SALÂT-I MEŞÎŞ- Şeyh İsmail Hakkı Bursavi (kaddesellâhü sırrahu’l âlî)
بســـم
الله الرحمن
الرحيم
الحمد
لله رب
العالمين
والصلاة
والسلام على رسولنا
محمد وعلى اله
وصحبه وسلم
اجمعين
ABDÜSSELÂM BİN MEŞİŞ HASENÎ
(Kaddesellâhü sırrahu’l âlî)
Fas
evliyâsından. Ebû´l-Hasan Şâzelî´nin hocası. Künyesi, Ebû Muhammed´dir. Hz.
Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimizin mübârek
soyundandır. Hazret-i Hasan´ın
soyundan olduğu için Hasenî denmiştir. Doğum tarihi bilinmemektedir. 1228 (H.
625) senesinde şehît olmuştur. Hayatı hakkında
bilgi azdır.
Yedi yaşında
mânevî hâller görülmesinden sonra kendini ilme ve ibâdete verdi. On altı yıl dolaştı. Bu sırada bir mağarada kalır iken, yanına, evliyâdan
Abdurrahmân bin Zeyyât geldi. Yedi yaşından beri mânevî terbiyesi ile meşgul
olduğunu, kavuştuğu halleri tek, tek söyleyince ona intisâp etti, bağlanıp
talebe oldu. Evliyâlıkta yüksek derecelere kavuştu.
Talebelerinin
büyüklerinden olan Ebü´l-Hasan eş-Şazelî (kaddesellâhü sırrahu’l âlî)
şöyle anlatır:
Irak´a
vardığım zaman, salih bir zât olan Ebû´l-Feth
el-Vâsitî Hazretlerinin huzûruna gittim. Çünkü, Irak´ta bir çok âlim olmasına rağmen, onun gibisi
yoktu. Ben, zamanın büyüğünü aryordum.
Yanına girince bana; “Sen, Irak´ta zamânın
kutbunu, büyüğünü aryorsun. Halbuki
o, senin memleketindedir. Onu orada bulabilirsin.” dedi. Bunun üzerine hemen
memleketime dِöndüm ve
evliyânn büyüğü Arif-i billâh el-Kutb el-Gavs
Ebû Muhammed Abdüsselâm bin Meşîş Hazretlerinin bulunduğu yere vardım. Bir dağ eteğinde, bir dergâhta ikâmet ediyordu.
Huzûruna çıkmadan önce gusül abdesti aldım.
Sonra niyetimi hâlis kılıp; bilgim, amelim her neyim varsa kalbimi tamamen boş
bulundurup, istifâde niyetiyle huzûruna yöneldim. Bulunduğu yere çıkarken
onunla karşılaştım. Bana; “Merhabâ, hoş geldin ey Ali bin Abdullah bin
Abdülcebbâr.” buyurup, Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)
Efendimize kadar ulaşan ceddimi (dedelerimi) saydı
ve; “Ey Ali! Gönlünü boş bulundurup, her şeyini terk
edip bize geldin. Biz de, dünyâ ve ahiret ile ilgili ne zenginlik varsa sana
verdik.” dedi. O anda beni bir dehşet kapladı. Allah
Teâlâ, kalp gözümü açıncaya kadar orada kaldım. Hocamdan, târifi imkânsız
kerâmetler gördüm.
Bir gün
huzurunda oturuyordum. Kucağında küçük bir çocuk vardı. O esnâda İsm-i âzam sormak hatırıma geldi. O çocuk kalktı ve elini
kuşağıma uzatıp; “Ey Ebü´l-Hasan, sen, İsm-i âzam
sormak niyetindesin, o, senin kalbine emânet edilmiş bir sırdır.” dedi.
Zamânın Kutbu Abdüsselâm bin Meşîş; “Bu çocuk, bizim
yerimize sana cevap verdi.” buyurdu. Daha sonra Ebû Muhammed Abdüsselâm bin
Meşîş (kaddesellâhü sırrahu’l âlî) bana; “Ey Ali, şimdi Afrika´ya git. Şâzile
denilen yere yerleş. Allah Teâlâ, bundan sonra senin eş-Şâzelî diye çağırılmanı nasip eder. Oradan Tunus´a git. Tunus´ta pek çok
kimse sana tâbi olur. Daha sonra Meşrik beldelerine gidersin. İnsanlar irşat edersin doğru yolu gösterirsin.” buyurdu. Bunun
üzerine ben; “Efendim, bana vasiyette bulunur musunuz?” deyince;
“Allah Teâlâ
dan kork. İnsanlardan sakın. Dilini insanların boş sözlerinden koru. Kalbini onların
kötü düşüncelerinden muhâfaza et. Azâlarını gِözet ve
onlar harama düşmekten, günah işlemekten koru.
Ne için yaratılmışlar ise, onlar o vazîfede
kullan. Allah Teâlâ´ın farz kıldığı işleri
zamanında yap. Böyle yaparsan, Allah Teâlâ´ın
hıfz- u himâyesi ve korumasında olursun.
Allah Teâlâ´ın sana emrettiği işleri yaparsan, verâ sâhibi
(haramlardan sakınan) olursun. Şöyle duâ et: “Yâ Rabbî, Senden alıkoyan her şeyden beni koru. İnsanlarn
şerlerinden beni muhâfaza et. Senin rızân ile kalbimi zenginleştir. Sen her
şeye kâdirsin” buyurdu.
Yine biri
ona; “Efendim! Bana bazı vazîfeler verseniz de
onlarla meşgul olsam.” dedi. Buyurdu ki: “Farzlar
yerine getir, mâsiyetleri günahlar terk et.
Kalbini dünyayı istemekten, kadın ve makam
sevgisinden, nefsin arzu ve isteklerinden koru. Allah Teâlâ´ın
sana verdiği ile kanâat et. Allah Teâlâ´ın
beğendiği bir şeye kavuşursan şükret.” “Dünyâ kirinden temizlen. Arzu ve
isteklerine meylettiğin zaman onu tövbe ile düzelt. Allah Teâlâ’nın sevgisine
yapış. Allah Teâlâ sevgisi öyle bir şeydir ki, her iyilik, hayır ve
üstünlüğün esası O´dur.Sevaba
kavuşamayacağın yere ayağın koyma. Günah işlemeyeceğin yere otur. Başka yere oturma.Allah Teâlâ´ın
beğendiği işleri yapmakta yardım isteyeceğin
kimseden başkası ile oturup kalkma. En güzel
nasihatçi seni Mevlâ´ya sevk edendir.Kendisi
hatırlanınca, Allah Teâlâ´ı hatırlananlarla
berâber ol.”
Abdüsselâm
bin Meşîş sünnet-i seniyyeye dinin emir ve yasaklarına çok bağlı, yalnız olarak
hep ibâdetlerle meşgul olurdu. Muhammed bin Ebû Tevâcîn peygamberlik iddiâsında
bulununca, inzivâyı, yalnız bir köşede kendi hâlinde yaşamayı bırakıp, onunla mücâdele etti ve bu sırada şehit oldu.
“Şehîd-i kutb” diye meşhûr oldu. Benî Arûs mıntıkasında ki Cebel-i âlem denilen
yere defnedildi. Türbesi Fas´taki öِnemli ziyâret yerlerindendir. Çocuklarına ve
torunlarına dâima hürmet edile gelmiştir.Okumuş olduğu
Salâvât günümüze kadar gelmiş ve yirmiden fazla açıklaması
yapılmıştır.
İSMÂİL HAKKI BURSEVÎ (Kaddesellâhü sırrahu’l âlî)
Anadolu´da
yetişen büyük velîlerden. Babası Mustafa Efendi, aslen İstanbullu´dur. Mustafa
Efendi, 1650 (H.1061) senesinde İstanbul Esir Hanında çıkan büyük bir yangında
evi ve eşyası yandığından maddî sıkıntıya düştü. İstanbul´u terk ederek
Trakya´da bulunan Aydos kasabasına yerleşti. İsmail Hakkı Bursevî, 1652
(H.1063) senesinde Pazartesi günü Aydos´ta doğdu.
İsmail Hakkı
Efendi üç yaşına girince, babası onu Celvetiyye yolunun büyüklerinden Seyyid
Atpazarlı Osman Fadlî Efendiye götürdü. Osman Fadlî Efendi, elini öpen İsmail
Hakkı´ya; “Sen doğumundan beri, bizim halis talebemizsin.” dedi. Yedi yaşında annesini
kaybeden İsmail Hakkı, on yaşına gelince, Osman Fadlî Efendinin Edirne´de
bulunan ilk halîfesi Abdülbakî Efendinin terbiyesi altına girdi. Abdülbakî
Efendinin yanında yedi sene kalan İsmail Hakkı Efendi, ondan; sarf, nahiv,
mantık, beyan, fıkıh, kelam, tefsîr ve hadîs dersleri aldı. Fıkıhta Mülteka,
kelamda Şerhi Akaid adlı eserleri okudu. Okuduğu bütün eserleri kendi el yazısı
ile yazdı.
İsmail Hakkı
Efendi, 1674 (H.1085) senesinde, zamanın büyük alimi
Osman Fadlî´den ilim öğrenmek için, hocası Abdülbakî Efendinin yazdığı bir
mektubu alarak İstanbul´a gitti. Osman Fadlî Efendi ile Atpazarı´nda bulunan
Kul Camiinde buluştu. Osman Fadlî, onu eskiden tanıdığından hemen kabûl etti.
İsmail Hakkı Efendi bir müddet hocasına hizmet etti ve Allah Teâlânın zikri ile
meşgul oldu. Birgün hocası Osman Fadlî, onu yanına çağırarak; “Senin istidadın
gelmiş.” dedi. Sonra Besmele çekip, Fatiha-i şerîfeyi okudu ve üzerine üfledi.
“Seni Bursa´ya halîfe yaptım.” buyurdu.
Kendisi
şöyle anlatır: “Hocam beni Bursa´ya halîfe olarak tayin ettiği zaman Mutavvel
adlı eseri okuyordum. Hocamın Fatiha okuyup üzerime üflemesinden sonra, bende
başka bir hal zuhûr etti. Hocamın bu duasından sonra ilâhî feyz ve marifetlere
kavuştum. Bundan sonra ayet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerin tefsîr ve
te´villerini yapmaya başladım. Muhyiddîn-i Ârâbî (kaddesellâhü sırrahu’l âlî),
Abdülkâdir-i Geylanî (kaddesellâhü sırrahu’l âlî), İbrahim Edhem (kaddesellâhü
sırrahu’l âlî), Üftade ve Azîz Mahmûd Hüdâyî (kaddesellâhü sırrahu’l âlî)
Hazretlerinden manevî olarak faidelendim.”
İsmail Hakkı
Efendi, Bursa´ya gittikten bir süre sonra hocası tarafından Üsküp şehrine
gönderildi. Burada insanlara vaz ve nasîhatta bulunmaya başladı. Bu sırada
hocasının şu mektubu ile talebe yetiştirmeye başladı: “Oğlum Şeyh İsmail
Efendi! Aklen ve dînen, güzel ve beğenilmiş olan şeyleri yapmalarını halka
söyle. Kötü ve beğenilmeyen şeyleri yapmaktan onları men et. Kalem sûresinin
kırk sekizinci ayetinde yer alan hitaba hazır ol. Sabırlı ol, şükür edici ol.
Gecelerinde ibadet et. Gündüzleri oruç tut. Muttakî ol. Kötü zanna sebep
olacak, töhmet altında bırakacak yerlerden sakın. Şayet böyle yerlere davet
olsan bile gitme. Nasıl olursa olsun halkı ilme ve amele davet eyle. Onları
îtikadî ve amelî yönden terbiye eyle. Yanında bulundukları ve bulunmadıkları
zaman onlar hakkında iyi konuş. Ne şekilde olursa olsun kendi varlığını ortaya
koyma.” On sene Üsküp´de kalan İsmail Hakkı Efendi, 1685 (H.1096) senesinde
yine hocasının emriyle Tekfur Dağı yoluyla Bursa´ya gitti.
Din ve dünya
saadetine sebep olan hocası Osman Fadlî, Kıbrıs´a gönderilince; “Canımız gitti,
bedenimiz burada niye durur.” diyerek, Magosa´ya gitmek üzere yola çıktı.
Magosa´ya vardığı zaman hocası ile birkaç gün sohbet etti. Bir gün sohbet
esnasında sohbette bulunanları bir cezbe, kendinden geçme hali kapladı. İsmail
Hakkı Efendi, o sırada, Azîz Mahmûd Hüdayî (kaddesellâhü sırrahu’l âlî)
Hazretlerinin bir ilahisini ve arkasından bir aşr-ı şerîf okudu. Bunun üzerine
hocasının duasına nail oldu. Osman Fadlî Efendi, İsmail Hakkı´ya dönerek; “Seni
buraya getiren mîrasındır. Çünkü senden başka kalbimde uygun bir kimseyi
göremedim.” dedikten sonra, parmağını İsmail Hakkı´nın ağzının ortasına koyup;
“Bu nefes benden sonra sana nasip olsun.” dedi. İsmail Hakkı şöyle der: “Hocam
böyle buyurduktan sonra bende öyle bir zevk ve haller hasıl
oldu ki, maksadıma kavuştum.” Yine bir Cuma günü Osman Fadlî, İsmail Hakkı´yı
yanına çağırdı. Bir tefsîr şerhini uzatıp; “Al şunu, otuz altı yıllık
mahsulümdür. Allah Teâlâ sana daha ziyadesini ihsan etsin.” diye dua etti. O
duadan sonra İsmail Hakkı Efendide daha yüksek haller meydana geldi. Seyyid
Osman Fadlî şöyle buyurdu: “Allah Teâlâ bana öyle yüksek bir talebe verdi ki,
hocam Şeyh Azîz Mahmûd Hüdayî´ye böyle yüksek bir talebe vermedi.”
İsmail Hakkı
Efendi, hocasının vefatından sonra Konya, Seydişehir, Söğüt, İznik ve İstanbul
yolu ile Bursa´ya geldi. Bu yolculuk sırasında hazret-i Mevlana´yı, Sadreddîn
Konevî´yi ve Eşrefzade Abdullah Rûmî´yi ziyaret etti.
Sultan
İkinci Mustafa Hanın, daveti üzerine, 1695 (H.1107) senesinde Edirne´ye gitti.
Nemçe seferinde, orduya cihadın sevabını ve büyüklüğünü anlatarak, askeri
coşturdu. Osmanlı Ordusu önce Belgrad´a vardı. Oradan Tuna´yı geçerek düşmanla
çarpıştıktan sonra, kışın bastırması üzerine Edirne´ye geri döndü. Ertesi sene
ordu yine Edirne´den ayrılarak Belgrad´a gitti. O sırada Sadrazam Elmas Mehmed
Paşa idi. İsmail Hakkı Efendi, Elmas Paşanın hazır bulunduğu gazaların hepsine
katıldı ve birkaç yerinden yara aldı. İsmail Hakkı Efendi, ordunun zaferlerle geri
dönüşünden sonra yaralı olduğu halde Bursa´ya döndü ve talebe yetiştirmeye,
eser yazmaya devam etti.
Hocası
Seyyid Osman Fadlî´nin vefatından yirmi sekiz sene sonra, gördüğü bir rüya
üzerine ailesiyle birlikte Şam´a gitti. Şam´da üç sene kadar kaldı. Sonra Allah
Teâlânın izni, Resûlullah efendimizin işareti üzerine İstanbul´a gitti. Üç sene
kadar Üsküdar´da kaldı. Bu sırada otuza yakın eser yazdı.
Kendisi
şöyle anlatır: “Üsküdar´da iken bir gece Şeyh Üftade (kaddesellâhü sırrahu’l
âlî) ve Azîz Mahmûd Hüdayî´nin rûh-u şerîfleri gelip yanıma oturdu. Bursa
tarafına gitmemi işaret ettiler. Sizi sağ tarafımıza alalım deyip, beni sağ
taraflarına aldılar. Azîz Mahmûd Hüdayî (kaddesellâhü sırrahu’l âlî) bana çok
iltifat etti.”
İsmail
HakkıEfendi, 1722 (H.1135) senesinde Bursa´ya gitti. İlk iş olarak bir dergah yaptırdı ve ismini “Câmi-i Muhammedî”. koydu.Dergah; mescid, semâhâne, çilehâne ve misafir
odalarından meydana gelmiştir. Caminin kitabesi bizzat İsmail Hakkı Efendi
tarafından yazıldı.
Ömrünün son
günlerini evine çekilerek, eser yazmakla geçirdi.Yetmiş
altı yaşında iken, 1725 (H.1137) senesinde Hakk´ın rahmetine kavuştu. Kabri,
yaptırdığı ve bugün İsmail Hakkı Tekkesi diye anılan Câmi-i Muhammedî´nin
mihrabının arkasındadır. Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın yakınlarından Hacı Ali
Paşa hem türbesini, hem de Câmi-i şerîfi tamir ettirmiştir. Kabrin üstü
açıktır. Etrafında ve üstünde demirden şebeke vardır.
İsmail Hakkı
Bursevî (kaddesellâhü sırrahu’l âlî) buyurdu ki: “Evliyayı inkar
etmeyip, muhabbet beslemek lazımdır. Çünkü hadîs-i şerîfte; “Kişi sevdiği ile
beraberdir.” buyruldu. Kıyamet günü bu büyükler sevdiklerine şefaat
edeceklerinden, onları sevmemek uygun değildir. Onlara düşman olmak insanın
helakine sebep olur.” “Malûm ola ki, Hz. Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve
sellem) Efendimizin yoluna girene farz olan, Allah Teâlâ´dan başka olan şeyleri kalbinden çıkarmaktır. Mesela; bir
kimse bir iş için sefere çıktığında, önce vatanını, hısım ve akrabasını terk
edip yola devam eder. Eğer kalbinde vatanının, hısım ve akrabasının sevgisi var
ve fazla ise sefere rahat gidemez. Belki yola da çıkamaz. Bir peygamber gazaya
çıkarken, bir işle uğraşan kimseyi gazaya götürmedi. Meşhûr sözdür ki; “Bir
evde iki sarıklı olmaz!” Çünkü her biri bir tarafa çeker. Evin huzûrunun
bozulmasına sebep olur. Nefis ve şeytan kalbe vesvese verince, insanın zahiri
de bozulur ve kötü işler yapmaya başlar. Namazın faidesine inancı az olan
kimse, kaç rekat kıldığını şaşırır. Ekseriya dînî
meselelerde yanılır. Çünkü kalbi elinde değildir. Böyle kimselerin zahirleri de
harabdır. Onun için sûretten hakîkate istidlal et. Arkadaşlarından ayrılma,
yoksa yolda kalırsın veya dalalete saparsın! Topluluktan ayrılan helak olur.
Tek olarak yola çıkma. Çünkü şeytan arkadaşın olur. Yolun başlangıcında olanlar
âma gibidir önünü göremez. Her an bir tehlike ile
karşı karşıyadır. Kendisine yol gösterecek birine ihtiyacı olduğu gibi,
tasavvuf yoluna yeni girenin de yol göstericiye o kadar ihtiyacı vardır.
Kamil bir
hocanın elinde terbiye olunan bir insan, kısa bir süre içerisinde maksadına
kavuşur. Bunun misali dağlardaki meyvalar ile bahçelerdeki meyvalardır. Yani
dağlardaki ağaçların meyvaları terbiye ve bakım görmedikleri için geç
olgunlaşır ve tatlı olmazlar. Fakat bostanlarda bahçıvanların bakımıyla yetişen
ağaçların meyvaları hem kısa zamanda olgunlaşır hem de çok lezzetli olur.”
Bursalı
İsmail Hakkı hazretleri yazmış olduğu şiirlerinde Hakkı mahlasını kullanmıştır.
İsmail Hakkı
Bursevî´nin 106 adet eseri vardır. Bunlardan altmış kadarı Türkçe olup, sade
bir üslûp ile yazmıştır. Eserlerinden bazıları şunlardır:
1) Tefsîr-i
Rûh-ul-Beyân: Kur´ân-ı kerîmin tefsîridir. İsmâil Hakkı Hazretleri bu
tefsîrinde şöyle buyurur: “Mânevî pederim, Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-i Arabî
Hazretlerinin delâleti ile, bir gün rüyamda Resûlullah
Efendimiz bana lütfedip arkamı sığadılar. Tatlı bir ifâde ile;
“Ümmetim için bir tefsîr yaz!” diye emir buyurdular. Bunun üzerine Allah Teâlâdan
ve Resûlullah Efendimizin rûhâniyetinden yardım isteyerek üç ciltlik bir tefsîr
yazdım.” Bu tefsîr hem İstanbul´da hem de Mısır´da basılmıştır. Daha ziyâde bir
vaaz tefsîridir. 2) Şerh-i Muhammediyye (iki cilt), 3) Şerh-i
Mesnevî (iki cilt), 4) Şerh-i Pendi Attâr, 5) Şerh-i Bostân, 6) Şerh-i Hadîs-i
Erba´în, 7) Risâle fî İlm-i Hadîs, 8- Kitâb-ül-Kebîr, 9) Kitâb-ün-Netîce, 10)
Şerh-i Mukaddime fî İlm-i Nahv, 11) Şerh-i Fıkh-ı Gîydânî, 12)
Hüccet-ül-Bâliga, 13) Kenz-i Mahfî, 14) Nakd-ül-Hâl, 15) Risâlet-ül-Câmi´a, 16)
Risâle-iVerdiyye, 17) Şerh-i Şuab-il-İmân, 18) Vesîlet-ül-Merâm, 19)
Şerh-ul-Âdâb, 20) Kitâb-ül-Envâr, 21) Sülûk-ül-Mülûk, 22) Silsile-i Nâme-i
Celvetî, 23) Kitâb-ül-Mir´ât, 24) El-Vâridat-ül-Kübrâ, 25) Hutab-ul-Hutabâ, 26)
Risâle-i Vahdet-i Vücûd, 27) Şerhu Salât-iş-Şifâ, 28) Esrâr-ul-Hac, 29) Şerhu
Dibâce-i Kasîde-i İbn-i Fârid, 30) Şerh-ul-Mukrî el-Cezerî fî İlm-it-Tecvîd,
31) El-Vesâyâ fil-Uhûd, 32) Risâlet-ün-Nesâyih, 33) Dîvân, 34)Şerh-i Salâtı-ı
İbn-i Meşiş
SALÂT-I MEŞÎŞ
Bu salavât
Abdüsselâm İbn-i Meşîş (Kaddesellâhü sırrahu’l âlî) tarafından tertip
edilmiştir. Çokça açıklaması yapılan salavâtlardandır. Bazı cemaat
guruplarının günlük virtleri arasında da yer almaktadır. Bu sebepten dolayı
salavât-ı şerîfeden günümüz insanının faydalanması için açıklama yazmak gerekli
görüldü.
Salavât-ı
şerîfe ve açıklaması için Mecmuat-ül Ahzâb´[I]ın metni
ve zeylindeki (kitap kenarındaki ilave bölüm) İsmail Hakkı Bursevî (kaddesellâhü
sırrahu’l âlî) nin açıklaması temel kabul edildi. Fakat ifade tarzı
sâde ve yalın olmasına rağmen günümüz insanına ağır gelecek lisanı
vardır. Ayrıca tarafımızdan ilâveler ve kısaltmalar yapılmıştır.
Sadeleştirilirken konuya sahip çıkılmış, metin yönünden serbest davranılmıştır.
Bu sebeple yeni bir açıklama gibidir. Yapılan açıklamaların aslı onlardan
alınan incilerdir.
Yine
kitaptaki Abdulganî Nablûsî (Kaddesellâhü sırrahu’l âlî)´nin şerhinden
yararlanıldı. Muhyiddin Ârâbî Hazretleri (Kaddesellâhü sırrahu’l âlî) ve
Abdülkadir Geylani (Kaddesellâhü sırrahu’l âlî) Hazretleri´nin salavât-ı
şerîfelerinden bazı alıntılar yapılarak zenginleştirildi. Bunlar yanında
gerekli açıklayıcı bilgilerde ilâve edildi.
Salavât-ı
şerîfe ve açıklama ile Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)
Efendimiz en güzel şekilde anlatılmaya ve tanıtılmaya çalışılmıştır.
Açıklamadaki
bilgiler bizim kendimizden bir katkı olmayıp hakîkât membaının anlayışımıza
düşen ihsanlardır. Yazmak ve açıklamak haddimizi aşan nispettedir.
Büyük
insanların haline ve makamına bizler elbette ulaşamayız. Fakat onların
anlatmaya çalıştığı konular ve ilimler hakîkâti itibari ile değişme göstermez.
Eğer ki yanlış bir öğreti bir kalemden akarsa, bunu düzeltecek himmet ve
kudretler, büyüklere ihsan olmuştur. Bizler itikadımızı ehl-i sünnetten uzak
tutmadıktan sonra korkulacak durum da olmaz. Ameller niyetlere göre tecelli
eder.
Gayemiz, bu
salavâtın şerhini okuyan insanda Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)
Efendimize aşırı bir sevgi oluşması ve O´nun ümmeti olduğu için iftihar edeceği
olmasıdır.
Muhammed
Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz, Seni çok seviyoruz.
Bizi, Allah´ım Sen´de çok seversin. Allah´ım, bu sevgi yüzüne bizi ve
ahiretimizi güzel kıl.
بِسْـــمِ
اللهِ
الرَّحْمَنِ
الرَّحِيمِ
اَللـَّهُمَّ
صَلِّ عَلى
مَنْ مِنْـهُ
انْــشَـقَّتِ
اْلاَسْرَارُ
***
وَانْـفَـلَـقَـتِ
اْلاَنـــْـوَارُ
*** وَ
فِيـهِ
ارْتَــقَتِ
الْحَقائِـقُ
*** وَ
تَـنَزَّلَتْ
عُلُومُ ﺁدَمَ
فَـاَعْجَزَ
الْخَلآ
ئــِقَ *** وَلَهُ
تَضَاءَلَتِ
الْفُهُومُ
فَلَمْ يُدْرِكْهُ
مِنّا
سَابِقٌ وَ لا
لاحِقٌ ***
فَرِيَاضُ
الْمَلَكُوتِ
باَزْهارِ
جَمَالِه
مُونــِقَـةٌ
*** وَ
حِيَاضُ
الْجَـبَرُوتِ
بَفَيْضِ
اَنـــْوَارِهِ
مُتَدَفِّقَـةٌ
*** وَ لاَ
شَىْءَ
اِلاَّ
وَهُوَ بِه
مَنُوطٌ *** اِذْ
لَوْلاَ
الْوَاسِطَةُ
لَذَهَبَ
كَمَـا
قِـيلَ
الْمَـوْسُـوطُ
*** صَـلا
ةً
تَـلـِـيقُ
بِكَ مِنْكَ
اِلَـيْهِ
كَمـَا هُـوَ
اَهْلُـهُ ***
اَللـَّهُمَّ
اِنَّهُ
سِـرُّكَ
الْجـَامِـعُ
الدَّالُّ
عَلَـيْكَ وَ
حِجَابـُكَ اْلأَعْـظَمُ
الْقۤــائِــمُ
لَـكَ بَيـْـنَ
يَدَيـْكَ ***
اَللـَّهُمَّ
الـــْحِـقْنى
بِنَسَبِـه وَ
حَقِّـــقْنـى
بِحَسَبـِه ***
وَ
عَــرِّفـــْنى
اِيـّاهُ
مَعْرِفــَةً
اَسْلَمُ
بِــها مِنْ
مَــوَارِدِ
الْجَهـْلِ *** وَ
اَكْــرَعُ
بِــهاَ مِنْ
مَــوَارِدِ
الْـفَـضـْلِ
*** وَ
اَحْمـِلْنـى
عَـلى سَبـِيلِـه
اِلـى
حَضْــرَتــِكَ
حَمْـلاً
مَحْفـــُوفــًا
بِنُـصْرَتـِكَ
*** وَ
اقْــذِفْ بى
عَلى
الْـبـَاطِلِ
فَـاَدْمـَغَـهُ
*** وَ
زُجَّ بى فى
بِحـَارِ
اْلأَحَـدِيــَّةِ
*** وَ
اَنـــْشُلـــْنى
مِنْ
اَوْحـَالِ
الــتَّــوْحـِيـدِ
*** وَ
اَغْــرِقْــنى
فى عَيـْنِ
بَحْــرِ
الْوَحــْدَةِ
حَتىَّ لا
اَرى وَ لا
اَسْمَعَ وَ
لاَ اَجِدَ وَ
لاَ اُحِسَّ
اِلاَّ بِـها *** وَ
اجْـعَلِ
اللـَّهُمَّ
الْحِـجاَبَ اْلأَعْظَـمَ
حَياةَ رُوحى *** وَ
رُوحَـهُ
سِـرَّ
حَقِــيقَـتى
*** وَ
حَقِـيـقَـتَهُ
جاَمِـعَ
عَوالِمـى بِتَــحْقِــيقِ
الـــْحَـقِّ
اْلأَوَّلِ *** يا
اَوَّلُ
يااخِـرُ يا
ظاهـِرُ يا
باطِـنُ ***
اِسْمَـعْ
نِـدائى
بِمـا
سَمِعْـتَ
بِـه نِداءَ
عَـبْـدِكَ
زَكَــرِيـّا
عَلَيــْهِ
السَّلامُ *** وَ
انْصُــرْنى
بِكَ لَكَ *** وَ
اَيــِّدْنى
بِكَ لَكَ *** وَ
اجْـمَعْ
بَـيْنى وَ
بَيـْنَـكَ
وَ حُـلْ
بَـيْنى وَ
بَـيْــنَ
غَـيْرِكَ
اُلله اللهُ
اللهُ
***
اِنَّ
الَّـذى
فَرَضَ
عَلَــيْكَ
الْقُــرْاَنَ
لَــرَادُكَ
اِلى مَعـادٍ 3
ربَّناَ
آتِناَ منْ
لدُنْكَ
رَحْمَة وَ
هَىِّءْ
لَناَ منْ
اَمْرناَ
رَشَدًا 3
***
اِنَّ اللهَ
وَ
مَلۤـئِــكَتَهُ
يُصَلُّـونَ
عَلى
النــَّبِـىِّ
ياَ
اَيــُّها الَّذينَ
آمَـنُوا
صَــلُّوا
عَلَيــْهِ
وَ سَلِّـمـُوا
تَسْلــِيمـًا
وَ
الْحَــمْدُ
للهِ رَبِّ
الْعــالَمِــين
SALÂT-I MEŞÎŞ AÇIKLAMASI
Allah´ım,
temiz, seçilmiş, sevgilin ve razı olduğun kulun Hz. Muhammed Mustafa (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimize salât ve selâm ederiz. Bu salavât-ı şerîfe
Hazreti Şeyh, rabbânî ilim sahibi, arif-i billah, Abdüsselâm İbn-i Meşîş (kaddesellâhü
sırrahu’l âlî) tarafından bizlere hediye edilmiştir. O öncekiler ve sonradan
gelenler arasında iftihar edilecek ve kerâmetleri ile meşhûr sultandır.
Kutuplar, ricâl-i gayb ve evliyâlar sırrını takdis ederler.[II]
Bu salavât-ı
şerîfe evliyâullâh katında makbuldür. Derleme gibi olmayıp bizzat Allah Teâlâ
tarafından ihsan edilmiştir. Devamlı okunan dualar arasında önemli bir
yere sahiptir.
İsmail Hakkı
Bursevî bu salavât-ı şerîfe hakkında bir Türkçe açıklama yazmış ve başkaları da
yazacaktır. Hepsi Fahri Âlem (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz´e
olan sevginin ifadesinden başka bir şey olmayacaktır.
Bu salavât-ı
açıklamaya teşebbüs etmek aciz kulların bir kârı değildir.
Biliyoruz
ki, bu açıklama ile insanların gönülleri keşif ve feyz bahçelerine
ulaşacaktır. Bu bize ve okuyanlar için de, rahmet vesilesi olacaktır.
Hz.
Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz buyurdu ki;
قَالَ رَسُولُ اللّهِ: وَاللّهِ لأَنْ يُهْدَى بِهُدَاكَ رَجُلٌ وَاحِدٌ خَيْرٌ لَكَ مِنْ حُمْرِ النَّعَمِ
“Vallahi,
senin hidayetinle bir tek kişiye hidayet verilmesi, senin için kıymetli
develerden müteşekkil sürülerden daha hayırlıdır.”
Bir insanın
kurtuluşuna sebep olmak, sürülerce develerin sahibi olmaktan daha fazla şükür
sebebidir.
Halkın
ağzında salâvatlar sayısızdır. Mahlûkâtın anlayışı, yaratılış gereği ve
Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimize olan bağlılığı ile
duâ ve niyazında bir kuvvet ve tesirler bulunur.
Yaratılış
Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimize bağlı bir olgudur.
İleride bu konu gelecektir. İnsan bu tesirler çerçevesinde bütün halleri ve
fiilleri ile etki altındadır. Bu nisbetiyle de hayatını düzenler. Bu
çalışma ile kazanılan bir şey olmayıp Allah Teâlâ’nın bir kaderidir. Ameller
çalışmalar ile elde edilse de, faziletler Allah Teâlâ’nın karşılıksız bir
ihsanıdır. Bu yorum götürmeyen meseleler arasındadır.
Saâdettin
Hamevî (kaddesellâhü sırrahu’l âlî) Hazretleri buyurdular ki; “On iki bin
salavât-ı şerîfe tespit edilmiştir. Bir kısmı Hz. Muhammed Mustafa (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimiz tarafından ümmetine öğretilmiş, diğer
kısımları ise; arş-ı âlânın eteklerine yazılmış ve evliyâullâha ilham ve keşif
yolu bildirilmiştir.”
On iki bin
salavât-ı şerîfe´nin sırrındaki işaret, insanın kalbine inen ilâhi feyizlerin
ve zevklerin mertebeleriyle ilgilidir. Bu ise insanda on bir mertebeden gelir.
Feyiz, insana Allah Teâlâ tarafından inerken;
Levh→kalem→arş→kürsî→yedi
semâ = 11
Bu toplamı
Zat-ı ehadiyyet-e [Allah Teâlâ’ya] itibar ile adet on iki olur. Her
mertebede 1001 Esmâ (isimler) vardır. Her mertebedeki bu isimlere bağlı birer
salavât-ı şerîfe düşünülürse on iki binin sırrı açığa çıkar. Hakîkât-ı Muhammediye[III], on iki bin
isimle ve sureti ile tecelli etmektedir. Mertebelere ve hakîkâtlere göre
farklılık gösterir. Bu ise yaratılmışlar üzerinde bir mecbûri gerçektir. Mahlukat hangi ismin veya isimlerin etkisi altında ise, ona
göre Hz. Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimize o
salavât-ı şerîfeyi okuma kudretine haiz olur.
Bir başka
yönden ise; لا اله الا الله on iki harf olduğu gibi, محمد رسول الله ´da on iki harfdir. Her harfin karşılığına bin adet salavât
taksim olundu. Bu sebepten dolayı insan; nefis, kalp, ruh, sır, hafi, ahfa ve
natıka gibi menzillerde bulur[IV]. İnsân-ı
kâmil bu makamları geçmiştir. İnsân-ı kâmil bir isim gibi söylenildiğinde,
sayılan mertebelerin tecellisi açığa çıkar. Kur´ân-ı Kerim´de;
وَ اِنَّ يَوْمــًا عِنْدَ رَبِــّكَ كَــاَلـــْفِ سَنَـــةٍ مِــمّاَ تَعُــدُّونَ
“Rabb´in
katındaki bir gün, sizin sayacaklarınızdan (yani insanların kullandığı yıl
hesabına göre) bir yıl gibidir[V]” (Hac 47)
buyrulduğu üzere, hakikâtler sûretler üzerine, manalar ise lafızlara göre
geniştir.
Hakîkâtler,
suretlerden geniştir. Hikmet ehli, bir hakîkâte ikinci, üçüncü vb. manalar
verirler. Lafızlardaki rumuzları açığa çıkarırlar da hayran kalırsın. Hayır ehli de, bu sırları kabul etmekte çok daha isteklidir.
Bunun benzeri şu olabilir. Bir çiçek için şair bin mana üretir. Bunun
sonunu da getiremez. Hakikât bir iken, suret geçici ve izâfi olduğundan
elbiseler gibidir. Suret insanın elbise değiştirdiği gibi değişir durur.
Böylece suret hakîkât yanında basit kalır. Sıfatlar sureti temsil ederken,
hakîkât zât-ı temsil ettiğinden kuvvetli ve temel öğedir. Mesela zaman bir
birim iken gelecekten geçmişe bakınca çeşitli şekilde görüntüler verir.
Gönül
manaları anlama kabiliyeti ile dolu olursa, bir harfe bin mâna, bir kelimeye
bir kütüphane dolusu mâna verirde, gönül bu hususta bir yorgunluk duymaz.
اَللـَّهُمَّ صَلِّ عَلى مَنْ مِنْـهُ انْــشَـقَّتِ اْلاَسْرَارُ
“Allah´ım sırların kendisinden fışkırdığı Hz. Muhammed Mustafa (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimize salât etmeni niyaz ederim.”
[Not: Daha önceki hazırladığımız bütün yazılarda “salât et”
“… et” vb. duâ ibarelerini kullandığımız için Allah
Teâlâ’dan afv ve maehmamet dileniyorum. Bir memur “Emir sigasını” bir üst
amirine dahi kullanamazken bizler (Müslümanlar) Allah Teâlâ’yı emir eri gibi
addederek (sehvende olsa) büyük hata içinde olduğunu zaman geçtikçe anladık.
Türkçe kelamda alışılagelmiş bu galat ifade tarzı zamanla ahlaken kabalaşma ve
serleşme halini almış ve adet olagelmiştir. Binanen aleyh Allah Teâlâ’ya ve
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme karşı “seslerinizi yükseltmeyin”
demeyi biz bağırma olarak algılamışızdır. Aslında “haddinizi aşmayın” terbiyeli
ve saygılı olun demek manasına gelebilirken bu hali görmezden gelmişizdir. Bu hatalı durum için
tekrar ve tekrar tövbe istiğfar ederim. İhramcızâde İsmail Hakkı]
Tövbeye muhtaç ne sevaplarım
var,
Günahlarım ise lisana gelmekten hicab duyar
Tövbesi bile tövbeye muhtaç
Allah´ım
salâtını yaratılış ve ilâhi sırları kendisinde toplayan ve O´ndan âleme dağılan
Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimize yap. Çünkü O,
ilahi sırların sahibidir. Zat-ı ilâhinin muhâtabıdır.
Nûrâni kalem
harflerini yazmak için muhtaç olduğu, kelimelerin ancak O´nunla manaya
geldiği Fahr-i Âlem (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimize salât
olsun.
O
besmeledeki noktanın topladığı sırların hepsi O´dur, kâinattaki işlerin olması
için söylenen كن deki noktanın da kendisidir. Besmeledeki noktanın yorumları çok
yapılmasına rağmen كن deki
noktanın izâhatı fazla bildirilmemiştir. Besmele kâinatın devamına sebep iken كن deki nokta varlığına sebeptir. Çünkü irâde-i küllinin, yani Allah
Teâlâ’nın irâdesinin varlıklar üstü muradı ile alemler
takdir edilmiştir. Bu noktaların her ikisi de Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi
ve sellem) Efendimiz´dir. Çünkü Allah Teâlâ’nın Peygamber (sallallâhü aleyhi ve
sellem ve âlihî) Efendimizle olan münasebetini beşeri olgularla anlamak mümkün
değildir. Aşık ile sevgilisi arasındaki münasebetin
yorumları üzerine nice diller dökülmüştür. Fakat sonuç şudur denecek bir şeye
varılamamıştır.
Fazilet
hazinesinin de sahibi Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem ve âlihî)
Efendimizdir. O bu hazineyi mahlûkâta ve isteyenlere kabiliyeti miktarınca
veren, âlemlere rahmet olarak geldi.
اَللـَّهُمَّ Genellikle
duaların başında gelir. Çünkü bütün isimlerin manalarının toplandığı isimdir. Allah
Teâlâ’nın bütün isimleri ile istiyorum demektir. Bu söz ile isteklerin
istenmesi, İsm-i Âzam (en büyük isim) ile istemek demektir. İsm-i Âzam[VI] ile dua
edilirse ret olmaz ve istenilen şey onunla verilir. Ayrıca Hasan Basrî
(radiyallahü anh) “bu lafız, bütün duaların toplamıdır” buyurdu
صَلِّ Allah Teâlâ’dan istemektir. Hz. Peygamber (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimize salât etmek duâsı; Allah Teâlâ’nın
peygambere ikrâm ve nimetini artırması, meleklerin rahmet ve istiğfâr etmesi,
kulların ise Fahr-i Âlem (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimizi sebep kılarak
kendine dua etmesidir. Allah Teâlâ’nın Fahr-i Âlem (sallallâhü aleyhi ve sellem)
Efendimize ikrâmı, şerefinin ziyadeleşmesi ile (sallallâhü aleyhi ve sellem)
Efendimiz´in kullara vesile olması ve Allah Teâlâ ya yakınlığın artmasına sebep
olmasıdır.
Dualar
Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem ve âlihî) Efendimizle kabul edilir.
Duaların başı ve sonu salavât-ı şerîfe olursa kabul edilen dua yaptığını kabul
etmelidir.
Dua
fakirlerin amirlere hediyesi gibidir. Mesela dilenci dua ile ister ve
menfaati üzerine çeker. Namazın sonundaki salât, başka duaya gerek bıraktırmaz.
Kim namazında salavât-ı şerîfe okumazsa, namazı kabul edilmediği gibi, ret
edilir. Namazda salavât-ı şerîfenin farz olduğu mezhepler vardır.Namaz kılındıktan sonrada arifler on bir kere
salavât-ı şerîfe getirirler. Aksi takdirde Allah Teâlâ’dan feyz alamazlar.
Niçin Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimize salavât
getirilmesin; çünkü ruhu ilk küll-i ruh olan akl-ı evvelden[VII]
üflenmiştir. Bu cihetten ne kadar salavât getirirsen, kendi özünü o kadar ihya
etmiş olursun. Fakat insanlar bu sırdan gaflet ederler. Salavât ile kul Allah Teâlâ’ya
ibadette yakınlık sağlar. Yakınlığın artması ise, Fahr-i Âlem (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimizin yüksek makamına tevessül etmek iledir. Allah
Teâlâ’nın (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz´e salâtı ise, her şeyi geçer
ve hiçbir şeye muhtaç olmaz. Kulun salâtı ise, Allah Teâlâ’nın rızasına ulaşmak
içindir. Salât kapısı ile, Allah Teâlâ’ya kavuşmak ve
hayır kapılarını açmak demektir. Bu şekilde kerâmetler meydana gelir. Salavât-ı
şerîfe getirenlerin yakınlaşması büyük şeydir. Sevenlerin sıdkına alâmet,
vuslatı isteyenlere sığınaktır. Bir insanın salât etmesi Fahr-i Âlem (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimizin ona salât etmesidir. İnsan ise, (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimiz´in adının sûretidir. Muhammed ismindeki mim,
insanın başıdır.
Kulların
Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem ve âlihî) Efendimize salavât getirmesi
gereklidir. Geçerli olan bu hüküm Adem (aleyhisselâm)´dan
kıyamete kadar devam etmektedir. Adem (aleyhisselâm)´a
konuştuğu zamandan beri çocuklarına verilen bir emirdir.
Fakat Allah
Teâlâ’dan başka hiçbir şey Fahr-i Âlem Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve
sellem) Efendimize hakkıyla da salât edemez. Allah Teâlâ’nın salâtı zat-ı
ve fiilleri vasıtaya muhtaç olmamaksızın olur. Zuhur eden şeyler, keşiflerin
hepsi Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´in sebebiyledir. Küfrün karanlığı
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) ile yok olur. Allah Teâlâ bir
kimseye iman verecekse bir örtüyü kaldırır gibi karanlığını kaldırır. Fahr-i
Âlem (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz ise örtünün kalkmasına
sebeptir.
Yaratılışın
evveli Rûh-i Muhammedî, sonu ise insâniyetin yaratılışıdır. Yani bütün kâinâtın
yaratılışının başlangıcı ve kökü Fahr-i Âlem Muhammed Mustafa (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimizdir.
Kâinattan
kasıt, ruhlar ve cisimlerdir. Ruhlar ve cisimlerin hepsi, bir hakîkâti ve
sırrı bünyesinde taşır. Eşya, isimleri ve sıfatları yüzünden farklılaşır. Çünkü
âlemin vücudunda yani bireylerinde özellik olarak vardır. Âlem her türlü
vasıfları ile Fahr-i Âlem (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimizden
intişar etmiştir. Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz
yaratılışta da rûhanî yönü ile her şeyden öncedir. Rûhâni ve cismânî cihetlerin
özü ve geldiği yerdir. Nitekim hadîs-i şerifte gelir,“Allah Teâlâ önce benim
ruhumu yarattı.”
Ne kadar
esrâr-ı rûhâni varsa, hepsi Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)
Efendimizin rûhâniyetinden ayrıldı. Peygamberlerin ve evliyâların ve diğer
insanların ruhları da, O´ndan ayrılan tâli unsurlardır. Onun için buyurdu ki,
“Ben peygamber iken, Adem (aleyhisselâm) çamur ve su
içinde idi.” Yani yaratılış itibârı ile sonra gelmiş olsa bile Hz. Peygamber (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimiz mahlûkattan önce yaratılmıştır. O´nun
peygamberlik sırları, fiilleri ve diğer halleri Allah Teâlâ´ ın koyduğu
esâslara göre vakti gelince tecelli etmiştir. Görünüşte mübârek vücutları
sonradan gelmiş olsa da. Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)
Efendimiz “Biz sonradan gelmiş, geçmişleriz” buyurdular. Zira arş-ı âlâ´dan önce cism-i külli vardır. Buna heyûla-i külli[VIII] derler ki,
cümle feleklerin, unsurların ve doğuşların mayasıdır. Fahr-i Âlem Muhammed
Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimizin ruhâniyeti cisimler
âlemine göre öncelik taşımakla cism-i külli sureti ile tayin olmuştur. Bu
itibârla cihet-i cismâniyeleri dahi bütün mahlûkattan önce oldu. Buna göre arş
ve arşın kapladığı takdir edilen cisimlerin sırları, Fahr-i Âlem (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimizin cisimlerinden çıktı. Bunun üzerine Fahr-i
Âlem (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz kendine mahsus unsurları ile
öncelik sahibi oldu. Kainâtın yaratılışı bu hakîkat üzere tamam oldu.
Zirâ
mübârek ruhları ruh-u câmî olduğu gibi, cisimleri de cism-i kâmil idi.
Yaratılmışlardan ve diğer peygamberlerden O´nun şemâil-i ve hilye-i şeriflerini[IX] derleyecek,
toplayacak, kemâline ulaşacak ve tamamlayacak biri gelmedi ve gelmeyecektir.
Fakat onun
arkadaşları Fahri Âlem (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimizin
özelliklerinden bir kısmını almışlar ve nisbetini devam ettirmişlerdir. Mesela
dört halife Hz. Ebûbekir Sıddîk, Hz. Ömer Fâruk, Hz. Osman Zin-nûreyn ve
Hazreti Ali (radiyallahü anhüm) Efendilerimiz ayrı ayrı sırlardan bir sır
taşımışlardır.
Hz. Ebûbekir Sıddîk (radiyallâhü anh) Peygamber (sallallâhü
aleyhi ve sellem ve âlihî) Efendimizin arkasında cemaat olarak uyduğu en büyük
insan, Hz. Ömer Fâruk (radiyallahü anh) tebliğin zor günlerinde desteğine
muhtaç olduğu insan, Hz. Osman Zi’n-nûreyn (radiyallâhü anh) üçüncü bir kızım
olsa Ona yine verirdim dediği güzîde damat ve zenginliğini peygambere ikrâm
eden zamanın en büyük aristokratı Hazreti Ali (kerremallâhü veche)
Efendimiz ise hicrette emanetleri yerine teslim etmek için ölüm döşeğinde huzur
uykusuna yatırdığı ve savaşlarda düşmana korku saldığı en büyük kahramanı.
Fakat
Hazreti Ali (kerremallâhü veche) Efendimiz ilm-i ledün sırlarının kaynağı
olduğundan bugün hala ilgi odağı olmaktadır. Çünkü dünyevî işlerin
hakîkâtlerini oluşturan bu ilim hala insanları kendine cezp eder. Hz. Ömer
Fâruk (radiyallâhü anh), “Hazreti Ali (kerremallâhü veche)´nin
bulunmadığı topluluk içinde müşkül bir mesele çıkmasından Allah Teâlâ’ya
sığınırım” demiştir.
Tasavvufî
alana girdiği için Hazreti Ali (kerremallâhü veche) Efendimiz üzerine çok
şeyler yazmak gerekir. Kısaca şahsiyeti hakkında şunları söyleyebiliriz.
Cabir bin
Abdullah el-Ensari (Radiyallâhü anh)den naklen, Peygamber (sallallâhü aleyhi ve
sellem ve âlihî) Efendimiz şöyle buyurdu :
"Allah
Teâlâ, her peygamberin zürriyetini kendi sulbünden kıldı, benim zürriyetimi ise
Ali'nin sulbünden kıldı"
Tirmizi
İbn-i Ömer (radiyallâhü anh) den şöyle rivayet etti. Peygamber (sallallâhü
aleyhi ve sellem ve âlihî) Efendimiz ashabı birbirine kardeş yaptı. Hazreti Ali
(kerremallâhü veche) Efendimiz gözleri yaşlı olarak Fahri Âlem (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimize geldi ve şöyle dedi. “Ya Rasulüllah, ashabı
birbirine kardeş yapmışsın, beni kimseye kardeş yapmadınız!” Peygamber (sallallâhü
aleyhi ve sellem ve âlihî) Efendimiz “Ya Ali (kerremallâhü veche), dünya ve
ahirette sen benim kardeşimsin” dedi.(Tirmizi)
Hazreti Ali
(kerremallâhü veche) Efendimiz olaylar karşısında Peygamber (sallallâhü aleyhi
ve sellem ve âlihî) Efendimizin “Ya Ali, sen Kâbe durumundasın.
Sana gelirler, sen gitmezsin. Bu kavim eğer sana gelip de bir işi teslim
ederlerse kabul et. Gelmezlerse sen ileriye varma” emrine itaat ederek
yaşamıştır.
Sonradan
gelecek insanlar sevgilerinde aşırılığa kaçacaklarını bildiğinden kabrini bile
oğullarına saklamalarını emretmiştir. Çünkü Hazreti Ali (kerremallâhü veche)
Efendimiz varlığını Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem ve âlihî) Efendimize
borçlu olduğunu çok iyi biliyordu. Halifelik sırasını bile en sona bıraktı ki,
Fahri Âlem (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimizin arkadaşlarının kıymetleri
diğer insanlara ulaşsın içindi. Ayrıca Hazreti Ali (kerremallâhü veche)
Efendimiz Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem ve âlihî) Efendimizin
vefatından sonra doğabilecek fitneyi daha ileriki yıllara çekerek Fahri Âlem (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimizin dünyayı terk edişinin acısı yanına ikinci bir
acıyı ümmete yaşatmadı. O fitne dönemlerinde ki ağır yükü taşıyacak kişi idi. O
gelecekle ilgili haberleri bilen ender sahabelerdendi [X].
Müslümanların dinleri tamamlanmış olmasına rağmen, sosyalleşmeleri ve
devletleşme temellerinde O´nun sabır ve sonsuz ilmi kaynak olmuştur. Bu ümmete
ihsan edilmiş büyük nimetlerdendir.
Fakat şurası
da unutulmamalıdır ki, siyasî hayat içinde olan insanların dinleri ile ilgili
halleri yöneticilikleri ile eşleştirilmemelidir. Çünkü siyaset Hak yolunun
gereği olmayan işleri insanlara yaptırmıştır. Bu sebeple Hazreti Ali (kerremallâhü
veche) Efendimiz çok sıkıntı çekmiştir. O eşit veya birbirine yakın seviyedeki
insanların dengelerini sağlayan kişi olmuştur. Gönüllerin dünya istekleri ve
içtihatları ile karıştığı anda, dinin yüceliği ile nefislerin birbirine
çakıştığında ancak ilmin kapısı Hazreti Ali (kerremallâhü veche) Efendimiz
tarafından sakinleştirildi. Bu Allah Teâlâ’nın Ümmeti Muhammede (sallallâhü
aleyhi ve sellem) bir ikramıdır.[XI]
Konumuza
dönelim;
Kur´ân-ı
Kerim´de;فَتَـبَارَكَ اللهُ احْسَنُ الْخَـالِقِيـنَ “Musavvir ve mukaddir olanların en güzeli olan Allah Teâlâ pek
mübârektir.”(Mü´minûn, 14) buyruldu. Bu ayetin tecellisi Hz. Peygamber (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimizdir. Allah Teâlâ`ın zatı
dahi Fahri Âlem (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimizin yaratılışına
hayrandır.
Hz.
Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz sûret ve sırları
toplayıcı ve hakîkatine başlangıç olduğu gibi, ilâhî âleme de zat, sıfat ve
ef´âlin zürriyetine esâs ve kemâlatların hepsine mazhâr oldu.
Başkaları
yani melekler, peygamberler, evliyalar ve insanlar hakîkatlerin sırlarına
Fahr-i Âlem (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz ile kavuştular.
Hakîkatlerin neticelerini suretini de Fahr-i Âlem Muhammed Mustafa (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimizin cemâliyetinde gördüler.
Kim gördü cemâli esrârı
Gelmedi, Muhammed Ârâbi
O vücud-u şeriftir, Hâfi
Küntü Kenzin zürriyetinin sebebi
İlâhi
sırların kitapları üçtür.
a-Âfâk Kitabı [ Dış alemlerin ]
b-Enfüs Kitabı [ Gayb alemlerinin ve batını
müşâhedelerin )
c-Kur´ân-ı Kerim
Bu üç
kitabın aslı da Hakâyık-ı Rahmet Kitabı[XII] dır.
Allah
Teâlâ’nın gönderdiği dört ilâhî kitapta bunlara işaret eder. Arif-i billah
olanlar tertip üzere bu kitapları okurlar ve hakîkatlerine kavuşur, bilgi
sahibi olurlar.
Sırların
çıktığı ve toplandığı yer Kur´ân-ı Kerim iken salavât-ı şerîfeyi yazan Fahr-i
Âlem Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimizi kabul
etmesine sebep nedir? diye sorarsan şu cevabı vermek
gerekir.
Kur´ân-ı
Kerim zahiri itibâr ile sözdür. Hz. Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve
sellem) Efendimiz ise zahiri itibar ile fiildir. Söz ise fiil üzerine
bağlıdır.
Kur´ân-ı
Kerim´de;نَزَلَ بِـهِ الرُّوحُ اْلأَمِينُ عَلىَ قَلْبِـكَ “Onu Sen´in kalbin üzerine Rûh-ul Emin indirdi.” (Şuara
193.194) buyruldu. Yani Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)
Efendimiz Kur´ân-ı Kerim´in nüzul ettiği yerdir. Eğer bu kalp olmasa idi,
Kur´ân-ı Kerim´in sırları bilinmezdi. Bundan dolayı sırların çıktığı yer olmak
Fahr-i Âlem (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimize layık oldu. İşte
bunun gibi, Kur´ân-ı Kerim´e bakan, Fahr-i Âlem Muhammed Mustafa (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimizin yüzüne bakmıştır. Akside böyledir. Yani (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimiz´e bakanda, Kur´ân-ı Kerim´e bakmıştır.
Bu makamda
kalp, hüviyet[XIII] ile bir
oldu. Fahr-i Âlem (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimizden dağılan
esrar aslında enfüs, âfak ve hakîkatteki hüviyet-i hak´tır. Gizli ve açık her
şeyden hüviyet kazanacak eşyanın da sırrı Fahr-i Âlem (sallallâhü aleyhi ve
sellem) Efendimizdir.
Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem) kulluğu, rabb´lığı ve mahlûkâtı her şeyi bünyesinde
toplamıştır. Vücud-u İlâhiye´ye şümûlü var iken Fahr-i Âlem (sallallâhü aleyhi
ve sellem) Efendimiz zatını kulluk makâmında tutardı. Kulluğuna da hiçbir
mahluk erişemedi. Beşerin ihtiyaçlarından korunmuş
idi.
Gözü Allah
Teâlâ’nın varlığından ayrılmaz iken yinede haddini aşmaz, başka alemlere iltifat etmez ve kibirlenmezdi. Bu sırra istinaden
Fahr-i Âlem (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz;
“Rabb’im
tarafından doyurulurum” buyurur, günlerce aç durur; “benim gözüm uyur, kalbim
uyumaz” buyurur geceleri devamlı ibadet ederdi. Bu normal insanlara uygun bir
şey değildir.
وَانْـفَـلَـقَـتِ اْلاَنـــْـوَارُ
“Nurların kendisinden infilak ettiği Hz. Muhammed Mustafa (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimize salât edersin.”
O, beyaz
incidir. Fakat kırmızı yakutlar ve elmaslar O´ndan çıkar.
Nur olarak
bilinen eşyaların nurları (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz den zuhur
etti. Güneş, ay, yıldızlar ve diğer nur saçan mahlûkât [ruhun nuru, kuvvetin
nuru, aklın nuru, imânın nuru, Kur´ân-ı Kerim´in nuru, tecelli nurları]
nurlarını ondan aldılar. Fahr-i Âlem (sallallâhü aleyhi ve sellem)
Efendimiz, “Allah Teâlâ en önce benim nûrumu yarattı” buyurdu.
Kur´ân-ı
Kerim´de; قد جـائكم من الله نـور “Şüphe yok ki, size Allah Teâlâ tarafından bir nur gelmiştir.”
( Mâide 15 )
Allah Teâlâ
kendine “Nûr” ismini verdiği gibi[XIV], Hz.
Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz en önce yaratılan nur
olmak nedeni ile “ Nûr ” u layık gördü.
Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Allah Teâlâ’nın nuru olduğu gibi, hem önceliği ve özellikleri
tamdır. Bu nedenle “yaratılmışların en faziletlisi” oldu. Çünkü nurların aslı
ve tümü Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´dir. Bu nur bütün nurlardan
daha güzeldir. Yusuf (aleyhisselâm)´ın güzelliği, Fahr-i Âlem (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimizin cemâlinden doğmuştur. Arş bünyesinde
taşıdığı cisimler ve nurlar ile Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)
Efendimiz´den yaratılmış ve O´nunla bekâ bulmuştur.
Fahr-i Âlem
(sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz diğer şeyler gibi yaratılışın
mertebelerinden inerken nurunu kaybetmedi. Arş ise sahip olduğu nurları Hz.
Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimizden emânet alarak durur.
Yoksa hariçten nûrâniyeti yoktur.
Hz.
Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimize Kur´ân-ı Kerim´de وسراجـا منـيرا ( Ahzâb 46 ) “Nurlar saçan kandil” buyruldu. Bu nur eşyanın
aslında olan hakîkât nurlarının bilinmesine sebep olur. Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in nuru aydınlattığı halde diğer kandiller gibi eksilme
göstermez ve şûlesi de kesilmez.
Ümmetin alimlerine ve beşeriyet âlemine verilen şeriât ilimleri,
tarikât kazançları, mârifet nurları ve hakîkât sırları bu kandilden dağıtılır.
Her taraftan aydınlatma özelliği de vardır. Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve
sellem) Efendimiz وجـعلنى نـورا “Allah Teâlâ beni nûr kıldı” buyurdular. Bu nurdan dolayı
“namazda arka tarafımı görürüm” diye buyurarak, altı yönü gördüğünü ümmetine
haber verdiler.
Çünkü birdir yanında bütün cihetler
Her yandan görürüsün kainâtı
Sen-i gören görür cihanın her yerinde
İstersen sırrı, çünkü O nurdan yaratıldı
Hz.
Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimizin hakîkâtinde iki nur,
yani Nübüvvet ve velâyet nurları vardır.
Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem) bu alemden ayrıldıktan sonra zahire
(dünya) bağlı olan nübüvvet nurlarını İslâm´ın özünde, velâyeti Hazreti Ali (kerremallâhü
veche) Efendimizde bıraktı. Nübüvveti, velâyeti, şeriatı ve nuru Fahr-i Âlem (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimizin bakî olduğu için başka bir peygamber
gelmeyecektir. Çünkü Hz. Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem)
Efendimiz (bizlerin anlayışına sığmayacak şekilde) ölmemiştir.
Velâyet
nurları, bâtınî nübüvvettir. Hazreti Ali (kerremallâhü veche) Efendimiz ve ehl-i
beyt ile bugüne kadar devam etmiştir. Bu nübüvvet Peygamber (sallallâhü aleyhi
ve sellem ve âlihî) Efendimizin şer-i nübüvveti gibi kıyamete kadar devam
edecektir. Evliyalar bu velâyetin sırrı ile tasarruf eder. Veliliğin sırları
aynı eşya gibi insanlara miras kalmıştır. Bu fazilet çalışma ile kazanılandan
çok büyüktür. Hz. Ömer Faruk (radiyallâhü anh) bu sırra binâen Hazreti Ali (kerremallâhü
veche) Efendimizin kızı Ümmü Gülsüm ile evlenmiştir. Bu şekilde Fahri Âlem (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimize akraba olup bu sırdan ve velâyetten ayrı kalmak
istememiştir.
Hz. Kutbul
Aktab (kaddesellâhü sırrahu’l âlî) bu nûrla tasarruf eder. Diğer evliyalarsa
kutbun nurundan istifâde eder. Çünkü Hz. Kutbul Aktab (kaddesellâhü
sırrahu’l âlî) feyiz kaynağıdır.
Sorulur ki
hadisi şerifte ; علمآء هذه الأمة كأنـبيآء بـنى إسـرآئــل
“Ümmetimin alimleri İsrail oğullarının peygamberleri gibidir”
gelmektedir.
Bu maneviyât
menzillerindeki silsileden dolayıdır.Yani geçmiş
ümmetlerin evliyası peygamberinden, peygamberleri de Fahr-i Âlem Muhammed
Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimizden manevi feyizleri
almaktadır. Fakat Ümmet-i Muhammedin (sallallâhü aleyhi ve sellem)
evliyâsı ise feyzi bizzât (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz´in nûrundan
direkt aldıklarından, İsrail oğullarının peygamberleri gibi olmuşlardır.
Evliya,
geçmiş ümmetlerin üzerine bu sebeple fazilet ve rüçhan bulurlar.
Evliyalar batinî yönden kutuptan, Kutub da peygamberlik membaından feyz ve
nisbet alır. Evliyanın kutubtan feyz ve nisbet alması da peygamberlik
membaından alma gibidir. Çünkü kutub peygamberlikte fenâ bulmuştur.
Velâyet
makamlarında çok yüksek mertebelere ulaşmalarından bazılarına Hâtem-ül Evliyâ[XV]
denilmiştir. Hakîkâtte ise Hâtem-ül Enbiyâ ve Evliyâ Fahr-i Âlem Muhammed
Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimizdir. Nübüvvet ve velâyet
O´nda zuhur ettiği gibi kimsede zuhur etmediğinden durumu ayın dolunay olması
gibidir. Diğerlerinde olanlar ise, O´nda olanların tafsilatları gibidir.
Velinin
kerâmeti peygamberin mucizesidir. Farkı ise veli zuhûrat yeridir. Hüküm
zuhûratadır, veliye değildir. Veli peygamber gibi dâva sahibi olmaz. Dâva
sahibi olursa (veli olanı kendinden bilirse) kabul görmez ve kötülenir. Lazım
olan zuhur eden kemâlâta hamd ve senâ etmelidir. Bizler için iftihar olacak
şey, sultanın hâneye teşrif etmesidir. Bundan anlaşılan peygamberlik nûru asıl
olan nur, evliyanın nûru ise asıl nûrun parçalarıdır. Mesela güneşin ışıkları
asıl, ayın ışıkları ise yansımalardan ibârettir. Yansımalar ise hiçbir zaman
asıl gibi olamaz. Belki benzerlik veya özellik bulundurur. Bu sırrın işaretleri
de Hakîkât-ı Muhammediyeden gelir. Eğer ismin okundu ise, ismin aslını
yücelerden iste. Çünkü sûret aslın yansımasıdır. Bu anlattığımız âlemde gece ve
gündüz, sabah ve akşam yoktur.
Bu sırra
işaret Kur´ân-ı Kerim´de Hz. İbrahim (aleyhisselâm) hakkında hikaye
yolu ile gelir.لا احـب الآفلـين “Batanları sevmem”(En´âm 76)
İnsandaki
nurlar yıldızların, kalpteki nurlar ayın, ruh ve levhdeki nurlar ise güneşin
sırlarını taşır. Fakat bunların yani yıldız, ay ve güneşteki durumlar
gibi tecelliyatları sürekli görülmez. Tecelliyatın fazlaca olduğu
ruhbanlık ve mânevi sarhoşluğun keşif ve idrak ettiği şeylere de itibâr yoktur.
Çünkü geçici şeylerden hasıl olmuştur. İtibar edilen
ise mutlak oluş üzere olan tecellilerdir. Zira bu oluşta zat, sıfat ve fiiller
fenâ bulup, Hakk´ın zat, sıfat ve fiillerinin nurları zuhur eder. Bu fenâda ebedî
fenâ vardır. Hadisi şerifte تـنام عـيناى و لا يـنـام قلـبـي “Gözlerim uyusa da, kalbim uyumaz” gelmiştir.
Dışta olan
nûrun kaybolması, içteki nûrun gitmesine sebep olmaz. Kaybolan batın (sanal)
nur ise tecelli zattan (Allah Teâlâ’ya kavuşma) başka makamlarda olur. Onun
için insan-ı kamiller tecelli zatta kavuşmadan rahat
edemezler. Bu makama ulaşana kadar bir yerde durmak istemezler.
İstersen, tecelli etsin nurlar
Senden fenâ bul, gör ne var
Bu fenaya erişmek için bir an
Daima Hazret-i Hakk-a yol var.
وَ فِيـهِ
ارْتَــقَتِ
الْحَقائِـقُ
“Hakîkâtlerin
kendisine yükseldiği (gerçeğini bulduğu) Hz. Muhammed Mustafa (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimize salât etmeni dilerim.”
Eşyadaki
bütün hakîkâtler, ulvî, süflî (dünyevi) özellikler, incelikler ve keyfiyetlerin
hepsi Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´in zatında toplanmıştır.
Hakîkâtler Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´in batınında toplandığı
gibi, kalb-i şerifleri hakîkâtler madeni, aslı ve çıkış yeri olmuştur. İlimler
ve nurlar Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´den alemlere
dağılır. Bu özellik Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimize ait
husustur. Başka hiçbir mahlukat buna kadir olamaz.
Diğer nebiler, peygamberler, sıddıklar, arifler ve evliyalar hep Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in kalbinden ayrılmışlardır.
Onun için
Hz. Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimize denildi ki;
Her şey O´nda toplandı, O´nun kalb-i şerifleri, arş-ın aslî hakîkâtlerini,
kürsînin sırlarını, tevhîdin ilimlerini, melekûtiyyet nurlarını, kalbî, batinî
ulvî ve süflî (dünyevî) sırları her şeyi eksizce toplayandır. Kısaca her
şey O´dur.
Bilindiği
üzere hakîkâtler iki kısımdır.
a-Kevnî (varlıkla ilgili, yaratılışla ilgili
hakîkâtler) hakîkâtler; ruhlar ve cesetler ilgili inceliklerdir.
b-İlâhî hakîkâtler; zat, sıfat, ef´âl (fiiller) ve
isimlerin incelikleridir.
Bu
hakîkâtlere ulaşamayan velâyet mertebesine ayak basamaz. Çünkü ilâhî yolun
usûlü bunun üzerinedir. Bu yola giren, öncelikle seyrân eden alemlerin
seyirlerinin hakîkâtlerini anlayıp inkişaf etmesinden sonra velilik mertebesi
gerçeklerine kavuşur. Bugün peygamberlik kesilmemiş olsaydı, peygamberlik
mertebesine de ayak basardı. Fakat Fahr-i Âlem (sallallâhü aleyhi ve sellem)
Efendimizden sonra peygamberlik kesilmiştir.
Velâyet ile
peygamberliğin arasında bir perde vardır. Hakîkâtler Allah Teâlâ’dan peygambere
olunca vahiy, veliye olunca ilhâm olarak kabul edilir.
Hakîkâtlerin
gösterildiğine işâret olarak Kur´ân-ı Kerim´de; وكذالك نـرى ابـرآهـيم مـلكوت السمـوات والأرض “İbrahim'e şöylece göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk
ki” (En´am 75), gelmektedir.
Melekûttan
murat batinî (ilâhî ve gizli) hakîkâtlerdir. Yani iç ve dış âlemlerde melekûtu,
süflî ve ulvî işleri, batinî (sanal) şekilleri, devreden alemleri,
tekrarlanan tavırları ve doğuşları Sana gösterdiğimiz gibi, Sen´den önce
teveccühlerimizi kazanan atan İbrahim (aleyhisselâm)´e de gösterdik. Çünkü
O´nun görüşü Sen´in görüşüne, anlayışı anlayışına benzediğindendir. Hadisi
şerifte;
انكـم ستـرون ربـكم كــما تـرون الـقـمر لـيـلة الــبدر “Ayın on dördünde ayı gördüğünüz gibi Rabb´inizi de öyle
göreceksiniz” gelmiştir. Görmek ile müşahede (sırları anlayarak görmek,
anlamak) arasında ayrılık vardır.[XVI]
Çünkü (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimiz mükemmel olarak yaratılmıştır. Peygamberler
arasında mertebe ve faziletçe farklılık olduğu gibi evliyalar arasında da aynı
farklılıklar vardır.
Hülâsa Fahr-i Âlem Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi
ve sellem) Efendimizin zatı bir nüsha-i ilâhidir ki, oluşan harfleri,
kelimelerin asıllarını, ruhanî ve misalî hakîkât ayetlerini ve oluşan
suretlerin hepsini topladığı gibi ilâhî zât-ın isimlerinin harflerini, sıfâtî
isimlerinin kelimelerini, ef´âli (fiiller) isimlerin ayetlerini ve meydâna
gelmiş eserlerinin sûretlerini de ihtiva eder yani içine alır.
Sayılan
Hakîkâtlerin kitapları vardır.
Kevni
hakîkâtlerin kitabı; hayâli vücutların sırlarından yani bizim var olduğunu
zannettiğimiz varlıklardan bahseder, (dünya alemindeki
bütün varlıklar)
İlâhî
hakîkâtlerin kitabı ise hakîki vücutların hakîkâtlerinin sırlarından
bahseder.(ayan-i sabite; varlıkların özleri, ilâhi ilim )
Bu kitapları
okuyarak kavuşacağın Hüviyet[XVII]
mertebesinde ise; faziletli ilimler, şerefli hakîkâtler, gizli ve açık şirkten
kurtulmak, tevhidin aslını bulmak, eşyanın hakîkâtine kavuşmak ve bunda da
usanmadan temizleneceğin bir saray bulursun. Bu saray için Kur´ân-ı Kerim´de,
لا يـمسـه الا الـمطـهـرون“Ona tamamen temiz olanlardan başkası el süremez.” (Vakıa 79)
buyrulmaktadır.
Hakîkâtlerin
şeriatları ve ümmetinin ihtilafları bu hikmete göre değişme göstermez. ان الــدين عـند الله الإسلام “Allah Teâlâ katında din İslâm´dır” (Al-i İmrân 19) buyrulduğu
üzere hakîkât dindir. Hz. Adem (aleyhisselâm) dan
kıyamete kadar dinin usullerinde birlik olduğu gibi, dinin hakîkâtlerinde de
birlik vardır. Onun için hakîkâtlerde değişme ve kalkma olmaz. Çünkü zatı ile
var olan nesne, başka bir şeyle kaybolma ve değişiklik kabul etmez. İnsan ile
bu hakîkâtler arasında olan münasebet, bütün ile parça arasındaki münasebet
gibidir. İnsan ile âzası arasındaki münasebet gibi. Fakat bütün ile
parçaları arasında olan münasebet, insan ile ifrazatındaki münasebet
gibide değildir. Muhakkak ki insanda cüzler toplandığı gibi hakîkâtler de
toplanmıştır. Hakîkâtler insanın zatından ayrı değildir. Fakat inkar ile bir
şeyde bu alemi toplamak Allah Teâlâ’dan da
değildir. (Her şeyi yaratan ise Allah Teâlâ´tır. Kötü
olan şeylerin isnadı Allah Teâlâ olmaz)
Kim ki ola
zatında hakâik, olur akranı içinde merdi faik
Oluptur
naka-i müşkil âhu, göre âlemde merğûb-u halayık [XVIII]
وَ تَـنَزَّلَتْ
عُلُومُ
ﺁدَمَ
فَـاَعْجَزَ
الْخَلآ
ئــِقَ
“Adem (aleyhisselâm)´ın ilimlerinin kendisine inip de onun
karşısında mahlûkâtın aciz kaldığı Hz. Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve
sellem) Efendimize salât etmeni niyaz ederim.”
Salavât-ı
şerîfedeki Adem´den murat insandır. O´nun kalbinde
insanla ilgili büyük ilimler vardır. İnsan dahi bundan aciz kalır demektir.
Bütün mahlukat O´nu idrakten mahrumdur.
Adem (aleyhisselâm)´a öğretilen isimlerden murat, (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimiz´de olan ilimden kudreti miktarınca aldıklarıdır. Adem (aleyhisselâm) deki ilimden dahi melekler aciz kaldı.
Hz. Muhammed
Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz ile Adem
(aleyhisselâm) karşılaşınca “beşerî yaratılış yönünden evlâdım, hakîkât
yönünden babam olan Fahr-i Âlem (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimize
salât ve selâm olsun” demiştir. Onun için Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve
sellem) Efendimize ابـا الأرواح “Ruhların Babası” denilmektedir. Alimlerin
ilmi, hâkimlerin hikmeti, ariflerin marifeti ve eşyanın bilgisi hep (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimiz´den aldığı nisbet iledir. Bütün mahlukatın
ilmi toplansa Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimizin
deryasında bir damla dahi etmez.
تَـنَزَّلَتْ Kelimesi ile kalbine inen ilimlerin
inceliklerine sahip olduğuna delâlet eder. İnsan ilimlerin inceliklerine
sırlarına sahip olmadıkça ilminin hakîkâtine erişemez. Kalbide sahip olduğu
ilimden menfaat ve mutmain olamaz. Yani insan cinsine gereken ilimlerin
hakîkâtlerini kalbine indirmesidir. Nitekim hadisi şerifte,
تعلمـت العـلوم الأولـين و الآخـرين“Öncekilerin ve sonrakilerin ilimleri bana öğretildi.” Başka bir
rivâyette;
فاورثنى عـلم الأولـين و الآخـرين“Öncekilerin ve sonrakilerin ilimleri bana mirastır.” Yani (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimiz öncekilerin ve sonrakilerin ilimlerini ve daha
fazlasını talim eylemiştir. Bu sebepten dolayı Fahr-i Âlem Muhammed Mustafa (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimiz ilimde cümle peygamberler ve evliyadan üstün
olmuştur. O´nun hakkında,وكـان فضـل الله عليـك عظيما “Allah Teâlâ’nın lütfu senin üzerine pek büyük olmuştur.” (Nisâ
113) buyruldu. Çünkü ilim ile insan, melekûttan faziletli olmuştur.
Adem kelimesinden murat Adem (aleyhisselâm) olursa, manası
Adem (aleyhisselâm) ilimleri (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz´in
şanından indirilmiştir. Çünkü Adem (aleyhisselâm)
sonraki geleceklerden önce gelmiştir. Fahr-i Âlem Muhammed Mustafa (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimiz netice ve gayedir. Onun için her şey ilmini
istidadı miktarınca (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz´den almıştır.
Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz mükemmellik üzere
yaratılmıştır. Kur´ân-ı Kerim´de و علـم آدم الأسـمآء “Allah Teâlâ eşyanın isimlerini Adem'e
bildirdi.” (Bakara 31) Buradaki Adem´den murat zahirde
Beşerin atası olan Adem (aleyhisselâm)´ın sûretidir. Hakîkâtte ise Adem-i Hakîki´dir ki, akl-ı evvel[XIX] olarak
isimlendirilen Rûh-u Muhammediyedir.
Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Adem (aleyhisselâm) çamurdan
yaratılmadan, hakîkâtinden önce bütün isimlerin hakîkâtlerine kavuşmuş idi. Her
eşyayı ismi ile bilirdi. Ayetteki isimlerden murat belki, isimleri ve konulduğu
şeylerin hakîkâtlerini toplamış olmasıdır.
Sofiyye, bu
konuda isimleri bildirmesi ve konulduğu şeylerin hakîkâtlerine ulaşmasıdır
demiştirler. Nitekim hadisi şerifte; رب ارنـا الأشيـاء كـما هـى “ Rabb´im eşyayı aslı ile göster”
Mesela bir
kimse koyunu bildikten sonra renginin siyah veya beyaz olacağını bilir. Kulağı
ile sesini, burnu ile kokusunu, taam ile tadını, eli ile yumuşaklığını ve
hususiyetlerini idrâk eder. Bundan yaratılışını, özelliklerini, iyilik ve
kötülüklerini bilgisine katar. Böylece koyundan başkalarının hakîkâtini ayırır.
Bir koyunda böyle olunca, diğer eşyayı buna göre kıyas etmelidir. Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem) böylece bütün peygamberlerin hakîkâtini icmâlen ve tafsîlen
toplamış olması hakîkâti zuhur eder.
Zahirî ilim
sahipleri derler ki, kast edilen hakîkât ilmidir. Çünkü her eşyaya ilim (adlar)
tahakkuk etmemiştir. Bu kolay bir cevaptır. Çünkü bir eşyanın fertlerinden
birinin adını bilmek yeterlidir, husûsiyet gerekli değildir.
Kamil
evliyalar ise bu ilmi keşif ile bilirler. Nice aklı ermeyenleri, bu gizli
ilimlerden haberdâr etmişlerdir. Bir eşyanın hakîkâtine alem
(isim) verilmez ise yaratılışı abes olur. İlâhi hikmetlerden ise abes nesne
sâdır olmaz. Mesela Kur´ân-ı Kerim´de surelerin evvellerinde gelen hurûfu
mukattaaların hikmetleri( الم المر الر المص طس طه طسم كهيعـص حم عـسق حم يس ص ق ن) ehl-i keşf tarafından bilinmiştir. Onlar, bunların
indirilmesinden murat yalnız iman içindir, demek hatadır. Fakat hakîkâtleri
ifşaya izinli olmadıklarından, gerekli olduklarını beyan ile iktifa ederler.
Zira
Sultân-ul Müfessirîn ve Tercüman-ül Kur´ân´da
ابهـموا ما ابهم الله و فصلوا ما فصل الله “Allah Teâlâ’nın sakladığını saklayın ve açıkladığını
açıklayın” buyruldu. Bu gizli olan şeylerin olmadığını göstermez. Belki gizli
olan şeylerin açıklanmaması sırlara ihanet edeceklerden muhafaza içindir. ان للــقرآن ظـهيـرا و بـاتــنا “Kur´ân-ı Kerim´in zâhiri (dışı)ve bâtını (içi) vardır.”
Kur´ân-ı Kerim´in zâhirisini ulemâ, bâtınını hakîkât ehli diye tefsir
etmişlerdir. Fakat bunlarda gerekli olan yapılan tefsirin kitap ve Rasûlüllâh (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimizin sünnetine uymasıdır. Zîra denilmiştir ki “hakîkât;
sünnet ve kitaptır.” Eğer ikisinin (sünnet ve kitap) şahâdeti olmazsa aşırılık
ve zındıklıktan başka bir şey zuhur etmez.
Kur´ân-ı
Kerim´de و لا رطــب و لا يـابس الا فــي كــتـاب مــبيـن “Bir yaş ve bir kuru da yoktur ki, illâ apaçık bir kitaptadır.”
(En´âm 59) Batîni taifesinin ret edilmesi, Kur´ân-ı Kerim´in zâhirini kabul
etmedikleri gibi, bâtınını nefislerine göre yorumlamalarıdır.
Sorulursa
ki, niçin peygamberler bâtından söz etmediler? Cevap olarak deriz ki;
peygamberler avâm ve havâsın (cahil, alim her sınıf
insan gruplarına) hepsine birden gönderilmiştir. Hitapları umûma birdendir.
Batına da îma (işaret) yolunu kullanmışlardır.
Zîra
söylenilmiştir ki;لا يباع الابل فـي الـسوق الـدبـاج “İpek satılan çarşıda deve satılmaz.” Hicretten 600.
hicrî seneye kadar ümmetin havas tabakası hakîkâtleri rumuz ( îma, kinâye,
kapalı sözler) ile dile getirdiler. Çünkü açıklamaya izinli değildiler. Daha
sonra gelenler izin alarak kitapları açıklama yolu ile yazmaya başladılar.
(Muhyiddin Ârâb-î Hazretleri gibi) Yinede anlayışlarda zorluklar vardır.
Zîra bâtın işi zevk işidir. Tatmayan bilemez. Meselâ kimya ilmi ne kadar
açıklanırsa açıklansın yine hayretlerle ve anlaşılmazlarla kalmaktadır.
خـذ مــا صـفا دع مــا كــدر “Sana huzur vereni al, üzüntü vereni bırak.” Hadîs-i şerifte; دع مــا يـريـبك الـي مــا لا يـريـبك “Seni şüpheye düşüreni bırak, yakîne yönel (kalbinin
şüphe etmeden kabul ettiğine yönel)” emredildi.[XX] Çünkü akla
sığmayan şeyler panzehiri olmayan öldürücü zehirlerdir. Onun için büyüklerden
işitilen rumuzlu ve kapalı kelamlarını inkârda acele etmeyip tabi olmak
gereklidir. Hiç olmazsa alimler bilir diye ehline
havâle edilmelidir.
İhyâ-i
Ulûm kitabında bazı ariflerden nakil edilmiştir ki; “Bir kimsenin vehb-î
ilimden nasîbi olmaz ise imansız ölmesinden korkulur.” Bu kötü halden Allah Teâlâ’ya
sığınırız. Bu sebeple hiç olmazsa bu ilm-i tasdik etmeli ve ehline teslim
etmelidir. Bu ilim ehlini bilmekte ve bulmakta çok zordur. İnsanların çoğu ise
kerâmet ehlini ararlar. Kerâmeti kevniye (varlıklar ilgili gösterilen
kerametler yani uçmak, altın yapmak vb.) ise velilikte şart değildir. Şart olan
ilmi kerâmetlerdir. Hakîkâtler burada bulunur. Fakat niceleri hakîkâtlerden
bahsederler ama isabet etmeleri ise mümkün olmamıştır. Hakîkât de aranan doğru
yol, salim akla uygun olmasıdır. Konu edilen hakîkâtin özelliği de doğru
ve sahih olmalıdır. Fakat her ilâhi ilim zahirde doğru yol üzere görünmediği
gibi, bu yolun sapıtanları da çok fazladır. Dört mezhebin birinden olup ehl-i
sünnet vel-cemeât üzere olanların nâci fırkasından[XXI] oldukları
kesindir.
Bulamayınca sâlik kahırdan necât
Lütûf yüzünden bula bî-deracât[XXII]
* * *
Ulûm-u Âdem-e nisbet eyledi
Zîra insan mazhar-ı tâmdır.[XXIII]
Hadis-i
şerifte; ان الله خــلق آدم فــتجـلـى فـيـه “Allah Teâlâ insanı yarattı ve onda tecelli etti” gelmiştir.
Yani, Allah Teâlâ insanda celâl ve cemâl isimlerinin hepsi ile kendisini
gösterdi demektir. Meleklerde yaratılış basit ve cemâl iledir. Hâkk ise zâtını
celâle mazhar kılmıştır.[XXIV] Hadîs-i
şerifte bu sırra işaret şöyle gelir.
اللهـم اغــنـنى بـالإفتـقار الـيـك “Allah´ım Sana (iftikâr ile) muhtaç olmak ile beni
zenginleştir.” [başka bir rivayette devamında; “Fakat Sen´den müsteğnî
(zenginleşmek) olmak suretiyle beni fakirleştirme” gelmiştir][XXV] Burada
bahsedilen iftikârdan (muhtaç olmak) murat bütün ilâhi isimlere sahip olmakla,
Hakk´a yönelmeği istemektir. Çünkü isimlere sahip olan eşyaya sahip olur.
Zenginlik ile eşyada tasarruf gerçekleşir. Bu makama tam manası ile Fahr-i Âlem
(sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz müyesser olmuştur. Bu sebeple
Hakîkât-ı Muhammediye ve İsm-i Âzâm birdir. Bütün isimler İsm-i Âzâm´ın
çerçevesi içinde saklıdır. Onun için Ulvî ve süflî (dünya) alemde de (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz´e muhtaç
olmayan bir nesne yoktur.
Meleklerde
derece yükselmesi yoktur. Yaratılışları gereği yüksek derecelerde olduğundan
ilimleri de yüksektir. (olabilecekleri en yüksek makamda
yaratılmışlardır) Nadir olarak, terakkîleri Adem
(aleyhisselâm) isimleri ile olmuştur. (bu ise Allah Teâlâ’nın onları uyarmak
için olmasıdır)
İnsanda ise
terakkîler sonsuzdur. Çünkü yaratılışı gibi tedrîcen (derece derece) çeşitli
şekillerden geçerek olmasıdır. Kur´ân-ı Kerimde çok yerde bu konu açıkça
anlatılır.[XXVI] İlimde dahi
böyledir. Her şeyi birdenbire öğrenemez. Onun için demişlerdir ki, Seyr-i
Fillah´ta (Allah Teâlâ’ya yapılacak yolculukta) son yoktur. Yani dünya ve
ahirette insanın seyrinde sonsuzluk vardır. İnsanın özelliği devamlı artma
üzeredir. Tecelliyâtın çeşitli olması da ilminin çokluğuna işarettir. Lakin
makamlarda nihâyet vardır. Mesela bir padişahın gücü ve malik olduğu yerler
sınırlı iken, işlerine hallerine sınır yoktur. Bu makamda Hüdâyi (kaddesellâhü
sırrahu’l âlî) buyurdu ki: Bir sır ki, âlim ve melek bilmez ola. Onun için
Hazreti Adem (aleyhisselâm) ın yeryüzüne inmesi bu
ilim içindir. Bunun zuhûratı aşk üzerinedir. Aşk dert üzerine kurulmuştur.
Cennette ise dert ve bela yoktur.
Melekler,
sultanın nedimlerine benzer. Nedimlerde eyâlet beyleri gibi tecrübe ve
kabiliyet aranmaz. Fakat kale muhafızları nedimlerden mükemmel ve hizmet ehli
de işçilerden faziletlidir.
Kutbiyette
(yüksek derecedeki evliya makamı) tenezzül (mânevî dönüş) vardır söylenmesi
lugat manası yönüyle ele alınmalıdır. Kastedilen mana hizmet için geri
dönmeleridir. Onun için peygamberler ve kâmil evliyâlar hizmet makamını
sıkıntılar ve zorluklar makamından saymışlardır. Kur´ân-ı Kerim´deسبحـان الـذى اسـرى بـعبـده “Noksan sıfatlardan münezzeh kudret sahibi yaratıcı, kulunu bir
gece yürüttü” (İsrâ 1) ayeti gelmiştir. Yani insan yürümekle beraberdir. Bu
yolculuğu ise kulluk etmesinde bulur. Bu ise hizmettir. Çünkü kölenin efendi
olması yoktur. Bu sebepten delilere de itibâr yoktur. Çünkü üzerlerinden kalem
kaldırılmıştır. Manevi sarhoşluğa, cezbeye düşenler ayık olanlardan aşağı
derecededir. Sarhoşluk delilik gibidir. Onun için manevi sarhoşluğu galip
olanlar akıl ve ihtiyarlarını kaldırdıklarından şeriâtın bazı emirlerini
yapamazlar. Mesela cezbe halinden kurtulmadan namaz kılamazlar bu halleri on
gün sürenler dahi vardır.”
فَـاَعْجَزَ
الْخَلآ
ئــِقَ
“Mahlûkat
aciz kaldı.”
Açık olan
mana budur ki, mahlukatın aciz kaldığı (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimiz´e inen ilimdir. Fahr-i Âlem (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimize inen ilim, husûsan Kur´ân-ı Kerim sebebi ile
bütün yaratılmışları aciz kıldı. Hiçbir kimsede onunla münakaşa ve yarışmaya
kadir olmadı ve olamayacaktır. Zahiri ilim sahipleri zahirine, batinî ilim
sahipleri de batınına delil oldular. Yaratılmışlar (sallallâhü aleyhi ve
sellem) Efendimiz´in ilmine ulaşamadığı gibi, O´nun kelâmındaki fesâhat ve
belâgatına da ulaşamadı.
Hazreti Ömer
(radiyallâhü anh) sordu ki: Ya Rasûlüllâh (sallallâhü aleyhi ve sellem)
bizden fasih (güzel konuşma) olman nedendir? Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve
sellem) buyurdu ki; Cebrâil (aleyhisselâm) bana gelip İsmail (aleyhisselâm)´ın
lugatı ile konuşmaktadır. Ne kadar beşerî üstün vasıflar varsa; yani sözlü,
fiili, ahlakî, yaratılış, dünyevî, uhrevî hepsi Fahr-i Âlem (sallallâhü aleyhi
ve sellem) Efendimizin üstün vasıflarındandır. Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem) de olduğu için insanlarda bu vasıflar bulunmaktadır) Onun için her fasih ve beliğin cevabını verir, bütün
makamların müşküllerini halleder. Kâtiplere bile yazının şekillerini
öğretmiştir.(kendisi ümmî olduğu halde) Yazıdan ve harflerden anlayanlara çok
şeyi Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) öğretmiştir. Bu sebepten dolayı
bütün insanlar O´nun ilmine ve kemâline muhtaçtırlar. Hz. Peygamber (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimiz bu ilmi ile, miraç
gecesi bütün peygamberlerin makamlarını geçmiştir. Musa (aleyhisselâm)
kıskançlığından ağlamıştır. Cebrâil (aleyhisselâm) bile (sallallâhü aleyhi ve
sellem) Efendimiz´in yolculuğunda aciz kaldı. (Sidre-i Müntehâ´dan ileri gidemedi) Ümmet-i Muhammedin kamilleri ise bu
kabiliyetlerince bu manaya varis oldular. Onun için bazı müjdeli haberlerde
geldiği üzere İmam Gazalî (kaddesellâhü sırrahu’l âlî) in Hazreti Musa (aleyhisselâm)
verdiği cevaplar buna delildir. Çok kişiler geçmiş ümmetin büyüklerine üstünlük
gösterdiler. Bazılarının kabirde cevabı anlaşılmayıp, inkar
edenler aciz ve mütehayyir olup vazgeçtiler. Bunların ilimleri ledünnî (ilâhî)
sözlerdendir. O mertebenin lafız ve manasına şamil inen ilahi işaretleri akıl
idrak edemez. Şuur ve idrak onların gittiği yolu anlayamaz. Bundan anlaşıldı
ki; ilimlerde zıtlıklar vardır. Her ilim kendi nefsinde kâmildir.
Kendi bünyelerinde ilimler birbirine zıt değildir. Nitekim vezirler kamildir. Fakat sultana göre ise noksandır. Fakat her ikisi
kendi açılarından kamildirler. Mutlak olarak cerh (iyilik
ve doğruluğu araştıranlar, yaralayanlar) sınıfından olma, onlar gerçekten
yaralayan ve parçalayan Rabb´in katında hasta ile aynıdırlar. Taki bilgiler
ilm-i hicaptır.(saklanılan ilim) Onun için arif-i billah olanlar yani
marifet ehli okumaya yazmaya ihtiyaçları olmaz. Onların ilimlerin dersleri ile
meşgul olmaları Allah Teâlâ’dan uzak kalmalarına sebep olur. Bunlar ve
benzerlerinin misâli tevil (yoruma açık) edilmiştir. Fakat tâ’n( ayıplayan)
ehli ve cahillerin inançları bunu anlamaya kafi
gelmez. Yine de bütün bu sınıflar üzerine ilmihal (lüzumlu bilgiler) vacip
derecesinde gereklidir. Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)
Efendimiz buyurdular ki; “İlim talep etmek bütün müslümanlara farzdır.”
Ber-kuy-i
Tarîkât adlı kitapta “cahillerin halini mutlak mânada sofilere isnat edip umûmu
üzerine hatâ ediyorlar demek hatadır. Çünkü her fırkanın muktediri (yaşayanı)
muhakkiki (takdir edeni) belki de mü´mini (kabul edeni) kafiri (kabul etmeyeni) olur. Bu sebeple fasıklık, kötülük,
aşırılık ve zındıklık oluşur. Çünkü her ikrâra karşı bir inkâr,her îmâna karşı bir zünnâr (kafirlik), her nûra karşı
bir nâr (ateş), her güle karşı bir diken olduğu bilinmektedir.”
Nerde bir hazine, olur yılanı
Nerde bir gül, olur dikeni
Nerde bir sevinç, olur gamı[XXVII]
Usul alimleri içinde arasında birçok fasık, facir bilge ve
kafir var iken onların kötü inanışları ve çirkin amellerine bakıp diğer
alimleri cerh ve ta’n etmek caiz olmadığı gibi, mutasavvıflar (tarikat
insanları) arasında birçok mülhide (aşırılığa düşen) zındığa, zayi’e (perişan
olmuş), sapıklığa düşmüşe bakıp diğer ulemâ-i billaha dil uzatmak doğru
değildir. Zira bu halden ayrı olunmadığı gibi, herkes kendi bilgisinin rehini
altındadır.
Bu makamın
açıklamaları çoktur. Onun için hakîkâte vakıf olmak için faydalı ilim ve
kapsamlı keşif lazımdır. Zâhirî anlayışın ağırlıklarından Allah Teâlâ’ya
sığınırız.
Sanma ki âlemde her bir adem
insan olur
Kimisi insan olursa kimisi şeytan olur.
وَلَهُ
تَضۤاءَلَتِ
الْفُهُومُ
فَلَمْ
يُدْرِكْهُ
مِنّاَ
سَابِقٌ
وَ
لاَ
لاَحِقٌ
“Onun
karşısında anlayışların zayıf kalıp bizden önce ne geçmiş, ne de gelecek hiçbir
kimsenin kendisini idrâk edemediği Hz. Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve
sellem) Efendimize salâtın vardır.”
Abdüsselâm
Bin Meşiş Hasenî (kaddesellâhü sırrahu’l âlî) Hazretleri burada bir sırrı açığa
çıkardı. Ahmedî ruhâniyetin sırrı, sûreti Muhammediyye´den yüksektir. Bunun
hakîkâtini Allah Teâlâ’nın dilediklerinden başkası anlayamaz. Çünkü insanlar bu
sırrı anlamakta zorlanırlar. Fakat akılları miktarınca anlatılırsa gizli sırrın
az bir kısmını makamları derecesinde ruhları anlayış gösterebilirler. Bu
sebepten dolayıdır ki, Hazreti Ebûbekir (r anh)´a Muhammedî risâletin
husûsiyeti ve hakîkât-ı sırr-ı Ahmediye´yi keşifite kimse yetişemedi.
Büyüklüğüne, ihtirâmına, önce imân edenlerden olmasına, sıddîk makamına
erişmesine, Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) ´den hiçbir zaman delil ve
işaret istemeden iman etmesine, tevile başvurmasının önüne kimse geçememiştir.
Sıddîk-i Âzâm olmak O´na layık olmuştur.
Diğer
sahabe-i kiramda sıddîkiyet makamı tecelli etse de bu makamın şöhreti ve sahibi
Hazreti Ebûbekir (r anh)´dır. Mesela Hz.Ali (Kerremallâhü
veche) Efendimiz hakkında da rivayetler vardır.
“Ben,
Allah´ın kulu ve Resulünün kardeşiyim. En büyük Sıddık benim, bunu benden sonra
kim söylerse yalancıdır, ben insanlardan yedi yıl önce namaz kıldım.[XXVIII]”
Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´i idrâk etmek mümkün olmadığı gibi akıllar ve idrakler aciz
ve zayıf kaldılar. Yaratılmışlardan yani geçmiş ve gelecek ümmetlerden hiçbir
kimse (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz´in aslını hakîkâtini de idrâk
edemedi. Kimse bilmez iken ezelden ebede (sallallâhü aleyhi ve sellem)
Efendimiz padişahtır.
سَابِقٌ [Sâbık] ile kastedilen mana irade ve fâzilet ile
geçmişleri geçmesidir. حِقٌ َ لا[Lâhık] ile kastedilen mana ise geçmişe ve geleceğe önder
olandır. [Sâbık] ruh, [Lâhık] kalptir. Kalp, ruh ile cesedin birleşmesinden
hasıl olmuştur. Ruh ve ceset, baba ile anne gibi önce gelir, kalp evlat gibi
sonradan gelmiştir.
[Sâbık] ile
geçmiş ümmetlerin âlimleri ve peygamberleri; [Lâhık] ile ümmeti Muhammedin
evliyâları kast edilmektedir.
Bu
açıklamalara göre Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimizin
hakîkâtının hakîkâtı üzere peygamberler, evliyâlar, cahiller ve alimlerden hiçbiri bilemedi.
Zira
denilmiştir ki; evliyâların ilmi, yedi derya olan peygamber ilimlerinden bir
damla; peygamberlerin ilmi, yedi derya olan Fahr-i Âlem (sallallâhü aleyhi ve
sellem) Efendimizin ilminden bir damladır. Yedi deryanın ve bir o
kadar benzerinin ihata edemeyeceği Allah Teâlâ’nın ilmi yanında Fahr-i
Âlem (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimizin ilmi de bir damladır.
Öyle bir
nesnedir ki, hakîkâtinden insanların kamilleri bile
aciz iken nasıl diğer eksik vasıftaki insanlar nasıl idrâk edebilirler,
manasına gelir.
Onun için مِنّا dendi, yani bu kelimedeki zamir kamil
insanlardan kinayedir. Bunları meleklerin idrâk etmesi mümkün değildir.
Faziletli olanın (insan) bilmediğini, üstün yaratılışlı (melek) nasıl
bilir. Bu makamın hakîkâti şudur ki, insan-ı kâmil yaratılışlar yurdunda
bulundukça bilinir ve idrâk edilebilir. O izzet alemi
ve ceberût alemine ayak basıp ادخـلى جـنتـى “Cennetime gir” (Fecr 30) hitâbı ile işâret olunan cennete
dahil olursa bütün yaratılmışların nazarı ondan kesilir.
İnsan-ı kamil gayb âleminde gizlenmiş olduğu için ceset ve
eserlerine bakıp bilindi ve göründüğü şekle de kıyas olundu. Çünkü meçhûl
şeyler idrâk edilemez.
Bunun misâli
sultandır. Zira sultanın sarayı birkaç tabakadır. Sultan, sarayın dışında
olunca veya yaptığı işlerle müşâhede olunur. Sarayın içine girince halkın
nazarı kesilir. Odasına girince de yanındaki özel görevlilerin de bakışı
kesilir. Tahtına oturduğu zamanda saltanat zevki ancak oturabilecekten
(veliaht) başkası tadamaz. Belki ilim ile padişahın tavırları bilinir ve
makamları anlaşılır. Lakin ilmine sahip olmadıkça ona ulaşılamaz. Bilinmesi
gerekli olan, isteklerin mecbûri olmasıdır. Hakîkâti değildir. İnsânı Kâmili
idrak etmek, İsm-i Âzam-ın göründüğü yer olarak bilmektir. Mutlak mânada
insan-ı kamil idrak olunamayınca Makamı Ev-ednâ´(
yahut daha da yakın. Necm 9)da olan Fahr-i Âlem (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimiz nasıl idrak olunabilir. Bu manaya işâret
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) Adn Cennetinde Vesile Makamında sakin
olurlar. O vesilenin[XXIX] üstünde
makam yoktur. Cennetteki Tûba ağacı aslında Muhammedî bir makam olduğunun sırrı
budur demişlerdir. İnsânı Kâmili bilmek Hakkı bilmekten zordur. Çünkü Cenâb-ı
Hakk cemâl, celâl ve sonsuz kemâlleri ile bilinmektedir. Bildirilen
müteşâbihatın[XXX] vucût-u
hakîki ve izâfi tarafları vardır. Mesela gölgeye bakan güneşin nurundan mahrum
olur. Gölgenin vücudu keşf olmakla umumun nazarı onadır. Görmez misin ki, bir pencere
deliğine bir nesne atılsa, atarken nesne genellikle ya pencerenin ağacına
veya demirine isabet eder. Zira ağaç ve demir pencerenin husûsî
özelliklerindendir. Pencerenin yüzü (camlı tarafı) hava ile bağıntılıdır.
Husûsî özellikle olan ülfet ise galip olur. Pencerenin boşluğuna nesne atan
boşluğa attığını zan eder (pencerenin yüzüne yani camına değer). Böylece
çok zamanda hisleri hata eder. Onun için zâhirden bâtına geçişte, suretten
manaya dönüşte güçlük vardır. Bu sırra işâret büyüklerin bazı sözlerinde
gelir.
Evliyanın gönlünden şey´en lillâh kesme kim
Sana himmet eden ol göz ile kâş-ı değil
Burada
anlatılmak istenen, bakışları zâhire bağlamaktan kaçınmalıdır. Kafirlerin yardımcısız kimsesiz kalması ve inkâr ehlinin
nasipsizliği hep bu nedendir. Allah Teâlâ’ya sığınırız.
Nice bilsin hakâyıkı câhil
Nice görsün bu hâleti a’mâ
Ki teni kim bilir rusemâtın
Göçer dillerde söylenir esmâ[XXXI]
فَرِيَاضُ
الْمَلَكُوتِ
بِاَزْهاَرِ
جَمَالِه
مُونــِقَـةٌ
“Hz.
Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimize salât et ki;
melekût âleminin bahçeleri O´nun cemâlinin çiçekleri ile güzeldir.”
Yaratılış
vücudu madde ve kuvvetlerden oluşmuştur. Fiiller kuvvetle meydana
geleceğinden Allah Teâlâ’nın fiilleri dahi melâike-i kirâmla zâhir olur.
Kuvveti İlâhiyyenin ismi Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)
Efendimizin kelâmında melâike olarak adlandırılmıştır. Melekût âlemi
Hazret-i Ervâhtan ibarettir. Melek kelime olarak “şiddet ve kuvvet” manasına
gelir. Melekler ihtiyâr ve irâde sahibi olmayıp Allah Teâlâ’nın emirlerine
itaat ederler. Nitekim insanın vücudundaki kuvvetlerde dahi ihtiyar yoktur.
Mesela İnsan bir şeyi isteyince kuvvetleri ona itaat eder.
Melekût
âlemi melekler ve bütün ruhlar âlemine şamildir. Her nesnenin bâtınına melekût
derler. Mesela nefs-i nâtıka[XXXII]
melekûttandır. Sure-i Yasin[XXXIII]´in sonunda;
فـسبـحان الذى بـده ملكوت كل شـئ “Hakîkaten noksanlardan münezzeh tesbih ve takdise lâyık Olan
Yüce Yaratıcı ki, her şeyin tam mülkü O'nun kudret elindedir.” (Yasin 83)
buyrulmuştur. Yani her nesnenin bâtını, ruhu kudreti elindedir demektir.
Burada
melekût alemini bahçeye, cemâli nübüvveti
çiçeklere benzetme vardır. Bahçenin güzelliği çiçeklerle olduğu gibi melekûtun
hoşluğu Cemâli yani Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz´in
güzelliği iledir. Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimizin
cemâli Hazret-i Ervâhtandır.
Hakîkâtte
melekût âlemi lafız, Cemâli Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem) mâna
gibidir. Lafzın güzelliği mananın güzelliğine tâbîdir. Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem) sûretiyle insan, sûret bulmuştur. Bu nedenle insan Cemâli
Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem)´le yaratılması ile melekût âlemini
geçmiştir[XXXIV]. Onun için
hakîki cemâle bu kemâl mâna ile bahçe demek uygun oldu. Melekût âlemi meleğe
nisbetle latîf ve nûrânî olmakla cemâlin zuhur yeri oldu. Çünkü cemâl, eşsiz
güzellik ve nurlardan ibârettir.
وَ حِيَاضُ
الْجَـبَرُوتِ
بَفَيْضِ
اَنـــْوَارِهِ
مُتَدَفِّقَـةٌ
“Hz.
Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimize salât et ki;
ceberût âleminin havuzları O´nun nurlarının feyzi ile dolup taşmaktadır.”
Ceberût
âlemi isimler ve sıfatlardan oluşur. Ceberût âlemi Hazret-i Esrârdan ibarettir.
Mücerred (karışıklığı olmayan, soyulmuş) alem de
denir. Yani bedenleri mücerret zatlardan oluşur ki, latîf ve kalın cisimler
yoktur. (Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem)´in nûru Hazret-i Esrârdandır.
Buna göre ceberût âleminin havuzları Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´in
nurlu feyzi ile dolup taşmaktadır. İsimlerin eserleri ve sırları, sûretlerinin
sırları O´nunladır.
Burada
ceberût âlemini havuza, Fahr-i Âlem (sallallâhü aleyhi ve sellem)
Efendimizin feyzini aya benzetme vardır. Dökülmekte olan feyzin hızına işaret
vardır. Kâinat; isimler ve sıfatlar ile zuhur etmiş, mücerred şeyler bu
şeylerin feyzi ile hasıl olmuştur. Ceberût âleminde
feyz bunlardan önce gelmiştir. Ceberût âlemi, emirler âleminin[XXXV] nurlarının
ateşine yakın olmakla nurlu feyizlerini ispat eyledi. Mücerredât konusunda
filozoflar ve kelamcılar arasında görüş ayrılığı vardır.
Filozoflar
akıllar ve mücerred nefisleri, melâike-i kerrûbîyûn[XXXVI] ile tefsir
etmişlerdir. Lakin bu görüşü bazı hakîkât ehli sofiler kabul etmemişlerdir.
Kerrûbîyûn
denilen melekler, müheymiyûndandır. Yani onlar Allah Teâlâ’nın cemâlini
müşâhededen dolayı hayrete gark olmuş, Adem
(aleyhisselâm) ve âlemlerden habersiz olan meleklerdir. Bu melekler Adem (aleyhisselâm)´a secde ile emir olunmadılar. Bunların
dışındaki melekler ise, Adem (aleyhisselâm)´a secde ve
itaat ile emir olunduklarından mücerret ruhlardan oldular.
İmâm Gazali (kaddesellâhü
sırrahu’l âlî) (Mücerredât konusunda) filozoflara uyarak
“mütehayyiz (mekan tutan) olmadığı gibi âlemin bir yerinde de değil,
bedenlere dahil olmadığı gibi hariçte değildir
demiştir. Fakat kardeşi Ahmed Gazâli (kaddesellâhü sırrahu’l âlî) Sirâc-ül Ukûl
isimli kitapta bu görüşü ret edip, mütehayyizdir demiştir. Zira kelamcılara
göre zatı ile var olan nesne mütehayyizdir. Bunlara göre cevherler
gayri-mütehayyiz değildirler. (yer tutarlar)
Filozoflara
göre arşın ötesindeki şeyler ne boşluk ve nede doluluğun olmadığı
âlemdedirler. (lâ halâ ve lâ melâ alemi)
Sofiler derler ki, melâ alemindedir. (doluluğun olduğu). Çünkü
ruhlarla doludur. Sofiyyenin bu sözünden anlaşıldığına göre ruhların yer
tuttuğuna işâret vardır. Müheymiyûn, âlem-i tedvîn (levh-i mahfûzun
kapsadığı alem) ve âlem-i tasdîr´in (levh-i mahfûzun
kapsadığı hükümlerin icrâ edilmesi ) ötesindedir.
Filozofların
görüşüne göre, mücerredât fikrine yönelmekte ki zarar eşyanın kıdemi
(evveli olmamasına) görüşüne götürür. Halbuki Allah
Teâlâ’dan başka kıdem yoktur.
Bazıları
akl-ı evveli melâikeden sayarlar hakk ile devamını iddiâ ederler. Bu konular
ayakların kaydığı (yanlış görüşler) konulardan olduğu için bu kadarla
iktifa etmek uygun görüldü.
İsmail Hakkı
Bursevi (kaddesellâhü sırrahu’l âlî) Hazretlerine göre; mücerredâta mübdeât´ta
derler. Yani vücudu oluşurken anneye (anaç), müddet ve zamana muhtaç değildir.
Müddet ve zaman içinde olmayan nesne teveccühle mütehayyiz olur. (Manevi
bakışlarda mekan tutar) Mesela, ruh cesetten
ayrıldıktan sonra bile cisim olarak temessül (şekil ve sûret olarak) eder. (Müminlerin ruhu, insan şeklindeki bal arısıdır. Kafirlerin ruhu ise eşek arısı gibi olup ateşe dayanma gücü
göstermeleri için biraz büyükçe yaratılmıştır)
Ne kadar olsa bir kişi alim
Yine bilmez hakikât-ı ruh
Her nedenle sahih olsa
Sözü hakikatte olur mahrum.
Hülasa, ruh,
ancak Allah Teâlâ’nın bileceği iştendir, ruhun hakikati öyle şeydir ki,
bilgisini Allah Teâlâ kendisine mahsus kılmıştır.
وَ لاَ شَىْءَ
اِلاَّ
وَهُوَ
بِه
مَنُوطٌ
اِذْ
لَوْلاَ
الْوَاسِطَةُ
لَذَهَبَ
كَمَـا
قِـيلَ
الْمَـوْسُـوطُ
“Hz.
Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimize salât et ki;
O´na bağlı olmayan hiçbir şey yoktur.”
“Hz.
Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimize salât et ki;‘şayet
vasıta olmasaydı, neticeye ulaşılmazdı’ kaidesince mevsût[XXXVII] olmazdı.”
Mevcûdâttan
bir nesne yoktur ki, aslı Fahr-i Âlem (sallallâhü aleyhi ve sellem)
Efendimize muhtaç ve bağlı olmasın. Çünkü vasıta olamasa mevsût olamaz
kaybolurdu. Mevcûdât ise dış vücutları ile mevcût ise de, bekâları zât´a
bağlıdır. Yani varlığımız Allah Teâlâ’ya muhtaçtır. Buna göre bekâ vasıtaya
bağlıdır. Feyz onunla husûle gelir. Bu vasıta Fahr-i Âlem Muhammed Mustafa (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimizdir. Çünkü Hakk ile halk arasında ondan başka
feyz vasıtası olacak vücut yoktur. Açıklaması şudur ki, Allah Teâlâ, alemler, cisimler ve ruhlar arasında zincirleme bağlar
vardır. Hakîkâti Muhammediye´de bütün eşyânın özellikleri
vardır. Eşya gerek külli ve gerek cüz-i olarak bu hakîkâte bağlıdırlar.
Şöyle ki,
bağları ve irtibatları olmasa idi vücutları öncelik sahibi olurdu. Çünkü
vücudun bekâsı devamlı bir feyz, ulaşan bir bağa ve takip eden tecelliye
bağlıdır. Bu feyz ise Hakîkâti Muhammediye ile olur. Zira her eşyanın
vücudu bütün mertebelerde bizzat Hakk´tan feyz almağa istidât sahibi değildir.
Böyle olmasa idi peygamberlerin gelmesine ihtiyaç kalmazdı. Bu mana üzerine
irtibat lazım gelmektedir. Bu meselenin bir çok
misalleri vardır. mesela baş vezir olan kimse padişah
ile halk arasında vasıtadır. Eğer bu vasıta olmasa idi insanların meseleleri
sonuca ulaşamazdı. Çünkü padişahın hakîkâtinde olan özellik halkının üstü ve
perdeli olmaktır. Yani halk gibi yaşayamaz. Bütün işler vezirle biter. Çünkü
padişaha dayanmıştır. Padişah işlere direkt kendi vasfı ile karışırsa kendi
gücünü zayıflatır, îtibâr kaybına uğrar. Mesela kıkırdak denilen nesne et ve
kemik arasındaki vasıtadır. Eğer olmasa idi, etten kemiğe ve kemikten ete besin
alış verişi olmazdı. Kıkırdakla kemik ve et uyuma gelir. Çünkü et ile kemik
arasında ortak özellikler yoktur. Kıkırdak etsel ve kemiksel özelliklerle
et ve kemiğin gelişme ve bekâsına sebep olmaktadır.
Başka bir
misal; kalp insanî ruh ile ceset arasında vasıtadır. Kalp latif yönü ile bir
tür ruhu tutar. Kesâfeti olan (kalınlık, ağırlık, çokluk vb.) cesede yön verir.
Bu vasıta ile ruh ve cisim arasında beraberlik, yani izdivaç sağlanarak vücut
oluşur.
Başka bir
açıklama ise; ulvî âlemin hareketleri arasında kendi seyirlerine etki eden
çekim kuvvetleri birer vasıtadır. Eğer bu kuvvet olmasa idi, felekler su
değirmeni gibi olmaz, hareketsiz kalırdı. Deniz yüzündeki geminin
hareketi dümenine bağlıdır. Eğer böyle bir irtibât olmasa idi, hareket
oluşmazdı.
Nitekim
bizim kalemimiz bu yazıya vasıtadır. Maksadımız ise hakîkât âlemine olan
irtibâtı tasvir etmektir.
İrtibat hali
bilindikten sonra vasıtaya (Fahr-i Âlem (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimize şükür etmek lazım gelmiştir. Onun için
enbiyâ, evliyâ ve ulemânın hukûku, anne ve babaya olan hukuktan fazladır.
صَـلاَ
ةً
تَـلـِـيقُ
بِكَ
مِنْكَ
اِلَـيْهِ
كَمـَا
هُـوَ
اَهْلُـهُ
“Allah´ım,
bu salât Sen´den O´na, Sen´in şanına yakışır ve O´nun da layık olduğu bir salât
olsun.”
Fahr-i Âlem
(sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimizin şanına yakışır salât ile salât
eyle ki, o salât başlangıçtan sona kadar (ezelden ebede) O´na olsun ve salât
O´nun rûh-u pâkine ulaşsın. Yani yapılacak salavât Efendimiz (sallallâhü aleyhi
ve sellem)´e layık olacak şekilde olsun. Lakin Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve
sellem)´e layık olacak salavâtın hakîki manasını ancak Allah Teâlâ ve Fahr-i
Âlem (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimizden başkası bilemez. Çünkü Allah
Teâlâ’nın kulları üzerine salavâtı çeşitli şekillerdedir. Yani herkesin mânevi
makamı göredir. Bu manaya göre salavât rahmet, mağfiret, bereket, keşf,
müşâhede, fenâ, bekâ ve manaya sığmayacak şekillerde olur.
Zahirde
salât, sultanın herkesin istihkâkına göre hediyeler vermesine benzer. Her
isteyene bu hazineden verilmez. Kabiliyet tespit edilmeden
yönetici sınıfına kimse alınmadığı gibi. Her nesnede bir ölçü aranır.
Onun için Kur´ân-ı Kerim´de nimetlerin inişi, mîzân (terazi) ile olduğu
bildirilmiştir.
Büyük
sultanların halk yanında halleri gizli olduğu gibi, Fahr-i Âlem (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimizin makamı da yaratılmışlar tarafından
bilinemez.
Sonuç olarak
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´e verilen hakîkâtin salât-ını kimse
idrâk edemeyeceği gibi salâtını da yapamaz. Bu manayı şu hadîs-i şerif
kuvvetlendirir.
لـى مــع الله وقت لا يـسعنـى فـه مـلك مـقرب و لا نـبى مـرسـل
“Benim Allah
Teâlâ ile bir vaktim vardır ki, o vakitte bana ne mukarreb melek nede
gönderilmiş bir peygamber hiçbiri yanaşamaz”
Ulemanın
salât hakkında ettikleri açıklamalar hakîki salâtın olma gerekçeleridir. Yoksa
hakîkâtte murat şöyle salât yapılacak diye tayin etmek değildir. Çünkü insana
bildiği ilimden haber vermek cehâletten sayılır.
Bu kelamda
Fahr-i Âlem (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimize Allah Teâlâ’nın lütufları
ve özelliklerinin beyanı vardır. Çünkü mevcûdâtın anlayışından ve ehil olduğu
mânadan üstün yaratılmıştır. Onun için mevcûdat Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve
sellem)´in mertebesinde konuşma kudretine sahip değildir. Kur´ân-ı Kerim´de
هو الذى يـصلى عـليـكم و ملائـكته لـيخـرجـكم من الـظلـمات الى الـنـور
“O, Yüce
Yaratıcı ve melekleri, sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için size
merhamet buyurur”. (Ahzâb43) buyrulmaktadır. Burada salât etmek çıkarmağa hasredilmiştir.
Çünkü ümmetin fertlerinden her ferdin kabiliyetine göre terakki ve tenzil
vardır. Fakat Fahr-i Âlem (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimize olan
salâvatta salât şekli aslı üzerine zikir olundu. Kur´ân-ı Kerim´de “Muhakkak
ki, Allah Teâlâ ve melekleri Peygamber üzerine salâtta bulunurlar. (Ahzâb 56)
şeklinde gelmiştir. Çünkü Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)
Efendimiz makamların ve terakkinin zirvesindedir. Bunun zevki kimsenin tatmamış
olmasıdır. Kur´ân-ı Kerim´de; عـسى ان يـبعثـك مـقامـا محـمودا “Ümitli ol ki, Rabb´in seni övgüye değer bir makama
gönderecektir.” (İsrâ 79)
Çünkü her vech ile oldun mahmud
Sana feyz oldu Makam-ı Mahmud
Enbiya ümmetinden olmuştur
Evliya bendelerinden ma’dûd[XXXVIII]
Makam-ı
Mahmut yalnız büyük şefâat etme makamı değildir. Belki bütün makamların
hepsinden ibaret olan büyük bir makamdır. Büyük şefaat makamı ise, bu makamın
bir bölümüdür. Bundan Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´e olan salavât-ı
şerîfenin sırrı açığa çıkar.
اَللـَّهُمَّ
اِنَّهُ
سِـرُّكَ
الْجـَامِـعُ
الدَّالُّ
عَلَـيْكَ
“Allah´ım,
muhakkak ki O Sen´in sana delâlet eden en câmi[XXXIX] sırrındır.”
Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Allah Teâlâ’nın birliğini, sayıların birine (sayısına)
ihtiyaç duymadan gören, bilen ve mahlûkattan ayırandır.
Lafzın
zâhirî manası, haberler manası yönünden ikrârdır. Çünkü hakkında bildirilen
haberler Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´in büyüklüğü gibi büyüktür. Bu
üç makamdır.
a-Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)
Efendimiz Allah Teâlâ’nın sırlarını kendinde toplar.
b- Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem), varlığı ile
bu sırların delilidir.
c-Sırlar ise Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)
ile kâim ve korunmuş ve perdelidir. Çünkü diğer peygamberler Hz. Peygamber (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimizin sırrına kavuşamadıklar. Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Allah Teâlâ’nın zât, sıfat ve ef´âlin topluca zahir olduğu
kimse olmuştur.
Eğer Fahr-i
Âlem Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz olmasa idi,
yüksek ve alçak diye bir şey olmaz, orta olurdu.
Bilindiği
üzere sırlar çoktur. Çünkü her nev´in her sınıfın her ferdin kendine mahsus
sırları vardır. Onun için insanın sırrına melek, padişahların sırrına halk,
peygamberlerin sırrına evliyalar, alimlerin sırrına ümmiler
(tahsili olmayanlar) havâssın sırrına avam vakıf olamaz ve anlayamazlar. Çünkü
onlarda Allah Teâlâ ile kendileri arasında husûsiyeti olan sırlar vardır. Bu
husûsiyette iki büyük sır vardır ki, biri insanın sırrı diğeri Hakk´ın
sırrıdır.
İnsanın
sırrı insanın hakîkâtinden ibârettir. Sûreti hakîkâti ilâhiyye üzerine zahir
olmuştur. Yani yaratılmıştır. Hadîs-i şerifte خـلق الله آدم عـلى صـورته “Allah Teâlâ Ademi kendi sûreti
üzerine yaratmıştır.” İlâhi sûretten maksat yedi mertebedir. Hayat, ilim,
irâde, kudret, semi (işitmek), basar (görmek) ve kelâm´dır.
İnsan bu ilâhi sûretler üzere yaratılmıştır. Çünkü insan zuhûrat yeridir.
İnsanın sırrı, Hakk´ın sırrı zâhirisi ve sûretidir.
Hakk´ın
sırrı, insanın bâtınî hakîkâtidir. Bu sırrı ilâhî İsm-i Âzam´dan ibâret olan
bütüne izâfe edildi. Onun için Câmî (Toplayıcı) denildi. Çünkü bütün sırları
toplayan ve hakîkâtlerin tümünü toplar. Fahr-i Âlem (sallallâhü aleyhi ve
sellem) Efendimiz bu câmî sırrın hakîkâti ile zuhûr eylemiştir ki Dâll
(delil, işâret) dir. Çünkü alemler içinde Hakîkâtı
Muhammediye âlemler üstüdür. Allah Teâlâ’nın zâtına delâlet eden eşyada en
mükemmeli ve genişi Hakîkâti Muhammediye´dir. Onu için bu hakîkâtin feleği Hayattır. Hayat Feleği arş gibi tam bir kaplaması vardır.
Âlemin kiminde hakkâni, kiminde sûrî (görünüş) vardır. Hayat feleği hepsinden
geniştir. Cisim demek zahire itibâr iledir. Mesela ölünün hayatı hakîkisi
vardır. Bu keşf ile bilinir, fakat ölü cansızdır. Bu manaya göre taşın dahi
hayatı vardır. Onun için Hz.Musa (aleyhisselâm) ın elbisesini kaçırdı. Nitekim
tefsirlerde gelir. Bu hayat sebebi ile, kıyamet
gününde müminin sesini işiten yaş ve kuru her şey şehâdet etse gerektir. Nitekim
hadîs-i şerifte “müşahede hayat ve ilim ehline mahsustur” gelmiştir. Yemek ve
içmekten dolayı bedenin sıhhatli vücuda kavuşması, hayattır. Çünkü canı
olmayandan hayat hasıl olmaz. Yani cisimler canlıdır.
Bu büyük bir sırdır. Ehlullah böylece kabul ederler. (Muhyiddin Ârâb-î
Hazretleri´de bu görüştedir) Kur´ân-ı Kerim´deو ان الدار الآخـرة لهـى الحـيوان “Hakikaten ahiret yurdu ise elbette ki, daimî hayat yurdudur.”
(Ankebût 64) Ahirette eşyanın hayatı zâhiri (gerçek şekilde), dünyada ise
gizlidir(gerçeğe benzer). Bunun sırrı dünya kalıb (şekli), ahiret kalbî (iç)
dir. Biri cisimin ağırlığını, diğeri ise ruhâni ve latif yönünü taşır. Fakat
ahirette ise kalb, şekli ile tasavvur olması gerekir. Onun için ahirete âlem-i
sıfat demişlerdir. Çünkü insanda olan kalbin sıfatları orada sûreti kalbiyeye dahil olur. Nitekim Kur´ân-ı Kerim´de; فـتأتـون افـواجــا “Artık bölük bölük geliverirsiniz.”(Nebe18) Bu alemde o hayatın zuhur etmesine cisimlerin kesâfeti
(koyuluğu ve ağırlığı) mani olmuştur. Ehlullahın kemâlâtını, letâfetlerini
(incelikleri) bulmakla bilirsin. Bu dünyada görmekten men edilmek dahi bu sır
üzere bina edilmiştir. Onun için basiret erbâbı, batın ile vücudu beraber idrâk
ve müşâhedeyi kabul ederler.
Hasıl olsa dil-e
tecelli Hakk, rûşen olurdu hanesi mutlak
Hâne kim ruzûnesi yoktur, nur-u hurşitten
oluptur muğlak
***
Gör her cism-ü cân içre, bir öz ki, cânı cân ehli
Bilir bu remzî Ey Hakkı, hayat-ı câvidân ehli [XL]
وَ حِجَابـُكَ
اْلأَعْـظَمُ
الْقۤــائِــمُ
لَـكَ
بَيـْـنَ
يَدَيـْكَ
“Huzurunda
durabilen en büyük perdedârındır.”
Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem), mutlak varlık ile yokluğun arasındaki perdedir. Onların
karışmasına da engeldir.
Yukarıda vasıta
ifadesine uygun olarak, burada hicap manasına hâcib (perdedâr) manasını
kullanmak gerekir. Çünkü hâcib burada bevvâb (kapıcı) manasına da gelir.
Bevvâb, giren ve girilecek şeyin vasıtasıdır. Büyük hicâbın manası hakîkâtte
açıktan açığa görülen Ridâ-i kibriyaya[XLI] işârettir.
Hakîkâti rütbe ve makam yeri demektir. Bu misal olarak rütbenin aslına görmek
ona bağlı oldu. Gözle görünen ridâ (cübbe), basîretle görünen ridâdan
farklıdır. Nitekim Arap adetinde ridâ, baştan ayağa
giyilen elbisedir. Görünen elbise insanın kendi değildir. Nitekim çekirdek,
ağaç sûreti ile zahir olur. Ateşle anlaşılan ağaçtır. Çekirdekte bâtınî özde
ağaç müşâhede edilir. Bu mertebe-i zuhûrattır. Bu zuhûrat her şeye Hakîkâtı
Muhammediyeden verilen hisse kadardır.Her mertebenin
hicâbtan bir hissesi vardır. Hakîkâtı Muhammediye ise bu hicâbların toplamı ve
en büyüğüdür.
Bilinir ki,
aynada görenlere hicâb olmaz. Belki ayna görmeğe vasıta olur. Nitekim ridâ köre
hicâb olmaz. Fakat dışardan görene elbette hicâb olur. Salavât-ı şerîfedeki
hicâb-ı Hakk´tan murat, Hakk´a hicâp gereklidir demek değildir. Çünkü hicâb ile
mahcûb (perdelenen) olmak, sınırlı olanların sıfatıdır. Duyular geniştir sınırları
sonsuzdur. Buna göre Fahr-i Âlem Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem)
Efendimiz halkla Hakk arasında hicâb, vasıta ve aslın görülme sebebi olmasıdır.
Veziriâzam
dahi, halk ile sultan arasında hicâbdır. Yani Allah Teâlâ dışarıdan hicâb ile
perdelenmiş ve gizlenmiş değildir. Belki kendi sıfatları ile gizlenmiştir.
Hicâb ile perdelenmenin arasındaki fark açığa çıkmış oldu. Çünkü görmek
ebedîdir. Hicab da bu görmekle beraberdir. Onun için salavât-ı şerîfede الْقۤــائِــمُ لَـكَ diye geldi. Yani görmek bu ayna ile olduğu bilinsin. Çünkü
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) her zaman huzûr-u ilâhîdedir ve
görenlere de vasıtadır.
اَللـَّهُمَّ
اَلـــْحِـقْنى
بِنَسَبِـه
وَ
حَقِّـــقْنـى
بِحَسَبـِه
“Allah´ım,
beni O´nun soyuna ilhâk eyle, O´nun sahip olduğu şerefe beni layık kıl.”
Neseb
ebeveyn ciheti ile olan ortaklıktır. Yakın akrabalığa sebep bir olgudur. Haseb
kişinin nefsinden baba ve ecdadından olan iftihar edilen şeylerdir. Hadîs-i
şerifte;
كـل سبـب و نسب يـنقطع يوم الـقيـامة الا سبـبى ونـسـبى “Kıyamet günü sebepler ve nesebler kesilir, Benim neseb ve
sebeplerim kesilmeyecektir.” Allah Teâlâ insan cinsini muhtelif terkiplerden
yaratmıştır. Sûret âlemi, halktan; rûhî âlem emirdendir[XLII]. İnsanın
nesebi rûhunadır. Rûhun intisâbı Allah Teâlâ´dır.
Kur´ân-ı Kerim´de و نـفخت فـيه مـن روحـي “Ona ruhumdan üflediğim” (Hicr 29)
Hadîs-i
şerifte; انـا مـن الله والمـؤمنـون مـنى “Ben Allah Teâlâ’danım, mü´minler Ben´den” (Bana
verilen nurdan) gelmiştir. Havâss ehli bu nesebtendir. Bu neseb ehline galip
olan rûhâni özelliklerdir. Yani şevk, muhabbet, talep (mânevî makam arzûsu),
hilm (yumuşaklık), kerem (cömertlik) ve hakîki takvâ vb.dir. Yüksek meziyetleri
toplamak ile bu neseb hasıl olur. İnsanın beşerî
sûreti çamurdan yaratılmıştır. Kur´ân-ı Kerim´de هو الذي خلقـكم مـن طين “O, Yüce Yaratıcıdır ki, sizi bir çamurdan yarattı.” (En´âm 2)
Bu sebepten dolayı insanlarda galip olan beşeri özelliklerdir. Yani hırs,
şehvet, nefs-i hevâ, gazap, boş şeylere heves etmek, aşağılık şeyler de
mahvolmasıdır.
Geçerli olan
neseb mânevî nesebtir. Bu ise takvâdır. Yoksa çamur ve sûretten olan değildir.
Haseb ile
murat Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimizin ahlakıdır.
Hazreti Âişe (radiyallahü anha) Annemizden Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in ahlakı sorulduğunda, “Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve
sellem)´in ahlakı Kur´ân-ı Kerim´dir” buyurmuşlardır. Yani dışı Kur´ân-ı
Kerim´le amel ettiğinden başka, bâtınını (iç âlemi) dahi hakkıyla vasıf olduğu
gibi iftikâr makamına[XLIII] sahip idi.
İnsân-ı Kâmil bu hakîki şeref ile muttasıftır. Nakıs (eksik) insan nefsin
istekleri ve noksan şeylerle bezenmiştir. Bu kelâmda الحقـني (ilhâk) حققنى (tahkîk) ten önce gelmiştir. Çünkü bu işin evveli tağlik (bağ),
ortası ilhâk (karışmak), sonu tahkiktir (hakîkâti görmek). Allah Teâlâ fazl-ı
keremi ile bizi muhakkîklerden eylesin Amin.
وَ عَــرِّفـــْنى
اِيـّاَهُ
مَعْرِفــَةً
اَسْلَمُ
بِــهاَ
مِنْ
مَــوَارِدِ
الْجَهـْلِ
“Hz.
Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimizi bana öyle tanıt
ki, bununla cehalet kanallarından kurtulup selâmet bulayım.”
Mârifetin
hakîkâti Allah Teâlâ’nındır. Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)
Efendimiz ise hakîkâtin ağacı ve neticesidir. Onsuzda olmaz. Mârifet (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimiz ile talep edilir.
Mârifet ile
iki cehâlet giderilir.
Birisi
vasıta iledir. Yani kitaplardan ve üstatların ağzından giderilir. Buna vech-i
âm (umûma) ait olan bilgi derler. Diğeri ise vasıtasızdır. Zarûrî bilgi ve
ilham yolu ile olan mârifettir. Buna vech-i hâs (hûsûsi) bilgi derler.
Birinciye
işaret eserlerde “İlm-i insanların ağzından alın”, hadîs-i şerifte ise “Bir şey
hakkında şüpheye düşerseniz önce Kur´ân-ı Kerim´e sonra sünnete müracaat edin”
gelmiştir.
İkinciye
işaret Kur´ân-ı Kerim´de واتقوا الله ويعلمكم الله
“Allah
Teâlâ’dan korkunuz. Allah Teâlâ sizlere öğretiyor.” (Bakara 282) Kendi
kendine olan bilgi, vasıta ile olan bilgiden faziletli olmakla beraber
salavât-ı şerîfede Hakka nisbet edildi. Beyazıt Bestâmi (kaddesellâhü sırrahu’l
âlî) Hazretleri kelamında,
اخذتـم علـمكم مـيتا عـن مـيت واخـذنـا عـلمـنا عـن الحـى الذى لا يـمـوت
“Siz
ilminizi kalbi ölü olanlardan aldınız. Biz ise ilmimizi ölümsüz
diriden aldık” buyurdular.
Marifetten
gaye Fahr-i Âlem Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimizi
bilmektir. (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz, Allah Teâlâ’nın zât, sıfat,
sözler ve hallerini bilmek ile bütün yollarını kendinde toplamış olmasıdır.
Mârifet ve bilgi kâmiller yanında aynı şeydir. Filozoflar yanında ise çok fark
vardır. Bazı filozoflar ise alim ariften üstündür,
dediler. Zirâ ilim tasdik, mârifet tasavvur yönündendir. İlim hakîkâti
idrâk, faziletlerini idrâk ise mârifettir. Kur´ân-ı Kerim´de;
هـل يـستوى الذيـن يـعـلمون و الذيـن لا يـعـلمون
“Hiç
bilenler ile bilmeyenler eşit olabilirler mi?”
(Zümer 9)
bilgi, ilme şerefinden dolayı tahsis edildi.
Hadîs-i
şerifte انـا مـديـنة العـلـم و عَلِىٌّ بـابـها “Ben ilim şehriyim, Hz.Ali (Kerremallâhü veche)
kapısıdır” (Suyuti Cami us-Sağir). Başka bir
hadîs-i şerifteانا ميـزان الحكمة وعلى لسـانه “Ben hikmetin ölçüsüyüm, Hz.Ali (Kerremallâhü veche)
de sözcüsüdür.”İmam Gazali (kaddesellâhü sırrahu’l âlî) Risâleyi Akliye´sinde
bu konu geçer.
Salavât-ı
şerîfedeki mârifet ile murat ilimdir. Onun için cehâletin karşılığı olarak getirildi.
Cehâletin her türlüsü ilim ile giderilir. Yoksa tasavvur yönünden olan mârifet
ile giderilmez. Lakin burada lisana uygun deyim olarak diye mârifet geldi.
Mârifet iki
türlüdür. Hakkânî, Şeytânî.
Hakkânî,
zâhirde kitap, sünnete; batında zevk ve erbab-ı hakâika uygun olandır. Bu
sayıların dışındakiler şeytânidir. İlme uygun olmayan mârifet muteber değildir.
Çünkü faydası yoktur. Kelâmın mânası budur ki, Fahr-i Âlem Muhammed Mustafa (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimizi bir tarif ile bilelim ki, vâridatlar ve
mârifet yolunda cehâlete düşmekten O´nunla selâmet bulalım. Her şeye ve mevzûya
layık olan ilim ehli olalım.
Murg-i cân
uçmağa ilim ve ameldir iki yer
Yoksa olurdu
hevâ-i cehlde zîr-u zeber.[XLIV]
وَ اَكْــرَعُ
بِــهاَ
مِنْ
مَــوَارِدِ
الْـفَـضـْلِ
“Hz.
Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimizi bana öyle tanıt
ki, bununla fazilet pınarlarından kana kana içeyim.”
كـرع Suyu el ve kap kullanmadan yerinden ağızla içmek
demektir. Fâzilet kazancından başka şeyler çalışma ile hasıl olan ilâhi
nimetlerdir. Maksut peygamberlik mârifeti ile üstün fazilet ve nimetleri talep
etmektir. Onun için bu tabir kullanıldı. Çünkü كـرع de vasıta yoktur. El ve kap vasıta cinsindendir. Fazilet
ise çalışmadan ve vasıtasız olandır.
وَ اَحْمـِلْنـى
عَـلىَ
سَبـِيلِـه
اِلـىَ
حَضْــرَتــِكَ
حَمْـلاً
مَحْفـــُوفــًا
بِنُـصْرَتـِكَ
“Allah´ım,
bana Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimizin yolu
üzerinde, inayetinle kuşatılmış olarak Sen´in huzuruna giden yolda da yardım
et.”
Yol, nefis
terbiyesi yoludur.
“Allah Teâlâ’ya
giden yollar, yaratılmışlar sayısıncadır.” Fakat nübüvvet yolunun kapsamı çok
geniştir. Bu sebepledir ki, Muhammedî meşrep olanların yaşları dahi, (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimiz´in yaşını dahi tecavüz etmez. Kamil bir uygunluk
vardır. Onlar ilim ve zevklerine istidâtları gücü kadar varis oldukları gibi,
ömürleri bile uygunluk gösterir. [XLV] Onun için
salavât-ı şerîfede
الـى حـضرتـك yi mutlak söyledi. Huzurdan maksat İsm-i Âzâm´ın külliyet
makamıdır. Bu Cennet-i Adn, Vesile makamıdır. Huzur, makam-ı ilâhîde yani
huzurunda durabilmek makamıdır. Bütün makamların en üstünüdür. Onun için
Kur´ân-ı Kerim´deعـند ملـك مـقتدر “Gayet kudret sahibi bir hükümdarın huzurunda
bulunacaklardır.” (Kamer 55)
Sırrım ererse makâm-ı vasla
Bula canım o makam içinde huzur
Bu huzûra nice can vermeye
Benim aşkım aşık oluptur
mağdud
وَ اقْــذِفْ
بى
عَلىَ
الْـبـَاطِلِ
فَـاَدْمـَغَـهُ
“Allah´ım,
Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz ile beni batılın
tepesine öyle indir ki, beynini dağıtayım.”
Bâtıl,
nefisinde vücut, sübût ve hakîkâti olmayan demektir. Sofilere göre iki
kısımdır.
Hakîki
Bâtıl; ilim âlemi ve ayn (asıl) âleminde onunla tecellisi olmayandır. Hâkîki yokluk
da derler.
İzâfî Batıl;
kendisi ile tecelli olan dışta görünen mevcûdattır. Geçici yoklukta denir.
Âlem-i
vücutta ise Hakîki Bâtıl yoktur.
Hakîki Bâtıl
olması mümkün olmayandır. Buna göre izâfî batılın hakîkâti Hakk´a uygun
olmaktadır. Kur´ân-ı Kerim´de;
ربنا مـا خلقت هـذا بـاطـلا “Rabb’imiz, Sen bunu boşuna yaratmadın” (Al-i İmrân 191)
buyrulur.
Bâtıl,
Hakk´ın dışında olan her şeydir. Hâkîki vücut Allah Teâlâ’nındır. Bâtılda bekâ
yoktur. Kur´ân-ı Kerim´de
ان البـاطـل كـان زهـوقـا “Muhakkak bâtıl yok olmaya mahkumdur.” (İsrâ 81) buyrulur.
Fakat Hakk ve bâtıl birbirlerini takip eder. Çünkü birbirlerinin gereğidir.
وَ زُجَّ
بى
فى
بِحـَارِ
اْلأَحَـدِيــَّةِ
“Allah´ım,
Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz ile beni ehadiyyet[XLVI]
deryalarına al.”
وَ انَـــْشُلـــْنى
مِنْ
اَوْحـَالِ
الــتَّــوْحـِيـدِ
“Allah´ım,
Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz ile beni tevhidin
hallerinden süratle geçir.” [XLVII]
وَ اَغْــرِقْــنى
فى
عَيـْنِ
بَحْــرِ
الْوَحــْدَةِ
حَتىَّ
لاَ
اَرَى
وَ
لاَ
اَسْمَعَ
وَ
لاَ
اَجِدَ
وَ
لاَ
اُحِسَّ
اِلاَّ
بِـهاَ
“Allah´ım,
Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz ile beni vahdet
(birlik) denizinin kaynağına gark et, öyle ki, sadece O´nunla göreyim,
O´nunla işiteyim, O´nunla bulayım, O´nunla hissedeyim.”
وَ اجْـعَلِ
اللـَّهُمَّ
الْحِـجاَبَ
اْلأَعْظََـمَ
حَياَةَ
رُوحى
“Allah´ım,
en büyük perdedâr[XLVIII]
olan Hz. Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimizi
ruhumun hayatı kıl.”
Hadîs-i
şerifte, انـا مـن الله و المـؤمنـون مـنى “Ben Allah Teâlâ’danım, mü´minler Ben´dendir” gelir. Hiçbir ruh
yoktur ki, rûhu âzâm´dan (büyük ruh) feyzlenmesin ve
bekâsı ondan yardım bulmasın. Bu hayatın evvelinde ruh, sonra beden gelir.
Fahr-i Âlem
(sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz ruhların babası olduğu gibi
hayatında babasıdır. Bazı kitaplar da Hazreti İsa (aleyhisselâm)´ın babası
olduğu yazılıdır. Çünkü Hazreti İsa (aleyhisselâm)´a üfürülen ruh Rûhul
Kudüs´ten, Rûhul Kudüs´un nuru Fahr-i Âlem (sallallâhü aleyhi ve sellem)
Efendimizden alınmıştır. Hayat ruh ile olmadıkça, insan ölü gibidir. Maksut
olan hayat, ruhî hayattır. Hayvan-i nefs böyle değildir. Fuzûlî şöyle demiştir.
Şehîd-i aşk olup feyz-i bekâ kesb eylemek hoştur
Ne hasıl bî-vefâ dehrin
hayatı müsteârından[XLIX]
Yani bâki
hayat fâni hayattan faziletlidir. Bu sebeple müminler ve evliyalar hakkında
اولـياء الله لا يـموتـون ولـكن يـنقلـبـون مـن دار الـى دار
“Evliyalar
ölmezler, belki bir evden başka bir eve geçiş yaparlar” buyrulmuştur. Bazı
rivayetlerde evliyâullahtan bedel müminler olmuştur. Bundan maksat kamil müminlerdir. Bu hayatı bâkiye sebebiyle kamil müminlerin bedeni bozulmaz. Bu bir hakîkâttir.[L]
وَ رُوحَـهُ
سِـرَّ
حَقِــيقَـتى
“Allah´ım,
Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimizin ruhunu
hakîkatimin sırrı eyle.”
Rûhu
Muhammediye´de iki mana hatıra gelir. Biri ruhların hayatı diğeri hakîkâtlerin
sırları olmasıdır. Hayat ile sır aslında birdir. Zira her şeyde olan Hakîkât-ı
Muhammediye hassası zikredilen hayat ile beraber olmuştur. Yani ruhumuz aslında
Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimizden bize düşen
kısımdır. Buna göre mana O´nun bana olan yakınlığına göre, bende müşâhedesini
ve güzelliğini gerçekleştir.
وَ حَقِـيـقَـتَهُ
جاَمِـعَ
عَواَلِمـى
بِتَــحْقِــيقِ
الـــْحَـقِّ
اْلأَوَّلِ
“Allah´ım,
Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimizin hakîkâtini ilk
hakkın gerçekleşmesi ile âlemleri kaplayıcı (kuşatan) kıl.”
Geçen
bahislerde anlattığımız üzere Fahr-i Âlem Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi
ve sellem) Efendimizin hakîkâti İsm-i Âzam´dır.
Çünkü adı İsm-i âzamı, ism-i âzâm bütün isimleri topladığı gibi, Hakîkâti
Muhammediye de bütün hakîkâtleri toplar. Hakk-ül Yakîn´in hakîkâti ve bâtını bu
hakîkâte mahsustur. Âlemlerden murat seyreden âlemlerdir. Bunlar 360 bin alemdir. Gayb ve şehâdet âlemlerinde inen ve çıkan mertebeler
çoktur. Bütün âlemlerde Hakîkâti Muhammediye´yi müşâhede etmek suretiyle devir
etmek büyük bir rütbedir. بِتَــحْقِــيقِ الـــْحَـقِّ اْلأَوَّلِ ile Allah Teâlâ’nın ferdiyyetine (birliğine) işaret eder. Bu Allah
Teâlâ’nın ilk yaratılıştaki hüviyetidir. (yalnız başına kendisiyle olduğu hal)
Buna الـــْحَـقِّ اْلأَوَّل denmiştir. Mertebeler ve tecelliyatlar bunun açılımlarıdır.
Onun için her şeyde aslı müşahede etmek vahdettir. (Allah Teâlâ’nın birliğini
görmektir) Ağaçta sesin müşahede edilmesi gibi. (ney gibi) [Aslında
ağaç sesiz bir madde iken sırrını keşfedene sesini bahşeder. Her insan ney
çalgısına ses verdiremez.]
ياَ اَوَّلُ
ياَ
اَخِـرُ
ياَ
ظاَهـِرُ
ياَ
باَطِـنُ
“Yâ
Evvel (celle celâlühû), Yâ Âhir(celle celâlühû), Yâ Zâhir(celle celâlühû), Yâ
Batın(celle celâlühû)”(Başka bir manaya göre)
[“Yâ
Evvel (sallallâhü aleyhi ve sellem), Yâ Âhir (sallallâhü aleyhi ve sellem), Yâ
Zâhir (sallallâhü aleyhi ve sellem), Yâ Batın (sallallâhü aleyhi ve sellem) ]”[LI]
Evvel
sırların inişi için, Âhir çıkılan sırların sonu için Zâhir Vücud-u Hakk´a
bakıldığında, Bâtın halkın vücuduna bakılınca söylenir.
Bu dört isim
ilâhî isimlerin Ümmühât-ı Esmâ´sıdır. (isimlerin anaları). “O evveli ve aynı
anda sonu olmayan, zâtı açık ve aynı anda gizli olandır.”
Boyutların
olmadığı bir zattır. Yaratılanlar zıtları ile hayat bulurken, O zatında zıtları
olmadan vücut bulan mutlaktır. Zıttı olmayan birdir. O her şey ve yerdedir.
Fakat her zâhiri O, zannetmemelidir. Çünkü O zâhir olmakla beraber batındır.
Akıl ile anlaşılamayacağı, hayal ile tahayyül olunamayacağı gibi, hakîkâti
akılların idrak ve ihatasına sığmaktan münezzehtir. Ne yalnız zahir ne de
yalnız batın diye hükmetmemeli, zahir ve batın demelidir. Evvel ve âhir de
böyledir.
Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem) için ise bu konuda aynı müteâlayı yaparken ilâhlık vasfı
dışında hepsi gerçektir. Âlem, Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) olmadan
hiçbir şekilde ifade ve hayat bulamaz. Sultanın huzurunda vezirinden başka
kimse konuşamazsa Allah Teâlâ’nın huzurunda peygamberler ve melekler dahil olmak şartı ile kimse konuşmak şöyle dursun, huzûra
çıkmak dahi mümkün olmadığı gibi varlığı hesaba dahi katılmaz. Bu gerçekten
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´in varlığının evveli, sonu, zâhiri ve
bâtını için açıklama yapmak mümkün değildir.
Bu isimler
için çok açıklamalar vardır. Fakat bu kadar ile iktifa uygun görüldü.
اِسْمَـعْ
نِـدَائى
بِمـاَ
سَمِعْـتَ
بِـه
نِدَاءَ
عَـبْـدِكَ
زَكَــرِيـّاَ
عَلَيــْهِ
السَّلاَمُ
“Allah´ım,
Kulun Zekeriyyâ (aleyhisselâm)´ın nidâsını işittiğin gibi benim nidâmı da
işit.”
Bu konu
Kur´ân-ı Kerim´de, “O vakit ki, Rabb´ine gizlice bir dua ile duada niyazda bulunmuştu.
Demişti ki: Yârabbi!. Muhakkak benim kemiklerim
zayıfladı, başımın tüyü de tutuştu (beyazladı), Sana ne dua ettim ise mahrum
kalmadım. Ben arkamdan takip edecek akrabamdan korkmaktayım. Eşim de kısırdır.
Artık bana Sen kendi tarafından bir oğlu bağışla. Hem bana vâris olsun hem de
Yakub hanedanına vâris olsun. Onu katında rızaya mazhar buyur. Ey Zekeriya!. Seni bir oğul ile müjdeleriz ki, adı Yahya'dır. Onun için
evvelce kimseyi bir adaş kılmadık. Dedi ki: Yârabbi!.
Bana nereden bir oğul olabilir?. Eşim ise kısır
olmuştur. Ben de ihtiyarlıktan son yaşa yetişmiş oldum. Buyurdu ki: Öyledir. O
bana kolaydır ve muhakkak ki, ben seni bundan evvel yaratmıştım, halbuki, sen hiçbir şey değildin. (3-9Meryem sûresi)”
açıkça anlatılmıştır.
Zekeriyya (aleyhisselâm)
Allah Teâlâ’ya gizli bir sesle dua etmesi büyüklerin huzurunda olanın
sesinin yüksek çıkmadığı içindir. Nidâ dua etmek makamındadır. Buradaki duada
insanların yaşantısında olmayacak bir isteğin, olabilirliği vardır. Bu
salavât-ı şerîfe ile dua eden Efendimiz Allah Teâlâ’nın rızasına muhâlif bir
şey istemiyorsa, (sallallâhü aleyhi ve sellem)´i vesile ederek isteğine
kavuşacaktır. Yine bu salavât-ı şerîfeye devam edenlerin lafzen dua etmese bile
gönülden murat ettikleri isteklerin muhakkak olacağı açıklanmıştır. Gönül istekleri
ise Allah Teâlâ katında geçerli isteklerdir.
وَ انْصُــرْنى
بِكَ
لَكَ
“Allah´ım,
Sen´in rızan yolunda bana yardım et.” “Allah´ım, Sen´in yoluna, Sen´inle yardım
et.”
Bana
yardımınla, nefsim üzerime Senin ile, Senin için,
benim dileklerim olur. Benim dileğim ise Sana vuslattır. Fakat bana olan
yardımını bizzat Sen´inle isterim. Sen benim işlerimin de velisi ve kefili ol.
Çünkü kuvvet ve yardıma ancak Sen´inle kavuşurum. Benim muradım ise her şeyde
tam bir fenâya kavuşmaktır. Düşüncelerim ve vücudumla Sen´de yok olarak feyiz
bulurum.
وَ اَيِـّـدْنـى
بِـكَ
لَــك
“Allah´ım,
Sen´in rızan yolunda beni kudretinle destekle.” “Allah´ım, Sen´in yolunda
gitmek için, Sen´inle destek istiyorum.”
Beni
meleklerin, lâhûtî yardımının bereketiyle takviye et, vehmin (manasız korku,
düşünceler) ve ihânetin kuvvetlerine kahır ile güçlü olayım. Sonunda
nefsim âlemin karanlıklarına meyilden ayrılıp âlemin nurlarına yükselsin. Bu
sebeple nefsim kemâllere ulaşıp, müşâhedeye kavuşsun. Bu ise nur farkı ile
olur. Bunun için kuvvetli nur, açık deliller bulup, hak ve masivayı
birbirinden fark ve teşhis edeyim. Bununla göğüsün genişlemesi ve kalbin
açılması gerçekleşir. Bu hali bile Sen´in için et. Çünkü biliriz ki, dilekler
Sen´inle Sana yönelmekle ve Sen´inle olur.
وَ اجْـمَعْ
بَـيْنى
وَ
بَيـْنَـكَ
وَ
حُـلْ
بَـيْنى
وَ
بَـيْــنَ
غَـيْرِكَ
“Allah´ım,
benimle Sen´in aranı birleştir. Benimle Sen´den başkalarının arasına gir.” (üç
defa okunacak)
Yani aradan
yaratılış perdelerini, ayrılık sebeplerini ve işleri kaldır. Beraberlik ve
müşâhede ihsan et.
Şeyh Sâdi (kaddesellâhü
sırrahu’l âlî) buyurdu ki;
Ehl-i irfân
dediler, sen çıkmayınca aradan
Bilmez misin
kendini pinhân[LII] eyleyen.
Bu sen-den
murat, yaratılışın getirdiği ilişkiler, bağlardır. Çıkmaktan murat ise
bunlardan bağı koparmak ve kesmektir. Bu bağlar vücut, zât, sıfat ve fiillerden
ibârettir. Bunlar kesildiğinde gizlenen açığa çıkar. Yani kulun hakîkâti ile
ilâhi hüviyet arasındaki bağlar ve kulluklar yok olur, aşık
maşuk´a, sevgili sevdiğine kavuşur. Bu cümle ile hicap ve berzah (perde)
sen-den ibarettir. Bu ise gaflettir.
Gaflet-i dil
perdedir, dîdâr-ı mevlâdan bana
Perde zâil
oldu ise, can gözü ile baksana[LIII]
Salavât-ı
şerîfede mâsivâya gayr denildi. Gayr Hakk´tan ayrı olan şeyler demektir.
Mevlâna Câmi
(kaddesellâhü sırrahu’l âlî); “mâsivânın vücudu yoktur” demiştir. O zaman الـلهـم اشـغلـنـا بـك مـمن سـواك “Allah´ım Sen´in ile değil, zâtınla meşgul et” duasının manası
nedir diye sorulunca, cevaben; Kaffe-i Zâta (Zâtın bütün özellikleri) işarettir.. Beni zatınla meşgul et. Sıfat ve fillerinle meşgul etme”
buyurmuşlardır.
Fakat bu
sıfatlara gayr demek bir görüştür. Ehl-i Sünnet ise sıfatlar için “Allah
Teâlâ’nın ne aynıdır ve ne gayrıdır” demiştir. Zât-î isimler de hakîkât ise
müsemmanın (isimlendirilen şey) aynî (aslı) olmasıdır. Bu isimlerden murat
âlemle ilgisi olmayan isimlerdir.
اللهُ
اَللهُ
اَللهُ
“Allah, Allah, Allah.”
Üç defa
söylenmesi zât, sıfat ve fiillere işâret içindir. Birincisi ile gafilleri îkaz,
ikincisi ariflere tarif, üçüncüsü vuslat lezzeti için söylendi. Allah Teâlâ
lafzı İsm-i Âzâm (En büyük isim) dır ve bütün isimleri
kendinde toplar. Gerçekte Allah Teâlâ’nın bütün isimleri büyüktür. Fakat bazı
isimlere bazı hususlara istinaden يـا حـى يـا قـيوم (Yâ Hayyü Yâ Kayyûm) gibi İsm-i Âzâm denilmiştir.
اِنَّ
الَّـذى
فَرَضَ
عَلَــيْكَ
الْقُــرْاَنَ
لَــرَادُكَ
اِلىَ
مَعـاَدٍ
“Muhakkak
ki, Kur´ân-ı Kerim´i [okumayı, tebliğ etmeyi ve ona uymayı] Sana farz kılan
Rabb´in elbette Sen´i dönülecek yere[LIV],
döndürecektir.”
(Kasas 85) (üç
defa okunacak)
Bu hâle ulaşmak
için zat, sıfat ve ef´âl de fenâya kavuşmak ile olur. Bu fenâda zatla kendisi,
sıfat ve ef´âlde Hakk´la bekâ vardır. “Vatan sevgisi imandandır” gereğince Hakk
yolcusu bu fenâ ve bekâ menzillerine talip olmalıdır.
ربَّناَ
آتِناَ
منْ
لدُنْكَ
رَحْمَةً
وَ
هَىِّءْ
لَناَ
منْ اَمْرناَ
رَشَدًا
“Ey
Rabb´imiz, tarafından bize rahmet ihsân eyle, işimizden kurtuluş yolu hazırla.”
(Kehf 10) (üç
defa okunacak)
Salavât-ı
şerîfeyi elif harfi ile başladığı gibi elifle bitirdiler. Başlangıç ve sonuçta
elif asıldır. Hemze böyle değildir. Hareke ve sükunu
birbirinden ayırmak içindir. Harflerden de sayılmaz. Elif hakkında çok kelam
edilmiştir. Buralarda üç kere okunmanın sırrı nedir? Bir
sözünüzde salavât 11 kere okunmaya tahsis edildiğini sorarsan şu cevabı
veririz.
Mertebeler
yönündendir. Yani insanlar âlemine nüzul eden ilâhi feyzler; melekût, ceberût
ve lahût âlemlerinden geçerek gelir. Feyz mertebelerden geçerek gelecek olursa
parlak olur. Çünkü her nesnenin evvelinden nihayetine kadar çeşitli tavırlar
zuhur eder. Hakîkâtte ezel ve ebed, evvel ve âhir birdir.
اِنَّ
اللهَ
وَ
مَلۤـئِــكَتَهُ
يُصَلُّـونَ
عَلىَ
النــَّبِـىِّ
ياَ
اَيــُّهاَ
الَّذينَ
آمَـنُوا
صَــلُّوا
عَلَيــْهِ
وَ
سَلِّـمـُوا
تَسْلــِيمـًا
“Şüphesiz
ki, Allah Teâlâ, melekleri, O şanı yüce Peygambere çok salât etmektedir. Ey
imân edenler, haydi sizde O´na çokça salât edin ve güzelce selâmlar
getirin.” (Ahzâb
56)
Ey Allah´ım faziletli salavâtların ile Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve
sellem)´e salât etmeni niyaz ederiz. İlk yaratılışta O´nu yarattın.
Varlığından dolayı insanlık şeref buldu. O Seni tanıtmak için yurdunu
terk edip, beşer âlemine geldi. Sana kavuşmanın mertebeleri ancak O´nun
yanındadır. Besmele O´nsuz manaya gelemedi. Çünkü O be harfi altındaki noktadır.
O nokta da her şeydir. Ol dediğin şeyde ancak O´nunla olur. Çünkü nisbetler ve
eşyanın sırları O´nunladır. Fazilet hazinesini O´na teslim ettin. O da hazineyi
yaratılmışlara kabiliyetleri miktarınca dağıttı. İsm-i Âzâm, kendisi olduğu
halde Senin isimlerine bizi O yönlendirdi.
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´i zâhir ve bâtın tılsımların
anahtarları yaptın. Kulluk ve rablık sırlarını O´nda toplandın. Vâcip ve
mümküne sahip iken O´nu mümkün âleminde gösterdin. O´da kulluğu kendine şeref
kabul etti. Kulluk şerefide O´nunla açığa çıktı. Yaratılmışlar O´nunla kul
olduklarını anlayıp ilahlık davalarından vazgeçtiler. Rütbeleri O tayin etti.
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) ile Hak ve bâtıl birbirinden ayrıldı.
Sen´i sayılara ihtiyaç duymadan bir olarak ancak O bildi. Yemeksiz
yaşayabildiği gibi ibadetsiz zamanı da hiç geçmedi. Âlemlerin
perdesi ve birleştiricisi ancak O oldu.
Biliyorum ki; Levh-i mahfûzu yazan kalemden dökülen nurlu harfler ancak
O´nunla manaya gelebilir. Mukaddes feyizler ancak O´nunla dağılabilir. Sıfatlar
ve isimler´den çıkacak ışıklara güneş, ancak O olabilir.
O birlik ve birin arasındaki ince latif çizgi oldu.
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) ezeli isimlerden isimler yurduna
inen ilâhî emirlerin vasıtasıdır. O öyle bir incidir ki, elmaslar, yakutlar,
hareketler, sükunlar ve bütün olaylar O´ndan
çıkar.
Ey Allah´ım O´nu benzeri, ikincisi ve yokluğu olmayan mecbûriyet ve
gâye kıldın. İlâhi hitaplarından çıkan suretleri O´nunla meydana getirdin.
Ey Allah´ım Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) Sen´in cemâlini celp
etti de celâlin sakin oldu. Büyük hilâfet elbiseni ve vücuduna zamansızlık ve mekansızlığı layık gördün. Teveccühlerinin kıblesi yaptın da
isimler ve sıfatlar elbiselerini giyebildiler. Sidre-i müntehâ O´na layık oldu.
O´na verdiğin yakınlığı kullarına dahi Sen tarif etmek istemedin. Sen O´nunla O
Seninle oldu. Fakat O´nun gözü Senin ne varlığına takıldı, nede ayrıldı ve
karışmak istedi. Bu yakınlıktan dolayı sarhoş olup yanında kalmak arzusuna da
düşmedi. Güzel sevgilin kulluğuna yöneldi.
Ey Allah´ım, Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) ile eksiklerimizi
tamamla, aslımıza kavuştur Ayrılık aramızdan gitsin de zâtımız zâtı ile,
sıfatımız sıfatı ile, fiilimiz fiilleri birleşsin..
Ey Allah´ım, Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) ile emniyette olup,
yaşamakta zorlanmayalım. İslâm´ın ve aşkın kapıları bize açılsın. Lâilâhe
illallah kalesine O´nunla girebileceğimiz gibi Seninle buluşmakta ancak O´nunla
olabilir. Sana açılan kapı ve yol O´dur. Başka bir yolda yoktur. O bizi Sen´den
koruyan hicaptır. O olmasa idi Sen bizi, yok ederdin.
Ey Allah´ım istiyoruz ki, kayıtlardan kurtulup Sana kavuşalım. Fakat her
şey yine Sen´in takdirindir. Bizim varlığımız Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve
sellem)´e kıldığın salât iledir. Allah´ım bu salât bizde can, kan ve ruh oldu.
Küfrün karanlıklarını, birinci ölümün ve ikinci doğumun sıkıntılarını bizden
uzaklaştırdı. Fâni dünyada bâki hayatın diriliğini verdi.
Ey Allah´ım nereye baktım ise Sen´i, O´nunla buldum. O´nunla hidayet
veren oldum. Karanlığımda üzerimden soyuldu..
Peygamberimiz Efendimiz Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem)´yi
severek ölen, imânını kurtararak ölür. Kabrini melekler ziyâretgâh edinirler.
O´nu bulmadan ölenler için “Allah Teâlâ’nın rahmetinden umutsuzdur” yazısı, iki
gözünün arasına yazılı olarak haşredeceksin.
Ey Allah´ım Rasûlüllâh (sallallâhü aleyhi ve sellem)´ı sevdiğimiz gibi
çocuklarını ve ehl-i beytini de severiz. Şu sözüne iman etmişizdir.“Rabb´im;
ehl-i beytimden, sülâlemden birliğine iman edip ve Benim peygamberliğimi kabul
edene azap etmeyeceğini, vaat etti” Sen ve çocukların cennette
Efendilerimizsiniz. Biz Sen´i kendimizden, evlatlarımızdan ve her şeyimizden
çok severiz. Canımızı isterse O´na fedâ ederiz. Çünkü “kısasta hayat vardır.”
Canını uğruna pazara çıkarana elbette Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)
den büyük ihsanlar olacaktır.
Ey Allah´ım Fahr-i Âlem (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimizi çok
seviyoruz. Ne kadar üzerine salavât getirsek, o kadar özümüzü ihyâ etmiş
oluruz. O´na yakın olmak ne büyük şereftir. Ya O´ndan uzak olan....
Ey Allah´ım nefesini üzerimize gönder, kokusu ile hayat bulalım. Nefsimizin
hakîkâtini görüp hakîkâtine ulaşalım da evveli, âhiri, zâhiri ve bâtını
toplayalım. Uzaklar ve yakınlar kalksın, bir olalım. Biliyoruz ki, O´nun yerine
ulaşamadığımız gibi, O´nsuz da yaşayamayız. Biz aciz kullarını, Güzel ve
müstecab isimlerinle O´na kavuştur. İstiyoruz ki son sözümüz ise Yâ Muhammed (sallallâhü
aleyhi ve sellem) olsun.
وَ الْحَــمْدُ
للهِ
رَبِّ
الْعــاَلَمِــينَ
“
Hamd, Âlemlerin Rabb´i Allah Teâlâ’ya mahsustur.
( Fatiha 1)
Hazırlayan:
İhramcızâde İsmail Hakkı
Esenler /İstanbul
16/11/2003
[I]-Ahmet Ziyâeddin Gümüşhânevî (kaddesellâhü sırrahu’l
âlî) Hazretlerinin bütün bilinen tarikatlerin ezkâr ve evratlarını
topladığı üç ciltlik kitap.
1- RİCAL-İ
GAYB [ Bilinmeyen, gizli tasarruf eden evliyalar]
KUTB-UL
AKTAB (İmamet) (Gavs)
Kutb-ül-aktab,
alemin nizamı ile alakalanan, bolluk-kıtlık,
sağlık-hastalık, barış-savaş, rızk, yağmur ve benzeri olaylarla vazîfeli
kılınan, rical-i gaybdan yani herkesin tanımadığı Allah Teâlâ adamı olup
emrinde üçler, yediler, kırklar... diye söylenen yine
bu işlerle vazîfeli seçilmiş insanların bulunduğu büyük velîlerdir. İmamet,
Rasûlüllâh (sallallâhü aleyhi ve sellem ve âlihi ve ala âlihi) Efendimizin
izinde yürüyen büyüklerimiz O´na uyarak nübüvvet makamının derecelerini
geçtikten sonra bir kaç kişiye bu makam verilir. Diğerleri bu makamı
alamadıklarından çok şeyden mahrum kalırlar.
KUTB-U İRŞAD
alemin irşadına (doğru yolu bulmasına) ve hidayetine
(saadete ve kurtuluşa ermesine) vesile kılınan veli zat, mürşit demek olan
kutb-i irşat, İmam-ı Rabbani (kaddesellâhü sırrahu’l âlî)´nun da buyurduğu
gibi, alemin irşadı ve hidayeti için, feyizlerin gelmesine vasıta olur. Kutb-i
irşadın her zaman bulunması lazım değildir. Öyle zamanlar olur ki, alem imandan ve hidayetten büsbütün mahrûm kalır.
Rasûlüllâh (sallallâhü
aleyhi ve sellem ve âlihi ve ala âlihi) zamanının kutb-u irşadı idi. Kutb-u
irşat ile bütün insanlara iman ve hidayet gelmektedir. Fakat kalbi bozuk
olanlara gelen feyizler, dalalet (sapıklık), kötülük haline dönerler. Bu, şeker
hastasına verilen kıymetli gıdaların, onun kanında zehir haline dönmesine benzer, yahut safrası bozuk olana tatlının acı gelmesi
gibidir. Kutb-u irşat, kamil ve mükemmil, yetişmiş ve
yetiştirebilen olup, ender yetişir. Asırlardan, uzun yıllardan sonra bir tane
bulunursa, yine büyük nimettir. Her şey onunla nurlanır. Onun bir bakışı, kalp
hastalıklarını giderir. Bir teveccühü, beğenilmeyen kötü huyları silip süpürür.
İmam-ı
Rabbani (kaddesellâhü sırrahu’l âlî), bu konuda şunları söylemektedir:
“Kemalat-ı ferdiyyeye de sahip olan kutb-u irşat, çok az bulunur. Asırlardan,
çok uzun zaman sonra, böyle bir cevher dünyaya gelir. Kararmış olan alem, onun gelmesi ile aydınlanır. Onun irşadının ve
hidayetinin nûrları, bütün dünyaya yayılır. Yer küresinin ortasından arşa
kadar, herkese rüşt, hidayet, iman ve marifet onun yolu ile gelir. Herkes ondan
feyiz alır. Arada o olmadan kimse bu nimete kavuşamaz. Onun hidayetinin
nûrları, bir okyanus gibi bütün dünyayı sarmıştır. O derya sanki buz tutmuştur.
Hiç dalgalanmaz.O büyük zatı tanıyan ve seven bir
kimse, onu düşünürse, yahut o, bir kimseyi sever, onun yükselmesini isterse, o
kimsenin kalbinde, sanki bir pencere açılır. Bu yoldan, sevgisi ve ihlasına
göre o deryadan, kalbi feyiz alır. Bunun gibi, bir kimse, Allah Teâlâ’ı
zikrederse ve bu zatı hiç düşünmezse mesela onu tanımazsa, yine ondan feyiz
alır. Fakat birincide feyiz daha büyük olur. Onu inkar eder, beğenmezse,
yahut o büyük zat bu kimseye kırılmışsa, Allah Teâlâ’ı zikretse bile rüşd ve
hidayete kavuşamaz. Ona inanmaması veya onu incitmiş olması, feyiz yolunu
kapatır. O zat, bunun istifadesini istemiş olsa bile, onun zararını istemese
bile, hidayete kavuşamaz. Rüşd ve hidayet, var görünür ise de, yoktur. Faydası
çok azdır. O zata inanan ve sevenler, onu düşünmeseler ve Allah Teâlâ’ı
zikretmeseler bile, yalnız sevdikleri için, rüşd ve hidayet nûruna kavuşurlar.”
KUTB-U EBDAL
(Kutb-u Medar) (Hilafet) Büyük alim İmam-ı Rabbani (kaddesellâhü
sırrahu’l âlî)´nun bildirdiğine göre, Kutb-u ebdal veya kutb-u medar da denilen
bu zat her zaman bulunur. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem ve âlihi)
Efendimiz zamanında da vardı. Fakat bunlara inziva (insanlar arasına
karışmamak) lazımdır. Bunları herkes tanımaz. Hatta bazıları, kendilerini bile
bilmezler. Yine İmam-ı Rabbani (kaddesellâhü sırrahu’l âlî) Hazretleri
buyuruyor ki: “Kutb-u medar, alemde, dünyada her şeyin
var olması ve varlıkta durabilmesi için, feyiz gelmesine vasıta olur. Her şeyin
yaratılması, rızıkların gönderilmesi, dertlerin, belaların giderilmesi,
hastaların iyi olmaları, bedenlerin afiyette olması, kutb-u ebdal da denen
kutb-u medarın feyizleri ile olur. İman sahibi olmak hidayete kavuşmak, ibadet
yapabilmek, günahlara tövbe etmek ise kutb-u irşadın feyizleri ile olur. Kutb-u
ebdalın (kutb-u medarın) her zamanda, her asırda bulunması lazımdır. Alemin ondan boş kalması mümkün değildir. Çünkü alemin nizamı ona bağlı kılınmıştır. Eğer bu kutublardan
biri giderse (ölürse), yerine başkası tayin edilir. İrşat kutbu böyle değildir.
Çünkü, alemin rüşd, hidayet ve imandan boş olduğu
zamanlar olur. Rasûlüllâh (sallallâhü aleyhi ve sellem ve âlihi ve ala âlihi)
zamanının irşat kutbu iken ebdal kutbu ise Hazreti Ömer (radiyallahü anh) ile
Üveys el-Karani (radiyallahü anh) idiler. Hilafet makamı ise, Rasûlüllâh (sallallâhü
aleyhi ve sellem ve âlihi ve ala âlihi) Efendimizin izinde yürüyen ve O´na
uyarak velayet makamının derecelerini geçen büyüklerimizden bir kaç kişiye bu
makam verilir.
KUTB-U
ARİFİN Ariflerin en meşhûru, yüksek ilimler ve marifetler sahibi, ariflerin
başı olan zata kutb-ü arifin denir.
EVTAD
Evliyadan (Allah'ın sevdiği kıymetli kullarından) ve rical-ül-gaybdan (açıkça
bilinmeyen velilerden) mübarek dört zat vardır ki, büyük alim
ve veli Molla Cami (kaddesellâhü sırrahu’l âlî)´nun ifade ettiğine göre bunlar,
dünyanın dört tarafında bulunurlar. Her biri bulunduğu yerde dünyevi bakımdan
huzur ve rahatlığı sağlamakla vazifelidir. Evtaddan dünyanın doğu tarafında
bulunan zatın ismi Abdülhayy, batıdakinin ismi Abdülalim, kuzeydeki zatın ismi
Abdülmürid, güneydekinin ismi ise Abdülkadir'dir (radiyallahü anhüm). Allah
Teâlâ’nın veli kullarından tanınmayan, bilinmeyen ve gizli olan bazı mübarek
kimseler daha vardır ki, Şeyhülislam Molla Cami (kaddesellâhü sırrahu’l âlî)´nin
belirttiğine göre, insanların imdatlarına yetişip, işlerinde dara düştükleri
zaman yardımcı olan ve onların belalardan korunmasına sebep olan bu insanlara
nüceba denilmektedir.
EBDAL
İnsanlara yardımda ve hizmette bulunan, halkın açıkça bilmediği ve dünyanın
nizamı (düzeni) ile vazifeli olup bunlardan biri vefat edince, yerine başka bir
veli bedel kılındığından yani görevlendirildiğinden ve çok olduklarından,
bedelin çoğulu ebdal veya büdela kelimesi ile tanınmışlardır. İrşat ehli yani
insanlara doğru yolu gösteren velilerden olmayıp, gözlerden saklı olan bu
kimselerin sayısının yedi, kırk veya yetmiş olduğunu Seyyid Şerif Cürcani ifade
etmiştir. Hilyet-ül-Evliya'da zikredilen bir hadis-i şerifte bunlar hakkında
şöyle buyrulmaktadır: “Ümmetim arasında her zaman kırk kişi bulunur. Bunların
kalpleri, İbrahim (aleyhisselam)´ın kalbi gibidir. Allah Teâlâ, onlar sebebi
ile kullarından belaları giderir. Bunlara ebdal denir. Onlar bu dereceye namaz
ve oruç ile yetişmediler.”
Abdullah
ibni Mes'ûd; “Ya Resûlullah! Ne ile bu dereceye ulaştılar?” diye sorunca;
“Cömertlikle ve müslümanlara nasihat etmekle yetiştiler.” buyurdu.
Abdülkadir
Geylani (kaddesellâhü sırrahu’l âlî) Hazretleri, Kutb-ul İrşat, Kutbul Aktab ve
Gavs görevlerini üzerinde bulundurduğundan “İşte şu ayağım her velinin boynu
üzerindedir.” buyurdu. Orada bulunanların hepsi bu sözü tasdik ettiler. Şeyh
Halifet-ül Ekber anlatır: Rüyamda Rasûlüllâh (sallallâhü aleyhi ve sellem ve
âlihi ve ala âlihi) gördüm. “Ya Rasûlüllâh! Şeyh Abdülkadir, ayağım bütün
velilerin boynu üzerindedir, diyor ne buyurursunuz?” diye sordum. “Doğru
söylemiştir. O benim himayemde bir kutubdur, bu nasıl olmasın?”
Hülâsa: Allah
Teâlâ dostlarını sevenlerin, en büyük iddiası olan “benim şeyhim gavs´tır” sözü
o kadar çok kullanılır ki, bu övgü Peygamberimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem
ve âlihi) ´e olan sevgiyi geçer. Büyüklüğünü anlatmaya çalıştığımız Peygamber (sallallâhü
aleyhi ve sellem ve âlihi) Efendimiz yanında yok gibi olan bu kişilere
verilen duruma açıklık getirmeye çalıştık. Çünkü genellikle bu söyleyişler
tarikat ehlinde mürşidine vefa sınıfından olan sözlerdendir. Bu ifadeler de her
sohbetin ana konularındandır.
Büyükler bu
meseleye, “Her müridin kendi şeyhini Kutb-ul Aktab görmesi o, müridin hakkıdır.
Ama başka meşayıhı küçük görmesi onun hakkı değildir. Şayet kendi mürşidi
Kutb-ul Aktab olmasa da müridin ihlâsı sebebiyle zamanın kutbu o müridin şeyhi
suretine girer ve o müridin ruhuna hizmet eder” diye açıklık getirdiler.
Böylece
mürit kapısını tanısın, ihlâsla bağlansın, manasını işaret etmişlerdir. Kaldı
ki, Gavsı Geylani (kaddesellâhü sırrahu’l âlî), Şah-ı Nakşibent (kaddesellâhü
sırrahu’l âlî) Efendimiz Ahmed er-Rufai (kaddesellâhü sırrahu’l âlî),
Husammeddin Uşşaki (kaddesellâhü sırrahu’l âlî) Mevlâna Halid Bağdâdî (kaddesellâhü
sırrahu’l âlî) gibi tarikat pirlerinin ve (büyük) kummeliyn evliyaların,
ruhaniyyette mutasarrıf olduğu bilinen bir vakıadır. Bu konuda en açık ve itiraz
olmadan konuşulan büyüklerden biri Abdülkadir Geylâni (kaddesellâhü sırrahu’l
âlî) Hazretleridir.
İki alemde tasarruf ehlidir
ruh-u veli
Deme kim mürdedir bundan nice derman ola
Ruh şimşir-i Hüda´dır
ten gılaf olmuş ona
Dahi ala kâr eder bir tığ ki üryan ola.
[III] İlk belirtide var olan ve bütün varlığın esası olan
zattır. Buna İsm-i âzâm´da denir. Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem ve
âlihi) Efendimiz´de yaratıklar, yaratılmadan var olan hakîkâttir.
[IV]- Tasavvufta insanın vücudunda ve ilerleyişinde
göreceği makamlardır. Sırasıyla bir sonraki daha feyizli ve nurlu olması
ile yükseliş gösterir. Her makam bir öncekinden sırlı ve gizlidir. Bunlar
tasavvuf kitapların da izâhı çok yazılsa da hala çözüme kavuşmamış
olgulardır.
[V] -Cinlerin bir yılı, insanların yıl hesabına göre 70
000 yıldır. Onun için falcıların geçmişle ilgili kehânetlerde isabet etmeleri
kolay olur. Allah Teâlâ katında zaman ise yok ile eş değerdedir. Bu belirtilen
zaman meleklerin kullandıkları yıl hesabıdır. Mesela ahirette sonsuzluk ile
belirtilen söz zaman olgusunun kullar tarafından yitirilmesi demek olur.
Bu anadan doğma körün, görmenin ne demek olduğunu anlayamamasına benzer. Çünkü
görmeyi bilmeyen kişi, duyunun manasını zihninde oluşturamaz. Bu olgu anadan
doğma körde olgu olmaz. Zaman ahiret boyutunda kaybolup gider. Ölümün koç
şeklinde ahirette kurban edilmesi de fenânın yani yok olmanın kaldırılmasıdır.
Ölüm zamana bağlılığı en kuvvetli fiildir. Ölümü zamansız anlatamayız. Ölümsüz olmak
demek zamanı da yaşamayan demektir.
[VI]- İsm-i âzam “En büyük” isim demektir.
İsm-i âzam vücudun zikridir. Lisan ile yapılamaz. Bütün vücuttan gelen
bir sestir. Bunun zikri yapana ağır gelir. Yani zikir zerrelerden çıkarak
yapılır. Aşağıda bazı isimler gelecektir. Hangisinin İsm-i âzam olduğunu
tayin etmekte çok zordur.
Allah
Teâlâ’nın isimleri hakkında en büyük ifadesi ile isimlerde derecelendirmek
yanlış olabilir. Gerçekte Allah Teâlâ’nın bütün isimleri büyüktür. Öyle ise bu
ifâde niçin kullanıldı sorusu aklına gelebilir. Bu ifâde aslında rivayetler
incelendiğinde aynı isimde birleşmez. Değişik ifadeler olması ismin, bir isim
olmadığı ve zamanla ve insanlarda farklılıklar göstermektedir.
Allah Teâlâ
´dan başka şeylerden yüz çevirerek, tam bir ihlâsla zikredilen
her isim, İsm-i Âzam´dır, zira harflerin birbirine karşı farklı bir şerefi yoktur.
Fakat bütün
isimler İsm-i Âzâm´ın çerçevesi içinde saklıdır. Şöyle ki, Ulvî ve süflî
(dünya) alemde Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´e
muhtaç olmayan bir nesne olmadığına göre, Hakîkât-ı Muhammediye ve İsm-i
Âzâm birdir.
Hakîkât-ı
Muhammediye de İnsan-ı kamil´de tecelli eder. İnsan-ı kamil ise, bulunduğu zamanda İsm-i Âzam´ı görmede
kullanacağın aynadır. Eğer bu aynayı bulamazsan bu isme ulaşamazsın. İnsânı
Kâmili idrak etmek, İsm-i Âzam-ın göründüğü yer olarak bilmek demektir.
Hz. Aişe
radiyallahu anhâ ile Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) arasındaki olan
konuşma çok şeyleri açıklar.
“Fahri Alem Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem)
Efendimiz bir gün şöyle yalvardılar:
“Allah Teâlâ´ım! Ben, senin pak, güzel, mübarek ve yüce katında en
sevimli olan, onunla dua edildiği taktirde hemen
icabet ettiğin, onunla senden istenince hemen verdiğin, onunla rahmetin talep
edilince rahmetini esirgemediğin, onunla kurtuluş talep edilince kurtuluş
verdiğin isminle senden istiyorum.”
Başka bir
gün Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) Hz. Aişe radiyallahu anhâ´ya “Ey Aişe! Kendisiyle dua edildiği taktirde
icabet ettiği ismi, Allah Teâlâ´ın bana
gösterdiğini sen biliyor musun?” diye sordu.
Hz. Aişe
radiyallahu anhâ der ki: “Ben: “Ey Allah Teâlâ´ ın
Resûlü! Annem babam sana feda olsun, onu bana da öğret!” dedim.
“Ey Aişe onu
sana öğretmem uygun düşmez!” buyurdu. Bu cevap üzerine ben de oradan uzaklaşıp
bir müddet tek başıma oturdum. Sonra kalkıp,
başını öptüm ve: “Ey Allah Teâlâ´ın Resulü! Onu bana öğret” diye ricada bulundum.
O yine: “Onu
sana öğretmem uygun olmaz, Ey Aişe! Onunla senin dünyevî bir şey talep etmen uygunsuz olur” buyurdu.
“Hz. Aişe
radiyallahu anhâ devamla der ki: “Ben de kalkıp abdest aldım, sonra iki rekat namaz kıldım, sonra: “Allah´ım! Sana Allah Teâlâ isminle
dua ediyorum. Sana Rahmân isminle dua ediyorum. Sana Bir´rur-rahîm isminle dua
ediyorum. Sana bildiğim ve bilmediğim güzel isimlerinin hepsiyle dua ediyorum.
Beni mağfiret et, rahmet eyle” diye dua ettim.”
Hz. Aişe
radiyallahu anhâ devamla der ki: “Bu duam üzerine Peygamber (sallallâhü aleyhi
ve sellem ve âlihi) Efendimiz güldü ve: “İsm-i Âzam, senin yaptığın şu duanın içinde geçti” buyurdu.
Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem) hangi ismin İsm-i Âzam olduğunu kesinlikle belirtmemiştir.
Fakat işaretler buyurarak ismin dolandığı çerçeveyi biz acizlere beyan
etmiştir.
“Allah Teâlâ”, el-Hayyu´l-Kayyûm, “La ilahe illallah”,
“er-Rahmanu´r-Rahim”, “Allahu´r-Rahmanu´r Rahîm”, “Allahu la ilahe illa
huve´l-Hayyu´l-Kayyum”,“Lâ ilahe illa hüve´l-Hayyu´l-Kayyum”, “Rabb”, “Allahu
lâ ilahe illâ hüve´l-Ahadü´s-Samedü´llezî lem yelid ve lem yüled ve lem yekün
lehü küfüven ahad”, “el-Hannânu´l-Mennânu Bedî´u´s-Semâvat ve´l-ard zü´l-Celâli
ve´l-ikram el-Hayyu´l-Kayyum”...
İsm-i âzam
burada bulunmayan isimlerden de olabilir. Lakin hepsinde “Allah” kelimesi
mevcuttur. Bu durumdan hareketle İsm-i âzam´ın
“Allah” lafzı olduğuna görüşlerin yönelmesi vardır. Çünkü bu isim sıfat
olmayıp, zat isimidir. Bütün isimleri ve sıfatları kendinde toplamıştır.
Bize göre
her şahsın İsm-i
Âzamı farklıdır. Çünkü böyle olması daha
uygundur. İnsan yaratılış yönünden mükemmel yaratılmıştır. Fakat bu
mükemmelliğin harekete geçmesi her insanda aynı merkezden olmaz. Çünkü terbiye
edilebilecek vasıfta olan insanoğlu, aynı terbiye yolu ile terbiye olmadığı
gibi, hepsi aynı manevî makamda olmadığı kesindir. Senin için uygun olanı biz
söyleyebiliriz. Fakat sen kendin bulursan bu isimle tasarruf edebilirsin. Çünkü
Allah Teâlâ sevdiklerine bu ismi bağışlar. Bağışladığı zamanda Allah Teâlâ’nın
işlerine karışmamaya ve dünya nimetlerine rağbet etmediğin zaman olur ki, o
zamanda istek diye bir şeyde sende kalmamış olur. O zamanda bilmek ve bilmemek
sende aynı şeyler olmuştur.
[VII]- İlk yaratılan varlık, Hakîkat-ı Muhammediye,
insandaki akıl; manalarına gelir
[VIII]-Hakîkat aleminde bulunmayan
şeylerin ve eksik idrâk edilmesidir. hepsi; hayali.
Eşyanın ve olayların, müphem
[IX]- Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem ve âlihi)
Efendimizin şekli, vasıfları, huyları, ahlakı, tavırları ve davranışları.
[X] -Hamd,bizi dalaletten
hidayete sevk eden ve bu yolu seçenedir. Salat ve selam kesintisiz, bizlerden
kadri ve kıymeti yüce olan Nebi´nin üzerine olsun.Kıyamete
yakın gönderilen Hz. Muhammed´e (sallallâhü aleyhi ve sellem) ikram layıktır.O
iyilik hazinesi,cömertlik denizidir. Huda'nın nurudur. Vasıfta Efendi, sıfatta kamil, nuru zatı ndandır, bakanlarından değildir. O ´nun
nuruyla Levh-i Mahfuz'da satırlar parıldar. Bize bu haber geldi. O her şeye
muttali olduğu halde, bilinmeyeni bildiği halde hakkına tecavüz etmez ve
etmemiştir. Her şeyin sahibi O´na dostum dedi; O´nu, O´nunla anlattı. Sırları,
O´na anlattı. Bir sözü sakladıysa edebindendir.O´nun
göğsünde toplanan ilim gelmiş, ve geleceğin ilmidir.Verâ sahibine bu sıfatla
kim kıyas edilebilir. Bu bendeki olan O´nun feyiz deryasından
avuçladıklarımdır. Kudret ve zengin Mevlamız affına ulaşan? Kulu'na sarılarak
bu sözleri söylüyorum.
Peygamberimiz
Allah'ın bize olan nimetlerini müjdeledi, sonra Ey merhametlilerin en
merhametlisi Ehli Beytimin günahlarını af eyle, tükenmez ilim ve amel ihsan et,
ebedi merhamet et, buyurdu. Ey benden ince meseleleri soran “ilmi ledünni” bana
mirastır. Dilersen geçmiş zamanları sor, dilersen gelecek zamanları sor. Geçmiş
ve gelecek benim yanımda aşikardır. Onların sırlarını
ancak ben açığa çıkarırım. Bu söz açık bir delildir. (Kasîde-i Ercûze; Hazreti
Ali (kerremallâhü veche))
[XI]- Bedîüzzaman Saîd Nursî (kaddesellâhü sırrahu’l âlî)
nin şeytandan sığınır gibi siyasetten sığınması bu şeyden olsa gerektir.
[XII] -Rahmet-i ilâhinin gizli mahiyetleri ve
sırlarını taşıyan kitabdır.
[XIII] -Uluhiyyetin hakîkati, zatın mertebelerini temsil
eden makamdır.
[XIV] ”Allah Teâlâ yerin ve göklerin- nûrudur.” ( Nur 35)
[XV]-Mesela, Muhyiddin Ârâb-î Hazretleri, Celvetiye
tarikinde İsmail Hakkı Bursevî (kaddesellâhü sırrahu’l âlî) gibi,
[XVI]- Görmek ile bakmanın farkı, insanları sınıflara
ayırtmıştır. Bir çok insan bakarken ibret alır.
Bazıları ise aynı şey ve olay karşısında gülüp geçer. Şairlerin bir gülün
rengine binlerce sayfalık övgüler dizmesinin gerçeği budur.
[XVII] -Uluhiyyetin hakîkati, zatın mertebelerini temsil
eden makamdır
[XVIII]-Kim ki hakîkâtleri zatında bulursa, akranı içinde
üstün insan olur. Büyük ve zor müşküller onun ile hal olur. Yaratılmışlar
içinde rağbet görür
[XIX]-Allah Teâlâ’nın alemleri
yaratırken, Allah Teâlâ’nın nuruyla zahir olan ilk ayn (hakîkât) dir.
[XX]- Fahri Alem Muhammed Mustafa
(aleyhissalâtü vesselam ve ala âlihi) Efendimiz bir adama buyurdu ki:
“Sana şüphe
vereni bırak şüphe vermeyeni yap” Adam: Ben bunu nasıl bileceğim? dedi:
“Bir iş
yapacağın zaman elini göğsünün üzerine koy; kalp muhakkak haram için çarpar,
helal için sükunet bulur, takvalı müslüman büyük
günahın korkusundan küçüğünü terk eder.”
Şüpheli bir
kazancı terk edişin senin sınırsız sadaka vermenden daha güzeldir.
Böylece kazancın temizlenmesi amelin temizlenmesine, amelin temizlenmesi kalbin
düzelmesine sebep olur. Kalp düzelince niyetler Allah Teâlâ’nın isteklerine
uygun olur. Yani seni ihlas sahibi yapar. İhlas ise cennetin kapısıdır.
Adamın biri,
Rasûlüllâh (sallallâhü aleyhi ve sellem ve âlihi ve ala âlihi)´ınhuzuruna
gelerek:
-Ya
Rasûlallah! Soracak sorum var size.
-Sorunu
sormadan cevabını almak istemez misin?
-Buyurun ya
Rasulallah!
-Sen, iyilik
ve kötülüğün ne olduğunu sormak istemiyor muydun?
-Evet yâ Rasûlallah, aynısını soracaktım size.
Peygamber (sallallâhü
aleyhi ve sellem ve âlihi) Efendimiz, üç parmağını birleştirip, adamın göğsüne
hafifçe vurarak:
-Bunu sen, kendi kalbine sorsana. İnsanoğlundaki
bu kalp, yaratılışı gereği iyiliklerle âşinâdır; Onlarla huzur bulur, mutmain
olur. Kötü işlerle bozulup çeşitli rahatsızlıklara mâruz kalır. Bu konuda
gerçek fetvâyı kalbine danış, ondan al.”
[XXI] -Cehenneme girmeden cennete giren Müslüman sınıfı.
[XXII] -Bu yola çalışan eğer kahırdan(sıkıntı, meşakkat)
kurtuluş yollarını bulamaz ise, lütûf ve ihsan kapısından sonsuz derecelere
ulaşır.
[XXIII] -İlimler Adem (aleyhisselâm)´a
nisbet edildi, çünkü insanın yaratılışı zuhûratların (isimlerin) hepsinin
tecelli edebileceği varlıktır.
[XXIV]-Allah ismi zikredildiğinde Celle Celâlühü (azameti ve
yüceliği çok büyük olmak) denilmesi bundan dolayıdır. Allah Teâlâ tecelli
etmesi celâl yönü iledir. Cemâl sıfatında kudret yoktur. Onun için melekler
aklı kullanmazlar. Yalnız itaat ederler. İnsanlar ise akılların kudretleri
miktarınca kullanırlar. Öyle ki sınırlarını aşar bazen Firavun, Nemrut gibi
ilahlık iddiasında bulunur. Celal sıfatında tehlikeler var olsa da, cemâl
sıfatı bu tehlikelerden korunmuştur.
[XXV] -Şu husus ta unutulmamalıdır ki, dünya malına muhtaç
olmak fakirlik değildir. Asıl fakirlik Allah Teâlâ’dan istiğna (muhtaç olmamak)dır. Samîmi dua etmek, genellikle muhtaç olanlarda olur. Hz.
Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem ve âlihi) Efendimizin “ fakirlik
benim iftiharımdır” buyurması bundandır.
[XXVI] -”Yemin olsun ki, insanı çamurdan -ibaret olan- bir
hülâsadan yarattık. Sonra onu sağlam bir karargâhta bir nutfe kıldık. Sonra o
nutfeyi bir donmuş kan yarattık, ardından o donmuş kanı da bir parça et kıldık,
sonra o et parçasını da kemikler kıldık, kemiklere de bir et giydirdik. Sonra
da onu başka bir yaratılışla inşa etmiş olduk. Şekil verici takdir edici
olanların en güzeli olan Allah Teâlâ, pek mübarektir.” (Mü´minûn 12-14)
Zehî, kenzi hâfi kân-den gelir her var olur peydâ
Gah zulmet
zuhûr eder, gah envâr olur peydâ
Zehi deryayı
vahdet kim kesilmez her giz emvâcı
Bu kesret
âlemi andan doğup naçar olur peydâ
Ne sihr-i
bül aceptir kim bu yüzden görünür ağyar
O yüzden
gayrı yok tenha gelir dil-dâr olur peydâ
O yüzden
görüben ağyar döner şem-i cemalinden
Feleklerde
görüp anı döner edvâr olur peydâ
Taşınır
günde yüz bin can adem iklimine her dem
Gelir yüz
bin dahi andan bulur îmâr olur peydâ
Dışın içe
hayâlâtı için dışa zuhûrâtı
Birinden ol
birine tuhfeler her bâr olur peydâ
O devriyle
geliptir Enbiyâ, Mürsel merâtipçe
Gah mümin zuhur
eder gah küffâr olur peydâ
Tecelli
eyledikçe ol sarayı sırr-ı ahfâdâ
Bu sûret
âlemi içre satıp pazar olur peydâ
Anın zatına
gayet sun’unâ her giz nihâyet yok
Anın için
her bir isminden gelir bir kâr olur peydâ
Tecelli
eyler her dâim celâl içre cemâlinden
Birinin hasılı cennet, birinden nâr olur peydâ
Cemali zâhir
olsa tiz celâli yakalar onu
Görürsün bir
gül açılsa bir har olur peydâ
Bu sırdandır
ki bir kamil zuhur etse bu âlemde
Kimi ikrâr
eder anı kime inkâr olur peydâ
Veli ârif
celâl içre cemâlini görür dâim
Bu
hâristânın içinde ana gül-zâr olur peydâ
Ne sırdır ki
iki kimse nazar eyler bu ekvâne
Biri ancak
görür dârı, bire deyyâr olur peydâ
İçi ummân-ı
vahdettir yüzü sahrâ-i kesrettir
Yüzün görür
ağyâr içinde yâr olur peydâ
Alan
lezzat-ı birlikten halâs olur ikilikten
NİYAZİ kande
baksa ol hem-an didâr olur peydâ
Görür ol kenzi
mahfîden nice zâhir olur peydâ
Bilir her
nakş-i sûretten nice esrâr olur peydâ
Niyâzî
Mısrî kaddesellâhü sırrahu’l âlî
[XXVIII] - (Sünen İbn-i Mace)
[XXIX]-”Ey Allah Teâlâ ve Rasûlüllâh (sallallâhü aleyhi ve
sellem ve âlihi) a iman edenler!, (Allah
Teâlâ’nın cezasından, azabından) korkunuz, (çirkinliklerden sakınınız, şayet
bir günâha düştünüzse hemen tövbe ediniz) O´na, (zira bilirsiniz ki, rahîm olan
Allah Teâlâ’nın azabı da pek büyüktür. Fakat takvayı yalnız fenalık yapmamaktan
ibaret bir haslet telakki etmeyiniz) vesile arayınız
ve O´nun yolunda cihat da bulununuz ki, kurtuluşa erebilesiniz.” (Mâide 35)
VESİLE,
lügat olarak bir büyüğe yaklaşmayı sağlayan vasıta, aracı mânasına gelir.
Hadislerde bununla cennetteki yüce bir makam kastedilmiş olmaktadır.Hz.
Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem ve âlihi) Efendimiz “O
(el-vesîle), cennette bir makamdır.” buyurmakta, bu makamı Allah'ın bir kişiye
vereceğini belirtmekte ve tevâzu olarak bu kimsenin kendisi olması hususundaki
temennisini ifade etmektedir. Buna göre daha net ifade ile el-Vesîle,
cennetteki en yüce makamdır, bu makam tek bir insana verilecektir, O da Allah
indinde insanların en yüce olduğunu Mi'rac ve Kur'an gibi mucizelere
mazhariyetini ispat eden Eşref-i Mahlukât ve Fahr-i Kâinat Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem ve âlihi) 'dir. Bu yüce makama vâsıl olan, Allah Teâlâ'a
yakındır; böylece Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem ve âlihi) , günahların
affı dahil her çeşit ebedî şart olan lütuflara
kavuşmuş ilâhî yakınlığı elde etmeye vesîle olmuş olur. Aşağıda zikredilen
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem ve âlihi) ´i tevessül edilerek edilen
dua ile istenen istekler muhakkak Allah Teâlâ tarafından kabul edilir.
اَللَّـهُمَّ إِنِّي أَسْأَلــُكَ وَ أَ تَـوَجَّهُ إِلَــيْكَ بِنَبِيِّكَ مُحَمَّدٌ نَبِيِّ الرَّحْمَةِ ياَ مُحَمَّدٌ إِنِّي أتَــَوَجَّهُ بِكَ اِلىَ رَبـِّـى في حَاجَتِي لِتَقْضِىَ اَللَّهــُمَّ شَفِّعْهُ فى
[XXX]-Kur´ân-ı Kerim´de ve hadislerde geçen kapalı
ifadeler. Tevili yapılsa da hakîkât-ı Allah Teâlâ tarafından bilen hususlardır.
Mesela huruf-u mukattaalar gibi
[XXXI] -Hakîkâtleri cahiller nasıl bilebilirler. Bu işleri
körler nasıl görebilir. Resimler göçer de, tenlerini kimse bilmese de dillerde
isimleri kalır.
[XXXII] -İnsâni ruh, konuşan ruh; Nefs: İnsanın vücûdun da
buhara benzeyen kalple ruh arasında bulunan ve insanın canlı olmasından dolayı
meydana gelen duygudur. Yani madde olmayıp, fiilinde maddeye yakın olan
cevherdir.
Kur´ân-ı
Kerim´de Nur sûresinde geçen zeytin ağacı nefs demektir. Kur´ân-ı Kerim´de “Bu
zeytin ağacı ne doğuda ve nede batıdadır” denilmektedir. Doğuda değildir
demek, mücerret olarak ruhun yanında, batıda değildir demek de vücutun yanında
değildir demektir. Çünkü nefs, ruh ile vücut ve kalp arasında bir varlıktır.
[XXXIII] -Yâ-Sîn; Ey insan manasına da gelmektedir.
[XXXIV]- لولا ك لولا ك لـما خـلقـت الأفلا ك “Eğer Sen olmasaydın, Sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım”
Hadîs-i şerif
[XXXV]-Ruhlar âlemi, zaman ölçüsü bulunmayan, Allah
Teâlâ’nın emriyle vasıtasız yaratılmanın olduğu âlem.
[XXXVI] -Büyük melekler
[XXXVII]-Varlığı vasıtaya muhtaç mahluklar.
[XXXVIII]-Ya Rasulüllah, Sen her yönden seçilmiş birisin, sana
Makam-ı Mahmud verildi. Peygamberler senin ümmetin, evliyalar ise kölelerin
ve hizmetçilerin sayılır.
[XXXIX]Her şeyi toplayan, derleyen, bütün- yaratıkları
huzurunda toplayan.
[XL]-Gönülde Hakkın tecellileri olursa, hânesi
şenlenir. Bir hanede günlük ve güneşlik yoksa, güneşin
nûrundan mahrum demektir.
Gör her cismin
içindeki cân, cân ehlidir, Bunu Hakkı bilir, çünkü sonsuzluk yurdunun
ehlidir.
[XLI]-Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem ve âlihi)
hadisi kutside “ Büyüklük izarım (etek), kibriyalık ridam (cübbe) dır” buyurdular.
[XLII] -Âlem : Bütün cihan, kainat.
Her şey.
Âlem-i Asgar : En küçük âlem. İnsan.
Âlem-i Berzâh : Kabir âlemi.
Âlem-i Ceberût : Azâmet ve kudret âlemi. Kudret âlemi. Lâhut
âlem-i ile altta bulunan melekût âlemi arasındaki âlem.
Âlem-i Ekber : En büyük âlem. Kâinât.
Âlem-i Emir : Ruhlar âlemi, zaman ölçüsü bulunmayan, Allah
Teâlâ’nın emriyle vasıtasız yaratılmanın olduğu âlem.
Âlem-i Ervâh : Ruhlar âlem-i.
Âlem-i Esbâb : Sebebler âlem-i. Dünya.
Âlem-i Fâni : Geçici âlem. Dünya.
Âlem-i Gayb : Zâhiren hissedilmeyen, ruhlar, melekler ve cinlere
mahsus âlem.
Âlem-i Kevn : Varlık âlemi. Kâinât.
Âlem-i Lâhût : İlâhî alem. Rûhânî mânevî âlem. Yani keyfiyeti,
belirtisi olmayan gözlerin idrakinden gizli olan âlem demektir.
Âlem-i Mâna:
Ehline açık olan, mânen anlaşılan âlem.
Âlem-i Melekût : Melekler âlem-i.
Âlem-i Nâsût : İnsanlar âlem-i.
Âlem-i Şehâdet : Dünya.
[XLIII]-Hadîs-i şerifte bu sırra işaret şöyle gelir.
اللهـم اغــنـنى بـالإفتـقار الـيـك”Allah´ım Sana (iftikâr ile) muhtaç olmak ile beni
zenginleştir.” [başka bir rivayette devamında; “Fakat Sen´den müsteğnî
(zenginleşmek) olmak suretiyle beni fakirleştirme” gelmiştir.]
[XLIV]- Can kuşunun uçacağı iki yer ilim ve ameldir. Yoksa
nefis, cehâletle karma karışık olurdu.
[XLV] -Yani Fahri Âlem (sallallâhü aleyhi ve sellem)
Efendimiz hicri 63 yıl yaşamıştır. Sünnet ehl-i olan kişiler bu yaşı geçmeyi
arzulamazlar. Ahmet Yesevî (kaddesellâhü sırrahu’l âlî) Hazretleri 63 yaşından
sonra yeryüzünde bulunmayıp yer altındaki çile hânesinde ömrünü tamamlaması bu
sevginin işaretidir.
[XLVI]-Ehâdiyyet: Allah Teâlâ’nın her bir şeyde kendine ait
birlik tecellisi. Bir olmak; fakat sayıdan olmayan
birlik. Vâhidiyyet: Allah Teâlâ’nın bütün eşyada birden birlik
tecellisidir. Bilindiği üzere ehâdiyyet zât-a, vâhidiyyet sıfatadır.
Ehâdiyyet,
Zâtın tecellisinden ibarettir. Bu tecellide isimlerin, sıfatların ve bunların
müessirlerinden olan hiçbir şeyin zuhuru yoktur. Çünkü ehâdiyyet, Hakk ve
halkın itibarlarından sıyrılmış olarak tecelli eden sırf zâtın ismidir.
Tecellilerin en ulvîsidir. Mahlukun bununla
vasıflanması mümkün değildir.
Vâhidiyyet,
zâtın mazharıdır ve sıfatların ayrılığını toplayarak zuhur eder.
Bilmek
lazımdır ki; Ehâdiyyet, vâhidiyyet ve ulûhiyyet arasındaki farklar şöyledir.
Ehâdiyyette
isim ve sıfatlara dair hiçbir şey zâhir olmaz. Sırf zattan ibarettir.
Vâhidiyyet
isim ve sıfatlar, müessirleri ile beraber zâhir olur. Bu zâhir oluş yine zâtın
hükmü iledir. Yoksa zattan ayrılma demek değildir. Bu bakımdan sıfatların her
biri diğerinin aynıdır.
Ulûhiyyette
isim ve sıfatların her biri kabiliyet ve istihkâk hükmü ile zâhir olur.
Ulûhiyyet tecellisi, bütün tecellilerin hükümlerine şamildir. Zirâ ulûhiyyet,
her haklıya hakkını verme tecellisidir.
[XLVII]- Beni tevhit perdesini aralayıp geçmemi sağla, çünkü
bir perdedir. Bu makamlar anlatılsa da anlatanda anlamaz. Ancak yaşamakla fikir
sahibi olursunuz. Bu konular hakkında fazla izâhat vermemek uygun görüldü.
Tevhid-i ef´âl, tevhid-i sıfat ve tevhid-i zât bu yolun mertebelerinden
sayılır. Bilmek, bulmak ve olmak´tır.
[XLVIII] Sırları örtme ve gizleme işi ile- uğraşan kişi,
perdelerin kumandanı.
[XLIX]-Aşkı bulup, bekanın feyzine kavuşmak güzeldir. Ne hasıl oldu bu vefasız zamanın emanet hayatından
[L]- Yaratılışta insan melek ve hayvan tarafını haiz
olarak dünyaya gelir. Fakat Allah Teâlâ’nın yardımı ile hayvanı tarafını
terbiye ve tahvil ederek, melekiyyet sıfatına erer. Burada değiştirilmesi
istenen kötü ahlakın, güzel ahlaka tahvili ve fıtratın bozulmamasıdır. Çünkü
nefis başıboş bırakılırsa aşısız meyve ağaçları gibi, meyvesinden yoksun veya
olgun olmayan meyveler verir.
Bıyıkları,
tırnakları kesmek, koltuk ve kasıkları temizlemek vb. fıtrat
amellerindendir. Bunlar bile terk edildiğinde noksanlıklar zuhur eder. Mesela,
Beni İsrail´de erkekler bıyıklarını uzatmaya başlayınca kadınlar zinaya
yönelmişlerdir. Çünkü kadın tabiatı uzun bıyığı sevmez. Bu sebepten dolayı Hz.
Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem ve âlihi) Efendimiz bir şeyi
tavsiye etmişse bunda ancak bir hayır ve hikmet aranmalıdır.
Nefis
terbiye edilmediği zaman insanın fıtratı bozulur. Öldüğü zaman da, ölümün
gerçeğini görür ve ruhu mahkum olur. Terbiye edilen
nefis ruhu serbest bıraktırır. Ölümsüzlük şerbetini içer. Ölen nefistir. Fakat
terbiye olmayınca da ruhu ölmüş gibi yaptırır. Ölüden bir farkı kalmaz.
Aziz Mahmut
Hüdayi (kaddesellâhü sırrahu’l âlî) riyazat günlerinde çarşı pazarda gezerken
daha çok ölmüş insanları gezer görmesi, yaşadığını bildiği insanları görmemesi
bundandır. Çünkü nice yaşayan insanlar vardır ki onlar ölü gibidirler. Bu
sebeple büyükler ölümde aradıkları husus kişideki terbiye edilmiş nefis sahibi
olup olmamaya bakarlar. Çünkü bütün nefisler için ölüm yazılmış bir kaderdir.
Nefis terbiye edilince bir nevi ruha döner. Ruh ölümsüzdür. Ruh zahir ve batın
lezzetlerini bir arada bulundurur. Rabb´i müşahede edebilir. Hz Ebubekir (radiyallâhü
anh) Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem ve âlihi) Efendimiz
vefatında sahabe-i güzin efendilerimiz üzülürken, O üzülmedi. Çünkü Peygamber (sallallâhü
aleyhi ve sellem ve âlihi) Efendimiz´in bir alemden
başka alemlere geçiş yaptığını bilmesidir. Beşer ölümü tadacaktır. Lakin
terbiye edilmiş nefis sahipleri ölümü tatmayacaklardır. Allah Teâlâ şehitler
“bilakis diridirler ve rızıklanırlar” buyurması bu durumun en açık örneğidir.
Mevlâna
Celâleddin Rûmî (kaddesellâhü sırrahu’l âlî) Hazretleri bir gün müritlerini
toplayıp “bize hayat veren kan mıdır” diye sormuştur. Sonra vücudundaki kanı
bir kaba boşaltıp, kansız kalan ve sararan vücuttan “ bizde ki hayat,
aşkımızdan başka bir şey değildir.“Bu ceset ve kan hayat sebebi olamaz” sözleri
dökülmüştür. Diğer insanlar için dahi bu aşkın buharı olmasa idi hayat diye bir
şeyden bahsetmek mümkün olmazdı.
[LI]- Mecmuat-ül Ahzâb´da
Abdülkadir Geylâni (kaddesellâhü sırrahu’l âlî) Hazretleri tarafından
zikredilen Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimizin
isimlerinde ve diğer rivâyetlerde bu isimler zikredilmiştir. Belki bazı
kardeşlerimiz bu açıklamadaki yorumu ilk anda taaccüple karşılayabilir. Fakat
bizler Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) için bu ifadeleri bile eksik
görürüz. Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz için Allah
demekten başka her mükemmel sıfat, ismi ve şeyi layık görürüz. Fahr-i Âlem
Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimizi anlamak ve
anlatmak Allah Teâlâ´ı anlatmaktan zor ve mümkün değildir. Çünkü Allah Teâlâ
için ifadelerde deliller bulmak kolaydır. Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve
sellem) için ise delil getirmek bazen keşfe dayandığından mümkün
olmamaktadır. Bu sözler tadanlar için kolay olduğu kadar, tatmayanlar için ise
isyan mertebesinde sözlerdir. Fakat biz Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)
i çok severiz. Aşk lugâtında hata kelimesi olmaz. İhramcızâde
İsmail Hakkı
[LII]-Gizlenen.
[LIII]-Gönlün gafleti, Allah Teâlâ’nın cemâlinden perdedir
bana; perde kalkarsa can gözü ile kendine bak.
[LIV]-Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem ve âlihi)
Efendimizin Mekke´ye geri döneceği, ahirette en yüksek makama kavuşacağı.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.