Print Friendly and PDF

Futuhatı Mekkiyyeden Seçmeler- Selahaddin Alpay 5

Bunlarada Bakarsınız

 


·        59 — Ellidokuzuncu soru: Diğer evliyalar nerdedirler?..

Cevap: Nurdadırlar. Yani, İlâhi nur ve azamet yüzünün perdesi gerisindeki, zulmetler ve nurlar arasına karışan nur içindedir.

Bu, seher vaktinin nuruna benzeyen bir nurdur. Müminler ise nur ve zulmetlerle örtülmüş genel bir nur içindedirler. İşte evliyalar bu nurdan kurtulup karışık nura kavuşmuşlardır. Bunlardan büyük olanları bu azamet nuru yakmıştır, bunlardan daha büyüklerini de İlâhî göz nuru yakmıştır. Evliyaların bilgileri zati sıfatlarından daha ileri değildir. Bu gibiler, Allahtan bilgili olanları, ve Allah’ı âlemden tanır ve bilirler. Bunlardan bir alt basamakta olanlar ise, Allah’ı âlemden tanır ve bilirler. Alemi de ulu kişiler ancak nefsiyle bilir ki, eşya ve benzerlerini bizzat nefisleriyle gören ulu kişiler de âlemin nefsini görerek onu tanır ve bilir, delil veya rehbere lüzum kalmaz, çünkü benzerini ve nefsini bizatihi gözleriyle görmüştür.

İşte bu gibi Allah evliyası Kıyamet gününün dehşetinden korku geçirmezler, içlerinde ne bir keder ve ne de bir hüzün doğar. Çünkü bunların tabi oldukları kimse yoktur, onlar kendi nefislerine inanmışlardır, diyebiliriz ki, onların bu halini Kıyamet gününde peygamberler dahi kıskanır. Büyük ziyaret gününde minberler, basamaklar, başkalarına olup, onların oturacakları özel sardalyeleri vardır.

Fakat bunlardan, Allah bilgisi ile bezenmiş ulu büyükler ise, suretlerinin değişik olarak görünmesi içinde kendilerinde ince levhalara dönebilecek kuvvet vardır. Her tecellide zati suretlerine ince bir suret levhası gönderirler. Bunda kendilerinin bulunduğu hali, tabi cisimleri suretindeki şekillerinde, huzurlarını ve keyifli hallerini o topluluğa gösterirler.

Bunların, bulunduğu o yerlerde topluluğun gördüğü suretlerde olduğu gibi manevî köleleriyle beraberdirler, bunlardan gayrisi eğer Cennette olsalar o zaman bu yerde olamazlar, bu özel yerde olsalar Cennette olamazlar. Bunlar komşularını, ca-riyelerini, çocuklarını kaybetmiş olurlardı. Fakat bu taifeden kavmin büyükleri olanlar, mülklerinden hiç bir şey kaybetmezler, bunlar mülklerinin hakimidirler.

·        60 — Altmışıncı, soru: Duruşma gününün çalkantısı nedir?

Cevap: O günün şiddetinden kurtulmak için topluluğun birbirine girmesi ve dalgalanmasıdır. Orada- kimisi bir şefaatçi bulmak için koşar, kimisi kendisine ikram edilmesi ve kurtarılması için koşar, kimisi kendine şahit aramaya çıkar, kimisi kısas için hasmını arar, kimisi düşmanlarına görünmemek için saklanacak delik arar, kimisi bildiği ve öğrendiği şeylerden haya duyarak, kendini göstermeyecek bir yer arar, haya ve mahcubiyetini örtmeye çalışır ki, işte bizim şeyhimiz, Musa Bin ümran Elmirteli de böyle olanlardandı, bilgi ve marifetinden utanç duyardı. Bir gün ona, Hocam, bu bilgi ve marifetlerini neden azaltmıyorsun? demiştim. Bana, bilgi ve marifetlerimle birlikte orada değilim ki onlardan utanayım.

İşte o dehşet gününde, kafirlere nisbet ve gösteriş yapmak için, yerini arayanlarda vardır.

İmanlı olanlar O dehşet gününün çalkantısını hoş geçirirler, imansız olanlar, sersemleyip şaşırıp kalır ne yapacaklarını bilmezler. Akibetlerini beklerler.

İşte Ahiret topluluk gününde, bütün bu hareketlere o günün çalkantısı derler. Hak Teâlâ bizlere iyi sıfat sahibi olmayı tavsiye eder.

Hak Teâlâ doğruyu söyler, hidâyete erdirir.

·        61 — Altmış birinci soru: Onun bu göz kapayıp açmaya kadar ve bir an olan emri nasıl olur?

Cevap: Vicdan onun emrindedir, ona avdet ederek bekler.. Şunu bil ki, keyfi olan şeyler söylenmez, fakat bir şeye benzetilerek söylenir. Çünkü onun emri birdir, bir kelimedir, göz kırpma süratmdadır. Kâinata bakan bir gözün bir aklın görüp seçmesi görünüşlerin hükmü olan nimettir, işte bu kısa ve bir anlık bakışla, bütün feleklerde ve kâinatta ne varsa, ne oluyorsa ibadetlerden tutun da renklere kadar, hepsini bilir ve görür. Kâinatta ne varsa tümü, aynı anda Allaha namaz kılmaktadır. İşte bu bekleme bizim zamanımıza nisbetle yani Allah katında bir gün, Dünya günlerinden elli bin sene tutar ki, buna misal de Miraç günüdür, işte Hak Teâlânm bu miraç günü bu günlerin beşte birinin yarısıdır Şemsî günlere göre, günlerin mikdar-ları değişse de, Allah emri bunlar üzerinde bir anlık görüş gibi olur.

Nasıl ki elli bin sene onun için bir tam gün oluyorsa, bu bugünde ona nisbetle göz açıp kapamak gibi kısa bir an sürdüğü gibi, belki de daha kısa ve daha süratli olur, işte bu sürati, zamanın çokluğunu azlığını Hak Teâlâ tâyin eder.

Çünkü kendinden emir verenler hiç bir kayda bağlanmazlar. Emir olduğundan memur olan bu emri yapmakla mükelleftir. Hemen bekletilmeden o emir icra edilir.

Hakkın emirlerini ne zannediyorsun? Şu hava da onun hükmüdür. Alemi tabiatta, her şey havanın hükmü altındadır. Bir anlık bakışı da dehşet sürattir. Bir insan gibi o da tam ve birdir.

İşte bu bir anlık zaman içinde ve dalgalanma ve dalma olmuş olur. Allah istediğine doğru yolu gösterir.

·        62 — Altmış ikinci soru: Ecel saati göz açıp kapamaktan daha mı yakındır?

Cevap: Biz saata saat demiştik, sebebi, bu saat dediğimiz zaman bölümü mesafeleri ve zamanlan geçerek bize doğru gelmeye çalışır. Bunun bize yaklaşması bir gaye göder o gaye de, nefeslerimizi kesmek içindir. Kendisine saati varmış kimse derhal ölmüş olur.

Nefisler saati olan büyük saatta da, insanın kıyameti kalkmış olur. O büyük saat dört mevsimin günlerinin toplamı olan sene gibidir. İşte bu saat meselesi, Dünyada bir insan için göz kırpmadan daha süratlidir. Çünkü bu saat, insana vardığı an, hükmünü anında icra eder. Bu hâkim tarafından verilen hükmün mahkûm üzerinde kuvvet ve nüfuzunu göstermiş olur. Bu tayin keyfiyeti de insanın iki mesken arasındaki yaptığı yapının ne olduğunu ve ne olacağını belirtir.

Bu sonucun Cennete mi, veya ateşe mi yakın olduğunu, ancak tabiî âlemde hayalin mevcudiyetini ve Allahın kudretini bilenler bilir. Düşünce ve hayal yoluyla bu iz görünür. Bir çok senelerin kısa olan Dünyadaki hayat zamanı içine girdiğini ve bu yakınlığı bu hayal yoliyle öğrenmiş olur.

Buna misâl olarak Cevherinin acayip bir hikâyesini gösterebiliriz. Kendisinin anlattığına göre, bir gün evinin ekmeklik hamurunun alarak fırına girer. Cenabet olduğunu bilmektedir, hamuru fırına bırakarak, Nil nehrine yıkanmaya gider. Yıkanmak için suya girer bu esnada uyuyan ve rüya gören bir insan gibi kendini Bağdatta görür. Orada bir kadınla evlenerek altı sene birlikte yaşar, ondan sayısını bilmediği bir kaç çocuğu olur. Böylelikle daha su içinde iken nefsini dönmeye zorlar, yıkanır, kurulanır elbiselerini giyerek fırına gider henüz fırından çıkan sıcak ekmeklerini alarak evine döner ve ailesine başından geçen olayı anlatır.

Bir ay sonra, bir gün dalgınlık anında suda yıkanırken gördüğü kadın gelir, evini sorar ve onunla buluşur. Kadını ve çocuklarını inkar etmeden tanır. Karısı ve ailesi bu kadına, bu adamla ne vakit evlendin diye sorulunca, o da, altı sene evvel evlendim ve beraber yaşadık, işte bunlarda benden olan çocuklarıdır der.

îşte bu hakikat olmuş hikâyede ve hayalde görülen bir olay histe yaşanıyor ve çıkmış oluyor. Allah yönünden akılları hayrette bırakan, Zinnun Elmısrinin altı probleminden biridir.

Hak Teâlâ evliyalarını bu hüküm gibi güçlere sahip etmiştir. Miraç ve buna benzer olayları ve bir anda kat edilen bu muazzam mesafeleri, ancak cahiller inkâr eder. Allah doğruyu söyler hidâyete erdirir.

·        63 — Altmış üçüncü soru: Duruşma gününde topluma Allahın kelâmı nedir?

Cevap: Onlara, ne getirdiniz? Diye sorulur. Bu soru herkesin haline göre değişik şekilde anlaşılır, Bu soru hakkında hiç birisinin anlayışı ötekine benzemez.

Bu soru kabzolan nefse yöneltilir. Bu soru o günün dehşetinden ürkenlere ve duruşma gününde duruşmada olanlara sorulmuş olur.

Elçiler, peygamberler, Allaha devamlı dua ve niyaz edenler, minberler ehli, Hak Teâlâ’nm sıyanetine ilticaya hak kazanmış olanlara hiç bir soru sorulmaz ve o dehşet gününün duruşmasında bulunmazlar.

Duruşmada bulunanlar yani (vukuf ehli) Allahın bakarındaki kavrarını bekleyen zümrelerdir ki, sorulan o soruya da anladıkları şekilde cevap verirler.

·        64 — Altmışdördüncü soru: Hak Teâlâ’nm duruşma gününde Ehli I tevhide olan kelâmı nedir

Cevap: Onlara, ne ile ve nasıl beni tevhit ettiniz? Bu tevhidi yapmanıza sebep nedir? zahiren beni tevhid etmişseniz ve biz buna hulul ederiz demiş olursanız, bunu söyleyenler muhidin-den olamaz, diye buyurur.

Hak Teâlâ’nm bu sorusunda sabit iki yön vardır, bu iki yönün birisi Hâl dir diğeri de Mahal dir.

Eğer beni zat olarak sıfatsız ve fîilsiz tevhit etmişseniz, beni tevhit etmemiş sayılırsınız, çünkü buna akıllar ermez, bu haber bendedir, bunu size kim getirmiştir.

Yok beni fiilî ve zatî sıfatlarımın uluhiyetiyle tevhid etmişseniz, hangi şeyle keyfinizle mi, akıllarınızla mı beni tevhid ettiniz. Benim vahdaniyetim ne akdarınızdaki birleştirilmiş tev-hidle, ve ne de sizce başka bir şekilde olamaz. Ancak benim özel tevhidimle beni tevhit etmeniz icab eder. Benim yaratıp ortaya koyduğum sîzler, nasıl ve ne cesaretle bana kendi emrinizle hüküm çıkarıp beni tevhid ediyorsunuz, sizlerin getirdiği bu tevhide de bunun benden olduğunu nasıl söylüyorsunuz? Sizler, hükmü altında bulunduğunuz benden, böylelikle uzaklaşmış oluyorsunuz. Bu tevhid hani ya nerdedir? Şayet emir yapılacaksa, emir sahibi benim, sizi buraya avucumun içine kadar getiren kimdir? Sizleri buraya getireni içinizde gören var mı? Ey muvahhidler! Öyle ise tevhid nerdedir? Size bu makam nasıl verilir, sizler gözümün mazhariyetlerisiniz? Ben de zahir olan Allah’ım, bu tevhid nerdedir söyleyiniz? Malûmatla tevhit olmaz, işte malûmat benim ve benzettiklerinizdir.

Muhal olanlarda neseb malûmatla birleşmez, vücutla birleşir derseniz bu da olmaz çünkü vücud mevcud olanların benzeridir, dış görünüşdeki değişiklikler, dış görünüşün değişik olmasından ileri gelir. Bilginin yani âlimin nisbeti cahile nisbet edilmez, hatta öğrenene de nisbet edilmediğine göre tevhit nerdedir?

Şimdi ortada bilinenlerle bilinmeyenler kalmıştır. Şayet bu malûm değil, veya meçhul değil, veya mevcut değil, madem değildir demiş olsan, bu da, o tevhidin aynı ve benzeridir. Malûmatın taksiminden bu vasıfları kabul edenler vardır ki malûmat kısmına girmiş olurlar, bu tevhid öyle ise nerdedir?

Ey muvahhidler bu yanlışlıkları ve hataları anlayın, şayet derseniz istenilen tevhid çokluktadır, biz de buna çoğunluğun tevhididir deriz. Öyle ise tevhid nerdedir?

Tevhide bir şey katılmaz ve ilâve edilmez, öyle ise ey muvah-hitler, size sorulacak olan bu sözün cevabına hazırlanın!

Gerçek olarak şirke sapanlar, Hak Teâlâ’nm af ve mağfiretinden faydalanamazlar. Peki bunlara bu azap ve şekavet nereden gelmiştir dersek, işte af edilmeyişleri, onlar için bir mükâfat olmuştur diye biliriz. Bunlar Allah’a ortak hazırlamışlardı, bunları, kendilerinin bulduğu tevhid bu belâ ve şekavete sürüklemişti, aksi halde mutlu olurlardı. Allah cümlemizi Hak Teâlâ’ya tevhid edenlerden kılsın.

·        65 — Altmışbeşinci soru: Hak Teâlâ’nm elçi Peygamberlere kelâmı nedir?

Cevap: Bunun cevabı, Hak Teâlâ Resulleri toplayacağı gün, onlara: Bana sığınmak için ne icabette bulundunuz? Diye soracaktır. Resuller de, bizim bir şeyden haberimiz yoktur, buyuracaklardır.

Bundan da şunu öğrenirler ki, Hak Teâlâ’nm göstereceği bir davette, ümmetleri de zahiren ve batinen bu davete onlarla birlikte katılacağıdır. Şayet onlar Hak Teâlâ’ya zevahiri öne sürecek olsalardı, onların Hak Teâlâ’ya cevapları, bir şeyden haberimiz yoktur diye cevap vermemeleri icabederdi.

Bundan, dolayı Hak Teâlâ’ya zahirde icabet ettiği gibi, bat-ınen cevap vermediği cihetle şeriat hükümleri ve teferruatının münafıktan çıkması veya ondan olması doğru olmaz.

Fakat Şeriat ahkâmının teferruatı asi olan müminin batınından çıkarsa doğruluğu kabul edilir, özel bir şartla ki burada şeFiden maksat batındır. Bu da bütün ahkâm ve usullerinin teferruatına kadar imanın yayımış olmasıdır. Şayet bunlardan bir kısmına iman eder, bir kısmım inkâr eder küfre giderse, bunlar imandan sayılmazlar, gerçek olarak o kâfir olmuş olur. Hak Teâlâ Resullerine: Ne ile icabet ettiniz diye sormaktadır, Hak Teâlâ’nm bu sorusu onlara bir külfet mi idi?

Şayet soru sahibi, Resullerin zatiye ti için ve kendinin de yakın kul ve köleleri olduklarından bunlara onun kelâmı nedir diye soracak olursa ve kullarından kendine yakın olanlarla nasıl konuşursa onlarla da öyle konuşması icab eder.

Hak Teâlâ’nm onlarla nasıl konuştuğunu sizlere anlatmak benim yetkim içinde değildir.

Sizlere anlattığım söz benim sözüm olmayıp, Hak Teâlâ’yı basiretle davet edenlere Allah’ın Resulü namına verdiği cevaptır:

Bu dil, onun davetine gidecek olanın yerine geçecek bir sözdür. Hak Teâlâ burada Resul gibi konuşmaktadır. Resulüne bunu söylemesini O, emretmiştir. Resulün etbaı ve onun izinde yürüyenler, onun varisleri olduğu için, bu kelâmın onlarla da ilgisi vardır. İşte Resullere olan kelâm budur. Bunu bilsek te, bilmesek te bu bizlere bir zevk ve tad vermez. Çünkü bunları bilseydik ve tadını almış olsaydık onlar gibi peygamber ve elçi olurduk.

Bizler nelerden konuşuyor ve kimler için konuşuyoruz? Bunları bırakalım da temel mevzuumuza geçelim.

Hak Teâlâ der ki:

 “Fekadvecat temüni ve enâ lâ ecidüli.”

Biz ilim dili böyle söylüyor, fakat sen bize iman diliyle hitap ettin! Bizde sana, iman ettik, deriz.

Sen dersin ki, kim bana bir karış yaklaşırsa, ben ona bir arşın yaklaşırım. Kim ki bana bir arşın yaklaşırsa ben ona iki kolu uzunluğu kadar yaklaşırım.

Bizler sana sınır tanımadık, sen kendi nefsinle kendine sınır çizmektesin ve bizlere de bir şuur vermiş oluyorsun. Biz nasıl sana ve kendimize sınır çizebiliriz, sen imanı kendine yakın kıldın, bu iman lisaniyle bu söz şenindir, kendi nefsinle konuştuğun gibi biz konuşamayız, bizde bu cüret ne gezer.

Bu hitaba karşılık o bize, doğruyu söylüyorsunuz işte iman denilen şey budur, cevabını verir. Bunlardan bir kısmı, mutluluğumuza yaklaştık, derler. O da mutluluğunuz sizlerle beraberdir, sizden ayrılmamıştır, diye cevap verir. Şayet bu mutluluğa yaklaşmaz isteğiniz ise, bunu hiçbir zaman bilemeyeceksiniz, unutacaksınız, çünkü onu bilmiş olsaydınız doğru ve sıdık sahibi olamazdınız.

Öyle ise yakınlık diye bir şey yoktur. Bazıları biz yakınlaşmayı kendimizi tanımak için arzuladık ve buna inanmak istedik derler. O da bir şey kendini bilememezlikten gelemez, çünkü şahitlerin marifeti, saklı olanı örtmüş olacağından, bu yakınlaşmayı istemeniz, anlaşılmayan bir marifetiniz olmuş olur ki bu da doğru olmaz Bu sebeple tüm peygamberler Allah’ın yakınlarıdır. Şayet haber ve risaleti kabul etmemiş olsalardı yalnız Resulüllah efendimiz Allah’ın yakını olarak kalır, diğerleri bu yakınlığa, sıfatları olmaz, Hak Teâlâ’dan uzakla-şanlardan olurlardı.

·        66 — Altmışaltına Soru: Kıyamet günü peygamberler nereye iltica ederler, iltica ettikleri yer ve arsa nerdedir?

Cevap: Arşın ayak çevresine iltica ederler. Kıyamette onlar için bir çok yerler vardır. Hak Teâlâ hükmünün tecelli ettiği her yerde ve arsada bulunurlar.

Misal olarak, sorgu sual yerinde, hesap ve tartı yerinde, amel kitaplarının alınacağı ve toplanacağı yerde, sırattaki geçiş yerinde ve buna benzer yerlerde bulunurlar. Daha doğrusu onlar, Allahınn eli altındaki lüzumlu her yerde bulunurlar.

Durak ve derece itibarile bunlardan Hak Teâlâ’ya en yakın olanı iki ok atımı uzaklığından daha uzakta bulunmaz. Ondan sonra Allahın genel sorusuna, her bulundukları arsa ve mevkide nasıl cevap verdiklerini bilemeyiz. Fakat Allah’ın özel soru-sunada yakışan cevabı verirler.

·        67 — Altmışyedinci soru: Cennetteki ziyaret günü enbiya ve evliyanın basamakları ve dizilmeleri nasıl olur?

Cevâp: Hak Teâlâ kendine ziyaret yapılacak gün, bütün cennetteki insanları, Aden cennetinde toplamış olur. Onlara orada, beyaz misk kokulu kum tepecikleri üzerinde minberler, karyolalar, sandalyeler ve mevkiler hazırlatır.

Enbiyalar iki rütbede olmak üzere, bu ziyareti yaparlar. Resullerden olan, Şeriat enbiyaları ikinci rütbede bulunurlar. Onlara tabi enbiyalar ise üçüncü rütbede bulunurlar, bu rütbede bulunanlar da iki kısım olup bir kısmına enbiya ve diğer bir kısmına da Evliya denir. Orada her peygamber kendi inanç derecesine göre Hak Teâlâ’yı görmüş olur. Fakat Allah’ına ve peygamberine imanile tabi olan evliyada Allah’ını kendi peygamberinin aynasında görmüş olur.

Şayet o veli Allah’ı bilmeyi ve tanımayı, nazariyle elde etmiş olsa ve bu sonucunda kendi imaniyle yakınlaşma olduğunu bilirse, o ziyaret gününde biri ilim rüyetile, diğeri iman rü-yetile iki kez Allah’ı görme yetkisi vardır. ‘

Şayet o veli iki peygamber arasında gelmiş yani (eshab el-feteret) ise Rabbı hakkında Resullerin İlahi bilgileri gibi bir bilgisi olamaz. Bunlar nazarıle veya tecellile kalplerine yerleşen Allahlarını bilir ve tanırlar. Bunların diğer halka göre bir üstünlükleri vardır.

Netice olarak ziyaret günü Hak Teâlâ’yı görmek dünyalarındaki itikatlarına bakar.

Kimki dünyada Rabbma inanırsa, Resulünü taklit ederek onu keşf ile nazar ile göremezse, Rabbini o bir çehre olarak görmüş olur. Şayet itikadi ile tabi olduğu peygamberi örnek alıp taklid etse, Hak Teâlâ’yı kendi peygamberinin siması ve sureti gibi görmüş olur. Bu ziyaret gününde peygamberlere tabi olan Evliyaların enbiyayı oradakilere tanıtma üstünlük ve ödevi vardır. Orada âdeta peygamberlerin birer takdimcisi olurlar.

Bunlardan sonra iki tabaka varki, ne enbiya ve nede onların tabiî olan kişiler olup bunlar Allah’ın velileridir. Bunlara hiç bir makam hükmedemez. Bunlar diğerlerinin tümüne Rab-larına olan doğru intisaplariyle üstünlüğü vardır. Yalnız bunlardan nazar sahibi evliyalar keşf ehli olan evliyalardan bir basamak daha aşağıdadırlar. Çünkü bunlarla Allah arasında görüşe mani bir perde vardır. Bunlar her defasında bu perdeyi kaldırmak için uğraştıkları halde, kaldıramamışlardır.

Tıbkı enbiyanın tabileri gibi enbiyalarla aralarındaki maniayı kaldırmak istemişlersede kaldıramamışlardır.

Ancak Hak Teâlâ’yı temiz olarak görenler keşif ehli ile şeriatı hamil enbiya ve elçilerdir.

Akli Nazar sahipleri ise, değil Hak Teâlâ’yı görmek onun kokusunu dahi alamazlar. Bu söylediklerimize dikkat edin. Ulu-hiyetin hakkını verin ki, İlimde insaf sahibi olasınız, Hak Te-âlâ yükselmededir, bir kayd ve şarta bağlanmaz, onun rahmeti yaygındır ve her şeyin içindedir.

·        68 — Altmışekizinci soru: Hak Teâlâ’ya nazar etmekten (Enbiyalar ne gibi haz duyar?

Cevap: bunu bilmiyorum, çünkü ben peygamber değilim, o nazarın zevkini ancak kendileri bilir.

Şu varki, her peygamber genel bir nimet içindedir, bundan haz duyar ve zevk alır.

·        69 — Altmışdokuzuncu soru: Hak Teâlâ’ya nazar eden mu-haddislerin bazları nedir ve nasıldır?

Cevap: En yakın gizlilik perdesi arkasında bulunmaktır. Na-sılki Rabbınm Kelâmından zevk ve haz duyarsa onu görmek-tende öylece zevk ve haz duymuş olur. Bir çok hadisciler, görüş itibarile sair halktan farklı olurlar, çünkü görünüşte Allah’ın tecelisi onlarda değişir. İşte bu üstünlük halkta bulunmaz bu özellik muhaddisine verilmiştir.

·        70 — Yetmişinci soru: Hak Teâlâ’ya nazar eden diğer evliyanın nazlan nedir?

Cevap: Evliyalar mertebeler üzerindedir. Bu mertebelere göre bazları da değişir. Bir veli Hak Teâlâ’yı görmekle akli bir lezzet ve haz duyar, diğer bir veli ise, onu görmekle nefsi ve zati bir zevk duyar. Başka bir veli ise onu görmekle hissi bir zevk ve haz duyar. Bir veli var ki onu görmekle hayali bir zevk ve haz duyar, bir veli var ki onu görmekle bir gönül hoşluğu keyf lezzeti duyar. Bir veli vardırki onu görmekle keyf ve zevk vermeyen bir haz duyar, daha bir çok değişik tad ve haz duyan Evliyalar vardır. Bunların dünyada olduğu gibi Allah’ın yanında da birbirinden farklı basamakları vardır.

Hak Teâlâ bunlar hakkında

“Hüm derecâtün i'ndellâhi vallâhü basîrün bimâ yag-melûne.”

anlamı: Onlar Allah katında derecelerle yerleri vardır, Allah, onların ne yaptıklarını görür.

·        71 — Yetmişbirinci soru: Onu görmekle umumun hazzı nedir?

Cevap: Herkesin onu görmesi, onu anladıkları kadar görmüş olmalarıdır. Bazı bilginler kendi seviyelerine göre onu taklit etmişlerdir. Kimisi elde ettiği bilginin ondan alındığını söyler, kimi bu bilgiyi akille bulduğunu kabul ederek bunun akıldan geldiğini söyler, çünkü insan fıtratı, Allah tarafından kullarına değişik olarak verilmiştir. Bunlar kısımlardan ibarettir. Fakat bunun aslı Hak Teâlâ’nm istediği gibi imtizaç edip birleşmesidir.

Bu sebeple bilginlerin düşünüşleri arasındaki ayrıntı bundan ileri gelmektedir. Bunların nazarladmdaki haz da, hayallerinde yaşattıkları ve duydukları zevk ve bazlardan ibarettir. Genellikle insanların hazları ve zevkleri hayalidir. Dünyada, Berzahta, ve Ahirette, her manayı ayırıp ondan haz ve zevk alamazlar.

İşte bir çok şeriatlar, umumun anlayışına göre gelmiştir. Fakat bunların içinde de bazı özellikle görünür. Hak Teâlâ’nm.

“Leyse kemislihi şeyün.”

dediği gibi Süphane Rabbike Rabbil izzeti Amma yasifun.

·        72 — Yetmişikinci soru: Bunlardan biri duyduğu hazla avunup kalırsa Cennet ehlide onu görmekten bulundukları nimet ve rahatlıkları unutacak olurlarsa ne olur?

Cevap: Görünen bir suretin, gören yönünden giyilmiş bir elbise olması gibidir. Bunun sebebi de İlahi makamın her taifenin kalbinde Azametli olmasındandır. Hatta bulundukları rahatlıklar ve nimetlerden ve gördükleri şeylerden ve tattıkları lezzetlerden daha azametlidir.

Allah’ı ziyarete ve onu görmeğe gittiklerinde, Cennetlerinde ancak, hurilerden olan zevcelerde, çocuklar, Cennet ağaçları, nehirler Cennet araçları, kuşlar gibi zihayat olanlar kalır, bunların tümü zihayat olan hayvanlardır. Şayet ev sahibi bu cen-nettekilerden erkek veya kadınları çağırırsa diğerleri orada kalarak, Hak Teâlâ’yı görmeye gidenlerin hediye olarak ne gibi hil’at-ı ilahiye ile döneceğini ve ne gibi haberler getireceğini ve ne surette döneceklerini merakla beklerler.

Bu yüce padişahı görmeye gidenlerin hali böyledir. Bu ziyaret sonunda Hak Teâlâ kendini gösterdiğinde, tüm onu görenler kendilerinden geçmiş ve baygın olduklarından Allah Mela-ikelerine «Bunları köşklerine cennetlerine geri gönderin, çünkü bunlar beni görmekle bayılmışlardır, Kendilerinden geçmişlerdir» diye emir verir.

Melaikelerde bu gelenleri yerli yerine gönderir. Burada bunların baygınlığı, Allah’ın görünüş nurundan olmuştur. Bu bayılma Allah’ın güzelliğinden değildir. Bu iki şey arasında bir bağ yoktur. Onlar bu ziyarete gelirken hep bu güzelliği düşünüp duruyorlardı.

Allah’ın Tecellisi kendi nuriyle olduğundan bunlar o sebeple kendinden geçmişlerdir. Bu kendinden geçme ve baygınlık anında Rablarını rüyalarında görmüşlerdir. Ne suret ve şekilde onu görmüş iseler, onu ummadıkları bir başka şekil ve surette görmüş olurlar. İşte oradaki dalgınlıkları ve unutkanlıklar hep bu müşahededen olmuştur.

Her şahsın duyduğu haz O şahsın Akidesi ölçüleri kadar olmuş olur. Cennettede bir İlim çarşısı vardır. Henüz ondan bahs etmedik, hidayet Allah'tandır bunu öyle bil.

·        73 —Yetmişüçüncü soru: Mahmud olan makam nedir?

Cevap: Tüm makamların sonucu kendinde toplanan makamdır. Makamlara verilen tüm ilahi adlar bu makama bakarlar.

Bu makam peygamberimiz Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) in makamı güzinidir. Kıyamet günü bütün halka bu makamdan görünmüş olur ki, bu sebeple kainatın efendiliğini bu makamla kazanmıştır. Resulûllah Efendimiz:

“Enâ seyyidünnâsi yevmelkıyâmeti.”

Anlamı: Ben kıyamet gününde insanların efendisiyim, buyurmuşlardır. Mademki melâikeler kendisine secdeye varmıştır bu makamda Adem aleyhisselâmm dünyadaki makamı olması iktiza eden Ahiret gününde ise bu makam Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem efendimize verilmiştir.

Çünkü O İlahi topluluğun kemalidir. Çünkü o ilk beşeriyetin babası gibi görünmüştür. Vücudu Allah tarafından beşeri olarak yapılmıştı. Bundan dolayı kendisi cismaniyette beşerin en büyük pederi olup Allah’a en yakın olandır. Kendisi toprak insan olarak ilk yaratılıştır.

Bütün makamlar, muvafık ve muhalif, emir ve nehi makamına kadar avcında onunla birlikte çıkmıştır.

Bu sebeple Adem’in avcındaki nebi makamından olan Muhalefet ilk önce hareket etmiştir. Çünkü Adem makam icabı bu muhalefeti arkasında taşıyordu. Bu yönü şeyhim olan Eba Ab-bastan sordum. Oda “Âdeme asi olan arkasında taşıdığı muhalefet dediğimiz çocuklarıdır.” Demişti.

İşte bu sonuç Resulüllah efendimizde olmuşturki böylelikle bu mahmut makamın sahibi olmuştur.

Kendisi ibadma bu makamdan şefaat kapısını açmıştır. Me-laikelerda, Elçilerden enbiya ve evliya ve mümin kullarından Şefaata hak kazananlara şefaat hakkı verilmesi için Allah’tan bu talebi ilk isteyecek kendisidir. Peygamberimiz Allah’a kendisini lisanile kelamile, beyanile beğendirmiştir. O gün için peygamberimizin üç şefaati vardır. Başlangıçta, ortada ve sondaki şefaatidir.

Resulünün talebi üzerine Hak Teâlâ ve tekaddes hazretleri, Melaikelere peygamberlere ve müminlere şefaat hakkı vermiştir. Şefaat etmeyen bir tek O merhametli zafiyet kalmıştırki o da zülcelaldır. Hiç şüphesiz en sonda merhametini gösterecektir.

Yüce Allah, Erhamürrahimin ile kahhar ve şedidülikap Adlarını birleştirecek şefaatini yapar. Ateşte yananları ve ceza gören zümreleri bu Adlarla azaptan çıkarır ve affeder. Buna mümasil diğer İlahi adlarında şefaati vardır. Sözü uzatmamak için Allah cümlemizi şefaatçılar zümresinden kılsın derim. Hak Teâlâ şefaati soru soran kişilerin acir ve sevabı yapmıştır. Bütün bu anlattıklarımızın özeti ve sonucu olarak bu makama Mahmud makam denilmiştir.

“Ve ileyhi yürceu'lemrü küllühu.”

·        74 — Yetmişdördüncü soru: Bu makamı neyle kapanmıştır?

Cevap: Her peygamberin kabul edilen bir daveti vardır. (Sal-lallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz Ahireti diğer peygamberlerden daha iyi bildiğinden dolayı diğer peygamberler gibi davetini çabuklukla yapmıştır. Ben davetimi ümmetimin büyüklerine saklamıştım. Buyurmuşlardır.

Şunu bilki! bütün işler bu makamdan çıkar ve diğer makamlara buradan gönderilir ve tekrar o makama döneceğinden bunu sahibi çok büyük bir zat gerçekten kelime topluluklarını bir araya getiren bir şahsiyet olmalıdır. İyi dualar kelamın sıfatıdır. Sonra onun irsali Umumî olduğu için şeriatıda tüm şeriatları içine almıştır. Seran yapılması icab eden bütün amelleri kendinde toplamıştır. Şunu bilki amel cennetleri 70-80 arasındadır. Ne artar ve nede eksilir, iman ise 70 den fazla kapısı vardır. Dünyada insan hangi iman amellerinden birini yapsa hiç bir şekilde ondan sorumlu tutulamaz.

Peygamberimiz Aleyhisselatü vesselam fiilen veya işaretle bizlere, cennet adedine eşit iman dallarile çıkmış olması, bunları kendilerine örnek yapanlara bu amellerinden büyük bir kazanç elde etmelerine vesile ve sebep hazırlamıştır. Ümmetinden her bir ferd, bu örnek amellerden birini mutak yapmış olur. Ahiret günündeki terazisinde bu ameli yer alır.

Bundan dolayı cennette istedikleri gibi faydalanırlar. İlahi Sünnetler ondan çıkmıştır. Ve yine (Camiül kelim) olması ve umumi bası ile bu yüksek makamı dünyada elde etmiştir. Dünyada elde edilen bu makam Ahirettede ona verilmiş olur.

·        75 — Yetmişbeşinci soru: (Sallallahü aleyhi ve sellem) efendimizle diğer peygamberler arasındaki haz etme ne kadardır?.

Cevap: Peygamberler topluluğundan olması dolayısiyle onun duyduğu hazla diğerlerinin duyduğu haz birdir. Ayrı ayrı olarak incelenirse onunla her birinin arasında 78 haz farkı vardır.

Bunlardan Adem Aleyhisselam istisna edilir. Bu iki peygamber arasında zahiri ve batını fark vardır. İlk yaradılışta dünyada kendisi Adem Aleyhisselâmm batını idi. Adem de zahiri idi. Ahirette ise Adem Aleyhisselam Muhammed Aleyhisselâmm batını ve peygamberimizde onun zahiri olacaktır. Diğer peygamberlerle olan haz sayılan bundan ibarettir ve böyle olur. Bir çok dostlarımız, vakti belirten zaman ölçme ve belirtme bilgisini yasaklamışlardır. Bu onların bir hatasıdır.

Bunu dgha fazla açıklamak uzun zamana ve söze ihtiyaç gösterir. Bu açıklama yönleri o kadar çokturki sayıları 124 000 kadar izahı vardır. Bu izahların sayısı peygamberlerin sayısı kadardır.

Şayet bu muazzam rakamla gelen peygamberlerin peygamberimizle olan haz farkını anlatacak olursak, anlatmaya ömrümüz ve zamanımız müsaade etmez. Peygamberimizle her peygamber arasındaki haz sayısı 78 kendisinin de fazladan bir hazzı olduğuna göre 79 hazzı olmuş olur. .

Riyazi nisbette her peygamberin hazzı, peygamberimize gö-re 1 olmuş olur.

79

·        76 —Yetmişaltıncı soru: Hamid livası nedir?

. Cevap: Bunun sancağı ve işareti, Hamid icabı Hamdetmek-tir. Bu Hamidlerin en mükemmeli ve en yükseğidir. Bu bir mertebe ve rütbe işaretidir. Tıbkı bir padişahın dalgalanan bayrağından onun o mahalde mevcudiyeti anlaşıldığı gibi, bu livada bütün kulların tanıyacağı bir hamid bayrağıdır. Bu sancakta Resulüllah efendimize verilmiştir.

Resulüllah efendimiz! Adem Aleyhisselamdan aşağı her şey benim livanım altındadır, buyurmuşlardır. Ne sebeple Ademden aşağı demiştir, bununda İzahı şöyledir. Çünkü Allah’a ham detme ilahi adlarla olur. Ademde tüm adları ilahi inayetle bildiği için ve bu adların Allah’a aidiyeti sebebi ile en yüksek makamı teşkil eder. Burada da ve ilk neşettede Adem Aleyhis-selam kendisi olduğu, bu mahmud makamda Ahirette kendisinin olacağından tabirinde Bunlardan aşağı, sözünü kullanmıştır. Kendisi de Ahiret gününde Livayı Muhammediyi asaleten Ademden alarak Zuhur edecektir. O vakit Adem Aleyhisselam zahiren ona tabi bir peygamber olarak peygamberler arasında yerini almış olacaktır.

Böylelikle ilk neşette Melaikelerde o Livanın altında bulunduklarından Ahirette de Hazreti Resulün sancağı altında bulunacakları tabiidir. Sonunda Resulüllah efendimizin cümle Aleme bu mertebe ve makamla hilafeti görülmüş olur.

·        77 — Yetmişyedinci soru: Hamdın Livasını kazanmak için rabbine ne gibi senada bulunur?

t

Cevap: Hamidleri içinde toplayan Kuranla Senada bulunur. Onun için bu kitaba Okunan Anlamına gelen Kuran adı verilmiştir. Bilhassa başlangıçtaki (Elhamdü lillahi Rabbilâlemin, Errahman ürrahim Maliki Yevmiddin) bu Hamid ve sena sözleri ve kelamı Peygamberimizden evvel hiç bir peygambere gönderilmemiştir. İşte Allah’a sena budur. Bundan başka bir hami dle Allah’a hamd arzulanmaz...

·        78 — Yetmiş sekizinci soru: Rabbına ne gibi bir ubudiyette bulunmuştur?

Cevap: Ubudiyyet demek kulun Rabbe intisabıdır Ubudiyyet bu olgunluğuna göre bundan sonra bu ubudiyyet ona intisabından dolayı ilahi mazhariyetten çıkmış olur.

İtiraz etmeden verilen emri yapmak ubudiyyettir. Ubudiyyet itiraz ve muhalefet yoktur. Bir şeye yap veya ol dendimi o şey tereddütsüz derhal olur ve yapılır. Yapma denildimi yapılmaz. İşte Ahiret gününde bu ubudiyyetle Allahına kendini takdim eder. Orada emir verilmeden Hak Teâlâ’nm huzurunda insanlar secdeye varır, bu secdenin yapılmasına memur olan pey-gamberimizdir. Fakat secde Allah’a yapılmaktadır. Memur olması hasebile peygamberimizde bu secdeye emirsiz olarak iştirak etmiş olur. Secdede iken Hak Teâlâ’dan ona «Başını secdeden kaldır, ne sual edeceksen et, şefaat et ki, şefaat bulasın.” Hitabı gelmiş olur.

Sonra kendisine sadık olan olmayanlar belli olsun diye, başka bir yerde Hak Teâlâ’ya secde etmeleri için kullara emir verilir. İşte bu, Ubudiyet secdesi olmuş olur. Bu dünyada Allah’ı gerçek tanıyanlar Rablarına ancak ubudiyet için ibadet ederler. Bunların ancak Allah ile münasebetleri vardır.

Bütün bunlar kıyamet gününün gerçekleridir.

·        79 — Yetmişdokuzuncu soru: Kerem anahtarlarım almak için neyle hatmeder ve bağlar?

Cevap: Bunu Ubudiyet ile sonuçlandırır. Bu makam ikidir: Bu makamın en yükseği başlangıç olarak Ubudettir. Ubudiyet derecesi ise sondur ve nihayettir, makamca ikinci derecededir. Hak Teâlâ’nm emir ve nehyi, bu terkiple olur.

Meselâ: İtaat etti, asi oldu, tövbe etti, iman etti, küfretti, tevhit etti ve müşrik oldu. Tasdik etti, yalancı oldu, gibi terkib-ler ubudiyet olan ikinci dereceyi ilgilendirir. Ubudiyetin icab ettiği bu ikinci derecenin hakkını ödeyenler efendisinin emir ve nebilerini yapmış olanlara kerem anahtarları verilmiş olur.

·        80 — Sekseninci soru: Rabbimizin hediye ve bağışları kimlere verilir?

Cevap: Velayet sahibi olup Allah’ın ahlak sıfatile sıfatlanmış olan her şahsa verilir. Bu bağış dünyadaki iyi amelleri ve ahlakları derecesinde kendilerine yapılır. Mesela vilayet sahibi Allahı bilen ve tanıyan, Hakkın sesi ve gözü olursa bu bağışlardan bir kısmet almaz, çünkü bu bağış zenginden zengine olmayıp, zenginden fakire yapılır. Bu sebeple bu bağışlar hak edenlere göre değişir. Bu değişik bağışlar ne sebeple olursa olsun alınmasından ötürü Allah’a şükür edilmelidir.

·        81 — Seksenbirinci soru: Kerem Anahtarları nedir

Cevap: Öz olarak Hak Teâlâ’nm sena ettiği kerem anahtarları bunlardır.

 “Ettâibûne elâbidûne elhamidune elsâihûne elrâ-kiû‘ne elsâcidûne elâmirûne bilma‘rûfi vennâhûne a'nil-münkeri.”

Tövbeyi, İbadeti, Hamdetmek, seyahat etmek, Allah’a rüku ve sucudda bulunmayı, yönelmeyi, kötülükten uzaklaşmayı, Allah’ın sınırlarını korumayı ve hatta benim gibi şiirimle onu methetmeyi, yapabilenleri, bütün bunlar onun keremidir. Hak Teâlâ kullarına bu sıfatarla bezenmeyi ve bu fiilleri yapmalarını kitabile bildirmiş ve tavsiye etmiştir.

İşte bu sıfatlar Kerem Anahtarlarıdır. Gözün göremeyeceği, kulakların işitemiyeceği, aklın hatırlayamayacağı ilahi bağışlar bu anahtarlarla elde edilir.

Cennetteki köşklerde oturanlar, orada huzur içinde sedirlere uzananlar, Cennet nimetlerinden faydalananlar, o mutluluk diyarının kapılarını bu kerem anahtarlarile açıp oraya girmişlerdir.

·        82 — Seksenikinci soru: Nübüvvetin cezası ne kadardır,

Cevap: Bunların sayısı, Hazreti Ademden Resulüllah efendimize kadar gelmiş ve geçmiş peygamberlerle, Allah tarafından gönderilen, kitap, sahife, haberler sayısmcadır.

Bilinen şudur ki, Elimizdeki Kuran bunların tümünü içinde toplamıştır. Peygamberimizin bunun hakkında şu sözü vardır. (Kuran kimlerle korundu) Cümlesi ve ifadesi bunu bir isbatı-dır. Bütün Nübüvvetleri içinde toplayan kitap, kitapların Anası olan Kuran’dır. Bunun yegane anahtarıda Besmelei şerifedir. Teşri peygamberimizle son bulmasına rağmen, Kuranla birlikte Nübüvvet kıyamete kadar sürüp gidecektir. Çünkü teşri nübüvvetin bir parçasıdır. İlahi alem haberleri. Hiç bir zaman eksilmez, devamlıdır. Şayet bu gelmeyecek olursa vücudun bekası için alemin alacağı gıdada tükenmiş olur. Düşününki dünyada yedi deniz vardır, bu denizlerin suyu tükenirde hakkın kelamı tükenmiyor, çünkü o devamlı olarak icadtadır. Ol demekle her şey oluyor, işte insanların yaşama gıdası bu Ol kelimesinin devamındadır.

Bu yalnız insanların değil, bütün mevcudatın temel gıdasını teşkil eder. Tükenmez kelimesi nübüvvetin bir cüz’üdür. Ey fikir sahipleri, diğer cüzülerden bir parça olan sende nendesin?

·        83 — Seksen üçüncü soru: Nübüvvet nedir?

Cevap: Nübüvvet, öyle ince basamaklı bir makamdırki bunu Arşın sahibi ancak tayin eder. Hak Teâlâ bunu kula ve herkes için salih bir ahlak, ve makbul amellerle indirirki, kalpler bunu tanır, Nefisler bunu inkar etmez, Akıllar ona doğru yönelir, yapılacaklara uygun gelir, hastalıkları yok eder, işte bu durağın ince basamaklarına varabilirlerse bu yer mutlak İlâhi haberler menzili olmuş olur. Hakkın nazarı, bu İlâhi haberleri buradan o durağa nazaran kendi emirlerde istinabe ve hilafetle göndermiş olur. Buradan çıkan ilahi emirler, ruhi haberlerle birlikte o halife ve vekilin kalbine yerleşdirilir. İşte bu keyfiy-yet teşri nübüvveti olmuş olur.

Hak Teâlâ bu yönde

“Ve kezâlike evhaynâ ileyke rûhan min emrinâ.” ve yine Hak Tealâ kitabında

“Yünezzilu elmelâiketü birrûhi min emrihi a'lâ men yeşâü min i'bâdihi.”

bu ayetteki anlama göre bu, inkara değil umumiyete aittir.

“En enzirû ennehü lâ ilâhe illâ enâ fâttekûn.”

Bu ayette özel bir teşri nübüvveti vardır, burada Hak Teâlâ kullarından istediğine ruhu verir ve bu misal belli olan kavuşma gününü hatırlatırsa, bu umumi nübüvvet olmayıp teşrii nübüvvet olmuş olur. Uyarıcı olma için Ruhuleminin kalbine girmesi ve yerleşmesi icab eder. Burada uyarma (tuzar) Leş-rii nübüvvetle kesin olarak birleşmiş olur. Gelmiş olan bu haberler teşrii nübüvvetin haberleridir.

Umumi nübüvvetin eczasıda (zerreleri) o kadar çokturki, sayıları bilinmez ve tutulmaz. Bunlar muvakkat olmayıp daimidir. Dünya ve Ahirette devamı vardır. Yolumuz kişilerinden bazıları, bu kapıyı kapamışlardır. Sebebini anlayamadım, bir gayelerimi vardı, veya Allah tarafından muvaffakını kılınmadılar.

Umumi Nübüvvetin ehli olanlar Evliyanın enbiyası olanlardır, Allah bunların tümünü Füzaladan kılmıştır.

·        84 — Seksendördüncü soru: Sıddıkiler kimlerdir ve eksa-mı nedir?

Cevap: Yetmişten fazla kısımları vardır. Yani doğruluğu bilinen ve onaylanan iman dallarının sayısı kadar sayısı vardır, iki peygamber arasında gelen enbiya evliyanın hilafına, sıddı-kiyet ancak şeriat enbiyaları ve onların tabilerine inhisar eder.

Bu makam sahipleri İlahi kanunları kalplerine inen ruhlarla alırlar. Bunların nüzulü ilmi olmayıp, haberlidir.

Bunlar İlahi kanunları ilahi nurla keşfederek, iman sıfatile almış olurlar.

Bu gibiler kendilerine indirilen ruhları tasdik eden kişilerdir. Bunlarıda Allahtan haberli olarak alır, bunları tecelli yönünden değil iman yönünden almış olurlar. Zira tecelli imanın verdiğini vermez, bunu ona inanmış olmasından değil ancak akıl nuru ile vermiş olur.

Allahın kimlere ve ne gibi haberler vereceği belli olmadığı cihetle Sıddık olanların ecza ve aksamıda belli olmaz sayılı olan sıddıkların ecza ve akşamını belli etmek için Allah’a yakın olmak zarureti vardır. Bu sıfatın sadık adiyle gerçek münasebeti vardır.

Sadık olanlarda yalan söylemez ve bu çirkin sıfat onlara yakışmaz. Demek sıddık olan Sadıktan aldığı cümle haberlere yerlerine doğru olarak ulaştıran şahıs olmuş oluyor. Şayet bu haberler doğruca Allah’tan gelen îlahi haberler ise, bunu öylece onaylaması ve sonradan Allah’a bildirmesi icab eder.

Şayet bu sıddık Allah’a bir kavmin ilahi emrini yalanladıklarını bildlirse, Allah’ta ona vereceği haberde bu ihbarın doğruluğunu bildirir. Çünkü bu yalan gelen haberlere değil, kendilerine nisbetle inkar edenlerin sıfatı olmuş olur. Bu haberi sadı-ka nisbet edersek bu sıddık olmuş sayılır. Yalancıya nisbet edersek, yalan sayılır.

Burada görülen ve haber veren sadık olan Allah’tır. Bu makamdan çıkacak her hangi bir haber doğru çıkmış olur. İman sahibi de bunu doğrular. Burada sıddık Vucudi bir emirdir. Yalan ise Ademi bir emirdir. Birde nesebi, hayale nisbetle yalan vardırki, bu sıddık sayılır. Sıddık ise, kendilerinin istediği ve kendi nisbetine göre, bu sıdkm kendisinde bulunmadığı için sa-dıka asılmış olur. Bütün bunları anladıktan sonra sen bu sıddı-kîler için sayılarının belli oduğunu ister söyle, ister söyleme. Fakat hakikat şudurki, bunun aksam ve eczasında doğru olan, akıl ve fikrin ve hayalin selametidir ve haber verenin sıdkma doğruluğuna iman etmektir. İşte sıddıkiler bu sıfatlardan zevk alırlar. Bu sıddık ve gerçeklerin heyeti umumiyesindene Yeşil nur derler.

Cevap: İki nür arasındaki yeşil nurdur. Alemi gaybin perdesi (hicabı) gerisindeki muhbirin kerem nurundan içinde ona benzer bir nur hasıl olur, Hak Tealâ

·        85 — Seksenbeşinci soru: Sıddikiyyet nedir?

Cevap: İki nur arasındaki yeşil nurdur. Alemi gaybin perdesi (hicabı) gerisindeki muhribin keremnurundan içinde ona benzer bir nur hasıl olur, Hak Teâlâ

“Hüvallâhullezî lâ ilâhe illâ hüvelmelikulkuddûsüs-selâmülmü'minu.”

diyor. Bu ayette iki adını görmüş oluyoruz, ilk ve birinci ad Allah, ikinciqside Mümindir. Aslı nur olan bu kitabındaki bu ayette Mümin kelimesinin iki yönü vardır. Birincisi emniyet ikincisde İbadmdan sadıkların tasdikçisi olmasıdır.

Sıddıkilerin istinat ettikleri ilahi adlardan biride Elmümin-dir. Yani kendi nefsinden veya zafiyetinden emin olan kimse demektir. Bununda mahlukattaki izi imandır ve bundan aldıkları adlarda, sadıklar ve Müminler adıdır. Bu sıdıklardan dolayı bu kişilere nur verilmiştir. Onlarda bu nur olmasaydı, haber doğruluğunu tayin edemezlerdi. Bu kişiler bahtiyarların bahtiyarıdırlar.

·        86 — Seksen Altıncı soru: Ubudiyyet kaç hisse ile subut bulmuştur?

Cevap: İlahi adlar adedi olan 99 hisse üzerine kurulmuştur. Bunları toplayanlar cennete girer, her ilahi adın kendine ait özel bir ubudiyeti vardır. Velayeti sabit olan ilk ilahi adlarla ona ibadet eden mahluklardan bir mahluk vardır.

Resulüllah (sallallhü aleyhi ve sellem) efendimizin bunu belli ettiği sabit olmamıştır. Bazı insanlar sayıları fikren toplamaya çalışır, bunların nasta geldiğini bilmezler, nasılki bir insanın evliya olduğu halde evliyalığını bilmediği gibi, bu insanlarda bu sayıları sayıyor fakat nasla varid olup olmadığını bilmiyorlar.

Kendinden talep etmeleri için Hak Teâlâ bazı kişilere kendi ilahi adlarını tanımıştır. Ada göre bu arif veli ol kişiye ubudiyeti göstermiş olur. Kimki bu adları, tanır ve kendinde toplarsa manevi ve hissi olan cennete girmiş olur. Manevi cennetler kendine layık olan Ubudeti tanıyıp silmek için bu İlâhi adları ne ile ister ve arzular?

Hissi olan cennetlerde kıllardan istediği amelleri ne ile talep eder ve arzulamış olur? İşte bunları birbirinden ayırmak icab eder, Allahtan talep etmesini bilmeyen, Ubudiyet adını nasıl bilir. Buna nazaran Ubudiyetin bir çok okları ve dalları vardır.

Sayılarını yukarda göstermiştik. Bununla uğraşanlar ve bunları yayanlar ikidir. Bir kişi vardırki aklı olduğu için şeriatı olmadığı için yapmaz. Bir kişi vardırki bunu kendi şeriatı olduğu için yapar bu da aklile yapmış sayılır. Bunu kendi aklile yapan parlak ışıklı heykellere veya hoş akıllara intisab ettirir.

Bunu kendi şeriatı icabı olarak yapanlar, izleri dolayısiyle bunu Allah suphanehü ve Teâlâ’ya intisap ettirir. Onu sana göstermemek için maddesi olmayan boş sermayesiz akıllar, kendi icatları nur heykellerine benzeyen vasıtaları seninle onun araşma yerleştirirler, fakat basireti olmayan bir sebep gibi bilirler.

Ben şahsen Allah’a yakın olanlardan hiç birisinin onun seviyesinde Allah’la birlikte Taabbüd edildiğini görmedim ve duymadım. Semalarda olan melaikeler derler ki: Burada fesat çıkaracak kimse mi yapacaksın? Beşerden Allah’a bağlı ve temiz olanlar derler ki:

“Rabbenâ zalemnâ enfüsenâ.”

yarabbimiz işte nefislerimize zulm ettik, ve yine derlerki :

“Rabbi lâ tezer a'lelardi minelkâfirîne deyyâren.” yarabbimiz yer yüzünde kafirlere mesken verme ve yine derlerki: Bu eşkiya çetesini helak edersen bu günden sonra sana ibadet edilmez.

Hilkat itibariyle insan aceleci olduğu için, kıskançlığı ve hırsı ile onları yenmek ister. Bütün mesele bundan ibarettir. Bu hal vaktinde hükmünü gösteren tabii bir harekettir.

îki Allah olsaydı mutlak aralarında bir husumet olurdu. Vahdet bozulurdu. Taraflar arzuladığını yapmaya kalkarlardı.

Bütün yönlerde Vahdet noksanlığı kabul etmeyen Kemali varır. Buna tevhid edenin cephesinden değil, kendi cephenden bak. Şayet muvahhidin gözü onda ise O ta kendisidir. Şayet Muvahhidin gözü onda değilse bu bir terkib olurki bizimde atlatacağımız ve maksadımız bu değildir. Bu sebeple İlahi adların ahkamı, adlariyle değişmektedir, öyle ise Allah’ın adlarından (Elmüntakun, Şedidül İkab, Elkahir minelrahim, Elgamir Ellatif) bu ilahi adlar nerdedir? Çünkü intikamcıdan intikam almayı ister, merhametlide bu intikamın kaldırılmasını ister. Her bir ad kendi hükmünü yapmaya bakar, Hakimiyeti kazanmak için aralarında gerçekten bir kavga çıkmış olur. İlahi adlara bakacak olursak bunlar ilahi döğüşten bahseder. Bu sebeple Allahü Teâlâ peygamberine.

“Ve câdilhüm billetî hiye ahsenu.”

Daha iyi bir şeyle onlarla mücadele et buyurmuşlardır. İlahi adların istediği mücadeleyi yapması için peygamberlerine, rastgele mücadele değil daha iyisiyle mücadele emrini vermiştir. Resulüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimizin buyurduğu gibi, «Allah’ı görüyormuş gibi ona ibadet et, kişi iyilikle ve ihsanla mücadele ederse sanki Allah’ını görüyormuş gibi mücadele etmiş olur.» Bunu öyle bil! Bu Ubudiyet makamım kazanmama yegane mani olan gafletimdir, dalgınlığımdır. Benimle onun arasında Ancak gaflet hicabı kalmıştı. Bu hicab kaldırılamaz.

Allah’a hamd olsun ki acelelik hicabı benden kalkmıştır. Fakat gaflet hicabı ise kaldırılması imkansızdır.

Şayet bu hicab aradan kaldırılmış olsaydı O insan hakkında Rububiyetin gizülikleride kalkmış olurdu. Süheyl bin Abdullah buna işaret ederekderki «Rububiyetin bir giziliği vardırki bu gizlilik görünürse, rububiyet iptal edilmiş olur.» Buna göre bu gizlilik elde edilebilir. Fakat ben bilmiyorum ve duymadım, acaba bu rububiyet sırrı zat tarafından elde edilerek bütün mevcudiyetile çıkarılıp gösterilebilir mi?

Ben iyi biliyorum ve kaniim ki bu vuku bulmamıştır, bunu elde etmek için ümidimi kesmiş değilim. Fakat şu varki bu makama yaklaşmak için kişi nefsine nasihat ederse iyi etmiş olur.

·        87 — Seksenyedinci soru: Hak Teâlâ tevhidcilerden beklediği nedir?

Cevap: Hak Teâlâ batın ve zahirle adlandmldığı için sıkıntı ve zahmeti kaldırmıştır. Burada zahir batım sıkıştırmaz. Batın da zahire tazyik yapmaz. Bu zorlama her iki yönden ya zahiri olur veya batini olur. Mazhariyet yönünden Zahir olan odur, kimliği yönünden o batındır. Zahir olduğundan değil benzerleri yönünden mazhariyetler değişik ve çoktur. Ahadiyet bunun zuhurundandır, sayılar da benzerlerindendir, Tevhit sıfati-le sıfatlanan Muvahhitlerden kimliği yönünden Hak Teâlânm isteği ancak tevhittir. Mazhariyetler çoğalsada, zahir çoğalmaz ve değişmez, gören o görünen o olmadıkça başka bir şey göremezler. O talep etmeden onlar birşey talep etmezler. O işitmeden talep ile matlupta bir şey talep etmek. İşitme ve işidilmiş olan birbirini sıkıştırmaz, aralarında hiç bir kavga olmaz, Tezatlar dövüşe ve anlaşmamazlığa sebep olur.

Hak Teâlâ Elmada renk, tad, koku yarattığı halde esas cevherde bir anlaşmamazlık ve birbirine zahmet verme yoktur. Bu meyvedeki sıfatların birbirine muhalefeti ve Tezadı görülmez. Tümü cevherde anlaşmış ve birleşmiştir.

Mesela aynı meyvede çift koku, çift renk, çift tad bulunması imkansızdır. İkileştikleri için, aynı sıfatı taşıyan iki sıfat bir araya gelemez, tezadların bir araya gelmesi muhalefeti ve anlaşmazlığı doğurur. Bundan dolayı Hak Teâlâ muvahhidinden kendisini rahatsız etmemeyi ve sıkıştırmamayı talep eder ki, Rab rab olarak, kul da kul olarak kalmasını arzular.

Muvahhid olanlar İlahi adlarla ayaklanmayacağından, aynı kul ve aynı Rabbm mevcudiyetinden dolayı Hak Teâlâ kulunu ibadetinde sıkıştırmayacağı gibi, kulda Rabbini rububiyetinde sıkıştırmaması ve ona zahmet vermemesi icab eder. Bu sebeple Hak Teâlâ muvahhid olanlardan yalnız tevhid talebinde bulunmuştur. Bu istekle bu zahmet kalkmış münazaada son bulmuş olduğundan, aleminde devamlılığına vesile olacak, ebediyetin, makuliyetine göre, ezeliyetinde anlamı anlaşılacaktır.

Çizdiğimiz bir hat üzerinde farazi bir nokta olmasaydı, ezeli-yet ile ebediyeti birbirinden ayıramazdık ve yine zamanın adem olması keyfiyeti olmasaydı, mazi ile müstakbeli (geçmiş ile geleceği) birbirinden ayıramazdık. İşte bu ara çizgi üzerindeki nokta Ruhubiyettir. Bununla kimlik (hüviyet) benzerlik birbirinden ayrılırki buna Mazhariyetler deriz. Beni senden ve ondan belli eden nokta sensin, ne demek istediğimi anladıysan sen Muvahhit olursun Hak ne isterse o isteği yap, çünkü bu isteği yapmak zorunluğundasm.

·        88 — Seksensekizinci soru: Dileyen Hak Adiyle Hak nedir?

Cevap Belirtilmiş istekleri yönünden, kullarından talep ettiği haktan dolayı ona Hak deriz. Tekevvünleri yönünden bunlar mazhariyetler olup Hakkın talep ettiği hak olmuş olur. Belli olanlardan bilinen budur. Muktazi olan bunu ancak talep karşısında verir. Rabbımz nefsine rahmeti yazmıştır, bunu kendine zorunlu kılmıştır. İşte bu rahmet yerine göre bir hak olmuş olur. Hak Teâlâ

“Ve kâne hakkan aleynâ nasrülmü'minîne.”

buyurur. Anlamı: Müminleri Zafere eriştirmek bize bir hak olmuştur, işte bu bir haktan başka bir şey değildir. Bu gerçeğin gerçek kazancıdır.

Zafiyeti dolayısiyle değil, icabı dolayısiyle onunda bir hukuku vardır. Belli olanlar bu mazhariyeti hak etmemiş olsalardı, bunda hak zuhur etmez ve hikmet sahibi olamazdı. Şayet bu hüviyet ile rububiyet sultanının zuhuru, bu mazhariyetleri hak etmemiş ve belli etmemiş olsaydı bunda bir bozukluk olmuş olurdu ve bu haklarda zuhur etmez ve görülmezdi. Bir kendi nefsinin zuhuruna şahit olsun diye bir şey kendi kendine zuhur etmez, muhakkak bir belirtinin onda zuhuru icab eder, burada Meşhud ve Şahit deriz. Fakat bu belirtiler bunu hak etmez, bu sebeple Hak Teâlâ

“Ketebe rabbüküm a'lâ nefsihirrahmete.”

demiştir. Bu ayette gören gözlerin rahmeti hak ettiğini ifade etmemiştir, göz ve görüşlerin hak ettiği bir şey yoktur ancak mazhariyetleri vardır. Şa anda bu dersimizle ilgili şu şiirimizi size okuyalım, belkide bundan bir şeyler anlarsınız.

Hak nedir, bana değil Hakka sor

gerçek budur ondan başka Hak yoktur

Ona el giteüle değil bu gözle bakarım

hilkatte Haktan başka göz yoktur.

Hak kelimesi onun hüviyeti ve kimliğidir. Adı ise Hulkdır ki o ondan halk olmuştur. Misal olarak:

“Halaka külle şey'in hakkahu.”

her şeyin hakkını o halk etmiştir ve yine

“A'tâ külle şey'in halkahu.”

her şeye kendi Hulkunu vermiştir. Ve yine

 “Ve mâ halaknâssemâvâti velarda ve mâ beynehümâ illâ bilhakki.”

ve

“Bilhakki enzelnâhu ve bilhakki nezele.”

ve yine

“İnnâ erselnâke bilhakki beşîran ve nezHiran.” ve yine

“Ve kulilhakku min rabbiküm.”

bu ayetlerde görüldüğü gibi burada hak hukuk istenmektedir, Hak ile hak istenir, Haktan sonra geriye artık ne kalmış olur. Ne kaldığını ben size söyleyeyim, delalet ve sapıklık kalmış olur.

Bu nisbete göre hak bir vücuttur. Delalet ise bir şaşkınlık ve hayrettir. Yukardan nazil olan bir hak, eksik olan bir hak, ve gönderilecek olan bir hak, bunların tümü Râbbımız olan Allahtandır. Bu haktan ayrılıp uzaklaşanlar nereye gidiyorlar

“İnne hüve illâ zikrün lilâlemîne.”

biz bunu ancak Alemlere hatırlatırız. Burada bunlardan sorumlu olan haktır, muvahhidlerden istenen şey de budur. Nefisle Vacibil vucud olduğundan ona hak adını vermişlerdir.

·        89 — Seksendokuzuncu soru: Bunun başlangıcı nedir?

Cevap: Burada Vicdan Hakka avdet eder. Başlangıcı birinci ad olan addan başlar, Hak Teâlâ kendine

“Hüvelevvelü velâhiru vezzâhiru velbâtinu ve hüve bikülli şey'in alîmün.”

buyurur. Kendi ilk adini en başa koymuştur. Bu ayetten Allahın ilk adının Evveliyat olduğunu öğrenmiş oluyoruz.

Çünkü Vücud bulan cümle mevcudatın baş vuracağı yer Hak olacaktır. Bu sebeple onun başlangıcı evveliyetle olmuştur. Bu evveliyet nisbeti öyle bir nisbettirki, ancak kendi belirtilenle olmuş olur. En ulvi kalem yani birinci Akıl ondan zuhur etmiştir ki, onun ilk yarattığıda bu kalemdir. Bu onun ilk vücududur.

Ezeli Zatiyyet evveliyetle Tavsif edilmez, ancak onunla Allah tavsif edilir. Allahü Teâlâ (Sebbaha lillah) burada kendisi Allahı teşbih etmektedir. Yani Sebbaha kendisidir.

“Mâ fissemâvâti velardi.”

onun belirtileri ve gözleridir.

 “Ve hüvelazîzülhakîmü.”

kendi hüviyeti olan güçlü ve men edici sıfatı olmakla Hakim ol-masıda vicdanına delalet eder.

Semavatı ve yerin sakinleri semavat ve yerle birlikte onların ezici ve kahredici kuvveti ve inhisarı altında bulunduklarından Allahına hamd ve sena edip teşbih çekerler.

“Yuhyî ve yümîtü.”

Burada göz ile belirtiyi yaşatıyor, fakat vasfı da öldürmüş oluyor. Yaşatıldığından dolayı görmenin ve belirtinin devamı vardır. Sıfatlar ise onda arka arkaya birikmiş olur. Zuhur ve belirtilerin devamlı olması, bir evvelkinin zevaliyle o sıfatı zail olmuş olur ve yine onun yerine başka sıfat gelirki o sıfat da vicdandır. Bu da Allaha rucu etmiş our.

“Alâ külli şey'in kadîrün.”

Burada sabit olan belirtiler ve mazhariyetler İlâhi iktidarın hükmünde ve avucunda bulunduğunu bize anlatıyor. Buradaki vicdan ilk sıfat olarak Allaha dönmüş olurki, mertebe yönünden başlangıç sıfatı bu çlmuş olur. Hak Teâlâ’nm ilk mazhariyeti de İlâhî kalemin zuhurudur. Bu da ilkten akim zuhuru demektir. Gözün mazhariyeti de hakkın kendisine zuhur etmesiyle belli olmuştur ki o ilk zuhuru teşkil eder. Kalem ise zuhur ve mazhariyette bulunur ki, bununla mevcudiyeti anlaşılır. Netice, ilkten Allah vardı, akıl da onun gizli hicabı (örtüsü) ve kalkanı olup, sıfatlar onda, birikmiş olur. Birinci akim zuhur ve mevcudiyeti alemin başlangıcını teşkil etmiştir. Kesulüllah efendimiz: Allah ilkten Hak olan Hakkı yaratmıştır, gökler ve yerleri bununla var etmiştir buyurmuşlardır.

·        90 — Doksanıncı soru: Halk etmede ne gibi şeyler yaptı.

Cevap: Bu sorunun iki yönü vardır. Bundan maksat kâinatın tekevvünü ve yaratılması, ise bunların olacağı mukadder olduğundan, bunları icad etmek kendi fiilinin hali olmuş olur. Maksat bu olmayıp halk ettiği mevcudat ise bunlara yok olma (Adem) hali verilmiştir. Hak Teâlâ insanlara

“Ev lâ yezkürülinsânü ennâ halâknâhu min kablü.”

biz sizleri daha önceden halk ettiğimizi hatırlamamasınız anlamını taşır. Burada kula, kıymetlendirildiğini ve adem olan aslını hatırlatıy orsada kendisine bu dünyada var oluş nimeti vermiştirki, bununla onda, zahirin mevcudiyetini belli etmiş, ve göstermiştir. Hak Teâlâ katında insanın itibarlı olmasından ona tek olarak hitab etmektedir, çünkü bu alemi onun için yaratmıştır, o tekevvünü itibariyle İlahi bir suret ve şekil olduğundan alemin bütün gerçeklerini kendisinde toplamış oluyor tek olarak ona hitap etmesi, bütün aleme hitabı sayılır. Bir diğer yönden bakacak olursak, İnsandan başka hiç bir kimse Uluhiyeti iddia etmemiştir. İblis cahilliğiyle mahlûkatı isyana teşvik ederek kendi nefsinin daha faziletli ve ateş unsurundan yaratılmasından ötürü, insandan daha hayırlı olacağını düşünmüştür. Bu sebeple ademe secdeye varmamış, Allahın emrine isyan etmiştir. Allah ona bu isyanı dolayısiyle, masiyetle cehli kendi nefsinde toplamış olduğundan adını Kâfir koymuştur.

İnsan da kendini Allah süsü vererek en yüksek Allah olduğunu ilddia etmiştir. Bu sebeple Allahın hitabı, yukardaki Ayette görüldüğü gibi tek insana olmuştur. Ona da genellikle yokluk sıfatı ademi vermiştir. Onun özel fiili ise Halk ettiğine genellikle, İlahi hikmetin hak ettiği hakkı vermiş olmasıdır. Bu âyette bunun isbatıdır:

“A'tâ külle şey'in halkahu sümme hedâ.”

O yarattıklarına her şeyi vermiş bağışlamış ve doğru yolu göstermiştir buyururlar. Hak Teâlâ insanları Rabbine salih olacak en mükemmel bir surette yaratmıştır, insan bazen kendi kemalini ve hulkunu unutur, şunu isterim, bunu isterim der. Çünkü kendi nefsi için halk olmamıştır, başkası için halk olmuştur. Yani Allah içindir burada bu gaflet ve unutkanlık, kendisinin kendi nefsi için yaratıldığını ona anlatır.

Resulüllah efendimiz,

“Levlem teznibû lecâallâhü bikavmin yeznibûne feyestağfirûne feyagfirullâhü lehtim.”

buyurmuşlardır. Anlamı, sizler kabahat veya suç yapmazsınız, Allah bu suçu işeyecek kullar getirir, sonra onlar tövbe ederler, ve Allah onları af eder, buyurmuşlardır. Kendisi bu sözü ile bu alemde ilahi hükmün zuhuru için her şeyin olacağına işaret etmiştir.

·        91 — Doksanbirinci soru: Hak ne ile tevkil kılındı?

Cevap: Allah’ın emirlerini yürütmek, ve ahkâmını infaz etmek için vekil kılınmıştır. Bu icra işi de kanunlarla yapılır Hak Teâlâ

“Ve rehbâniyyeten ibtedeû'hâ mâ ketebehâ a'leyhim.”

İnsanlar ruhbaniyeti ibda ettiler biz onlara böyle bir şey farz kılmadık ve yazmadık buyuruyorlar. Bu Ayette Allah’ın insanları zem ettiği görülüyor, çünkü insanlar bu büdatı icat ettikleri halde onun hakkını vermedikleri bildiriliyor. Peygamber efendimizin

“Men senne sünneten haseneten felehu ecruhâ ve ecru men a'mele bihâ.”

kimki hasen (iyi) bir iş yaparsa sevabı ve ecri bu ameli yapana ait olur, buyurmuşlardır. Hayır işi bizatihi sevabı davet eder ve ister, şeriatta bu sevap amelin zemanını insanlara göstermiş olur ve yine haseri bir amel yapan kimse on katiyle mükafatlanır, buyuruyorlar.

Hak Teâlâ Davut Aleyhisselâma! Ey Davut, bizim ismi zahirimizle senden evvelkilere bizim vekilimiz olarak gönderilenleri, yerlerinden atmışlardır, bu sebeple halka çıkman için biz seni arzda vekil ve halife yaptık, insanlar arasında hakkaniyetle hüküm ver, kendi nefsinin arzularına uyma, buyuruyorlar. Bundan anlıyoruzki, dininin icablarını yürütmek için Allahü Teâlâ kendine Hakkı vekil kılmaktadır.

Hak Teâlâ hülefasma da şu emri vermiştir! Bu vekilimin vereceği hüküm ve emirle yürüyünüz ve bununla hüküm veriniz keyfi hükümden kaçınınız, buyurmuşlardır. Böylelikle her mu-tahap, tebâsının ve maiyyetinin durumundan mesul olması gerekiyor. Adalet de bu hakkın sıfatıdır, bu adet sıfatını kullanmak için Hak Teâlâ hülafalarını vekil kılmıştır. İrşat edici Allahtır.

·        92 — Doksanikinci soru: Halifeler bunu nasıl kullandılar, meyveleri nedir?

Cevap: Ubudetle beraber olmaktır, meyvesi budur. Fakat ru-bubiyetin marazları insanlarda bu meyvelerin alınmasına mani olur bundan gayri insanda bunun başka bir meyvesi vardır ki o da bütün gücüyle Hakkın kulağı, ve gözü olmasıdır. Ayrıca her şahısda da saltanatı, zemanmdaki hükmünün altına attığı imza meyvesi vardır. Fakat hüzün ve vecdin şiddetinden olan amel meyveleri ise, Allah ehlinden olan bu gibi akıl sahipleri-nindir. Çünkü bunlar kısmetlerini dertlerde hazırlayıp getirmişlerdir. Bunlardan bir kısmı muradına dünyaya kavuşur. Bir kısmının meyveleri ve muradları da birikerek kıyamet gününe kalır.

İnsanların uluları ne için yaratıldıklarını bilmedikleri gibi, tekevvünlerde beraber dursalardı, makbul olurlardı.

Emirde olduğu gibi bunlar, Hakkı istediği şekilde halka tasarruf etmeye bırakarak kendilerinin tasarrufunu red ettiler.

Onlarda böyle bir şey zuhur etmiş olsaydı, bunu kasıtlı yapmış olmazlardı. Çünkü bunu onlara yaptıran Allah’tır. Bunun bilinmesi hikmeti Hak olduğu için onlara göstermiştir. Hükmetmek makama ait olup bildirene ait olmaz.

Padişahı görmüyor musun? Emirleri ülkesinde yürütülmektedir, ne isyan vardır ve nede korku. İnsan olduğu için ricada bulunur. İnsaniyette bunu emreder. Onun gözü ve belirtisi olur. O padişah olduğuna göre insaniyette onun makamı olmuş olur.

Akıllı insanlar, memlekete hâkim olanın, zat ve benzeri değil Makamın tahakküm ettiğini görmüş olurlar.

Tekevvünü insan olduğundan bu böyledir. Onunla her hangi bir insan arasında fark yoktur.. Allah’ın kişileri mazhariyetli tekevvünlerde değil benzerleri yönünden kendi nefislerini görürler. Burada hâkim olan, bulundukları rütbelerdir. Yoksa şahsiyetleri değildir. Ve vakit bu rütbe ile hüküm ederlerse Ubudet ve Ubudiyetten kazançları, yaptıkları farzlar, ve nafile ibadetler, onların topladığı hak meyveleri olmuş olur.

·        93 — Doksanüçüncü soru: Hakkın verdiği adalet hükmü sı-fatile cevabı hak eden kimdir?

Cevap: Şunu bil ki haklı olan şayet bu hakkı veriyorsa, bu Allah’tır, demektir. Burada taifenin maksadı, olan hakkı, Hakkı istemek için hak ettiği davasının sâdıkı olmasıdır. Bu zor bir meseledir. Hakkı olmadığı halde Hak Teâlâ halkına her şeyi bağışlamış, her ferdin istihkakım belirtmiş ve vermiştir. Bunu verdiği halde bu istihkakı nasıl olurda onlardan men eder.

Gerçek şudur ki, Hak Teâlâ halkına her şeyi vermiş görünmesine rağmen, ona bir şey vermemiştir. Mademki Hak Te-âlâ’da adem olmayıp, edebiyyet ve beka sıfatı vardır, Tabiatiy-le kişilerinde çeşitli istekleri sonsuz olacaktır. Ne hatırına gelirse onu rabbinden isteyecektir. Daha aklına gelmedik şeylerde çoktur.

Haklı olan bir istekli haklı olduğu istihkaka göre hakkını Allah’tan isteyecektir. Bu sebeple insan bir talepte bulunacağı vakit, düşünerek istemelidir Veya sormalıdır. Sorgu ve isteğinde bir hak yönü vardır. Bunu bilen hak sahibine sormalıdır. Şayet ondan cevap alamazsa başka bir adalet merciine baş vurmalıdır.

Bizim şeyhlerimizden Ebul Abbas bin Elarif Essınhâcî duasında şöyle derdi. Yarabbi sen nübüvvet ve risalet kapılarını bizlerden başkalarına kapadın. Vilayet kapısını kapamadın, Allah’ım velayette ne kadar yüksek rütbe kıldıysan senin yanma ve bu makama hiç bir veli erişemedi. Beni yanma erişenlerden kıl Allah’ım.

Burada, şeyhimiz bu makamı istemeyi hak etmiş olmasına rağmen, nübüvvet ve risaletin insanın hakkı olduğu halde, bu isteğinin onun hakkı olması imkansızdır. Hak Teâlâ burada şeriat nübüvvetini ve şeFi kapısını kapamıştır. Fakat vilayet kapısını bizlere kapamamıştır. Bu sebeple şeyhimiz bu makamın üst derecesini istemektedir.

Burada bir noktaya dikkat nazarınızı çekerim. Resulüllah efendimiz bu bapta: Cennetteki bu ulvi makam ve dereceyi bir kişi kazanacaktır. Bunu da bana kısmet etmesini Allah’tan dilerim, buyurdular.

Kim ki bu vesile ile bana bir şey sorarsa benim şefaatimi kazana çaktır, demişdi. Hak Teâlâ bu yönden:

“Vebtegû ileyhil vesîlete.”

buyuruyorlar.

·        94 — Doksandördüncü soru: Hak sahibi olanın yen neresidir?

Cevap: Bunun yeri,

“Fî maka'di sıdkin i'nde melikin muktedir.”

burasıdır. Anlamı: kudretli bir padişahın yanındaki doğruluk katindadır.

Evet, ancak doğruluk sandalyasma oturan bir kimse hukukunu isteyebilir. Ne için hukukunu ister? Sadık olduğundan istemiştir. Hak, ancak kudretlinin yanında bulunmakla istenir Yukarıdaki ayete göre haklı olan mütteki olanla bu yerde birleşmiş oluyorlar. Mütteki Cennettedir. Hak sahibi de Cennette olmasına rağmen aralarında bir fark vardır.

İkisinin de Cennetle iştiraki vardır. Haklı olduğu için mütteki ile iştiraki olmuştur. Burada mütteki olan sıdık sandalya-sını, hakkı gözeten kuvvetli bir melikin (padişahın) yanında olduğu için elde edebilmiştir.

Görüş, iktidar, teyit bekası olan bir çevredir. Bu adlar bulunduğu bu muhitten inerler. Ayrı ayrı yerleri ve mekanları vardır.

Bunların yeri Sadık ad, Hak, Nasır, gibi adlar bu adlardan birkaçıdır. Bu adlardan hangisi ona bakacak olursa kendisi onun yerinde olmuş olur. Zafiyette ise bunun yeri vacibatta-dır. Uluhiyette ise bunun yeri istenen zaferdedir. Ubudiyette ise bunun yeri farzların yapılmasmdadır. Ahvalde ise bunun yeri etkidedir. Makamatta ise bunun yeri sıdıkta dır. Cennette ise bunun yeri Mani Hicabın kalkmasmdadır. Dünyada ise bunun yeri fiil ve ameldedir. Bilgi ve marifette ise bunun yeri, kendi emri yönünden Hak olmasındadır. Yarattığı âlemdeki yeri ise adalet ve vefasmdadır, böyle olmakla her çevrede ve mecliste bir yeri varsada, her istekli bir hak bulur belli ederse, makamı hiç bir zaman sarsılmaz. Ve orası onun evi sayılır.

Oruçlu ise orucunu bozmaz. Namazından geri kalmaz. Çünkü o temelli kat sahibi omuştur. Seyahati kalmamıştır. Hatta sefer halinde dahi namaz bırakılmaz ve oruç bozulmaz. Haz-reti Aişenin, benim hiç bir taksirim yoktur. Müminlerin Anasıyım, ne helalim olmuşsa evimde peygamberden olmuştur. Ona yolculuğum olursa bunun aksi olmuş olur.

·        95 — Doksanbeşinci soru: Evliyanın vekarı ve kalplerinin sükûnu nedir?

Cevap: Şayet veli bu sebepleri kovalar ve bunları her hangi bir sebeple aşarsa Cabir sina ve Cabir kina memleketine gider. İki doğuda bir doğu ve iki batıda bir batıyı bir araya getirip, makamlara, resullere, ve şeriat enbiyasına hakkını öderse ve Ulvi Melaikenin insafını tanırsa, İlâhi adları İlâhi adlara yüklerse, hiç bir mahlukta bir hakkı olmazsa, ne bir resulün, nede bir imamın ve nede bir makam sahibinin zulmünden veya adaletinden varisi olduğu ve korkacağı bir makamı yoksa, o vakit kendi üstünlüğünün ve kadrinin bilinmemezliğinden Allah’ına sığınarak ricada bulunur. Bu iştigalinden dolayı kendi hakkını dahi bilmez. Bir yerde ve halde resullerin dahi kendisine benzememesini temenni eder. Bütün bu saydıklarımızın toplamı, vekâr sıfatları olup, kallerinin supkûn bulduğu yerde meskenleri olmuş olur. Onlar Allah’ın muhafaza ettiği güveyi-leridir. İşte kendisiyle onun arasındaki mania budur.

Bir çeşit Mü’min vardır ki, burhan ve isbatiyle kalbinde hasıl ettiği imanı başka bir iş saklar.

Kalplerin neş’e ve sevinciyle birleşen iman işte bu imandır. Kendisiyle arasındaki hicab budur. Çünkü burada sahibinde şek ve şüphe bırakmaz şüphe sokulacak ve yamayacak bir yer bulamaz. Onun yeri de isbat ve delildir.

Sonra iki türlü mü’min vardır. Bir mü’min var ki gözünde ve bakışında bir nur taşır. O nur imaniyle buluşursa, imanla alâkalı görünmeyen nesneleri dahi görmüş olur.

İkinci bir mü’min var ki, gözünde o nur yoktur. Yalnız iman nuru vardır. Kendine onunla bakar ve başkalarını da onunla görür.

Enbiyalar, ruhun kendilerine getirdiği şeyden emindirler, bir müminin hazzı kendisine verilirse, zahirden verilir. Bâtınî haz ise içinde sakladıklarıdır.

Evveliyetten hazzı ise İlâhî hatıralardır, Uhreviyetten hazzı ise geri kalan İlâhî hatıraları yetiştirmektir. Onun kavli bu sözle itmam edilir.

“Ve hüve bikülli şey'in a'lîmün.”

·        97 — Doksanyedinci soru: Her şey helak olur, o yüz helak olmaz. Bu Allah kelâmından mü’minin hazzı nedir?

Cevap: Anlattığımız gibi iman sahibi kişi ol kimsedir ki, basiret gözünde ancak iman nuru taşıyan kimsedir.

Onun için bütün mevcudat Şeyyiyette yok olmaktadır. Ancak o şeyin zatiyeti, yüzü, gerçeği, ve benzerlerindeki görünüşü kalmaktadır.

Allah’ın mazhariyette yüzünü bazı bilgin dostlarımız yukarıdaki âyette olan (Halik) içine sokarlar, bazı dostlarımızda o yüzü mazhariyet itibariyle olduğu gibi bırakır. Helake sokmazlar. Bunu helake sokanlar bunu özel bir mazhariyet itibar ettiklerinden oraya sokarlar. Bunu helake sokmayanlar ise devamlı mazhariyet itibar ettiklerinden onu helake sokmazlar.

Fakat bizler, Şeyyiyyet lafzını Hakkın zatına tesbit ederek veremeyiz. Çünkü bize öyle bir şey gelmedi. Böyle bir şeyle hitap edilmedik. Edep her şeyin üstündedir. Burada onun yüzü, ilkten olduğu gibi mazhariyeti istemekle, ve kimliğini istemektedir. Mazhariyetse onunla zahir yüzü arasında bir münasebeti vardır. Onun için bu istisna edilir. Burada Hak Teâlâ:

“İnnemâ kavlünâ lişey'in izâ erednâhu.”

Helak hali adını Şey koymuştur. Şeyle sıfatlanan her şey yok olmaya mahkûmdur. Yaratılışta değişiklik olmaz. Yaradılış, yaradılıştır; adem de, ademdir

Burada var sıfatiyle sıfatlanan var oluyor. Yok sıfatiyle sıfatlanan yok olur gider. Keşif ehlinin araştırma ve incelemesi bu sonucu vermiştir. Fakat o yüz öyle bir yüzdür ki, önden görür, arkadan görür, görmediği tara* yoktur. Her tarafı göz ve basiret olduğundan bu yüz onu korumaktadır.

Peki böyle azametli ve emsalsiz bir çehreye tehlike hangi yönden sokulabilir? Bunu nasıl helak edebilir? İmkânı var mıdır veya yok mudur? Cevabı yoktur. Allah doğruyu söyler, hidâyete eriştirir.

·        98 — Doksansekizinci soru: Hak Teâlâ yüzünün özelliği nedir?

Cevap: Kullarının teşbihleri onadır. O tehlikelidir, Helak edicide, helak eden olmaz. Şunu bil ki; gerçeklerin helak olma sıfatı yoktur. Her şeyin yüzü o şeyin sıfatıdır. Birbirine nisbetle gerçeklere aykırı olan emirler helake uğrar.

Çünkü gerçeklere aykırı emirler o çehreyi helak edemez. Burada birbirine zıt nisbetler vardır. Bu nisbetlerden birisi herhangi yöne nisbet edilirse muhakkak bir taraf yok olur gider. Bu nisbetlerden aykırılık taşıyana, Helak adı verilir. Bu aykırılığın zeval bulup istinap ettiği yerde helak edicidir. Çünkü kendiliğinden gerçekleri toplamıştır.

Gerçek helak etmediğine göre, çehrenin sıfatında değişme özelliği olduğundan helak edici olduğunu kabul et.

Bu nisbetlere göre en münasib olanıda helak edici sıfatı olmasıdır.

·        99 — Doksandokuzuncu soru: Haindin başlangıcı nedir

Cevap: Başlangıcı başlangıçtadır. Hamdeden kişide bu anlam bulunur. Muhakkak ki bunun, mana yönüne bağlılığı vardır. Çünkü her olayın kesin olarak bir başlangıcı vardır.

Her başlangıcında bir sebebi yardır. Bu sebeplerde olayla bağlanmayı ta’yin eder.

Hamdın Telaffuz yoliyle başlangıcı, onu dilile telaffuz ve ifade ettiği andır.

Bundan sonra bunu istersen İlâhi bir fiil sıfatına bağla ve kabulet. İstersen onu tenzih sıfatına bağlayıp tenzih et. Buradaki Hamid’ten sorulacak olursa, burada kul, benzeri olduğu için, sena’yı onu yaratmış olan hakka yapmıştır.

Mademki Hak onu icat etmiştir öyle ise kul hamdi başlangıç yaparak ona hamdetmiş olacaktır. Şayet gayesi hamdedileni, hamdetmek ise, bunun başlangıcı bağışlama ve minnet olur. Şayet kulun gayesi hamid başlangıcı ile hakikat zatına, veya yaratıklarına hamdetmekse Sena üzerine Sena yapılmalıdır. Bunun başlangıcı da sena olan ilimdir.

Şayet maksadı bizzat hakka hamdetmek ise, bunun başlangıcı kimliktir (hüviyet). Bu da Gayp’tır. Hiç bir zaman zuhur etmez. Şayet maksadı bu sena ile Hak Tealânm Hulkuna hamdetmek ise, bunun başlangıcı, hulkunu başkasına değil ona izafe etmektir.

Şayet maksadı, fatiha ile ona hamdetmek ise, bunun başlangıcı bu suretin B, harfi olmuş olur.

Hakka, Hakkın hulkiyle bakacak olursan bunun başlangıcı, Bismillahirrahmanirrahim olan Fatihanın besmelesidir.

Şayet ona âlemle ilgisi olduğundan mücerred hak nazariyle bakacak olursan, bunun başlangıcı

“Elhamdülillâhi”‘in

Elifi olmuş olur ki, hiç bir emirle bağlantısı olmaz. Ve hiç bir zamanda bunu arzulamaz. Ve bir emirle ilişiği olmaz.

Elhamdülillah’m başlangıç harfi olan elif, yani E harfi, hakka bağlanması için fatiha süresiyle birlikte yükselir, bu harf ancak anlamda İlâhi adlarla birleşmiştir ki, bu adlar onu belli etmiştir, çıkarmıştır. Bu adlardan başka hiç bir şey onunla birleşmez.

Şayet maksadı yaptığı senaların sonucuna hamdetmek ise bunun başlangıcı da, sonucu olduğu için adların ona dönmesi olacaktır. Bunun izleri ancak zahirde ve mazhariyette görülür. Sena ise zahire yapılır. Bundan bir soru çıkarabiliriz. Meselâ; denir ki, Hamd ile zahirin başlangıcı nedir Bu soru ile soru sahibi Fâtiha’yı kasdetmiştir. Çünkü ilk sorusundan sonra de-miştiki, Amin demenin manası nedir? bu kelime Fatihayı bitirdikten sonra kullanılması meşru olan bir kelimedir. Bu Sena içinde bir duadır. Her senah duada karışıktır. Onun için Hak Teâlâ «Namazı benimle kulum arasında ikiye böldüm, yarısı benim, yansıda kullunundur.» der. Burada bu yön kuluna söylenmemiş olduğundan, amin kelimesini söylemek zarureti vardır. Bu suretin sonunda aminden evvelki soru.

“İhdinâ”

Bize bağışla deniyor. Bir kimse ancak ihtiyacından dolayı bir şeyi bir diğerinden ister. Bu sebeple hamdın başlangıcı bu ihtiyaçtan doğmuştur. İcabet hakkmdaki soruda da, ihtiyacı ona vacip kılmamıştır. Ancak, Hak Teâlâ’nm zenginliği dolayısiyle ona ihtiyacı olmuştur. Bundan dolayı hamdın başlangıcı Hak’km âlemlerden daha zengin oluşudur.

“Vallâhü ganiyyün a'nilâlemîne.”

Hak Teâlâ:

“Yâ eyyühennâsü entümül fukarâü ilâllâhi vallâhü hüvelganiyyülhamîdü.”

dikkat edecek olursak Hak Teâlâ bu âyetteki telaffuzunda, fukaralığı zenginliğe ön almıştır. Fakat anlam itibariyle Allah’m zenginliği, halkın fukaralığından daha eskidir. Bu zenginlik ezelden beri onda olan bir şeydir Fukaralığı da, ezelden aldığı zenginlikle Allah’ın yok etmeğe mahkûm kimselere verilmiştir. Tekaddiun ve Teahhür (ön alma ve gerileme) bu iki nokta birbirini nefi ve isbat eder. Bunlardan birisi diğerinin önüne geçemez. Çünkü ezelde tekaddüm veya teahhür olmayacağını bilmelisin.

·        100 — Yüzüncü soru: Amin demekten maksat nedir?

Cevap: Davetçi kendi maslahatı icabı dua olan Sena’yı yapmak isteğinde, ona Amin diyeceksin dediler. O da bunu kısaltarak veya uzatarak söylemiştir. ŞeFi şerifteki habere göre bunu cehren, veya gizli olarak içten söylemesi işaret edilmiştir.

Burada bu emir bellidir. Zahir ve batın olmuştur. Batın olmuşsa gizlemek lâzımdır. Zahir olmuşsa bunu işittirerek (cehren) yapması iktiza eder. Zahirde bunu söylemek daha yaygındır Bunu cehren söylemek batma haz vermiş olur. Fakat gizlemiş ise zahirin bundan haberi olmaz. Batın hususidir. Kendine göre özel gizlilikleri vardır. Zahir ise umumidir, bunda işittirerek ifade yaygındır.

Burada öyle gizlilikler vardır ki bunun anahtan Hak Teâlâ-dadır. Bunu ondan başkası bilmez.

Sonuç olarak diye biliriz ki, hidayetin sonucu mutluluktur. Bir insan dünya hayatında hidayete erişmeye bilir. Fakat Allah’ın inayeti onu geçerek, meyvası olan hidayeti toplamış olur. Bu sebeple, sana icabet ediyorum demez. Af ve mağfiret vardır, der. İşte Hak Teâlâ’nın Amin demesinin maksadı budur.

Hak Teâlâ bu amine karşılık yapılan davet nisbetinde ona icabet eder, bu icabette ona kesin bir saadet vardır. Umumiyetle her duada istenilende, budur.

·        101 — Yüzbirinci soru: Secde nedir?

Her secde edenin, kendi zafiyeti olan aslını secde ile görmesidir. Ona şöyle derler, senden kaybolanı iste bakalım, senin çıkmış olduğun asıl odur. Bu sebeple cisim kendi aslı olan toprağa secde eder. Ruh da kendinin çıktığı Külli Ruha secde eder. Kendine bu mertebeyi kazandıran sır da Rabbma secde etmiş olur.

Bu düzenler tümü gizlidir, görünmez. Bu düzenin ağaçlarda çıktığını görmüyor musun? Tekevvün bir gizlilik içinde olur; kimse onu göremez. Yumurta içinde tekevvün eden bir hayvan gizlilik içinde olup o tekevvün keyfiyetini kimse göremez. Haktan çıkan bütün eşyanın aslı gizlidir, görünmez. Secde padişahları selâmlamağa mahsus bir harekettir. Maiyyet daha alt katta olduklarından secde onlar tarafından yapılır.

Ey Allah’ım! Bizim bulunduğumuz durak, senin ulviyetine nisbetle en aşağı duraktır. Yani diptir. Ona neşetinden değil mertebe ve mekan bakımından nazar etmişlerdir. Onlar devamlı olarak neş’et halindedirler. Melâikelerde bu bilgi ve marifet mertebesine secde etmişlerdir. Veya etmektedir.

Melâikelerin bu secdesinden haberimiz yoktur bu bilgisizlik cahil olduğumuzdan ileri gelmiştir. Ondan ne zuhur etmişse, bu meyanda gölgeler dahi onu görmek için secde etmektedir. Ondan çıkan nur şahısların gölgesini yok etmemek için asliyle kendini korur. Demek asıl olmadan Beka mümkün olmaz. Alemin bekâsıda Allah’ın varlığmdadır. Arzımızda hakim olan Allah’ın gölgesidir.

Allah’ın Kıyamet günündeki gölgeside Arş’dır, Bir memlekette bir bozukluk varsa fesad çıkarsa, bunu sebebini soranlara, arşa sor derler.

Şayet kalp secdeye varırsa, artık o secdeden başını kaldırmaz, ebedi olarak secdede kalır. Çünkü onun secdesi İlâhî adlaradır, zafiyete değildir. Çünkü bu İlâhî adlar onu kalp yapmıştır. Çünkü onu halden hale, dünya ve ahiret haline çevirmektedirler.

Şayet Hak Teâlâ bu kalbe bir mukallip tecelli ettirirse, kendini çeviricinin avcunda görmüş olur. Bu çevirende, hiç bir mahlûkun onsuz olamayacağı İlâhî adlardır. Mahlûkata hüküm eden de bunlardır.

Ahiret gününde sorgu ve suale tabi olmayacak kimse de, kalbi secde eden kişidir. Secdeden daha şerefli bir hal yoktur. Bu, bilgiye varma halidir, ilim sıfatmdanda daha şerefli bir sıfat yoktur. Dünya ve ahirette insana rahatlık ve mutluluk getirir.

·        102 —Yüzikinci soru: Sücudun başlangıcı nedir?

Cevap: Secdenin başlangıcı seni, secdeye vardıran hal ve amillerin tenevvüündedir. Bunun âlimini aramak lâzımdır. Mademki secdeye talip oldun kendini de malûl bir hasta buluyorsun, malûl olan kimse bu secdeyi yapmak için ayağa kalkamaz. Hasta olan kişi, cismen hastadır, kendi nefsini hasta etmemesi icab eder. Seni ayağa kaldırack her hal seni memnun etmez ve razı etmez. Seni memnun edip razı etmezse, seni o vakit hasta etmiş olur. Şimdi seni iyi etmek için bir hasta bakıcıya ihtiyaç his edilir. Hasta bakıcıya ihtiyacı olan kişi, onun bakımına muhtaç olduğundan, kendini muhtaç ve fakir görür. Sen ona muhtaç oldunmu, belkemiğini kırar ve sende başını yerden kaldıramazsın. Artık sen daimi sücudla sıfatlanmış olursun.

İşte secdenin başlangıcı budur. Şayet bu kasd edilmeyip, bunun başlamasına Amil olan nedir veya, seedede sana ilk verilen şey nedir diye sorulacak olursa, bizde cevap olarak, yakınlık vermiştir, diye biliriz. Yakınlıkta, bizi yaklaştıran bir uzaklığa götürmüş olur.

Şunu bil ki, sana secdeyi veren ve başlatan amil uzak yakınlık denilen addır. Şimdi seni böylelikle uzaklıktan yakınlığa getirmiş oldum.

Hak Teâlâ

“Vescud vakterib.”

yaklaş ve secde et buyurur. Başka bir şey demez. Böylelikle kendisine yaklaşmana müsaade ettiğini anlamış olursun. Hak Teâlâya secdeye varıp yaklaşanlara, bu yakınlık makamından liyakatlerine göre makam verilmiş olur.

İlâhi adlara mazhar olduğun için, sana bu inceliği vermiştir. Bu incelik sıfatiyle sıfatlandığın için sana secdeye varma emir edilmiştir. Bunu böyle bil!..

·        103 — Yüzüçüncü soru:

El Jl

“Eli'zzetü izârî.”

Hak Teâlâ’mn bu kelâmı nedir

Cevap: Anlamı: Kuvvet ve kudretim, benim libasımdır. (El-bisemdir). Bundan maksat nedir bunu izaha çalışalım. Hak Teâlâ kullarına kendini tanıtmak için darbı meseller getirerek, kendi ilminden isteyenlere istedikleri malûmat ve meselleri, vermek için onları davet etmiştir. Bu örneklerden

“Meselü nûrihi kemişkâtin fîhâ misbâhun.” anlamı, kandil içindeki nur gibi ve yine

“Allâhü nûrüssemâvâti velardi.”

Allah göklerin ve yerin nurudur. Buyurur. Burada Hak Teâlâ kendi nefsini nur yapmıştır. Birinci haber budur. Demek sıfatı ve hüviyeti (kimliği) nurdur. Mademki Allah nurdur, kandilin nuru nerdedir ve nedir?

Ve yine haberlerden biri de, Allah Teâlâ vahiy ile konuşursa bıı konuşması sanki Safrandaki silsile gibi olur (ortaklık buz deryası kesilir.) öyle ise Hakkın kelâmı nerdedir? îşte bunlar gibi.

“Eli'zzetü izârî.”

buyurmuşlardır. Kuvvet giydiğim elbisedir ve sıfatımdır anlamına gelir. Burada kullarına giydiği giyimin ne olduğunu öğretmiştir ki, isteyen bu sıfatla bezenmiş olsun. Burada İzhar yani giyim üç şeyde kullanılır. Birisi güzelleşmek için, İkincisi kendini korumak için, üçüncüsüde kendini gizlemek içindir. Bu üç çeşit emirle kendini korumuş olur. Çünkü İzzet kuvvetdir, burada izzet tzara, yani elbiseye ihtiyacı vardır bu İzara, kuvveti korumuş oluyor.

Hak Teâlâ bu korunma elbisesini giyince, ondaki vasıfla, akıl icadı ire benzerleri idrak edip kabul etmeyi men etmiştir.

Bunu nasıl icad etmiştir, nasıl kabul etmiştir, bu mazhariyete nasıl erişmiştir, ondan başkası bunu bilmez.

İzzet, azamet, kibriya, onun baş sıfatlarmdandır. Bulacağımız İzzet ve Kahır ise gizliliği idraktir. Alem bununla zuhur etmiştir.

·        104 — Yüzdördüncü soru: Azamet benim paltomdur, demesinden kasıt nedir?

Cevap: Hak diyor ki, Akılların giydiği bu Azamet elbisesi, Hakkın tecellisini idraktan saklayan yekpare bir giyimdir, (paltodur).

Hakikatte, azamet Hakkın sıfatı değildir. Azamet onu bilip tanıyan kalplerin sıfatıdır ki, bunu giyenlere perde vazifesi görür.

Ebû Naim Hafız’m (Delailünnübüvve) adındaki eserinde, Cibril Aleyhisselâm, Resulüllah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizi, ağaçtaki bir kuş yuvasına oturtup, kendide diğer bir kuş yuvasına oturarak esraya, yani Hak Teâlâ’nm huzuruna götürmüştür. Dünyanın semasına yardıklarında, o onlara yakut ve incideu yapılmış ve refrefe benzeyen ir şey uzanır. Bu esnada Cebrail Aleyhisselâm, kendinden geçerek bakılır, fakat peygamberi zişan efendimizde hiç bir değişiklik olmaz, olduğu gibi kalır.

Resulüllah efendimiz bu olay hakkında, O vakit Cebrail Aleyhisselâmm bana nisbetle âlemdeki üstünlüğünü anlamış oldum. Çünkü o semadan uzanıp gelmiş olan şeyin ne olduğunu anlamıştır, fakat ben bir şey anlamamıştım, buyurmuşlardır.

Bu sarkan ve süslü ilahi nurdan dolayı, Cebrail Aleyhisselâ-mm kalbinde, hasıl olan azamet onu bilip tanımasından ileri gelmiştir. İşte burada bu hal görünenden değil, görenin içinde olmuştur ki, Cibrilin kalbi azametle sıfatlanmış oluyor. Şayet bu hal görünen şeyden olsaydı, herkes onu tanzim eder büyütürdü. Fakat bu böyle değildir, Sahih den haber aldığımıza göre Hak Teâlâ bu ümmete ancak kıyamet günü görünecektir.

Daha önceki derslerde anlattığımız gibi, kıyamet gününde Hak Teâlâ münafıklara, ben sizin rabbinizim buyurur, münafıklar ise cahilliklerinden onu inkâr ederek bilmemezlikten gelir, tazimde bulunmazlar.

Fakat tanıdıkları rabları izile onlara-göründüğü vakit, kendi rabları olduğunu anlamış olurlar, o vakit kalplerinde ona karşı bir haybet ve azamet his etmiş olurlar.

Hak Teâlâ’nm Azamet benim paltom’dır, demesinden murad, âlim olanların akıllarına giydirdiği palto olmuş olur, yoksa elbise değildir.

Çünkü elbise parçalariyle bir bütündür, Palto ise başlı başına bir bütündür, parçaları yoktur, onunla her tarafını kapamış olur.

El Azametü Izari kavlinde, izar yekpare giyime, yani, ceket pantalon veya şalvar olmayıp, paltoya denir.

·        105 — Yüzbeşinci soru: İzar nedir?

Cevap: İlâhi kudretin gerçeği etkileyen ve gizleyen gayret örtüşüdür. Bunun açıklamasını bir evvelki dersimizde yapmıştık.

106—Yüzaltmcı soru: Rida       “Ridâ'” nedir?

Cevap: îlâhi gerçekleri ve imkânları,kendi yaratılışı suretinde toplayan zattır. Bundan daha mükemmel bir kemal tasavvur edilemez, bazı bilginler arasında bu mevzuda anlaşama-mazlık olmuştur, diyorlar ki, yukarıdaki anlama göre bu kâmil kişiden iki şahıs bulunmaz mı?

Veya iki olmayıp bir kişi bulunduğunu farzetsek bu şahıs kimdir? Dünyanın neresindedir? Beşer midir, cin midir, melek midir? Böylece münakaşa yaparlar. Bunu Rida adlandırmasından gaye Helak anlamına geldiği içindir. Bunu harcamak için kullanır. Bu Rida’yi giyinmiş olanda helak edici olmuş olur ki, ismi faili Halik olur. Şimdi artık meseleyi sana bırakıyorum, bak bakalım bunu giyen kimdir, sen hükmünü ver. Anlattığımızın gerçeğini bulacaksın, bunu giyinmiş olan görünmemek için bununla kendini gizler. Hak Teâlâ bu yönde der ki,

“Lâ tüdrikhülebsârü.”

basiretler ona varamaz. Bu palto görülmemeyi sağlar ve görecek gözlere perde olur. Gözler ancak maniayı yani hicabı görür, içindekini göremez, sınırı orasıdır orda kalmış olur. Bunda da düşünenler için bir hikmet vardır.

“İnne fi zâlike leâyâtin likavmin ya'kilûne.”

·        107 — Yüzyedinci soru: Kibir nedir?

Cevap: Bunun hakkmdaki cevap değişiktir. Çoğunlukla bunu şöyle anlatırlar, bu kalplerin değişmesinden olan bir haldir.

Burada hak herkesçe bilinmektedir, kibriyada onun ilmine tabidir. Bunu bilen bir kimse Hakkın büyüklüğü, kalbindekin-den daha azametli olarak kalbine girmiş olur.

Şayet kibriya zata sıfat olmuş olsaydı zat yükümlü (mürekkep) olmuş olurdu. Bu sebeple gelen haberde

“Elkibriyâü ridâî.”

buyurulur. Bundan anlaşıldığına göre Kibriya kul ile Hak arasında bir hicab olmuş oluyor. Hak Teâlâ bu hicabı kulu tarafından görülmemek ve aslını belli etmemek için koymuştur.

Buradaki büyüklük onu ancak giyinmiş olana izafe edilir. Burada hayret edilecek bir hal vardır. Azamette öyledir. Bu Hakkın ne zatı ve ne de manevi sıfatıdır. Manaların sıfatını kendi zafiyetinde kullanmayı ve kendi nefsi için sıfat olmasında imkânsız kılmıştır. Bu iki yön kaldırılmış olursa, bu sıfat ancak onun tecelli edeceği güne ait olmuş olur.

·        108 — Yüzsekizinci soru: Vekâr nedir

Cevap: Tecelli yükünü, husul bulmadan önce taşımak ve onunla yok olmaktır, ölüm vuku bulmadan evvel, ölüm sarhoşluğuna girme haline benzetilir. Bu sebeple tecellide öncelikler vardır. Güneş doğmadan fecrin doğmasına benzer. Aldığımız haberlerde, Rabbm dağdaki tecellisinde Melâike ve Ruhani kuvvetlerin, Rablerinden önce oraya bulutlar halinde varmaları, bu tecellinin vekârdan olmuş ağırlıklarıdır.

Şayet bir şeyde ağırlık arttımı, tabii olarak sürat ve harekette azalmış ve zayıflamış olur.

İşte bu ağırlık ve sükûn haline Vekâr adı verilir. Bu sükûn tabii mizaçtan olmayıp ariz olan ağırlıktan ileri gelir.

Heybet ve azamete varis olan kişide emir sonucu olan sükûna da Vefcâr adı verilir. Fakat insanın tabii mizacındaki, rutubet ve soğuğuna harareti yenmesinden veya korunmasından olan sükûn vekâr değildir. Vekâr ise tazim ve azametin sonucudur.

Bazı Allah kişileri vardır ki, onlara bakılacak olursa, onlar-daki vekâr ve azamet derhal görülür ve anlaşılır. Hak Teâlâ bu bapta, buyuruyorlar

“Ve i'bâdürrahmânillezîne yemşûne a'lâlârdi hevnen.” 01 rahmanın kulları ki yerde ağır ve yavaş yürürler. Peygamber efendimizde Cuma Namazına işaretle:

“Felâ tü'tûhâ ve entüm tesû'ne.”

buyuruyorlar, anlamı Şudur, oraya ancak ağır ağır yürüyerek vekârla gelin.

·        109 — Yüzdokuzuncu soru: Padişahın tacı nedir?

Cevap: Padişahın tacı, padişahın işaretidir. Hakim olan kitabın taçlandırılması için hâkim olan sultanın yazısı o kitap içinde olması ve bulunmasiyle olur.

Bu kitap rakamlıdır, Allah’a yakın olanlar bunu müşahede eder. Yakın olmayanlar bunu göremez ve bilemezler. Bu kitabın taçlandırılması, gerçeklerin toplanmasiyle olmuştur. Bu da onu yapana bir işaret ve delildir. Bu kitab İlâhi adlarla süslenmiş olduğundan, bu adlar bu kitaba tabi olmuşlardır, bu taçlandırma ile İlâhi emirlerin hüküm ve izleri melikte ve kemal sahibinde belli olmuştur.

·        110 — Yüzonuncu soru: Heybet meclislerinin sıfatı nedir?

Cevap: Heybet vekara varis olduğundan, bu meclisin sıfatı sorulmaktadır. Bunun hakkın iki eli oturmasının sıfatı nedir? Bunun sıfatı iltifat etmemektir. Ve gizliliğin görünüşlerle iştigalidir. Kalbin hatıralardan aklında fikir yaralarından temiz ve uzak kalmasıdır’ İyiyi, kötüyü ayırmamak ve kulakları daimi olarak o yöne Çevirmek, basiretini batırmadan gözleri yere dikmek, dertleri toplayıp nefsinde hafifletmiş olmasıdır. İşte bu gibi ve bu sıfatı taşıyan meclis azalarının toplanmasından bir gürültü değil ancak bir vızıltı duyulur. İşte Heybet meclislerinin sıfatı budur.

·        111 — Yüzonbirinci soru:

“Mülkülâlâ'.”

Allah ailesinin mülk sıfatı nedir?

Cevap: Ruhanidir. Mülkün sıfatı özellikle cemadata aittir. Bu, yaratılanların Allah Süphanehü ve Teâlâ’ya karşı en itaatli olanıdır. Çünkü kendisinin Allah’a mülk olduğunu bilmektedir. Bununla beraber, Allah’tan gayri, kâinatta ne yaratılmış ise o Allah’ın malıdır. Burada mülkün üstünlüğü ve fazileti, kendisini mülk olarak bilmesidir. Buna göre Allah ile muamelesi vardır.

Bitkilerden her bitki bu sıfatı taşımaz, bunlardan bazıları nisbet olsun diye biter, geri kalanlar ise mülk olduğunu bilerek ve bu gerçekle çıkarlar, bunlardan bir kısmı gerçekte durmazlar. Hak Teâlâ onları şu şekilde anlatmıştır.

“VeliIIâhi yescüdü men fissemâvâti ve men filardi tav'an ve kerhen.”

Semavat ve yerde ne varsa, isteyerek veya istemeyerek Allah’a secde ederler. Burada istemiyerek secdeye varanın itaatli olması mümkündür. Burada en azametli olan Allah ailesidir ve en mükemmeli de ona cömertçe verilen Nimettir.

Nimetlere bu mülkleri veren odur. Resulüllah efendimiz şöyle buyurmuştur. Size verdiği nimetlerden dolayı Allahı seviniz.

Allah’tan gayri her şey gıdalanmaktadır. Allah’tan gayri herkes nimetler içindedir. Allah’a olan ibadet te. Allah’ın nimeti olan, mülkün nimetidir. Nimetlerde mülkten sayılır ve nimete muhtaçtır. Bu nimetin vücut ve bekâsıda, nimete hak edenlerdedir.

·        112 — Yüzonikinci soru:. Ziya mülkünün sıfatı nedir?

Cevap: Hak Teâlâ buna KuFan’da Ziya demiştir. Tekva sahibi olanlara bunu hatırlatmıştır. KuFan’da bu ışık yandıkça, onun mülkü ve malı olmuş olur.

Kâinatta güneşi ışık yapmıştır, dünyamız bu güneşle ışıklandıkça, kendi benzerini onda görür ki, buna da ziya mülkü denilir. Her hangi bir nur bir ışık verirse o ziya mülkünden olmuş olur. Nur ile ışık arasında fark vardır.

Resulüllah sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, Hak Teâlâ hakkında           “Hicâbühunnûrü” buyurmuşlardır ya

ni hakkın hicabı nurdur, buyurmuşlardır. Işık ise mani bir perde değildir, onunla her şey görünür. Nur ise bunu gizler ve göstermez. Burada ışık nurun izidir, veya nurun gölgesidir. Burada İlâhi nur hicabı ışık yapmıştır.

Fakat ışık (ziya) hicaba nisbetle gölge, nura nisbetle bir hi-cabtır. Böylelikle ziya olduğundan o keşfedicidir. Gölge olduğu yönünden rahattır. Burada ziyanın mülkü, keşfin mülkü olur ki, bu da, ilmin mülkü olmuş olur. Rahatlığın mülkü de rahme tin mülkü olmuş olur.

Dikkat edecek olursak burada ziyayı, rahmetle ilim arasına sokmuş ve toplamıştır. Hak Teâlâ Hızıra minnet babında

“Teynâhu rahmeten min i'ndinâ.”

buyurmuşlardır. Burada Hızır’a verilen rahmet gölgedir. Ayetin devamı olan

“Ve a'llemnâhu min ledünnâ i'lmen.”

buradaki ilim de ışıktır. Hızıra verilen ziya keşfidir ki, keşiflerin en mükemmel olanıdır. Ve noksansızdır. Biraz evvel nurun bir hicab olduğunu söylemiştik, Resulüllah efendimizin Onu nurani görüyorum demiş olması, gözlerin hiç bir vakit nuru idrak edip göremiyeceğidir. Çünkü gözün görüşü zaiftir. Nur kendi nefsinde bizatihi hicaptır. Fakat ziya böyle değildir. O ruhun nuru, olmakla ziya zatın nuru olur. Böylelikle, ziyanın mülkü zati mülktür, ve İlâhi adların zatıda İlâhi adların ışığı olur ki, ziya mülkü İlâhi adlar mülkü olmuş olur.

KuFan’a gelince öyle bir ışıktır ki, bunun mülkü KuFan’m gösterdikleridir. Musa Aleyhisselâm zamanında (Muhammedi KuFan’dan) bazı bilgileri Hızır Aleyhisselâm öğrenmiş bulunmaktadır.

Çünkü Kur’an semavi olarak inen kitaplardaki ilimleri bize açıklamış oluyor. KuFan-ı bilene ve taşıyana tam bir ışık verilmiş olur. Bu ışık cümle ilimleri içine almıştır Hak Teâlâ

“Mâ ferratnâ filkitâbi min şey'in.”

buyurmuşlardır. Bu ayetle Aziz olan KuFan’ı işaret etmektedir. O KuFana ne iki eli arasından ve nede arkasından batıl hiç bir şey giremez. Zaten bu sebepledir ki, efendimize

“Câmiu'lkelim.”

adı verilmiştir.

KuFan melaikeler ve enbiya hakkında her ilim ve her dini içinde toplamış olduğu cihetle, ve kendiside ışık olması itibariyle bunu bütün dallariyle KuFan ehline açıklamış olur.

KuFan ışık olmakla zafiyeti bakımından Nurdur. Çünkü, kendi izzet ve kuvvetini bilmez, ve idrak etmez. KuFan’ı Hak Teâlâ kime vermiş ise ona kâmil ve tam ilmide vermiş olur.

Beşer arasındaki halktan Muhammedilerden daha kâmil ve tanıamiyyeti nefsinde toplayan kimse yoktur. Ayette bunu açık olarak bildirmektedir.

“Ve hüm hayre ümmetin uhricet linnâsi.”

Burada bizleri en hayırlı ümmet olarak göstermektedir. Hak Teâlâ güneşi bütün âlemde hayat nurunun vücud bulması için yapmıştır. Hak Teâlâ yaşantı ile âleme merhamet etmiştir.

Buradaki yaşantıda rahmetin mülkü olmuş olur. Ol felek ki, içine her şey sığınıştır.

İlim, İrade, Kudret, Kelâm, işitme, Görme, İdrak yönünden Allah’a nisbet edilen herşeyde, yaşantının İlâhi zata nis-beti şarttır. Bu nisbeti yükselttikçe, bu neseb de tümüyle yükselmiş olur ki, bu da bütün adları içine alan zati rahmettir. Bu da zati nurun ışığıdır, hicab nesebinin örtüşüdür. Çünkü ilâh ancak bu neseblerle akleder. Zata bir hicab ve ilâh olması hasebiyle, bu neseble de zat nuru taakkul eder.

Burada Uluhiyet, ziyanın gözü, keşif ilminin gözü, nesebi gölgenin gözü, rahmetinde gözü olmuş olur.

Demek oluyor ki, Uluhiyet kevin için ilim ve rahmeti kendinde toplamaktadır. Hak Teâlâ bu mülkün ziyası olan İlâhi makamı, İlâhi adlar için vermemiştir. Bu makam, göklerin ve yerlerin ve onların arasındaki mülkünden daha yüksek ve daha ince bir makamdır. Bunu bir çok insanlar bilmez, buradaki zenginliği sana hatırlattım, burada şifâ vardır.

·        113 —Yüzonüçüncü soru: Melikil kuddusun sıfatı nedir?

Cevap: Melâikeler, seni takdis ediyoruz dediler, kimi takdis ederler? Takdis ettikleri efendileridir. Senin için, her şeye hâkim ve mutasarıf olan padişahın ehlinden olduk, dediler.

Beşerden kalbden temiz ve pak olanlar da, her şeye hâkim olan padişahın ehlinden sayılır. Resulüllah efendimizin ehli beytide bu azametli padişahın ehlindendir.

Ulvi ruhlar tümiyle bu padişah ailesinden sayılır.' Bu sıfatlar ona mensup zevatlarla değişir. Allah süphanehu ve Teâlâ padişah adını Kuddus adiyle sıfatlandırdığı zaman, padişah mülkü taleb edeceğinden, burada padişaha Kudüsü yani nimetleri vermiş ve ona ilhak etmiştir. Bu azametli padişahın zevatı iki türlü takdis edilir, bunlardan zati nimeti olan zevat vardır, bunlar ancak İlâhi adlardan tekevvün eden ve bunlara iltifat eden, kevni, zevattır. Bunları hiç bir şey ve hicab Allahlarından gizleyemez. Bunların hicab sıfatı olmadığından Allahlarından gizlenemezler. Çünkü o hicab onlarca mukaddes değildir ve o azamete izafe edilmez. O azametli padişahdan ayrılıp çıkmış olur. İşte bu gibiler gece gündüz teşbih çekerler ve ona hamdederler hiç bir kimseye iftira etmezler, kendi büyüklerini daimi şehadetle tenzih ederler. İşte bu makamı, beşer cinsinden kimse elde edememiştir. Ancak inayeti süphaniye şehade-tiyle tekevvün etmiş ve hilkatin bidayetinde yaratılıp sonradan zahiren dünyaya gönderilen Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz bu makama ermiştir.

Çünkü kendisi bir sözünde

 “Küntü nebiyyen ve âdeme beynelmâi vettîni.” çamur ve su arasında ben peygamber ve insandım, buyurmuşlardır.

Kendisini öyle bir memlekette bulmuş ki, orada Allahı tev-hid eden bir kişi yoktu. Bütün aile efradı müşrük olmalarına rağmen, kendisi müşrik olmadı. Allahı tevhide devam etti.

Ruhan ve bedenen olgunluk çağma geldiğinden ve fikir yönünden de kuvvetlendiğinden ve iş yapacak bir yaşa ulaştığından Hara dağındaki mağarasına çekilip rabbmı düşünmeye ve onunla baş başa kalmaya başlamıştı. Bu hal onda bir zaman devam etti. En nihayet Hak Teâlâ onu bütün insanlık için bir rahmet olarak gönderip vazifedar kıldı.

Peygamber efendimizin özelliklerinden biri de devamlı olarak Allaha zikir etmesiydi.

Mü’minlerin Annesi Hazreti Aişe onun hakkında: Resulül-lah kendi nefsi için, bu sadıktır çünkü gözü uyur, fakat kalbi uyumaz, dediğini ondan duyarak haber vermiştir.

Onun ölümüde hissen olmuştur. Çünkü hissiyle uyurdu. Hak Teâlâ buna işaretle

“İnneke meyyitün.”

sen ölmüşsün diye ona hitap etmiştir.

Hayat onu ilk halk ettiği günden bir dost gibi ona refakat etmiş, kalbi ne uyumuş ve ne de Ölmüştü. Halikini bir an dahi müşahededen vaz geçmemişti. Zinunnu nusriden bir misak alınması yönünden kendisine sorulduğunda sanki kendisi su anda sesiyle kulağının içindedir, demiştir.

Bu ulu zatın bu halde iken onun tanıdığını anlatmak istemiştir. Bu sebeple kimsenin erişemediği bu makama onun erişebildiğini söylemiştim. Bunu kesin olarak değil bir ihtimaller olacağını anlatmak istedim. Kuran ile gönderilen vahiyde

“Kul innemâ ene beşerün mislüküm.”

söylemesini istemiştir. Bundan şunu anlıyoruz ki, kendisinin hükmü beşer hükmüdür. Burada istisna edilen bir şey varsa kendisine özellikle İlâhi yakınlığın verilmiş olmasıdır. Bunuda kendi sözleriyle isbatlamıştır. Ve demiştir ki, ben bir beşerim, beşerin gazabı gibi gazab eder, onun razı olduğu şeye bende razı olurum.

Şu var ki gazap ve rıza beşerde Nefsi nattk’ın sıfatı olmayıp Hayvani nefsin sıfatı olmasıdır. Fakat hayvanlarda bu sıfat görünmez.

Bu Melikül kudus’ün sıfatlarından biri de, tabiattan ve hakiki olarakta İlâhi adların izleriyle İlâhi adların müşahedesinden uzaklaşmaktır. Bu uzaklaşma etkiden olmayıp uluhiye-tinin gerçekliğinden olmaktadır.

Benim bildiğim şudur ki, tabii neş’et Allah'ın haber verdiğine göre hem yaratımış ve hem de yaratılmamıştır. Bundan maksad, bunun tam veya noksan olarak halk edilip edilmediğidir.

Tamamlanmayan bir hulk, Hak Teâlâ’nm bu kavline girmiştir

“A’tâ külle şey'in halkahu.”

her şeye kendi Hulkunu vermiştir. Burada noksanlık verdiğini işaret ediyor.

Burada noksana ilâve yapmak da onun benzeri olacağından, hulkunda noksanlık olduğu anlaşılırdı. Fakat her şey verdiğine göre hulkuna bir noksanlık vermemiştir.

Noksanlığın tamamı noksanlıktır.

·        114 — Yüzondördüncü soru: Elkadus nedir?

Cevap: Temizlik ve paklıktır. Bu da iki türlüdür, birisi zati diğeri arazidir.

Zati olan paklık azamet adının verdiği ve etkisinin zatında olduğu ve İlâhi çevrenin tenzihine paklık (Elkudus) denir.

Bir eserin kabulü, kabil olanla değiştirilmesidir, eğer bu değişiklik, benzeri benzerine bir yer ve mekanda yapılıyorsa, o mekan ve yer değişiklikle tavsif edilir. Bunun anlamı da şudur, meselâ bu yer sarı iken yeşil olmuştur veya sakin iken hareketli olmuş gibi. Burada zati taharet yer değiştirip, değişikliği kabulleniyor demektir. Paklık ile azamet değişikliği kabullenmez.

Fakat arazi taharet, değişikliği kabul eder. Ve bozar yani nakzeder, insanlar bu yönden birbiriyle anlaşamazlar. Bu sebeple nefisleri riyazat ile pak etmek, ahlakı temize çıkarmak olur.

Mizacın mücadele ile temizlenmesi, akılların keşif ve mütalâa ile temizlenmesi, yaraların meşru olan emir ve nebileri bilmekle temizlenmesi, bu gibi taharetle, bunların zıdları hiç bir zaman ve yerde birleşemez, padişahını daha önce anlattığımız Kudmus budur. Yani taharet, paklık budur.

Arizi olan taharet ise ancak Mürekkeblerde olur, eğer yükümlü olan taharetle sıfatlanırsa buna taharet çevresi denir ki bu temizlik vasfını bozacak zıdları kabul etmeyen bir' hicaptır. Eğer bu çevreye giriş men edilmeseydi, burası taharet çevresi olmazdı.

Bu hicap duvarı rabbinin verdiği yasak değildi, burada paklık nezahet ve temizlik ve tenzih edenlerde Akıcı İlâhi bir hakikattir.

Onun nuruna özel ve muayyen hiç bir renk giremez ve yetişemez, hiç bir gözde kâinatın hakikatlerine nüfuz edemez. Ayrılmış nur âlemlerinde de karanlıktan bir iz yoktur.

Bu sebeple unsuri cisimlerin tedbirli ve becerikli ruhları, bu temizlik hicabı çevresine hiç bir zaman giremezler, fakat kâmil ve arif kişi bunu bir taharet çevresi olarak görür. Bu sebeple anlayan ve bilen kişiler, bu ruhların hiç bir zaman bu paklık çevresine giremiyeceğini söylerler.

Şey ise kendi nefsiyle buraya girmesi imkânsızdır. Çünkü onda Kudüs çevresi hicabı vardır. Arif olanda, olmayanda bu yönden anlaşmış olup, ruhların Kudsî hâzineye girmeyeceğini söylerler ve kesinlikle paklık taşımaz derler. İnsan tabiatının, karanlık, dünyada, berzahta ve ahirette becerikli ve tedbirli ruhları bırakmazlar ve beraberdirler. Yalnız bu bilgin ve Arifler, görüşlerinde anlaşmamazlığa düştüler, bunların tümü gerçeği söyleyip manalarını işaret etmişlerdir. Fakat bir mana üzerinde birleşemediler. Bu sebeple bu ihtilâf, bu yolda bir hakikat olarak düşünülemez.

Şayet Zati ve Arazi taharetle sıfatlanan her zata, temiz, veya pak padişah mı diyeceğiz?

Elkuddus İlâhi bir adtır ondan zahir olan her şeyde paklık yapılmıştır. Kim ki cümle eşyalara İlâhi hakikatlere bağlı olarak bakarsa, Allah’tan gayri o, tümün temizlik padişahı olur.

Fakat bu eşyalara benzerliklerinden dolayı bakarsa o temizlik şahı tahareti arazi olmayınca, onunla birlikte olmaz.

Fakat zati temizlik, Melikil Kudüs olması için pak ve paklık padişahı olması icab eder. O vakit bu ad ona verilmiş olur. Her temizleyicinin temizliği, zatın yapabileceği temizliğe göre olur.

Burada iki türlü taharet vardır. Hissi taharet ve manevi taharet işte Melikül kudüs, bundandır.

Hak Teâlâ

“Ve yünezzilü a'leyküm minessemâi mâen liyütah-hirekümbihi ve yüzhibe anküm riczeşşeytâni ve liyer-bite a'lâ kulûbiküm ve yüsebbite bihilakdâme.”

âyette belirtildiğine göre gökten suyun inmesi bu manevi temizliğin sebebidir.

Hissi olan taharet ise Resulüllah efendimizin Ebâ Hüreyre-ye cünüb iken olan sözüdür. Ebâ Hüreyre ta’zim maksadiyle uzatmış olduğu elini Resulüllah efendimizin elinden çekmiştir, çünkü temiz olmayıp, cünüb olduğunu hatırlamıştı, peygamberimiz ona, ya Ebâ Hüreyre bir mü’min hiç bir zaman kirlenmez, mü’min’in teri ve artığı temizdir, buyurdular, işte bu hissi taharete bir misâldür. Bütün bu vadiler temizdir, ancak ona bir ariza gelirse kirlenir. Her vadide bir şeytan vardır. O kirlidir. O kirli vadiden şeytan çıkmadıkça, mü’min bir hayır görmez.

Bu cihet peygamber efendimizden sabit olmuştur ki, bu vadide şeytan vardır buyararak oradan ayrılıp yükseldi ve başka bir yerde namazını kılmıştır. İblisin durak yeri olan bu vadi Araf tâki (urne) vadisidir onun için arife günü Arafata çıkarlar o vadiden yükselirler.

·        115 —Yüzonbeşinci soru: (Subuhatül vechiyye).Nur ve azametin çehresi ve yönü nedir?

Cevap: Bir şeyin yüzü o şeyin zatı ve gerçeğidir. Onlar zati nurlardır bizimle onun arasında İlâhi adların hicabı vardır. Hak Teâlâ bu çehre hakkında

“Külle şey'in hâlikün illâ vechehu.”

buyurmuşlardır. Umumiyetle nur ve azamet Subûhat budur. Yaygın ve ona yakışmayacak bir dille buna tenzih nurları deriz. Bu ademî hükümlerdir. Hakikatte adem zata lâyık değildin Burada hayret ettiğimiz şey, adem çehre ve yönleri taayyün etmiştir. Böylece o vücudu emirie tenzih edilmediği için İlâhi adlar ona neseb olmuşlardır. Eğer iyi düşünürsen, mümkünlerin benzerlerini bu neseblerin yaptığını anlarsın. Bu halleri bu zattan kazanacak olursan. Ya çalışma suretiyle veya isbat suretiyle veya her iki yönle ve her hal kendi nefsine göre bir ad telaf-fuz eder. Bu adlarda iki kısmadır. Bir kısmının tümü nurlardır. Bu adlar vücudu emirlere delalet eder bir kısımda tümü karanlıklardır ki bu adlar tenzihe delalet eder ve der ki, Allah Tealâ’nm nurdan yetmiş ve hatta yetmiş bin hicabı vardır. Bunu üzerinden kaldıracak olsa, hulkunun basireti çehredeki nur ve azametin yandığını idrak edemezdi.

Şayet İlâhi adlar kaldırılmış olsa bu hicaplar da kalkmış olurdu. Bu i’âhi adlar olan bu hicaplar kalkmış olsa, zaün aha-diyeti çıkmış ve görünmüş olurdu. Vücudla sıfatlanan bir benzer, onun ahadiyetinde duramaz ve mümkünlerin benzer mevcudiyetleri, vücudla sıfatlanmayarak gitmiş olurdu. Vücudla sifatlanmayı ancak bu adlarla kabul ederdi.

Bu hicabar gerisindeki mümkünler, mekân hazretlerinin zati bir tecellisi olup, İlâhi adların hicabı gerisinden, vücud sı-fatiyle varis kılınmıştır. Mümkünlere, benzerliğiyle ilgisi yoktur. Allah ancak aklen ve keşfen bilinir ve anlaşılır.

·        116 —Yüz onaltmcı soru: Aşk serabı nedir?

Cevap: İki tecelli arasında orta bir tecellidir ki, bu kesilmeyen devamlı bir tecellidir. Hak Tealânm arif kullarına tecelli ettiği en ulvi makamdır. Bunun başlangıcı zevk tecellisidir. Tecellide kanarak içmek, gönül fukarası kişilere mahsustur. Bunlar İlâhi şaraba susamış, olduklarından gayeleri kanarak içmektir.

Varifk ehli ise Ebâ Yezid ve emsalleri gibilerde ötekiler gibi kanarak içme yoktur. En başta size sunacağım mevzu. Aşkın ne olduğudur. Bununla bu şarabın ne olduğunu kasesine varıncaya kadar öğrenmiş olacaksınız.

Şunu bil ki bu aşk üç mertebe üzerine kurulmuştur. 1 — Tabii aşk. insanların birbirine aşık oldukları gibi, bunda hayvani ruhla birleşme ve ortaklık vardır. Burada iştirak eden ruhlar lezzet yoluyle taraf sahiplerine ruh olmuş olur. Sonuç, şehvetin kabarmasına ve nikâha varmış olur. Rengin renklere karıştığı ve suyun her yere nüfuz etti gibi, ba aşk şehveti de bütün mizaçlara sirayet etmiş olur.

·        2 — Ruhani nefsi aşktır. Bu da kadir ve kıymet bilerek ve onun hakkını vererek, sevgiliye benzemeye çalışmaktır.

·        3 — İlâhi aşktır. Bu da Allah’ın kendi kulunu, kulun da Allah’ını sevmesidir. Hak Teâlânm bu bapta

“Yühibbühüm ve yühibbûnehu.”

buyurmuşlardır. Burada aşk karşılıklıdır. Burada kul, kendi kevnini hakkın bir mazharı olarak görür ki, bu görüştende zahir olanda haktır. Bu tıpkı cisimdeki ruh gibidir. Bunun batını bilinmez. Ancak bunu aşık olan görür ve bilir. Yeter ki Hak kula mazhar olsun, kulunun sıfatiyle sıfatlanmış olsun. Onun ölçü, mikdar siniriyle bezenerek kulunu müşahede etsin. İşte bundan sonra kulu Allah’ın sevgilisi olmuş olur.

Hal böyle giderse aşkın sınırı ve sonu olmaz. Fakat resmi ve lafzi sınırları vardır. Kim ki aşk sınırını tecavüz ederse, bu aşkı tanıyamaz ve bilemez, bu şarabıda içmemiş ise bunun tadını nereden bilmiş olur. Kim ki, bu şarabı içmekle, kandım veya dondum derse, yine bu aşka varmış sayılmaz. Hakiki aşk kanmadan doymadan devamlı içmektir.

Tabii aşkın sebebi, ya bir bakış veya bir duyuştur. Bu iki sebep insanın muhayyilesini etkileyerek, canlandırır ve düşün-dürü. Bundan sonra sevgilinin sureti bir resim gibi sevenin hayalindedir. Onu hiç bir şekilde bırakmaz. Hayalin resim kuvveti, bu sevgiliyi daha güzelleştirir ve canlandırır, bunun sonucu, sevenin rengi sararır, dudakları kurur, gözleri içeri gömülür, kuvvetten düşer, yemekten kesilir. Aşkın kuvveti Aşkı, maşukasına yaklaşmaya ve onunla buluşmaya sevk eder.

Sevgilisiyle karşılaştıkları vakit aşık korku içindedir. Kendinde onu karşılamak kudreti bulunmadığından, kendinden geçer.

Aşıklar korkak oldukları halde tabbi askın kuvveti aşıkı cesaretlendirir, bu cesaret ve ikdam, kendinde olmayıp, sevgilisinden kendine geçmiştir. Bu hal aşıkta sevgilisiyle birleşince-ye kadar, uzaktan ve yakından devam eder. Birleşemezler ise bu hal ölümle neticelenir.

İşte Leylâ ile Mecnunun hikâyesi böyledir. Burada Mecnun olan Kays neye bakmış olsa, ve neyi görmüş ve hatırlamış olsa, Leylâ Leylâ diye feryad ederdi. Hayalindeki Leylâ’nın resmi ve şekli uzaklaştıkça, aşkı alevlenir artar, ona yaklaştıkça sakin-leşirdi. İşte buradaki Hayal hissi etkilemektedir. Bu etkinin çoğalması Meleki aklın kaybolmasına kadar gitmiş olur.

Aşkın, gerek aşıkta gerekse maşukta olan etkileri bunlardır. Hak Teâlâ İlâhi adlarının her birine, bir sıfat ve kudret vermiştir ve bunları da severek vermiştir. Hak Teâlâ bu İlâhi adlara, alemin neş’etinde, severek birer ödev vermiştir. Bu sebeple Alemin icadıda Sevgiden olmuştur. Ruhani aşk ise, şekli, bu anlattığımız ölçü ve sınırdan uzaktadır. Ruhani kuvvetlerin nesebi yönleri vardır. Bu nesebi yönler, seven ve sevilen arasında, bu iltifatları, görerek, işiderek, ve bilerek yayarsa bu Aşk olmuştur. Azalmış ise bu aşk sayılmaz ve bu adı almaz.

Burada nesebden maksad, Ruhların aşk vesilesiyle eserek, aşkı, alıcı ve tutucu ruhlara ruh vermesidir. Bu alıcı ruhlar kendilerine esip gelen ruhları, kabul etmemekle elem duyar. Diğer ruhlar ise adem olmadıkları halde Tekevvünü Âdem olacak o ruhun adı, zamanın şartlarını tekemmül ettirmediğinden, fazla ruh verememekten elem duyar.

Hakikatte bu doğru değildir. Bu ruhlardan her biri, diğerlerinin aşkı uğruna takatlarını sarf etmişlerdir.

Böyle bir aşkta iki sevgiliden biri cismi ve ceseri olmayan aşıkmın uzaklaşıp ayrılışını duymaz ise, iki şahıs arasında ayrılma vuku bulmuş olur. Tabbi aşkta, yaygınlığın yaptığı gibi, bu yön onu etkilemiş olur. Burada, manalar ne çizilir ve ne de bağlanır. Fıtratı eksik olanlar, ancak onu hayal etmiş olurlar, çünkü onu suretsiz olarak resmederler, işte Ariflerin avama göre üstün sevgisi budur.

İlâhi Aşkta ise, bu nur olan güzel addan dolayı, nur mümkünlerin gözlerine geldiğinde, nefsi imkanına zulmet nazarı fışkırır. Bu hal onda kendi gözü olan bir göz yapmış olur ki, ancak onunla görür. O güzel, güzel adiyle tecelli ederek ona aşık olur, mümkünün o gözü, kendine İlâhi bir mazhar olur ki, o gözü mümkünle asdarlayarak, nefsinden uzaklaştırıp yok eder. Bunu yaparken Allah’ın onu sevdiğini bilmez, ve ona mazhar olduğunu anlamaz. Burada kendi nefsini sevmiş olduğunu anlar, ve burada her şey kendi nefsinin sevgisiyle yoğrulduğunu his eder, böylelikle mümkünün nazarında zahirde ancak o kalmış olur.

Allah ancak Allah’ı sever, kul aşkla sıfatlanmaz, bu sıfatın aşkta bir hükmü yoktur. Hak Teâlâ kulunu onda çıkan şeylerle sever, bunada zuhur eden şeyde Hak’tır. İlâhi aşkın alameti, hayal edilen ve düşünülen his ve manevi çevre içinde, bütün kâinatın sevilmesidir.

Her bir çevrenin nurdan bir gözü vardır. Bu gözle, bu güzel adı görerek ona nur elbisesini giydirir. Her aşık ancak nefsine aşık olur. Hak Teâlâ nefsinin, mezahiri sevdiğini söylemiştir. Mazhariyetler ise gözde yok olacağından sevgiliyi bu zahire bağlamış olur ki, onda da za hir olan odur. İşte zahir ile mazhariyet arasındaki nisbet aşktır, aşka bağlanan da Âdemdir. Âdemin aşka asılıp kalması, aşkın devamı demektir ki, niha-yetsizlikle ve sükût etmekle tavsif edilemez.

Aşk Allah’ın sıfatlarmdandır, mahluk sevgisinin Allah ile ilgili yoktur. Fakat Allah’ın sevgilisinin mahlukla ilgisi vardır. Çünkü mahluk yokluğa mahkumdur. Mahluk Allah tarafından devamlı sevilir, çünkü mahluk kendiliğinden zahir olmayıp Allahın bir mazharıdır.

İlahi bir aşkla kul sevilirse sevgisi bu kadar olmuş olur. Onda bu güzellik ve ne de hayal kaydı vardır. Çünkü bunların tümü onda olduğundan bu aşka bu gibi şeyler bağlanmaz. Bu üç mertebe arasındaki iki fark böylece anlaşılmış olur.

Şunu bil ki hayal bir gerçektir, tahayyül ise bazan gerçek, bazan batıldır.

·        117 —Yüz onyedinci soru: Aşk kasesi nedir?

Cevap: Kalptir. Bir halden bir hale dönüp çalkalanmaya Kalp denir. Sevilen Allahta öyledir, her gün bir halden bir hale geçer.

“Külle yevmin hüve fi şey'.”

Cam beyaz billur bir kaseye konan çeşitli renkteki maiyatın rengi billur kasede, kasenin esas rengiyle görünmeyip kendi renkleriyle göründüğü gibi sevgililerin alaka ve çeşidiyle sevenin de sevgisi değişmiş olur ve sevenin rengi sevgilisinin rengini almış olur k, bu olayın da ancak kalble bağlantısı vardır. Bu olay ne akıldan ve ne de hisden neşer eder. Akıl kayd ve bağ âlemindendir. His ise zareretten çıkmıştır, bellidir ki, bu, kalbin zıddı olarak kayt ve bağlama Âlemindendir.

Bundan dolayı aşkın bir çok değişik zıd ahkamı vardır ki bunu ancak kalple birlikte dönüp çalkalanmakla kabul eder. İşte his bu çalkalanmayı kabile birlikte yapar. Burada billur kase mazhar olanın gözü olup serap ise bu kaseden açılan gözdür. Bu şarabı içen de tecelli edenin mütecelli olan da yaptığı fiildir.

·        118 — Yüzonsekizinci soru: Nereden ve nedep?

Cevap: Güzel adının tecellisinden. Resulüllah Efendimiz

“İnnallâhe cemîlün yühibbülcemâle.”

buyurmuştur. Bu sabit bir hadistir. Burada Hak Teâlâ nefsinin güzelliğini ve bu güzelliği sevmiş olduğunu anlatmış oluyor. O yarattığı Âlemi sevmektedir, bu âlemden de daha güzel bir şey yoktur. Âlem güzeldir, güzellikte onun zatmdandır.

Cümle Âlem Allah’ı sever, bu güzellik ondan halkına intikal edip, sirayet ettiğinden, halkı bu sebeple onun sıfatına meftundur.

Alem ise onun mazhariyetleridir. Âlemin birbirini sevmesi, Allahın kendi nefsini sevmesinden doğmuştur. Aşk Mevcudun sıfatıdır, vücud bulanda Allah’ın güzelliğidir. Böylece kendi kendini sıfatlandırmış olmaktadır. Ondaki heybet güzelliğin-dendir. insanlar da o celâlin bir eseridir. O Eserde de bir çok bilgiler veren odur.

Sallâllahü Aleyhi vesellem efendimiz, bazı gizli İlimler vardır ki, bunu ancak Allah’ın alimleri bilir, bunlar bu ilim adiyle konuşurlarsa bunu ancak Allah’ın Adlanmış kulları inkâr eder, buy urmuş ardır.

İnsan natıkasının altındaki îlim ise budur. Natıkanın dışında ve tahakkümü altında olmayan ilmi sen nasıl düşünüyorsun? Her ilim kelime ve ibarelerin hükmüne girmez, onun tümü zevk ilimleridir. Şunu bilin ki akıldan daha alimi olmadığı gibi, akıldan da daha cahili bulunmaz.

Akıl ebedî olarak faydalanır, akıl öyle bir alimdir ki, ilmini bilmez akıl öyle bir cahildir ki, cehli tükenmez.

·        119 — Seni kendi aşkiyle sarhoş eden bu aşk şarabı nedir?

Cevap: Burada iç içe iki soru vardır, biri kendi Aşkının sarhoşluğu diğeri ikram edeceği aşk şarabıdır. Bunların cevapları da değişiktir. Meselâ deriz ki, Tecellilerin değişmesi, onun şendeki zuhurundan ileri gelmiştir. Nefsini senin uğrunda tavsif ederek seni sarhoş etmiştir. Bu sarhoşlukla senin ona aşık olmanı başarmıştır. Bu tecelliden, sende bunu anlamış olursun. Onun uğrunda ondan başka kimseyi sevmeyeceksin? şayet sen zeval bulursan onda sana karşı bir kalmaz, fakat sen zeval bulmazsın, onda da Aşk vasfı bulmaz. İşte yukarıdaki sorunun iki yönlü cevabı bu olmakla beraber, birinci yönü anlaşıldı demektir.

İkinci yöne cevap ise, burada şarap, senin ona, onun sana aşkıdır. Sakın aşık olma, aşkın ne demek olduğunu ancak onun aşk şerabını içip sarhoş olursan, aşık olmanın ve aşkın ne olduğunu anlamış olursun. Onu sevdiğini anlattığın halde o seni sarhoş etmiştir. Seven Arif olmaz. Arifte daimi aşık olmaz. Burada aşıkm arife göre üstünlüğü ve farkı vardır. Şu var ki marifet aşktan olur. Sana olan sevgisi, senin ona olan sevginden daha sarhoş edicidir ki bu, bildiğimiz tabbi tahammür eden şe-rabm içilmesidir. Bunu Resulüllah efendimiz Esra gecesi içmiş olsaydı, bütün ümmeti azar ve yoldan çıkmış olurdu.

Senin ona olan aşkın seni sarhoş etmez sen burada Hamır şarabı yerine beyaz süt şarabı içdin ki bu şarabı Esra gecesi Peygamber efendimiz içmiştir ki, bu İlâhi iftarla bütün ümmeti de hidayet yoluna girmiş bu şarabın lezzetini tatmıştır. îşte bu şarap İlâhi ismeti muhafaza eden şaraptır.

Ayık ve sarhoş iken aşk şarabının ne olduğunu öğrenmiş oldun, senin ona aşık olman onun sana aşık olmasından ileri gelmiştir. Sana sunduğu aşk şarabı, senin ona aşıkının sonucu ve mükâfatıdır. Onun aşkını kaybedersen, sen seversin o seni sevmez.

·        120 — Yüzyirminci soru: Kabza ne demektir?

Cevap: Ruhlara tabi olan cisimler olmayıp, cisimlere tabi olan ruhlarla, arzımız bütünü ile Allahın avucu içinde bir tutan şeydir. Şayet o cisimleri avuçlarsa ruhları da kabzetmiş, yani almış olur. Çünkü bunlar bu cisimlerin heykelleridir. Haber verdiğine göre her şey onun avcunun içindedir. Arz gibi ve buna benzer her şey onun ruhundandır. Cisimler iki kısımdır, unsun cisimler ve nuri cisimlerdir ki, bu da tabiî cisimlerdir. Allah cisimlerin varlıklarına, ruh varlıklarını bağlamıştır. Cisimlerin bekası ruhların bekâsiyle olur. Tekrar ona vermek üzere içindekilerini alır, bu ruhlarla bu cisimleri gıdalandırır ve içindekileri çıkartır?

“Minhâ halaknâküm ve fîhâ nüî'düküm ve minhâ nuhricüküm târeten uhrâ.”

Ve yine bu bapta şöyle der

“Velekad halaknelinsâne min sülâletin min tînin elem nahlukküm min mâin mehînin.”

bu âyetteki menin kelimesi dumandır, anlamında, sizi dumanlı bir sudan halk etmedik mi? buyurur.

“Fesevvâhünne seba' semâvâtin.”

bu âyette gök unsurlarıdır. Ve insuri cisimlerdir ki, mekanda erkânın üzerinde bulunsa da, erkân mekan itibariyle daha yukarıdır.

Allah, kabzeder, yayar, yaydığını da tekrar toparlar alır, zatından ona bir şey vermez. Allahın nefsinde zeval olan bir şeyi görüyormusun? Mümkünün kabul ettiği bir şeyi o kabul eder mi? Kendi nefsinin imkânı ile, icad etmede vacibil vücud olmuş ve icad etmiştir. İşte bu zati yardımdır. Bir taşı ele alıp fırlatırsak taşın yükselme hareketi, zor ile olmuştur. Çünkü iniş tabiatıdır. Şayet o taşın tabiatını zor etkilemeseydi o taş yüksel-mezdi, bunun aksini düşünecek olursak, tabiatı yükselme olsaydı, zora lüzum kalmaz kendiliğinden yükselirdi. İşte burada frizi bir etki vardır, çünkü avuç onu etkileyerek fırlatmıştır. Oda o güç nisbetinde yükselmiştir.

Hak Teâlâ bu bapta,

“Vallâhü bikülli şey'in muhîtün.”

Allah bir çok şeylerle çevrelenmiştir. Düşün bir kez, sene ne ile kıvırıp sardı, sende açık en ufak bir delik ve kaçacak bir yer bırakmadı, tam muhasara etti, seni de alıp kabzetti, madem ki beni çevirip sarmıştır, peki kabzetmesinin manası nedir? Öyle ise bu bir muhasara bir çevirme şekli değildir. Şu var ki, mümkünlerden, Allah’tan başka kimse yoktur. Ancak o da Esmaül-hüsna denilen İlâhi ve gerçek rabbani bir nisbete bağlıdır. Her mümkün genellikle İlâhi gerçeğin kabzasmdadır. (avucundadır, şunu bil ki, kabzanın kabzetmede on dört kısım ve beş usulü vardır ki, bu 14 kısımdan felek dairesinin yarısı çıkmış olur. Bu da on dört duraktır ve görünmeyen yarısı da bir bu kadardır. Bu kısımlar bütün harfleri içinde toplar yalnız Cim harfi oraya girmez ve onu istemez. Bunun sebebini araştırdıksa da öğrenemedik .

Bunun sebebi nedir? Hak Teâlânm inayeti ve merhametiyle bunun sebebini bir tek kul öğrenebildi. Bu eserinde de bunu yazdı. Bu öğrenme ve buluş benden fazla onundur. Sıdık yoliyle faydalanıp onu buldum, bana bunu bulduran ve açıklayan da odur.

Diğer beş usul ise derecelerle bir artma gösterir, bu artışın en yukarı yeri ilimdir. O ortanın aslıdır. Sağında iki asıl vardır ki birisi hayat, diğeri kudrettir. Solunda ise yine iki asıl vardır, biri irade, diğeri, kuldur.

Her asıl üç kısımdır, bunlardan yalnız kudretin özel iki kısmı vardır ki üçüncüsü ondan sükût etmiştir. Çünkü, onun iktidarı Hacir edilmiş olup serbest değildir. İşte bu söz âlimlerin sözüdür, âlemde aslı, ilahi gerçek olmayan bir şey yoktur. Hak Teâlâ delili aklî yoliyle nefsini tavsif etmiştir.

Keşif ehli ise akıl çevresi gerisinde İlâhi kuvvetin dostlarıdır. Kabzanın ne olduğunu bilirler. Kabzanın ne olduğunu bu şekilde bilmeyenler onun kudret ve kadrinin ne olduğunu anlamayanlardır.

·        121 — Yüzyirmibirinci soru: Bu yakalanıp kabzaya girmeyi hali edenler kimlerdir?

Cevap: Sürgünler ve başı boş olanlardır, daha doğrusu kanun kaçaklarıdır. Vücup mertebesi ve muhal mertebesiyle yakalanacak olanlar ancak bu başı boş olanlardır. Yakalama ancak şer halinden olur. Şayet kişi şer veya haylazlık yapmasaydı yakalanmaz ve hapsedilmezdi, böylesinin elinden böyle bir şer çıkarsa yine tedbir olarak yakalanıp tevkif edilir. İşte bu gibilerin bir kısmını vücup mertebesi yakalar, bunlardan bir kısmım da muhal mertebesi tevkif eder. Burada derin bir uzaklık vardır, bunu açıklayalım, burada bir mümkünün icadı İlâhi ilimle ilgili olmazsa o şey vücud bulmaz, vücudu da muhal olmuş olur. Burada muhal mümkünse tahakküm ederek onu kendine tabi kılmış olur ki, onun icadına İlâhi bilgi yapmamış olur. Fakat bunun bulunması zarurîdir. Çünkü o vacibil vücuddur. Burada vücub mümküne hükmederek onu vacibin kabzasını vermiş olur ki nefsine nazaran artık onun hükmü kalmamıştır.

Burada mümkün dışarı çıkmamışdır ki yakalanmış olsun, öyle ise ya muhalin veya vacibin avcundadır. Bu iki makam dışında kendisinin bir mertebesi kalmamışdır ki onda bulunsun ve buna da imkân yoktur.

Muhal, vacip, ve uzak derinlik için, bir takım cemaat, imkânsız bir şey yoktur, sonsuz olsa da mutlak bulunur dediler.

Hiç şüphesiz bu gibiler, zahiri yönden bunda hata ettiler. Bir diğer yönden de doğruyu söylediler. Hataları ise, hiç bir kevin yoktur ki vücudun iktiza ettiği ve yaptığı benzeri yapsın, yaparsa bunun zıddını yapar. Meselâ oturması caiz olan vücudun ayağa kalkması igibi, burada kıyam çıkarılırsa ayakta duran cismin oturması imkânsız olumş olur.

Öyle ise cismin kıyam zamanı, bu oturmanın vücudu şüphesiz vücudla hiç bir şekilde sıfatlanmayan, özel cisme göre ve bu nisbetle muhalin kabzasına geçmiş olur.

Burada mümkünler sonsuzdur. İşte bu derinlik uzak bir tasavvurdur. Bu ancak, nazari tedkik ve araştırmayla kabul edilir. Çünkü hatırdan süratle kaçtığından ,onun zevkini tadım alan ancak tutabilir.

·        122 —Yüzyirmiikinci soru: Bunları ele geçirdikten sonra onlara ne yapar?

Cevap: Muhakkak bir şey yapar, bunları kaldırır indirir, dağıtır toplar, açar kapar, saklar çıkarır, hırpalar birleştirir. Umumiyetle onlara yapacağı şey, hallerini değiştirmektir. Çünkü bunlar zati yapıdır. Bunları değiştirmezse, İlâhi tekevvünü bozulmuş olur. Hahi tekevvünü de zati sıfatıdır. Bundan mümkünlerde mamulleri değiştirmek, bırakılmayan bir zorunluk-tur. Bundan dolayı bunlar Hak Teâlâ’nm avucu içinde bulunurlar.

·        123 — Yüzyirmiüçüncü soru: Hak Teâlâ evliyalarına günde kaç kez nazar eder?

O evliyaların mütevellisi olduğu için, veli kevne bağlı kaldıkça hal değişikliklerinin sayısınca onlara nazar eder. Bu sayıda fazla eksik olmadan 100 bakışa inhisar eder.

Şayet evliyalar vaktin dışına çıkarsa, o bakış onlara vakitsiz ve zamansız olur. Hak Teâlâ’nm nazarı onlara hendesesiz bir İlâhi bağış olmuş olur.

·        124 — Yüzyirmidördüncü sora: Hak Teâlâ evliyaların neresine nazar eder?

Cevap: Onların dış görünüşlerine nazar etmeyip, batmî gizliliklerine nazar eder. Hak Teâlâ bunların dış görünüşlerini vaki ile yapar ve yürütür. Bunların gönülleri de tek bir göze bakmaktadır. Bundan yüz çevirir veya uzaklaşırsa İlâhi bakışın nazarı da bu nisbetle onlardan eksilmiş olur. Bazı ileri gelenlerden biri olan Elkuşeyn’nin risalesinde anlattığı gibi, kişi bütün ömrü boyunca eksiksiz olarak Hak Teâlâ’ya yönelir, sonra ondan bir lahza sırt çevirirse, o anlık an, ona bütün ömrü boyunca kazandırdığını kaybetmesine kafi gelir ve artar der.

Hak Teâlâ’dan yüz çevirmenin ne kadar kötü bir şey olduğunu görüyorsunuz, ilim ve bilginin şerefi bununla sana görünmüş oluyor. Sen ancak ilimle yükselebilirsin, her faydalandığın şey de ilimdir. Hak Teâlâ peygamberine bu yönde konuşmasını istemiştir.

“Ve kul rabbi zidnî i'lmen.”

Bu ad ve en şerefli sıfattır.

·        125 — Yüzyirmibeşinci soru: Hak Teâlâ enbiyanın nesine nazar eder?

Cevap: İlim yönünü isterse esrarlarına (gizliliklerine) nazar eder,

Vahiy yönünü isterse, kalplerine bakar, alışkanlıklarını arzularsa nefislerine bakar, Hak Teâlâ’nın bu bakışı iki kısımdır. Birincisi vasıta ile nazar, bu Ruhulemin yoluyla kalbe olur. Bu da Hak Teâlâ’nın bu sözü ile sabittir.

“Nezele bihirrûhulemînü a'lâ kalbibike.”

İkincisi vasıtasız nazar, bu da Hak Teâlâ’nın sözü olan

 “Feevhâ ilâ a'bdihi mâ evhâ.”

doğrudan doğruya Vahiy yoliyle kula hitap edilir.

Hak Teâlâ’nın bakışı enbiyanın gizliliklerine ise, onlara ihtiyaçları olan ilmi verir, onlara keşif yoliyle bunları açıp gösterir onu gözleriyle göremezler amma Hak Teâlâ’nın bu ilim içinde olduğunu görür ve anlamış olurlar. Bu verdiği bilgi de nelerin saklandığını onlara göstermiş olduğundan, onların gözleri kamaşır. Ve bunun da görünen hak olduğunu anlamış olurlar.

Allahın onlara her bakışı, bilgilerinin artmasına yol açar. Çünkü o ilmin talep edilmesini emretmiştir. İnsanlardaki ilim noksanlığı bundandır.

Resulüllah (S.L.A.M.) Efendimiz: Beni bıraksanız da ben sizi bırakmam buyurmuşlardır ve yine, evet demiş olsan üzerine düşeni yapmış olursun. Fakat buna tahammül edemiyorsunuz, buyurmuşlardır.

Hak Teâlâ Enbiyaların kalplerine bakacak olursa, vahiy kalplerindedir. Onunla çalkalanırlar, halden hale gelirler. Bu hal vahiy içinde şeri’ bir hüküm olur. Bununla peygamber Allahına davet ediyorsa, onunda bu davete olan sükûtu bir şeri’dir. Bunun da manası, kendi usulünüz üzere kalın, demektir, İşte peygamberlere arz olunan arzi vahiy budur.

Enbiyanın zatına olacak zati vahiy ise, bir şeye ihtiyaç his etmeksizin teklifsiz olarak Hak Teâlâ’ya hamid ve teşbih etmelidir. Nefesin, nefes alana aidiyeti gibi, o da onlar içindir. Burada vahiy ayrı ayrı gelir. Arzi vahiy ise topluca gelir.

Bu da iki çeşittir. Bir çeşidi isbat ve delil ile gelir ki bu da peygamberlerin şeriatı olur ve bir çeşid de, delilsiz ve isbatsız gelir ki Hak Teâlâ’nm batini adı olan Hakim’den, zamanın hâkimlerinin kalplerine, his ettirmeden hikmet iktizası olarak verdi bu hikmete, namusu vazî derler. Zamanın hükeması bunun Hak Teâlâ tarafından değil, kendi nazarlarından olduğunu bilirler. Netice olarak bunun, kendi nazarlarından değil Allah tarafından bir hikmet olarak verildiğini görür ve anlamış olurlar. Aldıkları bu vahiy ile nübüvvetlerini isbat edecek bir şeyleri yoksa, kendi tebaalarına, zamanlarının insanlarına ellerindeki bu namusu vazî sınırları içinde hükümlerini verir ve hareketlerini buna göre tanzim ederler. Hak Teâlâ da bu gibileri dünya ve ahirette mükafatlandırmış olur.

Şayet bu sınırlan içinde buna riayet etmezlerse, Ruhbaniyet gibi bid’atlan yaratırlarsa Hak Teâlâ yine dünya ye ahirette yaptıklarının mükâfat veya cezalarını vermiş olur. Hak Teâlâ bu yönde şöyle buyuruyor:

“Ve men senne sünneten haseneten felehu ecrühâ ve ecru men a'milebihâ ve men senne sünneten seyyieten fea'leyhi vizruhâ ve vizru men a'mele bihâ.”

Hak Teâlâ hükmi namus vazımı, tasdik ettiği gibi, hükmî ve geri namusu vaz eden kulu da tasdik eder.

Bunun dünyadaki cezası, maslahatın icabına göre, ailede malda, ırzda, vuku bulacak olaylara tabidir. Hükmi namusun sahip ve vazii İlâhi hükmün etkisinde olduğundan ahirette bu hükmünden dolayı, ceza görmez belki de af olur.

Hükmî namus sahibi hicab ehlinden, ise, bunun işi Allah’a kalmıştır, o hükmünün verir.

·        126 — Yüzyirmialtmcı soru: Hak Teâlâ kendi özel maiyyeti-ne her gün için, ikbali (teveccühü) kaçtır?

Cevap: Günde 24.000 bin kez yönelir ve her gün onlara bağışta bulunur. Birinci yönelmede onlara verdiğini ikinci de onlardan alır. Hiç bir itirazları olmaz, Hak Teâlâ onlara verdiğini alacağı vakit, onlara edebî emreder. Onlar da Hak Teâlâ’dan aldıklarını edepleriyle geri vermiş olurlar. Bu alış verişte edeplerini bozacak olurlarsa bunun vebali onlarındır. Artık böylele-ri İlâhi maiyyet olamazlar. İşte bu maiyyet hakla birlikte cunda 24 bin kez hazır bulunurlar.

Şayet sen de bunlar hakkında bir bilgi yoksa ve bunları yazacak olursan her gün için hakkın maiyyetine olan yönelmesi nefeslerinin sayısı kadardır, diye yazarsın. Kim ki günlük nefesinin sayısını öğrenirse hakkın kendisine olacak ikbal ve teveccühünü anlamış olur.

Çünkü o nefes, Rahmanın nefesindendir. O da Allah’ın kula bir teveccühüdür. İnsani heykeller bu nefesle nurlanır, nefes cisimlerde bir rüzgârdır. Güzellikler de ruhlardır, bunun anlamı da, yani ruhun manası, yaşayan sükûndur.

·        127 — Yüzyirmiyedinci soru: Halkla, dostla, enbiya ile, ma-iyyetle, olmak ne demektir? Bunlardaki fark nedir?

Cevap: Hak Teâlâ der ki:

“Ve hüve ma'küm eynemâ küntüm.”

nerede iseniz o sizinle beraberdir, anlamına gelir. Hak Teâlâ bu ayetteki (iseniz) kelimesini bizler için söylemiştir. Hak Teâlâ Musa ve Harun Aleyhisselâma:

“Înnenî mea'kümâ esmen' ve erâ.”

sizinle birlikte duyar ve görürüm buyurmuşlardır. Bundan maksad şudur, işidecekleri ve görecekleri şeylerle onu hatırlamalarını tenbihlemiş oluyor.

Aldığımız doğru habere göre, şayet Hak, bir kulunu sevecek olursa, onun sözü ve kulağı olmuş olur ki, onun gördüğü gözle görür, işittiği kulakla işitmiş olur. Hiç şüphesiz sevgi bir kul için böyle olursa, peygamber için daha başka olmuş olur.

Evliyanın da katları çoktur, bunlardan bir kısmını söylemiştik, maiyyet bir münasebetin iktizasıdır. Haktan münasebeti kaldıracak yönü değil ancak münasip olanını alalım, Hak Te-âlânın yukarıda zikredilen, kelâm ile işi inceleyelim. Hak Te-âlâ, siz hangi halde olursanız olunuz der. Çünkü insan çeşitli hallerden geçer, var olur, yok olur, bu hallerden hangisi olursa olsun, ister adem de, ister vücudta bulunsun, Hak Tealâ sizler-le beraber olduğunu söylüyor. Bunun isbatı da bu kelâmın içindedir. Tevile hacet yoktur. Sonra Hak Teâlâ her şeyi kulları için verdiğini buyurur. Bu halk ettiği zevat, kendilerine lüzumlu olan şeyleri, ondan isterler. Bu zevatın maiyyetleri de, kendi derecelerine göre ihtiyaçlarını talep ederler. Çünkü onlar da Allah’ın halkıdır. Allah’ın temiz dostları da bu haktandır. Hak Teâlâ peygamberini esfiya olmadan evvel seçmez, esfiyaya da bir safi tecellisi vermiştir.

Hak Teâlâ’nm peygamberlerle olan beraberliği, onu korumak veya muhafaza etmek için değil, ortaya koyduğu davanın yürümesi ve temelleşmesi içindir. Hak Teâlâ bizatihi haber verdiğine göre, bir çok enbiyanın kendi kavimleri tarafından, öldürüldüğünü bildirmektedir. Bunlar ne korundu ve ne de muhafaza edildi. Halbuki maiyyetin taraf tutup davanın yürümesi için ümmetlere lüzumlu hüccet ve isbatı, çıkarmaları icab ederdi.

Hiç bir kimse, İlâhi vasıf ve temizlik süzgecinden geçmeden peygamber olamaz. İşte son peygamber de bu süzgeçten geçmiştir. Istafadan olmuştur. Zira bütün halk mustafa olamaz, her mustafa da peygamber olamaz. Ancak o tebliğ olayı olduktan sonra Mustafa peygamber olmuştu. Bu haberi de ona özel maiyyetiyle yapılmıştır. Dolayısiyle Mustafa’yı da bu halktan kendine özel bir peygamber yapmıştır.

Zati maiyyete gelince bu meçhuldür. Maiyyetin nisbetini bilemeyiz, ilimde ve lütüfte o kulla ve tüm halkla beraberdir, es-fiya ile vekildir, enbiya ile te’yit ve isbat için beraberdir, özel maiyyetle de neşir, ve açmak için beraberdir.

·        128 — Yüzyirmisekizinci soru:

“Velezikrullahi ekberu.”

Bu sözü ile zikri nedir?

Cevap: Bu kelâmiyle kendi nefsine nefsini hatırlatmasıdır. Kendi nefsi mahzarı olduğu zikir de daha büyüktür. Şunu bil ki Hak Teâlâ bunu böyle söylemeden kasdı, kendine kibriyalı-ğmdan dolayı bir sıfatla bu vasfı vermedi. O şöyle buyurdu:

“Innessalâte tenhâ a'nilfahşâi velmünkeri.”

bu sözüyle içinde haram ve yasak olan bir hakikat binasını kurmuştur. Bu âyette suçun faili namaz kılan olursa, haram olan bir şeyin tasarrufunu yasaklamak içindir. Bu âyetle iki hükmü yasaklamıştır. Bu maddeler Fahşa ile Münker’dir. Bundan başka taatlardan bahsetmiyor. Ancak namaz kılanlara hitap edilmiştir. Namazın fiil ve sözleri, içine, çokça zikir aldığı için bunu tavsiye etmektedir. Musallinin dilini zikirle hareket ettirmek, namazın efaliyle beraberliği vardır. Bu sebeple, Ru-küda, sucut da bu zikir yapılır. Yarabbi bana hidayeti ihsan et, veya, rızkımı ver, bunlar hep zikirdir.

Kendisi ismi fail olarak zakir olmuş oluyor. Zikredilen de yani mezkûrda Allah olmuş oluyor. Bu zikirlerin en büyüğü Allaha yapılmış oluyor. Bu sebeple Allah’ın zikri, zikirlerin en büyüğü olmuş oluyor.

·        129 — Yüz yirmi dokuzuncu soru:

“Fezkürûnî ezkurküm.”

Bu zikri nedir?

Cevap: Bu zikir muvafakat ve anlaşmanın mükafatıdır. Hak Teâlâ:

 “Cezâen vifâkan.”

buyurmuştur. Buradaki Allah’ın zikri, kulun zikrinden evvel namaz kılanın, sabiken kendisi olduğudur. O kendi zikrini, sizin namazda yapacağınız zikirden sonraya bırakmıştır. Sizler onu zikretmeyince o sizi zikretmez. Onun zikrinden ilham alanlar ve muvaffak olanlar, onu ne diye hatırlamasın? Sakın ha, devamlı onu hatırlayın ki o da sizi hatırlasın. Şunu bil ki zikir onadır ve onun büyüklüğünedir.

Zikir, zikredenin halleriyle değişir. Kimi onu nefsinde içinden kat kat üzere zikreder. Çünkü vicdan nefisten olduğu için Allaha avdet eder, bu zikir de dolayısiyle onunla birlikte Allah’a varmış olur. Kendini oyalamak için onu nefsinde zikreder ki, vicdan tekrar kendine dönsün, ve döner, bu kişilerden her biri onu bu yönde veya diğer yönlerde tümü ile zikrederse, Allah o şahsı nefsinde zikretmiş olur ki, şahsın nefsinden Hak Teâlâ’ya avdet ederek nefsine girer. Çünkü ondan halk olmuştur. Ona döner ki, burada kulun zikriyle Allah’ın zikri birbirinin benzeri olmuş olur. Bu İlâhi bir ilimdir. Sizlere açıklamış oluyorum. Allah doğruyu söyler, hidâyete eriştirir.

·        130 — Yüzotuzuncu soru: Adın manası nedir?

Cevap: İzden (eserden) olan bir keyfiyettir veya emirden olan bir izdir. Buna ad dersin ad olmuş olur. Bazı dostlarımızca ad ve resim, ezeldeki hükmüyle ebediyete yürüyen, iki sıfat taşır. Adla resim arasındaki fark, Allah ehlinin lafızlarındaki mana açıklamasında gelecektir.

·        131 — Yüz otuz birinci soru: Cümle Adların çıktığı baş ad nedir?

Cevap: Hiç şüphesiz içinde (El Hayyül kayyüm) olan en büyük adtır. Bunun Allah adı olduğunu söylersen, ben hayır duymadım derim. Çünkü bu, onun özelliğini gösterir. Fakat bu, konuşanın sıfatı ise öteki adın hilâfına Sıdkı göstermiş olur.

Tirmizi’nin mezhebinde zahir olan gerçekten bütün adların çıktı baş ad, büyük ve kâmil olan insandan çıkmıştır. Eğer hakikat bu ise bu adın açıklanması ve bildirilmesi ona düşmüş oluyor. Çünkü Hak Teâlâ zatından zevk alarak Adem Aleyhis-selâma, tüm İlâhi adları öğretmiş, ve ona bunları açıklamıştı. Hak Teâlâ’nm İlâhi çevresinde bir ad bırakmadan, tümüyle ona görünmüştü, böylelikle oda ilahi adların halikini öğrenmişti.

·        132 — Yüzotuzikinci soru: Hangi adının özelliğini yukarı âlemden gizlemiştir?

Cevap: Sakladığı bu ad, diğer adların ondan çıktığı adtır. Bunu soracak olursan bu ad, yirmi otuz adla mürekkeptir eleyiniz.

Bu adların aralarında da 41 his ve mana vardır. Fakat bunlar manen olmayıp hissen 288 ve 6 sayiyle yükümlüdür. Bu büyük sayıyı özel olarak altı sayı ile toplarsan bu ad mürekkep olur. Yok bu 288 den 6 sayıyı çıkarır isen bu ad mürekkep olmaz. İşte bunu, bundan fazla açıklayanlayız. Çünkü Hak Teâlâ kendini ilgilendiren bu özelliği halkından saklamıştır.

Bunu açıklamak bizlerin terbiye ve edebine yakışmaz. Ben Tirmizinin bu soru ile bunun şerh ve izahını düşündüğünü zannetmiyorum. Ancak bundan ehlullahı mesul tutarak, bu yönün açıklanmaması için sınav gayesiyle bunu sorduğunu tahmin ediyorum. Allah’ın dostları ise İlâhi edeple süslüdürler. Allah’ın onlara gösterdiğini gizleyemezler. Onlar da Allah’ın gizlediğini göremezler. Bu böyle bilinmelidir.

·        133 —Yüzotuzüçüncü soru: Süleymanm efendisi bunu nasıl elde etmiş ve Süleyman Aleyhisselâmdan bunu nasıl gizlemiştir?

Cevap: Kendi cemiyetindeki talebeliği zamanında çalışma-siyle elde etmiştir. Şeyhi ondaki üstün halleri sezmiş ve bunu ondan gizlemiştir, çünkü hüküm vaktindir, onun peygamberlik vaktinin geldiğini anlamıştır. O hangi cemiyete elçi olarak gönderilmiş ise, onun sahibi olmuş olur. Onun gönderildiği dostta kendi toplumundandır. Kendisi rabbinden aldığı emirle topluluğuna yöneldi, ve Süleymana yürüyeceği yolda ne gibi şeylere katlanacağını göstermişti. Süleymanm efal ve harekatı Belkis topluluğunda kadrinin, ve şöhretinin yükselmesine yol açmıştır. Belkis böylelikle ondan bir şey esirgememiştir. Süleymanda ödevini kısmen unutarak bu melikenin tantanalı hayatına kapıldığından, Hak Teâlâ ondan makamının nezaketini korumak için ona verdiği tasarruf iznini katlayıp kaldırmıştı.

·        134 — Yüzotuzdördüncü soru: Bunun sebebi ne idi?

Bunun sebebi, başkalarına haber vermektir. Şeyhine tabi olan bir talebe bu haberi başkasına aktarırsa, şeyhin kudreti, onun ta’zim ve büyüklüğü meçhulatta kalır. Bu hal Süleymanda zuhur etmeseydi o, vehim ve şüpheye düşerdi. Şüphesiz onun da gayesi budur. O anda Süleymanm görünüşünü ancak Allah bilir. O edep ve ahlâk görünüşünde idi, tasarrufunda onun şirke düşmesini istemiyordu.

Ebussuudun dediği gibi, istediği tasarrufu verdim ve onu bıraktım... Hak Teâlâ öyle istemişti.. Bu uzun bir hikâyedir.

Burada peygambere düşen ödev isbatı sahibinin eliyle göstermektir. Şayet tabi bunu tasdik ederse, ve onun hizmetinde bulunursa bu isbatm hakkı tamamlanmış olur. Şayet bunda bir hayır görürlerse, bu haller tabi olaıjlar da ilerleme ve yükselme hırsını artırmış olur.

·        135 — Yüzotuzbeşinci soru: Ona bu Adlardan neyi öğretti, harfleri mi veya manasını mı ?

Cevap: Manasını öğretmeyip harflerini öğretmiştir. Manasını bilmiş olsaydı, Süleymanı men ettiği gibi bununla amel etmesini de menederdi. Allah’ın, Musanm dostu hakkmdaki sözlerini görmüyor musun? O harfin manaya yapıştığı gibi o da, dostu da Musa’ya giydirilmiş bir elbise gibi üzerinden çıkmıyordu. Fakat o, ondan sıyrıldı ve çıktı, ona Allah taatmdan başka'muamelede bulundu. Hak Teâlâ onu üzdü ve perişan etti. Fakat Süleymanm dostu onunla Allah taatmda uğraştı ve mutlu oldu.

Geçmiş ümmetlerden bunun manasını bilenler ancak peygamberler ve elçilerdir. Bunun mana ve adını işte bu Muhammedi taife bilmiş oldu. Bunlardan bir kısmına bunun mana ve harflerini toplattırdı, bazılarına da manasını verdi. Bu ümmete mana vermeyip, yalnız harflerini verdiği görülmemiştir. Yerin ve semâvatm parçalayıcısı olan Allah, manayı vermeyip harflerini vermiştir.

·        136 — Yüzotuzaltmcı soru: Bu saklı kapısı nerdedir?

Cevap: Mağrip illerindedir. Peygamber efendimizin bir hadisinde, Mağripte öyle bir taife vardır ki, kıyamet gününe kadar hak yolunda yürüyeceklerdir, tövbe kapısı kapanıp kilitlendikten sonra güneş onların üzerine batıdan doğacaktır, bu tövbe kapıları kapandıktan sonra artık nefsin imanı yaramayacaktır. Buyurmuşlardır.

Allah’ın mü’min kuluna hiç bir kapı kapanmayacaktır. Öyle ise onsuz nasıl kilitlenir. Mü’mine de ceza olsun diye onu o kapının arkasında bırakmıştır. Mü’min oraya girdikten sonra çıkmaması için, mü’minin inayetiyle o kapı kapanmıştır. Artık mü’minin oradan çıkacağı bir kapı kalmamıştır. Hak Teâlâ kafire vebal, mü’mine de rahmet olarak batıdaki tövbe kapısını kapamıştır. Çünkü orası gizliliklerin saklandığı diyardır. Bu öyle bir sırdır ki ihtisas sahipleri ancak bunu bilir. Şayet bu kapı doğuda olsaydı, herkese zahir olurdu. Genellikle İslahı kabil olmayan fesad çıkardı. O vakit doğu fesadın menbaı ve umumun bir iptila evi olmuş olurdu. Batı dünyaya çıkış ve ahi-rete giriş yeri olurdu. Allah her şeye kadirdir.

·        137 — Yüzotuzyedinci soru: Elbisesi nasıldır?

Cevap: Onu davet eden gibi manevidir. Adını mana bakımından gerçek olarak alırsan, elbisesi kendi adının harfleridir. Şayet harfler yönünden almak istersen, elbisesi onu davet edenin hali olmuş olur. Tahayyülde hissi buna şahit tutarsan, onun kisvesi dikişsiz, üzerinde buruşan sarımtırak bir renk olmuş olur.

Beni İsrailin açık renkteki sarı ineğini görmüyor musun? Bununla ölüyü diriltmiştir. Bilhassa bu olay kış başlangıcı olan safer aymm birinden on beşine kadar olursa, ilim hayatının, iman hayatının en azametli bir eseri olmuş olur. Çünkü diğer zamanlara nisbeten bu olaylar, bu ayda süratle olmuş olur. Yeter ki, giydiği elbise, yün veya hayvan kılından, deve tüyünden olmuş olsun.

Çünkü Hak Teâlâ o kavimlere türlü şekillerle görünmüş olur ki, giyimi de değişir. Şayet hep aynı şekilde görünseydi size kesin olarak kisvesinin şu olacağını söyleyebilirdik.

Bazıları hakkın kisvesini sarı renkte yani safran renginde bir deri olduğunu söylerler. Bilhassa Hüseyin bin Mansur bunu böyle anlattığımız gibi görmüştür ki bazı uzuvlarını ona göstermemek için altı arşın, boyunda sarı renkteki deriyle örttüğünü söyler.

·        138 — Yüzotuzsekizinci soru: Harfleri nedir?

Cevap: Elelif Ellam elelif velvav

Elzay cf'J'EIra Eldal Elzal dır.

Bunları Özel olarak birbirine yüklersek, bu ad kendiliğinden neş’et etmiş olur. Ve gözü, rengi, boyu, eni, miktarı çıkmış olur.

Ben bunu biliyorum, benim arzum Hak Teâlâ’dan şudur ki kesin olarak ubudiyet ki, rububiyyetin hissen ve manen ateşi bize dokunmasın.

·        139 — Yüzotuzdokuzuncu soru: Harflerin her biri kesin olarak adlarının anahtarıdır, bu adlar nerdedir, bu harflerin sayısı 28 olduğuna göre bu harfler nelerdir?

Cevap: Bu harflerden bir teki sayısız bir çok ilahi adları açar. Bu harflerin açacağı adlar, istilah hükmüyle bu harflerden teşekkül etmiş ilahi adların adlarını açmış olur. Şu sabit olmuşur ki, Hak Teâlâ konuşkandır, konuşur. Bundan dolayı nefsini kelam ile adlandırmıştır. Ona yakışan da budur. İşte harflerden çıkan bu adlar da o adların adı olmuş olur. Şayet her bi harf bir adı açmış olsa, buna hayet edilirdi.

Umumun ezberindeki adları duymuyormusun? Meselâ Melik dili

Elmusavvir      Elmennan j Elmuktedir

Elmühyi Elmümit Elmalik âMfrj

Elmelik Elmukaddem İYHİj Elmuahhir

Elmümin 3^'5 Elmüheymin Elmütekebbir

Elmuğni Elmuiz Elmüzil

Gibi, bu saydıklarımız bir harfin açtığı adlardır. Ve daha çok vardır. Şunu bil ki, dünyada bulunan her ad, onun adıdır. Başkasının değildir.

Dünyadaki mahlûklar onun adını sayamazlar. Ve tesbit edemezler.

İşte bu harflar az olmasına rağmen sayılmayacak ilahi adların anahtarıdır. Peki bu harflar nerdedir demiş olsak, sen de ona şöyle cevap verirsin, bu harflar, Rahmanın nefesine maruz olan nefeslerin vüsati içindedir. Hak Teâlâ adlarının sayıca çoğalması, ancak görüşlerine bağlıdır. Ona nisbetle sayı adları hâkim olmaz. Hatta özel adı Vahidin de ona bir hükmü olmaz. Buna göre Hak Teâlânm adları ne vahdetle ve ne de kesretle sıfatlanır.

140— Yüzkırkmcı soru: Elif harfi harflarm nasıl başlangıcı olmuştur?

Cevap: Çünkü bu harf doğru hareket eder, çünkü bu Elif bir nesnenin olması için, her şeyi yapan gözeten bir harftir. Şayet tekevvün ufki hareketle olur demiş olsak, tekevvün ancak hastalıkla olur, hastalıkla bir temayüldür. Hak Teâlâ’nm icad ettiği bu alem hakkında illetlerin illeti olarak hükmi akılla söylenenleri görmüyor musun? Halbuki illet kıyana ve işe bakmaya mani olan bir haldir. Faraza diyelim ki vücud, bu ilete nezaret etsin ve onun hizmetinde bulunsun, burada her emrin bir bakıcısı, vardır. Bunu öyle bil.. Uluhiyetinde bakıcısı hiç şüphesiz kendine ilah olacak bir Me’luhu talep eder. Burada Elif harfi, yükümlü olan Lam harfini ancak kendine münasip görür ve onunla birleşir. Bu da Elif ve Nundan terekküp eder. Bu birleşme olunca lafzi lam harfi değil rakamı lam harfi çıkmış olur. Lafzi lam, rakamla şekli iki harftan ibarettir. Talaffuzda bir onun gibi bir fiil yapar, nakşetmede elif ve nunun fiilini yapmış olur. Böylece her harf bununla yükümlü olur ki, Nun harfi yakından fiilini yaptığı gibi Ka ve Zay harfları da fiilini uzaktan yapmış olur.

Çünkü Nun harfi, Zay ve Ra’dan mürekkeptir. Burada ben rakamî harfları istedim, anlattığımız gibi rakama Elif ile başlandı, bununla tüm harflarm, şekli açılmış oldu. Çünkü, nasıl ki nokta hattın temelini teşkil ediyorsa, hatta şekillerin aslını teşkil etmiş olur. İşte çizgi ve hat ta bu Eliftir. Harflarda bundan teşekkül eder, onda erir gider. Çünkü o tüm kartların temelidir.

Lafzı kartlara gelince, kiç şüpkesiz bunu da Elif yapmış olur ki, şayet bu yayılma ve açılma onu doyurursa, o da harftan çıkmış olur. Şayet harfa harf yükleyip doyurursan, Elif harfi rağbet görür ve ona temayül başlar ki, bu temayülü de, illetli olan Vav harfi yapmış olur ki, bu fazla doyumdan çıkmış olur.

Meselâ:

“Kün”

demek istediğimiz zaman burada Kaf harfi vav harfiyle doyurularak getirilmiştir. Peki buradaki vav harfi ne olmuştur? demiş olsak, cevap olarak sükunda kaybolmuştur deriz. Bu da bunun subutudur. Çünkü Hak haraket etmez. Burada Vav harfinin sükunu

j

“Kûn”

ile karşılaşırsa, Nun harfinin sükunu giyaben vavla sıfatlanmış olur. Hak Teâlâ’nm dediği gibi:

-1

“Halâka ademe âlâ suretihi.”

Ademi sureti üzre halk etti, buyurduğu gibi. Adları da işte bu

“Kün”

de bulunan Nun harfinin vududiyle sabit kılmıştır. Bu İlâhi sebepleri cahiller kabullenmez ve kaldırmak ister. Bu sebepleri sabit isbat edenler de İlâhi ilimle uğraşan ahlâk ve edep sahibi âlimlerdir.

Lafzi harflardan ruh âlemleri bulunur, rakami harflardan his âlemi bulunur, fikri harflardan da hayal ve akıl âlemi bulunur. Bu harflardan her çeşidden harfla adların adı teşekkül etmiş olur.

·        141 — Yüzkırkbirinci soru: Sonunda Elif ve Lam harfi nasıl tekerrür eder?

Cevap: Bu yön münasip ve çiftleşmiş rakamî harflara mahsustur. Bu bir nazımdır.

“Elif, be, te, se”

Harfları ise vazi ebced harfları değildir. Çünkü lam ve Elif ancak nazımda çıkmıştır.

I

“Elif, be, te, se”

Harfları ise şekil itibariyle ebced hilafına kendine münasip harfları seçerek sıralamıştır. Çünkü Lam harfi Elif harfinin elbisesi ve cenneti olmuş oluyor. Bu da yapışık Nun harfiyle örtünmüş oluyor ki, onunla lam’m vucud bulması tamamlanmış olup nazmın sonuna bırakılmış olur ki, ondan sonra ancak Ya kalmış olur ki, bu terkip âleminde çıkmıştır ki, bu işaretlerin en sonuncusudur. Bu sebeple en sona Ya’ı bırakmıştır. Çünkü ona yer olarak ancak dip kalmıştır. Bu harfin bu şekildeki iniş sebebi, fazlaca doyurularak ağırlaşmasından ileri gelmiştir. Ve bu inişin son durağı da dip olmuştur.

Bizler Hak Teâlâ’nm icad etmiş olduğu eşyaya, eşya nazariyle bakmış oluruz. Halbuki bu eşyanın vazii haktan başkası değildir ve onun eseridir. Madem ki başlangıç olarak birincilik Elifdedir, sonunculukta onda olması arzu edilir. Onun kemali harflarm başında çıkmasıdır. Böylelikle onun batını da harf-ların sonunda olması arzu edilir ki, başlangıcı nihayetle zahiri de batınla toplamış olsun. Ya harfi da his âlemine meyi eden bir harfdır. Lamelif içindeki elife rehber olması bu düşüşe sebep olmuştur. Bu düştüğü âlemde süfli âlemdir. Burada lam harfi ayrılarak Elifin boynuna sarılırsa Nun harfi bükülerek küçülür. Ve Lam içindeki Elif lame-lifle karşılaşmış olur. Hatta burada onu bizzat kendi nefsi karşılar ki, Elif Elifi karşılayıp, nun harfini aralarına bağlamış olsunlar. Burada Elif Rabbiyle birleşen kulun sırrı olmuş olur. Bu da Allah’ın bir minnet kapısıdır ki, Hafi Teâlâ, bu yönde:

“Lev enfakte mâ filardi cemîa'n mâ ellefte beyne kulûbihim.”

Buyurmuşlardır. Burada dikkat edecek olursak, burada Hak Teâlâ, kalplerini kendi aralarında birleştirdik dememektedir. Bunun arasına He’nin Hu’sunu getirerek, İlahî adların çokluğundan cemiyette kendilerine münasip düşeni göstermek için, Mim harfini cemi yaparak onları örtmüştür.

Bütün bu anlatılanlardan murad şudur, Allah süphanehü ve Teâlâ müminlerin kalplerini onun kalbine yaklaştırmış ve an-laştırmıştır. Çünkü müminler Resulüllah (Sallallahü aleyhi ve sellem) efendimizin etrafında sırf Allah ve onun için toplanmış ve onunla birlik olmuşlardır.

“Elif, be, te, se”

Harf nazmında, lam elifin ne için tekrarlandığını anladın değil mi?

·        142 — Yüzkırkikinci soru: Hangi hesapla bu harfların sayısı 28 olmuştur?

Cevap: Unsuri âlemde bu harfların benzerlerinin çıkmasından ileri gelmiştir. Nasıl ki toprak ve su hayvani cisimlere, ateş unsuru cinlere, ve unsuri âleme mahsus ise, hava unsurunda da bu harfların sultanı vardır.

En yankın sebep bunları bu unsura intisap ettirmektir. Çünkü unsurlar feleklerin hareketinden meydana gelmiştir. Feleklerden bir feleğin hareketi 28 konaktır.

Alem ise Rahmanın nefesinden olmuştur. Çünkü Allah ona İlâhi adlarla nefes etmiştir. Nefes etmek hava unsuruna münasip olduğundan feleki duraklar hava unsurunda teşekkül etmiştir. Bu unsurların çıkması ve hüküm zamanı gelince bunların neler yapacağını bize göstermiştir. Bu unsurda vücud bulan en mükemmel neşet, insan olmuştur ki, içinde hak olan la elifle, 28 harfin çıktığı 28 feleğin durağından olmuş bir surettir.

îşte bu harfler nihayetsiz olan bütün kelimeleri icad etmiştir. Bu beyanla sizlere hangi hesapla bu harflerin 28 olduğunu anlatmış oldum.

·        143 — Yüzkırküçüncü soru: Ademi kendi sureti üzre halk etmiştir demesi nedendir?

Cevap : Şunu bilki, düşünen ne düşünürse, düşünülen odur. Başka bir şey değildir. Muhakkak ki Hak Teâlâ alemi de kendisi gibi görmek ister. İnsan dediğimiz Adem tüm alemin bütünü sayılır. Çünkü o bir küçük insan olup büyük âlemin özünden çıkmıştır. Âlemin büyüklüğünü insan idraki içine almaz, fakat insan hacim itibariyle- en küçük makul varlık olduğu için idrak gerek suretinden ve gerek akşamından taşıdığı ruhani kuvvetinden onu koruyabilir.

Allahü Teâlâ kendi adından olan, Allah’tan başka İlâhi adının gerçeğini insanın vücut akşamına bağlamıştır. Bununla tüm İlâhi adları insana bağlamış oluyor. Şayet Allah bütün adları tazammum ediyorsa, bundan dolayı Âdem Allah adı suretiyle çıkmıştır.

Keza insan denilen varlık, cismi ufak olmakla beraber, bütün mânaları kendinde taşır, insan kendi cirminden daha ufak olsa da, ondan insan adı zeval bulmaz, hala insandır ve insan kalır. Bu da misal olarak bir devenin terzi iğnesi deliğinden geçmesine benzer. Çünkü buna imkân yoktur. Ne deveyi küçültebiliriz ve ne de iğne deliğini büyütebiliriz, bunun aksini kabul etsek, deve develiğini kaybeder, iğnede iğneliğinden çıkmış olur. İnsan yapısının irilik veya ufaklığı, kendi sıfatından bir şey kaybettirmez.

Kudret ise iğne deliğinden geçecek bir deve yaratabilir. Her şeyi yapan isterse onu da yapar.

Keza insan vücudca ne kadar ufak olursa olsun, büyük âlemin bütün gerçeklerini kendinde toplamış oluyor. Bundan dolayı akıllı olanlara büyük âlim adını verirler. Alemde zuhur etmeyecek bir mana kalmaz. İlim malumu tasvir eder. Zatî âlemin sıfatı ilimdir. Onun ilmi de onun suretidir. Ademde bu suret üzre halk edilmiştir bu sebeple Hak Teâlâ Ademi kendi sureti üzerine halk etmiştir. Vicdan Ademe dönsede, bu mana hiç bir zaman değişmez. Ademin sureti ilmen suret olarak kaldığı gibi suretide hissen aslına mutabık olarak kalmış olur. Bu hakikatler ancak hayal veya akıl yoliyle düşünülebilir. Fakat biz ve emsalimiz gibiler bunu hayal ve tasavvur etmeden bilir. Ha-disde geldiği üzre şunu anladık ki, Hak Teâlâ Ademi kendi sureti üzre halk etmiştir. Onu öğrenmek ve bilmek için değil, tasavvur yönünden kendine, benzetmiştir.

141 — Yüzkırkdördüncü soru: 12 Peygamberin ümmetimden olmasını temenni ederim, sözü nedir?

Cevap: En hayırlı ümmet Muhammed ümmetidir. Diğer ve sabık ümmetlerin Enbiya ve etbama verilmiş olandan daha fazla olarak Resulüllah efendimize hediye edilmiş sünnetler vardır. Sabık ümmetler Peygamberlerinin getirdiği sünnetlerle yürümemişlerdir. Sünnetle yürümek bu ümmete kısmet olmuştur ki, bu sebeple ümmetlerin en hayırlısı olmuşuz.

Bizler ve Enbiyalar bu hayırda bir meslek içindeyiz. Peygamberlerle ümmeti arasındaki mertebe birdir. Allah katında her peygamberin kendi ümmetinden daha hayırlı olduğu gibi, Muhammed de Allah katında ümmetinden daha hayırlıdır. Böylelikle (Sallallahü aleyhi ve sellem) efendimiz enbiyanın en hayırlısıdır.

Bu sorudaki 12 Peygamber geceleyin doğmuşlardır, ölünceye kadar oruç tutmuşlardır. Bütün ömürleri boyunca bir gün dahi oruçlarını bozmadılar, onları özenerek bunların ümmeti Mu-hammedden olmasını Allah’tan dileriz. Artık temenni bizden, muhabbette onlara kalmıştır. Kimi severlerse kıyamet günü onunla olacaklardır.

Kıyamet günü sabık ümmetlerin peygamberlerinden iki üç peygamber gelir, Muhammed (S.L.A.M.) geldiği vakit ümmetiyle birlikte, maiyyetinde, Enbiyalar tabi Enbiyalar, tabi olmayan Peygamber ve evliyalar bulunur. Bunların tümü onu takip eder. Onun peşinde yürüyenler üç sınıf teşkil eder. Bu çok geniş bir mevzudur, daha evvelki derslerimizde kısmen bunu açıklamıştık, bunu burada keserek şunu bilmemiz icab ederki, Hak Teâlâ nasılki uzak felek burçlarınıl2 yaptı ise bu peygam-berleride 12 yapmıştır. Her bir burç bu 12 Peygamberin çıkış burcudur. Bunların ümmet-i Muhammetden olmaları temenni olunur.

·        145 — Yüzkırkbeşinci soru: Musa aleyhisselâmm, beni ümmeti Muhammetden eyle diye dua etmesinin manası nedir?

Cevap: Hazreti Musa, kendi ümmetinin kendisine olan nis-betini ve Peygamberlerin Muhammede olan nisbetinin ne olduğunu ve aradaki farkı öğrendiğinden bu sözü söylemiştir.

Kendi ümmetinin kendine olan nisbeti, ancak zahiri ve batini adiyledir, ve Enbiyanın kendine olan nisbeti de batini adiyledir. Hazreti Musa iki adın şeriatından bulunmasını Allah’tan istemiştir. Fakat kendisinin tabi bir Peygamber olduğunu anlayınca kendi yönünü efendimizin yanında ikamete hasretmiştir.

Şayet kıyamet günü gösteriş kalabalıkla olmuş olsaydı, Peygamberlerin içinde Musa’nın etbaından daha kalabalık bir Peygamber bulunmazdı. Sahih’deki habere göre, (Sallallahü aleyhi ve sellem) efendimiz, bir gün havada muazzam bir karaltı görür, bunun ne olduğunu Allah’ından sorar ona, bu muazzam karaltının Musa ümmetinin kalabalığıdır diye buyurulur. Re-sulüllah efendimiz kıyamet gününün efendisiyim, demiştir. Efendilik çoklukla değildir.

Şayet Hazreti Musa düasiyle ve batini ve zahiri olarak ümmeti Muhammetden ise, bu kalabalığı ile bizim karaltımızı hiç şüphesiz artıracaktır. Musa’nın duasındaki iki adın birleşmesini yüce Peygamberimizde bizlere bildirmiştir. Bundan dolayı Musa da Haşır günü ümmetiyle bizim sıralarımızda bulunmasından iftihar duyacaktır. Kendisi Peygamberimizin maiyetinde ümeradan biri gibi duracaktır. Kuvvet ve ordu yönünden en kuvvetli orduya sahip bir kumandan olarak, efendimizin hürmet ve takdir edeceği bir kişi olacaktır. Tirmizi bir eserinde, ümmeti Muhammed içinde, Eba Bekir Sıddık’tan daha faziletli kim vardır der. Evet Resulüllah efendimizden sonra müslü-manlar içinde ondan daha faziletlisini göremeyiz, bu bilinen bir keyfiyettir.

Şu varki, Peygamber olarak İsa Aleyhisselam Eba Bekirden daha faziletlidir. Çünkü oda Muhammede tabi, ümmeti Mu-hammetdendir. Bunu da daha evvelki derslerimizde anlatmıştık ki, düşmanları da bilsin ve öğrensin. Hazreti İsa kesin olarak son zamanda bu ümmete inecektir, Resulüllah efendimizin sünnetiyle hüküm yürütecektir, diğer irşatcı doğru yolu gösteren halifeler gibi hükmedecektir. Domuzu öldürüp salibi kıracaktır. Böylelikle kitab ehlinden bir çok halk İslam olacaktır, bunu böyle bilmeli....

·        146 — Yüz kırk altıncı soru: Peygamber olmayan Allah’ın ibadı vardır, Peygamberler bunların Allah’a yakınlığını ve makamını kıskanırlar bunlar kimlerdir?

Cevap: Bunlar seri Enbiyalar olmayıp, ilim ve ahlak Enbiyalarıdır. Seri Peygamberlerin hidayet nurunu alarak bu hidâyete erdiler. Bu kitabımızın bazı kapılarında bunları anlatmıştık.

Evet, bu gibilerin tabileri yoktur, sebebi ise ikidir. Biricin sebep nefisleriyle ve bütün basiretleriyle Allah’a yaptıkları duaların zenginliğidir. Bunların kim olduklarını tabi Peygamberlerde tanıyamaz. Çünkü yüzleri ne dünyada ve ne de ahirette karadır. Enbiya, elçiler, ve melaikelerce siyah görünürler. Bu siyahlıklarından dolayı insanlar yönünden de bilinmezler.

Dünyada bunlar bilinmediği gibi ahir ette de bilinmezler ve bunlara şefaat istenmez, bu gibiler özellikle kıyamet günü rahata ermiş dostlardan olmuş olurar.

Ahiret gününde Enbiyalar kendileri için değil ümmetleri için büyük korku geçirir. Diğer Enbiyalar ise kendi nefisleri için içlerinde büyük korku uyanır. Ancak bu anlattığımız taifedir ki, o gün için ne nefislerine ve ne de başkaları için hiç bir korku ve dehşet duymazlar. Sebebi ise diğer Peygamberler gibi ne ümmetleri vardır ve ne de tabaları vardır. Bunları Melaike-ler karşılar ve onlara:

“Hezâ yevmükümüllezî küntüm tûa'dûne.”

İşte size vait edilen bugündür, derler. Ve buyur ederler. Bu sebeple onlardan korku ve heyecan kalkmış tam bir rahatlığa kavuşmuşlardır. Peygamberler bundan dolayı onlara özenir ve kıskanırlar.

·        147 — Yüz kırk yedinci soru:         “Bismillâhi” Bunun

manası nedir?

Cevap: Bu besmelenin başlangıcı, tekevvünde kul için Hak Teâlâ’mn buyruğu olan         “Kün” Kün yani (ol) demek

derece ve mesabesindedir. Çünkü bu sözle Hak Teâlâ istediğini j.,

yaratır. Hallacı Manstır bir sözünde, Kulun Zü_Li “Bismi-

lâhi” demesi Hak Teâlâ’mn ° “Kün” demesine benzer demiştir. Bazı Allah’ın kulları vardır ki, Bismillah demeden kün tabirini kulanırlar ki, bunlar da o ümmetin büyükleridir.

Resulüllah efendimizden naklen anlatıldığına göre, Tebük gazvesi esnasında tanımadıkları bir kişiye rastladılar Resulü Ekrem ona, sen Ebuzer ol buyurdular, oda Ebuzer olmuştu. Burada Resulüllah efendimiz, Bismillah dememiştir, yalnızca ol kelimesi ağzından çıkmıştı. Halbuki ol kelimesi bir emri İlahidir, ve kesindir.

Farzlariyle nafilelerini bırakmayan bir kişi, nafile namazlar üstün tutularak Hak Teâlâ tarafından sevilir. Bundan dolayı Hak Teâlâ onların duyguları, basiretleri eli ve kuvveti olmayı arzular. Bunun içindir ki, Peygamberimiz bunların nur olmasını dilemiştir. Çünkü Hak Teâlâ bizatihi

“Feinnallâhe nûrussemâvâti velardi.”

Yerin ve göklerin nurudur. Bundan dolayı hükema ehli de bu yönde derlerki, kuldan istenilen şey İlâhi, adlarla sıfatlanmak-tır.

Hak Teâlâ bizleri İlâhî adlarından ve sıfatlarından mahrum etmemesini dileriz. Allah doğruyu söyler ve hidayete eriştirir.

·        148 — Yüzkırksekizinci soru: Sana selam olsun ey Nebi, sözünün anlamı nedir?

Cevap: Arz ve selamlama Peygamberlerin sıfatından olduğundan, müminlerden de bu selam istenmiştir. Selam verme gibi Peygamberlerin getirdikleri bir meseleyi, illetli olarak görmeyip, ona inanmaları lazımdır.

Şayet Peygamber illetli olarak gelirse, malul olanları nasıl kabul ederse onu da öylece kabul etmesi icab eder. Şayet bunları getirmezse ona selam verir şöyle der.

“Esselâmü a'leyke eyyühennebiyyü.”

·        149 — Yüzkırkdokuzuncu soru:

“Esselâmü a'leynâ ve a'lâ i'bâdillâhissâlihîne.”

Neden söylenir?

Cevap: Bu sözüyle bizlere selam vermek istemektedir. Buna karşılık, itiraz etmeden nefislerimizi bu selâma karşılık vermeye icbar ederiz.

Bu görünüşte hüküm, şayet karşılık vermeyi icab ediyorsa, muhakkak ki, gerek bizler ve gerekse salih kullar bu iltifata iştirak ederler, ve selam verirler.

Bu selama iştirak edenler salih sıfatını taşımalan icab ettiği cihetle, bu selamın gerçek olarak bize yapıldığı hükmüne geçmiş olmasıdır. Hak Teâlâ:

“Fesellimû a'lâ enfusiküm tehiyyeten min i'ndillâhi mübâreken tayyibeten.”

Allah adına kendi nefislerinizle kendiniz mübarek ve güzel bir selam verin buyurmuşlardır.

İlahi emirleri bütün mertebelerde temsil etmek için Hak Teâlâ bize nefislerimize selâm vermeyi emretmiştir. Böylece insan, namazında kendi nefsinin yabancısı olarak Allah’ı ile beraber olmalıdır ki, ona Rabbinin kelâmiyle bu selâmı vermiş olsun. Yukardaki ayetin sonu da, Allah’ın kula selâmı anlamım taşır. Sende burada kendi nefsinin tercemanı olmuş olursun.

·        150 — Yüzellinci soru: Ehli beytim ümmetime emanettir, ne demektir?

(Sallallahü aleyhi ve sellem) efendimiz “Selman bizim ehl-i beytimizdendir” buyurmuşlardır. Her kulda efendisinin sıfatı bulunur. O Allah’ın kulu olarak geldiğinde onu kendi sıfatı olan kesin taatla sıfatlandırıp adını Muhammed ve Ahmet koymuştur. Kukan ehlide Allah’ın sıfatiyle sıfatlanmış olduğundan Allah ailesinden sayılır.

Kukan bir emniyyet ve şifa kaynağıdır. Kafanın ümmetide ona gönderilen Peygamberin ümmetidir. Bu ümmetten Peygamberin sıfatiyle sıfatlanan kimse ehli beytten sayılır. Böylelikle bütün bu vasıf sahipleri Allah’ın ehli beyti olmuş olur. Hak Teâlâ’dan ümmeti Muhammede gelecek rahmeti bildiren şu ayete bakınız:

“Ve rahmeti vesia't külle şey'in.”

Rahmetim öyle geniştirki her şeyi içine alır. Peygamberine de bu sıfatı verdiğini şu ayetle bildirmektedir:

“Bilmü'minîne reûfün rahîmün.”

Bu ümmetten mümin olmayan tek kişi yoktur. Tümü Allah’a iman etmiştir. Bu bahsi kitabımızın bazı yerlerinde yerine göre açıklamıştık, bu sebeple bunu özetleyelim.

Hak Teâlâ Peygamberimiz zevcelerine şu vasıfta bulunmalarını tavsiye derek şunları bildirmiştir:

“Ve karrene fî buyûtikünne ve lâ teberrecne teber-rücelcâhiliyyetilûlâ ve ekimnessalâte ve âtînezzekâte ve eti'nallahe ve resûlehu.”

Anlam olarak, Evinizde birbirinize yakın olun, birinci cahiliyet devrindeki gibi evinizi bırakıp süslenerek dışarı çıkmayın, namazınızı kılın, zekatınızı verin, Allah ve Resulünün emirlerine saygılı olunuz, buyuruyorlar. Hak Teâlâ bu talimatı onlara sırf Muhammedin .zevceleri olduklarından bu mübarek aileye bir söz ve leke gelmemesi için göndermiştir. Onların şeytana uyarak yapacağı usulsüz bir hareket, Allah’ın sevdiği bu Resulün ailesine yakışık olmazdı. Çünkü onun makamı Allah katında en yüksek yerde idi.

Keza Muhammedin ümmeti de öteki dünyada ateşte ebedi olarak kalsalardı bu utanç ve şerefsizlik olacak, Resulüllah efendimizin makamını da lekeleyecekti. Cehenemin hizmetkârları haşır günü şöyle derler, alemler için bir nur olarak gönderilen Muhammedin ümmetinden, şer sahibi olarak hiç birinin ateşe girmediğini görmekteyiz.

Hak Teâlâ nübüvvet evini dünya ve ahirette temiz kılmıştır. Ahirette ümmetten kimse ateşte kalmayacaktır. Ahirettede Muhammed ümmetine layık olan yön budur. Ateşte bu ümmetten kalanda olsa Ehli beytin bereketiyle bu ateş onları yakmayacak, soğuk ve selamet olarak onlara esecektir. Bu evin ailesi ne geniş bir bereket içinde imiş, Ehli beyt adı, ona tabi olan ve ona iman eden bütün ümmetine verilmiştir.

Kıyamet günü mümin olsun olmasın bütün alem onunla birlikte haşır olacaktır. O yalnız müminler için gelmemiştir. Bütün alem için gönderilmiştir:

i

“Ve mâ erselnâke illâ rahmeten lilâ'lemîne.”

Buyurulmuştur:

Hak Teâlâ buradaki Ehlibeyt yani ev ailesinin anlamındaki ev kelimesini batini olarak kabul etmiştir. Daha evvel gelen şeriatlar, yine Resulüllahm şeriatı olmuş olsa da fecir vaktinden güneşin doğmasına kadar kısa bir vakti içine almış olur ki, Muhammedle gelen şeriatın üstünlüğü, güneşin doğuşundan batmasına kadar olan aydınlığa benzer... Bu ışığın uzun ve azametli olduğu anlaşılmış olur. Buradaki tam gün ışığı fecir ışığı gibi kısa olmayıp uzun sürmesi güneşten olur.

Burada Ademden son insan ferdine kadar tüm alem Mu-hammedin ümmeti olmuş olur. Bunların tümü Ehli beytin bereketine ve şefaatma nail olmuş olurlar.

Dikkat edinki, Peygamberimiz kendi nefsi için, ben ümmetimin efendisiyim dememiş, ben bütün insanların efendisiyim buyurmuşlardır..

·        151 —Yüzellibirinci soru: Ali Muhammed ne demektir

Cevap: (Sallallahü aleyhi ve sellem) efendimiz bunun için, her peygamber belirli bir aileye intisab eder, benimde aile olarak intisabım, mümin olanadır. Çünkü Hak Teâlâ’mn bir adı da Elmü’mindir. Her şiddet bu hazırlıktan çıkmış olur. Bu kelime şahısları bundan dolayı azametlendirir. Ve büyütür. Çölde görünen serab gibi şahsın azametine (Al) derler. Muhammedin Âl’i de bu serapta görünen azametleridir.

Çölde yürüyen bir insan uzakta ufukta bir parıltı görür su zan ederek oraya doğru yürür. Yürüdükçe o su uzaklaşır. Bu görünen, ve insanı sudur zanniyle aldatan serap hadisesidir. Serap diye görünen o yere Muhammedi getirmiş olsanda onu orada bulamazsın. Orada ancak Muhammed suretinde Allahı bulmuş olursun. Onu da Muhammedi bir görüşle görmüş olursun. O seraba yaklaştığında orada bir şey olmadığını anlar, orada ancak Allah’ı bulmuş olursun.

Buradaki Allah anlayışın seraptaki Allah anlayışına benzer. Onu su zannetmiştin, o su değil, göz onu su görmüş olur. Bu anlattığım olayla Allah’ı kesin olarak anladım dersin, bundan anlarımki, onu anlamamak ve anlamaktan âciz olmak, onu anlamak demektir, onu da kimse anlayamamıştır.

Allaha güvenip dayanmış olanlar şunu bilsin ki, Allah ariflerinin kalplerinde çöldeki serap gibi büyümüş olur. Böylece o ki-şiyede o aileden denir. Ali Muhammed kelamının manası bu-dur.

·        152 — Yüzelliikinci soru: Tedbir ve kelâm hâzinelerinden hüccet ve isbat hâzineleri nerdedir?

Muhyiddin-i İbn-i Arabi -------

Cevap: Hak Teâlâ’nm sözündedir:

“Felillâhi elhüccetül bâligatü.”

Her yönden bunun Başlangıcı genel hazine olan tedbirlerdir.

Bu yönü Hak Teâlâ bildirmiştir:

“Yüdebbirulemre.”

Yani emri hazırlayan odur.

İşte bu hâzinelerin içinde söz hâzineleri vardır. Tedbir hâzineleri bir çok hâzineleri içine alır. Meselâ bunlardan kelam hâzinelerini içine almıştır. Hak Teâlâ’nm:

“Yüfassilülâyâti.”

Dediği budur. Kelam hâzinelerinin içinde karşı gelenlere hüccet ve isbat hâzineleri vardır. Burada Kuran’da kelam hüccetidir. Hak Teâlâ bu yönde:

“Kul fe'tû bisûretin min mislihi.”

Buna benzer bir suret getirin bakalım buyurmuşlardır.

Hiç şüphesiz, ins ve cin toplanmış olsa ve birbirini desteklemiş olsalar dahi, bunun benzerini yapamazlar. Çünkü bu kitap hüccet hâzinelerinden gelmiştir. Diğer kitaplar ve sahifelerde kelam hâzinelerinden gelmiştir. Diğer bilumum mahlukatta tedbir hâzinelerinden gelmiştir, bunu böyle bilesin.

·        153 — Yüzelliüçüncü soru: Başlangıç ilminin hâzinelerinden Allah’ın ilim hâzineleri nerdedir?

Cevap: Bu hazineler yaratma gücünün devammdadır. Hak Teâlâ her vakit için alimdir. Çünkü İlâhtır, mümkünde Allah’-laşmış olanadır. Adem de mümkünün olmuş olur. Bu hal ezeli bir sıfat olup, halen böylece sürüp gider ve görünmüş olur. Allah’ın İlim hâzineleri başlangıç hazinelerindendir.

Hak Teâlâ bir şeyle infirad etmiştirki bunu kendisinden başkası bilmez, oda kendisine has olan sırrın sırrıdır. Bu gizlilikler içinde öyle gizlilikler vardırki, o gizlilik ona mahsustur. Hak Teâlâ insanlara kendi sıfatından verdiği ahlâk ile süslemiştir. Ve herkesin kabiliyetine göre bir anlayış ve zekâ vermiştir. Bu bir İlâhi gizliliktir. Halkına verdiği ilimde yine İlâhi bir sırdır. Enbiya ve Evliya’ya da gizlilikleri görme ilmi vermiştir.

Tasavvuf nedir dersek? Bunun cevabı, zahiren ve batman şe-ri edeple durmaya tasavvuf denir.

Yakaza nedir dersek? Ki temennimiz bunun ehlinden olalım. Allah’ın gizlediğini anlamaktır deriz. Bununla uyanırsın ve dikkat edersin. İntibah veya dikkat nedir, dersek, inayet yoluyla hakkın kavlini men etmesidir deriz bu da ancak taat ehlinde olur.

Taat ise her şeyin bütünüdür. Yani ubudettir. Ubudet nedir dersek, kulun kendi nefsine değil Allah’a intisabı demektir. Şayet kendini Allah’a değil nefsine intisap ettirirse buna da ubudiyet demiş oluruz. Burada ubudet hepsinden üstündür. Buna (Sivâ) makamı hüküm edemez.

Öyle ise Sivâ makamı nedir diye sorarsak, halkta olan Hakkın batınları ve hakta olan halkın batınlarıdır, deriz. Buradan da söz ilmi çıkar ki, bu da nedir desek, Allahın hitabıdır deriz. Oyalanma nedir dersek, belirsiz olan zati gizliliktir deriz. İşte böylelikle her şeyin bir başlangıcı vardır. Bu mevzu anlaşılması güç ve çok uzun olduğu için, bunu burada kesmek daha doğru olmuş olur. Çünkü ilim zincirleme birbirine bağlıdır bir evvelkini öğrenmezseniz bir sonrakini kavrayamazsımz...

·        154 — Yüzellidördüncü soru: Kitapların anası sözü nedir? Cevap: Burada (Üm) ana manasına gelmekle beraber topluluk demektir, Ümmül kura denirki, köylerin başı anası ve köy topluluğu manasına gelir. Mesela insanın başı da, insanın anası sayılır. Çünkü his ve manevi duygular orada toplanmış olur.

Fatiha ise indirilmiş semavi kitapların anası, başı, ve her şeyi ihtiva eden o kitapların azametli topluluğudur ki o da Kukan’dır.

Hazreti Musa, anlattığımız gibi Allah’a duasında, iki adm kendi şeriatında toplanmasını istemiştir. İşin hakikatma vakıf olunca, Muhammedin şeriatına ve KuFan’ma yönelmiştir. Bu sebeple Muhammedin dini ve şeriatı, bütün din ve şeriatları içine alan bir şeriat ve dindir.

Resulullah efendimiz Hak Teâlâ’nm ona gönderip verdiği bu ana kitapla bize görünmüştür. Ondan evvel nazil olan tüm kitap ve haberleri bu azametli kitap içine almıştır. Bunun içinde yedi öz ayet varki İlâhi adları içine alan 7 sıfatı İlâhi gibi, bütün ayetleri içine almıştır. Her bir İlâhi ad ve bunun tümü bu ayete girmiş olur. Çünkü özet olarak diyebiliriz ki KuFan bu sebeple ana ve baş kitap olmuştur.

·        155 — Yüzellibeşinci soru: Peygamberlerin müjdelendiği, ve Peygamberimize verilen af ve mağfiret nedir?

Cevap: Mağfiret demek, kendini koruma ve manevi örtünme demektir. Hak Teâlâ mağfiret örtüsüyle Enbiyayı dünyada korumuştur. Çünkü bunlar Resulullah efendimizin dünyaya gönderdiği mümessillerdir. Bunun böyle olduğunu da ahirette onlara göstermiş olacaktır. Çünkü kıyamet gününde insanların efendisiyim demesinin sebebi budur. Onların da şefi olmaları için Allah’tan şefaat dileyecektir. Onun vasıtasiyle bu şefaat iznine onları kavuşturacaktır. Hak Teâlâ bundan dolayı Enbiyaya özel olarak, mağfiret müjdelemiştir. Muhammed (S.L.A.M.) da umumi mağfireti müjdelemiştir, çünkü onun nezahet ve ismeti gün gibi sabit olmuştur. Onun af edilecek bir kabahati olmadığından, ona bir kabahat ve suç yükleyeni eyiz Daha önceden anlattığımız gibi kendisi bütün insanlığı Allah yoluna davet ettiğinden, bütün insanlar Ademin hilkatinden kıyamete kadar onun ümmetinden sayılır.

Hak Teâlâ, insanlardan çıkmış olan ilerde ve geride olmuş suçların affına onun vasıta olacağını müjdelemiştir. Allah’ın bu bildirisinde, muhatap olan o idi, fakat kasdedilen insanlardı, bir ata sözü vardır, oğlum sana söylüyorum, komşun sen anla, gibidir. Hak Teâlâ’nın kelamı ve hitabı ona olmakla, bütün be-şeriyyetle ilgili idi. Bu da:

“Liya'fire lekellâhu mâ tekaddeme min zenbike ve mâ teahhere.”

Hak Teâlâ’nın rahmeti geniş olduğundan, bütün insanları istisnasız af edecektir. Ona yakışanda budur. Bu sebeple Peygamberine de umumi affı müjdelemiştir. Resulullah efendimiz, Peygamberlerle birlikte ve başta olmak üzre tüm insanlar için şefaat isteyecek ve Allah tarafından bu isteği kabul olunacaktır.

Tirmiziye ait yüz elli beş sorunun, kendi yönümden cevabım bizzat size öğretmiş oldum, buradaki hakikatleri, anlayışım ve kudretimin yettiği kadar sizlere açıkladım.

Bununla beraber, Allah’ın ilmi bundan kat kat geniştir, ve hiç bir şekilde son bulmayan bir ilmi vardır, özet olarak sonsuz bir umman gibidir. Allah’tan başka bir Rab yoktur bunu böyle bilmen lâzımdır. Allah doğruyu söyler hidayete eriştirir.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar