Print Friendly and PDF

TURQUIE DIPLOMATIQUE


“BATMAK İÇİN ÇOK BÜYÜK' YAKLAŞIMI ÜLKELERİ ESİR ALIYOR

[UYARI NİTELİĞİNDE BİR YAZI]
ABD'de, 2002 yılından beri, en büyük altı banka en az 207 ayrı cezaya çarptırıldı ve tüm bunların toplam maliyeti 47,8 milyar doları buldu. Bu bankaların tümü en az 22 kez kural ihlalinde bulundu; hatta içlerinden birisi üç farklı kıtada yedi ülkede 39 kural ihlaline imza attı. 2010 yılında en büyük altı bankanın dördünün yöneticileri için verilen ortalama tazminat, 17,3 milyon dolar düzeyinde. Yani, ortalama Amerikalı işçilerin aldığı meblağın 262 katından daha fazla. 2011 yılında en büyük altı banka, lobi faaliyetlerine 31,5 milyon dolar para harcadı. Altı banka ise, 234 adet kayıtlı lobici çalıştırıyor.
Kevin Zeese
Son yıllarda birçok büyük finans çevrelerinden birçok kişi, Amerika'nın finansal sistemindeki fay hatlarına alenen maruz kaldılar. Kendilerinin içeriden aktardığına bakılırsa, bizim gözlerimizle gördüğümüz yolsuzluk son derece gerçek. Ve daha da önemlisi, sistemin içindekiler de bunu gayet iyi biliyorlar. Finans sektöründe görev alıp bu açgözlülük çemberini kırabilenler, vicdansız bir sektörün vicdanı haline gelebilirler. Bu kişilerin cesaretinin halen "bulaşıcı" olduğunu ve diğerlerinin de onların açtığı yoldan gidebileceğini umalım.
Büyük finans çevrelerinin içinde bir devrimin yaşanması gerekiyor. Ancak bu şekilde finans sektörü açgözlülükten bonkörlüğe, oburluktan mülayimliğe, bencillikten yardımseverliğe doğru radikal bir dönüşüm yaşayabilir.
Büyük finans çevrelerinde yaşanan yolsuzluk vakalarına dair incelemeler, M&T Bank'ın yönetim kurulu başkanı ve CEO'su olan Robert Wilmers'ın kısa süre önce ortaklarına yazdığı bir mektup üzerine patlak verdi. Mektupta, "bu konuda bir jenerasyondan daha uzun süre vakit geçirmiş biri için, bir meslek olarak bankacılığın bu denli gözden düştüğü bir zamanı anımsamak son derece zor oluyor" demiş; yapılan anketlere dayanarak, "Amerikan halkının sadece dörtte birinin, bankerlerin dürüstlüğüne güvendiğini" belirtmişti. Wilmers'a göre tüm bunların sebebi, büyük finans çevrelerinin hatasından ileri geliyor:
"2002 yılından beri, en büyük altı banka en az 207 ayrı cezaya, yaptırıma veya yasal müeyyideye çarptırıldı ve tüm bunların toplam maliyeti 47,8 milyar dolan buldu. Bu bankaların tümü en az 22 kez kural ihlalinde bulundu; hatta içlerinden birisi üç farklı kıtada yedi ülkede 39 kural ihlaline imza attı."
Wilmers, ayrıca, bankerlerle diğer Amerikalılar arasındaki gelir eşitsizliklerine dikkat çekerek, bunun kısa süre önce başlayan bir gelişme olduğunu anımsatıyor bizlere. Sadece birkaç kuşak öncesinde, "finansal hizmetler endüstrisindeki ortalama tazminat, tarım sektöründe çalışmayan bir Amerikalı işçinin ortalama geliriyle tamamen eşit idi." Ancak bugün durum değişti:
"Amerikan ekonomisinin moralinin hayli bozuk olduğu bir dönemde, birçok kişi işsizken veya yeterli bir istihdam düzeyi yakalanamamışken, 2010 yılında en büyük altı bankanın dördünün yöneticileri için verilen ortalama tazminat, 17,3 milyon dolar düzeyinde. Yani, ortalama Amerikalı işçilerin aldığı meblağın 262 katından daha fazla. Bankacılık endüstrisinin halkın gözünde bu denli eleştirilmesi ve Wall Street yöneticileri ve onların niyetlerine kuşkuyla yaklaşılması, şaşırtıcı olmasa gerek."
PEKİ, FİNANS ENDÜSTRİSİ NASIL OLDU DA BÖYLESİNE KOKUŞMUŞ, YOLSUZLUĞA GÖMÜLMÜŞ BİR KİTLEYE DÖNÜŞÜVERDİ?
Wilmers, bu sorunun yanıtının Glass-Steagall yasasının ilga edilmesinde arıyor. Söz konusu yasa, "Büyük Buhran'ın ardından temkinli bir şekilde inşa edilmiş; yatırım bankalarının geleneksel bankaların dışında tutulmasını öngörmüştü." Bankalar, "kamu hizmetlerini kendi yükümlülüklerinin bir parçası olarak görmüş; ekonomide net ancak sınırlı bir rol oynamış; tasarruflarda bulunmuştu. Ticaret ve spekülasyon, bu denklemin hiçbir noktasına dahil edilmemişti."
Öte yandan, 1970'li ve 1980'li yıllarda bankacılık faaliyetleri, bilinen şeylere yatırımda bulunma noktasından ayrılarak "az bilgi sahibi olunan" alanlara yatırım noktasına kaydırıldı. Bu da büyük riskler doğurdu. Bankalar, riski azaltacak yerde, "anlamadıkları yatırımlarda bulunarak" kısa yoldan kar elde etmek istediler. Ancak kimse neler olup bittiğini tam olarak anlamadı. Bu süreçte, Amerikan ekonomisinin tümünü çarpıttılar. 1999 yılında Glass-Steagall Yasası'nın iptal edilmesi sonucunda yatırım bankaları ile geleneksel bankaların arasında bir bütünleşme yaşandı. Wall Street ise, güvenilir yatırımlarda bulunmak yerine, "giderek saydamlığını yitiren mali araçlar kullanmaya yöneldi." Bu durum ise, "krizin tohumlarının ekilmesine ve bugün de devam eden talihsiz değişimlerin yaşanmasına yol açtı."
Wilmers, ortada daha büyük çaplı, sistemik bir problem olduğunu düşünüyor. "Bu sorun sadece bankerlerle ilgili değil, onların düzenleyicileriyle de ilgili. Sadece yatırımcıları değil, onlara danışmanlık yapmak üzere para alanları da; sadece özel finans çevrelerini değil, hükümetin desteklediği kesimleri de kapsıyor." Sonuçta, zamanında herkesin saygı duyduğu kurumlar ve onların liderlerine halkın duyduğu güvende ciddi bir hasar baş gösteriyor.
Wilmers, ortada daha büyük çaplı, sistemik bir problem olduğunu düşünüyor. "Bu sorun sadece bankerlerle ilgili değil, onların düzenleyicileriyle de ilgili. Sadece yatırımcıları değil, onlara danışmanlık yapmak üzere para alanları da; sadece özel finans çevrelerini değil, hükümetin desteklediği kesimleri de kapsıyor."
Sonuçta, zamanında herkesin saygı duyduğu kurumlar ve onların liderlerine halkın duyduğu güvende ciddi bir hasar baş gösteriyor. Ekonomik çöküşün ardında aslında birçok kişinin parmağı var ve bu kişiler aslında ekonomik krizin yaklaştığına dair alarm zilini çalması gereken kişiler. Ne yazık ki
"Wall Street bankaları, onların kapasitelerini sınırlandıracak düzenlemelere karşı mücadele etmeyi sürdürüyorlar; bir yandan da arkalarına bir takım güvenceler alıyorlar. Dolayısıyla, vergi mükelleflerini yüksek bir risk altına sokan bir sistemi ortaya koymaya çalışıyorlar. 2011 yılında en büyük altı banka, lobi faaliyetlerine 31,5 milyon dolar para harcadı. Altı banka ise, 234 adet kayıtlı lobici çalıştırıyor."
Wilmers, "derhal Wall Street bankaları (ki bu bankalar mali krizde asli bir rol oynamış ve halen de ekonomiye zarar vermeye devam etmektedirler) ile diğer bankaların (ki bu bankalar da krizin kurbanı olmuşlardır) arasında bir ayrım yapılması gerektiğini kaydediyor." Birçok aktivist, WalI Street ile topluluk bankaları ve kredi birlikleri arasında bir ayrım olduğunu görüyorlar; dolayısıyla "PARANIZIN YERİNİ DEĞİŞTİRİN" kampanyasını başlatmış bulunuyorlar.
Bankacılık sektöründeki ikinci bölünme örneği ise, Dallas Federal Rezerv Kurulu'nun baş araştırmacısı Harvey Rosenblum'un yayımladığı bir raporda görülebilir. Raporun ismi, "NİÇİN ARTIK BATMAK İÇİN ÇOK BÜYÜK YAKLAŞIMINI SONA ERDİRMELİYİZ?". Raporda, Amerika'daki en büyük beş bankanın elinde tüm banka varlıklarının %52'sinin bulunduğunu gösteren istatistiklerden söz ediliyor. Raporun dikkat çektiği bir diğer unsur da şu:
"Amerikalı işçiler ve vergi mükellefleri, güven inşa etmek üzere geniş kapsamlı bir ekonomik düzelme talep ediyorlar. Müreffeh günlere geri dönüş için finans sektörünün reforma tabi tutulması gerekiyor. Özellikle de söz konusu yeni yol haritası çerçevesinde,   finans kurumlarının neden olduğu potansiyel tehlikeler çevresinde yeni yollar bulunması lazım. Dallas Fed Başkanı Richard W. Fisher, raporun giriş bölümünde, "mega-bankaların boyutlarının küçültülmesi" çağrısında bulunuyor ve bunun sebebi olarak da, ekonominin çevresinde bir uğultu misali dönüp dolaşan "batmak için çok büyük" yaklaşımının aslında gereğinden fazla maliyetli olduğu gerçeği gösteriliyor.
Rosenblum, tıpkı Wilmers gibi, WalI Street'in açgözlülüğü sonucunda Amerikalıların kapitalizme olan inançlarını yitirdiklerinin farkında.
"WalI Street'i İşgal Et hareketinden tutun Çay Partisi'ne dek birçok grup, hükümetin desteklediği banka kurtarma girişimlerinin sosyolojik ve siyasi olarak saldırgan olduğunu iddia ediyorlar. Ekonomik bir perspektiften bakıldığında ise, söz konusu kurtarma paketleri, piyasanın etkin bir şekilde işlemesi açısından da zararlı oldu."
Rosenblum'a göre, "batmak için çok büyük olarak kabul edilen bankalara dair kurtarma işlemleri, ekonominin genel anlamda topyekün düzelmesinin önünde bir engel teşkil ediyor."
Rosenblum, mali krizin patlak verme sebebi olarak, "bankaların olduğu kadar düzenleyici ve siyasi sistemlerin de başarısızlığı" olduğunu düşünüyor. Ona göre, yaklaşan tehlikeli olayları çok az insan öngörebildi ve bunun sonucunda da olaylar kısa sürede kontrolden çıkıverdi. Düzenleyici ve siyasi sistemler başarısızlığa uğrayınca, hukukun üstünlüğü uygulanmayınca, "verilen teşvikler genellikle hedefinden şaştı; bencillik halleri kötücül bir hal aldı. Açgözlü tavırlar ise, yenilikçi yasal zihniyetlerin mali bütünselliğin sınırlarını öteye taşımasına yol açtı."
Rosenblum'a göre, ekonomik düzelmenin zayıf seyretmesinin "başlıca sebebi", kamu bankalarından ziyade, batmak için çok büyük kabul edilen mali bankalar. "Büyük bankaların çoğu zaten kötü durumdaydı. Buna karşın ülkedeki küçük çaplı bankalar aslında çok daha iyi konumdaydı. Bu bankaların çoğu kendilerini çok büyük risklere atmadılar." Rosenblum'un vardığı sonuç ise şu şekilde:
"Mali krizlerden görece olarak kurtulmuş bir ekonomiye erişmek için, ancak ve ancak, dev bankalarla ilişiğimizi kesme cesaretini göstermemiz gerekiyor."
Finans çevreleri arasındaki en ses getiren görüş ayrılığı ise, Mart ayı ortasında Goldman Sachs'ın yöneticisi Greg Smith'in New York Times'ta yayımlanan bir mektup sonucunda istifa etmesiyle yaşandı. Mektupta, Goldman Sachs'ta mevcut olan "tehlikeli ve yıkıcı ortam"dan söz ediliyor; tüm çalışanların en sofistike yöntemleri kullanarak "müşterilerin ceplerini boşaltmaktan" başka bir şey yapmadıklarından dem vuruluyordu. Smith'in yaptığı eleştirinin merkezinde ise, kendisinin de asli bir oyuncu olduğu türev piyasası bulunuyordu.
Halka açık bu istifa mektubunun belki de en ilginç yanı ise, çok fazla sayıda yorumcunun aslında bu itiraf karşısında pek de şaşırtmamasıydı. Amerikan İşçi Kurumu'nun eski Sekreteri Robert Reich, tartışmayı daha da genişleterek, Goldman'daki durumu 1920'li yıllara dek götürdü ve WalI Street'in tüm büyük bankalarında -sadece Goldman'da değil  bu sömürme mantalitesinin olduğundan söz etti. Reich'e göre, bu durum, "güç ve güvenin salgın bir şekilde suiistimal edilmesi"nden ileri geliyor. Bu yolsuzluk kültürü, "1980'li yıllardaki çürük tahviller ve içeriden bilgiye dayanan ticaret gibi skandallara yol açtı ve 1990'ların sonlarında ve 2000'lerin başlarında yaşanan diğer skandallar sonucunda, 2008'deki krizin yolu döşenmiş oldu."
Peki, finans sektörünün radikal bir dönüşümden geçmesini, ekonominin demokratikleşmesini ve halkın gerçek bir güce sahip olduğu katılımcı bir demokrasinin temellerinin atılmasını isteyen Amerikan halkı açısından bu çöküşler ne anlama geliyor? Şu anlama geliyor: mevcut güç yapısını ayakta tutan temellerin giderek zayıfladığına tanıklık ediyoruz ve bunun sonucunda da halkımız iktidardan değişim talebinde bulunmak için kritik bir eşiğe ilerliyor. WalI Street'i İşgal Et hareketiyle birlikte çalışan bir mühendis olarak Steve Chrismer'in görüşleri önemli:
"İşgal Et önemli bir hareket çünkü sadece altı ay önce başlamış olmasına karşın güçlü duvarların aslında ne denli güçsüz olduğunu görüyoruz. Gücü ayakta tutan temelleri zayıflatmak için bu çatlaklar üzerine çalışmalıyız. Ancak bu şekilde şiddet içermeyen bir şekilde bu çatlakları! aralayıp içinden geçecek enerjiye kavuşuruz."
Büyük finans çevrelerinin içindeki birçok kimse de bugün konuştuğumuz bu meselelerin farkında aslında. Ancak çok az kimsenin gösterdiği cesaret sonucunda, mevcut yolsuzluklar ve güvenli olmayan riskler gözler önüne serilecek ve mali krizin önündeki gerçek çözümlerden ancak bu şekilde konuşabileceğiz. YOLSUZLUKLARI BİZZAT GÖZLERİYLE GÖRENLER, DAHA ÖNCELERİ KENDİLERİNİ "YALNIZ" HİSSEDİYORLARDI; ANCAK ŞİMDİ ARTIK YALNIZ DEĞİLLER. Halkı ve gezegeni sömürmeye çalışanları durdurmak için çalışan diğer kesimlerle aynı safta yer alabilirler. WalI Street'teki kokuşmuşluk hali ve yolsuzluklardan ne kadar çok söz edersek, büyük finans çevreleri içinde mevcut paradigmayı sorgulayanları da o denli güçlendirmiş oluruz. Bankalar ve mali kuruluşlar düzeyinde ne denli protesto yaparsak, etik olmayan hacizlere dair gerçekleri gün yüzüne çıkarırsak, servetin niçin bazı ellerde yoğunlaştığını araştırırsak, sistem içindeki kişiler de davranışlarını değiştirme gereği duyarlar. Çatışma ve şiddet içermeyen taktikleri yaratıcı bir şekilde kullanarak, sosyal ve ekonomik adalete yönelik bu harekete daha fazla insan çekeriz ve bu kişilerin o çok özlem duyulan dönüşüm gerçeği hakkında konuşmaları için güvenilir bir ortam sağlamış oluruz.
* Kevin Zeese, Its Our Economy adlı kuruluşun eş başkanı ve Washington'un Ulusal İşgali hareketinin organizatörüdür.

KAYNAK: TURQUIE  DIPLOMATIQUE, 15 Haziran-15 Temmuz 2012, SAYI: 40-41


ABD hükümetinin yurtdışı kaynaklı borçlara giderek da­ha fazla bel bağlar hale gelmesi, ülkeyi daha da kırılgan bir yapıya sürüklüyor.
Amerika, askeri üstünlüğünü açığa dayalı harcamalar yoluyla fonluyor. Bunun da anlamı, Afganistan'daki savaş, Çinlilerin kredi kartından ödeni­yor. Genel Kurmay Başkanı Amiral Mike Mullen, ABD'nin ulusal güvenliği karşısında tek ve en büyük teh­dit olarak artan ulusal borcunu göstermişti. Ekonomik ve siyasi güç Batı'dan Doğu'ya kayarken, yeni uluslararası düşmanlıklar da kaçınılmaz biçimde su yüzüne çıkıyorlar. ABD'nin elinde halen mükemmel güç unsurları var. Eko­nomisi muhtemelen belini doğrultacak. Ordusunun diğer hiçbir ülkenin yanına dahi yaklaşamayacağı bir küresel varlığı ve teknolojik avantajı mevcut. Ancak, Amerika, 17 yıllık dönemde elinde bulundurduğu küresel egemenliği bir daha asla yaşayamayacak. O günler artık sona erdi.
GIDEON RACHMAN

Bu defa farklı. Amerika'nın geç­mişte çöküş evrelerinden geçtiği elbette doğru. John F. Kennedy, 1960 yılında Başkanlık seçimi kampan­yalarında şöyle bir serzenişte bulun­muştu:
"Amerika'nın Sovyetler Birliği karşısındaki göreceli gücü azalıyor; ko­münizm, dünyanın her bir bölgesine ya­vaş yavaş yayılıyor." Ezra Vögel'in 1979 yılında yayımlanan Japan as Number One (Bir Numara olan Japon­ya) adlı kitabında ise, Japonya'nın üre­tim teknikleri ve ticaret politikalarına dair paranoyanın on yıl içinde giderek artacağı haber veriliyordu.
Elbette, son kertede Amerika'nın üs­tünlüğü karşısında Sovyetlerin ve Ja­ponların oluşturduğu tehditler, asılsız çıktı. Dolayısıyla, Amerikalılar eğer Çin kaynaklı yeni tehdit iddialarını, bir kez daha yersiz yere telaş çıkarılması olarak algılamışlarsa, affedilebilirler. Ancak, bu fablla ilgili çoğu zaman gözden ka­çan bir hakikat var ki: aslında ortalık son derece haklı biçimde telaşa veril­mişti. Telaşa verilmesine neden olan un­sur ise, karşımızda duruyordu: Çin!
Çin'in ABD karşısında oluşturduğu tehdit, hem ekonomik hem de demogra­fik açıdan çok daha ciddidir. Sovyetler Birliği çöktü; çünkü ekonomik sistemi artık tüm etki gücünü yitirmişti; SSCB hiçbir zaman dünya piyasalarında reka­bet deneyimi yaşamadığı için bu ölüm­cül kusur uzun süre kendini gizlemişti. Çin ise, küresel arenada ekonomik cesa­retini kanıtladı. Ekonomisi, neredeyse son otuz yıldır yılda ortalama %9 ila 10 arasında büyüyor. Artık ihracat alanında dünya lideri ve dünya çapında en büyük imalatçı konumunda. Döviz rezervleri, 2,5 trilyon dolan aşmış durumda. Çin malları dünya çapında rekabet ediyor. Tüm bunlar, Sovyet-tarzı bir ekonomik yaklaşım değil elbette.
Japonya'da uzun yıllar boyunca hızlı bir ekonomik büyüme deneyimi yaşadı; hâlihazırda halen ihracat konusunda güçlü bir aktör. Ancak, hiçbir zaman 1 numara olmaya aday hale gelemedi. Ja­pon nüfusu, ABD'nin yarısından az; bu­nun da anlamı Japon ekonomisi Ameri­kan ekonomisine baskın çıkmadan önce, ortalama Japon insanının ortala­ma Amerikan vatandaşından iki kat da­ha fazla zengin olması gerekiyor. An­cak, bu hiçbir zaman gerçekleşmeyecek. Buna karşın, Çin nüfusu, ABD nüfusu­nun dört katından fazla. Goldman Sachs'ın yaptığı ve Çin ekonomisinin 2027 yılında ABD ekonomisinden büyük ola­cağına dair o meşhur tahmin, 2008 yılındaki ekonomik kriz öncesinde yapıl­mıştı, şu an için, Çin, o tarihten de önce 1 numara olabilir.
Çin'in ekonomik cesareti, daha şimdi­den Pekin'in dünya çapında Ameri­ka'nın nüfuzuyla başa çıkmasını sağlı­yor. Çinliler, artık birçok Afrika hükümetinin tercih ettiği ortak halini aldı ve aynı zamanda Brezilya ve Güney Afrika gibi diğer yükselen ülkelerin de en büyük ticaret ortağı. Çin, ayrıca, Yu­nanistan ve Portekiz gibi Avro bölgesi­nin mali açıdan zorda kalan ülkelerinin bonolarını satın almaya yöneldi.
Öte yandan, Çin, yeni ekonomik ve siyasi oyuncuların yükselişine dair tab­lonun en büyük parçasını kaplıyor. Amerika'nın Avrupa'daki geleneksel müttefikleri olan Britanya, Fransa, İtalya ve hatta Almanya, ekonomik rütbe­lerini yitiriyorlar. Artık yeni güçler yük­selişte: Hindistan, Brezilya, Türkiye. Bu güçlerin her birinin kendi dış politi­ka öncelikleri var ve bu ülkeler, Amerika'nın dünyayı şekillendirme yeteneğini topluca kısıtlıyorlar. Hindistan ve Bre­zilya'nın küresel iklim değişikliğiyle mücadele görüşmelerinde nasıl da Çin'in yanında saf tuttuklarını düşünün. Veya Türkiye ve Brezilya'nın BM'nin İran’a yaptırım karan konusunda Ame­rika'ya karşı nasıl "hayır" oyu kullandıklarını anımsayın, işte, tüm bunlar, önümüzdeki dönemde gerçekleşecekle­re dair küçük bir sinyal veriyor.
Ona bel bağlamayın
Şurası doğru ki; Amerikalılar ulusal düzeyde bir çöküşten endişe ettiklerin­de, en tedirgin edici rakiplerinin zayıflıklarını göz ardı ederler. Sovyet ve Ja­pon sistemlerinin kusurlarından, sadece geçmişe dönük olarak söz edilir oldu. Amerikan hegemonyasının önümüzdeki dönemde de devam edeceği konusunda emin olanlar, Çin sisteminin olası yü­kümlülüklerine dikkat çekiyorlar.
Amerikan hegemonyasının önümüzdeki dönemde de devam edeceği konusunda emin olanlar, Çin sisteminin olası yü­kümlülüklerine dikkat çekiyorlar. Lon­dra'da yayımlanan Times gazetesinde çı­kan en son mülakatta, ABD Eski Başkam George W. Bush'un bir telkini yer alıyordu. Bush, Çin'in içsel sorunla­rından dolayı, Çin ekonomisinin öngörü­lebilir bir gelecekte Amerika'ya rakip çıkmasının olanaksız olduğunu söylü­yordu. Bush, şöyle bir soru yöneltip, ya­nıtım yine kendi veriyordu: Amerika'nın tek süper-güç olarak kalacağını halen dü­şünüyor muyum? Evet, düşünüyorum.
Ancak, Çin mucizesinin yakın zaman­da yok olacağına dair tahminler de, 1970'li yılların sonundan beri Batılı anal­izlerin düzenli bir unsuru olmayı sürdü­rüyor. 1989 yılında, Komünist Parti, Tiananmen Meydanı katliamının ardın­dan bocalamaya başladı. 1990'lı yıllarda ise, ekonomi gözlemcileri sürekli olarak Çinli bankaların ve devletin sahip oldu­ğu işletmelerin ne denli zor durumda ol­duğunu vurgulayıp durdular. Bütün bun­ların aksine, Çin ekonomisi büyümeye devam ediyor ve yaklaşık her yedi yılda bir boyutunu iki katına çıkarıyor.
Elbette, Çin'in büyük sorunlarla karşı karşıya olmadığını iddia etmek saçma olur. Kısa vadede, Şanghay gibi büyük kentlerde "mülk balonunun" patlak ve­receği ve enflasyonun artacağına dair birçok kanıt var. Uzun vadede ise, Çin'in alarm verici siyasi ve ekonomik dönüşümlerden geçmesi bekleniyor. Komünist Parti, siyasi güç tekelini son­suza dek elinde bulunduramayacak. Ve, ülkenin ihracata geleneksel bağımlılığı ve düşük değer biçilmiş döviz kuru, ar­tan eleştiri oklarına maruz kalacağa benziyor; keza ABD ve diğer uluslara­rası aktörler, Çin'in ihracat temelli eko­nomisinde "yeni bir denge sağlanması" yönünde taleplerini dillendiriyorlar. Ül­ke, aynı zamanda önemli demografik ve çevresel sorunlarla karşı karşıya: Nüfus, tek çocuk politikası yüzünden hızlı bir yaşlanma sürecine girdi. Ayrıca, su kıt­lığı ve kirlilik tehditleri hissediliyor.
Öte yandan, gelecekteki ekonomik ve siyasi çalkantıları şimdiden öngördüğü­nüzde, Çin'in ABD gücü karşısındaki meydan okuyuşunun ileride sonlanacağını iddia etmek büyük bir hata olur. Ülkeler ekonomik büyüme sürecine bir kez girdiler mi, onları bu süreçten alı­koymak son derece zor olur. Alman­ya'nın 19.yüzyıl ortalarından itibaren yaşadığı büyüme, bu anlamda öğretici bir örnektir. Almanya, felaket sonuçlar doğuran iki askeri yenilgiden, hiper-enflasyon sorunundan, Büyük Buhran'dan, demokrasinin çöküşünden, Mütte­fik bombardımanları altında büyük kentlerinin ve altyapısının yıkılmasın­dan geçti. 1950'li yılların sonunda ise, her ne kadar emperyal heveslerinden fe­ragat etse de, Batı Almanya yine dünya­nın öncü ekonomilerinden biri oldu.
Çin'in, nükleer bir çağda, bir dünya savaşma doğru çekilmesi olanaksız. Dolayısıyla, Almanya'nın 20. Yüzyılda karşılaştığı boyutta bir karmaşa ve dü­zensizlikle karşılaşmayacaktır. Ve, bu süreçte deneyimlediği ekonomik ve si­yasi sıkıntılar ne olursa olsun, tüm bun­lar, ülkenin büyük güç statüsüne yük­selmesini engellemeye yeterli olmayacak. Dimdik bir duruş ve ekono­mik ivme; Çin'in muazzam ve ezici üstünlüğünün önümüzdeki dönemde iler­lemesini sürdüreceği anlamına geliyor. Bu süreçte karşısına ne tür engeller çı­karsa çıksın, fark etmez.
Şimdilik
Şu an için Amerika dünyanın en bü­yük ekonomisi. Dünyanın önde gelen üniversiteleri, ABD'de bulunuyor. Ke­za, dünyanın en büyük şirketleri de aynı şekilde. ABD ordusu, tüm rakipleri kar­şısında kıyaslanamaz ölçüde daha güç­lü. ABD, neredeyse dünyanın geri kala­nının toplam harcaması kadar askeri harcama yapıyor. Buna, Amerika'nın manevi değerlerini de eklemek gerekir. Ülke, teknolojik cesareti ve girişimcilik yeteneğinin bileşkesi sayesinde, tekno­lojik devrime öncülük edebildi. Halen yetenekli beyin göçü, ABD'yi tercih ediyor. Ayrıca, Barack Obama'nın Be­yaz Saray'a gelmesiyle birlikte, ülkenin yumuşak gücü de ivme kazandı. Yaşa­nan tüm aksaklıklara karşın, yapılan an­ketler gösteriyor ki, Obama halen dün­yanın en karizmatik lideri. Çin lideri Hu Jintao, bu konuda onun eline su döke­miyor. Amerika, ayrıca, Hollywood gibi yaratıcı endüstri dallarıyla, değerleriyle, evrenselliği günbegün yaygınlaşan İngilizceyle, Amerikan rüyasının halen caz­ibesini korumasıyla birlikte küresel an­lamda çekiciliğini güçlendiriyor.
Tüm bunlar doğru; ancak aynı zaman­da tahmin edilemeyecek kadar kırılgan. Amerikan üniversiteleri, şaheser bir de­ğer olmayı sürdürüyor. Ancak, eğer ABD ekonomisi istihdam olanağı yara­tamaz ise, Stanford Üniversitesi ve MIT'den mezun olan parlak Asyalı mü­hendisler, kafileler halinde evlerinin yol­unu tutmak zorunda kalacaklar. Fortune Dergisi'nde yayımlanan ve dünyanın en büyük şirketlerini konu alan sıralamada, ilk on şirket arasından sadece iki tanesi Amerikan idi: Birinci sırada Walmart, üçüncü sırada ise Exxon Mobil. Daha şimdiden ilk on şirket arasında üç Çinli şirket bulunuyor: Sinopec, State Frid ve Çin Ulusal Petrol şirketi. Amerika, eğer fırsatlar, refah ve basan ülkesi olma özelliğini yitirirse, cazibesi de azalabilir. Birçok yabancı halen Amerikan Rüyası sayesinde bu topraklara gelse de, El Ka­ide ve diğerlerinin başarılı bir şekilde kullandığı bir Amerikan karşıtlığı da dünyada son derece yaygın durumda.
ABD ordusuna gelirsek, Irak ve Af­gan savaşlarından çıkarılan ders; Ame­rika'nın savaş meydanlarındaki cesareti­nin düşünüldüğünden çok daha az yararlı olduğudur. ABD birlikleri, uçak­ları ve füzeleri, birkaç hafta içinde dün­yanın bir diğer noktasındaki bir hükü­meti devirebilir; ancak işgal edilen bir ülkeye barış ve istikrar getirmek, ayrı bir meseledir. Amerika, görünürdeki za­ferinin üzerinden yıllar geçmesine kar­şın, halen Afganistan'da sonu gelmeyen isyanlarla cebelleşiyor.
Amerikalılar sadece yabancı toprak­larda maceralara girişme hevesini yitirmiyorlar; aynı zamanda Amerikan aske­ri bütçesi de, bu yeni kemer sıkma döneminde ciddi baskılarla karşılaşıyor. Washington'da şu anda yaşanan tutuklu­luk hali; ABD'nin bütçe sorunlarını hız­lı veya etkin biçimde çözebileceğine dair umutları azaltıyor. ABD hükümeti­nin yurtdışı kaynaklı borçlara giderek daha fazla bel bağlar hale gelmesi de, ülkeyi daha da kırılgan bir yapıya sü­rüklüyor. Örneğin, Dışişleri Bakanı Hil­lary Clinton, 2009 yılında, Çinlilerden ABD Hazinesi bonolarını satın almalarını rica etmişti. Amerika, askeri üstün­lüğünü açığa dayalı harcamalar (deficit spending) yoluyla fonluyor. Bunun da anlamı, Afganistan'daki savaş, Çinlile­rin kredi kartından ödeniyor. Genel Kurmay Başkanı Amiral Mike Mullen, ABD'nin ulusal güvenliği karşısında tek ve en büyük tehdit olarak artan ulusal borcunu göstermişti.
Öte yandan, Çin'in askeri harcamaları da hızlı biçimde artmaya devam ediyor. Ülke, kısa süre içinde, ilk uçak gemisini imal ettiğini açıklayacak. Çin, bu gemi­lerden toplamda beş-altı tane üretmeyi planlıyor. Daha da ciddi olan mesele şu ki; Çin'in yeni füze ve uydu savar tek­nolojisini geliştirmesi, ABD'nin Pasi­fik'te üstünlüğünü temellendirdiği deniz ve hava denetimini tehdit ediyor. Nük­leer bir çağda, ABD ve Çin ordularının bir çatışmaya girmesi olasılık-dışı. Çin'de kabul gören görüş ise, ABD'nin bir süre sonra Pasifik'teki askeri pozis­yonunu artık devam ettiremeyeceğini fark etmesi. ABD'nin bölgedeki mütte­fikleri (Japonya, Güney Kore ve gide­rek artan şekilde Hindistan), Çin'in ar­tan gücünü çevrelemeye çalışmak için Washington ile daha fazla ortaklığa gi­rebilirler. Ancak eğer ABD bütçesel ne­denlerle Pasifik'teki varlığını geri çek­mek zorunda kalırsa, müttefikleri de kendilerini yükselen bir Çin'e alıştırma­ya başlayacaklardır. Bu durumda, küre­sel ekonominin yükselen merkezi olan Asya-Pasifık bölgesi de, Çin'in arka bahçesi haline gelecektir.
Gerçekten öyle değil
ABD'nin Soğuk Savaş'ın bitiminin ardından geçen yıllarda Çin'in yükselişi karşısında pek endişelenmemesinin ne­denlerinden biri, küreselleşmenin Batılı değerleri yaydığına dair son derece kökleşmiş kanı idi. Bazı kesimler, küre­selleşme ve Amerikanlaşmanın eş an­lamlı olduğunu dahi düşünüyorlardı.
Bilge bir kişilik olan Fareed Zakaria, Amerika dışındaki güçlerin yükselişi­nin, Amerika-sonrası dünyanın temel unsurlarından biri olduğunu yazdığında, önsezilerinin güçlü olduğunu göstermiş­ti. Ancak, Zakaria bile, bu eğilimin, as­lında ABD açısından yararlı olduğunu iddia ediyordu: Güç değişimi, eğer doğ­ru biçimde kullanılırsa, Amerika açısın­dan iyidir. Dünya, Amerika'nın yolun­dan ilerliyor. Ülkeler giderek daha açık, piyasa-dostu ve demokratik hale geliyor.
Hem George W. Bush hem de Bili Clinton, küreselleşme ve serbest ticare­tin, Amerikan değerlerinin ihraç edil­mesi için bir araç olacağını düşünmüş­lerdi. 1999 yılında, Çin'in Dünya Ticaret Örgütüne katılımından iki yıl önce, Bush, şöyle bir iddiada bulun­muştu: "Ekonomik özgürlük, serbestlik alışkanlıklarını yaratır. Ve serbestlik alışkanlıkları da, demokrasi beklentile­rini doğurur. Çin ile özgürce ticaret edin; zaman bizim lehimize işliyor."
Bu tür bir yaklaşımda iki önemli yan­lış anlaşılma söz konusu: Birinci yanıl­gı, ekonomik büyümenin illaki ve der­hal demokratikleşmeye yol açacağı, ikinci yanılgı ise, yeni demokrasilerin kaçınılmaz şekilde ABD'ye karşı daha dostane ve yardımsever olacakları. Bu iki iddia da hatalı.
1989 yılında, Tiananmen Meydanı'ndaki katliamın ardından, 20 yıl son­ra Çin'in halen tek partili bir devlet ol­mayı sürdüreceğine ve ekonomisinin hayret verici oranlara yükselebileceğine çok az Batılı analizci inanıyordu. Ba­tı'da geçerli olan ortak (ve teskin edici) varsayım ise, Çin'in siyasi liberalizasyon ile ekonomik başarısızlık arasında bir tercihte bulunması gerektiği yönün­de, şurası keskin ki; sıkı denetim altın­daki bir tek parti devleti, cep telefonlarının ve dünya çapında yaygın internet ağlarının belirleyici olduğu bir dönem­de basan gösteremez. Clinton'ın 1998 yılında Çin ziyareti sırasında belirttiği gibi, bu küresel enformasyon çağında, ekonomik başarının fikirler üzerinde temellendiği bir dönemde, tüm çağdaş milletlerin başarısı, kişisel özgürlüklere verdikleri önemden geçer.
Aslında, Çin, sansür ve tek parti yö­netimini, son on yıllık boyunca devam eden ekonomik başarıyla birlikte idare edebildi. Çin hükümeti ile Google ara­sında 2010 yılında yaşanan anlaşmaz­lık, bu anlamda son derece öğreticidir. Dijital çağın ikonu olan Google, yapılan sansürleri protesto amacıyla Çin'den çe­kilme tehdidinde bulundu; ancak aldığı ödünler karşılığında kararından döndü. Çin'in 2027 yılına kadar dünyanın en büyük ekonomisi olacağı düşünüldü­ğünde, bu ülkenin halen Komünist Parti yönetiminde bir tek parti devleti olmayı sürdürmesi mümkün. Çin demokratikleşse bile, bundan soma ABD açısından hayatın daha kolay olacağının da bir gü­vencesi yok. Demokrasilerin büyük kü­resel meselelerde uzlaşı sağlamakla mü­kellef olduğu fikri, artık sürekli çürütülüyor. Hindistan, iklim değişikliği veya Daha ticaret görüşmeleri sırasında ABD ile aynı fikirde olmadı. Brezilya ise, gerek Venezüella gerekse İran konularını ele alırken ABD'den farklı bir yaklaşım benimsedi. Daha demokratik bir ülke olan Türkiye ise, bugün daha İslamcı bir Türkiye kimliğinde, İsrail veya İran meselelerinde Amerika'yla aynı çizgide ilerlemeyi reddeder oldu. Benzer açıdan ele alındığında, daha de­mokratik bir Çin'in, aynı zamanda daha huysuz bir Çin halini alacağı düşünüle­bilir. Bu konuda ulusalcı çizgide hazır­lamış kitapların ve internet sitelerinin popülerliği, bir örnek sunuyor.
O kadar emin olmayın
Bush'tan Obama'ya kadar tüm ABD Başkanları, Çin'in yükselişini memnu­niyetle karşıladılar. Obama, Çin ziyare­tinin hemen evvelinde, geleneksel yak­laşımını şu sözlerle özetledi: Güç, sıfır toplamlı bir oyun olmak zorunda değil; ve ülkeler, diğerlerinin başarısından korkmamalı. Çin'in dünya sahnesinde daha büyük bir rol üstlenme çabalarını memnuniyetle karşılıyoruz.
Ancak, resmi düzeydeki söylemlerine rağmen, Amerikan liderleri, bu konuda bazı şüpheleri haklı olarak taşımaya başladılar. Modern ekonomilerde, ticari her iki ortak için de karşılıklı yarar sağlaması, asli bir ilkedir. Bir diğer deyişle sıfır toplamlı oyun yerine, kazan kazan yaklaşımı tercih edilmelidir. Ancak durum, oyun kurallarının hileli olmasını gerektirir. Obama yönetiminde ekonomi baş danışmanlığı yapmış Larry Summers, 2010 Dünya Ekonomi Forumunda, ticaretin karşılıklı yararına dair normalde işletilen kuralların, bir ticaret ortağı merkantilist veya korumacı politikalar uyguladığında geçerliliğini yitirdiğini söylemişti. ABD hükümeti, Çin'in döviz kurunu gereğinin altında değerlendirmesinin, bir tür korumacılık olduğunu ve bu durumun ABD'de istihdam kaybı, küresel düzeyde de de ekonomik dengesizliklere yol atığını düşünüyor. New York Times yazan Paul Krugman ve Peterson Enistitüsü'nden C. Fred Bergsten gibi ekonomistler de benzer bir yaklaşımı benimsiyorlar; ve tarifeler ve diğer mi me araçlarının, meşru bir yanıt olacağını iddia ediyorlar. Tüm bunlar da ki kazan kazan dünyası yaratmak adına.
Ve, jeopolitik resmi daha da gen fiğimizde, Amerikan siyasetçilerin kuşağını teskin eden küreselleşme söylemine karşın, geleceğin dünyası daha ziyade sıfır toplamlı bir oyuna benziyor. ABD, sanki, küreselleşmenin yarattığı karşılıklı çıkarlar, uluslararası politikanın en eski kurallarından birini yükselen güçlerin, her halükarda yerleşik güçlerle çatışacağı kavramı- yok etmiş gibi davranıyor.
Aslında, yükselen bir Çin ile zayıflayan bir Amerika arasındaki husumet artık birçok meselede Asya'daki topraksal kavgalardan insan haklarına dek- su yüzüne çıkmış durumda. Bunun birlikte, ABD ve Çin'in savaşa tutuşması gibi bir olasılık da söz konusu değil. Ancak, bunun nedeni küreselleşme sayesinde aralarındaki farklılıkların yok olması değil; her iki tarafın da nükleer silaha sahip oluşu.
Kasım ayında düzenlenen G-20 zir­vesinde, ABD'nin küresel ekonomik dengesizliklerle başa çıkma yönündeki girişimi, Çin'in döviz kuru politikasını değiştirmeyi reddetmesi engeline takıl­dı. 2009 yılında Kopenhag'daki iklim değişikliği mücadeleleri de, ABD-Çin arasındaki bir başka restleşmenin ardın­dan bir kargaşayla son bulmuştu. Çin'in artan ekonomik ve askeri etkinliği, Ame­rika'nın Pasifik'teki hegemonyasının önünde uzun vadeli bir tehdit oluşturu­yor. Çin, İran konusunda BM'nin yeni yaptırım paketini isteksizce kabul etti; ancak Çin'in onayını güvence altına al­mak, İran'ın nükleer programını raydan çıkarması mümkün olmayan, etkisiz bir pazarlığa dayanıyordu.
Her iki taraf, Kuzey Kore ile görüş­melerde de saflarını aldılar; ancak zar zor örtbas edilen husumet, gerçekten et­kin bir Çin-Amerikan işbirliğini önlü­yor. Çin, II. Kim Jong rejimini sevmi­yor; ancak bir yandan da, yeniden birleşmiş bir Kore karşısında da son de­rece endişeleniyor. Özellikle de eğer ye­ni Kore, halen ABD birliklerine ev sa­hipliği yapmayı sürdürürse... Çin, aynı zamanda kaynaklara erişim konusunda zorlu bir rekabete girişmiş durumda. Bu kaynaklar arasında petrol özel bir yere sahip; keza bu şekilde küresel fiyatlar yukarı doğru çekilebiliyor.
Amerikalı liderler, halkın önünde sıfır-toplamlı oyun mantığını reddetmek­te haklılar. Bundan başka bir şey yapar­larsa, Çinlileri gereksiz yere kendilerine karşı kışkırtacaklarının farkındalar. An­cak, bu durum yine de önüne geçilemez gerçekliği gölgelememeli. Ekonomik ve siyasi güç Batı'dan Doğu'ya kayarken, yeni uluslararası düşmanlıklar da kaçı­nılmaz biçimde su yüzüne çıkıyorlar.
ABD'NİN ELİNDE HALEN MÜKEMMEL GÜÇ UNSURLARI VAR. EKONOMİSİ MUHTEME­LEN BELİNİ DOĞRULTACAK. ORDUSUNUN DİĞER HİÇBİR ÜLKENİN YANMA DAHİ YAKLAŞAMA­YACAĞI BİR KÜRESEL VARLIĞI VE TEKNOLOJİK AVANTAJI MEVCUT. ANCAK, AMERİKA, SOV­YETLER BİRLİĞİ'NİN 1991'DE ÇÖKÜŞÜYLE 2008 YILINDA MALİ KRİZİN PATLAK VERDİĞİ 17 YILLIK DÖNEMDE ELİNDE BULUNDURDUĞU KÜRESEL EGEMENLİĞİ BİR DAHA ASLA YAŞA­YAMAYACAK. O GÜNLER ARTIK SONA ERDİ.
 (Foreign Policy Ocak/şubat 2011)

KAYNAK:  TURQUIE DIPLOMATIQUE, MART 2011, SAYI: 25

Buranın ne kadar "yabancı" bir ül­ke olduğunu bir kez daha hatırlatan bir olaydı yaşadığım. Amerika Bir­leşik Devletleri'ndeki bir şehirden diğeri­ne uçuyordum. Cep telefonları ve emniyet kemerleri ile ilgili bildik anonsların ardın­dan şu anons duyuldu: "Bugünkü uçuşu­muzda Amerika'nın kahramanlarından bi­ri var. Ordumuzun cesur askerlerinden biri. Hem de üniformasıyla. Hadi hizmet­leri nedeniyle onlara ne kadar müteşekkir olduğumuzu gösterelim."
Yolcular bir anda heyecanla alkışla­maya başladı. Aslında bazı havayolları bununla da kalmıyor, askerleri doğru­dan "business class"a alıyorlar. Ev eşya­ları satan dükkânlardan sinemalara ka­dar birçok işletme de askerlere indirim yapıyor, kampanyalar düzenliyor.
Peki, savaş sona erip de ülkelerine temelli olarak döndüklerinde ne olacak?
Bu ta­vır devam edecek mi acaba?
Yoksa unu­tulacaklar mı?
Bana daha uzun bir süre saygı görecekler gibi geliyor. Her şey­den önce aldıkları zorlu eğitim nedeniy­le bunu hak ettiklerini düşünüyorum.
Kısa süre önce 101'inci Hava İndirme Tugayı'nın Kentucky Tennessee sınırın­daki eğitim alanını ziyaret ettim. Heli­kopterden halatla aşağıya inen koman­doları izledim. Bu eğitimin ordudaki en zorlu 10 gün olduğunu söylüyorlar.
Ancak eğitim ve savaş sırasında gös­terdikleri özverinin karşılığını sokakta yürürken alıyorlar: Halk tarafından se­vilmek ve takdir edilmek olarak... Yüz­başı Ali Johnson bu ilginin farklı şekil­lerde ifade edilebildiğini anlatıyor. Kimi yemek yediği restoranda para almaya­rak, kimi sokakta elini sıkarak, sırtını sı­vazlayarak gösteriyormuş sevgisini. Halkın askerlere bu duygusal yaklaşı­mında 11 Eylül'ün büyük etkisi olduğu açık. Halk bu olaydan ciddi olarak kor­kuya ve öfkeye kapılmış ve o tarihten sonra kendisini koruması için yüzünü dünyanın bu en güçlü ordusuna çevir­mişti. Ancak burada etkili olan bir başka duygusal boyut daha var. Yüzbaşı Ali geçenlerde bir yardım yemeğinde ikinci Dünya Savaşı, Kore ve Vietnam'da sa­vaşmış askerlerle bir araya gelmiş.
Emekli askerler ona, savaşlardan ül­kelerine döndüklerinde halkın kendile­rine nasıl ilgisiz davrandığını, dahası bazılarının kötü davranışlarla bile karşı­laştığını anlatmışlar. Yeni nesil askerle­rin bu açıdan çok şanslı olduğundan bahsetmişler. Ancak bunu sadece şans ile açıklamak yanlış olur. Amerikan toplumu askerlerine o dönemde ilgi göstermemesinden suçluluk da duyu­yor. Bu yüzden, Irak savaşı halk tarafın­dan onaylanmasa, eski Başkan Bush sıklıkla suçlansa bile, insanlar askerleri ayrı tutuyor ve onlara minnet duyuyor.
Aslında askerler de kendilerini dış dünyanın gördüğünden çok farklı görü­yor. Amerikan askerleri ile ilgili yaygın izlenim, bu tepeden tırnağa silahlı, kaslı, güneş gözlüklü adamların yabancı dil ve kültürlerden pek anlamadığı, entellektüel açıdan bir hayli kıt olduğu yönünde. Birçok Amerikalı subay ise kendilerini savaşçı entellektüeller olarak görüyor. Harward ve Yale'de, master ya da dokto­ra yapan çok sayıda askere rastlanıyor. Bu popülariten siyasetçilerin de pay çı­karmak istediğine sık sık şahit olunuyor. Birçok siyasetçi asker geçmişinden ya da çocuklarının asker olmasından öv­güyle söz ediyor. Haksız da değiller. As­kerlerinin siyasetçilerden daha erdemli, daha doğrucu olduğunu düşünen çok Amerikan toplumunda. Bunun bir örne­ği geçenlerde yaşandı. Deniz piyadeleri­nin başındaki isim; James Conway, Başkan'ı eleştirdi, Obama'nın Afganistan'dan çekilme takvimini açık­layarak "düşmanı" cesaretlendirdiğini söyledi. Ancak benim dikkatimi asıl çeken bir başka sözüydü Conway'in. Viet­nam'dan sonra, Amerikan halkının savaş hakkındaki tavrının değiştiğini vurgula­dı. İnsanlar artık savaşa karşı çıkıp, o sa­vaşta rol alan askerleri destekleyebili­yorlardı. Dolayısıyla komutana göre, halkı Afganistan'daki savaşın kazanılabilir olduğuna ikna etmek için askerlere de görev düşüyordu. Çünkü onların sözü dinleniyordu. ABD'nin Irak ve Afganis­tan ile daha uzun bir süre meşgul olaca­ğı kesin. Zaten çekilme görüntüsü de da­ha çok iç tüketim için.
Ancak iki savaşın da sona ermekte olduğu bir gerçek ve bu savaşlarla bü­yük bir prestij sağlayan generallerin bundan 10 yıl sonra hangi statüde oldu­ğunu gerçekten merak ediyorum. Güç ve iktidar insanın kolay alıştığı şeyler zira. Bazıları barış ve huzur adına bun­lardan vazgeçmeye hazır olsa da.
MARK MARDELL, BBC RADYOSU

KAYNAK: TURQUIE DIPLOMATIQUE, MART 2011, SAYI: 25

Radikal İslam Bulgaristan'da yükse­liyor mu?
Bulgaristan Milli Güven­lik Ajansı, İçişleri Bakanlığı ve sav­cılığın 2010 yılının ekim ayında Batı Rodop köylerinde yaptığı aramada otuz çuval dolusu kitap, bilgisayar ve aksamıyla, mobil telefon ve yüklü miktarda paraya el konmuştu. Sarnıca köyünün imamının, radikal İslamcı bir örgüte ele­başılık yapmakla suçlandığı operasyonun üzerinden dört ay geçti. Kuşkular doğ­rulandı mı?
İslamcılık Bulgaristan'a da sızdı mı?
Antonya Jelyaskova, milli gü­venlik ajansıyla savcılığın başına buyruk hareket ettiklerini ve bütün bölge imamlarını radikal dincilikle suçladıkları­nı belirtti. Antonya Jelyaskova şu değer­lendirmeyi yaptı:
"Hiçbir delil teşkil etmeyen kitap ve bilgisayarları götürdüler. Aradan dört ay geçti ama halâ şüpheli şahısların suçlu olup olmadıkları hakkında hiçbir açıkla­ma yapılmadı. El konan eşya iade edil­medi. Kitap yasağı olmayan Bulgaristan gibi demokratik bir ülkede böyle şeyle­rin yapılabileceğini kim düşünebilir? İslamcılıkla suçlanan imamın Medine'den gönderilen kitapları altı ay gümrükte bekletilmiş, kontrol edilip zararsız bu­lunduktan sonra imama teslim edilmişti. Ama aradan dört ay geçmeden aynı ki­taplara yeniden el kondu."
Denetlenmeyen güvenlik örgütü
Sofya merkezli bir sivil toplum kuru­luşu olan Uluslararası Azınlık Araştır­maları Merkezi'nin başkanı, Bulgar Milli Güvenlik Ajansı'nın el konan kitapların içeriğini tahlil edebilecek durumda ol­madığı görüşünde. Antonya Jelyaskova, şöyle konuşuyor: "Milli güvenlik ajansı şeffaflıktan son derece uzak. Parlamen­tonun örgütü denetlediği de şüpheli.
Ajansın sivil toplum tarafından denetlenebilmesini talep etmiştim. Bulgar milli güvenliğinin kitap, vaaz ve imamların ya­zılı belgelerini analiz edebilecek düzey­de olduğunu sanmıyorum. Modern ça­ğın gereklerinden olan bilgisayarların neden halâ iade edilmediğini de anlaya­madım. Bilgisayarın hafızasını kopyala­mak, birkaç dakikalık bir iş. Bulgaris­tan'daki Arapça ve İslam uzmanlarından hiçbirinin yardımına başvurulmamış ol­ması da, yadırganacak bir durum."
Müslümanlar devlete sadık
Azınlık Araştırmaları Merkezi Başkanı Antonya Jelyaskova, muhabir Papakoçev'in, Ìslam cemaatinin Bulgaristan'ın milli güvenliği açısından tehlike oluştu­rup oluşturmadığı' şeklindeki sorusunu yanıtlarken, ülkede Müslümanların yaşa­masının aslında kendileri için büyük bir nimet olduğunu, diğer Balkan ülkelerin­de radikalleşme görülürken, Müslüman Bulgarların yasalara saygılı olduklarını ve ülkelerini sevdiklerini vurguladı.
Antonya Jelyaskova, radyomuza şu değerlendirmeyi yaptı:
"Aynı zamanda Müslüman Bulgarlar radikal ve geleneklerin dışına çıkan ru­hani kişilerden kendilerini koruyabile­cekleri mekanizmalar da geliştirdiler. İki yıldır din adamlarına yapılan baskı­lar Müslümanları tedirgin ediyor. Tak­dir ettikleri din adamlarının, sürekli tahkir edilmesi onları üzüyor. İmamla­rımız ehliyetli, zeki ve art niyeti olma­yan, çok iyi yetişmiş kişiler. Politikacı ve güvenlik birimlerinin davranışları yüzünden Müslümanları biz radikalleştirmiş oluyoruz. Bunun güvenlik konu­su olmaktan çıkarılması ve Bulgaristan’daki Müslümanların sorun   ve beklentilerine önem verilmesi gerekir. Örtbas etmek sadece onlara değil, dinler arası ilişkilere de zarar verir"
Hak ve Özgürlükler Hareketi
Bulgar Azınlık Araştırmaları Merkezi Başkanı Jelyaskova son olarak Hak ve Özgürlükler Hareketi'ndeki gelişmelerle ilgili görüşlerini aktardı. Jeliyaskova, Kasım Dal'ın parti yönetiminden ve parti meclis grubundan ihraç edilmesine par­tililerin tepki göstermesi gerektiğini söyledi. Antonya Jelyaskova şu değer­lendirmeyi yaptı: "Bulgaristan Müslü­manlarının asıl başını ağrıtan, Nedim Gencev'in yeniden baş müftülülüğe atanma ihtimali. Gencev komünist dev­let güvenlik servisinde çalıştığı için Müs­lümanlar tarafından sevilmiyor. Asimilasyon yıllarında Todor Jivkov tarafından baş müftülüğe atanmıştı. Mahkeme ka­rarıyla yeniden aynı göreve geldi. Bu ta­hammül edilmez durum Müslümanları meşgul eden konuların başında geliyor.
Hak ve Özgürlükler Hareketi'ne ge­lince. Genel başkanları Ahmed Doğan'ın şahsen geçirmekte olduğu deformasyon nedense önemsenmiyor. Doğan 20 yıldır tartışmasız lider. Hem partililere hem de seçmenlerine otoriter davranı­yor. İnsana değer vermeyen ve Türkler­le Müslümanların Bulgar toplumuna sosyal ve siyasi entegrasyonuyla ilgilen­meyen bu tek adamın başkanlığı bırakma zamanı artık geldi. Partinin değişime ihti­yacı var ama bu hemen olmayacak." (dw)
Georgi Papakochev
KAYNAK: TURQUIE DIPLOMATIQUE, MART 2011, SAYI: 25


DEVLET DESTEKLİ SANAL TERÖRİZM

İsrail, beri İranlı beş nükleer fizikçinin öldürülmesinden sorumlu MEK üyelerine fınansnan, eğitim ve silah yardımında bulundu. NeW York Times'ın aktardığına göre ise, [BD'nin eski başkanı George W. Bush, İran'ın Natanz tesisine sabotajda bulunmaya yönelik gizli bir harekata izin vermişti. Dünya çapında döviz piyasalarında ve program-ama kodlarında bir savaş başlarken, gizli provokatörlerin ekonomik yapıları manipüle etmesi ve sabotaj eylemlerine girişmesi durumunda cezalandırılmasına yönelik yeni bir uluslararası-yasal çerçeve belirlenmesi yönündeki ihtiyaç hiç bu kadar büyük olmamıştı.
NİLE BOWIE
Uluslararası camia, Tahran ile diğer altı ülkenin İstanbul'da kısa süre önce gerçekleştirdikleri müzakerelerin ardından, İran’a yönelik kınayıcı tavrını hafifletti. Toplantıya katılan taraflar Bağdat'ta 23 Mayıs 2012 tarihinde görüşmelerini geliştirmek konusunda uzlaşmış olsalar da, hem İsrail hem de Batı, Tahran'a yönelik yaptırımlar rejimini kolaylaştırdıklarına dair en ufak bir belirti bile göstermediler. İran'ın lider kadrosunun elektrik üretmek ve medikal reaktörlere yakıt sağlamak üzere sivil nükleer yetenekler kullandığına (böylelikle, Tahran'ın piyasalara ihracat yapması için temel petrol rezervlerini çeşitlendirmesini sağladığına) dair iddiaların ardından, İran'ın Ruhani Lideri Ayetullah Ali Hamaney, İran'da nükleer silahların kullanılmasına dair dini bir yasak getirdi. Son görüşmeler sırasında ise, İran'ın müzakerecisi Said Celili, Nükleer Silahların Yaygınlaştırılmasının Önlenmesi Antlaşması (NPT) dahilinde güvence altına alındığı üzere, İran'ın sivil nükleer program yürütme hakkı olduğunu vurguladı. Her ne kadar Tel Aviv'in elinde halihazırda 75 ila 400 kadar nükleer savaş başlığı bulunsa da, İsrail Savunma Bakanı Ehud Barak, İran'ın elindeki uranyumun tümünün %20 oranında zenginleştirildiği noktasında ısrar ediyor ve bu durumun, İran'ı "güvenilir" bir komşu ülke olma noktasından çıkardığını düşünüyor.
Hem CIA'in başında bulunan David H. Petraeus hem de Amerikan Ulusal İstihbarat Direktörü James R. Clapper Jr., İran'ı nükleer silah geliştirmekle suçlamak için herhangi bir inandırıcı kanıtın olmadığı konusunda hemfikir. Dolayısıyla, İran'ın sivil nükleer programına yönelik istihbarat operasyonlarının pişkin kabahatliliği, oldukça sarsıcı bir hal alıyor. ISSSource'un kısa süre önce teyit ettiği gibi, Stuxnet bilgisayar virüsünün yerleştirilmesinden sorumlu kişiler, iran'ın Natanz'daki nükleer tesislerine sabotajda bulunmak üzere bu virüsü kullanmışlar; ve bu kişiler Mujahedeen-e-Khalq (MEK) üye-siymişler. MEK, Amerikan Dışişleri Bakanlığı'nın terörist örgütler arasında saydığı bir örgüt olup, 1965 yılında Amerika'nın desteklediği Iran Şahı Muhammed Rıza Pevlevi'nin monarşisini galeyana getirmek üzere kurulan Marksist-İslamcı bir kitle siyasi hareketidir. Grup, ilk başlarda 1979 İslam Devrimi'nin ardından Ayetullah Humeyni'nin başını çektiği devrimci din adamlarının yanında saf tuttu; ancak bir güç mücadelesi sırasında rejime sırtını dönünce, grup, 1981 yılında İran'ın Devrim Muhafızlarına karşı bir kentsel gerilla savaşını başlattı.
Örgüte, daha sonraları Saddam Hüseyin sığınma hakkı verince, Irak topraklan içinden İran'a saldırılar başlattılar. Bu saldırılar sırasında yaklaşık 17.000 İran vatandaşı öldürüldü. MEK, Paris merkezi i İran Ulusal Direniş Konseyi NCRI'nin ana unsuru olarak varlığını sürdürüyor. NCRI, kendilerini İran'da "demokratik, seküler ve koalisyon hükümeti kurma amacı güden sürgünde bir parlamento" olarak tanımlıyor ve iran'daki demokratik örgütlerin, grupların ve kişiliklerin bir koalisyonundan oluşuyor.
Her ne kadar İslam Devrimi'nin ardından birçok kez üst düzey Amerikan askeri personelinin öldürülmesinin ardında bu örgütün parmağı aransa da, New Yorker'ın aktardığına göre Mujahedeen-e-Khalq'in üyeleri, bizzat 2005 yılında Nevada'daki bir üste Ortak Özel Operasyonlar Kumandanlığı JSOC tarafından iletişim, kriptografi, küçük birim taktikleri ve silah kullanma eğitimleri almışlar. JSOC, İran'daki büyük iletişim sistemlerine nasıl girileceği konusunda MEK üyelerine yol gösterdi; Amerikan istihbaratıyla paylaşmak üzere grubun İran içinde yapılan telefon görüşmeleri ve SMS mesajlaşmalarını ele geçirmelerini sağladı. Saddam Hüseyin'in devrilmesinin ardından Irak Ordusu iki kez Eşref Kampı'na girmeye çalıştı. Burası, yaklaşık 3200 personelin bulunduğu, MEK'm askeri kanadının 2009 yılına dek Amerikan ordusunun dış güvenlik koruması altında ikamet ettiği bir "mülteci kampı" idi. Amerika'nın Irak elçiliği ve Dışişleri Bakanlığı'nın tam desteğiyle, Birleşmiş Milletler'in Irak özel temsilcisi Martin Kobler, MEK isyancılarının Bağdat havalimanı yakınlarındaki eski bir Amerikan askeri üssüne (ismi de çok komik: "Özgürlük Kampı") yerleştirilmesi için girişimlerde bulundu. Amaç, MEK ile Şiilerin başını çektiği Irak hükümeti arasındaki şiddet dolu çatışmaların önüne geçmekti. Grup, uzun süre İsrail'den maddi destek aldı. İsrail, örgütün Paris'teki siyasi üssünden İran'a yayın yapması için yardım ederken, MEK ile NCRI de İran'ın nükleer programı konusunda ABD'ye sürekli istihbarat sağladı. Zaten bu istihbarat sonucunda Natanz'ta uranyum zenginleştirme tesisi olduğu 2002 yılında ortaya çıktı.
Dış İlişkiler Konseyi'ndeki üst düzey kişiler, MEK'i "totaliter eğilimleri bulunan tarikat-vari bir örgüt" olarak tanımlarken, NATO'nun Müttefik Yüksek Karargahı kumandanı General Wesley K. Clark, NeW York'un eski valisi Rudy Giuliani, 9-11 Komisyonu eski başkanı Lee Hami İyon gibi duayen devlet adamlarına, MEK'i Amerikan Dışişleri Bakanlığı'nın Yabancı Terörist Örgütler listesinden çıkarılmasına yardım etmeleri için 20.000 ila 30.000 dolar arasında bir para ödendiği ortaya çıktı. NCRI'nin başında bulunan Maryam RajaWi, halihazırda Paris'te yaşıyor ve ardına Amerikalı ve AB'li devlet adamlarının desteğini alıyor. Rajawi'nin 1991 yılında Saddam Hüseyin'in Irak Kürtleri'ni katlettiği sırada sarf ettiği şu sözleri pek ünlüdür: "Türkleri tanklarınızın altına alın ve mermilerini İran Devrim Muhafızları için saklayın." MEK güçlerinin gerçek -lcştirdikleri ve belgelendirilmiş vahşet vakalarına rağmen, AB Konseyi, bu grubu 2009 yılında AB'nin terörist örgütler listesinden çıkardı. Bu olayın şerefine NCRI'nin sözcüsü Şahin Gobadi'nin sözleri ise, "Bizim tek istediğimiz İran'da demokratik seçimlerin gerçekleştirilmesi" şeklinde oldu.
Her ne kadar Amerika'da halihazırda görev alan ve geçmişte çalışmış olan yetkililer, İran'ın teslime hazır bir nükleer savaş başlığı sahibi olmaktan fersah fersah uzakta olduğu ve BM'nin nükleer denetimlerinin dışında herhangi bir gizli uranyum zenginleştirme alanına sahip olmadığı konularında hemfikir olsalar da, MEK ile İran'ın Natanz nükleer tesisindeki yüzlerce santrifüjün yok edilmesine neden olan Stuxnet bilgisayar virüsü arasındaki bağlantılara dair alınan son bilgiler, kasti ve. daha önce eşi benzeri görülmemiş bir sabotaj olarak kabul ediliyor. Stuxnet, bu zamana dek bulunmuş en sofistike kötücül yazılımdır. Virüsün hedefi, Siemens'in Simatic WinCC Step7 yazılımıdır. Bu yazılım, nükleer güç tesisleri ve elektrik santralleri gibi endüstriyel sistemleri, Windows-temelli bir PC üzerinden takip eder. Stuxnet'in varlığı keşfedilmeden önce, anti-virüs yazılımları tarafından tespit edilemiyordu ve sanki Microsoft Windows açısından yasal bir yazılım şeklinde tasarlanmıştı. Stuxnet'in yükünün teslim edilmesinin ardından, kötücül yazılım, santrifüjlerin işletim hızını değiştirdi ve en sonunda makinelerin hasar görmesine yol açtı. Denetleme operatörü açısından ise tüm bunların normal faaliyetler olduğu yönünde bir izlenim doğurup, acil önlemlerin uygulamaya konmasını engelledi. ISSSource, Stuxnet virüsünün MEK üyesi olduğuna inanılan bir sabotajcı tarafından Natanz nükleer tesisine yerleştirildiğini teyit eden mevcut ve emekli Amerikan istihbarat yetkililerinin sözlerini aktardı. USB hafıza kartı aracılığıyla kötücül yazılımı gönderen grup, Natanz nükleer tesisindeki en az 1000 santrifüje zarar verecek yetiye sahipti. MEK, aynı zamanda, İranlı nükleer bilim adamlannı öldürmekle ve Tahran'ın Shehab-3 orta menzilli füzelerinden çoğuna ev sahipliği yapan İran'ın batısındaki Honamabad kenti yakınlarındaki bir yer altı üssünü yerle bir eden bir patlamayı gerçekleştirmekle suçlanıyor.
NBC Nevys'un aktardığına göre, İsrail, 2007 yılından beri İranlı beş nükleer fizikçinin öldürülmesinden sorumlu MEK üyelerine finansman, eğitim ve silah yardımında bulundu. NeW York Times'ın aktardığına göre ise, ABD'nin eski başkanı George W. Bush", İran'ın Natanz tesisine sabotajda bulunmaya yönelik gizli bir harekata izin vermişti.
Stuxnet kodlamasının karmaşık yapısından dolayı, güvenlik uzmanlarına göre bu virüsün icat edilmesi, "ulusal bir hükümet ajansının işi olmalı." Stuxnet'i parçalarına ayırmış olan bağımsız bilgisayar güvenliği uzmanı Ralph Langner, İran'ın nükleer programına sabotaj düzenlemeye dönük kötücül yazılımın icat edilmesinden İsrail ve Amerika Birleşik Devletleri'ni suçluyor. Şöyle ki, Stuxnet'in endüstriyel operasyonlarda otomasyon sağlamaya dönük endüstriyel tesislerde kullanılan Programlanabilir Mantıksal Denetleyicileri'ni (Programmable Logic Controller - PLC) hedeflediği düşünüldüğünde, kötücül yazılımı tasarlayanların programlama dili konusunda ayrıntılı bilgi sahibi olması gerekmekteydi. Ayrıca şu da anlamlı: Alman elektrik mühendisliği şirketi Siemens, 2008 yılında Amerikan şirketlerinden biriyle işbirliğine giderek, İran'ın zenginleştirme tesislerindeki kilit ekipman olarak belirlenen bilgisayar kontrolörlerindeki kırılgan noktaları ortaya çıkarmak üzere çalıştı. İstihbarat uzmanlarına göre, Stuxnet virüsünün sınanması, İsrail'in Negev çölünde yer alan Dimona kompleksinde gerçekleşti. Söz konusu çöl, İsrail'in pek bilinmeyen nükleer silah programına da kucak açıyor.
Beyaz Saray'ın halihazırda kitle imha silahları konusundaki koordinatörü Gary Samore'ye katıldığı bir basın konferansında Stuxnet virüsü sorulduğunda yanıtı şöyle olmuştu: "Santrifüj makineleriyle sorunlan olduğunu duymaktan memnunum. Amerika ve müttefikleri, bu durumu daha da karmaşıklaş-tırmak için elinden gelen her şeyi yapacaktır."
Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı IAEA'nın eski başkanı Hans Blix ise, IAEA'nın İran'ın nükleer faaliyetlerine dair yayınladığı haberlere karşı duruyor ve ajansı, Amerika ve İsrail'den alınmış ancak teyit edilmemiş istihbarata güvenmekle suçluyor. Amerikan nükleer silah üretim programlannın eski direktörü Clinton Bastin ise, İran'ın nükleer silah üretme kapasitesine ilişkin olarak Başkan Obama'ya bir mektup gönderdi. Bastin, mektubunda Başkan'a şu hususu yeniden anımsattı: "İran'ın gaz santrifüj tesislerinin nihai ürünü, yüksek düzeyde zenginleştirilmiş uranyum hexafluorid olacaktır. Bu gaz ise, silah yapımında kullanılamaz. Gazın metale dönüştürülmesi, bileşenlerinin üretilmesi ve onlann daha önce İran'da hiçbir zaman kullanılmamış türden tehlikeli ve zorlu teknolojiler yardımıyla büyük patlayıcılarla birleştirilmesi, uzun yıllar alacaktır. Bunun sonucunda ortaya çıkan silah ise, eğer füze yardımıyla gönderilmek üzere tasarlanmış ise, bir kiloton konvansiyonel yüksek patlayıcılarla eşdeğer olacaktır."
İran'ın nükleer güç programını kınarken ABD ve İsrail'in teatral tavırları, İran halkına oldukça pahalıya patladı. Keza söz konusu halk, türlü yaptınmlara, cinayetlere, kınamaya ve sabotaja maruz kaldı. Amerika, 1951-1998 yılları arasında 70.000'in üzerinde nükleer silah üretmişti; İsrail ise 75 ila 400 arasında değişen savaş başlıklarından oluşan nükleer silah stoğuna sahip bulunuyor. Halihazırda Nükleer Silahların Yaygınlaştırılmasının Önlenmesi Antlaşması (NPT) bağlamında ortaya konan uluslararası yasal çerçeve, barışçıl amaçlı nükleer enerji programları yürütülmesi hakkını güvence altına alıyor. Amerika Birleşik Devletleri ve İsrail'in Mossad ve CIA gibi uluslararası gruplar yoluyla yürüttükleri kasti provokasyonlar ise, uluslararası hukuk, güvenlik ve insan yaşamının değeri karşısında en bariz hakaret olarak görülmeli. Ana akım medya ise, İngilizce konuşan ülkelerin halklarının beyinlerini yıkamak için, İran teokrasisinin "provoke edilmemiş terör" başlatmak üzere güttüğü ideolojik gayelere dair uydurma bir diskuru benimsemiş bulunuyor. Ancak, bir yandan da İran Dışişleri Bakanı Ali Ek-ber Salhi gibi figürler ise, nükleer silah sahibi olduklarını halkın önünde reddediyor.
MEK, kurulduğu günden bu yana binlerce sivilin ölümünden sorumlu bir örgüt. Eğer Amerika ve İsrail, İran'a karşı savaş başlatsalardı, saldırgan uluslar büyük ihtimalle İran Ulusal Direniş Konseyi'ni -yani nam-ı diğer sürgündeki parlamentoyu- ülkenin meşru hükümeti olarak tanıyacaklardı. Amerikan Dışişleri Bakanlığı'nın MEK'i Yabancı Terörist Örgüt olarak kabul ettiği Websitesinde de şöyle belirtilmektedir: "ABD'de yaşayan veya ABD yasalarına uymakla yükümlü birinin, terör örgütü olarak tanımlanmış bir tarafa kasten "maddi destek veya kaynak" sağlaması hukuka aykırıdır."
MEK, sürekli olarak Amerika'nın terör örgütleri listesinden çıkma yolları ararken, grubun affedilemez saldırılarının tarihin tozlu raflarına kaldırılmaması gerekiyor. NCRI'nin lideri Maryan Rajavi, kendisini "demokrasi yanlısı" bir figür olarak tanıtmayı tercih edebilir; ancak uluslararası camianın sorumlu kesimleri, bu kişinin başında bulunduğu örgüt ve ona bağlı kişilerin eylemlerini açıkça kınamalıdır. Stuxnet virüsü icat edilirken herkesin aklında İran'ın nükleer programını çökertmek vardı; keza dünya çapında Stuxnet vakalarının %60'ı İran içinde oldu. Amerikan istihbarat kaynaklarının dikkat çektiğine göre, Amerikalı ve İsrailli yetkililer, yeni bir Stuxnet virüsü oluşturmak üzere çalışmalarını sürdürüyorlar. Virüsün adı "Duqu" olacakmış. Rusya'da Kaspersky Lab'da baş güvenlik uzmanı olan Alexander Gostev, Stuxnet ve Duqu'da kullanılan sürücüleri inceledi ve her iki virüsü de büyük olasılıkla aynı ekibin tasarladığı sonucuna vardı; keza iki virüsün kötücül yazılım kodlarında kesişimler bulunmaktaydı.
DUQU VİRÜSÜ de Microsoft Windows sistemlerine yönelik olup, ileri ve daha önce bilinmeyen bir programlama diliyle yazılıyor. Büyük oranda İran'ın nükleer programlarıyla ilintili bilgi hırsızlığı yeteneklerini kullanmaya dönük birçok yazılım unsurunu içeriyor. Duqu'nun daha sonraki virüslerin "güvenli yazılım" olarak görülmesi için dijital sertifikalan çalma kapasitesi de bulunuyor. Duqu'nun hedef ağları içinde çoğaltılma yöntemleri henüz bilinmiyor; ancak modüler yapısından dolayı daha sonraki siber-fıziksel saldırılarda teorik olarak özel bir içerik kullanılabilir. Dünya çapında döviz piyasalannda ve programlama kodlarında bir savaş başlarken, gizli provokatörlerin ekonomik yapılan manipüle etmesi ve sabotaj eylemlerine girişmesi durumunda cezalandırılmasına yönelik yeni bir uluslararası-yasal çerçeve belirlenmesi yönündeki gereksinim hiç bu kadar büyük olmamıştı. (Globalresearch)
KAYNAK: TURQUIE  DIPLOMATIQUE, 15 Haziran-15 Temmuz 2012, SAYI: 40-41
EINSTEIN, MOSAD'IN CİNAYETLERİNE NE DERDİ?

Mossad uzmanı İngiliz Gordon Thomas "İsrail'in son birkaç yıl için­de, İran nükleer projeleri üstünde çalışan İranlılara yönelik düzen­lediği suikastlerin, Kidon (süngü) adı verilen bir birim tarafından gerçekleştirildiğini belirtmiştir. Yahudi gazetesi Yediot Ahronot'a göre, bu birim 38 ajandan oluşmaktadır. Bu ajanlardan beşi kadın­dır. Ajanların hepsi 20-30 yaş arası olup hepsi de İran dili Farsça dâhil pek çok dil konuşmaktadırlar. Hepsi de, İran'a kolayca girip çıkma olanaklarına sahiptir. Bu ajanların üsleri Negev Çölü'ndedir."

FIDEL CASTRO

25 Ağustos 2010 tarihli Reflection dergisinde, "Bir Uzman'ın Gö­rüşleri" başlığı altında yayımla­nan yazımda, bana göre, İran’la karşılaşılan bir nükleer çatışma olasılığı riskinin gerçek nedeninin, ABD ve müt­tefikleri tarafından girişilen olağanüstü faaliyetler olduğundan söz etmiştim. Aynı yazımda, çok ünlü bir gazeteci olan Jeffrey Goldberg'in, ABD'de ya­yımlanan The Atlantic dergisinin o yılın Eylül ayındaki sayısında yer alan, "Geri Dönüşü Olmayan Nokta" başlıklı uzun makalesine gönderme yapıyordum.
Golberg, İsrail-karşıtı birisi değildir, tam tersine, bir İsrail hayranıdır, ABD'nin yanı sıra çifte vatandaşlıkla İsrail'e de bağlıdır ve askerlik hizmetini bu ülkede yapmıştır. Makalesinin başın­da Goldberg şöyle yazıyordu:
"İsrail, ABD, İngiltere ve diğer Batılı güçler ta­rafından yönetilen, (İran'ın yürüttüğü nükleer girişimi, sabote etme yoluyla, bazen de İranlı nükleer bilim adamları­nın çok ince bir mühendislikle tasarlan­mış yok edilmelerini içeren bir yolla, bozmaya yönelmiş programlar çerçeve­sinde düzenlenmiş) çok sayıda "engelle­me operasyonlarının" devreye sokulma­sı, İran'ın gelişiminin önemli ölçüde geriletilmesi de olasıdır."
Yukarıdaki paragrafta, parantez için­de bulunan sözcükler de Goldberg'e ait­tir. Yazımda, Goldberg'in bu bilmece kabilinden sözlerine yer verdikten son­ra, bizi, Einstein'ın bu kadar korktuğu "savaş" olgusuna götüren, uluslararası politikanın Gordion düğümü yapısını analiz etmeye girişmiştim. En üst düzey bilimsel kapasiteye sahip nükleer bilim insanlarını ortadan kaldırmaya yönelik bu "engelleme operasyonlarını" duysay­dı, Einstein ne derdi acaba?
Belki saçma ve inanılmaz olduğu için o sırada bu sözlere fazla önem verme­dim, fakat aylar sonra, İran hükümetinin en son suçlamalarını, güvenilir bilgi kaynaklarından gelen haberleri ve güve­nilir bilgi kaynağı olan kişilerin görüşle­rini içeren yazılan okuduğumda, Gold­berg'in o paragrafının etkisi bütün gücüyle yeniden beynime yerleşti. 2010 yılının bitmesine dört hafta kala, AFP şu haberi geçti: "Nükleerci bir İranlı bi­lim insanı öldürüldü. Tahran, ABD'yi ve İsrail'i, suikastın arkasında olmakla suçluyor." (AFP. 30 Kasım, 2010)
"Söz Tahran'da dün erken saatlerde, iki nükleer uzmana yapılan çifte saldırı­nın faillerini aramaya gelince Mahmut Ahmedinejad'm sözlerinde kuşkudan eser yoktu: 'Suikast saldırılarının arka­sında batılı hükümetlerin ve Siyonist re­jimin parmağı var.' Tahran Şehit Beheşti Üniversitesi'nde profesör ve aynı za­manda İran Nükleer Topluluğu üyesi olan Macid Şeriyari, evinin birkaç metre ötesinde meydana gelen bir patlama ne­deniyle hayatını kaybetmiş ve karısı da aynı olayda yaralanmıştı. Aynı üniversi­tede lazer fiziği konusunda uzman olan meslektaşı Feridun Abbasi ve karısı da, benzer bir saldırı sonucu, yaralanmışlar­dı. Bazı gazeteler Abbasi'nin öldüğünü duyursa da, sonunda Mehr ajansı, Abba­si'nin hayatını kurtarmayı başardığına dair haberi yayınlamıştı. Fars ajansına göre, 'kimliği belli olmayan teröristler', motosikletleriyle araçlara yaklaşarak, la­pa bombalarını atmışlardı."
"Ahmedinejad başkanlığındaki İran meclis üyeleri ve İran İçişleri Bakanı Mustafa Muhammed Najjar; İran ve di­ğer ulusların katılımı ile ve 5+1 üye ile yapılması olası gibi görünen yeni bir di­zi görüşmenin arifesinde, İran'ın süper güçlerle nükleer yanşa girmesini baltalamaya yönelik bu suikast hareketlerine cüret edenlerle, bu suikast hareketlerinin doğrudan arkasında bulunanların aynı güçler olduğunu belirtti ve bu güçlerin, ABD'nin CIA, ve İsrail'in Mossad ola­rak bilinen istihbarat teşkilâtları olduğu­nu ilân ederek, ABD ve İsrail'i suçladı."
"Dünkü suikast girişimleriyle beraber, İran'da, 2007'den bu yana üç bilim insa­nı öldürülmüş bulunuyor. Geçen Ocak ayında da Tahran'da, Dr. Mesut Ali Mu­hammedi, evinden çıktığı sırada patlayan bir bomba ile yaşamını yitirmişti. Iran otoriteleri, bu suikastı henüz aydınlata­madı, ancak bu otoriteler, aynı zamanda, batılı istihbarat teşkilâtlarının, İran'ın si­vil amaçlar için nükleer tesisler kurma hakkını, uluslararası nükleer yanşa girme programlanın ve bu programlarını uygu­lama haklarını, İran'ın elinden çekip ala­rak yok etmeye çalıştığını ve bu teşkilât­ların, İran'ın bu programlarını başarısızlığa uğratma girişimlerini sür­dürdüklerini iddia ediyor. Bu baltalama hareketleri, ilk kurbanını İran bilimsel topluluğunun kalbinden seçti. İlk kurban, 2007'de, İsfahan nükleer merkezinde ga­rip bir takım koşullar altında öldürülmüş olarak bulunan Ardeşir Hüseynpur idi."
Bilim insanlarının öldürülmesinin nükleer silahlarla donanmış bir grup güç tarafından resmî bir politika haline dö­nüştürülmesi gibi bir olayın, tarihin hiçbir döneminde mevcut olduğunu hatırla­mıyorum. En kötüsü de, söz konusu güçlerin, İran nezdinde giriştiği bu öl­dürme politikasını; teknoloji bakımın­dan ondan kat kat üstün oldukları ve onunla yarışma kapasitelerinin ölçüle­mez boyutlarda olduğu halde, kültürel ve dinî nedenlerden ötürü, vatandaşları­nın ölmeye her an hazır olduğu; onun da aynı akıl dışı ve suç içeren öldürme for­mülünü düşmanlarının profesyonel çalışanları için uygulamaya kalktığı takdir­de ne olacağının tahmin bile edilemeyeceği, İran gibi bir İslâm ülke­sine uyguluyor olmalarıdır.
İsrail, ABD, İngiltere ve diğer güçle­rin, İran bilim insanlarına karşı organize ettikleri katliam uygulamalarıyla ilgili başka bazı ciddî vakalar da mevcuttur. Uluslararası medya bu olaylar hakkında kamuyu bilgilendirmemektedir. Rebe­lión web sitesinde 25 Ağustos 2010'da yayımlanan Christian Elia'ya ait bir ma­kale, şu bilgileri vermektedir:
"İran ya­pımı insansız uçakların yapımcısı, baba­sı olan İranlı bilim adamı bir patlama sonucu yaşamını yitirdi. O, ülkede hay­atını kaybeden bilim insanlarının en so­nuncusu. 'İnternette Reza Baruni'ye ait bir fotoğraf bulmak olanaksız bir şey. Ancak son birkaç gündür, adı, pek çok uluslararası yönü olan bir gizemin merkezine yerleşmiş durumda..."
Kesin olan tek şey, İranlı havacılık mühendisi Reza Banini'nin ölmüş oldu­ğu. Geriye kalan her şeyin üzeri esra­rengiz bir pus tabakası ile örtülmüş du­rumda. Tüm endüstri analizcileri, Banini'yi, İslâm cumhuriyetine ait in­sansız araçların babası olarak bilmekte. 1 Ağustos, 2010'da, Banini'nin evi ha­vaya uçuruldu."
"17 Ağustos 2010'da, (İsrail istihba­rat teşkilâtı ile çok yakın bağları olan) Debka yayın organı, Banini'nin ölümü ve bu olayın oluş biçimi konusunda açıklayıcı şu haberi yayımladı: İranlı bir mühendisin evi, üç adet çok güçlü patla­yıcı düzeneğin patlaması sonucu havaya uçtu. Banini cinayete kurban gitti."
"Fakat bununla karşılaştırdığında, en esrarengiz vaka'nın, 11 Ocak 2010'da, İran merkezinde, Tahran Üniversitesi nükleer fizik profesörü Mesut Ali-Muhammedi'nin öldürülmesi olayı olduğu görülecektir. Profesör Ali Muhammedi, işine gitmek üzere evini terk ettiği sıra­da, motosikletine önceden yerleştirilmiş olan bir bombanın, uzaktan kumanda ile patlatılması sonucu öldü..."
CubaDebate web sitesinde yayınlanan bir makalede verilen haber, "İsrail, ge­çen hafta İranlı bir bilimciyi öldürdüğü­nü doğruladı," şeklindedir. "İsrail gizli servisi Mossad kaynakları, Mossad'ın, geçen hafta İran'ın merkezi Tahran'da yaptığı bir operasyonla, "Majid Shahriari'yi öldürdüğünü ve diğer bir fizikçiyi de yaraladığını" doğrulamıştır. İsrail gizli servisi yöneticileri, Tel Aviv'in ku­zeyinde bir bölgede yer alan Gelilot ka­rargâhında yaptıkları toplantıda, 'Bu, Mossad komutasının yaptığı en son sal-dınydı' kelimeleriyle, tatminkârlıklarını ifade ediyorlardı."
Mossad uzmanı İngiliz Gordon Tho­mas, İngiliz Sunday Telegraph gazetesi­ne verdiği demeçte, İran nükleer progra­mının önünü tıkamayı amaçlayan bu çifte cinayetin sorumlusunun İsrail oldu­ğunu teyit etmiştir. "Thomas, İsrail'in son birkaç yıl içinde, İran nükleer proje­leri üstünde çalışan İranlılara yönelik dü­zenlediği suikastların, Kidon (süngü) adı verilen bir birim tarafından gerçekleşti­rildiğini belirtmiştir. Yahudi gazetesi Ye­diot Ahronot'a göre, bu birim 38 ajandan oluşmaktadır. Bu ajanlardan beşi kadın­dır. Ajanların hepsi 20-30 yaş arası olup hepsi de İran dili Farsça dâhil pek çok dil konuşmaktadırlar. Hepsi de, İran'a ko­layca girip çıkma olanaklarına sahiptir. Bu ajanların üsleri Negev Çölü'ndedir."
Dünyadaki sol kesim, geçmişteki Di­aspora günleri sırasında, İsrail halkıyla birleşerek onlarla dayanışma içine gir­mişti. İsrailliler, ırklarından ve dinlerin­den dolayı eziyet gördüklerinden, pek çoğu devrimci partiler saflarında müca­dele verdiler. Yahudilerin kitlesel olarak kapatıldıkları toplama kamplarını, Av­rupa ve dünya burjuvazisi görmezden gelirken, dünya halkları, bu Yahudi esir kamplarını ve bunları kuran rejimi mahkûm etti. Bugünse, İsrail devleti yö­neticileri, başka bir halk üzerinde soykırım uyguluyor ve gezegendeki en gerici güçlerle sıkı bağlantılar içine giriyor.
İsrail devleti yöneticileri ile Güney Afrika'nın eski nefret dolu Apartheid re­jimi arasındaki sıkı bağların hala yaşa­yan mirası, temizlenmeyi, arındırılmayı bekliyor. 1975 yılında, ırkçı Güney Afri­ka devletinin saldırılarına karşı koyan Küba birliklerini vurması için nükleer silah yapımında Güney Afrika devletine gerekli teknolojiyi sağlayan, ABD ile iş­birliği içindeki İsrail devletinden başkası değildi. Güney Afrika devletinin Afrika halklarına karşı beslediği hor görme ve nefret duygulan ile, milyonlarca Yahudi, Rus, Çingene ve diğer Avrupalı uluslar­dan azınlıkları Avrupa'daki toplama kamplarında katleden Nazi ideolojisi arasında, hiçbir fark yoktur.
İran devrimi olmasaydı -ki bu devrim, ABD'nin, düşmanı Sovyet süper-gücünün yanı başında bulunan ve ABD'nin askerî bakımdan en iyi donattığı mütte­fiki olan, İran Şah'ı rejimini, silahlarından tamamen arındırıp silip süpürmüş­tür- bugün, nükleer silahlarla donatılmış olan devlet, İsrail değil, Şah'ın İran'ı olurdu. Yankilerin ve NATO'nun, Gezegen'in gelişmiş ülkelerinin çoğunun tüm petrol ve gaz gereksinimlerini kar­şılayacak kadar zengin rezervlere sahip bir bölgede kurmuş olduğu imparatorlu­ğun çıkarlarını koruyacak ve gene aynı bölge halklarına karşı ABD'ye siper ol­ma görevini üstlenecek temel ülke de, gene, İsrail değil, İran olurdu. Bu, nere­deyse bitip tükenmek bilmez bir konu.
Fidel Castro Ruz, Küba eski devlet başkanıdır
Türkçeye Hatice Aksoy çevirdi - sendika.org

KAYNAK:
TURQUIE DIPLOMATIQUE, MART 2011, SAYI: 25

ORTA DOĞU KRİZİNİN MİMARI: LONDRA

İngiltere kendisinin yarattığı İsrail'in sömürgesi haline geldiğini hissedince İsrail'in sahneyi terk etmesini sağlamak amacıyla, işgal ettiği toprakları boşaltmasını istedi. Bu tarihten itibaren diploma­si tarihi, Tel Aviv ile Kahire arasında gidip geldi. Mısır Devlet Baş­kanı Enver Sedat'a bir prestij kazandırmak için Iran ve Suudi Ara­bistan, Mısır'a mali yardımlarda bulundu. Bu destek planı, İsrail, İngiltere ve ABD tarafından kararlaştırılmıştı ki, nihayet 1973 yı­lında yapay bir savaşla Mısır, Sina Çölü'nü İsrail'den geri aldı.
DR. ABDÜLSAHİP YADGARİ DİPLOMASİ TARİHÇİSİ

İngiltere 1763 yılından beri, Fran­sa'yla sürdürdüğü çekişmelerin ar­dından, nihayet Paris Anlaşması'yla bu ülkeyi geri plana atmayı başardı. Bu anlaşmaya göre, Hint Yarımadası, Ka­nada ve iki stratejik ada olan Kıbrıs ve Malta, İngiltere’ye bırakıldı. Orta Doğu, Avrupa ile Asya arasında bir köprü ola­rak, Büyük Britanya stratejisinde önemli bir konuma kavuştu. Orta Doğu'nun bu stratejik konuma kavuşmasından sonra İngiltere, bölgede 2500 yıldır önemli rol oynayan İran’ı, Hint Yarımadası'na iliş­kin Asyalı rakibi olarak görerek, zayıflat­ma planlan hazırladı ve 19. yüzyıldan bu yana Rusya'yla birlikte bu amacını ger­çekleştirmeye başladı.
ULUSLARARASI İLİŞKİLER TARİHİ, İNGİLTERE'NİN SÜREKLİ İKİ ÖNEMLİ KONUYLA İLGİLEN­DİĞİNİ BİZE GÖSTERİYOR:
BİRİNCİSİ DENİZ ULA­ŞIMINI SAĞLAMAK,
İKİNCİSİ BAŞKA BİR AVRUPA ÜLKESİNİN HİNT YARIMADASI'NA HÜKMETMESİNİ ÖNLEMEK.
Her iki konu da İngiltere için hayati önem taşımaktaydı. Bu iki strateji ile il­gili olarak İngiltere'nin dış politikasına dikkat edilecek olursa, Avrupa'yı Doğu ve özellikle de Britanya'nın ekonomik güvencesi olan Hint Yarımadasına bağla­yan Orta Doğu ve Körfez havzasının öne­mi ortaya çıkar, İngiltere, bu iki temel stratejisiyle şimdiye kadar uluslararası ilişkilerdeki dengeyi kuran, yönlendiren ve uluslararası gelişmeler sürecini kontrol altında tutabilen tek ülke olmuştur.
Soğuk Savaş döneminde iki süper güç, ABD ile Sovyetler Birliği'nin karşı karşıya kalması da İngiliz zihniyetinden doğmuştur, İngiltere, ABD'deki son se­çimlerde Demokrat Parti'nin yeniden kazanmasını önlemek için, Amerikan petrol kartelleri, bankalar, Pentagon ve genel olarak Amerikan milliyetçilerinin desteğiyle George Bush'un seçilmesini sağladı. Bu giriş, Orta Doğu'nun İngiltere'nin dış politikasındaki stratejik öneminin anlaşılmasına yeterlidir. 1967 yılında Mısır'ın İsrail ile yapılan savaş­ta yenilgiye uğraması ve 1970 yılında Cemal Abdülnasır'ın ölmesiyle iktida­rın Enver Sedat'a geçmesinden sonra, İsrail tarafından petrol ve ticaretle ilgili iki strateji ortaya atıldı:
1. İsrail’in Arap ülkelerindeki petrolün sömürülmesine ortak olmasının gerekliliği,
2. Arap-İsrail ortaklığı; Batı Avrupa pazarına ben­zer ortak bir pazarın kurulması.
İsrail’in bu stratejileri, İngiltere'nin, Orta Doğu'da İsrail ile iç içe geçmiş iş­birliği temeli üzerine kurulu diplomasi­sini değiştirmesine neden oldu. Pan Arabizm sloganı, bu kez İngiltere’nin teşvik ve tahriki ile, Kahire'nin değil, Bağdat merkezci bir şekilde Arap milli­yetçilerin kafalarını meşgul etmeyi sür­dürdü. Camp David Anlaşmasıyla Mısır artık Arap dünyasındaki eski çekiciliği­ni kaybetti, İngiltere, Irak'ta iktidarın yeniden Baas Partisine geçtiği ve Ab­durrahman Arifin siyaset sahnesinden uzaklaştırıldığı 1968 yılından günümü­ze kadar İsrail’e, 1967 yılında işgal etti­ği topraklardan çıkması için baskı aracı olarak Irak'ı kullanmıştır.
İngiltere, Irak'a, bu amaca ulaşmak için Suudi Arabistan, Kuveyt ve Birle­şik Arap Emirlikleri yardımıyla geniş ölçüde destek verdi, İngiltere'nin Irak'a kitle imha silahlarının üretimi teknoloji­si konusundaki desteğinin amacı, İsrail ve İran’ı tehdit etmenin yanı sıra, Sad­dam' ı Arap dünyasının sözde kurtarıcı lideri olarak lanse etmekti. Irak'ın ge­nişlemesi için General Abdülkerim Ka­sım'ın yönetimi döneminde Kuveyt'in işgal edilmesi planı başarısız kalmıştı.
Bu kez İngiltere, 1956 yılında Fransa ile birlikte Mısır'a karşı yaptığı ortak savaşta (Süveyş Kanalı Savaşı) ABD karşısında diplomatik yenilgiye uğradı. Bunun anlamı şu: ABD'nin Bağdat Maslahatgüzarı Saddam'ı Kuveyt'i iş­gal etmeye ve İsrail tarafından işgal edi­len topraklan geri almaya teşvik etti. Böylece Saddam Kuveyt bataklığında tuzağa düşürüldü. ABD, Saddam'ı atom bombası yapmaya kararlı gördüğünden bir siyasi blöfle tuzağa düşürdü. Öyle ki Saddam ABD'nin tahriki ile Kuveyt'e girerek hem kendi sonunu hazırladı, hem de Bush'un Irak'a girmesine baha­ne oluşturdu. Irak'ın Kuveyt'i işgali sı­rasında Filistinliler Saddam'ı destekle­di. ABD'nin, Kuveyt'in boşaltılması yönünde Saddam'a yönelttiği baskılar, Irak'ın İran ile gerçekleştirdiği savaşta başarıya ulaşamaması ve Sovyetler Bir­liği'nin dağılması, Pan Arabizm ve Fil­istin Kurtuluş Hareketi'ne ağır darbe in­dirdi. Birinci Dünya Savaşı sırasında ABD'nin savaşa dahil olmasıyla birlik­te, Amerikan bankacılar ve Siyonistle­rin nüfuzu söz konusu olmaya başladı. Bu sermaye sahipleri, petrol kaynaklarına ve "Kenan" ülkesinin topraklarına gözlerini dikmişlerdi. "Kredi ve Kirala­ma" olarak bilinen (petrol ve Yahudiler için devlet kurma) bir yasa, ABD ile İngiltere arasında imzalandı.
Bu yasanın birinci bölümü açık, ikin­ci bölümü gizli kaldı. Söz konusu yasa­nın gizli bölümünde şunlar yer alıyordu:
"İNGİLTERE TARAFINDAN KREDİ ALAN ÜLKE OS­MANLI'DAN BAĞIMSIZLAŞARAK İNGİLTERE'NİN BOYUNDURUĞUNA GİREN TOPRAKLARDA PETROL ÇIKARILMASI KONUSUNDA ABD'LİLERE AYRI­CALIK SAĞLANACAK VE FİLİSTİN, YAHUDİLERİN ANAVATANI OLARAK TANINACAK."
Bu yasa gereği, Arap Yarımadası'nın petrol kaynaklarına sahip toprakları ABD'lilere verildi.
1944 YILINDAN BERİ SUUDİ ARABİS­TAN PETROLÜNÜN SÖMÜRÜCÜSÜ ABD OLARAK GÖRÜLSE DE, BU İNGİLTERE'YLE ANLAŞMASI ŞARTINA BAĞLIDIR, İNGİLTERE'NİN 16. YÜZYIL­DA KURDUĞU SÖMÜRGE STRATEJİSİ, SÜVEYŞ KANALI'NİN DOĞUSUNDA TARİHİ GEÇMİŞTEN, DOĞAL COĞRAFYA VE KÜLTÜREL BİRLİKTEN YOK­SUN VE MİLLİ KİMLİĞE SAHİP OLMAYAN YENİ ÜLKELER YARATTI. BU ÜLKELERİN VARLIĞI, SÖ­MÜRGE NADESİNDEN BAŞKA HERHANGİ BİR TEMELE DAYANMIYOR.
Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra dış politika ve uluslararası ilişkilerde önemli rol ve konum elde etmek isteyen ABD'nin Demokrat Partisi siyasi açı­dan; rakibi Cumhuriyetçi Parti ve Osmanlı'nın Orta Doğu'daki cenazesini parçalayarak, dünyanın diğer bölgelerinde ayrıcalıklar elde etmek isteyen İngiltere başta olmak üzere, Batı Avrupa ülkelerinin desteğiyle, dış politikasın yeniden yalnızlık politikası stratejisi benimsedi.
Ancak ekonomik açıdan, ABD-İngiltere arasındaki karşılıklı anlaşmalara dayanan projelerle, Irak, Suudi Arabis­tan, Kuveyt ve Bahreyn gibi dünyanın çeşitli noktalarında, Amerikan şirketle­rine büyük ayrıcalıklar kazandırdı. ABD tarafından elde edilen petrol ayrıcalıkları, yeni emperyalizmin dikkatini diğer ülkelerdeki servetlere çekti. ABD'nin Orta Doğu diplomasisi, bir süper güç olarak ikinci Dünya Savaşı sonuna kadar pasif bir şekilde sürdü. Aynı dönemdeki İNGİLTERE DİPLOMASİSİ İSE, KENDİ SÖMÜRGELERİNİ İKİ BÜYÜK RAKİ­Bİ, ABD VE SOVYETLER BİRLİĞİ'NDEN KO­RUMAK AMACIYLA DEĞİŞİME UĞRADI, İNGİLTERE, MOSKOVA KOMÜNİZMİNİN SALDIRI OLASILIĞI YÜKSEK OLAN BATI AVRUPA'YA, ABD' NİN ASKERİ GÜCÜNÜ CEZBEDEREK VE NATO GİBİ ASKERİ VE DİĞER BİRLİKLERLE ANLAŞMALAR İMZALAYARAK, İKİ SÜPER GÜÇ ARASINDA KİTLE İMHA SİLAHLARI ÜRETİMİ KO­NUSUNDA REKABET OLUŞTURMAK SURETİYLE BİR DEHŞET DENGESİ OLUŞTURDU.
Soğuk savaş döneminde İngiltere ya­rattığı kaoslar ve bölgesel savaşlarla (iki Kore arasındaki savaş gibi) dünya­da barışın sağlanmasını engelledi. Ta ki, ABD'nin askeri teknolojisi karşısında SSCB'nin çökmesi ve ABD'nin, dünya­nın tek süper gücü olarak ortaya çıkma­sına dek. Ancak İngiltere’nin Orta Do­ğu politikası aynen geleneksel sömürgeci temele dayalı olarak kaldı. Yani çarlık döneminde olduğu gibi Sov­yetler Birliği ile geleneksel işbirliğini sürdürdü. ABD emperyalizmi, İngiltere ve Fransa'nın Orta Doğu'daki nüfuzu karşısında etkisiz kalınca, bölgedeki milliyetçi akımları ve bağımsızlık iste­yen liderleri güçlendirerek, Sovyetler Birliği ve İngiltere’ye karşı tavır aldı.
ABD, ekonomik durgunluğa düşme korkusuyla dış ticarette açık kapı tezini savundu, ikinci Dünya Savaşı'ndan sonraki uluslararası koşullar ve Sovyet­lerin Batı Avrupa'ya nüfuzu ve Mosko­va'nın İran ile Türkiye'deki bozguncu faaliyetleri, İngiltere’nin ABD'den yar­dım talebinde bulunmasına neden oldu. 1947 yılında İngiltere ABD'ye bir mek­tup göndererek, yarım asırdan beri Tür­kiye ve Yunanistan gibi ülkeleri kendi yönetimi doğrultusunda kontrol ettikten sonra, şimdi mali sıkıntı yaşadığını, ar­tık Moskova'den gelen Komünist bas­kılara daha fazla karşı gelemeyeceğini ve bu ülkeleri koruma görevini sürdüre­meyeceğini belirtti.
Bu girişim, ABD emperyalizminin, İngiltere ve Fransa'dan boşalan bölgele­re nüfuz etmesi için iyi fırsattı. ABD'nin Orta Doğu'daki ilk girişimi, Hint Yarımadası'na kadar uzanan bir bölgede, Doğu Akdeniz'de sahili bulu­nan, stratejik bir konumda olan Suriye oldu. ABD'nin Suriye ve Mısır diplo­masisi, Orta Doğu'ya yönelik "Kapsa­yıcı Politika"nın başlangıcını oluşturdu, ancak kültürel ve tarihi farklılıklar ve İngiltere’nin bu bölgeye nüfuzu nede­niyle başarılı olamadı, İsrail ile İngiltere arasındaki stratejik işbirliği, Arapların İsrail’e üçüncü kez yenildiği, 1967 yılı­na kadar sürdü, İsrail bundan sonra İngiltere’yle, sömürülen Arap ülkelerinin petrol kaynaklarını paylaşmak ve Arap­larla birlikte ortak pazar kurmak istedi.
İNGİLTERE KENDİSİNİN YARATTIĞI İSRAİL'İN SÖMÜRGESİ HALİNE GELDİĞİNİ HİSSEDİNCE İSRAİL’İN SAHNEYİ TERK ETMESİNİ SAĞLAMAK AMACIYLA, İŞGAL ETTİĞİ TOPRAKLARI BOŞALT­MASINI İSTEDİ. BU TARİHTEN İTİBAREN DİPLO­MASİ TARİHİ, TEL AVİV İLE KAHİRE ARASINDA GİDİP GELDİ. MISIR DEVLET BAŞKANI ENVER SEDAT İÇİN BİR PRESTİJ KAZANDIRMAK İÇİN IRAN VE SUUDİ ARABİSTAN, MISIR'A MALİ YARDIMLARDA BULUNDU. Bu destek planı, İsrail, İngiltere ve ABD tarafından ka­rarlaştırılmıştı ki, nihayet 1973 yılında yapay bir savaşla Mısır, Sina Çölü'nü İsrail’den geri aldı. Bu diplomasinin so­nu "CAMP DAVİD" anlaşmasıyla bağlan­dı. ANLAŞMANIN EN ÖNEMLİ MADDESİ, Ku­düs başkentli bir Filistin devletinin kurulması idi.
SONUÇ OLARAK, BÖLGEDEKİ ANLAŞMAZLIKLAR, SAVAŞLAR, İSTİKRARSIZLIK VE KRİZLERİN TEMEL TAŞINI İNGİLTERE’NİN KAP­KARA, SÖMÜRGECİ POLİTİKALARI OLUŞTURDU, İNGİLTERE’NİN AMACI, ORTA DOĞU VE BASRA KÖRFEZİ BÖLGESİNDE KOMPLO VE BUNALIM­LAR YARATARAK, BÖLGE İNSANINI, TÜM BU SO­RUNLARI YARATAN ETKENİ BELİRLEYİP SORGULA­MAKTAN ALIKOYMAK VE BÖLGENİN DOĞAL JEOPOLİTİK YAPISINI DEĞİŞTİRİP DİĞER AK­TÖRLERİN ETKİNLİĞİNİ KAYBETTİRMEKTİ.

KAYNAK:
TURQUIE DIPLOMATIQUE, MART 2011, SAYI: 25


ORTA DOĞU'DA SU KRİZİ ÇIKACAK
Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde etkili politikalar uygulanmaması, su kullanım davranışlarının değiştirilmemesi ve uluslararası işbirliğine gidilmemesi durumunda bölgede önümüzdeki 10 yıl içinde çok ciddi bir su krizi yaşanacağı iddia edildi. Birleşik Arap Emirlikleri'nin başkenti Abu Dabi'de düzenlenen Arap Su Akademisi Su Diplomasisi Programı'na katılan Sudan Dışişleri Bakanlığı su ve tabii kaynaklar tam, yetkili bakanı Abdül Rahman Halil Ahmed, Gulf News Gazetesi'ne yaptığı açıklamada bölgedeki su kaynaklarının yüzde 60'ının sınırlar arasında paylaşıldığını ve olası bir felaketin önlenmesi için ülkelerin bölgesel ve uluslararası manada işbirliği yapması gerektiğini söyledi.
Bakan Ahmed, 'Ortadoğu ve Kuzey Afrika'da içecek ve tarımda kullanılabilecek su azalırken bu krize yönelik politikalar geri kalmış vaziyette. Bu yüzden dış politikalarımıza su kıtlığı problemini eklemek durumundayız. Ayrıca insanların problem hakkında bilgilendirilmeleri ve su tüketiminin azaltılması gerekmektedir' dedi. Dünya Bankası Sürdürülebilir Kalkınma Departmanı Ortadoğu ve Kuzey Afrika su sektörü müdürü Ato Brown, bölgedeki su kıtlığının ancak artan uluslararası işbirliği ile çözülebileceğini söyledi. Brown, 'Bölge nüfusunun 2030'a kadar 200 milyondan 500 milyona çıkacağını ve suyun büyük kısmının sınır ötesinde paylaşılmasından dolayı su ile ilgili kararların sadece sınır ötesi işbirliği ve diplomasisi ile alınabileceğini' ifade etti. Yetkili ayrıca dünyadaki su arıtımının yüzde 60'ının bu bölgede yapıldığını ve bunun da ciddi miktarda enerji tükettiğini hatırlattı. (AJANSLAR)

ÖFKENİN YAKITI GIDA
İsyanlar, gıda fiyatları enflasyonundan aylar sonra patlak verdi. Her iki ülkede de yeni bir küresel gıda krizinin habercisi oldular.
Dünya nüfusunun çoğunluğu için yeni bir gıda krizinin baş göstereceği geçen yaz duyurulmuştu.
Birleşmiş Milletler (BM), yoksulluğun, 2011 yılında yeni isyanları başlatacağı konusunda uyarıda bulunmuştu.
Endonezya ve Meksika’da toplumsal huzursuzlukları kışkırtan ve temel gıda maddeleri yol açan 2008 yılı küresel gıda krizi döneminin, tekrar edebileceği söylenilmişti. Şimdi, BM yetkililerinin haklılığı görülüyor.
2008 yılındaki gereklilikler yoksul ülkelerde kanlı ayaklanmalara yol açtı. Yalnızca Haiti’de değil, Mısır’da görüldü.
Gıda ve Tarım Örgütü'nün gıda fiyat endeksi- alışveriş sepetindeki temel gıda maddelerinden buğday, mısır, pirinç, soya, şeker, yağ ve süt ürünleri fiyatları- 1990 yılında açıklanmaya başlamasından bu yana en yüksek noktasına ulaştı. O zamandan bu yana açlık zirveye ulaştı.
Şu anda 215 puanda, 2008 yılı Haziran ayındaki 213,5 puanın üstünde, aralık ayında, buğday, yağ, mısır, pirinç, et ve sütün fiyat endeksleri tüm rekorları paramparça etti. (BBC Radyosu)

KAYNAK: TURQUIE  DIPLOMATIQUE, Mart-Nisan 2011, SAYI: 26

Yorum:
Ülkemizde eğer çiftçilik ve hayvancılığı destekleme projeleri hayata geçirilmezse gelecekte sorunların çok olacağı açık şekilde görülmektedir. Devlet eliyle inşaat sektörüne aktarılan kredilerin % 10’u niye çiftçiliğe verilmiyor, diye düşünmekteyim.
Kotaları olan bir tarım ülkesi olmaktan; yerlisi varken ithalini yemekten; genetik yapımıza uygun olmayan ve bizden olmayan ürünlerden ……ne zaman kurtulacağız.

      

Amerikan Ulusal Akıl Sağlığı Enstitüsü, son on yıl içinde pozitif psikoloji alanında araştırma yapanlara 226 milyon dolardan fazla kredi sağladı. Bu eğitim programı olmasaydı, onlarca savaşın ve diğer stres kaynaklarının sonucunda, Amerikan ordusu zayıflayacak; bu durum da, ulusal güvenli­ği tehdit edecekti. Ancak bu projeye karşı çıkanlar da var: Mutluluk mühendisliği yapabildiğini savunan ve kurumsal uygunluğu sağlamaya dönük psikolojik araçlar temin eden pozitif psikoloji, kurumsal devlet açısından neyse, Öjenikler (genetik olarak insan ırkının ıslahı bilimi) de Naziler açısından aynı şeyi ifade ediyor. Pozitif psikoloji, kurumsal tahakkümün, suiistimalin ve hırsın üzerine bir duman gizleme perdesi çeken dolandırıcı bir bilimdir.
Jason Leopold

Çalışmaları Bush Yönetimi'nin işkence pro­gramının psikolojik boyutlarını oldukça etkilemiş olan bir psikologun tasarladığı ve Amerikan ordusu üzerinde deneyim-: bir akıl sağlığı deneyi, şimdilerde birçok si­vil hak aktivisti ve aktif görevdeki yüzlerce askerin eleştiri oklarına maruz kalıyor. Keza, deneye katılan gönüllü askerlerden, Ordu'ya daha iyi hizmet et­meleri düşüncesiyle "ruhani olarak zinde" olma ko­şulu olarak Tanrı'ya veya "ulu bir güce" inanmak gi­bi anayasaya aykırı bir zorunluluk getiriliyor.
"Kapsamlı Asker Zindeliği" (Comprehensive Sol-dier Fitness - CSF), ilk olarak 2009 yılı sonunda or­taya atılmış olan, 125 milyon dolar maliyetli, "bü­tünsel bir zindelik programı". Program, intihar sayılarını ve travma-sonrası stres bozukluklarını (post-traumatic stress disorder - PTSD) azaltmayı hedefliyor. Söz konusu sorunlar, Irak ve Afganistan savaşlarına gönderilen asker sayısından ve muhare­beden dönen askerlere verilen standart-altı bakım olanaklarından dolayı geçtiğimiz sene "salgın" bo­yutlarına ulaştı. Ordu, hizmetinde bulunan görevli­lere; psikolojik olarak esnek olmayı ve "felakete yol açan" travmatik olaylara direnmeyi öğreterek, he­define erişebileceğini ileri sürüyor. Savunma Bakan­lığımın Truthout tarafından elde edilen belgeleri de, CSF'nin Genelkurmay Başkanı George Casey'in "üçüncü en önemli önceliği" olduğunu belirtiyor.
CSF kapsamında Asker Zindelik Takibi ve Küre­sel Değerlendirme Aracı bulunuyor. Söz konusu araç, askerlerin beş temel alandaki "esnekliği"ni öl­çüyor: duygusal, fiziksel, ailevi, sosyal ve ruhani. Askerler, 100'den fazla sorudan oluşan bir online anket dolduruyor ve eğer sonuçlar kırmızı alanda yoğunlaşırsa, bir sınıfta veya online olarak yardımcı derslere katılmaları gerekiyor. Böylelikle, düşük puan aldıkları alanlardaki esneklikleri güçlendiriliyor. Test, her iki yılda bir uygulanıyor. Bu zamana dek 300.000'den fazla Ordu mensubu söz konusu eği­limden yararlandılar.
Ancak, askerler arasında binlerce ateist de var. Derneğin 27 yaşındaki Çavuş Justin Griffith. Testin ruhani boyutu içinde, ağırlıklı olarak Tanrı'ya veya başka bir tanrısal varlığa inanan askerler için hazırlanmış sorular mevcut. Dolayısıyla, Tanrı inancı olmayan askerlerin bu bölümde düşük puan alması, inceden kesin. Bunun sonucunda da, askerlerin tatmin edici bir ruhani düzeye gelene dek "eğitilmesi" amacıyla dinsel görüntüleri kullanan egzersizlere katılmaları da bir zorunluluk oluyor.
Kuzey Carolina'da Fort Bragg'da görev yapan Griffith, teste geçtiğimiz ay girdi ve duygusal, ailevi, sosyal boyutlarda iyi puanlar aldı. Ancak, sınavın ruhani bölümünü tamamladıktan sonra, ruhani olarak "zinde olmadığı" sonucuna varıldı; çünkü "Ben manevi yönü olan bir insanım. Askerlik hizmetiyle yaşamıma anlam katıyorum. Böylece yaşamımın tüm insanlık ve dünyayla yakından bağlantılı olduğuna inanıyorum" şeklindeki cümlelere yanıt vermesi istendiğinde, "bunlar bana hiçbir şekilde uymuyor" kutucuğunu işaretlemişti.
Test sonuçlarında, "Manevi zindeliğin, zorlu bir alan olabileceği" yönünde bir yorum getirilmişti. Griffith'in testinde şöyle deniyordu: "Yaşamınızda anlam ve amaç eksikliği bulunuyor olabilir. Bazen sizin ve çevrenizdekilerin başına gelenlere anlam veremiyor olabilirsiniz. Kendinizi, sizden daha geniş bir birime bağlı hissetmiyor, inançlarınızı, ilkelerini­zi ve değerlerinizi sorguluyor olabilirsiniz. Yaşamı­nıza çok daha fazla anlam ve hedef katacak olan şeyler var. Ruhani zindeliğinizi iyileştirmek, sizin açınızdan önemli bir hedef olmalıdır."
Bir görüşmede, Ordu adına konuşmayan Griffith, yanıt vermeye mecbur bırakıldığı "ruhani" sorular karşısında "rencide olduğunu" söylemişti.
"Testin sonuçlarına bakarsanız, sanki tüm kade­rim altüst olmuştu ve ABD Ordusu'na hizmet etmeye uygun değildim" demişti Griffith. Kendisi, beş yıldır orduya hizmet etmekteydi. "Ruhanilik keli­mesini düşündüğümde, kelimenin kökenine iniyo­rum: Ruh. İşte, ben buna inanmıyorum."
Albay Greg Bowling ise, söz konusu testin "aske­rlerin ruhani durumlarına dair gereksiz sorular so­rulduğu ve neredeyse bu şekilde yasaların çiğnen­mek üzere olduğunu" kabul ediyor.
Albay Bowling "Soruların önüne geçmek gibi bir seçenek yoktu; bugün giderek dini bir görünüm ka­zanan Amerikan ordusunda dini görüşlerine hoşgö­rü gösterilip gösterilemeyeceği sorusu karşısında bırakıyorduk ateist askerleri" demişti.
Testin bir nüshasına göre, Ordu, "ruhani boyutla ilgili soruların, insanın ruhuyla bağlantılı olduğunu" kabul ediyor: "Bu ikisi de doğası gereği "dinsel" içe­riklidir. Kapsamlı Zindelik Programı, "ruhani zindeli­ği", bir insanın ailevi, kurumsal ve sosyal destek kay­naklarının ötesinde ayakta tutan kanılar, ilkeler veya değerler bütününü güçlendirmek olarak tanımlıyor. Tuğgeneral Rhonda Cornum (ki kendisi aynı zaman­da CSF Programı'nın da direktörü) ise şöyle diyor: "Ruhani güçlülük alanı, dinsellikle bağlantılı değil; en azından onu ölçme biçimimiz açısından."
Bu alanda, bir insanın hayatındaki temel değer ve kanıların anlamını ve hedefini ölçüyoruz. Her ne kadar bir kişinin inandığı din, bu tür şeyleri etkilese de, bu dinsel bir mesele değil. Ruhani eğitim, diğer alanların aksine, tamamen ihtiyari bir mesele. R-u-h-a-n-i kelimesini her söylediğinizde, cezaya çarptı­rılıyorsunuz. Dolayısıyla, bu bölüm zorunlu değil. Ancak değerlendirme yapılması zorunlu ve göreve yeni başlayan askerlerin, diğer dört alandaki duruş­larını güçlendirmeleri için bir takım egzersizler yap­maları gerekiyor"
Ancak, tüm sözlü egzersizlere karşın, Cornum, "ruhani" ve "dini" kelimelerinin anlamları konusun­da müdahil olmuşa benziyor. Keza, CSF'in ruhani boyutunun, dinsel doktrinle derinden bağlantılı ol­duğu görülüyor. 2010 yılı Ocak ayında Bowling Green State Üniversitesi'nin (BGSU) yayımladığı bir basın bülteninde, meşhur "Din Psikolojisi" uz­manı Dr. Kenneth Pargament'in, Ordu'daki askeri birliklerle, BGSU ROTC askeri öğrencileriyle, me­zunlarla ve West Point'teki yetkililerle istişarede bulunarak, testin ruhani boyutunu geliştirmekte ol­duğu belirtiliyordu.
Askerlerin testin ruhani bölümünde başarısız ol­maları durumunda söz konusu yardımcı eğitim­lere katılmaları gerekmediği yönünde Cornum'un iddiaları, Griffith ve diğer askerlerin iddialarıyla ör-tüşmüyor; keza bu kişiler, sınavdan sonra aldıkları öğütlere uygun davranmadıkları taktirde üstleri ta­rafından disipline edileceklerinden korkuyorlar. As­lında, testin hiçbir yerinde böylesi bir eğitimin "gö­nüllü" olduğuna dair bir ibare bulunmuyor.
Dahası, Cornum'un hukuki bir davayı önlemek için "dini" kelimesini "ruhani" ile değiştirme giri­şimleri, tek bir sivil haklar örgütünü bile ikna etme­mişti. Geçtiğimiz hafta, Askeri Dini Özgürlükler Derneği MRFF, Ordu Sekreteri John McHugh ve Genelkurmay Başkanı General Casey'e bir mektup göndererek; Ordu'nun söz konusu testin "ruhani" bölümünü uygulamayı sona erdirmeleri talebinde bulundu. (MRFF'nin kurucusu ve başkanı olan Mi-key Weinstein, aynı zamanda Truthout'un danışma kurulu üyesidir.)
MRFF'yi temsilen Jones Day hukuk firmasının avukatlarından Caroline Mitchell'in imzasıyla 30 Aralık 2010 tarihinde hazırlanan mektupta, "Muğ­lak bir dille kaleme alınmış olmasına karşın, testin ruhani boyutunun amacı, askerlerin dini inanışlarını güçlendirmektir" şeklinde bir ifade yer alıyor.
Ve ekliyor: "DERİN DİNİ İNANIŞLARI OLAN ASKERLER, TESTİN SÖZ KONUSU RUHANİLİK BOYUTUNDAN RUTİN OLA­RAK GEÇİYORLAR; ANCAK ATEİSTLER VE TEİST OLMAYANLAR, BU AŞAMAYI GEÇEMİYORLAR. ORDU İSE, BU TESTTE "DİN­SEL" YERİNE "RUHANİ" KELİMESİNİ KULLANMAKLA YETİNE­REK DİNİN ANAYASAYA AYKIRI BİR ŞEKİLDE KULLANILDIĞI SO­NUCUNA VARILMASININ ÖNÜNE GEÇEMİYOR."
Mektupta, ayrıca şunlar söyleniyor: "Askerlerin oylaması istenen ruhani ifadelerin çoğu, dini dok­trine dayanıyor ve yaşamın anlamı ve insanların bir­birine sıkı sıkıya bağlı olduğuna ilişkin ortak dogma­tik kanıyı temel alıyor. Testteki beyanlar ve yardımcı materyaller, mümin olmanın önemini sü­rekli teşvik eder nitelikte. Dahası, CSF Eğitim Modülleri'ne eşlik eden görseller, ruhani eğitimin dini boyutlarını daha da ortaya çıkarıyor."
Mitchell, Anayasa'nın Kurumlarla ilgili hükmünün bu tür dini testleri yasakladığını söylüyor. Weinstein'e göre, "Burada sadece Anayasa'nın Kurumlarla ilgili hükmü ihlal edilmekle kalmıyor; Anayasa'nın 6.maddesinin 3.hükmü de, hükümet hizmetleriyle bağlantılı olarak herhangi bir "dini testi" özellikle yasaklıyor. Dolayısıyla, Ordu'nun CSF testinin "ru­hanilik" boyutu, Anayasayı ihlal ediyor." Weinstein, MRFF'nin hâlihazırda "bu "dini teste" karşı çıkan ve çoğu Hıristiyanlardan oluşan" 200'den fazla orduya bağlı askeri temsil ediyor. Weinstein Ordu'nun söz konusu testin ruhani boyutunu yönetmekten geri adım atacağını beklemediğini de ayrıca ifade ediyor. Weinstein ve çalışma ekibi, girişimleri reddedildiği taktirde yasal yollara başvurmaya niyetli.
Dine Özgürlük Derneği de, McHugh'a bir mek­tup göndererek, Ordu'yu, askerlerin ruhani zindeli­ğini değerlendirmeye son vermesi çağrısında bulun­du. Buna ilave olarak, Jones Day, geçtiğimiz hafta Griffith ve MRFF adına İfade Özgürlüğü Sözleşmesi çerçevesinde bir dilekçe hazırladı ve CSF'nin ruha­ni boyutunun gelişimiyle bağlantılı bir dizi belge ta­lebinde bulundu. Bu dilekçeye Truthout da taraf. Savunma Bakanlığı'nın sözcüsü ise, söz konusu çağ­rılara herhangi bir geri dönüşte bulunmadı.
"Dr. Mutlu"
CSF, tamamen Dr. Martin Seligman'ın çalışmaları­na dayanıyor. Kendisi, Savunma Bakanlığı'nın Fede­ral Danışma Komitesi bünyesinde Savunma Sağlığı Kurulu'nun üyesi ve Pennsylvania Üniversitesi Pozi­tif Psikoloji Merkezi Yönetim Kurulu Başkanı. Or­du, kendisini "Dr. Mutlu" olarak biliyor.
Zamanında bir meslektaşına, psikologların "bir rock yıldızı" düzeyine yükselebilecekleri ve "şöh­ret ve para sahibi olacakları" yönünde bir söz sarfetmiş olan Seligman, "Gerçek Mutluluk: Kalıcı Tatmin için Potansiyelinizi Gerçekleştirmek Üzere Yeni Pozitif Psikolojinin Kullanımı" başlıklı kitabın da yazarıdır. CSF'nin dayandığı "Penn Esneklik Programı" ise, bilişsel-davranışsal ve sosyal prob­lem çözme yeteneklerini kazandırıyor ve Aaron Beck ile Albert Ellis'in yanı sıra Seligman'ın ortaya koyduğu bilişsel-davranışsal depresyon kuramları­nı kısmen temel alıyor."
Seligman, bazı kesimler tarafından "mutlu" olma­sıyla ün salmış; ancak daha çok, kırk yıldan uzun süre önce Pennsylvania Üniversitesi'ndeyken "öğ­renilmiş acizlik" kuramını geliştirmesiyle tanınıyor. Psikolog ve işkence uzmanı Dr. Jeffrey Kaye, geçti­ğimiz sene Truthout'ta yayımlanan bir raporunda, Seligman ve psikolog Dr. Steven Maier'in, "öğrenil­miş acizlik" kavramını, "köpekleri kaçınılmaz elek­trik şoklarıyla karşı karşıya bıraktıktan sonra" geliş­tirdiklerini belirtiyordu. "Kısa bir süre içinde, köpeklerin bu durumdan kaçıp kurtulmaları imkânsız hale gelir. Kendilerine daha önceden bir kaçış yolu öğretilmiş olmasına karşın, bu gerçek değiş­mez", diye yazar Kaye. Ve ekler: "Dr. Seligman ile Dr. Maier, oluşturdukları teoride, köpeklerin içinde bulundukları durumun çaresiz olduklarını "öğrendikleri"ni ileri sürdüler. Deneysel model, klinik depresyon ve diğer psikolojik koşullara uygulanmak üzere insana da yaygınlaştırıldı."
Seligman'ın bu alandaki çalışması, CIA ve Savun­ma Bakanlığı ile Kamu için sözleşmeyle çalışan psi­kologları etkiledi. Senato'nun Silahlı Hizmetler Komitesi'nin 2009 yılında yayımladığı bir rapora göre; COA'in birçok tehlikeli mahkuma karşı sert iş­kence yöntemleri uygulamaya başladığı bir dönem­de, 2002 yılı Mayıs ayında, Seligman, Donanma'nın San Diego'daki "Hayatta Kalma, Kaçınma / Sakınma, Direniş, Kaçma (Survival, Evasion, Resistance, Esca­pe)" konusunda eğitim veren bir okulunda üç saat­lik bir konuşma yaptı. Konuşmayı dinleyenler ara­sında iki psikolog da bulunmaktaydı: Bruce Jessen ve James Mitchell. Bu kişiler, Bush yönetiminin iş­kence programının mimarları olarak bilinmekteydi.
Beş ay kadar sonra, Seligman, evinde bir toplantı­ya ev sahipliği yaptı. Toplantıya, Mitchell, ClA'in o dönem Davranışsal Bilim Araştırmaları Direktörü Kirk Hubbard ve "İsrailli bir istihbaratçı" katılmıştı. Seligman, "Öğrenilmiş Acizlik" kuramının 9-11 mah­kumlarına karşı kullanıldığından tamamen habersiz olduğunu iddia etti ve Mitchell, Jessen veya Bush yö­netiminin diğer yetkilileriyle, işkence programına da­ir herhangi bir görüşme yaptığı iddialarını reddetti.
"ÖĞRENİLMİŞ İYİMSERLİK"
Amerikan Psikoloji Derneği'nin (APA) eski baş­kanlarından olan Seligman, 2008 yılı Eylül ayında General Casey ile görüşmeye başlamıştı. Görüş­melerinin konusu ise, o ve meslektaşlarının geçen on yıl içinde yürüttükleri araştırmanın, "Öğrenilmiş İyimserlik" kuramına ve bunun da ordunun görev başındaki tüm askerlerine uygulanmasıydı. Selig­man, daha sonra, Aralık 2008'de Cornum ile gö­rüştü ve PTSD vakalarını azaltmak üzere CSF'nin kurulması masaya yatırıldı.
Seligman, 2009 yılı Ağustos ayında şöyle demişti: "Psikoloji, bize bu patoloji dilini kazandırdı; böylelik­le birinin öldüğünü gören asker, bundan on yıl son­ra, "bende tuhaf bir şey var; travma-sonrası stresim var" diyebiliyor. Buradaki temel fikir, insanlara yeni bir kelime dağarcığı kazandırmak; böylelikle daha es­nek şekilde konuşmalarını sağlamak. Travma yaşa­yan birçok insan, bununla da sınırlı kalmıyor; trav­ma-sonrası dönemi daha da zorlu geçiyor."
2009 yılı Aralık ayında APA Monitor'da yayımla­nan bir raporda, Seligman'ın, okullarda çocuklara öğretilen pozitif düşünce metotlarının, ordudaki askerlere de öğretilebileceğine ve sonuçlarının aynı olacağına inandığı belirtiliyordu. Keza, çocuklar, her gün karşılaştıkları sorunlar hakkında daha ger­çekçi ve esnek düşünmeye koşullandırılmışlardı.
Seligman, yürüttüğü 19 tane araştırmayı teorisi­ne baz olarak kullandığını ifade etti. Bu araştırmalar sonucunda; "öğrencilerin hedeflerini belirlemeleri, bilgi toplamaları ve bu hedeflerine erişmek üzere mümkün olan tüm yolları geliştirmelerine yardımcı olmak suretiyle sorun çözme sürecini yavaşlatma­nın önemini vurgulayan öğretmenlerin, iki yıllık sü­re içinde öğrencilerinin iyimserlik düzeylerini artır­dıkları ve depresyon risklerini yarı yarıya azalttıkları" sonucuna varmıştı.
Ancak, okul sıralarındaki çocuklardan farklı ola­rak, aynı koşullandırma yöntemlerini orduda görev alan askerlere uygulamanın PTSD'yi azaltacağını ka­nıtlayan herhangi bir araştırma bulunmuyor. Bunun­la birlikte, Seligman da bu durumun farkında gibi görünüyor. Keza, ordudaki askerleri "deneme tah­tası" olarak nitelendirmesi de bundan olsa gerek. Seligman, CSF programı hakkında şu ifadeleri kulla­nıyor: "Psikolojinin daha önce hiç müdahil olmadığı türden geniş kapsamlı bir araştırma bu. Dile kolay; 1,1 milyon askeri kapsıyor ve esneklik-psikolojik zindelik eğitimlerinin işlerlik gösterip göstermeye­ceğine dair net verileri ortaya koyacak. Cesareti kı­rılmaz bir Amerikan ordusu yaratmak üzereyiz."
POZİTİF PSİKOLOJİYE DAİR ELEŞTİRİLER
Seligman'ın geliştirdiği "pozitif psikoloji" kavra­mının birçok destekçisi mevcut. Ancak, bu hareke­ti eleştirenler de yok değil. Zamanında APA Baş­kanlığı da yapmış olan Bryant Welch şu ifadeleri kullanıyor: "Kişisel olarak, pozitif psikoloji ile Norman Vincent Peale'nin Pozitif Düşünme Gücü ara­sında anlamlı bir ayrım bulamadım. Her ikisi de, olumsuz veya mutsuz düşünceler yerine pozitif dü­şünceleri getirmenin önemini vurguluyorlar."
Ve ekliyor: "ABD Ordusu ise, henüz sınanmamış bu kavram için 125 milyon dolar yatırımda bulunu­yor, bu para, elbette, birliklerimize gerçek akıl sağ­lığı desteği vermek üzere kullanılabilirdi. Onun yer­ine, askeri personele, başlarına muharebe alanında ne gelirse gelsin, pozitif psikolojinin tartışmalı araç­larıyla bunun üstesinden gelebilecekleri (ve dolayı­sıyla; gelmek zorunda oldukları) söyleniyor ve bu para bunun için kullanılıyor."
Diğer eleştiri oklarını gönderenler arasında ise; Chris Hedges ve Barbara Ehrenreich adlı yazarlar var. Her ikisi de, "bu denemenin, kurum­sal dünyada başarıya ulaştığını söylüyorlar; keza onlara göre, kurumsal dünyada, negatif sonuçla­rın sürekli inkârı, son kertede şu an yaşadığımız ekonomik krize yol açtı."
"Yanılsama İmparatorluğu: Okur Yazarlığın Sonu ve Teşhirin Zaferi" adlı kitabın yazarı Hedges ise, şu ifadeleri kullanıyordu: "Mutluluk mühendisliği yapabildiğini savunan ve kurumsal uygunluğu sağlamaya dönük psikolojik araçlar temin eden pozitif psikoloji, kurumsal devlet açısından neyse, Ojenikler de Naziler açısından aynı şeyi ifade ediyor."
Ve ekliyor: "Pozitif psikoloji, kurumsal tahakkü­mün, suiistimalin ve hırsın üzerine bir duman gizleme perdesi çeken dolandırıcı bir bilimdir. Pozitif davranışlar sergileyemeyenler, dışarıdaki hakikat ne olursa olsun, "uyumsuz" addedilirler ve yardıma ih­tiyacı oldukları sanılır. Bu tür davranışların düzeltil­mesi gerekiyor."
Hedges, şunu da eklemeyi ihmal etmiyor: "Pozi­tif psikolojinin yararlarını telkin eden akademisyen­ler, kurumsal imtiyazların peşinden koşuyorlar."
Seligman'ın özgeçmişi ise, pozitif psikoloji araştır­maları yürütmek üzere on milyonlarca dolar nakit para aldığını gösteriyor.
Chronicle of Higher Education'da yayımlanan bir rapora göre, "İnsanlar, pozitif psikolojinin başarısı­nın büyük bölümünü, bu alandaki lider kişilerin yer­leşik şanına ve Seligman'ın bilimi destekleyen kuru­luşların ilgisini çekebilme başarısına atfediyorlar."
Chronicle of Higher Education'a göre; "Ameri­kan Ulusal Akıl Sağlığı Enstitüsü, son on yıl içinde pozitif psikoloji alanında araştırma yapanlara 226 milyon dolardan fazla kredi sağladı. 1999 yılında 4 milyon doların altında bir krediyle başlayan yardım­lar, 2008 yılında bu meblağın dokuz katından fazla bir orana erişti."
Seligman, Ordu için yaptığı çalışmayı, "dünyadaki ikinci en büyük kuruma destek olmak" la eşdeğer görüyordu.
Multi-milyon dolarlık sözleşme
Seligman, en yüksek maaşını ise, geçtiğimiz sene, Pozitif Psikoloji Merkezi'nin ordu ile yaptığı sözleş­me sonucunda, programı geliştirmeye devam et­mek üzere, teklifsiz, 3 yıl için 31 milyon dolarlık bir hibe almasıyla edinmiş oldu.
Savunma Bakanlığı belgelerine göre, "söz konusu sözleşme, rekabet usulleri dışında gerçekleştirildi; keza bu konuda sorumlu tek kaynak vardı ve Ajans'ın gereksinimlerini karşılayacak türden başka bir hizmet sağlayıcı bulunmamaktaydı. Yüksek uzman­lık gerektiren hizmetlerin sürekli temini için, esaskaynaktan hizmet alınması gerekiyordu."
2009 yılında, CSF programını geliştirmek üzere Casey'den yeşil ışık aldıktan aylar sonra, Ordu, Seligman'ın Pozitif Psikoloji Merkezi'ne I milyon do­lar ödemede bulundu; karşılığında da "Esneklik Eği­timi Erbapları" (Master Resilience Trainers - MRT) rütbesine erişmek üzere yüzlerce eğitim çavuşu­nun eğitilmesi gerekiyordu. Söz konusu "tasdikli" uzmanlar, bu konuda komutanlarına tavsiyelerde bulunacak ve Ordu'da birim düzeyinde esneklik eğitimlerini kolaylaştıracak."
CSF'nin 2009 yılı Ekim ayında başlatılmasından bu yana 2000'den fazla MRT eğitildi. Ordu, binlercesini daha belgelendirmek istiyor.
Savunma Bakanlığı'nın "teklifsiz sözleşme" için yaptığı gerekçelendirmede, Seligman'ın programı­nın "yegane olanaklara sahip olduğu belirtiliyor ve bu programın, Ordu'nun minimum gereksi­nimlerine halihazırda karşılık verebilen, tek yerle­şik, etkin, kanıt temelli bir eğitim programı oldu­ğunun altı çiziliyordu."
Sözleşme belgelerine göre; Seligman'ın programı, "özellikle esneklik sağlama yolları konusunda eğiticileri eğitmek ve öğrencilerine bu minvalde ye­tenekler kazandırmaları için tasarlanmıştı. Diğer mevcut programlar ise, sadece katılımcılara esnek­liği öğretmeye yönelikti. Seligman'ın programının uzun vadeli sonuçları ise, 15'in üzerinde belgelen­dirilmiş araştırma çerçevesinde incelenmişti".
"SELİGMAN VE MESLEKTAŞLARININ PENNSYLVANİA ÜNİVERSİTESİ'NDE ÖĞRETTİKLERİ GİBİ, ORDUNUN ESNEKLİK EĞİTİM PROGRAMI OLMASAYDI, ONLARCA SAVAŞIN VE Dİ­ĞER STRES KAYNAKLARININ SONUCUNDA, AMERİKAN OR­DUSU ZAYIFLAYACAK; BU DURUM DA, SON KERTEDE MİLLE­TİMİZİN ULUSAL GÜVENLİĞİNİ TEHDİT EDER ŞEKİLDE ORDUNUN TEYAKKUZU ÜZERİNDE DOĞRUDAN ETKİDE BU­LUNACAKTI. SÖZ KONUSU PROGRAM, IRAK VE AFGANİS­TAN'A KONUŞLANDIRILAN GÜÇLERİMİZ AÇISINDAN DA SON DERECE ÖNEMLİ."
Sözleşme belgelerinde, ayrıca, "Ordu'nun ivedi gereksinimlerini karşılayan programı sayesinde Seligman ile sözleşme yapılmasına karar verilmeden önce, 2008 yılı Ağustos ve Ekim ayları arasında bir­çok piyasa araştırması, internet araştırması ve ko­nusunda uzman kişilerle görüşmeler yapıldığı" belir­tiliyordu. Cornum, 2009 yılı Temmuz ayında, Pennsylvania Üniversitesi'nin geniş halk kitlelerine yönelik olarak kullandığı benzeri esneklik testlerinin de ordu tarafından "askerileştirileceği" ni söylemişti.
Zor bir Mesele
Ancak, ateist çavuş Griffith'e göre, Ordu, testin ruhani bölümündeki dinsel göndermeleri yeterince ortadan kaldırmamış. Seligman'ın meslektaşları bi­le, ruhaniliği dinden ayırma girişimlerinin, ayrı bir sorun alanı olduğunu kabul ediyorlar. Ben Dean, Pennsylvania Üniversitesi'nin Gerçek Mutluluk adlı websitesinde yayımlanan makalesinde "Din ve ruhanilik ile kastedilen iki şey arasında kavramsal bir ayrım yapmak oldukça zor", diye yazmıştı. Griffith, buna basit bir çözüm olduğunu söylüyor: "Tüm ru­hani boyutu kendi içinde un ufak etmek..."
(Kanada merkezli düşünce kuruluşu globalresearch)
globalresearch.ca/index.php?context=va&aid=2265l Konuya ilişkin bilgi için: http://www.army.mil/csf/
KAYNAK: TURQUIE DIPLOMATIQUE, MART 2011, SAYI: 25


Kapitalizme geçiş, Doğu Avrupa ülkelerinin tümü için ekonomik ve sosyal açıdan bir gerilemeyi ifa­de ediyor. Birleşmiş Milletler'in konuya ilişkin bir raporunda: "Planlı ekonomiden piyasa ekonomisine ge­çiş, refahın ve ulusal zenginliklerin dağılımında önemli değişiklikleri de beraberinde getirmiştir. Rakamlar, çok hızlı yapılan değişikliklerin hiç kaydedilmediğini gösteri­yor. Bu, yüksek insani maliyetlere neden olmuştur ve çok dramatiktir" deniyor. 1990-2002 yılları arasında, Doğu Avrupa ülkelerinde kişi başına düşen Gayri Safi Yurtiçi Hâsıla (PİB, bir yıl içinde üretilen tüm mal ve hiz­met kümesi) azalırken, benzer ülkelerde yüzde 27 ora­nında arttı ki bu da hemen hemen yüzde 40 varan etkili bir kaybı ifade eder. Bu gerileme Polonya ve Slovenya dı­şındaki tüm ülkeler için geçerli. Bugün, Orta ve Doğu Avrupa'nın eski komünist ülkelerinde kişi başına düşen GSYIH, Latin Amerika ülkelerinin kişi başına düşen GSY-İH'nın dörtte birinden düşük. Üstelik eski Sovyetler Bir­liği cumhuriyetleri için durum daha da dramatik: '90'lı yıllarda, GSYİH, yüzde 33 oranında düştü. Hatta Ukray­na'da 1993 ve 1996 yılları arasında yüzde 48 oranında bir azalma oldu; Rusya da ise yüzde 47.
Devletin ekonomik alandaki tesisleri, gülünç derecede düşük fiyatlarla satıldı. Güçlü ekonomik ve endüstriyel cihazların büyük bir kısmı söküldü. Büyük bir endüstriyel güç olan Rusya, birkaç yıl içinde bir Üçüncü Dünya ülke­si haline geldi. Rusya'nın (114 milyon nüfuslu) GSYİH'sı, Hollanda Antileri'nin GSYİH'sından (16 milyon nüfuslu) daha düşük. Sovyetler Birliği yaklaşık yüz yıl içinde geri­ledi. 1917 yılında, sosyalist devrim zamanı, ABD'nin kişi başına düşen GSYİH'nın yüzde 10'na ulaşıyordu. Sovyet­ler Birliği İkinci Dünya Savaşı'ndan tamamen tahrip ol­muş ve yıpranmış çıkmasına rağmen ABD'nin 1989 yılın­daki GSMH'sınm yüzde 43'üne denk düşen bir değere yükselmişti. Bugün yüzde 7'den daha az.
Eski Sovyetler Birliği'nin yaklaşık 150 milyonluk nüfu­su (yani, Fransa, İngiltere, İskandinav ülkelerinin toplamı ve Hollanda nüfuslarına eşdeğer) '90'lı yılların başlarında yoksulluk içine atıldı. Günde 4 dolardan daha az bir geli­re sahipler. Bir doların altında yaşayan yoksulların sayısı yüzde 20 oranında arttı. Bulgaristan, Romanya, Rusya, Kazakistan, Ukrayna, Kırgızistan, Türkmenistan, Özbe­kistan ve Moldova'da yoksul sayısı halkın yüzde 50'den yüzde 90'nına yükseldi. UNICEF tarafından yapılan son araştırmaya göre, eski Doğu Avrupa ülkelerinde üç ço­cuktan biri, bugün yoksulluk içinde yaşıyor. Bir milyon­dan fazla çocuk yetiştirme yurtlarında barınıyor. Rus­ya'da, doğum oranı düşmesine rağmen terk edilmiş çocuk sayısı ikiye katlandı. Romanya'nın başkenti Bük­reş'te, yüzlerce çocuk sokakta yaşıyor ve 100 bin çocuk terk edilmiş durumda. Eski Doğu Bloğu ülkelerinde yüz binden fazla çocuk fuhuşa itildi.
Kapitalizme geçiş aynı zamanda birçok kadın için ger­çek bir felaket oldu: Kadınlar giderek artan sayıda şidde­tin kurbanı oldular. Umutsuzca daha iyi bir yaşam ve iş arayan birçok kadın, organize suç şebekeleri tarafından fuhuşa itildi. Her yıl bölgeden yaklaşık olarak yarım mil­yon kadın, kelimenin tam anlamıyla Batı Avrupa'ya ihraç ediliyor. Kapitalizme geçişten önce bölge güvenceli bir sosyal refah içinde yaşıyordu. Birleşmiş Milletler raporu şöyle diyor: "Doksanlı yıllardan önce Birleşik Devletler Topluluğu, Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinde sosyal hiz­metler oldukça iyiydi. Güçlü bir sosyal güvenlik temeline sahiptiler. Ömür boyu iş güvencesi vardı. Net gelir dü­şük olsa da istikrarlıydı. Bunların dışında, birçok tüketim malı, temel hizmetler, sübvanse ediliyor ve düzenli sağla­nıyordu. Yeterli gıda, giyim ve konut vardı. Eğitim ve sağlık hizmetlerine erişim parasızdı. Emeklilik güvence altın­daydı ve insanlar diğer sosyal üretim biçimlerinden fay­dalanabiliyorlardı." Rapor devam ediyor: "Bugün, uygun bir eğitim ve yeterli gıda garantisi yok. Ölüm oranı yük­seliyor, potansiyel olarak yıkıcı yeni salgın hastalıkların tehdidi altındalar, giderek büyüyen ve korkutucu tehdit yaşamı (hayatta kalmayı) belirliyor."
Bazı ülkelerin nüfusu dramatik bir biçimde azaltmakta,
Ukrayna'da, nüfus 1991 yılından bu yana 1,2 milyon azal­dı.
Rusya'da ise, komşu ülkelerden gelen 3,7 milyon göç­mene rağmen 1992-94 arası 5,7 milyon azaldı.
Bu da bi­ze, eskisine oranla, gün başına 3500'den daha az Rus'un doğduğunu söylüyor. Birleşmiş Milletler, eğer eğilim ter­sine dönmezse, eski Doğu Bloğu ülkelerinin nüfusunun 2050 yılına kadar yüzde 20 oranında azaltılabileceğini de­ğerlendiriyor. 307 milyondan 250 milyona düşeceğini be­lirtiyor. TOPLUM, ÖFKE, HAYAL KIRIKLIĞI VE BOYUN EĞME ARA­SINDA GİDİP GELİYOR. İŞTE BAZI ÖRNEKLER:
Polonya geçişten en az yaralı çıkan ülke oldu ve bu koyu Katolik ülkede, "Komünizmin" yaşamı hiç kolay olmadı. Bununla birlikte, bugün Lehlerin yüzde 44'ü Doğu Bloğu dönemine olum­lu bakıyor ve yüzde 47'si "kötü uygulanmasına" karşın sosyalizmin iyi bir doktrin olduğuna inanıyor. Hatta Po­lonyalıların yüzde 37'si, 1945 yılından 1989 yılına kadar iktidarda bulunan Komünist Partiye olumlu bakıyor. Yüz­de 3l'i bu dönemden rahatsızlık duyuyor. Sadece yüzde 41'i kapitalizme daha iyi bir sistem olarak bakıyor.
Doğu Almanyalıların yüzde 76'sı sosyalizmi "kötü uygulanan" iyi bir ideoloji olarak değerlendiriyor ve yalnızca her üç kişi­den biri mevcut demokrasi biçiminden memnun. Bulga­ristan'da 1989 yılındaki suçlu sayısı dört kat daha fazlalaş­tı.
Macaristan ve Çek Cumhuriyeti'nde üçe katlandı.
Polonya'da ölüm oranı yüzde 60 arttı, (kaosenlared.net)
JUAN CARLOS ARGÜELLO
KAYNAK:
TURQUIE DIPLOMATIQUE, MART 2011, SAYI: 25


TÜRKİYE'NİN GİZLİ YAHUDİLERİNİN ORTAYA ÇIKIŞI
Yakın bir tarihte, New Jersey'deki bir sinagogda, üç yüzyıldan fazla bir süredir devam eden bir Yahudi trajedisi anı, ancak uzun zamandır beklenen bir sona ulaştı. Bir haham mahkemesinin karşısına çıkan Türkiyeli bir "gizli Yahudi", geçmişin karanlıklarından çıkıp resmen Yahudi halkının arasına dönerek tarihsel bir devri kapadı.
Söz konusu genç adam şimdi İbranice ismi olan Ari'yi kullanıyor sahte Mesih Sabetay Sevi'nin takipçilerinin soyundan gelen birkaç bin kişiden oluşan bir cemaat olan Dönme cemaatinin bir üyesidir.
Kulağa hayal ürünü ve hatta inanılması güç gelse de geçen bütün bu yıllardan sonra Sabetay Sevi'nin, İsrail'i kurtarmak için döneceğine inanan insanlar hâlâ var. Sabetay Sevi, kurtuluş ümitlerini artırarak ve dünya çapındaki Yahudiler arasında heyecana neden olarak 17. Yüzyılda fırtınalı bir şekilde Yahudilerin hayatına girdi. Muazzam bir karizmayla donanmış olan Se vi, değişik Yahudi cemaatlerini ziyaret etti ve onlara, uzun zamandır beklenen sürgünden kurtuluşun çok yakında gerçekleşeceğini vadetti.
Ancak Sevi'nin bu kurtarıcı kariyeri, Osmanlı sultanı, Sevi'ye dehşet verici bir tercih ya Müslüman ol ya da kılıçla öl sunduğunda mahvedici bir şekilde sonuçlandı. Kral Davut'un tahtını talep eden bu sözde hak iddiacısı, kahramanlığı bir tarafa bıraktı ve en sadık takipçilerinden olan üç yüz aile ile birlikte Müslüman oldu. Görünüşte İslam'ı uyguladılarsa da Dönme cemaatinin üyeleri ayrıca Ma'aminim ("inananların İbranicesi) olarak da bilinirler bununla beraber Museviliğin mistik bir biçimini gizlice yaşamaya devam ettiler.
Dönme cemaatinin üyeleri, 1923-1924 yıllarında iki ülke arasında yapılan nüfus mübadelesi kapsamında Türkiye'ye sürülene kadar, yoğun bir biçimde Yunanistan'ın Selanik kentinde yaşadı. Geçmişlerindeki bu zor dönemin aslında gizli bir lütuf olduğu ortaya çıktı çünkü bu sürgün onları, çoğunluğu Naziler tarafından katledilen Yunanistan Yahudilerinin başına gelenlerden kurtardı. Ancak Müslüman olmalarına ve aradan üç yüzyıl geçmesine rağmen Dönmelere Müslüman Türkler tarafından kuşkuyla bakılıyor ve Dönmeler, onları uluslararası Siyonist bir komplonun parçası olmakla suçlayan basının sık sık hedefi oluyor.
Bu yüzden Dönmelerin içe kapanmaları ve esas itibariyle de yer altına çekilmeleri şaşırtıcı değildir. İki yıl önce İstanbul'a yaptığım bir ziyaret sırasında Ari'nin de dâhil olduğu bazı genç nesil Dönmelerle görüştüm. Türk-İsrail ilişkilerinin hâli hazırdaki durumu dikkate alındığında, onların kimlikleriyle ilgili detayları açıklayamam ancak sadece hepsinin, Museviliğe dönmek için derin bir arzu ifade ettiklerini söyleyebilirim. Onlarla küçük bir otelin lobisinde buluştuğumda, özelikle Ari gergin görünüyordu. Her şeyden önce kippa (dindar Yahudilerin başlarına örttükleri takke) giyen İsrailli bir Yahudi ile birlikte görülmekten korkan Ari, sürekli etrafına bakıyordu.
Ari, bana. Dönmelerin Türk medyasında katlanmak zorunda kaldıkları kötü muameleden bahsetti ve "Saklanmaktan ve rol yapmaktan bıktım. Yahudi olmak istiyorum. Halkıma dönmek istiyorum." dedi. Açık bir hayal kırıklığı duygusuyla Ari, Türkiye'deki Yahudi cemaatinde oluşturabileceği tepkiden korkarak Dönme meselesinin yanına bile yaklaşmayacağını söyledi.
Ari, "İki dünya arasında sıkışıp kalmış durumdayım. Türkler beni bir Yahudi olarak görüyor ancak Yahudiler beni kabul etmeyecek." dedi. Ancak bütün bunlar, birkaç hafta önce, Ari'nin, Museviliğe dönmek için ABD'ye seyahat etme yönünde cesur bir karar almasıyla değişti. Ari'nin durumunu inceleyen hahamlar, Ari'nin atalarının sadece kendi aralarında evlilik yaptığı gerçeğini dikkate alarak Ari'nin yuvaya dönüşünü onayladı.
Ari yalnız değil.
Museviliğe geri dönüş yolu arayan çok sayıda başka genç Dönmeler de var ve onlara yardım etmek de Yahudi halkına düşüyor. Ataları ne hata işlemiş olursa olsun, günümüzün Dönmeleri, sahip oldukları Yahudi mirasına sarıldılar ve onu yaşattılar.
Kendi köklerine dönmek isteyenlerin bunu yapmasına olanak tanınmalı.
(İsrail'de yayınlanan The Jerusalem Post 24 Mart 2011)
MICHAEL FREUND
Kaynak: TURQUIE Diplomatique NİSAN 2011 – Sayı:27

TÜRKİYE'NİN SURİYE İKİLEMİ

BM tarafından Suriye için üzerinde anlaşmaya varılan ateşkese uyulup uyulmayacağı beklenirken, galiba bazı Türk yetkililer, Devlet Başkanı Beşar Esad'ın ateşkesi delmesini umuyor. Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ın Şam'daki eski müttefikine bu denli kararlılıkla karşı gelmesinin ardından, hikâyenin sonunda Esad'ın daha uzun yıllar iktidarda kalması olasılığı, Ankara açısından adeta bir kâbus senaryosu. Saddam Hüseyin'in 1991 yılındaki Birinci Körfez Savaşı sonrasında gücünü muhafaza etmesi, Suriye'deki olayların da bu yönde seyredebileceğine uyarı örneği teşkil ediyor.
2011 yılının ilkbahar aylarında, Suriye ilk kez Esad'ın baskıcı iktidarına yönelik toplu gösteriler ile sarsılmaya başladığında, Erdoğan Türk televizyonlarında ortaya çıktı ve protestoları kınadı. Erdoğan o dönemlerde, ülkeyi birçok kez ziyaret ettiğini ve ziyaretleri sırasında Suriyelilerin, liderlerini ne kadar çok sevdiğini gördüğünü açıkladı. Erdoğan'ın o zamanki dayanışma beyanı, iki lider arasındaki dostluğun yakın, şahsi bir dostluktan çok daha fazlasına dayandığını gösteriyor. Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Türkiye'nin Orta Doğu'daki etkisinin, Esad'ı sessiz sedasız bir şekilde, protestoları liberal yoldan çözmesini sağlamak için ikna etmekten geçtiği konusunda emindi. Ancak Esad, Türkiye'nin bu önerisini geri çevirdi. Esad buna ilaveten, çevresinde Türkiye'ye geleneksel olarak yakın olan kişileri hedefli bir şekilde iktidardan indirdi ve bunun yerine, protestoculara karşı sert bir şekilde müdahale edilmesini öneren İran'ı dinlemeye karar verdi. Müslümanlar arasındaki belli bir dayanışmanın ve Batı'ya yönelik ortak bir düşmanlık dışında Türkiye ve Iran, Orta Doğu'da hep iki büyük rakipti. İki ülke de bölgede dominant güç olma hırsına sahip. Erdoğan'ın daha sonra Esad rejiminin protestolara müdahalesi konusunda sergilediği yoğun tepkisi, bu nedenden dolayı da kırılan bir gurunun işaretiydi. Ancak Türkiyee'nin imkânları şu ana kadar kısıtlı. Ülkede, Suriye topraklarında bir tampon bölgenin oluşturulması konusunda açıkça spekülasyonlar yürütülmesine rağmen, Türkiye böyle bir adımı tek başına atmaya hazır değil. Bunlar kısmi olarak uygulamaya ilişkin düşünceler, çünkü getireceği lojistik külfet, başarısız olma korkusu kadar büyük. Ancak başarı dahi tehlikeler barındırabilir. Ankara'nın caddelerinde Osmanlı'yla ilgili nostaljik hatıraların kol gezdiği bir dönemde, uluslararası bir koalisyonun parçası olmayan ve bir zamanlar Osmanlı dönemine ait olan yere ayak basan Türk birlikleri, Arap komşularda alarm zillerinin çalmasına neden olabilir. Çünkü Suriyeliler, yeni bir Türk hegemonyası mevzubahis olduğunda çok fazla coşkulu olmuyor.
-Güçsüzlük İşareti—
Suriye konusunda, Türkiye ve Suriye'deki uluslararası topluluğun karşı karşıya kaldığı başlıca sorun, muhalefetin dağınık olmasıdır. Asilere silah tedarik edilmesine karar verilse bile, tam olarak kimlerin desteklenmesi gerektiği konusunda karar vermek oldukça zor. Aynı şekilde de Esad'ın iktidarını bırakmaya zorlanması bile, Suriye'de gerçekten de istikrarlı ve demokratik bir devletin oluşacağının garantisi değil. Ancak statükonun muhafaza edilmesi Türkiye açısından aynı şekilde zarar verici nitelikte. Bu sadece süregelen bir belirsizlik anlamına gelmiyor. Erdoğan'ın Esad'a karşı açık bir şekilde saf belirlemesi ve ona karşı açıkça baskı uygulaması sonrasında, Esad'ın hâlâ iktidarda kalması, nihayetinde çaresizce bölgesel güç olmak için çabalayan Ankara'nın güçsüzlüğüne işaret ediyor.
(Berlin Merkezli Güncel Konulara İlişkin Tartışmalara Yer Veren Internet Dergisi The European - 24 Nisan 2012)
KAYNAK: TURQUIE  DIPLOMATIQUE, 15 Haziran-15 Temmuz 2012, SAYI: 40-41
YAHUDİ BAKIŞIYLA: RUSYA YAHUDİLERİ TARİHİ
(Yönetilmeyi İstemek)

SSCB, İsrail'i 1948 yılında derhal tanıdı. İki ülke arasındaki bağlar ise, İsrail'in Batı ile müttefik olmasının ardından çarpıcı biçimde kötüleşti. Yahudilerin bir millet olduklarına dair fikirler ise, Yahudi karşıtı hisleri daha da körükledi.
1967 yılında, Sovyetler Birliği, İsrail ile diplomatik bağlarını kopardı ve bu bağlar ancak 1992'de yeniden kuruldu. Altı Gün Savaşları'ndan kısa süre sonra, Sovyetler Birliği'nde kitlesel bir propaganda kampanyası başlatıldı.
1967 yılındaki savaşın ardından, İsrail'e doğru Yahudi göçü durdu. Sovyetler Birliği, Arap devletlerinin başlıca silah tedarikçisi haline gelmişti.
Avı HEİN
YAHUDİ TARİHİ UZMANI

Milattan Sonra 7. Yüzyıl'da Yunanistan, Babil, Pers, Orta Doğu ve Akdeniz bölgesinden birçok Musevi; Kafkaslar ve ötesine göç etti. Orta Çağ başlarından itibaren, 'Rus seyyahlar' (holkhei Rusyah) olarak bilinen Musevi tüccarlar, Hindistan ve Çin'e varmak üzere Slav ve Hazar toprakları üzerinden yolculuk yaptılar.
Sekizinci yüzyılın ilk yarısında Hazar Krallığı Yahudi dinine geçti ve yeni bir Yahudi krallığına dönüştü. Kimi akademisyenler, Aşkenaz Yahudilerinin kökenlerini, Hazarların Yahudiliğe geçişleriyle ilişkilendirirler. Bu konu, bugün halen akademisyenlerin araştırmaları için önemli bir boyut teşkil ediyor.
Yahudi Hazarlar'ın krallığı, eski Rus literatüründe 'Yahudilerin Toprağı' olarak bilinir. Aynı zamanda, o dönemde Kiev'de yaşayan Yahudiler de bulunmaktaydı. Tarih belgelerinde, Kiev Yahudileri ile Hıristiyan din adamları arasındaki tartışmalardan söz edilir. Öte yandan, Kiev'deki Yahudiler ile Babil ve Batı Avrupa'daki Yahudiler arasında iletişimin tesis edildiğine dair kayıtlar da bulunur. 1237 yılında ise, Moğolların işgali, Rusya'da yaşayan Yahudi topluluklarına büyük acı çektirmiştir.
14. Yüzyıl'da, Batı Rusya'nın kontrolünü Litvanyalılar ele geçirdi ve yüzyıl sonuna doğru, denetimleri altında yaşayan Yahudi topluluklarına ilk imtiyazları da yine onlar verdi. Aynı dönemde birçok Yahudi, Ukrayna ve Batı Rusya'nın bazı bölgelerine göç etti.
1648-1649 yılları arasında yaşanan Chmielnicki kıyımlarından dolayı bu Yahudilerin bir bölümü büyük cefa çekti ve bu kıyımlar birkaç yüzyıl daha devam etti.
19. ve 20.yüzyıllarda, Rusya'da yaşayan Yahudilerin Polonya ve Litvanya'daki Yahudilerle bağlantılan kunılmaya başlandı. Bunda, Rusya'nın 18. Yüzyıl sonunda Polonya topraklarını ilhak etmesinin ve 20.Yüzyıl'da Sovyetler Birliği'nin kurulmasının payı bulunmaktaydı.
1791 yılında alınan bir karar gereği, Rus Yahudileri'ne, Polonya'dan ilhak edilen topraklarda yaşama ve ikamet etme hakkı verildi. Bundan sonra yapılan fetihler ve toprak ilhakları, Moskova'yı Yahudiler'den temizlemek için 1791'de oluşturulan bölgenin (Pale Yerleşimi olarak adlandırılan söz konusu bölge, Rusya İmparatorluğu'nda Yahudilerin daimi ikamet etmesi için izin verilen bölgeyi ifade eder'Editör Notu) ön plana getirilmesine yardımcı oldu. Bölgenin hudutları, 1812 yılında, Besarabya'nın topraklarına katılmasıyla birlikte nihai haline kavuştu.
1618. Yüzyıllar arasında, ticaret işlerinden dolayı Yahudiler Rusya'ya ya yasadışı yollardan, ya da Polonya ve Litvanyalıların izniyle girdiler. Sınır dışı edilecekleri kendilerine sürekli tekrarlanmasına karşın bazı küçük Yahudi toplulukları ise varlıklarını korudu; çünkü ticarette önemli bir rol oynuyorlardı. Yahudilerin ekonomik pozisyonu, Pale Yerleşimi olarak adlandırılan bölge içine hapsolmalarıyla birlikte kötüleşmeye başladı. Rus kontrolü altına geçen söz konusu topluluklara dayatılan yeni ve orantısız vergi yükünden dolayı güçsüzleştiler. Zamanının müreffeh Yahudi cemaati, bu dönemde yoksullukla boğuşur hale geldi.
1700'lü yıllarda, Yahudi kitlelere ulaşmak amacıyla Doğu Avrupa'da Hasidik hareketi kuruldu. Rus egemenliğine geçiş dönemi boyunca Hasidiler ile onlara karşı çıkanlar (Mitnagdim) arasındaki anlaşmazlıklar arttı. Bu anlaşmazlık o raddeye vardı ki, önde gelen Hasidik liderlerden biri 'Sheneur Zalman 1798 yılında tutuklanarak, soruşturulmak üzere St. Petersburg'a gönderildi. Tüm görüş farklılıklarına karşın Hasidik 'mahkemeleri' ve Mitnagdik Yeşivotları (din akademileri ' e.n) farklı ve gelişmiş bir Yahudi kültürü yaratmak üzere bir araya geldiler.

I.    Nikola dönemi (1825-1855)
Çar I. Nikola (1825-1855), Rusya'daki tüm Yahudi yaşantısını yerle bir etmeyi hedefledi. Dolayısıyla, hükümdarlık dönemi, Avrupa'daki Yahudi tarihi açısından acı verici bir döneme işaret eder. 1825 yılında, 12 yaşından başlamak üzere tüm Yahudi gençlerinin Rus ordusunda askerlik hizmetlerini gerçekleştirmelerini emretti. Gençlerin büyük bölümü, gelişim dönemlerini Rus ordusu içinde geçirmeleri için 'yankesiciler' tarafından kaçırıldı. Bu durum, Rus Yahudi topluluğunun moralini büyük ölçüde bozdu. On yıllarını orduda geçirmeye mecbur bırakılmayan Yahudiler ise, çoğu zaman köylerinden ve kasabalarından sürüldü.
Bununla birlikte, bazı Yahudiler bu kıyımdan kaçıp kurtulabildiler; keza hükümet, Yahudi topluluğu içinde tanınla uğraşanları kayırıyordu. Bu Yahudiler, zoraki askerlik görevinden muaf tutulmuştu. Güney Rusya ve Pale Yerleşimi olarak adlandırılan bölgenin geri kalanında birçok Yahudi ziraat arazisi kuruldu. 1840'lı yıllarda, Yahudilere yönelik olarak özel okullardan oluşan bir ağ kuruldu; keza 1804'te kumlan devlet okullarından yararlanma fırsatları olmamıştı. Bu okullar; Yahudilerden alman özel bir vergi ile finanse ediliyordu. 1844 yılında, okullardaki hocaların Hıristiyan ve Yahudilerden oluşması gerektiğine dair bir kanun çıkarıldı. Yahudi cemaati, hükümetin bu okulları açma girişimini, genç kuşakları laikleştirme ve asimile etmenin bir yolu olarak görüyordu. Korkuları da yersiz değildi aslında; keza Hıristiyan öğretmenler bulunmasını şart koşan yasanın beraberinde yayımlanan bir beyannamede; 'Yahudilerin eğitiminin amacının, onları Hıristiyanlara yaklaştırmak ve Talmud'dan etkilenen zararlı inanışlarını kökünden kazımak' olduğu belirtiliyordu.
1844 yılında, Polonya tarzı cemaatler yasaklandı; ancak yerlerine yeni bir umumi örgütlenme yapısı getirildi. Yahudilerin perçem bırakmaları (pe'ot) ve geleneksel kıyafetlerini giymeleri yasaklandı. I. Nikola, daha sonra Yahudileri iki gruba ayırdı: yararlı olanlar, yararlı olmayanlar. Zengin tüccarlar ve ticaret için gerekli diğer kişiler 'yararlı' kategorisinde değerlendirilirken; diğerleri 'yararsız' olarak görüldü. Bu talimat, özellikle Batı Avrupa olmak üzere dünya çapındaki Yahudi cemaatlerinin muhalefetiyle karşılaştı; ancak yine de 1851 yılında uygulamaya geçirildi. Kırım Savaşı'mn patlak vermesiyle birlikte ise, uygulama takvimi ötelendi. Savaş, çocukların ve delikanlıların daha sık kaçınlmasına ve silah altına alınma sına neden oldu.

II.   Aleksandr dönemi (1855-1881)
İkinci Aleksandr döneminde (1855-1881), Yahudilere yönelik sert muamelelere son verildi; ancak yine de Yahudilerin asimilasyonunu sağlamak üzere yeni politikalar uygulamaya geçirildi.
Yahudilerin Pale Yerleşimi'nden dışana çıkmaya başlamalarıyla birlikte, kendilerine, Rusça eğitim veren bir lisede eğitim görenlere daha büyük haklar verilmeye başlandı; bu da Yahudilerin Rus okullarını daha fazla tercih eder hale gelmesine neden oldu. Bunun sonucunda da asimilasyon düzeyi arttı. Ordudaki Yahudilerin memur statüsüne erişmelerinin yasaklanmasıyla birlikte asimilasyon süreci bir ölçüde aksaklığa uğradı; keza bu şekilde Yahudi ve Yahudi olmayanlar arasındaki temas sınırlanıyordu. Yahudilerin bağımsızlıklarına kavuşması yavaş yavaş gerçekleşti ve bir noktadan sonra asimilasyon ciddi boyutlara ulaştı.
Asimilasyon Yahudilerin giderek daha fazla görünürlük kazanmalarına yol açarken, bu durum aynı zamanda Yahudi olmayan topluluklar arasında da öfkeye neden oldu. Yahudilerin başat rol (Benzerleri arasında güç ve önem bakımından başta gelen, hâkim) edinmesine karşı çıkanların başında, Dostoyevski ve İvan Asakov gibi Rus aydınları bulunuyordu. Liberal ve devrimci unsurlar da, Yahudilerin günbegün daha görünür bir mevcudiyet sergilemelerine karşı çıkmaktaydı. Yahudi karşıtlığı, 1877-1878 yılları arasında gerçekleşen Balkan Savaşı'nın ardından daha da güçlendi. Bununla birlikte, 1850 ile 19.yüzyılın sonu arasında, Rusya'daki Yahudi topluluğu önemli oranda büyüdü. Bunun nedeni de doğum oranlarının yüksekliğine karşın ölüm oranlarının düşüklüğüydü. 1850 yılında, Rusya'daki Yahudilerin sayısı 2.350.000'i bulmuştu. 19.yüzyılın sonuna gelindiğinde ise, bu sayı neredeyse iki katına çıkarak 5 milyonu buldu.
Yüksek doğum oranlarından dolayı, geleneksel olarak Yahudilere ait olan iş kollarındaki rekabet arttı. Bu da; ekonomik farklılaşmaya neden oldu. Örneğin, akollü içecekler sektörüne bir süreliğine hakim olan Yahudiler (bu sektör, daha sonra hükümet tekeline geçti), inşaat ve endüstriyel kalkınma alanında da faaliyet göstermeye başladılar. Küçük Yahudi grupları, bankacılık endüstrilerinde öncü konuma erişti ve akademi gibi din çevreler ile avukatlar, doktorlar, ilim adamları ve yazarlar gibi profesyonel çevrelere müdahil olmaya başladılar. Serflerin özgürlüklerine kavuşmasıyla birlikte arazi talepleri güçlenince, [hüümet de tarımsal arazileri desteklemeye son yerdi. Baş gösteren arazi yokluğu, Rus İmparatorluğu'nun diğer bolleri genelinde Yahudi toplulukların göç etmesine yol açtı.

Rusya'da Haskalah
Batı Avrupa'dan farklı olarak, haskalah 'veya Yahudi Aydınlanması-, Yahudi cemaati dinsel aidiyetlerinden uzaklaşırken bile Yahudi kültürü ve değerlerinin korunmasına hizmet etti. Haskalah'tan etkilenen kesimlerin büyük bölümü, milliyetçi veya milliyetçi dindar biçimlerde hareket etti. Siyonizm ve Avrupa Yidiş kültürünün tezat ideolojileri ise, popülerliklerini artırdılar; çünkü Haskala'nın ulusalcı bir boyutu bulunmaktaydı. Bununla birlikte, Maskilimler, Yidiş'e karşıydı ve daha sonraları seküler bir Yidiş kültürü yarattılar.
Öte yandan, İbranice, Yidişçe ve Rusça olarak bir Yahudi gazetesi de çıkardılar. Rus Yahudilerini Rusça öğrenmek ve haskalahı yaymak konusunda teşvik etmek üzere zengin Yahudiler tarafından Hevrat Mefızei Haskalah kuruldu. Haskalah, giderek etüt salonlarına ve Musevi din okullarına doğru etkisini genişletmeye başlayınca, birçok öğrenci bu okullardan ayrılıp, seküler dünyaya asimile oldu.

II.Aleksandr dönemi
1881 yılında, Çar İkinci Aleksandır öldürüldü ve Yahudilerin durumu kötüleşmeye başladı. Cinayetler, kitle ayaklanmalarını tetikledi ve Rusya'daki durum herkes açısından anarşik ve kaotik bir hal aldı. Bu durumdan ise, Yahudiler suçlu tutuldu. Toplu kıyımlar, yağmalar, cinayetler ve ırza geçmeler yaşandı. Rus entelektüellerin bu sürece verdikleri destek ise, birçok Yahudi'yi şaşkına çevirdi. Özellikle de asimile olan Rus aydınlarını'
1882 Mayıs'ında, Yahudileri toplu kıyımlardan sorumlu tutan yasalar çıkarıldı. Bu durum, Yahudi arazi sahipleri üzerinde kısıtlamalar getirilmesine, Yahudilerin köylerde yaşamalarının yasaklanmasına ve seküler okullarda okuyan Yahudi sayısının, Pale Yerleşimi'nin %10'u, diğer yerlerin ise %35'i ile sınırlandırılmasına yol açtı. Bu ayrımcılık, Yahudilerin Rus toplumuna gücenmesine sebep oldu. Yahudiler, sistematik olarak Moskova'dan sürüldü. Polis, ayrımcı yasalar uygularken, medya da Yahudilere karşı küstah bir propagandaya girişti.
İkinci Nikola başa geçtiğinde (1894-1918), Yahudilerin durumu daha da kötüleşti. 1903'teki toplu kıyımın ardından, bu tür kıyımlar bir hükümet politikasına dönüşüp, 1905 Ekim'inde zirve noktasına erişti. Rus sağcılar, bugün bile bazı topluluklarda popülerliğini koruyan büyük bir Yahudi karşıtı evrak sahtekarlığına imza attılar: 'Yahudi Atalarının Protokolleri'. (Siyon Prtokolleri)

1912 yılında orduda bulunan Yahudilerin sayısını dikkate almaksızın Yahudilerin torunlarının bile askerlik hizmetini yapmalarını yasaklayan yeni bir yasa çıkarıldı. 1897'deki nüfus sayımı, sayıları 5.189.400'ü bulan Rus Yahudilerinin, toplam Rusya nüfusunun %4'ünün biraz üzerinde olduğunu ortaya çıkardı. Dünyadaki Yahudi nüfusunun ise neredeyse yarısı Rusya'da yaşamaktaydı.

Yahudilerin Siyasileşmesi' Sosyal Radikalizm & Siyonizm
Çarların baskıcı politikalarının ve Yahudilerin artan sosyal özgürlüklerinin bir sonucu olarak, Yahudiler orantısız bir şekilde Rus radikallerinin safına katıldılar. Sosyal Demokratların liderleri (ki içlerinde J. Martov ve L. Troçki ile Rus Sosyal Devrim Partisi'nin liderleri de vardı), hep Yahudi idi. Yahudilere ait bir devrimci işçi hareketi kuruldu. Yahudilerin kurdukları işçi sendikaları, Bund'u (Yahudi İşçi Partisi' Editör Notu) oluşturdu.
Kendisini tüm Ruslar için Sosyal Demokrat bir yapının parçası olarak gören Bund, Yahudilerin sorunlarını 'özellikle de Yahudi kitleler için kültürel otonomi meselesini ele aldı. Ayrı bir okul sistemi kurulmasını savundu. Yidiş'in ulusal bir dil olması, Yidişçe yayın yapan basın ve edebiyat kanallarının geliştirilmesi gerektiğini ileri sürdü.
Yahudilerin gördüğü baskıya bir diğer yanıt ise, Siyonist hareketin içinden geldi. Hibbat Siyon hareketi, 1881-1883 yıllan arasındaki toplu kıyımların ardından Siyonizm'i Rusya içlerine dek taşıdı. Rusya'dan kaçan az sayıdaki Yahudi, İsrail diyan Eretz Yisrael'e geldi. Batı Avrupa'da Siyonist hareketin merkezi örgütlenmeleri (Dünya Siyonist Örgütü gibi) kurulurken, Doğu Avrupa'dan kitleler halinde destekçi ve üye akını başladı.
Siyonist hareket, Rus Yahudi topluluğunun tüm kesimlerinde önemli bir destek kazandı. Siyonist hareketin ardındaki bu kapsamlı desteğe rağmen 'veya bu destek yüzünden, Siyonist örgütler, Rusya'da 'yasadışı' ilan edildi. Ancak, Rus Yahudileri, İkinci Aliya'nın (geri dönüş ' Editör Notu) çoğunluğunu oluşturdu ve Siyonist İşçi Hareketi'nin temellerini attı. Siyonist hareketin büyümesi ve Siyonist düşüncesinde özsaygı ve özsavunmanın öneminin artmasıyla birlikte, 1903 yılında yeni toplu kıyımlar yaşanırken, Yahudi gençliği kendisini korudu ve Bund, Siyonistler ve Sosyalist Siyonistler tarafından öz müdafaa örgütleri kuruldu.

Kültürel Tepkiler
Siyonizm'in büyümesi, İbranice'nin de yaygınlaşmasına yol açtı. Bu süre zarfında, İbranice ve Yidişçe edebiyatta hızlı bir büyüme yaşandı. Rusya'da Hayim Nachman Bialik, Ahad Ha'Am, Saul Tchernickowsky ve Yidişçe yazan Shalom Aleichem ve I. L. Peretz gibi büyük yazarlar, 19. Yüzyıl sonu, 20. Yüzyıl başlarında ortaya çıktı.
Yahudilere ait birçok büyük hikâye de bu dönemde kaleme alındı. Yidişçe ve İbranice basının yıldızı da aynı dönemde parladı.
Yidişçe destekçileri arasında bazı anlaşmazlıklar baş göstermişti; keza onlar Yahudilerin geleceğini Rusya'da görürlerken; Siyonistler ise, Yahudilerin geleceğinin Yahudi anayurdu Eretz Yisrael'de olduğunu iddia ediyorlardı. Yidişçe yanlılarının dillerinin üstünlüğünü ilan etmesinden kısa süre sonra, İbraniceyi savunan Siyonistler ile Bund arasında çetin bir mücadele yaşandı ve Rus Entelijansıyası, Yahudi ideolojisinin bu boyutu konusunda ikiye ayrıldı.

Birinci Dünya Savaşı
Birinci Dünya Savaşı'nın ufukta görünmesiyle birlikte, Rus Yahudileri, Rusya'nın savunmasına katılırlarsa, toplum içindeki standart altı rollerini artırabileceklerini hissettiler. 400.000'in üzerinde Yahudi askere çağrıldı ve 80.000'i de ön cephelerde görev aldı. Pale Yerleşimi'nde gerçekleşti muharebeler' Ve milyonlarca Yahudi öldü. Bununla birlikte, Rus ordusu yenilgiye uğradığında, Yahudi karşıtı komutanlar, Yahudileri suçladılar ve onların kendilerine ihanet ettiğini, Almanlara casusluk ettiklerini iddia ettiler. Yahudiler kaçırıldı ve casusluk yapmaya zorlandı. Tüm bu gelişmelerin kısa süre sonrasında, cephe hatlarının yakınlarında yaşayan Yahudiler kitleler halinde bulundukları yerden kovuldular. 1915 Haziran’ında, Litvanya’nın kuzeyinden ve Courland'dan sınır dışı edildiler.
Bir ay kadar sonra, yazı ve resimde İbranice karakterlerin kullanımı yasaklandı; dolayısıyla hem İbranice hem de Yidişçe yazmak imkansız hale geldi. Yahudilere karşı yapılan ayrımcılık karşısında tek vücut olan Batılı kamuoyu, Batı ülkelerinden Rusya'ya kredi gelişini de zorlaştırmış oldu. Kısa süre sonra, Ruslar, Yahudilere ayrımcılık getiren yasalan uygulamaya son verdiler. Ve Polonya ve Litvanya'dan gelen Yahudi mülteciler, Rusya'nın orta bölgelerine doğru yerleştiler.
Avusturya ve Macaristan'ın 1915 yılında gerçekleştirdikleri fetihler, 2.260.000 kadar Yahudi'yi (yani Rusya'da yaşayan Yahudilerin %40'ını) askeri idare kapsamına soktu. Bu Yahudiler, Rus Çarı'nın hak ihlallerinden kurtulmuşlardı; ancak aynı zamanda aileleri ve komşularından da ayrı düşmüşlerdi. Rusya'da Yahudice yayın yapan basın organları susturuldu; Yahudi gençliği silahaltına alındı. Doğu Avrupa'nın geri kalanındaki Yahudiler, Rus Yahudileri'nden sökülüp alınınca; bu durum, sosyal ayaklanmalara neden oldu. Sosyal ayaklanmalar ise, Doğu Avrupa Yahudiliği'nin tüm boyutlarını etkiledi.

Şubat Devrimi
1917 Mart başında, II. Nikola, tahttan feragat edince, 300 yıllık Romanov iktidarı sona erdi. Geçici bir hükümet kuruldu. 16 Mart 1917'de, geçici hükümet, Yahudilerin üzerindeki tüm kısıtlamaları kaldırdı. Yahudilere, tüm kamu görevlerine gelme hakkı verildi ve yeni özgürlükler edinmeleri sağlandı. Yahudi karşıtlığı, geçici hükümetin sağladığı yeni özgürlükler sayesinde, artık yeraltına süpürüldü. Yahudilere verilen özgürlükler neticesinde, Şubat devrimi, Yahudi cemaatinden önemli bir destek gördü. Yahudiler, Devrim'in her aşamasında son derece aktif rol oynadılar; birçok partide liderlik pozisyonlarına eriştiler. Yahudilerin, aynı zamanda Yahudi milliyetçi politikalarına da müdahil olmalarına izin verildi.
1917 yılında Siyonist hareketi canlandı ve ülke çapında Siyonist gençlik grupları kuruldu. İbranice kitap kulüpleri ve basın organları açıldı. Kasım ayında, Balfur Deklarasyonu'na ilişkin haberler Rusya'ya ulaştığında, büyük kentlerde Siyonizm yanlısı mitingler yapıldı. 'Yahudi Askerler Birliği' adı altında bir öz müdafaa örgütü kuruldu. Başında da Joseph Trumpeldor bulunuyordu. Bundan sadece birkaç ay soma, geçici hükümet ciddi biçimde zayıfladı ve anarşi etrafta kol gezmeye başladı. Önceden yeraltına süpürülmüş olan Yahudi karşıtlığı yeniden gün yüzüne çıktı. Rus imparatorluğu çapında münferit pogromlar yaşandı. 1917 Ekim'inde Bolşevik Devrimi sonunda geçici hükümet yok edildi. Kısa bir süre soma, Rusya, 1921'e dek sürecek bir iç savaşa sürüklendi.
1917 Ekim ila 1921 yılları arasında, Yahudi karşıtı şiddet, yaygınlık kazandı. Kızıl Ordu'nun münferit askerleri Yahudilere saldırırken, Kızıl Ordu'nun resmi politikası, Yahudi karşıtı saldırıları kontrol altına almak olunca, bu durum Yahudilerin Kızıl Ordu'ya ve Sovyet Rejimi'ne sempati duymasıyla sonuçlandı. Beyaz Ordu ise, Kazaklar ve Yahudi karşıtlığının neferi olan devlet memurlarıyla doldurulmuştu. Beyaz Ordu, Yahudi karşıtlığıyla adeta doydu ve sloganı da; 'Yahudilere Saldır ve Rusya'yı Kurtar!' idi.

Sovyet Denetimi Altında
Sovyet Rusya'nın sınırlan daraldığı için, daha önce Rus kontrolü altında bulunan birçok Yahudi, kendilerini bir anda Sovyet İmparatorluğu'nun sınırları dışında buluverdiler. Sadece 2,5 milyon kadar Yahudi, Sovyet denetiminde kaldı. Bolşevikler, Yahudi-karşıtlığım inkar ettiler ve Yahudiler üzerindeki sivil kısıtlamaları azalttılar.
Önceden asimile olmuş ve toplum üzerinde nüfuzu bulunan Yahudiler'in etkisiyle, Bolşevikler, Yahudilerin asimilasyonunu 'Yahudi sorununun yegane çözümü' olarak görmeye başladılar. Bu süre zarfında, Yahudilerin milliyetçi damarlan kısıtlandı. Bolşevik liderlerin Yahudi-karşıtlığıyla mücadeleleri, onlara Yahudi topluluklarından geniş halk desteği sağladı. Yahudi gençliği, tüm heyecanlarıyla, aslında Leon Troçki adlı bir Yahudi'nin kurduğu Kızıl Ordu'ya katıldılar.
1926 yılında, Yahudiler, Kızıl Ordu memurlarının %4,4'ünü oluşturuyorlardı. Bu da, genel nüfusa olan oranlarının üç katından fazlasına karşılık geliyordu. Ülkenin idari yeniden yapılandrılmasında Yahudi elitler de görev aldılar. Küçük ancak etkili bir Yahudi grup, Rusya'nın yeniden inşasına yardımcı olurken, Sosyalistlerin ekonomi politikaları, kitleleri zayıflattı. Bolşevikler, aynı zamanda hükümet içinde özel bir 'Yahudi birimi' kurdular. Keza, Yahudi dinine bağlı milyonlarca Yahudi bulunuyor ve bunlar ibranice konuşuyorlardı. Komünistler ise, Yahudi dinine, İbraniceye ve Siyonizm'e olan nefreti güçlendirmek için seküler asimile olmuş Yahudileri aralarına aldılar.
1919 Ağustos'unda, Yahudi cemaatleri dağılmış; mal varlıklarına el konmuştu. Yeshivot ve cheder gibi Yahudi eğitim ve kültürüne ait geleneksel kuruluşlar kapatıldı. İbranice eğitim ve İbranice kitap basımı yasaklandı. 1928 yılında, din kitapları ve Yahudi takvimleri basmak bile yasak kapsamına alındı. 1927 yılında, Habad Haşidizm'in lideri Rabbi J. Schneerson, hapse atıldı ve Rusya'dan sürüldü.
Bununla birlikte, her ne kadar İkinci Dünya Savaşı'nın ardından yüzlerce Haşidizm yanlısı Rusya'yı terk edip Eretz Yisrael'e kaçmış olsalar da, Rusya'da Yahudilere ait dini faaliyetler 'yeraltından' sürmeye devam etti. Yahudilerin dini yaşantısı üzerinde artan kısıtlamalar ise, Siyonizm'i güçlendirdi.
Yidiş kültürü, aynı zamanda 'Yahudi proleterya kültürü'nün kurulması yoluyla güçlenmiş oldu. Yidişçe yayın yapan gazete ve basın organları kuruldu; ancak İbranice matbua ile bağlarmı koparmak üzere Yidişçe yazım, Rus yazımıyla fonetikleştirilmişti. Ruslar, Yidişçe'ye resmi statü verdiler; öyle ki mahkemeler Yidişçe yapılmaya başlandı ve Yidişçe eğitim veren okul sistemlerine önemli kaynak yatırımları yapıldı. Bununla birlikte, bir süre sonra Yahudi aileler, bu okullara karşı çıkmaya başladılar; keza okulların Yahudi kültürüyle yegane bağlantısı, Yidiş literatüründeki birkaç satırla sınırlıydı ve okullarda din karşıtı eğitim veriliyordu Okulların kalitesi azaldıkça, giderek yok oldular.
Yidiş kültürü yok olunca, yerini kültürel asimilasyona bıraktı. Yahudi çocuklar Rusça konuşmaya ve Rus okullarına gitmeye başladılar. Karma evlilikler yaygın olarak görülmeye başlandı. Yahudiler Rusya'nın kültür yaşantısında önemli bir rol üstlenmeye başladılar, ikinci Dünya Savaşı sırasında, Yahudilere zulmetmeye yönelik birçok girişim durduruldu, ikin Dünya Savaşı başladığında, Yahudiler Sovyet ordusunda önemli bir rol üstlen diler. Cephe hatlarındaki rolleri, diğer ulusal gruplardan 'orantısız bir şekilde çok daha fazlaydı.
Sovyet Yahudilerinin büyük bölüm Holokost sırasında hayatını kaybederken, Rusya'da yaşayanlar canlarını büyük ölçüde kurtardılar. Bununla birlikte, İkinci Dünya Savaşı'nın ardından Sovyet Yahudilerini yok etmeye yönelik girişimler bırakılan noktadan yeniden başladı. Stalin'in 1953'te ölümüne dek, Sovyet Yahudileri gulaglara (Sovyet çalışma kampları - e.n) yerleştirildi ve ciddi boyutlarda fiziksel baskılarla karşılaştılar. 1952 yılında, Stalin, 'Katledilen Şairler Gecesi' sırasında Rusya'daki Yahudi cemaatinin önde gelen bir dizi entelektüelini öldürttü. Stalin'in ölümünden sonra bile, Yahudiliği ve Yahudi kültürünü sindirmeye yönelik girişim devam etti. Yahudilere ait kitaplar ve dini makaleler, ülkeye gizlice sokulmak zorunda kaldı ve bu kitap ve makaleleri kullanma girişimleri, hep kaçak yollardan gerçekleşti. Bu 'gizlilik' durumu, Yahudi yaşantısına sadece az sayıda bireyin nüfuz edebilmesine neden oldu. Yahudi yaşantısını sürdüren az sayıdaki Yahudi, 'refusenik' olarak adlandırıldı ve Sovyet mercileri tarafından ciddi şekilde cezalandırıldı. 1965 yılı itibariyle, Rusya genelinde hepsi topu sadece 60 sinagog kaldı. Ancak Gorbaçov'un göreve gelmesi ve glasnost politikasını uygulamaya geçirmesiyle birlikte Sovyet Yahudilerin üzerindeki kısıtlamalar gevşemiş oldu.
Altı Gün Savaşları'nın ardından, Sovyetlerin Yahudilere karşı uyguladığı ayrımcılık arttı. Bu ayrımcılığa karşın, Altı Gün Savaşları, Yahudilerin ulusal bilinç düzeyini güçlendirdi. 1970 yılında, Sovyet Yahudilerinin içinde bulundukları kötü duruma dikkat çekmek isteyen 11 kişi (içlerinden 9'u Yahudiydi), dünya kamuoyunun dikkatini çekmek üzere bir uçak kaçırma girişiminde bulundular. Bu olay, Sovyet Yahudileri'nin hareketine yeni bir soluk kazandırdı. Uçak korsanlarından biri, Yusuf Mendeleviç, Rusya'da tamamen seküler bir kişi iken, şimdilerde İsrail'de bir haham'
Yahudiler, Sovyet mercileri tarafından potansiyel düşmanlar olarak görülüyorlar. Bunun kısmen nedeni, birçok Yahudi'nin ABD'de akrabalarının olması'

1980 ve sonrası

Sovyetler Birliği'nin dağılmasının ardından bile, Rusya, dünyadaki en büyük Yahudi topluluklarından birine sahipti. Rusya; (ABD, İsrail ve Fransa'dan sonra) bugün dünyanın dördüncü büyük Yahudi cemaatine ev sahipliği yapıyor. Moskova ve St.Petersburg, Rusya'daki diğer büyük kentlerle birlikte, binlerce Yahudi barındırıyor.
Bununla birlikte, 1800'lü yıllara dek Rusya'daki kentsel bölgelerde çok az Yahudi yaşar; çoğu Pale Yerleşimi'nde ikamet ederdi. Pale Yerleşimi, hali hazırda Ukrayna, Beyaz Rusya, Moldova, Litvanya ve Polonya topraklarını kapsıyor. Sovyet egemenliği sırasında, Komünist hükümet, ülke içindeki tüm dini yaşantıyı yok etmeyi hedefledi. Bu da, Yahudi cemaati içinde ciddi boyutlarda bir asimilasyon ve sekülerleşmeye yol açtı. Sovyet hükümeti, Yahudilerin ayrı bir birim ve milliyet olarak varlıklarının silinmesi için elinden geleni yaptı. Bu süre zarfında, dünya çapındaki Yahudiler, Sovyet Yahudilerine destek oldular. 1980'li yıllarda ise, Gorbaçov'un göreve gelmesiyle birlikte, üzerlerindeki baskılar tedrici olarak azaldı. Sovyetler Birliği de, bir yandan dağılma sürecine girmişti.

Son Gelişmeler (Sovyet sonrası Rusya)
Rus Yahudileri, göç ve nüfusun yaşlanması yüzünden giderek küçülüyor. Sovyetler Birliği'nin dağıldığı dönemde, milyonlarca Yahudi, Rusya ve eski Sovyet devletlerine ait topraklan terk etmişti. Yahudiler, öncelikli olarak İsrail ve ABD'ye yerleştiler. Bununla birlikte, 2000'den beri, göç eğilimi yavaşladı ve gerek Rusya'daki gerekse eski Sovyet topraklarındaki Yahudi yaşantısının yeniden canlandırılması için daha fazla çaba harcanmaya başlandı.
2003 yılında, Rusya, Yahudi okullarından oluşan bir ağ kurdu. Ağ dahilinde; 17 gündüz okulu, 11 anaokul ve 81 yardımcı okul bulunuyor; yaklaşık 7000 öğrenci eğitim görüyordu. Ayrıca, dört adet Yahudi üniversitesi de vardı. Büyük kentlerde, sinagogları ve hahamlarıyla Yahudi varlığı hissediliyordu. Hasidik bir mezhep olan Çabad-Lubaviç, Rusya'daki Yahudi dini hayatının yeniden inşasında önemli bir rol üstlenmişti. Moskova'daki Çabad'lar, dört okul açtılar ve Yahudilere ait bir Cemaat merkezi kurma çalışmalarını sürdürüyorlar. Üniversite müfredatlarına Yahudi eğitim programları ekleniyor.
Yahudi Dini Cemaatler Birliği, Ortodoks kuruluşları ve dini yaşantısını destekliyor. İlerlemeci (Reform) hareketi ve Masorti (Muhafazakar) hareketleri de, bu konuda önemli başarı sağlıyorlar. Sovyet döneminde karma evliliklerin oranının artmasının ardından, Yahudi soyundan gelen, ancak Yahudi yasalarına göre Yahudi kabul edilmeyen birçok Rus ortaya çıktı. İlerlemeci Hareket, işte bu kesimler arasında destek buldu; keza İlerlemeciler'in baba soyunu temel alan yaklaşımı, Yahudi yasalarına göre Yahudi kabul edilmeyen birçok kişiyi Yahudi topluluğunun içine kabul ediyor.
Birçok Rus kenti, kendi İbranice gazetelerini basarken; diğer kültürel, sosyal ve dini kuruluşlar da yaygınlık kazanıyor. Moskova'da beş sinagog, altı gündüz okulu, yeshivalar ve bir kosher restoranı (Yahudi inançlarına ve beslenme kurallarına uygun yemek hazırlanan restoranlar' e.n.) bulunuyor.
Rusya'da Yahudi dini kuruluşlarının artması da, Yahudi karşıtlığına hedef tahtası oluşturuyor. Otobanlarda Yahudi karşıtlığı sloganlar ve işaretler göze çarpıyor. 2002 ve 2003 yıllarında, sinagoglar ve mezarlıklara saldırıda bulunuldu. Hatta gerçek ve sahte bombalar dahi kullanıldı. Moskova'da, 28 yaşındaki bir öğrenci, bu Yahudi karşıtı işaretlerden birini kaldırmaya çalışırken, bir patlama sonucu ciddi şekilde yaralandı. Rusya'da dini kuruluşların artan bir varlık sergilemesine karşın, yıllar süren asimilasyonların ardından Rus Yahudilerinin büyük bölümü, artık gözlemci olmaktan çıkıp, Yahudiliği 'etnikkültürel bir davranış' olarak görmeye başladılar. 20.yüzyıl sonu ve 21.yüzyıl başlarındaki kitlesel göç hareketlerinin ardından, Rusya'da yaklaşık 400.000 ila 700.000 kadar Yahudi bulunuyor; ki bu da Rus nüfusunun %9,27'si ila 0,48'ine karşılık geliyor.
Rusya'da Yahudi cemaatinin aktif olduğu bölgelerden birisi de St. Petersburg. Burada bulunan Büyük Sinagog, kentteki Yahudi kültürünün büyük bölümünden sorumlu tutuluyor. St. Petersburg'da iki Yahudi gündüz okulu ve hem kadınlara hem de erkeklere yönelik bir Yeshivot bulunuyor. Tam teçhizatlı bir kosher mutfağı ve yemek salonu da, cemaat üyelerine ve yoksul vatandaşlara günlük yemek servisinde bulunuyor.
Sinagog, aynı zamanda, cemaat içindeki yoksul veya öksüz çocuklara da yuva imkanı sağlıyor. Sinagog üyelerinden çoğu, cemaatin hayır kuruluşuna mensup.

İsrail'le ilişkiler
Sovyetler Birliği, İsrail'i 1948 yılında derhal tanıdı. İki ülke arasındaki bağlar ise, İsrail'in Batı ile müttefik olmasının ardından çarpıcı biçimde kötüleşti. Yahudilerin bir millet olduklarına dair fikirler ise, Yahudi karşıtı hisleri daha da körükledi. 1967 yılında, Sovyetler Birliği, İsrail ile diplomatik bağlarını kopardı ve bu bağlar ancak 1992'de yeniden kuruldu. Altı Gün Savaşları'ndan kısa süre sonra, Sovyetler Birliği'nde kitlesel bir propaganda kampanyası başlatıldı. Kampanya sırasında, Siyonist ile Yahudi kişi arasında herhangi bir ayrım yapılmaksızın Siyonizm ve İsrail'e iftira atılmaktaydı. 1967 yılındaki savaşın ardından, İsrail'e doğru Yahudi göçü durdu. Sovyetler Birliği, Arap devletlerinin başlıca silah tedarikçisi haline gelmişti.
1948 ila 21. Yüzyıl başları arasında, yaklaşık 600.000-700.000 kadar Yahudi, eski Sovyetler Birliği topraklarından İsrail'e göç ettiler. Rus göçmenler, İsrail toplumunun başat (hakim) bir unsurudur. İsrail'de, Rus dilinde yayın yapan birçok gazete, televizyon, dergi bulunur. Rusya, aynı zamanda, BM, ABD ve AB ile birlikte Arap-İsrail barış sürecinde kurulan ve 'Yol Haritası'nı destekleyen Barış Dörtlüsü'nde rol almıştır.

TURQUIE Diplomatique NİSAN 2011 – Sayı:27
YENİ PARA SİSTEMİ ARAYIŞI

Dünya ekonomisi, 20'inci yüzyılın ortalarında Bretton Woods'ta ayağa kaldırılmıştı. Reel ekonominin yerini sanal paraya kaptırması dengeli büyümenin sonu oldu.
Şimdi ise yeni bir para sistemi arayışı başladı. Eski Uluslararası Para Fonu Başkanı Michel Camdessus, dünya para sisteminin radikal reformlara ihtiyacı olduğunu söylüyor. 20'ler Grubu Dönem Başkanı Fransa'nın Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy'ye danışmanlık yapan Camdessus döviz piyasalarında aşırı dalgalanmaların olduğunu, çoğu zaman para kurlarının ekonomik realiteleri yansıtmadığını ve bu nedenle de dünya paralarının yeni bir sabit çıpaya ihtiyacı olduğunu belirtiyor.
New Hampshire mucizesi
İkinci Dünya Savaşı'nın ardından dünya ekonomisinin yeniden şekillendirildiği yılları hatırlayan iktisatçılar nostaljik bir şekilde iç geçirmeden edemiyorlar. O yıllarda dünyanın düzeni vardı. Sabit döviz kurları, düşük faizler ve bütün dünyada rezerv para birimi ve ödeme aracı olarak kabul görmüş Amerikan doları vardı. Bu nasıl olmuştu? 1944 yılında ABD, savaşın yerle bir ettiği dünya ekonomisini ayağa kaldırmak üzere, Almanya ve Japonya ile savaşan bütün devletleri New Hampshire eyaletindeki Bretton Woods kasabasına davet etmişti. Uluslararası yeniden imar ve kalkınma bankası, kısa adıyla Dünya Bankası ile Uluslararası Para Fonu bu buluşmada kurulmuştu. Dünya Bankası, Avrupa ile Asya, Afrika ve Latin Amerika'daki gelişme halindeki ülkelerin yeniden imarıyla görevlendirilmişti. Para Fonu ise, ekonomik yetersizliklerin baskısı altındaki milli paraları istikrara kavuşturacaktı.
Dolar dünya parasıydı
Bretton Woods'un en önemli sonucu ise, savaş sonrası dünya ekonomik sistemine altın ve Amerikan dolarının baz alınacak olmasıydı. ABD dünya altın rezervinin üçte ikisine sahip olduğundan Amerikan dolarının rezerv para birimi olması kaçınılmazdı. Böylece ABD savaştan sonra siyasi ve askeri olduğu kadar ekonomik bakımdan da dünya liderliğine yükselmişti. Viyana'daki Ekonomik Araştırmalar Enstitüsü'nden Stephan Schulmeister o yılları biraz arar gibi konuşuyor:
"1950 ve 60'lı yılların reel kapitalizmi ekonominin motoru olmuştu. Kâr gayesi sistematik şekilde reel ekonomiyle ilgili faaliyetlere odaklandırılmıştı. Döviz kurları sabit, faizler de düşüktü. Borsalar adeta uykudaydı. Hammadde fiyatları istikrarlıydı. Böyle bir ortamda finans piyasasında spekülasyon yapıp zengin olmak mümkün değildi. Bu şartlar altında kâr güdüsü mecburen reel ekonomiye yöneliyordu. Bunun sonucunda ekonomik mucize yaratılmış, tam istihdam sağlanmış ve kamu borçları azalırken, sosyal devleti büyütmek mümkün olmuştu."
Savaşla gelen bozulma
ZAMANIN ABD BAŞKANI LYNDON B. JOHNSON, VİETNAM'DA KÖŞEYE SIKIŞAN FRANSIZ İŞGAL GÜCÜNE YARDIM ETMEYE KALKIŞINCA İŞLER BOZULDU. Savaş çok pahalıya mal oldu. ABD'nin altın rezervi dolar tahvillerini karşılayamaz duruma geldi. Sabit kur sistemi sallanmaya başladı. Fransa ve diğer devletler ellerindeki doları altına çevirmek isteyince Başkan Richard Nixon dolar-altın paritesini kaldırdı. İktisat profesörü Schulmeister 1971'den sonra sadece döviz kurlarının dalgalanmaya bırakılmadığını ama aynı zamanda ekonomik rejimin de değiştiğini anlatıyor. Schulmeister, şunları kaydediyor:
Zamanın ABD başkanı Lyndon B. Johnson, Vietnam'da köşeye sıkışan Fransız işgal gücüne yardım etmeye kalkışınca işler bozuldu. Savaş çok pahalıya mal oldu. ABD'nin altın rezervi dolar tahvillerini karşılayamaz duruma geldi. Sabit kur sistemi sallanmaya başladı. Fransa ve diğer devletler ellerindeki doları altına çevirmek isteyince Başkan Richard Nixon dolar-altın paritesini kaldırdı. İktisat profesörü Schulmeister 1971'den sonra sadece döviz kurlarının dalgalanmaya bırakılmadığını ama aynı zamanda ekonomik rejimin de değiştiğini anlatıyor. Schulmeister, şunları kaydediyor:
"Son 40 yılın finans kapitalizmi istikrarsız döviz kurlarının, tutarsız faiz oranlarının, bir inip, bir çıkan borsa endekslerinin ve son derece değişken hammadde fiyatlarının müsebbibidir. Bu durum spekülasyona davetiye çıkarıyor, vurgunculuk fiyat istikrarını bozuyor ve şirketler de bu yüzden reel yatırımlarını azaltıp talihini spekülasyonla deniyor."
Spekülasyon karşılıksız parayı katlıyor
Böylece dünya para sistemi reel değerlerden soyutlanmış oluyordu. Dünya ekonomisi artık genel geçer bir değer kıstasından mahrumdu. Para ancak özel bankaların açtığı kredilerle yaratılabiliyordu ve bu maddi karşılığı olmayan paraydı. Bilgisayar teknolojisi sayesinde sanal para elektrik hızıyla dünyayı dolaşıyor, spekülatif (havadan) döviz ticareti astronomik boyutlara varıyordu. Günümüzde mal ve hizmet mübadelesi döviz ticaretinin sadece yüzde beşini karşılıyor. Döviz alım satımlarının yüzde 95'i spekülatif amaçla yapılıyor. Böyle bir manzara karşısında 1950'lere dönmek daha iyi olmaz mı? Stephan Schulmeister bu soruyu şöyle yanıtlıyor:
"Hayır. Ama önce teşhis doğru konmalı. Krizin sisteme bağlı nedenlerini ortaya çıkaran teşhise göre finans cambazlığı ve spekülasyonun değil işletmeciliğin muteber olması gerekirdi. Ama son otuz yılda bunun tam tersi yapıldı. Hatanın düzelmesi için 1950'lere dönmeye lüzum yok. Ama tedavinin her aşamasında nasıl işletmeciliğin ön plana çıkartılıp mali spekülasyonun önlenebileceğinin düşünülmesi gerekir."
Onunla da onsuz da olmuyor
Eski Para Fonu Başkanı Michel Camdessus da Bretton Woods'un çökmesiyle para sisteminin reel referanstan mahrum kaldığını belirtiyor. İkilem de burada ortaya çıkıyor. Referans noktası olmadığı için Amerikan doları alternatifsizliği sayesinde anapara birimi olmaya devam ediyor. Çin dolar devrinin kapandığını savunuyor ama doların yerine ne konacağını Pekin yönetimi de bilmiyor. Bu nedenle yenidünya para sistemi hakkında kafa yormanın bir anlamı olmadığını söyleyenlerden biri de, Kiel Dünya Ekonomisi Araştırma Enstitüsü Başkan Vekili Rolf Langhammer:
"Döviz kurları ve dünya ekonomisindeki dengesizliklerin belli bir koridorda dalgalanabileceği bir para sistemi yararlı olmaz. Dünya para sisteminin merkezini oluşturacak bir rezerv birimine ihtiyacımız var. Ama dolardan başka rezerv para birimi de tanımıyoruz. İşte Çinlilerin açmazı da burada yatıyor: En büyük dolar alacaklısı onlar. Doları yeriyorlar ama aynı zamanda da destekliyorlar. Bu ikilem ortadan kalkmadan yeni dünya para sistemini gündeme getirmek nafiledir."
(Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, 2009 yılında, Çinlilerden ABD Hazinesi bonolarını satın almalarını rica etmişti.)
( ROLF WENKEL)

*****

VAADEDİLMİŞ TOPRAK: TÜRKİYE

ING, BNP Paribas Fortis ve Dexia'dan Sonra Ageas da Boğaz'ın Deniz Kızlarının Cazibesine Kapıldı...
Güçlü büyüme perspektifinin çektiği Batılı büyük mali kurumların çoğu, son yıllarda birbiri ardına Türkiye'ye ayakbastılar. Boğaz'ın cazibesine kapılan sonuncusu Ageas oldu. 162 milyon avro karşılığında Belçika sigorta şirketi, Türkiye'nin hayat sigortası yapmayan dördüncü büyük (piyasa payı yüzde 8) sigortacısı Sabancı grubunun yüzde 31 'ini aldığını açıkladı.
Ageas böylece, Türkiye'de bulunan diğer çok sayıdaki Belçikalı aktörün yanında yerini aldı. 2005 yılında Fortis 1 milyar avro karşılığında Dışbank'ı satın almıştı.
Ondan bir yıl sonra Dexia, 2,4 milyar avro karşılığında Denizbank'ı ele geçirdi.
ING ise 2007 yılında 2,7 milyar avro karşılığında Oyak Bank'ı satın aldı.
Satın alınan bu üç kurum şimdi bizim "başlıca" bankalarımızın çok umut bağladıkları bir aracı oldu. Zamanı geldiğinde Denizbank, Dexia'nın büyüme motoru olacak. Dexia'nın Türkiye'deki faaliyetleri, Bankanın gelirinin üçte birini teşkil edecek. BNP Paribas ise, TEB ve eski Fortis'in mirasının birleşmesi ile ülkenin başlıca bankalarından biri olmaya başladı. ING ise, ING Türkiye'yi iki kat büyültmeye hazırlanıyor.
Türkiye'nin kurumlarını sadece "Belçika" banka ve sigorta şirketleri almadı. İngiliz HSBC 2001 yılında Demirbank'ı satın aldı. Citigroup, Türkiye'nin başlıca bankalarından biri olan Akbank'ın yüzde 20'sini elinde bulunduruyor.
İtalyan UnıCredıt, 2005 yılında Yapı Kredi'ye el attı.
İspanyol BBVA son olarak Garanti Bank'ı aldı.
İtalyan sigortacı Generali ise Generali Sigorta ile Türkiye’de.
TÜRK PİYASASININ ÇEKİCİLİĞİ NEREDE?
Ekonomi giderek büyüyor. 2000'li yıllardan beri büyüme oranı, dünyanın en yüksek oranlarından biri. Üstelik bankacılığa ve sigortaya alışmamış 75 milyon nüfus. (Onlara göre soyulmaya hazır kitle demek oluyor. Y.) Ayrıca Türkiye'nin, Avrupa ve Asya arasındaki özel coğrafi konumu göz ardı edilemeyecek bir çekicilik sağlıyor.
(SEBASTIEN BURON) (Trends-Tendances - 2 Mart 11)




YORUM:
Bu yazılardan benim anladığım dar gelirli kardeşlerim ve maaşlı olan kardeşlerim altına her ay bir kısım para ayırınız. Yukarıdaki yazıya göre gelecekte oluşacak finans kriz muhakkak var. İnsanların kıyameti depremi finans sektörü ile olacak gibi.
Faizdeki paralarınızın başına ne geldiğini biliyor musunuz? Yurt dışında
Şu anda onlar yok, hepsi kâğıt üstünde var. Bankaya gidin yüklü bir paranız varsa hemen ödeme yapmadıkları gibi sizi kandırmak için dalavereler sunacaklardır.
Ayrıca köyünde tarlanız ve arsanız varsa bir an önce oraları sağlama almaya çalışın. Yarın mecburen açlıkta, finansal krizin peşinden gelecektir. Hiç olmazsa toprağınız olurda belki ekip biçersiniz.
Sakın sakın bankalardan kredi çekmeyin. Sigorta adı altında paranızı toplamaya çalışanlara inanmayın hepsi muhakkak batacaklardır. Bu nedenle faize güvenip ihtiyarlığınızda sıkıntı çekmeyiniz. Kendi tasarrufunuzu kendiniz yapınız. Altın alın. Kimseye inanmayın tarih boyunca en geçerli akçe altındır.  Allah Teâlâ altını ticaret metaı olarak yaratmıştır. Şu an Sırbistan’daki insanların çektikleri durumu kendimize örnek almalıyız. Bizimde onlardaki gibi nüfusumuzda ihtiyar sayısı artış göstermektedir.
Yatırım diye çok açılmayın. Elinizdekiler ile kanaat edin. Bu şekilde rahat nefes alma imkânınız olur.
KAYNAK: TURQUIE  DIPLOMATIQUE, Mart-Nisan 2011, SAYI: 26

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar