TURQUIE DIPLOMATIQUE
“BATMAK
İÇİN ÇOK BÜYÜK' YAKLAŞIMI ÜLKELERİ ESİR ALIYOR
[UYARI NİTELİĞİNDE BİR YAZI]
ABD'de, 2002 yılından beri, en
büyük altı banka en az 207 ayrı cezaya çarptırıldı ve tüm bunların toplam
maliyeti 47,8 milyar doları buldu. Bu bankaların tümü en az 22 kez kural
ihlalinde bulundu; hatta içlerinden birisi üç farklı kıtada yedi ülkede 39
kural ihlaline imza attı. 2010 yılında en büyük altı bankanın dördünün
yöneticileri için verilen ortalama tazminat, 17,3 milyon dolar düzeyinde. Yani,
ortalama Amerikalı işçilerin aldığı meblağın 262 katından daha fazla. 2011
yılında en büyük altı banka, lobi faaliyetlerine 31,5 milyon dolar para
harcadı. Altı banka ise, 234 adet kayıtlı lobici çalıştırıyor.
Kevin
Zeese
Son yıllarda birçok büyük finans
çevrelerinden birçok kişi, Amerika'nın finansal sistemindeki fay hatlarına
alenen maruz kaldılar. Kendilerinin içeriden aktardığına bakılırsa, bizim
gözlerimizle gördüğümüz yolsuzluk son derece gerçek. Ve daha da önemlisi,
sistemin içindekiler de bunu gayet iyi biliyorlar. Finans sektöründe görev alıp
bu açgözlülük çemberini kırabilenler, vicdansız bir sektörün vicdanı haline
gelebilirler. Bu kişilerin cesaretinin halen "bulaşıcı"
olduğunu ve diğerlerinin de onların açtığı yoldan gidebileceğini umalım.
Büyük finans çevrelerinin içinde
bir devrimin yaşanması gerekiyor. Ancak bu şekilde finans sektörü açgözlülükten
bonkörlüğe, oburluktan mülayimliğe, bencillikten yardımseverliğe doğru radikal
bir dönüşüm yaşayabilir.
Büyük finans çevrelerinde yaşanan
yolsuzluk vakalarına dair incelemeler, M&T Bank'ın yönetim kurulu başkanı
ve CEO'su olan Robert Wilmers'ın kısa süre önce ortaklarına yazdığı bir
mektup üzerine patlak verdi. Mektupta, "bu konuda bir jenerasyondan
daha uzun süre vakit geçirmiş biri için, bir meslek olarak bankacılığın bu
denli gözden düştüğü bir zamanı anımsamak son derece zor oluyor"
demiş; yapılan anketlere dayanarak, "Amerikan halkının sadece dörtte
birinin, bankerlerin dürüstlüğüne güvendiğini" belirtmişti. Wilmers'a
göre tüm bunların sebebi, büyük finans çevrelerinin hatasından ileri geliyor:
"2002 yılından beri, en büyük
altı banka en az 207 ayrı cezaya, yaptırıma veya yasal müeyyideye çarptırıldı
ve tüm bunların toplam maliyeti 47,8 milyar dolan buldu. Bu bankaların tümü en
az 22 kez kural ihlalinde bulundu; hatta içlerinden birisi üç farklı kıtada
yedi ülkede 39 kural ihlaline imza attı."
Wilmers, ayrıca, bankerlerle diğer
Amerikalılar arasındaki gelir eşitsizliklerine dikkat çekerek, bunun kısa süre
önce başlayan bir gelişme olduğunu anımsatıyor bizlere. Sadece birkaç kuşak
öncesinde, "finansal hizmetler endüstrisindeki ortalama tazminat, tarım
sektöründe çalışmayan bir Amerikalı işçinin ortalama geliriyle tamamen eşit
idi." Ancak bugün durum değişti:
"Amerikan ekonomisinin
moralinin hayli bozuk olduğu bir dönemde, birçok kişi işsizken veya yeterli bir
istihdam düzeyi yakalanamamışken, 2010 yılında en büyük altı bankanın dördünün
yöneticileri için verilen ortalama tazminat, 17,3 milyon dolar düzeyinde. Yani,
ortalama Amerikalı işçilerin aldığı meblağın 262 katından daha fazla.
Bankacılık endüstrisinin halkın gözünde bu denli eleştirilmesi ve Wall Street
yöneticileri ve onların niyetlerine kuşkuyla yaklaşılması, şaşırtıcı olmasa
gerek."
PEKİ, FİNANS ENDÜSTRİSİ NASIL OLDU
DA BÖYLESİNE KOKUŞMUŞ, YOLSUZLUĞA GÖMÜLMÜŞ BİR KİTLEYE DÖNÜŞÜVERDİ?
Wilmers, bu sorunun yanıtının
Glass-Steagall yasasının ilga edilmesinde arıyor. Söz konusu yasa, "Büyük
Buhran'ın ardından temkinli bir şekilde inşa edilmiş; yatırım bankalarının
geleneksel bankaların dışında tutulmasını öngörmüştü." Bankalar, "kamu
hizmetlerini kendi yükümlülüklerinin bir parçası olarak görmüş; ekonomide net
ancak sınırlı bir rol oynamış; tasarruflarda bulunmuştu. Ticaret ve
spekülasyon, bu denklemin hiçbir noktasına dahil edilmemişti."
Öte yandan, 1970'li ve 1980'li
yıllarda bankacılık faaliyetleri, bilinen şeylere yatırımda bulunma noktasından
ayrılarak "az bilgi sahibi olunan" alanlara yatırım noktasına
kaydırıldı. Bu da büyük riskler doğurdu. Bankalar, riski azaltacak yerde, "anlamadıkları
yatırımlarda bulunarak" kısa yoldan kar elde etmek istediler. Ancak
kimse neler olup bittiğini tam olarak anlamadı. Bu süreçte, Amerikan
ekonomisinin tümünü çarpıttılar. 1999 yılında Glass-Steagall Yasası'nın
iptal edilmesi sonucunda yatırım bankaları ile geleneksel bankaların arasında
bir bütünleşme yaşandı. Wall Street ise, güvenilir yatırımlarda bulunmak
yerine, "giderek saydamlığını yitiren mali araçlar kullanmaya
yöneldi." Bu durum ise, "krizin tohumlarının ekilmesine ve
bugün de devam eden talihsiz değişimlerin yaşanmasına yol açtı."
Wilmers, ortada daha büyük çaplı,
sistemik bir problem olduğunu düşünüyor. "Bu sorun sadece bankerlerle
ilgili değil, onların düzenleyicileriyle de ilgili. Sadece yatırımcıları değil,
onlara danışmanlık yapmak üzere para alanları da; sadece özel finans
çevrelerini değil, hükümetin desteklediği kesimleri de kapsıyor."
Sonuçta, zamanında herkesin saygı duyduğu kurumlar ve onların liderlerine
halkın duyduğu güvende ciddi bir hasar baş gösteriyor.
Wilmers, ortada daha büyük çaplı,
sistemik bir problem olduğunu düşünüyor. "Bu sorun sadece bankerlerle
ilgili değil, onların düzenleyicileriyle de ilgili. Sadece yatırımcıları değil,
onlara danışmanlık yapmak üzere para alanları da; sadece özel finans
çevrelerini değil, hükümetin desteklediği kesimleri de kapsıyor."
Sonuçta, zamanında herkesin saygı
duyduğu kurumlar ve onların liderlerine halkın duyduğu güvende ciddi bir hasar
baş gösteriyor. Ekonomik çöküşün ardında aslında birçok kişinin parmağı var ve
bu kişiler aslında ekonomik krizin yaklaştığına dair alarm zilini çalması
gereken kişiler. Ne yazık ki
"Wall Street bankaları,
onların kapasitelerini sınırlandıracak düzenlemelere karşı mücadele etmeyi
sürdürüyorlar; bir yandan da arkalarına bir takım güvenceler alıyorlar.
Dolayısıyla, vergi mükelleflerini yüksek bir risk altına sokan bir sistemi
ortaya koymaya çalışıyorlar. 2011 yılında en büyük altı banka, lobi
faaliyetlerine 31,5 milyon dolar para harcadı. Altı banka ise, 234 adet kayıtlı
lobici çalıştırıyor."
Wilmers, "derhal Wall
Street bankaları (ki bu bankalar mali krizde asli bir rol oynamış ve halen de
ekonomiye zarar vermeye devam etmektedirler) ile diğer bankaların (ki bu
bankalar da krizin kurbanı olmuşlardır) arasında bir ayrım yapılması gerektiğini
kaydediyor." Birçok aktivist, WalI Street ile
topluluk bankaları ve kredi birlikleri arasında bir ayrım olduğunu görüyorlar;
dolayısıyla "PARANIZIN YERİNİ DEĞİŞTİRİN" kampanyasını
başlatmış bulunuyorlar.
Bankacılık sektöründeki ikinci
bölünme örneği ise, Dallas Federal Rezerv Kurulu'nun baş araştırmacısı Harvey
Rosenblum'un yayımladığı bir raporda görülebilir. Raporun ismi, "NİÇİN
ARTIK BATMAK İÇİN ÇOK BÜYÜK YAKLAŞIMINI SONA ERDİRMELİYİZ?". Raporda,
Amerika'daki en büyük beş bankanın elinde tüm banka varlıklarının %52'sinin
bulunduğunu gösteren istatistiklerden söz ediliyor. Raporun dikkat çektiği bir
diğer unsur da şu:
"Amerikalı işçiler ve vergi
mükellefleri, güven inşa etmek üzere geniş kapsamlı bir ekonomik düzelme talep
ediyorlar. Müreffeh günlere geri dönüş için finans sektörünün reforma tabi
tutulması gerekiyor. Özellikle de söz konusu yeni yol haritası çerçevesinde, finans kurumlarının neden olduğu potansiyel
tehlikeler çevresinde yeni yollar bulunması lazım. Dallas Fed Başkanı Richard
W. Fisher, raporun giriş bölümünde, "mega-bankaların boyutlarının
küçültülmesi" çağrısında bulunuyor ve bunun sebebi olarak da,
ekonominin çevresinde bir uğultu misali dönüp dolaşan "batmak için çok
büyük" yaklaşımının aslında gereğinden fazla maliyetli olduğu gerçeği
gösteriliyor.
Rosenblum, tıpkı Wilmers gibi, WalI
Street'in açgözlülüğü sonucunda Amerikalıların kapitalizme olan inançlarını
yitirdiklerinin farkında.
"WalI Street'i İşgal Et
hareketinden tutun Çay Partisi'ne dek birçok grup, hükümetin desteklediği banka
kurtarma girişimlerinin sosyolojik ve siyasi olarak saldırgan olduğunu iddia
ediyorlar. Ekonomik bir perspektiften bakıldığında ise, söz konusu kurtarma
paketleri, piyasanın etkin bir şekilde işlemesi açısından da zararlı
oldu."
Rosenblum'a göre, "batmak
için çok büyük olarak kabul edilen bankalara dair kurtarma işlemleri,
ekonominin genel anlamda topyekün düzelmesinin önünde bir engel teşkil
ediyor."
Rosenblum, mali krizin patlak
verme sebebi olarak, "bankaların olduğu kadar düzenleyici ve siyasi
sistemlerin de başarısızlığı" olduğunu düşünüyor. Ona göre, yaklaşan
tehlikeli olayları çok az insan öngörebildi ve bunun sonucunda da olaylar kısa
sürede kontrolden çıkıverdi. Düzenleyici ve siyasi sistemler başarısızlığa
uğrayınca, hukukun üstünlüğü uygulanmayınca, "verilen teşvikler
genellikle hedefinden şaştı; bencillik halleri kötücül bir hal aldı. Açgözlü
tavırlar ise, yenilikçi yasal zihniyetlerin mali bütünselliğin sınırlarını
öteye taşımasına yol açtı."
Rosenblum'a göre, ekonomik
düzelmenin zayıf seyretmesinin "başlıca sebebi", kamu
bankalarından ziyade, batmak için çok büyük kabul edilen mali bankalar.
"Büyük bankaların çoğu zaten kötü durumdaydı. Buna karşın ülkedeki küçük
çaplı bankalar aslında çok daha iyi konumdaydı. Bu bankaların çoğu kendilerini
çok büyük risklere atmadılar." Rosenblum'un vardığı sonuç ise şu şekilde:
"Mali krizlerden görece
olarak kurtulmuş bir ekonomiye erişmek için, ancak ve ancak, dev bankalarla
ilişiğimizi kesme cesaretini göstermemiz gerekiyor."
Finans çevreleri arasındaki en ses
getiren görüş ayrılığı ise, Mart ayı ortasında Goldman Sachs'ın yöneticisi Greg
Smith'in New York Times'ta yayımlanan bir mektup sonucunda istifa etmesiyle
yaşandı. Mektupta, Goldman Sachs'ta mevcut olan "tehlikeli ve yıkıcı
ortam"dan söz ediliyor; tüm çalışanların en sofistike yöntemleri
kullanarak "müşterilerin ceplerini boşaltmaktan" başka bir şey
yapmadıklarından dem vuruluyordu. Smith'in yaptığı eleştirinin merkezinde ise,
kendisinin de asli bir oyuncu olduğu türev piyasası bulunuyordu.
Halka açık bu istifa mektubunun
belki de en ilginç yanı ise, çok fazla sayıda yorumcunun aslında bu itiraf
karşısında pek de şaşırtmamasıydı. Amerikan İşçi Kurumu'nun eski Sekreteri
Robert Reich, tartışmayı daha da genişleterek, Goldman'daki durumu 1920'li
yıllara dek götürdü ve WalI Street'in tüm büyük bankalarında -sadece Goldman'da
değil bu sömürme mantalitesinin
olduğundan söz etti. Reich'e göre, bu durum, "güç ve güvenin salgın bir
şekilde suiistimal edilmesi"nden ileri geliyor. Bu yolsuzluk kültürü, "1980'li
yıllardaki çürük tahviller ve içeriden bilgiye dayanan ticaret gibi skandallara
yol açtı ve 1990'ların sonlarında ve 2000'lerin başlarında yaşanan diğer
skandallar sonucunda, 2008'deki krizin yolu döşenmiş oldu."
Peki, finans sektörünün radikal
bir dönüşümden geçmesini, ekonominin demokratikleşmesini ve halkın gerçek bir
güce sahip olduğu katılımcı bir demokrasinin temellerinin atılmasını isteyen
Amerikan halkı açısından bu çöküşler ne anlama geliyor? Şu anlama geliyor:
mevcut güç yapısını ayakta tutan temellerin giderek zayıfladığına tanıklık
ediyoruz ve bunun sonucunda da halkımız iktidardan değişim talebinde bulunmak
için kritik bir eşiğe ilerliyor. WalI Street'i İşgal Et hareketiyle birlikte
çalışan bir mühendis olarak Steve Chrismer'in görüşleri önemli:
"İşgal Et önemli bir hareket
çünkü sadece altı ay önce başlamış olmasına karşın güçlü duvarların aslında ne
denli güçsüz olduğunu görüyoruz. Gücü ayakta tutan temelleri zayıflatmak için
bu çatlaklar üzerine çalışmalıyız. Ancak bu şekilde şiddet içermeyen bir
şekilde bu çatlakları! aralayıp içinden geçecek enerjiye kavuşuruz."
Büyük finans çevrelerinin içindeki
birçok kimse de bugün konuştuğumuz bu meselelerin farkında aslında. Ancak çok
az kimsenin gösterdiği cesaret sonucunda, mevcut yolsuzluklar ve güvenli
olmayan riskler gözler önüne serilecek ve mali krizin önündeki gerçek
çözümlerden ancak bu şekilde konuşabileceğiz. YOLSUZLUKLARI BİZZAT GÖZLERİYLE
GÖRENLER, DAHA ÖNCELERİ KENDİLERİNİ "YALNIZ" HİSSEDİYORLARDI; ANCAK
ŞİMDİ ARTIK YALNIZ DEĞİLLER. Halkı ve gezegeni sömürmeye çalışanları durdurmak
için çalışan diğer kesimlerle aynı safta yer alabilirler. WalI Street'teki
kokuşmuşluk hali ve yolsuzluklardan ne kadar çok söz edersek, büyük finans
çevreleri içinde mevcut paradigmayı sorgulayanları da o denli güçlendirmiş
oluruz. Bankalar ve mali kuruluşlar düzeyinde ne denli protesto yaparsak, etik
olmayan hacizlere dair gerçekleri gün yüzüne çıkarırsak, servetin niçin bazı
ellerde yoğunlaştığını araştırırsak, sistem içindeki kişiler de davranışlarını
değiştirme gereği duyarlar. Çatışma ve şiddet içermeyen taktikleri yaratıcı bir
şekilde kullanarak, sosyal ve ekonomik adalete yönelik bu harekete daha fazla
insan çekeriz ve bu kişilerin o çok özlem duyulan dönüşüm gerçeği hakkında konuşmaları
için güvenilir bir ortam sağlamış oluruz.
* Kevin Zeese, Its Our Economy
adlı kuruluşun eş başkanı ve Washington'un Ulusal İşgali hareketinin
organizatörüdür.
KAYNAK: TURQUIE DIPLOMATIQUE, 15 Haziran-15 Temmuz 2012,
SAYI: 40-41
ABD hükümetinin yurtdışı kaynaklı borçlara
giderek daha fazla bel bağlar hale gelmesi, ülkeyi daha da kırılgan bir yapıya
sürüklüyor.
Amerika, askeri üstünlüğünü açığa dayalı
harcamalar yoluyla fonluyor. Bunun da anlamı, Afganistan'daki savaş, Çinlilerin
kredi kartından ödeniyor. Genel Kurmay Başkanı Amiral Mike Mullen, ABD'nin
ulusal güvenliği karşısında tek ve en büyük tehdit olarak artan ulusal borcunu
göstermişti. Ekonomik ve siyasi güç Batı'dan Doğu'ya kayarken, yeni
uluslararası düşmanlıklar da kaçınılmaz biçimde su yüzüne çıkıyorlar. ABD'nin
elinde halen mükemmel güç unsurları var. Ekonomisi muhtemelen belini
doğrultacak. Ordusunun diğer hiçbir ülkenin yanına dahi yaklaşamayacağı bir
küresel varlığı ve teknolojik avantajı mevcut. Ancak, Amerika, 17 yıllık
dönemde elinde bulundurduğu küresel egemenliği bir daha asla yaşayamayacak. O
günler artık sona erdi.
GIDEON RACHMAN
Bu defa farklı. Amerika'nın geçmişte
çöküş evrelerinden geçtiği elbette doğru. John F. Kennedy, 1960 yılında
Başkanlık seçimi kampanyalarında şöyle bir serzenişte bulunmuştu:
"Amerika'nın Sovyetler Birliği
karşısındaki göreceli gücü azalıyor; komünizm, dünyanın her bir bölgesine yavaş
yavaş yayılıyor." Ezra Vögel'in 1979 yılında yayımlanan
Japan as Number One (Bir Numara olan Japonya) adlı kitabında ise,
Japonya'nın üretim teknikleri ve ticaret politikalarına dair paranoyanın on
yıl içinde giderek artacağı haber veriliyordu.
Elbette, son kertede Amerika'nın üstünlüğü
karşısında Sovyetlerin ve Japonların oluşturduğu tehditler, asılsız çıktı. Dolayısıyla, Amerikalılar eğer Çin kaynaklı yeni tehdit iddialarını, bir
kez daha yersiz yere telaş çıkarılması olarak algılamışlarsa, affedilebilirler.
Ancak, bu fablla ilgili çoğu zaman gözden kaçan bir hakikat var ki: aslında
ortalık son derece haklı biçimde telaşa verilmişti. Telaşa verilmesine
neden olan unsur ise, karşımızda duruyordu: Çin!
Çin'in ABD karşısında oluşturduğu tehdit,
hem ekonomik hem de demografik açıdan çok daha ciddidir. Sovyetler Birliği
çöktü; çünkü ekonomik sistemi artık tüm etki gücünü yitirmişti; SSCB hiçbir
zaman dünya piyasalarında rekabet deneyimi yaşamadığı için bu ölümcül kusur
uzun süre kendini gizlemişti. Çin ise, küresel arenada ekonomik cesaretini
kanıtladı. Ekonomisi, neredeyse son otuz yıldır yılda ortalama %9 ila 10
arasında büyüyor. Artık ihracat alanında dünya lideri ve dünya çapında en büyük
imalatçı konumunda. Döviz rezervleri, 2,5 trilyon dolan aşmış durumda. Çin
malları dünya çapında rekabet ediyor. Tüm bunlar, Sovyet-tarzı bir ekonomik
yaklaşım değil elbette.
Japonya'da uzun yıllar boyunca hızlı bir
ekonomik büyüme deneyimi yaşadı; hâlihazırda halen ihracat konusunda güçlü bir
aktör. Ancak, hiçbir zaman 1 numara olmaya aday hale gelemedi. Japon nüfusu,
ABD'nin yarısından az; bunun da anlamı Japon ekonomisi Amerikan ekonomisine
baskın çıkmadan önce, ortalama Japon insanının ortalama Amerikan vatandaşından
iki kat daha fazla zengin olması gerekiyor. Ancak, bu hiçbir zaman
gerçekleşmeyecek. Buna karşın, Çin nüfusu, ABD nüfusunun dört katından fazla. Goldman
Sachs'ın yaptığı ve Çin ekonomisinin 2027 yılında ABD ekonomisinden büyük olacağına
dair o meşhur tahmin, 2008 yılındaki ekonomik kriz öncesinde yapılmıştı, şu an
için, Çin, o tarihten de önce 1 numara olabilir.
Çin'in ekonomik cesareti, daha şimdiden
Pekin'in dünya çapında Amerika'nın nüfuzuyla başa çıkmasını sağlıyor.
Çinliler, artık birçok Afrika hükümetinin tercih ettiği ortak halini aldı ve
aynı zamanda Brezilya ve Güney Afrika gibi diğer yükselen ülkelerin de en büyük
ticaret ortağı. Çin, ayrıca, Yunanistan ve Portekiz gibi Avro bölgesinin mali
açıdan zorda kalan ülkelerinin bonolarını satın almaya yöneldi.
Öte yandan, Çin, yeni ekonomik ve siyasi
oyuncuların yükselişine dair tablonun en büyük parçasını kaplıyor. Amerika'nın
Avrupa'daki geleneksel müttefikleri olan Britanya, Fransa, İtalya ve hatta
Almanya, ekonomik rütbelerini yitiriyorlar. Artık yeni güçler yükselişte:
Hindistan, Brezilya, Türkiye. Bu güçlerin her birinin kendi dış politika
öncelikleri var ve bu ülkeler, Amerika'nın dünyayı şekillendirme yeteneğini
topluca kısıtlıyorlar. Hindistan ve Brezilya'nın küresel iklim değişikliğiyle
mücadele görüşmelerinde nasıl da Çin'in yanında saf tuttuklarını düşünün. Veya
Türkiye ve Brezilya'nın BM'nin İran’a yaptırım karan konusunda Amerika'ya
karşı nasıl "hayır" oyu kullandıklarını anımsayın, işte, tüm bunlar,
önümüzdeki dönemde gerçekleşeceklere dair küçük bir sinyal veriyor.
Ona bel bağlamayın
Şurası doğru ki; Amerikalılar ulusal
düzeyde bir çöküşten endişe ettiklerinde, en tedirgin edici rakiplerinin
zayıflıklarını göz ardı ederler. Sovyet ve Japon sistemlerinin kusurlarından,
sadece geçmişe dönük olarak söz edilir oldu. Amerikan hegemonyasının önümüzdeki
dönemde de devam edeceği konusunda emin olanlar, Çin sisteminin olası yükümlülüklerine
dikkat çekiyorlar.
Amerikan hegemonyasının önümüzdeki dönemde
de devam edeceği konusunda emin olanlar, Çin sisteminin olası yükümlülüklerine
dikkat çekiyorlar. Londra'da yayımlanan Times gazetesinde çıkan en son
mülakatta, ABD Eski Başkam George W. Bush'un bir telkini yer alıyordu. Bush, Çin'in içsel sorunlarından dolayı, Çin ekonomisinin öngörülebilir bir
gelecekte Amerika'ya rakip çıkmasının olanaksız olduğunu söylüyordu. Bush, şöyle bir soru yöneltip, yanıtım yine kendi veriyordu: Amerika'nın tek
süper-güç olarak kalacağını halen düşünüyor muyum? Evet, düşünüyorum.
Ancak, Çin mucizesinin yakın zamanda yok
olacağına dair tahminler de, 1970'li yılların sonundan beri Batılı analizlerin
düzenli bir unsuru olmayı sürdürüyor. 1989 yılında, Komünist Parti, Tiananmen Meydanı katliamının ardından bocalamaya başladı. 1990'lı yıllarda ise,
ekonomi gözlemcileri sürekli olarak Çinli bankaların ve devletin sahip olduğu
işletmelerin ne denli zor durumda olduğunu vurgulayıp durdular. Bütün bunların
aksine, Çin ekonomisi büyümeye devam ediyor ve yaklaşık her yedi yılda bir
boyutunu iki katına çıkarıyor.
Elbette, Çin'in büyük sorunlarla karşı
karşıya olmadığını iddia etmek saçma olur. Kısa vadede, Şanghay gibi büyük
kentlerde "mülk balonunun" patlak vereceği ve enflasyonun
artacağına dair birçok kanıt var. Uzun vadede ise, Çin'in alarm verici siyasi
ve ekonomik dönüşümlerden geçmesi bekleniyor. Komünist Parti, siyasi güç
tekelini sonsuza dek elinde bulunduramayacak. Ve, ülkenin ihracata geleneksel
bağımlılığı ve düşük değer biçilmiş döviz kuru, artan eleştiri oklarına maruz
kalacağa benziyor; keza ABD ve diğer uluslararası aktörler, Çin'in ihracat
temelli ekonomisinde "yeni bir denge sağlanması" yönünde taleplerini
dillendiriyorlar. Ülke, aynı zamanda önemli demografik ve çevresel
sorunlarla karşı karşıya: Nüfus, tek çocuk politikası yüzünden hızlı bir
yaşlanma sürecine girdi. Ayrıca, su kıtlığı ve kirlilik tehditleri
hissediliyor.
Öte yandan, gelecekteki ekonomik ve siyasi
çalkantıları şimdiden öngördüğünüzde, Çin'in ABD gücü karşısındaki meydan
okuyuşunun ileride sonlanacağını iddia etmek büyük bir hata olur. Ülkeler
ekonomik büyüme sürecine bir kez girdiler mi, onları bu süreçten alıkoymak son
derece zor olur. Almanya'nın 19.yüzyıl ortalarından itibaren yaşadığı büyüme,
bu anlamda öğretici bir örnektir. Almanya, felaket sonuçlar doğuran iki askeri
yenilgiden, hiper-enflasyon sorunundan, Büyük Buhran'dan, demokrasinin
çöküşünden, Müttefik bombardımanları altında büyük kentlerinin ve altyapısının
yıkılmasından geçti. 1950'li yılların sonunda ise, her ne kadar emperyal
heveslerinden feragat etse de, Batı Almanya yine dünyanın öncü
ekonomilerinden biri oldu.
Çin'in, nükleer bir çağda, bir dünya
savaşma doğru çekilmesi olanaksız. Dolayısıyla, Almanya'nın 20. Yüzyılda
karşılaştığı boyutta bir karmaşa ve düzensizlikle karşılaşmayacaktır. Ve, bu
süreçte deneyimlediği ekonomik ve siyasi sıkıntılar ne olursa olsun, tüm bunlar,
ülkenin büyük güç statüsüne yükselmesini engellemeye yeterli olmayacak. Dimdik
bir duruş ve ekonomik ivme; Çin'in muazzam ve ezici üstünlüğünün önümüzdeki
dönemde ilerlemesini sürdüreceği anlamına geliyor. Bu süreçte karşısına ne tür
engeller çıkarsa çıksın, fark etmez.
Şimdilik
Şu an için Amerika dünyanın en büyük
ekonomisi. Dünyanın önde gelen üniversiteleri, ABD'de bulunuyor. Keza,
dünyanın en büyük şirketleri de aynı şekilde. ABD ordusu, tüm rakipleri karşısında
kıyaslanamaz ölçüde daha güçlü. ABD, neredeyse dünyanın geri kalanının toplam
harcaması kadar askeri harcama yapıyor. Buna, Amerika'nın manevi değerlerini de
eklemek gerekir. Ülke, teknolojik cesareti ve girişimcilik yeteneğinin
bileşkesi sayesinde, teknolojik devrime öncülük edebildi. Halen yetenekli
beyin göçü, ABD'yi tercih ediyor. Ayrıca, Barack Obama'nın Beyaz Saray'a
gelmesiyle birlikte, ülkenin yumuşak gücü de ivme kazandı. Yaşanan tüm
aksaklıklara karşın, yapılan anketler gösteriyor ki, Obama halen dünyanın en
karizmatik lideri. Çin lideri Hu Jintao, bu konuda onun eline su dökemiyor.
Amerika, ayrıca, Hollywood gibi yaratıcı endüstri dallarıyla, değerleriyle, evrenselliği günbegün
yaygınlaşan İngilizceyle, Amerikan rüyasının halen cazibesini korumasıyla
birlikte küresel anlamda çekiciliğini güçlendiriyor.
Tüm bunlar doğru; ancak aynı zamanda
tahmin edilemeyecek kadar kırılgan. Amerikan üniversiteleri, şaheser bir değer
olmayı sürdürüyor. Ancak, eğer ABD ekonomisi istihdam olanağı yaratamaz ise, Stanford Üniversitesi ve MIT'den mezun olan parlak Asyalı mühendisler, kafileler halinde evlerinin yolunu tutmak zorunda kalacaklar. Fortune
Dergisi'nde yayımlanan ve dünyanın en büyük şirketlerini konu alan
sıralamada, ilk on şirket arasından sadece iki tanesi Amerikan idi: Birinci
sırada Walmart, üçüncü sırada ise Exxon Mobil. Daha şimdiden ilk on şirket arasında üç
Çinli şirket bulunuyor: Sinopec, State Frid ve Çin Ulusal Petrol
şirketi. Amerika, eğer fırsatlar, refah ve basan ülkesi olma özelliğini
yitirirse, cazibesi de azalabilir. Birçok yabancı halen Amerikan Rüyası
sayesinde bu topraklara gelse de, El Kaide ve diğerlerinin başarılı bir
şekilde kullandığı bir Amerikan karşıtlığı da dünyada son derece yaygın
durumda.
ABD ordusuna gelirsek, Irak ve Afgan
savaşlarından çıkarılan ders; Amerika'nın savaş meydanlarındaki cesaretinin
düşünüldüğünden çok daha az yararlı olduğudur. ABD birlikleri, uçakları ve
füzeleri, birkaç hafta içinde dünyanın bir diğer noktasındaki bir hükümeti
devirebilir; ancak işgal edilen bir ülkeye barış ve istikrar getirmek, ayrı bir
meseledir. Amerika, görünürdeki zaferinin üzerinden yıllar geçmesine karşın,
halen Afganistan'da sonu gelmeyen isyanlarla cebelleşiyor.
Amerikalılar sadece yabancı topraklarda
maceralara girişme hevesini yitirmiyorlar; aynı zamanda Amerikan askeri
bütçesi de, bu yeni kemer sıkma döneminde ciddi baskılarla karşılaşıyor. Washington'da şu anda yaşanan tutukluluk hali; ABD'nin bütçe sorunlarını hızlı veya
etkin biçimde çözebileceğine dair umutları azaltıyor. ABD hükümetinin yurtdışı
kaynaklı borçlara giderek daha fazla bel bağlar hale gelmesi de, ülkeyi daha da
kırılgan bir yapıya sürüklüyor. Örneğin, Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, 2009 yılında, Çinlilerden ABD Hazinesi bonolarını satın almalarını rica
etmişti. Amerika, askeri üstünlüğünü açığa dayalı
harcamalar (deficit spending)
yoluyla fonluyor. Bunun da anlamı,
Afganistan'daki savaş, Çinlilerin kredi kartından ödeniyor. Genel Kurmay
Başkanı Amiral Mike Mullen, ABD'nin ulusal güvenliği karşısında tek ve en büyük tehdit olarak artan
ulusal borcunu göstermişti.
Öte yandan, Çin'in askeri harcamaları da
hızlı biçimde artmaya devam ediyor. Ülke, kısa süre içinde, ilk uçak gemisini
imal ettiğini açıklayacak. Çin, bu gemilerden toplamda beş-altı tane üretmeyi
planlıyor. Daha da ciddi olan mesele şu ki; Çin'in yeni füze ve uydu savar teknolojisini
geliştirmesi, ABD'nin Pasifik'te üstünlüğünü temellendirdiği deniz ve hava
denetimini tehdit ediyor. Nükleer bir çağda, ABD ve Çin ordularının bir
çatışmaya girmesi olasılık-dışı. Çin'de kabul gören görüş ise, ABD'nin bir süre
sonra Pasifik'teki askeri pozisyonunu artık devam ettiremeyeceğini fark
etmesi. ABD'nin bölgedeki müttefikleri (Japonya, Güney Kore ve giderek artan
şekilde Hindistan), Çin'in artan gücünü çevrelemeye çalışmak için Washington ile daha fazla ortaklığa girebilirler. Ancak eğer ABD bütçesel nedenlerle
Pasifik'teki varlığını geri çekmek zorunda kalırsa, müttefikleri de
kendilerini yükselen bir Çin'e alıştırmaya başlayacaklardır. Bu durumda, küresel
ekonominin yükselen merkezi olan Asya-Pasifık bölgesi de, Çin'in arka bahçesi
haline gelecektir.
Gerçekten öyle değil
ABD'nin Soğuk Savaş'ın bitiminin ardından
geçen yıllarda Çin'in yükselişi karşısında pek endişelenmemesinin nedenlerinden
biri, küreselleşmenin Batılı değerleri yaydığına dair son derece kökleşmiş kanı
idi. Bazı kesimler, küreselleşme ve Amerikanlaşmanın eş anlamlı olduğunu dahi
düşünüyorlardı.
Bilge bir kişilik olan Fareed Zakaria,
Amerika dışındaki güçlerin yükselişinin, Amerika-sonrası dünyanın temel
unsurlarından biri olduğunu yazdığında, önsezilerinin güçlü olduğunu göstermişti.
Ancak, Zakaria bile, bu eğilimin, aslında ABD açısından yararlı olduğunu iddia
ediyordu: Güç değişimi, eğer doğru biçimde kullanılırsa, Amerika açısından
iyidir. Dünya, Amerika'nın yolundan ilerliyor. Ülkeler giderek daha açık,
piyasa-dostu ve demokratik hale geliyor.
Hem George W. Bush hem de Bili Clinton, küreselleşme ve serbest ticaretin, Amerikan değerlerinin ihraç edilmesi
için bir araç olacağını düşünmüşlerdi. 1999 yılında, Çin'in Dünya Ticaret
Örgütüne katılımından iki yıl önce, Bush, şöyle bir iddiada bulunmuştu: "Ekonomik özgürlük, serbestlik
alışkanlıklarını yaratır. Ve serbestlik alışkanlıkları da, demokrasi beklentilerini
doğurur. Çin ile özgürce ticaret edin; zaman bizim lehimize işliyor."
Bu tür bir yaklaşımda iki önemli yanlış
anlaşılma söz konusu: Birinci yanılgı, ekonomik büyümenin illaki ve derhal
demokratikleşmeye yol açacağı, ikinci yanılgı ise, yeni demokrasilerin kaçınılmaz
şekilde ABD'ye karşı daha dostane ve yardımsever olacakları. Bu iki iddia da
hatalı.
1989 yılında, Tiananmen Meydanı'ndaki katliamın ardından, 20 yıl sonra Çin'in halen tek partili
bir devlet olmayı sürdüreceğine ve ekonomisinin hayret verici oranlara yükselebileceğine
çok az Batılı analizci inanıyordu. Batı'da geçerli olan ortak (ve teskin
edici) varsayım ise, Çin'in siyasi liberalizasyon ile ekonomik başarısızlık
arasında bir tercihte bulunması gerektiği yönünde, şurası keskin ki; sıkı
denetim altındaki bir tek parti devleti, cep telefonlarının ve dünya çapında
yaygın internet ağlarının belirleyici olduğu bir dönemde basan gösteremez.
Clinton'ın 1998 yılında Çin ziyareti sırasında belirttiği gibi, bu küresel
enformasyon çağında, ekonomik başarının fikirler üzerinde temellendiği bir
dönemde, tüm çağdaş milletlerin başarısı, kişisel özgürlüklere verdikleri
önemden geçer.
Aslında, Çin, sansür ve tek parti yönetimini,
son on yıllık boyunca devam eden ekonomik başarıyla birlikte idare edebildi. Çin
hükümeti ile Google arasında 2010 yılında yaşanan anlaşmazlık, bu anlamda son
derece öğreticidir. Dijital çağın ikonu olan Google, yapılan sansürleri
protesto amacıyla Çin'den çekilme tehdidinde bulundu; ancak aldığı ödünler
karşılığında kararından döndü. Çin'in 2027 yılına kadar dünyanın en büyük
ekonomisi olacağı düşünüldüğünde, bu ülkenin halen Komünist Parti yönetiminde
bir tek parti devleti olmayı sürdürmesi mümkün. Çin demokratikleşse bile,
bundan soma ABD açısından hayatın daha kolay olacağının da bir güvencesi yok.
Demokrasilerin büyük küresel meselelerde uzlaşı sağlamakla mükellef olduğu
fikri, artık sürekli çürütülüyor. Hindistan, iklim değişikliği veya Daha
ticaret görüşmeleri sırasında ABD ile aynı fikirde olmadı. Brezilya ise, gerek
Venezüella gerekse İran konularını ele alırken ABD'den farklı bir yaklaşım
benimsedi. Daha demokratik bir ülke olan Türkiye ise, bugün daha İslamcı bir
Türkiye kimliğinde, İsrail veya İran meselelerinde Amerika'yla aynı çizgide
ilerlemeyi reddeder oldu. Benzer açıdan ele alındığında, daha demokratik bir
Çin'in, aynı zamanda daha huysuz bir Çin halini alacağı düşünülebilir. Bu
konuda ulusalcı çizgide hazırlamış kitapların ve internet sitelerinin
popülerliği, bir örnek sunuyor.
O kadar emin olmayın
Bush'tan Obama'ya kadar
tüm ABD Başkanları, Çin'in yükselişini memnuniyetle karşıladılar. Obama, Çin
ziyaretinin hemen evvelinde, geleneksel yaklaşımını şu sözlerle özetledi:
Güç, sıfır toplamlı bir oyun olmak zorunda değil; ve ülkeler, diğerlerinin başarısından
korkmamalı. Çin'in dünya sahnesinde daha büyük bir rol üstlenme çabalarını
memnuniyetle karşılıyoruz.
Ancak, resmi düzeydeki söylemlerine
rağmen, Amerikan liderleri, bu konuda bazı şüpheleri haklı olarak taşımaya başladılar.
Modern ekonomilerde, ticari her iki ortak için de karşılıklı yarar sağlaması,
asli bir ilkedir. Bir diğer deyişle sıfır toplamlı oyun yerine, kazan kazan yaklaşımı
tercih edilmelidir. Ancak durum, oyun kurallarının hileli olmasını gerektirir.
Obama yönetiminde ekonomi baş danışmanlığı yapmış Larry Summers, 2010 Dünya Ekonomi Forumunda, ticaretin karşılıklı yararına dair normalde
işletilen kuralların, bir ticaret ortağı merkantilist veya korumacı politikalar
uyguladığında geçerliliğini yitirdiğini söylemişti. ABD hükümeti, Çin'in döviz
kurunu gereğinin altında değerlendirmesinin, bir tür korumacılık olduğunu ve bu
durumun ABD'de istihdam kaybı, küresel düzeyde de de ekonomik dengesizliklere
yol atığını düşünüyor. New York Times yazan Paul Krugman ve Peterson Enistitüsü'nden C. Fred Bergsten gibi ekonomistler de benzer bir yaklaşımı benimsiyorlar; ve
tarifeler ve diğer mi me araçlarının, meşru bir yanıt olacağını iddia ediyorlar. Tüm bunlar da ki
kazan kazan dünyası yaratmak adına.
Ve, jeopolitik resmi daha da gen fiğimizde,
Amerikan siyasetçilerin kuşağını teskin eden küreselleşme söylemine karşın,
geleceğin dünyası daha ziyade sıfır toplamlı bir oyuna benziyor. ABD, sanki,
küreselleşmenin yarattığı karşılıklı çıkarlar, uluslararası politikanın en eski
kurallarından birini yükselen güçlerin, her halükarda yerleşik güçlerle
çatışacağı kavramı- yok etmiş gibi davranıyor.
Aslında, yükselen bir Çin ile zayıflayan
bir Amerika arasındaki husumet artık birçok meselede Asya'daki topraksal kavgalardan insan haklarına dek- su yüzüne çıkmış durumda. Bunun birlikte,
ABD ve Çin'in savaşa tutuşması gibi bir olasılık da söz konusu değil. Ancak,
bunun nedeni küreselleşme sayesinde aralarındaki farklılıkların yok olması
değil; her iki tarafın da nükleer silaha sahip oluşu.
Kasım
ayında düzenlenen G-20 zirvesinde, ABD'nin küresel ekonomik dengesizliklerle
başa çıkma yönündeki girişimi, Çin'in döviz kuru politikasını değiştirmeyi
reddetmesi engeline takıldı. 2009 yılında Kopenhag'daki iklim değişikliği
mücadeleleri de, ABD-Çin arasındaki bir başka restleşmenin ardından bir
kargaşayla son bulmuştu. Çin'in artan ekonomik ve askeri etkinliği, Amerika'nın
Pasifik'teki hegemonyasının önünde uzun vadeli bir tehdit oluşturuyor.
Çin, İran konusunda BM'nin yeni yaptırım paketini isteksizce kabul etti; ancak
Çin'in onayını güvence altına almak, İran'ın nükleer programını raydan
çıkarması mümkün olmayan, etkisiz bir pazarlığa dayanıyordu.
Her
iki taraf, Kuzey Kore ile görüşmelerde de saflarını aldılar; ancak zar zor
örtbas edilen husumet, gerçekten etkin bir Çin-Amerikan işbirliğini önlüyor.
Çin, II. Kim
Jong rejimini sevmiyor; ancak bir
yandan da, yeniden birleşmiş bir Kore karşısında da son derece endişeleniyor.
Özellikle de eğer yeni Kore, halen ABD birliklerine ev sahipliği yapmayı
sürdürürse... Çin, aynı zamanda kaynaklara erişim konusunda zorlu bir rekabete
girişmiş durumda. Bu kaynaklar arasında petrol özel bir yere sahip; keza bu
şekilde küresel fiyatlar yukarı doğru çekilebiliyor.
Amerikalı
liderler, halkın önünde sıfır-toplamlı oyun mantığını reddetmekte haklılar.
Bundan başka bir şey yaparlarsa, Çinlileri gereksiz yere kendilerine karşı
kışkırtacaklarının farkındalar. Ancak, bu durum yine de önüne geçilemez
gerçekliği gölgelememeli. Ekonomik ve siyasi güç Batı'dan Doğu'ya kayarken,
yeni uluslararası düşmanlıklar da kaçınılmaz biçimde su yüzüne çıkıyorlar.
ABD'NİN
ELİNDE HALEN MÜKEMMEL GÜÇ UNSURLARI VAR. EKONOMİSİ MUHTEMELEN BELİNİ
DOĞRULTACAK. ORDUSUNUN DİĞER HİÇBİR ÜLKENİN YANMA DAHİ YAKLAŞAMAYACAĞI BİR
KÜRESEL VARLIĞI VE TEKNOLOJİK AVANTAJI MEVCUT. ANCAK, AMERİKA, SOVYETLER
BİRLİĞİ'NİN 1991'DE ÇÖKÜŞÜYLE 2008 YILINDA MALİ KRİZİN PATLAK VERDİĞİ 17 YILLIK
DÖNEMDE ELİNDE BULUNDURDUĞU KÜRESEL EGEMENLİĞİ BİR DAHA ASLA YAŞAYAMAYACAK. O
GÜNLER ARTIK SONA ERDİ.
(Foreign Policy Ocak/şubat 2011)
Buranın ne kadar "yabancı" bir
ülke olduğunu bir kez daha hatırlatan bir olaydı yaşadığım. Amerika Birleşik
Devletleri'ndeki bir şehirden diğerine uçuyordum. Cep telefonları ve emniyet
kemerleri ile ilgili bildik anonsların ardından şu anons duyuldu: "Bugünkü
uçuşumuzda Amerika'nın kahramanlarından biri var. Ordumuzun cesur
askerlerinden biri. Hem de üniformasıyla. Hadi hizmetleri nedeniyle onlara ne
kadar müteşekkir olduğumuzu gösterelim."
Yolcular bir anda heyecanla alkışlamaya
başladı. Aslında bazı havayolları bununla da kalmıyor, askerleri doğrudan "business
class"a alıyorlar. Ev eşyaları satan dükkânlardan sinemalara kadar birçok
işletme de askerlere indirim yapıyor, kampanyalar düzenliyor.
Peki, savaş sona erip de ülkelerine
temelli olarak döndüklerinde ne olacak?
Bu tavır devam edecek mi acaba?
Yoksa unutulacaklar mı?
Bana daha uzun bir süre saygı görecekler
gibi geliyor. Her şeyden önce aldıkları zorlu eğitim nedeniyle bunu hak ettiklerini
düşünüyorum.
Kısa süre önce 101'inci Hava İndirme
Tugayı'nın Kentucky Tennessee sınırındaki eğitim alanını ziyaret ettim. Helikopterden
halatla aşağıya inen komandoları izledim. Bu eğitimin ordudaki en zorlu 10 gün
olduğunu söylüyorlar.
Ancak eğitim ve savaş sırasında gösterdikleri
özverinin karşılığını sokakta yürürken alıyorlar: Halk tarafından sevilmek ve
takdir edilmek olarak... Yüzbaşı Ali Johnson bu ilginin farklı şekillerde
ifade edilebildiğini anlatıyor. Kimi yemek yediği restoranda para almayarak,
kimi sokakta elini sıkarak, sırtını sıvazlayarak gösteriyormuş sevgisini.
Halkın askerlere bu duygusal yaklaşımında 11 Eylül'ün büyük etkisi olduğu
açık. Halk bu olaydan ciddi olarak korkuya ve öfkeye kapılmış ve o tarihten sonra
kendisini koruması için yüzünü dünyanın bu en güçlü ordusuna çevirmişti. Ancak
burada etkili olan bir başka duygusal boyut daha var. Yüzbaşı Ali geçenlerde
bir yardım yemeğinde ikinci Dünya Savaşı, Kore ve Vietnam'da savaşmış
askerlerle bir araya gelmiş.
Emekli askerler ona, savaşlardan ülkelerine
döndüklerinde halkın kendilerine nasıl ilgisiz davrandığını, dahası
bazılarının kötü davranışlarla bile karşılaştığını anlatmışlar. Yeni nesil askerlerin bu açıdan çok şanslı olduğundan bahsetmişler. Ancak
bunu sadece şans ile açıklamak yanlış olur. Amerikan toplumu askerlerine o
dönemde ilgi göstermemesinden suçluluk da duyuyor. Bu yüzden, Irak savaşı halk
tarafından onaylanmasa, eski Başkan Bush sıklıkla suçlansa bile, insanlar
askerleri ayrı tutuyor ve onlara minnet duyuyor.
Aslında askerler de kendilerini dış dünyanın
gördüğünden çok farklı görüyor. Amerikan askerleri ile ilgili yaygın izlenim,
bu tepeden tırnağa silahlı, kaslı, güneş gözlüklü adamların yabancı dil ve
kültürlerden pek anlamadığı, entellektüel açıdan bir hayli kıt olduğu yönünde. Birçok
Amerikalı subay ise kendilerini savaşçı entellektüeller olarak görüyor. Harward
ve Yale'de, master ya da doktora yapan çok sayıda askere rastlanıyor. Bu
popülariten siyasetçilerin de pay çıkarmak istediğine sık sık şahit olunuyor. Birçok
siyasetçi asker geçmişinden ya da çocuklarının asker olmasından övgüyle söz
ediyor. Haksız da değiller. Askerlerinin siyasetçilerden daha erdemli, daha
doğrucu olduğunu düşünen çok Amerikan toplumunda. Bunun bir örneği geçenlerde
yaşandı. Deniz piyadelerinin başındaki isim; James Conway, Başkan'ı eleştirdi,
Obama'nın Afganistan'dan çekilme takvimini açıklayarak "düşmanı"
cesaretlendirdiğini söyledi. Ancak benim dikkatimi asıl çeken bir başka sözüydü
Conway'in. Vietnam'dan sonra, Amerikan halkının savaş hakkındaki tavrının
değiştiğini vurguladı. İnsanlar artık savaşa karşı çıkıp, o savaşta rol alan
askerleri destekleyebiliyorlardı. Dolayısıyla komutana göre, halkı
Afganistan'daki savaşın kazanılabilir olduğuna ikna etmek için askerlere de
görev düşüyordu. Çünkü onların sözü dinleniyordu. ABD'nin Irak ve Afganistan
ile daha uzun bir süre meşgul olacağı kesin. Zaten çekilme görüntüsü de daha
çok iç tüketim için.
Ancak iki savaşın da sona ermekte olduğu
bir gerçek ve bu savaşlarla büyük bir prestij sağlayan generallerin bundan 10
yıl sonra hangi statüde olduğunu gerçekten merak ediyorum. Güç ve iktidar
insanın kolay alıştığı şeyler zira. Bazıları barış ve huzur adına bunlardan
vazgeçmeye hazır olsa da.
MARK MARDELL, BBC
RADYOSU
KAYNAK: TURQUIE DIPLOMATIQUE, MART 2011, SAYI: 25
Radikal İslam Bulgaristan'da yükseliyor
mu?
Bulgaristan Milli Güvenlik Ajansı,
İçişleri Bakanlığı ve savcılığın 2010 yılının ekim ayında Batı Rodop
köylerinde yaptığı aramada otuz çuval dolusu kitap, bilgisayar ve aksamıyla,
mobil telefon ve yüklü miktarda paraya el konmuştu. Sarnıca köyünün imamının,
radikal İslamcı bir örgüte elebaşılık yapmakla suçlandığı operasyonun
üzerinden dört ay geçti. Kuşkular doğrulandı mı?
İslamcılık Bulgaristan'a da sızdı mı?
Antonya Jelyaskova, milli güvenlik
ajansıyla savcılığın başına buyruk hareket ettiklerini ve bütün bölge
imamlarını radikal dincilikle suçladıklarını belirtti. Antonya Jelyaskova şu
değerlendirmeyi yaptı:
"Hiçbir delil teşkil etmeyen kitap ve
bilgisayarları götürdüler. Aradan dört ay geçti ama halâ şüpheli şahısların
suçlu olup olmadıkları hakkında hiçbir açıklama yapılmadı. El konan eşya iade
edilmedi. Kitap yasağı olmayan Bulgaristan gibi demokratik bir ülkede böyle
şeylerin yapılabileceğini kim düşünebilir? İslamcılıkla suçlanan imamın
Medine'den gönderilen kitapları altı ay gümrükte bekletilmiş, kontrol edilip
zararsız bulunduktan sonra imama teslim edilmişti. Ama aradan dört ay geçmeden
aynı kitaplara yeniden el kondu."
Denetlenmeyen güvenlik örgütü
Sofya merkezli bir sivil toplum kuruluşu
olan Uluslararası Azınlık Araştırmaları Merkezi'nin başkanı, Bulgar Milli
Güvenlik Ajansı'nın el konan kitapların içeriğini tahlil edebilecek durumda olmadığı
görüşünde. Antonya Jelyaskova, şöyle konuşuyor: "Milli güvenlik ajansı
şeffaflıktan son derece uzak. Parlamentonun örgütü denetlediği de şüpheli.
Ajansın sivil toplum tarafından
denetlenebilmesini talep etmiştim. Bulgar milli güvenliğinin kitap, vaaz ve
imamların yazılı belgelerini analiz edebilecek düzeyde olduğunu sanmıyorum.
Modern çağın gereklerinden olan bilgisayarların neden halâ iade edilmediğini
de anlayamadım. Bilgisayarın hafızasını kopyalamak, birkaç dakikalık bir iş.
Bulgaristan'daki Arapça ve İslam uzmanlarından hiçbirinin yardımına
başvurulmamış olması da, yadırganacak bir durum."
Müslümanlar devlete sadık
Azınlık Araştırmaları Merkezi Başkanı
Antonya Jelyaskova, muhabir Papakoçev'in, Ìslam cemaatinin Bulgaristan'ın milli
güvenliği açısından tehlike oluşturup oluşturmadığı' şeklindeki sorusunu
yanıtlarken, ülkede Müslümanların yaşamasının aslında kendileri için büyük bir
nimet olduğunu, diğer Balkan ülkelerinde radikalleşme görülürken, Müslüman
Bulgarların yasalara saygılı olduklarını ve ülkelerini sevdiklerini vurguladı.
Antonya Jelyaskova, radyomuza şu
değerlendirmeyi yaptı:
"Aynı zamanda Müslüman Bulgarlar
radikal ve geleneklerin dışına çıkan ruhani kişilerden kendilerini koruyabilecekleri
mekanizmalar da geliştirdiler. İki yıldır din adamlarına yapılan baskılar
Müslümanları tedirgin ediyor. Takdir ettikleri din adamlarının, sürekli tahkir
edilmesi onları üzüyor. İmamlarımız ehliyetli, zeki ve art niyeti olmayan,
çok iyi yetişmiş kişiler. Politikacı ve güvenlik birimlerinin davranışları
yüzünden Müslümanları biz radikalleştirmiş oluyoruz. Bunun güvenlik konusu
olmaktan çıkarılması ve Bulgaristan’daki Müslümanların sorun ve beklentilerine önem verilmesi gerekir.
Örtbas etmek sadece onlara değil, dinler arası ilişkilere de zarar verir"
Hak ve Özgürlükler Hareketi
Bulgar Azınlık Araştırmaları Merkezi
Başkanı Jelyaskova son olarak Hak ve Özgürlükler Hareketi'ndeki gelişmelerle
ilgili görüşlerini aktardı. Jeliyaskova, Kasım Dal'ın parti yönetiminden ve
parti meclis grubundan ihraç edilmesine partililerin tepki göstermesi
gerektiğini söyledi. Antonya Jelyaskova şu değerlendirmeyi yaptı: "Bulgaristan
Müslümanlarının asıl başını ağrıtan, Nedim Gencev'in yeniden baş müftülülüğe
atanma ihtimali. Gencev komünist devlet güvenlik servisinde çalıştığı için
Müslümanlar tarafından sevilmiyor. Asimilasyon yıllarında Todor Jivkov
tarafından baş müftülüğe atanmıştı. Mahkeme kararıyla yeniden aynı göreve
geldi. Bu tahammül edilmez durum Müslümanları meşgul eden konuların başında
geliyor.
Hak ve Özgürlükler Hareketi'ne gelince.
Genel başkanları Ahmed Doğan'ın şahsen geçirmekte olduğu deformasyon nedense
önemsenmiyor. Doğan 20 yıldır tartışmasız lider. Hem partililere hem de
seçmenlerine otoriter davranıyor. İnsana değer vermeyen ve Türklerle
Müslümanların Bulgar toplumuna sosyal ve siyasi entegrasyonuyla ilgilenmeyen
bu tek adamın başkanlığı bırakma zamanı artık geldi. Partinin değişime ihtiyacı
var ama bu hemen olmayacak." (dw)
Georgi Papakochev
DEVLET DESTEKLİ SANAL TERÖRİZM
İsrail,
beri İranlı beş nükleer fizikçinin öldürülmesinden sorumlu MEK üyelerine
fınansnan, eğitim ve silah yardımında bulundu. NeW York Times'ın aktardığına
göre ise, [BD'nin eski başkanı George W. Bush, İran'ın Natanz tesisine
sabotajda bulunmaya yönelik gizli bir harekata izin vermişti. Dünya çapında
döviz piyasalarında ve program-ama kodlarında bir savaş başlarken, gizli
provokatörlerin ekonomik yapıları manipüle etmesi ve sabotaj eylemlerine
girişmesi durumunda cezalandırılmasına yönelik yeni bir uluslararası-yasal
çerçeve belirlenmesi yönündeki ihtiyaç hiç bu kadar büyük olmamıştı.
NİLE BOWIE
Uluslararası
camia, Tahran ile diğer altı ülkenin İstanbul'da kısa süre önce
gerçekleştirdikleri müzakerelerin ardından, İran’a yönelik kınayıcı tavrını
hafifletti. Toplantıya katılan taraflar Bağdat'ta 23 Mayıs 2012 tarihinde
görüşmelerini geliştirmek konusunda uzlaşmış olsalar da, hem İsrail hem de
Batı, Tahran'a yönelik yaptırımlar rejimini kolaylaştırdıklarına dair en ufak bir
belirti bile göstermediler. İran'ın lider kadrosunun elektrik üretmek ve
medikal reaktörlere yakıt sağlamak üzere sivil nükleer yetenekler kullandığına
(böylelikle, Tahran'ın piyasalara ihracat yapması için temel petrol
rezervlerini çeşitlendirmesini sağladığına) dair iddiaların ardından, İran'ın
Ruhani Lideri Ayetullah Ali Hamaney, İran'da nükleer silahların kullanılmasına
dair dini bir yasak getirdi. Son görüşmeler sırasında ise, İran'ın müzakerecisi
Said Celili, Nükleer Silahların Yaygınlaştırılmasının Önlenmesi Antlaşması
(NPT) dahilinde güvence altına alındığı üzere, İran'ın sivil nükleer program
yürütme hakkı olduğunu vurguladı. Her ne kadar Tel Aviv'in elinde halihazırda
75 ila 400 kadar nükleer savaş başlığı bulunsa da, İsrail Savunma Bakanı Ehud Barak,
İran'ın elindeki uranyumun tümünün %20 oranında zenginleştirildiği noktasında
ısrar ediyor ve bu durumun, İran'ı "güvenilir" bir komşu ülke olma
noktasından çıkardığını düşünüyor.
Hem
CIA'in başında bulunan David H. Petraeus hem de Amerikan Ulusal İstihbarat
Direktörü James R. Clapper Jr., İran'ı nükleer silah geliştirmekle suçlamak
için herhangi bir inandırıcı kanıtın olmadığı konusunda hemfikir. Dolayısıyla,
İran'ın sivil nükleer programına yönelik istihbarat operasyonlarının pişkin
kabahatliliği, oldukça sarsıcı bir hal alıyor. ISSSource'un kısa süre önce
teyit ettiği gibi, Stuxnet bilgisayar virüsünün yerleştirilmesinden sorumlu
kişiler, iran'ın Natanz'daki nükleer tesislerine sabotajda bulunmak üzere bu
virüsü kullanmışlar; ve bu kişiler Mujahedeen-e-Khalq (MEK) üye-siymişler. MEK,
Amerikan Dışişleri Bakanlığı'nın terörist örgütler arasında saydığı bir örgüt
olup, 1965 yılında Amerika'nın desteklediği Iran Şahı Muhammed Rıza Pevlevi'nin
monarşisini galeyana getirmek üzere kurulan Marksist-İslamcı bir kitle siyasi
hareketidir. Grup, ilk başlarda 1979 İslam Devrimi'nin ardından Ayetullah
Humeyni'nin başını çektiği devrimci din adamlarının yanında saf tuttu; ancak
bir güç mücadelesi sırasında rejime sırtını dönünce, grup, 1981 yılında İran'ın
Devrim Muhafızlarına karşı bir kentsel gerilla savaşını başlattı.
Örgüte,
daha sonraları Saddam Hüseyin sığınma hakkı verince, Irak topraklan içinden
İran'a saldırılar başlattılar. Bu saldırılar sırasında yaklaşık 17.000 İran
vatandaşı öldürüldü. MEK, Paris merkezi i İran Ulusal Direniş Konseyi NCRI'nin
ana unsuru olarak varlığını sürdürüyor. NCRI, kendilerini İran'da "demokratik,
seküler ve koalisyon hükümeti kurma amacı güden sürgünde bir parlamento"
olarak tanımlıyor ve iran'daki demokratik örgütlerin, grupların ve kişiliklerin
bir koalisyonundan oluşuyor.
Her
ne kadar İslam Devrimi'nin ardından birçok kez üst düzey Amerikan askeri
personelinin öldürülmesinin ardında bu örgütün parmağı aransa da, New Yorker'ın
aktardığına göre Mujahedeen-e-Khalq'in üyeleri, bizzat 2005 yılında Nevada'daki
bir üste Ortak Özel Operasyonlar Kumandanlığı JSOC tarafından iletişim,
kriptografi, küçük birim taktikleri ve silah kullanma eğitimleri almışlar.
JSOC, İran'daki büyük iletişim sistemlerine nasıl girileceği konusunda MEK
üyelerine yol gösterdi; Amerikan istihbaratıyla paylaşmak üzere grubun İran
içinde yapılan telefon görüşmeleri ve SMS mesajlaşmalarını ele geçirmelerini
sağladı. Saddam Hüseyin'in devrilmesinin ardından Irak Ordusu iki kez Eşref
Kampı'na girmeye çalıştı. Burası, yaklaşık 3200 personelin bulunduğu, MEK'm
askeri kanadının 2009 yılına dek Amerikan ordusunun dış güvenlik koruması
altında ikamet ettiği bir "mülteci kampı" idi. Amerika'nın Irak
elçiliği ve Dışişleri Bakanlığı'nın tam desteğiyle, Birleşmiş Milletler'in Irak
özel temsilcisi Martin Kobler, MEK isyancılarının Bağdat havalimanı
yakınlarındaki eski bir Amerikan askeri üssüne (ismi de çok komik:
"Özgürlük Kampı") yerleştirilmesi için girişimlerde bulundu. Amaç,
MEK ile Şiilerin başını çektiği Irak hükümeti arasındaki şiddet dolu
çatışmaların önüne geçmekti. Grup, uzun süre İsrail'den maddi destek aldı.
İsrail, örgütün Paris'teki siyasi üssünden İran'a yayın yapması için yardım
ederken, MEK ile NCRI de İran'ın nükleer programı konusunda ABD'ye sürekli
istihbarat sağladı. Zaten bu istihbarat sonucunda Natanz'ta uranyum
zenginleştirme tesisi olduğu 2002 yılında ortaya çıktı.
Dış
İlişkiler Konseyi'ndeki üst düzey kişiler, MEK'i "totaliter eğilimleri
bulunan tarikat-vari bir örgüt" olarak tanımlarken, NATO'nun Müttefik
Yüksek Karargahı kumandanı General Wesley K. Clark, NeW York'un eski valisi
Rudy Giuliani, 9-11 Komisyonu eski başkanı Lee Hami İyon gibi duayen devlet
adamlarına, MEK'i Amerikan Dışişleri Bakanlığı'nın Yabancı Terörist Örgütler
listesinden çıkarılmasına yardım etmeleri için 20.000 ila 30.000 dolar arasında
bir para ödendiği ortaya çıktı. NCRI'nin başında bulunan Maryam RajaWi,
halihazırda Paris'te yaşıyor ve ardına Amerikalı ve AB'li devlet adamlarının
desteğini alıyor. Rajawi'nin 1991 yılında Saddam Hüseyin'in Irak Kürtleri'ni
katlettiği sırada sarf ettiği şu sözleri pek ünlüdür: "Türkleri
tanklarınızın altına alın ve mermilerini İran Devrim Muhafızları için
saklayın." MEK güçlerinin gerçek -lcştirdikleri ve belgelendirilmiş
vahşet vakalarına rağmen, AB Konseyi, bu grubu 2009 yılında AB'nin terörist
örgütler listesinden çıkardı. Bu olayın şerefine NCRI'nin sözcüsü Şahin
Gobadi'nin sözleri ise, "Bizim tek istediğimiz İran'da demokratik
seçimlerin gerçekleştirilmesi" şeklinde oldu.
Her
ne kadar Amerika'da halihazırda görev alan ve geçmişte çalışmış olan
yetkililer, İran'ın teslime hazır bir nükleer savaş başlığı sahibi olmaktan
fersah fersah uzakta olduğu ve BM'nin nükleer denetimlerinin dışında herhangi
bir gizli uranyum zenginleştirme alanına sahip olmadığı konularında hemfikir
olsalar da, MEK ile İran'ın Natanz nükleer tesisindeki yüzlerce santrifüjün yok
edilmesine neden olan Stuxnet bilgisayar virüsü arasındaki bağlantılara
dair alınan son bilgiler, kasti ve. daha önce eşi benzeri görülmemiş bir
sabotaj olarak kabul ediliyor. Stuxnet, bu zamana dek bulunmuş en sofistike
kötücül yazılımdır. Virüsün hedefi, Siemens'in Simatic WinCC Step7
yazılımıdır. Bu yazılım, nükleer güç tesisleri ve elektrik santralleri
gibi endüstriyel sistemleri, Windows-temelli bir PC üzerinden takip eder.
Stuxnet'in varlığı keşfedilmeden önce, anti-virüs yazılımları tarafından tespit
edilemiyordu ve sanki Microsoft Windows açısından yasal bir yazılım şeklinde
tasarlanmıştı. Stuxnet'in yükünün teslim edilmesinin ardından, kötücül yazılım,
santrifüjlerin işletim hızını değiştirdi ve en sonunda makinelerin hasar
görmesine yol açtı. Denetleme operatörü açısından ise tüm bunların normal
faaliyetler olduğu yönünde bir izlenim doğurup, acil önlemlerin uygulamaya
konmasını engelledi. ISSSource, Stuxnet virüsünün MEK üyesi olduğuna inanılan
bir sabotajcı tarafından Natanz nükleer tesisine yerleştirildiğini teyit eden
mevcut ve emekli Amerikan istihbarat yetkililerinin sözlerini aktardı. USB
hafıza kartı aracılığıyla kötücül yazılımı gönderen grup, Natanz nükleer
tesisindeki en az 1000 santrifüje zarar verecek yetiye sahipti. MEK, aynı
zamanda, İranlı nükleer bilim adamlannı öldürmekle ve Tahran'ın Shehab-3 orta
menzilli füzelerinden çoğuna ev sahipliği yapan İran'ın batısındaki Honamabad
kenti yakınlarındaki bir yer altı üssünü yerle bir eden bir patlamayı
gerçekleştirmekle suçlanıyor.
NBC
Nevys'un aktardığına göre, İsrail, 2007 yılından beri İranlı beş nükleer
fizikçinin öldürülmesinden sorumlu MEK üyelerine finansman, eğitim ve silah
yardımında bulundu. NeW York Times'ın aktardığına göre ise, ABD'nin eski
başkanı George W. Bush", İran'ın Natanz tesisine sabotajda bulunmaya
yönelik gizli bir harekata izin vermişti.
Stuxnet
kodlamasının karmaşık yapısından dolayı, güvenlik uzmanlarına göre bu virüsün
icat edilmesi, "ulusal bir hükümet ajansının işi olmalı." Stuxnet'i
parçalarına ayırmış olan bağımsız bilgisayar güvenliği uzmanı Ralph Langner,
İran'ın nükleer programına sabotaj düzenlemeye dönük kötücül yazılımın icat
edilmesinden İsrail ve Amerika Birleşik Devletleri'ni suçluyor. Şöyle ki,
Stuxnet'in endüstriyel operasyonlarda otomasyon sağlamaya dönük endüstriyel
tesislerde kullanılan Programlanabilir Mantıksal Denetleyicileri'ni
(Programmable Logic Controller - PLC) hedeflediği düşünüldüğünde, kötücül
yazılımı tasarlayanların programlama dili konusunda ayrıntılı bilgi sahibi
olması gerekmekteydi. Ayrıca şu da anlamlı: Alman elektrik mühendisliği şirketi
Siemens, 2008 yılında Amerikan şirketlerinden biriyle işbirliğine giderek,
İran'ın zenginleştirme tesislerindeki kilit ekipman olarak belirlenen
bilgisayar kontrolörlerindeki kırılgan noktaları ortaya çıkarmak üzere çalıştı.
İstihbarat uzmanlarına göre, Stuxnet virüsünün sınanması, İsrail'in Negev
çölünde yer alan Dimona kompleksinde gerçekleşti. Söz konusu çöl, İsrail'in pek
bilinmeyen nükleer silah programına da kucak açıyor.
Beyaz
Saray'ın halihazırda kitle imha silahları konusundaki koordinatörü Gary
Samore'ye katıldığı bir basın konferansında Stuxnet virüsü sorulduğunda yanıtı
şöyle olmuştu: "Santrifüj makineleriyle sorunlan olduğunu duymaktan
memnunum. Amerika ve müttefikleri, bu durumu daha da karmaşıklaş-tırmak için
elinden gelen her şeyi yapacaktır."
Uluslararası
Atom Enerjisi Ajansı IAEA'nın eski başkanı Hans Blix ise, IAEA'nın İran'ın
nükleer faaliyetlerine dair yayınladığı haberlere karşı duruyor ve ajansı,
Amerika ve İsrail'den alınmış ancak teyit edilmemiş istihbarata güvenmekle
suçluyor. Amerikan nükleer silah üretim programlannın eski direktörü Clinton
Bastin ise, İran'ın nükleer silah üretme kapasitesine ilişkin olarak Başkan
Obama'ya bir mektup gönderdi. Bastin, mektubunda Başkan'a şu hususu yeniden
anımsattı: "İran'ın gaz santrifüj tesislerinin nihai ürünü, yüksek düzeyde
zenginleştirilmiş uranyum hexafluorid olacaktır. Bu gaz ise, silah yapımında
kullanılamaz. Gazın metale dönüştürülmesi, bileşenlerinin üretilmesi ve onlann
daha önce İran'da hiçbir zaman kullanılmamış türden tehlikeli ve zorlu
teknolojiler yardımıyla büyük patlayıcılarla birleştirilmesi, uzun yıllar
alacaktır. Bunun sonucunda ortaya çıkan silah ise, eğer füze yardımıyla
gönderilmek üzere tasarlanmış ise, bir kiloton konvansiyonel yüksek
patlayıcılarla eşdeğer olacaktır."
İran'ın
nükleer güç programını kınarken ABD ve İsrail'in teatral tavırları, İran
halkına oldukça pahalıya patladı. Keza söz konusu halk, türlü yaptınmlara,
cinayetlere, kınamaya ve sabotaja maruz kaldı. Amerika, 1951-1998 yılları
arasında 70.000'in üzerinde nükleer silah üretmişti; İsrail ise 75 ila 400
arasında değişen savaş başlıklarından oluşan nükleer silah stoğuna sahip
bulunuyor. Halihazırda Nükleer Silahların Yaygınlaştırılmasının Önlenmesi
Antlaşması (NPT) bağlamında ortaya konan uluslararası yasal çerçeve, barışçıl
amaçlı nükleer enerji programları yürütülmesi hakkını güvence altına alıyor.
Amerika Birleşik Devletleri ve İsrail'in Mossad ve CIA gibi uluslararası
gruplar yoluyla yürüttükleri kasti provokasyonlar ise, uluslararası hukuk,
güvenlik ve insan yaşamının değeri karşısında en bariz hakaret olarak
görülmeli. Ana akım medya ise, İngilizce konuşan ülkelerin halklarının
beyinlerini yıkamak için, İran teokrasisinin "provoke edilmemiş
terör" başlatmak üzere güttüğü ideolojik gayelere dair uydurma bir diskuru
benimsemiş bulunuyor. Ancak, bir yandan da İran Dışişleri Bakanı Ali Ek-ber Salhi
gibi figürler ise, nükleer silah sahibi olduklarını halkın önünde reddediyor.
MEK,
kurulduğu günden bu yana binlerce sivilin ölümünden sorumlu bir örgüt. Eğer
Amerika ve İsrail, İran'a karşı savaş başlatsalardı, saldırgan uluslar büyük
ihtimalle İran Ulusal Direniş Konseyi'ni -yani nam-ı diğer sürgündeki
parlamentoyu- ülkenin meşru hükümeti olarak tanıyacaklardı. Amerikan Dışişleri
Bakanlığı'nın MEK'i Yabancı Terörist Örgüt olarak kabul ettiği Websitesinde de
şöyle belirtilmektedir: "ABD'de yaşayan veya ABD yasalarına uymakla
yükümlü birinin, terör örgütü olarak tanımlanmış bir tarafa kasten "maddi
destek veya kaynak" sağlaması hukuka aykırıdır."
MEK,
sürekli olarak Amerika'nın terör örgütleri listesinden çıkma yolları ararken,
grubun affedilemez saldırılarının tarihin tozlu raflarına kaldırılmaması
gerekiyor. NCRI'nin lideri Maryan Rajavi, kendisini "demokrasi
yanlısı" bir figür olarak tanıtmayı tercih edebilir; ancak uluslararası
camianın sorumlu kesimleri, bu kişinin başında bulunduğu örgüt ve ona bağlı
kişilerin eylemlerini açıkça kınamalıdır. Stuxnet virüsü icat edilirken
herkesin aklında İran'ın nükleer programını çökertmek vardı; keza dünya
çapında Stuxnet vakalarının %60'ı İran içinde oldu. Amerikan istihbarat
kaynaklarının dikkat çektiğine göre, Amerikalı ve İsrailli yetkililer, yeni bir
Stuxnet virüsü oluşturmak üzere çalışmalarını sürdürüyorlar. Virüsün adı
"Duqu" olacakmış. Rusya'da Kaspersky Lab'da baş güvenlik uzmanı olan
Alexander Gostev, Stuxnet ve Duqu'da kullanılan sürücüleri inceledi ve her iki
virüsü de büyük olasılıkla aynı ekibin tasarladığı sonucuna vardı; keza iki
virüsün kötücül yazılım kodlarında kesişimler bulunmaktaydı.
DUQU VİRÜSÜ de Microsoft Windows
sistemlerine yönelik olup, ileri ve daha önce bilinmeyen bir programlama
diliyle yazılıyor. Büyük oranda İran'ın nükleer programlarıyla ilintili bilgi
hırsızlığı yeteneklerini kullanmaya dönük birçok yazılım unsurunu içeriyor.
Duqu'nun daha sonraki virüslerin "güvenli yazılım" olarak görülmesi
için dijital sertifikalan çalma kapasitesi de bulunuyor. Duqu'nun hedef ağları
içinde çoğaltılma yöntemleri henüz bilinmiyor; ancak modüler yapısından dolayı
daha sonraki siber-fıziksel saldırılarda teorik olarak özel bir içerik
kullanılabilir. Dünya çapında döviz piyasalannda ve programlama kodlarında bir
savaş başlarken, gizli provokatörlerin ekonomik yapılan manipüle etmesi ve
sabotaj eylemlerine girişmesi durumunda cezalandırılmasına yönelik yeni bir
uluslararası-yasal çerçeve belirlenmesi yönündeki gereksinim hiç bu kadar büyük
olmamıştı.
(Globalresearch)
KAYNAK:
TURQUIE DIPLOMATIQUE, 15 Haziran-15
Temmuz 2012, SAYI: 40-41
Mossad uzmanı İngiliz Gordon Thomas
"İsrail'in son birkaç yıl içinde, İran nükleer projeleri üstünde çalışan
İranlılara yönelik düzenlediği suikastlerin, Kidon (süngü)
adı verilen bir birim tarafından gerçekleştirildiğini belirtmiştir. Yahudi
gazetesi Yediot Ahronot'a göre, bu birim 38 ajandan oluşmaktadır.
Bu ajanlardan beşi kadındır. Ajanların hepsi 20-30 yaş arası olup hepsi de
İran dili Farsça dâhil pek çok dil konuşmaktadırlar. Hepsi de, İran'a kolayca
girip çıkma olanaklarına sahiptir. Bu ajanların üsleri Negev Çölü'ndedir."
FIDEL CASTRO
25 Ağustos 2010 tarihli Reflection
dergisinde, "Bir Uzman'ın Görüşleri" başlığı altında yayımlanan
yazımda, bana göre, İran’la karşılaşılan bir nükleer çatışma olasılığı riskinin
gerçek nedeninin, ABD ve müttefikleri tarafından girişilen olağanüstü
faaliyetler olduğundan söz etmiştim. Aynı yazımda, çok ünlü bir gazeteci olan Jeffrey
Goldberg'in, ABD'de yayımlanan The Atlantic dergisinin o yılın
Eylül ayındaki sayısında yer alan, "Geri Dönüşü Olmayan Nokta"
başlıklı uzun makalesine gönderme yapıyordum.
Golberg, İsrail-karşıtı birisi değildir, tam tersine, bir İsrail hayranıdır,
ABD'nin yanı sıra çifte vatandaşlıkla İsrail'e de bağlıdır ve askerlik
hizmetini bu ülkede yapmıştır. Makalesinin başında Goldberg şöyle yazıyordu:
"İsrail, ABD, İngiltere ve diğer
Batılı güçler tarafından yönetilen, (İran'ın yürüttüğü nükleer girişimi, sabote etme yoluyla, bazen de İranlı
nükleer bilim adamlarının çok ince bir mühendislikle tasarlanmış yok
edilmelerini içeren bir yolla, bozmaya yönelmiş programlar çerçevesinde
düzenlenmiş) çok sayıda "engelleme operasyonlarının" devreye
sokulması, İran'ın gelişiminin önemli ölçüde geriletilmesi de olasıdır."
Yukarıdaki paragrafta, parantez içinde
bulunan sözcükler de Goldberg'e aittir. Yazımda, Goldberg'in bu bilmece
kabilinden sözlerine yer verdikten sonra, bizi, Einstein'ın bu kadar korktuğu "savaş"
olgusuna götüren, uluslararası politikanın Gordion düğümü yapısını analiz
etmeye girişmiştim. En üst düzey bilimsel kapasiteye sahip nükleer bilim
insanlarını ortadan kaldırmaya yönelik bu "engelleme
operasyonlarını" duysaydı, Einstein ne derdi acaba?
Belki saçma ve inanılmaz olduğu için o
sırada bu sözlere fazla önem vermedim, fakat aylar sonra, İran hükümetinin en
son suçlamalarını, güvenilir bilgi kaynaklarından gelen haberleri ve güvenilir
bilgi kaynağı olan kişilerin görüşlerini içeren yazılan okuduğumda, Goldberg'in
o paragrafının etkisi bütün gücüyle yeniden beynime yerleşti. 2010 yılının
bitmesine dört hafta kala, AFP şu haberi geçti: "Nükleerci bir İranlı
bilim insanı öldürüldü. Tahran, ABD'yi ve İsrail'i, suikastın arkasında
olmakla suçluyor." (AFP. 30 Kasım, 2010)
"Söz Tahran'da dün erken saatlerde,
iki nükleer uzmana yapılan çifte saldırının faillerini aramaya gelince Mahmut
Ahmedinejad'm sözlerinde kuşkudan eser yoktu: 'Suikast saldırılarının arkasında
batılı hükümetlerin ve Siyonist rejimin parmağı var.' Tahran Şehit Beheşti
Üniversitesi'nde profesör ve aynı zamanda İran Nükleer Topluluğu üyesi olan
Macid Şeriyari, evinin birkaç metre ötesinde meydana gelen bir patlama nedeniyle
hayatını kaybetmiş ve karısı da aynı olayda yaralanmıştı. Aynı üniversitede
lazer fiziği konusunda uzman olan meslektaşı Feridun Abbasi ve karısı da,
benzer bir saldırı sonucu, yaralanmışlardı. Bazı gazeteler Abbasi'nin öldüğünü
duyursa da, sonunda Mehr ajansı, Abbasi'nin hayatını kurtarmayı başardığına
dair haberi yayınlamıştı. Fars ajansına göre, 'kimliği belli olmayan
teröristler', motosikletleriyle araçlara yaklaşarak, lapa bombalarını
atmışlardı."
"Ahmedinejad başkanlığındaki İran
meclis üyeleri ve İran İçişleri Bakanı Mustafa Muhammed Najjar; İran ve diğer ulusların katılımı ile ve 5+1 üye ile yapılması olası gibi
görünen yeni bir dizi görüşmenin arifesinde, İran'ın süper güçlerle nükleer
yanşa girmesini baltalamaya yönelik bu suikast hareketlerine cüret edenlerle,
bu suikast hareketlerinin doğrudan arkasında bulunanların aynı güçler olduğunu
belirtti ve bu güçlerin, ABD'nin CIA, ve İsrail'in Mossad olarak bilinen
istihbarat teşkilâtları olduğunu ilân ederek, ABD ve İsrail'i suçladı."
"Dünkü suikast girişimleriyle
beraber, İran'da, 2007'den bu yana üç bilim insanı öldürülmüş bulunuyor. Geçen
Ocak ayında da Tahran'da, Dr. Mesut Ali Muhammedi, evinden çıktığı sırada
patlayan bir bomba ile yaşamını yitirmişti. Iran otoriteleri, bu suikastı henüz
aydınlatamadı, ancak bu otoriteler, aynı zamanda, batılı istihbarat teşkilâtlarının,
İran'ın sivil amaçlar için nükleer tesisler kurma hakkını, uluslararası
nükleer yanşa girme programlanın ve bu programlarını uygulama haklarını,
İran'ın elinden çekip alarak yok etmeye çalıştığını ve bu teşkilâtların,
İran'ın bu programlarını başarısızlığa uğratma girişimlerini sürdürdüklerini
iddia ediyor. Bu baltalama hareketleri, ilk kurbanını İran bilimsel
topluluğunun kalbinden seçti. İlk kurban, 2007'de, İsfahan nükleer merkezinde
garip bir takım koşullar altında öldürülmüş olarak bulunan Ardeşir Hüseynpur
idi."
Bilim insanlarının öldürülmesinin nükleer
silahlarla donanmış bir grup güç tarafından resmî bir politika haline dönüştürülmesi
gibi bir olayın, tarihin hiçbir döneminde mevcut olduğunu hatırlamıyorum. En
kötüsü de, söz konusu güçlerin, İran nezdinde giriştiği bu öldürme
politikasını; teknoloji bakımından ondan kat kat üstün oldukları ve onunla yarışma
kapasitelerinin ölçülemez boyutlarda olduğu halde, kültürel ve dinî
nedenlerden ötürü, vatandaşlarının ölmeye her an hazır olduğu; onun da aynı
akıl dışı ve suç içeren öldürme formülünü düşmanlarının profesyonel çalışanları
için uygulamaya kalktığı takdirde ne olacağının tahmin bile edilemeyeceği,
İran gibi bir İslâm ülkesine uyguluyor olmalarıdır.
İsrail, ABD, İngiltere ve diğer güçlerin,
İran bilim insanlarına karşı organize ettikleri katliam uygulamalarıyla ilgili
başka bazı ciddî vakalar da mevcuttur. Uluslararası medya bu olaylar hakkında
kamuyu bilgilendirmemektedir. Rebelión web sitesinde 25 Ağustos 2010'da yayımlanan Christian Elia'ya ait bir makale,
şu bilgileri vermektedir:
"İran yapımı insansız uçakların
yapımcısı, babası olan İranlı bilim adamı bir patlama sonucu yaşamını yitirdi.
O, ülkede hayatını kaybeden bilim insanlarının en sonuncusu. 'İnternette Reza Baruni'ye ait bir fotoğraf bulmak olanaksız bir şey. Ancak son birkaç
gündür, adı, pek çok uluslararası yönü olan bir gizemin merkezine yerleşmiş
durumda..."
Kesin olan tek şey, İranlı havacılık
mühendisi Reza Banini'nin ölmüş olduğu. Geriye kalan her şeyin üzeri esrarengiz
bir pus tabakası ile örtülmüş durumda. Tüm endüstri analizcileri, Banini'yi,
İslâm cumhuriyetine ait insansız araçların babası olarak bilmekte. 1 Ağustos,
2010'da, Banini'nin evi havaya uçuruldu."
"17 Ağustos 2010'da, (İsrail istihbarat
teşkilâtı ile çok yakın bağları olan) Debka yayın organı, Banini'nin ölümü ve
bu olayın oluş biçimi konusunda açıklayıcı şu haberi yayımladı: İranlı bir
mühendisin evi, üç adet çok güçlü patlayıcı düzeneğin patlaması sonucu havaya
uçtu. Banini cinayete kurban gitti."
"Fakat bununla karşılaştırdığında, en
esrarengiz vaka'nın, 11 Ocak 2010'da, İran merkezinde, Tahran Üniversitesi
nükleer fizik profesörü Mesut Ali-Muhammedi'nin öldürülmesi olayı olduğu
görülecektir. Profesör Ali Muhammedi, işine gitmek üzere evini terk ettiği sırada,
motosikletine önceden yerleştirilmiş olan bir bombanın, uzaktan kumanda ile
patlatılması sonucu öldü..."
CubaDebate web sitesinde
yayınlanan bir makalede verilen haber, "İsrail, geçen hafta İranlı bir
bilimciyi öldürdüğünü doğruladı," şeklindedir. "İsrail gizli
servisi Mossad kaynakları, Mossad'ın, geçen hafta İran'ın merkezi Tahran'da
yaptığı bir operasyonla, "Majid Shahriari'yi öldürdüğünü ve diğer bir
fizikçiyi de yaraladığını" doğrulamıştır. İsrail gizli servisi yöneticileri,
Tel Aviv'in kuzeyinde bir bölgede yer alan Gelilot karargâhında yaptıkları
toplantıda, 'Bu, Mossad komutasının yaptığı en son sal-dınydı' kelimeleriyle,
tatminkârlıklarını ifade ediyorlardı."
Mossad uzmanı İngiliz Gordon Thomas,
İngiliz Sunday Telegraph gazetesine verdiği demeçte, İran nükleer programının
önünü tıkamayı amaçlayan bu çifte cinayetin sorumlusunun İsrail olduğunu teyit
etmiştir. "Thomas, İsrail'in son birkaç yıl içinde, İran nükleer projeleri üstünde çalışan
İranlılara yönelik düzenlediği suikastların, Kidon (süngü) adı verilen bir
birim tarafından gerçekleştirildiğini belirtmiştir. Yahudi gazetesi Yediot
Ahronot'a göre, bu birim 38 ajandan oluşmaktadır. Bu ajanlardan beşi kadındır.
Ajanların hepsi 20-30 yaş arası olup hepsi de İran dili Farsça dâhil pek çok
dil konuşmaktadırlar. Hepsi de, İran'a kolayca girip çıkma olanaklarına
sahiptir. Bu ajanların üsleri Negev Çölü'ndedir."
Dünyadaki sol kesim, geçmişteki Diaspora günleri sırasında, İsrail halkıyla birleşerek onlarla dayanışma içine girmişti.
İsrailliler, ırklarından ve dinlerinden dolayı eziyet gördüklerinden, pek çoğu
devrimci partiler saflarında mücadele verdiler. Yahudilerin kitlesel olarak
kapatıldıkları toplama kamplarını, Avrupa ve dünya burjuvazisi görmezden
gelirken, dünya halkları, bu Yahudi esir kamplarını ve bunları kuran rejimi
mahkûm etti. Bugünse, İsrail devleti yöneticileri, başka bir halk üzerinde
soykırım uyguluyor ve gezegendeki en gerici güçlerle sıkı bağlantılar içine
giriyor.
İsrail devleti yöneticileri ile Güney
Afrika'nın eski nefret dolu Apartheid rejimi
arasındaki sıkı bağların hala yaşayan mirası, temizlenmeyi, arındırılmayı
bekliyor. 1975 yılında, ırkçı Güney Afrika devletinin saldırılarına karşı koyan
Küba birliklerini vurması için nükleer silah yapımında Güney Afrika devletine
gerekli teknolojiyi sağlayan, ABD ile işbirliği içindeki İsrail devletinden
başkası değildi. Güney Afrika devletinin Afrika halklarına karşı beslediği hor
görme ve nefret duygulan ile, milyonlarca Yahudi, Rus, Çingene ve diğer
Avrupalı uluslardan azınlıkları Avrupa'daki toplama kamplarında katleden Nazi
ideolojisi arasında, hiçbir fark yoktur.
İran devrimi olmasaydı -ki bu devrim, ABD'nin, düşmanı Sovyet süper-gücünün
yanı başında bulunan ve ABD'nin askerî bakımdan en iyi donattığı müttefiki
olan, İran Şah'ı rejimini, silahlarından tamamen arındırıp silip süpürmüştür-
bugün, nükleer silahlarla donatılmış olan devlet, İsrail değil, Şah'ın İran'ı
olurdu. Yankilerin ve NATO'nun, Gezegen'in gelişmiş ülkelerinin çoğunun tüm
petrol ve gaz gereksinimlerini karşılayacak kadar zengin rezervlere sahip bir
bölgede kurmuş olduğu imparatorluğun çıkarlarını koruyacak ve gene aynı bölge
halklarına karşı ABD'ye siper olma görevini üstlenecek temel ülke de, gene,
İsrail değil, İran olurdu. Bu, neredeyse bitip tükenmek bilmez bir konu.
KAYNAK:
TURQUIE DIPLOMATIQUE, MART 2011, SAYI: 25
ORTA DOĞU KRİZİNİN MİMARI: LONDRA
İngiltere kendisinin yarattığı İsrail'in sömürgesi haline geldiğini
hissedince İsrail'in sahneyi terk etmesini sağlamak amacıyla, işgal ettiği
toprakları boşaltmasını istedi. Bu tarihten itibaren diplomasi tarihi, Tel Aviv
ile Kahire arasında gidip geldi. Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat'a bir
prestij kazandırmak için Iran ve Suudi Arabistan, Mısır'a mali yardımlarda
bulundu. Bu destek planı, İsrail, İngiltere ve ABD tarafından
kararlaştırılmıştı ki, nihayet 1973 yılında yapay bir savaşla Mısır, Sina
Çölü'nü İsrail'den geri aldı.
DR. ABDÜLSAHİP YADGARİ DİPLOMASİ TARİHÇİSİ
İngiltere 1763 yılından beri, Fransa'yla
sürdürdüğü çekişmelerin ardından, nihayet Paris Anlaşması'yla bu ülkeyi geri
plana atmayı başardı. Bu anlaşmaya göre, Hint Yarımadası, Kanada ve iki
stratejik ada olan Kıbrıs ve Malta, İngiltere’ye bırakıldı. Orta Doğu, Avrupa
ile Asya arasında bir köprü olarak, Büyük Britanya stratejisinde önemli bir
konuma kavuştu. Orta Doğu'nun bu stratejik konuma kavuşmasından sonra İngiltere,
bölgede 2500 yıldır önemli rol oynayan İran’ı, Hint Yarımadası'na ilişkin
Asyalı rakibi olarak görerek, zayıflatma planlan hazırladı ve 19.
yüzyıldan bu yana Rusya'yla birlikte bu amacını gerçekleştirmeye başladı.
ULUSLARARASI İLİŞKİLER TARİHİ, İNGİLTERE'NİN SÜREKLİ İKİ ÖNEMLİ KONUYLA İLGİLENDİĞİNİ BİZE GÖSTERİYOR:
BİRİNCİSİ DENİZ ULAŞIMINI SAĞLAMAK,
İKİNCİSİ BAŞKA BİR AVRUPA ÜLKESİNİN
HİNT YARIMADASI'NA HÜKMETMESİNİ ÖNLEMEK.
Her iki konu da İngiltere için hayati önem
taşımaktaydı. Bu iki strateji ile ilgili olarak İngiltere'nin dış politikasına
dikkat edilecek olursa, Avrupa'yı Doğu ve özellikle de Britanya'nın ekonomik
güvencesi olan Hint Yarımadasına bağlayan Orta Doğu ve Körfez havzasının önemi
ortaya çıkar, İngiltere, bu iki temel stratejisiyle şimdiye kadar uluslararası
ilişkilerdeki dengeyi kuran, yönlendiren ve uluslararası gelişmeler sürecini
kontrol altında tutabilen tek ülke olmuştur.
Soğuk Savaş döneminde iki süper güç, ABD
ile Sovyetler Birliği'nin karşı karşıya kalması da İngiliz zihniyetinden
doğmuştur, İngiltere, ABD'deki son seçimlerde
Demokrat Parti'nin yeniden kazanmasını önlemek için, Amerikan petrol kartelleri,
bankalar, Pentagon ve genel olarak Amerikan milliyetçilerinin desteğiyle George
Bush'un seçilmesini sağladı. Bu giriş, Orta Doğu'nun İngiltere'nin dış
politikasındaki stratejik öneminin anlaşılmasına yeterlidir. 1967 yılında
Mısır'ın İsrail ile yapılan savaşta yenilgiye uğraması ve 1970 yılında Cemal
Abdülnasır'ın ölmesiyle iktidarın Enver Sedat'a geçmesinden sonra, İsrail
tarafından petrol ve ticaretle ilgili iki strateji ortaya atıldı:
1. İsrail’in Arap ülkelerindeki petrolün
sömürülmesine ortak olmasının gerekliliği,
2. Arap-İsrail ortaklığı; Batı Avrupa
pazarına benzer ortak bir pazarın kurulması.
İsrail’in bu stratejileri, İngiltere'nin,
Orta Doğu'da İsrail ile iç içe geçmiş işbirliği temeli üzerine kurulu
diplomasisini değiştirmesine neden oldu. Pan Arabizm sloganı,
bu kez İngiltere’nin teşvik ve tahriki ile, Kahire'nin değil, Bağdat merkezci
bir şekilde Arap milliyetçilerin kafalarını meşgul etmeyi sürdürdü. Camp David Anlaşmasıyla Mısır artık Arap dünyasındaki
eski çekiciliğini kaybetti, İngiltere, Irak'ta iktidarın yeniden Baas
Partisine geçtiği ve Abdurrahman Arifin siyaset sahnesinden uzaklaştırıldığı 1968 yılından günümüze kadar İsrail’e,
1967 yılında işgal ettiği topraklardan çıkması için baskı aracı olarak Irak'ı
kullanmıştır.
İngiltere, Irak'a, bu amaca ulaşmak için
Suudi Arabistan, Kuveyt ve Birleşik Arap Emirlikleri yardımıyla geniş ölçüde
destek verdi, İngiltere'nin Irak'a kitle imha silahlarının üretimi teknolojisi
konusundaki desteğinin amacı, İsrail ve İran’ı tehdit etmenin yanı sıra, Saddam' ı Arap dünyasının sözde kurtarıcı lideri
olarak lanse etmekti. Irak'ın genişlemesi için General Abdülkerim Kasım'ın
yönetimi döneminde Kuveyt'in işgal edilmesi planı başarısız kalmıştı.
Bu kez İngiltere, 1956 yılında Fransa ile birlikte Mısır'a karşı yaptığı ortak savaşta
(Süveyş Kanalı Savaşı) ABD karşısında diplomatik yenilgiye uğradı. Bunun anlamı
şu: ABD'nin Bağdat Maslahatgüzarı Saddam'ı Kuveyt'i işgal etmeye ve İsrail
tarafından işgal edilen topraklan geri almaya teşvik etti. Böylece Saddam Kuveyt bataklığında tuzağa düşürüldü. ABD,
Saddam'ı atom bombası yapmaya kararlı gördüğünden bir siyasi blöfle tuzağa
düşürdü. Öyle ki Saddam ABD'nin tahriki ile Kuveyt'e girerek hem kendi sonunu hazırladı, hem de
Bush'un Irak'a girmesine bahane oluşturdu. Irak'ın Kuveyt'i işgali sırasında
Filistinliler Saddam'ı destekledi. ABD'nin, Kuveyt'in boşaltılması yönünde
Saddam'a yönelttiği baskılar, Irak'ın İran ile gerçekleştirdiği savaşta başarıya
ulaşamaması ve Sovyetler Birliği'nin dağılması, Pan Arabizm ve Filistin
Kurtuluş Hareketi'ne ağır darbe indirdi. Birinci Dünya Savaşı sırasında
ABD'nin savaşa dahil olmasıyla birlikte, Amerikan bankacılar ve Siyonistlerin
nüfuzu söz konusu olmaya başladı. Bu sermaye sahipleri, petrol kaynaklarına ve "Kenan"
ülkesinin topraklarına gözlerini dikmişlerdi. "Kredi ve Kiralama"
olarak bilinen (petrol ve Yahudiler için devlet kurma) bir yasa, ABD ile
İngiltere arasında imzalandı.
Bu yasanın birinci bölümü açık, ikinci
bölümü gizli kaldı. Söz konusu yasanın gizli bölümünde
şunlar yer alıyordu:
"İNGİLTERE TARAFINDAN KREDİ ALAN ÜLKE
OSMANLI'DAN BAĞIMSIZLAŞARAK İNGİLTERE'NİN BOYUNDURUĞUNA GİREN TOPRAKLARDA
PETROL ÇIKARILMASI KONUSUNDA ABD'LİLERE AYRICALIK SAĞLANACAK VE FİLİSTİN,
YAHUDİLERİN ANAVATANI OLARAK TANINACAK."
Bu yasa gereği, Arap Yarımadası'nın petrol
kaynaklarına sahip toprakları ABD'lilere verildi.
1944 YILINDAN BERİ SUUDİ ARABİSTAN
PETROLÜNÜN SÖMÜRÜCÜSÜ ABD OLARAK GÖRÜLSE DE, BU İNGİLTERE'YLE ANLAŞMASI ŞARTINA
BAĞLIDIR, İNGİLTERE'NİN 16. YÜZYILDA KURDUĞU SÖMÜRGE STRATEJİSİ, SÜVEYŞ
KANALI'NİN DOĞUSUNDA TARİHİ GEÇMİŞTEN, DOĞAL COĞRAFYA VE KÜLTÜREL BİRLİKTEN YOKSUN
VE MİLLİ KİMLİĞE SAHİP OLMAYAN YENİ ÜLKELER YARATTI. BU ÜLKELERİN VARLIĞI, SÖMÜRGE
NADESİNDEN BAŞKA HERHANGİ BİR TEMELE DAYANMIYOR.
Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra dış
politika ve uluslararası ilişkilerde önemli rol ve konum elde etmek isteyen
ABD'nin Demokrat Partisi siyasi açıdan; rakibi Cumhuriyetçi Parti ve Osmanlı'nın
Orta Doğu'daki cenazesini parçalayarak, dünyanın diğer bölgelerinde ayrıcalıklar
elde etmek isteyen İngiltere başta olmak üzere, Batı Avrupa ülkelerinin
desteğiyle, dış politikasın yeniden yalnızlık politikası stratejisi benimsedi.
Ancak
ekonomik açıdan, ABD-İngiltere arasındaki karşılıklı anlaşmalara dayanan
projelerle, Irak, Suudi Arabistan, Kuveyt ve Bahreyn gibi dünyanın çeşitli
noktalarında, Amerikan şirketlerine büyük ayrıcalıklar kazandırdı. ABD
tarafından elde edilen petrol ayrıcalıkları, yeni emperyalizmin dikkatini diğer
ülkelerdeki servetlere çekti. ABD'nin Orta Doğu diplomasisi, bir süper güç
olarak ikinci Dünya Savaşı sonuna kadar pasif bir şekilde sürdü. Aynı dönemdeki
İNGİLTERE DİPLOMASİSİ İSE, KENDİ SÖMÜRGELERİNİ İKİ BÜYÜK RAKİBİ, ABD VE
SOVYETLER BİRLİĞİ'NDEN KORUMAK AMACIYLA DEĞİŞİME UĞRADI, İNGİLTERE, MOSKOVA
KOMÜNİZMİNİN SALDIRI OLASILIĞI YÜKSEK OLAN BATI AVRUPA'YA, ABD' NİN ASKERİ
GÜCÜNÜ CEZBEDEREK VE NATO GİBİ ASKERİ VE DİĞER BİRLİKLERLE ANLAŞMALAR
İMZALAYARAK, İKİ SÜPER GÜÇ ARASINDA KİTLE İMHA SİLAHLARI ÜRETİMİ KONUSUNDA
REKABET OLUŞTURMAK SURETİYLE BİR DEHŞET DENGESİ OLUŞTURDU.
Soğuk savaş
döneminde İngiltere yarattığı kaoslar ve bölgesel savaşlarla (iki Kore
arasındaki savaş gibi) dünyada barışın sağlanmasını engelledi. Ta ki, ABD'nin
askeri teknolojisi karşısında SSCB'nin çökmesi ve ABD'nin, dünyanın tek süper
gücü olarak ortaya çıkmasına dek. Ancak İngiltere’nin Orta Doğu politikası
aynen geleneksel sömürgeci temele dayalı olarak kaldı. Yani çarlık
döneminde olduğu gibi Sovyetler Birliği ile geleneksel işbirliğini sürdürdü.
ABD emperyalizmi, İngiltere ve Fransa'nın Orta Doğu'daki nüfuzu karşısında
etkisiz kalınca, bölgedeki milliyetçi akımları ve bağımsızlık isteyen
liderleri güçlendirerek, Sovyetler Birliği ve İngiltere’ye karşı tavır aldı.
ABD,
ekonomik durgunluğa düşme korkusuyla dış ticarette açık kapı tezini savundu,
ikinci Dünya Savaşı'ndan sonraki uluslararası koşullar ve Sovyetlerin Batı
Avrupa'ya nüfuzu ve Moskova'nın İran ile Türkiye'deki bozguncu faaliyetleri,
İngiltere’nin ABD'den yardım talebinde bulunmasına neden oldu. 1947 yılında
İngiltere ABD'ye bir mektup göndererek, yarım asırdan beri Türkiye ve
Yunanistan gibi ülkeleri kendi yönetimi doğrultusunda kontrol ettikten sonra,
şimdi mali sıkıntı yaşadığını, artık Moskova'den gelen Komünist baskılara
daha fazla karşı gelemeyeceğini ve bu ülkeleri koruma görevini sürdüremeyeceğini
belirtti.
Bu
girişim, ABD emperyalizminin, İngiltere ve Fransa'dan boşalan bölgelere nüfuz
etmesi için iyi fırsattı. ABD'nin Orta Doğu'daki ilk girişimi, Hint
Yarımadası'na kadar uzanan bir bölgede, Doğu Akdeniz'de sahili bulunan,
stratejik bir konumda olan Suriye oldu. ABD'nin Suriye ve Mısır diplomasisi,
Orta Doğu'ya yönelik "Kapsayıcı Politika"nın başlangıcını oluşturdu,
ancak kültürel ve tarihi farklılıklar ve İngiltere’nin bu bölgeye nüfuzu nedeniyle
başarılı olamadı, İsrail ile İngiltere arasındaki stratejik işbirliği,
Arapların İsrail’e üçüncü kez yenildiği, 1967 yılına kadar sürdü, İsrail
bundan sonra İngiltere’yle, sömürülen Arap ülkelerinin petrol kaynaklarını
paylaşmak ve Araplarla birlikte ortak pazar kurmak istedi.
İNGİLTERE
KENDİSİNİN YARATTIĞI İSRAİL'İN SÖMÜRGESİ HALİNE GELDİĞİNİ HİSSEDİNCE İSRAİL’İN
SAHNEYİ TERK ETMESİNİ SAĞLAMAK AMACIYLA, İŞGAL ETTİĞİ TOPRAKLARI BOŞALTMASINI
İSTEDİ. BU TARİHTEN İTİBAREN DİPLOMASİ TARİHİ, TEL AVİV İLE KAHİRE ARASINDA
GİDİP GELDİ. MISIR DEVLET BAŞKANI ENVER SEDAT İÇİN BİR PRESTİJ KAZANDIRMAK İÇİN
IRAN VE SUUDİ ARABİSTAN, MISIR'A MALİ YARDIMLARDA BULUNDU. Bu destek planı,
İsrail, İngiltere ve ABD tarafından kararlaştırılmıştı ki, nihayet 1973
yılında yapay bir savaşla Mısır, Sina Çölü'nü İsrail’den geri aldı. Bu
diplomasinin sonu "CAMP DAVİD" anlaşmasıyla bağlandı. ANLAŞMANIN EN
ÖNEMLİ MADDESİ, Kudüs başkentli bir Filistin devletinin kurulması idi.
SONUÇ
OLARAK, BÖLGEDEKİ ANLAŞMAZLIKLAR, SAVAŞLAR, İSTİKRARSIZLIK VE KRİZLERİN TEMEL
TAŞINI İNGİLTERE’NİN KAPKARA, SÖMÜRGECİ POLİTİKALARI OLUŞTURDU, İNGİLTERE’NİN
AMACI, ORTA DOĞU VE BASRA KÖRFEZİ BÖLGESİNDE KOMPLO VE BUNALIMLAR YARATARAK,
BÖLGE İNSANINI, TÜM BU SORUNLARI YARATAN ETKENİ BELİRLEYİP SORGULAMAKTAN
ALIKOYMAK VE BÖLGENİN DOĞAL JEOPOLİTİK YAPISINI DEĞİŞTİRİP
DİĞER AKTÖRLERİN ETKİNLİĞİNİ KAYBETTİRMEKTİ.
KAYNAK:
TURQUIE DIPLOMATIQUE, MART 2011, SAYI: 25
ORTA DOĞU'DA SU KRİZİ ÇIKACAK
Ortadoğu
ve Kuzey Afrika ülkelerinde etkili politikalar uygulanmaması, su kullanım
davranışlarının değiştirilmemesi ve uluslararası işbirliğine gidilmemesi
durumunda bölgede önümüzdeki 10 yıl içinde çok ciddi bir su krizi yaşanacağı
iddia edildi. Birleşik Arap Emirlikleri'nin başkenti Abu Dabi'de düzenlenen
Arap Su Akademisi Su Diplomasisi Programı'na katılan Sudan Dışişleri Bakanlığı
su ve tabii kaynaklar tam, yetkili bakanı Abdül Rahman Halil Ahmed, Gulf News
Gazetesi'ne yaptığı açıklamada bölgedeki su kaynaklarının yüzde 60'ının
sınırlar arasında paylaşıldığını ve olası bir felaketin önlenmesi için
ülkelerin bölgesel ve uluslararası manada işbirliği yapması gerektiğini
söyledi.
Bakan
Ahmed, 'Ortadoğu ve Kuzey Afrika'da içecek ve tarımda kullanılabilecek su
azalırken bu krize yönelik politikalar geri kalmış vaziyette. Bu yüzden dış
politikalarımıza su kıtlığı problemini eklemek durumundayız. Ayrıca insanların
problem hakkında bilgilendirilmeleri ve su tüketiminin azaltılması
gerekmektedir' dedi. Dünya Bankası Sürdürülebilir Kalkınma Departmanı
Ortadoğu ve Kuzey Afrika su sektörü müdürü Ato Brown, bölgedeki su
kıtlığının ancak artan uluslararası işbirliği ile çözülebileceğini söyledi.
Brown, 'Bölge nüfusunun 2030'a kadar 200 milyondan 500 milyona çıkacağını ve
suyun büyük kısmının sınır ötesinde paylaşılmasından dolayı su ile ilgili
kararların sadece sınır ötesi işbirliği ve diplomasisi ile alınabileceğini'
ifade etti. Yetkili ayrıca dünyadaki su arıtımının yüzde 60'ının bu bölgede
yapıldığını ve bunun da ciddi miktarda enerji tükettiğini hatırlattı. (AJANSLAR)
ÖFKENİN YAKITI GIDA
İsyanlar, gıda fiyatları enflasyonundan aylar sonra
patlak verdi. Her
iki ülkede de yeni bir küresel gıda krizinin habercisi oldular.
Dünya nüfusunun çoğunluğu için yeni bir gıda krizinin
baş göstereceği geçen yaz duyurulmuştu.
Birleşmiş Milletler (BM), yoksulluğun, 2011 yılında
yeni isyanları başlatacağı konusunda uyarıda bulunmuştu.
Endonezya
ve Meksika’da toplumsal huzursuzlukları kışkırtan ve temel gıda maddeleri yol
açan 2008 yılı küresel gıda krizi döneminin, tekrar edebileceği söylenilmişti.
Şimdi, BM yetkililerinin haklılığı görülüyor.
2008
yılındaki gereklilikler yoksul ülkelerde kanlı ayaklanmalara yol açtı. Yalnızca
Haiti’de değil, Mısır’da görüldü.
Gıda
ve Tarım Örgütü'nün gıda fiyat endeksi- alışveriş sepetindeki temel gıda
maddelerinden buğday, mısır, pirinç, soya, şeker, yağ ve süt ürünleri
fiyatları- 1990 yılında açıklanmaya başlamasından bu yana en yüksek noktasına
ulaştı. O zamandan bu yana açlık zirveye ulaştı.
Şu
anda 215 puanda, 2008 yılı Haziran ayındaki 213,5 puanın üstünde, aralık
ayında, buğday, yağ, mısır, pirinç, et ve sütün fiyat endeksleri tüm rekorları
paramparça etti. (BBC Radyosu)
KAYNAK:
TURQUIE DIPLOMATIQUE, Mart-Nisan 2011,
SAYI: 26
Yorum:
Ülkemizde
eğer çiftçilik ve hayvancılığı destekleme projeleri hayata geçirilmezse
gelecekte sorunların çok olacağı açık şekilde görülmektedir. Devlet eliyle
inşaat sektörüne aktarılan kredilerin % 10’u niye çiftçiliğe verilmiyor, diye
düşünmekteyim.
Kotaları
olan bir tarım ülkesi olmaktan; yerlisi varken ithalini yemekten; genetik
yapımıza uygun olmayan ve bizden olmayan ürünlerden ……ne zaman kurtulacağız.
Amerikan Ulusal Akıl Sağlığı Enstitüsü, son on yıl içinde pozitif psikoloji
alanında araştırma yapanlara 226 milyon dolardan fazla kredi sağladı. Bu eğitim
programı olmasaydı, onlarca savaşın ve diğer stres kaynaklarının sonucunda,
Amerikan ordusu zayıflayacak; bu durum da, ulusal güvenliği tehdit edecekti.
Ancak bu projeye karşı çıkanlar da var: Mutluluk mühendisliği yapabildiğini
savunan ve kurumsal uygunluğu sağlamaya dönük psikolojik araçlar temin eden
pozitif psikoloji, kurumsal devlet açısından neyse, Öjenikler (genetik
olarak insan ırkının ıslahı bilimi) de Naziler açısından aynı şeyi ifade
ediyor. Pozitif psikoloji, kurumsal tahakkümün, suiistimalin ve hırsın üzerine
bir duman gizleme perdesi çeken dolandırıcı bir bilimdir.
Jason Leopold
Çalışmaları Bush Yönetimi'nin işkence programının psikolojik boyutlarını
oldukça etkilemiş olan bir psikologun tasarladığı ve Amerikan ordusu üzerinde
deneyim-: bir akıl sağlığı deneyi, şimdilerde birçok sivil hak aktivisti ve
aktif görevdeki yüzlerce askerin eleştiri oklarına maruz kalıyor. Keza, deneye
katılan gönüllü askerlerden, Ordu'ya daha iyi hizmet etmeleri düşüncesiyle "ruhani
olarak zinde" olma koşulu olarak Tanrı'ya veya "ulu bir
güce" inanmak gibi anayasaya aykırı bir zorunluluk getiriliyor.
"Kapsamlı Asker Zindeliği" (Comprehensive Sol-dier Fitness - CSF),
ilk olarak 2009 yılı sonunda ortaya atılmış olan, 125 milyon dolar maliyetli, "bütünsel
bir zindelik programı". Program, intihar sayılarını ve travma-sonrası
stres bozukluklarını (post-traumatic stress disorder - PTSD) azaltmayı
hedefliyor. Söz konusu sorunlar, Irak ve Afganistan savaşlarına gönderilen
asker sayısından ve muharebeden dönen askerlere verilen standart-altı bakım olanaklarından
dolayı geçtiğimiz sene "salgın" boyutlarına ulaştı. Ordu, hizmetinde
bulunan görevlilere; psikolojik olarak esnek olmayı ve "felakete yol
açan" travmatik olaylara direnmeyi öğreterek, hedefine erişebileceğini
ileri sürüyor. Savunma Bakanlığımın Truthout tarafından elde edilen belgeleri
de, CSF'nin Genelkurmay Başkanı George Casey'in "üçüncü en önemli
önceliği" olduğunu belirtiyor.
CSF kapsamında Asker Zindelik Takibi ve Küresel Değerlendirme Aracı
bulunuyor. Söz konusu araç, askerlerin beş temel alandaki
"esnekliği"ni ölçüyor: duygusal, fiziksel, ailevi, sosyal ve ruhani.
Askerler, 100'den fazla sorudan oluşan bir online anket dolduruyor ve eğer
sonuçlar kırmızı alanda yoğunlaşırsa, bir sınıfta veya online olarak yardımcı
derslere katılmaları gerekiyor. Böylelikle, düşük puan aldıkları
alanlardaki esneklikleri güçlendiriliyor. Test, her iki yılda bir uygulanıyor.
Bu zamana dek 300.000'den fazla Ordu mensubu söz konusu eğilimden
yararlandılar.
Ancak, askerler arasında binlerce ateist de var. Derneğin 27 yaşındaki Çavuş Justin
Griffith. Testin ruhani boyutu içinde, ağırlıklı olarak Tanrı'ya veya başka bir
tanrısal varlığa inanan askerler için hazırlanmış sorular mevcut. Dolayısıyla,
Tanrı inancı olmayan askerlerin bu bölümde düşük puan alması, inceden kesin.
Bunun sonucunda da, askerlerin tatmin edici bir ruhani düzeye gelene dek
"eğitilmesi" amacıyla dinsel görüntüleri kullanan egzersizlere
katılmaları da bir zorunluluk oluyor.
Kuzey Carolina'da Fort Bragg'da görev yapan Griffith, teste geçtiğimiz ay
girdi ve duygusal, ailevi, sosyal boyutlarda iyi puanlar aldı. Ancak, sınavın ruhani
bölümünü tamamladıktan sonra, ruhani olarak "zinde olmadığı" sonucuna
varıldı; çünkü "Ben manevi yönü olan bir insanım. Askerlik hizmetiyle yaşamıma
anlam katıyorum. Böylece yaşamımın tüm insanlık ve dünyayla yakından bağlantılı
olduğuna inanıyorum" şeklindeki cümlelere yanıt vermesi istendiğinde,
"bunlar bana hiçbir şekilde uymuyor" kutucuğunu işaretlemişti.
Test sonuçlarında, "Manevi zindeliğin, zorlu bir alan
olabileceği" yönünde bir yorum getirilmişti. Griffith'in testinde
şöyle deniyordu: "Yaşamınızda anlam ve amaç eksikliği bulunuyor
olabilir. Bazen sizin ve çevrenizdekilerin başına gelenlere anlam veremiyor olabilirsiniz.
Kendinizi, sizden daha geniş bir birime bağlı hissetmiyor, inançlarınızı,
ilkelerinizi ve değerlerinizi sorguluyor olabilirsiniz. Yaşamınıza çok daha
fazla anlam ve hedef katacak olan şeyler var. Ruhani zindeliğinizi
iyileştirmek, sizin açınızdan önemli bir hedef olmalıdır."
Bir görüşmede, Ordu adına konuşmayan Griffith, yanıt vermeye mecbur
bırakıldığı "ruhani" sorular karşısında "rencide olduğunu"
söylemişti.
"Testin sonuçlarına bakarsanız, sanki tüm kaderim altüst olmuştu ve
ABD Ordusu'na hizmet etmeye uygun değildim" demişti Griffith. Kendisi, beş yıldır
orduya hizmet etmekteydi. "Ruhanilik kelimesini düşündüğümde,
kelimenin kökenine iniyorum: Ruh. İşte, ben buna inanmıyorum."
Albay Greg Bowling ise, söz konusu testin "askerlerin
ruhani durumlarına dair gereksiz sorular sorulduğu ve neredeyse bu şekilde
yasaların çiğnenmek üzere olduğunu" kabul ediyor.
Albay Bowling "Soruların önüne geçmek gibi bir
seçenek yoktu; bugün giderek dini bir görünüm kazanan Amerikan ordusunda dini
görüşlerine hoşgörü gösterilip gösterilemeyeceği sorusu karşısında
bırakıyorduk ateist askerleri" demişti.
Testin bir nüshasına göre, Ordu, "ruhani boyutla ilgili soruların,
insanın ruhuyla bağlantılı olduğunu" kabul ediyor: "Bu ikisi de
doğası gereği "dinsel" içeriklidir. Kapsamlı Zindelik Programı,
"ruhani zindeliği", bir insanın ailevi, kurumsal ve sosyal destek
kaynaklarının ötesinde ayakta tutan kanılar, ilkeler veya değerler bütününü
güçlendirmek olarak tanımlıyor. Tuğgeneral Rhonda Cornum (ki kendisi aynı zamanda
CSF Programı'nın da direktörü) ise şöyle diyor: "Ruhani güçlülük alanı,
dinsellikle bağlantılı değil; en azından onu ölçme biçimimiz açısından."
Bu alanda, bir insanın hayatındaki temel değer ve kanıların anlamını ve
hedefini ölçüyoruz. Her ne kadar bir kişinin inandığı din, bu tür şeyleri
etkilese de, bu dinsel bir mesele değil. Ruhani eğitim, diğer alanların aksine,
tamamen ihtiyari bir mesele. R-u-h-a-n-i kelimesini her söylediğinizde,
cezaya çarptırılıyorsunuz. Dolayısıyla, bu bölüm zorunlu değil. Ancak
değerlendirme yapılması zorunlu ve göreve yeni başlayan askerlerin, diğer dört
alandaki duruşlarını güçlendirmeleri için bir takım egzersizler yapmaları
gerekiyor"
Ancak, tüm sözlü egzersizlere karşın, Cornum, "ruhani" ve
"dini" kelimelerinin anlamları konusunda müdahil olmuşa benziyor.
Keza, CSF'in ruhani boyutunun, dinsel doktrinle derinden bağlantılı olduğu
görülüyor. 2010 yılı Ocak ayında Bowling Green State Üniversitesi'nin (BGSU) yayımladığı bir basın bülteninde,
meşhur "Din Psikolojisi" uzmanı Dr. Kenneth Pargament'in, Ordu'daki askeri birliklerle, BGSU ROTC askeri
öğrencileriyle, mezunlarla ve West Point'teki yetkililerle istişarede bulunarak, testin ruhani
boyutunu geliştirmekte olduğu belirtiliyordu.
Askerlerin testin ruhani bölümünde başarısız olmaları durumunda söz konusu
yardımcı eğitimlere katılmaları gerekmediği yönünde Cornum'un iddiaları,
Griffith ve diğer askerlerin iddialarıyla ör-tüşmüyor; keza bu kişiler,
sınavdan sonra aldıkları öğütlere uygun davranmadıkları taktirde üstleri tarafından
disipline edileceklerinden korkuyorlar. Aslında, testin hiçbir yerinde böylesi
bir eğitimin "gönüllü" olduğuna dair bir ibare bulunmuyor.
Dahası, Cornum'un hukuki bir davayı önlemek için "dini"
kelimesini "ruhani" ile değiştirme girişimleri, tek bir sivil
haklar örgütünü bile ikna etmemişti. Geçtiğimiz hafta, Askeri Dini Özgürlükler
Derneği MRFF, Ordu Sekreteri John McHugh ve Genelkurmay Başkanı General Casey'e
bir mektup göndererek; Ordu'nun söz konusu testin "ruhani"
bölümünü uygulamayı sona erdirmeleri talebinde bulundu. (MRFF'nin kurucusu ve
başkanı olan Mi-key Weinstein, aynı zamanda Truthout'un danışma kurulu
üyesidir.)
MRFF'yi temsilen Jones Day hukuk firmasının avukatlarından Caroline Mitchell'in imzasıyla 30 Aralık 2010
tarihinde hazırlanan mektupta, "Muğlak bir dille kaleme alınmış
olmasına karşın, testin ruhani boyutunun amacı, askerlerin dini inanışlarını
güçlendirmektir" şeklinde bir ifade yer alıyor.
Ve ekliyor: "DERİN DİNİ İNANIŞLARI OLAN ASKERLER, TESTİN SÖZ KONUSU
RUHANİLİK BOYUTUNDAN RUTİN OLARAK GEÇİYORLAR; ANCAK ATEİSTLER VE TEİST
OLMAYANLAR, BU AŞAMAYI GEÇEMİYORLAR. ORDU İSE, BU TESTTE "DİNSEL"
YERİNE "RUHANİ" KELİMESİNİ KULLANMAKLA YETİNEREK DİNİN ANAYASAYA
AYKIRI BİR ŞEKİLDE KULLANILDIĞI SONUCUNA VARILMASININ ÖNÜNE GEÇEMİYOR."
Mektupta, ayrıca şunlar söyleniyor: "Askerlerin oylaması istenen
ruhani ifadelerin çoğu, dini doktrine dayanıyor ve yaşamın anlamı ve
insanların birbirine sıkı sıkıya bağlı olduğuna ilişkin ortak dogmatik kanıyı
temel alıyor. Testteki beyanlar ve yardımcı materyaller, mümin olmanın önemini
sürekli teşvik eder nitelikte. Dahası, CSF Eğitim Modülleri'ne eşlik eden görseller,
ruhani eğitimin dini boyutlarını daha da ortaya çıkarıyor."
Mitchell, Anayasa'nın Kurumlarla ilgili hükmünün bu
tür dini testleri yasakladığını söylüyor. Weinstein'e göre, "Burada sadece Anayasa'nın
Kurumlarla ilgili hükmü ihlal edilmekle kalmıyor; Anayasa'nın 6.maddesinin 3.hükmü
de, hükümet hizmetleriyle bağlantılı olarak herhangi bir "dini testi"
özellikle yasaklıyor. Dolayısıyla, Ordu'nun CSF testinin "ruhanilik" boyutu,
Anayasayı ihlal ediyor." Weinstein, MRFF'nin hâlihazırda "bu "dini
teste" karşı çıkan ve çoğu Hıristiyanlardan oluşan" 200'den fazla
orduya bağlı askeri temsil ediyor. Weinstein Ordu'nun söz konusu testin ruhani boyutunu
yönetmekten geri adım atacağını beklemediğini de ayrıca ifade ediyor. Weinstein ve çalışma ekibi, girişimleri reddedildiği
taktirde yasal yollara başvurmaya niyetli.
Dine Özgürlük Derneği de, McHugh'a bir mektup göndererek, Ordu'yu,
askerlerin ruhani zindeliğini değerlendirmeye son vermesi çağrısında bulundu.
Buna ilave olarak, Jones Day, geçtiğimiz hafta Griffith ve MRFF
adına İfade Özgürlüğü Sözleşmesi çerçevesinde bir dilekçe hazırladı ve CSF'nin
ruhani boyutunun gelişimiyle bağlantılı bir dizi belge talebinde bulundu. Bu
dilekçeye Truthout da taraf. Savunma Bakanlığı'nın sözcüsü ise, söz konusu çağrılara
herhangi bir geri dönüşte bulunmadı.
"Dr. Mutlu"
CSF, tamamen Dr. Martin Seligman'ın
çalışmalarına dayanıyor. Kendisi, Savunma Bakanlığı'nın Federal Danışma
Komitesi bünyesinde Savunma Sağlığı Kurulu'nun üyesi ve Pennsylvania Üniversitesi Pozitif Psikoloji Merkezi
Yönetim Kurulu Başkanı. Ordu, kendisini "Dr. Mutlu" olarak biliyor.
Zamanında bir meslektaşına, psikologların "bir rock yıldızı" düzeyine yükselebilecekleri ve "şöhret
ve para sahibi olacakları" yönünde bir söz sarfetmiş olan Seligman,
"Gerçek Mutluluk: Kalıcı Tatmin için Potansiyelinizi Gerçekleştirmek Üzere
Yeni Pozitif Psikolojinin Kullanımı" başlıklı kitabın da yazarıdır.
CSF'nin dayandığı "Penn Esneklik Programı" ise, bilişsel-davranışsal
ve sosyal problem çözme yeteneklerini kazandırıyor ve Aaron Beck ile Albert Ellis'in yanı sıra Seligman'ın ortaya
koyduğu bilişsel-davranışsal depresyon kuramlarını kısmen temel alıyor."
Seligman, bazı kesimler tarafından "mutlu" olmasıyla ün
salmış; ancak daha çok, kırk yıldan uzun süre önce Pennsylvania Üniversitesi'ndeyken "öğrenilmiş
acizlik" kuramını geliştirmesiyle tanınıyor. Psikolog ve işkence
uzmanı Dr. Jeffrey Kaye, geçtiğimiz sene Truthout'ta
yayımlanan bir raporunda, Seligman ve psikolog Dr. Steven Maier'in, "öğrenilmiş
acizlik" kavramını, "köpekleri kaçınılmaz elektrik
şoklarıyla karşı karşıya bıraktıktan sonra" geliştirdiklerini
belirtiyordu. "Kısa bir süre içinde, köpeklerin bu durumdan kaçıp
kurtulmaları imkânsız hale gelir. Kendilerine daha önceden bir kaçış yolu
öğretilmiş olmasına karşın, bu gerçek değişmez", diye yazar Kaye.
Ve ekler: "Dr. Seligman ile Dr. Maier, oluşturdukları teoride, köpeklerin
içinde bulundukları durumun çaresiz olduklarını "öğrendikleri"ni
ileri sürdüler. Deneysel model, klinik depresyon ve diğer psikolojik koşullara
uygulanmak üzere insana da yaygınlaştırıldı."
Seligman'ın bu alandaki çalışması, CIA ve Savunma Bakanlığı ile Kamu için
sözleşmeyle çalışan psikologları etkiledi. Senato'nun Silahlı Hizmetler
Komitesi'nin 2009 yılında yayımladığı bir rapora göre; COA'in birçok tehlikeli
mahkuma karşı sert işkence yöntemleri uygulamaya başladığı bir dönemde, 2002
yılı Mayıs ayında, Seligman, Donanma'nın San Diego'daki "Hayatta Kalma,
Kaçınma / Sakınma, Direniş, Kaçma (Survival,
Evasion, Resistance, Escape)" konusunda eğitim veren bir okulunda üç
saatlik bir konuşma yaptı. Konuşmayı dinleyenler arasında iki psikolog da
bulunmaktaydı: Bruce Jessen ve James Mitchell. Bu kişiler, Bush yönetiminin işkence programının mimarları
olarak bilinmekteydi.
Beş ay kadar sonra, Seligman, evinde bir toplantıya ev sahipliği yaptı.
Toplantıya, Mitchell, ClA'in o dönem Davranışsal Bilim
Araştırmaları Direktörü Kirk Hubbard ve "İsrailli bir istihbaratçı"
katılmıştı. Seligman, "Öğrenilmiş Acizlik" kuramının 9-11 mahkumlarına karşı kullanıldığından
tamamen habersiz olduğunu iddia etti ve Mitchell, Jessen veya Bush yönetiminin diğer yetkilileriyle, işkence
programına dair herhangi bir görüşme yaptığı iddialarını reddetti.
"ÖĞRENİLMİŞ İYİMSERLİK"
Amerikan Psikoloji Derneği'nin (APA) eski başkanlarından olan Seligman,
2008 yılı Eylül ayında General Casey ile görüşmeye başlamıştı. Görüşmelerinin
konusu ise, o ve meslektaşlarının geçen on yıl içinde yürüttükleri
araştırmanın, "Öğrenilmiş İyimserlik" kuramına ve bunun da
ordunun görev başındaki tüm askerlerine uygulanmasıydı. Seligman, daha sonra,
Aralık 2008'de Cornum ile görüştü ve PTSD vakalarını azaltmak üzere CSF'nin
kurulması masaya yatırıldı.
Seligman, 2009 yılı Ağustos ayında şöyle demişti: "Psikoloji, bize
bu patoloji dilini kazandırdı; böylelikle birinin öldüğünü gören asker, bundan
on yıl sonra, "bende tuhaf bir şey var; travma-sonrası stresim
var" diyebiliyor. Buradaki temel fikir, insanlara yeni bir kelime
dağarcığı kazandırmak; böylelikle daha esnek şekilde konuşmalarını sağlamak.
Travma yaşayan birçok insan, bununla da sınırlı kalmıyor; travma-sonrası
dönemi daha da zorlu geçiyor."
2009 yılı Aralık ayında APA Monitor'da yayımlanan bir raporda,
Seligman'ın, okullarda çocuklara öğretilen pozitif düşünce metotlarının,
ordudaki askerlere de öğretilebileceğine ve sonuçlarının aynı olacağına inandığı
belirtiliyordu. Keza, çocuklar, her gün karşılaştıkları sorunlar hakkında daha
gerçekçi ve esnek düşünmeye koşullandırılmışlardı.
Seligman, yürüttüğü 19 tane araştırmayı teorisine baz olarak kullandığını
ifade etti. Bu araştırmalar sonucunda; "öğrencilerin hedeflerini
belirlemeleri, bilgi toplamaları ve bu hedeflerine erişmek üzere mümkün olan
tüm yolları geliştirmelerine yardımcı olmak suretiyle sorun çözme sürecini
yavaşlatmanın önemini vurgulayan öğretmenlerin, iki yıllık süre içinde
öğrencilerinin iyimserlik düzeylerini artırdıkları ve depresyon risklerini
yarı yarıya azalttıkları" sonucuna varmıştı.
Ancak, okul sıralarındaki çocuklardan farklı olarak, aynı koşullandırma
yöntemlerini orduda görev alan askerlere uygulamanın PTSD'yi azaltacağını kanıtlayan
herhangi bir araştırma bulunmuyor. Bununla birlikte, Seligman da bu durumun
farkında gibi görünüyor. Keza, ordudaki askerleri "deneme tahtası"
olarak nitelendirmesi de bundan olsa gerek. Seligman, CSF programı hakkında
şu ifadeleri kullanıyor: "Psikolojinin daha önce hiç müdahil olmadığı
türden geniş kapsamlı bir araştırma bu. Dile kolay; 1,1 milyon askeri kapsıyor
ve esneklik-psikolojik zindelik eğitimlerinin işlerlik gösterip göstermeyeceğine
dair net verileri ortaya koyacak. Cesareti kırılmaz bir Amerikan ordusu
yaratmak üzereyiz."
POZİTİF PSİKOLOJİYE DAİR ELEŞTİRİLER
Seligman'ın geliştirdiği "pozitif psikoloji" kavramının
birçok destekçisi mevcut. Ancak, bu hareketi eleştirenler de yok değil.
Zamanında APA Başkanlığı da yapmış olan Bryant Welch şu ifadeleri kullanıyor: "Kişisel
olarak, pozitif psikoloji ile Norman Vincent Peale'nin Pozitif Düşünme Gücü arasında anlamlı bir ayrım
bulamadım. Her ikisi de, olumsuz veya mutsuz düşünceler yerine pozitif düşünceleri
getirmenin önemini vurguluyorlar."
Ve ekliyor: "ABD Ordusu ise, henüz sınanmamış bu kavram için 125
milyon dolar yatırımda bulunuyor, bu para, elbette, birliklerimize gerçek akıl
sağlığı desteği vermek üzere kullanılabilirdi. Onun yerine, askeri personele,
başlarına muharebe alanında ne gelirse gelsin, pozitif psikolojinin tartışmalı
araçlarıyla bunun üstesinden gelebilecekleri (ve dolayısıyla; gelmek zorunda
oldukları) söyleniyor ve bu para bunun için kullanılıyor."
Diğer eleştiri oklarını gönderenler arasında ise; Chris Hedges ve Barbara
Ehrenreich adlı yazarlar var. Her ikisi de, "bu denemenin, kurumsal
dünyada başarıya ulaştığını söylüyorlar; keza onlara göre, kurumsal dünyada,
negatif sonuçların sürekli inkârı, son kertede şu an yaşadığımız ekonomik
krize yol açtı."
"Yanılsama İmparatorluğu: Okur Yazarlığın Sonu ve Teşhirin
Zaferi" adlı kitabın yazarı Hedges ise, şu ifadeleri kullanıyordu:
"Mutluluk mühendisliği yapabildiğini savunan ve kurumsal uygunluğu
sağlamaya dönük psikolojik araçlar temin eden pozitif psikoloji, kurumsal
devlet açısından neyse, Ojenikler de Naziler açısından aynı şeyi ifade
ediyor."
Ve ekliyor: "Pozitif psikoloji, kurumsal tahakkümün, suiistimalin
ve hırsın üzerine bir duman gizleme perdesi çeken dolandırıcı bir bilimdir.
Pozitif davranışlar sergileyemeyenler, dışarıdaki hakikat ne olursa olsun,
"uyumsuz" addedilirler ve yardıma ihtiyacı oldukları sanılır. Bu tür
davranışların düzeltilmesi gerekiyor."
Hedges, şunu da eklemeyi ihmal etmiyor: "Pozitif psikolojinin
yararlarını telkin eden akademisyenler, kurumsal imtiyazların peşinden
koşuyorlar."
Seligman'ın özgeçmişi ise, pozitif psikoloji araştırmaları yürütmek üzere
on milyonlarca dolar nakit para aldığını gösteriyor.
Chronicle of Higher Education'da yayımlanan bir rapora göre,
"İnsanlar, pozitif psikolojinin başarısının büyük bölümünü, bu alandaki
lider kişilerin yerleşik şanına ve Seligman'ın bilimi destekleyen kuruluşların
ilgisini çekebilme başarısına atfediyorlar."
Chronicle of Higher Education'a göre; "Amerikan Ulusal Akıl
Sağlığı Enstitüsü, son on yıl içinde pozitif psikoloji alanında araştırma
yapanlara 226 milyon dolardan fazla kredi sağladı. 1999 yılında 4 milyon
doların altında bir krediyle başlayan yardımlar, 2008 yılında bu meblağın
dokuz katından fazla bir orana erişti."
Seligman, Ordu için yaptığı çalışmayı, "dünyadaki ikinci en büyük
kuruma destek olmak" la eşdeğer görüyordu.
Multi-milyon dolarlık sözleşme
Seligman, en yüksek maaşını ise, geçtiğimiz sene, Pozitif Psikoloji
Merkezi'nin ordu ile yaptığı sözleşme sonucunda, programı geliştirmeye devam
etmek üzere, teklifsiz, 3 yıl için 31 milyon dolarlık bir hibe almasıyla
edinmiş oldu.
Savunma Bakanlığı belgelerine göre, "söz konusu sözleşme, rekabet
usulleri dışında gerçekleştirildi; keza bu konuda sorumlu tek kaynak vardı ve
Ajans'ın gereksinimlerini karşılayacak türden başka bir hizmet sağlayıcı
bulunmamaktaydı. Yüksek uzmanlık gerektiren hizmetlerin sürekli temini için,
esaskaynaktan hizmet alınması gerekiyordu."
2009 yılında, CSF programını geliştirmek üzere Casey'den yeşil ışık
aldıktan aylar sonra, Ordu, Seligman'ın Pozitif Psikoloji Merkezi'ne I
milyon dolar ödemede bulundu; karşılığında da "Esneklik Eğitimi
Erbapları" (Master Resilience Trainers - MRT) rütbesine erişmek üzere yüzlerce
eğitim çavuşunun eğitilmesi gerekiyordu. Söz konusu "tasdikli"
uzmanlar, bu konuda komutanlarına tavsiyelerde bulunacak ve Ordu'da birim
düzeyinde esneklik eğitimlerini kolaylaştıracak."
CSF'nin 2009 yılı Ekim ayında başlatılmasından bu yana 2000'den fazla MRT
eğitildi. Ordu, binlercesini daha belgelendirmek istiyor.
Savunma Bakanlığı'nın "teklifsiz sözleşme" için yaptığı
gerekçelendirmede, Seligman'ın programının "yegane olanaklara sahip
olduğu belirtiliyor ve bu programın, Ordu'nun minimum gereksinimlerine
halihazırda karşılık verebilen, tek yerleşik, etkin, kanıt temelli bir eğitim
programı olduğunun altı çiziliyordu."
Sözleşme belgelerine göre; Seligman'ın programı, "özellikle esneklik
sağlama yolları konusunda eğiticileri eğitmek ve öğrencilerine bu minvalde yetenekler
kazandırmaları için tasarlanmıştı. Diğer mevcut programlar ise, sadece
katılımcılara esnekliği öğretmeye yönelikti. Seligman'ın programının uzun
vadeli sonuçları ise, 15'in üzerinde belgelendirilmiş araştırma çerçevesinde
incelenmişti".
"SELİGMAN VE MESLEKTAŞLARININ PENNSYLVANİA ÜNİVERSİTESİ'NDE
ÖĞRETTİKLERİ GİBİ, ORDUNUN ESNEKLİK EĞİTİM PROGRAMI OLMASAYDI, ONLARCA SAVAŞIN
VE DİĞER STRES KAYNAKLARININ SONUCUNDA, AMERİKAN ORDUSU ZAYIFLAYACAK; BU
DURUM DA, SON KERTEDE MİLLETİMİZİN ULUSAL GÜVENLİĞİNİ TEHDİT EDER ŞEKİLDE
ORDUNUN TEYAKKUZU ÜZERİNDE DOĞRUDAN ETKİDE BULUNACAKTI. SÖZ KONUSU PROGRAM,
IRAK VE AFGANİSTAN'A KONUŞLANDIRILAN GÜÇLERİMİZ AÇISINDAN DA SON DERECE
ÖNEMLİ."
Sözleşme belgelerinde, ayrıca, "Ordu'nun ivedi gereksinimlerini
karşılayan programı sayesinde Seligman ile sözleşme yapılmasına karar
verilmeden önce, 2008 yılı Ağustos ve Ekim ayları arasında birçok piyasa
araştırması, internet araştırması ve konusunda uzman kişilerle görüşmeler yapıldığı"
belirtiliyordu. Cornum, 2009 yılı Temmuz ayında, Pennsylvania Üniversitesi'nin
geniş halk kitlelerine yönelik olarak kullandığı benzeri esneklik testlerinin
de ordu tarafından "askerileştirileceği" ni söylemişti.
Zor bir Mesele
Ancak, ateist çavuş Griffith'e göre, Ordu, testin ruhani bölümündeki dinsel
göndermeleri yeterince ortadan kaldırmamış. Seligman'ın meslektaşları bile,
ruhaniliği dinden ayırma girişimlerinin, ayrı bir sorun alanı olduğunu kabul
ediyorlar. Ben Dean, Pennsylvania Üniversitesi'nin Gerçek Mutluluk adlı
websitesinde yayımlanan makalesinde "Din ve ruhanilik ile kastedilen
iki şey arasında kavramsal bir ayrım yapmak oldukça zor", diye
yazmıştı. Griffith, buna basit bir çözüm olduğunu söylüyor: "Tüm ruhani
boyutu kendi içinde un ufak etmek..."
(Kanada merkezli düşünce kuruluşu globalresearch)
globalresearch.ca/index.php?context=va&aid=2265l Konuya ilişkin bilgi
için: http://www.army.mil/csf/
Kapitalizme geçiş, Doğu Avrupa ülkelerinin
tümü için ekonomik ve sosyal açıdan bir gerilemeyi ifade ediyor. Birleşmiş
Milletler'in konuya ilişkin bir raporunda: "Planlı ekonomiden piyasa
ekonomisine geçiş, refahın ve ulusal zenginliklerin dağılımında önemli
değişiklikleri de beraberinde getirmiştir. Rakamlar, çok hızlı yapılan
değişikliklerin hiç kaydedilmediğini gösteriyor. Bu, yüksek insani maliyetlere
neden olmuştur ve çok dramatiktir" deniyor. 1990-2002 yılları
arasında, Doğu Avrupa ülkelerinde kişi başına düşen Gayri Safi Yurtiçi Hâsıla
(PİB, bir yıl içinde üretilen tüm mal ve hizmet kümesi) azalırken, benzer
ülkelerde yüzde 27 oranında arttı ki bu da hemen hemen yüzde 40 varan etkili
bir kaybı ifade eder. Bu gerileme Polonya ve Slovenya dışındaki tüm ülkeler
için geçerli. Bugün, Orta ve Doğu Avrupa'nın eski komünist ülkelerinde kişi
başına düşen GSYIH, Latin Amerika ülkelerinin kişi başına düşen GSY-İH'nın
dörtte birinden düşük. Üstelik eski Sovyetler Birliği cumhuriyetleri için
durum daha da dramatik: '90'lı yıllarda, GSYİH, yüzde 33 oranında düştü.
Hatta Ukrayna'da 1993 ve 1996 yılları arasında yüzde 48 oranında bir azalma
oldu; Rusya da ise yüzde 47.
Devletin ekonomik alandaki tesisleri,
gülünç derecede düşük fiyatlarla satıldı. Güçlü ekonomik ve endüstriyel
cihazların büyük bir kısmı söküldü. Büyük bir endüstriyel güç olan Rusya,
birkaç yıl içinde bir Üçüncü Dünya ülkesi haline geldi. Rusya'nın (114 milyon
nüfuslu) GSYİH'sı, Hollanda Antileri'nin GSYİH'sından (16 milyon nüfuslu) daha
düşük. Sovyetler Birliği yaklaşık yüz yıl içinde geriledi. 1917 yılında,
sosyalist devrim zamanı, ABD'nin kişi başına düşen GSYİH'nın yüzde 10'na
ulaşıyordu. Sovyetler Birliği İkinci Dünya Savaşı'ndan tamamen tahrip olmuş
ve yıpranmış çıkmasına rağmen ABD'nin 1989 yılındaki GSMH'sınm yüzde 43'üne
denk düşen bir değere yükselmişti. Bugün yüzde 7'den daha az.
Eski Sovyetler Birliği'nin yaklaşık 150
milyonluk nüfusu (yani, Fransa, İngiltere, İskandinav ülkelerinin toplamı ve
Hollanda nüfuslarına eşdeğer) '90'lı yılların başlarında yoksulluk içine
atıldı. Günde 4 dolardan daha az bir gelire sahipler. Bir doların altında
yaşayan yoksulların sayısı yüzde 20 oranında arttı. Bulgaristan, Romanya,
Rusya, Kazakistan, Ukrayna, Kırgızistan, Türkmenistan, Özbekistan ve
Moldova'da yoksul sayısı halkın yüzde 50'den yüzde 90'nına yükseldi. UNICEF
tarafından yapılan son araştırmaya göre, eski Doğu Avrupa ülkelerinde üç çocuktan
biri, bugün yoksulluk içinde yaşıyor. Bir milyondan fazla çocuk yetiştirme
yurtlarında barınıyor. Rusya'da, doğum oranı düşmesine rağmen terk edilmiş
çocuk sayısı ikiye katlandı. Romanya'nın başkenti Bükreş'te, yüzlerce çocuk
sokakta yaşıyor ve 100 bin çocuk terk edilmiş durumda. Eski Doğu Bloğu ülkelerinde
yüz binden fazla çocuk fuhuşa itildi.
Kapitalizme geçiş aynı zamanda birçok
kadın için gerçek bir felaket oldu: Kadınlar giderek artan sayıda şiddetin kurbanı oldular. Umutsuzca daha
iyi bir yaşam ve iş arayan birçok kadın, organize suç şebekeleri tarafından
fuhuşa itildi. Her yıl bölgeden yaklaşık olarak yarım milyon kadın,
kelimenin tam anlamıyla Batı Avrupa'ya ihraç ediliyor. Kapitalizme geçişten
önce bölge güvenceli bir sosyal refah içinde yaşıyordu. Birleşmiş Milletler
raporu şöyle diyor: "Doksanlı yıllardan önce Birleşik Devletler
Topluluğu, Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinde sosyal hizmetler oldukça iyiydi.
Güçlü bir sosyal güvenlik temeline sahiptiler. Ömür boyu iş güvencesi vardı.
Net gelir düşük olsa da istikrarlıydı. Bunların dışında, birçok tüketim malı,
temel hizmetler, sübvanse ediliyor ve düzenli sağlanıyordu. Yeterli gıda,
giyim ve konut vardı. Eğitim ve sağlık hizmetlerine erişim parasızdı. Emeklilik
güvence altındaydı ve insanlar diğer sosyal üretim biçimlerinden faydalanabiliyorlardı."
Rapor devam ediyor: "Bugün, uygun bir eğitim ve yeterli gıda garantisi
yok. Ölüm oranı yükseliyor, potansiyel olarak yıkıcı yeni salgın hastalıkların
tehdidi altındalar, giderek büyüyen ve korkutucu tehdit yaşamı (hayatta
kalmayı) belirliyor."
Bazı ülkelerin nüfusu dramatik bir biçimde
azaltmakta,
Ukrayna'da, nüfus 1991 yılından bu yana
1,2 milyon azaldı.
Rusya'da ise, komşu ülkelerden gelen 3,7 milyon
göçmene rağmen 1992-94 arası 5,7 milyon azaldı.
Bu da bize, eskisine oranla, gün başına
3500'den daha az Rus'un doğduğunu söylüyor. Birleşmiş Milletler, eğer eğilim
tersine dönmezse, eski Doğu Bloğu ülkelerinin nüfusunun 2050 yılına kadar
yüzde 20 oranında azaltılabileceğini değerlendiriyor. 307 milyondan 250
milyona düşeceğini belirtiyor. TOPLUM, ÖFKE, HAYAL KIRIKLIĞI VE BOYUN EĞME
ARASINDA GİDİP GELİYOR. İŞTE BAZI ÖRNEKLER:
Polonya geçişten en az yaralı çıkan ülke oldu ve bu koyu Katolik ülkede,
"Komünizmin" yaşamı hiç kolay olmadı. Bununla birlikte, bugün
Lehlerin yüzde 44'ü Doğu Bloğu dönemine olumlu bakıyor ve yüzde 47'si
"kötü uygulanmasına" karşın sosyalizmin iyi bir doktrin olduğuna
inanıyor. Hatta Polonyalıların yüzde 37'si, 1945 yılından 1989 yılına kadar
iktidarda bulunan Komünist Partiye olumlu bakıyor. Yüzde 3l'i bu dönemden
rahatsızlık duyuyor. Sadece yüzde 41'i kapitalizme daha iyi bir sistem olarak
bakıyor.
Doğu Almanyalıların yüzde 76'sı sosyalizmi "kötü uygulanan" iyi bir ideoloji
olarak değerlendiriyor ve yalnızca her üç kişiden biri mevcut demokrasi
biçiminden memnun. Bulgaristan'da 1989 yılındaki suçlu sayısı dört kat daha
fazlalaştı.
Macaristan ve Çek Cumhuriyeti'nde üçe katlandı.
JUAN CARLOS ARGÜELLO
KAYNAK:
TURQUIE DIPLOMATIQUE, MART 2011, SAYI: 25
TÜRKİYE'NİN GİZLİ YAHUDİLERİNİN
ORTAYA ÇIKIŞI
Yakın bir tarihte, New Jersey'deki
bir sinagogda, üç yüzyıldan fazla bir süredir devam eden bir Yahudi
trajedisi anı, ancak uzun zamandır beklenen bir sona ulaştı. Bir haham
mahkemesinin karşısına çıkan Türkiyeli bir "gizli Yahudi",
geçmişin karanlıklarından çıkıp resmen Yahudi halkının arasına dönerek tarihsel
bir devri kapadı.
Söz konusu genç adam şimdi
İbranice ismi olan Ari'yi kullanıyor sahte Mesih Sabetay Sevi'nin takipçilerinin
soyundan gelen birkaç bin kişiden oluşan bir cemaat olan Dönme cemaatinin bir
üyesidir.
Kulağa hayal ürünü ve hatta
inanılması güç gelse de geçen bütün bu yıllardan sonra Sabetay Sevi'nin,
İsrail'i kurtarmak için döneceğine inanan insanlar hâlâ var. Sabetay Sevi,
kurtuluş ümitlerini artırarak ve dünya çapındaki Yahudiler arasında heyecana
neden olarak 17. Yüzyılda fırtınalı bir şekilde Yahudilerin hayatına girdi.
Muazzam bir karizmayla donanmış olan Se vi, değişik Yahudi cemaatlerini ziyaret
etti ve onlara, uzun zamandır beklenen sürgünden kurtuluşun çok yakında
gerçekleşeceğini vadetti.
Ancak Sevi'nin bu kurtarıcı
kariyeri, Osmanlı sultanı, Sevi'ye dehşet verici bir tercih ya Müslüman ol ya
da kılıçla öl sunduğunda mahvedici bir şekilde sonuçlandı. Kral Davut'un
tahtını talep eden bu sözde hak iddiacısı, kahramanlığı bir tarafa bıraktı ve
en sadık takipçilerinden olan üç yüz aile ile birlikte Müslüman oldu. Görünüşte
İslam'ı uyguladılarsa da Dönme cemaatinin üyeleri ayrıca Ma'aminim
("inananların İbranicesi) olarak da bilinirler bununla beraber
Museviliğin mistik bir biçimini gizlice yaşamaya devam ettiler.
Dönme cemaatinin üyeleri, 1923-1924
yıllarında iki ülke arasında yapılan nüfus mübadelesi kapsamında Türkiye'ye
sürülene kadar, yoğun bir biçimde Yunanistan'ın Selanik kentinde yaşadı.
Geçmişlerindeki bu zor dönemin aslında gizli bir lütuf olduğu ortaya çıktı
çünkü bu sürgün onları, çoğunluğu Naziler tarafından katledilen Yunanistan
Yahudilerinin başına gelenlerden kurtardı. Ancak Müslüman olmalarına ve aradan
üç yüzyıl geçmesine rağmen Dönmelere Müslüman Türkler tarafından kuşkuyla
bakılıyor ve Dönmeler, onları uluslararası Siyonist bir komplonun parçası
olmakla suçlayan basının sık sık hedefi oluyor.
Bu yüzden Dönmelerin içe
kapanmaları ve esas itibariyle de yer altına çekilmeleri şaşırtıcı değildir.
İki yıl önce İstanbul'a yaptığım bir ziyaret sırasında Ari'nin de dâhil
olduğu bazı genç nesil Dönmelerle görüştüm. Türk-İsrail ilişkilerinin
hâli hazırdaki durumu dikkate alındığında, onların kimlikleriyle ilgili
detayları açıklayamam ancak sadece hepsinin, Museviliğe dönmek için derin bir
arzu ifade ettiklerini söyleyebilirim. Onlarla küçük bir otelin lobisinde
buluştuğumda, özelikle Ari gergin görünüyordu. Her şeyden önce kippa
(dindar Yahudilerin başlarına örttükleri takke) giyen İsrailli bir Yahudi ile
birlikte görülmekten korkan Ari, sürekli etrafına bakıyordu.
Ari, bana. Dönmelerin Türk
medyasında katlanmak zorunda kaldıkları kötü muameleden bahsetti ve "Saklanmaktan
ve rol yapmaktan bıktım. Yahudi olmak istiyorum. Halkıma dönmek
istiyorum." dedi. Açık bir hayal kırıklığı duygusuyla Ari,
Türkiye'deki Yahudi cemaatinde oluşturabileceği tepkiden korkarak Dönme
meselesinin yanına bile yaklaşmayacağını söyledi.
Ari, "İki dünya arasında
sıkışıp kalmış durumdayım. Türkler beni bir Yahudi olarak görüyor ancak
Yahudiler beni kabul etmeyecek." dedi. Ancak bütün bunlar, birkaç
hafta önce, Ari'nin, Museviliğe dönmek için ABD'ye seyahat etme yönünde cesur
bir karar almasıyla değişti. Ari'nin durumunu inceleyen hahamlar, Ari'nin
atalarının sadece kendi aralarında evlilik yaptığı gerçeğini dikkate alarak
Ari'nin yuvaya dönüşünü onayladı.
Ari yalnız değil.
Museviliğe geri dönüş yolu arayan
çok sayıda başka genç Dönmeler de var ve onlara yardım etmek de Yahudi halkına
düşüyor. Ataları ne hata işlemiş olursa olsun, günümüzün Dönmeleri, sahip
oldukları Yahudi mirasına sarıldılar ve onu yaşattılar.
Kendi köklerine dönmek
isteyenlerin bunu yapmasına olanak tanınmalı.
(İsrail'de yayınlanan The
Jerusalem Post 24 Mart 2011)
MICHAEL FREUND
Kaynak: TURQUIE Diplomatique NİSAN 2011 –
Sayı:27
TÜRKİYE'NİN SURİYE İKİLEMİ
BM
tarafından Suriye için üzerinde anlaşmaya varılan ateşkese uyulup uyulmayacağı
beklenirken, galiba bazı Türk yetkililer, Devlet Başkanı Beşar Esad'ın ateşkesi
delmesini umuyor. Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ın Şam'daki eski
müttefikine bu denli kararlılıkla karşı gelmesinin ardından, hikâyenin sonunda
Esad'ın daha uzun yıllar iktidarda kalması olasılığı, Ankara açısından adeta
bir kâbus senaryosu. Saddam Hüseyin'in 1991 yılındaki Birinci Körfez Savaşı
sonrasında gücünü muhafaza etmesi, Suriye'deki olayların da bu yönde
seyredebileceğine uyarı örneği teşkil ediyor.
2011
yılının ilkbahar aylarında, Suriye ilk kez Esad'ın baskıcı iktidarına yönelik
toplu gösteriler ile sarsılmaya başladığında, Erdoğan Türk televizyonlarında
ortaya çıktı ve protestoları kınadı.
Erdoğan o dönemlerde, ülkeyi birçok kez ziyaret ettiğini ve ziyaretleri
sırasında Suriyelilerin, liderlerini ne kadar çok sevdiğini gördüğünü açıkladı.
Erdoğan'ın o zamanki dayanışma beyanı, iki lider arasındaki dostluğun yakın,
şahsi bir dostluktan çok daha fazlasına dayandığını gösteriyor. Erdoğan
ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Türkiye'nin Orta Doğu'daki etkisinin,
Esad'ı sessiz sedasız bir şekilde, protestoları liberal yoldan çözmesini
sağlamak için ikna etmekten geçtiği konusunda emindi. Ancak Esad,
Türkiye'nin bu önerisini geri çevirdi. Esad buna ilaveten, çevresinde
Türkiye'ye geleneksel olarak yakın olan kişileri hedefli bir şekilde iktidardan
indirdi ve bunun yerine, protestoculara karşı sert bir şekilde müdahale
edilmesini öneren İran'ı dinlemeye karar verdi. Müslümanlar arasındaki belli
bir dayanışmanın ve Batı'ya yönelik ortak bir düşmanlık dışında Türkiye ve
Iran, Orta Doğu'da hep iki büyük rakipti. İki ülke de bölgede dominant güç olma
hırsına sahip. Erdoğan'ın daha sonra Esad rejiminin protestolara müdahalesi
konusunda sergilediği yoğun tepkisi, bu nedenden dolayı da kırılan bir gurunun
işaretiydi. Ancak Türkiyee'nin imkânları şu ana kadar kısıtlı. Ülkede,
Suriye topraklarında bir tampon bölgenin oluşturulması konusunda açıkça
spekülasyonlar yürütülmesine rağmen, Türkiye böyle bir adımı tek başına atmaya
hazır değil. Bunlar kısmi olarak uygulamaya ilişkin düşünceler, çünkü
getireceği lojistik külfet, başarısız olma korkusu kadar büyük. Ancak başarı
dahi tehlikeler barındırabilir. Ankara'nın caddelerinde Osmanlı'yla ilgili
nostaljik hatıraların kol gezdiği bir dönemde, uluslararası bir koalisyonun
parçası olmayan ve bir zamanlar Osmanlı dönemine ait olan yere ayak basan Türk
birlikleri, Arap komşularda alarm zillerinin çalmasına neden olabilir. Çünkü
Suriyeliler, yeni bir Türk hegemonyası mevzubahis olduğunda çok fazla coşkulu
olmuyor.
-Güçsüzlük
İşareti—
Suriye
konusunda, Türkiye ve Suriye'deki uluslararası topluluğun karşı karşıya kaldığı
başlıca sorun, muhalefetin dağınık olmasıdır. Asilere silah tedarik edilmesine
karar verilse bile, tam olarak kimlerin desteklenmesi gerektiği konusunda karar
vermek oldukça zor. Aynı şekilde de Esad'ın iktidarını bırakmaya zorlanması
bile, Suriye'de gerçekten de istikrarlı ve demokratik bir devletin oluşacağının
garantisi değil. Ancak statükonun muhafaza edilmesi Türkiye açısından aynı
şekilde zarar verici nitelikte. Bu sadece süregelen bir belirsizlik anlamına
gelmiyor. Erdoğan'ın Esad'a karşı açık bir şekilde saf belirlemesi ve ona karşı
açıkça baskı uygulaması sonrasında, Esad'ın hâlâ iktidarda kalması, nihayetinde
çaresizce bölgesel güç olmak için çabalayan Ankara'nın güçsüzlüğüne işaret
ediyor.
(Berlin Merkezli Güncel Konulara
İlişkin Tartışmalara Yer Veren Internet Dergisi The European - 24 Nisan 2012)
KAYNAK:
TURQUIE DIPLOMATIQUE, 15 Haziran-15
Temmuz 2012, SAYI: 40-41
YAHUDİ BAKIŞIYLA: RUSYA YAHUDİLERİ
TARİHİ
(Yönetilmeyi İstemek)
SSCB, İsrail'i 1948 yılında derhal
tanıdı. İki ülke arasındaki bağlar ise, İsrail'in Batı ile müttefik olmasının
ardından çarpıcı biçimde kötüleşti. Yahudilerin bir millet olduklarına dair fikirler
ise, Yahudi karşıtı hisleri daha da körükledi.
1967 yılında, Sovyetler Birliği,
İsrail ile diplomatik bağlarını kopardı ve bu bağlar ancak 1992'de yeniden
kuruldu. Altı Gün Savaşları'ndan kısa süre sonra, Sovyetler Birliği'nde
kitlesel bir propaganda kampanyası başlatıldı.
1967 yılındaki savaşın ardından,
İsrail'e doğru Yahudi göçü durdu. Sovyetler Birliği, Arap devletlerinin başlıca
silah tedarikçisi haline gelmişti.
Avı HEİN
YAHUDİ TARİHİ UZMANI
Milattan Sonra 7. Yüzyıl'da
Yunanistan, Babil, Pers, Orta Doğu ve Akdeniz bölgesinden birçok Musevi;
Kafkaslar ve ötesine göç etti. Orta Çağ başlarından itibaren, 'Rus
seyyahlar' (holkhei Rusyah) olarak bilinen Musevi tüccarlar, Hindistan ve
Çin'e varmak üzere Slav ve Hazar toprakları üzerinden yolculuk yaptılar.
Sekizinci yüzyılın ilk yarısında
Hazar Krallığı Yahudi dinine geçti ve yeni bir Yahudi krallığına dönüştü. Kimi akademisyenler, Aşkenaz
Yahudilerinin kökenlerini, Hazarların Yahudiliğe geçişleriyle
ilişkilendirirler. Bu konu, bugün halen akademisyenlerin araştırmaları için
önemli bir boyut teşkil ediyor.
Yahudi Hazarlar'ın krallığı, eski
Rus literatüründe 'Yahudilerin Toprağı' olarak bilinir. Aynı zamanda, o dönemde Kiev'de
yaşayan Yahudiler de bulunmaktaydı. Tarih belgelerinde, Kiev Yahudileri ile
Hıristiyan din adamları arasındaki tartışmalardan söz edilir. Öte yandan,
Kiev'deki Yahudiler ile Babil ve Batı Avrupa'daki Yahudiler arasında iletişimin
tesis edildiğine dair kayıtlar da bulunur. 1237 yılında ise, Moğolların işgali,
Rusya'da yaşayan Yahudi topluluklarına büyük acı çektirmiştir.
14. Yüzyıl'da, Batı Rusya'nın
kontrolünü Litvanyalılar ele geçirdi ve yüzyıl sonuna doğru, denetimleri
altında yaşayan Yahudi topluluklarına ilk imtiyazları da yine onlar verdi. Aynı
dönemde birçok Yahudi, Ukrayna ve Batı Rusya'nın bazı bölgelerine göç etti.
1648-1649 yılları arasında yaşanan
Chmielnicki kıyımlarından dolayı bu Yahudilerin bir bölümü büyük cefa çekti ve
bu kıyımlar birkaç yüzyıl daha devam etti.
19. ve 20.yüzyıllarda, Rusya'da
yaşayan Yahudilerin Polonya ve Litvanya'daki Yahudilerle bağlantılan kunılmaya
başlandı. Bunda, Rusya'nın 18. Yüzyıl sonunda Polonya topraklarını ilhak
etmesinin ve 20.Yüzyıl'da Sovyetler Birliği'nin kurulmasının payı bulunmaktaydı.
1791 yılında alınan bir karar
gereği, Rus Yahudileri'ne, Polonya'dan ilhak edilen topraklarda yaşama ve
ikamet etme hakkı verildi. Bundan sonra yapılan fetihler ve toprak ilhakları,
Moskova'yı Yahudiler'den temizlemek için 1791'de oluşturulan bölgenin (Pale
Yerleşimi olarak adlandırılan söz konusu bölge, Rusya İmparatorluğu'nda
Yahudilerin daimi ikamet etmesi için izin verilen bölgeyi ifade eder'Editör
Notu) ön plana getirilmesine yardımcı oldu. Bölgenin hudutları, 1812
yılında, Besarabya'nın topraklarına katılmasıyla birlikte nihai haline kavuştu.
1618. Yüzyıllar arasında, ticaret
işlerinden dolayı Yahudiler Rusya'ya ya yasadışı yollardan, ya da Polonya ve
Litvanyalıların izniyle girdiler. Sınır dışı edilecekleri kendilerine sürekli
tekrarlanmasına karşın bazı küçük Yahudi toplulukları ise varlıklarını korudu;
çünkü ticarette önemli bir rol oynuyorlardı. Yahudilerin ekonomik pozisyonu,
Pale Yerleşimi olarak adlandırılan bölge içine hapsolmalarıyla birlikte
kötüleşmeye başladı. Rus kontrolü altına geçen söz konusu topluluklara
dayatılan yeni ve orantısız vergi yükünden dolayı güçsüzleştiler. Zamanının
müreffeh Yahudi cemaati, bu dönemde yoksullukla boğuşur hale geldi.
1700'lü yıllarda, Yahudi kitlelere
ulaşmak amacıyla Doğu Avrupa'da Hasidik hareketi kuruldu. Rus egemenliğine
geçiş dönemi boyunca Hasidiler ile onlara karşı çıkanlar (Mitnagdim)
arasındaki anlaşmazlıklar arttı. Bu anlaşmazlık o raddeye vardı ki, önde gelen
Hasidik liderlerden biri 'Sheneur Zalman 1798 yılında tutuklanarak,
soruşturulmak üzere St. Petersburg'a gönderildi. Tüm görüş farklılıklarına
karşın Hasidik 'mahkemeleri' ve Mitnagdik Yeşivotları (din akademileri '
e.n) farklı ve gelişmiş bir Yahudi kültürü yaratmak üzere bir araya geldiler.
I. Nikola
dönemi (1825-1855)
Çar I. Nikola (1825-1855),
Rusya'daki tüm Yahudi yaşantısını yerle bir etmeyi hedefledi. Dolayısıyla,
hükümdarlık dönemi, Avrupa'daki Yahudi tarihi açısından acı verici bir döneme
işaret eder. 1825 yılında, 12 yaşından başlamak üzere tüm Yahudi gençlerinin
Rus ordusunda askerlik hizmetlerini gerçekleştirmelerini emretti. Gençlerin
büyük bölümü, gelişim dönemlerini Rus ordusu içinde geçirmeleri için
'yankesiciler' tarafından kaçırıldı. Bu durum, Rus Yahudi topluluğunun moralini
büyük ölçüde bozdu. On yıllarını orduda geçirmeye mecbur bırakılmayan Yahudiler
ise, çoğu zaman köylerinden ve kasabalarından sürüldü.
Bununla birlikte, bazı Yahudiler
bu kıyımdan kaçıp kurtulabildiler; keza hükümet, Yahudi topluluğu içinde
tanınla uğraşanları kayırıyordu. Bu Yahudiler, zoraki askerlik görevinden muaf
tutulmuştu. Güney Rusya ve Pale Yerleşimi olarak adlandırılan bölgenin geri
kalanında birçok Yahudi ziraat arazisi kuruldu. 1840'lı yıllarda, Yahudilere
yönelik olarak özel okullardan oluşan bir ağ kuruldu; keza 1804'te kumlan devlet
okullarından yararlanma fırsatları olmamıştı. Bu okullar; Yahudilerden alman
özel bir vergi ile finanse ediliyordu. 1844 yılında, okullardaki hocaların
Hıristiyan ve Yahudilerden oluşması gerektiğine dair bir kanun çıkarıldı.
Yahudi cemaati, hükümetin bu okulları açma girişimini, genç kuşakları
laikleştirme ve asimile etmenin bir yolu olarak görüyordu. Korkuları da yersiz
değildi aslında; keza Hıristiyan öğretmenler bulunmasını şart koşan yasanın
beraberinde yayımlanan bir beyannamede; 'Yahudilerin eğitiminin amacının,
onları Hıristiyanlara yaklaştırmak ve Talmud'dan etkilenen zararlı inanışlarını
kökünden kazımak' olduğu belirtiliyordu.
1844 yılında, Polonya tarzı
cemaatler yasaklandı; ancak yerlerine yeni bir umumi örgütlenme yapısı
getirildi. Yahudilerin perçem bırakmaları (pe'ot) ve geleneksel
kıyafetlerini giymeleri yasaklandı. I. Nikola, daha sonra Yahudileri iki
gruba ayırdı: yararlı olanlar, yararlı olmayanlar. Zengin tüccarlar ve ticaret
için gerekli diğer kişiler 'yararlı' kategorisinde değerlendirilirken;
diğerleri 'yararsız' olarak görüldü. Bu talimat, özellikle Batı Avrupa
olmak üzere dünya çapındaki Yahudi cemaatlerinin muhalefetiyle karşılaştı;
ancak yine de 1851 yılında uygulamaya geçirildi. Kırım Savaşı'mn patlak
vermesiyle birlikte ise, uygulama takvimi ötelendi. Savaş, çocukların ve
delikanlıların daha sık kaçınlmasına ve silah altına alınma sına neden oldu.
II. Aleksandr dönemi (1855-1881)
İkinci Aleksandr döneminde (1855-1881),
Yahudilere yönelik sert muamelelere son verildi; ancak yine de Yahudilerin
asimilasyonunu sağlamak üzere yeni politikalar uygulamaya geçirildi.
Yahudilerin Pale Yerleşimi'nden
dışana çıkmaya başlamalarıyla birlikte, kendilerine, Rusça eğitim veren bir
lisede eğitim görenlere daha büyük haklar verilmeye başlandı; bu da Yahudilerin
Rus okullarını daha fazla tercih eder hale gelmesine neden oldu. Bunun
sonucunda da asimilasyon düzeyi arttı. Ordudaki Yahudilerin memur statüsüne
erişmelerinin yasaklanmasıyla birlikte asimilasyon süreci bir ölçüde aksaklığa
uğradı; keza bu şekilde Yahudi ve Yahudi olmayanlar arasındaki temas
sınırlanıyordu. Yahudilerin bağımsızlıklarına kavuşması yavaş yavaş gerçekleşti
ve bir noktadan sonra asimilasyon ciddi boyutlara ulaştı.
Asimilasyon Yahudilerin giderek daha
fazla görünürlük kazanmalarına yol açarken, bu durum aynı zamanda Yahudi
olmayan topluluklar arasında da öfkeye neden oldu. Yahudilerin başat rol (Benzerleri
arasında güç ve önem bakımından başta gelen, hâkim) edinmesine karşı çıkanların
başında, Dostoyevski ve İvan Asakov gibi Rus aydınları bulunuyordu.
Liberal ve devrimci unsurlar da, Yahudilerin günbegün daha görünür bir
mevcudiyet sergilemelerine karşı çıkmaktaydı. Yahudi karşıtlığı, 1877-1878
yılları arasında gerçekleşen Balkan Savaşı'nın ardından daha da güçlendi.
Bununla birlikte, 1850 ile 19.yüzyılın sonu arasında, Rusya'daki Yahudi
topluluğu önemli oranda büyüdü. Bunun nedeni de doğum oranlarının yüksekliğine
karşın ölüm oranlarının düşüklüğüydü. 1850 yılında, Rusya'daki Yahudilerin
sayısı 2.350.000'i bulmuştu. 19.yüzyılın sonuna gelindiğinde ise, bu sayı
neredeyse iki katına çıkarak 5 milyonu buldu.
Yüksek doğum oranlarından dolayı,
geleneksel olarak Yahudilere ait olan iş kollarındaki rekabet arttı. Bu da;
ekonomik farklılaşmaya neden oldu. Örneğin, akollü içecekler sektörüne bir
süreliğine hakim olan Yahudiler (bu sektör, daha sonra hükümet tekeline geçti),
inşaat ve endüstriyel kalkınma alanında da faaliyet göstermeye başladılar.
Küçük Yahudi grupları, bankacılık endüstrilerinde öncü konuma erişti ve akademi
gibi din çevreler ile avukatlar, doktorlar, ilim adamları ve yazarlar gibi
profesyonel çevrelere müdahil olmaya başladılar. Serflerin
özgürlüklerine kavuşmasıyla birlikte arazi talepleri güçlenince, [hüümet de
tarımsal arazileri desteklemeye son yerdi. Baş gösteren arazi yokluğu, Rus
İmparatorluğu'nun diğer bolleri genelinde Yahudi toplulukların göç etmesine yol
açtı.
Rusya'da Haskalah
Batı Avrupa'dan farklı olarak, haskalah
'veya Yahudi Aydınlanması-, Yahudi cemaati dinsel aidiyetlerinden uzaklaşırken
bile Yahudi kültürü ve değerlerinin korunmasına hizmet etti. Haskalah'tan
etkilenen kesimlerin büyük bölümü, milliyetçi veya milliyetçi dindar biçimlerde
hareket etti. Siyonizm ve Avrupa Yidiş kültürünün tezat ideolojileri
ise, popülerliklerini artırdılar; çünkü Haskala'nın ulusalcı bir boyutu
bulunmaktaydı. Bununla birlikte, Maskilimler, Yidiş'e karşıydı ve daha
sonraları seküler bir Yidiş kültürü yarattılar.
Öte yandan, İbranice, Yidişçe
ve Rusça olarak bir Yahudi gazetesi de çıkardılar. Rus Yahudilerini Rusça
öğrenmek ve haskalahı yaymak konusunda teşvik etmek üzere zengin Yahudiler
tarafından Hevrat Mefızei Haskalah kuruldu. Haskalah, giderek etüt
salonlarına ve Musevi din okullarına doğru etkisini genişletmeye başlayınca,
birçok öğrenci bu okullardan ayrılıp, seküler dünyaya asimile oldu.
II.Aleksandr dönemi
1881 yılında, Çar İkinci
Aleksandır öldürüldü ve Yahudilerin durumu kötüleşmeye başladı. Cinayetler,
kitle ayaklanmalarını tetikledi ve Rusya'daki durum herkes açısından anarşik ve
kaotik bir hal aldı. Bu durumdan ise, Yahudiler suçlu tutuldu. Toplu kıyımlar,
yağmalar, cinayetler ve ırza geçmeler yaşandı. Rus entelektüellerin bu sürece
verdikleri destek ise, birçok Yahudi'yi şaşkına çevirdi. Özellikle de
asimile olan Rus aydınlarını'
1882 Mayıs'ında, Yahudileri toplu
kıyımlardan sorumlu tutan yasalar çıkarıldı. Bu durum, Yahudi arazi sahipleri
üzerinde kısıtlamalar getirilmesine, Yahudilerin köylerde yaşamalarının
yasaklanmasına ve seküler okullarda okuyan Yahudi sayısının, Pale Yerleşimi'nin
%10'u, diğer yerlerin ise %35'i ile sınırlandırılmasına yol açtı. Bu ayrımcılık,
Yahudilerin Rus toplumuna gücenmesine sebep oldu. Yahudiler, sistematik olarak
Moskova'dan sürüldü. Polis, ayrımcı yasalar uygularken, medya da Yahudilere
karşı küstah bir propagandaya girişti.
İkinci Nikola başa geçtiğinde
(1894-1918), Yahudilerin durumu daha da kötüleşti. 1903'teki toplu kıyımın
ardından, bu tür kıyımlar bir hükümet politikasına dönüşüp, 1905 Ekim'inde
zirve noktasına erişti. Rus sağcılar, bugün bile bazı topluluklarda
popülerliğini koruyan büyük bir Yahudi karşıtı evrak sahtekarlığına imza
attılar: 'Yahudi Atalarının Protokolleri'. (Siyon Prtokolleri)
1912 yılında orduda bulunan
Yahudilerin sayısını dikkate almaksızın Yahudilerin torunlarının bile askerlik
hizmetini yapmalarını yasaklayan yeni bir yasa çıkarıldı. 1897'deki nüfus
sayımı, sayıları 5.189.400'ü bulan Rus Yahudilerinin, toplam Rusya nüfusunun
%4'ünün biraz üzerinde olduğunu ortaya çıkardı. Dünyadaki Yahudi nüfusunun ise
neredeyse yarısı Rusya'da yaşamaktaydı.
Yahudilerin Siyasileşmesi' Sosyal
Radikalizm & Siyonizm
Çarların baskıcı politikalarının
ve Yahudilerin artan sosyal özgürlüklerinin bir sonucu olarak, Yahudiler
orantısız bir şekilde Rus radikallerinin safına katıldılar. Sosyal Demokratların
liderleri (ki içlerinde J. Martov ve L. Troçki ile Rus Sosyal Devrim
Partisi'nin liderleri de vardı), hep Yahudi idi. Yahudilere ait bir devrimci
işçi hareketi kuruldu. Yahudilerin kurdukları işçi sendikaları, Bund'u (Yahudi
İşçi Partisi' Editör Notu) oluşturdu.
Kendisini tüm Ruslar için Sosyal
Demokrat bir yapının parçası olarak gören Bund, Yahudilerin sorunlarını
'özellikle de Yahudi kitleler için kültürel otonomi meselesini ele aldı. Ayrı
bir okul sistemi kurulmasını savundu. Yidiş'in ulusal bir dil olması, Yidişçe
yayın yapan basın ve edebiyat kanallarının geliştirilmesi gerektiğini ileri
sürdü.
Yahudilerin gördüğü baskıya bir
diğer yanıt ise, Siyonist hareketin içinden geldi. Hibbat Siyon hareketi,
1881-1883 yıllan arasındaki toplu kıyımların ardından Siyonizm'i Rusya içlerine
dek taşıdı. Rusya'dan kaçan az sayıdaki Yahudi, İsrail diyan Eretz Yisrael'e
geldi. Batı Avrupa'da Siyonist hareketin merkezi örgütlenmeleri (Dünya Siyonist
Örgütü gibi) kurulurken, Doğu Avrupa'dan kitleler halinde destekçi ve üye akını
başladı.
Siyonist hareket, Rus Yahudi
topluluğunun tüm kesimlerinde önemli bir destek kazandı. Siyonist hareketin
ardındaki bu kapsamlı desteğe rağmen 'veya bu destek yüzünden, Siyonist
örgütler, Rusya'da 'yasadışı' ilan edildi. Ancak, Rus Yahudileri, İkinci
Aliya'nın (geri dönüş ' Editör Notu) çoğunluğunu oluşturdu ve Siyonist İşçi
Hareketi'nin temellerini attı. Siyonist hareketin büyümesi ve Siyonist
düşüncesinde özsaygı ve özsavunmanın öneminin artmasıyla birlikte, 1903 yılında
yeni toplu kıyımlar yaşanırken, Yahudi gençliği kendisini korudu ve Bund,
Siyonistler ve Sosyalist Siyonistler tarafından öz müdafaa örgütleri kuruldu.
Kültürel Tepkiler
Siyonizm'in büyümesi, İbranice'nin
de yaygınlaşmasına yol açtı. Bu süre zarfında, İbranice ve Yidişçe edebiyatta
hızlı bir büyüme yaşandı. Rusya'da Hayim Nachman Bialik, Ahad Ha'Am, Saul
Tchernickowsky ve Yidişçe yazan Shalom Aleichem ve I. L. Peretz gibi büyük
yazarlar, 19. Yüzyıl sonu, 20. Yüzyıl başlarında ortaya çıktı.
Yahudilere ait birçok büyük hikâye
de bu dönemde kaleme alındı. Yidişçe ve İbranice basının yıldızı da aynı
dönemde parladı.
Yidişçe destekçileri arasında bazı
anlaşmazlıklar baş göstermişti; keza onlar Yahudilerin geleceğini Rusya'da
görürlerken; Siyonistler ise, Yahudilerin geleceğinin Yahudi anayurdu Eretz
Yisrael'de olduğunu iddia ediyorlardı. Yidişçe yanlılarının dillerinin
üstünlüğünü ilan etmesinden kısa süre sonra, İbraniceyi savunan Siyonistler ile
Bund arasında çetin bir mücadele yaşandı ve Rus Entelijansıyası, Yahudi
ideolojisinin bu boyutu konusunda ikiye ayrıldı.
Birinci Dünya Savaşı
Birinci Dünya Savaşı'nın ufukta
görünmesiyle birlikte, Rus Yahudileri, Rusya'nın savunmasına katılırlarsa,
toplum içindeki standart altı rollerini artırabileceklerini hissettiler.
400.000'in üzerinde Yahudi askere çağrıldı ve 80.000'i de ön cephelerde görev
aldı. Pale Yerleşimi'nde gerçekleşti muharebeler' Ve milyonlarca Yahudi öldü.
Bununla birlikte, Rus ordusu yenilgiye uğradığında, Yahudi karşıtı komutanlar,
Yahudileri suçladılar ve onların kendilerine ihanet ettiğini, Almanlara
casusluk ettiklerini iddia ettiler. Yahudiler kaçırıldı ve casusluk yapmaya
zorlandı. Tüm bu gelişmelerin kısa süre sonrasında, cephe hatlarının yakınlarında
yaşayan Yahudiler kitleler halinde bulundukları yerden kovuldular. 1915
Haziran’ında, Litvanya’nın kuzeyinden ve Courland'dan sınır dışı edildiler.
Bir ay kadar sonra, yazı ve
resimde İbranice karakterlerin kullanımı yasaklandı; dolayısıyla hem İbranice
hem de Yidişçe yazmak imkansız hale geldi. Yahudilere karşı yapılan ayrımcılık
karşısında tek vücut olan Batılı kamuoyu, Batı ülkelerinden Rusya'ya kredi
gelişini de zorlaştırmış oldu. Kısa süre sonra, Ruslar, Yahudilere ayrımcılık
getiren yasalan uygulamaya son verdiler. Ve Polonya ve Litvanya'dan gelen
Yahudi mülteciler, Rusya'nın orta bölgelerine doğru yerleştiler.
Avusturya ve Macaristan'ın 1915
yılında gerçekleştirdikleri fetihler, 2.260.000 kadar Yahudi'yi (yani Rusya'da
yaşayan Yahudilerin %40'ını) askeri idare kapsamına soktu. Bu Yahudiler, Rus Çarı'nın
hak ihlallerinden kurtulmuşlardı; ancak aynı zamanda aileleri ve komşularından
da ayrı düşmüşlerdi. Rusya'da Yahudice yayın yapan basın organları susturuldu;
Yahudi gençliği silahaltına alındı. Doğu Avrupa'nın geri kalanındaki Yahudiler,
Rus Yahudileri'nden sökülüp alınınca; bu durum, sosyal ayaklanmalara neden
oldu. Sosyal ayaklanmalar ise, Doğu Avrupa Yahudiliği'nin tüm boyutlarını
etkiledi.
Şubat Devrimi
1917 Mart başında, II. Nikola,
tahttan feragat edince, 300 yıllık Romanov iktidarı sona erdi. Geçici bir
hükümet kuruldu. 16 Mart 1917'de, geçici hükümet, Yahudilerin üzerindeki tüm
kısıtlamaları kaldırdı. Yahudilere, tüm kamu görevlerine gelme hakkı verildi ve
yeni özgürlükler edinmeleri sağlandı. Yahudi karşıtlığı, geçici hükümetin
sağladığı yeni özgürlükler sayesinde, artık yeraltına süpürüldü. Yahudilere
verilen özgürlükler neticesinde, Şubat devrimi, Yahudi cemaatinden önemli bir
destek gördü. Yahudiler, Devrim'in her aşamasında son derece aktif rol
oynadılar; birçok partide liderlik pozisyonlarına eriştiler. Yahudilerin, aynı
zamanda Yahudi milliyetçi politikalarına da müdahil olmalarına izin verildi.
1917 yılında Siyonist hareketi
canlandı ve ülke çapında Siyonist gençlik grupları kuruldu. İbranice kitap
kulüpleri ve basın organları açıldı. Kasım ayında, Balfur Deklarasyonu'na
ilişkin haberler Rusya'ya ulaştığında, büyük kentlerde Siyonizm yanlısı
mitingler yapıldı. 'Yahudi Askerler Birliği' adı altında bir öz müdafaa
örgütü kuruldu. Başında da Joseph Trumpeldor bulunuyordu. Bundan sadece
birkaç ay soma, geçici hükümet ciddi biçimde zayıfladı ve anarşi etrafta kol
gezmeye başladı. Önceden yeraltına süpürülmüş olan Yahudi karşıtlığı yeniden
gün yüzüne çıktı. Rus imparatorluğu çapında münferit pogromlar yaşandı. 1917
Ekim'inde Bolşevik Devrimi sonunda geçici hükümet yok edildi. Kısa bir süre
soma, Rusya, 1921'e dek sürecek bir iç savaşa sürüklendi.
1917 Ekim ila 1921 yılları
arasında, Yahudi karşıtı şiddet, yaygınlık kazandı. Kızıl Ordu'nun münferit
askerleri Yahudilere saldırırken, Kızıl Ordu'nun resmi politikası, Yahudi karşıtı
saldırıları kontrol altına almak olunca, bu durum Yahudilerin Kızıl Ordu'ya ve
Sovyet Rejimi'ne sempati duymasıyla sonuçlandı. Beyaz Ordu ise, Kazaklar ve
Yahudi karşıtlığının neferi olan devlet memurlarıyla doldurulmuştu. Beyaz Ordu,
Yahudi karşıtlığıyla adeta doydu ve sloganı da; 'Yahudilere Saldır ve
Rusya'yı Kurtar!' idi.
Sovyet Denetimi Altında
Sovyet Rusya'nın sınırlan
daraldığı için, daha önce Rus kontrolü altında bulunan birçok Yahudi,
kendilerini bir anda Sovyet İmparatorluğu'nun sınırları dışında buluverdiler.
Sadece 2,5 milyon kadar Yahudi, Sovyet denetiminde kaldı. Bolşevikler,
Yahudi-karşıtlığım inkar ettiler ve Yahudiler üzerindeki sivil kısıtlamaları azalttılar.
Önceden asimile olmuş ve toplum
üzerinde nüfuzu bulunan Yahudiler'in etkisiyle, Bolşevikler, Yahudilerin
asimilasyonunu 'Yahudi sorununun yegane çözümü' olarak görmeye
başladılar. Bu süre zarfında, Yahudilerin milliyetçi damarlan kısıtlandı. Bolşevik
liderlerin Yahudi-karşıtlığıyla mücadeleleri, onlara Yahudi topluluklarından
geniş halk desteği sağladı. Yahudi gençliği, tüm heyecanlarıyla, aslında
Leon Troçki adlı bir Yahudi'nin kurduğu Kızıl Ordu'ya katıldılar.
1926 yılında, Yahudiler, Kızıl
Ordu memurlarının %4,4'ünü oluşturuyorlardı. Bu da, genel nüfusa olan oranlarının
üç katından fazlasına karşılık geliyordu. Ülkenin idari yeniden yapılandrılmasında Yahudi
elitler de görev aldılar. Küçük ancak etkili bir Yahudi grup, Rusya'nın yeniden
inşasına yardımcı olurken, Sosyalistlerin ekonomi politikaları, kitleleri
zayıflattı. Bolşevikler, aynı zamanda hükümet içinde özel bir 'Yahudi birimi'
kurdular. Keza, Yahudi dinine bağlı milyonlarca Yahudi bulunuyor ve bunlar
ibranice konuşuyorlardı. Komünistler ise, Yahudi dinine, İbraniceye ve
Siyonizm'e olan nefreti güçlendirmek için seküler asimile olmuş Yahudileri
aralarına aldılar.
1919 Ağustos'unda, Yahudi cemaatleri
dağılmış; mal varlıklarına el konmuştu. Yeshivot ve cheder gibi Yahudi
eğitim ve kültürüne ait geleneksel kuruluşlar kapatıldı. İbranice eğitim ve
İbranice kitap basımı yasaklandı. 1928 yılında, din kitapları ve Yahudi
takvimleri basmak bile yasak kapsamına alındı. 1927 yılında, Habad Haşidizm'in
lideri Rabbi J. Schneerson, hapse atıldı ve Rusya'dan sürüldü.
Bununla birlikte, her ne kadar
İkinci Dünya Savaşı'nın ardından yüzlerce Haşidizm yanlısı Rusya'yı terk
edip Eretz Yisrael'e kaçmış olsalar da, Rusya'da Yahudilere ait dini
faaliyetler 'yeraltından' sürmeye devam etti. Yahudilerin dini yaşantısı
üzerinde artan kısıtlamalar ise, Siyonizm'i güçlendirdi.
Yidiş kültürü, aynı zamanda 'Yahudi
proleterya kültürü'nün kurulması yoluyla güçlenmiş oldu. Yidişçe yayın
yapan gazete ve basın organları kuruldu; ancak İbranice matbua ile bağlarmı
koparmak üzere Yidişçe yazım, Rus yazımıyla fonetikleştirilmişti. Ruslar,
Yidişçe'ye resmi statü verdiler; öyle ki mahkemeler Yidişçe yapılmaya başlandı
ve Yidişçe eğitim veren okul sistemlerine önemli kaynak yatırımları yapıldı.
Bununla birlikte, bir süre sonra Yahudi aileler, bu okullara karşı çıkmaya
başladılar; keza okulların Yahudi kültürüyle yegane bağlantısı, Yidiş
literatüründeki birkaç satırla sınırlıydı ve okullarda din karşıtı eğitim
veriliyordu Okulların kalitesi azaldıkça, giderek yok oldular.
Yidiş kültürü yok olunca, yerini kültürel
asimilasyona bıraktı. Yahudi çocuklar Rusça konuşmaya ve Rus okullarına gitmeye
başladılar. Karma evlilikler yaygın olarak görülmeye başlandı. Yahudiler
Rusya'nın kültür yaşantısında önemli bir rol üstlenmeye başladılar, ikinci Dünya
Savaşı sırasında, Yahudilere zulmetmeye yönelik birçok girişim durduruldu, ikin
Dünya Savaşı başladığında, Yahudiler Sovyet ordusunda önemli bir rol üstlen
diler. Cephe hatlarındaki rolleri, diğer ulusal gruplardan 'orantısız bir
şekilde çok daha fazlaydı.
Sovyet Yahudilerinin büyük bölüm
Holokost sırasında hayatını kaybederken, Rusya'da yaşayanlar canlarını büyük
ölçüde kurtardılar. Bununla birlikte, İkinci Dünya Savaşı'nın ardından Sovyet
Yahudilerini yok etmeye yönelik girişimler bırakılan noktadan yeniden başladı.
Stalin'in 1953'te ölümüne dek, Sovyet Yahudileri gulaglara (Sovyet çalışma
kampları - e.n) yerleştirildi ve ciddi boyutlarda fiziksel baskılarla
karşılaştılar. 1952 yılında, Stalin, 'Katledilen Şairler Gecesi'
sırasında Rusya'daki Yahudi cemaatinin önde gelen bir dizi entelektüelini
öldürttü. Stalin'in ölümünden sonra bile, Yahudiliği ve Yahudi kültürünü
sindirmeye yönelik girişim devam etti. Yahudilere ait kitaplar ve dini
makaleler, ülkeye gizlice sokulmak zorunda kaldı ve bu kitap ve makaleleri
kullanma girişimleri, hep kaçak yollardan gerçekleşti. Bu 'gizlilik'
durumu, Yahudi yaşantısına sadece az sayıda bireyin nüfuz edebilmesine neden
oldu. Yahudi yaşantısını sürdüren az sayıdaki Yahudi, 'refusenik' olarak
adlandırıldı ve Sovyet mercileri tarafından ciddi şekilde cezalandırıldı. 1965
yılı itibariyle, Rusya genelinde hepsi topu sadece 60 sinagog kaldı. Ancak
Gorbaçov'un göreve gelmesi ve glasnost politikasını uygulamaya geçirmesiyle
birlikte Sovyet Yahudilerin üzerindeki kısıtlamalar gevşemiş oldu.
Altı Gün Savaşları'nın ardından,
Sovyetlerin Yahudilere karşı uyguladığı ayrımcılık arttı. Bu ayrımcılığa
karşın, Altı Gün Savaşları, Yahudilerin ulusal bilinç düzeyini güçlendirdi.
1970 yılında, Sovyet Yahudilerinin içinde bulundukları kötü duruma dikkat
çekmek isteyen 11 kişi (içlerinden 9'u Yahudiydi), dünya kamuoyunun dikkatini
çekmek üzere bir uçak kaçırma girişiminde bulundular. Bu olay, Sovyet
Yahudileri'nin hareketine yeni bir soluk kazandırdı. Uçak korsanlarından
biri, Yusuf Mendeleviç, Rusya'da tamamen seküler bir kişi iken, şimdilerde
İsrail'de bir haham'
Yahudiler, Sovyet mercileri tarafından
potansiyel düşmanlar olarak görülüyorlar. Bunun kısmen nedeni, birçok Yahudi'nin
ABD'de akrabalarının olması'
1980 ve sonrası
Sovyetler Birliği'nin dağılmasının
ardından bile, Rusya, dünyadaki en büyük Yahudi topluluklarından birine
sahipti. Rusya; (ABD, İsrail ve Fransa'dan sonra) bugün dünyanın dördüncü büyük
Yahudi cemaatine ev sahipliği yapıyor. Moskova ve St.Petersburg, Rusya'daki
diğer büyük kentlerle birlikte, binlerce Yahudi barındırıyor.
Bununla birlikte, 1800'lü yıllara
dek Rusya'daki kentsel bölgelerde çok az Yahudi yaşar; çoğu Pale Yerleşimi'nde
ikamet ederdi. Pale Yerleşimi, hali hazırda Ukrayna, Beyaz Rusya, Moldova,
Litvanya ve Polonya topraklarını kapsıyor. Sovyet egemenliği sırasında,
Komünist hükümet, ülke içindeki tüm dini yaşantıyı yok etmeyi hedefledi. Bu da,
Yahudi cemaati içinde ciddi boyutlarda bir asimilasyon ve sekülerleşmeye yol
açtı. Sovyet hükümeti, Yahudilerin ayrı bir birim ve milliyet olarak
varlıklarının silinmesi için elinden geleni yaptı. Bu süre zarfında, dünya çapındaki
Yahudiler, Sovyet Yahudilerine destek oldular. 1980'li yıllarda ise,
Gorbaçov'un göreve gelmesiyle birlikte, üzerlerindeki baskılar tedrici olarak
azaldı. Sovyetler Birliği de, bir yandan dağılma sürecine girmişti.
Son Gelişmeler (Sovyet sonrası
Rusya)
Rus Yahudileri, göç ve nüfusun
yaşlanması yüzünden giderek küçülüyor. Sovyetler Birliği'nin dağıldığı dönemde,
milyonlarca Yahudi, Rusya ve eski Sovyet devletlerine ait topraklan terk
etmişti. Yahudiler, öncelikli olarak İsrail ve ABD'ye yerleştiler. Bununla
birlikte, 2000'den beri, göç eğilimi yavaşladı ve gerek Rusya'daki gerekse eski
Sovyet topraklarındaki Yahudi yaşantısının yeniden canlandırılması için daha
fazla çaba harcanmaya başlandı.
2003 yılında, Rusya, Yahudi
okullarından oluşan bir ağ kurdu. Ağ dahilinde; 17 gündüz okulu, 11 anaokul ve
81 yardımcı okul bulunuyor; yaklaşık 7000 öğrenci eğitim görüyordu. Ayrıca, dört adet Yahudi
üniversitesi de vardı. Büyük kentlerde, sinagogları ve hahamlarıyla Yahudi
varlığı hissediliyordu. Hasidik bir mezhep olan Çabad-Lubaviç, Rusya'daki
Yahudi dini hayatının yeniden inşasında önemli bir rol üstlenmişti.
Moskova'daki Çabad'lar, dört okul açtılar ve Yahudilere ait bir Cemaat merkezi
kurma çalışmalarını sürdürüyorlar. Üniversite müfredatlarına Yahudi eğitim programları
ekleniyor.
Yahudi Dini Cemaatler Birliği, Ortodoks kuruluşları ve dini
yaşantısını destekliyor. İlerlemeci (Reform) hareketi ve Masorti
(Muhafazakar) hareketleri de, bu konuda önemli başarı sağlıyorlar. Sovyet
döneminde karma evliliklerin oranının artmasının ardından, Yahudi soyundan
gelen, ancak Yahudi yasalarına göre Yahudi kabul edilmeyen birçok Rus ortaya
çıktı. İlerlemeci Hareket, işte bu kesimler arasında destek buldu; keza
İlerlemeciler'in baba soyunu temel alan yaklaşımı, Yahudi yasalarına göre
Yahudi kabul edilmeyen birçok kişiyi Yahudi topluluğunun içine kabul ediyor.
Birçok Rus kenti, kendi İbranice
gazetelerini basarken; diğer kültürel, sosyal ve dini kuruluşlar da yaygınlık
kazanıyor. Moskova'da beş sinagog, altı gündüz okulu, yeshivalar ve bir
kosher restoranı (Yahudi inançlarına ve beslenme kurallarına uygun yemek
hazırlanan restoranlar' e.n.) bulunuyor.
Rusya'da Yahudi dini kuruluşlarının
artması da, Yahudi karşıtlığına hedef tahtası oluşturuyor. Otobanlarda Yahudi karşıtlığı sloganlar
ve işaretler göze çarpıyor. 2002 ve 2003 yıllarında, sinagoglar ve mezarlıklara
saldırıda bulunuldu. Hatta gerçek ve sahte bombalar dahi kullanıldı.
Moskova'da, 28 yaşındaki bir öğrenci, bu Yahudi karşıtı işaretlerden birini
kaldırmaya çalışırken, bir patlama sonucu ciddi şekilde yaralandı. Rusya'da
dini kuruluşların artan bir varlık sergilemesine karşın, yıllar süren
asimilasyonların ardından Rus Yahudilerinin büyük bölümü, artık gözlemci
olmaktan çıkıp, Yahudiliği 'etnikkültürel bir davranış' olarak görmeye
başladılar. 20.yüzyıl sonu ve 21.yüzyıl başlarındaki kitlesel göç
hareketlerinin ardından, Rusya'da yaklaşık 400.000 ila 700.000 kadar Yahudi
bulunuyor; ki bu da Rus nüfusunun %9,27'si ila 0,48'ine karşılık geliyor.
Rusya'da Yahudi cemaatinin aktif
olduğu bölgelerden birisi de St. Petersburg. Burada bulunan Büyük Sinagog,
kentteki Yahudi kültürünün büyük bölümünden sorumlu tutuluyor. St.
Petersburg'da iki Yahudi gündüz okulu ve hem kadınlara hem de erkeklere yönelik
bir Yeshivot bulunuyor. Tam teçhizatlı bir kosher mutfağı ve yemek salonu da,
cemaat üyelerine ve yoksul vatandaşlara günlük yemek servisinde bulunuyor.
Sinagog, aynı zamanda, cemaat
içindeki yoksul veya öksüz çocuklara da yuva imkanı sağlıyor. Sinagog
üyelerinden çoğu, cemaatin hayır kuruluşuna mensup.
İsrail'le ilişkiler
Sovyetler Birliği, İsrail'i 1948
yılında derhal tanıdı. İki ülke arasındaki bağlar ise, İsrail'in Batı ile
müttefik olmasının ardından çarpıcı biçimde kötüleşti. Yahudilerin bir millet
olduklarına dair fikirler ise, Yahudi karşıtı hisleri daha da körükledi. 1967
yılında, Sovyetler Birliği, İsrail ile diplomatik bağlarını kopardı ve bu
bağlar ancak 1992'de yeniden kuruldu. Altı Gün Savaşları'ndan kısa süre sonra,
Sovyetler Birliği'nde kitlesel bir propaganda kampanyası başlatıldı. Kampanya
sırasında, Siyonist ile Yahudi kişi arasında herhangi bir ayrım yapılmaksızın
Siyonizm ve İsrail'e iftira atılmaktaydı. 1967 yılındaki savaşın ardından,
İsrail'e doğru Yahudi göçü durdu. Sovyetler Birliği, Arap devletlerinin
başlıca silah tedarikçisi haline gelmişti.
1948 ila 21. Yüzyıl başları
arasında, yaklaşık 600.000-700.000 kadar Yahudi, eski Sovyetler Birliği
topraklarından İsrail'e göç ettiler. Rus göçmenler, İsrail toplumunun başat
(hakim) bir unsurudur. İsrail'de, Rus dilinde yayın yapan birçok gazete,
televizyon, dergi bulunur. Rusya, aynı zamanda, BM, ABD ve AB ile birlikte Arap-İsrail
barış sürecinde kurulan ve 'Yol Haritası'nı destekleyen Barış Dörtlüsü'nde rol
almıştır.
TURQUIE Diplomatique NİSAN 2011 –
Sayı:27
YENİ PARA SİSTEMİ ARAYIŞI
Dünya
ekonomisi, 20'inci yüzyılın ortalarında Bretton Woods'ta ayağa
kaldırılmıştı. Reel ekonominin yerini sanal paraya kaptırması dengeli
büyümenin sonu oldu.
Şimdi ise yeni bir para sistemi arayışı başladı. Eski Uluslararası Para Fonu
Başkanı Michel Camdessus, dünya para sisteminin radikal reformlara
ihtiyacı olduğunu söylüyor. 20'ler Grubu Dönem Başkanı Fransa'nın Cumhurbaşkanı
Nicolas Sarkozy'ye danışmanlık yapan Camdessus döviz piyasalarında aşırı
dalgalanmaların olduğunu, çoğu zaman para kurlarının ekonomik realiteleri
yansıtmadığını ve bu nedenle de dünya paralarının yeni bir sabit çıpaya
ihtiyacı olduğunu belirtiyor.
New Hampshire mucizesi
İkinci
Dünya Savaşı'nın ardından dünya ekonomisinin yeniden şekillendirildiği yılları
hatırlayan iktisatçılar nostaljik bir şekilde iç geçirmeden edemiyorlar. O
yıllarda dünyanın düzeni vardı. Sabit döviz kurları, düşük faizler ve bütün
dünyada rezerv para birimi ve ödeme aracı olarak kabul görmüş Amerikan doları
vardı. Bu nasıl olmuştu? 1944 yılında ABD, savaşın yerle bir ettiği dünya
ekonomisini ayağa kaldırmak üzere, Almanya ve Japonya ile savaşan bütün
devletleri New Hampshire eyaletindeki Bretton Woods kasabasına davet etmişti.
Uluslararası yeniden imar ve kalkınma bankası, kısa adıyla Dünya
Bankası ile Uluslararası Para Fonu bu buluşmada kurulmuştu. Dünya Bankası,
Avrupa ile Asya, Afrika ve Latin Amerika'daki gelişme halindeki ülkelerin
yeniden imarıyla görevlendirilmişti. Para Fonu ise, ekonomik yetersizliklerin baskısı
altındaki milli paraları istikrara kavuşturacaktı.
Dolar dünya parasıydı
Bretton
Woods'un en önemli sonucu ise, savaş sonrası dünya ekonomik sistemine altın
ve Amerikan dolarının baz alınacak olmasıydı. ABD dünya altın rezervinin
üçte ikisine sahip olduğundan Amerikan dolarının rezerv para birimi olması
kaçınılmazdı. Böylece ABD savaştan sonra siyasi ve askeri olduğu kadar ekonomik
bakımdan da dünya liderliğine yükselmişti. Viyana'daki Ekonomik Araştırmalar
Enstitüsü'nden Stephan Schulmeister o yılları biraz arar gibi konuşuyor:
"1950
ve 60'lı yılların reel kapitalizmi ekonominin motoru olmuştu. Kâr gayesi
sistematik şekilde reel ekonomiyle ilgili faaliyetlere odaklandırılmıştı. Döviz
kurları sabit, faizler de düşüktü. Borsalar adeta uykudaydı. Hammadde fiyatları
istikrarlıydı. Böyle bir ortamda finans piyasasında spekülasyon yapıp zengin
olmak mümkün değildi. Bu şartlar altında kâr güdüsü mecburen reel ekonomiye
yöneliyordu. Bunun sonucunda ekonomik mucize yaratılmış, tam istihdam sağlanmış
ve kamu borçları azalırken, sosyal devleti büyütmek mümkün olmuştu."
Savaşla gelen bozulma
ZAMANIN
ABD BAŞKANI LYNDON B. JOHNSON, VİETNAM'DA KÖŞEYE SIKIŞAN FRANSIZ İŞGAL
GÜCÜNE YARDIM ETMEYE KALKIŞINCA İŞLER BOZULDU. Savaş çok pahalıya mal oldu. ABD'nin
altın rezervi dolar tahvillerini karşılayamaz duruma geldi. Sabit kur
sistemi sallanmaya başladı. Fransa ve diğer devletler ellerindeki doları
altına çevirmek isteyince Başkan Richard Nixon dolar-altın paritesini kaldırdı.
İktisat profesörü Schulmeister 1971'den sonra sadece döviz kurlarının
dalgalanmaya bırakılmadığını ama aynı zamanda ekonomik rejimin de değiştiğini
anlatıyor. Schulmeister, şunları kaydediyor:
Zamanın
ABD başkanı Lyndon B. Johnson, Vietnam'da köşeye sıkışan Fransız işgal gücüne
yardım etmeye kalkışınca işler bozuldu. Savaş çok pahalıya mal oldu. ABD'nin
altın rezervi dolar tahvillerini karşılayamaz duruma geldi. Sabit kur sistemi
sallanmaya başladı. Fransa ve diğer devletler ellerindeki doları altına
çevirmek isteyince Başkan Richard Nixon dolar-altın paritesini kaldırdı.
İktisat profesörü Schulmeister 1971'den sonra sadece döviz kurlarının
dalgalanmaya bırakılmadığını ama aynı zamanda ekonomik rejimin de değiştiğini
anlatıyor. Schulmeister, şunları kaydediyor:
"Son 40 yılın finans kapitalizmi istikrarsız
döviz kurlarının, tutarsız faiz oranlarının, bir inip, bir çıkan borsa
endekslerinin ve son derece değişken hammadde fiyatlarının müsebbibidir. Bu
durum spekülasyona davetiye çıkarıyor, vurgunculuk fiyat istikrarını bozuyor ve
şirketler de bu yüzden reel yatırımlarını azaltıp talihini spekülasyonla
deniyor."
Spekülasyon karşılıksız parayı katlıyor
Böylece
dünya para sistemi reel değerlerden soyutlanmış oluyordu. Dünya ekonomisi
artık genel geçer bir değer kıstasından mahrumdu. Para ancak özel
bankaların açtığı kredilerle yaratılabiliyordu ve bu maddi karşılığı olmayan
paraydı. Bilgisayar teknolojisi sayesinde sanal para elektrik hızıyla dünyayı
dolaşıyor, spekülatif (havadan) döviz ticareti astronomik boyutlara varıyordu.
Günümüzde mal ve hizmet mübadelesi döviz ticaretinin sadece yüzde beşini
karşılıyor. Döviz alım satımlarının yüzde 95'i spekülatif amaçla yapılıyor.
Böyle bir manzara karşısında 1950'lere dönmek daha iyi olmaz mı? Stephan
Schulmeister bu soruyu şöyle yanıtlıyor:
"Hayır.
Ama önce teşhis doğru konmalı. Krizin sisteme bağlı nedenlerini ortaya çıkaran
teşhise göre finans cambazlığı ve spekülasyonun değil işletmeciliğin muteber
olması gerekirdi. Ama son otuz yılda bunun tam tersi yapıldı. Hatanın düzelmesi
için 1950'lere dönmeye lüzum yok. Ama tedavinin her aşamasında nasıl
işletmeciliğin ön plana çıkartılıp mali spekülasyonun önlenebileceğinin
düşünülmesi gerekir."
Onunla da onsuz da olmuyor
Eski
Para Fonu Başkanı Michel Camdessus da Bretton Woods'un çökmesiyle para
sisteminin reel referanstan mahrum kaldığını belirtiyor. İkilem de burada
ortaya çıkıyor. Referans noktası olmadığı için Amerikan doları
alternatifsizliği sayesinde anapara birimi olmaya devam ediyor. Çin dolar
devrinin kapandığını savunuyor ama doların yerine ne konacağını Pekin yönetimi
de bilmiyor. Bu nedenle yenidünya para sistemi hakkında kafa yormanın bir
anlamı olmadığını söyleyenlerden biri de, Kiel Dünya Ekonomisi Araştırma
Enstitüsü Başkan Vekili Rolf Langhammer:
"Döviz
kurları ve dünya ekonomisindeki dengesizliklerin belli bir koridorda
dalgalanabileceği bir para sistemi yararlı olmaz. Dünya para sisteminin
merkezini oluşturacak bir rezerv birimine ihtiyacımız var. Ama dolardan başka
rezerv para birimi de tanımıyoruz. İşte Çinlilerin açmazı da burada yatıyor: En
büyük dolar alacaklısı onlar. Doları yeriyorlar ama aynı zamanda da
destekliyorlar. Bu ikilem ortadan kalkmadan yeni dünya para sistemini gündeme
getirmek nafiledir."
(Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, 2009 yılında,
Çinlilerden ABD Hazinesi bonolarını satın almalarını rica etmişti.)
(
ROLF WENKEL)
*****
VAADEDİLMİŞ TOPRAK: TÜRKİYE
ING, BNP Paribas Fortis ve Dexia'dan Sonra
Ageas da Boğaz'ın Deniz Kızlarının Cazibesine Kapıldı...
Güçlü
büyüme perspektifinin çektiği Batılı büyük mali kurumların çoğu, son yıllarda
birbiri ardına Türkiye'ye ayakbastılar. Boğaz'ın cazibesine kapılan sonuncusu Ageas
oldu. 162 milyon avro karşılığında Belçika sigorta şirketi, Türkiye'nin hayat
sigortası yapmayan dördüncü büyük (piyasa payı yüzde 8) sigortacısı Sabancı
grubunun yüzde 31 'ini aldığını açıkladı.
Ageas
böylece, Türkiye'de bulunan diğer çok sayıdaki Belçikalı aktörün yanında yerini
aldı. 2005 yılında Fortis 1 milyar avro karşılığında Dışbank'ı satın
almıştı.
Ondan
bir yıl sonra Dexia, 2,4 milyar avro karşılığında Denizbank'ı ele
geçirdi.
ING ise 2007 yılında 2,7 milyar avro karşılığında
Oyak Bank'ı satın aldı.
Satın
alınan bu üç kurum şimdi bizim "başlıca" bankalarımızın çok umut
bağladıkları bir aracı oldu. Zamanı geldiğinde Denizbank, Dexia'nın büyüme
motoru olacak. Dexia'nın Türkiye'deki faaliyetleri, Bankanın gelirinin üçte
birini teşkil edecek. BNP Paribas ise, TEB ve eski Fortis'in
mirasının birleşmesi ile ülkenin başlıca bankalarından biri olmaya başladı. ING
ise, ING Türkiye'yi iki kat büyültmeye hazırlanıyor.
Türkiye'nin kurumlarını sadece "Belçika"
banka ve sigorta şirketleri almadı. İngiliz HSBC 2001 yılında Demirbank'ı satın
aldı. Citigroup, Türkiye'nin başlıca bankalarından biri olan Akbank'ın yüzde
20'sini elinde bulunduruyor.
İtalyan
UnıCredıt, 2005 yılında Yapı Kredi'ye el attı.
İspanyol BBVA son olarak Garanti Bank'ı aldı.
İtalyan
sigortacı Generali ise Generali Sigorta ile Türkiye’de.
TÜRK PİYASASININ ÇEKİCİLİĞİ NEREDE?
Ekonomi
giderek büyüyor. 2000'li yıllardan beri büyüme oranı, dünyanın en yüksek
oranlarından biri. Üstelik bankacılığa ve sigortaya alışmamış 75 milyon
nüfus. (Onlara göre soyulmaya hazır kitle demek oluyor. Y.) Ayrıca
Türkiye'nin, Avrupa ve Asya arasındaki özel coğrafi konumu göz ardı
edilemeyecek bir çekicilik sağlıyor.
(SEBASTIEN
BURON) (Trends-Tendances - 2 Mart 11)
YORUM:
Bu
yazılardan benim anladığım dar gelirli kardeşlerim ve maaşlı olan kardeşlerim
altına her ay bir kısım para ayırınız. Yukarıdaki yazıya göre gelecekte
oluşacak finans kriz muhakkak var. İnsanların kıyameti depremi finans sektörü
ile olacak gibi.
Faizdeki
paralarınızın başına ne geldiğini biliyor musunuz? Yurt dışında
Şu
anda onlar yok, hepsi kâğıt üstünde var. Bankaya gidin yüklü bir paranız varsa
hemen ödeme yapmadıkları gibi sizi kandırmak için dalavereler sunacaklardır.
Ayrıca
köyünde tarlanız ve arsanız varsa bir an önce oraları sağlama almaya çalışın.
Yarın mecburen açlıkta, finansal krizin peşinden gelecektir. Hiç olmazsa
toprağınız olurda belki ekip biçersiniz.
Sakın
sakın bankalardan kredi çekmeyin. Sigorta adı altında paranızı toplamaya
çalışanlara inanmayın hepsi muhakkak batacaklardır. Bu nedenle faize güvenip ihtiyarlığınızda
sıkıntı çekmeyiniz. Kendi tasarrufunuzu kendiniz yapınız. Altın alın. Kimseye
inanmayın tarih boyunca en geçerli akçe altındır. Allah Teâlâ altını ticaret metaı olarak
yaratmıştır. Şu an Sırbistan’daki insanların çektikleri durumu kendimize örnek
almalıyız. Bizimde onlardaki gibi nüfusumuzda ihtiyar sayısı artış
göstermektedir.
Yatırım
diye çok açılmayın. Elinizdekiler ile kanaat edin. Bu şekilde rahat nefes alma imkânınız
olur.
KAYNAK:
TURQUIE DIPLOMATIQUE, Mart-Nisan 2011,
SAYI: 26
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.