Print Friendly and PDF

Séraphitusdan Damlalar

 

– Ben ağladığım zaman neden sen de ağlamıyorsun?
 diye sordu Minna, hıçkırıklarla ara sıra kesilen bir sesle.
– Saf ruhtan ibaret olanlar ağlamaz, dedi Séraphitus, ayağa kalkarak. Nasıl ağlayabilirim ki?
 Ben artık insanların sefaletini görmüyorum. Burada iyilik bütün güzelliğiyle güneş gibi parlıyor; aşağıda, telleri tutsak ruhun parmakları altında titreyen ıstıraplar arpının korku dolu yakarışlarını duyuyorum. Buradaysa ahenkli arpların konserini dinliyorum. Aşağıda umut var, inancın bu güzel başlangıcı; ama burada inancın kendisi hüküm sürüyor, yani gerçekleşmiş umut!
– Sizi sevdiğim gibi sevin beni. Ama ikinizi bir varlık olarak görüyorum. Birleşeceğinize söz verin; Tanrı birbirinize eş olmanız için yaratmış sizi.
ne zaman size soru sormaya kalktıysam, dudaklarıma yakıcı bir mühür vuruldu, ve ben bu esrarengiz yasağın gönülsüz gözeticisi oldum.
“Tanrı tarafından gönderildim; seni, insanlara sözünün ve yaratılarının anlamım açıklamak için seçti. Yazman gereken şeyleri sana dikte ettireceğim.”
«Kaldı ki Swedenborg bu konuda İsa Mesih’in şu yüce sözlerini tekrarladı: “Size dünyevi şeyler söylediğim hâlde beni anlamıyorsunuz; göklerin dilini kullansaydım nasıl anlardınız?
 (Yuhanna, 3, 12)
“Musa'nın Tanrı’yla konuştuğu dağ, biri gelip dokunup da ölmesin diye, korunmaktaydı.” Yine aynı yerde (Huruç, XXXIV, 29–35): “Musa ikinci levhaları getirdiğinde yüzü o kadar parlıyordu ki, halkına hitap ederken ölüme sebep olmamak için yüzünü örtmek zorunda kaldı.”
İçimizde, sonucunun eylemlerimizden biri olduğu meydana çıkan ve insanlığa bir tür arka yüz oluşturan uzun mücadeleler vardır. Bu arka yüz Tanrı’nındır, ön yüz ise insanların.
Bizim suçlarımız, sebepleri bizce meçhul ilahi sonuçlardan ibaret, göreli şeyler! Her şey Tanrı! Ya da Tanrı biziz. Ya da Tanrı yok!
«Swedenborg’un da dediği gibi, dünya bir insandır!
«Böylece Avrupa'yı fethedecektim; bu kıta, dünyayı yakıp yakarak toplumları yeniden kuracak böyle bir yeni Mesih beklediği bir döneme girmiş bulunuyor. Avrupa artık ancak kendisini ayakları altında çiğneyene inanacaktır. Bir gün şairler, tarihçiler benim hayatıma övgüler düzecek, beni yüceltecek, bana türlü türlü fikirler, niyetler atfedecekler; oysa bu kanla yazılmış devasa şaka benim için basit bir intikamdan başka bir şey olmayacaktı. Fakat, sevgili Séraphita, gözlemlerim beni kuzeyden tiksindirdi, orada kuvvet fazla kör... Ben Hint ülkelerine susadım! Bencil, ödlek ve bezirgân bir hükümetle çatışmak bana daha cazip geliyor. Hem sonra Kaf dağının eteklerinde oturan kavimlerin hayal gücünü harekete geçirmek, içinde bulunduğumuz buz tutmuş ülkelerin insanlarını ikna etmekten daha kolaydır. Dolayısıyla, içimden bir ses Rusya steplerini geçerek Asya’nın ucuna varmamı ve bu kıtayı Ganj Nehri’ne kadar peşim sıra getirdiğim taşkın insan seliyle boğmamı söylüyor; böylece oralardaki İngiliz iktidarını devireceğim. Daha önce yedi adam, çeşitli devirlerde, bu planı gerçekleştirdi.
«Hz. Muhammed tarafından Avrupa’nın üzerine salınan Sarazenlerin yaptığı gibi, bu sanatı yenileyeceğim! Bugün bir gümrük vergisi konusunda bile kendi uyruklarıyla didişerek Roma İmparatorluğumun eski eyaletlerini yönetenler gibi basit, çıkarcı bir kral olmayacağım. Yoo, hayır! Ne bakışımın yıldırımlarını ne sözlerimin fırtınalarını hiçbir şey durduramayacak! Ayaklarım Cengiz Han’ınkiler gibi yerkürenin üçte birini çiğneyecek, elim Alemgir Şah gibi Asya’yı avucuna alacak.
– İki varlığı aynı anda sevebilir miyiz?
 Bir sevgili bütün kalbi doldurmazsa sevgili olabilir mi?
 Birinci, sonuncu, biricik olması gerekmez mi?
 Saf sevgiden ibaret yaratık sevdiği için dünyayı terk etmez mi?
– Tanrı’yı! dedi Séraphita ve sesi ruhlarda dağdan dağa yakılan bir özgürlük ateşi gibi parladı. Bize asla ihanet etmeyen Tanrı’yı! Bizi terk etmeyen ve arzularımızı anında tatmin eden, yaratıklarının susuzluğunu sonsuz ve katışıksız bir sevinçle giderebilen biricik varlık olan Tanrı’yı! Hiç bıkmayan ve dudaklarından gülümseme eksik olmayan Tanrı’yı! Hep yeni kalan, ruha hazinelerini boca eden, arıtan, hiç acı vermeyen, bütünüyle ahenk ve alev olan Tanrı’yı! İçimize girip orada çiçeklenen, tüm dileklerimizi yerine getiren, ona ait olduğumuz zaman bizimle hesap kitap yapmayıp kendini bütünüyle veren, bizi yerden kaldırıp kendinde yücelten, çoğaltan Tanrı’yı! Fazla söze ne hacet, Tanrı’yı işte! Minna, seni seviyorum, çünkü ona ait olabilirsin. Seni seviyorum, çünkü, ona gelirsen benim olacaksın.
«Bir insan tarlada ilk çiziğini doğru attı mı, diğerlerinin doğruluğu için bu yeterlidir: Tek bir derinleştirilmiş düşünce, işitilen tek bir ses, derinden duyulan tek bir ıstırap, sözün sizde uyandırdığı tek bir yankı, ruhunuzu ebediyen değiştirir. Her yol Tanrı’ya çıkar; dolayısıyla, insanın burnunun dikine gittiği zamanlarda bile onu bulma şansı yüksektir.
«Evren, kim isterse, kim bilirse, kim dua ederse ona aittir; fakat istemek, bilmek ve yapabilmek, kısaca kuvvet, bilgelik ve inanca sahip olmak gerektir.
Peygamberin sözüyle söylediğinden daha çok şeyi sessizliğiyle söyler, salt mevcudiyetiyle zaferi kazanır.
Her şeyin ruhu!
Ey Tanrım!
Kendin için sevdiğim sen!
Hâkim ve baba sen, ancak senin sonsuz iyiliğinle ölçülebilecek bir sevgi ateşinin derinliğini gör! Sana daha iyi ait olabilmem için bana kendi özünü ve yetilerini ver! Al beni ki, artık kendim olmayayım! Yeterince saf değilsem beni tekrar kazana daldır! Tırpan şeklinde yontulmuşsam beni bir besleyici saban demiri ya da muzaffer kılıç yap! Bana parlak bir şehadet nasip eyle ki orada senin sözünü ilan edeyim! Reddedilirsem de adaletine şükredeceğim. Ağır ve sabırlı zahmetlerden esirgeneni aşırı sevgi bir an için elde edebiliyorsa, beni ateşten arabana alarak göğe kaldır! Bana zaferler bağışlasan da yeni acılar çektirsen de sana çok şükürler olsun! Zaten senin uğruna acı çekmek de bir zafer değil mi?
 Tut, kavra, kopar, al götür beni!
İstersen reddet!
Sen kötü bir şey yapmayan, tapınılan varlıksın.
“Selam, yaşayarak yükselene!
Gel, dünyalar çiçeği!
Acıların ateşinden çıkmış elmas!
Lekesiz inci, tensiz arzu, yerle göğün yeni bağı, ışık ol!
Muzaffer ruh, dünyanın sultanı, tacına doğru uç! Dünyayı yenmiş olan, gel al çelengini!
Bizim ol!”
– Milletleri ölüme götürüyorsunuz, dedi Wilfrid. Toprağın kimyasını bozdunuz, sözü anlamından saptırdınız, adaleti beş paralık ettiniz. Meraların otunu yedikten sonra şimdi de koyunları mı öldürüyorsunuz?

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar