SIRR-I MEKTÛM-U MAHTÛM (Üzeri Mühürlenmiş Gizli Sırlar)
بســـم الله الرحمن الرحيم
الحمد
لله رب
العالمين والصلاة
والسلام على
رسولنا محمد
وعلى اله
وصحبه وسلم
اجمعين
SIRR-I
MEKTÛM-U MAHTÛM
(Üzeri
Mühürlenmiş Gizli Sırlar)
Sırr-ı
Mektûmu toplayan ve üzerine Allah Teâlâ tarafından mühür vurulan zarftır.
İmâm-ül
Evliyâ ârif-i billâh Ebû Abdullah Muhammed b. Ali b. Muhammed b. Ârab-î,
et-Tâî, el-Hâtimî, el-Endülûsî, Şeyh-ül Ekber Muhyiddin Kaddese’llâhü
sırrahu’l-aziz buyurdu ki ;
Ya Rabb’i Sana arz ve şükrân ettim. Makam-ı
celâletin pek büyüktür. Ya Rabb’i açıkladığım bu şükrân ve sevinci kalbimde
kabul etti.
Kalbî sıkıntılarla beraber yakınlaşmana, zât-ı
azîmu’ş-şânın kalbe sığmasından oluşan ferah ve sevince hayret ederim.
Fakat hakîkâtler, gece gündüz âmâ’da gizli
olduğu halde kalbimde ilâhi vücud denizinde keşfine hayran kaldım.
Asıl
ve safî nûr olan Hakk uzaktan görülen hayal gibi cisimlerin yerine geçen ve
yerinde durmayan bir nur verdin.
Cesedimin
nuruna şaşırmıyorum da, yalnız kalbdeki nurların nasıl temsil ve durduğuna
şaşırıyorum.
Eğer
bu meyletmiş nûr, keşfen zâhir ve görüş yerine kaynayarak akıyorsa, o halde
tecelli eden nûr-u ilâhî o kalbde durmaktadır.
Dediğimi
anladınsa ey delikanlı, işin esâsını tetkîk ve tecrübe eyle. Acaba halkın görüş
ve fikri, alîm olan zât-ı bilebilir mi?
Zatının birliği bizim O’ndan ayrı bulunduğumuz
zaman ilmimizin kendisine birleşmesinden münezzeh olduğu gibi bu yokluğun
varlığa çıkmasından eski ve ezelidir.
Allah Teâlâ’nın Rasûl-ü Kerîmi sallallâhü
aleyhi ve sellem, Hâtem-ül Evliyâ’yı tâyin ile yani âhir zamanda İsa b. Meryem
aleyhisselâmın yeryüzüne inişi ve Deccâl-in katlini ve bunlarda nübüvvet hükmü
ile değil de velâyet hükmü ile olacağını bana haber vermiştir.
“Ben
risâletin rûhâniyeti ve Beyt-ül Harâm (Kâbe) Esrâr-ı hakkı için bana o Hâtem’in
makamını niteliklerini ve beyân eyle” dediğimde;
“O bir hükümdür. Hakîm olan Allah Teâlâ onu birçok kimse içinden en
iyisini en güzelini seçmiştir,” cevabını verdi.
“Mukaddes Zât-ı (İsa b.Meryem Aleyhisselâm) Hâtem
görebilir,” dediğimde, şiddetle yüz çevirerek cevap verdi ki;.
“Hâtemi Hakîki’den başkasının gördüğü devam etmez”dedi. [1]
“Hatm-i
velâyet Onu gördüğü zaman, zamanın zuhûruna vakit var mıdır?
demiştim. Cevâben .........
“(500+5+400)
vakit vardır. Hatem-i Hakîki hakkında ki ise çok
büyüktür” dedi.
Hatmin mühim bir sırr-ı vardır ki, arif-i
billâh olan her kâmil veli ona vakıf ve nüfuz ederse, onun şahsiyeti etrâfında
devir eder.
Meşhur muhaddis Hâkim Tirmîzî kaddese’llâhü
sırrahu’l-aziz ona dünya ömrü ve silsile-i vilâyetin hatmi olduğuna işâret
etmiş, fakat izhâr etmemiş olduğundan kalbler o hatmi bilmekten salim yani boş
kalmıştır.
Cenâb-ı Sıddîk Âzâm radiyallâhü anh bile
sıddîkıyet makamında bulunduğu halde hatm-i bilmeye nail olmadığından semâ-î
mağribin parlayan güneşi onun tarafından görülmemiştir. Çünkü hatm, Cenâb-ı
Sıddîk’dan üstün makamdadır. Sebebi de kendisinde hem nübüvvet ve hem de
velâyet vardır. Yani İsa b. Meryem aleyhisselâmdır.
Cenâb-ı Sıddîk Âzâm radiyallâhü anh zevken
idrâk etmemiş, fakat hatm-in kendisi gizli olduğu halde gösterdiği eserler ve
işaretleri kalben müşâhede etmiştir. Berrak sırlarına toz bulaşmış olmaktan
kıskanır. Şayet kendisine bir ışık akseden yıldızların ışıkları gibi olabilir.
Bu
esrâr, arşın üstünde bir yerde, dolunay veya parlak güneş gibi zuhur ederse,
makâm-ı hatim’de onda lüzumlu gerekli olmuştur.
Bazen ashâb-ı esrâra o esrâr-ı muşâhede zuhûr
eder ki, o esrârın bir kısmı yüksek hidâyet rehberi diğer bir kısmı da fikir ve
bozuk akideye şeytana atılan taşlar gibi bir engeldir.
Birlik zatını cisimlerin nazarından saklayan
mukaddes zatı tenzih ve takdîs ederim. Bununla berâber o asıl zât olanın
tecelliyât nurları, her kalb ve hayat sahibi için umûmîdir.
Fakat yarasa gözlü olan kimseye ziyâ
yaklaşamaz. Seâdet ve huzurlu hayatı hasta olan nerede görecektir.
Kendilerine
manevî makam verdiğimiz şahsiyetler on beş kısma taksim edilmiştir. Olaylar ve
kâinâtın bunlarla kıyamını görüyoruz.
(Bunlar:
Rasül, Nebî, Âlim, Veli, mü’min-i ümmi—Aktâb,
Evtâd, Vüzerâ, Havâs-u Abdâl, Nükabâ, Müslüman, Kâfir, Tâbî, Tâbî olmayan, Âsî)
Kırkların adetleri sonsuzdur. Bu kişiler bu
hükme rıza sahibi olmuş olan müttefiklerdir.
Arzu edersen sekiz tanesini say ve fazla
söyleme. Bunların yolları da birdir. (Rasül, Nebî,
Âlim, Aktâb, Evtâd, Havâs, Abdâl, Nükabâ)
Yukarıdaki sekiz adetten yedisi herkesçe
bilinir. Fakat sekizincisi Rabbânî tecelliyâtta gerekli ve devamlılığı olandır.
Makâm-ı Hatm sahibidir.
Dünyanın ömrü fena bulduğunda ve ahir zaman
geldiğine zaman delâlet ettiğinde büyük olaylar olacak ve hatm gelecektir.
Bu sekizin içinden yedi müşahit kişi, halk
gaflete düşmüş iken zuhur edecektir. Onlar işlerini hilm ve sükûnetle işleri
idâre edeceklerdir.
Şam şehrinde Ravza-i Hadrâ (yeşil bahçe) da
Hatm’in düşmanları bulunacaktır. Fakat Ravza-i Hadrâ’ya mâlik olacak müminlere
şefkatli merhametli Hatm’dir.
Hatm bir işi yapmak isterse veya bir emr-i
mânevî aldığında, yukarıdaki kişilerden hiç birine kayıtlı olmayarak işleri
dilediğince yapar. Cahil ona bir iş hususunda müracaat ettiği zaman sen O
Hatm’i çok da’vâ eden veya hasım gibi görürsün.
Zâhiren Hatm’i cahilden yüz çevirendir. Fakat
temiz kalbi ölçülmeyecek kıymetli, işlere hâkim ve kefildir.
Hatm’in ömründe yarım saat kalsa, ondan diğer
saata kadar mutlaka o akîde-i halledecek ve işleri bitirecektir.[2]
Hatm’in
gelmesi ile adâlet ağacının dalları titremeye başlar. Yeryüzündeki ağaçlar ve
bitkiler kurumuş iken hayat bulurlar.
İmam-ül Mü’min’in temiz cesedi toprağa verilse
de yine getirdiği Allah Teâlâ’nın adâleti doğudan batıya zahir ve intişar
edecektir.
İşte burada yani bu işin sonunda Allah
Teâlâ’nın beyanı salâtı kendisine hayat ve ölümde aşık olduğum zât-ı risâlete
olsun. Amin [3]
Hakk
Teâlâ’ya arz edilen hamd ve senâyı mukaddem ve Sultân-ı Enbiyâ sallallâhü aleyhi
ve selleme takdim edilen sonunda bir olan salâttan sonra;
Ey
akıl sahibi! Rey sahibi olan anlayış sahibinin mühim emirler hakkında
söylediğimizi tedbir ve tefekkür ile acâiblik taşıyan lütfedilen lafızların ve
sana beyan edilen faydalı manaları araştır.
Sırf
mânaya ait olan o şeye dünyevî bakışla bakma ki, yolu yanılırsan ve bu konuda
yalnız kalan cismin yorulmuş olur.
O
manevi emirler ve acayip manalar bir hayat sahibi bir nüsha olursan yani
Letâif-i Rabbâniye halinde taltif edersen uzaklara gitmeye gerek görmem. Çünkü
mâna gizlidir.
BU
KİTAB-I YAZMAKTAKTAKİ MAKSADIN BEYANI
Bu
kitaptan önce Tedbîratı İlâhiyye fî İstilâhât-ı Memleketi
İnsâniyye ismindeki kitap ruhânî ve Rabbânî binayı inşa için telif
etmiş ve onda insanı âlem-i kebirden (büyük âlem) sıyrılıp çıkmış bir âlemi
sağir (küçük âlem) olduğunu söylemiştir. Varlık-kâinat olan bu âlem-i kebirde
zuhur eden her şeyin bu a’yan-ı sabitin (varlıkların ilâhî ilimde ezelden beri
bulunan hakikatları) âlem-i asğarda (insanda) bulunduğunu yazmıştım. Fakat
bu kitapta insanın genel olarak âleme benzediğine dair bir şey söylemedim.
Yalnız onun hilafet ve nede bir ciheti ile âleme nazaran onun vücudundaki
katip, vezir, kadı-i adil, ümena, ve… yani erbabına verilecek maâşlar üzerine
memur olan amiller (valiler) ve aklî kuvvetler ile nefsâni kuvvetler yani
hayvaniyet-i nefsiye arasında cereyan edecek harbin sebeplerini ve düşman
suretiyle karşılaşması ve ne zaman düşmanların kabul edeceklerini ve kesin
kurtuluşun suretinin çıkış yerini anlattım.
İnsanı
bunda işini tedbirli kılarak bir de mülk ve memleket inşa ettim. Âlemlerin bir
kısmında hayat bir kısmında ölümü beyan ederek maksadı ikmal ettim. Kalbinde
mânevi hastalık olanların nasıl emin olacaklarını bildirdim. Yine böylece bu
insandaki esrarın beyan ve izah bazı noktalarda ifâ ettiğim gibi bu insanî
dairede ve ruhanî neşedeki nübüvvet makamının yerini ve yaratılışında olan
makamı mehdiyi ve hatmi evliyaya tabi azizlerin nerede bulunacağını da
söyledim. Çünkü insandaki makamı mehdi ve hatmi evliya makamlarını anlamaya
olan ihtiyaç ve dünya olaylarının zıddı ve benzerliğinden kuvvetli ve gayet
sağlamdır. Bununla beraber bunun gibi büyük hakikatleri de açık etmek korkusuna
düşmenin şerrinden ve şeytanın yanıltmasından ve niyet etmediğim şeyleri bana
isnat etmelerinden ve iftiradan helak olmaktan çekindim de hikmet ile gizledim.
Maksudumda bu cismânî sırları muhafazadır.
Sonra
Rabbi’min yanındaki ilahî esrardan bana verdiği şeyi gördüm. Onu açıklama
hususunda kendisine tevekkül ettim. Bu kitabı yukarıda geçmiş iki mühim makamı
marifet için yazdım.
Bununla
beraber bu mesele hakkında ne söylersem mutlaka bütün belirtilerini zikrederim.
Bundan maksatça bütün dinleyenlerce bildiğimi ve düşündüğümü âlemi kebir
hakkında işin anlaşılmasıdır. Sonra âlemi insanın kendisinde mevcut olduğu
halde bilmediği esrarı anlatmak için teşbih ve temsil eyledim.
Bütün
telif eserlerimde ve bilhassa bu konuda yazdığım şeylerde ki fikrim varlıklar
âleminde zuhur eden şeyleri söylemek değil de bu insânın aslında ve âdemin
şahsın mevcut olan sırları anlatmaktır.
Ey
âkil! Nazarını hakikate yaklaştır.
Ey
Gafil uyan! Ahirette sultan-ı adil, zalim ve eziyet eden padişah veya bir âlim
olmak fayda verir mi?
Hayır,
birader, vallâhi fayda göremez. Senden sana olan sultana bakarak ve aklını
kendine uyulacak şey yapıp onda zahir ve batındaki şer’î adâbı talep edip evvel
ahirini ıslah etmek üzere ona bey’at etmelisin. Görüş ve fikrini bu şekilde
yapmadıkça mahvolursun. Halk ile meşgul olmaktan yüz çevirirsen kurtuluşa
kavuşur, bu mülk ile kesp ve iktidar edersin. Çünkü Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem Efendimiz bütün ümmetine hitap ederek كُلُّكُمْ رَاعٍ وَكُلُّكُمْ مَسْئُولٌ عَنْ رَعِيَّتِهِ [4]
buyurmuştur. Herkesin nefsinde olan imanını ispat etmiş ve onu âlem-i gayb
hisside matlubu Hakk kılmıştır. İş bu hal üzere olup ahd-u vefayı da vaad etmiş
olunca kurtuluş yolunda noksanlık ile en aşağı dereceye kanaat etmemiz için
bize bir sebep yoktur. Bu şekilde bir hareket akıl kârı değildir.
Gerek
bu kitabım ve gerek diğer eserlerim de varlıkların hallerine ait söylediğim
şeylerde fikrim bu sözümü dinleyenlere bu hakikati işittirme ve isbat etmek ve
insanda olan benzeriyle karşılık vermekten ibarettir. Bunun hariçten kat’i
nazar ile ince görüşümüzü kurtuluşumuza vesile olan zatımıza çevirerek cismânî
veya rûhânî makamlarımızın bize verdiği kabiliyet gereğince bu insânî neşe
içinde bütün varlığımızla yürümeliyiz.
Aziz
birader, bütün eserlerimde kurtuluş yolunu düşünmeyerek zatımdan zuhur eden
gelişi güzel yazıyorum gibi vehimden sakınmanı temenni ederim.
Nefsim
kurtuluş için bir şeye davet ederse, kurtulmuş veya helak olmuş olan kimseleri
dikkate alma.
Sana
gayet yakın olan vücut iklimine dikkat et. Herkeste bütün vücut azalarına
hükmeden bir hükümdar göreceksin.
Vücudunu
ve azalarını her vadide âdilâne bir şekilde düzende tut. Sonra yaratılış
kabiliyetine göre sulûk ettiğin yere sevk et.
Vücud
ikliminde bozukluğa meydan verip âsî olmadan, her azanda âdil bir hâkim ol.
Ben
asıl maksadımı âlemi ekberden söylüyor ve bunu az bir şekilde yazıyorum.
İnsanda
buna karşılık gelen kısmı da az olmak üzere beyan ediyorum. Buna sebepte
yukarıda dinleyenlerce meçhul kalan hakikâtin açıklanması ve anlaşılmasından
ibarettir.
Şayet
işitenin anlayışı ben bunu söylemeden önce istenilen noktaya ulaşmış ve kabul
etmiş olsa, hayatını bile düşünmeyi hatırına bile getiremez. İşitmek ile olan
marifetten çıkan maneviyat ışığını tercih ettim. Ancak bu mâna ve ifâdeleri
misallere benzeterek ve süsleyerek ruh ve fikre güç vermek için beyan ettim ki
fikir dünyasına bir yüksek mevkiye ulaşsın.
İnşaallah
Teâlâ bu kitabımda sedeflerden zuhur eden incilere ve yaratılışın yükselişine
dair Cenâb-ı Hakk’ın erbâbı iman ve ehl-i irfana vaz-i nasib ettiği misalleri
mutluluk ipleri, manevî hediyelerin, kalblerin acaibliklerini ve sevgilinin
latifeleri olarak beyan edeceğim.
Bu
fasıl bir helak eden denizin dalgaları ve fenaya dalan dalgıçlar olup
fikirlerin sadefleri içerisinde manevî inciler vardır ki, delillerin ve
burhanların anahtarları istikâmet caddesinin yakîn bilgisinin izâhı vardır.
Beytullah’a
vasıl olmak isteyen ve bir çok uzun ve derin geçerken kastı ve yaratılış mayası
icabı sevdiklerini, dostlarını terk etmeli, evlat ve iyâlinden ayrılmalı ve
kalbinde herkesden bir korku bulunmalıdır. Nihayet mîkâta ulaşmalı vakte esir
olmaktan çıkmalı çevresinden ayrılmalı karışıklıktan basitliğe
yönelmelidir.arafatta kendini çağıran Allah Teâlâ’ya telbiye (Lebbeyk
Allâhümme, Lebbeyk..) söylemeli, zihninde topladığı emelleri unutmalıdır. İşte
o zaman yüksek mertebeye ulaşır.
Kendisine hidayet âlemi görünür ve Harem-i ilâhiye dahil olur. Hacer-ül
Esved’i istilâm ederek ruhlar âleminde verdiği sözü hatırlar ve Kâbe-i tavaf
eder. Bu tavaf ile yaratılışının mahiyetini idrak eder. İşte bu suretle vucüt
mertebelerinin menâsik (ibadet edecek yerleri ibadet
ederken lüzum eden usul, yol ve tarzını)ine göre yol alır. Bu gidişle
manevî âleme ulaşarak hacc-ı manevî ile vakfa gir. Terakkî olursa şayanı tebrik
olan hacı budur.
Eğer
bu husus erbâbına sıkıntı vermeyecek olsaydı bütün menâsiki tarif ve beyan
ederdim.
Bu
kitabımla ilk beyan ettiğim mesele mühim hacca ait olan “tek”tedir. Çünkü
haccın manası vahid, ferd Rab Teâlâ’ya kast ve teveccühtür. Bu kast ise sırlara
talib olan her sâlikin maksat ve vusûlün mukaddimesi olan birinci makamdır. Bu
kitapta bir takım sırları izah etmek ve onun marifet semâsından anlayış
yağmurlarını yağdırmak istiyorum. Bunun sizin için olan kastımı[5]
izah ediyorum. Bu kastımı şer-i ve hakiki kıldım. Kast eğer tarif ettiğim
şekilde olursa bu sülûk yolunun başında olur. Bunun nihayetini ise artık ne
kadar yüce mertebe olacağını düşünmelisin. Buna göre son mertebe kime müyesser
olmuştur. وَمَا
قَدَرُوا اللهَ حَقَّ قَدْرِهِ
“Allah Teâlâ'nın kadrini
onun yüce şanına lâyık olacak bir şekilde takdir edemediler.” (En’am, 91)
Makâmı
Cibrîl’in nefs-i natıka hayatı ebediyyeyi feth ederken bende başlıyor. Diyorum
ki, Hakk’ın vücudu beş adedinde yani harfleri beş olan İsm-i celâlin
zikrindedir.
Ey
kendisine dâhil olanların emin ve emân oldukları harem-i ilâhî; Ey kutsî
amellerim her derde deva olan ilâhî olan zemzem suyunu nefsi nâtıkana doldur.
Kavuşma
isteği ile her mısrayı Allah Teâlâ’ya gizlice yönelerek vasıl olan mertebeye
tahkik olarak tabiatının noksanlıklarının istilâsından kurtulan olmak ile
Harem-i İlâhîyeyi ortasında çevirmiş o vadi nefsimin kötülüklerine karşı bir
sefer etmeyi bana öğretti.
Bende
Cir’ane mevkisinde geçmişteki isyan ve günahlarımı temizlemek pişmanlığı ile
sesimi işittim ve tevbe ettim.
Havf
mevkiinde irtihal ederim diye telaş etmedim. Fakat kendimde (gayriyyet)
başkalık karanlığı istilâ etmesinden çok korktum.
Sonra
cinsime iltihak etmek ve Allah Teâlâ’ya yaklaşmak neticesine kavuşmak arzusuyla
nakil vasıtamı müzdelife için hazırladım.
Alem-i
gayb ve alemi şehadet-i yani ekber ve asgar-ı bir makam-ı cem ile iki kutsî
nurla öyle topladım ki, o makamda nefse ait bir mertebeyi göremedim.
Minada
bulunduğum zaman ise bütün emel ve arzularımı çıkarıp andım. Zincirlerimi
kırınca baktım ki ne yollara kavuşup bereket bulmuşum.
Büyük
kuşlukta gerekli olan cemârat-ı yerine getirdimde düşmanım olan cehli taşa
tuttum da derhal yüzümü ters döndüm.
Hakikât-i
İnsâniyeye dair Safâ’nın verdiği tesirle bir arabî ve fârisî fasih olmadığım
halde sa’yü safa ettim. Çünkü bu makamda cemâl-i müşâhede ve istiğrak-ı hal
vardır.
Sonra
Rukn-ü Yemaniye’ ye yöneldim. Çünkü o sahayı tenezzühde ki istilâmda bir büyük
yemin vardır.
Sonra
Makâm-ı İbrahim’deki mevki ve yapılan duanın mahiyeti ile bizi koruyup emniyete
alan Allah Teâlâ’ya dua ettim.
Ahd-ini
bozmuş edenlerin tekrar söz verdikleri Hacer-ül Esved-e beyat ve istilam
ederken Allah Teâlâ’yı müşahede ettim.
Hacun (Mekke'de ki dağ) mevkiinde zahir
vücuduma galip oldum. Rabbim beni ihâta etti, zaman kayboldu ne gece ve gündüz
kaldı.
Vakfeye
girip Arafatta olduğumda üns ve muhabbet, korku ve ümit aralarında müşahede
ettiğim Rabbi’mi “Şimdi tanıdım” sözü varid oldu.
Haccı
yaptıktan sonra gizli ve açık, sesli ve sessiz Rabbi’me seyr-i seferim bana
nazmen bildirildi.
O
zaman Hakk’tan başkasının bilemiyeceği bir çok gizli ruhânî fikirlerini devamlı
sevk ve irade ettiği kendime mahsus gemiye bindim.
Bu
kalb gemisi cismâniyet denizi ve vücud denizini geçip de yakîn kılıcının yardımıyla beşeriyetten
münezzeh ve mükerrem olan Rabb’imi görünce
Arafatta
Rabb’im beni “Kulum” diye çağırdı. Bende isteyerek ve rıza ile “Lebbeyk”
dedim. İşte bunun feyzi aklın idrakinin
alamayacağı bir şey olduğunu düşündüm.
O
zaman gözümle değil de basiretim ile Hakk’ın vücudunu açıkça gördüm. Beşeri
gözümden ayrılınca cismani hapislikten kurtuldum.
Mukaddes
vadide beşeriyetten münezzeh Allah Teâlâ’ya “Ya Rabb’i zatını görmek isterim”
diyen Musa aleyhisselâm gibi oldum.
Musa
aleyhisselâm bu talebini muteâkib zuhur eden tecellî Zâtı, bulunduğu dağı
dümdüz ediyordu. Musa aleyhisselâm görünmez oldu. Beşeriyetin arş-ı olan akıl
ve idrak cemal ve celâl-i taşıyan kalb kürsüsüde tecelli nurları ile gizlendi.
İşte
o zaman gündüz güneşten istifade etmek isteyen yarasanın güneş ışıklarından
yıkıla kalıpta, mevcudiyeti kalmadığı gibi maksadına vasıl olmayıp ölüler
arasına terk edilen ceset gibi ruhsuz gibi oldum.
Fakat
sonra yakınlığa ve ilâhî fazl-ı kerem ile vech-i Hakk’a üns ve ülfete davet
edildim.
Bunları
anlatmak maksadım bu yola sulûk etmemiş olan ve yukarıda beyan edilen erkân ile
hac ile haccetmeyen ve yaptığı haccı sahih olmadığı halde müşahede isteyen
Hazret-i eyn [6]dedir.
Ey
kardeş gel sen bu mesleğe salik “Refîk, Refîk” diye nidâ ederek sülûk et.
Sonunda emsalsiz bir matluba kavuşursun. Kavuşamadan bir ayrılık olursa “zılâl”[7]
inle Allah Teâlâ’ya gece gündüz tazim ederek secde edersin. Vesselâm.
GÜN DOĞARKEN RUH’UL
EMİN’NİN İNİŞİNİN BEYANI
İşte
bu mertebeden sabahın aydınlığında Ruh-ul Emin nüzul eder.
Sabah
iyilikleri ile gecenin coşkunluğunu hezimete uğratıp da üzerine süratle yürüyüp, duran safkan koşu atları gibi olan
isimlerde küheylanlarla hücum ederek daire-i ayniyet ve isimde cem meydana
getirip esaretinden azat olmasına kefil olarak muhafaza elbisesi ve aslın
müşahedesi vergisiyle bulunduğu her cihetinden kendisine şuhut müyesser olunca
işte bu sırada bana Tebriz ehlinden aziz ve hâkim kişi kuvvet ve devletiyle
benimle konuşur. Saatlerin alametleri ve hakikatini ve güneşin batıdan
doğmasına dair işaretini maksadını ruhaniyetini ve mezhebini ve tevbe kapısının
kapanmasını büyük ve küçüklerin hali üzere kalmasını ve Dâbbet-ül arz-ın
nefesini ve Hz. Mesîh aleyhisselâmın yere inişini ve geniş bir sahrada ordunun
yere batması ve büyük savaşın meydana çıkması bunun gereği sünnet ve risalet
üzerine tekbir ve tehlil ile büyük şehrin fethini ve bunun kılıçlarla kesilmesi
ve Şam’ da yeşil bahçedeki hatmi velayet ve sırrı nübüvvet beyaz yolunu ve
kendi makamından diğer makama iniş suretini sordu. Bunlarla kendisine bir yüksek şerefin iktisabı sıhhat ettiğini
ve yorulmak bilmeyen deccâlını ve öldürdüğü kimselerin tekrar hayat
bulduğu sorarak bana dedi ki;
“Neşe-i insaniyede bu kâinatın esrarı nerededir.
Çünkü ben seni kendi şeytanımı defetmeye atılan ateşten taşlar ile bana talim
bana öğretilen şey ile bir kurtuluş yolu ile sana uymayı arz ediyorum.”
Bende ona cevaben dedim ki;
“Nerede senin genç arkadaşın ve yol azığın? Yiyecek olarak aldığın
balık sana denizde bir yola tercih etti.” Cevaben dedi ki;
“Eğer o balık denizi bana tercih etmese idi, ben
bir sebep ve vesile bulamazdım. Genç arkadaşım ve yoldaşım olmasaydı gıdayı
yanımda taşıyamazdım.” Bende ona dedim ki;
“Arkadaşın senin makamına sahip olurda sen tehir edersin. Bu halin
meydana gelişide artık sen kabre defin edilmiş olursun.”
Sonra ona dedim ki;
“Balığı unutursan onu izleyerek izinin üzerine dönersen o zaman
hakikâtinden haberdar olursun.” Bu sözüm üzerine cevap verdi dedi
ki;
“Bunların hepsi olmuştur. İlmini bu dünya âleminden
alan yorulmuştur.” Bende kendisine dedim ki;
“İlim sahibi ve rahmet olduğumu Rabbim sana haber vermedi mi? Öyle ise
işte ben sana diyorum ki; sen kan ve ceset sahibi bir adamsın. Ben aynî
hakikâtim sen ise şimdi noksanlık içindesin. Sen memleketinde reis âlemi
şehadetin hapishanesinde mahkûmsun. Ben âlem-i melekûtta Davudî kabiliyet
sahibi bir sanatkârım” bu söz üzerine bana dedi ki;
“Ben sana teveccüh ederek gelmişim. Bana kurtuluş yolunu öğret.
Bende
ona
“Sen benimle birlikte olursan tahammül edemezsin. Çünkü iyi olmadığını
kabul etmeyen şeylere nasıl sabredeceksin.” O ise cevaben;
“İnşaallah beni sabırlı bulacaksın”
ben son söz olarak
“Eğer bana tâbi olacak isen artık bana sana ben haber verinceye değin
hiçbir şeyden sual etme” dedim ve
“İhtiyarlığınızın nurlarını Hakk ziyade etsin. Kaybettiğiniz
özellikleri üzerinize geri versin.”
Hikâyemi
size tarif etmek isterim ki, sizin yükselme vasıtası ve inkârınızın azalması
tarafınızdan gelecek itirazlara güzel bakmanız için, bu korunmuş sırlara dair
mülahaza-i nurlardan meydana gelen sualiniz her zaman ifşası el vermeyen takdir
edilmiş bir nefes ve beyanı açılmaması gereken şeylerdir. Nerede kaldı ki bu
âlemi inkâr (Dünya) da anlaşılsın. Çünkü buna ait olan haber ve bunu inkâr eden
şeytan çok büyüktür.
Bu
hakikâta dair bazı şeyleri henüz ulaşamadım. Bilseydim talep etmezdim. Bunun
sebebi süluk ettiğim yol ve makamı, ferdiyet makamı ve kesreti def ederek
birliğin sayısına ki, bununla beşeri âlemlerde yükselme olmaz. Aslına
kavuşmadıkça da kabul edilmez. Dünya hadiselerine gücüm yetmeyince, sözlerimle
ona yaklaşıp anlatamayınca yüzümü Hakk Teâlâ’ya çevirmişimdir. Oda beni
korumuştur. Artık ben ne olduğunu anlayamıyorum ki ayniyeti müşahede
edebileyim. Kaldı ki kâinatı göreyim.
Yukarıda
beyan edilen sırların soran tarafından kabul edilmediğini anlayınca uzaklaştım.
Kudret elinde mülkü elinde tutan Rabb’ime yüzümü döndürdüm. Bu itirazı sebebi
onu bağlayıp bırakmayan makamıdır. Onun için anlayamayacağı kapıyı
kapatıyordum. Bu hal onun kulağına bu sözleri ve hakikatleri kabul edecek bir
makama ulaşınca tahakkuk edecektir.
Artık
bundan sonra Rabb’ime “Lebbeyk, Ya Rabbî” diyerek kalkıp
mukaddes zatına yönelerek kalktım. Rabb’im bana sonsuz nimetlerini hazırladı.
Soran ve cevap verene de hikmetli sırlarını işittirdi. Aslında bende ona
öğretmeyi murat etmiştim. Allah Teâlâ bir kulunu sonradan hikmet sahibi yapmak
isterse bizzat muallimi olur.
Bilindiği
gibi evin içine kapıdan girilir. Hükümdarların yanına da kapıcıların izni ile
girebilirsin. İşte bu hadise üzerine sırların bir kısmını açıkladım da kalbim
sevinçle doldu.
Sırlı
fikirler ile cismani âlemde sırrı yazana yolculuk başlayıp sultanların dehası
kalbim üzerine istiva edince nuru ateş ve kararsızlık zuhur eder. İşte Hâkim-i
Mutlak ile hak üzere anlaşma olur. Halktan kaçar ve bu hali üzerine galip
olursa bu şekilde cismaniyetten çıkar vehimlerden kurtulur ve tam olarak
selâmet bulur. O zaman kalbine bir nokta konur. Bu nokta onu Hakk’ı bilmeye
sevk eder. İşte bu hikmetten dolayı ondan önce kaçınmıştım. Sonra kendi
hakkında bilmesi gerekli şeyleri tespit ettim. Çünkü sülûk hakikât yolculuğu
olup ilâhî vuslattır. Allah Teâlâ’nın cazibesi ve çağırması kuluna olan ihsan
hediyesiyle olduğundan onu sülûk vadisinde yersiz kılar ve muhafaza eder. Kalbimi
şimşekler gibi ilâhî bakışlar ve renklerle dolalı seni zikirle veya zikrinle
sevinçli ve mahzundur.
Kalbde
vecd ve istiğrak tekvin halleri galebe ettiğinde O’nun yüksek himmeti
yükselseydi ne kadar mükemmel olurdu. Fakat yolu karanlığa meyletmesi ve sakınması
semaları mükaşefeye yükselmeyi başaramadı yaratılmışların arasında kaldı.
Nihayet muhabbetin şevklerinin coşkusundan çağıran davet etti de meftun ve
gıpta ile ayrıldı.
Rabb’imin
tarafından bir inayet (yardımı) şimşeği parlayınca kalbimin parlayışları
etrafındaki siyah bulutların açılmasına yardım etti. Bulutlar hareketli,
rüzgârlar savurucu, şimşekler ani olarak zorlayarak kalbi çekince sular da ona
yönelir.
Yeryüzü
cismaniyetinin sahip olduğu güzelliklere dair ne varsa Hind ve Çin’in güzel
kokuları meydana çıkarmıştır.
Yukarıdaki
önemli soruları soran kişi hallerin özelliklerini işitip kendi sırrına gizli
olan irfanı kendi dairesinde tamam olurdu. Ölünce zatına gizli olan şeyden
uyandı. O gizli emrin manasını biraz açıklayacağım. Onu can kulağı ile dinler
sanıyordum ama nefsin anlayışından çıkmış gördüm. Artık ona varlığımı sarf
ettim. O da açıkladığım şeyde fena buldu ve yazdığım nazma hayran olup daha
ziyade talepkâr olduğunu bildirince daha fazla söylemeye başladım.
Cisim
iklimine yüksekten yapılan bakışın hepsinde cismânî nurlardan mutlak bir nur ve
süs vardır. İnsan cinsine uygun ve zahir olan ne kadar marifet ve bilgi varsa
bilinen ve uygun şeylerdir. İnsanın kalbi müşahede mahallindeki takibatta
lezzet ve sefa bulur. O mahallin süslerinin her cihetinde bir özellik bulunur.
İnsanın cismi ilahî cömertlik denizinde sırlarla dolu olan bir gemidir ki,
mağribden esen rüzgârın esintisiyele sevk etmektedir. O gemiye binen Şeriât-ı
Muhammediye nefesiyle sevk ve idare ederse daima korunmuş, emin ve mübarek
olur.
Hakk’ın
nezaretinde seyr eden kaptan ulvî alemlerden teminatı olan bu vücud feleğinin
baş tarafını tevhide bırakmıştır. Şevk rüzgarları vücud feleğini sevk etmekte
olduğunu görsek te hareket ve sukün olmadan gidiyor.
Bütün
unsurlar nur; ilim ve marifet, ateş; toprak; hikmet insana verilmiştir.
Benimle
Rabb’im arasında yakınlık halini bulan bu vücud feleği kavuşma sebebi olarak
bana bırakıldı. İşte benim yaratılış, mizaç ve tabiatımdaki sırlar Hakk iledir.
Sen bunu araştırsan hem bitişik ve hem de ayrı bulursun.
Kendinden
gafil kalmış olan hâkimin sırları kalbin her olayında ve her mertebesinde
tamamen gizli kalırsa aldanırsın.
Nefsine
karşı Yermuk ve Sıffın Savaşları yapılmadıkça sen katiyen Allah Teâlâ’yı
bilemeyeceksin.
Ölmeden
evvel Rabb’ini bil! Şayet böyle taklit ile gidecek olursan mutlaka mahkûm ve
hapistesin.
Kalbin
bütün olaylarında müşahedende ilmen tecelli ve inkişaf edersen o zaman ulvî ve
süflî fırkalar senden uzaklaşır.
Senin
tekliflerde gizli ve aşikâr olrak bildiğin güzellik ve çirkinlik gibi şeylerin
hakikâti sana layık olur. Sana canım kurban olsun ilmin sırlarını kendinde
olduğunu anlada başkalarından keşf ehli olmayanlardan sakla. Bu âlemde bu hayat
üzere oldukta bunu koru. Çünkü gizlenmiş sır hür olan kimsenin kalbine
defnedilmiş ölü gibidir.
Muhatab
olduğun kişinin kalbi sonsuzluğu işitip gizli emirleri yüksek şerefine mazhar
ve vakıf olarak bu insanî memleketin sıfat ve esrarı ruhâniyeye dair ihtiva
ettiği, şeyleri görünce diz üstü gelip cismin karanlığından çıkıp dedi ki; “Ben
sırrı saklarım. Onun için işin hakikâtini açıkla” اِنَّ عِبَادِى لَيْسَ لَكَ عَلَيْهِمْ سُلْطَانٌ “Gerçekten
senin, benim o kullarım üzerinde hiçbir hâkimiyetin yoktur” [8]
Ezelî
yardımla üzüntü gitmiş ve şeytanda kovularak uzaklaştırıldı. Bu haberi vasf ve
beyan eyleyerek artık İslam oldum, Dedi; cevaben dedim ki;
“Ben
daima ulvî şehâdet ve yüksek makamda bulundum. İlmî emir ve fikirlerin
fetihleri Allah Teâlâ’nın kitabında alıncaya kadar bu durum devam edecektir.
Bu
ilâhî ilimleri tahsil ve bilgilerle
vasıflı olarak Rabb’im beni ilerlemeye hazırlayıp bu bilgilerin tahsilini
açınca anladım ki, Hakk beni âlemi şehadete dönüşümü istiyor.
Bende bu hal üzerinde kalmak ve daha ziyade ihsan
edilmek şartlarıyla kabul ettim. Çünkü vücudun nihayetine delil olmadığı gibi hiçbir ferdede bu nihayeti ile
tahakkuk etmiştir. Allah Teâlâ لَهُمْ مَا يَشَاؤُنَ فِيهَا وَلَدَيْنَا مَزِيدٌ demiştir.
“Onlar için orada ne dilerlerse vardır ve bizim katımızda ise fazlası
-da- vardır.” [9]
bu makamda salik vücud feleğinde nüfuz ve irade kuvvetinin gücü, yetmeyeceği
bir ziyadelik meydana gelir. nüfuz ve
irade kuvveti فَعَسَى اللهُ اَنْ يَاْتِىَ بِالْفَتْحِ [10]
“Allah Teâlâ bir
fetih yahut katından bir emir getirecek” ayetinde beyan
buyrulmuştur. Lakin ahde vefa şartı vardır. Velâyet emrindeki ziyadelik اَوْ اَمْرٍ
مِنْ
عِنْدِهِ [11] “Yahut katından bir emir getirecek” bildirilmiştir.
Allah Teâlâ’m bizi Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem ve âli ashabı ile beraber haşr eyle.
Bu âlemle telfik Refik-i Âladan ayrılmaksızın
çekildiğimde yolda dünyevî olayların hepsi bana ulaştı. Bu sebeple Hakk’ın
vücuduna delil olan ayrılık ve aynîlik olaylarından gördüklerimi tanıdığım gibi
kâinatın ulvî ve süflîsine dair bulduklarımı tamamen bildim. Ben şu dakika
zamanımızdan ölüm zamanına âlem-i şehadete dönüşümde mülkü cismaniyetten
ayrılışım karışıklığına kadar birlik sıfatındaydım.
İşte bu akide-i safiyeden Süleyman aleyhisselâmın
Hudhud-u emin kuşu doğrulukla haberi getirmiş ve bu haberi üç nurla ve sırlar
perdesi ile zıddiyet meydana getirmiştir. İşte bu zıddiyet oluşturan bu sırlar
perdesi ufkundan bana ilk selamı veren ve bazı yaratılışları gösteren kevkeb
bir kuldur ki, ayın hidayet ışığının halesinden doğmuştur. Buna üç nurdan her
biri hakikatini vermiş yol usulünü öğretmiştir.
Bundan sonra bunlara karanlık
kaplamış kalbi nurlandıran ve siyah noktaları yok eden arkasından büyük
güneş doğmuştur. Bu misal tecellisi ve uzayan bir nurdur. Sonra bana selam
vermiş eceli müsemmada kaybolmuştur. Eceli müsemmaya yaklaşıp gelince hidayet
nuruyla batıdan doğmuştur. İşte bu güneşin batışıyla parlayış kaybolur. Akide
parlayış, kaybolmak ve avlanmaktan kurtulur. Hileli düzenler kalkar. Fakat erbab-ı
basirete göre bu güneşin batışı iki kısımdır. Eğer bu bu batışı kalbi
yapabilirse gayb âleminde hidayet nuru üzeredir. فَهُوَ عَلَى نُورٍ مِنْ رَبِّهِ [12]
“Rabbinden bir nûr üzere bulunmaktadır.” Sırrına kavuşmuştur. Onun yaratılışı nur üstüne nur olarak gelmiştir.
Şayet güneşin batışında zulmet ve
ziyadan hali olan o zat sıfatı beşeriyyeden soyulmuş mukaddes zatın manevi
sıfat elbisesinden soyulmuş demektir. Bu yüksek sırların ne kadar ince ve arzu
edilen bu büyük zevki ne kadar istekli olduğuna dikkat etmelidir. Mukaddes
makamda bu güneş ile uzun zaman kaldım. Senelerdir gece gündüz niyaz ettim. Bu
malik olduğum emanetin Muhammedîliğin bir parçası olduğunu bana Rabb’im izah
etti. Anlayan anlasın, anlamayan kapıyı çalsın ve devam etsin. Bu misalî nurun batışından önce sabit nurları
araştırdım. Allah Teâlâ’nın elindeki kudreti anladım.
İbn-i Abbas'tan rivayet edildiğine göre Mizacı şarap içimi Cennet meşrubatının en yükseği olan badenin bilgisi gelmiştir.
يُسْقَوْنَ مِنْ رَحِيقٍ مَخْتُومٍ خِتَامُهُ مِسْكٌ وَفِى ذَلِكَ فَلْيَتَنَافَسِ الْمُتَنَافِسُونَ[13]
“Onlar,
mühürlü, halis bir şerbetten içirileceklerdir. Onun nihâyeti misktir, artık
ziyâde rağbet gösterenler, bunun hakkında rağbet göstersinler.”
Beşinci senenin son gününün yarısına gelince güneşin
hakikâtinin zulmet bulutları sıyrılıncaya kadar beraber yukarıda söylediğim
halin ile halkça meşhur nur perdesi içinde gizli olan ilimler ile beraber idim.
Bu safî badenin misk ile mühürlenmiş cennet şarabı gibi olduğuna dair uyan ve
uyulan, işiten ve işitilen tarafından buna işaret eden sözler ve anlaşmalar
gelecektir.
Sene tamamlanıp üç ay daha geçince bu güneşten ayrılma
vakti yakınlık ile terk ettim. Anlatılan zamanda hatm, zamanda bana safî
şarabla bana geldi. Cennet şarabı olduğu hakikâtini bana beyan etti. Bende
derhal her şeyi ihata eden emaneti ilahiyyenin hatmini sıdk ve istikâmet
sıfatında olan hatm evliyasını müşahede ettim. Bana kendini anlattı feyz ve himmetine
memur oldum. Sadık ve doğruluğu kabul edilmiş, tasdik edilmiş Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemin gemisine kemal üzere binerek uymak ile yakınlık buldum.
Sancağı işıklar saçan iki aylı nur üzere nurdur.
Bu mecmuada anlatılandan başka zuhur eden eden
olaylardan başkası sahte elbise giymiştir. Güneşin manevî varlığı da hatmin
elini öptü. Bende gözümün ucuyla ona baktıkça hatm benim için ehlimdendir dedi.
Sonra hatm ile şevkli olarak geçmiş hadisler hakkında bir şeyler konuştuk. Safî
meclis şarabla hoş olunca sohbet teşvik ve terğib ile minderde oturan imametin
başından ayağına kadar hatm ise bana neşeli temayül ediyor güzel gazelhanlar
şarkı söylüyor.
Diyordu ki; “Aman
ridâmı gizleyin.”
“Gizleyin!
Benim işte Hatmim. Benden sonra veli ve veliahtım yoktur.”
“Gizlemekle
bütün devletler yok olur. En sonrakiler evvelkiler karışır.”
Bu mecmuada gizlemek istediklerimden pek mühim şeyler konuşuldu. Fazla
haber sorma.
İştiyak
sahibinin kalbleri güneşin sırlarını anlamak için münacata başlayıp gizli güneşin
sırlarının hakikâtinin ışıkları doğarak meclis kıvamını ve kemalini bularak
Ebul Abbas yanındaki arkadaşlarıyla anladığım hakikatlerin bilgisiyle
çekildim. O zaman hiçbir nükte-i nadire
kalmamıştır ki hazretimin kapısında varid gelmemiş olsun.
Şayet
bu hakikatlerin gizlenmesi hususundaki sözün kalkması ve ifşası gerekli
olduğundan o sırrın daha fazla inceliklerini size ifşa edecektim. Fakat bir
perdeden bunu anlattım. Her kim anlamaya cüret ederse perdeyi kaldırırsa görüp
anlayacaktır. Batıdaki güneşimiz hakkında yine bu şekilde yaparak kalbimiz
arakasındaki sırdan gizlilikleri kaldıracağım.
Yüksek
keşf ve kuvvetli azim sahibi olan kalbimi açar Rabb’imin ehadiyet güneşini
müşahede eder hakikâtleri ifşa eden hakîki küheylânına biner ve onunla olursa,
Her
kim onun sırtına binerse hakikâti gizleyip bu itaat eden atı yitirirse
maksadına ulaşır. Bize katılır. Yalnız benim yaptığımı yaptıran ve yapan gibi
Hakk’ın zümresi ile gizli manaları içine alarak hareket etmelidir. Mukaddimede
beyan edilen mana denizinde bir ışık çıkınca nurlu aya perde çekme işi bundan
çıkmıştır.
Yılını
bildiğim Rebîu’l-evvel ayı girince Allah Teâlâ üzerimizde ifa buyurduğu vahyi
ve kalbî ilhamları bir ilham elçisi getirdi. Bu ilham elçisi kendisinden bize
gelen Hitâb-ı Rabbânî’dir. Sonra sübhânî ilham ve Hitâb-ı Rabbânî bütün
eserlerinin latifesiyle bir müjdelenmiş bir bahçeyi sadık bir rüya ile peşinden
gösterdi. İşte bu müjdeli ruyada gizlenmiş ve korunmuş sırların sayfalarının
konulması ve bu sayfalardaki hakikâtlere “Kitab-ül Keşf ve’l Ketm Fî Marifet-i l-Halifet-i ve’l Hatm”
ismini verdim. Verilen alâmet ve nişan hakkında Malik-ül Mülk Allah Teâlâ’ya
müracaat ettim. Durmak emrini aldım. Sonra Hatm bana teveccüh ederek ayrılmadı
mukaddes yeri hazırlayıp ve döşeyerek indi. Huzurda buyurdu ki ben bu hakikatin
kıtabına “Sidre’t-ül Münteha ve
Sırr’ül Enbiya Fî Marifet’il Halîfe ve Hatm’il Evliya” ismini
verdim. Dediğinde cevap verdim ki;
“Bende nefsimde böyle isim
vermenize bir nükte buldum. Yalnız acele etme. Bu sözüme hemen itiraz etme”
“Hayır, sana itiraz etmem” dedi. Bende,
“Allah Teâlâ hem oldurur,
hem de ihya eder”
dedim. Tâki Cuma günü oldu hatip minber üzerinde evliyanın kalpleri ve Allah
Teâlâ’nın kulları hakkında konuştu. O sırada Allah Teâlâ’nın kudret elinin
latif soğukluğunu hissettim. Beşerdeki gafleti gideren Rabbânî kelimelere
ulaştım ve bana bir takım alâmetler verilince kalbim üzerinde birçok davetçiler
meydana geldi. O zaman mukaddes makamdan bir hitab geldi.
“Ey Ankâ-i Muğrib! Bu nam ve
şöhretle sırları selâmetle kurtuluş yolu yapan Hatip-i Muğrib”
[1]—İsa b. Meryem
aleyhisselâm: Cenâb-ı Muhyiddin Ârâb-î kaddese’llâhü sırrahu’l-azizin Hatm-i
velayet yani sahibini görebilmek hususunda ki teminatına [henüz ona çok vakit
vardır. Sen göremeyeceksin. Keşf ve şuhût âlemindeki görüşün hariçte devam
etmez] cevabı verilmiştir. Cenâb-ı Muhyiddin Ârâb-î kaddese’llâhü
sırrahu’l-azizin keşfi şüphesiz keşfi hakîkidir, keşfi hayâlî değildir. Yalnız
Hatm-in zamanı geleceğe bağlanmıştır. Buradan anlaşılan Hazreti Şeyh bu
temenniyi Futuhât-ı Mekkiye’sinde önce beyan etmiş ve ondan sonra yazdığı
rüyasına niyaz-etmişse de ömrü vefa etmemiştir.
[2]―Yani İsa aleyhisselâm
gelecektir ki, Hatm O’dur. Çünkü geldiği zaman dünyanın sonu ve velâyetin
bitişi olacaktır. Bunun için Hatm (mühür-son) dir.
[3]―Kitabın başından
başlayıp burada tamamlanan manzûmede Cenâb-ı Muhyiddin Ârâb-î Hazretleri
Efendimiz Hz. İsa aleyhisselâm kelimesini, geliş zamanını ve Hatm’in ismi ile
geleceğini ve yanındaki yardımcılarını kısmen işaret ve kısmen sarâhatle
(açıkça) beyan ve ifâde buyurmuştur. Bundan sonra yine ve küçük bir manzûme ve
bir tavsiyesi ile bu kitabı yazmaktan maksadı ne ise ona intikal edeceklerini
izah etmişlerdir. Allah Teâlâ sırrını takdis, yardımını ve feyzini üzerimizde
kılsın. Amin
[4]— İbnu Ömer
radiyallâhü anh anlatıyor: “Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürünüzden
mes’ulsünüz. İmam çobandır ve sürüsünden mes’ûldür. Erkek ailesinin çobanıdır
ve sürüsünden mes’uldür. Kadın, kocasının evinde çobandır, o da sürüsünden
mes’ûldür. Hizmetçi, efendisinin malından sorumludur ve sürüsünden mes’ûldür.”[Buhârî,
Ahkâm 1, Cum’a 11, İstikrâz 20, Itk 17, 19, Vesâya 9, Nikâh 81, 90; Müslim,
İmâret 20, (1829); Tirmizî, Cihâd 27, 1705; Ebû Dâvud, İmâret 1, (2928).]
[5]—Kast: Doğru ve kesin niyet ile
Hakk’a bütünlük içinde teveccühten ibarettir.
[6]—Hazret-i Eyn; Talebi imkân âlemi
olup mekândan münezzeh olan zât-ı ehadiyyet bu hazrette bulunmaz.
[7]—Zılâl: Allah Teâlâ’da fenâ-i külli
ile fânî olanların bu fedâi nefislerine bedel atiyeyi sübhâniye ve fazlı ilâhî
olarak her yerde isbat-ı vücut etmek kabiliyetine haiz cismaniyeti latife ihsan
buyurulur ki, ona latife-i rabbâniye denir. Zilâlden maksatta odur. Çünkü
cismâniyeti latife ubudiyeti daimi haldedir. “Onlar ki: Namazları üzerine
devam edicidirler.” (Meâric, 23)
[8]—Hicr,42 عِبَادِى
Hakka’a muzaf olan kemal ve yakınlık kazanan kişiler olduğu عِبَاد ın izafetinden anlaşılmaktadır. İşte nefsini Hakk’a izafe eden
bu kişiler hakkında şeytanın hüküm ve saltanatı yoktur. Onun için iblise karşı لَيْسَ لَكَ عَلَيْهِمْ سُلْطَانٌ “ senin, benim o kullarım üzerinde hiçbir hâkimiyetin
yoktur”
denilmiştir.
[9] —Kaf, 35. ehl-i Cennet orada
diledikleri her şeyde olduğu gibi yine orada birde mezid cenneti vardır,
demektir. İşte orası müşahede-i cemal
makamı olarak enbiyaya ve fena-i zat eden büyükler ve Muhammedîlere tahsis
edilmiştir. Bu mezid cenneti sekiz cennetin sekizincisi, en yüksek ve en son
makamdır.
[10]—Maide, 52
[11]—Maide, 52
[12]―
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar