Print Friendly and PDF

ZÜBDETÜ’L-MERÂTİB



Seyyid Ahmed Hüsâmeddin Dağıstanî kaddesellâhü sırrahu’l âli

Hzl: Zeynep Şeyma KUTLUCA

Türk İslâm tarihinde, bilhassa Selçuklulardan beri, İslam Tasavvufu ve Medeniyeti’ne eserleri, görüşleri, müridleri ve hizmetleriyle büyük katkılar yapmış sayısız tasavvuf büyüğü yer almaktadır. Gerek padişahlarla, gerek dönemin devlet erkânıyla yakınlıkları ve temsil ettikleri fikirler ile özellikle Osmanlı Devleti’nin kuruluş ve bakasında muazzam etkileri olan bu büyüklerden bir tanesi de; Osmanlı’nın son dönemlerinde yaşamış, beldenin kutbu olarak tanımlanmış Nakşbendî şeyhi Ahmed Hüsâmeddin Dağıstânî’dir. Gerek sohbetleri, gerek eserleriyle, Kur’an’ın hakîkatlerini, tasavvufî hikmetlerin yanı sıra, dönemin fen ve tekniğini de göz önünde bulundurarak açıklamaya ve halka yol göstermeye çalışan, Kurtuluş Savaşı sırasında himmetleri ve nasihatleriyle orduya ve halka yardım eden bu zatın Zübdetü ’l-Merâtib isimli eserini, Latin alfabesine aktararak, değerlendirmesini yapmaya çalıştık.

Zübdetü’l-Merâtib, müellifin “Hakayıku’t-tecrîd fî Menâzili’t-tevhîd” isimli Arapça olarak kaleme aldığı eserinin, kendisi tarafından yapılmış kısmî çevirisi ve kızı Fatımatü’z-Zehra’nın sohbetlerinde tuttuğu notların birleştirilmesiyle oluşmuş, Türkçe bir eserdir. Eserin yazma nüshası ne yazık ki günümüze ulaşmamıştır. Bunun sebebi, müellifin pek çok eserinin yok olduğu 1918 Fatih yangını olabilir. Bu sebeple biz, eserin latinizesinde matbu nüshayı esas almakla beraber, değerlendirme konusu olan “letâif’e müellifin bakışını tespit ederken, “Hakayıku ’t-tecrîd fî Menâzili’t-tevhîd”' den de faydalandık.

Günümüze kadar tasavvufun pek çok tanımı yapılmakla beraber, bunların hiç birisi efradını cami’ ağyarını mani tanımlar olamamıştır. Bu biraz, Mevlana’nın hikâyesinde, karanlık bir ortamda bir filin farklı yerlerine dokunarak onu tanımlamaya çalışan insanların durumu gibidir.[1] Tasavvuf da, en nihayetinde kişisel bir tecrübe olduğu için, böyle farklı tanımların olması da normaldir.

Tasavvuf felsefesinde; “Biz Allah’a aidiz, yine O’na döneceğiz”[2] ayetinde belirtildiği gibi, insan ruhu yaratılış sürecinde kendi aslî vatanından ayrılarak zaman ve mekân ile kayıtlı maddî âleme inmiş, bu ayrılık sebebiyle de vücûd kaynağı ile kendisi arasına bir takım perdeler girmiştir. İnsana mâddî âlemde izâfî bir vücûd verse de onu aslî yurdundan, yaratıcısından ayıran bu sürece tasavvuf terminolojisinde seyr-i nüzûlî (iniş süreci) denilmektedir. İnsanın iradesi dâhilinde olmayan bu süreçten sonra gayesi, Mutlak varlığın sıfatlarının tezahür ve tecellisi vasıtasıyla mânen olgunlaşarak hakikati ile kendisi arasındaki perdeleri kaldırıp seyr-i urûcî (yükseliş yolculuğu) ile aslına dönmesidir.[3] Tasavvufu bu inişin ardından bir yükseliş olarak; Allah’a ulaşma çabası olarak tanımlarsak; bu yolda nefisle mücahede ve kalbi tasfiye sürecinde kişinin seçtiği yollar ise tarikatlardır. Tarikatlardan bu süreçte, nefis mertebelerini esas alan bir sülûk yöntemini içerenler nefsânî, ruhun mertebelerini esas alanlar ise ruhani tarikatlar adını almışlardır. Rûhânî tarikatlardan bilhassa Nakşbendiyye’nin insanın tasavvuf yolunda gelişiminde esas aldığı ruh mertebelerine; latîfeler, letâif adı verilir. Mürid; seyr ü sülûkünü latifeleri ile ruhunu geliştirerek sürdürür.

Tasavvufun uygulamaya dair olan bu alanında yazılı fazla bilgi olmamasının sebebi, tasavvufun kal değil, bir hâl ilmi olması ve taklitten kaçınılması için yazılı bilgi verilmekten çekinilmesi yanında, bu tecrübelerin kişisel seviyede farklı şekillere bürünebilme ihtimali de olabilir.

 


ZÜBDETÜ’L-MERÂTİB

Bismillahirrahmanairrahim

Umûr-ı dîniyyenin ehemm ve elzemi ilm-i hâldir. Enbiyâlar umûr-ı dîniyye ile iştigal ederek dîn-i hakkı ve tevhidi ızhar etmek, akâid-i uhrevîyi tashîh ve halkı umûr-ı ahrete teşvik etmek için ba’s olunmuşlardır.

İlm-i hâl ve amelinin keyfiyetini bilmek her bir müslim ve müslime üzerine farzdır. İlm-i hâlde ehemm ve elzem olan da ilm- i akaiddir. Zira imanın bina ve esası itikad üzerinedir. Bu da Allah Teâlâ hazretlerine iman ve itikad etmektir. Nitekim Allah Teâlâ Hazretleri birdir. Cisim, cevher, araz ve musavver değildir. Bir kimseden doğmadı ve kendisi de doğurmaz. Bir şey ile muttasıl veya munfasıl değildir. Hiçbir ciheti yoktur. Onun üzerine zaman icra olunmaz ve bir mekâna nispet edilmez. Üzerine bir şey vacip değildir. Hakîmdir. Dilediğini yapar. Mütekellimdir. Kelâmı, melâike veya nâssın kelâmının nev’inden değildir. [2] Ancak kelâm-ı kadîm Cenâb-ı Hakk’ın kelâmıdır. Zâtı ve sıfat ı ile kadîmdir. Bunlar da hayat, ilim, kudret, iradet, sem’, basar, ıksat ve tekvîndir. Ru’yetullah naklen vacip, aklen caizdir. Cenâb-1 Hak için mekân ve cihet yoktur. Mesafenin sübûtu ve gözün şuâıyla görülmez. Cenâb-ı Hakk’ı rü’yet ancak kalbde olan iman nuruyladır. Bu âlemin bütün eczâ ve sıfât ı, ibâdın ef’âli, hayır ve şer hülasa her şey Cenâb-ı Hakk’ın halkı ile hadistir. Başka hâlık yoktur. Bunlar tabiata haml olunmaz. Zira tabiat da Cenâb-ı Hakk’ın halkı ile vücûd bulur.

Kullar için ef’âl-i ihtiyarîyye vardır. Onunla sevap veya azaba müstehak olurlar. Kul hayır veya şerden en murad ederse Cenâb- ı Hak onu halk buyurur velâkin şerre rızası yoktur.

Sevap Allah Teâlâ’nın fazlıdır. İkab, Cenâb-ı hak’tan adldir. İstitaat fiil iledir. Teklifin sıhhati üzerine itimad olunur. Teklifin sıhhati de âlât ve esbâbın selâmeti üzerinedir. Kul vüs’atinde olan şeyi yapmakla mükelleftir. İktidarının haricindeki şey ile mükellef değildir. Haram da rızkdır. Maktûl de eceli ile ölür. Kabir azabı küffâr içindir. Bazı asi müminler için de olur. Münker ve nekir suali, ba’s, [3] vezin, kitap, havz, sırat, Rasûlullah’ın şefaati ve hayırlı kimselerin şefaati büyük günah işleyenler içindir. Cennet ve cehennem mevcud ve elân bakîdir. Onlar ehilleriyle fena bulmaz. Mi’rac Rasulullah’ın şahsına yakaza hâlinde Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya kadardır. Ba’dehû Cenâb-ı Hak ilim ve kudretiyle dilediği yerde urûc ettirmiştir. Risaletpenah Efendimiz bize kıyamet günüden, deccâlin dâbbetü’l-arzın, ye’cüc ve me’cücün zuhurundan ve şemsin mağribden tulû’unu haber vermiştir. Bunların keyfiyet-i vücûdunu biz bilemeyiz. İster mezkûr İster mensî olsun cümlesi haktır.

A’sârın şerefi ilim ile ilmin şerefi amel ile amelin şerefi cemaat ile cemaatin şerefi de ittihad iledir. Umûm-ı nâsın kalbleri kitab ve sünnet ile bir olursa ittihad husûle gelir.

Din, tarif ile değil, amel iledir. Amel de akıl ile bilinmez. Onu ancak vahiy ile irsâl olunan Rasûl ve inzâl olunan Kitâb ile bulmak mümkün oldu. Kitab akıl ile olaydı risaletten olan garaz fevt olurdu.

İlm-i hâlin en mühimmi itikattan sonra amel-i salih işlemektir. Amel-i salihin de en güzidesi şurût-ı İslâmiyye’dir.

İslâm’ın şartları da beştir. Evvelkisi kelime-i şehâdet, [4] bu da “Lailâhe illallah Muhamedu’r-Rasûlullah” demektir. İkincisi namaz kılmak, üçüncüsü oruç tutmak, dördüncüsü zekât vermek, beşincisi hac etmektir. Bu iki şehadet kelimesi beden-i insanda ruh ve nefis gibidir. Nitekim insanın bedeni yemek, içmek, hava ve hararet olmadıkça yaşayamadığı gibi insanın imanı da namaz, oruç, zekât ve hac olmaksızın vücûd bulmaz.

Namaz, insanın imanının gıdasıdır. Oruç, su mesabesindedir. Zekât ve hayır ve hasenat, sadaka vermek insanın hararet-i garîziyyesi mesabesindedir. Hacc’a gitmek, hava mesabesindedir. Bu dört emir, dört unsur gibi iman vücûdunu, ahiretin lahdini teşkil eder. Nitekim abdest almak namazın kıyamına delil olduğu gibi namaz kılmak da tarîkimizin şartındandır. Namaz kılmayan kimsenin tarikattan bahsetmesi caiz değildir. Namaz insanın zahirini fahşâ’ ve münkerden muhafaza ettiği gibi oruç da insanı, hüsn-i ahlâka, müstakîm etvâra sevk eder. İnsanın harâret-i garîziyyesi, zayıfladığı vakitte de dinde hatarât zuhura gelir. Ve kalbi müşevveş olur.

Havası vahîm mukassî yerlerde oturmak insanı vücûddan düşürüp helâkına sebep olduğu gibi kıbleye müteveccih olmayıp [5] istediği tarafa namazı kılmakta zındıklara müttebi’ olmuş olur.

Dinin nesîmi olan bir unsur-ı kâmili de hacca gitmek, kıbleye müteveccihen beş vakit namaza durmaktır.

Ey sâlik-i Hakk! Namazın faidesi seni fena fikirlerden, fena düşüncelerden halkın hakkında tecavüz etmekten muhafaza eden bir hısn-ı hasîndir. Faidesi çoktur. Cenâb-ı Hakk’ın kullarını huzuruna davetidir. Rabbinizin huzuruna sizi davet eden müezzin -Hayyâlessalâh- dediği vakitte hemân necâsetten hadesten taharete mübaşeret ediniz. Güzelce abdest alınız sonra camiye giderek imama iktidâ’ ediniz. “Allâhu ekber” dediğinizde, gönlünüzden masivayı çıkarınız. Niyet-i hâlise ile Rabbinizin huzurunda keene-hû sizi görüyor gibi huzur-ı tâm ile saff-beste-i dîvan durunuz. Tekbirden sonra “Elhamdülillah” dediğinizde Cenâb-ı Hakk diyecek ki “Bu hamd bana karşıdır. Sizi yoktan var edip huzurumda divan durduran benim hidayetimdir. Bana mahsustur, Ben âlemin Rabbisiyim. Dünyada cemî’ mahlûkata rızık ve hayat verir ve öldükten sonra bana iman edip peygamberimi tanıyanlara cennet ve cemâlimi gösteririm. Ben bugünkü günde dine mâlik olan kimseleri severim. Bugün din günüdür. Din kazanınız [6] öldükten sonra elinize geçmez.” “Kul da ya Rabbi Sen benim Rabbimsin. İbadetimi ancak Sana tahsis ettim.” Cenâb-ı Hak da senin bana ibadet etmeğe iktidârın var mıdır kulum? sualine:

K: Ya Rabbi Sen inayet edersen olur.

C: Ne istersin benden?

K: Sırat-ı müstakîme, beni doru yola hidayet et.

C: Her yer bana doğru gelir. İster cennet ister cehennem olsun hepsi benimdir.

K: Ya Rabbi bize şu sırat-ı müstakîmi göster ki, evliya ve enbiyalarına onu ihsan etmişsindir.

Ey azîz! Allah’ın kulu ile beyninde olan muamelât bu yolda olduğu için sen hemen namaza devam et. Allah’ın huzurunda durmak için sana bahane ancak namazdır.

Abd ikinci Fatiha ve zamm-ı sureyi okuduktan sonra iftitahdadır. İkinci rükû’ tekbirine ulaşırsa o zaman rek’ata ulaşmış olur. “Semiallahulimen hamide” dediği vakit de rek’atın savabına ve kavamete ulaşmış olur. Kavamet ve secde rek’attan değildir.

Secde iki türlüdür. Birisi kavame diğeri ka’de secdesidir. Namazın kıyam hâli huzur-ı Rabbü’l-âlemîne taalluk ettiği gibi ka’de [7] hâli de huzur-ı Rasûlullaha taalluk eden tarafıdır. Onun için “Esselamu aleyküm eyyühennebiyy” denir. Kıyamda sana ibadet eder senden inâyet isteriz dendiği gibi, kuûd hâlinde de ey bizim peygamberimiz sana ve sana tâbi’ olan mümin kardeşlerimize selam ederiz kavl-i şerifi, tevhidin iki şehadet kelimesinin kıyamda Lailahe illallah- kuudda da -Muhammedu’r-Rasûlullah-a işarettir. Cenab-ı Hak bir rekâtta her iki feyzin cereyanını ümmete ihsan ediyor.

Ey azîz-i muhterem: Biraz da oruçtan tafsilât verelim. Cenab-ı Hakk (Oruç Benim içindir ve onun karşılığını Ben veririm) buyurmuşladır. Yani yememek ve içmemek benim şânımdandır. Kim ki oruç tutar, mukabilinde ona ihsanım likamı göstermektir.

Oruç tutanlar için iki ferah vardır. Birisi iftar vaktinde nefsine mahrum olduğu nimetleri verdiğinden dolayı kesb etmiş olduğu nefsin ferahıdır. Diğeri Allah’ın emrini tutup da o vazifeyi icra ettim diye kesb ettiği ferahıdır. Oruç tutmanın faidesi ise insanın ahlâkını güzel yapmaklığıdır. İnsanın ahlâkı güzel olursa onun halk içinde hürmeti de ziyade olur.

Ey tâlib-i Hakk! Amel-i sâlih ile Rabbine kurbiyyet peydâ etmeğe [8] çalış. Allah’ın sana ihtiyacı yoktur. Sen O’na muhtaçsın. Burada iken Allah ile buluş. Sonra fırsat eline geçmez.

Fırsatı fevt etme. Sair a’mâl-i sâlihanın elbette Allah ile senin aranda husûle getireceği büyük menâfi’ vardır. Biz bu kadarla iktifâ ediyoruz. Amel-i sâlihe mübâşeret ve mübâderet et. Cenâb-ı Hakk bu mezkûrâtı ityân eden kuluna cennât-ı firdevsi vermekle tebşîr buyurmuştur.

ZİKR İLE İŞTİGÂL

Bir zâkir zikr ile iştigal murad ettiği vakit evvelce abdest alır. Huzûr-ı tamâm olmak için bir halvet ihtiyar eder. Allah Teâlâ için iki rekât namaz kılar. Kıbleye müteveccihen oturur, zihninde bulunan avârız ve havâtırın cümlesini sedd için yirmi beş kere istiğfar eder. Huzur bulmayacak olursa yetmişe kadar istiğfara devam eder. “ [Vallahi ben günde yetmiş defadan fazla Allah’dan beni bağışlamasını diler, tövbe ederim][4] hadîs-i şerifi bunu irâe eder.

Ba’dehû, bir “Fâtiha-i şerîfe” on adet “salavât-ı şerîfe” bir defa “Elem neşrah leke” sûre-i celîlesini üç adet “İhlâs-ı şerif”, tekrar on defa “Salâvat-ı şerîfe” bir “Fâtiha” kıraat eder ve sonra kalbi ile meşgul olur.

[9] Bir zâkirin üç şeye vukûfu lazımdır. Bunlar da kalp, rabıta, zikrdir.

Kalp- sol memenin altında olup oradan müride bir manzara vardır. Mürid o manzaradan kalbini bir kandil şeklinde ve o kandilin vasatında iman nuru lemeân ediyor gibi mülâhaza etmeli.

Rabıta- Şeyhinin kalbinden kendi kalbi üzerine nur teâküs eder gibi mülâhaza etmeli. Fâtıma radıyallâhu anhâ hazretleri: Ma’nâ-yı şerîfi, pederimin yüzüne dikkatle baktım. İki kaşı arasında bir nur lemeân ediyor. Ve o nur da nâssın kalpleri üzerine intişar ederken gördüm. buyurmuşlardır. Pederimden o nuru sual ettim. Bana iman edenlerin nurudur. Şüphesiz onların kalplerine vâsıl olur, buyurdular. O nurun orada cereyanını görmek, sair ümmette de görmek gibidir. Bunun için bir vasıta lazımdır. Vasıta Allah ile ibâdı beyninde feyzin cereyanı salih olmak “içindir.”

Ebu’l-Avn[5] hazretleri rabıtanın sıhhati ehl-i beyt-i Mustafa’nın silsilesine caizdir buyurmuşlardır.

Nebî aleyhisselâmın mübâhele ayetinin nüzûlünde başları üzerine [10] örtündüğü abayı Caferü’s-Sâdık Hazretleri parçalayarak müntesiplerinden Bayezid Bistâmî, Cüneyd-i Bağdâdî, Ma’ruf Kerhî hazerâtı gibi zevât-ı kirâma birer parça verdiler. Onlar da başlarının üzerine dikerek kendilerini ehl-i beyte dâhil olmuş addettiler. Hâlâ meşâyıhın serpuşları üzerine dikilmiş olan “gül” de buna işarettir.

Ca’ferü’s-Sâdık hazretleri bu abadan bir parça vermekle onlara izin verdi ve bunlara şeyh-i me’zûn denildi.

Hazreti Muhammed’in ehli olmayan Cenâb-ı Hakk’ın da ehli değildir. Muhabbet umûr-ı hayâliyyedendir. Bu da emrin haricinde kitabın sünnetiyledir. Hâriçten bir vücûd ile değidir. Bunun için tevehhüme itibar olunmaz. Risâletpenâh Efendimiz, dünya tatlıdır, yeşildir. Cenâb-ı Hakk kullarına müstahliftir. Onların amellerine nazar eder buyurmuşlardır. Fırsatın fevtinden, ziyâından hazer ediniz. Tarîkat-ı mûsilede taklit caiz değildir.

Bâtınınızı envâr-ı ma’rifet ile tezyin ediniz. Tarikatın âdâb ve hakayıkı hüsn-i ahlâkın iktizâsı haysiyetindedir. Halkın hakkına tecavüz etmeksizin hüsn-i muâşerette bulunmalı. Hadiste vârid olduğuna göre bir kimse Rasûlün eserine iktizâ ederse Peygamberimizin [11] vâsıl olduğu makama vasıl olur.

Bir kimse bi hasebi’l-vilâye peygamberi makamında rü’yet edemezse o ümmette ne safa tasavvur olunur. Bu ru’yet kalben ve ilmendir. Nereye gidiyorsun denildiği vakit ben Rabbime gidiyorum bana hidayet eder demeli. İnsana ziynet veren cemâl, sözünde hakkıyla sadık olmaktır. Kemâl-i sıdk ile işi görmektir. Kalbini rezâilden tahliye etmeli. Onun indinde sâdır olan ezâyı imâte etmeli. Aleyhinde söylenen sözlere sabretmeli. Nazar-ı basîretin inkişâfına kadar zikre devam etmeli. Bu da makam-ı hidâyetin evvelidir. Bu makamda ervah-1 enbiyâ suver-i cemîlede temessül eder.

BU BÂB LETÂİF VE KEYFİYET-İ ZİKRİ VE MERÂTİBİNİ HÜLÂSATEN BEYÂN EDER

Allah Teâlâ Hazretleri Âdem aleyhisselâmı on eczâdan halk etmiştir. Bu on eczâdan beşine âlem-i emr, diğer beşine de âlem-i halk denilip, kısm-ı evveli latîf-i nûrânî, kısm-ı âharı kesîfi zulmânîdir. Evvelki kısım olan âlem-i emr, arşın fevkinde olup âlem-i halk ise arşın tahtındadır. Bu da kevnin vücûdunu kucaklar. Letâif-i nûrânî olan beş kısım kalp, ruh, sır, hafî, ahfâdır. Zulmânî olan beş kısım [12] türâb, mâ, nâr, hevâ, nefistir. Letâif-i mezkûrenin keyfiyet-i iştigâli misl-i sâbıkta geçen zikrin iştigâli gibidir. Hazreti Muhammed aleyhisselâmın cebîn-i şerîflerinden vârid olan nur şeyhin kalbine, şeyhin kalbinden müridin ruhuna, şeyhin ruhundan müridin sırrına, şeyhin sırrından müridin hafîsine, şeyhin hafîsinden müridin ahfâsına, şeyhin ahfâsından müridin latîfetü’n-nefsine, şeyhin latîfetü’n-nefsinden müridin letâifü’l-letâifine ve şeyhin letâifü’l-letâifinden müridin cemi’ cesedine vârid olur.

Ru’yetin Sıhhatinin Şartı

Ru’yet şarta muvâfık olursa vahiy ve ilham kabilindendir. Ru’yetin şartı da, uyku, vehim ve hayaldir. Hayal iki nev’dir. Birisi ilham-ı hayâliye diğeri evhâm-ı hayaliyedir. Eğer kitaba muhalif olursa amel olunmaz. Bir kimse filan şeyhi rüyada haram yerken gördüm dese o kimsenin gördüm demesiyle onun fenalığına hükmolunmaz. Bu ru’yet, ihtimaldir ki, evhâm-ı hayâliyyeden olsun yahut Cenâb-ı Hakk onu irşad için nefsine ilim suretinde göstermiştir. Kâmil olan bir şeyh kendi nefsini müridin nefsi ile müsavi tutar. Eğer müsavi [13] tutmazsa ucb vâkı’ olur. Ucb da a’zam-ı hicâbdandır.

BU BÂB MENÂZİL-İ TEVHÎDİN NEFY VE İSBÂT MERÂTİBİ BEYÂNINDADIR

Alâyık ve avâyıkın inkıtâ’ından sonra mürid zâtı ile teferrüd eder vücûdu da bâkî kalmaz. Yalnız ferd ve me’lûh olan Allah Teâlâ kalır.

Nefy ü isbâtın zikri ile iştigâl etmeyi murâd eden bir zâkir lisanını ittisâ’dan muhafaza eder. Havatırın azalmasına da riâyet eder. Nurunu sadrı üzerinde şu surette yazılı müşahede eder.

 


MURAKABE-İ EHADİYYET

Mürid hayalinde tecelli eden şeyi mülahaza eder. Zira mertebe-i ehadiyyet Rabb’in sıfâtının müntehâ-yı urûcudur. Meselâ “Hâdî” sıfâtının urûcu ehadiyyete kadardır.

“Hâlık” ismi zuhûr etmesi için Rabb tecellî eder. Hâlıkıyyetin tecellisi için de Âdemiyyet zuhûr eder. Zılâl-i esmâya mün’akis olur. O zilâl de muhakkıkların kalbinden müridin kalbine varid [14] olan feyzin in’ikasıdır. Feyzin menşei “Rabb” ismidir. Mecrâ-yı zuhûru da muhakkıkînin kalbinden in’ikas eden nurdur.

MURAKABE-İ RÛH

Hakikat-i haysiyette dimağ ruhun arş-ı münîridir. Ruh “kün” emridir. “Feyekûn” Hayy isminin eşyaya vürûd ederek cisim ve hayata nâiliyetle bir vücûd iktisâbının tekevvünüdür. Yahut sedene-i hayât ile cemî’ cevârihini ihâta ve istîâbıdır. Vücûdunda bir yer var mıdır ki orada hayat olmasın. O hayata o kudret ve neş’eye aks eden ruhtur. Bu da evvel-i emirde eşyaya esmâ nüzûl etmezden evvelki emrin evvelidir. Zâtü’l-Baht’tan vârid olan feyzin mevridi sıfât-ı subûtiyyeden “Hayy” ismidir. Bunun mevrid-i feyzi ruhun mahallinde mülâhaza edilir. “Hayy” isminden de hayatın med’uvvuna varid olur. Hayatın med’uvvu da İbrahimiyyettir. İbrahimiyyetten hayat şeyhin zılline teâküs eder. Şeyhin zıllinden müridin cesedine ruhu tarîki ile vârid olur.

MURAKABE-İ SIRR

Sırrın mirsadı sol memenin fevkindedir ki oradan tarassut edilir. Mürîd sırrını o mahalde mülâhaza eder. Murakabe-i sırra [15] teâküs eden şuûnât şuûnât-ı zâttır. Sırrın feyzinin menşei de Zâtü’l-Baht’tan türâba kadardır. Türâbın mahall-i zuhûru da hazretü’l-esmâdadır. Türâbdan nâra akseder. Nârdan da med’uvvuna aks eder. Onun med’uvvu da Mûseviyyettir. Mûseviyyetten de şeyhin zılline aks eder. Şeyhin zıllinden de zâkirin sırrına vârid olur.

MURÂKABE-İ HAFÎ

Feyzinin menşei Zâtü’l-Baht’tan sıfâtı-ı selbiyyeye kadardır. Mevridi hafînin mahallindedir. O da rûhun sırrıdır. Oradan hazreti Îseviyyete, hazreti Îseviyyetten de şeyhinin zılline vârid olur. Feyz şeyhin zıllinden de vücûdu keyfiyeti ile kevnin mezâhirinden zâkirin hafîsine vârid olur.

istikbâl etti. Nüfûs-i külliye de zâhir eşyadır. Zâhir eşyaya ma’kûs olan da külliye-i müstevliye-i mütesaddıkadır. Yani âleme mürsel olduğunu irâe eden bir risâlettir.

MURAKABE-İ KELÂM

Kelâm ebvâb-ı kitabın miftahıdır. Zira kitabın mertebesi vücûd ile emrin urûcunun müntehâsıdır. Emrin menşei de Zâtü’l-Baht’tır. Mevridi sırr, hafî, ahfâdır. Emir matla’-ı nefse bâliğ olduğu vakitte onun üzerine “İrci’î” emri vârid olur. O vakit nefis rücû’ etmez. Fakat nehiyden emre rücû’ eder. Zâkir o vakit ahsenü’l-hadîsi görür. Bu ahsenü’l-hadîs Rasûlün isti’dâdına yani mahall-i nüzûl-i vahye bir şuûnât-ı ilmiye ile atâ’-yı sıfât ın vürûdudur.

MURAKABE-İ EF’ÂL

Bâb-ı irâdetin inkişâfının miftâhıdır. Ef’âl matla’-ı nefse bâliğ olduğu vakitte onun üzerine [17] [Sizler ancak Rabbinizin dilemesi (izin vermesi) sayesinde (bir şeyi) dileyebilirsiniz. (Şüphesiz Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir.)][6] emri varid olur.

MURAKABE-İ VÜCÛD

Sem’ ve basarın inkişâfının miftahıdır. Meded matla’-ı nefse bâliğ olduğu vakitte onun üzerine ” [(Ey iman edenler! Allah'tan korkun( ve herkes, yarına ne hazırladığına baksın. Allah'tan korkun, (çünkü Allah, yapt ıklarınızdan haberdardır)] [7] hitabı vârid olur.

MURAKABE-İ MAİYYET

Ubûdiyyet bâblarının inkişâfının miftahıdır. Nitekim hadîs-i şerîfte “ [İhsan senin Allah’ı görüyor gibi O’na kulluk yapmandır; sen O’nu görmesen bile O seni görüyor][8] buyurmuştur. Yani “Rabbini görüyor gibi ibadet et! Sen her ne kadar O’nu göremezsen O seni görür.” Mürid bu cümleyi mülâhaza eder. Murakabe-i maiyyete feyz-i inâyet vârid olur. İnayetin menşei de Zâtü’l-Baht’tır. Zâtü’l-Baht’tan vârid olan feyz tecelli-i ef’âle, tecelli-i ef’âlden kalbe vârid olur.

Ruhta sıfât-ı subûtiyyeye, sırda şuûnât-ı zâta, hafîde sıfâtı-ı selbiyyeye, ahfâda şân-ı câmi’e tecelli eder. İnâyet matla’-ı nefse bâliğ olduğu vakitte onun üzerine “ [Bu yeni Kitab'a inanmazlarsa (ve bu yüzden helak olurlarsa) arkalarından üzüntüyle neredeyse kendini harap edeceksin][9] hitabı vârid olur. Bu mezkûrât lafza-i celâlin letaifler üzerine tecelli eden envârının murakabesinin beyânâtıdır. Nefy ü isbât ve tevhid-i zâtı ve hakayıku’t-tecrîd [18] ve menâzil-i tevhîdi murakabesi ile kitabın hâtimesinde beyan edeceğiz.

BU BÂB ÂLEM-İ BÂTINDA ENVÂ’-I TASARRUFUN ZÜBDE-İ MERÂTİBİ BEYÂNINDADIR

Âlem-i bâtında tasarruf mümkün olmaz. Ancak esmâ nuruyla ihlâs mertebesine vasıl olmağla olur.

Bu da Rasûl aleyhisselâma tamâmiyyet-i mütâbaatla husûlpezîr olur. Mütâbaat da his ile olur. Histe basar murâd olunduğu gibi sem’ de murâd olunur. Zira müstemi’ bir şey işittiği vakitte evsâf-ı mahsûsası tamam oluncaya kadar hayal hazinelerinde cam’ eder. Hayâlinde tamam olduğu vakitte a’zâ-yı hakkanîden bir uzuv ihzâr eder. Mürid o uzuv ile tasarruf eder. Gayrısıyla etmez. Eğer vücûd, kiyânî yani hakkanî olmayıp da kevne müteallık olursa tarif ve takrîri akıl idrak edecek sûrette sâmi’ ile müstemi’ beyninde teşkil eder. Eğer nefis mülâyemet ve tekâsül göstermezse her bir ahad tarîk mücâhedede nefsini terbiye ve ıslah edebilir. Nefsin ıslahı da takva ile mümkün olur. Dini hâlis edenlere Cenâb-ı Hakk felâh bablarını feth eder. Ve onların üzerine sekînet nüzûl eder. Kelime-i takvâya mülâzemet üzere olurlar.

Sâdât-ı Rükkânî’den Hasan el-Bânî hazretleri “Hakîkat-i Muhammediyye hakayık mümkinât-ı esmâiyye ve sıfât ıyyenin muhîtinde olan zatın vücûdunun vücûbu [19] serîdir” buyurdular. O mezâhir-i mütevahhidenin hakayık-ı mümkinât-ı esmâiyye ve sıfâtiyyeyi muhît olan âlem-i ma’nâdan âlem-i zuhûrun tafsili için olan hakayık-ı mütevahhidesi ve mezâhirin tafsîlini muhît olan hakayık-ı mümkinât ve hakayık-ı sıfât ın âlem-i ma’nâdan âlem-i zuhura imkân-ı vücûdîsi, vücûb-ı zâtînin şu mezkûrâtı muhît olan vücûbunun sırrıdır.

Sırr-ı Muhammediyye evsâf-ı esmâ ve nuûd ve ayn-ı mutlakadan hakayık imtidâd etiği vakitte o hakîkat binefsihî zuhûra gelir. İsim müsemmâsına da taalluk etmez. Sıfât ile de muttasıf olmaz. Zira şâhid ve meşhûd mevcûd olmayıp mün’adim olduğu için Allah yine Allah’tır. Hiçbir şey O’nun maiyyetinde mevcûd değildir. Vacib kendisidir. Her şeyi vücûda getirir. Vâcibü’l-vücûd hazretleri mertebe-i ehadiyetten hüviyet-i mukayyedeye nüzûl eder, vücûd ile kaim olan hüviyyâtta âmm olur. Sâlihte ma’rifet zuhura gelerek hakîkî abd zümresine dâhil olmasıyla cennet-i maarif sekînelerinden olmuş olur.

Hazreti Risâletpenâh Efendimiz hadîs-i şeriflerinde “Cennet iki türlüdür. Birisi cennet-i müeccele diğeri cennet-i muacceledir” buyurmuşlardır. Sahabe-i kirâm hazerâtı cennet-i muaccelenin îzâhını istirham ettiklerinde “Ma’rifetullahi celle celâlühû” buyurdular.

[20] Ey tâlib-i hakk, bu yollar böyle kolayca laf ile husûle gelmez. Ancak bir mürebbî ve mürşidin taht-ı tasarrufunda halvetler ve halktan inzivâ etmekle husûle gelir. Bununla da halktan uzlet ve Hakk’a takarrüb husûle gelir.

Ecdâd-ı ızâmımızdan Seyyidü’l- Müştâk kuddise sirruhu’l-azîz hazretleri bu hadisin tefsirinde cennet-i muacceleyi Cenâb-ı Hakk’ı huzur ve müşahede ma’nâsına hamletmiştir. Bir fakîr cennet-i ârızalarından tecerrüd ettikte ağyardan da tecerrüd etmiş olur. Cenab-ı Hakk müşahede ve cûdunu bu fakîre ilbâs eder. Eğer vücûdundan tecerrüd ederse müşahede muzmahil olur.

Seyyid Muhammed Zâhid kuddise sirrruhû hazretleri “Bir âdem Allah muhabbetini iddia eder de mütevekkil olmazsa o kavl-i tahakkümdür. Yani da’vâ bilâ- delîldir. Yalan irtikab etmiş olur” buyrdular. Tâlibin biri muhabbetullâh havâdisin istihsâliyle cem’ olabilir mi deyu sualinde “Havadisin muhabbetinden tecerrüd ederse muhabbetullah onun kalbine aks eder” buyurmuşlardır.

Allah’ın muhabbeti demek mü’minin kalbinde îmanın takarrürü demektir. Ki amel-i sâliha sa’y ve gayret etmekliğinden ibarettir. Bu muhabbetullah da mü’minin kalbinde birkaç evsâf-ı cemîleyi ilka ve irâe eder.

Hazreti Risâletpenâh Efendimiz buyurmuşlardır ki طوى لمن توضع في غير منيفة ”.[10] Kendi menâfi’-i şahsiyyesinden sarf-ı nazar [21] ederek bir kimseye onun haysiyet ve i’tibarını ızhâr için tavâzu’ eden kimse ne güzel ahlâk ile mevsûftur.

_ Bir meseleyi netice vermeksizin nefsinde zül ve kendini herkesten aşağı görmek ne güzel ahlâktır.

_ Zerre kadar ma’sıyet vukû’ bulmaksızın helâl ile cem’ etmiş olduğu malını bir mü’min Allah yolunda infâk ederse ne güzel sehâ ve kerem ve ahlâktır.

_ Fukara ve zelillere rahmetmek mü’minin evsâf ve vâridât-ı kalbiyyesindendir.

_ Ticaret ve sanatında ve halk ile olan cemî’ münâsebâtında rıfk ile muamele etmek mü’minin ne güzel şan ve şerefidir.

_ Halka karşı bir mü’minin içerisi musâlaha ve muvâfakat üzere olup kin, haset, kibir gibi sıfâtlardan berî olmak ne güzel ahlâktır.

_ Bir mü’minin halk ile olan muamelesi latîf ve kerîm olursa ne güzel muamele ve ne güzel ahlâktır.

_ Bir kimsenin şerri ebnâ-yı cinsinden hâlî ve uzlet üzere olsa likası ne güzel beşârettir.

[22]_ Bir mü’mine ilmiyle âmil olmak ne güzel saadettir.

” Malından fazlayı vücûh-ı birre sarf etmek ne güzel ihsân ve ahlâktır.

_ Her diline geleni söylemek sevdasında olmayıp ancak mâ-ya’niyi söylese ahlâkın ne güzel hâl, ne güzel makalidir. İşte bu mezkûr olan evsâf-ı cemîle bir muhlis ve zâkirin evsâfıdır ki bu sıfâtlarla muttasıf olan kimse ihlâs-ı dînîyi intâc eden bir muhlis ve muvahhid denilmeğe layık ve sezâvar olur.

Bu evsâfa fakr-ı ihtiyârî denilir ki, bu da ya sûret-i zâhireye taalluk eder. Halkın havâyicini istihsâli veya infak ve ihsan etmek gibi. Yahut bâtın-ı mü’mine taalluk eder ki ehli olan zevât ile riyazat ve sülûk etmek gibi. Sabah ve akşam bunların sohbetinde ve böyle zevâtın terbiye ve bunların iskal ve evzârını hamlde müsâberet etmek ne güzel mukarenet ve musâhabettir. Mü’min için bunların mecmû’u ile âmil olmak yani insanı incitip ezâ ve cefâ verir sûrettte bulunmamaklık sevâba karîndir. Zira ezâ ve cefâ pek büyük hayırları mahveder ve saadet diye kazandığı şeylerden mahrum eder. Zira bu makam makam-ı i’tinâdır. Onların zahir ve batınlarını [23] basiret ve nazarını tecavüz etmeyecek surette murâfakat ve muvâfakatta yekdil ve yekzebân olmalıdır. Sû-i akaid, tesvîlât-ı nefsâniyye ve havâtır-ı redîe mürîd-i muhlisi câdde-i hakîkatten çıkarmak için bir hicâb-ı gaflettir. Eğer bir müride böyle zevât hakkında bir hatra yahut tesvîlât-ı nefsâniyye vâkı’ olursa istiğfar etmeli. Eğer geçmez ise şeyhine ifade etmek lazımdır. Ânifen beyân olunduğu üzere bu makam makam-ı i’tinâdır, dikkat yeridir. İhvanların birbirleriyle muhabbet, müsâlahat ve musâhabet makamıdır.

Seyyidü’l-Cahid buyurmuşlardır ki her âdemin bir vücûd-ı ma’nevîsi vardır. Bu vücûdı ma’neviyye de maldan, ilim ve sanattan üzerinde eseri müşahede olunan şeydir. Malın sadakası sarf-ı câiz olan yere sarf etmek, ilmin sadakası ihlâs ile ameldir. Sanatın sadakası ihvanına dikkat ile talîmdir. Zühd ve irşadın sadakası da halkın elinde olan şeye tama’dan kesilmektir ki bu da fakr ile muttasıf olup Allah’tan gayrıya muhtac olmamaktır.

Ey birader-i münkesiretü’l-kulûb, ehl-i zillet ve ehl-i acz olursan o da sana makam olur.

Min gayr-ı suâl züll ve münkesiretü’l-bâl olmak ehl-i visâl ile hempâ olmakt ır. Hadiste buyurmuşlardır ki [11] [24] Beni münkesir-i kulûbun yanında arayınız, ben bunların yanında tecelli ederim.

Ey muhlis! Bu hâlde sen ibâda irşada layık olmuş olursun. Bu da Allah Teâlâ’nın fazl ve ihsanıdır. Halk içinde sana mürşid nazarıyla bakmalarından be’s yoktur. Zira mü’minler seni hasen görüyor. Sen Allah’ın yanında da hasen olmuş oluyorsun. Bu hâlde ayndan ıyâna, ıyândan da ayna rücû’ ihtiyârı ile rücû’ etmiş bir mürşid-i mükemmelsin.

Hazreti Risâletpenâh Efendimiz [Fakirlik iftiharımdır, onunla iftihar ederim][12] buyurmuşlardır. Allah’a muhtac olup saireden munkatı’ olmaklığım benim için bir fahri intâc eder. İşte bu ilticâ ve ittikam Allah’a bir fahr mıdır? Zira cemî’ halktan uzlet edip Allah’a ulaşmak abdin ubûdiyetinin sıfât-ı kâmilesidir.

Hâlıkına halkı bu sıfâtla davet eder. Fakrın merâtib ve makamat ını tamamıyla mürid kat’ etmelidir ki o makamat ve merâtibin evsâfından zât-ı muhliste eser görülmemeli. İşte bu tecerrüd bir fakrdır ki abdin vücûdunu müşahede ettiği bir şeyden bu fakr da idrak olunmalıdır.

Seyyid Muhammed Zâhid kuddise sırruhû’l-azîz hazretleri “Mürid vücûd-i [25] hakkanîyi bulmadan fakr-ı tâmma vâsıl olmaz. Eğer vücûd-i hakkanîyi bulamayacak olursa vücûd-ı kiyânîsinden de tamamıyla insilâh edemez” buyurmuşlardır. Zira o vücûdü’l-fakr ve’l-ihlâs Allah Teâlâ’nın indinde o abdin sa’y ve talebi ile bir halk-ı âhirîdir. Hudûsünde bu vücûd kâmildir. Zuhûrunda mukaddestir. Bu vücûd enbiyâ-yı izâm salavatullahi aleyhim ecmaîn hazerâtının vücûdlarıdır.

Mîzânda şart gayrîye mi’yâr olmaktır. Gayrı için mi’yâr olmak üç miskaldir. Birinci miskal: Sûreti muvâzene eder ki o kimsenin sûreti zahirde sulehâ kıyafeti üzere olmalıdır. İkinci miskal: Îtikâdı üzere mu’tekad olup îmanını ve kalbini ehl-i sünnet ve’l-cemaat akaidi ile tenvîr ve tesbît etmelidir. Üçüncü miskal: Ameldedir. Ehl-i sünnet ve’l-cemaat mezhebi üzere âmil olmaktır.

Emmâ şeyhi ile mürid muvâzene olundukta müridin şeyhi sûret ve zahirde taklîdi ile olur. Gayrılarda da kezâlik irtibat ve i’tisâmı iltizâmdır.

Bir kimse şeyhi üzerine kendini âlî görmesi kendisini gûya makamlara vâsıl olmuş gibi bir zu’ma düşmesi müridin şeyh [26] üzerine ref-i savt etmesi gibidir. “ [Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamber'in sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, Peygamber'e yüksek sesle bağırmayın; yoksa siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir][13] bunu irâe eder.

Nebînin savtı fevkinde bir savt ızhar etmek mü’minin ilminin habt ve ifnâsını mûcib

olduğu gibi şeyhinden istiâne etmemek mürîde de azîm düşkünlüktür.

Umûr-ı terkiyyât üzere kendini muktedir görür ise bu da ucbdur. Ve düşkünlüktür. Şeyhte vâkı’ olan hatarât müridin hatarâtı gibi olmaz. Hazreti Peygamber aleyhisselâm buyurdular ki Sizde vâriyet ve vücûd ile bir günah zuhûr etmemiş olaydı yani eğer günah işlememiş olaydınız üzerinize ucb geleceğinden korkardım.

Bu yolda çok hadisler zikredilmiş ise de ben ancak bu hadis ile iktifâ ediyorum.

Üç şey insanın ilmine, ameline, hayat ına tehlikelidir. Birincisi: Bahli ihtiyar edip cemî’ harekâtını bahle tatbîk etmek. İkincisi: İfrat derecede hevâsına tâbi’ olmak. Üçüncüsü: Kendisini mağrûriyetle ucblandırmaktır.

Edeb ve insaniyet nefsiyle şeyhinin arasında büyük bir hürmetle kalbini şeyhinin kalbine muvâfık bir mir’ât-ı ma’kûse şeklini aldırtmaktır. Şeyhinin kalbinden müridin kalbine nüzûl edecek füyûzât-ı Muhammediyye müridin [27] tamamıyla kalbine aks etmeli. Müridin kalbi kulûb-i müteselsile ile hazreti Rasûlullah Efendimizin kalbine vâsıl olur. Ondan sonra o füyûzât letâif ile mütedâvil olarak cem’ü’l-cem’e müntehâ olur. Bunun içindir ki kevnin üzerinde müşahede olunan âsâr ve delâil-i vâzıha müşahede etmekle şuhûd-ı âfâkîde şehâdet sahih olmuş olur. Ma’nada ihtilâf ve taaddüd müşahede olunduğu gibi suretlerde de taaddüd müşahede olunur. Eğer böyle olmasa ben böyleyim diye mağrûrâne sözler geçmez.

_ Bir kimsenin sû-i ameli kendisine müzeyyen görünürse neticesi kendini beğenmek olduğundan kendini beğenmek ise Müslümanları techîl etmekten ibarettir. Onun bu hâli kendisine halkı çirkin gösterir. Her ne fenalık görsek o kendi nefsin, kendi suret ve hakikatindir. Zira mü’min mü’minin mir’âtıdır.

Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve selem buyurmuşlardır ki _ Mü’minler Azîm olan Allah’ın Basîr isminin nûruyla görürler.[14] Onların basîretle gördükleri şey hakîkattir. Hazer et, hakîkatin ve fenlalığın halk içinde münteşir olmasın.

Beni ilim ve hayat ile muhatap etmezden [28] evvel senin her bir muhâzarâtını nefsimde ciddî ve hakîkî surette nisyan etmiş idim. Kable’l-vücûd kendim gâiptim. Gaybûbet hâliyle beni muhatap etme!

Seyyidü’l-müştak hazretleri buyurmuşlardır ki Cenâb-ı Hakk bir kuluna esmâ ve sıfâtından olan bir isim yahut bir sıfât ile üzerine tecelli ederse abd kendi vücûdundan fâriğ olup o isim yahut sıfât ile kalır. Zira esmâ yahut sıfât o zatın aynı olduğu gibi kezâlik gayrı da olamaz. Ve o esma yahut sıfât abdiyyeti onun vücudundan selb eder. Abdin nûru söner. Rabbin sıfâtı kalır. Esmanın tekazasından olan vücûd-ı hâdis muzmahil olduğu vakitte abdin vücûdu da fânî olur. Cenâb-ı Hakk vücûd-ı halkı murâd ettiğinde vücûd-ı unsûrîyi terkîb eder. Onun halkı hayat ve ilim ile müsâvî bir halk olmasıyla kendisine ruh nefh olunur. Vücûd-ı beşeri kemâlâta ulaştırıp seyr ü sülûk esnasında sâlikin kalbine kendi ruhundan ruh nefh olunarak âlem-i beşeriyetten mertebetü’l-melekûtiyyetü’l-a’lâ olan mukaddesiyyete rücû’ eder. Nitekim Cenâb-ı Hakk buyurur ki  [O dereceleri yükselten Arş'ın sahibi Allah, o buluşma gününün (kıyametin) dehşetini haber vermek için kullarından dilediği kimseye emrinden ruh (melek) indiriyor][15] nazm-ı celîlince abd melekûtiyyet âleminin zirvesini tamamıyla urûc edinceye kadar kendi üzerine ber hayat-ı müstevlî ve bir takım hâlât ı mûcib olur ki [29]

o hâlâtın neticesi abdin vücûdundan vâriyet nûru intifâ etmeğe başlar. Bu intifâ tamam olduktan sonra abdin hâdis olan vücudundan bedel rûhu’l-kudüs ile müsemmâ olan zâtından latîfe ikame eder. Eğer vücûd-ı hakk abdin vücûd-ı hâdisesinin fenasından sonra rûhu’l-kudüs ile müsemmâ olan zatından latîfe olarak ikame etmemiş ola idi merbûbun vücûdu olmaksızın Rabbin sıfât ının zuhuru mümkün olmazdı.

Ey sâlik-i Hakk! Şunu ifade ederim ki mücahedenin asıl mihrabı fikri hıfz etmekle olur. Zira fikrin muhafazası a’zanın muhafazası demektir. En mühimmi her uzvun hukûkuna riayet ve havâss-ı hamse gibi latifeleri mahall-i zuhûr-ı ilm gibi muhafaza etmek lazımdır.

En birincisi semâ’ tarîkini kapatmalı. Zira sem’ kalbin kapısıdır. Bunun için Cenâb-ı Hakk [Onları, taşlanmış (kovulmuş) her şeytandan koruduk][16] [Bunun üzerine biz de o mağarada onların kulaklarına nice yıllar perde koyduk (uykuya daldırdık)][17] buyurur ki: Ve hafiznâhâ min külli mâ yesidü tarîk-ı sülûke demektir. Ondan sonra göz kapılarını sedd etmeli zira kalbin bir kapısı da gözdür. Gözün hıfzı fuadın hıfzıdır. Cenâb-ı Hakk [(Resulüm!) Mümin erkeklere, gözlerini (harama) dikmemelerini söyle.][18] [Mümin kadınlara da söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) korusunlar.][19] [30] buyurmuştur. Hatunların açık gezmeleri günah ve gayra iptilâ ve şerîate ihanettir. Zira hatunların açık saçık gezmeleri çok kimselerin kalbini tahrib ve amelini bat ıy ve fikrini ta’zîb etmiş olur. Bundan göz, kulak ve fuadını muhafaza etmek ancak zikre müdavemetle husûl- pezîr olur.

Bir kimse her ne söylerse mülâhazasız söylemesin. İnsanı edeb ve hayâ her şeyden muhafaza eder. Halk ile tekellüm ettiğiniz vakitte sıklet verircesine tekellüm etmeyiniz. Zira ekşi yüzlü ve acı sözlü olan insandan herkes nefret eder. Kelâmınızda hiffet ve letâfet vechinizde de beşâşet, nûr ve melâhat görünsün bizim üzerimize lazım olan münasebetimizi îcab eden zevât ile muvâneset edip onları tenfîr etmemeli bir mü’min-i muvahhidin mü’min kardeşine ikram etmesi kerâmetidir. Bir adam mâlûmâtı ile tefâhür ederse cahildir. Ene âlimun fehüve câhilun. Kezâlik mal ile tefâhür etmek de cehalettir. Halkın teveccühü ve hüsn-i zannı ile kendini hakîkatte kemâlât sahibi bilmek ahmaklıktır. Zeki olan kimsenin kendinin ne hâlde bulunduğunu bilmesi lazımdır.

En mu’tenâ-bih olan hâl recâ ile havf arasında bulunmaktır. Faraza bir kimsenin Allah’tan korkmasıyla ümidi muvazene edilirse [31] denk gelmelidir. Mürid makamatı hasebiyle meşayıhın kadirlerini mürtefi’ tutmalıdır. Zira nisbet-i ma’neviyyenin kimde olduğu kolayca bilinmez. Bir mürîd meşâyıh-ı a’zâm hazerâtını gerek huzurunda ve gerekse gıyabında kendi şeyhi gibi muhterem tutmazsa onun edebi mefkûd hükmündedir. Kalb-i mürîde feyzin cereyânı yenâbî’-i ilm ve hikmetle kalbinden lisanına cereyanını müstevcib olur. Nitekim hadiste vârid olmuştur [Kırk gün süreyle Allah’a ihlâs ile amel edenin hikmet pınarları kalbinden lisanına akar][20] Bununla beraber cemî’ azasının muhafazası da lisanı, gözü ve kulağı muhafaza etmek vücûd-ı hakkanînin bidaatidir. İrfan dedikleri muhakkıkın Hakk ile meyânesinde olan bir nisbet-vücûdiyyesidir. Bir kimse fenayı istikmâl ederse bekaya rücû’ etmiş olur.

Böyle adam velî, âriftir, mütemekkindir ve makam-ı âliyyede nefsini müşahiddir. Sû-i ahvâle dair onun bir eseri görülmez. Zira fena-ender-fenaya vusûlüyle Rabbisine [Yaklaştı, (yere doğru) sarktı][21] makamında sencîde-i livâ-i velâyet etmiştir. Mâ ya’ni fîhin gayrısından kendisinde bir şey görülmez.

Ey ihvân ve ehavât size şunu da ifade ederim ki vücûd-i mevhûbede kalmayınız. Zira makamu’l-firâktır, tamâmiyyetü’l-halk ve hâtemü’l-beşeriyyettir. Nüzûlün tamâmiyyeti ki âlem-i a’yân-ı sâbitâttan beşeriyete nüzûldür. [32] O beşeriyetle vücûdu tahattüm etmiş olur.

Ey mürid-i muhakkık! Maâric-i hakîkat olan o emr-i ilâhiyyeye imtisâl etmeliyiz. Böyle temessük ve böyle sülûk asla emrin tahavvülünde gafleti mûcib olacak surette olmamalı. Şeriatin cevâz vermediği ahlâk ve ef’âli terk edelim. Elimizde şeriatten başka bir asamız yoktur. Bir şeriate sâlik olursak vücûd-i mevhûbemiz makam-ı evvele vâsıl olur. Ve bu muhavvif makamdan kurtulmuş oluruz. Eğer makam-ı evvele vâsıl olmayacak olursak gışâvei beden içinde hicablanmış oluruz. Firâk da üzerimize müstevlî olarak makam-ı beşeriyette kalırız. Makam-ı beşeriyette mevkûf bulunan kimsenin halâs için üç vukûfa sahip olması lazımdır. Bunlar da nefs, kalp ve Rabbin vukûfudur.

Nefsin vukûfu_ Cemî’ harekâtını muvâzene edip yarın için ne yaptığını görerek hazırlamaktır.

Kalbin vukûfu_ Esmânın tasarrufunun marifetidir. Hangi isme vâsıl olmuş ve kendisine hangi isim hâkim ve mutasarrıf ır. Bunu bilmek lazımdır.

Vukûf-ı Rabb ise kevn üzerinde mutasarrıfın eserine matla’ olup kevnin Rabb ile kaim olduğunu görmektir. Bir kimsenin bir şeyde kalması gayrısıyla vukûf demektir. [33] Nitekim bir şey ile beraber temkîn tav’an olduğu gibi bir şeyin üzerinde tetebbu’ ve vukûf da kerhen olur.

Seyyid Ca’fer ez-Zekî bin Ali el-Hâdî kuddise sırruhu buyururlar ki: Bir kimsenin murad ettiği şey üzerine vusûlü esbâb-ı muhassalanın tedâriki iledir. Esbâb-ı muhassalanın da evvelkisi tevbe etmek, ikincisi irade, üçüncüsü istikamet, dördüncüsü tevfîk, beşincisi tevekkül, altıncısı teslîmdir. Bunlar nefsin mertebe-i ubûdiyyete urûc edecek mi’râcıdır.

Müridin terbiyesi şeyhine mütevakkıftır. Şeyh nâib-i Hakk’tır. Halk üzerine enbiyâ aleyhisselâm gibidir. Rasûl aleyhisselam buyururlar ki: Şeyhler kavmi ve ümmeti içinde peygamber gibidirler. Şeriat-ı ğarrâ-i mütahhirenin hâkimidirler. Tarikat-ı aliyyenin hududunun hâris ve hafızıdırlar. Onlar şeriatın hilâfına harekâtta bulunmazlar. Ârif-i billâh ve ulemâ-i âmilînin mesleğine sülûk edenlerdendirler. Hakk’ın etibbâlarıdır. Tabâyi'in mizacına arifdirler. ‘İlel ve emrâzı bilirler. Harekâtın mevrdine ve manalarına vâkıft ırlar. Memdûh ve mezmûm olan havât ırı bilirler. Keşf-i hakîkî keşf-i kevnînin beynini fark ederler. İlim, terbiye ve terakkîye mâliktir. Nefs-i mürîde tekevvün eden tesvîlât ve ilim-i şeytânî ve şeytanın müride ne ile vesvese [34] verip dalâlette bırakacağını ve tâlibi nasıl helâk edeceğini bilirler. Müridin bir şeyde noksanı olursa nisbet-i Muhammediyye ve füyuzât-ı Ahmediyye ile ikmâl ederler. Bu kemâlâtı câmi’ olan muhakkıklar yani hudûd-ı şeriata gayet i’tinâ eden zevât ki şeyh-i hakîkî ve Allah’ın ahdine vefa edenlerdir. Onlar zerre kadar hakktan hurûc edip melâmî olmaz ve hakkıyla amelde sabitlerdir. Âdâb-ı ilâhiyyeye riayet ederler, edîp ve enîstirler, hürmette herkesin şahsına göre kusur etmezler. Mürid talebinde ne kadar sadık olursa şeyh de müridin terbiye ve muâlecesinde hazırdır. Şeyhin tedavi edeceği emrâz, kalbe taalluk eden illetlerdir. İlac ve edviye usûlüne sâlik olmayıp kalbi zikirden gâfil olarak kendini helâke ilka’ eden insanlar cahildirler. Bir kimse şeyhine izini takip ederek her emrinde itaat ve inkıyâd ederse şeyhin kalbinden vârid olan feyz onun kalbine aks-i mütevâlî ile intikaş eder. Tamâm-ı aksiyet ile vârid olan feyz de zılâl-i esmâda şeyh ile müsâvî bir nisbette teâlî eder. Asl-ı mürîde elzem olan kalbinin mir’âtını mâsivâdan tecrîd edip müncelî tutmak ve sıdk ile yürüyüp melâmetten kurtulmaktır.

Hazreti Ali keremallâhu vechehû hazretleri buyurmuşlardır ki amele [35] makrûn olan ilim ihlâs nisbetinde daima tezâyüdü mûcib olur. Gû-nâ-gû ilhâmât ile terakki eyler. Bu mülhem olan ilme icabet edese hazerât-ı ilâhiyyeden sıfâtına nüzûl eder. Sıfâtta da zâtı müşahede eder. İlim ve amel müridin merdivenidir. Mürid de terakkîsini ancak bu merdivenden gözetir ve bununla urûc eder.

Sıfâtın aslı olan tevhid masâdıru’l-efâldir. Sıfât ından ef’âli terk etmezse yani kevne taalluktan fikren büsbütün tecerrüd etmezse zühd-i hakîkîyi iyi bilemez. Tevekkül ise zühdün fevkindedir. Tevekkülü de ibadette şey’en fe şey’en istihsâl etmelidir. Tebettül sülûk ve riyazât Cenâb-ı Hakk’ın sıfâtı ile muttasıf olmak isti’dâdını istihsâl eylemektir.

İlm-i hakîkîye vâsıl olmayınca Cenâb-ı Hakk’ın sıfât ı ile de ittisafı mümkün olmaz. İlm-i hakîkî dediğmiz müridin terakkisini istihsal eden merdivenin iki tarafındaki direkleri gibidir. Amel ve tebettül basamakalrı mesabesindedir. “Lâ ilâhe illallâh” kelimesine terakkî ve urûc eder.

Abd, sıfât-ı kadîm olan nisbeti ile fânî olduğu vakitte kelâm yine hâli üzere kalır. Hâdis abdin sıfâtıdır ki o sıfâtı bütünnefy ve kendisinde olan hakîkat ile tevhîd-i hakîkîye münâsebet [36] peyda etmiş olur.

“Rukkâlî Seyyid Hüsâmeddin hazretleri buyururlar ki “Tevhidin bi hasebi’l- merâtib mezâhiri ile televvün eden muhabbetten hâsıl olan ahavât-ı İslâmiyyenin tevhidine tevhid-i âsâr denilir, bazı eserlerde olan ittihâd gibi. Mü’minlerin salâtte cemaat ile eda ettikleri tevhide tevhid-i ef âl denilir. Rükû’, sücûd, kıyâm ve kuûd hâlât ında fiillerini birleştirdikleri gibi ve şuhûr-ı Ramazan’ın mecmû’unda cû’ ve ataş sıfât ıyla muttasıf oldukları ittihada da tevhid-i sıfât denilir. Yoksa tâife-i zenâdıka gibi ef’âl ve sıfâtını Cenâb-ı Hakk’ın ef’âl ve sıfâtı ile birleştirmek demek değildir. Zira hâdisin kadîme mukain olması muhaldir. Esnâ-yı sülûkte hazerâtü’l-ervâha mülâkî olan kimseler bilmelidir ki ervâh iki nev’ olup bir nev’i latîfe-i nûrâniyye diğer nev’i latîfe-i zulmâniyyedir. Latîfe-i nûrâniyye hayalde tasarruf eder. Âkil ve müdebbirdir melâike gibi hasbe’l-iktizâ tahavvülât ve tagayyürâta ma’rûz kalmak ihtimali de vardır. Mesela hayalinde aks etmiş olan şey hariçte zanneder. Hâlbuki o hayalindedir. Râînin haricinde değildir. Zira hayâlîdir, şuhûdî değildir. Şuhûd ve hayâlin her birerleri ayrı ayrı birer [37] ma’kes ihrâz ederler. Hayâlde ma’kûs olan ma’nevîdir. Bunun için müşâhidin iki tarafı vardır. Onlar da şuhûd ve huzûr gibidir. Onun nisbeti nisbet-i hâriciyye değildir. Nisbet-i dâhiliye-i rûhâniyyedir. Vücûd hayâldedir. Bir hâldeki hâriçte aransa bulunmaz. Melâike ve rûhaniyyet gibi. Latîfe-i zulmâniyye ise merede-i cin ve şeyâtînin nufûs-i habîseleridir. Bunların ma’kes-i tâmmı kalb-i münafıktır. Hazreti Ali keremallâhu vechehûdan rivayet olunur ki Allah’ın kulları Allah’tan korkmaz! Size vasfedeceğim evsâf zümre-i münâfıkîn sıfâtlarıdır. Bu sıfâtları size tavsîften muradım ehl-i nifâkı sıfâtlarıyla görüp onlardan hazer etmekliğinizdir Zira sıfât-ı nifak ile muttasıf olan mudildir ve dâlldir, zelîldir. Sahibini zillete düşürür. Bunların bir şeyde sebat ı olmayıp daima televvün üzere olurlar. Herkesi fitne ve ibtilâya ilka etmek başlıca arzu ve emellerindendir. Sizi tarassut altına alıp her bir mazarrat verecek şeyleri irâe ederler. Size keennehû peder-i müşfikiniz yahut biraderiniz gibi itimad gösterirler, onların kalpleri mülevves ve müşevveştir, size daima rûy-i beşâşet gösterirler, lâkin ayağınızın altına kuyu kazarlar, sizi mazarrat üzerine yürütürler, üzerinize [38] bir fenalık gelirse memnun kalırlar, keza mahv ve munkarız olmanız onların aksâ-yı emelleridir. Sizin için cezaya murakıptırlar. Yolu güzel gibi gösterirler ama düştüğünüz vakit de kaldırmazlar. Onlar şeytanın hizbidir. Kendileri ile kendilerine mukarreb olanlar hiçbir vakitte mü’minlere iyilik getirmezler. Ey tâlib-i Hakk! Kalbini havâtırdan muhafaza etmek istersen kendini ricâlullâhın taht-ı terbiyesinden bulundur. Seyr ü sülûk hâlinde şeyhi ile urûcda müsâvî olabilmek için kalbini havatırdan sûret-i dâimede muhafazayı iltizâm etmelidir. Itlak mertebesine vâsıl oluncaya kadar müridin rabıtadan ayrılması caiz değildir.

Bu makama cemü’l-cem ıtlak olunur. Zılâl-i esmâ kesret âleminden ma’dûddur. Müridin şeyhine rabıta ile bulunmaklığı halvettir. Kesrette vahdeti vahdette kesreti bulmak hayâle muntabı’ olan nukûştan sâlim olmaktır. Aks-i hâlde müridin nefsi mücerredât-ı âliyyeye ve envârı kâhiretü’l-akliyyeden ervâh-ı mukaddeseye ve nüfûs-ı müdrikeye vasıl olamaz.

Nefs-i mutmeinne ervâh-ı kudsiyyeye muttasıl olduğu vakitte ehl-i ceberûttan mele’i’l-a’lâda bir taifeye mülâkî olur. [39] Melekût silkine âlem-i ceberûttan sülûk ederek oradan istimdâd eder. Melekûttan da kût ve amel ile nur-ı ilim ve feyz istihsâl eyler.

Hazreti Rasûlullâh aleyhi ve ilâhi ve sellem Efendimiz buyurmuşlardır ki Zât-ı Bârî ve tekaddes hazretlerini müşahede eden zatlar tahte sedyeti’l-yüsrâda muallâk bir nura teevvî ve ilticâ ederler. Âlem-i süfliyâta temâyül ettikleri vakitte ise tabiat âlemine nukûl etmiş olurlar. {Kuvve-i melekûtiyyesiyle idrâkâtı zaîf olanlar bu işrâkatın kabulünde vahiy ve ilhamdan mahcûb olurlar.} Mürid her ne zaman şeyh cânibine teveccüh ederek urûca meyl ederse o zaman seyr-i müsâvî ile seyr edebilir. [Benim Allah ile beraber olduğum bir vakit vardır ki.][22] hadisi bunu irâe ediyor.

Mülâbesât-ı mâddiye ve hey’et-i bedeniyyeden tenezzüh ve zühd ile Allah’a takarrüb eder. Seccade-i kurbiyyette ise levs-i vücûddan tâhir olması lazımdır. İliminde sıdk-ı niyet ve ihlâs nezâhete makrûn olan şeyhin bedeni ile kendi beynindeki münasebet-ı tâmme sebebiyle Cenâb-ı Hakk ona imdâd eder, bu da kuvve-i kudsiyye ve mebdeü’l-ebedden nefsi takviye ve te’yîd iledir. Bir kimse Allah ile olursa Allah da onunladır. Müridin her bir nefesinde azamet-i kibriyâ ve kudret-i ilâhiye ile teneffüs etmesi lazımdır. Böyle teneffüs sahibi olmayan [40] maiyyet-i hakîkîye vâsıl olamaz. Her ne zaman mürid için maiyyet tahakkuk ederse o zaman Hakk ile olan lisan ve yede nâil olmuş our.

Hazreti Ali Radıyallâhu anh hazretleri (Hayber’in kapısını ben kendi elimle kopardım. Ancak Cenâb-ı Hakk’ın bana imdâd etmiş olduğu kuvve-i melekûtiyye ile kal’ ettim) buyurmuşlardır.

BU BÂB MAKAMATIN İHTİSASI VE HAVÂDİSTEN MÜCERREDE HAKAYIKIN AHVÂL VE MERÂTİBİ BEYÂNINDADIR

Kesret yüzünden hücüb kalktığı vakitte sıfâtından zuhur etmeden evvel mürid Rabbisini müşahede eder. Ve onu hazerât-ı esmâ isti’lâ etmiş olur. Hazerât-ı esmânın mazharı olmasıyla hazret-i ehadiyyet mertebesi de isti’lâ etmiş olur.

Esmâdan ahad ile vâhid beyninde fark şudur ki ahad kendisinde kesret itibarı olmaksızın yalnız zâttır. Ahad _ vücûd-i unsûrîde fazl-ı tekvîni mezâhiru’l-vücûdun bilâ-ta’yîn ve lâ-tahdîd zâtına delâlet eder. Bu hiçbir şeyde iştirakı kabul etmez bir ism-i zâttır ki ona Zâtü’l-baht, Zâtü’l-vahde, Zâtü’l-amâde denilir.

Vâhid sıfâtın kesreti itibariyle berâber zât demektir. Bu hâlde vâhid hazretü’l- esmâdır. Ahad Hazretü’z-zâttır. [41] Cemî’ mevcûdât onun vücûdu ile vücûd bulduğundan nefsinde o mevcûdât bir şey değildir. Zira lâzımü’l-mâhiyye olan imkân vücûdu iktizâ etmeyip mümkünü’l-vücûd olan kesret ve inkısâmı iktizâ eder. Bu hâlde vücûd-ı mutlakın mâ-adâsı adem-i mahzdır. Vücûdun mertebesini sâlik bununla fark etmiş olur.

Vech-i vahdetten hicâb-ı kesret münkeşif oldukta vücûdun bakiyesi ile beraber tâlib-i Hakk vahdeti müşahede eder. Bu ise ru’yet makamı değildir. Zira bakiye ile ru’yet muhaldir.

Ey talib-i Hakk! Esrâr-ı melekûtiyyeden miftâhü’l-gaybı idraka hâzır ve ma’lûmâtına muntazır ol. Miftâhü’l-gayb iki nev’ üzerine olup birisi Hakkî diğeri de halkîdir. Hakkî olan miftâhü’l-gayb hakîkat-i esmâ ve sıfâttır. Mefâtihü’l-gayb-ı halkî ise vücûhuyla vücûh-ı Rahmân’a mukabil olan zât-ı insandır. Şuhûdun menâzili hayâlin musavveridir. Havâdisten Cenâb-ı Hakk’ı zatının gayrısıyla ru’yet mümkün olmaz. Zira muhaddisâtü’l-vücûddan tecerrüd etmeden ru’yet imkânda değildir. Bu da merâtib-i ervâhın saff-ı evvelinde kendisinde hâsıl olan makam-1 vahdettir. Vahdetin hüviyeti ve zâtın hakîkati merâtib-i ervâhın hüviyetinde münderictir. Bu hüviyetin tahkîki zâtın gayrısı değildir. Onun vücûdu muayyen-i mahsûstur. Bu ise hakîkatin aynıdır. [42] Min haysü’l-vücûd o hakîkatin aynı vücûddur. Eğer bu vücûd olmasa idi vücûd addolunmazdı. Hazreti Ali radıyallâhu anh Efendimiz hazretleri buyurmuşlardır ki Vücûd-ı Bârî her şey ile beraberdir. Yalnız mukareneti yoktur. Onun ile şey o şeydir. O’nsuz hiçbir şey yoktur. Eğer mukarin olmuş olsa isneyniyet lâzım gelirdi. Bu ise vahdet-i hakîkîye pek vâzıh bir surette mübâyenet irâe eder. İnsanın isti’dâdına tevdî’ olunan şey maânî-yi mümeyyizedendir. Ricâl bununla temeyyüz eder. Bir mürid hüsn-i edebi ile nefy-i hakîkisinden tecerrüd onun kalbinin levhine mevcûd olan şeylerin suretleri ile ileride vücûd bulacak olan şeylerin suretlerinin mecmû’u müntekış olur. Mertebeye vücûd nisbeti mukayyed olmazsa yani taaddüd-i aklî ile taaddüd-i vücûdu ifade etmeden o şey’iyyet vücûd nisbetini ifade etmez. Bu mertebede olursa bu taayyüne şey’iyyetü’s-sübût tesmiye kılınır. Bu mertebeye de hazerâtü’lesmâ ve’l- maânî denilir. Hakayıkta âlem-i ceberût tesmiye olunur. Taaddüd, vücûd-i izâfîyi ifade eder. Bir mertebede olursa da şey’iyyetü’l-vücûd tesmiye kılınır. Hayâl ve histen vücûda gelen kuvve-i cismâniyyenin idrakı haddine baliğ olmayıp da âsârıyla idrak edilirse bu mertebeye hazerâtü’l-ervâhü’n-nûrâniyye [43] tesmiye kılınır. Bu da hazerâtü’l-melekûtiyyetü’l-a’lâdır. Melekûtü’l-esmâ ise sâlik onu mertebe-i ehadiyyette müşahede eder. Hazretü’l-ümmehâtü’l-esmâ dediğimiz sedenetü’l-esmâ ve’l-maânî ıtlâk olunan “kâf’ makamıdır. Hayat, ilim, irâdât, kudret, kavl, tekvîn, ıksât sedenetü’l- esmânın tahtında olup hakayık-o külliyedendir ki onun fevkinde hakîkat-i mutlaka ve hüviyetütü’l-kübradan başka bir şey yoktur.

Hakayık-ı külliye ve maânî-i mevrûdede ehadiyyet: evsâf-ı hakkiyye ve halkıyyeden mücerred meclâ-yı zâttan ibarettir. Ehadiyyet taayyünün vasfı olup mutlak muayyenin vasfı değildir. Mutlak için esmânın haysiyetinden vasıf ve isim olmaz. Müstecmi’ li cemî’ü’l-esmâdan olan zâtın adem-i mugâyereti itibariyle bazısıyla tezâd ve bazısıyla ittihâd eder surette zat-ı vâhide müştemil ve zat için lazımdır. Bu da hakk için sâbit ilm-i vahdâniyettir. Bu ilm-i vahdâniyette fânî olarak ulûhiyet mertebesi yalnız ilim ile taayyün olunur.

Ulûhiyyet ma’lûmât-ı muhtassa mir’âtından mecmû’unun mürtesem olması içindir. Bu ise esmâ üzerine müştemil olduğundan zât için mir’âttır. Eğer ilim zâtta mu’teber olmazsa o ilme [44] imtiyaz itibarı nisbet olunmaz. Zatını zat ile taakkulde Hakk’ı taayyün ve taakkul eden imtiyaz itibarı kendisine verilmez. Çünkü zatı içn vücûdda kendisine münasip ve mutabık bulunmaz. Her şeyi kendi muhîittir. A’yânı sâbiteden olan mertebe-i ehadiyyetteki seyr mertebesinde olan tecerrüd ise zat mertebesinde muzmahildir. Bu mertebeye “mertebetü’l-âm” ve ve fenâü’r-rûh” denilir.

İnde’ş-şer’ a’yân-ı sâbite mertebesi cemî’ esmâ ve sıfâtı câmî’ mertebe-i ehadiyyettir. Ervâh için merâtib-i mahsûsa ve makam-1 ma’lûme vardır.

Hazretü’l-gaybın da âlem-i tevhîdde merâtibi vardır. Evvelkisi gaybü’l- guyûbdur ki Cenâb-ı Hakk’ın ilmidir. Buna “inâyet-i ezeliye ve inâyet-i ûlâ” tesmiye edilir.

İkincisi âlem-i ervâhın gaybıdır. Bu da ezelde ve ebedde zuhûra gelmiş ve gelecek mecmû’ eşya sûretinin aksidir. Buna “rûhu’l-âlem” derler. Kur’ân-ı azîm, ümmü’l-kitâb budur. Bir kimse a’yân-ı sâbite mertebesine vâsıl olursa “mâ kâne ve mâ yekûn”u müşahede eder. Bundan sonraki gayb âlem-i kulûbun gaybıdır, mertebe-i ervâhdan suver-i külliyenin aksidir. Buna âlem-i ceberût tesmiye olunur. Ukûs-i muayyene tafsîlen, külliyen ve cüz’iyyen âlem-i nefs [45] ve âlem-i kalbdir. Levh-i mahfûz ve hazretü’l-gayb (âlem-i hayâl) denilir. Her bir âlem ki kendisinde hayât bulunur. Orada hayâl de bulunur.

Ehl-i dünyanın hayâli muhtefî olan şey ile mukayyeddir. Bu ise gaflet ve nevm mesâbesindedir. Hazret-i Rasûlullâh buyurmuşlardır ki “İnsanlar uykudadır öldükleri zaman uyanırlar.” Bu âlem-i gayb-ı hayâlîdir ki kâinatın nüfûs-ı cüz’iyye-i insâniyyede müntabi’ olmasıdır. Bu âlem-i hayâle insan ta’bîr olunur. (İnsan-ı ekber) dedikleri de budur. Âlem-i şehâdet merâtib-i guyûbun akrebidir. Havâssın merâtibi nâil oldukları nimet mukabilindedir. Onlardan birisi mertebesini tecavüz etse kendi mertebesinde müstehlik olur, onu fena ahz eder. Fena halkta beka da Hakk ile hâldir, âlem-i şuhûd değildir. Zira şuhûd vücûdun hakîkatidir. Nefsinde nefsin aynını yahut gayrısını bulmak ve görmek mertebedendir.

Şuhûd ise şuhûd ile beraber huzurdur. Mutlakü’z-zât bir emrdir ki ona esma ve sıfât müstenid olur. Hakîkat-i şuhûddur. [46]

BU BÂB ZÂTÜ’L-BAHT’I BEYÂN ETMENİN İMKÂN HÂRİCİNDE OLDUĞUNA DAİRDİR

Zâtü’l-Baht’ı beyân imkân haricindedir. Zâtü’l-Baht dediğimiz bir zattır ki O’nu taayyün edecek bir isim, O’nu vasfedecek bir sıfât yoktur. Bir şey yoktur ki O’nunla hükm olunsun. Hiçbir şeye nisbet olunmaz. Vahdet, vücûd, vücûb, mebdeiyyet, iktizâ, îcad, sudûr, ilmin taaluku nefsiyle yahut gayrıyla bu mezkûratun mecmûu taayyün ve takkayyüd eder.

Adem-i mahzda Hakk-ı mutlakın vücûdundan gayrı bir şey yoktur. Bu sıfâtlarla varid olan matlabetü’l-esmâ elbette vücûdlarını taleb ve istid’â ederler. Ebî Zeyn el-Ukaylî’den rivayet olunur ki “Yâ Rasûlallâh, Cenâb-1 Hakk, halkı halk etmezden evvel nerede idi. Efendimiz buyurmuşlar ki, amâda idi. Tahtında ve fevkinde hava olmayıp kendi Zâtü’l-bahtı vardı, gerek sübût ve gerek vücûddan kendisiyle beraber bir şey yoktu.

Amâ mertebesi ise mertebe-i tenzihten ibarettir. Efkârın idrakı kendisine muttasıl olamaz. Biayna kendi ilmiyle kendi zatını âmildir. Binefse nefsiyle kaimdir. Mertebe-i ulûhiyet mertebe-i teşbîhtir. Her bir sâlikin Zâtü’l-mahz ile Zât-ı ilâhî beynini fark etmesi lazımdır. Zâtü’l-mahzdan ibâd bir nasip ve haz alamaz. Cenâb-ı Hakk’ın [47] iradesi taalluk etmezden evvel biz O’nun ilminde idik. Bize “Kün” emri taalluk etti. Biz hudûse geldik. Rubûbiyyetü’l-esmâ bizim üzerimize müstevlî oldu. Vücûdiyyât hasebiyle her bir vücûd kendi mazhariyyetini talep eyledi. Her bir mazhariyet de Rubûbiyyet-i esmâdan vâkı’ olan şey-i matlabdır. Alîm ismi ma’lûmatı, Kadîr ismi mukadderatı, Rezzâk ismi merzûkun vücûdunu talep ettiği gibi bu esmânın bazısı tazammun ettiği şeyin iktizası ile mümtazdır. Cenâb-ı Hakk bizi vücûda getirip esmanın rubûbiyyeti bize müstevî oldu, bu tesviye ba’de’l-vücûd rubûbiyyeti talep etti. Rubûbiyyet için de sûrî, manevî tecelliyatlar vardır. Envâ-ı müktesebâttan hasbe’l- kanun rubûbiyyet-i manevînin esma ve sıfât ında zuhura gelmesi gibi. Rubûbiyyet-i sûrî: Cenâb-ı Hakk’ın halkında tecelliyâtı müteşâbihâttan âdet-i rubûbiyyetin cereyanıyla halkından zuhûrudur.

Sırrın zuhûru risâletin zuhûrunu müstelzim olduğu gibi risaletin zuhuru ve irsâli de fitne ve ibtilâyı icab etti. İnsanlar bu risaletle tefrikaya düştüler. Kimisi mü’min kimisi de kâfir oldular. Bu peygamberlerle nefy ü isbâta müteallık küfr ve iman zâhir oldu. [48] Bundan sonra kâfir küfrü ile mü’min de imanı ile uğraşarak Hakk ve hakîkatine vâsıl oldular  [...Biz Allah'a aidiz ve sonunda O'na döneceğiz...][23]

Her ismin muktezâ-yı terbiyesi kendi merbûbunda tasarrufuyla râzıdır. Mudill ismi bir fâsığın vücûdunda idlâl üzere tasarruf eder. O fâsık mudil isminin tamamiyetine mazhar olmuş olur. Kezâlik Hâdi ismi merbûbu olan mü’minde hidayet müşahede olunması ile râzîdir. Her bir ismin muktezâ-yı rubûbiyeti vücûd-i eşyâda ayândır. Bir nisbetten diğer nisbete ve bir rubûbiyetten diğer bir rubûbiyete geçmesi için abdin elinde tevbe gibi bir iradesi de eksik değildir. Mü’mine her şeyi hazırlayan Cenâb-ı Hakk bu iki sıfâtından birisine mazhariyetini abdin kendi iradesine tevdî’ etmiştir. [Kuşkusuz dönüş Rabbinedir][24] muktezâsınca mir’ât-ı vücûdunda Hakk’ın tasarrufu ta’yin eder. Bu taayyünâtın ya istidlâl-i aklî yahut keşf-i yakînî ile kendisinde zuhurunu görür.

BU FASIL EŞYAYA VÜCÛD İ’TÂSINDA İRADE-İ İLAHİYYENİN TAALLUKUNA DAİRDİR

Bu mertebede zübde Cenâb-ı Hakk kendi iradesiyle bir şeye vücûd vermeyi murad ederse “kün” emri semâ-ı ilâhiyyeden sedenât-ı sıfâta nüzûl ile mertebe-i imkâna vâsıl olur. Dâire-i imkândan o şeyi [49] isbat ve âlâtı teânuk eder. Kendisinde şey’iyyetü’s-sübût rayihası istişmâm olunarak bu şeyin hakikati ile Hakk’ın vücûdu taayyün etmiş olur. Vücûddaki tevhid de budur. Zira şeyin taayyünü hakâyıkı sûretinde

o şey için sıfâttır. Bu taayyün Hakk’ın şuûnâtından yahut vücûdundan olan taayyün olsa da o vücûd-i muayyen için isimdir. İsim ve sıfât müsemmânın aynıdır. Mevsûf şuhûdda yine aynı zâttır. Onun için eşyadan şuhûd-i eşyanın hâlıkıyyetiyle mevsuf bulunması Bârî Teâlâ ve tekaddes hazretlerinin eşyadan zât ını tecellisi ile müşahede etmektir.

BU FASIL TAAYYÜNÂTÜ’L-İ’TİBÂRÎ BEYÂNINDADIR

Taayyünât-ı i’tibâriyye esmâ ve nesebin sûretleridir. Esmâ ve sıfât müteaddid ve mütefâvit olduğu hâlde ihtilâf-ı mevcûdatta olup suver-i müsemmiyata değildir. Ancak vücûdda esmânın i’tibarı müteaddidâtta müsemmâ gibidir. Zât haysiyetiyle mefhûmâtın neseb ve suveri birdir. Bu da vahdet-i hakîkîden ibarettir ki vahdet-i adediyyenin kesretiyle müsâvîdir. Zira bunların mecmûu mâhiyet-i sıfât ve avârız-ı lâhika kabilindendir. Lâkin sâlik-i Hakk bazı merâtibe terakkî ettiği vakitte vücûd-1 mümkînât belki nefs-i vücûdîde muzmahil olur. Bu izmihlâl onun terakkîsine ki _bir âlemden diğer âleme vusûlünü irâe eder_ hayatın mevte, amellerin ahrete olan nisbeti gibi. [50] Cüneyd kuddise sirruhu hazretleri buyururlar ki hâdis kadîme mukarin olduğu vakitte havadis muzmahil olur. Hâdis olan vücûd gibi terakkî etmiş olduğu âlemde görülür. O zaman fena eseri vücûd müterakkî anhda fânî olarak vücûd-ı mevhûmdan eser kalmaz.

MERTEBE-İ AHVÂLÜ’L-İLİM

Hayata elzem ve akreb olan şey ilimdir. İlimsiz hayat bir zıll ve hayâldir. Her bir hayy için bu hayatın mûcibi olan ilim lazımdır. Bu ilim iki kısım olup hayvânâtın ilimi gibi ya ilm-i ilhâmî olur ki hayâtın levâzımından olan maîşetin lüzûmu gibi. Yahut bedîhî ve zarûrîdir. Bu kısım da ya tasavvûrî yahut tasdîkî olur. Eğer ilim nazar ve istidlâl tarîki ile kendisi için hâsıl olursa ilm-i kesbîdir. İlm-i kesbî de zirvesinde yakîni îcâb eder. Riyâzat ve mücâhedât ile kesb-i hakîkî mertebesine vâsıl oluncaya kadar kendisi için bu ilim hâsıl olursa ayne’l-yakîn mertebesi bu ilmin zirvesini iş’âl ve tenvîr eder. Bu da vücûdunda alâmet ile cevârihi üzerinde ilmin eserinin zuhûrudur. Bir sûretteki o cevârihin harekât ve hayatını mü şahede iktizası üzere mümkün olur. Bu iki mertebe merâtib-i ilimden ilm-i husûlîdir. Her ne zaman havâdis vücûd talebinden zâil olursa a’yân mertebesinde sâbit olur. [51] Bu hâlde onların bakiyesi ile beraber Hakk taayyün eder. Bu ilmin zirvesinde kendilerinde havâdisten ve taayyünâttan eser kalmazsa o zaman Hakk hakke’l-yakîn tecellî eder.

BU FASIL SEYR Ü SÜLÛKE DÂİRDİR

Seyr ü sülûk eden zat için her bir ilim hasebiyle bir huzûr lazımdır. Ulûm-ı meâş, hayatın ıslâhını iltizâm eder. Bu ise ulûm-ı takvâdandır. Buna {Melekûtü’l- cevârih ve Mevâzinâtü’l-beden} tesmiye kılınır. Yahut ahlâkının tezhîb ve fezâilinin tekmîline müteallıktır. Bu da nefsin ulûmudur. Marifet-i nefs bununla husûle gelir. Buna ulûm-ı nefsî, marifet-i nefsî denilir. Marifet-i nefsî ya sıfâta taalluk eder sûrette külliye-i yakîniyye olur. Yahut tecelliyâta müteallık külliye-i hakîkiyye olur. Bu ilimler de iki nev’dir. _Akliyye-i nazariye, keşfiyye-i sırriyye_dir. Bunların menbâı âlem-i kalp ve âlem-i sırrı dr ki bunalr oradan zuhûr ederler. Tecelliyât ve müşâhedâta taalluk eden ulûm-ı akliyye kısmı da âlem-i rûhun gaybına mütealliktir fart-ı muhabbete taalluk eden ulûm-ı zevkiyye-i ledünniyyedir ki muvâsılât gibi âlem-i hafânın gaybıdır. Hakîkat-i mücerrede gaybü’l-guyûbun menba’larından husûle gelir ve oradan tâlibe müncelâ olur ulûm-ı zevkiyyedendir. [52]

ZEYL

Her bir ilim hasebiyle bir huzur vardır denilmiş idi. Evvelki huzur hazretü’l- bedendir. Onun huzuru ancak vücûd-ı haricînin tamamiyle vürûdudur. Eğer vârid olmasa mâ yefûtu anhin fikdânından vücûdu sarf eder. Ekl ü şurb ile ilac eder. Zira ekl ü şurbu Cenâb-ı Hakk insanın vücûdunn tecelli ettiği bir tînden ihsan etmiştir ki hazretü’l-kevnden beşer kendi sa’yi nisbetinde o gıdayı istihsâl eder, iradesi ile ağzına kor. Cenâb-ı Hakk’ın bir eli zâhir elidir ki kulun iradesi tatındadır. Diğer eli ba’de’l-ekl vücûd-ı insânı halk ve gıdâ-yı echize-i dâhiliyeye tevdi’ ile tasarruf eder. Bir kimse ekl ü şurbu terk etse vücûdunda gıdaya sâlih olan  maddeler sarf olunup bedenin yubûsetiyle rûh uçar.

Zahir eli gıdamızı verdiği gibi bâtın eli de irademizle ekl ettiğimiz şeyi bedenimize gıda yapar ve bekamızı bununla temdîd eder. İkinci huzur_ nefsin huzuru olup kalbe inkıyâdı indinde hudû’ ve huşû’ ile nefsin mutmain olmasıdır.

Üçüncü huzur_ kalbin huzuru olup hazret-i kalbin nuru ile zakirde mütecelli olur. Eğer bu hâl zakiri varid-i zikrde müstahkim [53] kılmak için ahvâl-i sadîkînden bir şey ise zakir huzur-ı kalple mütemekkin ve o varid ile mütehallık olur.

Dördüncü huzur_ Sâlikin Rabbisine mükâleme ve münâcât indinde hazret-i sırdan zuhura gelen huzurdur.

Beşinci huzur_ Muâyene ve müşahede ile hazretü’r-ruhtan zuhura gelen huzurdur.

Atıncı huzur_ Münâğat ile hazret-i hafâdan zuhur eden huzurdur.

Yedinci huzur_ Ayn-ı vahdette makam-ı fenadan hâsıl olan huzurdur ki o makam-ı fenada taayyünat ve mecmû’ hazerât-ı mezkûre muzmahil olmakla ayn-ı vahdetteki makamın huzurudur. Bu makam nihaye-i hazeratü’l-hakîkiyye ve fena-i mutlaktan ibarettir ki bunun zirvesinde hakke’l-yakîn tecelli eder. Fenadan sonra vakı’ olan bekada hazeratın cem’i yani ayn-ı vahdetteki fena ile beraber tekemmül eder. Bu ise muhabbet ve teferrüd ile hazretü’z-zattır. Hazerâtü’l-Hakk, inde’t-temkîn cemî’ hazerât-ı esmâyı câmi’ olan makam-ı bekadadır. Bu da meslek-i Muhammediyyeye sâlik olan bir müridin maneviyatında zuhur eder.

Evvelki makam dünya maişetlerini, seyr-i muhammediyye ve sîret-i Ahmediyye ile [54] tamam-ı muvâzenesi indinde olur. İkinci makam, tezkiye-i nefs ile hâsıl olup onunla tamam olur. Üçüncü makam, melâhî ve menâhîden ictinâb ile tamam olur. Dördüncü, gayrıdan teveccüh ve iltifatı kat’ etmekle olur. Beşinci makam, sıfâtın zuhuru ve kalbin tuğyanından fey-i zılâl ile tamam olur. Altıncı makam, ikilikten tecerrüd etmek ile olur. Yedinci makam, tevhide muhalefet husulünden ve telvin bakiyesinin zuhurundan kurtulmakla tamam olur. Bu makam ise salikin nihayet-i urûcudur. Ulemâ-i muhakkıkîn ittifak etmişlerdir ki bir sâliğin merâtib-i insaniyyeyi kat’ ederek gayesine vasıl olmadıkça makamat-ı mezkûreye vusûlü tasavvur olunmaz.

BU BÂB RİYAZÂT VE MÜCAHEDÂTIN MERÂTİBİNİN ZÜBDESİ BEYÂNINDADIR

Cenâb-ı Hakk’ın kemâlât-ı ilâhiyyesi aynu’l-cem’de mahzûndur. Onu a’yânda maâdin-i insana tevdî’ etti. Ayn-ı cem’den ne zaman bir ferd vücûda gelse o ferdin isti’dâdı üzere mâ-yûda’ ileyhi münkasim olur. Ağaçların üzerine yaprakların saçıldığı gibi bu kemâlât da ebdân-ı beşere tereşşuh eder. Bu kemâlât-ı mahzûne ile insanlar zahir olduğu vakitte onlara bir mürsel ba’s ederek isti’dadlarına mevdû’ olan kemâlâtın ızharı ile onları imtihan eder. [55] O meb’ûsa onların inkıyâdı nisbetinde kemâlâttan isti’dadlarında zahir olur. Nimet ve nıkmetten onların ibtilâları kendi üzerlerinde sıfât-ı Hakk’ın zuhuruna mazhar olmaları içindir. Nitekim hazâin-i mevdûaya onlar maâdin oldukları gibi kemâlâtın zuhûrunu da kâmil kemaliyle idrak eder. Kemâl ancak o kâmil mavdû’-ı ileyhden zuhur eder. Nâkıstan kemâlin zuhuru mümteni’dir. Eğer âsârdan halkın isti’dadında olan şeyin ızharı mümkün müdür denilirse o sâlie verilen cevapta evet denilir. Zira müsterakü’s-sem’ dediğimiz gramafonun müsavvitten savtı ahz edip de yine iade ettiği gibi bir fiilin icrası için olan harekâtt o âlât- ma’kuleye akıl ile aks eder ki dikiş makineleri gibi. Makineyi işleten harekât o aklın aksidir. Sâirleri de bunun gibidir. [56]

BU BÂB ŞEYH-İ MERCÛ’ BEYÂNINDADIR

Şeyh-i mercû’, risâlet-i Muhammediyye’nin halifesidir. Bu mertebeye vasıl olmayan insanın şeyhliği insanda ahlâk bozukluğundan başka bir netice vermez. Bu ecelden “İnsan-ı kâmiller mertebe-i risalette Allah Teâlâ hazretlerinin halifesi ve rasullerin ümenâsıdırlar.” buyrulmuştur.

Elbette şeyh talep eden tâlibe bu zatın vücûdunu bulmak elzemdir. Halk her velî ve her insan-ı kâmili manen irşad edebilir zannederler hâlbuki irşad için şeyh-i mercû’ olmak şarttır.

Ashâb-ı makamat olan ârifler bu sırdan gafil olarak şeyh-i mercû’ mertebesine vasıl olmadan başlarına bir miktar insan cem’ edip sülûk ettiriyoruz i’tikadında bulunur. Ve “Allah’a yaratılmış nefisler sayısınca giden yollar vardır” derler. Elbette Allah Teâlâ’nın her insanda yedi vardır. Ve her mahlûk vücûh-ı ilâhîden bir vücûha mazhar bir ismin tecellisine mücellâ

olduğu gibi ef’âlden de bir fiilin zuhuruna masdardır? Velâkin her arif hazreti vahidiyyette esmâ-i ilâhiyyenin cem’ine mazhar olmaz. Zira zuhur-ı küllî insan-ı kâmilin vücûduna mahzurdur. Her âbid ve zahide şeyh bulunmaz değil lakin her insanda [57] yed-i ilâhînin vücûdu kifayet derecesinde olmuş oalydı vücûd-ı vâhiin müşahedesi kifayet ederdi. Yani kendinde bulunan yed, kâsıd-ı sülûk olan zatın sülûküne kifayet ederdi zira o sülûkde de Hakk’ın vücûhu ve yedi vardır. İnsan kendinde oaln vücûh-ı Hakk ve yed-i Hakk’ı bırakıp da gayrıda olan vech ve yede teşebbüs etmek tercih bilâ- müreccah lazım geleceğinden faidesiz hay ve huy vadilerinde pûyân ve ve sergerdân olmak azabına ibtilâdan ibarettir. Kezâlik kendi vücûdunda Hakk’ı müşahede etmeyen bir mahcûb diğer bir mahcub diğer bir mahcûb mazharında Hakk’ ı talibe nice temâşa ettirir. Bir a’mâ diğer bir a’mâya nasıl delâlet edebilir. Küllün cüz’ü gibi olan şey küllün küllü gibi olmaz. Tecelli-i mudalliyetten halâs olmayan olmayan irşâd ile meşgul bulunması lazım gelmez. Zira mazhariyette ve zuhurda kâmil olan zatın bazısı mercû’ olmayıp zât-ı Hakk’da müstehlik suretinde kalır ve ircâı takdirinde Hâdî ve Mürşid esmasının gayrına mazhariyetle nüzûl eder. Kimi Sâni’, kimi Rezzak, kimi Âlim ve kimi ism-i Zâhir rubûbiyyeti meydanında nümâyân olur. اوليائ تحت قبائ لا يعرفهم غيري ” mantûkunca [58] hicâb-ı izzet ve perde-i sitariyyet melâzında muhtefî olup cemal-i vahdeti daima vücûh-ı kesrette müşahede ederek zıllullah ve bahr-ı envâr-ı mevcûdat içinde müstağrak olan kümmelînin ulûvv-i şânına sahil-i taklidde ta’n-ı zen olan erbâb-ı nakais ve şuyûh-ı merâsim destres olmazlar. Muhakkık bir mezhebe taklid edip bazen sıfât-ı taklid ile muttasıf olur mu?

Mişkat-ı Muhammediyye’den ulûm-ı ilahiyyeyi bilâ-vasıta ahz eden zât muhakkıktır. Ama vakt-i cehâlette bir mezheb-i muhakkıkın ibtidakî Hâli yani taayyün denilen şeref kendine vasıl olmazdan evvelki hâli onun muhakkıklığına kadeh vermez. Zira muhakkık-ı hakîkînin sıfâtta ihatası olduğu gibi ef’alde dahi ihatası vardır.

Ehl-i kemâlin kemâli sıfât ve ef âli ile bilinemeyip perde ve istitâr altındadır. Zira muhakkıkın ilmi müctehidin ilmi gibi değildir. Müctehidin ilmi delil ve istidlâl üzere olduğundan müctehid ancak şek ve zan sahibi olup yakîn sahibi değildir. Eğer ictihadında yakîn olmuş oalydı müctehidînin beynlerinde ihtilâf vâkı’ olmazdı. [59] Ama muhakkıklar keşf ve şuhûd ve basiret üzere bulunduklarından onların ulûmu vâridât-ı ilâhiye muktezâsıdır. Vâridât-ı ilâhiyyeden murâd sadedinde bulunduğumuz “حتى يئتيك اليقين” nazm-ı celîlinin mistakıdır ki ilim zevki kabîlinden bulunduğundan tezahür ettikçe ihtifâsı artar.

Bir kimsenin mecmû’ ef’âli kendisinden müntehap ve mümtazdır. Eğer kendi indinde o fiil-i mümtaz olmamış olaydı ityan etmezdi. Nitekim bir kimsenin kendi fiilinin gayrısının indinde dahî mümtaz olduğunu isbata o fiilin meyân-ı nâsda zuhûr ve birûzu kâfîdir.

FASL-I Fİ’L-MERÂTİBİ’L-MÜRŞİD

Zübde-i irşâd_ Mürşid sohbeti ile halkın en müessiridir. Görüldüğü vakit vechinde beşâşet vardır. Azîmü’l-halktır. Nâsa ‘itâda gayet sahîdir. İbadet yolunda azimetle amel eder. İhvan beyninde mükerremdir. Nefsin hevâsı onun üzerine yol bulup esemez. Rasullerin emîni ve halk içinde Hakk’ın [60] halifesidir, nâssın istikametine mi’yâr ve âlletli benî âdem sıfât ında görünen bir melektir, Hakk bu zât ile beraberdir. Halkın mürebbîsidir, gayette nadir bulunan azîzü’l-vücûddur. Beşeriyyet cilbâbını giymiş beşeriyetten mâada nâssın gözüne bir şey görünmez, nâssın guft u gûsu ile halk onun üzerine teleclüc eder, onlar urasâ-ı Allah’dır. Kendisinden gayrısı onları bilmez, işbahın kubbesi altında mahfuzdur, tasarrufu ile âlem-i hakktan âlem-i halka rücû’ etmiştir. İrşad tarikinin hata ve sevabını bilir, ibtidâ sohbet ile mütekellim olur, herkes ona isti’dadı nisbetinde mukarenet peyda eder, onun için ahvâl-i acîbe ve isti’dâdât-ı garîbe ibraz eder, makamatı halkın makamatı iktizasınca zühûl, hayret, sekr, sahv gibi herkesin makamına göre isti’dadlarında zuhur ve iktizâ edecek her bir ahvâle vâkıf ve mutasarrıflardır. Mürşidi âgâh olan zevât üç isme vâsıl olur. Birisi: Allah isminin üzerine delâlet eden esmâ-i zâtiyyeden bir isimdir. Gayrının manası üzerine delâlet etmez. Ancak zât üzerine delâletinde o isme vâsıl olur. Bu isim lafız, sûtret ve harfe taalluk ettiği gibi ona fikir ve hayal de ermez. İkincisi: Tecelli-i ef’âlin kâffe-i eşyadaki tasarrufundan hâsıl olan mer’iyyât ın kâffe-i Cenâb-ı Hakk’ın zât-ı ulûhiyetine delâlet eden bir isimdir ki o eşyanın mecmû’u ile Cenâb-ı Hakk’ın rubûbiyyet sıfâtından hâsıl olan ulûhiyete delâlet eder. Nârdan ru’yet olunan şuûnât-ı zâtın ulûhiyet üzerine delâleti Yani  [Muhakkak ki ben, yalnızca ben Allah'ım. Benden başka ilah yoktur][25]deki delâlet gibi.

Üçüncüsü: Ma’bud bi’l-Hakk olduğu tebliğe talim olunan ve ulûhiyete delâlet eden bir isimdir. [Bil ki, Allah'tan başka ilah yoktur][26] nazm-ı celîli buna delâlet eder.

İlim ancak tebliğ ile hâsıl olan ilimdir ki kâffe-i ulûmun fevkindedir. Mürşidin de ilmi bundan ibarettir. [62]

HİZBÜ’N-NECÂT

Zâtı esmâ ve sıfattan münezzeh ve ceberûtunun azameti akletme ve belirlemeden pâk olanı tenzîh ederim. Sıfatı Hamîd ve Mecîd olana hamd olsun. Şanı teşbîh ve tevhîdin hâdislerinden yüce olsun. Ona Hamîd isminin gerektirdiği şekilde hamd edene müjdeler olsun. “Çünkü iki melek (insanın) sağında ve solunda oturarak yaptıklarını yazmaktadırlar.”[27] Aynının şehâdetinin gerektirdiği şekilde mahlûkatın varlığınca hamd etti. Ve işlerin varacağı yerhayallerin ulaşmak istediği yer üzerine gerçekleşti. Ve onların üzerine telaffuz edilen kelimelerden ubudiyet harflerini vârid etti. Âlemler fânî olanda eşyanın gerektirdiklerinden isimlerin matlubları yoluna göre toplandı. “İnsan hiçbir söz söylemez ki, yanında gözetleyen yazmaya hazır bir melek bulunmasın.”[28] Kulun Hamdi âbid ve ma’budun aynısına gelmesidir. Ve O mertebelerde yaratılışın hakîkatinin aynıdır ve varlıkta Hakk’ın hüviyetidir. Zâtının sıfatını mahlûkatın[29] üzerine yaydı ve mahlûkatın üzerine nakışlar ve renkler yansıdı. Mevcûdâtın ruhundan başka varlık yoktur. Ve O zaman ve mekândır, ancak O’nun için keyfiyetler sahibi olmada zaman ve mekân yoktur.[30] O zuhûr ve tecellilerde, -mahlûkatın hil’atinde Âdem’in sûreti üzerinde- Hakk’ın ve halkın aynıdır. “Gökten bereketli bir su indirdik, onunla bahçeler ve biçilecek daneler bitirdik.”[31] Hakk bütün bârizler üzerinde saltanat sahibidir. Ve hiçbir yönden O’na bâtıl gelmez, ki her kul [63]

O’na mescidlerde, çarşılarda ve namazlarda kulluk etsin. “Benim huzurumda söz değiştirilmez ve ben kullara asla zulmedici değilim.”[32] Güzelliğinin aynaları, ruhların menzilleri ve cesetlerin yoludur -Öyle bir şekilde ki, hiçbir zerrede hulûl ve ittihâd olmadan- Eğer O’ndan başkası için varlık olsaydı, fesat ortaya çıkardı. “O gün cehenneme ‘Doldun mu?’ deriz. O da ‘Daha var mı?’ der.”[33] O varlığın ve yokluğun hüviyetidir, her rabb ve merbûbun aynıdır, cemâlini her şâhid ve meşhûd görür. Ve O ulûhiyyetini her âbid ve ma’budda görüyor. “Andolsun sen bundan gaflette idin; derhal biz senin perdeni kaldırdık. Bugün artık gözün keskindir (denir).”[34] Başkasına eğilmek için secde yoktur, haraketsizlikte ya da harekette, akıllar zâtının künhünde hayrete düştü ve fikirler sıfatının infisâlinden boynu bükük olarak geri döndü. “O gün incikten açılır ve secdeye davet edilirler...”[35] Onlardan buna güç yetiren olur, biraz yapabilen olur, uyuan olur.

Her hâdis ve kadîmin aynası ve her azab ve nimetin kuşatanıdır. Hakîm ve Alîm oaln Allah’tan başka ilah olmadığına ve Efendimiz Muhammed (s.a.s.)’in O’nun elçisi olduğuna şehadet ederim. O ki, Hakk ile, müminlere Raûf ve Rahîm olarak gönderildi. Varlık âleminde var olanları özüdür. Kıyamet gününde görünenlerin çerağıdır. Ehl-i nefy ve isbât olan ümmetinin ihtilâfından ona bir kusur gelmez. Evlerin en zayıfının gerektirdiği melekût ve sınâıyyâtta yaratılmışlar âleminin güneşidir. “Şüphesiz ki bunda aklı olan veya hazır bulunup kulak veren kimseler için bir öğüt vardır.”[36] “İşte bunlar, Allah'ın kendilerine nimetler verdiği peygamberlerden, [64] Âdem'in soyundan, Nuh ile birlikte (gemide) taşıdıklarımızdan, İbrahim ve İsrail (Ya'kub) 'in soyundan, doğruya ulaştırdığımız ve seçkin kıldığımız kimselerdendir. Onlara, çok merhametli olan Allah'ın ayetleri okunduğunda ağlayarak secdeye kapanırlardı.”[37] “Senin izzet sahibi Rabbin, onların isnat etmekte oldukları vasıflardan yücedir, münezzehtir. Gönderilen bütün peygamberlere selam olsun!”[38] “Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun.”[39] [65]

SİLSİLE-İ TARÎKAT-I NAKŞBENDİYYE[40]

Tesbîh ve tehlîl ile ariflerin kalplerini nurlandırana ve onları yakınlık hâlleri üzerine teclîl ve ta’zîmle ve tebcîl ile celâlinin rubûbiyyeti kucağında ta’zîm sütüyle ikramlandırana hamd olsun. Allah’ım! İsimlerinin hürmeti ve sıfatlarının kemâli ve zâtının azameti ile Muhammed (s.a.s.)’e daim salât ve selâm eyle. Ona isimlerinin mazharlarından nâzil olan ve cemâlinin ve celâlinin cilbablarından, sıfatlarının aynalarında izlenen; kurtarıcı, ulaştırıcı ve geniş bir azamet, ebedî bir inâyet ve saadet ver.

Allah’ım! Kalplerimizi marifetinin nurlar ı ile nurlandır. Ey kalpleri ve ruhlar ı dönüştüren, ey sûret ve siluetleri yaratan, kalplerimizin nazarı Senin yönünedir. Bize eşyanın hakîkatini olduğu gibi göster. Kalplerimiz her zaman Sana nâzırdır. Bitmeyen ihsânından bize akıt.

Allah’ım! Bizi tam bir inâyet ile koru ve Efendimiz ve senedimiz ve mevlâmız Muhammed sallallâhu aleyhi ve selemin hürmetine bize ulaştırıcı bir hidayet nasib eyle.

Allah’ım! Ayaklarımızı sırât-ı müstakîm üzerine ve Kerîm olan Rabbimiz’e dosdoğru ulaştıran yolda, gâlip ve hizeyrü’s-sâlib olan Ali ibni Ebî Tâlib radıyallâhu Teâlâ anh ve sevilen kulun belâ’ına mücîb, hasîb, nesîb Hüseyin Tâlib radıyallâhu Teâlâ anh ve [66] Efendimiz âbid, zâhid, âmil, mücâhid, mevlâmız Ali Zeynelabidin ibni Hüseyin radıyallâhu Teâlâ anh hürmetine sabit kıl.

Allah’ım! Ayıplarımızı efendimiz mevlâmız ve senedimiz, bâtın ve zâhirin senedi Muhammed el-Bâkır radıyallâhu Teâlâ anh hürmetine ört.

Allah’ım! Günahlarımızı doğu ve batınin nûru mevlâmız ve senedimiz Ca’ferü’s-Sâdık radıyallâhu Teâlâ anh hürmetine affet.

Allah’ım! Göğüslerimizi efendimiz ve mevlâmız ârif, vâsıl, feyzin kayanğı, hâmî, Bâyezid Bestâmî kaddesallâhu sirruhu’l-azîz hürmetine aç.

Allah’ım! Ahlâkımızı, efendimiz ve senedimiz Nûru’r-rabbânî Ebu’l-Hüseyn Harakanî kaddesallâhu sirruhu’l-azîz hürmetine en güzel hâle getir.

Allah’ım! Dualarımızı kutbu’r-rabbânî ve nûru’s-samedânî Ebû Ya’kub Yusuf Hemedânî kaddesallâhu sirruhu’l-azîz hürmetine kabul et.

Allah’ım! İşlerimizi şimşek gibi nûrun ve fâik feyzin mevlâmız ve senedimiz ve efendimiz Hâce Abdülhâlık Gücdevânî kaddesallâhu sirruhu’l-azîz hürmetine kolaylaştır.

Allah’ım! Amellerimize senedimiz ve emvlâmız ve efendimiz Arif Kâmil Rivgerî kaddesallâhu sirruhu’l-azîz hürmetine ihlâs ver.

Allah’ım! Hâllerimizi senedimiz ve mevlâmız ma’bûdun inayeti ve var olanların hidâyeti efendimiz Hâce Mahmud Encîri’l-Fağnevî kaddesallâhu sirruhu’l-azîz hürmetine sâlih kıl.

Allah’ım! .....  senedimiz mevlâmız ilmin ve ihsânın mazharı feyzin ve irfanın

menba’ı efendimiz Ali meşhûr bi’l-azîzân kaddesallâhu sirruhu’l-azîz hürmetine     

Allah’ım! [67] Mahfiyyat ve mahsûsâttan hastalıklarımıza senedimiz mevlâmız senedi’l-müsenned ve’l-muvâlâti’l-müeyyid Hâce Muhammed Baba Semâsî kaddesallâhu sirruhu’l-azîz hürmetine şifa ver.

Allah’ım! Cemâlin ve celâlinin yaydığı üzere yakınlığının azametiyle, senedimiz, mevâlmız ve efendimiz Hâce Seyyid Emir Külâl kaddesallâhu sirruhu’l-azîz hürmetine ikrâm et.

Allah’ım! Sana kavuşmaya muhabbetimizi efendimzi ve mevlâmız hakîkatin nûru tarikatın kutbu üstadü’l-a’zam ve nûru’l-muazzam Bahâü’l-milleti ve’d-dîn Muhammed Bahâeddin ibni Muhammed eş-şehîr bi’n-Nakşbendî kaddesallâhu sirruhu’l-azîz hürmetine arttır.

Allah’ım! Bize katından senedimiz mevlâmız, mazharu’l-envâr ve matlau’l- esrâr Hâce Muhammed Attâr kaddesallâhu sirruhu’l-azîz hürmetine rahmet ver.

Allah’ım! Bizi işlerimizde senedimiz mevlâmız mahbûb’l-kulûb ve musâhibu’l-matlûb efendimiz Hâce Ya’kub Çerhî Hisârî kaddesallâhu sirruhu’l-azîz hürmetine başarılı kıl.

Allah’ım! Bize iradende tarikatının sülûkünde efendimiz mevlâmız nûru’l- ebrâr ve ma’adini’l-esrâr efendimiz Hâce Ahrâr Nâsıru’d-dîn kaddesallâhu sirruhu’l- azîz hürmetine kolaylık ver.

Allah’ım! Yâ Hâfız! Bizi senedimiz mevlâmız el-Veliyyü’l-fâkıd ve vâcidü’l- ârifü’l-mücâhid Muhammed Zâhid kaddesallâhu sirruhu’l-azîz hürmetine koru.

Allah’ım! Küçük günahlarımıza rahmet ve büyük günahlarımıza affını senedimiz efendimiz ez-zâkirü’l-müeyyedü’l-âbidîn [68] Derviş Muhammed kaddesallâhu sirruhu’l-azîz hürmetine nasib eyle.

Allah’ım! Babalarımızı ve üzerimizde hakkı olanları senedimi mevlâmız el- mürebbiyyü’mürîd ve’l-mürşidi’s-sâlik efendimiz Hâcegî Emkengî kaddesallâhu sirruhu’l-azîz hürmetine affet.

Allah’ım! Bize bu dünyada senedimiz ve mevlâmız masdar-ı nûru’l-bâkî ve lem’atü’l-fârık efendimiz Muhammed el-Bâkî kaddesallâhu sirruhu’l-azîz hürmetine iyilik ver.

Allah’ım! Bize ahrette efendimiz mevlâmız İmam Rabbânî ve müeyyedü’s- samedânî Seyyid Ahmed Fa’rukî Sirhindî kaddesallâhu sirruhu’l-azîz hürmetine iyilik ver.

Allah’ım! Bizi gizli şirk ve riya ve sum’a ve hevâya uymaktan, senedimiz mevlâmız efendimiz merhûm müştehiru’l-ma’lûm Muhammed el-Ma’sum kaddesallâhu sirruhu’l-azîz hürmetine uzak tut.

Allah’ım! Kalplerimizi ilm-i yakîn ile senedimiz mevlâmız sâhibu’s-sahv ve’t- temkîn efendimiz Şeyh Seyfü’d-dîn kaddesallâhu sirruhu’l-azîz hürmetine nurlandır.

Allah’ım! Ey belâları kaldıran ve ey kötülükleri def eden! Bizden belaları senedimiz mevlâmız el-avnü’r-rahmânî ve’l-inâyetü’r-rabbânî Seyyid Nûr Muhammed Bedevânî kaddesallâhu sirruhu’l-azîz hürmetine kaldır.

Allah’ım! Evlâdımızı senedimiz ve efendimiz ve mevlâmız Şemsü’d-dîn Habîbullâh Cân Cânan kaddesallâhu sirruhu’l-azîz hürmetine salih kıl.

Allah’ım! Bizi Sana kavuşmakla, efendimiz ve senedimiz ve mevlâmız el-ârif billâh [69] ve mirkatü’l-intibâh el-müsenned bilâ iştibâh Seyyid Abdullah el-Ma’ruf bi- Gulâm Ali kaddesallâhu sirruhu’l-azîz hürmetine şereflendir.

Allah’ım! Şevkimizi Sana kavuşmakla ve ulaşmakla efendimiz ve mevlâmız sa’dullâh Muhammed Said er-Rukkâlî kaddesallâhu sirruhu’l-azîz hürmetine arttır.

Allah’ım! El-âbid er-râki’ el-musahhihi’l-miete’r-râbi’ ve bi adedike’l-fâkıdı’l- vâcid el-feyzü’l-vârid el-âlim bi ilme’l-yakîn el-muhakkıku’l-mübîn Seyyid Ahmed Hüsâmeddîn el-Üveysî kaddesallâhu esrârahüm hürmetine Arz ve semanın bereketlerini üzerimize indir, mukarreb evliyâ’ ının feyzlerinden bize akıt ve bizi ikramlandır. Allah’ım, bizi onların feyzleriyle faydalandır ve bizi onlarla haşr et. Allah onlar ve bizim hepimizin üzerinde yardımcıdır.[70]

İFÂDE-İ MAHSÛSA

Hilye-i maârif ile ârâyîş-ı zât edenlerin hâl-i hayâtlarında hem sohbetlerine ifâza-i ma’rifet eyledikleri gibi vücûda getirdikleri âsâr-ı kıymetdârları dahî iyâde-i ihtirâm ve tevkîre zinet-bahş olmaktadır. Pederimiz Seyyid Ahmed Hüsâmeddin Efendimiz hazretlerinin Trablusgarp’ta mehd-ârâ-yı vücûd olan kerîmeleri Seyyide Fatımatü’z-Zehra bütün seyyidâtın şiâr-ı mahsûsları olduğu vechle tahsîl-i ulûm ve maarife bezl-i mechûd etmiş Türkçe tahrîr ile Arapça’dan tercümeye kesb iktidâr etmiş idi.

(Zübdetü’l-Merâtib) namıyla tab’ına ibtidâr ettiğimiz işte bu eser hemşiremizin metrûkât-ı kalemiyyesindendir.

Hemşiremiz, pederimiz efendimiz hazretlerinden (Hakayıku’t-tecrîd fî Menâzili’t-tevhîd) nâm te’lîf-i şerîfi okudukları zaman kısmen tercüme ve kısmen zabt ettikleri takrîrleri cem’ etmek suretiyle bu eseri meydana getirmiştir.

Eser esas itibariyle Hakayıku’t-tecrîd’in tercümesi ise de mübâhas-i müteaddide meydanında takrîrlerden ilâveten husûle gelen şekl-i hâzırı itibariyle fevâid-adîdeyi müştemildir

[71]Âmme-i ehl-i tevhîdin istifâde-i mahsûsasını mûcib ve bilhassa Bursa’da gunnûde-i hâk-i pâk-i ebediyyet olan hemşiremize rahmet-i ilâhiyyeyi müstevcib olması emeliyle sâha-i intişâra vaz’ ettik. Mutâliîn-ı kirâmın hemşiremizi rahmetle yâd etmelerini ve bizim hakkımızda da hayır dualarını rica ederiz.

Seyyid Ali Rıza Seyyid Muhammed İsmetullah

SİLSİLE-İ EHL-İ BEYT-İ MUTAHHARA

[72]Bihamdillâhi merâ baş ed müyesser ni’met-i bihter

Ki rûz-i şeb buved zikrem “Hüve’l-hayyü hüve’l-ekber”

Miyân-ı halku Hâlık şod vesîle zât-ı Peygamber

Şefi’-i ‘asıyân-ı ümmet-i merhûme der-mahşer

Benî Haydar Hüseyn ekber Muhammed Bâkır u Ca’fer Seyyid Musa-yı Kâzım bu’l-hHasan Kâni’ Ali Ca’fer

Muhammed Sâbır u Kâtim ve Ebu’t-Tayyib ve Nûru’d-dîn Ali ve Bu’n-necâ baş ed musaddık ve Kureyş azhar

Ebu’l-Mecd u Ebu’t-Tâhir Ebu’l-Abbas ve’l-Ahrâr Ebû Hâşim ve Ahmed Mustafa şod nesl-i Peygamber

Ki İbrahim ü İsmail ü Mûsâ Zâhid ü Ca’fer Ki Da’vûd u Ebû Hamza CEmalüddîn Hasan hub-ter

Ebu’l-Ma’sum u Müştak u Mücahid fî sebîlillâh Muhammed Said Rükkânî Hüsâmeddin Ebu’l-Haydar

Tevessül mî-kunîm Yâ-Rab bi-hakk-ı sûre-i Kevser Kitâbullâhu evlâd-ı Betûl est cümle-râ rehber

Şeved dâim karîn-i himmet-i îşân-ı ‘âlî-şan Muhibbân-ı safâ âver mürîdân-ı vefâ perver

Rabbenâ âtinâ min ledünke rahmeten ve heyyi’lenâ min emrinâ raşedâ Sübhâne rabbike rabbi’l-izzeti ammâ yesifûn ve selâmun ale’la mürselîn ve’l- hamdü lillâhi Rabbi’l-âlemîn

SEYYİDİMİZ EFENDİMİZ HAZRETLERİNE MÜNTEHÎ TARİKAT-İ NAKŞİBENDİYYE SİLSİLENÂMESİ

Delil est in tarîk-i Hak marâ ‘uşşak-ı sübhânı

Ebu’l-Haydar Hüsâmeddin ve Sa’dullah-i Rükkâni

Ki Abdullah u Şemsüddîn Muhammet Seyfî-i vâlâ

Muhammed Ahmed ü Bâkî Muhammed Hacegî danâ

              [73]Muhammed Zahid u Ahrâr u Yakub vü Alâ’üddîn

Cenâb-ı Nakşbendî pîr Muhammed Şâh Bahaüddîn

Emîr Seyyid Muhammed ez Ali Mahmud şod pür nûr Muhammed Abdülhâlik İbn-i Eyyüb ü Ali Tayfur

İmâm-1 Cafer es-Sadık kilîd-i mahzenü’l-esrâr Muhammed Bâkır u Ekber ve Hüseyin-i Kerbelâ-serdâr

Der-i ilm-i Nebî Haydar İmâm-1 umdetü’s-sâdât Rasûl-i ins ü cin Hakka Muhammed sâhibu’l-ayât

Nazar kün ber men-i miskîn inayet ya Rasûlallâh Etâke’l-müznibu’l-asî şefaat ya Rasûlallâh

Rabbenâ âtinâ min ledünke rahmeten ve heyyi’lenâ min emrinâ raşedâ Sübhâne rabbike rabbi’l-izzeti ammâ yesifûn ve selâmun ale’la mürselîn ve’l- hamdü lillâhi Rabbi’l-âlemîn

HAZRETİ SEYYİDİMİZ ŞEYH HÜSÂMEDDİN EFENDİMİZ HAZRETLERİNİN KELÂM-I ŞERÎFLERİ

Şems’em bu vücûdum virir ecsâda zılâli

Nutk’um bu şühûdum virir ekbâda hayâli

Efrâd-ı şühûdumla bu hep hâver- i güftâr

Subh’um ki berâzıhda tutan rûz-ü leyâli

Da’vâ-yı fücûr eyler isem dirbana kâzib

Subhum bu güneş tal’ati gösterdi kemâli

Bakma güneşe ‘âlemi gör oldı münevver

Gayet de garîbdir bu güneş var mı misâli

Pervâneye bak şem’a yanar görmez o şemsi

İsnât eder ol vatvatabu şemse muhâli

[74]Dîvâneliğin mevsimi mi ey dil-i nâçâr

Pür cûş ü hurûşınla geçirdin heme sâli

Deryâ gibi emvâca takıl eyleme nefret

Kesretde müşâhid olasın tâ o cemâli

31. EHASS-I İHVÂNIMIZDAN SAİD EFENDİ MERHÛMUN SEYYİDİMİZ HAZRETLERİNE TRABLUSGARP’TA İKEN GÖNDERDİKLERİ MANZUM MEKTUP VE MELFÛFU

Tebessümle serâser kâinatı büsitan eyle

Teveccühle dil-i gam perverânı gülistan eyle

Mübarek pâyini mes eylesin vechim şereflensin

Beni lütfen deri devlet medare asitan eyle

Sebât etsin yolunda kat kat olsun cism-i bî tâbım

Beni irfan saray-ı hazretinde nerd-bân eyle

Kabulu tair-i kutsî aşkına kabiliyet ver

Dil-i zârı o murg-i nazenine aşiyan eyle

Velinimetim, pirim, efendim, kân-ı irfânım

Bu mağmumu, husûl-i nisbetinle kâmran eyle

Ölürsen de tebâüd etme pirin asita’ından

İkâmetgâhı piri kendine dâr-ül emân eyle

Öpüp destin açık güller gibi çâk-ı giribân et

Huzûr-ı pirde ey nâme nâmım dermeyan et

Dağdar etmededir sinemizi hasret-i pîr

Bize olmaz mı müyesser acaba ru’yet-i pîr

Cisme cân, câna gıda kalbe safâ dîdeye nûr

 Yâreye çare bütün derde devâ vuslat-ı pîr

Hâk-i dergâhına yüz sür işini altın et

 Kimyadır dil-i müsterşid için sohbet-i pîr

Dâmen-i pîre sarıl munatazir merhamet ol

Çünkü gayet de büyüktür şeref-i hizmet-i pîr

İkilikten güzer et, nefisi bil insan ol

Beşeriyyetle bilinmez kıdem-i rütbet-i pîr

Mahz-ı bahşâyiş hakıtr ni’emin a’zâmıdır

Nûrudur dilde zuhûr-ı eser-i nisbet-i pîr

Çok mudur eylese binlerce kulûbu tehzîz

Cebel-i kafı yerinden koparır himmet-i pîr

Ondaki sırr ve maânîde tenâhî yoktur

Şüphesiz feyz-i Hüdâ sûretidir sûret-i pîr

Sanma kim havsala-i hâmeye kırtâsa sığar

Sanma tarif olunur akl ile ulviyet-i pîr

Bir teveccühle eder âlimi hem pâye-i arş

Akl ü endîşeye hayret getirir kudret-i pîr

İştibâh etmeye sultân-ı cihânsın mutlak

Olabildikse eğer hâiz-i rıkkıyyet-i pîr

Taşırım müftehiran gerdan-ı ihlâsımda

Hırz-i cânım demedir tavk-ı ubûdiyyet-i pîr

Dil-i gam perverimin bâis-i feyz ve ferahî

Kuvve-i nâtıkamın revnâkıdır midhat-ı pîr

Kereminden umarım kalbimi tenvîr eyler

Senin hârâ-yı necef hâline kor şefkat-i pîr

Güç müdür ben de senin kalbini ihyâ etmek

Dem-i Îsa gibidir nefha-i kudsiyyet-i pîr

Etme fennî kulunu feyz-i teveccühten dûr

Merhamet kıl Hasaneyn aşkına ya hazret-i pîr

Rabt-ı kalp ile hemân gâileden azâd ol

Başka bir âlem olur âlem-i hürriyet-i pîr

Diğer

Aman ey zî-mürüvvet zî-kerem sahib-i zaman

Aman ey pür merahim-i çare-i derd-i nihan pîrim

Aman ey rehnümâ-yı malikân-i mirsad-i irfân

Aman ey destgîr-i müstemnidân-i cihân pîrim

Serîr-ârâ-yı kutbiyyet serâir-dân kutsiyyet

Damâir bin ümmet-i hemdem kerûbiyân pîrim

[77]Velînimet-i bî intinânım mürşid-i râhim

Meh-i evc-i siyâdet nur-i çeşm-i âşıkan pîrim

Saide merhamet kıl himmetinle kâmiyab olsun

Dahîlek el-emân pîrim dahîlek el-emân pîrim

Ta’mı cenetten olup kevsere dönse bâde

Devr-i la’linde o yârin getirilmez yâde

Görse dendânını lü’lü’ su olur deryada

Eritir arz-ı cemâl etse eğer fûlâda

Bakılır mı o şeh-i kişver-i hüsn abâda

Etse mir’âta nazar aksi gelir feryâda

Kimse ta’yin edemez cah u celâl-i yâri

Bilemez kimse kemâliyle kemal-i yâri

Her gönül kaldıramaz naz ü delâl-i yâri

Her bakan göz göremez yoksa cemâl-i yâri

Bakılır mı o şeh-i kişver-i hüsn abâda

Etse mir’âta nazar aksi gelir feryâda

[78]Kim ki nûr-i rûhuna nasb-ı nigâha savaşır

 Ğaşy olup hâke düşer hadd-i helâke yanaşır

Hükm eder gözlerinin aczine gûyun dolaşır

Âfitâba bile dikkatle bakan göz kamaşır

Bakılır mı o şeh-i kişver-i hüsn abâda

Etse mir’âta nazar aksi gelir feryâda

Allah Allah nedir ol cazibe-i hoş ribâ

Nedir ol nâsiye-i lâmia-i can efzâ

Kaldırıp burka’ını olsa eğer cebhe nümâ

Bakmaya hayli melâike de eder istihyâ

Bakılır mı o şeh-i kişver-i hüsn abâda

Etse mir’âta nazar aksi gelir feryâda

Perde-i zülfünü kaldırsa cemâlinden eğer

Pertev-i hüsn-i cihan-sûzine Yusuf baş eğer

Sâde Yusuf mu hep evlâd-ı beşer sîne döker

Kendi rahm etmez etse âşık-ı nâgâme meğer

Bakılır mı o şeh-i kişver-i hüsn abâda

Etse mir’âta nazar aksi gelir feryâda

[79]Sîne ki nâr-ı muhebbet ile eyle tezhîn

Zirâ akdâmına ihlâsla kıl ferş-cebîn

Dest ü dâmânına düş anla nedir dîn-i mübîn

Dîde-i canda hususan var ise kuhl-i yakîn

Bakılır mı o şeh-i kişver-i hüsn abâda

Etse mir’âta nazar aksi gelir feryâda

Mihr-i tâbendeye nisbetle nasılsa nâhid

Öyledir vech-i dirahşâanı yanında hurşîd

Rûh-i eşyadır izârındaki nûr-i tevhîd

Çekmetince rah-i valsında gam ey mert-i Saîd

Bakılır mı o şeh-i kişver-i hüsn abâda

Etse mir’âta nazar aksi gelir feryâda

SEFÎNE-İ EVLİYÂ MÜELLİFİ HÜSEYİN VASSÂF BEY EFENDİ’NİN SEYİDİMİZ EFENDİMİZ HAKKINDA -İ ÂLİLERİNE DERC BUYURDUKLARI MANZÛMEDİR.

Hârîm-i ismet-i ma’nâ yı Kur’ân’dır Hüsâmeddin

Nedîm-i hazret-i canan-ı irfândır Hüsâmeddin

Hakayık âleminde mürşid-i alî tebâr oldu

Hakîm-i sırr-ı insan-ı ma’z ı Kur’ân’dır Hüsâmeddin

 Nübû’-i hikmet olmuş kalb-i alîsi serâirden

Vücûd-i melek-i aşka ayn-ı ihsandır Hüsâmeddin

Uluvv-i kadrine eyler şehadet bunca asârı

Tecelligâh-ı feyz-i kuds-i subhândır Hüsâmeddin

 Muhibb-i kemterî Vassaf’ı istişfa’ eder her an

Muhakkak bilmeli yektâ-yı devrandır Hüsâmeddin

 

 

Kaynak: Zeynep Şeyma KUTLUCA, Ahmed Hüsâmeddin Dağıstanî’nin Zübdetü’l-Merâtib İsimli Eseri (İnceleme Ve Metin), T.C. Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İlâhiyat Anabilim Dalı Tasavvuf Bilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 2010


[1] H. Kamil Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, Ensar Neşriyat, İstanbul 2009, s. 16.

[2] Bakara, 2/156.

[3]  Ethem Cebecioğlu, “Psiko-Tarih Açısından Farklı Rûhî Tekâmül Mertebelerinin Mevlânâ’nın Anlaşılmasındaki Rolü -Metodolojik Bir Yaklaşım-,” Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, c. VI, s. 14, Ankara 2005, s. 40.

2111 Buhârî, Daavât 3. Ayrıca bk. Tirmizî, Tefsîru sûre (47) İbni Mâce, Edeb 57

[5] Bu şahıs Seyyid İsa el-Ahrar olup, künyesi; Ebu’l-Avn, doğum yeri Dağıstan’da Rükkân köyü, doğum tarihi 384’tür.

[6]   İnsan, 76/30.

[7]   Haşr, 59/18.

[8]   Buharî, Tefsîr (31) 2; Müslim, İman, 5, 7.

[9]   Kehf, 18/6.

[10]  Benzer bir rivayet; Ebü'l-Kasım Süleyman Taberani, el-Mu'cemü'l-kebîr, thk. Ebu Muhammed el- Esyuti, Darü’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 2007, 3. c. s. 205-206, no. 4481; ayrc. Beyhâkî, Sünen-i Kebîr, 4/182 (7572).

[11]  Ebû Nuaym, Hilye, II, 364

[12]  Aclûnî, Keşfu 'l-Hafâ, 2/87

[13]  Hucurat, 49/2

[14]  Tirmizî, 48/Tefsir

[15]  Mü’min, 40/15.

[16]  Hicr, 15/17

[17]  Kehf, 18/11

[18]  Nûr, 24/30

[19]  Nûr, 24/31

[20]  Ebû Nuaym, Hılye, V, 189.

[21]  Necm, 53/8

[22]  Aclûnî, Keşfu 'l-hafâ, I, 173.

[23]  Bakara, 2/156.

[24]  Alâk, 96/8.

[25]  Tâ-hâ, 20/14

[26]  Muhammed, 47/19.

[27]  Kaf, 50/17.

[28]  Kaf, 50/18.

[29]  Metinde kevn.

[30]  Zaman ve mekânı yaratan O’dur fakat O’nun için zaman ve mekân yoktur.

[31]  Kaf, 50/9.

[32]  Kaf, 50/29.

[33]  Kaf, 50/30.

[34]  Kaf, 50/22.

[35]  (...fakat güç getiremezler) Kalem, 68/42.

[36]  Kaf, 50/37.

[37]  Meryem, 19/58.

[38]  Sâffât, 37/180-181.

[39]  Fâtiha, 1/2.

[40]  Eserde bu bölümün bir başlığı bulunmamakla beraber, “Hakayıku ’t-tecrîd fî Menâzili’it-tevhîd”de aynı bölüm bu başlıkla verildiği için, biz de bu başlığı kullanmayı uygun gördük.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar