Print Friendly and PDF

ÇÜRÜMENİN KİTABI

 

Yazan: Emil Michel CİORAN

TANRI'NIN İÇİNDE YOK OLMAK

Farklı özüne itina gösteren ruh, kaçındığı şeyler tarafından her adımda tehdit edilir. Dikkati en büyük ayrıcalığı onu sık sık terk ettiği için, kaçmak istediği eğilimlere boyun eğer, ya da murdar sırlara yem olur... Bizi hayvanlara ve nihai meselelere yakınlaştıran bu korkulan, bu titremeleri, bu başdönmelerini kim yaşamamıştır ki?

Dizlerimiz bükülmeden titrer, ellerimiz kavuşmadan birbirini arar, gözlerimiz hiçbir şey görmeden yukarı bakar... Cesaretimizi pekiştiren o dikey kibri, bizi gösteri yapmaktan muaf tutan duyguyu, o hareketlerden dehşet duyma duygusunu muhafaza ederiz; gülünçlük derecesinde ifadeye gelmez olan bakışları örtmek için, gözkapaklarımızın yardımını da... Kayıp gitmemiz yakındır, ama kaçınılmaz değildir; ilginç bir kazadır, ama hiç yeni değildir; korkularımızın ufkunda şimdiden bir tebessüm doğmaktadır... duanın kucağına hiç düşmeyeceğizdir... Zira sonunda O kazanmamalıdır; büyük harfle yazılan ismini lekelemek, istihzamıza düşer; saçtığı titremeleri dağıtmak da yüreğimize...

Böyle bir varlık gerçekten olsaydı; zayıflıklarımız kararlarımıza. derinliklerimiz sınamalarımıza üstün gelseydi, o zaman hâlâ düşünmeyi sürdürmek beyhude olmaz mıydı? Madem ki zorluklarımız hallolmuş, sorularımız askıya alınmış ve büyük korkularımız yatıştırılmış... Fazla kolay olurdu bu. Her mutlak şahsî veya soyut, sorunları es geçmenin bir tarzıdır; sadece sorunları değil, duyuların paniğinden başka bir şey olmayan köklerini de...

Tanrı: Ürküntümüzün üzerine dosdoğru düşüş; hiçbir ümide kanmayan arayışlarımızın ortasına yıldırım gibi inen selâmet; tesellisiz kalmış ve zaten teselli edilmek de istemeyen kibrimizin dolambaçsız bir biçimde geçersizleşmesi; bireyin kızağa çekilme yolunda ilerlemesi; endişe noksanlığı yüzünden ruhun işsiz kalması...

İmandan daha büyük bir feragat var mıdır?

İman olmadığında sonsuz sayıda çıkmaza girildiği doğrudur. Ama hiçbir şeyin sonunun hiçbir şeye çıkmadığını; evrenin, hüznümüzün bir yan ürünü olduğunu bile bile, bu ayak sürüme ve kafamızı yere göğe vura vura ezme zevkinden kendimizi niye mahrum edelim?

Atadan kalma ödlekliğimizin bize önerdiği çözümler, entelektüel edebinden yan çizmenin en beter yollarıdır. Yanılmak, kandırılmış olarak yakmak ve ölmek; insanların yaptığı budur. Ama bizi Tanrı'nın içinde yok olmaktan koruyan ve bütün anlarımızı, hiç etmeyeceğimiz dualara dönüştüren bir haysiyet de vardır.

Sh: 13-14

ÖLÜM ÜZERİNE ÇEŞİTLEMELER

1.         Hiçbir şeye dayanmadığı için, bir gerekçenin gölgesi bile bulunmadığı için, hayatta sebat ederiz. Ölüm fazla kesindir; bütün sebepler onun tarafında bulunur. İçgüdülerimize esrarengiz gelir; düşünüşümüzün önünde, benak ve itibarsız bir halde, bilinmeyenin sahte cazibesi olmaksızın belirir.

Hükümsüz sırları biriktire biriktire, anlamsızlığı tekeline ala ala, hayat ölümden fazla ürküntü veıir: Büyük Meçhul odur.

Bunca boşluk ve anlaşılmazlık nereye varabilir? Günlere tutunuruz, çünkü ölme arzusu fazla mantıksaldır, bundan dolayı da işe yaramazdır. Hayat belirgin, tartışılmaz açıklıkta tek bir gerekçeye sahip olsaydı kendini yok ederdi; içgüdüler ve önyargılarTutarlılık'la temasa geçtiklerinde ortadan kalkarlar. Soluk alan her şey teyit edilemeyenle beslenir; birazcık mantık ilavesi bile, varoluş Sağduyusuzluk çabası için uğursuz olurdu. Hayata sarih bir anlam verin: Hemen o an cazibesini yitirir. Hedeflerindeki belirsizlik onu ölümden üstün kılar; bir nebze sarahat bile onu mezarlar kadar bayağılaştırabilirdi. Zira hayatın anlamını konu alan bir müspet bilim yeryüzünü bir günde ıssız bırakırdı; Arzu'nun verimli gayri muhtemelliğini de hiçbir çılgın yeniden canlandıramazdı.

II.         İnsanlar, en nazlı ölçütlere göre sınıflandınlabilir: mizaçlarına göre; eğilimleri, düşleri ya da salgı bezlerine göre... Kravat değiştirir gibi fikir değiştirilir; zira her fikir, her ölçüt, dışarıdan, zamanın biçimlenişlerinden ve tesadüflerinden gelir. Fakat kendimizden gelen, kendimiz olan bir şey varciır; görünmez, ama içsel olarak teyit edilebilir bir gerçeklik; her an kavranabilen ve hiçbir zaman kabullenmeye cesaret edilmeyen ve ancak tüketilmeden önce gündeme gelen uygunsuz ve ezeli bir mevcudiyet: Ölümdür bu, hakikî ölçüt odur... Bütün canlıların en mahrem boyutu olan ölüm, birbiıine indirgenemeyen iki düzene ayırır insanlığı... Bu iki düzen arasındaki mesafe, bir akbabayla bir köstebek, bir yıldızla bir tükürük arasındakinden de fazladır... Ölüm duygusu olan insanla bu duyguya hiç sahip olmayan arasında, iletişimi mümkün olmayan iki dünyanın uçunımu açılır, bununla birlikte ikisi de ölür; fakat biri ölümünden habersizdir, ötekiyse bunu bilir; biri sadece bir anda ölür, ötekiyse sürekli ölmektedir... Ortak koşullan ikisini de birbirine karşıt uçlara yerleştirir; iki aşın uca ve aynı tanımın içine; uzlaşmaziıklanyla aynı kadere maruz kalırlar... Biri sanki ebedîymiş gibi yaşar; öteki devamlı olarak ebediyetini düşünür ve bunu her düşüncesinde inkâr eder.

Hiçbir şey hayatımızı değiştiremez, hayatı iptal eden kuvvetlerin içimize aşama aşama sızması dışında hiçbir şey. Ne büyümemizdeki süıprizler, ne de yeteneklerimizin serpilmesi hayata yeni bir ilke katar; hayatın nezdinde ancak tabiîdironlar. Tabiî olan hiçbir şey de bizi kendimizden başka bir şey haline getiremez.

Ölümün önbelirtisi olan her şey, hayata bir yenilik meziyeti katar, onu dönüştürür ve büyütür. Sağlık, hayatı olduğu halde, kısır bir kimlik içinde muhafaza eder; oysa hastalık bir faaliyettir; insanın sergileyebileceği en yoğun faaliyet, kendini kaybetmiş ve... duraklamalı bir harekettir; hareket göstermeksizin bol bol enerji sarfetmektir, tamiri imkânsız bir gök parıltısını düşmanlıkla ve tutkuyla beklemektir.

III.        Ölüm saplantısına karşı, aklın gerekçeleri gibi ümidin kaça maklannın da işe yaramaz olduğu ortaya çıkar: Anlamsızlıktan, ölme iştahını azdırmaktan başka şeye yaramaz. Bu iştahın üstesinden gelmek için bir tek "yöntem” vardır: Bunu sonuna kadar yaşamak; tüm hazlarına, tüm boğucu sıkıntılanna maruz kalmak; bundan kaçmak için hiçbir şey yapmamak. Doyasıya yaşanan her saplantı kendi aşın lıklarıyla kendini ortadan kaldırır. Ölümün sonsuzluğu üzerinde dura dura düşünce bunu yıpratmayı başarır, bizi bundan tiksindirir; bu rıe ga/ffazlalığın elinden hiçbir şey kurtulmaz; ölümün itibannı tehîike ye düşürüp azaltmadan önce, bize hayatınboşunalığını gösterir.

Kendini bunaltının zevklerine kaptırmamış; düşüncelerinde, sönüp gitme tehlikesinin lezzetine bakmamış, zalim ve yumuşak yok oluşların tadını almamış kişideki ölüm saplantısı hiç iyileşmeyecek tir: Bunun ıstırabını çekecektir, çünkü buna direnmiş olacaktır; oysa bir dehşet disiplininde ustalaşmış kişi, kendi kokuşmuşluğu üzerine düşünerek kendini kararlılıkla kül haline getirmiş kişi, ölümün geçmişine doğru bakacaktır  kendisi de artık yaşayamayanı bir diril miş'ten başka bir şey olmayacaktır. "Yöntem'i onu hem hayattan hem ölümden kurtarmış olacaktır.

Her esaslı tecrübe uğursuzdur: Varoluşun katmanlannda bir kalınlık noksanlığı vardır; bunları kazan yürek ve varlık arkeoloğu, arayışlarının sonunda boş derinliklerle karşılaşır. Görünümlerin zırhını boş yere özlemle arayacaktır.

Sözüm ona en yüksek sırların ifşaatı olan Antik Esrardan bize bilgi konusunda hiçbir şey intikal etmemiştir. Herhalde müptedilerin hiçbir şey aktarmama zorunlulukları vardı; fakat yine de aralarından tek bir gevezenin çıkmamış olması akıl alır gibi değildir; bir sırda böylesine inat etmekten daha ters bir şey var nudır insanın tabiatına? Aslında hiçbir sırrın olmamış olmasındandır bu; olup biten âyinler ve ürpertilerdir. Perdeler kaldınldığında, ortaya sonsuz uçurumlardan başka ne çıkabilirdi? Sadece hiçliğin sırlarına giriş yapılabilir  ve canlı olmanın gülünçlüğünün.

...Yanılgıdan kurtulmuş yüreklerin katılacağı bir Eleusis töreni  düşünüyorum, tanrılann ve yanılsama ateşliliğinin olmadığı açık bir Esrar...

Sh: 14-16

ÖLÜME KARŞI ORTAKLIK

Kendi hayatımız zar zor kavranılabilir görünürken, ötekilerin hayatı nasıl tahayyül edilebilir? Bir varlıkla karşılaşılır; bu varlığın nüfuz edilemez ve haklı gösterilemez bir dünyaya, gerçekliğin üzerine ma razî bir yapı gibi yerleşen bir kanaat ve arzular yığınına dalmış olduğu görülür. Kendine bir yanlışlıklar sistemi uyduımuş olduğundan, hükümsüzlükleriyle zihni ürküten sebeplerden dolayı acı çekiyordur ve gülünçlüğü göze batan değerlere vermiştir kendini. Girişimleri fasa fisodan başka bir şey gibi görünebilir mi? Tasalarındaki hummalı simetri de bir boş söz mimarîsinden daha mı iyi temellendirilmiştir? Dışarıdan bakana, her hayatın mutlağı bir başkasıyla değiştirilebilir, her alınyazısı da özünde yerinden oynatılamaz olmasına rağmen keyfî görünür. Kanaatlerimiz bize havaî bir cinnetin meyvaları gibi göründüğü ¿aman, ötekilerin kendilerine ve her günün ütopyası içinde çoğalmalarına duydukları tutku nasıl hoşgörülebilir ki? Falanca, tercih ettiği özel bir dünyanın içine, filanca da bir başkasının içine hangi gereklilikten ötürü kapanır?

Bir dostun ya da tanımadığımız birinin bize sırlarını açmasına maruz kaldığımız zaman, bu sırların ifşası bizi hayretlere garkeder. Bu ıstıraplan bir facia mı, yoksa bir şaka mı addetmeliyiz? Bu, tamamıyla yorgunluğumuzun teveccüh göstermesine veya çileden çıkmasına bağlıdır. Her alınyazısı, birkaç kan lekesi etrafında kıpırdaşan bir nakarattan başka bir şey olmadığından, bu insanın acılarının tanziminde yersiz ve oyalayıcı bir düzen ya da bir merhamet bahanesi görmek asabımıza kalmıştır.

Varlıkların zikrettikleri sebepleri benimsemek güç olduğundan, her birinden her aynlışımızda, akla gelen soru değişmez şekilde aynıdır: Nasıl oluyor da kendini öldürmüyor? Zira ötekilerin intiharını tahayyül etmekten daha tabiî bir şey yoktur. İnsanı altüst eden ve kolaylıkla yenilenebilen bir sezgiyle kendi yararsızlığımızın farkına vardıktan sonra, herhangi bilinin de böyle yapmamış olması anlaşılmaz gelir. Kendini ortadan kaldırmak öyle açık ve öyle basit bir iş gibi görünür ki! Niçin o kadar nadir bir şeydir bu? Niçin herkes bundan kaçar? Çünkü, her ne kadar akıl yaşama iştahını yok saysa da, fiiliyatın sürmesine neden olan hiçlik bütün mutlaklardan üstün bir kuvvettedir; ölümlülerin ölüme karşı sessiz ortaklıklarını izah eder; yalnızca varoluşun simgesi değil, varoluşun ta kendisidir bu hiçlik; her şeydir.

Ve bu hiçlik, bu bütün, hayata bir anlam veremez, ama hiç değilse hayatı, olduğu hal içinde sürdürür: Bir intihar etmenıe hali.

Sh: 22-23

BİR SAPLANTININ İÇYÜZÜ

Yokluk fikri, emek veren insanlığa özgü bir şey değildir: Zahmet çekenlerin, kalıntılarını tartmaya ne zanıanlan ne de istekleri vardır; talihin sertliklerine ya da bönlüklerine boyun eğerler; ümit ederler: Ümit bir köle meziyetidir.

Ak düşmüş saçlardan, kınşıklardan ve hınldamalardan ödleri patlayarak, günlük münhalliklerini kendi leşleıinin suretiyle dolduranlar ise, kibirliler, kendini beğenmişler ve süs meraklılandır: Kendilerini çok severler ve ümitsizlik çekerler; düşünceleri aynayla mezarlık arasında uçuşur ve çehrelerinin tehdit altındaki hatlarında, dinlerinki kadar ciddî hakikatler keşfederler. Her metafizik, vücuda ilişkin bir kaygıyla başlar ve bu kaygı evrensel bir hale gelir; öyle ki. havaîliklerinden ötürü endişe duyanlar. hakikaten ıstırap çeken ruhların haber cisidirler. Yaşlanma hayaletinin musallat olduğu yüzeysel aylak, Pascal, Bossuet ya da Chateaubriand'a, kendini dert etmeyen bir bilim adamından daha yakındır. Kibire bir nebze deha: Ölüme pek uyamayan ve onu şahsına bir hakaret gibi hisseden o koca gururlu çıkar karşınıza. Bütün bilgelerden üstün olan Buda bile, ilahi ölçekte bir kendini beğenmişten başka bir şey olmamıştır. Ölümü, kendi ölümünü keşfetmiş ve bundan yara alarak her şeyden el çekmiştir ve kendi im tinasını diğer insanlara dayatmıştır.  Yokluğa karşı koymak için, öc alma duygusuyla Yokluğu Yasa’ya dönüştüren o incinmiş gururdan, böylelikle en korkunç ve en nafile ıstıraplar doğar.

Sh: 139-140

FANATİZMİN ŞECERESİ

Aslında her fikir yansızdır, ya da öyle olmalıdır; ama insan onu can landınr, alevlerini ve cinnetlerini yansıtır ona; saflığını yitinniş, inanca dönüştürülmüş fikir, zaman içindeki yerini alır, bir olay çehresine bürünür; Mantıktan sara hastalığına geçiş tamamlanmış olur... İdeolojiler, doktrinler ve kanlı şakalar böyle doğar.

İçgüdüsel olarak putlara taptığımızdan, düşlerimizin ve çıkarlan mızın nesnelerini kayıtsız şartsız şeyler haline getiririz. Tarih, bir Sahte Mutlaklar Geçidi nden, bahaneler adına dikilmiş bir tapınaklar dizisinden, zihnin Gayri Muhtemel önünde küçülmesinden ibarettir. Dinden uzaklaştığında bile insan dine tabi kalır; bütün çabasıyla tann benzerleri yaratır, sonra da benimser bunlan ateşlilikle: İçindeki kurgu ihtiyacı, mitoloji ihtiyacı, apaçık gerçeğin ve gülünçlüğün üstesinden gelir. Bütün cinayetlerinin sorumluluğu tapma gücündedir: Bir tannyı yakışıksızca seven kişi, başkalannı da onu sevmeye zorlar, buna razı olmazlarsa onları yok etmeye de hazırdır. Hiçbir hoşgörüsüzlük, ideolojik taviz vermezlik veya din yayıcılığı yoktur ki, şevkin hayvani temelini açığa vurmasın. Hele insan ilgisizlik melekesini bir yitirsin: Potansiyel bir katil haline gelir. Helefifcnrn tannya dönüştürsün: Bunun sonuçlan sayılamayacak kadar çoknır. Ancak bir tanrı ya da tanrı taklitleri adına insan öldürülür: Akıl Tannçası’nın. ulus, sınıf ya da ırk fikrinin yol açtığı aşınlıklar Engizisyon'un ya da Reform'un kilerle akrabadır. Kanlı marifetler konusunda coşku dönemlerinin üzerine yoktur: Azize Tereza ancak yakılan insanlarla çağdaş olabilirdi, Luther de köylü katliamlanyla... Mistik krizlerde, kurban iniltileriyle vecd iniltileri birbirine paraleldir... Darağaçları, zindanlar, hücreler, ancak bir imanın gölgesinde çoğalır ruhu hepten sarmış olan o inanma ihtiyacının gölgesinde. Bir doğruyu, kendi doğrusunu elinde bulunduran kişinin yanında şeytaı bile epey soluk kalır. Neronlar'a, Tiberiuslar'a karşı adaletsiz davranıyoruz: Ayrılıkçılık kavramını hiç de onlar icat etmemiştir: Katliamlarla kendini oyalayan, çığrından çıkmış hayalciler olmuşlardır sadece. Hakiki' katiller, dini veya siyasî düzeyde bir ortodoksluk kuranlardır; mümin ile mezhep sapkını arasında ayrım yapanlardır.

Fikirlerin birbirinin yerine geçebildiğim kabullenmemekte ısrar edilince, kan akar... Kesin kararlann altından bir hançer yükselir; alevli gözler cinayet habercisidir. Hamlet’ten etkilenmiş mütereddit bir ruh asla zarara yol açmamıştır: Kötülüğün ilkesi irade gerilimin dedir, huzuru yaşayamamaktadır; tıka basa ideallerle dolu, kanaatlerinin ağırlığı altında patlayan ve şüpheyle tembelliği bütün faziletlerinden daha soylu zaaftan alaya almakla gönül eğlemiş olduğu için, nıahvolduğu bir yola, tarihe, o densiz sıradanlık ve kıyamet kanşımı na ginniş olan bir ırkın Prometheus'vıi.ri megalomanisindedir... Orada kesinlikler çoktur: Bunlan kaldınn, özellikle de sonuçlannı kaldırın: Cenneti yeniden kurarsınız. Düşüş, bir doğrunun peşine takılma ve onu bulmuş olmaktan emin olma değilse; bir dogma için duyulan tutku, bir dogınanın içine yerleşme değilse nedir? Bundan fanatizm doğar insana işgörür olma, peygamberlik yapma ve terör zevkini veren temel kusur, o lirik cüzzam aracılığıyla ruhlara bulaşır, boyun eğdirir; onlan ezer ya da taşkınlaştınr... Bunun elinden bir tek kuşkucular kurtulur (ya da miskinler ve estetler), çünkü hiçbir şey önermezler, çünkü insanlığın hakikl" velinimetleri olan onlar tarafgirlikleri yok eder ve içlerindeki sayıklamayı tahlil ederler. Bir Pyrıhon’un  yanında, kendimi bir Aziz Paulus'un yanında olduğundan daha güvenlikte hissederim; nüktedan bir bilgeliğin, zincirinden boşanmış bir azizlikten daha yumuşak olması nedeniyle... Ateşli bir ıuhta, kılık değiştirmiş bir avcı hayvan bulunur; kişi, bir peygamberin pençelerinden kolay kolay kurtulamaz... İster sema adına, ister site veya başka bahaneler adına sesini yükselttiğinde, uzaklaşın ondan: Yalnızlığınızın satiridir, onun hakikatlerinin ve taşkınlıklannın berisinde yaşamanızı affetmez; histerisini, varını yoğunu onunla paylaşmanızı ister; bunu size dayatmak ve sizi tanınmaz hale getinnek ister. Bir inanç tarafından ele geçirilip onu ötekilere iletmeye çalışmayan insan, selâmet saplantısının hayatı soluksuz bıraktığı bir yer olan yeryüzüne yabancı bir olaydır. Etrafınıza bakın: Her tarafta vaaz veren solucanlar; her kurum bir misyonu dile getirir; tapınaklar gibi belediyelerin de mutlakları vardır; yönetimin ise yönetmelikleri  maymunların kullanımına yönelik metafizik... Hepsi de bütün insanların yaşamına çare bulmaya çabalar: Dilenciler ve şifasız hastalar bile buna can atarlar: Dünya kaldırımları ve hastaneler reformcularla dolup taşar. Olay kaynağı haline gelme isteği, her birinin üzerine zihinsel bir karışıklık, ya da kişinin kendi istediği bir lânet gibi etki eder. Toplum  bir kurtarıcılar cehennemi! Diogenes'in elinde lambasıyla aradığı, ilgisiz biriydi...

Birisinin idealden, gelecekten, felsefeden içten bir şekilde söz ettiğini, emin bir ses tonuyla "biz" dediğini, "diğerleri"ni andığını duymam; kendini onların tercümanı olarak gördüğüne şahit olmam onu kendime düşman görmem için yeterlidir. Onda bir tiran müsveddesi, aşağı yukarı bir cellat görürüm; tiranlar kadar, büyük cellatlar kadar nefrete müstahaktır. Her imanın bir tür terör icra etmesindendir bu; ve bunu yerinegetirenin "saflar" olması, olayı daha da ürkütücü hale getirir. Kurnazlara, düzenbazlara, zirzoplara güvenilmez; halbuki tarihteki hiçbir büyük kargaşa onlara isnat edilemezdi; hiçbir şeye inanmadıkları için ne yüreklerinize ne de artdüşüncelerinize karışırlar; sizi kendi gevşekliğinizin, ümitsizliğinizin ya da yararsızlığınızın eline bırakırlar; insanlık yaşadığı azıcık refah anlarını onlara borçludur: Fanatiklerin işkence ettiği ve "idealistler"in batırdığı halkları kurtaran onlardır. Doktrinsizdirler, sadece kaprisleri ve çıkarlan vardır; ilkeli despotizmin yol açtığı yıkımlardan bin kere daha dayanılır olan uyumlu zaaflardır bunlar. Zira hayattaki bütün kötülükler bir "hayat anlayışından ileıi gelir. Olgunlaşmış bir siyaset adamı, eski Sofistlerin çalışmalarını derinleştirmeli ve şan dersleıi almalıdır;  bir de yolsuzluk dersleri ...

Fanatik ise yolsuzluğa kapılmaz: Bir fikir uğruna öldürüyorsa, onun için pekâlâ ölebilir de; her iki durumda da, tiran veya şehit de olsa, bir canavardır. Bir inanç için acı çekmiş olandan daha tehlikeli varlık yoktur: En büyük zalimler, kafası kesilmemiş mazlumlar arasından çıkar. Acı, güç iştahını azaltmak şöyle dursun, onu azdırır; zihin de kendini bir soytarının meclisinde bir kurbanınkinden daha rahat hisseder; onu, bir fikir için ölünen gösteıiden daha fazla tiksindiren hiçbir şey yoktur... Yücelik ve kan dökmeden bıkıp usandığı için, evrenle eş düzeyde bir taşra sıkıntısının; şüphenin bir olay ve ümidin bir musibet gibi görüneceği değişmezlikte bir Tarih'in hayalini kurar...

Sh: 7-10

ANTİ-PEYGAMBER

Her insanın içinde bir peygamber uyuklar ve o uyandığında, dünyadaki kötülük biraz daha artar...

Vaaz verme çılgınlığı içimizde öylesine yer etmiştir ki, korunma içgüdüsünün bilmediği derinliklerden doğar. Her insan, kendinin bir şey önereceği ânı bekler: Ne önerdiği önemli değildir. Bir sesi vardır ya, o yeter. Ne sağır ne dilsiz olmanın bedelini pahalıya öderiz...

Çöpçüsünden züppesine kadar herkes, cinai cömertliğinin kesesinden harcar; hepsi, mutluluk reçeteleri dağıtır; hepsi, herkesin adımlarına yön vennek ister: Ortaklaşa hayat, bundan ötürü tahammül edilmez bir hale gelir; insanın kendi hayatı daha da çekilmez olur: Başkalarının işlerine hiç karışmadığı zaman kişi kendi işleri için o kadaren dişe duyar ki, kendi "benliği"ni birdine çevirir, yada tersten havarilik yaparak ’'benliği”ni yok sayar: Evrensel oyunun kurbanıyızdır...

Varoluşun veçhelerine getirilen çözüm öneıilerinin bolluğu, ancak bu önerilerin nafılelikleriyle mukayese edilebilir. Tarih: îdeal imalathanesi... huyu suyu belli olmayan mitoloji, sürülerin ve yalnızlann taşkınlıkları... gerçekliği olduğu haliyle tasarlamanın reddi, ölümcül kurgu açlığı...

Fiiliyatımızın kaynağı, kendimizi zamanın merkezi, nedeni ve sonucu zannetmeye bilinçsizce meyilli olmamızdadır. Reflekslerimiz ve gururumuz, teşkil ettiğimiz et ve bilinç parçasını bir gezegene dönüştürür. Eğer dünyadaki konumumuzu doğru olarak anlayabilsey dik; eğer kıyaslamak, yaşamak'tan ayrılmaz olsaydı, mevcudiyetimizin ufaklığının açığa çıkması bizi ezerdi. Ama yaşamak, kendi boyut lanna karşı körleşmektir...

Bütün fiiliyatımız soluk almaktan imparatorluklar ya da metafizik sistemler kurmaya kadar kendi önemimiz hakkında bir yanılsamadan, bilhassa da peygamberlik içgüdüsünden çıktığına göre, kendi hükümsüzlüğünü doğru bir şekilde görmesi durumunda, işe yarar olmaya ve kendini kurtarıcı gibi göstermeye kim çalışırdı ki?

”ldeal”siz bir dünya, doktrinsiz bir can çekişme, yaşamsız bir ebediyet hasreti... Cennet... Fakat kendimizi oyalamaksızın bir saniye bile var olamazdık: içimizdeki peygamber, bizi kendi boşluğumuzda ihya eden deli tarafımızdır.

ideal bir şekilde zihni açık, yani ideal bir şekilde normal insan, içindeki hiçlik'ten başka hiçbir şeye tutunmamalıdır... Onu işittiğimi farzediyorum: "Amaçtan, bütün amaçlardan koparılmışım: arzularımın ve buruşuklarımın sadece formüllerini muhafaza ediyorum. Sonuca bağlama eğilimine direndiğim için ruhu yendim; tıpkı hayatı da, onun içinde çözüm aramaktan dehşete kapılarak: yendiğim gibi... İnsanın seyri  ne mide bulandırıcı şey! Aşkiki tükürüğün karşılaşması... Bütün duygular mutlak:lannı salgı bezlerinin sefilliğinden alırlar. Asalet varoluşun yadsınmasındadır, harap olmuş manzaralara tepeden bakan bir tebessümdedir yalnızca.

(Vaktiyle bir "benliğim" vardı; artık sadece bir nesneyim... Yalnızlığın bütün uyuşturucularını tıka basa alıyorum; dünyanın uyuşturucuları bana benliğimi unutturamayacak: kadar hafiftiler. içimdeki peygamberi öldürmüş olduğuma göre, nasıl olur da insanlar arasında hâlâ bir yerim olabilir ki?)

Sh: 10-11

HARİKULADE YARARSIZLIK

Yunan kuşkucuları ve gerileme dönemindeki Roma imparatorları dışında tüm zihinler belediyeci bir yönelimin hizmetine girmiş görünmektedirler. Sadece onlar birinciler şüphe, diğerleri ise cinnet yoluyla o tatsız yararlılık saplantısından azade olmuşlardır. Filozof ya da eski fatihlerin külyutmaz dölleri olmalarına bağlı olarak, keyfîliği bir icraat ya da bir başdönmesi mertebesine yükselttikleri içindir ki hiçbir şeye bağlı değillerdi: Bu yönleriyle azizleri çağnştınrlar. Fakat azizler asla çöküntüye uğramamalıyken azizlerin yazgısı kendi yaptıklarına bağlıydı, kaprislerinin hem efendisi hem kurbanıydılaronlar hakikî yalnızlardı, çünkü yalnızlıkları kısırdı. Hiç kimse bunu örnek almadı, onlar da bunu hiç önermiyorlardı; "hemcinsieri"yle de sadece istihza ve terör yoluyla iletişim kuruyorlardı..

Bir felsefenin ya da bir imparatorluğun yıkılmasında etken olmak: Bundan daha hazin ve daha görkemli bir kibir tahayyül edilebilir mi? Bir yanda hakikati, öte yanda da azameti öldürmek, zihni ve siteyi yaşatan düşkünlüklerdir. Düşünür ve yurttaş gururunun dayandığı yanılgıların mimarisini kökünden biçmek; tasarlama ve isteme sevincinin dayanaklarını bozulacak derecede yumuşatmak; kinaye ve azabın incelikleriyle geleneksel soyutlamaları ve saygıdeğer ananeleri gözden düşürmek  ne kadar nazik, ne kadar vahşi bir kaynaşma! Tanrıların gözlerimizin önünde ölmedikleri yerde hiçbir çekicilik yoktur. Roma’ da, tanrıların yerine yenilerinin konulduğu ya da ithal edildiği, tanrıların kuruyup gitmesinin izlenebildiği o yerde, hayaletleri zikretmek ne büyük bir zevkti; ama yine de o yüce değişkenliğin, sert ve murdar herhangi bir tanrının saldırısı önünde dize gelmesi korkusu vardı... Nitekim korkulan da gelmiştir başa.

Bir ilfilıı yıkmak zahmetsiz bir iş değildir: Onu yükseltmek ve ona tapmak için gereken kadar zaman lâzımdır bu iş için. Zira onun maddi simgesini yok etmek kâfi gelmez, basit bir şeydir bu; ilâhın ruhtaki kökleri yok edilmelidir. Geçmişin tasfiye olduğu batış devirlerine  gözleri yalnızca boşlukla kamaşabilen insanların önünde bakışlarını çeviren kişinin, bir uygarlığın ölümü denilen o büyük sanat karşısında acıma duymaması elde midir?

Olmayacak, hazin ve barbar bir ülkeden, Yunan yanıltmacalanyla güzelleşmiş bir Roma'nın can çekişmesi içinde belirsiz bir perişanlığı dolaştırmak için gelen o kölelerden biri gibi düşlüyorum kendimi...

Öyle olsaydım, büstlerin münhal gözlerinde, gevşek bâtıl inançlar tarafından küçültülmüş ilâhlarda, atalarımı, boyunduruklarımı ve pişmanlıklarımı unutmayı başarırdım. Eski simgelerin melankolisine girerek azat olurdum; terk edilmiş tanrıların itibarını benimser; onlan kurnaz haçlara karşı, uşaklarla şehitlerin istilasına karşı korurdum; ve gecelerim, Sezarlar'ın cinnet ve sefahatinde huzur arardı. Külyutmaz lıkta uzmanlaşmış bir halde kibar fahişelerin yanında, kuşkucu ran devuevlerinde ya da çok gösterişli zulümler sergilenen sirklerde kokuşmuş bir bilgeliğin bütün oklarıyla yeni coşkulan kalbura çevirir; mantığı, hiç düşlemediği boyutlara kadar, ölmekte olan dünyaların boyutlanna kadar genişletmek için akıl yürütmelerimi zaaf ve kanla dolduıurdum.

Sh: 19-20

KAYGILARINDAN KURTULMUŞ ŞEYTAN

Niçin Tanrı o kadar soluk, o kadar dermansız ve o kadar vasat bir çekiciliktedir? Niçin ilginçlik, tutarlılık ve güncellikten yoksundur ve bize o kadar az benzer? Bundan daha az insanbiçimli ve bundan daha ucuz bir biçimde uzak bir imge var mıdır? Bu kadar soluk parıltıları ve bu kadar sallantılı kuvvetleri nasıl yansıtabiîmişizdir O'na? Enerjilerimiz nereye akıp gitmiştir? Arzularımız nereye boşalmıştır? Hayat veren küstahlık fazlamızı kim alıp götürmüştür peki?

Şeytan'a doğru mu döneceğiz? Fakat ona dua etmeyi beceremezdik: Ona tapmak, içedönük bir biçimde dua etmek, kendimize dua etmek olurdu. Apaçık gerçekliğe dua edilmez: Kesin, tapınma nesnesi değildir. Tüm özniteliklerimiz.i kendi benzerimize yüklemişizdir ve görkeme benzer bir süs vennek için onu karalarla örtmüşüzdür: Yas giysilerine bürünmüş hayatlarımız ve meziyetlerirnizdir o. Önde gelen niteliklerimiz olan kötülük ve sebatla donatarak benzerimizi mümkün olduğu kadar canlı kılmaya uğraşırken tükenmişizdir; onun sureline şekil verirken, onu çevik, oynak, zeki, müstehzi, özellikle de sinsi kılmaya çabalarken güçlerimiz helak olmuştur. Tannya şekil vermek için elimizin altında bulunan enerji stoklan bir hiç haline gelmiştir. O zaman, muhayyileden ve içimizde kalan azıcık kandan medet urnmu şuzdur: Tann, kansızlığımızın üıiinü olabilirdi ancak: Sallantılı ve çarpık bir suret. O yumuşak, iyi, yüce ve doğrudur. Ama aşkınlığa hapsedilmiş bu gülsuyu kokulu kanşımda kendini bulan var mıdır ki? İkiyüzlü olmayan bir varlık, derinlik ve gizem noksanlığı çeker; hiçbir şey gizlememektedir. Yalnızca murdarlık gerçeklik işaretidir. Azizlerin ilginçliklerini tamamen yitinnemiş olmaları da, yüceliklerine romanın kanşmasından ve ebediyetlerinin biyografiye elverişli olmasındandır; yaşamları, bizi zaman zaman büyüleyebilen bir tarz için dünyayı terk ettiklerini gösterir...

Hayatia dolup taştığı İçin, Şeytan'ın hiçbir sun<ı.ğı yoktur: İnsan kendini Şeytan'da çok fazla bulduğu için O'na tapamaz; ondan bilerek nefret eder; kendinden yüz çevirir ve Tann'nın yoksul vasıflannı ayakta tutar. Ama Şeytan bundan şikayetçi değildir ve bir din kurmaya hiç heveslenmez: Zayıflatılmamasını ve unutulmamasını temin etmek için burada değil miyiz biz?

Sh: 24-25

ÖZGÜRLÜĞÜN İKİLİ YÜZÜ

Özgürlük meselesi çözülmez olsa da biz yine söylev verip olumsallığı veya gerekliliği savunabiliriz... Mizaçlarımız ve önyargılarımız, meseleyi halletmeden kesip atan ve basitleştiren bir tercih yapmamızı kolaylaştırır. Bizi buna duyarlı kılmayı, bize bunun yüklü ve çelişkili gerçekliğini hissettirmeyi hiçbir teorik yapı başaramazken, imtiyazlı bir sezgi, kendisine karşı icat edilmiş bütün gerekçelere rağmen bizi özgürlüğün kalbine yerleştirir. Ve korkarız  böylesine engin ve fili bir ifşaya; vaktiyle varmak istediğimiz, şimdi ise önünde gerilediğimiz o tehlikeli varlığa hazır olmadığımızdan, imkanların uçsuz bucaksızlığından korkarız. Zincirlere ve yasalara alışmış olan bizler. bir girişim sonsuzluğu karşısında, bir karar sefahati karşısında ne yapacağızdır? Keyfiliğin cazibesi bizi ürkütür. Eğer istediğimiz herhangi bir fiile girişebileceksek, artık ilhamın ve nazlann sınırı yoksa, bu kadar gücün sarhoşluğu içinde mahvolmaktan nasıl kaçınabiliriz?

Bu ifşayla sarsılan bilinç kendini sorgular ve yerinden sıçrar. Her şeyin emrine ânıâde olduğu bir dünyada kimin başı dönmemiştir ki? Cani, özgürlüğünü sınırsız bir şekilde kullanır ve gücünün fikrine karşı koyamaz. Başkalarının hayatına son veıme konusunda, o da her birimizle aynı düzeydedir. Eğer düşüncede öldürdüklerimiz hakikaten yok olsalardı, yeryüzünde kimse kalmazdı. İçimizde çekingen bir cellat, hayata geçmemiş bir katil taşırız. İnsan öldürme eğilimlerini kendilerine itiraf etıne cüreti olmayanlar da cinayetlerini rüyalarında işlerler. kâbuslarını cesetlerle doldururlar. Mutlak birmahkeme önünde, bir tek melekler beraat ederdi. Zira başka bir varlığın ölümünü en azından bilinçsizce dilememiş bir varlık hiç olmamıştır. Her birimiz ardımızda bir dost ve düşmanlar mezarlığı sürükleriz; bu mezarlığın yüreğin uçurumlarına atılmış veya arzuların yüzeyine yansıtılmış olması da pek mühim değildir.

Özgürlük, nihaî içermeleri üzerinden kavrandığında, hayatımız ya da ötekilerin hayatları sorusunu ortaya koyar; kendimizi kurtarma ya da mahvetme imkanlarının ikisini de beraberinde getirir. Ama kendimizi ancak sıçramalarla özgür hissederiz, şansımızı ve tehlikelerimizi ancak bunlar aracılığıyla anlarız. Bu dünyanın niçin yalnızca vasat bir mezbaha ve yapay bir cennet olduğunu açıklayan da bu sıçramaların kesikliği ve enderliğidir. Özgürlük üzerine inceleme yapmak, iyi ya da kötü hiçbir sonuca götürmez; fakat her şeyin bize bağlı olduğunun farkına varmamız için sadece anlar vardır...

Özgürlük, özü şeytani olan etik bir ilkedir.

Sh: 55-56

Kaynak: Emil Michel Cioran, Çürümenin Kitabı, Fransızca Basımı: Précis de décomposition, Fransızca'dan Çeviren: Haldun Bayrı, Metis, Dördüncü Basım: Kasım 2013, İstanbul

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar