Print Friendly and PDF

Politikada Nükte /Nejat Muallimoğlu 3

Bunlarada Bakarsınız



Winston Churchill

Nükte çalıdır, zeka da odun; biri en fazla ışık ve­rir, diğeri ise en uzun devam eden sıcaklık; ve her ikisi de beraberce en iyi ateşi yaparlar.

Overlung

Nüktede hakikat payı vardır; alay ise sadece keli­melerin jimnastiğidir.

Dorothy Parker

Hümor ve şaka hoştur, ve ekseriya son derece fay­dalıdır da.

Cicero

S ir Winston Leonard Spencer Churchill, kesinlikle söy- ^lemek için vakit henüz erkense de, pek çoklarının in­dinde yirminci asrın en büyük politik şahsiyetidir. H^^- ten sonraki hadiseler—hepsini olmasa dahi—pek çok dü­şünce ve görüşünün isabetli olduğunu doğruladı. Churchill' in hayatını eleştirecek bir yazarın, onun, çağımızın kahra­manı olduğu hükmüne varamaması imkansız. Ölümünden kısa bir müddet sonra meşhur Economist dergisi şöyle di­yordu: "Halen hayatta olan insanlar Churchill devrinde yaşadıkları için ölünceye kadar gurur duyacaklardır."

Beverly Baxter adlı bir İngiliz mebusu ise bir vakitler şunları söylemişti: "Eğer bu hayret uyandırıcı, adam Ispan­ya'da doğmuş olsaydı, bir boğa güreşçisi olurdu. Eğer Fransa'da yaşamış olsaydı, ya yeni bir cumhuriyet rejimi kurar veya hanedanlığı geri getirirdi. Şayet Birleşik Ame-


rikan vatandaşı olsaydı, Cumhurbaşkanı seçilirdi.... Ben ha­yatımda böylesine bir adam, böylesine maharet, böylesine deha görmedim."

Onun nükte ve hicivli sözlerinden—ki diğer vasıflan gi­bi kahramanca boyutları vardı—bahsetmeden önce, Chur- chill'in yaradılış ve mizacında çetin ve insiyaki bir savaş­çılık bulunduğunu. ve nükteleri de dahil, bütün vasıfla­rının bu savaşçı rölünde kendisjne hizmetkar olduklarını söylemek mecburiyetindeyiz. Benliğini kemiren bu çarpış­ma içgüdüsünü o da biliyordu: "Belki daha fazla dikkatli olmam gerekir, ama bende akıntıya kürek çekmeye doğru kuvvetli bir meyil var.”

Churchill akıntıya kürek çekme hasletini ecdadından tevarüs etti. Fransızları Blenheim'de mağlup eden C 1704) John Churchill, The First. Duke of Marlborough—"Birinci Marlborough Dükü" (1650-1772) böyle bir adamdı. Fakat biz, Churchill'in babasına kadar uzanalım, yeter. Lord Ran- dolph Churchill (1849-1895) savaşçı bir politikacı idi. Mu­hafazakâr partinin ön sıralarındaki kıdemli mebusları da­hi ısırmaktan çekinmezdi. (Churchill, babası hakkında fevkalade bir biyografi yazdı.) "Eski çeteciler" diye vasıf­landırdığı partisinin liderlerine karşı üç arkadaşıyla bir­likte giriştiği savaştan ötürü, onlara, "Dördüncü parti" de­niyordu.

Başvekil Gladstone ve onun Liberallerini çarmıha ger­mekten gerçek zevk ve haz duyan Lord Randolph'un siya­si tarihlere geçen bir hitabesi var. Bu alevli ve safralı nu­tuk Parlamentoda irad edildi (24 Ocak, 1884). Başvekil Gladstone, Hawardeen kasabasındaki sayfiye evinin bah­çesindeki ağaçlardan bir kısmını kesmişti. Lord Randolph'- un, Gladstone'nın ağaç kesme "adet"ini konu aldığı bu nutuk, onun meşhur oğlunun iğneleyici kudretini nereden tevarüs ettiğini de gösteriyor:

...Papaz, beyhudeliklerin beyhudeliği, diyor. Hepsi beyhude! Radikal, sahtekârlıkların sahtekârlığı, diyor. Hepsi sahtekârlık! Beyler, biz artık reklâm asrında yaşıyoruz—Holloway'in her der­de deva hapları, Colman'ın hardalı, ve Horniman'ın saf çayı dev­rinde! Halkı reklâma boğma politikası öylesine başarılı neticeler veriyor ki, Liberal Parti, kendisinden beklenenin hakkını vere­rek reklâmı, siyasetinin temel direği ittihaz etti. Başvekil [Glad- stone] şahsî siyasî reklâmın en büyük ustası. Bir Hollaway, bir Colman ve bir Horniman onun eline su dahi dökebilecek kıratta değiller. İster sıhhî maksatlarla, ister “leisure” [eğlence ve isti­rahat] amacıyle, veya ister din i itikatları pekleştirmek gayesiy­le ele alınmış olsun, onun giriştiği her şey, büyük plâka ve dö­vizlerle Birleşik Krallık'taki [İngiltere] her erkek, kadın ve ço­cuğun gözleri önüne seriliyor. Sonbahar tatili için koca bir tran­satlantik kiralanıyor, memleketin milli şairi onu kamarasında şereflendiriyor, ve şair için beslenen minnettarlık ve şükran his­leri de kendisine bir lordluk bahşedilmekle ödeniyor. Tabiî, bu gezinin hakkını da vermek gerek. Bundan böyle, gemideki öğle yemeği Rusya İmparatoru ile beraber yeniyor, ve akşam üzeri çayına da Danimarka Kraliçesi davet olunuyor.

Eğlence-İstirahat için de Başvekil, ağaç devirmeyi itiyat edini­yor. Onun bu âdeti, ne var ki, tıpkı güttüğü politika gibi, teme­linden yıkıcı. Günlük gazetelerin özel muhabirleri Gladstone'ın her günkü normal hayatının hikâyesini gözlerimiz önüne seri­yorlar: her gün öğleden sonra bütün bir dünya bir kayının. ve­ya bir çınarın, ve yahut bir meşenin baltalanmasına yardım et­mek üzere, Başvekilin malikhânesine davet olunuyor; Muhterem Centilmenin eksersiz yapması ve terlemesi uğruna bir orman evlâtlarını kaybediyor.

Onun dine olan bağlılığını göstermeğe gelince, reklâmların bo­yutları daha da büyük ölçüde ele alınıyor. Başvekilin Incil’den okuyacağı p arçaların yine onun tarafından yapılacak tefsirlerini dinlemek için Hawardeen'deki eski kil ise lebaleb insanla dolu­yor... . Gazetelerde onun günlük yaşayışının safahatini okurken kendi kendime soruyorum:

İmparatorluğu temsil eden Gladstone hükümetine bundan da­ha iyi bir amblem bulunabi l ir mi? Bu memleketin çalışan insan­ları 1860 yılında onu vazifeye davet ettiler. Zira onun kendileri­ne ve Kraliçenin [Victoria] uyruklarına sosyal adalet, refah ve evrensel barış vâdettiğini biliyorlardı. Fakat Başvekil şimdi hal - ka odundan başka bir şey veremiyor. Afganistan'daki sadık müt­tefiklerimize odun, Güney Afrika'da ümitlerini bize bağlamış yerli kabilelere odun, sanayici ve esnafa odun, İngiliz çiftçisine ve ziraî işç iye odun. Mısırlı fellaha odun; .Mr. Gladstone’ı destek- liyen, ona güvenen, ona ümit bağlıyan herkese odun. Odundan başka hiç bir şey yok. Sadece odun—sert, kuru ve besleyici has- salardan mahrum, hazmedilemiyen odun!

John Randolph bir vekillik kapmak için yıllarca bekledi. Fakat arzusuna nail olur olmaz, aniden istifa edişi siyasi intihar oldu. Oğlu Winston Churchill'in başanlı olmak ar- zusuyle yanıp tutuşmasında, şüphesiz, eratik tutumu yü­zünden kendi politik yıldızım kendi eliyle söndüren baba­sının yıldızını yeniden parlatmak istemesinin de rolü var­dı.

Winston Churchill, meşhur atası John Churchill'in Blen- heim'da inşa ettirdiği şatoda doğdu (30 Kasım, 1874). Aris­tokrat ailelerin çocuklarının devam ettiği ünlü Harrow lisesinde gerçekten başarısız bir talebe idi. Hiç de iyi ol- mıyan bir derece ile mektebi bitirdikten sonra Sandhurst' a (İngiliz Harp Akademisi) girmek istediyse de, ancak üç defa denedikten sonra giriş imtihanını verebilecekti.

Churchill, seneler sonra, mektepte geçen yıllanndan şöy­le bahsediyordu: "Ana mektebine giderken, ben, oyuncak­larımla birlikte, mesut bir çocuktum. Gençlik yıllanmdan itibaren kendimi daha da mesut hissetmeğe başladım. Fa­kat ^»ukluk ve gençlik yıllarım arasındaki devre, hayat yolculuğumda kasvetli gri bir yama gibi duruyor."

Harp Akademisindeki hayatı nisbeten başarılı geçti. Me­zun olduktan sonra Hindistan'a gönderildi. Malaya'daki İngiliz ordusunda vazife aldı. Daha sonra Afrika'ya tayin edildi. İngilizlerin Sudan harekatına katılan birliklerinden birinde o da vardı.

Afrika'dan İngiltere'ye dönen Churchill, askeri hayatı­na dair iki tane fevkalâde kitap yazdı. Bu sırada Güney Afrika'da Boer Harbi patlak vermişti. Morning Post gaze­tesi namına Güney Afrika'ya gitti. Fakat orada gazeteci­lik kurallannı çiğnedi ve Boerlere karşı cenkleşen İngiliz birliklerinde bilfiil yer aldı. Harpte esir düştüyse de, esir kampından kaçmağa muvaffak oldu. Afrika'nın bir çok yerlerinde Churchill'i ölü veya diri getirene mükâfat ve­rileceğini bildiren afiş ve el ilânları dağıtıldı.

Churchill, yüksek kadamelerde askeri kararlar verebil­mek için, bilfiil çarpışmış olm^un lüzumuna inanıyordu. Yıllar sonra, kendi Muhafazakar parti mensuplarından millet vekili Albay Kenyo-Slaney'in, kendisinin siyasetini tenkit eden bir nutkuna (ki bu nutukta Albay, Churchill'- den "hain" diye bahsetmişti) şu cevabı verdi:

"Şuna bilhassa dikkat ediyorum: Siyasi münakaşalar hararetlendiği zaman, hırçın tabiatlı ve mahdut zekalı in­sanlar derhal kabalaşıyor. Şayet ben hain bir insan isem, yine de güney Afrika'da Boerlere karşı cenkleşiyordum. Ben -cephede, memleketim için çarpışmak şerefine nail ol­duğum için övünürken, Albay, İngiltere'nin huzur ve gü­venliği içinde, Albay Kruger'i* diliyle öldürmekle yetini­yordu.

Uzun ve fırtınalı geçen hayatı boyunca, Churchill, mu­haliflerinin her an kendisini "yemek" için fırsat gözettik­lerini müdrikti. Amerikalı bir kadına verdiği cevapta da belki bunu düşünüyordu.

Amerika'da bir gece salonu tıkabasa doldurmuş bir din­leyici kütlesine hitap etmişti. Nutuktan sonra bir kadın nefes nefese yanına gelerek heyecanlı bir sesle, "Bu insan­lar size ilham ve^iş olmalı," dedi. "Nerede bir nutuk ver­seniz, salon iğne atılsa yere düşmiyecek şekilde doluyor." ■‘‘Böylesine sadık dinleyicilerim olduğunu bilmek                                                                             bana

gerçekten gurur ve heyecan veriyor," cevabı verdi Chur­chill. "Fakat şunu da hiç bir zaman aklımdan çıkarmıyo­rum, hanımefendi: eğer siyasi bir nutuk ve^ek yerine ipe çekilmiş olsaydım, kalabalık iki misli olurdu.

Başarılı bir askerlik, muhabirlik ve yazarlık devrelerin­den sonra, Churchill, Parlamentoya ginneğe karar verdi ve 1900 yılında, Muhafazakar partili olarak kendisine Avam Kamarasında bir sandalye kazandı. Parlamentoda­ki ilk nutkunda bir arkadaşından borç nükte almıştı. Se­çimlerden sonraki üçüncü oturumda konuşmak için sıra beklerken, kürsüde bir diğer mebus, Lloyd George, konu-

•Albay Paul Kruger, Boer devlet adamı ve 1883-190 yıllarında da “Transvaal" Cumhuriyetinin (Güney Afrika Cumhuriyeti) başkanı idi. Kruger hakkında yazılan bir kitapta şu anekdot da var: Güney Afrikalı iki kardeş babalanndan kalan toprağı nasıl paylaşacakla­rını bilemiyorlardı. Cumhurbaşkanı Kruger onlara şunu tavsiye etti: "Biriniz toprağı ikiye bölsün, ve diğeri de istediği parçayı alsın." şuyor, asit dilli Welshli, muhaliflerini dağlayan kızgın bir nutuk çekiyordu. Lloyd George'dan sonra söz sırası Chur- chill'indi. Genç mebus Churchill, Lloyd George ve onun nutkuna nasıl değineceğini bilemiyordu. Muhafazakar bir millet vekili, Thomas Gibbon Bowles. ona bir cümle teklif etti. Bugün bile bu cümleden tipik bir Churchill ifadesi olarak bahsolunur. Churchill, Lloyd George'ın nutkuna şöyle temas etti:

"Muhterem centilmen, mutedil tekliflerini ileri sürmek­sizin gazaplı bir nutuk çekeceği yerde, bu kızgın kelime­leri sarfetmeyip mutedil tekliflerini ileri sürseydi çok da­ha iyi etmiş olurdu.

Churchill ilk nutkunda mebus Bowles'e kredi vermedi. Fakat seneler sonra, 1929 yılının bütçe müzakereleri sıra­sında Lloyd George'dan "the Happy Warrior of Squander- mania—Çarçur Manyasının Bahtiyar Cengâveri" diye bah­settiği vakit, Bowles'ın adını dile getirdi. Churchill bu nut­kunda, İngiltere'deki işsizliği gidermek için, Lloyd George' ın teklif ettiği tavsiyeler üzerine konuştu. Lloyd George geniş çapta âmme işlerine girişilmesini istiyordu. Mebus Churchill şunları söyledi:

Paranın nasıl harcanacağı henüz teferruatıyla bilinmiyorsa da, kaynaklarının doğruluğundan şüphe edilemez yüksek otoriteler bize şu teminatı verdiler: yeteri kadar kaynak ve enerji ile bu işe girişildiği takdirde parayı dağıtmak hiç de zor bir mesele ol- mıyacaktır. Böyle bir politika, müteveffa Thomas Gibson Bow- les’in dediği gibi, sabahın erken bir saatında elimize bir bisküvit alıp, verecek bir köpek bulabilmek ümidiyle bütün gün sokak­ları arşınlamağa benziyor. Her neyse, artık bundan sonra Muh­terem Centilmeni âdi politika usullerine başvurmakla kimse it­ham etmeyecek.

"Bir insanın harpte sadece bir kere, politikada ise defa­larla öldürülebileceğine rağmen, politika, hemen hemen harp kadar heyecanlı ve oldukça da tehlikelidir," diyen Churchill'in politika hayatı fırtınalı geçti. Parti sadakatı, politikaya atılmış bir çok büyük adam gibi, Churchill için de bir mesele idi. "Bazı insanlar prensipleri uğruna par­tilerini değiştirir, diğerleri de partileri uğruna prensiple­rini" diyordu. Ve Churchill, Parlamentodaki ilk yıllarında, gerekirse prensipleri uğrana partisini değiştireceğini gös­terdi.

Parlamentoya ilk seçilişinin akabinde, serbest ticaret konusunda kendi partisinin tutumundan apayrı görüşleri savunmağa başladı. Bir gün konuşmak üzere ayağa kalk­tığı vakit (1903), bütün muhafazakar üyeler, yekvücut Ka­marayı terketti. O zaman Muhafazakar bir mebus, parti­sinin bu "asi" üyesi hakkındaki görüşünü aksettirerek, Güney Afrika'da beriberi hastalığının yayılmakta olduğu­nu ve Churchill'in de bu hastalığa yakalanmış olabileceği­ni ima etti: "Zira gelen haberlere göre, bu hastalığın en belirgin alameti kafanın son derece şişmesidir." (İngiliz­cede, kendini beğenmiş, kibirli insanlar için kullanılan de­yimlerden biri de "şişkin" Biz Türkçede buna ''burnu kaf dağında, diyoruz.)

Fakat Churchill, kendisine yöneltilen hücumlara aldırış etmiyor, prensipleri uğruna partisinin liderlerini tenkit et­mekten kaçınmıyacağını gösteriyordu. Muhafazakar par­tisi liderlerinden ünlü Joseph Chamberlain'dan şu kelime­lerle bahsetti: "Mr. Chamberlain, çalışan insanları (işçi­ler! öylesine seviyor ki, onları daima çalışır görmek için elinden geleni yapmak istiyor."

Chamberlain 1904 te, kürsüde tekrar koruyucu ticari prensiplere dönülmesini hararetle müdafaa ettiği bir sıra­da, Churchill, Muhafazakarlar safındaki yerinden kalktı, Kamaranın karşı tarafına doğru yürüyerek Liberaller ara­sına oturdu. Bu, Churchill'in ilk defa parti değiştirmesi idi. Muhafazakar olarak seçilmiş, Liberallere intisap etmişti. Daha sonraları bir Koalisyon Liberali, arkadan bir Ana- yasacı, ve nihayet tekrar Muhafazakar olacaktı. Maama.fih, bir defa daha belirtelim ki, Churchill, bir partiden diğe­rini sıçramayı her hangi bir politik hırs ve emelden ziya­de, vicdanının sesine kulak vererek yapıyordu. Bununla beraber, bu yüzden çok tenkit edildi, zaman zaman poli­tik sırt çevirmelere, hatta afaroz edilmeye katlanmak zo­runda kaldı.

Muhafazakarlardan Liberallere geçen Churchill, Sömür­geler Vekili Muavinliğine tayin edildi. Bir müddet sonra. otuz üç yaşındayken (1908) Ticaret Vekilliği koltuğuna oturdu, ve 1909 dan 1911 e kadar da Bahriye Vekilliği gö­revini ifa etti. Birinci Dünya Harbinden önce İngiliz do­nanmasının harbe hazır bir hale getirilmesinde Churchill' in hizmeti fazla olmuştur. Harpten önceki yıllarda Church- i ll' i tenkit edenlerin başında Lord Charles Beresford geliyordu. Churchill, Lord'dan şu kelimelerle bahsetti:

"Kürsüye gelmeden önce ne söyliyeceğini bilmeyen, ve konuşmasını bitirip yerine oturduktan sonra da kürsüde ne söylemiş olduğunu bilmiyen bir hatip.

Planlarını Churchill'in hazırladığı Çanakkale harekatı Mehmetçik'in sarsılmaz iman ve ezilmez kuvveti karşısın­da tam bir bozgunla neticelenince, 1915 yılında Amirallik Dairesindeki görevinden istifaya mecbur tutuldu. Bunun üzerine bilfiil harbe katılmak üzere Fransa'ya gitti ve 1916 da İngiltere'ye dönerek Parlamentodaki sandalyesini aldı. Ertesi yıl, Başvekil Lloyd George'ın kabinesinde Mühimmat vekilliğine getirildi. Bu vekaletin başında gizli olarak ve kendi inisiyatifi ile o zamanın pek bilinmiyen bir silahını, "tank”ı, imal ettirmeye başlattı. Alman generali Luden- dorf'un ifadesine göre de, Almanya'nın mağlûp' edilmesi­nin başlıca sebeplerinden biri, Müttefik ordularının tank larla hücuma geçmesi oldu. Harpten sonra, 1919 da Savun­ma vekaletinin başına getirildi. Bolşeviklere karşı, Beyaz Rus'lan teşvik ve kışkırtması şiddetle tenkit edildi.

Churchill, daha başlangıçtan itibaren Komünizmin amansız düşmanlarından biriydi. Komünizmin ilk yılların­da, kısa bir müddet sonra dünyanın başına bela olacak bu ideolojiyi şöyle tarif ediyordu: "Kafataslarından oluşmuş tepeden inmekte olan gulyabani." (Gulyabani'nin Arap edebiyatında ölüleri mezardan çalarak yiyen hayalet oldu­ğunu hatırlarsak, Churchill'in bu sözündeki derin ve bü­yük manayı daha iyi kavramış oluruz.)

"Kartallar susunca papağanlar abuk sabuk konuşmaya başlar," diyen Churchill, Rusya'yı, "esrarengiz bir kisveye bürünmüş bir sır içindeki muamma," diye ^tarif ediyor; Almanya'ya verilen tavizlerin Hitler'in iştihasına set çek­mediği gibi, Rusya'nın her dediğini, her istediğini kabul etmekle de Stalin'in arzu ve emellerine gem vurulamıya- cağını kehanetle söylüyordu. Onun indinde taviz vermek­le durumu kurtaracağını sanan bir insan şöyle biriydi: "Kendisini en son yemesi ümidiyle timsahı doyurmaya ça­lışan insan." Bir diğer konuşmasında da Komünistlerle timsah arasındaki benzerliği şöyle dile getirdi:

Komünistlerle iyi münasebetler kurmağa çalışmak, timsaha kur yapmağa benzer: çenesinin altını mı okşamak gerektiğini yoksa kafasına mı vurmak icap ettiğini bilemezsiniz; ağzını aç­tığı vakit gülümsemek mi istediğini yoksa sizi yutmaya mı hazır­landığını anlayamazsınız.*

Churchill, 1945 yılında, "Ruslarla mümkün olduğu kadar doğuda el sıkışmamız çok önemlidir," diyerek, Rusların Avrupa'nın göbeğine kadar sarkmalarının büyük bir teh­like olacağını söylemiş, Amerikan birliklerinin geri çekil" melenni şiddetle tenkit etmiş, bunun Doğu Avrupa'daki Sovyet nüfuzunun daha da derinleşmesine ve Müttefikler­le Doğu Avrupa arasında bir "demir perde"nin çekilmesi­ne yol açacağını görmüştü. Hâdiselerin gelişmesi onu hak­lı çıkardı.

Harpten sonra, Orta ve Doğu Avrupa'daki monolit Ko­münist devletleri blokuna karşı bir Anglo-Amerikan birli­ği kurmak gayesiyle Amerika'ya gitti ve Missouri eyaletin­de küççük Fulton kasabasındaki Westminister Kolejinde Avrupa'nın göbeğine inen “demir perde"den şu kelimeler­le bahsetti (5 Mart, 1946):

Son zamanlara kadar Müttefiklerin zaferiyle aydınlanmış cep­helere bir gölge düştü. Baltık'taki Stettin’den Adriyatik'teki Tri- este'ye kadar Avrupa kıtasının bir ucundan diğerine demir bir perde indi.

"Ruslarla karşılıklı iyi niyet hisleriyle niçin müzakerelere girişile­meyeceğini Fransa Cumhurbaşkanı Gen. de Gaulle şöyle anlatmıştı: "İşe şapkanızı vermekle başlayacaksınız. Arkadan ceketinizi vere­ceksiniz. Sonra gömleğinizi, ardından derinizi, ve nihayet ruhu­nuzu."

Churchill, 1922 seçiminde Parlamentodaki yerini kaybet­ti ve kendini tamamen resme verdi. Hiç de kötü bir res­sam sayılmazdı. Eserleri zaman zaman teşhir edildi. Poli­tika ile meşgul olmasaydı, tabloları İngiliz Kraliyet Aka­demisinde serginelecek kadar iyi bir ressam olabileceğini söyleyenler var. "Ressamlar. yalnızlık hissetmeyeceklerin­den mesut insanlardır,” diyordu. “Işık ve renk, barış ve ümit onlara günün sonuna, veya hemen hemen sonuna ka­dar arkadaşlık eder.... Ben cennete gittiğim zaman, mev­zuun dibini inmek için, ilk bir milyon senemin büyük bir kısmını resim yapmakla geçireceğim.”

Manzara resimleri yapar, portrelerden zevk almazdı. Se­bebi sorulduğu vakit gülümseyerek şu cevabı verdi: "Çün­kü bir ağaç, kendisini çirkin gösterdim diye şikayet et­mez."

Churchill'in nutukları vecizelerle doludur. Bir defasın­da, "Yaşlıların yiyeceklerinde dikkatli olmaları gerektiği gibi, gençler de okumak için seçeceklerinde titiz davran­malıdırlar,” diyordu. "Çok fazla yemesinler. İyice çiğne­meleri gerekir."

Nutukları arasında şu sözleri de görüyoruz: "Müsamaha tanımayan bir idealizmin aptallığı kadar pahalıya mal olan bir aptallık tasavvur edilemez." "Fanatik insan: fik­rinde direnmesine rağmen mevzuu değiştirmeyen adam. "Daha sonra öldürülmektense şimdiden korkmak daha iyi­dir." "Moral kuvvet, maalesef, silahlı kuvvetin yerini ala­maz, ama onu ziyadesiyle takviye eder." "Mağlûbiyete verilecek bir tek cevap vardır, ve o da zaferdir.” "Daima ileriye bakmak akıllıca bir hareket olur, fakat görebildiği­nizden ötelere bakabilmek zor bir harekettir." "Söz hürriye­tinin bulunduğu yerlerde oldukça fazla miktarda aptalca sözler de işitilecektir.” "İnsanın kudreti her sahada büyü­dü—kendi kendisi üzerindeki kudreti dışında.” Otomobilin ortaya çıkışını beşeriyet için iyi bulmuyordu. "Ben, atın yerini dahili inhiraklı makinenin almasını, beşeriyetin te­kamülünde daima kasvetli bir kilometre taşı olarak kabul ettim,” dedi.

Saçları azdı. Bir gün berberi, nasıl keseceğini sorduğu vakit şu cevabı verdi: “Benim gibi kaynaklan mahdut olan bir insanın herhangi bir saç stili olamaz. Al eline makası ve kesmeğe başladı."

Churchill (tekrar parti değiştirmiş olarak) 1924 seçimin­de sandalyesini geri aldı. Bağımsız Anayasacı, maamafih, bir yıl sonra (1925), yi^mi beş sene süren bir ayrılıktan sonra yeniden Muhafazakarlara katıldı, ve çağın Başveki­li Stanley Baldwin'in kabinesinde Maliye Vekili olarak yer aldı.

Belki iyi bir Maliye Vekili değildi. Yıllar sonra kendin­den şu kelimelerle bahsetti: "Herkes, benim, gelmiş geçmiş bütün maliye vekilleri arasında en kötüsü olduğumu söy­lüyor. Ben de onlann fikirlerini paylaşıyorum.

Bir genel grev (1926) İngiltere’de hayatı felce uğratmış­tı. Hükümet, halkın haber ihtiyacını karşılamak üzere Morning Post gazetesi tesislerinde, British Gazette adlı bir gazete yayınlamağa başladı; başına da "eski gazeteci" Churchill getirildi. Genel grevle ilgili haberleri tek taraf­lı vermekle itham edildiği vakit, Churchill, şu cevabı ver­di: "İtfaiye ile ateş arasında bitaraf kalamam."

Churchill’in nüktelerinin ateş püsküren bir Parlamen­toyu nasıl sakinleştirdiğinin şahaser bir örneğini 1927 yı­lında görüyoruz. Hükümetin Kamaraya sunduğu bir kanun teklifine, işçi mebusları, sendika faaliyetlerini felce uğrata­cağı iddiasıyle şiddetle muhalefet ediyorlardı. Tartışmalar öylesine gergin bir hava içinde cereyan ediyordu ki, her an bir patlama beklenebilirdi. Böylesine gergin ve ateşli bir ha­va içinde, Churchill—ki o vakit Maliye Vekili idi—söz alarak ayağa kalktı. Yüzünde vahşi bir kızgınlık okunuyordu. Ses tonunu da yüzündeki kızgınlığa uydurarak, "İhtar ediyo­rum," diye söze başladı, "eğer üzerimize yeni bir grevle gelir­seniz... Burada bir an ve muhalefet sıralarında­ki işçi mebuslarına yiyecekmiş gibi baktıktan sonra diş­lerini gıcırdata gıcırdata, "biz de karşınıza..." Churchill tekrar duraksadı. Bir vekilin beklenmedik tehdidi karşı­sında Sosyalist üyeler ayağa kalkmış, bağrışmaya, grev tehditlerine başlamışlardı. Kamara.bir an için pandemoni' ye dönmüştü. Bağrışmalar kesilir kesilmez Churchill söz­lerine devam etti: " ... yeni bir British Gazette ile çıka­cağız." Churchill'in bu sözleri üzerine Parlamentonun her iki tarafından kahkahalar yükseldi ve Kamaranın gergin­liği azaldı.

Muhafazakar hükümetin düşmesi üzerine (1929) Chur- chill'e Baldwin'in arası açıldı. Churchill artık 1940 yılına kadar, Parlamentoda sadece bir mebus olarak vazife gö­recekti. Fakat o, bu müddet zarfında bütün başvekilleri, ister Sosyalist Ramsey MacDonald olsun, ister Muhafaza­kar Stenley Baldwin veya Neville Chamberlain olsunlar, kelimeleri esirgemeden kıyasıya tenkit etti. Silahlanma le­hinde konuşan ve Almanya'ya verilen tavizlerin İngiltere' nin başına bela getireceğini söyliyen tek insan Churchill idi.

Kızgın ve hiddetli bir Churchill'in muhalifleri aleyhine neler söyliyebileceğini, onun, Başvekil Ramsey MacDonald aleyhindeki bir hitabesinde görüyoruz. Avam Kamarası­nın 21 Ocak, 1921 toplantısında MacDonald hükümeti biri- biri ardından müteaddid itimatsızlık reyleri almasına rağ­men, yerine geçebilecek hiç bir hükümet de yeterince rey toplayamadığından, MacDonald yine de iktidarda kalmış­tı. Churchill, o vakit MacDonald'dan "kendisini incitmeden düşmesini bilen en büyük cambaz," diye bahsetti. Maama- fih, onun MacDonald aleyhindeki en şiddetli hücumu 28 Ocak, 1933 teki konuşmasıydı. MacDonald o zaman Maliye Vekili idi. Churchill şunları söyledi:

Çocukken, dünyaca meşhur Amerikan Barnum Sirkine götü­rüldüğümü hatırlıyorum. Aylardır reklamı yapılan, kendinden bahsedilen "Kemiksiz Acîbe”yi bilhassa görmek istiyordum. Ama ne var ki, ebeveynlerim, böyle bir manzaranın benim genç göz­lerim için son derece tiksindirici ve demoralize edici bir manza­ra olacağını düşünerek, "Kemiksiz Acibe”yi görmeme mâni ol­dular. Ve ben bu Kemiksiz Acibeyi Maliye Vekilliği koltuğunda oturur görmek için de tam 50 sene bekliyecektim.

Churchill, Komünizm kadar olmasa dahi, Sosyalizmin de amansız bir düşmanı idi. Onların "hiç bir işe yaramıyan be­ceriksiz insanlar" olduklarını söylüyor; Sosyalistlerden, bir

köy panayırında "istiridye kabukları satılan tezgahı dahi idare edemiyecek ahmak insanlar" diye söz ediyordu.

Tabii onun zehirli oklarından Muhafazakar hükümetler de nasiplerini aldılar. Baldwin-Chamberlain kabinelerini şu kelimelerle anlattı:

"Onlar sadece, kararsız kalmakta karar kıldılar, azimsiz kalmakta azmettiler, rastgele sürüklenmekte direndiler, seyyal olacakları yerde kaskatı kesildiler, ve iktidarsızlık­larını dışarı vurmakta da son derece kudretli idiler."

İngiltere, İkinci Dünya Harbinden önce, Fransa'dan, or­dusunu azaltmasını istiyordu. Churchill bu konuda şun­ları söyledi (14 Mart, 1934):

"Romalıların parolası 'Silahlarını kısalt, hudutlarını ge­nişlet,' idi. Bizimki ise, öyle görülüyor ki, 'Silahlarını azalt ve mesuliyetini arttır. Hayır, dostlarının silâhlarını azalt.' "

Bir makalesinde de (1938) diyordu ki: "Elimizde en son model iki bin uçak olsaydı, kendimizi şimdiki güçlük­ler içinde hiç bir zaman bulmayacaktık.''

Bu arada bazı vatandaşlarının suallerine nükteli cevap­lar vermekten de geri kalmıyordu. Bir seçmen, kayınvali­desinin Brezilya'da öldüğünü ve ne yapmak gerektiğini sordu. Churchill'in cevabı: "Tahnit ettir, yaktır ve göm­dür—hiç bir fırsatı kaçırma."

Churchill, hümor hissine sahip her Garplı politikacı gi­bi, nükteli iğnelerini kendi kendine batırmaktan da çekin­medi. Devrin Başvekili Chamberlain, taviz üstüne taviz vererek Hitler'i yola getireceğini sanıyordu. O yıllarda Almanya'nın İngiltere elçisi Von Ribbentrop idi. Chamber­lain, bir gün, Ribbentrop'u İngiliz kabine toplantısına da­hi davet etmek garabetini göstermişti. Churchill de davet­liydi, fakat gitmedi. Kendisi gibi durmaksızın hükümeti tenkit eden bir muhalifin niye Alman elçisinin de hazır bulunacağı bir kabine toplantısına davet edilebileceği ken­disine sorulduğu vakit şu cevabı verdi: "Kim bilir, belki, kendileri havlayamazlarsa da, aralarında havlandığı kadar ısırmasını da bilen bir köpek bulunduğunu göstermek is­tediler."

(Hitler'in Avusturya'yı işgal ettiği gün yapılan İngilte­re kabine toplantısına Alman Elçisi von Ribbentrop'un ka­tıldığı öğrenildiği vakit, millet vekili Wedgewood Benn de­di ki: "Bu hâdisenin tek benzeri, Napoleon'un Waterloo arifesindeki baloya iştirak etmesidir.”*)

İkinci Dünya Harbi başladığı vakit (Eylül, 1939) Cham- berlain, Churchill'i eski vekaletinin (Bahriye) başına ge­tirdi. Ne var ki, cepheden gelen haberler hiç de iyi değildi, ve halk artık Churchill'den başka hiç bir politikacıya iti­mat etmiyordu. Nihayet, Lloyd George ve diğerlerinin ara­lıksız hücumları neticesinde Chamberlain istifa etti ( 1 Ma­yıs, 1940) ve Churchill'in başkanlığında bir koalisyon hü­kümeti kuruldu.

Baldwin'den sonra 1937 de Başvekilliğe getirilen Cham- berlain, Mussolini ile müzakereye girişmiş, ve ardından Lord Halifax da Hitler'i ziyaret etmişti. ChurChill, bu ge­lişmeleri endişe ile takip ediyor ve soruyordu:

Bu sadece his ve gururumuzu ayaklar altına alarak değil, ma­teryal faktörleri de çiğneyerek barışın korunması uğrunda to­taliter devletlere boyun eğme politikasının yeni bir türü mü? [Eğer böyle ise] ben şu kehanette bulunuyorum ki, şu veya bu konuda, şu veya bu meselede nerede durduğunuzu belli etmek zorunda kalacaksınız, ve Allaha dua ederim ki, o gün gelip çat­tığı vakit de, bu gayri makul politika neticesinde yapayalnız kalmış olmayacağız.

Başvekilliğe getirildiği vakit, Churchill'in, ne hisler ta­şıdığını yine kendisi şöyle anlatır:

Böylece, Mayısın [1940] onuncu gecesi, bu muazzam savaşın şafağında Devletin kaderini ellerime aldım.... Siyasi krizin bu heyecanlı günleri boyunca kalbimin atışları hiç bir zaman çabuk­laşmadı. Hâdiseleri olduğu gibi kabul ettim, fakat hâdiseleri ol­duğu gibi anlatan bu satırların okuyucusundan, gece yarısı tak-

"İngiliz generali Wellington kumandasında.ki İngiliz ordularıyle Blücher'in Prusya birlikleri, merkezi Belçika'daki Waterloo kasabası civarında 1B Haziran, 1815'te Napoleon'a nihai ve kati darbeyi in­dirdi ler.

riben 3'te yatağa girdiğim vakit, kendimi derin bir rahatlık için­de bulduğumu da saklayamam. Nihayet, bütün manzaraya yeni yönler verebilecek otoriteye sahiptim.

Kendimi kaderle birlikte yürüyormuş gibi, ve gerçekte mazi­deki bütün hayatımın bu. saat ve bu tecrübe için bir hazırlık ol­duğunu hissettim. Siyasi fırtınalar arasında geçen on sene beni günlük parti çekişmeleri dışında tutmuştu. Son altı yıl boyunca öylesine sık ve teferruatlı ikazlarda bulunduğum ve şimdi de hâdiseler, beni dehşete düşürürcesine doğruladığı için kimse be­ni suçlayamaz. Harbi yaratmak veya istemekle itham edilemez­dim. Harbin ne olduğunu anladığımı zannediyor, başarısızlığa uğruyacağımı sanmıyordum. Bundan böyle, sabahı sabırsızlıkla beklememe rağmen, beni neşelendirecek rüyalara ihtiyaç hisset- meksizin rahat bir uyku uyudum. Gerçekler rüyalardan daha iyidir.

Bugün arkada bırakılan o günlere bakıldığı vakit, İngil­tere'nin ne büyük endişe ve sıkıntılar içinde yaşadığını gö­rebilmek gerçekten zor. İngiltere halkının, belki de tarihi­nin en karanlık devrini yaşadığı o yıllarda, ona her türlü fedakarlığı göze aldıran, İngiliz azim ve şevkini canlı tu­tan, nihai zaferin kazanılacağına inandıran Churchill'in ölmez sözleri idi. Başvekil olarak Parlamentodaki ilk nut­kun? a ( 13 Mayıs, 1940} şöyle diyordu:

Hükümette vazife alanlara da söylediğim gibi, Kamarada da tekrarlıyayım: hiç bir şey vâdetmiyorum—kan, gözyaşı, alın- teri ve çalışmaktan maada.

Önümüzde en elemli ve en sıkıntılı geçecek bir imtihanımız var. Önümüzde sayısız mücadelelere sahne olacak pek çok ızdı- raplı aylar var. Siyasetimizin ne olacağını soruyorsunuz. Cevap veriyorum: Bütün azmimizle, Allah'ın bize bahşedeceği bütün kuvvetimizle, denizde, karada ve havada çarpışmak! Beşeri suç­ların karanlık ve matemli kataloğunda başka hiç bir kimsenin daha baskın çıkmadığı muazzam ve canavar bir zulme karşı sa­vaş! Siyasetimiz, işte budur! Soruyorsunuz: Gayemiz nedir? Bir kelimeyle cevap verebilirim: Zafer! Zaferi kazanmazsak bizim için hayat hakkı kalmıyacak. Zafere kavuşamazsak Britanya İm­paratorluğu için, beşeriyetin hedefine varması için hissettiği ve özlemini duyduğu bütün inançlar için hayat hakkı kalmıyacak. Bu anlaşılsın.

Fakat, vazifemi ümit ve şekile kabul ediyorum. Muvaffak ola­cağımıza ve ümitlerini bize bağlıyanları ümitsizliğe düşürmeye­ceğimize inanıyorum. Şu anda herkesin yardımını çağırmağa hakkım olduğuna da inanarak diyorum ki: O halde, geliniz; ge- liniz birleşelim, ve birleştirilmiş kuvvetimizle zafere doğru yü­rüyelim.

Bu nutuk veya onun, mebuslar ve halk üzerinde bırak­tığı intiba hakkında hiç bir söz Churchill'in kendi kelime­leri kadar tesirli değildir: "Uzun tarihimizde hiç bir baş­vekil, Parlamento ve millete, bu kadar kısa bir zamanda popüler olan bu kadar kısa lon dakika sürdü 1 bir program takdim etmedi.”

Churchill, İngiliz dilini en iyi kullananlardan biriydi. Amerika Cumhurbaşkanı John F. Kennedy, Churchill'in ardından şunları söylüyordu:

Karanlık günlerde ve daha da karanlık gecelerde, İngiltere’­nin yapayalnız kaldığı bir zamanda—ve İngilizler hariç, pek çok kimsenin İngiltere’nin geleceğine ümitsiz gözlerle baktığı yıllar­da—Sir Winston Churchill, İngiliz dilini seferber etti ve harbe gönderdi. Onun kelimelerinin göz kamaştırıcı kalitesi vatandaş­larının cesaretine ışık saçtı.

Başvekil Churchill bir diğer hitabesinde (4 Haziran, 1940) İngilizlerin mücadele azmini şu sözlerle kırbaçlıyor­du:

Ne teslim bayrağını çekeceğiz ne de mağlûp olacağız. Fransa’­da çarpışacağız, denizlerde ve okyanuslarda çarpışacağız, ve git­tikçe büyüyen hava kuvvetimizle, ödeyeceğimiz fiyat ne olursa olsun, adamızı müdafaa edeceğiz; sahillerimizde çarpışacağız, tarlalarda ve sokaklarda çarpışacağız, köprü başlarında çarpışa­cağız, tepelerde ve bayırlarda çarpışacağız—hiç bir zaman tes­lim olmıyacağız.

Onun en müessir ve hissi sözleri belki de H^row lise­sine devam eden (kendi de o liseden—güçlükle—mezun ol­muştu) gençlere hitabında görülüyor (19 Kasım, 1941):

Daha karanlık günlerden bahsetmiyelim; daha sert [katı] gün­lerden söz edelim. İçinde bulunduğumuz günler karanlık değil: bu günler büyük günler—ülkemizin idrak ettiği' en büyük günler, ve hepimiz bu günlerin, ırkımızın tarihinde hatırlanabilecek gün­ler olabilmesi için. gücümüzün nisbetinde, bize imkan bahşetti­ğinden ötürü Allaha şükretmeliyiz.

En basit kelimelerle en tesirli cümleler kurabilmeyi onun kadar iyi başaran başka bir İngiliz—ve belki Lincoln ha­riç, Amerikan—hatibi bulabilmek gerçekten zor. Amerikan Cumhurbaşkanından yardım istediği vakit şöyle diyordu: "Siz bize aletleri verin, biz işi bitirelim."

Bir diğer nutkunda, "Bütün büyük şeyler basittir, ve ço­ğu tek kelimelerle ifade olunur," dedi. "Hürriyet, adalet, şeref, vazife, merhamet, ümit."

Normandi mağlûbiyetinden sonra. İngiltere semaları ay­larca gece ve gündüz Alman bombardıman uçaklarıyle do­luydu. Bir avuç avcı pilotu İngiltere'yi belki de büyük bir felaketten kurtarmıştı. Churchill, milletinin bu kahraman pilotlar için duyduğu şükran ve minnettarlık hislerini şu veciz kelimelerle belirtiyordu: "Beşer çatışma tarihinin hiç bir devrinde böylesine büyük bir kütlenin, böylesine bir avuç insana, böylesine minnettarlık ve şükran hisleri beslediği bir diğer devir görülemez."

Fakat o. milleti için ilham kaynağı olduğunu hiç bir za­man kabul etmedi. "İşi başarıyle sona erdiren aslan yü­rekli milletimiz ve dünyanın her tarafına yayılmış ırkı - mızdı," dedi. "Ben, kendisine kükreme vazifesi verilen ta­lihli bir insandan başka bir şey değildim.

Churchill, harbin en karanlık günlerinde dahi nükteyi elden bırakmamıştı. Radyo vasıtasıyle (21 Ekim, 1940) Fransız milletine hitap ettiği vakit dedi ki: "Uzun zaman­dır vadettikleri istilayı bekliyoruz—balıklar da bekliyor."

O senelerde kilise çanları çalmıyordu; sadece herhangi bir istila vukuunda çalacaktı. Bu tehlike de kalmayınca, 1943 te, kilise çanları üzerindeki kayıt da kalktı. Avam Kamarasının sual vaktinde, muhtemel bir istila karşısında ne gibi bir planın mevcut olduğu sorulduğu zaman, Church­ill şu cevabı verdi: "Başka bir planımız yok. Ciddi bir istilanın uzun müddet gizli tutulacağını da zannetmiyo­rum."

Harp süresince Genel Seçimlerin yapılmaması taraflar­ca kararlaştırılmıştı. Koalisyon hükümetinin Başvekil Mu­avini, Sosyalist Partisi lideri Clement Atlee idi. Churchill, harbin yürütülmesi ile ilgili icraatın tenkit edilmesinden hoşlanmıyordu. Fakat bazı mebuslar, belki hükümette va­zife alan bazılarını sevmediklerinden veya kıskandıkların­dan, ve yahut onların, kendilerinin ilerleme imkanlarına set çektiklerine inandıklarından ve belki de parti hayatının getirdiği alışkanlıklardan ötürü hükümetin icraatını ten­kide devam ettiler. Bu tenkitçilerin çoğu samimi insanlar­dı; hükümeti tenkit ederek, işlerin daha iyi bir tarzda na­sıl yürütüleceğini göstermekle, harbin de daha iyi bir şe­kilde yürütüleceğine inanıyorlardı. Bu “muhalifler"in li­derliğini Sosyalist Aneurin Bevan yapıyordu. B. Bevan, Müttefik ordularının 1943 te İtalya'yı işgale girişmelerini şöyle karakterize etti: "Tıpkı yaşlı bir adanın genç bir ka­dına yaklaşışı gibi—cezbesine kapılmış, tembel ve endi­şeli."

Churchill'in en şevkli hayranları dahi, onun, her beşeri mahluk gibi, hatalar yaptığını itiraf ediyordu. Ama ne var ki, her beşeri mahlûk gibi, Churchill de kendisini tenkit edenleri, hatalarım işaret edenleri sevmedi. Parlamento tenkitlerine devam edilmesini istiyenler ise, yapıcı tenkit­ler sayesinde, Churchill'in, hatalarını itiraf etmese dahi (ki hiç bir zaman etmedi), hiç olmazsa düzeltilebileceğini ümit ediyorlardı. Ülkenin en büyük tehlikelerle karşı kar­şıya bulunduğu bir zamanda dahi, hükümet politikasının nükte ve hicivlerle tenkit edilmesinin önemi, dünya tari­hinin hiç bir çağında İkinci Dünya Harbinin İngiltere'sin­de olduğu kadar kendini hissettirmedi. Bu, üzerinde bil­hassa durulmasını gerektirecek kadar önemli olduğundan, Harp yıllarındaki Parlamento düellolarından Aneurin Be- van'ın hayatını anlatırken bahsedeceğiz.

Churchill acı ve nükteli iğnelerini tabiatiyle Nazi ve Fa­şist liderlerine de batırıyordu. Mussolini'den şöyle bahset­ti (Nisan, 1941): "Kendi postunu kurtarmak için, İtalya'yı, Alman İmparatorluğunun bir kölesi haline getiren bu kır­baçlanmış çakal, şimdi de Alman kaplanının yanında, sa­dece acıkmış bir hayvanın seslerini çıkararak değil, zafer haykırışlarıyle de hoplaya zıplaya gidiyor.”

Hitler'den, Alman Führer'inin büyük babasının ismiyle Onbaşı "Schicklgruber" diye bahsediyordu. Amerikan Kongresindeki bir hitabında (Mayıs, 1943), Nazi Diktatö­rü için "kana susamış haylaz," sıfatını kullandı. İngiltere Parlamentosundaki bir nutkunda ise (Eylül, 1944) şunları söyledi: "Ben, Napoleon'u Hitler'le mukayese etmekten nef­ret ederim. Çünkü büyük bir İmparator ve cengaveri, bu sefil parti ağası ve kasapla mukayeseye yeltenmekle ona INapoleonl hakaret etmiş oluruz.”

Bir diğer konuşmasında Hitler'e karşı girişilen hareketi ele aldı: "Herr Hitler, 21 Temmuzdaki suikast teşeb­büsünün akim kalmasını Allahın bir inayeti olarak vasıf­landırdı. Askeri mülahazaları göz önüne alarak durumu mütalaa ettiğimiz takdirde, kendisiyle hemfikir olamamak için hiç bir sebep göremiyoruz. Bizim zaferimize inkar edilmez hizmetleri olan Onbaşı Schicklgruber'in harp de­hasından, mücadelenin son safhasında mahrum bırakıl­mak, gerçekten büyük bir talihsizlik olurdu."

Hitler, 1941 yılında Rusya'ya hücum ettiği vakit, Church- hil, derhal Ruslara yardım edilmesini istedi. Hayati bo­yunca Bolşevikler aleyhinde bulunmuş bir kimsenin, Ko­münistlere nasıl yardım edilmesini istiyebileceği sorulduğu vakit şu cevabı verdi: «Eğer Hitler Cehennemi istila etsey­di, Parlamentoda, Şeytan hakkında bile, hiç olmazsa bir defacık, sitayişkar söz söylerdim."

Samimi arkadaşı Cumhurbaşkanı Roosevelt'le bile mü­nasebetlerinde nükte yapmaktan geri kalmadı. Roosevelt, Rusya'nın bir gün dünya için büyük bir tehlike olabilece- glnı göremiyor, ve Yalta Konferansının, çalışmalarına, azami beş-altı gün içinde son vermesini istiyordu. Churc­hill Roosevelt'e gönderdiği bir mesajda (10 Ocak, 1945) şunları söyledi: "Bir dünya organizasyonu kurmak hak- kındaki ümitlerinizin beş-altı günde gerçekleşebileceğini hiç zannetmiyorum. Allahın bile yedi güne ihtiyacı vardı." (Incil'de Allahın dünyayı yedi günde yarattığı yazılıdır.) Churchill, gelmiş geçmiş her devlet ad^nından fazla be­şeri dokunuşa sahipti (Amerika Cumhurbaşk^u Lincoln' da da bu beşeri dokunuş vardı), ve bütün deha ve parlak­lığına rağmen, halk, onu, kendinden biri olarak görüyor­du. İngilizlerjn'îhMiinde Winston Churchill "Good old Win- nie” '(Bizim eski V&nnie’miz) idi. Churchill, klasik tarih­ten ve İnçil'deri oraJler verebildiği gibi, zaman zaman cinaslarında ve'ya Hitler'den "Onbaşı Schicklgruber" diye bahsettiği zamanlarda olduğu gibi, basit ve çocuksu da olabiliyord:u.

Sir Winston, -İngiliz dilini büyük bir sanatkar ustalığı ile işliyen yaratıçj sanatkarlardan biriydi. Onun yarattığı pek çok ftûanle “artık İngilizcenin herkesce kabul edilmiş sözleri olduğundan, onların ilk defa kimin tarafından söy­lendiği ve yazıldığı bugün unutuldu. Fakat Churchill'de zaman zaman dışarı vuran çocuksuluk halleriyle birlikte, İngiliz milleti için hissettiği ve vatandaşlarının da farkına vardığı derin bir aşk saklıydı. Yaveri ve Genel Ku^nay Heyetindeki şahsi temsilcisi Gen. Lord Ismay, Memoirs (Hatıralar) adlı kitabında şunları yazar:

"Başvekilliğe getirildikten iki veya üç gün sonra kendi­siyle birlikte Downing Street'ten 1 İngiltere başvekillerinin oturd^ukları ev bu sokakt^hr l Bahriye Vekilliğine yürü­düm. Kapının önünde toplanan kalabalık, onu, 'İyi şans­lar, Winnie. Allah yardımcın olsun!' nidalarıyle karşıladı. Churchill derinden etkilenmiş ve içeri girer girmez göz yaşlarını tutamamıştı. 'Zavallı halk, zavallı halk, bana güveniyor,' diyordu, 'ama ben onlara uzun bir müddet fe­laketten başka bir şey veremiyeceğim ki.'" Yine sevgili Avapı Kamarasının bombalarla yıkılan harabesini gezer­ken yardımcıları ve mebuslar önünde gözyaşlarını tuta­madı.

Ülkesinin—ve önemli bir derecede de Müttefiklerin—za­fere ulaşmasında büyük rol oynayan Churchill, 1945 te, İngiliz seçmenlerinin reyleriyle işbaşından uzaklaştırıldı; 1945 ten 1951 e kadar Parlamentoda Haşmetli Kraliçenin Sadık Muhalefet Lideri olarak vazife görecek Winston Churchill, babasının, kitaplara geçmiş bir sözünü harfiyen yerine getirmeğe çalışacaktı: "Muhalefetin vazifesi mu­halefet etmektir."

Sonraki seçimde (1951) Muhafazakar parti tekrar ikti­dara geçti ve Churchill yeniden başvekilliğe getirildi; dört yıl daha, istifa edene kadar bu mevkide hizmet etti. Church­ill, İşçi hükümetinin İngiliz İmparatorluğunu "tasfiye" etmesini katiyyen tasvip etmedi. Harbin sonlana doğru Hindistan 'da başlıyan kaynaşmaları, kuvvet ve zora baş­vurarak da olsa, bastıca yoluna gitti. İmparatorluk hakkın­da ne düşündüğünü h^arp yıllarındaki şu sözünden anla­mak mümkün:

"Zihinlerde belirebilecek istihf^amlan açıkl^nak rnaksa- dıyle şunu belirtmek isterim: Biz elimizdekileri tutacağız. Ben, İngiliz İmparatorluğunun parçalanmasına nezaret etmek için Kralın Birinci Vekili olmadım."

Koalisyon Hükümetinin başı iken—Kabinesinde Sosya­listler de bulunduğundan—muhaliflerine nükte ve zehirli oklarıyle hücum edemiyordu. Partisi yeniden iktidara ge­çince, aartık serbestti, yıllardır batıramadığı iğnelerini is­tediği gibi kullanabilirdi.

Churchill, muhaliflerine nasıl hücum ediyordu? Kendi ağzından dinliyelim: “Eğer önemli bir şey söyleyeceksen, nazik veya zeki davranmaya çalışma. Eline bir sopa al ve derhal hedefine vur, sonra yine vur, ve üçüncü defa da bütün gücünle indir.”

"Ben kavgacı bir çocuktum," diyen Churchill, Sosyalist­lere sataşmaktan bilhassa zevk alıyordu. Onun zehirli ok­larına sık sık hedef olanlardan biri de Herbert Morrison idi. Koalisyon Kabinesinin Dahiliye Vekili Morrison, ma­hir ve bilgili bir politikacı olmasına rağmen, Churchill ile aşık atabilecek yetenekte değildi. Bir gün (11 Kasım, 1947) Churchill ile Morrison arasında şöyle bir söz mübadelesi cereyan etti:

SIR WINSTON CHURCHİLL: Mr. Morrison mahir bir sanat­kârdır.

MR. MORRİSON: Muhterem Centilmen beni yü­

celtti.

SIR WINSTON CHURCHILL: Maharet, hem                    sanatkarlıkta

hem de sahtekarlıkta mevcut olabilen bir kabiliyettir.

İkinci defa başvekillik koltuğuna oturduktan sonra Churchill'in Sosyalistlere karşı kullandığı nükteli ve haka- retli sözleri, önceki yıllarınkilere kıyasla çok daha ısırıcı ve parlaktı. Nükteleriyle muhaliflerini en başarılı bir şekilde hırpalayan Churchill, böylelikle, lngiliz centilmeninin bir tarifini de doğruluyordu: "Diğerlerine karşı istemiyerek ka­ba davranmıyan insan." (Bu arada, İngiltere Parlamento­sunda, üstü kapalı hakaretli sözlerin kullanılmasına rağ­men, tabu sayılan pek çok kelimenin de bulunduğunu söyliyelim: namussuz, edepsiz, rezil, adi, bayağı, ahlaksız, iftira, riyakâr, habis, şeytan. )

Churchill'in bir sözü bir gün ( 12 Mayıs, 1952) Parlamen­toda bağrışmalara sebep olmuştu. Bilhassa B. Morrison yerinde duramıyor, bir .şeyler söylemek istiyordu. Gürültü dindikten sonra Churchill, Morrison’a hitap ederek dedi ki: "Muhterem Centilmeni temin ederim ki, siyasi muha­liflerim arasında yer alanları böylesine hiddet ve kızgın­lık içinde bağrışır ve çağrışır görmek canıma can katı­yor." Başka bir zaman yine Morrison’un bir sözüne deği­nerek, "Hiç bir noktasında realitelere dokunmıyan zayıf, müphem, başıboş, gürültülü bir ifade," dedi. Yine bir di­ğer nutkunda, harp yıllarında Sivil Savunma ile görevlen­dirilmiş önceki Koalisyon kabinesinin Dahiliye Vekili Mor- rison'dan şöyle söz ediyordu: "Şu anda bütün rakiplerinin kendisini geçmiş bulunduğu ve prejödi'lerinin [peşin hü­kümler] dahi hükmü kalmamış bir adam."

Churchill’in iğnelemekten büyük zevk duyduğu bir di­ğer politikacı da B. Clement Atlee idi. Koalisyon Kabine­sinin Başvekil Muavini Atlee, 1945 yılında Sosyalistlerin iktidara geçmesiyle Başvekil oldu. B. Atlee, kendi partisi mebuslarının da ağır hücumlarına uğramıştı. Fakat Church hill'in Atlee'den bahsederken kullandığı cümlelerden iki­si bugün dahi tekrarlanır: "Kurt postuna bürünmüş bir kuzu," ve, "Çok fazla mütevazi hasletlerinden ötürü çok mütevazi olması gereken mütevazi küçük bir adam."

Atlee başvekillik koltuğuna oturduktun sonra dahi, Churchill, Atlee'ye tepeden bahan mağrur tavırlarını ter- ketmemiştL İşçi Partisi iktidarı sırasında Herbert Morri- son, partisinin Parlamento lideriydi. Bir gün Churchill yi­ne Atlee'den küçümser bir dille bahsederken, Morrison, "artık kabineye kendisinin değil de bir diğer muhterem centilmenin başkanlık" ettiğini Churchill'e hatırlatınca, bu kurt politikacı derhal cevap verdi: "Bu gerçeği kabul ediyorum—bugünkü şartlar altında."

Churchill 1951 seçim kampanyasında ısırıcı bir dille At­lee'ye hücum ediyor, İşçi hükümetinin altı yıllık icraatını en sert bir şekilde tenkit -ediyordu

İşçi hükümetinin gayet başarılı neticeler aldığını söyliyen B. Atlee, bununla beraber, şimdiye kadar yapılanlardan tatmin ol­madığını belirtti. İşte onun kendi kelimeleri; "Asırların çöplüğü­nü altı yılda nasıl temizliyebilirdik?" Asırların çöplüğü! Demek. 1945 te İngiltere'nin hürriyet uğruna kazandığı en şaşaalı zafer­den sonra, dünyanın bir ucundan diğerine dost ve düşman tara­fından şereflendirilen ve hürmet edilen İngiltere'nin şimdiki Başvekili, Britanya ve İngiltere'nin temsil ettiği her şeyi böyle karakterize ediyor: “Asırların çöplüğü!" Artık bundan başka bir şey işitmiyoruz. Bu sözler, üzüntü verici bir berraklıkla Sosya­listlerin düşüncelerini ve onların tarih görüşünü de gösteriyor. Demek onlar iktidara gelinceye kadar bu memlekette iyi olan hiç bir şey yapılmadı. Magna Carta* İnsan Hakları, Parlamenter Ens­titüler, Anayasa Hanedanlığı, İmparatorluğun kurulması gibi bü­yük mücadele ve başarıları bir kenara atacağız, çünkü bunlar "asırların çöplüğü"nün parçaları, Modern çağlara gelince, Glad- stone ve Disraeli birer cüce olmalıydılar; Adam Smith, John Stuart Mill, Bright ve Shaftsbury, ve bizim kendi devrimizde Balfour, Asquith ve Morley, hiç şüphe yok, birer “kiiçük balık"- tan başka bir şey değillerdi. Ama pek üzülmeğe değmez. Çünkü, çok şükür “asırların çöplüğü"nü temizlemek için ortaya bir dev çıktı. Ama ne var ki o şimdi, elimde sadece altı senelik vaktim vardı, diye haykırarak itiraz ediyor.... Bu Dev, şimdi yeniden iktidara geçmek istiyor.

•İngiliz baronlarının 15 Haziran, 1215 te Kral John'dan, i^^Mi al­tında temin ettikleri bu beyanname, ilk insan hakları beyanname­sidir.

Siyasi hayatı fırtınalar içinde geçen Churchill, şahsi po­litik kanaatleri hakkında çok az konuşmuş veya yazmıştır. Bu, ilk bakışta garip görülebilir. Fakat Churchill, hayatı boyunca kendisini vatandaşlık haklarının savunmasına ve devlet mekanizmasının kesintisiz çalışmasına öylesine vermişti M, bu haklar ve devletin daha iyi yürümesi üze­rine spekülasyonlarda bulunmağa vakti yoktu. Sonra şu­nu da ilave etmek gerekir: Churchill, muhayyile kuvve­tine dayanan ütopik refo^ planlan hakkında her zaman skeptik Creybi, şüpheci) bir görüş taşıyordu. Bununla be­raber, elimizde, onun temel felsefesini ifade eden ve muh­telif zamanlarda irad ettiği nutuklarından bazı parçalar var, Mesela, Cardiff şehrinde verdiği bir nutkunda şunla­rı söylüyordu (8 Şubat, 1950):

Ümit ederim artık hepiniz efendilerimizin öğrenmemizi istedi­ği resmi Sosyalist ağzını iyice bellediniz. Bundan sonra “fakir" kelimesini kullanmıyacaksınız; “alt-gelir grubu” diyeceksiniz. İş­çi ücretlerinin dondurulmasına gelince, Maliye Vekili "şahsi ge­lirlerdeki artışın durdurulmasından bahsediyor.... Evlerimiz için de ne güzel bir kelime terim buldular. İstikbalde onlara “ikametgâh üniteleri" denilecek.

Anglo-Amerikan dünyasında "Home Sweet Home" adlı meşhur bir şarkı "ardır: "bizim sevgili evimiz." demektir. Bir insanın kendi evinden daha iyi bir yer olamıyacağını söyler. Churchill sözlerine şöyle devam etti:

O zaman "Home Sweet Home"ı nasıl söyliyeceğinizi ben de bi­lemiyorum. [Churchill, sözlerinin bu noktasında konuşmasına ara verdi ve şarkıdaki "home" (ev) kelimeleri yerlerine "ikamet­gâh üniteleri" koyarak şarkı söylemeğe başladı] “İkametgâh üni­teleri, sevgili ikametgâh üniteleri, bizim ikametgâh üniteleri gi­bi yaşanacak yer yoktur." İngiliz demokrasisinin bütün bu çöp­lükleri onların ağızlarına tüküreceği günü görmek isterim.

Muhafazakar partinin yıllık kongresindeki (14 Ekim, 1950) nutkunda Sosyalizm ve kudretin merkezileştirilme- sinden bahsetti:

Sosyalist hükümetin her hareketi, her temayülü, kudreti merkezleştirmek istediğini gösteriyor. Onların, devletin kontro­lünü ele geçirme kavramlarının esası budur. Fakat tarihin de gösterdiği gibi, İngiliz halkı 500 seneden fazla bir zamandan be­ri, hedef ve gayelerini daima idare edici kudretin muhtelif el ve müesseselerde toplanması uğruna teksif etti. Kudreti muhtelif ellere taksim etmek bizim Parlamenter sistemimizin ve bütün dünyaya yaydığımız anayasaların anahtar notasıdır. Kontrol ve karşıt-kontrol fikirlerine karşı koyanlara veya bir kişinin veya bir grup insanın el hareketleri veya kararlarıyle hepimizi tama­men kendilerine bağlı uysal ve ehli insanlar haline getirmek is- tiyen teorilere karşı İngiliz halkı daima harp çağırışlarıyle ce­vap verdi.

Bizim prensiplerimiz buradan Amerikaya götürüldü. Amerikan Anayasasının temeli bir tek kişinin veya bir grup insanın bir mil­leti keyfî bir şekilde kontrol edebilmelerine engel olmaktır. Ta­bii Amerika'da kırk sekiz eyalet [şimdi elli] var, ve her eyalet halkının geniş sınırlar dahilinde kendi yaşayışlarını devam et­tirmeleri, kendi aralarında münakaşa etmeleri teminat altına alınarak, vatandaşlık hak ve hürriyetleri bir tek kimsenin veya reye dayanan otokrasinin kaprislerine karşı korunur ve müda­faa edilir.

Biz Muhafazakârlar istikbale matuf plânlamaların, esas olarak, fertlerin evlerinde ve ailelerinde yapılması taraftarıyız. Eğer fertler kendi istikballeri için plânlar hazırlamazlarsa, hiç bir dev­let teşkilâtının onlar için plânlar yapmasına imkân yoktur. An­cak fertlerin yaratıcı kuvvetleriyle daha büyük gelişmeler müm­kün olabilir. Adamızın, kökleri uzun maziye dayanan kanunla­rı ve gelenekleri vardır. Devlet teşkilâtının yapacağı şey, ilim ve sanayide neler olabileceğini düşünmek ve ona göre plânlar ha­zırlamaktır.

Eğer bize yol gösteremiyeceklerse biz bu muhterem insanları niye işbaşına getiriyoruz? Unutmıyalım ki, bir nesilden diğeri­ne geçerken ilerleyecek, gelişecek, ve daha iyi bir hayata kavu­şacak olanlar halktır, ve onların içgüdüleri ve kendi kendilerini kontrol edebilmeleri de ülkemizde hayatın esasını teşkil eder. Eğer halkın içgüdüsü kendilerini aldatırsa, önümüzdeki yol için yapılacak hiç bir plân başarılı netice veremez.

Bürokrasi kanalıyle hareket eden Sosyalizm, milyonlarca ev­deki ferdi içgüdüleri tahrip ediyor. Sosyalist partisi mensupları, halka, sadece Sosyalistlere rey vermelerini ve o zaman Devletin kendilerinin bütün ihtiyaçlarını karşıhyacaklarını söylüyorlar. Fakat yurdumuzda ve dünyada geçimimizi temin, hayatımızı yürütmek için daima mücadele etmek zorunda kaldığımız ve bu hayat tarzımızı, kendisini Rusya'da takdim eden Komünizmin silâhlı tecavüzlerine karşı korumak zorunda olduğumuz göz önü­ne getirilirse, bu düşünce tarzının gerçeklerden ne kadar uzak­larda olduğu görülür. Bana itimat ediniz: İngiliz kudretinin kay­nağı ev ve ailedir. Şimdi ise, elinize fırsat geçmek üzere. Halk, sağduyusunu kullansın, hayatlarının bu sıkıntılı safhasında elle­rinde ne gibi fırsatlar bulunduğunu ve bunları nasıl kullanabi­leceğini düşünsün.

Hürriyet, halkın kendi kalbindeki kaynaklardan fışkırsın. Ve o zaman, başındaki akıllı bir hükümetin dünya sahnesinde iyi bir rol oynacağı ülkemiz olacak. Fakat bu kaynak kısıtlandığı takdirde, evinizde yaptığınız düşünce ve karşılıklı danışma işle­mi her türlü baskı ve engellerle kısıtlandığı vakit, Ütopyalar, ye­re çarparcasına bir süratle karşınıza dikilecektir.

Churchill, Muhafazakar Partinin bir diğer kongresinde ( 14 Ekim. 1949), Sosyalistlerin neler yapmak istediklerini şöyle anlattı:

Sosyalistlerin siyaset ve gayeleri, fertlerin şahsi gayret ve ka­biliyetleri neticesinde satha çıkan farkları—önemli bir sendika tabiriyle söyleyelim—düzleştirmek ve her ne bahasına olursa ol­sun, Sosyalist uşakları ve politikacılarından başka kimsenin üs­tüne çıkamayacağı bir seviye inşa etmektir. Bunu, tabii, tedricen •

yapmak istiyorlar. Ama zerrece şüpheniz olmasın ki, onların var­mak istedikleri hedef budur, onların felsefesinin erişebileceği yegane hedef budur....

Bu işlem, istihsali geliştiren ve arttıran bütün kuvvetler için öldürücü olacak ve vatandaşların sahip oldukları bütün vasıf ve kabiliyetleri, bu adadaki hayat tarzımızın inşa edildiği ve her­kesin iyi bildiği eski kanunların geniş çerçevesi dahilinde vatan­daşların bütün bu vasıf ve kabiliyetlerini sadece kendileri için değil, diğer vatandaşlar için de en iyi bir şekilde kullanma hak­kını red ve inkar edecektir.

Churchill, partisinin hürriyet anlayışını şöyle dile getir­di: (15 Ekim, 1951):

Atalarımız, büyük bir feraset sahibi olduklarım ve çok uzak­ları görebildiklerini, üç yüz yıldan fazla bir zaman önce hazır­ladıkları Anayasada, kuvvetleri dağıtmak suretiyle gösterdiler. Taht, Lordlar ve Avam Kamaraları biribirlerini kontrol edecek ve yekdiğerinin aşırı hareketlerine gem vuracaktı. Alelâde va­tandaşların hayatlarını kontrol altında tutmak için, kudreti, adı­na Devlet denen tek elde toplamak, bütün İngiliz tarihinin akı­şına ve dünyaya verdiğimiz mesaja aykırıdır. İngiliz ırkı, mut­lak ve keyfî hükümetlerin her şeklinden her zaman nefret etti.

Amerikan Anayasasını hazırlıyan büyük adamlar da otoriteyi en kuvvetli ve devamlı bir şekilde taksim ettiler. Onlar icrai, teşrii ve kazai fonksiyonların vazifelerini ayırmakla kalmadı, ayrıca bir de federal bir sistem kurarak, mahalli toplulukların hükümranlık haklarıyle vâsi vatandaşlık haklarını kabul ettiler, ve bütün bu yollarla—çok defa bir tc.'kım huzursuzlukların doğ­masına sebebiyet vermek pahasına da olsa—kendilerine tekâmül bahşeden ve dünya liderliğine yükselten bir hukuk ve hürriyet düzeni kurdular.

Herşeye kaadir kuvvetli bir otorite ve fertlerin hayat ve dav­ranışlarına en küçük teferruatına kadar karışmak yetkisini ken­dinde gören, vatandaşın hangi şartlar altında çalışacağını ve ha­yatta kazanacağı başarının ölçüsünü tayin eden Sosyalist Dev­let kavramı, hürriyeti kendisine yoldaş seçmiş her insanda nefret ve tiksinti uyandırır. Sosyalist Devletinin elindeki mutlak kuv­vetler Parlamentoda çoğunluğu sağlıyan politikacıları halkın hiz­metine vermeyecek, onları halkın efendileri mevkiine çıkaracak ve bütün hükümet kademelerini devletin elinde merkezleştire- cektir. Biz, bu şeytani yolculuğun şimdilik ilk safhasındayız. Ama daha şimdiden ülkemizdeki cesaret ve teşebbüs kabiliyeti dumu­ra uğradı. Tutumluluk, dünyanın en ağır vergileriyle cezalandı­rılıyor. Direktif ve emirnameler, gittikçe artan bir hız ve yaygın­lıkla, Parlamentodan geçen kanunların yerini alıyor. Harpten önce halkın bilmediği yeni yeni yüzlerce suç ortaya çıktı, bunla­rı işliyenlere ağır para cezaları kesiliyor. Bütün bu gayretler berrak bir şekilde mutlak Sosyalizme gidecek yolda atılmış sade­ce bir tek adım.

"Bütün insanlar hür yaratılmıştır,” der Amerikan İstiklâl Be­yannamesi, İngiliz Sosyalistleri ise, "bütün insanlar eşit tutu­lacak,” diyor. Şüphesiz, Vekiller, hükümet mensupları ve onların mesai arkadaşları elbette müstesna. Şimdilik sanayiimizin sadece beşte birinin devletleştirilmesine ve bizim hâlâ politik hak ve hürriyetlerimizi muhafaza edebilmemize rağmen, bu işler şim­diden gözümüzün önünde cereyan ediyorsa, yarın işlem tamam­landığı vakit neler olabileceğini düşünebiliriz.

Herşeye kaadir bir hükümet, alelade vatandaşların vücude getirdiği halk kütlelerinin bitkin ve bitap yerlere kapanarak kendilerine taptığı bir hükümet, nefret ve tiksinti uyandıran hain ve şeytani hülyalardır. Ama ne yazık ki, hür insanlar ara­sında, şahsî menfaatleri ve çocuklarının çıkarları ve yarınları uğruna, hayattan daha aziz tutmaları gereken hak ve hürriyet­lerini onlara teslim etmekte beis görmiyenler de var.

İngiliz milleti şimdi tarihinin en önemli meselelerinin biri üzerinde karar vermek durumunda. Bu iki hayat tarzından han­gisini istiyor? Ferdi hürriyeti mi, Devlet hâkimiyetini mi? Sı­nai tesislerin devlet elinde toplanması mı, yoksa mal ve mülke sahip olma hakkını daha da fazla insanlara teşmil edecek bir demokrasi mi? Vatandaşlar üzerinde baskısı gittikçe artan bir kontrol ve kısıtlama mı, enerji ve buluş kabiliyetine her türlü imkânları tanıyacak bir siyaset mi? Herkesi aynı noktada bir­leştirecek bir politika mı, herkesin bir ana noktadan daha yu­karı çıkmalarına fırsat imkânı verecek bir siyaset mi?

Churchill'in en iyi nükte ve üstü kapalı en keskin haka- retli sözleri tek tek Sosyalistlerden ziyade, Sosyalizm ve Sosyalist hükümete karşı yöneltilmişti. "Demokrasi: halk tarafından, halk için, halkın hükümeti" deyişini değişti­rerek, İngiliz Sosyalist hükümeti için kullandı: "İşe yara­maz insanlar tarafından, işe yaramaz insanlar için, işe ya- ramıyanlann hükümeti." Başka bir zaman, Sosyalist yü- kümetin "arkasından ağlanmadan, hürmet edilmeden, şar­kısı söylenmeden ve uğrunda daracağına gitmeyi göze ala­cak bulunmadan silinip kaybolacağı" nı söyledi. Sosya­lizm hakkındaki bir diğer sözü de şu: "Başarısızlığın fel­sefesi, cehaletin imanı ve kıskançlığın İncili." İşçi hükü­meti devrinde eşya sıkıntısından ötürü kuyrukların git­tikçe uzamasını şöyle anlatıyordu:

Kuyruk, niye günlük hayatımızın devamlı ve daimi bir par­çası haline geldi? Bu kuyruklarda onların kafalarındakini açık­ça görüyoruz. Sosyalist dünyası artık bir Ütopya olmaktan çık­tı, “Kuyruktopya" haline geldi.

Sosyalistlerin sanayii devletleştirmek ıçın getirdikleri bir kanun teklifi üzerine şunları söylüyordu (16 Kasım, 1948) "Bu bir kanun teklifi değil, ticareti engelliyecek bir girişim. Sıkıntı ve müşküller karşısında mücadeleden yıl- mıyan sabırlı halkımıza yardım için bir plan değil, kapi­talist sandığını yağma etmesi için hırsızın eline tutuşturul­muş bir maymuncuk."

Churchill, Sosyalizmin müdafaasını yapanların halka tepeden baktıklarına inanıyor, ve onlara derin kızgınlık besliyordu. Edinburgh'daki bir konuşmasında ( 18 Mayıs, 1950) Sosyalistlerden şu sözlerle bahsetti:

Mr. Dalton, ikinci derecedeki tâvizlerinden birini ilan eder­ken, âdeta tehdit edercesine şunları da söyledi: "Bu bir hür­riyet tecrübesidir. Kötüye kullanılmıyacağını ümit ederim.”

Sosyalist şeflerinin vatandaşa nasıl tepeden baktıklarının, ondan istihfafla bahsettiklerinin bundan da ibret verici bir ör­neğini gösterebilir misiniz? Hürriyet bir “ihsan” imiş, ve şayet bizim tutum ve davranışımız efendileri memnun etmezse, Sos­yalizmin idare edici sınıfı bu ihsanlarını geri alacaklarmış. Bu, ancak Borstal Enstitüsü [İngiltere’de meşhur bir cezaevi] mü­dürünün disiplin sistemindeki bazı değişiklikleri ilân ederken, mahkûmlar önünde kullanacağı bir dildir.... Bakın, İngiliz hal­kına nasıl da hitap ediyorlar! Biz, tamamen başarısızlık da gös- termiyerek, asırlardır hürriyet tecrübeleri yapıyoruz, ve bu hürriyet fikirlerini bütün dünyaya yayıyoruz. Buna rağmen, bir Vekil çıkıyor, bizden, ayaklarımız üzerine susta durarak efendisinden bisküvit dilenen bir köpek gibi, kendileri önünde yalvararak diz çökmemizi, uslu uslu hareket ederek haddimizi bilmemizi istiyorlar.

Sosyalistlere karşı bütün bu hücumlarına rağmen, İşçi Partisi lideri Atlee'nin de belirttiği gibi (Churchill by His Contemponaries, s. 21), bir kimsenin Sosyalist olması, onun hak ettiği mevkie getirilmesine engel teşkil etmedi. Temple' ın 1942 de İngiltere Başpiskoposluğuna getirilmesi Mu­hafazakar çevrelerde şiddetle tenkit edildi. Bir Sosyalistin niye İngiltere Başpiskoposluğuna getirilmesini soranlara şu cevabı verdi: "Çünkü baştanbaşa oniki-buçuk kuruşluk eşyanın satıldığı pazarda, yarım lira değerinde yegane eş­ya o idi de ondan."

Churchill'in zehirli oklarının başlıca hedeflerinden biri olan Mr. Clement Atlee'nin de, siyasi hücumlarını sekiz yaşından yukan her hangi bir İngilizin kolaylıkla an- lıyabileceği bir şekilde tek bir cümleye sıkıştırabilmesini beceren bir insan olduğunu da bu arada kaydedelim. Onun gayet derin manalı bir sözünü daha iyi kavrıyabilmek için, İngilizcede, "Waterloo Harbi Eton'un oyun sahalarında kazanıldı," diye bir deyimin bulunduğunu bilmek gereke­cek. Napoleon'un Waterloo'da mağlüp edildiğini söylemiş­tik. Eton ise, meşhur liselerden biridir; Oxford ve Com- bridge üniversitelerine gidenler çok defa bu liseden çıkar; pek çok İngiliz devlet adamı bu liseden mezun oldu. Deyi­min demek istediği şu: Bu mektebin oyun sahalarında oy­nayanlar, gün gelmiş, Waterloo gibi harp sahasında da başarılı olmuşlardır. Bir diğer ünlü lise de Churchill'in, Başvekil Stenley ve onun Hariciye Vekili Sir Samuel Ho- are'nın mezun oldukları Harrow'dur. İkinci Dünya Har­binden önce Hoare'ın, Fransa Hariciye Vekili Laval ile anlaşması neticesinde de Habeşistan İtalya'ya peşkeş çe­kilmişti. Bu anlaşma Parlamentoda müzakere edilirken At- lee şunları söyledi: "Waterloo Harbinin, Eton'un oyun sa­halarında kazanıldığı doğrudur veya değildir; ama şurası gayet aşikar ki, Habeşistan, Harrow'un oyun sahalarında kaybedildi."

Churchill'in pek çok acı ve istihzalı nüktelerine hedef olmuş Atlee'ye, birincisinin ölümünden sonra, onun en çok beğendiği nüktesinin hangisi olduğunu sormuşlardı. Atlee, Churchill'in, Muhafazakar partiden istifa ederek küçük Liberal partisine girdikten sonra yeni sıfatı ile seçime katı­lan politikacı hakkında söylediği sözü çok beğendiğini iti­raf etmişti: "Şu anda, tarihte ilk defa olarak bir farenin, batmakta olan bir gemiye doğru yüzdüğünü görüyoruz."

Churchill'in gözde hedeflerinden biri de B. Hugh Gait- skell idi. Winchester (diğer tanınmış bir lise), New Col- lege ve Oxford Üniversitelerini bitiren B. Gaitskell, Londra Üniversitesinde siyasi iktisat kürsüsü işgal etmiş entellek- tüel bir Sosyalistti. Parlamentoya 1945 yılında girdi ve iki yıl sonra da Sosyalist hükümetinin Enerji ve Akar-yakıt vekilliğine getirildi. B. Gaitskell, kömür tasarrufu gayesiy­le, halkın daha seyrek banyo yapmasını istiyordu. Siyasi bir toplantıda bu konuda şunları söylemişti:

"Gerçekte ben de sık sık banyo yapan bir insan değilim; ve sık sık yıkanmayı itiyat haline getirmiş olanları temin etmek isterim W, daha seyrek yıkanmanın sıhhatlerine hiç bir menfi tesiri olmıyacaktır."

Churchill, aynı konuya Parlamentoda değindi (28 Ekim, 1947):

"Tahtın bir vekili, Haşmetli Hükümdarın Hükümeti na­mına böyle konuştuğu müddetçe halk, neden Başvekil ve arkadaşlarının her geçen gün biraz daha fazla kokmaya başladıklarının sebebini anlamakta güçlük çekmiyecek. Bay Başkan, ben sizin 'bitli' kelimesini bir Parlamento ifa­desi olarak kullanılmasına müsaade edip etmiyeceğinizi dahi kendi kendime sordum. [İngiltere Parlamentosunda bazı kelimelerin 'tabu' olduğunu söylemiştik.! Ne var ki, ben, 'bitli' kelimesini bir istihza ve istihkar ifadesi olarak değil, sadece müşahhas bir gerçeği belirtmek için kullanı­yorum.

Churchill gerçekten şayanı hayret bir insandı. Son de­rece geniş umumi kültürüne, İngiliz dilinin en iyi kelime ustalarından bir olmasına (Nobel Edebiyat Mükafatı, 1953, ona bahşedilen pek çok şereflerden sadece bir tanesidir) rağmen, İngiliz seçmenleri önünde konuştuğu vakit, bü­tün bu entellektüel vasıflarını unutturabiliyor, kendini tıp­kı hitap ettiği kimselerden biriymiş gibi tanıtabiliyor ve halkta da bu hisleri yerleştirebiliyordu. Bu nutuklarında İşçi millet vekillerinin bilgiçlik tasladıklarını, uzun keli­meler kullanarak "allame" gibi davrandıklarını, halka te­peden baktıklarını söylüyordu. Bir nutkunda Sosyalistler­den şu kelimelerle bahsetti: "Kesirler ve çok heceli kelime­lerle cümbüş yapan ideologlar toplamı."

Churchill 1950'lerde yetmişini aşmıştı. Fakat muhalifleri karşısında hala, her zaman olduğu gibi, yıkılmaz bir ha­sım idi. Onların kendisinin ölmesini istemeler bile, istifa etmesini beklediklerini biliyordu. Bununla beraber, kendi yaşını mevzu alan konularda dahi muhaliflerini iğnelemek­ten zevk alıyor, istifa emareleri göstermiyordu. Aşağıdaki muhavere (28 Mayıs, 1952) Parlamento zabıtlarından ak­tarıldı:

MR. HAROLD DAVIS: Muhterem Centilmen tıpkı büyük selefi Gladstone'ın Kırım Harbindeki tutumu gibi, Kore harbi hakkında Kamaraya pek az bilgi verdiklerinin farkındalar mı?

BAŞVEKİL: Mr. Gladstone'ın Kırım harbindeki kati rolünün ne olduğunu bilemiye- ceğim; o benim zamanımdan da ön­ceydi.

Çağının en büyük hatibi işitme cihazını bile bir silah olarak kullandı. Parlamentonun bir oturumunda bir me­bus, artık ihtiyarladığını ve istifa etmesi gerektiğini ima edercesine konuşurken, Churchill, yanındaki damadı Christhoper Soames'e Co da millet vekiliydi) dönerek işit­me cihazının getirilmesini istedi: "Acele etsinler, söyledik­lerinin hiç birini kaçırmak istemem.” Cihaz getirilince- kürsüdeki mebustan rica etti: "Biraz önce söylediklerinizi lütfen tekrarlar mısınız?"

Churchill, başkaları hakkında olduğu kadar, kendi üze­rine de devamlıca nükte yapmaktan zevk aldı. Fransızca- :;ının kötü olduğunu kendi de müdrikti. Paris'in kurtulu­şundan sonra Fransızlara hitap ederken şunları söyledi: "Dikkat edin! Fransızca konuşacağım. Bu benim için son derece çetin bir mesele olacak, ve Büyük Britanya ile dost­ça münasebetlerinizde sizlerin büyük fedakarlıklar yap­masını gerektirecek."

Harp yıllarında zaman zaman hatalı hareket ettiği söy­lendiği ve bu hataların, tarihin uzun ışığında nasıl görü­neceği sorulduğu vakit (1948), şu cevabı verdi: "Şahsî gö­rüşüme göre, taraflar maziyi tarihin hükmüne bırakırlar­sa çok daha yerinde bir iş yapmış olurlar—bahusus o ta­rihi benim yazacağım göz onune getirilecek olursa." (Churchill'in altı ciltlik İkinci Dünya Harbi Tarihi ken­disine Nobel Mükafatı kazandırdı.)

Avam Kamarasındaki bazı "küçük balıklar" Churchill'i taciz ettikleri vakit verdiği cevaplar umumiyetle kısa ve çok daha yumuşaktı. Onun bu neviden cevaplan Carter Glass adlı bir Amerikan politikacısını akla getiriyor. Bir parti kongresinde tenkit edildiği vakit, arka sıralardaki bir taraftan bağırdı: "Carter, onları cehenneme gönder." [Yani, ağızlarından gir, burunlarından çık.1 Carter şu ce­vabı verdi: "Pire tozunun tesirli olacağı yerde dinamit kullanmaya lüzum mu var?"

Churchill de dahil pek çok nüktedanların en iyi nüktele­ri kısa olanlarıdır. Austin Chamberlain hakkında şunları söyledi: "Her oyuna girdi, hepsinde kaybetti." Konuşamı- yacak kadar kızgınlık gösteren Wedgewood Benn'e şöyle hitap etti: "Muhterem centilmen içinde rahatça tutabile­ceğinden fazla kızgınlık neşretmemeli."

Churchill hakkında bir kitap yazan Lord Birkenhead, Churchill'in, yerinde bir cevap için bazan haftalarca ha­zırladığını söyler. Gerçekten, Sosyalist millet vekili Sil- verman'a verdiği bir cevap üzerinde uzun müddet düşün­düğünü kendi de itiraf etmişti. Mr. Silverman'ın boyu çok kısa idi, Kamaradaki sırasında oturduğu vakit ayakları yere değmiyordu. Bu zât sık sık Churchill'in sözlerini kes­meyi adet edinmişti. Bir gün yine oturduğu yerden Churchill'e lâf atmağa çalışırken birincisi cevap verdi: "Muhterem üye, tüneklediği yerden aşağı hoplamak için pek acele etmesin."

Churchill, nükteli bir söz söyleyeceği zaman, önce, ga­yet sıradan bir şey söylüyor intibaını uyandırır, "bunu so­kaktaki adam dahi söyler" nevinden suallerin sorulabile- ceği sırada sözlerini tamamlardı.

Amerikan gazetecileri ile yaptığı bir mülâkatta biri sor­du: "Efendim, politika hayatına atılmış genç bir kimsenin ne gibi vasıflarla teçhiz edilmesi gerektiğini okuyucuları­mıza söyler misiniz?"

Churchill, buldog köpeğine benziyen tavrını takındı ve gazeteciler, onun, bu suali gayet ciddiye aldığını ve yer sarsıcı mahiyette bir cevap vereceğini sandılar. Fakat dik­katle bakıldığında, gözlerinde, karakteristik gülümsemesini de sezmemek kaabil değildi.

"Yarın, ertesi hafta, gelecek ay ve önümüzdeki sene ne gibi hâdiselerin vuku bulacağını önceden görebilme kabi­liyeti," dedi ve gazetecilerin bu kelimeleri kaydetmesini kontrol etmek istercesine etrafına bakındıktan sonra ilâve etti: "Ve ondan sonra da, niye vuku bulmadıklarını anla­tabilme yeteneği."

Bir gazete fotoğrafçısı, Churchill'in bir doğum gününde fotoğrafını çektiği vakit dedi ki: "İnşallah, sizin yüzüncü doğum gününüzde de fotoğrafınızı çekmek bana nasip olur, efendim."

Churchill, fotoğrafçıyı kısa bir süre için tetkik ettikten sonra, "Niye mümkün olmasın, delikanlı," cevabını verdi. "Bana oldukça zinde ve sıhhatli görünüyorsun."

Churchill'in vale'si (uşak) Norman McGowan hâtırala­rında şunu da yazar. Churchill, banyoya girer girmez mı- nldanmağa, kendi kendine bir şeyler söylemeğe başlardı. Önceleri, kendisine bir şey sormak istediğini sanan valesi sordu: "Bir şey mi istediniz, efendim?"

Churchill, "Seninle konuşmuyordum, No^an," cevabı verdi. "Avam Kamarasına hitap ediyordum."

Başvekil Churchill zaman zaman mesai arkadaşlarına nükteli notlar da gönderdi. Maliye Vekiline gönderilen bir not (28 Ağustos, 1941) şöyle idi: "Bu adada veya Güney Afrika'da kontrolumuz altında ne kadar altınımız kaldı? Alarma kapılma: bir şey isteyecek değilim."

Başvekilden Gıda Vekiline (21 Mart, 1941): "'Komünal Doyurma Merkezleri'nin kabul edilmeyeceğini ümit ede­rim. Bu, Komünizmi veya mecburi işyerlerini hatırlatan tiksindirici bir ifade. Ben, 'İngiliz Restaurantlan'nı tavsi­ye ederim. 'Restaurant' kelimesi herkese iyi bir yemeği ha­tırlatır. Halk, başka bir şey bulamazsa dahi, hiç olmazsa adını hatırlamış olur."

Başvekilden Birinci Lord'a (27 Ocak, 1942): "Her işaret­te Tirpizt'den Amiral von Tirpitz diye bahsetmeğe gerçek­ten lüzum var mı? Bu, işaretçiler, şifreciler, ve daktilolar­da oldukca zaman kaybına sebep olmalı. Bu hayvan için sadece Tirpitz demek kafi."

Başvekilden Mr. Assheton'a (19 Mart, 19451: "Gazeteler­de, Merkez Bürosu veya Parti Liderlerinin önümüzdeki se­çimlerde yetmişini aşmış hiç bir kimsenin namzet göste­rilmemesini isteyen direktiflerini gördüm. Bunun, bana da teşmil edilip edilmeyeceğini, tabiatiyle, en kısa zinanda bilmek isterim.''

Churchill, en iyi nüktelerinden birini, bir gece oturu­mundan sonra, Parlamentonun istirahat salonunda söyle­di. Müzakere sırasında ateşli işçi mebusu Bessie Braddock ile kendisi arasında kızgın söz düelloları geçmişti. Brad­dock, iri yarı, ve Muhafazakar sıralarından sözünü kesen­lere verdiği cevaplan fiilen yerine getirebilecek kadar da güçlü kuvvetli bir kadındı. Parlamentoya girmeden önceki hayatının bazı kelimelerini kürsüde sarfetmekten çekin­mezdi. Bir gün Muhafazakar bir üyeye şunları söyledi: "Bu rada dokunulmazlığına güveniyorsun. Dışarı çık da bak nasıl kafanı patlatırım, gör." (I'll kn.ock your bl^ody block off.) O gece oturum sona erdikten sonra, Bn. Braddock, bazı millet vekillerinin huzurunda Churchill'e şunu söy­ledi: "Winston, sen bir sarhoşsun. Churchill derhal ce­vabı yapıştırdı: "Bessie, sen de çirkinsin, ama ben yarın sabah ayılacağım, fakat sen yine çirkin kalacaksın.”

Onun, yaramazca, hazan çimdikleyici ve ara sıra öldü­rücü olan nükteleri konuşulan kelimelerinde olduğu ka­dar, yazılarında da görülür. Bu neviden nüktelerin en iyi­leri Great Contemporaries (Büyük Çağdaşlar) adlı kita- bındadır. Churchill, bu kitabında Alman Kayser'i hakkın­da şunları yazar: "Onu müdafaa için söylenecek sözler hiç de onun iftihar edeceği şekilde olmıyacak.... Bakınız, elin­den hata üzerine hata işlemekten başka bir şey gelmiyor."

Trotski: "Oturduğu yerde kara kara düşünüyor. Bir va­kitler Karadeniz sahillerinde karaya vuran ve şimdi de Meksika körfezine boşalmış habis bir deri parçası. Onun mizaç ve tabiatında medeniyeti tahrip edebilecek bütün vasıflar bulunuyordu—Caront'un teşkilat kurna kabili­yeti, Machiavelli'nin şefkat ve muhabbetten uzak soğuk zekası, Cleon'un kara kalabalıkları harekete getiren hita­beti, Jack the Rippert'in vahşeti ve Tifus Oates'in vücut sağlamlığı."

The World Crisis (Dünya Krizi) adlı kitabında Lenin için şunları yazdı: "Kaybedilen yolu ancak o bulabilirdi. Rus halkı, nasıl kurtulacağını bilemiyecek şekilde bataklık ortasında yüzüstü bırakılmıştı. Rusların en kötü talihi Le- nin'in doğumu oldu, daha da kötü talihleri ise onun ölü­mü.... Ve bir haşyet duygusu içinde onlar [Almanlar) silâhların en korkuncunu Ruslara verdiler. Lenin, bir veba bakterisi gibi, mühürlü bir vagon içinde, İsviçre'den Rus­ya'ya taşındı."

Churchill'in Amerika Cumhurbaşkanı Woodrow Wilson hakkındaki fikirleri Lloyd George'ınkinden farklı değil: "Milyonlarca insanın hayatı onun dudakları arasından çı­kacak kelimelere bağlı idi.... Esrarengiz ve kararsız bir hâkim.... Hiç de Amerikan halkının içgüdülerini temsil etmiyordu. Evvelemirde, sonuna kadar bir parti adamı olarak kaldı. Avrupa'ya doğru üflediği engin cömertlik kendi ülkesinin sahillerinde birdenbire durdu."

Sir Winston'un nüktelerinin bir diğer hedefi de Sir Staf- ford Cripps idi. İşçi partisinin bu ideoloğu adeta dünyadan el ayak çekmişcesine bir hayat sürüyordu. Churchill bir nutkunda ondan şu kelimelerle bahsetti (12 Aralık, 1946): "Zekâsının keskinliği ve kafasındaki enerji üe, kendisini, devletin kuvvet ve refahına zarar getirecek pek çok saha­lara hasretmesi bakımından, arkadaşlarından hiç biri onunla mukayese edilemez."

(Lady Violet Bonh^m Carter adlı Muhafazakar bir ka­dın millet vekili de Sir Stafford Cripps için şunları söyle­mişti: "Sir Stafford'un şaheser bir kafası var—ne diyece­ğine karar verene kadar.")

Churchill, başka bir zaman Sir Stafford'un nutuklarını, "yaralanmış bir suçlu ifadesiyle" verdiğini söyledi. Chur- chill'deki "masa zevki"nden Sir Stafford Cripps zerrece nasibedar olmamıştı. Bu, ona şunlara söyletti: "İşte, Allah aşkına bakınız, Allah geçiyor." Başka bir zaman ise: “Be­nim sekmediğim bütün faziletlere sahip olan, fakat benim hayran kaldığım kötülüklerden hiç birine malik olmayan adam."

ChurchiU ile George Bernard Shaw arasında antolojile­re geçecek bir yazışmanın teati edildiği söylenir. Asit dil­li piyes yazarı, 1914 yılı baharında, Churchill'i, His Majes- ty’s tiyatrosunda sahnelenecek Pgymalion adlı piyesinin ilk gecesine (gala) davet eder ve davetiyeye de şu kısa notu yazar: "İlişikte piyesin ilk gecesine ait iki bilet bula­caksınız. Bir dostunuzu da getirebilirsiniz—eğer bir dostu­nuz varsa."

Churchill, piyesin oynanacağı ilk gece için daha önce başka bir yere söz verdiği için gelemiyeceğini söyliyerek özür diler ve biletleri iade ederek mektubuna şu notu ek­ler: "Maamafih, piyesinizin ikinci gecesi gelebilirim—eğer ikinci gece oynanırsa."

İngiltere siyasi tarihinin en dr^natik şahsiyeti olan bu devlet adamı ve politikacının, tiyatroyla ilgisiz kalamıya- cağı tabiidir. Churchill, tiyatroda olup bitenlerden haber­dardı. R. C. Sherrif'in Gezinin Sonu adlı piyesi Savoy tiyatrosunda oynanırken (1929), askerlikle ilgili bu piyesi gören devrin Maliye Vekili Churchill, piyesin yazarına ga­yet nazikçe bir mektup yazarak, piyesi övmüş, ancak son sahnedeki bir kaç tefe^^ata da dikkati çekmişti. Bu ilgi Ch urchill'in, piyesi mikroskopik bir gözle ve cümle cümle ta­kip ettiğini ispat ediyordu.

Churchill'in bir diğer tiyatro hikâyesi gene müellif R.C. Sherriff ile ilgilidir, ve yazar onun bu ilgisinden dolayı di­ğerinden çok daha fazla müteşekkir kaldı. Sherriff, Napo- leon'un St. Helena adasındaki son günlerini konu alan bir eser hazırlamıştı. Baş rolünü çağın ünlü aktörlerinden Je- anne de Casalis'in oynadığı piyes, her ne kadar ilgi çekici ve iyi bir eser olarak ortaya çı^kmışsa da, Londra’nın ünlü West End bölgesindeki tiyatrolar, şu veya bu sebeplerle piyesi sahnelemeye yanaşmadılar. Nihayet, 1936 da Old Vic tiyatrosunun ünlü kadın direktörü Lilian Baylis'in ce­sareti ile eser sahneye kondu. Ne var ki, basındaki eleşti­riler pek parlak olmadığından, piyes, çok az bir seyirci önün­de oynanıyordu. İşte bu sırada Churchill gizlice piyesi seyretti. Bir müddet sonra bir Şubat günü Winston Church­ill imzası altında Londra’nın meşhur The Times gazete­sinde bir yazı yayınlandı. “Eleştirici" Churchill, bu yazısın­da piyesi göklere çıkanr ve kendisinin Napoleon üzerinde bir otorite olabilecek bilgiye sahip olduğunu da ilâve ede­rek, bu "büyük eser"in yazarını şevkle kutlar. Ertesi gün ve onu takip eden diğer günler Old Vic tiyatrosu tıklım tık­lım seyirci ile dolmuştu.

Churchill, yemek sırasında ve geceleri geç vakitlere ka­dar arkadaşlarıyle sohbet etmekten zevk alırdı. Bezik oy­namasını da çok severdi. Evlilik hayatında sadece bir kaç defa karısıyle sabah kahvaltısı etti. Bunu şöyle anlatıyor­du: "Bir insan akşam yemeğinde kansı ve arkadaşlarıyle en iyi bir şekilde buluşabilmek için, öğle ve akşam yemek­leri arasında uyamalıdır. Son 40 yıl zarfında ben ve ka­rım kahvaltıyı beraber etmeyi iki üç defa denedik, fakat pek büyük güçlükler doğurduğundan son vereye mecbur kaldık.”

İçkiyi severdi. "Ben alkolden, alkolün benden aldığından fazlasını aldım,” diyen Churchill'den, Hitler "ayyaş" diye bahsederdi. Maamafih, bu büyük nüktedan, içki zevkini dahi, eşsiz hüınoru için malzeme olarak kullanmasını bili­yordu. Harp yıllarında bir sabah Kral George ile mûtad görüşmesi sırasında, Kral, havanın soğukluğundan ötürü bir bardak içkinin hiç de fena olamıyacağını söyleyince, Churchill, gerekeni yapmış olduğunu söyledi. Kral, "Bu kadar erken mi?" diye hayretini gizliyememişti. Churchill cevap verdi: "Evet, Haşmetlim. Gençlik yıllarındaki pren­sibim, öğle yemeğinden önce içkiye dokunmamaktı; şimdi­ki prensibim ise kahvaltıdan önce içki içmemek."

Her nükte ve hakaretli söz, okunduğunda değerinden bir hayli kaybediyor. Buna, hatibin mimik ve jestlerini, dinleyiciler üzerinde bizim göremediğimiz tesiri de ekler­sek, bir nüktenin okunduğu zaman üzerimizdeki etkisinin, söylendiği vakit bıraktığı tesirden daha az olacağı mey­dana çıkar. Bu, bilhassa, Churchill için doğru. Telaffuzun­daki hafif peltekliğin ("s” ve "z"leri, "th" ve "dh” gibi te­laffuz ederdi), sözleri arasında nerede duraksamak gere­keceğini bir aktör ustalığı ile bilmesinin, sık sık değiştir­diği ses tonunun dinliyenler üzerinde ne gibi tesirler bıra­kacağını anlıyabilmek için tahayyül kudretimizi geniş tut­mak gerekir. Churchill'in nasıl bir şahsiyet olabileceğini düşünürken onun eşi ender bulunur derecede enerjik bir insan olduğunu da hatırlamak lazım. Bu enerjisi, onu, dün­yanın en iyi yazarları arasına sokmuş, mükemmel bir po­litikacı, çok iyi bir devlet adamı yapmış; arta kalan enerjisi için de başka sahalar aramıştı. Resim yaptığını daha ön­ce söyledik. Gençliğinde iyi polo oynardı, uçak kullanma­sını ve (sendika üyeliğine hak kazanacak kadar da) du­varcılık öğrendi. (Sendikalı bir duvarcı olduğundan ifti­harla bahsediyordu.)

En ciddi meselelerden bahsederken dahi, hümor hissinin bu adamın hayatının bütün girdi-çıktılanna nasıl destek olduğunu da görüyoruz. Londra’daki bir Hariciye Vekil­leri toplantısında (1947 sonlan), Churchill, Amerika Ha­riciye Vekili General Marshall'ın da Londra'da bulunma­sından istifade ederek, harp-devresi liderleri için Hyde Park Gate'deki evinde bir ziyafet verdi. Harp suçlularının Nurenberg'teki muhakemeleri nihayete ermek üzere idi, ve muhakemelerin—diğerlerini de kapsaması için—uzatılaca­ğı söyleniyordu. Bu, Churchill'i rahatsız ediyordu ve buna artık bir son verilmesini istedi.

"Unutmamak gerekir ki,” dedi, "eğer kader aksi yönde tecelli etseydi, sanık mevkiinde ben bulunacaktım. Hiro­şima ve Nagasaki'den [atom bombaları bu şehirlere bıra­kılmıştı 1 bir dereceye kadar ben de sorumluyum. Maama- fih, Herşeye Kaadir, bunun hesabını benden soracağı va­kit ne diyeceğimi biliyorum: 'Nefret ve kızgınlık hislerinin her tarafa yayıldığı bir sırada, bu büyük sırrı ifşa ettiği­niz için,' diyeceğim, 'kabahatli olan Siz'siniz.’ "

Churchill'e hayatı boyunca hücum edildi. İngiltere po­litika sahnesinde uzun yıllar baş rolü oynamış bu adama, hayatının sonlarına doğru, kendi Muhafazakar partisi ara­sında dahi "reaksiyoner" diyenler vardı. Ama onlar unu­tuyorlardı ki, siyasi hayatının ilk yıllarında ağır işyerle­rinde çalışanlar için çalışma saatlerinin sınırlandırılması-; nı istediği ve asgari ücret hakkında kanun teklifleri ge­tirdiği için "kendi sınıfının haini" veya "aşırı liberal" di­ye damgalanmak istenen de aynı Churchill’di. Şahsına karşı yöneltilen bütün hücumlara rağmen, başarısızlık yıllarında parti kurmay heyetlerinin semtine uğratılma- dığı zamanlarda da, Churchill’in hümoru, parlaklığından zerresini kaybetmeksizin devam etti. Öldüğü vakit o za­manki Amerika Cumhurbaşkanı John F. Kennedy'nin,

Onun heybetli hayat gemisinin bin bir sıkıntı ve müşküller içinde geçen bir asrın en şiddetli fırtınalarım atlattıktan sonra sakin sularda demirlemesi hürriyete vakfedilen cesaret, iman, şevk ve azmin gerçekten yok edilemiyeceğinin ispatıdır. Onun bu şahane seyahatinin kayıtları yeryüzündeki bütün hür ruh­lara ilham kaynağı olacaktır,

diye bahsettiği Sir Winston Churchill'e, yetmiş beşinci do­ğum gününde, ölümden korkup korkmadığı sorulmuştu. Nükteyi, yeme içme kadar hayatının bir parçası yapan Churchill şu cevabı verdi:

“Arkadaşlarımla beraber bulunmaktan hala zevk duy­duğum, ve rahat ve huzur içinde bir ömür sürdü^ğüm için de, yaşadığım bu hayattan hoşlanmamı gerektiren pek çok sebepler var. Bununla beraber, tabiî hadiselerin seyri, el­bette, şimdiki yaşayışıma yakında son verecek. Bunu esef­le kabul edecek değilim.”

"Uzun bir hayat boyunca dünyanın büyük bir kısmını gördüm. Öte yandan, dünyanın diğer tarafını da görmek için her geçen gün biraz daha artan bir tecessüs duymak­tayım. Bundan böyle, şevk, ve bir evladın ebevynlerine karşı hissettiği güven içinde, ruhumu, beşeriyeti yaratan ve beni inayeti ile koruyarak, hayata gözlerimi açtığım an­dan bugüne kadar bana iyi bir hayat bahşeden o büyük ve iyi Ebeveynin ellerine terketmeğe hazırım. Ne var ki, beni Yaratan'ın benimle buluşmak zahmet ve meşakkati­ne katlamağa hazır olup olmadığı da ayn bir konu."


ıx

Aneurin Sevan

Hümor, modern insanın yarattığı en iyi bir em­niyet süpobudur. Medeniyet geliştikçe, cemiyetle­rin fertler üzerindeki baskısıyle birlikte, nükteye olan ihtiyaç da artacaktır.

Abraham Brill

Nükte tehlikeli bir mızraktır—belki de bir insa­nın kendi kendini arkasından vuracağı yegane si­lah.

Geoffrey Bocca

Nükte düşüncenin beklenmeyen bir ânda indi- faıdır.

Edwin Percy Whipple

j kinci Dünya Harbinin başlangıcında Büyük Britanya nükümetine fevkalade kuvvet ve selahiyetler tanındı. Muhafazakar ve İşçi partileri arasındaki anlaşma ile, İn­giliz siyasi ve sosyal hayatına güven veren müteaddid po­litik emniyet suboplan harp müddetince kapalı tutuldu. Winston Churchill'in başkanlığında bir Koalisyon Hükü­meti kuruldu, Sosyalist Clement Atlee Başvekil Muavinli­ğine getirildi; genel ve ara seçimlerinin yapılmaması ka­rarlaştırıldı. Fransa’nın düşüşünden sonra Almanya'nın İngiltere’yi istilaya kalkışması hiç de uzak bir ihtimal de­ğildi. Bundan böyle, İngiltere’de uygulanan fevkalade ted­birlerle, milli gayretlerin, harbe yöneltilmesi mümkün ol­du.


Fakat o karanlık harp yıllarında, İngiltere'nin milli bir felaketle karşılaşabileceği bir devirde dahi, hükümetin karşısında gerçek ve samimi bir muhalefetin yer alması­na inanan küçük fakat azimli bir grup vardı. Onların fik- rince, harp içinde de olsa, muhalefetsiz bir demokrasi de­jenere olmağa mahkûmdu; icraatı hakkında hesap ver­mek lüzumunu hissetmiyen bir hükümet diktatörlüğe dö­nebilirdi. Bu "Muhalefet" grubuna dahil olanlar hükümetin tutumunun sadece demokrasi prensipleri bakımından teh­likeli olabileceğine değil, böyle bir hareket tarzının harp gayretlerinin en iyi bir şekilde yürütülmesini de önleyece­ğine inandılar. Bu insanlar arasında (kendilerine "Arse­nik" ve "Eski Dantela" lakapları takılan) Emanuel Shin- well ve Earl Winterton, Leslie Hore-Belisha, Sidney Silver- men, Dick Stokes, George Strauss, Tom Driberg, Frank Bowles, Aneurin Bevan ve diğerleri vardı. Hükümetin tu­tumunu Parlamento dışında tenkit eden bir hayli İngiliz de bulunuyor, ünlü yazar George Bernard Shaw başta ge­liyordu. İrlanda asıllı bu yazar, Birinci Dünya Harbi sıra­sında da hükümeti şiddetle tenkit etmişti.

Churchill, 1937 yılında yayınlanan Great Contemporaries adlı eserinde, George Bernard Shaw'ın Birinci Dünya Har­bi sırasındaki tenkitlerini (ve harp gayretleriyle ilgili hi­civlerini) şöyle kınamıştı:

"O, başlangıçtan beri sevmediğim insanlardan biri idi.... Hem dünya malına düşkün haris bir kapitalist, hem de sa­mimi bir Komünist. Piyeslerinde bir fikir uğruna diğerle­rini öldüren karakterlerini neşeli ve zevkli bir şekilde ko­nuşturur. Filhakika, doğruyu söylemek gerekirse İngiltere adalarımız, o karanlık günlerde, B. Bernard Shaw'dan pek fazla bir yardım görmedi. Milletlerin hayat ve istiklalleri uğruna bir ölüm-kalım savaşı yaptıkları bir sırada, için­deki komedyanının hiç de huzursuz denmeyecek bir hayat sürdüğü saraya karşı hücuma geçildiği, ve prensten dama­da kadar herkesin savaş görevi yüklendiği bir sırada, bu komedyanın nükte ve şakaları sadece terkedilmiş saray duvarlarında yankılarken, dost ve düşmanları arasında dağıtılan nükte ve hicivleri telaşlı ve endişeli habercilerin, matem tutan kadınların ve yaralanmış askerlerin kulak­larını tırmalıyordu."

Churchill'i tenkit edenler arasında ünlü' Lord Beaver- brook da vardı. Lord Beaverbrook, Churchill'in azimli bir hayrankarı idi, harp sırasında Churchill'in Koalisyon Kabi­nesinde vazife dahi görmüştü. Fakat bunlar, Churchill hak­kında şunları yazmasına engel teşkil etmedi: "Dalgalar üze­rinde yüzen Churchill'de müstebitleri yaratan karakteristik­ler mevcut."

Churchill'in bir diğer muhalifi Sir Percy Harris, harp sırasında dahi bir hükümetin tenkitten azade kalamaya­cağını, yapıcı tenkidin demokratik bir rejimin kan damar­ları olduğunu söylüyordu. Başvekil Churchill, Sir Percy'ye şu cevabı verdi (12 Kasım, 1941):

"Kadim Çin'deki bir adete göre, hükümeti tenkit etmek isteyen bir kimse, sözlerini müteakip, her zaman hatırla­nacağı bir şekilde intihar ettiği takdirde, söylediklerine çok daha fazla önem veriliyor, tenkitlerini kendi şahsi menfa­at ve gayeleri uğruna yapmadığına inanılıyordu. Kanaa- tımca, bu, bir çok noktalardan gayet makul ve yerinde bir adet. Fakat bu adetin, makabline şamil olmasını istiyenler arasında, ben, elbette en sonda geleceğim" (Churchill, bu son cümlesiyle, kendisinin de hayatı boyunca hükümetleri tenkit ettiğini ima ediyordu.)

ikinci Dünya Harbinde, Churchill, şahsına ve hüküme­tine yöneltilen tenkitler karşısında çok daha hissi ve alın­gandı. Bu tenkitlere zaman zaman nüktelerle cevap ver­meye çalıştı: “İki yıl önce bana Başvekillik teklif edildiği vakit, bu işi üzerine almak istiyen pek yoktu. Kim bilir, o zamandan beri piyasa her halde düzelmiş olmalı." Ma- amafih, kendisini ve hükümetini tenkit edenlere, Churchill, umumiyetle, ısırıcı ve istihfaflı sözlerle olduğu kadar ya­ratabildiği bütün bütün politik baskılarla cevap verdi.

Churchill'i harp yıllarında en şiddetli ve en fazla tenkit edenler arasında geldiğinden Başvekilin bilhassa gazabına hedef olan şahıs Aneurin Bevan idi. Bevan'ın nükteleri, Bevan'ın hicivleri, Bevan'ın hakaretli sözleri—Churchill' inkiler dışında—İngiltere'nin yirminci asrın ilk yarışında yetiştirdiği en parlak politik kafanın mahsulleri olması dolayısıyle önem taşır. Bevan'ın nutukları ve makaleleri, ülkesinin vahim neticeler doğurabilecek tehlikeli günler yaşadığı zamanlarda dahi siyasi nükte ve hicvin oynadığı rolü tetkik bakımından da ilgi çekicidir.

Aneurin Bevan 15 Kasını, 1897 de (diğer büyük Welsh'li Lloyd George gibi) Wales'de doğdu. Babası ve büyük ba­bası kömür madeni işçileriydiler. Onlar da, tıpkı Lloyd George gibi, gayri-konformist insanlardı. Bevan, yine Lloyd George gibi, kendi Welsh orijini ile iftihar ediyordu. Öyle ki, bu gururu, bir ara annesinin İngiliz asıllı olmasını unut­turmuş ve İngilizlerden "ahmak, vurdumduymaz Anglo- Saxonlar” diye bahsetmesine dahi sebep olmuştu. Fakat Bevan, Lloyd George'ın aksine, çocukluğunda ve erişkin yıllarının ilk çağında gerçek sefaletin ne olduğunu bili­yordu. Bu, onda, yaşlı Welshli'nin (Lloyd George) üzerin- dekinden de derin izlenimler, unutulmaz ve acı hatıralar bırakmıştı.

Babası oğlunun entellektüel ilgilerini teşvik etti, annesi evde ekonomi ve disiplin kurdu. Bevan, hayatının sonuna doğru ana-babasından şöyle bahsetti: "Benim Methodist İbir Protestan mezhebi) ebeveynlerim, 'Oğlum, hayır, de­mek cesaretini kendinde bul,' diyorlardı. Takdir etmek ge­rekir ki, bunu diyebilmek oldukça fazla cesarete ihtiyaç gösterir. Fakat biz, daha fazla ve daha fazla 'Hayır' deme­sini öğrenmeğe mecburuz. Çünkü insan pek çok şeylere 'Hayır' demekle, değerli şeylere 'Evet' diyebilmesini öğre­nir.” Amerikan John Randolph gibi Bevan da, inanmadık­larına "hayır" demesini, hem de şaheser bir şekilde "ha­yır" demesini biliyordu; fakat John Randolph muhalefet ettiklerine bir alternatif gösteremezken Bevan gösterdi— Sosyalizm."

Bevan ailesinin on çocukları oldu, yedisi yaşadı. Küçük Bevan mektepten nefret ediyordu. İsyankarlığı yüzünden öğretmen ve müdüründen dayak yedi—ve onlara dayak da attı. Nihayet onbir yaşında mektepten ayrılarak bir kasap yanına çırak olarak girdi. Yarım asır sonra çocuk­luk ve gençlik yıllarının ıstıraplı ve sıkıntılı hayatını, Par­lamentodaki bir tartışma sırasında, Churchill'in refah ve

huzur içinde geçen hayatı ile mukayese etti (la Kasım, 1952). Churchill, konuşmasında, Dahiliye Vekili olduğu yıl (1911) iş yerlerinin erken saatlerde kapanmasıyle ilgili bir kanun teklifi getirdiğini söylemişti. Bevan dedi ki:

"Muhterem Centilmen Başvekilin, 1911 yılında, benim hakkımı müdafaa ettiğini şu ana kadar bilmiyordum. Çün­kü o tarihten iki sene öncesi çalışma hayatıma bir dük­kan çırağı olarak başlamıştım. Haftalık inzim olmadığı gi­bi, Cumartesi geceleri onikiye, Pazar günleri de bire kadar çalışmak mecburiyetinde idim. Kendilerinin daha o za­man benim namıma böyle bir teklifte bulunduğunu bilsey­dim, minnettarlığım bir kat daha artardı.... Belki daha fazlasını hak etmiyordum, ama ben onbir yaşındayken haftada elime geçen para iki buçuk 'shilling' idi. [ Bir an için o zamandan bu yana paranın değerinde hiç bir deği­şiklik olmadığını farzedersek, Bevan'ın, İngiliz lirasının bugünkü değeri üzerinden eline geçen para haftada 4 lira kadarmış. ) ’’

Michael Foot'un (Harold Wilson'un 1976 da istifasın­dan sonra İşçi partisinin liderliğini ele geçi^ek isteyen oldukça solcu millet vekili), Bevan'ın biyografisinde de işaret ettiği gibi, Bevan, kömür madeninde çalışmaya baş­ladığı vakit sadece ondört yaşında idi. Bu maden ocağının ismi "Tytryst" idi ki, Welsh dilinde "kederli ev" anlamına geliyordu. Bevan, kömür madenlerinde çalıştığı yedi yıl zarfında, daha önce kısa süren mektep hayatında kazan­dığı "şöhret"ini devam ettirdi. "Allahın belası Bevan" ondo- kuz yaşına geldiği vakit bağlı bulunduğu sendikanın baş­kanlığına seçildi. Çalıştığı iş yerindeki usta ve patronları­nı olduğu kadar kendi sendikasının liderlerini dahi tenkit cüretini gösteriyordu. Maden ocağının Stephen Davis adın­daki meneceri bir gün, "Bana bak, Bevan," dedi, "bu şir­kette her ikimiz için yer yok." Bevan şu cevabı verdi: "Haklısın, kanaatımca senin gitmen gerekiyor."

Bir taraftan kömür ocaklarında çalışıyor, diğer taraftan da doymak bilmez bir hırs ve azimle kitaplar okuyor, ken­dini yetiştirmeğe çalışıyor; şiirler okumakla dilindeki reka- keti düzeltiyor, müteradif kelimeler lûgatlarından kelime­ler ezberliyerek İngilizce kelime hazinesini zenginleştiri­yordu. Sendikasının temin ettiği bir bursla 1919 da Londra' daki İşçi Kolejine gitti ve iki sene kaldı. Ama mektepten hala hoşlanmıyordu; yıllar sonra, Kolejde sarfettiği iki yıl­dan heba olmuş seneler diye bahsetti.

Aneurin Bevan, 1929 yılında Wales'in Ebbw Vale bölge­sinden millet vekili seçildi, ve ölümüne keder (Temmuz, 1960) Parlamentodaki sandalyesini muhafaza etti. Harpten sonraki İşçi hükümetinde Sıhhiye Vekilliği de yaptı.

Parlamentoya iyi bir hatip olarak giren Bevan, Kama­radaki ilk nutkunda, çağının iki tanınmış millet vekiline, Winston Churchill ve Lloyd George'a şiddetle hücum etti. Churchill'in bir partiden diğerine sıçradığını ima ederek şunları söyledi:

Memleketin umacısı, Parlamentonun komedyam bu adamda­ki bukalemun karakteri, artık iyiden iyiye kaani oldum ki, on- daki hissi kötürümlük üzerine bina edilmiştir. O, siyasi istik­rarsızlığının sebebini böylece açığa vurarak, üzerine aldığı bü­tün rolleri, seyredenleri hayretler içinde bırakan bir cambaz­lıkla oynuyor.”

Churchill ise, ancak İngiltere'de görülebilecek bir jest­le, Bevan'ı ve nutkunu tebrik ederek şunları söyledi: "Böy- lesine canlı ve gerçek tartışmalı bir nutuk, Parlamentoda, ne yazık ki, artık pek ender işitiliyor."

Bevan'ın o yıllardaki gözde hedefi, maamafih, Churchill' den ziyade Neville Chamberlain idi. Chamberlain'in, "İşçi partisinden, bir çöplükten söz edercesine bahseden bir vekil" olduğunu söyliyen Bevan dedi ki: "Demokrasi için söyliyeceğim en kötü şey şu ki, bu sistem, Muhterem Cen­tilmene dört buçuk sene tahammül etti."

Stanley Baldwin'in istifasını müteakip Chamberlain baş­vekilliğe getirildiği vakit Bevan şunları söylemişti:

Kapitalizmin cenaze töreni başladığı andan itibaren papaz­ların şekere bulanmış yatıştırıcı ve beylik lâfları sona erdi. Kor­tejin liderliği, şimdi, kendisini seyredenlerde derin izlenimler bırakan ıskatçının endişeli rehberliğine terkedildi.... Ondaki vuzuh, esasında, kısır kafasının yan mahsülüdür.... O, sözgeli­şi, Churchill gibi, velûd bir tasavvur kudretinin yarattığı ha­yali bir dünyanın nabzını yoklamak için mücadele etmek zo­runda da değil. Gerçekte, o, Churchill'in tamamen zıddına, her hangi bir tasavvur kudretinden de mahrum.... Chamberlain'in bir nutkunu dinlemekle Woolsworth’u [ucuz mal satan mağaza­lardan biri] ziyaret etmek arasında hiç fark yok. Her eşya yer­li yerinde ve hiç bir şey de 50 kuruştan fazla değil.

Başvekilliği Churchill'e terkettikten sonra dahi, Cham- berlain, Bevan'ın acı ve istihzalı kelimelerinden kendisini kurtaramadı. Bevan, ancak "Münih Adamı” politikayı ta­mamen bıraktıktan sonra bu hücumlarına son verdi.

Bevan, kendisine şöhret kurma yolunda ilerlerken, Lord Beaverbrook'un lüks malikanesinde sık sık görünmeğe baş­laması üzerine, onunla, "Aristokrat Bolşevik" diye alay edenler de oldu. Zenginlerle düşüp kalkmasını mazur dahi göstermek için, İncil'in üslubuna benzeyen bir şekilde ken­di prensibini söyledi: "Seni tahrip etmemesi için zengin adama çok yaklaşma—ama seni unutmaması ıçın çok uzaklarda da durma." Maamafih, Lloyd George ve Ramsy MacDonald'ın aksine, Bevan, aralarından yetiştiği insanla­rı hiç bir zaman unutmadı, kendisini, daima fakirlerden, bilhassa madencilerden biri saydı. Bütün konulan—politik, iktisadi, sosyal—"politikanın ihtiras oyunu" açısından, eninde sonunda "fiyatını benim sınıfımın ödemesi istene­ceği ihtiras oyunu" açısından gördü.

Temmuz 1932 de Muhafazakar Daily Express gazetesi Bevan'ı oldukça iyi, tarafsız karakterize ediyordu: "Parlak, etrafına husumet besleyen, mağrur, sınıfını şuurluca müd­rik, ecdadı ve ailesiyle iftihar eden ... kendisinin Norman sülalesinden geldiğini iddia edecek kadar ileri giden bir adama yöneltilecek itirazlar, onun kendi sınıfından bahset­mesi karşısında da ileri sürülebilir.... Dördüncü sınıf kom- partman olmadığı için bir trene binerken dahi ıstırap çe­ken insan...."

Gazetenin kendisini bu şekilde tasvir etmesi karşısında, Bevan, Tri.bune gazetesinde şunları yazıyordu: "Benim kal­bim ıstırap ve acı ile dolu. Zenginlerin iyi beslenmiş vü­cutlarını gördüğüm vakit, gözlerim önüne, kendi sınıfımın insanlarının yorgun ve benzi sararmış yüzleri geliyor.... İşçi sınıfının bir üyesi olmakla mağrur olmanın başka se­bepleri de var. İstikbale bakabilmek, maziye bakmaktan daha iyidir." Bevan'ın bir diğer portresini de kendi karısı çizdi: "Nye yaşlı doğdu ve genç öldü."

"Nye" Bevan İngiltere'nin "idare edici sınıfı"na hiç de iyi gözle bakmıyordu: "Onlardaki siyasi tolerans, idare edi­ci sınıftaki kendini beğenmişliğin doğurduğu bir yan mah­suldür. Onların bu gurur ve kendik-beğenişliğine hücum edildiği vakit, gözlerini kan bürümüş haydutlar arasından dahi, İngiliz idare edici zümresi arasından çıkanlar ka­dar, kana susamış insan çıkmadı." Bevan, harp yıllarında Muhafazakarlardan şöyle bahsediyordu: "Onlar ölmekte olan bir düzenin derin nostalijisini hissediyorlar, ve bu nos­talji de atalet ve kenclik-merhametten başka hiç bir şey husule geti^ez."

Hakaret etmediği pek az insan vardı. Ziraat Vekili Wal- ter Eliot için şunları söyledi: "Yüzü istikbale çevrili olma­sına rağmen, geriye doğru yürüyen adam." Muhafazakar­ların, işsizlerden ziyade bankacıların meseleleri üzerinde durduğunu söylüyor ve şunlan ilave ediyordu: "Muhafa­zakarların inancına göre, devlet, mülkiyet sahiplerinin çaldıkları eşyayı korumakla mükellef bir mekanizmadır.... İsa, tefecileri mabedden kovdu, fakat siz onlann tefecilik haklannı gösteren resmi vesikaları mabedin duvanna işli­yorsunuz." Fakat onun kendi partisinin "mandarinleri­ne ("Mandarin" Çin’in eski hükümdarlanna verilen ad­dır; İngilizcede "şef" anlamına kullanılır) hücumları Mu­hafazakarlara yaptığı hücumlar kadar sert ve acı idi: "Kı­sır mantığınızın fanatikçe uygulanması, yapmak istiyecek- lerinize lütfen engel teşkil etmesin."

"Çoluk çocuğun başındaki adam" diye vasıflandırdığı Anthony Eden'in diplomatik hayatının ilk yıllarında, Be­van şunları söylemişti: "Netameli bir insan olmaktan zi­yade acınacak bir adam. Milletler arası muanz ve muha­lifleriyle katiyyen aşık atabilecek kabiliyette değil. Kibar ve nazik tavır ve hareketleri altında temsil ettiği sınıf ve tipin ıslah edilemeyecek bütün aptallık ve dünyadan ha­bersizliğinin emarelerini taşıyor."

tngilizlerin 1957 de ahmakça girdikleri Süveyş hareka­tında baş rolü çağın Hariciye Vekili Eden'in oynadığı ha­tırlanırsa, Bevan'ın Tribüne gazetesinde yazdığı bir ma­kalesinde (15 Ocak, 1943) istikbali bir kahin gibi gördü­ğünü kabul etmek gerekecek:

Herkesin alışageldiği dar açıdan bakıldığı vakit, yakışıklı bir adam. Bir delik tıkayıcı Başvekil olması daima mümkün. Ce­nevre'deki Milletler Cemiyeti, onun, bir Muhafazakâr için ya­bancı sayılacak bir sürü fikirle ünsiyet peyda etmesine imkân hazırladı. Orada zengin bir kelime hazinesinin sırrını ele ge­çirdi. Bunu, onun karakterinin zayıflığından ileri gelen sevim­lilikle birleştiren pek çok kimse, Eden'in politik gayelerinin şerefli olduğuna inanıyor. Hakikatte, onun davranışında böyle- sine bir hükmü haklı çıkaracak bir tek şey yoktu. Hükümetin İtalya siyaseti üzerine B. Chamberlain'in kabinesinden istifa etmesi, onun, politika bankasında bir hesap açmasına imkân ha­zırlamışsa da, har vurup harman savurduğundan, o hesabı çok­tan tüketti. İspanyol dahili harbindeki tutumuyle hiç bir şüp­heye yer vermezcesine ispat etti ki, kendi Muhafazakâr içgü­düleri ve ilericilik temayülleri arasında bir tercih yapması is­tendiği vakit, içgüdüleri her zaman üste çıkacaktır.

Tabiatiyle, Bevan'a saldıranlar da pek çoktu. Önceki başvekillerden Harold Macmillan, henüz genç bir mebus iken Parlamentodaki bir konuşmasında Welsh'liden şöyle bahsetti: "Kapitalist sistemin muhakkak yıkılacağı keha­netinde bulunmaktan sonsuz zevk duyuyor. Kapitalist sis­temin yıkılmasında her rolü oynamağa hazır—yeter ki bir sağır ve dilsizin rolü olmasın." Churchill'in Bevan'a taktı­ğı sıfatlar arasında şunlar da var: "Nezaketsizlik taciri" ve "Hastalık Vekili" (Bevan'ın İşçi hükümetinde sağlık ve­killiği yaptığını söylemiştik.) Churchill, bir diğer konuş­masında Bevan'dan "psikiatrik tedaviye ihtiyacı olan adam" diye bahsetmişti.

Fakat Parlamentodaki hücumların en ağırını Miss Ela- nor Rathbone adlı bir kadın millet vekili yaptı. Onun Churchill'e karşı giriştiği ağır tenkitlerden hiddetlenen Miss Rathbone, Bevan'ın "Başvekili, ona hıyanette buluna­cak kadar sevmediğini" söylemiş ve şunları ilave etmişti: "Onun bu huysuzluklarını, onun, kendi cinsinden hayvan­lara has şirretlik ve habisliğinin örneklerini tiksinerek ve hemen hemen istikrah duyarak seyrediyoruz.”

Sadece Muhafazakarlar değil, kendi İşçi Partisinin lider­leri de Bevan'a en ağır kelimelerle hücum ediyorlardı. Par­tinin lideri Atlee bir gün şunları söyledi: "Muhterem Üye, söylemek istediklerini önceden öylesine iyi ezberliyor ki, söyliyecekleri sona erdiği vakit kendisini başladığı yerde buluyor, sözlerinin son beş dakikasında havalanıyor." Be- van, oturduğu yerden seslendi: "Muhterem Centilmen ise, sözlerinin sonunda batıyor."

Atlee'yi sık sık tenkit eden Bevan, bir nutkunda, kendi partisinin liderinden şöyle bahsetti: "O, hararetli ve şid­detli bir siyasi mücadeleye sakin bir yaz akşamındaki bir krıket maçının ılık heyecanını getiriyor.” (Seyredenler bi­lir: krıket yavaş bir oyundur.) Atlee'nin Koalisyon Hükü­meti içindeki davranışını "kendi kendini silecek kadar sa­dık" diye vasıflandırdı. Atlee'nin As it Happened (Olduğu gibi) adlı hatıraları yayınlandığı zaman, kitabın ismini pek beğendiğini söyledi: "Çok iyi bir isim bulmuş. Zira kendisi hiç bir şey yapmadı. Ona sadece bazı şeyler oldu.” Sosyalist partisi liderlerinden Hugh Gaitskell sık sık ra­kam ve istatistiklerden söz ederdi. Bevan onun bu özelliği­ni ele alarak dedi ki: "Kurutulmuş bir hesap makinesi.”

Kendilerinin bir ahlak timsali olduğunu ima eden soldaki ve sağdaki pek çok politikacıların aksine, Bevan, kendi si­yasi ahlakının diğerlerinkinden iyi olduğunu iddia eden biri değildi. "Ben politikayı hiç bir zaman ahlaki değerle­rin çarpıştığı bir saha olarak göledim,” diyordu. "Poli­tika, menfaatlerin çarpıştığı bir alandır. Kendilerinin mo- ralist olduklarını söyliyen insanlar beni dehşete düşürür."

Muhafazakarlara olduğu kadar, kendi partisinin lider­lerine de en ağır kelimelerle hücum edişi, Bevan'a, pek çok düşman kazandırmasına rağmen, o, kendisine itidal tavsi­ye eden dostlarına yine de şu cevabı veriyordu: "Benim ne olmamı istiyorsunuz—siyasi bir jigolo mu?" Öğle yemeği­ni Rotary kulübünde, akşam yemeğini de Ticaret Odasının bir ziyafetinde yemek zorunda kaldığından "şikayet" eden bir işçi mebusuna şunları söyledi: "Sen bir parlamenter değilsin, sen bir gastronomik jigolosun."

Patavatsız gözüktüğü zamanlarda dahi samimi olduğun­dan şüphe edilemezdi. Ingiltere tahtındaki meşhur kriz sı­rasında, Kral III. Edward, Amerikalı kadın Simpson'la ev­lenirse, Sosyalistlerin tepkisinin ne olacağını sorduğu va­kit, şu cevabı verdi: “Tıpkı Surbiton kasabasındaki tipik bir orta-sınıf Ingiliz kadınının tepkisi gibi." Bevan, o ge­ce “göz kamaştırıcı avizeler altında bir şahsın heyecan ve endişe içinde bir aşağı bir yukarı" yürüdüğünü, ve “tuta­madığı gözyaşlarının elindeki viski bardağına damladığı­nı" hatırladığını yazdı. Bevan, Churchill'den bahsediyor­du.

Churchill, o geceki toplantı sırasında, Bevan'a, "Ben bir Churchill'in Kralını yüzüstü bırakacağını asla aklımdan geçirmemiştim," demiş ve Bevan da, Churchill'in büyük dedesi Marlborough'nun, Kral James'i terkedip Kral Wil- liam'ın safına iltihak ettiğini ima ederek şu cevabı ver­mişti: "Ooo, bu tarihte ikinci defa vuku buluyor."

Bevan hanedanlığa—Churchill'in aksine—gayri hissi bir açıdan bakabiliyordu. Haddizatında, o, Kralın tahtından feragat etmesi karşısında kendi partisinin, liderlerinin za­yıflığı yüzünden, büyük bir siyasi fırsatı kaçırdığına ina­nıyordu. Gazetesindeki sütununda şunları yazdı:

Parlamento sahasının gladiyatörleri, üzerinde tartışılması ge­reken hanedanlık âsasının süslediği masanın her iki tarafında­ki yerlerini aldılar. Hanedanlığın mesajını okuyan Parlamento başkanının sözleri bir huşu kuyusu içine düşüyordu. Şurası mu­hakkak ki, büyük gayeler uğruna kullanıldığından asilleştirilen ve korkunç hareketlerle meşrulaştırılan İngiliz dilinde hislerin böylesine kısır, böylesine donuk bir şekilde sıralandığı görül­memiştir. Eski bir altın bardağa konmuş kötü bir şarap. Burada mazi, sefil ve rezil halihazırın elinde gerçekten bir oyuncaktı. Marx, “Tarih tekerrür eder," dedi. “Önce bir trajedi, sonra bir komedya olarak." Burada ise, hem komedya hem de sahtekâr­lık vardı. Patetik, hiç bir zaman kahramanca olamaz; burada ise, asil ve kahramanca bir hareketten bahsediliyormuşcasına .gülünç yapmacıklar vardı. Başvekil [Stanley]—ki sahtekârlık üzerine tabiî bir kabiliyete sahip—kendinden geçti. Devlet ge­misini, fırtınalı denizler, yalçın kayalar ve uçurucu rüzgârlar arasından limana sağ salim sokmağa muvaffak olan bir kaptan gibi konuştu. Rüzgârlar, haddizatında, bir kadının yatak oda­sında dışarı vuracağı histerilerdi; kayalar ise, sadece onun ken­di mesleğini parçalamakla tehdit ediyordu; ve resmî muhale­fete gelince, karşıdan karşıya bir sabah meltemi bile üfleye- memişti. Ama bütün bunlardan ne çıkar? Başvekil, tarihin bü­yük turnelerinden birinde çarpışıyor, elindeki tahta kılıçla ha- sımlarına pervasızca saldırıyordu.... İşçi partisi büyük bir fırsat kaçırdı. Riyakârlığa, saray skandallarına karşı kendi mesajını yazmalıydı.... Ne var ki, parti, hanedanlık krizinin başından sonuna kadar bünyesindeki vahim bir kusuru ifşa etti: İşçi Par­tisi çok fazla hürmetkar bir parti.

Churchill başvekillik koltuğuna oturduğu zaman (1940), onun etrafını saran büyük popülerite dalgalarına rağmen, Bevan, onu, sadece veya tamamen beşeri bir mahlûk olarak görmekte devam etti. Welsh'li, gerçi Churchill'in kabiliyet ve üstün vasıflarını takdir etmekle beraber, onun zayıf ta­raflarını da görebildiğinden, harp boyunca—Başvekilin hiddetlenmesine rağmen—tenkitlerine ara vermedi. Church- ill'i ve hükümetinin politikasını kıyasıya tenkit ettiği için kendisine zaman z^an "hain" diyenler dahi çıkmış­tı. Fakat bugün Bevan'ın pek çok tenkitlerinde haklı oldu­ğu kabul ediliyor.

Bevan, harbin başlangıcında, gerek nükteleriyle gerekse acı tenkidleriyle hükümeti şiddetle kınamış, harp gayret­lerinin meyva verebilmesi için kabinede değişiklikler iste­mişti. İlk aylarda Başvekil ve mesai arkadaşları Bevan'a alay edercesine cevap verdilerse de, daha sonraki kabine değişiklikleri onun haklı olduğunu ortaya koydu. Gerçek­te, Parlamento kayıtlarından da anlaşılacağı üzere, Bevan, daha harp başlamadan pek çok tekliflerde bulunmuştu. Ne var ki, o zaman da kendisiyle alay edilmiş, söyledikle­rine dudak bükülmüş, tenkitlerine aldırış edilmemişti. Ma- amafih, sonraki aylarda onun teklifleri—tabii Bevan'a kre­di verilmeksizin—kabul edilmişti.

Bevan, Parlamentodaki bir konuşmasında (24 Ağustos, 1939), Başvekil Chamberlain ve "Münih mimarları”na şid­detle hücum ederek, Ch^nberlain'in istifasını talep etti:

"Seçim bölgemdeki insanların, maden ocaklarında çalı­şanların, çelik işçilerinin, demiryolu işçilerinin Alman hü­cumlarına vücutlarını siper ederek karşı koymaları isteni­yor. Halbuki, işte [pa^ağıyle Başvekil Chamberlain'i işa­ret ederek] Almanlara teklif edeceğiniz ad^rc karşınızda oturuyor—Almanlara teklif edeceğiniz adam o! Muhafaza­kar parti, eğer samimi ise, Carleton Klübünde [İngiliz Mu­hafazakarlarının toplantı yerlerinden biri] bir toplantı yapsın ve Başvekili başlarından atsınlar. Hitler'in güven­diği adam odur; İngiltere’nin başına gelenlerin sorumlusu o!"

Bevan'ın bu sözleri o v^dtler şiddetle takbih edildi, ve kısa bir zaman sonra da unutuldu. Fakat onun Chamber- lain hakkında kullandığı kelimeler, nihayet dokuz ay son­ra Başvekili istifaya zorlayan Amery ve bilhassa Lloyd George'ın sarfettiği kelimelerden ne daha fazla sert ne de daha az gerçek idi. Haddizatında, Churchill dahi Başvekil Chamberlain’den şu kelimelerle bahsetmişti: "Onun toz­lanmış ruhunun derinliklerinde zelilane teslim olmaktan başka bir şey yoktun.”

Bevan'ın "liyakatsızlar" ve "Münihliler" diye tavsif et­tiği kimselerden bazıları Churchill’in kabinesi etrafında da toplanmıştı. Sir John Anderson, Lord Halifax, Duff Coo- per, Sir Kingslev Wood ve Sir John Reid bu arada idi. Kabinede bu insanlara da yer verildiğini gören Bevan, Tribune'deki sütununda şunları yazıyordu:

Bazı atların yarışı hiç bir zaman bitiremiyeceklerini bilebil­mek için yarış sonunu beklemeye lüzum yoktur. Daha baş­langıç noktasında bekledikleri zaman biz onlardan oldukça şüp­heli idik. Bazılarının nefesleri tükenmiş, dizlerinin bağı çözül­müş, diğerleri de yuvarlanmak üzere oldukları intibaını veri­yordu. ... Koalisyon bir kabzadır, bıçağı teşkil edenler ise in­sanlar. Elimizde kuvvetli bir kabza fakat çok körleşmiş bir bı­çak bulunuyor. Bunu çabucak bilemek de B. Churchill’in vazi­fesi.

Bevan’ın bu tenkit ve hücumları o zaman “küstahça" di­ye karakterize edilmişti. Fakat bir kaç ay sonra bunlardan bazıları mevkilerinden uzaklaştırılmış veya hassas olma­yan yerlere aktarılmıştı. Bevan tenkitlerine ara vermedi. Parlamentodaki bir konuşmasında (30 Ağustos 1940), harp yıllarındaki düşüncelerine temel teşkil edecek görüşlerini ifade etti:

Demokraside birinci günah putperestliktir. Harbin gerek­tirdiği yüce ve fevkalâde tedbirler dahi, tenkitten vazgeçilme­sine cevaz vermez. Her şeyimizi bir kişiye teslim etmek, sonun­da, onun tarafından yok edilmeyi göze almak demektir. Bunun içindir ki, diktatörlük, sosyal kuvvetlerin hem en kuvvetlisi hem de en zayıfıdır, ve nihayet Nazileri mağlûp edecek ve de­mokrasiyi muzaffer kılacak başlıca sebep de budur.

Bevan, daha sonra, Churchill'in 1930'ların sonlarına doğ­ru verdiği nutuklardan bahsetti ve "Parlamentonun ka­yıtları arasında o nutukların bir benzeri”nin bulunmadı­ğını söyledi. "Bu devrenin sonlarına doğru, Almanya'nın silahlanmasıyle başgösteren Nazi tehlikesini temelden yık­mak üzere kollektif tedbirlerin alınmasını müdafaa eden uzun hitabelerine başladı ki, kahince görüşleri, renkli ta­hayyül kudretiyle, ifade berraklığıyle, istihfaflı hümoruyle ve ısırıcı hicivleriyle bu nutukların bir diğer benzeri gö­rülemez." Fakat ardından hemen şunları ilave ediyordu:

"Her tartışmayı kazandı, ama her savaşı kaybetti. Dev­rinin bu en iyi parlamenterinin pek çok kabiliyetleri Mu­hafazakar partinin uşak ve parazitleri karşısında tesirsiz kaldı." Bevan, daha sonra, Churchill'in, o yılların tecrü­beleri neticesinde, "aptal da olsa, bir parti menecerinin, son derece parlak ve başarılı bir parti üyesinden daha kuv­vetli" olduğunu öğrenmiş olabileceğini teessüfle kaydettik­ten sonra, eğer bu doğru ise, bunun, Churchill için "tehli­keli" neticeler vereceğini ifade etti. Welsh'li, Churchill'in, "B. Chamberlain'in sırtından kaymağa başlıyan Muhafa­zakar cüppeyi sırtlamak" istemeyeceğini hala ümit ettiği­ni belirterek dedi ki:

"Aksi takdirde Muhafazakâr çarkın bir dişlisi olacak. Hürriyete gönül vermiş ve cüretti insanlara her zamandan fazla ihtiyaç hissettiğimiz şu sıralarda, sürgün yıllarının B. Churchill'e, partiye sadakat ve disiplin öğrettiği doğru- !andığı takdirde, bu, bizim için bir trajedi ve kaderin acık­lı bir cilvesi olacaktır."

Koalisyon Hükümeti üyelerinden Duff Cooper ve daha sonra Herbert Morrison, Churchill'in de tasvibiyle, gaze­te kapamak yetkisini de kapsıyan bir sansür teklifi hazır­lamağa başlamıştı. Mutlak bir basın hürriyeti, Bevan için en aziz bir şeydi. "Kontrol altındaki basının yozlaşmış say­falarına zerrece hürmet ve hayranlık duymadığını belir­terek dedi ki: "Koyuna gem vurmağa lüzum yoktur." Fa­kat, o, ister Daily Worker (Komünist) isterse Daily Mirror (işçi) gazeteleri için olsun, kısıntısız bir basın hürriyeti uğrunda savaştı. Koalisyon Hükümetinin Dahiliye Vekili Herbert Morrison, Daily Mirror'u kapatmak tehdidinde bulunduğu vakit, Bevan, kendi partisinin liderlerinden Morrison'a şöyle hücum etti:

"O çeşit gazeteciliği sevmem, 'strip-tease' artislerinden hoşlanmam. Yalnız ne var ki, Dahiliye Vekili, şahsi este­tik duygularının rencide edildiği için bu gazeteden şika­yet etmiyor.... Kendileri de bu gazetenin parasını yediler." (Bevan bunları söylerken Mr. Morrison'un Mirror'da yaz­dığı makeleleri havada sallıyordu.) Sözlerine devam eden Bevan, Morrison'u "işçi partisindeki cadoloz büyücülerin peşinde giden, şeytani ruhları koklayan" bir adam diye karakterize etti.

Hem Bevan hem de Sir Stafford Cripps—ki Koalisyon Kabinesinde üye idi—Morrison'un İşçi partisinden uzak­laştırmak istediği iki "şeytani ruh" lardı. Bevan'ın Parla­mentoda Morrison'a karşı giriştiği hücumlar gürültü ko­pardı. Cevap ve^ek üzere ayağa kalkan Mr. Morrison, Ebbw Vale temsilcisinin (Bevan), kendi arkadaşlarına ateş etmek kadar başka hiç bir şeyden zevk almadığını söyler­ken, Bevan oturduğu yerden cevap verdi: "Ve siz kendi prensiplerinize hücum etmekle duyduğunuz zevki başka hiç bir şeyden almıyorsunuz."

Daha sonraları Londra'daki bir İşçi kulübünde konuşan Bevan, yine hükümetin Daily Mirror'u kapatmak tehdidi­ni ele aldı:

"Ben Morrison'dan daha az bitaraf ve daha az makul bir kafaya hiç bir zaman rastlamadım. Senelerce İşçi Partisi­nin içerdeki karıştırıcısı [kahkahaları ve şimdi de dışarda- ki karıştırıcısı [kahkahaları rolünü başarı ile oynıyan bu adam, bilemiyor ki, bizim geleneklerimiz bizden de küçük bir Cocney'in çalabilmesine imkân verilmeyecek kadar de­ğerlidir. Bütün diğer Cocney'lerden özür dilerim kahka­halar."[*]

Parlamentodaki kritik bir tartışmadan önce, Londra’da­ki bazı gazete editörleriyle yapılan gizli bir toplantıdan bahseden Bevan, Başvekil Churchill'in bu toplantıda, ga­zetecilere, sırtında “üniformaya benziyen bir elbise" ile hi­tap ettiğine işaret ederek şunları söyledi: "Ümit ederim ki, sivil bir hükümetin başı olduğunu idrak edecek ve bundan sonra sırtına böylesine gülünç geçit resmi üniforması ye­rine alelade pamuktan yapılmış bir elbise geçirecektir." Bevan, konuşmasında, hükümetin gazetelere ateş püskür­mesinin sebebinin, muhaliflere "çok fazla sütun" verilme­si olduğuna işaret ederek, Başvekilin, gazetecilere, hükü­metin gazete kapamak yetkisini haiz olduğunu söylediğini belirtti ve dedi ki: "Bu, memleketin tarihinde bir eşi ve benzeri bulunmayan bir bastırma ve yıldırma politikası, Başvekilin kendisini bu neviden düşüncelere kaptırması, kendilerinde gittikçe artan ‘paranoya’nın belirtileridir."* Bevan, nihayet, Churchill'e karşı giriştiği mücadelenin te­mel fikrini belirtti:

"Bu adama, kendisinin, Avam K^arasının efendisi ol­madığını göstermenin zamanı artık geldi."

Harp yıllarında vekiller gizli kabine toplantılarında tut­tukları notlan, toplantı sonunda imha ediyorlardı. Maama- fih, Churchill, kendi notlarını tahrip etmedi ve harp so­nunda yazdığı kitaplar için referans ve delil olarak kul­landı. Bundan böyle, Churchill'in yazdıklarının yüzde yüz doğru olup olmadığını bilebilmek imkansız. Bevan, sade­ce bu gizli kabine toplantılarının değil, "Quebec, Tahran, Kahire ve Moskova gizli diplomasisinin de aleyhindeydi. Amerika'nın en koyu Muhafazakarları da bu konuda Be- van'ın görüşlerini paylaşıyorlar, pir İngiliz deyimini bir kere daha doğruluyorlardı: "Politika garip oyun arkadaş­ları yaratır."

Bevan, Parlamentoya itimatsızlık ve şüphe hisleri taşı­yarak girdiyse de, zamanla, kendi sınıfının gayelerine eriş­mesine hizmet edecek yegane saha gözüyle bakmaya baş­ladı; Parlamentonun kuvvet ve selahiyetlerinin korunması, hükümet yetkisinin sınırlandırılması için mücadele etti. Bundan böyle, kendi İşçi partisinde ve Koalisyon Kabine­sinde gizlilikle verilen kararların, parti şeflerinin demir disiplini altında tasdik ve damgalanmak üzere Avam Ka­marasına getirilmesine şiddetle karşı geldi:

"Böylelikle siyasi partiler parlamenter demokrasinin düşmanı oluyorlar. Vekillerin, düşmanca da olsa, Parla­mentodaki tenkitlere cevap vermek lüzumunu duymama­ları, harp gayretlerinin devamlı ve sinsi bir şekilde balta- 1 anmasını intaç edecektir. Vekiller mahçup duruma düşme­sin de Parlamento isterse ölsün mü diyeceğiz? Alman de­mokrasisi şefin baltasıyle mezara gömüldü. İngiltere'de ise önüne geçilemiyecek bir animi [kansızlık, cansızlık] ile ni­hayet bulabilir."

Bevan, Parlamentonun, Başvekil ve Kabinenin emir ve arzularına körü körüne boyun eğmemesini istedi; "aksi takdirde, Avam Kamarası Reiechstag’ın [Alman parlamen­tosu! akıbetine uğruyacaktır."

Hükümetin tutum ve davranışını en şiddetli bir dille tenkit ettiği vakit, Bevan, çok defa yapayalnız kalıyordu. Bu yüzden, "Parlamentonun Demagogu" diye tavsif edil­di. Bu tabir ve Churchill'in kendisinden "hırlayan ve zır- layanlardan biri" diye bahsetmesi Bevan'ı kızdırıyor ve ona şunu söylettiriyordu: "Demek, siyaset alemindeki ha­taları işaret etmek onları irtikap etmekten daha büyük suç." Vekilinin bir dediğini iki etmeyen bir vekil muavi­nine şunları söyledi: "Bazı üyelerin her zaman hükümetin bir p ...gibi hareket etmekten vazgeçmelerinin zamanı ar­tık gelmedi mi?"

Churchill'in en büyük stratejik hatalarından biri, Al­manya'nın Rusya'yı en geç bir iki ay içinde mağlûp ede­ceğine inanması idi. Genel Kurmay Heyeti de Churchill'in bu görüşünü paylaşıyordu. Tamamen aksi kutupta olan Bevan ise, Ruslara daha fazla yardım edilmesini, İkinci Cephenin bir an önce açılmasını istiyor; Churchill'i "istila alarmı”na yakalanmakla ve halkı, "Kurt geliyor, Kurt!" diye korkutmağa çalışmakla itham ediyordu: "Halbuki, öyle görülüyor ki, kurt, tarlanın diğer tarafında ayı ile bir ölüm-kalım cengine tutuşmuş. Halkın fikri şu ki, kurttan gelebilecek herhangi bir tehlikeyi önlemenin en iyi yolu ayıya yardım etmektir.”

Sir Alanbrooke (ki Churchill'in en yakın askeri müşavi­riydi) "Winston'un büyük atası Marlborough'nun bütün askeri dehasını tevarüs ettiğinden zerrece şüphe edilemez,” diyerek Churchill'e karşı beslediği hayranlığı dile getiri­yordu. Maamafih, o bile, Alman-Rus harbi konusunda Churchill'in görüşünü benimsememişti:

"Onun belki de en fazla hayret uyandıran başarısızlığı bütün stratejik problemleri bir bakışta göremeyişidir. Göz­leri daima tablonun bir ucuna takılıyor, ve o artık resmin diğer kısımlarını unutuyor. Bir cephedeki cengin diğer cep­helere de tesir edeceğini ona kabul ettirebilmek çok güç.... Şayet geniş görüş açısı, muvakkaten kalbini verdiği her hangi bir harekete engel olacaksa, resmi bütünüyle gör­mek istemeyişi bu hatasını daha aa bariz bir şekilde orta­ya çıkarıyor. ”

Churchill'i tenkit edenlerden biri de, Emanuel Shinwell adlı Yahudi asıllı bir mebustu. Parlamentodaki bir tartış­ma sırasında onu iknaa çalışan bir diğer üye, "Ama şunu hatırlamalısınız ki, Başvekil, Marlborough'nın soyundan gelmiştir,” deyince, Mr. Shinwell cevap verdi: "Kendisine lütfen nazikane hatırlatınız ki, ben daha da yaşlı bir aske­ri liderin soyundan geldim—Musa'nın soyundan."

İşçi partisi, kendi üyelerinden Sir Stafford Cripps'i "afo­roz" etmek istediği vakit, Muhafazakar Churchill, onun değer ve kabiliyetlerini Sosyalistlerden de fazla takdir et­tiğinden, Cripps'i Koalisyon Kabinesine aldı. Cripps, bu­nunla beraber, Churchill'in, Kabineyi demir bir elle idare ettiğini söyliyerek istifa etti. Bu hadise üzerine, İşçi parti­si liderleri—ki zaten Sir Stafford'dan pek hoşlanmıyorlar­dı—susmayı tercih ederlerken, Bevan, "Politik Katletme Sanatı" başlıklı bir makale yazdı:

Başvekil Kuzey Afrika zaferlerinin kendisine yeniden kazan­dırdığı prestijini politika yolunda harcamak için çok bekleme­di. O, bu prestijini sinikal bir şekilde, kabaca ve mesuliyet his­si duymaksızın kullandı.... [Cripps] siyasi katletme için kıva­mına gelmişti. Ve bıçağı kendisini hizmetine vakfettiği efendi­sinden başka kim indirebilirdi?... (Kendi partisinin dahi bir kenara iterek unuttuğu) yapayalnız insanları öldürmek çok ko­lay. Churchill, şayet canı isteyince Koalisyon hükümetinin ter­kibini değiştirecekse, hiç bir vekilin mevkiinde güven hissi du­yarak, yarınından endişe etmeksizin oturamıyacağı anlaşılır. İşçi liderlerinin, Birinci Marlborough Dükü John Churchill'in tarihini okumalarını çok isterdik. Okuduktan sonra, Başvekille beraber olacakları zaman, orta çağlarda kullanılan çelik örgü­lü yeleklerin modern benzerlerini giymeden sokağa çıkmama­ları gerektiğini öğrenecekler.

Churchill'in hayrankarları dahi Bevan’ın bu büyük harp lideri hakkındaki derin görüşlerinden istifade edebilirlerdi:

Onun kulakları tarihin borazan seslerine öylesine dikkatle dikilidir ki, çok daha çağdaş hayatın daha boğuk ve gürültülü seslerine tıkalı kalıyor. Muhafazakar temeli ve Muhafazakâr gelenekleriyle yetiştirilmesi de onun bu kusurunu pekleştiri­yor. Muhayyilesinin kaz ayağı ile giden temposu, istikbalin “gü­neşli tepelerin"ne bir an önce ulaşabilmesi için, onu zorluyor. Ama, acele ettiğinden, beşeriyetin, kendisini oraya götürecek inişli çıkışlı yolda adım adım gitmesi gerektiğini unutuyor.

Bevan nutuklarında Churchill’den şu sözlerle bahsetti: "Söz söyleme kolaylık ve ustalığını zihni ilhamla bir tut­mak hatasına düşen adam.

"Taş kesilmiş çocukluk hastalığından muztarip bir in­san." "Mağlûbiyetlerden daima Allah'ın getirdiği bir fela­ket diye bahsederken, zaferleri kendisinin yarattığı intiha­mı uyandırmaya çalışıyor.''

"Fikir ve düşüncelerindeki vasatlığı IharcıâlemliğiJ dili­nin [lisanının! haşmeti ile gizleyen bir adam."

Bir millet vekili arkadaşı, Archie Lush, "Churchill'e ni­ye mütemadiyen hücum ediyorsun? O giderse ne olur?" diye sorduğu vakit, "Pek ala, Churchill, faraza, bir otomo­bil altında kaldı. O vakit ne yapacağız?" diye cevap verdi. "Hitler'e bir kart göndererek teslim mi olacağız?"

Lloyd George, Birinci Dünya Harbi sırasındaki Koalisyon Kabinesini demir elle idare etmişti. Fakat Churchill'in ka­bine üyelerinin uysallığı onu dahi hayrette bırakıyordu. Gazeteci ve yazar Chalen millet vekili) Michael Foot'a şun­ları söyledi:

"Dikkat et, benim harp kabinem farklı idi. Onların hep­si büyük insanlardı. Ben, Churchill'in, kendi üyelerine kar­şı muamelesini bir tek arkadaşıma dahi yapmadım." Mebus Foot'un yazdığına göre, Lloyd. George biraz duraksadı ve gözlerinin içinde beliren bir gülümseme ile ilave etti: "Evet, öyle muamele ettiğim biri vardı: Curzon."

Başvekil Churchill'in Cumhurbaşkanı Roosevelt'le olan münasebetleri dahi muhaliflerini kızdırıyordu. Bir mektu­bunda, Amerika Cumhurbaşkanına diyordu ki: ...biz Kongre'nin [Amerikan Kongresi] kır ve ormanlardan ge­len üyelerinin düşüncelerini nasıl kontrol edemezsek, Parla­mentodaki üyelerin çılgın ve garip fikirlerini de zapturapt altına alamayız."

Churchill, zaman zaman güven oyu isteyerek muhalifle rini susturma yoluna gitti. Davranışını şöyle haklı çıkar­mak istiyordu: "Elimizdeki kaynaklan hatalı kullandığımız takdirde kimse benim kadar kabahatli sayılmayacak." Başvekil, hükümetle tamamen hemfikir olmayan her han­gi bir Parlamento üyesinin hükümetin devrilmesi lehinde rey vermesinde israr etti:

"Herkes erkekliğini ispat edecek cesareti göstermeli.... Hiç kimsenin söylemek istediklerini ağzında gevelemesi­ne lüzum olmadığı gibi, rey sırasında da kimsenin tavuk- yürekli olmaması gerekir. Ben, hükümeti desteklemek için gönderildiğim Parlamentoda, mazide, o hükümetler aley hinde rey kullandım. Şimdi, o günleri düşündüğüm vakit, gayet yerinde hareket etmiş olduğumu bir kere daha an­lıyorum.''

Bevan, o sıralarda gazetesi Tribune'nın editörlüğüne George Orwell'i getirmişti. (Orwell, Hayvan Panayırı ve 1984 adlı çok popüler iki eserin müellifidir. Ateşli bir Ko­münist sempatizanı olarak Rusya'ya gitti, fakat Komüniz­min uygulanışı onu derin hayal kırıklığına uğrattı ve Ko­münizm aleyhinde müteaddid kitaplar yazdı. Hayvan Pa­nayırı, Komünist Rusya hakkındadır. Sınıflar arasındaki eşitsizliği giderecekleri yerde, sınıflar arasına en geçilmez engeller koyarak en katı bir sınıf sistemine dayanan Rus rejimi hakkında bu kitabında şöyle der: "Bütün hayvanlar eşittir, ama bazı hayvanlar daha fazla eşittir.") Tribüne, şimdi Yüzbaşı Margesson'u diline dolamıştı. Savunma Ve­killiğini de uhdesine alan Churchill'in hükümet ve orduda­ki otoritesini yürütmek için Yüzbaşıyı "haberci" olarak kullanmakta ısrar edişini Bevan şiddetle tenkit ediyordu:

"Fransız İhtilâlinin Carnot'u[†] vardı; geçen harp Lloyd George'ı yarattı; Rus İhtilâlinin bir Trotski'si vardı, ve şim­di bizim de bir Yüzbaşı Margesson'umuz var. Kader daha da fazla haksızlık edebilir mi?... Biz Margesson'u suçlamı­yoruz. Margesson'un bu işe getirilişindeki saçmalık, Church­ill'in Savunma Vekili olarak gösterdiği başarısızlığın işa­retidir. Bu başarısızlık bize pahalıya mal oluyor, ve z^an- la daha da pahalıya mal olacak."

Harpten sonra, harbin yürütülmesiyle yakından ilgili olanların ve kumandanların yayınladıkları hatıraları, Be- van'ın, Churchill'i askeri harekata karışmakla suçlandır­masının haklı ve yerinde olduğunu göstermişti.

Bevan, gerçek bir İstihsal Vekaletinin kurulmasını ve Savunma Vekilliğinin tamamen yeniden organize edilme­sini istiyordu.- Zahiren Bevan'ın tenkitlerini umursamadık­ları intibaını yaratmaya çalışan hükümet, onun diğer ten­kitleri gibi, bu tenkitlerini de göz önünde tutmuş ve yeni­likler getirmişti. Fakat, her zaman olduğu gibi, Bevan'a kredi verilmemişti. Churchill, harpten sonra yazdığı ki­taplardan birinde şöyle diyordu: "Dış baskılar neticesinde hükümet değiştirildi.” Gerçekten Margesson'un Savunma Vekilliğindeki görevine son verilmiş, Bevan'ın istediği gibi, ayn bir İstihsal Vekilliği kurularak başına Oliver Littleton getirilmişti. Bevan daha sonra şunları yazdı:

"Hadiseler, hükümeti tenkit edenleri haklı çıkardığı an­laşıldığı vakit, bu harbin politik hikayesinin, hükümetin, kendisini tenkit edenlere yavaş yavaş tavizler vermesinin hikayesi olduğunu meydana çıkacak. Ama Singapore'da bir ordu kaybetmek ve ardından bir sürü felaketle karşı karşıya kalmak, hükümeti eğitmek için ödenmesi istenen çok yüksek fiyatlar. Münakaşayı kazandıktan sonra harbi kaybetmek bizi hiç de huzura kavuşturmuyor.”

Churchill, Bevan ve zaman zaman onunla beraber hükü­mete karşı cephe alanları (mesela, Leslie Hore-Belisha ve Sir John Werdlaw-Milne) "ceplerini şişirmek için bekleşen felaket tacirleri" diye karakterize etmişti. Fakat Bevan, Başvekilin hatalı yolda olduğuna inandığı vakit tenkitleri­ne ara vermedi. Aynı zamanda Savunma Vekili olan Church- ill'in Tobruk stratejisini, Rusya üzerindeki yanlış görüş ve hesaplarını, Norveç macerasını; Libya, Girit, Yunanis­tan harekatını; Repıılse ve Prince of Wales zırhlılarının kaybıyle neticelenen muhtelif deniz cenglerinin yürütül­mesindeki aptallıkları şiddetle kınadı. Tabii, diğer tenkit­lerinde de olduğu gibi, Churchill'in Parl^nento üzerine uyarladığı kuvvetli-bilek taktikleri de Welsh'linin zehirli oklarına hedef teşkil ediyordu: ...halk artık onun, Parla­mento tartışmalarını bir harp gibi ve harbi de bir Parla­mento tartışması gibi yürüttüğünü söylüyor."

Harple ilgili hiç bir meselede Churchill ve Bevan, Rus­ya'ya yardım ve İkinci Cephe konularında olduğu kadar birbirlerinden apayrı kutupları temsil etmiyorlardı. Church­ill, 1942 yazı ortalarına kadar Rusya'yı küçümsemekte devam etti. Aynı yılın Temmuzunda ise Bevan Parlamen­toda şunları söylüyordu:

"Eğer bu tartışmalar en hafif bir derecede dahi halkımı­zın demoralize olmasına sebebiyet veriyorsa, ben, kendi dilimi kesmeye hazırım.... Memleket bekliyor, ve bu husus­ta bildiriler de yayınlandı. Ben bu konu üzerine Başvekilin hiç bir şey söylememeyi tercih etmesinin sebebini anla­makla beraber, şahsi düşüncelerimi serbestçe söyliyebili- rim: kısa bir zaman içinde büyük bir hücuma geçeceğiz.... Ümit ve dua ediyorum ki, Hükümet bu kararı, siyasi bir propaganda olarak değil, stratejik durumun bir gerekçesi olarak vermiştir.... bunu hemen yapmaya mecburuz. Bu­nu seneye bırakamayız. Stalin bunu bekliyor; lütfen beni yanlış anlamayın, Rusları aldatabilecek hataları yapmaya­lım.... Ruslar, bu ülkenin, 'İkinci Cephe' diye adlandırdığı harekata bu sene başlıyacağımıza inanıyor. Molotov böyle söyledi ve bunu bekliyorlar—İngiliz milleti de bekliyor. Bu yüksek meselelerde burkuk dille konuşmayın, çift manalar taşıyan kelimeler kullanmayın, cümleleri gizli maksatlar uğruna kullanmayın."

Churchill, Bevan'ın nutkunu "husumetli bir nutuk" di­yerek önemsemedi. Fakat artık pek çok kimsenin, Marlbo- rough'nun varisiyle değil de, Bevan'la hemfikir oldukları­nı öğrenmiş bulunuyoruz. Amerikan ordu kumandanları­nın baskısı altında, Roosevelt, 1942 yılında Manş denizin­den hücuma geçilmesini istedi, ve Churchill'i ikna etmele­ri için de General Marshall, Amiral King ve diplomat Harry Hopkins'i Londra'ya gönderdi. Eisenhower ile Ha­va Kuvvetleri Kumandanı General Spaatz da aynı fikir­deydi. Fakat Churchill, 1942 de girişilmesi istenen Manş harekatını Kuzey Afrika kampanyası lehine veto etti. Ge­neral Eisenhower Churchill'in kararını "muhtemelen tari­hin en karanlık günü" diye vasıflandırırken, General Mac Arthur da "tamamen faydasız" buluyordu. General Montgomery de, 1943 yılına doğru, Avrupa'ya karşı İn­giltere'den hücuma geçilmesini istiyor, fakat Başvekil Churchill hala "burkuk bir dil" ile konuşuyordu.

Bevan, Churchill'in Hindistan siyasetini de devamlıca tenkit etti, ve 1942 de Gandhi, Nehru ve diğerleri tevkif edildiği vakit, Sheridan ve Wilkes'i akla getiren istihfaf ve istihzalı bir dille şunları yazdı:

"İmparatorluk aslanı yeniden şahlandı. Clive, Hastings ve Dryer'in ruhları yeniden canlandırılarak aslan yeniden kükremeğe başladı. Gandhi tevkif edildi, Nehru tevkif edil­di... ve yetmiş iki yaşındaki Nehru, fısıltıları, Büyük Hin­distan İmparatorluğunun temelini sarsmaması için tekrar tevkif edildi.... süvarileri Panzer tanklı saldırganları dur­durabilmek için ellerindeki kılıçlarla boşuna gayret gös­teriyorlar. Rica ve yakarışlar biribirini t^rip ediyor, zihin­lerde beliren şüphelere rağmen, İngiltere’nin Rus müttefi­kinin yardımına koşacağı zannediliyordu. Askeri mütehas­sıslar İkinci Cephe üzerinde duruyorlar, Çin felaketli bir yalnızlık çinde savaşıyor.... Ve nihayet bütün bunlara ver­diğimiz cevap hazır: Zırhlı birliklerimiz Kongre partisi sempatizanlarını bastırmak üzere Bombay'a karşı hareke­te geçiyor! Böylece siyasî harbimiz ilham verici zirvelere yüceldi. Biz Hindistan halkını bir 'şamar oğlanı’ ilan et­tik."

Bevan, harp devam ederken, Churchill'den fazla olarak, harp sonu dünyası üzerinde duruyor, fikir ve düşünceleri­ni belirtiyordu. Harpten çok önce, "Faşizm, yeni bir cemi­yet düzeni değildir. Faşizm, doğmamaya inat eden bir istik­baldir," demişti. Bundan böyle, Vichy hükümeti üyelerine karşı Churchill'den çok daha az müsamahakar idi. Kuzey Afrika harekatı sırasında, Eisenhower, Vichy Bahriye Ve­kili Darlan'ı bir "müttefik" olarak kabul ettiği vakit, Be­van şunları yazdı: "Nasıl bir Avrupa kurmayı düşünüyo­ruz? Farelerin fareler için kuracağı bir Avrupa mı?" (Vichy hükümeti, Fransa'nın düşüşünden sonra Alman işgali altındaki Fransa'da kurulan kukla hükümeti idi.)

Darlan meselesi İngiltere'yi öyle karıştırdı ki, Churchill bile hâdisenin "moral ve hissi bakımlardan bü^yük önemi haiz konulan ortaya çıkardığı”nı itiraf etti. Churchill, hâ­tıralarında bir çoklarının "bunu, en şiddetli düşmanları­mızdan biriyle girişilmiş bayağı ve sefil bir pazarlık" ola­rak vasıflandırdıklarını yazdı.

Kuzey Afrika harekâtı süresince, Müttefikler, General de Gaulle ile pek danışmadılar; onun söylediklerine pek kulak asmadılar. Hattâ harekâttan önce Generale bir tek söz dahi edilmemişti. Eden ve Churchill, Darlan ile girişi­len pazarlıktan kendisini haberdar ettikleri vakit de Gaulle şunları söyledi:

"Biz artık Büyük Frederick'in Silezya'yı ele geçirmek için Viyana'nın nazırlarına rüşvet verdiği on sekizinci yüz­yılda veya Milano'lu dalkavukların ve yahut Florensa'lı tacirlerin kiralandığı Rönesans çağlarında değiliz. Her ney­se, biz o insanları, yeniden istiklâllerine kavuşmuş insan­ların önüne koyamayız.”

Hiç şüphe edilemez ki, General de Gaulle'nin Amerika- ya kafa tutmasında ve İngiltere'yi Müşterek Pazar'a alma­mak için her gayreti göstermesinde harp yıllarında kendi­sinin önemsenmemesinin büyük rolü oldu. De Gaulle, 1950 ler sonrası Fransa'sının dış siyasetine vermeye çalıştığı yön ile, harp senelerinde kendisini kü^çümseyen eski müttefik­lerinden intikam almağa çalışıyordu.

Bevan'ın de Gaulle hakkındaki fikirleri daha ılımlı idi. Welsh'li şöyle söylüyordu: "Centilmenin, hepimizde olduğu gibi, göze batan tarafları var." Artık iyice anlaşıldı ki, Churchill, Bevan'ın görüşlerini kabul etmiş olsaydı, harp sonrası İngiliz-Fransız münasebetleri çok daha müsbet ne­ticeler doğuracaktı. Bevan, Churchill'in seçtiği diğer oda arkadaşlarını da tenkit etti. Başvekil İtalya'ya gittiği va­kit, İtalyan yeraltı kuvvetlerini değil de, Kral Victor Em- manuel ve Mareşal Badoglia'nın tarafını tutması Bevan'ı küplere bindirmişti:

"Başvekilin faziletli tarafları çok, ve vakti gelince, ben, onun bu faziletlerinden hü^etle bahsetmeyi ümit ediyo­rum. Fakat şimdi şunu söylemeye mecburum: Siyasî hay­siyet ve feraset, bahsettiğim faziletleri arasında hiç bir za­man yer almadı."

Avam Kamarasındaki bu konuşmasında, Bevan, Kama­ranın bir vakitler, İtalya'yı Bolşevizmden kurtardığı için nazik ve basit devlet adamı Mussolini'nin, “bütün Avru­pa'nın minnet ve şükranlarına hak kazandıği”na işaret et­tiğini belirtmiş ve Muhafazakarlar hakkındaki düşüncele­rini şöyle ifade etmişti:

“Kamarada, kuvvetlenip kendilerini tehdit etmedikçe, Faşizmden hiç bir şikayetleri olmıyan üyeler var."

Parlamentodaki bir diğer tartışmada (Aralık, 1943) şun­ları söylüyordu: "İtalyan halkı bize İtalya'yı verdi, biz is­tifade etmesini bilemedik." Aynı hitabesinde, Churchill'in, Yunanistan Kralı George'ı desteklemeğe karar vermesine karşılık, Yugoslavya'da Mareşal Tito'yu desteklemeyi red­detmesinin doğru olup olmadığını so^uş ve demişti al: “Avrupa'da reaksiyoner kuvvetlere körü körüne sarılmak bize binlerce İngilizin hayatın mal oluyor."

Aynı nutkunda Churchill'e şiddetle hücum etmiş, onu askeri liyakat.sizlikle itham etmişti. Müttefik kuvvetlerinin İtalya'da son derece bü^yük müşküllerle karşılaştıklarına işaret eden Bevan, bunun mesuliyetini—kralcıları destek­lediği için—Churchill'e y^aledi. Churchill, Güney Avrupa' yı "Mihver devletlerinin yumuşak k^niı" diye tarif etmiş­ti. Bevan, bu düşünceye meydan okuyarak, Müttefiklerin orada "nüfuz edilemez bir zırh" bulacaklarını söyledi:

Avrupa'yı bu memleketteki üslerimizden istilâ etmek varken, aynı işi üç bin millik bir ikmal ve donatım hattının sonunda sek­sen millik bir suyu da aştıktan sonra yapmanın neden daha pra­tik olduğunu hükümet erkânı ve askerî mütehassıslar hâlâ söy­lemiyor. Sonbahar ve kışın İngiliz ve Amerikan ordularını İtal­ya'ya gönderen stratejik düşüncenin ne olduğunu bütün millet bilmek istiyor. Bu bir saçmalık. “Mihver devletlerinin yumuşak karnı" orası mıydı? Halbuki biz onun belkemiğinde tırmanıyo­ruz.... Gerçekten, şayet Kamara teşhisi mazur görürse, Müttefik Orduları Yüksek Kumandanlığının, Kalyan yarımadasına, tıpkı ihtiyar bir damadın genç gelinine yaklaşışı gibi yaklaştığını söy- liyeceğim—cazibesine kapılarak, tembelcesine ve endişe içinde,

Bevan hücumlarına ara vermedi: "Muhafazakarların karşısında ihtilali bir Avrupa var, ve bu Avrupa'nın gö­rüntüsü de onları dehşete düşürüyor.” Churchill'in politi­kasına ses çıkarmadan boyun eğen Sosyalistler de Bevan' ın oklarından nasiplerini alıyorlardı: ''Partimizin birliği şimdiki birlik olamaz. Şimdiki birlik istikbale karşı girişil­miş sessiz bir fesat, gizli bir ittifaktır.”

Bevan, gerçekten hayret uyandırırcasına kahince söz­lerini 1943 yılının Ekiminde söyledi. Bu nutkunda Amerika ve Rusya arasında, harbi müteakip, bir "soğuk harp”in baş- lıyacağını gördü, ve her hangi bir diplomat veya politika­cının Müşterek Pazardan bahsetmesinden çok önce, İngil­tere'nin de yer alacağı bir Avrupa'nın, Rusya ve Amerika karşısında "üçüncü bir kuvvet" olarak ortaya çıkmasını istedi. İngiltere'nin harpten sonra üç büyükler arasında en zayıfı kalacağını gördü', ve bu, "vatanseverlik içgüdü­müzün kabul etmemize engel olmağa çalışacağına rağmen bir gerçektir," dedi. Bevan, Birleşik Amerika ve Sovyet Rusya arasında geçeceğini söylediği mücadeleden şu keli­melerle bahsetti:

Milletler arası münasebetlerin Moskova ile Washington arasın­da kutuplaşması bir dünya felâketi mahiyetinde olacak. Her iki ülkenin siyasi sistemleri, bu iki memleket arasındaki münasebet­leri samimi bir işbirliğinin gerçekleşmesine engel olacak şekilde sertleştirecek ve katılaştıracak. Bu ise, neticede, üçüncü bir dün­ya harbine yol açacaktır. Bu iki ülke arasındaki anlaşmazlık bü­tün devletleri, İngiltere de dahil, ikisinden birine dayanan peyk devletler haline getirecek.

Bevan, İngiltere'nin, Birleşik bir Avrupa teşkili yolunda liderlik etmesini istedi:

Fransa, Hollanda, Belçika, İtalya, İspanya, İskandinav ülkele­riyle aklı başında bir Almanya ve Avusturya ile ilerici bir İn­giltere’nin katılacağı bir organik Batı Avrupa milletleri konfede­rasyonu... barış ve refah içindeki bir Avrupa’nın temelini ata­cak yegâne hal çaresi görülüyor.

Bevan'ın yakın arkadaş ve "mürit”lerinden Michael Foot'- un Bevan’ın Biyografisi adlı iki ciltlik eserinin yayınlan­ması münasebetiyle, (Amerikan) Washington Post gazete­sinin Londra muhabiri Bernard D. Nossitter'in şu eleştiri­si yanlandı (International Herald Tribüne, 7 Haziran, 1974):

Acheson-Dulles'in 20 sene önceki dünyalarında, Aneurin Be- van Avrupa'nın baş iblislerinden biriydi. Amerikan Hariciye Vekâletinin müdafaasını yaptığı her şey onda tiksinti uyandırı­yordu. İngiliz İşçi partisinin sol kanat lideri Bevan, nükleer testlerin men edilmesi ve silâhlanma yarışının yavaşlatılması­nı, birleştirilmiş, nükleer silahlardan mahrum ve Doğu ve Batı kampları dışında bir Almanya'nın teşekkülünü istiyordu. Ame­rika, İngiltere ve Rusya arasındaki zirve toplantılarının bir dün­ya barışının gerçekleşmesi yolunda büyük adımlar olacağına inandı.

Dünyanın pek çok merkezlerinde Bevan'dan bir baş belâsı diye bahsolunuyordu.

Sovyetler Birliğinin menfaat ve rolünü göz önüne getirmek­sizin Orta Doğu'da devamlı bir barışın kurulamayacağına inan­dı. Harp sonrası yıllarında Fransızlar Çin-Hindi'nden ayrılmak istemedi, ve bu uğurda sarfettikleri beyhude gayretleri Anglo- Amerikalılar de destekledi. Bevan, Anglo-Amerikan siyasetine karşı cephe aldı. Kore harbi sırasında, Gen. MacArthur'un, harbi Çin'e götürmek istediğine ve bunun tehlikeli neticeler doğuracağına inandı. Bevan'ın fikrince, Pekin'i yalnız bırakmak hata idi, Komünist Çin Birleşmiş milletlere alınmalıydı.

Bevan, özel olarak, Amerikan dış politikasının miyop ve kı­sırcasına anti-Komünist olduğuna inanıyordu. Bundan böyle, İngiliz İşçi partisinin bu solcu lideri Londra ve Washington resmî çevrelerinde şiddetle takbih edildi.

Her şeyin siyah ve beyaz olarak görüldüğü o yılların dünya­sında İngiltere'nin, diğer nükleer devletlerin hareket tarzları ne olursa olsun, tek taraflı olarak nükleer silâhlardan arınma­sını istiyen basit fikirli kampanyaya katılmaması, Bevan aleyh­tarlarının, onun hakkındaki fikirlerini değiştirmesine yardım etmedi. (Bevan'ın fikrince İngiltere'nin tek başına nükleer si­lahlardan vazgeçmesi milletler arası anlaşma ihtimalini arttır- mıyacak, azaltacaktı.) Aynı şekilde, Bevan’ın Sovyetler Birli­ğinde hürriyetin kısıtlanmasını sık sık tenkit edişi de pek dik­kati çekmedi. (Bevan, teknik gelişmenin gerçekleri karşısında, halkına daha yüksek bir geçim seviyesi verebilmek için, Sovyet liderlerinin ülke dahilindeki baskılarını kaldıracaklarına safça inandı.) Tito'ya ve Yugoslavya'ya derin hayranlık besliyordu, fakat Yugoslavya'daki muhalefetin sindirilmesini ve susturul­masını tenkit etti. Bütün bunlara rağmen, Washington resmî çevrelerince, Bevan tehlikeli bir Kızıl yoldaştı. Buna da pek şaşmamak gerek, çünkü İşçi partisi lideri Hugh Gaitskell de aynı kanaatleri paylaşıyordu.

Tabiatiyle günümüzün adesesiyle bakıldığında, Bevan, daha az şeytani görünüyor. Gerçekte, onun dış siyasetinin pek çok kısmı Nixon tarafından tatbik edildi. Belli başlı tek istisna Al­manya. Acheson-Dulles siyasetinin hedefi, Sovyet tehlikesine, birleşmiş ve silahlanmış bir Almanya ile cevap vermekti. Hâdi­selerin akışı buna imkân vermedi. Bugün bile, silâhlanmış bir Batı Almanya'nın, silâhlı bir Rusya ile Doğu Almanya'da kar­şı karşıya bulunacağı yerde, her iki Almanya biribirine rakip blokların dışında kalmış olsaydı, Washington ve Moskova ara­sındaki yumuşamanın daha çabuk ve daha sağlam temeller üze­rinde gelişip gelişmeyeceği hususunda kati bir şey söylenemez.

Fakat Welsh'li bir kömür madeni işçisi Bevan, yıkılamayacak âbidesini dahili sahada kurdu. Harp sonrası Atlee hükümetinin ilk sağlık vekili olarak, Bevan, İngiliz doktorlarını mağlûp etti ve Milli Sağlık Hizmetini kurdu. Bu. gerçekten model bir sis­temdi; ödeyebilecek durumda olsun veya olmasın, yüksek sevi­yede bir sıhhi hizmet her vatandaş için açık oluyordu. Milli Sağlık Hizmeti İngiltere'deki her hangi bir sosyal enstitü gibi devamlı oldu. Artık ne Muhafazakârlar ne de doktorlar bu sis­temde temelli bir değişiklik yapmayı arzu ediyorlar.

Bevan, son derece yanlış anlaşılmış diğer fevkalâde İngiliz politikacısı Enoch Powell gibi, mizac ve tabiatı bakımından belki de idareci değildi. Bevan savaşı, muhalefeti, ve bir çokla­rının âkıl zannettikleri insanlardaki riyakârlığı ortaya çıkaran öldürücü nükte ve cümleleri sevdi. Böylece, takma diş ve göz­lük alacakların bir miktar ücret ödemelerini âmir bir kanun teklifi Parlamentoya getirilince Atlee hükümetinden istifa et­ti. İşçi partisinin, Muhafazakâr hükümetin silahlanma bütçe­sini tasdik etmesi üzerine, “gölge kabinesi"nden de çekildi. Ar­tık kendi partisine karşı da cephe almaktan çekinmedi. Etrafı­na topladığı küçük bir grup ile kendi partisine gösterdiği “sa­dakatsizlik” yüzünden az kalsın İşçi partisinden kovulacaktı.

Bevan'ın fikrince, demokratik sosyalizme giden yol büyük sanayi kollarının devletleştirilmesinden geçiyordu. Devletleş­tirilmiş kömür, demiryolu ve çelik sanayiinin ne demokratik ne de sosyalist olabildiklerinin, bilâkis bürokratik gayri-şahsi- liğin âbideleri olduklarının delilleri meydanda iken, onun yo­lunda giden sosyalistler hfilâ tam bir devletleştirme politikası­nın uygulanmasını istiyorlar. Bevan’dan sonraki Bevancıların ilk başkanı Harold Wilson'un izhar ettiği şüphelere rağmen, İş­çi partisinin program manifestoları hâlâ sanayiin devletleştiril­mesi üzerinde duruyor.

Bu noktalar göz önünde tutularak ele alındığı takdirde, Be­van’ın biyografisi için, Bevan’ın ruhî vârisi Michael Foot’dan daha iyi teçh^gililjniş bir kimsenin bulunamayacağı meydana çıkar. Ehil^JÖÖTypzaı^^bir^ Parlamento adamı ve işçilere candan bağlı bu .. orta Sımf "'.gntpllektüeli Foot, Bevan’ın 25 yıl samimi dostuydu. Bevap’ın. görüşlerini yapmak için nüfuzlu haftalık Tribun<; gazetesinin- editörlüğünü yaptı. Onun ölümünden son­ra da ,*3evan’m seçim; bölge.'Sİ Ebbw Vale’den millet vekili se­çildi ve bugüne '.kadar '.(ia sahdalyesini muhafaza etti.

Foot'ıh;ı bu ” ceşîm, biyografisinin ikinci cildi maalesef başarı­lı değildi^; Hayattan zşj&k/alan canlı ve gürültücü Bevan (bel­ki tek taraflı^a^ peşinde koşanların romantik hülya­larına muhalefetı'dışında) hiç bir zaman hata işlemeyen ve her zaman kötülük düşünenlerin peşinde giden bir mukavva şekil gibi gösteriliyor.

Foot bu görevi yüklenecek adam değildi. Foot, kendisinin Bevan’a bir kahramana gösterilecek şekilde taparcasına sevgi ve hayranlık beslediğini yazıyor. Bu vasıflar ise, bir hagiogra- fi [evliyaların hayat hikâyeleri] için geçerli olabilir, biyogra­fi için değil.

Kanaatımca, eseri sınırlayıcı bir mahzur daha var. Foot Par­lamentoyu çın çın öttüren eski-usul, şaheser bir hatip. Bu dra­matiklere başvuran pek çok hatip gibi, o, bu şekilde hitabet tarzının insanları harekete getirdiğine, hükümetler ve hâdise­lerin yollarını tayin ettiğine inanıyor. Fakat demokratik Av­rupa'nın teşriî meclislerinde olduğu gibi, İngiltere Parlamento­sunun da nüfuzu azalıyor. Kudreti elinde tutanlar, icraî gruba mensup olanlar, başvekil, bir kaç kilit vekillik ve onların iti­barî olarak kontrol ettikleri bürokratlardır. Bevan’ın büyük ba­şarısı, millî sağlık hizmeti, onun hitabeti sayesinde gerçekleş­medi. Bu, meseleyi bütün teferruatıyle ele alan, özel propagan­da grupları hazırlayan, taktik manevralara başvuran ve halkı kurnazcasına kendi tarafına çeken başarılı idarecilerin maha­retleri sayesinde mümkün oldu.

Foot, Wilson'un 1960’lardaki hükümetinde vazife almayı red­detmişti. Maamafih, bu sefer kendisini kabineye girmeye ikna etti ve ona İstihdam Vekilliğini verdi. Şimdi onun vazifesi, iş­çi sendikalarını, işçi ücretlerini muayyen bir seviyede tutmaya yanaşmalarına ikna etmek. Böyle bir teklif, Foot'tan değil de başka birinden gelmiş olsaydı, sendikaların reddetmesi çok da­ha muhtemeldi. Foot bu görevinde muvaffak olursa, bu, Par­lamento tartışmalarında kendisine puan getiren mahareti sa­yesinde değil, Bevan'ın doktorları parçalayıp mağlûp ettiği tak­tiklerle olacaktır. Bevan'ın son 15 yılını Foot'un kitabından okuduktan sonra, onun fazlasıyle hayranlık duyduğu bir ada­mın öğrettiği dersi iyice anlayıp anlamadığı açıkça belli olmu­yor.

Bevan ve Churchill arasındaki nükteli ve hicivli söz düellosu harpten sonra da devam etti. Churchill, 1945 yı­lındaki bir konuşmasında Bevan’dan şu sözlerle bahsetti:

"Harp yıllarında başımızda nasıl sefil bir baş belası idiyse, barış yıllarında da büyük bir dert olmakta devam edecektir."

İşçi Hükümetinin Sağlık Vekili Bevan için de şunları söyledi: "Maamaiih, gerçekten şairane bir adalet gözleri­miz önünde yerini buluyor: harp yıllarının en belalı ağzı, barış yıllarının en hayret verici başarısızlığı oldu.”

Başvekil Chruchill, Bevan hakkındaki en nükteli Cve ha- karetli) sözlerinden birini Parlamentoda, Komünist Çin'in tanınmasıyle ilgili konuşması sırasında yaptı (1 Temmuz, 1952):

"Hem oradaki büyük menfaatlerimiz hem de dünya sul- hünün icabı olarak diplomatik münasebetler tesisinin ye­rinde olacağına kanaat getirdim. Fakat, takdir edersiniz ki, bir kimseyi tanımak onu sevmemizi gerektirmez. Nite­kim, hepimiz, Ebbw Vale'i temsil eden [Bevan] muhterem centilmeni tanıyoruz."

Bevan, ölümüne kadar C7 Temmuz, 1960), inanmadıkla­rına, beğenmediklerine, nükte ile, hakaretli kelimelerle hü­cumu elden bırakmadı. Onun sözleri 23 Nisan, 1953 te ol­duğu gibi, yırtıcı da olabilirdi:

"Maarif Vekili Muhterem Hanımefendi İMiss Florence Horsboughl neye sırıtıyor anlamıyorum. Muhterem arka­daşlarımdan biri, bana, o suratın bugün öğle üzeri bin ta­lebenin bursunu geri aldığını söyledi."

Bevan, hazan son derece ^Münç şeyler de söyleyebiliyor­du. Felâketle neticelenen Süveyş harekâtı sırasında C 1957), Hariciye Vekili Selwyn Lloyd'a sualler sorarken, Başveki­lin CAnthony Eden) Kamaraya girmekte olduğunu gö^rün- ce şunları söyliyerek Hariciye Vekiline sual sormak^m vazgeçti: "Piyanoyu öğüten insanı suale çekmek varken maymunu niye karşıma alayım?"

Bununla beraber, kendisine "vatan haini” diyenlere rağ­men, inanmadıklarına karşı sesini çıkarmaktan zerrece çekinmeyen Bevan'ın bu tutumu, nükteleri ve muhalifle­rini açıktan açığa tahkir edişi, kendisine, İngiltere tarihin­deki yerini verdi.


 



[*] “Cocney" tabir edilen insanlar Londra'nın doğu kesimlerinde ya­şarlar, kendilerine mahsus telaffuz ve lehçeleri vardır. Bevan, ko­nuşmasında, Morrison'un Cocney'liğine de temas ediyordu.

•“Paranoya” bir kimsenin, diğerleri tarafından dövülmek veya öl­dürülmek üzere mütemadiyen takip edildiğine inanması halidir. “Paranoik" insan ruh hastasıdır.

[†]Lazare Nicalas Marguerite Carnot, 1753-1823, Fransız ihtilâlcisi. "Büyük Carnot” da çağınlır. Mesleği askeri mühendis olan Carnot, Fransız İhtilalinin askeri dehasıydı. Askeri bilgisinden dolayı her yerde ve her zaman aranan bir adam oldu. Robespierre'nin düşü­şünden sonra Terör rejimi suçlularının muhakemesinden kendini kurtardı, ve Directory’nin bir üyesi oldu. Fakat 1797 deki hükü­met darbesi neticesinde yurt dışına kaçtı. İki yıl sonra, 1799 da Fransa’ya döndü ve 1899 de Savunma vekilliğine getirildi ve Na- poleon tarafından Yüksek Mahkemeye üye seçildi. Müteakip bir kaç sene içinde matematik ve askeri müdafaa üzerine kitaplar yazdı; 1814 te tekrar orduya döndü ve Antwerp'in müdafaa eden kuvvetlerin başına getirildi. Yüz Günlük Rejim'de Dahiliye veki­liydi. Restorasyon'dan sonra yurt dışına sürüldü ve Magdeburg'da öldü.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar