki Oğuzlar göçebe ve yerleşik olarak ikiye ayrılmış olup, onlardan bir kısmı şehirlerde ve kalelerde, göçebe kısmı ise dağlarda ve bozkırlarda yaşıyorlardı[242].

Bunun gibi bilgileri biz Mervezî ve Fahreddin Merverrûzî eserlerinde de görmekteyiz. Fahreddin Merverrûzî Türklerin bahçıvanlık ve tarımla uğraştığını da eklemiştir. Herhalde bu bilgiler bize o dönemdeki Oğuzların hayat tarzı hakkında oldukça sağlam ipuçları vermektedir. Yerleşik Oğuz gruplan hakkındaki bu bilgilerin dışında el-ldrisî’nin eserlerinden de örnek verebiliriz. “Nüzhet el-müştâk” da Oğuzların tarımla uğraşan zümrelerinin devamlı şehir ve kalelerde oturduğu belirtilmektedir. Müellif Darnuh ve Darfu şehirlerinin böyle şehirlerden sayabileceğimizi söylemektedir[243]. Herhalde burada yaşayanlar göçebeliği terk edip, yerleşik hayatı benimseyenler ve muhacirler olmalıdır. Yerleşik hayat süren Oğuzlar XI. yüzyılda Sır Deryanın orta kısmında da mevcuttu. Bunu el-Bîrûnî ile Kaşgarlı Mahmud’un eserlerinden öğreniyoruz. Onlar Sır Derya yöresindeki Oğuz şehirlerinden ve yaylalarından bahsetmektedirler. Kaşgarlı Mahmud’un belirttiğine göre, Oğuzların yerleşik hayat sürdürdüğü yerler Karnak, Sığınak, Sütkent ve Fârâb şehirleridir[244].

Bunlardan Otrar şehri tarım ile bahçeciliğin geliştiği bir yerdi. Türklerdeki bağ-bahçe yetiştirme işinin ne kadar geliştiğini anlamamıza imkan sağlayan bu şehir, Moğol İstilâsı ve Timurlular dönemi tarihçilerinin de eserlerine konu olmuştur. Babur hatıratında Otrar şehrinin çepe-çevre çeşitli meyve ağaçları ile çevirili olup, uzaktan bakılınca şehrin bir yeşillikle örtülü olduğunu bildirir[245]. Bölge halkının bu işe büyük önem verdikleri, şehirdeki çok muntazam sulama ve kanalizasyon sisteminden de anlaşılmaktadır[246].

Sır Derya bölgesindeki hayat konusunda kısaca bilgi verdikten sonra, şimdi burada yaşayan boy ve kabilelerin sosyal sınıflarına gelebiliriz.

Her boyun başında "beg"[247] unvanlı asilzadeler bulunuyordu. Bu asilzadelerin silah erleri ve yoldaşları da mevcuttu. Her kavmin asilzadesi gibi, Türk boy begleri de çok varlıklı idiler. Ibn Fadlân, seyahatnâmesinde Oğuzlar'ın subaşı’sı hakkında, "onun büyük bir ailesi, kalabalık maiyeti ve pek çok çadırları vardır. Kesmemiz için koyun, binmemiz için hayvan getirtti." şeklinde bilgi vermektedir[248].

Bölgedeki Kavimlerin Sosyal Yapısı

Eski Türk toplumu idâre edenler ve idâre edilenler olmak üzere iki tabakaya ayrılmaktaydı. Toplumda sınıflaşma yoktu. Beyler toplumun sadece idâresinden sorumlu kesimidi. Türkler yerleşmiş ve köklü bir toplum olarak sosyal yaşamlarında “oguş” (aile), “boy”(kabile), “bodun” (boylarbirliği, halk, millet) gibi çeşitli birimlerden meydana gelmekte idi[249].

Aile (Oguş)

Türk, sosyal yapısı temelde aileye dayanıyordu. Türk sosyal hayatı aile ve akrabalık bağları üzerine kurulmuştu. Aile bütün içtimai bünyenin çekirdeği durumunda idi. Kan akrabalığı esasına dayanıyordu. Küçük aile tipinin oluşturduğu Türk toplumunda evlenmeler dışardan olup, evlenen oğullar hisselerini alıp yeni aile kurmak üzere çıkarlar, baba evi ise en küçük oğla kalırdı[250]. Bu gelenek günümüzde de devam etmektedir. Türklerde ölen erkek kardeşin dul kalan zevcesi ile kayın birâderlerden her hangi birinin evlenme adeti mevcut idi. Umumiyetle tek eşlilik vardı. Dışarıya kız vermek ve dışarıdan kız almak suretiyle akraba sayısını artırmak ve karşılıklı olarak bir birinin himâyesini ve desteğini kazanmak amacı güdülüyordu. Dışarıdan evlilikten bir başka amaç da, akraba boylar edinerek, boylar arasındaki yağma ve çapulu önlemek ve böylece iç barışı sağlamaktı[251]. Bu durum konar göçer hayat yaşayan bozkır kavimlerinin düşman saldırına karşı bir birlik oluşturmalarını da sağlamakta idi.

Türk sosyal yapısı hakkında umumi bilgi verirken söz konusu yüzyıllarda Sır Derya havzasında yaşayan Türklerin de aşağı-yukarı aynı sosyal hayatı paylaştıklarını belirtelim. Aynı şekilde Oğuzların sosyal hayatı hakkında verilecek bilgiler bu konuyu aydınlatmamızda yararlı olabilir. Bu konuda bilgi edinmemize büyük ölçüde yardım eden kaynakların başında, Kaşgarlı Mahmud’un eseri ve Dede Korkut kitabındaki çeşitli destanların yanı sıra, Türk ülkelerini gezen seyyahların hatıraları-seyahatnâmeleri gelmektedir. Bunlardan Dede Korkut hikayelerinde yukarıda bahsettiğimiz Türklerdeki evlilik konusu hakkında “Türklerde tek eşle evlenme şeklinin geçerli olduğu açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Hikâyelerde ne kuma’dan ne de ortak’tan söz edilmektedir[252]. Ayrıca Kaşgarlı Mahmud’un eserinde de “ikinci eş” anlamında kullanılan bir kelime yoktur.

Türk ailesinin en önemli unsuru kadındı. Türk kadınının asırlar boyunca namus ve iffetine düşkünlüğü, yerli ve yabancı kaynaklarca zikredilmektedir[253]. Ayrıca Türk töresine göre, kadın itibar sahibi olup, muharebede düşman eline geçmesi büyük bir zillet sayılırdı.

Bunun örneğine Türk tarihinin her safhasında rastlamak mümkündür. Antik çağ tarihçilerinden Herodotos eserinde İskit kadınlarının cesareti ve savaşçı ruhundan bahsederken, onların erkekler kadar iyi ata bindiklerini ve silâh kullandıklarını söyler[254].

Bununla beraber Türk tarihi cesurluğu kadar aklı ile ulus yöneten Türk kadınların varlığını haber vermektedir. Eski Türk toplumunda kadın üzerinde bir kısıtlama yoktu. Bu dediklerimiz Sır Derya bölgesi için de geçerlidir. Meselâ, Oğuz ili’nde kadınların cemiyet içinde ne kadar şerefli ve yüksek bir mevkie sahip olduğunu Ebu’l-Gazi Bahadır Han’ın “Şecere-î Terâkime”sinde geçen şu bilgilerden de anlayabiliriz. Yazar, Oğuz-nâme’de Oğuz ilin’de bir çok kadının beylik yaptığı konusunda bilgi bulunduğunu yazar[255].

2.3.2 Boy (Kâbile)

Türk sosyal yapısında ikinci unsur “urug” idi. Urug her halde "aileler birliği" mânâsına geliyordu. Aileler veya uruglar bir araya geldiği zaman "boy"u teşekkül ediyordu. Türk toplumu yerleşik hayata geçinceye kadar boy düzeni içinde yaşamıştır. Boyun başında, boydaki iç dayanışmayı muhafaza etmek, hak ve adaleti düzenlemek ve gerektiğinde silahla boyun menfaatlerin korumakla görevli bir bey bulunuyordu. Buna göre boy siyası mahiyette bir birlik olup, sınırları tayin olunmuş bir arazisi ve savaş gücü vardı. Devlet teşkilatlarında görülen meclislerin küçük bir örneği boyda da vardı. Oğuzların bu çeşit meclislere “ternek” dedikleri bilinmektedir[256].

Her bir boyun mülkü ve hayvanları başka boyların sürülerinden rahatlıkla ayırt edilmekte idi. Her boyun bir ongun’u olduğu gibi birer hususi damgası da vardı[257]. Boyun başındaki beyin dini bir görevi yoktu. Bir siyasi birliğe dahil olmuş boy'a "ok" deniyordu[258].

Yeri gelmişken boyu ayakta tutan ve dağılmasını önleyen en önemli unsurun “boy şuuru” olduğunu belirtelim. Çünkü her fert kendi kimliğini kendi boyunda bulmakta ve görmektedir. Birbirini tanımayan iki yabancı karşılaşınca kimlik tespiti yapar gibi “boy kim” yani “hangi boya mensupsun?” diye sorarlardı. Bu durum günümüzde Kazaklardaki “Hangi cüz’densin?” tarzındaki sorusunu hatırlatmaktadır. Aynı coğrafi sahada yaşayan ve aynı kültüre mensup bu iki halk arasındaki, bu nevi sosyal benzerlikler uzun asırlar geçmesine rağmen bazı âdetlerin hâlâ yaşamakta olduğunu göstermektedir.

Boy’un başındaki beylere gelince: Boy beyleri cesâreti, mâli kudreti ve doğruluğu ile tanınmış kimseler arasından, seçim yolu ile işbaşına getirilirdi. Seçici heyet, her halde boy'u meydana getiren aile ve aileler birliği temsilcilerinden kurulu olmalıdır. Bu kurul, eski Türk devletlerinde mevcut "meclis"lerin küçük çapta bir numûnesi durumundadır.

Bodun (Halk, Topluluk, Millet)

Boylar bir araya gelerek "bodun”u meydana getiriyordu. Başında umumiyetle, arazinin genişliğine ve halkın çokluğuna göre yabgu, şad, ilteber, vb. gibi unvanlar taşıyan idâreciler bulunuyordu. Boylar çoğunlukla soy ve dil birliğine sahip oldukları halde bodun'ların daha ziyade boyların sadece sıkı işbirliğinin meydana getirdiği siyasî topluluklar olduğu anlaşılmaktadır[259]. Diğer taraftan, ilk siyasi birlik olan boy'un bünyesi sağlamlaşıp, askeri gücü artıp, arazisi genişledikçe, birliğin siyasi ve ekonomik durumunda istikrarı koruyabilmek için bey'in ailesi "sülâle" vasfını kazanmaktadır. Bu suretle oluşan "bey sülâlesi" birçok Türk boyunda görülmüştür. Buna misal olarak Uygur, Karluk, Türgiş. Peçenek, Kıpçaklar'ı ve İslâmî devirde Türkmen beylerini zikredebiliriz.

Türk toplumunda yöneticilerle yönetilen halk arasında farklı bir sosyal sınıf ayırımı söz konusu değildi. Birey, ferdi hukukla donatılmış ve iktisaden hür bir hayat düzenine sahip kılınmıştır. Ailelerin husûsi mülkiyetleri bulunmaktadır. Boyda yalnız, otlak ve yaylaklar ortak mülkiyette olup, bu tip arazi devlet malı olduğu için, buralardan faydalanan at, koyun ve sığır sürülerine karşılık boy'dan tahsil edilen belirli ölçüdeki vergiler ile ll'in yani devletin mâli ve askeri meseleleri hallediliyordu[260].

Göçlerde aileler ve fertler kendilerine ait taşınabilir malları, yanlarında götürebiliyorlardı.

Türk Toplumunda Sosyal Tabakalar

Türk toplum hayatında, önemli hususlardan birisi de köleliğin hakiki mânâda mevcut olmaması idi. Tarihi kaynaklarda yer alan "kul" tabiri gerçek mânâsı ile "esirlik"i ifade etmektedir. Daha açık bir ifâde ile bazı siyasî ve medeni hakların kaybedilmesi bahis konusudur. İstiklalini kaybeden toplulukların böyle kısıtlamalara uğraması zamanımızda bile tabii karşılanmaktadır[261]. Ibn Fadlân da eserinde Oğuzlardan yoksul-fakir kimseleri kölelerle aynı konumda değerlendirmektedir[262]. Her halde bu yüzyıldaki köleliğin kaynağı, kavimler arasında vukubulan savaşlar olmalıdır. Bununla beraber kaynaklarımızdan Kaşgarlı Mahmud’un eserinde Oğuzlar arasında köle, kul, gulam ve cariyeler için kullanılan bir çok kelime ve tabir geçmektedir. Bunların birkaçı üzerinde duralım: Erkek köle için: Ayaş, Ay, Kul derken kadın köleler için: Kırnak, Yalanguk, As, Kaçaç, Kırkın, Yençke(yetişkin cariye)”[263] kelimeleri kullanılmıştır. Kün(Kazakça’da küng), yalanguk, karabaş adı ile bahsedilen kadın köleler ev hizmetinde kullanılmıştır. Ortaçağ Oğuz ilinde kölelerin sosyal hayatta her çeşit işte kullandıklarını tahmin edebiliyoruz. Başlıca uğraşları olan hayvancılıkta da kölelerin hizmet verdiği kesindir. Çeşitli ev işlerini yapan kulların yanında, imtiyazlı köleler de bulunuyordu. Buna beylerin muhafızlığını yapan genç esirler de dahildir. X-XII. yüzyıl kaynaklarında, onlardan “gulam”, “çakir”, “hocataş”, “oğlan” adıyla söz edilmektedir[264]. Ibn Fadlân’ın, X. yüzyılda Oğuzlar arasında gulamların bulunduğundan bahsetmesi, bunların “genç hizmetçiler” olduğunu tahmin etmemizi sağlamaktadır. Müellife göre, Oğuz inançları gereği gulamlar, öteki dünyada da ünlü ve mert insanlara hizmet edeceklermiş[265]. Bu dinî düşünce Oğuzların sosyal hayatına da yansımıştır.

Tarihi devirlerden beri Türk cemiyetinde imtiyazlı sınıflara dayanan bir düzenin bulunmadığını da söylemeliyiz. Bilindiği üzere herhangi bir toplulukta "yüksek" tabakaların teşekkülünde başlıca üç unsur rol oynamaktadır:

Geniş araziye sahip olmak,

Askerliği meslek edinmek,

Ruhani zümreye bağlı olmak.

Bunların her üçü de bozkır kültürü içinde gelişme şansını bulamamıştır. Seçimle vazife verilen bey'in belli görevleri bulunmaktadır. Halkı doyurmak, giydirmek ve adaletle idare etmek bey olmanın şartları arasındadır.

Türk halkı M. Altay Köymen'e göre[266], bir sosyal varlık olarak kendi arasında başlıca iki sınıfa ayrılıyordu:

Meslek ve zanaat sahibi olanlar.

Fakirler ve işsizler.

Burada şahsi kabiliyet ve gayret ön plana çıkmakta ve ferdin toplum içindeki yeri buna göre tayin olunmaktadır. Kabiliyetli ve gayretli kimseler toplumda daha iyi imkânlara sahip olup, statüsü daha yüksek olmaktadır.

Yöneticilerden sonra, meslek ve zanaat zümresi gelmektedir. Son tabakayı da işsiz ve fakir olanlar oluşturmaktadır. Orta tabaka, maddi bakımdan başkasına muhtaç olmayan kesimdir.

Divanü Lûgati’t-Türk’te geçen “karapçı” kelimesi fakir anlamında kullanılmıştır. Bunun yanı sıra “karaçı” kelimesi de kapı-kapı gezen dilenci veya çingene olarak açıklanmaktadır[267].

Türk toplumunda "çıgay veya çığan" adı verilen bir fakir sınıfı vardı[268]. Bunlar halkın alt tabakasını teşkil ediyorlardı. Ancak onlar, kaderlerine terk edilmiyorlardı. Maddi gücü olanlar, fakir ve güçsüz olanlara yardım ediyorlardı. Bu hususta Divanü Lûgati't-Türk'te geçen "O (adam) yoksullara para üleştirdi" cümlesi çok anlamlıdır[269].

XI. asır Türkleri, sanata ve sanat erbabına büyük bir ilgi duyuyorlardı. Sanat erbabı olanlar belli bir eğitimden geçiyorlardı. Bugünün sanatkar yetiştirme geleneğine çok yakın olarak önce çırak, sonra kalfa daha sonra da usta olmak usulü o zaman da mevcuttu. Aynı asırda zanaat çırağı için "buşgut" sözü kullanılıyordu[270]. Çırağın belli bir süre sonra usta olması da "er uzlandı" şeklinde ifade ediliyordu[271]. Buradaki "uz" fiil kökü aynı zamanda isim olup, zanaatkar kelimesi mânâsına, eş bir anlam taşımaktadır. "Uzluk" sözü ise, sanat anlayışının karşılığıdır[272]. Divanü Lûgati't-Türk'teki, "er uzluk öğrendi", yani "adam sanat öğrendi" cümlesinin delâlet ettiği üzere XI. asırda sanata karşı bir ilgi mevcut olup, sanatkarlık da bir öğretim neticesinde kazanılmaktadır. Son olarak, zanaat, meslek, sanat, zanaatkâr ve sanatkâr kelimeleri üzerinde biraz duralım. Kısaca zanaat, el ve makine ile yapılan işlere denir. Örneğin, kunduracılık ve çilingircilik gibi. Zanaatkâr ise bu tür işleri yapan kimselerdir; sanat ise, daha çok fikir ve akıl sayesinde gerçekleştirilen, fevkalâde özelliği olan işlerdir. Mesela, ressamlık ve mimarlık gibi. Sanatçı da sanatın bir kolunu icrâ eden kimsedir. Bütün bu faaliyetlerin tamamını yapan zanaatkâr ve sanatkârlar da birer meslek sahibidir. Şu halde meslek, yaşamak ve geçinmek için her insanın daima çalıştığı ve onda ihtisas sahibi olduğu bir iş olmaktadır.

BÖLGENİN İDARİ YAPISI

İslâm Öncesi Durum

Bu bölümdeki çalışmamız kronolojik olarak iki döneme ayrılmış olup, bununla bölgenin İdarî yapısı konusundaki bilgilerin açık ve anlaşılır bir şekilde ortaya konması amaçlanmıştır. Bu sebeple önce bölgedeki devletlerin Islâm öncesinde ve daha sonra da Islâm sonrasında uyguladığı idare konusunda bilgi verilecektir.

Bölgedeki Islâm öncesi İdarî durumdan bahsetmemiz için Sır Derya bölgesinde kurulan veya bu bölgeyi hakimiyeti altına alan hanlık ve kağanlıkların İdarî yapısını bilmemiz gerekmektedir. İlk önce şu hususu belirtelim ki, bahis konumuz olan Sır Derya bölgesi de Türk yurdu olan Orta Asya’nın bir parçasını temsil ettiği için, bu bölgede kurulan devletlerin idari yapısı da tüm Türk devletlerinin yapısı gibi aynı özellikleri taşımakta idi. Türklerdeki devlet anlayışı, hakimiyet telakkisi, devlet yönetimindeki görevler, unvanlar İslâmiyet’ten önceki dönemde hemen hemen aynıdır. Sadece İslâmiyet’in bölgede yayılmasından sonra bu unvan ve görev sayısında bir artış olmuştur.

Islâm öncesi dönem için, Türk tarihinin özellikle Hun, Göktürk, Uygur çizgisindeki seyri bu dönemdeki İdarî yapı konusunda fikir edinmemizi sağlayacaktır.

Türkler Dönemi

Islâm sonrası devir için ise, Oğuz Yabgu Devleti, Karahanlı Devleti ve Kıpçaklardaki İdarî yapı çalışmamızın sınırlarını oluşturmaktadır. Bu ayrımı, X. yüzyıl öncesi ve sonrası şeklinde de isimlendirebiliriz. Çünkü X. yüzyılda Türkler(Sır Derya ötesindeki) İslâmiyet’i benimseyerek yeni bir kültür çevresine ve medeniyet dairesine girmişler ve bunun sonucu olarak da Türk kültür ve medeniyeti ile Islâm kültür ve medeniyeti karşılaşarak kaynaşmış ve böylece “Türk-lslâm Medeniyeti” adı verilen tarihi dönem başlamıştır. Geçiş dönemi kabul edilen bu zaman diliminde Türk hakimiyet telâkisinin devamlılık ve bütünlük çizgisini koruduğunu müşahede etmekteyiz.

X-XL yüzyılların bir diğer özelliği de Türk devlet idaresi ve klasik Türk hakimiyetanlayışı hususunda bilgi veren Yusuf Has Hacib’in “Kutadgu Bilig”i ile tamamı ile eski Türk anlayışı ve geleneklerini aksettiren Kaşgarlı Mahmud’un “Divanü Lûgati’t-Türk”ünün bu dönemin mahsulleri olmasıdır. Bu iki eserden önceki bölümde de olduğu gibi büyük ölçüde istifade edilecektir.

Devletin İdarî yapısı konusunda ilk önce yönetimin başındaki hükümdarı ele alacağız. Bundan dolayı önce hükümdarlık ve Türklerdeki hâkimiyet anlayışı üzerinde durmamız gerekmektedir.

Türklerde Hâkimiyet Anlayışı

Bilindiği gibi Hâkimiyet, en üstün devlet gücü olup, devletin kayıtsız ve şartsız bağımsızlığına sahip olması, diğer devletlerle hukuken eşit durumda bulunması, sahip olduğu kuvvet ve kudrete ülke dahilinde rakip olabilecek veya karşı gelebilecek başka bir gücün bulunmamasıdır. İktidar ise, siyâsî anlamda başkalarını yönetme gücüdür; devlet gücünü elinde bulundurma, başkaları için karar verme ve bu kararları uygulayabilme yetkisidir. Otorite de meşrulaşmış iktidarı ifade eder[273].

Türkler, siyasi otorite veya siyasi iktidar kavramını "kut" sözü ile karşılıyorlardı. Kut kelimesine çeşitli manalar verilmiştir. Bunlardan bazıları (W. Radloff, V. Vambery, V. Thomsen) kut sözünün "saadet", anlamına geldiğini söylerken, V.V. Barthold da "saadet" ve "baht" mânâsında olduğunu kabul etmekte ve kut’un Kutadgu Bilig'de "haşmetmeab" (majeste) mefhumunu karşıladığını söylemektedir[274].

Bu gibi izahların dışında “kut” hükümdar unvanı olarak da kullanılmaktadır. Bu takdirde kut özel ve belirli bir kavram ifade etmekte olup bu da I. Kafesoğlu’nun ifadesiyle “siyâsî hakimiyet”tir[275].

Reşat Çenç de Kut kelimesini bu anlamda izah edenler arasındadır. O, “Karahanlı Devlet Teşkilatı” adlı eserinde bu konuda geniş bilgi vermektedir. Kutadgu Bilig’i esas alan çalışmasında R. Genç “kut” kelimesini “siyasi hakimiyet kudreti” yani “devleti idare etme kudreti ve salahiyet” manasında görmek gerektiğini belirtmektedir[276].

Türk Devlet İdaresinde “İkili”Yönetim Şekli

Bunun menşei Türk devlet yönetiminde mevcut olan ikili teşkilattır. İslâmiyet’ten önceki Türk devletler çoğu zaman çok geniş sahalara hükmediyordu. Türkler bu geniş ülkenin idaresini “ikili teşkilat” adı verilen sistem ile yürütmüşlerdir. Bu ikili bölünmenin doğu-batı (Asya ve Avrupa Hunları'nda, Tabgaç ve Göktürklerde); kuzey-güney (Asya Hunlar, Ak Hunlar, Göktü rkler'de); cihetlere göre sağ kanat-sol kanat, büyük-küçük (Bulgarlarda,Macarlarda,Wu-sunlarda) iç ve dış (Oğuzlarda, Bulgarlarda) Bozok-Üçok (Oğuzlarda) şeklinde cereyan ettiği görülüyor. Bölümlerde yaşayan halk da çoğu kere, ak (veya sarı) - kara sıfatları ile birbirinden ayırt edilmekte idi: Ak Hun-Kara Hun; Ak (sarı) Ogur - Kara Bulgar; Ak Hazar - Kara Hazar; Ak Macar - Kara Macar; Ak Kuman - Kara Kuman; Sarı (Ak) Türgiş - Kara Türgiş; Kara Kıpçak - Ak Kıpçak gibi[277].

İkili teşkilat düzenine göre, daima bir tarafın diğer tarafa üstünlüğü söz konusudur. Mesela Asya Hunlannda sol kanat; Avrupa Hunları, Göktürklerve Uygurlar'da sağ kanat üstün durumdaydı. Oğuzlarda ise Boz oklar, Üç oklara üstün idiler. Bir kanadın-diğer kanatın üstünlüğünü tanımasına “koşülma"' yani "bağlanma"' deniliyordu. Ancak yönetimde iki başlılık söz konusu değildi. Batı daima doğuya bağlıdır. Büyük kağan devletin doğu bölümünde oturan ve Tanrıdan kut almış bulunan hükümdardır. Devletin başında Kağan olarak bu zat bulunur ve hanedandan bir başkası da (genellikle hükümdarın kardeşi)ona bağlı olarak "Yabgü" unvanı ile diğer kanadı yönetirdi. Yabgu pek çok hususta serbestçe karar alabiliyordu. Hükümdarın çocukları, küçük yaşlardan itibaren, devlet tecrübesi kazanmaları için bazı boylara ve bölgelerin başına yönetici olarak gönderilirdi. Bunlardan tahtın varisi olan hanedan üyesi, "şad” unvanı ile, görev yapardı[278].

Sır Derya bölgesinin de bir müddet Göktürk devletinin batı kısmını yöneten yabgu’nun hakimiyeti altında olduğunu söylemiştik. Arkeolojik tespitlere göre orta Sır Derya kıyılarındaki kale ve şehirlerin çoğu Göktürkler zamanında kurulmuştur. Bu harabeleri el-lstahrî ve el-Makdisî gibi X. yüzyıl müelliflerinin tarifleri ile karşılaştıran arkeologlar şu şehirleri tespit edebilmişlerdir: Miladi XIII. yüzyılda Kıpçak hanlarının başkenti olacak olan Sıgnak;(Sugnak) Turar-Zaran; Oğuz yabgusunun hükmettiği illerin güney sınırındaki Savran veya Sabran; Sabran’ın az doğusunda bulunan Yesi. Sabran Oğuz ilinin Sır Derya boyundaki güney sınırı sayılmasına rağmen, Oğuzlar daha güneye de yayılmışlardı. Ahmed Yesevî’nin doğduğu şehir olan Sayram(lsficab) orta Sır Derya’nın az doğusunda olup, IX- X yüzyıllarda bölgenin İdarî merkezi idi[279].

Göktürkler devrinde bina edilmiş olan “Ordu-Balık”, Göktürk sülalesinden Yukuk Şad Irbiş “Tu-lu” Kağan (638-53) Sayram-lsficab şehrin başkent ittihaz etmiştir. Bundan sonra miladî 840 yılında Sayram gayr-i Müslim Karluk Türklerinin ve yeni teşekkül eden Hakanî Türk Devleti’nin idaresinde bulunmuştur. Karahanlı Bilge Kül Kadir Han Sayram’ı Samanîlere karşı müdafaa etmişti. Ama İslâmiyet’in yayılışı sırasında Sayram bir müddet Samanîlerin hakimiyeti altına da girmiştir[280]. 980 yılında Islâmiyeti kabul eden Karahanlı Türkleri Sayram’ı Samanîlerden geri almıştır.

Görüldüğü gibi Sır Derya bölgesi sırasıyla Göktürk, Karahanlı ve Oğuz devletlerinin sınırlan içinde ve idari yönetiminde bulunmuştur.

Hâkimiyetin İlâhî Temelleri

Türk düşüncesine göre “kut”u yani siyasi otoriteyi Tanrı veriyordu. Demek ki, hakimiyetin kaynağı ilahi idi[281].

Eski Türk hakimiyet telakkisi hükümdarda Tanrı bağışı bazı vasıfların varlığını kabul eden bir anlayıştır. Buna göre Türk hükümdarlarına idare etme hakkı Tanrı tarafından bir ilahi lütuf olarak verilmişti. Bir başka ifade ile hükümdar Tanrı istediği için kendine “kut” (hakimiyet, kudret), “uluğ” (nasip ve kısmet) ve “yarlığ” (Tanrı izni ve kader) verilen biri (hükümdar) olarak siyasi iktidar otoritesine sahiptir. Yani ona devleti idare etme etkisini veren Tanrıdır. Bu bakımdan Türk hükümdarı adeta göğün(Tanrının) yer yüzündeki bir temsilcisi gibidir[282].

Bu anlayış Asya Hun imparatorluğu zamanından beri yüzyıllar boyunca Türk devlet idaresinin ve dolaysıyla Sır Derya bölgesinde kurulan devletlerin de idaresinin temel unsuru olagelmiştir. M.ö. 176 yılında “Tengri kut”u unvanını taşıyan Hun hakanı Mete Han Çin imparatoruna gönderdiği mektubunda kendisini:”Ben Tanrı tarafından tahta çıkartılmış büyük Hun Hakanı Tanhu (veya Tanj)” diye niteliyordu. Büyük Hun İmparatorluğunda bu Türk telakkisinin Mete’den 120 yıl sonra bile çok canlı şekilde yaşadığını göstermektedir[283].

Hunların varisi olan Göktürkler ve Oğuzlarda da aynı durum söz konusudur. Mesela X-XI. yüzyıllarda Sır Derya bölgesini büyük ölçüde hâkimiyet altına alan Oğuz Yabgu Devleti’nin kurucuları olan Oğuzların ananesine göre, eskiden Oğuz cemiyeti töresiz, hakansız bir boylar kümesinden ibaretti. Bu boylar bir gece gökten bir nur sütununun yer yüzüne indiğini görürler. Bu “altın ışık”tan bir çam ağacı gebe kalarak, beş şehzâde doğurur. Bunların en küçüğü olan Bögü Han “yabguluk”a intihap olunur. Bu suretle Oğuz ili mucizevî bir şekilde teessüs eder. Gökten inen nur yer yüzünde tahavvül geçirerek Yeşim taşından bir kaya vücuda getirmiştir. Buna “Kutlu Dağ” adını verdiler ve onu mukaddes bildiler. Rivayetlere göre Bögü Han’ın rüyasına giren bir ak sakallı ihtiyar bu kayaya hürmet gösterdiği müddetçe Oğuzların hakimiyette kalacağını bildirmiştir[284].

Şamani özellikler taşıyan bu telakkiyi onların hükümdar unvanlarında da görmekteyiz. Dokuz Oğuzlar hakanlarına “idi kut” derlerdi.

Göktürklerde: Islâm öncesi devirde Sır Derya bölgesi bir dönem Batı Göktürk Devleti sınırları içinde yer almıştır. Bu bakımdan Göktürklerden de bahsetme durumundayız. Kaynakların incelenmesi sonucunda, Göktürk çağında da yukarıda bahsettiğimiz hâkimiyet anlayışının bulunduğunu müşâhede etmekteyiz. Göktürkler her bakımdan Büyük Hun İmparatorluğunun bir devamı idiler. Bu sebeple pek çok Hun adet, örf, gelenek ve devlet teşkilatı ve idaresine ait duyuş ve düşünüşte Göktürkler’de çoğu zaman Hunlar gibi idi. Ancak kısman değişikliklerin oıması da tabii dır. Hükümdarlık alâmetlerinde, özellikle unvan ve lakaplarda bu durum açık olarak tespit edilebilir. Bu çağdaki “kutlug”, “Tengriteg, “Tengri yaratmış” ve “Tengride (Kut) bulmuş” unvanları dikkatleri çekmektedir.

Göktürklerin menşeine dair efsanelerde bu çeşit ilahi haller oldukça çoktur. Göktürklerin menşelerine dair motiflerden biri de “kurt”tur. Göktürkler de Hunlar gibi, hakanlarının başarısızlığını Tanrının takdirine bağlarlar. Bu yüzden, 630 yılından 685 yılına kadar süren Göktürk devletinin esaret devri kitabelerde “Tanrının takdiri”olarak izah edilmiştir[285].

Buraya kadar söylediklerimizden şu sonuç çıkarabiliriz: Göktürk çağında özel olarak "siyasi otorite"nin genel olarak da "devlet" in Tanrı tarafından Türk kağanına verildiği fikri yaygın olarak yaşamakta; Türk hükümdarı birtakım kişisel üstünlüklerle donatılmış bulunmakta idi.

Kendilerini Hunların ve Göktürklerin varisleri sayan Uygur Türklerinin kağanları da hükümdarlıklarını, tıpkı Göktürkler gibi, "Gök"ün yani "Tann"nın buyruğuna bağlıyorlardı. Kağan, Tanrı kendisine "kut" ve "yarlık" verdiği için kağan olur ve milletinin başına geçerdi. Onlara göre, kendi kağanları, ilini idare etmiş (il-tutmuş) bu yolla ün kazanmış (külüg), kahraman (Alp) ve büyük (ulug) kağanlardı. Uygur hükümdarları kendi milletlerinin başına Tanrı’nın buyruğu ile gelmiştir. Göktürklerle Uygurlar arasındaki fark, Uygurlar sadece kağan olmayı değil, devlet idaresini de Tanrının buyruğuna bağlıyorlardı[286].

Karahanlılarda: İslâmî dönem Türk devletlerinin hakimiyet anlayışında da klasik Türk idare geleneğinin izleri görülür. Bilindiği gibi Karahanlılar Devleti Orta Asya'da kurulan ilk Müslüman Türk Devleti olmuştur. Bu devlet zamanında Orta Asya Türklerinin pek mühim bir kısmı İslâmiyet! kabul ederek, Islâm medeniyeti dairesine girmişlerdir. Böylece söz konusu dönemde bilhassa Göktürkler ile başlayıp Uygurlar zamanında çok büyük bir gelişme gösteren Türk kültür ve medeniyeti ile Islâm kültür ve medeniyeti kaynaşmış ve “Türk-lslâm Medeniyeti” dediğimiz tarihi gelişmenin de temelleri atılmıştır[287].

F. Köprülü’ye göre bir “geçiş” dönemi olan Karahanlılar Devleti’nin amme müesseselerinde, eski Türk ananelerinin tesirlerini en açık ve kuvvetli bir şekilde görmek mümkündür. Bu devlet doğrudan doğruya Göktürk ve Uygur siyasi ve idari geleneklerini devam ettiren bir teşekküldür ki, sonradan hükümdarın ve tebasının Islâm dinini kabul etmeleri üzere, yavaş yavaş amme müesseselerini de Islâm prensiplerine uydurmaya ve bir Islâm devleti mahiyetinin almaya çalışmıştır. Fakat buna rağmen, amme hukukuna ait bir takım esasi prensiplerde, saray teşkilatında, ordu ve idârede, vergilerde, memuriyet isimlerinde, adli mekanizmada ve bazı hukuki sembollerde, hülasa hukuki hayatın bütün tezâhürlerinde Göktürk ve Uygur devletlerinden kalma hukuki müesseslerin muahhar devirlerinden Islâm dini tesiri altında bazı değişikliklere uğramakla beraber devam edip gittiğini görüyoruz. Doğu Karahanlarda dini hislerin samimi ve kuvvetli olduğu malumdur, fakat buna rağmen, Islâmi bir cilâ altında, eski hukuki ananelerin devam edip gitmesi de pek tabii idi[288].

Bu cümleden olarak, Türk kültürünün ve Karahanlı çağının en mühim eserlerinden; Kudatgu Bilig'de bahis mevzu ettiğimiz klasik Türk hakimiyet ve siyasi otorite anlayışının çok canlı bir şekilde yaşadığı görülmektedir.

Eserde, "kuf'un yani siyasi otorite yetkisi ve gücünün ilahi menşei olduğu ve hükümdarlığın Tanrı tarafından verildiği açık biçimde belirtilmiştir: Mesela, "Kut Tanrının bir ihsanıdır. Kutu yükselten de Tanrıdır. Beni yarattın ve kut'umu yükselttin; ben senin günahkar ve asi bir kulunum. Tanrı kime inayet ve yardım ederse, dünya onun olur ve o kut'a kavuşur. Günahkar kulu kut yolunda destekleyen Tanrıdır" "Bu beylik makamına sen kendi gücün ve


isteğinle gelmedin, onu sana Tanrı verdi. Lütuf ederek Sana bu beyliği verdi; Buna şükret" “Begler hakimiyetlerini Tanrıdan alırlar" "Tanrı beylik işini kime verirse, ona işi ile mütenasip akıl ve gönül de verir” gibi eserin çeşitli yerlerinde buna benzer sözler bulunmaktadır[289].

Kutadgu Bilig'de hükümdara tahtın, otorite yetkisinin Tanrı tarafından verildiği belirtildiği gibi, bizatihi devlet faaliyetlerinin yürütülmesi de Tanrının takdirine bağlanmıştır. Aynı şekilde bir başka beytinde Yusuf, hükümdara hitaben şunları söylüyor: “Düşün, Tanrı fazlı ile sana ne kadar iyilik etmiştir, buna dikkat et. Kalabalık halk üzerine seni hakim kıldı, dilek ve arzularını verdi ve fermanlarını yürüttü. Senin gibi olan Tanrı kullarını sana muhtaç etti”. Yusuf a göre, "hükümdarlık iyi tabiattır ve Tanrı bu iyi tabiatı kime verirse, bu dünya her türlü nimeti ile birlikte onun olur[290].

Prof. Dr. Reşat Genç, Yusuf un eserinde "ilig kutı" deyimiyle kastettiği mananın, doğrudan doğruya "devletli hükümdar" deyiminin karşılığı olarak anlaşılması gerektiğini belirtmektedir[291].

Selçuklularda: Büyük Selçuklu çağında da aynı hakimiyet telakkisinin izlerini görmek mümkündür. Alp Arslan’ın saltanatı zamanında vezirliğini yapmış olan Nizamü'l-Mülk, "Siyasetname” adlı eserinde aynen şöyle der: "Tanrı her asırda ve zamanda halk arasından padişahlık vasıfları ve övülmeğe değer hasletleriyle bezediği birini seçer; dünya işlerini ve reayanın sulh ve sükun içinde yaşamalarını ona tevcih eder[292].

Nizamü'l-Mülk'e göre, hükümdar kudretini doğrudan doğruya Tanrıdan alır ve Tanrı adına saltanat sürer. Onun bu ifadesinden anlaşılıyor ki, Tanrı birini hükümdar olarak seçerken, onun hangi ırktan olduğuna bakmamakta, sadece hükümdarlık vasıflarına sahip olup olmadığını göz önünde bulundurmaktadır.

Bu örnekler Büyük Selçuklu Devleti’ndeki Türk hâkimiyet anlayışının kaynağını da göstermektedir. Ancak şu hususu da belirtelim ki, I. Kafesoğlunun’da belirttiği gibi Türk hükümdarları insan üstü bir varlık sayılmamışlardır[293]. Esas Türk telakkisi kut’a nâil olmuş birinin ancak buna uygun hareket ettiği sürece hükümdar olarak kalabileceği doğrultusundadır[294]. İktidarını Tanrıdan aldığına inanan Türk kağanı daima kendini bu iktidarın kaynağına karşı sorumlu sayıyordu. Ayrıca Türk kağanının sorumlu olduğu ikinci yer daha vardı ki, o da yazılı olmayan kanun durumundaki “Türk Töresi” idi[295]. Böyle olunca Türk hükümdarı hiçbir sorumluluk duygusu taşımayan müstebit biri değil, öncelikle Tanrı ve sonra da töre yolu ile idaresi altındakilere karşı sorumlulukları olan ve bu sorumlulukları yerine getirebildiği müddetçe hükümdar kalabileceğini bilen biri oluyordu.

Böylece Islâm öncesi ve sonrası dönemlerdeki Türk hakimiyet anlayışının ilahi temelleri ve Tanrı-Kut münâsebetleri konusunu özetlemiş olduk. Bundan sonraki çalışmamız hükümdardan sonra gelen, diğer idâreciler ve görevleri konusunda olacaktır.

3.2.4 Hükümdar ve Hükümdarlık Alâmetleri

Hükümranlık hakkında devletin güç ve kudretinin vazgeçilmez unsuru olduğu gibi hakimiyet sembolleri de siyasi otoriteyi yani hükümdarı niteleyen en önemli göstergelerdir. Hükümdarlık alâmetleri, Türk hâkimiyet anlayışının maddi ve manevi sembolleridir. Türk devletlerindeki Hükümdarlık alâmetleri yahut hâkimiyet sembollerini şöyle sıralayabilir:

) Taht; 2-) Hutbe; 3-) Sikke; 4-) Tıraz (Hil'at); 5-) Çetr; 6-) Mehter(Nevbet); 7-) Tuğra(Nişan,Tevki); 8-) Tac; 9-) Bayrak; 10-) Tuğ(Çaliş); 11-) Payitaht; 12)- Saray(Otağ); 13)-Unvan ve lakaplar[296]

Bu alâmetleri maddi ve manevi alâmetler olarak tasnif edenler vardır[297].

) Taht: Türklerde hakan olmak için, önce tahta oturmak gerekirdi. Eski Türkler taht'a "örgin" diyorlardı[298]. Karahanlılar ise taht anlamında "orun" kelimesini kullanmışlardır[299]. Aynı kelime yer, makam, mevkii manasında da kullanılmıştır. Türkler taht'a çıkmayı "oturmak" fiili ile karşılamışlardır. Karahanlılarda görülen han’ı taht’a oturtma töreninde, onu beyaz keçe üstünde taşıma geleneği, XVI. yüzyıl Kazak Hanlığına kadar devam edegelmiştir.

) Hutbe: Islâm devletlerinde meşruiyetin bir şartı olarak, Halifenin hükümdarın otoritesini tasdik etmesi gerekiyordu. Bunun alâmetlerinden birisi de hükümdar ülkesindeki camilerde cuma namazlarında Halifeden sonra kendi adının, unvan ve lakaplarının zikredilmesidir[300].

) Sikke: Bir Türk hükümdarının hâkimiyet alâmeti olarak adına para bastırması âdet idi.bağlı bulunan bir sultan varsa önce onun adı yazılır daha sonra kendi adı yazılırdı. Islâm Türk devletlerinde önce zamanın Halifesinin adı yazılırdı.

) Tıraz(Hil'at): Tıraz, üzerine hükümdarın ad ve lakaplarının işlendiği üst elbisesidir. Tıraz devlet adamlarına giydirildiği zaman hıTat adını alırdı. Hil'at sadece elbiseyi değil, onunla birlikte kuşanılan kemer, kılıç ve benzeri kuşam malzemesini de ihtiva etmekte idi[301].

Bu hakimiyet alâmetleri dışında ok, yay, kılıç, kemer, kotuz (sorguç) ve yüzük(Tuğra) gibi başka hükümdarlık alâmetleri de vardır.

) Çetr: çetr hükümdarların başlarında taşınan bir nevi saltanat şemsiyesidir. F. Köprülü Karahanlılarda hükümdara ve prenslere mahsus çetrlerin varlığını ve bunların kırmızı renkte olduğunu kaydetmektedir[302]. Selçuklularda da çetr'in bulunduğunu biliyoruz.

) Mehter(Nevbet): Nevbet, hükümdarlık sarayının kapısında veya saltanat çadırının önünde askeri bando(mehter)nun çalmasıdır. Nevbet, Sultan için, namaz vakitlerinde olmak üzere günde beş defa çalındığı halde; tabi hükümdarlar, üç defadan fazla çaldıramazlardı. Hükümdar seferde iken mehter de yanında olurdu[303]. Mehteri ayrıca harp esnasında da çalar ve savaşan birliklere onunla emir verilirdi. Mehterde muhtelif çalgılar olup, bunlardan davula "kövrüg", "köbruge", "kös" isimleri verilmiştir[304].

) Tac: Tac, tahttan hiç ayrılmayan bir hakimiyet alâmeti idi. Lâkin Türklerde tac giymemin İran kürürünün tesiriyle ortaya çıktığı belirtilmektedir. Büyük Selçuklu Devleti’nde bu adetin yerleştiği görülmektedir[305].

) Bayrak: Hakimiyet sembollerinden bayrak, Türk devletlerinin önemli simgelerindendir. Türkler, bayrak kelimesi ile birlikte "alem" kelimesini de kullanmışlardır. Bu sebeple seferlerde ordunun önünde bayrak taşıyan kimseye "alemdar" denilmiştir. Karahanlılar’da ve Büyük Selçuklular’da bayrak ve tuğ’iarın kırmızı renkte olduğu bilinmektedir[306].

) Tuğ: Hâkimiyet alâmetlerinden tuğ bayraklar(alem) gibi al(turuncu- kırmızı) renkte idi. Hakanın tuğ sayısı dokuzdu. Zira Türkler dokuz sayısını uğurlu sayarlardı[307]. Burada sözü edilen tuğ, at, yaban sığırı vb. hayvanların kuyruklarından yapılmış tuğ değildir. Kastettiğimiz tuğ kumaştan yapılan bir nevi sancaktır. Prof. Dr. Reşat Genç'e göre Karahanlılarda at ve yaban sığırı kuyruğu gibi tüyler devletin sembolü olarak değil, savaşta muharipler tarafından mızrak uçlarına veya at eğerlerine takılan ve "beçkem veya peçkem" diye adlandırılan bir nevi yiğitlik alâmeti olarak kullanılmıştır[308]. Memlukler’de tuğun (çalış) savaş ilan ve sefere çıkma alâmeti olarak kullanıldığını biliyoruz.

) Payitaht (Hükümet Merkezi): Başkent, bir devletin hem dış hem de iç hakimiyetini belgeleyen önemli bir unsurdur. Orta Asya Türk toplulukları başkent kavramını "Ötüken" bölgesi ile sembolize ederlerdi. Bu bölgeyi ele geçirip, kağanlık otağını oraya kuramamış bir kavim, Orta Asya üzerinde hakim olma hakkını elde edemezdi. Ötüken, Türk devlet hayatında kutsal bir yere sahiptir. Burası aynı zamanda askeri strateji bakımından da önemliydi. Türklere göre ebedi bir devlete sahip olmak ancak başkent Ötüken'de il tutmakla mümkündü[309]. Göktürk Kitabelerinde de "Ötüken yeri" uzun uzun anlatılmıştır.

Türkler "kağanın otağının bulunduğu yer" anlamında "ordu sözünü kullanmışlardır. Büyük Hun Devleti çağından beri yaşayan ordu deyimi esasen hakan ailesinin bulunduğu devletin merkezini ifade ediyordu.

Karahanlı Devleti'nde de görülen bu tabir devletin kuruluşu yıllarındaki payitahtlar olan Kaşgar ile Balasagun şehirlerini anlatan bir tabirdir. Kaşgarlı Mahmud bu konuda şu bilgiyi verir: "Ordu, hakanın oturduğu şehir demektir”. Bundan dolayı hakanların oturduğu Kaşgar şehrine de "Ordu-kent" denilmiştir[310].

)Saray(Otağ): Saray eski Türklere göre hükümdarlığın önemli bir alâmeti idi. Uygur Türkleri saraya, "Örg" (Örüg) adını-verirlerdi. Türk hakanları ele geçirdikleri ülkeler ve sınırlara "hakimiyet sembolü" olarak kendi saraylarını da yaptırırlardı. Saray bir nevi "devlet evi" sayılırdı[311].

Karahanlılar döneminde Türk hakanlarının oturduğu saraya "karşı" denmiştir[312]. B. Ögel’in işaret ettiği gibi bu söz ilk defa Kutadgu Bilig’de geçmiş olmalıdır. Büyük Selçuklular devrinde de saray yaptırma geleneği devam etmiştir.

Otağ: Eski Türk devletlerinden beri bilinen "Otağ" hakanlık çadırı demektir[313]. Karahanlı Türklerinin "çuvaç" adını verdiği otağ, bir nevi “kubbetü'l-mülk" yani devlet çadırı olup, önemli bir hakimiyet alâmeti idi.

12-) Unvanlar ve Lakaplar: İlk olarak İslâmiyet’ten önceki unvanlardan bahsetmek daha doğru olacaktır. Zira böylece Türk unvanlarındaki ilahi menşe telakkisi ve devamlılık çizgisindeki yansımalarını daha iyi müşahede edebiliriz. Türk siyasi otorite telakkisini ortaya koyan unvanların ilki "Tanrı-kut" unvanıdır. Mete Han'ın da unvanı olan bu tabir kut'un Tanrı menşeli oluşunu ve siyasi otoritenin kaynağını göstermesi açısından önemlidir. Diğer bir unvan ise "kutlug"dur. "Tanrı tarafından verilen kut'a, yani siyasi otorite gücüne sahip olan" demektir. Göktürk kitabelerinde geçen "Tengri Teg” ifadesi: "Tanrıya benzer Gök" şeklinde çevrilmiştir. Bununla sanki Türk hükümdarının "Gök(Sema)'ün oğlu" olduğu ifade edilmek istenmiştir. Bazı ilim adamları buna ayrı bir yorum getirmişler ve tabirin "Kendine benzer eşi olmayan Tann'nın yarattığı kimse" demek olduğunu idda etmişlerdir. Bunlardan hangisi kabul edilirse edilsinYine "Tengri Teg Tengride Kut Bulmış", "Tengri (Gök Kağan", "Iduk-kut" gibi eski Türk hükümdar unvanlarının hepsi "hükümet etme hakkı olarak Tanrı tarafından bahşedilen yetki" karşılığında kullanılmıştır[314].

Türk hakimiyet anlayışına göre bir kimsenin hükümdar olabilmesi için Tanrı'nın o kimseye "yarlıg"(Tann'nın izni ve iyi kader) vermesi, onu "kut" ile donatması ve hükümdarın da "ülüg" sahibi olması gerekiyordu. “Küçlüg" ve "Erdem" sıfatları Kağan'ın önemli özelliklerindendi. Türk hükümdarları bunları unvanlarına dahil etmekle siyasi otoritelerini hukuki bakımdan meşrulaştırmış oluyorlardı. Türk telakkisi her işi Tanrı'nın iznine bağlıyordu. "Erdem" fazilet demek olup, Kaşgarlı Mahmud bu sözü Arapça "edeb" tabiriyle karşılamaktadır. Bir nevi Tanrı vergisi olan “erdem” devlet yönetme yetkisi ile çok yakından alakalandırılmış ve bu “erdem”e bir de "Alplik" ilave edilmiştir. "Ülüg” ise Tanrı tarafından insanlara paylaştırılan “akıl ve şans” idi. İslâmiyet sonrasında bu tabir "nasib" kavramı ile ifade edilmiştir. "Küçlüg" kelimesi "güçlü" anlamında olup, bu Türk kağanlarının Tanrı'nın verdiği “güç”le hükümdar olduklarını ifade ediyordu. İslâmî dönem Türk devletlerinde kullanılan hükümdar unvanlarına gelince, bunlar Karahanlılardan itibaren kullanılmaya başlamış olup, Han, Hakan, Bey ve llig gibi unvanlardır. Arslan, Buğra, Tonga, Tabgaç, Kara, Kadir ve Kılıç gibi sıfatlar da unvanlarla birlikte kullanılıyordu. XI. yüzyıl Karahanh hükümdar (ve hatunlarının) unvanları arasında "Terken"i de saymalıyız. "Sultan" tabirinin ise Karahanlılar çağında yeni benimsenmeye başlanan bir unvan olduğunu söyleyebiliriz[315].

Büyük Selçuklu hükümdarları umumiyetle "es-Sultanu'l-azam" (en büyük sultan) unvanını taşımışlardır. Bunun yanı sıra Tuğrul Bey halifenin kendisine tevcih ettiği "Melikü'l-maşrık ve'l-mağrib" (doğunun ve batının meliki) lakabını da kullanmıştır. Alparslan sadece "es-Sultanu'l-azam" (en büyük sultan) unvanını öne çıkarmıştı. "Siyasetnâme"de bu lakaplardan uzun uzadıya bahsedilmektedir. Anlaşıldığına göre bu unvan ve lakaplardan bazıları Selçuklu sultanlarına çeşitli vesilelerle Bağdat Abbasi halifeleri tarafından tevcih olunuyordu[316].

Şekli bir durum ifade eden bu unvan ve lakaplar diğer hakimiyet sembolleriyle birlikte siyasi otoritenin kimde olduğunu belirtiyordu. Büyük Selçuklu Devleti’ne tabi devlet ve hükümdarlar metbu devlet başkanının unvan ve lakaplarını taşlamıyorlardı. Bu anlamda unvan ve lakaplarda derecelendirme söz konu olduğunu söyleyebiliriz.

Devlet İdaresinde Hükümdardan Sonra Gelen Diğer Önemli Şahıslar

Bu konuda Oğuz Devleti için yukarıda bahsettiğimiz Kaşgarlı Mahmud ile Balasagunlu Yusufun eserlerinden başka büyük ölçüde Ibn Fadlân’ın Seyahatnâmesi’nden de yararlanacağız. Bunlardan başka el- Idrisî’nin eseri de Oğuz’lar hakkında kıymetli bilgiler veren kaynaklardandır.

Kaynaklarda Oğuz hakanına “yabgu” veya “beygu” dendiği kaydedilmiştir. Bu iki unvan tamamen aynı olmamakla beraber bir birine yakın olabilir. Fakat Marquart ve Z. V. Togan gibi alimler “beygu”nun “yabgu”nun tahrif edilmiş şekli olduğu görüşündedirler[317]. Buna ilaven Hududu’l-Alem’de X. yüzyıl Karluk hükümdarlarının da yabgu ve baygu(cabgu) unvanlarını taşıdığı hakkında bilgi geçtiğini söyleyebiliriz[318]. Bu konuda böylece kısaca bilgi edindikten sonra, Yabgudan sonra gelen yabgu naibinden bahsedelim.

l-)Köle-Erkin(Kül-Erkin): Tarihi belgelere göre,                                    Oğuz

hükümdarlarının yanında Kül-erkin lakabını taşıyan yardımcıları bulunuyordu. Ibn Fadlân, Oğuz melikinin vekilinin "kudarkin" veya "kuzarkin" şeklinde isimlendirildiğini bildiriyor[319]. Müellifin "kudarkin" unvanı dediği büyük ihtimalde "kül-erkin"in bozulmuş şeklidir. Kül-erkin lakabını diğer Türk boyları Toğuz Oğuz, Karluk ve Karahanh asilleri de taşımakta idiler. Kaşgarlı Mahmud bu kelimeyi şöyle açıklamaktadır: "Karluk boyu büyüklerine "kül-erkin" denir ki "Göl gibi dolu akıl” anlamına gelmektedir"[320]. Oğuz asilleri arasında Kül-erkin lakabını taşıyan büyüklerin olduğunu, Ibn Fadlân'ın dışında diğer tarihi rivayetler de doğrulamaktadır. Oğuz-Name’lerde Oğuz meliki Karaman'ın yardımcısı olarak seçilen Erki Han hakkında bilgi verilmektedir. Erki Han büyük bir ziyafet düzenleyip, iki nehir dolusu kımızla bütün Oğuz ellini ağırlamıştı[321].

Bu yardımcılar büyük yetkilere sahiptiler. Ibn Fadlân'ın eserine göre kül-erkin’lerin büyük yargıç görevini üstlendikleri anlaşılmaktadır. Müellifin aktardığı olayların birinde,Oğuz Köl-erkin’i yüksek hakem olarak görüyoruz. Oldukça karışık davalar ve adli anlaşmazlıkları çözmek için ona başvuruluyordu[322]. Anlaşılan Sır Derya yabgularının Oğuz rivayetlerinde “kanıltaş”(Z. V. Togan’da geçen “Kağantaş”)[323] olarak da geçen köl-erkin unvanlı naipleri vardı.

) Tarkan: Ibn Fadlân'ın belirttiğine göre X. yüzyılda Oğuzlar'da, devletin önemli siyasi meseleleri kumandanların hususi olarak düzenlediği toplantılarda görüşülüyordu. Buna şehzade, yabgu oğlu, yınal ve tarkan da iştirak ediyordu. Yazar, belirtilen üyeler arasında tarkan’ın "en saygılı ve hürmetlisi" olduğunu belirtiyor. Eski Türk ve Hazar Kağanlığı’nda tarkanlar yüksek mevkideki görevlilerdi. Erken ortaçağ Türk ve Doğu Türkistan'daki Manihei yazılarında Tarkanbek unvanına rastlanmaktadır. Bundan hareketle, X-XI. yüzyıllarda Türk halkları arasında kullanılan tarkan unvanının yönetime hakim soylu sınıfa mensup olanlara verilen bir lakap olduğunu söyleyebiliriz. Sır Derya Oğuzlarında kumandanlar, önderler, güçlü beyler tarkan oluyorlardı.

) Yınal. Ibn Fadlân'ın zikrettiği asiller toplantısına katılanların arasında yınal lakabını taşıyan bir şahsın da bulunduğunu görmekteyiz. Ibn Fadlân eserinde büyük yınal(inal) yanında küçük yınal’dan(Yinâl el-Sağîr) da bahsetmektedir. Burada Arap seyyahı, küçük yınal’ı "Oğuz elinin meliki" olarak tanıtıyor[324]. "Mafatih al-ulum"a göre her Türk hükümdarının halefine yınal unvanı veriliyordu. Muhammed el-Harezmî “Yınal Tegîn” lakâbının açıklarken, "Her hangi bir Türk önderinin, melik veya kağanın yınal’ı vardır. O, onun halefidir" demektedir[325]. Kaşgarlı Mahmud ise, yınal unvanının Türklerde hanım tarafından hanedana akraba olan gençlere verildiğini söylemektedir[326]. Bu açıklamalara dayanarak Oğuz yabgusunun ölümünden sonra, yerine seçilecek yınal’ın belirlenmesinde, yabgu’nun hatununun mensup olduğu boyun da rol oynadığını söyleyebiliriz. Hatunun boyu kendi aralarından birinin yınal olması için mücadele ediyorlardı. Fakat onların bu mücadele ve müdahalesine rağmen çoğunlukla hükümdarın sağlığında önceden tespit edilen kişi tahta çıkıyordu. Mevcut kaynakların verdiği bilgilere göre yınal’ların Oğuz Yabgusunun halefi olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bu da hükümdarlığın miras yolu ile devredildiğinin delilidir. Tarkan ve yınal unvanlarının sadece asillik unvanları mı yoksa aynı zamanda memuriyet unvanı mı olduğu konusunda kesin bir bilgi yoktur.

) Atabek: Oğuz hükümdarları haleflerinin yetiştirilmesi için atabekler görevlendiriyorlardı. Tarihi bilgilere göre Yeni Kent’te oturan Oğuz melikinin küçük yaştaki halefine atabek tayin ettiği bilinmektedir[327]. Melikşah'ın atabeği Nizâmü’l-Mülk idi. Selçuklu atabekleri tahtın varislerinin ve küçük yaştaki şehzadelerin terbiyecisi ve akıl hocaları idiler. Sır Derya bölgesindeki Oğuzların Selçukluların atası olduğu hatırlanacak olursa, bu geleneğin bu bölgede var olduğunu söyleyebiliriz.

) Hatun: Diğer Türk devletlerinde olduğu gibi Oğuz yabgusunun eşi de "hatun" unvanını taşıyordu. Onlar sarayda oldukça etkili idiler. Hatun’un özellikle küçük yaştaki yabgu üzerinde büyük tesiri var ve vabgu’ya zaman zaman akıl hocalığı yapıyordu. Bunun örneklerine Göktürk, Selçuklu ve OsmanlI gibi büyük Türk devletlerinde de rastlıyoruz[328].

Ibn Fadlân’ın belirttiğine göre, siyasi konuların görüşüldüğü toplantılara Oğuz ilinden gelenlerin eşleri de katılıyorlardı. Dikkat çekici husus Arap elçilik heyetinin kabulünde Etrek’in (Alptoğan oğlu Ertuğrul)eşi de orada idi[329]. Bu durum bize İslâmiyet’ten önce, Oğuzların sosyal hayatında hanımların Selçuklu dönemindekinden daha serbest olduğunu gösteriyor. Hatun’un sözcük anlamı da "hanım", "melike", "prenses"tir. Ama bu unvanın kökeni açıklanamamaktadır. Bazı araştırmacılar "hatun"u Türkçe bir kelime olarak ederlerken, bir kısım araştırmacılar da Farsça olduğunu iddia etmektedirler.

) Sübaşı: bu kelime eski Türklerde askeri bir unvandı. X. yüzyıl kaynaklarına göre Sübaşı'nın Türkçe anlamı "ordu kumandam" demektir. Oğuz Yabgu Devletin’de de "Sübaşı" dediğimiz ordu kumandanı önemli bir yer tutmakta idi. Ibn Fadlân Oğuz ülkesinde bulunduğu esnada ordu kumandanı Katağan oğlu Etrek (Alptoğan oğlu Ertuğrul) idi. Ibn Fadlân onun zengin ve nüfuzlu biri olup, Islâm dininin taraftarı olduğunu bildirmektedir. Etrek Bulgar hükümdarının damadı idi. Onun için Etrek Oğuz devletinin dış siyasi işlerinde etkili olmuştur. Fakat Oğuz ordusunun kumandanı belli bir mesele üzerinde kararını verirken, mutlaka asillerden oluşan meclisin kararına dayanıyordu[330].

Melik-nâme’ye göre sübaşı zaman-zaman devletin siyasi işlerine karışıyor ve istediği zaman yabgu’ya karşı çıkabiliyordu[331].

Şimdi de ilk Müslüman Türk devleti olan Karahanlılar devrindeki idari yapıya bakalım.

Karahanlılar devrine gelindiğinde saray teşkilatı artık daha da belirginleşmişti. Bilindiği gibi saray aynı zamanda devletin idare edildiği merkezdir. Dolaysıyla devletin başı olan hükümdarın saray teşkilatında da ilk sırada yer aldığı şüphesizdir. Burada belirmemiz gereken önemli bir husus da sarayın sadece hükümdar ve ailesinin ikamet ettiği ve devletin idare edildiği bir yer olmayıp, aynı zamanda her çeşit memurun yetiştirildiği bir okul mahiyetinde olmasıdır[332].

Sarayda görev alan memurların görevi üzerinde fazla durmaksızın, onların adını saymakla yetineceğiz. Bunlar: Hacip, kapıcıbaşı, candâr, silahdâr ve alemdâr’dır. Bunların dışında hükümdarın doğrudan doğruya şahsı ile ilgili hizmetleri gören vazifeliler de vardır ki, şunlardır: Aşıbaşı, Idişçibaşı(içkicibaşı), llbaşı, Camedârdır[333].

Esas İdarî hiyerarşiye gelince, ilk sırada Hakan, Han, llig, Terken unvanını taşıyan -Hükümdar sonra 1. Er ögi, 2. İl Bey. 3. Yuğruş(Vezir) 4. Yabgu 5. Çavlu Bey, Tegin Bey, Çağrı Bey, İnanç Bey, 6. Kök Ayuk, 7. Öge gelmektedir.

Balasagunlu Yusuf eserinde idareci ve vazifeleri hakkında verdiği bilgilerde üç mühim vazife sahiplerinin çok seçkin kimselerden olması gerektiğini belirtmektedir. Bunlar: Kadı, Halifet(naib) ve Vezir’dir. Haifet yukarıda bahsettiğimiz Kül-Erkin’in vazifesini paylaşmaktadır. Kadılık hakkında müellif çok kısa bilgi veriyor: “Bunlardan biri kadıdır; halka faydalı olabilmesi için kadı’nın çok temiz ve takva sahibi olması lazımdır” diyerek kadıların dikkatle seçilmesi hususuna işaret etmekle yetinmiştir[334]. Üçüncü önemli görevliye gelince, bu vezir’dir. Hükümdar adına çeşitli devlet işlerini yürütmekle görevli, merkez teşkilatının dışında, Türkçe unvanı “yuğruş” olan bir vezir bulunduğu bilinmektedir[335]. Ancak bu merkez teşkilat hakkında kaynaklar(Divanü Lugat’it-Türk, Kutadgu Bilig) ayrıntılı bilgi vermemektedir. Sadece Balasagunlu Yusuf bu göreve getirilecek kişinin evsafı hakkında: “Bu iş için çok temayüz etmiş, seçkin, akıllı, işe yürekten bağlı biri gerekir. Akıllı olduğu kadar bilgisi de çok olmalı, ayrıca her iş elinden gelmelidir. O, asîl bir aileden gelmelidir. Soyu iyi olan akıllı insan her yerde yükselir”. Yusufa göre, vezir olacak bir kimse hesap bilmeli, âlim ve zekî olmalı ve çeşitli yazılarla da aşina olmalıdır[336].

Vezirin görevini sıralayan Balasagunlu Yusuf, şu hususları belirtmektedir:

Memleketi tanzim etmek; doğru kanunlar ile idare edip, düzene sokmak;

Halkı huzura kavuşturmak, kötü ellerin halka musallat olmasını önlemek; hükümdarın adını iyilikle yaymak;

Hâzineyi zenginleştirmek;

Ülkeyi genişletmek;

Hizmetinde bulunanlara iyilik göstererek kendisine ısındırmak[337],

Vezirin bu görevleri yerine getirebilmesi için muhakkak bir yardımcıya ihtiyacı vardır ki bu da divan’dır. Kaynaklarda bu hususta tam bir bilgi bulunmamasına rağmen, sözü edilen yüzyılda büyük ve küçük divanların mevcudiyeti anlaşılmaktadır. Aynı zamanda daha sonraki Selçuklu devletinde varlığını kesin bir şekilde bildiğimiz divan ve benzerlerinin, onların öncüleri olan Oğuzlarla Karahanlılar Devrinde de olması büyük ihtimaldir[338].

Kutadgu Bilig’de geçen hükümdarın ve halkın bir birine karşı olan sorumluluklarından da bahsedilmiştir[339], önemine binaen bu hususta da kısaca bilgi vermek istiyoruz.

A-) Hükümdarın Halka Karşı Görevleri ve Sorumlulukları:

Paranın ayarının korunması; ekonomik istikrar;

Adil kanunlar koymak ve zorbalığı önlemek;

Asayişi sağlamak;

B-) Halkın Hükümdara Karşı Görev ve Sorumlulukları:

Hükümdarın emirlerine itaat etmek;

Hazinenin hakkı olan vergileri zamanında ödemek;

Hükümdarın dostunu dost, düşmanını düşman bilmek;

Çağdaş devletlerin bazılarının bugün dahi ulaşamadığı bu ileri devlet telakkisine Türkler, bin yıl önce ulaşmış, yöneten-yönetilen arasındaki ilişkileri karışlıklı hak-hukuk düzeni içinde nitelikli prensiplere bağlamışlardı. Bu konuya son vermeden önce biraz da hükümdarlık alâmetlerinden bahsedelim. Bu konuda Sır Derya bölgesinde hüküm sürmüş devletlerden Göktürkler, Karahanlılar ve Selçuklulardan bahsedeceğiz.

İslâmiyet’in Kabulünden Sonra Hâkimiyet Anlayışında ve

İdârede Vukubulan Değişiklikler

Yeni bir dinin kabulü, cemiyette inanış, düşünüş ve yaşayış gibi çeşitli bakımlardan meydana getirdiği değişiklik ve inkişaflar dolayısıyla, bir milletin tarihinde daima önemli bir hadise telakki edilmiştir. Böyle değişikliklerin milletlerin varlıklarını muhafaza ettiği; yeni bir iman ve hızla onları ileri bir seviyeye ulaştırdığı veya bazen milli bünyeyi sarstığı, hattâ milli benliğin kaybedilmesine sebep olduğu gibi misallere tarihte rastlanmaktadır. Din değiştirmenin millet hayatında meydana getirdiği tahavvülleri Türk tarihinde açık olarak görebiliriz. Türkler Müslüman olmadan önce gerek Türkistan’da ve gerekse yayıldıkları ülkelerde Budizm, Maniheizm, Musevilik ve Hıristiyanlık gibi dinleri kabul etmişlerdir. Ancak büyük Türk kitlesi kendi dinlerine (Gök Tanrı) bağlı kalmışlardır[340].

İslâmiyet’in kabulü Türklere yeni bir ruh ve kuvvet vermiş, Asya bozkırlarından Avrupa içlerine uzanan geniş coğrafyada büyük ve uzun ömürlü devletler kurmalarında müessir olmuştur. Müslüman Oğuzların, Hz. Muhammed zamanından beri asırlarca Dârü’l-Harbilan edilerek seferler düzenlemesine rağmen, bir türlü fethedilemeyen Anadolu'nun fethinde ve burasının ikinci bir Türk vatanı sayılarak, OsmanlI Devleti gibi dünya tarihinin en büyük ve uzun ömürlü devletlerinden birini kurmasında Islâm dini son derece önemli rol oynamıştır. Bunlardan daha önemlisi, Islâm dininin ortaya koyduğu nizam ile Türk töre ve yaşayışı birbirine uyduğu ve birbirini tamamladığı için, Türkler milli varlıklarını devam ettirmişlerdir. Islâm dinini kabul etmiş olan Türk boylarından hiçbiri, diğer dinleri kabul edenler gibi, varlıklarını kaybetmemişlerdir[341]. Diğer bir ifade ile dünyanın çeşitli bölgelerine dağılan Türk milleti varlığını Islâm dini sayesinde koruyabilmiştir.

Ancak bu dinin temel prensiplerinin Türklerin o zamana kadar süregelen düzeni ve uhrevi düşüncelerde değişiklikler yaşaması da kaçınılmazdı. İslâmiyet’te devlet başkanı (halife), Allah’ın elçisi(resul) olan Peygamberimiz'e vekillik ettiği için, "bütün Müslümanların başı"(Emir'ül- mü'minin) diye anılır ve o, insanların dünya ve ahiret işleri dahil, bütün kainat nizamının Islâm şeriatı dairesinde idaresinden sorumlu bulunurdu. Halbuki, Türk hükümdarı Tanrı bağışı "kut" yolu ile yalnız yeryüzündeki insanları idare etmekle vazifeli idi. İşte hakimiyet anlayışındaki bu ayrılık Islâm tarihinde ilk defa Büyük Selçuklu Devleti çağında ortaya çıkmış ve Türk hükümdarları dünyayı idare etme salahiyetini halifeye devretmeyerek kendi ellerinde muhafaza etmişlerdir. Daha önceki Islâm devletlerinde ve hattâ Gaznelilerde bile devlet başkanları "Islâm halifesine bağlı birer Müslüman emir (kumandan, idareci)" durumunda iken ve halifenin yüksek otoritesini

tanıyarak her türlü icraatta dini çerçeve içinde kalmaya, dünya meselelerini de şeriat hükümlerine göre yürütmeye gayret ederlerken, Selçuklu sultanları hürmette kusur etmedikleri halifeyi sadece muhterem bir vatandaş addediyorlar ve hilafet başkenti Bağda’da Türk imparatorluğu’nun sade bir şehri gözü ile bakıyorlardı[342].

İslâmiyet’ten önceki Türk devletlerinde din, ferdin vicdan hürriyetinin bir meselesi olarak mütalaa edilip, asla devlet idaresine bir dahili yoktu. İslâmî Türk devletlerinde ise artık Türk hükümdarları meşruiyetlerini Halife’ye tasdik ve kabul ettirmek mecburiyetinde idiler. Bu durum Türklerin, hakimiyetin ilahi menşeli olduğu telakkisiyle çelişmiyordu. Ancak, Türk hakanları dini kimlikleri sayesinde hükümdar değil, diğer bir deyişle halife gibi ruhanî bir lider değil, dünyevî lider(devlet başkanı) idiler. Bu durum onların, Müslüman olmalarına rağmen, eski Türk devlet telakkisini devam ettirmelerinin tabii bir sonucu idi[343]. Bundan dolayı büyük sultan Melikşah, imparatorluğun işlerini bir taraftan Sünnî mezhebindeki kadıların şer'î hükümlerine göre yürütmekte iken, büyük bir hukukçular hey'eti toplayarak, medeni hukuka ait yeni hükümler getiren kanunlar çıkarabiliyor; meselâ, Süleymaşah'a Anadolu kıt'ası hükümdarlığı menşurunu verebiliyor ve halife de buna, sırf İslâmî usûl bakımından, saltanatı tasdik hususunda iştirak ediyordu[344].

Böylece, Türklerdeki İslâmiyet öncesi “mülk ve millet” ve sonraki “din ve devlet” düsturu arasında denge kurulmak suretiyle, yeni bir düşünce terkibi ”Din ü Devlet, Mülk ü Millet” meydana getirilmiştir[345]

BÖLÜM

MOĞOL İSTİLÂSI DÖNEMİNDE SIR DERYA HAVZASI

MOĞOL İSTİLÂSINDAN ÖNCE BÖLGENİN SİYÂSÎ DURUMU

Çalışmamızın buraya kadar olan kısmında Sır Derya bölgesinin en eski devirlerden Ortaçağlara kadar olan durumunu; bölgenin etnik yapısını ve bu meyanda bir Türk vatanı olduğunu; Islâm öncesi ve İslâmî devirlerde bölgede kurulan veya bölgeyi idaresi altında bulunduran devletleri inceledik. Bu bölümde bölgenin siyasi tarihini ele alacağız. Bunu yaparken bölümü kendi içinde “Moğol İstilâsına Kadar” ve “Moğol İstilâsı Döneminde Sır Derya Bölgesi” şeklinde incelemeyi uygun bulduk.

Bölümde Sır Derya bölgesinin miladi IX. yüzyıl öncesi siyasi tarihçesi üzerinde durulmuştur. III. Bölümde Sır Derya bölgesi tarihi için önemli bir dönemi teşkil eden, IX-X. yüzyılda vukubulan Oğuz göçü ve Oğuz Yabgu devletinin kuruluşu konusu üzerinde durulacaktır. Tarihleri IX-X. yüzyıllara ait olmasına rağmen, Oğuzlardan ve onların kurdukları devletten bahsetme gereğini duymamızın başlıca sebebi, Oğuzların Sır Derya bölgesinin etnik ve kültürel gelişimi üzerinde çok etkili olmalarındandır. Sır Derya bölgesinin siyasi tarihi içinde Oğuzlar fevkalâde bir konudur. Hernekadar Oğuzların bu bölgedeki varlığı ve tarihi tezimizin ana konusunu oluşturan Moğol İstilâsına kadar olan devirden önce ise de, ehemmiyeti dolaysıyla Oğuzların X. yüzyıla kadar olan bu bölgedeki varlıklarından bahsetmenin faydalı olacağı kanaatine varılmıştır.

Önce Sır Derya bölgesinde yaptığı arkeolojik araştırmaları ile tanınan ve bu bölgenin kültürel tarihi konusunda bizlere kıymetli bilgiler hazırlayan S. Tolstov’un üzerinde durduğu bir noktaya dikkat çekmek istiyoruz. Tolstov “Po Drevnim Deltam Oksa i Yaksarta(Eski Oxus ve Yaksart Deltaları)” adlı çalışmasında antik çağ tarihçilerinden Ptolemaios’un eserinde verilen bilgiler ile arkeolojik verileri bir araya getirerek, Aral gölü civarı ve Sır Derya’nın aşağı kısmının etnik yapısının erken ortaçağda olduğu kadar Ptolemaios’un zamanında da aynı olduğu kanaatine varmıştır. O, buna delil olarak aşağı Sır Derya ile Horezm bölgesinde kurulan eski Kangu veya Kangha Devleti’nin ortaçağda Sır Derya bölgesi Türk kabileleri birliğinin kurduğu Kangh devleti ile ayniyet arz ettiğini ileri sürüyor[346]. Bunlara ek olarak Ptolemaios’un eserinde adı geçen antik çağ kavimlerinin Sır Derya’nın aşağı kısmı ile Aral gölü civarında erken ortaçağda ortaya çıkan Oğuzların ceddi(proto-Oğuz) olduğunu söylüyor: Ona göre, Aral gölü civarında yaşayan Massagetler’in bir boyu olan “Augasoi” veya “Augasiya’’ (M.Ö. Il.yy.) isminden miladî VI. yüzyılda oluşacak olan “Oğuz” ismi türemiştir[347]. Böylelikle Oğuzların Sır Derya civarına Moğolistan topraklarından göç ederek gelmediği, onların aslen Sır Derya bölgesinin sakinleri olduğu sonucuna varılıyor. Bunları sadece isimlerdeki benzerlikler değil, aynı zamanda eski yerleşim yerlerinde yapılan arkeolojik çalışmalar da doğrulamaktadır. Çünkü S. Tolstov’a göre Sır Derya bölgesinde yapılan tüm incelemeler bölgenin eski çağlardan itibaren bir kültürel ve etnik bir devamlılık arz ettiğini göstermektedir. Bu bölgede elde edilen hiçbir veri, bölgede olan ani bir değişiklikten haber vermiyor. Tolstov’a göre: eğer Oğuzlar Doğu’dan göç ederek gelmiş olsalardı, bölgedeki kültürel gelişmelerde yabancı etkinin belirtileri hissedilirdi. Oysa, Sır Derya bölgesindeki etnik-kültürel gelişme safhalarında böyle kopukluğun olmadığı, tam tersine gelişmelerin bir zincir şeklinde olup, bir birini tamamladığı ortaya çıkmaktadır[348].

Bu görüş eğer doğru ise, tarihçilerden bazılarının ileri sürdükleri Türklerin vatanının Doğu değil Batı Türkistan olduğu görüşü de ağırlık kazanmaktadır. Nitekim Z. V. Togan da göçün ilk önce Batıdan Doğu’ya ve sonra tekrar Doğu’dan Batı’ya doğru olduğunu ileri sürmüştür[349]. Buna göre ilk göçün sebebi Batı’dan gelen Arîlerin istilasıdır. Sır Derya Oğuzlarının(Proto-Oğuzlar) büyük bir kısmının bu göç dalgasıyla Doğu’ya gitmiş olması mümkün ve muhtemel olmakla birlikte bu konuda şimdilik daha fazla bir şey söyleyebilecek durumda değiliz.

Gök Türk Devleti’nin yıkılışından sonra Türkler uzun zaman Orta Asya’da büyük ve kuvvetli bir devlete sahip olamadılar. Orhun bölgesinde, Gök Türkler’in yerini alan(744) Uygurlar da Batı Türkleri üzerinde hakimiyet kuramadılar. Onların 840 yılında yıkılışı, Türk boylarının eski bütünlüklerini yitirmesine sebep oldu.

Bu görüş ister doğru ister yanlış olsun, X. yüzyıl Islâm kaynaklarına göre, bu yüzyılda Türk dünyası şu kavimler tarafından temsil ediliyordu: 1- Oğuzlar (eserlerde el-Guzz şeklinde kaydedilmektedir); 2-Karluklar(Harluk); 3-Uygurlar(eserlerin hepsinde Tokuz-Guzz ismiyle anılmıştır); 4-Kırgızlar; 5- Kimekler[350].

Yaklaşık bir asır sonra, yani XI. yüzyıla gelindiğinde, bu kavimlerin kurdukları devletlerle Türk-lslâm siyasî tarihinde yerlerini aldıklarını görüyoruz. Yani, XI. yüzyılda doğu Islâm dünyası siyasî bakımdan, Karahanlılar, Gazneliler, Uygurlar, Bulgarlar ve yüzyılın ikinci çeyreğinden itibaren de Selçuklular tarafından temsil edilmekte idi[351]. X. yüzyılda varlıklarından bahsettiğimiz bu Türk kavimlerinin bir kısmı zamanla bu devletlerin kurucuları olurken, bir kısmı da tabileri olarak varlıklarına devam etmiştir. Bir kısmı ise kuvvetli bir siyasî teşekkül kurmaya muvaffak olamayıp, bir nevi boylar konfederasyonu şeklinde yaşamışlardır. Kaşgarlı Mahmud bu yüzyıllardaki Türk illerinin etnik durumu ve muhtelif Türk boylarının yaşadıkları sahalar ile bazı boyların bir birleriyle olan münâsebetlerine dair kıymetli bilgiler vermektedir. XI. yüzyılda Türklerin yaşadığı coğrafî bölgelerin sınırlarını, Kaşgarlı Mahmud şöyle belirtiyor: “Bugün Türk ülkelerinin sınırı Abisgun(Hazar) deniziyle çevirili olarak Rum diyarından ve Özkent’ten Çin’e kadar uzanır. Uzunluğu 5000 fersah, eni(genişliği) 3000 fersahtır. Hepsi 8000 fersah eder. Bütün Mâverâünnehir, Yeni Kent’den doğuya kadar Türk ülkesidir”[352]der.

Sır Derya Bölgesinde Oğuz Yabgu Devletinin Kuruluşu

Oğuzlar, Ötüken Uygur Devleti’nin yıkılmasından sonra, Karlukların baskısı ve sıkıştırması ile batıya doğru ilerleyerek, Sır Derya kıyılarına gelmişlerdir. Bu gelişin tarihi kesin olarak bilinememekle birlikte, Büyük Uygur Devleti’nin yıkılışını izleyen olayların genel akışına bakarak bunun IX. yüzyılın ikinci yarısı ile X. yüzyılın başları arasında meydana gelmiş olduğunu söylemek yanlış olmaz, öte yandan, bu tarihten çok daha önceki dönemlerde de bazı Oğuz kümelerinin batıya gelmiş olması da ihtimalden uzak değildir. Ancak bunu kanıtlayacak bilgilere bugün için sahip değiliz. Sır Derya bölgesinin Oğuzlardan önceki sahipleri ise Peçenekler idi[353] Oğuzlar çetin savaşlar neticesinde Peçenekleri kuzey batıya doğru sürerek Emba ırmağının ötesine atıncaya kadar arada uzun zaman kanlı savaşlar yapılmıştır[354].

Bu mücadele ile ilgili el-Mes’ûdî’nin “et-Tenbih ve’l-lşraf” adlı eserinde bilgi verilmektedir. Buradan biz, Karluklar ve Kimekler’in bir bölüğü ile ittifak kuran Oğuz boylarının çetin saldırısına dayanamayan Peçenek boylarının Aral Gölü civarındaki anayurtlarını bırakıp Yayık ve İtil arasında yurt tuttuklarını öğrenmekteyiz[355].

Bu Türk illeri arasındaki mücadele uzun zaman sona ermemiş, daha sonra Hazarlar ile anlaşan Oğuzlar 864-904 tarihinde Peçenekler’e yeniden saldırarak onları Yayık ve İtil arasındaki yurtlarından tamamen çıkartmışlar. Bu yenilgi üzerine Itili geçen Peçenekler Karadeniz’in kuzeyinde yurt tutmuşlar ve tarihte bilinen en önemli rollerini burada oynamışlardır[356].

VIII. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak IX. yüzyılın sonuna kadar durmadan devam eden bu çetin olaylar, Orta Asya’daki Oğuz boylarının devlet halinde örgütlenmesinin gelişmesine sebep olmuştur. Bu sürecin çabuk gelişmesini etkileyen husus ise, Oğuz boylarının Aral gölü civarı bozkırlarında siyasî üstünlüğü ele geçirme şansını yakalamış olmaları idi. Bu olay Oğuz boylan arasında vatan anlayışını canlandırdı. Bu da, Türkistan bölgesinde uzun zamandır devam eden savaşlar sebebiyle yer yer dağınık halde yaşayan Oğuz zümrelerinin bir araya toplanmasına neden olmuştur. Onların elde ettikleri bu geniş topraklara sahip çıkabilmeleri için bir devlet kurmaları gerekirdi. Diğer taraftan, Batı Türk Kağanlığı’nın yıkılışından sonra, Türk kavimleri arasında başgösteren siyasî çekişmeler, Oğuzlar’ı da etkilemişti. Dış gelişmelerden kendilerini korumak için Oğuz hükümdarları iç huzur arayışı içinde idiler[357]. Neticede, Karluk Kağanlığı’nın kuzey batı bölgesinde, Sır Derya’nın orta ve aşağı sahalarında ve onunla bitişik olan Batı Kazakistan bozkırlarında IX-X. yüzyıllarda Oğuzların ilk siyasî teşekkülü şekillenmeye başlamıştı[358].

X. yüzyılda Oğuzların sınırı şöyle idi: Oğuzların batısında Hazarlar ve Bulgarlar, doğusunda Kartuklar, kuzeyinde Kimekler vardı. Güneyinde ise Islâm dünyası bulunuyordu. Şu halde Oğuzlar her üç taraflarından soydaşları Türklerle çevirili idiler. Buna karşılık sadece güneyde din, ırk ve medeniyet bakımından kendilerinden farklı bir kavim olan, Iran kavmi ile komşu idiler[359].

Oğuzlar hakkında bilgi veren kaynaklara gelince: Bu bilgilerin IX. yüzyılın sonu ve X. yüzyılın başına ait olduklarını görmekteyiz. Ortaçağ müelliflerinden Ya’kûbî’nin eserinde: “Türkler bir çok kavim (halk) ve devletlere ayrılmıştır. Bunlardan bazıları Kartuklar, Dokuz Oğuzlar, Türgişler, Kimekler ve Oğuzlardır. Bunların her biri kendilerine has devletler teşkil etmişlerdir. Bir biriyle devamlı savaşırlar” demektedir[360]. Oğuz Devletine ait bir başka ilginç bilgi de Ibn el-Fakih’in eserinde bulunmaktadır. Müellif, Oğuzlar’ın başında, Kimekler ve Dokuz Oğuzlar’ın meliklerinin derecesine eşit olan bir yabgu’nun bulunduğunu belirtiyor ve onun Maverâünnehir sınırlarına yakın olduğunu söylüyor[361]. Fakat bu yabgulardan hiç birinin adı zikredilmemektedir.

Ya’kubî ve Ibn el-Fakih’in eserlerinde kaydedilen bilgiler, belirtilen anıda Oğuzların kendilerine ait bir devletlerinin bulunduğunu ve güçlü bir kavim idiği sonucunu çıkarmamıza imkan tanımaktadır[362]. Görüldüğü gibi zikredilen metinlerde IX. asrın sonu ve X. asrın başında, Sır Derya’da teşekkül etmiş bir Oğuz devletinden söz edilmektedir[363].

Devletin iç ve dış siyasi durumu ve Sır Derya bölgesi için taşıdığı önemden bahsetmeden önce, sınırlarını çizdiğimiz Oğuz Devleti’nin merkezi başkentini belirleyelim. Bu konuda bize büyük ölçüde yardımcı olan eser el- Idrîsî’nin “Nüzhet el-Müştak fi Ihtirak el-âfak” adlı eseridir.

el-ldrisî’nin yazılarına ve haritalarına göre X. yüzyılda Oğuzların eski ve yeni başkenti farklılık göstermektedir, el-ldrisi “Nüzhet el-Müştak fi Ihtirak el-Âfâk” adlı eserinde Oğuz ülkesinin durumundan bahsederken “Hiyâm’dan el-Karyet el-Kadîm (Eski Köy) güney batı istikametinde 4 konaktır”[364] - diyor. Müellif eserinin çeşitli sayfalarında yer verdiği haritalarda da el-Karyet el- Kadîm’in yerini açıkça göstermektedir. Buna göre, el-Karyet el-Kadîm, Harezm gölünün kuzey doğu istikametinde, Ruza’nın güney tarafında yer almaktadır. Yani, müellif el-Karyet el-Kadîm’in yerini tahminen Şaş bölgesinden kuzey doğu tarafına doğru uzanan sıra dağın eteğinde göstermektedir[365].

“Nüzhet el-Müştak fi îhtirak el-Âfâk” da el-Karyet el-Kadîm’in (Eski Köy) yanı sıra el-Kayret el-Hadise’nin (Yeni Köy) de adı geçmektedir. El- Kayret el-Hadîse Oğuz Devleti’nin siyasî merkezlerinden biri olup, kışın burada Oğuzların hükümdarı oturuyordu, el-ldrisî’ye göre bunun dışında Oğuz yöneticileri Cend ve Hore’de de bulunuyorlardı[366].

el-Karyet el-Hadise olarak adlandırılan Yeni Kent konusunda Ibn Havkâl ilginç bilgiler vermektedir. Müellif Yeni Köy’in Oğuz Devletinin başkenti olduğunu açıkça kaydetmektedir. Yeni Köy onun ifadelerine göre aşağı Sır Derya bölgesinin en büyük yerleşim yerlerinden biridir. Yeni Köy(Yeni Kent) sadece başkent değil, aynı zamanda Oğuz yabgusunun kışlık karargâhı idi[367].

X. yüzyılda Yeni Kent Oğuzlar’ın tek siyasi merkezi haline geldi. Çünkü buranın jeopolitik konumu Oğuz yabgularına büyük kolaylıklar sağlıyordu. Bunların başındca Yeni Kent’in Asya’nın geniş çapta tarımla uğraşan bölgeleri ile komşu olması ve Oğuz bozkırlarının Harezm, Mâverâünnehr ve Horasan bölgeleri ile ticari ilişkide bulunmasında bir koridor görevini üstlenmesi geliyordu. Gerçekten de Oğuz Devletinin Sır Derya boyundaki şehirleri her zaman kara ve nehir ticaretinin önemli noktalan olmuştur. Ibn Havkal şunu doğrulamaktadır ki, Sır Derya nehri ile Yeni Kent’e buğday ve ekmek yüklü tekneler ulaşmaktadır. Kimek bozkırlarına ve İç Asya’nın Sarı Su, Kendik, Esil ve Hura bölgelerine giden kervan yolları buradan geçiyordu. Bu yollar Sığnak(Suğnak) ile Güney Ural’a kadar giden diğer kervan yolları ile birleşerek şehrin ticari önemini arttırıyordu[368].

X. yüzyılın ilk yarısında Oğuzlar Sır Derya bozkırları ile, o civardaki Karacuk (Farâb) ve Sayram (Isficab) şehirleri havalisinde yaşamakta idiler. Hudud'ül-Alem ve diğer Islâm coğrafyacılarına (el-Belhi, el-lstahrî, ibn Havkal) göre, Oğuzlar'ın sahası batıda Hazar denizine (bu denizin doğusundaki yarım ada bu sebeple Türkçe Mangışlak adını almıştır), güneyde Gürgenç şehri ile, bunun kuzey-batısındaki Cit kasabasına ve Baratekin'in kasabasına (Aral gölünün güneyinde), Mâverâünnehr'de Buhârâ'nın kuzeyine, Karaçuk dağlarının eteğindeki Sabran şehrine kadar yayılmıştı ve Karaçuk dağlarından Hazar'a kadar uzanan bozkıra "Oğuz Bozkırı" (el-Mafazat'ül-Guzıya) denilmekte idi[369].

Oğuz Yabgu Devleti’nin iç siyasi durumu hakkındaki bilgilerimiz genellikle Oğuznâmedeki efsane şeklindeki bilgilere dayanmaktadır. Oğuz- nâme’nin çeşitli versiyonlarında, Oğuz Devleti’nde Salur boyunun önemli rol oynağından söz ediliyor. Bu rivâyetlere göre Salur beyleri uzun bir süre Oğuz elinde hüküm sürmüşlerdir[370].

X. yüzyıl Oğuz Yabgu Devleti’nin yükseliş dönemidir. Bu dönemde ülkenin sınırları oldukça genişlemiş, nüfus bakımından da Oğuzların sayısı bir hayli artmıştı. Muhtemelen, Oğuzların 24 boy halinde teşkilatlanması da bu dönemde gerçekleşmiştir. Daha yüzyılın başında devlet teşekküllerini tamamlayan Oğuzlar, idari bakımdan da organize olmuşlardı. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi, devletin başında “Yabgu” unvanın taşıyan bir yönetici bulunuyor, Kül Erkin unvanlı bir başbuğ ona naiplik yapıyor, orduyu Sü-başı idare ediyordu.

Bu dönemde, Sır Derya havzası boyunca Oğuzlar'a ait çok sayıda şehir ve kasaba kurulmuştu. Bunlar arasında başta: Yengikent veya Yeni Güzeli, Cend, Barçnlığkent, Sığnak, Karnak, Sütkent, Aşnas, Otrar, Sabran/Savran olmak üzere irili ufaklı pek çok kasaba bulunuyordu. Oğuzlar'ın eski başkentleri el-Karyet el-Kadime (Eski Güzeli), Sır Derya boyunca tam yerleştikten sonraki merkezleri ise el-Karyet el-Hadise(Yeni Guzeli)olmuştur.

Salur boyuna mensup hükümdarından Guz b. Mamsak'ın 920 yılında ölümü üzerine Oğuz Yabgu Devleti'nin hakimiyetini ele geçirmek için ciddi bir iç çatışma meydana gelmiştir. Bu çatışmalar sonucunda Baranlu hanedanı hakimiyeti eline geçirmiş, Salur hanedanına bağlı boy ve kabileler ise Mangışlak yarımadasına göç ederek burada Mangışlak Salur-Oğuz Devleti'nin temellerini atmışlardır. Agacanov'a göre, X. yüzyılın ortalarında Oğuz Yabgu Devleti'nin başında Baranlu kabilesine mensup hükümdarlar ve kumandanlar bulunmaktaydı[371]. Baranlu hanedanından adı tespit edilen ilk hükümdar Ali Han olmuştur[372].

Oğuz Yabgu Devleti’nin dış siyasi durumuna gelince, Yabgu Devleti'nin, komşuları Peçenekler ve Hazarlar'la münasebetinin pek dostane olmadığını söyleyebiliriz. Ibn Fazlan (X. asrın ilk çeyreği) ve el-Mes'ûdî'ye göre, aralarında savaş eksik olmuyordu. Harezm'in yerli hanedanı Afrigiler Oğuz baskısı altında idiler[373].

Oğuzlar'ın doğu komşuları Kartuklar ile de mücadele halinde oldukları, aralarındaki savaşlardan birinde, Oğuz Yabgusu'nun ölmesinden anlaşılıyor[374]. Diğer taraftan Kaşgarlı Mahmud, Oğuzlarla Çiğiller arasında köklü bir düşmanlıktan bahseder[375]. Kuzeyde Kimekler ile ise bazen dostça, bazen hasmane münasebetler devam edip gidiyordu. Bu Oğuzlar, umumi "Türk" adı yanında, yine siyası bir isimlendirme olarak "Türkmen" adını da taşıyorlardı ki, Müslüman ülkelerine geldikten sonra Islâm kaynaklarında bu isimle de anılmışlardır[376].

Oğuz Yabgu Devleti’nin güneydeki Islâm ülkeleri ile de münasebetleri pek dostça olmamıştır. Onlar Islâmın başlıca düşmanları arasında gösterilmişlerdir. Oğuzlar’ın hem Harezm hem de Mâverâünnehr yönünden Müslüman komşuları üzerine akınlar yaptıkları anlaşılıyor.[377]

Kaynaklar Oğuzlar’ın komşu Harezmle devamlı çatışma içinde olduğundan bahsederler. Onlar Islâm ülkelerine devamlı akınlar yaparlar, yolları üzerinde rastladıkları yerleri yağma ederler ve süratle geri dönerlerdi.[378] el-Biruni yazılarında, her sonbaharda Harezm Şahlarının sınırdaki Türk-Oğuzları uzaklaştırmak için seferler düzenlediğinden bahseder.[379] Oğuz saldırılarına karşı Harezm sınırlarında nöbetçi kuleleri ve kaleler inşa edilmişti. Daha sonra ülkeyi bu akınlara karşı müdafaa etmek için Buhârâ yakınlarında ve Şaş’ta da surlar yapılmıştı.[380]

Göçebe Oğuzlar’ın ileri gelenleri Horasan’ın sınır kasabalarına da seferler düzenliyorlardı, el-lstahrî’nin yazdığına göre, göçebe Oğuzlar’ın akınları Cürcan bölgesinden başlamakta idi. Oğuz akınlarına karşı Cürcan bölgesi savunması zamanla güçlendirilmişti. Bu bölgede yaklaşık 1000 kale mevcuttu.[381] X. yüzyılda Horasan hükümdarları Ferâve’yı güçlendirmişlerdi. Üç kat sur ve hendeklerle Kufan da güçlü savunma hattı oluşturulmuştu. Dört kapılı ve kalın surlarla çevrilen bu kale bir fersah uzunluğundaydı.[382]

Fakat daha sonra bölge ve yöreleri yağma akınlarına karşı korumak için duvar sular tedbirinden vazgeçildi. Türklerin zayıf bir durumda oldukları anlaşılarak onlar üzerine seferlere girişildi. Bunun sonucunda Şaş ve Isficab bölgeleri ile Taraz’ın doğusuna kadar uzanan topraklar Islâm aleminin sınırları içine alındı. Müslümanların nüfuzu, Çu ırmağının aşağı yatağına, Isık-göl’ün batısına dek gitti.[383]

Ganimet ve esir ele geçirme amacı Oğuzlar’ın Mâverâünnehr, Harezm, Horasan’a saldırılarının tek sebebi değildi. Oğuzlar’ın yerleşim merkezlerine yakın bölgelere göç etmelerinin gerçek sebebi onların tarım ürünlerine ihtiyaç duymaları idi. En büyük ihtiyaçları ekmek idi. Bunu Ibn Fazlan’ın ifadelerinden açıkça anlamaktayız. Genellikle Arap elçileri Oğuz ülkesinden geçerken arpa ve buğdaydan yapılan ekmekleri hediye ediyorlardı[384]. Ekmek Oğuzlarda en büyük hediye sayılıyordu. Bir keresinde Ibn Fazlan’ın kervanını durduran Oğuzların ilk istediği şey ekmek olmuştu.[385]

Oğuz Yabgu Devleti hakkındaki bilgilerimiz hemen hemen bu söylediklerimizden ibarettir. Son Oğuz Yabgusu olarak Ali Han adında birini zikreden ve Selçukluların ilk zamanlarında bunların "can düşmanı" olarak Tuğrul ve Çağrı Beyleri bir hayli uğraştırdığını bildiğimiz meşhur Cend "hakimi" Şah-melik'i de Ali Han'ın oğlu gösteren Reşid'üddin'in (XIV. asrın ilk çeyreği) bu malûmâtı destânî mahiyette görülmektedir[386].

Yabgu Devleti zamanında Oğuzlar Üç-oklar ve Boz-oklar olmak üzere iki bölük halinde teşkilatlanmışlardı. Bunları oluşturan Oğuz kabileleri hakkında, biri Kaşgarlı Mahmud'un Divanü Lûgat'it-Türk'ünde, diğeri de Reşıd-üd-din'in Câmiü’t-Tevârih’inde olmak üzere iki liste mevcuttur.

XI. yüzyıla doğru Oğuz Yabgu Devleti yıkıldı. Bunun, Kimekler'den bir kol olup, IX. yüzyılda bir kuvvet olarak beliren Kıpçaklar(Kumanlar)'ın baskısına ilaveten, Selçuklu ailesinin kendilerine bağlı kabilelerle birlikte ayrılmaları neticesinde vukubulduğu kabul edilmektedir[387]. Kaşgarlı'nın haritasına[388] göre, XI. asır ortalarında Kıpçaklar "Oğuz Bozkırı"nı ve Sır Derya nehrinin aşağı mecrasını işgal etmiş bulunuyorlardı.

Sır Derya bölgesinde derin izler bırakan Oğuzlar hakkında ne yazık ki, daha geniş bilgiye sahibi değiliz. Sadece, Oğuz boylarının adı olan Bayundur, Çavuldur, ve efsanelerde geçen kahraman isimleri ile anılan yer-su adları Karaçuk, Kazıkurt(Gazgurt), Çörnak(Çırnak) ve Boz oklardan olan “Alka- Bölük” adını hatırlatan Sır Derya yakınlarındaki gölün eski adı “Alka göl” isminden ve henüz bilemediğimiz bir çok ortak özelliklerden hareketle Oğuzların Sır Derya bölgesi halkının oluşumundaki temel unsurlardan biri olduğunu kuvvetle söyleyebiliriz. Milattan önceki dönemlerden günümüze dek devam ede gelen “Kent Türkleri”(yerleşik Türkler) neslinin en güzel örneği bu bölgede saklanmıştır.

Yabgu Devleti'nin yıkılışı üzerine, Oğuzlar'dan kalabalık bir kısım Karadeniz'in kuzeyinden batıya göçmüş (Uzlar), diğer bir kısım Cend bölgesine, oradan da Horasan'a yönelmiştir (Selçuklular). Yerlerinde kalan Oğuzlar'ın XI. yüzyılın ortalarında Karaçuk Dağları bölgesinde Mangışlak'ta ve Sır Derya kıyısındaki kasabalarda oturdukları Moğol istilâsı sırasında da Cend'de ve Karakum'da Türklerin bulunduğu görülmektedir.

Umumi Türk tarihi içinde Gök-Türk çağının, Türk milletine yön verici, merkezi bir hüviyet taşıdığı açıktır. Uygur, Türgiş, Karluk ve Hazar hakanlıklarının hepsi Gök-Türk Hakanlığının devamı idiler. Uz, Peçenek, Kuman-Kıpçak boyları da ondan ayrılmış zümrelerdi. Yukarı Irtiş bölgesinde Kimekler; Aral Gölü'nün kuzeyinde bir Kıpçak grubu olan Kanglılar; Kaşgar'ın kuzey-doğusu, Özkent, Talaş ve Çu bölgesinde bir Karluk kabilesi olan Yağmalar; yine bir Karluk kabilesi olup önce Işık gölün güney-batısında ve sonraları Talaş civarında, Barsgan(Barshan) ötesinde Kaşgar havalisinde ve Mâverâünnehr'de oturan Çiğiller, bir Karluk kabilesi olarak Işık göl-Çu ırmağı arasında görülen Tohsılar; Toharistan, Gazne, Belh, Sicistan, kuzey Hindistan'da Kalaçlar; Kaşgar, Balasagun-Talas-Fergane arasında Argular; Yabaku, Çomul, Igrak, Çaruk, Ezgiş, Kençek vb. toplulukları Gök Türkler'e bağlı Türk kabileleri idiler. Ayrıca Karluk, Yağma, Çiğil, Tohsı yolu ile Karahanlılar Devleti; vaktiyle aynı camiada yer alan çeşitli Türk grupları yolu ile Gazneliler, Harezmşahlar, Hindistan Türk devletleri; Oğuzlar yolu ile Büyük Selçuklu İmparatorluğu, Selçuklu devletleri, Atabeylikler, Türkmen beylikleri, Anadolu beylikleri, Kara-koyunlu ve Ak-koyunlu devletleri, OsmanlI İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti hep Gök-Türk hakanlığının, etnik, İçtimaî, İdarî, askerî ve kültürel varisi olmuşlardır[389].

Karahanlılar

Yukarıda bahsettiğimiz Oğuz-Kıpçak mücâdelesi ve Kıpçaklann güneye doğru yayılarak, Sır Derya bölgesi ile Aral civarın hakimiyetleri altına alması tahminen XI. yüzyıla tekabül etmektedir. Sır Derya bölgesinin siyasi tarihi için diğer devletler gibi önem arz eden Kıpçaklardan bahsetmeden önce, tarihi açıdan Sır Derya bölgesini kısmen de olsa etkileyen ve bilinmesi gereken bir başka devlet, Karahanlı Devleti hakkında kısaca bilgi vermemiz yerinde olacaktır. Çünkü İslâmiyet’in yayılışı ve Arapların Orta Asya ve Sır Derya bölgesine icra ettikleri seferleri büyük ölçüde Karahanlı dönemi ile alâkalıdır. Kronolojik açıdan nerede ise aynı dönemde yaşayan Oğuz, Kıpçak, Karahanlı(Karluk) ve Kimakların tarihi bazı safhalarda iç içe gelişmektedir. Bahis konumuz olan Sır Derya bölgesinde de zaman zaman bunların biri gidince diğeri etkili olmuştur.

Devlet merkezi Sır Derya bölgesinde olmayan, fakat bölgenin siyasi tarihinde etkili olan devletler arasında Karahanlı Devleti de vardır. Onun dışında Arap seferleri, Hıtay akınları, Samanîler ve Gazneli Devleti ile Karahanlı mücadelesi de bölgeyi etkileyen dış gelişmelerdendir. Yeri gelince bunlar hakkında da bilgi verilecektir.

Medeni gelişim ve siyasi kuvvet açısından Orta Asya’nın güçlü devletlerinden biri olan Karahanlılar, aynı zamanda Türkistan’da Islâm dinini kabul eden ilk Türk-Müslüman devletidir.

Oğuzlar’dan bahsederken de değindiğimiz gibi, İkinci Türk Hakanlığı’nın yıkılışından sonra bozkırda siyasi bir boşluk meydana gelmişti. Aşina Hanedân’ını yıkan Basmıl, Uygur ve Karluk kabileleri, Türk kabileleri üzerinde hakimiyet kurmak ve hakan unvanını almak için birbirleriyle savaşa tutuşmuşlardı. İktidarı Basmılların elinden alan Uygurlar bunların içinde en güçlüsü idi. 763 yılından sonra yaklaşık bir asır boyunca Uygurlar, Merkezî Asya’da söz sahibi oldular. Rakipleri, sadece Karluklar ve Tibetliler idi.

751. yılında vuku bulan meşhur “Talaş muharebesi”nden sonra 766 yılında Karluklar Talaş ile Suyab’ı işgal ederek Doğu Türkistan için Uygurlarla kıyasıy bir mücadeleye girmişlerdi, öte yandan Karluklar, Oğuzların Sır Derya bölgesine kaymalarından önce, Yedisu bölgesinde onlarla da mücadele etmişti[390].

Karluk Devleti IX. yüzyılın başlarındaki çarpışmalarda uğradığı başarısızlıklara rağmen, Yedisu şehirlerinin zenginliği sayesinde ayakta kalmayı başarmıştı. Yabgunun başlıca gelir kaynağı, Sır Derya sahillerinde kurulan köle pazarlarında Abbasi halifelerine satılan Türk kölelerinden elde edilen gelir ile Taraz'dan Issık-göl'e kadar uzanan güzergahı kontrol altında tutmak suretiyle Çin'e yapılan transit taşımacılığından alınan vergilerdi. Araplar'ın kendilerini buradan söküp atma denemelerine rağmen Karluklar, Fergana Vadisi'nde de durumlarını güçlendirmişlerdi. Yabgu için en büyük tehlike, Halife Me'mun'un (813-833) komutanı olan Fazıl ibn Sehl'in düzenlediği seferdi. Araplar 812-817 yılları arasında Otrar bölgesine seferler düzenlemişler, orada vukubulan çarpışmalarda Karluk sınır muhafızlarının kumandanı ölmüştü[391].

Üç asır boyunca ötüken'de hakimiyeti ellerinde tutan hakanların son çeyrek yüzyılda düşüş göstermeleri, Merkezi Asya'daki Türk gölünde yeni bir jeopolitik durum meydana getirmişti. Her şeyden önce, Üç yüzyılın ardından, herhangi bir devletin Türkistan’da yayılmasını ve hatta mevcudiyetini muhafazasını sağlayan güçlü bir merkezi iktidar, kesinlikle tarihe karışmıştı. Artık Türk kabileleri herhangi bir boyun hakanlık ünvanını elinde tutmasını kabulleniyor, ama tek bir iktidarı asla benimsemiyordu[392].

Bazı Müslüman müelliflerinin verdikleri bilgilere göre, Uygur Hakanlığı'nın yıkılmasından sonra, onun Türk kabileleri üzerindeki iktidar ve etkinliği Karluklara intikal etmişti. Bu yüzden hanedan yöneticileri “yabgu” unvanının yerine “hakan” unvanını kullanmaya başlamışlardı. X. yüzyıl kaynaklarından “Hudûd al-Alam”: ”Yabgu-Karluk hükümdarlarının önceki unvanıdır" diye yazar[393].

Eski geleneğe göre, hakanın iktidarı ahlaki ve ideolojik bir anlam ifade ettiğinde Kartukların hakimiyetini el-Mes’ûd? eserinde şöyle ifade etmektedir: "Han-ı hanan (hakanların hakanı) Kartuklar arasından çıkar ve o, bütün Türk kabileleri üzerinde söz sahibi olurdu. Çünkü onun ataları Afrasiyab ve Şana (yani Açina) idi"[394]

İşte Karahanlı Devletinin Orta Asya ve Kaşgar’da ortaya çıkışı sırasında durum bu merkezde idi. Karahanlı hanedanının siyasî itibarı el- Me’sûdî’nin açıklamasında anlaşılır bir şekilde yansıtılmıştır.

Karahanlı Devleti ilgili bilgiler, hakanlığın sınır bölgelerinde yaşayan Arap ve Acem müelliflerinin eserlerinde mevcuttur. Karahanlılar'ın yegane tarihçisi İmam Ebu'l-Futûh al-Gafir el-Almaî'nin "Tarih-i Kaşgar" adlı bir eseri olduğu, Cemal Karşi'nin ondan yaptığı bazı alıntılardan anlaşılmaktadır[395].

Karahanlılar'ın ortaya çıkışıyla ilgili olarak değişik görüşler mevcuttur.

Bunlardan V. V. Barthold’un görüşü Karahanlılar'ın üç kabileden (Karluklar, Yağmalar ve Çigiller) oluştuğu doğrultusundadır. Bazı kaynaklar ise, bu adı geçen kabilelerle beraber Türgeş kabilelerinden birisi olan Tuhsilerin de Karluk kabile federasyonu içinde yer aldığını belirtir. Karahanlılar'la ilgili bir rivayete göre (Cemal Karşi'nin Kaşgar rivayeti) ilk Karahanlı hanedanı hükümdarı, o sırada Samaniler'in Semerkand ve Buhârâ emirinin kendisiyle savaştığı Bilge Kül Kadır-kağan'dır. Kadır-kağan'la savaşan Samani emiri de, 840'da Yedisu Türkleri'ne karşı sefer düzenleyen ve Isficab'ı fetheden Nuh ibn Esed’dir. Gerdizî'ye göre Karluk yabgusu da o yıl hakan unvanı almıştır. Bütün tarihi kaynaklar, 840 yılında Karahanlı hanedanının başında, sabık Karluk yabgusu Bilge Kül Kadır-kağan'ın bulunduğu konusunda hemfikirdirler[396].

Karahanlılar'da iktidar, IX. Yüzyılda Karluk kabile federasyonunun nüvesini teşkil eden Çiğil ve Yağma kabile gruplarının beyleri arasında taksim edilmişti. Devletin, her birinin başında bir hakanla Doğu ve Batı hakanlıkları olarak ikiye ayrılması da bu gerçeği yansıtmaktadır. Doğu hakanı mevki yönünden daha üstün tutuluyordu. Onun baş şehri Kaşgarla Balasagun idi. Doğu hükükmdarı Çiğil kabilesine mensup olup, Arslan Kara-Kağan unvanını taşıyordu[397]. Mevki yönünden daha düşük olan Batı hakanı ise, Yağma kabilesinden olup, unvanı Boğra Kara-Kağandır. Batı Kağanlığın merkezi Taraz ve Semerkand’ta idi. Sözü edilen yüzyılda Sır Derya bölgesi işte bu Batı Kağanlığı’nın sınırları içerisinde yer almakta idi. önceden Kartukların elinde olan Sır Derya sahilindeki şehirler ile ticaret yolları Karahanlıların hakimiyeti altına geçmişti[398]. Fakat bu arada Karahanlılarla Samanîler arasında olan mücadeleler neticesinde bu şehirlerden bazılarının(lsficab, Talaş şehirleri gibi) zaman zaman Samanîlerin hakimiyetine geçtiği de oluyordu[399]. Karahanlılardan Oğulçak zamanında, Samanî emiri İsmail Ibn Ahmed’in 893 yılında Taraz’a düzenlediği başarılı seferleriyle beraber Karahanlılarla Samanîler arasında bütün Orta Asya için mücadele başlamış idi.

Çarpışmalar yüz yıldan fazla sürmüş ve ancak Samanîlerin bütünü ile yıkılması ve Amu Derya’ya kadar uzanan toprakların Karahanlıların hakimiyetine girmesi ile son bulmuştur. Orta Asya topraklarında bir çok Karahanlı prenslikleri ortaya çıkmıştı ve bunlar sembolik olarak Balasagundaki Kağana bağlı idiler[400]. Birbirleriyle olan münasebetleri de dostane olmaktan uzaktı.

Erken Karahanlı döneminin en önemli olayı, hanedanın ve ona bağlı olan kabilelerin Islâm’ı kabul etmeleridi. V. V. Barthold eserinde Arap coğrafyacılarının, X. yüzyılda, Türkler'i Islâm’a kesikle yabancı ve Müslümanlara düşmanlık besleyen bir halk olarak nitelemekte olduklarını yazmaktadır[401].

dönemin Arap coğrafyacılarından Ibni Havkal, Isficab ile Şaş, yani Sır-Deryanın orta mecralarındaki dağlık bölgelerde göçebe olarak yaşayan bin Türk ailesinin toplu olarak Islâm’a geçtiklerini kaydeder[402]. Bununla birlikte bu kabilden en büyük olay, Karahanlı devletinin iç bölgelerinde, büyük bir ihtimalle Yedisu'da yaşayan 200 bin Türk çadırının [ailesinin] 960 yılında İslâmiyet’i kabul etmiş olmasıdır[403]. Bu olay, Bazır'ın oğlu ve Oğulçak'ın yeğeni Satuk Boğra-han'ın, Türkler'in İslâmiyet’i kabul etmesinden önce Müslümanlığı benimseyerek aldığı yeni Abdul Kerim adıyla ilişkilendirilmektedir[404]. Ancak, İslâmiyet’in resmi devlet dini olarak ilanı, Satuk'un 955 yılında tahta geçen oğlu Musa döneminde gerçekleşmiştir[405]. Karahanlıların ve Satuk Boğra Han’ın İslâmiyet! kabul etmesi hakkında çeşitli hikayeler anlatılmaktadır. Bunlardan birinde Karahanlı sarayında yaşayan Müslüman veli Nişapurlu Abdul Haşan Muhammed ibn Süfyan Kelimatî'nin tesiri ile Karahanlıların İslâmiyet! kabul ettikleri anlatılmaktadır. Ancak bu konuda kesin bir bilgi yoktur[406]. Mantıkî bir gerçek vardır ki o da, Karahanlı Türklerinin Müslüman oluşunun herhangi bir mübeşşirin kısa bir süre bölgede faaliyet göstermesinin bir sonucu olmadığı; aksine, İslâmiyet’in, ekonomik ve siyası bir güç olarak, yavaş yavaş Türk gölüne dökülmeye başlamasının neticesi olduğudur. Hatta bizzat Satuk, amcası büyük hakana karşı savaşa girerken, Samanilerin büyük çapta desteğini almak için bu yeni dinin avantajlarını devreye sokmuştur.

Yerleşik medeniyetin güçlü tesir bölgesinde kalan Türk kabileleri, yeni ekonomik sistemin ve sosyal münasebetlerin içine itilmişler, bu sistemlerin bir parçası haline gelmişler ve kendilerini Orta ve Ön Asya'da artık çoktan teşekkül etmiş bulunan sanayi-kültür ortamında bulmuşlardı. Bu kaynaşmanın, en azından ideolojik yönden dışa vurumu, Karahanlı ve Selçuklu devletlerindeki Türkler'in hızlı bir şekilde Müslümanlaşmasıydı ve bu durum, yeni hanedanların, Islâm’ın mutlak hakim olduğu bir dünyada siyası yönden kabul görmesine zemin hazırlıyordu.

Karahanlı ve Selçuklu devletleri, başlangıçta geleneksel Türk hakanlıklarının devamı olmakla birlikte, ne ekonomik, ne de sosyal boyutta bu geleneği muhafaza edebilmişlerdi. Çünkü yeni bir kültür ortamında, artık Merkezi Asya'daki siyası sistemden farklı bir sistem ortaya çıkmış; Orta ve Ön Asya'daki Türk imparatorluklarında tam ve hızlı bir gelişme kaydederek yeni devlet erkanının doğuşuna yol açan erken feodal ikta sistemi şekillenmişti[407].

Kara Kıtay (Kıtan)ların -Uzak Doğulu Moğol kabileleri istilası ve Yedisu'da kendi devletlerini kuruşları, bazı Karahanlı yöneticilerini, uzun bir süre Gür-hanın(Kara Kıtay) vassalı haline getirmişti[408]. Sadece metbu bir devlet olmakla ve vergi almakla yetinen Kara Kıtaylar, tebaalarının devlet yapısına, din ve kültürlerine kesinlikle müdahalede bulunmamışlardı. Ama her halükarda Kara Kıtay hakimiyeti, Karahanlılar'ın siyasi yönden yok oluşunun başlamasına zemin hazırlamıştır[409].

1210 yılında Naymanlar'la yapılan savaş, Doğu Karahanlı hanedanının devrini kapatmıştır. 1212 yılında ise Harezmşah Muhammed, Batı Karahanlı hanedanının son beyini Semerkand'da katletmiş; bunu kısa süre sonra, Fergana Karahanlı kolunun ortadan kalkışı takip etmiştir[410].

Bu arada Orta Asya, Yedisu ve Kaşgarya'da, yeni bir etnik ortam, yeni bir sosyo-ekonomik yapı ve dini kültür şekillenmişti. Bu bölgede feodal devletler yapılanıp, Türk kabileleri yerleşik düzene geçtikçe, tek dil konuşan ve aynı alfabe kültürüne sahip olan kabile dışı etnik bir topluluk şekillenmeye başlamıştı. Ancak, Moğol fetihlerinin yol açtığı sarsıntı bu gelişimin tabii prosesini altüst edecektir.

Kıpçaklar

Kıpçaklar konusuna girmeden önce, Oğuz Yabgu Devleti’nin yıkılmasına, Karahanlı Devletinin zayıflamasına ve Kıpçakların güneye doğru göç etmesine ve dolaysıyla Sır Derya bölgesindeki siyasi değişikliklere sebep olan, göç dalgaları hakkında kısaca bilgi vermek gerekir.

Kendi iç karışıklıkları sebebiyle iyice zayıflayan Oğuz Yabğu Devleti XI. yüzyılın ilk yarısında doğudan gelen büyük göç dalgası ve Kıpçak boylarının çetin saldırısı sonucunda dağılmıştı. Oğuzların bir çok grupları Kıpçakların bu saldırısına dayanamayınca Doğu Avrupa’ya ve Küçük Asya’ya doğru gitmişler; bir bölümü de Mâverâünnehir’deki Karahanlılar Devletine ve Horasan’daki Selçuklulara sığınmışlardır. Oğuz boylarının bir kısmı da Ana Yurtta kalarak Deşti Kıpçak’taki Türkçe konuşan kavimlere karışarak onların içinde erimişlerdi[411].

Bütün bunlara XI. yüzyıl ortalarında Orta Asya bozkırlarında vukubulan büyük tarihi gelişmeler sebep olmuştur. Buraya, Merkez(lç) Asya’dan dalga dalga göçebe kitleler geldi. İlk büyük göç uzak doğudan başladı. Bunun başlıca sebebi X. yüzyılda Çin’in kuzeyinde Liao devletinin kurulması idi. Devlete göçebe Kidanlar(Kitaylar)[412] hakimdi. Devletin sınırlarını genişletmesi göçebeler arasında batıya doğru bir göç dalgasının oluşmasına sebep oldu. Kitaylar XI. yüzyılın ilk çeyreğinde Kansu Uygurlarına saldırdılar. Arkasından da Yedi Su’nun kuzey batı kısmına doğru ilerlediler[413].

Arap müelliflerine göre, 1017 senesinde Kitaylar’ın öncü birlikleri Balasagun yakınlarında görünmüştü. Balasagun’a 8 günlük mesafeye yaklaşan Kitaylar’ın ordusuna karşı Karahanlı hükümdarı Tuğan Han(Ahmed b. Ali)[414] büyük bir kuvvet hazırlamış ve onları yenerek ilerlemesini önlemişti[415]. Bu konuda tarihi kaynaklar şu bilgileri vermektedir: “Çin ülkesinden büyük bir kuvvet Tuğan Han ve Islâm Türk ülkesini kendine bağlamak için sefere çıktı. Onların sayısı 100 bin çadırdan fazla idi. Müslümanlar böyle bir kuvveti daha önce görmemişlerdi”[416]. Ibn ül-Esir de Kitaylar’ın sayısının 300 bin çadırı geçtiğini bildirir[417]. Burada Kitaylar’ın sayısı ile ilgili bilgiler biraz abartılı olsa bile, bu bilgiler, İç Asya ve Orta Asya’daki harekete geçen göç dalgalarının büyüklüğü hakkında bir bilgi edinmemizi sağlar.

Bazı tarihi kayıtlara baktığımızda, 1017 senesindeki yenilgi Kitay hükümdarlarının Yedi Su bölgesini ele geçirme umudunu tamamen kesmediğini gösteriyor. 1027 senesinde Gazneli Sultan Mahmud’a Kitay hanının elçileri gelerek Mahmud ile dostane ilişkiler sağlamaya çalışmışlardı[418]. Kitaylar bu diplomatik manevra ile Karananlılar Devletine karşı mücadelede Gazneliler’in desteğini sağlamaya çalışmışlar, fakat, bu yıllarda Kitaylar’ın doğuya yaptıkları seferlerin hepsi başarısız olmuştu. Buna rağmen, Kitaylar XI. yüzyılın ortalarına doğru kuvvet kazandıkça Doğu Sibirya ve Kuzey Çin’de yaşayan bazı Türk zümreleri, Kun[419] ve Kay[420] boylarını Batı’ya doğru itmişlerdir. Tarihi kaynaklarda bu boyların XI. yüzyılda Kırgızlar, Kimekler ve Tokuz Oğuzlarla komşu yaşadıkları belirtiliyor.[421]

Mervezi’nin ifadelerine göre: “Kun boyları önceleri Hit(Çin) ülkesinde yaşıyorlardı. Kunlar göçebe idiler ve Kitay Hakanı’ndan korktukları ve meraları dar geldiği için Kitay ülkesinden ayrıldılar. Bunlar Nestur mezhebindendir. Göçleri esnasında güçlü ve sayıca fazla olan Kay boylarının saldırılarına uğradılar. Bundan dolayı onlar Sarı ülkelerine sığındılar. Sarılar ise Kunlar’ın önünden kaçarak Türkmenlerin ülkesine girdiler. Türkmenler Oğuzlar’ın doğu bölgesine kaydılar. Oğuzlar ise Ermeniyye[422] Denizi sahili yakınındaki Peçeneklerin ülkesine gittiler”[423].

Doğudan gelen Kunlar ve Kaylar Kıpçaklar’a dokunmuş ve bazı Kıpçak boylarının yer değiştirmesine sebep olmuştur. Kalabalık baskıya maruz kalan Sarı Kıpçaklar, vatanlarını bırakıp, göç etmek zorunda kaldılar. Yani, yukarıda da belirttiğimiz gibi Kitaylar’ın tarih sahnesine çıkması ve topraklarının kısa bir zaman içerisinde genişlemesi XI. ilk yarısında Doğu Sibirya ve Kuzey Çin’de yaşayan Kunlar’ın doğuya doğru kaymasına sebep olmuştur. Bu göç Doğu Asya’nın bazı kavimlerini de yerinden oynatmıştır. Bu büyük göç dalgasından Kıpçak kavimi içindeki Sarı halkı da etkilenmiştir. Kaylar tarafından tazyik edilen ve meraları az gelen Kunlar da, Sarı Kıpçakların (Şariler)[424] yurduna doğru girmişlerdi[425].

Kunlar’dan kaçan Sarı Kıpçaklar, Yedisu’da, Kara Dağ eteğinde, Sır Derya’nın orta sahasında yaşayan Türkmenler’in (Karluklar'ın) ülkesine girdiler. Türkmenler Oğuzların ülkesine; ve Oğuzlar da Karadeniz’in kuzeyindeki Peçeneklerin ülkesine girdiler. Bu arada büyük göç dalgalanmasından yeterince etkilenen Sarı Kıpçaklar çok geçmeden Oğuz topraklarına da girdiler ve Oğuzlar’a ağır darbeler indirdiler. Bunun sonucunda Oğuz Yabgu Devleti bir daha düzelemeyecek şekilde sarsıldı. Oğuzlar’ın büyük kısmı kitleler halinde batı ve güneye dağıldılar. Böylece, Oğuzlar’ın bir bölümü Kıpçaklar’ın baskısı ile Idil’i geçip 1054 yılında Karadeniz’in kuzeyindeki topraklarda görüldü. Diğer bir bölümü de Iran üzerinden Anadolu’ya geçti[426]. Kıpçaklar da onları takip ederek geldiler ve güney Rusya bozkırlarını ele geçirdiler. Böylece Kıpçaklar XI. yüzyılın ikinci yarısının başlarında hem Oğuz yurdunun kuzey ve batı kısmına, hem de güney Rusya bozkırlarına hakim olmuşlardı. Fakat henüz bu zamanlarda Oğuzların önemli bir kısmı yurtlarında yaşıyordu. Bunlar daha ziyade batıda Mangışlak’ta ve doğuda Karaçuk dağları ile onun eteğindeki şehirlerde oturuyorlardı. Kaşgarlı’da Oğuz yabguların şehri Yeni Kentten bahsedilmiyor. Ancak, Aral gölünün kuzey kıyıları ile Sır Derya’nın ağzına yakın yerler XI. yüzyılın ikinci yarısı başlarında Kıpçak zümreleri tarafından işgal edilmişti. Yurtlarında kalan Oğuzlar’ın ne zaman oralardan ayrıldıkları bilinmiyorsa da XII. yüzyılın ortasında Sır Derya kuzeyinde önemli sayılabilecek miktarda bir Oğuz kütlesinin kalmamış olduğu muhakkaktır. Bu asrın ikinci yarısında Sır Derya boyunun artık tamamen Kıpçaklar’ın eline geçtiği kesindir[427].

Kıpçaklarm da dahil olduğu Kimek Hakanlığı, büyük bir ulus hailinde X. yüzyılda varlıklarına devam ediyordu. XI. yüzyılın ilk yarısındaki kavimler göçünün, Kimek ulusu üzerinde de olumsuz etkileri olmuştur. Bu yüzyılın ortalarına doğru ülke içindeki karışıklıklar çoğalarak merkezi idareye karşı baş kaldırmalar artmıştır. Öte yandan büyük nüfusa sahip Kıpçaklarm çevredeki boylar üzerinde hakimiyet kurmaya girişmesi, ayrıca bunlardan bir kısmının batıya doğru göçe başlaması, Kimek Devleti’nin çökmesine sebep olmuştur. Boy birliğinin dağılışı ve merkezî idarenin çöküşü o derecede anî ve kesin olmuştur ki, yüzyılın ikinci yansında Kimek Devleti ve ulusunun adı unutulmaya başlamıştır. Ardından bölgede Kimeklerin yerini, en kalabalık boy olan Kıpçaklar aldı. Bu durumda Kıpçaklar üstün sayılarıyla Güney Sibirya’da boy birliği idaresini ellerine geçirmiş oluyorlardı. Böylece Kimek ülkesindeki bütün boylar Kıpçaklara bağlanmıştır.[428]

Kaşgarlı Mahmud, Kimekler’den hiç söz etmez. O eserinde sadece Kimek boy birliğinden olan ve yine Irtiş boyunda yaşayan Yimekleri tanıtmış ve onların da Kıpçaklar’ın bir “çil”i (oymağı) olduğunu belirtmiştir. Ayrıca Kaşgarlı’da şöyle bir ifade de vardır: “Bizce onlar Kıfçak’tır. Ama Kıfçak Türkleri kendilerini ayrı sayarlar”[429]. Bu açıklama XI. yüzyıl ortalarında Kimek boy birliğinin artık iyice dağılmış ve o birleştirici ad olarak unutulmuş olduğunu akla getiriyor.

Kıpçaklar, Moğol devrinden önceki kaynakların hemen hepsinde Kıfçak şeklinde görülmektedir. Aslında Kimek elinin bir boyu olan Kıpçaklar, erken devirlerde birlikten ayrılıp batıya göç ederek IX. yüzyılda Tobol kıyıları ile çevresini yurt tutmuşlardı. Bunlara ait bilgiler ortaçağ kaynaklarından Ibn Hurdadbih ve Hudûd el-âlem’de de geçmektedir[430]. Kaşgarlı’nın haritasında Hazar Denizi’nin kuzey batısının Kıpçak ve Guzz (Oğuz) yurdu olarak gösterilmesi de şüphesiz bu komşuluk ile ilgilidir. Kaşgarlı Mahmud’un Oğuz lehçesi ile çok ilgili saydığı Kıpçak lehçesinin Kimek lehçesi ile hemen hemen aynı olduğu da anlaşılmaktadır. Divan’da “kiş”(sadak) kelimesinden bahsederken “Oğuzlar ve onların Kıpçaklar’dan olan kardeşleri bunu bilmezler”[431] şeklinde bir ifadenin kullanılması, Oğuz-Kıpçak lehçe yakınlığından başka Kıpçaklar’ın Oğuzlarla kardeş telakki edilmekte olduklarını da göstermektedir.[432]

F. Sümer’e göre Kıpçaklar bir taraftan nüfuslarının çoğalması, ve muhtemelen Kimekler’e mensup diğer bazı teşekküllerin de katılması ile kuvvetlenerek, X. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Oğuzlar’ı sıkıştırmaya başlamışlar ve onların göçlerinde çok etkili olmuşlardır.[433] Böylece batıya doğru hareket eden Kıpçaklar çok geçmeden hakimiyetlerini Karpatlara kadar genişletmişlerdi. Bundan dolayıdır ki, bu bölgeye Islâm coğrafyacıları tarafından Deşt-i Kıpçak[434] denmiştir. Hatta onlar Hazar denizi ile Aral gölünün kuzeyinde Oğuzlar’ın boşaltmış olduğu sahayı da işgal ile 1030’larda Harezm civarına inmişlerdir.[435]

Kıpçaklar’ın Idil boyundaki kuzey komşuları Bulgarlar idi. Doğudaki komşularının ise Başgırt ve Yimekler olduğu görülüyor. Onların Deşt-i Kıpçak’ta Moğol Istilâsı’na kadar varlıklarını sürdürdüklerini ve daha XI. yüzyıldan itibaren bir yandan Ruslarla mücadele ederken bir yandan da orta Idil sahasını Kıpçaklaştırmaya başladıklarını biliyoruz. XI. yüzyılda Kıpçaklar, Türk kavimleri arasında işgal ettikleri sahanın genişliği itibariyle en büyüğü idi.[436]

Sır Derya bölgesi açısından önem arz eden olaylar daha çok Kıpçakların komşuları ile olan mücadeleleri ile bağlantılıdır. Harezmşahlarla Kıpçaklar arasındaki mücadeleler bu nevidendir. Moğol Istilâsı’ndan önce, XIII. yüzyılda Kıpçak kabile birliği içinde yer alan Kanglı kabileleri ortaya çıkmıştı. Kanglılar ağırlıkla aşağı Sır Derya bölgesinde yaşıyorlardı. Kısa zamanda Kanglıların şöhreti o kadar büyümüştü ki, Irtişin batısındaki tüm bozkıra Kanglı-Kıpçak ülkesi denilmekte idi[437]. Fakat Moğol seferlerinin başlaması ile Sır Derya bölgesinin durumu da tüm Orta Asya gibi değişikliklere uğrayacaktır.

Harezimşahlar’ın Bölgedeki Etkisi

Çalışmamızın bu kısmında, Kıpçakların, Oğuz Yabgu Devletinin yıkılmasından sonra Sır Derya bölgesinin hakimiyetini ele geçirmesinden ve bir zamanlar Selçuklulara bağlı olan merkezi Harezmde kurulan Harezimşah devleti ile olan münasebetlerinden bahsedeceğiz.

Sır Derya bölgesindeki bu gelişmeleden bahsederken, bölge dışında (Mâverâünnehr ve ötesinde) vukubulan olaylar hakkında teferruata girmeyeceğiz. Fakat merkezi Sır Derya bölgesi olmamasına rağmen Sır Derya bölgesindeki gelişmeleri etkileyen bazı mevzulara değinmek zarureti vardır. Harezmşahlar konusu da bunlardan birisidir.

Harezmşahlarla Kıpçaklar arasında geçen olaylara değinmeden önce kısaca Harezmşahlardan bahsetmek gerekir.

Selçuklu Devletinin kuruluşu ve Oğuz-Türkmenlerin Anadolu’ya geçmesi ile Orta Asya’da iki yeni güç hakim hale gelmişti. Bunlar: Karahıtaylar ve Selçukluların ismen bağlıları Harezmşahlar idi. 1120 yılında Karluk ve Kanglı göçebelerin çıkarttığı kargaşadan dolayı Balasagun Karahanlı hükümdarı Karahıtaylara tabi olmuş ve bu durum hıtayların bölgeye girmesi için bir bahane teşkil etmişti. Gürhan daha sonra Harezimşah Atsız’ı da (1127-56) hakimiyetini tanımaya mecbur etmişti[438].

önemli bir ticaret merkezi Harezm 1042 yılında Selçuklu idaresine girmişti. Atsız, Melikşah'ın yakın çevresinde öne çıkan bir Oğuz gulamı olan Anuştegin'in (yakl. 1077-1097) soyundandı. Hizmetleri karşılığında Harezm mâliyesinin denetimi ona verilmişti[439].

Selçuklulara sadakatla bağlı kabiliyetli bir asker olan Anuştegin'in oğlu Kutbeddin Muhammed Aybek (1097-1127), hanedanını Irani bir unvan olan Harezmşah unvanı ile isimlendirmişti. Onun oğlu ve halefi Alaaddin Atsız başarılı seferleriyle mahalli Kıpçak boylarını kendisine bağlamıştı. Selçuklulara karşı siyasi gücünü yeniden kurmayı uman Halife'nin el altından teşvikleri ve saray desteğile Sultan Sancar Atsız’a karşı hale getirilmişti. İşte bu hengamda Atsız bağımsızlık için teşebbüslere kalkışmış ve Atsız'ın oğlu Atlığ Sancar tarafından öldürülerek Harezm Selçuklular tarafından geri alınmıştı. Buna rağmen Atsız yine kendi yolunda yürümeye devam etti ve 1139'da Harezm'i geri alarak Sancar'a bağlılığını bildirdi. İkisinin de Selçuklulara karşı bir denge unsuru olarak kullanıldığı ittifakın hala işlediğinin bir göstergesi olarak, Halife onun unvanını meşrulaştırdı. Atsız bir taraftan Sancar'a bağlılığını sunarken, bir taraftan da büyüyen Karahitay tehdidini, onu zayıflatmak için kullanmak istedi. Selçukluların Katvan felaketinden sonra, Atsız'ın memleketi sadakatsizliğin intikamı olarak iki kez Sancar tarafından istila edildi (1143/4 ve 1147). Atsız teslim oldu ve sonra yıkıcılığına geri döndü. Sancar'ın Oğuzlar karşısında düştüğü zor durumdan tam olarak faydalanamadı.

Atsız’ın saltanatı, Orta Asya’nın batısına ve Orta Doğu’ya hakim olacak güçlü bir devletin temellerini atmıştı[440].

Harezmşahların Sır Derya bölgesi açısından önemli olaylara karışmaları Atsız zamanında Cend şehrinin alınması ile başlar. O dönemde Cend Karahanlılardan Kemaleddin’in hakimiyeti altında idi[441]. Asıl amacı “kâfir Kıpçakların” ülkesine bir sefer yapmak olan Atsız, Cend’i aldıktan sonra bozkırın içlerine doğru seferlerine devam etti.

Onun halefleri İl Arslan (1156-1172) ve Alaaddin Tekiş(1172-1200), hanedan içi çekişmelere rağmen, bölgede hanedanın durumunu güçlendirmek için çabalar harcamaya ve etraflarındaki göçebe boylara karşı güçlü durumlarını korumaya çalıştılar. Tekiş, gerek Mâverâünnehr'e gerek Sır Derya ötesine ve gerekse Karahitay toprakları içlerine kadar uzanan bölgelerde zaferler kazanmaya devam etti ve onun bu seferlerine mani olunamadı. Esasen Cend şehrinin ve etrafının önemi ilk Harezmşahlar'dan beri fark ve takdir edilmiş bulunuyordu. Mâverâünnehr'de rahatsızlık unsuru Karluklar'a mukabil, Sir Derya'nın kuzeydoğu bölgelerini ellerinde tutan gayr- ı Müslim Kıpçak boyları vardı ki, bunlar muhtemelen Karahıtaylar'dan gördükleri teşvik neticesinde, Harezm üzerine küçümsenemeyecek baskınlar düzenlemekte idiler[442].

Alaeddin Tekiş, Harezmşah olmadan önce Cend valisiydi. Tahta geçtikten sonra, buranın önemi dolayısıyla, oğlu Nâsıreddin Mehvah'ı tayin etmişti. Nitekim Cend, Islâm'ın ve milletin asıl memleketlerinden ve devletin büyük ülkelerinden biri olarak kabul ediliyordu. Öte taraftan Harezm'e ulaşan ana ticaret yolunun üzerinde bir kale oluşu da Cend'in önemini arttırmaktaydı. Harezmşahlar Devleti, bu bölgenin iktisadi faaliyetinden olsun, insan gücünden olsun çok büyük faydalar sağlamıştır. Tekiş, Harezmşahlar arasında bu avantajları en iyi kavrayan kişiydi[443].

Tekiş Harezm'in geleceği bakımından önemini kavradığı Sır Derya ötesine seferler düzenledi. İlk olarak Barçınlıg-kent ile çevresini ele geçirdi. Bu seferlerden, Tekiş'in önce Sır Derya boylarını emniyete aldıktan sonra Mâverâünnehir meselesine eğilmek düşüncesinde olduğu anlaşılıyor[444].

Harezmşah Devletinin güçlenmesi sonucunda, Orta Asya hakimiyeti için olan mücadeleler neticesinde Karahanlı ve Karahıtay devletleri de son bulacaktır.

Mâverâünnehr’deki hakimiyetlerini güçlendirmek niyeti ile Harezmşahlarla Karahanlılar arasında bir izdivaç akdedildi[445]. Doğu Kıpçakları veya Kanglılardan Yimeklerin (Kimek) Bayacut topluluğunun reisinin kızı ile evlenen Tekiş Kıpçaklarla olan bağlarını pekiştirdi. Bu olaydan sonra pek çok Kıpçakın Harezmşahların hizmetine girdiğini görüyoruz[446]. Alaeddin Tekiş, mücadelelerle geçen hayatının sonunda haleflerine, sınırları Bağdat yakınlarından Talaş civarına kadar uzanan bir imparatorluk bırakmıştı. Bu devletin siyasi açıdan ne kadar güçlü olduğu Piter Golgen’in şu ifadelerden de anlaşılmaktadır: “Çekirdek arazi Harezm’e ilâveten Mâverâünnehir’in diğer kısımları, Iran ve Irak’ı içine alan Muhammed’in imparatorluğu, gerçekte acele ile bir araya getirilmiş, istikrarsız bir yapı idi. Onun başarıları, kendi kabiliyetleri ve askeri gücü kadar da veya bundan daha fazla, düşmanlarının dahili sıkıntılarından faydalanmasına dayanıyordu. Büyük ölçüde, güvenilmez boy mensuplarına dayanan askeri gücü şüpheli idi. Yerli nüfusun, askerleri talan ve yağma yapan Harezmşah’a düşkünlüğü öyle çok değildi. Dolaysıyla, Moğollarla yüz yüze geldiğinde bu devletin böyle hızlı çöküşünde şaşılacak bir şey yoktur’’[447].

Bu ifadelerin gerçek olduğunu gösteren bir çok olay vardır. Hızlı büyüyen Harezmşahlar Devletinde karışıklıklar ve yerli halkın isyanı eksik olmuyordu. Moğol Istilâsı’nın başlamasından hemen önce de böyle bir durum söz konusu idi. Bu sırada Harezmşahlar isyana kalkışan Sır Derya bölgesindeki Kıpçaklara karşı bir harekatta bulunmakta idiler[448]. Kendisinden başka kimsenin güçlenmesi ve otorite sahibi olmasına asla tahammül edemeyen son Harezimşah hükümdarı Alaeddin Muhammed(1200-1220) çevirdiği entrikalar ve talihinin de yaver gitmesinden yararlanarak önce damadı olan Karahanlı Osman’ı(1212) sonra kendisinin de bağlı olduğu Gur Han’ı(Karahıtay) Nayman Küçlük Han’ın yardımı ile ortadan kaldırmıştı(1211). Fakat vukubulacak gelişmeler sadece Harezmşahlar değil bütün Dünya tarihini etkileyecek sonuçlar doğuracaktı.

MOĞOL İSTİLÂSI VE BÖLGEDEKİ DEĞİŞİKLİKLER

Türkistan’ın Moğollar tarafından istilâsından pek az önceki olaylara ait haberler biraz çelişkilidir. Hatta Harezmşahlar ile Cuçi’nin askerleri arasında vuku bulmuş olup, Moğolların geri çekilmesi ile sonuçlanan silahlı çatışmanın Otrar olayından önce mi yoksa sonra mı olduğu meselesi hakkında bile kaynakların verdikleri haberler ve rivâyet eden müelliflerin isimleri bir birinden farklıdır. Bu döneme ait sağlam bilgiler genellikle Cengiz Han ve seferlerinin çağdaşı olan tarihçilerinden Ibnü’l-Esir, Cüveynî, Reşidüddin, Nesevî ve Cûzcanî’nin eserlerinde ve “Moğolların Gizli Tarihi’’nde bulunabilmektedir.

Moğolların Sır Derya Bölgesine Gelmeleri ve Otrar Olayı

Moğollarla Müslümanların ilk karşılaşmalarından önce de Moğollarla Türkler tüccarlar sayesinde bir birlerini tanımakta idiler. Fakat ciddi anlamda askeri çatışmalara girişmeksizin Harezmşahlar Batı ülkelerinin Cengiz Han ise Doğu ülkelerinin hükümdarı sıfatıyla hareket ediyordu. Bu durumu Cengiz Han Harezmşah Muhammed’e gönderdiği mektubunda Harezmşahı “en kıymetli oğullarından” biri gibi gördüğü ifadesi ile de belirtmektedir[449].

Moğolların Harezimşahla karşılaşmasına gelmeden önce doğuda cereyan eden olaylardan kısaca bahsetmemiz gerekmektedir.

Cengiz Han öncelikle Moğollar arasındaki iç çatışma ve başkaldırmalara son vererek, tüm kuvvetleri kendi etrafında toplamış ve Çin’in istilasını da 1215 yılında Pekinin alınması ile tamamlamıştı(Çin Devleti tam olarak ancak 1232’de teslim alınmıştır). Büyük hedeflerinden biri olan Çin’in istilâsından sonra Moğolların dikkati, Nayman Küçlük yönetiminde bozkırda bir direniş merkezi olabilecek olan Karahıtay topraklarına çevrilmişti. Cengiz Han’ın Merkit ve Naymanlarla olan savaşı esnasında 1207 yılında Cengiz’e ilk boyun eğen Türk kavmi Yenisey havalisinde yaşayan Kırgızlardır[450]. Bunu takiben 1209 yılında Uygur Idikut’u itaat etmiştir. Bunların dışında önceleri Karahıtaylara bağlı olan Karluk hakimi Müslüman Arslan Han’ın da Cengiz’e itaat ettiği anlaşılmaktadır[451].

Böylece doğu bölgesinde büyük ölçüde hâkimiyeti sağlayan Moğollar, Harezmşahın sınır bölgesi olan Sır Derya bölgesine mühim çatışmalar yapmaksızın ulaşmış bulunuyordu.

Doğu işlerini halleden Cengiz Han Merkitlerin batıya kaçan bölümünün arkasından Cuçi kumandasında bir askeri birlik göndermişti. Moğollar bugünkü Kazakistan’ın Torgay bölgesindeki Irgız nehri kıyısında Merkitlerle karşı karşıya geldiler. Bu karşılaşma sonunda Merkitler ağır bir yenilgi alarak dört bir yana dağıldılar. Zaferden sonraki gün, şafak sökerken Moğollar, karşılarında, Sır Derya'nın aşağı kısımlarında Cend'den Kıpçaklar'a karşı sefere çıkan Harezmşah Muhammed'in 60 bin kişilik ordusunu bulacaklardı[452].

Sultan Muhammed’in, bozkırlardaki diğer bir düşmanına, Kıpçaklar'a karşı harekatında daha başarılı olduğu ve Sıgnak vilayetinin Harezmşah'ın ülkesine dahil edildiği anlaşılmaktadır. Çünkü Sıgnak hükümdarının iki oğlu Harezm'de esir bulunan emirler arasında zikredilmektedir[453]. Muhammed Cend'den kuzeye doğru hareket ederek Kırgız bozkırlarında yaşayan Kıpçaklar'a karşı akınlara başlamıştı. Bu akınlardan birinde Çingiz Han'ın ordularıyla tamamen tesadüfi bir çarpışma vuku buldu. V.V. Barthold bu muharebe hakkında birbirinden ayrı dört tarihçinin dört rivayetinden bahsediyor. Bunlar: Ibnü'l Esir, Nesevî, Cûzcânî ve Cuveyni’nin naklettiği rivâyetleridir. Fakat bu tarihçilerin dördünün de Harezmşah'ın Orta Asya'daki seferleri hakkında oldukça farklı bilgiler verir. Ibnü'l-Esir, Sultan'ın bu seferini, Moğollar'a karşı Otrar felaketinden (1218) sonra yaptığını söyler. Nesevî, bu müellifin kronolojik hatasını düzeltmeğe çalışarak seferi 612 (1215-1216) yılında gösterse de, o da Ibnü'l-Esir gibi, Moğollar'ın Küçlük'ü yendikten sonra Sultan'ın ordularına karşı savaştıklarını belirtir. Halbuki Küçlük'ün bu mağlubiyetinin ancak 1218'de olduğu bilinmektedir[454]. Üstelik Küçlük bu sırada Doğu Türkistan'da idi ve oradan Sarıgöl'e kaçmıştı. Halbuki Moğollar ile Harezmliler arasındaki çarpışma Turgay vilayetinde olmuştur. Cûzcânî bu olayı 615 (1218) yılına koyar. Cuveyni’nin rivayetinde, Otrar felaketinden sonra Muhammed'in Buhârâ'ya giderek 8 Şaban'dan 10 Şevval'e kadar

orada kaldığı ifade edilmektedir (tahminen 30 Ekim ile 30 Aralık 1218 tarihleri arasında[455]).

Nesevî’nin diğer müelliflere nazaran Harezmşah'ın saltanatının son yıllarındaki olayları iyi bildiği kesindir. Bu yüzden Sultan'ın Turgay vilayetindeki seferinin, 1215-1216 kış mevsiminde başlamış olduğu, Moğollar ile çarpışmanın da 1216 yılı yazında meydana geldiği gerçeğe en yakın ihtimal olarak kabul edilebilir[456].

Nesevî’nin rivayetine göre Sultan 60 bin kişilik bir ordu ile Irgız kıyılarına vardı, fakat hemen nehirden geçmedi; çünkü nehir buzla örtülmüştü. Bu duruma bakılırsa Sultanın ilkbahar başlarında oraya varmış olduğu tahmin edilebilir. Buzlar artık süvarileri taşıyacak kalınlıkta değildi. Buzlar eriyince Muhammed nehri geçti ve Merkitler ile Moğol askerlerinin savaştığı alana vardı.

Cüveynî, harp sahasının Kaylı ve Kaymış[457] nehirleri arasında olduğunu yazmaktadır. Halbuki savaş bitmişti ve Moğollar geri dönmek üzere yola bile çıkmıştı. Harezmşah zaman kaybetmeden Moğolların peşine düştü. Karşılarında Harezmşah ordusunu gören Moğol ordusunun komutanları, Cengiz Han tarafından Merkitler'e karşı gönderildiklerini ve Harezmşah ile savaşa girmeye izinleri olmadığını söylediler. Fakat sultan aldırmadı ve Cuçi'yi savaşa girmeye zorladı. Moğollar cesurca savaştılar. Savaş akşama kadar taraflardan herhangi birinin üstünlüğü olmadan devam etti. Bastıran karanlık sebebiyle her iki taraf da kendi kampına çekildi. Savaş, sabah ışıklarıyla birlikte yeniden başlayacaktı, fakat Moğol ordusu çadırlarını dahi sökmeden meşaleleri yanık bırakarak sessizce geri çekilip gittiler. Moğolların hilesini şafak ışıklarıyla birlikte fark eden Harezmşah ordusu, onların peşine düştüyse de yetişemedi ve böylece sultan tekrar Semerkand'a döndü[458].

Böylece Kazakistan toprakları üzerinde Moğollar'ın ve Müslümanların ilk karşılaşması meydana gelmiş oldu. Bu, taraflardan herhangi birinin üstünlük sağlayamadığı tesadüfi bir çatışmaydı. Ama psikolojik tesiri büyüktü. Celaleddin'in münşisi Nesevi'nin ifadesiyle, Moğollar'ın cesareti Harezmşahı çok etkileyecek ve "savaş sırasında bunlar kadar cesur, dayanıklı, silah kullanmakta, kesip biçmekte bunlar gibi ustası görülmedi" diyecekti. V.V. Barthold'un fikrine göre, Harezmşah Muhammed Moğollarla yapılan bu ilk çatışmanın etkisiyle, bundan sonraki günlerde onlarla açık alanda savaşmaya cesaret edememiştir[459].

Daha sonraki günlerde Harezmşah Muhammed ile Cengiz Han arasındaki gerginlik "Otrar faciasıyla zirveye ulaşt[460]ı. Bu olay, Cengiz Han'a savaş ilan etmek için istediği bahaneyi yaratmıştı.

Cengiz Han'ın Çin'de elde ettiği zaferler, Orta Asya'da duyulmakta idi. Harezmşah, bu fatih hakkında doğru ve detaylı bilgi edinmek amacıyla Moğolistan'a bir elçi gönderdi. Cengiz Han da Harezm'e elçi gönderdi. Nesevi'nin kaydına göre Moğol elçilik heyetinin başında Harezmli Mahmud Yalavaç, Buhârâlı Ali Hoca ve Otrarlı Yusuf Kanka vardı[461]. 1218 yılı ilkbaharında Harezmşah Muhammed, Moğol elçisini muhtemelen Buhârâ'da kabul etti. Elçiler çok pahalı hediyelerle birlikte Cengiz Han'ın mektubunu takdim ettiler. Cengiz Han, mektupta, Moğollar'ın Kuzey Çin ve "Türklefin ülkelerini" fethettiğinden bahsettikten sonra, iki taraf arasında karşılıklı ticari ilişkilerin geliştirilmesini istiyor ve bir saldırmazlık anlaşması teklifinde bulunuyordu. Harezmşah Muhammed’in, Cengiz’in bu teklifini olumlu bulduğunu belirtmesinden sonra, elçilik heyeti geri döndü. Cengiz Han, elçilik heyetinin geri dönmesinden sonra, başında Otrarlı Ömer Hoca, Hammal Merâgî, Buhârâlı Fahreddin Dîzekî ve Emineddin Herevî'nin bulunduğu büyük bir kervanı Orta Asya'ya doğru yola çıkardı[462]. Altın, gümüş, ipek, kürk ve çok çeşitli emtia yüklü 500 develik kervanda 450 kişi bulunuyordu[463]. Bunlardan bazıları, Cengiz Han'ın emriyle Orta Asyalı tüccarlar arasına karışan Moğol casuslarıydı. V.V. Barthold da ticaret görüntüsünün altında her iki tarafın da bir biri hakkında bilgi edinmeyi amaçlayan hedefin bulunduğunu yazmaktadır. Alışılmadık bir terkibe sahip olan bu kalabalık kervan, 1218 yılı ortalarında Otrar şehrine vardı. Adı Inalçık olan Otrar vâlisi Gayır Han(Kayır Han) unvanını taşıyordu. Bu zat Harezmşah Muhammed’in annesi, Kıpçak soyundan gelen, Terken Hatun’un akrabası idi[464]. Inalçuk, muhtemelen kervanda bulunan bazı insanların tacirlikle ilişkisi bulunmayan hareketlerinden şüphelenmişti. Nesevî' gelenlerin tacir kılığında casus olduklarını belirtir. Bunun üzerine vâli sultana haber vermeden kervanda bulunanların tamamını tutuklatıp, katlettirdi[465]. Bu konularda kaynaklarda farklı bilgiler yer almaktadır. Cüveynî bu katliamın Sultanın izni ile olduğunu yazmaktadır. Sultan bizzat kendisi kervandaki tüm mallara el konulmasını ve gelirin kendisine gönderilmesini emretmişti[466]. Rivayetlere göre, bir kişi kurtularak Moğolistan'a ulaşmayı başarmış ve olup biteni Cengiz Han'a anlatmıştır. Cengiz Han bütün bu olayların sorumlusu olan Gayır-han Inalçuk'un kendisine teslim edilmesini bildiren bir elçilik heyetini Harezmşah'a gönderdi. Harezmşah Muhammed, herhalde artık Moğollarla savaşın kaçınılmaz hale geldiği görüşünden hareketle, talebi reddettiği gibi, hiç suçu günahı olmayan elçilik mensuplarını da katlettirmiştir*. İki taraf arasında artık bir savaş çıkacağı kesindi ve esasen Harezmşah'ın davranışları, valisi Inalçuk'un katliamı, sadece göstermelik sebeplerdi. Çok geniş çaplı hayvancılık ekonomisi, büyük meraları gerektiriyordu ve göçebe beyleri de bu ihtiyaçlarını ancak yeni istilalar yoluyla giderebiliyorlardı. Yeni toprak ve ganimet elde etmek için çıkarılan savaşlar, üretim faaliyetlerinin adeta bir parçası haline gelmişti. Diğer yandan beyler, kendilerine bağlı göçebelere elde edilecek ganimetin bir kısmını verecekleri vaadiyle toplum içindeki sosyal çalkantıları geçici olarak bastırabiliyorlardı. Cengiz Han ise, ancak bir istila politikasının Moğol beylerini kendisine sadık kılacağını, onları ihanet, komplo ve iç savaşlardan uzak tutarak, yeni kurduğu imparatorluğunu dağılmaktan kurtarabileceğini biliyordu.

Moğol feodallerinin onlarca yıl boyunca uyguladıkları bu politika çerçevesinde Kazakistan ve Orta Asya topraklarına yapılan seferler, geniş çaplı istila planının sadece bir parçasıydı. Kaynakların belirttiğine göre Cengiz Han, Harezmşahlar'ı ortadan kaldırdıktan sonra da zaten durmak niyetinde değildi. Bütün Batı Asya ve Doğu Avrupa'yı fethetmeyi kafasına koymuştu. Hattâ şimdiden Irtiş ve Aral Gölü’nün batısındaki henüz fethedilmemiş toprakları büyük oğlu Cuçi'nin hakimiyetine vermişti[467].

Cengiz Han’ın Harezimşahiara Karşı Seferi ve Sonucu

Islâm ülkelerine yapacağı sefere büyük önem veren Cengiz Han, titizlikle hazırlıklarını sürdürüyordu. Sefere çıkmadan önce, Moğolların hizmetinde bulunan Müslüman tacir ve casuslar vasıtasıyla Harezmşahlar'ın iç durumu ve askeri gücü hakkında tafsilatlı bilgiler topladı. Toplanan bilgilerin ışığı altında tüm detayları inceden inceye hesaplayan bir plan hazırlayan Cengiz Han ve yardımcıları, öyle bir senaryo sahnelediler ki, sonunda çağdaş Müslümanlar bile olayların sorumluluğunu Harezmşah'a yüklediler[468].

Harezmşahların rakibi Karahıtay Devleti’nin eski topraklarını eline geçiren ve sultana karşı cephe alan Nayman Küçlük Han, Gürhan’ın kızı ile evlenerek Buda dinini kabul etmiş ve el altındaki halkı Karahıtay elbiselerini giymeye ve bu inanç doğrultusunda yaşamaya zorlamakta idi. Kaşgariın Müslüman ahalisi çektikleri zorbalık karşısında şaşkınlığa uğramıştı. Bu durum Cengiz Han’ın doğu bölgelerinden rahatça geçmesini sağlayacak olayların zeminini hazırlıyordu. Harezmşah’tan intikam almadan önce Küçlük hanın işini bitirmek isteyen Cengiz Han Cebe Noyan kumandasında mühim bir kuvveti ona karşı gönderdi[469]. Moğolların yaklaşması üzere daha önce zaptettiği Almalık’ı bırakan Küçlük geri çekilmek zorunda kaldı. Küçlük Müslümanların açıkça ibadet etmelerini yasaklamıştı[470]. Bunun tam tersi olarak Kaşgar’a gelen Moğollar, Cengiz Han’ın kimsenin ibâdetine karışmayacağı sözünü vermesi üzere Kaşgarlıların Cengiz Hanı adeta Allah’ın gönderdiği bir kurtarıcı olarak kabul ettiler[471]. Ahali nezdinde ve bütün Islâm aleminde Cengiz Hanın bu tavrı saygı ile karşılandı. Harezimşah ise Islâm ülkesinin sultanı olarak, Müslümanları kafirlerin eziyetinden kurtarmak yerine, halife ile mücadele etmekte idi. Bu durum da Islâm alemi nezdinde Harezmşahın otoritesini düşürmüştü. Bu olaylara Otrar’da katlettiği tüccarların büyük bir kısmının Müslüman olmalarının da katkısı vardır. Artık Harezmşah Moğollara karşı olan savaşını bir “cihat” gibi gösteremeyecekti[472].

Cengiz Han, savaşın başlamasına doğru büyük bir ordu topladı. Kesin sayısı belli olmamakla birlikte, muhtemelen Yedisu bölgesinin (Karluk Arslan- han ve Sugnak-Tegin) ile Doğu Türkistan (Uygur Idikutu Barçuk) vassal devletinin ordularıyla birlikte yaklaşık 120-150 bin kişilik bir ordu idi[473]. Sefer, Cengiz Han'ın yazın kaldığı Irtış sahilinden 1219 yılının Eylül ayında* başladı. Kaynaklara göre Cengiz Han, ordusunu Irtiş'den Sır Derya'ya kadar eski fatihlerin gittiği yoldan, yani Balkaş'ın kuzeyindeki verimsiz bozkırlardan değil, Yedisu üzerinden götürdü. Otrar'a yaklaşırken güçlerini üçe ayırdı. Başında oğulları Çağatay ve Ögedey'in bulunduğu birkaç tümen Otrar'ı ablukaya almak için arkada kaldı. Cuçi'nin yönettiği birlikleri, Sır Derya'dan aşağıya doğru Cend ile Yengikent'e gönderdi. Bir grup askerleri de, seçkin emirler komutasında, Hocend ve Benaket bölgelerine gönderdi. Kendisi ise küçük oğlu Tuluy'la beraber ana güçlerle Buhârâ'ya doğru ilerlemeye başladı[474].

Kaynaklar, Moğol ordusunun Otrar surlarının önüne ne zaman geldiğini kesin olarak bildirmiyor. Moğollar'ın kendisine kesinlikle acımayacağını bilen Otrar valisi Gayır-han, bütün imkanlarıyla savaştı. Nesevî'ye göre onun 20 bin askeri vardı. Cüveynî Harezmşah'ın 50 bin kişilik bir takviye gücü gönderdiğini kaydetmektedir[475]. Kuşatma beşinci ayına girdiğinde Harezmşah'ın 10 bin kişilik bir kuvvetle yola çıkardığı Karaca Hâcib, morali bozulmuş bir halde, şehri "Sufi Hâne" kapısından terk edip, Moğollar'a teslim oldu. Fakat Çağatay ve Ügedey'ın kararıyla kendi halkına hainlik ettiği cihetle çevresindekilere birlikte idam edildi. Şehre girmeyi başaran Moğollar, halkı "koyun sürüsü gibi" dışarı çıkararak, çılgın bir yağmaya giriştiler. Fakat Otrar valisi iç kalede hâlâ direnmeyi sürdürüyordu[476].

Gayır Han "aslanlara benzeyen" 20 bin cesur savaşçısıyla iç kaleye çekilmişti. İç kalenin zaptı da bir ay vakit aldı. Kalenin düşmesine ve tüm savaşçıların kılıçtan geçirilmesine rağmen, Gayır Han'la birlikte iki silah arkadaşı binanın çatısına çıkarak savaşmayı sürdürdüler. İki arkadaşı ölüp, oklar tükenince, bu defa kadın kölelerin saray duvarından sökerek kendisine taşıdıkları tuğlaları düşman üzerine atmaya başladı. Nihayet tuğlalar da bitti ve onu canlı yakalamaları konusunda kesin talimat alan Moğollar, ellerini kollarını bağlayarak esir ettiler. Çağatay ile Ögedey, kaleyi yerle bir ettirip, çevre köylerden toplanan esirlerle birlikte Buhârâ ile Semerkand arasında bulunan Cengiz Han'a iltihak edip, Gayır-han Inalçuk'u teslim ettiler. Cengiz Han ise Inalçuk’un "yaptığı çirkin hareket ve pis davranışlar sebebiyle" gümüşü erittirerek göz ve kulaklarına dökülmesini emretti. Böylece Gayır Han Inalçuk’un hayatı sona etdi[477].

Sır Derya Bölgesindeki Şehirlerin Akıbeti

Moğolların Sır Derya kıyısındaki şehirler boyunca ilerlemelerini ve istila faaliyetlerini Cüveynî’nin verdiği bilgilerden öğreniyoruz.

Cengiz Han'ın Sır Derya'nın aşağı kısmındaki şehirleri fethetmeık için gönderdiği büyük oğlu Cuçi, Uluş İdi ile birlikte, önce Sığnak'a gelerek müzakerelere başladı[478]. Halkı savaşmaksızın teslim olmaya ikna etmesi için, Moğollarla işbirliği eden Müslüman tacir Haşan Hacı'yı elçi olarak içeri gönderdi. Fakat "kaledeki serseriler ve ayak takımı isyân ederek, “hâini" öldürdükten sonra "cihad"a hazırlanmaya başladılar. Moğollar şehri yedi gün yedi gece sürekli kuşatma altına alıp, sonunda topyekün bir saldırıyla kaleyi ele geçirdiler. "Merhamet ve aman kapısını" kapatıp, bir tek canlıyı sağ bırakmadılar. Şehrin yönetimini de öldürülen Haşan Hacı'nın oğluna bıraktılar[479].

Sıra özgend ve Barçılığkent'e gelmişti. Fakat bu iki şehir ahalisi fazla direnmediği için katliamdan kurtulabildiler. Moğollar bundan sonra Aşnaz surları önünde belirdiler. Ordusunun büyük kesimi "serkeşlerden ve ayak takımından oluşan" kent, uzun süre direndiyse de, sonunda kale düşünce pek çok insan hayatla vedalaştı.

Moğol ordusu Aşnas'dan sonra Cend'e geldi. Bu sırada şehir, Harezm'e kaçan Kutluk Han yönetimindeki Harezmşah ordusu tarafından terkedilmişti. Cuçi bu durumu öğrenince, Çin Timur'u şehre gönderdi. Elçi, şehirliler tarafından terslendi. Fakat Çin Timur, Haşan Hacı'yı öldürdükleri için Sığnak ahalisinin başına gelenleri hatırlattı ve Moğol ordusunu şehirden uzaklaştıracağı vaadiyle canını kurtarabildi. Şehir sakinleri, Çin Timur'u dışarı çıkarıp, kapıları kapattılar; fakat herhangi bir direniş göstermediler. Daha önceden muhasara aletlerini hazırlamış bulunan Moğollar, merdivenleri surlara dayayarak kolayca içeri girdiler. Halkı dışarı atıp, dokuz gün boyunca şehri yağmaladılar. Sadece Çin Timur'a hakarette bulunan birkaç kişi hayatından oldu. Şehrin yönetimini ise yıllar önce Moğollar'ın hizmetine girmiş bulunan Buhârâlı Ali Hoca tayin edildi. Aynı sıralarda Cuçi'nin kumandasındaki tümen, Şehrkent'i (Yengikent) fethetti[480].

Kaynakların verdiği bilgilere göre Moğol İstilâsının büyük ölçüde kanlı geçtiği anlaşılmaktadır. Olayların böyle sonuçlanmasında Harezimşah ve ordusu içindeki kargaşa ve anlaşmazlıkların da büyük ölçüde etkisi olmuştur[481]. Moğollar daha sonra Harezmşahın baş şehirlerinden Semerkant’ı hicrî 617 yılının Muharrem ayında(1220 yılının mart-nisan ayları) ele geçirmişti.Mâverâünnehir’in en muhteşem şehirlerinden biri olan ortaçağın harika şehri Buhârâ hicri 616(1220) şubatında alınmıştı. Bu şehirlerin kaderleri de diğerlerinden pek farklı olmamıştır. Bu olaylar hakkında kaynaklarda şöyle ifadeler yer almaktadır: Semerkant’ta Harezmşah’ın 50 bin askeri müdafaa için bulunuyordu. Fakat saldırılar başlayınca askerler korkudan savaşa giremedi. Sonuçta 70 bin insan öldürüldü. Buhârâ’nın savunmasına ayrılan 20 bin askerin de akıbeti buna benzer olmuştu. Evlerin çatıları çökmüş sanki Buhârâ yok olmuştu ve şehir harabeye dönmüştü[482].

Moğol İstilâsının sonucu ve ortaya çıkan manzaradan bahsetmeden önce Sır Derya dahil tüm Islâm dünyasının Sultanı Harezmşahlar’ın durumu hakkında kısaca bilgi verelim. Tarihçiler Harezmşah ordusunun sayıca ve kuvvetçe Moğol ordusundan çok fazla olmasa bile, onu yenebilecek sayıda olduğu konusunda hemfikirdirler. Muazzam topraklara ve askere sahip olan Sultan Muhammed’in Cengiz Han ile ciddi bir mukavemete girmeksizin sonunun böyle üzücü bir şekilde noktalanmasın Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu şu şekilde açıklar:

“Hulasa olarak denebilir ki, Sultan Muhammed zamanında Harezmşahlar imparatorluğu, azametli gösterişi yanında, gerek İdarî gerek siyasî bakımdan birlikten ve herhangi bir fikir ve idealden mahrum, ne yapacağını, hangi düşünceye hizmet edeceğini şaşırmış, içinde çeşitli menfaatlerin var kuvvetiyle ve açıktan açığa çarpıştığı başı boş bir insan yığını haline gelmişti.

Valide Sultan, nüfuz ve hakimiyetini genişletmek gayretiyle; Sultan Muhammed, fevrî hareketleri ve otoriteyi elden kaçırmamak, Abbasi halifesini mutlaka mahkum duruma düşürmek hırsiyle; Vezir servetini artırmak, dünya hazlarını tatmin arzusu ile; Ordu, kanmak bilmez yağma ve çapul susuzluğu ile devleti uçuruma sürüklemek için sanki yarış ediyorlardı. Hükümet kadrosu ve ahali türlü maksatlarla ayrı ayrı mahreçlerden çıkarılan ve birbirini nakzeden emir ve fermanların verdiği şaşkınlık içinde idi. İmparatorluğun istinatgâhı ordu yerli halk ile hiç münasebeti ve hatta müspet yolda teması olmayan yabancılardan müteşekkildi[483]. Tazik veya Tacik denilen kanlılar; Kıpçaklardan, Uranlardan, Kartuklar, Uğraklar, Kalaçlardan mürekkep olup kendi görenek, an'ane ve telakkilerine göre ayrı bir zümre bir sınıf halinde yaşayan orduya bir türlü ısınamamışlardı. Yerlilerin bu Türklerle işbirliğinden her zaman kaçındıklarına dair tarihi mazbut misallerimiz vardır. Böylece Sultan Muhammed Harezmşahın imparatorluğu her nevi’ dış şa'şaa ve ihtişamına rağmen, muazzam fakat içi kof bir çınarı andırıyordu. Nitekim Küçlük'ün bir dayanması bu çınarı sarsmağa muvaffak olduğu gibi, şiddetli Moğol darbesi de onu dibinden kökleyip devirmeğe kafi gelmiştir”[484].

Harezmşahların iç ve dış siyaseti konusunda tarihçilerin ortaya attıkları değişik görüş ve fikirlerden oluşan tüm gerçekler bu satırlarla kısa ve öz olarak verilmektedir. Islâm Aleminin en büyük devletlerinden biri olan Harezmşahların “halirf’den böylece haber verdikten sonra, esas konumuza dönüyoruz.

Moğol İstilâsından Sonra Bölgenin Durumu

Moğollar Orta Asya’yı üç yıldan (1219-1221) kısa bir zaman içinde ele geçirdiler. Yukarıda anlatıldığı gibi Moğol İstilâsı Orta Asya’yı bir kasırga gibi tahrip etmiş, maddi değerler yanında yüzbinlerce insanın hayatını da mahvetmişti. Moğol işgalini takip eden ilk yıllarda şehir ve köyler yıkım yığını halinde bulunuyordu. Bunların yeniden kurulmasına Moğollar yerleştikten birkaç yıl sonra başlanmıştır[485]. Bunlardan bir kaçı vardı ki, Moğol devrinin sonuna kadar harabe halinde kalmıştır(Bunlardan biri Mervdir, Otrar da bir daha eski haline gelemeden bir birini takip eden yağma ve tahrip sonucunda kum tepeleri haline gelmiştir).

1224 yılının sonbaharında Cengiz Han Deşt-i Kıpçak'ı terk edip doğuya, son nefesini vereceği ülkesine dönüyordu. Oğulları da babalarıyla beraber idiler. Sadece Cuçi idari işlerle uğraşmak için sevdiği Deşt-i Kıpçak'da kalmıştı[486].

Cengiz Han'ın orduları, yoluna çıkan her şeyi yıkıp geçen çığ gibi bozkır ve şehirlerden geçtiler. Birçok neslin yaratıcı emeği heba olmuş, mukaddes yerler çiğnenmiş, azizler hakarete uğramışlardı. Deşt-i Kıpçak, Harezm, Mâverâünnehir ve Horasan insanları sarsılmış; Tanrı'nın merhameti ve hayat sona ermiş gibi görünüyordu[487].

Vukubulan bu olayları Cengiz Han'ın çağdaşı Müslüman tarihçisi Ibnü’l-Esir, "el-Kamil fi't-tarih" adlı meşhur vekâyinâmesinde şöyle özetlemektedir: "Eğer biri çıkıp da, Allah insanoğlunu yarattığından beri, yeryüzü böyle bir felaket yaşamadı derse, haklıdır. Gerçekten de vekâyinâmelerde böyle bir olaydan bahsedilmez. Onlarda anlatılan olayların en korkuncu Nabukednassar'ın Kudüs'ü yıkıp, İsraillilerin bir kısmını katletmesidir. Fakat bu mel'un adamların yakıp yıktıkları topraklarda her bir şehri Kudüs'ün iki misli büyüklüğünde olan ülkelerin yanında Kudüs nedir ki. Ve öldürülen insanların yanında Kudüs’te öldürülen İsraillilerin sayısı nedir ki! Sadece tek bir şehirde katlettiklerinin sayısı bütün İsraillilerden fazlaydı. Cenab-ı Allah’tan temennimiz belki Ye’cuc ve Me’cuc olayı hariç inşallah bir daha böyle bir musibet ve dehşet verici felaketin insanların başına gelmemesidir. Deccal bile peşinden gelenlere acıyacak ve sadece karşı çıkanları yok edecektir. Bunlar ise (yani Moğollar) kimseye acımadılar; kadın, erkek, çocuk demeden önlerine geleni öldürdüler; hamile kadınların karınlarını yarıp ceninleri katlettiler"[488].

Gerçekten de, Moğol İstilâsı, Ortaçağın en büyük askeri, siyasi ve ahlaki sarsıntısıydı. Fakat zamanı gelince, kötülük iyiliğin karşısında geri çekildi. Savaş alevleri söndürüldü ve şehirler tekrar onarılmaya başlandı. Bu onarım işlerinin ne derece zor gittiğini ve eski kıymetlerin bir daha geri gelmemek üzere yok olduklarını kaynaklarda açıkça görüyoruz. Bu kaynaklardan biri olan Cüveynî’nin eserinde bu durum şöyle tasvir edilmektedir: “...Irak ve Horasan’da bulunan her şehir ve köy birkaç kez yağmalanmış olmasından dolayı yıllarca felaketin izlerini taşımış ve hâlâ da taşımaktadır. Bu iki bölge nüfusunun sayısı belki de kıyamet gününe kadar eskisinin onda birine ulaşamaz. Şimdi harabeler ve viran evler meydana gelen olaylara şahitlik etmektedir...[489]

Bu tasvirler Sır Derya bölgesi için de geçerli kabul edilmelidir. İstiladan sonraki ilk yıllarda Orta Asya’da hayatın genel tablosu, tam bir korkunçluk resmiydi. Sayısız yağma ve yangınlar sonunda şehirler harap olmuştu. Ahalinin bir kısmı öldürülmüş, bir kısmı da (özellikle esnaf sınıf) fatihler tarafından Yedisu’ya, Doğu Türkistan’a ve Moğolistan’a sevk edilmişti. Köylülerin büyük bir kısmı da yardımcı asker olarak Moğol ordusuna alınmıştı. İlk yıllarda Moğollar, Harezmşahların ve Karahanlıların eski devletleri gibi, karışık bir ekonomik, sosyal hayata sahip olan bu büyük memleketi yalnız başlarına yönetmeye muvaffak olamadılar. Bunun başlıca sebebi de, yeterli tecrübeye sahip olmamaları idi[490].

Ortaya çıkan değişiklikler bununla da bitmemiş Moğol İstilâsı, bölgenin siyasi haritasını da tamamen değiştirmiştir: Bugünkü Kazakistan topraklarında yaşayan halkın etnik yapısında da bazı değişiklikler vukubulmuştur. XIII. Yüzyıl başlarında, Kazakistan'ın bozkır kesimlerinde, Irtış'dan daha batıya kadar uzanan topraklara göçebe Kıpçaklar saçılmışlardı. Kara-Kitay Gür Hanının imparatorluğu, Uygurlar'ın Doğu Türkistan'daki bölgelerinden Aral Gölü'ne kadar uzanıyordu. Yine XIII. Yüzyılın ilk on yılı içinde sözü edilen bölgenin bir kısmı Nayman hanı Küçlük tarafından ele geçirilmişti. Yedisu'nun kuzey kesimleri ise Karluk hükümdarı Arslan Han'a aitti. Talaş, Çu ve Issık-göl arasındaki bölgede Kanglılar meskundu. Sır Derya havzasındaki şehirler ve komşu bölgeleriyle birlikte Mâverâünnehir de Harezmşah Muhammed'in hakimiyeti altındaydı[491]. Fakat Moğol İstilâsından sonra karşımıza yeni bir tablo, yeni bir siyasi yapılanma çıkacaktır.

Cüveynî'nin kaydına göre Cengiz Han, daha ölmeden önce fethedilen toprakları oğulları arasında paylaştırmıştı. "Yurt" denilen bu özel bölgelere, tarih literatüründe "ulus" adı verilmektedir. Moğol geleneğine göre küçük oğul yani Tuluy’a Cengiz Han’ın ana yurdu Moğolistan toprakları; Moğolistan’ın batısında yeni fethedilen Emil ve Kobak sınırları içinde kalan yer ögedey’e; “Güney Altay’dan Amu Derya’ya kadar uzanan ve Uygur topraklarından geçerek Semerkand ve Buhârâ”ya kadar olan yerler Çağatay’a; “Irtiş’in batısındaki geniş bölgeler, Yedisu’daki Kayalık, Harezm, Saksin ve Bulgar topraklan”™ kaplayan bölge ise Cuçi’ye verilmişti[492].

Sır Derya bölgesine gelince; bu bölgenin ağırlıklı olarak Cengiz’in büyük oğlu Cuçi egemenliğine verildiği anlaşılmaktadır. Gerçi bu bölgeler Moğollardan önce olduğu gibi sonra da bir hükümdarın eli altında olmayacak, görüleceği üzere Cuçi ve onun soyundan gelen değişik hanların elinde kalacaktır[493]. Bunların içinde “Şıban” veya “Şeyban” sülalesinden gelen hanlar ve daha sonra Ak Ordu(XV-XVII) hanları siyasi ağırlıklarını bu bölgede korumaya muvaffak olacaklardır[494].

BÖLÜM

SIR DERYA YÖRESİNDE DİNÎ VE KÜLTÜREL HAYAT

İSLÂMİYET’TEN ÖNCEKİ DİNİ DURUM

İslâmiyet’ten Önce Bölgede Mevcut Olan İnançlar:

Sır Derya bölgesine Islâm dininin gelişi ve yayılmasından önce, bu bölgede yaşayan kavimler arasında varlığını tarihi kaynaklar ve yapılan arkeolojik kazılardan da müşahede ettiğimiz diğer dinler ve inançlar hakkında bilgi verelim. Bölge halkının kültürel hayatı açısından ve günümüze dek süre gelen bazı adet-örf ve geleneklerinin oluşması ve gelişmesinde de tesirini gösteren bu inançların kökeni ve bu bölgelere nasıl geldikleri konusu üzerinde duralım.

Daha önceki bölümlerde de bahsettiğimiz gibi Sır Derya bölgesi Uzak Doğu’yu Batı ile bir birine bağlayan meşhur İpek Yolu güzergâhı üzerinde bulunmakta idi. Bilindiği gibi, ticaret yollarıyla sadece baharat, ipek ve şâir ticâri emtia değil, aynı zamanda kültürel özellikler, felsefî düşünceler ve inançlar da yayılır. Şu bir gerçektir ki, tarihi İpek Yolu ve eski Hint baharat ticaret yollarının güzergâhı üzerinde bulunması Mâverâünnehir ve Sır Derya bölgesi ta ilk çağlardan beri bir çok din, kültür ve medeniyetlerin önemli bir uğrak yeri olmuştur. Çeşitli devirlerde Türk siyasi hakimiyeti altında kalmış olan bu bölgeler, hem Hindistan hem de İran’da zuhur eden bir çok din, fikir ve mezheplerin yayıldığı bir yer olmuştur. Daha iyi anlaşılabilmesi için bu dinlerin kökü, çıktıkları yer, ait oldukları toplumların etnik ve coğrafi özelliklerine bakarak, bunları kabaca Arî dinler, Samî dinler ve mahalli Orta Asya dinleri olarak gruplandırabileriz[495].

Şimdi bu sınıflandırmaya göre bunların bölgedeki etkileri hakkında kısaca bilgi verelim.

Arî kavimlerin dinlerine dahil olan Zerdüştlük, Budizm, Manihaizm, Mazdakizm ve Hinduizm gibi dinler eski Hint ve İran’da muhtelif devirlerde ortaya çıkarak, Batı Türkistan ve Orta Asya’nın diğer bir çok bölgelerine yayılmıştır.

Samî kavimlerin dinleri grubuna giren Hristyanlık, Musevilik ve Islâm dini Ön Asya, Orta Doğu ve Arabistan’da ortaya çıkarak dünyanın diğer bölgeleri ile beraber Mâverâünnehir’e gelen dinlerdendir.

Mahalli Asya inançları içinde daha çok Türkler arasında yaygın olan Şamanlık ve Konfüçyus’i söyleyebiliriz[496].

Bu saydığımız dinler hakkında bizi yakından ilgilendiren konular araştırma bölgemiz olan Sır Derya yöresi ile ilgili olanlardır. Bu yüzden çok kapsamlı olan dini-inanç konusunun teferruatına girmeksizin konumuzla ilgili bilgileri öncelikle vermeye çalışacağız.

Sır Derya bölgesinde yapılan müteaddit kazılar sonucunda elde edilen bilgilere göre bölgede değişik dinlere ait mabet ve tapınakların inşa edildiğini söyleyebiliriz[497].

Zerdüştlük

Batı Türkistan’a bir çok din girmiş ise de bunların içinde Zerdüştlük, Mâverâünnehir bölgesinde mensuplarının çokluğu, bölgedeki tesiri ve nüfuz sahasının genişliği sebebiyle bölgenin en önemli dinlerinden birini teşkil etmiştir[498]

İslâm kaynaklarında Mecûsîlik olarak da geçen bu inancın kurucusu Zerdüşt’tür. Kelimenin aslı “Zarath-Ushtra”dır. Kurduğu dine de “Zoraastrizm” veya bu dindeki tanrı Ahura-Mazda’ya istinaden “Mazdaizm” da denir[499]. Zerdüşt’ün ölümünden sonra ortaya çıkan kutsal kitabının adı Avesta’dır. Apastak kelimesinden müştaktır. Genelde “esas metin” şeklinde tercüme edilir. Yaşadığı zaman hakkında değişik görüşler mevcut olmasına rağmen genelde Zerdüşt’ün Ahamenidler zamanında M.Ö. 6000 yıllarında yaşadığı kabul görmektedir[500].

Zerdüştlük’ün kuvvet kazanmasının ve yayılmasının bir sebebi de Sasanî hanedanının ve halkının resmi dini olması ve devlet tarafından himâye edilerek yaygınlaşmasına imkan ve fırsat sunulmasından kaynaklanmıştır. Caetani eserinde bu durumu Zerdüşlük’ün İran’ın “tam bir milli dini” haline geldiği şeklinde özetlemektedir[501]. Zerdüşt dininin yayılmasıyla beraber Mâverâünnehir ve Sır Derya yöresine göç eden (ticari ve sair amaçlarla) Iran kökenli halkın sayısı da artmıştır. Bu durum beraberinde bölgede konuşulan dilin ağırlıklı olarak Farsça’ya kaymasına ve Soğd, Tacik ve Şart gibi etnik unsurların çoğalmasına da sebep olmuştur. Daha önceki bölümlerde de bahsettiğimiz gibi orta Sır Derya bölgesindeki Isficab-Sayram’da Soğdlulara sıkça rastlanıyordu. Bu durumu M. Kaşgarlı da eserinde özellikle belirtir. Bazı bölgelerde Iranlı unsurun etkinliği ve Farsça’nın üstünlüğünün Islâm fetihlerine kadar devam ettiği anlaşılmaktadır. Nitekim Mâverâünnehir ve Batı Türkistan’ın bir çok bölgesinde İslâmî tebliği faaliyetlerinin yürütülmesi için iyi Farsça bilenlere ihtiyaç duyulduğunu hatırlarsak, bu yayılmanın ne derece kuvvetli olduğunu anlayabiliriz. Şöyle ki, Zerdüştlük’ün esas merkezi Buhârâ olmasına rağmen bu din, doğuya doğru Çin şeddine kadar geniş bir sahada çeşitli Türk boylarına kadar ulaşmıştı[502]. Bu duruma bakılırsa, bu dinin merkezi sayılan Buhârâ ile coğrafi mesafesi daha da yakın olan Sır Derya yöresinde derin etkiler yaratması kaçınılmazdı. Bu durum XII. yüzyılda bu bölgede yaşayan A. Yesevî’nin eserinde de hissedilmektedir. Eserinde bölgenin dili olan Türkçe yerine alimlerin- bilginlerin Farsça’yı tercih etmeleri konusuna değinen Yesevî, kendisinin Türkçe’yi severek söylediğini de vurgulamaktadır. Aynı zamanda hikmetlerde geçen:

“Huşlamaydur alimler sizning aygan Türki’ni; Ariflerdin işitseng açar köngil mülkini; Ayet, hadis ma’nası Türki bolsa muvafık; Ma’nisiga yetkenler, erga koyar börkini”. Yani “Hoş görmemekte âlimler sizin konuştuğunuz Türkçe’yi; Ariflerden işitsen açar gönül ülkesini; Ayet, hadis manası Türkçe olsa uygundur, anlamına yetenler yere koyar börkünü ” ifâdesi bir taraftan alim ve bilginlerin Türkçe yerine Farsça’yı tercih etmelerini anlatırken, diğer taraftan da sıradan halkın hâlâ Türkçe konuştuğunu ve onlara ulaşabilmek için Farsça’yı bırakarak Türkçe konuşmak gerektiğini kast etmektedir[503]. Dil bakımından bu derece etkili olmasına rağmen, Zerdüştlük din olarak Türkler arasında pek rağbet gördüğünü söyleyemeyeceğiz. Çünkü Türkler eskiden beri “Gök Tanrı” inancına bağlı olup, yeri-göğü kutsal saymakta idiler. Bunun dışında kendi inançlarıyla bağdaşmayan bazı dinlere girmişlerse de bu inançlar çok uzun sürmemiştir[504].

Etnik ve siyâsi bakımdan da bir Türk ülkesi olan Sır Derya yöresi ve ötesi için bu durum tabi ki, Mâverâünnehir’den biraz farklıdır. Nitekim Sasanî devleti ile birlikte Zerdüşt dini de yıkılıp tarihe karışmıştır. Zerdüştlük hakkında kaynaklarda geçen bilgilere gelince; Bunlar arasında Narşahî “Tarih-i Buhârâ”sında “bu vilâyette mecûsî mabetleri çok iyi” diyerek, Türk asıllı Kuşamlı tüccar mecûsîlerin güzel manzaralı bahçeli köşklerde oturduklarını maddi durumlarının iyi ve zengin kimseler olduklarına işaret etmektedir[505].

Bu konusunda bilgi veren bir kaynak da Cuveynî’nin “Tarih-i Cihan guşa”sıdır. Eserinde müellif Zerdüşt ileri gelenlerinin merkezi olan Buhârâ ve burada gelişen Zerdüşt kültürü ve medeniyetinden bahsetmektedir[506]. Bunların dışında Islâm fetihlerinden ve Mâverâünnehir’in fethi konusunda diğer müelliflere nazaran daha fazla bilgiye yer veren Islâm müelliflerinden et- Taberî ve el-Belâzurî’ de eserlerinde Buhârâ ve Semerkant’ın fethini anlatırken bu konulara az-çok değinirler[507]. Türk ülkelerini ve kavimlerini anlatan coğrafi eserler arasında Ibn Havkal ve el-Mes'udî’nin eserlerinden de bu bölgelerdeki inançlar hakkında bilgi edinebiliyoruz. Mesela, Ibn Havkal eserinde Semerkant şehrinde çarşı ortasından geçen bir kanalı anlatırken: “..bu kanalın etrafında, kanalın tamiri ve bakım işi için vakfedilmiş akarlar vardır. Vakıf şartlarına göre, kanalı yaz kış koruyan ve bakan Mecûsî muhafızlar bulunur. Bu sebeple, bu Mecûsîlerden Beytü’l-Mâl (hazine) için cizye alınmaz” demektedir[508].

el-Mes'udî’nin eserinin on beşinci babında şöyle bir kayda rastlıyoruz: “...Amûr oğullarından buralara yerleşmeyenler ayrılarak çöllerde oturmuşlardır. Bunlar Türkler, Kartuklar ve Kûşân (Kuça) şehri sahipleri olan Tokuz Oğuzlardır. Tokuz oğuz ülkesi Horasan ile Çin arasındadır. Bu güne (332 yılına) kadar Türkler arasında onlardan daha kuvvetli, kudretli, memleketi iyi idare edenler çıkmamıştır. Bunların hükümdarı Irhân, dinleri ise Mânî dinidir. Türkler arasında bunlardan başka Mânî dinine inanan yoktur”[509].

Zerdüştler’in Batı Türkistan’ın Beykent ve Semerkant gibi büyük ticari merkezlerinde önemli başarılar elde ettikleri anlaşılmaktadır[510]. Çünkü daha sonra göreceğimiz gibi Islâm fethi yıllarında Arapların önüne çıkan önemli engellerden biri de Zerdüştlük olmuştur.

Batı Türkistan’ı din ve kültür itibariyle büyük bir ölçüde tesiri altına alan diğer bir din de Budizm’dir. M.Ö. VI. yüzyılda Hindistan’da ortaya çıkan Budizm, yukarıda da belirttiğimiz, Hint baharat yolu ile Afganistan, Iran istikametinde yayılarak Çin’e kadar uzamıştır. Buda dininin de önemli merkezleri arasında Buhârâ ile Semerkant şehirleri yer almaktadır[511]. Bu yerlerde Buda mabetleri ve misyonerleri bu dini Asya’nın iç kısımlarına yaymaya çalışıyorlardı. Buhârâ’da Buda heykellerinin satıldığı pazar yerlerinin olduğunu çeşitli kaynaklardan öğrenmekteyiz[512]. Burada yapılan buda heykelleri Asya’nın çeşitli bölgelerine satılmak üzere gönderilmekte idi. Aynı zamanda kaynaklar Budizm ile Zerdüştlük arasındaki rekabetten de bahsetmektedir. Bu rekabet sonucunda Budizm’in bir hayli gerilediği de anlaşılmaktadır[513].

İslâmiyet’in yayılışı dönemine gelindiğinde Budizm iyice sarsılmış ve müdafaaya çekilmişti. Çinli seyyah Hsuan-Tsang Çin’den başlayıp Hindistan’a kadar uzanan seyahatini anlatan hatıratında “Budizm’in Soğdiyana’da Zerdüştlük’e yenik düştüğünü ve Semerkant’da sadece iki Buda manastırına rastladığını, Zerdüştlerin Budistlere beslediği düşmanca hisleri ve hareketleri” açıkça beyan ederek bu duruma ışık tutmaktadır[514].

Maniheizm

Sır Derya havzasında en çok yayılan dinlerden biri de Manî dini veya Maniheizm’dir. Bu din de İran’da ortaya çıkarak, Mâverâünnehir üzerinden Türkistan’ın içine doğru yayılmıştır. Bu dinin kuvvetle yayılmasının bir nedeni onun bir tüccar dini olması ve tacirlerin gittiği her yere ulaşmasıdır. Sır Derya yöresinde sıkça rastlanan Soğdlu tüccarlar vasıtasıyla Orta Asya’nın en uç köşelerine kadar yayılan bu din de Semerkant’ı kendine merkez yapmıştır[515].

Uygur kağanının Maniheizm’i kabul etmesi, 762 yılında, Çin’e yaptığı bir sefer sırasında Soğd dilinde konuşan bir Maniheist din adamlarıyla karşılaşması sonucunda gerçekleşmiştir. Kağan bu din adamlarını Ordu Balık’a beraberinde getirmiş ve onların etkisi ile Manî dini Uygurların dini haline gelmiştir. Soğd dili de böylece kaybettiği önemi yeniden kazanarak İmparatorluğun ikinci resmi dili haline gelmiştir[516].

Hıristiyanlık (Nesturîlik)

Yukarıda bahsettiğimiz Türklerin dini tarihlerinde temasa geldikleri evrensel ve büyük dinlerden biri de Hıristiyanlıktır. Hıristiyanlığın Türkler arasında yayılmaya başlaması çok eski zamanlara dayanmaktadır. Bu konuda değişik görüşler mevcut ise de Türklerin Hıristiyanlıkla teması tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Bununla beraber meselâ, Barthold Maniheizmin kesinlikle Orta Asya’da Hıristiyanlıktan önce yayılmaya başladığını ve bunun M. S. III. yüzyıl ile tarihlenebileceğini düşünmektedir[517]. Hıristiyanlığın Orta Asya’daki varlığı ile ilgili bilgiler ise IV. Yüzyıldan daha gerilere gitmemektedir. Nesturîliğin İran’a geçişi ve diğer ülkelere yayılışı gibi Orta Asya’ya girişi de ticaret yoluyla olmuştur. Ön Asya’dan başlayarak Mâverâünnehir’in Baykent, Buhârâ, Semerkant gibi belli başlı büyük şehirlerinden geçen milletler arası İpek yolu bir taraftan ekonomi gelişmeni sağlarken, diğer taraftan bir çok din ve kültürleri beraberinde getirmiş, bölgedeki Türklerin bu manevî unsurlarla temas etmelerini sağlamıştır[518]. Mâverâünnehre giren Hıristiyanlık, Zerdüştlük’le Budizm arasındaki yıllarca sürüp giden mücadelelerden de yararlanarak hızlı bir şekilde yayılmış ve kısa zamanda çevrede hakim bir din haline gelmiştir. Türk kavimlerinden Nesturiliği VII. ve VIII. yüzyıllarda Kartuklar ve Kırgızlar; daha sonra Naymanlar, Uygurlar, Kereitler ve Kunlar kabul etmiştir[519].

Nesturiliğin Orta Asya’da yayılıp geliştiğine dair çok sayıda doküman mevcuttur. Bunlar Turfan bölgesi metinleri, Yedisu bölgesinde bulunan ve Süryani alfabesi ile yazılmış Türkçe Nesturi mezar taşları kitabeleri ve Orta Asya Hıristiyan kabileleriyle ilgili tarihî belgelerdir. Ayrıca Orta Asya’nın değişik bölgelerinde ve onun içinde bizim araştırma bölgemiz olan Sır Derya yöresiı ve çevresinde de Hıristiyanlıkla ilgili olayları anlatan freskler, mezar taşları, boyalı ve sırlı topraktan yapılmış Meryem ve Isa ikonları bulunmuştur[520]. Batı Türkistan’daki Nesturî Hıristiyanlığın bölgedeki önemini anlatma bakımından Pişkek ve Tokmak şehirlerinin ortaya çıkarılan Nesturi mezarlığı önemli bilgiler vermektedir.

Arkeolojik buluntular arasında, Sır Derya bölgesine yakın bugünkü Cambıl(eski Evliyaata) şehrinin müzesinde saklanan ve IX-X. yüzyıllara ait olan iki seramik bir kap üzerinde Soğd yazısı yazılmış ibareler bulunmaktadır. Bunların birinde “Piskopos Şifarn”(Soğd ismi) diğerinde de “Rahip lltag” dan bahsedilmektedir. Bu veriler sadece Mani veya Hristyan dinini kabul eden Türklerin var idiğini değil aynı zamanda Soğd dilinin onlar arasında ne kadar yaygın idiğini de göstermektedir. Soğd dilinde diğer bir kitabe de Talaş nehri civarında yer alan Terek-say ve Kurgan-say kanyonlarındaki bir kaya üzerinde bulunmuştur[521].

Yukarıda kısaca bahsettiğimiz dinler Sır Derya yöresinde muayyen zamanlarda varlıklarını sürdüren ve kendilerine has yazılı metinler ile yapıt(mabet, manastır vs.)şeklinde izler bırakan dinlerdir.

Zaman içerisinde bazı Türk kavimleri ve toplulukları bu dinleri kabul etmişlerdir. Fakat bunların hiç biri Türk düşüncesi ve ahlak anlayışı üzerinde etkili olamamış, Islâm dini gibi kabul görmemiştir. Yani, bir terkib ortaya koyamamıştır. Sır Derya bölgesinin yerleşik ve yarı göçebe kavimlerin mekanı olması ve Sır Derya ötesinin ise o meşhur “Türk bozkırı” tabir edilen doğuya doğru uzanan uçsuz bucaksız topraklarla komşu olması sebebiyle her iki medeniyetin (göçebe ve yerleşik medeniyet) temel unsurlarından olan din konusu açısından bu bölge muhakkak çok zengindir. Daha sonraki bölümde de göreceğimiz gibi İslâmiyet’in yayılışı ve Türk-lslâm düşüncesinin ortaya çıkışında bu bölge önemli bir rol oynamıştır.

Eski Türklerin Dini

Şimdi de Türklere has dini düşünce ve bu konu üzerinde araştırma yapanların genel olarak ileri sürdükleri birkaç nokta üzerinde duralım. Bunlardan bazıları ve özellikle konuya tekamülcü açıdan yaklaşanlar, geleneksel Türk dinini menşe itibarıyla bir Totemizm olarak görmek istemişlerdir. Bu görüşü destekleyenler arasında Zelenin, Zolatarev, Potapov gibi Rus araştırmacılar da bulunmaktadır. Bu görüşü ileri sürenlerin dayanakları Türklerce “ata” olarak tanınan kurt’a “tapılması” ve Oğuz boylarından her birinin ongon’unun “yırtıcı bir kuş” olmasıdır, öyle anlaşılıyor ki, Türk toplulukları arasında yer alan “hayvan-ata” inancı ve efsaneleri, geleneksel Türk dininin menşeî formunu Totemizme bağlama iddialarına temel teşkil etmiş bulunmaktadır[522]. Kabileleri temsil ettiği düşünülen ongon’ların varlığı bu iddiayı destekler görülmüştür. Fakat bu ve benzeri bulanık izler, eski Türklerde gerçek anlamıyla bir totemizmin varlığı için yeterli delil oluşturmamış ve bu bakımdan da I. Kafesoğlu gibi bir kısım ilim adamları, eski Türk dininin Totemizm olduğu veya en azından onun başlangıç formunun öyle olabileceği iddiasını reddetmişlerdir[523]. Çünkü Totemizm, klan tipi topluluk hayatı, ana hukuku, parazit ekonomisi gibi temel unsurlara dayanmaktadır. Oysa Türkler tarihlerinin hiç bir safhasında, kurt’a tapmadıkları gibi, eski Türk ailesi de “patriarkal” özelliğe sahip bulunmaktadır. Diğer yandan klan tipi topluluklarda akrabalık totem bağı üzerine kurulmuşken, Türklerde kan akrabalığı temel teşkil etmektedir. Totemizme inanan toplumlarda ortaklaşa mülkiyete yer verilir, Türklerde ferdî mülkiyet büyük bir rol oynamaktadır. Ayrıca Totemizmde ruh ölürken, Türkler ruhun ebediliğine inanır ve bu sebepten atalar ruhunu tazim ederledir. Böylece Totemizmin esaslarını dikkate alınca, onun Eski Türk dini ile yakından uzaktan alakası olmadığını görmek mümkündür. Bu bilgiler muvacehesinde yukarıdaki görüşün pek inandırıcı ve doğru olmadığı kanaatine varabiliriz[524]. Oğuz boylarının “ongun”u olan kuşlara gelince, I. Kafesoğlu bu durumu Moğol etkisine dayandırmaktadır. Moğollar hakkındaki araştırmalarıyla tanınan B. Y. Vladimirtsov'un[525] Moğollarda totemizm ve “tabu”ya dair malumatın olmadığı şeklindeki kanaatinin aksine, Moğol aile tipinin ana hukukuna dayanması ve aynı şekilde bir orman kavmi olan bu topluluğun parazit ekonomiye ve mülkiyet ortaklığına yer vermiş olmasını, Moğollarda başlangıçta totemizmin varolabileceği şeklinde yorumlanmaktadır. Nitekim Kafesoğlu, Oğuzlar’a ait ongon kuşlar meselesinin de ilk olarak XIV. yüzyılın başlarında, Moğolların hâkimiyet döneminde kendini göstermesi ve ilk olarak Reşidü’ddin’in Camiü’t-Tevârih’mde zikredilmesi; daha sonra Yazıcızâde’nin Tarih-i Âl-i Selçuklu ile XVII. yüzyılın ikinci yarısında Ebu’l-Gâzi Bahadır Han’ın Şecere-i Terâkime’sine oradan geçmiş olması vakıasına dikkat çekmektedir[526]. Bunun dışında, totemizmin esasını teşkil eden unsur ve anlayışlar Türk düşünce ve inanç sisteminde yoktur[527].

Eski Türklerin dini inançları konusunda ilim dünyasında son zamanlara kadar geniş kabul gören diğer bir görüş de Türklerin Şamanist oldukları doğrultusundadır, önde gelen Rus alimleri (W. Radloff, Verbitsky gibi) Orta Asya Türkleri (başlıca Altaylılar ve Yakutlar) arasında yaptıkları tespitler sonucunda bu kanaate vasıl olmuşlardır. Eski Türk dinî sistemi ve yaşayışında önemli bir mevkie sahip olan “kam’ların mevcudiyeti araştırmacıları bu görüşe sevk eden etkenlerden sayılmaktadır. Bu konudaki araştırmalarıyla tanılan A. İnan da geleneksek Türk dinini Şamanizm olarak görenlerdendir. Bu konu etrafında belli başlı çalışmaları bulunan diğer ilim adamları arasında I. Kafesoğlu, O. Turan, S. Buluç, J. Roux, Eliade, Anohin, Şerasevsky, Radloffv.b. bulunmaktadır.

M. Eliade’nin eserinde bu inancın esasları ve gerekçesi konusunda etraflıca bilgi verilmektedir. Bu yüzden biz Şamanizm’in esasları ve şartları konusuna fazla girmeksizin, Türk boyları arasındaki yerine gelelim[528]. Büyük ölçüde Eliade’nin “Le Chamanisme et Les Techniques Archaiques de L’Extase” adlı eserinden yararlanarak yazdığı “Eski Türk Dini” çalışmasında I. Kafesoğlu Şamanlığı tarif ederken, Şamanlığı dinden ziyade bir sihir saymaktadır. M. Eliade ise orta ve kuzey Asya topluluklarının sihrî-dinî hayatının daha ziyade “şaman” etrafında merkezleştiğini kaydetmekte, fakat şamanı bütün dini faaliyetlerin icracısı olarak göstermenin de hatalı olacağını ifade etmektedir. Kısaca Şaman’ın görevini tarif edersek; Şaman her şeyden önce kendi usulleri sâyesinde ulaştığı “extase” hali(istiğrak) içinde ruhunun göklere yükselmek, yer altına inmek ve oralarda dolaşmak üzere, bedenden ayrıldığını hisseden bir “aşk” ustasıdır. Ateş üzerinde hâkimiyet kurması, hastalanan(ruhu çalınan) kimselere şifa vermesi, ölülerin arzularını yerine getirerek zararları önlemesi, dertli insanların arzu ve şikayetlerini gökteki ve yer altındaki tanrılara ileterek aracılık yapması böyle mümkün olmaktadır[529].

Türk boyları arasındaki Şamanizm hakkında Ibn Fazlân’da, Ebû Dülefde, Gerdizî’de ve Hudûd el-âlem’de bazı bilgilere rastlanmaktadır. Fakat bu bilgiler Eski Türk inancının kesin Şamanizm olup olmadığı sorusunu cevaplandıracak kadar geniş ve ayrıntılı değildir. Müelliflerin verdiği bilgilerde çelişkiler göze çarpmaktadır[530]. Bu durum daha sonra Radloff ve diğer bir çok araştırmacının da belirttiği gerçeğe delalet etmektedir. Bunlardan Eliade'nin araştırmaları, Şamanizm'in yalnızca Türklere, Orta ve Kuzey Asya'ya ait bir fenomen olmayıp, çok geniş bir alanı ilgilendirdiğini, kökünün çok eskilere uzandığını ve üstelik pek çok toplumlar, kültürler ve hatta dinlerle ilgili olduğunu göstermiş bulunmaktadır. Üstelik, temelinde arkaik bir ekstaz tekniğinden ibaret olan Şamanizm, bu haliyle geleneksel Türk hayatının tamamını kucaklamadığı gibi, esasen vecd hallerinin hepsi de Şamanizm'den ibaret değildir. Bu bakımdan da Eliade: "Nasıl bir din, onun imtiyazlı üyelerinin mistik tecrübelerinin sınırlarını aşıyorsa, aynı şekilde Orta ve Kuzey Asya'nın dini de Şamanizmin hudutlarından taşmaktadır" demektedir[531].

Kendine has teknikleriyle dinî mistik ve sihrî bir sistem olan Şamanizm, olağan halk tababeti, büyü ve kehânetten ayrıldığı gibi, eski Türklerin dininde yer alan Gök-Tanrı inancı, yer-su'lar, atalar kültü, balballar, babalar, taş nineler gibi unsurların Şamanizm'le doğrudan bir ilişkisi de bulunmamaktadır. Bu dinin bir çok faaliyetleri Şamanların yetki ve uzmanlık alanının dışında kalmaktadır[532].

Şamanizm'in, Türklerin arasında sistemleşmesi X-XI. yüzyıllardan itibaren kendini göstermektedir. Moğol hakimiyeti dönemi Şamanizm'in en canlı olduğu devreye işaret etmektedir. Anlaşılan Orta ve Kuzey Asya' da XI. yüzyıldan itibaren ve özellikle Moğollar döneminde tam bir sistemleşme ve canlılığa erişen Şamanizm, aynı zamanda bünyesinde bir çok yabancı etkileri de toplamıştır[533].

Girdiği toplumların ruh dünyasını bir ölçüde sarmayı başaran Şamanizm, geleneksel Türk dininde de “extase” tekniği, ruhun seyahati, ruhlar ve tanrılarla temas aracılığıyla mevcut inançları nüfuzu altına alarak onları kendi amaçları yönünde kullanmasını bilmiştir[534].

Böylece geleneksel Türk dininde atalar kültü, kartal inancı, demircilik ve at kurbanı şamanî özellikler kazanmıştır. Bu nedenledir ki Radloff, Şamanizm konusunda asıl inanışları belirlemenin güçlüğüne işaret etmektedir. Böyle olunca, gerçekte Şamanizm'i, "Çeşitli dinler ve kültürlerden gelen tesirlerin karmaşık bir biçimde örülmesinden oluşan bir tasavvurlar ve uygulamalar kaosu yahut halitası" şeklinde tanımlamak uygun düşmektedir[535]. Kendilerine kam, şaman, bakşi, beki ve oyun gibi adlar verilen kimselerin ortaya çıkış nedenleri de oldukça farklıdır. Bu kimseler, bazen doğuştan üstün yeteneklere sahiptirler. Bazen de onlar bu yetenek ve becerilerini sonradan öğrenerek elde etmektedirler[536].

Göktürkler döneminde Şamanlardan hiç söz edilmeyişi, eski Türk dinine Şamanizm denilip demlemeyeceği gibi; onun kaynağı ve Türklerin arasına nasıl girdiği sorusu da henüz cevaplandırılmamıştır.

Bu bahsettiğimiz inanç şekli dışında Türk inanç sistemini üç noktada toplamak mümkün görülmektedir. Biri tabiat kuvvetlerine inanmaktır ki, Türklerin yer-su, orman-mağara ayrıca gök gürlemesi, yıldırım gibi doğa görüntülerine ruh atfetmeleri eski çağlarda bütün kavimlerde görülen bir psikolojik belirtidir[537]. İkinci inanç merkezi “atalar kültü”dür ki, ölen büyüklere saygının bir çeşit devamı olan bu inanç türüne, antik çağlardan beri bir çok toplulukların düşünce ve inanç sisteminde rastlanmaktadır[538]. Türkler, besledikleri hürmet hissi sebebiyle atalarını anarlar, hatıralarına abideler(bengü taş) dikerler ve kurban keser, onların kabirlerini korurlardı. Bu adet günümüze değin devam edegelmiştir. Büyüklerinin öldüğü günde onları anmakda bu saygıdan kaynaklanmaktadır. Ancak bu kült başka kavimlerdeki gibi insan kurban verecek kadar ileri götürülmemiştir. Dede Korkut kitabında .

“Türklerde kurban atdan aygır, koyundan koç, deveden buğradır” şeklinde ifade edilir

Son olarak ta üçüncü odak noktası, “Gök Tanrı” inancıdır. Türklerin kültür ve dünya görüşü ilke ve zeminlerini araştıran J.P. Roux ve M. Eliade gibi batı Türkologları şöyle bir sonuca varmışlardır: “Türklerde ataerkil özellik ağır basmakta olup, ailede erkeğin yeri ve rolü üstündür; genetik, yani kandaşlık-kardeşlik, ön plandadır; ekonomileri avcılık ve hayvancılık esasına dayalı göçebe kültürüdür; özel mülkiyet esastır; din açısından “Yüce Gök Tanrı” inancı yaygındır. Ruhun ebediliği inancı kuvvetlidir ve bu yüzden atalara ve onların ruhlarına saygı esastır. Toplum hayatında ateş ve atın özel bir yeri vardır. Eski Türk toplumunda Tanrının elçileri sayılan kağanlara çok büyük saygı atfedilmektedir”[539].

M. Eliade’nin de ifade ettiği gibi, Türklerin eski dini, “Gök Tann”ya iman idi. Eskiçağ kavimlerinde gök cisimlerine (güneş, ay, yıldız vs.) ilahi göz ile bakılarak, özel tapınaklarda kurbanlar sunulmuş, onların putları yapılarak tapınılmış iken, çok mühim bir fark olmak üzere Türkler adları geçen gök cisimlerini sadece “sembol”(aziz) sayarak, doğrudan doğruya Gök(Sema)ü Tanrı kabul etmişlerdir[540]. Gök Tanrı inancı Hunlar, Tabgaçlar, Göktürkler ve Uygurlar gibi tarihî Türk topluluklarında kurbanlar sunulan kutsal varlıkların başında ve hepsinin üstünde geliyordu. Gök Tanrı telâkkisinin “yerleşik” kavimlerden ziyade avcı, çoban ve hayvan besleyen topluluklara mahsus olduğu, bu itibarla menşeinin de Asya bozkırlarına bağlanması gerektiği görüşü tarih ve kültür araştırmacılarınca da kabul edilmektedir[541].

Gök Tanrı(Kök Tengri) bilhassa Türkler için ehemmiyetlidir. Çünkü kağan’ı o tayin eder, ona kut (iktidar) ve uluğ’u (kısmet) o ihsan ederdi[542]. Türk başbuğları onun yardımı sayesinde zaferler kazanmış, Tanrı’nın verdiği kağanı dinlemedikleri zaman da ölüme mahkum olmuşlardır. Hâkimiyet ve hükümdarlık, onun bağışıyla gerçekleşmekteydi. Dolaysıyla insan tamamen ona karşı sorumluydu. Bu durumda insan, üstlendiği görevi ancak başarıyla yaptığı zaman, Tanrı’ya karşı sorumluluğunu yerine getirmiş olmaktaydı. Gök Tanrı inancının bu özelliklerini Oğuz Kağan Destan’ında da görmek mümkündür. Meselâ Oğuz, büyüyüp gençlik çağına gelince Tanrıya yalvarır ve bir dilekte bulunur. Bunun üzerine Tanrı Oğuz’a iki eş verir. Bunlardan biri gökten inen bir ışığın içinden çıkan kız, diğeri de gölün ortasındaki ağaç kovuğundan çıkan kızdır. Oğuz bu kızlarla evlenmek suretiyle göğün ve yerin gücünü kendisinde toplar[543] [544]. Aynı zamanda Gök Türk kitabelerinde de bu inancın esası ve anlayış şeklini son derece güzel anlatan ifadeler bulunmaktadır. Mesela, kitabelerde geçen “Türkün adı sanı yok olmasın diye Bilge’yi Hakan yapmıştır” ve “Üstte Gök ve altta yağsız yer ve ikisinin arasında kişi oğlu yaratılmış.. “, ”..Türk Tengrisi.. 600” şeklinde milli vasıfta zikredilmesine rağmen Türk dünya görüşünde Tanrı evrenseldir. Bozkırda Türkler her şeylerini borçlu oldukları Sema’yı Tanrı telakki etmiş görünüyorlar; bundan dolayı da gök yüzü bir bütün ve tam olduğu için Tanrıyı da “tek ve mükemmel” kabul etmişlerdir. Bu yüzden Türkler gök yüzündeki başka cisimleri ilâhileştirmemiş ve Türkler arasında puta tapma gibi bir fikir teşekkül etmemiştir[545]. Gök yüzünün büyüklüğü her hangi bir tapınak yapmaya imkan bırakmadığı için de böyle bir gelenek (tapınak yapma) görülmemektedir.

Din olarak mevcudiyeti M.ö. V. yüzyıla kadar tespit edilen Gök Tanrı dininin Türklere mahsus bir inanç olduğu Tanrı kelimesinden de anlaşılmaktadır. Bu tabir Başkırtça hariç, belirli fonetik farklarla, bütün Türk lehçelerinde mevcuttur. Türkçenin aslî sözlerinden biri olan Tanrı kelimesi, en eski şekli ile Miladdan önceki Çin kaynağı Şı-kî’de Hun Tan-hu’su Mo- tun(M.Ö.209-174)’un unvanları arasında geçmektedir[546].

Türk boylarından Oğuzların dini inancından bahsederken Ibn Fazlân: “..aralarında biri zulme uğrarsa veya sevmediği bir şey görürse, başını semâya kaldırır ve “Bir Tengri”derler demektedir[547]. Bununla beraber Göktürklerde yer-su’ların kutsal sayılması, Hunlarda güneş, ay ve yıldızlara tâzim edilmesi, “semavî” mahiyetteki tek tanrılık inancını gölgelendirmez. Bu konuya açıklık getiren Kafesoğlu, hiçbir dinin yalnız “itikat” ve “amerden ibaret olmadığını ve daima kutsal sayılan ikinci derecede, yan varlık ve inançlarla çevirili olduğunu belirtmektedir[548]. Bununla beraber Eski Türklerin Gök Tanrı’ya ibadet usûlleri hakkında açık bilgi bulunmamaktadır.

Yukarıda da bahsettiğimiz gibi Türklerin yaşadığı coğrafyaya yayılan bazı dinlerin etkisi nedeniyle Türk boyları da bu dinlere girmiştir. Fakat bunlardan hiç biri Türkler arasında umumileşmeyip mahalli, küçük toplumların inancı olarak kalmıştır. Türk ahlak ve dünya görüşüne uymayan bazı dinlere giren Türk kavimleri de kendini kaybetmiştir. Tarihte bunların örneğine rastlamak mümkündür. Bunlardan bir tanesi de Budist ve Maniheist Uygurlardır[549].

İSLÂM FETİHLERİ VE BÖLGENİN İSLÂMİYET’LE TANIŞMASI

İslâm’ın Mâverâünnehir ve Sır Derya Yöresinde Yayılmaya Başlaması

İslâmiyet’in Türkistan’a İran’ın Horasan bölgesinden Mâverâünnehir’in Ceyhun (Amu Derya) cephesinden içeriye doğru girdiğini görmekteyiz.

Türkler arasında İslâmiyet’in yayılmaya başlaması, Orta Asya’da Samanoğullarının(veya Samanîler) hakimiyet devri olan, IX-X yüzyıllarda vukubulmuştur. İslâmiyet’in Orta Asya’da yayılması çok geniş bir konudur. Bu bakımdan biz çalışmamızı mekân ve zaman açısından sınırlandırdık. Mekân olarak incelememize Sır Derya havzası ve buraya dahil olan yerleşim yerleri dahil edilmiştir. Zaman bakımından ise Arapların Sır Derya ve Talaş civarında görünmelerinden itibaren, Türklerle olan münasebetleri ve her çeşit temasları, İslâmiyet’in bölgede hakim din konumuna yükselmesi ve Türkler tarafından benimsenmesine kadar geçen zamandaki gelişmeler mevzubahis edilmiştir, bilgiler araştırma alanımıza girmektedir. Bölgede İslâmiyet’in yerleşmesi bakımından büyük rol oynayan şahsiyetler meyanında Ahmed Yesevî ve talebelerinin faaliyetleri de bu bölümde mevzubahis edilecektir. Eskiden beri Türklerin yurdu, Türk dünya görüşü, ahlak anlayışı ve düşünce sisteminin geliştiği bir yer olan Sır Derya bölgesindeki ünlü bilim merkezlerinde (şehirlerde) İslâmiyet’in yayılışı ile yeni “Türk-lslâm ortak medeniyeti”nin nasıl doğup geliştiği ve dünyaya yayıldığı; bu gelişmelerde ön plana çıkan dinî önderler ve faaliyetleri hakkında da bilgi vermeye çalışacağız.

Arapların Batı Türkistan’a Yaptıkları İlk akınlar: Orta Asya’nın Arapların gelmesinden önceki durumunu genel olarak ifade etmek gerekirse, önümüze şöyle bir tablo çıkmaktadır. Orta Asya’da parçalanmış bir çok Hanedanlıklar ve devletler hüküm sürmekte idi. Başta İpek Yolundan sağlanan gelir olmak üzere bölgenin zenginliği ve onun bölge halkına sağladığı gelir ve iktisadi zenginlik nedeniyle Türkistan bölgesinin tarih boyunca bir çok milletin istilasına maruz kalmasına sebep olmuştur. Fakat, Türkler, kanlılar ve sair milletler bu bölgede hakimiyet kurmuş olmalarına rağmen, hiçbir devirde, kültür ve din birliği oluşmamıştır. Daha önceki bölümlerde de işaret edildiği gibi Sır Derya havzası bile bir tek devletin hakimiyetine girmemiş, değişik kısımlarında değişlik devletler veya hanedanlıklar hüküm sürmüştür[550]. Din-inanç konusunda da aynı durum göze çarpmaktadır. Dışarıdan gelen kuvvetler kendi dinlerini yerli halka kabul ettirmek için gayret göstermedikleri gibi yerli halkın dinini kendi devletlerinin dini haline getirmek için de çaba harcamamışlardır. Bu sebepten ne Zerdüştlük, ne Budizm, ne de diğer dinlerin hiç biri bu bölgede bir devlet dini olabilecek seviyeye ulaşamamıştır[551]. Türkistan bölgesi bu yüzden bütün dinlerin, kültür ve medeniyetlerin faaliyet gösterdiği bir meydan haline gelmişti. Bu durumu Rus araştırmacısı Aleksandr Belenitsky şöyle ifade etmektedir: “Orta Asya’nın bütün şehirleri karışık unsurlardan meydana gelmiş ahalisi ve karışık sosyal sınıfları ile çeşitli dini ideolojik, mezhep ve mesleklerin adeta birer buluşma noktası haline gelmiştir”[552].

Bu durum İslâmiyet’in bölgede başarı elde etmesi için uygun ortam sağlamıştır. Arapların Mâverâünnehir’in önemli merkezlerinden Buhârâ ile Semerkant’ı fetihleri konusunda yeterli araştırmalar yapılmış ve eserler yazılmıştır. Bu olayları anlatan İslâmî ve diğer kaynaklar da ilim camiası tarafından bilinmekte ve onlardan istifade edilmektedir. Bu yüzden biz bu kapsamlı konunun teferruatına girmeksizin bu olayların cereyanının ana hatlarından bahsetmekle yetineceğiz.

Hz. Ömer devrinde (634-644) Islâm orduları Suriye’de Bizans’a karşı tam bir zafer kazandıkları gibi Sasanîlerle olan savaşlarda bu devleti yıkmışlar ve bundan sonraki dönemlerde Iran topraklarında hızla ilerleyerek Islâm devletinin doğu hudutlarını Ceyhun nehrine kadar genişletmişlerdi[553].

Bundan sonra artık kaynaklar Arapların Ceyhun nehri ötesine yani Mâverâünnehir bölgesine yaptıkları akınlardan sık-sık bahsetmeye başlarlar[554].

Arap kaynaklarının verdiği bilgilere göre, MâverâünnehıTe ilk ciddi akınlar Ubeydullah b. Ziyad tarafından yapılmıştır[555]. Onun akınlarını 674 yılında Halife Osman’ın olu Said’in Semerkant’a yaptığı hücumu takip etmiştir.

Bununla birlikte Mâverâünnehir’e yapılan askeri seferlerin ciddi anlamda gelişmesi ve yayılması Kuteybe b. Müslim eliyle vukubulmuştur. Miladî 707 yılında Buhârâ şehri onun tarafından fethedilmiştir[556]. Buhârâ ve çevresinin fethinden sonra sıra Semerkant’a gelmişti. Yaptığı seferler sonucunda burayı da ele geçirmeye muvaffak olan Kuteybe Semerkant’ı üs edinerek Fergana ile Şaş’ı da ele geçirmişti[557]. Mahalli devletlerin içinde bulundukları siyasi istikrarsızlık Arapların süratle ilerlemesini kolaylaştırıyordu. Kuteybe’nin önünde durabilecek ciddi bir kuvvetin olmadığını görüyoruz. Bu sıralarda ikiye bölünmüş bulunan Gök Türk devleti aralarındaki mücadele sebebiyle zayıf düşmüş olup dış düşmana karşı koyacak durumda değildi[558]. Batı Gök Türk devleti sınırları içerisinde olan bölge Kutluk Devleti ile Türgişler arasındaki hakimiyet mücadelesi sonucunda Buhârâ ve çevresindeki şehirler de dahil yerli aristokratların eline geçmişti[559].

Bu iç karışıklıklar dışarıdan zaten yardım görecek halde bulunmayan Buhârâ yönetimini iyice zayıf düşürmüştü. Teferruatına girmediğimiz bu durum Arap ordusunun burayı fethini kolaylaştıran başlıca sebeptir[560].

Araplarla Türkler Arasındaki Mücadeleler

Yukarıda bahsettiğimiz durum Arapların hiç mukavemet görmeksizin Sır Derya yöresine kadar ilerlediği anlamına da gelmemelidir. Eğer böyle olsaydı, Arapların Sır Derya ve ötesine geçmeleri bu kadar uzun sürmezdi.

Kuteybe b. Müslim’in ölümünden sonra meydana gelen karışıklıklar ve Mâverâünnehir halkının devamlı isyan etmelerinin sebebi, Emeviler devrindeki Arap hakimiyetinin benimsediği tutumla izah edilebilir. Abbasilerin aksine Emeviler’in geniş “emperyalist” düşünceleri yoktu. Bütün düşünceleri, Arap milletine fetihlerde rehberlik ederek Araplar arasındaki yüksek mevkilerini korumak, mahkum milletlerden vergi ve tabi hükümdarlardan haraç toplamaktan ibaretti. Valilerin dikkatleri de aynı amaca dönüktü[561].

Çabuk zenginleşme isteği yüzünden yapılan bazı uygulamalar (vergi toplamak gibi) yüzünden yerli halk arasında isyanlar boy göstermeye başlamıştı[562]. Mâverâünnehir’deki bu olaylara, Araplara karşı birleşen Türk beyleri de katılınca, Arapların bölgedeki durumu zorlaşmıştı. Doğu Göktürk Kağanlığı’nın dağılması sonucu Batı Kağanlığının hükümdarları olarak bu bölgede Türgiş kağanı Su-lu’nun faaliyetlerini görüyoruz. Kaynaklardan öğrendiğimize göre, bu bölgedeki ciddi mukavemetler bu kağan tarafından gösterilmiş ve yer-yer Arap ordusunu sıkıştırarak geri çekilmeye bile zorlamıştır[563].

Türgiş Devleti 737-738 yılına kadar varlığını sürdürdü[564]. Araplara yaşattığı sıkıntı ve yaptığı saldırılar yüzünden kaynaklarda “Ebu Muzâhim”(sıkıntı, zAhmed veren) adıyla anılan Su-lu, Buhârâ halkının daveti üzerine ordu toplamış ve Buhârâ dahil bir çok kaleyi istila etmeye muvaffak olmuştur. Bu bölgede bulunan Araplar içinde bulundukları idari meseleler yüzünden(valilerin devamlı değişmesi, vergi meblağlarının yüksekliği vs.) toparlanamamış ve Türkler karşısında yenilmeye başlamıştır. Batı Türkistan valisi Eşres b. Abdullah es-Sülemî zamanında batı Türkistan’daki Türgiş tehlikesi kendini iyice belli etmişti[565].

Araplar, Beykent (Paykent), Buhârâ ve Semerkant’taki Türgiş ablukasını bertaraf etmek için birkaç kez girişimde bulunmuş iseler de, önemli gelişmeler elde edememişlerdir. Bu durum Su-lu hanın öldürülmesine kadar böyle devam etmiştir[566].

O. Turan bu durumu şöyle özetlemektedir: “İslâmlaşma hareketi gelişmedi. Bilakis huzursuzluk daha da artarak 728 yılında isyan başladı. Daha sonra Türk hanına ve Semerkant Tarhanına(Gurek) mensup kuvvetler, Semerkant ve Buhârâ müstesna diğer bölgeleri Araplar’dan kurtardılar ve 737’de Amu Derya nehrine kadar ulaştılar. İşte bu zamanda idi ki, Türgiş hanı Su-lu’nun Sarı Türgişlerin reisi Köl-çur (Kürsûl) tarafından öldürülmesi Müslümanların Sır Derya kıyılarına kadar ilerlemelerine imkan verdi”[567].

Su-lu Hanın öldürülmesi hakkında Arap kaynaklarından et-Taberî’de bazı bilgiler bulunmaktadır. Buna göre bilgilere bakılırsa: “Hakan bir gün Kur- Sul ile tablo oynamış ve yenilmiştir. Aralarında bu yüzden münakaşa çıkmış; Kur-Sul Hakan’ın elini çekmiş ve kırmış. Bu olay sırasında Hakan da (Su-Lu) Kur-Sul’un elini kırmaya yemin etmiş. Bundan çekinen Kur-Sul (Bağa Tarhan) güvendiği arkadaşlarından bir grup ile Hakanın çadırına gelerek onu öldürmüştür”[568].

748 yılında Çinliler Kuça ve Doğu Türkistan’ı işgal ederek, Issık göl bölgesine doğru ilerlediler ve Tokmak şehrini yakarak on binlerce asker ve çiftçiyi esir ettiler. Diğer yandan Su-Lu’nun ölümünü fırsat bilen Araplar da âdeta bir “bayram” havasıyla Türkistan’ın iç kısımlarına ilerlemeye devam etmekte idi. Türklerin içinde bulundukları siyasi istikrarsızlıktan yararlanan dış kuvvetler Orta Asya’yı idareleri altına almak için karşı karşıya gelecektir. Türgiş Hakanının öldürülmesi ve Uygurların (Basmıllar) isyanı sonucunda 744 yılında Doğu Gök Türk Devleti de yıkılıp gitti[569].

İki düşman(Arap ve Çin) arasında kalan Türkler yeniden bir durum değerlendirmesi yaptılar. Emevilerin şiddet ve koyu milliyetçi siyasetinden dolayı eski düşmanları Çinlilerin yanında yer almaya ve onlardan yardım istemeye mecbur kaldılar[570]. Bu durumdan yararlanan Çinliler 748 yılında Suyab şehrini zapt ve tahrik ettiler. Şaş hükümdarını da vassalhk vaziyetini yerine getirmediği gerekçesiyle idam ettiler[571].

Türk tarihi ve medeniyeti açısından da büyük önem taşıyan Talaş muharebesi yaklaşıyordu. V. V. Barthold’ın da ifade ettiği gibi bu sadece siyasi hakimiyet kurma savaşı değil, aynı zamanda Islâm ve Çin medeniyetinin hangisinin Türkistan’da hakim olacağı meselesinin çözüme ulaşacağı bir dönüm noktası idi.

Vl.yüzyıldan itibaren Batı Türkistan’ın asli unsurunu Türkler teşkil ediyordu. Göktürk Devletinin batı sınırı, Eftalitlerin mağlup ve ülkelerinin istila edilmesini takiben(563-567) Ceyhun nehrine kadar uzanmıştı[572]. Fakat bu durum uzun müddet devam edememiştir. 630 yılında Göktürk Devleti Çin’in düzenlediği entrikalar ve çıkarttıkları isyanlar sebebiyle yıkıldı. 659 yılından itibaren de Batı Türkistan Çin’in hakimiyeti ağırlığını hissettirmeye başlamıştı. Buna rağmen lli(lle) nehri boylarındaki Türgiş kabileleri Çin hakimiyetini kabul etmeyerek “Sarı Türgişler” Devletini kurdular. Tokmak şehrini başkent yapan Sarı Türgişler kısa zamanda güçlendiler[573]. Fakat Çin karşısında yeterli derecede güçlü olmadıkları için Batı Türkistan’da siyasi birliği sağlamaya muvaffak olamadılar[574]. Aynı yıllarda Mâverâünnehir’de de siyasi bir birlik mevcut olmayıp, küçük devletler hüküm sürmekte idi. Buhârâ, Semerkant ve Şaş ayrı-ayrı hükümdarların idaresinde bulunmakta idi. Batı Türkistan’da ortaya çıkan bu siyasi istikrarsızlığın II. Göktürk Devletinin kurulduğu zamana kadar devam ettiğini görüyoruz. 682 yılında llteriş Kutluk Kağan idaresinde bağımsızlıklarına kavuşan Göktürkler, Kapağan Kağan zamanında (691-717) Çin’e yapılan seferlerin aynı sıra batıya doğru da genişlemeye başlamıştı. Kapağan Kağan zamanında Sarı Türgişler Göktürk Devleti’ne bağlanmıştı[575]. Böylece Göktürk Devletinin batı sınırı Sır Derya bölgesine kadar uzanmış oluyordu.

Göktürk Devleti’nin içinde, Talaş şehri civarında yaşayan Türgişlerin Su-Lu başkanlığında serbest bir güç olarak Mâverâünnehir’deki Araplarla savaştığından yukarıda bahsetmiştik. et-Taberî ve Belazurî gibi erken dönem Arap kaynaklarında bu savaşlar ve mücadeleler hakkında aydınlatıcı bilgiler bulunmaktadır[576]. Türgişlerin 726-728 yıllarında Araplara karşı kazandıkları zaferler, Buhârâ ve Semerkant’da Arap hakimiyetinden kurtulmak isteyenlerin isyan çıkarmasına sebep olmuştur. Diğer taraftan Batı Türkistan’da cereyan eden siyasi olayları Çin de yakından takip ediyordu. 736 yılında Çin ile Su-Lu kağan arasında vukubulan bir savaşta Su-Lu mağlup oldu. Bunu Araplara karşıdiğer bir yenilgi takip edince, Su-Lu’nun Batı Türkistan’daki nüfuzu oldukça zayıflamıştı. Bu durum Su-Lu Kağan’ın öldürülmesiyle son bulmuştur[577].

Bu siyasi gelişmelerde etkisi ve katkısının olduğuna kesin gözü ile bakılan Çin Devleti’nin bu yıllardan sonra Batı Türkistan ve Mâverâünnehir’deki etkisi daha da belirgin bir hale gelmiştir. Hunlardan itibaren Türklerle arasında çeşitli savaşlar vukubulan Çin, tarihin hiçbir safhasında Türkistan hakimiyetinden asla vazgeçmemiştir. Orta Asya devletlerinin her hangi bir sebeple zayıflaması Çin’in taarruza geçmesi için yeterli sebep oluyordu. II. Göktürk Devleti’nin kurulması Çin nüfuzunun Orta Asya’da gerilemesini sağlamış idiyse de Arap, fütuhatı sebebiyle Mâverâünnehir’deki çeşitli devletlerin Çin’den yardım isteğinde bulunmaları sonucunda bu bölgedeki Çin etkisi tekrar canlanmıştır[578].

744 yılına gelindiğindeÇin nüfuzunun İli vadisi ve Işık göl çevresinde yavaş-yavaş kuvvetlenmeğe başladığı görülmektedir. Bu dönemde Çin’de T’ang sülalesine mensup olan İmparator Hiuan-Tsang(713-755) hüküm sürmekte idi[579].

Bu dönemde Batı Türkistan’da siyasi bir güç olarak varlığını müşahede ettiğimiz üçüncü bir güç de bilindiği gibi Araplardı. Arapların Türkistan ve Mâverâünnehir’de ortaya çıkmaları 642 yılında İran’ın fethi sonucunda Müslümanların Ceyhun nehrine dayanmaları sırasında vukubulmuştur[580]. Bu tarihten sonra gelişen olayların cereyanı hakkında yukarıda bahsetmiştik. Bu yüzden bu konu üzerinde daha fazla durmaksızın, Arapların Sır Derya yöresine ilerlemesi ile ilgili bilgilere yer verelim.

Arapların Sır Derya Yöresine Seferleri ve Talaş Savaşı

Talaş savaşı Arapların Sır Derya havzasını tam anlamıyla ele geçirme teşebbüslerinin dönüş noktasıdır. Onlar önceki yıllarda(713-714) Isficab’a bir sefer düzenlemiş idi iseler de, Arap seferleri bölgede pek fazla yayılamamış, Isficab’ın idaresi de eski Türk hakiminin elinde kalmıştı[581].

Bu muharebe sonucunda, Araplar Sır Derya bölgesini tamamen kontrolleri altına alabilmişler ve daha sonra da Sır Derya ötesine yayılma imkânı bulacaklardı. Türklerle Araplar daha önceki dönemlerden beri tanışıyordu. Fakat bu münasebetler çoğu kez mücadele şeklinde gelişmişti. Talaş muharebesinden sonra ise, bu durum hayli değişmiş, Türkler arasında Müslümanlık hoşgörü ile yayılmaya başlamıştır.

Talaş savaşı hakkında bilgi veren kaynaklar iki çeşit grupta toplanabilir. Arap ve Çin kaynakları. Arapça kaynaklar Çince kaynaklara nazaran daha kısa ve ehemmiyetsiz bilgiler içermektedir. Arapça kaynaklar arasında el-Makdisî: Araplarla Çinliler arasında vukubulan savaşta Arapların Çinlilerden 45 bin kişiyi öldürüp, 10 bin kişiyi de esir ettiği şeklinde kısa bir bilgi verirken[582], ibn’ül-Esir savaşın sebebi olarak Şaş Ihşidinin Çin’den yardım istemesi ve daha sonra Çin himayesini kabul eden Şaş melikinin imparatora ihaneti nedeni ile Çin ordusunun Şaş’a saldırmasını göstermektedir[583]. et-Taberî ise eserinde bu olaydan hiç bahsetmemektedir.

Çin kaynaklarına gelince, bunların büyük kısmını T’ang sülalesi tarihleri oluşturmaktadır. Bunların bir kısmı Liu En-Lin ve E. Chavanness tarafından tercüme edilmiştir. Biz de bu tercümelerden istifade ettik. Kaynaklar ve araştırmalara göre savaş H. 133 Zilhicce* M. 751 yılında, Talaş (Arapça kaynaklarda Taraz)bugünkü Cambul (Evilya-ata) şehrinin yakınlarında vukubulmuştur. Taşkent (Şaş) hükümdarı Bagatur Tudun’un öldürülmesi üzerine oğlu Işık Göl civarında oturan Karluklar’dan yardım istemişti. O sıralarda Kartuklar bölgenin en kuvvetli unsuru idi[584]. Fakat ne Kartuklar ne de diğer Türk boyları Çine karşı koyabilecek güçte değillerdi. Bu yüzden Türkler Çin üzerine bir sefer düzenleme niyetini besleyen Abbasîlertin Horasan valisi Ebu Müslim’i Kuça, Karakaş, Hotan ve Kaşgar’ı işgal etmeye ikna ettiler[585]. Bunu haber alan Çinliler de kalabalık bir ordu ile (Ordunun asker sayısı hakkında değişik rakamlar mevcuttur. Arapça kaynaklar bu sayının 100 bin olduğunu[586], Çin kaynakları ise 20-70 bin arasında bulunduğunu yazarlar[587]) Talaş (Çince To-lo-se) şehrine geldi ve Araplarla karşılaştı[588].

Savaş beş gün sürmüş ve kaynakların verdiği bilgiye göre son günde Karlukların Çin ordusunu arkadan kuşatarak hücum etmesi üzerine Kao-sien- şih idaresindeki Çin ordusu yenilgiye uğrayarak, geri çekilmiştir[589].

Talaş Savaşından Sonra Bölgedeki Gelişmeler

Bu savaş sonunda Çin, Batı Türkistan üzerindeki emellerinden vazgeçmek zorunda kalmış ve hatta artık Batı Türkistan için bir tehlike olmaktan çıkmıştı.

Buna ilave olarak savaştan önceki yıllarda Batı Türkistan'da sarsılmış olan Türk nüfuzu Talaş savaşından sonra yeniden kurulmuş ve 766 yılında Karluk Türkleri müstakil bir devlet kurmuşlardır[590].

Savaşın diğer bir olumlu sonucu da Hz. Ömer devrindeki fetihler sırasında başlayan Türk-Arap mücadelesinin uzun zaman sonra barış ve anlayış içinde ilerlemesi ve İslâmiyet’in yayılmasına imkân doğması olmuştur[591].

Böylece Talaş muharebesinde hem İslâmiyet hem de Türkler zafer kazandı. Burada mağlubiyete uğrayan Çin iç buhranlara düşerek, bir daha Orta Asya ve Türklere müdahalede bulunmadı. Aksine Uygur Devleti kuvvetlenerek Çin işlerine karışır bir duruma gelmişti. Abbasî Devletinin iktidara gelmesi üzerine bir yandan Türkistan’da İslâmiyet’in yayılması, öte yandan da Türk askerlerinin Hilâfet ordusunda çoğalması Türk milletinin İslâmlaşmasını ve onları Islâm dünyasına hazırlıyordu. Halife Mehdî Türkistan’ın mahalli hükümdarlarına, Semerkant tarhanına, Taşkent tudununa, Uşrusana afşinine, Sır Derya ve Talaş bölgesindeki Oğuz ve Karluk yabgularına, hatta Uygur hakanına mektuplar yazarak itaat etmelerini istemişti[592].

Savaşın dünya kültürü açısından sağladığı olumlu sonuç ise, savaş esiri olan Çinlilerin Semerkant’da ilk keten ve kenevirden kağıt imalatını başlatmaları olmuştur. Bu tarihten itibaren eskiden kullanılan “papirüs” ve “parşömen”(deri) kullanımdan çıkmış ve yerini kağıda bırakmıştır. Bu sanayi daha sonra Mısır, Bağdad, Sicilya ve Endülüs yolu ile X. yüzyılda Avrupa’ya yayılmıştır[593].

Talaş savaşının VIII. yüzyılda vukubulmasına rağmen, Türklerin kitle halinde İslâmiyet’i kabulü bilindiği üzere X. yüzyıla tekabül etmektedir. Arada geçen iki yüz yıl zarfında İslâmiyet Türkler arasında silah zoru veya başka güç kullanılarak değil, göçebelerin dünya görüşü ve hayat telakkilerine uygun bir hale getirilerek tüccarlar, dervişler ve hocalar tarafından yayılmıştır.

İslâmiyet ve Türkler denince tarihçiler arasında ve tarihi kitaplarda da müşahede ettiğimiz bir durum, Türklerin bu yeni dini nasıl çabuk ve kolay kabul ettiğidir. Yani İslâmiyet’in kabulünü kolaylaştıran şeyler neydi. Türk kültürü üzerinde yaptığı araştırmalar ve yazdığı eserlerle Türk tarihçiliğinin üstatları arasında yer alan Osman Turan’a göre Türkler, kendi irade ve arzuları ile yeni dini benimsemişlerdir. Bu hadisede birinci sebep Islâm dini ve medeniyetinin üstünlüğü ve cazibesi ise, İkincisi de eski Türk inancı olan Tek Tanrılık ve Şamanlığın İslâmiyet’in ana akidelerine yakın akidelere sahip olması ve Türk ruhuna yakın gelmesi idi. Türklerin inandığı tek Tanrı’nın kâinatın ve mahlûkatın hâliki olması, bütün hadiselere ve insan fiillerine hakim olması inancı Islâm’daki Allah inancına çok yakındır. Diğer yandan İslâmî cihad da Türklerin savaşçı ruhlarına ve cihan hakimiyeti davalarına uygun geliyordu. Zira Şamani Türkler Islâm’ın cihadını, onun sevap ve faziletlerini, şahadetin vaadettiği ahiret mükafatını, az-çok kendi dinlerinde buluyordu. Ruhun ebediliği, ahiret hayatı, cennet ve cehennem akîdeleri, Tanrıya ve ecdada kurban inançları da İslâmiyet’te daha mütekamil olduğundan kendilerini bu dine çekiyordu[594]. Eserinde Türklerin yeni dini kabulünde onların dünya görüşü ve din anlayışının çok önemli rolü olduğunu vurgulayan O.Turan şöyle bir isabetli açıklamada bulunmuştur: “Türklerin kerâmet sahibi, her derde deva bulan, gaipten haber veren kamları yerine Islâm şeyhleri ve evliyası geçerken burada da sessiz bir kaynaşma oluyor ve bu ihtida inkılabında ciddi bir zorluk hissedilmiyordu”[595].

Bu saydıklarımız nedenlerden dolayı, müellifin de ifade ettiği gibi, X. yüzyıldan sonra İslâmiyet süratle bir milli din haline gelmiştir. Müellifin bu açıklamalarının ne derece doğru olduğunu ilerdeki sayfalarda göreceğiz. Sır Derya bölgesinde İslâmiyet’in yayılışı sırasında büyük emek sarfeden şahısların sûfîler olması ve onların yerli halk tarafından büyük saygı görmeleri de bunun göstergesidir[596].

Aynı konulara değinen, diğer bir önemli tarihçi ve Orta Asya Türk tarihi hakkında yazdığı eserleri ile dünyaca tanınan V.V. Barthold ise, Türklerin İslâmiyet’i kabul etmelerini Türklerin asker bir millet olmalarıyla açıklamak istiyor. O, yukarıda bahsettiğimiz, cihad ülküsünün tesiriyle ve şehit olanlara vadedilen cennette hayatına nail olmak amacıyla kabul ettikleri görüşünü destekleyici bilgilerin pek olmaması sebebiyle gerçekçi bulmadığını belirtmiştir[597].

İslâmiyet’in yayılışı faaliyetlerinde sûfîlerin rolü ve hizmetlerine gelince, gerek Barthold gerekse O. Turan bu konuda hem fikirdirler. Barthold bu durumu eserinde şöyle açıklamaktadır: “Islâm aleminin ister içinde ister dışında ferdi Islâm misyonerliğinin ortaya çıkışı Islâm tasavvufunun ortaya çıkışı ile ilgilidir. Sûfîler İslâmiyet’i yayma amacıyla bozkırlardaki Türklere gidiyorlardı. Ve son devirlere kadar bunların propagandası medreselerde Islâm ilimlerin öğrenen fakihlere nispeten daha başarılı oluyordu”[598].

Bildiğimize göre X. yüzyılda yalnız Horasan ve Mâverâünnehir'de mevcut olan medreseler, o taraflarda İslâmiyet’i yaymak için en kuvvetli bir vasıta idiler[599]. Ve bunlar bu hususta Islâm hükümetlerinin tedbir ve siyasetlerinden müstakil bulunuyorlardı. Bu yüzyılda hilafetin hudutları ötesindeki Islâm dini propagandası Orta-Asya'da Islâm dünyasının diğer hiçbir yerinde görünmeyen bir şekilde başarı ile gelişmişti. Bunlar V. Barthold’un fikrine göre Orta-Asya'daki medreselerin hizmetleri ile açıklanabilir[600].

Samanoğulları kendilerinden önce halife tarafından tayin edilen Horasan, Mâverâünnehir emirlerinin takip ettiği müdafaa siyasetinden vazgeçtiler. Medeni ülkeleri göçebelerden korumak için yapılan duvarları korumak ve devam ettirmek işlerini bırakarak, kendileri bozkırlara seferler yapmağa başladılar. Bazen bu seferler şehirlerin fethi ile neticeleniyordu. Mesela 893 yılında bugünkü Cambıl şehrinin yerindeki eski Taraz (Talaş) şehri fethedilmiş, oradaki büyük kilise camie çevrilmişti[601]. Daha önce Taraz şehrindeki kilise ve Hıristiyanlıktan bahsetmiştik. Bu bilgiler de arkeolojik verileri teyit etmektedir.

Fakat bu çeşit fetihler yalnız Mâverâünnehir'e yakın çevrelere has olarak kalıyordu. Hatta Samanoğullarının bu gibi fetih seferleriyle paralel ve onlardan ayrı olarak, Mâverâünnehir'den göçmenlerin gelip sulh yolu ile bozkırlarda koloniler kurduklarını bile görüyoruz. Bildiğimiz gibi İslâmiyet’ten önceki devirlerde Mâverâünnehir'den Türk bozkırlarına gelip buralara koloniler kuran unsur Soğdlulardı[602]. İslâmiyet’in Mâverâünnehir halkının çoğunluğunun dini olduğu devirlerde de Müslümanlar bu eski koloni kurma işini devam ettirmişlerdir. Sır Derya nehrinin aşağı kısmında Cend, Huvare, Yangıkent (Yenikent, Arapça el-Karyetü'l-Hadise, Farsça: Dih-i Nev;) adındaki üç Müslüman şehri böyle meydana gelmiştir[603]. Bunlardan Yangıkent'in yeri kesin olarak belli olup harabesi bugün Cankent(Cankala) diye adlandırılmaktadır[604]. Arap coğrafyacılarının verdikleri bilgilere göre bu şehirlerin halkı Müslüman olmakla beraber henüz İslâmiyet’i kabul etmemiş olan Oğuzlar'ın idaresinde idiler[605]. Bundan anlaşılıyor ki bu şehirler Samanoğullarının fethettikleri ülkelerde kurdukları şehirler olmayıp aksine onların idaresine girmeyen yerlerde, yerli Türk hakimlerin izni ile Mâverâünnehir'den gelen göçmenlerin kurdukları koloniler idi[606].

Sır Derya bölgesinde İslâmiyet’in yayılışı Türk tarihi açısından olduğu gibi bu bölge tarihi açısından da mühimdir. Bölgede Islâmiyeti kabul eden ve ilk Türk-lslâm devleti adıyla anılan devlet Karahanlı Devletidir. Kronolojik olarak İslâmiyet’i ilk defa kabul eden Türk devletinin itil Bulgarları olduğunu bildiğimiz halde, konumuz ve bölge açısından bizi daha çok ilgilendirdiği için Karahanlı Devletinin İslâmiyet’i kabulü üzerinde duracağız. Bu yüzden biz Karahanlı Devletinin siyasi tarihine girmeksizin, bölgede İslâmiyet’in yayılışı konusu üzerinde duracağız. Bunu takiben Sır Derya bölgesindeki şehirlerdeki gelişmelerden ve bir dini-kültürel merkez haline gelen Yesi şehrinin öneminden bahsedeceğiz.

Karahanhlann ve Oğuzların İslâmiyet’i Kabulü

Çalışmamızın ikinci bölümünde Sır Derya yöresinin siyasi durumu konusunu işlerken, Karahanhlann ve Oğuzların menşei, siyasi tarihi, ve kurdukları devletler üzerinde durmuştuk. Bu yüzden burada bu devletleri sadece İslâmiyet’i kabulü ve bölgede yarattığı etkisi açısından ele alacağız. Oğuzlar başlı başına Sır Derya yöresinin sakinleri olduğu için bu konu kapsamında işlenmektedir. Karahanlılar’a gelince onlar da bir müddet Sır Derya bölgesinin çeşitli kısımlarını hakimiyetleri altında bulundurmuştur. Bu yüzden bu iki kavmin Araplarla olan münasebeti ve İslâmiyet’i kabulü “Sır Derya yöresinde İslâmiyet’in yayılış”ı ile doğrudan bağlantılıdır. Öneminden kısaca bahsettiğimiz konu ile ilgili olarak belirtmemiz gereken diğer bir husus da Mâverâünnehir’de İslâmiyet’in yayılışı hakkında yeterince kaynaklar bulabildiğimiz halde, Sır Derya yöresinde ve ötesinde İslâmiyet’in yayılışı konusunda pek fazla kaynağın yokluğudur. Bu durum Mâverâünnehir’in çok daha erken medeni hayata geçmesi ve bir ilim merkezi haline gelmesinden de kaynaklanıyor olabilir. Bunun aksine Sır Derya yöresi ise, biraz daha bozkır yapısına sahiptir ve bu durumun iki bölgenin gelişmesini belli bir derecede etkilediği muhakkaktır.

Bilgilerimize göre X. yüzyılda yalnız Horasan ve Mâverâünnehir’de mevcut olan medreseler o taraflarda İslâmiyet’i yaymak için en kuvvetli bir vasıta idiler[607]. Bu müesseseler Islâm hükümetlerinin tedbir ve siyasetlerinden müstakil bulunuyorlardı. Bu yüzyılda hilafetin hudutları ötesindeki Islâm propagandası Orta-Asya'da, Islâm dünyasının diğer hiçbir yerinde görünmeyen bir şekilde, başarı ile gelişmişti. Bunlar V. Barthold’un fikrine göre Orta-Asya'daki medreselerin hizmetleri ile açıklanabilir[608].

Samanoğulları, kendilerinden önce halife tarafından tayin edilen Horasan ve Mâverâünnehir emirlerinin takip ettiği müdafaa siyasetinden vazgeçtiler. Medeni ülkeleri göçebelerden korumak için yapılan duvarları korumak ve devam ettirmek işlerini bırakarak, bozkırlara seferler yapmağa başladılar. Bazen bu seferler şehirlerin fethi ile neticeleniyordu. Mesela 893 yılında bugünkü Cambıl şehrinin yerindeki eski Taraz (Talaş) şehri fethedilmişti ve bu münâsebetle oradaki büyük kilise camie çevrilmişti[609]. Daha önce Taraz şehrindeki kiliseden ve Hristyanlıktan bahsetmiştik.

Fakat bu çeşit fetihler yalnız Mâverâünnehir'e yakın çevrelere münhasır olarak kalıyordu. Hattâ Samanoğullarının bu gibi fetih seferleriyle paralel ve onlardan ayrı olarak, Mâverâünnehir'den göçmenler gelip, sulh yolu ile, bozkırlarda koloniler kurma hadisesi de vukubuluyordu. Bildiğimiz gibi, İslâmiyet’ten önceki devirlerde, Türk bozkırlarına Mâverâünnehir'den gelip buralarda koloniler kuran unsur Soğdlulardı[610]. İşte Mâverâünnehir'de İslâmiyet, halkın çoğunluğunun dini olduğu ve iyice yerleştiği devirde Müslümanlar bu eski koloni kurma işini devam ettirmişlerdir. Sır Derya nehrinin aşağı kısmında Cend, Huvare, Yangıkent (Yenikent, Arapça el- Karyetü'l-hadise, Farsça: Dih-i Nev;) adındaki üç Müslüman şehri böyle meydana gelmiştir[611]. Bunlardan Yangikent'in yeri kesin olarak belli olup harabesi bugün Cankent(Cankala) diye adlandırılmaktadır[612]. Arap coğrafyacılarının verdikleri bilgilere göre bu şehirlerin halkı Müslüman olmakla beraber, daha İslâmiyet’i kabul etmemiş olan Türk-Oğuzlar’ın idaresinde idiler[613]. Bundan anlaşılıyor ki bu şehirler Samanoğulları tarafından fethedilen ülkelerde meydana gelen şehirler değil, belki onların idaresine girmeyen yerlerde, yerli Türk hakimlerinin izni ile Mâverâünnehir'den gelen göçmenlerin kurdukları koloniler idi[614].

Orta Asya’da İslâmiyet’in yayılışı konusunda önemine değindiğimiz Karahanlılar hakkında da kısaca bilgi vermek gerekir. Karahanlıların menşei konusunda bilindiği üzere devletinin başında, kendilerinin efsanevi destan kahramanı Alp Er-Tonga'nın (Afrasiyab) soyundan geldiklerine inanılan bir aile bulunmuştur. Bu aileye Âl-i Afrasiyab denildiğini de biliyoruz. Karahanlılar ilk dönemleri hakkında kısa fakat doğru bilgiler veren Cemal Karşi, onların Afrasiyab neslinden olduklarını kaydettiği gibi, Kaşgarlı Mahmud da Han unvanı dolayısıyla “Han, Türklerin en büyük hükümdarıdır ve Afrasiyab oğullarına Han denilir. Afrasiyab Hakandır” şeklinde bilgi vermektedir[615].

Ancak, Karahanlılar sülalesinin menşei hakkında mevcut kaynaklarda yer alan bilgilerin çok eksik olması, bu konuda değişik görüşlerin ileri sürülmesine sebep olmuştur. Konunun uzmanı olan ilim adamlarınca bu konuda ortaya konulmuş olan faraziyeleri şöyle sıralayabiliriz. 1. Uygur faraziyesi, 2. Türkmen faraziyesi, 3. Yağma faraziyesi, 4. Karluk faraziyesi, 5. Karluk-Yağma faraziyesi, 6. Çigil faraziyesi, 7. T'u-chue (Tukyu-Göktürk) faraziyesi[616].

Bununla beraber, daha önce V. V. Barthold, V. Minorsky ve F. Sümer tarafından da işaret edildiği gibi, devleti kuranların Yağmalar olduğu hemen hemen kesinlik kazanmıştır. Zira, X. yüzyıl coğrafya eserlerinden Hududü'l- Alem'de kaydedildiğine göre Yağmalar, Uygurların bir kolu idi ve başlarında bulunan hükümdarlar da Uygur (Toguz-Guzz) hükümdar ailesindendi[617]. Aynı kaynağa göre Kaşgar ve Artuç kasabaları da aynı dönemde Yağmaların elinde bulunuyordu ki, Kaşgar'ın Karahanlıların ortaya çıkışı yıllarında bu devletin başlıca merkezlerinden olduğu ve Artuç'ta da Karahanlı hükümdar ailesinin mezarlığının bulunduğu malumdur. Yine aynı kaynakta Bûlâkiyânların (Bulaklar) da Toguz-Guzzlarla karışmış Yağmalar arasında yaşayan bir kavim olduğu kaydedilmiştir[618]. Bunun gibi, Kaşgarlı Mahmud da Bulakların bir Yağma boyu olduğunu bildirmektedir. Diğer taraftan Mücmelü't- Tevarih ve'l-Kısas, Yağma hükümdarlarına Buğra Han denildiğini açıkça kaydeder[619].

İslâmiyet’in Oğuz ve Karluklar arasında yayılması Türk tarihinde olduğu gibi, Islâm ve dünya tarihinde de büyük neticeler doğurmuştur.

İslâmiyet’i kabul eden Oğuzlara Türkmen denildiğini biliyorsak da Kaşgarlı Mahmud Müslüman olan Karluk, Çigil ve Yağmalara da başlangıçta “Türkmen” denildiğini kaydeder[620] . Nitekim Mukaddesi de Çu havzasında Müslüman olmuş ve bu sebeple Türkmen hükümdarı (Melik üt-Türkmeniyye) adını almış bir kavminden bahseder[621].

Kaşgar hanı Buğra Han'ın İslâmiyet’i kabul etmesi hakkında Islâm tarihçilerinden bize güvenilir bir haber gelmemiştir. Islâm alemine ait biyografya kitaplarında 960 yıllarında Türk hanının sarayında bulunan Kelimati adında bir fakihin adını görüyoruz. Bağdad Vakayinâmesi de Türklerden çok miktarda bir kavmin İslâmiyet’i kabul etmesi tarihini bunun gibi 960 yıllarına bağlıyor[622].

Bu devirde süratle ve kitle halinde yayılan İslâmlaşma hadiseleri arasında, bir müddet önce, Abdülkerim adını alan Karahanlı hükümdarı Satuk Buğra Han'ın ihtidası büyük bir ehemmiyet arzeder. İslâmiyet’in yayılışı doğrudan bu şahsın ismiyle bağlantılı olduğu için hakkında bulabildiğimiz kaynaklardan yaralanmaya çalışalım. Ne yazık ki kaynaklarda bu konuda verilen bilgiler gerçeklerden ziyade efsanevi bir mahiyet taşımaktadır. Yine de bu bilgileri göz ardı etmeksizin araştırmamızda bunlara yer vermenin doğru olacağı kanaatindeyiz.

Bu bilgiler içiren kaynaklar arasında Ibn’ül-Esir olayı şöyle nakletmektedir: “Rüyasında, gökten inen bir insan Satuk Buğra Han’a Türkçe: “Müslüman ol dünya ve ahiretin kurtulsun” diye hitap etmiş ve o da İslâmiyet’i kabul etmiştir”[623]. Efsanevi Afrasyab neslinden gelen Satuk Buğra Han'ın İslâmiyet’i kabul edişi hakkında Cemal Karşî'nin, XI. yüzyılda yazılan Tarih-i Kaşgar'dan istifa ederek, verdiği bilgiye göre, Oğulcak Han'ın yeğeni olan Satuk, Samani prensi Ebu Nasr'ın Kaşgar'a sığınması sırasında, amcasından gizli olarak, İslâmiyet’i kabul etmiş ve amcasına karşı kendisine ve İslâmiyet’e yardım etmesini Allah'tan dilemiştir. Yirmi beş yaşında iken Müslüman olan Satuk Buğra Han Fergana gazileri ile birleşerek önce At-başı ve sonra Kaşgar şehrini alıp Müslüman yapmış ve 344 (955)yılında da ölmüştür. “Satuk Buğra Han Gazi” Kaşgar'a yakın Artuç'da defnedilmiştir[624].

Bu hadise Karahanlı hükümdarları arasındaki mücadelede İslâmiyet’in rolünü ve o zamana kadar düşman sayılan Samanoğullarından bu sefer bir prensin yardım aldığını meydana koyar. Yukarıda kaydettiğimiz üzere Balasagun şehrinin Müslüman oluşu ve 942 de Karahanlıların eline geçişi sırasında Satuk'un ihtida ettiğini ve Samanoğullarıyla işbirliği yaptığını kabul etmek mümkündür.

Türkistan'da okunan “Satuk Buğra Han Tezkiresi”Buğra Han'ın İslâmiyet’i kabul edişini ve haleflerini tarihi gerçeğe yakın bir şekilde anlatır. Menkıbeye göre: “Allah'ın Resulü Muhammed Miraca çıktığı gece peygamberler arasında tanımadığı bir kimseyi görmüş ve Cebrail'e hangi peygamber olduğunu sormuş. Cebrail onun peygamber değil, 333 yıl sonra, Türkistan’ı dininize sokacak Satuk Buğra Han'ın nuru olduğu cevabını vermiş. Hazret-i Peygamber sonsuz bir sevinç içinde yere inmiş ve Türkler arasında dinini neşredecek olan Buğra Han'a dua etmiş. Ashabı da onu görmek istemiş. Hazret-i Muhammed arzularını kabul edince başlarında Türk külahı ve silahlı kırk atlı selam vererek yaklaşmış. Bunlar Buğra Han ve arkadaşlarının ruhlarıymış. Bunların arasında Türk hanına hidayet yolunu gösteren Samanî Ebu Nasr da varmış. Ebu Nasr, idare edecek bir vilayete sahip olmadığından, Türkler arasında İslâmiyet’i yaymak maksadı ile ticarete başlamış. Bir gün rüyasında Peygamberin kendisine ”Kalk, Türkistan yolunu tut! Orada tekin Satuk Buğra Han Müslüman olmak için seni bekliyor” demiştir. Bunun üzerine o da sevinerek, 300 kişilik bir kervanla, yola çıkar. Buğra Han o zaman on iki yaşına ermişti. Doğuşunda doğa üstü hadiseler olmuş; yer deprenmiş, kış mevsiminde bağ ve çayırlar çiçeklerle dolmuştu. On iki yaşında karşısına çıkan bir ihtiyar ona bazı haberler vermiş ve birkaç gün sonra Ebu Nasr ile Endican'da karşılaşarak Müslüman olmuş. Amcası Harun Buğra Han yeğenini babalarının dinine çevirmek istedi ise de buna muvaffak olamadan öldü. Bu suretle Satuk Buğra Han artık hükümdar olmuş ve İslâmiyet onunla zafer kazanmıştır. Doksan altı yaşında ölünceye kadar kılıcı ile kâfirleri Müslüman yapmış; Amu-Derya boylarına, güneyde Kış- kezek'e ve kuzeyde Kara-korum'a kadar kafirleri Islâm dinine çevirmiş. Hastalanınca yukarıdan aldığı bir emirle, Kaşgar' a dönmüş ve orada ölüp Artuç'da Meşhed denilen yerde gömülmüştür”[625]. İçerdiği bilgileri kısaca verdiğimiz menkabe, bundan sonra Satuk'un evlatları zamanında İslâmiyet’in yayılışını hikaye eder. Görülüyor, ki 200 bin çadır halkının Müslüman oluşu bu hadiseden sonradır.

Gök-Türklerden sonra Karlukların başında devam eden Buğra Han sülalesi Müslüman olunca Karahanlı Devleti haline gelmiş; doğuda gazâ ile meşgul olurken batıda da Samanoğulları aleyhine genişleyerek, Kaşgarlı Mahmud'un ifadesi ile Türklere ait bu ülkeleri kurtarmış ve nihayet bu devleti de 999 yılında ortadan kaldırmıştır[626].

İslâmlaşma hadiselerinin bu sıralarda Oğuzlar arasında da hızlanması tabii di. Oğuz yabgusu ile arası açılan Selçuk da Oğuzlara ait Cend şehri civarına gelerek orada takriben 960 yılında yani 200.000 çadır halkının Müslüman olduğu bir zamanda bu dine girmiş ve bu yeni kuvvetten faydalanarak eski tabii olan Oğuz yabgusuna karşı cihada başlamıştı[627].

Oğuzlar arasında İslâmiyet’in yayılması konusuna gelince: Yukarıda da bahsettiğimiz gibi X. yüzyılın başlarında Oğuzların elinde bulunan Yeni- kent, Huvare ve Cend gibi şehirlerde ve ayrıca Karluklar'ın idaresinde bulunan bazı şehirlerde Müslüman kolonileri bulunuyordu. Bu koloniler bulunduklar bölgelerdeki Türkler ile iyi münasebetler kurmuşlardı. Oğuzlar, medeni seviyesi yüksek olan bu Müslümanlardan Islâm dininin esaslarını öğreniyorlardı. Diğer taraftan Mâverâünnehir ve Harezm'den büyük ticaret kervanları, en uzak Türk ülkelerine gidip geliyorlardı. Her Müslüman tacirin Türk ülkelerinde seyahat edebilmesi için bir Türk ile dostluk kurması gerekiyordu. Buna Müslüman derviş ve şeyhlerinin de bu arada tüccarlarla birlikte Türk ülkelerine giderek İslâmiyet’i tanıtmaya çalıştıklarını da ilave etmeliyiz[628].

X. yüzyılın ilk çeyreğinde Süt-Kent'de Müslümanlığı kabul etmiş mühim bir Türk topluluğunun yaşadığı görülüyor ki[629], bunların Oğuzlar olduğunda şüphe yoktur. Süt-Kent'in XI. yüzyılın sonlarında bir Oğuz şehri olduğunu biliyoruz. Yine X. yüzyılın ilk çeyreğinde, Farab, Kence ve Şaş (Taş-Kent) arasında Oğuzlardan ve Kabuklardan İslâmiyet’i kabul etmiş, bin çadıra yakın bir küme yaşamakta idi[630]. Bunlar gayr-i müslim Türklerin akınlarına karşı yapılan müdafaa hareketlerinde önemli hizmetler görüyorlardı. Ibn Fadlân'ın 921 yılında Bulgar'a giderken görüştüğü Oğuz büyüklerinden Yınal'ın bir defa Müslüman olduğunu, fakat halkın, “Müslüman olursan bize reislik yapamazsın” şeklindeki tepkilerinden dolayı eski inancına döndüğünü söyler[631].

Islâm sınırı, bilhassa Samanoğulların gayretleri ile Sır-Derya ötesinin doğu yönünde gelişmiş ve Balasagun'a kadar dayanmıştı. Daha IX. asırda Samanilerden Nuh b. Esed, Isficab bölgesini feth ettiği gibi, bu hanedanın en büyük hükümdarı İsmail b. Ahmed’in de 893'de Talaş şehrini zaptederek oradaki büyük kiliseyi camiye çevirdiğini yukarıda belirtmiştik. Bunların dışında Nasr b. Ahmed de (913-943) Şavgar şehrine bir sefer yapmıştı[632]. Bilhassa İsmail b. Ahmed’in Talaş seferi ve Isficab beylerinin faaliyetleri neticesinde, Balasagun'un batısındaki Urdu(Ordu) şehrinde oturan Türkmen meliki İslâmiyet’i kabul etmiş ve Isficab beylerine vergi vermeye başlamıştı. İşte Türk kavimleri arasında ilk önce İslâmiyet’i kabul eden, Balasagun ile Talas'ın doğusundaki Mirke kasabası arasında oturan Türkmenler olmuştur. Bu Türkmenlerin İslâmiyet’i kabullerinin X. yüzyılın birinci yarısında olduğu muhakkaktır. Ancak, söylendiği gibi, bir Müslüman şehri olan Balasagun, 942 yılında gayr-i müslim Türklerin eline geçmişti. Bu gayr-i müslim Türklerin Yağmalar olduğu düşünülmektedir[633]. Bu hadise, asıl yurdu Kaşgar bölgesi olan Karahanlı hanedanının Talaş vadisine hakim olduğu tarihi göstermektedir.

Tarihçiler, 960 (349) yılında iki yüz bin çadırlık bir Türk halkının Müslüman olduğunu bildirirler[634]. Bu Türk halkının Karahanlı hanedanının hakim bulunduğu yerlerdeki Türk kavimleri (Yağma, Karluk, Çiğil, Tuhsil) olduğundan şüphe edilemez[635].

Oğuzlar arasında da aynı yüzyılın ikinci yarısında İslâmiyet’in epeyce yayılmaya başladığı söylenebilir. Son Samanî şehzadesi Ebu İbrahim (Muntasır), Mâverâünnehir'i Karahanlıların elinden almak için giriştiği faaliyetler esnasında bir ara Oğuz yabgusu ile bir anlaşma yapmış, dünürlük kurmuş ve neticede yabgu Müslüman olmuştu[636]. Bu olay tahminen 1002 yılında vukubulmuştur. Bu kayıttan anlaşılacağı üzere, Oğuzlar arasında İslâmiyet ancak XI. yüzyılda hakim bir din haline gelebilmiştir. Oğuzlardan Müslümanlığı kabul eden zümrelere, onları gayr-i müslim kardeşlerinden ayırt etmek için, Mâverâünnehir Müslümanlarınca Türkmen adı veriliyordu. Daha önce söylendiği gibi, Orta Asya'da ilk defa Müslümanlığı kabul eden Türk kavmi, Balasagun ile Mirke arasında yaşayan Türkmenler olduğundan Türkmen adı, Mâverâünnehir Müslümanları arasında “Müslüman-Türk” şeklinde hususi bir mana da kazanmıştı. Oğuzlardan da Müslüman olan zümrelerin, Müslüman olduğunu ifade etmek ve onları gayr-i müslim kardeşlerinden ayırt etmek için, bu zümrelere de Türkmen denildi. Türkmen adının, ancak Oğuzlardan Müslüman olanlara verildiği hususu, el-Birunî'nin de belirttiği gibi, her türlü şüpheden uzaktır. Gerdizî ve Beyhakî gibi Gazneli tarihçiler, Oğuzlar'ı Müslüman-Türk anlamında Türkmen adı ile zikretmişlerdir[637]. Buna karşılık yakın doğu müellifleri onlardan Guzz yani Oğuz adıyla bahsediyorlar. Çünkü Oğuzlar kendilerine Türkmen demiyorlardı. Onlar, Müslümanlar tarafından her yerde kendilerine verilen bu adı uzun bir zaman benimsemediler ve Oğuz kelimesini, atalarının adı olarak da olsa, uzun bir zaman unutmadılar. XIII. yüzyıl başlarından itibaren, artık her yerde Türkmen, Oğuz'un yerini almıştır[638].

Türkmen adının menşei, bugünkü müellifler gibi eski müellifleri de meşgul etmiştir. Bu hususta başlıca iki fikir vardır. Bunlardan birine göre Türkmen, Türk adı ile Farsça man (manend) ekinden meydana gelmiş olup, Türk'e benzer demektir. Bundan önce el-Biruni'nin de bu fikirde olduğu görüldüğü gibi, M. Kaşgarlı da[639] Türkmen adının bu şekilde izahı ile ilgili bir rivayette bulunmaktadır. Bu misaller, XI. yüzyılda Türkmen adının Türk-man (manend) 'dan meydana geldiğinin oldukça yaygın bir fikir olduğunu gösteriyor. XIV. yüzyılda da İran'da Türemenin bu izah şekli üzerinde durulduğunu biliyoruz[640].

İkinci fikre göre Türkmen, Türk-i iman'dan gelmektedir. Bunu da Ibn- Kesir ve Mehmed Neşri ileri sürmüşlerdir[641].

Zamanımızda ise Türkmen sözünün sonundaki men'in Türkçe mübalağa eki olduğu (kocaman, azman, değirmen...) söylenerek bu adın öz- Türk anlamına geldiği üzerinde durulmaktadır[642].

Oğuzlar'ın Müslüman olmalarının neticeleri büyük olmuştur. 1038 yılın Mayıs’ında Selçuk'un torunu Tuğrul Bey adına Nişapur'da okunan hutbe ile yeni bir Müslüman Türk devletinin, Selçuklu Devletinin doğuşu bütün dünyaya ilan edildi. Ancak Türkistan'ın doğu ve kuzey bozkırlarında henüz Müslüman olmayan göçebe Türkler vardı. Selçuklu Devleti’nin kurulmasından birkaç yıl sonra (435/1043-1044) on bin çadırlık bir Türk gurubu Müslüman olarak aynı yılın Kurban bayramında yirmi bin koyun kurban kesmişlerdir. Bu bilgiyi veren Ibnü'l-Esir, Çin hududundaki Tatar ve Hıtayların dışında bütün Türklerin Müslüman olduklarını ilave eder[643].

Dünya tarihinin en önemli olaylarından birisi olan Türklerin Müslüman olmaları, Emevi hilafeti zamanında Türk ülkelerinin fethiyle kısmen başlamış bu dini Türkler’in yakından tanımalarıyla hızlanmış ve X. yüzyılın ilk yarısında Müslüman Türk devletleri ortaya çıkmıştır.Türklerin Müslümanlığı kabulleri X. ve XI. yüzyıllarda büyük gelişmeler göstermiştir. Bu tarihten sonra da Müslümanlaşma devam etmiş ve XIV. yüzyılda bütün Türk dünyası artık Müslüman olmuş ve Islâm aleminde her bakımdan üstünlüğünü kabul ettirmişti. Islâm dini, çoğunlukla askeri ve siyasi hakimiyetle beraber yayılmıştır.

BÖLGEDE TÜRK-İSLÂM DÜŞÜNCESİNİN OLUŞMASI VE HOCA AHMED YESEVÎ’NIN FAALİYETLERİ

Türklerin İslâmiyet’i kabulü üzerinde kısaca bilgi verdikten sonra, Sır Derya ve ötesinin İslâmiyet’i kabul etmesi bakımından önemli bir meseleye değinmek istiyoruz. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi Mâverâünnehir bölgesinde İslâmiyet iyice yerleştikten sonra yavaş-yavaş doğuya doğru yayılmakta idi. İslâmiyet’in Mâverâünnehir’de yayılması ile Sır Derya bölgesinde yayılması biraz farklılık arz etmektedir. Mâverâünnehir’de ilim merkezi medreselerin çokluğu buna destekçi olurken, Sır Derya yöresindeki yayılmada daha çok tasavvuf bir cereyanla yayıldığına müşahede etmekteyiz. Bu durum Türklerin hayat tarzı, düşünce ve dünya görüşü ile de çok yakından alakalıdır. Sır Derya ve ötesinde başarı ile yürütülen bu faaliyetlerin başında Hoca Ahmed Yesevî ismi gelmektedir. Bölgede İslâmiyet’in yayılışı ve Türk-lslâm kültürünün gelişmesi açısından da önem arz eden bu tasavvuf cereyanı anlayabilmek için A. Yesevî’nin tarihi şahsiyeti, onun yetiştiği muhit ve geliştirdiği dini düşünce hakkında da bilgi sahibi olmalıyız. Yesevî’nin hayatı ve faaliyeti ile ilgili olarak daha sonra ele alacağımız Yesi (Türkistan) şehrinin de Türk-lslâm Medeniyetinin gelişmesi açısından önemli yeri olmuştur.

Hoca Ahmed Yesevî’nin Tarihi Şahsiyeti ve Tarîkatı

Kaynaklarda Pir-i Türkistan[644], Hâce-i Türkistan[645], Hazret-i Sultân, Sultânu'l-evliyâ, Evliyalar serveri gibi unvanlarla anılan Ahmed-i Yesevî tarihi, şahsiyetinden ziyade menkıbevî şahsiyeti, fikirleri, kurduğu Yesevîlik tarikatı ile Türk milletinin manevi hayatında derin izler bırakan bir şahsiyettir. Türk sûfiliği geleneğinin kurucusu olan Yesevî, bütün Türk toplumlarında öylesine sevilip sayılmıştır ki aradan yüzyıllar geçmesine rağmen hatırası ve tesiri hâlâ devam etmektedir. Bugün Türkistan eski adıyla Yesi, şehrindeki türbesi kutsal bir ziyaretgah olarak kabul edilmektedir.

Ahmed Yesevî’nin hayatı ve fikirleri ve en önemlisi de Sır Derya yöresinde İslâmiyet’in yayılışı ve bu yeni dinin yerli halk tarafından hoş görü ile kabul edilmesindeki onun rolünü incelerken, baş vuracağımız önemli kaynaklar arasında Yesevî’nin “Divân-ı Hikmet”! ilk sırada gelmektedir. Araştırmamız sırasında müellifin kaleminden çıkan bu esere sık sık müracaat etme durumunda olacağız. Ahmed Yesevî’nin tarihi şahsiyetine dair vesikalar yetersiz olduğu gibi, mevcutları da menkabelerle karışmış bulunduğundan sağlam bir hükme varmak bazen güçleşmektedir. Buna rağmen tarihi kaynaklardan, bazı menakıb-nâmelerden ve müellifin “Hikmet" adını verdiği manzumelerinden elde edilecek bilgiler, onun menkabelerle karışmış tarihi hayatı, şahsiyeti ve tesirine dair bazı gerçekleri ortaya koyacak durumdadır. Bununla beraber Ahmed Yesevî hakkında az çok bilgi bulunan diğer kaynaklar arasında Evliya Çelebî(1611-1681); “Künhü’l-Ahbar” yazarı Âlî (öl. 1600); Nefahatü’l-Üns sahibi Molla Câmî(öl.1492)nin eserleri bulunmaktadır. Ancak bunlarda geçen bilgiler çoğunlukla dolaylı ve kısadır[646].

Feridüddin Attar(1145-1221), Reşehat Aynu’l-Hayat”ın müellifi Hüseyn Vaiz Kâşif? ve “Cevâhirü’l-Ebrar”ın yazarı Hazînî gibi menakib yazarları ve çeşitli velâyetnâme müelliflerinin eserleri de konu hakkında bilgi içeren kaynaklar arasında yer almaktadır. Son zamanlarda üzerinde akademik çalışmalar yapılan Mavlana Safî ad-Din Koylakî’nin “Hasab-Nâme”si de bu konularda bize yararlı bilgiler sunmaktadır[647].

Kaynaklarda geçen bilgilere göre Ahmed Yesevî, bugünkü Şımkend(Çimkent) şehrinin doğusunda yer alan Şâhyâr nehrinin küçük bir kolu olan Karasu çayı kıyısındaki Sayram kasabasında dünyaya gelmiştir. İsficab veya Akşehir adıyla da anılan Sayram, zamanında önemli bir yerleşme merkezi idi. Halkını Türkler ve Soğlular ve Iran kökenli diğer kavimler oluşturuyordu. Büyük kısmını Amed Yesevî’nin yazdığı anlaşılan hikmetinde doğum yerinin Türkistan olarak kaydedilmesinden Yesi şehrini değil de, Türkistan bölgesini anlamak doğru olur[648].

Ahmed Yesevî’nin doğum tarihi de kesin şekilde belli değildir. Kaynaklarda olduğu gibi, hikmetlerde de bu hususla ilgili bir kayıt bulunmamaktadır. Hikmetlerin birinde Şeyh Yusuf Hemedani'ye yirmi yedi yaşında intisab ettiğini ifade etmekle beraber[649], bu olayın hangi tarihte olduğu da belli değildir. Ancak Yusuf Hemedanî'nin halifelerinden Şeyh Abdullah-i Berki, Şeyh Hasan-i Endeki ve Şeyh Abdu’l-Hahk-i Gucduvanî'nin doğum ve ölüm tarihlerine bakarak miladi 1085-1095 yılları arasında doğduğunu söyleyenler de var[650]. Ahmed Yesevî’nin vefat tarihi olarak miladı 1166-1167 yılı kabul edilmekle beraber, o sıralarda yetmiş üç, seksen üç, yüz yirmi, yüz otuz olduğu gibi çeşitli tahminler de ileri sürülmektedir. Yesevî’nin hikmetlerinin birinde şöyle bir ifade geçmektedir: “Dostlardan feyiz ve ferahlık alamadım; Yaşım yüz yirmiye ulaştı, bilemedim; Hak Ta'âlâ'ya gerektiği gibi ibadet kılamadım; İşitip anlayarak yer altına girdi Kul Hoca Ahmed”[651]. Bu ifadeye dayanarak Yesevî’nin yüz yirmi beş yaşından sonraki bir yaşta vefat ettiğini düşünenler de vardır.

Babası Sayram'ın tanınmış şahsiyetlerinden olup ilmi, fazileti ve kerametleriyle şöhret bulan Şeyh İbrahim idi. Şeyh İbrahim'in Hz. Ali'nin oğlu Muhammed b. el-Hanefiye’nin neslinden geldiği bilhassa Neseb-name'de açıkça ifade edilmiştir[652]. Kendine verilen “seyid-efendi” mânâsına gelen Hâce lakabının da sebebi bundan kaynaklanmaktadır[653]. Bu hususta Fuat Köprülü’nün “Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar” adlı eserinde de bilgi bulunmaktadır[654]. Aynı zamanda Ahmed Yesevî’nin Sayram'daki yerli Türk ailesinden (Türkeş boyundan) çıktığını ileri sürenler de vardır[655]. Fakat yukarıda da belirttiğimiz gibi F. Köprülü ve Kemal Eraslan onun Hz. Ali soyundan geldiği kanaatindedirler. Buna ilave olarak, Kazakistan'da, "Hocaganların birer daî, din misyonerleri olduğu; din yaymak ve aynı zamanda ticaretle uğraşmak için buraya gelerek Sığanak(şimdiki Sunakata), Savran, Yesi, Otrar, Talas(Taraz), Balasagun vs. şehirlere yerleştikleri; sonra da yerli halkla onun kültürünü, dilini benimseyerek bu halkın içinde eriyip Kazak olduklarını ve sonradan “hoca” adını aldıkları kanaati yaygındır[656]. Bu konu hakkında kesin bir şey söyleyebilmek için daha ciddi araştırmalar yapılmasına ihtiyaç vardır.

Kaynaklarda Yesevî’nin "Aktürbet" olarak nitelendirdiği Şeyh İbrahim'in kabri Sayram'da bulunmaktadır[657]. Annesi, Şeyh İbrahim'in halifelerinden Müsa Şeyh'in kızı Ayşe Hatun'dur. Ahmed, Şeyh İbrahim'in Gevher Şehnaz adlı kızından sonra dünyaya gelen ikinci çocuğudur.

Önce annesini, daha sonra babasını kaybeden yedi yaşındaki Ahmed'in bakımı ve terbiyesi ile ablası Gevher Şehnaz ilgilenir. Bir müddet sonra bilinmeyen bir sebeple Gevher Şehnaz kardeşini yanına alarak Yesi'ye yerleşir. Ahmed Yesevî ilk tahsiline burada başlar. Kısa bir süre sonra, Yesi'de büyük bir şöhreti olan ve Horasan Melametiliğini temsil eden Arslan Baba (Arslan Bab)'ya intisab eder. Ahmed Yesevî Arslan Baha'nın yakın ilgisi ve irşadıyla kısa zamanda olgunlaşır ve mertebeler aşar. Esasen küçük yaşına rağmen bir takım tecellilere mazhar olması, Arslan Baha'nın terbiye ve irşadına nail bulunması, Hz. Peygamberin manevi işaret ve delâletine dayanıyordu. Hikmetlerde Arslan Baha'nın Arap asıllı ve ashabın ulularından olduğu, dünya rahatına ve nimetlerine değer vermediği, bir diken kulübesinde ömür geçirdiği, Hz. Peygamberin takdir ve teveccühüne mazhar olduğu hakkında hikmetlerde mısralar bulunmaktadır:

“Hoş gâipten yetişti güzel sözüm teberrük; Aşık olsan ey talip, riyazette belini bük; geceleri uyumayıp yaş yerine kanını dök. Arslan Baba'm sözlerini işitiniz teberrük"[658].

Aslan Baba hakkındaki bilgiler 18. hikmette 29 dörtlükten ibarettir.

Ahmed Yesevî, Arslan Baha'nın vefatından bir süre sonra o zamanın önemli kültür merkezlerinden, biri olan Buhârâ'ya gider. Buhârâ o dönemde Karahanlıların idaresi altında bulunuyordu. Türkistan ve diğer Islâm ülkelerinden gelen talebeler Buhârâ medreselerinde çeşitli İslâmî ilimleri tahsil ediyorlardı. Şehre zengin Hanefi mezhebinden zengin bir aile hakim bulunuyordu[659]. Yesevî bu şehirde devrin önde gelen alim ve fakihlerinden ve tasavvufun büyük simalarından Şeyh Yusuf Hemedani'ye intisab eder[660].

Özellikle Divân-ı Hikmet’den anlaşıldığına göre Ahmed Yesevî’nin küçük yaştan itibaren her hareketini yönlendiren bilgi İlâhî kaynağa dayanan ilhamıdır. O, devamlı ilham alır, meleklerle hemhal, Hızır ile arkadaştır. Büyük ruhlarla buluşur. Hz. Peygamber ile olduğu gibi diğer Peygamberlerle de sık sık irtibat kurar[661].

Sahip olduğu makamın yüceliği ona başkalarını hor görme hakkını vermediği gibi, kulluk görevini ihmale de sevketmez. Gece gündüz Allah’a ibadet etmenin çabası içinde olan Ahmed Yesevî’nin asıl isteği İlâhî aşk’tır ve ona göre aşk olmadan ibadet de dahil hiçbir şeyin değeri olmaz. Yazılı eserlerle canlı vesikaların meydana getirdiği portreye göre Hoca Ahmed Yesevî’nin fikir ve şahsi hayatı ana çizgileriyle budur. Bugün Yesevîlik tarikatına doğrudan doğruya bağlı bulunanların sayısı fazla değildir. Yer yer bunun kollan gibi gösterilen Nakşibendîlik ile Bektaşilik’in zamanla hayli değişikliğe uğradığı, Bektaşîliğin dine ait resmi kuralların gevşetilmesi, Nakşibendîlik’in ise bunların katılaştırılması yollarına girdiği bir gerçektir[662].

Aslında Ahmed Yesevî’nin başarısı, kurduğu tarikata girenlerin veya ona mürid olanların sayısında değil, O’nun başarısı, meydana getirdiği ve Islâm dünyasının aşağı-yukarı yansına yakınına hakim olan zihniyettir. Ve bu çok daha önemlidir.

Ahmed Yesevî’nin Sır Derya bölgesinde İslâmiyet’i yayma faaliyeti onun Yesi şehrine yerleşmesinden sonra kurduğu Yesevîlik tarikatı veya akımının oluşmasından sonra başlamıştır. Yesevîlik tarikatının kurulması ve yerli halk tarafından sevilerek benimsenmesinin altında, eski Türk dünya görüşü ile Yesevî’nin İslâmiyet’i anlatış tarzı ve yaklaşım büyük rol oynamıştır.

Bu konular hakkında daha geniş bilgi sahibi olabilmek için “Eski Türk Düşüncesi ile Türk-lslâm Düşüncesinin Karşılaştırmasrnı yapmak ve bu konuda bilgi vermenin yerinde olacağı kanaatindeyiz.

Ancak bu konuya girmeden önce Ahmed Yesevî’nin hayatının geçtiği ve dünyanın dört bir yanına İslâmiyet’i anlatmak için gönderdiği müritlerini yetiştirdiği Yesi şehri ve önemi hakkında kısaca bilgi vereceğiz. Bu konu aynı zamanda Türk-lslâm Medeniyetinin gelişmesi açısından Yesi şehrinin sonraki dönemlerde kavuştuğu ün ve şöhreti dolaysıyla da önemlidir.

Yesi şehri ve Onun Türk-İslâm Medeniyetinin Gelişmesindeki

Yeri ve Önemi

Ahmed Yesevî’nin yaşadığı, Türk-lslâm düşüncesini geliştirdiği ve yerli halka İslâmiyet’i anlattığı merkez olark Yesi şehri Türk milletinin kültürü ve dinî tarihinde önemli bir yere sahiptir. Aynı zamanda eski Türk boylarının yerleşim alanlarından biri olarak da bilinen Yesi’nin 2000 yıl önce kurulduğu ve Oğuz Han’ın başkentliğini yaptığı da kaydedilmektedir[663].

Sır Derya yöresinin dini-siyasi merkez olarak karşımıza çıkan Yesi şehri, sadece Sır Derya havzasının değil bütün bölgenin ekonomik hayatı açısından da önemli bir şehirdir.

Şehrin Tarihçesi: Yesi şehrinde ve civarında yapılan arkeolojik araştırmalar 1980-84 yıllarında başlamıştır. Yapılan incelemeler sonucunda şehrin yaşı 1500 yıl olarak belirlenmiştir. Kazı işlerini yürüten arkeolog E. Smagulov ve Orta Asya şehirleri tarihi üzerinde yaptığı araştırmalarıyla tanılan O. Bolşakov’un da görüşleri bu yöndedir[664].

Yesi’nin tarihi de Orta Asya’nın tarihi gibi Sakalarla başlamaktadır. Sakalar üzerinde yapılan çeşitli araştırmalar sayesinde onların on boy halinde yaşadıkları tespit edilmiştir. Bunlar: 1-) Tissaget; 2-) Giperbarey; 3-) Day; 4-) Sarmat; 5-) Massaget; 6-) Agripiler; 7-) issedonlar (Asılar- Assakalar); 8-) Nevrler; 9-) Budinderdiler; 10-). Hunsaka (Hun, Hunnu, Syunnu)lar[665].

Bunlardan Agripiler’in Ars nehri civarında, Issedonlar (Asılar- Assakalar) da Arış boyu ile küçük Karatav’ın eteklerinde, Arış nehrinin kıyısından başlayarak doğuya doğru Talaş, Çu ve Tarbagatay çevresinde yaşadıkları belirtilmektedir[666].

Bu bahsi edilen Sakalar arasında, Karatav ve çevresinde yerleşen Agripiler ve Issedonlar Yesi tarihi ile yakından ilgili olanlardır. Yesinin bu dönemi ile ilgili önemli arkeolojik araştırmaları bulunan K. Baypakov, Yesi şehrinde yapılan arkeolojik araştırmalarda Agripilerin uzantısı olarak Osetin- Ossoarilere ait kültür katlarının varlığını tespit etmiştir[667]. Bu görüşü doğrulayan arkeolojik veriler arasında 1928 yılında M. E. Masson tarafından Yesi nekrepol alanlarında yapılan çalışmalarda: yüzeyden 2.5-3 m. derinlikte Yesi şehrinin ilk dönemi olan ve tarihi V. yüzyıla kadar gelen, deriden yapılmış küçük torbalar, menteşeleri ile birlikte ağaçtan yapılmış bir mezar sandukası, demir çiviler ve keramik örnekleri bulunmuştur[668]. Arkeolojik bulguların ortaya koyduğu ve kaynaklar tarafından desteklenen bu çeşit veriler sayesinde Yesi şehrinin tarihinin milattan önceki yıllara kadar uzandığı, Sakaların ve onlara tabii boylardan Ossuarilerin yörede yaşamış oldukları ortaya konulmuştur.

Bölgenin yazılı kaynaklarda anılması ve hakkında bilgiler verilmesi Türk-lslâm münasebetlerinin başlaması ile sıklaşmaktadır. Bu kaynaklardan öğrendiğimiz bilgilere göre Yesi şehrinin tarihi dönemler içerisinde Şavğar(Karaçuk), Yesi ve Türkistan adlarıyla anıldığını görmekteyiz.

Şavğar isminin ortaya çıkışı ve manası hakkında değişik fikirler ileri sürülmüştür. Mesela, V.V. Barthold’a göre “Şavğar” sözü Soğd dilinde “Karatav” manasına gelmektedir[669]. Bu yüzden Barthold Türkistan’ın eski isimlerini “Karaçuk” ve “Şavğar” olarak ele alır. Kazak araştırmacısı E. Smagulov ise, bu kelimenin “Baş şehir” anlamına geldiğini ileri sürmektedir[670]. Bununla beraber bazı son dönem araştırmacıları Karaçuk ve Şavğar'ın ayrı ayrı şehirler olduğu yönünde görüşler ileri sürmüşlerdir[671]. Arkeologlar Karaçuk şehrinin yerini Türkistan'ın 5 km. kuzeyinde bulunan Kaşık-Karacık nehri kenarında bir yerleşim yeri olabileceğini iddia ederken; E. Smagulov gibi bazı araştırmacılar ise "Karaçuk" şehrinin eski Soğd dilinde "Karatav" manasında kullanıldığını[672] Türkistan'ın ilk kurulduğu yerin Şavğar olduğunu kaydederler[673]. Ayrıca bazı kaynaklar da, Karaçuk'un kutsal bir öneme sahip olup Korkut Ata’nın doğum yeri olabileceğini ileri sürmektedir. Nitekim bu konuda A. I. Papov, eski Karaçuk-Şavğar'ı Sır Derya boyundaki Türk halklarının kutsal yeri olarak kabul eder[674].

Şavğar(Şavagar) isminin VIII-XIII. yüzyıllar arasında özellikle Arap ve Fars kaynaklarında yörenin ismi olarak kullanıldığını görmekteyiz, el-istahrî, Farab şehrinin kasabası olan Keder'den Şavğar şehrine olan mesafenin bir merhale olduğunu yazar[675]. Ibn Havkal bu şehrin adını zikreder ve yerini haritasında Seyhun ırmağının sağ kıyısında olarak gösterir[676].

VIII. yüzyılda meydana gelen olaylar bu bölgeye önemli siyasi üstünlükler kazandırmıştır. VIII. yüzyılda Arapların İran'ı fethetmeleri buradaki halkın doğuya doğru göç etmelerine sebep olmuştur. Bu durum Sır Derya boylarında yaşayan halklar arasında Iran kökenlilerin çoğalması ve Fars dilinin yaygınlaşmasına sebep olmuştur. Arkeolojik buluntular da bunu desteklemektedir: l-VIII. yüzyıllardaki kalıntılar Otrar-Karatav kültür dairesine dahil iken, VIII. yüzyıldan itibaren Soğd-Horasan kültür özelliklerini taşıyan eşyalar çoğalır[677].

VIII. yüzyılda vukubulan olaylar Türkistan şehrinin eski ismi olan Şavğariın Yesi olarak değişmesine sebep olmuş olabilir. Bu dönem kaynaklarında iki şehrin ismi geçmektedir. Bunlar Şavğar ve Tarbent(Tarazbent) şehirleridir. et-Taberî eserinde “Şavğar hakiminin Ebu Müslim’e karşı isyan ettiğini yazarken, Yakut el-Hamevî de “Şavğar Türklerin şehridir” der[678].

“Şavğar” ismi Islâm müelliflerinden yukarıda bahsettiğimiz kaynaklar dışında el-Makdisî, el-lstahrî ve et-Taberî’nin eserlerinde de geçmektedir. Bu kaynaklardaki bilgiler kısa ve genel bilgilerdir[679]. K. Baypakov ve Kazakistan’ın belli-başlı arkeologları son zamanlarda yaptıkları çalışmalar neticesinde Şavğar şehrinin bugünkü Türkistan’ın güney doğusunda 8. km. bir mesafede bulunan “Şöytepe” adlı küçük bir köyle aynı yerde bulunmuş idiği kanaatine varmışlardır[680]. 1996 yılından itibaren yapılan düzenli arkeolojik çalışmalar bu görüşü daha da kuvvetlendirmektedir[681].

XI. yüzyıl müellifi M. Kaşgarlı'nın eserinde Farab’ın adı “Karaçuk” şeklinde kaydedilmiştir[682]. M. Kaşgarlı'nın sözlüğünde geçen yer-su adları üzerinde incelemeler yapan araştırmacılar (K. Miller, A. German, H. Hasanov ve T. Çorayev) “Karaçuk” kelimesinin “Karatav” ile aynı anlama geldiğini kabul etmektedirler[683]. Karaçuk adı son defaolarak XIII. yüzyılın ortasında, Batu ve Mönke Hanlara elçi olarak gönderilen Ermeni kralı Hetum'un seyahatnamesinde geçmektedir[684].

Şavgar ismi ise, XII. yüzyıldan itibaren kaynaklarda görülmez. E. Smagulov'a göre Şavğar (Karaçuk) XI. yüzyıldan itibaren önemini kaybetmiş ve bütün halkı XII. yüzyılda Yesi'ye göçmüşlerdir. Arkeolojik kazılar da bu görüşü doğrulamaktadır[685]. Şehir merkezinin boşaltılma sebebi tam olarak belli değildir. Fakat tarihi vesikalara bakılırsa, Nayman hanı Küçlük’ün Yedisu’yu işgal etmesi sonucunda, ona karşı koyacak güce sahip olmayan Harezimşah Muhammed bin Tekiş şehrinin Küçlük Han eline geçmemesi için kendi elleriyle yıkarak halkını beraberinde Mâverâünnehir’e götürdüğü düşünülmektedir[686]. Bilindiği gibi XIII. yüzyılda Otrar, Yesi ve Sır Derya boyundaki diğer bir çok şehir Harezimşahların hakimiyetine geçmişti. Bu olaylar “Neseb-nâme”de şöyle beyan edilmektedir: “Ürgenç Sultanı Muhammed sultan geldi. Bilge Hanı ölürdü, yerine Hayır Han’ı getirdi. Hayır Han’ın soyu Kanglı’dır”[687]. Bu tarihten itibaren(Xlll.yy.) Yesi ismi yörenin ismi olarak kullanılmış ve Harzemşah Sultanı Tekiş burada adına gümüş sikke darbettirmiştir.

Türkistan adına gelince: Bu isim ilk olarak VII-IX. yüzyılda Farsça kaynaklarda, "Bütün Türk boylarının yaşadığı yer anlamında kullanılmıştır. Daha sonra Arapça ve diğer kaynaklarda yer aldığını görmekteyiz. IX. yüzyıl Arap tarihçisi Ibn-Hurdadbih "Kitabü'l-Mesalik ve'l-Memalik" adlı eserinde: "Merv'den iki yol çıkmaktadır, biri Şaş’a (Taşkent) ve Türklerin şehri Türkistan'a, ikinci yol Belh ve Toharistan’a gider" demektedir[688]. el-Ya'kûbî ise eserinin bir bölümünde "Türkistan"ı ele alarak, Türk boylarının bölgedeki dağılımını anlatmaktadır[689].

Böylece Türkistan adı IX-X. yüzyıldan itibaren coğrafi ve etnik bir terim olarak karşımıza çıkmaktadır. Kaşgarlı Mahmud Divam Lugati't-Türk'te "Türkistan" adını özel bir bölge olarak göstermiştir. Türk halklarının yaşadığı bölgelerdeki dağ, deniz, su (ırmak) isimlerini de vermiştir. O, Mâverâünnehir bölgesini Yengikent'ten başlatarak bu bölgeyi "Türk eli" olarak göstermektedir[690]. V.V. Barthold da, Hazar denizinden Çin sınırlarına kadar olan bölgeyi "Türk Yurdu" olarak değerlendirmektedir[691]. Faruk Sümer'e göre ise, Yesi'nin Türkistan ismi ile anılması Ahmed Yesevî'nin lakabı olan "Hazret-i Türkistan'ın" (Türkistan'ın büyüğü) halk tarafından kısaltılarak "Türkistan" denilmesinden ileri gelmiştir[692].

Daha geç dönem kaynaklarından (XIV-XV.yy) Muineddin Natanzi, Savran, Otrar ve Sığnak şehirlerinin üçünü birden Türkistan olarak isimlendirmiştir[693]. Yazarı belli olmayan "Tarih-i Güzide-i Nusretnâme" isimli eserde de Otrar ve Savran şehirleri birlikte "Türkistan" olarak kaydedilmektedir[694]. Yine bu dönemde yazılmış olan "Şeybani-nâme" ve

“Zübdet el-Asar”da bu şehirler Türkistan olarak geçmektedir[695]. “Bida-ül Vekaya” ve “Tarih-i Raşidi” gibi kaynaklarda anlatılan Türkistan şehrinin yeri ve sınırları bugünkü ile aynıdır. XIV. yüzyılda Cuçi ulusuna dahil olan bu şehirleri daha sonra (XV.yy) Kazak Hanlığının hakimiyeti altında görüyoruz. Türkistan şehri Kazak hanlarının başkenti olmuştur[696].

Eski Türk Düşüncesi île Ahmed YesevFnin Oluşturduğu Türk- İslâm Düşüncesinin Karşılaştırılması

Bu başlık alında Sır Derya bölgesinde oluşan Türk-lslâm düşüncesi ve bu düşüncenin oluşumunda önemli emekler sarf eden Yesevî’nin faaliyetleri incelenecektir. Bu iki düşünce şeklini karşılaştırmak için önce eski Türk düşüncesinin temsilcisi olarak Korkut Ata dede korkut seçtik. Çünkü bu iki şahsın her ikisi de Sır Derya bölgesinde yaşamışlardır. Aynı zamanda Dede Korkut bir “kam” yani din adamı olarak da karşımıza çıkmaktadır[697].

Eski Türklerde, din adamına "kam" denildiğini biliyoruz[698]. Kaşgarlı Mahmut’un, "Divan-ı Lügati't-Türk" adlı eserinde, kam sözü dört yerde geçmekte ve kahinlik olarak açıklanmaktadır[699]. Korkut Ata, sadece Türk mistik düşünce tarihindeki yeri ile değil, aynı zamanda kendi toplumunun birlik ve bütünlüğünün korunmasında önemli rol üstlenen bir şahsiyettir[700].

V. Barthold, Sır Derya ırmağı boyunun, Korkut Ata'nın öz vatanı olduğu hususunu birçok kaynak ve delillerle iddia etmektedir[701]. Ayrıca Kazakistanlı Korkut bilimcileri, başta, S. Muhtarulu olmak üzere, Korkut Ata'nın bir tarihi şahsiyet olduğunu, Sır Derya’da doğup, Sır Derya’da öldüğünü ve mezarının da orada bulunduğunu tarihi belgelerle ortaya koymaktadırlar[702].

Bir ulusun dinini değiştirme olgusu, onların sezgi ve inanç boyutu ile değerler nizamının öz veya muhteva bakımından derinlemesine değişime uğramasına ve manen yeniden doğmasına götürmektedir. Bu yüzden, din psikologu, W. James, dini değiştirme olgusunu "el-Mevlüdü's Sani'" (ikinci doğum) olarak nitelendirmektedir[703].

Aynı kültürel zemin ve mekanı paylaşan Hoca Ahmed Yesevî ile Korkut Ata düşüncelerinde ortaklıklar ve aynı kültür geleneğinin izlerinin bulunması tabiidir. Korkut Ata yukarıda da zikrettiğimiz gibi, Eski Türk düşüncesinin temsilcisidir. Onun yaşadığı zaman diliminin tam olarak bilinmemesine rağmen tüm araştırmacılar Korkut'un Türk düşünce tarihindeki önemi konusunda hem fikirdirler.

Burada esas konumuz Yesevî’nin düşünce sistemi olmadığı için bunları sadece ana batlarıyla hatırlayalım. Yesevî’nin ilminin özünde insana iradesini nasıl kullanacağını, Allah'a nasıl kulluk edeceği ve nasıl mutlu olacağını gösteren bir "kendini bilme" sanatı yatmaktadır. Yesevî ilmi, insanın iç huzuruna ulaşmasıyla toplumda birlik ve beraberliği sağlamayı ve insanı bölünme ve dağılma gibi psikolojik baskılardan arıtmayı amaç edinmektedir. Yesevî'ye göre, bu derdin devası muhabbetullah, Allah sevgisidir. İnsanı Tanrı aşkına götüren güç ise insanın aklı, basiretidir.

İnsan aklı sebebiyle melekten de üstündür. Akıl, insanın kendisini bilmesi ve tanımasını gerçekleştirmesi için Tanrı tarafından verilmiş bir kuvvettir. Bu kuvvet, enaniyet, öç alma, hırs, yalan, kötülük vs. insanın iç dünyasını parçalayan kötümser psikolojiden kurtulmasını sağlamaktadır[704].

Korkut Ata ile Hoca Ahmed Yesevî, Türk düşünce tarihinde bir birini tamamlayan iki ayrı dönemi temsil etmektedir. Ahlakî ve İnsanî değerler her iki dünya görüşü için de çok önemlidir. Korkut Ata’nın dünya görüşünde, Eski Türk düşünce sisteminin değerleri çok canlı ve toplumsal hayatta çok etkilidir. Yesevî zamanında ise din değişiminin neden olduğu medeniyet değişimi dolayısıyla eski Türk değerleri zayıf kalmakta ve bu olgu, Türkler için bir korku, sosyo-psikolojik zorlukları da beraberinde getirmektedir. Burada, Korkut Ata toplumun dengesinin sağlanması için eski değerleri ve düşünce düzenini muhafaza etmenin Türkler için tek yol olduğunu savunmaktadır[705]. Korkut Ata, değişen şartlar ve zaman karşısında topluma yeni bir yol veya tavsiyede bulunmamakta, dolayısıyla yeni değerler sunmamaktadır. Buna karşı Yesevî, kendi toplumuna yeni değerlerle bütünleşen bir sosyal hayat tarzı ve nizamı için bir doktrin (öğreti) sunmaktadır.

Yesevî'nin içinde bulunduğu zaman ve mekanda, insanların Müslümanlığı kabulü ile onlardaki varoluş anlayışı dahil sosyo-siyasi sistem zeminindeki ekonomik hayatları da değişim ve oluşum içerisinde idi. Korkut Ata zamanında ise toplumun sosyal meselelerinin çözümünde şeriat veya dini kurallar değil, töre ve yargı zeminindeki yasalar hakimdir. Eski Türk düşünce sistemi bir dönüşümlü düşünce tarzı olduğu için, Korkut’un şahsı ile değerler sistemi arasında bir bütünlük ve uyum söz konusudur. Bu olgu, daha sonra İslâmî ilkeler ve Kur'an esasına dayalı değerlerle "tabii sohbet" (doğal uyum) sonucu bütünleşmiştir[706].

Ahmed Yesevî yukarıda bahsettiğimiz iki dünya görüşünün ide ve zeminlerini “tabii veya hür "sohbet yöntemiyle bütünleştirme ve uzlaştırma yolunda, Orta Asya tasavvuf cereyanları ve kültürünün en önemli dönüm noktasını teşkil etmektedir. Yesevî kendine has yol ve yöntem, ilke ve üsluba sahip bir tarihi şahsiyettir. Bu yüzden de Yesevî F. Köprülün’ün de belirttiği gibi "Orta Asya ve Seyhun mıntakasındaki Türk sûfîliğinin bu eski nüfuzlu reisi, menkabevi büyüklüğünü hâlâ asırlar önceki parlaklığı ile saklamaktadır[707].

Yesevîlîk Bilgisinin Türk Kültüründeki Yeri

Orta Asya’da Türkler arasında "Medine'de Muhammed Türkistan'da Hoca Ahmed" deyimi sıkça kullanılmaktadır. Bu ibare Türkistan'ın Hoca Ahmed Yesevî'ye bakış açısını ifade etmesi bakımından, son derece önemlidir. Alişer Nevâi Ahmed Yesevî hakkında "...Türkistan ehlinin kıble-i duası"[708] şeklinde bir ifade kullanmaktadır ki bu ifade bizim yukarıdaki hükmümüzü desteklemektedir.

Gordlevskiy, Ahmed Yesevî'nin türbesini ziyaret etmenin burada yaşayan Müslümanlar için yarı hacca denk olarak telakki edildiğini ve onun kuyusundan su içmenin de bir farz gibi algılandığını belirtir. Eserinde Yesevî türbesinin yerli halk için önemine değinen müellif, “türbeden bir avuç toprak almak da Müslüman’ı manen yüceltir gibidir” demektedir[709].

Böylece Ahmed-i Sânî olarak bilinen ilk Türk tarikatının kurucusu ve Türk Müslümanlığının ilk mühim temsilcisi Hoca Ahmed Yesevî'nin eseri de "Defter-i San?' yani Türkistanlıların Kur’ân'dan sonraki dini kaynağı haline gelmiş ve kudsiyet kazanmıştır. Nasıl Nakşiler İmam Rabbâni'nin eserine "Mektubat-ı Kudsiye"; derlerse, Mevleviler "Mesnevi'ye" "Mağz-ı Kur’ân" (Kur’ân'ın özü ve Ruhu), hatta "Mesnevî-i Manevî-i Mevlevî Hest Kur'ân der Zebân-i Pehlevi" (Mevlana'nın Mesnevî-i Manevisi Fars dilinde bir Kur’ân'dır)der ve Gazali'nin İhyası için "Kâda'l Ihyâ en-yekûne Kur’ânan" (İhya hemen hemen bir Kur’ân'dır) denilirse[710], Divân-ı Hikmet yani, Defter-i Sânî de, Türklerin gözünde ikinci bir Kur’ân'dır. Çünkü Türkler, Divân-ı Hikmet'e feyz-i İlahî olarak bakarlar.

Bu vesile ile birazda Divân-ı Hikmet'ten bahsetmek gerekir. Ahmed Yesevî veya Yesevîlik konusuna ilk defa eğilen büyük alim Fuat Köprülü, Divân-ı Hikmet hakkında şunları söyler:

"Bugün, Divân-ı Hikmet nüshalarındaki manzumelerden hiçbiri Ahmed Yesevî'ye ait olmasa bile şurası muhakkaktır ki bu büyük sûfi, halk edebiyatı şekilleri ile Türkçe hikmetler yazmış ve ondan sonra, Yesevî şairleri arasında, bu yolda manzumeler yazmak, mukaddes bir anane olmuştur. Bu bakımdan bugün elimizde bulunan hikmetlerin, esasen Yesevî’ye ait olmamakla beraber, tabii dil bakımından değil fakat şekil ve ruh itibariyle onların asıl Yesevî’ye ait olanlardan farksız olacağına hükmedebiliriz. İşte bundan dolayı hikmet adı verilen bu tasavvufi, ahlaki şiir nevi vasıtasıyla, Ahmed Yesevî’nin edebi şahsiyetini ve telkin ettiği ideolojiyi hatta tecrübî bir mahiyette de olsa az-çok anlamak kabildir[711].

Günümüzde de Yesevî geleneği yaşamaktadır ve o geleneği günümüze taşıyan dilimizdir. Divân-ı Hikmet'in dilini "Hakaniyye, Argu, Karahanlı dili, Çağatay dili” olarak niteleyenler karşılık, bugün bağımsızlığına kavuşan Orta Asya Türk devletlerinin alimleri "Hikmetlerin Dili" Türkmence, “tam Özbekçe” veya “Kazakça'nın özüdür” şeklindeki ifadeler kullanmaktadırlar[712]. Bu yüzden zaman ve mekan dilimlerine ayırmadan Divân-ı Hikmet'in dilini, genel olarak Türkçe dememiz uygun olur düşüncesindeyiz. Nitekim Ahmed Yesevî de esrinde "ilim Türkistan, Dilim Türkçe” demiyor muydu[713]? Bu sebepledir ki, Mahmut Kaşgarlı da eserinin diline "Argu", "Hakaniyye" veya "Karahanlı dili" dememiş ona Divan-ı Lugat-it- Türk" demiştir.

Hoca Ahmed Yesevî’nin tarihi şahsiyeti hakkındaki tartışmalara A. Müminov şöyle bir açıklama getirmektedir: "Ahmed Yesevî’nin Yesi dergahındaki yeniliği, onun Hanefilerle anlaşmak için gayret sarf etmesiydi. Başka dinin temsilcisi olan Karahıtaylar'ın (1125-1218) bu bölgeye zorla girmesi, Islâm'ın bütün fırkalarının güçlerini birleştirmeye itti". Burada Ahmed Yesevî birliğe, bölücülüğe karşı bütün İslâmî grupları hoşgörüye çağıran tarihi bir şahsiyet olarak ortaya çıkmaktadır. Fakat Ahmed Yesevî işin başında gelenekçi Hanefi ulemasından da, Mübeyyezilerden de büyük tepkiler aldı. Çünkü, bu iki fırka eskiden beri birbirlerine zıt istikamette olduklarını henüz unutmamışlardı[714]. Buradan, Ahmed Yesevî'nin ne Sünni, ne de Şii ve ne Mübeyyezi vs. taraftarı olmayıp Islâm’ın özü olan tevhit ve birlik taraftarı olduğu anlaşılmaktadır. Yesevî'nin siyasi ve İçtimaî düşüncelerinin özünde ahlak vardır. O'na göre herhangi bir siyasi ve içtimai hizmet ahlaki prensiplere; insanı sevmeye, adalete, doğruluğa, eşitliğe vs. dayanmalıdır. Ahmed Yesevî bu ölçüyü herkese, zengine, fakire eşit olarak koyuyor. Böylece şekilde milli, özde İslâmî kimliği ile ortaya çıkan Ahmed Yesevî, o günün tarihi ve coğrafyası içinde kime efendi, kime kul olacağını bilmeyen şaşkın ve mustarip halk kitlesinin yol göstericisi ve önderi olma özelliğini kazanmıştır[715].

Dini ve milli kaynakları birleştirerek, güzel uyum sağlayan Yesevî hikmetlerinin edebi seviyesi yüksek olduğu için bunlar şöhret kazanmış ve geniş bir alana yayılmıştır. Ayrıca, Ahmed Yesevî'nin Türk-lslâm Dünyası'na en büyük hizmeti, eski Türk töre, yasa ve ahlak değerleriyle, İslâmî kaide, şartları ve ahlak esaslarını yakınlaştırıp, bağdaştırabilmesi olmuştur"[716].

Orta Asya sûfîliğinin temeli, Ahmed Yesevî ve Yesevîlik tarafından o kadar güçlü bir şekilde atılmıştı ki, sonraki sûfî cereyanlar, mutlaka kendisini bu temele oturtmak zorunda kalmışlardır. Bu konular üzeninde incelemeler yapan A. Y Ocak, ilk Türk tarikat kurucusunun tarihimiz ve kültürümüzdeki önemini ayrıca vurgulamaktadır[717].

Ahmed Yesevî, Türk diline dayanan bir Müslümanlığın yayılmasında büyük rol oynamış, böylece Türk birliğinin kurulmasında pek büyük hizmetleri olmuştur. O, Allah'ın varlığı ve birliğine, Islâm dininin özüne ters düşmeyen eski Türk milli geleneklerini dışlamamış, onları müsamaha ile karşılamış, onların Türk-lslâm kültürüne renk katacak şekilde mana ve değer kazanmasını temin etmiştir. Onun bu metodu, Türklerin büyük bir zorluk çekmeden Müslüman olmalarını temin ettiği gibi Türklüklerini kaybetmemelerini de sağlamıştır.

Ahmed Yesevî ve Hikmetlerin önemine değinen Baymirza Hayit Sovyet dönemi Türkistan’daki durumlar ve dini düşünce hürriyetinde yaşanan sıkıntıları anlatırken: “Bolşevizm devrinde, ve 1925-1989 arasında, Yesevî’nin eserlerini okumak, onun fikirlerini anlatmak, onu zamanında ve günümüzde büyük bir mütefekkir, Islâm hayatında ilk defa dini halka halkın dili ile anlatmaya cesaret eden bilim adamı olarak göstermek yasak edilmişti. Ama asırlardan beri kadınlar arasında devam ettirilen Yesevî okulları bolşevizm devrinde de gizli olarak yaşatılmıştır. Türkistan kadınlarının Yesevîcilik an’anesi Pir-i Türkistan’ın fikirlerinin halk arasında yayılmasına ve himaye edilmesine bir temel olarak hizmet etmişlerdir”[718].

SIR DERYA YÖRERESİNDEKİ DİNÎ-SİYÂSÎ AKIMLAR

Türklerin Müslüman olmalarında Orta Asya'da cereyan eden Sünnî, Şiî ve tasavvufî akımlarının önemli tesirleri vardır. Islâm dini, Horasan ve Batı Türkistan'a tasavvuf yoluyla nüfuz etmiştir. Ve bunun sonucu olarak tasavvuf kültürü zemininde bir Türk Müslümanlık anlayışı oluşmuştur. Bu anlayış, yukarıda da bahsettiğimiz gibi Eski Türk düşünce tabakalarında bir "yeniden doğuşun" gerçekleşmesi sonucunda vücut bulmuştur. Araştırmalar ve incelemelerin neticesinin de gösterdiği gibi Türklerin yeniden doğuşu veya Müslümanlığı benimsemesi olgusu Hoca Ahmed Yesevî ismiyle yakından alakalıdır.

Sır Derya yöresinde varlıklarını müşahede ettiğimiz dini-siyasi akımların çoğunun Mâverâünnehir’den gelme veya oradaki dini akımlardan etkilenerek ortaya çıkan hareketler olduğunu görüyoruz. Türkistan’daki(genel anlamda) tarihi ve siyasi olayların gelişmesinde XI-XV. yüzyıllarda faaliyet gösteren bu çeşit akımlar, bölgedeki devletlerin sadece siyasi durumlarını değil, bazı araştırmacıların fikrine göre, bölgedeki etnik oluşumları(Kazak, Özbek vs etnik grupların ve halkın ortaya çıkışı) da derinden etkileyen bir faktör olmuştur[719].

Bu gibi dini-siyasi akımların içinde bizim araştırma bölgemiz olan Sır Derya civarında büyük ölçüde faaliyetlerini sürdürenleri arasında Yesevî ve Nakşibendî akımları başta gelmektedir. Bunların dışında Mâverâünnehir ve Horasan bölgesinde ortaya çıkan dini-ideolojik akımlar bizim araştırma sınırımızın dışında kaldığı için üzerinde durulmamıştır.

Son zamanlarda Yesevîlik düşüncesi veya tarikatının menşei üzerinde çok sayıda incelemeler ve araştırmalar yapılmış ve yapılmaktadır. Bu araştırmalar beraberinde çeşitli dini-siyasi akımların etkilerini de ortaya koymaktadır. Bu araştırmalar sonucunda elde edilen bilgilere dayanarak, Horasan ve Mâverâünnehir’de ortaya çıkan Mübeyyez veya Mübeyyezün, Karmatiler ve Şiî, Nakşbendî dini akımlarının az-çok Türkistan bölgesinde varlıklarını sürdürdüklerini söyleyebiliriz. Iranlı araştırmacı, M. Senayî’nin, Yesevî ilminin Horasan tasavvuf ekolü ile Sır Derya boyundaki Şiîlerin tesiri altında oluşup geliştiğini kaydetmesi de bu gibi akımların mevcudiyetini göstermektedir[720].

Müminov gibi Kazakistanlı araştırmacılar ise, Bağdat ve Horasan tasavvuf akımlarının Yesevilik düşüncesinin oluşumunda belirleyici bir yer almadığını ve Yesevî kültürünün, Türkistan çevresinde birkaç asırlık tarihi olan Mübeyyezün akımı ve geleneğinin devamı olduğunu söylüyorlar[721]. O dönemin toplumunda zuhur eden Mübeyyezün harekatı, aslında, eski Maniheist geleneğinden esinlendiği bilinen bir "beyaz elbiseliler (azizler)" grubu olarak bilinmektedir. Bunlar öğretilerini sürekli hareket ederek ve dolaşarak yaymaktadırlar[722]. Ancak, bu olgunun, dış benzerliklerinden dolayı, onların temsil ettiği düşünce ve inanç aleminin de aynı olduğunu söylemek yanlış olabileceği kanaatini taşıyanlar da vardır[723]. Ayrıca, "beyaz elbiseliler" ile Yesevi faaliyeti arasında tam üç asırlık bir fark söz konusudur. Her iki harekat öğretileri arasında hem özde ve biçimde farklılıklar vardır[724]. Z. V. Togan da Yesevilik kültürünün oluşumunda Maniheilik ve Şafiilerin tesirli olduğunu ifade etmektedir[725].

Müminov'un, Türkistan tasavvuf kültürünün Horasan ve Bağdad tasavvuf kültüründen farklı yönde oluştuğu ve kendine has özellikleri olduğu hususundaki fikri, din fenomonolojisi ve din psikolojisi kuralları açısından da önemli ve yerinde bir tespittir[726].

Z. V. Togan’ın da bu konuda şöyle bir tespiti bulunmaktadır:"..bir çok dinin ve kültürün karıştığı ve yaşadığı bu bölgede İslâmiyet’i kabul eden Türklerin Maniheizm, Budizm ve Şamanizmle az veya çok uyum içinde bulunan Şiîlik, Alevilik ve tasavvuf kanallarıyla bu yeni dine(lslâmiyet) girdikleri de üzerinde durulan bir husustur”[727]. Bu konular üzerinde çalışmalar yapan A. Y. Ocak'a göre ise, Yesevî'nin Müslümanlığı, mistik maniheî kültüründeki göçebe ve yarı göçebe Türk kabilelerinin Horasan tasavvufu ile kamlık geleneği ve eski dünya görüşü imtizacından oluşan bir Müslümanlıktır. Sonradan bu Müslümanlık, zaman içinde, Kur'an ve Sünnî Müslümanlık düzeyine yükselmiş, Horasan ve Mâverâünnehir Melametî tasavvuf ekolü tesiri ile gelişmiştir[728].

Dinî-İdeolojik Akımların Bölgedeki Etkisi

Genel olarak IX-XII. yüzyıllarda Islâm’ın iki akımı ananevî ve rasyonel akımlar arasındaki rekabet Türkistan’daki İlimin gelişmesine büyük etki etmiştir. Türkistan topraklarında yetişen alimler Islâm medeniyeti ve biliminin gelişmesine büyük katkılar sağlamıştır. Bunlardan Farablı Ebu Rahim Ishak ibn İbrahim al-Farabî (Öİ.961) Arab dilinin sözlüğünü yazarken, Ebu Nasr İsmail ibn Hammad al-Farabî al-Cavharî(öL1002-1007) Arapça açıklamalı sözlük yazmıştır.

Türkistan’da yerinde XII. yüzyıl öncesi sadece Mübeyyeziler faaliyet göstermemiş aynı zamanda muhtelif Islâm merkezlerinden buraya sürgün edilen bazı dini-ideolojik akımların temsilcileri de faaliyette bulunmuşlardır. Mesela, Karmatiler ve Ismaîler gibi[729]. Ismaîler'in Sayram bölgesinde geniş yankı uyandırdığı ve bugün bile kullanılan “hoca” kelimesinin bu bölgeye Ismaîlerle beraber geldiği de söylenmektedir[730]. Onlara göre “hoca” “imam” ile “bab”tan sonraki üçüncü dini statüdeki insana verilen isimdir.[731]. Bunların dışında Türkistan’da Şafiîlerin varlıklarını görmekteyiz. Daha çok dinî ilimlerde kendilerini gösteren bu çeşit akımların siyasi gelişmelerde ne derece etkili olduğu konusunda kaynaklarda fazla bilgi yoktur. Mâverâünnehir’de bazı akımların siyasi gelişmelerde ne derece etkili olduklarını biliyoruz. Bunlardan bazıları Sır Derya yöresine kadar sarkmış ise de Mâverâünnehir’deki gibi etkili olmamışlardır[732].

Yukarıda da bahsettiğimiz gibi bunların merkezi Iran, Irak, Horasan ve Mâverâünnehir bölgesidir. Sır Derya yöresinde daha etkili olanlar arasında sûfî tarikatlardan Yesevîlik ve XIV. yüzyılda ortaya çıkarak XV. yüzyılda Türkistan’da büyük ölçüde yayılan Nakşibendî tarikatı gelir[733]. Kazakistan’da yapılan araştırmalar da çoğunlukta bu iki akım üzerinde yoğunlaşmaktadır. Bu iki akım hakkında onların aynı kökten geldiklerini söyleyenler[734] olduğu gibi, bunun aksini söyleyenler de vardır. Kazakistanlı araştırmacılardan A. Müminov ve Z. Candarbek bu söylenenlerin aksine, “bu iki akımın iki değişik kültürel zeminde ortaya çıktığını ve dolaysıyla iki farklı hayat tarzı ve düşünce şekli olan halka (yerleşik ve göçebe) hitap ettiğini ileri sürerler[735].

Nakşibendiliğin daha çok Horasan ve Mâverâünnehir’in yerleşik tüccar, zanaatkar halkına ve onların manevi ihtiyacına yönelen, sıkı dini kurallar koyan bir dini akım iken, Yesevîliğin ise, daha çok Türklük özelliklerine ve Türk göçebe felsefesine uygun daha yumuşak bir din anlayışı şeklin vücuda getiren bir sûfî akım olduğu anlaşılmaktadır. Bunun örneklerine tarihi ve menkabevî olaylarda sıkça rastlanır[736]. Mesela, göçebe gelenekten gelen Türklere hitap eden Yesevîlerin toplantılarına kadınlarla erkekler beraber ve kapanmaksızın katılıyordu. Bilindiği gibi bu Nakşibendilerin anlayışına uygun değildir[737].

Yesevîlik ile Nakşibendiliğin bölgede bir birine karşı zaman-zaman barışık ve karşı bir tavır takındıkları anlaşılmaktadır. Bu iki tarikatın devletin siyasi durumu ve gelişmesinde de etkili olduğu görülmektedir. Zaman-zaman yanlarında bulundurdukları din adamları “şeyh veya hoca”ların istişaresine müracaat etme durumunda olan hükümdarların kararlarında onlardan etkilenmeleri doğaldır. Mesela, Kazakistan tarihi ile ilgili olarak Z. Candarbek, 1448 yılında Özbek ulusunun ikiye ayrılması sonucunda ortaya çıkan Kazak Hanlığı ve Şeybanî Devleti ve bunlardan Şeybanî Han’ın Özbeklerin bir kısmını alarak Mâverâünnehir’e göç etmesi sonucunda bu iki tarikat arasındaki çatışmanın daha da arttığını bildirir[738]. Mâverâünnehir’e göç eden Özbekler arasında bu iki tarikat yüzünden tartışma başlamıştı. XVI. yüzyılın ilk yarısında Buhârâ hükümdarı Ubeydullah(Abdullah) Han’ın yardımı sayesinde Nakşibendî şeyhleri daha etkili bir duruma gelmişlerdi. Zaman geçtikçe Nakşibendilik Mâverâünnehir’de önemli manevî-ideolojik bir güce dönüşmüştür[739]. Bu yüzden de Mâverâünnehirli Özbekler adet, örf ve gelenek bakımından kendi akrabaları olan Türkistan’da kalanlardan farklaşmaya ve uzaklaşmaya başlamıştı. Çünkü Mâverâünnehir’de yaşayan Özbeklerde Fars-Tacik kültür unsuru ağır basmaya başlamıştı. Kazak Hanlığı bünyesinde yaşayan halkın çoğu Yesevîlik yolunda idi. Fakat Mâverâünnehir’in sınırına yakın yaşayan halkın bazı siyasi olaylar neticesinde Mâverâünnehir’deki bu dini-ideolojik akımın etkisinde kaldığı anlaşılmaktadır[740]. “Sûfî akımların etnik oluşumdaki etkisi” adlı makalesinde Z. Candarbek bu konu ile alakalı olarak şunları söylemektedir: “Kazak hanlarından Esim han zamanında Nakşibendî akımı devlete sızmaya başlamıştı. İlk olarak Özbeklerle hem hudut oturan Küçük Cüz halkı Nakşibendî akımı etkisinde kaldı. Fakat onların ideolojisini kabul etmelerine rağmen kendi adet-örflerini unutmadılar. Nakşibendî akımının ideolojisini, adet ve örfünü kabul eden Kazak boyları ise, Kazak Cüzlerinden çıkartılmıştır. Bugün Şımkent, Taraz civarında oturan ve Kazak Cüzlerine girmeyen “Sunak” ve “Şalakazak’lar gibi Özbeklerin ortaya çıkması bu olayların sonucunda olmuştur. Türkistan şehri yakınlarındaki Karnak ve Karaşık (Karaçuk)köyünde yaşayan halkın neredeyse tümü Özbek’tir. Fakat onların köküne inildiğinde yüzde doksan beşinin eski Kazak boylarından olduğu ortaya çıkmaktadır”[741].

Dini-ideolojik akımların bu gibi etnik gruplaşmalarda yarattığı etki hanedanlıklar ve devletlerin siyasi gelişmelerinde de kendini gösterir. Bu durum en net şekilde kendini Kazak Hanlığının tarihinde göstermiştir. Son zamanlarda yapılan araştırmalar Ahmed Yesevî ilminin ve düşünce şeklinin Kazak Hanlığının kültürel gelişmesinde önemli yeri olduğunu göstermektedir[742]. Bu konu hakkında ileri sürülen değişik fikirler arasında Nakşibendî akımı ile Yesevîlik akımı arasında zaman-zaman meydana gelen çatışmaların Kazak Hanları arasında huzursuzluğa sebep olduğu söylenmektedir. Kazak hanlarından Kasım Han’dan sonra Nakşibendîlik harekatı güçlenmiş ve bu tarihten sonra devletin başına geçen bir çok han (Şıgau han, Tauekel(Tevekkül) Han, Esim Han vs.) Nakşibendîlik akımının etkisinde kalarak, bu tarikat şeyhlerine mürid olmuşlardır[743].

Türkistan şehrini kendine başkent yapan Kazak hanlığının yükseliş devrinde Nakşibendî tarikatı temsilcileri Türkistan civarına gelerek, şehrin 25 km uzaklığındaki “Karnak” şehrinde Nakşibendî öğrencileri için medrese yaptırmışlar; Türkistan civarındaki halkın bu dini-ideolojik akıma katılmaları için faaliyetler göstermişlerdir[744]. Bu durum eskiden Yesevîlik yolunda olan halk ile sonradan Nakşibenlîk akımına geçen halk arasında çatışmaların ortaya çıkmasına sebep olmuştur[745]. Bu gerginlik çoğunlukta han tayini sırasında daha belirgin bir hale geliyordu. Hangi dini akıma müntesip olan kişinin hanlık tahtına oturacağı münakaşaları sertleşiyor, şu veya bu tarikattan olmak han adaylarının bazen lehine ve bazen de aleyhine oluyordu[746]. Sır Derya boyunda yaşayan halkın “Şart” ve “Kazak” olarak ikiye ayrılmasının da bu dönemlerde, bu dini akımların yarattığı etki sonucunda ortaya çıktığı düşünülmektedir[747]. Şartlar aslında yerli Türk boylarından idi. Bu isim (eski Hint tücarı anlamından farklı olarak )onlara XV-XVL yüzyıllarda dini düşüncelerini, dolaysıyla hayat ve medeni geleneklerini değiştirmeleri, Türk kültüründen uzaklaşmaları ve Fars-Tacik kültürü etkisinde kalmaları sebebiyle verilmiştir. Bunu yaygınlaştıran da Nakşibendîlik olmuştur[748].

BÖLGENİN KÜLTÜREL GELİŞMESİ AÇISINDAN KÜLLİYELER (TÜRBELER), VAKIFLAR VE MEDRESELER

Bu başlık altında Sır Derya havzasındaki şehirlerde kurulan vakıflar, medreseler ve bölgede büyük saygı ve hürmette nail olan din önderleri ve onların müridleri, Evliya ve Bab(Ata)lar adına yapılan küllyeler hakkında bilgi verilecektir. X-XIL yüzyıllarda kültürel ve medeni birer merkez haline gelen Sır Derya şehirleri aynı zamanda İslâmiyet’in yayıldığı, İslâmî ilimlerin, felsefî bilimlerin geliştiği dolaysıyla Türk-lslâm Medeniyetinin yaşandığı bir yer haline de gelmişti. İslâmiyet’i yaymak amacıyla buraya gelen bir çok din adamının efsaneleşen öykülerine bu bölgede sıkça rastlanır.

Vakıflar

Elimizde bulunan kaynaklardan vakıfların Türkistan şehri civarında kurulduklarını görüyoruz. Sır Derya yöresi açısından belgelerle desteklenen vakıf eserler konusunda pek fazla bilgiye sahip değiliz. Çünkü savaş yangın, işgal ve sair pek çok badire yaşayan şehirlerde bulunması muhtelif yazılı belgeler maalesef kaybolmuş ve zamanımıza kadar gelmemiştir.

Bu yüzden biz elimizde bulunan kaynaklardaki bilgilerle yetinme durumundayız. Bu da ancak Sır Derya yöresindeki vakıf eserler konusunda genel bilgiye sahip olmamızı sağlamaktadır.

Böyle kaynaklardan biri araştırmamız sırasında sıkça müracaat ettiğimiz “Neseb-nâme”dir. “Neseb-nâme” sadece Ahmed Yesevî ve Yesevîlik tarikatının şeceresini değil, aynı zamanda İslâmiyet’in ilk yayılış yıllarındaki vakıf eserler ve Yesevîlik tarikatına ait vakıfların adını ihtiva eden bir kaynaktır[749]. “Neseb-name”de vakıf edilen yer-su adlarının ortaya çıkması tahminen VII. yüzyıla denk gelmektedir. Neseb-Nâme nüshalarında İslâmiyet’i yaymak için ilk gelenler arasındaki Ishak Bab’a ait bir çok vakıf eserin olduğu söylenmektedir[750]. Bunlar sırasıyla Karatav’un kuzey-batı cephesinde yer alan ırmak ve su adlarıdır. Bunlar: “Uzun yagaş(Uzun Ağaç)”, “Yeşil su”, “İkan Kebzi”, “Makintam suyu”, “Han suyu”, “Ak Munkar”, “Fazıl Mundaş suyu”, “ Kantagı suyu(Han Tahtı suyu)”, “Karakiya suyu”, “ Bagıbaş suyu”, “Uğrak Arslan suyu”dur. Bunların dışında bir de Sayram’daki Cuma mescidine vakıf edilen “Elkent suyu”, “Arslanın arığı”, “Sarı kamış suyu”nun isimleri vardır. Neseb-nâme”de geçen diğer isimler şöyledir: “İkan civarındaki Kızılşa Munkar suyu”, “Yaruk suyu”, “Orunluk suyu”, “Amfi yağan suyu”, “Koca turnası suyu”, “Kara tigar suyu”. Fakat bu suların çoğu bugün belli değildir. Bu saydıklarımızdan bir kaçı günümüzde aynı isimle kullanılırken, bazılarının yerini bile tespit etmek zordur. Fakat bu isimlerin çoğunun Türkçe kökenli olması ve Türkistan civarında bulunmaları onların Orta Sır Derya bölgesinde yer aldıklarını düşünmeye sevketmektedir[751]. Neseb-Nâme’de yer alan ikinci kısım vakıf yerler Hoca Ahmed Yesevî ve onun temsilcileri döneminde ortaya çıkmıştır. Neseb-nâme’de bu yerlerin bir kısmının satın alındığı ve bazı yerlerin de şehir hakimleri ve zenginler tarafından Ahmed Yesevî tarikatına vakıf olarak verildiği yazılıdır[752]. Mesela, Ahmed Yesevî müridlerinden Muhammed Danişmend Zernukî’nin 300 kırmızı altın(dinar)a satın aldığı yeri tarikata vakıf ettiği yazılıdır. Hükümdarlardan “Kayu Tegin” adlı birisinin Öküz tav’dan Karaçuk’a kadar 200 km’lik yeri Otrar hankâhına vakfettiği hakkında da bilgi bulunmaktadır[753].

Bu gibi vakıf yerlerin sadece güney Kazakistan’da değil Orta Asya’nın değişik bölgelerinde de mevcut olduğu anlaşılmaktadır. Harezim hanının, Buhârâ hükümdarının ve Hocend hanının Yesevî tarikatına birkaç yeri vakıf olarak verdiklerini de aynı kaynaktan öğrenmekteyiz[754]. Ayrıca F. Köprülü eserinde Schuyler’in verdiği bilgiye dayanarak “cami masraflarının vakıflar tarafından karşılandığını, Ruslafın şehri zapt etmesinden önce Hokand Hanı senede beş yüz tıla yollayarak caminin masrafına yardım ettiğini’’ bildirmektedir[755]. Bunlardan başka, gelip gidenler cami müstahdemlerine daima yardımda bulunurlar, kurbanlar kestirerek fakir halka dağıtırlardı. Araştırmacılardan Bekçurin de caminin vakıflarla idare edildiğini söylüyor. Bilhassa türbeye bakan müridleri terbiye eden ve kendilerini Ahmed Yesevî neslinden sayan adamlar bundan faydalanmaktadırlar. Halk dilinde bu adamlara “aziz”lerden bozulmuş olarak “ezler” nâmı verilir[756]. Yesevî tarikatı şeyhlerine vakıf yerlerin verilmesi Kazak hanlarından Bökey han (1815- 1819)zamanına kadar devam etmiştir[757]. Kaynakta Türkistan civarındaki bir çok arık-kanalların tarikata vakıf olrak verildiği belirtilmiştir. Bunların arasında “Ortalıktan bir arık”, “Çobanak’tan bir arık” “Taşanak’tan bir arık” ve bu yerlerin hepsi Tauekel(Tevekkül) Muhammed(1582-1598) han’a ait mühürle tasdiklenmiştir.

Neseb-nâme’de bahsedilen son döneme ait Türkistan şehri civarında bulunan bir başka vakıf yer de vardır. Bunlar XVII-XVIII. Yüzyıllarda Kazakistan topraklarına gelen Nakşibendî tarikatına vakfedilen yerlerdir. Bunlar arasında bugünkü Türkistan ilçesine dahil “Mes”, “Babay Kurgan”, “Karnak” gibi yerler dikkati çeker. Bununla beraber Esim Han(1598-1628) zamanında Sunak-Ata(Sığanak) şehrinden bir çok yerin Nahşibendî tarikatına ait şeyhlere vakıf olarak verildiği hakkında yazılı belgeler mevcuttur. Bunlardan bazıları yayınlanmıştır. Türkistan civarındaki vakıf yerlerin Çarlık dönemine kadar devam edegeldiğini söyleyebiliriz[758]. XIX. Yüzyılın sonunda “Türkistanlı Hocalar” tarafından yazılan “vakıf yerlerin vergiden muaf tutması” hakkındaki dilekçeleri bugüne kadar devlet arşivinde muhafaza edilmiştir[759]. Tarikatlar bu gibi vakıflardan gelen paralarla medreselerde öğrenciler yetiştirmiş ve onların yardımıyla yerli halk arasında İslâmiyet’in yayılmasına hizmet etmiştir. Bölgedeki eğitim faaliyetlerini üstlenen bu gibi medreseler sayesinde bozkırdaki göçebe halkın ve şehirlerdeki yerleşik halkın eğitimi ve öğrenimi gerçekleşmiştir. Mesela, Baba-Ata’daki medresede Kazakların Orta Cüz’üne dahil 26 boya din görevlileri yetiştirilmiştir[760].

Medreseler

Orta Asya şehirlerinin mimarisinde de İslâmiyet’in gelişi ile bir çok değişiklikler ortaya çıkmıştır. Şehirdeki yapılar arasında medreseler bir hayli belirginleşmişti. Fakat Moğol istilâsının başlaması ile Islâm ilim ve bilim merkezlerinden olan şehirlerdeki yükseliş yerini gerilemeye bırakmıştır. Bu durum Buhârâ’yı ziyaret eden Ibn Batuta’nın “artık bu şehirde bilimi düşünen tek bir insana dahi rastlamak zordur” şeklindeki ifadelerinden açıkça anlaşılmaktadır[761]. Bu üzücü durumdan bahseden diğer bir müellif de Cüveynîdir. Müellif eserinde, “bütün aydınlar yer altındadır(ölüdür) artık ilimle, zanaatla ve medeniyetle uğraşmak toprağa kalmıştır” şeklinde üzüntüsünü dile getirmektedir[762].

Daha sonraki zamanlarda Moğol hanları tarafından yapılan çeşitli kanunlar sayesinde ticaret ve zanaatta belli ölçüde canlanma fark edilmiştir. Ülkenin medeni ve eğitim açısından gelişme merkezi olan medreselere bu dönemde çok iş düşmüştür. Bilindiği gibi Moğol döneminde ayrıca gelişen yerler arasında Orta Asra’da: Ürgenç, Taraz, Kenje(Kence), Otrar, Fergana İran’da Tebriz ile Isfahan gibi şehirler bulunmakta idi[763]. Buralarda kurulan medreselerde öğrenci sayısının fazlalığı dikkat çekmektedir[764]. Medreselerin mimarisine gelince bunlar tamamıyla medreseyi yaptıran şahsın ekonomik durumuna bağlı idi

Sır Derya yöresi ve ötesinde medreselerin XI-XVIII. yüzyıllarda ortaya çıktığı anlaşılmaktadır. Bu konuda Mâverâünnehir çok daha gelişmiş olup İslâmî ilimler merkezi olma bakımından Bağdat’tan geri kalmıyordu. Bu bölgede kurulan medreselerin özelliklerine gelince: Sır Derya boyunda ortaya çıkan medreseler çoğu kez mimari bakımdan Orta Asya’daki diğer medreselere benzerken, bozkıra doğru güney Rusya ve sınırlarında yapılan medreseler daha çok ev yapısını hatırlatan bir mimariye sahipti[765].

XIX. yüzyılda medrese yapım işleri Volga Tatarları tarafından devam ettirilmiştir. Bu yüzyılda medreselerin daha çok batı ve kuzey Kazakistan topraklarında inşa edildiği görülmektedir.

XI. yüzyıldan itibaren yapılan bu çeşit medreseler sayesinde yazılı edebiyat gelişmiş, Kazakistan’ın bozkırlarında yaşayan halk arasında Fars edebiyatının mahsullerinden “Kelil ve Dimne”, “Leyla ve Macnün”, “Yusuf ile Zuleyha” gibi eserlerin tercümeleri okunmaya başlamıştı.

Orta Asya ve Kazakistan topraklarında bulunan medreselerde yapılan arkeolojik kazılar son 10 yıl içinde büyük ilerlemeler kaydetmiştir. Bu çeşit araştırmaları XX. yüzyılın 20-30 yıllarında M. Masson, I. Umyanov, B. Zasıpkin vs. gibi araştırmacılar başlatmıştı.

Hoca Ahmed Yesevî Külliyesi

Ahmed Yesevî H. 562 yılı (1166-1167) yılında vefat ettikten sonra, Yesi şehrinde defnedilmişti. İlk olarak mezarının olduğu yere iki odalı bir küçük türbe inşa edilmişti. Türbe üzerinde yapılan arkeolojik incelemeler de bunu doğrulamaktadır[766].

Ayrıca külliyenin bir bölümünün Ahmed Yesevî hayatta iken mevcut olduğu yapılan kazılardan anlaşılmaktadır. İlk külliye şimdiki binanın kuzey kısmında mescit ve türbenin bulunduğu yerdedir. Yapılan kazılarda türbenin yerinin değişmediği ve çevrede bulunan kemiklerden Ahmed Yesevî'nin ölümünden sonra külliyenin etrafında büyük bir mezarlığın teşekkül ettiği anlaşılmıştır[767].

Külliyenin yakınında, yer altında bulunan dehliz, kubbeli mescit ve yine kubbeli daha küçük çilehane Ahmed Yesevî'nin Hz. Peygamberin öldüğü yaşta onun için matem tutmak gayesiyle nasıl yer altına girdiği sorusunu cevaplandırmaktadır. Yer altındaki bu mescit ve çilehanenin yapısı da Ahmed Yesevî'nin yaşadığı devre uyan özelliklere sahiptir[768].

Ahmed Yesevî'nin ölümünden sonra Yesi'nin (Yası) ziyaretgah ve dini merkez olarak gelişmeye devam ettiğinden yukarıda bahsetmiştik

Bu külliye Timur tarafından Hoca Ahmed Yesevî'ye bir şükran ifadesi olarak yaptırılmıştır. 1396 yılında çalışmalara başlanmış ve inşaat bir kaç yıl içinde tamamlanmıştır. Dört yöne göre mihverli olan abide 46.5x65 m. ebadında bir yer kaplamaktadır. Güneyde 18 metreye yükselen giriş kapısının iki yanında çift minare bulunmaktadır[769].

Külliyenin “giriş” kısmından sonra “kazanlık” denen tekke meydanına girilir. Kazanlığın kubbesi 37.5 m. yüksekliğindedir. Ortada önemli bir sanat eseri olan kazan yer almaktadır. Külliyenin kuzeybatı köşesinde mescit, batısında kütüphane, kuzeydoğu köşesinde ve doğuda "Aksaray" denilen hükümdar ve şeyh maksureleri yer almaktadır[770]. Türbe mihver üstünde kuzeyde bulunmaktadır. Ahmed Yesevî'nin sandukası Yeşim taşındandır. Külliye cephelerinin büyük kısmı çini İle kaplıdır ve çini tuğlalar üzerinde büyük boy kufi harflerle yazılmış "Allah", "Muhammed" gibi yazılar ve binanın üst kısmını çevreleyen Bakara süresinin 58.ayeti yer almaktadır[771]. Çok ince oymacılık sanatı gösteren ahşap kapılar ve altın yaldızlı tunç tokmaklar da kendilerine has güzelliktedir[772]. Bununla beraber türbenin duvarlarındaki yazılar arasında ünlü kişi adları ve yer adları da bulunmaktadır[773]. Türbenin hem süsü hem de hat sanatı bakımından bu yazılar önemlidir. Bu yazıları yazan hattatlara gelince: Yapılan incelemelere bakılırsa, onların “Hoca Haşan Şirazî” ve “Şems Abd al-Vahab Şirazî” tarafından yazıldığını; duvarlardaki bronz ve çini üzerindeki yazıların da “Azizeddin ibn Taceddin Isfahan!” ile “Abd el-Aziz ibn Şerafeddin ibn Tebriz!” tarafından yazıldığı anlaşılmıştır[774]

Türbeler(Mezarlıklar)

Sır Derya havzasında Hoca Ahmed Yesevî külliyesi dışında, bir çok türbe ve abide vardır. Bölgedeki medeni ve kültürel hayat bakımından önem arz eden bu çeşit yapılar arasında, İslâmiyet öncesine ait olanlar da bulunmaktadır. Türbelerde medfun zevat hakkında halk arasında değişik hikayeler anlatılagelmiştir. Bu hikayelerin bir çoğu geçen asrın kültür tarihçileri ve araştırmacıları tarafından yazıya geçirilmiştir. Bölgede yapılan arkeolojik kazı çalışmaları da bu konudaki bilgilerimizi tamamlamaya yardımcı olmaktadır. Türbelerin çoğu “evliya” olarak tanınan zevata ait olup, bazıları da halk arasında cesaret örneği olan kahramanlara veya halk edebiyatına konu olan âşıklara atfedilmektedir. Bunlardan Sır Derya havzasında bulunanlar ve üzerinde araştırma yapılanlar hakkında bilgi vereceğiz

Begim-Ana Türbesi: Bu türbe, Aşağı Sır Derya kısmında yer alan Yenikent(Cankent) şehrinin harabesi yakınlarındadır. Türbe kerpiç yapı olup, dışı tuğla ile kaplanmıştır. Türbe hakkındaki ilk rivayetler burayı gezen Rus subayı L. Meyer tarafından yazıya geçirilmiştir(1870). Türbe sekiz köşeli kule şeklinde, tuğla ile inşa edilmiştir. Yüksekliği sekiz metre civarındadır. Eski Yenikent hükümdarı Sancar’ın eşi olan Begim-Ana’ya aittir. Rivayete göre, Begim-Ana hükümdar tarafından sadakatsizlikle suçlanarak, zindana atılmış ve suçsuz yere cezalandırılan Bagim-Ana zindanda hayatını ibadet ederek geçirip orada ölmüştür. Hükümdarın bu adaletsiz davranışı sebebiyle şehir felakete uğrar ve harap olmuştur. Bu hikayenin değişik birkaç versiyonu daha vardır. Aral gölüne yakın mesafede yer alan bu türbenin dışı günümüzde biraz tahrip olmuş vaziyettedir. Arkeolojik çalışmalar sonucunda yapının X-XL yüzyıla ait olduğu tespit edilmiştir.

Saraman-Kosa Türbesi:Yenikent civarında yer alan diğer bir türbe de Saraman-Kosa türbesidir. Türbeler hakkındaki rivayetler bize XIX. yüzyılın ikinci yarısında buralarda çalışma yapan Rus arkeologları sayesinde ulaşmıştır. Biz de bunları ihtisaren naklettik. Geçen asırda Rus arkeologlarından I. Aniçkov Saraman-Kosa hakkında ilk araştırmaları yapmış ve onun bir resmini çekmiştir[775]. I. Aniçkov’un yazıya geçirdiği rivayete göre[776], bu türbe Salman ve Koşa adındaki iki gencin aşkları için ölmesi üzerine yapılmıştır. Efsaneye göre, Karakalpaklı genç Salman Ürgençli Koşa isimli kıza aşk olur. Bu evliliğe izin vermeyen genç kızın ailesi Salman’ı öldürür. Yiğitin öldüğü yer bugünkü mezarlığının yeri imiş. Daha sonra iki Karakalpaklı batur burada Salman’ın anısına anıt-türbe yapmıştır. Türbe duvarının iç kısmı kerpiçle, dış kısmı da tuğlayla yapılmıştır. Yüksekliği 15 metredir. Türbenin yapılış özelliklerine bakılırsa onun ilk zamanlarda bir gözetleme kulesi olduğu tahmin edilebilir. Çünkü kulenin yüksek olması ve bekçilerin gözetleme yaptığı zannedilen minare şeklinde iki yerin olması, Yenikent’ten 30 kilometre uzaklıkta yer alan bu türbenin ilk başta gözetleme kulesi olarak kullanılmış olabileceğini tahmin ettirmektedir[777]. Türbenin tam olarak hangi yüzyılda yapıldığı tespit edilememiştir. Sadece hikayedeki olayın I. Aniçkov’un anlattıklarına göre bundan 20 nesil öncesi (500 yıl) vukubulduğu belirtilmiştir.

Dede Korkut (Korkut Ata) Türbesi: Aşağı Sır Derya kısmında yer alan önemli türbelerden biri de Kazakların Korkut Ata dedikleri Dede Korkut’un türbesidir. Türk tarihinde ismi efsaneleşen bu halk bilgesi hakkında kaynaklarda yeterince bilgiye rastlamaktayız. Türk kültürü ve dünya görüşü açısından çok önemli bilgiler ihtiva eden Dede Korkut hikayeleri, aynı zamanda eski Türk tarihi bakımından da önemlidir. Dede Korkut’un hangi devirde ve kaç yıl yaşadığı tam olarak bilinmemesine rağmen, araştırmacılar arasında O’nun Türk imparatorluğunun uluslara ayrılmaya başladığı bir dönemde yaşadığı ve Sır Derya boyunda bir yerde vefat ettiği doğrultusunda görüşler mevcuttur[778]. Halk arasında bazen devlet adamı, bazen kopuz çalan baksı(şaman), bazen de ölümsüzlüğü arayan düşünür olarak tanınan Dede Korkut’un şahsiyetine bir kutsiyet kazandırılmıştır. Hikayelerde hem İslâmiyet öncesi eski Türk gelenek ve din anlayışına, hem de İslâmî hayatın izlerine rastlamak mümkündür.

Bu yapı da Sır Derya yöresindeki diğer yapılarla aynı özellikleri taşımaktadır. Kerpiçle yapılmış olup, dış görünüşü keçe ev gibi yuvarlak kubbeli yapıdadır. Türkistan bölgesi arkeoloji grubunun bildirilerinde 1897 yılının 17 Şubat’ında yapılan toplantı bildirisinde “Dede Korkut mezarlığının(türbe) bakıma alınması ve ayrıntılı bir şekilde araştırılması” gerektiği hakkında ifadeler yer almaktadır. Türbenin sekiz kenarlı kulesi ve her bir kulenin de kubbesi olduğu belirtilmiştir. Ayrıca türbenin Sır Derya yakınlarında olmasından dolayı, mevsimine göre çoğalan nehir suyu ile yıkılma tehlikesinin de bulunduğu belirtilmiştir. Bu yüzden yerli Kazakların Korkut’un kemiğini başka bir yere taşıma düşüncesinde oldukları şeklinde bir ifade de yer almaktadır. Bunun ne derecede bir gerçeğin ifadesi olduğu belli değilse de, 1895 yılında türbeyi ziyaret eden I. Aniçkov’un anlattıklarına göre, türbenin oldukça eskimiş ve nehir suyu nedeniyle bir kenarının yıkılmış olması bu görüşü desteklemektedir[779]. Türbe bugünkü Kızılorda(Akmescit)’ya bağlı Karmakşı ve Kazalı demir yol istasyonu arasında yer almaktadır. Son zamanlarda burada Dede Korkut adına bir anıt yapılmıştır.

Gauhar(Cevher)-Ana Türbesi: Bu, Kazaklar arasında Gauhar Ana olarak bilinen, Hoca Ahmed Yesevî’nin kızı Cevher Şehnaz’ın türbesidir. Türbe, bugünkü Türkistan (Yesi) şehrinden 3 kilometre uzaklıkta bir yerdedir. Küçük bir kabir ve yanındaki mescitten(kümbet) ibarettir. Yerliler ve dışarıdan gelenler tarafından ziyaret edilen bir yer halindedir.

Ahmed Ata Türbesi: Bu türbe, Ahmed Yesevî’nin torunu, Cevher Ana ile Ali Hoca’nın oğlu Ahmed Ata’ya aittir. Bu türbe de Gauhar Ana türbesine yakın bir mesafede yer almaktadır. Mezarın taş kitabesi aşınmış ve üzerindeki yazılar okunamaz hale gelmiştir[780].

Âşık Yusuf Ata Türbesi: Ulu İpek yolu güzergâhında Türkistan şehrinin 22 kilometre doğusunda İkan kasabası vardır. Eski İkan yerleşim yerinde, Ahmed Yesevî’nin zamanında yaşayan ve O’nun öğrencilerinden birisi olan Yusuf Ata’nın türbesi bulunmaktadır. Kaynaklara göre Ahmed Yesevî tarafından yetiştirilen Yusuf Ata daha sonra Ikan’a onun halifesi olarak gönderilmiştir[781]. O zamanlar İkan üzümüyle meşhurdu. Yusuf Ata’ya on iki çeşit üzüm türünden ikram edilmiştir. Ulaştığı yüksek ahlâk ve Allah sevgisinden dolayı, Ahmed Yesevî onun soyundan bir büyük zatın dünya geleceğini müjdelemiş. Daha sonra onun soyundan Ikânîye kolunun kurucusu Kemal Şeyh Ikânyî gelmiştir[782].

İbrahim Ata Türbesi: Bu, Ahmed Yesevî’nin babası İbrahim Ata’nın türbesidir. Türbe Sayram(bugünkü Çimkent) şehrinin kuzey doğusunda yer almakta olup, XII-XIV. yüzyıllarda yapıldığı tahmin edilmektedir. XIX. yüzyılda yenilenen türbenin kubbesi, 1950 yılındaki depremde yıkılmıştır.

Karaşaş Ana Türbesi: Yerli halk arasında Karaşaş Ana olarak tanınan Ahmed Yesevî’nin annesi Ayşe Hatun’un türbesidir. Sayram şehrindedir. 7X6.5 metre çapında, 9.3 metre yüksekliğinde olan türbe harap olmuş iken, XIX yüzyılda yeniden inşa edilmiştir.

Hoca Ahmed Yesevî ve sülalesinden gelen şahıslarla beraber Yesevî tarikatına dahil ve onun halifelerinden olan bir çok kimsenin türbeleri Yesi şehri ve civarında bulunmaktadır. Biz bunlardan bir kaçını zikrettik. Bunların dışında Talas(Taraz)şehri civarında da bir çok anıt-mezar vardır. Bunların arasında tarihi bakımından en eskisi Karahan Türbesi’dir.

Karahan Türbesi: Bu türbe, Güney Kazakistan’da eski Taraz şehri yakınlarında olup Karahanlılar devrinden günümüze gelmiştir[783]. Türbe XI. yüzyıla aittir. “Evliya Ata Karahan” namı ile bilinen, Karahan adlı mutasavvıfa aittir. Bugünkü Cambıl şehrinin, eski adı olan Evliya Ata adını bu zattan almış olduğu iddia edilmektedir[784]. Türbe eskiliği ve mimari özellikleri açısından calibi dikkattir.

Babaca Hatun Türbesi: Taraz civarındaki diğer bir tarihi türbe de Babaca Hatun türbesidir. Yapı XI. yüzyıla ait olup, tuğlayla yapılmıştır. Günümüze dek iyi bir vaziyette saklanagelmiştir. Bu türbe de erken Karahanlı devri abidelerinden olup, mimari özellikleri bakımından kubbeli yapılar arasında yer almaktadır.

Ayşe Bibi Türbesi: Taraz şehrinden 18 kilometre mesafede bir tepe üzerinde yer alan Ayşe Bibi Türbesi, bu bölgenin önemli dini abidelerinden biridir. Türbe dış süslemesi ve mimari yapısı bakımından Merkezi Asya’da bulunan birkaç yapı arasında yer almaktadır[785]. Türbenin dış duvarı çini işi süslemeler, resimler ve muhtelif renklerdeki şekillerle donatılmıştır. Günümüzde türbenin sadece batı cephesi sağlam bulunmaktadır. Diğer duvarları yıkılmış ise de kalıntıları muhafaza edilmiştir.

Ahır Tas YapıtıfAhır Taş): Halk arasında Ahır Taş olarak bilinen bu yapıt, Taraz şehrinin 40 kilometre doğusundadır. Mimari özellikleri bakımından mükemmel bir abide kabul edilen bu esre, araştırmacıların büyük ilgisini çekmiştir. Üzerinde çalışma yapan arkeologlardan D. Ivanov, 1885 yılında Ahır Taş hakkında “onun büyük bir ustalıkla inşa edildiğini ve eski Türk mimarisinin önemli örneklerinden biri olduğunu” ifade etmektedir[786]. İnşaatında büyük taşlar kullanılan bu binanın 100 odadan oluştuğu düşünülmektedir. Böyle bir binanın yapımı için insanın büyük bir servete, binlerce işçiye ve imkânlara sahip olmak gerekmekte idi. bu sebeple araştırmacılar bu yapıtı inşa ettiren şahsın bir hükümdar olabileceğini düşünmüşlerdir. Yapılan bütün incelemelere rağmen bu binanın hangi devre ait olduğu ve hangi amaçla kullanıldığı tam olarak anlaşılamamıştır. Araştırmacılardan bazıları bunun bir Buda mabedi olduğunu söylerken, bazıları da bir Hıristiyan kilisesi olduğunu ileri sürmektedirler. Üçüncü bir grup ise bunun bir kervansaray olarak yapıldığı görüşünü desteklemektedir[787]. Bina üzerinde araştırma yapanlardan K.M. Baypakov ise, bu yapıtın VII. yüzyılda Kuteybe bin Müslim’in emriyle yapılmış sınır kalesindeki bir sığınak olabileceğini söylüyor. Yani, yapıt Islâmi döneme aittir. Baypakov, bu yapıtın Talaş ve Yedisu’da hüküm süren Karluklar tarafından inşa edilmeye başlanmış olabileceğini de ileri sürmektedir. O, binanın bir odasının mescit şeklinde tasarlanmış olduğundan hareketle, bu çeşit mescitlerin İslâmiyet’in ilk dönemine ait olduğunu ifade etmektedir[788].

Arslan Baba Türbesi: Otrar bölgesine dahil türbeler arasında yer alan Arslan Baba türbesi, Ahmed Yesevî’nin hocası ve mürşidi olan halk arasında “Arştan Bab” olarak da bilinen mutasavvıfa aittir. Hakkında çeşitli efsaneler ve hikayeler anlatılan bu zatın Hz. Peygamber’in sahabelerinden biri olduğu bile söylenmektedir. Günümüzde Arslan Baba mezarı yerinde 30X13 m ebadında bir türbe bulunmaktadır[789]. Bölgenin en önemli ziyaretgâh yeri olan türbe kaynaklara göre, XII-XVIll. yüzyıllar arasında birkaç defa onarılmış ve yenilenmiştir[790].

Bu saydıklarımızın dışında daha bir çok türbe bulunmaktadır. Bu türbelerin büyük çoğunluğu Sayram-Yesi arasında veya çevresindedir. Bunun başlıca sebebi, XI-XIII. yüzyıllarda Yersevî tarikatının bölgede oldukça yaygın olmasıdır. F. Köprülü’nün de işaret ettiği gibi “Ahmed Yesevî’nin bozkır halkı üstünde yaygın şöhret ve nüfuzu vardı. Bu bölgede buna delâlet eden birçok menkıbe ve Hoca’nın müridlerine ait mezarlara rastlamak mümkündür”[791]. Bu nevi türbe-mezarlıkların sayıca çokluğundan ve haklarında pek fazla bilgi bulunamadığından dolayı burada sadece isimlerini vermekle yetineceğiz[792]. Bu bilgileri yazarı belli olmayan “Risaleî Sayram” adlı eserden almaktayız. Günümüzde bu eserin Türkmence ve Özbekçe çevirileri bulunmaktadır. Mirahmad Mirholdoroğlu’nun Risâle-î Sayram’ın Özbekçe tercümesinden kullanarak yazdığı kitabında isimleri zikredilen Sayramlı alimler ve din büyüklerinin bazıları şunlardır: Mevlana Imameddin Isficabî; Hoca Abdusamet Sayramî; Hazreti İmam Ali Hanafî; Mevlana Abdulşahid Isficabî; Hoci Şarafaddin Bağdadî; Hoca İbrahim; Karaşaş Ana; Hoca Süleyman; Hoca Salim; Hoca Davud; Nureddin Ata(Baba Togay); Hazreti Hoca Burhaneddin; Hazreti Şeyh Kamaleddin Beyzavî(Buzlok Ata); Hazreti şeyh Feridüddin Attar; Hazreti Seyd Bedriddin Ata; Ulema Taceddin Isficabî; Hoca Abdulla Sayramî; Baba ata Ishak Bab[793];v.b.

Halk arasında “Otrar’da otuz bab; Sayram’da var sansız bab, Babların babasını sorarsan, en büyüğü Arsalan Bab”[794] şeklinde bir söylenti vardır. Bu ifade aynı zamanda bu bölgedeki ata ve Babaların sayısının çokluğunu göstermesi açısından da önemlidir. Hakikatte yukarıda bahsettiğimiz “Risaleî Sayram”da seksenden fazla azizin ismi geçmektedir[795]. Günümüze bunlardan bazıları tamir edilmiş olup, bazıları da harabe halindedir.

SONUÇ

“XI-XIV. yüzyıllarda Sır Derya Yöresinin Siyasî ve Sosyo-Kültürel Tarihi” adlı bu çalışmamızda ağırlıklı olarak bölgenin ortaçağlardaki durumu hakkında bilgi vermeye çalıştık. Bunu yaparken, bölgede kurulan devletlerin siyasi tarihi ile sınırlı kalmaksızın, aynı zamanda, Sır Derya yöresinde yaşayan Türk kavimlerinin kültür tarihi için de önemli bulduğumuz konulara değindik. Sır Derya Yöresinin tarihçesini daha iyi anlayabilmek amacıyla, bölgenin eski tarihine dair bilgilere de yer verdik, önce Sır Derya adından ve bölgenin coğrafi durumundan başlayarak, eski yerleşim merkezleri, buralarda yaşayan kavimler, onların sosyo-kültürel ve siyasi yapısı, bölgede vukubulan önemli olaylar, kavimler göçü ve bunun bölgedeki sonuçları. Sır Derya havzasında kurulan şehirler ve zaman içinde gelişen ticaretin halkın hayatındaki rolü hakkında da kaynakların el verdiği ölçüde bilgi verilmiştir.

Bölgenin siyasi tarihini Moğol İstilâsı Öncesi ve Moğol İstilâsı Dönemi olmak üzere iki kısımda inceledik. Bölgenin kültürel tarihini ise, Sır Derya bölgesinin İslâmiyet’ten önceki ve sonraki dönemleri olarak yine iki kısım halinde ele aldık. Böylece, bölge hakkında birinci elden kaynaklarda verilen bilgilerle modern araştırmalara dayanarak, Türk tarihi için mühim bir bölge olan Sır Derya Yöresinin tarihini hem siyasi hem de kültürel açıdan ortaya koymaya çalıştık.

Sır Derya Havzası, eski çağlardan beri insanoğlunun yaşadığı bir bölgedir. Türklerin ata yurdu olan Orta Asya’nın can damarı mahiyetindeki Seyhun ile Ceyhun vadilerinin eski bir medeniyet merkezi olduğu kaynaklarca da ifade edilmektedir. Bu araştırmamız bize bu yerlerin sadece Iskitler, Hunlar, Kanglılar ve Oğuzlar zamanında yerleşim mekânı olmadığını, daha öncelerden beri insanoğlunun yaşadığı bir bölge olduğunu göstermiştir. Merhffm Z. V. Togan’ın tabiriyle “Kent Türkleri”nin yerleşik hayat yaşadığı Türk kavimlerinin yurdu olmuştur.

Sır Derya boyundaki ortaçağ Oğuz şehirleri ve yerleşim yerleri az-çok araştırılmış ve önemi üzerinde bir hayli araştırma yapılmış, yerli ve yabancı bilim adamları tarafından eserler yazılmış ise de, tarihimizi yakından ilgilendiren bu bölgenin eski tarihine dair kaynaklar oldukça az olduğundan, yapılan araştırmalara rağmen bölgenin eski tarihine dair bilgilerimizde bir hayli boşluk vardır. Bu sebeple daha ayrıntılı çalışmalara ihtiyaç vardır. Elimizde bulunan eski çağ yazılı kaynaklarının oldukça sınırlı olması, bizi daha ziyade arkeolojik kazı ve araştırmalara yöneltmiştir. Bu çeşit araştırmaların da uzun zamana mütevakkıf olduğu bellidir. Biz bu çalışmamızda günümüze kadar yapılan çalışmalardan yararlandık. Dolayısiyle bölgede kazılar yapıldıkça ortaya yeni bilgilerin çıkacağı ve bu çalışmalara göre bazı kanaat ve görüşlerin değişikliğe uğrayacağı tabiidir.

Çalışmamızda, bölgenin ekonomisi açısından büyük önem arz eden İpek Yolu hakkında da bilgi verilmeye çalışılmıştır. Çünkü, Sır Derya havzası boyunca kurulan Oğuz şehirleri, bu ticaret yolu sayesinde gelişmiş ve bölgede de yeni gelişmelerin zuhuruna sebep olmuştur. Bu yüzden çalışmamızda Doğu’yu Batı’ya bağlayan bu ticaret yolunun güzergâhı boyunca bölge halkının hayatını nasıl etkilediği meselesi üzerinde durulmuştur.

Bölgenin siyasi tarihi, İskitler veya Sakalarla başlamaktadır. M.Ö.VIII. yüzyılda tüm Kazakistan bozkırlarında olduğu gibi Sır Derya yöresinde de Sakaların varlığı görülmektedir. Özellikle bunlardan Agripiyler ve İssedon(Asılar-Assaklar) olarak ismlendirilen Saka boyları bölgede yaşamıştır. Sakalardan sonra bölgeye hakim olan kavimler arasında Vusunları(Wusunlar) ve Kanguyları (Kanglılar) görüyoruz. Kanguylar, M.ö. I. yüzyıldan M.S. VI - VII. yüzyıla kadar olan dönem içerisinde, Türkistan ve çevresini de içerisine alan, Fergana'dan Aral Gölü'ne kadar uzanan sahada yaşamışlardır. Çin tarihçileri bunları Yüksek Arabalı Kavimler olarak niteler ve onların Hunlarla aynı dili konuştuklarına işaret ederler.

Yapılan araştırmalarda, bu dönemde, Türkistan yöresi ve Karatav çevresinin Türk toplulukları tarafından kutsal sayılan bir mekân olduğu ortaya çıkarılmıştır. Merdankuyık, Aktepe ve Konurtepe gibi yerleşim merkezlerinde, yapılan arkeolojik kazılarda ele geçen buluntular, başta giyim kuşam olmak üzere, Kanguy kültürü hakkındaki bilgilerimize önemli katkılar sağlamıştır.

Ak Hunlar M. S. V. yüzyılda Sır Derya havzasında önemli bir güç haline gelmişler, ve şehirleşmeye büyük önem vermişler; Sasaniler ile siyâsi ilişkiler geliştirmişler ve bölgede Türk hakimiyetinin gelişmesinde büyük rol oynamışlardır. Otrar şehri ve çevresindeki Altıntepe, Tokaytepe, Çıplaktepe ve Pıçakçıtepe diye bilinen tarihi yerleşim yerlerinin bu dönemde kurulduğu anlaşılmıştır.

Göktürkler döneminde, Batı Göktürkleri hakimiyetindeki Sır Derya’nın orta kısmında yer alan Yesi şehri öne çıkmış ve yörede yerleşme hızla gelişmiştir. Bunu kanıtlayan buluntular, Hoca Ahmed Yesevi Külliyesi'nin yakınlarındaki Kültepe’de yapılan kazılarda ortaya çıkarılmıştır.

Batı Göktürkler’den sonra VII. yüzyılın sonlarına doğru, Türgişler bölgeye hakim olmuş; bu dönemde Arapların bölgeye gelmesi ile siyasi ve kültürel yönden, yeni bir dönem başlamıştır. VIII. yüzyılda Sır Derya havzasının orta kısımları, Araplara bağlı olarak Kartukların idaresi altında kalmış, daha sonra Sâmânîler, Kartuk ve Oğuzlar arasındaki siyasi çekişmelere sahne olmuştur.

IX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, Sâmânîler ve Karahanlılar idaresinde Sır Derya Havzası Oğuz iskânı ile gelişmiş ve bölgenin önemli şehirlerinden biri olan “Şavgar” (veya Yesi) gelişen ticaret ile birlikte en parlak dönemini yaşamıştır. Yapılan araştırmalar sayesinde, Karaçuk Dağı eteklerindeki Savran şehri ikinci önemli yerleşim birimi olarak ortaya çıkarken; Sır Derya havzası boyunca Sığnak, Mirtepe, İşkani, İkan, Şomak, Çuytepe(Şoytepe) gibi pek çok sayıda Oğuz yerleşenlerinin bulunduğu anlaşılmıştır. X. yüzyılda da gelişmesini sürdüren Türkistan ve çevresi, XI. yüzyılın ikinci yansından sonra mahalli Harezm beylerinin idaresinde kalmıştır. 1219 yılında vukubulan Moğol İstilâsına kadar Harezmşahlar bölgede hakimiyetlerini sürdürmüştür.

Çalışmamızın ikinci bölümünde bölgenin etnik durumuna değindik. Bölgede varlıklarını sürdüren Türk (veya yabancı) gruplar hakkında bilgi verdik. Ayrıca bu toplumların sosyo-kültürel hayatı üzerinde yapılan incelemelere değindik.

Dünya tarihi açısından olduğu kadar Orta Asya Türk tarihi açısından da büyük bir olay olan Moğol İstilâsı bölgedeki siyasi dengeleri alt-üst etmiştir. Sır Derya yöresinin tarihi açısından da büyük önem arz eden bu olay bizi sadece siyâsi açıdan değil, aynı zamanda ekonomik ve kültürel açıdan da ilgilendirmiştir. Bu hadise Sır Derya havzası boyunda yer alan şehirlerdeki gelişmelerin durmasına veya şehir hayatının gerilemesine ve hatta bazı yerleşim merkezlerinin yok olmasına sebep olmuştur. Moğol İstilâsı dönemine ve sonrasına ait kaynaklar sayesinde bu trajik olaylar hakkında etraflı bilgiye sahibiz. Çalışmamızda Moğol ordusunun Sır Derya boyunca ilerleyişi esnasında güzergâhları üzerinde bulunan şehirlerin akıbeti konusuna değinerek, istilânın yerli halkın hayatını nasıl etkilediği üzerinde durduk.

Sır Derya bölgesi, sadece önemli siyasi olaylara değil, aynı zamanda mühim kültürel gelişmelere de sahne olmuştur Moğol İstilâsı’ndan önce bölgeye yapılan Arap seferleri ve İslâmiyet’in yayılışı da Sır Derya havzasında fevkalade köklü kültürel gelişmelere zemin hazırlamıştır. Moğol İstilâsı bölgenin etnik ve siyasi durumunu değiştirirken, İslâmiyet’in yayılışı ise, bölgede daha derin tesirler yapan kültürel değişiklikler meydana getirmiştir.

Zamanla Orta Asya Hanlıkları ve devletlerinin siyasi başkenti haline gelen Türkistan, aynı zamanda Orta Asya’daki Türklüğünün manevî merkezi de olmuştur. Bu gelişme, doğrudan doğruya Hoca Ahmed Yesevî’nin düşünce ve yaşayışının bir neticesidir. Bu sebeple İslâmiyet’i Türk düşünce ve yaşayışıyla birleştirerek kendine has bir yorumla yoğurup müridleri vasıtasıyla bunu yayan Hoca Ahmed Yesevî’nin tarihi şahsiyeti ve faaliyeti ve netice olarak Sır Derya yöresinde İslâmiyet’in yayılışı meselesi üzerinde biraz fazla durduk. Bu konu, İslâmî Türk düşünce ve tasavvufunun oluşması ve gelişmesi bakımından fevkalâde mühimdir.

Çalışmamızın sonunda Ahmed Yesevî ismiyle özdleşen eski Yesi(Türkistan) şehri tarihçesine de yer vererek, bu yöredeki Yesevî ve Nakşibendî tarikatına ait vakıf eserler, evliya ve din büyüklerinin ziyaretgâhına dönüşen Külliye ve Türbeler hakkında da bilgi verdik.


KAYNAKÇA

ABDURAHMAN, V.,

“Divanü Lugat-it Türk’deki Türk İllerinin Çağdaş Çin Kaynakları ile Mukayesesi ve Değerlendirilmesi”, yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara. 1997.

AGACANOV, S.G.,

Oçerki İstorii Oguzov i Türkmen Sredney Azii, İlim yay., Aşhabat, 1969.

AGACANOV, S.G.,

Oğuzlar, çev. A. Annaberdiyev-N. Ekber, Selenge yay., İstanbul, 2001.

AGEEVA.E.I.,

“İstorii Osedlih Poselenii i Gorodov Yujnogo Kazakistana”, Trudi înst. Arhi. Etn., c. V, Moskova, 1958.

AHINCANOV, S. M.,

Kıpçaki v İstorii Srednevekovogo Kazakistana,

Nauka yay., Almatı, 1989.

AKIŞEV, K.,

Drevnıy Otrar, Almatı, 1972.

 

ALPISBAYEV, H. A., “Otkrıytie Pamyatnikov Drevni i Pozdnego Poliolita v Yucnom Kazakistane”, Sovet Arkeolojisi der., say. 1, 1961.

AMANCOLOV, K.-RAHMEDOV, K., Türki Halıktarının Tarihi, Bilim yay., Almatı,1996.

ANDRAS J. E. Bodrogligeti, The İmpact of Ahmed Yesevî’s Teaching on the Cultural and Political Life of the Turks of Central Asia, TTK, Ankara, 1992.

Arapski i Persidsky îstoçniki, Moskova, 1984.
“Arkeologicheskie Isledovaniye na Severnıh Sklonah Karatau”, Kazakistan İlimler Akademisi Arkeoloji Araştırmaları Ansiklopedisi, c. XIV, Almatı, 1962.

Arkeologicheskiye İsladovanoye v Kazakistane, Almatı, 1973.

ARTAMONOV, M. I,

., Sokrovişe Sakov, Moskova, 1973.

AŞAN, Beşir.,

Türkistan Tarihi Üzerine Bir Araştırma, (Profesörlük Araştırma eseri)Elazığ, 2001

ATEŞ, A.,

“Oğuz Destanı Üzerinde Bazı Mülâhazalar”, TDED, c.

IV, say. 1-2.

 

BABUR, Zahîrüddin Muhammed, Vekâyi, çev. R. R. Arat, TTK. yay., c. I, Ankara, 1987.

BALA, Mirza,

“Kızıl Kum” mad., İ.A, c. VI, İstanbul, 1955.

BALA, Mirza,

“Kara Kum” mad., İ.A, c.VI, İstanbul, 1955.

 

BANG, W.- RAHMEDİ.G.R., Oğuz Kağan Dastanı, İstanbul, 1936.

BANGUOĞLU, Tahsin, “Oğuzlar ve Oğuzlar Üzerine”, TDAY, Ankara, 1959.

BARTHOLD, V.V.,

İstorya Kulturnıy Jizni Turkistana, Soçineneya, c. İL,

BARTHOLD, V.V.,

İslâm Medeniyeti Tarihi, çev. F. Köprülü, 4. bsk, Ankara 1977.

BARTHOLD, V.V.,

Moğol İstilâsına Kadar Türkistan, çev. H. D.YILDIZ, 2.bsk. TTK yay., Ankara, 1990.

BARTHOLD, V.V.,

“Oçerk Istorii Turkmenskogo Naroda”, Soçineniye, Bostoçnii Leteratura yay., c.ll, Moskova, 1963.


 

BARTHOLD, V.V.,

Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler, haz. K.Y.

KOPRAMAN- A. I. AKA, Ankara, 1975.

BARTHOLD, V.V.,

Turki, Calin yay., Almatı, 1998.

BARTHOLD, V.V.,

“Kara-Hıtaylar” mad., İ.A, c.VI, İstanbul, 1961.

BARTHOLD, V.V.,

“Sır Derya” mad., İ.A, c.X, İstanbul, 1966.

BAYPAKOV, K„

VII-XIII. Gasırda Ontüstik Kazakstan men Yetisudın Ortagasırlardagı Kalalık Madeniyeti, Almatı, 1986.

 

BAYPAKOV, K.M-NURCANOV, Ulu Cibek Coh cane Orta Gasırlık

Kazakistan, Bilim yay., Almatı, 1992.

BAYPAKOV, K.M-ELEUOV, M., Srednevekovie Goroda Kazakistana na

Belikom Şelkovom Puti, Mura yay., Türkistan, 1997.

BAYPATŞA, E.,

Kazak Dalaşının Ecelgi Tarihi, Almatı, 1998.

BEKİN, A.R.,

İpek Yolu, Ankara. 1981.

 

BEKMAHANOV, N-A. ZAFİROV, Kazak Tarihînin Materyalleri, İlim yay., Almatı, 1986.

BELENİTSKY. A.,

The Ancient Civilisation of Central Asia, Londra, 1969.

BERNŞTAM, A.H.,

Problemi Drevney İstorii i Etnogenez Yucno

Kazakistana^ İAN. KazSSR yay., Almatı, 1950.

BOLŞAKOV, O.G.,

Srednevekovaya Goroda Sredni Azii, Leningrat, 1973.

BUHARALI, Eşref,

“Kimek Hakanlığı”, Tarihte Türk Devletleri Sempozyumu Tebliğleri, c.l, Ankara.

 

BUNYATOV, Z.M.,

Gosurdarstvo Harezimşahov-Anuştekinidov(1097- 1231), Moskova, 1986.

CAETANİ, L,

İslâm Tarihi, çev. H. Cahid, İstanbul, 1924.

CANDARBEK, Z,

“A. Yesevî’nin Türk Tarihindeki Yeri”, Yasaui Taglımı, Türkistan, 1998.

CANDARBEK, Z,

“Nasab-Nâme” yayınlanmış doçentlik tez, Almatı, 2000.

CANDARBEK, Z,

Türkistanın Qıska Tarihi, Türkistan, 2000.

 

CARMUHAMMEDOĞLU, M., "Hoca Ahmed Yesevî'nin Hayatı Hakkında Yeni Deliller ve Onun Bilinmeyen "Risale" Adlı Eserinin İlmi Değeri", Milletlerarası Ahmed Yesevî Sempozyumu Bildirileri, s. 13-20.

CUNBUR, Müjgan, “Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi’nde Ahmed Yesevî”, Yesevîlik Bilgisi, Ahmed Yesevî Vakfı yay., Ankara, 1998.

CUVEYNÎ, Alaaddin Ata Melik, Tarih-i Cihangûşâ, çev. M. öztürk, Kültür Bak., yay., Ankara, 1998.

ÇAĞATAY, N., İslâm Tarihi, İstanbul, 1972.

Drevnaya Kultura Çentralnoy Kazakistana, Almatı, 1966.

DONUK, A., “Türk Devletinde Hakimiyet Anlayışı”, TED., say. X-XI, 1979-80.

DURMUŞ, llhami, îskitler(Sakalar),_TKAE yay., Ankara, 1993.

EBU’L-GAZİ Bahadır Han, Şecere-i Terâkime-Türklerin Soy Kütüğü, Haz: Zuhal ölmez, Ankara, 1996.

el-HÜSEYNÎ Sadruddin Ebu’l-Hasan,Ahbârü’d-Devleti’s-Selçukiyye, çev.

 

Necati Lügal, TTK., yay., Ankara, 1999.

el-BELÂZURÎ,

Fütûhu’l-Büldan, çev. M. Fayda, Ankara, 1987.

ERASLAN Kemal,

“Hikmet Geleneği”, Yesevîlik Bilgisi, Ahmed Yesevî Vakfı, yay., Ankara, 1998.

ERGİN, Muharrem,

Dede Korkut Kitabı l-ll, TDK yay., Ankara, 1963.

ERZAKOVİÇ, L.B.,

Po Sledam Drevny Kültün Kazakistana, Almatı, 1975.

ESİN, Emel

Fârâbî’nin Vatanında İlk Kültür Merkezi: Kengü Tarban(d) ve Sayram, Ankara, 1990.

ESİN, Emel,

“Miladi Vll-X Yüzyılda Sır Derya Oğuzlarının Maddî Kültürü Hakkında Notlar”, VIII. Türk Tarihi Kongresi, ll.cîlt’ten ayrıbasılım, Ankara, 1981.

 

Ferîdü’d-din ATTÂR, Mantıku’t-Tayr, çev. Abdülbaki Gölpmarlı, İstanbul, 1968.

FRYE, Richard Nelson, Orta Çağın Başarısı-Buhârâ, çev. H. Kurt, Bilig yay. Ankara.

GENÇ, Reşat,

Kaşgarh Mahmud’a Göre XI. Yüzyılda Türk

Dünyası, TKAE yay., no: 147, Ankara, 1997.

GENÇ, Reşat,

Karahanlı Devleti Teşkilatı, İstanbul, 1982.

GENÇ, Reşat,

Türk İnanışları ile Milli Geleneklerinde Renkler ve Sarı-Kırmızı-Yeşil, Ankara, 1997.

GIBB,

Orta Asya’da Arap Fütuhatı, çev. M. Hakkı, İstanbul,

1930.


 

GOLDEN, P„

Türk Halkları Tarihine Giriş, çev. 0. Karatay, KaraM yay., Ankara,

GÖKALP, Ziya,

Türk Devletinin Tekâmülü, haz. K.Y. Kopraman, Kültür Bakanlığı yay., Ankara, 1981.

GÖMEÇ, S.,

“Kağan ve Hatun”, Göktürk der. Ankara, 1996,

GUMİLÖV, L.,

Eski Türkler, çev: BATUR, Ahsen., Birleşik yay., İstanbul, 1999. GANİ, M.,                     Kazaktın Köne

Tarihi, İlim yay., Almatı, 1993.

GÜNALTAY, Ş.

İslâm Tarihinin Kaynakları -Tarih ve Müverrihler, Enderun yay., İstanbul, 1991.

 

GÜNAY, Ü-H. GÜNGÖR, Başlangıçlarından Günümüze Türklerin Dinî

Tarihi, Rağbet yay., İstanbul, 2003.

GÜNGÖR, Erol,

Tarihte Türkler, Ötüken yay., 7. bsk., İstanbul, 1996.

HAMZAOGLU, U.,

Türkterdin Oturukçu Örkenniyeti, Almatı, 2002.

 

HAUSSIG, Hans VVilhelm, İpek Yolu ve Orta Asya Kültür Tarihi, çev. M.

Kayayerli, Ötüken yay., İstanbul, 2001.

HAYİT, Baymirza,

“Türkistan Kadınlarının Yesevîlik An’anesi”, Yesevîlik Bilgisi, Ahmed Yesevî Vakfı yay., Ankara, 1998.

Hudûd el-âlem,

İngilizce’ye tercüme eden: V. Minorsky, London, 1937.

Ibnü’l-ESİR,

el-Kâmil fit-Tarih, çev. A. Özaydın, c. IV-VL, İstanbul, 1987.

Ibn FAZLAN

Seyahatnâme, haz. R.Şeşen, İstanbul, 1973.

İNAN, Abdülkadir,

“Dede Korkut Kitabında Eski İnanç ve Gelenekler”, TKA, c.2, Ankara, 1992.


 

İNAN, Abdülkadir,

Tarihte ve Bugün Şamanizm, TTK yay., 2.bsk.,

Ankara, 1972.

JİRMUNSKY, V.M.,

“Sırderya Boyunda Oğuzlar’a Dair İzler” Turkologiçeskiy Sbornik, çev: İsmail KAYNAK, c.l, Ankara, 1961.

KABIŞOV, İslam,

Kazak Kaumı, Cazuşı yay., Almatı, 1997.

KAFALI, Mustafa,

Altın Orda Hanlığının Kurluşu ve Yükselişi, İstanbul, 1977.

 

KAFESOĞLU, İbrahim, Harezmşahlar Devleti Tarihi, TTK., yay., Ankara, 1984.

KAFESOĞLU, İbrahim, Kutadgu Bilig ve Kültür Tarihimizdeki Yeri, Kültür Bakanlığı yay., İstanbul, 1980,

KAFESOĞLU, İbrahim, Eski Türk Dini, 2.bsk, Kültür Bak yay., Ankara, 1980.

KAFESOĞLU, İbrahim, Türk Milli Kültürü, Boğaziçi yay., 14. bsk., İstanbul, 1996.

KARİBAYEV, B.,

Türkistan Cane Kazak Hanlığı, Almatı. 1999.

KARA KAŞ, S.,

Türk İdâre Târihinde Hâkimiyet Anlayışı, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Ankara, 1998.

KARAM, J.Skafe.,

“VI-VIIL Yüzyıllarda Türkistan Sahalarında Batı Türk Hâkimiyeti”, çev. B. Keneş, Türkler, Yeni Türkiye yay., c. II, Ankara, 2002,

 

KAŞKARLI, Mahmud, Divanü Lügat'it-Türk, çev. Besim ATALAY, TDK. yay., 3.bsk., Ankara, 1992.

Kazak Hanlığı Tarihine Dair Materyaller, Almatı, 1969,

Metin Kutusu: KAZAK SSR TARİHİ,c. I, İlim yay., Almatı, 1982.

KAZAKİSTAN TARİHİ (Oçerkter), Dauır yay., Almatı, 1994.

KENJETAY, D.

Hoca Ahmed Yesevî’nin Ahlâk Felsefesi, Yesevî

Ocağı yay., Ankara, 2003.

KENJETAY, D.

Hoca Ahmed Yesevî’nin Düşünce Sistemi, Yesevî

Ocağı yay., Ankara, 2003.

KILIÇ, Mustafa,

“Türkistan’ın İslâmlaşması”, Yesevîlik Bilgisi, Ahmed Yesevî Vakfı yay., Ankara, 1998.

KİŞİBEKOV, D.,

Qazak Mentaliteti, Keşe, Bugün, Erten(Kazak

Mentolitesi, Dün, Bugün, Yarın), Almatı, 1999.

KİTAPÇI, Zekeriya,

Orta Asya’da İslâmiyetin Yayılışı ve Türkler, 3. bsk,

Konya, 1994.

KİTAPÇI, Zekeriya,

“Kuteybe b. Müslim Devrinde Aşağı Türkistan’ın Diğer Şehirlerinde İslâmiyet”, Türk Dünyası araştırmaları, İstanbul, 1984.

KİTAPÇI, Zekeriya,

“Buhârâ’da İslâmiyetin Yayılışı”, Milli Kültür Dergisi, Ankara, 1977.

KİTAPÇI, Zekeriya,

“Emeviler Devrinde Orta Asya Mahalli Türk Hükümdar ve Aristokratları Arasında İslâmiyet’in Yayılışı”, 1986.

KLAŞTORNYİ, S.G., “Orta Asya Milletlerinin Araplara Karşı Mücadelelerine

 

Dair”, çev. I. Kaynak, Belleten, c. XXVI, sayı. 104.

KLAŞTORNYİ, S.G., Kazakîstan-Türkin Üç Bin Yılı, çev. A. Batur, Seleng

yay., İstanbul, 2003.

KLAŞTORNYİ, S.G., “Yaksart-Sır Derya” Sovet Etnografisi, say. 3, 1953.

Metin Kutusu: KOCA, Salim,Metin Kutusu: KOCAEV.,Türk Kültürünün Temelleri-ll, Trabzon, 2000.

Otrar’ın Kısaca Tarihi, Türkistan, 2000.

KONRATBAYEV, T., Ertedeki Eskertkişter, Almatı, 1996.

KONONOV, A.H.,

Rodoslovnaya Türkmen, Moskova, 1958.

 

KOVALEVSKİI, A.P., Kniga Ahmeda İbn Fadlâna o Ego Puteçestvii Na

Volgu, Harkov, 1956.

KOVALEVSKİI, A.P., Putuçestvie îbn Fadlâna na Bolgu, Moskova, 1939.

KOZIBAYEV, M.,

Kazakistan Tarihi, Almatı, 1994,

KÖPRÜLÜ, Fuad,

Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, 7.bsk., DİB.

yay., Ankara, 1991.

KÖPRÜLÜ, Fuad,

“Kay Kabilesi Hakkında Yeni Notlar”, Belleten, c. VIII, No:31, Ankara, 1944.

KÖPRÜLÜ, Fuad,

“Orta Zaman Türk Hukuki Meseleleri”, TTK zabıtaları, II, İstanbul, 1943.

KÖSEOĞLU, N„

Devlet “Eski Türklerde, İslâm’da ve OsmanlI’da”, Ötüken yay., İstanbul, 1997.

KÖYMEN, M. Altay,

Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, c.lll(Alparslan

Zamanı), TTK yay., Ankara, 1992.

KÖYMEN, M. Altay,

Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, c.l (Kuruluş

Devri), 2.bsk, TTK yay., Ankara, 1993.

KUMEKOV, B.E.,

Gasudarstvo Kimakov IX-XI vekov Po Arabskim İstoçnikam, Almata, 1972.


 

KURAT, A. N.

IV- XVIII. Yüzyıllarda Karadenizin Kuzeyindeki Türk Kavimleri ve Devletleri Tarihi, 2. bsk, Murat Kitapevi yay., Ankara, 1992.

KURAT, A. N.

Peçenek Tarihi, İstanbul, 1987,

KURİLOV, B.P.,

Obşestvennoy Stroy Oguzov po Dannim “Dede

Korut”, Moskova, 1964.

KURT, Haşan,

Orta Asya’nın İslâmlaşma Süreci, Fecr yay., I.bsk,

Ankara, 1998.

LASLO, French,

“Dokuz-Oğuzlar ve Göktürkler”, çev. M. EREN, Belleten, c.XIV, sy. 53, Ankara, 1950.

LERH, P„

Arhiologişeski Poezdka, s. 22-23.

 

MARGULAN, Alkey, “Otçot o Sentralnoğo Kazakistanski Arhiologiçeskoy Ekspedisii, İAN KazSSR, Almatı, 1947.

MARŞAK, Boris,

“Türkler ve Soğdlular”, Türkler Ansiklopedisi, c. İL, Ankara, 2002.

MAGAUİN, M.,

Kazak Tarihinin Alfabesi, Almatı, 1992.

 

 

MATERYALİ PO İSTORİİ TÜRKMEN İ TURKMENÎİ, c. I (VII-XV.y.y.),

 

ANSSSRyay., Moskova, 1939.

MARŞAK, Boris.,

“Türkler ve Soğdlular”, Türkler Ansiklopedisi, c. İL,

Ankara, 2002.

 

Mevlana Safiyü’d-Din, Neseb-Nâme Tercümesi, haz. K. Eraslan, İstanbul, 1996.

MUSAYEV, G.G.,- AYDAROV.G., “Kratkie soobşeniye Sır Darinskaya natpisi”, Vesnik Akad Nauk KazSSR, Almata, 1967.

Münecimbaşı Ahmed Dede Efendî, Sahayıf ül-Ahbar, çev. N. Lugal,

Nizamü’l-Mülk,

İstanbul, 1940.

Siyâsetnâme (Siyerü'l-Mülûk), tre. Nurettin

Bayburtlugil, Dergah yay., 3. bsk., İstanbul, 1995.

 

OLGUNER, Fahrettin, “Tasavvuf Dünyası İçinde Hâce Ahmed Yesevî”,
Ender, say.21, ayrı bsk. Ankara, 1995,

ORKUN, H. Namık,

Eski Türk Yazıtları, TDK yay., no:529, 3.bsk., Ankara, 1994.

ÖGEL, Bahaeddin,

İslâmîyetten Önce Türk Kültür Tarihi, TTK yay., 4.bas., Ankara, 1991.

ÖGEL, Bahaeddin,

Türk Kültür Tarihine Giriş, c. I-IX, Ankara, 1978- 1987.

ÖGEL, Bahaeddin,

“Uygur Devletinin Teşekkülü ve Yükseliş Devri”, Belleten, XIX, s. 366-367.

ÖGEL, Bahaeddin,

Türk Kültürünün Gelişme Çağları, İL, MEB. yay., İstanbul, 1971.

ÖGEL, Bahaeddin,

Büyük Hun İmparatorluğu Tarihi, c. L, Ankara, 1981.

ÖGEL, Bahaddin,

Büyük Hun İmparatorluğu Tarihi, c. I., Ankara, 1981.

PARMAKSIZOĞLU, I., “Mâverâünnehir”, T.A, c. XXIII, 1980.

 

 

PIYLEV, A.,

Hodja Ahmad Yasaui: Sufisky Poet, Ego Epoha, Tvorçestva, Almatı, 1997.

 

POPOVİÇ, A-G.VEİNSTEİN İslâm Dünyasında Trîkatlar, çev. Osman

Türer, Sûf yay., İstanbul, 2004.

POTAPOV, L.P.,

“İz Istorii Koçevniçestva” Bestnik Mirovoy Kültürü, sy.4, Moskova, 1977.

PRITSAK, 0.,

“Kara-Hanlılar”, İ.A., c. VI.

RASONYİ, Laszlo,

Tarihte Türklük, TKAE yay., 4. bsk., Ankara, 1996.

RIZA, Ö.

Yeryüzündeki Dinler Tarihi, 1948.

ROUX, J. P„

Türklerin ve Moğolların Eski Dini, çev. A. Kazancigil, İstanbul, 1998.

RUDENKO, S. I.,

K Voprosu o Fermah Skotovodçeskogo

Hoziyastvoi o Koçevnikah, Leningrad, 1951.

 

Putişestviye v Vostoçnıye Stranı Plano Carpini i Gulyam De Rubruka , Almatı, 1993.

SADETTİN, Gömeç, Göktürkçe Yazılı Metinlerin Türk Tarihi ve Kültürü Açısından Değerlendirilmesi, Ankara, 1992.

SAFRAN, Mustafa, Yaşadıkları Sahalarda Yazılan Lugatlara Göre Kuman/Kıpçaklar’da Siyasi, İktisadi, Sosyal ve Kültürel Yaşayış, TKAE yay., Ankara, 1993.

SARIKÇIOĞLU, Ekrem, Başlangıçtan Günümüze Dinler Tarihi, İstanbul, 1983.

SALMAN, H., “Türgişler”, T.A., c. II.

Sır Oniri Ansiklopedisi, İlim yay. Almatı, 1998.

SENİGOVA.T., “Poseleniye Aktöbe”, Kazakistan İlimler Akademisi Bildirisi, 1962,

SMAGULOV,E.-M.TUYAKBAYEV, Türkistanın Ortagasırlık Tarihi

Türkistan, 1998.

STRANGE Guy Le,

The Lands of the Eastern Caliphate, Cambrige, 1905.

SÜMER, Faruk,

Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri-Boy Teşkilatı-

Destanları, TDAV yay., 4.bas., İstanbul, 1992.

SÜMER, Faruk,

Eski Türklerde Şehircilik, TTK. yay., İstanbul, 1984.

SÜMER, Faruk,

“Oğuzlar’a Ait Destani Mahiyette Eserler”, DTCFD, c.

XVII, say. 3-4, Ankara, 1959.

SÜMER, Faruk,

“Oğuz Han Destanı”, Resimli Tarih Mec., c.2, sy. 20, İstanbul, 1951.

SÜMER, Faruk,

“Kayı” mad., Î.A., c. VI.

SÜMER, Faruk,

“ Oğuzlar” mad, İ.A.,_c.lX, İstanbul, 1964.

SÜMER, Faruk,

“X. yüzyılda Oğuzlar”, DTCF Dergisi, c.XVL, Ankara, 1958.

ŞEŞEN, Ramazan,

İslâm Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri, TKAE yay., Ankara, 1985.

ŞEŞEN, Ramazan,

İbn Fazlân Seyâhatnâmesi, Bedir yay., İstanbul, 1995.

TANYU, Hikmet,

Tarih Boyunca Yahudiler ve Türkler, c. I., 2. bsk., Bile yay. Ankara, 1980.

TEKİN, Talat,

Orhun Yazıtları, TDK yay., Ankara, 1988.

TROFİMOVA, T.A.,

Drevnee Naselenie Horezma Po Dannım Paleo-

Antopologii, Moskova, 1959.

TOGAN, A. Z.V., Reşideddin Oğuznâmesi, İstanbul, 1972.


 

TOGAN, A. Z.V.,

Umûmî Türk Tarihine Giriş, 3.bsk., Enderun Kitapevi, İstanbul, 1981.

TOGAN, A. Z.V.,

Bugünkü Türkili Türkistan ve Yakın Tarihi, İstanbul, 1981.

TOLSTOV, S. P„

“Goroda Guzov”, Sovetskaya Etnografiya, say.3,

Moskova, 1947

TOLSTOV, S. P.,

Po Drevnim Deltam Oksa i Yaksarta, Moskova, 1962.

TOLSTOV, S. P.,

Po Sledam Dervnii Horezmskoy Sivilizatsoy,

Moskova, 1948.

TURAN, Osman,

Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, Boğaziçi yay., 8.bsk. İstanbul, 1995.

TURAN, Osman,

“Terken Unvanı Hakkında”, THTD, c. I, Ankara, 1944.

TURAN, Osman,

Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti, Boğaziçi yay., 5.bsk. İstanbul, 1996.

TURAN, Osman,

“Eski Türkülerde Ok’un Hukuki Bir Sembol Olarak Kullanılması”, Belleten, (1945).

TURAN, Osman,

“Türklerve İslâmiyet”, DTCF, dergisi, IV., say. 4.,

TURAN, Osman,

“Satuk Buğra Han Menkıbesi ve Tarihi”, Ülkü der., say.74

TÜRK DÜNYASI EL KİTABI, c.l, TKAE yay., 2.bsk. Ankara, 1992.

 

 

UTEMİŞ HACI,

Cengiz-nâme, haz. Yu. G. Baranova, Almatı, İlim yay., 1992.

UZUNÇARŞILI, İsmail Hakkı, Osmanh Devleti Teşkilâtına Medhal, TTK., yay., Ankara, 1988.

VLADİMİRTSOV, B.Y., Moğolların İçtimaî Teşkilâtı (Moğol Göçebe Feodalizmi), çev: A. İNAN, TTK. yay., 2.bsk., Ankara, 1987.

YESEVÎ, Hoca Ahmed, Divan-ı Hikmet, haz. H. Bice, Ankara, 1993.

YAKUBOVSKİ, A.Yu., Altın Ordu ve Çöküşü, çev. Haşan EREN, TTK., yay., Ankara, 1992.

YAKUBOVSKİ, A.Yu., “Glavni Vapros Istorya Razvitiya Garodov Sredni Azii”, ANSSSR, 1951,c. XXIX.

YAZICI, Nesimi, “Hoca Ahmed Yesevî Döneminde Türk-lslâm Kültürünün Oluşumu ve Gelişimi Üzerine Bazı Düşünceler”, Yesevîlik Bilgisi, Ahmey Yesevî Vakfı yay., Ankara, 1998.

YILDIZ, Hakkı Dursun, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, c. VI, İstanbul, 1991.

YILDIZ, Hakkı Dursun, Talaş Muharebesi Hakkında Bazı Düşünceler, İstanbul, 1973.

Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig, II. TTK, yay., 6. bsk., Ankara, 1994.

 



[1] A. KONRATBAEV, “Sır men Amu Kazpige Kuygan ba?” ( Sır ile Amu Hazara Dökülmüş mü?), Bilim jane Enbek, 1983, Say.3.

[2]  Ahmet Zeki Velidî TOGAN, Bugünkü Türkili Türkistan ve Yakın Tarihi, Ender kitapevi yay., İstanbul, 1981, s.16.

[3]   Z. V. TOGAN, Türkistan.., s. 16.

[4]  R. ŞEŞEN, Islâm Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri,(İCGT) Ankara, 1998, s. 112.

[5]   R. ŞEŞEN, a.g.e., s. 112-114.

[6]  S. G. AGACANOV, Oğuzlar, cev. Ekber N. Necef/ Ahmet Annaberdiyev, İstanbul, 2002, s. 70.

[7]   HERODOTOS, c. IV, s. 21.

851. DURMUŞ, İskitler(Sakalar), Ankara. 1993., s. 136.

[9]   S. G. L,KLAŞTORNIY, “Yaksart-Sır Derya” Sovet Etnografisi, say. 3,1953.

[10]  I. DURMUŞ, a.g.e., s. 136.

[11] T. KONRATBAYEV, a.g.e., s.13.

[12] S. G. KLAŞTORNIY, a.g.m., s. 189.

[13] T. KONRATBAYEV, a.g.e., s. 7.

[14]  V.V. BARTHOLD, istoriya k Oreşşeni Turkestana(Türkistan’ın tarim tarihçesi), 1914, s. 130.

[15] MAHMUD. KAŞGARLI, DLT, c. L, s. 156-7.

[16] V. ABDURAHMAN, “Divanü Lugat-it Türk’deki Türk İllerinin Çağdaş Çin Kaynakları ile Mukayesesi ve Değerlendirilmesi”, yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara. 1997, s. 60.

[17]  F. SÜMER, Eski Türklerde Şehircilik, TTK., yay. Ankara. 1994, s. 88.

[18] S.G. KLAŞTORNIY, a.g.m., s. 190.

[19] M. ERGİN Orhun Abideleri, Boğaziçi yay., 20. bsk., İstanbul, 1996, s.18-27.

[20] M. ERGİN, a.g.e., s. 128.

[21] S. TOLSTOV, Po Seledam Drevni Horezmskoy Sevelezatsoy(Eski Harezim Uygarlığı İziyle), Leningrad, 1948, s. 143.

[22] S. TOLSTOV, Po Sledam..., s. 144.

[23]1. KABIŞOV, Kazak Kaumı(Kazak Toplumu), Almatı, 1997, s. 46.

[24] Bkz. O. PRİTSAK, The Pecenegs: A Case of Social and Economic Transformation, s. 211-23.

[25]  Kazak şeceresi, İlim yay. Almatı. 1996.

[26] Guy Le STRANGE, The Lands of the Eastern Caliphate, 1968, s. 478.

[27] İ.A. c.X, s. 567.

[28]1.A. c. X, s. 567.

[29]  H. KURT, Orta Asya’nın İslâmlaşma Süreci(Buhârâ Örneği), Ankara, 1998., s. 27.

[30] Guy Le STRANGE, a.g.e., s. 434.

[31]  F.SÜMER, Oğuzlar (Türkmenler) Tarîhleri-Boy Teşkilatı-Destan lan, İstanbul, 1992, s.

52.

[32] S.P.TOLSTOV, Po Drevnim Deltam Oxusa i Yaksarta (Eski Oxus ve Yaksart Deltaları), Moskova, 1962, s. 273.

[33] T. KONRATBAYEV, Ertedeki Eskertkişter_(Eski Abideler), Almatı, 1992, s. 18.

[34]  Bkz. Z.V.TOGAN, Türk İli Haritası ve Ona Ait İzahlar, İstanbul, 1945.

[35] K. BAYPAKOV, Ulu Cibek Colu cane Ortagasırlık Kazakistan(Ulu İpek Yolu ve Orta çağdaki Kazakistan), Almatı, 1992, s. 78.

[36] i. A. C. VI, s. 307.

[37]  F. SÜMER, Oğuzlar, s. 48.

[38] Alaaddin Ata Melik CÜVEYNÎ, Tarih-I Cihangüşa, çev. M.öztürk, Ankara,1998, s. 315.

[39] İ.A. c.VI, s. 802.

[40]Z.V.TOGAN, Türkistan..., s. 16.

[41]  İ.A. c. VI., s. 802.

[42] T. KONRATBAYEV, a.g.e., s. 8-9.

[43]   Bkz. Z.V.TOGAN, Türk ili Haritası.

[44]   Bkz. Şeref üddin Ali Yezdi ve Nizam-i Şâmi’nin Zafernameleri

[45]   el-lDRİSÎ, “Nüzhet el-muştak..”, İCGT, s. 112.

[46]   G.V. AGACANOV, a.g.e., s. 75.

[47]1. DURMUŞ, Iskitler (Sakalar), Ankara, 1993.

[48] Sır Onîrî ansiklopedisi, (Sır Yöresi ansiklopedisi), İlim yay. Almatı, 1998.S. 16.

[49] H. A. ALPISBAYEV, “Otknytie Pamyatnikov Drevni i Pozdnego Poliolita v Yucnom Kazakistane”(Güney Kazakistan’da Bulunana Eski ve Son Taş Devrine Ait Abideler), Sovet Arkeolojisi der. Say. 1,1961.

[50] Arkeologicheskiye isiadovanoye v Kazaklstane(Kazakistan’daki Arkeolojik Araştı imalar), Almatı, 1973.

[51]   Kazak SSR Tarihi, İlim yay., Almatı, 1980.

[52] “Arkeologicheskie Isledovaniye Na Severnıh Sklonah Karatau”(Kara Dağ’ın Kuzey Cephesinde Yapılan Arkeolojik Araştırmalar), Kazakistan ilimler Akademisi Arkeoloji Araştırmaları Ansiklopedisi, c. XIV, Almatı, 1962.

[53]   H.A. ALPISBAYEV, a.g.m., s. 111-112.

[54]   SırÖniri, s. 18.

[55]   H. A. ALPİSBAYEV, a.g.m., s. 115.

[56] Arkeolojik buluntular hakkında daha fazla bilgi için bkz. Kazak SSR Tarihi ve Kazakistan’daki Arkeolojik araştırmalar İlimler Akademisi Dergisi, Alamtı. 1973.

[57]   Bkz.Ek; ayrıca Z.V.TOGAN, Türk ili Haritası.

[58] L.B. ERZAKOVİÇ, Po Sledam Drevny Kültün Kazakistana(Eski devir Kazakistan kültürü anıtları), Almatı, 1975. s. 60.

[59]   Sır Öniri, a.g.e., s.20.

[60] K. A. AKİŞEV, Drevnaya Kultura Sakov i Usuney Dolinı Rek İli (İli Nehri Eski Saka ve Uysun kültürüne Dair), Aimatı, 1963. s. 72.

[61]   Sır Öniri, s. 20.

[62]   M. I. ARTAMONOV, Sokrovişe Sakov (Saka Hâzineleri), Moskova, 1973.

[63] T. KONRATBAYEV, Eski Abideler, s. 7.

[64]1. DURMUŞ, a.g.e., s. 22.

[65] Sır Öniri, s.21.

[66]   K.A. AKIŞEV-K. M. BAYPAKOV, Drevni Otrar (Kadim Otrar), Almatı, 1972.

[67] S.P.TOLSTOV, Po Drevnim Deltam Oxsa Yaksarta (Eski Oxs ile Yaksart Deltaları), Moskova, 1962. s. 175.

[68]   U.HAMZAOGLU, Türkterdin Oturukçu Örkenniyeti (Türkierin Şehir Uygarlığı), Almatı,

2002, s. 90.

[70]   H. KURT, a.g.e., s. 30.

[71]   S.P.TOLSTOV, a.g.e., s. 175.

[72]   K.BAYPAKOV, a.g.e., s. 45.

[73] T. SENİGOVA, “Poseleniye Aktöbe”(Aktöbe yerleşim yeri), Kazakistan İlimler Akademisi bildirisi, 1962, s. 57-70.

[74]   S.P. TOLSTOV, Po Drevnim.a.g.e., s. 136.

[75]   T. KONRATBAEV, a.g.e., s. 132.

[76]  Ayrıntılı bilgi için bkz: Kazak SSR Tarihi, s. 329.

[77]   S.P.TOLSTOV, a.g.e., s. 137.

[78] F. SÜMER, Eski Türklerde Şehircilik, TTK. yay. Ankara, 1994. s. 1.

[79] A. Yu. YAKUBOVSİ, Glavni Vapros İstorya Razvitiya Garodov Sredni Azii, (Orta Asya Şehirlerinin Gelişme Meselesi) ANSSR, c.XXIX, 1951, s. 10.

[80] O.G.BOLŞAKOV, Srednevekovaya Goroda Sredni Aziî(Ortaçağda Orta Asya Şehirleri), Leningrat, 1973. s. 3-4.

[81]   A.K. Akişev, K. Baypakov, L. Erzakoviç, Drevni Otrar(Kadim Otrar), Almatı. 1972. s. 205.

[82]   K. BAYPAKOV, a.g.e., s. 9.

[83]   A.R. BEKİN, İpek Yolu, Ankara. 1981.

[84] Hans VVilhelm HAUSSİG, İpek Yolu ve Orta Asya Kültür Tarihi, çev. M. Kayayerli, ötüken yay., İstanbul, 2001.

[85]   K BAYPAKOV, a.g.e., s.. 15.

[86]  V.V. BARTHOLD, Soçineniya(külliyatı), c. II, s. 31.

[87]   C. ZEKERYA, “A. Yesevi’nin Türk Tarihindeki Yeri” Yasaui Taglımı, Türkistan, 1998.

[88] Alaaddin Ata Melik CÜVEYNÎ, Tahi-i Cihanguşa, çev. M. öztürk, Ankara, 1998, s. 130- 131.

[89]  V. V. BARTHOLD, Soçineniya, c.ll., s. 454.

[90]   R. ŞEŞEN, a.g.e., s. 26.

[91]   R. ŞEŞEN, a.g.e., s. 238.

[92] V. V. BARTHOLD, Moğol istilâsına Kadar Türkistan, haz. H. Dursun Yılmaz, TTK. yay., Ankara, 1990. s. 190.

[93]   R. ŞEŞEN, a.g.e., s. 238.

[94]STRANGE, a.g.e., s. 484.

[95] Materyali Po istorii Türkmen i Türkmenîi(Türkmen ve Türkmenili Tarihi Materyalleri), red. S. L. Volina, A. Ramaskeeviç v.b., “Zafer Nâme”den tercüme eden: G. PTİÇİNA, s. 514. Moskva, 1939.

[96]  V. V. BARTHOLD, Moğol istilası..., s. 190.

[97] K. BAYPAKOV, VH-XIII. Gasırda Ontüstik Kazakstanmen Yetisudın Ortagasırlardagı Kalalık Madeniyeti(Güney Kazakistan ve Yedisu’daki Ortaçağı Şehir Medeniyeti(VII- Xlll.yy.)), Almatı, 1986.

[98]   K. BAYPAKOV, a.g.e., s. 52.

[99]  V. V. BARTHOLD, Moğol İstilası.., s. 475.

[100] Kazak Hanlığı Tarihine Dair Materyaller(KHTM), Almatı, 1969.

[101] V. V. BARTHOLD, Moğol İstilası.., s. 191.

[102] STRANGE, a.g.e., s. 485.

[103] K. BAYPAKOV, a.g.e., s. 62.

[104] A.N. BERNŞTAM, Problemıy Drevnıy İstoriî Etnogeneza Yujnogo Kazakistana(Güney

Kazakistan’ın Eski Çağ etnik Yapısı Meselesi), Moskova, 1964.

[105] Kazak SSR Tarihi, c. II., s. 204.

[106] Aynı yer, s. 63.

[107]K. AKIŞEV- K. BAYPAKOV-ERZAKOVİÇ, Drevnıy Otrar(Kadim Otrar), Almatı, 1972.

[108] K. BAYPAKOV, ipek Yolu..., a.g.e., s. 32.

[109] KOCAEV, Otrar’ın Kısaca Tarihi, Türkistan, 2000, s. 12.

[110] T. KONRATBAYEV, a.g.e., s. 45.

[111] R. ŞEŞEN, İslâm Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Üikeieri(İGGT), T.K.A.E. yay., 2. bsk. Ankara. 1998.

[112] STRANGE, a.g.e., s. 485.

[113] STRANGE, a.g.e., s. 486.

[114] V.V. BARTHOLD, Moğol İstilası.., .s . 192.

[115] V.V. BARTHOLD, Moğol İstilası.., .s . 191.

[116] R. ŞEŞEN, a.g.e., s. 251.

[117] T. BANGUOĞLU, “Oğuzlar ve Oğuzlar Üzerine”, TDAY, Ankara. 1959, s. 8.

[118] K. BAYPAKOV, a.g.e., s. 77.

[119] V.V. BARTHOLD, a.g.e., s. 192.

[120] STRANGE, a.g.e., s. 486.

[121] M. KAŞGARLI, DLT, I, 487.

[122] EI-İSTAHRÎ, s. 154; Ibn HAVKAL, İCGT..., 162.

[123] F. SÜMER, Oğuzlar, a.g.e., s.51.

[124] T. BANGUOĞLU, a.g.m„ s. 8.

[125] K. BAYPAKOV, a.g.e., s. 80.

[126] K. BAYPAKOV, a.g.e., s. 81.

[127] DLT, I, s. 471.

[128] Bkz. Ek-Harita

[129]  k. BAYPAKOV-A. NURCANOV, Ulu Cibek Jolu cane Ortagasırlık Kazakistan(Ulu İpek Yolu ve Ortaçağ Kazakistan Şehirleri), Almatı, 1992, s. 66.

188 K. BAYPAKOV, a.g.e„ s. 80.

[131] M. KOZIBAYEV, Kazakistan Tarihi, Almatı, 1994, s. 104.

[132] F. SÜMER, a.g.m., s.147.

[133] DLT, I, s. 436.

[134]   el-lDRÎSÎ, “Nüshet el-Mûştâk fî Ihtirâk el-Afâk”, İCGT, s. 103; Materyali Po Istori Türkmen i Türkmen», s. 220

[135] el-lDRÎSÎ, İCGT., s. 103.

[136] Ibn HAVKAL, İCGT., s. 173.

[137] el-MAKDÎSÎ, İCGT., s. 251.

[138]“Savran hakkındaki en iyi rapor” P. LERH, Arhiologişeski Poezdka(Arkeolojik Sefer), s. 22-23.

[139] F. SÜMER, Oğuzlar,a.g.e., s. 51.

[140] A.Yu. YAKUBOVSKY, Altın Ordu ve Çöküşü, çev. H. Eren, TTK. yay., Ankara, 1992, s. 141.

[141] DLT, II, s. 443.

[142] F. SÜMER, a.g.e., s. 52.

[143] Hudûdu’l-âlem, İCGT., s. 58.

[144] el-lDRİSÎ, a.g.e., İCGT., s. 103.

[145] V.V. BARTHOLD, Moğol İstilâsı., s. 191-192.

[146]  K. BAYPAKOV, a.g.e., s. 60.

[147] T. KONRATBAYEV, a.g.e, s. 97.

[148]  Hudûdu’l-âlem, İCGT, s. 57.

[149] M. MAGAUİN, Kazak Tarihinin Alfabesi, Almatı, 1992, s. 44

[150]   B. KARİBAYEV, Türkistan Cane Kazak Hanlığı(Türkistan ve Kazak Hanlığı), Almatı. 1999, s. 11-13.

[151] A.. YAKUBOVSKY, a.g.e., s. 143.

[152] A.. YAKUBOVSKY, a.g.e., s. 144.

[153]S. KLAŞTORNIY ve T. SULTANOV, Kazakistan Letopis

Trehtısyaçaletiye(Kazakistan:Üç Bin Yıllık Tarihi), Almatı, 1992, s. 187.

[154]  B.KARİBAYEV, a.g.e., s. 15.

[155] XV-XVIII. Yüzyılda Kazak Hanlığına Dair Materyaller, Almatı,1968. “Şeybanî-Name”, s.

82.

[156]  N. BEKMAHANOV ve A. ZAFİROV, Kazak Tarihi Materyalleri, İlim yay., Almatı, 1986, s. 68.

‘ Farsça bir kelime olan “Bender” hemekadar “İskele” demek ise de, burada “kapı” manasında anlamak daha doğru olabilir

[157]N. BEKMAHANOV ve A. ZAFİROV, a.g.e., s. 69.

[158] Yu. A.YAKUBOVSKY, a.g.e., s. 65.

[159] DLT, III, s. 149-150.

[160] V. ABDURAHMAN, a.g.t, s. 57-60.

[161]  Ibn HAVKAL, “Sürat el-Arz”, İCGT, s. 173.

[162]   S.P. TOLSTOV, “Goroda Guzov(Oğuz Şehirleri)”, Soviyet Etnografysi der.,say.3, AH.SSR yay., Moskova, 1947, s. 55-102.

[163] S.P. TOLSTOV, Goroda..,a.g.m, 55-56.

[164]  E.I.AGEEVA, “Istorii osedlih poselenii i gorodov yujnogo Kazakistana”( Yerleşik Bölgelerin ve Güney Kazakistan Şehirlerinin Tarihi), Trudi înst. Arhi. Etn., c. V, Moskova, 1958, s. 3- 210.

[165]  E. ESİN, “Miladî Vll-X. yüzyıllarda Sır Derya Oğuzlarının Maddi Kültürü Hakkında Notlar”, TTK., yay., Ankara, 1981, s. 713.

[166] “Pahsa” topraktan yapılmış duvara verilen isim.

[167]  E. ESİN, a.g.m., s. 714.

[168] Alaadddin Ata Melik CÜVEYNÎ, Tarih-i Cihângûşâ, çev. M. öztürk, Ankara, 1998, s. 221- 227.

[169] V. V. BARTHOLD, Soçinenya, c. I, s. 236-237.

[170]  Ebu’l-Gazi Bahadur Han, Şecere-i Terâkime(Türkmenler’in Soykütüğü), haz. Z. ölmez, Ankara, 1996, s. 135.

[171]  V.M. JİRMİNSKY, “Sır Derya Boyunda Oğuzlara Dair İzler”, çev.l. Kaynak, TTK., yay., Ankara, 1961, s. 474.

[172]  F. SÜMER, Oğuzlar, s. 40.

[173] S.P.TOLSTOV, “Goroda .., a.g.m., s. 55-102.

[174] V.V. BARTHOLD, Soçinenya, c. I., s. 236.

[175]  F. SÜMER, Oğuzlar, s. 53.

[176]  Bkz. M. Kaşgarlı’nın dairevi cihan haritası

[177] S.P. TOLSTOV, “Goroda.., a.g.m., s. 58.

[178] Ayrıntılı bilgi için bkz. S. Tolstov, “Oğuz Şehirleri”, s. 57-60.

[179]  Putişestviye v Vostoçnıye Stranı Plano Carpini i Gulyam De Rubruka (Plano Carpini ile Gulam De Rubruk’un Doğu Ülkelerine Seyahati), Almatı, 1993.

[180]1. DURMUŞ, Skitler (Sakalar), TKAE yay., Ankara, 1993, s. 27.

[181] Hatırlayın:Eski Çağlarda Sır Derya’ya “Yaksart” deniliyordu.

[182]  Kazaktın Köne Tarihi(Kazakların Kâdim Tarihi), haz: M. Ğani, İlim yay., Almatı, 1993, s. 57.

[183] H. KURT, Buhârâ..,a.g.e., s. 30-31.

[184] Kazaktın Köne Tarihi, a.g.e.,s. 58.

[185]  Eski devirlerde Sır Deryanın orta sahasına “Kang-ku” nehri deniliyordu. Bundan dolayı Sır Derya’nın orta ve aşağı bölgesini yurt edinen kavimlere “Kankar-Kangar” denilmiştir. (K. M. BAYPAKOV. Srednevekovie Gorada Kazakistana na Belikom Şelkovom Puti, Ğılım yay., Almatı, 1998, s. 39.

[186]  Kazaktın Köne Tarihi, s. 98.

[187] Kazak SSR Tarihi, İlim yay., Almatı, 1980, s. 303.

[188]  K.BAYPAKOV, Ulu İpek Yolu, a.g.e., s. 9.

[189]  Hakkı Dursun YILDIZ, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, c. VI, İstanbul, 1991, s. 22.

[190]  Hakkı Dursun YILDIZ, a.g.e., s. 25.

[191]  Kangarların eski Kangyulerin devamı olduğu hakkında bkz: S. P. Tolstov, Eski Oxus ve Yaksart Deltaları, s. 275.

[192]  KAŞGARLI MAHMUD, Divanü Lûgat-it-Türk, çev. Besim Atalay.lll., TDK. yay., Ankara, 1992. s. 149.

[193] Aynı müellif, DLT, III., s. 150.

[194]  İsmet PARMAKSIZOĞLU, “Mâverâünnehr”, T.A., XXIII, 1980, s. 45.

[195] Haşan KURT, a.g.e., s. 28.

[196] Ayrıntılı bilgi için bkz: S. TOLSTOV, Po Drevnım..., s. 175.

[197]  Z. V. TOGAN, Bugünkü Türkili Türkistan ve Yakın Tarihi, 2.baskı„ İstanbul, 1981, s.

91.

[198] Z. V. TOGAN, Umumi Türk Tarihine Giriş, s. 100-106.

[199] Z. V. TOGAN, Türkili.., s. 25.

[200] Aynı müellif, Türkili..., s. 52.

[201]  KAŞGARLI MAHMUD, DLT, c. II, s. 149-150; c. IV, s. 182.

[202] Z. V. TOGAN, Bîrûnî’s Picture of the World, s. 106-107.

[203] Z. V. TOGAN, Türkili..., s. 92.

[204] Aynı müellif, Türkili..., s. 93.

[205]  Bkz: Z. V. TOGAN, Harezm Kültür Vesikaları, İstanbul, 1951.

[206]  Boris MARŞAK, “Türkler ve Soğdlular”, Türkler Ansiklopedisi, c. İL, Ankara, 2002., s. 170-171.

[207]  Boris MARŞAK, a.g.m., s. 172-173.

[208] Z. V. TOGAN, Türkili........ s. 92.

[209] Boris MARŞAK, a.g.m., s. 172.

[210] Z. V. TOGAN, Türkili..,. s.80.

[211]   V.V.BARTHOLD, İstorya Kulturnıy Jiznl Turkîstana(Türkistan’ın Medeni Hayatı), Soçineneya, c. II., s. 196.

[212] Z. V. TOGAN, Türkili..,. s. 81.

[213] Mahmud KAŞGARÎ, DLT., c. III, s.150.

[214] Z. V. TOGAN, Türkili..., s. 83.

[215] V.V. BARTHOLD, Dersler..., s. 32.

[216] Z. V. TOGAN, Türkili..., s. 65.

[217] Z. V. TOĞAN, TürkîlL.., s. 66.

[218]  Zekerya JANDARBEK, Türkîstanın Qıska Tarihi(Türkistan’ın Kısaca Tarihi), Türkistan, 2000. s. 28.

[219] Z. V. TOGAN, Türkîli.... s. 68.

[220] Haşan KURT, a.g.e., s. 106

[221]  Richard Nelson FRYE, Orta Çağın Başansı-Buhârâ, çev.H. Kurt, Bilig yay. Ankara, s. 61.

[222]  Hikmet TANYU, Tarih Boyunca Yahudiler ve Türkler, c. I., 2. bsk., Bile yay. Ankara, 1980.

[223] V. V. BARTHOLD, Dersler..., s.130.

[224] S. TOLSTOV, Po Drevnım..., s. 175.

[225]   Esin EMEL, “Milâdî Vll-X. Yüzyıllarda Sır Derya Oğuzlarının Maddî Kültürü hakkında Notlar”, TTK. yay. Ankara, 1981, s. 712-713.

[226]  KAŞGARLI MAHMUD, DLT, c. III, s. 150.

[227] Zekerya JANDARBEK, “Nasab-Nâme” yayınlanmış doçentlik tez, Almatı, 2000. s. 28.

[228] V. V. BARTHOLD, Turki(Türkler), dalın yay., Almatı, 1998. s. 26.

[229]  Kazak SSR Tarihi, s. 104.

[230] S. AGACANOV, a.g.e., s. 78.

[231] S. I. RUDENKO, K Voprosu o Fermah Skotovodçeskogo Hoziyastvo i o Koçevnikah,

Leningrad, 1951., 340.

[232]   el-MES’UDÎ, “el-Tenbih ve’l- işrâf, İslâm Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri, haz. R. Şeşen, 2. bsk., Ankara, 1998. s. 56.

[233] el-lDRİSÎ, Nüzhet el-Müştak fi ihtirak el-âfâk, İCGT., s. 103.

[234] S. AGACANOV, a.g.e., s. 87.

[235] Ibn HAVKAL, Sûret el-arz, İCGT., 173.

[236] Hudûd el-âlem, İngilizce’ye tercüme eden: V. Minorsky, London, 1937.

[237] el-MES’ÛDÎ, Mürûc el-zeheb, İCGT., s. 49.

[238] Ebû Reyhan el-BİRÛNl, El-Âsâr el-bâkiye an el-kurûn el-hâliye, İCGT., s. 195.

[239]  Drevnaya Kultura Çentralnaya Kazakistana(Merkez Kazakistan’ın Eski Medeniyeti), Almatı, 1966., s. 9-10.

[240]  L. P. POTAPOV, “İz Istorii Koçevniçestva”(Göçebecilik Tarihi), Vestnik Mirovoy Kültürü, Moskova, 1977., No 4., s. 54.

[241] S.P. TOLSTOV, “Goroda Guzov” Sovetskaya Etnografya, (Moskova, 1947), No:3, s. 69.

[242] el MES’ÛDÎ, Mûrûc el-zeheb, İCGT..., s. 42.

[243]  “...Bahsedilen dağın eteklerinde iki şehir yer alır. Bunlardan birinin adı Darnuh, diğerinin adı Darfu’dur. Darnuh şehri Darfu’nun batısındadır. Bu iki şehrin arası 3 günlük yoldur. Bunlar iki küçük şehir olup çarşıları, sanatkarları, çok zayıf ticarethaneleri vardır. Bunlar çok müstahkemdir. Burada devamlı kar bulunur. Bu diyarın halkı ekinlerini yaşken biçerler, bunları dumanlayıp gölgelerde kuruturlar. Bunun sebebi burada çok soğuk, devamlı kar, çok rutubet olmasıdır...” el-lDRİSÎ, Nüzhet el-müştak, İCGT.., s.113.

[244] MAHMUD KAŞGARİ, DLT., I., s. 43.

[245] Babur, Vekayi, çev. R. R. Arat, TTK. yay., c. I, Ankara, 1987.

[246] K. AKIŞEV, Drevmy Otrar(Eski Otrar), Almatı, 1972., s. 11-12.

[247] MAHMUD KAŞGARİ DLT., IV, s. 78.

[248]  Ibn Fazlân Seyahatnâmesi, haz. Ramazan ŞEŞEN, İstanbul, 1973., s. 37.

[249] S. KOCA, Türk Kültürünün Temelleri-ll, Trabzon, 2000, s. 104.

[250]  İbrahim KAFESOĞLU, Türk Milli Kültürü, İstanbul, 1984, s. 216.

[251] Şali KOCA, a.g.e., s. 107.

[252]   Faruk SÜMER, Oğuzlar(Türkmenler) tarihi, boy teşkilatı,destanları, TDAV. yay., İstanbul, 1992. s. 291.

[253] Ibn Fazlân Seyahatnamesi, s. 31.

[254] İlham! DURMUŞ, iskitler(Saka), s. 27.

[255]  Ebu’l-Gazi Bahadır Han, Şecere-î Terâkime, haz. Zuhal Kargı ölmez, Ankara, 1996. s. 79.

[256] Salim KOCA, a.g.e., s. 113.

[257] Faruk SÜMER, Oğuzlar, s. 211.

[258]  Osman TURAN, “Eski Türkülerde okun hukuki bir sembol olarak kullanılması”, Belleten, (1945), s. 315

[259]  I.KAFESOĞLU, a.g.e., s. 202.

[260] AMANCOLOV, K.-RAHMEDOV, K., Türkı Halıktannın Tarihi, Bilim yay., Almatı, 1996, s.

23; P. GOLDEN, Türk Halkları Tairine Giriş, s. 103.

[261]  İbrahim KAFESOĞLU, a.g.e., 227.

[262] S. AGACANOV, Oğuzlar, Selenge yay., İstanbul, 2002.. s. 163.

[263]  KAŞGARLI MAHMUD, DLT, I, s. 473-18; II, s.285-2; III, s. 385-9.

[264] S. AGALANOV, Oğuzlar, s. 164.

[265]  Ibn FADLÂN, Seyahatnâmesi, s. 140-141.

[266] M. A. KÖYMEN, Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, c.l(Kuruluş Devri), 2.bsk, TTK yay., Ankara, 1993.

[267] KAŞGARLI MAHMUD, DLT, !., s. 445-8; IV., s. 266.

[268]KAŞGARLI MAHMUD, DLT., III, s. 238.

[269] KAŞGARLI MAHMUD, DLT., I, s. 214.

[270]  KAŞGARLI MAHMUD, DLT., I, .s 451.

[271] Aynı müellif, DLT., I, s.297.

[272] Aynı müellif, DLT., I, s.252-53.

[273] A. DONUK, “Türk Devletinde Hakimiyet Anlayışı”, TED., say. X-XI, 1979-80, 51-120.

[274] V. V. BARTHOLD, Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler, çev. K.Y.Kopraman ve I.A Aka, Ankara 1975. s. 182.

[275]  İbrahim KAFESOĞLU, Kutadgu Bilig ve Kültür Tarihimizdeki Yeri, Kültür Bakanlığı yay., İstanbul, 1980, s. 33.

[276]  Reşat GENÇ, Karahanlı Devleti Teşkilatı, İstanbul, 1982. s. 67.

[277]  I. KAFESOGLU, TMK, s. 259-260.

[278]  I. KAFESOĞLU, TMK, s. 260.

[279]  Emel ESİN, “Oğuzların Maddi...”, a.g.m., s. 721.

[280] V.V. BARTHOLD, Dersler..., s. 56-57.

[281]   N. KÖSEOĞLU, Devlet “Eski Türklerde, Islâm’da ve OsmanlI’da”, ötüken yay., İstanbul, 1997, s. 43.

[282]  Reşat GENÇ, KDT., s. 66; Bahaddin ÖGEL, TKGÇ, İL, s. 57.

[283]  Bahaddin ÖGEL, Büyük Hun imparatorluğu Tarihi, c. I., Ankara, 1981. s. 439.

[284]  Ziya GÖKALP, Türk Devletinin Tekâmülü, haz. K.Y. Kopraman, Kültür Bakanlığı yay., Ankara, 1981, s.40-41.

[285]  N. ORKUN, Eski Türk Yazıtları, TDK.yay, Ankara, 1994, s. 100.

[286]  Bahaddin ÖGEL, Türk Kültürünün Gelişme Çağlan, İL, MEB. yay., İstanbul, 1971. s. 80-81.

[287]  Reşat GENÇ, KDT, s. 7.

[288]  Fuad KÖPRÜLÜ, “Orta Zaman Türk Hukuki Meseleleri”, TTK zabıtaları, II, İstanbul, 1943.

[289] Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig, II. TTK, yay., 6. bsk., Ankara, 1994.

[290] Aynı müellif, KB, beyt: 5291-2-3.

[291]  R. GENÇ, KDT, s. 68.

[292]  NİZAMÜ'L-MÜLK, Siyasetnâme (Siyeru'l-müluk), tre. Nurettin Bayburtlugil, Dergah yay.,

3. bsk., İstanbul, 1995.

[293]  I. KAFESOĞLU, TMK, s. 244.

[294]  R. GENÇ, KDT, s. 71.

[295] S. KOCA, TKT, II., s. 71

[296]  R. GENÇ, KDT, s. 28.

[297]  M. A.. KÖYMEN, Büyük Selçuklu imparatorluğu Tarihi, c. III., (Alparslan ve Zamanı), TTK yay, Ankara, 1992. s. 75-76.

[298] I. KAFESOĞLU, TMK, s. 256.

[299]  R. GENÇ, KDT, s. 147.

[300] A. KÖYMEN, BSİT, c. III, s. 77.

[301] aynı müellif, BSİT, III., s. 87.

[302] F. Köprülü, “Eski Türk Unvanlarına dair notlar”, THİT mec. II., s. 26.

[303] A. KÖYMEN, BSİT, III.,s. 88-89

[304] KAŞGARLI MAHMUD, DLT, c. III., s. 127

[305]  “1055 yılında Halife dünyevi yetkileri Tuğrul Bey’e devrederken, hakimiyet alâmetlerinin yanında birde tac vermiştir” A. KÖYMEN, Tuğrul Bey ve Zamanı, s. 80.

[306]   R. GENÇ, Türk İnanışlar ile Milli Geleneklerinde Renkler ve San-Kırmızı-Yeşîl, Ankara, 1997.

[307] B. ÖGEL, Giriş. a g.e., VII.

[308]  KAŞGARLI MAHMUD, DLT, c. I, s. 483.

[309]  B.ÖGEL, TKGÇ, c. II, s. 117-129

[310]  R GENÇ, KDT, s. 142-144

[311]  B.ÖGEL, TKGÇ, c. II, s. 130.

[312] R. GENÇ, KDT, s. 144.

[313] Geniş bilgi için bkz: B. ÖGEL, Türk Kültürüne Giriş, c. VII.

[314]  Bu konu için şu eserlere bkz. R.GENÇ, KDT, s. 68; O.TURAN, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi, s. 94; R. ŞEŞEN, İCGT.., s. 34-65.

[315]  R. GENÇ, KDT, s. 129-140.

[316] A. KÖYMEN, BSİT, c. III., s. 74.

[317] S. AGACANOV, Oğuzlar, çev.E. Necef, A. Annaberdiyev, İstanbul, 2002, s. 208.

[318]  Hududu’l-Alem, neş. Minorsky, s. 97; R.Şeşen, ICGT..,a.g.e., s. 64-65.

[319]  Ibn FADLÂN, Seyahatnâme, çev. R. Şeşen, s. 38.

[320]  KAŞGARLI MAHMUD, DLT, c. I, s. 107-108.

[321] S. AGACANOV, Oğuzlar, s. 162.

[322] S. AGACANOV, Oğuzlar, s. 211.

[323] Z. V. TOGAN, Umumi Türk Tarihine Giriş, Enderun yay., İstanbul, 1981. s. 259.

[324] Ibn FADLÂN, Seyahatnâmesi, s. 39.

[325] Materyali Po îstorii Tu km en i Tuekmenii, Moskova, 1939, s. 305.

[326] KAŞGARLI MAHMUD, DLT, c. I, s.108.

[327] S. AGACANOV, Oğuzlar, s. 215.

[328]  Daha fazla bilgi için bkz: S. GÖMEÇ, “Kağan ve Hatun”, Göktürk der. Ankara, 1996, s. 215.

[329] Ibn FADLÂN, Seyahatnâme, s. 42.

[330] Ibn FADLÂN, a.g.e., s. 39-41.

[331] S. AGACANOV, a.g.e., s. 217.

[332] R. GENÇ, KDT, s. 237.

[333]  I. H. UZUNÇARŞILI, Osmanlı Devleti Teşkilâtına Medhal, TTK. yay., Ankara, 1988, s. 33-35.

[334] R. GENÇ, KDT, s. 268.

[335] R. GENÇ, Kaşgarlı Mahmud’a Göre.., a.g.e., s. 96.

[336]  R. GENÇ, KDT, s. 252.

[337] Aynı müellif, KDT, s. 253.

[338]  I.H.UZUNÇARŞILI, a.g.e., s. 25-35.

[339] YUSUF HAS HÂCİB, Kutadgu Bilik, çeviri, b: 5574-5583.

[340]   H. Dursun YIDIZ, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, “Türklerin Müslüman Olmaları”, c. VI, İstanbul, 1990. s. 17-54.

[341] V. V. BARTHOLD, Dersler..., s. 90-93.

[342]1. KAFESOĞLU, TMK, s. 346.

[343]  I. KAFESOĞLU, TMK, s. 346.

[344]  I. KAFESOĞLU, Selçuklu Tarihi, s. 81-83.

[345]  S. KARAKAŞ, Türk İdare Tarihinde Hâkimiyet Anlayışı, (yayınlanmamış yüksek lisans tezi), Ankara, 1998.

[346] S. TOLSTOV, Po Drevnim..s. 274.

[347]   Emel ESİN, Fârâbî’nin Vatanında ilk Kültür Merkezi: Kengü Tarban(d) ve Sayram, Ankara, 1990. s. 35-36.

[348]  S. TOLSTOV, Po Drevnim.. s. 276.

[349] Z.V. TOGAN, TürkîlL.,s. 86.

[350]  Faruk SÜMER, “X. Yüzyılda Oğuzlar” DTCF dergisi, XVI., Ankara, 1958, s. 131.

[351] Reşat GENÇ, Kaşgariı’ya Göre..., s. 46.

[352]  Mahmud KAŞGARLI, DLT, c. I., s.15.

[353]   Bilindiği üzere, el-Biruni’nin muhtelif eserlerinde, Peçenekler’in Aral gölü çevresinde Harizm’e komşu olarak yaşadıklarını gösteren bazı kayıtlar vardır. “Tahdid nihayat el- Emâkin”, bak: İCGT., haz: R. ŞEŞEN, TKAE yay, s. 197

[354]  S. AGACANOV, Oçerki istorii Oguzov i Türkmen Sredney Azii IK-ÂII.vv^ Ğılım yay., Aşhabat, 1969, s. 130.

[355] el-MES’ÛDÎ, et-Tenbih ve’l-lşraf, R. Şeşen, İCGT., s. 56.

[356] A. Nimet KURAT, Peçenek Tarihi, İstanbul, 1937, s. 33.

[357] S. AGACANOV, Oçerki İstorii Oğuz..., s. 132.

[358]  Kazak SSR Tarihi, s. 369.

[359] V.V. BARTHOLD, Dersler.., s. 45.

[360] YA’KÛBÎ,”Kitab al-Büldan”, R. Şeşen, İCGT., s.187.

[361]  Ibn el-FAKİH, “Kitab al-Büldan”, R. Şeşen, İCGT., s. 191.

[362]  S. AGACANOV, Oğuzlar, s. 198.

[363]  “Sır Derya Oğuz Devletinin kuruluş tarihi konusunda tarihçiler arasında farklıgörüşler mevcuttur. Mesela, O. Pritsak ve V. V. Barthold’a göre 766 yılında Kartukların Suyab’ı ele geçirip On ok boylan üzerindeki denetimi ellerine almaları ile Sır Derya ve Aral çevresine kayan Oğuzlar burada kendi devletlerini tesis etmişlerdir” bkz: O. PRİTSAK, Oğuz Devletinin Yıkılışı, s. 97-99; N. Necep, A. Annaberdiyev, Hazar Ötesi Türkmenleri, İstanbul, 2003. s. 130-131.

[364]  el-lDRİSÎ, “Nüzhet el-Müştak fi Ihtirak el-Âfâk”, 277a, İCGT, s. 114; Materyali Po istori Türkmen i Türkmeni, ANSSSR yay., c. I, Moskova, 1939, s. 222.

[365] S. AGACANOV, a.g.e., s. 133.

[366] el-lDRİSÎ, a.g.e., İCGT., s. 103.

[367]  Ibn HAVKAL, “Süret el-arz”, 419, İCGT., s. 173.

[368]   A.. MARGULAN, “Otçet o Sentralno Kazakistanski Arhiologiçeskoi Ekspedisi”, İAN KazSSR, Almata, 1947, no:6, s. 29.

[369]  İbn HAVKAL, “Sürat el-arz”, R. Şeşen, ÎCGT, s. 162.

[370] M. ERGİN, Dede Korkut Kitabı, c. I-II., Ankara, 1963.

[371] S. AGACANOV, Oğuzlar, s. 204.

[372]  “Baranlu hanedanı bir Oğuz hanedanı olmaktan ziyade bir Kıpçak ailesi Isficab ve Şaş bölgelerini idare eden hanedanlardan birine mensup Karahaniılara bağlı bir emir olabilir. Çünkü “Baran” şeklinde ne bir Oğuz boyu ne de bir şehri vardır ”, F. SÜMER, Oğuzlar, s.65.

[373] el-MES’ÛDÎ, Mürûc el-zeheb”, R. ŞEŞEN, İCGT, s. 42.

[374] S. AGACANOV, Oğuzlar, s. 226.

[375]  KAŞGARLI MAHMUD, DLT, c.l, s. 87; III, s.124.

[376]  “Türkmen adının menşei üzere başlıca iki görüş vardır. Bunlardan birine göre Türkmen “Türk” adı ile Farsça “men” ekinden meydana gelmiş olup, “Türk’e benzer” demektir, el- Bîrûnî, Mahmud Kaşgarlı ve Reşidü’d-Din’in görüşleri bu doğrultudadır. Diğer görüş ise, Türkmen adının “Türk-i iman” kelimelerinden meydana gelmektedir” bkz. F. SÜMER, “Oğuz” maddesi, ÎA., c. IX, s. 378.

[377] Materiali po İstorii Tukmen i Türkmen!, s. 209.

[378]  Hudûd el-âlem, R. Şeşen, İCGT, s. 67.

[379] Abu Reihan BİRUNİ, Tahdid nihayet el-emakin, R. Şeşen, İCGT., s. 197.

[380] V.V. BARTHOLD, Moğol İstilasına Kadar Türkistan, TTK yay, Ankara, 1990. s. 217.

[381] MAKDİSÎ, “Ahsen el-takasim fi marifet el-ekalim”, İCGT., s. 177.

[382]  MAKDİSÎ, a.g.e., R. Şeşen, İCGT., s. 177.

[383]  F. SÜMER, a.g.e., 65.

[384]  IBN FADLÂN, Seyahatnâmesi, s. 39.

[385]  R. ŞEŞEN, a.g.e., 65.

[386]  I. KAFESOĞLU, “Oğuzlar”, TDEK, s. 159.

[387]  S. AGACANOV, Oğuzlar, s.226.

[388]  bkz. Ek-Kaşgarlı Mahmud’un Haritası

[389]  I. KAFESOĞLU, “Oğuzlar”, TDEK, s. 160.

[390]  S.G. KLAŞTORNIY, T. I. SULTANOV, Türkün Üç Bin Yılı, çev. A. Batur, Selenge yay., İstanbul, 2003. s. 119.

[391] S.G.KALŞTORNIY-SULTANOV, I.T., a.g.e., s. 115.

[392]1. KAFESOĞLU, “Kartuklar” TDEK, s. 154.

[393]  Hudud el-âlam, R. Şeşen, İCGT, s. 64.

[394]  ME’SÛDÎ, “Murûc el-Zeheb”, R. Şeşen, ÎCGT, s. 44.

[395]  S. G. KLAŞTORNIY- SULTANOV. T.I., a.g.e., s.122.

[396]  O. PRİTSAK, “Kara-Hanlılar”, LA., c. VI,

[397]  R. GENÇ, KDT, s. 31.

[398]  “Karahanlıların elindeki şehirler arasında Otrar ile Sayram’ın da adı geçmektedir. Diğer şehirler daha çok Oğuzların elinde idi. Oğuzlardan sonra onları Kıpçak hakimiyetinde görüyoruz”

[399] V. V. BARTHOLD, Moğol İstilâsına Kadar..., s. 35.

[400] O. PRİTSAK, “Oğuzlar” a.g.m., s. 262.

[401] V. V. BARTHOLD, Soçinenya, c. V., s. 59.

[402] R. ŞEŞEN, İCGT, s. 165.

[403] H.Dursun YIDIZ, Doğuştan Günümüze.., c. VI.

[404] Cemâl el-KARŞÎ, “Mülhakât el-Surâh”, R. Şeşen, İCGT, s. 203-206.

[405]  Münecimbaşı Ahmet Dede Efendî, Sahayıf ül-Ahbar, çev. N. Lugal, İstanbul, 1940. s. 1- 2.

[406] V. V. BARTHOLD, Soçinenya, c. II., s. 245-246.

[407] S.G. KALŞTORNIY-SULTANOV, I.T., a.g.e., s. 124.

[408] V. V. BARTHOLD, “Kara-Hıtaylar”, İ.A., c. VI, s. 274.

[409] Ayrıntılı bilgi için bkz: V. V. BARTHOLD, Moğol İstilâsına Kadar..., s. 35-37.

[410] O. PRİTSAK, a.g.m., s. 270.

[411] Kazak SSR Tarihi, s. 176.

[412]   “Kidanlar- Çin kaynaklarında Kıtan, eski Türk kitabelerinde ve daha sonraki Islâm kaynaklarında Kara Hitaylar dediği kabiledir. Bunlar Uygurların doğusunda oturuyorlardı. Ebu Dülef eserinde Kitayların ülkesinden Çin'e geçtiklerini söyler. Buna göre, Kitaylar Çin’in batıdaki ilk komşusudur’ bkz: K. AMANCOLOV., Türki Haliklarının Tarihi, Bilim yay, Almatı, 1996.1 s.44.

[413] V. V. BARTHOLD, “Kara-Hıtaylar” İA„ s.273.

[414]  “Tuğan Han, 1013 senesinde vefat eden llek Han’ın kardeşidir. Ilek Han’ın vefatından sonra Karahanlı Devletinin başına Tuğan Han geçmiştir” Münecimbaşı Ahmed Dede Efendi, a.g.e., s. 5.

[415]  Ebu’l Farac Tarihi, çev: R.O. DOĞRUL, I,. Ankara, 1945. s.72.

[416] Münecimbaşı Ahmet Dede Efendî, a.g.e. s. 5.

[417]  L. RASONY, Tarihte Türklük, s. 137.

[418]  M. KÖPRÜLÜ, “Kay Kabilesi Hakkında Yeni Notlar” Belleten, VIII, no:31, s. 124.

[419]  Hun İmparatorluğu M. ö. III. Yüzyılın sonlarında Orta Asya’da kurulmuştu. Bu devletin yıkılmasından sonra Hunlar (Kunlar)’ın bir kısmı Doğu Avrupa’ya ve Macaristan’a göçetmişler, orada Avrupa Hunları devletini kurmuşlardı. Mervezi tarafından bahsedilen Hunlar eski Hunlann Orta Asya’daki kalıntıları olmalıdır. Bunlar Kayların batkındaydılar. Kunlar Kitayların baskısı dolayısıyla batıya göç etmişlerdir.

[420]  “Kay kabilesi ile Oğuzların Kayı boyu birbirinden tamamen ayrıdır”, F. KÖPRÜLÜ, “Kay Kabilesi Hakkında Yeni Notlar”, Belleten, VIII, No:31, Ankara, 1944.

[421] Materiali po istori Türkmen i Turkmeni, s. 219.

[422] “Ermeniyye Denizi tabiriyle Kara Deniz” kastedilmektedir.

[423]  R.ŞEŞEN, a.g.e., s. 101.

[424]   “Sarı Kıpçaklar saçlarının renginden dolayı bu ismi almışlardır. Aslında, Kıpçaklar yabancılar tarafından Kuman, Cumanus, Polovtsi, Paloç, Falon adları ile isimlendirilmektedir. Bir kavme bu tür çeşitli adların verilmesi şöyle izah ediliyor: Rus, Alman ve Latin kaynaklarında bu kavme verilen adın manası “açık san” ve “saman renginde olan sarı saç”ı ifade etmektedir” bkz: S. M AHİNCANOV, Kipçaki v istorii Serdnevekovoğo Kazakistana(Ortaçağ Kazakistan Tarihinde-Kıpçaklar), Nauka yay, Almatı, 1989, s. 60-91.

[425]  “Sarı Kıpçaklar’ın daha önce hangi topraklar üzerinde yaşadıkları henüz tam olarak tespit edilmemiştir. V.V. BARTHOLD Sarılar4!, Çu vadisindeki Orta çağlara ait Sarığ(IX-X.y.y.) şehri etrafına B.F. MİNORSKİ Sarıların Aral Denizinin küzey-doğu sahasında, San Su nehri bölgesinde yaşadıklarını belirtiyor. S.G. AGACANOV, Mervez ile Avfî’in Türkmenlerin yerleşim mekanları hakkındaki verdikleri bilgileri, el-Birûnî’nin bu konudaki bildirileri ile kıyaslayarak, Sarılar’ın Sır Derya’nın orta kısmından uzakta, daha da doğuda yaşadıkları sonucuna varıyor; bkz: S. AGACANOV, a.g.e., s. 224.

[426] A.N.KURAT, Peçenek TarihL s. 65.

[427] F.SÜMER, Oğuzlar, TDAV yay., İstanbul, 1992. s. 153.

[428] F. SÜMER, a.g.e., s. 42.

[429]  KAŞGARLI MAHMUD, DLT, c. III, s. 29.

[430]  R. ŞEŞEN, İCGT, s. 57.

[431]  KAŞGARLI MAHMUD, DLT, c. III, s. 129.

[432]  R. GENÇ, a.g.e.,s. 43.

[433]  F. SÜMER, a.g.e., s. 32.

[434]“ Deşt-i Kıpçak, XI. yüzyılın ilk yarısına kadar olan devrede Kıpçak Hanlığının yayıldığı sahayı ifade eder. Hazar Denizinin ve Karadenizin kuzeyindeki bozkırlar XI. yüzyıldan itibaren bir bütün olarak Deşt-i Kıpçak adıyla anılmaktadır” bkz. Mustafa KAFALI, Altın Orda Hanlığının Kuruluşu ve Yükselişi, İstanbul, 1977, 3; “Kıpçaklar” mad, I.A., VI, s. 713.

[435]  F.KÖPRÜLÜ, Türk Edebiyatında ilk Mutasavvıflar, DİBY yay., Ankara, 1991, 7.bsk., s. 119.

[436]   A.N.KURAT. IV-XVIII. Yüzyıllarda Karadenizin Kuzeyindeki Türk Kavimleri ve Devletleri, Murat Kitabevi yay., Ankara, 2002. s. 69.

[437] S.G. KLAŞTORNIY- I.T. SULTANOV, a.g.e., s. 149.

[438]  P. GOLDEN, Türk Halklarının Tarihine Giriş, s. 187.

[439]  P. GOLDEN, a.g.e., s. 188.

[440]1. KAFESOĞLU, Harezmşahlar Devleti Tarihi, TTK., Ankara, 1984. s. 38-40.

[441] H.D. YILDIZ, Doğuştan Günümüze..., c. IX., s. 28.

[442]  CUVEYNÎ, Tarih-i Cihangûşâ, çev. M. öztürk, KB. yay., Ankara, 1998.

[443]  I. KAFESOĞLU, Harezmşahlar Devleti Tarihi, s. 46.

[444] Z. M. BUNYATOV, Gosudarstvo Harezimşahov-Anuşteginidov(1097-1231) (Harezmşah-Anuştekin Devleti), Moskova, 1986. s. 30-32.

[445] S. M. AHINCANOV, Kıpçak! v İstorii Srednevekovogo Kazakistana(Ortaçağ

Kazakistan Tarihinde Kıpçaklar), Nauka yay., Almatı, 1989, s. 22.

^Z. M. BUNYATOV, a.g.e., s. 34.

[447]  P. GOLDEN, a.g.e, s. 189.

[448] S. M. AHINCANOV, a.g.e., s. 26.

[449] V.V. BARTHOLD, Moğol İstilâsına Kadar.., s. 420.

[450] CÜVEYNÎ, a.g.e., s. 96.

[451] E. BAYPATŞA, Kazak Dalaşının Ecelgi Tarihî (Kazak Bozkırının Eski Tarihi), 1998, s.

82.

[452]1. KAFESOĞLU, Harezmşahlar Devleti Tarihi, s. 231.

[453] Nesevî, metin: 39; BARTHOLD, Moğol istilâsına Karad.., s. 366.

[454]1. KAFESOĞLU, Harezmşahlar Devleti Tarihi, s. 228.

[455] CÜVEYNÎ, a.g.e., s.314.

[456] V.V. BARTHOLD, Soçinenya, c. II, s. 132.

[457]   “bu nehrilerin yeri kesin olarak tespit edilememiştir. Fakat genel olarak bu konuda Minorskiy’nin tahmini kabul edilmektedir. Müellife göre bu nehirler Irgız ile Turgay olmalıdır”, bkz. Cüveynî, s. 315.

[458] T. KONRATBAYEV, Ertedeki Eskertkişter(Eski Abideler), Almatı, 1996, s. 34.

[459] V.V. BARTHOLD, Dereler.., s. 138.

[460] M. KOCAYEV, Otrar’ın Kısaca Tarihi, Türkistan, 2000, s.33.

[461] V.V. BARTHOLD, Moğol İstilâsına Kadar.., s. 421.

[462] S.G. KLAŞTORNIY-T.I.SULTANOV, a.g.e., s. 185.

[463] CÜVEYNÎ, a.g.e., s. 117.

[464]  “Nesevî’e göre Gayır Han Harezmşahın dayısının oğlu idi”, bkz. BARTHOLD, a.g.e. s. 422.

[465]   “Cüveynî ise bu olayın bir Hintli tüccarın Sultana karşı kaba davranmasından kaynaklandığını söylemektedir”, CÜVEYNÎ, s. 118.

[466] V.V. BARTHOLD, Moğol İstilâsına Kadar.., s. 423

“Harezmşah Muhammed, elçilik heyetinde bulunanlardan bazılarını öldürtmüş, fakat iki Tatar'ın sakallarını kestirerek, sınır dışına üstleri başlan yırtık ve yaya olarak bırakmıştır. Cengiz Han'a gelerek durumu haber veren de bu ikisi olmuştur”, bkz. V.V. BARTHOLD, a.g.e., s. 426.

[467]  K. AMANCOLOV-K. RAHMETOV, Türk Halkları Tarihi, Almatı, 1996. s. 211.

[468]  H.D. YILDIZ, a.g.e., s. 126.

[469] Ibnü’l-Esir, XII, s. 236.

[470]  “Küçlük hanın Müslümanlara karşı düşmanca davranması ve yaptığı katliam hakkında, ezan, namaz ve Islâm alimlerine karşı tavrı hakkında Cüveynî rivayet etmektedir”bkz. Cüveynî, İmam Alaaddin el-Hotanî hakkındaki bahsi, s. 111.

[471] V.V.BARTHOLD, Moğol istilâsına Kadar.., s.427.

[472]1. KAFESOĞLU, Harezmşahlar Devleti Tarihi., s. 233.

[473] “Bu konularda kaynaklarda hayali abartılı rakamlar yer almaktadır. Mesela, Cûzcanî’de bu rakam 600.000 ve hatta 700.000 kadar çıkartılır”bkz. V.V. BARTHOLD, Moğol İstilâsına Kadar.., s.429.

* “Moğol seferinin başlaması konusunda da kaynaklarda değişik tarihler bildirilmektedir. Bazı kaynaklarda 1218 tarihi verilmektedir”.Bkz. Cüveynî, s. 119.

[474] CÜVEYNÎ, a.g.e., s. 121-123.

[475] CÜVEYNÎ, a.g.e., s. 120.

[476] Aynı müellif, s. 121

[477] CÜVEYNÎ, a.g.e., s.123.

[478]  “Cüveynî’nin eserinde sadece Uluş Idi’nin adı geçmektedir. Halbuki daha önceki bahisde müellif bu bölgenin fethinin Cuçi’ye verildiğini yazmıştı. “Camiü’t-tevarih” bu seferin başında Cuçi(Tuşi)ile Uluş Idi’nin bulunduğunu bildirmektedir”, bkz. Cüveynî, s. 123.

[479] CÜVEYNÎ, a.g.e., s.123-24.

[480] I. KAFESOĞLU, Harezmşahlar Devleti Tarihi, s. 254-255.

[481] Ibnü’l ESİR, a.g.e., c. V, s.24.

[482] CÜVEYNÎ, a.g.e., s. 30.

[483] Z. M. BUNYATOV, a.g.e., s. 37.

[484]1. KAFESOĞLU, Harezmşahlar Devleti Tarihi, s. 221.

[485] K. AMANCOLOV-K. RAHMEDOV, Türki Halklarının Tarihi, Almatı, 1996, s. 26.

[486] A. Yu. YAKUBOVSKY, Altın Ordu ve Çöküşü, çev. H. Eren, Ankara, 1992,s. 47.

^CÜVEYNÎ, a.g.e., s. 37.

[488] Ibnü’l-ESİR, el-Kâmil fit-Tarih; Altın Ordu Tarihi Hakkında Materyaller, s. 123.

[489] CÜVEYNÎ, a.g.e., s. 128-130.

[490]  ÜTEMİŞ HACI, Cengiz-nâme, haz. Yıı.G.Baranova, İlim yay., Almatı, 1992, s. 39.

[491]  I. KAFESOĞLU, Harezmşahlar Devleti Tarihî, s. 28.

[492] CÜVEYNÎ, a.g.e., s. 144; V.V. BARTHOLD, Dersler, s. 144-146.

[493]  Kazak Hanlığı., s. 231.

[494]  M. KOZIBAYEV,Kazakistan Tarihi, s. 33.

[495] Z. KİTAPÇI, Orta Asya’da İslâmiyet’in Yayılışı ve Türkler, 3. bsk., Konya, 1994, s. 57.

[496]  Ekrem SARIKÇIOĞLU, Başlangıçtan Günümüze Dinler Tarihi, İstanbul, 1983; A. İNAN, Tarihte ve Bugün Şamanizm, Materyaller ve Araştırmalar, 5. bsk., T.T.K. yay., Ankara, 2000.

[497]   K. BAYPAKOV, Sredne Vekovıye Goroda Sredney Azil v Velikom Şelkovom Puti(Ortaçağda Ulu İpek Yolundaki Orta Asya şehirleri),İlim yay., Almatı, 1998, s. 39.

[498] Z. KİTAPÇI, a.g.e.,s. 58.

[499] E. SARIKÇİOĞLU, a.g.e., s. 103.

[500]  E. SARIKÇİOĞLU, a.g.e., s. 107.

[501]  V. V. BARTHOLD, İslâm Medeniyeti Tarihi, çev. F. Köprülü, 4. bsk., Ankara, 1977, s. 84; L. CAETANİ, İslâm Tarihi, çev. H. Cahid, İstanbul, 1924, X., s. 243; ö. RIZA, Yeryüzündeki Dinler Tarihi, 1948.

[502] Ibn FAZLAN, Seyahatnâmesi, çev. R. Şeşen, Bedir yay., İstanbul, 1995, s. 68.

[503]  Hoca Ahmed YESEVİ, Divân-ı Hikmet, haz. H. BİCE, TDV. Yay., Ankara, 1993, Hikmet- 72, s. 92; Kemal ERASLAN, Dîvân-ı Hikmet Seçmeler, Ankara, 1991,

[504]  O. TURAN, Türk Cihân Hakimiyeti Mefkûresi Tarihi, Boğaziçi yay., 5. bsk., İstanbul, 1995, s. 139-141.

[505]  Ayrıntılı bilgi için bkz: NARŞAHÎ, Tarih-i Buhârâ, s. 38; V.F. BUCHER, “Mecûsî” mad. I.A., VIL, s. 413.

[506]   CUVEYNÎ, Tarih-i Cihanguşa, çev. M. öztürk, Kültür Bakanlığı yay., Ankara, 1999, s. 130.

[507]Ş.GÜNALTAY, İslâm Tarihinin Kaynaklan -Tarih ve Müverrihler-, Enderun yay., İstanbul, 1991, s. 32-34; H. KURT, Buhârâ, s. 37.

[508]  Ibn HAVKAL, Sûret el-Arz, “Mâverâünnehir Bölümü” s. 492, R. ŞEŞEN, İCGT, s. 227.

[509] MES'UDÎ, Mürûc el-Zeheb, s. R. ŞEŞEN, İCGT, s. 42.

[510]  H. W. HAUSSİG, İpek Yolu ve Orta Asya Kültür Tarihi, s. 259.

[511] Z. KİTAPÇI, a.g.e., s. 60.

[512] Z. KİTAPÇI, a.g.e., s. 61.

[513] V.V. BARTHOLD, Dersler, s. 36.

[514] V.V. BARTHOLD, Dersler, s. 18-19.

[515]  B. ÖGEL, TKGÇ., c. I., s. 87

[516] J. P. ROUX, Türklerin ve Moğolların Eski Dini, çev. A. Kazancigil, İstanbul, 1998,s. 30.

[517] V.V. BARTHOLD, Dersler, s. 18.

[518]  H. W. HAUSSİG, a.g.e., s. 242.

[519]  Ü.GÜNAY; H. GÜNGÖR, Başlangıçlarından Günümüze Türklerin Dinî Tarihi, İstanbul, 2003, s. 201.

[520]  E. ESİN, Türkistan Seyahatnamesi, Ankara, 1959, s. 11-12; K. BAYPAKOV.Ulu İpek Yolu..., s. 23.

[521]  S.G. KLAŞTORNIY-SULTANOV, T.I., Kazakistan-Türkün Üç Bin Yılı, çev. A. Batur, Seleng yay., İstanbul, 2003, s. 169.

[522] Ü. GÜNAY; H. GÖNGÖR, a.g.e., s. 134.

[523]1. KAFESOĞLU, “Eski Türk Dini” Tarih Enstitüsü dergisi, s. 11.

[524] Teferruatlı bilgi için bkz: I. KAFESOĞLU, Türk İslâm Sentezi, s. 88.

[525]          Ayrıntılı bilgi için bkz: B.Y. VLADİMİRTSOV, Moğolların İçtimâî Teşkilâtı, çev. A. İnan, TTK. yay., 2. bsk., Ankara, 1987; Utemiş Hacı, Cengiz-nâme, haz. Yu.G.Baranova, İlim yay., Almatı, 1992.

[526] Ü. GÜNAY; H. GÜNGÖR, a.g.e., s. 137.

[527] I. KAFESOĞLU, a.g.m, s. 11-12.

[528]  Şamanizm hakkında teferruatlı bilgi için bkz: A. İNAN, Şamanizm; I. KAFESOĞLU, Türk Dünyası el Kitabı, c. I; aynı müellifin “Eski Türk Dini”, Tarih Enstitüsü dergisi, s. 9; F. KÖPRÜLÜ, “Bahşı” I.A., c. II. s. 235-238;B. SADEDDİN, “Şamanizm” Türk Amacı, say. I., İstanbul, 1942.

[529] A. İNAN, Şamanizm, s. 74.

[530] Ibn FAZLÂN, Seyehatnâme, çev. R.Şeşen, Bedir yay., İstanbul, 1995 s. 161-163.

[531]1. KAFESOĞLU, Eski Türk Dini, s. 37.

[532] Aynı müellif, s. 41.

[533] J. P. ROUX, a.g.e., s.32.

[534] A. İNAN, Şamanizm, s. 20.

[535] W. RADLOFF, Sibirya’dan, (Türkçe tercümesi), 1956, II., s. 1.

[536]  Ü.GÜNAY, H. GÜNGÖR, a.g.e., s. 138.

[537]  E. SARIKÇIOĞLU, a.g.e., s. 5-8.

[538]  I.KAFESOĞLU, “Eski Türk Dini”, s. 12-13.

[539] J. P. ROUX, a.g.e., s. 355.

[540]  I. KAFESOĞLU, Türk-lslâm Sentezi, s. 91.

[541]  M. ELİADE, a.g.e., s.27.

[542]  Daha bkz: Tezimizin II. Bölüm, Türklerde Hakimiyet Anlayışı.

[543]   F. SÜMER, “Oğuzların Destanî Mahiyetteki Eserleri”; S. KOCA, Türk Kültürünün Temelleri-ll, s. 202.

[544] M. ERGİN, Orhun Abideleri, Boğaziçi yay., 20. bsk., İstanbul, 1996, s. 17;32.

[545]  D. KENJETAY, Hoca Ahmed YesevFnin Düşünce Sistemi, H. A. Yesevî ocağı yay., Ankara, 2003, s. 36.

[546]1. KAFESOĞLU, Kutadgu Bilig ve Kültür Tarihîmizdeki Yeri, İstanbul, 1980, s. 37.

[547] Ibn FAZLÂN, Seyahatnâme, s. 161.

[548] I. KAFESOĞLU, “Eski Türk Dini", s. 64.

[549]  B. ÖGEL, “Uygur Devletinin Teşekkülü ve Yükseliş Devri”, Belleten, XIX, s. 366-367; I. KAFESOĞLU, “Uygurlar”, Türk Dünyası El Kitabı, c.L, 2. bölüm, s. 146.

006 V.V. BARTHOLD, Moğol İstilâsına Kadar.., s. 180.

[551] A. BELENİTSKY, The Ancient Civilesation of Central Asia, Londra, 1969, s. 115.

[552] A. BELENİTSKY, a.g.e., s. 210.

[553] N. ÇAĞATAY, Islâm Tarihi, İstanbul, 1972, s. 295.

[554] Z. KİTAPÇI Orta Asya’da İslâmiyet’in Yayılışı, a.g.e., s. 83.

[555] Aynı müellif, s. 84.

[556] H. KURT, Buhârâ, s. 166.

[557] Nelson FREY, Buhârâ, s. 130; V.V. BARTHOLD, Moğol Isitlâsma Kadar.., s. 201.

[558] O. TURAN, Türk Cihan Hakimiyeti..., s. 134.

[559] S.KALAŞTORNIY- T. SULTANOV, a.g.e., s. 225.

[560]   Konu hakkında ayrıntılı bilgi için bkz: V. V. BARTHOLD, Moğol İstilasına Kadar Türkistan 195-210; aynı müellifin, Soçinenya, c. IL;aynı müellifin, İslâm Medeniyeti Tarihi, s. 61-72; H. KURT, Buhârâ; Z. KİTAPÇI, Orta Asya’da İslâmiyet’in Yayılışı ve Türkler; H. D. YILDIZ, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, c. VI.

[561] V.V. BARTHOLD, İslâm Medeniyeti Tarihi, s. 64-67.

[562] H.D. YILDIZ, Doğuştan.Günümüze., s. 18, c.VI.

[563] Taberî’den naklen BARTHOLD, Moğol istilâsına Kadar.., s. 203.

[564]  I. KAFESOĞLU, “Türgişler”, TDEK, c. L, s. 150.

521 GİBB, Orta Asya’da Arap Fütuhatı, çev. M. Hakkı, İstanbul, 1930, s. 62.

[566]  Mücadeleler hakkında bkz: GİBB, a.g.e., s. 62-28; P. HİTTİ, Islâm Tarihi, çev. S. Tuğ, İstanbul, 1980; Z. KİTAPÇI, “Emeviler Devrinde Orta Asya Mahalli Türk Hükümdar ve Aristokratları Arasında İslâmiyet’in Yayılışı”, 1986, s. 361-375; S. G. KLAŞTORNIY, “Orta Asya Milletlerinin Araplara Karşı Mücadelelerine Dair”, çev. I. Kaynak, Belleten, c. XXVI, sayı. 104, s. 763-776;

[567] O. TURAN, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkuresi Tarihi, s. 138.

[568]  Et-Taberî’den naklen Z. KİTAPÇI, a.g.e., s. 282.

[569] B. ÖGEL, a.g.m., s. 335.

[570] V. V. BARTHOLD, Moğol İstilâsına Kadar.., s. 211-212.

[571] Ibn’ül-ESlR, El-Kâmil fi’t-Tarih, c. V. s. 344.

528 L. RASONY, Tarihte Türklük, Ankara, 1971, s. 96.

[573] J.KARAM Skafe, “VI-VIII. yüzyıllarda Türkistan Sahalarında Batı Türk Hakimiyeti”, çev. B. Keneş, Türkler, Yeni Türkiye yay., Ankara, 2002, c. II., s. 98-99.

[574]  B. ÖGEL, Türk Kültürünün Gelişme Çağlan, c. I., s. 61, İstanbul, 1971.

[575]  M. ERGİN, Orhun Abideleri, Boğaziçi yay., 20. bsk., İstanbul, 1996; Ayrıca bkz: H. SALMAN, “Türgişler”, T.A., c. II., s. 413.

[576] el-BELÂZURÎ, Fütûhu’l-Büldan, çev. M. Fayda, Ankara, 1987.

[577] S. KALŞTORNIY, a.g.m., s. 766.

[578] H.D.YILDIZ, Talaş Muharebesi Hakkında Bazı Düşünceler, İstanbul, 1973, s. 74.

[579]  R. GROUSSET, Bozkır İmparatorluğu, s. 166.

[580]  H. D. YILDIZ, a.g.e., c. X, s. 18.

[581] GİBB, a.g.e., s. 44.

[582] H.D.YILDIZ, a.g.e., s. 77.

[583] Ibn’ül-ESİR, el-Kâmil, çev. B. Eryarsoy, c. V., ‘ 751 yılının Temmuz ayı, Ibn’ül-ESİR,a..g.e, c. V.

[584] H. SALMAN, “Kartuklar”, T.A., c. II., s. 421-422.

[585] LİU-EN-LİN, a.g.m.,s. 418.

542 Ebn’ül- ESİR, c. V,

[587] LİU-EN-LİN, a.g.m., s. 418.

[588] GİBB, a.g.e., s. 80.

[589] A. ÖZAYDIN, Türkler, c. IV, s. 246-247.

[590]   H. SALMAN, a.g.m., s. 421-422.

[591] V.V.BARTHOLD, Moğol İstilâsına Kadar..., s. 196.

[592] O. TURAN, Türk Cihan Hakimiyeti..., s. 150.

[593] A. ÖZAYDIN, a.g.m., s. 247.

[594] O. TURAN, Türk Cihan Hakimiyeti..., s. 151.

[595] O. TURAN, “Tûrklerve İslâmiyet”, DTCF, dergisi, IV., say. 4., s. 468.

[596]  F. KÖPRÜLÜ, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Diyanet İşleri Baş. yay., 7. bask., Ankara, 1991, s. 14-15.

[597] V.V. BARTHOLD, Dersler..., s. 92-93.

[598] V.V.BARTHOLD, a.g.e., s. 94.

[599]   H.D.YILDIZ, a.g.e., c.VL.s. 43; Z. KİTAPÇI, “Kuteybe b. Müslim Devrinde Aşağı Türkistan’ın Diğer Şehirlerinde İslâmiyet”, Türk Dünyası Araştırmaları, İstanbul, 1984, s. 30.

[600] V.V.BARTHOLD, Moğol istilâsına Kadar..., s. 213.

[601]  NARŞAHÎ,Buhârâ Tarihi, naklen H. KURT a.g.e., s.34.

[602] P. GOLDEN, Türk Halkları Tarihine Giriş, s. 142.

[603] K. BAYPAKOV, a.g.e., s. 35.

[604] T. KONRATBAYEV, Ertedeki Eskertkişter(Eski Abideler), Almatı, 1996, s. 122.

[605] R. ŞEŞEN, İCGT, s. 225.

[606] V.V. BARTHOLD, Dersler..., s. 78.

[607]   H.D.YILDIZ, a.g.e., c. VI.,s. 43; Z. KİTAPÇI, “Kuteybe b. Müslim Devrinde Aşağı Türkistan'ın Diğer Şehirlerinde İslâmiyet”, Türk Dünyası Araştırmaları, İstanbul, 1984, s. 30.

[608] V.V.BARTHOLD, Moğol istilâsına Kadar.., s. 213.

[609] NARŞAHÎ.Buhârâ Tarihi, s.

[610] P. GOLDEN, Türk Halkları Tarihine Giriş, s. 142.

[611] K. BAYPAKOV, a.g.e., s. 35.

[612] T. KONRATBAYEV, Ertedeki Eskertkiter(Eski Abideler), Almatı, 1996, s. 122.

[613] R. ŞEŞEN, İCGT, s. 225.

[614] V.V. BARTHOLD, Dersler..., s. 78.

[615] M. KAŞGARÎ, DLT, c. I, s. 473.

[616] H.D.YILDIZ, Doğuştan Günümüze.., s. 38.

[617] Hududü’l-Alem, Ing. çev. Minorsky, London, 1937, s. 56;

[618] R. ŞEŞEN, “Hudud’ü-I Alem,” İCGT, s. 63.

[619] Z. V. TOGAN, Umumi Türk Tarihine Giriş, İstanbul, 1981, s. 142.

[620] M. KAŞGARÎ, DLT, C.I, s. 473.

[621] V.V. BARTHOLD, Moği İstilâsına Kadar.., s. 131.

[622] Sem’anî, Kitabü’l-Ensâb naklen V.V. BARTHOLD, Dersler.., s. 105.

[623]  Ibnû’l-ESİR, a.g.e., c. XI.,

[624] Cemâl el-Karşî, “Mulakaât el-Surâh’, nşr. V.V. Barthold,dan R. Şeşen, İCGT, s. 204.

[625] O. TURAN, “Satuk Buğra Han Menkıbesi ve Tarihi”, Ülkü der., say.74.

[626]  M. KAŞGARÎ, DLT, c.lll, s. 185-350.

[627] Sadruddin Ebu’l Haşan Ali ibn Nâşır ibn Ali el-Hüseynî, Ahbâru’d-Devleti’s-Selçukiyye, çev. N. Lügal, TTK. yay., Ankara, 1999.

[628]  Ibnü'l-Esir, a.g.e., VIII: 396 .

[629]  İbn Havkal, a.g.e., s. 511; Hududu'ı-Alem, s. 117.

[630]  Ibn Havkal, a.g.e., s.511: Hududu'l-Alem, s.11.

[631]  Ibn FADLÂN, Seyahatnâmesi, s. 13.

[632]  el-Makdisî, Ahsen el-Tekâsîm fî Ma'rifet el-ekâlîm, s. 246, R. Şeşen, İCGT, s. 248.

[633]  O. PRİTSAK "Kara Hanlılar”, İ.A., c.VI, s. 251-270.

[634]R. ŞEŞEN, İCGT, s. 256; R. GENÇ, a.g.e., s. 4.

[635]  R. GENÇ, Kaşgarlı Mahmud’a Göre XI. Yüzyılda Türk Dünyası, Ankara, 1997, s. 20.

[636]  Ibn FADLÂN, Seyahatnâmesi, s. 13.

[637] Arapski i Persidsky istoçniki, s. 45.

[638] S. AGACANOV, Oğuzlar, s. 224.

[639] M. KAŞGARÎ, DLT., c. III., s. 412-416.

[640]   Mehmed Neşrî, Cihan-nümâ ve Ibn Kesir, (el-Bidâye ve’n-nihâye)den naklen H. D.

YILDIZ, Doğuştan Günümüze.., s. 37.

[641] F. SÜMER, Oğzlar, s. 245.

[642] H. D. YILDIZ, a.g.e., s. 38.

[643] Ibnü’l-Esir, a.g.e., c. V,

[644] Ferîdü’d-din ATTÂR, Mantıku’t-Tayr, çev. Abdülbaki Gölpınarlı, İstanbul, 1968, s. 180

[645]  “...Yesevî, Türklerin Islâm’ı kabulleri ile beraber Orta Asya'da başlayan erken sûfilik geleneğini temsil ettiği için "Pir-i Türkistan", XV. yüzyılın sonlarına doğru Yesevîlikle aşağı yukarı aynı mıntıkada teşekkül eden Nakşibendilik geleneğinin de doğuşuna etkisi olduğu için Hâcegân silsilesinden sayıldığını ve bu sebeple "Hâce-i Türkistan" unvanıyla anıldığını belirtir..”, ayrıntılı bilgi için bkz: A. Yaşar Ocak, "Anadolu Türk Safiliğinde Ahmed-i Yesevî Geleneğinin Teşekkülü", Milletlerarası Ahmed Yesevî Sempozyumu Bildirileri, Ankara, 1992, s. 76.

[646]  Fahrettin OLGUNER, “Tasavvuf Dünyası İçinde Hâce Ahmed Yesevî”, Ender, say.21, ayrı bsk. Ankara, 1995, s. 942.

[647]  Mevlana Safiyü’d-Din, Neseb-Nâme Tercümesi, haz. K. Eraslan, İstanbul, 1996; Bu konuda Kazakistanlı Z. Candarbek’in “Nasab-Name” adlı doçentlik tezinden de yararlandık. Almatı, 1998;

[648] “Doğduğum yer o kutlu Türkistan’dan” (Hikmet 16); “Adım Ahmed Türkistan’dır ilim benim” (Hikmet 55); Hoca Ahmed YESEVÎ, Divân-ı Hikmet, haz. K. Eraslan, Ankara, 1991, s.31- 76

[649] YESEVÎ, D.H., s. 72.

[650]  K. ERASLAN, “Ahmed Yesevî”, Yesevîlik Bilgisi, Ahmed Yesevî vakfı, Ankara, 1998, s. 79.

[651]YESEVÎ, D.H., s.79.

[652]  M. Carmuhammedulı, "Hoca Ahmed Yesevî’nin Hayatı Hakkında Yeni Deliller ve Onun Bilinmeyen "Risale" Adlı Eserinin İlmi Değeri", Milletlerarası Ahmed Yesevî Sempozyumu Bildirileri, s. 13-20.

[653] F. OLGUNER, a.g.m., s. 943.

[654]Fuad KÖPRÜLÜ, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, 2. baskı, Ankara, 1966, s.49.

[655] A. PIYLEV, Hodja Ahmad Yasaui: Sufisky Poet, Ego Epoha, Tvorçestva(Hoca Ahmed Yesevî: Tasavvuf şairi, dönemi, eserleri), Almatı, 1997, s. 30.

[656]  D. KİŞİBEKOV, Qazak Mentaliteti, Keşe, Bugün, Erten(Kazak Mentolitesi, dün, bugün, yarın), Almatı, 1999, s. 72.

[657] YESEVÎ, D.H., s.96.

[658] YESEVÎ, D.H., haz. H. BİCE, s. 33-36.

[659] Fuad KÖPRÜLÜ, “Ahmed Yesevî”, ÎA„ el, s. 210-215.

[660] Yusuf-i Hemedani hakkında teferruatlı bilgi için bk. K. ERASLAN, a.g.e., s. 1.

[661] YESEVÎ, D.H., haz. H. BİCE, s. 4-12.

[662]1. A. ÇUBUKÇU, “Ahmed Yesevî ve Düşüncesi”, Ender, say. 21, ayrı bsk, Ankara, 1995, s. 825.

[663]   Z. CANDARBEK, Türkîstanın Kıskaca Tarihi (Türkistan’ın Kısaca Tarihi),Türkistan, 2000, s. 3.

[664]    E. SMAGULOV-M. TUYAKBAYEV, Türkîstanın Ortagasırlık Tarihi (Türkistan’ın Ortaçağdaki Tarihi), Türkistan, 1998, s. 8.

[665]  E. BAYPATŞA, Kazak Dalaşının Ecelgi Tarihi (Kazak Bozkırının Eski Tarihi), 1998, s. 55-57.

[666]   M. Beşir AŞAN, Türkistan Tarihi Üzerine Bir Araştırma, (Profesörlük Araştırma Eseri)Elazığ, 2001, s. 24.

[667]  K. BYPAKOV-E. SMAGULOV,” Drevni Türkistan” (Kadim Türkistan), Novosti Arkeolog! (Arkeolojik Haberleri),Hoca Ahmed Yesevî Üniversitesi Arkeolojik ve Etnografya Araştırma Merkezi dergisi, say. 1,1997, s. 65.

[668]   M. E. MASSON, O Postroyke Mavzaleya Hoja Ahmeda v Goroge Turkestane (Türkistan’da Hoca Ahmed Türbesinin Yapılışı Hakkında), ISAGO(lzvestiye Sredne Aziyatskogo Gegrafiçeskogo Obşestvo),(Orta Asya Coğrafi Kurumu Bildirisi), c. XIX, Taşkent, 1929, s. 40-44.

[669]  Şavğar hakkında müellifin görüşü için bkz. V.V. BARTHOLD, Moğol istilasına Kadar.., s. 164-275.

[670]  E. SMAGULOV-M. TUYAKBAEV, a.g.e., s. 7.

[671] Z. CANDARBEK, a.g.e.,(TKT) s. 8.

[672]  Sır Derya'yı anlatırken “bu nehir çalılıklar ve ardıç ağaçları arasında Aral gölüne doğru akmaktadır. Batıda Karaçuk denilen Karatağ silsilesi bulunmaktadır." diye belirtir. Bkz. Emel ESİN, İslâmiyet’ten Önceki Türk Kültür Tarihi ve İslâm’a Giriş, c. 2, İstanbul, 1978,s. 25.

[673] Z. CANDARBEK, a.g.e.,(TKT) s. 9; E. SMAGULOV-M.TUYAKBAYEV, a.g.e., s.14.

[674] A. I. Papov, Goroda i Narodı Sredniy Azii(Orta Asya Şehirleri ve Halkı), Leningrad 1973, s.169.

[675]  Eşref BUHARALI, "el-lstahrî ve Ibn Havkal'ın Haritalarına Göre Mâverâünnehir", Türk Dünyası Araştırmaları, Aralık, 1999, s. 67.

[676]  E. BUHARALI, a.g.m., s. 67.

[677]B.I.MATOV, İstoriya Srednivekovogo Grodov Turkestana(Türkistan’ın Ortaçadaki Şehirleri), Almatı, 1995, s. 34-36.

[678]   Islâm Coğrafyacılarının Eserleri için bkz: R. ŞEŞEN, İslâm Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri, Ankara, 1998; S.L. VOLİN, Svedniye Arabskih istoçnikov IX-X v.v. (Arapça Kaynaklarda Geçen Bilgiler), Almatı, 1960.

[679]  R.ŞEŞEN, a.g.e., s. 230.

[680]K. BAYPAKOV, “Orta Gasırlık Kalalar: Sayram, Otrar, Türkistan”(Ortaçağ Şehirleri: Sayram, Otrar, Türkistan), Otan Tarihi, İlmi dergi, say. 3-4., Almatı, 2000, s. 14-17.

[681]E.SMAGULOV-M. TUYAKBAEV, “Şaugar-Yası-Türkistan tarihi ornın anıktaudafı Arkeologiyahk Malimetter”(Şavğar-Yesi-Türkistan’ın Tarihi Yerin Bulma Açısından Arkeolojik Bulgular), Arkeoloji Haberleri der., say. 1, Türkistan, 1997, s. 69.

[682] M. KAŞGARLI, DLT., c. I, s. 487.

[683] Z. CANDARBEK, Türkistan'ın Kısaca Tarihi, s. 22.

[684] Kirakos GAZAKENTSİN; istoriya Armeniy(Ermenistan Tarihi) Moskova, 1976, s. 224.

[685] E.SMAGULOV-M.TUYAKBAYEV, a.g.e., s.8.

[686] I. KAFESOLU, Harezimşah Devleti Tarihi, TTK.yay., Ankara, 1984.

[687]  Z. CANDARBEK, Neseb-nâme Nuskalan Cane Türk Tarihi”(Neseb-nâme nüshaları ve Türk Tarihi), Almatı, 2000.

[688] V. V. BARTHOLD; îstoriya Turkestana; Soç; Moskova, 1977, c. IX, s. 510.

[689] S. L. VOLİN, a.g.e., s. 102; R. ŞEŞEN, a.g.e., s. 185.

[690]  R. GENÇ, Kaşgarlı Mahmud’a Göre..., s. 30-33.

[691] V.V. BARTHOLD, Dersler, s. 31.

[692]  Faruk SÜMER, Eski Türklerde Şehireilik, Ankara, 1994, s.8.

[693] Kazak Hanlığı Tarihine Dair Materyaller,(KHTM) Almatı, 1969, s. 67.

[694]  KHTM, s. 125-133-162.

[695] KHTM, s. 177-198.

[696]  B. KARİBAYEV, Türkistan Cane Kazak Handıgı (Türkistan ve Kazak Hanlığı),Almatı,

1999,  s. 5-8.

[697] M. ELİADE, Şamanizm, Arhaiçeskiye Teknik! Ekstaza, Rusça’ya çev. Sofiya, Moskova,

2000,  s. 21.

[698]  “Saka Türklerinde "oyun", Kırgız, Özbek, Kazaklarda "baksı", Altaylıklarda "kam, gam", Moğol ve Japonlarda "karni" denilmektedir”, bkz. ROUX J-P.,Türklerin ve Moğolların Eski Dini. s. 50; F. KÖPRÜLÜ, “Bahşı”, İA„ c. II, s.233-238.

[699] M.KAŞGARLI, DLT, c. I, s. 236-283; c. III, s.157-144.

[700]  Esim G., "Korkut Dünya Tanımı"(Korkut Dünya Görüşü), Parasat der, Almatı, 1998, s. 22- 23;

[701]  V.V. BARTHOLD., Turki: Dvenadsat Leksii Po istorii Turetsikih Narodov Sredney Azîi, Almatı, 1993, Jalın yay., s. 82;

[702]    “Qorkut Ata” (Dede Korkut), mad. Almatı, 1999, haz. Nısanbayev A., Qazaq Ensiklopediyası, s. 72.

[703]  L.W. JAMES, Ezperince Religiouse, Paris, 1908, s. 160.

[704]  D. KENJETAY, Hoca Ahmed Yesevî Düşünce Sistemi, Ankara, 2003, s. 89.

[705]          A. NISANBAYEV, Qazaqstan. Demokratiya. Ruhani Janaru(Kazakistan, Demokrasi ve Manevi Yenilenmek). Almatı, 1999, s.61.

[706]  D. KENJETAY, a.g.e., s. 85.

[707] F. KÖPRÜL Ü, Türk Edebiyatında.., s. 86.

[708]  Ali-Şir NEVAYÎ, Nesayimü'l Mahabbe min Şemayimi'l Fütüvve, Haz: Kemal Erasıan, Ankara, 1996., s. 383.

[709] GORDLEVSKY, Hodja Ahmad Yasavîy(Hoca Ahmed Yesevî), s. 363.

[710] D. KENJETAY, Hoca Ahmed Yesevî’nin Ahlak Felsefesi, Ankara, 2003, s. 26.

[711]  F. KÖPRÜLÜ, “Ahmed Yesevî Maddesi”, İA„ c.l, s. 213.

[712]  Rabiga SIZDIKOVA, Yasavi Hikmetlerinin Tiiin Zeriteu jaylı, haz. MırzAhmedov, a.g.e., s. 18.

[713] YESEVÎ, DH, (Bice), hikmet 56-71.

[714]  A. MÜMİNOV, “Yesevîye’nin Membaları Menşei”, Yesevî Taglımı, haz. M. Mırzahmet, Türkistan, 1996, s. 26.

[715]  Car MUHAMMEDULU, “Hoca Ahmed Yesev’nin hayatı hakkında yeni deliller ve O’nun bilinmeyen “Risale’adlı eserinin ilmi değeri”, Milletler Arası Ahmed Yesevî Sempozyumu bildirileri, Kültür Bakanlığı araş ve geliş, vak. vay. Ankara, 1992, s. 13,18.

[716]  O. TÜRER, “Türk Dünyasında Islâm’ın Yerleşmesi ve Muhafazasında Sûfî Tarikatlar ve Yesevî’nin Rolü”, Yesevîlik Bilgisi, s. 301.

[717] A. Y. OCAK, “Türk Dünyasında Ahmed Yesevî ve Yesevîlik Kültürünün Yayılışı: Bir Sûfî

Kültürünün Yeniden Güncelleşmesi”, Yesevîlik Bilgisi, s. 311.

[718] B. HAYİT, “Türkistan Kadınlarının Yesevîcilik An’anesi”, Yesevîlik Bilgisi, s. 458.

^Z. CAN DAR BEK, “Sopılık Agımdarın Ortalık Asyadaki Türk Halıktarının Etnikalı k Cikteluine lkpah”(Sûfî Akımlarının Merkezi Asya’daki Türk Halklarının Etnik Oluşumundaki Etkisi), Türkistan Tarihi ve Medeniyeti, Türkistan, 2000.

[720] M. SENAÎ, “Tarikat-i Yesevîyye ve Nakş-i ân der gosteriş-i Islâm der Asyâ-yi markezi” Name-i Ferheng, çev. M. öztürk, say.1, s. 169-175.

^A.MÜMİNOV, "Yesevîye'nin Membaları Menşei",a.g.m., s. 26;

[722] M. KARA, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, Dergâh yay, İstanbul, 1995, s. 297.

[723] D. KENJEAY, H. A. Yesevînîn Düşünce Sistemi, s. 104.

[724] M. KARA, a.g.e., s. 300.

[725]Z.V.TOGAN, "Yesevîliğe Dair Yeni Malumat", F. Köprülü Armağanı, İstanbul, 1953, s. 523- 529.

[726] A.MÜMİNOV, a.g.m., s. 27.

[727] Z. V. TOGAN, Umumi Türk Tarihine Giriş, İstanbul, 19981, s. 110.

[728] A.Y. OCAK, Türk Sûfîliğine Bakış, İstanbul, 1996, s. 32-37.

[729] M. KARA, a.g.e., s. 278.

[730] Z. CANDARBEK, “Neseb-nâme”, s. 112.

[731] Z. CANDARBEK, a.g.e., s. 112.

[732] ayrıntılı bilgi için bkz: Z.CANDARBEK, “Neseb-nâme”, s. 103.

[733]  B. BABAJANOV, Yasaviya i Nakşbandiya v Maveranehre, İz Isorii Vzaimoonoşenii (ser XV-XVIw).YesevîTaglımı, haz. M. Mırzahmetulu, Türkistan, 1996, s. 84.

[734]   F. KÖPRÜLÜ, İlk Mutasavvuflar..., s.109 ; A. PALA, “Yesevîlikten Bektaşîliğe Türk Müslümanlığı”, Yesevîlik Bilgisi, s. 232.

[735]          A. MÜMİNOV, a.g.e., s. 28; Z. CANDARBEK, Neseb-Nâme Nüshaları ve Türk Tarihi, s. 107.

[736]  Menakıb-ı Ahmed-i Yesevî, haz. N. Tosun, İlam Araştırma Derg., c.lll, say.1, 1998, (Ocak-Haziran).

[737] A. PALA, a.g.m., s. 233.

[738] Z. CANDARBEK, Türkistan’ın Kısaca Tarihi, Türkistan, 2000, s.24.

[739] B. BABAJANOV, a.g.m., s. 88.

[740] ANDRAS J. E. Bodrogligeti, “The Impact of Ahmed Yesevî’s Teaching on the Cultural and Political Life of the Turks of Central Asia”, TTK, Ankara, 1992.

[741] Z. CANDARBEK, “Sûfî akımların a.g.m., s.3.

[742]  M. ABUSEYİTOV, Kazakistan i Çentralnaya Aziya v XV-XVII w. Istorya, Politika, Diplomatiya(XV-XVII. Yüzyıllarda Kazakistan ve Orta Asya Tarihi, Siyaseti, Diplomasisi), Almatı, 1998, s. 6.

[743]  D. STİUARD, “Svedeniya etnografiçeskoy literaturı po istorii religii Kazaxov7 Hoca Ishak Vali/ Şelkovıy Put i Kazakistan, Almatı, 1999.

[744]  K. SMAGULOV, “K Voprosu ob Etniçeskom Prednadlecnosti Pozdesrednevekovıy Kültün Drevnih Gorodov Yucnogo Kazaxstana” (Güney Kazakistan’ın eski şehirlerindeki ortaçağdaki etnik yapısı meselesi), Tezicı Dollarov, Şımkent, 1999; B. BABAJANOV, a.g.m., s. 77-79.

[745]  M. MASSON, Mavzaley H. A. Yesevî, /Goroda Türkistan/(A. Yesevî Türbesi/Türkistan Şehirleri/), Almatı, 1999.

[746] M. TINIŞBAYEV, İstorya Kazaxskogo Noroda(Kazak Halkının Tarihi), Almatı, 1998.

[747]  Z. CANDARBEK, “Kazak Hanlığı ve Ahmed Yesevî” Türkistan Tarihi ve Medeniyeti, (İmi makaleler yığını) haz. A. Abuev, Türkistan, 2000. s. 144.

[748] Z. CANDARBEK, a.g.m., s. 155-58.

[749] Z. CANDARBEK, Neseb-Nâme”nüshalan ve Türk Tarihi, Almatı, 2000.

[750]  B. BABAJANOV, a.g.m., s. 25.

[751]  B. KARİBAYEV, Türkistan ve Kazak Hanlığı, Almatı, 1999, s. 34.

[752] Z. CANDARBEK, a.g.e., s. 102.

[753] Türkistan Taglımı, a.g.m., s. 25.

[754] Z. CANDARBEK, Ahmed Yesevî ve Kazak Han.., a.g.m., s. 143.

[755] F. KÖPRÜLÜ, İlk Mutasavvuflar.., a.g.e., s. 86.

[756] F. KÖPRÜLÜ, a.g.e., s. 86; ayrıca bkz. “Halvet”, Şura Mecmuası, Mart 1914, s. 145.

[757] Kazakistan Tarihi, haz. Kozibayev, Almatı, 1996.

[758]  Z. CANDARBEK, “Türkistan Manındagı Vakıftık Cerler”(Türkistan Civarındaki Vakıftık Yerler), Türkistan Tarihi ve Medeniyeti, s. 115.

[759]  M. MASSON, a.g.m., s. 45.

[760]  Kazakistan Tarihi, s. 256.

[761]  Ibn BATUTA, Seyahatnâmesinden Seçmeler, haz. I, Parmaksızoğlu, İstanbul, 1971.,

[762] CUVEYNÎ, a.g.e., “Buhârâ’nın Fethi”, s. 136.

[763]  A.PlŞULlNA,Yugo-Vostoçnıy Kazaxstan v seredine XIV-XV1 w,(XIV-XVI. yy. güney­doğu Kazakistan), Almatı, 1977.

[764]  A. MİRBABAYEV, “Medrese soçalno-kulturnıy i aodtektumıy element goroda", (Şehrin sosyal-ekonomik ve mimari yapıtı olarak- Medrese), Srednevekovıye Goroda Sredney Azli, s. 139.

[765] A. MİRBABAYEV, a.g.m., s. 140.

[766] M. E. MASSON, a.g.e„ s.400.

[767] M. E. MASSON, a.g.e., s.404.

[768] Ahmed Yesevî külliyesi hakkında geniş bilgi için bkz N. NURMUHAMMEDOV, Mavzoley Hadja Ahmeda Yassavi (Fotoalbom),Almatı, 1980.

[769]   N. NURMUHAMMEDOV, a.g.e., s. 12. E. ESİN, Türkistan Seyahatnamesi, Ankara, 1997, s. 59.

[770]   E. SMAGULOV, Yası-Türkistan: novıe dannıyye k îsttoriçeskoy Topografii(Yesi- Türkistan: Topografya biliminde yeni veriler), Almatı, 1993.

[771] G. RAMAZANOGLU, Orta Asya'da Türk Mimarîsi, Ankara, 1998, s.36-38;

[772] M. BEŞİR AŞAN, a.g.e., s. 128.

[773]M.TUYAKBAYEV, Epigrafiçeskiy Dekor Arhitekturnova Kompleksa Ahmeda Yasavi(Ahmed Yesevî Külliyesinin Epigrafik Süsü), Almatı, 1989, s. 163.

[774] K.UĞURLU, “Yesevî Külliyesi”, Erdem, VII, 21, Ankara, 1995, s. 981-985.

[775] Bkz: Ek-Saraman-Kosa Türbesi.

[776]I.ANİÇKOV, “O nekotorıh umestnostyah Kazalinskogo uezda, interesnıh v arhiolojiçeskom otnaşenii”(Kazah bölgesindeki arkeoloji açısından önemli bazı yerler hakkında), Türkistan Bölgesi Arkeoloji Grubunun Bildirisi, 1897, bilgi için: T. KONRATBAYEV, Ertedeki Eskertkişter(Eski Abideler), öner yay., Almatı, 1996, s. 154.

[777]Religîyoznıye Pamitniki Kazakistana(Kazakistan’daki Dinî Abideler), Almatı, 1996, s. 138.

[778] V.V. BARTHOLD, Dersler.., a.g.e., haz. H. Dağ, s.97.

[779] “Türkistan Bölgesi Arkeoloji Grubu Bildirisi” naklen T. KONRATBAYEV, a.g.e., s. 145.

[780] Religyoznıye Pamitniki.., a.g.e., s. 143.

[781] Z. CANDARBEK, Neseb-Nâme, a.g.e., s. 102.

[782] Ayrıntılı bilgi için bkz: F. KÖPRÜLÜ, ilk Mutasavvıflar, a.g.e., s. 114-115.

[783] Bkz: Ek-Kara Han Türbesi

[784]  F. KÖPRÜLÜ, a.g.e., s. 86.

[785] Bkz: Ek-Ayşe Bibi Türbesi

[786] Religioznıye Pamitniki.., a.g.e., s. 153.

[787]  Religioznıye Pamîtniki.., a.g.e., s. 153-54.

[788]  K. BAYPAKOV, Ulu İpek Yolu ve.., a.g.e., s. 45.

[789]  Bkz: Ek- Arslan Baba Türbesi

[790] Kazakstan Tarihi, s. 112.

[791]  F. KÖPRÜLÜ, a.g.e., s. 87.

[792] Mirahmad MİRHOLDOROĞLU, Sayramlîk Alloma, Fuzalo, Buzurglar, Çimkent, 1994.

[793]   Teferruatlı bilgi için: M. MİRHOLDAROĞLU, a.g.e., s. 89-91; F. KÖPRÜLÜ, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar; Yesevilik Bilgisi, haz: M. İSEN, C. KURNAZ,M. TATCI, Yesevi vakfı yay., Ankara, 1998.

[794] M. KOCAYEV, Otrar’ın Kısaca Tarihi, Türkistan, 2000.

[795]   Risâle-î Sayram’dan naklen bkz: MİRHOLDOROĞLU, Sayramlik Alloma, Fuzalo, Buzurglar, Çimkent, 1994.


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar