Print Friendly and PDF

SIRR-I MEKTÛM-U MAHTÛM (Üzeri Mühürlenmiş Gizli Sırlar)

Bunlarada Bakarsınız




بســـم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله رب العالمين والصلاة والسلام على رسولنا محمد وعلى اله وصحبه وسلم اجمعين

 

SIRR-I MEKTÛM-U MAHTÛM

 

 (Üzeri Mühürlenmiş Gizli Sırlar)

 

Sırr-ı Mektûmu toplayan ve üzerine Allah Teâlâ tarafından mühür vurulan zarftır.

İmâm-ül Evliyâ ârif-i billâh Ebû Abdullah Muhammed b. Ali b. Muhammed b. Ârab-î, et-Tâî, el-Hâtimî, el-Endülûsî, Şeyh-ül Ekber Muhyiddin Kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz buyurdu ki ;

 Ya Rabb’i Sana arz ve şükrân ettim. Makam-ı celâletin pek büyüktür. Ya Rabb’i açıkladığım bu şükrân ve sevinci kalbimde kabul etti.

 Kalbî sıkıntılarla beraber yakınlaşmana, zât-ı azîmu’ş-şânın kalbe sığmasından oluşan ferah ve sevince hayret ederim.

 Fakat hakîkâtler, gece gündüz âmâ’da gizli olduğu halde kalbimde ilâhi vücud denizinde keşfine hayran kaldım.

Asıl ve safî nûr olan Hakk uzaktan görülen hayal gibi cisimlerin yerine geçen ve yerinde durmayan bir nur verdin.

Cesedimin nuruna şaşırmıyorum da, yalnız kalbdeki nurların nasıl temsil ve durduğuna şaşırıyorum.

Eğer bu meyletmiş nûr, keşfen zâhir ve görüş yerine kaynayarak akıyorsa, o halde tecelli eden nûr-u ilâhî o kalbde durmaktadır.

Dediğimi anladınsa ey delikanlı, işin esâsını tetkîk ve tecrübe eyle. Acaba halkın görüş ve fikri, alîm olan zât-ı bilebilir mi?

 Zatının birliği bizim O’ndan ayrı bulunduğumuz zaman ilmimizin kendisine birleşmesinden münezzeh olduğu gibi bu yokluğun varlığa çıkmasından eski ve ezelidir.

 Allah Teâlâ’nın Rasûl-ü Kerîmi sallallâhü aleyhi ve sellem, Hâtem-ül Evliyâ’yı tâyin ile yani âhir zamanda İsa b. Meryem aleyhisselâmın yeryüzüne inişi ve Deccâl-in katlini ve bunlarda nübüvvet hükmü ile değil de velâyet hükmü ile olacağını bana haber vermiştir.

 “Ben risâletin rûhâniyeti ve Beyt-ül Harâm (Kâbe) Esrâr-ı hakkı için bana o Hâtem’in makamını niteliklerini ve beyân eyle” dediğimde;

“O bir hükümdür. Hakîm olan Allah Teâlâ onu birçok kimse içinden en iyisini en güzelini seçmiştir,” cevabını verdi.

“Mukaddes Zât-ı (İsa b.Meryem Aleyhisselâm)  Hâtem görebilir,” dediğimde, şiddetle yüz çevirerek cevap verdi ki;.

“Hâtemi Hakîki’den başkasının gördüğü devam etmez”dedi. [1]

 “Hatm-i velâyet Onu gördüğü zaman, zamanın zuhûruna vakit var mıdır? demiştim. Cevâben .........

“(500+5+400) vakit vardır. Hatem-i Hakîki hakkında ki ise çok büyüktür” dedi.

 Hatmin mühim bir sırr-ı vardır ki, arif-i billâh olan her kâmil veli ona vakıf ve nüfuz ederse, onun şahsiyeti etrâfında devir eder.

 Meşhur muhaddis Hâkim Tirmîzî kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz ona dünya ömrü ve silsile-i vilâyetin hatmi olduğuna işâret etmiş, fakat izhâr etmemiş olduğundan kalbler o hatmi bilmekten salim yani boş kalmıştır.

 Cenâb-ı Sıddîk Âzâm radiyallâhü anh bile sıddîkıyet makamında bulunduğu halde hatm-i bilmeye nail olmadığından semâ-î mağribin parlayan güneşi onun tarafından görülmemiştir. Çünkü hatm, Cenâb-ı Sıddîk’dan üstün makamdadır. Sebebi de kendisinde hem nübüvvet ve hem de velâyet vardır. Yani İsa b. Meryem aleyhisselâmdır.

 Cenâb-ı Sıddîk Âzâm radiyallâhü anh zevken idrâk etmemiş, fakat hatm-in kendisi gizli olduğu halde gösterdiği eserler ve işaretleri kalben müşâhede etmiştir. Berrak sırlarına toz bulaşmış olmaktan kıskanır. Şayet kendisine bir ışık akseden yıldızların ışıkları gibi olabilir.

Bu esrâr, arşın üstünde bir yerde, dolunay veya parlak güneş gibi zuhur ederse, makâm-ı hatim’de onda lüzumlu gerekli olmuştur.

 Bazen ashâb-ı esrâra o esrâr-ı muşâhede zuhûr eder ki, o esrârın bir kısmı yüksek hidâyet rehberi diğer bir kısmı da fikir ve bozuk akideye şeytana atılan taşlar gibi bir engeldir.

 Birlik zatını cisimlerin nazarından saklayan mukaddes zatı tenzih ve takdîs ederim. Bununla berâber o asıl zât olanın tecelliyât nurları, her kalb ve hayat sahibi için umûmîdir.

 Fakat yarasa gözlü olan kimseye ziyâ yaklaşamaz. Seâdet ve huzurlu hayatı hasta olan nerede görecektir.

Kendilerine manevî makam verdiğimiz şahsiyetler on beş kısma taksim edilmiştir. Olaylar ve kâinâtın bunlarla kıyamını görüyoruz.

(Bunlar: Rasül, Nebî, Âlim, Veli, mü’min-i ümmi—Aktâb, Evtâd, Vüzerâ, Havâs-u Abdâl, Nükabâ, Müslüman, Kâfir, Tâbî, Tâbî olmayan, Âsî)

 Kırkların adetleri sonsuzdur. Bu kişiler bu hükme rıza sahibi olmuş olan müttefiklerdir.

 Arzu edersen sekiz tanesini say ve fazla söyleme. Bunların yolları da birdir. (Rasül, Nebî, Âlim, Aktâb, Evtâd, Havâs, Abdâl, Nükabâ)

 Yukarıdaki sekiz adetten yedisi herkesçe bilinir. Fakat sekizincisi Rabbânî tecelliyâtta gerekli ve devamlılığı olandır. Makâm-ı Hatm sahibidir.

 Dünyanın ömrü fena bulduğunda ve ahir zaman geldiğine zaman delâlet ettiğinde büyük olaylar olacak ve hatm gelecektir.

 Bu sekizin içinden yedi müşahit kişi, halk gaflete düşmüş iken zuhur edecektir. Onlar işlerini hilm ve sükûnetle işleri idâre edeceklerdir.

 Şam şehrinde Ravza-i Hadrâ (yeşil bahçe) da Hatm’in düşmanları bulunacaktır. Fakat Ravza-i Hadrâ’ya mâlik olacak müminlere şefkatli merhametli Hatm’dir.

 Hatm bir işi yapmak isterse veya bir emr-i mânevî aldığında, yukarıdaki kişilerden hiç birine kayıtlı olmayarak işleri dilediğince yapar. Cahil ona bir iş hususunda müracaat ettiği zaman sen O Hatm’i çok da’vâ eden veya hasım gibi görürsün.

 Zâhiren Hatm’i cahilden yüz çevirendir. Fakat temiz kalbi ölçülmeyecek kıymetli, işlere hâkim ve kefildir.

 Hatm’in ömründe yarım saat kalsa, ondan diğer saata kadar mutlaka o akîde-i halledecek ve işleri bitirecektir.[2]

Hatm’in gelmesi ile adâlet ağacının dalları titremeye başlar. Yeryüzündeki ağaçlar ve bitkiler kurumuş iken hayat bulurlar.

 İmam-ül Mü’min’in temiz cesedi toprağa verilse de yine getirdiği Allah Teâlâ’nın adâleti doğudan batıya zahir ve intişar edecektir.

 İşte burada yani bu işin sonunda Allah Teâlâ’nın beyanı salâtı kendisine hayat ve ölümde aşık olduğum zât-ı risâlete olsun. Amin [3]

Hakk Teâlâ’ya arz edilen hamd ve senâyı mukaddem ve Sultân-ı Enbiyâ sallallâhü aleyhi ve selleme takdim edilen sonunda bir olan salâttan sonra;

Ey akıl sahibi! Rey sahibi olan anlayış sahibinin mühim emirler hakkında söylediğimizi tedbir ve tefekkür ile acâiblik taşıyan lütfedilen lafızların ve sana beyan edilen faydalı manaları araştır.

Sırf mânaya ait olan o şeye dünyevî bakışla bakma ki, yolu yanılırsan ve bu konuda yalnız kalan cismin yorulmuş olur.

O manevi emirler ve acayip manalar bir hayat sahibi bir nüsha olursan yani Letâif-i Rabbâniye halinde taltif edersen uzaklara gitmeye gerek görmem. Çünkü mâna gizlidir.


 

 

BU KİTAB-I YAZMAKTAKTAKİ MAKSADIN BEYANI

 

Bu kitaptan önce Tedbîratı İlâhiyye fî İstilâhât-ı Memleketi İnsâniyye ismindeki kitap ruhânî ve Rabbânî binayı inşa için telif etmiş ve onda insanı âlem-i kebirden (büyük âlem) sıyrılıp çıkmış bir âlemi sağir (küçük âlem) olduğunu söylemiştir. Varlık-kâinat olan bu âlem-i kebirde zuhur eden her şeyin bu a’yan-ı sabitin (varlıkların ilâhî ilimde ezelden beri bulunan hakikatları) âlem-i asğarda (insanda) bulunduğunu yazmıştım. Fakat bu kitapta insanın genel olarak âleme benzediğine dair bir şey söylemedim. Yalnız onun hilafet ve nede bir ciheti ile âleme nazaran onun vücudundaki katip, vezir, kadı-i adil, ümena, ve… yani erbabına verilecek maâşlar üzerine memur olan amiller (valiler) ve aklî kuvvetler ile nefsâni kuvvetler yani hayvaniyet-i nefsiye arasında cereyan edecek harbin sebeplerini ve düşman suretiyle karşılaşması ve ne zaman düşmanların kabul edeceklerini ve kesin kurtuluşun suretinin çıkış yerini anlattım.

İnsanı bunda işini tedbirli kılarak bir de mülk ve memleket inşa ettim. Âlemlerin bir kısmında hayat bir kısmında ölümü beyan ederek maksadı ikmal ettim. Kalbinde mânevi hastalık olanların nasıl emin olacaklarını bildirdim. Yine böylece bu insandaki esrarın beyan ve izah bazı noktalarda ifâ ettiğim gibi bu insanî dairede ve ruhanî neşedeki nübüvvet makamının yerini ve yaratılışında olan makamı mehdiyi ve hatmi evliyaya tabi azizlerin nerede bulunacağını da söyledim. Çünkü insandaki makamı mehdi ve hatmi evliya makamlarını anlamaya olan ihtiyaç ve dünya olaylarının zıddı ve benzerliğinden kuvvetli ve gayet sağlamdır. Bununla beraber bunun gibi büyük hakikatleri de açık etmek korkusuna düşmenin şerrinden ve şeytanın yanıltmasından ve niyet etmediğim şeyleri bana isnat etmelerinden ve iftiradan helak olmaktan çekindim de hikmet ile gizledim. Maksudumda bu cismânî sırları muhafazadır.

Sonra Rabbi’min yanındaki ilahî esrardan bana verdiği şeyi gördüm. Onu açıklama hususunda kendisine tevekkül ettim. Bu kitabı yukarıda geçmiş iki mühim makamı marifet için yazdım.

Bununla beraber bu mesele hakkında ne söylersem mutlaka bütün belirtilerini zikrederim. Bundan maksatça bütün dinleyenlerce bildiğimi ve düşündüğümü âlemi kebir hakkında işin anlaşılmasıdır. Sonra âlemi insanın kendisinde mevcut olduğu halde bilmediği esrarı anlatmak için teşbih ve temsil eyledim.

Bütün telif eserlerimde ve bilhassa bu konuda yazdığım şeylerde ki fikrim varlıklar âleminde zuhur eden şeyleri söylemek değil de bu insânın aslında ve âdemin şahsın mevcut olan sırları anlatmaktır.

Ey âkil! Nazarını hakikate yaklaştır.

Ey Gafil uyan! Ahirette sultan-ı adil, zalim ve eziyet eden padişah veya bir âlim olmak fayda verir mi?

Hayır, birader, vallâhi fayda göremez. Senden sana olan sultana bakarak ve aklını kendine uyulacak şey yapıp onda zahir ve batındaki şer’î adâbı talep edip evvel ahirini ıslah etmek üzere ona bey’at etmelisin. Görüş ve fikrini bu şekilde yapmadıkça mahvolursun. Halk ile meşgul olmaktan yüz çevirirsen kurtuluşa kavuşur, bu mülk ile kesp ve iktidar edersin. Çünkü Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz bütün ümmetine hitap ederek كُلُّكُمْ رَاعٍ وَكُلُّكُمْ مَسْئُولٌ عَنْ رَعِيَّتِهِ   [4] buyurmuştur. Herkesin nefsinde olan imanını ispat etmiş ve onu âlem-i gayb hisside matlubu Hakk kılmıştır. İş bu hal üzere olup ahd-u vefayı da vaad etmiş olunca kurtuluş yolunda noksanlık ile en aşağı dereceye kanaat etmemiz için bize bir sebep yoktur. Bu şekilde bir hareket akıl kârı değildir.

Gerek bu kitabım ve gerek diğer eserlerim de varlıkların hallerine ait söylediğim şeylerde fikrim bu sözümü dinleyenlere bu hakikati işittirme ve isbat etmek ve insanda olan benzeriyle karşılık vermekten ibarettir. Bunun hariçten kat’i nazar ile ince görüşümüzü kurtuluşumuza vesile olan zatımıza çevirerek cismânî veya rûhânî makamlarımızın bize verdiği kabiliyet gereğince bu insânî neşe içinde bütün varlığımızla yürümeliyiz.

Aziz birader, bütün eserlerimde kurtuluş yolunu düşünmeyerek zatımdan zuhur eden gelişi güzel yazıyorum gibi vehimden sakınmanı temenni ederim.

Nefsim kurtuluş için bir şeye davet ederse, kurtulmuş veya helak olmuş olan kimseleri dikkate alma. 

Sana gayet yakın olan vücut iklimine dikkat et. Herkeste bütün vücut azalarına hükmeden bir hükümdar göreceksin.

Vücudunu ve azalarını her vadide âdilâne bir şekilde düzende tut. Sonra yaratılış kabiliyetine göre sulûk ettiğin yere sevk et.

Vücud ikliminde bozukluğa meydan verip âsî olmadan, her azanda âdil bir hâkim ol.

Ben asıl maksadımı âlemi ekberden söylüyor ve bunu az bir şekilde yazıyorum.

İnsanda buna karşılık gelen kısmı da az olmak üzere beyan ediyorum. Buna sebepte yukarıda dinleyenlerce meçhul kalan hakikâtin açıklanması ve anlaşılmasından ibarettir.

Şayet işitenin anlayışı ben bunu söylemeden önce istenilen noktaya ulaşmış ve kabul etmiş olsa, hayatını bile düşünmeyi hatırına bile getiremez. İşitmek ile olan marifetten çıkan maneviyat ışığını tercih ettim. Ancak bu mâna ve ifâdeleri misallere benzeterek ve süsleyerek ruh ve fikre güç vermek için beyan ettim ki fikir dünyasına bir yüksek mevkiye ulaşsın.

İnşaallah Teâlâ bu kitabımda sedeflerden zuhur eden incilere ve yaratılışın yükselişine dair Cenâb-ı Hakk’ın erbâbı iman ve ehl-i irfana vaz-i nasib ettiği misalleri mutluluk ipleri, manevî hediyelerin, kalblerin acaibliklerini ve sevgilinin latifeleri olarak beyan edeceğim.

Bu fasıl bir helak eden denizin dalgaları ve fenaya dalan dalgıçlar olup fikirlerin sadefleri içerisinde manevî inciler vardır ki, delillerin ve burhanların anahtarları istikâmet caddesinin yakîn bilgisinin izâhı vardır.

Beytullah’a vasıl olmak isteyen ve bir çok uzun ve derin geçerken kastı ve yaratılış mayası icabı sevdiklerini, dostlarını terk etmeli, evlat ve iyâlinden ayrılmalı ve kalbinde herkesden bir korku bulunmalıdır. Nihayet mîkâta ulaşmalı vakte esir olmaktan çıkmalı çevresinden ayrılmalı karışıklıktan basitliğe yönelmelidir.arafatta kendini çağıran Allah Teâlâ’ya telbiye (Lebbeyk Allâhümme, Lebbeyk..) söylemeli, zihninde topladığı emelleri unutmalıdır. İşte o zaman yüksek mertebeye ulaşır.  Kendisine hidayet âlemi görünür ve Harem-i ilâhiye dahil olur. Hacer-ül Esved’i istilâm ederek ruhlar âleminde verdiği sözü hatırlar ve Kâbe-i tavaf eder. Bu tavaf ile yaratılışının mahiyetini idrak eder. İşte bu suretle vucüt mertebelerinin menâsik (ibadet edecek yerleri ibadet ederken lüzum eden usul, yol ve tarzını)ine göre yol alır. Bu gidişle manevî âleme ulaşarak hacc-ı manevî ile vakfa gir. Terakkî olursa şayanı tebrik olan hacı budur.

Eğer bu husus erbâbına sıkıntı vermeyecek olsaydı bütün menâsiki tarif ve beyan ederdim.

Bu kitabımla ilk beyan ettiğim mesele mühim hacca ait olan “tek”tedir. Çünkü haccın manası vahid, ferd Rab Teâlâ’ya kast ve teveccühtür. Bu kast ise sırlara talib olan her sâlikin maksat ve vusûlün mukaddimesi olan birinci makamdır. Bu kitapta bir takım sırları izah etmek ve onun marifet semâsından anlayış yağmurlarını yağdırmak istiyorum. Bunun sizin için olan kastımı[5] izah ediyorum. Bu kastımı şer-i ve hakiki kıldım. Kast eğer tarif ettiğim şekilde olursa bu sülûk yolunun başında olur. Bunun nihayetini ise artık ne kadar yüce mertebe olacağını düşünmelisin. Buna göre son mertebe kime müyesser olmuştur.  وَمَا قَدَرُوا اللهَ حَقَّ قَدْرِهِ “Allah Teâlâ'nın kadrini onun yüce şanına lâyık olacak bir şekilde takdir edemediler.” (En’am, 91)

Makâmı Cibrîl’in nefs-i natıka hayatı ebediyyeyi feth ederken bende başlıyor. Diyorum ki, Hakk’ın vücudu beş adedinde yani harfleri beş olan İsm-i celâlin zikrindedir.

Ey kendisine dâhil olanların emin ve emân oldukları harem-i ilâhî; Ey kutsî amellerim her derde deva olan ilâhî olan zemzem suyunu nefsi nâtıkana doldur.

Kavuşma isteği ile her mısrayı Allah Teâlâ’ya gizlice yönelerek vasıl olan mertebeye tahkik olarak tabiatının noksanlıklarının istilâsından kurtulan olmak ile Harem-i İlâhîyeyi ortasında çevirmiş o vadi nefsimin kötülüklerine karşı bir sefer etmeyi bana öğretti.

Bende Cir’ane mevkisinde geçmişteki isyan ve günahlarımı temizlemek pişmanlığı ile sesimi işittim ve tevbe ettim.

Havf mevkiinde irtihal ederim diye telaş etmedim. Fakat kendimde (gayriyyet) başkalık karanlığı istilâ etmesinden çok korktum.

Sonra cinsime iltihak etmek ve Allah Teâlâ’ya yaklaşmak neticesine kavuşmak arzusuyla nakil vasıtamı müzdelife için hazırladım.

Alem-i gayb ve alemi şehadet-i yani ekber ve asgar-ı bir makam-ı cem ile iki kutsî nurla öyle topladım ki, o makamda nefse ait bir mertebeyi göremedim.

Minada bulunduğum zaman ise bütün emel ve arzularımı çıkarıp andım. Zincirlerimi kırınca baktım ki ne yollara kavuşup bereket bulmuşum.

Büyük kuşlukta gerekli olan cemârat-ı yerine getirdimde düşmanım olan cehli taşa tuttum da derhal yüzümü ters döndüm.

Hakikât-i İnsâniyeye dair Safâ’nın verdiği tesirle bir arabî ve fârisî fasih olmadığım halde sa’yü safa ettim. Çünkü bu makamda cemâl-i müşâhede ve istiğrak-ı hal vardır.

Sonra Rukn-ü Yemaniye’ ye yöneldim. Çünkü o sahayı tenezzühde ki istilâmda bir büyük yemin vardır.

Sonra Makâm-ı İbrahim’deki mevki ve yapılan duanın mahiyeti ile bizi koruyup emniyete alan Allah Teâlâ’ya dua ettim.

Ahd-ini bozmuş edenlerin tekrar söz verdikleri Hacer-ül Esved-e beyat ve istilam ederken Allah Teâlâ’yı müşahede ettim.

Hacun (Mekke'de ki dağ) mevkiinde zahir vücuduma galip oldum. Rabbim beni ihâta etti, zaman kayboldu ne gece ve gündüz kaldı.

Vakfeye girip Arafatta olduğumda üns ve muhabbet, korku ve ümit aralarında müşahede ettiğim Rabbi’mi “Şimdi tanıdım” sözü varid oldu.

Haccı yaptıktan sonra gizli ve açık, sesli ve sessiz Rabbi’me seyr-i seferim bana nazmen bildirildi.

O zaman Hakk’tan başkasının bilemiyeceği bir çok gizli ruhânî fikirlerini devamlı sevk ve irade ettiği kendime mahsus gemiye bindim.

Bu kalb gemisi cismâniyet denizi ve vücud denizini geçip de  yakîn kılıcının yardımıyla beşeriyetten münezzeh ve mükerrem olan Rabb’imi görünce

Arafatta Rabb’im beni “Kulum” diye çağırdı. Bende isteyerek ve rıza ile “Lebbeyk” dedim.   İşte bunun feyzi aklın idrakinin alamayacağı bir şey olduğunu düşündüm.

O zaman gözümle değil de basiretim ile Hakk’ın vücudunu açıkça gördüm. Beşeri gözümden ayrılınca cismani hapislikten kurtuldum.

Mukaddes vadide beşeriyetten münezzeh Allah Teâlâ’ya “Ya Rabb’i zatını görmek isterim” diyen Musa aleyhisselâm gibi oldum.

Musa aleyhisselâm bu talebini muteâkib zuhur eden tecellî Zâtı, bulunduğu dağı dümdüz ediyordu. Musa aleyhisselâm görünmez oldu. Beşeriyetin arş-ı olan akıl ve idrak cemal ve celâl-i taşıyan kalb kürsüsüde tecelli nurları ile gizlendi.

İşte o zaman gündüz güneşten istifade etmek isteyen yarasanın güneş ışıklarından yıkıla kalıpta, mevcudiyeti kalmadığı gibi maksadına vasıl olmayıp ölüler arasına terk edilen ceset gibi ruhsuz gibi oldum.

Fakat sonra yakınlığa ve ilâhî fazl-ı kerem ile vech-i Hakk’a üns ve ülfete davet edildim.

 

Bunları anlatmak maksadım bu yola sulûk etmemiş olan ve yukarıda beyan edilen erkân ile hac ile haccetmeyen ve yaptığı haccı sahih olmadığı halde müşahede isteyen Hazret-i eyn [6]dedir.

Ey kardeş gel sen bu mesleğe salik “Refîk, Refîk” diye nidâ ederek sülûk et. Sonunda emsalsiz bir matluba kavuşursun. Kavuşamadan bir ayrılık olursa “zılâl”[7] inle Allah Teâlâ’ya gece gündüz tazim ederek secde edersin. Vesselâm.

 

GÜN DOĞARKEN RUH’UL EMİN’NİN İNİŞİNİN BEYANI

İşte bu mertebeden sabahın aydınlığında Ruh-ul Emin nüzul eder.

Sabah iyilikleri ile gecenin coşkunluğunu hezimete uğratıp da üzerine süratle yürüyüp, duran safkan koşu atları gibi olan isimlerde küheylanlarla hücum ederek daire-i ayniyet ve isimde cem meydana getirip esaretinden azat olmasına kefil olarak muhafaza elbisesi ve aslın müşahedesi vergisiyle bulunduğu her cihetinden kendisine şuhut müyesser olunca işte bu sırada bana Tebriz ehlinden aziz ve hâkim kişi kuvvet ve devletiyle benimle konuşur. Saatlerin alametleri ve hakikatini ve güneşin batıdan doğmasına dair işaretini maksadını ruhaniyetini ve mezhebini ve tevbe kapısının kapanmasını büyük ve küçüklerin hali üzere kalmasını ve Dâbbet-ül arz-ın nefesini ve Hz. Mesîh aleyhisselâmın yere inişini ve geniş bir sahrada ordunun yere batması ve büyük savaşın meydana çıkması bunun gereği sünnet ve risalet üzerine tekbir ve tehlil ile büyük şehrin fethini ve bunun kılıçlarla kesilmesi ve Şam’ da yeşil bahçedeki hatmi velayet ve sırrı nübüvvet beyaz yolunu ve kendi makamından diğer makama iniş suretini sordu. Bunlarla kendisine  bir yüksek şerefin iktisabı sıhhat ettiğini ve yorulmak bilmeyen deccâlını ve öldürdüğü kimselerin tekrar hayat bulduğu  sorarak bana dedi ki;

“Neşe-i insaniyede bu kâinatın esrarı nerededir. Çünkü ben seni kendi şeytanımı defetmeye atılan ateşten taşlar ile bana talim bana öğretilen şey ile bir kurtuluş yolu ile sana uymayı arz ediyorum.” Bende ona cevaben dedim ki;

“Nerede senin genç arkadaşın ve yol azığın? Yiyecek olarak aldığın balık sana denizde bir yola tercih etti.” Cevaben dedi ki;

“Eğer o balık denizi bana tercih etmese idi, ben bir sebep ve vesile bulamazdım. Genç arkadaşım ve yoldaşım olmasaydı gıdayı yanımda taşıyamazdım.” Bende ona dedim ki;

“Arkadaşın senin makamına sahip olurda sen tehir edersin. Bu halin meydana gelişide artık sen kabre defin edilmiş olursun.” Sonra ona dedim ki;

“Balığı unutursan onu izleyerek izinin üzerine dönersen o zaman hakikâtinden haberdar olursun.” Bu sözüm üzerine cevap verdi dedi ki;

“Bunların hepsi olmuştur. İlmini bu dünya âleminden alan yorulmuştur.” Bende kendisine dedim ki;

“İlim sahibi ve rahmet olduğumu Rabbim sana haber vermedi mi? Öyle ise işte ben sana diyorum ki; sen kan ve ceset sahibi bir adamsın. Ben aynî hakikâtim sen ise şimdi noksanlık içindesin. Sen memleketinde reis âlemi şehadetin hapishanesinde mahkûmsun. Ben âlem-i melekûtta Davudî kabiliyet sahibi bir sanatkârım” bu söz üzerine bana dedi ki;

“Ben sana teveccüh ederek gelmişim. Bana kurtuluş yolunu öğret.             

 Bende ona

“Sen benimle birlikte olursan tahammül edemezsin. Çünkü iyi olmadığını kabul etmeyen şeylere nasıl sabredeceksin.” O ise cevaben;

“İnşaallah beni sabırlı bulacaksın” ben son söz olarak

“Eğer bana tâbi olacak isen artık bana sana ben haber verinceye değin hiçbir şeyden sual etme” dedim ve

“İhtiyarlığınızın nurlarını Hakk ziyade etsin. Kaybettiğiniz özellikleri üzerinize geri versin.

Hikâyemi size tarif etmek isterim ki, sizin yükselme vasıtası ve inkârınızın azalması tarafınızdan gelecek itirazlara güzel bakmanız için, bu korunmuş sırlara dair mülahaza-i nurlardan meydana gelen sualiniz her zaman ifşası el vermeyen takdir edilmiş bir nefes ve beyanı açılmaması gereken şeylerdir. Nerede kaldı ki bu âlemi inkâr (Dünya) da anlaşılsın. Çünkü buna ait olan haber ve bunu inkâr eden şeytan çok büyüktür. 

Bu hakikâta dair bazı şeyleri henüz ulaşamadım. Bilseydim talep etmezdim. Bunun sebebi süluk ettiğim yol ve makamı, ferdiyet makamı ve kesreti def ederek birliğin sayısına ki, bununla beşeri âlemlerde yükselme olmaz. Aslına kavuşmadıkça da kabul edilmez. Dünya hadiselerine gücüm yetmeyince, sözlerimle ona yaklaşıp anlatamayınca yüzümü Hakk Teâlâ’ya çevirmişimdir. Oda beni korumuştur. Artık ben ne olduğunu anlayamıyorum ki ayniyeti müşahede edebileyim. Kaldı ki kâinatı göreyim.

Yukarıda beyan edilen sırların soran tarafından kabul edilmediğini anlayınca uzaklaştım. Kudret elinde mülkü elinde tutan Rabb’ime yüzümü döndürdüm. Bu itirazı sebebi onu bağlayıp bırakmayan makamıdır. Onun için anlayamayacağı kapıyı kapatıyordum. Bu hal onun kulağına bu sözleri ve hakikatleri kabul edecek bir makama ulaşınca tahakkuk edecektir.

Artık bundan sonra Rabb’ime “Lebbeyk, Ya Rabbî” diyerek kalkıp mukaddes zatına yönelerek kalktım. Rabb’im bana sonsuz nimetlerini hazırladı. Soran ve cevap verene de hikmetli sırlarını işittirdi. Aslında bende ona öğretmeyi murat etmiştim. Allah Teâlâ bir kulunu sonradan hikmet sahibi yapmak isterse bizzat muallimi olur.

Bilindiği gibi evin içine kapıdan girilir. Hükümdarların yanına da kapıcıların izni ile girebilirsin. İşte bu hadise üzerine sırların bir kısmını açıkladım da kalbim sevinçle doldu.

Sırlı fikirler ile cismani âlemde sırrı yazana yolculuk başlayıp sultanların dehası kalbim üzerine istiva edince nuru ateş ve kararsızlık zuhur eder. İşte Hâkim-i Mutlak ile hak üzere anlaşma olur. Halktan kaçar ve bu hali üzerine galip olursa bu şekilde cismaniyetten çıkar vehimlerden kurtulur ve tam olarak selâmet bulur. O zaman kalbine bir nokta konur. Bu nokta onu Hakk’ı bilmeye sevk eder. İşte bu hikmetten dolayı ondan önce kaçınmıştım. Sonra kendi hakkında bilmesi gerekli şeyleri tespit ettim. Çünkü sülûk hakikât yolculuğu olup ilâhî vuslattır. Allah Teâlâ’nın cazibesi ve çağırması kuluna olan ihsan hediyesiyle olduğundan onu sülûk vadisinde yersiz kılar ve muhafaza eder. Kalbimi şimşekler gibi ilâhî bakışlar ve renklerle dolalı seni zikirle veya zikrinle sevinçli ve mahzundur.

Kalbde vecd ve istiğrak tekvin halleri galebe ettiğinde O’nun yüksek himmeti yükselseydi ne kadar mükemmel olurdu. Fakat yolu karanlığa meyletmesi ve sakınması semaları mükaşefeye yükselmeyi başaramadı yaratılmışların arasında kaldı. Nihayet muhabbetin şevklerinin coşkusundan çağıran davet etti de meftun ve gıpta ile ayrıldı.

Rabb’imin tarafından bir inayet (yardımı) şimşeği parlayınca kalbimin parlayışları etrafındaki siyah bulutların açılmasına yardım etti. Bulutlar hareketli, rüzgârlar savurucu, şimşekler ani olarak zorlayarak kalbi çekince sular da ona yönelir.

Yeryüzü cismaniyetinin sahip olduğu güzelliklere dair ne varsa Hind ve Çin’in güzel kokuları meydana çıkarmıştır.

Yukarıdaki önemli soruları soran kişi hallerin özelliklerini işitip kendi sırrına gizli olan irfanı kendi dairesinde tamam olurdu. Ölünce zatına gizli olan şeyden uyandı. O gizli emrin manasını biraz açıklayacağım. Onu can kulağı ile dinler sanıyordum ama nefsin anlayışından çıkmış gördüm. Artık ona varlığımı sarf ettim. O da açıkladığım şeyde fena buldu ve yazdığım nazma hayran olup daha ziyade talepkâr olduğunu bildirince daha fazla söylemeye başladım.

Cisim iklimine yüksekten yapılan bakışın hepsinde cismânî nurlardan mutlak bir nur ve süs vardır. İnsan cinsine uygun ve zahir olan ne kadar marifet ve bilgi varsa bilinen ve uygun şeylerdir. İnsanın kalbi müşahede mahallindeki takibatta lezzet ve sefa bulur. O mahallin süslerinin her cihetinde bir özellik bulunur. İnsanın cismi ilahî cömertlik denizinde sırlarla dolu olan bir gemidir ki, mağribden esen rüzgârın esintisiyele sevk etmektedir. O gemiye binen Şeriât-ı Muhammediye nefesiyle sevk ve idare ederse daima korunmuş, emin ve mübarek olur.

Hakk’ın nezaretinde seyr eden kaptan ulvî alemlerden teminatı olan bu vücud feleğinin baş tarafını tevhide bırakmıştır. Şevk rüzgarları vücud feleğini sevk etmekte olduğunu görsek te hareket ve sukün olmadan gidiyor.

Bütün unsurlar nur; ilim ve marifet, ateş; toprak; hikmet insana verilmiştir.

Benimle Rabb’im arasında yakınlık halini bulan bu vücud feleği kavuşma sebebi olarak bana bırakıldı. İşte benim yaratılış, mizaç ve tabiatımdaki sırlar Hakk iledir. Sen bunu araştırsan hem bitişik ve hem de ayrı bulursun.

Kendinden gafil kalmış olan hâkimin sırları kalbin her olayında ve her mertebesinde tamamen gizli kalırsa aldanırsın.

Nefsine karşı Yermuk ve Sıffın Savaşları yapılmadıkça sen katiyen Allah Teâlâ’yı bilemeyeceksin.

Ölmeden evvel Rabb’ini bil! Şayet böyle taklit ile gidecek olursan mutlaka mahkûm ve hapistesin.

Kalbin bütün olaylarında müşahedende ilmen tecelli ve inkişaf edersen o zaman ulvî ve süflî fırkalar senden uzaklaşır. 

Senin tekliflerde gizli ve aşikâr olrak bildiğin güzellik ve çirkinlik gibi şeylerin hakikâti sana layık olur. Sana canım kurban olsun ilmin sırlarını kendinde olduğunu anlada başkalarından keşf ehli olmayanlardan sakla. Bu âlemde bu hayat üzere oldukta bunu koru. Çünkü gizlenmiş sır hür olan kimsenin kalbine defnedilmiş ölü gibidir.

Muhatab olduğun kişinin kalbi sonsuzluğu işitip gizli emirleri yüksek şerefine mazhar ve vakıf olarak bu insanî memleketin sıfat ve esrarı ruhâniyeye dair ihtiva ettiği, şeyleri görünce diz üstü gelip cismin karanlığından çıkıp dedi ki; “Ben sırrı saklarım. Onun için işin hakikâtini açıkla” اِنَّ عِبَادِى لَيْسَ لَكَ عَلَيْهِمْ سُلْطَانٌ   “Gerçekten senin, benim o kullarım üzerinde hiçbir hâkimiyetin yoktur[8]

Ezelî yardımla üzüntü gitmiş ve şeytanda kovularak uzaklaştırıldı. Bu haberi vasf ve beyan eyleyerek artık İslam oldum, Dedi; cevaben dedim ki;

“Ben daima ulvî şehâdet ve yüksek makamda bulundum. İlmî emir ve fikirlerin fetihleri Allah Teâlâ’nın kitabında alıncaya kadar bu durum devam edecektir.

Bu ilâhî ilimleri tahsil ve bilgilerle vasıflı olarak Rabb’im beni ilerlemeye hazırlayıp bu bilgilerin tahsilini açınca anladım ki, Hakk beni âlemi şehadete dönüşümü istiyor.

Bende bu hal üzerinde kalmak ve daha ziyade ihsan edilmek şartlarıyla kabul ettim. Çünkü vücudun nihayetine delil olmadığı gibi hiçbir ferdede bu nihayeti ile tahakkuk etmiştir. Allah Teâlâ  لَهُمْ مَا يَشَاؤُنَ فِيهَا وَلَدَيْنَا مَزِيدٌ  demiştir.

“Onlar için orada ne dilerlerse vardır ve bizim katımızda ise fazlası -da- vardır.” [9] bu makamda salik vücud feleğinde nüfuz ve irade kuvvetinin gücü, yetmeyeceği bir ziyadelik meydana gelir.  nüfuz ve irade kuvveti  فَعَسَى اللهُ اَنْ يَاْتِىَ بِالْفَتْحِ [10]

“Allah Teâlâ bir fetih yahut katından bir emir getirecek” ayetinde beyan buyrulmuştur. Lakin ahde vefa şartı vardır. Velâyet emrindeki ziyadelik  اَوْ اَمْرٍ مِنْ عِنْدِهِ [11]   “Yahut katından bir emir getirecek” bildirilmiştir.

Allah Teâlâ’m bizi Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ve âli ashabı ile beraber haşr eyle.

Bu âlemle telfik Refik-i Âladan ayrılmaksızın çekildiğimde yolda dünyevî olayların hepsi bana ulaştı. Bu sebeple Hakk’ın vücuduna delil olan ayrılık ve aynîlik olaylarından gördüklerimi tanıdığım gibi kâinatın ulvî ve süflîsine dair bulduklarımı tamamen bildim. Ben şu dakika zamanımızdan ölüm zamanına âlem-i şehadete dönüşümde mülkü cismaniyetten ayrılışım karışıklığına kadar birlik sıfatındaydım.

İşte bu akide-i safiyeden Süleyman aleyhisselâmın Hudhud-u emin kuşu doğrulukla haberi getirmiş ve bu haberi üç nurla ve sırlar perdesi ile zıddiyet meydana getirmiştir. İşte bu zıddiyet oluşturan bu sırlar perdesi ufkundan bana ilk selamı veren ve bazı yaratılışları gösteren kevkeb bir kuldur ki, ayın hidayet ışığının halesinden doğmuştur. Buna üç nurdan her biri hakikatini vermiş yol usulünü öğretmiştir.

Bundan sonra bunlara karanlık kaplamış kalbi nurlandıran ve siyah noktaları yok eden arkasından büyük güneş doğmuştur. Bu misal tecellisi ve uzayan bir nurdur. Sonra bana selam vermiş eceli müsemmada kaybolmuştur. Eceli müsemmaya yaklaşıp gelince hidayet nuruyla batıdan doğmuştur. İşte bu güneşin batışıyla parlayış kaybolur. Akide parlayış, kaybolmak ve avlanmaktan kurtulur. Hileli düzenler kalkar. Fakat erbab-ı basirete göre bu güneşin batışı iki kısımdır. Eğer bu bu batışı kalbi yapabilirse gayb âleminde hidayet nuru üzeredir.  فَهُوَ عَلَى نُورٍ مِنْ رَبِّهِ  [12] “Rabbinden bir nûr üzere bulunmaktadır.” Sırrına kavuşmuştur. Onun yaratılışı nur üstüne nur olarak gelmiştir.

Şayet güneşin batışında zulmet ve ziyadan hali olan o zat sıfatı beşeriyyeden soyulmuş mukaddes zatın manevi sıfat elbisesinden soyulmuş demektir. Bu yüksek sırların ne kadar ince ve arzu edilen bu büyük zevki ne kadar istekli olduğuna dikkat etmelidir. Mukaddes makamda bu güneş ile uzun zaman kaldım. Senelerdir gece gündüz niyaz ettim. Bu malik olduğum emanetin Muhammedîliğin bir parçası olduğunu bana Rabb’im izah etti. Anlayan anlasın, anlamayan kapıyı çalsın ve devam etsin.  Bu misalî nurun batışından önce sabit nurları araştırdım. Allah Teâlâ’nın elindeki kudreti anladım.

İbn-i Abbas'tan rivayet edildiğine göre Mizacı şarap içimi Cennet meşrubatının en yükseği olan badenin bilgisi gelmiştir.

يُسْقَوْنَ مِنْ رَحِيقٍ مَخْتُومٍ  خِتَامُهُ مِسْكٌ وَفِى ذَلِكَ فَلْيَتَنَافَسِ الْمُتَنَافِسُونَ[13]

“Onlar, mühürlü, halis bir şerbetten içirileceklerdir. Onun nihâyeti misktir, artık ziyâde rağbet gösterenler, bunun hakkında rağbet göstersinler.”

Beşinci senenin son gününün yarısına gelince güneşin hakikâtinin zulmet bulutları sıyrılıncaya kadar beraber yukarıda söylediğim halin ile halkça meşhur nur perdesi içinde gizli olan ilimler ile beraber idim. Bu safî badenin misk ile mühürlenmiş cennet şarabı gibi olduğuna dair uyan ve uyulan, işiten ve işitilen tarafından buna işaret eden sözler ve anlaşmalar gelecektir.

Sene tamamlanıp üç ay daha geçince bu güneşten ayrılma vakti yakınlık ile terk ettim. Anlatılan zamanda hatm, zamanda bana safî şarabla bana geldi. Cennet şarabı olduğu hakikâtini bana beyan etti. Bende derhal her şeyi ihata eden emaneti ilahiyyenin hatmini sıdk ve istikâmet sıfatında olan hatm evliyasını müşahede ettim. Bana kendini anlattı feyz ve himmetine memur oldum. Sadık ve doğruluğu kabul edilmiş, tasdik edilmiş Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin gemisine kemal üzere binerek uymak ile yakınlık buldum. Sancağı işıklar saçan iki aylı nur üzere nurdur.

Bu mecmuada anlatılandan başka zuhur eden eden olaylardan başkası sahte elbise giymiştir. Güneşin manevî varlığı da hatmin elini öptü. Bende gözümün ucuyla ona baktıkça hatm benim için ehlimdendir dedi. Sonra hatm ile şevkli olarak geçmiş hadisler hakkında bir şeyler konuştuk. Safî meclis şarabla hoş olunca sohbet teşvik ve terğib ile minderde oturan imametin başından ayağına kadar hatm ise bana neşeli temayül ediyor güzel gazelhanlar şarkı söylüyor.

Diyordu ki; “Aman ridâmı gizleyin.”

“Gizleyin! Benim işte Hatmim. Benden sonra veli ve veliahtım yoktur.”

“Gizlemekle bütün devletler yok olur. En sonrakiler evvelkiler karışır.”

Bu mecmuada gizlemek istediklerimden pek mühim şeyler konuşuldu. Fazla haber sorma.

İştiyak sahibinin kalbleri güneşin sırlarını anlamak için münacata başlayıp gizli güneşin sırlarının hakikâtinin ışıkları doğarak meclis kıvamını ve kemalini bularak Ebul Abbas yanındaki arkadaşlarıyla anladığım hakikatlerin bilgisiyle çekildim.  O zaman hiçbir nükte-i nadire kalmamıştır ki hazretimin kapısında varid gelmemiş olsun.  

Şayet bu hakikatlerin gizlenmesi hususundaki sözün kalkması ve ifşası gerekli olduğundan o sırrın daha fazla inceliklerini size ifşa edecektim. Fakat bir perdeden bunu anlattım. Her kim anlamaya cüret ederse perdeyi kaldırırsa görüp anlayacaktır. Batıdaki güneşimiz hakkında yine bu şekilde yaparak kalbimiz arakasındaki sırdan gizlilikleri kaldıracağım.

Yüksek keşf ve kuvvetli azim sahibi olan kalbimi açar Rabb’imin ehadiyet güneşini müşahede eder hakikâtleri ifşa eden hakîki küheylânına biner ve onunla olursa,

Her kim onun sırtına binerse hakikâti gizleyip bu itaat eden atı yitirirse maksadına ulaşır. Bize katılır. Yalnız benim yaptığımı yaptıran ve yapan gibi Hakk’ın zümresi ile gizli manaları içine alarak hareket etmelidir. Mukaddimede beyan edilen mana denizinde bir ışık çıkınca nurlu aya perde çekme işi bundan çıkmıştır.

Yılını bildiğim Rebîu’l-evvel ayı girince Allah Teâlâ üzerimizde ifa buyurduğu vahyi ve kalbî ilhamları bir ilham elçisi getirdi. Bu ilham elçisi kendisinden bize gelen Hitâb-ı Rabbânî’dir. Sonra sübhânî ilham ve Hitâb-ı Rabbânî bütün eserlerinin latifesiyle bir müjdelenmiş bir bahçeyi sadık bir rüya ile peşinden gösterdi. İşte bu müjdeli ruyada gizlenmiş ve korunmuş sırların sayfalarının konulması ve bu sayfalardaki hakikâtlere “Kitab-ül Keşf ve’l Ketm Fî Marifet-i l-Halifet-i ve’l Hatm” ismini verdim. Verilen alâmet ve nişan hakkında Malik-ül Mülk Allah Teâlâ’ya müracaat ettim. Durmak emrini aldım. Sonra Hatm bana teveccüh ederek ayrılmadı mukaddes yeri hazırlayıp ve döşeyerek indi. Huzurda buyurdu ki ben bu hakikatin kıtabına “Sidre’t-ül Münteha ve Sırr’ül Enbiya Fî Marifet’il Halîfe ve Hatm’il Evliya” ismini verdim. Dediğinde cevap verdim ki;

“Bende nefsimde böyle isim vermenize bir nükte buldum. Yalnız acele etme. Bu sözüme hemen itiraz etme”

“Hayır, sana itiraz etmem” dedi. Bende,

“Allah Teâlâ hem oldurur, hem de ihya eder” dedim. Tâki Cuma günü oldu hatip minber üzerinde evliyanın kalpleri ve Allah Teâlâ’nın kulları hakkında konuştu. O sırada Allah Teâlâ’nın kudret elinin latif soğukluğunu hissettim. Beşerdeki gafleti gideren Rabbânî kelimelere ulaştım ve bana bir takım alâmetler verilince kalbim üzerinde birçok davetçiler meydana geldi. O zaman mukaddes makamdan bir hitab geldi.

“Ey Ankâ-i Muğrib! Bu nam ve şöhretle sırları selâmetle kurtuluş yolu yapan Hatip-i Muğrib”

 

 

 



[1]İsa b. Meryem aleyhisselâm: Cenâb-ı Muhyiddin Ârâb-î kaddese’llâhü sırrahu’l-azizin Hatm-i velayet yani sahibini görebilmek hususunda ki teminatına [henüz ona çok vakit vardır. Sen göremeyeceksin. Keşf ve şuhût âlemindeki görüşün hariçte devam etmez] cevabı verilmiştir. Cenâb-ı Muhyiddin Ârâb-î kaddese’llâhü sırrahu’l-azizin keşfi şüphesiz keşfi hakîkidir, keşfi hayâlî değildir. Yalnız Hatm-in zamanı geleceğe bağlanmıştır. Buradan anlaşılan Hazreti Şeyh bu temenniyi Futuhât-ı Mekkiye’sinde önce beyan etmiş ve ondan sonra yazdığı rüyasına niyaz-etmişse de ömrü vefa etmemiştir.

[2]―Yani İsa aleyhisselâm gelecektir ki, Hatm O’dur. Çünkü geldiği zaman dünyanın sonu ve velâyetin bitişi olacaktır. Bunun için Hatm (mühür-son) dir.

[3]―Kitabın başından başlayıp burada tamamlanan manzûmede Cenâb-ı Muhyiddin Ârâb-î Hazretleri Efendimiz Hz. İsa aleyhisselâm kelimesini, geliş zamanını ve Hatm’in ismi ile geleceğini ve yanındaki yardımcılarını kısmen işaret ve kısmen sarâhatle (açıkça) beyan ve ifâde buyurmuştur. Bundan sonra yine ve küçük bir manzûme ve bir tavsiyesi ile bu kitabı yazmaktan maksadı ne ise ona intikal edeceklerini izah etmişlerdir. Allah Teâlâ sırrını takdis, yardımını ve feyzini üzerimizde kılsın. Amin

 

[4]İbnu Ömer radiyallâhü anh anlatıyor: “Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürünüzden mes’ulsünüz. İmam çobandır ve sürüsünden mes’ûldür. Erkek ailesinin çobanıdır ve sürüsünden mes’uldür. Kadın, kocasının evinde çobandır, o da sürüsünden mes’ûldür. Hizmetçi, efendisinin malından sorumludur ve sürüsünden mes’ûldür.”[Buhârî, Ahkâm 1, Cum’a 11, İstikrâz 20, Itk 17, 19, Vesâya 9, Nikâh 81, 90; Müslim, İmâret 20, (1829); Tirmizî, Cihâd 27, 1705; Ebû Dâvud, İmâret 1, (2928).]

[5]—Kast: Doğru ve kesin niyet ile Hakk’a bütünlük içinde teveccühten ibarettir.

[6]—Hazret-i Eyn; Talebi imkân âlemi olup mekândan münezzeh olan zât-ı ehadiyyet bu hazrette bulunmaz.

[7]—Zılâl: Allah Teâlâ’da fenâ-i külli ile fânî olanların bu fedâi nefislerine bedel atiyeyi sübhâniye ve fazlı ilâhî olarak her yerde isbat-ı vücut etmek kabiliyetine haiz cismaniyeti latife ihsan buyurulur ki, ona latife-i rabbâniye denir. Zilâlden maksatta odur. Çünkü cismâniyeti latife ubudiyeti daimi haldedir. “Onlar ki: Namazları üzerine devam edicidirler.” (Meâric, 23)  

[8]—Hicr,42  عِبَادِى Hakka’a muzaf olan kemal ve yakınlık kazanan kişiler olduğu عِبَاد ın izafetinden anlaşılmaktadır. İşte nefsini Hakk’a izafe eden bu kişiler hakkında şeytanın hüküm ve saltanatı yoktur. Onun için iblise karşı لَيْسَ لَكَ عَلَيْهِمْ سُلْطَانٌ  “ senin, benim o kullarım üzerinde hiçbir hâkimiyetin yoktur denilmiştir.

[9] —Kaf, 35. ehl-i Cennet orada diledikleri her şeyde olduğu gibi yine orada birde mezid cenneti vardır, demektir.  İşte orası müşahede-i cemal makamı olarak enbiyaya ve fena-i zat eden büyükler ve Muhammedîlere tahsis edilmiştir. Bu mezid cenneti sekiz cennetin sekizincisi, en yüksek ve en son makamdır.

[10]—Maide, 52

[11]—Maide, 52

[12]

[13]—(Mutaffifîn, 25-26)



Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar