Print Friendly and PDF

[FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] YÜZ DOKUZUNCU KISMI

Bunlarada Bakarsınız

 


Rahman ve Rahim Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla

YÜZ ALTMIŞ SEKİZİNCİ BÖLÜM

Edep Makamı ve Sırlarının Bilinmesi

Edepli insan hikmet ehlidir

Edep bütün iyiliklerin ve vesilelerinin toplamı .

O’nun niteliklerini yaratıklarında görürsen Her birinin sende bir yeri vardır

Onlardan uzaklaşma, sen onun ehlisin Hakk dilediğini verir ve engeller

Allah Teâlâ ehlinin edeplileri hepsinin hayırlılarıdır Bu nedenle onları görürsün

Fayda ve zarar verirken

Tıpkı nazik insanın onlarm yaptığını iyi görmesi gibi Kendisi ise yaptığını nahoş bulur

Allah Teâlâ sana yardım etsin, bilmesin ki, Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Her ne­redeyseniz, O sizinle beraberdir.’133 Edepli insan, genişliği nedeniyle, es­nektir. O, bulunduğu her makamda o makama göre bulunurken (karşı­laştığı) her hal, huy ve amaç karşısmda da o hal, huy ve amaca göre davranır. Edepli insan, bütün güzel huyları kendinde toplayan, bunun yanı sıra onların kötülerini de bilip onlarla nitelenmeyen kişidir. Aksine o, iyisiyle kötüsüyle bütün bilgi mertebelerini bilir. Çünkü bir şeyi bil­mek, bütün akıllılar nezdinde, onu bilmemekten üstündür. Edep, hayır­ların toplamıdır.

Bu yönüyle edep, Allah Teâlâ ehlinin terimlerinde dört kısma ayrılır: Bi­rinci kısım, şeriat edebidir. Bu kısım Allah Teâlâ’nın öğretimini vahiy ve ilham ile üstlendiği kısımdır. Peygamber’i Muhmamed’i bu edebe göre edeplendirdiği gibi Peygamber’i de bizi ona göre edeplendirdi. Onlar, hem edepli hem de edep öğretenlerdir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Beni Allah Teâlâ edeplendirdi, ne güzel edeplendirdi!’

ikinci kısım, hizmet edebidir. Bu terim, hükümdarlara hizmet fii­linden türetilmiştir. Allah Teâlâ ehlinin hükümdarı Allah Teâlâ’dır. O, bize kendisi­ne hizmette nasıl edepli olunacağını belirlemiştir. Bu, yaratıklarına dav­ranıştan farklı olarak, kendine özgü işlerde Allah Teâlâ’ya karşı davranıştır. Öy­leyse bu edep, şeriat edebi içinde özel bir kısmı temsil eder. Çünkü şeri­at, Allah Teâlâ’ya ve yaratıklara ait haklarla ilgilidir.

Üçüncü kısım, hakkın edebidir (gerçek). Bu ise kendisine uyanlar­da hakka karşı edeptir. Hakk her kimde ortaya çıkar ve kim ona göre hüküm verirse, ona karşı bu edep gösterilir. Sen de ona döner, onu ka­bul eder ve hakkı reddetmezsin. Kibrin seni ona karşı yönlendirmez. Gerçek ve Hakk, yaş veya değer bakımından senden daha küçükte ortaya çıkabilir. Ya da karşısında saygılı davrandığın bir bunaktan da ortaya çıkabilir. Sen de gerçeği ondan alır ve bu konuda sana yaptığı iyiliği iti­raf etmen gerekir. Edep ile nitelenmek budur. Ömrümde bu huyla tam olarak özdeşleşen tek bir efendi gördüm. Ebu Abdullah b. Cübeyr adlı bu zat ile Sebte şehrinde karşılaşmıştım. O kendini saklayan biriydi. ‘Hakk edebi’, şeriat adabının bir parçasıdır, çünkü şeriat edebi, diğer kı­sımların anasıdır.      .

Dördüncü kısım ise hakikat edebidir. Bu, fani olmak ve bütün bunları Allah Teâlâ’ya irca ederek, ‘edebi terk’ demektir. Daha sonra gelecek makamlar bahsinde konu ele alınacaktır. Bu kısım, ihsan sınıfları içinde ‘vehb’ gibidir. Vehb, başka bir sebep olmaksızın, sadece nimetlendirmek için vermek demektir. Aynı şekilde, bir toplantı için verilen ziyafe­tin tek sebebi -akika veya sünnet veya düğün yemeği gibi sınırlayıcı bir neden olmaksızınsadece yemek daveti olabilir. Böyle iyilikleri kendin­de toplayan kimsenin de (dikkate aldığı veya kendini zorlayan) başka bir nedeni yoktur. Aksine edebi toplamak, özü gereği, iyiliğin ta kendi­sidir. Edepli kişi budur.

Edebin bir hali ve makamı vardır. Burası makamının öğrenileceği bölümdür. Edebin makamı, sürekli olarak onun için sabit şeydir. Bu ise, sadece Hakk karşısında edeple ilgilidir. Çünkü dünya ve ahirette sü­rekliliği olan sadece Allah Teâlâ’dır. Bu edebe ise, Melamiler içinden fütüvvet ehli ulaşabilir. Onlar, edepte bütün yolları takip etmiş, sırlarını ortaya çıkartmış, yararlarını elde etmiş kimselerdir. ‘Allah Teâlâ gökleri ve yeri...’134 Kastedilen, bütün ulvi âlem ile süflî âlemdir. Gök düzgünlük (salah, iyi­lik) âlemiyken yeryüzü bozgunculuk âlemidir. Bu nedenle elbiseleri, yaprakları ve bitkileri bozduğu için (güve anlamındaki) ‘arza’ bu kökten türetilmiştir. ‘Bunların aralarındaki Hakk ile yarattı...’135 Yani âlimden kay­naklanan bir Hakk. Burada ‘Hakk’, ‘yaratmada vasıta olan haktır.’ Söz ko­nusu âlim, karşısında edep göstereceğimiz kimsedir, çünkü O, âlemin varlık sebebidir. Allah Teâlâ kıyamet günü kullan arasında ve kulları içinde o Hakk ile hüküm verecektir. Şeriatları onunla indirir. Bu bağlamda Peygamber’i Davud’a şöyle demiştir: ‘Seni yeryüzünde halife yapacağız, in­sanlar arasında Hakk ile hüküm ver ve arzuna uyma.’'36

Hakk vasıtasıyla yaratılmış olsa bile, kastedilen gök, yer ve bunların arasındakiler ya da yeryüzünün ta kendisidir. Öyleyse edebin makamı, hakka göre davranmak ve hakkın nezdinde durmaktır. Buradan hare­ketle, şöyle bir hükümde bulunmaktan sakınmalısın: Burada kastedilen Hakk (gerçek), doğru söz karşısında söylenen ‘doğru’ ile bir değildir. Ak­sine burada kastedilen Hakk, doğru üzerinde hüküm sahibi olduğu gibi yalan hakkında da iyi ve kötü diye hüküm verir. Hakk, bir yerde doğru­yu överken bir yerde onu kınar ve yasaklar. Bu kez onun zıddı olan ya­lanı över, teşvik eder, onu yerine getirmeyi zorunlu kılar. Başka bir yerde ise, yalanı yasaklar, doğruyu emreder ve över. İşte bu, her yerde sahibine fayda veren edep makamıdır. Sen de onu takip et, onun nere­lerde söyleneceğini araştır. Şeriadarda ve sadece kendisine uyulan pey­gamberin davranışlarındaki kanıdarını araştır, yoksa kendisine özgü yerleri değil! Çünkü böyle bir şey, Hakk karşısında edep değildir.

Hizmet edebinin makamı ise, her kim olursa olsun, hizmet edile­nin zatına -bilhassa onun kendisi bakımındanhak ettiği şeyi vermektir. Bu anlamda edep, onun zatı gereği talep ettiği şeyin sınırında durmak­tır. Onu emretmezden veya istemezden önce edebi yerine getirirsin. Böylece onda ‘istemenin horluğu’ gözükmez. Çünkü senden daha bü­yük biri senden bir şey isterse, istenilen şeyin yararı sana dönse bile, o şeyi yapmanı istemesi bakımından sana muhtaçlığını göstermiş olur. Fakat istemek, bu horluğu gerektirir. Hizmet edebinin makamı, sürekli senin müşahede ettiğin şey karşısında bilinçli olmandır. Bu sayede za­man veya mekân veya halin gereğine göre zatının Hakk ettiği şeyi gözler, -istenmeden ya da bilincinden başka bir uyarı olmaksızıno edebi yeri­ne getirirsin. İşte hizmet edebi makamı bu demektir.

Şeriat edebi makamı, özellikle onun emrini yerine getirmektir. Yoksa -bunu emretmediği sürecezatının gerektirdiği edebi (çünkü bu hizmet edebidir) yerine getirmek değildir. Zatının gerektirdiği edebi yerine getirmeni emreder ve sen de onu yerine getirirsen, bu davranış, bunu emretmiş olması bakımından yapıldığı için (şeriat edebi sayılır). Allah Teâlâ şöyle der: ‘Peygamber size neyi verirse onu alın, neyi yasaklarsa on­dan uzak durun.’'37 Başka bir ayette ise ‘Ey iman edenler! Allah Teâlâ’ya, Peygam­berine ve sizden olan yetki sahiplerine itaat edin’'38 denilir. Bir emirden kaynaklanan her hizmet, -hizmet edebinin değilşeriat edebinin parça­sıdır.

Hakikat edebini ise -Allah Teâlâ izin verirsedaha sonra zikredeceğiz. Şe­riat edebinin bir yönü, şeriatın hükümlerini benimsemek, kuralları ve sınırlarında durmaktır. Bunun yanı sıra, sadece hizmet etmek ve kendi­leriyle ilgilenmek üzere bu davranışlarla nitelenmektir. Yoksa nefsi amel olmaksızınşeriat hükümlerinin bilgisiyle süslemek edep değildir. Hizmet edebinin bir yönü de, hizmet edilenden ortaya çıkan neticelerin seni meşgul etmemesi ve senin edebinde etkin olmamasıdır. Örnek ola­rak, hizmet edilenden kabul, umut ve beklenti gibi durumları verebili­riz. Böyle şeyler seni meşgul ederse, sen sadece kendine ve maksadına hizmet etmiş sayılırsın. Hakk edebinin bir yönü, eşya hakkındaki bilgi­nin Allah Teâlâ’nın eşya hakkındaki bilgisini aşmaması demektir ki, bu, muva­fakat demektir. Bilgin bundan başkasını verse bile, özellikle Hakkın ya­ratıklara izafe ettiği amellerde olmak üzere, böyle davranman gerekir. Bu durumda sen de onları Allah Teâlâ kime izafe etmişse ona izafe etmeli,

O’nun bilgisi karşısında bilgini terk etmelisin. Çünkü Allah Teâlâ Alîm; sen âlimsin. Allah Teâlâ, verdiği haberde doğru sözlüdür. Allah Teâlâ birine bir şeyi izafe ederse, bu izafe ona yapılmalıdır. Öyleyse ‘Allah Teâlâ’dan başka fail yok­tur’ diye bir delile sahipsin diye, kendi bilgini O’nun bilgisine tercih etme! Böyle bir davranış, edep sayılmaz. (Hakkın sözüne) uyan ise, bü­tün tecelli ve müşahedelerin sahibidir ki, bunu bilmen gerekir.

YÜZ ALTMIŞ DOKUZUNCU BÖLÜM

Edebin Terki Makamı ve Sırlarının Bilinmesi

Bütün işleri Allah Teâlâ’ya izafe et

Bunu yapınca, edepli denilmez

Halil İbrahim hastalığı kendine bağladı

Allah Teâlâ ise ona şifa verdi, hasta eden O’dur

Musa’nın üstadı da (Hızır) böyle yaptı ya!

Gemiyi yarıp duvarı onardığında (kötü olanı kendisine bağladı)

Kul işlere (Hakk ile değil) kendisiyle bakarsa

Bazen hata eder bazen tutturur

Sen işlere Rabbin ile bak! Çünkü O onlardadır

Bazen huzur halinde olursun, bazen gaib

Allah Teâlâ emrederek şöyle der: ‘De ki, hepsi Allah Teâlâ nezdindendir. Ne oluyor bu kavme ki, sözü hiç de anlamıyorlar:139 Bu ayet, onları kınamak­tadır. Yani güzeli güzelleştiren ve çirkini çirkinleştiren Allah Teâlâ’dır. Allah Teâlâ haber vererek şöyle der: ‘Onlara ve şunlara Rabbinin ihsanından ik­ram ederiz:140 Burada ise, kmananı ve övüleni zikretti. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ona günah ve takvasını ilham etti:141 Bu birinci, bâtındadır, çünkü o iradededir. Diğeri ise zâhirdedir, çünkü ancak gerçekleştikten sonra dikkate alınabilir. Edebi terk eden, farkında olmadığı yönden edeplidir, çünkü o, keşf ile hareket eder ve keşf onda hükümrandır. Yoksa o, per­delilerin kendisinde bulıındukları durumda değildir. Edebi terk eden, gerçekleşmezden önce kaderlerin cereyanında Allah Teâlâ’nın bilgisini müşa­hede eder. Bu kişiye mertebenin diliyle Hakk karşısında ‘edepsiz’ adı ve­rilir, çünkü o muhaliftir. Gerçekte bu davranış Hakk karşısında edebin zirvesidir. Fakat insanların çoğu bunun farkına varmaz.

Bu bağlamda edebi terk edenlerin bir kısmı, naz makamındadır. Örnek olarak, vaktinin efendisi Bağdadı Abdülkadir el-Cîlî’yi verebili­riz. Bir kısmının hali ise, ‘Onun duyması, görmesi oldum’ denilen hal­dir. Edep, başkayı dikkate almak demektir. Hâlbuki ‘başkaları’ yok eden bir makam vardır ve böylelikle edep kalkar. Çünkü artık karşısında olu­nacak kimse yoktur. Tasavvufun genelinin ve çoğunluğun seçkinlerinin diliyle, hakikat karşısında edebin terki, seçkinlerde ve genelde meşru ve gerçekleşmiş bir iştir. Edebin terki, yüce bir makamdır ve onun karşı­sında ancak Allah Teâlâ ehlinin erkelderi ve makam sahiplerinin büyükleri du­rabilir, hal sahipleri duramaz. Kur’an, bölümün başında zikrettiğimiz bazı ayetlerin dışında, bütün olarak bu makamda inmiştir. Bu makamda hayrete düşenler, iki adamdır: Birincisi onu keşf ederken diğeri müşa­hede eder. Öyleyse hakikat onu talep ederken vaz’ edilmiş Hakk da onu talep eder. Onlardan birisinin karşısında edep, diğeri karşısında edebin terkidir. Tercih makamına ulaştıysan, bu sana ait değildir.

(Allah Teâlâ ehli olan) Adamların bir kısmı, vaz’ edilmiş Hakkın edebini inancından ve bâtınından çıkartırken zahirinde de hakikat edebini terk eder. Böylece zâhir karşısında Hakk edebini yerine getirirken zâhirinde hakikat edebinden yoksundur. Çünkü onlar, kurtuluş ve muduluğun bunda olduğunu görmüşlerdir. İşin tersi, bedbahtlıktır. Böyle biri ko­vulur ve bunun tersi doğru değildir.

Bir grup şöyle der: Hakk -ki şeriat demektirkarşısında edep hakikat karşısında edeptir. Onu bir yerde terk eden kişi, orada da terk eder ve bunun yönünü bilmezler. Meşru Hakk, yasaldama hükmünü kendisi ne­deniyle verdiği emri açıklamış ve şöyle demiştir: ‘Gayretinden dolayı taşkınlıkları yasakladı.’ Yoksa onları haram olarak taşkınlık yapmadı. Bu mezhep, hikmet bahsine dâhildir. Muhalifin mezhebi ise hakikatin bir­liğine dâhildir.

Bu makamın adamları olduğu gibi karşıtının da adamları vardır. Kısaca bu, bir hayret konusudur ve saf bir halde onlara ait olmadığı gi­bi bütünüyle diğerlerine de ait. olamaz. Çünkü ilahi haberlerin çoğun­luğu, bu konuda aklî kanıdarla çelişir. Hangi hayret bu hayretten daha büyük olabilir ki? İşte bu, müteşabih demektir. Müteşabih hakkında kendilerine bilgi verilmeyenler onun hakkında şöyle demelidir: ‘Ona inandık, hepsi Rabbimizin katındandır. Ancak akıllılar düşünür.’142 Onlar kabuğunu değil, aklın özünü alanlardır. Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru­ya ulaştırır.

YÜZ YETMİŞİNCİ BÖLÜM

Arkadaşlık (Sohbet) Makamı ve Sırlarının Bilinmesi

Allah Teâlâ ile arkadaşlığa edep gerek Allah Teâlâ’nın arkadaşlığı sebeptedir

Oluşun bütün arkadaşlığı

Nispetlerin bulunduğu kimseye nispet edilir

Bunu bir kez öğrendin mi Dilersen talepte, tecil et

Sonra gördüğün herkes daima îlah’a eşlik eden bir zelildir Nesep bağı sahih iken

Arkadaşlık (sohbet, beraberlik), bir rivayette zikredildiği gibi, ilahi bir niteliktir. Hadiste ‘Sen yolculukta arkadaşsın’ denilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bunu yolculukta Allah Teâlâ için söylemişti. Devamında ise ‘Ailede halife­sin (vekil)’ der. Nitekim Allah Teâlâ Peygamber’ini de yeryüzünde halife yapmıştı. Buna karşı-insanlar da ailelerinden ayrılınca bu kez Allah Teâlâ’yı ge­ride ailelerine vekil ve halife olarak bırakmışlardır. Ayette bu husus dile getirilir: ‘Onu vekil edin.’143 Allah Teâlâ birine şöyle vahyetti: ‘Benden başka ve­kil edinmeyin."44 Arkadaşlık, başkalarının varlığını gerektirir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Üç kişi yoktur ki, dördüncüsü, beş kişi yoktur ki akıncısı O olmasın. Bundan daha az veya daha çok olduğunda, her nerede iseler Allah Teâlâ onlarla birliktedir"45 Beraberlik, en genel arkadaşlık iken dostluk özel sohbettir. Bu konu, Allah Teâlâ izin verirse, daha sonra gelecektir. Arkadaşlıkta bir açı­dan ilahi mertebede imkânsız olan bir yön bulunur ki bu, ya pek çok açıdan veya bütün açılardan (Hakk ile insan arasındaki) ilişki ve benzer­liktir. Arkadaşlığın terki makamı bölümünde geçtiği gibi, bir ilişki yok ise arkadaşlık da yoktur. Arkadaşlık zikredildiğine göre, bir açıdan kar­şılıklı ilişkinin onu talep etmesi gerekir. Çünkü bu bir ilahi bildirimdir: ‘Batıl önünden veya ardından ona giremez. O, aziz ve hakimin indirdiği­dir."46

Öyleyse (Hakk ile insan arasında) arkadaşlık, tanımda denklik şart alınmadığında olabilir. Denklik ortadan kaldırılınca, ilahi mertebede ar­kadaşlık mümkün olabilir. Öyleyse Allah Teâlâ, bulunduğumuz her halde bi­ze eşlik ederken biz sınırlarında dururken O’na eşlik ederiz. Biz, gerçek­te Allah Teâlâ’ya değil, O’nun hükümlerine eşlik ederiz. Allah Teâlâ bizimle birlik­teyken biz O’nunla birlikte değiliz. Allah Teâlâ bizi bilir, biz O’nu bilmeyiz. Bu nedenle ‘O bize eşlik eder’ denilirken ‘Biz O’na eşlik ederiz’ ifadesi gelmemiştir. Çünkü O, bizi O’nun için değil, bizim için korur. Bu ger­çek nedeniyle, biz O’nu kendisi için değil, kendi adımıza talep ederiz. Biz O’nu talep ederken kendimiz için talep ederiz: ‘Kesin kanıt Allah Teâlâ’ya aittir."47 Allah Teâlâ bizim adımıza yasa yaptığı şeyi şeriat yapmış ve şöyle bu­yurmuştur: ‘Kim iyi amel işlerse, kendisi için işlemiştir."411 Bu durum, ‘O’nu kendisi için değil, kendi adımıza isteriz’ sözümüzün anlamıdır. Başka bir ayette ise ‘Allah Teâlâ âlemlerden müstağnidir"49 buyrulur. Bu ise, O’nu -kendisi için değilkendimiz için istediğimizi pekiştirir. O’nun bi­zi -bizim için değilkendisi için talep etmesi ‘Cinleri ve insanları bana ibadet etsinler diye yarattım"50 ayetinde belirtilir. Öyleyse bu ifadeye göre Allah Teâlâ bizi -bizim için değilkendisi için var etti. Biz de O’nu bizi yarat­tığı sebebe göre, O’nun için değil kendimiz için talep ettik. Böylelikle ‘topuk topuğa karıştı."51 Öyleyse arkadaşlık ve sohbet, ancak büyüklerin riayet edebileceği önemli ve mühim bir iştir.

Arkadaşlığın hakkına riayet ve onun gereğini yerine getirmeyle ilgi­li bana ulaşan en güzel rivayet Haccac’dan aktarılan bir hadisedir.

Haçcac’ın boynunun vurulmasını emrettiği bir adam kendisine şöyle demiş: ‘Beni öldürmeden önce Emir’e söylemek istediğim bir şey var.’ Haccac ‘söyle’ deyince, adam şöyle demiş: ‘Ey Emir! Beni bırakmadan söyleyeceğimi söylemem. Ben bağlı iken, birlikte şu evi başından sonu­na kadar yürüyeceğiz. Bu konuda emir için bir sıkıntı olmadığı gibi hakkımdaki iradesini engelleyecek bir şey de yoktur. Böylece benim ih­tiyacımı karşılar.’ Bunun üzerine Haccac, yardımcısına dönerek ‘onu bana getirin’ der. Haccac, onunla birlikte yürümeye başlar ve ne söyle­yeceğini duymak ister. Evin son kısmına ulaştıktan sonra bulundukları yere dönerler. Adam şöyle der: ‘Soylu insan bir anlık arkadaşlığın hak­kına riayet eder. Emir bana arkadaşlık etmiş, ben de kendisine bu yürü­yüşte arkadaşlığa riayet ettim. Vali arkadaşlık hakkına riayete daha la­yıktır.’ Bunun üzerine Haccac, şöyle der: ‘Bırakın gitsin! Akıllı bir adam olarak bizi uyardı. Onu öldürürsem, çok üzülürüm.’ Sonra, ona mal ve hediyeler verilmesini emretmiş, onu yanında tutarak arkadaş edinmiştir. Bilmiyorum ki, adam onun yanında kalmış mı, kalmamış mı? İşte bu, sohbete vefa ve riayet hususunda duyduğum en güzel hikâ­yelerdendir. Haccac (kısa bir süre arkadaşlık ettiği) birine böyle dav­randığına göre, ‘Allah Teâlâ ile arkadaşlık’ adının verilmesini Hakk edecek şe­kilde bir nefesi bile ihlasla Allah Teâlâ’ya tahsis eden Allah Teâlâ’nın kulları karşısında, O’nun bu nefesin hakkını gözetmesi gerekir.

Allah Teâlâ ehlinin birbirleriyle ya da diğer insanlarla ya da insanların on­larla arkadaşlığına gelirsek, onlar, arkadaşın arkadaş üstündeki zorunlu hakla kendilerini sorumlu tutarlar. Bu Hakk, Allah Teâlâ’nın katında da bir Hakk ise, efendinin emrine uyarak ona vefa göstermek zorunludur ve bu vefa, Efendi’nin sınırlarında durmak demektir. Bu konuda bir emir yok ise ve kişi kendi iradesine bırakılırsa, arkadaşına karşı güzel ahlâkla davranma­yı tercih etmelidir. Güzel ahlâk, Allah Teâlâ’yı belirli bir farzda öfkelendirme­diği sürece, arkadaşı uğruna kendi amacını ve davranışını terktir. Allah Teâlâ ile arkadaşlık daha yerindedir. Aynı şey, arada benzer ve cins farklılığı bulunan şeylerde geçerlidir. Örnek olarak, insanın sahip olduğu hay­vanlara, ağaçlara ve sahip olmasa bile insanın beraber olduğu şeylere karşı davranışını verebiliriz. Söz gelişi suya muhtaçlığı nedeniyle kuru­yan bir ağaç görebilir insan. Bu esnada sahibi orada değildir ve ağaç ile arkadaşlığı olan insan onu sulama imkânına sahip olabilir. Bu arkadaş­lık, ağacm altında gölgelenmek ya da yorgunluktan dinlenmek amacıyla ağaca dayanmak veya kendisine ilişen bir meşguliyet nedeniyle bir süre ağacın yanında durmak tarzında bir arkadaşlık olabilir. Bütün bunlar, bir sohbettir. Kişi bu esnada suya sahip ise, arkadaşlığın hakkını gö­zetmek için -başka bir neden için değilağacın sulanmasını gerektirir. ‘Başka neden’ ise, ağacın sahibi (hakkındaki bir niyet) veya ağacın vere­ceği meyveyi arzulamak olabilir. Ağaç meyve verse de vermese de, sa­hipli de olsa, sahipsiz de olsa böyledir. Aynı şey, eziyet gören ve gör­meyen hayvanlar için geçerlidir. Kısaca sıkıntıyı gideren her işte bir üc­ret ve sevap vardır. Bu konuda Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den gelen hadisler riva­yet edilir. Örnek olarak, kötü yola düşmüş bir kadının köpeğe su ver­mesi karşılığında Allah Teâlâ’nın onu bağışlamasını verebiliriz. Başka bir örnek de Buhara valisidir. Vali zalim biriymiş. Allah Teâlâ ise onu, üç gün boyunca iyi davrandığı bir köpek nedeniyle bağışlamış. Sonra da kendisine şöyle hitap edilmiş: ‘Sen bir köpek idin, bir köpek nedeniyle bağışlandın.’

YÜZ YETMİŞ BİRİNCİ BÖLÜM

Arkadaşlığın Terki Makamının Bilinmesi

Arkadaşlığı terk eden kişiyi görür

Cahilin sınırladığı kimse                                                          J

Mahiyeti üzere Hakk ile olmak

Akıllı ve bilgilinin imkânsız saydığı bir iş

Her yerde âlemle beraberdir O Ne mekânı ne de taşıyanı var

Şu sözün hikmetine bakın!

Ey gafil! Ben varlıklarla beraberim

O zatıyla mı kendisini görenin hükmü altındadır Ya da niteliğiyle mi? Ey akıllı!

Allah Teâlâ sana yardım etsin, bilmelisin ki, sohbet ve arkadaşlık, benze­rin (var olmasını) gerektirir. Allah Teâlâ ise şöyle der: ‘O’nun benzeri bir şey yoktur:152 Aklın delili bu konuda hüküm verir. Dolayısıyla efendilik Allah Teâlâ’ya ait iken âlem kuldur. O halde söz konusu olan hizmettir, arkadaş­lık ve sohbet değil! Arkadaşlık bir yönden imkânsız sayılmışken başka bir yönden -zikrettiğimiz nedenlegeçerlidir. Öyleyse Hakk, yaratıkla­rından birine ancak Şâri’nin (Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem) ‘Sen yolculukta arkadaş­sın’ dediği anlamda arkadaş olabilir. Biz bu anlamda O’nu malı olan şeyde vekil ediniriz. Bunun yanı sıra O, belirttiği gibi, dilediğini yapan­dır. Hakk ise, senin iraden O’nun iradesine uygun olmadığı sürece, senin iradeni yerine getirmeyecektir. ‘Siz dilemezsiniz, Allah Teâlâ diler.’153 Siz diler­seniz, O bir fiil diledi demektir. Yoksa senin irade sahibi olduğun an­lamına gelmez. Arkadaş, iradesini arkadaşının iradesi uğruna terk eden kimsedir. Böyle bir şey Hakk adına imkânsızdır. Öyleyse Rabb’e ancak Rabliği eşlik edebilir (ve arkadaş olabilir). Fakat bu şart (kendi iradesini Hakkın iradesine uydurmak) geçerli olduğu için, âlem de O’na eşlik eder. Öyleyse âlemden Hakka eşlik eden kimse, iradesini, maksadını, sevgisini ve beğendiği şeyleri Efendisinin rızası uğruna terk eder. Kul bunu kerih görse bile, onun arkadaşlıktaki iddiası, buna uymaya ve kendisini bunu taşımaya zorlar. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de ancak kendi nebiliğiyle arkadaş olabilirdi. Bir nebi, arkadaşının iradesine göre, bir insanla arkadaşlık edemez. Peygamber, ancak kendisine vahyedilen şeye uyar ve ancak vahye göre davranır. Dolayısıyla peygamber arkadaşlık eder, fa­kat onunla arkadaşlık yapılamaz. Bu nedenle arkadaşlık, iki öznenin fiili değildir. Arkadaş da kendi mülküyle arkadaşlık eder. Böylelikle o da ar­kadaşlık yapar, fakat onunla arkadaşlık yapılmaz. Çünkü insanlar pey­gamber ile arkadaşlık ederken, kendi iradelerinin hükmüyle değil, pey­gamberin onlar adına belirlediği şeriata göre davranır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Hayır! Rabbine yemin olsun ki, aralarında çıkan ihtilaflarda seni hakem yapıp verdiğin hükümde içlerinde sıkıntı bulmadan ve sana bütünüyle teslim olmadan iman etmiş olmazlar.’154 Bu nedenle onlar Peygamber ile arka­daşlık yapmış iken Peygamber onlarla arkadaşlık etmemiştir, ilahi ka­vuşmanın ehli olan varisler de arkadaşlık yapar, fakat kendileriyle arka­daşlık yapılmaz. Çünkü onlar, tıpkı kendisinden dönmesinin mümkün olmadığı müçtehidin hükmünün onaylanması gibi, Allah Teâlâ’nın kendilerine ilham edeceği bilgilerle beraberdir. Mümin de hiçbir zaman mümin ile arkadaşlık edemez. Çünkü arkadaşlığın gereği olan kayıtsız bir şekilde arkadaşlığın gereğini yerine getirmek, mümkün değildir. Mümin, şeria­tın hükmünün altındadır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Muhammed’in kı­zı Fatma bile hırsızlık yapsaydı, onun da elini keserdim. ‘ Hükme konu olan kişinin herhangi birinin arkadaşı olması mümkün değildir. Tıpkı bir köle gibi, onun Efendisinden başkasıyla arkadaşlığı mümkün değil­dir. Çünkü o, kendi hükmüyle hareket etmez, efendisinin amaçlarına uyar. Hatta o, efendisinin hükmüne bağlıdır. O halde arkadaşlık, tek ta­raftan olabilir. Bu ise, işin en azıdır. Kuşkusuz dikkatini çektik. Bunu öğren ve onun sınırında dur ki, senin arkadaş ya da arkadaşlık edilen olduğunu öğren. Buna göre davran! Kâmil insan, sürekli arkadaştır.

YÜZ YETMİŞ İKİNCİ BÖLÜM

Tevhit Makamının Bilinmesi

Kalpte bir suret dikilmiş Ne ruhu var ne bedeni

İnana da ona yazılmış Bütünü beden olan bir mürekkeple

Bir benzeri olmayan Bir Güzelliğiyle yapayalnız

Mertebesi varlıkların kaynağı Çifti de yok sayısı da

Varlık O’nunla var O’na inanmamız emredildi

Ben: O’na muhtaç bir kul O: ihsan sahibi, muhtaç olmayan

Var oluş hikmetinden hayrete düşün

Rahman ne güzel var etti

Hikmet bir hükmü içerir ki

Haset ettiklerinde kasetçiler ona ulaşır

Ezele doğru giden bir ebedilik

Ebedin yardım ettiği bir ezel

Bir ecele doğru yürüyen

Görecektir, bir eceli yok onun

Tevhit de böyle! Dikkat ediniz!

Birdir, mutlak birliğin bir’i içinde

Bilmelisin ki, tevhit, insanm -ya da öğreneninnefsinde onu var eden Allah Teâlâ’nın birliği ve ilahlığında ortağı bulunmadığı hususunda bir bilginin gerçekleşmesi için gayrettir. Birlik (vahdet) Hakkın niteliği iken bundan türetilmiş isim ise el-Ahad ve el-Vâhid’dir. Bir olmak ise (vahdaniyet), sadece kendisinde bulunmakla anlaşılması anlamıyla, bir­liğin Bir’de bulunmasıdır.

Birlik bir nispet (bağ) olsa bile, tenzih nispetidir. İşte bu, tıpkı tef­rit ve tecrit gibi, tevhidin anlamıdır. Başka bir ifadeyle o, kendisiyle ni­telenen ile ilişkilendirildiğinde onunla nitelenenin ‘ferd (tek)’ veya mün­ferit veya müteferrit diye isimlendirildiği bir olmayı (infırad) elde et­mek için çalışmaktadır. Öyleyse tevhit, birleyene ait bir fiil nispetidir. Bu nispet, kendisini bilende Allah Teâlâ’nın bir olduğu bilgisini gerçekleştirir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Yerde ve gökte Allah Teâlâ’dan başka ilahlar olsaydı, o ikisi bozulurdu.,ıss Yer ve gök bozulmadığına göre -ki bu âlemin varlığı ve sürek­liliğidir-, bu durum, şunu gösterir: Alemin yaratıcısı ‘bir’ olmasaydı, âlem var olmazdı. Hakkın âlemdeki mutlak birliğinin delili budur ve akim deliline de uymuştur. Bundan daha kesin bir delil bulunsaydı, Hakk ona döner ve onu getirirdi. Biz ise, onu bilemez ve hangi açıdan delil olduğunu anlayamazdık. Bu bağlamda bir grup, Allah Teâlâ’ya (ve birli­ğine) delil getirmek için başka bir yol takip ederek bu kanıdama tarzını zedelemişlerdir. Böylelikle Hakkın kendi birliğine delil yaptığı şeyi bil­memek ile saygısızlığı birleştirmişlerdir. Bilgisizlikleri ayette Allah Teâlâ’nın birliğini gösteren delilin bağlamını anlamamış olmalarıdır. Böylelikle de bu delili zayıflatmışlardır. Saygısızlıkları ise, (delile) zarar veren şeyleri delile sokarak itiraz etmiş olmalarıdır. Böylelikle kendi teorik düşünce­lerini Allah Teâlâ’yı birlemede Hakkın birliğine gösterdiği delilden daha tam delil saymışlardır. Bu görüşe varanlar ise, bu konuda teorik güçleriyle hareket eden sonraki kelamcılardır. Ebu Hamid, İmâmu’l-Haremeyn, Ebu İshak İsferayînî, Şeyh Ebu Hasen gibi önceki kelamcılar ise (ayette serd edilen) bu delilin dışına çıkmamış, onu tam açıklamak için çalış­mış, Allah Teâlâ karşısında saygıdan ve bu delilin bağlamını bildiklerinden onun doğruluğunu açıklamışlardır.

Bilmelisin ki ‘ilah’ olması yönünden Allah Teâlâ’nın birliği hakkında ko­nuşmak, O’nun varlığını ispatın bir yönüdür. Burası tevhit bahsi oldu­ğuna göre O’nun varlığını ispata ihtiyacımız yoktur. Çünkü Allah Teâlâ’nın varlığı, O’nun birliği hakkında bizimle tartışan kimseye göre sabittir. Varlığını kanıtlamak ise, akim zorunlu deliliyle yapılır. Çünkü mümkün adına iki durumdan birisini tercih edecek biri bulunmalıdır. Allah Teâlâ’nın birliğini (kanıtlamak için) iki yolumuz vardır: Birincisi, ortak koşana şöyle dememizdir: Mümkün için (varlığını yokluğuna) tahsis eden biri­nin varlığında hemfikiriz. Bu tercih edenin varlığı sabittir ve en az bir olmalıdır. Bir’e ilave eden kişi, bunu kanıtlamalıdır. Allah Teâlâ’ya ortak koş­tuğun ilavenin varlığına delil getirmen gerekir. Hasmın bu ortağı ispat yükümlülüğüne girdiğini varsayalım, ikinci yöntem ise şu ayettir: ‘Yer­de ve gökte ilahlar bulunsaydı, o ikisi bozulurdu.’156 Bu, birinci öncüldür. Diğer öncül ise, gök ve yerin, yani Allah Teâlâ’nın dışındaki her şeyin bozul­mamış olmasıdır ki bu da ikinci öncüldür. Bunları birleştiren ise -ki o rabıtadırbozulmadır. Buradan, tahsis edenin birliğini çıkarttık ki, amacımız da oydu.

Böyle diyoruz, çünkü bir’e ilave bir ilah daha olsaydı, bu ilave var­lık ile birlikte bir, ya aynı iradeye sahip olacak veya iradeleri farklılaşa­caktı. İradeleri bir olsa bile, bir görüş ayrılığı gerçekleşip hangisinin iradesinin gerçekleşeceğini bekleyeceğimizi varsaymak imkânsız değil­dir. İki ilahın iradeleri, gerçekte veya varsayımsal olarak farklı ise, bu durumda ya mümkünde her ikisinin iradesi gerçekleşecektir. Hâlbuki, mümkün iki zıddı kabul etmeyeceği için böyle bir şey imkânsızdır. Ya da, her ikisinin iradesi de mümküne işlememiştir veya birisinin iradesi işlemiş diğeri işlememiştir. O ikisinden (birinin) iradesi mümküne etki etmişse, diğeri ilah değildir. Hâlbuki (mümkün adına) tercih gerçekleş­tiğine göre birinin iradesi gerçekleşmiş, diğerinin iradesi gerçekleşme­miştir. Bu durumda ise acizlik meydana gelmiştir. İlah ise aciz olamaz. Başka bir ifadeyle ilah, iradesi gerçekleşmiş olandır ki, o da ortağı ol­mayan Tek Allah Teâlâ’dır. İşte İbrahim Peygamber de (güneş, ay ve yıldızın) ‘batışı’ hakkında böyle akıl yürüterek, teorik incelemesi, batışın (üfûl) âlemi korumayla çeliştiği bilgisini kendisine vermiştir. O halde ilah, batmayla nitelenemez. Başka bir ifadeyle batma, daha önce batmamış iken, batana ilişen ve sonradan meydana gelen bir durumdur. İlah, son­radan gerçekleşen fiillerin yeri ve mahalli olamaz. Bunun nedeni, kay­nağa yakın başka delillerdir. İbrahim’in baktığı ışıklar batmıştı ve hiçbi­ri ilah değildi. Bu durum, ‘0 ikisinde Allah Teâlâ’dan başka ilah bulunsaydı, bo­zulurlardı157 ayetinin anlamı budur. Bu anlama dönmeyen hiçbir delil, delil sayılamaz.

Allah Teâlâ aynı hikâyede şöyle der: ‘İşte bu İbrahim’e verdiğimiz kanıtımızdır.’158 Onun bundan başka kanıtı yoktu. Öyleyse ‘kanıtımız’ sözü ‘O ikisinde ilahlar bulunsaydı, bozulurlardı159 ayetinde geçtiği gibi Allah Teâlâ’nın birliği hakkmda ortaya konulan kanıttır. Bu ve benzeri kanıdar ile amaçlanan şey, Allah Teâlâ’nın birliğidir. Başka bir ifadeyle, Bir’e ilave başka bir ilah yoktur. Zatın kendiliğindeki birliğinin ise, hakkında hüküm ve­rilebilecek şekilde mahiyeti bilinemez. Çünkü o, âlemden bir şeye ben­zemediği gibi hiçbir şey de ona benzemez. Dolayısıyla akıllı insan, O’nun nezdinden bir haber olmaksızın, Allah Teâlâ’nın zatı hakkında konuş­maya kalkmaz. Haber gelse bile, (haberde bildirilen) hükmün, O’nun zatıyla ilişkisini bilemeyiz. Bunun nedeni, O’nu bilmeyişimizdir. Aksi­ne, söylediği tarzda ve kendisinin bildiği şekilde buna inanırız. Çünkü delil, şeriat ve akla göre, teşbihin reddine dayanır. Akılcıların genelinin yakın olduğu yöntem budur. (Bir kısmı) ise akıl nuruna ilave olarak iman nuruyla Allah Teâlâ’yı birler. İman nuru muduluğa ulaştıran şeydir ve o kesinlikle delilden gerçekleşmeyen bir nurdur. Bu nur -her kimde bulu­nursailahi inayetten meydana gelmiş, konusu ise, özellikle kendinden verdiği haberlerde haber verenin doğruluğudur. İman bundan başka bir şeyle ilgili değildir. Haberin ilgili olduğu şey ortaya çıkarsa (keşf), bu ortaya çıkma, iman nuruyla değil, başka bir nur vasıtasıyla gerçekleşir. Fakat iman nuru ondan ayrılmaz. Söz konusu nur, insana (bu haberin ilgili olduğu şeyi) kendi mutlak birliğinden hareketle gösterir. Her var­lığın mutlak birliği, başkasından ayrışmasını sağlayan şeydir. Ortaklığın gerçekleştiği bir niteliğin olup olmaması birdir. Binaenaleyh her şeye özgü bir birlik olmalıdır ki, onunla başkalarından ayrışır. Bu nur kula varlıkların birliğini gösterdiğinde, aynı nur vasıtasıyla Allah Teâlâ’nın kendine özgü mutlak birliğinin olduğunu da kesin olarak öğrenir. Bu birlik, ya O’nun aynıdır. Bu durumda Allah Teâlâ, zatı ve mertebesi mutlak bir olandır ki, mertebe birliğin aynıdır. Ya da bu birlik, mertebenin birliğidir. Bu durumda keşf, teorik delille örtüşür. Bu kişi kesin olarak öğrenir ki: Zat kendisi olan ve ona özgü bir birlik sahibidir. İşte Ebu’l-Utahiy-ye’nin mısrasının anlamı budur:

Her şeyde kendisine (veya O’na) ait bir ayet var

O’nun (veya o şeyin) bir olduğunu gösteren

Bu ayet, çok olsa da olmasa da, bilinen her şeyin mutlak birliğidir. Çünkü çokluğun da ‘çokluğun birliği’ denilen bir birliği vardır ki, bun­dan başkası olamaz. Mutlak birlik, gerçekte bir tenzih niteliğidir. Dola­yısıyla, bazı arkadaşlarımızın zannettiği gibi, insanın birlemesine bağlı değildir. Bir’i birlediğini düşünüp bununla birliğe ilave bir şeyi (bir yaptığını) zanneden kişi, doğru düşünmüyordur. Bu kişi bir’i birlemek derken, ikinci söyleyeni kastetmiş ise, bu doğrudur. Bir, kendisi bakı­mından kendisi nedeniyle birdir. Allah Teâlâ yolunun ehli şunu görmüştür: Tevhit ispat edildiğinde şirk haline gelir. Çünkü kendisi nedeniyle bir olan, senin birlemenle bir olmaz. Sen onu ispat edemezsin, O, kendisi nedeniyle sabittir. Sen sadece O’nun bir olduğunu öğrendin, yoksa bir olduğunu ispadamadın. Bu nedenle arkadaşlarımızın bir kısmı ‘O’nu birleyen münkirdir’ demiştir. Bir, birlenmez, çünkü o birlenmeyi kabul etmez. Kabul etseydi, iki olurdu: kendiliğindeki birliği ve birleyenin birlemesiyle ortaya çıkan birlik. Böylelikle o, bir yandan kendiliğinde bir iken öte yandan başkasının sağladığı ve onun adına ispat ettiği yön­den de bir olurdu. Böylelikle İki birlik sahibi haline gelirdi ki, bu du­rumda bir olamazdı. İspatı olumsuzlanmasına bağlı herhangi bir şey, sabit olamaz. Gerçekte tevhide ancak içten ve dıştan susularak ulaşılır. Her ne ki konuşur, var eder. Var ettiğinde ise şirk koşar. Susmak ise, bir yokluk niteliğidir. Bu durumda varlığın birliği O’na ait olarak kalır. O’nun birliğine şirk ve ortak, varlıkları var etmekle girmiştir. Çünkü yaratıklar, kendi hakikarieriyle farklı nispetleri (ve şifadan) talep eder. Bunlar ise, hakikat bir olsa bile, hükümde çokluğu gerektirir. O halde birliğe sıkıntı, var etmeyle girmiştir. Başka bir ifadeyle tevhit, kendi kendine karşı cinayet işlemiştir, yoksa varlıklar ona karşı suç işlemiş de­ğildir. İşte bu, vehbi tevhit bilgisidir. Bu bilgi, teorik güçle öğrenilemez. Teorik araştırmanın öğrettiği tevhit bilgisinin tümü, sûfilere göre, kesbidir ve kazanılmıştır.

Bilmelisin ki, şeriat zatın kendiliğindeki birliği hakkında bir şey söylememiş, ilahlığın (ulûhiyet) birlenmesinden söz etmiş, onu ise ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur’ diye dile getirmiştir. Bu ise, aklın gereğidir, çünkü akılda fikrin ona hakim olmasının kendisini ulaştırdığı bir takım hatalar vardır. Aynı şey insandaki diğer güçlerin (akla hakim olması) halinde geçerlidir. Akıldan daha taklitçi biri yoktur. Akıl, ilahi delil sa­hibi olduğunu zanneder, hâlbuki fikir kaynaklı delile sahiptir. Çünkü fikrin delili, dilediği her yere onu sürükler. Akıl adeta kör, hatta -Hakk bakımındankörün ta kendisidir. Allah Teâlâ ehli fikirlerini taklit etmez. Çünkü yaratılmış olan, yaratılmışı taklit etmez. Bu nedenle onlar, Allah Teâlâ’yı taklide yönelerek Allah Teâlâ’yı Allah Teâlâ ile bilmişlerdir. Allah Teâlâ, kendisinden verdiği bilgiye göredir, yoksa aklın O’nun hakkında verdiği hükme (sa­hip) değildir. Akıllı bir insan müfekkire (fikir) gücünü nasıl taklit ede­bilir ki? O, fikri incelemeyi doğru ve yanlış diye ikiye ayırır. Öte yandan doğru ile yanlışı ayırt edecek bir ölçütü bulunmalıdır. Hâlbuki fikir araştırmasıyla doğru ile yanlışı ayırt etmek imkânsızdır. Bu konuda in­san Allah Teâlâ’ya muhtaçtır. Öyleyse fikri araştırmanın doğrusuyla yanlışını ayırt edip hüküm verirken başvuru kaynağımız Allah Teâlâ’dır. Biz, fikir gü­cünü kullanmadan öğrenmeyi amaçladığımız bilgiyi bize versin diye, işin başında Allah Teâlâ’ya döneriz. Sûfıler, bu görüşü benimseyerek Allah Teâlâ’nın verdiği bilgiye göre davranmışlardır. Bu bilgi, nebilerin, resullerin ve Allah Teâlâ ehlinden bilgi sahiplerinin bilgisidir. Onlar, fikirlerini yerli yeri­nin dışına taşımamışlardır. Şunu öğrenmişlerdir: Fikrin kendi zannınca doğruyu idrakteki son hali, kanıtlarını duyusal ve bedihi durumlara da­yandırmasıdır. Fikir gücü, işin başında bazı hususlarda duyunun yanıla­cağı hükmünü verdiği gibi bedihileri de zedeleyen hükümler vermiştir. Sonra, karşı kanıt getirmenin imkansızlığı nedeniyle, bedihileri ve du­yuyu kaynak saymaya yönelir. Hâlbuki bütün bunlarda Allah Teâlâ’ya dönmek daha doğrudur. Allah Teâlâ, ‘Bütün işler O’na döner"60 buyurur ki, bu da, Allah Teâlâ’ya dönen işler arasındadır. Allah Teâlâ’dan alman bilginin dışında (gerçek) bilgi olmadığı gibi yalnız Allah Teâlâ, bilen ve öğretendir. Bilgisini O’ndan öğrenenin bilgisine kuşku giremez. Biz, Allah Teâlâ’yı taklit edenleriz. O’nun nezdinde olan ise gerçektir. Öyleyse biz, bize bildirdiği konularda O’nu taklit ederken ‘bilen’ ismine, verdiği bilgide düşünce güçlerini taklit edenlerden daha layığız. Onlar, Allah Teâlâ’yı bilme hakkmda sürekli görüş ay­rılığı içendedirler. Nebiler ise, çok sayıda olmalarına ve aradan asırlar geçmesine rağmen, görüş ayrılığına düşmemişlerdir. Çünkü onlar, bil­giyi Allah Teâlâ’dan almıştır. Allah Teâlâ ehli ve seçkinleri de böyledir. Sonra gelen öncekini doğrular ve birbirlerini desteklerler. -Başka bir kanıt değil desadece bu durum bile yeterli olurdu ve bilgiyi onlardan almak zorunlu sayılırdı.

Bu tevhit bahsi, bir açıdan (Hakk ile âlem arasında) ilişkiyi gerekti­rirken -ki Ebu Hamid ve bazı şeyhlerimiz gibi Allah Teâlâ ehlinden bir grup bunu belirtmiştirbir açıdan karşılıklı ilişkiyi gerektirmez. Bunu da Ebu’l-Abbas el-Ârif Sünhacî gibi bazı arkadaşlarımız dile getirmiş, ge­nel olarak Allah Teâlâ ile insan arasındaki ilişkiyi reddetmişlerdir. Benim var­dığım ve daha önce temellendirdiğim esasa göre kabul ettiğim görüş, öncelikle Allah Teâlâ’yı ve başkalarını bilmede Allah Teâlâ’yı taklit etmek gereğidir. Biz, kendisi hakkındaki bilgimizde, bize aktardığı (bilgiye) göre hareket ederiz. Allah Teâlâ ilişkiden söz ederse, bize söylediği yönden onu kabul ede­riz ve ilişkinin bağlamını aşmadan onunla sınırlı kalırız. (Allah Teâlâ ile âlem arasında) ilişkinin olmadığını belirtirse, Allah Teâlâ’nın kaldırdığı noktada biz de onu kaldırırız ve bu sınırı aşmayız. Binaenaleyh hüküm, bize değil, Allah Teâlâ’ya ait olur. Bu durumda ise sürekli isabet ederiz, yanılmayız. Bu durum, nebileri hakkmda ‘korunmuşluk’, velileri hakkmda ise ‘muhafa­za’ diye ifade edilmiştir. Bilgi Allah Teâlâ’dan alınmadığında ise, gerçeği tut­turmak insana göre tesadüfe bağlıyken Hakka göre amaçlanmıştır. İşte bizim esas aldığımız düşünce budur. ‘O’nun benzeri (ke-mislihi) bir şey yoktur161 ayetinde kef, (benzetme değil) ilave harf sayılırsa, ilişki ve benzerliği ortadan kaldırır. Ayetin devamı ise, ‘O işiten ve görendir162 şeklindedir. Bu ise, karşılıklı ilişkiyi ispadar. Ayet tektir, kelimeleri ise farklıdır. Biz bu kanıttan yüz çevirmeyiz. Öyleyse bu, en güçlü kanıttır. Bu, Hakkı taklitte vardığımız görüş, dünya ve ahirette kurtuluşun ve bilginin yoludur. Söz konusu yöntem nebilerin, resullerin ve ilahilerden (metafizikçiler) feyzi kabul edenlerin yöntemidir. Allah Teâlâ’dan sana bir bil­gi geldiğinde, onu fikir terazisinin altına sokma ve akimın o bilgiye ula­şacağı bir yol kabul etme, yoksa anında helak olursun. Çünkü ilahi bil­gi, terazi altına girmez. Çünkü teraziyi koyan ilahi bilgidir. Onu koyan nasıl onun hükmü altına girebilir ki? Vekil, kendisini vekil yapan üze­rinde hüküm vermez. O, vekil edildiği kimseler üzerinde hüküm verebi­lir. Bilgi akılla çelişir. Çünkü akıl kayıt iken bilgi alametten gerçekleş­memiştir. Bir şey hakkında en güçlü alamet, o şeyin kendisidir. Ondan başka hangi alamet olursa olsun, bize göre o alamette isabet, tesadüfi­dir.

Kitaptaki yönteme göre, konuyla ilgili bu kadar açıklama maksadı anlatmak için yeterlidir. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’

VASIL

Vitr, Tevhidin Bir Türüdür

Bilmelisin ki, Arapça’da vitr, intikam talebi demektir (talebü’sse’r). Hakkın mutlak birliği, mutlak birlikten intikam istediği için ‘vitir’ ile nitelendi. Mutlak birlik, varlığıyla ikiyi ve sonsuz sayıları izhar eden Bir’e aittir. Bu zuhur ile mutlak birlik hükmü ortadan kalkınca, Hakkın birliği, ortadan kaldırılmış olan mutlak birliğin intikamını istemiştir. Söz konusu birlik, varlığıyla çokluğun<*zuhur ettiği bu Bir (Vâhid) tara­fından ortadan kaldırılmıştır. Şimdi o birlik, birliği talep etmektedir ve bu talep nedeniyle Hakkın birliği, el-Vitr diye isimlendirildi. Bu bir (Vâhid), onu savunacak birisini görevlendirir. Bu amaçla ârifi Hakkın diliyle (konuşan) vekil olarak ayağa kaldırır ve ârif şöyle der: Ey mutlak birliğin (ehadiyet) intikamını isteyen hakim! Mutlak birlik ortadan kalkmamıştır. Senin (kendisinden intikam) talep ettiğin bu şey, ikiliği ya da üçü veya dördü vs. meydana getirmez. Çünkü o, hakikatinin ge­rektirmediği bir şeyi vermez. Bize ikiyi veren şey, ikinin birliği, üçü ve­ren üçün birliği, dördü veren ise dördün birliğidir. Sayılar sonsuza dek böyle gider. Böylelikle sayıların varlıkları, bu birlikleriyle senin mutlak birliğini (öğrenmeye) delil edinir. O birlik (vahdaniyet), Sen’in için ve Sen’in uğruna çalıştı. Çünkü bilirsin ki, sayılar âlemde ilahi isimlerin etkişiyle ortaya çıkar. Çünkü onlar çoktur ve çok olmakla birlikte birlikle­ri gerçekleşmiştir. Bunun üzerine bu Bir, sayıların (kendilerini ortaya çıkaran) isimlerin birliğini öğrenmesini istemiştir. Bu sayede Allah Teâlâ’nın nezdinde bir çokluk bulunabileceği vehmi meydana gelmez. Böylelikle, mutlak birliği ve vahdeti ortadan kaldıran çokluğa karşı duyulan kıs­kançlık nedeniyle, her sayıya o sayının birliğini vermiştir. Böylelikle Mutlak Bir, Bir’in mazeretini kabul ederek onun bu hususta çok sayıda­ki isimlerin birliğini gerçekleştirmede Hakkın mutlak birliğiyle ahlâklandığını anlamıştır. el-Vitr ismi de, kıskançlık ve gayret nedeniyle aynı şekilde hareket etmiştir. ‘Allah Teâlâ tektir, teki sever.’ Allah Teâlâ izin verirse, gelecek bölümde çokluğu bilmek ve ortak koşmak konusu gelecektir.

VASIL

el-Ferd Sadece Allah Teâlâ İçin Geçerli Bir İsimdir

el-Ferd, bu konuda ele alınması gereken bir isimdir. Allah Teâlâ, yaratık­larından farklılaşmasını sağlayan özellik nedeniyle bu isme sahip olmuş­tur. Allah Teâlâ, bir olması bakımından el-Ferd değildir. Çünkü Allah Teâlâ, kendi­si bakımından bir (vâhid), her şeyin birliğinden farklılaşan birliği nede­niyle de el-Ferd’dir. el-Ferd, Allah Teâlâ’dan başkasına ait olamaz. Çünkü başka her şey bir yönden birbirine ortaktır ve (başka bir yönden) kendi birliğiyle ayrışsa bile, ferd değildir. Çünkü ortaklık, bunu engeller. Do­layısıyla el-Ferd ismi, gerçekte ve sadece Allah Teâlâ’ya verilebilir. Allah Teâlâ, her bakımdan ‘ferd’dir. Çünkü diğer varlıklardaki gibi, Allah Teâlâ için ortaklık niteliği yoktur. Bu nedenle tanımlar varlıklara ait iken Allah Teâlâ tanımla­namaz. O’nun mukabilinde bir benzer ya da zıt yoktur. Böyle bir şey­den Allah Teâlâ münezzehtir! Allah Teâlâ’nın bütün isimleri ferdiyet sahibidir. Çün­kü isimler de Allah Teâlâ için -gerçek varlık değilnispettir. Böylelikle bir isim sonradan var olanı gösterdiğinde tanımlanırken aynı isim ile Allah Teâlâ’yı isimlendirdiğinde, tanımlanamaz. Böylelikle lafız sınırlanırken gös­terdiği şey sınırlanmaz. Gösterdiği sonradan olmuş bir şey ise sınırlanır. Lafızdaki ortaklık nedeniyle manada ortaklık zorunlu değildir. Çünkü lafız sana aittir, ona değil! Sen lafızda ortaksın. Bu nedenle şöyle deni­lir: ‘Lafız ortaklık demektir.’ Dikkat ediniz! Ortak lafızlar, isim vermede ortaklık kabul etmez. Buna örnek olarak, ‘müşteri’ ismini verebiliriz.

T af7.ı kullanan insan tanımla yükümlü tutulunca, ayrıntı ortaya çıkar ve şöyle denilir: ‘Müşteri derken neyi kastediyorsun? Gökteki Müşteri yıldizini mı, yoksa alış veriş yapan insanı mı?’ Tanımladığında ise her var­lık aynı ismi taşıyan adaşından ayrışır. Öyleyse lafızda medlulün mahi­yeti yoktur. Aynı şekilde, Hakk için es-Semi’ ve el-Basir dersin. O’nun bir eli, iki eli ya da elleri, gözleri, ayağı vardır. Aynı şey, Allah Teâlâ’nın kendi­sini isimlendirip aklın isim yapmayı mümkün görmediği her şey için geçerlidir. Çünkü akıl böyle şeyleri sadece yaratıklarda bilir.

Şeriat ve ilahi nebevi haberler olmasaydı, (Allah Teâlâ hakkında) bu lafız­lar gelmez ve akıldan hareketle onları Allah Teâlâ’ya veremezdik. Bunun yeri­ne, teşbihi reddederek zatını bilmediğimiz için, belirli bir anlamı dile getirmezdik. Çünkü Allah Teâlâ, ‘O’nun benzeri bir şey yoktur163 der. Yoksa aklın deliline göre teşbihi reddetmeyiz. Böylece Allah Teâlâ hakkında hüküm veren, O’nun sözü olur. Allah Teâlâ ile karşılaşıp basiret ve gözlerimizden körlük perdesini kaldırdığında, O’nunla böyle karşılaşmak isteriz. Perde ya kayıtsız anlamda açılır veya bütün yaratıklar hakkında eşit ölçüde ve­ya derece derece olmak üzere açılabilecek kadar açılır. İkinci durumda her şahıs, başkasına ait olmayan bir görmeyle farklılaşır. Tevhit bahsin­de (Allah Teâlâ ile âlem arasındaki) karşılıklı ilişkiyi benimseyenlerin dışında­kilerde keşf geçerli değildir. Başka bir ifadeyle, karşılıklı ilişkiyi redde­denlere göre bu konuda keşf olamaz. Çünkü onlara göre tevhit (bilgi­si), sabit bir şey değil, sadece bir nispettir. Nispetler ise, keşf yoluyla id­rak edilemez. Onlar sadece delil yoluyla öğrenilebilir. Keşf ise bir gör­medir ve görmek, görülenin kendiliğinde bulunduğu niteliklere ilişir. Acaba bu ilahi mertebede bir keyfiyet var mıdır, yok mudur? Delil, (ilahi mertebede) keyfiyeti reddeder. Burada O’nun kendi zatında bir keyfiyete sahip olmadığını kastediyor ise, o zaman keşf olamaz. Keyfi­yetinin bilinemeyeceğini kastediyor ise, ‘akılla bilinemeyen bir keyfiyeti olması bakımından’ bu keyfiyet keşf ile öğrenilebilir. Bu durumda key­fiyet, (sadece) keşf vesilesiyle öğrenilebilir. Çünkü aklın eşya hakkındaki araştırma ve incelemesinden anlamlarını öğrendiği bütün keyfiyeder Allah Teâlâ hakkında imkânsızdır. Bununla birlikte, anlamlarına olmasa da, isimlerine inanmak gerekir. Bu keyfıyeüere örnek olarak inmek, bera­berlik, yerleşmek, değiştirmek, tereddüt, gülmek, şaşırmak, razı olmak, öfkelenmek gibi lafızları verebiliriz. Allah Teâlâ bu anlamları misal mertebe­sinde somutlaştırırsa -söz gelişi bilgiyi süt şeklinde somutlaştırmak gibibu, O’na kalmış bir iştir. Bu durumda keşf yoluyla bunlar öğrenilebilir. Aksi halde, hiçbir zaman onlarm bilgisine ulaşılamaz. Nebinin onları nereden aldığı da bilinemez; haber olarak mı, yoksa keşf olarak mı al­mıştır? Haber olarak almışsa, (haber bize de ulaştığı için) eşidik gerçek­leşmiştir. Keşf yoluyla almışsa, bu da, zikrettiğimiz tarzdadır. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğruya ulaştırır.’

YÜZ YETMİŞ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Şirk -İkilikMakamının Bilinmesi

İsimlerde şirk belli Keşf ehli ona dayanmıştır

Derler ki, ‘Rahman da nedir?’ deriz ki:

O el-llah, el-Hakem ve el-Evvel’dir

Allah Teâlâ ile arasında bir fark yok Zat’a delil olmada

İsimlerden dilek Rahman ile yapılır Söyleyenin ya da akledenin sözüyle

Şirk yerli yerinde övülmüştür Bilenin veya bilmeyenin nezdinde

Sırf varlıktır O

Hükmünde tereddüt yoktur o imamın

Ondan kınanmış olan

Batıl olanın kendiliğinde ispatladığıdır

Allah Teâlâ şöyle der: ‘İster Allah Teâlâ ister Rahman de, hangisiyle dua edersen et, en güzel isimler O’nundur.’164 Bilmelisin ki, Allah Teâlâ zan bakı­mından Vâhid ve Ahad’dır. Şöyle der: ‘En güzel isimler O’na aittir. Bun­larla O’na dua ediniz.’161 Dua ettiğinde, sana kimin karşılık verdiğini öğ­renirsin: Karşılık veren, zatı bakımından mı karşılık verir, yoksa ismin gerektirdiği nispet bakımından mı karşılık verir? Söz konusu nispet za­tın aynı değildir. Nispet ortadan kalkmış iken Allah Teâlâ sana karşılık ver­mez. Bunu öğrenince, bir hakikatteki pek çok durumu da öğrenmiş olursun. Dua esnasında zat, bu nispetler olmaksızın, bu isimlerle bili­nemez. Nispeder ise, zat olmaksızın bilinemez. ‘Ey Alim’ dediğinde, ‘Ey Kadir’ dediğindeki anlamından farklı olarak, bu ismi öğrenirsin. Aynı şey ‘Ey Mürid’, ‘Ey Semi’, ‘Ey Basîr’, ‘Ey Şekûr’, ‘Ey Hayy5, ‘Ey Kayyum’, ‘Ey Ğanî’ gibi ilahi isimlerden birini zikrederken geçerlidir. Bunlar çok olsa da, isimlendirilen tektir. Başka bir ifadeyle nispetlerin ilişkili olduğu kimse birdir. Öyleyse birdeki çokluğu ancak böyle bilebi­lirsin. Her isim, zata delil olurken diğer ilahi isme ortaktır. Bununla birlikte her ismin hakikatinin anlamı, diğerlerinin anlamından başkadır. Yani, her isim (kendi anlamıyla) arkadaşından farklılaşırken isimlendiri­lenin zatına (delil olmada) ortaktırlar. Bu isimler, kendisiyle isimlendi­rilenden başkasına ait değildir. O halde ilahi isimler, bir açıdan mütera­dif iken bir açıdan birbirlerinden farklı ve bir açıdan benzerdir. Müte­radif isimler, Alim, Allam. Habir gibi isimlerdir. Zıt olanlar ise, Kadir, Semi, Hayy, Mürid ve Şekûr gibi isimlerdir.

Âlemi var etmedeki ortaklığın diğer tarzına gelirsek, bu ortaklık, kudretin tesirini kabul için mümkünün istidadına bağlıdır. Çünkü im­kânsız olan bunu kabul etmez. Mümkünün istidadı olmaksızın, kudret tek başına yaratıcı değil iken mümkünün istidadı da -ilahi kudret ol­maksızıntek başına var olamaz. Bu durum, bütün mümkünlere yayıl­mıştır. Bazı mümkünlerde özel bir ortaklık vardır. Şöyle ki: Arazı var etmek istediğinde, ilahi iktidar ve irade belirli bir arazı tahsis etmek için zorunludur. Onu bilmek de gerekir ki, tahsis etmek için kendisini amaçlamış olsun. Öyleyse yaratılışı kabul etmek için, irade edilen şeyin istidadı da gereklidir. Arazın var edilmesinin gerçekleşmesi için bir yer de olmalıdır, çünkü araz, tek başına var olamaz, kendinde var olacağı bir yer olmalıdır. Bu yer ise, arazın bulunmasını kabul edecek istidada sahip olmalıdır. Bütün bunlar, fiildeki ortaklık tarzlarıdır. Bu bölümde,

İlahî işlerde kastedilen ortaklık ve çokluğun anlamı budur. Burası, ima ettiğimiz esaslardan fazlasını kaldırmaz.

Konuyu şöyle özedeyebiliriz: Bölünebilir hiçbir şeyde birlik (ve birlenme) bulunamaz. Bölünebilir en genel şey bilinendir. Bilinenler, bir açıdan üç kısma ayrılır: Zorunlu, mümkün ve imkânsız. Bundan sonra zikredeceğimiz mevcut veya madum veya başka her şey, bölüne­bilirdir. Öyleyse zikredilen ya da bilinen herhangi bir şeyde birlik nere-. dedir? O halde sadece ‘Allah Teâlâ’ diye isimlendirilen belirli bir bilinende ‘çokluğun birliği’ olabilir. Bunu yaparken de ‘Allah Teâlâ şöyle veya böyle olmalıdır’ diyerek ulûhiyetin kendisiyle sahih olabileceği özellikleri zik­redersin. Bu durumda, Allah Teâlâ’ya ve bütün bu niteliklerine başkası ortak olamaz. Böyle diyen bir insan ‘bir’ derken, hakikatin birliğiyle birlikte toplamın (niteliklerin) birliğini dile getirir. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğ­ruya ulaştırır.’    .

YÜZ YETMİŞ DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Sefer Makamının Bilinmesi ve Sırları

Seferler, korku ve çekinmenin delili Haberle yüz çevirmede, örf böyledir

Mahallenin gençlerinin yolculuk yaptığını görünce Sen -ki diyetin bundandırçekinceli ol

Bu nedenle mümkünler asılları üzerindedir (teriz Onlarm suretlerinin hakikati yoktur

Hulul diyerek yok sayma onları

Bazen onlar için yaratma suretlerde gerçekleşir

Allah Teâlâ, ehlini nitelerken ‘seyahat edenler’ diye buyurdu. Seya­hat, ibret almak ve Allah Teâlâ’ya yaklaşmak amacıyla yeryüzünde dolaşmaktır.

Bunun nedeni, yaratılmışlarla ünsiyetin içerdiği vahşet (yalnızlık) hali­dir.

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ ehli yeryüzünde dolaşmayı, yoksulluğa bağ­lanmayı, deniz kenarlarında yaşamayı, hemcinsleri olan insanlarla ünsi­yet hali kendilerine egemen olunca istemiştir. Görünüşte insanlarla iliş­ki, bir ünsiyet olsa bile, seyahate çıkmak isteyenin farkına varmadığı yönden bâtında bir vahşet halidir. Seyahati isteyen insan, kendisini vah­şetin seyahate çağırdığını bilemez. Bunu ancak seyahatin ortaya çıkar­dığı sonuçlardan sonra öğrenebilir. Şöyle ki: Allah Teâlâ insanı -ki Adem’dirve bütün halifeleri, suretine göre yaratmış, kendine benzemeyi olumsuzlayarak ‘O’nun benzeri bir şey yoktur166 diye buyurmuştur. Bu hakikat insana da yayılmıştır, insan Allah Teâlâ’ya yönelip tövbe ettiğinde, bu merte­bede -benzersizlik mertebesinefsi aydınlanır. Hemcinslerini gördü­ğünde ise, benzerinin bulunmasına karşı gayrete gelir, insanın gayreti, kendisinden başkasına ilahlığın nispet edilmesine karşı Hakkın duyduğu kıskançlığa benzer. Bu nedenle insan, yaratıklardan uzaklaşarak benzer­lerinden ayrılmak ister. Böylece sadece kendisini sadece zatıyla ünsiyet edip benzerlerini görmekten uzaklaşacağı boş alanlara, dağlara, vadi iç­lerine atar ki ‘seyahat’ denilen şey budur. Bu seyahat, onu maksadına ulaştırır ve kendi zatıyla ünsiyet eder. Bu hal, ‘O gün mülk kimindir?’167 ayetinde belirtilen makama benzemektir. Çünkü o gün ilahlık iddia edecek bir iddiacı kalmadığı gibi bu insanın içinde bulunduğu yoksul­luk halinde de vahşilerden başka hemcinsi olan ‘insan’ adıyla isimlene­cek kimse de kalmamıştır. Vahşiler ve hemcinsi olmayanlar ise, Allah Teâlâ’nın karşısında âlem gibidir. Bu nedenle, yani zikrettiğimiz durumu ortaya çıkaran nedenle yolculuğa çıkmak istemişti. Şibli, bir sözünde buna işa­ret eder. Yanında gecelediği arkadaşıyla sohbet etmek istemiş, arkadaşı ona şöyle demiş: ‘Kalk da ibadet edelim.’ Bunun üzerine Şibli şöyle karşılık vermiş: ‘Ortak var iken ibadet olmaz. Rablik de ortaklıkla ola­maz.’ İnsan, üzerinde yaratıldığı suretin gücü nedeniyle, diğer yaratıkla­rın dışında hemcinsi otlan insanlardan kaçmak istemiştir, insan türün­den başka hiçbir yaratılmış, ilahlık iddiasında bulunmamıştır. Bu ne­denle seyahat edenihsan, benzerini görmemek istemiştir. İşte yolculuk makamının esası büdur.

Fikir gücüyle akledilirlerde ve bilgi ve mârifet mertebelerinde sefer etmeye gelirsek, o konu -Allah Teâlâ izin verirsekitabın başka bir yerinde, bundan sonra gelecek haller bölümünde ele alınacaktır. İşte bu, Allah Teâlâ ehlinden seçkinlerin seyahatidir. Genelin seyahatine gelirsek, onların se­yahatlerinin nedeni şu ayettir: ‘Ey imarı edenler! Arzım geniştir, sadece bana ibadet edin.’168 Onlar da Allah Teâlâ’nın arzının ne olduğunu düşünerek şöyle demişlerdir: ‘Allah Teâlâ’dan başkasının mülkiyetinde olmayıp imardan uzak ve Allah Teâlâ’ya ortak koşulmayan her ölü toprak, (ayette) Allah Teâlâ’ya özgü kılınan ve O’na izafe edilen yerdir. Yerleşebilir durumdaki bir yere ise insanlar ulaşabilir, orayı canlandırırlar ve oraya sahip olurlar. Hâlbuki ümrandan uzak yerler ise, böyle bir ihtimalden uzaktır. Bunun üzerine şöyle demişlerdir: ‘Allah Teâlâ’nın bize o yerde ibadeti emretmesinin nedeni, orada özel bir nitelik bulunmasıdır. Oradaki yegâne nitelik ise, Allah Teâlâ’dan başkasına ait nefesin bulunmayışıdır. Öyleyse bu yerlerde Rahman’ın nefesi bulunur. İnsan böyle bir yerde Rabbine ibadet ederse, (insanların yaşadığı) ümranda karşılaştığı vahşet halinden kurtulur ve ünsiyet elde eder. Bunun yanı sıra, kalbinde ve yalnızlığında bir haz ve hoşluk bulur. Bütün bunlar, Rahman’ın nefesinin sonucudur. Bu nefes vasıtasıyla Allah Teâlâ, müşterek topraklarda insanın karşılaştığı gam, tasa ve güçlükten onu kurtarır. Allah Teâlâ ehlinin genelini seyahate sevk eden neden budur.

Onlar, bu ölü yerde o yerin sahibine layık özellikleri araştırmaya çağıran bir takım ayeder, sırlar ve ibretler görür. Allah Teâlâ, bu ilimlerin nurlarıyla kalplerini aydınlatırken ayetlerini araştırmada kalplerini açar. Bunlar, kendisine yöneldikleri zatın -ki Allah Teâlâ’dırbüyüklüğünü gösteren alamederdir. Bunu ise, ‘Kulunu geceleyin yürüten Allah Teâlâ münezzehtir’169 ayetiyle Peygamber’den tevarüs ederler. Ayetin devamında şöyle deni­lir: ‘Ayetlerimizi göstermek amacıyla.’170 Allah Teâlâ, Peygamber’ini isranın var­dığı son noktaya kadar göklerde yükseltmiş, Peygamber de Allah Teâlâ’nın onun için takdir ettiği yüce menzillere ulaşmış, Allah Teâlâ hakkındaki bilgi­sini artıran ayeder kendisine gösterilmiştir. Bu nedenle ayetin devamın­da ‘O işitendir’171 -kendisine söyleneni‘görendir’172 -gördüğü ayederiifadesine bitişmiştir. Allah Teâlâ’nın seyahat eden kulları, O’nun ayetlerini ve harikulade olayları görürler. Bunlar onların imanlarını, Allah Teâlâ’yı ve O’nun niteliklerini bilmedeki güçlerini artırır. Allah Teâlâ’nın kullarına olan merha­metini ve şefkatini görürler. Yalçın bir dağın zirvesini görünce, himmederin yüksekliğini hatırlarlar. Bu himmeder sayesinde Allah Teâlâ’dan en iyisini istemişlerdir. Onların istediği şey -başkasıyla ilgilenmekten çeki­nerekhemcinslerinden yalnızken O’nunla kalmaktır. Bir vadi içinde ya da kuytu bir köşedeyken, kulluklarını ve Yaratıcılarının otoritesi ve bas­kısı altında ezilmelerini hatırlarlar. Böylelikle kendiliklerinde zelilleşirler ve değerlerini öğrenirler. Bunun yanı sıra, ulaştıkları yüksekliğin -Hakk ediş şeklinde değilAllah Teâlâ’nın inayetiyle gerçekleştiğini öğrenirler. Deniz kenarmdayken, deniz sayesinde Allah Teâlâ’nın bilgisinin genişliğini, büyüklük ve rahmetinin enginliğini hatırlarlar. Bu büyüklükle birlikte, denizde dalgaların çarpışmasından oluşan rüzgarları ve dalgaların birbirine gir­mesini görürler. Bu durum onlara Hakkın mertebesinde ilahi isimlerin birbiriyle çatışmasmı ve ilgili oldukları hususlarda iç içe girmelerini ha­tırlatır. Örnek olarak, el-Muntakim, Serîu’l-hisâb ve Şedîdü’l-ikâb gibi günahkârın günahıyla ilgili isimleri verebiliriz. Bu isimlerin karşısmda ise el-Ğaffar, el-Afüvv, Muhsin vb. isimler gelir. İsimler, günahkâr hak­kında birbirinin karşısma yerleşir. İlahi tereddüt de böyledir. Onlar, bu durumu denizin dalgalanışında hatırlar ve bu durum onlarm içlerinde ilahi ilimleri açar. Söz konusu ilimlere ancak seyahaderi esnasında bu denizi görürken ulaşabilirler. Böylelikle Allah Teâlâ’yı ve mertebesini yücelt­meleri ve tazimleri artar.

Bunun yanı sıra, vahşi hayvanların kendileriyle ünsiyet etmesi ve onlara yönelmesi gibi harikulade olaylar da gerçekleşir. Bu bağlamda bir kısmıyla hayvanlar dilleriyle konuşurken bir kısmı onlarm konuşma­sını anlar ve hangi tür ibadeti yerine getirdiklerini bilir. Bu durum ise, Allah Teâlâ ehlinin Rabbine itaatteki hırs ve gayretini pekiştirir. Sûfilerin ki­taplarında bu konuda pek çok hikâye vardır. Bu kitabımız mârifet ve sırlara adanmamış olsaydı, o hikayelerin içinden seyahatimizde bu grupla karşılaşmamız esnasmda bizzat gördüklerimizi aktarır, onlarda gördüğümüz sırları zikrederdik.

Bu bölümde maksadımızı anlatmak için bu kadar açıklama yeterlidir. Allah Teâlâ izin verirse, bundan sonra yolcu, sâlik ve yolu zikrederken se­fer ve mertebeleri bahsinden söz edeceğiz. ‘Allah Teâlâ dilediklerini hakikate ve doğru yola ulaştırır.’

Seferin Terki Makamı

Varlıkları sakın bir yapmayasın Ayet ve sureler onları sana zikrederken:

Der ki ‘sen benim kulumsun ve ilah Ben’im’

Sizde ne varlığımız ne eserimiz var

Allah Teâlâ şöyle der: ‘O bize mukame (asıl oturulacak yurt, cennet) diyarını ihsanından vermiştir. Orada bize yorgunluk veya sıkıntı ulaşmaz.’173 Başka bir ayette şöyle der: ‘Her nerede iseniz, O sizinle birliktedir.’174 Me­safeleri aşmak yorgunluğu artırır, hatta özel olarak yorgunluk demektir. Beni harekete geçiren şey O’nu taleptir. O’nu yolculuktaki gayem ve maksadım edinmeseydim, yolculuğa çıkmazdım. Allah Teâlâ ise, yer değişti­rirken benimle birlikte olduğunu bana bildirdiği gibi yerimde dururken de benimle birlikte olduğunu bildirdi. Her şeyde O’na ait bir yön (ve yüz) vardır. Öyleyse niçin hareket edeyim ki? O halde O’nu bulmak için hareket, dururken O’nu bulamamamın kanıtıdır. Ben ikamet eder­ken O’nun yüzünü ararım. Onu ikametim esnasında bulduğumda ise, Ay menzillerinden biri olurum. Bu durumda -yola çıkan ve konaklayan olmadan-, maksat haline gelirim, isimler beni arar, ben onları talep et­mem. Nurlar bana yönelir, ben onlara yönelmem. Ben, hakkında hare­ket ve intikalin caiz olmadığı kimsenin karşısında durdum. Sefere çıkan insan, ‘Rabbimiz her gece yakın semaya iner’ hadisiyle hareket ederken ikameti yeğleyen ise, ‘Rahman Arş üstüne istiva etti’175 ayetiyle hareket eder. Durmak, hareketten daha üstündür. Çünkü kula, kaderin akışı ile Allah Teâlâ’nın gece ve gündüzde kendisine getireceği şeylerin altında durması emredildi. Allah Teâlâ kadere koşardan (intihar eden) kınarken şöyle der: ‘Kulum kendisi hakkında beni geçti, ona cenneti haram kıldım.’ Koşuş­turma bir harekettir. Allah Teâlâ’nın bize ‘Onu vekil edinin’176 diye buyurması durmamız içindir. Bu durumda kulunun işinde tasarruf eden Allah Teâlâ olur. Allah Teâlâ ise, karşılaştığı her şeyde hakkında takdir ettiklerini kuluna ulaştırır. Kulun hakkında takdir edilen iş sefer ve yer değiştirme ise, Hakk onu yerinde dururken ilahi ilgi oturağında taşıtır. Böylece yorucu


harekete tanık olmadan rahat ve hizmet edilen bir şekilde taşınır. Seferi terk eden, -hakkında sefer takdir edilmiş iseböyle sefer eder. Her iki hali de tecrübe ettik ve -insanın halleri her nefes değişse biledurmanın hareketten üstün olduğunu gördük. Durmak, marifetin güçlü olduğunu gösterir. Kul hakkında gerçekleşen bu intikal ise, zorunludur. Öyleyse bu, çekici bir yoldur. Bu yolda (hem) sülük edilir hem edilmez. Bir in­san (Hakkın tasarrufuyla değil de) kendi başına hareket ederse, bu yer değiştirmeler sadece yorgunluğunu artırır, acıyı ve meşakkati öne çeker. Hâlbuki kul adına takdir edilen rızık ve ecel gibi şeyler ona gelmese bi­le, kul mudaka onlara gider.

Gözden kaybolmayan kimse için

Bir gün bile hasretten şikâyetin manası yok!

Durmak müşahedeyi, hareket yoksunluğu gösterir. İnsana emredi­len hareket ise başkadır. Çünkü sen, O’nu ararken hareket edersin. Öy­leyse sen, (O’nu) yitirmişsin demektir. Onu aramazsan, bu kez hüsrana uğrarsın. Her durumda durmak, bu durma makamındaki hareketten üstündür. Sen ise, Allah Teâlâ vasıtasıyla hareket etmek makamındasın. Allah Teâlâ karşısında Allah Teâlâ ile durmak, (sâlikin içinde bulunduğu hal anlamındaki) vaktin rahat olması için uygundur. Çünkü durmak esnasında O’nu yi­tirmiş olsan bile duyulur harekette -kıyaslanamayacak ölçüdeO’nu yitirmişsindir. ‘Cahillerden olma’177 ve ‘sabret! Sabrın Allah Teâlâ iledir.’178

İlahi isimlerin sana gelmesi ve Hakkın sana inmesi, durmanın de­ğerinin bir yönüdür. Çünkü O’na doğru hareket ederken O’nu sınırlar­sın. O’nun karşısında durursan, O’na ibadet etmiş olursun. O’na doğru hareket, O’nu bilmemek iken karşısında durmak O’nu bilmektir. Allah Teâlâ Peygamber’ini O’nu görsün diye yürütmedi. Allah Teâlâ onu, ‘Göklerin ve yerin yaratılışı insanın yaratılışından daha büyüktür’179 ayetinde belirtil­diği gibi ayetlerini göstermek üzere yürüttü. O halde seferi terki üstün sayan, hiç kuşkusuz, doğru düşünmüş, -zikreden ile oturduğundaha­berin kendisine yönelmiştir. Zaten nereye gidecektir ki? Böylece yolcu­luğu ve onu terki açıklamış oldum. Sen de senin için takdir edilene göre davran. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

YÜZ YETMİŞ ALTINCI BÖLÜM

Sûfilerin Ölüm Esnasındaki Hallerini Öğrenmek

Sûfilerin ölüm gelirken halleri var Türlü türlü, birbirine benzer haller

Bir kısmı isimlerin onu talebini görür Bir kısmı melekleri görür

Halleri ise vecdde farklı farklıdır O hakikatleri verir, tafsil ise icmaldir (özet)

Bir kısmı elçinin ona hediyeler getirdiğini görür Elçiler ise amellerdir

Bir kısmı tenzihin onu aradığını görür Ona göre teşbih saptırmadır

Hepsi mutlu, hakikat bir!

Onlarm ebedilik cennetlerinde meşguliyetleri var

İşte bu, gerçektir ve ona bedel arama O kuşkunun bulunmadığı doğrudur

Peygamber şöyle der: ‘Kişi yaşadığı gibi ölür, öldüğü gibi diriltilir.’ Allah Teâlâ ise şöyle der: ‘Senden perdeni kaldırdık, artık bugün gözün keskin­dir.'"80 Kastedilen ölüm anıdır. Başka bir ifadeyle insan ölüm esnasında Allah Teâlâ ehline yakîn geldiğindeki -ki onlar Rablerine ibadet edenlerdirözel hallerinde olduğu gibi kendi durumunu görür. Allah Teâlâ Peygamber’ine şöyle der: ‘Sana yakîn gelene kadar, Rabbine ibadet et."81 Kastedi­len ölümdür, çünkü ölüm, kesin olarak gerçekleşecektir. Hiçbir canlı buna karşı çıkamaz. Görüş ayrılığı, onun mahiyetinde olabilir. Şair şöy­le der:

Ölümden (şecb) başka her konuda görüş ayrılığı vardır Ölümdeki görüş ayrılığı ise mahiyetinde olur ancak!

‘Şecb’ ölüm demektir. Ölüm gelince, hiç kuşkusuz, on iki suretin ya hepsini veya bir kısmını görmek gerekir ki, bu durum zorunludur. On iki suret, amelinin sureti, bilgisinin sureti, inancının sureti, maka­mının sureti, halinin sureti, Peygamber’inin sureti, meleğin sureti, fiil isimlerinden bir ismin, sıfat isimlerinden bir ismin ve nitelik isimlerin­den birinin sureti, tenzih isimlerinden birinin sureti ve zat isimlerinden birinin suretidir. En uygunu, bütün bu suretlerin -‘sad’ harfiyle değil‘sin’ harfiyle olmasıdır. Çünkü bunlar, manaların menzilleridir. Manalar somutlaşınca ve şekil ve miktarlarla ortaya çıkınca suretlerde tasavvur edilirler. Çünkü görmek, gözle gerçekleştiği gibi mertebe ise mertebe de berzahî-hayalî durumla hüküm verir. O halde manaların intikal ettiği yerde ölüm ve uyku birdir.

Bazı insanlar için ölürken ameli gözükür. Ameli, sahibinin kendisi­ni yaptığı süs ve güzellik ölçüşünce ortaya çıkar. Amelini kendisine be­lirtildiği şekilde tamamlayıp ameli zedeleyecek tarzda hiçbir yönü eksik olmazsa, en güzel ve tam surette meydana gelir. Ameli zahirî ve bâtınî unsurlarıyla tamamlanmış ise, bu şekilde (kendisine gözükür). Bâtınî unsurları, namaz kılarken sahibinin kalbinde ve kıblesinde huzur ve Rabbî müşahedenin bulunmasıdır. Her meşru amel namaz sayılır. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, kutsi hadiste Allah Teâlâ’dan şöyle aktarır: Kıyamet günü Allah Teâlâ şöyle der: ‘Bakınız kulumun namazına, tam mıdır, eksik midir?’ Tam ise lehine tam olarak yazılır. Eksik ise şöyle der: ‘Bakınız, nafilesi var mı?’ Varsa, der ki: ‘Kulumun farzını nafilesinden tamamla­yınız.’ Sonra ameller bu şekilde ele alınır.

Amel, amel sahibinin zatından başka ise -örnek olarak zekât ver­meyen, alması yasaklanmış bir şeyi gasp edeni verebiliriz-, bu mal, o kulun amelinin iyi veya kötü suretini giyer. Suret kötü ise, zekât verme­yen, ayette denildiği gibi, onun boynuna bağlanır. ‘Yaptıkları cimrilik kıyamet günü boyunlarına geçirilir.’182 Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de zekât vermeyen insan hakkmda malının bir yılan haline geleceğinden söz etmiştir. Sonra bu mal zekât vermeyen insana şöyle der: ‘Ben senin hazinenim. Sonra da boynuna dolanır.’ Hazine, kulun maldaki amelindendir. Aynı şey, iyiliği kendilerine dönen amellerinde veya zadarından başkasında tasar­ruf ettiklerindeki cömertliklerinde Allah Teâlâ’nın salih kullan için söz konusu­dur. Bütün bunların belirtilerini ölüm esnasında görürler. Bu da, ‘Onla­ra ufuklarda ve nefslerinde ayetlerimizi göstereceğiz’183 ayetine dâhildir.

Burası, insanın amelinin bir yönünü göreceği yerlerdendir. Böylelikle salih kul, ölüm esnasında ruhu için üzerinde yürütüldüğü Burak mesa­besindeki iyi amelini görür. Burak o temiz ruhu yüksek derecelere çı­kartır. Artık o, illiyyin’e ulaşır. Çünkü Allah Teâlâ’nın kulları amellerinde dere­ce derecedir. Bir kısmı güzelde, bir kısmı daha güzelde, bir kısmı iyide bir kısmı da daha iyidedir.

Bir kısmına ölüm esnasında ilahi mertebeyle ilgili bilgisi tecelli eder. Bunlar iki tür insandır: Birincisi, Allah Teâlâ hakkındaki bilgisini nazar (teorik inceleme) ve istidlalden almıştır. Diğeri ise, Allah Teâlâ hakkındaki bilgisini keşften almıştır. Keşf bilgisi tecellide daha tam ve iyidir. Çün­kü keşf ve bilginin elde edilişi, takvadan ve salih amelden kazanılmıştır. Bu durum, cAllah Teâlâ’dan takva edin (korkun), O size öğretir,m ayetinde dile getirilir. Bu bilgi ölüm esnasında güzel bir surette ya da öleni çevrele­yen bir ışık şeklinde gözükür, insan da sevinir. Bilgiyi kazanırken nefsani bir iddia insana etmiş olabilir. Böyle bir insanın ameli, bilgiyi edinir­ken iddianın eşlik etmediği -aksine bilgiyi ilahi bir ihsan, bağış ve lütuf saymıştıkişinin amelinden daha aşağıda güzel bir surette görünür, ikinci kişi ise, bilgiyi elde ederken kendine ait bir çaba görmeyip ame­linden habersiz olanlardandır. Böylelikle amelinde vasıtadır. Böyle bir insan, (amelde kendisini) sanatçının kullandığı araç gibi sayar. Amel, sanatçıya nispet edilir, alete değil! Övgü de -alete değilonu kullanana gider. Aynı şey ilahi ilimleri elde ederken Allah Teâlâ’nın kullarından bir kısmı adına gerçekleşir. Böylelikle bilgi ve inancın sureti, son derece güzel bir şekilde ortaya çıkar.

Bir kısmı ise bilgisi olmayan inanç sahipleridir. Fakat söz konusu insanın inancı, işin kendiliğinde bulunduğu duruma uygundur. Bu kişi, Allah Teâlâ hakkında bilenin inandığı şekilde inanır. Fakat bu, Allah Teâlâ’yı bilen­lerden birini taklit ederek gerçekleşmiştir. Fakat onun da inandığını ta­hayyül etmesi gerekir, çünkü inancını hayalden soyutlaması mümkün değildir. O ise, şimdi ölüm anındadır ve ölüm anının doğru hayal -ki kuşku kendisine ulaşamazmertebesine ulaşma imkânı vardır. Doğru hayal, insanda dimağın önündeki güç değildir. Aksine o, tıpkı Cebra­il’in Dıhye suretinde gözükmesi gibi, dıştan gelen bir hayaldir. Bu mer­tebe gerçek, doğru ve bağımsız müstakil bir mertebe olduğu gibi mana­lara ve ruhlara elbise giydiren bedeni suretlere sahiptir. Böylelikle onun derecesi, o makamdan inandığı şeye göre gerçekleşir. Kul makam sahi­biyse, hiç kuşkusuz, nurani ruhlar derecesine katılır, çünkü onlar Allah Teâlâ’nın haklarında ‘Her birimizin belli bir makamı vardır’185 dedikleridir. Böylelikle onun makamı bir surette ortaya çıkar. Kendisi de o makama -tıpkı valinin valiliğine yerleşmesi gibiyerleşir. Bu durumda ise maka­mına göre orada bulunur. Bütün bunlar, dünya hayatının müjdeleridir. Allah Teâlâ onlar hakkında şöyle der: ‘Onlar iman eden ve takva sahibi olanlar­dır. Dünya hayatında onlar için müjdeler vardır.’186

Can çekişme anında kişi hal sahibiyse, ona Allah Teâlâ’dan bir hal döner ve bu haldeyken can verir. Bu durum, hal sahibine aittir. Allah Teâlâ’dan ona gelen şey onun için bir hil’at -valilik gibi bir makam değilgibidir. Onu giyinir ve o halin durumuna göre onunla süslenir. Bu hal onun konu­munu gösterir. Bazen hal kendiliğinden olabilirken bazen önceden ya­pılan bir amelden meydana gelir ve bunların arasında fark vardır. Bu­nunla birlikte hal her durumda vehbidir. Fakat insanlar iki kısımdır: Bir kısmı önceden hizmet ederek kendisine giydirileni Hakk eder. Bir kısmı önceden hizmet etmemiştir. Böylelikle ona dönük ihsan ve inayet daha açıktır, çünkü onun halinin belli bir sebebi yoktur. Bununla birlikte bü­tün haller vehbi, makamlar ise peygamberlerin Hakk edişidir.

Bazı insanlara can çekişirken varis olduğu -çünkü âlimler nebilerin varisleridirpeygamber gözükür. Söz gelişi can çekişirken Hz. İsa’yı ve­ya Hz. Musa’yı veya Hz. İbrahim’i veya Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’i veya her­hangi bir nebiyi görür. Bir kısmı geldiğinde sevinerek -çünkü bütün peygamberler, Mutlu insanlardırpeygamberin adını söyler. Can çeki­şirken ‘İsa’ der veya onu Allah Teâlâ’nın isimlendirdiği gibi ‘Mesih’ adıyla zik­reder. Bu, daha yaygın isimdir. Orada bulunanlar ise, velinin böyle bir kelimeyi telaffuz ettiklerini görüp kötü zanda bulunarak ölüm esnasında Hristiyan olduğunu ve İslam’dan çıktığını zanneder. Ya da Musa’yı ve­ya ben-i İsrail’den bir nebinin adını söyler. Yanındakiler ise, adam için ‘yahudi oldu’ derler. Hâlbuki o, Allah Teâlâ nezdinde mutluların en mudularındandır. Böyle bir müşahedeyi sıradan insanlar anlamaz. Onu keşf sa­hibi Allah Teâlâ ehli bilebilir. Gerçi söz konusu insan, içinde bulunduğu bu hali Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in dininden elde etmiştir, fakat önceld bir nebiye ait bu ortak Hakk varistir. ‘Onlar kendilerine hidayet ettiği kimselerdir, on­ların hidayetlerine uyulur’187 ayetinde dile getirilen husus budur. Suret ortak olunca Hakk, bu insana söz konusu (duruma ait) sureti o nitelik sahibi peygamberde gösterir. Bu nitelik söz konusu peygambere aittir ve Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem de onda ortaktır. Örnek olarak, ‘Beni hatırlamak için namaz kıl,m ayetini verebiliriz. Peygamberin görünmesinin gayesi, bu şahsın varis olduğu peygamberin başka birinin varis olduğu peygam­berden ayrışmasmı sağlamaktır. Varis olunan diğer peygamber Muhammed’in suretinde görünseydi, diğer nebi ve meleklerden ayrı olarak sadece kendisine özgü hususlarda Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e varis olan şahıs işi karıştırırdı.

Bir kısmına ölüm esnasmda makamda ortak olduğu meleğin sureti görünür. Bu bağlamda meleklerin bir kısmı, ‘saf duranlar5, bir kısmı ‘tespih edenler’, bir kısmı ‘okuyanlardır.’ Meleklerin sınıfları makamla­rına göre değişir. Böylelikle kişiyle aynı makama sahip olan melek, onunla sohbet ve oturmak üzere iner. Başka bir ifadeyle meleği indirten şey aradaki ilişkidir. Bazen can çekişen insan meleği adıyla zikreder. Bu esnada meleğe önem gösterdiği, yüzünde bir sevinç, rahatlama ve mut­luluk görülür. Biz can çekişme esnasmda sadece karıştırmaları söz ko­nusu olmayan velilerin hallerini betimledik. Yoksa müminlerin geneli­nin hallerini zikretmiyoruz, çünkü o konu ayrı bir tecrübeyi (gerekti­rir). Velilerde özellikle zikrettiğimiz bu haller gerçekleşir. Bu nedenle, sıradan insanların can çekişme esnasmda karşılaştıkları ve görülmesi is­tenmeyen ve yüzün sararması gibi durumlarla ilgilenmedik. Bunlar, amacımızın dışındadır. Böyle bir hal genellikle Allah Teâlâ ehlinde görünmez. Onlar, böyle bir halle karşılaşırsa, gördüklerini bilenlerdir.

Bir kısmında can çekişme esnasmda düstur edindiği ilahi isim tecel­li eder. Bu isim, fiil isimlerinden ise can çekişme halindeki insan o isim karşısındaki davranışına göre hareket eder. Örnek olarak var eden an­lamında el-Hâlık, el-Bârî, el-Musavvir, er-Rezzak, el-Muhyi gibi bir fiili gerektiren isimleri verebiliriz. Böylelikle kişi, o ismi en güzel surette görür ve ona şöyle der: ‘Allah Teâlâ sana merhamet etsin, sen kimsin? İsim ‘Ben senin düsturunum’ der. Düsturlar, elinizdeki kitabın ‘Kutupların halleri’ bölümünde, daha sonra gelecektir. Düstur edindiği isim, her­hangi bir kemal niteliğini gerektiren isim olabilir. el-Hayy, el-Alim, elKâdir, es-Semi’, el-Basîr ve el-Mürîd isimlerini örnek verebiliriz. Bütün bunlar, murakabe ve hayâ isimleridir. Ölüm anında (bu isimler karşı­sında) onlar, zikir yaparken dünyevi amaçlardan (hangi ölçüde) arınmış oldukları halde bulunurlar. O amaçlar beşeri yaratılışa yerleşip insanm kendilerinden ayrılmasının mümkün olmadığı şeylerdir. Bu amaçlardan

kurtulmanın yegâne ilacı, arızî olan ya da olmayan her varlıkta Hakkın yüzünü müşahede ederek ‘huzur’ kazanmaktır.

(Can çekişenin) düsturu nitelik (na’t) isimleri olabilir. Bunlar elEvvel, el-Ahir ve bu bağlama giren nispet isimleridir. Bu isimlerde o, böyle isimlerle Rabbini zikretme esnasında sahip olduğu ‘görelilik’ (iza­fet) bilgisine göre bulunur. Böylelikle -şifadan kabul edenlerden iseonun bir varlığı olduğunu veya olmadığını bilir.

Bazı insanlara can çekişme arımda tenzih isimleri tecelli eder. Ör­nek olarak el-Ganî ismini verebiliriz. Bu isim ömrü boyunca insanın düsturu olmuşsa, o kişi bu ismi müşahede edişine göre onu karşılar. Acaba insan Hakk’ı ‘bir şeyden müstağni’ olması bakımından zikretmiş midir? Ya da -bir şey aklına gelmezdentıpkı diğer tenzih isimleri gibi sadece Ğanî ve Hamid (müstağni ve övülen) diye mi zikretmiş midir?

Bazı insanların düsturu, Allah Teâlâ veya Hüve (O) ismidir. Hüve, Ebu Hamid gibi bazı sûfılere göre isimlerin en üstünüdür. Bir kısmı ise, ‘Sen (Ente)’ ismini daha yetkin sayar. Bu görüş, ‘Ey Hayy, Ey Kayyum! ‘Ey, senden başka ilah olmayan!’ ifadesi hakkındaki görüşünde / Kettani’nin benimsediği düşüncedir. Bir kısmı, ‘Ben (Ene)’ zamirini en üstün saymıştır. Bu ise Ebu Yezid’in görüşüdür. Zikri böyle olan biri ölüm anında, o zamir hakkındaki inancına göre bulunur. Bu inanç, sı­nırlama vehmi veya sınırlamadan soyudanma şeklinde olabilir. Bir kıs­mı, tecrit ve tenzihin sınırlamanın ta kendisi olduğunu düşünmüştür. Bir sınırlama olmaksızın, bir şeyi düşünmek imkânsızdır. Çünkü bir şey \ ‘dışta olan’ veya ‘içte olan’ veya ‘dışta ve içte olmayan’ diye düşünülebi­lir. Ya da o, o şeyin kendisidir ve ondan başkası değildir. Bütün bunlar, sınırlamadır. Çünkü her mertebe özü gereği başkasından ayrışmıştır. Öyleyse sınırın başka bir anlamı yoktur. Bu kadar açıklama yeterlidir.

Yüz dokuzuncu kısım sona erdi

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar