Print Friendly and PDF

Kültür nedir?



Birçok Batılı, beni bir Çinli ya da Japonla karıştırır. Bu anlaşılabilir bir durumdur. ‘Çekik’ gözleri, düz siyah saçları ve belirgin elmacık kemikleriyle Doğu Asyalılar hep ‘aynı görünür’. En azından farklı Doğu Asya ülkelerinden gelen insanlar arasında kolayca fark edilemeyen yüz özelliklerinin, tavır ve giyim farklarının ayırdmda olmayan bir Batılı için bu böyledir. Beni bir Çinli ya da Japonla karıştırdıkları için özür dileyen Batılılara, bunun sorun olmadığını, çünkü birçok Korelinin de tüm Batılılan ‘Amerikalı’ (bazı Avrupalıların aynı görüşte olmayabileceği bir kavram) olarak adlandırdıklarını söylerim. Deneyimi olmayan bir Koreli’ye bütün Batılıların, büyük burunları, yuvarlak gözleri ve aşın sakallanyla birbirinin aynı göründüğünü söylerim.

Bu tecrübe, insanların aşın ölçüde geniş kategorizasyonuna karşı bir uyandır. Elbette, neyin ‘aşın ölçüde geniş’ olduğu, kategorizasyonun amacına bağlıdır. Sözgelimi, insan ile yunus beynini karşılaştınyor olsak, kapsamlı Homo sapiens kategorisi bile yeterli olabilir. Ancak kültürün ekonomik kalkınma üzerinde nasıl bir fark yarattığını incelerken, nispeten dar bir kategori olan ‘Koreli’ bile sorunlu olabilir. ‘Hıristiyan’ veya ‘Müslüman’ gibi geniş kategoriler, ortaya koyduklarından çok daha fazla bilinmeyen içerirler.

Bununla birlikte, kültüre dayalı görüşlerin çoğunda kültürler çok genel tanımlanmıştır. Bize genellikle eleştirmeye dahi tenezzül etmeyeceğim DoğuBatı gibi çok kaba kategoriler sunulur. Hıristiyan (Hıristiyanlık kategorisi zaman zaman Yahudilik ile harmanlanaraki Yahudi-Hıristiyan yapılır; bazen ise Katolik ve Protestan olarak ikiye aynlır), Müslüman, Yahudi, Budist, Hindu ve Konfüçyüsçü (bu son kategori bir din olmadığı için özellikle tartışmalıdır) gibi geniş ‘dinî’ kategoriler, sıklıkla önümüze çıkarılır*

Şimdi bir ân için bu kategoriler hakkında düşünelim. Görünürde homojen bir grup olan ‘Katoliklik’ içinde, hem Dan Brown’un çok satan romanı Da Vinci Şifresi ile meşhur olan aşınmuhafazakâr Opus Dei hareketi, hem de Brezilyalı Olinda ve Recife Başpiskoposu Dom Helder Câmara’nın ünlü ‘Yoksullara yiyecek verdiğimde bana aziz diyorlar; yoksulların neden hiç yiyeceği yok diye sorduğumda bana komünist diyorlar’ sözüyle özetlenen solkanat kurtuluş teolojisi birlikte yer almaktadır. Bu iki ‘Katolik’ altkültürü servet birikimine, gelirin yeniden bölüşümüne ve sosyal yükümlülüklere karşı çok farklı tutumlara sahip kişiler yaratır.

Bir başka örneği ele alırsak, kadınların kamusal hayata katılımını ciddî şekilde sınırlayan aşınmuhafazakâr Müslüman toplumlar vardır. Buna karşılık, Malezya merkez bankasının profesyonel kadrosunun yansından fazlası kadındır ve bu oran, sözde daha ‘feminist’ Hıristiyan ülkelerdeki herhangi bir merkez bankasındakinden çok daha yüksektir. Başka bir örnek daha: Bazılan Japonya’nın ekonomik başansım, Konfüçyüsçülük’ün kişisel aydınlanmanın Önplanda tutulduğu Çin ve Kore türlerine kıyasla, kendine özgü bir türde vurgulanan sadâkat öğretisi sayesinde elde edildiğine inanırlar.  Bu genelleme kabul görsün görmesin (ki bu konuya sonra tekrar değineceğim), Konfüçyüsçülük’ün sadece tek bir türü olmadığını ortaya koyar.

Konfüçyüsçü veya Müslüman gibi kategoriler çok genişse, ülkeleri kültürel birimler olarak ele almaya ne dersiniz? Maalesef bu da sorunu çözmez. Kültürelcilerin kendilerinin de kabul edecekleri gibi, herhangi bir ülke özellikle Hindistan ve Çin gibi geniş ve kültürel çeşitliliği barındıranlar çoğu zaman farklı kültürel gruplan içerir; özellikle Hindistan ve Çin gibi geniş ve kültürel çeşitliliği e barındıranlar. Fakat kültürel olarak dünyanın en homojen toplumlarından biri Kore gibi bir ülkede bile bölgeler arasında belirgin kültürel farklılıklar vardır. Özellikle, güneydoğulular (Kyungsang) güneybatılıların (Cholla) zekî, ama tamamıyla güvenilemeyecek ikiyüzlü kişiler olduklarını düşünürler. Buna karşılık güneybatılılar, güneydoğuluların kaba ve saldırgan fakat azimli ve iyi organize olduklarını söylerler. Bu iki Kore bölgesine ait klişelerin Fransızlar ve Almanlar’m birbirleri hakkındaki klişelerine benzediğini söylemek abartılı olmayacaktır. Kore’nin iki bölgesi arasındaki kültürel düşmanlık öylesine yoğundur ki, bazı aileler çocuklarını diğer bölgeden kişilerle evlenmelerine izin vermezler. Öyleyse tek bir ‘Kore’ kültürü var mıdır, yok mudur? Aynca, eğer mesele Kore için bu kadar karmaşıksa, diğer ülkeler hakkında konuşmamıza gerek dahi var mıdır?

Anlatmayı sürdürebilirim, ama sanırım‘Katolik’ ya da ‘Çinli’ gibi geniş kategorilerin analitik açıdan anlamlı olamayacak kadar kabataslak olduklarını ve bir ülkenin bile kültürel bir birim olarak genelleştirilemeyecek kadar büyük olduğunu ortaya koyabildim. Kültürelciler yapmamız gerekenin Hıristiyan ya da Konfüçyüsçü gibi geniş kategoriler yerine Mormon ya da Japon Konfüçyüsçülük’ü gibi daha iyi kategorilerle çalışmak olduğu yanıtı ile karşılık verebilirler. Keşke mesele bu kadar basit olsaydı. Şimdi değineceğim üzere kültürelci teorilerin çok daha temel sorunlan vardır.

Dr Jekyll Bay Hyde’a karşı

Doğu Asya ekonomik ‘mucize’sinden bu yana, bölgenin ekonomik başanlarının, en azından kısmen, Konfüçyüs kültüre dayandığım ileri sürmek çok popüler hâle geldi. Konfüçyüs kültürünün çok çalışma, eğitim, tutumluluk, işbirliği ve otoriteye itaati vurguladığına işaret edildi. Bir yandan işbirliği ve disiplin teşvik ederken, insan sermayesi (eğitime vurgu yaparak) ve fiziksel sermaye (tutumluluğa vurgu yaparak) birikimini teşvik eden bir kültürün ekonomik kalkınma için iyi olması gerektiği aşikâr görünüyordu.

Oysa Doğu Asya ekonomik ‘mucize’sinden önce, bölgenin geri kalmışlığının nedeni olduğu gerekçesiyle Konfüçyüsçülük suçlanıyordu. Üstelik bu doğruydu. Konfüçyüsçülük’ün ekonomik kalkınma için zararlı olabilecek (kalkınma ile ters düşen) birçok yönü mevcuttur. Bunlardan en önemlilerine değineyim.

Konfüçyüsçülük insanları, ekonomik kalkınma için gereken işletme ve mühendislik gibi meslekleri endinmekten caydırır. Geleneksel Konfüçyüsçü toplumsal sistemin zirvesinde bilginbürokratlar yer alıyordu. Bunlar, ikinci sınıf yöneticiler olan profesyonel askerlerlerle birlikte, egemen sınıfı oluştururlardı. Bu egemen sınıfın yönetimi, sırasıyla köylüler, esnaflar ve tüccarlardan (onların da altında köleler vardı) oluşan bir halk hiyerarşisi çerçevesinde icra ediliyordu. Fakat köylülükle ve diğer alt sınıflar arasında temel bir ayrımbulunmaktaydı. En azından teorik olarak, bir köylünün bir kamu hizmeti sınavını geçerek egemen sınıfa dahil olması mümkündü (ki bu bazen oluyordu). Esnaf ve tüccarlarınsa sınava girmelerine bile izin verilmiyordu.

Bu da yetmiyormuş gibi, kamu hizmeti sınavında sadece egemen sınıfın pratik bilgiyi hor görmesinin nedeni olan Konfüçyüs klasikleri hakkmdaki skolastik bilgiyi sınanıyordu. 18. yüzyıl’m Koreli Konfüçyüsçü siyasetçileri, bir kralın annesinin ölümü nedeniyle ne kadar süreyle yas tutması gerektiğine dair (bir yıl ya da üç yıl) bitmek bilmez hizip kavgalarına tutuşmuşlardı. Bilginbürokratların ‘temiz yoksulluk’ içinde yaşamaları gerekiyordu (genellikle uygulamada tersi oluyordu) ve bu nedenle para kazanmak hor görülüyordu. Yetenekli kişiler, modem çağın Konfüçyüs kültürü tarafından ekonomik kalkınmaya dolaysız ve daha fazla katkıda bulunan meslekler olan mühendislik veya işletme okumak yerine, bürokrat olmak için hukuk veya iktisat okumaya teşvik eder.

Ayrıca, Konfüçyüsçülük yaratıcılığı ve girişimciliği özendirmez. Katı bir sosyal hiyerarşiye sahiptir ve belirttiğim gibi, toplumun belli kesimlerinin (esnaf, tüccar) yükselmesini engeller. Üstlerine sadâkate ve otoriteye biata vurgu yaparak sürdürülen katı hiyerarşi, geleneklerin devamlılığını ve yaratıcılığın bastırılmasını besler. Konfiiçyüsçülük’ün bu görünümünün, Doğu Asyalıların pek yaratıcılık gerektirmeyen mekanik işlerde başarılı olduklarına işaret eden kültürel klişede dayanakları vardır.

Konfüçyüsçülük’ün hukukun üstünlüğünü engellediği de ileri sürülebilir. Birçok kişi, özellikle neoliberaller, mülkiyetin yöneticiler tarafından keyfi olarak gasp edilmesi karşısındaki nihaî garantör olması nedeniyle, hukukun üstünlüğünün ekonomik kalkınma için olmazsa olmaz olduğuna inanırlar. Şâyet hukukun üstünlüğü söz konusu değilse mülkiyet haklanmn hiçbir güvencesi olamayacak o zaman da insanlar, yatırım yapmak ve varlık yaratmak konusunda gönülsüz davranacaktır. Konfüçyüsçülük keyfi yönetimi teşvik etmiyor olabilir, fakat Konfüçyüs’ün şu ünlü pasajından da anlaşılacağı gibi Konfüçyüs felsefesinin hukukun üstünlüğünü etkisiz bulduğu ve beğenmediği doğrudur: ‘Eğer halk kanunlarla yönetilir ve düzen, cezalarla sağlanmaya çalışılırsa, insanlar cezadan kaçınmaya çalışacak, ancak utanç duygusuna sahip olmayacaklardır. Eğer erdemle yönetilir ve ahlâk kurallarıyla düzen sağlanmaya çalışılırsa, insanların utanç duygulan olacak ve daha önemlisi iyi olacaklardır’. Aynı fikirdeyim. Sıkı yasal yaptınmlar karşısında insanlar, ceza korkusuyla kanunlara riayet eder, ama hukuka çok fazla vurgu yapılması, onlarda ahlâkî bireyler olarak güvenilir bulunmadıkları algısına neden olabilir. Güven olmadan insanlar, davranışlarını sadece kanunlara uygun değil, aynı zamanda da ahlâkî kılan ilâve mesafeyi almayacaklardır. Öte yandan tüm bunlardan sonra, hukukun üstünlüğünün Konfüçyüsçülük tarafından karalanmasının, sistemi keyfî yönetim karşısında savunmasız bıraktığı inkâr edilemez. Peki, hükümdarınız erdemli olmadığında ne yapacaksınız?

Öyleyse, hangisi Konfüçyüsçülük’ün doğru bir portresidir? Huntington’un Güney Kore’yle ilgili olarak söylediği gibi, ‘tutumluluk, yatınm, sıkı çalışma, eğitim, organizasyon ve disipline’ değer veren bir kültür mü; yoksa pratik uğraşıları hor gören, girişimciliği caydıran ve hukukun üstünlüğü geciktiren bir kültür mü?

Bunların her ikisi de doğrudur; ancak, ilki sadece ekonomik kalkınma için iyi olan unsurları, İkincisiyse sadece kötü olanları seçmektedir. Aslında, Konfüçyüsçülük’ün tek yanlı bir görünümü için farklı unsurların seçilmesine dahi gerek yoktur. Aynı kültürel unsur, peşinde olduğunuz sonuca bağlı olarak, olumlu ya da olumsuz etkileri varmış gibi yorumlanabilir. Buna en iyi örnek sadakattir. Yukarıda da belirttiğim gibi bazı kişiler, Konfüçyüsçülük’ün Japon yorumunu diğer yorumlarına göre ekonomik kalkınma için daha uygun kılanın sadakate yapılan vurgu olduğunu düşünürler. Diğeriyse, bağımsız düşünmeyi ve dolayısıyla yeniliği boğduğu gerekçesiyle sadakate yapılan vurguyu Konfüçyüsçülük’ün esas sorunu olarak değerlendirirler.

Bununla birlikte, Robert Louis Stevenson’un Dr Jekyll ve Bay Hyde adlı eserindeki başkahraman gibi bölünmüş bir kişiliğe sahip olan sadece Konfüçyüsçülük değildir. Aynı egzersizi herhangi bir kültürün inanç sistemi ile yapabiliriz. İslâm örneğini ele alalım.

Günümüzde pekçok kişi, Müslüman kültürün ekonomik gelişmeyi yavaşlattığını düşünmektedir. İslâm’ın çeşitliliğe karşı tahammülsüzlüğü, girişimciliği ve yaratıcılığı caydırmaktadır. Ahiret takıntısı, müminlerin servet birikimi ve verimlilik artışı gibi dünyevî şeylere karşı daha az ilgi duymasını sebep olur.  Kadınların yapabilecekleri üzerindeki sınırlamalar sadece nüfusun yansının yeteneklerinin boşa harcanmasına neden olmaz; aynı zamanda gelecekteki işgücünün muhtemel kalitesini aşağı çeker. Kötü eğitimli anneler, çocuklarını iyi besleyemezler ve onlara yeterli eğitim desteği veremezler; dolayısıyla onların okul başanlarının azalmasına neden olurlar. ‘Militarist’ eğilim (kâfirlere karşı cihat ya da kutsal savaş kavramı ile örneklenebilir) savaşmayı yüceltmektedir; para kazanmayı değil. Kısacası, mükemmel bir Bay Hyde.

Alternatif olarak, pek çok başka kültürün aksine Müslüman kültürün değişmez bir toplumsal hiyerarşiye sahip olmadığım söyleyebiliriz (Güney Asya’da kast sisteminin alt sıralarında yer alan Hinduların Müslümanlığa geçmesinin nedeni budur). Bu nedenle, yaratıcı olan ve çok çalışan kişiler ödüllendirilir. Ayrıca, Konfüçyüsçü hiyerarşinin aksine, endüstriyel veya ticari faaliyetlerin küçümsenmesi söz konusu değildir. Muhammed Peygamber’in kendisi bir tüccardı. Ve bir tüccar dini olan İslâm, sözleşmelere çok önem verir; düğün törenlerinde bile evlilik sözleşmeleri imzalanır. Bu yönelim hukukukun üstünlüğü ve adaleti teşvik eder;  Müslüman ülkeler, Hıristiyan ülkelerden yüzlerce yıl önce eğitimli yargıçlara sahipti. Aynca Peygamberin ünlü ‘âlimin mürekkebi, şehidin kanından daha kutsaldır’ sözündeki olduğu gibi rasyonel düşünme ve öğrenmeye vurgu yapılır. Bu, Arap dünyasının bir zamanlar matematik, fen ve tıp alanında dünyaya önderlik etmesinin nedenlerinden biridir. Tüm bunlara ek olarak, Kur’ân’ın birbirleriyle çelişen farklı yorumlan olsa da, uygulamada modem dönem öncesi Müslüman toplumlan, Hıristiyan toplumlardan çok daha hoşgörülüydüler. 1492 yılında Ispanya’nın Hıristiyanlarca yeniden fethi (reconquista) sonrasında pek çok İberya Yahudisi’nin Osmanlı İmparatorluğu’na kaçmasının nedeni budur.

Böyle bir Müslüman kültür tablosunda Dr Jekyll’in köklerini görürsünüz: Bu kültür, sosyal hareketliliği ve girişimciliği özendirir; ticarete değer verir; sözleşmeye dayanan bir zihniyete sahiptir; rasyonel düşünceyi vurgular; çeşitlilik ve dolayısıyla yaratıcılığa hoşgörülü yaklaşır.

Bu JekyllveHyde egzersizimiz ekonomik kalkınma için iyi ya da kötü olduğu düşünülebilecek herhangi bir kültürün bulunmadığını gösterir. Her şey insanların kendi kültürlerinin ‘hammaddesiyle’ ne yaptıklarına bağlıdır. Olumlu öğeler ya da negatif olanlar baskın olabilir. Zaman ya da coğrafi mekân anlamında farklı yerlerde bulunan ve aynı hammaddeyle (İslâm, Konfüçyüsçülük ya da Hıristiyanlık) çalışan iki toplum hayli farklı davranış kalıplan üretebilir ve üretmiştirdir de.

Bunu gerçeği göremeyince, ekonomik kalkınmanın kültürtemelli açıklamaları genellikle bir keskin nişancının önceki dönemi kapsayan (ex post factö) mazeretleri gibi olmaktadır. Yani, kapitalizmin ilk günlerinde, ekonomik açıdan en başarılı ülkelerin Protestan Hıristiyan ülkeler olması sebebiyle, birçok kişi Protestanlık’m ekonomik kalkınmaya benzersiz ölçüde uygun olduğunu savundular. Özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra, Katolik ülkeler Fransa, İtalya, Avusturya ve Güney Almanya hızla geliştiğinde, Protestanlık değil, Hıristiyanlık bir sihirli kültür hâline geliverdi. Japonya zengin olana dek, pek çok kişi Doğu Asya’nın Konfüçyüsçülük yüzünden gelişmediğini düşünürdü. Fakat Japonya başarılı olunca bu tez; Japonya’nın başarısının, Konfüçyüsçülük’ün bireysel gelişime daha çok önem veren Çin ve Kore yorumlarına kıyasla, toplumsal işbirliğine önem veren yorumuna sahip olmasından kaynaklandığı şeklinde revize edildi. Daha sonra Hong Kong, Singapur, Tayvan ve Kore’de de işler iyi gitmeye başladı. Böylelikle, Konfüçyüsçülük’ün farklı türleri hakkındaki bu tespit unutuluverdi. Gerçekten de, çalışkanlık, tasarruf, eğitim ve otoriteye itaate vurgu yapan Konfüçyüsçülük, bir bütün olarak, birden bire kalkınma için en uygun kültür hâline geliverdi. Bugün, Müslüman Malezya ve Endonezya’nın, Budist Tayland’ın ve hatta Hindu Hindistan’ın ekonomik anlamda başarılı olduklarını görmekteyiz. Dolayısıyla, yakında bütün bu kültürlerin ekonomik kalkınma için nasıl benzersiz ölçüde uygun olduklarının ilânına şâhit olabiliriz (ve tabiî ki bunlan yazanların, her şeyi en başından beri bildiklerinin ilânına da).

 

Kaynak: Ha-Joon Chang, SANAYİLEŞMENİN GİZLİ TARİHİ, İngilizceden Çeviren: Emin Akçaoğlu

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar