ÜÇÜNCÜ SİFR FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN ON BEŞİNCİ KISMI
Rahman ve
Rahim Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla
Kevnî
İlimlerin Değişmesinin Bilinmesi
ve Temel İlimler Hakkında Bazı Noktalar «
Yaratıkların
(kevn) ilimleri bir şekilde değişir Hakkın ilminin ise, yok olması
umulmaz
Hepsini olumlar ve olumsuzlarız
Onların değeri hakkında hallere göre
hüküm veririz
İlahi! Sizi sizden başkası nasıl bilebilir?
Senin gibi mübarek ve
münezzeh bir zat’ı
İlahi! Sizi sizden başkası nasıl
bilebilir?
.
Acaba sizin için örnek olacak bir
başkası mı var ki?
Delil olmadan her kim yolu talep ederse
İlahi! İmkânsızı talep etmiştir kuşkusuz,
İlahi! Kalpler sizi nasıl
talep eder?
Nasıl sana ulaşmak ve aşina olmayı umar?
İlahi! Sizi sizden başkası nasıl
bilebilir ki?;
Sizden başka bir şey var mı? Hayır,
hayir, hayır!
İlahi! Gözler sizi
nasıl görebilir ki?
Sen ne aydınlıksın ne
karanlık
İlahi! Kendimi sizden
başkası görmüyorum
Nasıl olur da imkansız bir şeyi ya da sapkınlığı görebilirim?
İlahi! Sen, sensin, benim varlığım ise Senin benliğinden bir hediye ister
Benim nezdimde varlığımdan olan bir
yoksunluk var Senin zenginliğinden doğmuş ve hal olmuş
Beni izhar etsin diye,
ona ulaştırdı
Ondan başkası beni
görmedi ve ben nimet oldum
Suyu isteyerek seraba yönelen kimse
Onunla hayatın kaynağını soğuk su gibi görür
Ben, benzerim olmayan
oluş’um
Ya ben kimim? Onun,
benzerleri kabul eden benzeri!
Bu
en garip şeylerdendir, bakınız! '
Belki de sen onun
benzerini imkansız görürsün
Oluşta tek varlıktan
başkası yoktur
Karşı konulmaktan
veya ulaşılmaktan münezzeh
(Alem Sürekli Başkalaşma İçindedir)
Allah
Teâlâ sana yardım etsin, bilmelisin ki: Âlemdeki her şey, bir halden başka bir Hakk
geçer: Zaman âlemi, her anda, nefesler âlemi her nefeste ve tecelli âlemi her
tecellide bir halden bir başka Hakk geçer. Bunun nedeni, ‘O her gün bir iştedirayetidir.
Bu ayet, ‘Ey İnsan ve Cin! Sizin için boş
olacağız’2 ayetiyle
desteldenir. Her insan, kalbinde, hareket ve duruşlarında düşüncelerin
değiştiğini gözler. Yukarı ve aşağı âlemde meydana gelen her değişim, o
varlığa dönük özel bir tecelliyle gerçekleşen ilahi yönelişten kaynaklanır.
Söz konusu şeyin o tecelli yönünden (Hakka) dayanması, kendi hakikatinin
gereğine göredir.
Kevnî
bilgilerin bir kısmı, var olanlardan elde edilen ilimlerdir; onların
bilinenleri de var olanlardır. Bir kısmı ise, yine var olanlardan elde edilen ilimlerdir, fakat bilinenleri nispederdir. Nispetler, var olan şeyler değildir.
Bir kısmı ise, var olanlardan elde edildiği halde bilineni Hakkın zatıdır. Bir
kısmı, Haktan elde edilen ilimlerdir ki, bilinenleri var olanlardır. Bir kısmı
ise, nispetlerden elde edilip bilinenleri var olanlar olan ilimlerdir. Bütün
bunlar, kevnî ilimler diye isimlendirilir. Söz konusu ilimler, bilinenlerinin kendi
hallerindeki değişmeleri nedeniyle başkalaşır ve yer değiştirir.
tümlerin intikal
(yer değiştirme) tarzı şöyledir: İnsan, bir varlığın bilgisini kendiliğinden
öğrenmek veya öğrenmek istediği şeye herhangi bir varolanı delil yapmak ister.
Öğrenmek istediği şeyi öğrenince, o şey hakkındaki doğru yorum görünür. Fakat
bu yön, o kişinin elde etmek istediği yön değildir. Bunun üzerine araştırmacı o
yönle ilgilenir ve ilk amacını bırakarak söz konusu yönün verisini aramaya
geçer.
Araştırmacıların bir kısmı, bu durumu
bilir. Bir kısmının ise durumu böyleyken, hangi ilimden ayrılıp hangi ilme
yöneldiğinin farkında değildir. Bu konuda tasavvuf ehlinden bazıları sürçmüş ve
şöyle demiştir: ‘Kırk gün aynı halde kaldığını gördüğünüz bir insanın ikiyüzlü
olduğunu biliniz.’
Acaba! Hakikatler, iki nefes ya da iki
andan birinin aynı kalmasına imkan verir mi? Böyle bir durumda ulûhiyet o şey
hakkında işlevsiz kalırdı. Bu ise, düşünülemeyecek bir iştir. Şu var ki bu
arif, intikal ile neyin kastedildiğini anlamamıştır. İntikal (yer değiştirme),
benzerlerde olabilir. İnsan, her nefeste bir şeyden o şeyin benzerine yer
değiştirir ve geçer. İnsanın zannına göre, ilk hal değişmediği için suret onu
şaşırtır. Nitekim şöyle denilir: ‘Falanca, gün boyu sürekli yürüdü ve hiç oturmadı.’
Hâlbuki yürümek, pek çok hareket demektir. Üstelik hiç bir hareket, diğer
hareketin aynı değil, bilakis onun benzeridir. Hareketin değişmesiyle senin
bilgin de değişir. Hâlbuki (böyle söyleyen kimse) şunu iddia etmiş gibidir:
‘Onun hali değişmemiştir.’ Aslında onun nice halleri değişmiştir!
İlahi ilimlerin intikali, Ebu’l-Meâlî
İmâmü’l-Harameyri’in (elCüveynî) ‘istirsâl’ (sarlana, uzama), Muhammed b. Ömer
el-Hatîb erRâzî’nin ‘taallukât’ (ilgiler, taalluklar) diye isimlendirdiği
şeydir. Bizim yolumuzdan derin bilgi sahipleri ise, intikal bulunduğunu kabul
etmez. Çünkü şeyler, Hakkın nezdinde görülür, halleri ve hakikatleri bilinir.
Sonsuza dek, dış varlıkları buradaki suretlerine göre ve onlardan oluşur.
Dolayısıyla İbnü’l-Hatîb’in iddia ettiği taalluk söz konusu olmadığı gibi
İmamü’l-Harameyn’in -Allah Teâlâ hepsinden razı olsunileri sürdüğü istirsâl de
söz konusu değildir. Sahih-akıl kanıtı, vardığımız görüşü verir. Bu görüş, Allah
Teâlâ ehlinin zikredip bizim de katıldığımız ve aldın yeteneğinin ardındaki bir
yerden keşfin verdiği hükümdür. Öyleyse hepsi doğru söylemektedir ve her güç
kendisine göre bilgi verir.
Allah Teâlâ hakikatleri var ettiğinde, hiç
kuşkusuz, kendisi için değil onlar için var etmiştir. Onlar, mekân ve zamanlan
değişse bile, halleri üzere bulunur. Allah Teâlâ, hakikat ve hallerinden peş
peşe ve ardışık olarak sonsuza değin şeyleri kendilerine açar. Bununla
birlikte Allah Teâlâ’ya göre iş, tektir. Nitekim bir ayette şöyle buyurur: ‘Bizim işimiz göz açıp kapatmak gibi tek bir
iştir.’3
Çokluk sayılanlardadır. Bu durum, bizde
bir vakit meydana gelmiş ve bir bozulma olmamıştı. Bize göre çoklukta da iş
tektir. Hiçbir zaman kaybolmamış ve silinmemiştir. Bunu zevk yoluyla öğrenen
herkes, böyle görmüştür.
Şeylerin hakikatleri, farklı hallere sahip
bir adama benzer. Söz konusu kişi için her durumda bulunacağı ayrı bir suret
tasvir edilir. Her şahıs böyledir. Seninle bu suretler arasına perde konulmuş,
ardından onlar sana açılmıştır. Sen de, suret sahibi olanlardan birisin.
Perdenin kalkışı esnasında ise, bütün suretleri tek bakışla algılarsın. Hakk,
bu mertebede o hakikatler nedeniyle suretlerden perdelenmez. Onları açar ve
kendilerine bir varlık hali giydirir. Böylece suret ebedi olarak bulunduğu hal
üzere kendini görür. Hakkın bakışında geçmiş ya da gelecek zaman yoktur. Bütün
durumlar, suretlerin çokluğuyla birlikte, kendi mertebelerinde Hakk tarafından
bilinir. Onların mertebeleri sonluluk ile nitelenmez, sınırlanmaz ve
duracaldarı bir sınırları yoktur. Hakk Teâlâ’nın âlemi ve bütün mümkünleri
yokluk ve varoluş hallerinde idraki böyledir. Böylece onlarda haller,
bilgilerinde değil, her şeyin hayalinde çeşitlenir. Hakkın onların hallerini
böyle ortaya çıkarmasından sahip olmadıkları bir hali değil, sahip olmadıkları
bir bilgiyi kazanırlar. Bunu iyice öğren! Çünkü o, gizli ve kapalı bir
meseledir ve kader sırrıyla ilgilidir. Arkadaşlarımız arasından bu meseleyi
bilenler azdır.
Bilgimizin Allah Teâlâ’ya taalluku, iki
kısımdır. Birincisi ilahi zatı bilmektir. Bu bilme, müşahede ve görmeye
dayanır. Fakat ihata söz konusu değildir. İkincisi, O’nun ilah olduğunu
bilmektir. Bu bilgi ise, iki duruma ya da o iki şeyden birine dayanır.
Birincisi Hakkın bilgiyi vermesi, diğeri, araştırma ve tümevarımdır. İkincisi,
kazanılmış bilgidir.
Hakkın (fiillerinde) seçen olduğunun
bilinmesine gelirsek, meşiyetin mutlak birliği seçimle çelişir. Kendisiyle
nitelendiğinde seçimin Hakka nispeti, Hakkın bulunduğu hal yönünden değil, mümkünün
hali yönünden olabilir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Benden kesin söz çıkmıştırBaşka bir ayette ise ‘Azap kelimesinin hakkında gerçekleştiği
kimse’5 veya ‘Benim katımda söz değiştirilmez’6 buyurmuştur: Bu ayetin tamamlandığı ifade
ne kadar hoştur! ‘Ben
kullarıma zulmedici değilim:7 Allah Teâlâ, kader sırrına dikkat çekmiş
ve o sır sayesinde yaratıklarına karşı kesin kanıt (burhan), Allah Teâlâ’ya ait
olmuştur. Hakkın mertebesine layık olan budur.
Oluşa dönen yönü ise, ‘İsteseydik her nefse hidayetini verirdik’8 ifadesidir. Bunun anlamı, ‘istemedik’
demektir. Fakat bu ifade anlatım içindir. Çünkü mümkün, hakikati bakımından
hidayet ve sapkınlığı kabul edicidir. Şu halde mümkün bölünme yeridir ve
bölünme onda gerçekleşir. Gerçekte ise mümkünde Allah Teâlâ’ya ait olan, tek
bir iştir ki, o da, mümkün oluşu bakımından Allah Teâlâ katında biliniyor
olmasıdır.
MESELE
İhtira’ teriminin
lafzı anlamı, dışta örneğin bulunmayışıdır. Hakk tarafından sürekli görülen ve
bilinen bir durumda ihtira’ nasıl geçerli olabilir? Bu meseleyi eî-Mari/et
isimli kitabımızda Allah Teâlâ’nın şeyleri bilmesiyle ilgili olarak ortaya
koyduk.
MESELE
İlahi isimler, tek
hakikate dönen nispet ve izafetlerdir. Burada, Allah Teâlâ’ya dair bilgisi
olmayan kimi akılcıların zannettiği gibi, hakikatlerin Hakta bulunması
sebebiyle bir çokluk söz konusu değildir. Sıfadar, (zat üzerine) ilave hakikatler
olup Allah Teâlâ ancak onlar sayesinde ilah olabilseydi, ulûhiyet onların
nedenlisi olurdu. Bunu böyle farz ettiğimizde ise, sıfadar ya ilahın aynısıdır;
zira bir şey kendisinin nedeni olamaz, ya da aynısı değildir. Allah Teâlâ
kendisinin aynı olmayan bir nedenin nedenlisi olamaz. Çünkü neden, mertebe
bakımından nedenliden öncedir. Buradan ise, nedenli olması halamından İlah
Teâlâ’nın nedeni olan bu ilave hakikatlere muhtaç olduğu sonucu zorunlu olarak
çıkardı. Böyle bir şey ise imkansızdır. Nedenlinin iki nedeni olamaz. (Halbuki
bu varsayıma göre) İlahi isim ve sıfadar çoktur ve ancak onlar sayesinde ilah,
ilah olabilmektedir. Bu durumda, isim ve sıfatiarın O’nun zatı üzerinde ilave hakikatler
olması geçersiz olmuştur. ‘Allah Teâlâ zalimlerin söylediklerinden yüce ve
münezzehtir.’
MESELE
Aynadaki suret,
berzahı (ara bölgeye ait) bir bedendir. Bu durum, dıştaki surete uygun
düştüğünde, uyuyanın gördüğü surete benzer. Aynı şekilde, ölü ve keşif sahibi
de böyledir. Aynanın sureti, ayna özel bir şelde ve belirli bir cisimsel
büyüklüğe sahip olduğunda ara bölgenin verdiği en doğru şeydir. Ayna
belirttiğimiz özellikte değilse, verdiği şeyler de doğru değil, bilakis (konum
ve yapısının özelliğine göre) kısmen doğru olabilir.
Aynaların şekilleri değişiktir,
dolayısıyla onlarda görünen suretler de farklı farklıdır. Bazılarının
zannettiği gibi, bakmak yansımaya bağlı olsaydı, büyüklük ve küçüldüğü bakımından
görülen şeyler bulundukları Hakk göre algılanırdı. Cilalanmış küçük bir
cisimde gerçekte büyük bir sureti küçük görürüz. Büyük cilalı bir cisim, sureti
görenin gözünde büyütür ve onu kendi ölçüsünden çıkarır. Geniş, uzun ve dalgalı
ölçülerdeki aynalarda da durum böyledir. Öyleyse bunu gerektiren şey, yansımalar
değildir.
Bu durumda ancak şunu söyleyebiliriz.
Cilalanmış cisim, ara bölge suretlerini veren durumlardan biridir. Bu nedenle
onlarda görme ancak duyulur şeylere taalluk eder. Çünkü hayal, ancak duyulur
sureti olan ya da duyulur parçalardan meydana gelmiş bir şeyi tutabilir.
Parçaları ise, musavvire gücü birleştirir. Böylece dışta varlığı olmayan, fakat
gören için duyulur bir şeyin oluştuğu belirli parçalar olarak bulunan bir suret
oluşturur.
MESELE
Mevcutlar içinde
ortaya çıkmış yaratılışı bakımından en yetkin varlık, herkese göre, insandır.
Çünkü hayvan insan değil insan-ı kâmil (yetkin insan), (ilahi) surete göre var
oldu. Yetkinlik o (ilahi) surete aittir. Fakat buradan insanın (sadece) Allah
Teâlâ katında en üstün varlık olduğu sonucu çıkmaz. Binaenaleyh insan, bütünü
bakımından en yetkin varlıktır. Bu görüşe karşı çıkanlar şöyle iddia edebilir:
‘Allah Teâlâ şöyle der: ‘Göklerin
ve yerin yaratılışı insanın yaratılışından daha büyüktür. Fakat insanların
çoğu bilmez™ Burada, ‘daha büyük’ ifadesiyle cisimsel büyüklük değil, anlam
büyüklüğünün kastedildiği açıktır.
Bu itiraza şöyle yanıt verebiliriz:
Halelisiniz! Fakat leim, gökler ve yer ruhani bakımdan insandan daha büyüktür
diye iddia edebilir ki? Cisimlerine özgü özel yapılarını dikkate aldığımızda,
tekil anlam yönünden her birinin gösterdiği şey itibariyle göklerin ve yerin
anlamı, insanın bütününden değil, cisminden daha büyüle olabilir. Bu nedenle,
yeryüzünde türeyenler ve oluşanların dış varlıkları, göklerin ve yerin hareketlerinden
meydana çıkar. Bu meyanda cismi yönünden insan da türeyenlerden biridir.
Hâlbuki insandan bir şey meydana gelmez. Unsurların doğası da söz konusu
şeylerden biridir. Bu nedenle ‘gökler ve yer, insanın yaratılışından daha
büyüktür.’ Çünkü onlar, insan için adeta ana-baba mesabesindedir. O ‘gök ve yer
arasında inen emir’den meydana gelir.
Hâlbuki biz insan-ı kâmil (yetkin insan)
üzerinde düşünmekteyiz. İnsan-ı kâmiİin en yetkin varlık olduğunu söylüyoruz. Allah
Teâlâ katında en üstün varille oluşunun bilgisi ise sadece Allah Teâlâ’ya ait
olabilir. Çünkü yaratılmış, Yaratan’ın nefsinde bulunan şeyi ancak O’nun
bildirmesiyle öğrenebilir.
MESELE
Hakk. Teâlâ’nın
nefsine ait sübûtî (olumlu) tek bir sıfatı vardır. O’nun iki veya ikiden fazla
sıfatı olması mümkün değildir. Öyle olsaydı, zatının o ikisinden veya (daha
fazla ise) onlardan oluşması gerekirdi. Allah Teâlâ hakkında bileşildik
imkansızdır. Öyleyse, bir sıfata ilave sübûtî sıfat kabul etmek mümkün
değildir.
MESELE
Sıfadar, nispet ve
izafeüerdir, onlar ise, var olmayan durumlardır. Ortada her bakımdan bir olan
tek zat vardır. Bu nedenle, işin sonunda kulların rahmete mazhar olması ve
onlar hakkında rahmetten yoksunluğun sonsuza dek sürmemesi caizdir. Çünkü Allah
Teâlâ’yı böyle bir şeye zorlayacak kimse yoktur. İsim ve sıfadar ise, şeyler
hakkında Allah Teâlâ üzerinde herhangi bir hükmü zorunlu kılacak varlıklar
değildir. Binaenaleyh ilahi rahmetin bütün şeyleri kapsamasına hiç bir engel
yoktur. Özellikle de, ‘Allah Teâlâ’nın rahmetinin gazabını geçtiği’
bildirilmiştir. Gazap rahmette sonlandığında, daha önce belirttiğimiz şekilde,
artık hüküm rahmete aittir. Bu nedenle Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ dileseydi (meşiyet), insanların hepsini doğru
yola ulaştırırdı.’10 Dilemenin hükmü, dünyada yükümlü tutmaya
(teklife) bağlandı.. , .
Ahirette hüküm, ‘Dilediğini yapar’11 ayetine aittir. Allah Teâlâ’nın cehennemlikler
ya da âlemdeki herhangi bir kişi için azabın daimi olmasından başka bir şey dilemediğine,
azabın zorunlu olduğuna kim kanıt getirebilir ki? Öyle olsaydı, el-Muazzib
(azap eden), el-Müblî (bela veren), elMuntakim (intikam alan) vb. isimlerin
hükümlerinin (kendi başlarına) geçerli olması gerekirdi. Hâlbuki el-Müblî ve
benzeri isimler, gerçekte var olan bir şey değil, bir nispet ve izafettir. Var
olan bir zat, var olmayan bir şeyin hükmünün altında nasıl bulunabilir ki?
Öyleyse ‘dileşeydi’ veya
‘dileseydik’’12 gibi bütün ifadeler, bu esastan
kaynaklanır. O halde mutlaklık Allah Teâlâ’ya aittir.
Başvurulan hiçbir nass yoktur ki, nimetin sürekliliği
gibi azabın sürekli olduğuyla ilgili bir yorum taşısın. Şu halde, geride ancak
‘olabilirlik’ kalır; Allah Teâlâ ‘dünya ve ahiretin Rahman’ıdır.’ İşaret
ettiğimiz hususu anladığında, kuşkun azalır, hatta bütünüyle ortadan kalkar.
MESELE
Allah Teâlâ hakkında ‘caiz’
deyimini kullanmak, Allah Teâlâ’ya karşı saygısızlıktır. Caiz, mümkün hakkında
kullanıldığında maksat gerçekleşebilir Ki mümkün buna daha uygundur. Çünkü Allah
Teâlâ hakkmda böyle bir kullanımı şeriat dile getirmediği gibi akıl da ona
delalet etmez.
Anla! Bu kadarı yeterlidir. Çünkü ilahi
ilim, tiiketilemeyecek kadar geniştir. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru
yola ulaştırır.’
ON SEKİZİNCİ BÖLÜM
Teheccüd Kılanların
İlminin Bilinmesi ve Onunla İlgili Meseleler. Bu ilmin İlimler Mertebesindeki
Değeri
Teheccüd (gece namazı) ilmi gayb
ilmidir;
Gözün menzilinde ne
hissedilir ne görülür.
Tenezzül
onu verir ve onun '
Kendiliğinde
mertebeleri vardır ki, onunla suretleri aşar.
Yaratanı onu miraca
davet ederse
Yücenin belirtileri
arasında mertebeler görünür
Her menzil sana bir
menzil verir
Seher göz kapaklarında hükümran
olduğunda
Uyumadığı sürece; işte gecedeki hali
böyledir Ya da gözü ufuklarda fecre ulaşır.
Çiçeğin polenleri sana koku vermez Seher
yumuşak esintiyi meydana getirmedikçe
Hükümdarlar, mertebeleri yüksek olsa
bile Onların halk karşısında sırları ve gizli sohbetleri vardır
Allah Teâlâ sana yardım etsin, bilmelisin
ki: Gece namazı kılanlar, bütün geceyi ibadetle geçiren kimselerinki gibi,
teheccüdü veren ve onları teheccüde kaldıran özel ilahi bir isme sahip
değildir. Bütün geceyi ibadetle geçirenin ise, kendisini çağıran ve harekete
sevk eden ilahi bir ismi vardır. Teheccüd, gecede kalkmak, ardından uyumak,
kalkmak, yine uyumak ve sonra kalkmaktan ibarettir. Rabbine münacat ederken
gecesini böyle bölmeyen kimse, teheccüd ehli değildir. Allah Teâlâ şöyle
buyurur: ‘Gecenin bir
kısmında, sana mahsus bir nafile olmak üzere namaz kıl.’13 Başka bir ayette, ‘Rabbin, gecenin üçte birinden azı veya yarısı
veya üçte biri kadar bir bölümünü namazla geçirdiğini biliyor"* buyurmuştur.
Teheccüd namazına kalkan kişinin Hakk
cihetinden özel bir bilgisi vardır. Teheccüd hali, ilahi isimlerde dayanacağı
bir isim bulamayıp Haktan kendisine daha yakından ilişkili olduğu bir isim
görmeyince, Hakk ismine dayanmış, bu isim de onu kabul etmiştir. Binaenaleyh
teheccüd kılan insanın getirdiği her ilim, Hakk isminden gelir. Çünkü Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem bütün yılı oruçla ve geceyi namazla geçiren kişiye
şöyle demiştir: ‘Nefsinin senin üzerinde hakkı vardır, gözünün üzerinde hakkı
vardır. Bazen oruç tut, bazen tutma, bazen namaz kıl, bazen kılma.’ Böylece,
nefsin gözden dolayı olan hakkıyla Allah Teâlâ yönünden olan hakkını yerine
getirmek için, söz konusu kişi için, uyku ve namaza kalkmayı uzlaştırmıştır.
Haklar, başka bir isimden değil, ancak Hakk ismi sayesinde ve o isimden
ödenir. Binaenaleyh teheccüd kılanlar Hakk ismine dayanır.
Teheccüde kalkan insanın herkesin
bilmediği başka bir durumu daha vardır. Şöyle ki: Teheccüddeki münacatın meyve
ve ilimlerini ancak gece namazı kendisi için nafile ibadet olan kimse
derebilir ve elde edebilir. Farz namazları eksik olanın, eksik ibadetleri ise
nafilelerin farzlarından tamamlanır. Farzlar teheccüd kılan kulun bütün
nafilelerini kapsar ve geride nafile kalmazsa, bu durumda kişi, teheccüd kılan
olmadığı gibi nafile ibadet sahibi de değildir. Bu nedenle böyle biri adına
nafile ibadetlerin hali, bilgileri ve tecellileri meydana gelmez. Bunu bilmelisin!
Öyleyse teheccüde kalkanın uyuması gözünün
hakla, ibadete kalkması ise Rabbinin hakkını vermek içindir. Hakkın ona
uykusunda verdiği bilgi ve tecelliler, ibadete kalkmasının ürünü; kalktığında
verdiği dinçlik, güç ve bu ikisinin tecelli ve ilimleri ise, uykusunun
ürünüdür. Kulun bütün farz amellerindeki durumu böyledir. Teheccüd ehlinin ilimleri^ tıpkı bir saç
örgüsü gibi, birbirine girmiştir. Onlar böyle girişik olduğu için, nefisler
tarafından sevilen ilimlerdir. Sözü edilen girişiklik nedeniyle bu ilimler,
yukarı ve aşağı âlemin sırlarını izhar ettiği gibi aynı zamanda fiillere ve
tenzihe delalet eden isimleri de izhar eder. Bu durum şu ayette
belirtilmiştir: ‘Ve ayak
ayağa dolanır”5 Yani, dünya işi ahiret işiyle birleşir.
Bu meyanda, sadece dünya ve ahiret vardır ve o teheccüdün ortaya çıkardığı
‘övülmüş makam’dır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Gecenin bir kısmında, sana mahsus bir nafile
olmak üzere teheccüde kalk. Umulur ki, Rabbin seni övülmüş makama ulaştırır”6 Ayette geçen ‘umulur ki5 ifadesi, Allah Teâlâ yönünden zorunluluk
ifade eder. Övülen makam, övgünün sonuçlarının ait olduğu, yani her türlü
övgünün kendisine döndüğü makamdır.
Teheccüd ilminin kıymetine gelince, bu
ilim, çok-kıymetlidir. Şöyle ki: Diğer bütün eserler gibi teheccüdün de
kendisine dayandığı ilahi bir ismi vardır. Teheccüde kalkan insan, ortada
eserlerin sahiplerinden ve eserlerden gaip olan bir durumun olduğunu genel
olarak anlar. Bunun üzerine onun ne olduğunu öğrenmek ister. Araştırma, kişiyi
ilahi isimlerin hakikatlerini keşfe sevk eder: Acaba onların bir hakikati var
mıdır, yoksa onlar sadece nispet midir? Eserlerin dönüşünü görür: Acaba onlar,
var olan bir şeye mi döner, yoksa var olmayan bir şeye mi? Bunu araştırdığında,
isimlerin mevcut varlıklar olmadığını ve sadece nispeder olduğunu görür.
Böylelikle, eserlerin dayandığı şeyin yok olan bir durum olduğunu anlar.
Bunu öğrenince, teheccüde kalkanlar şöyle
der: İşin özü, dönüşümün var olmayan bir duruma olmasıdır. Ardından, bu konuda
derince düşünür ve kendisini ‘kalkmak’ ve ‘uyumalc’tan doğmuş görür. Uykuyu
nefsin zatına ve istediği şeye dönmesi; ibadet için kalkmayı ise, Allah
Teâlâ’nın kişinin üzerindeki hakkı diye görür. İnsanın zatı bu iki şeyden
meydana geldiğine göre, zatı yönünden Hakk’a bakar. Görür Ki Hakk, kendisi nedeniyle
kendisiyle yalnız kaldığında âlem var olmaz. Aleme yöneldiğinde ise, bu
yöneliş nedeniyle âlemin varlığı ortaya çıkar ve bütün âlemin, nispeüeri farklı
bu tek yönelişten meydana geldiğini görür.
Teheccüde kalkan kişi, zatının Hakkın
-âlem olmaksızınkendisine bahnası ve âleme balcmasmdan oluştuğunu görür. Alem
olmaksızın Hakkın kendisine bakması, kişinin ‘uyku’ haliyken, Allah Teâlâ’nın
âleme bakması, insanın Hakkın üzerindeki hakkını eda etmek için ‘kalkma’ halidir.
Böylece dışta var olma varlık sebebinin, sebeplerin en üstünü olduğunu
öğrenir. Çünkü insan, bir balcımdan, isimlerin nispetlerinden -Ki söz konusu
isimler âlemin varlığını istersoyudanmış zata dayanır. Aynı zamanda kişi, dış
varlığının en büyük varlık ve bilgisinin en yüce bilgi olduğunu kesin olarak
öğrenir. Böylece öğrenmek istediği şey ortaya çıkar ki gayesi de bu idi. Bu
öğrenmeyi sağlayan sebep ise, kişinin kırılganlığı ve yoksunluğudur.
Bu meyanda, amacına ulaştığında şöyle der:
Nice gece geceledim! Gelmedi
Şafak vakti; emelim gerçekleşinceye
kadar!
Emelim aşık olduğum makamdan gerçekleşti
Duyması haz veren bir konuşmayla
İsimler hakkında ise şöyle der:
İsim için bir delilli bulamadım Mef ul
olandan başka!
Sonra onun hakikatini bize verdi Akıl
için varlığını akledilir olarak
Onu edeben telaffuz ettik İşin meçhul
olduğuna inandık ,
İnsanın bilgisinin ilimler içindeki
değeri, bildiği şeyin değeri kadardır. O da, bilinenler içerisinde zattır.
Teheccüd bilgisine bütün isimlerin bilgisi taalluk eder. Bu meyanda ona en
layık isim ise,cuyku ve dalgınlığın kendisine gelmediği’17 -ki bu bir anlamda yakarış halindeki
kuldurel-Kayyûm ismidir. Böylece teheccüde kalkan kişi, isimleri ayrıntılı olarak
öğrenir. Başka bir ifadeyle her isim, o ismin hakikatinin gerektirdiği şekilde,
içermiş olduğu mevcut ve var olmayan sırların bilgisini verir. Bu halle ilgili
bilgilerden bazıları berzahı, Hakkın suretlerdeki tecellisini, cennet
çarşısını ve -kendisini gören bakımından rüyanın kendisini değil, kendisi adına
görülen kimse bakımındanrüya tabirini bilmektir. Bazen insan, rüyayı kendisi
için görebileceği gibi bazen de başkası onun adına rüya görebilir. Rüya
tabircisi ise, rüyada görülen suret ile neyin kastedildiğini bilip bu makam
sahibinin kim olduğunu anlayan olması bakımından, peygamberliğin parçalarından
birinin sahibidir.
Taheccüde kalkan kişiye ait övülmüş makam, sahibi için belli bir duadır. Bu durum Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’e emredilmiş şu ayette dile getirilir: ‘De ki: Rabbim! Beni doğruluk makamına yerleştir.’111 O makama kat demektir. Söz konusu makam Hz.
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e özgü bir mertebedir ve Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem o makamdayken Allah Teâlâ’yı ‘kimsenin bilmediği
övgülerle över.’ Ancak o makama girildiğinde bu övgüler öğrenilebilir. Ardından
şöyle der: ‘Beni oradan
doğru bir çıkışla çıkar.’19 Yani, o makamdan başka bir makam ve
mertebeye geçerken, girerken olduğu gibi çıkarken de Hakkın inayeti onunla
beraber olsun. ‘Bana
katından bir yardımcı ver.’10 Bu yardımcı, kendisiyle çekişenlere
karşıdır. Çünkü bu üstün makamın sahibine sürekli haset edilir. Nefisler ona
ulaşamadığı için, ona zarar verecek bir yön arayışına girer. Bu
davranışlarıyla da, bu kıymetli
makam karşısındaki
eksildiği kendilerine nispet etmek yerine, bulundukları hallerini yüceltmek
isterler. Buna karşın bu makam sahibi, o mertebenin kıymetini inkâr edenlere
karşı kesin kanıt, yani otoriteyle yardım ister. ‘De ki: Hakk geldi ve batıl yok oldu.
Kuşkusuz batıl yok olucudur.’21
‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola
ulaştırır.’
ON
DOKUZUNCU BOLUM
İlimlerin
Artma ve Eksilme Nedenlerinin Bilinmesi. 'De ki, Rabbim! İlmimi artır'* Ayetinin
Anlamı. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin, 'Allah Teâlâ ilmi âlimlerin
göğüslerinden çekip almak şeklinde kaldırmaz, fakat âlimlerin canlarını almakla
ilmi alır' Hadisinin Anlamı
Hakkın varlığının nefs feleğinde
tecellisi İlimlerde bulunan eksikliğe delildir
Kendisi nedeniyle
falan tecelliden gizlenirse '
Araştırma ve inceleme
yoluyla onu idrak eden var mıdır?
İlim için nefste bir çokluk ortaya
çıkarsa Kuşkusuz nass ile gerçek örtü sabit olmuştur.
Varlık güneşinden ve
nurundan yansımadı ’
Ruhlar âleminin
üzerine, güneşin yuvarlağından başkası.
Göz, mazhar dan
başkasına erişemez
. İnsan,
hırsının şiddetinden çatlasa bile.
Ser dettiğim sözümde
hiçbir kuşku yoktur
Benim
sözüm ne yalandır ne sahte ne de uydurmadır. .
Allah Teâlâ sana yardım etsin, bilmelisin
ki: Her canlı ve algılayabilen her şey, (nitelendiği) algısı yönünden her
nefeste yeni bir bilgiye ulaşır. Fakat şahıs, her nefeste algıladığı şeyin yeni
bir bilgi olduğunun farkına yaramayabilir. Hâlbuki o, gerçekte bilgidir.
Bilende bilginin eksik olarak ortaya çıkması, engel bulunmasaydı
algılayabileceği şeyler ile algının arasına engel girmiş olmasından kaynaklanır.
Engellere örnek olarak körlük, sağırlık vb. gibi algıyı engelleyen şeyleri
verebiliriz.
ilimler bilinene göre yükseldiği ve
alçaldığı için himmetler, yücekıymetli bilgilerle ilgilenmiştir. İnsan söz
konusu ilimlerle nitelendiğinde, nefsi arınır, mertebesi yücelir. Mertebe
bakımından bu ilimlerin en üstünü ‘Allah Teâlâ’yı bilmek’, Allah Teâlâ’yı
bilmeye giden en yüce yol ise ‘tecellileri bilmek’tir. Onun altında ise, teorik
bilgi (nazarî ilim) bulunur ki artık onun altında Tanrı’ya dair bilgi yoktur.
Onun altındaki ilimler, insanların genelinde bulunan kimi inançlardır. Yoksa
onlar ilim sayılmaz.
Bu ilimler, Allah Teâlâ’nın Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’e artırılmasını istemeyi emrettiği ilimlerdir.
Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Sana vahyedilmesini henüz tamamlamadan,
Kur’an’ı acele okumaya kalkma ve rabbim bilgimi artır de.’23 Yani, senin kelamından sana dair ilmimizi
artır. Çünkü burada, Rabbinden vahiy getiren öğretmen karşısında edebin gereği
olarak, vahiy esnasmda soğukkanlılığın kıymetini bilmek artmıştır. Bu nedenle
ayetten sonra şu gelmiştir: ‘Bütün yüzler, o diri ve yöneticiye boyun
eğmiştir.’24 Yani, O’nun karşısında hor ve zelildir.
Burada tecelli ilimleri kastedilir. Tecelli, bilgileri, başka bir ifadeyle
zevk ilimlerini elde etmede en üstün yoldur.
Bilmelisin ki: (Bilginin) artış ve
eksilmesiyle ilgili başka bir bölüm vardır ki, Allah Teâlâ izin verirse, onu
daha sonra zikredeceğiz. Şöyle ki: Allah Teâlâ her şey için -ki insan nefsi de
şeylerden biridirzâhir (görünen taraf, dış) ve bâtın (görünmez yön, iç)
yaratmıştır. İnsan nefsi, dış varlık diye isimlendirilen durumları algılarken
bâtınıyla ise ilim diye isimlendirilen durumları algılar. Hakk, ez-Zâhir ve
el-Bâtın’dır. Dolayısıyla algı, O’nun vasıtasıyla gerçekleşir. Çünkü Allah
Teâlâ’dan başka hiçbir şey, herhangi bir şeyi kendi başına idrake güç
yetiremez. Bilakis her varlık, herhangi bir şeyi ancak Allah Teâlâ’nın
kendisinde yarattığı (bir güç) vasıtasıyla algılayabilir. Gayb veya şehâdet
gibi bir âlemden tecelli edilen herhangi bir varlığa Hakkın tecellisi, ez-Zâhir
ismi yönünden olabilir. el-Bâtın ismine gelince, bu nispetin gereği (çünkü
isim ve sıfatlar gerçekte var olan şeyler değil, zat’a izafe edilen nispet ve
nispeüerdi), ne dünyada ne de ahirette kendisinde asla tecellinin
gerçekleşmemesidir. Çünkü tecelli, herhangi bir tecelli mahallinde tecelliye
mazhar olan varlığa Hakkın görünmesi ve zuhur etmesidir. Zuhur ise, ez-Zâhir
ismine aittir. Çünkü nispetlerin anlamı değişmez. Bilindiği gibi, nispetler
dışta var olmasalar bile, aldî varlığa sahiptirler. Dolayısıyla onlar, akledilir
şeylerdir.
Hakk, ihsanı gereği ya da kendisinden
istenilen bir şeye karşılık vermek üzere, tecelli edip nefsin zahirine tecelli
edebilir. Bu durumda idrak, bir surette -ki suret misal âlemindedirduyuyla
gerçekleşir. Böylece, tecelliye mazhar olanın bilgisinde artış gerçekleşir.
Söz konusu kimse bir şeriat bilgini ise, bu artış hükümlerin bilgisinde;
mantıkçı ise, anlamların ölçüleri; dilbilimci ise, sözün ölçüleri ilimlerinde
meydana gelir. Var olanların ya da başka şeylerin ilimlerinin sahipleri için de
durum aynıdır. Başka bir anlatımla tecelli nedeniyle herkes için gerçekleşen
bilgideki artış, ilgilendiği ilimde meydana gelir.
Sûfîler, bilgideki artışın söz konusu
sınıflara dönük ilahi tecelliden kaynaklandığını bilir. Çünkü onlar, keşf
olunan şeyi inkar edemez. Arif olmayanlar ise, artışın farkına varır, fakat onu
kendi düşüncelerine nispet eder. Bunların dışındakiler bir artış görür, fakat
bilgilerinin artmasını istediklerinin farkında olmazlar. Onlar cciltlerce kitap taşıyan merkebin durumu
gibidir. Allah Teâlâ’nın ayetlerini yalanlamış olan kavmin durumu ne kötüdür!’25 Buradaki yalanlama, bilgideki artışın ve
onun kaynağının yalanlanmasıdır. Artışı kendi düşüncelerine nispet edenlere
şaşılır! Böyle bir insan, bir meseleyi düşünme, inceleme ve araştırmasının
zikrettiğimiz tecelliden kaynaklandığını bilemez. Binaenaleyh araştıran kişi,
sadece teorik düşüncesinin iliştiği ve öğrenmek istediği şeyle ilgilidir. Bu
nedenle de, ‘hal ilmi’nden perdelenir. Böyle birinin bilgisi artar, fakat o
bunun farkında değildir.
Bir tecelli gerçekleşip ez-Zâhir ismiyle
nefsin bâtınına yönelik olursa, idrak, maddelerden soyut anlam ve hakikatler
âleminde basiret (iç göz) ile gerçekleşir. Bunlar, nasslar diye ifade edilen
şeylerdir. Çünkü nass, hiçbir şekilde kuşku bulunmayan ve herhangi bir şekilde
ihtimal taşımayan şey demektir. Bu ise, ancak (maddelerden soyut) manalarda (ve
hakikatlerde) olabilir. Bu durumda manaların bilgisine ulaşmak isteyen kimse,
‘düşünme yorgunluğu’ndan rahata ermiş demektir ve tecelli vesilesiyle ilahi
ilimlerde, sır ilimlerinde, bâtın ilimlerde ve ahiretle ilgili ilimlerde onun
hakkında bir artış gerçekleşir. Bu hal, bizim yoldaşlarımıza özgüdür ve
artışın sebebi de budur.
İlimlerdeki eksilmenin sebebine gelirsek,
bu konuda iki durum vardır: Bunlar, yaratılışın aslında mizaçtaki kötülük ya
da bilgiye ulaştıran güçteki geçici bozulmadır. Yaratılıştaki kötülük
değiştirilemez. Hızır (öldürdüğü) çocuk hakkında şöyle demişti: ‘O, kâfir
yaratılmıştı.’ Bu husus, yaratılışın aslı bakımından söylenmiştir. Bilgideki
eksilmenin geçici sebebi algı gücündeyse tıp ilmiyle giderilebilir; nefsteyse
ve başkanlık sevgisi, arzulara uymak vb. bir huy insanı şeref ve muduluğunun
bulunduğu bilgileri elde etmeden alıkoyuyorsa, bu da Hakkın çağrısıyla kalpten
silinebilir ve kişi doğru düşünceye yönelir. Anlar ki, dünya yolcu için bir
konaklama yeri ve geçilmesi gereken bir köprüdür. Bir konaklama yeri ve köprü
olan bu dünya hayatında insan, düşünceyi doğru düşünceden ve ilahi ilimleri
elde etmeden alıkoyan doğal arzulardan uzaklaşıp bilgiler, güzel huylar ve
temizlik gibi yüce mertebenin özellikleriyle burada nefsini bezemediği sürece
ebedi muduluğa ulaşamaz. Böylelikle bu yola girer.
İşte bu da (nefste bulunan özellik),
bilginin eksilme sebebidir.
Kendilerindeki eksikliğin insan adına ayıp
sayıldığı ilimler ile ilahi ilimlerden başka ilimleri kastediyor değilim. Yoksa
gerçek, ortada bir eksilmenin olmadığını bildirir. Duyularının verisi ve nefsinde
ve düşüncesindeki hallerinin başkalaşması yönünden, insanm bilgileri sürekli
artar. Şu halde insanın bilgileri sürekli artar, fakat bu artışta fayda
yoktur. Zan, kuşku, düşünme, bilgisizlik, gaflet ve unutma: Bütün bunlarla ve
benzerleriyle bilgi meydana gelmez. Başka bir ifadeyle zan, kuşku, bakış,
bilgisizlik ya da gaflet veya unutmaya dayalı olarak hüküm verdiğin sürece
bilgiden söz edilemez.
(Tecelli ilimleri)
Tecelli ilimlerinin artma ve eksilmesine
gelince, bu meyanda insan iki haldedir: Peygamberlerin tebliğ ile velilerin
nebevi verasetle ortaya çıkmaları. Allah Teâlâ Ebû Yezid (Bestamî)’ye naiblik
elbisesi giydirmiş ve şöyle demiştir: ‘İki sıfatımla yaratıklarıma görün. Seni
gören beni görmüş olsun.’ Ebû Yezid, Rabbinin emrine uymaktan başka yol bulamamış.
Rabbinden kendisine doğru bir adım atmış, atar atmaz bayılıp düşünce şöyle bir
ses duyulmuş: ‘Sevgilimi bana gönderiniz, benden ayrılmaya dayanamadı.’ Çünkü
Ebû Yezid de, Ebû İkâl el-Mağribi gibi, Hakta fâni olmuştu. Bunun üzerine,
kendisiyle görevli olan ve çılana emri verildiğinde kendisine yardım eden
ruhlar Ebû Yezid’i Hakta silinme makamına döndürmüştür. Böylelikle Hakka
döndürülmüş, horluk, yoksulluk ve kırıklık elbiseleri ona giydirilmiş, asûde
bir hayat sürmüştür. Rabbini görmüş, ünsiyeti artmış, insanm sorumlu olduğu
ödünç emaneti taşnnak yükünden kurtulmuştur.
İnsan miraç merdiveninde yükselmeye
başladığı andan itibaren, miracının merdivenine göre onun için ilahi bir
tecelli gerçekleşir. Çünkü Allah Teâlâ ehlinden her şahsın kendisine özgü bir
merdiveni vardır ki, başkası onda yükselemez. Bir kimse başkasının merdiveninde
yükselebilmiş olsaydı, peygamberlik çalışmayla elde edilebilir (mülcteseb) Hakk
gelirdi. Çünkü her merdiven, özü gereği, kendisine yükselenlere özgü bir mertebeyi
verir. Alimler de peygamberlerin merdiveninde yükseldiğine göre, o merdivende
yükselmekle peygamberliğe de ulaşabilmeleri gerekirdi. Hâlbuki iş böyle
değildir ve bir işin tekrarlanmasıyla ilahi genişlik kaybolur. Bize göre ise,
ilahi katta tekrarın olmadığı sabittir.
Şu var ki tüm manaların -peygamberler,
veliler, resuller ve müminlerinbasamakları eşittir; hiçbir merdiven diğerinden
bir basamak bile fazla değildir.
İlle basamak, İslam’dır. İslam, boyun
eğmek demektir. Son basamak ise, yükselişte fenâ (beşeri özelliklerin
silinmesi), çıkışta ise bekâ’dır (Haldca ait özelliklerle bezenmek). Bunların
arasmda ise, diğer basamaklar vardır. Bunlar iman, ihsan, bilgi, takdis,
tenzih, zenginlik, yoksunluk, horluk, izzet, değişme, değişmede temkin -çıkarkenfenâ,
mertebeye girmek söz konusuysabelcâ’dır. Son dereceye varıncaya kadar,
herhangi bir dereceden çıkarken, tecelli ilimleri İtişinin zâhirinde arttığı
ölçüde bâtınından eksilir.
Mertebeden çıkanlardan isen ve son
basamağa ulaşırsan, Hakk senin değerine göre zâhirine bizzat zuhur eder ve
yaratıkları içinde Hakkın mazharı olursun. Bâtınında ise, O’ndan asla bir şey
kalmaz ve bâtının tecellileri bir anda senden silinir. Hakk seni katma girmeye
davet ederse, bu davet sana bâtınında tecelli ettiği ille tecellidir. Söz
konusu tecelli, zâhirinde eksildiği ölçüde, bâtınında gerçekleşir. En sonunda,
son dereceye ulaşırsın. Son dereceye ulaştığında, Hakk zatıyla bâtınına zuhur
eder ve artık zâhirinde tecelli kalmaz. Bunun nedeni, kul ve Rabden her birinin
kendisine özgü varlığının yetkinliğinde bulunmasıdır. Binaenaleyh söz konusu
artış ve eksilişe rağmen, kul her zaman kul, Rab her zaman Rab’dir.
İşte bu, tecelli ilimlerinin zâhirde ve
bâtında artışının sebebidir. Bunun nedeni ise, bileşimdir (terkip). Bu nedenle Allah
Teâlâ’nın yaratmış olduğu ve dışta bileşik olarak meydana getirdiği her şeyin
bir zâhiri, bir bâtını vardır. Yalınlara dair senin duyduğun şey, onların dışta
varlıkları bulunmayan akledilir şeyler olmalarıdır. Buna göre Allah Teâlâ’dan
başka her varlık bileşiktir. Hiçbir kuşkunun bulunmadığı doğru keşfin bize
verdiği bilgi budur! Allah Teâlâ’dan başka her şeye yoksunluğun eşlik etmesini
zorunlu kılan da budur. Çünkü bu hal, onlar adına zatî (özünden kaynaklanan)
bir niteliktir.
Anlayabildiysen, sana yöntemi açıkladık ve
senin için miracı (yükselişi) ortaya koyduk. Artık yola koyul ve yüksel ki,
açıkladığımız şeyi gör ve müşahede et! Sana miraçların basamaklarını
gösterdiğimize göre, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin bize emretmiş
olduğu nasihatte senin için bir şey bir alem adile. Çünkü ürün ve neticeleri
betimleyip onlara ulaştıran yolu belirtmeseydile, seni kendisine ulaştıran
yolun bilinmediği çetin bir işe teşvik etmiş olurduk. Canımı elinde tutana
yemin ederim ki O’na ulaştıran yol, hiç kuşkusuz, miraçtır.
‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğruya
ulaştırır.’
YİRMİNCİ
BÖLÜM
İsevî İlme Dair; Bu ilim
Nereden Gelir, Nerede Biter? Keyfiyeti Nedir? Acaba Âlemin Genişliğiyle mi
İlgilidir, Uzunluğuyla mı, yoksa Her ikisiyle de mi İlgilidir?
İsa’nın
ilmi öyle bir ilimdir ki İnsanlar kıymetinden habersizdir.
İsa onunla öylelerini
diriltti ki Toprak onun kabri olmuştu. ,
Üfleme, kendisinde gizlenmiş olanın
iznine Ve de emrine karşı koydu.
' Onun
görünmeyen yönündeki Lâhûtîliği, akrobasiydi.
O misal suretine girmiş ruhtur Allah
Teâlâ onun sırrını izhar etmiştir.
Bir mertebenin
gaybından geldi
Allah Teâlâ onun dolunayım söndürmüştür.
Böylece yaratılmış haline geldi Tam bir
ruh olduktan sonra.
Emri kendisinde sona erdi Ona geldi ve
onu sevindirdi.
Onun gibi olan kimse kuşkusuz Allah
Teâlâ’nın ecrini artırdığı kimsedir.
(Harfler ilmine Dair)
Allah Teâlâ sana yardım etsin, bilmelisin ki: İsevî ilim,
harfler ilmidir. Bu nedenle İsa’ya ‘üfleme’ verildi. Üfleme, hayatın ruhu olan
yüreğin içinden çıkan havadır. Hava çıkış yolunda kesintiye uğradığında,
kesinti yerleri harfler diye isimlendirilir ve harflerin varlıkları ortaya
çıkar. Bunlar birleştiğinde ise, manalarda duyusal hayat ortaya çıkar. Bu,
ilahi mertebeden âleme gözüken ille şeydir. Yoldukları halinde, hakikatler için
sadece ‘duyma’ nispeti vardır. Hakikatler yokluk hallerinde ve ilahi emir
varlık ile onlara ulaştığında, onu kabul istidadına sahiptir. Allah Teâlâ var
olmalarını istediğinde ‘ol’ (kün)26 demiş, onlar da oluşmuş, dış varlıklarında
ortaya çıkmışlardır. Binaenaleyh kendisine yaraşan sözle ilahi kelam, hakikatlerin
Allah Teâlâ’dan algıladığı ilk şeydi.
Bileşik olarak meydana gelmiş ilk kelime
ise, ‘ol’ (kün) sözüdür ve üç harften oluşur. Kef, Vav ve Nun. Bu üç harften
her biri de, üç harften oluşur. Böylece kökü üç olan dokuz sayısı meydana
gelir. Üç, tek sayıların ilkidir. Basit sayılar dokuzun varlığıyla kün kelimesinden meydana gelmiş, Böylelikle kün ile sayılan ve sayının varlığı ortaya
çıkmıştır. Öncüllerin üçten oluşması, buradan kaynaklanır. Bununla birlikte
onlar görünüşte dörtten oluşur. Çünkü bir, iki öncülde tekrarlanır. Öyleyse
öncüller üçtür. Varoluş, (mutlak) bir’den değil, tek’ten (birimin birliğinden,
üç sayısının bir olması gibi) meydana gelir.
Hakk, türeyenlerin suretlerindeki
canlılığın sebebinin ilahi üfleme olduğunu, ‘Onu düzenlediğim ve ona ruhumdan üflediğim zaman27 ayetinde bildirmiştir. Üfleme, Allah Teâlâ’nın
kendisiyle imana hayat verip ortaya çıkardığı nefestir. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Rahman’ın nefesinin bana Yemen yönünden
geldiğini görüyorum.’ Böylece bu Rahman’ın nefesi vasıtasıyla müminlerin
kalplerinde imanın ve meşru hükümlerin sureti hayat bulmuştur.
Hz. İsa’ya bu ilahi üflemenin bilgisi ve
nispeti verildi. Bu nedenle kabirdeki surete ya da topraktan yaptığı kuş
suretine üfler, bu üfleme ve havaya sirayet etmiş ilahi izin sayesinde suret
canlanırdı. Ona ilahi izin sirayet etmeseydi, hiçbir surette canlılık meydana
gelmezdi. İsa’ya ait ilim Rahman’ın nefesinden kendisine gelmiştir, böylece
üflemesiyle ölüyü diriltirdi. Söz konusu ilim, üflenilen şeyde sonlanırdı. Bu
da, her varlığın Allah Teâlâ’dan olan payıdır ve her varlık, bütün işler Hakka
döndüğünde onun vasıtasıyla Hakka kavuşur.
İnsan Rabbine yönelik miracında yükselirken
çözünüp yol sürecindeki her oluş, kendisine uygun parçayı insandan aldığında,
arkasında ondan geriye sadece Allah Teâlâ’dan bulunan bu sır kalır. Artık
insan, Allah Teâlâ’yı ancak o sır vasıtasıyla görür, sözünü ancak bu sır
vasıtasıyla duyar. Çünkü Allah Teâlâ, söz konusu sırrın aracılığı olmaksızın
algılanmaktan münezzeh ve mukaddestir, insan, bu yüce müşahededen geri dönüp,
yükselişinde çözünmüş olan sureti yeniden bileştiğinde ve âlem (yükselişte)
ondan almış olduğu bütün uygun parçalan ona geri verdiğinde -zira hiç bir âlem,
kendi cinsini aşamazbütün parçalar, bu ilahi sır üzerinde toplanır, onu kuşatır
ve (bileşimle ortaya çıkan) suret O’nun hamdini teşbih eder ve rabbini över.
Çünkü O’nu kendisinden başkası övemez. Suret, bu sır bakımından değil de, kendi
oluşu bakımından Hakkı övseydi, ne ilahi lütuf ne de Hakkın kendiliğinden olan
iyiliği bu suret üzerinde ortaya çıkardı. Hâlbuki Allah Teâlâ’nın bütün
yaratıklara iyiliği sabit olduğu gibi bu meyanda yaratıkların Hakka yönelik
yüceltme ve övgülerinin de bu ilahi sırdan kaynaklandığı sabittir.
Her şeyde O’nun ruhundan vardır ve hiçbir
şey O’nda değildir. Hakk kendisini öven ve kendisini teşbih edendir. Bu suret
Hakkı överken ve teşbih ederken bir iyiliğe sahip ise, bu iyilik, kevnî
varlığıyla ilgili bir Hakk ediş değil, Hakkın kendiliğinden ona bir ihsanıdır. Hakk
onun adına bir Hakk ediş yaratmışsa, bu da Hakkın onu kendisine zorunlu
kılmasından kaynaklanır. Kelimeler harflerden, harfler havadan, hava ise
Rahman’nın nefesinden meydana gelir. İsimler vasıtasıyla etkiler varolanlarda
ortaya çıkar ve İsevî ilim de onda sonlanır. Sonra, bu kelimeler vasıtasıyla
insan, Rahman’ın mertebesinin kendisinden söz konusu kelimelerle canlanmasını
istediği şeye hayat verecek şeyi vermesini sağlar. Böylece iş, sürekli,
döngüsel bir şekilde devam eder.
Ruhların canlılığı, özlerinden kaynaklanan
bir canlılıktır. Bu nedenle her ruh sahibi, kendi ruhuyla diridir. Sâmirî,
Cebrail’i görüp ruhunun zatının aynı olduğunu ve hayatının kendisinden
kaynaklandığını, her nereye temas etse o yerin Cebrail’in benzeri olan bu
suretin değmesiyle hayat bulduğunu anlamıştır. Bunun üzerine onun ayak izinden
bir tutam almıştır. Bu husus, Allah Teâlâ’nın ondan aktardığı şu ayette dile
getirilmiştir: ‘Elçinin
(ayak) izinden bir avuç (toprak) aldım™ Buzağıyı yapıp onu biçimlendirdiğinde
ise, bu tutamı onun içine atmış ve buzağı böğür müştür.
Allah Teâlâ’nın kendisini isimlendirdiği
gibi, Hz. İsa bir ruhtur ve Allah Teâlâ onu sabit bir insan biçiminde ruh
olarak yaratmıştır. Cebrail’i ise sabit olmayan bir bedevi suretinde yarattı.
Hz. İsa, sadece üfleme vasıtasıyla ölüyü diriltirdi. Sonra Allah Teâlâ,
Rûhu’l-kuds ile ona yardım etmiştir. İsa, varolanların kirlerinden arınmış
‘ruh’ ile desteklenmiş ruhtur. Bütün bunların olabilmesindeki esas ise, ebedi
hayatın aynı olan Ezeli Diridir. İki ucu ise, yani ezel ve ebedi, canlı âlemin
varlığı ve sonradan yaratılmışlığı ayırt eder.
Bu ilim (İsevî ilim), âlemin uzamı, başka
bir anlatımla ruhsal âlemle ilgilidir. Söz konusu âlem, manalar ve emir
âlemidir. Ayrıca, âlemin genişliğiyle de ilgilidir ki o da, yaratılış, doğa ve
cisimler âlemidir. Hepsi Allah Teâlâ’ya aittir. ‘İyi bilin ki, yaratma ve emir O’na aittir.’29 ‘De ki: Ruh Rabb’imin emrindendir.’30 ‘Âlemlerin rabbi Allah Teâlâ münezzehtir.’31 Hüseyin b. Mansur’un (Hallac’ın) ilmi de
buydu. Hallaç vb. gibi yoldaşlarımızdan birinin harflerden söz edip şöyle
dediğini duyabilirsin: ‘Falanca harfin uzunluğu şu kadar kulaç veya karış,
genişliği şu kadardır.’ Böyle bir ifadede, uzunluk ile harfin ruhlar âlemindeki
fiilini; genişlik ile cisimler âlemindeki fiilini kastetmiştir. İşte bu,
onunla ayırt ettiği zikredilen ölçüdür. Bu terimleştirme (uzunluk ve
genişlik), Hallac’a aittir.
Muhakkiklerden ‘ol’ kelimesinin hakikatini
bilen kimse, İsevî ilmi öğrenmiştir. Himmeti vasıtasıyla herhangi bir şeyi var
eden kimsenin bu davranışı ise, bu ilimden değildir. Dokuz, ol (kün)
kelimesindeki üç harfin hakikatinde ortaya çıktığına göre, sayılan şeylerden
ortaya çıkan dokuz felek oldu. Dokuz feleğin toplamının hareketi ve
gezegenlerin dolaşımıyla dünya ve içindeki şeyler meydana geldiği gibi yine
onların hareketleriyle de yok olacaklardır. Bu dokuz feleğin en üsttekinin hareketiyle
içindekilerle beraber cennet meydana gelmiş, bu yüce feleğin hareketi
vesilesiyle cennetteki her şey oluşmuştur. En üst feleği takip eden ikinci
feleğin hareketiyle ise, cehennem ve içindekiler, kıyamet, diriliş, toplanma ve
neşr var olmuştur.
Bu ifadelerimize göre, dünya karışıktır:
Nimet azapla karışıktır. Yine, zikrettiğimiz bu duruma göre cennet bütünüyle
nimet, cehennem de, bütünüyle azap olmuş, karışım ortadan kalkmıştır. Böylece
ahiretin yaratılışı, dünya yaratılışını kabul etmez. İşte bu, dünya ve ahiret
yaratılışı arasındaki farktır. Şu var ki ilahi gazap müddetini tamamlayıp
gazabı geçmiş rahmete katıldıklarında, cehennem, yani içindeki kimseler
hakkındaki hüküm rahmete döner. Bu rahmetin sureti, onun suretidir. Bu suret
değişmez; değişseydi azap görürlerdi. Allah Teâlâ’nın izni ve görevlendirmesiyle,
önce üstten ikinci feleğin hareketi, ‘azabı kabul eden her yerde’ izhar ettiği
azapla onları hükmü altına alır. Burada azabı kabul eden her yerde’ dedik,
çünkü cehennemde azabı kabul etmeyenler de vardır.
Azabın süresi tamamlanıncaya kadar -ki bu
süre kırk beş bin senedircehennemliklere azap edilir. Orada yirmi üç bin sene
kesintisiz ve ara verilmeden azap görürler. Sonra Rahman, onlara bir uyku
gönderir ve bu uykuyla kendilerinden geçerler. Bu durum ‘orada ne ölür ne de dirilirler’31 ayetinde dile getirilir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem cehennemlikler hakkında şöyle der: ‘Onlar
cehennemde ne ölür ne de dirilirler.’ Burada, cehennemliklerin kendilerinden
geçtiği bu vakitteki hallerini kastetmiştir. Bu durum, dünyevi acılardan
açlığın şiddeti ya da aşırı üzüntünün etkisiyle bayılanın durumuna benzer. On
dokuz bin sene böyle kalırlar. Ardından ayılırlar. ‘Allah Teâlâ onların
derilerini başka derilerle değiştirmiştir.’ Orada on beş bin sene azap
görürler. Sonra tekrar baygınlık gîlir. Bu baygınlıkta ise on bir bin sene
kalıp ardından tekrar ayılırlar. ‘Allah Teâlâ onların derilerini azabı
tatmaları için başkasıyla değiştirmiştir.’ Böylece acı bir azabı, yedi bin sene
duyarlar. Sonra, üç bin sene daha baygın kalırlar ve tekrar ayılırlar. Allah
Teâlâ onlara bir zevk ve rahat verir. Bu durum, yorgun uyuyup uyanan kimsenin
haline benzer.
Bütün bunlar, Allah Teâlâ’nın ‘gazabını
geçmiş’ ve ‘her şeyi kuşatmış’ rahmetinden kaynaklanır. Bu esnada, Hakkın
kendisiyle her şeyi ‘rahmet ve bilgi olarak kuşatmış olduğu’ el-Vâsi’ isminden
rahmetin hükmü ebedileşir. Dolayısıyla artık bir acı duymazlar ve bu hal onlar
hakkında sürer gider. Cehennemlikler, bu hali ganimet bilip şöyle derler: “Unutulduk,
artık kendimizi alda getirmekten korktuğumuz için herhangi bir şey istemiyoruz.
Allah Teâlâ bize şöyle dedi: ‘Kalın kaldığınız yerde! Ve Benimle bir daha
asla konuşmayın!”33 Böylece susarlar. Onlar orada şaşırtılır
ve kendilerinde azaptan sadece azabın yineleneceği korkusu kalır.
Azabın bu kadarı, cehennemlikler hakkında sürekli
kalan kısımdır ki o da korkudur. Başka bir anlatımla söz konusu azap duyusal
değil, psikolojik (nefsi) bir azaptır. Cehennemlikler bazı zamanlarda bu azaptan
kurtulur. Onların nimeti, Allah Teâlâ’nın kalplerine ‘geniş rahmet sahibi
olduğunu’ bildirmesiyle, duyusal azaptan kurtulmuş olmaktır. Allah Teâlâ şöyle
der: ‘Siz bizi
unuttuğunuz gibi biz de bugün sizi unutacağız”4 Bu olgu nedeniyle cehennemlikler,
acıları hissetmediklerinde şöyle derler: ‘Unutulduk.’ ‘Onlar Allah Teâlâ’yı, Allah Teâlâ da onları
unutmuştur’35 veya ‘Bugün de aynı şekilde sen unutuluyorsunP36 ayeti bu anlama gönderme yapar. Bunun
anlamı, ‘cehenneme terk edilirsin’ demektir. Çünkü unutmak (nisyan), terk
demektir. Kelime (tünsâ), hemze ile (tünseü) okunduğunda, geciktirilme anlamına
gelir.
Öyleyse cehennemliklerin nimetten payı,
azabın gerçekleşmeyişiyken azaptan payları ise, gerçekleşme korkusunu
yaşamalarıdır. Çünkü Allah Teâlâ’nın bildirmesi yoluyla onlar adına bir güvence
söz konusu değildir. Bazı vakitlerde ise, azabın gerçekleşmesi korkusundan
perdelenirler. Bu meyanda bazen on bin, bazen iki bin, bazen altı bin sene
azabın gerçekleşme korkusundan perdelenebilirler. Bu belirtilen miktarın
dışına çıkmazlar. Her he zaman bir perdelenme gerçekleşir, onlar adına bu
kadarlık zamanın olması kaçınılmazdır.
Allah Teâlâ er-Rahman isminden onları
nimetlendirmek isterse, o vakitteki ve içinde bulundukları azaptan çıkış
esnasındaki hallerine bakarlar. Böylelikle bu balana ölçüsünde nimetlenirler.
Bu bakışları bazen bin, bazen dokuz bin, bazen beş bin sene sürebilir ve süre
artar veya eksilir. Her halükarda, onların bu halleri cehennemde böyle sürer.
Çünkü onlar cehennemliktir.
Bütün bu zikrettiklerimiz, Muhammedî
makamdan tevarüs edilen İsevî ilimdendir. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır.’
YİRMİ
BİRİNCİ BÖLÜM
Üç Kevnî İlmin Bilinmesi. Bu İlimlerin Karşılıklı Girişimi
Girişim (tevâlüc) ilmi fikir ilmidir ve
ona eşlik eder
Sonuçlar ilmi; artık
onu teorik düşünceye nispet et
Biçimsel yapısını
incelersen, bu ilim kanıtlardır
Erkekle beraber
kadının delil olması gibi
Onlar, var etmenin
kaynağına delalet eder.
Suretler âleminde
kün’ün (ol) hakikatinde onu toplar
Vav, Nün’un sükûnu
olmasaydı, onu izhar ederdi
Dışta; bir ölçüye
göre yürüyen varlık olarak.
Bil ki, oluşun
varlığı bir feleğin içinde
Ve beşerin cevherinde
bulunan teveccühündedir.
(Kevnî Aşk)
Allah Teâlâ sana yardım
etsin, bilmelisin ki: Bu ilim, üreme ve çoğalma ilmidir. Söz konusu ilim, kevnî
ilimlerden biri olsa bile, aslı ilahi ilim olan bir ilimdir. Öncelikle bu ilmin
var olanlardaki biçimini açıklayacağız, ardından ilahi ilimde onu sana
göstereceğiz. Çünkü Allah Teâlâ’dan başka her şey Allah Teâlâ’dan olduğuna
göre, her ilmin aslı ilahi ilimdir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Göklerde ve yerde bulunan her şeyi size boyun
eğdirmiştir,’37 İşte bu, her şeye
yayılmış olan üreme ilmidir. Bu ilim, kaynaşma ve cinsel birleşme ilmidir. Bu
meyanda bir kısmı duyusal, bir kısmı da manevi ve ilahidir. Bu ilmin hakikatini
öğrenmek istediğinde, önce duyu âleminde, sonra doğa âleminde, sonra ruhsal
anlamlarda, sonra ilahi ilimde onu incelemen gerektiğini bilmelisin.
Duyu âlemindeki çoğalmaya gelince,
bilmelisin ki: Allah Teâlâ bir çift arasında bir ‘şahsı’ meydana getirmek
isteyip bu ikisi onu üreteceği zaman, aralarına üçüncü bir hüküm
yerleştirilmediği sürece, o ikisinden üçüncünün çıkması mümkün değildir. Bu
hüküm, ikisinden birinin diğerine cinsel ilişkiyle yaklaşmasıdır. İkisi
belirli bir tarzda ve özel bir şartla arzuyla birleşirse, üçüncünün ortaya
çıkması gerekir. Söz konusu özel şart, dişinin mahallinin üremeye uygun ve
kendisini kabul ettiğinde tohumu bozmayacak; tohumun ise,, üreme mahallinde
(doğacak şeyin) sureti açabilir özellikte olması demektir. Özel şart derken
kastettiğimiz budur. Özel tarz ise, iki cinsel organın birleşmesi ve arzudan
kaynaklanarak erlik suyunun ya da rüzgârın rahme inmesidir. Bu şardar dâhilinde
:çocuk’ (yavru) diye isimlendirilen ürünün meydana gelmesi
kaçınılmazdır. O ikisi ise ‘anne-baba’, üçüncünün ortaya çıkışı ‘doğum’, çocuğu
meydana getirmek üzere birleşmeleri ‘nikâh’ veya ‘cinsel ilişki’ diye
isimlendirilir. İşte bu, canlıda gerçekleşen duyusal bir durumdur.
Burada ‘belirli bir tarzda ve özel bir
şartla’ dedik. Çünkü birleşen her erkek ve dişiden çocuğun doğması zorunlu
değildir. Binaenaleyh çocuğun meydana gelmesi, zikrettiğimiz şartların
gerçekleşmesine bağlıdır. Bu meseleyi manalar konusunda daha belirgin bir
şekilde açıklayacağız, çünkü asıl anlatmak istediğimiz odur.
Doğadaki üremeye gelince, gök su yağdırıp
yeryüzü de onu kabul ettiğinde, bu durum, yeryüzünün hamile kalmasıdır. Böylece
‘her türden varlıklar meydana gelir.’ Aynı şey, hurma ve ağaçların aşılanmasında
söz konusudur. ‘Her
şeyden çift çift yarattık m Bunun nedeni üremenin sağlanmasıdır.
Manalardaki üremeyi anlamak için öncelikle
şeylerin iki kısım olduğunu bilmen gerekir: Tekiller ve bileşikler. Tekili
bilmek, bileşiği bilmekten öncedir. Bu meyanda tekili bilmek tanımla
gerçekleşirken bileşiği bilmek, kesin kanıda elde edilir. Sözgelimi, âlemin
bir sebepten meydana gelip gelmediğini öğrenmek istersen, iki tekile veya
şartlı öncül gibi iki tekile denk bir şeye dayanmalısın. Ardından, bu iki
tekilden birini konu-mübteda yapar, diğerini ondan haber veren yüklem yapar ve
şöyle dersin: ‘Her hâdis (sonradan var olan).’ Bu, mübteda (başlanılan, özne)
diye isimlendirilen şeydir, çünkü onunla başladın. Ayrıca ilk olan mevzu (konu)
denir. Çünkü o, kendisinden vereceğin haberi yüklem yapmak için
konumlandırdığın ilk konudur. O, tekildir. Çünkü ona tamlama yapılan isim,
tekil hükmündedir.
‘Hudûs’ (sonradanlık) ile kendisine
tamlama yapıp adeta onu kuşatan bir sur yaptığın ‘her’ lafzının tanımını
bilmen gerekir. Çünkü ‘her’, dildeki kullanımıyla sınırlamayı gerektirir.
Hâdisin (sonradan var olanın) anlamını bildiğinde, başka bir tekili ona
yüklersin. Bu da ‘Onun bir sebebi vardır’ yargındır. Bununla o şeyden haber
verirsin. Sebebin anlamını ve dildeki kullanımını da bilmelisin, işte bu,
tanımla elde edilen tekillerin bilgisidir. Bu iki tekilden bileşik bir form
ortaya çıkar. Nitekim insanın sureti, canlılık ve düşünme den meydana gelir ve onu şöyle
tanımlarsın: Düşünen
canlı.
Birini diğerine yüklem yaparak iki tekilin
bileşiminden bir sonuç çıkmaz. Çünkü iki tekilin bileşimi, doğruluğu için kanıt
gereken bir iddiadır ki, bu kanıt sayesinde verilen haber doğrulanır. Sözü
uzatmaktan korktuğumuz için, özel bir iddia söz konusu olduğunda bunun böyle
olduğu, tarafımızdan bir örnek sayılarak alınmalıdır. Çünkü bu kitabım
anlamların ölçüsünün (mantık ilmi) ele alınacağı yer değildir. Böyle bir konu
mantık ilmine girer. Kısaca, her tekilin bilinmesi ve tekil mevzudan verilen
haberin ya duyusal ya da bedihî veya duyusal ve bedihî kanıta dayanan teorik
bir kanıda bilinmesi gerekir. Sonra, kendisinde ilkinde yaptığını uyguladığın
başka bir öncül ararsın, iki tekilden birinin iki öncülde zikredilmesi gerekir.
Şu halde o, biçimsel olarak dört, hâlbuki daha sonra zikredeceğimiz nedenle
anlam’da üçtür. Böyle olmadığı sürece bu bileşimden kesinlikle netice çıkmaz.
Birinci öncülde örneklendirdiğimiz konu
hakkında şöyle deriz: Alem hâdistir. Bu öncüldeki tekilin tanımıyla, birinci
öncülde âlemin mahiyeti ve ‘hâdis’ sözünle hâdisliği ona yüklem yapman hakkında
öğrenmek istediğin bilgiyi talep edersin. Bu öncülde yüklem yapılan hâdis,
sebebi ona yüklem yaptığında birinci öncülde konuydu. Böylece hâdis, her iki
öncülde de tekrarlanmıştır ki, o, iki öncülü birbirine bağlayan bağdır. İki
öncül birbirine bağlandığında bu bağlanma, delilin yönü; bir araya gelmeleri,
delil ve burhan diye isimlendirilir. Böylelikle, zorunlu olarak âlemin
hadisliğinin bir sebebi olduğu sonucu çıkar. Öyleyse neden (illet), hâdislik;
hüküm ise sebeptir. Hüküm nedenden daha geneldir. Çünkü mantıkta, hükmün
nedenden daha genel ya da ona denk olması şarttır. Böyle olmadığında doğru
olmaz. İşte, aklî konulardaki durum da böyledir.
Bunun şerî meselelerdeki kaynağına
gelince, söz gelişi ekşi hurma suyunun haram olduğunu bu yöntemle öğrenmek
istersen şöyle dersin: ‘Sarhoşluk veren her şey haramdır.’ Ekşi hurma suyu
(nebiz), sarhoşluk verir. O halde, o da haramdır. Daha önce örnek diye
verdiğimiz gibi, aklî meselelerde dikkate aldığın hususu burada da dikkate
almışsındır. Hüküm haram
kılmak, neden ise sarhoşluk tur. Binaenaleyh hüküm, yasağı
gerektiren nedenden geneldir. Çünkü yasaklamanın başka bir konuda
sarhoşluktan başka bir nedeni olabilir. Örnek olarak öfke, hırsızlık ve adam
öldürmedeki yasaklamayı verebiliriz. Bütün bunlar, yas aldanılan şeyde
yasaklamanın varille nedenidir. İşte bu, özel yön sayesinde doğru olmuştur.
Anlamların ölçütü ve sonuçların ancak iki
öncüldeki birbirine girme yoluyla ortaya çıktığını yaklaşık olarak açıkladık.
Bu iki öncül, duyulur düzeyde anne-baba gibidir ve söz konusu iki öncül üç
tekilden ya da üçün yerini tutan bir şeyden meydana gelmiştir. Çünkü bütün, tamlama
ve şartta bir anlamına sahip olabilir. Bu durumda sonuç, ancak teklikten
meydana gelir. Çünkü çift bulunup özel bir şekilde biri ona eşlik etmez ise,
çiftten herhangi bir şey asla meydana gelemez. Böylece âlemin varlığında (Allah
Teâlâ’dan başka) ortak bulunması geçersizleşir, fiilin bir’e ait olması sabit
olur. Ancak onun varlığıyla varlıklar (başka) varlıklardan meydana gelmiştir.
Şunu açıklamış olduk: Kulların fiilleri
kendilerinden meydana gelmiş olsa bile, Allah Teâlâ olmasaydı onlar adına
herhangi bir fiilin ortaya çilem ası mümkün değildi. Bu ölçüt, amellerin
görünüşte kullara izafesiyle o fiillerin Allah Teâlâ tarafından yaratılmış
olmasını birleştirir. Şu ayette buna gönderme vardır: ‘Sizi ve yapmakta olduklarınızı yaratan Allah
Teâlâ'tır™ Yani, yaptığınız
işleri de Allah Teâlâ yarattı. Böylece Allah Teâlâ, yapmayı kullara, yaratmayı
ise, kendisine izafe etti. Yaratma, bazen yoktan var etme, bazen belirleme
anlamına gelebildiği gibi (bazen de) fiil anlamına gelebilir. Kelimenin fiil
anlamına örnek olarak şu ayet-i kerime verilebilir: ‘Ben, onları göklerin yaratılışına (fiiline)
tanık tutmadım40 Bazen ise yaratılmış anlamına gelir.
Örnek olarak ‘Bu, Allah
Teâlâ’nın yarattığıdır (halk)’41 ayetini verebiliriz. ,
İlahi İlim’deki girişim (tevalüc) ve
türemeye gelince, bilmelisin ki, herhangi bir durum kendisine nispet
edilmeksizin, ‘sırf zat’ oluşu bakımından Hakkın zatından başka bir şey ortaya
çıkmaz. ‘Başka bir şey3 derken kastettiğimiz, Ehl-i Sünnet ve Ehl-i
Hakk’a göre, yaratmaya kadir olmak veya (âlem için) ‘neden’ olmak gibi bir
durumun Hakk’a nispet edilmesidir. Son görüş, Ehl-i Hakk’ın mezhebi olmadığı
gibi böyle bir şey doğru da değildir. Bu, bizim açıklamaya gerek duymadığımız
bir husustur. Fakat burada onu zikretmemin nedeni, âlemin varlığının bu zata
‘sırf zat’ oluşu yönünden nispet edilemeyeceğini Ehl-i Hakk’ın hasmına ifade
arzumuzdur. Onlar, varlığının kaynağı bakımından âlemi neden oluşu bakımından
zata nispet etti. Bü nedenle görüşlerini zikrettik. .
Bu ‘nispet’ ile beraber -ki o Allah Teâlâ’nın
kadir olmasıdırüçüncü bir şey daha gerekir. O da var olması amaçlanan hakikatin
var edilişini istemektir. Ayrıca alda göre ‘kudret’, şeriata göre ‘söz’ diye
ifade edilen o şeyi var etmeye dönük yönelişin de bulunması gerekir. O halde
âlem, mutlak birlikten değil, (nispetlerin birliği anlamındaki) teklikten
meydana gelmiştir. Çünkü Hakkın mutlak birliği, sayısal birlik olmadığı için,
İkinciye imkan vermez. Binaenaleyh âlem, ilahi ilimde akledilir üç hakikatten
meydana geldi. Bu durum, asıl bu surette olduğu için, âlemin birbirlerinden
türeyişine de sirayet etti.
Bu bölümden bu kadar kâfidir. Uyarımızla
maksat gerçekleşmiş oldu. Bu ilim, Allah Teâlâ ehlinin yoluna göre, daha
fazlasuıı kaldırmaz. Çünkü bu kitap (Fütûhât-ı Mekkiyye), düşünce ilimlerinden değil, (Hakk’ın
aktardığı) algılama ve tecelli ilimlerinden ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla o
ilimde başka bir ölçüye gerek yoktur. Bu ilmin o ölçüt (mantık ilmi) ile
irtibatı olsa bile, bu irtibat ondan tamamen yoksun kalamaz. Fakat irtibat,
tekillerin reddedilemeyecek tanımla ve karşı çıkılamayacak kanıda elde edilmiş
öncüllerin tashihinden sonra gerçekleşir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘0 ikisinde Allah Teâlâ’dan başka ilahlar
bulunsaydı, yer ve gök harap olurdu.’42 .
İşte bu, bu bölümde ele aldığımız konuyla
ilgilidir. Bu ve benzeri ayetler, bu sanatı zikretmeye bizi zorlamıştır. Keşif
yönünden ise, Allah Teâlâ ehli, vakit kaybı olmasın diye bu gibi ilimlerle
ilgilenmemiştir, insanın ömrü kıymedidir. İnsanın bu kıymetii ömrünü sadece
Rabbiyle oturmaya, O’nunla kendisi için belirlediği şekilde sohbede geçirmeye
harcaması lazımdır.
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola
ulaştırır.’
On beşinci kısım sona ermişdr. Allah
Teâlâ’ya hamd olsun!
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar