Print Friendly and PDF

Ezoterik Bilgiler… Semboller

 


Nazilerin Bilinmeyen Kökleri


2005 yılında yayınlamış olduğum yazıya bazı detay bilgiler ekledim. Naziler, 20. yüzyılın ilk yarısında Avrupa'yı kana gölüne çeviren bir kitlesel suç örgütüdür. Bu konuda herkes hemfikir. Ancak Naziler, nasıl oluştular?, hangi aşamalardan geçtiler?, neden sembol olarak gamalı haçı seçtiler? bu konu biraz bulanık. Bu yüzden bu konuya ışık tutabilecek bilgileri derledim.

Theosophical Society ( 1875 )

http://www.theosofie.net/theosofie/blavatskygroot.jpg

Helene Petrovna Blavatsky

Alman milliyetçiliği, Helene Petrovna Blavatsky ( Rus asilli bir medyum ), Henry Steel Olcott, William Quan Judge ve arkadaşları tarafından 1875 yılında New York'ta kurulan Theosophical Society adli Okült derneğinden büyük ölçüde etkilenmişti.

Bu derneğin başlangıçtaki amacı medyumluk olgusu üzerine çalışmaktı. Olcott ve Blavatsky'nin Hindistan'a gitmesinden sonra derneğin çalışmaları Doğu dinlerine kaydı ve Derneğin gündemine alındı.

Teozofi, "kutsal hikmet" anlamına gelmektedir ve daha önce gizlemli ve Okült yazarlar tarafından kullanılmış bir terimdir. Doğu mistisizmi ve okültizmi ile masonluk, Gül-Haççılık, Kabala gibi Bati kaynaklı Okült gelenekleri birleştirmekti. Mason, Gül-Haç ve Kabala bağlantısından da anlaşıldığı gibi Theosophical Society, Tapınakçı geleneği koruyan, yani Yahudi mistisizmine siki sıkıya bağlı bir örgüttü. Bu, derneğin ambleminden bile anlaşılıyordu;

 http://z.about.com/d/altreligion/1/0/t/l/8/sgallerytheosophy.jpg

Tarikatın kullandığı iki sembol

Amblemin ortasında kocaman bir Sifon yıldızı vardı, ayrıca taç ve kuyruğunu ısıran yılan gibi M. Tevrat kaynaklı Yahudi sembolleri de amblemde yer alıyordu. Tüm bunların yanında, bir de ilginç bir sembol daha vardı derneğin ambleminde; sonradan Nazi partisinin sembolü haline gelecek olan gamalı haç! Theosophical Society'den Naziler'e uzanan zincirin devamını incelediğimizde, daha da ilginç gerçeklerle karsılaşıyoruz. Theosophical Society'den kısa bir süre sonra bir başka Alman milliyetçisi Okült dernek daha kuruldu: Viril Derneği. Michael Howard'a göre, Viril derneğinin amacı, "Theosophy derneğinin ve Kabala'nın mistik sistemini, Illüminati locasının politik idealleri ile birleştirmekti." Viril Derneği'nin amblemi ise tek başına gamalı haçtı.

Alman milliyetçileri tarafından ayni sıralarda kurulan bir diğer dernek ise Armanenschafft adli gizli örgüttü.

Armanenschafft

http://www.odpor.org/UserFiles/Image/GuidoVonList/GuidoVonList03.jpg

Guido Von List

En ünlü Alman gizemci olan Guido Von List, 1848'de Viyana'da doğmuştu. Cermen mistisizmi, Cermen Paganizmi, Runik yazılar konusunda bir uzmandı. Madame Blavatsky'nin hararetli bir takipçisiydi ama daha sonra onun tezlerini Cermen Paganizmi'nden yola çıkarak ürettiği kendi düşünceleriyle birleştirdi. Ortaya çıkan inanç siteminine de Armanizm ismini verdi.

List'in inandığı bir diğer şey rünlerin (runik harfler) büyülü gücü olduğuydu. Yıllarca süren süren araştırmaları sonrası bu düşünce doğrultusunda bir rün alfabesi de hazırladı. 1908'de The Secrets of the Runes (Rünlerin Sırrı) adlı kitabında 18 harflik rün alfabesini yayınladı. Akademisyenlerin reddettiği bu çalışma, sonradan başta SS'in başı Himmler olmak üzere Naziler tarafından kabul gördü. Naziler kullandıkları çoğu sembollerini bu alfabeden seçtiler. (SS amblemindeki özel S'ler gibi) Bu harfler Nazi Almanyası'nın pek çok yerinde görülmeye başladı. Tabi harflerin hepsine üstün gelen yine Swastika'ydı.

Armanenschafft, Avusturyali bir okült uzmani olan Guido von List tarafından kurulmuştu ve Aryan ırkının üstünlüğü teorisini kendine ideoloji olarak benimsemişti. Von List, kurduğu derneği masonik sistemi örnek alarak, Çırak-Kalfa-Üstat gibi derecelere ayırdı. Armanenschafft'in antik okült geleneği temsil ettiğini söylüyordu. Von List'e göre, Katolik Kilisesi bu geleneği baskı altına almış, ancak bu gelenek Tapınakçılar, Gül-Haçlar, simyacılar ve masonlar tarafından canlı tutulmuştu. Simdi de Armanenschafft bu Tapınakçı geleneği canlandırmaya çalışacaktı.

Guido von List, kendi örgütünün disinda, iki gizli örgüt ile de yakin bir ilişki içindeydi. Bu iki örgüt de List'in pan-Cermenik, aşırı sağcı görüslerini paylasiyorlardi. Örgütlerin adlari ise oldukça ilginçti; Ordo Templi Orientis ve Ordo Novi Templi, yani "doğu Tapınak Tarikatı" ve "Yeni Tapınakçılar Tarikatı"!... Adlarindan da anlaşıldığı gibi bu iki örgüt de açıkça Tapınakçı geleneği izleyen örgütlerdi. Örgütleri ve kurucularini incelediğimizde bunu daha açık bir biçimde görebiliyoruz.

Ordo Templi Orientis ( OTO ), ( 1895 ) 


Carl Kellner  Aleister Crowley

Carl Kellner Theodor Reuss Aleister Crowley

Karl Kellner ve Theodor Reuss adli ateşli iki Alman milliyetçisi tarafından kurulmuştu. Kellner ve Reuss'un önemli bir ortak özellikleri ise her ikisinin de yüksek dereceli birer mason olusuydu. Bu iki üstad mason, OTO'yu Memphis and Mizrahim adli bir İngiliz locasının obediyansi altinda kurmuslardi. OTO'nun kurulusunda önemli rol oynayan bir üçüncü isim ise çeşitli Gül-Haç localarina üye olan Dr. Franz Hartmann'di. Theodor Reuss da Almanya'nin çeşitli sehirlerinde Gül-Haç ve mason locaları kurmuştu. OTO'nun amaçları arasında, "tüm masonik ritlere açılan anahtarların ve seksüel büyü"nün ilerletilmesi vardı. Bu "seksüel büyü", büyük olasılıkla Tapınakçılar'ın sapkın özelliklerinden biri olan homoseksüelliğin yeni bir varyasyonuydu. OTO'nun mason kurucusu Theodor Reuss, 1912 yılında yazdığı bir kitapta, örgütün ritleri arasında "karşılıklı oral seks"in de yer aldığını açıklamıştı. OTO'nun İngiliz destekçilerinden Aleister Crowley'e göre ise bu "oral seks" ritüelinin kökeni, Illüminati örgütünün kurucusu Adam Weishaupt'un bir "buluşuydu ve ondan sonra da çeşitli Gül-Haç localarında uygulanır olmuştu. Aleister Crowley, bir süre sonra OTO'nun İngiliz kolunun üstadı oldu ve kendisine "Bafomet" adini takti. Bafomet, Ortaçağ'daki Tapınakçılar'ın kendisine tapındıkları bir tür puttu. OTO ile ayni dönemde faaliyet gösteren bir ikinci pan-Cermenik Tapınakçı örgütü ise az önce belirttiğimiz gibi Ordo Novi Templi, yani "Yeni Tapınakçılar Tarikatı'ydı.

Ordo Novi Templi

( Yeni Tapınakçılar Tarikatı )

1907

http://www.pganuszko.freeuk.com/dissertation/lanz.jpg

Lanz von Liebenfels

Ordo Novi Templi, yani "Yeni Tapınakçılar Tarikatı'ydı.. Örgüt, kendini bir Ortaçağ kontunun reenkarnasyonu sayan Lanz von Liebenfels adli bir okültist tarafından kurulmuştu. Liebenfels, yeni-putperestlik düşüncesine şiddetle inanıyordu. Sonradan Nazi partisinin sembolü haline gelecek olan gamalı haç sembolünü, eski putperest kaynaklardan bulup kullanan ilk kişi oydu.

örgütün Tapınakçı geleneği koruduğunu açıkça söylüyordu. İngiliz yazar Nicholas Goodrick-Clarke, The Occult Roots of Nazism (Nazizm'in Okült Kökenleri) adli kitabında, bu örgütün "1300'lü yıllarda kafirlik suçundan dağıtılmış olan Tapınak Şövalyeleri örgütünün mirasçısı" olduğunu yazar. Örgüt, 1907 yılında Burg Werfenstein'deki bir Ortaçağ şatosunda bir "Aryan Şövalye Tarikatı" kimliğinde kurulmuştu. Bu Aryan-Tapınakçı örgütün şatonun burçlarına asılmış olan bayrağı ise gamalı haçtı.

Lanz'ın kurduğu Ordo Novi Templi adlı örgüt, kendini tamamen putperestliğin yeniden doğuşuna adamıştı. Lanz, eski putperest Alman kavimlerinin tanrılarından biri olan "Wotan"a taptığını açıkça ilan etmişti. Ona göre Wotanizm, Alman halkının özgün diniydi ve Almanlar ancak bu dine dönmekle kurtulabilirlerdi.

Naziler'in öncülerinden biri olan Ordo Novi Templi, tahmin edilebileceği gibi aşırı sağcı bir ideolojiye sahipti ve dahası, Avrupa'daki çeşitli aşırı sağcı gruplarla da ilişki içindeydi. İngiliz tarihçi Michael Howard, örgütün 1910'lu ve 20'li yıllarda Avrupa ve Amerika'daki aşırı sağcı gruplar için "uluslararası koordinatör" işlevi gördüğünü yazıyor. Bu gruplar içinde, Sırp milliyetçileri en dikkat çekenlerden biriydi. Ordo Novi Templi, I. Dünya Savaşı'nın patlak vermesine neden olan milliyetçi Sırp grupları ile çok yakin ilişkilere sahipti.

19. yüzyılın başında, Almanya'da aşırı sağ eğilimlere sahip ve birbirleriyle de yakin ilişkilere sahip olan üç Tapınakçı örgüt kurulmuş durumdaydı: Armanenschafft, Ordo Templi Orientis ve Ordo Novi Templi. Her üçü de Tapınakçı geleneğe bağlı, yani Kabala mistisizmine ve masonik ideolojiye sahip olan bu üç örgütün en önemli icraatlarından birisi, Michael Howard'a göre, Germenorden (Alman Tarikatı) adli örgütün kurulusuydu. I. Dünya Savaşı'nın hemen öncesinde kurulan örgüt, Aryan ırkının üstünlüğünü savunuyor, pan-Cermenik bir Alman İmparatorluğu'nun kurulmasını ve Hıristiyanlık öncesi (pagan) antik Alman kültürünün yeniden uyandırılmasını hedefliyordu. Örgütün amblemi gamalı haçtı ve tüm ritüellerini de mason ritüellerinden almıştı. I. Dünya Savaşı sırasında ateşli Alman milliyetçilerini organize eden Germenorden'in ortaya çıkardığı en önemli sonuç ise savaşın hemen bitiminde kurulan ünlü Thule Derneği'ydi.

 

Thule Derneği ( 1918 )

http://www.firstworldwar.com/features/graphics/munich_thule_l.jpg

Thule Derneği, ya da Almanca adıyla Thule Gesselschaft, Baron Rudolf von Sebottendorff adli bir Alman milliyetçisi tarafından Germenorden'in devamı niteliğinde 17.08.1918'de kuruldu.

Thule Örgütü'nün adını nereden aldığı konusunda çeşitli rivayetler vardır. Bir rivayete göre Örgüt, adını " Thule Kornen"den almıştı. " Thule ", İzlanda efsanelerindeki batık bir kıtanın adıdır.Başka bir rivayete göre Bir Tibet efsanesine göre, üç-dört bin yıl önce, Orta Asya' da, Gobi' de çok büyük bir uygarlık vardı. Bu uygarlık, bir felaket, belki de bir atom savaşı sonucu yıkılır; Gobi bir çöle dönüşür. Bu felaketten canını kurtarabilenler, Kuzey Avrupa'ya ve Kafkasya' ya göç ederler.

Sebottendorff'u bu denli önemli kılan icraatı ise kuskusuz kurduğu ünlü Thule derneğiydi. Baron, 1910 yılında, İstanbul' da bulunduğu sıralarda, masonluk ve simya prensiplerini anti-komünizm ve aşırı sağ felsefe ile birleştiren kendine bağlı yeni bir örgüt kurmaya karar verdi. 1916 yılında Germenorden ile bağlantıya geçti ve sonraki iki yıl içinde örgütün en etkin üyesi haline geldi. Sonuçta, 1918 yılında Germenorden'in adi Thule Gesselschaft' a dönüştürüldü ve Sebottendorff da örgütün büyük üstadı oldu. Umberto Eco, Thule'nin kurulusunu söyle anlatıyor:

" 1912'de Ari irkin üstünlüğünü öne süren Germenorden diye bir grup oluşuyor. 1918'de Baron von Sebottendorff diye biri buna bağlı bir grup kuruyor: Thule Gesselschaft; gizli bir dernek. Tapınakçı geleneğe Bağlılığın çeşitlemelerinden biri ama güçlü ırksal, pan-Cermenist, Yeni-Arilik eğilimleri var. "

Sebottendorff ilginç birisiydi. Doğuya geziler yapmış, Mısır ve İstanbul'da uzun süre kalmıştı. Bu gezileri sırasında simya, astroloji ve Kabala üzerinde çalışmış, Gül-Haç felsefesi üzerinde de uzun araştırmalar yapmıştı.

Bu gizemli örgütün kurucusu İslâm-doğu mistizminden, simyacılığından etkilenen; Almanca, Osmanlıca, Arapça, Farsça, İngilizce, Fransızca, Rusça ve Latince bilen Baron Rudolf von Sebottendorff ( asıl adı Adam Alfred Rudolf Glauer ), 1899-1901 yılları arasında Kahire'de bulunmuş, burada ve geldiği İstanbul'da İslâmiyet'teki Rafızî akımları temsilcileri ile ilişkiler kurmuştu; Enver Paşa ailesi ve İttihat ve Terakki ile yakın ilişkilerine dayanarak, 1911'deOsmanlı-Türk vatandaşlığına geçmiş; hem düzensiz mason locası, hem de ünlü Germen asıllı Hıristiyan " Gül ve Haç "(Christian Rosenkreutz)ları örgütü ve de Bektaşi tarikatı üyesi olmuş; 1912 yılında Leipzig'de monarşist Alman aristokratları etrafına toplayarak Thule örgütünü kurmuştu. 1901 yılında, Fransız Grand Orient obediyansina bağlı olan bir mason locasına katildi. Sebottendorff'un bağlı olduğu loca politik amaçları olan bir locaydı ve o dönemde Halife Abdülhamit'e karşı devrim hazırlığı yapan İttihat ve Terakki Derneği ile de çok yakin ilişkilere sahipti.

Baron 1919'da Thule'nin yönetiminden ayrılarak İsviçre'ye gitmiş; 1924'te İstanbul'a dönmüş; Sebottendorff, " Bursa'da Abraham Termudi adli bir Yahudi bankerin delaletiyle Memphis adıyla tanınan mason locasına üye yapılmıştı. " Baron, o yıllarda bir de Türk Masonluğu ve Bektaşilik adli bir kitap yazmıştı. 1929-31 yılları arasında ABD'de bulunmuştu; 1933'de Hitler'in Şansölye olmasından sonra Almanya'ya dönmüştü.

1934 yılında " Uzun Bıçaklar Gecesi" nde SA'ların tasfiyesi sırasında tutuklandığı ve öldürüldüğü iddia edilmişse de; Türk vatandaşı kimliği taşıdığı için eski İttihatçı Türkiye Büyükelçisininçabası ile serbest bırakılmış o da sahte bir kimlikle önce İsviçre'ye sonra da İstanbul'a gelmiştir. Bu sırada Türkiye'deki görevi sırasında Türkçe öğrenmiş olan Kardinal Angelo Roncalli (daha sonra Papa 23. John " Türk Papa " olarak taç giyecektir) İstanbul'dadır ve " Gül ve Haç " örgütüne insinye edilmiştir. (Bu olay 6 Eylül 2000 Çarşamba tarihli milliyet gazetesinde de yer almıştır.)

Yukarıda yazılanlardan da anlaşıldığı gibi "Tapınakçı geleneğe Bağlılığın çeşitlemelerinden biri" ya da daha basit bir ifadeyle özgün bir mason locası olan Thule, Nazi partisinin öncüsü ve hatta gerçek kurucusuydu. Örgüt kurulduktan sonra hızla büyüdü. 1918 yılında yalnızca Münih kentinde 250, tüm Bavyera'da ise 1.500 üyeye sahipti. Üyeler arasında; yargıçlar, avukatlar, polis şefleri, aristokratlar, doktorlar, üniversite hocaları, bilim adamları, subaylar, sanayiciler ve is adamları vardı. Önde gelen üyelerden Bavyera Adalet Bakanı Franz Gurtner, ayni makama Nazi rejimi sırasında da atandı. Thule üyelerinden polis şefi Wilhelm Frick ise Nazi Almanyası'nda İçişleri Bakanlığı yapacaktı.

Thule'nin Nazi partisine dönüşümü bir dizi olayın sonucunda gerçekleşti. Örgüt, kurulduğu günden itibaren komünistlerle sürekli çatışma halindeydi. 1919'daki komünist ayaklanma sırasında Thule yeraltına çekildi ve aşırı sağcı karşı-devrimcileri organize ederek silahlı bir terör gücü oluşturdu. Komünistlere karşı halk desteği kazanmak içinse, Alman İşçi Partisi'ni kurdu. İşte bu sıralarda Adolf Hitler de Thule'ye katildi. Hitler, savaş öncesi dönemde okültizmle yakından ilgilenmiş, özellikle Armanenschafft'in kurucusu Guido von List'in teorilerinden çok etkilenmişti. Bu nedenle, bir Tapınakçı örgütü olan Thule'ye kolayca adapte oldu. Thule'nin siyasi uzantısı olan Alman İşçi Partisi'nin kendisine amblem olarak gamalı haçı seçmesi ise Hitler'in etkisiyle olmuştu. 1920 yılında Alman İşçi Partisi'nin adi Nasyonal Sosyalist Parti ( Nazi Partisi ) olarak değiştirildi. Partinin lideri ise elbette Hitler'di. Hitler'in bu hızlı yükselişi, Thule'nin desteği ile olmuştu.

Theosophical Society'den başlayarak; Viril, Armanenschafft, Ordo Templi Orientis, Ordo Novi Templi, Germenorden ve Thule gibi Okült derneklerin birbirlerinden aktararak taşıdıkları Tapınakçı-mason geleneği, Nazi partisinin gerçek kökenini oluşturmuştu. Naziler, 1314 yılında kesin olarak yasaklanmalarının ardından yeraltına giren ve Gül-Haç ve masonluk gibi örgütlerle yeniden ortaya çıkan Tapınakçı geleneğin yeni bir varyasyonundan başka bir şey değildiler. Bunu açıkça ifade etmekten de çekinmediler. Hitler, Nazi parti sistemini mason localarının sistemine uygun bir biçimde düzenlemiş ve bunu da açık açık söylemişti. 1934 yılında ise söyle demişti: "Biz bir örgüt kuracağız, saf kan ilkesinin etrafında toplanmış Tapınak Şövalyeleri Biraderliği." Bu "Tapınak Şövalyeleri Biraderliği'ni kurmakla görevlendirilen kişi ise kısa zamanda III. Reich'in Hitler'den sonraki ikinci adami haline gelecek olan Heinrich Himmler'di. Himmler, 1920'li yıllarda Hitler'in bodyguardları olarak görev yapmış olan SS (Schutzstaffel) örgütünü Tapınakçı ve mason sistemine göre düzenleme isini üstlendi. Himmler, SS'ler içinde özel bir araştırma grubu da oluşturdu; bu grup, Tapınakçılar'ın ve diğer Okült derneklerin tarih içindeki yerini araştırmakla görevliydi. SS'ler ayni zamanda Tapınakçılar'ın belirgin özelliği olan anti-Hıristiyan ritüellere de sahiptiler. Himmler'in liderliğinde yapılan SS törenlerinde Nasyonal-Sosyalist marslar söylenerek Hıristiyan haçı yakılır ve yerine gamalı haç yerleştirilirdi.

 

 

Gamalı Haç, Svastika, OZ damgası ve ÖN-TÜRKLER

OQ Türkleri, OQ damgasıyla temsil edilirlerdi. Geçmişte kullanılan bu işaret günümüze kadar halı, kilim ve taşa uygulanmış biçimde süregelmiştir. OQ Türkleri zamanla Hıristiyanlığı benimseyince bu OQ damgalarını kullanmaya devam etmişlerdir. Ön-Türklerin de kullandığı OQ damgası yönetim, savaşçı manalarına da gelmektedir. Ok ucu, ok bayrağı demek olan OQ kelimesi, Latincede kroçe (croce) şekline dönüşerek haç anlamında kullanılmıştır. Ayrıca OZ, damgasını göç ettikleri yeni mekânlarına da taşımışlardır. OZ damgası, Gamalı Haç, Svastika olarak da bilinmektedir. Bu damga Ön-Türkler'de OZ'laşarak tanrıya erişmeyi temsil eder.

http://farm1.static.flickr.com/136/361036536_7c8dd38d0c.jpg

Orta asya medeniyet abidelerinin üzerinde bulunan çok sayıda kaya resmi, işaret ve damga yüzyıllardan günümüze ulaşmıştır. Bunlardan en gizemli ve ve en çok kullanılan işaretlerden biri de "OZ" damgası/çarkı felektir.


http://farm1.static.flickr.com/115/269975025_41b47da94e.jpg


Ahmet Yesevi ( 1093 - 1156 ) Türbesi, ana kapının sağ tarafında değişik tasvir edilmiş bir svastika, ana kapının sol tarafında ise bildiğimiz svastika bulunmaktadır.

Ön-Türklerde kullanılan "OZ" diye okunan damganın nerede, ne zaman ortaya çıktığı tam olarak bilinmese de çoğunlukla "svastika" olara isimlendirilmiştir. Svastika, Hintçe bir kelime olup, "Si" yada "su" (iyi) ve "as" (olmak) eklerinden oluşmaktadır. Bu şekliyle kelime, "mutluluk" ve "hayal" anlamına gelir.

http://farm1.static.flickr.com/56/139365724_a0b48ee38c.jpg?v=0

Bir Hindu tapınağı Delhi, Hindistan

http://farm1.static.flickr.com/216/464970649_a153f03cd3.jpg

Bir Hindu dua ediyor.

http://farm1.static.flickr.com/108/314830440_2d61f0a6a3.jpg

Svastika ( Gamalı Haç ) Doğu kültürlerinin vazgeçilmez bir unsuru.

http://farm3.static.flickr.com/2308/2134558624_088a39e028.jpghttp://img239.exs.cx/img239/9293/thulesoc2hf.jpg

Nazi partisinin kurulmasına neden olan THULE tarikatının kurucusu Alman milliyetçisi Baron Rudolf von Sebottendorff, Hint-Cermen ırkı teorilerine dayanarak tarikatın amblemi olarak svastika kullanmışlardır.

http://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/thumb/9/9c/Nazi_Swastika.svg/200px-Nazi_Swastika.svg.png

http://farm1.static.flickr.com/223/495118711_6af95341ea.jpg?v=0

"OZ Damgası" öbür dünyaya geçerek orada şekil değiştirerek ( metamorfoz ) yeniden oluşum şeklindeki düşünceyi kapsar. Mevlevi ve Bektaşilerde, insanların grup halinde eksenleri etrafında dönerek "göğe" yükselme inancı yaygındır.

Saz şairleri de sazları ile Canları "OZ" laştırır. Tanrıya eriştirirler. Bu nedenle saz şairlerine OZ/AN denilmektedir.

"OZ" laşma kavramının, ateş kültünden geldiği düşünülmektedir. Bu kavram, güneş kültüne ait kutsama töreninde görülmektedir. Kutsama Töreni de, Tanrı Boğanın boynuzlarıyla güneşe erişilen yeryüzünün iyilik ve bereketini, güneş vasıtasıyla ışık ve enerji halinde yeryüzüne yılan şeklinde ulaşmasını temsil etmektedir.

M.Ö. 8 binlere ait kaya resimlerinde gördüğümüz dünya görüşü, gelenek halinde günümüze gelmiştir. "OZ" laşarak Tanrıya ulaşma fikri, Mevlanaları, Yunus Emreleri Anadolu'ya gönderen Ahmet Yesevi' nin temel felsefesi idi. Ahmet Yesevi için yaptırılan külliyenin temel süsleme motiflerini "OZ damga"sı oluşturmaktadır.

Tarihin bir çok devrinde bir çok millet, bu damgayı kendisine göre yorumlamış, sahip çıkmıştır. En eski örnekleri, Türkistan, Kara - tau, Ala - tau ve Jungar Ala - tau'larında bulunmaktadır. Karatav Kültürü, Himalayalar' ın güney batısından, Hindistan'ın kuzey batısındaki Aravallı dağlarına, ve eteklerindeki THAR çölüne kadar iner. Karatav Kültürü'nün doğu sınırı Himalayaları ve Tibet'i batıdan çevirir. Çin'e gitmez. Kuzeye Yükselir. Fergana vadisini geçer. Bu yüzden svastika, Hindistan bölgesinde sıkça görülür.

Birçok bilim adamı bu işareti güneşin sembollerinden biri olarak kabul ederler. Bu araştırmacılara göre Svastika, insanoğlunun güneşle olan iptidai/büyüleyici ilişkisini veya güneş kültünü sembolize eder. İşte bu sebepten ötürü Svastika işareti ile güneş tarifinin birbirine benzemesi hiç de tesadüfî değildir.

Tek Tanrı inancı, büyük çoğunlukla Ön-Türkçe yazıtların içeriğini oluşturur. Bu inanç ve Tanrıya erişme gereksiniminden ateş kültü ve ateş evleri doğmuştur. Bilhassa üzerinde durmak gerekir ki, Ateş kültü, Ateşe tapmak değil, Ateşi tanrıya erişmek için kullanmak demektir. Ön-Türkler, Tanrıdan eş olarak doğduklarına inanırlar, Toplanıp kendi aralarından birini Buğ ( bey-ced) seçerler, bu kişi, halkına kul köle gibi hizmet etmekle yükümlüdür. Ölümünde yeniden toplanan halk Buğ'a ki Buğ, eğer halkına iyi hizmet etmişse, Tanrının kendine lütfettiklerinde başarılı ise, vücudunun ateşe verilmesi hakkını tanır. Ateş evinde yapılan özel merasimle, Buğ' un vücudu yakılır, ruhu Tanrıya vücudunun külleri ya da, yarı yanık kemikleri toprak kaplarda saklanır.

Ateş evleri ve toprak kaplar, Ön-Türkler'in varlığını gösteren en büyük belgelerdir. Hint yada antik Grek kökenli olduğu sanılmaktadır. Ateş kültü Ön-Türklere ait olmakla birlikte, asla Ön-Türkler'in ateşe taptıkları anlamını taşımaz. Bu kültü, canın Tanrıya uçurulması için kullanılan bir "araç" olarak geliştirmişlerdir.

Bu araç, ateş kavramı tarafından sistemleşmiş olduğu için "Ateş kültü" adını almış olup, "OZ" damgası ile anılır.

Ateşle ilgili bir diğer kült ise, "Güneş Kültü"dür. Ateş kültü ile ilişkilidir. Ön-Türkler güneşte, Tanrının kudretini, enerji, ışık kudretini görürler, güneşe tapmazlar, yani hayat veren dört ana kürenin güneş enerjisi ile birlikte birbiriyle etkileşimi sonucunda belirli bir nitelik kazanarak hayat bulduğuna kanaat getirmişler ve bu güneş kültünü Çark-ı Felek ( Svastika ) damgasıyla temsil etmişlerdir.

Bu yazıyı oluştururken Yrd. Doç. Dr. Tahsin Parlak'ın TUR' AN YOLUNDA ARAL'IN SIRLARI adlı kitabından yararlandım.


Kazım Mirşan ve Erken Türk Yazıtları


Ön-Türk tarihçisi Kazım Mirşan' ın yaptığı çalışmalar ve ulaştığı bulgular, Turgay Tüfekçioğlu' nun anlatımıyla karşımızda. 

Okullarda gördüğümüz tarihin bölük pörçük ve birbirlerinden ayrı parçalar olarak öğretildiğini düşünmüşümdür. Medeniyetler birbirinden kopuk gibidir. Bir anlam bütünlüğü yok gibidir. Zaten anlam bütünlüğü olsaydı daha çok şey akılda kalırdı. Özellikle Türkler ve diğer medeniyetler "ustaca" birbirinden ayrılmaktadır. Türkler, Medeniyet düşmanı olarak gösterilmektedir. Ne kadar acıdır ki, insanlarımızın çoğuna Türkleri sorduğunuzda basma kalıp ve yanlış cevaplar almaktasınız. Göçebe ve barbar millet. 

Tarih olaylar silsilesidir. Bir olayın sonucu, başka bir olayın nedeni olmaktadır.

Buna ek olarak, teknoloji olarak ilerlemiş, "medeni" ve "uygar" batılıların tarihi medeniyetlerin sırlarını çözemeyişleri de ilginç gelmiştir bana. örneğin, Mısırlılar ve teknolojileri gibi... 

Ancak izleyeceğiniz bu video ile Ön-Türk tarihçimiz sayın Kazım Mirşan'ın delilleri ile ortaya koyduğu gerçekler, avrupalıların okuyamadıkları yazıtlar okumaları, beni çok heyecanlandırdı.

Resmi tarih, temelinden sarsılıyor...


Romalı tarihçi Tacitus ve Günümüz Türkiyesi


Okuyacağınız yazı H.B. PAKSOY' un Türk Tarihi ve uygarlık adlı makalesinden alıntıdır. Tarihçi Tacitus'un bahsettiği o dönemdeki Britanya ile günümüz Türkiyesi arasındaki benzerlikler dikkat çekici. Aynı zaman da oyunun kuralının binlerce sene evvel yazıldığını da gösteriyor.

Romalı tarihçi Tacitus, M. S. Birinci yüzyılda yaşamıştı. Tacitus, görgü şahidi bulunduğu dönemde Roma imparatorluğu egemenliği altında olan Britanyalılara karşı kullanılan Roma imparatorluğu politikasını açıklayıcı şunları yazmıştı:

Britanyalılar, bir zamanlar tek bir kral altında topluca yaşamakta idiler; şimdi ise, kendi aralarında ve rakip reisler altında kendi aralarında vuruşmaktan bölünmüş bulunuyorlar. Hakikaten, bizim ( Romalıların ) işimize en çok yarayan da, kuvvetli ulusların kendi aralarında vuruşmaları ve bize karşı işbirliği yapamamaları oluyordu. Britanya' nın belirli bölümleri Kral Cogidumnus'a yönetmesi için verildi. Bu kral da sadakatle bize hizmete devam etti. Uzun süre önce yerleşmiş Romalı geleneklerince, tabi bir kral eliyle bu kral'a bağlı toplumları da esir ( ve tabi etmek ) etmek yolu sürdürüldü. Dağınık, geniş alanlarda yasayan (ve dolayısı ile Romalılara karşı başkaldırmaya her zaman yatkın) halk'ı hareketsizliğe alıştırmak, sakin bir düzende zevk ve sefahat içinde toplu halde yasamaya yöneltmek amacı ile, Agricola bu toplumları tapınaklar, toplanma yerleri ve binalar yapmaya özel olarak teşvik etti. Resmi olarak da onlara onların bu gibi işleri tamamlamaları için yardımda bulundu. Bu teşviklerine çabuk karşılık verenleri ve yerine getirenleri derhal açıkça övdü, onurlandırdı. Ağırdan alanları sertçe eleştirdi ve kınadı. Bu yoldan,

devlet zoru ve eli ile değil, aralarına rekabet sokarak kişilerin toplumda tanınmaları ( sivrilmeleri ) yolunu açtı.

Ek olarak, ileri gelen Britanyalıların çocuklarının uygar sanatlarda ( civilized arts ) eğitilmelerini sağladı. Bunların doğal yeteneklerini Gaul'lulerinkilerden, ki Gaul'lüler ne kadar iyi eğitilmiş olurlarsa olsunlar, daha ustun tuttu. Sonucunda, Latince öğrenmekten uzak durmuş olanlar hemen çok iyi Latince öğrenmeye ve kullanmaya başladılar. Roma giysileri de bu toplumlar içinde yayıldı. Toplum yavaş yavaş bozulmaya yüz tuttu; toplantı salonlarına, Roma hamamlarına devam ettiler, muhteşem partiler vermeye başladılar. Tecrübesizlikleri yüzünden, Britanya' lılar bütün bu davranışlarını uygarlık saydılar. Aslında bütün bunlar esaret ve bas eğmelerinin gereklerinden başka bir şey değildi.

Britanyalıların Roma politikasını görüşleri ise başka bir açıdandı. Gene Tacitus, dil-avcılarından alındığı anlaşılan ve Romalılara karşı olan Britanyalıların düşüncelerini de kitabına ekler:

Teslim olmakla, omuzlarımıza daha da ağır yükleri gönüllü olarak almaktan başka hiç bir kazancımız olmuyor. Eskiden, her bir boy'umuzun birer baş'ı var idi. Simdi ise iki kral birden ( biri Romalı vali, diğeri, Romalıların tahta çıkardığı yerli kral ) üzerimize oturtuldu. Biri canımızı çıkarıyor, diğeri de malımıza el koyuyor. Bu iki ağamız'ın birbirleri ile çatışması halinde, kulları olan bizler ise çok kötü duruma düşüyoruz. Onların çeteleri veya düzenli askerleri, bize karşı yaptıkları bütün hakaretlere şiddet de karıştırıyorlar. Malımız ve namusumuz onların ihtirası önünde artık emniyette değil.

Savaşta, yiğit olan ganimetten payına düşeni alır. Bugünkü durumumuzda ise, korkaklar ve kaçaklar evlerimizi soyuyor, çocuklarımızı kaçırıyor, erkeklerimizi emirleri altına alıyorlar. Bu serserilere baş eğmekle, sanki biz onlara "yurdumuz uğruna ölmekten başka, bizim için herhangi bir sebeple ölmek kolay" diyoruz. Hâlbuki bizim nüfusumuz çoğunluğuna karşı, işgalciler yalnızca bir avuç adam. Almanlar bu gerçeği görüp, başlarındaki bu zalimleri kovdular. Hem de onları düşmanın ana vatanından koruyan bizimki gibi bir deniz kalkanı değil, yalnızca bir nehir idi. Bizim ise uğrunda savaşmamız gerekli bir yurdumuz, karılarımız ve ana-babalarımız var. Romalıların uğruna savaştıkları ise yalnızca keyifleri ve ihtirasları... Geldikleri gibi geri giderler. Eğer biz de, atalarımızın yaptığı kahramanlığa eş olacak olursak, bunlar da giderler. Tanrılaştırılmış Jul Sezar'ın geldiği yere gittiği gibi.

Savaşta vereceğimiz bir-iki kayıptan korkmamalıyız. Başarımız atağımızı destekleyeceği gibi, acılarımız da dayanma gücümüzü arttıracaktır. Tanrılar şu anda biz Britanyalılara acıyıp, Roma generalini başka bir adada ve uzakta tutmakta. Biz ise, en güç ise başladık. Karşı gelme ve ayaklanma hazırlığındayız. Ve böyle bir durumda yakalanmakta, savaşa atılmaktan daha büyük tehlike vardır.

Makalenin tamamı için lütfen tıklayın.


Atatürk'ün "TÜRK" tanımı


Türk, nedir?, kimdir? diye sorulduğunda herkesin farklı cevapları vardır. Ancak, Türk Tarih Kurumun sitesinde Atatürk'ün "TÜRK" tanımını görünce ne kadar güzel tanımlama yapmış dedim kendi kendime... Aşağıda orjinal metnin bir örneği ve temize çekilmiş hali bulunmaktadır.

 

orjinal metin

"Bu memleket, dünyanın beklemediği, asla ümid etmediği bir müstesna mevcudiyetin yüksek tecellisine, yüksek sahne oldu. Bu sahne 7 bin senelik, en aşağı, bir Türk beşiğidir. Beşik tabiatın rüzgarları ile sallandı; beşiğin içindeki çocuk tabiatın yağmurları ile yıkandı. O çocuk tabiatın şimşeklerinden, yıldırımlarından, kasırgalarından evvela korkar gibi oldu; sonra onlara alıştı; onları tabiatın babası tanıdı, onların oğlu oldu; Bir gün o tabiat çocuğu tabiat oldu; şimşek, yıldırım, güneş oldu; Türk oldu. Türk budur. Yıldırımdır, kasırgadır, dünyayı aydınlatan güneştir. "

GAZİ MUSTAFA KEMAL


Noel Bayramının Kökleri


Muazzez İlmiye Çığ Hanımın, aşağıdaki yazısını okuyunca gerçekten şaşkına döndüm. Bir o kadar da utandım. Tarihimizle ilgili bilmediğim ne kadar çok şey varmış. Bu bulgular, beni, tarihimizi araştırmama teşvik ediyor. Teşekkürler Muazzez İlmiye Çığ...

 

İnanabilir misiniz, yüzyıllardır Hıristiyanların İsa'nın doğuşu olarak kutladığı Noel bayramının, çok eski Türklerin yeniden doğuş bayramı olduğuna? Nereden nereye, inanılacak gibi değil, değil mi? Ben de ne yazık ki, yeni öğrendim. Bu senenin galiba ilk başlarında idi Adnan Atabek imzalı bir e-mail aldım. Çok ilginç gelmişti, Hıristiyanların Noel bayramını tamamıyla Türklerden almış olduğunu gösteriyordu. Fakat üzerinde durmaya vaktim olmadı, hem de Noel zamanına doğru ele almayı düşünmüştüm. Bu arada Türk devletlerinden başka birilerine aynı konuyu bilip bilmediklerini sordum. Bana İran'ın Azerbaycan bölgesinden İsmail Bey'den yanıt geldi, verdiği yanıt birebir aynı olmasa da çok uyduğunu gördüm. Olay şöyle: 

Türklerin, tek Tanrılı dinlere girmesinden önceki inançlarına göre, yerin göbeği sayılan yeryüzünün tam ortasında bir akçam ağacı bulunuyor. Bunun tepesi, gökyüzünde oturan Tanrı Ülgen'in sarayına kadar uzanıyor, buna hayat ağacı diyorlar. Bu ağacı, motif olarak bizim bütün halı, kilim ve işlemelerimizde görebiliriz. Ülgen, insanların koruyucusu, o sakallı ve kaftan giymiş olarak sarayında oturuyor ve geceyi, gündüzü, güneşi yönetiyor. Türklerde güneş çok önemli. İnançlarına göre gecelerin kısalıp gündüzlerin uzamaya başladığı 22 Aralık'ta gece gündüzle savaşıyor. Uzun bir savaştan sonra gün geceyi yenerek zafer kazanıyor. Güneşin yeniden doğuşu, bir yeni doğum olarak algılanıyor Türklerde. Bayramın adı Nargudan, nar=güneş, tugan, dugan=doğan. Doğan güneş. Astronomik olarak o günden itibaren geceler kısalmaya, günler uzamaya başlıyor. İşte bu güneşin zaferini, yeniden doğuşu, Türkler büyük şenliklerle akçam ağacı altında kutluyorlar. Güneşi geri verdi diye Ülgen' e dualar ediyorlar. Duaları Tanrıya gitsin diye ağacın altına hediyeler koyuyorlar, dallarına bantlar bağlayarak o yıl için dilekler diliyorlar Tanrıdan. İnanca göre bu dilekler muhakkak yerine geliyormuş. Bu bayram için, evler temizleniyor. Güzel giysiler giyiliyor. Ağacın etrafında şarkılar söyleyip oyunlar oynuyorlar. Yaşlılar, büyük babalar, nineler ziyaret ediliyor, aileler bir araya gelerek birlikte yiyip içiyorlar. Yedikleri; yaş ve kuru meyveler, özel yemek ve şekerleme. Bayram, aile ve dostlar bir araya gelerek kutlanırsa ömür çoğalır, uğur gelirmiş. Yazılana göre akçam ağacı yalnız Orta Asya'da yetişiyormuş. Filistin'de bu ağacı bilmezlermiş. O yüzden bu olayın Türklerden Hıristiyanlara geçtiği ve bunu da Hunların Avrupa'ya gelişlerinden sonra onlardan görerek aldıkları söyleniyor. İsa'nın doğumu ile hiç ilgisi yok. Doğum, güneşin yeniden doğuşu. 

Meydan Larousse'da, İsa evrenin nuru olarak algılanıyor ve bu olayın Pagan halklardan alınıp İsa'ya yakıştırıldığı yazılıyor. İnternette yazılanlara göre, İmparator Konstantin (324-337) zamanında İznik'te toplanan konsülde, 22 Aralık'ta güneşin doğumu için yapılan bu Pagan Bayramı'nı İsa'nın doğumu olarak 24 Aralık'a alınıyor ve Noel Bayramı deniliyor. Batı kilisesi ise, yani Katolikler 25 Aralık'ta kutluyorlarmış bunu. Çam süsleme ise ilk 1605'te Almanya'da görülüyor, oradan Fransa'ya geçiyor. Ne kadar ilginç değil mi? Batı, en büyük bayramını göçebe, ilkel olarak tanımladığı Türklerden yürütmüş. Yeni yapılmakta olan çalışmalarla Batı'ya Türklerden kim bilir daha nelerin geçtiği ortaya çıkacak? Belki de yazının ve dillerin anası Türkler olduğu kanıtlanacak.

Muazzez İlmiye Çığ 18.12.2007

 

0 yorum

Tarihte ve Günümüzde Türk Kültürü

Avrupalıların, Biz Türkleri, sürekli vahşi, barbar konar göçer bir millet olarak göstermeye çalışmaları hep içimi sızlatmıştır. Oysa tanıdığım Anadolu insanının saflığı, temizliği, doğa ve insanla barışıklığı, avrupalıların bu tezlerini kabul etmemi önlüyor. Bir yerlerde terslik var.

Napolyon'un bir sözü var:"Tarih, üzerinde anlaşmaya varılmış olaylar silsilesidir." diye. Ne demek "anlaşmaya varılmış olaylar silsilesi". Yani saptırılmış, çarpıtılmış olaylar. Günümüzde de sözde ermeni soykırımı ve diğerleri bize dayatılmaya çalışılmıyor mu?

A.Ü. Güzel Sanatlar Fakültesi Dekan Yardımcısı Yrd. Doç. Dr. Tahsin Parlak'ın yazısı biz Türklerin, avrupalıların dayattığı şekilde bir millet olmadığımız düşüncemi destekliyor. Kendisine teşekkürlerimi sunarım.

 

Atatürk Üniversitesi (AÜ) Güzel Sanatlar Fakültesi Dekan Yardımcısı Yrd. Doç. Dr. Tahsin Parlak, Hristiyan inancının simgesi haç ile Nazilerin de kullandığı gamalı haçın Türk kültürünün birer ürünü olduğunu arkeolojik ve etnografik bulgularla ortaya koydu. 

Türk Dünyası Yazarlar ve Sanatçılar Vakfı (TÜRKSAV) tarafından 2007 yılı Türk Dünyası Hizmet dölüne layık görülen Parlak'ın, AÜ'nün 50. yılı 

nedeniyle yayınlanan ve 5.5 yıllık bir çalışma sonucu hazırladığı "Tur- An Yolunda Aral'ın Sırları" adlı eserinde Türk kültür tarihi hakkında önemli bulgulara yer veriliyor. 

Parlak, yaptığı açıklamada, tarihi İpek Yolu'nun bilinenden yüzyıllarca önce Tur-An Yolu olarak kullanıldığını belirterek, "Kıpçak Türkçesine göre hayvanların turlatıldığı yol anlamına gelen Tur-An Yolu ipeğin bulunmasıyla İpek Yolu'na daha sonra Baharat Yolu'na dönüşmüştür. Günümüzde ise bu yol Enerji Yolu olarak adlandırılıyor" dedi. 

Kıpçak Türklerinin, tarih boyunca hakim oldukları Tur-An Yolu'nda hayvanlarını pazarladıklarını anlatan Parlak, Türkistan'ın Bayındır bölgesinden başlayan yolun İzmir'in Bayındır ilçesine kadar uzandığını buradan da deniz yoluyla İtalya'ya ulaştığını ifade ederek şunları söyledi: 

"Üniversitemizin TİKA ile ortaklaşa yürüttüğü ve 1999 yılında başlattığı Aral Bölgesi El Halıcılığını Geliştirme Projesi kapsamında gittiğim Kazakistan'da Aral bölgesindeki halı ve kilim motiflerini araştırırken, bu motiflerin her birinin damga olduğunu fark ettim. Bu damgaların binlerce yıl öncesinden kayalara işlendiğini de görünce araştırmamı derinleştirdim. Bu araştırmalarım sonucu insanların son buzul döneminden sonra tekrar yeniden hayata başladığını ve evcilleştirdikleri hayvanları ile büyük tufanla dünyaya dağılan nesillerini ararken Tur-An Yolu'nu kurduklarını saptadım." 

Araştırmalarında halı ve kilimlerde kullanılan Dış Oğuzların Ok damgası ile İç Oğuzların Oğ damgasını kullanıldığını ayrıca ikisinin karışımından olan Oğuz damgasının kullanıldığını tespit ettiğini kaydeden Parlak, şöyle devam etti: 

"İç Oğuzların damgasını çadır evlerin kubbelerinde kullanılan motif olduğunu, Dış Oğuzlar'ın ise dünyanın 4 bir yanını turlanıp gittikleri için ok şekli damga kullandıklarını belirledim. Dış Oğuzlar'ın ayrıca Kıpçaklar olduğunu da belirledim. Kıpçaklar'ın tarih boyunca İpek Yolu'na hakim olduklarını ve gittikleri yerlere bu motifleri götürdüklerini kültürel ve etnografik bulgularla tespit ettim. Bu motiflerden özellikle Oğ damgası yani çarkı felek olarak adlandırılan damganın, Avrupa'da binlerce yıl sonra gamalı haç olarak karşımıza çıktığını görüyoruz. Dış Oğuz'un yani 3. asırda Hristiyan olan Kıpçakların kullandıkları damganın daha sonra Hristiyanların simgesi olan Haç olarak kullanılmaya başladığını etnografik ve arkeolojik bulgularla ortaya koyduk." 

BEREKET TANRIÇASI 

Avrupa'da bereket tanrıçası olarak kabul edilen pars ve kartal karışım hayvan figürünün yüzlerce yıl öncesinde Oğuzların kullandığı Simurg Kuşu olduğunu da iddia eden Parlak, bu kuş figürünün Hunlar'da da kullanıldığına dikkat çekerek, "İpek Yolu'nun her bölgesinde bu figür kullanılmıştır" dedi. 

Roma İmparatorluğu'nu kuran tarihteki Tur ve Sakaların birleşimiyle ortaya çıkan Tursaklar veya Ertüskler olarak adlandırılan Türkler olduğunu da ileri süren Parlak, "Simurg kuşu Roma'nın kuruluşuyla birlikte Avrupa'da da görülmeye başlanmıştır. Bu motifi de Avrupa'ya taşıyan Türklerdir" dedi. 

Orta Asya'da Turan Denizi ismiyle Tiran Denizi isminin benzerliklerine dikkat çeken Parlak, "Tur-An yani İpek Yolu üzerindeki tespit ettiğimiz etnografik malzemeleri yan yana koyduğumuzda bu yolun sırlarını yazdığım kitapta ortaya koymaya çalıştım" dedi. 

MENZİL KİLİSELERİ 

Orta Asya'dan başlayan Avrupa'ya uzanan hatta Amerika yerlilerine götüren yolun sırlarını kitabında ortaya koymaya çalıştığını ifade eden Parlak, Aral Gölü'nün kuruyan bölümlerinde ortaya çıkan Kelderi kümbetleri ve arkeolojik kalıntıların benzerlerinin Anadolu'da bulunmasının bir tesadüf olmadığını kaydederek, "Yaptığımız çalışmada Doğu ve Güney Doğu Anadolu'da bulanan kilislerin de Kıpçak Türklerinin menzil kiliseleri olduğunu ortaya çıkardık. Kıpçaklar 1570'li yıllarda mektupla Müslüman olduktan sonra menzil kiliseleri yerini menzil külliyelerine bırakıyor"dedi. 

"BU BULGULAR BAZI ÇEVRELERİ RAHATSIZ EDECEKTİR" 

Orta Asya'daki kaya resimleri Alpler'deki kaya resimlerin benzerliğinin nedeni Tur-An Yolu olduğuna işaret eden Parlak, özlerini şöyle sürdürdü: 

"Oğuzların damgası Azerbaycan'da ortaya çıkarılan Tunç devrinden kalma kap kaçaklarda, Erzurum'un Oltu ilçesindeki koç heykellerinde de ortaya çıkıyor. Oğuzların Ok damgası Ahmet Yesevi Türbesi'nde, binlerce yıldır dokunan halı ve kilim motiflerinde görülürken Avrupa'da ise haç olarak karşımıza çıkıyor. Simurg Kuşu Erzurum'daki Hahulu Kilisesi'nde İshak Paşa Sarayı'nda görülürken Avrupa'da bereket tanrıçası olarak yine karşımıza çıkıyor. Bunlar tesadüf değildir. Bu bulgular bazı çevreleri rahatsız edecektir, ama gerçekler bilimsel olarak ortadadır. Hatta bu konuları üniversitemiz öğretim elemanlarından Doç. Dr. Cengiz Alyılmaz'ın çalışmalarında da teferruatlı olarak görmemiz mümkündür." 

"BATI HEP ÇOBAN MİLLET OLARAK TANITTI" 

Batı toplumlarının Türkleri çoban bir millet olarak tanıttığını, ancak bunun gerçekle ilgisi olmadığını kaydeden Parlak, Osmanlı'daki 3 hilalli bayrağın Türklerin 3 kültürün mensubu olduğunu gösterdiğini kaydederek, sözlerini şöyle sürdürdü: 

"Türkler 3 kültürün mensubudur. Birincisi (Ak Kır) yani göçebe ve yarı göçebe hayatı, ikincisi (Ak Yol) ise Turan Yolu'nu, sonuncusu (Ak Kurgan) ise şehir hayatını içine alıyor. Türkler ve Orta Asya kültür ve medeniyetinin beşiğidir. Batı maalesef bu 3 kültürden sadece göçebe olanı ön plana çıkarıyor. Oysa biz gemici bir milletiz. Selçuklu Devleti'nin kurucusu Selçuk Bey bir salcı çocuğuydu. Turlar çok iyi salcıydı. Osmanlı'yı kuran Kayı boyunun salcılık özelliği biliniyor. Bunların ışığında Piri Reis'in dünya haritasını nasıl çizdiğini anlayabiliriz. Orta Asya'daki kaya resimler derinlemesine araştırılıp incelenirse Türk milletinin binlerce yıl önce Bering Boğazı'nı nasıl aştığını daha rahat görebiliriz. Bu konuda yapılan çalışmaları artırmalıyız. Türk kültürü, Avrupa'yı hatta tüm dünyayı etkilemiştir." Parlak, yazdığı kitabın Azeri Türkçesine de çevrilerek yayımlandığını kaydetti.

Sembollerin Yasaklanması Üzerine






[Türban Üzerine yüzeysel tartışmalar süredursun, Efe Baştürk meselenin felsefesini sorguluyor]

Sembol kelimesi, insanlık tarihi kadar eski bir kelimedir, bunun nedeni, ilk insanlardan itibaren, her tür ifade ve üretim aracı, sembolleştirilmiş, böylece içinde bulunduğu devirden geleceğe taşınmıştır. Aslında, insanlığın her faaliyeti, maddesel veyahut düşünsel, isimlendirilmiş, böylece söz konusu faaliyetler birer kavram ve pratiklikleri bakımından da somut hale getirilmiştir. Keza, herhangi bir faaliyetin somutlandırılmasının ardından, insanoğlu, her şeyi sabit olan bu faaliyetin başlangıç kısmı ile ilgilenme zorunluluğunu hissetmemiş, sabit olan –bu- yapılar üzerine eklemeler yaparak, onu, daha da ilerletmiştir. Esasında, medeniyetin dünya üzerindeki serüveni, faaliyetlerin isimlendirilmesi ve bu sayede her çağda insanoğlunun zengin faaliyetlere kavuşması ile sürüp gitmektedir. Hatta, o kadar ki, iktisadi faaliyetlerin bile, bu tarz bir evrimleşme ile pratiklikteki uygunlukları ve zenginliklerinin artmış olduğunu görmekteyiz. Tabii ki, her faaliyetin, ne olduğuna dair, ilk bakışta bize bilgi sağlayan temel unsur, ona yüklediğimiz algı ve ona ithaf ettiğimiz değerlendirmeler skalasıdır. Bir şeyin varlığı için, bize gerekli olan şey, o şeye varlık kazandıran, geçmişte bizimle benzer durumda bulunmuş olanların, o şeye ait duygu ve düşünceleridir.http://home.arcor.de/dawidi/misc/fourforces2.png

Günlük hayatımızda da bu böyledir, o güne kadar varlığını bile bilmediğimiz bir şey konusunda yaptığımız ilk şey, ve belki de yegane şey, bizden önce, o şeye ilişkin bir düşünce içerisine girmiş olan insanları aramak olmaktadır. Çünkü, bu sayede, bilmediklerimiz konusunda bilgi sahibi olabilir, bizden sonrakilere aktarabiliriz. Bilgi sahibi olma konusunda istekliliğimizin iki boyutu vardır; birincisi, bizim buna, yani “şey”in bilgisine sahip olmamamız; ikincisi ise, “şey” konusunda bizden öncekilerin somut deneyimleri olması, ve, bizim bu deneyimlere ulaşabilecek ilgi ve kapasitede olmamızdır. “Şey”lerden haberdar olmamızın temel sebebi, bizimle alakalı olmaları ve bizim işimize yaramalarıdır. İşimize yarayan her şeye mutlaka bir isim, isimden de öte, bir mana yüklemek, yine insanoğlunun tabii bir özelliği olmakla birlikte, klasik liberalizmdeki, “insanın mülkiyet elde etme uğraşı içinde olan bir yaratık olduğuna dair” düşünce ile de sabit ve bir alışkanlık olmuştur. Sevdiğimiz her şeyin bir değeri olduğu gibi, sevmediklerimizin de mutlaka onları bize hatırlatacak, değeri olacaktır.

Bu, gerçeklik konusunda, insanın tabiata karşı verdiği amansız mücadelenin bir ürünüdür. İnsanoğlunu hayvanlardan ayıran temel özellik de işte budur, zira, hayvanlar, doğanın mevcudiyeti karşısında nesne konumundadırlar. Bunun anlamı şudur; doğayı tekil, tek bir yapı, değer, gerçek olarak alırlar. Tabiat, onların dışındadır, ve onlar, tabiata boyun eğdikleri için, sadece içlerindeki doğaları olan vahşi içgüdüleriyle yaşayabilmektedirler. Doğa, hayvanlara, açlık ve korku hislerini giderme dışında herhangi bir faaliyet alanı için fırsat vermemektedir. İnsanlarda ise, bunun tam tersi görülecek şekilde, tabiatın parçalara ayrılması ve her parçanın, ayrı sosyal örgütlenmelerin ve ayrı sosyal işbölümünün parçaları olmaları gözlemlenmektedir. İnsan, tabiatı parçalar, böler, tek başına sahip olabileceği en küçük parçaya kadar bu ayırma işlemine devam eder. Her ayırma işlemi, beraberinde, bu parçalanmayı gelecekte de sabitleştirecek, ve onu, adeta bir kanun hükmüne getirerek gelecekteki insanların da kabulüne ve idrakine sunacak bir şekilde, onu, sembolleştirir. İnsanoğlunun yarattığı her sembol, tabiatın parçalılığını göstermesinden başka bir şey değildir. İnsanoğlunun, semboller ve simgeler yaratmasının temelinde yatan, ve bizim gerekçe olarak adlandırabileceğimiz bu husus, çok açık bir şekilde, insanoğlunun tabiat karşısında ve daha da mühimi, sabit olarak kabul edilen her tür değer, yaklaşım, tavır ve irade karşısında, onu yeniden yorumlaması ile ortaya çıkan egemenliğinin adlandırılmasından başka bir şey değildir. Zira, her sembol, onu yaratanın, ona atfettiği anlama göre tatbik edilir. Biçim, isim, şekil, mana, vs.. sembolleştirilen her şey, onun manasal olarak kuralını da belirler. Bu manasal kural, her malın, veya parçanın, onu ortaya çıkaranın atfettiği gibi idrak edilmesi gerektiği değil, fakat, bu parçanın, tabiatın müdahalesinden uzak inşa edildiği ve insanın sonsuz özgürlüğü ile ortaya çıkarıldığına dair, mülkiyet felsefesidir. Bu nedenle, her sembol, onu yaratanın olduğu kadar, aynı zamanda, onu, tabiatın dışında kalan bir unsur olarak gören ve ortaya çıkışını, insanın özgür iradesine bağlı tutan, insan iradesini, tabiattan üstün gören, uygar insanındır da. Sembollerin ve simgelerin, insanın algısal özgürlüğünden uzak tutulması ise, insan iradesi ve yaratıcılığının, tabiat karşısında edilgen bir hale sokulmasından başka bir şey değildir. Bir şeyin var veya yok olması, kişi için, gerçeklik ifade etmez. Halbuki, gerçeklik, ancak, algısal düzeydedir, ve eğer kişi, bize göre, gerçekte var olan bir şeyi algılamayı reddederse, o, asla var değildir, ve söz konusu kişiyi, aksi yönde ikna etmek, insan tabiatının basiretsizce inkarı olacaktır. İnsanın, gerçek olarak kabul ettiği şey, benimseyelim ya da benimsemeyelim, algısal olarak varlığını kabul ettiği şeydir. Bununla da kalmaz, algılar, sadece, rasyonel olarak beş duyu organı ile de sınırlı kalmaz ve gerçekliğin varlığı için hisler, öngörüler de devreye girer. İskoç Aydınlanması’nın, pozitivizme yönelik eleştirisi, zamanında gereğince idrak edilseydi, Hume, Smith ve Ferguson, bir Descarte ya da Newton kadar değer görseydi, bugün, insanın gerçek özgürlüğü olan, bireyin algısal boyutta özgürlüğü konusu, yeterince tatbik edilebilirdi belki. Ancak, mücadele elbette bitmeyecektir, büyük Alman filozofu, Wilhelm von Humboldt, kendi zamanında, o muhteşem “Devlet faaliyetinin sınırları” adlı eserini kaleme alırken, “…iktidarın, insanın algısal olarak varlığını kabul veya reddedeceği her alandan uzak tutulması gerekliliği…”  konusunu işlemişti, ancak, bu algısal düşünce, bugün maalesef, yalnızca çok kıt bir alanı doldurmaktadır.

Gerçeklik, Humboldt’un takip ettiği üzere, bugün yalnızca yüzde biri düzeyindedir. İnsanın, gerçeği kabulünde öne çıkarttığı temel unsur, fayda ilkesidir, ki bu insanın, doğa karşısında konumlandığı pozisyonun doğal bir sonucundan başka bir şey değildir. Fayda, doğanın, insanın hizmetine sunabileceği olanakları ifade eder. Faydası olmayan bir şeyin, insan tarafından araştırılması veya bilinmesi, söz konusu kişi için çok da önemli veya zaruri değildir, olmamalıdır da. Günlük hayatta da bu böyledir, yiyeceğimiz yemekleri tercih etmek isteriz, çünkü, tercih yaptığımız zaman, tercih etmeyip de başkalarının yiyeceğimiz yemeği, kendi istek ve ilgilerine göre önümüze koyduğu zamankinden daha fazla mutlu oluruz. Bu, diğer insanlara karşı duyulan basit bir güvensizlik değildir, ancak, bu, insanın, kendi beğeni ve ilgi düzeyini, sadece kendisinin layıkınca bilebileceği gerçeğidir. Bu nedenle de, hayatta kullandığımız her şey, her bilgi, ancak biz kabul ettiğimiz derecede vardır, ve yaptığımız öncelik sıralaması gereğince önem arz etmektedir. Sahip olduğumuz düşünceler, amaçlar ve hislerin hepsi de, bize faydası olduğu için vardır, ki başkalarına göre olmayabilirler veya etik açıdan uygunsuz olarak nitelendirilebilirler, oysa biz, çok iyi biliriz ki, insanlar bu konuda bizi ne kadar rencide ederse etsin, biz, sahip olduğumuz tüm değerler peşinde koşmaya devam ederiz. Çünkü, sahip olduğumuz değerleri, hayatımızın ilgili alanlarında simgeleştirmişizdir, ve onlara simge unsurunu veren şey, bizim onlara atfettiğimiz önemdir, ayrıca, onların, bizim tarafımızdan ifade edilmelerinin reddedilmeleri, şüphesiz ki, iradelerimizin de reddedilmeleri anlamına gelecektir, böyle bir durumda da, insanın göstereceği rasyonel tavır, benimsediği değerlerin mücadelesini sürdürmek olacaktır. Çünkü o bilir ki, hayatının ilgili alanlarında simgeleştirdiği bütün değerler, onun iradesi ile açığa çıktığı için, onun sayesinde vardır, dolayısıyla, ona yapılan her müdahale, o insan için, kendisine, kendi şahsına yapılmış sayılır. Bundan daha doğal ne olabilir ki, üstelik bu düşünceyi açıklayabilecek niteliğe sahip, günlük dilde ve hayatın her alanında kullandığımız çok basit bir ifade vardır; o da sahipliktir. Sahiplik, mülkiyetin doğasındaki yapıtaşıdır, o halde, kendilerine değer atfettiğimiz ve hayat tarzı olarak kabul ettiğimiz her türlü düşünce ve hislerin, sadece ahlaki davranış çerçevemiz değil, ayrıca, bizim mülkiyetimiz olduğu sonucuna da ulaşmış olmaktayız. Bu, akabinde, mülkiyetlerimize varlık kazandıran unsurun ne olduğu sorusunu akıllara getirecektir, ki, onlara varlık kazandıran da bizim kabulümüzdür. Toplumda yer alan tüm bireylerin hepsinin de reddettiği bir şey, bugün toplumda mevcut değildir, ancak, bir tanesinin bile, üzerinden fayda sağladığı veya varlığının ona mutluluk verdiği herhangi bir şey de, bugün mevcudiyetini korumaktadır. Bunun esas sebebi, kişinin, sahip olduğu herhangi bir şeye önem atfetmesi, onu hayat tarzının içine alması ve onu anlamlandırmasıdır. Bu aşamada, düşünce ya da başka herhangi bir şey, o birey için bir semboldür. Çünkü o, bireyin, toplumda ifadesini sağlayan en temel değer halini almıştır. Domuzunuz yoksa, domuz yetiştirenler birliğindeki insanların sizi tanımamaları normaldir. Ve siz, bu toplulukta tanınmak istiyorsanız, yapmanız gereken şey, hemen bir domuz sahibi olmaktır. Sahip olduğunuz domuz, tanınmak istediğiniz yerde sizin statünüzü yükselten bir unsur halini almışken, dini bir cemaatte ise statünüzü bırakın küçültmeyi, direk iptal eden bir unsur haline gelebilir. Bu örnekte, esas vurgulanmak istenen nokta şudur; toplumda, parçalı ve birbirinden tamamen farklı yapıların kurulması gerektiği… Bu, örnekten de anlaşılacağı üzere, kişinin, yekpare biçimde bir toplumda herhangi bir statü sahibi olamayacağı, yer almak istediği konuma göre, - gerekli- varlık sahibi olması gerektiğidir. Dini cemaatin neden oluştuğu bellidir, kural koyabilir, kurallarına uymayanı cezalandırabilir, istediği kişiyi içine almayabilir. Çünkü, bu cemaatin kuralları bellidir, kurallarına varlık veren şey ise, kuralları ile uyumlaştırdığı amaçlarıdır (amaçlarının onun simgesi olduğunu belirtmeye gerek yoktur herhalde). Domuz yetiştirenler birliğinin de kuralları vardır, ve yine burada da, kurallara vücut veren amaçları vardır. Domuz, dini cemaatte kişinin reddedilmesinin sebebiyken, domuz yetiştirenler birliği için gerekli olan yegane şeydir. Domuz, o halde, iki türden, birbirinden farklı manaya sahip olmaktadır: Birine göre kötü, birine göre gerekli. Domuz, dini cemaate göre kötüdür, çünkü savunduğu amaçlara göre kötülük taşımaktadır. Ötekine göre de, domuz, gereklidir, çünkü varlığı, onun için, faydalıdır.

Burada, toplumun geri kalanının yapması gereken şey, sembolleştirilen şey konusunda, yekpare hüküm vermek olmamalıdır, aksi takdirde, domuzun ya kötü olduğu ya da sonsuz derecede önemli olduğu anlamına ulaşılacaktır. Bu, iki bakımdan sakıncalıdır: ilk olarak, eğer cemaatin istediği gibi kabul edilirse, o zaman, domuzu faydalı ve gerekli görenlerin varlıkları da inkara girecektir. Domuzun faydalı bir şey olduğuna dair inanç, ancak, domuzu faydalı gören birileri varsa mümkündür. Bu nedenle, domuzu yasaklamak, ondan fayda sağlayanları da ihmal etmek anlamına gelecektir. Bu, hiçbir etik temelde tartışılmaması gereken bir konudur. Kısaca, bu, ironi andıracak bir şekilde, şunun varlığını bize gösterir, tıpkı yukarıda bahsetmiş olduğum gibi,: değerleriniz uğruna ya da başka herhangi bir gerekçe ile kabul etmediğiniz bir şey, toplumda mevcutsa, bu, onu, mutlaka kendi değerleri uğruna kabul eden başkalarının olduğunu bize kanıtlamaktadır. Reddettiğimiz ya da kabul ettiğimiz, her ne varsa, ortaya çıkışları, insan iradesine bağlıdır, ve onların inkarı ya da yasaklanması, onları ortaya çıkaran iradelerin de yasaklanması ve inkar edilmesine sebep olacaktır. İkinci olarak da; domuzun yasaklanması, insanların, domuza yönelik bakış açısına ve algılamalarına yönelik bir kuralı da beraberinde getirecektir. Bu, herkesin, her domuza, herkes gibi aynı şekilde bakması gerektiğine dair, medeniyetle uzaktan yakında ilgisi olmayan derin bir safsatayı yaratacaktır. Algısal özgürlük, Humboldt’u anlamamız için bunun gerekli olduğunu düşünüyorum, her tür gerçeğin, toplumda var olabilmesine imkan kazandıran, bununla da kalmayıp, tüm bu rölatif gerçeklikleri, her tür baskı ve kural düzenlerinden koruyan felsefi bir değerdir. Bu, her tür farklılığın, ve tabii her tür farklılığı ortaya çıkartan iradenin, toplumda yaşamasına imkan kazandıran bir gelişmedir.

Sembolleştirme, veyahut, simgeleştirme özgürlüğü, ifade özgürlüğünden farklı düşünülemez, zira, sembole konu olan şeyin açığa çıkartılması, ilk olarak bir ifadenin ortaya çıkartılmasıyla mümkündür. Demek ki, her türlü simge veya sembolün arkasında, ona vücut veren bir ifadeyi aramak lazımdır. Sembolün yasaklanması, onu oluşturan ifadenin ve o ifadeyi yaratan iradeye sahip insanın da yasaklanması anlamına gelir ki, insan hayatının ilk özgürlük olduğunu ve medeniyetin üç özgürlük anlayışı – hayat, hürriyet, mülkiyet - üzerine kurulu olduğunu düşünen bizler için bu, cinayetten başka bir şey değildir.


Cabalistic Talismans

draco


cabalistic symbols


http://farm2.static.flickr.com/1139/832087241_f9b99a427b.jpg?v=0


3 esoteric symbols from Agrippa


triangle with hebrew script


astrology/magic symbol


Magick Talisman - man in square and eye in border


Kabbala talisman


Cabbala talisman


magickal symbol


astrological talisman


palm with planet symbols


text and symbols of Kabbala


Magick symbols and text


[These cropped details are linked to go through to the large format images of the original complete pages (there are even larger versions available)]

"One of the more unusual and exotic treasures of The University of Newcastle is a French magical manuscript entitled 'Talismans Cabalistiques Magiques, grands secretes des Planettes'. The manuscript from an unknown scribe bears the date 1704 in the reign of the Sun King Louis XIV, le Grand Monarque and le Roi Soleil (1638-1715).

The book is a compendium of information relating to the manufacture of celestial talismans [...][and] consists of an eclectic re-arrangement of chapters from Henry Cornelius Agrippa’s 'De Occulta Philosophia' (Three Books of Occult Philosophy) originally published in full in 1533."

'Talismans Cabalistiques Magiques' was uploaded in two sets by the staff of Auchmuty Library (Newcastle University, Australia): The first is the complete 456 page manuscriptin 260 images. The second (where most of the above images were obtained) contains the artistic details in closeup.

The Archivist at the University of Newcastle, Gionni Di Gravio, gave a radio talk about the manuscript in July 2007 and a summary (and much more information) is available from the University of Newcastle Cultural Collections weblog. The talk can be dowloaded from the ABC website. [via]




Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar