ENİS BEHİÇ KORYÜREK
Şair. Selanik, Üsküp ve
İstanbul İdadileri'nde okudu. Mülkiye Mektebi'ni (1913) bitirdi. Hariciye
Nezareti'nde, Edirne Valiliği Hukuk İşleri Müdürlüğü’nde Çalışma Bakanlığı Müsteşarlığı
görevlerinde bulundu.
Şehbal dergisinde
yayınlanan ilk şiirleri Servet-i Fünuncuların etkisindeydi. Daha sonra
şiirlerinde hece ölçüsünü kullandı ve Milli Edebiyat akımı içerisinde yer aldı.
İlhamını Mevlevi şeyhi
Çedikçi Süleyman Çelebi’den aldığını söylediği tasavvufi şiirler yazdı.
ESERLERİ: Miras (1927),
Varidat-ı Süleyman (Çedikçi Süleyman Efendi’den İlhamlar, 1949), Miras ve
Güneşin Ölümü (Fethi Tevetoğlu'nun incelemesiyle, 1951). Ayrıca çevirileri de
mevcuttur.
Müfide Koryürek, eşi ENİS BEHİÇ
KORYÜREK'i anlatıyor:
Eserlerinin en önemlisi, üzerinde en çok
durulanı, yankılar uyandıranı: Varidat-ı Süleyman. Bu eseri ve bu eserin Ömer
Fevzi Mardin tarafından yapılan Varidat-ı Süleyman Şerhi’ni, 15 yıl kadar önce,
her sayfada artan bir hayret ve hayranlıkla okumuştum. Varidat-ı Süleyman’a,
Enis Behiç’in eserinden ziyade, Enis Behiç’in meydana çıkardığı, yazılmasında,
basılmasında, bize intikalinde vazifelendirildiği bir enteresan eser gözüyle
bakmak daha yerinde olacak.
Yeni nesiller, ne Varidat-ı Süleyman’ı
biliyorlar, ne de Enis Behiç Koryürek’i diğer eserleriyle yeteri kadar
tanıyorlar. Onun Ankara’da, Bahçelievler’de tek başına oturan eşi Müfide Koryürek’i
ziyarete giderken hüzün ve heyecan doluyum... Müfide Koryürek, 60 yaşını çoktan
gerilerde bırakmış. Halk şairlerimizin “Elif kaddim dal oldu” diye
sızlanışlarını hatırlatıyor... Ama kelimenin gerçek anlamıyla bir şair eşi ve
bir saray hanımefendisi. Karşılıklı oturduğumuz salonun duvarları, enteresan
tablolar, resimler, fermanlar ve sedef antika biblolarla süslü. Önce dikkatimi
Enis Behiç Koryürek’in bir gençlik fotoğrafı çekiyor. Arkasından kendi el
yazısı: “Bir çile ipeğim, gül demetim Müfideciğime! Onu çok seven ve onun çok
sevdiği kocası Enis Behiç, bu gölgesiyle beraber, bütün gönül ülkesini takdim
eder! 1926, Ankara.” Ve Müfide Koryürek’in birkaç gençlik resmi. Gerçekten bir
çile ipek, bir gül demeti... Romantik ve çarpıcı bir güzellik içinde...
Sonra Abdülhak Hamid’in kalem çerçeveli ve
renkli bir resmi. Altında ince bir ithaf ve tarih; “Enis Behiç Beyefendi’ye yadigar-ı
hukuk-u muhabbet ve nişane-i takdir-i hürmettir... Kanunisani 1920. Abdülhak
Hamid.” Ötede karikatürist Ramiz’in, çerçeveli, orijinal bir karikatürü. Bir
tarafta modern kıyafet içerisinde, Orhan Seyfi ve Yusuf Ziya, karşılarında ulema
kıyafetiyle Fuat Köprülü ve Ali Canip, parmağını Orhan Seyfi’ye ve Yusuf
Ziya’ya uzatmış. Küçümseyen bir eda içerisinde: “Eçheller bile size tescil
eyler!...” diye bağırıyor. Orhan Seyfi ve Yusuf Ziya’nm yüzleri asık... Enis
Behiç’in bu karikatürü neden çerçeveleyip salona astığını daha sonra
anlıyorum. Antika bir masa üzerinde bir çerçeve içinde, 4 yaşındaki bir
çocuğun, asli harflerle nefis bir yazısı: Allah. Üstünde, Mekke’den gönderilen
ve büyük bir sayfaya sığdırılan Kur’an-ı Kerim’in bütün sureleri. Salonun bir
köşesini, Sultan II. Abdülhamid Han'ın çerçeveli bir fermanı süslüyor. Müfide
Koryürek’in babası, 30 yıl, Abdülhamit Han’ın yanında çalışmış ve ilk defa
veteriner hekimlikten paşalığa yükselmiş bir asker...
İlk soruyu bana Müfide Koryürek soruyor:
“Ruha ve Allah’a inanıyor musunuz?”
-
O halde şimdi konuşabiliriz. inanmasaydınız
konuşmayacaktım. Çünkü, anlatacaklarımı inanmayanlar, gülünç ve deli saçması
buluyorlar.
-
Kanaatime göre, esas gülünç durumda
olanlar ve bir deli şuursuzluğu içerisinde bulunanlar, inanmayanlardır. Enis Behiç
Koryürek'in 25-30 yıl önce Varidat-ı Süleyman münasebetiyle, ruhlar alemiyle
tefnas kurması (Çedikçi Süleyman Çelebinin şiir bulutlarını sağması) bugün
batı aleminde, müsbet ilmin çalışma sahası içerisindedir. Hatta
Marksist-Materyalist Sovyet Rusya'da bile bugün ruhlar alemiyle temas kuran ve
çok ciddî incelemeler yapan laboratuvarlar var. Türkiye geç bile olsa, bu
konuya ilmi bir ciddiyetle eğilmiş bulunuyor. Endişe etmeyiniz ve bize
Varidat-ı Süleyman olayını lütfen anlatınız.
-
Yanılmıyorsam 1946-47 yıllarıydı.
Ankara’daydık. Bir gece Enis’in eski arkadaşları ziyaretimize geldiler,
içlerinde. Av. Suat Pilevne, savcı Kemal Bora ve eşi, Tahir Sebük, Sinan
Onbulak, Evkaf Umum Müdürü Şevki Bey, eski valiler, eski temyiz reisi gibi
seçkin kimseler vardı. Gecenin bir vaktinde, misafirler, şu gördüğünüz masanın
etrafında toplandılar. Ruh çağıracaklarını söylediler. Masanın etrafından
Enis’ten başka herkes vardı. Enis bu daveti kabul etmiyor, işi ciddiye almıyor,
arkadaşlarıyla eğleniyordu. Çünkü Enis o zaman ruha inanmıyordu. “Günün
birinde otlar gibi çürüyüp gideceğiz, yok olacağız” diyordu. Arkadaşları
kendisini ısrarla masaya çağırdılar ve: “Madem ki biz bu akşam senin misafirin
olarak buradayız, öyle ise bizi kırmayacaksın ve parmağını şu fincana
uzatacaksın” dediler. Enis, nezaketen bu teklifi kabul etti. Masaya oturdu ve
emre uydu. Bir usul içerisinde ruh çağrıldı. Ve biraz sonra fincan, bir daire
üzerinde bulunan harfler arasında dolaşmaya başladı. Enis’in katıldığı
toplantıda alman ilk tebliğ şudur:
“Ben aşk-ı ilahi ile yandım da uyandım
Her zerre rimadımla mükerrer yine yandım.”
Anladık ki gelen ruh, bir şaire aittir.
Üstelik aruzla yazdırmaktadır. Bu, Çedikçi Süleyman Çelebi’nin ruhuydu. Enis,
bu ilk tebliğden sonra birdenbire değişiverdi. Konu üzerine ciddiyetle eğildi.
Artık ortada eski Enis Behiç yoktu.
-
Çedikçi Süleyman Çelebi hakkında bilgi
verebilir misiniz?
Çedikçi Süleyman Çelebi, Enis’in
ifadesiyle, hikmet ve muhabbet dağıtan bir aziz mevlevi idi. Trabzon’da
doğmuş, daha sonra İstanbul’a yerleşmişti. Halk, ona bir veli gözüyle bakıyordu.
Hicretin 1109’uncu yılında İstanbul’da müthiş bir kış oldu. O kadar ki
tarihler, soğuktan Haliç’in sularının donduğunu bile yazdılar. Soğuktan
ihtiyar Süleyman Çelebi çok hırpalandı. Artık İstanbul’da kalamazdı, içinden
bir ses, ona doğduğu topraklara gitmesini fısıldadı. Yaz gelince,
Üsküdarlılar, onu bir yelkenliyle Trabzon’a uğurladılar. Süleyman Çelebi, hicri
1112 yılında Trabzon’da, dünyaya gözlerini yumdu. Mezarının bulunduğu yeri,
Cumhuriyet Türkiye’sinde bir park haline getirdiler. Şimdi mezarı bile ortada
yok! Enis Behiç onun için Trabzon’a gitti. Yattığı parkı gezdi ve belki de
Süleyman Çelebi’nin mezarının tam başucunda oturdu. Bilemiyoruz. Şimdi orada
yetişen her şeyde, Süleyman Çelebi’den zerreler yaşıyor. Tekrar ölüp çürüyor ve
tekrar yaşayıp duruyor... işte bizim evdeki ilk Bezm-i Ali’ye gelen ve Enis’in
gönlünü dolduran bu mevlevi çelebidir.
-
Sonra haftanın 4 gününü aynı masa başında
ruh çağırmakla geçirmeye başladık. Bu toplantıların ismini Çedikçi Süleyman
koydu: Bezm-i Ali! Bezm-i Alide kimler yoktu ki... Fikir, sanat ve edebiyat
şöhretleri, Ankara Radyosu’ndan tambur ve kemençeleriyle Fahire Fersan ve Refik
Fersan, neyi ile Neyzen Şevki Bey... Önce mükemmel bir fasıl. Kitaplarımız
ardına kadar açık. Misafirler, meraklılar merdivenlere kadar tıklım tıklım...
Ama çıt bile çıkmıyor. Fasıl bittikten sonra ruh davet ediliyor ve ruh gelir
gelmez herkes hürmeten ayağa kalkıyor. Sonra tebliğler birbirini takip ediyor.
Enis, daima Çedikçi Süleyman Çelebi’nin ruhunu çağırıyor ve Süleyman Çelebi,
artık bizim Bezm-i Ali’lerin aranan, sevilen, sayılan ruhu oluyor:
“Vardur derurıun içre
senlin senden ayrı 'seri
Ol senden ayru sen kim
olabilmedin mi: Ben!”
Bezm-i Ali’ler sürüp gidiyordu. Bir gece
Tahir Sebük’ün evindeydik. Enis koltukta oturuyordu. Fasıl bitti. Ruh gelmişi
ti. Birdenbire Enis kıpkırmızı oldu. Bir başka ses tonuyla konuşmaya başladı.
Ama bu ses benim 24 yıllık kocamın Enis’imin sesi ve telaffuzu değildi. Fakat
konuşan da o idi:
"Fincana yok ihtiyacın
Ruhunda yükselmede seracın
Söylemek istedin mi söyle
Çırpınma tereddüdünle böyle?”
Vazifeliler derhal tebliği yazmaya
başladılar. Ben Enis’teki bu ses değişikliği münasebetiyle, dehşetli bir
ürperti duydum.. Kendimi yere attığımı ve kulaklarımı yastıklarla kapadığımı
hatırlıyorum. Benim gibi herkes şaşırmıştı. Çünkü o güneş kadar Çedikçi
Süleyman Çelebi, tebliğlerini bir masa üzerine sıraladığımız harfleri teker
teker işaretlemekle veriyordu. Bu yol, gerçekten zor ve yorucu idi. Ama bu
gece, Çelebi “Fincana yok ihtiyacın” diye başlıyor ve doğrudan doğruya Enis’in
ağzından konuşuyordu. Ben bütün Bezm-i Ali’lerde hazırdım. Tebliğler bittikten
sonra Enis çok yorgun olarak kendine geliyordu. Derin bir uykudan uyanmış gibi
oluyordu. Bazen de tek kelime ile bitkin buluyorduk onu. Tebliğler iki yıl içerisinde
tamamlandı. Daha doğrusu iki yıl kadar sonra Çedikçi Süleyman Çelebi artık
gelmeyeceğini, kitabın basılması gerektiğini söyledi. Enis, Çalışma
Bakanlığındaki müsteşarlık görevinden 3 yıl önce istifa etmişti. Eseri
bastıracak paramız yoktu. Hatta yakın arkadaşlarına borçlu idi. Ama Süleyman
Çelebi “Kitabın bastırasın” diye ısrar ediyordu. Enis üstelik hastaydı. Bir
gece rüyasında kendisine Kuran’dan (Sûretu’n Nasr)ı okumuşlardı. Bu ne
demekti? Rüya tabirnamelerine bakıldı: “Ya çok büyük bir mevkiye gelecek ve
devlet idaresinde önemli bir vazife alacak” veya “dünyasını terk edecek”
dediler. Enis “yeni bir vazife almayacağını, yeni bir dünyaya doğacağını”
söyledi. Hastaydı, zayıflamıştı, iştahı yoktu. Elleri uyuşuyor, bir şey
tutamıyordu. Doktorlar kendisini, kimseyle görüştürmek istemiyorlardı. Bu arada
Varidat-ı Süleyman'ı matbaaya vermiştik. Aile dostumuz olan Emniyet
Müdürü Selahattin Korkut, kitabın basım işiyle meşguldü. Tashihleri o götürüp
getiriyordu. Bazen Enis uykuda oluyordu. Tashihler geldiği zaman onları ben
düzeltiyordum, eserin dili ve vezni bana yabancı idi. Ama hâlâ hayretler
içerisindeyim. Bezm-i Ali’lerde tebliğleri dinlerken.ve yazarken eseri farkında
olmaksızın ezberlemiştim. Metinleri ezberleyişime ve tashihleri aslına uygun
bir şekilde yapışıma Emniyet Müdürü Selahattin de şaşırıyordu. Nihayet eser
basıldı ve Enis gözlerini yummadan bütün imkansızlıklara rağmen Varidat’ı
istenilen şekilde yayımladığını görmek rahatlığına kavuştu.
Eser Türk fikir ve sanat dünyasında
gerçekten büyük bir ilgi gördü. İstanbul’da, Beyoğlu’nda kadınlar, çocuk
arabaları, el arabaları içerisinde Varidat-ı Süleyman’ı kendi istekleriyle sattılar.
Eserin basılmasından kısa bir süre sonra din kültürü ve tasavvuf konusunda
ciddi bir otorite olan Ömer Fevzi Mardin kitabın üç cilt tutan şerhini
Varidat-ı Süleyman Şerhi ismi altında yayımladı, ikinci basımı da yapılan bu
mükemmel eserin, bugün piyasada bir tek cildinin bile bulunduğunu sanmıyorum.
Vefatında yanında mıydınız? Son sözleri ne
oldu? Bir vasiyeti var mıydı?
Yanındaydım. O zamanlar biz, Ankara’da,
Atatürk Bulvarı’nda, Yağcıoğlu apartmanında oturuyorduk. Evimizi sobalı idi.
Aylardan Ekim ayıydı. Enis, sobayı yakmak için erkenden kalkmış, fakat bir
türlü kibriti çakamamış. Anlatmayacak kadar ince idi. Bir gün olsun kavga
etmemiştik. Bana geldi "Affedersin, sobayı yakamadım. Elim yine uyuştu.
Ama sakın telaşlanma!” dedi. Yatağımdan fırladım. Kendisini yatağına uzattım
ve sobayı yaktım. Öğlene doğru Suat Pilevne gelince yatağından kalktı.
Sandalyeye oturdu. Suat’ı yemeğe alıkoymak istedi. Halbuki kendisi 3-4 günden
beri yiyemiyordu. Suat gittikten sonra Emniyet Müdürü Selahattin Korkut geldi.
Kendisine sigara getirmişti. Onunla konuştu. Korkut gittikten sonra baş başa
kaldık. Hiç olmazsa 4 kaşık yoğurt yemesi için kendisine ricada bulundum. Beni
kırmadı. Zorla yutkunduğunu görüyordum. Üçüncü kaşığı aldıktan sonra,
""Bana bir fenalık geliyor” dedi. Çok telaşlandım. Yakın
arkadaşlarına telefonlar açtım. Prof. Osman Berki’nin hanımı geldi. Onunla
Enisciğimi sandalyeden alıp sedire uzattık. Bana ""Niçin sen bu kadar
telaş ediyorsun?”dedi. ""Kımıldama” dedim. Uzandığı sedirde
Kuran’dan uzun uzun sureler okudu. Sonra gözlerini yumdu ve dimağ kanamasından
gitmişti. Yakın arkadaşlarından Celal Bayar, Avni Doğan, Nusret Karasu
başındaydılar.
Ölmeden önce söylemişti:
""Mezarıma çiçek getirmeyin. Ben arkadaşlarımı isterim” demişti,
istediği gibi oldu. Sonra birkaç defa ""Ben öldükten sonra gelip
kitaplarımı isteyen olursa kim olduğunu, neci olduğunu sormayın. Ne kadar
istiyorsa o kadar verin, para almayın” demişti. Vasiyetini aynen yerine
getirdim. Bu bakımdan şimdi elimde onun kitaplarından sadece birer nüsha var.
Ölümünden sonra kendisinin de ruhunu çağırdınız mı?
Yatağını üç buçuk yıl hiç kaldırmadım.
Öylece serili kaldı. Her gece uyumadan önce onun ruhu için okumayı bir itiyat
haline getirmiştim, inandığınız için söylüyorum. Birkaç yıl sevgili Enis, bu
okumalarımın akabinde, sanki memnuniyetini ifade etmek istiyor, bu münasebetle
penceremin camına birkaç kere vuruyordu. Bu bir zan değildi. Evham değildi.
Bazen uykularımı bölerdi. Vurulan cam sesine uyanırdım. O yıllarda beraber
kaldığımız bir evlatlığımız vardı. O da yatağından kalkar gelirdi ve büyüyen
gözlerle yüzüme bakardı. “Anneciğim, ben de duyuyorum. Babam benim de
penceremin camına vuruyor.” derdi. Oturup ağlardım. Böyle gecelerin birinde
gördüğüm bir rüya bakınız ne kadar manidardır: Evimizin sokağmdayız. Yanında
bir cenaze arabası: “Hadi diyor, seni almaya geldim. Hazırlan gideceğiz.”
“Enisciğim diyorum, burada işlerim var. Şimdi gelemem.” Gülüyor, “Benim de
işlerim var” diyor. “Madem ki gelemiyorsun öyleyse üzülme..”
Kendisini bir ruh seansında çağırdığımız
da oldu. Bu konuda Firuzan Hüsrev’in basında çıkan bir yazısı da var. Enis’in
ruhu geldi, masayı yerinden oynattı. Sorularımızın bir kısmını cevaplandırdı,
iyi olduğunu, yalnız ruhları tanıyamadığını, ruhların şekil değişikliği içinde
bulunduğunu, halbuki bedenlerin fiziki yapılarıyla kolaylıkla tanındıklarını,
ruhların böyle bir yapıları olmadığını söyledi. Ben çok büyük bir üzüntü içerisindeyim.
“Müfideciğim üzülmesin” dedi ve gitti. Sonra bütün ısrarlara rağmen masaya
dönmedi. Ölümü üzerinden 25 yıl geçti. Öldüğüne hâlâ inanamıyorum. Onu
kaybettikten sonra meclislerimiz devam etmedi. Şimdi samimiyetle inanıyorum ki
Enis yanımızdadır ve bizi dinlemektedir. Usulüne uygun bir davet olsa yine
gelecektir..
Eşinizin önemli bulduğunuz özelliklerini
söyler misiniz?
Enis Behiç, anlatılmakla bitmez. Nereden
başlayacağımı bilemiyorum. Bir kere fevkalade zeki bir kimseydi. Müthiş bir
hafızası vardı, ilkokulun birinci sınıfından Mülkiye’nin son sınıfına kadar
bütün sınıflarını hep birincilikle geçti. Yabancı dil öğrenmeye karşı şaşılacak
derecede istidadı vardı. Fransızca, Macarca, Bulgarca ve Rumca’yı ana dili
gibi konuşuyordu. Peyami Safa’ya Fransızca öğretenlerin başındaydı: Onunla
bir ara keman da çalıştılar. Enis mükemmel keman çalardı. Babası Enis’e
Kalküta’dan bir keman getirmişti ki hâlâ saklıyorum.
Merhamet, şefkat ve incelik örneğiydi. Çok
cömertti. 25 yıllık evlilik devremizde birbirimizi hiç kırmadık. Bazen gece 0304’e
kadar çalışırdı. Okur yazardı. Ben de yanında oturur, çay-kahve götürürdüm.
Yazdıklarını bana okutur, fikrimi sorardı. Söylediklerimi kabul etmediği de
olurdu. O zaman münakaşa ederdik. Ben, “madem ki fikrimi kabul etmiyorsun
susacağım, artık konuşmayacağım” derdim. O, “Herşeyi karşılıklı münakaşa
edeceğiz. Hindiler münakaşa etmezler, kavga ederler” diye işi hep tatlıya
bağlardı:
Çok tok gözlüydü. Paraya ve mevkiye hiçbir
zaman yenilmezdi. Yurt dışından Ankara’ya gelmiştik. Çok sıkıntılı günler
yaşıyorduk. Ali Cenani, Ticaret Vekili’ydi. Enis’e tercüme reisliğini teklif
etti. Ayda 500 lira maaş vereceklerdi. O zaman 500 lira çok büyük bir para
idi. Enis “Ben daha çok gencim. Reis olacak çağda değilim. Siz lütfen Şevket
Bey’i reis yapınız. Ben yardımcısı olayım. 500 lira maaş da bize çok gelir.
Bir karı bir kocayız.” diye vekile yeni bir teklifle karşı çıktı. Dediğini
yaptılar. Ayda 300 lira maaşla kendisini reis yardımcısı yaptılar.
Bu bakımdan öldüğü zaman tek kuruşumuz
bile yoktu. Aksine yakınlarımıza borçlarımız vardı. Fakat hepsi alacaklarını,
helal ettiler. Benim ısrarlarıma rağmen alacaklarını kabul etmediler. Bu evi
onun ölümünden sonra girdiğim kooperatif vasıtasıyla ve satılan Varidat-ı
Süleyman eserinin parasıyla yaptırabildim.
Geçen yıl, kış çok soğuk geçti. Yakıt
parası verecek durumda değildim. Ne yapayım Enis'in hatırını sayan doktorlarım
var. Onlara gittim. Beni koğuşlarında bir ay olsun yatırmalarını söyledim.
Kırmadılar. Havalar ısınınca çıktım.
Edirne düşmandan alındıktan sonra göndere
ilk defa Türk bayrağını çeken ve kahramanlık şiirleri okuyan Enis Behiç’tir.
Enis Behiç büyük yürekli bir vatansever ve milliyetpeverdin Vatan ve milleti
söz konusu olduğu zaman eşini bile, derhal terk edecek kadar katıksız
vatanseverdi.
-
Konuyu siz açtığınız için sormamıza izin
veriniz, Gabiden ve oğlu Haşan Argondan ayrılış sebebi Anadolu’ya geçmek istemesi
midir?
Evet. Gabi bir Fransızca öğretmeniydi.
Enis ilk evliliğini onunla yaptı. Ondan Haşan isimli bir oğlu oldu. 1916
yılında Enis, Budapeşte Başşehbenderliği’nde çalışıyordu. Peşte’de tanıştığı
Müftüoğlu Ahmet Hikmet, savaş yıllarında Anadolu’ya geçmişti. Enis de aynı
kararlılık içerisindeydi. Fakat yurda gelecek parası yoktu. Enis kararını ve
üzüntülerini doğrudan doğruya çıkıp Macar Başvekiline açtı. Başvekil çok ince
bir davranışla Enis’e altı tane safkan at hediye etti. Enis, Macar Başvekilinin
makamından çıktığı zaman kapının önünde atları satın almak isteyen kimseler
bekliyorlardı. Enis’in istediği ücretle atları satın aldılar. îşte Enis o altı
atın parasıyla Anadolu’ya geçip milli hükümetin yanında yer aldı. Gabi,
Enis’le gelmek istemedi. O Peşte’de kalmak, rahat içinde yaşamak istiyordu.
Enis için yapacak tek şey, Gabi’yi ve oğlu Haşan’ı terk etmekti. Öyle yaptı.
Benimle evlenmesi bu ayrılıktan sonradır. Haşan, bir Macar asili ile evlendi.
Şimdi yanılmıyorsam, Peşte’de Fransız sefaretinde çalışmaktadır.
-
Enis Behiç’in Gabi için yazdığı şiirler?
-
Gabi için şiirler yazdığını biliyorum.
Bunları kitaplarına koymadığı gibi imha etti. Bunları katiyen benim için
yapmadı. Gabi’nin davranışı Enis’i çok kırmıştı. “Her kuş dengiyle uçmalı...
Her kumaşa kendi renginden yama vurmalı imiş...” derdi. Gabi’nin ruh kumaşı,
Enis’inki kadar sağlam, güzel, yumuşak, renkli ve Türkiye’ye, Türk’e has
nakışlı değildi. Ayrılmaları bundan oldu.
-
Enis Behiç büyük dostluklar kuran bir
adamdı. Peyami Safa, Rükneddin Nasuhioğlu, Avni Doğan, Celal Sahir, Hafız
Tevfik, Ziya Gökalp, Müftüoğlu Ahmet Hikmet, İbrahim Alaattin Gövsa, Abdülhak Hamit,
Tevfik Fikret, Yahya Kemal, Orhan Seyfi, Yusuf Ziya, Faruk Nafiz, Fethi
Tevetoğlu, Celal Bayar ve Samet Ağaoğlu başta olmak üzere o devrin DP lider
kadrosu.. ve daha yüzlerce dost.
-
Orhan Seyfi veya Yusuf Ziya ile aralarında
bir kırgınlık oldu mu?
-
1946 seçimlerinde Enis, DP Zonguldak
milletvekili adayı imiş. CHP karşısına Orhan Seyfi’yi çıkardı. DP reyleri imha
edilmişti. Enis bu haksızlığa tahammül edemedi. Bakanlıktaki müsteşarlık
görevinden bile istifa etti. 1946-49 yılları arasında hiçbir resmi görev
almadı. Orhan Seyfi, bir karşılaşmamızda “kendisini tebrik etmediği için Enis’e
kırıldığını” söyledi. Enis: “Ben yapılan haksızlığa tahammül edemediğim için
bakanlıktaki görevimden istifa ettim. Seni tebrik etmem kendimi inkar
olacaktı. Senin böyle bir neticeden sonra milletvekilliği kabul edeceğini
sanmıyordum.” dedi. Şimdi üçü de ahirette. Orhan Seyfi daha sonra Enis’le aynı
siyasi görüşleri paylaştı. Yaşarken dost kaldılar. Aralarında büyük bir ihtilaf
yoktu.
-
Size duygulanarak anlattığı bir hatırasını
hatırlıyor musunuz?
-
Enis Mülkiye’de talebeyken, yazdığı
şiirlerinden birisini Yusuf Ziya gizlice alıp bir dergide yayımlatıyor.. Telif
ücreti olarak da bir çil altın alıp geliyor. Sonra bir şiir daha, bir şiir daha...
Bir gün Mülkiye Mektebi’nin Müdürü, Enis’i çağırıyor. Enis korkuyla müdürün
odasına girdiği zaman bir heyetle karşılaşıyor. Heyette Süleyman Nazif ve Faik
Ali de var... Süleyman Nazif, Enis’e hitaben diyor ki: “Efendim, biz Abdülhak
Hamid tarafından sizi makamınızda ziyaretle vazifelendirildik. Siz,
memleketimizin ufkunda yeni bir güneş gibi parladınız. Üstat yarın saat dörtte
Tokatlıyan’da sizinle görüşmek istiyor.” Bu olay 19 yaşındaki Enis’i çok
duygulandırıyor!
[ Yavuz
Bülent Bakiler, Hisar Mecmuası, S.210, Mart 1975 ]
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar