KİRKOR CEYHAN
Kirkor Ceyhan 29 Ekim 1926 Zara doğumlu.
Baba adı Simon, siz deyin Sığı Usta. Ana adı Horik, siz deyin Horik Hatun.
Manuşag, Armenuhi ve Azaduhi üç kız kardeşi. Geçimleri, evvelce öğretmen olan
babanın sıvacılığı, inşaat ustalığıyla; anne de zenginlere kilim dokuyor...
Ceyhan’ın ilk eğitimi Zara’da: Gazi ve
Cumhuriyet ilkokulları. Sonra, Sivas’ta evli olan halasının yanında kalarak
sürdürdüğü Sivas Ortaokulu yılları ve halalarının ev komşusu Şımavon adlı
Ermeni bir değirmenciden etkilenip materyalist dünya görüşüne meyledişi.
Derken, terk-i tahsille Sivas’a veda, Zara’da bila ücret terzi yanında
çıraklık...
Kendi deyişiyle, olanaksızlıklar nedeniyle
okula devam edememenin acısını, hınçla, bütün dünya realist yazarlarını
okuyarak çıkarma uğraşı. Küçük yaştan edebiyata ilgi, kitaplarıyla Sabahattin
Ali’yi tanıma...
İkinci Dünya Savaşı’na denk gelen
delikanlılık. 1946 Ocağında evlilik, Kasımında Erzurum’a askerlik, 1947’de
askerken babalık. 1949’da terhis ve ver elini İstanbul! Ailenin göç konağı
Gedikpaşa. Baba Varjabed Simon, Surp Hovhannes Ermeni Kilisesi’ne
zangoç...
1950’de hapisten çıkıp İstanbul’a gelen
Kemal Tahir’le yüz yüze tanışma; böylece Zara’dayken hapiste olduğunu tesadüfen
öğrendiği Kemal Tahir’e 1942’de mektup yazarak başlattığı tanışıklığın
kesintisiz bir dostluğa dönüşü...
Çarşıkapı’da terzi dükkânı. İki bebe daha.
1965’te ailece Ermenistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ne göç. On ay sonra
gerisin geri dönüş, Beyoğlu’nda terzi dükkânı.
1973’te babasızlık, 1974’te dulluk.
1980’de terk-i meslek, emeklilik ve Fransa’ya, çocuklarının yanma göç. 1982’de
yeni bir evlilik, kısa sürede boşanma ve 1988’de Almanya’da üçüncü izdivaç.
1990’da anasızlık, 27 Eylül 1999 Pazartesi sabahı Bonn’da yaşama veda ...
Atını Nalladı
Felek Düştü Pekimize: Anadolu’nun sözlü
tarih ve anlatı geleneğine güçlü bir örnek, Zara ve çevresi için önemli
monografik tanıklıklar... Tıpkı, Ceyhan’ın 1996’da yayınevimizden çıkan ilk
kitabı Seferberlik Türküleriyle Büyüdüm'de ve 1999’da Belge Yayınları’nın
bastığı, son kitabı Kapıyı Kimler Çalıyor'da olduğu gibi...
"Hisus
Kristos gukamgor!..."
Agos Gazetesi
Oşin ÇİLİNGİR
18.06.1999
Kirkor Ceyhan'ın Aras Yayınları'ndan çıkan
'Atını Nalladı Felek Düştü Peşimize' adlı kitabındaki öykülerin en güzeli bana
göre 'Can Yerini Yadıdı'dır. Öykünün kahramanı çarıkçı Garabed'in ölüme
giderken son sözlerini yazımın başlığına aldım. Garabed'in sözleri Türkçe'ye, "Hazreti
İsa, sana geliyorum!' diye çevrilebilir.
Yayınevinin kitabın adını doğru
belirlediği kanısındayım. Ne var ki, ben olsaydım, fazlaca etkilendiğimden olsa
gerek, daha duygusal olduğuna inandığım Çarıkçı Garabed'in bu 'ölüme beş
kala' sözlerini seçerdim.
İkinci kuşaktan yeni Ara Güler'imiz Manuel
Çıtak, işi bitirmiş aslında. Benim burada yazacaklarım, Çıtak'ın yakaladığı
'Kirkor Ceyhan portresi'ni sözcüklerle dile getirmekten başka bir anlama
gelmeyecek.
Kirkor Ceyhan, yazdıkları yüzüne yansıyan
ender insanlardan biri. Çünkü o bir yazarda, dahası bir insanda bulunması
gereken çok önemli bir özelliğe sahip: içtenlik!
Kirkor Ceyhan'ın yazdıklarıyla portresi
arasındaki uyum işte bu içtenlikten kaynaklanmaktadır. Manuel Çıtak, Ceyhan'ın
portresini görüntülerken, sanatçının gözlerini kadrajının odağına almış. İyi ki
öyle yapmış, çünkü bu gözlerde biz, Ceyhan'ın bütün bir ruh haritasını
buluyoruz.
İnsanı delip geçen bu cin gibi gözlerde
biz yazarımızın yaşamı algılayış, arayış, sorgulayış ve benimseyiş tarzını,
kısacası yaşamı yorumlayışındaki ustalığı okuyabiliyoruz. Bu gözlerde aynı
zamanda onun yaşama karşı tutkusuna, duyarlılığına ve Anadolu insanına özgü o
inceden inceye 'çarıklı erkan-ı harp' ironisine tanık oluyoruz.
Kirkor Ceyhan dolu dolu yaşamış. Bu
nedenle de dolu dolu yazıyor. Onun yazış ustalığında, içtenliğinin yanı sıra
yazdığı her sözcüğe, her cümleye ve her öyküye kazandırdığı görkemli
'hayatiyet'in de rolü büyüktür. Ceyhan'ın öykülerindeki sözcükler tıpkı yaramaz
çocuklar gibi. Aynı sözcük, anlamdan anlama rahatlıkla geçebiliyor, bazen düz,
çoğu kez de mecazi anlamlara bürünebiliyor, bazen de bir başka sözcükle
deyimden deyime kolaylıkla geçebiliyor. Salah Birsel, Ceyhan'ı okumuş olsaydı,
hiç kuşkusuz onun Türkçe'ye kazandırdığı bu sevecen ve ironik afacanlığa hayran
kalırdı ve biraz da kıskanırdı. Ceyhan'ın Allah vergisi bir anlatı ve dil
yeteneği var. Bu yeteneğini olağanüstü güçlü belleğiyle bütünleştirince ortaya
'3 h'li öyküler çıkmış: 'Hamov-hodov ve hümor'!...
Ceyhan'ın öykülerinin temel dinamiği,
içtenliği ve derinliği her sözcüğe sinmiş olan 'hümanizm'dir. Bu insancıl
tutumda Ceyhan, tipik bir Hazreti İsa tavrı takınıyor: Diğer yüzünü de
çeviriyor! Salt çevirmekle kalmıyor, 1915'in suçlularını belki bağışlamıyor ama
insanlık adına onlara acıyor. Ceyhan, öykülerinde Türk edebiyatında örneğine
pek rastlanmayan bir zaman aralığını, 19.yy'ın son çeyreğiyle 20.yy'ın ilk
çeyreğini kapsayan yaklaşık 50 yıllık bir dönemi anlatıyor. Daha çok da 1900'lü
yılları, Seferberliği, 1915'i ve Birinci Dünya Savaşı yıllarını...
Ceyhan'ın en büyük becerisi hiç kuşkusuz
Anadolu mozaiğine doğrudan tanıklık eden kendisinden önceki kuşaktan
dinlediklerini güçlü belleğinin yardımıyla Şeytan'ın bile şaşırabileceği
ayrıntıda bir anlatıya dönüştürebilmesidir. Bu anlatı öylesine canlı ve
öylesine gerçeklik doludur ki, okuru bir anda yüzyıl öncesine götürerek
trajedilerle yüklü geçmişle baş başa bırakmakta, böylece onu basit, edilgen bir
dinleyici olmaktan Çıkararak, sorgulayıcı bir konuma sokmaktadır.
İlginçtir, Ceyhan bunu bilerek,
kurgulayarak, bilinçlice değil içtenliğinden kaynaklanan bir dürtüyle,
doğaçlamadan yapıyor. Üstelik bunu siyasal nutuk atmadan gerçekleştiriyor. 'Zor
Yıllar'ı, Seferberliği, 1915'i, Birinci Dünya Savaşı ve sonrası yılları,
siyasal tahliller yapmadan, doğrudan yaşamı anlatarak, yaşamdan kesitler
vererek, daha çok da kişisel dramları temel alarak anlatıyor. Ne yargılıyor ne
de sorguluyor, bunu okura bırakıyor. Örneğin Ceyhan'ı okurken Anadolu
mozaiğinin bir daha geri gelmemek üzere balyozlanmasında 'ulusalcılığın'
oynadığı yıkıcı etkiyi görmemek ve duyumsamamak olanaksızdır. 1915 öncesi
Anadolusu'nda aynı köyde, aynı kasabada ve aynı kentte her kökenden halkın
kardeşçe sürdürdüğü yaşamın, bir anda nasıl da 'yukarıdan aşağıya'
dinamitlenerek tuzla buz edildiğine tanık oluyoruz.
Ceyhan,
bize 'yıkıcıların vahşeti'ni değil, bu vahşetin yaşama, insanlara olan etkisini
anlatıyor. Onu daha çok
insanların dramı ilgilendiriyor. Ceyhan, kahramanlarını toplumsal mozaiğin
dokusuna uygun seçiyor. O, salt Zara'nın ve Sivas'ın 'zor yıllar'ını ve
buradaki Ermenileri değil, Türkü, Kürdü, Ermenisi, Alevisi ve Sünnisiyle köken
ayırt etmeden bütün bir halkı anlatıyor.
'Atını Nalladı
Felek Düştü Peşimize', birbirinden sıcak altı öykü içeriyor. Öykülerdeki işçilik gerçekten de övgüye
değer. İlk öyküyü, 'Can Yerini Yadıdı'yı neden diğerlerinden çok sevdiğimi
kendi kendime irdelemeye çalıştım ve sonunda nedenini buldum. 'Çarıkçı
Garabed'in dramı, bana nedense Anton Çehov'un 'Memurun Ölümü' adlı öyküsündeki
memurun dramını çağrıştırdı. İki kahraman arasındaki benzerlik olağanüstü. Her
iki kahraman da gerek toplumsal konumları ve gerekse iç değerleri bakımından
'nesli tükenen tip'lerden. Yaşama karşı olağanüstü duyarlı, namuslu, gururlu ve
bu değerler uğruna yaşamı yadsıyabilecek denli güçlü bir karakter!
Çarıkçı Garabed,
intiharı seçiyor, kendini adım adım hazırlayarak ölüme gidiyor. Onu, içine girdiğine inandığı utanç
denizinden ancak ve ancak Hisus Kristos kurtarabilecektir. Bunun için de ölümün
eşiğindeki son sözleri, "Hisus Kristos gukamgor!" oluyor.
Garabed'in dramı evrensel ve zaman üstüdür. Bu nedenle de onun dramı, biraz da
bizlerin, biz insanların, insanlığın dramıdır.
'Küpçü
Hoca' adlı ikinci öykü, 1915'i yaşamak istemeyen bir grup Zaralı Ermeni'nin
geçici olarak Müslüman oluşlarının traji-komik öyküsüdür.
'Sivas Ellerinde' adlı öykü, 1915 sonrası
Sivas'ından ayrıntılı bir yaşam kesiti sunuyor. Sivas'taki terkedilmiş Amerikan
Koleji'ne sığınan 'tehcir kurbanı' insanlardan manzaralar çiziyor. Öyküdeki
Şiman Usta tiplemesi bir harika! Şiman Usta'nın gitarının eşliğinde söylediği
'makam', Sivaslı Âşık Pesendi'den:
"Sofi, bir
bak ehl-i dilin özüne / Karışma hikmete, ne esrarlar var".
'Mebus Ispanağı' , Ceyhan'ın yaşam
felsefesindeki ironinin en güçlü dışa vurulduğu öykü. 'Pıte Ebe ile Torunu' ile
'Avşarlı'nın Fırını' adlı son iki öyküde Ceyhan öykü kahramanı olarak iki
Müslüman kadını seçmiş.
Kirkor Ceyhan'ın iyi bir terzi olduğu
kesin. Yaşadıklarından ve tanıklıklarından iyi öykü biçiyor, salt biçmekle de
kalmıyor, bir güzel de dikiyor!
https://www.arasyayincilik.com/tr/basindan/hisus-kristos-gukamgor/438
Babam anlatıyor:
Bizi Seferberlik’ten on-on iki ay önce
muvazzaf olarak askere aldılar. Zaten her birimizin yaşı askerlik için epey
geçmişti. En genç olanımız yirmi beş yaşındaydık. Tabii zaman geçtikçe ve harp
de başlayınca, otuz beş kırk yaşındakiler de katıldı aramıza...
Daha önceleri Zara’da askeri birlik yoktu.
Enver Paşa Erkân-ı Harbiyesi 10. Alay’ı Zara’ya yerleştirmeye o dönemde
karar vermişti. Bizim gibi gayrimüslim taifesini başka yere gönderip, amele
taburlarına dahil etmediler.
Zara’da bir hayli gayrimüslim zanaatkar
var. Taşçısı, duvarcısı, marangozu, dülgeri, demircisi, tenekecisi, çilingiri,
nalbantı... Her biri yalnız civar kasabalarda değil, vilayet ötesi şöhrete
sahip.
Demirciyan Sahag
Usta adlı demircilerin
bir piri var ki yaptığı Osmanlı gemin üstüne hiçbir diyarda gem yapılmaz.
Kuzeyde Trabzon’dan tut, Şam ve Bağdat’tan gelip, günlerce handa külhanda yatan,
ondan gem satın almak isteyen eksik olmazdı.
Saraydan çıkma ince marangozumuz, ağaçtan
kâşaneler kurabilecek dülgerlerimiz vardı içimizde. Zaten Zara’nın diğer
kazalardan ayrıcalığı ve üstünlüğü de bu mahir ustaların varlığı ve çokluğu
idi. Rışvanlar’dan bir Kürt olan ve
lâkin sağır İlya’nın usta tezgâhında yetişmiş marangoz Osman Usta ise bir
istisna idi. Zanaati gibi dört dörtlük olan müstesna bir karaktere sahip olan
Osman Usta ile çalışmamız ve dostluğumuz yıllarca devam etmişti.
Zara’nın batı ucuna askeri kışla ve
lojmanlar yapılacak. Oh ne âlâ... Bir sürü yetişmiş zanaatkâr mevcut. Yüzlerce
acemi askerle hummalı bir faaliyet başladı. On binlerce kerpiç dökülüyor, bir
yandan yerler kazılıp temeller atılıyor. Kağnılar birbiri ardı sıra taş çekiyor,
duvarlar yavaş yavaş yükseliyor. Çarşıda, kendi tezgâhlarımızda, hokkalarca
mıhı, istediğin kadar demiri anında kotarıp kavuşturuyor, Zara’nın oylumu kadar
bir araziye binalar düzüyoruz. Koğuşlar, tavlalar, tabur-bölük binaları bir
yana, yaptığımız kumandanlık binası gibi bir yapı vilayette yok. Dördüncü
Ordu’nun yol güzergâhı olduğu için ordu ve ümera hep önümüzden geçip Erzurum’a
gidiyorlar. Enver Paşa, yanında arkadaşı Hafız Hakkı ile geçerken
bizzat alakalanıp bu faaliyet ve muvaffakiyetimize teşekkür etti. İşte o
gidişinde Allahuekber Dağları’nda Ruslara baskın yapmak istemiş ama tatlı
canını zor kurtarmıştı. Yerine bıraktığı Hafız Hakkı’ya paşalık vererek,
kalanları Rus’un önünden kurtarmaya uğraşmıştı. Ne Rus durdurulabilmiş, ne de
kolera hastalığına yakalanan Miralay Hafız Hakkı paşalığın tadını
çıkarmaya zaman bulabilmişti.
Çok
sürmedi, Devlet-i Osmaniye Tehcir Kanunu’nu ilan etti... Nedir bu? Nasıl olacak? Tekmil Ermeni
tebaa can güvenliği bakımından yerlerinden alınıp usul-ü hal ile cenuba, Elcezire
ve Suriye’ye yerleştirilecekler. Hadise bu.
Başımızda, tekmil inşaattan mesul,
faziletli mi faziletli bir binbaşı var. İsmi Yahya Bey, kendisi Şam vilayetli.
Ortadan uzun boylu, yüzü Suriye esmeri bu adam sanki kumandan değil de bir
arkadaştı bize. Ama hangi kuzuyu hangi çubukla süreceğini bildiğinden, zart
zurt zabitlerden daha otoriterdi. O gün erkence paydos edip başına topladı bizi.
—Arkadaşlar, diye söze başladı. Şimdi beni
iyice, can kulağıyla dinleyin. Sizinle aylardır beraberim... Nasıl sadıkâne ve
mahirâne çalışıp devletimizin istediğinden de âlâ abideler diktiğinize her gün
şahidim. Sizden yerden göğe kadar memnunum. Ve lâkin bugün aldığımız
haber ve ilan üzre, bütün Ermeni tebaanın istisnasız tehcire tabi tutulacağı
bildiriliyor. Görüyorum, içinizde tek bir cahiline rastlamadım. Şimdi
anlatacaklarımı en az benim kadar bilen ve anlayansınız. Devlet-i Osmaniyemiz,
Sultan Hamit’ten beri büyük bir felaket içine düştü. Trablus’u, Balkanlar’ı
yaşadınız... Şimdi içine girdiğimiz badire de büyük. Yedi düvelle harbe girdik.
Neden..? Niçin..? Bilen yok... Alaman sermayesi ve vurucu güç erkânı harpleri
öyle istiyor... En azından siz askerlerimize bir asker postalı, bir asker
ceketi verelim de şu sivil poturlardan sizi kurtaralım... Ne gezer! Şimdi bu
girizgâhtan sonra esas anlatmak istediğim konuya gelelim. Bu, hayatımın belki
de en zor fikir beyanıdır... Bütün gece uyuyamadım. Hep bunu ve hep sizi
düşündüm. Şu benim size yapacağım teklifi bir başkası bana yapsa, ben nasıl
davranır, nasıl bir tepki gösteririm diye sabahı uykusuz ışıttım. Ve lâkin
durum gayet ciddi. Eğer
siz benim teklifimi kabul etmezseniz, hepiniz çoluğunuz çocuğunuzla bire
varıncaya kadar kırılıp, telef olacaksınız. Göçe katılacak, yalınayak
yalbırdak daha şuracıkta ikinci bir köye varmadan, dizanteriden, karın
ağrısından tükenip kaybolacaksınız. Yazık olacak bunca bilgiye, yazık olacak
bunca marifet ve zanaata. Sizleri çok iyi tanıdım ve sizlerle haşır neşir
oldum. Başka tarafa da zaten gücüm yetmez. Allah ruhsat verir de sizleri kurtarabilirsem kendimi çok
bahtiyar addedeceğim, bilesiniz.
Teklifim
şudur arkadaşlar!
Ben, her birinizin ağzından çok daha
önceki tarihlerde verilmiş birer istida almış olacağım. Muameleye de bugünden
itibaren koyacağım. Sizi tehcir göçünden böylece alıkoymaya çalışacağım. Siz
istidanızda diyorsunuz ki: Biz falan oğlu filan, bundan böyle
Hıristiyanlıktan ihtida ile Müslümanlığa kabulümüzü Zıllullah-i hazreti
padişahımızdan niyaz eyleriz... Bundan sonrasına siz karışmayın. Ben
demirden çarıkları ayağıma çekip bu işi gerçekleştirmeye uğraşacağım...
Arkadaşlarla put kesilmiş, soluk almadan
dinliyoruz. Lafın burasında ayarlanmış gibi hep beraber ‘offf diye yürekten
bir soluk boşalması oldu. Yine de hiç kimse tek kelime dahi söylemedi. Kimse
kimsenin yüzüne bakmıyor, herkes eğilmiş, yerdeki kireçli tozlu toprağı gayri
ihtiyari parmaklarıyla eşeliyor.
Sükûneti
yine Yahya Binbaşı bozdu.
—Bu, dünyada belki de en zor karardır,
biliyorum. Siz akıllı adamlarsınız. Tarih boyu beraber yaşadık. Sizin dininize
itikadınıza pek müdahale olmadı. Ne var ki amansız bir kerteye ve de pek
imkânsız bir geçide gelip çattık. Siz derununuzda hangi dini taşıyorsanız
taşıyın. Emme ve lâkin gelin bir kararla evinizi, çoluğunuzu çocuğunuzu ve de
hayatınızı kurtaralım. Mevla çok büyük. Günler kim bilir nelere gebedir.
Bugünkü şartlar bence bunu gerektiriyor. Yarın neler olur neler...
Lafı burada kesti, sıkıntıdan terliyordu.
—Yarın sabah sizi bekliyorum, diye bizleri
yola koydu.
Ne iştah kaldı, ne keyif. Bize verdikleri
yumruk büyüklüğünde, arpa unundan tayınları peşkirlerimize bağlayıp sallayarak,
tozlu topraklı üstlerimizle evlerimizin yolunu tuttuk. Zara’ya girdiğimizde tam
tamına ikindi idi. Ezan-ı Muhammediye son günahlarından arınmaları için
ümmetini hazin hazin camiye, namaza çağırıyordu. Onlar sesli sesli dualarla
camiye, biz yorgun ve kederli, evlerimize doluştuk.
Sabaha kadar uyku
tutmadı. Ev külfeti sekiz on kişiyiz. Erkek kardeşim,
kız kardeşim, baldızım, iki kaynım, yaşlı anam, o sıralar ha bire hasta olan
karım ve ben. Hep yarı aç yaşıyoruz... Bir tek benim getirdiğim iki küçük tayın
ve akşamdan akşama yine askeriyeden verdikleri sade suyla pişmiş, içinde,
arasan üç mercimeği bir arada bulamayacağın boz bulanık bulaşık suyu... Kararı
ben, anam, karım vereceğiz.
Anam o sıra tam yetmiş beşinde. Kabulü pek
zor oldu.
—Ben bu yaşımda
nasıl Müslüman olacağım, nasıl Müslümanlık yapacağım canlarım, gördünüz mü
başıma gelenleri, diye epey ağladı.
Karım benim gibi genç olduğundan daha
metin. Sabaha kadar düşündük. En sonunda kararı verdik. Çocukların hiçbir
şeyden haberleri yok. Ya yollara düşecek, kimbilir nelere, ne karanlıklara
uğrayacağız, ya da Müslüman
olup Yahya Binbaşı sayesinde kurtulacağız. Daha şafak atmadan
anam:
—Öyleyse gelin, üçümüz son bir defa daha
canı yürekten haçlarımızı çıkaralım, güneşten yana yönelip Hisus Kristos
efendimizden bir özür duasına başlayalım...
Anam bir adım önde, biz karı koca onun
arkasında, ellerimiz göbeğimizde bağlı, duaya başladık. Anam her kelimede
ağlıyor, her cümlede yere eğiliyor, elini yerden harmanladarak öyle bir haç
çıkarıyor ki, ömrü sonuna kadar artık çıkarmasa da o boşluğu doldurur...
—Görüyorsun, senin
için her şey zaten ayan beyan. Kendim için dönersem Hisus Kristos’um, senin
şefaatından mahrum et beni. Ne yaparsın, bir sürü çocuk var. Onları kurtarmak
lazım. Bu kadarına da evvel Allah ve sen oğlu anlayışla bakarsınız. Şuna da
yine emin olun ve bilin kı göynümüzün en yüksek tahtında yine siz
oturacaksınız.
Titreyerek yerine oturdu.
Biz ikimiz de aynen onu takip ediyorduk.
Son özür duasını bitirir bitirmez ananı epey yükü üstünden attı da, sanki
bundan sonrasını da varsın o koysun kaldırsın diye, hepsini Kristos efendisine
havale etti.
Peki, benim adım ne olacak Simon? Sakın
bana başka bir teklifte bulunma-. Yetmiş beş yıl Manuş Hatun yaşadım, bundan
sonrasında beni Şahiban Hatun çağırın. Çünkü o adın sahibi çok temiz, cennetlik
bir kadındı. Şimdi onun yerini ben alayım bari.
Anam çok ağladı, çok sızladı ama zahmet
vermeden adını kendisi buldu. Evdekilerin her birine bir ad yakıştırdık. Ben
İbrahim, karım Naciye, kaynım Necati, öteki Hesna, daha öteki Mustafa,
sayıladık çıktık başa...
Uykusuz geçen gecenin er sabahında yine
kışlanın yoluna düzüldük. Bakıyorum her bir sokaktan benim gibi uykusuz, yorgun
arkadaşlar nereye, hangi taşa bastıklarını bilmeden perişan bir halde
sallanarak yürüyorlar. Kimse kimseye ne selam veriyor, ne de bir şaka yapıyor.
Sürüklenerek yürüyorlar. Henüz kimse kimseye kararını bildirmiyor ama aklın
yolu bir... Daha evvel açıklayan sanki daha suçlu olur korkusuyla herkesçe malum
olan gerçeği birbirimizden saklamaktayız.
Binbaşı Yahya Bey de bizim gibi. O da erken geldi. Yine
bizi başına topladı.
Hele iş biraz sonra. Şimdi hayati karar
zamanı...
Baktım arkadaşların hepsi kararlı.
Mühürlerimizi bastık, binbaşı kâğıtları üst üste dizdi. Hepimizi
yanaklarımızdan öptü.
İşlerimizin başına geçtik. Arkadaşlar ufak
ufak utançlarından sıyrılmaya başladılar. Kim, kimden utanacak? Zaten hepsi aynı koyunun aşığı.
Setrak soruyor:
—Demek İbrahim koydun adını? Bundan böyle
yalnız İbrahim mi çağıracağız, yoksa Simon’u da beraber mi?
Yani Simon İbrahim. Gülüşüyoruz. Gece boyu
ne isimler bulmuş, nicelerini değiştirmişler. Bir tiyatro ki deme gitsin. Biri
diyor ben iyi Hurşit olurum. Öteki Hıdır’ı beğenmiş, kim ne diyebilir? Kimi
Mürteze’yi beğenmiş, kimi Musa olmuş. Bir hayli zamanımızı da bunları
öğrenip yanlışa düşmemeye harcayacağız. Gördün mü başımıza gelenleri!
Çalışıyoruz... Duvarlar yükseliyor,
sıvalar sıvanıyor, çatılar kapanıyor... Baharda başladığımızı kışa
bırakmayacağız. Hesap ettik, güz ortalarında patayı çakarız kumandana. Ondan
sonrası iç ve teferruat işleri... Mesele alayın eratını çadırdan kurtarıp,
başını içeri sokmak. Başaracağız evvel Allah’ın izni keremiyle.
Üç gün sonra Yahya Bey işlerimizi becerip
geldi. Artık dönmüş, Müslüman olmuştuk. İyi, âlâ... İşlerimize devamdayız.
Birkaç gün sonra binbaşı yine topladı bizi.
Arkadaşlar,
evet ben yaptım siz Müslüman oldunuz ama, ha deyince Müslüman olunmuyor. Bazı
vecibeler var ki bunlar mutlaka yerine gelmeli. Evvelemirde Sünnet-i Şerif...
İyi ya, madem girdik bu yola, sonuna kadar
gideceğiz. Elimizden başka ne gelir ki?
Allah razı olsun, binbaşımız onun da
kolayını hemen buluverdi. Bizi, katır tavlasında baytar yamaklığı yapan pos
bıyıklı kart bir Arnavut’a havale etti. Koca bir beylik çadır. Bir yanda at
katır bağlı, bir yanda, kuru tahta üstünde tavla hizmet eratı yatıp oturmakta.
Tavlayı anında boşaltıp bizi sıram sıram yatırdılar. Arnavut işin ehli.
Atları iğdiş ede ede tam pişmiş! Etrafta olandan dönenden habersiz tavla
eratı şaştılar. “Müslümanlıkta bu yaşa kadar sünnetsiz nasıl dolaşılır,
fesüphanallah!” çeken çekene. Bizim hali perişanımıza gülsünler mi, yoksa
ağlasınlar mı? Yine de din kardeşliği uğruna bizi kucaklayıp yardım eden mi
istersin, bununla yetinmeyip Ben seni kucaklayıp kestirdim, artık dünya ahret
kirven olurum” diyenler mi?
Arnavut, bilekli iki neferin eline teslim
ediyor bizi... Zannediyoruz ki keskin bir usturayla anında işi bitirecek.
Zekerini tam dibinden yakaladı mı, daha nefes almana imkân yok. Törpüsüz, dağda
büyümüş Arnavut, paslı, büyük bir ot makası ile hücumda. Makasın her yeri
gevşemiş, birden kesmesine imkân yok. Çabalıyor, o yana bu yana geve geve
işimizi bitiriyor. Alttakini hiç hesap ettiği yok! Boğa olsa dayanmaz.
Biz inleyip, dayanamayıp bör bor böğürdükçe
o oralı bile değil. Geçiyor ötekine. Sanki salhanede böğürte böğürte inek boynu
uçuruyor. Ucundan fazlalıkları kesip atıyor ya kendince, geri kalanı acep iş
görür mü hiç hesap ettiği yok! Biz bu cefaya razıyız ama kalan parçanın da işe
yarayıp yaramayacağının endişesindeyiz.
Arnavut desen arada çıkışıyor:
—Abe köftehorlar,
var mıdır dinimiz Müslümanlıkta bu yaşa dek sünnetsiz dolaşmak! Efendimizin
şefaatına nasıl nail olacaktınız! Abe siz düşünmezsiniz, eşek kadar
büyükleriniz de mi uyarmaz!
İşimiz bittikten sonra bir asker at
kovasından kepek tuz karışımı bir avuç toz bağlayıp, bizi bir süre uzatıp
yatırıyor. Gözlerimiz yaş, sırtımız ter. Bir zaman yatıp dinleneceğiz ki akşam
ezanından sonra kimse görmeden, bacaklarımızı iki yana aça aça savuşup da evimize
gidelim.
Yaralarımız çok uzun zaman sürdü. Ağbunlar
içinde, paslı, kirli makasla yapılan sünnet nasıl iyileşecek? O devirde ne
ilacı, hangi temizliği aramaktasın? Bir dert değil, ne devlet için ne de millet
için ölüm. Zaten yaşanmıyor ki Osmanlı toprağında. Hele bizim canipte, insanlar
yaşamak değil, canını sürüklemekte gasbennek. Ölüm aslında o devirde kurtuluş.
Her yanımızı cerahat sardı. Ufunet, pislikten geçilmiyor. Her gelen komşu,
dededen kalma bir ilaç tarif ediyor. Kimi havacıva merhemi, kimi insan pisliği
tavsiye ediyor. İki üç ayda sağalamadık. Gördün mü sen dinimizin hükmünü!
—Bu daha başlangıcı, diyor bizim Artin.
Yüreğinde soğumamış, beni yalnız Avni değil, Hüseyin Avni çağıracaksınız,
diyor.
Askerliğe devamdayız. Yahya Bey hepimizden
memnun. Biz de ondan. Bizi kurda kuşa yem vermediği için çok mutlu. Dini bir
uğruna çalışıyoruz. Derken bir gün müftülükten bir yazı geldi.
“Yeni ihtida taze Müslümanlarımız müftülüğümüzde hazır
bulunacak! Kelime-i şehadet ile namaz adabının öğretimine tabi olacaklar.”
Bizi ertesi gün müftülüğe doldurdular.
Müftü kibar bir efendi idi. Mahmutlardan Hafız Mahmut adında. Tokat, Kayseri
medreselerini alayülâlâ derece ile bitirmiş, hemen Zara müftülüğüne
nasbetmişler. Alim mi alim, fazıl mı fazıl. Başından yukarı sesi yükselmiyor.
Cemaatine bir hayli insan eklendiği için dıştan memnun gözükse de durumumuzu ve
içinde bulunduğumuz panik ve sıkıntıyı gördükçe, derununda ıstırap duymaya
başladı. Rahat bir hüsnükabul ile yer gösterip etrafına oturttu bizi. Üç beş
cümle ile bize öyle bir güven, öyle bir kardeşlik aşıladı, kendisiyle öyle
eşitmişiz gibi muamele etti ki daha sonra dışarıda, eski Artin şimdi Hüseyin
Avni’nın dediği gibi:
—Bizim bu adamla temasımız üç beş yıl
evvel olsaymış vallahi biz bundan yıllar evvel Müslüman olmuştuk, değil ki
böyle dara düşerken.
Önce önümüzden tane tane heceleyerek
“Eşhedüenla lâ ilâhe illallah”! okuyor, sonra yine kendi yardım ederek bize
tekrarlatıyor. Ve sonra kendinden de güzel söylemişe getirip, bağlıyor. Ve bizi
yeni Müslüman kardeş olarak selamlıyor.
—Şimdi hiç şeki şüphesi yok, makamın ve
benim şahadetimde tam Müslümansınız. Ve lâkin Müslümanlığın beş şartı vardır.
Ben Müslüman oldum, adım Ahmet’tir Mehmet’tir demekle Müslüman olunmaz. Bu beş
şartın hepsini yerine getirmek her babayiğidin kârı da değildir. Mesela hacca
gidemezsiniz, varlığınız yok ki zekât veresiniz. Bunları şimdilik geçin.
Kelime-i şehadeti zaten yerine gelirdiniz. Şimdi iş kalıyor elinizden gelebilen
şeylerin, yerine getirilmesine. Alın size birer amme cüzü. Siz cahil
değilsiniz. İçinizde gerek kendi dilinin elifbasıyla, gerek Osmanlıca’yla
tanışmış, ülfet etmişleriniz vardır. Bilen, bilmeyene yardım ile, daha öte
bilemediklerinizi bizzat bana sorarak zaman içinde tamamlarsınız. Her şeyin
kolayı ve oluru nasıl olsa bulunur. Allah’ın selameti başınıza olsun.
Eski Türkçe amme cüzlerini verip bizi
selâmetledi. Biz de edep ve tazim ile birer birer elini öperek, ikişer adım
geri geri basarak ayrıldık. Doğruca evlere. Başımız yeniden öyle Avedaranlar,
öyle dersler altına giriyor ki...
Biz
yeni Müslüman eski Ermeniler, aşağı yukarı hepimiz kendi dilimiz ve alfabemizde
okur yazardık. Okuryazarlığımız
pek ileri değildi ama işlerimize, zanaat ve hesaplarımıza yetmekteydi; icap
ederse Avedarammızı okuyup iyi kötü anlayabilmekteydik. Emme ve lâkin bu
karşımıza çıkan hem Arap dili, hem Arap alfabesi ve kıraati. Her Müslümanım
diyen de ne biliyor, ne dili dönüyor; ama onlar eski Müslüman, öyle doğmuşlar.
Bilen hangisi, bilmeyen hangisi karışmış gitmişler. Bizim de onlara karışıp gitmemiz
için daha kırk tekne ekmek ister. İçlerinde en okur yazar benim ama ben onlar
gibi Ermeni mektebinde okumadım. Çok yakın bir akrabamız, Amerika’dan gelen
hocaların, badvelilerin ders verdiği Protestan okulunda okuttu beni. Ta
1898-1900 tarihlerinde epey İngilizce öğrendiğimizden, o yıllarda Latin
alfabesini de tanımış, hocaların İngilizce gazetelerini de heceler hale
gelmiştik. Diplomayı alır almaz, badvelimiz birkaç arkadaşla bizi rüştiye
mektebine göndermişti. Büyük ve değerli hoca Hacı Abdullah Efendi bizimle epey
alakalandı ve sonunda gerek riyaziyeden, gerek sarf-ı Osmaniden yeterli bularak
rüştiye mektebinin koca mührünü basarak, imzalayıp verdi. Aynı zamanda rüştiye
mezunu da olmuştuk.
Ben Eski Türkçe’yi bildiğimden duaları
okuyup okuyup ezberime alıyorum; ama arkadaşlarım şaşkınlık ve perişanlık
içinde. Hep başıma üşüşüyorlar. Artık işi gücü bıraktık Müslümanlık uğruna
ölümüne debeleniyoruz ki deme gitsin. Binbaşı Yahya Bey uzaktan uzağa bizi ince
bir takipte. O da bazen gülüyor. Arap olduğundan dua ve ayetleri gayet vukufla
açıklıyor.
Bizimkilerin ol görüp dilleri dönmüyor.
Arapça da aynen Ermenice gibi çıkıyor ağızlarından. Kimine Ermenice harflerle
yazıp veriyoruz, kimine de ayaküstü ezberletmeye uğraşıyoruz. Velhasıl bir
rezilliktir aldı yürüdü. Çözüm yine Yahya Bey’den geldi. Müftülüğe bir yazı ile
neferini gönderip ya bir hoca, ya selahiyetle öğretebilecek bir imamın haftanın
belli saatlerinde bizlerle meşgul olması ricasında bulundu.
Başladık
hoca önünde diz çökmeye. Bize zamanın çarşı imamı da olan, Tödürge köyünden
gelme Feyzullah Hoca Efendi düştü. Siyah uzun
latasının içinde, iri kıyım gövdesi ilk görüşte insana ürküntü verirdi. Bu
sapsarı, gözlerinin kızılı fazlaca görünen hoca sertti de... Sonradan içine
girdikçe daha iyi anlayacağımız gibi, sertliği cahilliğinden ileri geliyordu.
Kurnaz hoca, alim ve fazıl olmadığından eksikliğini ancak böyle afur tafurla
kapatmaya uğraşırdı.
Tödürge köyü tarih boyu çanak çömlek
yapımıyla ünlüdür. Bizim Tödürgeli hocanın baskın ismi de bu yüzden Küpçü Hoca
diye yayılmıştı. Latasının peylerini gayet notalıca savurarak yürür,
oturduğunda yine ayrıca bir sallanışla toplardı. Beş on dakikada enfiyesini bir
o burun deliğine, bir öbürüne merasimle çekip, odaları velveleye boğan
aksırması kesilinceye kadar peşkirle ağzını burnunu toplar, kırmızı gözleri
daha da kızıla keserdi. Neden sonra kendine gelir, “Gelin bakayım,
verdiklerim öğrenildi mi?” diye hücuma geçerdi.
Bizimkiler ha deyince nereden
öğrenecekler! Yarım yamalak akıllarında kalanı da Küpçü Hoca’nın ölçüsüz, sert tavrı
karşısında unutur giderlerdi. Küpçü Hoca bu kez gerçekten küplere biner,
kudurdukça kudururdu. Zannederdi ki bu yeni Müslümanlar, bu duaları kasten,
kendisine inat olsun diye öğrenmiyorlar. Halbuki bizimkilerin Allah belasını
tümden vermiş, gece gündüz ateş içine düşmüşlerdi. Kolay mı o yaştan sonra
Arapça dua öğrenmek? Küpçü Hoca izan ve kültür yoksunu olduğundan sıkıladıkça
sıkılar, büsbütün şaşırttırırdı. Bizimkiler inşaatta çalışırken, ellerinde
birer kâğıt parçası, bir kerpiç diziyorlar, ardından da bir hece sökmeye
uğraşıyorlar. Bir bakarsın çatıdan çatıya birbirlerine sesleniyorlar.
—Dzo Mustafa, şu sübhanekenin ikinci
satırı nasıldı?
Şimdinin Mustafa, eskinin Garabed, bildiği
halde aldırmaz veya ağırdan alır, berikini çatının üstünde çatır çatır
çatlatırdı.
Bu bir zaman böyle sürdü. Küpçü Hoca
çabalayanların samimiyetine çok geç inandı. Gide gide yumuşamaya başladı.
Bizden başka bir kısım yeni Müslüman’a da başka bir molla öğretiyordu. Reşol
köyünden Kürt Kara Molla namlı Yusuf Efendi. Allah allah nasıl seçer seçer
bulurlar! Kara Molla bizimkinden, bizim Küpçü Hoca ondan daha cahil, yobaz ve
bağnaz. Kara Molla ya diz çöküp öğrenmeye uğraşanlar bizden daha dertli...
Kara Molla ne işitse, hoşuna gitmeyen neyi
görse, o kara dudaklarıyla bir o yana bir bu yana tü tü tü diye bir tükürmesi
var ki olursa bu kadar olur. Soğan yemez sofulardan. Kendinden maada herkes hep
kâfir ve zındık. Bunlar insana değil Müslümanlığı öğretmek, dünyaya
doğduklarına pişman eden cinsten, biri birinden farksız, abra terazi istemez
yobaz mı yobaz....
Küpçü Hoca en az bilenini önüne alır, önce
kendi telaffuz eder, sonra karşısındakinin etmesini isterdi. Ne gezer! Adamın
ağzından belki aynı harfler çıkar çıkmasına ama ne Ermenice, ne Türkçe ne de
Arapça gibi. Maskara olur çıkardı. Bu defa zavallıyla alay eder, teselli etmek
aklından bile geçmezdi. Adamın ağzından çıkan duayı alır, kendi ağzında daha
eğip bükerek, Ermenice’nin en aptal şekliyle söyler, aklı sıra alay eder,
adamakıllı rezil ederdi. ‘Süpeneke
bebe hemdike’ diye alay eder, “Cehennemin dikine behey teres!”
der, uzun değnekle adamın başına da vurmaktan çekinmezdi. Üç beş ay bu minval
üzre çabaladık.
Zaman zaman dua ve namaz öğretimine ara
verip işi sohbete ve Müslümanlığın faziletlerinden bahse getirirdi. Laftan lafa
geçer, dipten sağlam bir bilgi ve kültür birikimi olmadığından anlattıkları
bizi pek sarmazdı. Saçma sapan konuşması temelli ortalara dökülürdü. Dualar
Allah kelamı, onlara ne diyecek olabilir ki? Ama o canım sohbetleri!
Dinleyenleri bayağı çatlatır, katiyen itiraz istemez, söyledikleri sanki Allah
kelamı imişçesine dinlenilmesini isterdi. Öyle ki biz yeni Müslümanlara yeni
bir biçim vererek kendi gibi mücessem bir Müslüman yapmaya uğraşırdı. “Hele
işin daha başındayız, tam zamanıdır” der, yaptıklarını haklı görürdü.
Yine bir keyifli günü. Küpçü Hoca bizi
halka şeklinde etrafına topladı ve anlatmaya başladı:
Gördünüz mü nasıl din kardeşi olduk? Ne
iyi ettiniz o yaramaz dini eski bir elbise gibi üzerinizden attınız da hak dini
kabul ettiniz. Bundan sonra siz rahat rahat cennetliksiniz. Hele bundan böyle
amelinizi de sağlam tutun, görün neler olacak...
Yumuşak tutumundan cesaret alan eski
Kuyumcu Artin, şimdi Hüseyin Avni:
Neler olacak Hoca efendi, diye sorunca.
Oğlum, diye cevaba
başladı. Ben sana hangi birini sayayım ki... Sayılamıyacak kadar çok. Mesela
siz cennet bahçelerinde serin, ferah su boyları ve ağaç altlarında uzanıp
gerine gerneşe yatarken yetmiş bin huri melek her çeşit hizmetinizde noksan
bırakmamaya uğraşacaklar. Bir o kadar da huri ve meleklerden daha güzel
glimanlar gözünüzün içine bakıp, anında ağzınızdan çıkan emir ve isteği yerine
getirecekler. Size artık yok yok. Ebede kadar da ölümsüzlük, der, sonra da
bizlere sual açardı: Şimdi geçmiş gün, Allah aşkınıza sizin o eski karabaş papazlarınız
nelerden bahseder, size neler vaat ederlerdi? Anlatabilecek var mı içinizde?
Hüseyin Avni hiç kimseye ön verir mi? O da
başlardı Küpçü Hoca gibi sallayıp savurmaya.
—Hocam, benim birkaç defa duymuşluğum var.
Bizim papazlar ila, hiç fütur etmeyin, başkalarının üfürüp savurtusuna
aldanmayın, cennet muhakkak Ermeni milletinindir derdi ve cahil haline de
bakmaz bize güvence bile verirdi.
Hoca sararmaya başlar, sorar:
—Peki Ermeni milleti cennete gitti. Orada
ne yapacak, nasıl hareket edecek, ona dair işaretler?”
Avni Hüseyin’imiz kendini hiç bozmaz,
bilgiç bilgiç:
—Ya hocam, onu da söylerdi, onu da
söylerdi... Derdi ki boynu altına gelesice Ermeni milleti cennete girince
artık ne gece belli olacak, ne de gündüz. Hiç durmadan rakı ile şarap içilecek,
ta çatlayıncaya kadar. Ertesi gün doğrulup yine şaraba devam ki ta ebediyete
kadar. Bir nebze sarhoşluk yok.
Küpçü Hoca’daki cahilliğe ve hazımsızlığa
bak sen. O koca gövde kıpkırmızı olur, ıspasmoza yakalanmış gibi titrerdi. Bu
defa ne diyeceğini hepten şaşırır, uzun sırıkla önündekileri değnekten
geçirmeye başlardı. Kendini biraz toplayınca:
—Ulan! Cennet,
Çolak Oskihan’ın meyhanesi mi ki Ermeni milleti durmamacasına rakı, şarap
içecek! Gidinin it oğlu itleri, diye köpürürdü.
Son kaldırışta sopanın ucu nasıl hesaplı
geldiyse Avni Hüseyin ın alnını orta ortaya yardı. Eski Artin’in yüzü gözü
kıpkırmızı kan! Kanı görünce Artin’de ne hoca saygısı, ne de korku kaldı.
Başladı o da bağırmaya.
—Peki
Hoca, orası meyhane değil, değil ama, yetmiş bin hurisi, bir o kadar gılmanıyla
ulu bir karhane mi?
Hoca efendi bu son sözleri pek de
işitmeden latasının pelerini toplayıp savuştu. Gidiş o gidiş...
Bizi yeni bir hocanın rahle-i tedrisine
tabi tuttu müftü efendi. Bu adam iptidai mektebin bir muallimiydi. Dua ve namaz
usûllerinde epey yol kat etmiştik. Böyle tatsız bir olayla bütün bu öğretim
yarım bırakılamazdı. Muallim Sivaslı idi. Adı Abdullah Hoca Etendi. Gerçekten
iktidarlı konuşma tavrıyla bize kendini sevdirdi. Ne söylediğini bilen, nasıl
söyleyeceğini bilen kibar ve efendi bir adam... Abdullah Efendi’nin bilgileri
öyle suhuletle, öyle tatlılıkla helva edip beynimize aktarışı var ki Küpçü Hoca
elinde üç beş ay boşa çabalamış, çamurlar içinde debelenmişiz gibi geldi bize.
Pek fazla sürmedi, biz de Müslüman
komşularımız kadar dini adabı ve erkânı bilir olduk. İşlerimizin müsaadesi
nispetinde vakit namazlarını dahi eda ediyorduk. Bu böylece 1918’de Mütareke'ye
kadar aralıksız devam etti. Yalnızca benim istisnai bir durumum vardı: bir ara
evimizde tehcir kaçağı iki Ermeni yakalanınca, bizi sekiz on kişilik ailemizle
Suriye’ye doğru sürdüler. Beşimiz yollarda öldü. Besni, Antep, Urfa da...
Üçümüz bu Mütareke iptidasında kendimizi yine Zara’da bulduk.
1918
yılı başlarında Zara perperişan. İhtida eden eski Ermeniler dışında kâffesi
göçmüş. Nerelere ulaşmışlar, hangi derelerde toz toprak olmuşlar bilen yok. Müslüman ahali bizden de berbat. Hiçbir
aile yok ki oğlu Çanakkale’de, kocası Kafkaslar’da, öteki oğlu Kut ülamere de,
Kanal’da şehit olmasın. Her taraf kocakarı ve çiçeği burnunda dul gelin dolu...
İttihat Terakki’nin ileri gelenleri Alman
dretnotlarıyla kaçmış, canlarını kurtarma çabasına düşmüşler. Büyük bir
kargaşa, tam bir kaos. Başsız dümensiz Osmanlı gemisi sallanıp durmakta... Mahallin
İttihatçılarını korku sarmış. İstanbul’da Kürt Mustafa Paşa Divanı kurulmuş.
Ermeni tehcirinde kıyıma sebep olmuş İttihatçı aranmakta. Boğazlıyan kaymakamı
ile Urfa valisi ilk ağızda güme gidenler.
Biz yeni Müslümanlar açız açıktayız ama
komşularımız gibi namazımızı kılıp Müslümanlığa devamdayız.
Mütarekeyi takiben Zara’nın ileri
gelenleri belediye binasında toplanıp, biz yeni Müslümanları çağırıp
huzurlarına aldılar. Belediye Reisi tekaüt Recep Efendi idi. Eski bir Osmanlı
yüzbaşısı da olduğundan ağzı iyi laf yapardı. Etrafında zamanın kaymakamı,
jandarma kumandanı, ileri gelen memurlar, esnafın hemen hemen kâffesı
oradalar... Recep Efendi başladı anlatmaya.
Kaçak hükümetin, İttihat
Terakki zimamdarlarının on sene içinde yaptıklarının hangisi doğru idi ki,
munis ve muti komşularımız, sizlere yaptıkları doğru olsun? Olan olmuş ve lâkin
bundan sonra olacaklara da mani olmak bizlerin görevi. Şimdi, evvelemirde
kilisenizi biz ellerimizle açıp, ilk kampananızı biz vuracağız. Bundan böyle
artık size Müslümanlık yok. Siz eskiden olduğu gibi yine Margos, Tatos’sunuz.
Herkes eski minval üzerinde dinine devam. Sizi ola ki bir rahatsız eden olursa,
işte herkes burada, hemen haber vereceksiniz.”
Bizim o sıra neden haberimiz var ki? Yeni
kurulan hükümet, biraz da işgal kuvvetlerinin baskısıyla İttihatçı boynu almak
için Bekir Ağa Bölüğü’nü durmadan doldururmuş. Şimdi de bizim Zara’daki yerli
İttihatçı bozuntularının pabucuna taş kaçmış. Bize hoş görünmeye ve geçmişi
unutturmaya çabalamaktalar. Halbuki biz zaten oldum olası muti komşularız.
Müstesna zanaatlarımızla hem kazanıyor, hem kasabamıza kazandırıp faydalı
oluyoruz. Müslümanlığın da çetin aylarını geçirmiş, neredeyse karışıp
gideceğiz. Onları şekva etmek, hak aramak kimsenin aklından dahi geçmiyor. Ama
Mütareke nin o iğtişaşlı devrinde böyle bir tedirginlik var.
Yalnız istisnai bir şey oldu. Onu da
zikretmeden geçmeyelim. Tam o dönemlerde Enova’nın oğlu Apoyan Murat, devrin
yetkililerine tasdik ettirdiği bir kâğıtla İstanbul’dan Zara’ya çıkageldi.
—Ben ne kadar
kocasız Ermeni kadın, Müslüman edilip de alıkonulmuş Ermeni karısı varsa,
resmen alıp, sürüp İstanbul’a götüreceğim!
—Etme Murat, bir tatsızlık çıkarma, şurda
sakin sakin yaşayıp gidiyoruz, dendi ise de Murat o zaman yirmi yaşında, biraz
da babadan deli cinsten. İmzalı kâğıt da cebinde, daha zapt olunabilir mi? Gerçekten
de Müslüman haremine karışmış, on beş yirmi Ermeni kızını kattı önüne, doğru
İstanbul’a... Hem de dişli ailelerden. En yakın akrabalarını, varsa kocalarını
bularak hepsini İstanbul’a yerleştirdi.
Sonunda
üç yıl sonra yeniden Hıristiyan olmuştuk. Hayatımızda yeni ve umutlu bir safha
başladı. Pek tabii kongreler devri ve milli mücadelenin tekmil askeri
tekâliflerini harfiyen yerine getirerekten... Kimimiz yeniden asker olduk,
kimimiz bedel ödedik. Civar Ermeni köylerinde şunun bunun yanına sığınanlar bir
bir ortaya çıktılar. Alakilise’den, Kahrat’tan (Taşlık), Karaboğaz’dan,
Kavak’tan, Keçeyurdu’ndan... Zara’mızda yine yüz hane Ermeni toplandı. Bu
Ermenilerin hepsi de sanatkâr ve üretici. Yine kasabanın iktisadi canlılığını
sürdürmeye başladılar. Kunduracı, çarıkçı, demirci, tenekeci, sobacı, kalaycı,
bakırcı, terzi, marangoz, dülger, sıvacı, kuyumcu... Yalnız kaza ve hinterlandı
değil civar kazaların parası da Zara’ya akıyor bu yüzden. Ekmekçisi hiç
durmadan ekmek, ahçısı yemek, hancısı, külhancısı, bezazı, bakkalı hummalı
faaliyet içinde.
Suşehri, Koyulhisar, Mesudiye, Reşadiye,
Refahiye, Hafik, ne bileyim daha nice beldeler her gün Zara’ya doluşuyor. ,
Bir zaman sonra memleketimizde yeniden bir
umut ve huzur doğmaya başladı, işimizde, zanaatımızda rahat yüzü görmeye
başladık. Seferberliğin o kara kâbusu çabucak sıyrıldı üstümüzden.
Artık ne Ermenice mektebimiz, ne de
kilisemiz vardı. Ne var ki Hıristiyan olduğumuzdan, kaç göç, harem selamlık
zorlamaları olmayan toplumumuz çabucak kaynaştı. Memleket durulup huzur ortamı
kuruldukça, dünyanın dört bir köşesinden sağ kalanlardan sesler çıkmaya
başladı. Umudunu yitirmiş analar bu haberleri aldıkça yeniden hayata
bağlandılar. Toplum hayatı ve ahengi düzene girdi. Ta İkinci Cihan Harbi’ne
değin...
1950’den
sonra bütün dünyada olduğu gibi Zara’da da dışarıya göç başladı. Zara’da başı
önce Ermeniler çekti. On on beş sene içinde yüz hane Ermeni aileden bir tane
bile kalmadı... Çoklukla önce İstanbul’a, sonra sırasıyla
Amerika, Fransa, Kanada, Arjantin, Avustralya’ ya göç ettiler hepsi...
Sh:24-38
**
Şiman Usta yalnız usta değirmenci, inanmış
bir sosyalist değildi. Kış boyu çalgı aletleri yapar ve de çalardı. İki üç
kadeh parlatınca, kendi el yapısı kocaman gitarı kucaklar, Sivaslı meşhur Âşık
Pesendi’nin deyişlerinden akla gelmedik, şimdiye kadar işitilmedik makamlar
çıkarırdı adını Kanarya koyduğu gitarından:
“Sofi, bir bak
ehl-i dilin özüne
Karışma hikmete,
ne esrarlar var.
*
Sofi, tân eyleme
tamburu sazı
Anın her bir
tellerinde âğaz var.
*
Lea, nâkabil
olamaz bi ilim insan olamaz
Bir iki laf talim
etmekle suhendarı olamaz.”
Sh:63
**
Birkaç yıl geçti. Suzan olmadı, döl
tutmuyor. Ne nefesi kuvvetli hoca koyduk, ne de mübarek keskin ziyaret yeri
bıraktık... Her genç kız hemen çocuğa kalmaz, beklemeli dediler. İyi ya,
bekleyeceğiz. Tam bu sıra üç günlük bir hastalık anası Vartanuş’u toparlayıp,
alıp götürmez mi? Amanın aman, sanki kaynar sular başıma döküldü. Kızım yok ya,
olsa da zannediyorum bu kadar acırdım. Suzan’ı bütün çocuklarımdan daha aziz
tutuyorum. Hep dedelerinin hatırını sayıyorum hâlâ.
Ötekiler çok gücçüktü, hatırlıyamazlar
emme Mehmet’imin yaşı büyük olduğundan çok iyi hatırlıyor. Her gün sofralarının
başından noksan olmazdık. Mehmet’imin gözü o vakitler görüyordu. Mehmet:
—Ana, görüyor musun, evde hep yattı,
ekmeğin kapısı ne yandadır bir öğrenmedi emme, Kör Yunis sorgusuz sualsiz
cennetin kapısını araladı. Bir Hıristiyan Ermeni’yi Müslüman etmek ne demektir
sen iyi bilirsin. O Hıristiyan’ın bütün günahı affolur ya, asıl sebep olan Müslüman
ne kadar sevaba girer... Bir yıllık ibadetten daha da yeğdir derler
hocalarımız. Demek ki kör oğlanın özü hakka doğru ana...
—İnşallah Mehmet’im, biz de bu ikisinin
şefaatından mahrum olmayız, deyip keyifleniyorum.
Kör Yunis’in uykusu ağırdır. Uyur da uyur.
Ulan ben kendimi ataşlara attım, yine de bu iki enüğüme anlatamadım.
—Uykunun fazlası ev batırır. Ulan itin
kurmadıkları, karısı böyle güzel olan yiğidin uyku mu girermiş gözüne? Bunun
türküsü bile var. Bu uyku, bu ehmallığman kurda kuşa yedirirsiniz. Fırının
şavkına kız gelin düşüyor ya, devamı sizin çakacağınız sağlam kazığa bağlı
dedimse de bir türlü dinletemedim.
Yunis öğlene
uyanıyor ki koynunda karı yok! Suzan gitmiş! Aman yaman uçmuş. Ne kapı, ne
komşu, gören yok!
Tam iki hafta sonra haber İstanbul’dan
geldi. Zara’ya ziyarete gelen Kazancıyanlar’dan bir kadın ile Kışlalar’da
kamyona binişini görmüşler.
Yunis’i bir ataştır sardı. Ne kadılık
koydu, ne kaymakamlık. Ne hükümet bıraktı, ne şeriat... Ölgörüp mümkününü
bulamadı. Gözü kanlı babayiğit de değil ki gide de saçının kökünden tuta,
buraya kadar sürükleyerek ala getire. Zaten öyle olsa kız kaçmazdı ya... Ortada
resmi nikâh filan da yok ki dava dalaba açasın.
Sonra
sonra işittik ki Suzan yine Aznif olmuş, evlenmiş de caman da bir oğlu varmış. Hâlâ yanarım, yanar yanar da tüterim. Neler bekliyor,
neler umut ediyordum. Vazgeçtik sevabından onun. Kazandıracağı ‘cennete baba.
Bir döl bile töredip alamadık ya, ona yanarım.
O
günden sonra da türkü çığırarak gezer oldum.
“Aşığım hurda beni
Koydun çukurda
beni
Bu ehmallık
sendeyken
Yedirdin kurda
beni
Ahh Ahh Yunis
Yedirdin kurda
beni...”
Sh:132-133
**
Kaynak:
Kirkor CEYHAN, Atını Nalladı Felek Düştü Peşimize-ÖYKÜ, Evil Fate Shoed His
Horse To Chase Us short stories, Turkish
Aras,
İkinci Baskı- Mayıs, 2000, İstanbul
Ben oyunlar ve çocuk kederlerim içinde
debelenirken, günler ne çabuk geçiyordu. O yıl sanki gök delinmişti, yağmur hiç
kesilmiyordu. Şu, ayakkabısı olmayanların çamurlar içinde dal paça dolandığı,
yakacak odununu, yiyecek kışlık ununu hâlâ becerememişlerin derin ve umutsuz
düşüncelere daldığı mevsimdi başlayan. Benim tek derdim ise oyun ve
arkadaşlarımda Ha, bir derdim daha vardı: ta baharda babamın aldığı üstten
tokalı sandallarım oyundan paramparça olmuştu. Çamur deryasına dönmüş kasabada
yürümek için ara ki bir taş bulasın, sıçraya sıçraya öteye varasın. Ne
sokaklarımız, ne de çarşının içi yapılıp da biraz olsun çamurdan kurtarılmıştı.
Sanki bir tarlaydı dolaştığımız.
O yıllarda on sekiz yaşını bitirmiş her
Türkiye Cumhuriyeti erkek vatandaşından altı panganot yol vergisi toplanırdı.
Ama bu paralar kasaba içi yollara değil, şehirlerarası yolların yapım ve
tamiratı için harcanırdı. Biz çocuklar bu alaverelerden habersiz, diz boyu
çamur içinde debelenir, yer yer de birbirimizle cebelleşirdik. Kimin gücü kime
yeterse, ötekini “Allah yarattı” demeden basardı çamura. İş orada bitse ne âlâ.
Ağlaya sızlaya evi zor bulurdun; bir de seni gören ananın vay haline... Cin
başına sıçrar, üstündekileri kapıda soyarken, evire çevire, menestür keteni
gibi döver, [-menestür keteni gibi dövmek: [Manastır şehrinde(ö veya
manastırlarda(?)l Dokunduktan sonra iyice dövüldüğü için nitelikçe makbul olan
ketenden benzetmeyle, adamakıllı dövmek.] selini sümüğüne katardı. Bu çamurdan,
kötekten sonra iyice yumuşar, yer minderinde birkaç saat sıçraya sıçraya
yatardın. Uyandığında, sanki hiçbir şey olmamışçasına, biraz suçlu bir ifadeyle
de olsa, bıraktığın yerden devama zorlardın. Anan “şu yediğin dayağı
unutmazsın inşallah” tehdidini kulağına küpe misali assa da, bunu o
yaşlarda nasıl anlayacaksın, mümkün değil anlaman!
Erken yağmurlar arkası kesilmeden sürüp,
çocukların keyfi hepten kaçtığı o sıralar mahallenin büyüğü Kel Arif “ooh,
ooh, maşallah ve suphanallah eyyam iyi başladı, iyi rahmet düşüyor; bu sene
çift erken çıkacak,” diye ellerini yüzünden sıvazlayarak geçirir, yaşlı
Artin Emmi sağ elinin üç parmağını bir araya getirip havada büyük bir daire
çizerek alnına götürür, park diroçı, park diroçı [park diroçı: (Ermenice)
Tanrı’ya hamd olsun.] diye diye haçını çıkarırdı. Gel gör ki ben onların
duyduğu keyfi ne anlayabilir ne de sevinebilirdim. Bizim kasabamızın tarımı
yağmura bağlı olduğundan, gökten yağmur değil de altın düşermiş meğer. Güzlük
ekilirse ve koşullar da uygun giderse, gelecek yıl bolluk olur, fakir fukaranın
yüzü gülermiş. Mesele bu imiş, bu da az bir lütuf değilmiş. İyi, yağsın
bakalım...
Bununla da kalmadı, o günlerde bir de
mektep meselesi çıktı. Herkes çocuğunu okula gönderecek. Gördün mü şimdi şu
çocuk başıma gelenleri! Babam daha önce kış günlerinde “Allah izin verirse ben
oğlumu mekteplere göndereceğim ki, okuyup öğrensin de büyük adam olsun der,
başımı okşardı da, o günlerin böyle çabucak geleceği hiç aklıma gelmezdi. Büyük
adam olma günlerim gelip çattı ansızın, yağmurlar ve çamurlarla beraber.
Bir haber yayıldı bizim sokakta: Koç ile
Seneker’i babaları okula yazdırmışlar.
“Deme! Essah mı?”
“Vallaha da billaha da. inanmıyorsan gider
sorarsın oğlum.”
“Belli, belli, yürüyüşü değiştirdiler
dürzüler. Ellerinde ufak bavul biçimi bir çanta, terbiyeli edepli de değil,
şöyle başlarının üzerinde çevire çevire, birbirleriyle çakıştıra vuruştum
gelişlerinden belli. Hele deyyuslar, hele..!”
Bu okul haberi çıktı çıkalı benim neşem
büsbütün kaçtı. İstemiyorum ki bir kimse okul lafı konuşsun. Tuu... Allah
belanı versin, bu da nereden çıktı, ne çabuk geldi buldu mahalledeki ümmet-i
Müslimin dölleriyle Ermeni dibalarını. Ne güzel oynuyor, ne güzel akşamlara
kadar boğuşuyorduk arkadaşlarımızla.
Ben bu kez hep Dalaklıgil’in çocuklarıyla
Yukarı Dere’de oynamaya başladım. [Yukarı Dere: Zara’da kentin Demirsırık
Tepesi’ne yaslandığı kuzey bölümünde sel sularıyla açılmış bir sokak.] Evimizin
önünde oynayıp da, Seneker ile Koç’un okul dönüşlerini hiç mi hiç görmek
istemiyordum. Dalaklıgil’in çocukları, birkaçı benim akranım, birkaçı da benden
büyüktü. Yazın sığır güderler, bazıları da yaylalarda sürü otlatan başçoban
Hamdi’nin yanında pöçükçülük yaparlardı. Yaz bitip de sığırların, sürülerin
içeri çekileceği zamanı hep aklı erenlerden sorar, dönüş günlerini parmak
hesabı bir bir sayardım.
Bir sabah işitirdim ki, Mehmet Ağa,
Kösedağ’dan gelmiş, yahut Ömer Ağa, sığırı artık bırakmış. [Kösedağ: Zara’nın
kuzeydoğusunda, Zara-Suşehri yönünde kuş uçuşu 15 km mesafede, denizden 2800 m
yükseklikte bir dağ. Anadolu’da egemenliğin Anadolu Selçuklularından Moğollar’a
geçtiği ünlü savaşa (1243) sahne olan dağdır.] Koşa koşa evlerine gider,
üttüğüm aşıkları, bilyeleri torbayla gösterirdim. Onlar yokken, mahallemizde
kim kimle kavga yaptı, kim hangi mahalleden kız kaçırdı, hepsini anlatırdım.
Daha neler neler! Hangi güvey gerdek gecesi tüm çabasına rağmen bir türlü
tutukluktan kurtulamamış; sonra da işitildiğine göre, daha önce kızda gözü olan
emmisinin oğlu, meğer elindeki Sivas bıçağını tam o saatte kapatmamış mı?
Elbette o çakı yeniden açılmadıkça güvey tutukluktan kurtulabilir mi ki; o işi
becersin de, ahaliyi dertten kederden kurtarsın ve de günlerdir güveyin yüzüne
mayii mayii bakan kızdan, “ooh, çok şükür yaradana, beni de arlı namuslu
kadın tayfasına kattın, ömrüne bereket,” duasını alsın. Hemen bunları
Dalaklı Ömer Ağa’ya, Mehmet Ağa’ya ayaküstü anlatırdım. Sonra güveyin anasının,
gelinin ablasının, güveyi hiç durmadan soğuk sulardan geçirdiklerini, daha da
olmayınca, Tekkeli [Zara’nın 4 km güneyinde, Şeyhmerzuban adıyla da bilinen bir
köy.] şeytanların şeytanı Kör Behçet Hoca’ya, suya baktırıp okuttuklarını, Kör
Behçet’in kaptaki suya bakarken daha da inandırıcı olsun diye iki eliyle tahta
sakalını [Düz tahta gibi, dikdörtgen kesimli, gür sakal.] yukarıdan aşağıya
sıvazlayarak derin derin murakabeye daldığını, gözlerini yumup biraz da
uyuduğunu, korku ve merak içinde “acep Hoca’nın ağzından ne çıkacak” diye
bekleşen güvey ve kız sahiplerine, “Allah’ın bir ismi hakkıçün size
bildiriyorum ki, kapatılmış bir çakı görünüyor. Bu bulunup açılmadıkça ne
oğlana güç gelir, ne de kızımız içine düştüğü sıkıntıdan kurtulabilir,”
fetvasını verdiğini; o anda, kimi kazmayı, kimi küreği, kimi muyluyu, kimi de
kazığı kaptığı gibi, ne eşik altı, ne söve üstü, ne duvar deliği, ne çöplük
kenarı, ne dam kaşı bırakmadıklarını, ne çare olgörüp çakıyı bulamadıklarını,
bulamadıkları için de güveye hal iflah gelmediğinden, kız tarafının, “hayvan
oğlu hayvanlar, madem oğlunuzun hali bu idi de, ne halt yemeye düğün dernek
kurarsınız da bizi de dile, lisana getirirsiniz; az kalsın çüksüz oğlunuzla
bırakıp da turna gibi kızın kanına ekmek doğrayacaktık,” deyip kızı
götürdüklerini; kızlarının meğer canı da çok yanık, başı alışık olmalı ki,
haftasına varmadan yanlarında çalışan azap ile evden kaçtığını, izine neden
sonra Koyulhisar tarafında rastlandığını, kızın iki canlı olduğu haberinin bile
geldiğini... soluklanmadan anlatırdım.
Anlattıklarımdan o kadar keyif alırlardı
ki, bir yaz boyu yel ve güneşin kavurduğu kızıl dağarcığa dönmüş yüzleriyle
gülerlerdi. Onlar çok saf ve temizdiler. Benim anlattıklarımı saatlerce dinler,
ne eğrisine, ne doğrusuna bir itiraz etmezlerdi. Bana anlatacakları çok fazla
şeyleri yoktu. Kösedağı’ndaki bütün yayla ve eski yurtları taşbetaş bilirlerdi.
Ağmaşat’da, Mollahasan’da, Çilohannesin Yurdu’nda [Ağmaşat, Mollahasan,
Çilohannesin Yurdu: Kösedağ üzerinde yaylalar. Yöredeki sürüler haziran başında
yaylalara götürülür, ağustos sonuna kadar orada tutulurdu. Çil sözcüğü ile Ermeni
bir erkek adı olan Ohan- nes’ten oluşan Çilohannes, Zara Ermenileri içinde
tanınmış bir ailenin adıdır.] nasıl koyun, gıdik çevirdiklerini, nasıl öğlene
kadar yaylanın üstünden sisin dumanın sıyrılmadığını, binlerce koyunluk sürüyü
nasıl Kangal itleriyle etrafında kol gezip dört ay kurttan koruduklarını,
övünmeden, günlere yayarak, abartısız anlatırlardı. Çünkü kurt dumanlık günü
sever derlerdi.
Ayaklarında ham gönden çarık, bacaklarında
Adana bezinden zıvga bulunurdu. Yırtık işliklerinden her daim etleri görünürdü.
Evleri derede birer göz, tepeye oyulmuş mağara deliği gibiydi ve yüzyıllardır
yatacak bir yatak nedir bilmemişlerdi. En fazla geceleri birer telise girer,
bir köşeye kıvrılırlardı. Kar kış bastırınca ayaklarındaki ham çarıklar çoktan
parçalanmış olur, sonrasını yalınayak geçirirlerdi. O kara kışta, kar ve buz
üstünde ceketsiz, yalınayak dolaşırlar, çıplak ayakları mosmor olur, ama
üşümezlerdi. Nezle nedir, grip nasıl olur bilmezler, sade suyun gözüne bir avuç
bulgur atar, yağsız bulgur aşını kaşıklarlardı. Yüzlerce yıldan beri
Müftüzadelerin hanesinde, selamlığında karın tokluğuna hizmet ettiklerinden,
babadan oğula bir önlük kadar tarla bile edinememişlerdi. O büyük Ermeni tehcir
tartalasında bile, biraz kap kacak, yiyecek talanının ötesine pek geçememiş, ne
bir ev, ne de bir bostana konabilmişlerdi. Aç sefildiler ama birbirlerini “ağa”
diye çağırırlardı. Babaları oğullarına Mehmet Ağa, Ömer Ağa diye seslenir, ola
ki anaları yalnız Mehmet veya Ömer diye çağırsa kan kokutur*, “ağayı niye söylemiyorsun”
diye azarlarlardı. “Ağzın mı eğilir yoksa” deyip, ağasız hitap etmenin önüne
geçerlerdi.
Bunlar dededen toruna, azap ve çoban
olarak yaşam sürmüşler, mektep medrese yüzü nedir görmemişlerdi. Eliçbir zaman
da böyle bir kaygı taşımamışlardı. Şimdi ben de okula gitmediğim için gidenleri
ne sevebiliyor, ne de yüzlerini görmek istiyordum. Kapıda Koç’u ve Seneker’i
beklesem, paya ile partal ile okuldan neler neler anlatacaklar, beni kim bilir
nasıl ezeceklerdi. Ben oynadığım aşıktan, üttüğüm bilyelerden ne kadar da söz
etsem, onlar için boş şeylerdi bunlar. Ufak bir marştan, bir öğretmenden söz
etseler beni hemen silip süpürüyorlar, hepten cahil yerine koyuyorlardı. Bir
haftada denge süratle bozulmuştu. Oyunda, koşmacadaki hünerlerim sıfıra inmiş,
hiçe sayılmaya başlanmıştı. Bu durum ağırıma gidiyor, içten içe okula da,
okulluya da düşman kesiliyordum. Onun için onlardan uzaklaşıyor, Dalaklıgil’e
daha bir yaklaşıyordum.
Anam bu gidişe baktı baktı ve bir gün,
“Oğlum, başço- ban Hamdi Dayı’ya söyleyelim de, seni de Dalaklıgil’in uşaklarla
beraber yaylalarda pöçükçü tutsun. Zaten para mara da istemez, ezberine aldığın
kasabamızın tekmil yurduna, yaylasına, örenine çomak vurursun da aşharın belki
dolar, daha ötesi yok” dedi.
“Essah mı diyorsun
Mayrig,” diyerek anamın
boynuna atılışım, yüzünü gözünü öpüşüm görülmeye değerdi. Bir yandan
seviniyordum ama “anam acep doğru mu söylüyor” diye içimden geçirmiyor da
değildim. “Peki, anamın bu tasarısı samimi ise, acep babam ne gibi bir tavır
alır?”... Beni bunun tasası tutmuştu, ama yine de bazen keyiflenip coşuyordum:
“Yaşa Mayrig, sen çok yaşayasın da ömrün
uzun ola. Arşak Ağbar’a da tokalı bir Arnavut çarığı diktirip, zıvgamı çekip,
belime de dağarcıktan hamançamı bağlayıp, içine bir baş soğan, iki ekmek
yerleştirip, pelitten değneği de kaptım mıydı, gör bak sen neler olur...
Basarım narayı: ‘Davranmayın dağlar, başçoban geliyor.’ Bir de belime sivri bir
kazık takar, dağ taş ne çiğdeme, ne nevruza aman soluk verir, ne de eşmediğim
gıldancuk kökü bırakırım. Kösedağı kır bayırdır, emme yolumuz ola ki Tüylü
Dere’ye, Avşar Dağı ormanlarına düşerse,[ Tüylü Dere: Kösedağ’ın güneyinde ormanlık bölge.
Avşar Dağı (ormanları): Zara’nın 18 km
kadar kuzeydoğusunda, Zara- Şerefiye yolunun doğusunda kalan dağ ve ormanlık
bölge.] her dala el atar, toplamadığım alıç, mamuğ, öküzgötü, deriden, şikiraf
bırakmam, Mayrig hele dağdaki çördük armudu ne güzel olur...”
Sh:14-21
**
8.
Sınıftan atılmamayı bir nevi
garantileyince, collik sıramızın en arkasına gidip, ağlaya ağlaya yanladım. Ve
lâkin dünyam da, soluğum da epey genişliyor bu arada. Kayıtsız mayıtsız, git
gel, artık mevlam sağlık verirse! Ne yağmur, ne yalınayaklık, ne soğuk, ne de
çamur, gözümün hiçbir şeyi gördüğü yok.
Ben nereden bilirim, meğer, sonradan konu
olunca öğreniyorum ki, o yıl Cumhuriyet’in kuruluşunun onuncu yılıymış. Şarkıya
türküye ağırlık verildiği yıl. Ben ona bakarım, onun ötesini nasıl anlarım!
Ohoo, bu iş de benim sazım, tamburam. Zaten meraklıyım. Diyarbakırlı
Celal’in en zor türkülerini bile
okuyorum. Zaralı Halil’inkileri ise
haydi haydi.
[Celal Güzelses: (1900-1959)
Diyarbakırlı halk türküleri sanatçısı, araştırmacı. Askeri rüştiyede okumuş,
devlet memurluğu yapmıştır. Diyarbakır Halk Musiki Cemiyeti’nin kurucusu (1943)
olup Diyarbakır Halik Türküleri (1938) adlı notah bir derlemesi de vardır.
1931’de İstanbul’a gidip on sekiz plak doldurmuştur. Gırtlak ustalığıyla bir
kuşağı büyülemiş, Şark Bülbülü lakabıyla anılmıştır.
Halil Söyler: Zaralı İnce Halil adıyla
bilinen, gür ve güzel sesli halk türküleri sanatçısı. Çiftçiydi. Çağdaşı Celal
Güzelses’i üstad kabul ederdi. İstanbul’da Zehra Bilir’le sahneye çıkmış, taş
plaklar doldurmuştur.]
Sesim zil gibi çıkıyor. Bu hayhuy içinde dahi
sesim ta köşeden öğretmenin dikkatini çekiyor olmalı ki, tatlı ve alaylı
sesleniyor: -
Ulan kamçı kuyruk, kamçı kuyruk, sana
söylüyorum,
yalın ayak, sana. O köşeden şöyle beri gel
hele beri,” diye bana sesleniyormuş. Seneker dürtükledi de ayıktım. Acep yine
ne oldu, ne olacak diye ayaklarıma baka baka ilerliyorum. Çok da utanıyorum.
“Köşeden gelen senin sesindi herhal. Bize
bir türkü oku hele bakalım,” diyerek kutusundan kemanı çıkarmaya başladı. Ben
pek inanamıyor, utancımdan başımı kaldırıp da öğretmenin yüzüne rahatça
bakamıyorum. Ama yine de şöyle kaşlarımın altından kaçamak bir bakış
fırlatmadan da edemedim. Babacan ve tatlı yüzü bana cesaret verdi. Başımı
doğrulttum. Şimdi rahatça yüzüne bakabiliyorum.
“Bize bir türkü söyleyebilir misin,” diye
tekrarladı öğretmen.
Ben zaten şarkı türkü okumaya
nazlananlardan değildim. Hem bir başlarsam, öyle bir türküyle, bir şarkıyla da
durduramazlardı kolay kolay... Başladım okumaya. Okudukça, sesim kulağıma
gelip, beni büsbütün coştururdu. O aralar da Urfalı Mukim Tahir’in türküsü çok
meşhur:
Kapıyı çalan
kimdir?
Aç bakam gelen
kimdir.
Yaram derine
düştü,
Belki gelen
hekimdir.
Bu türküyü makamıyla, usulüyle çok iyi
okurdum. Çalgıya malgıya lüzum yok, ben durmadan ötüyorum. Öğretmenin yayı
tutup da havaya girmesine dahi fırsat vermeden, ben davulumu dövmeye
başlamıştım ki, gözüm öğretmene kaydı. Durmadan gülüyor, hem de bana öyle
geliyor ki, beğeniyle dinliyor. Canım zaten yanmış, bahaneyle kesmiyorum.
“Halepli bahçesinden” beytini de bitirir
bitirmez, hemen hiç aman soluk vermeden, Urfalı Cemil Cankat’ın sonraları çok
güzel okuduğu türküye geçiyorum:
Mezarımın başı
Urfa’ya karşı
Baş ucuma koyun
yazılı taşı...
Bu türküyü de bir çırpıda çıkartıyorum
aradan. Eğer Kâşif Bey kemanın yayıyla beni itip öteye sürmese Diyarbakırlı
Celal’ın “silmedim göz yaşını; aşkın ile ağlayanın...”ıyla girip, tekmil
Güneydoğu’yu başa çıkacağım.
“Çocuğum, bak, şimdi dersimiz bu değil, bu
işler başka zaman,” diye durdurdu öğretmen.
Âlâ. İsmim kayıtlı değil, okul numaram
yok, ama durumu türkü sayesinde epey düzelttik. Seneker ve Koç’la her gün
sabahtan okula gidip, ikindi dönüyorum. Gamı kasaveti epey dağıttık. Ne defter,
ne de kalem. Türkü çağırarak git git gel!
Ve lâkin, sen bakar mısın tersliğe! Babam
hâlâ gelmek bilmiyor. Her yıl bu vakitler işi çoktan bitmiş olurdu ya, bu
defaki, benim kem talihim. Üstelik kar da erken yağar, babamın çalıştığı inşaat
işleri hepten paydos olurdu...
Kar bir yağmaya başlarsa, günlerce
kesilmez, zaten tepelerin arasında olan Zara, temelli kara teslim olur. Mart’ın
dokuzuna, bazen ise April’in beşine [April: Latince kökenli bu sözcük,
Ermenice’ye Nisan ayı anlamında Abril olarak yerleşmiştir. Zara’da Türkçe
konuşma diline Aprul olarak da geçmiştir. Genellikle beşinci gününe rastlayan
soğuk, şiddetli fırtına, yörede şu geleneksel deyişe yol açmıştır: Sakın
Aprul’un beşinden, kömüşü ayırır eşinden!]
kadar bekleyeceksin kı kara toprak yüzü göresin. Kar yağar da yağar,
metrelerce. Önceleri herkes dam üstüne çıkar, sürgülerle karı aşağı küreler.
Çünkü ilk önce yağan kar tozak olur. Sürgüyü çocuklar bile sürer. Ama kar devam
ettikçe, artık değme babayiğidin kârı değildir karı kürümek. Tahtadan yapılmış
kar kürekleriyle karlar atılıp damlar temizlenmezse, metrelerce kar üst üste
biner, çoğu zaman damı çökertir.
Karı atılan damı da, üstündeki koca loğ
taşı ile loğlamalı ki alta su geçip de damlamasın. Zaralının yaz kış çektiği
rezilliktir vesselam. Kürenen karlar duvarlara yaslanır, dağlar gibi... Ortada
ne ev kalır, ne de ahır, samanlık. İnsanlar çoğu zaman körkösnü gibi
tünellerden geçip dönerler evlerine. Ne yol bellidir, ne de iz. Bele kadar
kardan çığır açıp çarşıya ulaşılır ilk zamanlarda. Beş on gün sonra kar bekir,
artık üstüne adam alır. Yerden bir metre yüksekten aylar boyu git gel!
Babam aklıma düştükçe ağlıyor, anamın
amanını kesiyorum. Evet artık okula gidebiliyorum, ama ne üstte var, ne başta.
Ne defter var, ne kalem. Ne kitap var, ne çanta. Hani bunların hiçbiri yok!
Gerçi birisi elime geçse, ötekilere ağlayacağım. Her tarafımız bozuk...
Anam her gün bir çeşit yalanla beni
loğuzlamaya çalışıyordu. Ama ben daha önce söylediği lafları, verdiği bol
keseden ümitleri unutmadığım için, her defasında yem birşey üretemez oluyordu
artık.
“Oğlum merak etme,
baban neredeyse gelecek. Ne kadar yevmiye yaparsa o kadar fazla para kazanır.
Sana daha güzel esvaplar alır. Daha süslü olursun.” Anam ara ara böyle dese de, ben yine de
her gün “bu Koçhisar da nereden çıktı” diye ayaklarımı yerlere vurup, “bu ne
cehennemin dibindeydi,” diyerek debeleniyordum.
Hafik’e o zaman Koçhisar derdik. Zaramızın
da eskiden Koçkiri diye anıldığı gibi.
Sh:41-47
Kaynak:
Kirkor CEYHAN, Seferberlik Türküleriyle Büyüdüm, Aras, Üçüncü Baskı: Eylül
2008, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar