MEVLANA/ DİVAN-I KEBİR -3-
Hazırlayan : Abdülbâkiy
GÖLPINARLI
DÎVÂN-I KEBÎR
BAHR-İ HAFÎF
failâtün mefâilün failâtün mefâilün
— A —
Ne olurdu a yiğit, sen de benim gibi âşık olsaydın. Bütün gününü o
çılgınlıkla, bütün geceni ağlayışla geçirseydin.
İki gözünden bir an bile hayali gitmeseydi sevgilinin; iki göze de
iki yüz nur erişir o yüzden, yüzlerce nura kavuşur gözler o ışıktan.
Ne olurdu eşlerden, do stlardan kesilseydin, iki dünyadan da el
yusaydın da kendimden bile sıyrıldım, çıktım, sana bir uğurdan teslim oldum
deseydin.
Şu halkla konuşursam, şunlarla kaynaşmaya çalışırsam suyum sanki,
onlarsa yağ; dış yüzden beraberim, bir aradayım onlarla, fakat içyüzden ay rıy
ım onlardan.
Heveslerden geçseydin, deli divane olsaydın, bağlansaydın; fakat
mizacın karışmasından, kanın oynamasından mey dana gelen, hekim tarafından
ilaçlarla tedavi edilen delilik değil.
Hekimler bir an şu derdi
tatsalardı bağlarından boşanırlardı, kitaplarını yırtarlardı.
Hele şunların hepsinden bir geç
de şeker madenini ara, iste; bul o şeker madenini de sütün, fasulyenin içinde
eriyip mahvoluşu gibi sen de o şekere gark ol, eri, geç kendinden.
II
Aç kapıyı, gir içeriye; çünkü
vefa kaynağısın sen, sarhoş gözlerinin hakkı için bu böyle; haramdır, haram
olsun sensiz yaşamak bize.
* Sözüm, boğum boğum düğümlenip
bağlanıyor, bir kerecik olsun aç saçlarını, and olsun güneşe, and olsun kuşluk
çağına ki aşk, sevgi, öldürdü gitti beni.
Aşka bir delilim, bir âyetim
ben, okuyun halka beni; ey aşk ümmeti, merdiven emrinize âmâde, ağın yücelere.-1
Onu gördüm, sarhoş bir halde
geçip gidiyordu, a ay yüzlü dedim, nereye gidiyorsun? Böyle iş
etme dedi, böylece gel
peşimden.
Peşine düşüp yürümeye başladım, tez tez adım atmaya koyuldu,
öylesine tez adım atmadaydı ki nerden yel yetişecek ona, nerden şimşek kavuşacak.
* Onu gördüm göreli kendimden geçtim, varlığımdan soyundum, bensiz
bir ben kaldı ortada; sanki sırça kandildeki bir ışık ki yeryüzünü de ışıtmış,
gökyüzünü de.2
Gönlü nuru kapladı, kalb cilâlandı, arındı, seçkin bir hale geldi;
ışığıyla ışıklanan her şey onun gibi ışıdı, ışıttı her yanı.3
Ona ondan başka kim kavuşabilir, ondan başka ne varsa zaten
yoktur, y okluktur; sensiz gel benim yanıma, sensin sana nâmahrem olan.
Överek yalvarmaya başladım da a cana canlar katan dedim; bir an
olsun dedi, övmeyi bırak, çünkü övüş ikiliktir.
İkilikten yum iki dudağını, varlık gözünü aç; yumulu dudaklardan
bir söz çıkarsa eğer, söyleyedur, söyleyedur.
*
“Onu anlatıp bildirmek de
şüphesiz bize düşer”; sen girme bizim aramıza; insan, evin kapısını dar gördü
mü girmek için elbiselerini soyar.
Her gece canın bedeninden ayrılıp gitmiyor mu? Canında lâyık
olmayan bir sıfat var mı?
Ağır kum tanesi değilsin ki sabahleyin gene uçup gelmeyesin;
geceleyin gide gide ta o arılık ummanına varmadın mı?
Kul, kul oldukça, Tanrı da Tanrı bulundukça can gene gelir, kalp
altın, gümüş gibi beden kesesinde kalır.
Canını istek avcuna koy, çünkü istek kimyadır; iste, arada can
bedenden ayrılınca cana can olandan ayrı kalma.
Kamışı boşaltırlar, bomboş bir hale getirirler amma sessiz bırakmazlar;
yürü, arslanın peşine düş, arslan avla, çünkü Ali’sin, Murtazâ’sın sen.
* Yoktun, yüzyıllar boyunca hakkında,
* “Gerçekten de insana zamanın bir çağı gelmişti ki, anılır bir şey
bile değildi insan” âyetini okudular; gönüldeki yazı, Tanrı yazısıdır, Tanrı
yazısına yanlış deme.
* Elifsin, ikiye bükül, lâm ol; elifin lâm olunca da hele artık,
elini, ağzını yıka, çünkü haydin, gelin diye davete başladın.
Tanrı’yla meşgul oldun mu sudan da geçtin, topraktan da; elsiz,
gönülsüz kaldın mı artık uzat elini şu hırkaya.
III
Ay yüzün gizlendi mi göğün gönlü karmakarışık bir hale gelir;
fakat dünyaya sen gönül bağışladın mı bütün gönüller genişler, cihan kesilir.
Sen gönül aldın, cilveler ettin mi iki dünyada gönül kesilir,
gönlümüz dünyaya döner, bütün gönüller oynamaya, bütün yürekler atmaya,
çırpınmaya başlar.
Şu gök kubbeye öylesine bir ateş düşer ki melekler bile bu yüzden
feryada başlar; çünkü âşıkların derdi, dumanı, göklere ağar, göklere yücelir.
Aşkındaki kıskançlık değil midir ki âşıkların kanlarını damarlarından
fışkırtır da tany e rind e akşam kızıllığı gibi belirir o kan, bütün gökyüzü
kana boy anır gider.
Ne zaman gelecek o zaman ki senin yüzünden yer tir tir titriyecek?
Ne tuhaf olacak o mekân ki, mekânsızlık mekânına dönecek.
Sevgilimin hayaliyle baharım
gülmeye başladı mı yüzü güller saçacak, gözüm, gönlüm, gül bahçesi kesilecek.
Güller saç, gül bahçesisin sen,
herkesin apaydın gözüsün sen; lütfeder, kerem buyurur da bir bakarsan bana ne
olur, ne ziyan edersin ki?
Ağaçlar gibi yele baş versem
bile hoşum; çünkü bakışım, görüşüm, güzellik bahçene bahçıvan olur.
Senin sarho şun olur da
kendimden geçer, saçma sapan işlere girişirsem, başımı tutamaz bir hale
gelirsem şaşılır mı buna? Meyvesi olan, olgunlaşan ağacın da başı yerlere
eğilir; ona dönerim ben de.
Menekşe gibi iki büklüm oldum,
yasemin gibi vefasızlaştım; lâlelerin yürekleri de erguvanın derdiyle yanar,
kararır.
Sevgilimin yüzü gül bahçesine
benziyor, benim yüzümse ağlayıp inlemekten sapsarı, tıpkı safran; onun yüzü
öyle olunca elbette âşıkın yüzü de böyle olur.
Bütün nerkisler gül bahçesini görmek için göz kesilir, terütaze
gül onu öpmek için ağız şekline girer.
Çayırın çimenin gönlü, ona, onun baharına kavuştuğundan dolayı
gülmeye başladı mı ırmaklar ayrılış gamıyla gözyaşlarım gibi akıp çağlamaya
başlar.
O boşluk âleminin gönlü, sevgilisiyle öylesine doludur ki ağacı
bile sevgiliye şükretmek için b aştan başa dil kesilir.
Ağaçlar yerden baş çıkardılar mı onlara ses gelir, gizlediğiniz ne
varsa bir gün açığa çıkacak denir onlara.
Reyhan, katmerli güle inat olsun diye yüzünü açar; katmerli gül
de, hele der, sınanma çağı gelsin, gösteririm sana.
Tohumlar yer dibinden çıkarlar, yücelmeye başlarlar; inay ete
ulaşan, yücelere çıkmay a merdiven bulur elbet.
Şu canlar yiyen, kanlar emen yeryüzüne bak, hem tohumu yer, hem
besler, geliştirir onu, ne tuhaf, şu aç kurt, sürüye çobanlık eder durur.
Bütün kurtlar çoban kesilmiş, bütün hırsızlar bekçi olmuş; zaten
Tanrı bekçi olduktan sonra hırsız, âşıkların nesini alıp götürebilir ki?
Acele etme, bahçeye sofra kuruldu, keremler edildi de yeşerdi o
sofra, fakat bir ancağız otur, bekle, şimdicek yemek vakti gelir, çağırırlar
seni.
Diken yarası yüzünden gül bahçesindeki arkadaşlardan kaçma, silah
kulanan arkadaş, kervana yardım eder.
Sus a gönül, gerçekten de dileyen, isteyen kişi susar; istey
enlerin gerçekten de istekli olduğunu susmaları anlatır.
IV
Siz güneşsiniz, aysınız; sizdendir duyuş, görüş. Gönül size
bakmada, görüş sizinle arınmada, aydınlanmada.
Sabır, daha da iyidir, daha da güzel dediniz, fakat sabra imkân
yok; biz vaktimizin oğullarıyız, geçip gidene Allah acısın.
Aşk erleri geldi, ey kavim dedim, ne haber? Fitneyle korkuttular
beni, çekinmemi buyurdular.
Sevgiyle öldürülmekte hay ırlar vardır, bereketler vardır, hiçbir
zararı yoktur bunun dedim; aşk, kılıcını çekti, a aklı fikri başında olan
ümmet, tez olun, haydi.
Bundan sonra yaşayan, abes yere yaşar, ömrünü, zamanını zâyi etmiş
sayılır, başkalarının da, kendinin de ziyanına ömür sürmüş demektir. Zaten
gençlik bir yeldir, geçip gitti; bir yeldir kıvılcımları sürdü, götürdü.
Ateşle yel, bir araya geldi mi
ne durur kalır, ne anlaşılır; adamı sarhoş eden, kendinden geçiren seher
yelinin esintilerinden bir esintiyle beni gençleştirdiler şimdi.4
O güzel bakışlı padişaha hiçbir
şey söyleme, hiçbir şeyden haber verme; haber bile mahrem değil ona, onun
yanında hiçbir şeyden haberdar olma.
Gönlüm, gönlüme perde kesildi,
bakışım, görüşüm, görüşüme örtü oldu; a dost dedim, senden başka kimsem varsa
canım, başım meydanda;
Aşkla vur boynumu, bir arpaya
bile alma beni; dedi ki: Ben bambaşka bir şeyim, şu insan şeklinden bambaşka
bir şey.
Can sen misin yoksa dedim, peki
o bambaşka şey dediğin ne? Hele ey güzel sesli ney, hele ey perdeleri y ırtan
yel, es, nağmelen;
(s. 132) Kulaktan gönüle doğru
git de bak, gör bakalım, kim daha fazla sarhoş? Kese dikenin inadına yırt şu
keselerimizi.
Altınım bitti, tükendiyse ne
gam? Altın gibi bir şarabım var; Arapça da hoş amma ay oğul, sen Farsça
söylemeye bak.
— N —
Mihnetlere düştüğün geceyi an, hani hekim yanındaydı da gönlünün
ayağından bunca dikenleri çekip çıkarmıştı; an o geceyi.
Kuyuya düştüğün zaman kim yeni bir can bağışladı sana, söyle;
gitme, onun yanına gel, inkâr etme, an onun lûtuflarını.
Etme, eyleme; o lûtuflar az değildi, and olsun Tanrı’ya, lûtfunda
hiçbir şüphe yoktu, birazcık olsun kendine gelmiyorsun; çok an o lûtufları, çok
an.
Fırsat eldeyken, zaman geçmeden an; zaman geçti mi ister güle ait
söz yonmaya kalkış, ister dikeni söyle, faydası yok.
O, yücelerde bir güneştir, kadrini, kıymetini bil onun, dolunaya benzer
yüzünü gördün mü o yüzden bahset, bu buluşmayı an.
Bakışının kadrini bil, gene gelir çatar onun günü; buna eminsen
var ağyardan bahset.
A hekim, hastayı an diye ağlayıp inleyince gelip can bağışlayan
hekim, adama iki somun verirse şükrün yeri mi yâni?
Gönlün, hekimi küçük, değersiz gösterdi mi sana, bil ki ölmüştür o
zaman gönlün, ondan sonra istediğin kadar şu ölüyü, şu leşi an diye bağıradur.
Ama bu hale gelsen bile ümit kesme, güzün yeraltındaki tohum gibi
Husâmeddin’in baharını, gül bahçesini an.
îşin altına dönmüş, ayarı tam altın kesilmişse, kumaşın bez y ıkay
ana rehin verilmemişse, bu yılın inciyse, geçen yılı anma artık.
Gülün geçip gittiğini gördüğün halde ona kapılman, mey letmen,
aşağılık bir iş değildir de nedir? Acıklanacak bir şey değil mi bu hal? Sakın
anma onu.
VI
Tanrı zevkinizi tertemiz, neşenizi daimî etsin, bizi de sizden
uzak düşürmesin; o haline Tanrı tanık; a amca, yüzünü bize dön.
* Ca’fer’in eli, yüce dağ başına iz etti; vuslattan ayrı düşmüş
âşıka döndü dağ.
O el izinin ağzı olsaydı derdini anlatırdı; dinleyin a nazlılar,
nazeninler diye dilsiz- dudaksız söy lerdi derdini.
Aynı Ca’fer’in elinin iziyiz biz de, ayrılmışız o elden, acıyın
bize; bir de iyice bilin ki ne yapıyor, ne ediyorsa bütün hareketlerimiz
görünüşte bize aittir ancak.
Çünkü sedef, inciye eş olunca oynar. Sus artık, yeter, uzadı gitti
şu kovculuğa benzer sözler. 5
VII
Senin yüzünden sabrı, kararı kalmay an sana
ulaşır, seninle karar eder. Dikeninle gönlü yaralanan kişi varır,
erişir senin gül bahçene.
Gül de şenindir, süsen de,
bütün gül bahçesi de. Senin güzünden harap olurlar, baharından zevke dalarlar,
çalıp çağırırlar.
Yerden göğe dek ne varsa hepsi
de hem söylemededir, hem susmada; âşıkların gönülleri gibi, canları gibi senin
yüzünden içleri kararsız bir hale gelmiş onların.
Her şey sevgine tapıyor, bütün
âlem elinde senin; bir solukta tapında alçalıyor, sarho ş oluyor, bir solukta
mahmurluğuna düşüyor senin.
Her varlık senin yüzünden
altüst olmuş, gene de her varlığın senden haberi bile yok; ne tuhaftır sana
bakmak, seninle görmek, ne hoştur seni beklemek, seni özlemek.
Karganın gözü, görüşü
olmadıktan sonra servi ne yapsın, bahçe ne etsin? Sen bülbülün feryadını işit,
irâdesini sana veren, ihtiy ârını sana tap şıran o.
îşten güçten kalanım ben,
alıcıdan, satıcıdan vazgeçenim ben, her şeye boş verenim, senin işine gücüne
dalıp gidenim ben.
Denizden de geçerim, köprüden
de; cüzden de kaçarım, külden de; ne yapayım gülün yüzünü, senin gül yüzün yok
ki onda.
Ölüp gitmiş ömrü, donup buz
kesmiş bedeni, canı, şu iki üç günlük sayılı zamanı ne yapayım? Senin sayına
dalmış gitmişim.
Gönül de, göz de, kulak da
senin balını yer, şerbetini içer; hepsi de her an sana saçmak için çiçekler
açar durur.
Bundan böyle şu bedendeki canı
susmaya vereceğim artık, fakat canlar veren, gönüller alan hevesin yok mu?
Nerden susturacak, söyletmeyecek beni?
Sükût âleminde gizlenmeme, av
gibi susarak kendimi gizlememe imkân yok; çünkü av da sana avlanmaktan kaçmaz,
avcılar da.
Her varlık, kokunla gelişmede,
ayrılığınla arıklaşmada; her şeyin, herkesin gülüşü de senin
eserin, senin armağanın, ağlayışı da.
VIII
Kalem, senin vasfını yazarken aşka düşer de kırılır; aklım pek
şiddetli bir elem olan ayrılığından yolunu yitirir gider.
Kim seninle düşüp kalkabilir? Kim senin seçkin dostun olabilir?
Kimdir ki pusundan kurtulur? Kimdir o ki katı yayını çekebilir?
Yüzüm aşkınla altına döndü, senden binlerce iz var, eser var
bende; a güzel, canın için olsun, bir kerecik bak da gör beni, bak ne haldeyim?
Halil gibi ateşler içindeyim, ateşinin ıssısıyla iyiyim, hoşum;
aman vermeyen gamından baş çekip kaçacak adam değilim ben.
Müşkül yolumu aç, gönülsüzüm, ver bana gönlümü; do stum, sevgilim,
gül bahçenden başka bir yerde konaklatma beni.
Güzelim, kokundan başka kim gelebilir senin yanına? Seni aramanın,
sana güller saçmaktan
başka ne sebebi olabilir?
Melek de, insan da, peri de; bey de, paşa da, ordu da; gök de,
Güneş de, Müşteri de senin eşiğinde, sana karşı utanıp kalmış.
Sen can Zümrüdüanka’sını belâlara çektin mi, sınamanda sinek gibi
yoğurdun içine düşüverir.
Yüce buyruklarınla, şifalar bağışlayan müjdelerinle sana terceman
kesildi mi, her yoksul bir padişah kesilir gider.
Bütün yaratıklar, karıncalar gibi senin harmanına koşmada; bütün
âlem senin sofranın bağışlarıyla nevâle elde etmede.
Bir âfet kesilen can, nevâleyle kanaat etmez, bir gün sana konuk
olmayı umar, bu tamaha düşmüştür, kaderin bu cilvesini bekler.
Her bir illete, her bir zahmete ne devâlar ihsan eder o bitmez
tükenmez hazinen; mekân âlemine ne lûtuflarda, ne bağışlarda bulunur mekânsızlık
âlemin.
Bedenin umduğu lûtufların, nimetlerin; gönlün
umduğu güzelliğin, alımın. Beden vereceğin ekmeğe bakmada; gönül
kendisini avcuna almanı, parmaklarınla okşamanı beklemede, ona heves etmede.
Gökyüzü damına dayadığın
merdivenin gizli oluşu, ne nekesliğinden, ne düzeninden; öyle icap ediyor da
ondan gizledin o merdiveni.
Emniyetli kişilere, iyi erlere
o merdiveni gösterdin, gökyüzüne kervan gitmede dedin...
Sus a gönül, artık söyleme,
artık sırlarını araştırma onun, çünkü sen onun sırlarını bilmezsin, fakat o
bilir senin gizlediğin her şeyini.
îçten içe bundan daha tatlı bir
şekerkamışı arama; çünkü zaten bu şekerkamışının kabuğundan bile dudakların
bala döndü, şeker kesildi.
Ey Tebriz Padişahı Şemseddin,
Tanrı tapısından, her an senin o kıranı hoş mu hoş, güzel mi güzel ay yüzüne
her an aferinler gelmede.
IX
Hele bir davran ey yücelikler dileyen, derdinden, gamından yağdan
kıl çeker gibi çek kendini, aç onun sırlarını bize, esenlikler size.
Ne diye bizimle kaynaşmıyorsun? Ne diye suyla yağsın âdeta bizimle?
Bir selâm bile vermiyorsun, ne olur yâni bir esenlikler size desen.
Hele davran ey deli divane şuh, gel düğünümüze; aç o şeker
dudaklarını da esenlikler size de.
Esirge bizi, lûtfet, kerem buyur, başını salla, sakalını oy nat da
esenlikler size de, bir selâm ver.
Evin kapısını açtı mı baştan geçenleri söylemeye kalkışma, gir
kapıdan içeriye, esenlikler size de de gir eve.
Yüzünü ekşitirse sus, hiçbir şeycikler söyleme, y alnız esenlikler
size de, gir içeriye de öfkesi
yatışsın.
Bir hayal yol keserse bakma sakın ona, yürü, ta tapısına kadar var
da esenlikler size de.
Bu mahallede ne hırsızlardan biri var, ne bekçilerden biri; sen
yalnız şu sözü söyle, yalnız şu sözü, bu kâfidir: Esenlikler size.
Tuzaktan da sıçra, kurtul, yemden de; insanı mat eden şu bucaklardan
geç, göklerden gelen sesi duy: Esenlikler size.
Seni esirgedikçe esirgerse lütfeder, bir kılavuz verir, kendine
yol gösterir, derken gönlünden baş çıkarır da seslenir: Esenlikler size.
Şekilden, süretten çıktın, mânevî duraklara vardın mı altı yandan
da esenlikler size sözünü duyarsın.
O hücreye sığamazsan kaçma, çarpınıp çırpınmaya kalkışma;
yoklar-yoksullar gibi yere baş koy da esenlikler size de.
Padişah, iyide, kötüde bana yardım etmese bile dudağından şu
sözler çıkar ya: Esenlikler size.
Hileyi, hüneri bırak, keleğin
bundan haberi bile yoktur, biz ancak bu kadarını yeriz onun; esenlikler size.
Ey ay yüzlü güzel, hele bir
davran, öyle her akrebin gönlünü elde etmeye bakma, sen gazelini söylemeye bak,
esenlikler size.
* Hele ey ümmetlerin acınmışı,
hele ey himmet sahibi, suçunu günahını bağışladık, giderdik; esenlikler size.
Zahitlerin beyisin, ibadet
edenlerin Ay’ı, övüncü; onun için şimdi güzellerden duy: Esenlikler size.
(s. 133) Zehrinizi şeker
ederim, taşınızı inci haline getiririm, işinizi altın yaparım; esenlik size.
Bedeninizi can haline korum,
gönlünüzü gençleştiririm, ay ıp larınızı örterim; esenlikler size.
Yokluktan koşup gelmişsin,
gönüle doğru bir hayli koşmuşsun, göklerden çok defa duymuşsun: Esenlikler
size.
Mademki ümidin bizde, kuzgunu
tutsan devlet kuşu kesilir; bütün özürlerin vefa sayılır; esenlikler size.
Yeşillikte kızıl güle dönersin,
yanağın, çenen, betin benzin kızarır, parıl parıl yanar, y aseminlere bakar,
seyrana dalar da esenlikler size dersin.
Bağlar bahçeler yeşil elbiseler
giyince damlardan gelen sesleri duy: Esenlikler size.
Fidanlar, reyhanların,
lâlelerin yüzünden gülmeye başlayınca kuşların fery atlarını dinle: Esenlikler
size.
Sarhoşlukla söze başladım mı
gam bile hasedinden kaçar, görünmez olur; böyle olmasaydı zaten, esenlikler
size demezdim.
Dudağın kimden, söz kimden
geliyor? Ol emrini veren padişahlar padişahından; sen de ona yüz çevir de
esenlikler size de.
Ey Şemseddin, hele gel de
hay-huylarımızı duy; candan, gönülden arılıkla, esenlikler size dememizi işit.
Hele davran, çağın geldi, vefa davulunu çal. Erguvan çiçeklerin
açıldı, erguvan renkli şarabı sun.
Bahçendeki şeker gibi üzümün cibresini sıkalım; terütaze ağacından
meyveler saçalım.
Canı, aklı, lûtuf, kerem sofrandan sürme; iki sinek sofrandan ne
yiyebilir, onların yemeleriyle sofrandan ne eksilir?
Bütün umanların umusu, harmanından bir arpadır ancak; senin
cihanına nispetle iki âlem de iki köyceğizden ibaret.
Güneş, bütün gün ışık kılıcını vursa gene de senin kılıcının
korkusundan erir, zerreden de daha küçük bir hale gelir, daha görünmez olur.
Göğün canı yere kapanıp da izinin tozunu öptü mü, yer havalanır,
fakat hangi kanatla göğüne uçar gider ki?
Kanadı kırık, oturakalır,
oracıkta kendisine senden armağan bir kanat gelsin de uçmasına yardım etsin diye
senin civarına bakar durur.
Feryadım ne geceleri sana
ulaştı, ne seher çağları; senin bekçindeki ululuk yüzünden feryadım ateşli bir
hale gelemedi gitti.
Halbuki bana vaad etmemiş
miydin, and içmemiş miydin, yücelme çağında merdivenin gelmeyecek miydi?
O nerkis gözlerle kuluna bir
baktın mı canı, mekân âleminden uçar da senin mekânsızlık âlemine varır.
Sen de onu okşarsın, a
hüzünlere batan dersin, bundan böyle gam yeme; gökler bile senin
coşkunluğundan, feryadından coştu, feryada geldi;
Esirgemede, okşamada anadan,
babadan daha ileriyim, onlardan fazla acırım sana; fakat pişmen, olgunlaşman
için sınarım seni;
Sana bağ bahçe, cennet kurarım,
derdine devâlar veririm, şundan, şu duman
gökyüzünden daha güzel, yepyeni
bir gökyüzü hazırlarım sana.
Hepsini söyledik a güzelim,
sözün aslını söylemedik; çünkü senin sırrını senin ağzından duyup işitmeleri
daha iyi.
XI
Nağmeler tutturmuş iki üç
sarhoş bir bucağa oturmuş; gönülden de lâtif, candan da; ona konuk olmuşlar.
Neşeyle haşır neşir oldular mı
başları daha da fazla döner, daha da faz la sarho ş o lurlar; savaştan,
kavgadan başları meydana düşer âdeta.
Canlarının buyruğundan, seher
çağlarından, seherlerde içtikleri şarap yüzünden sağda solda ırmak ırmak bal
nehirleri, şarap nehirleri coşar, akar.
Bir solukta kucaklaşırlar
sevgiliyle, bir solukta sevişirler; bir solukta neşeden secdeye kapanırlar, bir
nefeste de savaşa girişirler,
dedikoduya düşerler.
Bir an gelir ki o şeker dudaklı, şeker soyundan, şeker boyundan
gelme, şeker mi şeker sevgili onlarla beraberdir, böyle şaşılası bir hale
geldiler mi artık edep arama onlarda.
And olsun Tanrı’ya, güzel bir sâkîsin, vefalı bir bâki; öylesine
halimsin ki bağışlayacak suç ararsın; öylesine bir huyun var ki neşe, zevk
araştırırsın.
Canım benim, elinle senin sarhoşuna iki kadeh şarap sun da
göklerin sırrını kıldan kıla duy ondan.
Onun kadehine dök şarabı, utanmadadır o, utanmada; dök şarabı da
kutluluğunla utançtan kurtulsun o, kurtulsun utançtan o, kurtulsun utançtan o.
* Akıl şaraba gark oldu mu devlet kapısı açılır; her kerem kesesi
“Doyurun” emriyle çözülür.
Bırak o kabuğu da özü, içi gör, özü güzel güzeli seyret; hele bir
şu ay yüzünü örten kat kat buluta benzer örtüleri aç.
Bundan sonra artık bütün sular
bizim deremizden başka bir yerde akmaz; ben de sarhoş bir halde, ayrılığıyla
testi testi içer dururum.
Nazenin dilberle hoş, böylesine
sarhoş bir halde renk, koku gül bahçesinden can gül bahçesine giderim.
Bir bak gözlerine, bir bak
yüzüne, güzelliğine, edasına, işvesine; sohbet hakkı için olsun amca, bir bak
haline onun.
Gönlün ferah değilse, kadehe eş
olmamışsan, şaraba düşkün değilsen ne yapayım ben? Leblebiyle sarhoş olan
çocuk, onun dudaklarından ne anlar, ne duyar?6
Feleğin mahremi olmuşsan çabuk
ey alımlı dost, bak da seyret, her zerrenin koltuğunda bir kabak var.
Güne ş ışığı, sayısız
zerrelerin yolunu vurdu mu perdelerini öylesine bir yırtar ki bir daha dikilip
yamanmasına imkân kalmaz.
Dudaklarına and olsun, elden
çıktı gitti, gene sarhoş oldu o, gene güvercin gibi dem çekmeye, bakra-baku
demeye başladı.
Sen uyuyorsun, fakat aşkla
gönül, yeryüzünden göğe doğru, hoş, sarhoş bir halde elemsiz, kedersiz yan yana
yürüyüp gittiler.
Can hurmalığından, insanların
da, perilerin de görmediği güzelim, eşsiz yaş, kuru hurmaları, şu boğaza
sığmayan hurmaları yerler artık.
* Gönlümle, efendime konuk
oldum, bu şerefe erdim; artık bu kıyamet anında Tanrı yemeğinden yerim, Tanrı
şarabını içerim.
Hele bu gece eve git, sarhoş
gönül rehin verildi gitti; sabah olunca bir hoşça gel de bunun tamamını dinle.
Gazelin kalan kısmını sen
söyle, söyle de herkese tesir etsin; sen aşksın, aşka hiç kimsecikler düşman
olmaz.
Sen söyle, Kevser suyusun sen,
hoşsun, tatlısın, ne de güzel kokuyorsun; herkesi, her şeyi yeşert, tazeleştir,
solgunluğu, perişanlığı
yıka, arıt.
— Y —
XII
Tanrı zevkinizi tertemiz, neşenizi daimî etsin, bizi de sizden
uzak düşürmesin; dostlarımı unutmam ben, cefa etmek, mezhebim, yolum yordamım
değil benim.
Kullarına sal gölgeni, çünkü her gecenin ay ışığı sensin; bir söz
söyle, susma, dudakların pek şeker.
Sizden ayrıldım ayrılalı bir teselli bulamadım, haklarınızı
unutmadım; hay aliniz hep gözümde, güzelliğiniz gizlenecek, unutulacak şey
değil ki zaten.
Can bir süvaridir, beden bineğine binmiş, beden eşeği,
baldırlarının altında onun; fakat şu canın, eşeğin altına girip bineklik
yapması, çirkin bir şey.
Tanrı gözlerimizi aydın etsin, aç sın, ışıtsın, Rabbim bizi size
kavuştursun; ah, bir ahdinizde dursanız da o alımla, o güzellikle, o yüzle
gerdan kırarak gelseniz bize.
Hele şundan da geç de o muteber
kadehi sun; gönül de o şarapla şu dağınıklıktan kurtulur, can da.
Doldur kadehi, sun; hele
sabredin deme; sabır da tükendi a benim sevgilim, efendim, takvâ da.
Yeryüzü senin yüzünden yörük
bir hale geldi, gökyüzü sana kul köle kesildi; iki dünya da senin yüzünden
dirildi, canlandı; ne de gönüller alıcı meşrebin varmış, ne de canlar bağışlar
bir içkiymişsin.
Dönmeye başladığı günden beri
yerin ağzı göğe doğrudur, göğe açılmıştır; tıpkı onun gibi benim de maksadım,
isteğim sensin, hatırımdan çıkmana imkân yok.
Gönül, şu dünyanın sebeplerine
senin ümidinle düşmede; çünkü bütün sebepler senin elinde, sensin onları
meydana getiren, sebep haline sokan.
* Gönüller senin yüzünden
sebeplerle oyalanmada, halbuki haberleri yok ki sen o gönüllere y akından da
daha yakınsın.
Efendim, kadehi rahibin oğlunun
küplerinden doldur; a büyük er, a ikram, ihsan sahibi sâkî, güzelleş, neşelen,
çal, çağır.
Hele sus artık, haydin deme,
şarabın var, doldur, iç; mademki şu devletin gölgesindesin, ne diye kıvranıp
durursun?
Kavim sarhoş oldu, susun da
artık can nağmelerini dinleyin; ulaşın, kavuşun dosta, üst olmak, üstün gelmek
için kavgaya, savaşa düşmeyin.
XIII
Güzelim, sen bütün dünyaya bir
güneşsin, ulusun; a ay, öyle görünüyor ki güneşe bakmıyorsun sen.
Yeryüzünden bir geçtin mi bütün
dünya can olur, her taraf gül bahçesi kesilir, yerin altı maden haline gelir.
Bedenim inceldi, ipe döndü;
gönlüme sevgi ekildi; başa yazılan buymuş, elbette abes iş değil bu.
Seher çağı perdeyi yırttı mı,
sen perde ardına girersin; gece perde saldı mı, sen tutar, perdeyi yırtarsın.
Güzelim, ayağını bastığın
toprağı borç olarak ver bana sürme diye, çünkü sen güneşsin, gözlerim kamaştı,
o toprağı gözlerime çekeyim de aydınlansın şu gözler.
Şu dünyadaki güzellerin hepsi
de buluttur, sen aysın; şu dünya padişahlarının hepsi de ay aktır, sen başsın.
(s. 134) Hayalin belirdi de
yeniay karardı, hayaline dedi ki: Bu kadar aydınsın, bu kadar parlaksın, fakat
şaşılacak ne var bunda; o kaynaktan su içiyorsun sen.
XIV
Sevgili, senin otağınım ben,
kurarsın, söker, yıkarsın. Elinde bir kalemim ben, yonarsın, kırarsın.
Bayrak başlığıyım ben, gâh baş
aşağı edersin beni, gâh dağın başına çıkarsın, oraya dikersin
beni.
Havadaki o zerreyim ben ki pencereden vuran ışığın içindeyim;
pencereye doğru onun için giderim ki pencerenin üstünde sen varsın.
Hele hele zerre deme bana, bir dünya say beni, sen güneşsin, sen
olmasan iki âlem de nerden ışıklanır, nerden aydın olur?
Hepimiz de deriden ibaretiz amma gene de sen öz gör, iç say bizi;
fakat özler de, içler de tamamıy la kurudur, sen onlara bir yağ bağışlamazsan.
Padişah olsam da sensiz bulunsam, varlığım ne de yalan, ne de
yalan. Toprak olsam da seninle bulunsam o varlık, ne de lâtiftir, ne de lâtif.
Sana feryat ediyorum, sen, ben seni uzaklaştırdım kendimden,
bakayım a zerre, şu havada ne yapacaksın diyorsun.
Güneş bir tek zerreyle ne diye görüşür, danışır? Sen öldür, sen
dirilt, ne yapmak gerekse a do stum, sen yap.
Nasıl bir şarap sundun gönüle
ki sağa sola yalpalayıp gitmede; bâzı bâzı da ne sağa gidiyor, ne sola, ne
korkudan haberi var, ne eminlikten.
BAHR-İ HEZEC
-MEKFÛF-
— A —
meıaılu faılun meıaılu faılun
(s. 135) Blzdekl bu aşk, ne aşk, ne aşk Tanrım? Ne eşslz, ne öz,
ne gUzel bu aşk, Tanrım.
îçlnde çark urup döndUğUmUz abıhayattan geliyor bu aşk; ne el
çırpmadan geliyor, ne ney sesinden, ne de teflerden Tanrım.
İyiden iyiye anlaşıldı ki o padişah bu tahtta glzll; çunku
şekerler damlatmanın butun sebepleri hazırlanmış Tanrım.
Kimin aklına fikrine, kimin gönlUne, hatırına o sevgilinin hayali
dUştUyse o akıl fikir, o hatır gönUl, ne de özden özdUr, ne de eşsiz,
örneksizdir, ne de görUş biliş sahibidir Tanrım.
Beden, kar ziyan derdinden feryada geldiyse o feryat da senin
Uflemendendir, zurnanın kendiliğinden çıkardığı sesten değil Tanrım.
Beden kamışını sen delik deşik
ettin, senin elin açtı şu delikleri, bu yüzden gece gündüz şu feryada düşmüş,
şu kavgaya girişmiş a Tanrım.
Çaresiz, zavallı ney, perdenin
yolu nerde; ne bilsin; gören de neyzenin soluğudur, bilen de Tanrım.
Bağda da, gül bahçesinde de
sarhoşların yüceliği yüzünden ne ışık var, ne coşkunluk, ne sevda Tanrım.
Mûsa’nın o güzelim çölüne inen,
îsa’ya gökten gelen nimetlerden ne lezzetli yemekler var, ne gıdalar, ne
tatlılar Tanrım.
Şu lezzetli yemeklerden, şu
canım gıdalardan nasıl da sarhoşuz, nasıl da şaşırmışız; bunlar yerden bitme değil,
yerin ilişiği bile yok bunlarla, gökten geliyor bunlar Tanrım.
Sevgilinin yüzünün ışığı vurmuş
da şu güllük gülistanlıkta her yanda bir Ay var, bir Güneş, bir Ülker yıldızı
Tanrım.
îster sel olalım, ister ırmak;
hepimiz de sana akıp gelmedeyiz; her akarsuyun karar ettiği yer
denizdir Tanrım.
Çok and içtim susmaya, fakat olmadı bir türlü, yoksa senin
denizindeki her inci söyleyip durur mu Tanrım.
Sus ey gönül, sarhoşsun sen, sıçrama sakın; şu kopup tozan âfetten
sen onu koru Tanrım.
Tebrizli Tanrı Şems’inden gönül de aşkla sersem, perişan, iki göz
de Tanrım.
II
mefâilü faulün mefâilü faulün
Ne bağ, ne bahçe; yücelerden gelmiş, açılıp saçılmış. Ne kadir
gecesi, ne dolunay, ne değer, ne olgunluk, kutlu olsun, yüceldikçe yücelsin.
Ne parlaklık, ne ışık, ne köpürüş, ne coşuş; saçılıp dökülmüş ne
değerli inciler, ne dayanç, ne sevgi.
Ne mülk, ne mal, ne söz, ne hal, tecelli göklerine ulaştıran ne
kol, ne kanat.
* Can, bir coştu da
zincirlerini kopardı, zincirlerinden boşandı mı Zün-Nûn da kim oluyor, Mecnun
da kim? Leylî de kim oluyor, Leylâ da kim?
İlâhî bayraklar, dağ ardından
belirdi; ne sultan bu, ne hakan; ne çeşit vali, ne büyük er.
Canlar, ne elde ettiler ki
dünyayı artlarına attılar; bu bir te sellidir, bir avunma diyenin vur boynunu.
Sınıkları onaran Tanrı, dünyayı
vasıtasız besledi, geliştirdi; ne can sesi bu, ne sır sesi, ne de güzel hoş
geldiniz, safâlar getirdiniz âvâzı.
İster yeryüzünün parçası ol,
ister Rûhü’l-Emin, şu hali gördün mü, ululuğu daimî olsun, ululandıkça
ululansın de.
Gökler olmasa, yer yok olup
gitse gene bir korku yok sana; bağırıp çağırma, gürültü etme.
Ağır davran, ağır ol; ne coş,
ne kendini satmaya kalk; kendinden geçmiş şarapsın sen, bir an olsun süzül,
tortun kalmasın.
Sen bezcisin, bez yıkayıcısın;
üzümsün sen, üzüm sıkıcı; süz, sık, fakat elini bulaştırma.
Sus, sus şu olur olmaz, şu
külhani, hoyrat kişilerin topluluğunda; kula, Tanrı’ya ait sözleri, apaçık
söyleme, söyleme apaçık.
III
Düşünme, kaygılanma; düşünceye,
kaygıya dalış neft yağıdır âdeta, her taze kökü yakar, yandırır.
Sarhoşluktan, şaşkınlıktan
kendinden geç, buna âdeta; buna da bütün kamışlıklar şeker görünsün sana.
Yiğitlik deliliktir, düşünme,
saldır, at kendini ileriye; arslanlar gibi, erler gibi geç ululanmadan,
böbürlenmeden.
Düşünce, kaygı, tuzağa benzer,
üstüne düşmek haramdır; lokma kapmak için düzene başvurmana ne hacet var?
Lokmanın yolunu bağladın mı her
çeşit
hileden, düzenden geçtin,
kurtuldun demektir; fakat hırsa düştük mü ağlamaya koyulur gideriz.
IV
mefaılü faulün mefaılü faulün
Bizdeki bu aşk, ne aşk, ne aşk
Tanrım? Ne eşsiz, ne öz, ne güzel bu aşk, Tanrım.
Ne de hararetliy iz bu aşkla,
ne de hararetli, güneş gibi tıpkı. Ne de gizli, ne de gizli, ne de apaçık bu
aşk, Tanrım.
Ne Ay bu, ne Ay, ne güzel yol
arkadaşı şarap; canı da bezedi, cihanı da Tanrım.
Dünyadan kopup tozan şu
coşkunluk ne coşkunluk, ne coşkunluk; ordaki iş güçse, ordaki ululuksa kim
bilir ne iş güç, ne ululuk Tanrım.
Padişahlar padişahı atlıları
döktükçe döktü; ne tozdur bu, ne tozdur ki tozudu, kalktı Tanrım.
Düştük, düştük, öylesine düştük
ki kalkamayız
artık; bilmiyoruz, bilmiyoruz
ne kavgadır, ne gürültüdür bu Tanrım.
Ne mahalle, ne mahalle; bir toz dumandır kalkmış, fakat bambaşka
bir toz, bir başka çeşit tozmada, gene kalkmış, gene tozumuş, ne sevdadır bu
Tanrım.
Ne tuzak var, ne zincir, neden hepimiz de bağlıyız öyleyse? Ne
bağdır, ne zincirdir ay aklarımızdaki Tanrım.
Şu gönül tavalarındaki nakış, resim, ne nakış, ne biçim resim;
görülmemiş bir şey, görülmemiş; yücelerde nakşedilmiş Tanrım.
Susun, susun da yayılmasın sır; çünkü sağı da ağy ar tutmuş, solu
da Tanrım.
mefaılu faulun mefaılu faulun
Gelin, gelin, gul bahçesi yeşerdi, gUller açıldı. Gelin, gelin,
sevgili geldi çattı.
Gelin, bir uğurdan butun canları da guneşe teslim edin, cihanı da;
kılıcını bir hoş, bir guzel çekti o.
O çirkine gulun ki nazlanmadadır; o dosta ağ lay ın ki sevgiliden
ayrılmıştır.
Deli bir kere daha zincirden boşandı diye şehre bir sestir duştu,
butun şehir birbirine girdi.
Ne gundur, ne gundur, ne biçim kıyamet gunudur bugun? Yoksa
insanların gunah-sevap defterleri mi göklerden uça uça geldi?
Davulları dövun, başka hiçbir şeycikler söylemeyin; gönlun, canın
da yeri mi, zaten can da kaçıp gitmiş.
VI
meıaılu faulun mefaılu faulun
Sürün, sUrUn, kovun varlığınızı da kalmayın artık; bilin, bilin ki
mutlak varlıkta apaçık görünmedesiniz.
At sürün, at sürün; çevik süvarilersiniz; nazlanın, nazlanın,
dünya güzellerisiniz siz.
Neyiniz var, neyiniz var ki o sevgilide olmasın; bir şeyiniz varsa
getirin, getirin de söyleyin kulağıma.
Akşamdan kalma sarhoşsanız söyleyin, söyleyin; dün gece meyhane
nasıldı, nasıldı dün gece meyhane?
Bir şarabı var, bir şarabı var Tanrı’nın ki dünyada, siz de onun
bir yudumusunuz ancak.
Bir ikinci defa, bir ikinci defa bir yudum daha dökerse dünyadan
da olursunuz, ahiretten de, kendinizden de.
Açmıştır şarap küpünün ağzını bugün, açmıştır, taşıyın meyhaneye kapları,
testileri.
Sabahları ışıtan, karanlıkları yarıp gideren çağrıyor, çağrıyor;
sarhoşsanız, ağırcanlıysanız şarap tez canlı eder sizi.
(s. 136) Geldiler Tanrı elçileri, geldiler; girin içeriye, girin,
ay rılmay ın onlardan, kalmay ın dışarda.
Yazıklar olsun, yazıklar olsun, bu eve sığmaz onlar, onların hepsi
de maden, sizse mekân bağındasınız.
Olmaya ki kendi başınızın derdine düşesiniz, olmaya ki onlardan
gaflet edesiniz; çünkü onların hepsi de candır, sizse ekmek kaydındasınız.
Çalışın, çalışın da can olsun şu ten; insansanız buna çalışın,
ekmeğin yenip beden olmasına değil.
Ne de aşk bu, ne de aşk bu, pek katı yaylı; o elde, o yüksükte siz
de oksunuz, yaysınız.
Bir çalgı sesidir gelmede, bir
çalgı çağanak sesi, ciheti olmayan yerden geliyor bu ses; düğün dernek orda,
sizse davul çalmadasınız sadece.
Susun, susun, susun da için
kana kana; örtün, örtün, gizli definesiniz siz zaten.
Yüzleriniz görünmüyor,
gizlisiniz, eserler görünüyor, eserlerinizle apaçık meydandasınız; görünüp
duruyorsunuz da gene de görünmüyorsunuz, belirmiyorsunuz, canın özüsünüz tıpkı.
Akıl oldunuz mu, akıl
kesildiniz mi binlerce kişi olsanız birsiniz gene; tıpkı güneş gibi her eve
girer, y ay ılırsınız.
Şu denize her şey sığar, şu
deniz her şeyi kabul eder; korkmayın, korkmayın, yakalarınızı y ırtmay ın.
Gönlüm, şu anlatışı bırak,
ağzını yum; ağzını yum da hazine haline gelmeyin, şaşırıp kalmay ın.
VII
meıaılu faulun meıaılu faulun
Ölün, ölUn, bu aşkla ölUn; bu aşkla öldUnUz mU hepiniz de can
bulursunuz.
Ölün, ölUn, korkmayın şu ölUmden, ağın bu gökyUzUnden, gökleri
tutun.
ÖlUn, ölUn, bu nefisten ayrılın; çUnkU bu nefis bağa benzer, siz
de onunla bağlanmış tutsaklarsınız sanki.
Zindanı delmek için bir kUlUng alın; zindanı deldiniz, yıktınız mı
hepiniz de padişahsınız, beysiniz.
ÖlUn, ölUn gUzelim padişahın huzurunda; padişahın huzurunda
öldUnUz mU hepiniz de padişah kesilirsiniz, şöhret bulursunuz.
ÖlUn, ölUn, şu bulutun altından çıkın; bulutun altından çıktınız
mı hepiniz de dolunay haline gelirsiniz.
Susun, susun; susmak, ölUmUn konuşmasıdır;
şu susmaktan kaçışınız yok mu, hep diriliktendir.
VIII
mefaılu faulun mefaılu faulun
Usanıp bezenlerin hepsi de
gitti; kapayın evin kapısını; o usanmış, bezmiş, hUzUnlere dalmış akla hepiniz
de gulun.
Miraca ağın, hepiniz de
peygamber soyusunuz; öpUn Ay’ın yanağını, çUnkU dama çıkmışsınız,
yucelmişsiniz.
Peygamber, Ay’ı yardı; siz ne
diye bulut oluyorsunuz? O çevik, zarif, siz ne diye kendinizi koyuvermişsiniz?
* Usananlar, gama dalanlar,
kuyuya dUştUler; sizse ercesine şu yolda Ferhad gibi, Şeddad gibi bir ancağız
olsun dağ delmediniz.
Ay yUzlU olmayın amma Ay’dan da
yUz çevirmeyin; hastay a dönmeyin, başınızı çatmayın.
Öyle oldu, böyle oldu
kayıtlarına düşmek doğru değil, ne arıyorlar, bilmeyin; ne devşiriyorsunuz,
anlamayın.
Mademki o kaynağı gördünüz, ne
diye su kesilmediniz; mademki o hısımı, o bildik eri gördünüz, ne diye
kendinizi beğendiniz?
Mademki şeker madenindesiniz,
niçin yüzünüz ekşi; mademki abıhayata dalmışsınız, neden kupkurusunuz, neden
solgunsunuz, perişansınız?
Bu çeşit inat etmeyin, ayak
diremeyin, devletten kaçmayın, zaten kaçmanıza da imkân yok ya, çünkü tuzağa
düşmüşsünüz, kement boynunuzda.
Bir kere kement atılmış
boynunuza, tutulmuşsunuz, aman bulmaya imkân yok; çırpınmayın, çarpınmayın,
inada kalkışmayın.
Pervane gibi canınızla oynayın,
atılın şu muma, ne diye yol arkadaşına uyuyor, onu bekliyorsunuz, ne diye
bağlara düşüyor, bağlanıyorsunuz?
Atılın şu muma da yanın yakılın, gönlünüzü, canınızı aydınlatın,
yeni bir beden giyin, şu beden eskimiş, atın onu.
Tilkiden ne diye korkuyorsunuz? Arslan tabiatı var sizde; neden
topal eşek kesiliyorsunuz? Kula ata binmişsiniz siz.
Şimdicek sevgili gelir, devlet kapısını açar; o sevgili,
anahtardır, hepiniz kilitsiniz.
Susun, söylemek hor, hakir etti, yordu sizi; alıcı dudu kuşu
olduktan sonra siz şekersiniz, balsınız.
IX
faûlün failâtün faûlün failâtün
Yapma sevgili, etme sevgili, gitme düzenbaz sevgili; bir kerecik
olsun örtme kutlu yüzünü.
Sen Tanrı denizisin, bütün yaratıklar balık; onları kendinden
mahrum ettin, karaya attın mı hepsi de bir uğurdan ölür gider.
Deli gönüle bir daha yarın diye vaadde bulunma; senin yarınından
gökleri aştı feryatlar.
Elinde olduk mu başımızı ayağımızdan fark edemeyiz; senin sarhoşun
olduk mu baş da düşer, sarık da.
Senin bağışların peşindir, şikâyet edilemez; fakat ağy arın da
gönlü olsun diye şikâyet etmeye giriştik.
Bana aşk sordu, a hoca dedi, ne istiyorsun? Mahmurun başı
meyhanecinin kapısından başka nereyi ister?
Baştan başa bütün ayıplarımızı gördün, gene de aldın bizi; ne de
ayıplarla dopdolu kumaş, ne de lûtuf sahibi alıcı.
Padişahların hepsi de altın bağışlarlar, sense öyle bir padişahlar
padişahısın ki can bağışlarsın; yıllarca önce ölmüş, çürümüş ölü bile senin
yüzünden dirilir, mezardan baş çıkarır.
Sevgilinin hevesi, gönlümde ne elem bırakır, ne keder; can bile
yolumu kesse candan bezerim ben.
Bulutundan yağmur yağdı mı kumdan yaseminler biter; güneşin
belirdi, parladı mı güllük gülistanlık kesilir her yer.
Hayaline düştük de o sevdadan hayale döndük; seninle buluşursak ne
hale geliriz, ne oluruz, kim bilir?
Hepimiz de şişeleri kırdık, ay aklarımız kesildi; bütün arkadaşlar
sarhoş, hepimiz sarhoşuz, düz yoldan başka bir yola sapma.
faûlün failâtün faûlün failâtün
Hekimiz, hikmet sahibiyiz, önümüze ön olmayan doktorlarız biz.
Şarabız, kebabız, Süheyl yıldızıyız, yeryüzüyüz biz.
Beden hastası gelince ona şifalar veren macuna döneriz, gönül
hastası gelince güzel bir sevgili, güzel bir dost oluruz.
Hasta ölünce hekimler kaçar, fakat biz kaçmayız, kerem sahibi
dostuz biz.
Koşun koşun, yol başında bekliyoruz; dünya lâyık değil bize,
nazız, nimetiz biz.
Şu şekilde görünüyoruz amma yanlıştır bu, yanlış; çünkü beden
ağacın dalına benzer, bizse seher yeliyiz.
Ancak şu dalın oynayışı da yelin işi; sus sus; hem buyuz biz, hem
o.
XI
faûlün faûlün faûlün faûlün
Gelin gelin, gül bahçesine gidelim; şu devlet, şu ikbal noktasının
çevresinde pergel gibi dönelim.
Gelin, bugün devletle, kutlulukla, yeni aşka düşenler gibi o
sevgilinin çevresinde dönüp dolaşalım.
Çok tohum ektik, çok döndük dolaştık şu çorak yerde, biraz da o
ambarlara sığmayan tohumu araştıralım.
Art olan, arka kesilen her yüz, önünde sonunda çirkindir; biz o
güzel yüzlü, vefalı sevgiliyi aray ıp aktaralım.
Kendimizden incindik mi beş duygunun, altı cihetin zebunu olduk
gitti; bir kerecik de meyhanecinin meyhanesine varalım.
Mademki şu gama düştük, eridik bittik, o tuzağa avız artık; başka
bir işimiz gücümüz yok,
bu işe koyulmuş gitmişiz.
Başımız-ayağımız yok, zerreler gibi havadayız, Ay gibi biz de o
örülmemiş, o eşsiz güneşin çevresinde dönüp duralım.
Su dolabı gibi feryatlarla dolduk; düşünce gibi şikâyetsiz, sözsüz
dönüp duralım.
XII
faûlün faûlün faûlün faûlün
Hikmet sahibiyiz, hekimiz, Bağdat’tan geldik; birçok illetlileri
dertlerinden, illetlerinden kurtardık.
Eski yolları yordamları, başı, dibi bulunmaz dertleri, gamları
pençemizle tutar, damarlarından, sinirlerinden çeker, söküp atarız.
Güzel, üslûplu söz söyleyenleriz, Mesîh’in talebesiyiz biz, nice
ölülere tuttuk da can üfürdük biz.
Sorun izimizi bulanlara, yüzümüzü görenlere, sorun da şükrederek
söylesinler size; kuyudan kurtulduk biz.
Hekimler uzak bir yoldan
geldiler, gurbete düştüler de eriştiler buraya; öylesine eşsiz, örneksiz
ilaçlar yaptılar ki görmedik hiç.
Derdin başını ezeriz
ayağımızla, gamı süpürür atarız evden; hepimiz de güzel dilberleriz, hepimiz de
bayram ayına benziyoruz.
Tanrı hekimleriyiz, kimseden
tedavi ücreti almay ız; çünkü içimiz temiz, tamaha düşmemişiz, pis değiliz biz.
(s. 137) Bu ilacı helîle-melîle
sanma; bu meşhur kökleri, ilaçları cennetten getirdik biz.
Her şeyden haberi olan
hekimleriz, idrara bakmayız, çünkü düşünce gibi hastanın bedeninde y ürür,
koşarız biz.
Ağzını açma hiç, dinleyenlerin
çoğu kuzgundur; artık lâfa girişme; zaten biz de uçtuk gittik.
XIII
faûlün faûlün faûlün failâtün
Coşun coşun, biz de coşkun deniziz zaten, aşktan başka hiçbir
işimiz gücümüz yok, aşktan başka bir iş görmüyoruz.
Şu toprağa sevgiden başka, aşktan başka hiçbir tohum ekmeyiz, şu
toprağa, şu tertemiz tarlaya başka bir tohum ekmeyiz biz.
Padişahımızın yüzünden ne sarhoşuz, ne sarhoş; gelin, gelin de
elimizi uzatalım size.
Ne bilelim, ne bilelim dün nasıl bir şarap içtik ki, bugün gün
boyunca sarhoşuz, mahmuruz.
Gerçek hallerinden sormayın, sormayın; çünkü biz şaraba tapıyoruz,
kadeh saymıyoruz.
Sarhoş olmadınız, o şarabı içmediniz siz; ne bilirsiniz, ne
bilirsiniz, hangi avın peşindeyiz biz?
Şu toprağa düşmeyiz, döşenmeyiz biz, hasır değiliz ki; kale
erleriyiz, şu göklere yücelelim biz.
XIV
faûlün faûlün faûlün faûlün
Bir kere daha zincirden boşandım, bir kere daha; âcizleri tutan şu
bağdan, şu tuzaktan sıçrayıp kurtuldum.
Felek iki büklüm bir ihtiyâr; büyülerle, hainliklerle dopdolu.
Genç, taze devletine sığındım da kaçtım, kurtuldum o ihtiy ârd an.
Gece gündüz koştum, gece gündüz uçtum; sorun şu göğe de anlayın,
ok gibi nasıl fırladım g ittim.
Dertten, elemden ne diye korkayım, ölümle eşim, dostum; çavuştan
neden ürkey im, beyden bile kaçtım kurtuldum ben.
Kırk yıllık akıl beni düşüncelere gark etti; altmış iki yaşımda av
oldum, avlandım da tedbirlerden, düşüncelerden kurtuldum.
Tanrı takdiriyle bütün halk sağır oldu, kör kesildi; takdirin
ululuğuyla takdirden de kurtuldum ben.
Meyve, dıştan kabuğa giriftâr olmuştur, içten çekirdeğe; bense
incir gibi o deriden de kurtuldum, o çekirdekten de.
Bir işi geciktirmede zarar vardır, bir işte acele etme
şeytandandır; gönlüm acele etmekten kurtuldu, geciktirmeden de kaçtım,
vazgeçtim.
Önce kanla beslendim, sonra kan yerine süt gıda oldu bana; fakat
akıl dişim çıkınca o sütten de kesildim ben.
Yalanla dolanla bir zaman ekmek peşinde koştum, fakat Tanrı bir
gıda verdi bana ki y alandan dolandan da kurtuldum gitti.
Sus, sus, bundan fazla uzun, etraflı anlatma; tefsirden
bahsedeyim, çünkü sarmısağın hararetinden kurtuldum ben.
XV
faûlün failâtün faûlün failâtün
Bizim kafamızdaysan başını oynat, sakalını titret; padişaha
âşıksan yürü meydana.
Haydin, kavuşma, buluşma günü, her taraf güzellik, her yan alım;
dünya lûtuftan, keremden, olgunluktan ibaret; hey gidi hey, ne de görülmemiş
padişah.
Nerdesin sen, nerdesin, bizim halkamızdan, bizden değil misin
yoksa? Cennette bile olsan cansız olduktan sonra ne güzelliği, ne değeri kalır
ki?
Bir tatlı dilli dilber, bir can, bir cihan ki cana karşılık öpücük
vermede; ne de ucuz kumaş bu.
îster fil olsun, ister arslan; aşk böyle yapar tutulanı; aşka
tutulmuş kişiyi gördün mü işte dersin, heybede kedi.
Acı mı acı, tatlı mı tatlı; sevgilerle, esirgemelerle doludur,
kinle dolu; ne de lezzetlidir, ne de dişe dokunacak lokmadır o.
Gel beri, çekinme; kaçma şu fitneden, inat etme, inat etme, davran
ey erlerin padişahı.
Ne de gün, ne de gün, ne de gönüller aydınlatan bayram; o gözler
boyuna işvelenmede, nazla gülümseyerek bakmada, o dudaklardan ballar, şekerler
saçılıp dökülmede.
O usûl boylu, o endamı düzgün güzelden gül renkli şarap iste;
çünkü şu anda gökteki Ay, Mîzân burcuna girdi, her şey düzeninde.
Yüceler, yücelikler şarabını iç, fakat dudağını, sakalını
bulaştırma; Zühal yıldızından da, her y ıldızdan da gürültüyü p atırtıy ı
dinle.
Düşün de sus, böyle bir sırrı yayma, söyleme apaçık; hoyrat, kadir
bilmez kişilere böyle inciyi, böyle mercanı saçmak y azıktır.
faûlün failâtün faûlün failâtün
Gel, o değerli mi değerli
dudaklardan bir öpücük kaça? Bir can karşılığı bile olsa almak farz.
O öpüş temiz mi temizdir, şu
toprağa lâyık değildir; onun için tenden sıyrılayım da sâfi can kesileyim.
Temizlik denizi bana dedi ki:
Öyle bedavaca adım atmaya imkân yok; o inci sendeyse hele bir sedefi kır
bakalım.
Dünya bile şaraba parlaklık
bağışlayan o gülü öpmek için süsen gibi baştan başa dil kesildi.
Yok, yanlış söylediysem,
hepiniz padişahsanız, Mirrîh’e, Ay’a benziyorsanız kendinize gelin de o serkeş
dilberden öpücük istemeye kalkışmayın.
A her yanı Ay gibi ışıtan
güzel, pencereyi açtım, vur içeriye, bir gececik olsun yüzüme vur, parlat
yüzümü, yanağını yanağıma koy.
Söz kapısını kapat, gönül
penceresini aç; zaten pencereden başka bir yerden öpemezsiniz o ay yüzlüyü.
BAHR-İ MÜCTES
mefâilün feilâtün mefâilün failün
— A —
(s. 138) Kardeşim, yüzünü gördük, gönüller tutsak oldu, tutsak;
akılları arıtıp cilâlandıran bir söz duymadın mı sen?
Ebedî bir zevkle, ebedî bir neşeyle yaşamayı isteyen biri değil
miyim? Kendine gel, uyan, uy anık ol; işte sana geldim, sana.
Gözlerin aydın olsun, yüzü tam bir dolunay; alnında kutluluk,
istek, yücelik, nur ışımada.
Boyunu bosunu, yüzünü gözünü görünce gönlüm öylesine sarhoş oluyor
ki, sanki kadehi doldurmuş da sunmuş, yıkmış, harap etmiş beni.
Yeniaya benzeyen tertemiz yüzünde öylesine tuhaf, öylesine
görülmemiş güzellikler belirmede ki nuru gönlümü pırıl pırıl aydınlatmada, ışıl
ışıl arıtmada.
O akıllı fikirli cinleri tut, şişeye koy, hapset; o sarhoş olmuş
kanlı kaatil kişilere gönül kanını doldur, sun.
Betimize benzimize kızıl renkli bir elbise giydirenler yok mu?
Onlar binlerce yüce padişahın tacını, külâhını kapıp gitmişler.
Cilvelenmeye başladılar mı âşıkların gönülleri gibi renk renk
kanatlarını açmışlar da güzellikleriyle tavus kuşuna dönmüşler, görenlerin
akılları başlarından gitmiş.
Işıkları vurunca yeşile çalar gök bile kızıl bir renge boy anır;
var kıyas et artık, gönülleri ne hale getirirler.
Bir yudumcuk şarapla binlerce arık, kötürüm ihtiy ârı neşeye gark
ederler, ay aklandırıp oyuna sokarlar.7
İhtiyarın da sözü mü olur burda? Onlar abıhayat y aratırlar; bir bakışta
her şeye can verirler.
Böyle çevik, böyle tezcanlı şekerciyi kim
görmüş; şeker yiyen dudu kuşuna bir anda söz anlama, söz söyleme
kabiliyeti veriyor.
Ne de lâtif, ne de nazlı,
edalı, ne de büyük, ne de yüce; yücelikler yolculuğuna da böylesine bir yol
arkadaşı gerek.
Bütün istekli âşıklara
seslendiler; haydin dediler, seyir için meydana gidin.
Karun’un hazinelerini,
definelerini önümüze dökseler gene başımızdan bu sevdayı alamazlar bizim.
Getir ey ebedî sâkî, canların
canısın sen, getir de dök başına sevdanın o kızıl şarabını.
Hiçbir sevgilinin öğüdünü
tutmayan gönüle o kapıp alan, tutup saran şarabı bir an için olsun musallat et.
Ne şarap bu; onun aşkı kendi
eliyle kıvama getirmiş bu şarabı. Ne inci bu; hiçbir denizde yok bu çeşit inci.
O şarabın bir kadehceğizi
Zühre’nin eliyle Mirrîh’e sunulsa, bir yudumunu içse Mirrîh
kızgınlığını da bırakır,
safrası da yatışır.
Bir sen kaldın, bir şarap kaldı, hepimiz de yok olup gittik,
yüzünü ne diye kendinden gizlersin?
Bir sen varsın amma lalanın kıskançlığı da var, o da görüp
gözetmede seni; lalanın hatırı için binlerce âşık öldürdün sen.
Lalasının olmadığını bildirmek için her an yok yok der durur;
varlığın hatırı için yokluğun da vur boynunu gitsin.
Hani binlerce bilgin kişinin bilgisini de, aklını da kapıp götüren
o şarap yok mu? O bildiğin şaraptan bir kadehçik sun lalay a;
Yahut da şuh gözlerinle bir bakıver bana; çünkü senin bakışın,
dirilere bir ikinci hay attır.
Gam, keder tozunu sula, yatıştır; o savaşı, kavgayı uykuya yatır,
uyut artık.
Ona yapışalım, sarılalım diye aşk Tanrısı yolladı onu bize; çünkü
o yüceler yücesine sarılmay a lây ık kimsecikler yok.
Gazel y arım kaldı, söylenemedi; fakat ne yazık, ben başımı da
kaybettim, ayağımı da.
Gel ey Tebrizli Şems, doğ göklere, parlat her yanı; güzelim özünle
İkizler burcunu beze.
III
Aşka âşıksan, aşkı arıyorsan çek keskin hançeri, kes utanıp
arlanmanın boğazını.
Bil ki bu yolda, bir yolculukta utanıp arlanmak, pek büyük bir
settir, pek büyük bir engel; bu söz, garezsiz bir söz, tertemiz bir inançla
kabul et bu sözü.
Mecnun neden binlerce delilikler etti; o seçkin deli divane, neden
binlerce delilik icat etti?
Gâh elbisesini yırttı, gâh dağlara koştu, gâh zehir tattı, gâh
yokluğu seçti.
Örümcek gibi nice büyük, nice güzel avlar tuttu; fakat bir de bak
da seyret, yüceler yücesi Rabbimin tuzağı ne çeşit av tutar.
Bil ki Leylâ’nın yüzü her şeye değer, her şeye bedeldir o yüz;
nasıl götürür kulunu Tanrı,
geceleyin, nasıl miraç eder kul?
Sen Vîse’yle Râmîn’in dîvânlarını görmemişsin; Vâmık’la Azrâ’nın
hikâyelerini okumamışsın.
Sen elbisenin eteğini, suya batmasın, ıslanmasın diye çekip
devşiriyorsun; halbuki denizde binlerce dalga yutman gerek.
Aşk yolu tamamıyla sarhoşluktur, aşağılanmadır. Çünkü
sel alçağa akar, selin hiç yücelere doğru aktığı var mıdır?
A efendim, sen kulağı küpeli bir kul olursan, âşıklar halkasına
yüzük taşı kesilirsin.
Nitekim şu yeryüzü de göğün kulağı küpeli bir kuludur, uzuvlar da
cana kulağı küpeli kul kesilmişlerdir.
Gel de söyle; toprak şu bağlılıktan ne ziyan etmiştir? Akıl
uzuvlara ne lûtuflarda bulunmamıştır ki?
Oğul, kilim altında davul çalmak doğru bir şey değildir, yaraşmaz;
erler, yiğitler gibi mey dana
çık da ovaya bayrak dik.
Can kulağını aç da iştiyak çekenlerin feryatlarından şu gök kubbe
boşluğuna vuran binlerce uğultuyu, gürültüyü duy.
Aşk, sarhoşlukla elbisenin düğmesini çözdü mü meleklerin
hay-huylarını işit, hurilerin şaşkınlığını seyret.
Aşağıdan, yukarıdan münezzeh olan aşk, âlemin yukarısına da,
aşağısına da ne ıztırablar salmış.
Güneş doğunca gece nerde kalır? Yardım ordusu gelip çatınca dert
mi kalır, meşakkat mı?
A benim canımın canına can olan, sustum ben, sen söyle; zaten
bütün zerreler yüzünün aşkıyla dile geldi.
IV
Tanrı, sûfîlere helva pişirmiş; hepsi de halka halka oturmuşlar,
helva ortalarında.
O kazandan ağza bir lokma helva düştü mü
binlerce kafatası kâsesi, gökyüzünde kurulan o sofraya çekilip
gider.
Doğuya da bir uğultu, bir gürültüdür düştü, batıya da; padişahlar
padişahı helva verince hal böyle olur zaten.
Mutfaktan, melekler gökyüzünde helva pişirdiler diye birbiri
ardınca elçiler gelmede.
Beden helva yiyince abdesthaneye gider; fakat can helva yedi mi
Arş’a yükselir.
Ey can, gönül kazanının çevresinde başını ayak yap da kepçe gibi
dön dolaş. Dön dolaş da ağzına bir kepçe dolusu helva girsin, ağzın helvayla
dolsun.
Helva hevesiyle kazan gibi yanıp kararan gönül, lûtfa, kereme
uğrar, ona ekmek yerine helva bağışlarlar.
Sus, Tanrı ver demedikçe yüzlerce alıcıya bir arpa kadar bile
helva sunulmaz.
Sevgilim gitti, armağan olarak bana sapsarı bir yüz, yaşlarla dolu
gözler, vah yazıklar olsun demeler kaldı.
İki gözüm de yaşlar içinde; çünkü Fırat ırmağı da o gözleri yurt
edindi, Kevser havuzu da, cana canlar katan abıhayat da.
(s. 139) Ucu bucağı bulunmayan defineye, güzellik, alım madenine
ulaşmışken yüzüm neden kuyumculuk etmez, bilmem ki?
Neden yazıklar olsun diyor? Çünkü Yakub’dur o, ay yüzlü güzelim
Yusuf’undan ayrılmıştır.
Naza kalkışır da y ıldızlar yağdıracağım diye göklere yücelirse
güneş ona, var ol, yaşa dese değer.
Beni can yayım yerinden sürüp çıkarmış amma neden ettin bu işi
demek haddim mi, gücüm kuvvetim mi var?
* Aşkın elestüsüne belâ diyene tanık, evet demiştir, aşkta yüz
binlerce belâ var.
Belâ incidir, inci, seni daha da çevikleştirir,
daha da tezcanlı eder; hele o denizin bulunmaz, eşsiz incisi
olursa.
Onun güverciniyim ben; beni
sürse, kovsa bile evinin damının çevresinden başka nereye uçabilirim?
Onun gölgesine sığındım da
dünyaları ışıtan güneş kesildim; devlet kuşunun gölgesi kimin başına düşse o,
padişah olur, saltanat bulur.
Davet yeter, bırak daveti de
duaya başla; Mesîh bile dördüncü kat göğe dua kanadıyla ağdı.
VI
Tertemiz canına and olsun ey
cömertlik, ihsan, vefa madeni, sensiz sabredemiyorum, a aziz dost, gel.
Sabrın da yeri mi? Sabır
Kafdağı da olsa ay rılık güneşiyle kar gibi erir yok olur.
* Âdem devrinden tek gözlü
Deccâl’ın zamanına dek, sana benim gibi can vermiş,
gönül vermiş bir kul bulamazsın.
îster inan, ister inanma, böyle değil de; vefanın tertemiz
toprağına and olsun ki aşkında vefalıyım ben.
Uzun söylüyorsam, sözüm uzayıp gidiyorsa kınamayın beni, belki
diyorum halimi anlarsınız, onun için söyleyip duruyorum.
Öyle bir ateş var bende ki tenceremi kaynatıp duruyor, o ateş gök
tavanına sarsa orayı bile y akıp deler.
Gök tavanına güneşten, güneşin ateşinden bir zarar gelmemiştir,
güneşin ateşi, dumanı onu karartmamıştır amma gök bile benim ateşime d ay
anamaz.
Varlığımdan öyle bir kan ırmağı akıp gitmiş ki nerden nerey e
gidiyor, benim bile haberim yok.
Irmağa, a ırmak, akma mı diyeyim? Ne diyeyim, nasıl savaşayım
onunla? Hadi, git de denize coşma a deniz de.
Bana üfürüp durduğun o tatlı dudakların
aşkına söylüyorum, ihtiyârı elinde değil bu neyin, sen üfledikçe
feryat eder, inler durur.
Sus da şu ormana ateş salma;
sabredemiyorsan bâri yalnızca git, yalnızca onun tapısında feryat et.
VII
Al da dostu dosta çekeni,
melekleri gökyüzünden yeryüzüne indireni getir.
Her gece Muhammed gibi miraca
ağmak için aşk Burâk’ına eyer vuranı getir.
Yürü, pervaneden canla oynama
huyunu al, çünkü o, seni din mumunun nuruna çağırmada.
Tanrı vahyi geldi, can
kulağınızı açın da duyun; çünkü keskin kulak, adama Tanrı’yı görür göz
bağışlar.
Canla düş kalk, onun huzurunda
otur; çünkü her oturuşunda biraz daha onun huylarını, sıfatlarını elde edersin.
Sâkîsi can olan aşk şarabını
alır, çekersin,
çekince de öylesine bir
çekersin ki.
Dostun hayali vuslat müjdesini verir; o hayal, o zan seni yakıyne
çeker, ulaştırır.
Bu kuyuda sen Yusuf’sun sanki, dostun hayali de ip; ip seni en
yüce göklere çeker, çıkarır.
Vuslat günü aklın başında kalırsa sana der ki: Sana demedim miydi,
şöyle hareket et, çünkü o, sonucu bu hale çekecektir seni.
Sıçra, sıçra, ceylanların arslandan kaçması gibi kaç şu düny adan;
tutalım, baştan başa define olsun, maden kesilsin dünya; o define, o maden,
gene de kine çeker seni.
Can doğrulukla vuslat eşiğine varır ancak; eğriysen seni atlasa,
ipeğe, giyime kuşama çeker, onlara düşürür.
Cefa dikenlerine dayan, çünkü sonucu dikenden, dikenlikten alır da
çayırlığa çimenliğe götürür, güllük gülistanlık alanına, reyhanların, y
aseminlerin bulunduğu bahçeye çeker seni.
Dost için düşmanların lanetini, sövüşünü şerbet gibi iç; çünkü bu
lanetler, küfürler, lûtuflara ulaştırır, övüşlere, aferinlere kavuşturur seni.
Ağzını yum, söz söyleme de emin
ol; çünkü padişah hazinenin anahtarını emin kişiye verir.
VIII
Sevgilim gelse, kapıdan girse,
beni kucaklaşa Allah için ne de hoş olur, ne de hoş.
Arslanın y aralı ceylana pençe
attığı gibi oda a benim aziz avım diye bana el atsa Allah için ne de hoş olur,
ne de hoş.
Geçtiği yolda, ayağının bastığı
topraklara kaçıp sığınanları çeke sürüy e dördüncü kat göğe çıkarsalar Allah
için ne de hoş olur, ne de hoş.
O iki sarhoş nerkis yüzünden
pek sarhoşum, pek sarhoş; şarap sunsalar da mahmurluğu söksem Allah için ne de
hoş olur, ne de hoş.
Belâlar görmüş, ağlayıp inlemeye
koyulmuş can, Allah’a, senden başka kimsem yok dese
Allah için ne de hoş olur, ne de hoş.
O yandan, bundan böyle seni kimseciklere bırakmam diye cevap gelse
cana, Allah için ne de hoş olur, ne de hoş.
Vuslat gecesi çıkageldi mi gecem gündüze döner, artık geceyi
gündüzü saymaz olurum; Allah için ne de hoş olur, ne de hoş.
Gül yüzlü sevgilimin vuslatıyla gül gibi açılır, saçılırım, bahar
yelleri eser, gelir bana, Allah için ne de hoş olur, ne de hoş.
Sabrımı, kararımı alan o sonsuz şekerkamışlığını bulurum, Allah
için ne de hoş olur, ne de hoş.
* Dokuz göğe bile sığmayan emaneti müstahak olana, hak edene
veririm; Allah için ne de hoş olur, ne de hoş.
Sarhoş olup yerlere döşensem, tamamıy la kendimden geçsem de ne
eksem, ne biçsem Allah için ne de hoş olur, ne de hoş.
IX
Vuslat bayramı geldi çattı
sana; dertlenme, hüzünler tatma artık; hayırlı, güzel bahçelere kavuştun, ne
mutlu oralarda oturanlara.
Sabırdan da acı olan ayrılıktan
kurtuldun, sınandığımız mihnetlerden, uğrayanları mahrumiyetlere düşüren
sıkıntılardan halâs oldun.
* Kutluluk dalını oynat, ağacın meyvelerinden ye, bu yüzden aydın
olsun gözün, ne de güzel meyvedir bunlar.
* Güzelleş, esenleş, halkı zalim olan köyden kurtuldun; onların
yüzünden yüreğin sıkıntılara
81
uğramıştı; geçti gitti o günler.
X
Ağaç bir yerden bir yere
gidebilseydi ne testere eziyetini çekerdi, ne cefa yaralarıyla y aralanır,
berelenirdi.
Sağır kaya gibi oldukları yerde
kalakalsalardı ne Güneş ışık verirdi, ne Ay ışığı âlemi ışıtırdı.
Deniz gibi durdukları yerde dursalardı Fırat da acırdı, Dicle de,
Ceyhun da.
Hava bir kuyuda hapis kalsa zehir olur, bak da gör, hava bile
duruştan ne ziyana uğradı.
Deniz suyu, yolculuğa çıktı, havaya ağdı da bulut oldu mu
acılıktan kurtuldu, helvaya döndü.
Ateşin yalımı, alevi yatıştı mı üstünü kül kapladı, öldü, yok oldu
gitti.
Bak hele, Yusuf-ı Ken’an babasının kucağından ayrıldı, yolculuğa
düştü, ta Mısır’a kadar gitti de eşsiz bir makama ulaştı.
Bak hele, îmranoğlu Mûsa, anasının kucağından ayrıldı, Medyen’e
gitti de o yol yüzünden ulu kesildi.
* Muhammed, miraç gecesi Burâk’a bindi de yola düştü, “yaklaştı,
yakınlaştı, aralarında iki yay kadar bir yakınlık kaldı, hattâ daha da yakına
vardı” makamını buldu.
* Bak hele şeriat sahibi Ahmed’e, Mekke’yi bıraktı da ordu
çekti, gelip çattı, Mekke’ye sahip oldu.
Bak Meryemoğlu îsa’ya, boyuna
yolculuk etti de ölüleri dirilten abıhayata döndü.
Usanmasaydın, sıkılmasaydın
dünyadaki konukları, yola düşmüş, yolculuğa çıkmış erleri, birer birer, ikişer
ikişer, üçer üçer sayar dökerdim.
Birazını gösterdim, geri
kalanını sen bil, sen öğren; kendi huyundan Tanrı huyuna ulaşmaya bak, yola
düş.
XI
Tanrı bana şarap verdi, sana
sirke; kısmet buymuş, ne benim çekişmeme lüzum var, ne senin çekişmene.
Şarap gülün nasibi, mahmurluk
dikenin payı; o herkesi tanır, kim neye lâyıksa onu verir ona.
Şeker, senin gönlün olsun diye
ekşi olmaz ya; şekerin yeri yurdu, helvanın gönlüdür.
Sana feryat etmeyi vermiş,
feryat ededur. Beni de kendisine çalgı yapmış, üfleyip duruyor bana.
Sevgili yüzüme şeker şeker
bakmada, ben de onun yüzüne dalayım da görünüşten, gösterişten kurtulay ım.
Âlemde ekşi şeker varsa benden
de ekşi bir surat um; böyle bir şey yoksa, olmayacak şeyi arzulama, olmayacak
şeyin üstüne düşüp durma.
(s. 140) Âlemde ağlayan gül de
varsa hadi, ben de o güller gibi ağlayayım, feryatlar edeyim.
Tanrı, bana gam olarak şiire
kafiye aramayı verdi ancak; fakat ondan da kurtardı beni artık.
Şu şiiri al da eski şiir gibi
yırtıver gitsin; anlamlar zaten harfe, havaya, yele aldırış bile etmiyor.
XII
Kutluluk, seher çağı geldi de
üç öpücük verdi bana, kutlu olsun y ard ıma erdiğim sabah, kutlu olsun.
A gönül, hatırla bakalım, dün
gece ne rüya görmüştün ki bu sabah kutluluk bir kapı açtı bana.
Yoksa rüyamda şunu mu
görmüştüm? Ay gelmiş, beni almış da göklere götürmüş, göklerin üstüne çıkarıp
bırakmış.
Gönlü, onun yoluna düşmüş,
yıkılmış gördüm, işte şu an, bu hal geldi başıma diye nağmelenmedeydi, ezgiler
yakmadaydı.
Aşkla gönlümün arasında çok
işler var, azar azar hepsi de geliyor hatırıma şimdi.
Görünüşte aşk benden doğmuş
gibi görünüyorsa da inanma, sen gerçek olarak şunu bil ki aşk beni doğurmuştur.
Ey sıfatları beliren, zatı can
gibi gizli olan, zatına and olsun ki bütün dileğim, bütün isteğim ancak sensin
benim;
Daima senden öpücükler gelmede,
fakat tabiat perdelerinin ardındayım, kim öpüyor beni, kim öptürüyor bana
kendini, göremiyorum ki bunu.
Bana acımaktan vazgeçme, yoksa
yokluğa düşerim, orda amanın, amanın, yardım edin bana diye feryada başlarım.
Öpücük vereceğine sövse beni
gene memnunum, bir iştir düşmüş ustayla arama; elden ne gelir?
XIII
Kulağımı tutmuşsun, çekip
götürüyorsun beni, fakat nereye, nereye dek? Hele söyle, gönlündeki ne, nereye
götürmek istiyorsun beni?
Dün gece ne pişirdin bana
azizim benim? Allah bilir, gene aşkın başında ne sevdalar var.
Göğün de, yerin de, yıldızların
da kulakları elinde; nereye gidiyorlar? Gel dediğin yere ancak.
Her varlığın bir kulağını
tutmuşsun, benimse iki kulağımı; ben de kulaklarımı çınlatacak kadar yüce bir
sesle var ol, yaşadıkça yaşa diye bağırıyorum.
Kul kocayınca sahibi azat eder
onu; bense kocaldım, yeni baştan kul ettin kendine beni.
Kıyametin şiddetinden
çocukların bile saçları ağarır da mezarlarından saçları bembeyaz olarak
kalkmazlar mı? Halbuki senin kıyametin ihtiyârların bile saçlarını karartır,
gençleştirir onları.
Ölüyü diriltirsin, ihtiyârı
gençleştirirsin; ben de sustum işte, duay a koyulay ım bâri.
XIV
Tanrı, kıskançlığından Âdem’e
her şeyin adını öğretti de Âdem, Tanrı yüzüne perde olan bütün kâinat cüzlerini
varlığın tümü olarak gördü.
Halbuki kıskançlık bir başkasına
karşı duyulur, başka bir var, başka bir varlık yokken o biricik Tanrı, ne diye
biri iki gösterdi?
Şu susup duran kâinatın ağzı
sırlarla dopdoludur; böyle olduğu halde harfleri ölçüp biçen, sözleri örüp
düzen, güzel sözler söyleyenlere ne mâni var ki susuy orlar?
Gerçekleri söyleyen şeker
dudaklılar, birbiri ardınca ağızlarımızı öpüp duruyorlar da ağızlarımız
kapanıyor, söz söylememize imkân yok.
Gâh sevgilinin öpüşü, gâh şarap
kadehini sunuş; söz söyleme şöyle dursun, işarete bile mecal yok.
Öpüş yarasıyla sözü ne de güzel
yaralıyorlar, öpücükle sözü ne de güzel kesiyorlar; âdeta fitneyle, fitnenin,
kavganın yolunu kesiyorlar.
Güzeller, fitne gibi sarhoş
oldular mı coşup köpürüyorlar; korkusu, pervası kalmay an sarhoşu ne
bağlayabilir ki?
Dağlar, dalgaların yatışması
gibi düzleşip her taraf deniz kesilse granit kay aların sudan ne korkusu
olacak?
Fakat taşlar su kesildi, su taş
gibi dondu kaldı mı artık seyret her şeyi gören, tuttuğunu koparan padişahın
her şeyi kaplayışını.
Savaş barış oldu, barış savaş kesildi
mi seyret her şeyi bilen tek yaratıcının; dilediği gibi
işleyen ustanın elinin
sanatını.
Ört yüzünü, ört, zaten güzellerin işidir yüz örtmek, gizlenmek;
bizi zebun buldun, âciz buldun, her şeyine râm olmadayız zaten.
Şu işe bak, arslan tavşanla karşı karşıya gelmiş; fakat etme,
uzlaşma yolunu tamamıyla kapama.
Şu tamaha bak ki etme, yapma diye sana öğüt veren benim; sanki
yarı canlı bir sinek Zümrüdüanka’ya öğüt veriyor.
Sanki sapsarı yüz safrayla savaşmada, sanki bir saman çöpü denizin
yolunu kesmede.
Sevgili, bir yıldırım değil misin, y ahut bir ateş değil misin
sen? Ne bir konak yerinde yalnız kodun, bıraktın bizi, ne bir evde.
Seninle övünebilirim amma sarhoşluğu men ettin; fakat ben kendime
ait ne övünç bilir, anlarım, ne utanç.
Ne vakit, nasıl tövbe edeyim günahlarıma?
Tövbe etmek suçum günahım benim; nasıl aşkı
bırakayım da başka bir şeye yapışayım? Aşk konum komşum benim.
Aklım, doğru yolu bırakma, kötülüğe sapma diyor amma helâkime ne
gerekse onları sen takdir etmedin mi?9
XV
İştiyak ateşiyle gönlüm feryatlar etmede; böylece buluşma
kapısından haydi gel sesini duyacağını umuyor.
Gönlüm Huseyn sanki, ayrılık da tıpkı Yezîd, yüzlerce defa Kerbelâ
çölünde şehit olmuş şu gönül.
Görünüşte şehit olmuş amma gayb âleminde diri; düşmanın gözünde
tutsak, halbuki kendi âleminde padişahlar padişahı.
Dostun vuslat cennetinde oturmada; açlık, kıtlık, pahalılık
zindanından tamamıy la kurtulmuş.
Onun ağacının kökü gayb âleminde değilse,
neden vuslat çiçeği açılıp saçılmış, apaçık meydanda?
Sus da can diliyle konuş, çünkü
konuşup duran tüm nefis, yetmedi mi diyor sana.
XVI
Ben nerdeyim, şu cihanın
gamına, neşesine kalmak nerde? Ben nerdeyim, yağmur, oluk gamına düşmek nerde?
Ne diye asıl âlemime gitmeyeyim
ben? Gönül nerde, şu toprak yurdun seyrine dalmak nerde?
Ne eşeğim, ne eşeğe bakan kulum
a canım; ben nerdey im, eyer, palan derdini yemek nerde?
Akıldan öte de binlerce yıl
geçtin, vehimden de, şüpheden de; sen nerdesin, kötü düşüncelilerin
sıkıştırmaları nerde?
Dört ayaklı kuşsun sen, ta göğe
dek uçar gidersin; sen nerdesin, damın, merdivenin yolu nerde?
Âdem’sin âdeta, bir yılan için
cennetten
çıkmışsın; akreplerin,
yılanların bulunduğu yerde aman mı bulabilirsin, nerde aman?
Adamsın, hiç kimseyi de keçi
yerine komuyorsun; sen nerdesin, her çobanın hayhuyu nerde?
Gökyüzünün yücelerinden
binlerce naralar geliyor da susuyorsun, bu feryat nerden geliyor, aramıyorsun
bile.
Gönül, gönül, işin aslına var,
atasözünü dinle: Gök nerde, ip nerde?
Ham şarabı getir de olgun,
pişkin erlere sun; ben nerdey im, her ham kaltabanın, gamını çekmek nerde?
Meyhaneye gel, gir kapıdan da
kapıyı içerden sür; sen nerdesin, adamların iyisi, kötüsü nerde?
Ömrünün bir sonu, ucu
bulunacağını umma; Tanrı sıfatlarısın sen, Tanrı’ya ne uç vardır, ne son.
Ecel, kafesini kırar, kuşu
incitmez, ecel nerde, ebedî kuşun kanatları nerde?
Sus ki çok söyledin,
kimsecikler duymadı, işitmedi; bu davul hangi damda çalınıyor, bu anlatış
nerden? Kimse anlamadı gitti.
XVII
Sevgili, sen seher yeliyle esip
gelen nefesten de çeviksin, çabuksun; hiç kimse yoktur ki nefes almay a doysun,
nefes almay ı boşlasın kalsın.
* Kim nefes almaktan vazgeçer,
kim nefes almaya doyar? Halbuki sen o nefessin ki Tanrı, ölüleri diriltir dedi
senin hakkında.
Bedenin ağzı, insanı dirilten
nefese kapandı mı mezarın ağzı açılır, o bedeni bir lokma eder de yutuverir.
Bana fazla üfür, faz la üfür de
tulumum şişsin, dolsun havayla; dolsun da senin nefesinle denizlere bineyim,
denizlerin üstünden akıp gideyim.
Dünyada öyle bir gün olmasın,
görmeyeyim o günü ki sen üfürmey e sin şu dünyaya; o gün ovada yazıda bir tek
ot bile bitmez, yeşermez.
Yatıştır, üfleme bu nefesi,
çünkü bir başka nefesin var senin, öylesine bir nefes o ki dudaktan çıkan şu
yel durdu mu o kalır ancak.
XVIII
Sen aşkı bilmiyorsan gecelere
sor, sor aşkı sapsarı yüzlere, kupkuru dudaklara.
Su nasıl yıldızı, Ay’ı
gösterirse bedenler de aklı gösterir, belirtir, canı gösterir, belirtir.
(s. 141) Can aşktan binlerce
öylesine edep erkân öğrenir ki onları mekteplerde öğrenmeye imkân yoktur.
Gökyüzünde aydın Ay,
yıldızların arasında nasıl belirir, görünürse âşık da yüzlerce kişi arasında
öyle belirir, öyle görünür.
Akıl bütün y o lları yordamları
bilir de aşkın yolunu yordamını bilemez, şaşırır kalır.
Aşk abıhayatından tadan kişi,
Hızır’ın gönlüne sahiptir; arı duru sular, güzelim kaynaklar hiç olur, hiçe
sayılır onca.
Kendine eziyet edip de bahçeye
gitme; gel de Şam’ı da seyret âşıkın gönlünde, dalgaları da, gül bahçelerini
de, Medineleri de.
Şam da nedir ki? Öylesine bir
cennettir âşıkın gönlü ki meleklerle, hurilerle doludur; akıllar, o yüzlere, o
çene topaklarına hayrandır.
Ne lezzetli şarabı gasyan
verir, mahmurluk verir, ne helvasının tadı çıban çıkarır, hararet arttırır.
Padişahtan yoksula dek herkes
tamahın, ümidin pençesine düşmüştür, çekişip durmadadır, can yalnız aşkla
tamahlardan, isteklerden kurtulur.
Alıcılardan ne övünç gelebilir
aşka? Arslanlara ne dayanç olabilir tilkilerden?
Dünya fidanında bir tek olmuş
meyve bulamıyorum; şu ham meyvelerden dişlerim kesmez oldu artık.
Güneş gibi bütün bineklere boş
vererek aşk kanadıyla havalarda, göklerde uçadur.
Âşıkların gönlüne ne yapayalnız kalanlar gibi bir yalnızlık, bir
yabancılık duygusu gelir, ne birçok parçalardan meydana gelmişler gibi tümden
ayrılma, eksilme korkusu.
Onun yardımı, canlara yardım etsin diye seçmiştir onu, sebepler y
aratan, sebepler y aratsın diye almıştır onu.
Kâb kadısını avlamak, gönlünü kazadan, kaderden, olur olmaz
mânasız lâflardan avlamak için aşk vekili geldi çattı, girdi kapıdan içeriye.
Ne de acayip bir âlem, ne de acayip bir şiir, düzeni görülmemiş mi
görülmemiş; düzülüp koşulan şiirlere binlerce coşkunluklar salmada.
Terütaze ne varsa şu âlemde, hepsini de aşkın yoksulu bil; çünkü
aşk altın madenidir, hepsini de altınla bezeyen odur.
Ah ey aşk, hileyle, düzenle aldın aklımı; hâşâ, yanlış söyledim,
yalan söyledim; güzelliğinle, alımınla aldın aklımı.
A aşk, sana şükrederek anmak isterim seni; fakat aklım şaştı,
fikrim karıştı gitti sende, senin
künhünde.
Aşkı yüz binlerce dille övsem gene de onun güzelliği, alımı, bütün
bu güzeliklerden, bütün bu alımlardan üstündür, bu övüşlere sığmaz.
XIX
Gidelim, denizin yanı başında bir ev tutalım; çünkü inciler onun
vergisidir, huyu cömertliktir.
Birisiyle konuşup görüşme, canı onun rengine boyar; gökyüzüyle
konuşup görüştükleri için y ıldızlar güzelleştiler, güzel bir yüze sahip
oldular.
Beden de canla düşüp kalktığı, konuşup görüştüğü için güzel yüzlü,
hoş huylu değil mi? Yoksul beden candan ayrıldı mı ne oluyor?
El, bedeninle bulundukça hünerlidir; bedenden ayrıldı mı yere
düşer gider.
Hani hünerin a el, o el değil misin sen? Hayır; bu zaman ayrılık
zamanı, o zamansa buluşma çağıydı.
Öyleyse Allah aşkına olsun,
Allah aşkına sevgilinin nazını çek; çünkü sevgilinin nazı yüz bin batman
helvadan da iyidir, tatlıdır.
Ayrılık nedir görmedin, Tanrı
da göstermesin sana; bir duadır bu ki bundan daha iyi dua o lamaz.
* Küllî nefisten, cüzî nefsimiz
ayrıldı, “inin” emriyle yücelerden indi;
Kesik ele döndü, işinden
gücünden kaldı; kediye lokma kesildi; bu ne aşağılık iştir, ne belâdır bu.
Onun elinden bütün arslanların
pençeleri kırılmıştı; şimdiy se kaza, kader onu kediye g iriftâr etmiş, o yana
bu yana çekip duruy or.
Bir damarı oynuyorsa tekrar
kavuşma, buluşma ümidiy le oynar; çünkü nice binlerce kesik el, tekrar kavuşma,
buluşma devletini bulmuştur.
Ayrı ayrı p arç aları bir
güzelce b irle ştiren padişaha çok görme bunu; parça parça dumanlar bile onun
elinde gökyüzü haline gelmiştir.
Öyle bir dünya padişahıdır o ki
parçaları dikip birleştirmede ustadır; bedenimizin parça parça cüzlerine bir
baksana.
Mademki çengimizi kırdın,
kırdığını da onar; şu neyimizin yalvarışına bak, üfle ona.
Çünkü elimizdeki şu kamış
parçası bile yüzlerce can vermede; ne vakit bana üfürecek de hoş bir ses
vereceğim diye beklemede.
XX
Nerde sâkîmiz? Gelsin de bizi
kırsın geçirsin; gönlümüzden düne ait düşünceyi de silsin süpürsün, y arına ait
düşünceyi de.
Kuşlar onun gibi yuva
kurulacak, sığınılacak ağacı az bulurlar; sevda ordusuna onun gibi bir kumandan
lâzımdır.
Küpe diriltme afsununu okuyup
üfledi mi gönül yolundan yüzlerce peri kalkar, yola düşer.
Nerde o avlanan arslan, nerde
onun o güzelim saldırışları ki ova misk ceylanlarıyla dolsun.
Âleme ışık doğudan, güneşten
gelmede; dünyada insan soyu Âdem’den, Havva’dan türemiş.
Nerde gerçekler denizi, nerde
kerem bulutu? Hani kayalardan bile kaynaklar coşturup akıtmış.
Nerde o padişahımız? Görünmüyor
amma olsa olsa o olacak büyüleriyle görür gözleri bağlayan.
Gözünü öylesine bağlar ki
güpegündüz zerreyi görürsün de koskoca güneşi görmezsin.
Onun gözbağcılığındandır,
kayığı görürsün de denizin dalgalarını görmezsin.
Kayığın çalkalanması denizi
bildirir sana, hani kör de insanların hareketlerini duyar da insanları anlar
ya.
* “Tanrı mühürlemiştir” âyetini
okumadın mı? O mühürler, fakat gene de mührü o açar, perdeleri o kaldırır, o
yırtar.
İki gözün kapalı, rüyada bir
şeyler görürsün;
iki gözünden perde kalkar da o
vakit seyre dalarsın asıl.
Şaşma buna, can, sevgilinin
perdesidir; riyazata dal, vazgeç şu nefse uyup kavgalara düşmeden.
Daha da şaşılacak şey şu:
Yaratıklar pervane gibi uçup duruy orlar da sen gönül mumlarını görmüyorsun.
A gözümüz bizim, ne suç işledin
de seni kapadı, bağladı? Ağla, tövbe et, hataları bırak.
Böyle bir can için bedenlerin
yıpranması değer; böyle bir iş başarmak için başı ayak yapıp yürümek
yerindedir.
Sus da Tanrı vahiylerini işit;
söyleyip anlatan vahiy, yüz binlerce candır çünkü.
XXI
Can çalgıcısı nerde ki haydin
seslerinden binlerce baş sevdalarla dolsun.
Söylemeyeyim demiştim amma
söyleyeceğim;
ben nerdeyim, ahitlerine vefa
etmek nerde?
Yeryüzünden tövbe bitse, baştan başa her yanı kaplasa gene de aşk,
ot gibi bir anda biçiverir hepsini.
Çünkü tövbe öğüde benzer, dağ gibi coşan dalgalar, köpürüp kabaran
deniz öğüt dinlemez.
A aşk, şimdi kaşların çatılmış, o güzel yüze yaraşmıyor bu, vazgeç
öfkeden, gülümse.
Dünyada hiç kimsenin işi gücü hoş gelmiyor bana; çünkü senin
uygun, düzgün işlerini gördüm, seyrettim.
Güneş yüzün doğudan doğdu da zerre zerre her şeyden, ne de güzel
efendimiz sesini duydum.
O coşkun denizde öylesine bir tatlılık var ki o tattan suyun
ciğerinde bile susama illeti peydahlandı.
Tanrı, sonradan meydana gelen her derde bir derman vermiştir;
fakat aşk derdinin evveline evvel yok, o dermansız kaldı gitti.
Tutalım dermanı var bu derdin
de; lâyık görür müsün gök kubbenin balçıkla sıvanmasını?
* Canı, yokluk övüncümdür
nöbetini çalan kişinin taca, tahta, bayrağa ne iltifatı olur ki?
Bütün dünyayı gerçekler bağı,
gerçekler bahçesi kaplamışken ne diye zehirli otlar arasında yayılır dururlar,
ne diye?
Ağız, sözle dolu, fakat
söylemeye imkân yok; bütün erlerin canı için olsun, geri kalanını sen söyle.
XXII
Yarın olsun da, sırtımda şu
upuzun elbise, binlerce arşın sevgiyle kalkayım, âşıklar terzisinin dükkânına
gideyim.
Öyle bir terzidir o ki seni
Yezîd’den keser, Zeyd’e diker; şu birisine eş eder seni, öbüründen ay ırır.
(s. 142) O yiğide yamar, diker
seni, ömrünce gönül verirsin ona; ne de ibrişimi, teyeli var, ne
de apaydın, usta eli. 10
* Tam gönül verdin mi de o
görülmemiş makasla keser, “inin ordan” emriyle ayırır, ayrılıkla biçer atar
seni.
Onun toplayışına, ayırışına
şaştım kaldım; deli gönlün halden hale girişi gibi o da dilediğini
sağlamlaştırır, bırakır, dilediğini söker, mahveder.
Gönül, toprakla dolu bir tahta,
o da gönlün mühendisi; o toprağa ne şekiller çizer, ne rakamlar döker, ne
gerçekler yazar, ne adlar kaydeder.
Sayı gibi tutar, seni bir
başkasına çarpar, bu çarpıdan ne sonuçlar pey dahlar.
Çarpıyı gördün ya, şimdi de bir
pay edişi seyret; bak, denize katreleri nasıl bağışlamada.
Zorla bütün zıt şeyleri
karşılaştırmış, hepsini birbirine karmış, katıştırmış; sus, şu şaşılacak şeyler
aklı fikri dağıttı gitti.
XXIII
Şaşkın şaşkın ne bakıyorsun yüzüme a genç? Yüzümde o sevginin
delili var; dikkat et de asıl onu gör.
* Yoksa yüzümde aşkın dağladığı yeri mi görüyorsun? O dağda, “biz
indirdik”, biz takdir ettik yazısı da yazılı.
Hızır’ın suyu tatlı mı tatlı, ben de susuzluk illetine uğramışım,
binlerce tulum su istiyorum, binlerce karın.
Gönülsüz kalandan ne diye vefa istersin? Gönül gitti mi ardından
vefa da gider, cefa da.
And olsun şu yıkık gönüle, o mamûr güzelliğe; hayalin şu yıkık
yurdumuza pek hoş yaraşıyor.
Dün gece mekânsızlık yurdundan gelen can fery atları, dua çağında
uykumdan uy andırdı beni.
Feryadı mı söyleyeyim, feryat edenleri mi? Kulak o feryatlarla
dolu, gözlerimdeyse feryat edenlerin güzellikleri.
A kardeşim, ne bizde karar var, ne sende; bak da gör; dertler,
istekler seni her yana çekip sürümede.
Yüzlerce çevgenin ortasında bir topsun sanki, baştan başa dağda,
ovada yuvarlanıp duruyorsun.
Padişahın niyeti nerde, topun niyeti nerde? Sevgilinin boyu bosu
nerde, haydin, gelin diye bağrış sesi nerde?
İştiyakının verdiği coşkunlukla deniz gibi köpürdüm, coştum; ey
bilen padişah, ey söyleyen inci, sen söy le artık.
XXIV
Ne bahtiyar kişisin ki Tanrı çağırdı seni; gir kapıdan kutlulukla,
gir kapıdan, Tanrı açtı bu kapıyı sana.
* Kapalı kapıları kim açar? Kapıları açan. Kim sofralar döşer,
yurtlar verir? Rızıkları indirdik diyen.
Kim yarar meyveleri de ağaca,
boy at, baş çek de hurmalarını saç der?
Yeraltında bulunan neye üfüren
kimdir; tatlıya analık eden, tada padişahlık edip buyruk yürüten kimdir?
Kimdir madenin avcunda toprağı
altın, gümüş haline sokan? Kimdir sedefin içinde suyu inci eden?
* Sevginin çekişiyle candan da
kurtuldun, bedenden de; daha da yakınlaştı âyetinin cezbesiyle iki yay kadar
kaldı araları makamını da aştın.
Gönül Zümrüdüanka’sı neden bu
kadar yücelere uçmada? Yüceler yücesi Rabbimden bir ıslık sesidir, duydu da
ondan.
Çalgıcın güneş oldu, lâle
bağırdı: Kalk, servi boylu dilbere secde et.
Açılıp saçılan gül, neden
gülüyor? Söyleyeyim: Bahar mevsimi yüzünden duası kabul oldu da ondan.
Gül, gömlekten mâna Yusuf’unun
kokusunu aldı da ağzını açıp gülmeye, hey gidi hey, müjde, müjde demeye
koyuldu.
Gül bahçesi karakışa,
padişahlar padişahının adaletinin aydınlığı sayesinde yağmadan korkmuy orum, ne
dilersen yap, elinden geleni geri koyma diyor;
Diyor ki:
Gök de onun elinde bir elma gibi, yer de; hattâ daha da değersiz yer, gök; sen
benim y aprağımı kapıyorsun, fakat nerey
e
götüreceksin, nereye?
Herkesçe bu böyle: Âlemin
mânası o; peki, o halde adlar, mânanın tapısından başka nereye gidebilir?
* “Bilinmeyi diledim” hükmünce
ad, mânanın mazharı; mâna adla görünür; bu yüzden ariflerin can gözleri ada boş
vermiştir.
Sopası olmasa da, eli parıl
parıl parlamasa da Hârun irfanıyla tanır, bilir Kelîm’i.
Onun damının, kapısının
çevresinde nasıl dönüp dolaşmazlar; Güne ş de onun ışığından
cömertlik etmede, Ay da.
* Tanrı, kendisine nur adını taktı, gözü de nurdan yarattı, kul
köle ol o gözlere.
Bütün bunlardan geçtik, el atma, elini koru; o perdenin ardında
Yusuf’umuz sarhoş bir halde salına salına geziniyor.
Elin de yeri mi var burda, sözü mü olur elin? Akıl da elden çıktı,
fikir de; çünkü sâkî, gönüle huzur, karar vermede, şarap da pek keskin, pek
sarıyor adamı.
Sus da bütün bunları o söylesin, o anlatsın; parlaklık, aydınlık
yukarılardan gelirse daha iyi elbet.
XXV
Sonuna son bulunmayan sâkîden ne biçim bir şarap içtin a gönül?
Anbean gürültüler ediyorsun, kavgalara girişiyorsun.
Yoksa sabah şarabının içileceği çağda, Zühre’nin, işret meclisini
kurdum, haydin, işret
çağı diye çağrısını mı duydun a gönül?
Belâ incidir âdeta, şerbet gibi iç belâyı da incilerle oynamaya
giriş; ne diye kaçarsın? Bu kaçışın, belânın ta kendisi zaten.
Zahit eline kadehi almış, halktan hiç pervası yok, kimsecikler görmüyor
ya demiş, halkın ta ortasına oturmuş.
Ne kadehtir bu kadeh ki baş gözü göremez onu; haydi, sen de mâna
sâkîsinin elinden al, çek o kadehi.
XXVI
O güzel beni gördü de halimi, hatırımı sormadı; neden? Yüzünü
ekşitti pencerenin önünden geçip gidiverdi; niçin?
Sebebi neydi, ne yapmıştım, benden ne kötülük görmüştü ki hatırına
toz toprak konmuş; neden?
Sabah çağından beri niçin âşıkın kanına kastetti; niçin
Zül-fekaar’ını çekti acaba?
O gül yüzünü solgun gördüm de
neden şu yok-yoksul gönlümde binlerce diken bitti?
Dudağını açtı da gülmeye
başladı mı gönül de açılır; işin gücün açılması niçin hep o dudağa bağlı acaba?
Öfkelendi de kaşlarını çattı
mı, yaralı gönül dertten boğum boğum, düğüm düğüm olur; neden?
Canın ne de bağlılığı var onun
açılıp saçılmasına, neşelenip gülmesine; bir an bile görmesem eriyip gidiyorum;
niçin?
Yüz çevirdi mi dünya kararır,
ne gün kalır artık bende, ne akıl fikir; neden?
Sevgilimizin gönlü neden soğudu
bizden? Dilediğini işleyen Tanrı lûtfu niçin kesildi bizden?
Belki de Tanrı lûtfunun ta
kendisi o da, biz y anlış söyledik; zaten Tanrı lûtfu olmasaydı, güzelliği
böyle sayıya, kıyasa sığmaz bir halde mi olurdu?
Lûtfun ta kendisi, şekilsiz yüz
gösterseydi ne diye peygamberler perdecilik ederlerdi?
XXVII
Bütün düğünlerin derneklerin
kutluluğu derlenip toplansın da şu bizim düğünümüze nasip olsun Tanrım;
Kadir gecesinin, oruç ayının,
bayram gününün kutluluğu, Âdem’le Havva’nın buluşmasındaki kutluluk;
Yusuf’la Yakub’un
kavuşmalarındaki, Me’vâ cennetinin seyrindeki kutluluk;
Daha da söze gelmeyenlerin
kutluluğu, hep birden şeyhimizin, ulumuzun evlâdına saçılıp dökülsün.
Sütle bal gibi birbirleriyle
uzlaşsınlar; şekerle helva gibi birbirlerine katılsınlar, vefa göstersinler,
birleşsinler.
* Tebâreke suresinin kutluluğu
eşleri dostları, sâkîleri olsun; kim âmin derse, kim dua ederse
ona da nasip olsun bu kutluluk.
XXVIII
Canın için işi bırakma, uyuma; ömründen bir geceyi eksik say,
uyanık kal, uyuma.
Kendi dileğine uydun da binlerce gece uyudun; ne olur, bir gececik
de sevgilinin hatırı için uyuma.
Geceleri uyumayan o lûtuf sahibi, o lâtif sevgiliye uy, ver
gönlünü ona, uyuma.
Ta sabaha dek feryat edip yarabbi, yarabbi diye ağladığın hastalık
gecesini hatırla, o geceden kork da uyuma.
Ölümün gelip çatarak, konuk gerek diyeceği bir gece var ya, o
yolculuk gecesinin acılığı için olsun, uyuma. 11
* O heybetli, o taşların bile eriyip su kesildikleri depremleri
hatırına getir de taş değilsen uyuma.
(s. 143) Zenci gece sert, çevik bir sâkîdir,
sunduğu kadehi alma, o mahmurluktan kork da uyuma.
* Tanrı, dostlar geceleri
uyumaz dedi, bunu duydun da utanıp arlandıysan uyuma.
Aman nedir, bilmeyen o çok
şiddetli, o çok büyük geceden kork, bir geceyi azık et kendine, sakın uyuma.
Duymuşsundur, ulular,
dileklerini geceleyin bulurlar; muradına erişmiş padişahlar padişahının aşkına,
uyuma.
Aklın fikrin kurur, katılırsa
taze bir akıl fikir, taze bir öz bağışlarlar sana da a umup duran kişi, baştan
başa öz kesilirsin; uyuma.
Binlerce defa söyledim sana,
sus dedim, fayda yok sözden; birini getir ki binine bedel olsun, uyuma.
XXIX
Rebâb, aşk kaynağıdır,
arkadaşların eşi dostudur; Araplar da buluta rebâb adını
takmışlardır.
Bulut nasıl gülü, gül bahçesini sularsa, rebâb da gönüller
gıdasıdır, özler sâkîsi.
Ateşe üflersen yalımlandıkça yalımlanır, yere üflersen tozdan
başka bir şey kalkmaz.
* Rebâb, apaçık bir çağrıştır, padişahın yanına gel diye çağırır
durur; fakat davul dövmekle, karga kalkıp da padişahın yanına gelmez.
Âşıkların zorlu düğümlerini açar, çözer; âşıkta müşkül kalmayınca
da su gibi ne de tatlıdır, ne de siner.
Hayvanın derdinin cevabı çimendir, ottur; çünkü uyku mayasıyla y
oğrulmuş hamur, onun şehvet tohumudur.
Eşek nerde, îsa aşkından bahsetmek nerde? Kapıları açan Tanrı ona
bu kapıyı açmamıştır ki.
* Aşksa kavuşmak buluşma sultanlığı için, perdeleri kaldırıp içeriye
girme devleti için can elbisesidir, “Âdemoğullarını üstün ettik” gerdanlığı.
Onun sesiyle gönüller bir tek
önemli şeye toplanırlar, bir tek işe koyulurlar; Tanrı sesi iş erlerini
dağınıklıktan kurtarır.
Beden kaydında kalanlara aşktan
pek söz açma; onların ödevleri korkudur, ümittir; sevaptır, suçtur ancak.
XXX
Aşkın yok, lâyığındır senin,
yat, uyu. Yürü git, onun aşkı, onun gamı bizim nasibimiz; sen var uyu.
Sevgilinin gam güneşiyle zerre
zerre olduk; senin içindeyse böyle bir heves belirmedi bile; uyuyakal.
Onun razılığını aramak için su
gibi koşup duruyoruz; o nerdeymiş, derdin bile değil, uyu sen.
* Aşk yolu, yetmiş iki
mezhepten de dışarıdır; senin aşkın, senin yolun yordamınsa hile, gösteriş; var
uyuyakal.
Sabahleyin sunduğu şarap, sabah
gıdamız bizim, işveleri, cilveleri, akşam gıdamız; sense yemek, içmek derdine
düşmüşsün; uyu, uyu.
Biz kimya isteğiyle bakır gibi
yanıp erimedeyiz; sanaysa yastık, yatak, kimya kesilmiş; var uyu.
Sarhoş gibi her yana
yıkılmadasın, her yana düşüp kalkmada; gece geçti, şimdi dua çağı, uyuyakal.
Kaza, kader bizim uykumuzu
aldı, civanım, yürü, kaçırdığın uy kuları da kaza et, yat, uyu.
Aşkın eline düştük, bakalım, ne
yapacak bize? Sen kendindesin, git, sağ yanına yat, uyu.
Ben kan içiyorum, sen yemek
yiyorsun; elbette yemek uyku getirecek; meydanda bu, uyu, uyu.
Ben akıldan fikirden de ümidimi
kestim, baştan da; sense terütaze bir akıl fikir umuyorsun, yat, dal uykuya.
Harf elbisesini yırttım, sözü
bıraktım; sen çıplak değilsin, elbisen var, uyuyakal.
XXXI
Âşık Ay’dır, yıldızların arasında görünür, parıl parıl parlar, gel
de seyret. Bil ki tecelliden sarhoş olan, Ay’a bile kılavuz olur, yol gösterir.
Gün ortasında deve minareye çıkar da herkes görüp dururken birisi
tutar, nerde, nerde derse bil ki kördür o adam.
Âşıkın çevresinde yüz binlerce ham kişi olsa iki gözümü de bağla
benim, âşık nerdedir, göstereyim sana.
Gel yanıma, kulağını bana ver de söyleyeyim; çünkü ağzımdan,
dudağımdan, bir peri yüzlü güzel söylemede benim.
Benim perime âşık olan adam, ne Âdem’den doğmuştur, ne de anası
Havva’dır onun.
Ay yüzlü güzelimi gören, güneş gibi ateşler içine düşerse, gök
gibi başsız-ayaksız kalırsa şaşma.
* Kanlar içinde yuvarlanan şu kesik başa bak, bir an bile durup
dinlenmiyor, yoksa Yahya’nın başı mı bu?
O gece gündüz, şu inişte, çıkışta yuvarlanıp duran bedensiz baş,
Güneş’e benziyor, Ay’a benziyor.
Şu âlemde aklın aklı başında olsaydı, kalkar, gelirdi de bu ne
biçim şaşılacak iş derdi.
* Gönlün yüzünü görendir aklı fikri olan; canın kametini duyandır
halkı çağırmaya ehil olan.
Şu ç ay ırlıkta çimenlikte yüzleri safran kesilenlere dikkat et;
sarı yüzle dertlerle dolu gönül, o yüzlere vurulmuş bir dağdır.
Aklın varsa sus, sır açma; fakat bizim perimiz y anımızdayken
bizde de akıl fikir arama.
Tebriz’in övündüğü Tebrizli Şems, beynimin halkasından aklımı
fikrimi aldı, götürdü; pek de y aman halka kapandır o.
XXXII
Nasıl bir incisin ki değerin
kimsenin elinde avcunda yok; dünyanın elinde ne var ki o senin bağışın olmasın?
Sensiz yaşayanın, yüzünü
görmeden ömür sürenin lâyığı bundan da beterdir, kul da sana lâyık bir kul
değildir, değildir amma gene de kulun lâyığını verme.
Her an canı, gönlü ayağının
bastığı toprağa döküp saçmak isterim; zaten senin ayağının altına toprak o lmay
an canın toprak başına.
Havan bütün kuşlara kutlu bir
havadır; ne kutsuz, yomsuz kuştur o ki senin havanda uçmaz.
Olayların dalgaları arasında,
usta yüzücü bile yüzüp kurtaramaz kendini, çünkü senin değerinde yüzmüyor o,
seni bilmiyor o.
Âlemin sonu yoktur, olsa bile
yok say onu, çünkü senin sonsuzluğuna mahrem değil o.
Senin şahına mat olan piyade,
ne kutlu piyadedir. Senin yüzünü görmekten ay rılmay an yüz ne hoş, ne güzel
yüzdür.
Senin yaralamandan, senin
açacağın yaradan kaçmam ben; çünkü senin belâ ateşine yanmayan gönül soğuktur,
hamdır.
Yok olmayan gönlün yüzü, mekân
âlemine yönelir; sen onu, yürü, burası yurdun değil senin diye mekânsızlık
âleminden sürer, kovarsın.
Senin övülmene, seni övenlere
ne sayı var, ne hesap; hangi zerre var ki seni övmekle başı dönmesin?
* Hani Nizâmî, şiirinde der ya,
ben de onun gibi diyorum: Cefa etme, bende senin cefana dayanacak güç kuvvet
yok.
XXXIII
İçinde sevginden başka hiçbir
şey olmayan şu gönlüme and olsun, senin dostlarından o lmay anı sevemem.
Canım sana feda değilse dertsiz
olmasın, gamsız kalmasın. Gözlerim senin için yaş dökmüy orsa görmesin hiçbir
şeyini, aydın olmasın.
Ümidim senden başkasınaysa
onmasın, varlığım senin için değilse yıkılsın gitsin.
Hangi alım var, hangi güzellik
var ki o ışığının vuruşundan ibaret olmasın; hangi padişah var, hangi bey var
ki o senin yoksulun olmasın.
Gönlümün düşmanların
diledikleri hale gelmesine razı olma; bak da gör, gönlümün isteği, senin
razılığından başka bir şey değil.
Sensiz geçen bir ânı bile kaza
edemem, fakat ne çare? Başa gelen senin takdirinden başka bir şey değil ki.
A gönül, canını ver, oyna
canınla, ne diye üstüne titriy orsun onun, titreme; feda et gitsin; Tanrın yok
mu senin?
Kendi üstüne titreme de
başkaları senin üstüne titresin; canına and olsun, sana senden başka bir düşman
yok.
XXXIV
Şu buluşmayı bilenler bayrama
dönmüşler,
arefe kesilmişler sanki senin
değerini bilene berat veriyorlar.
İşleri başaran, dilekleri veren
Tanrı’nın lûtfunu, ihsanını üleştirmek için yeniay gibi uzak bir yoldan
geliyorlar.
Alışverişten nasipleri kalmayan
müflislere, padişahın hazinesinden zekât getirmedeler.
Kurtuluş anahtarlarını
koltuklarının altına almışlar, kapalı kapıları açmaya geliyorlar.
Her can, gelin de zekâtınızı,
sadakanızı alın sesini duymuş, eline kocaman bir zembil almış, geliyor.
Gel, gel de İmranoğlu Mûsa’nın
Tur Dağı’na, ihram bağlanılacak yere, o padişahın döküp saçtığı zekâtı gör,
ihsanını seyret onun.
(s. 144) O fazlasıyla fazla
altın, dağarcığı kenarından yırtmış, şekerkamışının ağırlığından sepetleri
delinmiş.
Fakat iki dünya harmanından bir
karınca ne alabilir, ne götürebilir? Sus, yalnız uzakta da
oturma, salâvat sesini duy.
XXXV
Dünya da, dünyanın işleri de baştan başa havadan ibaret; hele iyi,
kötü, yaptığı işlerin karşılığı ne diye verilir, yel ne diye sorumlu tutulur?
*
Fakat Muhammed’in kurduğu varlığa
bak, hicretten altı yüz elli yıl geçmiş, hâlâ durmada; ne sağlam yapı.
Ebû Leheb’le ona benzeyenlerin hiçbir şeyini görmezsin; ancak öğüt
vermek için hikâyeleri anlatılır.
Yel, nerden bu kadar dayanacak, bu çeşit duracak? Bu dayanmaya
Kafdağı bile örnek o lamaz; onun bile gücü kuvveti yoktur.
*
İsa’nın nefesindeki, Uzeyr’in
duasındaki tesir, ezelî bir inayetti; ustanın ışığıydı o.
Söz, nefesle söylenir, nefes geçer gider amma söz kalır; seher
yeli eser gider amma çayırlık,
çimenlik neşelenir, sevinir.
Dünya, yelin korkusundan yaprak gibi tir tir titrer, sen bilmezsin
amma yelin içinde çelikten yapılma bir kılıç vardır.
Saman çöpü yardır ki dünyada, yelden başka bir şey tanımaz,
bilmez; saman çöpü bir dağı delemez, Ferhad değildir o.
Gönlümde feryat dalgaları coşup köpürüyor, fakat ne kadar feryat
edersem edeyim, senin haberin bile olmaz.
Deniz görürsen, dalga sana vurursa o vakit iyiden iyiye anlarsın
ki yel değilmiş, mamûr bir ülkeymiş, koca bir sultanlıkmış.
XXXVI
Kutluluk güneşinden şaraplar sunulmada bana; bedenimin zerreleri
meyhane kapısına halka olmuş.
Haydin, güneşimizin yüzünü seyredin; Firdevs bağıdır o yüz.
Haydin, ortadan ayrılmış
saçlarının gölgesine dalın, cennetlerdir o gölgelik.
* Göğe de, yere de lütfetti, kerem buyurdu da gelin dedi; gök de,
yer de o buyruktan sarhoş oldular, o buyruğa uyup kendilerinden geçtiler.
Padişahın taht kurduğu yer,
vardan da dışarıdır, yoktan da. Vardır, yoktur dâvalarının görüldüğü yer, ordan
binlerce yıl uzaktır.
* Gönülde binlerce zevk, safâ kapısı açıldı, acele et; çünkü bir işi
geciktirmede zararlar vardır.
Orda yaşayışı yaratan
yaşayışlar var; çünkü gerçekler padişahı mat olan padişah değil.
Gönül merdiveninden her an
mirac a ağanlar var; kanlarla dopdolu kadehlere bak, o kadehler buna delil.
Tebrizli Şems’in sahip olduğu
havada ne değirmenden bahsedilebilir, ne göklerden söz açılır.
XXXVII
Bütün âleme gül, gülmek hakkın
senin; her eğri, her doğru, kaşına, boyuna kul köle kesilmiş.
Devlet, ayaklarına düşer,
önünde baş kor; insan da, peri de senin yolunda başsızdır, ayaksızdır.
Evvelki gün canım aşkla gül
bahçesine gitti; fakat seni göremedi de bir ancağız oturdu, sonra kalktı;
Gül bahçesinden su gibi
secdeler ederek dışarı koştu, her şeyin aslı olan kutluluk ırmağı nerde diye
aramay a koyuldu.
Gönül ehli, gönlümden senin
hikâyeni duydu da hepsi birden, bu da bizim dilberimizin sarhoşu diye nara
atmay a koyuldu.
însan da, peri de başıma
toplandı da bana, doğudan izler göster, şu nefesin seher yeline benziyor
dediler.
Cefanın da şeker gibi çeşnisi,
lezzeti var; ne de güzel cefa ki onda yüz binlerce vefa definesi gizli.
Tebrizli Şems, baş verdi de
sefere çıktı, yola düştü; amma sen bana gene de de: Güneşin yüzü mü olur, başı
mı? 12
XXXVIII
Seni dosttan uzaklaştıran her
şey kötüdür; onsuz neye yüz tutsan iyi bile olsa fenadır.
Meyve ham oldukça kabuğun
içinde kalması iyidir; fakat oldu mu artık kabuk kötüdür.
Kuş, yumurtanın içinde
kanatlandı mı, bil ki artık yumurta ona perdedir, kötüdür.
Bir kimse, güzel huyla bütün
dünyadakilerle uzlaşsa, halk hakkı tanımazsa o iyi, o güzel huy, kötü görünür
halka.
Dosttan birazcık bile ayrılsa
insan, o ayrılık zamanı az say ılmaz; gözün içinde y arım kıl bile olsa
kötüdür.
Şu ayrılığa düştün, bütün ömrün
aramakla geçti gitti; ölüm zamanında arayacaksan kötüdür bu iş.
Gazeli bırak, bundan böyle Salâhaddin’e yapış; çünkü gazel yeni
elbiseye yamadır âdeta, kötüdür.
XXXIX
Üç gün oldu ki sevgili bir başka türlü; şeker ekşi olmaz, o şeker
mi şeker güzel, nasıl oluyor da böyle yüzünü ekşitiyor?
Abıhayat kaynağına vardım, testimi götürdüm, fakat bir de gördüm
ki kaynak kanlarla dopdolu.
Yüz binlerce gül biten bahçede meyve, çiçek yerine diken var, taş
var, çöle dönmüş o canım bahçe.
Afsunlar okuyayım da o perinin yüzüne üfüreyim; çünkü peri davet
edenlerin işi gücü boyuna afsun okumaktır.
Fakat benim perim afsunlarla şişeye girmedi gitti; onun işi
afsundan da dışarı bir iş, efsaneden de.
Kaşlarını çatması eski öfkeleri yüzünden; fakat
Leylâ’nın kaş çatması Mecnun’u helâk eder gider.
Gel, gel ki sensiz yaşayış
haram bana; gör, gör ki sen olmadıkça gözlerim ırmak âdeta.
Suçum bütün halkın suçundan
artık bile olsa lûtfet, bağışla da o ay yüzünü göster, gözlerim ay dınlansın.
Gönlüm, acaba suçum nedir diye
kendini yiyor, kıvranıp duruyor; çünkü her sebep bir sonuca bağlıdır.
Ezelî hükmü bildiren çavuştan
bana bir ses gelmede; diyor ki: Kıvranıp durma, bu sebep şimdicek olmuş bir şey
değil.
Tanrı bağışlar, suçlandırır,
verir, alır; onun işi akıl terazisiyle ölçülemez ki.
* Gel, gel, şimdicek “ol dedi
mi oluverir” lûtfuyla nimetleri başa kakılmay an cennet, kapı açar sana.
Kapı açar da dikenin ta
kendisinde şaşılacak çiçekler görürsün; taşta görürsün ki Karun
definesi var.
* Lûtuf, ebede dek sürer gider, bu yüzden de kâf’la nun gemisi
arasında binlerce kilit gizlidir.
XL
Varlığım, sevgilinin elindeki kadehten başka bir şey değil;
inanmıyorsan iki gözüme dikkatlice bak.
Kadeh gibi gönlüm kanlarla dopdolu; arık, incelmiş de incelmiş
bedenimse hiçbir vakit arık olmayan, hiçbir an sararıp solmayan, eriyip
gitmeyen aşkın elinde.
Bu aşk, Müslüman kanından başka bir şey içmez; gel de kulağına
söyleyeyim: Bu böyleyken şaşılacak şey de şu ki kâfir de değildir.
Âdem gibi, Havva gibi binlerce şekil doğar; dünya onun yaptığı
resimlerle, nakışlarla doludur, fakat o akla fikre sığmaz, tasvir edilemez.
Zerrenin de, ovanın da,
katrenin de, deryanın da neyle en iyi bir hale gelip düzene gireceğini bilir,
onu verir, yardımda bulunur; bilgisine sınır yoktur.
Her an gönlümüzü çözer, bağlar;
eşek değilse, gönlün ne diye onun bu işini bilmez, niçin onu tanımaz?
Kaldı ki eşek bile eşekçinin
çözüp bağlamasını bilir, onu tanır, bir başkası olmadığını anlar.
Onu gördü mü eşekçesine başını
sallar, kulaklarını oynatır, sesini bilir, o ses yabancı bir ses değildir
eşeğe.
Onun elinden yem yemiştir,
güzelim sular içmiştir; ne tuhaf, ne tuhaf; Tanrı bu kadarcık olsun bir anlayış
vermedi mi?
Yüzlerce defa seni derde
bağladı, feryat ettin; ne diye inkâra döşenirsin? Tanrı seni kurtarmaya mecbur
değil ya.
Kâfirler gibi ancak belâya
uğrayınca baş eğmedesin, teslim olmadasın; o yana mensup o lmay an baş, y arım
habbeye bile değmez zaten.
Ca’fer değildir amma binlerce can şekli, Ca’fer-i Tayyar gibi
havalarda uçar durur.
Fakat kafeste beslenen kuş, havada uçmayı nerden bilecek?
Perişanlığından kendisinde kanat yok sanır.
Kafesin deliğinden her an başını çıkarır, başı sığar, delikten
çıkar, fakat bedeni sığmaz, çünkü baş tüm beden değildir ki.
Beş duygu yarığın da tıpkı o kafesin deliklerine benzer; binlerce
seyredilecek şey görürsün, fakat onlara varmaya yol yoktur sana.
Bedenin kuru odundur, o bakışsa ateş; fakat iyice dikkat edersen
görürsün ki ate şten başka hiçbir şey yok.
Odun da yanınca ateş olmuyor mu? Bil ki odun, parıltısı yoktur
amma nurdur, ışıktır.
(s. 145) Bizden sonra gelenler duysunlar diye söylüyor, armağan
bırakıyorum bu sözleri; çünkü ecel geldi mi bir an bile durmaz.
Onların kulaklarını aşk tutmuştur da gizli
yollardan çekip getirmededir onları; çünkü akıl kılavuz değildir.
Okuyucunun gözleri, uykudan
kapandı âdeta, rebâb da zayıfladı; fakat uyuma, bu söz altın değilse altın
definesidir.113
Yaratıklar yıldızlar âdeta,
Güneş’se Tebrizli Şems; hangi yıldız vardır ki onun güneşinden ay dınlanmasın.
XLI
Bana yaşayış, Ay gibi yüzünü
anmadan gelir; daima secde ettiğim yer, otağının eşiğidir.
Kapını bekleyen köpeğin sesi,
her gece, sabahleyin diriltmek üzere öldürür beni.
Balçığımdan, bedenimden önce
can gördü seni; akıl ona dedi ki: Secde et, odur senin padişahın.
Secde etti, yüzünü senin yolun
olan o güzelim toprağa koydu, öylece ebediyen secdede kalakaldı.
Çorak bir toprak yığınıyım ben;
ne olur, ne ziyana girersin, tekrar atının nallarıyla bir okşasan şu bir yığın
toprağı, zaten de yol uğrağında, geçtiğin yerde o.
A Tebriz’in iki gözü Şemseddin,
Tanrı hakkı için sen gönlün kehribarısın, gönülse âşıklıkta âdeta bir saman
çöpü sana karşı.
XLII
Lâtif, parlak, mahmur gözlerine
and olsun; o alnına dökülen büklüm büklüm, halka halka saçlara yemin ederim.
And olsun o şekerler saçan lâ’l
dudaklarında toplanmış bulunan, yüklerle şekerkamışındaki kendiliğinden olma
tatlılığa.
And olsun o iki lâ’l dudaktaki
kehribarlık hassasına ki o yüzden Ay da seni aray ıp durmadadır, Güneş de,
zerre de.
And olsun lâ’l renkli can
goncasına, can güllerine ki gül bahçende aşk bülbülüne tuzaktır onlar.
Canları besleyip yetiştiren güzelliğinin alımına, yüzünün parlaklığına
and olsun ki gülen narın, bunların yüzünden ağzını açmış gülmededir.
Canının her an neşeyle secde ettiği o gönüller kıblesi Tanrı
cemaline and olsun.
Yusuf’sun sen, çok mucizelerin var; fakat kesin delil o larak o
güzel yüzün y eter.
Yusuf’un da yeri mi, nice Yusuflar tutsak sana; yüceliği daimî ulu
Tanrı, nerden verecek onlara seni?
Bahçende yer olsaydı her ottan, her yapraktan, seni görmek için
bir nerkis biterdi.
Yola ateş gibi düşenlerin, alev gibi yol alanların c anları
aşkınla yandı, yakıldı; sırları bilen padişah, seni onlardan bile kıskanırken
nerden tutacak da soğuk kişilere verecek seni?
Yüzünün parıltısı yüzüne perde kesildi; noksandan arı nurlar güne
ş gibi seni de gark etti gitti.
Güneşindeki nur yüzünden her an tertemiz
gönülden binlerce yüz belirir de ihsanını gösterir.
Fakat temiz olmayan bir gönül, içinden seni görmeyi geçirirse
aptallığı, eşekliği yüzünden kendisini senin zindanına çekmiş, hapsetmiş
demektir.
Ne bir akıllı fikirli kişi seni aklının düzeniyle aldatabilir, ne
bir padişah seni tutup ayağını bir yere bağlayabilir.
Ululuğundan iki dünyaya da sığmazken Ebû Hurayra seni heybesine
atmayı nasıl umabilir?
Hangi gazelle şiir perdesinden seni övmeye başlasam, gönlüm iç
perdeden binlerce defa daha fazla över seni.
Zaten gönlüm kim oluyor, ben kimim, övmek de ne? Yalnız canımı,
reyhanlarınla gül bahçesine çevirmek istiyorum ben.
Gel ey tanyerlerinin, bütün âlemin övündüğü Tebrizli Şems; eşi
bulunmaz bir Ay’sın sen, yolunun y ordamının da eşi yok.
XLIII
Oğulların gönülleri de yüzünün aşkıyla aydın, kızların gönülleri
de; gel de senin yüzünden suçları sevap olsun.
Hayalin âşıkın gönlüne geldi mi beden evinin içi yaşayış ışıklarıy
la dolar.
Zindandakilerin gönülleri, nasıl kurtuluş sesiyle açılır, arınır,
hatırlarında hiçbir şey kalmazsa, başka hayaller de senin hayalin belirdi mi
silinir gider.
Lûtuf harmanından hepsi de zekât alsınlar diye, canlar sünbül
saçlarının çevresine karıncalar, çekirgeler gibi üşüşmüşler.
Bir ölüye baksan yüz binlerce defa dirilir; ne mutlu o kişiye ki o
bir tek bakışa erişti, o b akıştan bir b erattır elde etti.
Ne padişahtır o padişah ki satranç tahtasının önünde padişahlar
bile mat olmamak, mat olma hanesine düşmemek için ev ev kaçarlar.
Aşkın hangi sabah bir kadeh sunarsa şu
uyuyan baht uyanır, sıçrar, kalkar da hadi der, işte kadeh sunuldu
sana.
Ay, bu kadehin kokusunu alır, o
da içmek ümidine düşer de gökten yere iner, bana gelir de bana da der, heyhat
derim.
Senden gelmeyen neşe bayat bir
neşedir; getir kadehi, bezdim, usandım bayat zevkten, bayat işretten.
Gözümün önüne gel de göreyim
seni; gözüm doymuyor Tanrı delillerine, Tanrı âyetlerine.
Ey Tebrizli Şems, sarhoşluktan
bilmiyorum, dudağını mı öptüm, yoksa ayağını mı?
XLIV
Ne vakte dek hep tuzağı sorup
duracaksın; yeme ne olmuş ki? Niceye dek dama çıkacaksın, evde su mu çıkmış?
Kendi varlığının ortasında ne
vakte kadar donmuş, buz kesmiş bir halde oturup kalacaksın? Aşk ateşinin
tandırına, alevlerine ne
olmuş?
Aşkının ateşi etrafında ta uzaktan dönüp duruyorsun; sâf gümüşsen
ateşin ortasına ne olmuş ki atılmıyorsun?
Gam, düşünce tortusuna nasıl da doymadın gitti; sevgilinin yüzünde
ne var, muğlara lâyık şaraba ne olmuş?
Varlığındaki soğukluk, sana adamakıllı, pek hararetli sarılmış
olsa bile bir bahaneyle sal yola, gitsin; bahaneye ne olmuş ki?
Zamaneden şikâyet ederse de ki: Sen git, zamane sensiz hoş, ne
olmuş ki zamaney e ?
Ağaç gibi neden dal dal vesvesesin, kaygısın? Gök gibi tek ol, tek
olana ne olmuş ki?
Öyle bir Huten ülkesi ki orda şahıs var da şekil, sûret yok; filân
ne biçim adam, filânca kadına ne olmuş deme artık.
Şu gönül, Tebrizli Şems yüzünden aşkın izi, eseri oldu gitti; bak
da gör aşkının devletiyle, ikbaliyle ize, esere neler olmuş.
XLV
Adamsın sen, gözün can âlemine bakmada, o âlemi görüyorsun sen;
tekrar dirildin çünkü; bundan sonra yaşamayı bilirsin elbet.
İdris gibi ölüp tekrar bu âleme gelen, melekût âleminin müderrisi
kesilir, gayb âlemindekilerden bile gizlidir o.
Gel de söyle, bu dünyadan giderken hangi yoldan gittin; o taraftan
gelirken de hangi gizli yoldan geldin?
Bir yol o yol ki bütün canlar her gece o yola uçup gidiyor; şehir
şehir bütün kafesler bomboş, hiçbir kafeste kuş yok.
Kuşun ayağı bağlı olursa uzak uçamaz, gökyüzüne havalanamaz, döne
döne uçuşta acemidir o.
Fakat ölümle ayağındaki bağı koparır da uçarsa gerçeği de görür,
her şeyin sırrı da neymiş, anlar.
Sus ki sükût âlemi dolu bir dünyadır; söz
davulunu çalıp durma; söz, içi boş bir davuldur.
XLVI
Bir gama uğrayıp da herkesten kesilen, bu sebeple yapayalnız kalan
kişi, bil ki gönül düşmanıdır, bunları görüp gözetmekle oyalanan biridir.
Çenge, şu bedenin ten-tene tenine kulak vermişsin; halbuki bedenin
toprak yığınından ib arettir, onun nağmesi, demdemesi de havadır ancak.
Nefsinin havası, kasırga gibi toz koparan bir yeldir, gözün,
görüşün düşmanıdır, ışığın hasmıdır.
Yoksa sen, şu balla pişirilmiş ağdalı tatlılara sinek mi kesildin?
Dalın içine denmiş amma bir daldın mı zahmetlere, meşakkatlere uğrar, mahvolur
gidersin.
Sinek gibi o ayranın içine düştüğün zaman, ne tuhaf şey, tövbe
etmen nerdeydi, aklın fikrin nereye gitmişti?
Ahde, tövbeye ne diye fitil
kesilmişsin; bir muma benzeyen ahdin hafif bir yelle o yana bu yana yamulup
gitmede.
Yusuf’a söyle, git de,
ayrılığına düşmüş Yakub’u bul; senin yardım gömleğin olmadıkça görmemeye,
körlüğe mahkûm.
Bir kör ki et parçası gibi bir
yerde kalakalmış; kör, ölüye benzer, dirilere muhtaçtır.
İlaç yerine gözüne toprağı
çeker, sürmedir, dermandır sanır toprağı.
* Yeryüzünde bir tek kâfir bile
bırakma duası, Nuh Peygamber’in duasıdır, kabul olmuş bir duadır bu.
Ahmak kişinin gemisi, daima
tufana gark olur gider; çünkü ahmak çirkin suratlıdır, sevilmez bir mayası, bir
özü vardır, rezildir, rüsvâydır.
(s. 146) * Kerem denizi her
yanda coşup dalgalansa, gene de pisler pislerindir hükmündeki adalet y ürür
gider.
Sille yiyedur, sakın başına
külâh giyme;
öylesine bir boğazın var ki
ancak tokada, silleye lâyık.
Kancık eşeklerin ferci gibi
olasıya açılmış bir boğaz; kalkmaya görsün yoksa, kalktı mı hiçbir eşeğin y...
kurtulmaz o boğazdan.
A uyuz köpek, sen işkembe ye,
pislik ye; işkembeyle köpeğin ağzı birbirine uygun mu uygundur.
Gel, köpek leşi ye; ağzından,
karnından, yüzünden de besbelli, av köpeği değilsin sen.
Mahalle köpeği, pazar köpeği
nerden av tutacak? Av yeri dağ başıdır, ormandır, ovadır.
Sen bütün bunları bırak da
sevgilinin, dostun adını söyle; çünkü bütün çirkin şeyler bile ona vardı mı
güzelleşir.
Ona sığınmak, ona bağlanmak
kimyadır; aşağılardaki, yücelerdeki bütün zerreleri dilediği şekilde kullanan
odur.
İki dünyayı da bir zerrenin
içinde gizler, öylesine bir tedbiri, tasarrufu vardır ki akıl
aptallaşır, görmez olur.
* Bil ki aklın erişi, hep dehlizdeki işlere aittir, bilgide
Eflâtun kesilse gene de asıl sarayın dışındadır o.
Aşk deliliği, yüz binlerce kâinat dolusu akıldan daha iyidir;
çünkü akıl, baş dâvasına girişir, aşkınsa ne başı vardır, ne ayağı.
Başı olanın elbette başından korkusu olur; fakat savaş arslanı
olan, ko rkuy a eş olmaz.
Aşk ipliği, iğne yordamından geçer, çünkü başı y o ktur,
başsızdır, hiçbir şeyle ilgisi kalmamıştır, tektir.
îğne ona kılavuzluk eder, onu yola salar, elbiseden ayrılmış p arç
alara kadar götürür, o da onları aslına kavuşturur, aslıyla b irleştirir.
îğne iplik lâfını bırak, ince bir söz bu; eli parıl parıl parlayan
can Mûsa’sından bahset.
Güzelim gönül denizini söyle, onun hikâyesini anlat, öylesine
denizdir o ki katresi yüzlerce deniz meydana getirir.
Kâse gibi denizin üstündesin de
denizden haberin bile yok; bir gör de bak, dalga her an seni nasıl çalkayıp
oynatmada.
XLVII
Berat günü geldi, âşıkın
beratını yenile. Zekât vakti geldi çattı, lâ’l dudaklarının zekâtını ver.
Berat, değerli hayalin; iki
buluşma bayramı birden sıçradı, geldi. Bu da olmaz, o da gelmezse hasret nöbeti
gelmiş demektir.
Gerçek bahçelerine dostun
beratı geldi; kırık dökük çiçekler iy ileştiler, tahtalardan, sargılardan
kurtuldular.
Dudu kuşları dostun
şekerkamışından haber getirdiler; çölden, ovadan yüz binlerce şekerkamışları
bitti.
Bahçedeki gelinlere iki neşe
var bugün; vefan, keremin kapı açtı, karakış da geberdi gitti.
* Gel ki göklerin ışığı
yeryüzünü bezedi; çiçek sanki Tanrı nuru, ağaç da kandilin konduğu yer.
Cihan yemyeşil; yeşiller
giyinmiş, biliyor musun bu neden? Yerden de, ağaçtan da abıhayat coştu da
ondan.
* Kuşlar, “görün bana, seni
göreyim” narasını atıp duruyorlar, çünkü Tur Dağı oldu âdeta, can Kelîm’i de
vade çağına erdi.
Bahçeye gel de kıyameti,
mahşeri apaçık gör; gök gürültüsü Sûr oldu sanki de ölüler hep dirildi.
Üveyik kuşunun ezanını duyduk,
ağaçların kametini işittik; sus artık, namaz vakti konuşulmaz.
XLVIII
Bu selâmda seninle bir başka
işim, bir başka alışverişim var; bu selâm, pek büyük gizli bir sır, Tanrı
perdesi altında gizlenmiş.
Çengden çıkan o nağmeler, o
terennümler pek şaşılacak şey; nedir o nara atanlar, o feryat edenler nedir,
nedir?
Padişah, lâ’l renkli şarabı
getirdi, bu dedi, işin temelidir; sus, delilik vakti şimdi, perdenin açılacağı
vakit değil.
XLIX
înat et, huysuzlan, güzellerin
inadı, huysuzluğu tatlıdır, hoştur. Bahaneler bul, zaten bahaneler bulmak,
güzellerin yoludur y ordamıdır.
* O şeker mi şeker dudaklardan
çıkan, dökülüp saçılan bahaneler, Fâtiha, Kâf Hâ, Yâ Sîn yerine geçer.
Vefa ummam; çünkü cevretmek,
cefa etmek, güzellerin huyudur, mayasıdır, âdetidir, dinidir.
Yüzünü ekşitir, bizden yüz
çevirirsen mahsustandır, düzendir, yalancıktandır onlar.
Aziz kişilerin topraklarına and
olsun, senden başkasının elinden sunulan helva, ağzımda gürz olur, zıpkın
kesilir.
Bin kere vaadde bulun,
hiçbirinde de durma;
öyle bir seraptır bence bu ki
yüzlerce güzelim tatlı suya değer mi değer.
Altını, ayrılıkla yüzü altına
dönen, sapsarı kesilen verir; bedeni gümüş gibi bembeyaz güzel, ne diye altın,
gümüş versin?
İhtiyacı olan kişi şeker gibi
tatlı tatlı cevaplar verir; senin ihtiyacın yok, senin acı cevabında bile
yüzlerce tat tuz var, yüzlerce lezzet.
Güzelliğin, alımın define gibi,
kötü huyunsa defineyi bekleyen yılan; definen var olsun, yılan dışarda zaten.
Varlık kumaşımızı nazınla,
edanla yak; bu güzel bir zekâttır, yoksulun nasibidir bu.
Herkesi de köpekler gibi kapı
dışında bırak, oraya dik; senin civarın yücelikte Turusîna’dır.
* Padişahlar, padişah olunca
halifenin sopasını yerler; aşkın cefasını çekmek, padişahların âdetidir.
İmam Fâtiha’yı okuyunca melek
âmin der, ben de Fâtiha okudum, âmin demelerini
ummadayım.
Aklından fikrinden geçip de işlediğin her hilenin, her düzenin değeri,
nikâh parası, binlerce incidir, binlerce lâ’ldir.
Fıkıh okunan medresede nasıl kovulma sebepleri nizâmlara
bağlanmış, törelere uydurulmuşsa bil ki aşk medresesinin de kanunları, töreleri
vardır.
Susalım da o padişah anlatsın bunu; çünkü dünya bile, o telkıyni
seçkin padişahın yüzünden diridir.
L
* Vuslattan sarhoş olmuşsan yüzün neden ekşi? Kapta ne varsa
dışına o sızar, şişenin dışı içindekine tanıktır.
Yüzlerce ayık adamın içinde bir sarhoş bulunsa hemen belli olur;
kokusundan, renginden, gözünden, sağa sola y alp alay ıp düşmesinden
anlaşılıverir.
Hele coşup köpürüşü, tadı, lezzeti Tanrı lûtfunun küpünden olan
Tanrı dostlarının içtiği şarap olursa.
Şarap küpü zaten kaynayıp coşmasıyla, kabarıp köpürmesiyle
binlerce başka küpler arasında hemencecik belli olur.
Coşup köpürmeyi gördün mü bil ki bir ateş var, gizli; kabarıp
coşmayı gördün mü anla ki bir sevgi yalımı var orda.
Şunu bil: Sirke satan, nerden şarap verecek sana? O şarabın bir
yudumcağızı yüz batman hazır şeker pahasına.
* O şarabın pahası, inananların mallarını, canlarını vermeleridir;
alışveriş etmek, kâr kazanmak havasına düştüy sen nefsinin havasında kaladur.
Nefsinin havasını bıraktın da bir karşılık gelmedi mi, o kerem
sahibine bu yalan yaraşmaz deme; yanlış bir sözdür bu.
* Geceleyin, “yaklaştı, yakınlaştı, aralarında iki yay kaldı”
meyhanesinde geceleyen kişinin
nurlarla dolu gözlerinin içinde bir buluşma mahmurluğudur vardır.
Tertemiz şarap, gamdan
arınmaktır; şarap olan başta gam ne gezer, nasıl gelir de konaklar o başta
keder?
* O meyhanenin adı, Rabbime
konuk edilirim bâzı bâzı’dır; o beni doyurur, suya kandırır sözü de
peygamberimizden kalan bir sözdür.
— D —
LI
Gözümün nuru olan canlara söyle: Gene tövbelerin bozulacağı zaman
geldi.
Gönül bezeyen güzelimin bakışları, güzellik davulunu çalmaya
başladı mı tövbekârlar binlerce tövbeyi bozarlar, binlerce yemine boş verirler.
Sevgili sarhoş, harap; bugün neşe, zevk, çalgı çağanak günü; artık
sarhoşluktan, şuhluktan başka ne yapabilirler? Sen söyle.
Aklın kulağına dedim ki: înat etme, yüzünün suyu dökülmeden git;
çünkü şu anda Kafdağı bile olsan kökünden söker, atarlar seni.
Şarap satan pîr nice zamandır hırkasını rehin etti, bugün meyhane
mahallesinde herkes iyi mi iyi, güzel mi güzel.
Hadi a can çalgıcısı, o madene mensup küpü al da ten-
tene-ten-ten diye okşamaya başla; çünkü sen olmadıkça herkes
tensiz, bedensiz.
Yüzük taşı gibi gel, âşıkların
halkasında yurt edin; çünkü âşıklar halkasından başka her topluluk, her toplum
sınamalara düşer durur.
Bütün erlerin canına and olsun,
âşık olmayan herkes mâna bakımından kadındır; hem de bak da gör, ne çeşit
kadındır onlar, ne çeşit sözlere dalıp gitmişlerdir.
Bütün canların canına and
olsun, kimde o can yoksa tenden ibarettir, bak da gör, ne örmedeler, nasıl
susup durmadalar.
(s. 147) Bundan daha ak nedir
ki dedin; sus, sus; yasemin bile olsalar bahtları yoktur aşağılık kişilerin.
LII
Demedim mi sana, gitme oraya,
belâya uğratırlar seni; elleri pek uzundur onların,
ayaklarını bağlarlar senin.
Demedim mi sana, o yanda tuzak içinde tuzak var; tuzağa düştün mü
nasıl kurtarabilirler seni?
Demedim mi sana, meyhanede tuhaf mı tuhaf sarhoşlar vardır; saçma
sapan söz oklarıyla oklarlar aklı.
Senin gibi yüreği temiz, gönlü sâf kişiyi lokma gibi kapıverirler;
her bir piyade için bir şahı mat edip oyundan atıverirler.
Seni çok kere hamur gibi çekip çekip uzatırlar, derken büküp büküp
halka haline getirirler; yüzlerce defa saman ederler seni, yüzlerce defa
kehribar haline sokarlar.
Gönlü dar birisisin sen; o ciğer yiyenlerin y anına varır, ciğer
kesilirsen seni tutarlar, çorbalarına atıverirler.
Olgunluğuna, yiğitliğine güvenme pek; Kafdağı bile olsan seni
tezcek, hemencecik havaya uçuverirler.
Balçığından binlerce tuhaf kuş yoğurur,
yaparlar; sudan, topraktan geçsen bile daha neler ederler seni,
neler.
Deriden yapağı çeker gibi seni
de tutarlar, şu bedenden çekip çıkarırlar; seni bir hayale döndürürler,
önün-ardın, sağın-solun, üstün-altın kalmayıverir.
Hükümlerin çekip çekiştirmesine
razı olduğunu gördüler mi de zahmetlerden, meşakkatlerden kurtarırlar seni de her
şeye razı ederler.
Sus ki şu aşağılık sözlere
dalmış ahmaklar, ot otlayan hayvanlardır âdeta, seni de saçma sapan sözlere
daldırır giderler.
LIII
A gönül, senin hafif, alçak
sesinden varlık ülkesi yüceldikçe yüceldi; sen ya Sûr’un sesisin, y ahut da vaad
edilen kıyamet.
Duymuştum, Davud’un
nağmesindeki zevk, lezzet yüzünden pek çok kimse can vermiş, ölmüş.
Padişahım, senin sesin Davud’un sesinin aksi; onu dinleyenler
ölmüşlerdi, seni dinleyen varlıklar yeniden diriliyor.
Sesin boğazdan çıkmıyor senin, amma gene de halkaları kapıp
götürüyor, binlerce halka kapanı halka gibi kapıp gidiyor.
A gönül, doğru söyle, dün gece nerde şarap içtin? Sabahtan
başladın, boyuna şarkılar söyleyip duruyorsun bugün.
Senin nağmen, senin sesin o yandan çıkıp gelmede; o ses yüce
candan geliyor, bedenden çıkıp inmiy or.
Bedene bağlanmadın da canın açılıp saçılışını gördün; zaten iyi
tohum eken, kötü ekin biçmez ki.
Gerçekten de yokluk gülünün kokusu, bir gül bahçesinden geliyor;
ağaçsız armut bittiğini gören var mı hiç?
Ne mutlu o kişiye, koku alınca onun kokusunu alır; ne kutludur o
kişi ki açılırsa can gözü açılır.
Ne mutlu o kişiye ki Yusuf’un
kokusuyla Yakub’un gözleri nasıl tekrar görmeye başladıysa onun da gönül gözü
açılır, her şeyi görür.
* Gönül gözü,
şükretmediğimizden kapanır; Tanrı da gerçekten de demiştir, insan Rabbine karşı
pek inatçıdır, pek nankördür.
Faydalanmak, kâr etmek
istiyorsun ya, fayda da dosttan gelir, kâr da; fakat sen onun izini izlemezsen,
sen onun izinden gitmezsen ne fayda, nerden kâr edeceksin?
Tanrı’nın bir yıldızı var ki
yerde döner o; güneş de o yıldızın havasına kapılmıştır, gök kubbe de.
Nice seher çağları, inananın
ibadet yurdundan içeriye girer de kutlu bir yıldızım ben, muradını benden iste
der.
Der ki: Bir yıldızım, hem
yerdeyim, hem gökte; güzel yüzlerin hay ali gibi yüzlerce durakta beni
görürler, bulurlar.
Yeryüzündekilere mumum,
gökyüzündekilere
nur; meleklere canım,
yıldızlara beden.
Zerre görünmedeyim amma güneşim ben; cüz görünmedeyim amma
varlığın tümü benimdir.
Hacetlere kıble göktür amma sen göğe bakma, bana bak da cömertliği
seyret.
Benlik yüzünden, taklit yüzünden ondan utanıp, ona secde etmeden
arlanıp, İblis gibi, secde edilecek ancak Tanrı’dır, o yeter diyen de olur.
Halbuki Âdem, İblis’e cevap verir de der ki: Bu secde zaten Tanrı’ya,
sen şaşısın, sapıklığından, inadından biri iki görüyorsun.
Devlet yıldızıyla hasetçinin gözü arasına, nelik-nitelik tozundan
bir perde çeken de odur, o.
Devlet yıldızı, yürü git der, perden artsın; benden gene
kurtulamadın, gene yapayalnız değilsin, fakat onun tapısından sürüldün.
Bu perdeye ait söz çoktur, çok soru vardır, çok cevap var; bu
perde yüzünden Nemrud, Halil’i
göremedi.
Yarabbi, haset, iki dostun arasına gerilen ne perdedir ki dün
birbirlerine can verirlerken şimdi inatçı kurda dönerler.
Ne perdedir bu ki, İblis bu perde gerilmeden önce göklerin
damında, yerlerin yüzünde yelip yortar, secdeler ederdi;
Tanrı’ya yöneldikçe yönelirdi, neşeyle, acıyla, y alv arıp y
akarmay la çeşit çeşit ibadetlerde bulunur, sevgisi günden güne artar dururdu.
Fakat haset perdesi çekilince buz üstünde kalakalan eşek gibi
kalıverdi; o perde kolunu kanadını bulaştırdı onun.
Git, pis iş işledin diye gök mescidinden kovdu, sürdü onu; çünkü
söz duymuyor, boyuna pisliklere bulanıp duruyordu.
A tek, a sevgili Tanrı, gel, konuşalım, görüşelim; neden
gidecekmişim, ne yapmışım, ne sebeple kovuyorsun beni?
* Kötüyse sen işledin, hepsi senin işin; puta
tapanın da, Hıristiy anlarla Yahudilerin de yaptıkları, senin
takdirin;
* Beni yoldan çıkaran sensin, muradın buymuş senin; ben de öyle bir
iş edeyim ki halktan bir tek övülecek kişi görmeyesin diyordu.
* Tanrı, korsam dedi, bırakırsam çık yüce dağın tepesine;
bırakmazsam, çıkamazsan demir atmış gemi gibi bat denizin dibine.
* A batış kuzgunu, benimle nasıl bahse girişebilirsin sen? Sana
gelip çatan lânetle tapıdan sürülmemiş olsaydın böyle bir dâvaya mı
kalkışabilirdin?
* Sana aldanan, senin yüzünden kapımızdan sürülen eşeğe kul demem,
kulluk ediyor demem, çünkü kulluk edilen benim, ben.
* Elinde akıl mumu olan ışığı bırakır da dumanın peşine düşer mi
hiç?
* Şeytan, ben dedi bir üfürüşte söndürürüm o mumu. Tanrı, doğruluk
mumunu yel söndürmez;
* Benim bağış mumuma püf diyenin başı,
sakalı, yanıp köz olan odun gibi yanar gider dedi.
Tanrı’ya binlerce şükürler
olsun ki Akl-ı Küllî, tekrar geri geldi, ayrılıktan sonra kutlu bir talihle
gene kavuştuk ona.
Gelişine nazar değmesin, ateşe
üzerlik, çöreotu atalım; üzerlik de nedir, çöreotu da ne oluyor ki? Ödağacı
gibi kendimizi atalım ateşe, kendimizi y akıp yandıralım.
O kendini gösterdi mi biz kendimizden
geçelim; bâzı bâzı da dumanlara bulanmış bir halde Tur Dağı’na çıkalım.
Fare gibi, yılan gibi
karanlıkları yurt edindik, şu sınırlı âlemde, toprağın içinde kalakaldık.
Tanrı, farelerin ebedî olarak
toprakta mahpus kalmaları için kediyi y arattı.
Fare gibi topraktan ancak
hırsızlık için çıkıyoruz! Bu eğri gidişten ne kazanabiliriz ki?
Mercimeği fareye bıraktın mı
onu ejderhâ edersin; fakat kedi, farelerin yiyeceğine tamah etti mi herkes
rahatlaşır.
Mesîh’in nefesi, nefesine kul köle olsun ki senden önce nefesimizi
kesen, boğazımızı tıkayan zaman yüzünden soluğumuz kesilmişti, nefes
alamıyorduk.
Varlığını yonup kesen, benliğinden geçip giden kişinin, herkes
kimi kimsesi olur; cihanı sahibine bağışlayana, Tanrı bütün cihanı bağışlar.
Sus; çünkü sözle, sesle, harfle örülmemiş dilsiz bir sözün de var,
onu söyle.
Tebrizli Şems, secdeden baş kaldırdı mı binlerce kâfir başını
secdeye kor, binlerce mümin secdeye kapanır.
LIV
Şekle bürünmüş bir Ay olan sevgiliyle parıl parıl parlayan, düny
ay ı ışıtan bayram ayı; bayram kapısında iki Ay da yan y ana.
İkisi baş başa verdiler de gizlice konuşmaya
koyuldular mı bayramın başına binlerce düşünce gelir, binlerce
vesvese eser.
Halk, denizin dalgalarıyla sedef gibi oynayıp durur; fakat sedef
gibi onun da bayram incisinden haberi bile yok.
Bayram günü davul ne diyor, söyleyeyim sana; diyor ki: Adamsan
sıçra, kalk; bayram ordusu geldi çattı.
Tanrı için bir iki parça altın, gümüş vermiştin ya, o güzel işin
karşılığı olarak sana verilen altınlarla dopdolu bayram hazine sini seyret.
* Oruçla, namazla şişeyi kırdıysan bayram kadehinden, “Rableri
onları tertemiz bir şarapla suvarır” şarabını, o helâl şarabı içegör.
Şu avı bırak da doğan gibi uç, padişahın bulunduğu yana git; çünkü
bayram güvercini uçtu, geldi, padişahtan müjde getirdi.
(s. 148) Semiz hırs öküzünü kurban et de artık bayram ayını
kutlulukla kucakla, eriş ona.
Sen kurban etmesen de umarım ki Tanrı yardımı lûtufta bulunur da
bayram hançeriyle onu kurban eder.
LV
Aşkın beni eşten dosttan,
hısımdan, akrabadan kesti; kimseciklere aldırış ettiğim yok; zaten senin aşkın
çekinip sakınma yapısını kökünden söker, atar.
Çünkü aşk, yıkıklıktan başka
bir şey istemez; çünkü aşk, hiçbir âfetten öğüt almaz.
Malın da yeri mi, iyi adın
sanın, saygının, giyimin kuşamın da adı mı anılır? Evin barkın, esenliğin,
ehlin, oğlun sözü mü olur?
Âşıkın canı, aşk kılıcını kaptı
da bir çekti mi binlerce mukaddes can korlar önüne.
Aşk havasına düş, sonra da
yıkılıp dökülmeden kork; kesenin ağzını büzmüşsün, sonra da o şeker dudaklıya
âşık olmuşsun ha.
Başcağızını eğ de esenlik
bucağında otur, yüce servinin havasına uymak, şu kısacık elle, kolla olmaz.
Yürü, sen ömrünce aşktan bir koku almadın; aşkın yok, sendeki akıl
ancak; buna razı ol, kanaat et gitsin.
Sabretmekle eteğini fitnenin elinden kurtarmaya imkân mı var?
Oturmuş da bakalım takdir, elbette bir miktarcık rızk yollar diyorsun.
Aşk ateşi bir saldırdı mı kendinden başka ne varsa siler süpürür,
yakar gider; her şey de yandı mı, işte o vakit neşeyle otur, güzel güzel
gülmeye koyul.
* Hele Elest deminden şimdiye dek onun gibi daima sayılan, sevilen
birinin aşkı olursa bu aşk.
Onu gördüm diyorsan Allah için olsun, şu iki gözünü yum da can
gözünü aç.
Çünkü bu baş gözüyle bakış yüzünden, iki dünyada da senin gibi,
benim gibi binlercesi durmadan helâk olur, kör olur gider.
Gözüme onun yüzünden başka bir şey görünürse, iki gözüm de
kazmalarla, külünglerle
oyulsun, gitsin.
Bütün erlerin can gözleri bile
mat oldu, âciz kaldı; o boyu bosu düzgün padişahın ululuğuna, güzelliğine
ulaşmanın imkânı mı var?
Yazık, keşke Ali’nin Hayber
kalesinin kapısını çekip kopardığı gibi senin varlığını da Tanrı çekip
koparsaydı da,
O bahsettiğimiz ülkeden
binlerce yıl ötede bulunan yerlerde bile onun beş vakitte çalınan nöbetini
nasıl çalıyorlar, gözlerinle görseydin.
LVI
Geceleri uyuma; çünkü bir gece,
yüz bin güne değer; o dolunay, geceleri keselerle sayısız altınlar bağışlar.
Her gece o bir, o tek padişahın
ordusu, mazlumlara y ardım etmek için kalkar, dünya göğüne iner.
* Tanrı, geceleri kalk dedi,
abes buyurmadı ya bu sözü; Zühre’nin ışığı da geceleyin yolculuk
etmesindedir, Ferkad’in ışığı
da.
* A ham kişi, gecenin dumanıyla Mûsa’nın gördüğü ateşte pişer,
olgunlaşırsın; geceye benzeyen mürekkep, o kaleme bilgiyle yardım eder.
Gece Leylâ’dır, gündüz de onun peşine düşmüş Mecnun; seher çağı
aklının nurunu büklüm büklüm simsiyah saçlarına çekip durmadadır gece.
A Mecnun, gece Leylâ’sını kucakla, bas bağrına; gece birlik
halvetidir, gündüzdeyse ikilik var, sayılar var.
Bil ki abıhayat karanlıklardadır; sen ne biçim balıksın ki deniz
suyunu kendin kesersin kendine, denizden kendin mahrum edersin kendini.
* îtaat edenlere arka olan, onlara dayanç kesilen şu Kâbe’ye bile
siyah örtü örterler.
Gece Kâbe’sinde kılınan bir namaz, yüz namaza bedeldir; hiç kimse
böyle bir mâbedi uyku için kurmaz.
Keremde, ihsanda eşi, dengi
bulunmayan Tanrı, geceleyin bütün putları kırdı da kendisi kaldı ancak.
Sus, şiir kesattan başka bir
şey değil, fakat bilgisizlik ondan da kesat. Bu bilgide ne biçim zahitsin sen
ki, sendeki bilgi senden daha zahit.
LVII
Sen beni istemesen de gönlüm
istiyor seni; Tanrı dilerse sen de barışırsın, uzlaşırsın bizimle.
Binlerce âşıkın var, hepsi de
canla, gönülle seni aramada, seni istemede; bakalım kutluluk kime nasip olacak,
içimizden hangimiz sana ulaşma devletini bulacak?
Yoksul bir âşıkın sana
düşmesine, senin aşkına tutulmasına halk şaşıp duruy or; padişahların bile
gıpta ettikleri bir şeyi ne diye ister şu yoksul diyor.
Fakat ölü can ararsa, yahut
solmuş ot seher yelini dilerse şaşılmaz buna.
Yahut körün iki gözü Tanrı’dan görüş dilerse, yahut da on yıllık
aç, yiyecek isterse şaşılmaz elbette.
Çok dua etmeden hepimiz de dua kesildik; öylesine dua kesildik ki
yüzümüzü gören dua istiy or bizden.
Fakat ben senin gözüne kâfir görünmedeyim âdeta; kendisine âşık
olup dalanı öldüren gözlerin beni gördü mü yaslara b atmamı istiyor.
Ayrılığın beni öldürse bile helâl ederim kanımı; tutsak, gaziden
kan pahası dileyebilir mi hiç?
Selâm verdim, saygı gösterdim, bana, nasılsın dedin; kimya dileyen
yoksul bakır nasıl olabilir?
Resim, ressam nasıl yaparsa öyle olur; şifa uman, ilaç isteyen
hastanın bedeni ne halde olabilir ki?
Gölge gibi güneşten bahsedip durma; zerre gölgeden kaçar, ışık
ister o.
Tebrizli Şems’in ne de cömertliği var, ne de
vergisi, bağışı var ki yeşil kubbenin güneşi bile ondan ihsan
istemede, bağış ummada.
LVIII
Bülbül, bundan böyle bahçede
bizden bahseder, o gönüller alan sevgilinin güzelliğini söyler.
Yel söğüdün başına vurdu mu
söğüt oynamaya koyulur; Allah bilir, havaya neler söyler o.
Çayırın çimenin sırrını
birazcık çınar anlar, anlar da geniş ellerini açar, bir hoşça duaya başlar.
Güle, şu güzelliği kimden
aşırdın diye sorarım; utancından sölpük sölpük güler, fakat nerden söyleyecek?
Gül sarhoş amma benim gibi
harap değil; mahmur nerkisin sırlarını size söylüyor.
Sırlar duymak istiyorsan
sarhoşların yanına git; sarhoş kişi sırrı utanıp çekinmeden söyleyiverir.
Şarap üzüm kızıdır, kerem,
ihsan suyundandır; kesesinin ağzını açmıştır, cömertlikten bahsedip durmadadır.
Hele Arş şarabı olur da ululuk
ıssı büyük, kerem sahibi Tanrı’dan gelirse, onun cömertliğini, onun keremini
söylese söylese Tanrı söyler ancak.
O şarap arif kişinin gönlünde
coşar köpürür, onun beden küpünün dibinden sana se slenir, çağırır seni.
Göğüs, süt verdiği gibi şerbet
de verir elbet; göğüsten akıp duran kaynak, o lay lar anlatır, b aştan
geçenleri söyler durur.
Can, daha da sarhoş oldu mu
hırkasını çeker, çıkarır; külâhını fırlatır, atar, şu elbiseden vazgeçer gider,
hattâ külâh şöyle dursun, başını bile verir.
Şarap, hiçbir şeye aldırış etmez
bir tavırla aklın kanını içti mi ağzını açar da ululuklara, ulular ulusuna ait
sırları söylemeye başlar.
Sus, kimsecikler inanmaz sana;
çünkü
kimyadan bahseden, bakırdan
başka bir şey yemez.
Tebriz’e, doğuların, batıların
övündüğü Şemseddin’imize haber götür. Belki seni o över.
LIX
Sen beni istemesen de gönlüm
bırakmaz seni; Tanrı dilerse sen de barışırsın, uzlaşırsın benimle.
Binlerce âşıkın var, hepsi de
canla, gönülle üstüne titriyor; bakalım talih kimin yüzüne gülecek, kutluluk
kime nasip olacak, içimizden hangimiz sana ulaşma devletini bulacak.
Yoksul bir âşıkın, senin aşkına
tutulması şaşılacak bir şey; padişahların bile gıpta ettikleri bir şeyi bir
yoksul nasıl umabilir?
Fakat ölünün Tanrı’dan can
istemesine şaşma; susuzun gönlünü suya vermesine şaşırma.
Gözünün nurunu aramasına şaşma
körün, gurbet gözyaşları dökmesinden şaşırma tutsağın.
O kadar dua ettim ki varlığım dua kesildi gitti; yüzümü her gören,
duayı hatırlıyor.
Selâm verdim, saygı gösterdim, bana, nasılsın dedi. Kimyanın yakıp
yandırmadığı, eritip altın etmediği bakırın hali nasıl olabilir ki?
Resim nasıl olabilir? Ressamın fikrine uygun olur ancak; fakat
dost eliyle sıkılmayan üzümün hali nasıl olur? (Kendi kendine çürür gider). 14
LX
Eşek kafalı biri, bahçeye kızdı da başını aldı, çıktı gitti; zaten
yüzü çirkindi, huy kötülüğüyle büsbütün çirkinleşti;
Gönlü, yüreği karaydı, ocağı kördü, büsbütün karardı. Boş bir
kazandı, evin bir bucağında baş aşağı çevrildi, kalakaldı.
Cıva gibi oynayıp dururdu; fakat temelinden canı yoktu onun; iğreti
bir oynayıştır gö sterdi, derken bu oynayış bitti, öylece kaldı gitti.
Baş çekmesi, hilesi, düzeni yüzünden gönlü
kan çanağına döndü de gene imana gelmedi Ebû Leheb; gönlü Ahmed’in
cilâsıyla bir türlü cilâlanmadı.
Bir yün parçasıyla ayna
temizler gibi düşüncenin yüzünü sileyim de ayna gibi göstereyim sana, kim râm
oldu, kim baş çekti, inada düştü; bir seyret.
(s. 149) O kişiyim ben ki
hatırıma gelenden başka bir şey söylemem; hatırım da bir solukta akıl kesilir,
zaman da olur, çılgınlığın ta kendisi olur.
Başın için, sen benim içimi
apayrı bir şehir say; hem de bu şehir suyla, toprakla kurulmadı, ol emriy le
oldu.
O ne yaptı, ne yana gitti, bu,
şu beden âleminde ne hale geldi; bu çeşit dış âleme, şunun bunun iy iliğine,
kötülüğüne ait hiçbir sözüm y oktur benim.
Sus ki bir şey bilmez, bir
şeyden anlamaz kişinin gönlü kınamayı kendine çeker, alınır; eğri görüşlüler
daima vardı, şimdi olmadı ki
zaten.
LXI
Bana senin akıyk dudakların gerek, şekerden ne fayda var? Bana
senin yüzün gerek, Ay’ın ne faydası olacak?
Bana senin zekâtın gerek, ne yapayım hazineyi? Bana senin belin
gerek, kemerin ne faydası var?
Sarhoş gözlerin olmadıktan sonra şarap ne neşe verecek? Yoldaşım
sen olmadıktan sonra yolculuğun faydası ne ki?
Seninle buluşmadıktan sonra ömrün sürüp gitmesinde ne kâr var?
Sana sığınamadıktan sonra kalkanın ne faydası olabilir?
Yusuf’um, sen olmadıktan sonra Mısır’da ne işim gücüm, ne faydam,
kârım olabilir? Padişahın gölgesi gittikten sonra kalabalığın faydası nedir?
Senin güneş yüzün olmayınca güneşin ne ışığı
olabilir? Gördüğüm sen değilsen görüşün faydası nedir?
Gecem kıyamet günü gibi uzadı gitti amma gönlüm sana secde etmek
istiyor, seherden ne fayda bana?
Ay’ın bulunmadığı gecede yıldızlar ne yapabilirler? Kuşun başı
olmadıktan sonra kanatları varmış, ne fayda?
Güç kuvvet, yürek pekliği, göz pekliği o lmad ıktan sonra silahla
attan ne fayda beklenebilir? Gönül, gönüllük etmedikten sonra ciğerin ne
faydası olabilir?
Canım sen değilsen candan ne fayda, yelden ne fayda? Bana can gözü
bağışlamazsan baş gözümden ne geçer elime, bakışımdan, görüşümden ne fayda
umulur?
Senin bakışından başka bir hünerim ne vardır, ne olacak; sen
yardım etmezsen hünerin ne faydası o lab ilir?
Dünya bir ağaca benzer, yaprağı, meyvesi senden biter, senden
olur; yaprağı, meyvesi
olmazsa ne faydası vardır ağacın?
A gönül, insanlıktan geç de melek kesil; meleklik olmazsa ne
faydası var insanın?
Mademki haber, ona mahrem değil, hiçbir şeyden haberin olmasın,
sarhoş ol gitsin; zaten haber vericisi sen olmadıktan sonra haberden ne fayda umulur?
Tebriz’in övündüğü Şems’ten ışıklanmayan kişinin kapkara bedeninde
ne fayda vardır ki?
LXII
Rum ülkesinin padişahı şimşir ağacıyla savaşıp duruyor; nasıl
neşeleneyim, nasıl sevineyim ben?
Akıl dünyası Rum’a benziyor, tabiat âlemiyse tıpkı Zenci; ikisinin
arasına bir savaştır düşmüş.
Dünyada ne umuyor, ne istiyorsanız hepsi de sizin olsun; ben her
şeyin başlangıcı olan, her şeyi yoktan yaratan Tanrı’nın yolunu tutmuşum, yeter
bu bana.
îki kılıcın çarpışması, yolda eminlik bırakmaz; ayrılıklar, aykırılıklar
hep zıtlardan meydana gelir.
Fakat kararlı saltanat, aklın nasibidir ancak; çünkü kerpiç, taş,
cansız şeyler ne eminlikten bir şey anlar, ne korku nedir, bilir.
Bu evde akıl mumu ışık veremez; çünkü yağı yel yüzünden o yana bu
yana kıvranıp durur. 15
Melek
bilgiyle gelişmiştir, hayvan bilgisizlikle; insanoğluysa ikisinin arasında
becelleşekalmıştır.
* Gâh bilgi onu tutar, îlliyyîn’e çeker; gâh ne olursa olsun der,
bilgisizlik onu aşağılara sürükler, düşürür gider.
Cansa akıl üst gelsin de şu savaş bitsin, ben de çekişten kurtulay
ım, hoş bir hale geleyim, iyiliklere uyayım diye bir yana çekilmiş, oturmuştur.
Gürültü, şer, fitne korkusundan ağzımı tuttun
da şu hikâye yarım kaldı gitti.
LXIII
Yerden ağaç biter, yapraklanır da şunu söyler: Hocam, neyi ekersen
ancak onu biçersin.
Bir solukluk canın kalsa aşktan başka bir şey ekme; çünkü adamın
değeri neyle ölçülür? Aradığı şeyle; neyi arar, dilerse ona lâyıktır adam.
İki elini yu da gel, sofraya otur; zaten su, el, yüz yıkamak için
yaratılmıştır.
Ne aptaldır o adam ki, sevgili onun evindedir de o eve gelmez, boş
yere, olmayacak yerlerde koşup gezer.
Adam İsa olursa koşa koşa Meryem’in yanına gelir, eşek olursa
bırak, varsın eşek sidiğini koklasın dursun.
Sâkîye yoldaş olan nasıl ayık kalır, nasıl semirmez, geliştikçe
gelişmez?
Bal madeni kesilen, ne diye ekşi kalsın; ölüsü
olmayan ne diye tutsun da ağıtlar yaksın, bağırıp ağlasın?
Sana gizlice söyleyeyim, gül
neden gülüp durmadadır? Gül yüzlü sevgilisi elindedir, onu kokar durur da
ondan.
Gazel söyle de halk yüzyıllar
boyunca okusun; Tanrı’nın dokuduğu kumaş ne yıpranır, ne eskir.
LXIV
Bahçe ortasında kızıl gülün bir
hay-huyu var; ağzımı koklay ın benim, ne kokuyor demede.
Bahçedekilerin hepsi de sarhoş,
fakat gül kadar değil; çünkü her biri bir kadeh içti, onunsa testisi var.
Mademki yıl neşe yılı, gün
çalgı çağanak günü, ne mutlu bana da, zevki, işreti huy edinen kişiye de.
Ay yüzlü ebedî bir sâkîsi olan
ne diye bizim gibi gül meclisini yurt edinmez?
Binlerce kutlu can, o cana feda
olsun ki
meclisimize gelir de için
emrini duyar.
Güle, kime gülüyorsun diye sordum; cevap verdi de dedi ki: İki
kocalı çirkine gülüyorum.
Bize karşı nasıl bir aşk beslemede, bizde ne arayıp taramada ki
binlerce defa senin ilkbaharını güz haline getirdi.
Gül bir kadeh getirdi de şarap içer misin dedi; içerim elbet,
niçin içmeyecekmişim; benim de boğazım var.
Zaten Tanrı şarabını içmek için boğaza da ihtiy aç yok; zerre
zerre her varlığın şarabı da ondan, mezesi de.
Gülün, lâlenin yüzlerce düşmanı var diye gayrete düşmüş de ne kötü
sarhoş olmuş diken, ne de sert huyu, ne de ekşi bir suratı var.
Mûsa’nın tecelli durağı olan Tur Dağı’na bak, o sayıya gelmeyen, o
ardı, arası kesilmeyen şarabı öylesine içmiş ki; ağzı yok amma çarşı gibi bir
karnı var.
Bahar mevsiminde sarhoş ağaçları seyret, o
kadar içmişler ki açılıp saçılmışlar, dışarı vermişler
içtiklerini.
LXV
Gökyüzü sırlarının bulunduğu
sarayın eşiğine ulaşmak mümkün değildir; yokluk ve yakıyn damına hiçbir
merdiven ulaşamaz.
Arifin zannı marifet âleminde
gezmeye başladı mı binlerce yıldız, binlerce ay, o zanna erişemez.
Bir kişi, şu yıkık dünyada
baykuş huyuna sahip oldu mu bülbüllerden kesildi demektir, gül bahçesine
ulaşmasına imkân y oktur onun.
Bir dirhem için hırsından arpa
arpa bölünüp kesilen kişinin canı, bil ki madene ulaşamaz, buracıkta bağlanır
kalır.
Şu mekân âleminde güzellere
kapılıp da duygunu otlatmayagör, çünkü duygu, mekâna bağlandı mı mekânsızlık
âlemine varamaz.
İnsanlara alışan ceylan,
dostlarından ayrılır; lâleliğe, erguvanlarla dolu yayım yerine
varamaz.
Mekke’ye varmak için Akkâ’ya gitmek gerek; var git, olmayacak
şeyin peşine düşme, çünkü ne buna ulaşabilirsin sonra, ne onu elde edebilirsin.
Soğana, sarmısağa yapışmışsın, onları örmede, onların kokusunu
almadasın; halbuki o soğandan misk ceylanlarının göbeklerinde olan misk kokusu
alamazsın.
Gönül definesini istiyorsan sus, çünkü doğru yolu buluş definesine
gönül varabilir, dil değil.
LXVI
Gel ki şaraba düşkün sâkî geldi; çaresizlere haber sal, çare
geldi, erişti.
Aşk beyi geldi, meyhaneyi açtı; akıyka benzeyen şarabı kay alara
bile tesir etti.
Binlerce süt, şeker kaynağı coştu ondan; kay aları y ardı, aktı da
beşikteki çocuklar bile gıdalandı ondan.
* Aşk imam olunca binlerce mescit doldu, o minareden namaz uykudan
hayırlıdır sesi geldi de herkes mescitleri doldurdu.
Toprak çömleği dök, kâse geldi; küpün ağzını açık bırak, tortulu
şarap içen geldi, erdi.
Güneşe benzeyen yüzü yerdekilere vurup parlayınca Zühal yıldızı
bile yedinci kat gökten seyre geldi.
Tacını gördük de hepimiz Ferîdûn kesildik; yıldızı doğup parlayınca
hep yıldız bilgini olduk.
Aşkı yol vurunca hepimiz soyunduk, çırçıplak olduk; o atlı dilber
gelip görününce hepimiz yaya kaldık.
(s. 150) O dilber bir parçacık, bir parçacık lûtfa başladı da
lûtfunu uman kanlarla dolmuş gönül, o ümitle p aramp arç a kesildi.
Dilini kes de bu tapıda baştan ayağa kulak kesil; tez ol, çünkü
kulağa takılmak için küpe de geldi işte.
Bundan böyle bahçede bülbül hep bizden bahseder, bizim havamızla
şakır, çiler, şekerler döken, cana canlar katan aşkı anlatır.
Sevgilimizin yüzünün renginden haberi varsa ne diye lâlelikten
bahsetsin, ne diye nesrinden, gülden söz açsın?
Yok, eğer kıskançlık yüzünden, sevgiliyi gizleyeyim, kimse
duymasın diye söylüyorsa, o vakit de gözden, gözpınarından bahsetmez de derenin
ay ağından söz açar.
Azar azar, yavaş yavaş zerre dağ kesilir; dağ da ne kadar sarp
olursa olsun, üstünden yol aştıkça yok olur gider.
Önünde yüzlerce Kafdağı’nın zerre kesildiği dağa gelince: Sevgili,
ona gel dedi mi yola düşer de koşa koşa huzuruna varır.
Dağın kulağı, onun o kutlu, gel sesini duyunca başını ayak eder,
dağ da evet, geliyorum sözünü iki kere söyler.
Bunu devlet, ikbal bahçene and içerek söylüyorum; hani o devlet
bahçesi, o ikbal bağı
ki orda sarhoşluk bile bülbül seni övsün diye gül gibi susup
kalmıştır.
* Seher çağı belirdi, gün,
yüzüne düzgün sürüyor; gün Vîs’i yüzünü beziyor.
Ben gönül gününe kulum köleyim,
onun yüzü yüzyıla bedel; onun güzelim yüzünün düzgüne ihtiyacı yok.
Şu gönlün yüzündeki aklık
nurlar verir, yüz aklıkları bağışlar her yana; gök kubbenin taşıyla da ot
ölçülüp saman dağıtılmaz ya.
Gece, gözlere inen kara suya
satmıştır düzgünü; dünya denilen kocakarının yüzü, seyret de bak, kime lâyık.
Şu düzenbaz, şu riyakâr
kocakarıyı binlerce defa boşa; kocakarının nefesi gençliğini yıpratır, pörsür
gidersin.
Sen şeytan olmadan sür şeytanı
yanından; yoksa yakında ne olacağını görürsün, ben
susuyorum işte.
Biz mahmurduk, uykulara dalmıştık, can sâkîsi gelip çattı, aldı
eline altın kadehi, açtı testinin ağzını.
Gelin, can şarabı geldi; haydin, koca sağrak geldi; şu sabah
çağında mahmurlara sundukça sunacak artık.
Ne de kutlu sabah, ne de yüce sabah şarabı; padişahtan şarap
kadehini sunmak, bizden de ona karşı rükû etmek, secdelere kapanmak.
Şarap arı duru, padişah arkadaşımız, devlet yâr olmuş bize; artık
bu arada neler var, neler oluyor, söyleyemem de söyleyemem.
Kim şarap içmiyorsa kadehi başına döker de hadi der, var, yıkıl
git, kör düny anın peşine takıl.
Ölünün, yalnızca ölünün su içip aş yediği şu dünyada aklı başında
olan, ne yedi, içti, ne dinlendi, esenleşti, ne de bir an gözüne uyku
girdi, ımızgandı.
îçi tertemizdi de arı duru
şarap, nasibi oldu; amma ne şarap, ne kadeh, ne de hoş, ne de güzel sohbet
meclisi.
Sen şarabı görmezsin de eli
görürsün; gönül ateşini görmezsin amma görürsün ki evler dumanla dopdolu.
Aşağılık kişilerin gönülleri
yandı mı bir pis kokudur yayılır etrafa; fakat padişahların gönülleri yandı,
yakıldı mı bir ödağacı, bir amber kokusudur arttıkça artar.
Her sarhoşun alnına, yürü, can
buldun yazısı yazılmış; kadehin budağında da, sonu hayırdır, sonucu övülecek
haldir yazısı yazılmış.
Çalgıcının tefine Zühre bile
senin kulun kölen; sâkînin eline, avcuna talihin, bahtın kutlu yazısı yazılmış.
A îmranoğlu Mûsa, Firavun kör
olsun, sen güledur; a Tanrı Halil’i ye, iç, afiyetler olsun, gözü çıksın
Nemrud’un.
İblis, Tanrı şarabını içseydi
de sarhoş olsaydı, yüzlerce suç işlese gene ibadeti reddedilmezdi.
Susayım; akıllıların, ayıkların
yanında susmak daha iyi; çünkü halk şaşırıp kaldı, düştüğü hayaller de arttıkça
arttı gitti.
Aşkın tespihi kaptı, ağzıma
nağmeler, beyitler verdi; çok lâ havle dedim, çok tövbe ettim amma gönül
hiçbirini duymadı gitti.
Aşkın elinden ellerimi
çırpmaya, gazeller söylemeye koyuldum; aşkın ârımı da yaktı, namusumu da,
fikrimi de, bütün varımı yoğumu da.
Çöp atlamazdım, zahittim, dağ
gibi ayağımı diremiştim; fakat hangi dağ var ki senin anışın, onu saman çöpü
gibi kapıp gitmesin?
Dağ bile olsam hep senin
sesinle seslenirim ben; saman çöpü kesilsem hep senin ateşine y anarım, o ate
şte duman olur, tüterim ben.
Varlığını gördüm de utancımdan yok oldum; fakat bu yokluğun
aşkıyla varlığa can geldi.
Nereye yokluk gelse varlık, yok olur orda; bu ne yokluktur ki
geldi de varlık arttıkça arttı onun yüzünden.
Gökyüzü mavi, yeryüzü de kör gibi yol üstüne oturmuş, senip ay
yüzünü görense bu körden de kurtuldu, o mavi gökten de.
O, dünyanın gözünden gizli ulu bir erdir, tıpkı can gibi; ateşe
tapanlarla Yahudilerin arasında, Tanrı’nın gönderdiği Ahmed’e döner o.
Seni övmek, gerçekten de adamın kendisini övmesidir, çünkü güneşi
öven, kendi gözünü övüyor demektir.
Seni övmek bir denizdir sanki, dilimizse gemi; deniz yolcusu
yürür, gider, sonucu da iyi olur, hayra döner.
Bana denizin inayeti, uyanık baht gibidir; gözlerim uykuya dalsa
bile ne gam.
Binlerce kutlu can, yüzüne feda
olsun senin; dünyada senin gibi güzeli ne bir kimsecik görmüştür, ne de senin
gibi güzel, analardan doğmuştur.
Dilerim senin gibi bir
padişahın aşkına düşen, senin havana kapılıp tuzağına tutulan âşıka binlerce
rahmet saçılsın.
Senin yüzünden, gözünden mi
bahsediyorlar, huyundan husundan mı? Zaten biri öbüründen, o ötekinden daha
güzel; ne yaradılış bu.
Gönlümde büyü ipi gibi binlerce
düğüm vardı; güzelim gözlerinin büyüsüyle hepsi de çözüldü gitti.
Aşkın iki gözü de senin
yüzünden yüceleri görmeye başladı; seyret talebedeki gücü kuvveti, ustadaki
hüneri, sanatı.
Gönül, aşk, ceset; hep beraber
huzurunda oturmuş kalmışız; biri yıkık dökük, öbürü sarhoş, ötekininse gönlü
neşeyle dopdolu.
Hüküm senin, buyruk senin;
güldürürsün, ağlatırsın; hepimiz de ağacın dallarıy ız sanki,
sense yele benzersin.
(s. 151) Yelle sararır solarız, yelle yeşerir, tazeleşiriz; güç
kuvvet senin, bütün dilek senin.
Kerpicin, kayanın, baharın tesirinden ne haberi olacak; baharı
yeşilliğe, sünbüle, şimşada sor.
* Dost, bilmiyorsanız bilin ki can Kâbe’sidir, ne yana giderseniz
gidin, nerde olursanız olun, mutlaka ona dönün, ona yüz tutun.
Siz bedenseniz âleme can odur; yok, cansanız bütün canların canı
odur.
Bu gece kimdir feda olacak diye bir ses geldi de canım yerinden
sıçradı, veresiye değil, peşin o larak alın beni diye haykırdı.
Aşk, yüzüme binlerce nükteler yazdı; âşıksanız gönlümün halini
görün de okuyun.
Ne kadehtir her an âşıklara sunulup duran kadeh; erseniz siz de bu
çeşit kadehi alın, çekin.
Usandınızsa, canınız
sıkıldıysa, aşk bağdır bahçedir, seyirdir seyrandır; yoruldu da yolda
kaldıysanız onun sevgisi Arap atıdır.
Balıkların suyu da denizdir,
ekmeği de; balıksanız ne diye ekmeğin dudağına âşıksınız?
Mihnetlerle, eziyetlerle
dopdolu bir kırba var, adı beden. Atın taşı, kırın o kırbayı da tamamıy la
kurtulun gitsin.
Tebrizli Şems için sanki kafese
kapanmış bir kuşum ben; düşmanlık edin de kırın, parçalayın kafesimi benim.
Binlerce kutlu can, yüzüne feda
olsun senin; dünyada senin gibi güzeli ne bir kimsecik görmüştür, ne de senin
gibi güzel, analardan doğmuştur.
Dilerim, senin gibi bir
padişahın aşkına düşen, senin havana kapılıp tuzağına tutulan âşıka binlerce
rahmet saçılsın.
Gönlümde büyü ipi gibi binlerce
düğüm vardı; güzelim gözlerinin büyüsüyle hepsi de çözüldü gitti.
Senin yüzünden, gözünden mi
bahsediyorlar, huyundan suyundan mı? Zaten biri öbüründen, o ötekinden daha
güzel, ne yaradılış bu.16
Gönlüm, saçlarının gölgesinde
ne de güzel uykuya dalmış: Harap, sarhoş, lâtif, hoş, güzel mi güzel, hür mü
hür.
Kıskançlığın gönlümü uykudan
uyandırdı, sıçradı, kalktı gönül; mahmur bir halde feryatlar edecek şimdi
eyvahlar olsun:
Hüküm senin, buyruk senin;
güldürürsün, ağlatırsın; hepimiz de ağacın dallarıy ız sanki, sense yele
benzersin.
Yelle sararır solarız, yelle
yeşeririz, tazeleşiriz; güç kuvvet senin, bütün dilek senin.17
Ağacı yel dıştan oynatır; gönül
ağacının yeliyse içerdedir, dostu anıştır o yel.
Beni sarhoş ettin mi yanılırım; kendimi bey sanırım, ne diye
buyruğa uyayım derim.
Derde düştüğüm zaman sen derim, sen duyarım; fakat dert geçti
gitti mi seninle arama bir perdedir gerilir. 18
Akıl, işin sonunu görmeye başladı mı aşktan bir sestir gelir: Ne
olursa olsun, geç. 19
Kutlu canlara benden selâm söyleyin; bizden önce gelip geçmiş
âşıklara haber iletin benden.
Vuslat günü şimşek gibiyim, ayrılık gecesindeyse buluta dönerim;
şu iki karmakarışık halden hangisindensin, söyle bakalım.
O güneşin huzurundayken Ay’ın, mumun, yıldızın, göğün adını
anarsanız Tanrı düşman olsun size.
Aşkının mutfağını bırakır da ham çanaklarla
ihsan sofrasına giderseniz çanağınız boş kalsın, yok-yoksul
kesilin.
Nerden ateş alıp
getireceksiniz, size haber vereyim; salına salına bir güzelce yürüyüp giden
padişahlar padişahının atının nalından çıkan şimşekten ateş alın.
Fakat amanın, sakının, çekinin,
pek sert bir attır o, gemine yapışsanız bile ne eyer kor, ne gem.
Oraya ölüyü götürseniz can
bulur, dirilir; haramı götürseniz o da helâl olur, arınır.
Aşkı, canın ayağından binlerce
bağı çözüp attı; iki elimi tutun da o durağa, o tapıya götürün beni.
Bu gazelleri aşk levhinden
yazdım, bu kuldan alın da Tebriz’in övündüğü Şems’e götürün.
Tertemiz dostcağızla arı duru
şaraptan başka bir şey vermeyin; onlara şarap sunarsanız birden
verin, ayrı ayrı sunmayın.
Böyle bir şarapla dolu olan bu
çeşit kadehe başka şarap katmak haramdır; Tanrı âşıklarına Tanrı şarabından
başka bir şey vermeyin.
Yola düşmüş çıplaklar, güneş
ışığını elbise edinirler; aşk yolunun çıplaklarına değerli elbiseler vermeye
kalkışmayın.
Hiçbir seher yeli, onların
izlerinin tozuna bile erişemez; canlarının aşkına olsun, seher yelinden
bahsetmeyin, o çeşit bir vaadde bulunmay ın onlara.
Vuslat ümidiyle rahata kavuşan,
karar eden bir âşık, belki de bulunur; fakat bu ümitle karar edemem ben, bana ümit
vermeye girişmey in siz.1201
Şarap ortada, sevgili sarhoş,
bense âşıkım; artık bahanelerle avunamam, bahaneler icat etmeyin bana.
Şarap ateştir, biz de ate şten
doğmuşuz; halden anlar arkadaşsanız şaraptan başka bir şey
sunmayın bize.
Melhem, bu çeşit gaziler içindir; yarası olmayana ilaç vermeyin.
Mademki Tebriz’in övündüğü Şemseddin geldi, iki dünyayı da onunla
buluşmadan başka bir şeye feda etmeyin, iki âlemi de ona bağışlayın ancak.
Cana perde kesilir candan kopup gelen söz. İnciyi, deniz kıyısını
göstermez denizden olan sis.
Filozofça anlatışlara dalmak, pek yüce, pek büyük bir işle
uğraşmaktır, fakat anlatış perdedir gerçekler güneşine.
Dünya köpüktür, Tanrı sıfatlarıysa denize benzer; fakat perdedir
şu cihan köpüğü denizin arılığına duruluğuna.
Köpüğü yarmaya, gidermeye bak ki suyu elde edesin; bakma denizin
köpüğüne, örter denizi o.
Yerdeki, gökteki sûretlere,
resimlere dalma, düşünme onları, çünkü yeryüzündeki sûretler zamandan utanırlar
da perde ardına girerler.
Sözün içini elde etmek için
harf kabuğunu yar; saçlar da sevgilinin yüzünü gözünü örter.
Her hayali, perdeyi açan bir
şey sanırsın, at o hayali, asıl sana perde olan o hayal.
Şu yok olan, yokluk yurdu olan
dünya Tanrı’nın eseridir, delilidir; fakat bu eser de, bu delil de gene Tanrı’nın
güzelliğini örtmede.
Varlık, gerçi bir maden olan
Tebrizli Şems’ten bir kesinti amma öylesine bir parça ki cana perde oluyor,
madeni göstermiyor. 21
Hamd olsun, şükrolsun kullarını
kurtaran, ferahlığa kavuşturan Tanrı’ya; belimizi şükürle bağladık da
bağlarımızı çözdü, açtı.
Gökyüzü benim duamdan, benim
feryadımdan cana geldi, o da ağzını açtı, o da başladı duaya.
Vefayı aradık da aradık, nice
zamandır bu arayışla gönlümüz yandı da yandı; sonucu vefa da utandı bizden de
yüzü terlere battı gitti.
* Nerde görünürse o Süheyl yıldızının yüzüne karşı deri kesilmişiz,
nerde coşup akarsa kul köle olmuşuz aşk kaynağına.
Gönül penceresinin ardında
yüzlerce gizli kapı vardı, Tanrı kapamıştı onları, Tanrı kulu açıverdi.
Şu konakta iki kandil var: Ay,
Güneş; Tanrı, gönülden bir pencere açtı onlara.
* Tanrı, Rabbiniz değil miyim dedi de canlar, evet dediler; o evet
demenin doğruluğunu belirtmek için Tanrı, bir belâ yoludur açtı işte.
Söz, söz söylemeyi bilen, sözün
kadrini anlay an kişinin yanında büy üktür, uludur; söz gökten inmiştir, söz
hor, hakir o lamaz.
İyi söz söylemezsen bin söz
söylesen bir söz
sayılmaz; fakat iyi söz söylersen bir tek sözün binlerce söz kadar
değeri vardır.
Söz, perdesini kaldırsa da
ortaya çıksa, o zaman görürsün ki yaratıcı Tanrı’nın sıfatıdır söz.
Söz, yüzünü gösterse herkes
gıpta eder ona, bundan dolayı yüzünü gizler; ne mutlu o kişiye ki sözde sır
sahibidir, aklına geleni söylemez.
Arş’tan yere dek zerre zerre
her şey konuşmadadır; yeryüzü de bil ki anlay ışta tıpkı Arş’a benzer.
Söz, Tanrı bilgisinden doğarsa
Tanrı’nın işini işler; fakat bizden istersen kavgaya, savaşa sebep olur.
* Söz, ebabil kuşcağızları gibi
bir orduyu kırıp geçirir; gizli askere, gayb ordusuna karşı savaşabilir mi hiç?
Bir sivrisinektir sanki de
Nemrud gibi bir padişahın kafasını kırar; iyiden iyiye anlaşılır ki gizli bir
silahı var sözün.
* Ahmed’in bakış mızrağı ne de
sağlamdır ki gönüllere işler, Ay’ın kalkanını bile ikiye böler.
Sen bu sözden bir eser
istiyorsun, bu söze parmak basıyorsun; dost yardım eder, fırsat ele geçerse
eline veririm istediğin eseri.
Eşim dostumsan benim,
arkadaşsan bana söyle bakalım, dün gece ne oldu; şu gönülle o şaraplar satan
sevgilinin arasında ne geçti?
Canım feda olsun efendime;
gerçekten de her şeyi görür, cömertliklerde bulunur o; varlığa, ebediliğe
ulaştırır, yokluktan korur bizi o.
Ay yüzlümün yüzünü şu
gözlerinle gördüysen söyle bakalım bana; kulaklarındaki küpelerde ne biçim taş
vardı?
Bütün dağılıp uzaklaşanların
tekrar dönüp varacakları konak onun tapısıdır; tıpkı gölgen gibi hani, ne kadar
uzasa gene döner, sana gelir.
Benimle aynı hırkay a
bürünmüşsen, bana
sırdaşsan söyle bakalım, o
hırka giymiş şeyhin yüzü, şekli nasıldı?
Allah korusun, mekân âcizdir,
dilsizdir; Allah acısın, zaman pek çok doğurur, çeşitli olaylar kor meydana.
Yokluğa erişmişsen, söylenmeden
sırları biliyorsan söyle; o sükût içinde söz söyleyenin işareti neydi, meramı
ne?
A gönül, yan onun sevgi
ateşinde, yan, eri. A yaşayış, ebedî ol, ebedîlik geldi, erişti sana.
Uyumamışsan, dün geceki halleri
biliyorsan söyle; gece yarısı neydi o nara, neydi o coşup köpürüş?
Kırık gönülleri onarmak
istersin de kırılır gider o gönüller; kurtarış yolunu göstermek istersin de
secdelere kapatırsın beni.
Bir şey sebep olmuştu da
elbisemizi de p aramp arça etmiştik, bedenimizi de; bir parçacağızını getir de
göster bakalım, rengi neydi, kokusu nasıl?
Burnunun doğrusuna gidip kırılma, gizlenme abıhayat gibi;
Yahudiler gibi yarı yüzünle secde etme.
Yunus gibi balığın karnında, denizin içinde hapsolmaktan kurtulduysan
o denizin mânası neydi, neydi o dalgalanmadaki maksat, nedendi o coşup köpürüş?
Söyle.
Ne olurdu diyor, lûtfetseydi, kerem buyursaydı da sevgilim de beni
sevseydi; sevgin tesir etmiyor mu, aşkın vurmuyor mu ona, onu da âşık etmiy or
mu yoksa?
İnsanların da, cinlerin de nerden geldiklerini, asıllarının ne
olduğunu tanımış, bilmişsen hepsinin de aslının bir olduğunu anlamışsındır;
peki, bu ay rılık, bu ne fret nedir ki?
A zevkimin, neşemin tazeliği, parlaklığı, neyle heyecana
getirebilirsin beni, ne vakit, nasıl aydınlanır, güler gözlerim? Efendim
yanımda değil.
Önü-ardı, yüzü-arkası olmayan canı gördüysen, âşıklar onu
düşündükleri vakit önü-
ardı, yüzü-arkası oluyor, bu neden yâni?
(s. 152) A felek, sunduğun şarapla sarhoş olursam sana dönerim,
düşmanlığa kalkışırım, Rabbinin nimetlerini inkâr eden biri olurum.
Aşktan asıl maksat biz değilsek, aşk defterinin başında adımız
yoksa şu binlerce defter, şu binlerce haber, şu binlerce dedikodu nedir ki?!22!
Senin huzurunda can nedir ki; sözü mü olur canın? Can sensin,
senden başka ne varsa hepsi beden, hepsi bir kuru ad san.
Gerçi Ay, on elle yüzünü yıkamada; fakat o yüze kul köle olmak
haddi mi onun?
Gerçi âşık olmak, aşk, işlerin en iyisi amma, bil ki bizim
sevgilimizin yüzü yoksa haramdır.
Aşkın canına and olsun, iki can karışıp birleşmedikçe sevenle
sevilenin arasında ay rılık vardır, buluşmanın bir düzeni yoktur.
Tanrı lûtfunun şarabına bir uç, bir son yoktur; sihirli
görünüyorsa, bu kadehin kusurudur.
Ay ışığı eve, pencere ne kadarsa o kadar vurur, ışığı doğuyla
batıyı tutsa, gene de bu böyledir.
Yürü de varlık kadehine bir sağlamlık vermeye bak, çünkü o şarap
pek kıvamlıdır, evveline de evvel y oktur onun.
Binlerce can, istedi durdu da ben bir tanesini götürdüm o huzura;
geri kalanları nerde dedi; dedim ki: Bırak, onlar da borcum olsun.
Gözleri, ham olan her âşıkı pişirmek için ümitle korkunun arasına
girmiş, yoldaş olmuş onlara.
Ne de güzel konuk; binlerce evi yağma etti; fakat bütün esenlik,
onun selâmını yağma etmede, selâmına nail olmada.
O ressamın yaptığı resimler evin içinde; dama bak, Ay damdan
görünür.
Müjde geldi, Tebrizli Şems Şam’daymış;
Şam’daysa eğer, ne sabahlar görünür, ne gündüzler.
Şarapla sarhoş olup meyhane
bucağına yıkılan kişide mamûrluk mu olur, hiç onda iman mı olur, hiç ondan
hayır mı gelir?
Tamamıyla ateş kesilen, su
olmayan bir varlığın bir aycağız bile bahar olması, kış olması mümkün değildir.
Ben de meyhanede yıkılmış
kalmışım, Tanrı’ya itaatte de sarhoş olmuşum; koskoca bir şehrin içinde elbette
iyi de bulunur, kötü de.
* Şehrin yıkılıp yerlere düşen sarhoşları bence mamûrluğun ta
kendisidir; evleri var onların, gizli, tıpkı Rey şehrindeki gibi.
Zahitlik ağaçları şaraptan
çiçek açmış, çiçeklerle donanmış; fakat bu çiçekler bildiğimiz şarap la
açılmamış.
*
î’tizâl mezhebine mensup olan,
beni gördü,
*
varlığımın yok olduğunu anladı
da dedi ki: Evet gördüm, yok da bir şey oluyormuş demek.
Gölgelere, Tebrizli Şems’in
güneşine and olsun ki mekânsız, zamansız, güneş de olur, gölge de.
Söyleyin halka, şu yanmış
yakılmış canımdan çekinsinler; Allah için olsun, Allah için, ateş yüzlülerden
kaçın.
Onların yüzlerinin ateşinde
böylesine bir hassa var; ne kadar huzurunuz, kararınız varsa hepsini alırlar,
kararsız bir hale getirirler seni.
İşi tembelliğe vurana bir
sestir gelir: Aşk Süleyman’ı diridir, işe güce koyulun.
Tembelleşme, kervan gidiyor,
kervandan kalmayın, çabuk yükleri denk edin.
Tabiatın dört ayağı bu yolu
aşamaz; toprağı da bırakın, havayı da; sudan da vazgeçin, ate şten de.
Isfahan sürmesine karnı tok
gözlerimin; ona Tebriz toprağını sürme diye çekin ancak.
Ululuk, canlar padişahı
Tebrizli Şems’tendir; varlıklarınızı bu ululuğun önünde küçültün.
Söyleyin güzel yüzlü güzelimi
koruyanlara; uyutun kem gözlüleri, Yusufları görmesinler.
Gâh yabancıların hatırlarını
yapın, sorun hatırlarını; gâh da herkesin hatırını cevaplarınızla yapın.
Herkes soruya, cevaba kapıldı
mı siz şarapla dopdolu kadehi alın, halvete çekilin.
Soru-cevap düşüncesinde olmayan
gönüle gelince: O, apaçık bir güneş olmuştur, koşun ona.
Başında havalar esen göze
toprak serpin; hasetçilerin ateşli gözlerini gözy aşlarıy la ıslatın.
Şu ab ıhay attan başka bir suya
dalan, ölüm serabı olur, seraptan yüz çevirin.
Abıhayatta ebedî yaşayış
vardır, artık siz de ihtiyarın, gencin şu yüz çeşit renkli ömründen vazgeçin
gitsin.
Aşk ateşiyle yanıp yakılan
âşık, sizin sevaba girmek için peşinde koştuğunuz hizmetlere bağlanabilir mi?
O cömertlik avcunu lütfedip de
açınca sizin artık buluttan bahsetmeniz yakışmaz da yakışmaz.
* Zengibar ordusu beden
ülkesini kana boyarsa, siz Rum kayserinin ordususunuz, saldırın, yıkın, bozun o
orduyu.
Bir bakışta o, can dünyasını
mamür edip gitmişken siz ne diye şu yıkık dökük beden baykuşundan bahseder
durursunuz?
* Zenciler elinde yüz binlerce
Rum tutsağı var; edepsizlik, gayretsizlik de nedir? Kırın prangaları, kurtulun
bağlardan.
Âlemin kul köle kesildiği
Şemseddin’in devlet bayrağı geldi çattı; a doğan huy lular, koşun, tapısına
varın.
Bana, sana kavuşma, seninle buluşma gerek, seher yeli ne yapabilir
ki? Ben sana yer kesilmişim, ayaklarının altına döşenmişim, ne faydası var bana
göğün, ne işim var onunla?
A şeker dudaklı güzeller, padişahın yüzünü gördükten sonra sizin
güzelliklerinizin ne faydası var bana, sizin olgunluğunuz nedir ki bence?
Gönlüm kalmadı ki, suda şeker nasıl erirse eridi gitti; gönüller
alan sevgilinin güzelliğinden, Ay’a benzer parlak yüzünden ne fayda var bana?
Felek, üstünlükten bir kemer kuşattı belime; fakat o tanınmış
padişah o lmad ıktan sonra elbisenin, giyimin, kuşamın ne faydası var?
Huysuzluk eder, binlerce düzene başvururum amma aşkın hakkından
gelemem; zaten padişah arkadaşlık etmez, yardımda bulunmazsa huy suzluğun ne
faydası olabilir?
Varlık da ona hizmet için
gerektir bana, yokluk da; o olmadıktan sonra varlığı ne yapacağım?
Sâkî de ciğerin hararetini
söndürmek içindir, su da; fakat a gönül, ciğer kan kesildikten sonra sâkîden ne
fayda umulur ki?
Gökyüzü, boyuna dua etmemden,
boyuna ağlayıp inlememden feryada geldi; fakat baht yaver olmadıktan sonra
duanın ne faydası o lur?
Böyle söyleme, sen ne bilirsin?
Belâ, gizli bir kapıdır, şu belânın ne faydası olduğunu bilse bile ancak Tanrı
bilir.
A gönül, kanının diyeti, onun
aşk havasıdır, öldürüldüm gitti, diyetin ne faydası var deme sakın.
Kendine gel, kendine gel de
canla başla bu yola toprak kesil, toprak olmak gerek, yücelikte ne fayda var?
Yürü, Tebrizli Şems’in
Tanrı’sının yanına var, onun yoksulu ol a benim canım, sevgilim, zenginliğin ne
faydası var ki?
Gönül güneşinin ışıklarının
parıl parıl parladığı gökte binlerce gölgenin, binlerce devlet kuşunun
gölgesinin ne hükmü olabilir?
Orda devlet kuşu da bir
karartıdan ibarettir, gölgesi de; ışığın karşısında karanlık, yok olmaktan
başka bir çare bulabilir mi?
A gönül, ne vakte dek vefakâr
olduğundan bahsedip duracaksın? Yürü, vefa denizine kavuş, bu vefanın ne
faydası var ki?
A gönül, ebedî zevkin, safânın,
daimî arılığın yüzüne vurmasını, yüzünde parıl parıl parlamasını diliyorsan yol
kesiciler askerini boz, tutsak et onları, bu zevkin, bu safânın ne faydası o
lab ilir?
Ululuğu bıraktın mı Tanrı arılığına,
Tanrı zevkine dalarsın, o vakit bu ululuğun ne faydası var, bilir, anlarsın.
Gene ilkb ahar nağmeleri, ilkb
ahar zevki, safâsı geliyor Şemseddin’den, gene geliyor şarap
kadehinin neşesi, yeşilliğin
zevk eyyâmı.
Gönlüm doydu artık şaraba da,
sâkîye de; çünkü kollarını açmış, geliyor onun vuslat çağı.
Gönül güvercinim gene avlanmaya
uçtu; ne mutlu çağdır avdan dönüp geleceği çağ.
Davet davulunu çalıp duruyorum;
sevgili duyar da gelirse yüz binlerce defa güzelleşir şu sap sarı yüzüm.
Güzellik saltanatı sevgilime
mahsus, güzellik o ay yüzlümün yüzünde karar kılmış; belki ben de onun yüzünden
rahata kavuşurum, huzur, karar bulurum.
Gül bahçesi açılır, saçılır da
şu dikenin kucağına gelir diyorum; bu hevesle yüreğimin çarpıntısı duruyor,
heyecanım yatışıyor.
Huysuz aşk, kumar evine tekrar
geldi de oyuna girişti mi, o incinin aşkıy la nice başlar, oyun zarları gibi
yutulur gider.
Sarhoşluğundan hiç şüphem yok;
ancak şunu biliyorum ki ayılınca o kavgadan, o kavgacı
ayrılıktan
vazgeçecektir, mahmurluktur çökecektir.
(s. 153) Bir gün olup da o
kıvılcımlar saçan kadeh gene elime geçecekse, bu mahmurluktan gam yok bana.
Gene onun sayısız lûtuflarına
nail olursam binlerce abıhayat kaynağı elime düşer, sayıma girer.
Altın gibi sararmış yüzüme
sordum; ne vakte dek dedim, böyle altın haline geleceksin; canım, şu sararıp
solmandan gene feryatlar etmede.
Altın gibi ay arı tam bir sözle
cevap verdi de dedi ki: Ayarı tam gümüş bedenli güzelim, tekrar gelinceye dek
hep böyle altın gibi sap sarıy ım ben.
Ona dedim ki: O candan
ayrıldıktan sonra nasıl oldu da diri kaldın, o güzel yüzlü tekrar gelince ne
özür getireceksin ona?
Ben onu bunu bilmiyorum, ancak
şunu biliyorum: Ah o Tebriz; ah... Ateşinden gene gönlümden, sakının, sakının
se sleri geliyor.
Yeniden işrete başlayayım; çünkü ayağım defineye girdi; o
dayanılan, o güvenilen güzelin yüzünden bütün arkalar yüz, göz kesildi.
Artık gönül, tekrar döner, gelir diye ümide kapılıp oturmayayım;
aşk mahallesine giden gönül, nerden geri gelecek?
Aşkın yanından ateş gibi memurlar geliyor bana; aşkın y anına
kaçayım, çünkü bütün fitneler zaten ondan meydana geldi.
Şarabından başımda ne göz kaldı, ne gözde uyku: Yoksa başım o arı
duru şarabı sunup duran sâkîsinin eline mi düştü, şarap dolu bir kabak mı
kesildi yoksa?
Aşk sofrasına geçtim oturdum, tuzunu, ekmeğini tattım; aşk, boğaz
kesildi bana, kendimi bir lokma ettim de y uttum.
Elimde testi, mânalar ırmağına koştum, fakat can suyu te stiy e
dolunca eridi, su kesildi te stim.
Akşam namazı vakti, eşsiz bir Rum güzelinin
bulunduğu yere gittim; beni kapıda görünce tez indi damdan;
Yalım yalım yanan, etrafı parıl
parıl parlatan ışıklar gibi başını çıkardı pencereden; dam da büsbütün o
kesildi, ev de, bu kul da.
Parmağımızı dudağımıza koyalım,
pek incedir mânalar, Tebriz’in övündüğü Şems’in yüzünden can yandı, y akıldı, o
oldu gitti.
O kutlu kapıdan esip gelen
yellerle menekşelik ne hale geliyordu; gerçek âlemin ağaçları bu bahardan nasıl
yeşeriyor, nasıl gelişiyordu.
Gönül, yaratıklar şehrinden
çıktı; gerçekler şehrine gitti; artık Allah bilir, şu gönül o ülkede neler
olmada, ne hallere girmede.
Erlerin hay-huylarından, nazik,
nazenin kişilerin ney seslerinden, nağmelerinden sabah şarabı içilecek çağ, o
nurlu hava ne hallere giriyordu, nar renkli şarap ne renklere boyanıyordu.
Binlerce sarhoş bülbül, binlerce gönlünü aldırmış âşık, o hayret
makamında sevgilinin yüzünü görünce neler oluyordu, ne hallere giriyordu.
Aşk, âşıkını kucaklayıp gümüş gibi bembeyaz bağrına basınca, âşık
o kucakta, aşkın şekerler gibi öpücükleriyle neler oluy ordu, neler.
Sarhoşluktan gülü dikenden ayırt edemeyeceğin o y anda acaba gül
neler tatmaday dı, diken neler olmadaydı.
Salına salına gezen aşk, sevgilinin elbisesine bürünmüştü de
tecelli durağına varmıştı; orda ne işler olmadaydı, ne cünbüşler olmada.
Yele de tesir etti aşk, ateşe de; suya da girdi aşk, toprağa da;
aşkın bir bakışıyla şu dördü ne hallere girmedeydi.
Tebriz’in övündüğü Şems’ten bir ağaca bir ateştir vurdu; lâtif
yalımlarından ağaç ne hale gelmişti, meyveleri ne hale düşmüştü.
A ay yüzlü güzel, gönüle bir
bak, sen varsın gönülde; bu yüzden gece gündüz riayet etmen gerek.
Senin gibi gönüllere rahat,
huzur veren güzel yüzlü bir sevgilisi olan, neşesinden, ferahından dünyalara
sığmaz.
Gölge gibi senin ay yüzüne,
usûl boyuna uy anın eli, gökyüzünün yakasına erer, göğün yakasına yapışır
elbet.
Senin güneşinle sırtı kızışan,
neden yiğitleşmesin, neden korksun, çekinsin?
Güzelim aşkının elbisesini
giyinen, neden pençesiyle dağın beline yapışıp çekmesin?
Zaten cefa etmezsin sen; fakat
gönüle cefalar etmeyi dilersen de çekinme, et, et; o razıdır senden gelene, ho
şnuttur ettiklerine.
Neden o lâtif cefaya razı
olmasın ki, o cefada suyun arılığı duruluğu var, seher yelinin nefesi.
Üstünde peygamberlerin dağı,
damgası bulunan yüce gönül, senin gam ateşinde
kokucunun ödağacı gibi yanar,
her yana güzelim kokular salar.
Sus, sus da sözü, sözleri
yaratana, anlamları bağışlayana bırak; dille söylenen sözlerden başka da cana
canlar katan sözler vardır.
Sana gelip çatan her yeni şey,
kuruyup kadid oluyor; tıpkı tertemiz su gibi hani; su da pis bedenden döküldü
mü pislenir gider ya.
* Şeytandan süt emdin, etin, kanın ondan gelişti; Bâyezîd bile o
sütü emse Yezîd’e döner.
* Tanrı, vesveseler veren şeytana azgın, inatçı dedi; kim onun nefesini
koklar, kanını emerse ona benzer, o da azgınlaşır, inatçı olur.
Şu iki düny a do ğuy la batıya
benzer; buna y aklaşan, öbüründen uzaklaşır.
* İçi bulanıp o sütü kusan kişi, o bulantı, o kusuş yüzünden Ebû
Saîd’e döner.
Başköşeyi b ırakıp da bu kapıya
toprak kesilen
kişinin gönlü binlerce açılmaz
kilide anahtar kesilir.
* Öyle suratını ekşite ekşite Husrev’den bahsetme, Şirin’den bahset;
çünkü varlık, benlik yok olunca sevgili ortaya çıkar.
Koruk, hamlıktan kurtulup
erişti, olgunlaştı mı tatlılaşır; oruç ayı sona geldi mi bayram olur.
Sus, Zenciler ilinde ayna
gösterme; sen aynayı Rum kayserine göster de onu mürit et kendine.
O yeşilliğe güzellik, parlaklık
veren dilbere âşık olan, aşkta bana dönerse hiç şaşma.
O sınanmış sevgilinin bulunduğu
gönüle v armay a yolu yoktur sabrın, söz açmay ın sabırdan.
* Aşk, zincirini bir oynattı mı Eflâtun’un aklı da zıvanadan çıkar;
Ebû’l Hasan’ın aklı da.
Aşkın canına and olsun ki
yüzlerce burcun, yüzlerce kale bedeninin içinde olsa gene de
hiçbir can, aşktan kurtaramaz
canını.
Arslan olsan bile aşk arslanları avlar; fil kesilsen bile aşk
gergedan olur.
Kaçıp kurtulmak için kuyunun dibine girsen, aşk kova gibi seni
tutar, boynuna ipini bağlar da çeker.
Kıla dönsen, aşk kılı kırk yarar; kebap olsan, aşk kebap şişi
olur, seni evire çevire y akar, yandırır.
Aşk, erkeğin, kadının aklını çeler, fikrini alır amma âlemin
eminliği de aşkladır, adalet, düzen de hep ondandır.
* Sus ki sözün vatanı, gönül Damışk’ıdır; böyle bir vatanı olana
garip deme sakın.
Yapma, etme, pişman olursun, kötü olur sonra; çünkü canın yardımı
olmadıkça bağ bahçe mezara döner.
Aklının sakalını bedenin eline vermişsin; artık
ne diye dertlere düşer, pişman olur da saçını sakalını yolar
durursun.
Nefsinle pençe pençeye savaş,
barışa bu çeşit savaşlar yardım eder ancak.
Ceylan gibi sen de arslanın
pençesinden kurtulur, kaçarsan o ay da senden kaç ar, arslanın sırtına biner.
Ne kulağın merhametli dostun
sözünü duyuyor, ne servi boylu güzel, gözüne görünüyor.
Can gemisine bin, Nuh’un
eteğine yapış da otur, her an çekilip yatışan, her an kabarıp coşan aşk
denizinde gidedur.
Nazı bırak, usanca düşme,
nazlanmak senin haddin değil; o ancak o ay yüzlü sevgilinin işi.
Ona ay demekle ne de zulmettim
ya; yüzlerce güneş, yüzlerce gökyüzü bile ona haset etmede.
Sus, söyleme, kumları saymaya
kalkışma; sayıya sığmayan şeyi nasıl sayabilirsin ki?
Dişin ağrıdı mı sana düşman kesilir âdeta; dilin hekimlik eder de,
onun etrafında dönüp dolaşmaya koyulur.
Başlardan bir baş yarıldı mı kırıkçı hep onun çevresinde döner
durur.
Testicinin testilerinden birini su alıp götürse, hatırı boyuna ona
takılır, hep o te stiy i düşünür.
Senin kırık dökük kullarınız sevgili, padişahsın sen; padişahların
lûtfu, ihsanı, kul köle arar, şaşılmaz buna.
O şeker mi şeker lûtfunu esirgeme, bütün şu lûtuflar onun kulu
kölesi kesilmiştir; zehir bile o lûtufla şeker gibi tatlılaşır, güzel bir huya
sahip olur.
Lâ havle’ndeki tatlılık, şeytana nasip olsa yüzü Ay’a döner,
melekler bile hoşnut olurlar o şeytandan.
(s. 154) Lûtfun, inayetin, bir suça razılık gözüy le baktı mı, o
suç ibadet gibi gönülden
suçları, günahları yıkar, gönlü arıtır gider.
Pis tertemiz olur, ölü dirilir, can bulur, yılan sopa kesilir o
lûtufla; hani misk ceylanının bedenindeki kanın misk haline gelmesi, o güzel
kokuy a sahip olması gibi.
Bir yolcuya mekânsızlık âlemine yol verdin mi yol yitirmiş düşünce
gibi hiç o yana bu yana döner dolaşır mı?
Sen dünyanın canına cansın, adın da aşktır senin; senden bir kol
kanat bulan yücelere uçar gider.
Sus, ağzı aşkla tatlılaşan kişinin dedikodunun çevresinde
dolaşması y araşmaz.
Sus, sevgilinin denizini görenin ırmak kıy ısında dönüp dolaşması
yaraşmaz da, o adam ırmağın boyunu boylayamaz da.
Sevgili bir ancağız beni
okşarsa ne olur ki? Şu ağaç, o b ahar yüzünden gülerse ne çıkar ki?
Sevgilinin hayali yanıma gelir,
nasılsın, nicesin diye hatırımı sorarsa, şu arık beden yeniden yaşayışa
kavuşur, yeni bir can bulursa ne olur ki?
Onun yaralı avıyız biz; ne olur
büyücü bakış oklarını atsa, ne çıkar sevgiyle, gel a av diye çağırsa?
Aşkının kararsızlığından su
üstündeki kâseye döndüm; ne çıkar testi gibi ben de sevgilinin dudaklarına
kavuşsam?
Toprağın kucağı, gözyaşlarımdan
lâ’llerle, incilerle doldu; ne olur sevgili de bir kerecik vuslat isteğiyle
kollarını açsa, bağrına bassa beni?
Dedi ki: Şikâyetin ne? Bin
keredir açıyorum kollarımı; doğru, fakat can balığını denizin bin kere
kucaklaması da nedir, bir şey mi bu yâni; doyar mı suya balık?
Erlerin katarına bağlandığım
akıl yularını kopardım gitti; onun sarho ş devesine bir yular da nedir ki?
Yularımı kopardıysam, yükümü
sırtımdan attıysam ne olur; şu katardan tut ki bir deve eksilmiş, ne çıkar
bundan?
Gönlüm öfkeyle bakıyor, yeter,
kısa kes şu sözü diyor; binlerce nükteden bir taneciği sıçrar, çıkarsa ne
olurmuş yâni?
Gönülle aşk, Ahmed’le Ebû Bekr
gibi mağara dostu; iki mağara do stunun adları iki, canları bir olursa ne çıkar
bundan?
Tatlı nar tanesi bin olmuş, bir
olmuş; sıkılınca bir olur ya, artık ne mânası var saymanın, ne değeri kalır
sayının?
Humâr (mahmurluk) ile hamr
(şarap) birdir amma aradaki elif bir say ılmalarına mâni; elif ortadan kalkarsa
bir gör de bak, humâr neler olur, neler.
Aşk, öpmek, kucaklamak hevesine
düşerse a benim canım efendim, kimde karar kalır, kimde?
Padişah avlanmaya çıktı mı
güler av yeri; fakat padişah av olunca ne dersin artık?
Gönlüm o çeşit mahmur gözlerin
sarhoşu olunca mahmurluğumu bin sağrak şarap bile sökmez.
Ölüp toprak olduğum, toprağım
da zerre zerre dağılıp gittiği zaman, her zerrem gene o sevgiliye âşıktır.
Yelden bir toz koptu mu hangi
tozdan bir hayhuy işitirsen bil ki o tozda bir zerrem vardır benim.
Ah da senin ay yüzünden
utanıyor amma gönlüm yatıştı, ah etmiyor da utanıy o rum doğrusu ondan.
Zamanede sabretmekten daha iyi
bir şey yok; fakat sana sabretmek değil; sana sabretmek, pek büyük bir
utançtır.
Ey bir kârın peşine düşüp de
ayağı varlığına b atakalmış kişi, sen varlığından çıkmadıkça, varlığın ortadan
kalkmadıkça ne kâr elde edebilirsin ki?
Örümcek gibi düşünce
dumanından, düşünce tükürüğünden ağ örme artık; çünkü arışları, argaçları pek
dayanıksız oluyor.
Yürü, düşünceyi kim verdiyse
ver ona gitsin; padişaha bak, düşünceye bakma da padişah madenler saç sın sana.
Çünkü sen sustun mu sözün onun
sözü olur; sen örüp d okumay ı bıraktın mı örüp dokuyan, yaratıcı Tanrı olur
artık.
Gönlümü ayrılığının eline
verme, yaraşmaz bu. Şehidini öldürme a güzel, etme bunu, sana y araşır bir iş
değil bu.
Lûtuflar ettin, keremler
buyurdun da seçtin beni, niçin kaçtın öyleyse benden? A vefalar eden, yaraşmaz
sana, cefa etme bana.
Lûtuf haznedarın bana kutluluk
elbisesi verdi; böylesine bir kaftanı soyma bedenimden, y araşmaz bu sana.
Gönül gibi tamamıyla yüzden
ibaretsin, gönlün ardı yoktur; bizden yüz çevirme, yaraşmaz sana, ardını dönme
bize.
Vuslatına dair bir sözdür ettim
de lûtfun peki dedi, evet dedi; yaraşmaz sevgili, peki, evet dedikten sonra
neden, niçin deme.
Sen şekerler, ballar madenisin;
şeker, bal, acı söz söylemez; yüzümüze karşı acı sözler söyleme, yaraşmaz sana.
O sözleri söyle ki her biri
candır sanki; şu gece vakti mumu gizleme, y araşmaz bu sana.
Bedeni yıpratıp bitiren derdin,
ne bedenin içindedir, ne dışında, dert, gam, öylesine bir ateştir ki yeri y
oktur, nerdedir deme, yaraşmaz bu söz.
Gönlüm neliksiz-niteliksiz
âlemindendir, gönüldeki hayalin de o âlemden; şu iki yolcuyu birbirinden
ayırma, y araşmaz bu iş.
Evin kapısını kapatma, sûfîlere
bir bak, haydin, gelin de, çağır bizi, yalnız başına turunç yeme, yaraşmaz bu
iş sana.
Gönül, düşünceye karşı uykuya
dal, bırak şu düşünceyi; düşünce, gönüle tuzaktır çünkü; Tanrı’ya her şeyden ayrılmadan
gitme; yaraşmaz bu.
Lûtuf eteğine yapış, çünkü
ansızın kaçıverir; fakat ok gibi de çekme onu, çünkü yaydan sıçrayıverir.
Ne düzenler kurar, ne hileler
düzer, yaptığı şekillerde, sûretlerde görünür de kendisi can yolundan kaçar
gider.
Sen gökte ararsın onu, o Ay
gibi suya vurur, parıl parıl parlar; tutar suya girersin, göğe kaçıverir.
Mekânsızlık âleminde ararsın,
izini mekân âleminde gösterir sana; mekân âleminde aramay a koyulursun,
kaçıverir mekânsızlık âlemine.
Şüphe kuşunun bedeninde tez giden
haber çavuşu y o ktur, ondan doğru haber alınmaz;
iyiden iyiye bil ki yakıyne
erişen, şüpheden kaçar.
Şundan, bundan kaçıyorum, fakat
korkudan değil, usançtan bu kaçış; çünkü o lâtif sevgilim şundan da kaçıyor,
bundan da.
Bir gülün aşkıyla yel gibi her
yandan kaçmadayım; hem de öylesine bir gül ki güz yellerinin korkusuyla gül
bahçesinden kaçmaz o gül.
Adını söylemeye niyet edince
öylesine kaçar ki filân kaçıyor demeye bile imkân bulamazsın.
Senden öylesine bir kaçar ki
kâğıda resmini yapsan, resmi bile uçar kâğıttan, hattâ gönülde nişanı bile
kalmaz.
Aferin o yokluğa ki varlığımızı
kaptı gitti; zaten can âlemi o yokluğun aşkıyla var oldu.
Yokluk nereye gelip konarsa,
varlık kaybolur gider; bu ne biçim yokluktur ki gelince varlığa
varlık katar.
Yıllar yılıdır varlığımı yokluktan kaptım; yokluksa bir bakışta
bütün o varlığı kaptı gitti.
Kendimden de kurtuldum, gelecek derdinden de. Ümitten de halâs
oldum, korkudan da, olduydu-olacaktı, vardı-yoktu kaydından da.
Varlık dağı, yokluğa karşı bir saman çöpüdür ancak; hangi dağ var
ki yokluk bir saman çöpü gibi onu kapıp gitmesin?
Varlık nedir, yokluk ne? Saman çöpü ne oluyor, dağ dediğin ne?
Hadi be söz, çık kapıdan dışarı, in damdan aşağı.
Toprak olup gittikten sonra ya ziyan edeceğiz, ya kâr; bâri
şimdiden toprak olayım da göreyim, bakayım neler olacak?
Şimdiden toprak olmak, âşıkların işi; çünkü bağları kop arma,
setleri yıkma yolunu Tanrı göstermiştir onlara.
* “Ölmeden önce ölün” emrine
uyalım da Muhammed gibi şu çıfıt nefisle savaşa girişelim.
Yahudilik de, Tanrı’ya şirk
koşmak da, Hıristiyanlık da nefse uymanın sonucudur, pis kokulu duman tezekten
çıkar, ödağacından değil.
Bir an gelir tamamıyla toprak
kesilir, bir an gelir tamamıyla su olur. Bir an olur büsbütün ateş kesilir, bir
an olur büsbütün duman.
Bir an dost olur, bir an baştan
başa ayıp, âr kesilir. Bir an arış olur, bir an argaç.
Şu oturup kalan halkın gözüne
binlerce sûret halinde görünür, fakat senin gözünde ne eksilir, ne artar.
Muhammed’in gözünün önündedir
cennetle cehennem; fakat başkasının gözüne görünmez, gizlidir, perde
ardındadır.
Cennetteki ağaçların dalları,
dalların meyveleri Muhammed’e karşı eğilip durmadadır; hattâ öylesine ki elini
uzatsa koparabilir o meyveleri.
Koparır da sahabeye verebilir;
fakat o meyve elinde erir, su kesilir, çünkü gösterme vakti değildir.
Canlara, ne diye ayak direr,
durup kalırsınız, asıl evinize, gerçek yurdunuza dönün, gelin diye bir sestir
geldi; o ses diyor ki:
(s. 155) Bizim yakınlık Kafdağı’mız
varlığınızın aslıdır, Zümrüdüanka’sınız siz, Kafdağı’na doğru bir
güzelce uçun;
Şu balçıktan ayağınıza öylesine
bir pranga vurulmuş ki; çalışın, çabalayın da şu prangayı parça parça edin,
kurtarın ayağınızı;
Şu gurbetten sefer edin,
evinize barkınıza gidin, iyice bir niyetlenin, iyiden iyiye yolculuğa girişin;
bu ay rılıktan usandık artık;
Kokmuş, ekşimiş ayranla,
çöllerdeki kuyuların suyuyla hay atınızı niceye bir y ıpratıp duracaksınız?
Tanrı, kanatlarınızı gayretten, çalışıp çabalamadan yaratmıştır;
mademki dirisiniz; hareket edin, gayret gösterin;
Tembellikle ümit kanadı porsur, çürür; kolunuz kanadınız döküldü,
düştü mü artık neye lâyık olursunuz; bir düşünün.
Şu kurtuluştan canınız sıkılıyor da bu kuyu dibinden sıkılmıyor
ha; peki öyleyse, kalın kuyu dibinde, mübarek olsun.
Ey basiret sahipleri “ibret alınız” sözüne kulak verin. Çocuk
değilsiniz, niçin elbisenizin kolunu ısırıp duruyorsunuz.23
* îbret almak, suyun öte yanına sıçramak değil de nedir? Haydin, o
yana sıçrayın; ne biçim gençsiniz siz?
Şehvet havanında ne diye su döversiniz? Suyunuz olmazsa da lâf
yeliyle eser durursunuz, lâf yelini ölçüp biçmeye koyulursunuz.
* Tanrı şu dünya otuna, un ufak oluver dedi; şu otlakta hayvan
gibi ne diye diken çiğner
durursunuz?
Haydin, şarap geldi küpten, gelin dışarıya; kadayıf için, pelte
için bedeninizi bulaştırmayın.
Haydin, can güzeli ayna aramada; cilâlayın da pasını giderin
aynanın.
Bu sözlere mahlas koymaya bırakmıyorlar beni; ırmak arıyorsanız
asıl kaynaktan arayın.
Ölüm günümde tabutum yürüyüp gitmeye başladı mı, bende bu dünyanın
gamı var, dünyadan ayrıldığıma tasalanıyorum sanma, bu çeşit bir şüpheye düşme.
Benim için ağlama, yazık, yazık deme; şeytanın ayranına düşer,
düzenine kapılırsan y azık olur, yazık, yazık demenin sırası gelir.
Cenazemi görünce ah ayrılık, ayrılık demeye kalkışma; kavuşup
buluşmam o zamandır benim.
Beni kabre indirip bırakınca elveda, elveda
deme; çünkü kabir, can topluluğunun bir perdesidir.
Batmayı gördün ya, doğmayı da
seyret;
Güneş’e, Ay’a, batmadan ne ziyan geliyor ki?
Sana batmak görünür amma
doğmaktır o; mezar hapis gibi görünür amma canın kurtuluşudur o.
Hangi tohum, yere ekildi de
bitmedi; ne diye insan tohumunda da böyle bir şüpheye düşmüyorsun yâni?
Hangi kova kuyuya salındı da
dolu dolu çıkmadı; can Yusuf’u ne diye kuyudan feryat etsin?
Bu y anda ağzını yumdun mu aç o
yanda; artık senin hay-huyun mekânsızlık âleminin havalarındadır.
A ay yüzlüm, gönüle bak, sen
varsın gönülde; bu bakımdan gece gündüz riay et etmek gerektir
gönüle.
Senin gibi gönüllere rahat, huzur veren güzel yüzlü bir sevgilisi
olan gönül, neşesinden, ferahından dünyalara sığmaz.
Senin güneşinle sırtı kızışan, neden yiğitleşmesin, neden korksun,
çekinsin?
Gönlümde bir gam varsa senin neşelenmen içindir; elim avucum
cömertlikte bulunuyorsa senin elindendir, senin kesendendir o cömertlik.
Güzel hayalin vahşiler gibi benden kaçmada; çünkü bedenim bir
resim, bir sûret ki eli var, ay ağı var.
O sûretsiz hayal, beni de, benim gibi yüzlercesini de sûrete
doyurur da, âşık yok olur gider.
Çıplak kişi güneş ışığını giyinir de der ki: Ne mutlu altın
sırmalarla bezenmiş elbisesi olana.
Güne şin ışığı vuran beden, sanma ki devlet kuşunun gölgesini
umsun, o gölgeyi dilesin.
Bil ki Firavun’u öldüren Mûsa bu şehirdedir;
sopasını görmüyorsun amma sopası var onun.
Eli gökyüzünün gemlerini daima kavrar; çünkü gönlünün parmağında
vefa yüzüğü var onun.
Gamı, derdi, cefa etmez; etse bile helâl olsun; su ne yaparsa
yapsın, susuz, razıdır ona.
Suyun çevri, cefası, susuzun yanıp yakıldığı, su verecek kişiye
âşık olduğu zaman çektiği dertten, cefadan üstün olamaz ya.
Seher yeli bahçede birkaç dalı kırsa ne çıkar? Bağın bahçenin nesi
varsa seher yelinden mey dana gelmiş değil ya.
Aşk şarabını içince bir de, gönlünde peygamberlerin dağı, damgası
bulunan devlete, ikbale ermiş kişiden kebaba çağrılma, yanıp y akılmay a davet
edilme sesini duy.
Yeryüzü tam üç ay ağzını yummuştur, hiçbir şeycikler söylemez;
fakat her yer, içinde neler gizlidir, onu bilir.
İçinde börülce bulunan, fasulye bulunan
yerden bahar çağı senin şekerkamışların biter.
* Keremine mazhar olup bir dua kıblesi bulan kişi, ne diye duadaki
dal gibi iki büklüm olmaz; bilmem ki.
Güneşe arkasını çeviren kişi, kendi gölgesini imam edinmiştir,
kendi gölgesine uymuştur, bu bakımdan namazı namaz değildir onun.
* Sus da susan kurtuldu sözünü duy; sus amma sözler arayan engelimiz
susmanı lâyık görürse. 24
Aşk uykumu aldı, götürdü; uyku da aşkı götürür; gerçek âşık
uyuyamaz. Zaten aşk, canı da, aklı da y arım arpaya bile almay a tenezzül
etmez.
Aşk, susuz, kan içer bir kara arslandır; âşıkların gönüllerinin
kanıyla bulanan alanda yayılır ancak.
Sevgiyle sana yanaşır, seni tuzağa götürür;
tuzağına düştün mü de artık çekilir, karşıdan seyreder seni.
Eli kolu uzun, gücü kuvveti
geçer bir beydir, korku, perva nedir bilmez bir şahnedir; işkenceler yapar,
suçsuz olduğun halde sıkar, sıkıştırır seni.
Eline avcuna düşen, bulutlar
gibi ağlar, gözyaşları döker; fakat ondan uzak düşen de kar gibi donar, buz
kesilir gider.
Her an binlerce kadeh şarap
içer; o kadehleri kırar döker. Her an binlerce kat elbise diker, onları y ırtar,
atar.
Binlerce gözü ağlatır,
ağlattıktan sonra da güldürür. Binlerce kişiyi ağlatıp inleterek öldürür,
binini bir sayar ancak.
Zümrüdüanka, Kafdağı’na doğru
bir hoşça uçar gider amma aşk tuzağını gördü mü düşer tuzağa, uçamaz artık.
Onun bağından hiçbir kimse
düzenle, yahut deliliğe vurarak kurtulamaz; onun tuzağından hiçbir akıllı,
aklıyla fikriyle bir çare bulup halâs
olamaz.
Onun yüzünden aklım darmadağın; yoksa tuttuğu yolları, ettiği
işleri bir bir sayar döker, gösterirdim sana.
Gösterirdim sana, arslanları nasıl avlıyor o; gösterirdim sana
nasıl avlanıyor, avı nasıl tutuy o r o.
Ne padişahtır o ki topraktan bir padişah yaratır; iki üç yoksulun
hatırını almak için kendini de yoksul gösterir.
* Tanrı’ya borç verin emriyle yoksullar gibi dilenir âdeta, sana
bir mal mülk, bir dayanacak yer vermek için yapar bu işi.
Ölüye uğrar, ona can verir; derde bakar, onu devâ haline getirir.
Yeli üşütür, dondurur, yelden hava meydana getirir; suya bir
hararet verir, kaynatır, ondan hava y aratır.
Şu dünyaya hor bakma, çünkü
geçicidir dünya; o, sonucu, bu âlemi de ebedilik âlemi haline getirir.
Kimyanın bakırı altın haline
getirmesine şaşılır; fakat asıl o bakıra bak da şaş, her an kimya y aratmada.
Gönülde binlerce kilit olsa
bile korkma; aşk dükkânını ara, iste, orda gönüller açan anahtar var.
Biri var ki kalemsiz, âletsiz,
puthaneye bizim için binlerce resim yapıyor.
Bizim için binlerce Leylâ resmi
yaptı; binlerce Mecnun resmi; Tanrı’nın, kendisi için yaptığı bu resim, ne de
güzel bir resim.
Gönlün peklikte demir bile olsa
ağlama; kereminin cilâsıy la pırıl pırıl bir ayna yapar onu.
Dostlardan ayrıldın da mezara
girdin mi y ılanlardan, karıncalardan eş dost y aratır sana.
Yılanı Mûsa’ya bir dayanç, bir
yardımcı etmedi mi? Her an cefanın ta kendisinden vefa
yaratmadı mı?
Mezara benzeyen bedenine bir bak şimdi, her an ne gönül alan
hayaller yaratmada orda.
(s. 156) O, bunları nerde yaratıyor; hiç kimsecikler lâf etmesin
diye gizlemiş iş yurdunu; göğsünü yarsan bile hiç mi hiç göremezsin.
* Atasözüdür, söylenegelir: Üzümünü ye de bağını sorma; Tanrı da
taştan iki yüz tane razılık kaynağı co şturur durur.
Taşın içini arasan sudan bir eser bulamazsın; aşağıdan, yukardan
değil, gayb âleminden coşturur suyu.
Bu nelik-nitelik, neliksiz-niteliksiz meydana gelir; çünkü o, “Lâ”dan
yüz binlerce belâ diyen kişi y aratır.
İki yağ parçasında akıp duran iki ışığa, gözlerine bak da sopayı
ejderhâ haline getirişine şaşma.
Şu iki kulağına bak, sözü çeken kehribar nerde? Ne şaşılacak zat
ki iki deliği kehribar
haline getirmede.
Saraya can verir, onu saraya sahip eder, sahibini çekip aldı mı o
saraydan gene bir saray düzer.
Saray sahibinin bedeni yeraltına girmiştir amma gönlüne ululuk
âlemini yurt olarak vermiştir.
Bedene, şekle tapanların gözlerine, sahip gitti görünür, fakat
saray sahibi başka bir şekli giyinmiştir, başka bir sûrete bürünmüştür.
Sus, dille az öv de Tanrı seni övüş, övülüş haline getirsin.
Akşam namazı çağı güneş batınca, akşam şu duygu kapısını kapar da
gayb âleminin kapısını açar.
Çoban sürüyü nasıl önüne katar da güderse uyku meleği de c anları
önüne katar, gütmey e koyulur;
Mekânsızlık âlemine sürer,
rûhanî çayırlığa götürür, onlara ne şehirler gösterir, ne bahçeler seyrettirir.
Uyku, şu âlem resmini silip yok
etti mi can binlerce şaşılacak şekiller, binlerce şaşılacak adamlar görür.
Âdeta dersin ki can hep orda
oturuyormuş; ne bunu hatırlar, ne derdi, elemi artar.
Burda üstüne titrediği malın
mülkün derdinden kurtulur, gönlüne bile gelmez onlar, gamı da kalmaz, kederi
de.
Hangi dudak var ki o dudaktan
can kokusu gelmez? Hangi gönül var ki o gönülde onun bir eseri olmasın?
O tanınmış sofradan nevâle
gelmiyorsa, her zerre deve gibi ne çiğneyip duruyor?
O tenceredeki kaly anın
kokusunu almıyorlarsa, şu tabiat köpekleri sağda solda
neyi kokluyorlar ki?
Gayb âleminden gönüllere bir mızraktır gelmiyorsa, arslanların
pençeleri bile neden gül yaprağı gibi titriyor?
Canlarına çobanın heybeti, çobanın sesi gelmiyor da ne diye
binlerce kurtla kuzu bir arada otlayıp duruyor?
Kulaklara değil de, canlara yüzlerce nara sesi geliyor; aklını
başına devşir de dinle; öyle mi değil mi, bir bak.
O âlemden her an bir yardım gelmese, şu köhne dünyada canın her an
ne diye gelişip duruyor?
Kendi elinle kendi gözüne toprak serpmedesin, bu yüzden yeni yeni
şekilleri apaçık görmüyorsun.
Boynuzları kırık yüz binlerce Zülkarneyn’i seyret; eş dost olacak
pek çok kişi var; sahip- kıran belirmiyor.
Elini, ağzını vefa suyuyla yıkar da nefes alıp
verdikçe ağzından can şarabının kokusu gelmez.
Hiç kimse aşk bahçesine iki üç
adım atmadı ki o bahçıvandan ona yüzlerce selâm gelmesin.
Aşkın ötesinde de milyonlarca
sayvan var ki yüceliğinden, ululuğundan hiçbiri vehme bile gelmez.
Her an içinden bir yıldızdır
parlar durur da sakın ha der, söyleme; bunun bir zerresi bile gökten gelmiyor.
Ağzını kapat da ağzı y aratan
anlatsın bunu; öylesine bir anlatsın ki senin diline gelemez, öyle anlatamazsın
sen.
Ateşim y alım yalım yalımlandı;
suya haber verin; gam beni tutsak etti, götürüyor, kâfirden satın alın beni.
Gerçi şimdi sarhoşsunuz,
haberiniz yok amma Tanrı size öyle bir bakış vermiş ki hiç sormayın.
O güzel bakışlının bezenmiş
yüzü görülmeye
başlayınca da binlerce elbiseyi
dertlere, gamlara bakın, açıklanın da yırtın;
înce şeylere dikkat etmek,
onları görmek yüzünden gözlerinizde kıl bitti; ne diye onun güzelim yüzüne,
güzelim saçlarına bakmıyorsunuz, neden onu görmüyorsunuz?
Efendilik hırsıyla neden
kulluktan mahrumsunuz? Korukların hepsi de üzüm oldu; yoksa siz kör müsünüz,
sağır mısınız?
Bildiklere böyle yabancı gözle
bakmayın; siz beden bakımından insansınız amma gerçekten meleksiniz siz.
Binlerce perdeciniz var,
binlerce silahlı koruyucunuz; hepsi de sizi beklemede, hepsi de buyruğunuzu
gözetmede, fakat siz yoldasınız, yolculuktasınız.
Yorganın altındasınız, hiç
uçmuyorsunuz amma canınız göklere uçup gitmede.
Canın bütün cüzleri, sıfatlar
âleminde yayılıp durmadadır; bittiğiniz, geliştiğiniz c ennette ne diye y ay
ılmaz sınız?
Ağaç da gıdasını ordan aldı da
yeşerdi, gelişti; sizin neden böyle mayanız zebun, halbuki erkek arslansınız
siz.
Binlerce çeşit secdelere
kapanarak nereye kaçmadasınız? Nerde o göz ki görsün de hem kılıç, hem kalkan
olduğunuzu bildirsin size.
Şu iş için binlerce söz
söyledim, fakat maksadım, her an biraz daha gizli size; ne de hünersizmişsiniz
ya.
Hüner, bu kapıda
hünersizliktir; a hünerli, sanatlı kişiler, siz bunlardan değilsiniz, ya neden
böyle sevinç içindesiniz?
* Bütün yaşayış, ineği kesin
emrinde; madem yaşayışa âşıksınız, ne diye ineğin peşindesiniz öyleyse?
înek de ne oluyor ki? Binlerce
arslan, kul köle sana; binlerce altın taç geldi, ne diye kemerin derdine
düşersiniz?
Geceleyin Ay, minbere çıkmış,
hutbenizi okuyor; anlay ışınız var da ne diye hikâyeye, masala dalmışsınız?
Nerde Ay’ın güzelim, yerinde
sözleri, nerde ordu hayaline dalmak? Başınızda külâh var, başörtüsüyle salınmayın.
Bir altın testi buldun da suyu
pek aşırı içtin; sus da sudan karnın çatlamasın.
A muradın aslı, maksadımın ta
kendisi, kim o güzel yüzün aşkından tövbe ederse dilerim, tövbesi kabul
olmasın.
Binlerce hamd, binlerce şükür
Allah’a ki aşkın bütün dünyaya kanat açtı.
* Güzel yüzünün sabahına
kavuşmak için bir ömürdür ihtiyâr dünya her seher çağı evrâd okuyor.
Kardeşlik gösterdin, padişahlık
ettin; ne istek kaldı ki güzelliğin ihsan etmemiş olsun.
îşitmiştik, Yusuf tam on yıl
geceleri uyumamış; o padişah oğlu padişah, Tanrı’dan kardeşlerinin
bağışlanmasını istemiş.
Tanrım demiş, onları
bağışlarsan bağışlarsın, yoksa şu yapıyı yüzlerce feryatla sarsar, yıkarım, şu
âleme velveleler salarım;
Suçlarına bakma Tanrım, çok
pişman oldular ansızın işledikleri suçtan;
Geceleri ayakta durmadan
Yusuf’un iki tabanı şişmiş, ağlamadan gözlerine ağrı düşmüş.
Derken melekût âlemine bir
feryattır düşmüş, melekler feryada başlamış; sonucu lûtuf denizi coşmuş,
bağları çözmüş.
* On dördüne de ihsan edilmiş,
elbise gelmiş; yâni on dördünüz de peygambersiniz, elçisiniz, kulların
ulususunuz denmiş.
İşte pîrlerin gece gündüz
çalışıp çabalaması böyle olur, halkı azaptan, bozgundan kurtarır onlar.
İnsanların işlerini başarırlar
da geçip giderler; hem de öylesine başarırlar ki kerem sahibi, ihsan sahibi
Tanrı’dan başka kimse bilmez.
Hızır’ın denizde, İlyas’ın
karada, yol
yitirenlere, bunda kalanlara
yardım ettiği gibi onlar da halka yardım eder.
Akıp akıp bitmeyen defineler,
hazineler bağışlarlar, gidip, gidip gelmeyen dertleri kökünden giderirler;
atlas elbiseler verirler, çulları çaputları soyarlar.
Yeter artık, geriye kalanını
yarın söyleyeyim; geceleyin de Ay var amma ne de olsa gene karanlık da var.
Selâm sana, selâmın sin’i
senden geldi; selâm verdi, sıçradı gitti, senden başkasını da beğenmedi.
Damının çevresinde selâm
güvercinleri uçup dönmede; zaten sana sığınmadıktan sonra kimseciklere ne rahat
var, ne huzur.
Her kuş senden kol kanat
edinmede; senden başka kimden ne umulur da ümitsizliğe düşülmez?
(s. 157) Ne yanda kanadı yanmış
bir kuş görürsen bil ki ham bir tamaha düşmüştür de tuzağa doğru uçmuştur.
Sen Kevser suyusun, ciğeri
yanan sana gelir; kolu kanadı yandıktan sonra sana kavuşanın yeniden yeniye
kanatları biter.
Aşktan öyle bir makama geldim
ki aşk bile bilmez bu makamı; iş öyle bir hale, öyle bir yere geldi ki akıl
bile şaşırdı kaldı.
Binlerce zulüm, binlerce sitem
geldi çattı da akıl kurtardı beni; fakat akıl burda bağlanıp kalırsa, söyle
bakalım, kim kurtaracak beni?
A gönül, sarhoş musun ki
gönlünü akla verdin, akla bağlandın kaldın? Onun kendisi bile oturac ak,
yerleşecek bir yere yurda sahip değil, seni nerey e oturtab ilir ki?
Aklın metaı eserinden başka bir
şey değildir; aşksa canlar bağışlar; aşk, seyre çıktı mı kendisine bakanlara
canlar saçar.
Binlerce canı, gönlü, binlerce
aklı birbirine eş etsen aşk seninle olmadıkça gene de sevgilinin penceresine
bile ulaştıramazlar seni.
Sevgilinin yüzüne, ancak iki
bölünmüş saçlarının tuzağına tutularak kavuşabilirsin; fakat gene de çalış,
çabala, çünkü çalışıp çabalaman, seni y etiştirir, olgunlaştırır.
Bir doğan kuşusun ki gözünü o
kapatmıştır senin, gene onun eli açar ancak, fakat seni keklik gibi her yana da
koşturur durur.
Yardım eşiğinden bir döşeğe
sahip olanın uykusuna kul köle olayım; çünkü o hiç de uykuya dalmaz, uyuyup
kalmaz.
Bir ceylanda arslan yüreği oldu
mu binlerce ceylanı arslandan kurtarır.
Avcının içi, bir kuşu sevdi de
benimsedi mi binlerce tuzağa düşmüş kuş, tuzağından kurtulur, uçar gider.
Tebriz’de olan, Şemseddin’e
tutulan gönül, gökyüzünün padişahı Ay kesilir de gökte at sürer.
Bahçede kızıl gülün bir hay-huyu var; ağzımı koklayın diyor, ne
kokuyor?
Bahçedekilerin hepsi de sarhoş, fakat gül kadar değil; çünkü her
biri kadehle içmiş, onunsa testisi var.
Mademki yıl zevk yılı, neşe yılı; gün çalgı çağanak günü, ne mutlu
bana da, benim gibi zevki, işreti huy edinene de.
Ay yüzlü ebedî bir sâkîsi olan ne diye bizim gibi gelip de gül
meclisinde oturmaz, orayı yurt edinmez?
Bahçedekilerin hepsi de Tanrı şarabını içiyor, fakat aralarında boğazı
olan hiç kimsecik de yok.
Ne tuhaf ki ağaçlar gebe kaldı, fakat tıpkı Meryem gibi hani, ne
sevgilileri var, ne kocaları.
Binlerce defa yeşilliği yaktı, yıktı, sonra gene bezedi; bizimle
ne aşkı var, ne aray ıp tarar ki?
Bizim varlığımız da onunla diri,
yeşilliğin varlığı da; onun ne de lâtif, ne de zarif bir vücudu var.
Neden diken silahdar olmuş,
neden bulut suratını ekşitmiş? Kızıl gülün yüzlerce düşmanı var da o yüzden.
Ayna önünde, terazi elinde;
ister sus, ister söyle; ancak sevgili, dedikoducu bir huyu var, çok söylüyor
diye benden kaçmada. 25
Bahçede kızıl gülün bir
hay-huyu var; ağzımı koklayın diyor, ne kokuyor?
Bana bir kadeh sundu da şarap
içer misin dedi gül; içerim elbette, ne diye içmeyecekmişim? Benim de ağzım
var, boğazım var.
* Zaten “Rableri suvarır”
lezzetindeki gayb şarabını içmek için boğaza ne hacet? Ağızsız, boğazsız içegör
o şarabı.
Ululuğunun güneşine and olsun
ki zerre zerre
her şey, aşk yüzünden
kaftanının altında bir sağrak, bir kabak saklamada.
Güle sordum, kime gülüyorsun
dedim; cevap verdi, dedi ki: îki kocalı çirkine.
Kendisine iki efendi gereken
kör kölenin yeri, köpekler gibi hep mahalle sokaklarıdır.
Dikene, şu silahın da ne diye
sordum; gül bahçesinin dedi, yüzlerce düşmanı var da ondan silahlıy ım.
Nedir bu diye Tebriz’in
övündüğü Şems’e sor, fakat cevap vermez, seni savarsa da seslenme; sebebi
vardır, o bilir elbet. 26
CXII
Sâkî, sun şarabı, sana başım da feda olsun, sarığım da; can kadehi
nerden gelirse gelsin, almaya bak, sun bize.
Sarhoş bir halde salına salına gir içeriye; senin gibi bir sâkîmiz
olduktan sonra ayık kalmamızı revâ görme bizim.
Sun kadehi; istekten canım ağzıma geldi, sabrın, kararın yeri mi
artık?
Tıpkı senin tabiatın gibi hasta gönüle eş dost olan, sırlara
mahrem kesilen, o cana canlar katan kadehi sun bize.
Sun o şarabı ki bir katresi yere dökülse kara topraktan güller
biter, her taraf güllük gülistanlık olur.
Sun o lâ’l renkli şarabı ki gece yarısı, coşup köpürse gökle yerin
arası nurlarıyla dolar, parıl parıl p arlar.
Ne şarap, ne sağrak, ne sâkî bu; canlar, rûhlar feda olsun, feda
olsun canlar, rûhlar ona.
Gel, gel, gönlümde gizli sırlar var; lâ’l renkli şarabı döndür,
sun herkese, bir perde bile b ırakma arada.
Beni sarhoş ettin mi de seyret artık, av alanında arslan avlayan
nasıl olurmuş.
Kutlu olsun, Tanrı kem gözden saklasın, meclis kadehin kokusuyla,
sevgilinin yüzünün nuruy la doldu mu.
Binlerce sarhoş, canlarını tabaklara koymuşlar da, şunu al, şarabı
sun diye o mumun çevresinde pervaneler gibi dönüp dolaşıyor.
Güzel sesli çalgıcıların nağmelerinden, seslerinden, sarhoşların
naralarından şarap bile sarhoşun damarlarında yolunu yitirir, akışını şaşırır
gider.
* Mağara gençlerini gör, şarap içtiler de mağarada tam üç yüz
dokuz yıl harap bir halde y atakaldılar hani.
* Ne şaraptı o şarap ki Mûsa büyücülere saçtı da sarhoş oldular,
kendilerinden geçtiler, ellerini, ayaklarını verdiler.
*
Mısır’daki kadınlar, Yusuf’un
yüzünü gördüler de kınalı parmaklarını şerha şerha doğradılar.
* Kutluluk sâkîsi, Circîs’in başına o şarabı döktü de o, kâfirlerin ateşinden
ne korktu, ne gam yedi.
Bin kere öldürdüler onu, hattâ daha da fazla; oysa sarhoşum
diyordu, ne birden hab erim var, ne binden.
* Kılıçlara çırçıplak atılan sahabe, Muhammed-i Muhtâr’ın sunduğu
şarapla sarhoştu, yıkılıp geçmişti kendinden.
Hayır, yanlış söz bu; Muhammed sâkî değildi, bir kadehti; şarap la
dopdolu bir kadeh, iyi kişilere sâkîlik edense Tanrı’ydı.
* Edhemoğlu hangi şarabı içmişti de sarhoşçasına saltanattan da
bezmişti, ülkeden de.
* Ne sarhoşluktu o sarhoşluk
ki, biri kendimi tenzih ederim noksan sıfatlardan diye bağırdı, öbürü ben
Hakk’ım dedi de darağacına çıktı.
O şarabın kokusuyla su apaydın,
tertemiz bir hale geldi, sarhoşlar gibi secdeler ederek denizlere doğru
gidiyor.
Bu şarabın aşkıyla toprak
renkten renge boyanmada; bu şarabın verdiği ıssılıkla ateşin y anakları y alım
yalım parlamada.
îş böyle değilse yel neden
yeşilliğin yaşayış arkadaşı kesildi, bağın bahçenin sır defterini gammazlamaya
koyuldu?
Bu dört unsur, birbiriyle
karılıp birleşmeden ne de zevk alıyor; bitkiler, insanlar, canlılar, hep bu
dördünün sonucu.
Şu Zenci gecenin ne de aklı
fikri alan bir şarabı var ki halkı bir kadehiyle işten güçten alıkoymada.
Sanatkârın lûtuflarından
hangisini söyleyeyim? Onun kudret denizinin kıyısı bucağı görünmez ki.
Aşk şarabını içelim, esrik deve
gibi katara katılalım, aşk yükünü çekelim.
Fakat sana akıl fikir isteği
veren sarhoşluğa dalmayalım, canı, aklı uyandıran sarhoşluğa dalalım.
Dalalım Tanrı’dan başka ne
varsa hepsini kusturan sarhoşluğa; çünkü zaten Tanrı’dan başka ne varsa baş
ağrısından ib arettir, sersemlikten ibaret.
Nerde tertemiz şarap, nerde
üzümden yapılan şarap? Tertemiz şarap yaşayıştır, öbürüyse pislik.
Üzüm şarabı bir an
domuzlaştırmaz, bir an maymunlaştırmaz mı seni? O kızıl suyla işin sonunda
yüzün kararır gider.
(s. 158) Gönüldür Tanrı
şarabının küpü, aç o küpün ağzını; işi gücü kötü tabiat, balçıkla örtmüştür o
küpün ağzını.
Küpün ağzındaki balçığı bir
müddetçik söküp atsan küpten binlerce e serlerin kokusu yayılmaya başlar.
O eserleri şöylece bir saymaya
kalkışsam soru- hesap gününe dek sayarım da gene tüketemem.
* Sayıya sığmaz, âciziz
mademki, susalım; susma zamanı geldi mademki, can kadehini sun bize.
Tebrizli Şems’e âşık olanların
meclisine gir; çünkü Güneş bile o Şems’ten ışıklanmada, nurlanmada.
Neden şu kervandakilerden bir
kişi bile uyanmıyor; halbuki tertemiz ömrün varını yoğunu alıp götürüyor
hırsız.
Neden uykuya, hırsıza incinmiy
orsun da sana bunları haber verene kırılıyor, inciniyorsun?
Seni kıran, inciten, şeyhindir,
öğütçündür; dünyanın lûtfu, esirgemesi, suya yapılan resme benzer, kararı
yoktur hiç.
Biri boyuna gizlice, a yapı
diyordu eve, sakın yıkılma; yıkılacaksan da bana haber ver.
Bir gece ev ansızın çöküverdi.
Adam ne dedi, biliyor musun? Dedi ki: Bunca zamandır sana söyledim; ne oldu
sözlerim, hiç mi tesir etmedi sana?
Yıkılmadan, çökmeden önce bana
haber ver; haber ver de çoluğumla çocuğumla kaçmaya bir çare bulayım demedim mi
sana?
A ev, bir habercik bile
vermedin, nerde bunca yıllık sohbet hukuku? Çöktün, yıkıldın da beni ağlar, inler
bir halde bırakıverdin.
Açık bir dille ev ona cevap
verdi de dedi ki: Gece gündüz, kaç kere, ama kaç kere sana haber verdim.
O yanda, bu yanda çöküntüler,
yıkıntılar oldu, ağız açtım da gücüm kuvvetim kalmadı, aklını başına devşir,
vakit geldi, çökeceğim dedim.
Sense öfkeyle boyuna ağzıma
balçık tıkamadaydın; duvarlarım baştan başa delikle doldu.
Nerde ağız açtıysam sen ağzımı
kapattın; bırakmadın ki söyleyeyim, ne diyeyim sana a
mimarbaşı?
Bil ki ev bedenindir, ağrılar, sızılar da yarıklar, çöküntüler;
ağrı, sızı deliklerini ilaçla sıvamadasın a hasta.
O ilaç, o macun, samanlı balçığa benzer; hadi bakalım, boyuna
yarıkları, delikleri samanlı balçıkla sıvayadur.
Beden, ağız açar da gittim der sana, fakat hekim gelir de ağzını
kapatır, söyletmez bedeni.
Mahmurluğu, sersemliği ölüm şarabından bil; b ırak menekşe
şarabını, vazgeç nar şarabından.
Âdete uyar da ona ihsanda bulunursan bu bir gözbağcılıktan,
gizlemekten başka bir şey değildir; fakat sırları bilenden gizlemeye kalkışma
da nedir?
Pişman oluş, Tanrı’ya yöneliş şarabını iç, Tanrı’dan çekinme
ekmeğini ye, tövbeyi macun yap, suçlarını bağışlatma gıdasıyla gıdalan.
Gönlünün, dininin nabzını tut da bak bakalım, nasılsın? Bir
kerecik de ibadet şişesine bak, idrar
şişesine değil.
Tanrı’ya kaç, abıhayat ondadır; her nefeste ondan aman dile,
ondan.
Biri çıkar da isteğin hiçbir faydası yok derse, ona cevap ver de
de ki: îstek de ondan meydana geldi, nasıl olur da bir işe yaramaz?
Arapça mürit sözünün anlamı ne? Mürit, dileyen, isteyen demek;
mürit, muradın malı mülküdür, av, avlananın.
Beni istemediyse ne diye bana bu isteği verdi, o güzelim yüzün
ayrılığı neden betimi benzimi sarartıp soldurdu?
Bakışları beni aşk kılıcıyla y aralamadıy sa, neden şu gönlüm kan
kesildi, gözlerimden kanlı y aşlar akıy o r?
Güz, baharı dilemede, sararıp solmuş, ah edip durmada; sonucu
bahar şeyhi onun başucuna gelip erişmedi mi ki?
Baharı dileyen dirildi, ölü bir halde kalmadı; nasıl olur da
Tanrı’yı dileyen leş kesilir, yol
ortasında kalakalır?
Bahçeye gel de her şey nasıl
yaptığını buluyor, bir seyret; her temiz tohum, lâyık olduğu çiçeği açmada.
Baharın elbisesi de a benim
canım, vaaz edenlerin elbisesi gibi yemyeşil; a dostum, artık sus da can dilini
aç.
Sabah çağı, sevgiliyi görmek,
ne de düşman çatlatan bir şeydir ya; sevgilinin yüzü aziz ömürden bir müjdedir
sanki.
Uykudan kalkar kalkmaz
sevgilinin yüzünü görürsün; bu ne kutluluktur, bu ne bahttır, bu ne uy anık
devlettir.
Hem işi açan, zoru çözen odur,
hem şükreden o; dikene eş olmadan bitip gelişen gül böyle olur işte.
Sevgili, dokunur sana eliyle de
hadi der, kalk artık; bu ne kalkıştır, ne kıyamet; bu ne
cennettir, cennette akan ne
ırmaklar.
* îmranoğlu Mûsa’ya bak, görmek, buluşmak isteğiyle bütün varlığı
göz kesilmiştir de, görün bana der durur.
Dinleyeni yanıltmak, duyanı şaşırtmak için söyler bu sözü; hem
görmektedir, hem görmeyi diler; çevresinde güneşin dönüp dolaştığı bir tecelli
makamı bu, ne de yüce bir tecelli makamı.
Daha seher çağında onun afyonunu yuttuk da aklımız ç ıktı gitti,
işten güçten kaldık.
Halimi gör de halin nedir diye hiç sorma; azıcık bir aklın varsa
yürü git, çok söylenme.
Yürü git, deliye akılla anlaşılır şeyler söylemeye kalkışma;
yüzlerce kere yazıklar olsun, bir kere deli olmuş gitmişsin sen.
Bu devlet gecesinde bana tekten, çiftten bahsedip durma; çünkü
şarap, beynime çift, sevgili, kucağıma eş.
A azizim, bana, ne kadar döndün dolaştın diye
sorma; nokta, pergelin dönüşünü sormaz bile.
Öylesine bir sevgilinin yolunu tozutma; çünkü o, güzelliğiyle
denizden bile toz koparmada, deryaları bile tozutmada.
A sûfî, dizine koyma başını; ne kadar dalarsan dal, izinin tozunu
bile bulamazsın, bu yola adım atamazsın sen.
Çünkü Uhud Dağı, kökünden, temelinden sökülemez; dağın ne diye
eteğine el atar, onu yıkmaya uğraşırsın?
Yokluk bal şerbetini içtiğimiz şu anda ordunun başkumandanı bile
gözümüze sinek görünür bizim.
* Ne kutluluk bu; haraca, nal parasına ait ne buyurulursa vereyim;
çünkü durmadan kıvılcımlar saçan, y alımı, kıvılcımı pek tesirli olan aşk
yüzünden nalımız ateşte bizim zaten.
Muhammed’in nuru, milyonlarca parçaya
ayrıldı da uçtan uca iki dünyayı da kapladı.
Muhammed o nurun balkıyışındaki bir perdeyi yırtıverse binlerce
keşiş, binlerce rahip, zünnârlarını koparıverirdi.
Bu işe hevesliysen zaman geçirme de bir nefesçik av ol, sonra da
bir zamancağız sen avlan, avlar tut.
Hoşça kal, biz elden çıktık, hem de bu seferki çıkışımız, her
seferkine hiç mi hiç benzemiyor.
Evvelsi gün sevgili bana dedi ki: Bu dünya, bir belâ. Evet dedim,
fakat senin kadar amansız belâ değil.
Ne diye kınamadasın, bâri sen kınama diye cevap verdi bana, sen
kınama dedi, ne ayağın diken nedir gördü, ne başından mahmurluk gitti senin.
Evet dedim, fakat yabancılara uyar da feryada koyulursam suçlu
tutma, hoş gör beni.
Mademki sofrana sahibim, ekşi de korum, tatlı da; uluların
sofrasından herkes kendi payını
y esin. 27
Ramazanda halkın ağzını diktiğin iğneyle gel de benim de ağzımı
dik, söze karnım tok.
Fakat baştan ayağa dek ağız kesilmişim, hangi birini dikeceksin?
Bir deliği olan iğneye benzemiyorum ki ben.
Ümmetin en hayırlıları bile Tebrizli Şems’e muhtaç; bu gam
yüzünden kavun bile çatladı, yarıldı; hayrın, hıyarın yeri mi artık? 28
Bu âna dek sevgiliden o kadar dert çektim, o kadar elem gördüm ki
nihayet dert, elem gözyaşımla ciğerimin kanına kondu, oraları yurt edindi
gitti.
Binlerce ateş, binlerce duman, binlerce gam; adı aşk. Binlerce
dert, binlerce belâ, binlerce cefa; adı sevgili.
Kim canına susamışsa buyursun; can verme
meydanı, ağlayıp inleyenleri öldürme çağı, haydin, gelin.
Sen bana bak, o bence yüzlerce
cana değer; sevgilinin beni öldürmesinden ne korkuyorum, ne kaçıyorum ben.
* Bu aşkın işkencesi, Nil suyu
gibi ikiyüzlü; ehline su gibi, ehil olmayanaysa tıpkı kan.
Ödağacı gibi, mum gibi, âşıkını
yakıp yandırmadıktan sonra ne değeri kalır âşıkın? Yakmadıkça ödağacıyla kuru
dikenin ne farkı kalır?
Savaşta kılıç, mızrak, ok
yarası olmazsa, korkak puştla Rüstem’in, silahlı erin arasında ne fark kalır?
(s. 159) O kılıç, Rüstem’e
şekerden de hoştur; ona okların yağması, para saçısından da tatlıdır.
O arslan, yüzlerce nazlar
ederek avlar avını; avlar ona avlanma hevesiyle katar katar koşuşup dururlar.
Kanlara bulanıp can veren av,
kanlar içinde,
Allah için olsun, beni bir kere
daha öldür diye ağlar durur;
Ölünün iki gözü, diriye, a
gaflete dalmış, buz gibi donakalmış kişi, gel, kulağını kaşıyıp durma diye
bakar.
Sus, sus, aşkın işleri hep
tersinedir; çok söylemekle anlamlar gizlenir gider.
Bir kere daha seher yeli gibi
esip geldik; bir kere daha güneş gibi yüzlerce ışıklar saçarak doğduk.
Kocakarı soğuğunun hüküm
sürdüğü mevsimin inadına, tıpkı temmuz güneşiyiz biz; bir uğultudur, bir
neşedir salmışız gül bahçesine.
Kû, kû, kû - nerde, nerde,
nerde diye binlerce üveyik kuşu bizi aramada; binlerce bülbül, binlerce dudu
bizden yana uçmada.
Balıklara haberimiz erişti de
denizi coşturdular, binlerce dalgalarla kabardı, köpürdü deniz.
Can kulağı veren, akıl fikir
bağışlayan Tanrı’ya and olsun, dünyada bir tek ayık, bir tek akıllı
bırakmayacağız.
* Mustafâ hakkı için, onun dört
üstün dostu hakkı için gizliden gizliye, gayb âleminde beş vakitte beş kere
nöbetimiz vurulmada bizim.
Mısır’dan yüzlerce katar
şekerkamışıyla geldik, şekerkamışı ezmekten başka hiçbir işe güce koyulma
artık.
Mısır’ın şekerkamışına ne
ihtiyaç var? Tebrizli Şems, şekerler saçan sözlerle yüzlerce şekerkamışı
sunuyor.
Mademki sevgili, seni gamlı
görmek istiyor, neşe arama; a aziz av, arslanın iki pençesindesin sen.
Sevgili, başına gülsuyu dökse
onu Tatar ülkesinin miski say, kabul et, incinme.
îçinde öylesine bir gizli
düşman var ki cefadan
başka hiçbir şey kovamaz o
köpeği.
Birisi bir kilime, bir halıya sopayla vurup dursa kilimi, halıyı
dövmek için değildir bu, onun tozu gitsin, arınsın diyedir.
Senin içinde de varlıktan, benlikten tozlar vardır; o toz
birdenbire gitmez ki.
Her derde düşmede, her zahmete katlanmada, gâh uyurken, gâh
uyanıkken azar azar uçar gider o toz.
Kaçar da uyursan, sevgilinin cefasını, o iyi işler başaran dostun
görünüşte yanlış görünen işlerini rüyada görürsün.
Tahtayı yonmak, onu mahvetmek için değildir; doğramacının,
marangozun gönlündeki isteğe uy durmak içindir.
Bu yüzdendir ki, Tanrı yolundaki şerlerin hepsi de hayırdır; onun
arılığı, güzelliği işin sonunda meydana çıkar, görünür.
Bak da gör, tabak, posta pislikler sürer durur, binlerce defa bu
işi tekrarlar.
Maksadı da derideki gizli
illetin çıkmasıdır; derinin, azdan, çoktan haberi bile yoktur amma tabağın
istediği şey, derinin temizlenmesidir.
Sen Tebriz’in övündüğü
Şems’sin, çareler senin elinde; acele et gizli işlerde gücün kuvvetin var
senin.
* Tanrı, sevgilinin yüzünün çevresine öylesine bir yazı yazdı ki ey
can gözü açık olanlar, okuyun da ibret alın.
Aşk adam yer; adam yiyen aşkın
önünde kendisini bir lokma edecek adam gerek.
Sen ekşi bir lokmasın, geç geç
sinersin ancak; fakat eren, tatlı lokmadır, tatlı tatlı, güzel güzel siner.
Lokmayı parçala; çünkü o ağız
küçücüktür; büyük lokmasın, seni üç fil bile birden y utamaz, her biri belki üç
lokma ederlerse yenirsin sen.
*
Senin hırsına karşı fil bile
bir lokmadır fakat;
*
sen fili avlayan ebabil kuşuna
benziyorsun.
Yokluktan doğdun, uzun bir
kıtlıktan geldin; ister tavlı kuş olsun, ister yılan, akrep; hepsini siler,
sömürürsün.
Sıcak tencereye kavuştun; gâh
ağzını yakarsın, gâh dudağını, üstünü başını, sarığını islere bular,
karartırsın.
* Cehennemin midesi gibi hiçbir
şeyle doymadın gitti; yapma, sonra sınıkları onaran, güç kuvvet sahibi olan
Tanrı, ayağını basar sana.
Nitekim yaratıcı Tanrı,
cehennemin üstüne ay ağını kor da cehennem, çek ayağını, doydum diye bağırır.
Erenlerin, hasların gözlerini
doyuran, Tanrı’dır; onlar varlıklarından da kurtulmuşlardır, şu leşe haris
olmadan da.
Ne bilgiye, hünere hırsları
vardır, ne cennete; eren, eşek de istemez, katır da; arslana binmiştir o.
Sus, onun lûtuflarını,
ihsanlarını saymaya
kalkışsam sayı-soru gününe dek
saysam gene bitiremem.
Gel ey Tebriz’in övündüğü
Şemseddin; Tanrı’ya and olsun, şu yusyuvarlak gök kubbedeki Güneş bile senin
âdi, aşağılık bir kulun kölen.
Sevgili sana ne vefa eder,
ondurur, ne cefa eder, umdurur; ne inkârda b ırakır seni, ne ikrara bağlar.
Neye gönül verirsen kahırla
çeker, koparır seni ondan; a gönül der sanki, hiçbir yere ayak basma, hiçbir
yerde ayak direme.
Gece bir karara varırsın,
gündüz olur, ondan vazgeçersin; şu geceyle gündüzün aykırılığına bak da ibret
al.
Gaflet içinde olan,
bilgisizliği yüzünden tövbe etmeye girişir, yeminler eder; fakat bir
kahredicinin eline düşmüş kişi, ne hile edebilir ki?
A kardeş, senin işin kime
düşmüş? Öyle birisine ki şu dönüp duran gök kubbe bile onun yüzünden
başsız-ayaksız kalmış.
A kardeş, nerde yatıp uyuduğunu
bilmiyorsun sen; başının üstünde bir yılan çöreklenip oturmuş senin.
A mağrur gönül, a aldanmış
kalb, ne rüyalar görüyorsun? O ihtiyar aşçı, senin için ne çeşit bir tencere
kaynatıyor?
Binlerce tacir, kâr etmek için
sefere çıkar; Tanrı hükmünün velvelesi canında ne sabır b ırakır, ne karar.
Öylesine gezer, dolaşır ki
şehirlere sığamaz, ovalardan bezer de denizlere gider.
Mercan elde etmeye gider, fakat
can verir; çünkü can alıcı, yoluna pusu kurmuş, oturmuştur onun.
Su peşine düşer de koşar, fakat
seraptan başka bir şey geçmez eline; ışık izine düşer de yeler, fakat ateşten
başka bir şey bulamaz.
Kaza, kader iki kulağını da
tutmuştur, gel diye çeke çeke sürükler onu; eşeği de kulağından tutup çuvala
doğru böyle sürüklerler ancak.
Öküzden de betersin,
görmüyorsun, felek seni döndürüp durmak için boynuna övendireyi vurmuş gitmiş.
Bu baş dönmesine bütün hekimler
tutulmuştur; hastanın başı, beyni bu dönüşten sersem olmuştur.
Arslan, nerde pençe atıp avımı
paralayayım diye onu tutar, karaya, denize, dağa, ovaya sürükler, götürür ya;
tıpkı onun gibi işte.
Fakat Tanrı âşıkını arslan
paraladı mı hani; sakın onun paralanmasını başkalarının paralanmasına benzetme.
Onun bedeninde ne gönül
bulabilir, ne yürek, ne ciğer; onu kim paraladıy sa gene o onarır, can verir
ona.
* Çünkü o, ölmeden önce ölün
buyruğuna uymuş. Yaşarken aşkın eliyle öldürülmüştür.
Kimde gönül yoksa, ciğer kalmadıysa gerçekten de âşık odur; arslan
bir avı iki kere paralamaz.
Onu bir kere yanılır da paralarsa gene onarır tezcek, ona üfürür,
can verir de kucağına alır.
Adam yiyen dünya, boşuna ümitlenmesin, tamaha düşmesin diye, Tanrı
âşıkın yağını, kanını haram etmiştir ona.
* Sen aşkla gıdalan; aşk, halis Fârûkıy macundur; zehrin haddi
değildir ki zarar vermekten dem vursun.
Söz aşka erişince yüreğim oynamaya başladı; fakat bu çeşit
pervasız mızrap vuruştan nerde oynayacak tel?
Felek döner durur da kutup yerinden kıp ırdamaz; pergelin bu çeşit
dönüşünden nokta yerinden oynar mı hiç? Sen söyle.
Sus, bu da kaderin bir cilvesi; seni savaşa, atlas kumaşlara
düşürmüş, beni de şiire.
A kerem sahibi sâkî, erkenden
sun şarabı bana, dün gece susuzluktan, mahmurluktan bir katre uyku bile girmedi
gözüme.
Dudaklarım açıldı da adını
andım mı dudaklarımı şarapla bir hoşça ıslat; başımda senin verdiğin mahmurluk
var, sarhoşlukla kaşı onu.
* Cisimlerime de dök şarabı,
arazlarıma da; öyle bir dök ki ayık bir tek damarım bile kalmasın.
(s. 160) Eğer ben harap olur
yıkılırsam, fakat bir tek damarım ayık kalırsa, onu şu yıkık ülkede öten bir
baykuş say.
Şu çöle dönmüş yeri lâ’l
şarapla lâleliğe döndür, baharı beklememi revâ görme.
Bu ağaç da senden gelişmiş, ona
şu hırkayı veren de sensin; ağaçlar senin şarabınla açılıp saçılmış,
çiçeklenmiş.
Beni sarho ş edersen başım şu
ağacı da geçer; nar gibi gülerim, halka gönlümü gösteririm.
Beni kendi meyhanene vakfeden
sensin; harap eden de sensin beni, mimarlık edip tamir eden de sen.
O koca sağrağı sun da içip
susayım; kulunun kölenin söylenip durması lâyık değildir.
Aşk yolunda bozguna uğrayanları
katar katar ne hoş çekiyorsun; çek, çek, getir, getir.
Aşk, sarho şluktan kucağını
açtı, âşıklara kucaklaşma çağı geldi, kucaklaşma çağı.
Adamakıllı sarhoşum, yerlere
yıkılmışım amma senin bildiğin o sağrağı elinle gene sun, gene sun.
Onun devleti daimî olsun, onu
iste, sabrı, kararı sorup durma; onun yüzü gönlümde ne sabır bıraktı, ne karar.
Âşıkın gözyaşlarıyla yüzünü
bezemesinde, sevgilinin onun yüzünü boyayıp bezemesinden daha başka, bir
tatlılık, daha başka bir güzellik
var.
Ey onun pençesine düşen, sevgilinin pençesinden kurtulmayı umma,
umma.
Sen kandın, aşkıyla süt gibi kabardın; fakat süt kan olmadıktan
sonra vazgeç ondan, vazgeç.
Yürü, herkesin kul köle kesildiği Şemseddin’in şarabına karış;
çünkü Tebriz’in şarabında mahmurluk y oktur, mahmurluk yok.
Canlara, üstün, yardıma mazhar padişahlar padişahından ses geldi:
Ne diye erlerin halkasına uzaktan bakıp duruyorsunuz?
Güneş doğdu, bu halk neden uyuyakalmış? Can gündüze, göz nura âşık
değil mi ki?
Kuyunun içi can nuruyla aydınlandı; nurdan körün gözündeki illet
bile geçti, gözleri açıldı.
Kuşluk çağı geldi, küpü kucakla; uyuyan kişi sağa sola döndü,
hareket etti mi uykusu dağılır gider.
Uyumuyorum, Tanrı’nın sanat
eserlerini seyrediyorum deme; öylesi görülecek güzeli bırakıp da sanat
eserlerine dalmak, perde ardına düşmektir.
Uyuyan kişinin canı, uykuda
olduğunu bilse gördüğüne ne sevinirdi, ne yerinirdi.
Hani bir gün külhancı uykuya
daldı da rüyasında kendini padişah olmuş gördü, aldandı gitti.
Kendini tahta kurulmuş gördü,
sağında solunda binlerce saf bey, perdeci, vezir vardı.
Tahta öy le sine bir kurulmuştu
ki görsen, yıllardır, aylardır buyruğu yürüyen, yasası geçen bir padişah
sanırsın.
O gürültü patırtı, o bugün
saltanat kimin dâvası, o kap-kaç, al-tut hengâmesi arasında;
Hamamcı ö fkey le külhana girdi
de mezardaki ölü değilsin ya, kalk diye bir tekme attı ona.
Külhancı sıçrayıp kalktı,
baktı, gördü ki y anında ne hazine var, ne mülk; yalnız hamamın
haznesi soğumuş, buz kesilmiş sanki.
* Yâ Sîn sûresinin sonlarındaki “Bu, ancak bir bağrıştan ibaret”
âyetini oku; sen de bir bağrışta gurur uykusundan uyanırsın.
Biz de uyumuşuz, uyumuşuz amma uyuyandan uyuyana gizli, açık,
binlerce derece fark var.
Uykuya dalan padişahın, padişahlığından haberi bile olmaz;
aşağılık kişi de uyuyunca aşağılığını hatırına bile getirmez.
Fakat ikisi de uykusundan uyandı mı padişah tahta geçer, oturur
öbürü kahırlara, mihnetlere dalar gider.
* Hikâyenin özü kaldı, söylemeye izin yok; Davud’un bilgisine bak,
bir de Zebur’un kısalığını seyret.
Gene Tebrizli Şems lütfederse eder; yoksa söz, ağızda böyle
kalakalır.
Kadeh kırıldı, şarabım kalmadı,
ben de mahmurum; harap olmuş işimi ancak Şemseddin mamûr edebilir.
Görüş âleminin padişahı, keşif
âleminin mumu, ışığı... Rûhlar, canla, gönülle uzaktan secde etmede ona.
Binlerce harap olmuş, perişanlığa
düşmüş can, binlerce gönül, onun eli uzansın da onları şaşkınlık denizinden
çıkarıp kurtarsın diye secdeler etmede.
Gökle yer, küfür karanlığıyla
dopdolu olsa onun ışığı bir parladı mı her tarafı kap lar, her yanı
ışıklandırır.
Meleklerin ondan elde ettikleri
arılık, şeytanlara da nasip olsa her biri bir huri kesilir.
O ışık, şeytana nasip olmasa
bile onu gene de kerem perdeleriyle gizler.
Bayram günü lûtuflara,
ihsanlara başladı mı her yanda bir düğün dernek kurulur, her ağlayan, neşeye
gark olur.
O Güneş, Tebriz’den bir parladı
da doğdu mu bütün zerreler Sûr sesini duymuş gibi canlanır, dirilir.
Ey seher yeli, Allah aşkına,
tuz ekmek hakkı için lûtfet; bilirsin ya, her seher ben de onun yüzünden
sevinirim, sen de onun yüzünden sevinirsin;
Sonucu, gayb âleminin ta
ötesinden varıp gelince bir de o yana uğra, tembellik etme hastalar gibi;
Ondan elde ettiğin kanatta uç;
bin yıllık yol bile olsa onun verdiği kanada uzak gelmez.
Başın için olsun, kanadın
yorulursa şu canı hasta, gönlü d o sttan ay rılmış kulun hatırı için secde et
de;
Gözyaşlarıyla ona de ki:
Ayrıldığı andan beri günü karardı, saçları kâfur gibi ağardı;
O kişisin sen ki düny adaki
bütün suçluları acıyış denizine daldırır, hepsinin suçunu örter, bağışlarsın;
Gören can gözü bile senin canını
göremezken gözü olmayan elbette mazurdur.
Öylesine yalvar, öylesine yakar
ki ne yap yap, ayağının bastığı topraktan al, getir, gözlerime çekeyim, çünkü
bu dert müzminleşmede.
A seher yeli, şu seferden
kutlulukla dönüp gelince varlık âlemini de ateşlere yakarsın, yokluk âlemini
de;
Sürme olarak gözlerime
çekeceğim toprağı bana getirirsen sana, senin canına sayısız yüzyıllar boyunca
yeniden yeniye binlerce rahmet olsun.
Bana bak, bana dikkat et ki
mezarında eşin dostun benim; dükkândan, evden ayrıldığın zaman seninle ben
düşer kalkarım.
Mezarda benim selâmımı
duyarsın, haberin olsun; zaten hiçbir vakit gözüme gizli değildin ki.
Tat aldığın, neşelendiğin zaman
da, sıkıntılara düştüğün, bunalıp usandığın zaman da ben akıl gibi, can gibi
senin içindeyim.
Gurbet gecesi, bildik sesini
duydun mu yılanın sokmasından da kurtulursun, karıncanın eziyetinden de.
Aşk mahmurluğu mezarda şarap
sunar, güzel getirir, mum yakar, kebap verir, meze hazırlar, buhur yakar
armağan olarak sana.
Akıl mumunu uyandırdığımız zaman
kabirlerdeki ölülerden ne hay-huylar kopar, ne hay-huylar.
Hay-huydan, kıyamet davulunun
dövülüşünden, haşır neşir gürültüsünden mezarlığın toprağı bile şaşırır kalır.
Kefenini yırtarsın, korkudan
iki kulağını tıkarsın; zaten Sûr’un üfürülüşüne karşı beyin nedir, kulak ne
olabilir?
Ne yana bakarsan hep beni
görürsün; hattâ ister kendine bak, ister o gürültüy e, kalabalığa, hep benim,
ben.
Şaşılıktan geç, iki gözünü de aç, iyileştir; çünkü kötü göz, o gün
cemalimden uzaktır benim.
Görünüşte insanım, fakat sakın, sakın, yanılma ha; çünkü can çok
lâtiftir, aşksa pek sert, pek kıskanç.
Şekil, sûret şöyle dursun, yüzlerce kat abaya, kebeye bürünsem
gene de can aynasının ışıkları yalım yalım belirir, bayrak olur, görünür.
Davul dövün, şehirdeki çalgıcılara doğru gidin; görünüş günü, aşk
yolunun olgunlaşmak üzere bulunan yolcularınındır.
Lokmaya, paraya pula düşeceğine Tanrı’ya düşseydin, onu arasaydın
mezarda, bir hendek kıyısında oturmuş görmezdin kendini. 29
(s. 161) Şehrimizde ne biçim bir gammazlık yurdu açtın; artık yum
ağzını da ışık gibi sessiz sedasız gammazlık ededur.
Feryat, feryat ki o sevgili,
sefer yükünü bağladı; feryat ki ben yol arkadaşı olamayacağım ona.
Feryat, feryat ki yolculuk işi,
emrime râm olmuyor; râm olmuyor ki yolculuğun arışını, argacını birbirine
katayım, yolculuğu kökünden yok edip gideyim.
Fakat ne çare; Güneş’le Ay’ın
bahtı y olculukta; onların dönüp dolaşmasıyla gölge de atlanıp sefere düşüyor.
Yolculuk geldi de o ayrılıktan
dolayı öyle bir dille öylesine özürler diledi ki, bu kul y olculuktan utandı
gitti.
Ona dedim ki: Şu tilkiliği
bırak, tilki gibi çeneni açıp kandırmay a uğraşma beni; çünkü yolculuk
çayırında arslan avladı beni.
Can bana misafir, tıpkı su
gibi, ben de onun aktığı dereyim sanki; yolculuktan maksat bu, denize doğru
akıp gitmede.
Bu ırmak, kıyı kıyı ta denize
kadar koşar; şu y ollarda yolculuk dikeninden kimin gönlü
yaralandı, kimin gönlü incindi
ki?
Aynanın yüzüne bak, yolculuktan geldi o, yüzünde yolun tozu
toprağı var, fakat sen gene de temiz bir gözle bak ona.
Mademki öyle bir gerçek dost yoldadır, yolculuktadır, yola düşmek
gerek, yolculuk etmek gerek; bahtı yolculuğun bahtı bil, iş y olculukta artık.
Mademki o servi boylu canımın canı yollara düşmüş, yolculuk
baharında; ben de gonca gibi yol başında boyuna gözümü açıp onu gözetleyeyim
bâri.
Tebriz’in övündüğü Şems, yolculuğa başladı; sefer ülkesinde ne
çeşit bir saltanat kurdu, bilsen.
Şemseddin, Tebriz’den Ay gibi doğup gelince Güneş de, Ay da onun
kulluk kemerini kuşandı, ona kul köle oldu.
Onun apaydın yüzü, göze göz
kesilince insanların gözleri Tanrı’yı görme gücünü elde etti.
Melekler, çavuşlar gibi önünde
nara atarak yürümede; gül, yüzünü, gözünü yerlere sürerek ona secde etmede.
Baş gözüyle yüzünü görmeye
imkân yok; çünkü nefis, padişaha bakamaz, o kudret yok onda.
* O ay yüzlünün lâ’l
dudaklarında zümrüt hassası var; bu yüzden nefis ejderhâsı, göz yummuştur ona.
Kimin ağacı, ona karşı eğilmedi
de baş çektiyse yokluk testerelerinden, balta y aralarından kurtulmadı gitti.
Fakat şimdi Ay gizlendi, bu
ayrılık bulutu yüzünden iki gözümden y ağmurlar yağıyor.
Gözyaşı katreleri ciğer kanıyla
karışmasaydı, iki gözümden dökülen katrelerle yüzü tamamıy la yeşerirdi.
* Ciğer merhamete kalmıştır,
merhamet de ciğerden belirir zaten; herhalde bu sebepten olacak, gözler
yardımına koştu onun.
Saray kethüdası, nasıl
padişahın yüzünden haber verirse, tıpkı onun gibi evdeki her parçanın aşktan
haberi var.
Haber almak istiyorsan haberi
olmayanlarla az düş kalk; haberi o lmay an sürüyü köpek sürüsü say gitsin.
Ölüye eş olan, seni teneşir
haline sokar; ölüye kocalık eden, teneşirden de beterdir.
İsa’ya bakacaksan dertli gözle
bak da şifa bul; başcağızını bağlama, gözünü yumma İsa’nın gözünden, eşeğine
bakma onu bırakıp.
Üzüm, sirke küpüyle düşer
kalkarsa şarabı ekşimsi olur; şarap küpünün eşi dostu, turşu kurulan
bitkilerdir.
Sen hileye, düzene başvur da
sirke küpünü del; kaç dışarıya, balla şeker, seni alsın da denize götürsün.
Hangi denize hem de? Sahibimiz
Tanrı Şems’ine, Şemseddin’e; Tanrı’nın tertemiz zatına and olsun ki odur
padişahlar padişahı.
Bir hoşluk olmayan, tezce gelip
geçen durağı bırak, altın gibi seni alacak kişinin yanına var.
Ağaç, bir yerden bir yere
gidebilseydi ne testere eziyeti çekerdi, ne balta y araları alırdı.130
Zaman, sana hükmedendir, mekân,
konup göçeceğin uğrak yerin; şu halde iyi bir mekân seç, güzel bir zaman kolla.
Sonucu, öyle bir hale gelirsin
ki mekân da, zaman da, zamandakiler de artık sana bir şey yapamaz.
Gök aynası gibi gece yüzünden
karardın gitti; ağaç gibi güz yelleri yüzünden betin benzin sap sarı olmadı mı?
Ağaç, ayağıyla, başıyla bir yerden bir yere gidebilseydi ne
testere eziyeti çekerdi, ne balta yaraları alırdı. 31
Güneş, bütün gece perdeler altına girmeseydi, dünya seher çağı
nasıl aydınlanabilirdi?
Acı su, denizden havaya ağmasaydı nerden yağmur olup yağardı,
nerden sel olup akardı da gül bahçelerine can kesilirdi?
Katre, yurdundan gitti, sonra gene geldi de sedefe rastladı, bir
inci haline geldi.
Yusuf, ağlaya ağlaya babasından ayrılıp yolculuğa çıkmadı mı?
Yolculuktan kutluluğa ermedi mi, padişahlığa kavuşmadı mı, zaferler elde etmedi
mi? 32
Mustafâ, Medine’ye doğru yola çıkmadı mı da padişahlığa ulaşmadı
mı, yüzlerce ordunun padişahı olmadı mı? 33
Ayağın yoksa bile kendine doğru yola çık; lâ’l madeni gibi güneş
ışıklarıyla renklere boyan.
Hocam, kendinden kalk, yola çık, kendine gel; bu çeşit yolculukla
toprak bile altın madeni haline geldi.
Acılıktan, ekşilikten tatlılığa git de tatlılaş; nitekim binlerce
meyve bu çeşit yolculukla tatlılaştı.
Tebriz’in övündüğü Şems’i ara, ondan iste tatlılığı; çünkü her
meyve güneşin ışığıyla ay dınlanır, olgunlaşır.
Canıyla oynamaktan usanmayan, can vermeye doymayan gönlü seyret;
zaten de aşk tutsağı, eziyete düşmeye, horlanıp kakılmaya doymaz ki.
O, âşıkların bildiği yaralarla yaralanır, kanlar içindedir de gene
y aralanmay a doymaz.
Meyhaneyi yurt edinmiştir, bütün rintleri
yıkmış, yerlere sermiştir de, kendisi nar renkli şaraba bir türlü
doymamıştır.
Her an o avı avlanmak için
binlerce kutlu can feda eder de, canı gene de o ava doymaz.
Şekerkamışı gibi damağım,
sevgilinin dudağıyla şekerlerle dolmuştur, fakat ney gibi gene de ağlamaya,
inlemeye doy amaz.
Dedi ki bana: Neye karnın tok
senin? Senden başka dedim, ne varsa herkese, her şeye; fakat senin sahip olduğun
şeylerin hiçbirine doyamadım.
Gönül bir padişahın kadehine
bir türlü doyamadı gitti; o yüzden a Müslümanlar, ne şehri tanıy orum ben, ne
padişahı.
Senin havan bahar gibi, gönül
senin yüzünden bir bahçe sanki; zaten bahçe hiçbir vakit b ahara, bahar yeline
doyamaz ki.
Tebrizli Şems’in lûtuflarından,
keremlerinden nasıl utanıyorum? Dilerim can, şu utanc a, şu utangaçlığa hiç mi
hiç doymasın.
Neden böyle kuru dala dönmüşsün; sevgilinin yüzüne baksana. Ne
diye sararmış bir yapraksın, ilkbaharı seyretsene.
Rintlerin halkasına gir, en uygun iş bu; gir o halkaya da sonsuz,
tükenmez şarabı, sayıya sığmaz güzelleri, sâkîleri seyre dal.
Bil ki aşk, kararsız bir cihandır; seyret o cihanda binlerce
cansız, kararsız âşıkı.
Adını anmadığım, gizlediğim o padişaha ulaşır, kavuşursan, o
padişahın padişahlığı hakkı için onu padişahçasına seyret.
Gözüne sürme çektin mi bir kere daha yüzünü şu yana çevir de toz
dumanla dopdolu olan şu âleme bir bak.
Binlerce mürekkep isi, nedir bu? Gök. Renk renk dumanlar, sisler,
buğu buğu tütmede; seyret yeşilliği.
Sen güneşe, doğduğu zaman bakma; akşamüstü seyret onu, nasıl da
sararır solar,
utanır.
Ay da dilenmek için zembilini uzatır, doldurur onu amma on beş gün
sonra onu bir seyret, nasıl hor bir hale gelir, nasıl süzülür, erir.
Alım, güzellik denizine gel de buluşma madeni tarafına var; o
gerçek sevgilinin iki mahmur gözlerini seyret.
Rûhü’l-Kudüs onun merkebinin nalını öpünce şu hale bak, şu işi
seyret diye nal naralar atar, bir gör de bak.
Tebrizli Şems’in hilmi, rûhun suçlarını bağışlamazsa rûhun
utangaçlığını seyret artık.1341
Hakkımızda birisi bir şey mi söyledi, yoksa bu iyilik, kötülük,
kendiliğinden mi meydana geldi, bilmem; hoca henüz burda, sakalına bak da anla
artık.
Tuhafı şu ki hoca bir düzene başvurdu;
çocuktu, çocuk kaldı; halbuki sakalı karaydı, başka bir renge
girdi şimdi.
(s. 162) Söyleyeyim mi sana,
hoca yukardan, aşağıdan ne diye bahsetti durdu? Kendisi altüst olmadı da ondan.
Dört ayakla, iki ayakla
dünyanın çevresini döndü dolaştı amma deniz hiç başından aşmadı hocanın.
Hoca, kendince pek iyi bir hale
gelmiş, öyle sanıyor; halbuki hummay a tutulmuş hasta gibi, hattâ ondan da
beter.
Delil getirmede, inat etmede,
savaşmada aşırı vardıkça vardı; fakat candan, can zevkine dair delilden hiçbir
haberi yok.
Bahis yolu inattır, itirazdır,
delil getirmedir; gönül yoluysa baştan başa zevktir; şevktir, baldır, şekerdir.
Dudağından şeker istemeye
geldi, şeker mi
şeker dudaklarından bir iki
ölçek şeker ver.
Sen cömertlikte ara yücelmeyi, evet de, başka şey deme; bak da
gör, şekerkamışı bile şekerler vererek yüceldi, yükseldi.
Dudakların şekerin ta kendisi, şeker onlardan yetişip gelişmede;
şekerkamışlıklarından veresiye şekeri beklemiyor o dudaklar.
Şeker bile şeker yediğin zaman, o dudaklardan payını alır da dillere,
damaklara o yüzden tat verir.
Bugün iki dudağını yummuşsun, şundan korkuy orum ki senin derdine
düşer de, şeker şekerliğinden kalır, bir fayda vermez, bir tat vermez artık.
Dudaklarında ne de tat var; onların yüzünden şekerkamışı,
kavgasız, savaşsız, bütün bitkilere bey kesildi.
Ağzımı yumdum, böylece ağız açmadan şekerler çiğneyeyim de bu
yüzden canım hoş, tatlı bir hale gelsin.
Ay yüzlü sevgilinin başka sevgilisi yok, sen de ondan başkasını
sevme; cemalinin ne kıyısı var, ne ucu, sen de ondan dönüp bir kıyıya sığınmaya
kalkışma.
Apaçık bir av alanı, her yanda bir av var; arslanlar gibi gir
alana, erkek arslandan başka bir şey avlama.
Nefsin havası yulardır, halk da sanki develer; fakat sen o sarhoş
deveden başkasının yularına yapışma.
Her şeyin varlığı tozdan ibaret, aydınlık bizim ay yüzlümüzden
vurmada; Ay’a arkanı çevirme, tozun toprağın yoluna düşme.
Dünyayı sür önünden; o, senin definenin y ılanı; fakat sen onu
güzellikte tavus kuşu say, y ılan sayma.
Bütün halkı, bütün dünyayı, cıva gibi tutsalar da ayucuna koy
salar, sen aşkla cıvanın avcuna düş, karar etme sakın.
Gözlerin bağlı bile olsa el
yordamıyla bul, elindeki duyguyla anla; evveline evvel olmayan gül bahçesinden
gül devşir, diken değil.
O gülün kokusuyla açıldı
Yakub’un gözü; bizim Yusuf’umuzun kokusunu getiren rüzgârı da hor görme.
Can Yusuf’u kimdir? Tebrizli
padişah Şems; onun tapısından başka bir tapıya itibar etme.
CXXXV
Git, git, ayıplarla karışmış aşktan nefret ederim ben; git, git,
kızıl gülsün amma dikenlerle eş olmuşsun sen.
* Tanrı safîsi Âdem, cennette yurt edinmişti; fakat cennet,
yılanla eş olduğundan ayrıldı ondan.
Gökle yer arası, pek nurlu bir havayla doludur; fakat yerden toz
kopunca bu hava kararır gider.
Dost, senin düşmanınla oturmaya, düşüp kalkmaya başladı mı kaç
ondan; ateş gibi sıcak hava hararet verir insana.
Kendimi kıl çeker gibi hamurundan çekip çıkaray ım; çünkü gördüm
ben, şarabının zevkinde mahmurluk var.
Fakat ne edeyim, neyleyeyim ki gamın perçemimden tutar, çeke çeke
sana sürükler, getirir beni; gamın, ağzından ateşler saçan bir ejderhâdır.
Bin keredir, ok gibi o yaydan
fırlar, kaçarım, bin keredir gene o av tutan bakışlarına av olur, tutulur,
gelirim sana.
Büyü muskam sevgilinin hayalini
evime öylesine getirir ki o hayal hem gelmemek ister, hem gelmek.
Şu aman bilmez aşktan haberi
vardır da o yüzden gamın, ben yolculuğa çıkınca, dudak ucuyla gizli gizli güler
bana.
Tövbem, padişahlığına karşı
âdeta bir maskaradır; çünkü aşk, ne sabır nedir bilir, ne ibret alıp uslanır.
Söz söyleme, söyleyeceksen
sabırdan, tövbeden bahsetme; Mecnun’un tövbesine ait söz, sıkar, y aralar
adamı.
Gece, âşık için de ferahlıktır,
uzundur, hırsız için de; hele gel bakalım, gece geldi çattı, ikimiz de
girişelim işe.
Ben padişahın hâzinesinden akıykla inci çalayım, aşağılık bir adam
değilim ki bezzâzın kumaşını aşırayım.
Gece perdelerinin içinde lâtif hırsızlar var, hileyle sır evinin
damına bile yol bulurlar.
Gece yolculuğuyla yankesicilikten, padişah haznesiyle o nazlı
padişahın akıykını elde etmekten başka bir şey ummam.
Öyle bir yüzü var ki ışığından, yalımından gece kalmadı dünyada;
ne de mum ki güneşi yakıp yandırmada, Ay onunla ışımada.
Bütün dilekler kadir gecesi kabul olur; çünkü kadir, o yüceliği
senin gibi bir dolunaydan kazandı.
Her şey sensin, her şeyden öte ne varsa o da sensin; o da senden
ibaret; artık sana eşit ne olabilir ki birisinin hayaline gelsin?
Hadi, b ırak şu geniş alanı, kulağını aç da sana duyulmamış,
söylenmemiş bir hikâye anlatay ım.
Mesîh’i görmediysen üfürüşünü duy; mademki
akdoğansın, kanatların var, davulcağızın dövüldüğü yere uç.
Mademki kızıl altından dökülme
parasın, padişahın sikkesini, alâmetini kabul et; yok, kızıl altın değilsen
neden bunca altın kesecek makas var, ne lüzumu var bunların?
Define haline geldiğin zaman
bunu öğrenmedin mi, bilmedin mi? Nerde define varsa, gammaz o sırrı fâş eder.
Aç defineyi, hileye kalkışma,
çünkü kurtulamaz sın hiddetle, şiddetle, seccadeyle, zikirle, zahitlikle,
namazla.
* Hırsızlık ettin de geçtin
mescidin bir bucağına oturdun, zamanın Cüneyd’iyim, niyaz etmede Bâyezîd’im ben
diyorsun.
Çaldığın kumaşı geri ver de
ondan sonra zahitliğe koyul; arıklığı bahane etme, sesini y avaşlatmay a
yeltenme.
Sus, bahane bulmaya kalkma, bu
durakta gösterişin, hilenin, düzenin bir habbesini bile almazlar.
Tebrizli Şems’in devlet eteğine
yapış; yapış da olgunluğun onun lûtfuyla, onun himmetiyle bezensin.
Padişahım güneşe dedi ki:
Kendine gel, şu nazı bırak; sen yüzünü örtersen biz açarız yüzümüzü.
Bir an yüzümüzün parlaklığı
yalım yalım parladı mı, yüzlerce güneş kararır, geçip gidiverir.
Sana o kişi aldanır ki dostun
yüzünü görmemiştir; fakat beni gören, nerden şeni ululayacak, yüceltecek?
Seni altın makasıyla kesenden
kaçma, bulut altına girme; çünkü ben seni de yalvartır y akartırım, bulutu da.
Gerçi cihanın canısın, cihan
pek güzeldir amma ben bir cilveye kalkışır, güzelliğimi gösterirsem baş aşağı
olur gidersin.
Benim ışıklarla, nimetlerle
dolu binlerce
dünyam var; a aşağılık ekmekçi,
sen bana ne naz edebilirsin ki?
Kulları ekmekten de kurtarırım
ben, ekmekçiden de; yaşayışım, onlara yaşayış verir, uzun bir ömür ihsan eder.
Güneş’ten geçtik, kalk ey Zühre
yıldızı, şarap getir, meze getir, şekerkamışı getir, neye üfle, okşa onu.
Zaman sana uymazsa sen zamana
uy, koca sağrağı sun elimize, düzen ver çenge.
Bitkiler, cansızlar, canlılar,
hepsi sarhoş senin yüzünden; bir ancağız da şu iki üç yoksulun hatırını al.
Yaşayış da seninle hoş, ölüm
de; gâh şeker gibi dondur, kaskatı et bizi, gâh yak, yandır, erit gitsin.
Ay yoldaşım olduktan sonra
yolculuk, memleketimde oturup dinlenmektir bence; onun gölgesi altında y
okuşları çıkarım, inişlerden inerim, yürür giderim.
* Gökten duyuyorum; sonu hayırdır bu işin; sus, sonucu Eyaz’ın işi
de hayır oldu gitti.
CXXXVIII
Gel; yem lâtif, tuzağın zorundan korkma; kumar evine gir;
borçlanmadan ürkme.
Gel, gel, bütün erlerin kulakları sende; gel, gel, erlerin hepsi
de sana kul köle; korkma.
Gel, gel; öyle kadehle, öyle sâkîyle gel ki sorma o kadehi, sorma
o sâkîyi; gir, gir o selâmı güzel padişahın huzuruna, hiç çekinme.
Duymuşsun; bu yolda baş korkusu varmış, can korkusu varmış;
mademki sevgili ab ıhay at, korkma bu haberden.
Mademki aşk, zamanın îsa’sı, ölüleri arayıp duruyor; öl sen de
bizim gibi güzelliğine karşı onun, ürkme.
(s. 163) Sağrak büyük, ağır, fakat o hafif rûhlu, çevik; binlerce
kadeh olsa al elinden, çek gitsin, hiç korkma.
Arslana kul oldun; nasıl olur da kebapsız
kalırsın? Hiçbir hamdan tekme yemezsin, horlanmazsın, merak etme,
korkma.
Ayla eş dost oldun, bekçiden ne derdin olur ki? Cana sabah şarabı
kesildin; ürkme sabahtan, akşamdan.
Sevgilinin hayali, bir kadeh sundu bana, şu has kadehi çek de
dedi, ne ileri gelenlerden kork, ne aşağılık kişilerden.
Ona, oruç ayındayız, hem de gece değil, gündüz dedim; sus dedi,
can şarabı orucu bozmaz, korkma.
Bu durakta sana Halil’le Bâyezîd eş dost olmuş, hiç ürkme, çek şu
temkinli şarabı.
CXXXIX
Güzelim, yüzünü ekşitti de şekerin narhını ucuzlattı, değerini
azalttı; bilmem ki o ekşi kabakta sevgilimin ne çeşit şarabı var?
Mahsustan yüzünü ekşitiyor, yoksa ne tatlıdır, ne şirin canlıdır
o; bütün vücudunda bir tek kıl bile yoktur ki ekşi olsun.
Binlerce küp sirke onun yüzünden tatlılaştı; zaten tatlı güzel,
ekşi huyun ilacıdır.
Bizim ekşi hay-huylarımızdan gülmeye başladı da o ekşi hay-huylar
bir tuhaf, bir görülmemiş tatlılığa kavuştu.
Ekşi, dudak ucuyla, gizlice nasıl gülmesin ki, ekşi derede süt,
şeker ırmağının akmay a başladığını duydu.
Dün gece onun seli beni kaptı da, halk bal ırmağında şu ekşi te
stinin de ne işi var diye b ağırmay a başladı.
Evvelsi gün sevgili, o ekşi yüzlü nerde diye beni aramış; mademki
mahmur değildi, ne diye ekşi istedi canı?
Bensiz olarak çabuk çabuk, yerden yere gidip duruyordu; o ballar
balı, o şekerler şekeri ne diye ekşi ister, bilmem ki.
İhsanıyla ekşi boğazımı tatlılaştırmak için bir tabla helva almış,
bu kulu arıyordu.
Maksadı beni yok etmekse şaşılmaz buna; çünkü tatlı daima ekşinin
düşmanıdır.
Yanılma; yüzünü ekşitmesi, seni tapısından sürmek için değil;
senin gibi bir avı kıskandığından yüzünü ekşitiyor.
Kapıcı, beyin mevkiini kıskanır da ondan yüzünü ekşitir; damat,
gelinin güzelliğini kıskanır da o yüzden ekşi yüzlü görünür.
Balarısı gibi ballarla dolu binlerce kovanın var; canın için
vazgeç artık ekşi dedikodusundan.
îzinin tozu bile yok olan,
tamdır; ilk sağrakta işi tamamlananın işi iştir.
Bir gönlüm var ki aşk yolunda
harap mı harap; bir meyhane eri birden harap etti, yıktı gitti onu.
Aşkla de ki: Düşmüş, yerlere
serilmiş birini istiy orsan gel, öylesine düştü, yerlere döşendi ki dilersen
gel de kaldır onu.
Pek yakın gelme, uzaktan
seyret, çünkü korkuyorum, içindeki ateşin yalımları, seni de y akar.
Ateş sararsa seni, gözlerimin
yanına gel, inciler saçan gözlerimden sel sel yaşlar akmada.
* Gözyaşlarım boşandı mı beni
seyret de taşla Mûsa’nın, sopa vuruşuyla fışkırıp akan kaynağın hikâyesini
gözlerinle gör.
Seslen; onun hasta gözleri
şifalar veriyor; nerde bir hasta varsa gelsin, sıhhat çağı geldi diye bağır.
Dağa çık da, nerede bir gönlü
uykuya dalmış varsa, onun uyanık devleti, ona görüş verecek,
biliş lütfedecek, gelin, gelin
diye seslen.
* “Tanrı, kimin göğsünü
ferahlattıysa, açtıysa” âyetinin ışığı öyle bir mumdan gelir ki o mumun
nurlarının parıltısı, iki dünyaya da sığmaz.
Mademki Mansûr’a sevgilisinin vuslatı yüz gösterdi; gönlünü
temelinden darağacına vermesi yaraşır mı yaraşır.
Elbisesinden külâha benzer bir şey kaptım; fakat o, aklımı da
yaktı, yandırdı, başımı da, ay ağımı da.
Bahçesinin duvarı üstünden bir diken kırdım; o diken yüzünden
gönülde nasıl bir heyecan var, nasıl bir dilek; tarif edemem.
Bir seher çağı, şarabını içti de arslanlar avlar bir hale geldi şu
gönül; artık köpeğe benzer ayrılığının y arasını çekmeye lâyıktır doğrusu.
Gök tayı çok huysuzdur, çok sert görünür amma aşkının elinde,
boynuna yular takılmış çakala döner.
Nice gönüller, aşkından amana geldi amma o, onları sürüy e sürüy e
çekti, götürdü, aman vermedi, insaf etmedi onlara.
Soğuk bir günde, ırmakta bir post vardı, hem
de ırmağın ta dibinde; adamın birine, dal dedim, dal ırmağa da al
şunu.
Tamaha düştü, o ayı postunu
almaya geldi; fakat bu tamah onu ayıya giriftar etti.
Postu bırak da kurtul, git;
onun eziyetine düştün, onunla savaşmaya koyuldun, ne de uzun kaldın dedim.
Dedi ki: Yürü git, postun
sevgisi, öylesine tesir etti bana ki onun zorlu pençesinden kurtulma ümidi bile
kalmadı.
Her an beni binlerce dalgaya
düşürmede; âşıkı sımsıkı sıkıp duran pençesinden kurtulmay a imkân yok.
Sus, hikâye yeter, bir işaret
kâfi; akla uzun uzadıya, tomarlarca söz söylemeye ne hacet?
Gönül tandırında sesi çın çın
çınlamada, müziğe başlayışı, yıkık dökük yüreğimi heyecandan hop hop oynatmada.
Rebâbı kucağına aldı, külâhını
başından çıkardı, yere koydu; baş oynatmasını görünce gönül elden gitti.
Gönül, onun ibrişim tellerinden
mekik gibi dönmede; öyle fır fır dönmede ki o ibrişim bükenin gözlerine hem görünmede,
hem görünmemede.
Şu erganunun iki üç telini
biraz gevşek bırak; çünkü aklı halden hale sokan sesi pek tiz geliyor.
Bil ki beden toza toprağa
benzer, cansa onu tozutan yeldir; fakat canı bildiren, gene de toza benzeyen
bedenin hareketidir.
Can da bir toz sayılsa bu sefer
o tozun içine bir başka can gelir, hem öylesine bir can ki sesinden zerre zerre
bütün âlem raksa girer.
Cihan bir tandır, orda renk
renk ekmekler var; fakat ekmekçiyi gören, ne yapsın tandırı, neylesin ekmeği?
Gönlün raksı, içten de
değildir, dış âlemden de değil; canım feda olsun sana, nerde olursa olsun,
nerden olursa olsun okşa onu,
lûtfet ona.
Bir gece lâtife yollu dedim ki:
A gönül, Ay’a bak, Ay’da onun lûtuflar göstererek uçar gibi salınışına benzer
bir şey görüyor musun?
Güneş gizlenince onun yerine,
geceleri kıvılcımlar saçan bir mumcağız korlar, değil mi?
Gözlerini iki eliyle kapattı da
dedi ki: Gönül, padişahın kıskançlığını da bilir, nazını da.
Âşıka, onun sır âleminden bir
sestir geldi; aşk diyordu bu ses, Tanrı’nın Burâk’ıdır; süredur onu.
Tanrı kutlu etsin,
topraktakilere ne biçim bir yel esti ki onun nazındaki ate şte n bile su gibi
lûtuflar coşup fışkırmada.
Onun alıcı doğanına av olmak,
doğanının pençesine düşmek için Ay’dan balığa dek her şey güvercin şekline girdi.
Kuyumcumuzun aşkıyla, onun
makasındaki
lezzetle âşıkların beti benzi
sarardı, basılmış altına döndü.
Havayı, hevesi tozutan o havada
gönül kuşu bizden ne gördü acaba, neden böyle uçup duruyor?
Gönül kuşumuz, bâzı bâzı da
uçmaktan kalır; kim bağlar onun yüce kanadını, kim makas getirir de keser o
kanadı?
Söyleme; kıskançlık her an
elini dişleyip duruyor; sevgiliden utan, onun o işveli aşkından hayâ et diyor
yâni.
Kıskançlığından şikâyet ettim
de gülerek dedi ki bana: Seni neyle bağlarsa bağlasın, çöz, at onu, kurtul
gitsin.
Başını kaldır da kalk, zevk
safâ meclisine varalım; bedensiz can gibi bir an olsun zevkin, safânın kucağına
kavuşalım, zevkle safâ ile koçuşalım.
Ölümümden, ebedî zevke, ebedî
ömre ulaşacağımı haber aldım; ne Tanrı’dır ki ölümü ebedî ömür peygamberi
yapmış, onunla ebediliği müjdeliyor.
Varlığımızın göbeğini ebedî
işret adıyla kestiler; zevk safâ anasından bayram günü doğduk biz.
Sor bize; zevk safâ nedir, şu
zevki, şu safâyı terk etmek ne? Bu şekle bürünmüş zevk safâ, gerçek zevkin,
gerçek safânın kapısının dış halkasıdır âdeta.
Perdenin ardında zevk safâ
canlarının şekilleri var ki onların gölgeleri vurmada, zevk safâ perdesindeki
şekiller, o yüzden görünmede.
Altına benzer varlığını zevke
ver, safâya ver, gama verme; zevke safâya lâyık olmayan altının toprak başına.
(s. 164) Dur, gök neden dönüp
duruyor? Söyleyeyim sana: Onu zevk safâ yıldızının parıltısı döndürüyor da
ondan.
Dur, deniz, neden dalga dalga
köpürüp
coşuyor? Söyleyeyim sana: Onu
zevk safâ incisinin ışığı oynatıyor da ondan.
Dur, toprak neden huriler,
gılmanlar doğurdu? Söyleyeyim sana: Ona zevk safâ amberinden kopup gelen
rüzgâr, cennet kokuları verdi de ondan.
Dur, yel neden esinti esinti
gelip geçer gider? Söyleyeyim sana: Zevk safâ defterine yaprak y aprak, fakat
tezce gelmeni ister de ondan.
Dur, gece neden perdeler salıy
or? Söyleyeyim sana: Düğün var, dernek var, bürün zevk safâ çarşafına der de
ondan.
Beşin de, dördün de, yedinin de
sırrını söylerdim amma zevk safâ tavlasında bir iki oyunla yutuldum da söyleyemiyorum.
Hep beni övsün, beni sövsün,
başkasını değil; her ikisi de, hem de hamı, olgunu, ab ıhay attır bana.
Şarabının mahmurluğu mu daha hoş, sarhoşluğu mu? Canlarımız
ebediyen kadehi olsun onun.
Sitemiyle öylesine sarhoşum ki sitemiyle lûtfunu ayırt edemiyorum,
artık bana ne insafını, adaletini sor, ne lûtfunu, ihsanını.
Cefası, kaçıp giden canımı yemle, tuzakla tuttu da vefa kuşuna eş
etti gitti.
Canım gitmemek için çok bahaneler buldu amma b aht, devlet, o
bahtsızı adım adım çekti y anına.
Onun derdini bilip tanıyan, zevk, neşe istemez; onun adını duy
anın izinin tozu bile kalmaz.
* Düşünce hüthütleri, izinin tozunu bulup haber getirince
Süleyman’ın saltanatı benim olur; çünkü apaçık meydana çıkar o dilber, veresiye
değil, peşin olarak görürüm onu.
Periyle şeytan, onun yüce tahtını bilemez;
çünkü tahtı bakıştır, dünyasıysa can gözüyle görüş.
Can gözüyle görür, bütün
kuşların dillerini bilir; fakat hiçbir kuş, vehmiyle yol bulamaz onun diline,
hiçbir kuş onun dilini bilemez.
Parasının damgası her kapıya
vurulmuştur, ihsanı peşindir; fakat sen onu bugün elde edemezsin ki madeninden
bir koku alasın.
Onu görsen görsen rintlerin
halkasında görebilirsin; çünkü aşk girer aray a da onu tutar, o halkanın
ortasına getiriverir.
O yandan uçup gelen gönül, olsa
olsa onun okudur; yoksa erlerden kimdir onun katı yayını çekebilen?
Aşkının sâkîsi kime şarap
sunduysa, kim o sâkînin elinden şarap içtiyse gene ona o şarabı sun, doldur
kadehi, ver;
Çünkü o şarapta hiç sarhoşluk
belirtisi yoktur; bunun için sakın o sâkîyi hilebaz zannetme. 35
Tebriz’in övündüğü Şems’ten
şarap
sunulmada; canla gönül, nasıl
olur da her an kul köle olmaz ona?
CXLVII
Gel, gel ki sen semâ’ın canının canına cansın; semâ’ın soyuna
sopuna, semâ’ topluluğuna binlerce aydın mumsun.
Yüz binlerce yıldızın gönlü senin yüzünden aydındır; gel, semâ’
göğüne doğan aysın sen.
Gel ki can da güzelim yüzüne hayrandır, cihan da; gel ki semâ’
âleminde şaşılacak bir güzelsin, görülmemiş bir yaraşıksın sen.
Gel ki sensiz aşk pazarında peşin bir alışveriş y oktur; gel ki
semâ’ madeni senin gibi bir altını görmemiştir.
Gel ki iştiyak çekenler kapında oturakalmışlardır; semâ’
merdivenini daya aşağıy a, in damdan.
Gel ki aşk pazarının parlaklığı dudağından gelmede; şu semâ
dükkânında da paralı bir güzel var.
Anlam peşin paralarını Tebrizli
Şems’ten getir; çünkü dudağının aşkıyla semâ’ın ağzı açık kalmıştır.
Gel, gel ki sen semâ’ın canının
canına cansın; gel ki semâ’ bahçesinin yürüyen servisisin sen.
Gel ki senin gibisi ne ge
lmiştir, ne gelir; gel ki semâ’ın gözleri senin gibisini ne görmüştür, ne
görür.
Gel ki güneş kaynağı bile
gölgendedir senin; semâ’ göğünde binlerce Zühre’n var senin.
Semâ’, açık, düzgün, yüzlerce
dille sana şükretmededir; semâ’ın dilinden bir iki nükteceğiz söyleyeyim bâri.
Semâ’a girdin mi iki dünyadan
da dışarı çıkarsın; semâ’ın şu âlemi, iki âlemden de dışarıdır.
Yedinci göğün damı yüce bir
damdır amma, semâ’ merdiveni bu damı da aşar, geçer, bu
damdan da yücedir.
Ondan gayrı ne varsa ayağınızın altına alın, vurun ayağınızı, ezin;
semâ’ sizin malınız mülkünüz, siz de semâ’ın malısınız, mülküsünüz.
Aşk, kollarını boynuma dolarsa ne yapabilirim ben? İşte böylece,
semâ’ ederken kucaklarım onu, bağrıma basarım.
Zerrelerin kucakları güneş ışığıyla doldu mu, hepsi de semâ’ın
feryadı olmaksızın oyuna girer, oynamaya koyulur.
Gel ki Tebrizli Şems, şekle bürünmüş aşktır; semâ’ın ağzı aşktan
açık kaldı gitti.
CXLIX
Gel, gel ki savaş arslanlarının arslanısın sen; ormanlıktan çık da
saflar yar.
Seni överlerken neler derlerse, neler söylerlerse hiçbiri yalan
değildir; sana ait ne söylerlerse doğrudur, hiçbiri kuru lâf değildir.
Acaba bir kere daha şu gözlerim görecek mi; sen tahta geçip
kurulmuşsun, padişahlar da çevrende el pençe dîvân durmada.
Fakat sen gene kendi makamındasın, hattâ yerin dediğimden de
üstün; ancak ayrılıktan gözlerimde fer de kalmadı, arılık da.
Yürü be dokumacı, git be örücünün gayreti, istediğiniz kadar perde
dokuyun, örtü örün; onun yüzünün yalımları hiçbir türlü gizlenmez ki.
Sen de gönül aldatırsın, senin hakkındaki övüşler de gönlü
aldatır; evet, bu böyle; fakat gönlümdeki ateş, seni övmemi b ıraktırab ilir mi
bana?
Âşıklar dünyada canlar feda ettiler sana; bense canımı feda ettim,
üstesine canımın canını da uğruna verdim.
Devlet, ikbal Kâbe’si canımdır amma binlerce can Kâbe’si, senin
çevreni dönmede, seni tavaf etmede.
Öyle bir gam içindeyim ki ağzımı yummuşum, sırrını söylemiyorum;
çocuklar da ana karnında göbeklerinden gıda alırlar.
Sen aklın da aklısın, bense hatalarla dopdolu bir sarhoşunum ki
senin, aklın aklı yanında elbette sarhoşun suçuna bakılmaz, hatası bağışlanır
gider.
Benim mahmurluğumu gidermeye denizler gerek; senin sarho şun
sağraklarla, testilerle kanmaz.
Senin aşkından başka bir yerlere sığamıyorum; aşk
Zümrüdüanka’sının yeri ancak Kafdağı’dır.
Kendi sözüme, kendi soluğuma âşık değilim
amma yüzlerce defa, binlerce defa gamından bahsettim mi sözümden,
soluğumdan senin kokun geliyor.
* Bin kere Liîlâfi sûresini okusalar vücudumun cüzleri senden
başkasıyla uzlaşamaz, senden başkasını sevemez.
Yüzünün aşkına dalmışım, bu aşkla gözümün nuruyla ahdetmişim,
sözleşmişim; kulağımı geçmişlerin hikâyelerine açmayacak, hep güzel yüzünü
seyredip duracağım.
Tebrizli Şems’in hallaç yayıyım ben, şu hallaç dükkânına ateşi
düştü onun, tutuştu pamuklar.
CL
O ağızdan ballar, şekerler yağdıran sevgili, yolda beni gördü de
terütaze şiirler söyle, çek şu eski şarabı dedi.
Ne çare, ne derse yapmam gerek, yaşayışa, o akıyk madenine nasıl
isyan edebilirim?
Sâkînin kulu kölesiyim, onun işvesine av olmuşum, tutulmuşum;
sarhoşluk, yaşayışın tadı tuzu, şarap da ne güzel arkadaş, ne hoş yoldaş.
Bir bölük halk var; âşıklıktan, sarhoşluktan geceleri muma
dönmedeler, gündüzleri güneşe benzemedeler; ne de güzel bir zümre bunlar.
îyiye, kötüye ait ne isteğiniz varsa sizin olsun; y alnız sâkînin
konup göçtüğü y erlerle şarap kadehi benim olsun, y eter bana.
O lâ’l renkli şarabı sun ki kıvılcımı bile rûh madenlerine
binlerce co şkunluk verir, y akar, y andırır canları.
Lâyık mıdır, senin gibi bir güneş varken yeryüzünde gölge
bulunsun? Lâyık mıdır, senin gibi bir sâkî varken zamanede darlık olsun,
sıkıntı bulunsun?
Devenin çöz ayağını, yırt akıl bağlarını, dünya tutsaklığından
sıçra, yudum yudum şarap iç de kurtul şu tutsaklıktan.
Devenin dizindeki bağ çözüldü mü uykuya bile dalsa gerçekler âleminde
uçar durur.
Dağda, ovada, denizde, karada ko şmay a koyulur; bunu aklının
miktarınca söyledim, derine gitmiyorum.
Aşkın olgunluğu, sevenle sevilenin birleşmesindedir, beri gelin;
yağla unun bir daha ay rılmay acak kadar karılmasından meydana gelen bulamaç
gibi karılın, katışın birbirinize.
Toprak tertemiz gerçeklerle birleşti mi bu başarı, bu olgunluk
yüzünden melekler bile ona karşı şükür secdesine kapanır.
(s. 165) * Tatar, dünyayı savaşla yıktı amma yıkık yerde senin
definen olur, ne diye gönlümüzü sıkalım, ne diye daralalım?
Dünya kırıldı döküldü, sen de gönlü kırılmışların dostusun; senin
sarhoşun nerden utanacak bu çeşit kırılmadan dökülmeden?
Felek, buyruğundan sarhoş olmuş, gece gündüz dönmede; yeryüzü
definenden sevinmiş, bu sevinçle şaşırakalmış.
Lûtfun, ihsanın geldi, fakat kapıdan bir yol bulup giremedi; bu ne
kerem ki salkım salkım pencereden sundun onu.
Duymuşuz; padişahlar savaşıp ülke alırlar, mal mülk alırlar; fakat
padişahların savaşla, zorla ihsanda bulunduklarını görmemişiz.
Taştan kaynak fışkırtmadasın, gel diyorsun, a taş gibi donakalmış
kişi, ihsanımı elde et.
Yüzünü, gözünü öpmek, seni
koçmak için gönül aynasının yüzünü aşkla silmek, kirden pastan arıtmak gerek. 36
Bu yüzle pas arasında bir tuhaf
ilgi var; fareyle kaplan arasında gizli bir bağ, gizliden gizliye bir ilgi var.
37
Ağzını kapa da gönül ağız
açsın; timsah gibi iki düny ay ı da bir lokma yapıp yutuversin.
Biz binlerce fersahlık gönül
yoluna düştük mü, gönül iki adımda boylayıverir o yolu, fersah nerde kaldı?
Tebriz’in övündüğü Şemseddin,
bizi aramıyorsa aşkının gamı ne diye başımıza dikilmiş, çavuşluk edip durmada.
Ayrılığın kuvvetle bir taş attı
başıma; ondan sonra her yandan başıma taşlar, topaçlar y ağmay a başladı.
Her yerden başıma binlerce taş
geliyor; fakat güzel huylu sevgilinin elinden gelen taşa benzemiyor bunlar.
Senin güzelim aşk mutfağından
bir koku vardı bende; ayrılık, kara bahtım yüzünden o kokuyu da taşlıy or.
Biliyorum, senin elinden gelen
taş, lâ’l kesilir; istersen sınamak için eline bir taş al da bak.
Lûtuf bakışın dağa taşa düşse
hepsi de altın olur, dünyada bir tek taş yok mu, nerde derler.
Cömertlik elini açar da dağı
geliştirir, semirtirsen, dili damağı kurumuş arıkları durmadan geliştirir,
semirtir o dağ.
Lûtfeder de dünyaya bir kerecik
bakarsan, taş bile terler, su kesilir de Fırat ırmağı gibi yüzlerce ırmak
akıtır gider.
Taş senin abıhayatınla ıslansa
canlanır da misk ceylanı gibi içi misklerle dolar.
Şu sırça gönüle lûtfet de bir
bak, çünkü vuslatından canla, gönülle bir taş istey ip
durmada o sırça.
Ayrılık sopan, sanki Mûsa’nın sopası; iki taşa benzeyen
gözlerimden sular akıttı.
Bahtımdan bu; gönlünde demirden bir settir çekildi; zaten demirden
ancak taş ayna doğabilir.
Şimdi ayrılıktan bağrıma taş basacağım amma varın Tebriz’e de onun
yanından taş getirin bana.
Tebriz’de taşlara o kadar yüz sürdüm ki her y andaki taşlar,
yüzümün izini gösterir sana.
Kızsa da saçının telince canıma, gönlüme taşlar yağdırsa gene
ondan vazgeçmem, gene onun aşkından dönmem.
Yolunun toprağı nerde? Taş, Şemseddin’in eşsiz kereminden o
toprağa ulaşmayı dilemede, onu rica etmededir.
Candan ettiğim dua şu: Canım feda olsun sana; dua edenin başına
herkes taş yağdırsa gene bu duayı eder dururum ben.
Dostun savaşı seçiyor, sen de gir savaşa; çünkü köpek boyuna
havlar, baş ağrısı verir insana, taş atma köpeğe a kardeş.
Kendine gel, kendine, bu, aptalın biri, öbürü, şaşkının ta kendisi
dedirtecek kadar da sersemleşme.
Sinek kovmayı bilmeyenin eli varmış; neye yarar? Tembellikten
tahtakurdu bile o çeşit adamın gözüne kaplan görünür.
Ey dileği canlarda tüten, aşkı gönülleri zapt eden, esenlik sana.
Ey ucuza kul köle satın alan, esenlik sana.
Ey milyonlarca canın, milyonlarca rûhun her y andan, esenlik sana
diye seslendiği güzel, esenlik sana.
Şu kanlarla dolu mektupları okuduğun zaman şu bildiğin selâmını da
oku; esenlik sana.
Salına salına gidiyorsun, Güneş’le Ay da peşine düşmüş, boyuna
koşup duruyorlar, boyuna, a güzel yüzlü diyorlar, esenlik sana.
Binlerce göz, her an ayağının bastığı toprağa haber gönderiyor, a
tutya diyor, esenlik sana.
Kulağın herkesten fazla keskin; her solukta gayb âleminden,
peygamberlerden sesler geliyor sana: Esenlik sana.
Kuru kuruy a da selâm o lmaz ya, hele padişahlardan gelirse
esenlik sana sözüyle binlerce elbise, binlerce armağan da gelir.
Nitekim Tanrı da miraç gecesi Mustafâ’ya mutlak nuruyla selâm
verdi, esenlik sana dedi.
Ne nurdur o ki ışığı uzadıkça uzar gider; ululuk ıssı da esenlik
sana deyince böyle der; selâm verince böyle verir.
Bunların hepsi geçti dostum, şimdi b aştan geçeni dinle, amma söze
başlamadan önce de esenlik sana.
CLV
Gel ey zevke, neşeye yardım eden, gel; gel ey sıkıntıları gideren,
kilitleri açan, gel.
Mihnet, sıkıntı gecesi yüzünü görmek, tanyerini ağartır;
cömertliğinin sâkîsi, yoklukta- yoksullukta adama devlet, ikbal iştahı verir.
Gel, sen İsa’sın, ölümüzü dirilt; gel, Deccâl’ın gözünü defet
bizden.
Gel, sen Davud’sun, zırh yap; canımızı kötü insanlardan koru. 38
Gel, sen Mûsa’sın, kötülük denizini yar da işi gücü kötülük olan
Firavun boğulsun gitsin.
Gel, Nuh’sun sen, bizse tufana dalmışız; Nuh’un gemisi korkulu
günler için hazırlanmadı mı?
Onlar, sıfatlarını görürler de insan sanırlar seni; onlar gibi
niceleri üstünlüğünü anlamaz senin; üstünlüğüne eş, eşit yoktur zaten.
Senin yücelerden yüce varlığın hakkında dünyayı dileyen, dünyaya
gönlü kaptıran, ancak hayallere düşer; senin varlığın zuhur ederse zaten onun
dünyası yok olur gider, kalmasına imkân da yoktur. 39
O tertemiz yüze, göze daldım da kendimden geçtim a gönül; dedim
ki: Ne de güzelsin Allah için, Tanrı güzelliği var sende a gönül.
Binlerce güneş, binlerce göz, binlerce ışık kuldur köledir sana;
canlar senin ışığından mey dana gelen gölgelerdir a gönül.
Güzelliğin bir sonu var, ordan ötesi yoktur artık; halbuki senin
güzelliğin sonu da aştı, haddi de a gönül.
Cin, peri, huzurunda hizmet kemerini kuşandı; melek de, yıldızlar
da, gökyüzü de sana secde ediyor a gönül.
Hangi gönülde, senin kulun kölen olduğuna
dair bir dağ, bir damga yok? Hangi dağ var, hangi gam var ki ona
devâ olmayasın a gönül?
Zevâli olmayan defineler buyruğunda senin; yokluk âleminde hangi
define var ki senin olmasın a gönül?
Yanıp yakılanlara bak, yüz çevirme onlardan; çünkü bakışında yanıp
yakılmayı gideren ne Kevserler var, ne devâlar var a gönül.
Şu Ay dedim, Tebrizli Şems’e benziyor; gönül, o nerde dedi, bu
nerde a gönül?
Buluşma güneşine iki gözünü de açtıysan ağ gerçekler göğüne, artık
hayalden bahsetme.
Karanlığın da ardında, ay dınlığın da ardında, ululuk nurunun
ışıkları içinde, zerreler gibi oynayıp duran yıldızları seyret.
Gerçi zerre o güneşe ulaşamaz amma ışığının p arıltısıy la nur
kesilir ya.
Hizmette kaş gibi boyu bükülen gönlün
bakışından yüz binlerce olgunluk gözü açılır.
Gönlümün halini sorma, ağzını yum; Allah bilir, sevgilinin
dudaklarıyla arasında ne oldu, ne hale düştü.
Gönlümü göstermeye kalkışma, şimdi bildiğin gönül değil o; bu
kanatlarla padişahın devlet kuşlarının yanına uçmaya heveslenme.
Herkes yarasına tuz ekildiğinden dolayı feryat ediyor, bense
dudaklarındaki tuzluluktan ay rıldım da bu yüzden feryat ediyorum, vebal içinde
vebale düştüm bu yüzden.
Tebrizli Şems’in vuslatı mülk oldu bana da ne hal hilesi kaldı, ne
söze iltifat.
Kutlu olsun o güzellik, o ululuk sana; binlerce âşık ölmüş, varsın
ölsün; hepimizin kanı helâl olsun sana.
Huzurunda, a güzel huylu, ateşe benziyoruz biz, bir an bizi
yakıyor, parıl parıl parlatıyorsun,
bir an söndürüp gidiyorsun.
(s. 166) Gönül sudur, beden testi; testinin kırılmasından
korkulur, fakat su aslına gitti mi, testiyi kırılmış say.
Seni nasıl aldatayım, nasıl çuvala koyayım seni? Hilenin, düzenin
ta kendisisin; her düzencinin ışığı sensin.
Çuvala sığmazsın, tuzağı yırtarsın; arslanın çuval içinde
gittiğini kim görmüştür?
Kedi değilsin ki çuvala giresin de bağlanasın; arslan bile senin
huzurunda kuy ruğunu kuma vurup durmada.
Candan, gönülden binlerce güzelim şekiller bitip beliriyor, çünkü
aşk bulutun eşitsiz, örneksiz inciler yağdırdı.
Bak neye benziyor bu? Hani gökten yağmur y ağar da ırmak, havuz,
arı duru su habbe habbe kabarır.
Derken yere siner, yeri de kabartır, o kabarcıklardan da yeniay
doğar gibi güller,
menekşeler, nesrinler, sünbüller biter.
Ya bunlardan, aşk bulutunun yağdırdığı incilerden ne biter, kimler
meydana çıkar, dur, sana söyleyeyim; çünkü o kabarcıkların dibinden çın çın,
halhal seslerini duydum.
A âşık, şeriat sahibi Ahmed’in hırkasını al da her an Bilâl’in
canından aşk salâsını duy.
Beni bırak da ey aşk, şaşılacak şeylerini söyleyeyim; sözle halka
gayb âleminden bir kapı açayım.
Huzurunda hepimiz de içi boş davula benziyoruz; sen tokmağı
vurunca feryada geliyoruz.
* Davul, “Âdemoğullarını üstün ettik” kanadıyla nasıl uçmaz? Hele
senin gibi bir padişah, onu çalarsa.
A Tebrizli Şems, sen dünyanın güneşisin zaten, fakat daimî bir
güneşsin, zevâli olan güneş değil.
Seher çağı, bal denizi haber verdi bana; o güzelim ceylan
gözlerinle bak da seyret dedi, dalga dalga coşup köpürmede bal denizi.
Şu üç günlük ömrü olan yere, suyun sesinden başka bir şey gelmez;
fakat o ses de sonucu, yapacağını yapar.
Çalgı çağanak sesi, su sesidir; susuzlar o sesi duydular mı oy
namay a başlarlar; azar azar bu sesten hay at bulursun sen.
Su sana der ki: Benden yetiştin, benden geliştin; gene bana
gelirsin; önce nerdeysen döner dolaşır, sonunda gene oraya varırsın.
Canına, başına and olsun, bu su kelin başına dökülse miskten
binlerce büklümler çıkardı o dazlak baştan.
Bu şarap suyla karışmaz; şarap içen boyuna mahmurluk çeker; bu su
mahmurluk da vermez; sen sen ol, acele etme hele.
Tüm rahmet gizlice can kulağına
dedi ki: Ne istersen yap, yalnız bizden kesilme, bizi unutma.
Sen bizimsin, bizde şeniniz;
tıpkı gözle gündüz gibi hani; ne diye kucağımdan kalkar da boyuna yanılan,
boyuna kötü işlere dalan kişilerin yanına gidersin?
Gönül dedi ki: Senden
kırılmaya, sana darılmaya imkân mı var? Davul çalan olmadıkça davul nasıl ses
verebilir?
Bütün dünya davuldur, davulcu
ancak sensin; bütün yollar zaten kapanmış, seni bırakıp da nereye gidecekler
ki?
Cevap verdi de dedi ki: Kendini
davul say; gâh davulcu, gâh davul olmaya kalkışma; bu aşağılatır insanı.
Can kımıldamadıkça şu çaresiz
beden kımıldayamaz; at hareket etmedikçe üstündeki çul oynamaz.
* Gönlün Tanrı arslanıdır,
nefsinse at; nitekim Tanrı arslanının bineği de Düldül’dü.
* Akıl alanı Düldül’e dar geldi de o daracık alandan sıçradı,
“söyle” alanına vardı.
Ne diye heyecandasın, ne diye
aklın tereddütler içinde; halbuki âşıksın da; hem de dikeninden o gülün
biteceği zaman geldi çattı.
Şu gamdan yüzünü ekşitmiş amma
geceysen seher çağı geldi, mahmursan şarap sunulacak diye müjdeler de duydu.
* Senin ah, vah edişinden Tanrı’nın rahmet denizi kabardı, coştu; y
o llara düşen emelin Âmul’e vardı, erişti.
Her şevkin, sayesinde şevk
verene döndüğü dem geldi; boyna vurulan her tutsaklık halkasının, lûtfuyla
gerdanlık kesildiği padişahlık geldi.
Halden hale giren şu varlık, bu
leşten kesildi, ayrıldı; Tanrı gölgesi, güneşe vurdu da orda bile bir
gürültüdür kopardı.
Geç bunları, hepsini de bir
yana bırak; sevgili vakitsiz geldi, gerçekten de gecem kadir gecesi, geceme
(Leylâ’ya) de ki: Ömrün uzun olsun,
yaşadıkça yaşa.
* Gayb âleminden vahiy gelmeye başlayınca kulak kesil;
Peygamberler Ulusu da kulaklar baştan sayılır demiştir.
Çayırlığın, çimenliğin bülbülüsün, fakat Tanrı’nın ihsanıyla
çayırlık çimenlik, bağ bahçe, yel, hattâ yüzlerce bülbül olabilirsin.
Âlemdeki olaylara, kısaslara, savaşlara bak da Tanrı’yı gör;
parmakların işlediği sanat eserlerine bak da akılları seyret.
Akıllı biri sarhoş oldu mu susacağını umma; aç adam ekmek buldu mu
yeme deme.
Sözden, harften geç de su gibi nakışlar kabul eder ol, şekilden
şekle gir; çünkü harf de dünyadandır, ses de; dünya da zaten bir köprüden ib
arettir.
Ululuk eşiğinden şekerler gibi bir ses gelir, gel der cana da can
nasıl uçup gitmez?
Karaya düşen balık, nasıl
çırpınmaz, nasıl hemencecik kendini suya atmaz? Arı duru denizden dalga sesleri
gelip durur kulağına.
* Davuldan, tokmaktan “geri dön
de gel” sesini duydukça alıcı doğan, nasıl olur da avdan kalkıp padişaha
gelmez?
Canları zevâlden kurtaran
varlık, ebedîlik güneşinin ışığında her sûfî nasıl olur da zerreler gibi raksa
girmez?
Bunca letafetiyle, bunca
güzelliğiyle, bunca can bağışlamasıy la gene de ona vurulmay an kişi ne de kötü
kişidir, ondaki sapıklık ne de kötü bir sapıklıktır.
Kafesten kurtuldun, kanatların
açıldı; uç, uç hele a kuş, uç geldiğin yere, yurduna uç.
Tuzlu sudan abıhayata doğru
yola düş; eşik dibinden kalk, can meclisinin başköşesine geç, kurul.
Git, git a can, biz de şu
ayrılık âleminden o buluşma, kavuşma âlemine varıyoruz zaten.
Çocuklar gibi niceye dek şu topraktan yaratılmış dünyada eteğimizi
tozla toprakla, taşla, çakılla dolduracağız?
Toprağı elden bırakalım da gökyüzünün yücelerine uçalım;
çocukluktan kaçalım da erlerin meclisine varalım.
Bir bak da gör, topraktan yaratılmış beden, seni nasıl da çuvala
koydu; çuvalı yırt da başını çıkar hele.
* Sağ elinle havadan inen şu defteri bir tut; çocuk değilsin ki
sağını solunu bilmeyesin.
Tanrı, akıl çavuşuna hadi dedi, ayağını kaldır; ecelin eline de
hadi dedi, hırs kulağını bur.
Cana ses geldi: Gayb âlemine yürü; yürü de mala, defineye kavuş,
artık zahmetlere düşüp ağlamaya, inlemeye koyulma.
Sen söyle, sen seslen; padişahsın sen; cevap verme lûtfu da sana
mahsus, soru sorma bilgisi de sana ait.
Güzelim ansızın geliverirse; ne
bahttır bu; güzelim, güzelleri ateşlere yaksa; ne devlettir bu.
Hani dün de güzelliği binlerce
tövbekâra tövbelerini bozdurmuştu; bugün de gelip çatsa, ne talihtir bu.
Âşıklar bölük bölük, katar
katar onu görmek ümidiyle oturmuşlar; lûtfetse, kerem buyursa; ne bahttır bu.
Kılıçlar, silahlar kuşanmış
ayrılık ordusunun içine dalsa vuslat ordusu, bayrağını yüceltse; ne devlettir
bu.
Binlerce güller açtırır,
öylesine güller ki dikenler bile sarhoş olur; gam bile güler mi güler; bu ne
devlettir.
Obur kişinin inadına sofra
kurar, nimet döşer de gönül karnı aç olmadığı halde binlerce kâse yemek yer,
şarap içer; bu ne talihtir.
Aşk el attı mı beden
çevikleşir, tez olur; elsiz- ayaksız, gökyüzünün çevresinde ko şar durur, ne
devlettir bu.
Seher çağı, padişah Şemseddin,
dünya güneşi gibi hademsiz, haşemsiz geliverse; ne devlettir, ne talihtir bu.
CLXIII
Şartlar koştuk, sınadık; fakat bütün şartlardan vazgeçtik, hepsini
de ucuza sattık gitti.
Yerin bir bucağı gökyüzüne döndü amma parça parça bütün yeryüzünü
gök haline getirmedik.
Gökyüzünün damı pek yüce amma bu yücelikten ne gam yiyorsun? Biz
merdiven verdik sana.
Çaresiz bedenini gamlarla yay gibi büktüysek, sana kanat veririz
de ok gibi fırlar, gökyüzüne uçarsın.
Can, bedene yardımcı kesildi de yoğunlaştıysa gene onu lâtif bir
hale getiririz, gene can haline sokarız onu.
(s. 167) Şeytan bile olsan biz şeytanı melek yaparız; kurt bile
olsan biz kurda çobanlık ettiririz.
Bir balıksın sen, sonucu bal
denizine kavuşacaksın; fakat biz binlerce defa o balı ağzına çaldık, tattırdık
sana.
Yüce bir dalda arık bir kuşsun
amma bu kutluluk ağacında yuva kurduk sana.
İki âlemin de malını mülkünü
al, çünkü mülk sahibi biziz; korkma, gel meclise; belimize kılıcımızı kuşandık
biz.
Binlerce zerre bu kutbun
yüzünden güneşlik elde etti; nice kalp kesintileri altın madeni haline getirdik
biz.
Şu girdap içinde can suyu
bulandıysa ne çıkar? Seller akıttık, yardımlar ettik de onu arı duru bir halde
y ürüttük gitti.
Nice buzları kerem güneşiyle
çözdük, bir güzelce akıttık gitti.
Ne diye açılıp gülmüyorsun, ne
diye yaprak gibi titreyip duruyorsun? Neden ümidin yok bizde, kime ziyan verdik
ki?
Ağaç yaprağı gibi tir tir
titreyen yasakçıyı
sonucu seçtik de bahçıvan
diktik.
* Gayb âleminden, Rabbiniz değil miyim dedim, sen, evet dedin;
gayb âlemini açığa vurduğumuz zaman ne oldu o evet deyişin?
Gerçeğin eteğine yapış da hemen can bahçesine gel; çünkü biz senin
o evet deyişini bağ bahçe haline getirdik.
Sus, baştan başa dil kesildin; biliyorsun ya, dilin dil değilken
onu dil haline getiren de biziz.
Yeryüzünü, gökyüzünü selâmla doldursak, köpeklerinin gezdiği
yerlere ham gümüş döşesek,
Her seher çağı, senden uçup gelen devlet kuşuna candan, gönülden,
gözden tuzaklar kursak,
Binlerce tertemiz gönlü, her yol başına diksek, ellerine kanla
dolu bir mektup sunsak da her biriyle sana haber yollasak,
Gümüş, altın gibi tertemiz,
has, halis bir halde, senin için, senin ateşinin ortasına geçip otursak, o
ateşi yer yurt edinsek.
Noksan sıfatlardan arı tertemiz
zatına and olsun, bütün bunları y aptıktan sonra da gene ne y apalım, hangi işi
edelim diye her yana bakar dururuz.
îşin sonucu şuna vardı, şu
karara vardık: Kendimizi daima, tamamıyla hayran bir hale getirelim, şaşırıp
kalmış desinler bize.
Şaşırıp kalanlardan şarap
sunulduğu zaman da bir sırça yurdu olan gönül evinde yüz binlerce kadeh
hazırlayalım.
O gümüş bedenli güzel,
dengimizi kucaklayınca biz de sert, serkeş bir tay olan feleği ona râm ederiz.
Canın özü o şaraplardan coşunca
dünyanın dört bucağını iki adımda boylayıveririz.
Tebrizli Şems’ten bir yüzük
aldık mı binlerce padişahlar padişahı oluruz, binlerce beylerbeyi
kesiliriz. 40
Gamlara batmayayım, gene sevgilinin bulunduğu yere gideyim; o
cennete, o gül bahçesine, o çayırlığa çimenliğe varayım.
Yapraklar döken ayrılık güzüne doydum, bıktım, usandım, ebedî gül
bahçesine, daimî serviye gideyim artık.
Ben, şu insanlardan sayılmam; elveda, elveda; mezelerin verildiği,
sayısız sağrakların sunulduğu meclise gidiyorum ben.
Balık suya kanmaz, ne yapayım ben? Su gibi secdeler ederek ırmağa
doğru gidiyorum ben.
Sonucu, tutulduğum aşkın gamı, çeke çeke götürecek beni; şimdi
dileğimle gideyim bâri, bu daha iyi.
Padişahların padişahlığı, debdebeleri bile aşk vergisi; aşka koy
ulmay ay ım da hangi işe güce koyulay ım?
Duymuşum, güzeller beyi ava çıkmış; arıkım amma gene çayırlığa,
ormanlığa gideyim.
Aşk arslanı, tazılarını avlanmaya gönderince gönlümdeki aşkla,
tazısının ağzına giderim.
Mademki şimdi kutluluk Burâk’ına bindim, muradına ermiş padişahın
sancağının bulunduğu yere gideyim bâri. 41
Aşk dünyası, bir padişahın bayrağının altındadır, orda yalnız o
padişahın buyruğu y ürür; mademki ben de aşk tebaasındanım; o diyara gideyim.
Öylesine biriyim ki gözümde can da hor, hakir oldu, cihan da; o
cihana, o tozsuz topraksız cana gideyim artık.
Orda beden tozu yoktur, can Ay’ı vardır; o göğe şimşek gibi çakıp
gitmem değer mi, değer.
* Hilim sahibi Kelîm’sem o ağaca varayım; ulular ulusunun
Halil’iysem o kıvılcımlı ateşe gideyim.
Sus, şu dostlar, nasıl olur da susuzluğumu
kandırır? Meğerki bunları bırakayım da gerçek dosta gideyim.
* Doğuların, batıların övündükleri
Tebrizli Şems’in civarı Adn cennetidir, oraya gideceğim ben.
Şarap sun, mahmurluğum var;
Tanrı giriftâr etti beni, o yüzden bu çeşit tutkunum, o yüzden bu çeşit düşkün.
Şarap sun, güneşin bile
kıskandığı kadehi sun aşkın canı için, çünkü aşktan başka her şeyden usandım,
bıktım.
Şarap sun, o şaraba can bile
desem y azık olur doğrusu; sebebi de şu ki candan baş ağrılarına uğramışım ben.
Sun o şarabı ki adı bile şu
ağzıma sığmıyor, onun yüzünden sözlerim parça buçuk bir hale geliyor.
Sun o şarabı ki onsuz
ahmaklaşırım, bir
şeycikler bilmez olurum; fakat
onunla beraber oldum mu yiğitlerin, vurucu-alıcıların padişahı kesilirim.
Sun o şarabı ki bir an başım
onsuz kaldı mı bozpusarık, kapkara kesilirim, sanki kâfirlerden biri olurum.
Sun o şarabı ki o kurtarır beni
şu sun-sunma demeden, tez sun, nerden getireyim, nasıl sunayım diye savma beni.
Sun da uzun gecelerde
tükenmeyip giden feryadımdan kurtar gök kubbeyi artık.
* Sun o şarabı ki onun yüzünden, ölümümden sonra bile toprağımdan
şükürler duyulur, sözler duyulur; sanki Habîb-i Neccâr’ım.
Şarap sun ki kadeh gibi şarap
eminiyim ben; karnıma giren şarabı hiç zâyi etmeden nerelere verilecekse
veririm.
* Habîb-i Neccâr da ölümden sonra keşke demişti, kavmimin can
gözleri açık olsaydı da sırlarımın zevkini görseydi.
Kemiğime, kanıma bakmasaydı;
beden bakımından hor, hakirim amma can bakımından yüce bir padişahım.
Bir marangozum ben, yonup
yaptığım merdiven yedinci kat göğe dayandı da onunla göklere ağdım.
Ben Mesîh gibi yücelere ağdım,
eşeğim y eryüzünde kalakaldı; ne eşeğin derdindeyim, ne de eşek gibi kulaklarım
var.
iblis gibi Adem i balçık görme;
bak da seyret, bir gülün ardında binlerce gül bahçem var benim.
Şu et parçasından Tebrizli Şems
doğdu, bir güneşim ben dedi, şu balçıktan başımı çıkardım, belirdim.
Yanılma sakın bir kere daha
balçığa girersem; neysem oyum ben, şu yüzümü örtmeden de utanmaday ım zaten.
Her seher çağı, körlerin
inadına doğarım; körün hatırı için ne doğmayı bırakırım, ne dolunmayı.
Bugün olmayacak işlere
giriştim, savaş arıyorum; sarhoşların sözlerine aldırış etme; saçma sapan
sözler söylüyorum.
A beden, odun gibi yan yakıl,
doydum sana, bezdim senden; a gönül, yürü git, önümden yıkıl, seni aramıy orum
ben.
Hayali, gözümün kaynağına leğen
koydu da şu suy la çamaşır yıkıyorum diye bir bahane buldu, söyledi.
Dedim ki: Kanlı suyla nasıl
çamaşır yıkarsın? Dedi ki: Kan hep o yanda, bense bu yandayım.
* Senin tarafın tekmil kan,
benim tarafımsa su; Kıbtî değilim şu Nil ırmağında, Mûsa huyluyum ben.
Gözümü açtım mı hep senin yüzünü
görürüm; dudaklarımı açtım mı hep senin şarabını içerim.
İnsanlarla konuşmayı haram
bilirim, fakat senin sözün geldi mi sözü uzatır da uzatırım.
Hangi yola götürseler bin çeşit
topallar dururum; fakat sana giden yolda yel gibi eserim, yelip yortarım.
Hızır gibi benim de elime
abıhayat düşse, senin bulunduğun yerin toprağıyla bezerim o suyu.
Gamının verdiği elemlerle
boyuna dikenler toplarım, nerkis, sadberk gülü devşirmeden çekinirim.
Yüzümü gönüller alan, hatırlar
yapan padişahlar padişahıma çevirdim mi, ışığım güneşten de üstün olur, ay
ışığından da.
(s. 168) * Behrâm gibi şevkle
kol kanat açtım mı, yedinci kat gök mescidinde namaz kılarım.
Yomsuzluğun, kutsuzluğun
bulunduğu yere varsam b aştan başa kutluluk görürüm; mecaz işlerine girişsem,
geçici şeylere dalsam hepsi de gerçeğin ta kendisi olur.
Kendimi Mahmud için Ey az
haline getirirsem işin sonucu bana da Mahmud olur, kutlulaşır, kavmime de.
Güneş kesilirsem ateşimle,
gönlümün ıssılığıyla herkesin, her şeyin bütün zerrelerini sarhoş ederim, aşk
oyununa düşürürüm.
Evvelsi gün aşk bana dedi ki:
Ben tamamıyla nazım, edayım; nazlanmaya başladım mı sen niyaz kesil.
Nazı bırakır da tamamıyla niyaz
olursan, ben sana karşı baştan ayağa dek niy az ke silirim.
Bir zamancağız sus da susmakla
uzlaş; sus da dinlemen için sazıma bir düzen vereyim.
Hani beni dam köşesinden
çağırmıştın; hani selâm yerine başınla bir işaret etmiştin bana; onun hakkı
için;
Hani gitmiyorum diye kemerini
çözmüştün, hani Ay da benim gibi kemerine aşağılık bir kul,
bir köle kesilmişti; onun hakkı
için;
Hani haberin ulaşınca öylesine
hayallere düşmüştüm ki hayaller kuran gönüle bile gelmez onlar; onun hakkı
için;
Hani süpürgeciye süpür şu evi
demiştin; ululara ne vakte dek böyle pis kokacak bu ev? Onun hakkı için;
Hani dudağını ısırmıştın da al
kadehi, iç, olgun-ham sözlerini bırak demek istemiştin, onun hakkı için;
Hani seni görmüştüm de kalem
elimden düşmüştü; aşkın eliyle muradıma erişmediğimi sana y azmay a
girişecektim artık; onun hakkı için;
Hani o dilediğin, istediğin
hüthüte, şu tuzaktan kurtar canını diye kötü sanılar göndermiştin; onun hakkı
için;
Hani rintler vardır, oruç
ayında gün ortası, halka karşı, halkın önünde şarap içerler; o rintlerin hakkı
için;
Onlar binlerce şişe kırarlar da
bir türlü oruçları bozulmaz; çünkü o kadehi aşk şişecisi yapmıştır.
* Oruç ayında Yahudicesine
geceleri şarap içme; Muhammed’in meclisine gel de gündüzün iç, gündüzün.
Hani ben söz söylerken sen, a
sâf gönüllü, gemi kas artık diye gülmey e koyulmuştun, gülmüştün de gülmüştün.
Ben de demiştim ki: Mademki
benim ağzımı dikmiyorsun, tamamıy la dost olmayanın kulaklarını tıka.
Hani kanım sana helâldir ya
onun hakkı için sözlerimi haram et düşmana, haram et de duymasın.
Hayalim, Tebrizli Şems’le
buluşmak, ona hallerimi anlatmak için binlerce şaşılacak şekiller görür durur.
Demedim mi sana, gitme oraya,
seni tanıyan,
bilen benim ancak; şu yokluk
serabında yaşayış kaynağı benim ancak.
Kızsan da bin yıllık yola
gitsen sonucu gene bana gelirsin, varacağın yer benim ancak.
Demedim ki sana, dünya hallerine,
dünya şekillerine razı olma; senin razı olacağın otağın şekillerini düzen benim
ancak.
Demedim mi sana, deniz benim,
sen bir balıksın, karay a, kuruluğa gitme, arı duru denizin benim ancak.
Demedim mi sana, kuşlar gibi
tuzağa gitme; gel ki kanatlarına uçuş gücünü veren benim ancak.
Demedim mi sana, yol kesenler
var, seni soğuturlar, bomboz ederler; havandaki ateş de benim, ıssılık da benim
ancak.
Demedim mi sana, kötü huylar
verirler sana; beni kaybedersin; halbuki senin arı duru kaynağın benim ancak.
Demedim mi sana, kulun işi gücü
hangi
sebeple düzene girer acaba
deme; sebepsiz, cihetsiz yaratıcı benim ancak.
Gönlünde bir ışık varsa bil bakalım, nerde evin yolu; Tanrı
huyluysan eğer, bil ki ev sahibin benim ancak.
Yem de aşk için serpilir, tuzak da aşk için kurulur; aşkın canına
and olsun ki Rum ülkesinden Şam’a yüzlerce defa gitmeyi kuruyorum.
Aşkın canına and olsun ki o, helâlden de yücedir, haramdan da; ben
ne helâle and içerim, ne harama.
And olsun aşkın canına ki o, canın canından da lâtiftir; âşıklara
yemek de aşktır, içmek de.
Filân kişi, düşmanın dileğini isteyen dosttan vazgeçti diye
hasetçiden şehre bir gürültüdür, düştü.
* Aşk ateş, benim canım da semender değil
mi? Aşk ocak, benim canım da ayarı tam altın değil de ne?
Aşk sâkî, can da gece gündüz onun yüzünden mahmur değil mi? O ezel
şarabı yüzünden bedenim kadeh kesilmedi mi?
Benim gibi binlercesi aşka kul köle olsun; aşk, eline bir kadeh
almış, bana geldi.
Canım, aşkla binlerce ince, gizli şeyler konuştu; öylesine
söyleştiler ki o sözler, ne harfe sığar, ne söze.
Yürü, yurt bomboş, kıvama gelmemiş şarabı sun bize; potaya girmiş,
ayarı tam altını seven, aşk âleminde hamdır.
Aşkla, vehmin bile ötesinde bir hoş arkadaşlık edelim; ne akıl
sığsın oraya, ne bedenlerin kalabalığı, zahmeti olsun orda.
Ben de şarapla kendimden geçince, aşk da kendinden geçince o
Tebriz padişahı Şemseddin, esenlik size diye çıkagelir.
Şarap sun, çoktandır senin
mahmurunum ben; hırkaya bürünmüşüm amma senin gerçek dostun değil miyim?
Koca sağrağı sun, testiyi sun,
işim kadehi aştı benim; yüce, ulu himmetine, ihsanına kul köle olayım.
Şimdi mahmurum ya, sen bana
mutî ol; sarhoş oldum mu da artık elindeyim senin, dilediğini yap.
Ene’l-Hak kadehini doldur
Mansûr şarabından da sun şimdicek; bu zamanede Mansûr gibi senin darağacının
dibindey im ben.
* Elest demindeki sözleri,
şartları hatırla; benimle nelere karar vermiştin; ben hâlâ o karardayım.
A avuç, sağrağına de ki: Sen
bana binmişsin, seni ben taşıy orum amma şu anda daha da şaşılacak şey bu;
gerçekten ben sana binmişim, sensin beni taşıyan.
Halkanın ortasında, benim
çevremde dönmedesin amma iyice bakınca görüy orum,
beni döndüren sensin, benim
senin çevrende dönen.
Ey Zühre, gök kubbenin altında
şarap içmem ben, senin zehirler yağdıran kadehlerine düşmanım ben.
Padişahın kadehi olmak için
sırçaya döndüm; padişahım, tut elimi, senin yüzünden her şeyden kurtuldum, hür
oldum ben.
Ne acayip şey; şişeyi kırıyor
da şarabı dökmüy or; nasıl döksün, biliyor ki senin kucağındayım.
Boyum büküldü, yaya döndü amma
senin okun yüzünden; sarardım, safrana döndüm amma senin lâle bahçendeyim.
Nasıl kâfir olabilirim, senin
putuna tapmadayım; nasıl günahkâr say ılırım, senin şarabını içiyorum.
Gel, gel ki zamanenin sırlarını
bilirsin sen; ört, sakla gönlümdeki sırları, senin sırların var bende.
Yüzünün güneşi yüzüme vurup parlatınca yüzüm sandı ki senin
yüzünün aynı.
Gönül kuşum, tuzağındaki halkaları bir bir saydı; senin sayındayım
da kendim için sayıyorum bunları diyor sanki.
Aşağılık bir kuyudayım amma başımı sen yüceltmedin mi? Esrik bir
deveyim amma senin katarında değil miyim?
Kanlarla dopdolu gönül, kanlar içinde, toprağına dedi ki: Kanlara
batmışım amma gene de senin ölçeğinde değil miy im ki?
Malım yok amma senin elinin malı, senin mendilin, havlun değil
miyim? îşim gücüm yok amma senin işine gücüne dalıp sarhoş olmamış mıyım?
Doğuların, batıların övündüğü Tebrizli Şems için senin utangaç,
nurlarla dopdolu yüzüne âşık değil miy im ben?
Aşkının mahallesine gelmedim ki
geri döneyim; kıblemden nasıl olur da yüz çeviririm, namaz kılıyorum ben.
Yüzlerce Taraz’a mum olan, her
yanı aydınlatan sevgiliden, hiçbir sebeple yüz çevirip karanlıklara dönmemi
körden başka kimsecik istemez.
Hangi akıl fikir lâyık görür ki
susuz olduğum halde, o hiçbir şeye ihtiy acı o lmay an denizin tapısından başka
bir tapıya gideyim?
Aşk Burâk’ını seçtim ki
ebediyete dek o büklüm büklüm, simsiyah saçlara Türk’çesine at sürüp varayım.
Seher çağı, onunla gizlice
konuşup görüşmeye, ona yalvarıp yakarmaya gittim mi,
Gözler bağlayan kaza ve kader,
gözlerimi bağlasa bile onun amber gibi simsiyah saçlarına gözlerimi açar,
onlara dalar giderim.
(s. 169) Sahibimiz Tebrizli
Şems’in ayağının bastığı toprağa and olsun, onun yüzünden elden çıktım da başım
dik, rütbem yüce bir halde
gitmedeyim.
Sakalımdan çek elini, şarap içtim, sarhoşum, kendimden geçmişim;
hem de öylesine ki başımı da kaybetmişim, sakalımı da, bıyığımı da.
Ne başköşeden haberim var, ne eşik dibinden; meyhane eşiğine yüz
tutmuşum ben.
Denizin dibinden toz koparan akıl, bin yıl koşar da gene izimin
tozunu bulamaz.
Daralmış göğsüm, gökyüzünden de geniş bir hale geldi; sararmış
solmuş yüzüm, aydan da lâtif bir hal aldı.
Bütün hekimlerin dükkânlarını yıkacağım; çünkü hastay a kutluluk
benim, her derde devâ benim.
Göğsüm dünya meyhanesi kesildi, şu cömert göğsüme binlerce rahmet.
Dünyanın, kâinatın Tanrı’sına binlerce hamd, binlerce şükür ki aşk
sersemiy im, varlık, benlik
ayıbına eş değilim, tek kaldım gitti.
Padişaha toprak kesildim de erguvan benden bitti, gelişti;
padişaha mat oldum da bütün oyunlarda üst oldum, herkesi yendim.
Ölüp gömülen tohum nasıl biter, yüzlerce başak verirse, Tanrı
lûtfuyla ben de yüz binlerce defa öldüm, tıpkı o tohuma döndüm.
Tanrı cennetiyim ben, fakat adım aşk; hangi gönlü avcuma alır da
sıkarsam sıkılmaktan kurtulur o gönül.
İradesini kim bana verir de ben onu besler, geliştirirsem o,
gökyüzünün okundan da (gökyüzündeki Utarid’ten de) kurtulur, gökteki Mirrîh’in
mızrağından da.
Kutluluk güneşi Hamel burcuna girdi, soğuk kışımdan yüzlerce
temmuz coştu, köpürdü.
Sus, fitneden korkmasaydım, o korku olmasaydı, dilim her an
binlerce perdeyi yırtardı.
Hoşsun, güzelsin amma ben
binlerce defa daha hoşum, daha güzelim; dün gece rüyamda kimi gördüm,
bilemiyorum ki.
Gönlüm öylesine hoş, öylesine
neşeyle, zevkle, çalgıyla çağanakla dolu ki dünyalara sığamıyorum; fakat gene
de can gibi dünyanın gözünden gizliyim.
Ağacın ayağı yere kakılıp
kalmasaydı koşar, beni arardı; çünkü şu açılıp saçılan çiçeklerimle, güllerimle
öyle bezenmişim ki gül bahçesi bile haset ediyor bana.
Daima neşenin eteğine yapışır,
kendime doğru çeker dururdum onu; şimdiy se neşe benim eteğimi tutmuş,
kendisine çekiyor beni.
Sabahtan beri birisi gıdıklayıp
duruyor beni; durmadan güldüğüm boş yere değil ya.
Şu anda Zühre bile benden
nağmeler, teraneler öğreniyor; binlerce Zühre şu sarhoş beynime, şu dönen
başıma kul köle kesilmiş.
Seher çağı, bir tatlı dudaklı
dudağımıza tat verdi; öylesine ki şeker bile dişimin dibindeki
suda gark oldu gitti.
Haydin, kalkın, servi gibi boyu çağırıyor bizi; kalkın namaza; sizin
namazınızın güzel mi güzel temelleri benim diyor.
Kalkın, gelin diyor, kapalı kapıların kilidiyim ben, bilin ki
namazda Fâtiha’yı sizden okuyan benim.
Dudakları güzellik, alım ülkesinin sırlarını söylemede; şu
nasibime bakın, o ülkenin kapıcısıyım ben demede;
Diyor ki: Deliliğime karşı akıllar bile şaşırıp kalmışken şu donup
buz kesilmiş akıllara ben şaşıyorum.
Diyor ki: Gölgeye sığınan buz, öyle kalakalır, çözülmez; parıl
parıl p arlay an güneşimin ışığını görmemiştir ki.
Diyor ki: Güneş, bir buz gördü mü güzelce bir güler de bıyığını
burar, ben ab ıhay atım der.
Her şeyi tüm söyleyeni getir de geri kalanını sen söyle;
söylemekten kurtar beni, ben susan,
söylemeyen bir delilim, fakat reddedilmez bir delil.
Ne horozumuz var, ne tavuğumuz, amma sen yumurtadan bir baş çıkar
da seyret, kimlerimiz var bizim.
Gerçekler güneşine her seher çağı derim ki: Sen baştan başa cansın
amma senden can korkusu çekiyoruz biz.
Sıfatlarından bir nişan vermek, bir iz göstermek imkânsız; ancak
vasıflarının izinin tozuna bile erişilemeyeceğine dair delilim var benim.
Çiy tanesine benzeyen gönlümüzü denize kavuştur; çünkü her an
gariplikten yüzlerce ziyana giriyorum.
Yusuf gibi benim de gömleğimi kurtlar yırttı, p aramp arça etti;
fakat onun gibi benim de bir Yakub’um var, onun himmeti beni görüp gözetiy or.
Bütün tuzakları zebun eden
tuzağına ulaşmak için adım başında bir sınama tuzağına tutuluyoruz.
Fakat bağları çözen, her an
bize öylesine işler ediyor, öylesine esirgiyor ki ana, baba, amca da ancak o
işleri eder, o çeşit esirger.
Zenci gözüyle o yüze baksak
bile aynaya ne zarar? Ayna bu yüzden paslanmaz, kararmaz ki.
Şu elimizdeki ömrü harcediyor,
darmadağın bir hale geliyoruz; galiba ömürler bağışlayandan ebedî bir ömür elde
etmişiz.
Zehirler içmede ne cürettir bu,
ne cesarettir; olsa olsa senin lûtfundan sayıya sığmaz bir panzehirimiz olacak.
Meydanda bu, o, şu merdiveni
kırmaz, hattâ kırsa bile o kırık merdiveni gene de sağlam bir merdiven haline
kor, bize sunar.
Gün gelir de gündüzün gece
olursa, artık işin soru-ceza gününe kaldı demektir; bırak şu mekân âlemini,
bizim mekânsızlık âleminde mekânımız var.
Bu çeşit bir güzümüz olduğunu
bilseydin giyindiğin baharlıkları yırtar, atardın da sararır solardın.
Ağzım sözle dolu, fakat
şekerler, ballar saçan güzelimiz, o tatlı mı tatlı dudaklarını aç da sen söyle
diye susuyorum artık.
Getir meclisimize çalgıyı,
kerem sahibi ol bize karşı, kerem sahibi; hasta gönüllülerin mahallesinde
merhametli davran, merhametli.
Gönlüm ateş gibi tütüp yanarak,
şarap gibi coşup köpürerek diriliyor; gönül gibi konaktan konağa konan bir
yolcu olma, bir yerde yerleş, bir yeri yurt edin.
Ateş çıkageldi de âşıkların
yoluna oturdu; yâni a bu yolun yolcusu diyor, kork canından, kork.
* Ateşe ses geldi: Bütün
âşıklara, Halil’i saran y alımlar gibi güllük gülistanlık kesil, nimet ol,
nimet.
Kilimini sudan çıkarmak
istiyorsan azizlerin ayak bastıkları yerlere döşen, kilim ol, kilim.
Denizin daima sana dadılık
etmesini istersen yürü, eşsiz, tek inci gibi yetim ol, yetim.
A gönül, bu söz doğru düzen bir
sözdür; havalara kapılan gönül, bütün bir halde, düz bir halde kalamaz, kırıl,
dökül, ikiye yarıl, ikiye.
* Ebcedin elifi olma, o baş
çeker, böbürlenir; dal gibi de eğri olma, iki büklüm ol, cim kesil, cim.
Şu bomboş karında ne güzel bir
tatlılık var; eksik-artık değil; insan tıpkı çenge benziyor.
Söz misali, çengin içi dolu
olsaydı ne feryat çıkardı ondan, ne zîr nağmesi, ne bem teranesi.
Oruçtan başın, karnın yansa
yakılsa, o yanışla her an gönlünden fery atlar kopar.
O yanışla her an binlerce
perdeyi yakar, yandırırsın; himmetle, gayretle her an adım atar,
binlerce dereceler aşarsın.
Karnın boş olsun da ney gibi yalvararak feryat et; karnın boş
olsun da kalem gibi sırlar söyleyedur.
Karnın dolu oldu mu hemencecik aklının yerini gelir de şeytan
tutar, Kâbe’nin yerine put geçer, oturur.
Oruç tuttun mu, tapında köleler gibi, kullar gibi, hizmetçiler,
halayıklar gibi güzel huylar gelir de el pençe dîvân durur.
Oruç tut, oruç Süleyman’ın saltanatını sağlayan yüzüktür; onu
şeytana verme, ülkeyi altüst etme.
Saltanat elinden çıktı mı ordun da dağılır gider; ordun bayrağının
dikili olduğu yere gelir; asker bayrağın altında toplanır.
* Seba halkına, Meryemoğlu İsa’nın duasıyla gökten yemek indi.
Sen de oruç tut da zevk, neşe sofrasını bekle; o kerem sofrası,
kelem çorbasından elbette iyidir.
Sen beni istemesen de ben seni canla, gönülle isterim; bana kapıyı
açmasan da kapının eşiğinden ayrılmam, orda oturur kalırım.
Balığa benziyorum, dalga beni karaya vursa da gene sudan başka
sığınacağım yer y oktur, gönlüm sudan başka bir yer istemez.
Başımı alıp da nerelere gideyim, gönlüm, canım mı var? Ben de,
beden de, gönül de ancak padişahlar padişahı güzelimin gölgesine sığınmışız.
Yıkılmış, kendimden geçmişsem, sarhoş olup gitmişsem, kendimden
geçişim, sarhoşluğum senden; bir şey biliyor, bir şey duyuyorsam bilişim,
duyuşum gene senden.
Eğer bende bir gönül kalmışsa gönlümü alan sen değil misin? Bir
saman çöpüysem meselâ, kehrib arım gene sen değil misin?
(s. 170) Bugün yağlı, ballı çörek yiyormuşum gibi ağzıma gelen
tat, sayıya sığmayacak
derecede tatlı olan o güzelim dudaklarının tadından, lezzetinden
değil de nedir?
* Gönlümden iki dünyayı da sürdüm, çıkardım da he gibi geçtim,
Allah’ımın yanına oturdum âdeta.
Ne mevki düşünürüm, ne
sultanlık, ne de ululuk; mevki olarak da yeter bana aşkının devleti, rütbe
olarak da.
* Kul huvallah gibi baştan başa tenzih denizine dalmış, gark olmuş
gitmişiz; Müşebbihe gibi benzerler ispatına uğraşıp da baş aşağı düşmemişiz
biz.
Tatar’a benzeyen gamın, kızar
da yağmaya, çapula başlarsa ben, tıpkı otağ gibi aşkla, sabırla kemerimi
kuşanmışım, ayak direr dururum.
Tembelim, kervanın içinde geç
kalkan biriyim amma vakitli vakitsiz, bütün yolculuklarım da sanadır.
Dolunay gibi doğ da bunun
tamamını sen söyle; çünkü Ay talihim ayrılık düğümüne düştü, bulut altına
girdi, görünmez oldu.
Gizli bir peri ayağımı bağlamış; onun bu bağı yüzünden kavga
alanına düşmüşüm, savaşıp durmadayım.
Kafdağı’ndanım, bu yaylanın garibiyim ben; görünüşte güvercinim
amma yaradılış bakımından Zümrüdüanka’yım ben.
Güvercinim ecel doğanına av olup, onun peşine düştükten sonra, ben
can Zümrüdüanka’sının kanatlarını açar, o kanatlarla uçarım.
Akıl güneşiyle sırtım kızışmıştır amma gölgede oturanlara da tıpkı
bir çadır gibi ayağımı diremişim, durup durmadayım.
Vakit oğlu olan, babasının eteğine yapışır, bense sûfîye
benziyorum; dünün de ötesindeyim, y arının da.
Beni şu kapıya perde gibi asakodun; halbuki ben asılmak için
gelmedim, asılmaya lâyık değilim ben.
Lütfettin de kuzgunluktan
kurtardın beni; dudular gibi senin avcundan şekerler yiyip duruyorum.
Avucundaki cömertlik tutar da
beni denize iletirse, bana denize yol açarsa nasıl bir inci olduğumu o vakit
gösteririm.
Anlayışla avlanmam ben,
anlayışın ötesindeyim; vehme sığacak bir varlık değilim, pek geniş bir alanım
ben.
Sözü nerdeyse orda kes artık da
nerdesin? Kendine bir bak; ben nerdeysem beni de orda ara, ordayım çünkü ben.
Semâ’ nedir? Gönüldeki gizli
erlerden bir selâm; garip gönül, onların mektupları gelince dincelir, rahata
kavuşur.
Aklın dalları budakları bu
yelle açılır, saçılır; bu vuruşla beden genişler, ferahlar, huzura erişir.
Seher çağı can âlemi horozunun
sesi duyulur; Behrâm’ın nöbet sesinden zaferler elde edilir.
Tef sesini duydu mu bir avuç ok
alır da can şarabı, bedene ok atmaya koyulur.
Bedende bir tuhaf, bir
görülmemiş tatlılık belirir; neyden, çalgıcının dudağından dile, damağa bir
şeker tadıdır, gelir.
Seyret de gör, şu anda binlerce
gam akrebi kıvrılıp ölmüş; binlerce ferah, neşe zamanı aramızda kadehsiz dönüp
durmada.
* Akrep sokmaması için muska yazan bayram gelip çatar; zaten akrep
afsununu okuyup üfüren, şerbet muskasını y azıp sunan kişiler, daima aşk
mahallesindedir.
Her yandan bir Yakub kararsız
bir halde kalkıp sıçrar; çünkü burnuna Yusuf’un gömleğinin kokusu gelir.
* Canımız, “rûhumdan rûh üfürdüm ona” sırrıyla dirilmiştir; “rûh
üfürdüm” deyişi, yemek içmek olsa değer mi değer.
Mademki bütün yaratıklar,
Sûr’un üfürülme siyle olacak, Sûr’un teranesinin zevkiyle ölüler uykularından
uyanacaklar, sıçrayıp kalkacaklar;
Donup buz kesilen, bu müziğin
tesirine kapılmayan, ölüp yok olanlardan da aşağı olan canın toprak başına.
Bu helâl şarabı içen beden, bu
şarapla esriyen gönül, ayrılık ateşinde kavrulur, pişer, tam olgunlaşır gider.
Gayb sûretinin güzelliği söze
sığmaz, anlatılmaktan, övülmekten ötedir; onu görebilmek için ödünç o larak
binlerce göz al, binlerce göz.
Senin içinde öylesine bir Ay
var ki gökyüzünden Güneş bile ona ben sana kulum köleyim diye seslenip duruyor.
îmranoğlu Mûsa gibi o Ay’ı
koynunda ara, kendi pencerenden bak da esenlik sana, esenlik de.
Semâ’ı kızıştır, eşeklerin
hatırını pek gözetme;
çünkü sen semâ’ın canına
cansın, zamanın parlaklığısın, neşesisin.
Dilimi satayım da binlerce
kulak satın alayım; çünkü ağzından ballar dökülen, sözlerinde şeker tadı olan
hatip minbere çıktı.
Seni başıboş bırakmam, işine
gücüne aldırış etmez değilim, senin için daima işte güçteyim ben; her an biraz
daha yüceltmedeyim seni, b iraz daha aziz etmedey im.
Tertemiz zatıma, padişahlık
güneşime and olsun, seni sana bırakmam ben, lûtuflarla, keremlerle yüceltir
dururum seni.
Yüzüne kendi yalımlarımdan,
kendi ışıklarımdan nurlar veririm, başını on tane y arlıgama parmağıyla kaşır
dururum.
Razılık göğünde binlerce inayet
bulutu var; y ağarsam o bulutlardan bo şanırım da şerrin başına y ağarım.
Lûtfum seni onarmak, seni
iyileştirmek için belini bağlamıştır; zaten onarıp iyileştirme, kavuşturup
buluşturma bereketlerinin kaynayıp coştuğu gözüm, kaynağım ben.
Bana, hastayım dediğin geceden
beri binlerce şifa veren şerbet, sevgilerle, esirgemelerle kaynayıp coşuyor.
Gel yanıma da, gözlerine yeni
bir sürme çekeyim; çekeyim de sırlarımı görüp anlamak için gözlerin
aydınlansın.
Öylesine lûtfum çok, öylesine
keremim bol ki y ab anc ıların bile ellerinden tutmaday ım; iş böyleyken bildiklerimin
en yakınlarından lûtfumu nasıl olur da esirgerim.
* Ambarımın ölçeği senin çuvalında bulundu diye seni hırsız tuttum
da memurlara teslim ettim.
* Sen, kahrımdaki sebebi anlamadın, şaşırıp kaldın, buna imkân yok
diyordun; halbuki o kahırda binlerce lûtuf vardı.
*
Bünyâmîn, o zahmet yüzünden
Yusuf’unu
*
bulmadı mı? Benim bütün
işlerimi lûtuf bakışıyla seyret.
* Yusuf, halvette Bünyâmîn’e
yaptığı işi açtı, döktü, tamamıyla anlattı da ben kimseyi boş yere gamlarla
incitmem dedi.
Senin de halvet edeceğim vakit
gelinceye dek sustum ben; fakat a benim elime giren, a bana tutulup kalan,
yalnız hakkımda kötü sanıya düşme.
Hangi gün şu adı sanı, şu
bedeni dürüp devşireceğiz de can meclisinin ortasında halka halka dönüp
dolaşacağız?
Ne vakit padişahın meclisinde,
önce dudaksız, sağraksız şarap içtiğimiz gibi gene can şarabını içeceğiz?
Ne vakit can sâkîsine sarhoş,
yıkılmış, dökülmüş olarak, elden, ay aktan olduk, sen uzat elini diyeceğiz?
Meze getir diyeceğiz, getir de
biz artık bu yana göçtük; ağlayıp inlemedeyiz, yüzümüz sapsarı, kızıl şarabı
sun;
Selâm ver bize, belâlarına
teslim olmuşuz, hararetli hararetli sor, soruştur bizi, soğuk nefeslerden
üşümüşüz, soğumuşuz biz.
O sâkîm bize cevap vererek
diyecek ki: Nur saçmada Ay gibi cömertiz biz, için, afiyetler, şifalar olsun.
* Sen saltanat dile, Süleyman
gibi Rabbim bana bir saltanat ver de; biz ihsanımızı bir karıncadan bile
esirgemeyiz, bir karıncayı bile incitmeyiz biz.
Ayrılığımızdan nice gamlara
uğradın, pek çok kederlere düştün, gel kucağımıza, her derdin devâsıyız biz.
Cefa dikeniyle yaralanmış,
gönlü getir, sun bize de gel al bizden; bize ne diye armağan olarak gül
getirirsin? Biz zaten gülüz.
Eşinden dostundan ayrıldıysan
gel bize; keremde, lûtufta, güzellikte eşimiz yok, tekiz
biz.
Bir iş başarmadıysan, hayırdan yana müflissen gene gel, senin gibi
binlercesinin işini başarmışız biz.
İştiyak çekenler gibi gözyaşlarını yağdır da tozu yatıştır; çünkü
bu toz duman içinde Ay’ın yüzünü göremiyoruz.
Sus, boş yere zar atma, bu işi bize bırak, bu tavlanın ustasıyız
biz.
Senin çevrende dönüp dolaşmadım da kendi kuruntuma uydum, kendi
çevremde dönüp dolaştım mı derdin, elemin, kötü b ahtın çevresine döner
dolaşırım.
Sabahleyin yarı sarho ş bir halde uykudan kalktım mı doğruca
sâkîme gider, onun çevresinde döner dolaşırım, ondan medet isterim, ondan kerem
umarım.
Halk, sayılı birkaç lokmanın çevresinde
dolaşır, bense yaratıcının, sayıya sığmayan eldeki nimetin
çevresinde döner dolaşırım.
Şu sınırlı âlemin oluşu da
sınırsızlık âlemindendir, duruşu da; ben de sayısız, sınırsız döner dolaşırsam
ayıplama beni artık.
Mezara benzeyen göğsümü bir
bağ, bir bahçe haline getiren, mezara bağlanıp kalmamı lâyık görmedi benim.
Mezar da ne oluyor? Can,
göklere bile sığmaz; beşten, altıdan geçeyim de tezcek tek olan, bir olan
Tanrı’nın çevresinde dönüp dolaşayım.
(s. 171) Gerçi aydın bir
aynayım amma toz, pas korkusundan iki üç günceğiz bir yün parçasının çevresinde
dönüp dolaşmam da y ersiz değildir.
Bir gülsem şu bahar yüzünden
gül bahçesi kesileyim; birsem bu buluşmadan yüzlerce beden olayım.
Çeşit çeşit şekiller arasında
şu beden, çaresiz bir hale gelir; fakat ayna kesildim mi artık ne diye bedenin
çevresinde dönüp
dolaşacakmışım?
Ben şu harf tavlasından yayıma çıkacağım artık, bağlı katır
değilim ya, ne diye dönüp dolaşacağım hep bu direğin çevresinde?
Gönlümde şu niyet var: Bir ateş tutuşturayım; huzurunda ölmeyeni
öldürüp geçeyim.
Aklın yayını kırayım da akıl da bilsin ki eşim, örneğim yok,
eşsiz, örneksizlere padişahım ben.
Zaten kim senin bakışına nail oldu da eşsiz, örneksiz bir hale
gelmedi? Şu yıkık dökük gönlüm define yeri oldu gitti.
Ben nerdeyim, padişahlıkla övünmek nerde? Yoktukta, yoksullukta
yok-yoksul biriyim, y oksulların da düşkünüyüm ben.
O kişiyim ben ki adımı sen takarsın, benim bir şeycikler bildiğim
yok; yalnız senin tutsağın oldukça beylerin de beyiyim, bunu biliyorum.
Tutsaklıktan da, beylikten de öte bir başka
durak var mademki; yokluğa erip de yok olunca bu iki sıfattan da
kaçıyorum o yüzden.
Gece oldu mu bey de yok olur,
tutsak da; uykuya daldı mı tutsak, tutsak olduğunu bilmez bile.
Gece, beylerin beyliklerini
uykuyla ödünç alır; fakat aşk hiç uyumaz, ben de aşka tutulanlardanım.
Güneş’e bak hele; bir günlük
padişah o; Ay da ben vezirlerdenim diye yanıp y akılır, eriyip gider.
Ben aşkla pişmiş, olmuşum; ne
hamım, ne ham tamahlara kapılmışım; Tanrı hamurumu aşkla yoğurdu benim.
Birinin hamurunu Tanrı y
oğurursa nerden ham kalacak o? Maya kabul eden hamurum, mayasız, bulamaç hamur
değilim ben.
Gökleri y aratan, nasıl olur da
bulamaç halinde b ırakır? Gökteki yıldızlar gibi ben de her yanı ay
dınlatanlardanım.
Ne vakte dek kendine ad takıp
duracaksın? Sus artık; ben de ihtiyarım, ihtiyarlardanım, pirlerdenim demek,
çocukluktur zaten.
Ayrılık, kulağıma acı bir haber
ulaştırdı; tatlı uyku âşıklara haramdır dedi.
* Aşktan bir yarım selâma nail
olan kişi, yemeye içmeye de dört tekbir getirdi gitti, uykuya da.
Bana bak, beni seyret; aşk,
gönlümü, canımı kendisine halay ık etti, kul edindi de binlerce hürriyete
kavuştum.
Aşağılık kişilerce bir gö
steriştir, bir şehvetten ibarettir amma ileri gidenlerce aşk, pek büyük,
evveline evvel olmayan bir nurdur.
Gönlüm yaralanınca gidip tövbe
etmek ister; fakat ne bana gül, ne kendine; hangi tövbe, nerde tövbe?
Ne de güzel günahtır ki ona
tövbe etmek
kâfirliktir; öylesine bir
günahtır o ki ne ardında kaçıp kurtulacak bir yol var, ne önünde oturup
dinlenecek bir durak var.
* Dört mezhepte de kanı
helâldir, kanını dökmek caiz; çünkü aşk, ulu, yüce kişilerden başkalarının
kanını dökmüyor.
Öldür beni, öldürdün mü aşkla
dirilirim ben; işte sustum, öldüm, artık söz de bitti gitti.
Bir bucağa gideyim, kadehi bir
ucundan elime alayım; çünkü ben şarap kadehine âşıkım, kendi işimi gücümü düzüp
ko şmay a düşmanım.
Bir bucağa gitmek, orda yer
gibi yerlere döşenmek hoştur, güzeldir; şu iki hal, neye mal olursa olsun
baldır, şekerdir, süttür bana;
Amma su kuşu olmayana suyla
yağdır âdeta; bir türlü karışmaz, katılmaz, yadırgar o hali; fakat benim
talihim Zühre yıldızı, şükür, sarhoşluk olmuş bana.
Halktan da şükrü sarhoşluk
haline getirmeyi istiyorum; yoksa varı yoğu bir uğurdan sana bağışladım a benim
beyim, efendim. 42
Varayım, gideyim de can
şarabının bulunduğu yere başımı koyup dalayım; zaten hilelerle, düzenlerle dolu
olan başımın uykuya dalması daha iyi.
CLXXXVIII
Bana bak, şu safran gibi sararmış iki yanağımı seyret, o eleme ait
türlü türlü alâmetlerimi gör.
Gönlümdeki evveline evvel olmayan pîrin canına and olsun, şu
gençliğim toprak kesilsin de ay aklarının altına döşensin.
Gözünü iyice aç da gözlerime bak; şu benim gönüller alan
dilberimden gönlünü sakınma.
O bahttan, o talihten şu dudağıma bir öpücük geldi de tatlı
dilimden şekerler coştu, ballar köpürdü.
Kulakların duyduğu ancak sözlerimden ibaret, fakat candan attığım
naraları kimsecikler duymuyor.
Bu soluktan nice ateşler p arlay ıp yanıyor dünyada, şu fânî
sözlerimden nice ebedîlikler coşuyor âlemde.
Tebriz’in övündüğü Şems’i gördüm göreli, şu
anlamlarım ne de kararsız bir hale geldi gitti.
Nazlanacak durumda değilsin, yürü, naz etme; olmadan ağaçtan meyve
koparmaya kalkışma.
Tanrı kıblesine put gibi gelip oturma; namazını kendiliğinden
namazlıktan çıkarma.
Oldun, olgunlaştın mı boş ver ağaca, bırak onu; artık sıcağı,
soğuğu düşünme, çekinme onlardan.
Hiçbir düşman kalmadı mı yürü, git meclise, otur, savaş
silahlarını at, kavgayı, çapulu bırak.
Gümüşün, potadan sâf bir halde, sızırılmış bir halde gelmede, her
can gözü kör olanın potasına verme onları; eritme onları.
Güzelliğini aşk tutsaklarına hiç sorma; madem Tanrı lûtfunun
bahçesisin, baş çekme.
Gel, gel ki ayrılığınla ne akıl
kaldı, ne din, şu yoksul gönülden sabır da gitti, karar da.
Yüzümün sararmasını, gönlümün
derdini, içimin yanışını sorup durma; anlatışa sığmaz onlar; gel de gözlerinle
gör.
Senin ateşinle, senin
sıcaklığınla pişmiş somun gibi kıpkızıldı yüzüm; şimdiy se bayat ekmek gibi un
ufak olmuşum, yerlere serilmişim; gel de y ollardaki topraklardan topla beni.
Yüzünden ayna gibi hayaller
devşirirdim; şimdi gel de sap sarı betime benzime bak, bumburuşuk yüzümü
seyret.
Tıpkı suya benziyorum, derede
eğri büğrü, sağa sola akıp duruy orum; ayrılık solumda da pusu kurmuş, sağımda
da.
Göklere de sığmay an, yerlere
de sığmayan yüzüne âşıkım da o yüzden yeryüzü gibi ben de gece gündüz göğe yüz
tutmuşum.
Tanrı için olsun şu seferden
dön, bu yana yüz tut diye seher çağı dertle bir mektup yazdım, seher yeline
verdim;
* Dedim ki: Başında kil bile
olsa yıkama, gel. Ayağına diken batmışsa çıkarmak için oturma, gel;
Gel, gel de beni şu gel git
sözünden kurtar. Öylesine bir gel ki canım, şundan da halâs olsun, bundan da;
Haber yolladım seher yeliyle;
dedim ki: Ey âşıklar peygamberi, ey emin elçi, Allah için olsun tez git,
tarafımdan de ki:
Suya batmışım, ateşe yanmışım
dalga dalga gözyaşlarımla, yalım yalım gönül ate şimle; bana ne çare yazdı,
budur çaren diye ne dedi, gel de bildir.
Senin gözlerini görmek için
binlerce kötü göze katlanırım; ne gözler var sende, ne gözler, a benim
gözlerimi ay dınlatan güzel.
Senin razılığını elde etmek
için Âdem üç yüz yıl ağladı, sonucu, seninle buluşma gülüşüyle ağzı açıldı.
îyiden iyiye bil ki gülüş, ağlayış miktarıncadır; yeşilliğin
gülmesi, bulutun ağlamasındandır.
însan soyundan değilsen yürü git, ağlama; Zenci de renginin kara
olduğuna ağlamaz, bu yüzden hüzünlenmez.
Beyaz nedir görmemiştir o, sadece kapkara bir yüzü vardır, üzülmez
bile, neşelidir o; yürü, Rum kayserinin oğlu gibi Zenci’nin yolunu vur.
Gazinin Arap atı, nice oklar yer; çünkü o ne palan vurulup yük
yüklenen attır, ne sığır; Arap atıdır o, savaş atı.
Hele senin bindiğin Arap atı... Senin gibi bir savaş padişahı,
senin gibi bir yeryüzü kahramanı binmiş ona.
O atın yanı, önü, o kadar ok yer ki oklu kirpiye döner; savaş
safında bu, debdebesidir, tantanasıdır onun, savaş safı yurt olmuştur ona.
Padişah yelesini, başını, a seçilmiş at, benim atımsın sen diye
bir sıvazladı mı.
Bütün oklar, şekerkamışları kesilir; hepsi de
baştan başa tattır, lezzettir; baştan başa keremdir, ihsandır.
Yük beygirinin bu lezzetten
haberi yoktur; sağdır, esendir, fakat bundan mahrumdur, değeri de olamaz onun.
Söylemeye tövbe edeyim amma ey
pençeleri kıran arslan, senin pençendeyken tövbenin ne faydası var bana? 43
(s. 172) A gönül, hastaların
ağızlarına bal verme, körlere göze ait sözler söyleme.
* Boyundaki damardan da daha
yakındır kula, fakat Tanrı’dan uzak olanlara uzaktır Tanrı.
İçini arıt, düz, koş da o gizli
Ay perdelerden görünsün, baş gö stersin.
Kendini de, dünyayı da yok
edersin amma kendinde de olmadığın, dünyadan da geçtiğin halde burda gene
meşhurlardan olur, tanınırsın.
Buluşma Ay’ıysan buluşmadan bir nişan göster; hurilerin
kollarından, yasemin gibi bembeyaz göğüslerinden, güzelim yüzlerinden bir eser
belirt.
Yok, eğer altın gibi ayrılığa mensupsan ayrılık dağı nerde?
Sevgiliden ayrılanların damgalı paraları öylece donakalır, kalp kesilir.
Mademki aşk yok sende, onun yerine kulluk etmeye bak; çünkü Tanrı
kendisine iş işleyenlerin ücretini mutlaka verir.
Bil ki Tanrı aşkı, Süleyman’ın yüzüğüdür, nerde Süleyman’ın
geliri, nerde karıncaların kazancı?
Düşünce elbiselerinden soyun, at onları üstünden; çünkü güneş
ancak çıplakları kucaklar.
Tebrizli Şems’in saçlarına sığın da miskler yağdırsın sana,
kâfurlardan kurtul.
Sen, bâzı kılavuz kesilirsin,
bâzı yol kesersin; hem harmanımızsın bizim, hem harmanımıza âfet.
Aşkla binlerce elbise dikersin,
derken tutar, yırtarsın, sonra da suçunu bana yazarsın.
Bir dibi, kıyısı bulunmaz
denizsin, iki âlem de bir katrendir; iki âlem de bir parçacık altın
kesintisidir, sense yüzlerce altın madenisin.
Buyruk senindir; köre, gözünü
aç dersin; söz söyleme kudretini bağışlarsın, sonra da o dilsiz, o pepe
söyledi, konuştu dersin.
Hevesle yüz binlerce mıhladız
yaparsın ki her demir o halis taşa lây ık bile değildir.
Beni sarhoş bir halde çakmağına
çeken sensin; ben aydın canmışım, y ahut bedenmişim, haberim bile yok, ne işim
var bunlarla benim?
Sensin şarap, sensin mahmurluk,
sarhoşluk; sensin düşman, sensin dost; bu düşmana binlerce kutlu can feda
olsun.
Gerçekten de Şemseddin’sin,
Tebriz’in
övündüğü cansın; yüzlerce
karakışa lâyık olana can baharı ihsan ettin sen.
Canım benim, acı cefan beni
inci haline getirir; incinin, mercanın yeri zaten acı denizdir.
* Vefana gelince: O, pek lezzetli bir başka denizdir, öylesine bir
deniz ki cennetin dört ırmağı onun dibinden kaynar.
* Şu anda canımı illetlerden, buhrandan kurtarmak için şu iki
denizin kavuştuğu yere gelmiş bir İskender’im ben.
* Yecüc-Mecüc’ün geleceği yere pek büyük bir sınır yapıp halkı
onlardan tamamıy la kurtarmak niyetindeyim.
Çünkü onlar denizi sömürüp
içerler, onların ıssılığı yüzünden dünyada bir katre bile su kalmaz.
Çünkü onlar ateşe mensuptur,
cehennem unsurundan yaratılmıştır; cennetin lûtuflarına
düşmandır, gönüllerin nuruna
perdedir onlar.
Her sayıdan artıktır onlar,
çünkü kahırdan meydana gelmişlerdir; kahır da Tanrı sıfatıdır, sonu, ucu
olamaz.
Hepsi de çıplaktır, hepsinin
giyimi kuşamı ancak ettir, bedendir; apaçık görüşe karşı giyim kuşam mı olurmuş
a gönül?
Yorgan onun sol kulağıdır,
yatak sağ kulağı; geceleyin iyiden iyiye bil Yecüc-Mecüc çıkmış gitmiştir.
Mukallidin döşeği, yorganı,
taklit bilgisine benzer; gerçekten de Yecüc taifesindendir o, insan değildir.
Çünkü gönül, bir pencereye
benzer; güneş o pencereden vurur, ışıklatır çevreyi, zerreler de o ışıkta el
çırpıp oynarlar.
Şu gönlün binlerce adı vardır,
binlerce sıfatı; her ad, öbür ada nisbetle aykırıdır, ayrıdır, bir başka
çeşittir.
Hani birisi sana babadır, fakat
bir başkasının
oğludur, bir başkasının
kardeşi.
Nitekim Tanrı adları da bize
göre bir nisbetle anlaşılır; meselâ kâfire göre kahredicidir de bize göre
rahmeti bol.
Nice kişiler vardır ki sana
göre melektir, öyle inanırsın sen, fakat başka birine göre de şeytandır.
Nitekim senin sırrın sana
apaçıktır da başkasının haberi bile yoktur, ondan örtülüdür, gizlidir o sır.
Senin nimetlerine can bir türlü
doymaz; senin sofranda binlerce boğaz gerek bana, binlerce ağız.
Gel, abıhayatsın sen, bense
susuz mu susuzum; ne ben usanır, bıkarım, ne senin lûtfuna, ihsanına son
vardır.
Gel, boşlukta duran denizsin
sen, bense bir balığım; denizdeyim amma o denizin ucunu
kıyısını kim görmüştür?
Şu çamurlu, şu boz bulanık su, senin denizinden bir katrecik;
halbuki susuzluktan bunalanlara, çırpınanlara candır bu bulanık su.
Gel, gel ki sen güneşsin, ben zerreyim; yüzünün ışığı önünde zerre
gibi dönüp oynamadayım.
Dört gündür konuğum sana, iyice bil, üç gün daha kalmak, üç gün
daha konuk o lmak istiy orum sana.
Bu üç gün hakkına, o dört gün aşkına yüzünü ekşitme de şu gönül
yüz binlerce şüpheye düşmesin.
Şu ekşi yüzden başka her çeşit yiyecekle başım hoş; yalnız bu ekşi
dişimi kamaştırır da kamaştırır.
Bütün ekşiler ona nisbetle tatlılaşır, ballaşır; aman ey gülen
gül, yüzünü ekşitme.
Aç o gülen dudakları; ballar,
şekerler orda; o lûtufta, o ihsanda yüzlerce gülbeşeker gizli.
Tanrı’nın her an ballar,
şekerlerle geliştirdiği o yüze hiç yaraşmıyor, ekşitme yüzünü.
Çehrenin asık olması şöyle
dursun, yeri mi bunun? Yüz binlerce acıyla ekşi, yüzüne yaklaşsa güzelleşir,
neşelenir gider.
Kıyamet günü yüzün gizli
kalırsa, cehennem cennetlerin başköşesinden bile daha hoş olur.
Kış ortasında yepyeni bir bahar
diliyorsan güzelliğinin bahçesine gir de ağaçlar dik.
Halkın cuma günü bayramlar
görmesini istiy orsan minbere çık, sıfatlarını oku, kendini öv.
Hay ır, y anlış öyledim, çünkü
sen minbere çıksan minber kanatlanır, gönül gibi uçuverir.
Beni şekerlerinle, ballarınla
konuk et; ot getirip koyma önüme, hayvan değilim ben.
Melek ne yer? Tanrı’nın
güzelliğini; ayla y ıldızın gıdası, dünyanın güneşindendir.
Mısırlılar ekmek derdiyle
korkulara düşerken, halk o kıtlıkta Yusuf’un güzelliğinden gıdalanıyordu.
Susayım, çünkü bir kere daha
söze dalayım da kendisi ortadan kayboluversin; bunu istiyor sevgili.
Bu söz de yanlış; çünkü o beni
eşekten düşürmek isterse çekinmenin, eyere yapışmanın ne faydası olur?
Meğerki çekinmenin yolunu o gö
stersin; çünkü dağarcığı diken de o, yırtan da.
Görünüşte filânı adamakıllı
azarlarım, darılırım ona, feşmanla iyiden iyiye uzlaşırım amma sözüm hep
onadır, hep onunla konuşurum ben.
Sus da böyle bir söze yel
esmesin; çünkü esip giden yel, onlara mahrem olamaz.
Dört şiir söyledim, hayır dedi,
bunlardan daha iyisini söyle. Peki, fakat önce o seçilmiş şarabı
sun.
Altıncı kadehi şu mübarek beş parmağınla kavra da sun bana, de ki:
Al, iç, elli beşinci kadehi bile iç.
Ceylanını bana ver, gazel al benden; saçlarının yüzünü göster, terütaze
şiiri seyret.
O göklere, yerlere sığmayan şarapla mahmurluğumu sök de mahmur
şiir söylemeyeyim.
Senin lûtfun, senin gönül alıcılığın beni böyle kavgacı, inatçı
etti; yoksa ben çok edepliydim, çok alçakgönüllüydüm.
Sen bin yıllık edebi bir kadehle alıp gidersin; aşkının mahmurluğu
utangaç bir göz bırakmadı ki.
Sayende dünya Leylâlarla, Mecnunlarla doldu; lûtfun binlerce Vîse
yaratmada, binlerce çeşit Râmîn halk etmede.
Birlik yüzün bir gölge salsaydı âleme, şu dünyada ne kıran
kalırdı, ne karîn.
Sen güneşsin; senden başka ne
varsa gölge gibi sana tâbi; gâh sola gider, gâh sağa.
Gâh bütün âlemi kaplar, gâh
tamamıyla yok olur gider, halden hale giren tavla zarı gibi senin eline
uymuştur, nasıl atarsan öyle çıkar.
(s. 173) Aşkımız çırpınıp
durdukça senin alımın, senin güzelliğin sakin sakin durmada; biz sofra örtüsü
gibi bumburuşuğuz, ayrılığının alnınday sa bir tek kırışık bile yok.
Bizim kararsızlığımızdan ziyade
güzelliğin sakin oluşu tuhaf; fakat bu ikisinden de tuhafı şu: Bir pusudan baş
çıkardın da göründün mü olanlar olur artık.
Canın için olsun, şu âşıktan
çekinme, su yoksulla uzlaş, kaynaş, beni bırakıp gitme eve.
Bahaneler bulmaya kalkışma,
özür getirmeyi bırak, aşağı görme beni, ululanma, gurura düşme.
Şarap hazır, devlet eşimiz
dostumuz, sâkîmiz de sensin; artık şarap sun, sâkîlik nazlarına girişme,
sâkîlik hilelerine başvurma.
Erlerin yüzlerine bak; hepsi de
senin sarhoşun; onlar dururken pencereye, dehlize, eşiğe bakmaya girişme.
Âşıkların halkasından başka bir
yerde ömür sürme, meyhaneden başka bir yerde yuva kurma.
Bak da gör, dünya bir tuzak,
dilek, istek de yem; onun tuzağına koşma, yem havasına düşme.
Onun tuzağından kurtuldun mu
gökyüzüne ayak bas, gökten başka bir eşiğe ayak basma.
Güneşe de aldırış etme, ay
ışığına da; tek ol, o tek, o biricik güzelden başkasını dileme.
Kâse nasıl suyun üstünde
durmaz, boyuna çalkanır durursa sen de onsuz karar etme, çırpın dur; eline
kâseyi alıp her mutfağa koşma.
Zaman aydınlanır, kararır,
sıcak olur, soğuk
olur; sen zamanenin kaynağına
var, o kaynak başından ayrılmamaya bak.
Onu övmeye kalkışma,
darılışını, paylayışını da örtmeye, gizlemeye koyulma; kadayıf verme ona, tok
kişiyi ağırlamak güçtür, çıkarma onu ortaya.
Fakat ne çare, güzellerin
işleri güçleri hep böyle işte; ateş alevi gibi konuşma, n’olur, y alımlanma.
Söyle, neyi istersen yak, yık,
yalnız ayrılıktan bahsetme; lâyık değil bana bu; şu tek sitemi revâ görme de ne
yaparsan yap.
Söylediğim söz, dudağına lâyık
değilse koca, ağır bir taş al, vur ağzıma, dağıt ağzımı, yüzümü.
Çocuğunu esirgeyip duran ana da
boş yere söylenmez ya; hattâ onu terbiye için dudağına iğne bile batırır.
Dudağının yüceliği, güzelliği
uğruna yüzlerce ağzı, hattâ yüzlerce dünyayı yık-yak, kır-dök, yırt-parala, vur
birbirine gitsin.
Susuz, küstahça deniz kıyısına
vardı mı dalga kılıcını çek, vur boynunu hemen.
Süsene kulum köleyim, çünkü gül
bahçeni gördü; o kadar dili vardı, senin nerkis gözlerini gördü, utandı da
hepsi de tutuldu gitti.
Fakat ben onun gibi değilim,
tefe benzerim tıpkı; elini vurdukça feryat eder, vur, vur yüzüme derim, vur
bana havan gibi.
Beni elden bırakma da semâ’
kızışsın, bülbül nağmesi ancak gül bahçesinde hoştur.
Evet, gözler, mâna gül bahçesi
yüzünden mahmurdur; sen eteği bulaşık dünyadan çek eteğini.
* Yusuf’un çıplak görünüşü daha
güzel olsaydı, gözler ancak gömleğe sürülmekle açılmazdı.
Can güneşinin ışığı asıldır
amma gene de
hiçbir insan o göğe bedensiz
erişememiştir.
Sus, ölü yıkayan çenemi bağlasa bile, ölümümden sonra mezarımdan
hep bu nağmeleri duyarsın sen.
Yapma, etme; suçsuz adam öldürmek, doğru bir iş değildir; gitme,
gitme, ışıksın, aydın gözsün sen.
Lütfettin, köpek ağzını açtın da başımız mahmurluğundan gebe
kaldı.
Mademki açtın, masraf kesesi gibi bağlama, örtme o küpün ağzını;
pencere kapanınca ev karanlık olur.
Gamlara düşmüş adam ok hedefine benzer; sarhoşluktan, kendinden
geçmeden başka bir zırhı y oktur onun.
Aşkın iki eli, Davud’un ellerine benzer, demir bile olsa avcunda
mum gibi yumuşar gider.
Aşka dair sözleri, gene aşktan dinlemek gerek;
çünkü aşk aynaya benzer, hem söyler, konuşur anlatır, hem
dilsizdir, susar durur.
Gerçi halkın kanı onun boynundadır amma ey gönül, sen tez ellerini
dola aşkın boynuna, sarıl ona.
Aşk kan pahasını vermekten korkmaz, defineleri, hazineleri vardır;
onun yüzünden ölü bile dirilir de kefeninden kurtulur.
Uyku yakana yapıştı; hadi, gayb âlemine uç; seher çağı, yakan
kurtulur elinden, kucak kucak etek bulursun, sen yapışırsın o âlemde bulduğun
eteğe;
Hadi, uyu da gazelin geri kalan kısmını yarın söyleyeyim; zaten
halk gül bahçesine sabahley in girer, sabahleyin gül çiğner.
CCI
Beni bulamazsan var sevgilinin yanında ara; o cennette, o gül
bahçesinde, o yeşillikte ara beni.
Gölge gibi yerlere yatmışım, tembelim, işsizim; beni o ayak
diremiş, o ebedî servinin gölgesinde ara.
Beni yıkılmış, sarho ş bir halde yerlere serilmiş görmek istersen
gel de o mahmur gözlerin civarında ara beni.
Günleri saymaktan yoruldun, günleri saymaya doydunsa sarhoşların
halkasına gir de sayısız kadehler aramay a koyul.
O iki mahmur göze, o nurlarla dopdolu, kıyısız bucaksız denize dal
da y aratıcının sır incilerini ara.
Hiç mi hiç ağlamayan gönlü, sevgilinin y anında ara; hiç solup
dökülmeyen gülü o baharda aktar.
Huzur isteyen, karar arayan
adam, ne de donmuş, buz kesilmiş adamdır ya; sen sabır, karar nedir, bilmeyen
sarhoş âşıkın canını aktar, öylesine bir gönül aramaya bak.
Işığın yoksa ışık iste ondan,
şarabın yoksa şarap ara, şarap iste ondan.
Dün gece, meclisinde kendimden
geçtim de bir iş ettiysem, zebun aklımın özrünü o yanaklarda ara, o güzelim
yüzden iste.
Sen neyi arar, istersen asıl
madeninden ara, iste; miskten, gülden güzel koku, hoş nefes iste, dikenden
batıp yaralama.
Sevgilinin ata binmiş hayali
gelip çatmada; a gönül, öylesine bir atlıdan eşsiz haberler dile.
Bütün geçip gidenlerin canları
onun yanında toplanmış; kucağı dopdolu, onların güllerini o kucaktan iste.
Sabah çağı, y anına geldi mi
sabah şarabı iste ondan, gece yanına geldi mi gıda dile, gündüzü ara onda.
Gözbebeği gibi sus, senin
durağın gözdür; gözünde değilse, hayali gözüne gelmiyorsa onu, gene de
bekleyişte ara, gözle dur.
Tebriz’in övündüğü Şems,
yokluğun- yoksulluğun gözüdür; yok-yoksul ol da yoklukta-yoksullukta ara onu.
O kişi değilim ben ki tutayım
da onun nimetlerinden bahsedeyim; nimetleri şöyle dursun, mihnetindeki lezzetten
sarhoş olmuşum, kendimden geçmişim.
Çeng gibi ağlayıp inliyorsam,
bu ondan şikâyet değil; çünkü çenge dönmüşüm, onun acıyış kucağındayım zaten.
Bir perdeden bir perdeye
geçersem kendiliğimden değil bu; her damarım, onun vuruşuna tâbi, ona uymuş
gitmişim ben.
Şekerim yok amma ney gibi sesim
var ya; nasıl olmasın ki onun lûtuf dudağından lezzetler tatmaday ım.
Kızma sırasıysa şimdi, yahut
lûtuf sırasıysa hep o elden; onun nöbetine erişince ona uyarım, elimden başka
ne gelebilir ki?
Güneşten bir renk çalarsam ayıp
değil ya bu; lâ’l de onun yüzünden bezenmede, ayıp mı ediyor yâni?
Lâ’l gibi ben de o güneşten
ululuk çalmazsam nasıl olur da kendi yaradılışımdan geçer, onun boyasına
boyanırım?
Yankesici kara gözlerde ondan
hırsızlık etmiyor mu; gizlice ondan görüş, bakış nuru çalmıyor mu?
Yalnız insandan çalarsan aza
kanaat et; çünkü onun yaradılışına nekeslik eştir.
* Fakat ondan çalarsan
dünyalara değer inciler çal, onun lûtfundan, onun huyundan haberin varsa
dediğimi yap.
Çünkü Tanrı, ancak aşağılık
hırsızları kahreder; geçici, yıpratıcı kumaşlar çalmaya düşenlere gazap eder.
Yazıklar olsun, anlatamıyorum
ki, korkuyorum anlatmaya; çünkü şeriatinde şeriat kılıcı kından sıyrılmış,
parıl parıl parlamada.
Sanılır ki o hırsızın suçu
tamahtır; hayır, asıl suçu aşağılık şeye tamah etmesidir.
Tam uyuyacağım zaman, tam
uykumun geldiği vakit tutuyor, hadi diyorsun, söyle; mademki çalgıya çağanağa
iştihan var, daha taze, daha güzel bir şey söyle.
Uykudan elimi, ayağımı
kaybedince sen kulağımı çekiyor, hikâyeyi baştan anlat diyorsun.
(s. 174) Gündüzün yüzü, gecenin
simsiyah, büklüm büklüm saçlarının altına girip gizlenince hadi diyorsun bana,
o amber gibi simsiyah, o halka halka saçları anlat.
Şu kamışlıklara uyku ateşi
düşmüş, sen gelmişsin, şeker gibi dudaklardan bahset diyorsun.
Hem de bir kere anlatmaya
kanmazsın ki; gazeli tamamladım mı hayır diyorsun, tekrar tekrar söyle.
Gel de bir kendinle kıyasla
beni; tam uyku bastırmışken lalan, hadi dese sana, amberden bahset, ne
yaparsın?
Ne içtiysen içmişsin, neşeli
bir halde gelmişsin, asıl sen içtiğinden içir, onu sun bana, içtiğin şeyden
bahset.
Mademki benden sarhoşça
çalgılar, ezgiler istiyorsun, sen de bu âşıkla beraber kadehten, sağraktan
konuş.
* Bu sözleri şaka olsun diye
söyledim; yoksa senin ayağına toprağım ben, bana istersen Kaymaz de, istersen
Sencer, hepsi de kutludur bence.
Kâfir huylu aşk, geceleyin beni
bin kere damdan odaya çekti, odadan mahallenin ta öbür ucuna götürdü.
Gece, öylesine vakitsiz geldi, öylesine ansızın çattı ki; testinin
kulağını tutar gibi kulağımı öyle sıkı tuttu ki.
Bana ne doldurursa doldursun, ona teslim olmuş bir testiyim; testi
sakanın tutsağıdır, nasıl olur da kaçar ondan?
O, taşlarla bin kere testiyi kırar; fakat kırmasından da memnunum
ben, zevkle, şevkle onarmasından da.
Testi, ırmağın içinde dalgalar yutmak hevesiyle binlerce canla,
binlerce gönülle iki kulağını da ona teslim etmiştir.
CCV
Güneş, kara suyun dibinden çıkıp doğdu mu, her zerreden, Tanrı’dan
başka yoktur tapacak sesini duy.
Zerrenin de yeri mi? Can güneşi doğdu mu o güneşin zerreleri bile
güneşin külâhını, kaftanını kapar.
Ay’a benzeyen gönül, insan gibi balçıktan göründü mü, Yusuf gibi
yüzlerce güneş kuyuya düşüverir.
Bir karıncadan da aşağı değilsin ya, topraktan bir baş çıkar da
karıncalara ovadan, harman yerinden haber ver.
Karıncanın, bizim yemyeşil, terütaze başağımızdan haberi bile yok;
onun için çürümüş, kokmuş bir taneye kaani oldu.
Karıncaya de ki: Bahar mevsimi, elin, ayağın da var, ne diye
mezardan çıkmıyorsun, ne diye ovaya yollanmıyorsun?
Karıncanın sözü mü olur?
Süleyman bile iştiyak elbisesini yırttı, paraladı; Tanrı, şu saçma sapan
örnekler yüzünden sen suç yazma bize.
Fakat kumaşı, alıcı ne kadar
alacaksa o kadar keserler; kumaş uzun amma boy kısa.
O uzun boyu getir bana ki
uzunluğunu görünce Ay’ın bile yay kirişi kopar, getir de kumaşı boydan boya
vereyim.
Sustum artık, bundan böyle
susuşumdan, buğdayın samandan ayrılışı gibi gerçekle aslı o lmay an,
birbirinden ayrılır gider.
Ey seher yeli gibi sabah
çağlarının zevkini gören, demini süren gönül; gördüğünden mi sarhoş oldun,
yoksa göremediğin şeyden mi?
Gâh şaşkınlık denizine
dalmadasın, kendinden geçip gidiyorsun; gâh dağ eteğine gidiyor, gayret
kemerini kuşanıyor, dağda kehribarlar görüyorsun.
Gözden de öte, gönülden de;
yüzlerce pencere açılmış; gökten de dışarı, yerden de, uçup gitmişsin de
yüzlerce gökyüzü görmüşsün.
Denize öyle bir coşkunluk
düşmüş, öylesine bir pus çökmüş ki seyrindeki lezzet yüzünden baş, göz
kesilmiş. 44
Gözden coşup dalga dalga akan
yaşlar denize karışmış da ne tuhaf, ne tuhaf, gözyaşları da, deniz de bir umman
olmuş, yahut da deniz göz haline gelmiş. 45
îki dünya da gözünde sanki bir
horozun önüne konmuş bir yem tanesi; ululuğu görmüş tertemiz göz de böyle olur
zaten.
Birlik âleminde isteyenle
istenenin sıfatlarını ayrı gören kişi, ne isteyendir, ne istenen.
Tanrı’yı kim bilir, tanır?
“Lâ”dan kurtulan. “Lâ”dan kim kurtulmuştur? Belâlara uğramış âşık.
* Cübbemde Tanrı’dan başka
kimse yok remizlerini âşık anlamış, bilmiştir de binlerce
defa o cübbeyi alelâde bir
kaftan görmüş, onu büsbütün atmak, gerçek varlığıyla görünmek istemiştir.
Gönül, ağzını açmıştır da Salâhaddin’e, sensin benim canım
demiştir, sensin ey Tanrı’yı gören göz.
Sevgilinin halvet yeri, semâ’; sonra da tutmuş, uyumuşsun ha; o
dağınık saçlardan utan bâri.
Bundan böyle artık ben sevgilinin halka halka saçlarına sarılıp
geceleri yolculuk edeceğim; upuzun gece, güzel sevgili, söylenmemiş nükteler;
böylece sürüp gidecek bu.
O güzeller, perde ardında yanarlar yakılırlar; güzellerin
lûtufları, ihsanları gecelerde gizlidir.
Hepsini uyut da şu çiftlerden kurtul, tek kal; onun saray ına,
sayvanına geceleri uyumuş bir halde gitme.
Bil ki gece halveti, tıpkı bir denizdir;
delinmemiş, el değmemiş inciler denizin dibindedir.
Padişahımız Tebrizli Şems’in Kâbe’yi gösteren yüzü uyumada, kabul
edilmiş haclara bedel olsun sana.
Bir güzelin aşkına tutulmuş gönüle şaşılır; fakat bundan da daha
şaşılacak şey şu ki güzeli de karşısında oturup durmadadır.
Gözünü ovuştur da daha iyice bir bak a gönül, yavaş ol, her yana
koşup durma öyle.
İki elini açmış, dua ederek denize doğru koşmadasın; halbuki
aradığın inci, daima seninle değil mi, her an koynunda değil mi?
Ne mutlu o kişiye ki eli hep koynundadır; lâtiftir, hafif
rûhludur, çeviktir o kişi.
Her yana yelip yortan, onu arayıp duran kişi, o aray ıştan dönüp
kendine gelmedikçe y orulur gider.
Can gülbahçesinde gönül, bir
dikencikten yaralanıverir; a gönül, bak da binlerce gül demetindeki bir dikeni,
bir dikenin yaptığı şeyi gör.
Gönül alanından bir tozdur
kopar, o alana davul, bayrak gelir, konarsa, binlerce varlık sancağını seyret,
bak, nasıl kırılmış dökülmüş bir haldedir.
Yokluk şehrine gel de
sarhoşları seyret; kendilerinden de, kendileri gibi binlercesinden de
kurtulanları gör.
Padişah, iki ayağını da
ebedîlik sarayına basmış, şu geçici y ay gıdan iki elini de yumuş.
Git, git, keçinin lâyığı
oğlaktır. Git, öküzlere hayat, can, buzağıdır ancak.
Git, git, eşekler, sürü sürü
toplandılar; kart eşeklerle genç, daha bir yaşında sıpalar hep bir arada.
Senin feryadından eşek kokusunu
alıp duruyorum; eşek de otlak için, dişi eşek için anırır.
Miski, amberi koklamak için
temiz geniz gerek, pislik yiyen hayvanlaraysa öbek öbek pislikler.
Eşekler, eşek sidiğini
kokladılar mı ne zamandır o zaman, ne haldir o hal.
Gelme, gelme, gönül meydanına
eşekler erişemez, hayal sahibi yüz binlerce hayale kapılır ancak.
Şu dünya gelinine yengelik
eden, tellâllıkta bulunan îblis’tir; artık yengeye, tellâla bak da gelin
nicedir, var kıyas et.
Sus, isteyene mutlaka söz
söylemek şart değildir, çünkü o dost, kaş işaretiy le de maksadı anlar.
A varlık benlik bağlarından
kurtulmuş filozof
er, senin yüzünün sarhoşuyum, o
sarhoş gözlerle bir bak bana.
Sarhoş gözlerinden sonsuz,
tarifsiz deli divane olmuşum; zaten sarhoşla deli aynı cinstendir.
Yıkık dökük gönlümü gör, bana
bir hoşça bak; çünkü güneş de bir hoşça bakar yıkık dökük y erlere.
Bir bak, o bir bakışınla bir
tohumdan şaşılacak ağaçlar biter, boy atar gider.
O iki gözün, iki yabancı zalim,
iki sarhoş, iki kan dökücü; Türk’çesine, fakat yabancıvari oklayıp duruyor
bizi.
* Beni de, gönül evini de
öylesine yağmaladılar ki Hasancağız, evine yalınayak koşmada.
Yüzünün bağına bahçesine
gelelim, evi yıkalım gitsin; hattâ yüzlerce ev olsa hepsini de ercesine
yıkalım, ovaya döndürelim.
Ey Salâhaddin, sen bir aysın,
şu anlatışa ihtiy acın bile yok; hurilerin saçlarını taramak
için tarağa ne lüzum var?
Gözüne perde kesilen lokmadan
çok yeme; yoksa evin yolunu yitirirsin, çadırı kaybeder gidersin.
Gerçi yaşamanı o lokmaya bağlı
sanırsın amma can gözünde biten kıldır, baş gözüne perdedir o lokma.
Burda yayılıp gezme, neden
gezmeyecekmişim deme; can gözüne perdedir bu seyir seyran.
Beden tılsımı her zehri bal
gibi, şeker gibi gösteriyor amma o kendini perde ardında gösteren bir gelindir,
senin gerçeği görmene perdedir o.
(s. 175) Lokmayı kestin mi daha
fazla hayaller belirir, gelir, daha fazla hayallere dalarsın; hayallerse arılık
duruluk kapısına gerilen perdedir.
Tabiattan gelen hayal, can hayalinin yüzünü örter; akıl, cana
canlar katan bir perde bu diye naralar atar.
A gönül, şu çeşit çeşit, renk renk perdelerden çık, sıyrıl; aklını
başına devşir de perde ayırmasın seni dosttan.
O peri yüzlü güzel, iki dünyanın da hulâsasıdır; yüzünün örtüsünü
açtı mı Zühre bile yok olur gider.
Mânalar Burâk’ına bir bindi mi saltanatına karşı kimin bir söz
söylemeye haddi v ard ır, kimin bir iş etmeye gücü kuvveti?
O padişah, gökyüzü tasına mührey i attı mı gökyüzündeki bütün
yıldızlar mat olur giderler.
Rûhü’l-Kudüs onu görünce secde eder, Tanrı’yâ en yakın melekler
bile ondan feyz alırlar.
* Efendimiz, Arş’ın devlet kuşu Tebrizli Şems,
öyle bir adamdır ki yedi deniz bile ona karşı ancak bir katredir.
Sen göz kesildin bize, bizi de
görülmemiş bir hale getirdin, seni bir türlü göremiyoruz artık; sonra da bizim
ağlayışımızı gördün de bu ağlayışa gülmeye başladın.
Gül ey can, gül ey cihan,
gülmek senin hakkın; ne edersen et, ne yaparsan yap, her ettiğin şey, her
yaptığın iş, yerindedir, doğrudur.
Hasretinin derdiyle lâlelerin
gönülleri kapkara; güller, yüzünün güzelliğini görmüş de elbiselerini yırtmış,
paralamış.
Bütün âlem halkı içinden
tertemiz canları seçtiler; onların içinden de sen seçildin a benim sevgilim.
Bil ki aşk bir ottur ki ağacı
kurudur onun, benim ağacıma sarılıp sarmaşmıştır o.
Ağacım kuruyunca alabildiğine
yücelmiştir;
yüzüm sararınca altın gibi
değerlenmiştir.
Şu gönlümde inciler, mücevherler definesi vardı; fakat gönlü,
hepsini de kumarhanede oyuna vermiş gitmiş.
Şu gönlüm, binlerce varlık sağrağını kırdı da nerkise benzeyen
mahmur gözlerin birini bile onarmamış.
Canımda bir uğurdan ham da kalmadı, pişmiş de; medet, medet,
öylesine bir ateş tutuşturmuşsun ki.
Tebrizli Şems, beni ney gibi okşadı; gam yüzünden neye, çalgıya,
çalgıcıya bahaneler coşmuş, fakat gerçeği bu işte.
Tanrı’dan başka yoktur tapacak, ne de güzel bir bayrak, ne de hoş
bir sancak; Tanrı’dan başka yoktur tapacak, ta yücelerin yücelerine ayak bastı.
Varlık, yokluk denizinden o padişah, Mûsa
gibi ne de hoş toz kopardı; Tanrı’dan başka yoktur tapacak.
Ta ezel bezminde varlıklar,
onun utangaçlığından arılık sıfatlarına büründü; Tanrı’dan başka yoktur
tapacak.
Onun bir sitemi, yüz binlerce
lûtfa değer, yüz binlerce lûtuftan daha iyidir; ne de güzeldir o sitem;
Tanrı’dan başka yoktur tapacak.
Ne yana baktıysa ordan binlerce
îrem bağı biter, yeşerir, gelişir; Tanrı’dan başka yoktur tapacak.
Acaba bir gün olacak mı ki
lûtuf, kerem dalgalarıyla gam denizinden bir kıyıya ulaşacağım? Tanrı’dan başka
yoktur tapacak.
Gamlara batmış gördüğün kişinin
canı, benim padişahımdan bir koku bile almamıştır; Tanrı’dan başka yoktur
tapacak.
Göz, Tebriz padişahından bir
sürmey e nail olmamışsa ne yazıktır, ne yazık; Tanrı’dan başka y oktur tapacak.
* Padişahın, Rabbiniz değil miyim sesini duyunca candan, gönülden
binlerce evet narası çıkar; Tanrı’dan başka yoktur tapacak.
Padişahımız Şemseddin, lûtuf, yücelik cennetidir; hastalıklara ne
de güzel şifadır, Tanrı’dan başka yoktur tapacak.
Gönlüm ihrama bürünmüş, Tebriz’i tavaf etmededir, o haremin içinde
dönüp dolaşmadadır; Tanrı’dan başka yoktur tapacak.
Ne hoştur, hey desem, kimdir o kapıdaki? O da benim dese;
Tanrı’dan başka yoktur tapacak.
Gönlüm göze döndü, sen de gözde bir hayalsin sanki; gözle açılan
bu fal ne de güzel, ne de kutlu fal.
Buluşma ümidiyle iki göz de harap oldu, sarhoş oldu gitti;
yarabbi, gözgöze buluşmak nasıldır acaba?
Göz, o sarho ş arslanıma orman kesildi mi artık
kurdun, çakalın ne haddi var ki göze girsin, belirip görünsün?
îki gözünü aç da o güzel huylunun devlet ışığının yüzünden
gözlerimdeki ululuk ıssının nurlarını seyret.
O yüzlerce Süleyman’ın haset ettiği dilberin çadırını, sancağını
görünce can hüthütünün gözleri kanat açtı gitti.
Güzelliğin güneşi gözlerde parlayınca, gözlerde ululuk nurundan ne
ışıklar var, ne y alımlar.
Aklın aklı gelip de beden otağına konuk oldu mu akılların ona b
akmay a gücü kuvveti kalmaz. 46
Ulular ulusu Şemseddin’in kadehiyle iki göz de sarhoş oldu;
gözlerde ondan dolu dolu ne şarap lar var, ne şarap lar.
Dün gece dostun kimdi, kiminle yattın ki, terin
hamamı misk kokusuyla doldurdu.
Taş bile aşkınla diş diş oldu, tarağa döndü; periler bile seni
hamama çağırdılar, gelmen için yalvarmaya giriştiler.
Tarak, saçlarını gördü de her dişi şahâdet parmağı gibi Tanrı
birliğini bildirmeye delil oldu, Tanrı’yı bir tanıma âleti kesildi.
Hamamın halveti yüzünün nuruyla doldu; bütün kubbe sırçaya döndü,
parıl parıl parladı.
Sus ki toprak bile su gibi senden ayrılığa erdi; sana mensup olan
herkes soy sop bilgini kesildi.
CCXVII
Alımın eşsiz padişahısın, güzelliğin özü. Toprak, suyla nasıl karılır
ezilirse sen de canla, akılla karılmışsın; can olmuşsun, akıl kesilmişsin.
Gel, gel ki halkın canı da sensin, kurtuluşu da. Gel, gel ki
Yakub’un ışığı da sensin, gözü de.
Suyuma, toprağıma, şu balçık bedenime bas ayağını da, ayağının
lûtfuyla sudan da bulanıklık, karalık gitsin, topraktan da; su da arınsın,
durulsun, toprak da.
Parlaklığınla taşlar yakutlaşsın; seni isteyen, bu istek yüzünden
istenen olsun, o makama ulaşsın.
Gel, gel ki güzellik bağışlamadasın, ululuk vermedesin sen; gel,
gel ki binlerce Eyyub’a şifasın, dermansın sen.
Gel, gel; gerçi asla gitmemişsin amma gene de gel, her sözü
güzellikle, bir hoşça söylerim sana, gel.
Yüzlerce cana bedelsin, canın
yerine sen gel, gir bedenime, otur. Güzelsin, seni seveni çek, bas bağrına.
Dünyanın padişahı o değil mi ki
a perişan dünya, neden böyle perişansın, onun canı için olsun, söyle bana.
Gâh onun yemyeşil bayrağı
yüzünden lâtif bir hale gelir, yeşerirsin; gâh onun savaşçı ordusuna yenilir,
alt olursun.
Bir an olur ressam gibi
düşünür, resimler yaparsın; bir zaman gelir döşemeciler gibi tutar, y ay gıları
süpürürsün, kaldırırsın.
Sûreti silip süpürdün mü onun
özüne meleklik verir, yüce melekler gibi ona kol kanat ihsan edersin.
Sus, tulumdaki suyu gör, gözet;
yarığından dökersen ay ıp lanırsın sonra.
Gönül Düldül’ü sıçrayıp yola
düştü, bir binek atı oldu âdeta da bu yüzden gönlün Tebriz’in övündüğü Şems’e
ulaştı.
O Arap’ın güzelliği aklımı da kaptı, gönlümü de; sarhoş
bakışlarında binlerce şaşılacak şeyler var.
Hocam, binlerce aklım vardı, binlerce edebim; fakat şimdi
sarhoşum, yıkılmışım, artık edepsizliğin tam çağı.
Sebepleri yaratan, burda sebep kapısını kapattı; sen şunu gör ki
sebepsizlikten sebepler meydana getirmede.
Evvelki gün mahallesine sarhoş bir halde g ittim; öfkeyle neyi
kaybettin dedi, ne arıyorsun, ne istiyorsun?
Kırık dökük, Arapça bir iki söz söyledim; dedim ki: Geldim,
yanınızda babamın oturduğu yeri arıyor, istiyorum. 47
Cevap verdi de nerde uyumuşsun sen dedi, ne söylüyorsun?
Muhammed’in aklı önünde Ebû Leheb’in pılısı pırtısı geçer mi hiç?
Âciz kaldım da antlar içtim,
kızışıp yeminler ettim, Tanrı’nın tertemiz zatına, Peygamber’in tertemiz canına
and olsun dedim.
Fakat kızmanın, yemin etmenin
yeri mi? Gözü kızmış, avına saldıran doğan, nasıl olur da yere mer?I481
Gözlerimden yaşlar aktı da
kırbalara benzeyen bulutlardan saka nasıl yağmurlar yağdırır, ona tanıklık etti
âdeta.49
Ne çarem var? Halimi
gammazlayan da bizim evden; yüzüm altın para gibi sapsarı, gözlerim bulutlar
gibi y aşlar saçmada.
(s. 176) Yazıklar olsun, can
dilberim keşke mala mülke meyletseydi, yahut da efendim, çelebim sözlerine
kansa, aldansay dı.
Yahut bir hileyle, bir düzenle
yoldan kalsay dı, y ahut da üzüm şarabıyla sarhoş olsaydı.
Ümitsizliğe düştüğüm çağda
ağzını kulağıma koysaydı; başım, kulağım, o ballar gibi tatlı dudaklardan ne
hallere gelirdi?
O ümitsizlik anıma kul köle
olayım ki o anda Halebî şişede vuslat şarabı parlayıverir.
Sevgili şarap sunmada, o yüzden
şaraba tapıyorum; yüzüm altın gibi sapsarıydı, şarap şişesi gibi kıpkırmızı
oldu.
Kardeşim de aşktır benim, babam
da, aslım faslım da; zaten ebedî olarak kalan yakınlık, aşk yakınlığıdır, soy
sop yakınlığı değil.
Sus ki batıların, doğuların
övündüğü Tebrizli Şems benim adımı sanımı hoş bir lâkapla yazdı gitti.
Ey Ay, ayağının toprağına and olsun ki doğup parladığın geceler,
aziz ömre bedelsin sen, hiç olmazsa ömrümüz gibi ko şup gitmiyorsun sen.
Bir hevese kapılıp geceleyin yola düşenlere gözsün sen, ışıksın;
gökyüzü y olcularına ateş de sensin, su da sen.
Kâinatın şu konaklarını gezip geçerken, bu
kutlu dönüp dolaşma sırasında kazara bizim ay yüzlümüze
rastlarsan;
Gerçi o, dünyanın canıdır,
canın da yeri yurdu olmaz; sen de zaten sevaplara dalmış gitmişsin, fakat gene
bir sevaba gir de onun bulunduğu yere git;
De ki: Her yerde hazırsın,
nazırsın amma bir haber var sana; cevapların pek lâtiftir senin, bunun hakkı
için lûtfet de bir cevap ver.
Daha oyunun başı, binlerce taş
y uttun; hâlâ örtü ardındasın, halbuki binlerce örtüyü yırttın.
Gizliden gizliye ne feryatlar
var, ne vuruşlar var gönlüme; gönlüm bir rebâb, amma ne de güzel bir rebâb ki
senin gibi rebâbînin elinde.
Gönlüm sana bir rebâb; bedenim
senin yıkık dökük bir alanın. Rebâb çalarak dön şu yıkık dökük alanın
çevresinde sarhoşça.
Herkes senin sunduğun kadehle
sarhoş, fakat her biri bir ayrı şarap içmiş sanki; sense kadehine hiç
sormazsın, hangi şaraptan sarhoşsun demezsin.
A gönül, her an batıp
durmadasın, nerde deniz kıyısı? Andan âna yanıp kavruluyorsun, bu gayb ateşi
nerde?
Yüzünü ekşittin de somurtuk
somurtuk oturdun; testiyi kırdın, su vermem sana diye bir bahanedir buldun,
tutturdun.
Sarhoşlukla olan oldu, beni
sıkma, sıkıştırma artık; onun yerine binlerce altından dökülme testi verey im
sana.
Sen abıhayatsın, bir testi
kaybolmuş, ne çıkar? Can da sensin, cihan da sen; bir testiye ihtiyacın mı var?
Gel, aziz bir gün bu, bir
meclis kur, fakat dün gece yaptığın gibi yapma, hani sıçramış, aramızdan kaçıp
gitmiştin.
Evvelki gün sarhoş bir halde
aşk evine gittim; gülerek gel dedi, tıknefeslikten kurtuldun.
Bir gönül aldıysan binlerce can
ihsan ettin; bir
bedeni yaraladıysan binlerce
melhem verdin.
Ayaklarına nasıl sarılmayayım; başların tacısın sen. Ellerini
nasıl öpmeyeyim; elin, kolun var, her şeye gücün kuvvetin yeter senin.
A gönül, bir kadehçik şarap iç de mahmurluklardan kurtul; a güzel,
mademki puta tapıyorsun, böyle bir puta tap bâri.
Bahtın yaver oldu, devlete, ikbale ulaştın; buna şükrane olarak
kutlulukla gönül âlemine git a gönül.
Gerçi bütün gümüş bedenliler ne söylüyorsan hepsini altınla
yazıyorlar; fakat gene de sus.
Tanrı ışığı, hidayet imamı Husâmeddin, halkı şu aşağılık âlemden
kurtarmada, can âleminin yücelerine götürmede.
îkinci can, iğreti olmayan ebedî can, benliğinden de kurtuldu,
varlığından da; sarhoşluk âleminde kendi padişahlar padişahına
avlandı gitti.
Ne de varlık ki can, onu ansızın yoklukta buldu; ne de yücelik ki
can, böylesine bir aşağılık âleminde ona ulaştı.
Doğruluk âleminde sen beni kırdın ya ay yüzlüm, işte o zaman
bilmediğim her şey doğruldu gitti.
Hacamatçım aşk oldu da baş damarımı, gövde damarımı neşterley inc
e kan gibi bedenimden akıp gittim, ne de tez ellilik bu.
Aşk hekimi geldi de gönlümün küleğini tuttu, müjdemi ver dedi,
varlık derdinden kurtuldun gitti.
Seher yeli ne vakit esecek diye bekler dururdun, bekleyişten
kurtuldun, artık ne denize zebunsun, ne oltaya, ağa tutulursun.
Mademki Tebrizli Şems’in peşin paralarıyla dolu keseyi kemerine
bağladın, bu çeşit şeyleri boyuna ondan al, halka satadur.
Âşık mısın sen, nesin, kimsin,
nerden gelmişsin? Ne diye bana sitemli sitemli bakıyorsun, geceleyin hizmetine
bakmak için satın mı almışsın beni?
Sana ne zulüm ettim de yaslılar
gibi tutuyor, külâhını yerlere vuruyor, kaftanını yırtıyorsun?
Geçmiş olaylara yanıyor,
acınıyorsun, sanki daha önce âşıkların gönüllerindeki dağları görmüşsün,
dertleri duymuşsun, gamları işitmişsin.
Yakub’un soyundansın sen,
yanıldığın betinden benzinden belli; Yusuf’un yüzünü görmüşsün de parmaklarını
doğramışsın.
Sevgilinin bakış oklarıyla
gönlün y aralanmadıy sa neden gamla, gussayla boyun yaya dönmüş, iki büklüm
olmuşsun?
Senin ahından, feryadından misk
kokuları geliyor; olsa olsa misk ceylanısın, y aseminliklerde yayılmışsın.
Ne olursan ol; şu bir sözü
dinle; gerçi pek çok hikmet meyveleri çiğnemişsin amma bunu duy.
Bu söz senin canına ait bir sözdür; istersen şeyhlerin şeyhi ol,
istersen mürit, bu sözüm bir sestir işte, duy bu sözü:
Sen kendini dert sanmışsın, halbuki dermansın; sen kendini kilit
sanmışsın, halbuki anahtarsın.
Senin vasıflarından çalıp söylesem akıl şahnesisin sen; sözün
tamamını söylesem Bâyezîd’sin sen.
Yazıklar olsun ki başkasını istemedesin de kendi güzelliğini,
kendi yüzünü görmüyorsun, halbuki eşsiz bir güzelsin sen.
Seni anc ak adam eden tanır, bilir; başka kimsecikler bilemez,
çünkü gizliden gizlisin sen.
A gönül, sevgiliye ulaş, kendine bağlanma; çünkü gezgincisin,
tezsin, çeviksin, teksin sen.
Firavun’un yomsuzluğu yüzünden Mısır’ı bırakmışsın da Mûsa gibi
Şuayb’e sokulmuşsun.
Sevgili, ömrümüze benzer, bu bakımdan sözünü uzatmak daha doğru;
bu yüzden bu kadar uzun söze daldırmışsın bizi.
* A Tebrizli Şems, boyuna gölgenin peşinde koşup duruyorum, yoksa
ben arefeyim de sen bayram mısın?
Sonucu uçtun, gizli âleme
gittin; acaba dünyadan hangi yolla gittin, hangi yolla acaba?
Çok kanat çırptın, kafesi
kırdın da havalandın, can âlemine uçup gittin.
* Sen bir kocakarının eline düşmüş padişah doğanıydın, davul sesini
duydun da mekânsızlık âlemine uçtun.
Kargaların arasına düşmüş bir
sarhoş bülbüldün, gül bahçesinin kokusunu aldın, gül bahçesine gittin.
Şu ekşi şaraptan çok mahmurluklara
uğradın, çok baş ağrıları çektin; fakat sonucu ebedîlik meyhanesine gittin.
Devlet hedefine varmak için oka
döndün, şu yaydan fırladın, o hedefe uçtun.
* Şu cihan, gulyabani gibi
yanlış hedefler gösterdi sana; sen onların hepsini bıraktın, izinin tozu
belirmeyen dilbere gittin.
Tacı ne yapacaksın sen? Güneş
kesildin. Kemeri ne diye isteyeceksin? Belden, aradan çıkıp gittin sen.
Duydum ki iki göz kesilmişsin
de cana bakmadasın; ne diye cana bakarsın? Canın canına kavuştun sen.
A gönül, ne de eşi, örneği
bulunmaz kuşsun ki mükâfatları fazlasıyla verenin avında iki kanadınla uçtun,
kalkan gibi vardın da mızrakların üstüne gittin.
Gül, güz mevsiminden kaçar, sen
ne şaşılacak şuh bir gülsün ki güz yelinin önüne düştün de sarara sola gittin.
Yağmur gibi gökten şu toprak
âleme yağdın, her yana y ay ıldın, koştun, aktın da sonunda oluğa gittin.
Sus, söz söyleme eziyetini
çekme, rahatça uyumana bak; çünkü öylesine esirgeyici,
öylesine sever bir dosta
sığındın da gittin sen.
Halk senin söylediğin sözlerden bir koku alsaydı, senin ayrılığın
yüzünden hep birden ölür giderdi.
Kendi canından senin kokunu almasaydı, gönlünü de kemik gibi
köpeğin önüne atıverirdi, canını da.
(s. 177) Lûtfunun parıltısı suya vurmasaydı, suyu parlatmasaydı,
su y erine hepsi de halis zehir içerdi.
O şarabın bir yudumcuğunu toprağa dökmeseydin, yıldızlar ne diye
yeryüzünün çevresinde dönüp dururlardı?
Ezelî güneş bir ıssılık bağışlamasaydı, temmuz da donar, buz
kesilirdi, temmuzda biten bitkiler de.
Hem her şeyden münezzeh olmak, hem her şeyle karılmak, katışmak,
şaşılacak bir sıfat;
fakat yazıklar olsun ki sırların perdesini bir türlü kaldırıp
devşirmedin.
Amma perde de olmasaydı, o yola gizlice gidenler öylesine
çoğalırdı ki adım atmamıza yer kalmazdı.
Eğer o perdelerin ardından Rûhü’l-Kudüs’ü bir gösterseydin
insanların akıllarıy la canlarını beden sayarlardı.
Tutsaydın da tıknefeslik düşüncesine dalsay dın, halkı bir sıkmak,
halka nefes aldırmamak isteseydin, bütün güzeller, bütün lâle yüzlüler feryada
düşerlerdi, sararıp solarlardı.
Düşüncene doğan güzellik, yalnız orda kalsay dı, güzelim arı duru
şaraplar dertlerinden tortulaşır kalırlardı.
Bu sırrı söz kapatıyor, yoksa susabilseydim, Hintli de olsa, Türk
de olsa herkes aşk sırrını anlardı.
O Türk güzelim gül gibi yüzüyle
çıkageldi; ona dedim ki: Ne oldu o ahit? O, çoktan geldi geçti, eridi gitti
dedi.50
Ona dedim ki: Seher yelinin
eline bir mektup vermiştim, acaba getirdi mi? Dedi ki: Evet, gösterdi.51
Neden ey dost dedim, vakitsiz
çıkageldin? Dedi ki: Yoldaşım sayrıydı, yolda o yüzden hızlandı, o yüzden tezce
geliverdik52
Yüzünden dedim, can şehri
apaydın, cömertliği güneşten öğrendin sen.
Dedi ki: Yüzüm yüzlerce güneşi
ay dınlatırken sen nasıl oluyor da beni onunla kıyaslıyorsun, ne de soğukluk
bu.
Benim ebedîliğimi, kendi
zevâlini gördü de o yüzden beni aramak için düny ay ı dönüp dolaşmaya başladı
güneş.
Secde ettim, suçumu bağışlaması
için ağlamaya başladım; gözyaşlarımı gördü, feryadımı duydu, derdimi anladı da,
Dedi ki: Mahsustan öyle
söyledin, değil mi? Sonra da benim sözlerimi dinlemek hevesine düştü, bu aşkla
beni söze getirdi.
Dedim ki: Sen dikensiz gülsün,
akşamsız sabah; öylesine bir ersin ki kullarını sütle, balla besler,
geliştirirsin.
Halk dilinde altına, o kadar
sarılığıyla gene de kızıl derler, bu ancak senin lûtfundandır.
Dedi ki: Az incit, söz söyleme,
sus; bak, altına lâf olsun diye sarı dedin de incittin onu.
Gel, gel ki tıpkı abıhayat
içindesin sen; gel, gel ki her derdin şifasısın, devâsısın sen.
Gel, gel ki gül bahçesi seni
övüyor; gel, gel de onu nerde besledin, nasıl y etiştirdin, bir göster. 53
Gel, gel ki sen olmadıkça
hastanede hiçbir hastanın benzindeki sarılık gitmiyor.
Doğ, doğ ey Güneş, sen
olmadıkça havadaki acılık da gitmez, soğukluk da.
Doğ, doğ ey Ay, gözlerin hepsi
de yaşlı, herkes ağlıyor, sense dönüp duruyorsun; yazıktır bu yazık.
Gel, gel ki bütün kâinatın
velinimetisin sen; hayran gönülleri dertten halâs edensin; tavlanın zarısın
sen.
Gel, gel de kuluna öğret,
bellet; çünkü imamlıkta da, öğretmede de, anlay ıp anlatmakta da teksin sen.
Şu sabah çağında döndürüp
sunduğun şarap, ne biçim şaraptı ki dönüp duran zaman bile neşesinden âdeta
çatlayacak.
Şarap değildi o, canın için
olsun, doğru söyle, neydi o? Bahaneler düzme, eğri büğrü söyleme, ustalıktan
gelme yâni.
A sâf gönül, ondan ne diye
doğruluk
istiyorsun ki? Şu vadide onun
ancak boyudur doğru olan, düz olan;
Sen ok gibi doğru ol da eğri
yaya eş kesil; mademki o yaya düştün, ok gibi ağzına al kirişi.
Çünkü senin doğruluğun o eğriye
kuldur köledir; ok kesilmişsen yay için doğdun zaten.
Bir daha sun da göreyim, ne
biçim şarap o; sarhoşluğu bilene, anlayana can, zahitliğeyse düşman.
O sefer iyi göremedim, çok
susuzdum; mademki mutîsin, buyruğuma uymadasın, bir kerecik daha sun.
Aldatmıyorum seni, bir kadehçik
daha sun da yeter artık; sana kim hile yapabilir? Hilenin, düzenin aslısın,
temelisin sen.
İki âleme de hileyi, işveyi sen
telkıyn edersin, mademki küpü açtın, bana yardım et bâri.
Herkes orucunu açtı, küpün
ağzını örtme; çünkü zevke, içkiye hem gelinsin sen, hem güvey.
O küpten, o tulumdan domuza
bile bir yudumcuk sunsan, arslan domuzun etrafında döner dolaşır, ona kuyruk
sallar.
Şarabı ansam maksadım sensin,
senin ateşindir; feryada başlasam feryadıma sebep gene sensin.
Öylesine güzelsin, öylesine
eşsizsin ki seninle beraber kimsecikler bulunamaz; fakat kıskançlığından
tutuyor da kendine türlü türlü adlar takıyorsun.
Gâh testi diyorsun, gâh kadeh;
gâh helâl diyorsun, gâh haram; hepsi de sensin, gâh Mehdi oluyorsun, hidayet
buluyorsun, gâh Hâdî oluyorsun, hidayet veriyorsun.
Yüce nurunla aysın, lûtfunla
gül bahçesi; fakat servi gibi ikisine de bağlı değilsin, ikisinden de hürsün
sen.
Fakat ey her şey desem de
cüzler bilmezler seni, çünkü tümden ayrılmış parça, ancak kendisi gibi parça
buçuk şeyleri bilir.
Parça buçuk şeyle örnek
getireyim de parça
buçuk da tüme meyletsin;
meyletti mi tutar, onu mamûrluğa çekersin, tümleştirirsın onu.
Ey Tebriz’in övündüğü Şems,
temelli bir örnek getir; zaten varlığın da temelisin sen, var edişin de temeli.
Ne de hoş bir güzellik güneşisin
ki doğdun da dünya penceresinden baht sabahı, devlet günü gibi vurdun.
Gülün yüzünden binlerce
görülmemiş, eşsiz süsenler bitirip açtırdın; o yeşilliğe gönüle gönüller katan
binlerce töreler kodun.
Menekşe gibi binlerce atlas
elbiseler yırttın; müridin kolusun kanadısın, muradın da canına cansın sen.
Güzellikle aklın külâhını
kaptığın zaman, akıl senin önünde bir saman çöpü değil mi; sense lâtif lâtif
esen bir yel değil misin?
Ona karşı savaşa kalkışan,
inada girişen gülün
aklı mı var? O güzellik, o iyi
gönüllülük, hep ondan esip gelen yelden meydana gelmiyor mu?
Elinle sunulan şarap, yüzlerce mahmurluğa değer mi değer; varlığın
başı, bu şarabın neşesiyle nasıl olur da define kesilmez?
Aşk ustası ustaca bir öğüt verdi bana da dedi ki: Aklını başına
devşir, kime gönül verdiysen al gönlünü, vazgeç ondan.
Kimin şerbetini içersen iç, bil ki o şerbetten sonra iğnesiyle
seni y aralay ac aktır, kanını akıtacaktır senin.
Birisi var ki sarhoş gözleri senin kulağına küpe takmıştır,
kendisine kul köle etmiştir seni; kulağından pamuğu çıkar, hür olmayı arama.
* Ona gönül ver, gülüş geliri geldi çattı; neşe harmanından da
öşür o larak gam istemezler ya senden.
* Olur ya, Cüneyd-i Bağdadî’ye, Beşr’e
verdiği gibi, padişah sana da yeryüzünü veriverir.
Onun lûtuf, ihsan gerdanlığı geldi mi gamın boynu kırılır; Tanrı
ihsanı erişti mi zulüm, sitem ölür gider.
Nereye gidersen Ay senin üstüne doğar, parlar; zaten Ay yıkık
yerleri de ışıtır, mamûr yerleri de.
Ay’a kul olduktan sonra gece senin için gündüzden iyidir; her
yardım çağında feryadına erer, sana arka olur.
Ne mutlu sana da, bütün yoldaşlarına da; ulu kutluluksun, güzel
bir bahta düştün, hoş bir devlete ulaştın.
* Onun güzelim vaadlerine dayan ey can; o padişah, vaadinde hiç
hilâf olmayan, vaadinde durmada eşi, örneği bulunmayan bir padişahtır.
Deve haydayan nasıl mavallarla devesini y ormadan yürütürse, bunun
tefsirini de senin kulağına o padişah söyler.
Bana bak, bana; benden başka
kime, neye bakarsan iyiden iyiye anlaşılır ki Tanrı aşkından haberin bile yok.
Tanrı güzelliği, Tanrı alımı
hangi yüzde varsa o yüze bak; olur ya, ansızın o yüzden bir bahta, bir devlete
erişiverirsin.
Mademki akıl babandır, beden de
anan; oğulsan babanın yüzüne bak.
Bil ki pîr, baştan başa Tanrı
sıfatlarıyla sıfatlanmıştır, insan şeklinde görünür amma iş öyle değil.
(s. 178) Sana karşı köpük
gibidir amma kendince bir denizdir o; halkın gözü onu oturuyor görür amma o her
an yoldadır, y olculuktadır.
Onun yüceliği hakkında binlerce
delil var, hepsini de görüyorsun da hâlâ pîrin halini anlamıyorsun, gerçekten
ne de haberin yok.
Kuruluktan, yaşlıktan münezzeh
olan tapıdan gönül Meryem’ine rûhanî bir sûrettir geldi çattı.
Uğrayıp geçen elçi, içinde
canın gizli olduğu solukla gönül Meryem’ini gebe bıraktı.
A gönül, o padişahlar padişahına
gebe kaldın sen; çocuk, karnında oynamaya başladı mı görürsün.
Tebrizli Şems’ten gebe kalırsan
sen de gönüle dönersin, gönül gibi gayb âlemine uçar gidersin.
Öylesine bir kişiyim ki
işsizlikten başka ne bir işim var, ne bir gücüm; gönlüm zamanenin işinden
gücünden usandı gitti.
Şu kara toprakta da karalıktan
başka bir şey görmedim; ihtiyâr felekten de hileden, düzenden başka bir şey
görmedim.
Gönül oltanı şu denize
salmışsın; fakat ne bir balık tuttun, ne elini çekiyorsun.
îster altmış yaşına gir, ister
yetmiş; olgunlaşamayacaksın vesselâm; elinde bir tek gül bile yok, boyuna diken
gevelemedesin.
Ay gibi külâhını eğri giyiyorsun amma ışığın yok; yürü, var git,
sakala, sarığa kapılmışsın sen.
Ne biçim şimşeksin ki ekinleri yakmadasın ancak; ne çeşit
yağmursun ki taşlara yağmadasın yalnız.
Kendi tuzağına tutulmuşsun, nasıl avcılık bu? Kendi evini
soymadasın, ne biçim hırsızsın sen?
Bunların hepsi de var sende; fakat gene de bir gün sevgilimin
hayalini görürsen iyi bir dostsun.
Herkesin işini düzene koyan Tanrı’nın tertemiz zatına and olsun;
benim beyimin işine gücüne dalar da sarhoş olursan iyi bir iştesin, iyi bir
güçte.
Onun izine düşer de peşinde yaya olarak iki adımcağız atarsan tek
atlı değilsin, atlı ordunun kumandanısın sen.
Aşkın eteğine yapış, onun eteği keremdir, ihsandır; ondan başka
kimsecikler kurtaramaz seni y ab ancılıktan.
Aşkı ana ana geceyi aydın gündüz haline getir;
aşk anılınca gecenin karanlığı mı kalır hiç?
Sen yatar, uyursun da aşk,
yastığının başında iki elini açar; yana, ağlaya dua eder sana.
Geri kalanını da söylesem şu
dünya yanar, kavrulur; kendine gel, yeter artık söze dalış, sustum ben.
Şu âşıkların halkasına
katılmazsan, bu halkadan çekinirsen bil ki gönlün ölür, donmuş, buz
kesilmişlerden olursun.
Dünyanın güneşi olsan bulut
gibi kararır gidersin; ilkbaharsan güzün yolunu tutarsın.
Boş kâse gibi içinde bir
şeycikler yoksa suyun üstünde oynar durursun; fakat dolu oldun mu havuzun,
ırmağın dibinde yurt edinirsin.
Tanrı, benim eteğimi tut diye
iki el verdi sana; göklerin yolunu tutasın diye akıl fikir ihsan etti.
Akıl, meleklerin cinsindendir,
meleklere doğru koşar, uçar; eline bir ayna alırsan apaçık
görürsün.
* Altınla dolu keseyi al da “Tanrı’ya borç verin” makamına gel; bir
altın kesintisi verirsen yüz binlerce altın madeni alırsın.
Gökyüzü küpünden başka küplerde yüzlerce renk vardır; hangi gün
dalarsan onun boyası görünür sende.
* Gökyüzü Arslan’ından kaçar da Öküz burcuna gidersen eşek huyuyla
huylanırsın, gökkuşağının yolunu tutarsın.
* Yengeç bile olsan Arslan’ın yanında oldukça bu yakınlık, sana da
tesir eder, er olursun, pehlivanlaşırsın.
Güne ş gibi dünyayı hay atla doldurursun, bu âlemden sıçradın
gittin mi o âlemin saltanatına nail olursun.
* Nuh’un tandırından nasıl su fışkırdıysa sen de su gibi fışkır da
bütün dünyayı tut; ne diye ekmekçi tandırı kesilir de hep ekmekle dolarsın?
Sus da deniz kıyısına dek koşadur; söze dalar,
konuşursan soluğun kesilir, koşamazsın sonra.
Bundan böyle feryat etmek, gam yemek haram oldu; dünya cennete
döndü, çünkü sen hâkimsin dünyaya, senin elinde dünya.
Örnek getir: Artık gönülden gam dikeni bitmez. Örnek getir: Artık
gam bulutu inciler yağdırır.
Örnek getir: Artık sabah, gammazlıkta bulunmaz. Örnek getir: Artık
gece, dünyayı karartmaz.
Örnek getir: Artık ağaçların dallarından çiçekler solup düşmez.
Örnek getir: Artık diken, dikenliğine tövbe eder.
Örnek getir: Artık dilencinin bile gözünde hırs kalmaz. Örnek
getir: Artık tamah, hırsızlıktan, yankesicilikten kurtulur.
Örnek getirmesen de eşsiz, örneksiz güzelliğin yeter; o güzellik,
gönüle, cana sarhoşluklar
vermededir, ayıklığın düşmanıdır o.
Gece, senin miraç halvetine erip bu şerefe nail olunca, güneşe
yüzlerce horlukla bakar.
Senin şekerkamışını kıskanır da binlerce feryat eder ney; senin
ayrılık çengin yüzünden, çengler ağ lay ıp inlemeye koyulurlar.
Ateşin gönlündeki ıssılık, senin aşk hararetinden bir yanıştır
ancak; yel de senin havana uymuştur da o yüzden tez tez eser, hafif rûhludur,
çevik bir hale gelmiştir.
Sana tapı kılmak için su secdeye kapanır da gider; şu topraktaki
hastalık rengi, şu sararıp soluş, senin derdindendir.
O dağ, ululuğundan, cebbarlığından değil, güneşindeki parlaklığa
âşık olduğundan, seni görmek için gün doğarken başını yücelere kaldırır.
Önce güneşin ona vurmasını, önce o ışığı kendisinin satın almasını
ister de o yüzden baş kaldırır.
Ay’dan, dağdan öğren de başını yücelere kaldır; Tanrı aşkının
madenisin sen, bir dağdan da aşağı değilsin ya.
Hattâ başını aşağıya eğme, yücelere de kaldırma, mekânsızlık
âlemine kaldır; çünkü altı yan da orda sana baş eğer.
Gönüle bak ki gönlün altı yandan da dışarıdır; seni şu ciğer
yiyicilikten ancak gönül kurtarır.
Sırlara mahrem ol da seyre seyrana çık; şu güzelim yürüyüşü gökten
öğren.
Koruk gibi ekşiliği bırak, üzüm olmaya bak; ney gibi kamış olmayı
bırak da şekerler y ağdıragör.
Onun şekerindeki tatlılık boğazımı yaktı benim; güzelim yüzüne
daldım da güzel sözler söylemeden kaldım.
De ki: Ey aşk, ne de güzel boğaz yakmadasın; cefa ederken de
güzelsin, işin gücün güzel, vefa ederken de.
Boğazımı daha fazla sıkarsan can çabuk çıkar;
boğazımı sıktın mı senden gelen bir cana nail olurum ben.
A gönül, ondan bir koku aldın
mı yüz boğazın olsa hepsini de bir uğurdan teslim edersin; zaten Mansûr da bu
yüzden boğazını ipe teslim etti.
Çocukluktan ihtiyarlığa koşa koşa
gitmedesin; fakat bu gidiş apaçık değil, görünmüyor.
Gül bahçesinin hatırı için
bülbüle yoldaşsan, onun gibi sen de gül için feryat ediyorsan dikeni de baştan
başa gül gör.
Bilmezsin, olur ki diken bir
gün gül olur, gerçi seni incitmede, sana batmada, fakat sonucu belki de dostluk
eder sana.
Dikenin içi de güldür, dışı da;
kimin başını kaşımaktasın? İhtiyatlı davran.
İhtiyat da nedir ki? Benim ne
aklım kaldı, ne ihtiy atım; ihtiyatlı hareket edeceksen sen et, aklın başında
senin.
Yanlış, yanlış, sen de koruyup
gözetemezsin beni; pervaneyi muma, ışığa atılmaktan koruyabilir misin sen?
İlacın acılığıyla hocanın,
ustanın sillesi hoştur; vefalı sevgilinin cefa etmesi bir ganimettir.
Bir âşık, dilberin elinde zebun
olursa, bu onun aşkına, aklına delâlet eder, akılsızlığına değil.
Sevgili, nazdan, cefadan başka
ne yaparsa emin olma, fitnedir o, hilebazlıktır.
Zebunuz ey aşk, buyruğuna
uymuşuz, işvelerine razı olmuşuz; ister y alan söyle, aldat bizi, ister
olmayacak şeylerle oy ala.
Yalanı da yerindedir, işvesi
de, gerçeği de, olmayacak şeyi de; tek yabancı gözüyle bakmasın bize de o y
eter.
Can da sensin, cihan da,
cihanın sahibi de; bunun hakkı için söylüyorum, beni nasıl besleyip y
etiştirdiy sen öylece kulum köleyim
sana.
Canıma tuzak kesilen yücelik halkan hakkı için beni sarhoşlar
halkasına sen soktun.
(s. 179) Canın can olmasına sebep olan o yüce, o ulu can hakkı
için beni öyle bir hale getirdin ki aldın, canına soktun.
Yıkık dökük varlığımızda gizlenen defineye and olsun, beni bütün
insanların gözünden gizlemedesin.
Halkın gözünden gizli olan o bahçe hakkı için sararmış solmuş
benzimizi erguvana döndürmedesin.
Meleklerin ibadet yurdu olan yüce dama and olsun, beni dama day
amadasın, merdivene çevirmedesin.
Bizim rahatımız, huzurumuz, sana ziyan veriyorsa hiç kapamadığın
kapıyı kapa yüzümüze.
Mademki sevgili, sana feryadından da y akındır, ne hikmettir bu ki
yakın sevgili için
feryat eder durursun?
Âlemin yaratılışındaki hikmet gizli sırrı açmaktır ya; şu halde
senin de söyleyecek sözün varsa açığa dök, söyle.
Hamı pişirmek için mademki tenceren var, eyer gibi vur sırtına
tencereyi dedi, ateşe bu buyruğu verdi.
Suya, içinde gizli bir kaynak var, buna şükret de toprağı ıslat
diye emretti.
* Büyük kutluluk yıldızına hadi buyurdu, hünerini göster; bizim
neliksiz-niteliksiz işler y aratmamızı biliyorsun çünkü.
* Büyük kutsuzluk y ıldızına da yürü buyurdu, hasetçilik et dur,
söyle bakalım, başka ne y apabilirsin? Hünerin ancak bu işte.
* On sekiz bin âlemi de, gözün varsa bak da gör, gizli defineyi
meydana çıkarmak için mey dana getirdi.
Hüneri olan, bilgiyle tanınsın, herkesten üstün olsun diye
durmadan çalışır.
Hünerini örten, gizleyen kişi
de örtmede, gizlemede meşhur olayım diye hünerini gizler.
Hünerini örtmeye çalışanın
maksadı, bilgide, bilgisini saklamada şöhret sahibi olmaktır.
Gelip geçen peygamberler hep ey
topraktan meydana gelmiş insan, içinde maden var senin diye gerçeği meydana
koymak için gelip geçmişlerdir.
Biz de demişlerdir, sizin gibi
insandık, fakat şimdi define bizde, o defineden bir habbecik de sizde var.
Senin gönlünüm ben, gönlünü
kendinde arama, bende ara, genç, dinç bir b ahtın, bir devletin varsa pîre
mürit ol.
İşi kendinden bilirsen beni hiç
tanıyamazsın, hiç bilemezsin; iç âleminde çok sıkıntılara düşer, çok sınamalara
uğrarsın.
Gel, benim parçamsın sen,
parçayı tümden ay ırma; gülü, cinsinin bulunduğu yere götür, çünkü güllerin
gülü var sende.
Şüphe, inancın parçasıdır, inançla inanç olur gider; fakat onu
inançtan ayırdın mı şüphelere düşer, öylece kalakalırsın.
Delil fayda vermez sana, delil benim ancak; bensiz misin, en büyük
delile sahip olsan gene kurtulamaz sın şüpheden.
Dua etmezsem lûtfu boyuna der ki: Ne diye başını bağlamışsın?
Söyle, ağzın, dilin var.
Ona dedim ki: Canım bedenimden çıkınca canımla beraber şiirimi de
alır, götürürsün sen.
Lûtfu bana cevap verdi de dedi ki: A istekli, bu, işin önünde oldu
zaten, ne diye yüreğini oynatırsın?
A gönül, sözün tamamını sen söyle; ben ağzımı yumdum, sen söyle ki
ebedî sözlere sahip sin sen.
Ey Tebrizli Şems, adların anlamlarını sen söyle; gökte değilsin
amma bir göğün var ki senin.
Gönül alma yoluyla sun can
şarabını; hani daima izimin tozunu bile belirtmezsin ya, tıpkı onun gibi sun.
Hani bütün gece, uyandırmak,
uyanık bulundurmak için Ay gibi gönüller penceresinden vurur, parlar,
parlatırsın ya, onun gibi sun.
Hani şarabımla seni kadeh gibi
bo şaltırım, doldururum demiş de bir şarap sunmuştun ya, işte öyle sun.
Beni topluluğun çevresinde
kadeh gibi ne diye döndürüp duruyorsun? Mademki şarabı ödünç aldın, götürdün,
hâlâ getirmeyecek misin?
Sun o şaraptan ki eğer taşa,
kerpice döksen ölü taş, cansız kerpiç, canlanır da binlerce şaklabanlıklar
eder.
Sun o şaraptan ki, bahçe ondan
çiçeklenip açılsa ne gülün güllüğü kalır, ne dikenin dikenliği.
Senin ayrılık çenginden, sensiz
feryada gelirsem, çeng gibi benim de feryattan, figandan
haberim bile olmaz.
Düğümleri açan, sahibimiz Tebrizli Şems’tir; zaten büyücülükle
düğümleyen de onun sihirbaz gözleri.
A gönül, vuslat diyarının devlet kuşusun sen; uç, ne diye
uçmuyorsun? Kimsecikler tanımaz seni, ne insansın sen, ne peri.
Sen dilbersin, gönül değilsin, fakat binlerce gönlü elde edesin de
alıp götüresin diye hileyle, düzenle gönül şekline girmişsin.
Bir an vefalı ol da toprağa karıl; toprakla birleş, sonra bir an
da kalk, Arş’tan da, ferşten de, iki dünyanın sınırından da geç.
Can neden seni bulamaz? Onun kolusun, kanadısın sen; göz neden
seni görmez? Görüşün aslısın, temelisin sen.
Tövbenin ne haddi var ki sana tövbe etsin? Haber kim oluyor ki
seninle olsun da bir şeyden
haberi olsun?
Kim oluyor o yoksul bakır ki kimya gelince altın haline gelip yok
olmasın?
Kim oluyor yoksul tohum ki ilkbahar gelsin de ağaç gibi boy atıp
tohumluktan çıkmasın?
Kim oluyor yoksul odun ki ateşe düşsün de kıvılcımlar saçan bir
ateş koru olmasın?
Bütün akıllar, bütün bilgiler, yıldızlardır; sense onların
perdelerini yırtan bir dünya güneşisin.
Dünya sanki kardır, buzdur, sense temmuz ayı; sen tesir etmey e
başladın mı ondan bir eser bile kalmaz, erir gider.
Kim oluyor şu yoksul, kimim ben ki seninle olayım da gene de
varlığıma sahip bulunayım? Bana doğru bir baktın mı ben de yok olur giderim,
benim gibi yüzlercesi de.
* Sahibimiz Tebrizli Şems’in sıfatlarının olgunluğu Cebrî’nin
vehimlerinden de üstündür, Kaderî’nin vehimlerinden de.
Canın için olsun söyle, yurdun nerde senin? Çünkü akla pek
şiddetli bir fitnesin, akıllılığa pek düşmansın sen.
Akıl, bugün oklukirpi gibi büzüldü; başını içine çekti; çünkü gül
renkli şarabı sunan sensin, gül bahçesinin hasedini çeken sen.
Ben semâ’a düşkün değildim, sen beni yoldan çıkardın; yüz binlerce
hırsızın, yankesicinin, düzencinin bile yolunu kesersin sen.
Göğün kulağına ne söyledin ki böyle dönmeye koyuldu; bulutun
kulağına ne dedin ki bu çeşit inciler y ağdırıy or?
Toprağa ne gösterdin ki böyle gebe kaldı; yelin nesini kaptın ki
böyle ağlay ıp inlemey e düştü?
Dağlara ne verdin ki defineler, madenler düzüp koşuyorlar;
denizlere ne öğrettin ki inciler, mücevherler saçıyorlar?
Kâfirliğin kulağına ne söyledin ki gözünü
yumdu, kulağını tıkadı; aklın kulağına ne dedin ki nurlara gark
oldu gitti?
Uykuda beni nasıl oluyor da
gamın elinden kurtarıyorsun; uyanıklığımda tekrar nasıl oluyor da gamın eline
veriyorsun?
Uykuya benzer binlerce yolun
var, çaren var; onlarla gönüle, cana yel verirsin, derde, eleme düşürmezsin.
Nitekim uyanık arif de dünyadan
göz yummuştur, âdeta uykudadır; başını kaşıdığın kişi, dikenden kurtulmuş
gitmiştir.
Güneş’e, Ay’a, yıldızlara,
gökyüzüne ne verdin de böyle kolsuz kanatsız uçup duruyorlar?
Oynayıp uçuşan zerreler, senden
ne nağme işittiler acaba? İşittikleri nağmeyi dağa da işittirsen o da kalkar,
oynamaya koyulur.
Suyun, toprağın özünü
hilelerle, düzenlerle öylesine doldurdun ki hileye, düzene başladılar da sana
sarılmay a koyuldular.
Fakat bir an onlara üfürmedin
mi boş tuluma dönerler; ne hay-huy kalır, ne doğru düzen gitmeye güç kuvvet.
Sustum, kendimden yüzlerce defa
kaçtım; fakat gene sen tuttun beni, çeke çeke söze getirdin.
Yedinci kat gök bile sana
kızar, senden uzaklaşırsa canıma and olsun, ürkmezsin, korkmazsın, hiç gam
yemezsin sen.
Gönlün onun belâsıyla, onun
gamıyla açılıp ferahlamazsa iyiden iyiye bil ki sen aşkta pek ehemmiy etsiz,
pek değersiz bir padişahsın ancak.
Sen definenin eziyetinden kork,
herkesin zahmetinden, eziyetinden değil; çünkü Tanrı’nın hışmı insanın kinine
benzemez.
Sevgiliden başka bir inci
bilirsen inciye lây ık değilsin, may an kötü, aslın pis.
(s. 180) Gebe kadın gibi her
kokuyu duydukça yüreğin titrerse bil ki emaneti taşıyanlardan bir koku
alamazsın sen.
Kendi beğenişini bırak, dostun
beğendiği şeyi iste; şekerlik etmeye kalkışan şekerden mahrum olur.
Seninle gönlü bir olmayana
zevkinden bahsetme; çünkü o başka bir adamdır, sense bambaşka bir adamsın.
Beni bilmiyorsan karanlık
geceye sor; âşıkın mahremi de gecedir, ağlayıp inleyişin tanığı da gece.
Amma gecenin de sözü mü olur
burda? Âşıkın binlerce nişanesi vardır; en bayağı nişaneleri gözyaşıdır,
sapsarı bet benizdir, arıklıktır, süzülüp eriy iştir.
Âşık, ağlayış deminde buluta
benzer, tahammül zamanıy sa sanki dağdır; su gibi secde eder, yüzünü yerlere
sürer de gider yoldaki
toprak gibi yerlere döşenir,
ayaklar altına yatar.
Fakat bütün bu mihnetler, koca
bir bahçenin dışındaki bir tek dikendir âdeta; bahçenin içiyse güllük
gülistanlıktır, orda sevgili var, kaynaklar akıp durmada.
Bahçenin duvarını aştın da o
yeşilliğe girdin mi dile gelir, şükretmeye koyulursun, şükür secdelerine
kapanırsın.
Şükürler olsun Tanrı’ya dersin,
güzün çevrini, cefasını giderdi, yer açılıp saçıldı, yeşerdi, çiçeklendi, bahar
baharlığını yapmaya başladı;
Binlerce çıplak dal, güllere eş
oldu, donandı; binlerce mugaylân dikeni dikenlikten kurtuldu.
Aklı başında olan, ne bilsin
sevgilinin tadını tuzunu, güzelliğini, alımını; kirpi gibi oklarla dopdolu amma
ne savaşın yolunu y ordamını bilir, ne ata binip ko şturmasını.
Senin kardeşin de âşıklardır,
anan, baban da; onların hepsi de bir olmuştur, bir do stla karılmış,
birleşmiştir.
Binlerce beden tuzlaya düştü mü
tuz olur gider; ikilik kalmaz bedende, Mergazlı nedir, Buhârâlı ne?
Usananların aptallığına bakıp
da sözün gemini kasma; söz söylemeye başlayınca gökyüzündeki susuzlara bak,
onları gözet.
Aşktan uyanıklık habercisinin
gelip çattığı gece usanç uykusu âşıkların başlarından uçar gider.
Yıldızlar secde eder, Ay’a,
Zühre’ye bir haldir gelir; akıl fikir yürüyüşten, rahvan gidişten kalakalır.
Ne mutlu gecedir o gece ki
böyle bir Ay doğar da apaydın güne bile her şeyi örtüp gizleme sıfatlarını
bağışlar.
Dünyanın kuruluşundan sonuna
dek kimsecikler görmemiştir böyle kendinden geçişi, böyle aklı başında oluşu.
Sen ister sıçra, ister yerlere
döşen; güneşle beraber gitmek, kimsenin haddi değildir.
Bu gece uykuya tamah etme,
uyuyacağını hiç umma; uyanıklık padişahı gelip kondu, seyre seyrana daldı
çünkü.
Gel, gel; bu uzaklıktan pişman
olursun sonra; tatlı davetimize gel, ne diye köpürüp duruyorsun?
Bu mecliste yaşayış dalga dalga
köpürüyor; Tanrı yardımcı, her yanda da Mansûr şarabı var.
Gül demeti yerine ellerde
güzellerin halka halka, büklüm büklüm saçları; menekşeler y erlere döşenmiş, y
arlıganma yerinde ay aklar altına serilmiş.
A ümitsiz, binlerce kutluluk
kadehini içegör, afiyetler olsun; a sinek avlayan, binlerce altın al, binlerce
güç kuvvet bul.
Burda binlerce çeşit Zelîhâ
var, binlerce çeşit
Yusuf; şarap cana canlar
katıyor; raks tambura uyuyor.
İnciler mekânsızlık âlemi
denizinin avucuyla saçılıyor; lüzumu bile yokken inananın da önüne kâfurdan
dökülme bir mum koyup yakmış, y alanlay anın önüne de.
Her can bal denizinin
ortasında, siz de gelin, haydin, ben balansının balından kurtuldum artık diye
bağırmada.
Sevenlerle sevilenler birbirine
düşmüş; yerlere serilmişler, hepsi de sarhoş, utanma, çekinme nazından
kurtulmuşlar artık.
* Kıyamet kopmuş, bütün sırlar,
bütün olaylar mey dana dökülmüş, ortaya çıkmış; boru sesleri ölüleri
diriltmede.
Yılanlara, çıyanlara düşmüşsün,
karıncalara gıda olmuşsun amma ey çürüyüp erimiş, dökülüp gitmiş kemik yığını,
topraktan baş çıkar, kalk.
Ol dediği şey oluveren emir
sahibi seni y ılandan, karıncadan satın aldı, emre uyduğuna
karşılık beylik elbisesini
giyin.
înci, mücevher hâzinesi senin,
dükkân derdinden geç; tertemiz nurla gıdalan, bu, tandır ekmeğinden elbette
daha iyi.
Tanrı şarabının çiçekleri
açıldı, çiçekleri de b ırak artık, üzüm şarab ının mahmurluğunu da.
Hurilerin güzelliği, Bulgar
cariyelerinden daha üstün; can şarabı, bulgur aşından daha
lezzetli.!
Sevgilinin hayali, gözyaşı
hamamıma geldi, oturdu; gözbebeğim natırlığa kalkıştı.
Hıtay Türkü’nün gözleri daracık
amma ne zararı var? Can yüzgeci çıplaklıktan utanır mı ki?
* A yere ekilen tohum, hele bir
boy ver, ağaç ol; iznimizle halifemiz, vezirimiz sensin bizim.
Kim görmüştür böyle bir gün?
Öylesine bir gün ki her şeyi, herkesi geceden kurtarmış, geceleyin görmezlikten
halâs etmiştir.
Parıl parıl parlayan el, Mûsa
gibi keremler etmiştir şimdi; dünya Turusîna’ya dönmüştür, nurlarla dolu bir
gönül haline gelmiştir.
A gönül, şimdicek canlar
meclisinde yurt edin, çünkü sen, o Beytü’l-Mamûr’da oturanların ev sahibisin.
Sarhoşluğa bağlanıp kalma,
büsbütün yıkıl, harap ol gitsin; iyiden iyiye bil ki mamûrluğun aslı, temeli,
harap olmaktır.
Bugün şu y e şillikte Tanrı
harabısın, Tanrı sarhoşu; binlerce şişe kırsan mazursun sen.
* Senin sâkînin elinde toprak
bile kızıl altın kesilir; mademki onun ayak bastığı topraksın sen, padişahlar
padişahısın, fağfursun.
Nerde hasta varsa gelsin, can
sağlığına kavuşsun; hattâ sen ölünün dirilmesini seyret, hastalığın da yeri mi
yâni?
Şiiri sen söylüyorsan kulum
köleyim şiire; çünkü sen îsrâfîl’in canına cansın; Sûr’un üfürülüşüsün.
Vay bu uzaklıktan; fakat mademki söz oka, dil de Harezmî yaya
benzer, er geç elbette hedefe varır bir gün.
Harfle, sesle can sözü söylenemez; yarlıgayıcı olmasa yarlıganmış
olamaz.
Çünkü o yanda öylesine gönüller vardır ki ne Rum ülkesindendir
onlar, ne Türk’tür, ne de Nişaburlu; fakat dilsiz-dudaksız söylenen sözleri
duyar onlar.
* Gel de Tur Dağı’na dek Mûsa’ya yoldaş olalım; Tur’da Tanrı’yla
konuşan Mûsa’ya “Allah’la konuştu” dendi.
Bir aşk, eteğimi tutmuştur da aç adamın yemek kabını tutup çekmesi
gibi beni çekip durmadadır.
Aşkın elinden kim kurtulmuştur ki benim gönlüm de kurtulabilsin; o
uzun kılıcın kabzası ancak aşkın elindedir.
Sana can şarabını içireyim de
artık gam yeme; gamın da yeri mi? Her neşeliden rehin olarak neşe alırsın
artık.
İki yüz kola kanada sahip bir
melek yaparım seni, öylesine bir melek ki artık insanlık bulanıklığı, adamlık
vasfı hiç kalmaz sende.
Bedenden kurtulmuş can nasıl
olurmuş, eteğinden canlılık tozunu silkmiş can ne hale gelirmiş? Gösteririm
sana.
Canların halis ve özel şarabı
içtikleri seher çağında, seni gündüzleri, geceleri saymadan kurtarırım.
Kaza ve kader, sana olaylar
oklarını atar durur da ondan sonra sana yardım eder, işini başa vardırır.
Rüzgâr, vuslat
şekerkamışlığından esip gelmede; öylesine tatlı bu yel ki lezzetine bakıyor da
şeker bile şekerim diyemiyor.
Seher çağı, güneş gibi bir
kadeh sundu bana; o şarabı içtim, varlığım zerre zerre oy namay a koyuldu.
Körkütük sarhoş oldum da o
vakit, dur dedi, sana bir kadeh daha sunayım da şu ayrılık kalksın aramızdan.
(s. 181) Sun, sun hele ey
dünyadaki bütün sâkîlerin canı ciğeri; kerem sahibi keremler eder, Ay aylığını
yapar elbet.
Eşi, örneği olmayan Tanrı’nın
ululuk güneşine and olsun ki şu boyuna y ürüy üp duran, şu boyuna yolculuk eden
gök kubbe yaratıldı yaratılalı senin gibisini bulamadı gitti.
A güzellikte tam, alımda olgun
dilber, bunun tamamını sen söyle; seher çağında sunduğun şarabın sarhoşluğu,
beni benden aldı çünkü.
Gel, gel ki bizim gibi bir dost
bulamazsın sen; iki dünyada da nerde bizim gibi gönüller alan güzel?
Gel, gel, her yana yel gibi
koşup durma; senin geçer akçene başkasının y anında pazar y oktur.
Sen kupkuru bir vadiye
benziyorsun, bizse yağmur gibiyiz; sen sanki bir yıkık şehirsin, bizse sanki
mimarız.
Neşenin sevincin doğuları olan
tapımızdan başka bir yerde halk neşeden sevinçten ne bir eser görmüştür, ne de
bundan böyle görür.
Uyudun mu rüyanda binlerce
şekil görürsün, oynar durur; uyandın mı o halktan birini bile göremezsin.
Eşek gözünü yum da akıl gözünü
aç; çünkü nefis tıpkı bir eşektir, hırs da yularıdır âdeta.
Tatlı akideyi aşk bahçesinden
iste, çünkü tabiat sirke satar, koruk sıkar ancak.
Seni y aratanın şifa yurduna
gel; o hekimden hiçbir hasta çekinip kaçınamaz.
O padişah olmasa dünya başsız
bir bedene döner; öylesine başın çevresine sarık gibi sarılagör.
Yüzün kara değilse aynayı
bırakma elden; çünkü can, senin ay nand ır, bedense o aynanın
pası.
Müşteri talihli kutlu tacir nerde ki sıkı bir pazarlığa girişeyim
onunla da satın alıvereyim onu.
Beni hatırla, fikrine getir, aklı fikri ben verdim sana; lâ’l
satın alacaksan bâri benim madenimden al.
Adımını atıp gideceksen sana ayak verene git; iki gözünü aç da
sana görüş verenin yüzüne bak.
El (köpük), kimin denizindeyse onun aşkına el çırp; çünkü onun
neşesine ne gam gelir, ne keder.
Onun sözlerini kulaksız duy, ona dilsiz, ağızsız söz söyle; çünkü
dille söylenen sözün bâzı bâzı y alan olmamasına, bâzı bâzı insanı
incitmemesine imkân yok.
Sevgili, gözlerini dikmiş, gözlerine bakıp
durmada; sen de sakın bir başka dostun yüzüne bakmaya kalkışma.
Gönlüne o sevgiliden başkası
gelirse git de, git, korkuyorum, ciğerini yerim senin.
Aklını başına al, gözleri
gözlerine bakıp da sakın bir yabancının hayalini görmesin.
Bana bak da ibret al; sevgili
beni sınamalara uğrattı, hileyle çeke çeke beni bir gül bahçesine sürdü,
götürdü;
Bir gül gö sterdi ki bütün
güller ona haset eder de solar, dökülür; bir güzel gösterdi ki bütün güzeller
ona giriftâr olur gider.
Şöyle bir taaccüple başını
salladı da eşi, örneği y oktur, misli görülmez, seyret de bak dedi.
Hani bir yankesici bana,
peşinde hırsız var demişti de ardıma dönüp bakarken sarığımı kapıvermişti ya,
tıpkı öyle işte.
* Davud, bir gözle bakmıştı da
özürler dileyerek gözyaşları dökmeye başlamıştı; gözyaşlarından yerde
yeşillikler bitmişti.
* Taze başağa baktığından, bir
sitemkârlıkta bulunduğundan babanı cennetten sürdü, çıkardı o.
Sünbül gibi kaşlara dalmaktan
sakın, padişahın gözü sende; aklını başına devşir, bir alıcı var, sana bakıp
duruyor.
Senin iki gözüne de müşteri,
daima diri olan, her an yaratıp duran Tanrı’dır; bir leş gibi sen de tutup da
kuzguna verme gözlerini.
Sus, sus, gözlerini yumdun amma
halka gösteriş kaygısı seni tuttu, şiire çekti.
Bir güzel, bir sevgili, ebedî
olarak uykumu dağıttı gitti; uykumu aldı da bir mağaranın dibinde bir taşın
altına gizledi gitti.
Gözlerim uykuyu rüyada bile
göremez artık; bir leş tuzlaya düşerse leşliği kalır mı hiç?
Uyku nerde, gözlerim nerde?
Karar nerde, gönül nerde? Şu sınama sabır mı kor, sabreden
mi bırakır?
Akıl bir dağ kesilse saman çöpü gibi onu bile uçurur; seyret de
bak, bu kasırga ne de heybetli bir kasırga.
Sır perdelerine sahip olanlara bir haber ilet; bir ay yüzünden
gökyüzünün perdeleri yırtıldı gitti.
Bir gece, bütün yıldızlar uyumamıştı, o güneşin yüzünü görmek için
oturmuşlardı.
Gayret habercisi kılıcını çekip gitti de ne yapıyorsunuz siz dedi;
ne yaptığımızdan, ne olduğumuzdan haberimiz bile yok dediler.
Gayret çavuşu geriye döndü, geldi, her birine ateşlerle dopdolu
feryatlar ederek sakının dedi, sakının;
Geceleyin akrep, eğri büğrü, onun sarayının kapısını örten,
tehlikelerle dopdolu olan perdenin kıyısında bucağında gezerken,
Ululuk kapıcısı kahır neftini döktü de bir
kıvılcımla yakıverdi onu.
Yazıklar olsun, bahtımın gözleri aydın olmak için ne olurdu,
kapısının toprağından bir eser bulsaydı da sürme gibi gözlerine çekseydi;
Çekseydi de o kuvvetle, Güneş’in, Ay’ın bile göremediği o gözle
bir baksaydı.
* Nesr-i Tâir, onun kolu kanadı bağlıdır dedi de bu güvençle
heveslendi, o yana uçtu;
Derken bir sinek, onun uçsuz bucaksız şekerkamışlığından uçtu,
Nesr-i Tâir’in peşine düştü de yetişti, başını yarıverdi.
Şarabının kokusu şu dünyaya yayılsa her yanda sarhoş olmuş,
yerlere serilmiş bir Ömer görürsün.
Bir neşe çığlığıdır karayı da kaplamıştır, denizi de; her yerden,
insan kalıbı rahmet denizini giyindi sesi gelmede.
Belâlara uğramaktan çekinenler, rahata, huzura kavuştular,
kılıçlarıy la kalkanlarını attılar, rahatça oturdular.
Havalardaki zerrelerle denizlerin katreleri bile kulaklarına onun
küpesini taktılar, bellerine onun gayret kemerini kuşandılar, ona kul köle
oldular.
Onun hizmet hakkı, yapıp ettiklerini anlatmaya kalkışırsa her şey,
herkes ne olduğunu anlar; çünkü hiçbir varlığın tek bir hüneri bile yoktur.
Sevgili, şehirleri bezemek için dolaşmaya çıktı, mühendisçesine
hendeseyi düzdü, koştu, öylesine bir kapı açtı.
Şekli, vasfı Tebriz’e erişince o şehre bir gümüş bedenlinin can
yalımları vurdu.
Kalem kırıldı, akşamdan kalma sarhoş gibi hiçbir şeyden haberi
yok, yerinden düştü, y erlere serildi.
Sözü nasıl tamamlay ay ım ki hatırım ateşler içinde, şükür
sularına batmış; suya atılmış şeker gibi eriy ip gitmede.
Gönüller yakmak, ancak
sevgilime verilmiş benim; Tanrı lûtfu da aşkı bana nasip etmiş, ne de kutlu
rızk bu.
Başım bile gitse varsın gitsin;
baş o bana; külâhtan da kurtuldum, baştan da, külâh dikenden de.
Ağzını kulağıma verdi de dedi
ki: Sana bir söz öğreteyim de öğren.
Bir ancağız bizim
yeşilliğimizde yayılır, bir hoşça bizden gıdalanır, gelişirsen Huten
ülkesindeki cey lana dönersin, kanın tamamıy la misk olur.
Can can olduktan sonra can,
beden kaydı nedir sana? Mademki altın madenisin, bir tohumla ne işin var, ne
diye onu ekmek kaydına düşersin?
Erleri güzellerin meclisine
çek, Hızır’a, abıhayata kılavuz ol.
Lâ’l renkli şarap geldi, üzüm
şarabı değil; şeker saçıyor sevgili, bu şeker vermey e benzemiyor.
Ben senin gördüğün adam değilim; beni görsen de tanıyamazsın sen.
Sen bir hayalden başka bir şey göremezsin, çünkü uyuyorsun, uyku sarhoşusun,
uyku sersemisin sen.
Bu azlıkla, çoklukla nicesin, ne haldesin diye bana sor; bir kör
herifin eline düşen Yusuf nasıl olabilir ki?
Can Yusuf’unun yüzü aşk gözüyle görülür ancak; sendeyse aşk gözü
yok, sen vehim adamısın, kıyaslara düşmüş birisin.
Gözün, görüş nimetinin karşılığı, Tanrı’ya şükretmektir, Tanrı’yı
övmektir, bunu böyle bil; kalp gümüş gibi, kalp altın gibi potadan kaçma,
şükrediş, övüş madenisin sen.
Potadan korkarsan gerçekten de hayale taparsın sen; hayalinde bir
put yonarsın, sonra da o p uttan korkar durursun.
Hayalinde bir put yapıyorsun da onu önüne koyup namaza duruyorsun;
kâfir gibi putlara
tutsak olmuşsun; kadın gibi âdet görmedesin, kan dökmedesin.
Halbuki hayal, senden doğar;
senden meydana gelen şey, sonradan meydana gelen putu yontmadadır; Ay değilsin,
tozsun sen; altın değilsin, bakırsın sen.
(s. 182) Gerçi hepsi de birdir
amma gene de bütün erlerin, erenlerin canlarına and olsun ki a beden, dolap
gibi dönüp duran şu gök kubbenin altında ekin için kullanılan bir öküzsün sen.
Fakat göğün boyunduruğundan
başını, boynunu kurtarırsan, eşek sürüsünden kurtuldun bil; meleksin o zaman,
insansın elbette.
Sıçra, sıçra, kurtul şu
cihandan da cihanın padişahı kesil; hele şu şekeri bırak da şekerkamışlığı ol.
Sıçra, sıçra, şeytanı y akmak
için şihap gibi atıl; y ıldızlıktan kurtuldun mu gökyüzünün mili olursun, her
şey senin çevrende döner dolaşır.
Nuh denize gitmeyi kurdu mu ona gemi olursun; îsa göğe ağarken ona
merdiven kesilirsin.
Gâh Meryemoğlu îsa gibi can hekimi olursun; gâh îmranoğlu Mûsa
gibi gider, çobanlık edersin.
Seni pişirmek, olgunlaştırmak için bir can ateşi var; fakat sen
kadınlar gibi geriye kaçarsan ham kalırsın, kaltabanın biri olursun.
Fakat ateşten kaçmazsan tam pişersin, olgunlaşırsın; pişmiş somun
gibi sofranın başköşesine geçersin, aziz olursun, ağırlanırsın.
Sofra kuruldu mu kardeşler, benimserler seni; ekmek gibi cana
yardımcı olursun, derken can kesilirsin.
Zahmet, meşakkat madeniysen sabırla define olursun; gayb âlemine
ait şeylere yer yurt kesilmişken tutar da gaibleri bilir bir hale gelirsin.
Ben bunu söyler söylemez gökten bir sestir geldi, can kulağıma,
böyle olursan dedi, öyle
olursun elbette.
Sus, ağız, şeker çiğnemek için ağız olmuştur; çenesi gevşek olman,
boyuna çene çalman için değil.
Şu sâkîden seher çağı şarap içen kişinin gözlerindeki mahmurluğa
bak da ötesini sen var anla artık.
Hiç ummadığım bir kutluluk koşa koşa geldi çattı bana; sanki Mekke
halkından olmayanın yanına Kâbe koşup gelmiş; tıpkı onun gibi.
Gel ey bütün sâkîlerin canı ciğeri, koş, gel de Tanrı’nın o lâ’l
renkli, halis şarabını sun bize.
Ayrılık zehirlerle dopdolu binlerce kadeh sunmuştu; panzehir
madeni geldi de panzehirliğini yaptı, zehirlenenleri kurtardı.
Gel ki genç talih, senin yüzünden yepyeni bir devlet buldu; gel ki
iştiy ak çeken, senin yüzünden yepyeni bir elbise giyindi.
* Nasıl gülmeyeyim, gülüşümü
nasıl gizleyeyim? Gülen narım ben; şekerkamışı, şeker, somaklık edecek değil
ya.
Öyle birisin ki her yetimi, her
tek kalmışı muradına çift edersin, dileğini verirsin; fakat ululukta, ihsanda
eşin yok, teksin sen.
Bir oyundan, bir eğlenceden
ibaret olan dünyanın şarap sunuşu çocukçadır; halbuki senin sağrağın pek büyük,
ergin kişinin sarhoşluğu senden.
Gönül evinin çevresinde gam
yılanı dönüp durmada, fakat bir türlü içeriye giremiy or; halis zümrüt,
yılanların gözlerini kör eder.
Kardeş, ya ayna ol, yahut
gözümün önünden uzaklaş; çünkü sen Rum kayserinin zıddı bir Zenci’sin,
gözbebeklerine düşmansın sen.
Bunu bırak şimdi; bugün akşama
dek zevk çağı, işret demi; sarho ş olduk, yerlere serildik de mürâîlik
hırkasını yırttık gitti.
Bugün kim akıldan dem vurur,
güzel ahlâktan bahsederse şarap testisini o adamın başına,
sakalına dök gitsin.
Bugün kayserim dünya köşkünün ışığı kesildi, Rum ülkesine mensup
yanaklarıyla, Kıpçak iline mensup gözlerle dünyayı apaydın etti.
Şarap yeliyle söz bulutu dağıldı, bulutsuz bir şarap yolla,
rızıklar veren sensin ancak.
Eğer bir ancağız hevânı, hevesini bırakır, ehil o lmay ıştan
vazgeçersen, peygamberlerin, erenlerin gördüğünü görürsün.
Kendini Tanrı bilmez de has kul kesilirsen Mu’tezilî’nin inadına
Tanrı’yı görürsün sen.
Tam erkeksen, ersen ahmaklardan kaç, can gözünü zevâlsiz nura aç.
İnsanların ayıplarını söyleme, gaybi bilene bak, bilgisizlik
dilini kes, artık düzene başvurma.
Gözyaşlarınla abdest al, yalvarıp yakararak namaz kıl, ezelî şarap
la sarho ş ol, yerlere seril a
benim canım.
Tur Dağı’na çık da Mûsa gibi bana görün narasını at; kâfirin
boynunu vur, Ali gibi savaş.
Tebrizli Şems’ten şeker dükkânını iste; fakat sen sirke satan
birisin, nerden bala lây ık olacaksın?
Gel, gel ki sen, günlerin eşsiz, örneksiz güzelisin; kardeşsin,
babasın, anasın, sevgilisin, gönül huzurusun sen.
Senin güzel adın anılınca ölü bile dirilir, mezardan çıkar; kardeş
bu kadar güzel ada-sana sahip olmak, lâf değildir.
Tanrı’nın lûtfusun, rahmetisin; sana kaçanı, sana sığınanı,
eğriliğine, hamlığına bakmaz, kabul edersin.
înada kalkışır, savaşa, girişir, böylece ömür sürer giderim, fakat
bu da aptallıktan; çünkü sen, ne öldürürsün beni, ne huzura kavuşturur,
yaşatırsın.
Hiçbir şekle sığmazsın ya; fakat sığdığını kabul etsek ne de gül
gibi boy atmış bir dilber olursun.
Gâh ayrılığa düşürürsün, çare öğretirsin; gâh elçi gönderirsin,
yolladığın habere can kesilirsin.
Gönül penceresinden mum ışığı vurdu mu, geceleri yol alan şu gönül
bilir, anlar ki damın üstündesin sen.
* Aşkın lezzetini tam alabilmek için gölgeyle güneşin bir olmasını
istiyorum; meramım, maksadım bu.
Olmayacak şeyi arıyorum, olmayacak işin peşine düşmüşüm; bu
suçumla beni ne bir bilgin kabul ediyor, ne bir bilgisiz.
Sen de olmayacak şeyi dinlemezsin, olmayacak şeye inanmazsın; sen
irâdeni akıllara, y orulması güç düşlere vermişsin, git, git işine.
Fakat canlara hükmeden padişahlar padişahından bir tat alsaydın
Tanrı sofrasına
gözü açık otururdun, vehimlere kapılmazdın.
Hekimlerin hekiminden bir ilaç alsaydın da içip sindirseydin, iki
dünyanın da olmayacak şeylerini benim gibi içer, sömürürdün.
Tebriz doğusunun sırrına var, Şemseddin’e doğru salına salına git;
çünkü sen iki dünyanın memleketlerine Mirrîh yıldızı gibi ışıklar saçmadasın.
Güzel sevgilim, seher çağı bir kadeh şarap sundu bana; hazır
safrası kabarmışken, hazır daha bir şey yememişken şu ham kişiye de tattırın şu
şaraptan.
Ne şarabı üzüm suyundan, ne kadehi sırçadan, ne de mezesi aşağılık
kişilerinki gibi şeker, badem.
Bir saman çöpünü yel nasıl kapar, uçurursa o şarap da beni yele
verdi; sevgili o sıcak, o hararetli suy la beni ağırladı.
Çok softalık sattım, çok riya
yaptım amma o boyuna diyordu ki bana: Etme, eyleme, böyle bir fırsat, günler
geçer de az ele düşer.
Böylesine bir şarap, benim gibi
bir sâkî; sense sanki bir neysin; kim tutar da istemem der, meğerki bilgisiz
biri ola, meğerki aşağılık biri.
Naz yoluna yollandım da hayır
dedim, bugün git; inat ettikç e etti de beni birkaç kere sövüverdi.
O sövüş, binlerce kadeh şarabın
yapamayacağını yaptı bana; yıkıldım, harap oldum; ne ârım kaldı, ne ad-san
kaygım.
Nasıl olur da o padişahın
lûtfu, adamı sarhoş etmez? Öylesine bir padişahtır o ki bütün bir dünyayı tek
bir haberle y ıkar gider.
Bir gönül gerek ki şu sözü
tamamlay ay ım; fakat gönlümün kararı dilber, benim gönlümü harap etti.
Sarhoşlar gibi ayağına baş
koydum; sarhoş başımda bir maceradır belirdi.
Derken başımı bağrına bastı,
okşadı; eşi bulunmaz bir dilberlik bu, görülmemiş lûtuflar bunlar.
Sonra da yanındakilere diyordu
ki: Böylesine bir kuş bu çeşit tuzağa lâyık değil mi?
Bahçede sarhoş bülbülüm ben,
ötüşümü dinle; kafese girme, dam kıyısına konma.
Sustum, gazelin kalan kısmını
söylemeyeceğim; ancak benim gibi cehennemleri içip sömüren birisini bulursam o
vakit söylerim.
Âşıkın ne korkusu olabilir ayıplanıp
arlanmaktan, kötü ada sana sahip olmaktan; çünkü aşk zaten sultanlıktır,
olgunluktur, murada, maksada ulaşmaktır.
Aşk kaplanı, dünyanın
renginden, kokusundan ne diye korksun; yokluk timsahı, cehennemleri içip
sömürmeden ne diye ürksün?
Âşık, o şarabın verdiği
sarhoşlukla ne hallere düşer; kadeh bile o şarabın yüzünden erir, kadehlikten
çıkar.
* Toprağın da yeri mi, sözü mü
olur? Dağa bir katreciğini döktü de dağ binlerce kavgaya gürültüye düştü,
binlerce coşkunluğa, sarhoşluğa girişti.
Sırça bir gönüle sahip oldukça
aşk kadehini nerden bileceksin sen; bu tuzağa tutulmuş bir kuşsun, aşk tuzağını
nerden anlay acaksın sen?
(s. 183) Arı duru denizden
bahsetmiyorum; deniz şöyle dursun, köpüğünü görsen cıvaya dönersin de hiçbir
avuçta karar edemezsin.
Bulanır, kararırsan onun
arılığının ne suçu var? Sen sirke içer durursan şekerkamışının ne kabahati var?
Toprak başına sirkenin de,
kutsuzluğu yüzünden arı duru bal şerbeti dururken sirke içenin de.
Bana bak da gör, bu mecliste
halkın en aşağısıyım amma öylesine kendimden geçmişim
ki ileri kim, aşağılık kim,
ayırt edemiyorum.
Görmüyor musun? Susamış,
tutuyor da suya kızıyor; aç, gelmiş de ekmeğe burun büküyor.
Dehliz de güneşe kızmış,
istemiyor onu; ne de aptallık bu, ne de kutsuzluk, bilgisizlik, uyuzluk.
Altın madeni seni tapısına
çağırıyor, sen gitmiyorsun da topraktan altın parçacıkları top lamay a
koyuluyorsun.
Şu güzellerde ezelî güzellikten
altın parçaları var; onları suya, toprağa gösterir de balçığa, sen balçık
değilsin, busun, bu der.
Sen hemen baştan başa altın
parçası olmaya bak; altın kesilirsen madenine gider, aslına kavuşursun, zaten
tamamıy la altınsın sen.
Cezbe balına cefa suyunu
katmadayım, çünkü halis bal, tatlılığından boğazından geçmez, yiyemezsin.
Dualar, âmini çekmez mi? Ben de
seni çeke
çeke bu yana getirdim;
topallıyorsun amma zararı yok, gel benim yanıma.
A balık, denize doğru git,
kendini denizden çekme; sen kutluluklara eşsin, devlete yâr; öyleyken ne diye
kinlere düşersin?
Sen gitmezsen o kerem, seni
tutar, çeker; padişahların keremi, rahmeti böyledir, böyle yapar.
* Sertçe çekerse seni, korkma a
gönül; çünkü çeken Yusuf’tur, sense Bünyâmîn’sin.
Hani Yusuf, onu töhmet altına
almıştı, hırsız tutmuştu da altın kupayı sen aldın, kötü kişisin sen diye ona
sert muamelede bulunmuştu;
Sonra da yalnız kaldıkları
zaman ona, sen demişti, benim eşim dostumsun, karde şimsin; sen bana, benim
kucağıma lâyıksın, ben duayım, sen de âmin sözüsün.
Mekândan münezzeh olan o âlemde
köşklerin var; hal böyleyken şu yokluk yurdunda ne diye hırsa düşer, didinir
durursun?
Sana bin kere söyledim, sus,
ağzını açma dedim; fakat sen inadınla hep o Ahmed’sin, dünkü Ahmed.
Canımın canı feda olsun sana,
beni yaşatan sensin; özümü balçıktan halâs eden sensin ancak.
Canımı ağırlamada, ona güzelim
elbiseler giydirmedesin; onlarla yaşarım; ölünce de beni kefenleyen gene
sensin.
Ey kaynaktan ırmaklar
fışkırtan, ey gözlerimi aydınlatan; o şarabı bana sundukça sarho ş oluyorum,
kendimden geçiyorum; onu içmekse dinim benim. 55
Sana demedim mi ki güzellerin
padişahısın sen; çayır çimen yerine topraktan güzeller b itirirsin sen.
Güzellik dolabını bir döndürdün
mü her kuyudan binlerce Yusuf çıkar, belirir.
Canlarıyla oynayıp giden nice kişiler var; bunların yüzünden can
pek ucuzladı; senin güzellik saltanatının hüküm sürdüğü devirde ağırcanlılık
ortadan kalktı gitti.
Gerçek âşıka can kaygısı nedir, kilit, kürek kaygısı ne? A gönül,
bu gül bahçesindensen yaprak gibi titreme.
Karakış kargası, yahut ovanın leyleği sarhoş bülbülün çilemesini
ne bilir, ne anlar.
Bir kerem sahibinin, güzelim, lezzetli yemeklere iştahı varsa, bu
iştah gerçekse bir butla, borani aşı ağır gelmez ona 56
Ne sen pervaneden aşağısın, ne sevgili mumdan aşağı. Aşağıysan ne
diye onun kanadından bahsedersin, ne diye caka satar, övünür durursun?
Aşağılık bir cana karşılık, lütfedip binlerce kutlu can vermede
sevgili; ucuzluk dediğin de budur işte.
Güneş batacağı zaman sana secde etti;
karşında devletten de geçti, kutluluktan da.
Bu çeşit derdin verdiği dağınıklıktaki zevke eren kişi, artık
yarabbi, beni dağıtma, bana dağınıklık verme demez.
Bir sivrisineğe benzeyen gönlüm, yele bindi de havalara ağdı; bir
sivrisineğin Süleymanlık ettiğini kim görmüştür?
Sus da balık gibi suyun içinde gizlice, görünmeden y ürümey e bak,
aşağı kişilerin dâvasını bırak, sen umman ehlindensin.
Sus, sofra yayıldı, yemek vakti geldi; hepsini okumaya kalkışırsan
eş dost yemeği yer, bitirir.
İnsanlık güneşi yüceldikçe yüceldi; bu ne tatlılık, bu ne
sarhoşluk; bu ne aşk, bu ne kolaylık.
Dünya, nuruna karşı yok oldu âdeta; nesin sen; gönül kapma tılsımı
mısın, yoksa güzellik definesi mi?
Seni bu şekilde çizip bezeyen
kalem, ne güzel kalem; herkesin mektubunu yazılmadan okuyorsun sen.
A gönül, padişahlar padişahının
doğanı seni avladı ya, artık kuşların dillerindeki sırrı anlayan bir terceman
beysin sen 57
Terceman da nedir? Şimdi
yücelerden yüce bir Zümrüdüanka kesildin, yüzlerce Süleyman’ın can bakışlarına
bir âfet oldun.
Seni ararken imanın da çarığı
yırtıldı, küfrün de; küfürden de, imandan da bin yıl ötedesin sen. 58
Her seher çağı, doğup parladın
mı can horozu seslenir, öter; gel der, can da sensin, cihan da; git der,
padişahsın sen.
Mademki Tebrizli Şems, canıma
canlar katmada; ben de güllük gülistanlıktan vazgeçeyim de canımı onun
bulunduğu tarafa götüreyim.
Sevgilin yoksa ne diye aramaz, istemezsin? Sevgiliye kavuştuysan
ne diye neşelenmezsin, çalıp çağırmazsın?
Eşin seninle uzlaşmıyorsa niçin sen o olmuyorsun? Rebâb feryat
etmiyorsa ne diye kulağını burmuyorsun?
Ebû Cehillik, sana perde oluyorsa neden savaşmıyorsun Ebû
Leheb’le, Ebû Cehil’le?
Bu ne şaşılacak iş diye tembel tembel oturakalmışsın; böyle
şaşılacak bir havaya uymadığın için asıl şaşılacak kişi sensin.
Dünyanın güneşisin sen, neden gönlün kara? Bir daha tutulmasan,
tutulacağın yere varmasan o lmaz mı?
Bir daha altın kesesine tamah etmeyesin diye altın gibi potanın
içine girmiş, potaya tutulmuşsun, eriy ip durmadasın.
Birlik, birdir diyenlerin bekâr odasıdır; sen de ne diye Tanrı’dan
başka ne varsa hepsinden de
canını bekâr etmez, her şeyden vazgeçmezsin?
Sen hiç iki Leylâ’ya gönül
vermiş Mecnun gördün mü? Neden bir yüzün, bir yanağın havasına düşmezsin ki?
Varlık gecende pusuya girmiş,
gizlenmiş öylesine bir Ay varken gece yarısı ne diye duaya koyulmaz, yalvarıp
yakarmazsın?
Yeni şaraba düşmedin, çok eski
bir sarhoşsun amma Tanrı şarabı seni kavgaya gürültüye götürmez.
Benim şarabım aşk ateşidir, hem
de Tanrı elinden sunulmadadır; canını böyle bir ateşe odun etmiy orsun ha,
yaşayış haram olsun sana.
Söz, dalgalanıp duruyor amma
onu dudakla değil de canla, gönülle anlatmak daha iyi.
Şarapla sarhoşsan neden coşup
köpürmezsin? Şarabın yoksa ne diye haber vermezsin?
Can Mesih’inden üç dört kadeh
içtiysen niçin
dördüncü kat göğü aşmazsın?
Sarhoş olduğun kişiden ne diye ayrılırsın? Başına sersemlik veren
adamdan niçin kaçınıp çekinmezsin?
Güneş gibi niçin külâhını yana eğmezsin? Ay gibi kendi ışığından
ne diye kemer kuşanmazsın?
Evveline evvel olmayan güzellik güneşi, kılıç vurdu mu lâ’l madeni
gibi neden canını, gönlünü o kılıca siper etmezsin?
Şekerkamışı gibi sen de o nefesi güzel lâ’l dudakların lezzetini
tattıy san ne diye ona dönmezsin, ne diye düny ay ı şekerlerle doldurmazsın?
Bulut gibi sen de o denizden gebe kaldıy san ne diye ona
benzemezsin, ne diye yeryüzünü incilere gark etmezsin?
Bir gül bahçesine benzeyen yüzünden gül yüzlüler coşup d uruy o
rlar, namussuzun biri değilsen niçin bakıp görmezsin?
Bak da gör, bağda bahçede
yeşiller giyinmiş dilberler, elbiseler, kaftanlar bağışlayan padişahın tapısına
geldiler, sen de ne diye yola düşmezsin?
* Yaşayış baharından hırka
giyinmişsen, elinde ondan bir şecere varsa niçin ağaç gibi sen de gönlündeki
gizli şeyleri belirtmez, ortaya dökmezsin?
Mademki dünya yok-yoksul kişiye
itibar etmiyor, ne diye yokluk meclisinde muteber bir geçime dalmazsın?
(s. 184) Mânaların aşk Burâk’ı
aklımı, gönlümü aldı, götürdü. Sor bana, nereye götürdü? Senin bilmediğin o
tarafa.
Öylesine bir kemere, bir
sayvana ulaştım ki orda ne Ay gördüm, ne gök; öyle bir dünyaya eriştim ki dünya
da düny alıktan çıkar orda.
Bir soluk aman ver de aklım
başıma gelsin, gelsin de canı öveyim, anlatay ım sana; senin de
canın var, kulak ver sözlerime.
Fakat hoca, daha yakın gel,
kulağını ağzıma ver; çünkü duvarın da kulağı var, bu pek gizli bir sır.
Sevgilinin lûtufları var,
keremleri var; görülmemiş lûtuf, eşi bulunmaz kerem bunlar; kulak yolundan
apaçık, apaydın ışıklar girmede.
Akıl Hızır’ına yoldaş ol da
abıhayat kaynağına ulaş, sonra da gündüzün, güneş kaynağı gibi nurlar saçadur.
Hani Zelîhâ, Yusuf’un
himmetiyle gençleşmişti ya; şu eski dünya da bu yıldızın lûtfuyla gençliğe
kavuşur.
Süheyl yıldızına benzeyen can,
Yemen tarafından belirdi mi Ay da görünmez olur, Güneş de, yedi göğün kutbu da;
onun nuru hepsini de alt eder gider.
Bir ancağız altın kırıntısına
benzeyen dini, dilinin altına al da içinde nasıl bir maden var, bugünden gör.
Ağızlara, dillere düşmüşsün,
halk incitip durmada seni; lâtifsin, olgunsun, bir somuna benziyorsun da o
yüzden ağızlarda, dillerdesin.
Zerre gibi ayak vurmadasın,
oynayıp durmadasın, çünkü ışık, elini tutmuş; kum gibi ağırsın, bu, kuruluktan,
yaşlıktan ileri gelmede.
Güneş doğunca kara yere der ki:
Mademki sana eş dost oldum, iki kırana sahipsin sen.
Sen keçi değilsin ki üstüne
ışık konan masaya tırmanıp oynayacaksın; sen arslan sürüsünü güden, erkek
arslana benzeyen bir çobansın.
Beş duygu ışığını gönül nuruyla
aydınlat; duygular beş vakit namazdır, gönülse yedi âyetten ibaret Fâtiha
sûresine benzer.
Her sabah göklerden bir sestir
gelir; yolun tozunu y atıştırdın mı, bir nişane elde eder, yol alır gidersin
der.
Namussuz korkak gibi geri
kalma, azim yularını kasma; önünde iki ordu var, fakat yürü, aldırma, sen kılıç
gibi ilerlemeye bak.
Şeker, ağzını aç diye önüne
geldi, ne diye şekerin davetine karşı fıstık gibi ağzını yummuşsun?
Al şeker tablasını, davul döve
döve ye, afiyetler olsun, masal davulunu dövme, ne diye ziy anlara eşsin sen?
Tebriz’in övündüğü Şems
yüzünden güneşe tapıyorsun; çünkü o, şu mekâna sığan güneşe karşı bilgiler
güneşi.
Hangi gönüle gelip konsan aşk
gibi oturur, yerleşirsin de o gönlün dibinden tatlılık kaynak kaynak coşmaya
başlar.
Sen duanın canına cansın, âmine
nur; o yüzden dua, halkın hacetlerine, dileklerine anahtar kesilmiştir.
A gönül, meyhane mahallesinde
senin nazını, edanı kimsecikler almaz; burnu büyük olma, âr namus kaydına düşme
de düny ay ı gör.
Elest - belâ durağında bedensiz
candın sen; sana o olduğunu gösterdi, ne diye şunun bunun gamına düşer
kalırsın?
Senin öylesine bir kolun
kanadın var ki gökleri ölçer, biçer; neden eşeğin, atın, palanın peşinde
koşarsın?
Söyle, söyle; neyi aradın da o
önüne gelivermedi? Gel, gel, sen padişahlar padişahısın.
Sen dünya padişahının tacındaki
incisin, gizli can gelininin binlerce nikâh parasısın.
Ne diye dünya ile dünyanın
kanunlarıyla savaşa girişirsin? Sen, göğün de ardında o kanunların biricik
çalıcısısın, onların aslı sensin, onları düzene koy an sensin.
Sen göründün mü bütün melekler
sana secde ederler; şeytana mensup adamların sana b alç ıktan y aratıld ın
dediklerini duymazlar, işitmezler bile.
Belini sımsıkı bağladın da dine
gerçekten hizmet ettin; bundan böyle de sana hizmet
ederler, çünkü din kesildin
artık.
Yıldız gibi parmakla
gösterirlerdi seni; fakat şimdi güneş gibisin, gösterilmeye ihtiyacın yok.
Gerçi nazlanmak hakkındır,
fakat gene de niyazı bırakma; Vîse’yi kıskanma gayretiyle Râmînlik etmek, daha
iyidir.
* Sus, “Oku” sûresine çok
uydun; fakat şimdi “And olsun incire” sûresi kesildin, artık harf kabuğunu
bırak.
Mademki haddi aştın; gel de
söyle bakalım, nasılsın, nicesin? Deliliğe tutulur tutulmaz y akanı paçanı yırttın
gitti.
Dalgan binlerce defa sabır
gemimi kırdı döktü; uçsuz bucaksız kan denizinin dalgasısın sen, bir kerecik
olsun dalgadan baş çıkar da görün.
Kan, en güzel, en arı duru
şaraptır, ciğer de en güzel kebap; bu ikisini de arttıradur; zaten sen de artıp
durmada, her yanı kavrayıp
kaplamadasın.
Mademki senin Elest demenden sarhoşum, senin varlığında yok
olmuşum, o yoklukta varlığı bulmuşum; mademki aşk mührünü kırmışım, artık
hüzünlere kapılıp kalmadan gam mı yerim?
Dışarda pek çok aradım, sonucu iç âlemi gördüm de aramaktan
kurtuldum; iç âlemi arayıp tararken de iştiyak oldum, aşk kesildim.
Bende bir gönül vardı, onu da sen aldın; zaten gönül değildi o,
sendin; ne ateşsin sen, ne dumansın; bu ne büyücülük, bu ne biçim afsun?
A Tebriz’in yüce padişahı, göster güzelim yüzünü; çünkü aynaya
benzeyen canda şekiller gösteren sensin ancak.
Yollara düşmüş cana sor: Nasılsın, dünyanın eziy etlerinden
nicesin, bizim eziyetimizden ne haldesin?
Sen îsa’ya benziyorsun,
düşüncelerse âdeta Yahudiler; Yahudilerin düzeninden, onların yaptıkları
işlerden nasılsın?
Düşmanlardan, yabancılardan bir
ziyan gelmez; çünkü onlar senin gözlerinden uzaktır; bildiklerle nicesin?
A halka vefa gösteren, halkla
sohbet edip hoşlaşan kişi, dur, sana sorayım: Nasılsın vefasızın vefalarıyla?
Sen bir kuş gibi ecel
doğanından kaçıp durmadasın; şu havada korkuy la uçup duruyorsun, nasılsın,
nicesin?
Ecel görünüşte ölümdür amma,
gaflette değilsen görürsün, bilirsin ki y aşay ıştır sana; a kaçıp duran kişi,
nasılsın?
Sen benim göğümsün, bense bu
hayranlıkla yeryüzüyüm âdeta; andan âna, zamandan zamana gönlümden neler
bitirmedesin, neler.
Dudağı kupkuru yeryüzüyüm ben, kerem yağmurunu yağdır bana;
yeryüzü yağmurla güllük gülistanlık olur.
Gönlüne ne ektin, ne bilsin yeryüzü; senden gebedir, yükünü sen
bilirsin ancak.
Her zerre bir başka sırra gebe kalmıştır senden; yüklü kadını bir
müddet dertle kıvrandırır durursun.
Şu kıvranıp duran dünyanın karnında neler var? Ben Tanrı’yım diyen
de ondan doğar, kendimi noksan sıfatlardan tenzih ederim diyen de.
Gâh ağlar, inler; dişi deve doğurur; gâh sopa yere düşer, yılan
olur gider.
* Peygamber, inanan kişiyi deve say dedi; inanan daima Tanrı
sarhoşudur, Tanrı da daima devecidir sanki, onu sürer durur.
Gâh dağlar onu, gâh ot kor önüne, gâh da akıl fikir bağıyla ay
ağını bağlar onun.
Gâh olur, deve oyununa girişsin diye ay ağını
çeker; bağını, yularını koparmasını, esrimesini, perişan olmasını
ister.
Çayıra çimene bak; neşesinden derisine sığamıyor; can bahçesi ona
ne kadar da şekiller vermiş, ne güzel çiçeklerle bezemiş onu.
Nefs-i Küllî’nin anlatış, öğretiş kudretini seyret; akılsız, aptal
toprak, onun sayesinde can resimleri yapan bir ressam kesildi.
Fakat Nefs-i Küllî baştan başa bir perde, senin, ikincisi o lmay
an ululuk güneşinin yüzünü örten bir örtü;
Evveline evvel olmayan, batmasına imkân bulunmayan güneşin,
yüzünün ışığı ne Kova burcunda, ne Terazi burcunda olan Güneş’in yüzüne bir
örtü.
Sedefler, besleyip yetiştiren Tanrı’nın incilerine gebe; fakat
içlerinde ne varsa birer birer gösterirler, sus.
Şu ağacın dallarını,
meyvelerini göremiyorsun; üç boynuzun var senin: Körlük, sağırlık, uyuzluk.
Suya dalmışsın, su içindesin,
suyu sorup duruyorsun; altın hazinesindesin, bakır para, kalp akçe devşiriy
orsun.
Tanrı sana, gözünü aydınlat, gözünü
aç diyor, sense gözünü bırakıy or, burnunu büküyorsun.
Kara gecesin amma yürü, gerçek
sabaha ulaş; sabahım deme, sabahsın amma y alancı sabah.
Yardımlara ulaşmış yardımcıdan
işret narası geldi; o şarabı içerek sabahladım, sarho şluk da sâkîm oldu. 59
Kay ıtlardan kurtulanlar, ilk
olarak dine girenlerin, ilk o larak imana gelenlerin ağızlarındaki tatla bütün
gece şarap içerler, meze y erler.
Halbuki sen, kuyruk gibi o
sarhoşlardan geride kalmışsın; sen sıcacık y atağın sarhoşusun, yumuşacık
yastığın eşi dostusun.
(s. 185) Yokluğa erenlerin
sevabından da gaflettesin, duraklarından da haberin yok; altını gözetip
duruyorsun, yokluğa erenlere düşmansın.
Senin yediğin şey, gebe kalmış,
aşeren karılar gibi toprak; bahçelerde bostanlardaymışsın, ne faydası var?
Kış olsun, bahar olsun, yılan
toprak yer; isterse nar gülsün, incir incirliğini yapadursun, onun yediği gene
topraktır, gene toprak.
Gerçi güzel bir şeklin var,
fakat baştan başa şekil değilsin; gerçi toprak oğlusun, topraktan doğdun, fakat
baştan başa toprak değilsin.
Kendine gel de sus, şeytanlar
tefini ıslattılar senin; çünkü defterle eşsin, dîvânlar istiyorsun.
Mânalar, mânasız dosttan
gizlendi; nereye varayım, nereye gideyim ki önümde bir şeytan belirmesin.
Kim görmüştür korkuluk olarak bir eşek başı dikilmemiş bostan? Bir
ömürdür aradım, bir kerecik bile görmedim ben.
Ressamın kendisine söyle, artık bu çeşit resim yapma; bundan böyle
a Mânî, artık böyle put heykeli düzme de.
Ressamın yaptığı resimler, hep bu cinstense görür göz isteme; ne mutlu
kör kişiye.
Edepsiz adamla, görüşüp konuşmak, aynı zamanda Leylâ’dan ayrılmak
Mecnun’un canına katmerli eziy ettir, iki çeşit azaptır.
Perde ardından çirkin bir şeytan baş çıkardı; ona, ölüm sen misin,
savaş sen misin dedim, evet dedi.
* Doğru dedim ona, doğru, Ebû Yahya’nın ordusunda senden çirkin,
senden kaba bir adam görmedim.
Dedim ki ona, gönlüm Tanrı’nın lûtuf yurdudur, Tanrı kahrının ne
işi var bu yurtta.
Mahşer günü çirkinleri soydular da onlar
çırılçıplak kaldılar mı, din çirkinliği yüzünden kaçmaya
koyulurlar.
Bu sözleri söylüyordum ki
ansızın Tanrı’nın kudretiyle o şeytan değişti, bir huri şekline girdi.
Ne de lâtifti, allığa, boyaya
ihtiyacı yoktu; kına hilesine uğramamış zarif bir eli vardı.
Hani ilkbaharda kara dikeni
görürsün ya, y aseminlikte gül yüzlülük dâvasına girişir; tıpkı onun gibi.
* Ne eşsiz, örneksiz sanatlara
sahip yaratıcı Tanrı ki geceyi gündüz etti; bir cehennemden cennet meydana
getirdi, Tûbâ ağacı bitirdi.
Tanrı’nın lâtif sanatını gören,
onun huy uy la huy lanan kişi, yüzlerce y ılanın ağzına düşse gene korkmaz.
Yılana bak ki binlerce yılanı
yuttu da sonra Mûsa’nın elinde, ona itaat eden bir sopa kesildi.
Fakat sen Firavun’sun da onun
için senin elinde sopa o lmuy or; sen mührey i çaldın, sana karşı yılan olması
daha doğru, daha yerinde.
Sus ki zahmet, eziyet, kerem
sahibine hazne gelir, define kesilir; âhirette inanan kişiye ateş cennettir,
bağdır bahçedir.
Ey can terbiyecisi, başını
ağrıtıyoruz senin, nasılsın? A bütün dilberlerin gönüllerini kapıp alan,
nicesin?
A merhametli Ay, geceleyin sana
zahmet vermedeyiz, seher çağı feryatlar etmedeyiz; bu feryatlar sana erişmede,
ne âlemdesin, nasılsın?
* A uyumayan, a güzelim
gözlerine uyku girmeyen dilber, çanın çangırtısından, bekçinin narasından ne
haldesin?
A gökyüzünün garibi, şu
yeryüzüne düşmüşsün, y azık sana; a güzellik, a alım dünyası, şu düny ada
nicesin?
Güneşi kim sorar? Sen de güneş
gibi boyuna dönüp dolaşmadasın; gül bahçesine kim der: A gül bahçesi, nasılsın?
Beti benzi sararmış kişiye nasılsın, gönlünde ne dert var diye
sorarlar; fakat beti benzi yerinde, erguvana dönmüş kişiye nasılsın, ne
haldesin diye sormazlar.
Çirkin suratlının biri aynaya nasılsın diye sordu; ayna dedi ki:
Ben ışık gibiyim, fakat sen nasılsın a kaltaban?
Çirkin cevap verdi de dedi ki: Ben tersine konuşuyorum; tarla gibi
hani, o da gökyüzüne nasılsın der.
Yâni ağzımı açtım, şahrem şahrem yarıldım, kupkuru dudaklarımı gör
de şarabın, ey ağız, nasılsın desin.
Senin nasılsın demenden canımda hemencecik bir ırmak akmay a
başlar da a can, nasılsın der.
Bunun geri kalanını sen söyle, çünkü dudağının verdiği sarhoşlukla
başım ağırlaştı; sor başıma, a ağırlaşan baş, nasılsın de.
Binlerce kutlu can sensin, binlerce inci madeni; mevkiine,
güzelliğine canlar feda olsun, dünyaya can bağışlayansın sen.
Gayb âlemindeki Ay gibi gizli perdelerden bir belirdin, bir
göründün mü canlara ne canlar katarsın sen, gönüllerden ne halkalar kaparsın
sen.
Savaşta bir at sürdün mü denizden toz koparırsın sen; bir katrey i
tuttun, sıktın da damlattın mı binlerce deniz c o şturursun sen.
Varlık âleminden seçilmişsin sen; gözleri ferahlatırsın, ay
dınlatırsın sen; bir bakışta iki dünyanın da kutluluğunu bağışlarsın sen.
Dünyada, nerde bir eğri varsa doğrult, dümdüz oka döndür onu;
zaman yayını çek, pek katı yaylısın sen.
Gönül seni övmeye koyulursa, senin övüşünü okur, emniy et
sultanısın, aman veren padişahsın diye seni överse, ne felek zehirler tadar
artık, ne dünyada bir ürküntü, bir korku kalır artık.
Gökyüzü sana karşı bir kuldur, bir köledir
âdeta; ne Ay’sın sen, ne yıldız; bir yenini salladın mı dünyaya
binlerce aydın Ay saçarsın sen.
Gökyüzüne benzeyen göğüse
doğar, binlerce Ay gösterirsin; bir bil ki busun sen, aynı zamanda gene bir bil
ki osun sen.
Tebriz’in övündüğü Şems, sen
bir kere efendiliğe giriştin de oturdun mu, zamanın yüzlerce güneşini kullar
köleler gibi ayaküstü, karşına dikersin sen.
Binlerce kutlu can feda olsun o
padişaha ki kâfirlik eli ona bir kerecik bile eyer vuramadı, bir kere bile onu
alt edemedi.
Bunca yele, kasırgaya karşı
gene de iman mumunu sağlıkla, esenlikle mezarının karanlığını aydınlatmaya
aldı, götürdü.
Devlerin, perilerin esir
oldukları aşk yüzüğünü beden şeytanının elinden kim alabilir? Olsa olsa bir
Süleyman alabilir onu.
Tanrı arslanından, onun keskin
Zül- fekaar’ından başka bunca kâfirin zırhını kim yarıp paralayabilir?
Ne mutlu o kişiye koşa koşa
gider de Ebû Hurayra gibi gibi dağarcığındaki akıykı, mercanı armağan götürür.
Töreye uyup da gam gitmez
tabutunun önünde; yaptığı hayırlar gider, hem de yenini, y akasını yırtar da
gider.
O, evden mezara, mezardan da
dosta giderken kefende bir neşedir belirir, tabutsa âdeta canlanır.
Gâh gönüle girersin, gâh candan
doğarsın; gâh ay rılıktan ağlarsın, ağıtlar yakarsın; ne devletsin, ne ihsansın
sen. 60
Gâh güzellerin güzelliğisin
sen, gâh put kıranlardansın; gâh da olur ki ne bu olursun, ne o; ne devletsin,
ne ihsansın sen.
însan, ayağıyla koşmuş, melek,
kanadıyla uçmuş, gene de âcizlikten başka bir şey görememiş gitmiş; ne
devletsin, ne ihsansın sen.
Meleğin kanadı, insanın ayağı
kalmadı, ikisinden de oldular mı, seni o yoklukla bilirler ancak; ne devletsin,
ne ihsansın sen.
Sarhoşluktaki tat gibi geldin
de gözlerime kondun; fakat anlayış yolunu da bağladın, kapadın; ne devletsin,
ne ihsansın sen.
Seçtiğin gönülde hayal gibi
koşarsın, söylersin, duyarsın; ne devletsin, ne ihsansın sen.
Ne devletsin sen, ne kârsın
sen. Ne ateşsin sen, ne dumansın sen. Ne buhurdanlıksın sen, ne ödağacısın sen;
ne devletsin, ne ihsansın sen.
Ne rahatsın sen, ne cansın sen.
Ne gemisin sen, ne Nuh’sun sen. Ne nimetsin sen, ne umulmaz gelir; ne
devletsin, ne ihsansın sen.
Derdin, canın eteğini tuttu da
bir madene, gizli bir hazineye doğru çekti; ne devletsin, ne ihsansın sen.
Onu hâzineye doğru çekince de
bütün halktan ayırdı gitti, artık onu kimsecikler göremez; ne devletsin, ne
ihsansın sen.
Sana dedim ki: Bu kimdir,
söylememe, sözlerimi dinlemeye hevesi mi var? Fakat sus, sus, yeter artık bu
söz; ne devletsin, ne ihsansın sen.
Heves de ne oluyor ki a canım,
bana gülme, incitme beni; yolumu göster; sığıştır bir yere beni; ne devletsin,
ne ihsansın sen.
Bütün dünyanın aşkı sana; fakat
sen herkesten gizlisin; gizlisin, ortadasın, tıpkı cana benziyorsun; ne
devletsin, ne ihsansın sen.
Beni tencere gibi kaynatıp
coşturursun da sonra tutar, sus dersin, ne diye coşup köpürüyorsun? Sabrın da
yeri mi, susmanın da yeri mi? Ne devletsin, ne ihsansın sen.
Gönül tenceremi kaynat, coştur;
suyumu, toprağımı yak; y azımı, künyemi yırt gitsin; ne devletsin, ne ihsansın
sen.
Yak da yetişip gelişeyim;
yanışa ait sözler
söyleyeyim, huyum ödağacına
benzesin; ne devletsin, ne ihsansın sen.
Artık onun haberinden bahsetme,
şarabını içme nöbeti geldi çattı; sözü şarapla bitir; ne devletsin, ne ihsansın
sen.
(s. 186) Bir kere daha bir
efendinin tapısına geldik ki hiçbir deniz onun dizine çıkamaz.
Binlerce akıl kullansan,
binlerce düşünceye dalsan gene ona ulaşamazsın; gökyüzündeki Ay’a nerden bir el
erişecek, bir ayak ulaşacak?
Gökyüzü bile umutlara düştü de
boynunu uzattı; öpemedi onu, öpemedi amma bir tat da tattı.
Bizim başımıza da bıldırcın,
kudret helvası yağdır diye binlerce boğaz, binlerce ağız onun dudağına doğru
uzandı.
Gene öylesi bir sevgilinin
tapısına geldik ki havasından kulağımıza hey-heyler erişmede.
Gene bizden hiç ayrılmamış olanın tapısına geldik; çünkü saka
olmadıkça kırba dolmaz.
Gene o hareme geldik; öylesine bir yer ki orası, başlar gökyüzü
gibi secdeye kapanır orda.
Gene o çayırlığa, o çimenliğe geldik ki orasının bülbülü, ona kul
köle olan Zümrüdüanka’dır.
Kırba daima sakaya yapışır, sarılır, sen olmadıkça der, ne elim
var benim, ne bileğim var, ne de bir tedbirim.
Gene o meclise geldik ki güzelim mezesinden dil, damak, şekerler
çiğnemededir.
Gene o göğün tapısına geldik ki can susarken bile gök gürültüsü
gibi gürler durur.
Gene o sevginin tapısına geldik ki şeytan bile onun azarı yüzünden
periler doğurur.
Sus da kalanını dilinin altından, içinden tamamla; çünkü seni
görüp gözeten gay retli bir lala var.
Tebriz’in övündüğü Şemseddin’den az bahset;
çünkü akıl sözü ondan bahsedemez, haddi bile değildir onun.
Daha seher çağında, gönlüm bir
sevdaya kapılmış, uçup duruyor; çünkü tuzak kuranın benimle bir derdi, bir
alışverişi var.
Acaba şu gönlüm dün gece ne
rüya gördü ki bugün başımda bu coşkunluk, bu dalgınlık var.
Fakat gönlüm ne yapabilir ki
kaza ve kaderin diktiği memurlar birbiri ardınca yücelerden gönüle gelip
çatmada.
Gönül evi, dil bilmez, söz
anlamaz memurlarla dopdolu; bir iğne yordamı bahaneye bile yer yok.
Bahane yok ya, fakat olsa da
nerde dil, nerde gönül? Kaçmaya yer yok ya, fakat olsa da nerde bende kaçacak
ayak?
Düny a bir saman çöpü sanki,
bizse dağdan inen seliz; ta denize dek koşa oynaya atılıp
akmadayız.
Sel düz olmayan yerde çağlar, ağlar amma adım adım atılıp akışı da
hoş, görülecek bir şeydir.
Onun elinden nasıl ağlamayayım ki bir zurna gibi iki eliyle de
ağzımı tutmuştur benim.
Hevesim, kuruntum, yarın şöyle yapayım, böyle edeyim diye oturmuş,
düşüncelere dalmış; haberi yok ki ona y arın yok artık.
Aşka kulum köleyim, o peşincidir, peşin arar; ne veresiye bilir,
ne vaad tanır, ne kuruntuy a kapılır.
Daha seher çağında, gönlüm bir sevdaya kapılmış; daha seher
çağında, vakitsiz bir kuruntuy a düşmüş.
Nasıl ah etmeyeyim ki bir ateştir yaktı dilber; vakitsiz alev alev
artıp duruy or bu ateş.
Onun gam ejderhâsına feryat afsununu okuyup
üfürüyorum; onun nefesi ateş, feryatsa su sakası sanki.
Acaba dün şu gönlüm nerdeydi ki
betinde benzinde yepyeni bir sarılık peydahlanmış, beti benzi sararmış solmuş.
Bir yığın kül haline gelmiş
bedenime, çekinmeden, pervasızca gelme; çünkü o külün altında bir ateş var, bir
deniz var.
A sevgili, sen onun ateşini
arayadur, ben hilelerle, düzenlerle, hey-heylerle gidiyorum artık.
Sevgisinin üfleyip durmasından
gönlüm kırıldı artık; çünkü aşkın sert bir nefesi var, gönlümse âdeta bir zurna.
Gönlüm aşkına düşmüş, ona
kavuşmayı, onunla buluşmay ı aramada; bu aray ışı ne de ateşli, şu aramada ne
de çelikten bir ayağı var onun.
Tebrizli Şems için ateşten söz
ediyorum; çünkü onun ışığının her yanı aydınlatmasını istiyorum ben.
Gel, gel ki derdinle karasevdalara uğradım; gir kapıdan, gir
kapıdan; yalnızlıktan canım dudağıma geldi.
Acaba, acaba halimi sormak için mi evden çıktın? Gör, gör,
delilikten divanelikten nasıl takatsiz bir haldey im.
Ver, ver, ne armağan getirdin bana? Koy önüme, koy önüme de otur,
bir soluk dinlen bâri.
Gitme, gitme, ne sebepten tez tez gidiyorsun hep? Söyle, söyle,
neden geç, geç geliyorsun sen?
Soluk soluk feryatlar etmedeyim ayrılığından; zaman zaman yüzünü
görmedikçe karasevdalara uğramaday ım ben.
Arama, arama sakın bundan böyle cefa yolunu, etme, etme, çünkü
işimiz rezilliğe doğru gidiyor.
Git, git, işvelerle nasıl da salına salına
gidiyorsun; gel, gel ki cilvelerle ne de hoş eğilip bükülüyorsun.
Sen ya can gözünün ışığısın,
yahut iki gözümüzsün bizim; çünkü ışık ışık, gözümüzün, görüşümüzün nuruna nur
katıp duruyorsun.
Sen güneşsin sanki de gönlüm
peşinde gölge; iki gözünü de sana dikmiş, her yana gidip duruyor.
Şekerkamışı gibi huzurunda
belime gayret, hizmet kemerini kuşandığım zamandan beri şekerler çiğnemeden
içimde bir ıssılık var.
Senin lûtuf, ihsan madeninden
geçimimiz, işretimiz peşin; dudağının sevgisindeki devlet sayesinde yarınla bir
işim yok.
Güzeller güzellik ırmağından
testi testi su doldurdular da aşk yolunun susuzlarına sakalık ettiler.
Ne mutlu o susuzlara ki
böylelikle o güzelim,
o dupduru suyun asıl
kaynağından bir haber aldılar.
Artık şekil testilerini taşa
vurup kırarlar da senin abıhayatını yücelerde içmeye koyulurlar.
Ey Tebriz’in övündüğü efendiler
efendisi Şemseddin, gerçekten de tekrar gelirsen yüzlerce murat hasıl olur,
yüzlerce dileğimize erişir gideriz.
Suyla dolu kuyuya bir saka gibi
vardım; derken kuyunun dibinden yüceler yücesi bir Yusuf çıkıverdi.
Hemencecik gömleğinin eteğine
el attım, yapıştım; gömleğindeki koku gözlerimi açtı, her şeyi görür oldum.
Şaşkınlığımdan kuyuya bir
baktım; bir de ne göreyim? Alımı yüzünden kuyu bir ova olmuş gitmiş.
Can Kelîm’i onunla konuşma
vadesiyle nereye
varsa, hattâ vardığı yer mezar
bile olsa orası Turusîna kesilir.
Engel, kuyudan uzaklaş dedi,
bir masaldır söyledi amma, bundan böyle, senin gibi bir güzel varken kuyudan
ayrılmam ben.
Yüz binlerce ölüyü dirilten,
bir ihtiyarı gençleştirirse şaşılmaz elbet.
Binlerce hazine bu çeşit madene
karşı yoksuldur; binlerce gümüş böylesine lâtif bir yüze karşı saçılır,
serpilir.
Dünya bir aynadır ki senin
şekillerinle dopdolu; fakat aynasız, karşı karşıya nerde senin güzelim yüzünü
seyretmek?
Sözü sen söyle, dudağındaki tat
yüzünden ne aklım kaldı benim, ne düşüncem, ne kuruntum.
Mademki iki dünyaya da aşkın
Süleyman mührünü bastın, mademki iki dünyayı da hükmüne râm ettin, eteğini
çekip gitme; aşkın şartı bu değildir.
Gönül ne bir düğüm düğümleyebiliyor, ne bir öğüt kabul ediyor; bir
şeker yüküne döndüm sanki, içimde de sen varsın, kıyımda köşemde de.
Yaseminin tazeliğisin sen; çayırın çimenin parlaklığısın,
güzelliğisin sen. Yoksa sen benim ta kendim misin, yoksa aynaya mı benziyorsun
sen?
Beş duyguya, altı yana vuran ne ışıksın; yere yurda ne âfetsin
sen; aşk sofrasını yayıp döşedin mi taştan su fışkırtırsın sen.
Ne altın kimyasısın sen, Ay’a ne parlaklık verirsin sen; gönül
gibi göğüslere girdin, kucaklandın mı binlerce göğsü bezer, ziynetlendirirsin
sen.
Bütün halktan kesildim, çünkü aşk, ellerimi bağladı benim; geçtim,
yokluk yurduna oturdum ya, artık feryatla, figanla ne işim var benim?
Aşkın harmanımı yaktı, ne can kaldı, ne şu
beden; binlerce defa sıksan, sıkıştırsan varlığımdan arpa kadar
bir şey bile bulamazsın.
(s. 187) Arı duru şarabı berrak
kadehle çektim de aşkından söz açar oldum; sen ateş ocağıysan ben de sâf
altınım, sana geldim işte.
Senin aşk bahçenden söz açıldı
mı gönül cennetten el yur, çünkü aşk bahçene taş bile eksen mücevherler biter.
Aşka düşen gönül bu dünya ile
uzlaşamaz; çünkü aşkın bir zamancağız bile onu kendi haline bırakmaz ki.
Ey Tebriz’in övündüğü Şems,
artakalan şarabı sun; aşk Burâk’ına vur eyeri, çünkü sen pek güzel bir
süvarisin.
Daha seher çağında, bir
sarhoşun eline düştüm; eline güneş gibi bir kadeh almış. 62
Yüzünün ilkbaharıyla şu dünya
güllük gülistanlık olmuş; güzelim usûl boyuna karşı
gökyüzü bile alçalmış.
Sarhoşçasına yakaladı beni; bir bahane varsa, bir çaresini
bulursam şundan kaçayım, kurtulayım diyordum.
Dedi ki: Düzene başvurma; bedenin baştan başa düzen olsa bizden
kurtulacağını sanma; düşme böyle sanıya.
O şaraptan sundu bana; öylesine şaraptı ki gökyüzü bile bir
yudumcağızını içse yerlere döşenirdi.
Ey günlerin övündüğü Tebrizli Şems, parla, p arlat dünyayı; a şu
denize düşmüş can, mumsun, ışıksın sen
CCLXXX
Eğer sen, güzellikte senin gibi bir güzel daha var sanıyorsan yok;
eğer sen, sensiz kararım, huzurum var sanıyorsan o da yok.64
Gökyüzü iyi kötü bir iş için dönüyor; göğün senin toprağına hizmet
etmekten başka bir işi var sanıy orsan yok.
Yıllar geçti de hâlâ kapının dışındaki halka gibiyiz; fakat senin
kapına halka olmak, utanılacak bir şey mi? Hayır, değil.
Düşünce kapısında her hayalden korkar olduk; efendinin de burda
bir hay ali var mı? Hayır, yok.
A benim sırları araştırıp bilen, bulan gönlüm, benim
Keykavus’umun, benim padişahımın tapısında Salâhaddin’den başka gönül sırlarını
bilen uy anık bir kişi var mı? Yok.
Uyku karaltısıyla uyanıklık ışığı arasında, karanlık bir gecede
dün gece öylesine birini gördüm ki. 65
Kutlu tapının yolcularından güzel yüzlü biriydi o; tamamıyla
akıldı, uyanıklık nuruydu o.
Bedeni can gibi kutluydu, beden elbisesinden sıyrılmıştı; akıl
gibi, can gibi cevherdi âdeta, araz değildi o.
Beni bir hayli övdü de dedi ki: A tabiat cehennemine böylesine
tutulup kalan,
İkizler burcu senin işret etmen için açılıp saçılmış; sen ne diye
başını âlem külhanına sokarsın?
Gerçi bugün tahtın yedi göğün sediri, fakat tabiat elinden dört
duvarın içine tutulmuşsun, hapse girmişsin.
Hayvanlar gibi sen de canının gelişmesini uykudan, yiyip içmeden
isteme; çünkü sen bu iş için değil, başka bir çeşit yaratılmışsın.
Kötülük etme; çabucak geçip giden şu tarlaya ne ekersen zaman
orağıyla onu biçersin.
Murada ermek için bir âlemde ne diye yelip yortarsın ki zahmeti,
eziyeti giderdin mi artık rahata erdim sanırsın; fakat hiç de iş öyle değil.
Gerçekten de şu hırsın, şu tamahın karnı bir türlü doymaz;
dünyadaki bütün malı mülkü içine yığsan gene dolmaz o.
Tutalım, dilediğine ulaştın; fakat ne faydası var ki onu koduğun
yerde bırakıp gideceksin sen.
A dostum, gençlik gecen ağırmaya başladı; sense hâlâ sarhoş bir
halde uyuyorsun, uy anıklıktan haberin bile yok.
O savaşkan, o dövüşken sert Türk, o kavgacı güzel, b arışmay a
geldi; elimi tuttu da seni Tanrı yarlıgasın dedi.
Feleği, feleğin eğri büğrü dönüşünü sordum; dudağını ısırdı da
başsız, dipsiz sözü bırak demek istedi.
Ona, ne diye böyle dönüyor şu
felek dedim; yaş odun dedi, tütünsüz olmaz ki.67
Yeni bir haber duydun mu dedim;
eski kulağa dedi, yeni haber sığmaz mı sığmaz.
Dedim ki: Himmetin yüce,
gözlerin daracık; sırrı biliyorsan gel de sen anlat bâri.
Dedi ki: Gözlerim dar değil,
fakat yol dar; nerkise benzeyen iki gözlerime dal da onlardan bir yol bul ona.68
fâilâtün
fâilâtün fâilâtün fâilât
(s. 188) Sâkî, o üzüm şırasını, o şarabı sun, içelim; çabuk,
uykuya bulanmış sarhoşlara sun sabah şarabını.
Bütün yaşı, kuruyu birer birer at suya; odunla ödağacını ateşe at
da sına.
Çorak, dikenlik yere abıhayattan bir lüle su akıt; gamlarla
yıpranmış dikeni, gül gibi, nesrin gibi güldür.
Bülbülleri sarhoş et, çalgıcıları arslan avlayacak kadar
kendilerinden geçir de çileyip şakımalarıyla Davud nağmesini bir düzene koy
sunlar.
Hem o derdi tozutup dağıtan tortulu şarabı, tertemiz kişilerle iç;
hem o dumansız palûzeyi sûfîlerle ye.
Derdi dağıtıp tozutan o tortulu şarabı, gönülleri arı duru
kişilere sun; sûfîlerle de gel, dumanı tütmey en pelteyi ye.
Şarap sunma, şarabı coşturan
nesneyi, coşmasıyla her varı varlık âlemine getiren nesneyi sun.
O şarabı sun ki dağı bile deve
gibi esritip oynattı; o şarabı sun ki kovulmuş gönüle bile ay dınlık bağışlar.
Senin yüzünden her sabahımız
bayram, hele bu sabah yok mu_ Lûtfundan o vaad ettiğin şarabı sunuyorsun hani.
O kadar saç, dök, öylesine sun
ki biz de artık varlığımızı saçıp dökelim, varlığımızdan geçelim de her dilek
sahibi yoklukta dileğini bulsun;
Kendisinde Ay’ı, Güneş’i görmüş
suya, varlığında Mahmud’un varlığını bulmuş Eyaz’a dönsün.
Hançeri kınından çeken sabah
gibi ey Tebrizli Şems, sen de batı kuyusundan bir doğu belirt.
Aşkının bakışı, taç taht sahibi
padişaha bile bir
arpa kadar değer vermez amma
bir muhtacı gördü mü gönlüne alıverir.
Âşık, sevgilinin ayakları
altına atlaslar, ağır ipekli kumaşlar döşemek için ciğerinin kanıyla atlas
yaygılar, ipek kumaşlar dokur.
* Âşıkın gönlünde iki cihanın derdini nerden bulacaksın? Mekkeli’nin
yanında emîr-haccın değeri mi olur hiç?
Aşk, güzellik padişahının
damına çıkılacak bir merdivendir; sen gel de miraç hikâyesini âşıkın yüzünden
oku.
Meyve nasıl ağaçta biter,
olgunlaşırsa âşık da asılmayla yaşar; onun için yüzlerce Hallâc’ı darağacına
asılmış görürsün.
* Hal bilgisi, sözle anlatılan bilgiden üstün olmasaydı Buhârâ
bilginleri Dokumacı Hoca’ya kul köle olurlar mıydı?
Kabasakalsın amma aklını başına
al da kavga ederken kösenin sakalını tutmay a kalkışma. Hintli’sin sen, padişah
Tamgaç’a Türkçe öğretmeye girişme.
Kekemeye satranç öğretmeye
kalkışan, padişahın huzurunda ferzin gibi eğri yürümektedir, yüzü de karadır.
A gönül, can Buğra Kaan’ının
sofrasına bey kesildin; böyle bir sofrada ne diye tutar da tutmaç aşının
kırıntısını çiğner durursun?
Aşk gönül şehrini boyuna yağma
eder durur da âşık onun için dağınık sözler söyler.
Yeter, sus artık; aşkın bülbülü
şakımaya başladı; bülbülün şakımasına, çilemesine karşı turaç kuşunun ötmesi
doğru mu, yeri mi o kuşun burası?
Dün gece yıldızla haber
gönderdim sana; yıldıza, benden o ay parçasına selâm götür dedim.
Secde ettim de bu secde dedim,
o güneş göğüslüye, o gün yüzlüye; o ışığıyla, ıssısıyla katı taşları altına
döndürene.
Göğsümü açtım da yaralarımı
gösterdim ona; o kanlar içen dilbere söyle, benden haber ver dedim.
Gönül çocuğum sussun diye bu
yandan o yana gidip durdum; hani bâzı kere beşiği salladılar mı çocuk susar da
uy ur.
A her an benim gibi yüzlerce
çaresizin çaresini bulan, gönül çocuğuna süt ver de bizi dönüp dolaşmadan
kurtar.
Gönlün yeri, evvelce vuslat
şehriydi; şu âvâre gönlü daha ne kadar gurbet illerde eğleyip duracaksın?
Ben sustum, fakat ey âşıkların
sâkîsi, mahmurluğu gidermek için o baygın nerkisleri sen döndür âşıklara,
hallerini gör, sun şarabı.
Kan perdesi içinde âşıklara gül
bahçeleri var; âşıkların neliksiz-niteliksiz aşkın güzelliğiyle bir başka türlü
işleri güçleri var.
Akıl, varlık âleminin altı yanı
var, bunlar sınırdır, bunlardan dışarı hiçbir yol yok der; aşksa yol var der,
hem de ben defalarca gittim.
Akıl, bir pazardır gördü de
alışverişe koyuldu; fakat aşk, akıl pazarının ötesinde nice pazarlar gördü.
Hey gidi hey; nice gizli
Mansûrlar aşkın canına güvendiler de minberleri bıraktılar, darağaçlarında
yükseldiler.
Şarap içen âşıkların iç âlemde
zevkleri var; gönülleri kara akıllıların içlerindeyse inkârlar var.
Akıl, yokluğa ayak basmadır,
orda ancak diken var; aşksa o dikenler der, orda değil, sende, senin içinde.
Kendine gel, sus da varlık
dikenini çıkar ay ağından; çıkar da içindeki gül bahçelerini gör, onları seyre
dal.
A Tebrizli Şems, sen harf
bulutu altında bir güneşsin; güneşin doğdu mu sözler yok olur, dağılır gider.
Haydin, gelin; komşulara bir devlettir komşu oldu; artık bundan
böyle Ebû Ali de, Ebû’l Alâ da kalktı gitti; onlarla işimiz kalmadı.
Canın yalnızlıkta da, toplulukta da arayıp durduğu yok mu; sonucu,
güneş gibi kılıç vurdu da can doğusundan belirip doğdu.
O, uzaktan ateş görünür amma yaklaşınca görürsün ki nurdur;
sınamak için Mûsa’ya görünen ateş gibi hani.
Haydin, gelin ey pervane canlılar, atılın o ateşe; mademki önceden
“belâ - evet” dediniz, düşün belâya.
Canında, gönlünde böyle bir şevk, böyle bir sevgi bulunan kişi,
semender gibi ateş içinde yurt edinir.
VI
Bütün dostların taştır da sen neden mercansın? Gökyüzü hepsine
karşı bedendir de seninle
canlanır, bu neden?
Sen geldin mi her zerrem el çırpmaya başlar, fakat sen gittin mi
hepsi de feryada koyulur, nedendir bu?
Hayalinle parça parça bütün bedenimin dudağı güler; fakat sana
düşman olana karşı her parçam diş kesilir, bu neden?
Senin kaşın gözün, senin yüzün olmadı mı bu akıl okuyamaz, y
azamaz olur; fakat yüzünün y azılarını gördü mü gördüğü yazıları o kumay a
başlar, nedendir bu?
Beden cana, onun aşkını bırak der durur; cansa abıhayat
kaynağından çekinmek de neden der ona.
Yüzün Peygamber’in güzelliğine, Allah’ın güzelliğine sahip; can
bunca delil gördükten sonra sana neden iman etmesin?
Yüzünden daha aydın bir delil nerde? Hal böyleyken kâfirlikler,
böylesine bir Yusuf-ı Ken’an’a karşı neden ellerini doğramazlar?
Nereye hangi tohumu ekersen
sonunda o biter; fakat o ayrı, o güzel lûtuf, ihsan tohumu ne diye bir türlü
bitmez?
Nerde bir yıkık yer varsa orda
bir definenin bulunduğu umulur; ne diye Tanrı definesini yıkık gönülde aramazsın?
Dünyada terazisiz bir pazar
görmedim; fakat dünya bir uğurdan ölçülüdür de neden onun terazisi yok?
Tutalım ki eşeğe kul köle olan
şu adamlar tezek taşımadalar; fakat şu süvariler ne diye geri kalıyorlar, ne
diye meydana çıkmıyorlar, at ko şturmuy orlar?
A gönül, her nağmenin önü
vardır, sonu var; yeter artık, sonunu getir şu nağmenin, ne diye son yok ona?
VII
A cennet bahçelerinde gezip
tozanlar, okuyun fermanımızı; şarabımızı için de geçin kendinizden; Sûr’umuzun
sesini duyun.
Gece basarken, yahut gün
ağarırken sizin huriniz, bizim hurimizi görseydi ateşiyle yanar yakılırdı, ona
gönül verirdi de aşkıyla sararır solardı.
(s. 189) Kuşluk güneşini bile
karartan o dolunay, peşinde hizmetçi kızlar, çıkageldi de y erlerimizde
yurtlarımızda karar kıldı.
Benim dolunayımın çevresinde
binlerce dolunay yerlere kapandı, secdeler etti; çevremizde ne var ne yoksa
tertemiz oldu, karanlıklarımızı aydınlattı.
Gerçekten de o dolunay yüzünden
sarho ş olduk, ağırlay ın onları; dileğimizi verdiler, işlerimizi kolaylaştırdıkça
kolaylaştırdılar.69
VIII
Siz bulunmadıkça dünyada
derdimize derman bulunmasın; siz olmadıkça ölüm gelsin çatsın, sizsiz can
olmasın.
Âşıkların gönülleri sizden
başka hiç kimseyle
aydınlanmasın; can gül
fidanlarımız sizsiz gülmesin.
Dinle; iman, gür bir sesle iki
yana ayrılmış kâfir saçlarına diyor ki: Sizsiz iman olmasın.
Akıl, gizli bir padişah;
gökyüzü sanki onun çadırı; siz olmadıktan sonra bu padişahın tacı da olmasın,
tahtı da, çadırı da.
Aşkı gördüm, âşıklara sâkîlik
ediyordu; fakat siz olmadıkça canımız görmesin onları.
Ölü canlara siz sanki İsa’nın
nefesisiniz; siz yoksanız ne saltanat olsun, ne Mısır, ne de Yusuf-ı Ken’an.
Biz bugün Şemseddin’in elimizde
bulunan aşkıy la hoşuz; yüzümü altın gibi sararttım da dedim ki: Siz olmadıkça
altın madeni de olmasın.
IX
A insanlar arasında güzelliği
gizli dilber, a karanlıkları ay d ın latan dolunay, sen kuşluk
ışıklarının da arasında
gizlenmiş bir Tanrı güneşisin.
Öylesine olgunsun, olgunluğun
öylesine son hadde varmış ki Arş’ın Rabbi bile, kıskançlığından güzelliğini
kendisinden de gizleyecek nerdeyse.
Keşke bir gün gölgesinde düşüp
ölsem; gerçekten de bu çeşit ölüm, umulmaz bir devlettir bana.
îzinin tozunda öylesine bir
sürme var ki körün bile gözlerini açar; yüce üstünlük çeşmelerindeyse susamışı
kandıracak arı duru sular var.
Fakat o ilde dönüp dolaşmak,
kanlar dökecek, canlar alacak kadar zor, çetin, korkunç.
Işığı, pek yüce, pek emin bir
köşke götürüyor bizi; içinde bana böylesine bir hiday et varken artık
sapıklıktan pervam bile yok.
Her yana ışıklar saçan nura
kavuştun; müjdeler olsun a göz; artık ebedî olarak görmemeye uğrayan kör ne
umurunda senin?
Tebriz, bir kıbledir, yahut da
bir doğu bence; hattâ namaza durduğum andan da daha aydınlık.
A sâkî, varlık kadehini doldur
da aşkına sun; bu hastalık uzadıkça uzadı, artık bu şifa gerekiyor bize.
Boyuna sunulan şarapla
gençleşip durdukça bir anda saçımızı, sakalımızı ağartan, bir anda bizi
kocaltacak olan gecelerden pervamız yok.
Onun zamanında aklı başında
olanlar, yazıklar olsun size; ne mutlu bize a karde şler, için sunduğu şarabı.
Artık kendinden ışıyan gerçek,
tam o larak belirdi, meydana çıktı; insanları karanlıklardan kurtarac ak,
ferahlığa kavuşturacak.
Onun üstünlüğünden yüz
çevirenin ne de kötü talihi var; inkâr eder o, benliğe düşer o, helâk yazısında
kalakalır o.
Daimî adalet çeşmesinden yüz
çevirir de susuzluk gününde vesveselere düşer, şüphelerde su arar.
Deniz, Tebriz’den coşup
köpürmüştür; Tebriz ne de güzel yerdir, canlarımız o güzelim yere feda olsun.70
A bizim canımıza rahat, huzur
veren, bedenin sağ esen olsun, hastalık uzak olsun senden; uzak olsun senden
kem göz a bizim görür gözümüz.
A Ay, senin sıhhatin, canın da
sıhhatidir, cihanın da; a ay yüzlümüz, bedenin sıhhatte olsun.
A bedeni cana benzeyen, bedenin
afiyette olsun; lûtuf gölgen başımızdan eksik olmasın.
Bir gül bahçesine benzeyen
yüzün ebedî olarak terütaze olsun; çünkü orası gönül otlağıdır, bizim ç ay
ırımız çimenimizdir, bizim ovamızdır.
Hastalığın, senin vücuduna
gelmesin de tek, canımıza gelsin bizim; gelsin de canımızı bezeyen akıl
kesilsin bize.
XI
Canım bir güzel gördü, tir tir titremeye başladı; yüreğim çatlayıp
yarıldı, vah canım vah, neler oldu sana?
Canım aşk şarabının ışıklarından bir yudumcuk içti de
ağırlıklarını attı, aşk göğünde uçmaya koyuldu.
Canım kanıncay a dek bile bile aşkında uçtukça uçtu; kör bile ona
ulaşsa gözleri açılır, iyileşir.
İki dünyada da eşi görülmemiş bir dolunaya âşıkım, gerçekten de
canım eşi görülmemiş bir aşka tutuldu.
Canımda mal mülk hevesi yok; onun aşkıyla varını yoğunu attı; nesi
varsa ona saçtı döktü.
İstek gemileri yücelik, devlet denizlerinde akıp gideli bir gün
bile durmadan hep onu gezdirmede; ne mutlu ona.
Canıma nazarı değdi de öldürdü onu; üstünlüklerini, yaptığı
iyilikleri sayıp dökmeye b aşlay alı üstünlükleri, iyilikleri çoğaldıkça
çoğaldı, âciz kaldım saymadan.
Aşkına yardım edenler, canımın düştüğü işle ilgilendiler, yükünü
hafiflettiler de canım helâk olduktan sonra kurtuldu, muradına erdi.
Ah, bir büyük, bir yüce sevgilinin aşkından neler geldi canımın
başına, neler; onu övdükçe o övüşler gene de hor, hakir kaldı, onun yüceliğine
ulaşamadı gitti.
Gayb kitabında onun yaptığı işleri okuduğundan beri, insan elden
giden vuslat zamanını düşünür de buluşacağından yeise düşer, ümidini keser
âdeta.
Canım geçmiş zamandaki buluşmaları gördükçe açılır, ferahlar;
sonra gelecek günleri düşününce geçmiş, gözüne görünmez olur.
Efendimizin ne de güzel bir ihsanı var ki bir üfürdü mü yeniden
can verir insana; bir kadeh şarap sundu mu halini, ahvalini düzene kor gider.
Ağır, day anılmaz aşk, gönlümde bir inci tanesi gibi gizlendi; o
inci tanesinden canım ağırlaştı
âdeta.
Hani hür kadın doğum sancılarına tutulur da ağrılar, sızılar
içinde tehlikelere düşer, taşıdığı yükün kendisine hiçbir faydası olmaz ya,
tıpkı onun gibi.
Fakat lûtufları bol olan efendimiz, canımı bir yüksek yere götürdü
de başına yağmur gibi lûtuflar yağdırdı.
Ulu, büyük, üstün, işlerinde olgun, zamanın sahibi, herkesin umut
kıblesi Şemseddin,
Canım helâk gölgesindeyken ona rastladı; onu ağırladı, ululadı da
o andan itibaren artık aşağılıklara düşmedi.
Aşkla örülmüş bir zırh Tebriz’den geldi; canım kendi zırhından
soyunduğu sabah o zırhı giyindi.
Canım övünerek dedi ki: Onun yüceliği bizi seçti; sonra da can,
ona ait sözleri kıskandı da susuverdi. 71
XII
Siz olmadıktan sonra yüzümüze ancak altın damgası vurulsun,
sararıp solalım gitsin. Siz olmazsanız gönül denizinin dibinde inci de olmasın
varsın.
Neşe bahçesinde ağaçların dalları kuvvetli, terütaze; fakat siz
olmazsanız kurusun, yeşermesin.
Gönül devlet kuşu, gölgenizde karar kıldı; siz olmazsanız ateşler
içine düşsün gitsin.
Onu hasta gördüm de cana dedim ki: Nicesin, hoş musun? Kendine gel
de dedi, şu sözü söyle: Meyve olmadıktan sonra siz yoksanız yaprak da olmasın
varsın.
A hasta can dedim, günüm ışıdı, hayaline bakın onun; dedi ki: Şu
düştüğüm güç eziyet, kötü hastalık, siz olmadıkça iyileşmesin.
Can sizsiniz, bütün halk ateşten yapılma şekiller; siz yoksanız,
ateşin şekilleri de yok olsun, ateşin kendisi de.
Her ciğere yudum yudum içsin diye ateşle dopdolu kadehi sunuyoruz;
siz olmadıktan sonra Kevser şerbeti de olmasın.
Elest şarabını içtikten sonra yüz binlerce can feda oldu gitti;
akıl diyor ki: Siz yoksanız başımda o şarabın neşesi de olmasın gitsin.
İki köy de, yâni iki varlık da senin kokunla parladı; bu kulunuz
köleniz, siz olmadıktan sonra iki köyde de baş olmasın, ululuk bulmasın.
Yüzünü görmek için gözümde nurdan yüz tane kanat var; siz yoksanız
iki gözümde de tek bir kanat bile olmasın varsın.
Siz olmadıkça her kılımız bir Sencer, bir Husrev olmuş, ne çıkar?
Sizsiz Husrev de olmasın, padişahlar padişahı da, Sencer de.
Şemseddin’in ayrılığı hançer çekip durdukça, sizsiz elimize
aldığımız gül desteleri, ancak hançer olsun.
XIII
Böyle bir devlet kılıcın varken
sen zebun oluyorsun ha, niçin? Mücevhersin, incisin, taştan da aşağı bir hale
geliyorsun, neden?
Herkes bir yanını tutmuş, bir
tarafa çekmede; halbuki leş değilsin, hattâ üstelik bir de sevgilinin
doğanısın, niçin böyle oluyor?
Gözüne bakış kudreti ebedî
gözden geldi; geçici şeylere bakmaktan utanması gerek gözlerinin, neden utanmıy
or?
Kimsenin veresiye, yahut peşin,
toprak vererek almadığı kimse, ne diye peşin madene önderlik eder acaba?
Apacı canına bakınca kâfirliğin
bile utancı gelen o kara canlı, senin başına zehirler döküyor; halbuki sen iman
balısın, bu ne hal?
(s. 190) Sen böylesine üstüne
titriyorsun onun; halbuki o senin gölgen; sonucu o bir şekilden ibaret, halbuki
sen cansın; bu ne iş?
O, kendi ayıbını örtmek için
boyuna senin ayıbını söyler durur; sen de gayb âleminden canlar saçmadasın ona;
biliyor musun, bu
neden?
Onda bir varlık görünce o, ben değilim diyorsun; onun
dâvasını görmüyorsun da osun sen diyorsun; neden bu?
Dostların öfkesi iğretidir, onların temeli senin sevgindir; iğreti
öfke için tutuyor da temelli nesneyi sürüp atıyorsun, niçin?
Gerçekten de padişah, Tebrizli Şems’tir, ona bir ikinci yoktur;
gerçek olmayana asıl, padişaha ikinci diyorsun, bu neden?
XIV
Geceleyin gelip ç atan belânız uzadıkça uzadı; çoğaldı gitti. A
canımın sevgilisi, beni yapayalnız bıraktın; nerde buluşma zamanı?
Ne de hoşsun a yücelik güneşi, bizi aydınlattığın an. Merhaba a
bizi kendimizden geçiren, karanlıkları ay dınlatan dolunay.
İstediğin kadar cevret; senden başkası gerekmez bize; istediğin
kadar gönlümüzü
yoklayadur; senden başka efendimiz yok bizim.
A seher yeli, bana muştuluk
verdiğin sevgilinin yanındayım; a kavuşma hayali, canım bizimle oynaştığın
yerde, buluştuğun anda.
A Tebriz’imizden ayrılan Şeyh
Şemseddin, niceye dek yüzümüzde, ayrılıkla tırmaladığın yaraların izlerini
seyredeceksin?72
XV
Seni ya akıl anlar, ya aşk,
yahut da tertemiz can; Levh-i Mahfuz’unu da gökte melekler tanır ancak.
* Seni ya Cebrâil görür rüyada, ya Mesîhâ, yahut da Kelîm; sana
lâyık yer, ya Sidrelerdir, ya son duraklar.
Mûsa’nın Tur Dağı, aşk
sevdasıyla defalarca kan kesildi; çünkü efendiler efendisi Şemseddin’den Tur’a
sesler düşer durur.
* Uhud Dağı, yüzünün değirmisini görmüş de hasedinden yalım yalım
parlayıp yanmış;
* Ahmed’in canı da onun şevkiyle “ne kadar da özlemedeyim” diye nara
atmış.
Güzelliğinden bir kıl ucu perdesiz
olarak vursa, Tanrı’nın gayreti, Tanrı’nın kıskançlığı, iki düny ay ı da
ateşlere yakar.
Güzelliği yüz binlerce perdenin
ardından parlayıp vurmuş da can naralar atmaya başlamış: Merhaba padişahım,
merhaba.
Usûl boylu servi, eğilmiş de
Tebriz’e karşı secdeye kapanmış; Sühâ yıldızı da Tebriz’in atının eyer örtüsünü
taşımaya koyulmuş.
XVI
A gönlümün hevesleri, gel, gel,
gel, gel. A dileğim, isteğim, gel, gel, gel, gel.
Bağlanmışım düğüm düğüm,
dağılmışım bölüm bölüm, tıpkı saçların gibi, tıpkı saçların gibi. A benim
düğümümü çözen, a benim dağınıklığımı düzene sokan, gel, gel, gel, gel.
Yoldan, konaktan konuşma; artık
konuşma,
konuşma artık. A benim yolum,
konağım, gel, gel, gel, gel.
Yerden alıvermiştin hani, bir avuç toprak, bir avuç toprak; o
toprağın içindeyim ben, gel, gel, gel, gel.
Ayırırım iyilikten kötülüğü, anlarım, anlarım bunu; güzelliğini ne
anlamışım, ne bilmişim, şaşkınım; gel, gel, gel, gel.
Aşkınla yanıp yakılmasın aklım, aşkınla yanıp yakılmasın, hiçbir
şey bilmiyorum, akıllı değilim hani, gel, gel, gel, gel.
A padişah Salâhaddin, hem ortadasın, hem gizlisin; a şaşılacak
şeyim, a temel direğim benim, gel, gel, gel, gel.
XVII
Buluşmayı özleyip ateşlere yandığım zaman ben de Mûsa gibi Tur
Dağı’na gittim; ne mutlu bana, ne mutlu.
Orda bir padişah, bir sultanlar sultanı, bir
canları geliştiren, bir pek lâtif, bir pek cana canlar katan, bir
pek gönüller alan dilber gördüm.
Tur Dağı da, yazı da, çöl de
yüzünün nuruyla parıl parıl yanıp parlamadaydı, âdeta ebedî cennete dönmüştü.
O padişahımızın huzurunda,
yüzleri parlak Ay gibi parlayan gümüş bedenli sâkîler, ellerinde altın
kadehlerle durmadaydı.
Safran gibi sararmış yüzler,
onun güzelliğinin nuruyla parlıyor, meclisine mahrem olanlar, izinin tozunu
tutya gibi gözlerine çekiyorlardı.
Onun aşk nağmesinden yeryüzü
coşmuş, köpürmüştü orda; ona kavuşma havasına düşmüş, boyuna dönüp duruy ordu
gök.
O padişahlar padişahı, yokluğa
bir baktı da y okluk canlandı, himmet ayağıyla varlığın ta başına bastı.
Çalgıcı orda perdeleri
birbirine katar, koparır gider; zaten onun ışığı, iki âlemde de bir perde mi
kor?
Lûtuf gölgeleri, üstünlük güneşiyle birleşti de bütün birbirine
zıt olanları bir araya topladı, aşkının olgunluğu, zıtların birleşmesini bile
caiz gördü.
Seher yeli, yüzünden örtüyü kapınca herkesin hayali yok oluverdi;
bütün hayaller zerre zerre dağılıp silindi.
Fakat varlıkları yok olunca da bir tanesi yüz tane oldu; orda var
olan, yok göründü bana, yok olan, var.
O cana benzer dünyanın ötesinde, onun havasına kapılmış vefa
zerreleri gördüm, hepsi de tertemizdi, hepsi de apaydındı.
O vakit ona karşı pek utandım da her an suçumdan, cefada bulunmam
yüzünden kuşandığım zünnârı çözmeye koyuldum.
A ay yüzlüm dedim; tövbe ettim, reddetme tövbeleri; dedi ki:
Tövbeyi görmen için önünde çok uzun bir yol var.
XVIII
Sevgilimizin perdesinden başka
bir perdeye vurma, o her işi, her gücü tatlı, şirin Yusuf’umuzun, Yusuf gibi
binlerce güzele bedel güzelimizin perdesinden çal ancak.
O meyhaneci, o şaraplar sunan
padişahımızın kanlı bakışları, Yusufları sarho ş etti, perdelerini yırttı,
sırlarını fâş etti onların.
Canımız da civarındaki köpekler
gibi kan içmeye alıştı; kan içen köpeğimize binlerce aferinler olsun.
Onun aşk nağmesinde yüzlerce
ebedî bahar var; gülümüzde, gül bahçemizde yüz binlerce bülbül şakımada.
Gönül, o devrin İsa’sından
zünnâr kuşandı ya, iman bile bu zünnârımızı kıskanır bizim.
Ne doğudan, ne batıdan, candan
doğdu, parladı bir güneş; onun yüzünden kapımız, duvarımız zerre gibi oynamaya
koyuldu.
O güneşin peşinde zerreleriz
sanki; gece gündüz işimiz zerre gibi oynayıp durmak.
Değil mi ki Tebrizli Şemseddin,
şimdi bizim dostumuz, aşka düşen âşıklara çok dostluklar ederiz biz.
XIX
A sâkî, o arı duru şarabı
döndür, sun bize; varı da yok et, yoku da, şu lâfı da yırt gitsin.
Sun o şarabı ki kuvveti,
arılığı duruluğu, neşesi Kafdağı’nı bile kökünden söker.
O arı duru şarap akılda bir
oyunlar dokur ki, akıl, varlık dokumalarını dokuyan çulhayı yurdundan sürer,
çıkarır.
Öylesine bir şaraptır ki
adalet, insaf sahibi din, onun ettiği o güzelim zulümleri, eziyetleri, o hoş
kâfirlikleri görür de utanır.
Senin aklın, senin, şunu şöy le
yapayım, bunu böyle edeyim diye kuruntuy a düşmen, senin huyun husun yıldızlara
benzer, o güneşe benzeyen şarapla erit, yok et bunları.
Can kadehini doldur o şarapla
da seyret onun
lûtfunu; iç o şarabı da can
gözün açılsın, o lûtufları gör.
Bedenin sanki bir ayakkabı, canınsa o bedende bir ayakkabıcı; bir
dikiciye nasıl olur da padişahın sırdaşı derler?
Ateşten yaratılmış canın o şaraptan ne haberi olur; topraktan
çanak çömlek yapan kişinin gönlünde nerden gayret ateşi olacak?
Şemseddin’imiz, Tanrı’nın elinde bir Tanrı kılıcı kesilmiştir;
merhaba o kılıca, merhaba o kılıcı taşıy ana.
Özleyenlerin dilek atlarını ona ulaştır; Tanrım, şu örtüyü, şu y
ay gıları sen y itirtme.
Tebriz şehri, öylesine bir şehir ki eğer geçmişler, onun
sırrındaki sırdan bir haber alsalardı özleyişlerinden hepsi de sarhoş olurdu,
kendinden geçerdi.
XX
Ah şu çirkinlerden, örtü ardından ay yüzlü görünüyorlar; içten
saman ateşidir onlar, fakat görünüşte ay ışığı gibi parlar dururlar.
Deccâl’ın savaşı, kuruntusu içindedir, abdalın rengiy se
dışardadır, onlar oldukları gibi görünürler; hırsızların tuzakları
içlerindedir, padişahların remizleriy se konuşmalarında.
Çarşafa âşık olma, balçığa eşek sürme de eşek gibi balçığa
saplanıp kalma.
Köpeğe bile ekmek versen önce koklar da sonra yer; sen köpek
değilsin, arslansın, ekmek için bunca koşup didişmen de ne oluyor?
Bir renkli leş gördün mü canım diyorsun; can nerde, renk nerde?
Canı ara, canı bul.
Sen sorusun, sevgilinin dileğiyse her soruya cevaptır; cevap
verildi mi, soru bu cevapta yok olur gider.
Şarap nasıl üzüm suyunun
lûtfuyla var olmuşsa sen de onun sözüyle var oldun; su nasıl şarapta yok
olduysa sen de onun şarabıyla yok oldun.
Ateş yalımlanınca nasıl
yücelirse, o da naza, edaya girişmiş de baş çekmiş; sense utancından doğrunun
karşısında eğri gibi başını önüne eğmişsin.
Güz mevsiminin yağması, bağı
bahçeyi yapraksız bıraktıysa ne çıkar? Kapıyı açmak için b ahar padişahının
adaleti geldi çattı.
(s. 191) * Yapraklara mektuplar,
kitaplar gibi yeşil y azılar yazılmış; o y azıların ne olduğunu, ne demek
istediğini, kitabın aslı, katında olandan öğren.
XXI
Erlere ya sevgiliyle buluşmak
gerek, ya şarap; çünkü eli deniz gibi açık, cömert kişi ırmağa ayak basmaz.
Ebedî kişilerin ölümsüz
canlarına benzeyen o
erler, durulukta su gibidirler,
cömertlikte bulut gibi.
Abıhayatın yoldaşlarıdır onlar, gökyüzünün Hızırları; her mamûr
yerin hayatıdır onlar, her yıkık yerin defineleri.
Su, ışığın eşi dostudur; o, durudur, bu, güzel; her ikisi de
gammazdır amma bu gammazlığı kin yüzünden yapmazlar, hesaplarlar, tasarlarlar
da yaparlar.
Su ya leğende bulunur, ya ırmakta; avuca alınınca oynamaya başlar,
ışık da duvara vurdu mu kıvranıp titremey e koyulur.
Cinsin, cinsini özleyip çekmesi kıyamete dek sürer gider kardeş;
sen dikkat et de gör, ben sustum, doğrusunu Tanrı daha iyi bilir.
XXII
Âşıkların içlerinde bir başka âlem vardır amma bizim sevgilimizin
aşkı bambaşka bir zevktir, bambaşka bir can.
Aydın gönüller, pek çok gizli şeyler bilirler amma âşıkların
gönülleri başka bir gizli şey bilir.
Hikmetler söyleyen nice dilbere özleyiş yüzünden kulak
kesilmiştir; çünkü o, her sırra başka bir terceman sanki.
Dikkat et de bak, onun lûtfuyla canın ta içinde gümüşten düzülmüş
bir yeryüzü var; bunu gör de bil ki bu önemli yerin başka göğü var.
Akıl, aşk, bilgi, Tanrı damının merdivenidir amma gerçek âlemde
Tanrı’ya ulaşmak için bambaşka bir merdiven vardır.
Geceleyin yol alanlar, akıl padişahından da, bekçiden de
kurtuldular, o yana yöneldiler; fakat o canın o y anda bambaşka bir bekçisi
var.
Mâna yolunun güzelleri, bir
gönülle uğraşmakta şaşırıp kaldılar; onlara, gönlün bambaşka bir sevgilisi var
diye vahiy geldi.
Alınmış, kapılmış gönlü
kınamaya açılan diller, dudağınızı yumun; çünkü onun da bir başka dili var.
Tebrizli Şems, muma, ışığa
benzer, bütün mumlar, ışıklar, onun pervanesidir; çünkü gönlün ta içinde
bambaşka, apaçık bir âlemi var onun.
XXIII
Yaşayış suyu apaydın olan
kişinin toprağı ol; yoksa yarım can bedendeyken elbette yarım ekmek eline geçer.
Ona dedim ki: Sonucu bir
buluşma için bunca ayrılık çekme de nedir? Dedi ki: Evet, kasabım ben, budu
gerdanla satarım.
Gönül ovasını seyre gitmiştim;
söyleyip açıklamanın da yeri mi; o ova göze bile sığmıyor.
Sevgili, sevgili diyenlerin sarhoş gözleri her zaman benimle;
fakat benim gözümdeki, gözlere değil, iki âleme bile sığmaz.
Yürü, iki âlemden de daha üstün ol, daha geniş ol da gönlümdeki
canımın canını da başına saçıp dökeyim, gözlerimdeki görüşü de.
Zerre zerre âşıkçasına sevgilisine omuz vurmada, âdeta hadi, artık
sözleşme, nikâh kıyma vakti demede.
O bağlaşmada, o uzlaşmada suyla ateş bir olmuştur; orda gül
goncası sünbüldür, her ikisi de süsen.
Onların ay aklarının altında defineler, hazineler var, yücelerinde
bağlar, bahçeler; yücelerden gelen sesi dinle: Aşağı, yukarı demenin çağı
değil.
Ben açıkça söylemesem de şekli, huyu görünmediği, bilinmediği
halde meydanda o; zevki başta hüküm sürmede, halkası boynu bezemede.
A Tebrizli Şems, sen bir güneşsin, seni nasıl
öveyim ben? Yüz dilim var, hepsi de kılıç gibi; fakat seni
anlatmaya koyuldum mu hepsi de peltek, hepsi de kekeme.
XXIV
Sevgi olmadıkça hizmette
bulunmanın bir değeri var mıdır? Yoktur. Hizmet etmek eldedir de sevmek elde
değildir.
Sevgi biteviye içten hizmet
edip durmadır zaten, dünyada sevgiden başka hiçbir hizmet biteviye sürüp
gitmez.
Sarhoş olmadığın halde kendini
sevgi sarhoşu gösterirsen aşk der ki: Ayran içti, ayran; sarhoş değil o.
Ne diye özenip gösterişe
kapılır da havalarda yukarı, aşağı oynar durur; aşağı olmayan kişi, niceye dek
kendini aşağılatır?
Balık gibi dünya ağına tutuldu
da denizden uzak kaldı; sonra da oltaya tutulmamış sanıyor kendini.
XXV
Gönlün bende olmadıktan, benimle bulunmadıktan sonra beraber
oturmuşuz, bir arada düşüp kalkmışız, faydası yok; benimle oturup kalkıyorsun
amma değil mi ki böylesin, hiçbir faydası yok.
Ağzın bağlı, ciğerin ateşli olduktan sonra ırmağın içine
dalmışsın, suyu görüp bulmuşsun, bir fayda yok sana.
Bedende can olmadıkça şeklin, kıyafetin zevki o lamaz; ekmek,
yemek o lmad ıktan sonra faydası yok sahanın, sininin.
Yeryüzü göğe kadar miskle, amberle dolu olsa koku alamayan kişiye
ne faydası var?
Ate şten kaçtıkça hamur gibi ekşisin, hamsın; binlerce dost
seçsen, binlerce güzel bulsan bir faydası yok.
XXVI
Ölümünden sonra güzel huyların senin
önünden koşar, ay yüzlü kadınlar gibi sıfatlar âleminde salınıp
gider.
Biri elinden tutar, öbürü hatırını sorar, öteki de sana meze
getirir, şekerler sunar.
Bedeni boşadın mı karşında Müslüman, inanmış, mutî, tövbekâr
hurileri saf saf durur görürsün.
* Sayısız huriler, tabutunun önünde yürüyüp gider; sabrın,
şiddetle çekip alan meleklerdir, şükrün, neşeli neşeli y ürüy üp giden
melekler.
Mezarda tertemiz huy ların eş dost olur sana; oğullar, kızlar gibi
sarılırlar sana.
İtaatinin, âdetinin arışıyla, argacıyla dokunmuş güzelim elbiseler
giyersin; can yaygın şu cihetlerden dışarı yayılır mı y ay ılır, geniş bir alan
olur.
Aklını başına al da sus, sus da iyi tohum ekmeye bak; çünkü ebedî
cennet doğru işlerden mey dana gelmiştir.
XXVII
A kervanbaşı, develere bak,
katar baştan başa sarhoş; bey de sarhoş, hoca da sarhoş, dost da sarhoş,
yabancı da sarhoş.
A bahçıvan, gök gürültüsü
şarkıcı oldu, bulut sâkîliğe girişti; bahçe de sarhoş, ova da sarhoş, gonca da
sarhoş, diken de sarhoş.
A gökyüzü, niceye bir dönüp duracaksın?
Unsurların dönüşünü seyret; su da sarhoş, yel de sarhoş, toprak da sarhoş, ateş
de sarhoş.
Görünüşteki hal bu işte,
içyüzdeki hali hiç sorma; can da sarhoş, akıl da sarhoş, vehim de sarhoş,
sırlar da sarhoş.
Yürü, zorbalığı bırak, toprak
ol da toprağı gör; sınıkları onaran Tanrı lûtfuyla zerre zerre, her zerresi
sarhoş.
Kışın bağda bahçede sarhoşluk
bitir artık dememek için, bir müddet sarhoş bir halde hileci, düzenci gözden
gizlenmişti.
O ağaçların kökleri gizlice
şarap içiyor. Bir iki gün sabret hele de uyansınlar, sarhoş bir halde
kalksınlar da seyret.
Sana birisi çarparsa, birisiyle tokuşursan sakın sarhoşların
gidişinden, yürüyüşünden incinme, böylesine bir sâkî, böylesine bir çalgıcı
bulundukça, sarhoş nasıl olur da düzgün yürüyebilir?
A sâkî, bir şarap sun, niceye bir bu kavga? Dostlar ikrardan
sarhoş, düşmanlar inkârdan sarhoş.
Şarabı fazla fazla sun da şu düğüm çözülsün; şarap başa iyiden
iyiye tesir etmedikçe, sarho ş sarığını verir mi hiç?
Orda sâkînin nekesliği, şarabın bozukluğuyla beraber gider;
ikisinin de uygunsuzluğunu görüyorsun, artık sarhoş nasıl doğru düzen
gidebilir?
Sapsarı yüzleri gör de gül renkli şarap sun; çünkü sarhoşun yüzü,
yanağı, şu allıkla kızarmaz.
Güzelim bir Tanrı şarabın var, pek çabuk siniyor; sarho ş dilerse
o şaraptan bir gecede yüz
eşek yükü içer.
A Tebrizli Şems, zamanında hiçbir kimse ayık değil; kâfir de
harap, mümin de; ham sofu da sarhoş, meyhaneci de.
Çalgıcı, şu perdeden çal; çünkü sevgilimiz sarhoş bir halde geldi;
o tertemiz, o vefalı yaşayış, sarho ş olmuş, çıkageldi.
Kahır elbisesini giyinse bile kıvılcım gibi tanırım onu ben; çünkü
o, bu şiveyle sarho ş bir halde çok geldi bize.
Suyumuzu dökerse, testimizi kırarsa bir söz söyleme kardeş, çünkü
şimdi saka sarhoş olmuş, sarhoş bir halde geldi.
Sarhoşumu aldatırım da o gülümser, şu bön kişiye bak der, sarhoş
olmuş da nerden gelmiş ki?
O kişiyi mi aldatmaya kalkışıyorsun ki onun küçücük bir sözüyle
ateş kendinden geçer,
toprakla yel sarhoş olur gider.
Ona dedim ki: Ben ölürsem, sen de mezarımın başına gelirsen o
güzel yüzlü, sarhoş bir halde gelmiş diye sıçrar, mezarımdan çıkarım.
O dedi ki: Kim inanır bu söze? Tanrı’dan sarhoş olarak gelen
kişinin, Tanrı’yla var olanın canı ölür mü hiç?
Neliksiz-niteliksiz aşka bak, canı kadeh gibi dolduruyor; sâkînin
yüzünü seyret, sevgiliyle buluşmuş da sarhoş olmuş, gelmiş.
(s. 192) Herkes dünyada bir dost seçti, bizim sevgilimiz de, bizim
dostumuz da aşk; çünkü bu aşk, Elest meclisinden bizsiz-sizsiz, sarhoş bir
halde çıkagelmiştir.
XXIX
Güneş bugün bambaşka bir şekilde doğdu, başka bir çeşit parlıyor;
ışıklarında canımız zerreler gibi oynamada.
Talih evimizde Müşteri yıldızı, Ay’la Zühre
huzurumuzda; böylece o sevgili, çevgene benzeyen saçlarıyla şu
meydanın tek beyi olmuş.
Her kadehi sundukça al ama
diyor, tedbirli ol... Tedbir kimde olur? Akılda, fakat zâti akıl yitmiş gitmiş.
73
Burası padişah meclisi,
padişaha kul olana afiy etler olsun; rahmet sofrasını yaymış, kardeşlere
sâkîlik ediyor.
A sâkî, sona geldin, yeni
baştan işrete başlat, sun şarabı; ayak da nedir, baş da ne? Ay akla baş, bir
olmuş gitmiş.
XXX
Mademki zatına tahammülün yok,
gözünü sıfatlara aç, onlara dal; mademki cihetlere sığmayanı görmüyorsun,
cihetlerdeki nurunu gör.
Şu gök perdenin ardındaki
hurileri gör, ışığa mensup olanları seyret; hepsi de Müslüman,
inanmış, mutî, suçsuz.
* Her biri nazlı, oynak; her biri âşıkın gönlünü alır; her biri
Taraz mumu, her biri kurtuluş sabahı.
Her biri dudağını yummuş, ağzını kapamış, fakat anlatışta bir kılı
kırka yarar; her biri şekerler almada, her biri şekerkamışı madeni.
Eski canı ver gitsin de yeni, yepyeni bir can almaya bak;
yokluk-yoksulluk âleminde salınadur da onlardan zekât al.
Can sütünü bu Meryemlerden em, çünkü sen de Meryem’den doğan
ikinci bir çocuksun; Meryemlerden süt em de îsa gibi oğullardan, kızlardan
vazgeç.
A her günü bayram, her gecesi kadir, berat olan, geceyi, gündüzü
iki Mecnun gibi zincirlere bağlamışsın, çekip duruy orsun.
Şah yüz gösterince atla fil yoldaş oldu, akıl yoksulluğa düştü,
mat oldu gitti, cansa, savul a savul deyip duruy or,
* Âşıkları, kargaşalık
zamanında şaşkın, şişe gibi kırılıverir sanma; onların dayanışına karşı Cudi
Dağı bile âciz kalır.
Bütün sanatların, her türlü
işin gücün aslı, temeli aşktır; fakat gönül tereliğini görmeyen tutar da saçma
sapan sözlere düşer.
Ben sustum, çünkü kendimden
daha güzel söyleyen birini gördüm; onun huzurunda öleyim ben, a gerçekler,
öldürün beni diyorum.
* Tebrizli Şems, şeker gibi
ağzını açtı mı çürümüş, un ufak olmuş kemikler bile oynamaya koyulur.
Yürü, sus, bundan böyle az söyle
de adamakıllı işe giriş; niceye bir fâilâtün fâilâtün fâilât deyip duracaksın?
XXXI
Aşk, üstünlükte, bilgide,
defterde, kâğıtlarda değildir; halk dedikoduya düşmüştür ya, o yol da âşıkların
yolu değildir.
Aşkın dalı, bil ki ezel
âlemindedir, kökü ebed âleminde; bu ağaç, ne Arş’a dayanır, ne yeryüzüne, ne de
gövdesi vardır bu ağacın.
Aklı işten attık, hevesi de bir
iyice dövdük; çünkü bu ululuk, şu akla, şu huylara lâyık değildir.
Hani bir özleyiş var ya sende,
bil ki özleyişin kendinedir; sen sevgili oldun mu artık özleyiş kalmaz.
Deniz adamı, daima korkuyla
ümit tahtasının üstündedir; fakat tahta da, adam da yok oldu mu dalıp gitmeden
başka bir şey kalmaz.
Ey Tebrizli Şems, deniz de
sensin, inci de sen; çünkü varlığın b aştan başa, tek yaratıcının sırrından
başka bir şey değil.
XXXII
Bir kaynak isterim ki herkesin
canına can katsın; bir sevgili isterim ki ondan ölü bile rahata, huzura
kavuşsun.
Öylesine uçsuz bucaksız bir
denize kulum ki uçsuzluktan bucaksızlıktan da üstündür o; taşa da, inciye de,
her ikisine de lûtfu, ihsanlarda bulunmadadır.
Bahçenin de onun güzelliğinden
payı, nasibi var, tavusun da; pek bezenmiş, kuşanmış değildir amma kuzguna bile
lûtfu, ihsanı ulaşır.
Şekil noksanlaşırsa mâna
azalmaz ki; âşık, çamurlara bulanmıştır amma gene de zevk içindedir.
Canı seyret de gör, bedende,
pislik, bulaşıklık yurdundadır amma pislikten, bulaşıklıktan haberi bile
yoktur.
Ey Tebrizli Şems, devlet, ikbal
evine ayağını basman, o evin döşemesine bir aydınlık, bir p arlaklıktır, damına
da bir süstür, bir yaldızdır.
îş erleri, bir araya toplanın,
uyku vakti değil; uyuyan er, vallahi sohbet arkadaşlarından o lamaz.
Dolap gibi döne döne yaşlar
döküp ağlamayan, sarhoşların yüzlerini göremez, bostanın yolunu kaybeder gider.
A şu balçık dünyada gönlünün
isteğini arayan, o ırmağın yanına koşuyorsun amma su yok o arkta.
Ey Ay, gönül göğüne doğ da
geceyi gündüze çevir; çevir de gece yolcusu, bu gece ay ışığı yok demesin.
Gönlüm aşkıyla cıva gibi
titremiyorsa, sevgilinin yerinden yurdundan da habersiz kalsın, madeninden de.
XXXIV
* Bak da seyret, bütün iyi
kişiler “Rabları suvarır onları” şarabıyla sarhoş; zevâli olmayan güzellikten
yedi de sarhoş, beş de, dört de.
Şu kıyamete bak, gayb âleminden
belirdi, ortaya çıktı; sınıkları onaran Tanrı’nın şarabıyla küp de, testi de,
havuz da, Kevser de sarhoş.
* Beden, yere vurmuş gölgeye benziyor, âşıkların tertemiz canları,
kıyılarından ırmaklar akan cennetlerde sarhoş.
Tanrı güzelliğinin görünüşü çoğaldıkça iki âlem de zerre zerre,
Mûsa gibi sarhoş olmada.
Sarhoşların dileklerinden, kesin olarak beni göremezsin
cevabından, Ahmed-i Muhtâr’ın her kılı, şefaat için sarhoş mu sarhoş.
O baştır âdeta, bizse sarık gibi sarılmışız ona, fakat o şaraptan
baş da sarhoş, sarık da.
A Mısır Yusuf’u, başını eğ de Mısır’a bak; şehir kargaşalık
içinde, çarşı pazar, hepsi sarhoş.
Kardeş, söylersem şu şaşılacak şeyden sen de şaşırır kalırsın; Arş
da sarhoş bu işten, Kürsî de, gökler de.
Tebrizli Şems, gönlüme doğdu da bir meclistir kurdu orda; aşk
şarabıyla şu kapı da sarhoş, bu duvar da.
XXXV
Can kutluluğunu, kutlu canı da
görmediyse artık bu gül bahçesinde sevinilecek, neşelenecek ne var ki? Zaten o
sevgilinin lûtfu olmadıkça yaşayışın aslı, temeli neye yarar?
Ezel meyhanesi, yüzünün
ışığıyla dolmadıysa can yurdundaki binlerce ibadet yeri ne diye yıkılıp yok
olmuştur?
Canımız, aşkıyla bir yerde
bitip gelişmediyse neden devletli can onun aşkıyla ikiz?
O yüzün lûtuf ışıkları, güzelik
ihsanında bulunmadıysa âşıklar sarayının dîvânındaki şu sitem, şu zulüm de ne?
Suda, toprakta, şu balçıktan
yaratılmış dünyada oturanlar, aşkımızı biliy orlarsa gönül kubbesine vuran bu
gürültü, bu feryat da nedir?
Ateş yüzlü biri, canı gizlice
ateşlemiyorsa neden âşıkların başları ateşle, yelle dolu?
Canlar, mekânsızlık âleminde
ateş rengine boyanmamışlarsa doğum gecesi gibi şu yüz binlerce meşale de ne?
Ona feda olmada canın bir
kusuru yoksa peşin olarak verilen ilk söz ne, sonra da vaadde bulunma,
kavilleşip zaman kesme ne?
Tebrizli Şemseddin, canların
padişahı değilse ne diye yüz binlerce kutlu can, her an onun emrine uymada,
buyruğuna baş kesmede?
XXXVI
Hemencecik boynunu eğdin, hani
kebabın, nerde şarabın? A güneşi tutulmuş kişi, ne de karanlık yüzlüsün sen.
Hatırlıyor musun; sarhoşluk
yüzünden akılla kavgaya girişmiş, savaşa kalkışmıştın; onun anahtarını kırarsan
kim kapını açar senin?
Tatlı bir dertle kaynamıyorsun;
hasılı sirke satmadasın; ab ıhay atın yolunu kesmişsin; yüzünün suyu gitmiş
vesselâm.
Yüceldikçe yücelmiştin,
üstünlük satmada, deliller göstermedeydin; işte şimdicek aşkın mehenk taşı
geldi çattı; hani sorun, nerde cevabın?
Tacirlerin en büyüğüydün,
kendini Karun gösteriyordun; bu bir rüyaydı gördün, geçti gitti; çünkü
başındaki uyku dağılıverdi.
Çok büyük lâflar ettin amma
sonucu ayranın içine düştün; senin sâf şarabın ayran, elindeki ay ranı içedur.
Bu sözlerin anlamını bilirsin
amma gene de gizle; gizle de gönül levhindeki sözler, yazıya düşmesin.
A dilber, işrete koyulma çağı
gelip çatmadı mı artık? A şeker madeni, şekerler saçma zamanı gelmedi mi ki?
Sen abıhayata benziyorsun, biz
de yerin altındaki tohuma benziyoruz; artık lûtfunla bize karışma, bizimle
karılma zamanı geldi.
Tohum gibi çürüsem de sonucu
yücelir, bir fidan kesilirim; çünkü bütün şeyleri bir şeye katsan elbette bir
şey meydana gelir.
Bundan sonra a Tanrı kılıcı,
elimde keskin ol; çünkü senin lûtfunla ateşten de daha keskin, daha sert olma
çağı.
Canı huzuruna çektim, başka bir
şey var mı, nerde dedi; hiçbir şeyim yok da can da bu yokluk-yoksulluk yüzünden
bu hale geldi dedim.
(s. 193) Can gözünün uykusu,
baş gözünü de uykuya daldırdı; hasılı Tebrizli Şems, perde oldu Tebrizli
Şems’e.
Doğ ey Ay, doğ âlemimize, sen
olmadıkça gökyüzünde bir tek yıldız bile yok; hayalin ay ağını vurarak, oy nay
ıp gülerek gelmedikçe derdimize çare bulunmaz bizim.
Hayalin dağa vursa kaynaklar
akıtır; bizim şu gönlümüz, tutalım ki bir dağdır ancak, bir kayadır ancak.
Senin lûtfundan ayrı kalmayan,
senin ihsanına uğrayan bir taştan ateş fışkırdı, öbür taştan su
aktı, öteki taş da lâ’l
kesildi.
Nice defalar güzelim, senin lûtfunu sınadım ben, ölüyü dirilttin
sen, hem bir kere değil, birçok kereler.
Rahmet bulutu, her seher çağı yağmur y ağdırmıy orsa, bu gene
sendendir, senin işindir gene; sana karşı şu ağlayan gönlüm, beşikteki bir
çocuktan başka bir şey değildir.
Şu gönlüm, gamdan, elemden Tur Dağı gibi yüz parça oldu; fakat o
parçalardan bir tanesi bile elimde değil.
Mûsa’nın reddedilmez bir delil olan demir âsasını bir kıvılcım
sıçrasın, bir yıldız çaksın diye taşa dönmüş gönlüme vurdu, çünkü buluttan bir
tek şimşek bile çakmıy or.
Sevgilimizin kapısında korkakların işi gücü yok; ordakilerin hepsi
de padişah; kullara yer yok orda.
Bahtım, talihim var, kutlu
kişiyim ben diye övünüp nazlanıyorsan bil ki bu baht, bu talih, bu kutluluk,
bizim devletimize, bizim ikbalimize karşı bir ayıptır, bir ârdır ancak.
Yokluğunla-yoksulluğunla
övünüyorsan yamalı hırkayı al da var yürü; çünkü padişahımızın katında o giyim
kuşam, o şatafat ancak zünnârdır.
Tanrı nuru olduysan doğudan ta
batıya dek gidedur; çünkü bu çeşit oldukça o ışıklardan da pervamız yok bizim.
Tanrı sırrını bildiysen o yana
eş dost ol; çünkü bizim şu sırlarımız, o sırların huyunda husunda değil.
Bizim yolumuzda gerçek ol, şu
hileyi, düzeni bir yana bırak; çünkü meydanımız hilekârın, düzenbazın at
oynatacağı meydan değildir.
Sınırımızı ölçüp biçmek için
kendine bir pergel koşan da iş yok; a kardeş, sınırımız pergelle ölçülecek
sınır değil ki.
Aşk sûfîlerinin bir başka
tekkesi var; bizim
canımıza aş kâsesi, vakıf
geliri yok orda.
Cehennemin ta dibinde oturdum,
tacı tahtı bıraktım ben; çünkü bizim ne cennete iştahımız var, ne iyi kişileri
özlüyoruz.
XL
İşte buracıkta o altın yumurta yumurtlayan kuşlar; işte buracıkta
her seher çağı, başı dik, huysuz felek tayına eyer vuranlar.
At sürdüler mi yedinci kat gök meydan olur onlara; yattılar mı
Güneş’le Ay’ı yastık edinir onlar.
Öylesine balıklar onlar ki her birinin canında bir Yunus var;
öylesine gül fidanları ki gökyüzünü bezerler, güzelleştirirler, feleği güzel
töreli bir hale sokarlar.
Kıyamet gününde cehennemi sömürüp içerler, cenneti dileyene
bağışlarlar; buyruk sahibidir onlar, fakat ne dua bilirler, ne ilenme.
Letafetle dağları havada oynatırlar; tatlılıkla denizleri şeker
gibi tatlılaştırırlar.
Bedenleri can haline getirirler, canları ölümsüz bir hale
döndürürler; taşları lâ’l madeni yaparlar, küfürleri iman.
Herkesten daha fazla
meydandadır onlar, herkesten daha fazla gizli; apaçık görmek istersen gözünün
önüne dikiliverirler.
Apaçık görmek istiyorsan
ayaklarının bastığı toprağı sürme gibi çek gözüne; çünkü onlar, anadan doğma
körü bile yol, iz görür bir hale getirirler.
Hor, hakir bile olsan aray ıp
dilemede diken gibi sert ol, keskin ol da senin bütün dikenlerini gül haline,
nesrin haline soksunlar.
Söylemeye gücüm kudretim
yetseydi söylenecek neler söylerdim; neler söylerdim de gökteki canlarla
melekler bile beğenirlerdi.
Gönlün ta içinde parıl parıl
parlayan bir sevgiyi kim görmüştür? Halbuki şu belirişten, şu görünüşten önce
onunla bizim aramızda binlerce ova vardı, binlerce yazı.
* Ölüleri, çürümüş, un ufak
olmuş kemikleri dirilten geldi; a ölüler, kalkın da kıy amet günün
seyredin.
Şikâyetleri ne de güzel dinledi de derdimize derman oldu; çok
ağladınız, gülün artık, perde ardından çıktınız, uykudan uyandınız.
* Yüce defterler, yüce yazıcılardan uçtu, geldi; gafletten uyanın da
çalışıp çabalamak için dağılın.
* Tartılarımızı haber vermek için terazilerimiz geldi; Rabbimiz,
hallerimizi düzene koy, a cömert Tanrı, affınla cömertlik et. 74
Padişahım, Farsça söyleyelim: Gönülden haberin var senin; Ay’ın
parıl parıl parlasın dursun, devletin ebedî olsun.
Dünyadan bıkmış, usanmış kişi, seni görür de güzelleşmez,
gençleşmezse arı duru suyu bulansın, ateşi kül haline gelsin.
Uyuyan kişi, senin sabahını görür de y atağından sıçrayıp
kalkmazsa bahtının gözü kıy amete dek uyusun kalsın.
Dünyada daha bağ, şarap, üzüm yokken, canımız zevâlsiz bir
şarapla, Tanrı şarabıyla sarhoştu.
Şu kaç-tut yokken, Mansûr o gizli sözü, o nükteyi söylememişken,
biz dünya Bağdat’ında, ben Tanrı’yım deyip duruyorduk.
Şu Nefs-i Küll, daha balçık âlemde mimarlığa başlamamışken,
gerçekler meyhanesinde işretimiz tamdı, düzülüp koşulmuştu, mamûr bir hale
gelmişti.
Canımız, bir dünyaydı sanki, can kadehi güneş kesilmişti; o dünya,
can şarabıyla boğazına dek ışıklara boğulmuştu.
A sâkî, şu balçık âleminde ululananları sarhoş et gitsin de nasıl
bir devletten ayrıldığımızı, nasıl bir b ahttan uzak kaldığımızı anlasınlar.
Gizlenmiş, örtünmüş ne varsa hepsini ortaya dökmek için can
yolundan çıkagelen sâkîy e canlar feda olsun.
Biz, o sâkînin karşısında
ağızlarımızı açmış, bekliyoruz; sunduğu şaraplar sersemlik vermez başa,
balarısı yapmadı onun balını.
Sevgili, ya ağzımızı tut bizim,
yahut da bil ki yedinci kat yerin altında gizlenen define meydana ha çıktı, ha
çıkacak.
A Tebriz şehri, hani Şemseddin
yokken şöhret bulmuştu, her yana y ay ılmıştı adı sanı, o zamandan haberin
varsa o zamandan bahset, onu söyle.
Kendimizin düşmanıyız da bizi
öldürenin dostuyuz; denize gark olmuşuz, denizin dalgası öldürüyor bizi.
Bu çeşit gülerek, seve seve
tatlı canımızı veriyoruz, çünkü o ecel, bizi ballar, şekerler gibi tatlı tatlı
öldürüyor.
Kurban bayramında kendimi
besili gösteriyorum. Çünkü o âşıklar kasabı iyi ve
güzel olanı kesmek istiyor. 75
O nursuz, pîrsiz şeytan, ondan mühlet isteyip duruyor; yarın
değil, öbürsü gün öldürürüm diye o da mühlet veriyor ona.
İsmail gibi bir güzelce boyun ver hançerine, boğazını çekme sakın;
çekip bağrına bassa da o basıyor, öldürse de o öldürüyor.
Azrail’in haddi değildir âşıklara el uzatmak; aşka düşmüş âşıkları
gene aşk öldürür, gene sevda öldürür.
* Öldürülenler, keşke kavmim bilseydi diye naralar atmada; sevgili
görünüşte öldürüy or amma gizlice yüzlerce can vermede.
Yeryüzüne benzeyen bedeninden bir baş çıkar da bak; seni göğe mi
çekiyor, yoksa öldürüyor mu?
Can bir yeldir alıyor, şarap bir candır veriyor; can doğanını
kurtarıy or, salıyor, gam kuzgununu öldürüyor.
Kendi Mesîh’ini darağacında öldürse bile,
öldürdü diye şüphelenen Hıristiyan’dır ancak, inanan bu şüpheye
düşmez.
Âşıkların her biri bir
Mansûr’dur, kendini öldürtür; âşık olmayansa kendini bile bile öldürür gider.
Ecel, insanlara her gün
yüzlerce defa çatar; Tanrı âşıkıysa ecel çatmadan, sebepsiz olarak kendini
ölüme teslim eder.
înkâr eden kendini öldürür amma
ben susayım mı, yoksa âşıkların ölümlerindeki sırrı söyleyeyim mi?
Tebrizli Şems, tanyerinden
güneş gibi doğdu, pervasızca yıldız mumlarını söndürüyor.
îşte buracıkta gökyüzünü
döndüren o ırmak; işte buracıkta Ay’ın, Zühre’nin hayran olduğu o yüz.
îşte buracıkta her topu birliğe
çelip meydana sokan o padişah çevgeni.
İşte buracıkta o bilgi
tahtasını gemi edinen, gemisine binmeyeni tufanlara boğan Nuh.
Kim ondan hırka giyerse feleğin
hırkasını çeker, alır; kim ondan bir lokma yerse o lokmadaki hikmet, onu Lokman
haline getirir.
Yazı, kışı, sırayla değildir o
padişahın; şu ânı bana kış yapar, sana yaz.
Tapısında dikenle gül birdir;
dikenin ucuyla birini yaralar, öbürüne dikeni güllük gülistanlık eder.
Kim suya kaçar, sığınırsa, su
emriyle ateş kesilir; fakat onun sevgisiyle ateşe atılana ateşi rey han haline
getirir.
Ben şu kuvvetli delile dayanıp
söylüyorum; delilim baştan başa şüpheden ibaret bile olsa o, o şüpheyi delil
yapar.
(s. 194) A adam, ne diye
şeytana bakıp kalırsın? Sen şuna bak, şuna dikkat et: O, andan âna insanı
şeytan haline sokar, şeytanı da insan haline.
İşte buracıkta abıhayata sahip
olan o Hızır; diriye ölümsüzlük bağışlamada, ölüyü hayvan yapıp gitmede.
Filozof, buna “illet-i ûlâ -
ilk sebep” adını takar amma o, kerem eder de filozofun illetine de bir derman
verir.
Tüm varlık aynasının özüdür o,
soluk verme o aynaya; çünkü soluk verirsem buğulanır, suçlu sayar beni.
Soluk verme aynaya da seninle
solukdaş olsun ayna; sen ona soluk verdin mi senden yüzünü gizler o.
Senin de küfrün, imanın onun
buyruğuyladır, senden başkalarının küfrü, imanı da; ondan baş çekme; onun
gözleri imanı yağmalar gider.
Tanrı tapısında kendisini
hiçbir şey bilmez sayan her şeyi bilir, anlar; fakat ona karşı bilgi satmaya
kalkışanı, gayreti, hiçbir şey bilmez bir hale kor.
* Bu bilgi, bu taklit, bu sanı,
senin için bir ekmek tuzağıdır; iyiden iyiye, görgü halindeki
bilgiyi ancak Kur’an’ı belleten
verir; kim verdiyse bu bilgiyi o bilir.
O körün kapı kapı dolaşıp
durması, ümitsizliktendir; gözüne ilaç aramaz da boyuna ekmeği anar durur.
Bu söz, dünyaya sular
bağışlamak, bedenleri can haline getirmek için uçsuz, buçaksız aşk denizinden
akıp gelen bir sudur.
Balık olmayan, suyun sonunu
arar; fakat balık kesilen, hiç suyun sonunu düşünür mü?
Âşıkların yoluna yoklukla,
gerçeklikle gelirsen Tebrizli Şems seni erlerin sohbetine alır, er eder.
Ayrılığı altı yandan da saldı
mı hiçbir şeyin faydası yoktur artık; gönlü dileyen, gönlün kanını koklar, o
kokudan ho şlanır da bu yüzden gönül kan ke silmiştir.
* Kimse benim halimi anlamasın,
benim için o feryat etsin, feryadım ondan duyulsun diye
aşkıyla çeng çalmasını
öğrendim.
A her yana koşup duran, bir türlü işin bir araya gelmedi gitti;
senin işini bir araya getirecek, bir düzene sokacak olan, ancak altı yana
sığmay andır.
Arslan ceylanı paralar; bizim arslanımızsa görülmemiş bir
arslandır, ceylan resmine üfürür, can verir, ceylan yapar onu.
İçini lâleye döndürür, dışını safrana; bir an olur seni kızılbey
yapar, bir an gelir sarı yapar, soldurur, sarartır. 76
O denizin dalgasını arama, o denize ırmaktır y ardım eden; sen,
iki yağ parçası olan gözlerini ışık ırmağı haline getireni ara.
Yeniay gibi şu gamla eriyip inceleyen ay yüzlüye ne mutlu; ne
güzel kişidir, ne şeker huyludur o kişi ki o şekerkamışlığının huyuyla
huylanmıştır.
Aşk mührünü kabullenmek için mum gibi y umuşay an demir, taşı inci
haline getirir, toprağa
amber kokusu verir.
Şarap, yahni, kebap isterse yanıp kavrulmuş gönlümü kebap, kanlı
gözyaşlarımı şarap olarak huzuruna götürürüm, ona sunarım.
Leylek gerçeği bilir, mülk sahibini tanır da “lek, lek - senin,
senin” der; üveyik kuşuysa perde ardındadır da o yüzden kû, kû - nerde, nerde
diye öter durur.
Suyu, yağı azalt da sus, yağ gibi eriyedur; ne mutlu o yüzün
derdiyle kendini eritip kıl gibi inceltene.
Aşk, âşıkı halka adamakıllı düşman eder; âşık tamamıy la halkı bir
yana bıraktı mı da aşk yüzünü ona döndürür.
Halka yarayan kişi, aşka yaramaz; çünkü kahpe canın yüz tane
kocası olabilir.
Başkalarına yaramayan, herkes tarafından atılan, bir yana
bırakılan âşıkı aşk padişahı
yanına alır, diz dize onunla oturur.
Halk onu sürdü, kovdu mu halktan kesilir, halkın huyunu bırakır;
içten de, dıştan da aşkın huyuyla huylanır gider.
Can, halk tarafından kabullenirse hatırı ona gider; herkese gönül
verir, her yana hırsızlamaca bakınır durur.
Aşk onu gördü mü der ki: Saçlarım gölgelendirir seni; âşık o
saçların gölgesine daldı mı artık miskler, amberler koklamaya başlar.
Fakat ben miski, amberi de o koku alma duygusuna düşman edeyim de
aşk her ikisinden de zorla vazgeçsin.
Âşık bizi anarak misk koklar amma isteğe yeni atılmıştır, küçücük
çocuklar gibi nerde, nerde deyip durmadadır.
Çocukluktan çıktı da bilgi gözünü açtı mı ırmak kenarında koşar mı
hiç? Atılır ırmağın içine.
Yeni işe koyulmuş âşıksan acıya alış, acılar ye,
acılar iç de Şirin, Husrev’in balından ilaç versin sana.
Belki böylece Tebrizli Şems’ten
bir sarhoşluk elde edersin de iki âlemin de ötesinden seni senden alıverir,
sensiz b ırakır seni.
Şekerkamışı dengini aç ey
güzel, aç da yaşayışımız tatlılaşsın; kendine gel, bak, şimdicek halkı gamlara
daldırmak için gam dumanı geldi, her yanı sardı.
A renksizlik rengi, Ay gibi ne
işlerin var senin; hani Ay da ışığıyla taşları lâ’l haline getirir, meyvelere
renk verir, tat verir ya.
A Ay, perdeyi kaldır, şeker
yükünü gizleme de senin o gümüş kucağında ahvalimiz altına dönsün.
Aşkın kendinden geçirir,
şaşırtır adamı; yüzün neşe verir, güldürür insanı; çünkü deniz o işi eder,
çünkü inci bu işi.
Bir seher çağı, güneşin gönül
yurdunda doğdu, kılıç vurdu; gökyüzü dayanıyorsa vur kılıcı canın boynuna.
Gözün gözlere öylesine bir
şarap sunar ki gözler yetmiş perdeyi de aşar da yolu, izi görür.
Bir gece yalnız kalırsak
padişah Salâhaddin’in bize gösterdiği lûtufları, ettiği ihsanları kulağına
söylerim senin.
Hem şarap satan dudakların
şarabı ucuzlattı, hem şuh, sarhoş gözlerin koca sağrağı döndürdü.
Hem de güneş yüzün, dünyaya
ışıklar bağışlamada; zehri panzehir yapmada, küfrü iman.
Kimi gözüne alırsa gözünü
aydınlatır onun; kimi candan ederse sevgiliye gark eder onu.
Onun can padişahı geçip kürsüye
kuruldu mu gökyüzünü birbirine katar, Arş’ı tir tir titretir.
İhtiyacından herkesin kâsesine
göz diken kişiyi lûtfu kucakladı mı padişahla aynı kâseden yemek yiyen ulu bir
kişi eder.
O kişinin adını an ki ölü onun
güzelliğinden dirilir; bütün dünyanın ağlayışları, onunla buluşunca gülüş kesilir.
O kişiyi an ki güzelliği yüz
gösterdi mi bütün dünyanın güzellikleri ona kul köle kesilir.
Abıhayat tamamıyla tahtının
altından akar; ırmağının suyunu içen ölümsüzlüğe kavuşur.
Bir gececik güneş, tahtının
basamağını öpmüştür de o yüzden şu dönüp duran gökyüzünden dünyaya ışıklar
saçar.
Âşıkların yaşayışı
düşkünlüktedir; onun için de onu umanın toprağı ay ak lar altına dö şenmiştir.
Ceylanların göbeklerindeki
misk, miskin o güzelim kokusu, onun alnına dökülen saçlarından saçıldı da
arslanın burnu bu kokuyu
aldı, meşeliklerde avlanmak
için coştu, kükredi.
Âşıkın kanatları gönül
ateşinden yandı da âşık, Güneş gibi, Ay gibi kolsuz, kanatsız uçmaya koyuldu.
Ne mutludur Tebrizli Şems’in
lûtfunu bulan can; dokuz kat göğü de geçti de mekânsızlık âlemine ayak bastı.
Bütün sâkîlerin övündüğü
sâkîsin sen, gece gündüz işte güçte ol; gözün daima mahmur olsun, canımız da
boyuna içsin dursun.
A güzel, içildikçe içilen
meclisinde akılların akılları başlarından gitsin; a dilber, coştukça coşan
aşkınla ne baş kalsın, ne sarık.
Mısır’daki kadınlar gibi canın
gönlü de doğransın, elleri de; Mısır Yusuf’u da boyuna çarşının pazarın
birbirine girmesine sebep olsun.
A sâkî, senin elinden ne eller
elden çıktı; sarhoşun, senin elinle boyuna muradına ersin.
Kafamız yellerle, kırbamız sularla dolsun; yelimizi de aşk
kabullensin, suyumuzu da aşk.
Güzeller padişahı beyimiz, efendimiz olsun, aşk tutsun, kapsın,
kucaklasın bizi, devletin, ikbalin canı dostumuz olsun, talihle baht eşimiz.
Baş çekmedeyiz, başımız hoş, birbirimizi çekip kucaklıyoruz; şu
varlığımız, daima sırları kendisine çeksin dursun.
Dün gece gene filimizin hatırına Hindistan gelmişti; deliliğinden
ta sabaha dek gecenin perdesini yırtıp duruyordu.
Dün gece sâkînin kadehleri tamamıyla dopdoluydu; hey gidi hey;
dilerim, kıyamete dek ömrümüz hep dün geceki gibi geçsin.
Şaraplar coşmuştu ondan, akıllar başta değildi onun yüzünden;
güzel yüzünden parça buçuk da neşeli olsun, tüm de; gül de sevinsin, diken de.
Sarhoşların, afiyetler olsun sesleri ta göğe
yükseliyordu; elimizde şarap kadehi vardı, başımızda yeller
esiyordu.
Onların yüz binlerce gürültüsü
göğe ağmadaydı; orda binlerce Keykubad secdeye kapanmıştı.
(s. 195) Kutluluk günü, devlet
günü, başımıza gelmiş, konmuştu; arı duru, tertemiz kardeşlerden böylesine bir
gün doğuvermişti ansızın.
Denize benzer bir şeydir
dalgalanmıştı, gökyüzü bu gece ondan bir eser bulmuştu da başına koymaya,
yüzüne sürmey e koyulmuştu.
Maddeye ait her şey,
karanlıklarla yolları bağlıyor, kesiyordu; derken Tanrılık ışığı o kapalı, o
bağlı yolları açmaya başlamıştı.
O hava esince duygu düğümleri
öylece nasıl kalır; bu murada erişen kişi nasıl olur da olduğu gibi kalakalır?
Müslümanlar, yeni baştan ömür
sürmeye başlayın; çünkü sevgili, y okluk yurdunu varlık âlemi haline getiriyor,
âşıkların dileğini
vermede, onlara insaf etmede.
Sevgilimiz bundan böyle
düşkünlerin özrünü kabul etti demektir; çünkü o nerde sâkî olursa, orda hiç
kimsecikler doğru yolda kalamaz, hiç kimseciğin aklı başında olamaz.
* Müslümanlar, yardım, lûtuf
denizinin coşup dalgalanması, içtihat şatafatını da kırdı geçirdi, inanç
fermanını da yırttı gitti.
O yardım, o lûtuf, padişah
Salâhaddin’dir; o bir Yusuf’tur ki mezatta müşterisi ancak Mısır azizi
olabilir.
Dün âşıklar meclisinde sâkî de
beydi, çalgıcı da; birbirimize girdik, çünkü tut-kap günüydü.
Bu coşkunluğumuzu görünce araya
düşünceli akıl girdi amma düşünceli aklın öylesine ateşte yeri mi olur?
Âşıkları avlamada yüzlerce can
gözü tuzak kurmuştu; aşk yayından binlerce ok uçuyordu.
Ejderhâ gibi bir ceylan, meydanı tozutmaya başladı; arslanlar bile
onun karşısında değersiz birer dağ keçisiydi sanki.
Orda ihtiyâr bir adam gördüm; gözleri kan çanağına dönmüştü, saçı
sakalı süt gibi bembeyazdı.
Bir de gördüm ki o ceylan hemencecik onun y anına koştu; gökler
birbirinden ayrıldı; sanki bu bir düzendi.
Kavgadan gürültüden Güneş kâsesi de kırıldı, Ay kâsesi de; çünkü
sarhoşların sağrakları adamakıllı doluydu.
Kutlu cana, bu haller nedir diye sordum; dedi ki: Kendimde
değilim, ben de bilmiyorum, fakat hep o ihtiyârın fitnesi bunlar.
A Tebrizli Şems, sarhoşlarının halini gene sen bilirsin; a
efendim, bir kusur ettiy sem bağışla; ne gönlüm var, ne elim.
Gözler onun gözlerinden
mahmurlaşmıştı; gözlerden gizlenmişti âdeta; böyle bir zamanda kötü göz nasıl
oldu da dokundu ona?
Ne mutluydu o gecelerimiz ki
miskten, amberden perdelerle örtülmüştür; ne mutlu sabahlardı o sabahlarımız ki
sevgilinin nuruyla kâfurla dolu bir hale gelmişti.
Arş’ın, Kürsî’nin yücelerinden
aferin, maşallah sesleri geliyordu; öküze, balığa dek her taraf nurlarla
dolmuştu.
Her yanda onun güzelliği
yüzünden değersiz hale gelmiş bir Leylâ vardı, zerre zerre bütün varlık, adı
sanı yayılmış bir Mecnun kesilmişti.
Gönül onun yüzüne karşı,
coştukça coşan bir Bâyezîd olmuştu; can saçlarına asılmada Mansûr’a dönmüştü.
Sevgiyi arttıran ışığı bir kere
daha getir, bir kere daha gel de işretimizden uzak kalan kişi kör olsun gitsin.
Bir sâkî koca bir sağrakla
geldi de beni benden aldı; huriler bile onu kıskanıyorlardı, ne çeşit
güzellikti o, sarhoşluğumdan bilemedim ki.
Tebrizli Şemseddin’in şekli, onun yüzü gözü, aşkın da canına
candır; zaten bu, aşk defterlerine ta ezelde yazılmıştı.
Bir gül bahçesinden bir dal kırdıysam ne oldu ki? Kendimden geçtim
de bir sevgilinin saçlarına sarıldıysam ne çıkar yâni?
înancı olmayan kişi gibi kendi kendimi y aralamışsam ne olmuş ki?
Bir yankesicinin aşırdığı malı aşırdıy sam ne olmuş sanki?
Koca Bağdat’tan bir zembil eksik olmuş, bu da bir şey mi? Ambardan
bir buğday alınmış, ne çıkar bundan?
A felek, şu hile, şu düzen ne vakte dek sürecek? Bir ancağız
sevgili, sevgilisiyle bir hoşça otursa n’olur yâni?
Onun söylenmedik gizli şeylerini söyleyeceğim işte, sana ne?
N’olur söylesem de
birazcık gönlüm ferahlaşa?
Âşıkla sevgili arasında bir
iştir olmuş, geçmiş; sen ne âşıksın, ne sevgili, sana n’oluyor?
Lûtuf afsununu okuduysa lâ’l
dudağından ne eksildi ki? Bir hastanın canı, İsa’dan şifa bulduysa n’oldu yâni?
Bu gece berat gecesiyse herkes
bir berat buldu demektir; benim yanıma da yazısız bir ay yüzlü dilber gelirse
ne çıkar bundan?
A Tebrizli Şems, senin aşkınla
deli divane olur da âşıkları işten güçten alıkorsam, onların pazarını altüst
eder, dağıtırsam n’olur ki?
Seher çağı gönlümü alıp gitmek
için sarhoş bir halde çıkageldi güzelim; Müslümanlar, sarhoş güzelin elinden
medet.
Dün yüreğim çarpmadaydı, iki
gözüm sey iriy ordu; gönlüm kime kavuşacak, gözlerim ne görecek demiştim.
Seher çağı bu düşüncedeydim, derken aşkın, Ay gibi neşeli neşeli
çıkageldi.
Ben kim oluyorum? Su, yel, toprak, ateş bile ondan sarhoş olmuş;
onun ateşi bana da neler eder, toprağa da, yele de.
Aşk ondan gebedir, bu cihansa aşktan gebe; bu dünya şu dört
unsurdan doğdu, fakat dört unsur aşktan doğdu.
Sevgilimizin aşkı gayb âleminden hançer çekti mi istesem de,
istemesem de tutar, beni kendine çeker, bağrına basar.
Birisiyle kilitle anahtar gibi eş oldum; o anda vurulmuş kuş gibi
kanatlarım serpiliverdi, kanatlıktan çıktı gitti.
Âşıklarının küfrü de onun aşkının yazısı, dini imanı da; and olsun
Tanrı’ya, hâşâ, o yazı başka bir topluma y azılmaz.
Açtı mı, açılır, saçılırım; bağladı mı, bağlanır
kalırım; meydandaki top kim oluyor ki kendiliğinden çevgenden baş
çeksin.
Gâh İbrahim gibi beni ateşe
çeker; gâh da beni Ahmed gibi ateşten alır, Kevser’e götürür.
Ateşi mi daha hoş, yoksa
Kevser’i mi diyorsun; o padişahın beni bir hoşça tutup çekmesi yok mu, nereye
çekerse çeksin, o çeksin daha hoş bence.
Su da hoştur, ateş de; dert de
onun vergisi, rahat, huzur da; bütün bu sebepleri gözleri bağlamak için düzüp
koşmuştur.
Dostu düşman gösterir, suyu
ateşe döndürür; bir mümini ansızın tutar, kâfirlerin halkasına katıverir.
Aşkı sarhoşlara da, serkeşlere
de bağlayıştır, çözüştür; o aşk serkeşleri saçlarından tutar da o çembere, o
daireye sokar gider.
Çekinmemek de onun vergisidir
amma gene çekinmeli, ihtiy atlı olmalı; ananın çocuğuna karşı gösterdiği ihtiy
atı da o vermiştir zaten.
O aşk padişahı atına bindi, karanlıklar ağını yırttı; on beş
günlük dolunay gibi, bayram gününün güneşi gibi belirip çıktı.
Hizmetindeki yıldızlar yüz binlerce, milyonlarca; her biri de onun
yüzünün nuruyla parladıkça parlamada.
O kutlu devranda burçları geçiyor, âşıklarının ateşten burcuna
ulaşıy ordu.
Derken gönlüne ben geldim, her yana baktı, orda, hiçbir safta
göremedi beni.
Yakınlarına, filân dedi, neden ortada yok, o harap âşık, o her
zaman tapımda olan sevdalı, neden görünmüyor?
Her gece, gelince onun mum gibi y anmakta olduğunu görür; her
sabah, ağarınca onun feryatlarını duyar; nerde o?
Merhamet denizleri gönlünden coşup dalgalandı; hem her yana bakıy
ordu, hem dizgin kasıyordu.
Âlemin bütün ateşleri diyordu,
onun ateşinden yandı, tutuştu da aşk afsunlar okuyup gönlüne üfürmeye koyuldu.
Nerde o bir avuç toprak ki ay
ışığı gibi ona vurduk da tıpkı ay ışığına döndü, yerden Ülker yıldızına dek
vurdu, her yanı parlattı.
Aşkımızın sınayışına karşı Circîs
gibi yüz kere dirildi, yüz kere şehit oldu.
Nerde o âşık ki yokluk,
yaratıştan gebe kaldı da o kutlu talihi doğurdu, göbeğini de Tebrizli Şems’in
aşkıyla kesti.
Güzel yüzlülerin güneşi
salınmada, yol verin; yüzlerinizi onun yüzünün güzelliğiyle Ay’a döndürün.
Eski ölülere yüzü yüzlerce can
vermede; bu âlemden geçip gitmiş âşıklara haber salın.
O iki sâkînin gözleriyle
dudaklarının elinden her an şarap için, her zaman maşallah deyin.
Bir ovaya benzeyen yüzünde bir
görülmemiş kuyu kazmışlar; o ovaya gidin, o kuyuya düşmeye bakın.
Çadırlarda bir aydınlık, bir
parıltı belirdi, atlarınızın kulaklarını o çadırların kurulduğu yere çevirin.
Çadırının kurulduğu yer,
kehribar gibi, âşıkları kendisine çekmede; a âşıklar, arık bedenlerinizi saman
çöpü haline getirin.
(s. 196) Onun sarhoş, mahmur
gözlerine dikin gözlerinizi, aydınlansın gözleriniz; kötü göz için ağlayın, vah
vah deyin.
Canların padişahı Tebrizli
Şems’tir; şimdi padişah odur; ona yüz tutun, kendinizi o padişaha karşı mat
edin gitsin.
Geldim, yüzümü sevgilimin
ayaklarına sürmeye; geldim, bir ancağız ettiğim işten dolayı özür dilemeye.
Geldim, yeni baştan onun gül bahçesinde hizmet etmeye; geldim,
ateş alıp kendi dikenimi tutuşturarak yakmaya.
Geldim, şu geçip giden tozu, kiri temizlemeye; sevgilim için iyi
işimi kötü saymaya.
Geldim, ağlayan gözlerle, o düzenci güzelin sevgisiyle gözlerimden
akan kay nakları görsün diye.
Kalk ey hiçbir şeye eş olmamış aşk, sevgiye yeni baştan başla,
merhamete yeni b aştan giriş; öldüm, ikrarımdan da boşaldım, vazgeçtim ben,
inkârımdan da.
Çünkü senin arılığın, senin duruluğun olmadıkça varlık âleminde
arı duru olmaya imkân yok; sensiz gamdan kurtulmak, iyileşip düzene girmek
mümkün değil.
Görünüşte sustum ben, fakat bilirsin ki kanlar içen gönlümde
kanlara bulanmış sözler var.
Ben susarken yüzüme iyi bak, iyi dikkat et de senin eserlerini bir
iyice gör.
Bu gazeli kısa kestim, geri kalanı gönülde; beni o mahmur
nerkislerle sarhoş edersen söylerim.
Ey sözünden kalıp susan, ey eşinden ayrı düşen; nasıl oldu da o keskin
aklını yitirdin de böyle şaşırıp kaldın?
A susakalan, şu ateşli düşüncelerle ne âlemdesin; düşünceler ağır,
büyük ordularıyla gelip çatıyor.
Sözü insanlara söylerler, yalnızken hiç kimsecik sevgilimin
sırrını kapıya, duvara söylemez.
Yoksa sen adam mı bulamıyorsun da böyle susup duruyorsun? Hiç
kimseyi sözlerine mahrem görmüyorsun sen.
Yoksa sen tertemiz âlemden misin? Şu leşe bulanmış tab iat
köpekleriyle tabiat âlemine karışamıyorsun, şu âlemle uzlaşamıyorsun vesselâm.
Aşk güneşi, her zerreye şarap
sun; her kılımız o başa bir Ca’fer-i Tayyar kesilsin.
Zerreler her an senin güneşine
doğru uçuşup dururlar; senden kim muradına erişirse, kim senin şarabını içerse
kutlu olsun, nasibini bulsun.
Nerde saçının bir teli hevesle
oynarsa, varlık dokumamızın argacına arış olsun, varlığımıza karışsın gitsin.
Buluşma yurdundan uzak, gam
çölünde nice defalar darağaçlarına çekildim, artık gam, darağaçlarına çekilsin.
Her an gülün kınamasını çekip
duran diken, gül bahçesinin sahibi olsun da gül hasedinden ağlamaya koyulsun.
Yeşillikte güle tapanlara gizli
bir düşmandır yılan; şu yeşillik yılansız bir hale gelsin de gülün düşmanı
varsın hastalansın.
Adamın derddaşı olmadıkça dert
çok zordur; adamla düşen kalkan, derddaş olsun da artık dert, gam, hor, hakir
olsun gitsin.
A çalgıcı, şu perdeyi vur, şu perdeden çal: Yol vuranlardan aman,
yol kesenlerden feryat; hele bizi perişan eden, hele bizi yele verip savuran şu
yol kesiciden el aman.
A çalgıcı, şu yol kesmeyi sen de o yol kesenlerden öğrendin; çünkü
talebede hep hocasının şiveleri görünür.
A çalgıcı, yüzünü yokluğa çevir, çünkü varlık yol kesicidir; çünkü
varlık haindir, hain korkak olur, hiçbir korku çeken de neşeli olamaz.
A varlık, var olanların yolunu vuradur; çünkü can şu varlık
yurduna hiç gelmemiş, yokluktan hiç doğmamış sanıyor kendini.
Biz çöllere düşelim de yokluk ovasının yolunu tutalım; çünkü
varlıkta bunca bağlar var, y okluktay sa bunca ferahlıklar.
Şu yokluk bir deniz, biz de balıklarız, fakat varlık âdeta olta,
âdeta ağ; ağa düşen, oltaya tutulan, denizin zevkini nerden bilecek?
Tuzağa tutulan, dört unsura
bağlanmış, çarmıha gerilekalmıştır; bil ki o, aptallığından dileğin, isteğin
peşinden koşar durur.
Sabır ateşin, varlık ateşini
yakar, kül eder; ateşle varlığı, varlıktan doğan bedeni yak ateşlere.
* “And olsun soluya soluya
koşanlara” âyetindeki çakmaktaşını çakış, ancak sabır ateşidir; “Tırnaklarıyla
bastıkça taştan kıvılcım çıkaranlara” ây etind e anılanlar da ancak yiğit
canlardır.
Taşı kapar, oyunu utar da sen
kalakalırsın; sonucu bakalım kim kalır, kim kazanır? Sen sonuna bak; yoksa bu
dünya satrancındaki şu savaşıp çalışma nedir ki?
Bâzı kere yampiri giden piyade,
zulümle şahın yolunu keser; ben de vezir olduy sam ne var, y amp iri gitsem
bile dumanı doğru çıksın.
Sonuna dek piyade olarak doğru
düzen gittim de vezir oldum, vezirin yolunu kesen bağlar râm oldu bana.
At ona der ki: Senin bunca konakların, bize bir konaktan
ibarettir; kıyamete dek bütün bu konaklar iki adımdır bize.
Beden hacca yüz konakta konaklaya konaklaya gider, gönülse bir adımda
varıverir; göz gibi, gönül gibi yol almak gerek.
Şah der ki: Sizin şu debdebeniz hep bendendir; gölgem olmasaydı
hepsi de yel olur giderdi.
Atın bir değeri kalmazdı, fil sivrisineğe dönerdi, evler Âd
kavminin evleri gibi yıkılır giderdi.
Şu binlerce oyunun bir kişi tarafından oynanageldiğini gördüm de
bu satrançta kazanmak da bir geldi bana, y utulup kaybetmek de.
Kazanıp kurtulmada mat olmak var, mat olmada kazanıp kurtulmak
var; o bakıştan mat olduk padişahım, o bakış eksilmesin bizden, hep bize bak
sen.
Miskle amber, sevgilimin
saçlarını koklasalar kendi kokularını bir yana bırakırlardı da hemencecik onun
saçlarını koklamaya koyulurlardı.
Kâfirle mümin, onun güzel
huyunu anlasalardı kendi huylarından vazgeçerlerdi de hemencecik onun huy uy la
huylanırlardı.
Yüzünden ansızın bir güneştir
doğar, parlar da perdeleri yırtar, şu işi gücü bir tek iş güç haline kor.
Tanrı, kendi zevâlsiz sırrını o
anlatsın, o sırrı fery atlarıy la o bildirsin diye beden çenglerini canların
ellerine vermiştir.
Öfke, aşk, kin, haset, ihtiyaç
tellerinin her birinden bir başka ses çıksın, bir başka nağme belirsin de bir
âhenktir doğsun, maksadı budur işte.
Ne mutlu o beden çengine ki
Tanrı eli akort etmiştir onu, sonra da kucağına almıştır, kendisi çalmaya
başlamıştır.
Dünyada çenglerin ustası o
çengtir; eyvahlar
olsun o çenge ki onunla yarışa
girer, onu beğenmez de ondan üstün olmaya girişir.
Yel bile Tanrı çenginde gizli
güzelim bir teldir ki feryatlarla o büyücü gözleri över durur.
Tebrizli Şemseddin’in sarhoş
nerkisleri öylesine ceylan bakışlıdır ki, o ceylan, arslanları avlar.
Yüzünü ekşittin; yoksa dün
içtiğin şarap tutmadı mı seni, sana sâkîlik eden o güzelim padişah değildi de
bir yabancı mıydı?
Kem gözün korkusundan yüzlerce
defa yüzünü ekşittin; hangi Yusuf gelmiştir de kötü göz yüzünden kavgalara
düşmemiştir?
Kem göz incitir, y aralar onu
amma sonu hayırdır; kem göz, Tanrı koruduktan sonra hiçbir zarar veremez.
Kendine gel de korkma kem
gözden, o ay yüzlüyü, o İkizler burcunda olmayan
görülmemiş, eşsiz güzeli gizlemeye
kalkışma.
Tatlı erlerin gönüllerinde aşkın bütün acılıkları şaraptır,
kebaptır, şekerdir, helvadır ancak.
Bu şarap, meze sözü de şaşının hayali; ucu bucağı olmayan o
denizde, denizden başka hiçbir şey yok.
Bir zaman ıssılık ek, bir zaman soğukluk biç; şu sıcak, soğuk da
Tanrı buyruğu olmadan olmaz.
Kendine gel; sus da can gibi susarken naralar at; sen de gördün
ya, çevremizdeki şu susanların içinde bir tek bile söyleyen yok.
Güzeller beyine gene bir başka güzellik fermanı geldi; güle, gül
bahçesine, nesrine bir başka can geldi şimdi.
A alımlı güzel, Tanrı sana yeniden yeniye ihsanlarda bulunsun; a
apaydın dilber, nurlandıkça nurlan. 77
Candan daha hoş ne olabilir?
Can bile senin bastığın toprağa feda olsun. Ay’dan daha güzel ne vardır ki? Ay bile
senin ışığının önünde görünmez olur.
Her canlı senin sevgine canlar
feda eder; her yepyeni, güpgüzel gül bahçesi senin bahçelerinden fayda
ummadadır. 78
Varlık, yokluktadır dediniz ya,
bunu inkâr etmiyorum; güzel olarak beliren şeyin tekrar belirsizlik âlemine
dönmesi elbette mümkündür. 79
Şu usanç, canı tutmuş da sen de
bir şey söyle diye çekiştirip duruyor; kim görmüştür olmayacak bir şey için
adamın yakasına yapışan adamı?
Gönlüm, hem yol gösterir, hem
yol keser; hem bir çengeldir, her şey ona asılır, hem herkesin ihtiy acı olan
padişah altınını basar.
Hem feryat eder, yolumu vurdular diye bağırır gönlüm; hem de aptal
yankesicilerin yollarını vurur.
(s. 197) Gönlüm hem şahne gibi hırsızları arar, hem de hırsızlar
gibi gece yarısı yol keser.
Gâh Tanrı buyruğu gibi başlara kasteder gönlüm; gâh başı kesilmiş
kuş gibi çırpınır, Allah, Allah der.
Gözlerin lûtuflarda bulunacağını vaad etti de canım neşelendi; ne
de sâf kişidir sarhoşların vaadlerine inanan kişi.
Gönlü güzel canım, âşıkların sözlerini duyunca can verdi âdeta, bu
sözleri canına aldı, bağrına bastı.
Burç burç, ev ev arıyorum o güneşi; nerde komşulardan gizlice bir
yere koyup gizlediği anahtar?
Saçlarına misk dedim de saçları bu söze kızdı,
Hindu’ya benzeyen saçlarını bozguna uğrattı, Türkistan’a yüz
tuttu.
Padişah değilim, ayağının bastığı toprak kesildim; fakat o,
ayağına toprak kesilenin adını padişah taktı.
* Önce kedi gibi arslanın aksırığından meydana gelmiştim; sonra
kediyi dağarcığa koyunca çok altüst oldum.
Arslan yavrusuysan, kedi değilsen yırt dağarcığı, hiç arslan
dağarcığa girer mi dedi.
Dağarcığı yırttığımı görünce de iftira etmişler sana dedi, sen
nasıl kedi olursun?
Yedi göğün ardından parlayıp duran Tebrizli Şems’tir; hasılı
âlemin dört direğine de yepyeni bir aydınlıktır verdi o.
LXVII
Akıl yola düşenlerle âşıkların bağıdır a oğul; bağı kopar, yol
apaçık meydandadır, görünüp duruyor a oğul.
Akıl bağdır, gönül bir aldatış, beden aşağılık bir şey, cansa
perde; yol bunca ağırlık yüzünden gizlidir a okul.
Akıldan, candan, gönülden vazgeçtin de bunları b ıraktın mı, tam
anlayışa ulaşman, yolu apaçık görmen umulur a oğul.
Kendinden geçmeyen, benliğini bırakmayan er, er değildir a babam;
candan o lmay an aşk, masaldan ibarettir a oğul.
Göğsünü, gönlünü onun buyruk okuna amaç et; iyice bil ki onun
buyruk oku gergin yayındadır.
Onun çekiş okunun yaraladığı gönüle sahip olanın yüzünde, alnında
yüzlerce alâmetler vardır a oğul.
İdris gibi yedinci kat göğün
yücesine varsan, şunu bil ki sevgilinin aşkı en sağlam, en iyi bir merdivendir
a oğul.
Nerde naziklerin, nazeninlerin
kervanı varsa aşka dikkat et; kervanbaşı ancak odur a oğul.
Aşkı, bir dam gibi yeryüzüne
gölge salmış, aşksa onun avcısıdır da göktedir sanki a oğul.
Aşkı bana da sorma, başkasına
da sorma, aşka sor; aşk dile gelir, söylerse âdeta inciler saçar a oğul.
Aşkın, benim tercemanlığıma da
ihtiyacı yok, benim gibi yüzlercesinin tercemanlığına da; gerçekleri söylerken
onun yüzlerce tercemanı var a oğul.
Aşk, mecliste uyuy akalmış
nazik kişilerin işi değil; aşk, yüreklilerin, pehlivanların işidir a oğul.
Âşıklara, gerçeklere kul köle
olan kişi sultandır, padişahlar padişahıdır, sahip-kırandır a oğul.
Hilelerle, düzenlerle dopdolu
olan şu dünya, sakın seni aldatıp aşktan alıkoymasın; bil ki vefasız dünya
senden kaçar, geçip gidiverir a oğul.
Bu gazelin beyitleri pek
birbirini tutmadı, perde değişti amma anlam gene odur a oğul.
Kendine gel de bundan böyle
sedef gibi sus; çünkü şu dilin gerçekten de sana düşmandır a oğul.
Kötü huyum var güzelim, sen
beni mazur tut; senin güzel yüzün olmadıkça a güzelim, benim huyum nasıl
güzelleşir?
Sensiz kışa dönüyorum, halk
benim yüzümden azaba giriyor; fakat seninle oldum mu güllük gülistanlık
kesiliyorum, huyum bahar huyuna dönüyor.
Sensiz gönlüm kırık, y aşay
ıştan usanıyorum, ne söylersem kötü oluy or; ben akıldan utanıy orum, akıl da
senin yüzünden utanıy or.
Bulanmış, kokmuş suyun çaresi
ne? Tekrar ırmağa karışmak; kötü huyun çaresi ne? Tekrar sevgilinin yüzünü
görmek.
Can suyunu şu beden girdabında
mahpus görüyorum; toprağı kazayım da denizlere yol açayım.
Gizli bir şarabın var ki
ümitsizlere sunuyorsun da umanlardan hasretle bir feryattır göklere ağıyor.
A gönül, mümkün oldukça gözünü
sevgiliden ayırma; isterse seni kucaklasın, bağrına bassın, isterse yan çizsin,
senden bir kenara çekilsin.
Efendim, yorgunum ben,
karanlıklar içindeyim, sen apaydınsın, gündüzlerdesin; gecemin uzayıp
gitmesinden şikâyetçiyim, kaçacağım, fakat nerelere kaçayım?
Gecem ellerini uzattı da
gündüzün eteğini tuttu, bir y erlere koyuvermiyor onu, gecem kaçılacak yer,
fakat kaçıp sığınılacak bucak yok.
Rabbimiz, buluşacağımız gün nurlandırdıkça nurlandır bizi;
Rabbimiz yarlığa bizi, sonra da bu yarlıganmayı bir elbise gibi giydir bize.
Rabbimiz, aramızdaki kırgınlık, dargınlık, ancak bedenimizin
yüzünden; Rabbimiz, duvarın ardındaki bahçe, ne de güzel bir bahçe.
Rabbimiz kaldır duvarı da aradaki engel yok olsun; Rabbimiz,
gerçekten utanıyoruz, özür dilemedeyiz.80
Her gece kendi kendimi kucaklayınca kendimde sevgilinin kokusunu
bulurum.
Dün aşk bahçesine gitmiştim; aklıma onu görmek hevesi düştü;
sevgisi gözlerimden coştu da bir ırmak akmay a başladı sanki.
O sevgi ırmağının kıyısında biten her gülen gül, varlık dikeninden
kurtulmuştu, Zül- fekaar’dan aman bulmuştu.
Çayırlıkta her ağaç, her ot oynamadaydı; fakat
aşağılık kişilerin gözleri görmüyordu onları.
Ansızın o servi boylumuz bir yandan çıkageldi; bahçe kendinden
geçti, çınar el çırpmaya başladı.
Yüz ateş gibi, huy ateş gibi, şarap ateş gibi; üçü de hoş; can bu
ateşler yüzünden altüst olmuş, darmadağın olmuş, feryatlar içinde, nerelere kaç
ay ım deyip duruyor.
Tanrı’nın birlik dünyasında şu sayıya bir bucak yok; sayı, beş duy
guy la dört unsur dünyasında zordan mey dana gelme bir nesne.
Yüz binlerce tatlı elmayı sayar, eline alırsın; bir olmasını istiy
orsan sıkıver hepsini.
Yüz binlerce üzüm, kabuk perdesinden mey dana gelir, kabuğu
kalmadı mı padişahın şarabı belirir.
Harfleri saymaksızın gönülde beliren sözlere dikkat et, neden
meydana geliyor şu sözler? Renksizlik yok da asıl işi düzüp koşandan bir şekle
bürünüp beliriyor.
Tebrizli Şems, padişahçasına oturup kurulmuş, benim şiirlerim de
seçilmiş kullar gibi huzurunda saf düzmüş.
Bir âşık, sanki sevgili kendisiymiş gibi sevgilisine kızdı; bir
yazmacı, ünlü, adlı sanlı güneşe öfkelendi.
Hem de o yazmacı, bütün yazmacılardan daha yoksul; hem de o güneş,
her ülkenin güneşi.
Güneş, yazmacının nazını görünce işte onun işi gücü bu, hadi
bakalım, kendi kendine kalakal deyip bulutla yüzünü gizleyiverdi de,
Yazmacı gülmedikçe ben de buluttan çıkmam, onun gönlü hoş
olmadıkça bende de huzur, karar kalmaz dedi.
îşin gücün asıl tek yazmacının elinde olduğu mey dana çıksın diye,
öbür y azmacıların deste deste yazmaları öylece kalakaldı.
O güneşe, candan, gönülden âşık olan kişi,
sakın o tek yazmacının ayağının bastığı topraktan baş kaldırmasın.
O yazmacı kimdir söyleyeyim:
Ancak Tebrizli Şems’tir o; her ülkeden doğan, her yanı ışıtan güneş, yalnız
onun için doğmadadır.
Tatlı ömür gibi geçip gitmeyi
kuruyormuşsun, hatırla ama; ayrılık atına eyer vurmuşsun, hatırla ama.
Yeryüzünde de sana yüreği temiz
dostlar bulunur, yerden biter gibi biter onlar gökyüzünde de; fakat önce eski
dostla bir ahittir etmiştin; hatırla ama.
Sana karşı kusurlar etmişim,
belki kinlendin, olur ya; a kin gütmey en do st, geçirdiğimiz geceleri hatırla
ama.
Her gece ay değirmisini yastık
edinince dizimizi yastık edindiğin geceleri hatırla ama.
Senin havana düşmüşüm, Ferhad
gibi ayrılık
dağını delmeye koyulmuşum; ey
yüzlerce Husrev’in, yüzlerce Şirin gibi dilberin kul köle kesildiği güzel,
hatırla ama.
Hani bir deniz kesilen
gözlerimin kıyısında, safran dallarıyla, nesrinlerle dopdolu bir aşk ovası
seyretmiştin; hatırla ama.
Ateşli dileklerim gökyüzüne
ağmada; Cebrâil Arş yanında âmin, âmin diyor; hatırla ama.
A Tebrizli Şems, yüzünü gördüğüm
günden beri dinim aşktır, yüzün dinin de övündüğü bir yüz; hatırla ama.
Merhaba ey ölümsüz can, ey
muradına ermiş padişah; a her kırana can bağışlayan, a her ülkeye güneş kesilen
güzel.
Bu dünya da, o dünya da, her
ikisi de buyruğuna kul köle; istemiy orsan vur b irb irine, ikisi de dağılsın
gitsin, istiyorsan koru, mamûr et.
(s. 198) Yokluk güneşinin
ışığını sal varlık âlemine de herkesi cennete de aldırış etmez, cehennemden de
korkmaz bir hale getir.
Yoksullukla övünenleri can
korkusundan kurtar; ressamın uğruna bütün şu resimleri, şekilleri kırıver.
Yüz binlerce kişinin kanını
dökmüş olan kahramanın canından ölümsüz, zevâlsiz devlet ateşiyle dumanlar
çıkar.
Lûtuflarındaki bu sırları, işin
ta üzerine dalıp y oklukta mahvolan, varlığından tamamıy la geçip giden kişi
anlar.
Gönlün o kıvılcımlı ateşte
kızıl altın gibi güldüğünü gören kişi, çekinmeden, tiksinmeden canını mahveder
gider.
Hey gidi hey, sen asıl altın,
inci madenindensin; artık dünyadaki kimy alara başvurmak ay ıptır sana.
Toprak beden, Tebrizli Şems
yüzünden baştan başa bir kimy a kesildi; o kimy anın parıltısını onların
bakırına vurdur da hepsi altın olsun.
Arkadaş, başını kaldır da altın gibi sapsarı yüzüme bak; can
verdim ben, ama gene de kalkana az ok at.
Şu ciğerim oklardan oklukirpinin sırtına döndü; aşkın ciğeri
olsaydı aşkın da acırdı bana.
Ciğerden vazgeçtim ben, ne istersen ol de; bu sözden başka bir söz
söylersem ağzıma vur.
Aşk sâkîsinin kuluyum, o tortulu dert şarabını içtim de sarhoş bir
halde bir köşeye yığıldım, hayra da boş verdim, şerre de; öylece uyudum kaldım.
Gam gelirse ona derim ki: O gam yiyen geçti gitti; sen pazara git
de bir rebâb al bana.
Âşıkların semâ’ından atmosfere bir ışıktır, bir parlaklıktır
vurdu; semâ’ı, çalgıyı inkâr edenlere, tutmayanlara deyiver: Tutmayın, ne
çıkar.
Güneşin çevresinde dönüp duran topluluk, Tanrı payına düşmüştür;
bir bölük halk da, bir topluluk da zemherinin çevresinde dönüp durmadadır.
Acı suyun içine dalmış bir topluluk Tanrı payıdır da, bir bölük
halk, bir başka topluluk, balla sütün içinde gene de acıdır, gene de gamlı.
* Tanrı topluluğu, kıyamete dek yokluk- yoksulluk, övüncümdür
benim nöbetini çalıp durur; a yoksul, mademki şarabın var, durma, gece gündüz
iç, gece gündüz sun.
Yokluğu, yoksulluğu Tanrı ışığında ara, hırtı pırtı elbisede,
çulda çap utta arama; her soyunan adam olsaydı sarmısak da adam olurdu.
Kuşların seslerini duyuyorsun da kanatlarını çırpmaya başlıyorsun;
fakat gerçekten de uçmak istiyorsan ayağını ziftten kurtar.
Aklın can bağıyla bağlanmış, tabiatın ekmek bağıyla bağlı;
beyninde sersemlik var, ellerin hamura bulanmış.
A her şeyden haberi olan, olgunluk çağına
gelmişsen olgunların kıran çağı geldi çattı; Tanrı yardımı geldi
çağı şimdi, müjdeci erişti, müjde verin.
A genç, ıssılığını başka yerde
harcadın; orda ıssı olanın bu yanda içi geçer, orda hararetlenen, burda
tıknefes olur gider.
Hararetliysen soğukluğa düştün
gitti; soğukluğa düştüy sen hararetlendin demektir; orda ıssılığa erdiysen
çaresiz burda soğukluğa düşeceksin.
Fakat gene de umutsuzluğa düşme;
Tanrı’nın ıssısına son yoktur; bu güneşin karşısında cehennem bile bir zerreden
ibarettir.
Yeter artık eşsiz korkutucu,
çok söyledin; sus da dileyenleri mıhladız gibi dilsiz-dudaksız çek kendine.
Senin yüzünü görmedikten sonra
tut ki yüzlerce dünya görmüşüm; ne çıkar? Senin sözün olmadıktan, senden
bahsedilmedikten
sonra tut ki sırrın da sırrını duymuşum; ne faydası var?
Seni ne Âdem rüyasında gördü,
ne soyu sopu; güzelliğini kimlere sorayım, tut ki herkese sormuşum, kim
anlatacak?
A gözlülerden bile gizli olan,
seninle buluşmadıktan sonra tut ki cennette ebedîyim, hurilerle eşim, devlet
yâr olmuş bana; ne anlarım bunlardan?
Her an senin şekerler gibi
tatlı öfkeni görmedikten, ballar gibi tatlı nazını çekmedikten sonra tut ki
mâna padişahlarına bile nazlanmışım, onlar bile nazımı çekiyorlar; ne fayda?
Ayrılık bulutu senin ay yüzünü
örttükten sonra o bulut tut ki başıma inciler, mücevherler yağdırmış, ne kârım
var?
Sarhoşlara mum da senin yüzün,
sevgili de; yüzünü görmedikten sonra her yan yüz binlerce şarap küpüyle dolmuş,
ne çıkar bundan?
Hızır, ben yokken senin yüzünü
görürse
ey vahlar olsun bana; fakat
yüzünü görmezse tut ki her an abıhayat içiyor; ne faydası var?
Şu aşağılık büyücü karı, şu
dünya, mademki yok olup gidecek bir gün; tahtını, bahtını, dünya hazinelerini
bana bağışlamışlar say; ne olur ki yâni?
Ta önüne ön olmayan demde
gerçeklerin canları senin yoluna dökülüp saçılmış; yüzünü görmedikten sonra tut
ki bu saçıları ben toplamışım; elime ne geçer ki?
Şu can Mısır’ımın azizi, senin
yüzünü görmedikten sonra tut ki iki günde bir şeker dudaklı bir Yusuf satın
almış; ne çıkar bundan?
Derdimden, çakmaktaşıyla
demirden her an bir kıvılcım çakıp durmada; o kıvılcım çakmazsa gök gürlemiş,
şimşek çakmış, bana ne?
O deli divaneyi bir gececik şu
zincire konuk et; senin saçlarına sarılmaz, onları dağıtmazsa tut ki kendisi
darmadağın olmuş; ne işe yarar?
Senin aşkın yüzünden bütün
dünya kötülüğümü söylese pervam yok; tut ki bir
gerçek hakkında yüzlerce yalan
söylenmiş, bir doğruya yüzlerce iftira edilmiş; n’olur yâni?
Ayrılığınla iki dünyada da en
mazlum biri varsa o da benim; artık zalim, tut ki senin mazlumundan feryat
ediyor; varsın etsin.
A Tebrizli Şems, mahallenin
köpeklerinden söz açmazsam tut ki düny adaki arslanları övmüşüm, ne çıkar
bundan?
Aşk arslanın kanımızı içmeye
kalkışırsa tut ki içmiş; ne olur ki? Her an bir başka can feda etsem tut ki
feda ettim, ne değeri var canın?
Şimdi sana bir sır açayım: Sen
şarap olduktan sonra pervasızca şarap içtim ben; ama birisi gelecekmiş de
sarığımı, ay akkab ımı alacakmış; tut ki gelmiş, almış, ne olur ki?
Aklın başında, gösteriş
yapıyorsun desem ne çıkar? Tut ki birbiri ardınca çakıp duran bu çeşit y
ıldırımlarla beraber gö steriş de yapmışsın; nen eksilir?
Canımın elinde ebedîlik fermanı var; görünüşüm bugünlük, yarınlık;
tut ki ölmüş gitmişim, canım sağ ya.
Tanrı’dan bir deniz isteyip duruyorsun amma toprakta sürünen bir
yılansın sen; balık olmadıktan sonra eline deniz geçmiş, neye yarar yâni?
Üzüm sıkıyorsun, sonra da ben riyazat çekiyorum diyorsun; şarap
içmedikten sonra üzüm sıkmışsın, ne faydası var?
Yürekleri tertemiz sûfîlere, tortulu şarap içtiler diyorsun;
tertemiz sûfîlerin şarapları var, ama sen tortulu şarap say onu, ne çıkar?
Bizim şarabımızı içip ağacında gülmeyen çiçeği tazey se de, gülüy
orsa da solmuş say.
A Tebrizli Şems, sen bir güneşsin, senden başkasından ışıklanmanın
çaresi yok; sen olmazsan dünyada gece olur; tut ki yıldızları sayıp durmuşuz,
ne geçer elimize?
A çalgıcı, mademki padişahların
tapısında perdeci oldun, padişahça perdelerden başka bir perdeden gazel okuma.
O padişaha kul olanların
gönülleri hoş, kulluklarından bir eser bile belirmiyor; kanları pıhtılaşmamış,
şarapları başa sersemlik vermez.
Her çeşit bağdan kurtulan
kişinin görür gözü halkı da görür, Hakk’ı da; bütün halktan kaçar da herkese
buyruğunu yürütür o.
Güneş gibi dünyayı aydınlatır
o, gök gibi başı yücedir onun; hem sekiz cennetin anahtarıdır o, hem beş
duyguyla dört unsurdan dışarıdır o.
Namaz kılan da ona secde eder,
kılmayan da; çorak yer de ona karşı yeşerir, ç ay ırlık çimenlik de.
Sevgili, dudaklarınla
lûtuflarda bulundun; dilerim ebedî olsun bu lûtuflar; o, baştan başa lûtuftan
ibaret, yarabbi, sen ebediyen yaşat onu.
Ay’ın karanlık gecelere nice
hakkı geçmiştir; ey gündüzün, gecenin Rabbi, sen onu daimî kıl.
Canın aldığı yolda güzel
konaklar var; Tanrım, sen onu bu yolculuktan ay ırma.
Can çocuğu, mektebinde
hocaların da hocası oldu; Tanrım, bu çocuğu ayırma o mektepten.
Din ordusu, padişahım Tebrizli
Şems’ten ışıklanmada; Tanrım, alay ını daimî et onun.
Onu yalnızca bir yerde doya
doya görseydim, engel yokken kana kana doyasıya öperdim onu.
Hırsızlamaca nice hatalar
işledim; fakat gene de Hıtâ Türkü’nün dudağını bir gün doya doya öpmek
istiyorum.
Felek, karıyla kocanın doyasıya
geçimini asla görmemiştir, bir kerecik de görse ne olur ki?
Yabancıları birer birer çıkarın
aradan; çıkarın da o bildiği bir doy asıy a kucaklayayım.
Elini tutup meydana getireyim,
oyuna sokayım da onunla bir güzel raksedeyim.
Ne mutlu gündür o gün ki elbisesinin
düğmelerini birer birer çözer de onu çırçıplak, doya doya bağrıma basarım.
Cana canlar katan canlara
canlar bağışlasın diye beden, Tebrizli Şems’in ayrılığıyla eridi gitti.
Şehvet için hayvanlar gibi can
vermedesin; canına ot veriyorsun, ama onu da zorla hani.
(s. 199) Aşağılık kişilerden
ona on dört vermek üzere borç alıyorsun; a huzuru, kararı kalmay an, güzelin,
lokmanın havasındasın sen.
Fakat o sepet taşıyan o
lokmaları külhandan külhana kaçırır gider; tabut taşıyansa güzelini alır,
mezarlığa doğru çekip götürür. 81
Lokman leş kesilir, güzelin
ölür gider; sense şu iki ölünün arasında durursun, tiksinmezsin bile.
Ahırı gören gözü yum da öbür
gözü aç; her işin sonunu gör de gözün aydınlansın.
Ey seher yeli, Şemseddin’in
yüzünden, beninden bir koku getir bize; Çin’den Huten miskini al, İstanbul’a
ilet. 82
Tatlı dudağında bir selâmcık
varsa söyle; taş yüreğinden bir haber varsa bildir.
Baş da nedir ki Şemseddin’e
feda edeyim, ayaklarının altına döküp saçayım; Şemseddin’in adını söyle, canımı
verey im gitsin.
* Gönlüm onun aşkıyla en
hayırlı elbiseye büründü; üst giyimim Şemseddin’in güzelliği, alt giyimim
Şemseddin’in aşkı.
Şemseddin’in kokusuyla
sarhoşuz, yürüyüp gidiyoruz işte; Şemseddin’in kadehiyle sarhoşuz, sâkî, şarap
sun.
Genzimiz Şemseddin’in kokusuyla
doldu, güzel kokulara daldı; ödağacına da boş verdik,
ambere de, Tatar ülkesinin
miskine de.
Şemseddin gönülde oturmada, Şemseddin canla konuşmada; Şemseddin
eşsiz tek inci, Şemseddin eldeki peşin akçe.
Şemseddin, Şemseddin diye nağmeler salan, tek ben değilim ki;
bahçede bülbül de, dağda keklik de onu anıyor.
Güzellerin güzelliği Şemseddin, cennet bağı Şemseddin; insanların
gözbebeği Şemseddin, uluların övündüğü can, gene Şemseddin.
Aydın gün Şemseddin, parlak Ay Şemseddin, madendeki inci
Şemseddin, gece, gündüz Şemseddin.
Cem’in kadehi Şemseddin, uçsuz bucaksız deniz Şemseddin; îsa
nefesli Şemseddin, Yusuf yüzlü Şemseddin.
Tanrı’dan canla, gönülle, onunla hoş bir devlete ermeyi isterim:
Can ortada, Şemseddin bağrımızda.
Candan da güzel Şemseddin, şekerler, ballar
diyarı Şemseddin; yürüyen servi Şemseddin, bağ bahçe, bahar
Şemseddin.
Meze, şarap Şemseddin, çeng,
rebâb Şemseddin; şarap, sarhoşluk Şemseddin, ateş, nur Şemseddin.
Eziyet, keder, nedamet veren
sarhoşluk değil; Şemseddin’den gelen sarhoşluk, övüncüne övünç katar insanın.
A âşıklar kılavuzu, a âşıklar
peygamberi, a Tebrizli Şems, gel; sakın bizden el çekme.
O sevgili kızgınlıkla
söylenmeye başladı, nerelere kaçayım? Yokluk yurdundan, haydin kalkın diye
naralar gelmeye başladı, nerelere gideyim?
Kapıda yüz binlerce yalım, yüz
binlerce meşale; kimdir kapıdaki, kimdir? Kapıdaki de benim, nerelere kaçayım?
İçerden, kapıdaki kimdir diyen
de benim,
kapıya gelip halkayı çalan da
ben, nerelere gideyim?
Kim beni ikiye ayrılmış sanırsa kahrından çatladı, ikiye bölündü;
fakat birsem hem suyum, hem yağ; nerelere kaçayım?
Nasıl bir olabilirim ki saçlarım yüz binlerce karanlık diyarı;
fakat nasıl iki olabilirim ki aydın Ay gibi meydandayım; nerelere gideyim?
Beni kumaş hırsızı gibi niceye bir evin çevresinde arayıp
duracaksın? Şu hırsıza bak ki penceremden baş çıkarmada, nerelere kaçayım?
Bu kafesin her deliğinden başımı çıkarmadayım; buluşma yurduna
doğru kanat açıp uçmadayım; nerelere gideyim?
Bedenim bu kafesin içinde sevgilerle yandı, yakıldı; fakat başım
her an bu kafe sten dışarda; nerelere kaçayım?
Tebrizli Tanrı güneşinin şarabı olmaksızın kendi sözlerimden
kendim sarhoş olmuşum; duduyum, y ahut bülbülüm, y ahut da süsenim ben;
nerelere gideyim?
Sevgilinin aşkı, âşıklara geçit resmi seyrettirmede; o geçit
resminde ölüler atlı da diriler yaya.
Yanağının yüzü savaşa girmiş bir orduya dönmüş; dinle de duy,
seyret de gör; âşıkların gözleri ne y aralar açıyor, açılan göz göz y aralara
bak.
A güneş, onun yüzünden utan da bulut altına gir; a parlak Ay,
böyle bir yüzden sakın, çekin.
Aşk ordugâhına gelirken ödünç iki göz al; sonra da bir bakışta o
borçları öde gitsin.
Göze can şarabının mahmurluğundan başka bir çare yok; can şarabını
kimden içebilirsin? O iki mahmur gözden.
Ay ağın topal olduktan sonra tut ki halhallerle doluymuş; sağır
kulağa yüz bin küpe takılsa ne faydası var?
Mûsa’nın elinden sopasını kapmışsın, ne fayda; Zül-fekaar’ı
çekmeye, çalmaya Hayder’in
pazusu gerek.
îsa’nın sürmesini çalma, elini
tut, o ele sahip ol da el ne işler edermiş, iş nasıl başarılırmış, bir seyret.
O yana varamıyor, o yanın
çevresini bilemiyorsan bir dikkatlice bak; fakat sınama gözüyle değil, utangaç
bir gözle bak.
Orda lûtuflardan, rahmetlerden
öylesine bir deniz coşmuş ki Tebrizli Şems mi desem, Tanrı güzelliği mi?
Şekerkamışı gerek ki o
dudaklara karşı hizmet kemerini kuşansın; Husrev gerek ki o tatlı dudaklardan
şekerler, ballar içsin.
Aşk, öylesine bir denizdir ki
rahmet dalgalarıyla dalgalanır, düny ay a bulutlar yollar, y akınlarına inciler
yağdırır.
Ey can, sarhoşlardan yüzlerce
selâm götür, kulluklarını bildir; a gümüş bedenli, altın kadehi
sun, gümüşümüzü al gitsin.
Dertle gam kimin belini kırmışsa sen o kişiye arkasın, dayanaksın;
kimin ciğerinde bir katrecik su kalmamışsa o kişinin suyusun sen.
Senin aşk ateşinle yanıp kavrulan gönlün ekmeği pişmiştir; senin
yüzünden altüst olan, ebedî olarak herkese üst olmuştur.
Bu sevgide satır gibi iki başlı, ikiyüzlü değildir onlar, bu
yüzden onun sarhoşları ölüm kasabından başlarını kurtarmıştır.
Oğullarının canları, başları için olsun şarap sun ey aşk; o şeker
gibi şarapla düşünceleri yok et.
A cömert er, dün topluluğa ne verdiysen verdin; a her an daha da
ziyade veren, daha da fazla bağışlayan sâkî, bugün şarap sun bize.
Yeter artık, bir başka perdeye dokun da kimse usanmasın; bir
bahçeden bir bahçeye uç da kanatlarının şükrünü böylece yerine getir.
Sâkî, halk bizim şarabımızdan
uzak mı uzak; o olgunluktan, o güzellikten, o tek güzel yüzden uzak mı uzak.
Zevk etmede, safâ sürmede kocalmışsın
amma a ihtiyâr, bizim eski, yıllanmış şarabımızdan pek uzaksın sen.
Zaten gözlüler bile kadehimizin
rengini göremiyor; akıl da bilir ki körün canı görgüden uzaktır, uzak.
Onun canı, kadı’nın apaçık
sözünü de, gizli kapaklı sözünü de anlamadıktan sonra artık gönlü, işaretle
söylenen sözlerden elbette uzaktır.
Tanrı Şems’inin kılıcı,
zünnârını kesmedikçe, canın o lûtuftan da uzaktır, o tapılacak puttan da uzak.
Canın ekmek aramayı
bırakmadıkça o güzel dilberin yüzünü görmekten çok uzak kalırsın sen.
Padişahların meclisinde işret
edenlerin başındaydın amma bu meclise girersen halkadan
öyle uzak kalırsın ki.
Mûsa’nın yakınlığını, Turusîna’yı, Tanrı nurunu duydun amma o
Turusîna Hızır’ın tapısından ne kadar da uzaktır, ne kadar da uzak.
Gök kubbe senin gözüne pek yüce görünüyor amma onun yüceliğine
karşı o kadar da alçak ki.
A ağırcanlı, ya çevikleş, yahut meclisimizden git, yahut da bizim
meclisimizden o kadar uzak kalma.
A âşıklar çalgıcısı, hatırım için şu nağmeyi çalmaya bak; çünkü
sağır kulaktan şu zurna sesi uzak mı uzaktır.
Çin aynası sana yarar, geceleri gözü görmeyen Zenci’nin ne işi var
o aynayla; anadan doğma sağırın ne işi var zurna sesiyle?
Namussuz adam nerde, sevgilinin nazını çekmek nerde; yeni doğmuş
çocuğun kızıl
şarapla ne ilgisi olabilir?
Zühre ellerine kına yakmış, nerden silahşorluk edecek? Kara
kuşunun denizin dalgasıyla, denizin gürleyişiyle ne işi var?
Göğe mi ağdın da îsa yücelikten bir koku bile almadı diyorsun?
Herkesin alay ettiği kişinin yücelerde ne işi var a Müslümanlar?
Yokluk meyhanesinin bucağına sığınmış rintler topluluğuyuz biz; a
tacir, bizim çeyizle, çimenle, mahzenle, kumaşla bir alışverişimiz yok.
Delilikten divanelikten de öteye geçtik, yüz binlerce yıllık yol
aldık; sen aklınla Eflâtun kesilmişsin, yürü git, bizimle ne işin ver senin?
Böylesine akılla, böylesine gönülle yol kesicilerin bulunduğu yere
geliyorsun; korkak tacirin bu çeşit kavgada ne işi olabilir?
Orda kılıç yarası var, her yanda mızrak yarası var; bacakları
nazik, güzel kadınların ne işi var orda?
Bugün Rüstemler bile kanlarına bulandılar; belleri bükülmüş, iki
kat olmuş ihtiyârcıkların ne işleri var?
Âşıkların, yaralanmaktan, yarayı sevmekten başka işleri güçleri
yok; esenlik âşıklarının bu sevda ile ne işleri o lab ilir?
Ne şaşılacak şeydir ki âşıklar ne kadar öldürürlürlerse o kadar
diridirler; hâşâ, ölümsüz aşk dünyasında ölümün ne işi var?
Bu aşk sarhoşu Şemseddin’in havasına uymuş da ta Tebriz’e dek
gitmiş, yürü, senin orda ne işin var sözünü duymuş.
İki dünyanın da ötesinden cana şu ses gelip durur: Senin ölümsüz,
yüceler yücesi Şemseddin’le ne işin var?
Mideni dün, mayalı, mayasız ekmekle doldurmuştun; uyku gözlerinden
akıyordu; işte aradığını buldun, al bakalım.
Doyasıya yemekten sonra ne
gelir? Ya gaflet uykusu, ya dışarıya çıkma ihtiyacı; patlıcanın eşi dostu
nedir? Ya sirke, ya sarmısak.
Tanrım, sen kendi temiz
rızkınla canı doyur da pis köpekler gibi her lokmayı kabul etmesin.
Yemek yenmediği zaman gönülden
feryatlar kopar; fakat yemekten sonra aşağı yoldan, zîr perdesinden bir sestir
çıkar.
Hocam, rûhun feryadını
istiyorsan yan yakıl, lokmayı azalt; aşağı yanın sesini diliyorsan al önüne
kâseyi.
Padişah zaman zaman perdeden
çıkıyor, sonra gene perdeye giriyordu; böylece tam sekiz kere perde perde
dolaştı.
Bir an oluyor dışardakilerin
akıllarını, gönüllerini kapıyordu; bir an geliyor içerdekilerin akıllarını
alıyor, onları işten güçten ediyordu.
Mutlak büyüden bir defter,
gözlerinin önünde açılmıştı; salınıp kırıtmasından her kararsız âşıkın gönlüne
bir titremedir, bir oynamadır düşmüştü.
Gâh sevdası, kalemin ucundan
bir resimdir mey dana getirmedeydi; gâh aşkının zurnası, yoksul aklı
şaşırtmada, taş gibi dondurmadaydı.
Gece olunca yüzlerce p ervaney
i çevresinde döndürmek için yanağındaki ateşten bir mumdur y aktı, p arlattı.
(s. 200) Gece yarısı olunca
sarhoşların hepsi de sızdı; yalnız biz kaldık, gece kaldı, mum kaldı, şarap
kaldı, o sevgili kaldı.
Varlığımız da uyumuştu, arada
bir engel, bir zahmet kalmamıştı; varlığımızla varlığı kucak kucağa
uyumuşlardı.
Bu varlığımız, o varlığa seher
çağı gibi iştiyak çekmedeydi; derken varlığımız gölge gibi geldi, sevgilinin
varlığı dışarı çıktı, gitti.
Tebrizli Şems gitti amma
yüzünün yalımları her yanda istidadı olanlara ışık verip duruy or.
Ne mutlu sana ki şu dünyada gönlüne bir haberdir geliyor; ne mutlu
sana ki gönlünde bir güzelim bal, bir güzelim şeker beliriyor,
* Tanrım, bizi şu iki çeşit süpürücülükten kurtar; Ashab-ı Kehf
gibi haberim olmadan bir yandan bir yana döndür beni.
Gam neşenin gölgesidir, gam neşenin peşinden koşar; neşeyi bırak,
çünkü bu ikisi birbirinden hiç ayrılmaz.
Gece, gündüzün ardındadır, gam neşenin peşinde; gündüzü gördün mü
bil ki geceden kaçınmaya imkân yok.
Sen gamın peşinde koştukça neşe de senin peşinde koşar; fakat sen
neşenin ardınca gidersen yol uğrağına gam çıkıverir.
Anlayış da kalmasın, vehim de; güzel de yok olsun, çirkin de; kuru
da bitsin, yaş da; işte bunun için bizi çekip sömüren timsahı an, onu düşün.
* Nahil yapanların mumu gibi
ateş onu kendine çeker; şekillerle, resimlerle dopdolu kâğıt suya düşer gider.
XCI
Deli divane değilsen yürü, var kendini deli divane et; yüz kere
mat oldun amma bir kere daha tavla oynamaya koyul, at zarı.
Onun mızrabına karşı bir tele dönmüşsün amma davran, bir mızrap
daha vur; doğanın pençesiyle yaralısın amma gene de uç, bu yana gel a kuş.
Nice ev kaybettin, şehrin çevresinde dönüp dolaşıyorsun; gene
şehirde evini kaybedersen bâri bir kılavuzla yola düş.
Ağaçtan bir at yaptın, bu benim atım diyorsun; atın tahtadan
değilse hiç olmazsa bir konaklık yola koştur bakalım hocam.
Tanrı’nın çağırmasını duymuyorsun da dualara koyuluy orsun; şu
namazsız duadan utan be kardeş.
Baştan başa her şeye razı değilsin ki Tanrı kılıcından başını
kurtarasın; nasıl olur da amber
gibi kokarsın? Sarmısaksın, soğansın sen.
Tebrizli Şems, lütfeder de niyazını kabul eylerse, artık var
nazlanmak için ta Arş’ın başköşesine kurul.
O âşıkları okşayan, onlara iltifatlarda bulunan sevgilinin aşkı,
kendi evine geldi; aşkın aklında bütün şekilleri yakıp eriten bir şekil yapma
kuruntusu var.
Kendi evine geldin a aşk, gir içeriye, hoş geldin, safâlar
getirdin; gönlün kapısından gir de canın tapısına dek yürü.
Bedenimin her zerresi güneşine âşık, dikkat et de bak, zerrelerin
güne şle uzun bir işi var.
Pencerenin önündeki zerrelere bak, havada ne de güzel oynuyorlar;
kimin kıblesi güneş olursa namazı böyle olur onun.
Şu zerreler, güneşin ışığında süfîler gibi semâ’ edip dururlar;
fakat hangi nağmeyle, hangi
vuruşla, ne biçim bir sazla semâ’ ederler, kimsecikler bilmez.
Her gönülde bir başka nağme, bir başka vuruş; oynayan meydandadır
da çalgıcılar sır gibi gizli.
Hepsinden üstün, bizim iç semâ’ımız; bütün cüzlerimiz yüz çeşit
yücelikle, yüz çeşit nazla onun ışığında oynayıp duruy or.
A Tebrizli Şems, can padişahlarına padişahsın sen; sen bir Mahmud’sun,
fakat benim gibi bir Eyaz da dünyaya gelmez.
XCIII
Dünyadan dışarda olanı dünyaya getirdim; çekinip yan çizeni ortaya
attım.
İşveler satana, cilveler edene öyle bir işve sattım, öyle bir
cilve ettim ki... Benden baş çekeni öylesine bir sürüye çeke getirdim ki.
Her sabah çağı benden cana şikâyet edeni şikâyetlerden
şikâyetlere, kavgadan kavgaya düşürdüm de candan bezdirdim.
Başı dönmüş, ayrılık çölünde kaybolup gitmiş âvâre canı aldım,
çöllerden kurtardım da emniyet yurduna getirdim.
Can, sen çağrıldığıma bir alâmet göstermezsen gelemem, nerde
ferman, nerde padişahın mührü dedi de ona ferman getirdim ben.
Hırsızı tuttum da eli bağlı olarak merhametli canın tapısına
getirdim; merhamet de budur, sevgi de budur işte.
Mustafâ’nın elbisesinin bir ucu
elime değdi de cehennemin ta dibinde olanı tuttum, cennetlere soktum.
A sâkî, erken geldin, şarap
sun, ercesine davran; deli divanelerin sâkîsisin sen, şarap gibi deli divane
ol.
Kadehi dudağına kadar doldur,
bir kıl sığacak yeri kalmasın; sun bize, sonra istersen vefa göster, istersen
yürü git, yabancı kesil.
Kendine yabancı kesildin mi
yürü, mutlak o larak teksin artık; bu meydandan korkana yürü de, evinde otur,
burda ne işin var?
Sedef içinde bulunan inciler
için denize yol yok; böyle bir deniz gerekse sana sedefsiz inci tane si ol.
Tufana bağır da aklı başına
gelsin, sersemleşmesin; mumu korkut, a mum de, pervaneye dön.
Kafatasından her şeyi çıkar da
ondan sonra ona, a kutlu baş de, hadi, aşk şarabına sağrak ol.
A ölümsüz devlet kuşu, senin
yuvan aşktır; aşka sımsıkı yapış da şu yuvada yerleş, otur.
A Senâî, gelmiyorsan var kendi
işinde ol; dünyada herkesin bir işi vardır, sen de kendi işinle oyalan.
Şu kervanda bulunanların her
biri kendi malını mülkünü çalmak için yol keser; geri kal da kendi yükünün
başında bulun.
Bunlar geçici güzellik
verirler, geçici aşk alırlar; şu iki kuru ırmağı geç de kendi kendinin ırmağı
ol.
Bu dostlar elinden tutarlar da
yokluğa dek çeke çeke götürürler seni; elini çek onlardan da kendi kendinle
oyuna giriş.
Bu güzeller gönüldeki güzeli
gizleyen perdedeki resimlerdir; perdeyi kaldır, gir içeriye
de sevgilinle baş başa kal.
Kendi güzelinle kal, güzelleş, güzel şeyler düşün; iki âlemden de
vazgeç, kendi ülkende ol.
Yürü, benliği arttıran şarapla sarhoşluk etme; o ak pak yüzü gör,
aklını başına al.
Ariflerin mumları da gönüllerinden dışarda değildir, sevgilileri
de; üzüm suyu içmez onlar, şarap ları kendi kanlarıdır.
Dünyada herkes bir Leylâ’ya Mecnun olmuştur; ariflerin her an
Leylâları da kendileridir, Mecnunları da.
Bir an ona terazi kesiliyorsun, bir an bunun terazisiy le
tartılıyorsun; bundan böyle kendi kendinin terazisi ol da tartılı düzenli bir
hale gel.
Benlik Firavun’unu beden Mısır’ından dışarı atarsan gönül evinde
Mûsa’nı da görürsün, Hârun’unu da.
Can ayağına aşağılık bir demirdir bağlamışsın,
her gün Karun’unla biraz daha dibe batıp gitmedesin.
Gönül denizinin kıyısında
oturmuş bir Yunus gördüm; nasılsın dedim, kendi töresince bana cevap verdi de,
* Dedi ki: Şu denizde bir
balığın gıdasıydım; nun harfi gibi büküldüm de sonunda kendi kendimin Zün-Nûn’u
oldum;
Bundan böyle bana nasılsın
deme, nelikten- nitelikten geç; kendi kendisinin neliksiz- niteliksiz varlığı
kesilen, nasıl olur da nelikten- nitelikten söz eder?
Şarab ı gamlılar içer, bizim
gönlümüzse şaraptan da hoş; yürü a sâkî, afyonunu gam mahpuslarına sun.
Bizim kanımız gama haram, gamın
kanını dökmekse helâl bize; çevremizde dönüp dolaşan gam kendi kanına girer.
Şarap gam, keder hastalarının
betini benzini güle çevirir; bizim rengimiz zaten hoş, gül renkli beniz y eter
bize.
Ölüler gibi dirilip kalkmak
için Sûr’un üfürülmesini beklemiyorum ben; aşk her an bana üfürüp yeni bir can
vermede.
Cennette yeşil atlaslardan,
ipekli kumaşlardan elbiseler verilecekmiş, ayaklara halhaller takılacakmış; aşk
bana bugün peşin olarak atlastan, ağır kumaşlardan elbiseler veriyor.
Dün müneccim, gördüm dedi,
kutlu bir talihin var; evet dedim, doğru, fakat günden güne do lan kendi
dolunayımdan bu talih.
Şu Ay da kim oluyor bizim ay
yüzlü güzelimize karşı? Ay yüzlümüzün alımı, güzelliği karşısında, en büyük
kutsuz yıldız bile kendi göğünde en büyük kutlu yıldız kesildi.
Gir içeriye a neşenin, sevincin
temelinin temeli; neşelen, sevin. Ak içeriye a ab ıhay atın abıhayatı, neşelen,
sevin.
Dirilik seni görse son güne dek
ölmez; ölü bile seni görse bilir ki cansın sen; neşelen, sevin.
Böylece her an o ebedî şarabı
sunadur da elden çıkalım, kendimizden geçelim; bundan ötesini artık sen
bilirsin; neşelen, sevin.
Bir amaç olan toprağımızda
işte, şuracıkta açtığın yaranın izi; a iz, neşeli yaşa, a nişancı; neşelen,
sevin.
(s. 201) A devlet kuşu, gölgen
Kafdağı’nı bile kanatlandırdı; a o dünyanın güzel yüzlü devlet kuşu, neşelen,
sevin.
Hem iş erisin, hem nazik,
nazeninsin, hem mumsun, hem şarapsın; hem dünyasın, hem gizlisin, hem apaçık
meydandasın; neşelen, sevin.
Her an o dünyanın hediyelerini
getiriyorsun, getir, getir, pek hoş getiriyorsun; neşelen, sevin.
Sarhoşların canları, pılılarını
pırtılarını senin tarafına çekmede; tattır onlara, çek onları; pek hoş
çekiyorsun; neşelen, sevin.
A dünyayı neşelendiren,
sevindiren, a y eryüzünü b aştan başa define haline getiren, sonucu yeryüzü
sana der ki: A gökyüzünün eri,
neşelen, sevin.
Senin zamanında bir dilber, tutar da bir güzelin başını kaşırsa
perçemini keserler de sana armağan sunarlar; neşelen, sevin.
A Tebrizli Şems, dünyada insanlığın aslı sensin; anlamlar denizi
bile seni görüp şaşırıp kalmış; neşelen, sevin.
Dün padişahımın meclisine gittim; canımı sâkînin elindeki sürahide
gördüm.
Ona, a sâkîlerin canlarına can olan dedim, Allah için olsun kadehi
doldur, ahdini, peymanını unutma.
Güzelce bir güldü de dedi ki: A kerem sahibi, hizmetinde kusur
etmem, imanıma and olsun, saygı g ö ste ririm sana.
Parlak yüzü gibi parıl parıl parlayan şarapla dopdolu bir sağrak
getirdi, öptü de elime sundu.
Ona karşı secde ettim, sağrağı diktim başıma;
şarap kendi külhanından bir ateştir saldı bana.
Birbiri üstüne o çeşit birkaç kadeh sundu bana; o kızıl altın gibi
şarap kendi potasına, kendi madenine aldı beni.
Gül yanaklarına daldım da bağımı bahçemi yemyeşil, terütaze,
sünbüle benzeyen kaşları yüzünden ekmeğimi pişmiş, kızarmış gördüm.
Baht, kısmet herkesi bir meyhaney e çeker; ben kimim? Ben ancak
gam yemeyi lâyık buldum kendime.
Ebû Leheb’i orda gördüm, elini ısırıyordu, Ebû Hurayra’ysa elini
dağarcığına sokmuştu.
Ebû Leheb, arka gibiydi, arka hiç yüzü görmez; Ebû Hurayra’ysa
kendi Ay’ına, kendi Zühal yıldızına yüz çevirmişti.
Ebû Leheb, düşüncelere dalmıştı, delil aramadaydı; Ebû Hurayra’ysa
kendisi, kendisinin deliliydi.
Her küp bu şaraba lâyık değildir, şu küpü kapa da sâkî kendi
meyhanesinden bir başka küp
getirsin.
Susayım artık da meclisin beyi, kendi gizli meclisinin yüz
binlerce destanını size söylesin.
XCIX
Mahmurluk, aşk sevdasının başına bir baş ağrısı verdiyse şimdicek
aşk şarabının sâkîsi imdada erişir.
Neşe davulu âşıklar ordusunu perişan ederse “gerçekten de biz
açtık, fethettik” müjdesini üfürür aşk zurnası.
Aşktan bitip coşan, akıp duran o şekerler yüzünden hemencecik
zehir âşıkın dilinde, damağında bal olur gider.
Bir zaman bulut gelir, Ay’ı örter amma cana canlar katan aşk
şimşeği hemen çakar, bulutu y akıp dağıtır.
Görürsün, çöl yolunda yakıcı kumlar içinde aşk sakası gök
gürlercesine naralar atar.
Sâkî, canın için olsun, halka bir sağrak dök, y ahut da yüce boylu
aşka çağır halkı.
Tebrizli Şems, Tanrı kubbelerinden bir parlar,
bir görünürse o anda aşk denizinden dalga kubbeleri coşar,
köpürür.
Şarap gibi esritip coşturan aşkı mı daha eşsiz, çengten çıkardığı
perde perde nağmeler mi? Dumansız ateşe mi daha fazla şaşmalı, renkten renge
giren yüzüme mi?
Sapsarı yanaklarıyla o yüzün şimşekle ne ilgisi var? Sıkılmış,
daralmış gönlün şeker dengiyle bir münasebeti mi olur?
Ay, Müşteri için gönül tahtına kurulup oturmuş; tahtının
çevresinde yığın yığın yüz binlerce can şaşırıp kalmış.
Tur Dağı’na benzeyen canlar, sevdasına tutulmuş, sevdasına; o
dağda can, lâ’l dudakları için durmadan çakıp durmada.
Onun aşk cilâsını seç de lûtfuyla aynandan kirler, paslar arınsın
gitsin.
CI
Bizim gibi yüz binlercesi şu gönül denizinde gark olup gitmiş;
bakalım sonu ne olacak; vah gönül, eyvah gönül.
Aman istersin, o aman bilmez, aman vermez; canı tutmuş, şu
balçıktan ta yüce gönüle dek çeker durur.
Her yanda bölük bölük insanlar, ya bir çukura dalmışlar, ya bir
tepeye tırmanmışlar; neden böyle gâh tepeye tırmanıyorlar, gâh çukura
düşüyorlar? Gönül kavgasından.
Can ummanıdır gönül, yahut Nuh’un gemisidir gönül; sıcak, coşkun
kan dalgalarıy la dalga dalga coşar, köpürür gönül.
Şarap içenlerin coşkunluğuna bak, susanların ışığını seyret; gönlün
ayakucunda ölen, baştan başa baş kesilmiştir.
A Ay’ın, Müşteri’nin bile kıskandığı güzel, bizim çevremizde uçup
duruyorsun, a gönül
Kafdağı, a gönül Zümrüdüanka’sı, gönül kapmaya geldin sen.
A can kanatları varken dünyada şaşkına dönmüş, senin şu töreni
gönül sevdasına lâyık gördün mü hiç?
A güzellikte eşsiz, örneksiz dilber, beni apaçık kaygılara
daldırdın, gözyaşlarına gark ettin, aşkla depremlere uğrattın beni, aklım tir
tir titremede.
Tur Dağı’nızdan geri döndük, geri döndük de bir yana geldik; bakın
bize, bakın bize, arı duru suyla suvarıyoruz sizi.
Sizden gelen her şey bana lezzetlidir, temizdir; her yer senin
yüzünden tertemiz o lmuştur, işte sihr-i helâl dediğin de budur işte.83
A aydın dolunay, beni apaçık kaygılara
daldırdın, gözyaşlarına gark ettin, aşkla depremlere uğrattın
beni, aklım tir tir titremede.
Ne kadar da seslendim, bize bakın, nurunuzla nurlanmak istiyoruz
dedim; ululuk ışıklarının parıl parıl parladığı Tur Dağı’ndan döndük, bir yana
geldik.
Kim görmüştür bir ışığı ki insana eş dost olur, dünyayı sevgiyle
doldurur; dostlara o ışıktan güzellikler, düşmanlaray sa elemler, kederler
gelir.
Ondan gelen her iş gerçektir, lâyığız ona, buyruğu yürür onun;
bütün hastalıkları iyileştirir o, bütün kederler, bütün usançlar, lûtfuyla geçer
gider.
Kim kapının kapalı olmasından şikâyet ederse elbette anahtarını
elde eder; kim susuzluktan şikây et ederse arı duru su sunulur ona, kana kana
içer.
Taktığın adlar boşuna takılmamıştır, hiçbiri asılsız olamaz, her
biri gerçektir de dünyanın aldatmasıdır asılsız olan.
Kârı, ticareti kat kat artan,
şevk çarşıları, ne de güzel çarşılardır; ışığında güneşin bile yeniay gibi
göründüğü nur, ne kutlu nurdur.
Aşka düşüp de bir gececik bile
uyanık kalmak, uyumamak sizin işiniz değil; geceleri nice hayaller görünür;
bunu gece erleri bilir.
A âşık, kalk, konuş; seven
uyumaz; a ımızganan, kalk, gelinler güzelleşti.
Bir devlettir komşu oldu bize,
komşulara müjde ver; o komşunun debdebesi, tantanası, can kuşlarına kol kanat
bağışlar. 84
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar