[FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] ALTMIŞ BEŞİNCİ KISMI
.
Rahman ve
Rahim Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla
FASIL
İÇİNDE VASIL
İhram İçin Yıkanmak
Bazı bilginler
bunun zorunlu, bazı bilginler ise abdest almanın
yeterli olduğunu, bazı bilginler ise ihram için yıkanmanın Cuma namazı için
yıkanmaktan daha güçlü bir sünnet olduğunu söylemiştir.
Bilmelisin ki, bütün ibadetlerde iç
(bâtın) temizliği, Allah Teâlâ ehline göre vaciptir. Şu var ki yükümlünün (kul
değil de) herhangi bir mümkün mazharda ez-Zâhir ismi olduğunu söyleyen kimse
böyle düşünmez, Çünkü o, temizliği vacip değil, sünnet sayar.
Allah Teâlâ ehlinden bazıları ise,
âlemin sahip olduğu istidadın mazharı belirlediği gibi kendisinde zuhur edende
de etkide bulunduğunu düşünür. Bu etki, başka bir zuhurdan bir durum nedeniyle
veya hayvan, insan, zorda kalan, yetişkin, akıllı, deli gibi bir isimle
ayrışmasını sağlayarak etkide bulunur. Bunu dikkate alan kimselere göre, bu
istidat kendi üzerinde bir hüküm belirlediği gibi ona da bir isim belirleyerek
şöyle demiştir: ihram için yıkan! Başka bir ifadeyle toplayıcılığın nedeniyle
temizlen ki, temizlik zatını kuşatsın. Çünkü sen, bir takım fiilleri kendine
yasaklamak istiyorsun. O fiilleri yapmak hac veya umre diye isimlendirilen bu
ibadete yakışmaz. Öyleyse bunu bir temizlik eylemiyle karşılamak daha
yerindedir. Çünkü sen bu temizlikle el-Kuddüs ismine girmek iradesine sahipsin.
Halbuki ona ancak kendi niteliğiyle girebilirsin ki o da temizliktir. Nitekim
ona kendi durumuyla girebilirsin. Çünkü kavuşma ve arkadaşlıkta ilişki şarttır.
Bu nedenle yıkanma farz olmuştur.
Allah Teâlâ ehlinden bir kısmı ise,
ihramlıya bütün fiillerin değil, özel bazı fiillerin yasaklandığını düşünür.
Bunlar, genel temizlik demek olan yıkanmanın vacip olmadığı görüşündedir. Çünkü
bütün fiiller ona yasaklanmamıştır, bu nedenle abdest yeterlidir. Abdest,
bedenin sadece belirli organların yıkanmasından ibarettir. Aynı şekilde insana
da ihram esnasmda özel bazı fiiller yasaklanmıştır. İnsan buna rağmen ihram
için yıkanırsa, ihram için yıkanmak her şeye rağmen daha üstündür. Aynı şekilde
bâtın temizlik genelleştirilirse bu da daha üstün ve erdemli bir davranıştır.
FASIL
İÇİNDE VASIL
ihrama Niyetlenmek
Bir istisna
dışında, bu konuda görüş birliği vardır.
. Engellemeye niyetlenmek, üzerinde bulunduğun
hal üzere kalman demektir. Bu ise, sana nispet edilen ve sayesinde
ödüllendirileceğin bir şeydir. Sen somut bir şey yapmadın. Bu durum
yükümlülükte yasaklamaya benzer. Ona ait isim ise, el-Mani’ ismidir.
Kasıt ve niyet, her zaman var olmayan
bir şeye yönelik olabilir. Var olmayanlarda ise, iki durumdan birisi amaçlanır:
Ya onu var etmek, ki oluş demektir, ya da bir hükmü var etmek. Bu ise, nispet
demektir. Burada üçüncü bir maksat yoktur. Bir şeyin kendisini var etmeye
örnek olarak ‘Bir şeyi var etmek istediğimizde’277 ayetini verebiliriz. Burada, yok
iken o şeyi irade etmektedir. ‘Ona ol deriz, o da olur.’278 Böylece yok iken irade edilen şeyin
varlığı ortaya çıkar. Hükmün yaratılmasının benzeri ise -Ki nispet demektirşu
ayettir: ‘Dilerse sizi giderir.’279 Giderme, var olmayan ve Allah
Teâlâ’nın dilerse isteyebileceği bir şeydir. Allah Teâlâ dilerse, söz konusu
şeyin varlığının bağlı olduğu şartı yok eder ve onu ortadan kaldırır. Bu
durumda ona madum (yok olan) denilir. Fail ise, bir şey yapmamıştır. Bu
durumda kastın konusu yokluk olmuş, bu sayede var olan bir şey, yokluk hükmü
kazanmıştır. Yoksa o yok değildi. Çünkü yokluk hükmü var iken -ki hüküm'
nispettirmeydana gelemez.
Düşündüğünde, özel anlamda Allah
Teâlâ’dan başka varlık olmadığını görürsün. Varlık ile nitelenen Allah
Teâlâ’nın dışındaki her şey, özel bir nispettir. İlâhî iradenin konusu,
mazharlarda, yani belirli bir mazharda tecelliyi izhar etmektir. Bu ise, bir
nispettir. Çünkü Zâhir (Hakk) varlık ile nitelenmeyi sürdürürken mazhar
-yoklukla nitelenmeyi sürdürür. Tecelli ortaya çıktığında ise, mazhar kendisine
ait hakikatlere göre zâhire bir hüküm verir. Bu durumda bu hakikatlerden -ki
var olmayan mazharda bu hakikatlerde bulunurinsan, felek, melek, ya da herhangi
bir yaratılmışın adı zuhur edene verilir. Nitekim bu zuhurda Zâhir’e de
kendisine verilen bir isim döner. Bu balgamda ona yaratan, meydana getiren,
zarar veren, güç yetiren ve bu tecellinin verdiği bir ismi örnek olarak
verebiliriz. Mümkünler ise, bulundukları yolduk halindedir. Aynı şekilde Hakk,
varille hükmüne sahiptir. Böylece mümkün için mazhar ismi ortaya çıkarken
kendisinde tecelli eden için de ez-Zâhir ismi ortaya çıkar.
Bu nedenle şöyle dedik: Allah
Teâlâ’nın dışındaki her mevcut, hakikat değil, bir nispettir. Bir mazharın
istidadı, kendisinde zuhur, edenin yükümlü olmasını sağlamıştır. Bu durumda
ona ‘yap’ veya ‘yapma’ denilir ve ikinci şahıs zamiriyle o, ‘sen’
diye yükümlü haline gelir.
ihrama niyet, (bir şey) ‘yapmama’ya
niyetlenmek demektir. Başka bir ifadeyle o, engellenmemesi mümkün bir şeyi
engellemeye niyetlenmek demektir. Bu durumda engellemek bir hüküm haline
gelir. Bütün yükümlülükler, bir takım hükümlerdir. İhrama niyetlenmek ise, bu
engellenmenin Allah Teâlâ’ya yaklaşma amacıyla yapılmasıdır. Yaklaşma, var
olmayan bir şeydir. Bu durumda onun hükmünün varlık sebebi, bu engelleme
sayılır. Böylece kul için var olmamışken bu engelleme ortaya çıkar ve bu esnada
bir mazhar haline gelir. Bu ise, yakınlaşmanın zirvesidir: Bir mazharda zuhur.
Çünkü bu zuhur sayesinde mazharın hükmü kendinde zuhur edende (zâhir) ortaya
çıkar. Aynı şekilde yaklaşmanın etkisiyle, kendisine olumlu karşılık
vermesiyle dua edenin hükmü dua edilende ortaya çıkar. Allah Teâlâ şöyle
buyurur: ‘Kullarım beni sorduklarmda, ben çok yakınım, dua
edenin çağrısına karşılık veririm.’280 Çünkü duaya
karşılık, duadan sonra olabilir. Öyleyse dua eden kişi, ona karşılık vermesini
sağlamıştır. Allah Teâlâ da insanı ‘ihram’ diye isimlendirilen evini, yani
Hacca davet etmiştir. Bu özel nitelik ‘ihram’ diye, isimlendirilir. Kul ise, bu
davete sesini yükselterek olumlu karşılık vermiştir. Sesi yükseltmek, telbiyede
tekbir getirmektir. Bu ise ‘Lebbeyk, Allah Teâlâ’m! Lebbeyk! Kuşkusuz mülk ve
hamd sana aittir. Senin ortağın yoktur’ şeklindedir.
FASIL
İÇİNDE VASIL
Niyet Telbiye Getirmeyi
Gereksiz Kılar mı?
Şekilci
bilginler (r.a.), bu konuda görüş ayrılığına düşmüştür. Bir kısmına
göre hacda telbiye namazdaki ihram tekbirine benzer. Bu görüş sahibine göre,
namazda tekbir yerine geçen her söz yeterli olduğu gibi telbiye yerine geçen
her söz de yeterlidir. Tekbire benzeyen her söz Allah Teâlâ’nın büyüklüğünü
dile getiren ifadelerdir. Bir kısmı ise şöyle demiştir: Telbiye lafzını
söylemek zorunludur, çünkü Peygamber ‘Haccın uygulamalarını benden öğrenin’
buyurdu. Telbiye lafzı da Peygamber’in belirledilelerindendir ki, bu da
‘lebbeyk (buyur)’ sözüdür. Nitekim Peygamber namazdaki ihram tekbiri olarak da
‘Allah Teâlâu Ekber (Allah Teâlâ en büyülctür)’ sözünü belirlemiştir. Böylelikle
bazı bilginler, Peygamber’in telbiye getirme tarzını söylemeyi vacip
saymıştır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in getirdiği telbiye
şöyleydi: ‘Lebbeyk, Allah Teâlâümme, lebbeyk! (Buyur, Ey Rabbim, buyur!) Hamd
ve nimet sana aittir. Senin ortağın yoktur. Buyur, Rabbim, buyur! Mülk
şenindir, buyur! Senin ortağın yoktur’ Başka bir rivayette ise ‘Lebbeyk, Hakk
ilah’ başka bir rivayette ise ‘Yaratıkların ilahı’ denilir. Öyleyse telbiyeyi
böyle söylemek bu bilginlere göre vacip iken bilginlerin bir kısmına göre
müstehaptır. Bu lafızlarla söylemek ise daha üstündür ki ben de bü görüşteyim.
Bilginler bu lafzın değiştirilmesiyle
ilgili olduğu kadar, kendisine bir şey ilave edip edilemeyeceği hususunda da
görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Aynı şekilde, telbiyede sesin yükseltilmesi
hakkında görüş ayrılığına düşmüşlerdir ki buna ihlâl denilir. Bir kısmı onu
vacip saymıştır Ki, ben de bu görüşteyim. Fakat bana göre, bir kez bunun
yapılması yeterlidir. Birden fazla yapılması ise, müstehap ve yerinde
davranıştır.
Bazı bilginler, şöyle demiştir:
Telbiye getirirken sesin yükseltilmesi, cemaat mescitlerinde, bir kısmına göre
ise Mescid-i Haram’ın ve Mina mescidinin dışındaki mescitlerde müstehaptır.
Telbiyede hakkında görüş ayrılığına düşülmüştür: Acaba o, bir esas mıdır,
değil midir? Bazı bilginler, telbiyenin haccın bir unsuru olduğu görüşündedir
ki, ben de bu görüşteyim, çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Benim
davetime karşılık veriniz.’281 Kuşkusuz Allah Teâlâ
bizi evine davet etmiştir, dolayısıyla bizim de buyur dememiz gerekir. Sonra Allah
Teâlâ’nın yerine getirmemizi istediği nitelilderle ile başlamamız gerekir.
Bazı bilginler ise, telbiyenin bir rükün olmadığı görüşündedir.
Bilmelisin ki, mubah fillerin
çoğunluğunda uzaklaşma (ihram) ve tasarrufu birleştiren bu özel eylemle Allah
Teâlâ’ya yönelmek, belirli bir isme ait özel bir niyettir. Bu niyette yönelme
ise, Kâbe’ye değil, ona davet edene yönelinir. Bu davet, efendilik niteliğiyle
karışmış kulluk niteliğiyle Allah Teâlâ’dan dolayı yapılan bir davettir.
Efendilik hükmü, bu ibadette bir suretin yok edilmesi demek olan kurban
keserken ortaya çıkar. Efendilik, taş atarken ortaya çıkar ki o da bir İlâhî
fiilin nitelenmesidir. Allah Teâlâ ‘Onları
taşladı’282 buyurur. Rivayete göre İblis, bu taş atma
yerlerinde birkaç kez Halil İbrahim’e karşı gelmiş, belirlenen şeyin sayısı ve
zamanı hakkında onu yanıltmıştır. Efendilik, nefes aktarırken ortaya çıkar,
çünkü o da ‘Sizin için boşaltacağız’293 ayetinde belirtildiği gibi ilâhî bir
niteliktir. Başka bir ayette ise ‘Rabbin fariğ oldu’284
ifadesinde de geçer.
Efendilik, Kâbe’yi tavaf ederken
ortaya çıkar, çünkü tavaf, Kâbe’yi ihata etmektir ve Allah Teâlâ ‘O her
şeyi ihata eder’2SS buyurur. Efendiliğin ortaya çıktığı
başka bir eylem ise, zikirdir. Bu zikir, ‘Beni
zikredin ben de sizi zikredeyim’2*6 ayetinde
geçer. Allah Teâlâ’nın bizi zikretmesi, bizim kendisini zikretmemizden daha
büyüktür. Şu var ki biz, O’nu kendimizle değil de O’nunla zikredersek durum
değişir. Şu var ki, O’nu kendisiyle zikretmemiz daha kapsamlıdır: Bizim zikretmemizde
biz ve O vardır. O’nun zikrinde ise, sadece O vardır. Ebu Yezid’in huzurunda ‘Rabbinin
tutuşu pek şiddetlidir’287 ayeti okunduğunda
şöyle demiş: ‘Benim tutuşum daha güçlüdür.’ Burada kastedilen, Allah Teâlâ ile
değil, nefsiyle tuttuğunda kulun tutmasının gücüdür. Bana göre Ebu Yezid’in
sözü bu anlama gelir. Ebu Yezid ise onu farklı bir şekilde yorumlamıştı. Çünkü
kulun tutması, rahmetten yoksundur ve onda herhangi bir şekilde rahmet
bulunmaz. Hakk’ın tutuşu ise, her balamdan tutulana dönük bir rahmet taşır.
Çünkü Hakk, tutarken de kuluna merhamet eder. Öyleyse kulun tutması, daha
şiddetiidir. Çünkü kulda, tutulan kişiye dönük bir merhamet bulunmaz. Bu
efendilik hükmü, haccın diğer bazı fiillerinde de ortaya çıkar. Koşma, yürüme,
ilahlıktan kendisine ait bir nitelik taşıyan her fiili buna örnek olarak verebiliriz.
Kâbe’ye yönelmek, Allah Teâlâ’ya
değil, Allah Teâlâ’dan dolayı olduğuna göre, O’na kendiliğinle değil Rabbinle
yönelmeye çalışmalısın ki, Hakk kaynaklı bir niyet sahibi olabilesin. Çünkü Allah
Teâlâ başka bir evi değil, bu evi amaçlamış, kullarından özel bir nitelikle ona
yönelmelerini istemiştir. Bu özel nitelik, ihram giymek ve haccın bütün
fiilleridir. Allah Teâlâ haccın başlangıcını da sonunu da tavaf yapmıştır.
Böylelikle, evine ulaşma esnasında başladığı şeyle bitirmiştir. Öyleyse Allah
Teâlâ sana kendisine değil, evine yönelmeyi emretmiştir. Çünkü Allah Teâlâ onu
maddi bir yönelme yaptı. Bu yönelişte en yalanı Mekke’de bulunan ev ile Kâbe
arasındaki yer olan bir mesafenin aşılması söz konusudur. Halbuki Allah Teâlâ
‘Her nerede olursan’ seninle beraberdir. Dolayısıyla maddi bir yürümeyle seninle
birlikte olana ulaşman mümkün değildir. Böylece Allah Teâlâ seninle beraber
olduğunu sana bildirmiştir.
Sonra Allah Teâlâ, senin ve hemcinslerinin
bir benzeri olan yaratılmış evini sana gösterdi. Öyleyse sana evi göstermesi,
O’nun senin nefsine delil olmasıdır. ‘Nefsini bilen Rabbini bilir.’ Eve
yöneldiğinde, gerçekte nefsine yönelmişsin demektir. Nefsine yöneldiğinde ise
kim olduğunu, kim olduğunu öğrendiğinde ise Rabbini öğrenirsin. Bu durumda
şunu öğrenirsin: Sen O musun, değil misin? Gerçek bilgi bu esnada ortaya çıkar.
Çünkü delil bazen delillendirilenden farklıyken bazen ta kendisidir. Öyleyse
hiçbir şey kendisinden kendisini daha iyi göstermez. Sonra, ilişkinin
uzaklaşmasına göre delalet de uzaklaşır. Şu halde insan, suret üzerinde
yaratılmış olması nedeniyle Rabbine en yalan kanıttır. Bu nedenle Allah Teâlâ,
ilişkinin yakınlığı nedeniyle sana yakından hitap ederek şöyle der: ‘Kuşkusuz
ben yakınım, bana dua ettiğinde dua ederıin çağrısına karşılık veririm.’288 Başka bir ayette ise ‘Allah
Teâlâ seninle tartışanı duydu™9 buyrulur.
Kuşkusuz bölümün başında Kâbe’nin
bâtını yorumunda ortaya çıkan sırlar zikredilmiştir. Sonra, Kur’an Kâbe’den
söz ederken gecelemeyle aynı kökten gelen beyt (ev) sözünü kullanmıştır.
Burada o, adeta içinde geceleyen nedeniyle ev diye isimlendirilmiştir. Çünkü
geceleyen şey, evin yararları içerisinde en büyük unsurdur. Buna örnek olarak,
‘Hac Arafat’tır’ hadisini verebiliriz. Burada haccın en önemli kısmı
kastedilir. Böylece Şari geceleme hükmüne riayet etmiştir, çünkü uyku, gece
gerçekleşir. Uyuyan kişi, bineğini, canını, uykusu esnasında koruyacak birine
muhtaçtır. Çünkü o, uyanıkken bineğini ve canını koruyabilir. Allah Teâlâ,
burada gecelemeyi dikkate alıp geceleme ise gündüz değil gece ortaya çıktığı
için, bu mekâna ‘ev (beyt)’ adını verdi. Bir hadiste Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem ‘Uyurken elinizin nerede gecelediğini (yebîtü) bilemezsiniz’
buyurur. Ahmed b. Hanbel, bilhassa uykudan uyanan kimsenin, abdestte ellerini
yıkarken kaba batırılmazdan önce ellerini yıkaması gerektiğiyle ilgili hadiste
hükmü gece uyumaya bağlamıştır. Gece ‘gayb’ demektir, çünkü Hakk, kullarına
tecelli edişinde zaman hükmünü geceyle irtibadandırmıştır: Geceleyin Rabbimiz
iner. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in miracı gece gerçekleştiği gibi
ruhlar geceleyin miraç eder ve ayetler geceleyin görülür. Bütün bunları
öğrenmiş olmalısın. Bu nedenle Allah Teâlâ, bu mekâna yani Kâbe’ye ev adını
vermiştir. İşaret edilen şeyi anla!
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah
Teâlâ’nın hakkıdır, insanlar üzerinde:290 Bu ifade, bir unutmaya gönderme
yapar. Burada Allah Teâlâ, ‘Ademoğulları’ demedi. ‘Evi haccetmek.’291 Yani ev olması bakımından bu mekâna
yönelmek. Böylece sadece ismiyle yönelinen yerin diğer yerlerden farklılığına
dikkat çekmiştir. ‘Ona bir yol bulan kimse için.’292 Yani, kendisine ulaşmaya güç yetiren
kimse için. Bu nedenle Allah Teâlâ, ‘Ancak
senden yardım dileriz’293 buyurur. Öyleyse çağrısı nedeniyle
‘buyur’ diyerek ve sesi yükselterek Allah Teâlâ’ya olumlu karşılık vermek,
evden dolayıdır. Çünkü ev çağrılan kişiden uzaktır. Allah Teâlâ ise, insanı
Evden davet etmiş ve ona bu evdeki tecellisini göstermek istemiştir. Nitekim,
kendisine ayetlerini göstermek üzere kulunu da geceleyin yolculuğa çıkartmıştı.
Bazen bir şeyin talibe zuhur etmesi, kendi nefsine delil olabilir. Bu durumda
O’nun tecelli edip kulun kendisini görmesi, Hakkın ayetlerinden birisi sayıhr.
Böylelikle Hakk, kulıın nefsine delil olur. İbn Abbas’ın görüşüdür bu.
Böylelikle telbiye getirirken'sesi yükseltmek, bu duadaki eve ait paydan
kaynaklanır. Çünkü bu duada maksat olan odur. Dolayısıyla ev, ‘özel yüz’
üzerindeki bir perdedir.
Muhammedi bir müşahede sahibiysen, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in getirdiği telbiyeye ekleme yapma! Böylece Hakkı
Peygamber’in gözüyle görürsün. Çünkü onun telbiyesini getirirken Hakk sana
Peygamber’e tecelli ettiği gibi tecelli eder. Kuşkusuz onun Allah Teâlâ’yı en
iyi bilen yaratık olduğu kesindir. Allah Teâlâ’yı bilmek ise, tecelli
kaynaklıdır. Allah Teâlâ sana burada tecelli etmiştir. Sen ise, O’na gözlerin
yetkini olan Peygamber’in gözüyle bakmışsındır. Çünkü Peygamber Allah Teâlâ’yı
bilenlerin en yetkinidir. Allah Teâlâ, kendisini bildiği ölçüde müşahedede
kuluyla beraberdir.
Bu telbiyeye ilave yaparsan, hiç
kuşkusuz ortak koşmuş sayılırsın. Çünkü sen ona başka bir telbiye
eklemişsindir. Halbuki sen, toplamın tekliğin vermediği bir hükmü verdiğini biliyorsundur.
Dolayısıyla sen, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in telbiyesini tam
yapıp sonra ona bir şey eklediğinde, ona bir şey eklemeyen adına gerçekleşen
şeyin senin adına gerçekleşeceğini zannetmemelisin! Böyle bir söz söylemek,
işlerin hakikatlerini bilmemektir. Dikkat ediniz! Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem bu telbiyeyi söylemiş ve ona bir şey eldememiş, kendisiyle beraber
telbiye getirene de tepki göstermemiştir. Dolayısıyla onu yerine getirmesi
anlamsız olmamıştır. Sen de, (Peygamber’e) uymayı esas al ki, kul olasın!
Kullukta herhangi bir hüküm icat etme. Çünkü kullukta bidatçilik etmekle ‘rab’
haline gelirsin, çünkü Allah Teâlâ el-Bedi’dir (yaratan) .
Kardeşim! Hakikatine uyarsan, onunla
yürürsün. Ona ortak koşarsan, onu takip edemezsin. Çünkü ona ortak koşulamaz.
Böyle bir şey yaparsan bilgisizliğe düşersin. Çünkü varlıkta ortaklık yoktur,
varlık Hakkın suretine göredir. Hakk ise, ortaksız-birdir. Öyleyse ortaklığın
dayanağı olan bir kaynak yoktur. Ortaklıkla ilgili bu ikazımızı iyi öğren!
Çünkü bu, benden başkasından duyamayacağın bir husustur. İnsan ortak koşarken
ortağın bulunmadığını bilir. Bununla birlikte insanı etkisi altına alan şey,
yaratılındaki korkaklıktır. Hakkın ortağı yaratılmışta bir nitelik olarak var
etmesi yönünden irtsan korkuya kapılır. Halbuki o, kutsi bir hadiste dile
ggtirilen ‘Ben ortaklıktan en münezzeh kimseyim; kim başkasını ortak yaptığı
bir amel yaparsa ben o amelden uzağım’, ifadeyi bilmemektedir. Böyle bir insan
şirk koşmuştur. Halbuki Allah Teâlâ ortaklığın geçerli olduğunu veya ortağın
var olduğunu söylememiştir. Çünkü onun var olması mümkün değildir, çünkü iki
ortağın her birinin payı, Allah Teâlâ nezdinde belirlenmiştir, bunu bilmeseler
bile, Öyleyse sen şirk koşmaktasın. Gerçekte ise ortaklık yoktur. Çünkü iş
bir’den ortaya çıkar.
İşte bu gerçektir
Onu söylersen yenilmezsin! .
O’ndan
başka ne var ki! .
Bu verilmiş bir örnektir
Bir ortağm var olması, imkânsızın
varlığını var saymaya benzer. Onun varlığı, sadece farazidir.
Hacda niyet, Ev’e gitmeye niyetlenmektir.
Ev, şekil bakımından dört rükünlüdür. Birinci yapımında ise üç rükne sahiptir.
Niyet de mezheplerin çoğuna göre evin şekline göre ortaya çıkmıştır. Böylece
haccm rükünleri dört olmuştur: İhram, vafke, koşma, ifaza tavafı. İnsanların
büyüle kısmının kabul ettiği düşünce budur.
İlle halinde evin yapısını dikkate
alan bilginlere göre ev üçgendir. Bunlar, ifaza haccını farz görmez. Böylece
ev, köşeleri denk üçgen şeklinde kabul edilir. Bu bilgin, evi eşkenar değil
ikizkenar bir üçgen şeklinde kabul eder. Eşkenar olması mümkün değildir. Öyle
olsaydı, her ikisinin de benzeri olacağı için, iki topuğu (kenarı) ayıracak
kimse olmazdı. Halbuki iki kenarm denk olup onlarm ayrılması gerekir. Bu ikisi
ise eller ve avuçlardır. Bunları topuk diye isimlendirmemizin nedeni, dayanma
anlamı taşımasıdır. İki avuca dayanıldığı için, iki diyarda, yani cennet ve
cehennemde emrin hükmü onlara döner. Bu ikisinden başka bir yer de yoktur. Bu
nedenle topuk ismi daha uygundur.cTopuk
topuğa kavuşur.’294 Öyleyse
bir denkliğini olması gerekir ki bütünden kendisine yönelmek mümkün olsun.
Böylece bu dörde bir şey ekleyip
rükün sayılmamıştır. Sona bakan kişi ise, evin şeklinin ve suretinin dışına
çıkar. Böyle bir insan, bir şeyi arayıp da ona benzeyeni gördüğünde ‘bu odur’
diyene benzer. Halbuki bu doğru bir yorum olsa bile, kuşkuda bu zuhur onun
adına ortaya çıkmamıştır. Çünkü suret kendisine tanık değildir. Burada, hac ile
amaçlanan evin suretini kastediyorum.
FASIL
İÇİNDE VASIL
Namazdan Sonra İhrama
Girmek
Farz ya da nafile namazdan sonra ihrama girmek, bilginlere göre
müstehaptır. Bazı bilginler, ihram için iki rekât nafile namaz kılmayı daha
uygun görür ve bu davranış, onlara göre daha yerindedir. Çünkü Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in sünneti, namaz kılmaktı ve sünnete uymak daha yerindedir,,
bu nedenle de sünnet oldu. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, ‘Hacdaki
uygulamaları benden öğrenin’ demişti.
İhrama namazdan sonra girilmesinin
nedeni, namazın helal ve haram kılma arasında bulunan bir ibadet olmasıdır.
Namazda (namazın dışındaki davranışları yasaklayan) haramlık tekbir,
helalleştiren ise, selam vermektir. Böylelikle namaz, (ihramın anlamı
nedeniyle) hac ve umreye benzer. Çünkü hac ve umre, helal ve haram yapma uçları
arasındaki iki ibadettir. Bu sayede namaz ile bu iki ibadetin arasındaki
ilişki ortaya çıkmıştır. Ayrıca namazda Hakk kendisiyle birlikte kulunu da eşit
ölçüde var sayarak kendisine özgü bir kısmı belirlediği gibi sadece kuluna
özgü bir payı da belirler. Namazda Rab ile kul arasında ortaklığın
gerçekleştiği ara bir durum da vardır. Çünkü namaz bir takım söz ve fiillere
dayalı bir ibadet olduğu gibi hac da bir takım söz ve fillerden ibarettir.
Hacda bulunan yüceltme sözleri Allah Teâlâ’ya ait iken horluk, yoksunluk ve
eziklik kula aittir. Hacda Hakk ile kul arasında ortaklığın ortaya çıktığı
fiiller ise, bir berzahtır. Böylelikle, namaz ile hac arasında diğer ibadetlere
göre daha çok ilişki ortaya çıkmıştır, çünkü (söz gelişi) oruç helal ve haram
kılma uçlan arasında bulunsa bile, (namaz ve hacdaki gibi) söz ve fiil içermez.
Sonra, ihrama gireceğin yerde eşin
bulunuyorsa, ihrama girmeye niyetlendiğinde eşinle ilişkiye girmen uygundur ve
bu da bir sünnettir. Sonra, boy abdesti alıp, namaz kılar ve ihrama girersin.
Çünkü hac, namaz ve cinsel ilişki arasındaki ilişki, her birinin haram ve helal
yapma uçları arasında bulunmasıdır. Hakk, bu ibadetlerdeki ilişkiyi dikkate alarak
şöyle buyurdu: ‘Namazı, özellikle de ikindi (orta) namazını
muhafaza ediniz.’295 Bu ayet,
bir önce ve bir sonra gelen nikah, boşanma ve ölüm nedeniyle (dul kalan eşin)
süre beklemeyle ilgili ayetlerinin arasında gelmiştir. Görünüşte ayetlerin yeri
burası değildir ve görünüşte bunlar ile zikredilen şeyleri bir araya getirmeye
uygun bir yön yoktur. Şu var ki her ikisinin de öncesinde ve sonrasında helal
ve haram kılma uçları arasmda bulunması bir ilişki kurar.
Allah Teâlâ, kendisini uyardığı
konularda kuldan şunu ister: Kul, dışta kendinden ortaya çıkan bir fiili yerine
getirirken bu fiilin failinin Allah Teâlâ olduğunu bilmelidir. Çünkü kutsi bir
hadiste Allah Teâlâ, ‘Ben kulumun görmesi ve duyması olurum, benimle duyar,
benimle görür ve benimle yürür’ der. Namaz hakkında ise, şöyle buyurur: ‘Allah
Teâlâ kendini öveni duydu.’ Burada Allah Teâlâ, (hamdle ilgili) sözü kendisine
değil, kuluna nispet etmiş, halbuki ‘kulunun diliyle’ dememiştir. Böylece
ihram, hareket ve duruşlarındaki farklı hükümleriyle kulun dikkatini sürekli
Rabbiyle olduğuna çekmek için, namazdan sonra geldi. Böylelikle kul, yalnız
ibadet ederken değil, bu bilinçle de sürekli ibadet halindedir.
Allah Teâlâ kendisini hakikatler ile izhar etti ,
Varlıkların hakikatleriyle,
O’na ibadet ediniz
Ona ibadet edersen, abid
olan sen değilsin!
Sözüme bak, belki uyanırsın!
İyice düşün! Çünkü Allah Teâlâ Peygamber’ine,
‘Attığında sen atmadın, fakat Allah Teâlâ attı’296 boşuna demedi. Bilakis bunu sen ve
senin gibiler işin görünür durumunun niteliğini öğrensin diye söyledi. Öyleyse
kul için ihram Hakk için tenzihin bir benzeridir. Hakk ile ilgili tenzih,
‘şöyle değildir, böyle değildir5 şeklindeki yargılardır. Çünkü Allah
Teâlâ, ‘O’nun benzeri bir şey yoktur’297 buyurur. Başka bir ayette ise, ‘İzzet
sahibi Rabbini onlarm nitelemelerinden tenzih ederim’291 buyurur. İzzet, imtina demek iken
tespih tenzih demektir. Tenzih, kendisiyle ilişkilendirilen eş, çocuk ve
benzeri şeylerden uzaklık demektir. İhram engelleme, cinsel ilişkiden uzaklık
ve Şari’nin belirlediği davranışlardan ‘münezzehlik’ ve uzaklaşmak demektir.
Ayrıca ihram, insanı bu fiilleri yapmaktan alı koymak demektir.
FASIL
İÇİNDE VASIL
İhram Mikat’ının Hacca
Nispeti: Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
Nereden İhrama Girerdi?
Bazı
bilginler, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Zulhuleyfe’de,
bazıları bineği her nerede durduysa orada, bazı bilginler ise çöle ulaştığında
ihrama girerdi demiştir. Her bilgin, Peygamber’in tehlil getirdiğini duyduğu
vakitten söz etmiş ve haber vermiştir. Raviierin bir kısmı, Peygamber’in
Mescitte namazın ardından tehlil getirdiğini, başka biri bineğine kurulduğunda,
başka biri ise çöle ulaştığında tehlil getirdiğini duymuştur. Şekilci bilginler
ise, Mekkeli insan ihrama girdiğinde Mina’ya doğru yol almaya başlamadıkça
tehlil getirmeyeceğini söylemiştir.
Bana göre doğrusu, ihrama
girildiğinde namazdan sonra tehlil getirmektir. Sonra insan, yol almaya başlar
ve telbiyede katettiği belirlenmiş her vakitte tehlil getirir. Çünkü dua
hacdaki bütün fiillerle ilgilidir. Öyleyse telbiye bu duaya karşılık
vermektir. Böyle yaptığında hacda yapılmamış bir fiil geride kalmaz. Öyleyse
telbiye, Hakkın kendini çağırdığı fiilleri tamamlayıncaya kadar kesilmez. Bu
mesele araştırmaya değer bir husustur. Şu var Ki Şari’den gelen bir nas
telbiyenin kesilme vaktini belirlemiş olabilir. Bu durumda insan o nassın
sınırında durmalıdır. Çünkü Peygamber, ‘Haccın uygulamalarını benden öğrenin’
buyurdu.
Allah Teâlâ ehline göre dua,
uzaktakini çağırma ve illet gözüyle nida etmektir. Çünkü karşılık vermek,
bulunulan yerde uzaklığı dile getirir. Bu nedenle nida ve çağrı, bu uzaklıktan
yakınlaşmayı istemek demektir. Öyleyse karşılık vermek, davetine icabet ederek
kulun Hakka bir müjde sunmasıdır. Çünkü Hakk, bu nispederi ortaya çıkartan bir
şekilde kuluna tecelli etmiştir. Bununla birlikte bu karşılık vermedeki muduluk,
kula aittir. Fakat Allah Teâlâ insanları ve cinleri kendisine ibadet etsinler
diye yarattı ve bu nedenle Allah Teâlâ onları yaratılış gayelerine davet etmiştir.
Davete icabet etmek kadar etmemek de mümkündür. Bu nedenle icabet, davetçiye
çağrısının duyulmuş, emrine itaat edilmiş olduğu hakkında bir müjdedir. Halbuki
çağrıyı duyan başkaları direnmiş ve olumlu karşılık vermemiştir.
İmkân bulduğu halde haccı
geciktirmeyi kabul edenlerin görüşü de bu konuya girebilir. Her bakımdan uygun
olan, imkân varsa ve engeller yoksa, haccı hemen yerine getirmektir. Bu bakış
sahibi, CRableri onları kendinden bir rahmet ve
hoşnutluk ile müjdeler’299 ayetini olumlu karşılık vermenin
ödülü sayar. Allah Teâlâ ‘dünya ve ahirette onlar adına bir
müjde vardır’300 buyurur.
Bu da, Hakkın ibadetlerle çağrısına olumlu karşılık vermeyle onların
müjdelerini pekiştirir. Onlar, ‘buyur’ der. Yani, bizi kendisine davet ettiğin
ve kendisinden dolayı yarattığın şeye olumlu karşılık veriyoruz. Böylelikle
Hakkın çağrısı, sonuçsuz kalmaz. Sonra onlar, yükümlü oldukları davranışlarıyla
yükümlü oldukları tarzda davete icabeti gerçekleştirirler. Bu ise, amellerin
kendilerine nispeti ve onları ellerinde inşa edene ve uygulayana bakarak,
amellerini görmemekle yapılır. Şu halde onlar, ‘amel sahipleridir’ ve ‘amel
sahipleri değildir.’ Gerçekte de durum böyledir. Kullar bilse de bilmese de
gerçek böyledir. Şu halde bu durumu bilen kişi, bilmeyenden üstün ve
erdemlidir. ‘Allah Teâlâ sizden iman edenleri ve kendilerine ilim verilenleri
derece bakımından yükseltmiştir, Allah Teâlâ yaptıldarınızdan haberdardır,
dilediğini doğru yola ulaştırır.’
FASIL
İÇİNDE VASIL
Mekkeli Bir İnsan Hac
Olmaksızın Umre İçin ihrama Girer mi?
Bilginler
böyle bir insanm ihramdan çıkmasını gerekli görmüştür. Onlarm bu
konudaki kanıdarını bilmiyorum. Bilginler, ihramdan çıkmadığında ne yapmak
gerektiği hususunda da görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Bir kısmı kurban kesmesi
gerektiğini ileri sürerken, bir kısmı bunu telafi edemeyeceğini söylemiştir.
Ben, onların bu konudaki kanıtlarını inceledim ve (dikkate değer) bir kanıt
olmadıkları görüşüne ulaştım.
Mekkeli bir insanın umre yaparken
evinden ihrama girmesi caizdir. Nitekim hac için ihrama girerken de böyle
yapar. Böyle bir insan Umrenin tavaf, sa’y, tıraş olmak ve saçı kısaltmak gibi
bütün fiillerini yapar ve sonra ihramdan çıkar ve ona bir yükümlülük yoktur.
Çünkü Peygamber, hac ve umreye gitmek isteyenler için ihrama girilecek yerleri
belirlerken hac ve umre arasmda ayrım gözetmemiş ve şöyle buyurmuştur:
‘Mekkelilerin ihrama girme yeri evleridir.’ ihrama giren insan haccın
unsurlarından yapması gerekeni yapacağı gibi umrenin unsurlarından da neyi
yapması gerekiyorsa onu yapar. Peygamber, hiçbir şekilde ihrama girmeyi ve
ondan çıkmayı birleştiren bir durum belirtmemiştir. Ancak, Mekkeliler için
olmasa bile, hariçten gelenler için bunu belirlemiştir. Abdurrahman b. Ebu
Bekir’e şöyle demiştir: ‘Aişe ile birlikte Ten’îm’e çık.’ Bunun nedeni, hayızh
olduğu için yapmadığı umrenin yerine bir umre için ihrama girmesini
sağlamaktır. Aişe, Mekkeli değildi. İşte bu, vardıkları görüşte bilginlerin
kanıtıdır. Halbuki bu kanıt, oldukça zayıftır ve böyle bir konuda Mekkeliler
hakkında bir kanıt sayılamaz.
Mekkelilerde hikmeti uygulayacağımız
en doğru yorum şudur: Bir Mekkeli ihrama girdiğinde, Harem’in dışına çıkmamalıdır.
Çünkü o Allah Teâlâ’nın harem’inde bulunmaktadır ve dolayısıyla bir müşahede
kulluğu içindedir. Bulunduğu yer, ‘kul’dan başka bir şey olmasına imkân
vermez. Sonra, bu kulluğu ihram giyerek pekiştirmiştir. Öyleyse Mekkeli Harem
içinde ihramlıdır. Bu ise, kulluğu pekiştirir ve Rabliği yüceltir. Harem’in
dışına çıktığında ise, derecesi eksilir. Halbuki ondan istenilen şey,
faziletteki artıştır. Dikkat ediniz! Mekkeli olmayan biri, Harem’in dışına
çıktığında orada ihrama girer. Halbuki çıkarken kendisinden istenilen şey,
ihramsız (ihram esnasında yasaklanan davranışların serbest olması) kalmak
değildir. Sonra, ihramlı bir şekilde hareme girer. Böylelikle fazilete fazilet
ekler. Bu nedenle istenilen şey, artıştır.
Binaenaleyh Mekkeli, Allah Teâlâ’nın
haremindedir. Başka bir ifadeyle mekân bakımından Allah Teâlâ’ya yakındır.
Öyleyse, yalcınlık onun evi ve mertebesi iken niçin ondan ayrılsın ki? Şari
böyle bir şey düşünmekten münezzehtir! Aynı şekilde bunu söylemek ve bunu
öngörmek de mümkün değildir.
Mekkeli olmayanın himmeti, Harem’in
dışında bulunan vatanına bağlıdır. Bu nedenle o, umrede ihram giymek için
Mekke’nin dışına çıkar. Himmeti orayla ilgili olduğu için, bu durum onun için
bir ceza saydır. Çünkü böyle bir insan Allah Teâlâ’nın harem’inden ayrılma
niyetinde ve Harem’in dışındaki vatanını arzulamaktadır. Böylelikle daha üstün
bir yerden daha değersiz bir yere çıkar. Allah Teâlâ’nın komşusu nerede, onun
komşusu nerede! Kuşkusuz Allah Teâlâ, komşu hakkmda tavsiyede bülunmuştur. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem bir hadisinde ‘Cebrail bana komşu hakkmda o kadar
tavsiyede bulundu ki, onu mirasçı yapacak zannettim’ buyurur. Yani komşuyu
variste yakınlara katacak zannettim. Aynı şey, hacda da geçerlidir.
Haccın uygulamalarından görüş
birliğine varılmış bir husus, Arafat’ta vakfedir. Arafat ise, Harem’in
dışındadır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in Arafat’ta vakfe yapmayı
Harem’in dışında olduğu için emrettiği sabittir. Öyleyse ihram giyen insanın
(bazı şeylerden mahrum iken bazı şeylerin ona serbest kalması anlamında)
helallik ve haramlığı bir araya getirmesi kaçınılmazdır. Şari bunlardan
herhangi birisine yönelmemiştir. Maksadı o olsaydı, hiç kuşkusuz onu açıklar
ve insanları karanlıkta bırakmazdı. Bilakis Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem ihrama giriş yerleriyle ilgili belirttiğimiz hususları açıklamış, hac
uygulamalarını belirlemiş, onları ve hallerini, mekân ve zamanlarını
saptamıştır. Allah Teâlâ, nefslerimizin doğruluğunu bize ilham etsin, bizi uyan
ve örnek alanlardan eylesin!
Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru
yola ulaştırır.
FASIL
İÇİNDE VASIL
Hacı Telbiyeyi Ne Zaman
Keser
Bazı bilginlere göre güneşin Arife günü batmaya yöneldiği zeval
vaktinde telbiye kesilir. Bazı bilginlere göre ihramlı, bütün Akabe taşlarını
attığında bitirir. Bazı bilginlere göre ise, Akabe taşlarının ilkini attığında
bitirir. Bu konudaki görüşümüzü daha önce zikretmiştik. Bizim görüşümüz,
haccın bütün fiillerinin yapılmasından sonra bırakılmasıdır. Dolayısıyla
telbiye hac bitirildikten sonra biter. Çünkü Allah Teâlâ haccın fiillerinden
üzerinde kalanı yerine getirmesi için insanı çağırır ve bu çağrıya icabet
zorunludur. Öyleyse Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemden bu konuda
herhangi bir rivayet gelmemiştir. Bu konuda bize ulaşan nihai şey, güneş
batmaya yöneldikten sonra. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in telbiye
getirdiğini kimsenin duymadığıdır. Başka birisi ise, Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’in Akabe cemrelerinden ilk taşı attığında telbiye getirdiğini
duyduğunu aktarır. Başka bir ravi ise, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
Akabe cemrelerinin son taşını attıktan sonra telbiye getirdiğini duyduğunu
söyler. Bu ravilerin her biri, ihram esnasında hacda tehlil getirmeyle ilgili
sözlerinde olduğu gibi, duyduğunu söylediği konuda da haklıdır. Hepsi,
zikrettikleri hususta güvenilir kimselerdir. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem, ihramlının konuşmaya ve zikre imkân bulamayacağı şekilde, telbiyeyi
ara vermeksizin hacca bitiştirmeyi emretmedi. Bilakis Peygamber, bazen telbiye
getirir, bazen zikreder, bazen dinlenir, bazen yemek yer, bazen hutbe okurdu.
Şu halde telbiyenin sürekli yapılması, emredilmedi. Bununla birlikte, ihramlı
telbiyeyi artırsa bile, hac zamanı esnasında ara vermesi zorunludur. Bütün
bunlarda görüş ayrılığı yoktur. Bize göre umre yapan kişi de,-umrenin fiilleri
tamamlanmadan umre telbiyesini bitiremez. Umre için ihrama giren kişi, ihramdan
çıkar diyenlerin bir kısmı şöyle demiştir: Mescide, yani Harem’e geldiğinde
telbiye sona erer. Bir kısmı ise, tavaf başladığında telbiye biter demiştir.
Bilmelisin ki Hakk, hac ve umrenin
fiillerinden her hangi birine başlayan insanı diğer fiilleri yapmaya da davet
eder. Bunun böyle olması zorunludur. Başlangıçta bir fiili yapmaya yönelmek
mecbur ise, hepsini yapana kadar bütün filleri yapmak da zorunludur. Çünkü ihrama
giren kişi ihrama girerken hacca girmiştir, fakat telbiyeyi kesmemiştir;
Kâbe’yi tavaf etmiş, telbiyeye ara vermemiştir; Safa ile Merve arasında koşmuş,
telbiyeyi kesmemiştir; Arafat’ta vakfe yapmış telbiyeye ara vermemiştir. Bazı
farz fiillerin gözetilmesi, diğerlerinden daha önemlidir. Aynı şekilde, bazı
sünnetlerin gözetilmesi de bazı sünnederden önemlidir. Bu durum, dikkate
alınması zorunlu bir nas yoksa böyledir.
Farzların yapılmasında Allah Teâlâ’nın
davetine icabet edilirken sünnetler yapılırken Peygamber’in davetine icabet
edilir. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Ey İman
edenler! Sizi çağırdıklarında Allah Teâlâ’ya ve Peygamber’ine icabet ediniz.’30' Çünkü
Peygamber Allah Teâlâ’nın emriyle davet eder ve bu durumda icabet edilen
gerçekte Allah Teâlâ’dır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, namaz
kılarken çağırdığı birinin çağrısına karşılık vermemesi üzerine kendisini
azarlamış, adam ‘Ey Allah Teâlâ’nın Peygamber’i namaz kılıyordum. Peygamber
ise şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ’nın şu ayetini duymadın mı: Sizi
çağırdığında Allah Teâlâ’ya ve Peygamber’ine icabet ediniz.’302 Telbiye, bir ibadettir. Haccın fiilleri
ise, ya sünnet ya da farzdır.
İnsaflı davranırsan sana gerçeği
açıkladım, artık onu takip et. Şu var ki, Peygamberden bu konuda gelen bir nas
varsa onu benimsemelisin. Başvurulacak şey, nastır.
Bu noktada âriflere geürsek, onlar
dünyada ve ahirette telbiyeyi kesmez. Çünkü onlar, sürekli Hakkın kalplerinde
ve nefslerindeki çağrısını duyar. Öyleyse onlar, Hakkın davet ettiği şeye göre
bir halden bir Hakk geçerler. Gerçek müminler de dünyadaki bütün davranışlarında
şeriatın kendilerini çağırdığı şeye göre hareket ederler. Bu çağrıya
icabetleri, kendilerini harama düşmekten korur. Öyleyse onlar da, Rablerinin
çağrısına icabet etmeleri nedeniyle, bir halden bir Hakk intikal eder. Şu halde
çağıran her zaman Allah Teâlâ’dır. Arif ise, kulağı perdeli olmayan kimsedir
ve bu nedenle her zaman olumlu karşılık verendir. Allah Teâlâ, bizi kulağını
Rabbinin davetine açanlardan, gözünü tecellisini görmek üzere açtığı
kimselerden etsin!
Tecelli kesintisiz ve
süreklidir Hakkı.görmede bir ara ve fasıla yoktur
Biri
devam ettiği için öteki de sürer O önem verdiği için kul da önem verir .
v Her an bir öncekinden üstün bir makama intikal
edilir.
Kendisinden ayrıldığın makam, bir
açıdan döndüğün makamdan değil iken, o da başka bir açıdan Hakka döndüğün
makamdan üstün değildir. Çünkü işleri Hakk ile ilişkilendirdiğinde, onların
arasında şeref bakımından bir fark olmaz. Onları kendine nispet ettiğinde,
senin için derecelenirler. Bize göre mükemmel insan, işlerin kendisiyle
ilişkisinin Allah Teâlâ ile ilişkileri gibi olduğu kimsedir. Böyle bir insan,
her şeyde Hakkın yüzünü gören kişidir. Bu bölümü, zevk yoluyla bize aktarıldığı
gibi, ‘zevk’ yoluyla bilen kimseyi görmedim. Gerçi bu bölümün de zorunlu
olarak adamları vardır, fakat sayıları azdır. Çünkü bu makam, pek yüce bir
makam, ondan korunmak ise ağırdır. Ben, bize uyanların bir kısmının bu makama ulaştığını
zannederim. Bana, bir gün bir konuda bir sitem ulaşmıştı. Sonra, benim yanımda
o makamı elde etmemiş olduğuna tanıklık etmişti.
FASIL
İÇİNDE VASIL
Kabe’yi Tavaf
Kâbe’yi tavaf,
evin sola alınmasıyla başlar. Ardından, imkân
varsa Hacer-i esved öpülür, sonra ona secde edilir veya kendisine Ulaşma imkânı
yoksa işaretle selamlanır ve ondan biraz geride durulur. Öyle ki, tavafta onun
önünden gelebilir. Sonra kendisine varıncaya kadar yürümek gerekir. Bunu yedi
kez yapmak gerekir. Her defasında Hacer’den önce bulunan Riikn-i Yemanî’ye el
sürülür, fakat öpülmez. Kudum tavafında ise, üç şaft koşulur, ardından dört
şavt daha koşulur. Fakat şavtlarda iki Yemen Rüknü arasında biraz yürünür ve
şöyle denilir: ‘Rabbimiz bize dünyada olduğu gibi
ahirette de iyilik ver, bizi ateşin azabından koru.”03 Yedi şavt böylece tamamlar. Bütün
bunların Allah Teâlâ karşısında olduğunu bilen bir kalp ile yapılması gerekir.
Kâbe’nin etrafında tavaf eden kişi,
bu ibadette ‘Arş’m etrafında tavaf ederek Rablerinin
övgüsünü tespih edenlere’304 benzer. Bu nedenle tavaf ederken
tespih getirmek, hamd etmek ve tehlil getirmek zorunludur. Bunun yanı sıra Allah
Teâlâ’dan başka güç ve kudret sahibi yoktur demek gerekir. Bu konuda şu
dizeleri söyledik:
Bir cisim tavaf eder, kalp
de tavaf eder Bir zat engeller, bir zat ise! yüz çevirmez
Çağrılır,
bu hal onun süsü olsa bile
O üstün, bilen ve saygın imamdır. '
Heyhat,
heyhat! Yalan adı beni nasıl şaşırtsın Kalbim onun gizliliklerinden korkar .
Bir gün, Kabe’ye baktım. Onu tavaf
etmemi, zemzem ise suyundan yudumlamamı istiyordu. Böylece, mümine kavuşmak
arzusundaydı. Bu istek kulakla duyulan sözlü bir istekti. Biz de, onlarm
Hakkın mertebesindeki yüksek konumları nedeniyle, o mertebede Allah Teâlâ
hakkındaki marifetimize göre kendisine yaraşır bir şekilde, içinde bulunduğumuz
İlâhî yakınlıktan o ikisiyle perdelenmekten korktuk. Bunun üzerine, gerçekte
işin bulunduğu durumu bildirerek ve anlatarak, kâmil müminin durumunu dile
getiren şu dizeleri söyledim:
Ey Allah Teâlâ’nın
Kabe’si ve ey zemzem!
Ne kadar
zamandır bana kavuşmak istiyorsun
Benim size kavuşmam
gerçekleşse Bu bir istek değil, size merhamettir
Allah Teâlâ’nın kâbe’si sizin zatınızdan başka değildir Alameti örten gizlilik
sahibi zat.
Hakkı ne gök ne yer
sığdırabildi Onunla konuşan da konuşamadı
Kalbe tecelli edip şöyle
buyurdu Sabret! Çünkü o bizim sağlam kıblemizdir
Sizden bize ve kalbinize
Bizden; Ey evim ne yücedir o!
Kâbemize sevgimiz bir zorunluluk
Korkaklık
sizin üzerinizde bir zorunluluk
Evi
başkasına tazim etmedi
Ey kulum,
ona sarıl! Kuşkusuz Kabe'yi tavafınız nurlanâırâı
Başkasının
evleri ise karanlıktır . .
Ev
onların şirklerine ne de sabırlıdır
Onlar
olmasaydı, onlar uğursuz olurlardı
Fakat siz
bizde birbirine tavsiye ettiniz
Gerçek
sabrı ve merhameti.
Kalbe
özüyle aşık oldu
Ne kadar da çok sevdi ve ne kadar da çok bildi
Kendisine komşu olduğum dönemde, Kâbe
ile aramda yakarışlar, yazışmalar ve sürekli atışmalar gerçekleşti ki,
aramızda gerçekleşen konuşmaların bir kısmını Tacü’r-resail
ve minhacü’l-vesail diye isimlendirdiğim küçük bir
kitaba koydum. Zannediyorum bu eser, yedi veya sekiz mektup içerir. Yedi
olmasının nedeni Kâbe’ye yapılan yedi şavttı. Her şavt için o şavtta bana
tecelli eden İlâhî niteliğe dönük bir mektup yazılmıştır. Fakat bu mektupları
yazmamın ve bü konuşmaları yapmamın nedeni, ortaya çıkan bir neden idi.
Varlığımı Kâbe’den üstün sayıyor ve onun mertebesini benim mertebemin altındaki
hakikatlerin tecelligahı olarak görüyordum. Kâbe’den ise, türeyenlerin ilk
mertebesi olan donuklardan birisi olarak söz ediyor, Allah Teâlâ’nın kendisine
tahsis ettiği yüksek dereceleri (zikretmekten) uzak duruyordum. Bunun amacı,
peygamberlerin ve büyüklerin kendisini tavaf etmesinden ve taşını öpmesinden
perdelenmesin diye, onun himmetini yükseltmek arzumdu.
Çünkü ben, âlemin ulvisiyle düşüğüyle
her nefes yükselişleri hakkında bir bilgiye sahibim. Bunun nedeni, varlıkların
tek bir halde kalmalarının imkânsızlığıdır. Çünkü bütün varlıkların
kendilerine döndüğü asıl -ki Allah Teâlâ’dırkendisini her gün bir şe'nde
olmakla niteledi. Bu nedenle âlemdeki varlıkların tek bir durumda kalması
mümkün değildir. Bu nedenle İlâhî şenlerin tecellilerin değişmesi nedeniyle eşya
da değişir. Kâbeye karşı benim durumum da beni etkisi altına alan hal nedeniyle
böyleydi. Şu halde Hakkın içinde bulunduğum durumda hal sarhoşluğundan beni
uyarmak istediğinde kuşku yoktur. Bunun üzerine beni dolunayın çıktığı bir
gecede -yağmur da vardıbeni döşeğime yerleştirdi. Ben de abdest aldım, şiddetli
bir sıkıntıyla tavafa çıktım. Tavaf ederken, zannediyorum ki bir kişiden başka
kimse yoktu.
Altmış beşinci kısım sona erdi, onu
altmış altıncı kısım takip edecektir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar