Print Friendly and PDF

KİRKOR CEYHAN

Bunlarada Bakarsınız




Kirkor Ceyhan 29 Ekim 1926 Zara doğumlu. Baba adı Simon, siz deyin Sığı Usta. Ana adı Horik, siz deyin Horik Hatun. Manuşag, Armenuhi ve Azaduhi üç kız kardeşi. Geçimleri, evvelce öğretmen olan babanın sıvacılığı, inşaat ustalığıyla; anne de zenginlere kilim dokuyor...
Ceyhan’ın ilk eğitimi Zara’da: Gazi ve Cumhuriyet ilkokulları. Sonra, Sivas’ta evli olan halasının yanında kalarak sürdürdüğü Sivas Ortaokulu yılları ve halalarının ev komşusu Şımavon adlı Ermeni bir değirmenciden etkilenip materyalist dünya görüşüne meyledişi. Derken, terk-i tahsille Sivas’a veda, Zara’da bila ücret terzi yanında çıraklık...
Kendi deyişiyle, olanaksızlıklar nedeniyle okula devam edememenin acısını, hınçla, bütün dünya realist yazarlarını okuyarak çıkarma uğraşı. Küçük yaştan edebiyata ilgi, kitaplarıyla Sabahattin Ali’yi tanıma...
İkinci Dünya Savaşı’na denk gelen delikanlılık. 1946 Ocağında evlilik, Kasımında Erzurum’a askerlik, 1947’de askerken babalık. 1949’da terhis ve ver elini İstanbul! Ailenin göç konağı Gedikpaşa. Baba Varjabed Simon, Surp Hovhannes Ermeni Kilisesi’ne zangoç...
1950’de hapisten çıkıp İstanbul’a gelen Kemal Tahir’le yüz yüze tanışma; böylece Zara’dayken hapiste olduğunu tesadüfen öğrendiği Kemal Tahir’e 1942’de mektup yazarak başlattığı tanışıklığın kesintisiz bir dostluğa dönüşü...
Çarşıkapı’da terzi dükkânı. İki bebe daha. 1965’te ailece Ermenistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ne göç. On ay sonra gerisin geri dönüş, Beyoğlu’nda terzi dükkânı.
1973’te babasızlık, 1974’te dulluk. 1980’de terk-i meslek, emeklilik ve Fransa’ya, çocuklarının yanma göç. 1982’de yeni bir evlilik, kısa sürede boşanma ve 1988’de Almanya’da üçüncü izdivaç. 1990’da anasızlık, 27 Eylül 1999 Pazartesi sabahı Bonn’da yaşama veda ...
Atını Nalladı Felek Düştü Pekimize: Anadolu’nun sözlü tarih ve anlatı geleneğine güçlü bir örnek, Zara ve çevresi için önemli monografik tanıklıklar... Tıpkı, Ceyhan’ın 1996’da yayınevimizden çıkan ilk kitabı Seferberlik Türküleriyle Büyüdüm'de ve 1999’da Belge Yayınları’nın bastığı, son kitabı Kapıyı Kimler Çalıyor'da olduğu gibi...


"Hisus Kristos gukamgor!..."
Agos Gazetesi
Oşin ÇİLİNGİR
18.06.1999

Kirkor Ceyhan'ın Aras Yayınları'ndan çıkan 'Atını Nalladı Felek Düştü Peşimize' adlı kitabındaki öykülerin en güzeli bana göre 'Can Yerini Yadıdı'dır. Öykünün kahramanı çarıkçı Garabed'in ölüme giderken son sözlerini yazımın başlığına aldım. Garabed'in sözleri Türkçe'ye, "Hazreti İsa, sana geliyorum!' diye çevrilebilir.
Yayınevinin kitabın adını doğru belirlediği kanısındayım. Ne var ki, ben olsaydım, fazlaca etkilendiğimden olsa gerek, daha duygusal olduğuna inandığım Çarıkçı Garabed'in bu 'ölüme beş kala' sözlerini seçerdim.
İkinci kuşaktan yeni Ara Güler'imiz Manuel Çıtak, işi bitirmiş aslında. Benim burada yazacaklarım, Çıtak'ın yakaladığı 'Kirkor Ceyhan portresi'ni sözcüklerle dile getirmekten başka bir anlama gelmeyecek.
Kirkor Ceyhan, yazdıkları yüzüne yansıyan ender insanlardan biri. Çünkü o bir yazarda, dahası bir insanda bulunması gereken çok önemli bir özelliğe sahip: içtenlik!
Kirkor Ceyhan'ın yazdıklarıyla portresi arasındaki uyum işte bu içtenlikten kaynaklanmaktadır. Manuel Çıtak, Ceyhan'ın portresini görüntülerken, sanatçının gözlerini kadrajının odağına almış. İyi ki öyle yapmış, çünkü bu gözlerde biz, Ceyhan'ın bütün bir ruh haritasını buluyoruz.
İnsanı delip geçen bu cin gibi gözlerde biz yazarımızın yaşamı algılayış, arayış, sorgulayış ve benimseyiş tarzını, kısacası yaşamı yorumlayışındaki ustalığı okuyabiliyoruz. Bu gözlerde aynı zamanda onun yaşama karşı tutkusuna, duyarlılığına ve Anadolu insanına özgü o inceden inceye 'çarıklı erkan-ı harp' ironisine tanık oluyoruz.
Kirkor Ceyhan dolu dolu yaşamış. Bu nedenle de dolu dolu yazıyor. Onun yazış ustalığında, içtenliğinin yanı sıra yazdığı her sözcüğe, her cümleye ve her öyküye kazandırdığı görkemli 'hayatiyet'in de rolü büyüktür. Ceyhan'ın öykülerindeki sözcükler tıpkı yaramaz çocuklar gibi. Aynı sözcük, anlamdan anlama rahatlıkla geçebiliyor, bazen düz, çoğu kez de mecazi anlamlara bürünebiliyor, bazen de bir başka sözcükle deyimden deyime kolaylıkla geçebiliyor. Salah Birsel, Ceyhan'ı okumuş olsaydı, hiç kuşkusuz onun Türkçe'ye kazandırdığı bu sevecen ve ironik afacanlığa hayran kalırdı ve biraz da kıskanırdı. Ceyhan'ın Allah vergisi bir anlatı ve dil yeteneği var. Bu yeteneğini olağanüstü güçlü belleğiyle bütünleştirince ortaya '3 h'li öyküler çıkmış: 'Hamov-hodov ve hümor'!...
Ceyhan'ın öykülerinin temel dinamiği, içtenliği ve derinliği her sözcüğe sinmiş olan 'hümanizm'dir. Bu insancıl tutumda Ceyhan, tipik bir Hazreti İsa tavrı takınıyor: Diğer yüzünü de çeviriyor! Salt çevirmekle kalmıyor, 1915'in suçlularını belki bağışlamıyor ama insanlık adına onlara acıyor. Ceyhan, öykülerinde Türk edebiyatında örneğine pek rastlanmayan bir zaman aralığını, 19.yy'ın son çeyreğiyle 20.yy'ın ilk çeyreğini kapsayan yaklaşık 50 yıllık bir dönemi anlatıyor. Daha çok da 1900'lü yılları, Seferberliği, 1915'i ve Birinci Dünya Savaşı yıllarını...
Ceyhan'ın en büyük becerisi hiç kuşkusuz Anadolu mozaiğine doğrudan tanıklık eden kendisinden önceki kuşaktan dinlediklerini güçlü belleğinin yardımıyla Şeytan'ın bile şaşırabileceği ayrıntıda bir anlatıya dönüştürebilmesidir. Bu anlatı öylesine canlı ve öylesine gerçeklik doludur ki, okuru bir anda yüzyıl öncesine götürerek trajedilerle yüklü geçmişle baş başa bırakmakta, böylece onu basit, edilgen bir dinleyici olmaktan Çıkararak, sorgulayıcı bir konuma sokmaktadır.
İlginçtir, Ceyhan bunu bilerek, kurgulayarak, bilinçlice değil içtenliğinden kaynaklanan bir dürtüyle, doğaçlamadan yapıyor. Üstelik bunu siyasal nutuk atmadan gerçekleştiriyor. 'Zor Yıllar'ı, Seferberliği, 1915'i, Birinci Dünya Savaşı ve sonrası yılları, siyasal tahliller yapmadan, doğrudan yaşamı anlatarak, yaşamdan kesitler vererek, daha çok da kişisel dramları temel alarak anlatıyor. Ne yargılıyor ne de sorguluyor, bunu okura bırakıyor. Örneğin Ceyhan'ı okurken Anadolu mozaiğinin bir daha geri gelmemek üzere balyozlanmasında 'ulusalcılığın' oynadığı yıkıcı etkiyi görmemek ve duyumsamamak olanaksızdır. 1915 öncesi Anadolusu'nda aynı köyde, aynı kasabada ve aynı kentte her kökenden halkın kardeşçe sürdürdüğü yaşamın, bir anda nasıl da 'yukarıdan aşağıya' dinamitlenerek tuzla buz edildiğine tanık oluyoruz.
Ceyhan, bize 'yıkıcıların vahşeti'ni değil, bu vahşetin yaşama, insanlara olan etkisini anlatıyor. Onu daha çok insanların dramı ilgilendiriyor. Ceyhan, kahramanlarını toplumsal mozaiğin dokusuna uygun seçiyor. O, salt Zara'nın ve Sivas'ın 'zor yıllar'ını ve buradaki Ermenileri değil, Türkü, Kürdü, Ermenisi, Alevisi ve Sünnisiyle köken ayırt etmeden bütün bir halkı anlatıyor.
'Atını Nalladı Felek Düştü Peşimize', birbirinden sıcak altı öykü içeriyor. Öykülerdeki işçilik gerçekten de övgüye değer. İlk öyküyü, 'Can Yerini Yadıdı'yı neden diğerlerinden çok sevdiğimi kendi kendime irdelemeye çalıştım ve sonunda nedenini buldum. 'Çarıkçı Garabed'in dramı, bana nedense Anton Çehov'un 'Memurun Ölümü' adlı öyküsündeki memurun dramını çağrıştırdı. İki kahraman arasındaki benzerlik olağanüstü. Her iki kahraman da gerek toplumsal konumları ve gerekse iç değerleri bakımından 'nesli tükenen tip'lerden. Yaşama karşı olağanüstü duyarlı, namuslu, gururlu ve bu değerler uğruna yaşamı yadsıyabilecek denli güçlü bir karakter!
Çarıkçı Garabed, intiharı seçiyor, kendini adım adım hazırlayarak ölüme gidiyor. Onu, içine girdiğine inandığı utanç denizinden ancak ve ancak Hisus Kristos kurtarabilecektir. Bunun için de ölümün eşiğindeki son sözleri, "Hisus Kristos gukamgor!" oluyor. Garabed'in dramı evrensel ve zaman üstüdür. Bu nedenle de onun dramı, biraz da bizlerin, biz insanların, insanlığın dramıdır.
'Küpçü Hoca' adlı ikinci öykü, 1915'i yaşamak istemeyen bir grup Zaralı Ermeni'nin geçici olarak Müslüman oluşlarının traji-komik öyküsüdür.
'Sivas Ellerinde' adlı öykü, 1915 sonrası Sivas'ından ayrıntılı bir yaşam kesiti sunuyor. Sivas'taki terkedilmiş Amerikan Koleji'ne sığınan 'tehcir kurbanı' insanlardan manzaralar çiziyor. Öyküdeki Şiman Usta tiplemesi bir harika! Şiman Usta'nın gitarının eşliğinde söylediği 'makam', Sivaslı Âşık Pesendi'den:
"Sofi, bir bak ehl-i dilin özüne / Karışma hikmete, ne esrarlar var".
'Mebus Ispanağı' , Ceyhan'ın yaşam felsefesindeki ironinin en güçlü dışa vurulduğu öykü. 'Pıte Ebe ile Torunu' ile 'Avşarlı'nın Fırını' adlı son iki öyküde Ceyhan öykü kahramanı olarak iki Müslüman kadını seçmiş.
Kirkor Ceyhan'ın iyi bir terzi olduğu kesin. Yaşadıklarından ve tanıklıklarından iyi öykü biçiyor, salt biçmekle de kalmıyor, bir güzel de dikiyor!
https://www.arasyayincilik.com/tr/basindan/hisus-kristos-gukamgor/438

Babam anlatıyor:
Bizi Seferberlik’ten on-on iki ay önce muvazzaf olarak askere aldılar. Zaten her birimizin yaşı askerlik için epey geçmişti. En genç olanımız yirmi beş yaşındaydık. Tabii zaman geçtikçe ve harp de başlayınca, otuz beş kırk yaşındakiler de katıldı aramıza...
Daha önceleri Zara’da askeri birlik yoktu. Enver Paşa Erkân-ı Harbiyesi 10. Alay’ı Zara’ya yerleştirmeye o dönemde karar vermişti. Bizim gibi gayrimüslim taifesini başka yere gönderip, amele taburlarına dahil etmediler.
Zara’da bir hayli gayrimüslim zanaatkar var. Taşçısı, duvarcısı, marangozu, dülgeri, demircisi, tenekecisi, çilingiri, nalbantı... Her biri yalnız civar kasabalarda değil, vilayet ötesi şöhrete sahip.
Demirciyan Sahag Usta adlı demircilerin bir piri var ki yaptığı Osmanlı gemin üstüne hiçbir diyarda gem yapılmaz. Kuzeyde Trabzon’dan tut, Şam ve Bağdat’tan gelip, günlerce handa külhanda yatan, ondan gem satın almak isteyen eksik olmazdı.
Saraydan çıkma ince marangozumuz, ağaçtan kâşaneler kurabilecek dülgerlerimiz vardı içimizde. Zaten Zara’nın diğer kazalardan ayrıcalığı ve üstünlüğü de bu mahir ustaların varlığı ve çokluğu idi. Rışvanlar’dan  bir Kürt olan ve lâkin sağır İlya’nın usta tezgâhında yetişmiş marangoz Osman Usta ise bir istisna idi. Zanaati gibi dört dörtlük olan müstesna bir karaktere sahip olan Osman Usta ile çalışmamız ve dostluğumuz yıllarca devam etmişti.
Zara’nın batı ucuna askeri kışla ve lojmanlar yapılacak. Oh ne âlâ... Bir sürü yetişmiş zanaatkâr mevcut. Yüzlerce acemi askerle hummalı bir faaliyet başladı. On binlerce kerpiç dökülüyor, bir yandan yerler kazılıp temeller atılıyor. Kağnılar birbiri ardı sıra taş çekiyor, duvarlar yavaş yavaş yükseliyor. Çarşıda, kendi tezgâhlarımızda, hokkalarca mıhı, istediğin kadar demiri anında kotarıp kavuşturuyor, Zara’nın oylumu kadar bir araziye binalar düzüyoruz. Koğuşlar, tavlalar, tabur-bölük binaları bir yana, yaptığımız kumandanlık binası gibi bir yapı vilayette yok. Dördüncü Ordu’nun yol güzergâhı olduğu için ordu ve ümera hep önümüzden geçip Erzurum’a gidiyorlar. Enver Paşa, yanında arkadaşı Hafız Hakkı ile geçerken bizzat alakalanıp bu faaliyet ve muvaffakiyetimize teşekkür etti. İşte o gidişinde Allahuekber Dağları’nda Ruslara baskın yapmak istemiş ama tatlı canını zor kurtarmıştı. Yerine bıraktığı Hafız Hakkı’ya paşalık vererek, kalanları Rus’un önünden kurtarmaya uğraşmıştı. Ne Rus durdurulabilmiş, ne de kolera hastalığına yakalanan Miralay Hafız Hakkı paşalığın tadını çıkarmaya zaman bulabilmişti.
Çok sürmedi, Devlet-i Osmaniye Tehcir Kanunu’nu ilan etti... Nedir bu? Nasıl olacak? Tekmil Ermeni tebaa can güvenliği bakımından yerlerinden alınıp usul-ü hal ile cenuba, Elcezire ve Suriye’ye yerleştirilecekler. Hadise bu.
Başımızda, tekmil inşaattan mesul, faziletli mi faziletli bir binbaşı var. İsmi Yahya Bey, kendisi Şam vilayetli. Ortadan uzun boylu, yüzü Suriye esmeri bu adam sanki kumandan değil de bir arkadaştı bize. Ama hangi kuzuyu hangi çubukla süreceğini bildiğinden, zart zurt zabitlerden daha otoriterdi. O gün erkence paydos edip başına topladı bizi.
—Arkadaşlar, diye söze başladı. Şimdi beni iyice, can kulağıyla dinleyin. Sizinle aylardır beraberim... Nasıl sadıkâne ve mahirâne çalışıp devletimizin istediğinden de âlâ abideler diktiğinize her gün şahidim. Sizden yerden göğe kadar memnunum. Ve lâkin bugün aldığımız haber ve ilan üzre, bütün Ermeni tebaanın istisnasız tehcire tabi tutulacağı bildiriliyor. Görüyorum, içinizde tek bir cahiline rastlamadım. Şimdi anlatacaklarımı en az benim kadar bilen ve anlayansınız. Devlet-i Osmaniyemiz, Sultan Hamit’ten beri büyük bir felaket içine düştü. Trablus’u, Balkanlar’ı yaşadınız... Şimdi içine girdiğimiz badire de büyük. Yedi düvelle harbe girdik. Neden..? Niçin..? Bilen yok... Alaman sermayesi ve vurucu güç erkânı harpleri öyle istiyor... En azından siz askerlerimize bir asker postalı, bir asker ceketi verelim de şu sivil poturlardan sizi kurtaralım... Ne gezer! Şimdi bu girizgâhtan sonra esas anlatmak istediğim konuya gelelim. Bu, hayatımın belki de en zor fikir beyanıdır... Bütün gece uyuyamadım. Hep bunu ve hep sizi düşündüm. Şu benim size yapacağım teklifi bir başkası bana yapsa, ben nasıl davranır, nasıl bir tepki gösteririm diye sabahı uykusuz ışıttım. Ve lâkin durum gayet ciddi. Eğer siz benim teklifimi kabul etmezseniz, hepiniz çoluğunuz çocuğunuzla bire varıncaya kadar kırılıp, telef olacaksınız. Göçe katılacak, yalınayak yalbırdak daha şuracıkta ikinci bir köye varmadan, dizanteriden, karın ağrısından tükenip kaybolacaksınız. Yazık olacak bunca bilgiye, yazık olacak bunca marifet ve zanaata. Sizleri çok iyi tanıdım ve sizlerle haşır neşir oldum. Başka tarafa da zaten gücüm yetmez. Allah ruhsat verir de sizleri kurtarabilirsem kendimi çok bahtiyar addedeceğim, bilesiniz.
Teklifim şudur arkadaşlar!
Ben, her birinizin ağzından çok daha önceki tarihlerde verilmiş birer istida almış olacağım. Muameleye de bugünden itibaren koyacağım. Sizi tehcir göçünden böylece alıkoymaya çalışacağım. Siz istidanızda diyorsunuz ki: Biz falan oğlu filan, bundan böyle Hıristiyanlıktan ihtida ile Müslümanlığa kabulümüzü Zıllullah-i hazreti padişahımızdan niyaz eyleriz... Bundan sonrasına siz karışmayın. Ben demirden çarıkları ayağıma çekip bu işi gerçekleştirmeye uğraşacağım...
Arkadaşlarla put kesilmiş, soluk almadan dinliyoruz. Lafın burasında ayarlanmış gibi hep beraber ‘offf diye yürekten bir soluk boşalması oldu. Yine de hiç kimse tek kelime dahi söylemedi. Kimse kimsenin yüzüne bakmıyor, herkes eğilmiş, yerdeki kireçli tozlu toprağı gayri ihtiyari parmaklarıyla eşeliyor.
Sükûneti yine Yahya Binbaşı bozdu.
—Bu, dünyada belki de en zor karardır, biliyorum. Siz akıllı adamlarsınız. Tarih boyu beraber yaşadık. Sizin dininize itikadınıza pek müdahale olmadı. Ne var ki amansız bir kerteye ve de pek imkânsız bir geçide gelip çattık. Siz derununuzda hangi dini taşıyorsanız taşıyın. Emme ve lâkin gelin bir kararla evinizi, çoluğunuzu çocuğunuzu ve de hayatınızı kurtaralım. Mevla çok büyük. Günler kim bilir nelere gebedir. Bugünkü şartlar bence bunu gerektiriyor. Yarın neler olur neler...
Lafı burada kesti, sıkıntıdan terliyordu.
—Yarın sabah sizi bekliyorum, diye bizleri yola koydu.
Ne iştah kaldı, ne keyif. Bize verdikleri yumruk büyüklüğünde, arpa unundan tayınları peşkirlerimize bağlayıp sallayarak, tozlu topraklı üstlerimizle evlerimizin yolunu tuttuk. Zara’ya girdiğimizde tam tamına ikindi idi. Ezan-ı Muhammediye son günahlarından arınmaları için ümmetini hazin hazin camiye, namaza çağırıyordu. Onlar sesli sesli dualarla camiye, biz yorgun ve kederli, evlerimize doluştuk.
Sabaha kadar uyku tutmadı. Ev külfeti sekiz on kişiyiz. Erkek kardeşim, kız kardeşim, baldızım, iki kaynım, yaşlı anam, o sıralar ha bire hasta olan karım ve ben. Hep yarı aç yaşıyoruz... Bir tek benim getirdiğim iki küçük tayın ve akşamdan akşama yine askeriyeden verdikleri sade suyla pişmiş, içinde, arasan üç mercimeği bir arada bulamayacağın boz bulanık bulaşık suyu... Kararı ben, anam, karım vereceğiz.
Anam o sıra tam yetmiş beşinde. Kabulü pek zor oldu.
—Ben bu yaşımda nasıl Müslüman olacağım, nasıl Müslümanlık yapacağım canlarım, gördünüz mü başıma gelenleri, diye epey ağladı.
Karım benim gibi genç olduğundan daha metin. Sabaha kadar düşündük. En sonunda kararı verdik. Çocukların hiçbir şeyden haberleri yok. Ya yollara düşecek, kimbilir nelere, ne karanlıklara uğrayacağız, ya da Müslüman olup Yahya Binbaşı sayesinde kurtulacağız. Daha şafak atmadan anam:
—Öyleyse gelin, üçümüz son bir defa daha canı yürekten haçlarımızı çıkaralım, güneşten yana yönelip Hisus Kristos efendimizden bir özür duasına başlayalım...
Anam bir adım önde, biz karı koca onun arkasında, ellerimiz göbeğimizde bağlı, duaya başladık. Anam her kelimede ağlıyor, her cümlede yere eğiliyor, elini yerden harmanladarak öyle bir haç çıkarıyor ki, ömrü sonuna kadar artık çıkarmasa da o boşluğu doldurur...
—Görüyorsun, senin için her şey zaten ayan beyan. Kendim için dönersem Hisus Kristos’um, senin şefaatından mahrum et beni. Ne yaparsın, bir sürü çocuk var. Onları kurtarmak lazım. Bu kadarına da evvel Allah ve sen oğlu anlayışla bakarsınız. Şuna da yine emin olun ve bilin kı göynümüzün en yüksek tahtında yine siz oturacaksınız.
Titreyerek yerine oturdu.
Biz ikimiz de aynen onu takip ediyorduk. Son özür duasını bitirir bitirmez ananı epey yükü üstünden attı da, sanki bundan sonrasını da varsın o koysun kaldırsın diye, hepsini Kristos efendisine havale etti.
Peki, benim adım ne olacak Simon? Sakın bana başka bir teklifte bulunma-. Yetmiş beş yıl Manuş Hatun yaşadım, bundan sonrasında beni Şahiban Hatun çağırın. Çünkü o adın sahibi çok temiz, cennetlik bir kadındı. Şimdi onun yerini ben alayım bari.
Anam çok ağladı, çok sızladı ama zahmet vermeden adını kendisi buldu. Evdekilerin her birine bir ad yakıştırdık. Ben İbrahim, karım Naciye, kaynım Necati, öteki Hesna, daha öteki Mustafa, sayıladık çıktık başa...
Uykusuz geçen gecenin er sabahında yine kışlanın yoluna düzüldük. Bakıyorum her bir sokaktan benim gibi uykusuz, yorgun arkadaşlar nereye, hangi taşa bastıklarını bilmeden perişan bir halde sallanarak yürüyorlar. Kimse kimseye ne selam veriyor, ne de bir şaka yapıyor. Sürüklenerek yürüyorlar. Henüz kimse kimseye kararını bildirmiyor ama aklın yolu bir... Daha evvel açıklayan sanki daha suçlu olur korkusuyla herkesçe malum olan gerçeği birbirimizden saklamaktayız.
Binbaşı Yahya Bey de bizim gibi. O da erken geldi. Yine bizi başına topladı.
Hele iş biraz sonra. Şimdi hayati karar zamanı...
Baktım arkadaşların hepsi kararlı. Mühürlerimizi bastık, binbaşı kâğıtları üst üste dizdi. Hepimizi yanaklarımızdan öptü.
İşlerimizin başına geçtik. Arkadaşlar ufak ufak utançlarından sıyrılmaya başladılar. Kim, kimden utanacak? Zaten  hepsi aynı koyunun aşığı.
Setrak soruyor:
—Demek İbrahim koydun adını? Bundan böyle yalnız İbrahim mi çağıracağız, yoksa Simon’u da beraber mi?
Yani Simon İbrahim. Gülüşüyoruz. Gece boyu ne isimler bulmuş, nicelerini değiştirmişler. Bir tiyatro ki deme gitsin. Biri diyor ben iyi Hurşit olurum. Öteki Hıdır’ı beğenmiş, kim ne diyebilir? Kimi Mürteze’yi beğenmiş, kimi Musa olmuş. Bir hayli zamanımızı da bunları öğrenip yanlışa düşmemeye harcayacağız. Gördün mü başımıza gelenleri!
Çalışıyoruz... Duvarlar yükseliyor, sıvalar sıvanıyor, çatılar kapanıyor... Baharda başladığımızı kışa bırakmayacağız. Hesap ettik, güz ortalarında patayı çakarız kumandana. Ondan sonrası iç ve teferruat işleri... Mesele alayın eratını çadırdan kurtarıp, başını içeri sokmak. Başaracağız evvel Allah’ın izni keremiyle.
Üç gün sonra Yahya Bey işlerimizi becerip geldi. Artık dönmüş, Müslüman olmuştuk. İyi, âlâ... İşlerimize devamdayız. Birkaç gün sonra binbaşı yine topladı bizi.
Arkadaşlar, evet ben yaptım siz Müslüman oldunuz ama, ha deyince Müslüman olunmuyor. Bazı vecibeler var ki bunlar mutlaka yerine gelmeli. Evvelemirde Sünnet-i Şerif...
İyi ya, madem girdik bu yola, sonuna kadar gideceğiz. Elimizden başka ne gelir ki?
Allah razı olsun, binbaşımız onun da kolayını hemen buluverdi. Bizi, katır tavlasında baytar yamaklığı yapan pos bıyıklı kart bir Arnavut’a havale etti. Koca bir beylik çadır. Bir yanda at katır bağlı, bir yanda, kuru tahta üstünde tavla hizmet eratı yatıp oturmakta. Tavlayı anında boşaltıp bizi sıram sıram yatırdılar. Arnavut işin ehli. Atları iğdiş ede ede tam pişmiş! Etrafta olandan dönenden habersiz tavla eratı şaştılar. “Müslümanlıkta bu yaşa kadar sünnetsiz nasıl dolaşılır, fesüphanallah!” çeken çekene. Bizim hali perişanımıza gülsünler mi, yoksa ağlasınlar mı? Yine de din kardeşliği uğruna bizi kucaklayıp yardım eden mi istersin, bununla yetinmeyip Ben seni kucaklayıp kestirdim, artık dünya ahret kirven olurum” diyenler mi?
Arnavut, bilekli iki neferin eline teslim ediyor bizi... Zannediyoruz ki keskin bir usturayla anında işi bitirecek. Zekerini tam dibinden yakaladı mı, daha nefes almana imkân yok. Törpüsüz, dağda büyümüş Arnavut, paslı, büyük bir ot makası ile hücumda. Makasın her yeri gevşemiş, birden kesmesine imkân yok. Çabalıyor, o yana bu yana geve geve işimizi bitiriyor. Alttakini hiç hesap ettiği yok! Boğa olsa dayanmaz.
Biz inleyip, dayanamayıp bör bor böğürdükçe o oralı bile değil. Geçiyor ötekine. Sanki salhanede böğürte böğürte inek boynu uçuruyor. Ucundan fazlalıkları kesip atıyor ya kendince, geri kalanı acep iş görür mü hiç hesap ettiği yok! Biz bu cefaya razıyız ama kalan parçanın da işe yarayıp yaramayacağının endişesindeyiz.
Arnavut desen arada çıkışıyor:
—Abe köftehorlar, var mıdır dinimiz Müslümanlıkta bu yaşa dek sünnetsiz dolaşmak! Efendimizin şefaatına nasıl nail olacaktınız! Abe siz düşünmezsiniz, eşek kadar büyükleriniz de mi uyarmaz!
İşimiz bittikten sonra bir asker at kovasından kepek tuz karışımı bir avuç toz bağlayıp, bizi bir süre uzatıp yatırıyor. Gözlerimiz yaş, sırtımız ter. Bir zaman yatıp dinleneceğiz ki akşam ezanından sonra kimse görmeden, bacaklarımızı iki yana aça aça savuşup da evimize gidelim.
Yaralarımız çok uzun zaman sürdü. Ağbunlar içinde, paslı, kirli makasla yapılan sünnet nasıl iyileşecek? O devirde ne ilacı, hangi temizliği aramaktasın? Bir dert değil, ne devlet için ne de millet için ölüm. Zaten yaşanmıyor ki Osmanlı toprağında. Hele bizim canipte, insanlar yaşamak değil, canını sürüklemekte gasbennek. Ölüm aslında o devirde kurtuluş. Her yanımızı cerahat sardı. Ufunet, pislikten geçilmiyor. Her gelen komşu, dededen kalma bir ilaç tarif ediyor. Kimi havacıva merhemi, kimi insan pisliği tavsiye ediyor. İki üç ayda sağalamadık. Gördün mü sen dinimizin hükmünü!
—Bu daha başlangıcı, diyor bizim Artin. Yüreğinde soğumamış, beni yalnız Avni değil, Hüseyin Avni çağıracaksınız, diyor.
Askerliğe devamdayız. Yahya Bey hepimizden memnun. Biz de ondan. Bizi kurda kuşa yem vermediği için çok mutlu. Dini bir uğruna çalışıyoruz. Derken bir gün müftülükten bir yazı geldi.
“Yeni ihtida taze Müslümanlarımız müftülüğümüzde hazır bulunacak! Kelime-i şehadet ile namaz adabının öğretimine tabi olacaklar.”
Bizi ertesi gün müftülüğe doldurdular. Müftü kibar bir efendi idi. Mahmutlardan Hafız Mahmut adında. Tokat, Kayseri medreselerini alayülâlâ derece ile bitirmiş, hemen Zara müftülüğüne nasbetmişler. Alim mi alim, fazıl mı fazıl. Başından yukarı sesi yükselmiyor. Cemaatine bir hayli insan eklendiği için dıştan memnun gözükse de durumumuzu ve içinde bulunduğumuz panik ve sıkıntıyı gördükçe, derununda ıstırap duymaya başladı. Rahat bir hüsnükabul ile yer gösterip etrafına oturttu bizi. Üç beş cümle ile bize öyle bir güven, öyle bir kardeşlik aşıladı, kendisiyle öyle eşitmişiz gibi muamele etti ki daha sonra dışarıda, eski Artin şimdi Hüseyin Avni’nın dediği gibi:
—Bizim bu adamla temasımız üç beş yıl evvel olsaymış vallahi biz bundan yıllar evvel Müslüman olmuştuk, değil ki böyle dara düşerken.
Önce önümüzden tane tane heceleyerek “Eşhedüenla lâ ilâhe illallah”! okuyor, sonra yine kendi yardım ederek bize tekrarlatıyor. Ve sonra kendinden de güzel söylemişe getirip, bağlıyor. Ve bizi yeni Müslüman kardeş olarak selamlıyor.
—Şimdi hiç şeki şüphesi yok, makamın ve benim şahadetimde tam Müslümansınız. Ve lâkin Müslümanlığın beş şartı vardır. Ben Müslüman oldum, adım Ahmet’tir Mehmet’tir demekle Müslüman olunmaz. Bu beş şartın hepsini yerine getirmek her babayiğidin kârı da değildir. Mesela hacca gidemezsiniz, varlığınız yok ki zekât veresiniz. Bunları şimdilik geçin. Kelime-i şehadeti zaten yerine gelirdiniz. Şimdi iş kalıyor elinizden gelebilen şeylerin, yerine getirilmesine. Alın size birer amme cüzü. Siz cahil değilsiniz. İçinizde gerek kendi dilinin elifbasıyla, gerek Osmanlıca’yla tanışmış, ülfet etmişleriniz vardır. Bilen, bilmeyene yardım ile, daha öte bilemediklerinizi bizzat bana sorarak zaman içinde tamamlarsınız. Her şeyin kolayı ve oluru nasıl olsa bulunur. Allah’ın selameti başınıza olsun.
Eski Türkçe amme cüzlerini verip bizi selâmetledi. Biz de edep ve tazim ile birer birer elini öperek, ikişer adım geri geri basarak ayrıldık. Doğruca evlere. Başımız yeniden öyle Avedaranlar, öyle dersler altına giriyor ki...
Biz yeni Müslüman eski Ermeniler, aşağı yukarı hepimiz kendi dilimiz ve alfabemizde okur yazardık. Okuryazarlığımız pek ileri değildi ama işlerimize, zanaat ve hesaplarımıza yetmekteydi; icap ederse Avedarammızı okuyup iyi kötü anlayabilmekteydik. Emme ve lâkin bu karşımıza çıkan hem Arap dili, hem Arap alfabesi ve kıraati. Her Müslümanım diyen de ne biliyor, ne dili dönüyor; ama onlar eski Müslüman, öyle doğmuşlar. Bilen hangisi, bilmeyen hangisi karışmış gitmişler. Bizim de onlara karışıp gitmemiz için daha kırk tekne ekmek ister. İçlerinde en okur yazar benim ama ben onlar gibi Ermeni mektebinde okumadım. Çok yakın bir akrabamız, Amerika’dan gelen hocaların, badvelilerin ders verdiği Protestan okulunda okuttu beni. Ta 1898-1900 tarihlerinde epey İngilizce öğrendiğimizden, o yıllarda Latin alfabesini de tanımış, hocaların İngilizce gazetelerini de heceler hale gelmiştik. Diplomayı alır almaz, badvelimiz birkaç arkadaşla bizi rüştiye mektebine göndermişti. Büyük ve değerli hoca Hacı Abdullah Efendi bizimle epey alakalandı ve sonunda gerek riyaziyeden, gerek sarf-ı Osmaniden yeterli bularak rüştiye mektebinin koca mührünü basarak, imzalayıp verdi. Aynı zamanda rüştiye mezunu da olmuştuk.
Ben Eski Türkçe’yi bildiğimden duaları okuyup okuyup ezberime alıyorum; ama arkadaşlarım şaşkınlık ve perişanlık içinde. Hep başıma üşüşüyorlar. Artık işi gücü bıraktık Müslümanlık uğruna ölümüne debeleniyoruz ki deme gitsin. Binbaşı Yahya Bey uzaktan uzağa bizi ince bir takipte. O da bazen gülüyor. Arap olduğundan dua ve ayetleri gayet vukufla açıklıyor.
Bizimkilerin ol görüp dilleri dönmüyor. Arapça da aynen Ermenice gibi çıkıyor ağızlarından. Kimine Ermenice harflerle yazıp veriyoruz, kimine de ayaküstü ezberletmeye uğraşıyoruz. Velhasıl bir rezilliktir aldı yürüdü. Çözüm yine Yahya Bey’den geldi. Müftülüğe bir yazı ile neferini gönderip ya bir hoca, ya selahiyetle öğretebilecek bir imamın haftanın belli saatlerinde bizlerle meşgul olması ricasında bulundu.
Başladık hoca önünde diz çökmeye. Bize zamanın çarşı imamı da olan, Tödürge köyünden gelme Feyzullah Hoca Efendi düştü. Siyah uzun latasının içinde, iri kıyım gövdesi ilk görüşte insana ürküntü verirdi. Bu sapsarı, gözlerinin kızılı fazlaca görünen hoca sertti de... Sonradan içine girdikçe daha iyi anlayacağımız gibi, sertliği cahilliğinden ileri geliyordu. Kurnaz hoca, alim ve fazıl olmadığından eksikliğini ancak böyle afur tafurla kapatmaya uğraşırdı.
Tödürge köyü tarih boyu çanak çömlek yapımıyla ünlüdür. Bizim Tödürgeli hocanın baskın ismi de bu yüzden Küpçü Hoca diye yayılmıştı. Latasının peylerini gayet notalıca savurarak yürür, oturduğunda yine ayrıca bir sallanışla toplardı. Beş on dakikada enfiyesini bir o burun deliğine, bir öbürüne merasimle çekip, odaları velveleye boğan aksırması kesilinceye kadar peşkirle ağzını burnunu toplar, kırmızı gözleri daha da kızıla keserdi. Neden sonra kendine gelir, “Gelin bakayım, verdiklerim öğrenildi mi?” diye hücuma geçerdi.
Bizimkiler ha deyince nereden öğrenecekler! Yarım yamalak akıllarında kalanı da Küpçü Hoca’nın ölçüsüz, sert tavrı karşısında unutur giderlerdi. Küpçü Hoca bu kez gerçekten küplere biner, kudurdukça kudururdu. Zannederdi ki bu yeni Müslümanlar, bu duaları kasten, kendisine inat olsun diye öğrenmiyorlar. Halbuki bizimkilerin Allah belasını tümden vermiş, gece gündüz ateş içine düşmüşlerdi. Kolay mı o yaştan sonra Arapça dua öğrenmek? Küpçü Hoca izan ve kültür yoksunu olduğundan sıkıladıkça sıkılar, büsbütün şaşırttırırdı. Bizimkiler inşaatta çalışırken, ellerinde birer kâğıt parçası, bir kerpiç diziyorlar, ardından da bir hece sökmeye uğraşıyorlar. Bir bakarsın çatıdan çatıya birbirlerine sesleniyorlar.
—Dzo Mustafa, şu sübhanekenin ikinci satırı nasıldı?
Şimdinin Mustafa, eskinin Garabed, bildiği halde aldırmaz veya ağırdan alır, berikini çatının üstünde çatır çatır çatlatırdı.
Bu bir zaman böyle sürdü. Küpçü Hoca çabalayanların samimiyetine çok geç inandı. Gide gide yumuşamaya başladı. Bizden başka bir kısım yeni Müslüman’a da başka bir molla öğretiyordu. Reşol köyünden Kürt Kara Molla namlı Yusuf Efendi. Allah allah nasıl seçer seçer bulurlar! Kara Molla bizimkinden, bizim Küpçü Hoca ondan daha cahil, yobaz ve bağnaz. Kara Molla ya diz çöküp öğrenmeye uğraşanlar bizden daha dertli...
Kara Molla ne işitse, hoşuna gitmeyen neyi görse, o kara dudaklarıyla bir o yana bir bu yana tü tü tü diye bir tükürmesi var ki olursa bu kadar olur. Soğan yemez sofulardan. Kendinden maada herkes hep kâfir ve zındık. Bunlar insana değil Müslümanlığı öğretmek, dünyaya doğduklarına pişman eden cinsten, biri birinden farksız, abra terazi istemez yobaz mı yobaz....
Küpçü Hoca en az bilenini önüne alır, önce kendi telaffuz eder, sonra karşısındakinin etmesini isterdi. Ne gezer! Adamın ağzından belki aynı harfler çıkar çıkmasına ama ne Ermenice, ne Türkçe ne de Arapça gibi. Maskara olur çıkardı. Bu defa zavallıyla alay eder, teselli etmek aklından bile geçmezdi. Adamın ağzından çıkan duayı alır, kendi ağzında daha eğip bükerek, Ermenice’nin en aptal şekliyle söyler, aklı sıra alay eder, adamakıllı rezil ederdi. ‘Süpeneke bebe hemdike’ diye alay eder, “Cehennemin dikine behey teres!” der, uzun değnekle adamın başına da vurmaktan çekinmezdi. Üç beş ay bu minval üzre çabaladık.
Zaman zaman dua ve namaz öğretimine ara verip işi sohbete ve Müslümanlığın faziletlerinden bahse getirirdi. Laftan lafa geçer, dipten sağlam bir bilgi ve kültür birikimi olmadığından anlattıkları bizi pek sarmazdı. Saçma sapan konuşması temelli ortalara dökülürdü. Dualar Allah kelamı, onlara ne diyecek olabilir ki? Ama o canım sohbetleri! Dinleyenleri bayağı çatlatır, katiyen itiraz istemez, söyledikleri sanki Allah kelamı imişçesine dinlenilmesini isterdi. Öyle ki biz yeni Müslümanlara yeni bir biçim vererek kendi gibi mücessem bir Müslüman yapmaya uğraşırdı. “Hele işin daha başındayız, tam zamanıdır” der, yaptıklarını haklı görürdü.
Yine bir keyifli günü. Küpçü Hoca bizi halka şeklinde etrafına topladı ve anlatmaya başladı:
Gördünüz mü nasıl din kardeşi olduk? Ne iyi ettiniz o yaramaz dini eski bir elbise gibi üzerinizden attınız da hak dini kabul ettiniz. Bundan sonra siz rahat rahat cennetliksiniz. Hele bundan böyle amelinizi de sağlam tutun, görün neler olacak...
Yumuşak tutumundan cesaret alan eski Kuyumcu Artin, şimdi Hüseyin Avni:
Neler olacak Hoca efendi, diye sorunca.
Oğlum, diye cevaba başladı. Ben sana hangi birini sayayım ki... Sayılamıyacak kadar çok. Mesela siz cennet bahçelerinde serin, ferah su boyları ve ağaç altlarında uzanıp gerine gerneşe yatarken yetmiş bin huri melek her çeşit hizmetinizde noksan bırakmamaya uğraşacaklar. Bir o kadar da huri ve meleklerden daha güzel glimanlar gözünüzün içine bakıp, anında ağzınızdan çıkan emir ve isteği yerine getirecekler. Size artık yok yok. Ebede kadar da ölümsüzlük, der, sonra da bizlere sual açardı: Şimdi geçmiş gün, Allah aşkınıza sizin o eski karabaş papazlarınız nelerden bahseder, size neler vaat ederlerdi? Anlatabilecek var mı içinizde?
Hüseyin Avni hiç kimseye ön verir mi? O da başlardı Küpçü Hoca gibi sallayıp savurmaya.
—Hocam, benim birkaç defa duymuşluğum var. Bizim papazlar ila, hiç fütur etmeyin, başkalarının üfürüp savurtusuna aldanmayın, cennet muhakkak Ermeni milletinindir derdi ve cahil haline de bakmaz bize güvence bile verirdi.
Hoca sararmaya başlar, sorar:
—Peki Ermeni milleti cennete gitti. Orada ne yapacak, nasıl hareket edecek, ona dair işaretler?”
Avni Hüseyin’imiz kendini hiç bozmaz, bilgiç bilgiç:
—Ya hocam, onu da söylerdi, onu da söylerdi... Derdi ki boynu altına gelesice Ermeni milleti cennete girince artık ne gece belli olacak, ne de gündüz. Hiç durmadan rakı ile şarap içilecek, ta çatlayıncaya kadar. Ertesi gün doğrulup yine şaraba devam ki ta ebediyete kadar. Bir nebze sarhoşluk yok.
Küpçü Hoca’daki cahilliğe ve hazımsızlığa bak sen. O koca gövde kıpkırmızı olur, ıspasmoza yakalanmış gibi titrerdi. Bu defa ne diyeceğini hepten şaşırır, uzun sırıkla önündekileri değnekten geçirmeye başlardı. Kendini biraz toplayınca:
—Ulan! Cennet, Çolak Oskihan’ın meyhanesi mi ki Ermeni milleti durmamacasına rakı, şarap içecek! Gidinin it oğlu itleri, diye köpürürdü.
Son kaldırışta sopanın ucu nasıl hesaplı geldiyse Avni Hüseyin ın alnını orta ortaya yardı. Eski Artin’in yüzü gözü kıpkırmızı kan! Kanı görünce Artin’de ne hoca saygısı, ne de korku kaldı. Başladı o da bağırmaya.
—Peki Hoca, orası meyhane değil, değil ama, yetmiş bin hurisi, bir o kadar gılmanıyla ulu bir karhane mi?
Hoca efendi bu son sözleri pek de işitmeden latasının pelerini toplayıp savuştu. Gidiş o gidiş...
Bizi yeni bir hocanın rahle-i tedrisine tabi tuttu müftü efendi. Bu adam iptidai mektebin bir muallimiydi. Dua ve namaz usûllerinde epey yol kat etmiştik. Böyle tatsız bir olayla bütün bu öğretim yarım bırakılamazdı. Muallim Sivaslı idi. Adı Abdullah Hoca Etendi. Gerçekten iktidarlı konuşma tavrıyla bize kendini sevdirdi. Ne söylediğini bilen, nasıl söyleyeceğini bilen kibar ve efendi bir adam... Abdullah Efendi’nin bilgileri öyle suhuletle, öyle tatlılıkla helva edip beynimize aktarışı var ki Küpçü Hoca elinde üç beş ay boşa çabalamış, çamurlar içinde debelenmişiz gibi geldi bize.
Pek fazla sürmedi, biz de Müslüman komşularımız kadar dini adabı ve erkânı bilir olduk. İşlerimizin müsaadesi nispetinde vakit namazlarını dahi eda ediyorduk. Bu böylece 1918’de Mütareke'ye kadar aralıksız devam etti. Yalnızca benim istisnai bir durumum vardı: bir ara evimizde tehcir kaçağı iki Ermeni yakalanınca, bizi sekiz on kişilik ailemizle Suriye’ye doğru sürdüler. Beşimiz yollarda öldü. Besni, Antep, Urfa da... Üçümüz bu Mütareke iptidasında kendimizi yine Zara’da bulduk.
1918 yılı başlarında Zara perperişan. İhtida eden eski Ermeniler dışında kâffesi göçmüş. Nerelere ulaşmışlar, hangi derelerde toz toprak olmuşlar bilen yok. Müslüman ahali bizden de berbat. Hiçbir aile yok ki oğlu Çanakkale’de, kocası Kafkaslar’da, öteki oğlu Kut ülamere de, Kanal’da şehit olmasın. Her taraf kocakarı ve çiçeği burnunda dul gelin dolu...
İttihat Terakki’nin ileri gelenleri Alman dretnotlarıyla kaçmış, canlarını kurtarma çabasına düşmüşler. Büyük bir kargaşa, tam bir kaos. Başsız dümensiz Osmanlı gemisi sallanıp durmakta... Mahallin İttihatçılarını korku sarmış. İstanbul’da Kürt Mustafa Paşa Divanı kurulmuş. Ermeni tehcirinde kıyıma sebep olmuş İttihatçı aranmakta. Boğazlıyan kaymakamı ile Urfa valisi ilk ağızda güme gidenler.
Biz yeni Müslümanlar açız açıktayız ama komşularımız gibi namazımızı kılıp Müslümanlığa devamdayız.
Mütarekeyi takiben Zara’nın ileri gelenleri belediye binasında toplanıp, biz yeni Müslümanları çağırıp huzurlarına aldılar. Belediye Reisi tekaüt Recep Efendi idi. Eski bir Osmanlı yüzbaşısı da olduğundan ağzı iyi laf yapardı. Etrafında zamanın kaymakamı, jandarma kumandanı, ileri gelen memurlar, esnafın hemen hemen kâffesı oradalar... Recep Efendi başladı anlatmaya.
Kaçak hükümetin, İttihat Terakki zimamdarlarının on sene içinde yaptıklarının hangisi doğru idi ki, munis ve muti komşularımız, sizlere yaptıkları doğru olsun? Olan olmuş ve lâkin bundan sonra olacaklara da mani olmak bizlerin görevi. Şimdi, evvelemirde kilisenizi biz ellerimizle açıp, ilk kampananızı biz vuracağız. Bundan böyle artık size Müslümanlık yok. Siz eskiden olduğu gibi yine Margos, Tatos’sunuz. Herkes eski minval üzerinde dinine devam. Sizi ola ki bir rahatsız eden olursa, işte herkes burada, hemen haber vereceksiniz.”
Bizim o sıra neden haberimiz var ki? Yeni kurulan hükümet, biraz da işgal kuvvetlerinin baskısıyla İttihatçı boynu almak için Bekir Ağa Bölüğü’nü durmadan doldururmuş. Şimdi de bizim Zara’daki yerli İttihatçı bozuntularının pabucuna taş kaçmış. Bize hoş görünmeye ve geçmişi unutturmaya çabalamaktalar. Halbuki biz zaten oldum olası muti komşularız. Müstesna zanaatlarımızla hem kazanıyor, hem kasabamıza kazandırıp faydalı oluyoruz. Müslümanlığın da çetin aylarını geçirmiş, neredeyse karışıp gideceğiz. Onları şekva etmek, hak aramak kimsenin aklından dahi geçmiyor. Ama Mütareke nin o iğtişaşlı devrinde böyle bir tedirginlik var.
Yalnız istisnai bir şey oldu. Onu da zikretmeden geçmeyelim. Tam o dönemlerde Enova’nın oğlu Apoyan Murat, devrin yetkililerine tasdik ettirdiği bir kâğıtla İstanbul’dan Zara’ya çıkageldi.
—Ben ne kadar kocasız Ermeni kadın, Müslüman edilip de alıkonulmuş Ermeni karısı varsa, resmen alıp, sürüp İstanbul’a götüreceğim!
—Etme Murat, bir tatsızlık çıkarma, şurda sakin sakin yaşayıp gidiyoruz, dendi ise de Murat o zaman yirmi yaşında, biraz da babadan deli cinsten. İmzalı kâğıt da cebinde, daha zapt olunabilir mi? Gerçekten de Müslüman haremine karışmış, on beş yirmi Ermeni kızını kattı önüne, doğru İstanbul’a... Hem de dişli ailelerden. En yakın akrabalarını, varsa kocalarını bularak hepsini İstanbul’a yerleştirdi.
Sonunda üç yıl sonra yeniden Hıristiyan olmuştuk. Hayatımızda yeni ve umutlu bir safha başladı. Pek tabii kongreler devri ve milli mücadelenin tekmil askeri tekâliflerini harfiyen yerine getirerekten... Kimimiz yeniden asker olduk, kimimiz bedel ödedik. Civar Ermeni köylerinde şunun bunun yanına sığınanlar bir bir ortaya çıktılar. Alakilise’den, Kahrat’tan (Taşlık), Karaboğaz’dan, Kavak’tan, Keçeyurdu’ndan... Zara’mızda yine yüz hane Ermeni toplandı. Bu Ermenilerin hepsi de sanatkâr ve üretici. Yine kasabanın iktisadi canlılığını sürdürmeye başladılar. Kunduracı, çarıkçı, demirci, tenekeci, sobacı, kalaycı, bakırcı, terzi, marangoz, dülger, sıvacı, kuyumcu... Yalnız kaza ve hinterlandı değil civar kazaların parası da Zara’ya akıyor bu yüzden. Ekmekçisi hiç durmadan ekmek, ahçısı yemek, hancısı, külhancısı, bezazı, bakkalı hummalı faaliyet içinde.
Suşehri, Koyulhisar, Mesudiye, Reşadiye, Refahiye, Hafik, ne bileyim daha nice beldeler her gün Zara’ya doluşuyor. ,
Bir zaman sonra memleketimizde yeniden bir umut ve huzur doğmaya başladı, işimizde, zanaatımızda rahat yüzü görmeye başladık. Seferberliğin o kara kâbusu çabucak sıyrıldı üstümüzden.
Artık ne Ermenice mektebimiz, ne de kilisemiz vardı. Ne var ki Hıristiyan olduğumuzdan, kaç göç, harem selamlık zorlamaları olmayan toplumumuz çabucak kaynaştı. Memleket durulup huzur ortamı kuruldukça, dünyanın dört bir köşesinden sağ kalanlardan sesler çıkmaya başladı. Umudunu yitirmiş analar bu haberleri aldıkça yeniden hayata bağlandılar. Toplum hayatı ve ahengi düzene girdi. Ta İkinci Cihan Harbi’ne değin...
1950’den sonra bütün dünyada olduğu gibi Zara’da da dışarıya göç başladı. Zara’da başı önce Ermeniler çekti. On on beş sene içinde yüz hane Ermeni aileden bir tane bile kalmadı... Çoklukla önce İstanbul’a, sonra sırasıyla Amerika, Fransa, Kanada, Arjantin, Avustralya’ ya göç ettiler hepsi...
Sh:24-38
**
Şiman Usta yalnız usta değirmenci, inanmış bir sosyalist değildi. Kış boyu çalgı aletleri yapar ve de çalardı. İki üç kadeh parlatınca, kendi el yapısı kocaman gitarı kucaklar, Sivaslı meşhur Âşık Pesendi’nin deyişlerinden akla gelmedik, şimdiye kadar işitilmedik makamlar çıkarırdı adını Kanarya koyduğu gitarından:

“Sofi, bir bak ehl-i dilin özüne
Karışma hikmete, ne esrarlar var.
*
Sofi, tân eyleme tamburu sazı
Anın her bir tellerinde âğaz var.
*
Lea, nâkabil olamaz bi ilim insan olamaz
Bir iki laf talim etmekle suhendarı olamaz.”
Sh:63
**
Birkaç yıl geçti. Suzan olmadı, döl tutmuyor. Ne nefesi kuvvetli hoca koyduk, ne de mübarek keskin ziyaret yeri bıraktık... Her genç kız hemen çocuğa kalmaz, beklemeli dediler. İyi ya, bekleyeceğiz. Tam bu sıra üç günlük bir hastalık anası Vartanuş’u toparlayıp, alıp götürmez mi? Amanın aman, sanki kaynar sular başıma döküldü. Kızım yok ya, olsa da zannediyorum bu kadar acırdım. Suzan’ı bütün çocuklarımdan daha aziz tutuyorum. Hep dedelerinin hatırını sayıyorum hâlâ.
Ötekiler çok gücçüktü, hatırlıyamazlar emme Mehmet’imin yaşı büyük olduğundan çok iyi hatırlıyor. Her gün sofralarının başından noksan olmazdık. Mehmet’imin gözü o vakitler görüyordu. Mehmet:
—Ana, görüyor musun, evde hep yattı, ekmeğin kapısı ne yandadır bir öğrenmedi emme, Kör Yunis sorgusuz sualsiz cennetin kapısını araladı. Bir Hıristiyan Ermeni’yi Müslüman etmek ne demektir sen iyi bilirsin. O Hıristiyan’ın bütün günahı affolur ya, asıl sebep olan Müslüman ne kadar sevaba girer... Bir yıllık ibadetten daha da yeğdir derler hocalarımız. Demek ki kör oğlanın özü hakka doğru ana...
—İnşallah Mehmet’im, biz de bu ikisinin şefaatından mahrum olmayız, deyip keyifleniyorum.
Kör Yunis’in uykusu ağırdır. Uyur da uyur. Ulan ben kendimi ataşlara attım, yine de bu iki enüğüme anlatamadım.
—Uykunun fazlası ev batırır. Ulan itin kurmadıkları, karısı böyle güzel olan yiğidin uyku mu girermiş gözüne? Bunun türküsü bile var. Bu uyku, bu ehmallığman kurda kuşa yedirirsiniz. Fırının şavkına kız gelin düşüyor ya, devamı sizin çakacağınız sağlam kazığa bağlı dedimse de bir türlü dinletemedim.
Yunis öğlene uyanıyor ki koynunda karı yok! Suzan gitmiş! Aman yaman uçmuş. Ne kapı, ne komşu, gören yok!
Tam iki hafta sonra haber İstanbul’dan geldi. Zara’ya ziyarete gelen Kazancıyanlar’dan bir kadın ile Kışlalar’da kamyona binişini görmüşler.
Yunis’i bir ataştır sardı. Ne kadılık koydu, ne kaymakamlık. Ne hükümet bıraktı, ne şeriat... Ölgörüp mümkününü bulamadı. Gözü kanlı babayiğit de değil ki gide de saçının kökünden tuta, buraya kadar sürükleyerek ala getire. Zaten öyle olsa kız kaçmazdı ya... Ortada resmi nikâh filan da yok ki dava dalaba açasın.
Sonra sonra işittik ki Suzan yine Aznif olmuş, evlenmiş de caman da bir oğlu varmış. Hâlâ yanarım, yanar yanar da tüterim. Neler bekliyor, neler umut ediyordum. Vazgeçtik sevabından onun. Kazandıracağı ‘cennete baba. Bir döl bile töredip alamadık ya, ona yanarım.
O günden sonra da türkü çığırarak gezer oldum.
“Aşığım hurda beni
Koydun çukurda beni
Bu ehmallık sendeyken
Yedirdin kurda beni
Ahh Ahh Yunis
Yedirdin kurda beni...”
Sh:132-133
**
Kaynak: Kirkor CEYHAN, Atını Nalladı Felek Düştü Peşimize-ÖYKÜ, Evil Fate Shoed His Horse To Chase Us short stories, Turkish
Aras, İkinci Baskı- Mayıs, 2000, İstanbul

Ben oyunlar ve çocuk kederlerim içinde debelenirken, günler ne çabuk geçiyordu. O yıl sanki gök delinmişti, yağmur hiç kesilmiyordu. Şu, ayakkabısı olmayanların çamurlar içinde dal paça dolandığı, yakacak odununu, yiyecek kışlık ununu hâlâ becerememişlerin derin ve umutsuz düşüncelere daldığı mevsimdi başlayan. Benim tek derdim ise oyun ve arkadaşlarımda Ha, bir derdim daha vardı: ta baharda babamın aldığı üstten tokalı sandallarım oyundan paramparça olmuştu. Çamur deryasına dönmüş kasabada yürümek için ara ki bir taş bulasın, sıçraya sıçraya öteye varasın. Ne sokaklarımız, ne de çarşının içi yapılıp da biraz olsun çamurdan kurtarılmıştı. Sanki bir tarlaydı dolaştığımız.
O yıllarda on sekiz yaşını bitirmiş her Türkiye Cumhuriyeti erkek vatandaşından altı panganot yol vergisi toplanırdı. Ama bu paralar kasaba içi yollara değil, şehirlerarası yolların yapım ve tamiratı için harcanırdı. Biz çocuklar bu alaverelerden habersiz, diz boyu çamur içinde debelenir, yer yer de birbirimizle cebelleşirdik. Kimin gücü kime yeterse, ötekini “Allah yarattı” demeden basardı çamura. İş orada bitse ne âlâ. Ağlaya sızlaya evi zor bulurdun; bir de seni gören ananın vay haline... Cin başına sıçrar, üstündekileri kapıda soyarken, evire çevire, menestür keteni gibi döver, [-menestür keteni gibi dövmek: [Manastır şehrinde(ö veya manastırlarda(?)l Dokunduktan sonra iyice dövüldüğü için nitelikçe makbul olan ketenden benzetmeyle, adamakıllı dövmek.] selini sümüğüne katardı. Bu çamurdan, kötekten sonra iyice yumuşar, yer minderinde birkaç saat sıçraya sıçraya yatardın. Uyandığında, sanki hiçbir şey olmamışçasına, biraz suçlu bir ifadeyle de olsa, bıraktığın yerden devama zorlardın. Anan “şu yediğin dayağı unutmazsın inşallah” tehdidini kulağına küpe misali assa da, bunu o yaşlarda nasıl anlayacaksın, mümkün değil anlaman!
Erken yağmurlar arkası kesilmeden sürüp, çocukların keyfi hepten kaçtığı o sıralar mahallenin büyüğü Kel Arif “ooh, ooh, maşallah ve suphanallah eyyam iyi başladı, iyi rahmet düşüyor; bu sene çift erken çıkacak,” diye ellerini yüzünden sıvazlayarak geçirir, yaşlı Artin Emmi sağ elinin üç parmağını bir araya getirip havada büyük bir daire çizerek alnına götürür, park diroçı, park diroçı [park diroçı: (Ermenice) Tanrı’ya hamd olsun.] diye diye haçını çıkarırdı. Gel gör ki ben onların duyduğu keyfi ne anlayabilir ne de sevinebilirdim. Bizim kasabamızın tarımı yağmura bağlı olduğundan, gökten yağmur değil de altın düşermiş meğer. Güzlük ekilirse ve koşullar da uygun giderse, gelecek yıl bolluk olur, fakir fukaranın yüzü gülermiş. Mesele bu imiş, bu da az bir lütuf değilmiş. İyi, yağsın bakalım...
Bununla da kalmadı, o günlerde bir de mektep meselesi çıktı. Herkes çocuğunu okula gönderecek. Gördün mü şimdi şu çocuk başıma gelenleri! Babam daha önce kış günlerinde “Allah izin verirse ben oğlumu mekteplere göndereceğim ki, okuyup öğrensin de büyük adam olsun der, başımı okşardı da, o günlerin böyle çabucak geleceği hiç aklıma gelmezdi. Büyük adam olma günlerim gelip çattı ansızın, yağmurlar ve çamurlarla beraber.
Bir haber yayıldı bizim sokakta: Koç ile Seneker’i babaları okula yazdırmışlar.
 “Deme! Essah mı?”
“Vallaha da billaha da. inanmıyorsan gider sorarsın oğlum.”
“Belli, belli, yürüyüşü değiştirdiler dürzüler. Ellerinde ufak bavul biçimi bir çanta, terbiyeli edepli de değil, şöyle başlarının üzerinde çevire çevire, birbirleriyle çakıştıra vuruştum gelişlerinden belli. Hele deyyuslar, hele..!”
Bu okul haberi çıktı çıkalı benim neşem büsbütün kaçtı. İstemiyorum ki bir kimse okul lafı konuşsun. Tuu... Allah belanı versin, bu da nereden çıktı, ne çabuk geldi buldu mahalledeki ümmet-i Müslimin dölleriyle Ermeni dibalarını. Ne güzel oynuyor, ne güzel akşamlara kadar boğuşuyorduk arkadaşlarımızla.
Ben bu kez hep Dalaklıgil’in çocuklarıyla Yukarı Dere’de oynamaya başladım. [Yukarı Dere: Zara’da kentin Demirsırık Tepesi’ne yaslandığı kuzey bölümünde sel sularıyla açılmış bir sokak.] Evimizin önünde oynayıp da, Seneker ile Koç’un okul dönüşlerini hiç mi hiç görmek istemiyordum. Dalaklıgil’in çocukları, birkaçı benim akranım, birkaçı da benden büyüktü. Yazın sığır güderler, bazıları da yaylalarda sürü otlatan başçoban Hamdi’nin yanında pöçükçülük yaparlardı. Yaz bitip de sığırların, sürülerin içeri çekileceği zamanı hep aklı erenlerden sorar, dönüş günlerini parmak hesabı bir bir sayardım.
Bir sabah işitirdim ki, Mehmet Ağa, Kösedağ’dan gelmiş, yahut Ömer Ağa, sığırı artık bırakmış. [Kösedağ: Zara’nın kuzeydoğusunda, Zara-Suşehri yönünde kuş uçuşu 15 km mesafede, denizden 2800 m yükseklikte bir dağ. Anadolu’da egemenliğin Anadolu Selçuklularından Moğollar’a geçtiği ünlü savaşa (1243) sahne olan dağdır.] Koşa koşa evlerine gider, üttüğüm aşıkları, bilyeleri torbayla gösterirdim. Onlar yokken, mahallemizde kim kimle kavga yaptı, kim hangi mahalleden kız kaçırdı, hepsini anlatırdım. Daha neler neler! Hangi güvey gerdek gecesi tüm çabasına rağmen bir türlü tutukluktan kurtulamamış; sonra da işitildiğine göre, daha önce kızda gözü olan emmisinin oğlu, meğer elindeki Sivas bıçağını tam o saatte kapatmamış mı? Elbette o çakı yeniden açılmadıkça güvey tutukluktan kurtulabilir mi ki; o işi becersin de, ahaliyi dertten kederden kurtarsın ve de günlerdir güveyin yüzüne mayii mayii bakan kızdan, “ooh, çok şükür yaradana, beni de arlı namuslu kadın tayfasına kattın, ömrüne bereket,” duasını alsın. Hemen bunları Dalaklı Ömer Ağa’ya, Mehmet Ağa’ya ayaküstü anlatırdım. Sonra güveyin anasının, gelinin ablasının, güveyi hiç durmadan soğuk sulardan geçirdiklerini, daha da olmayınca, Tekkeli [Zara’nın 4 km güneyinde, Şeyhmerzuban adıyla da bilinen bir köy.] şeytanların şeytanı Kör Behçet Hoca’ya, suya baktırıp okuttuklarını, Kör Behçet’in kaptaki suya bakarken daha da inandırıcı olsun diye iki eliyle tahta sakalını [Düz tahta gibi, dikdörtgen kesimli, gür sakal.] yukarıdan aşağıya sıvazlayarak derin derin murakabeye daldığını, gözlerini yumup biraz da uyuduğunu, korku ve merak içinde “acep Hoca’nın ağzından ne çıkacak” diye bekleşen güvey ve kız sahiplerine, “Allah’ın bir ismi hakkıçün size bildiriyorum ki, kapatılmış bir çakı görünüyor. Bu bulunup açılmadıkça ne oğlana güç gelir, ne de kızımız içine düştüğü sıkıntıdan kurtulabilir,” fetvasını verdiğini; o anda, kimi kazmayı, kimi küreği, kimi muyluyu, kimi de kazığı kaptığı gibi, ne eşik altı, ne söve üstü, ne duvar deliği, ne çöplük kenarı, ne dam kaşı bırakmadıklarını, ne çare olgörüp çakıyı bulamadıklarını, bulamadıkları için de güveye hal iflah gelmediğinden, kız tarafının, “hayvan oğlu hayvanlar, madem oğlunuzun hali bu idi de, ne halt yemeye düğün dernek kurarsınız da bizi de dile, lisana getirirsiniz; az kalsın çüksüz oğlunuzla bırakıp da turna gibi kızın kanına ekmek doğrayacaktık,” deyip kızı götürdüklerini; kızlarının meğer canı da çok yanık, başı alışık olmalı ki, haftasına varmadan yanlarında çalışan azap ile evden kaçtığını, izine neden sonra Koyulhisar tarafında rastlandığını, kızın iki canlı olduğu haberinin bile geldiğini... soluklanmadan anlatırdım.
Anlattıklarımdan o kadar keyif alırlardı ki, bir yaz boyu yel ve güneşin kavurduğu kızıl dağarcığa dönmüş yüzleriyle gülerlerdi. Onlar çok saf ve temizdiler. Benim anlattıklarımı saatlerce dinler, ne eğrisine, ne doğrusuna bir itiraz etmezlerdi. Bana anlatacakları çok fazla şeyleri yoktu. Kösedağı’ndaki bütün yayla ve eski yurtları taşbetaş bilirlerdi. Ağmaşat’da, Mollahasan’da, Çilohannesin Yurdu’nda [Ağmaşat, Mollahasan, Çilohannesin Yurdu: Kösedağ üzerinde yaylalar. Yöredeki sürüler haziran başında yaylalara götürülür, ağustos sonuna kadar orada tutulurdu. Çil sözcüğü ile Ermeni bir erkek adı olan Ohan- nes’ten oluşan Çilohannes, Zara Ermenileri içinde tanınmış bir ailenin adıdır.] nasıl koyun, gıdik çevirdiklerini, nasıl öğlene kadar yaylanın üstünden sisin dumanın sıyrılmadığını, binlerce koyunluk sürüyü nasıl Kangal itleriyle etrafında kol gezip dört ay kurttan koruduklarını, övünmeden, günlere yayarak, abartısız anlatırlardı. Çünkü kurt dumanlık günü sever derlerdi.
Ayaklarında ham gönden çarık, bacaklarında Adana bezinden zıvga bulunurdu. Yırtık işliklerinden her daim etleri görünürdü. Evleri derede birer göz, tepeye oyulmuş mağara deliği gibiydi ve yüzyıllardır yatacak bir yatak nedir bilmemişlerdi. En fazla geceleri birer telise girer, bir köşeye kıvrılırlardı. Kar kış bastırınca ayaklarındaki ham çarıklar çoktan parçalanmış olur, sonrasını yalınayak geçirirlerdi. O kara kışta, kar ve buz üstünde ceketsiz, yalınayak dolaşırlar, çıplak ayakları mosmor olur, ama üşümezlerdi. Nezle nedir, grip nasıl olur bilmezler, sade suyun gözüne bir avuç bulgur atar, yağsız bulgur aşını kaşıklarlardı. Yüzlerce yıldan beri Müftüzadelerin hanesinde, selamlığında karın tokluğuna hizmet ettiklerinden, babadan oğula bir önlük kadar tarla bile edinememişlerdi. O büyük Ermeni tehcir tartalasında bile, biraz kap kacak, yiyecek talanının ötesine pek geçememiş, ne bir ev, ne de bir bostana konabilmişlerdi. Aç sefildiler ama birbirlerini “ağa” diye çağırırlardı. Babaları oğullarına Mehmet Ağa, Ömer Ağa diye seslenir, ola ki anaları yalnız Mehmet veya Ömer diye çağırsa kan kokutur*, “ağayı niye söylemiyorsun” diye azarlarlardı. “Ağzın mı eğilir yoksa” deyip, ağasız hitap etmenin önüne geçerlerdi.
Bunlar dededen toruna, azap ve çoban olarak yaşam sürmüşler, mektep medrese yüzü nedir görmemişlerdi. Eliçbir zaman da böyle bir kaygı taşımamışlardı. Şimdi ben de okula gitmediğim için gidenleri ne sevebiliyor, ne de yüzlerini görmek istiyordum. Kapıda Koç’u ve Seneker’i beklesem, paya ile partal ile okuldan neler neler anlatacaklar, beni kim bilir nasıl ezeceklerdi. Ben oynadığım aşıktan, üttüğüm bilyelerden ne kadar da söz etsem, onlar için boş şeylerdi bunlar. Ufak bir marştan, bir öğretmenden söz etseler beni hemen silip süpürüyorlar, hepten cahil yerine koyuyorlardı. Bir haftada denge süratle bozulmuştu. Oyunda, koşmacadaki hünerlerim sıfıra inmiş, hiçe sayılmaya başlanmıştı. Bu durum ağırıma gidiyor, içten içe okula da, okulluya da düşman kesiliyordum. Onun için onlardan uzaklaşıyor, Dalaklıgil’e daha bir yaklaşıyordum.
Anam bu gidişe baktı baktı ve bir gün, “Oğlum, başço- ban Hamdi Dayı’ya söyleyelim de, seni de Dalaklıgil’in uşaklarla beraber yaylalarda pöçükçü tutsun. Zaten para mara da istemez, ezberine aldığın kasabamızın tekmil yurduna, yaylasına, örenine çomak vurursun da aşharın belki dolar, daha ötesi yok” dedi.
“Essah mı diyorsun Mayrig,” diyerek anamın boynuna atılışım, yüzünü gözünü öpüşüm görülmeye değerdi. Bir yandan seviniyordum ama “anam acep doğru mu söylüyor” diye içimden geçirmiyor da değildim. “Peki, anamın bu tasarısı samimi ise, acep babam ne gibi bir tavır alır?”... Beni bunun tasası tutmuştu, ama yine de bazen keyiflenip coşuyordum:
“Yaşa Mayrig, sen çok yaşayasın da ömrün uzun ola. Arşak Ağbar’a da tokalı bir Arnavut çarığı diktirip, zıvgamı çekip, belime de dağarcıktan hamançamı bağlayıp, içine bir baş soğan, iki ekmek yerleştirip, pelitten değneği de kaptım mıydı, gör bak sen neler olur... Basarım narayı: ‘Davranmayın dağlar, başçoban geliyor.’ Bir de belime sivri bir kazık takar, dağ taş ne çiğdeme, ne nevruza aman soluk verir, ne de eşmediğim gıldancuk kökü bırakırım. Kösedağı kır bayırdır, emme yolumuz ola ki Tüylü Dere’ye, Avşar Dağı ormanlarına düşerse,[ Tüylü Dere: Kösedağ’ın güneyinde ormanlık bölge.
Avşar Dağı (ormanları): Zara’nın 18 km kadar kuzeydoğusunda, Zara- Şerefiye yolunun doğusunda kalan dağ ve ormanlık bölge.] her dala el atar, toplamadığım alıç, mamuğ, öküzgötü, deriden, şikiraf bırakmam, Mayrig hele dağdaki çördük armudu ne güzel olur...”
Sh:14-21
**

8.
Sınıftan atılmamayı bir nevi garantileyince, collik sıramızın en arkasına gidip, ağlaya ağlaya yanladım. Ve lâkin dünyam da, soluğum da epey genişliyor bu arada. Kayıtsız mayıtsız, git gel, artık mevlam sağlık verirse! Ne yağmur, ne yalınayaklık, ne soğuk, ne de çamur, gözümün hiçbir şeyi gördüğü yok.
Ben nereden bilirim, meğer, sonradan konu olunca öğreniyorum ki, o yıl Cumhuriyet’in kuruluşunun onuncu yılıymış. Şarkıya türküye ağırlık verildiği yıl. Ben ona bakarım, onun ötesini nasıl anlarım! Ohoo, bu iş de benim sazım, tamburam. Zaten meraklıyım. Diyarbakırlı Celal’in  en zor türkülerini bile okuyorum. Zaralı Halil’inkileri  ise haydi haydi.
[Celal Güzelses: (1900-1959) Diyarbakırlı halk türküleri sanatçısı, araştırmacı. Askeri rüştiyede okumuş, devlet memurluğu yapmıştır. Diyarbakır Halk Musiki Cemiyeti’nin kurucusu (1943) olup Diyarbakır Halik Türküleri (1938) adlı notah bir derlemesi de vardır. 1931’de İstanbul’a gidip on sekiz plak doldurmuştur. Gırtlak ustalığıyla bir kuşağı büyülemiş, Şark Bülbülü lakabıyla anılmıştır.
Halil Söyler: Zaralı İnce Halil adıyla bilinen, gür ve güzel sesli halk türküleri sanatçısı. Çiftçiydi. Çağdaşı Celal Güzelses’i üstad kabul ederdi. İstanbul’da Zehra Bilir’le sahneye çıkmış, taş plaklar doldurmuştur.]
 Sesim zil gibi çıkıyor. Bu hayhuy içinde dahi sesim ta köşeden öğretmenin dikkatini çekiyor olmalı ki, tatlı ve alaylı sesleniyor: -
Ulan kamçı kuyruk, kamçı kuyruk, sana söylüyorum,
yalın ayak, sana. O köşeden şöyle beri gel hele beri,” diye bana sesleniyormuş. Seneker dürtükledi de ayıktım. Acep yine ne oldu, ne olacak diye ayaklarıma baka baka ilerliyorum. Çok da utanıyorum.
“Köşeden gelen senin sesindi herhal. Bize bir türkü oku hele bakalım,” diyerek kutusundan kemanı çıkarmaya başladı. Ben pek inanamıyor, utancımdan başımı kaldırıp da öğretmenin yüzüne rahatça bakamıyorum. Ama yine de şöyle kaşlarımın altından kaçamak bir bakış fırlatmadan da edemedim. Babacan ve tatlı yüzü bana cesaret verdi. Başımı doğrulttum. Şimdi rahatça yüzüne bakabiliyorum.
“Bize bir türkü söyleyebilir misin,” diye tekrarladı öğretmen.
Ben zaten şarkı türkü okumaya nazlananlardan değildim. Hem bir başlarsam, öyle bir türküyle, bir şarkıyla da durduramazlardı kolay kolay... Başladım okumaya. Okudukça, sesim kulağıma gelip, beni büsbütün coştururdu. O aralar da Urfalı Mukim Tahir’in türküsü çok meşhur:
Kapıyı çalan kimdir?
Aç bakam gelen kimdir.
Yaram derine düştü,
Belki gelen hekimdir.
Bu türküyü makamıyla, usulüyle çok iyi okurdum. Çalgıya malgıya lüzum yok, ben durmadan ötüyorum. Öğretmenin yayı tutup da havaya girmesine dahi fırsat vermeden, ben davulumu dövmeye başlamıştım ki, gözüm öğretmene kaydı. Durmadan gülüyor, hem de bana öyle geliyor ki, beğeniyle dinliyor. Canım zaten yanmış, bahaneyle kesmiyorum.
“Halepli bahçesinden” beytini de bitirir bitirmez, hemen hiç aman soluk vermeden, Urfalı Cemil Cankat’ın sonraları çok güzel okuduğu türküye geçiyorum:
Mezarımın başı Urfa’ya karşı
Baş ucuma koyun yazılı taşı...
Bu türküyü de bir çırpıda çıkartıyorum aradan. Eğer Kâşif Bey kemanın yayıyla beni itip öteye sürmese Diyarbakırlı Celal’ın “silmedim göz yaşını; aşkın ile ağlayanın...”ıyla girip, tekmil Güneydoğu’yu başa çıkacağım.
“Çocuğum, bak, şimdi dersimiz bu değil, bu işler başka zaman,” diye durdurdu öğretmen.
Âlâ. İsmim kayıtlı değil, okul numaram yok, ama durumu türkü sayesinde epey düzelttik. Seneker ve Koç’la her gün sabahtan okula gidip, ikindi dönüyorum. Gamı kasaveti epey dağıttık. Ne defter, ne de kalem. Türkü çağırarak git git gel!
Ve lâkin, sen bakar mısın tersliğe! Babam hâlâ gelmek bilmiyor. Her yıl bu vakitler işi çoktan bitmiş olurdu ya, bu defaki, benim kem talihim. Üstelik kar da erken yağar, babamın çalıştığı inşaat işleri hepten paydos olurdu...
Kar bir yağmaya başlarsa, günlerce kesilmez, zaten tepelerin arasında olan Zara, temelli kara teslim olur. Mart’ın dokuzuna, bazen ise April’in beşine [April: Latince kökenli bu sözcük, Ermenice’ye Nisan ayı anlamında Abril olarak yerleşmiştir. Zara’da Türkçe konuşma diline Aprul olarak da geçmiştir. Genellikle beşinci gününe rastlayan soğuk, şiddetli fırtına, yörede şu geleneksel deyişe yol açmıştır: Sakın Aprul’un beşinden, kömüşü ayırır eşinden!]  kadar bekleyeceksin kı kara toprak yüzü göresin. Kar yağar da yağar, metrelerce. Önceleri herkes dam üstüne çıkar, sürgülerle karı aşağı küreler. Çünkü ilk önce yağan kar tozak olur. Sürgüyü çocuklar bile sürer. Ama kar devam ettikçe, artık değme babayiğidin kârı değildir karı kürümek. Tahtadan yapılmış kar kürekleriyle karlar atılıp damlar temizlenmezse, metrelerce kar üst üste biner, çoğu zaman damı çökertir.
Karı atılan damı da, üstündeki koca loğ taşı ile loğlamalı ki alta su geçip de damlamasın. Zaralının yaz kış çektiği rezilliktir vesselam. Kürenen karlar duvarlara yaslanır, dağlar gibi... Ortada ne ev kalır, ne de ahır, samanlık. İnsanlar çoğu zaman körkösnü gibi tünellerden geçip dönerler evlerine. Ne yol bellidir, ne de iz. Bele kadar kardan çığır açıp çarşıya ulaşılır ilk zamanlarda. Beş on gün sonra kar bekir, artık üstüne adam alır. Yerden bir metre yüksekten aylar boyu git gel!
Babam aklıma düştükçe ağlıyor, anamın amanını kesiyorum. Evet artık okula gidebiliyorum, ama ne üstte var, ne başta. Ne defter var, ne kalem. Ne kitap var, ne çanta. Hani bunların hiçbiri yok! Gerçi birisi elime geçse, ötekilere ağlayacağım. Her tarafımız bozuk...
Anam her gün bir çeşit yalanla beni loğuzlamaya çalışıyordu. Ama ben daha önce söylediği lafları, verdiği bol keseden ümitleri unutmadığım için, her defasında yem birşey üretemez oluyordu artık.
“Oğlum merak etme, baban neredeyse gelecek. Ne kadar yevmiye yaparsa o kadar fazla para kazanır. Sana daha güzel esvaplar alır. Daha süslü olursun.” Anam ara ara böyle dese de, ben yine de her gün “bu Koçhisar da nereden çıktı” diye ayaklarımı yerlere vurup, “bu ne cehennemin dibindeydi,” diyerek debeleniyordum.
Hafik’e o zaman Koçhisar derdik. Zaramızın da eskiden Koçkiri diye anıldığı gibi.
Sh:41-47
Kaynak: Kirkor CEYHAN, Seferberlik Türküleriyle Büyüdüm, Aras, Üçüncü Baskı: Eylül 2008, İstanbul 


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar