MEVLANA/ DİVAN-I KEBİR -1-
Sonradan Dîvân-ı Kebîr’e Yazılan Önsöz
“Hamd olsun
Allah’a ki doğru yolu buldurdu da bu nimetlere kavuşturdu bizi; Allah hidayet
etmeseydi doğru yolu bulamazdık” ve Allah’ın rahmeti, peygamberi, peygamberlerin
ulusu Muhammed salla'llâhü aleyhi ve selleme ve onun kerem sahibi olan,
keremlere nıazhar bulunan soyuna sopuna. Bundan sonra: Bu sözler, sırlarıdır
rûhun, gemisidir Nuh’un. Kutlu nefeslerdir, ayıplardan arı, tertemiz Tanrı’dan
esintilerdir. Her varlığı geliştirip olgunluğa götüren Tanrı’nın ilhamlarıdır,
seher çağlarındaki feyzlerin gönül gözünü açıcı keşifleridir, noksanlardan
münezzeh Tanrı’dan gelen sözlerdir, eşi bulunmaz işaretlerdir, şaşılacak
ibarelerdir. Tanrılık denizinin ışıltılarıdır bunlar, gayb denizinin iri incileridir
bunlar. Aşıklar dîvânıdır, zevk kaynaklarıdır. Gönüllerin ışığıdır, yüce
kişilerce makbul olan en gerçek sözlerdir. Huzur ehlinin anahtarıdır, gayb
âlemindeki hür kişilerin makamlarıdır, kalb sahiplerinin kalblerinin kalbidir,
gönül bahçelerinin çiçeğidir, kulların meclislerine akarsulardır bu sözler.
Olgun erenleri anar, andırır, yetişmiş, olgunlaşmış kişilere kutluluk
kimyasıdır, yakıyne erişmiş kardeşlerin hutbesidir, çekinen erlerin boyunlarına
gerdanlıktır, münafıklara Tanrı Zül- fekaar’ıdır bu sözler. Büyük, hayırlı
kişilerin rûhlarına iksirdir, yüce yazıcıların sahifeleridir, ceberût
kuşlarının dilidir, melekût âlemindeki meleklerin tespihleridir, sözlerin
asıllarıdır, sonradan uydurulan ki boş, dışı süslü şeyleri kesip atar bu
sözler. Bu sözler, ulumuz, devranın eşsiz eri, zamanın şaşılacak serveti, halkı
yüce işlere çağıran, bütün halka Tanrı’dan bir rahmet olan, sırların en
eşsizlerine mahrem bulunan, hidayet ve takvâ imamı, ulu Tanrı’nın sırrı, onun
tertemiz mazharı, Hakk’ın, şeriatın ve dinin celâli, Tanrı elçilerinden, başka
bir peygamberin şeriatına tâbi olanların, yeni bir şeriatla gönderilenlerin
hepsinin mirasçısı, “Adem suyla balçık arasındayken peygamberdim ben” sözünün
tefsircisi, Ebû Bekr soyundan Belhli Huseyn oğlu Muhammed’in oğlu Muhammed’indir.
Öyle bir erdir o ki delilleri, nişaneleri, uzağa da tecelli etmiştir onun,
yakına da.
Olgunluğuyla
yüceliğe ulaştı, yüzünün güzelliğiyle karanlıkları aydınlattı. Bütün huyları
güzeldir, rahmet ona ve soyuna.
Tanrı rûhunu
kutlasın, kutluluk mertebelerinde feyzini daimî etsin; ne mutlu ona uyup doğru
yola varana, “Esenlik doğru yolu bulana”, hamd Allah’a lâyık olduğu veçhile,
rahmet Muhammed’e ve ondan sonra da soyuna sopuna.
DÎVÂN-I KEBÎR
BAHR-İ RECEZ
müstefilün
müstefilün müstefilün müstefilün
Rahman
ve Rahim Allah Adıyla
Ey aşkı
kutluluk göğünde uçanlara kol kanat veren, uçanların uçuşunu arttırıp duran
sevgili, senin sevda halkanda rûhanîlere çeşit çeşit haller gelmede.
* Ben
batanları sevmem sözünde gerçekten de sûretlerden arınış var. Gizli şeyleri
gören gözlere her an senden şekiller, sûretler görünmede.
Gönüller
senin yüzünden baş aşağı gelmiş, yeryüzü bir kan denizi kesilmiş; ey aylardan
da üstün, yıllardan da güzel sevgili, sana ay diyemem ben.
Dağ gamınla
yarılmıştır da o gam ta içine çökmüştür, yalım yalım yalımlanmadadır; bütün bu
keremler, bu üstünlükler, senin kereminden, senin lûtfundan bir katrecik kan
elde etmiştir de o yüzden gelişip yetişmiştir.
Ey uluların
dayancı, güvenci, bizi de onlardan say; bilirsin ki kuyruklar da başlara uyup
gider.
*
Topraktan bir ulu er düzer koşarsın da
melekler bile kıskanır onu, senin peşin parana karşı can bile müflis bir hale
gelir, bütün mallar mülkler yerlere döşenir, ayaklar altında kalır.
Kimin kolu
kanadı olursan ne yücelikler elde eder o, ne ululuklara kavuşur. Hali böyle
olan kişinin de benler vardır yüzünde, güzelleştikçe güzelleşir o.
Tutalım ki
dikenim, hem de kötü bir diken; fakat diken de gülle bir aradadır; sarraf altın
tartarken teraziye miskallerle beraber arpa da kor.
İşler fikirlere
uygundur, mallar topraktan meydana gelir. Şu haller sözlerden belirir, sözler
de hallere işarettir.
*
Alemin başlangıcı bir gürültüdür, bir hayhuy;
sonu bir sarsıntıdır, bir deprem. Aşkla şükür, şikâyetle beraberdir; huzurla
rahat, sarsıntılarla eş.
*
Şafak güneşin fermanıdır, Tanrı aşkı devlet
tuğrası; buluşma vakti gelip çatmada; bu yorumu
*
aşk yordu çünkü. Alemlere rahmet olanın
yoksullara bağışladığı yüceliğe, mevkie bak; hırkalar ay gibi aydın, şallar gül
gibi güzel kokuyor.
Aşk tüm bir
iş, bizse bir parçasıyız onun. O, uçsuz bucaksız bir deniz, bizse bir katrecik.
O, yüzlerce delil getirmede, bizse o delillerle doğruyu bulabiliyoruz ancak.
*
Gök aşkla uzlaşıp dönüyor, aşktan mahrum
olunca yıldız bile tutulup sönüyor. Beli bükük “dal” bile aşkla “elif” gibi
doğrulup yücelmede; fakat aşksız kalınca “elif” bile dallara dönmede.
*
Söz bengisudur, çünkü Ledün bilgisinin
aşkından doğmadadır. Aşkı canından eksik etme de iyi işlerin meyve versin,
çoğaldıkça çoğalsın.
Söz mâna
ehline az da olsa çoktur, uzadıkça uzar, yeter mi yeter; fakat sûret ehline çok
söz bile azdır, kifayetsizdir.
Şiirleri çok
söyledilerse ne var ki? Denizin incilerle dopdolu olması daha iyidir elbet.
Deve de şiir zevkiyle yerden yere göçüp konar, konaktan konağa yelip yortar.
*
O hocanın ayağı mahallemizde balçığa
saplanıp kalakaldı; onun halini söyleyeyim de “Kaza gelince göz kör olur”
atalarsözünü oku.
Cebbarcasına ululanır,
bir yere dokunmasın diye eteğini çeker, kaldırır, kibirle yürür giderdi. Aşıklarla
alay ederdi, aşkı bir oyun, bir oyuncak sayardı o.
Nice kuş vardır,
tuzaktan uzak, havalanır gider; fakat kaza elinden bir belâ okudur fırlamış,
uçup gelmededir ona.
O hoca da bir
sarhoşcağızdı, kendiciğinden geçmişti. Aşıklara el çırpardı, eğlenirdi onlarla.
Ululuğuna aldanmıştı, esrimişti de Tanrı’yla güreşe kalkmıştı.
Başına yazılandan haberi
yoktu, başını göklere yüceltmişti, kesesi altınla, gümüşle doluydu, kulağı var
ol sesleriyle.
Halkın el
çırpmasından, ayağına kapanmasından, şâirlerin saçma sapan övüşlerinden,
yâvecilerin yâvelerinden öylesine ululanmıştı ki.
Keremin de
bir âfeti var, çünkü kerem erde ululuk belirtir; yaltaklananların halleri
insanı vehme düşürür, hasta eder.
İhsanda
bulunuyorum diye paralar verir, halbuki o paraları kendisi yaratmamıştır ki.
Başkasının malından mülkünden ihsanda bulunmakla adam cömert mi olur hiç?
* Bir
firavun kesilmişti o, bir Şeddad olmuştu; öylesine bir tuluma benzemişti ki içi
hava dolu. Karıncaydı, yılan olmuştu, yılan da bir ejderhâ haline gelmişti.
*
Aşk, kutluluk sırrıyla Mûsa’nın sopasıdır
sanki; pusudan öylesine bir ok attı ki hoca onun açtığı yarayla iki büklüm
oldu, yaya döndü.
O ağır
yaranın tesiriyle o anda yüzüstü düştü, sar’ası tutmuş adamlar gibi hırıldamaya
başladı, insanı yok eden ölüm hırıltıları arasında yerlere
yuvarlandı.
Rezil oldu,
çırılçıplak kaldı, düşman bile onun haline ağladı; akrabaları yasa batmış
kişiler gibi onun haline ağlayıp feryat etmeye koyuldular.
*
Firavun olmuştu, Nemrud’du âdeta; gerçekten
de ben Tanrı’yım der dururdu. Boynu kırıldı da Rabbim, Rabbimiz demeye başladı.
Yüzü safran
gibi sarardı. Şirin yüzlü, şeker dudaklı bir işveli güzelin bakışlarının açtığı
yaradan başka bir yarası da yoktu.
*
O güzelin okuna mı daha fazla şaşmalı,
yayına mı, gözleri mi daha güzel, dudakları mı? O mu daha vefasız, dünya mı, o
mu daha çok gizli, Zümrüdüanka mı?
Şimdi
âşıkları sınama hususundaki can sırrını söyleyeyim, gizli kilitten, gizli
zincirden kurtul da kendine gel, kulaklarını aç da dinle.
*
Fakat kulağını nasıl açabilirsin ki?
Kendinden geçmiş kişide kulak nerde? Aklı fikri, Tanrı dilediğini yapar
hükmünden başka bir kurtaran yoktur.
Bu bağıran
çağıran, ıztırablara, heyecanlara düşen hocanın da sinek gibi kanatları koptu;
Ayşe’nin aşkından ağlamaya başladı, gözlerime ak düştü diye feryada koyuldu.
Gerçekten de
sizden sonra helâk olduk, sizden uzağız, vay bize, eyvah bize. Sizin
bulunmamanız, yaşayışa bile bir ölüm; gönül rızasıyla dönün, gelin bize.
Akıl size
rehin verilmiş, hüzünlerimize derman olacak birisi yok mu? Gönül,
sınamalarınıza uğramış, helâk cehenneminin ta ortasına düşmüş, yanıp duruyor.
Ey eli ayağı
sağ hoca, kaza ve kader gelip çattı da ayağını kırdı; sen çok gönüller
kırmıştın, onların cezası geldi de ayağına isabet etti.
*
Bunu gene Tanrı inayetlerinden say ki
uğradığın zarar, aşk civarından geldi çattı; geçici aşkı bırak, işin sonu Tanrı
aşkıdır.
Gazi,
alışsın, usta olsun da savaşsın diye önce oğlunun eline tahtadan yontulmuş bir
kılıç verir.
İnsana âşık oluş da o tahta kılıca benzer,
belâlara uğrayış sona erdi mi, aşk rahmet sahibi Tanrı’yadır artık.
*
Önce Yusuf, yıllarca Zelîhâ’ya tutuldu;
sonucu Tanrı’ya âşık oldu da bu sefer Zelîhâ, Yusuf’a gönül verdi.
O kaçmıştı,
Yusuf peşine düşmüş, gömleğine el atmıştı. Sonunda iş tersine döndü, o Yusuf’un
gömleğine el attı, çekti, yırttı.
Kısas yerine
geldi dedi, gömleğimin öcünü aldım bugün. Yusuf, ululuk ıssı Tanrı’nın aşkı bu
çeşit çok tersine işler yapar dedi.
İsteyeni
istenen haline getirir, alt olanı üst eder, nice dua edenleri keremiyle,
lûtfuyla dualara kıble yapar.
Söz inceldi
burda soluk ağza sığmıyor, artık yanıltmaca söz söylemek istiyorum, o çeşit
söz, burda yaraşır mı yaraşır.
*
O, ben kimim ki demede, ben topraktan
düzülmüş bir şekilden ibaretim; remil döken, toprağa doğru yanlış bir şeyler
çizer.
Bu sözü
hocaya bırak da bak, gör; bana, aşk sakalıma ateş vurdu, tutuşturdu, neden beni
bıraktınız diyor.
A kerem
sahibi hoca, gitmiştim amma şu âhir zamanda halini bütün âleme söyleyip yaymak
için işte hemencecik gene geldim.
Bön adam ne
söyleyebilir; güneşten ancak bir zerre, uçsuz bucaksız denizden bir katre olan
kişi, şu sonsuz macerayı nasıl anlatabilir?
Sana bir
katre gösterdi mi ötesini anlarsın artık. Alım satımda da ambardaki buğdaydan
bir avuç buğday gösterirler.
O bir avuç
buğdayı gördün mü geri kalanını da bilirsin, değirmen dönünce nasıl bir un
olacağını anlarsın.
Sen de eski
bir ambarsın, elini bir daldır da al şu ambardan bir avuç buğday; gör bakalım
ne çeşit buğdaysın, bir gör de sonra değirmene götürmeye kalk.
O âlem
değirmene benzer, şu âlemse harmana; burada buğday mısın, fasulye mi? Her ne
isen orda da ancak osun.
Yürü, bırak
şu inadı a inatçı, bak, o hoca bekleyip duruyor; o, işini yarım yamalak gören
işçi, acele etmede, hadi gel diye çağırmada.
Ey hoca,
nasılsın sen, söyle; bu fitnelerle dopdolu yerde yorulup kalmışsın; çaresiz
dertlere uğramış bir halde kanlara batmışsın, topraklara bulanmışsın.
Hoca diyor
ki: Meded ey Müslümanlar, sakının gönüllerinizi, aklınızı başınıza alın, benim
kanım döküldü, bâri bu sizin başınıza gelmesin. Aşıkların ıztırablarını
gördükçe çok kınadım onları, fesatlarla, kötülüklerle dolu bir gönülle çok
kötü, çok yaraşmaz sözler söyledim onlara.
* “İnceden
inceye halkla alay edip kovculukta bulunanların vay hallerine” âyeti, kötü
sözler söyleyenlerin hakkındadır. Alay edenle kovculukta bulunanın devası,
yaptığına uğramaktır, ettiğini bulmaktır ancak.
O insan ağzı
mıdır, yılanla akrebin oyuğu mu? O oyuğu samanlı balçıkla sıva, yakınları
dalatma akrebe.
Aşka düş de adı sanı
terk et, taneleri de bırak, tuzağı da; taşa altın adını tak, cefaya, eziyete
şeker de.
*
Ey İsa nefesli dudu kuşu, ey şirin sesli,
güzel sesli bülbül, hadi, o cana canlar katan nağmelerle Zühre’yi şaşkın bir
hale getir, kendinden geçsin gitsin.
Güzellik dâvasına giriş,
gel de yüzlerce düşman, yüzlerce dost; yabancı, bildik, herkes safran gibi
sapsarı yüzleriyle, yaşlı gözleriyle tanıklıkta bulunsun.
Gam herkesi ağlatır,
erkek, kadın, herkes gam yüzünden feryat eder. Bizi gamdan kurtar artık, çünkü
o, zulümde ejderhâlaştı âdeta.
Hafif, sert nağme
çavuşlarıyla deş gamın karnını da ey güzel sesli dilber, adaletinle yokluk
ülkesine bile bir hay-huydur düşsün.
*
Sâkîmizi an, yüzlerce tulumu havalarla
doldur, o Şirin yüzlü dilberin aşkıyla rûhları Ferhad haline getir.
*
Gönlün sanki İsrafil’dir, balçıktan
yaratılan insanı diriltmedesin; lûtfet de kulağımıza Tanrı nefesini üfle.
Biz harman
çeçi gibi yerlere saçılmışız; buğdayla saman karmakarışık bizde; can yelinden
bir esinti ver de buğdayı samandan ayır.
Lûtfet de
gam, gamın yanına gitsin, sevinçli de sevinçlinin yanına. Gül, gülün bulunduğu
yere gitsin, gönül göğe ağsın.
Şu güzelim
tanelerin kulakları bir hoş rahmette, ümitleri bir seher yelinin esintisinde,
öylece yeryüzünde mahpus kaldılar.
Lûtfet, can
işi altın gibi parlasın, güzellerle kucaklaşsın; ayakları şimdi baş olsun,
saman çöpleri şimdi kehribar kesilsin.
Bir nefescik
sus artık; izin verilseydi kimsenin temiz kardeşlerin kulaklarına bile
söylemediği bir sırrı söylerdim elbet.
*
Ey durup dinlenme nedir, bilmeyen
rüzgârımız, güle bizden haber götür de de ki: Ey gül bahçesinden kaçıp da
şekerle karılan gül, gül bahçesinden nasıl oldu da ayrıldın?
A gül, sen aslından da
şekersin, şekere daha fazla lâyıksın; şeker de hoş, gül de hoş, fakat vefada
bulunmak ikisinden de tatlı.
Yanağını şekerin
yanağına koy, tat al şekerden, koku ver ona; şekerin sayesinde yolculuk
cefasının acılığından kurtulmaya bak.
*
Şimdi gülbeşeker oldun ya, gönül gıdasısın,
göz nurusun; artık gülden gönlünü çek, o nerde, bu nerde?
Dikenle oturuyordun,
tıpkı akıl gibi cana yoldaştın; yeryüzünden göğe ağ, konak konak, ta onunla
buluşma yerine kadar yürü.
Halkın
içinde gitmede, gizli bir yolda yürümedesin; bahçeden bahçeye, ta şekillerin
sûretlerin belirdiği yere dek gidiyorsun.
Ey gül, sen bulunmaz bir
kuşsun, kuşların aksine uçmadasın; o yandan geliyor haberin; bırak kolunu
kanadını, başsız-ayaksız gel.
Ey gül, bunları gördün
de o yüzden dünyaya gülüyorsun, o yüzden elbiselerini yırtıyorsun ey kızıl
kaftanlı düzenbaz, güçlü kuvvetli yiğit.
Güller, kim merdiven
isterse canını belâlara atsın diye naralar atarak, uçuşup saçılarak gökyüzünden
gül bahçesine yağmada.
Kendine gel, şu kaptan,
gül suyu yapan ustanın şişesinden bir yolunu bulup ter gibi sız da kurtul, rûh
gibi çık o bulunduğun kaptan.
Ne de bahtınız yâr,
talihiniz yaver, benziniz gül gibi kıpkırmızı; biz de sizin gibiydik, fakat rûh
olduk, haydin, siz de rûh olun.
Gülbeşekerden maksadımız
Tanrı lûtfuyla bizim varlığımızdır; hey gidi hey, varlığımız sanki demir, Tanrı
lûtfuysa mıhladız.
Akıl aynadır, aynacı ona
kıvılcımlarla eziyet etmededir de bu yüzden olacak, bizi istemiyor, sizi sizsiz
isterim diyor.
Ey misk gibi sözler
söyleyen, kendine gel artık, bu sözün sonu yoktur; senin bana söylediklerini
kimseciklere söylemem ben.
Ey Tebrizli Şems,
padişah huylu padişahların sırlarını harfsiz, sessiz, renksiz, kokusuz söyle;
güneş olmadıkça tanyeri nasıl ışır, kuşluk çağı nasıl aydınlanır?
*
Ey bedenimizin, canımızın padişahı, ey bizi
güldürüp dişlerimizi gösteren dilber, ey gözlerimizi sürmeleyen, ey can
gözümüze tutya olan güzel,
A güzelim, ay senin
aydınlığını, senin yüceliğini görür de utanır; aşkına helâldir kanımız; seni
gördüm mü gönül, gene kaza geldi çattı, gene geldi çattı kaza demeye başlar.
*
Top olduk sana, çevgeninin eğri ucuna
uyduk, onun önünde başı dönmüş bir topuz; gâh neşe, eğlence yerine çağırırsın,
gâh belâya, cefaya sürer götürürsün.
Gâh uykuya çekersin,
gâh sebeplere sürersin; gâh varlık şehrine doğru atar, yuvarlarsın, gâh yokluk
çölüne.
* O
da sahibine gâh şükreder, gâh feryadlara koyulur, eyvahlar olsun der. Gâh
Leylâ’nın hizmetine bakar, gâh Tanrı sarhoşu, Tanrı delisi olur.
Cana cefalar
etmişsin, onu deliye divaneye döndürmüşsün; gâh yalnızlık bucağına âşık
etmişsin, gâh gösterişe, riyaya düşürmüşsün.
*
Gâh altın ister o, gâh tutar da başına
topraklar serper, gâh kendisini kayser sanır, gâh yoksullar gibi yamalı
hırkalara bürünür.
Ne acayip
ağaçtır ki bâzı kere elma verir, bâzı kere kabak; gâh zehir verir, gâh şeker,
gâh dert verir, gâh derman.
Ne acayip
ırmaktır ki gâh su olur, gâh kan, gâh lâ’l renkli şarap kesilir, gâh süt, gâh
da şifalar
veren
bal.
Gâh gönülde
bilgi dokur, gâh gönülden bilgiyi söker atar. Gâh üstünlükler elde eder, gâh
hepsini de belâ görür.
Bir gün
gelir Muhammed Bey olur, bir gün gelir kaplan kesilir, derken köpekleşir. Gâh
damarı kötü bir düşman olur, gâh ana baba, hısım akraba.
Gâh diken
olur, gâh gül. Bâzı sirke olur, bâzı şarap. Gâh davulcu olur, davul çalar, gâh
davul olur, tokmaklar yer.
*
Gâh şu beşe, altıya âşık olur, gâh güzel
canlar diler. Bâzı kere de konak yerini kaybetmiş deve gibi o yana bu yana
yeler durur.
*
Gâh kuyu kazan gibi ümidi aşağılardadır,
alçaklara iner, gâh Karun gibi definelere dalar, hazineler gizler; gâh da Mesîh
gibi tazeleşir, göklere ağar, göklere çıkar.
* Sonucu,
senin lûtfun ona yol verdi mi halden hale girmeden, renkten renge boyanmadan
kurtulur, şeyyâdımız şeydalaşır, deli olur da
kuşluk
güneşi gibi bir renge dalar artık.
Balıklar
gibi denizlere dalar, bağı bahçesi, yurdu, vatanı deniz olur; mezarı da
denizdir artık, kefeni de; denizden başka ne varsa hepsini ölüm bilir, veba
sayar.
*
Şu renklerden sıyrılır, İsa’nın küpüne
girer, “Tanrı boyası” belirir, artık Tanrı dilediğini yapar.
Kötülüklerden
kurtulur, hayâdan da; dönüp dolaşmaktan da uzaklaşır, konup göçmekten de. Milin
çevresinde dönen değirmen taşı gibi gitten de halâs olur, gelden de.
*
Gerçekten de kapınızı açtık, dostlarınızı
uzaklaştırmayın; sizden sonra gelecek soyunuzu sopunuzu da size kattık, işte
budur sevginin mükâfatı.
Gerçekten de
belinizi sıkıca bağladık, gerçekten de suçlarınızı yarlıgadık; Rabbinize
şükrettiniz ya, bütün bunlar o yüzden; şükür, razılığı elde ettirir.
Müstef’ilün müstef’ilün müstef’ilür
müstef’ilün; anlatış kapısı kapalı, artık de ki: Susmak bizce daha iyi, daha
yerinde.
Ey âşıklar, ey âşıklar,
bugün bir biz varız, bir de siz varsınız. Bir boğucu suya düşmüşüz, hele
bakalım, kim yüzme biliyor?
Dünyayı sel kaplasa, her
dalga deve kadar büyük olsa, suda yüzen kuşlara ne gam. Gökyüzünde uçan kuş,
tutar da bunu düşünür mü?
Yüzümüz şükürle parıl
parıl parlamada, denizin dalgalarına karışmışız; hani balık gibi. Balığa da
deniz, tufan can verir, canına canlar katar.
*
Ey şeyh, bize bir futa ver. Ey su,
dalgalan, sar bizi dalgalarınla. Ey İmranoğlu Mûsa, gel de âsanı vur denize.
Bu şarap her başta bir
başka sevda yaratmada, fakat bana o sâkînin sevdası yeter, geri kalanın hepsi
sizin olsun.
Sâkî, dün
yolda sarhoşların külâhlarını kapmıştı; bugün de hırkamızı soymak için bize
birbiri üstüne şarap sunmada.
*
Ey Ay’ın da, Müşteri’nin de haset ettiği
güzel, sen peri gibi gizlice bizimlesin, beni güzel güzel çekip götürmedesin;
yalnız nereye götürüyorsun, onu söylemiyorsun.
A iki gözüm,
gözümün ışığı, nereye gidersem gideyim, sen benimlesin; ister çek meyhaneye
götür beni, sarhoş et, ister al götür yokluk makamına, yok et.
*
Dünyayı Tur Dağı bil, biz de Mûsa gibi
tecelli istiyoruz; her an Tanrı tecellisi gelmede, her an dağı yarıp parçalamada.
Bir an olur
yeşerir, bir an gelir bembeyaz olur, berraklaşır, güzelleşir. Bir an inci olur,
bir an lâ’l kehlibar kesilir.
Ey ona
kavuşmak, onu görmek isteyen, onun tecelli makamı olan şu dağlığa bak. Ey dağ,
ne biçim şaraptı içtiğin şarap? Biz sarhoş olduk, gelin dostlar, gelin.
Ey bağ sahibi, ey bağcı,
neden bize sarılıyor, neden bizi bırakmıyorsun? Biz senin üzümünü yediysek sen
de bizim sarığımızı aldın ya.
Ey âşıklar, ey âşıklar,
buluşup birleşme çağı gelip çattı; gökyüzünden, a ay yüzlüler, haydin diye ses
geldi.
Ey sarhoşlar, ey
sarhoşlar, neşe, zevk, eteğini çemreyip geldi, o bizim zincirimize yapıştı, biz
onun eteğine sarıldık.
Ateş gibi sert, kızıl,
tesirli şarap geldi; ey gam, bir bucağa çekil de otur; ey ölüm düşüncesine
dalmış can, yürü git; ey şarap sunan, ey sâkî, gel.
A güzelim, yedi gök de
senin yüzünden sarhoş; elinde bir mühreyiz biz; varlığımız senin varlığından
meydana gelmiş, o tüm varlığa yüz binlerce merhaba demede.
Ey tatlı nefesli
çalgıcı, her an oynat çanı; ey işret, ata vur eyeri, es canımıza ey seher yeli.
A ney, geceleri
anlattığın hikâyeler, söylediğin masallar ne de hoş; sesinde şeker tadı var;
akşam sabah senin sesinden vefa kokusu geliyor bana.
A güzel yüzlü güneş, bir
kere daha başla, o perdelerden çal, bütün güzellere nazlan.
Sus, perdeyi yırtma;
susanların sağrağını iç; ört ayıpları, ört ayıpları; Tanrı huyuyla huylan.
Ey ışığı perdeler
ardından gelen sevgili, ışığın, hararetin yaz mevsimi bize. Bizi al, yaz
mevsimi gibi gönlümüz ateşli, ta gül bahçemize dek çek götür.
*
Ey can gözünün tutyası, nereye gittin ki?
Gel, gel de tandırımızdan rahmet suları kaynasın.
Gel de çorak yerler
yeşersin, mezarlar bahçe haline gelsin, koruklar üzüm olsun, ekmeğimiz pişsin.
Ey can güneşi, ey gönül
güneşi, ey güzelliğiyle güneşi bile utandıran güzel, gel de bir gör, şu balçık,
canımızı nasıl tutmuş bırakmıyor.
Yüzünün
lûtfuyla nice defalar dikenler gül bahçesi kesildi de imanımıza yüz binlerce
ikrar bağışladı.
Ey ebedî
aşk, canımızı şu zindandan kurtarıp tek Tanrı’ya götürmek için şu kalıptan ne
de hoş yüz gösterdin.
Ey ışıklar
saçan sabahımız, gam zamanında neşe yarat, gecenin içinde bir gündüz,
görülmemiş, eşsiz, şaşılacak bir gündüz belirt.
Katır
boncuğunu inci haline getirirsin; Zühre’nin ödünü patlatırsın; malı mülkü
olmayanı padişah yaparsın, aşkolsun sana ey padişahımız.
Nerde o
gözler ki izinin tozunu görsün. Nerde bizim delilimizi duyacak kulak,
bürhanımızı anlayacak akıl?
Gönül o
şekerkamışının güzelliğini görür de lûtfunu, ihsanını sayıp dökerse tat,
lezzet, her dişimizin dibinden naralar atmaya başlar.
*
Cüzler külle gidiyor, reyhan reyhana, gül
güle kavuşuyor, her şey dikenliğimizin hapishanesinden kurtuluyor diye can
ülkesinden davul sesleri geldi işte.
Ey yağmur mevsimimiz,
sevgililerimizin ayrılığıyla ağlayan gamlı âşıklarımız gibi dostlarımıza yağdır
yağmurunu.
Ey bulutun gözleri, şu
gözyaşlarını tulumlardan boşaltırcasına dök, çünkü sen de bizim ay
yüzlülerimizi kıskanmadasın.
Şu bulutun ağlayışına
bak, o bahçenin gülüşünü seyret; artık hastalarımız babalarının ağlayışından,
yalvarışından kurtuldular, iyileştiler.
Şu bol bol yağmur
yağdıran bulut, dudakları kurumuş, susuz dostlarınıza lütfedilen Tanrı
vergisine benziyor; o koca sağrağı da rintlerimize sunan gene Tanrı.
Düzenbaz güzellerinizin
yüzünden azıksız kalan yeryüzüyle yazıyı bu azıksızlıktan kurtarmak için
gökyüzü inciler saçıyor.
*
Şu bulut Yakub sanki, yeşillikteki gülü de
Yusuf say. Gözyaşları döken bulutlarımız yüzünden Yusufların yüzleri gülüyor.
*
Bir katresi inci olur, bir katresi nerkis;
böylece de yazıda biten otlarla geçinenlerimizin elleri malla, nimetle dolar.
Şaraplar sunan bağ bahçe
dün çiçeklerle bezenmişti; çünkü şaraba düşkün erlerimiz aç karnına, vakitsiz
şarap içmişlerdi.
Yum ağzını sedef gibi,
sarhoşluğu çıkarma safın önüne, sokma meydana da aklı başında erlerimiz gayb
âleminden gene gelsinler bu yana.
A gönül, o kusurlara
karşılık özür dilemek için neler düşünmüşsün? Ondan bunca vefalar gelmede,
sendense bunca cefalar.
Ondan bunca
keremler, sendense aykırı, ileri geri işler. Ondan bunca nimetler, sendense
bunca hata.
Senden bunca
haset, bunca kötü düşünce, kötü sanı; ondansa bunca ihsan, bunca lûtuf, bunca
vergi.
Bunca ihsan
niçin? Acı canın tatlılaşsın, güzelleşsin diye. Bunca kendine çekiş neden?
erenlere ulaşsın, onlara katılsın diye.
Kötülüğe
pişman oluyor, Allah demeye başlıyorsun ya; işte o zaman seni belâdan kurtarmak
için kendisine çeken o.
Yaptığın suç
yüzünden korkuyorsun, kurtulmaya çareler soruyorsun ya, o anda seni korkutanı
ne diye kendinde görmezsin?
* Senin
gözünü bağladıysa elinde bir mühre gibisin, gâh yuvarlar seni, havaya atıp atıp
eğlenir.
Gâh
yaradılışına, tabiatına bırakır; gümüş, altın, kadın sevdasına düşersin; gâh da
olur, canına Mustafâ’nın hayal ışığını saçar, aydınlanırsın.
Bu yana çeker, iyi
adamlara katar. O yana çeker, kötülere ulaştırır, şu girdaplardan ya geçirir
gemiyi ya da girdaba atar, kırar dağıtır.
*
Gizli gizli o kadar dua et, geceleri o
kadar ağla, inle ki sonucu yedi kat gökten kulağına bir sestir gelsin.
*
Şuayb’in feryadı, çiy taneleri gibi döküp
durduğu gözyaşları, sonucu haddi aştı da seher çağı kulağına bir sestir geldi:
Suçluysan bağışladım,
yarlıgadım suçunu. Cennet diliyorsan verdim, sus artık, bırak şu duayı.
*
O dedi ki: Ne bunu istiyorum, ne onu;
apaçık Tanrı cemalini istiyorum; yedi deniz ateş olsa ona kavuşmak için dalar
geçerim.
O cemalden mahrum edip
tapından sürdüysen, yaşlı gözlerim o cemali görmeyecekse cennet yaramaz bana,
işim yok orda, cehennemde kalmam daha iyi bence.
Bâri az ağla dediler,
gözlerin bozulmasın; ağlayış haddi aşarsa göz görmez olur.
İki gözüm de dedi,
sonunda görecekse onu ne diye kör olacağım diye gam yiyeyim, her cüzüm göz
kesilir.
Fakat gözlerim onu
görmekten mahrum olacaksa mademki dosta lâyık değilmiş, varsın kör olsun.
Dünyada herkes
sevgilisine can verir; fakat birinin sevgilisi kan tulumundan ibarettir,
öbürününki güneştir, ışıktır.
Mademki herkes kendince
iyi kötü bir sevgili seçer; kendimizi bir yok için yok etmemiz yazık değil mi?
*
Bir gün birisi Bâyezîd’e bir yolda yoldaş
oldu. Bâyezîd, a kötü kişi dedi, işin gücün ne?
Adam, eşekçiyim dedi,
ona kulum köleyim ben. Bâyezîd, yürü dedi, sonra da yarabbi dedi, sen bu adamın
eşeğini gebert de Tanrı kulu olsun.
Ey adı güzel Yusuf’umuz,
damımızda nasıl da yürüyüp gitmedesin? Ey kadehimizi kıran, ey kurduğumuz
tuzağı yırtan sevgili.
Ey ışığımız, düğünümüz
derneğimiz, ey üstün devletimiz, acı suyumuzu bir coştur, kaynat da üzümümüz
şarap olsun.
A dilberimiz, dileğimiz,
a kıblemiz, Tanrımız, ödağacımızı ateşe attın ya, seyret artık dumanımızı.
A düzenbaz sevgilimiz, a
sarhoş, mahmur gönlümüze tuzak kuran dostumuz, uzaklaşma bizden, sarığımızı
rehin al.
Gönlün ayağı çamura
saplandı kaldı, gönlün de yeri mi can vermedeyim ona, can. Gönlün düştüğü sevda
yüzünden vay gönüle, vay bize.
Ey canımızı
tatlılaştıran, kendinde olanı geçir kendinden; kendinden geçeni getir kendine;
bir
şey ver
yoksula. Aşıklara ihsanda bulun, tanyerini ışıklandır, tiryakı zehir haline
getir, bir şey ver yoksula.
Ay gibi
yüzünle bir bak, yoksulları arayıp duran lûtfunla bir merhamet et de yoldaş et
bizi kendine; bir şey ver yoksula.
Ay gibi bir
cilvelendin mi, canlara aşkı duyurursun, bizimle ne diye yoldaş olmuşsun? Bir
şey ver yoksula.
*
Dervişin nişanesi nedir? İnciler saçan bir
can, inciler saçan bir dil, yüz parçadan dikilmiş yamalı hırka değil; bir şey
ver yoksula. Sen hem Adem’sin, hem o dem. Hem İsa’sın, hem Meryem. Hem sırsın,
hem sırra mahrem; bir şey ver yoksula.
Acı seninle
tatlılaşır, küfür senin yüzünden din olur, diken ağustos gülü kesilir; bir şey
ver yoksula.
A benim
canım, sevgilim, küfrüm, imanım, padişahlarımın padişahı; bir şey ver yoksula.
Ey gamlara batan, bedene
tapan kişi, bedenle uğraşıp durma, canla savaşıp kalma; bedene bakma, bana
bakma; bir şey ver yoksula.
A benim ışığım, bugün
bir iş edeceğim, nurunun çevresinde dolaşacağım, aşka can vereceğim; bir şey
ver yoksula.
Bizim ayıbımızı arayan
biri misin sen, yılan mısın, balık mı yoksa? Sen söyle, nesin? Bir şey ver
yoksula.
Güzelim, hem sen olasın,
hem o; yaraşmaz bu; atıver yokluğa şu canı, bir şey ver yoksula.
Ey Yusuf, sonucu şu gözleri
görmeyen Yakub’a gel. Ey gizlenmiş İsa, şu gök kubbenin üstünde bir görün.
Ayrılıktan günüm
karardı. Gönlüm yay gibiydi, kıla döndü. Yoksul Yakub ihtiyarladı, ey genç
Yusuf, gel.
*
Ey İmranoğlu Mûsa, sana gönlümde ne
Turusînalar var. Öküz
Tanrılık etmede, gel artık Turusîna’dan.
*
Benzim safran gibi sarardı, boynum büküldü,
çenge döndü. Beden mezarında daraldım, sıkıldım, gel ey genişlik, ferahlık
veren can.
*
Muhammed’i gözleyen gözüm gamınla, müştakım
sana diyor; “Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik” âyetinin sırrı, o
dağınık saçlardan yüzünü göster, gel.
Güneş sana
karşı sanki akşam kızıllığı, ey padişahlardan bile öndülü kapan er, ey
Tanrı’yla bakan, Tanrı’yla gören göz, ey her şeyi bilen gönül, gel.
Bütün canlar
sana karşı sanki beden, sense cansın. Cansız beden neye yarar? Çoktandır gönül
verdim sana, gel ey sevgili de canımı da vereyim gitsin.
Gönlümü
aldığın günden beri can ekinim biçildi gitti; sonucu dert sensin, git; sonucu
derman sensin, gel.
Ey sevgili, ilacım da
sensin, çarem de sen, yüz parça olmuş gönlümün ışığı da sen; çaresiz gönlümde
senden gayrı ne varsa yok oldu, gel.
Senin kadrini bilmedim
de felek, inadına var diyor, okla gönlünü, vur başını taşlara; gel.
*
Ey mertebesi, “Aralarında iki ok atımı
kadar yer kaldı” âyetiyle bildirilen, ey o yücelik devletine sahip olan; ey
padişahım, kimsecik mahrem olamaz sana, “Belki de daha yakın” makamından gel.
Ey ay gibi güzel
padişah, ey yüzlerce güzelden güzel, ey su, ey ateş, gel. Gel ey inci, gel ey
deniz.
*
Ey kendisine canımın kul köle olduğu
Şemseddin, ey Rûhü’l-Emin, Tebriz senin yüceliğin yüzünden oturamaklı Arş’a
döndü, Mescid-i Aksâ’dan gel.
Ey âşıkların ilkbaharı,
yeşillik senden gebe; ey bağları bahçeleri güldüren, sevgilimizden haberin var
mı?
Ey nefesi güzel
rüzgârlar, ey âşıkların feryadına yetenler, ey candan da, mekândan da tertemiz
yel, nerdeydin sen, nerdeydin?
*
Ey Rum ülkesinin de fitnesi, Habeş
ülkesinin de; şaşırdım kaldım, bu güzel koku ya Yusuf’un gömleğinin kokusudur,
yahut Mustafâ’nın hırkasının.
Ey doğruluk ırmağı, sen
bizim sevgilimizin arkında akıyorsun, sen gönüllerin Turusînasısın sen canlara
can katmadasın.
Ey sözü, özü güzel, ey
bütün halleri hoş dilber, ey yılın da, ayın da kul köle kesildiği dost, ayın da
hoş senin, yılın da.
Ey ansızın kopuveren
kıyamet, ey sonsuz rahmet, ey düşünceler ormanını yalım yalım saran ateş.
Bugün
gülerek geldin. Bugün zindana âdeta bir anahtar gibi gelip çattın. Muhtaçlara
Tanrı lûtfu, ihsanı gibi geliverdin.
Güneşe
perdeci sensin, ümit bağlanacak, güvenilecek er sensin, istenecek şey de
sensin, isteyen de sen. Hem başlangıçsın sen, hem son.
Gönüllerde
belirmişsin, düşünceleri bezemişsin. Hem kendin dilek dilemişsin, hem kendi
kendinin dileğini vermişsin.
Ey eşi,
dengi bulunmaz can bağışlayıcı, ey bilginin de tadı tuzu, bildiğini tutmanın da
çeşnisi, lezzeti. Senden başka ne varsa bahanedir, düzendir; onlar hastalıktır,
sense ilaçsın.
Biz o düzene
kapılmışız da şaşılaşmışız, suçumuz olmadığı halde kinlere düşmüşüz; gâh kara
gözlü hurilerin sarhoşu kesilmişiz, gâh ekmeğin, çorbanın sarhoşu.
Sen şu
sarhoşluğa bak da bırak aklı; şu mezeyi seyret te bırak mezeyi. Bir parça
ekmekle yemek, değmez bunca maceraya atılmaya.
O gözlere görünmeyen usta, seni işe koşar
da yüz çeşit, renk renk tedbirlere düşersin, aydınlıklara kavuşursun, karanlıklarda
kalırsın, bu arada savaşlara bile katlanırsın.
Ey ulu er, gizlice bur
kulağını canın, candan, gönülden Rabbim, sen beni kurtar de de bahaneler bul,
kesil halktan; and olsun Tanrı’ya, bunların hepsi de asılsız şeylerdir.
Sus artık, acele işim
var, bayrağın altına gittim; kâğıdı bırak, kalemi kır, sâkî göründü, gelin
gelin.
Gökyüzünden cana, hadi,
geri gel diye bir sestir geldi. Can da a güzel davetçi, merhaba, geliyorum diye
seslendi.
*
Duydum dedi, baş üstüne, her an sana
yüzlerce can feda olsun; bir kere daha çağır da “Hel etâ” makamına dek uçayım.
Ey eşsiz konuğumuz,
canımızın sabrını da aldın, kararını da; seni nerde arayayım, nerde bulayım?
Seslenen, candan da dışarı, mekândan
da
üstün bir yerde dedi.
Şu
zindandakilerin ayaklarındaki ağır zincirleri çözeyim, gökyüzüne bir merdiven
kurayım da can yücelere ağsın.
Sen cana
canlar katan güzelsin, nihayet bizim şehrimizdensin, öyle olduğu halde tutuyor,
garipliğe gönül veriyorsun, bu vefaya sığar mı?
*
Âvâreliği bir şerbet gibi içmişsin; evin
yolunu unutmuşsun; o Kâbilli büyücü karı, kötülüğünden sana çok büyüler yapmış
olacak.
Şu birbiri
ardınca konup göçen kervanlar, hep oraya koşup gidiyor da senin başın nasıl
dönmüyor, yüreğin nasıl kabarmıyor, neden bu?
Kervanbaşının,
çanların önden, arttan gelen seslerini duymuyor musun? Nice yoldaşlarınız var
da, nice hemdemlerimiz hep bizi bekliyorlar.
Bir bölük
halk orda bizi beklemede, hepsi de bizim sarhoşumuz, bize dalıp kendilerinden
geçmişler; a yoksul, padişahın yanına gel diye kulağımıza naralar atıyorlar.
Şu güzelliğe
bak, şu edayı seyret. Şu boya bosa, şu yüze göze, şu ele ayağa bak bir kere. Şu
rengi seyret, şu temkine, vakara bak, şu elbiseleri giyinmiş dolunayı seyret
hele.
*
Selviden mi söz açayım, lâleyi mi
söyleyeyim, yoksa yaseminden mi bahsedeyim? Mumu mu söyleyeyim, leğeni mi,
yoksa seher yeliyle oynaşan gülleri mi? Ateşkede gibi bir aşk, şekle bürünmüş,
sûrete girmiş, gelip çattı da gönül kervanının yolunu vurdu; ey genç, bir
nefesçik aman ver.
Geceleri ta
gündüzlere dek ateşler içindeyim, yanıp yakılıyorum; o kuşluk güneşinin
yüzünden ne de kutluyum, ne de apaydın.
Onun aya
benzer yüzünün çevresinde dolanıp durmadayım, ona dilsiz dudaksız selâmlar
vermedeyim, o hadi gel demeden kendimi yerlere çalmadayım.
Dünyanın gül bahçesisin, âlemin gözüsün, ışığısın;
fakat cefa diyarına ayak bastın mı, dünyadaki bütün elemler de sensin, dertler
de sen.
Canımı feda
etmek için tapına gelirim, zahmet verme, git dersin. Hizmet etmek için geri
dönerim, a aptal dersin, gelsene.
Hayalin,
ateşli âşıklarla düşüp kalkmada; dilerim yüzün bir an bile gözümden
kaybolmasın.
A gönül, ne
oldu sabrın, kararın, nerde işin gücün? Sabah akşam uykunu kim kaçırdı böyle?
Gönül,
yüzünün güzelliğini anlatır, o büyücü nerkis gözlerini över, o sünbül
saçlarından, o güzel kaşlarından, o tatlı maceralar besleyen lâ’l dudaklarından
bahseder.
Ey aşk,
herkesin yanında birçok adın sanın var, fakat ben dün bir ad daha taktım sana,
bir adını daha söyledim: İlâcı olmayan dert.
A güzel,
canımın aydınlığı senden, senin yüzünden gökler gibi dönmedeyim. Canım güzelim,
buğday yolla da değirmen şaşırıp kalmasın.
Artık ondan
bahsetmeyeceğim, şu beyti söyleyip susacağım, yeter bu: Canım şu hevesle yandı,
yakıldı, Rabbimiz, sen hoş tut bizi.
A adı güzel Yusuf’umuz,
damımıza ne de hoş çıkıyorsun; kapıyı açtık işte, buyur, damdan in, kapıdan gir
içeriye.
Ey mercanla dolu
denizim, and olsun Tanrı’ya, canım ivmede, sabrım kalmadı, şu başı dönmüş
canın, bu değirmenin dönüşünden başı döndü artık.
Kervanbaşı, hatırım için
olsun, Allah için olsun, sürme burdan kervanı, gitme bu konaktan ileriye, hele
develeri bir ıhlat şurada.
Hayır hayır, yürü ey
deli, delicesine yürü, kanlar içinde bir hoş halde yürü; nelikten nitelikten
söz açma, neliksiz yürü, niteliksiz yürü, cana konak yeri yok çünkü.
Kalıbın
toprağa girerse canın göklere ağar. Hırkan yırtılırsa meraklanma, canına yokluk
yok senin.
Gönül
sırrına bigâne değilsin sen, göster yüzünü, bir aynasın çünkü. Mademki aşka
düştün, elbette başına fitneler gelecek, sınamalar gelecek.
Bana
diyorsun ki nasıl da gitmedesin, kayıtsızca, koşa koşa gidiyorsun; dikkat et,
kanlar içinde yelip yortmadasın, hem de nereye dek gideceksin, hiç
söylemiyorsun.
*
Söyleyeyim: Gönül ateşlerinin içinden
geçerek, yerlere döşenmiş gönüllerin üstünden aşarak, gönül sevdasıyla
yuvarlanıp durarak ta Tanrı dilediğini işler denizine dek.
Her an bir
elçi gelmede, canın yakasına yapışıp çekmede; her an gönülde bir hayal
belirmede; yâni canın aslına gel diyor hepsi de.
Gönül, şu
renk, şu koku âleminden, o asıl nerde diye naralar atıp elbiselerini yırtarak
bucak bucak kaçıyor.
Bugün gördüm sevgiliyi,
gördüm her işe, her güce aydınlık veren güzeli, Mustafâ’nın rûhu gibi göklere
ağıyordu.
Güneş, yüzünü görmüştü
de utanmıştı. Gök, gönül gibi yarılmıştı. Parçalanmıştı. Onun parıltısı
vurmuştu da suyla toprak, ateşten de fazla aydın olmuştu.
Göster dedim merdiveni;
göster de göklere ağayım. Dedi ki: Merdiven senin başındır, başını al ayaklar
altına.
Ayağını başının üstüne
koydun mu yıldızların üstüne ayak basarsın. Hevâ ve hevesini yendin mi ayağını
havaya atarsın, hadi gel.
Göklerde, havalarda
yüzlerce yol belirir sana, her seher çağı dua gibi göklere ağarsın.
*
Ey dostumuz, ey sevgilimiz, ey sırlarımızı
bilen, ey Yusuf’umuzun, ey pazarımızın aydınlığı, revacı.
İşte geçen yıl, bu
yılımızın günlerine, anlarına gönül verdi. Müflisleriz biz, sen yüzlerce
definesin bize, yüzlerce paramızsın, pulumuzsun bizim.
Tembelleriz biz, sen
yüzlerce haccımızsın, yüzlerce işimiz gücümüz. Uykuya dalmışız biz, sen
yüzlerce uyanık devletimizsin bizim.
Hastalarız biz, sen
hastalarımıza yüzlerce şifalar veren melhemsin. Biz tamamıyla yıkılmış
gitmişiz, kereminle sensin mimarımız bizim.
Dün aşka dedim ki: Ey
düzenbaz padişahlar padişahımız, baş çekme, inkârdan gelme, sen aldın
sarığımızı.
Bana cevap verdi de dedi
ki: Hayır, yaptığımız iş senden gelmede; çünkü dağımız ne söylersen o sesi
aksettirir sana.
Evet dedim, gerçekten de
dağız, şu ses de bizim sesimiz; fakat ey dilediğini yapan dost, dilediğimizi
yapmak bizim elimizde değil ki.
Toyumuz,
düğünümüz kutlu olsun dünyaya. Tanrı, toyu, düğünü bir kumaş gibi tam bizim
boyumuza göre ölçtü, biçti.
*
Zühre Ay’a eş oldu, dudu kuşu şekere. Güzel
yüzlü sevgilimiz her gece bir başka düğün yapıyor.
Sultanımızın
devleti sayesinde kalbler ferahladı, insanlar birbirlerine eş oldu, zahmetler,
sıkıntılar çıktı gitti.
Hadi
bakalım, bu gece yeniden düğüne, toya gidiyorsun. Ey şehrimizi bezeyen güzel,
güzellere damat oluyorsun.
Mahallemizde
ne de güzel yürüyorsun, bize doğru ne de hoş salına salına geliyorsun. Ey
ırmağımız, ey bizi arayan sevgili, deremizde ne de hoş, ne de güzel çağlaya
çağlaya akıyorsun.
Dileğimize
uyuyor, ne de hoş gidiyorsun; ayağımızın bağını ne de hoş çözüyorsun. Elimizden
tutup ne de tatlı tatlı yürütüyorsun bizi ey dünyamızın Yusuf'u.
Cefa edersen yaraşır
sana. Senden vefa ummak hatadır bize. Kanlara bulanmış canımıza dilediğin gibi
bas ayağını.
*
Ey canımın canı, canımızı sevgilimizin
tapısına kadar çek. Şu kemik parçasını da al, ankamıza armağan götür.
Arifler, dünya
padişahının, o canlara can katan padişahımızın devleti sayesinde raks edin,
insaflılar, çark urun, dönüp, oynayın.
Nesrinle gülün
gerdeğinde davulu boynuma astım. Bu gece tefle dümbelek en güzel elbisemiz.
Sus, bu gece Zühre sâkî
oldu, kadeh sunuyor. Bizim pembe beyaz tenli sevgilimiz de kadehi aldı, çekip
duruyor.
Tanrı hakkı için bu anda
sûfîler, bizim rahmet dilememizden şevke geldiler de gaybleri bilen Tanrı’nın
gayb huzurunda neşelendiler, bellerine gayret kemerlerini kuşandılar, semâ’a
girdiler.
Bir bölük
halk deniz gibi köpürüyor; dalgalar gibi secde ediyor; bir bölük halk da kılıç
gibi savaşıyor, bütün kederlerimizin kanını içiyor.
Sus, bu gece
padişah mutfağa girdi, aydın yüzlü, neşeli bir halde aşçılık ediyor. Görülmemiş
bir şey bu, helvamızı o tatlı sevgili pişiriyor.
*
Ey ecel meleği, savaşımızdan kaç, savaşımızdan
kaç. Çünkü sen bizim rengimize boyanamazsın, boyanamazsın bizim rengimize sen.
Savaşımıza
girersen, bizimle savaşmaya kalkışırsan onun erlerinin saldırışlarından, onun
açacağı ağır yaralardan bir tek damarın bile sağlam kalmaz senin.
Önce öylesine
bir şarap çekmelisin, öylesine bir hoş sarhoş olmalısın ki kendinden geçmelisin
de sonra katılmalısın âhengimize, sonra katılmalısın âhengimize.
Bu şarabı
içmek istersen yürü, önce şişe gibi daral, şişe oldun mu da vur kendini
taşımıza, vur taşımıza kendini.
Kim o kızıl
şarabı içerse gelişir, murada erer, daralmış gönlümüzden ferahlıklar elde eder,
daralmış gönlümüzden ferahlıklara kavuşur.
* Çavuşumuz
o ırmakta çok curalar çalar, altı telli çok berbatlar çalar, çok padişahlara
omuz vurur çavuşumuz.
* Burda,
şu hançer vuruşta zamanenin Mirrîh’i bile dişidir. Başörtüsüyle gelinmez bizim
savaşımıza, gelinmez başörtüsüyle savaşa bizimle.
*
Güneşten ok istiyorsan dolunaydan kalkan
edinmelisin; kaysersen yürü, geç ışığımızdan, geç ışığımızdan.
*
Seni kesersek İshak ol bize karşı, dal
denizimize de sus, sus da gücümüz kuvvetimiz kırıp dağıtmasın gemini,
parçalamasın gemini gücümüz kuvvetimiz.
Vefa ve
mürüvvetin coşar da belki bir kapı açarsın, kalk gel dersin ümidiyle kapında
oturmuşum.
Ey güzel
yüzünde daima yüzlerce lûtuf, yüzlerce merhamet nuru parlayan güzel, canım
kapında, senden gelen misk kokularına, amber kokularına gark olmuşum.
Sarhoşuz
biz, başımız dönmede, başkalarının işleriyle alışverişimiz yok. Dünya altüst
olsa gene umurumuzda değil, tek senin aşkın ebedî olsun.
Aşkın el
çırpmada, yüzlerce başka başka âlemler yaratmada, boşluktan, göklerden dışarı
yüzlerce yepyeni asırlar meydana getirmede.
Ey gül gibi
gülen aşk, ey Akl-ı Küll gibi güzel bakış; ey “Hel etâ” meydanının eşsiz
binicisi, güneşi tut, koy çuvala.
Bugün
konuğuz sana, güler yüzünün sarhoşuyuz. And olsun Tanrı’ya yüzünü andım
mı
gönlüm benden gidiyor.
Damından
başka dam nerde? Adından başka ad hani? Ey tatlı, güzel edalı sâkî, ne gezer
kadehinden başka kadeh?
Bir uyanık
can bulursam eteğine yapışacağım, himmet isteyeceğim. Ah, keşke uyuyabilseydim
de rüyada yüzünü gösterseydin.
Ey kapısında
kulları köleleri toplanmış ulu er, dışarı çık, salın. Çünkü o gönüller kapan
sarhoş gözler yüzünden sarhoşum, kendimden geçmişim.
Kanlı
gözyaşlarını, derdinle yırtılan yüzlerce gömleği gör, feryadları duy, boynuma,
yüzüme, önüme, ardıma bulaşan ciğerimin kanlarını seyret.
Yüzünü gören
ilden ile gezer, bir mecnun olur. Ona ne diye ileneyim? Ne diye belâya
çatmasını isteyeyim? Zaten taşları, topaçları yiyecek.
Ey insanların
padişahı, bundan beter belâya da senden haberi olmayan can uğrar. Aman, beni
seni görmez bir hale düşürme, körlük belâsına
uğratma.
Kanlar can
denizinin kıyısına sel gibi akıp gidiyor; denizle bilişmişler, başka
bildiklerden kesilmişler.
* Bir
sel var, hayran hayran akıp gidiyor; bir sel var, yolunu yitirmiş. O hamd olsun
Tanrı’ya demede, bu ah edip “Lâ havle” okumada.
Ey bir güneş
gibi doğup yok-yoksul kişilere âşık olan, lûtfet, bâri kullarına bir ihsanda
bulun, bir kerem et.
Gül seni
ansızın görmüş de canından geçmiş, elbisesini paralamış. Çeng, senin çengini
duymuş da feryada gelmiş, utanıp başını önüne eğmiş.
* Zühre’nin,
senin nağmelerinden başka daha hoş, daha makbul nağmesi mi var, onun çaldığı
ney de nedir? O, senden nağme öğrenmek için dudağını senin dudağına koymada.
* Bütün
kamışlar, hele şekerkamışı, bu ümide bel bağlamışlar, bu emeğe karşılık da
oynayıp durmadalar: Yâni sen dilediğini yüceltirsin, onlar da yücelmek
istiyorlar.
Çeng sensiz kötü, ney
sen olmadıkça hüzünlere gark oluyor. Onu kucağına al, öbürünü öp. Tef de vur,
vur yüzüme de diyor, yüzüm değerli bir hale gelsin.
Bu paramparça gönlü bir
güzelce sarhoş et, dağıt gitsin. Dağıt da, dün kaybettiğini bâri şimdi bulsun.
Ey yüce padişah, bundan
böyle ayık olmak yazıktır doğrusu, and olsun Tanrı’ya, artık ayık olarak Tanrım
seni anlatamam, senden bahsetmem ben.
Ya şarap ver, delil
getirme; yahut kalk, sen söyle, lûtfunla seni bulan kişi, sûfîce maceralara
düşüp gitti.
Ecel gelip çatsa da
bütün varlığımızı kapsa ne çıkar bundan; ona yüzlerce canım olsa veririm de hoş
geldin derim, merhaba.
Oynaya
oynaya göğe ağarım, ondan da neliksiz-niteliksiz tüm varlığa, sonra da sabrımı,
kararımı aldın ey ev sahibi derim, daha da tez gel.
Sen aydan
yıldızı kapar, parça parça alır götürürsün; gâh süt emer çocuğu götürür,
gezdirirsin, gâh dadıyı tutar çekersin.
Dünya gibi
bir gönlüm var, koskoca dağı bile çekip götürmede. Ben dağ çeken bir erim, ne
diye bir saman çöpünü yükleneyim, kurtar beni şu samanlıktan.
Her kılım
bir arslan kesildi amma ölüm iştiyakından da bezdim artık; ben unum, buğday
değilim, nasıl oldu da değirmene geldim?
Değirmene
buğday gider, çünkü o başaktan doğmuştur; halbuki ben başağın oğlu değilim,
ayın oğluyum, yerim ne diye değirmen olsun?
Hayır,
hayır, ay ışığı da pencereden değirmene vurur; vurur amma ordan yine aya gider,
ekmekçi dükkânına değil.
Aklımla eş olsaydım, söylenecek neler
söylerdim; fakat yeter, sus da havada esip giden yel bu masalı duymasın.
Canla, gönülle seviyorum
seni, bundan başka suçum yok. Safran gibi sapsarı kesilen yüzümden ne diye yüz
çeviriyorsun?
*
Ya bu kanlar yutan gönlü hoş tut, lûtfet,
yahut da Tanrı dilediğini işler makamında sabretmeye bir kuvvet ver ona.
Yürüye yürüye iki yol
ağzına çattık: Ya sabretmek, yahut nimetlere şükretmek. Fakat ben senin yüzünün
ışığı olmadıkça, bu iki yolu da göremem ki.
Sen yüz döndürdün mü
hiçbir arkta su akmaz. Kuşluk güneşi olmadıkça nasıl olur da zerreler belirir.
*
Şarabın olmadıkça güzellerin başları ne
diye döner, nasıl sarhoş olurlar? Sen korumazsan şeytan, nasıl olur da “Lâ
havle”yle kaçar?
* İlâca
kendi elinle bir avuç helile atmazsan ne hap, hap olur, ne de pişip yoğrulur.
*
Bulutun coşup kükremedikçe nasıl olur da
Güneş Esed burcuna girer? Sensiz, zahitlerin ellerinde, ayaklarında bir tek
damar bile nasıl olur da atar?
Ölümde
anlayış gizlersin, uykuda uyanıklık. Taştan su çıkarırsın, şimşekten vefa izhar
edersin.
Gecenin
kapkara seli nerde akıl fikir varsa alır götürür, o selden aklı fikri “Hel etâ”
müşterisinden başka kim geri alabilir ki?
Ey parça
buçuk şeylerin de canına can olan, tümün de; ey bağa bahçeye giyim kuşam
bağışlayan, ey her yanda, hayrete düşmüş can, gel diye davul çalan,
* Herkes
öşür almak için beni aldatır, bana gel der, fakat anlayışım kıttır benim, bu
sözü pek anlayamam.
Anlayış ne
yandan geliyorsa o yana gitmek gerek; ömrünü kim uzatıyorsa ömrü uzun olsun
diye
ona dua etmek gerek.
Gönlünü daraltandır seni
yeşerten, geliştiren, yüzüne gül rengi veren, seni duaya zorlayan da odur,
duanı kabul edip dileğini veren de o.
*
Rı’yı, ye, be’yi, nun’u elifle birleştirir
de rabbenâ demek için ağzına soluk verir, kuvvet bağışlar.
*
Lebbeyk, lebbeyk ey kerem sahibi, başımda
senin sevdan var, senin suyunla değirmen taşı gibi dönüp durmadayım.
Değirmen taşı döner amma
bizim de gıdamız o yüzdendir, ekmekçinin kazancı da o yüzden; fakat değirmen
bunu bilmez, ne diye döndüğünü anlamaz.
Onu sudur döndüren, o da
döner durur; fakat Tanrı suyu kesti mi, yerinden bile kımıldayamaz.
Sus ki şu sözlerimiz,
sırlarımızdan uçup geliyor; sen sus da sözünde hiç sürçmeyen söylesin.
Öylesine
feryadlar edeyim, öylesine tedbirlere girişeyim ki sonucu her münkirin gönül
aynasındaki pası sileyim, gidereyim.
Gönül senin
aşk atına binmiş de öylesine yol alıyor ki her adımda can ülkesini bile
fersahlarca geçmede.
Her çeşit
karanlığın inadına o aydın lâ’l dudaklarını göster de taş yüreklilerin
başlarına Arş’tan taşlar yağsın.
Böylesine
aydınlığını neden inkâr ediyorlar, biliyor musun? Bu devleti, bu ikbali
görüyorlar, kendilerinden utanıyorlar, seni kıskanıyorlar da ondan.
Böyle
olmasaydı bu çeşit kör oldukları halde sonunda gözleri açılmaz, o yandaki
yıldızlar gibi salkım salkım olmuş binlerce ay parçası güzeli görmezlerdi.
Zaten senin
nurundaki neşeden köklerin gözleri açılıp duruyor, yolunun güzelliği de
topalları bile rahvan yürütüyor.
Yürütüyor amma yol alan, gene de yolda
ansızın kendisinden geçivermede. Zaten her akıl senin yeşilliğinde boy atıp
gelişmede, o havaya uymada.
Bu yüzden
nice kişiler görüyorum, içleri bomboş, ney gibi feryat ediyorlar; bu yüzden
yüzlerce ulu erin boyu, gamla çenge dönmüş, bükülmüş.
Bu yüzden
binlerce kervan yoldan kalakalmış, bu yüzden nice geminin kolu kanadı sınmış,
karaya vurmuş.
Bütün
kırılıp dökülenler, canla gönülle ümitlerini sana bağlamışlar; senin sonsuz
bilginden bilgiler, hünerler elde etmeyi umuyorlar.
Umuluyor ki
o senin lûtufların lûtfu olan lûtfun, keremin, kahrı ortadan kaldırır da her
taraf barışa kavuşur, savaşları yok eder.
Umuluyor ki
yelip yortma bir başka çeşit olur, yol yürüyüş bir başka tarza döner, her
gönülde zincir gibi birbirine ulanmış nağmeler belirir.
Tebrizli Şems’in güzelim davetinden,
alımından her zerre yücelir, göklere ağar, her kıl bir yiğit kesilir.
Ey padişlar padişahı,
kan uyumaz zaten. Ey ay yüzlü, gözüme nasıl uyku girer ki cefadan, mihnetten
gözümden bir kan deryasıdır, coşup akmada.
Dudağımı yumsam içimden
gönlüm coşup kabarıyor; üstüne su serpsem daha da fazla kabarıp coşuyor.
Halk aşkımı hoş
görmüyor, beni kınıyorsa mazur görürüm; fakat ah, özürlü kişi nerden devlete
erişir, nasıl olur da aydınlığa kavuşur.
*
Kanım coşuyor da söz oluyor, ağzıma
geliyor; o söz de kalemimden dökülüyor. Harflerse karıncalar gibi Süleyman’a
yalvarmaya gidiyor.
Ey Süleyman, ey padişah,
ey lûtuf sahibi, lûtuf bile senin sayende yücelir; senin incine sedef
canlardır, senin bahçende ottur gönüller.
Çaresiz
kalmış karıncalarız biz, harmandan ayrı düştük, o yana bu yana dönüp
dolaşıyoruz, feryadımıza sen yetiş.
Elinde bir
avuç toprağız biz, âdeta kuluz köleyiz sana; bunca körlüğümüzle gene de o
güzeli görmedeyiz, gözetmedeyiz.
* Bize
bakma, kendi lûtuflarını hatırla, “Hiçbir şeye ihtiyacı yok, her şey ona
muhtaç” diye övmüştün kendini, her kötülük edene, hattâ iki âlemde de suçlu
olana sen lûtfet.
Ey ululuk
ıssı, ey güzel, gönül seni görmüştür, sadaka olarak lûtfet ona; senden
başkasını nasıl göreyim yeryüzünde, yahut senden başkasını nasıl gözleyeyim
gökyüzünde?
Gönül, o
kutlu yüzlü padişahlar padişahından şaraplar içti, böylesine bir gönül, arı
duru abıhayat içse gene boğazında kalır.
Güzellikte,
alımda ay gibi parlak olan o güzeli görene güneş bile karanlık görünür, can
sıkar, bir kıvılcıma döner gözünde.
Ululanmadığı halde yüzlerce ululuğa sahip
olan o güzel padişahın ayrılığına düşen âşıklara tatlı can bile acımsı olur,
kekremsi gelir.
Ey can, sözü kısa kes,
bu sözleri söylerken yol almaya bak, tertemiz Tebriz’e doğru yürü, yürü o
padişahlar padişahının yoluna.
Ey beden, köpek gibi
tembel olma, havlamaya kalkışma, varlığından geç de varlık padişahının yoluna
düş.
Yüzlerce varlık elindeki
bir avuç topraktan, yüzlerce padişahlar padişahı safında bir kuldan ibaret olan
güzel, ey yüzlerce Asaf kulu kölesi kesilen, Süleyman’ı bile aşkıyla hayran
eden dilber,
O zaman Süleyman, o
sevgi yüzünden düzenlere düşeceğinden, belâlara
uğrayacağından, o
ululanmaların onu yücelikten düşürüp aşağılatacağından korkup titremeye
başlamıştı.
Ansızın bir şeytanlıktır
gelip çatmıştı; yücelik, padişahlık kadehi onu esritmişti de ondan ululuğu
kapmıştı.
*
O eşsiz padişah, bir an için mülkünün
tedbirine düşmüştü, devleri, perileri saf saf dizmiş, onlara güvenmiş,
dayanmıştı.
Derken hevâ
ve hevesine uyup gaflete düştüğünü anlamış, o bağlardan bahçelerden göz yummuş,
malının mülkünün kendisine ait olmadığını bilmiş, aklı başına gelmişti.
Kazara
kendisini o tarafın sevgilisiyle meşgul olmaktan alıkoydukları için kahır
kılıcını devin, perinin boynuna çalmıştı.
Hemencecik
herkesin kendisine kul köle olduğu Şemseddin’in lûtfu ay gibi doğmuştu da,
yapma ey seçilmiş er, yakma âlemi demiş, onu men etmişti.
Padişahtan o
müjdeyi alınca hemen secde etmişti; Tebriz’den öylesine bir vade almıştı ki
buna iki âlem feda olsa değer.
Şu yoksul
nasıl ağlayıp inlesin ki o sevgili merhamete gelsin. Şu gözler nasıl kan
ağlasın ki
o
gül bahçesini göreyim.
Güneş beni
aydınlattı mı az yanıp yakılıyorum ayrılıktan; gönül bir yol göstersin bana da
yeni baştan işe koyulayım.
Ey hünerlere
sahip olan tüm akıl, bir afsun bellet bana, bir çare öğret de o çareye
başvurayım, o güzeller güzeli sevgilinin gönlünde bir merhamet peydahlansın.
* O
Çiğil mumunun ışığını gönül bulamıyor, o nura kavuşamıyor bir türlü; biri su,
öbürü toprak; suyla toprak, o düzenbazın gönlünün ne istediğini nasıl
bilebilir?
*
Cebrâil anlayışlıdır, zîrektir amma semiz
buzağı yavrusunu nasıl tadabilir? Şu tuzakla tane, gagası hoş, kendisi yüce
Zümrüdüanka’yı nasıl olur da avlar?
Birisinin tuzağına
tutulan Zümrüdüanka’nın önünde sinek bile Zümrüdüanka sayılır. Ey örümceğe
benzeyen akıl, yeter artık, ne vakte dek bu ağı kurup duracaksın?
* Nerde
o nefesi kutlu İsa ki Meryem’in vasıtası olmaksızın coşup taşsın da onun
yüzünden Hıristiyanların gönülleri zünnârları koparıp atsın.
*
Ateşe benzeyen, ateş gibi yakıp kavuran gam
Deccâl’ı ateşten bir yaygıdır yaydı, nerde kötülükler yapan Deccâl’a hançer
çekecek İsa?
*
Bedene sağlıklar, esenlikler senden, cana
kıyametler senden; kıyamete benzeyen vuslatın gelip çattığına dair İsa
alâmetleri gene senden.
Taş atılınca
kadeh, derdinden başüstü düşer. Diken, gülü olmayınca ateşlere yakılır.
* Azrâ’dan
ayrılmış Vâmık’a döndüm, çünkü ona lâyık değildim ben, amma gene de sarhoşun
gönlünde bir aşk sarhoşluğu, bir baş dönmesi var.
Devlet
satrancı şahın, yol azığı olarak yüzlerce can onun; bir samana yüzlerce dağ
yüklenmede, bir gam yiyene yüzlerce gam, yüzlerce belâ verilmede.
Görüyorum;
can padişaha ulaştı, kendinden geçti, kendiliğinden ayrıldı; canların kapıları
da
can
padişahının lûtfuyla yapıldı, duvarları da.
Olabilir ki
şimdi o yüce padişah, hadde sayıya sığmaz lûtuflarla o suçların yarlıganmasını
dilemek âdetini kaldırır aradan.
* Ona
yüz döndüren can, Bâyezîd’in huyuyla huylanır, yahut yüzünü Senâî’ye çevirir,
yahut da Attâr’a kokular verir.
Tapısında
canın hizmet ettiği sevgili, öylesine bir sevgilidir ki onun kadehiyle günler
bile sarhoştur; onun adını andın mı tekrar tekrar anmak gerektir artık.
Yüce padişah
Şemseddin’dir o, Tebriz onun yüzünden can ülkesi olmuştur, oturamaklı Arş gibi
ışıklarla dopdoludur, nurlar bile nuruna haset etmektedir onun.
*
O söze başlayan Rûhü’l-Emin’in şu sırları
açtığı âna yüz binlerce aferin, olsun yüz binlerce aferin o kutluların en kutlu
saatine.
Sevgiden de,
kinden de arı olarak onun aşk meclisinde otur da münkirin görmemesi için
gerilmiş perdeye bak, o perde yüzlerce mıhla
perçinlenmiştir
de.
*
Seher çağı o padişahı, “Hel etâ”
anacaddesinde gördüm, gaflet uykusuna dalmıştı, Ebû Ali’den de haberi yoktu,
Ebû’l Alâ’dan da.
Başımı döndüren şaraptan
bir kadeh doldurdum da önüne koydum, padişahım dedim, hadi iç. A filân dedi, bu
ne? Aşıkların kanı dedim, coşup köpürmüş, aşk ateşinin üstünde can gibi aparı
bir hale gelmiş.
Mademki sen içtin de can
kabında köpürüp coştun ey Tanrı sırlarının bağı bahçesi dedi, ben de canla,
gönülle içeyim o şarabı.
O sarhoş sevgilim
elimden kadehi aldı, o cana canlar katan şarabı can gibi çekip içti.
Hem neşede, hem ferahta
candan yüz mertebe ileriye geçti; gökyüzü, kemgöz uzak olsun sizden diyordu.
Ben dün sevgiliye dedim
ki: Ey eşsiz, örneksiz güzel, ay bile seni kıskanmış da bu kıskançlıkla
gökyüzünde iki büklüm olmuş.
Güzeldin, bugünse
güzelliğin yüzlerce arttı; âdeta perdeciydin, padişah oldun; hem Yusuflaştın,
hem Mustafâ’nın nuruna, alımına sahip oldun.
Ey peri, bu gece öveyim
seni, çünkü yarın söze de sığmazsın; yarın seni anlatırken yeryüzü de yok olur
gider, gökyüzü de.
Bu geceyi fırsat sayayım
da sana kul köle olayım; çünkü yarın melek kendinden geçer, Arş yenini,
yakasını yırtar.
Ansızın bir kasırgadır
kopar; ne dam kalır, ne kapı. Artık şu sinekler nasıl kanat çırpıp uçabilir?
Filler bile buna tahammül edemez.
Derken
o kasırga içinde gene de güzelliği, nuru parlar, o kuşluk güneşinin ışığıyla
her zerre güler, sevinir.
Zerreler, o güneş
yüzlüden öğrenirler de evvelce âcizken yüzlerce defa güzelleşirler, gönül alıcı
zerreler haline gelirler.
Her gece ihsan ve vefa
sofrasının başındayım, her gece padişahın konuğuyum; devlet sahibine konuğum
ben, devleti ebedî olsun.
Maymunun biri, bir gece
nasılsa arslanların sofrasına oturmuş; inatçı değilsen insaf et; o nerde,
arslan nerde?
Padişahın kılıcının
korkusundan kahramanın bile yüreğine ığıl ığıl kan akıp otururken bu ne
küstahlıktır? Vallahi de yanlıştır bu iş, billâhi de yanlış.
Bir arslan yavrusu,
ansızın anasının yüzüne bir pençe atabilir, fakat sen kendine düşman değilsin
ya, sakın ona pençe atmaya kalkışma.
Arslanlardan süt emen,
arslan olur, adam değildir o; nice insan şeklinde yaratık gördüm ki ejderhânın
ta kendisi.
Nuh insan şeklindeydi
amma insanları silip süpüren bir tufandı; bir zerrede ateş varsa o zerrede
ışıklar da vardır elbet.
Kılıcım, kanlar dökerim
ben. Hem yumuşağım, hem keskinim, sertim ben. Şu geçici dünyaya benzerim,
görünüşte hoşum da içim belâdır, gerçekte yokum.
Sâkî, fazlasıyla sun
şarabı, sun da korku da kaybolup gitsin, ümit de, düşüncenin de vur boynunu;
biz nerdeyiz, o nerde?
Kadehi getir, sundukça
sun, aklını kökünden sök at; o yüzünü örtmeyen geçimi, o apaçık görünen zevki,
varlık bağından çöz, kurtar.
*
Bizim meclisimize sarhoş gel, yüzündeki
örtüyü aç; ey Tanrı dilediğini işler sırrı, hani evvelce nasıl gelmiştin, gene
gel öyle.
Yorulmuş,
perişan delileri gör, varlık bağından kurtulanlara bak, aşka gönül verenleri
seyret; işte bu andır belânın gelip çattığı an.
Daha tez gel,
aklını başına al, geç oldu; gönül bu il’e doydu artık, onu sarhoş et de şu,
daha çabuk gel demeden gene kurtar onu.
Elimden şu
ipi çöz de Ebû’l Hasan’ın ayağına bağla, kadehi sun da başımı, ayağımı
kaybedeyim gitsin.
* Olaylar
peşinde dedikodular ardında, her an Ebû Ali’yle, Ebû’l Alâ ile bahislere dalan
kişi zevksizdir, zevksiz.
Bana ne su
ver, ne ekmek ver; ne huzur ver, ne uyku ver, ey aşkının susuzluğuna bizim gibi
yüzlercesinin kanı feda olasıca güzel.
Konuğunum
bugün, sarhoşunum senin, darmadağınım senin yüzünden; bu haber bütün şehre
yayıldı, her yer bu haberle doldu: Bugün işret günü, haydin gelin.
Tanrı’dan
başka müşteri arayan, eşekten başka bir şey değildir, şu külhanın yeşilliğinde
eşekler
gibi
yiyecek ot arar o.
*
Bil ki külhandaki yeşillik adamın ağzını,
sakalını pis kokutur. Mustafâ, fışkılıklardaki, sazlıklardaki yeşilliklerden
uzaklaşın buyurdu.
Fışkılıklardaki
yeşillikten de uzağım, bağlardaki bahçelerdeki güzelliklerden de; kibirden de
uzağım, benlikten de; ululuk şarabıyla sarhoşum ben.
Tanyerinden
ay nasıl belirirse, otlar, yeşillikler arasında gül nasıl görünürse ansızın
gönülden bir güzelin hayali belirdi de baş gösterdi.
Dünyanın
bütün hayalleri onun hayaline doğru kaçışmaya başladı; hani, demir parçaları
mıhladıza karşı nasılsa tıpkı öyle.
Lâ’ller ona
karşı taş, arslanlar yaban eşeği, kılıçlar ona karşı kalkan kesilmiş, güneş
zerrelerden ibaret.
*
Dünya Tur Dağı’na döndü, her zerresi
aydınlandı, rûh da Mûsa gibi tecelliden aklını yitirdi, kendinden geçti.
Her sarhoş,
kendisine göre bir vuslat âleminde, aslının aslıyla vuslatta; yoklukta usûl
tutmada, apaşikâr el çırpmada.
*
Her ot yeşermiş, güzel. Her zerre, sabır
sıkıntının anahtarıdır, şükür razılığın anahtarı diye naralar atmada.
Gül bülbüle,
ey benim gibi yüzlercesi feda olasıca, bekçiydin padişah oldun, niceye bir ömrü
var olsun deyip duracaksın diye seslenmede.
İhtiyaca
düşmüş zerreler, duaya koyulup ağlarlarken onlara bir şimşektir çakmış, hem de
öylesine çakmış ki şaşkınlıklarından duadan da kalmışlar.
Barış
dileğin yoludur, hilim neşenin merdiveni. Ateş altının sarrafıdır, nur sevginin
sarrafı.
Aşk
gecelerin ışığıdır, ayrılık buluşmayı pişirir kotarır; ey gönlümün üstünde
yürüyen, vuslat da ayrılığın panzehiridir.
Güneş
atlarımızdan bir attır bizim, dolunay bekçilerimizden biri. Aşk bizimle düşüp
kalkan dostlarımızdandır; başımızda ne var, kim bilir kim anlar onu?
Ey bana onun
sevgisini soran, onu ağırla, onu nimetlendir; çünkü ona karşı bütün dilekler,
bütün istekler, o göründü mü, zerrelere benzer, dağılır gider.
Ey benim
hikâyemi soran, aşkta bir kısmetim, bir hissem var; fakat sarhoşluk derdimi yok
etti, ne mutlu bana, ne mutlu.
*
Açılıp gelişme, elmanızın yüzünden,
derlenip toplanmaya sabahlarımız sebep; kalb rûhlarınızdan bir rûh, halden hale
dönüşte, elden ele düşüşteyse ümit ve yalvarış şekli var.
*
Sizden esip gelen yeller gözlere nur verir,
Yakub’umuzun gözleri açılır; insanlar içindeki Yusuf’umuz Tanrı’nın sattığı
şeye cömert davranır.
* Güneşle
ay, on bir yıldızla önünüzde secde ederek yerlere kapandı, halbuki Yusuf bunu
hafif bir uykuya daldığı zaman görmüştü.
Ey sevgi yüzünden, yahut da ayrılıktan
dolayı firkatin yırtıcı tırnaklarından şikâyet edip duran, ihsanların,
lûtufların aslı bizim gelirimizdir, halkın sarf ettiği şeyler de bizim
ihsanımız, lûtfumuz.
Ben nerdeyim, öğüt
dinlemek nerde, döndür şarap kadehini ey sâkî, dök cana canlar katan o şarabı
canımıza ey sâkî.
Ey âşıkların ellerinden
tutan, ey âşıklara yardımcı olan sâkî, can kadehini elime sun, uzak olsun
yabancıların dudaklarından, gizlice sun bana.
Ekmek ver ekmek yiyene,
ver somunu o çaresiz tamahkâra, o ekmek âşıkına define lâyık değildir ey sâkî.
Ey canın canının canına
can olan, ekmek yemeye gelmedik biz; sıçra ey sâkî, kalk, padişah meclisinde
yoksul yüzü takınma.
Önce o koca sağrağı al,
o ihtiyarın eline sun, köyün ihtiyarı sarhoş oldu mu yürü sarhoşların yanına ey
sâkî.
Yürü ey lûtfu umulan,
keremi beklenen sâkî, tez ol, fazla fazla sun; sarhoş nerde, utanma nerde?
Utanıyorsan bir kadeh de utanmanın başına saçıver gitsin.
Kalk ey sâkî, gel ey
utanmanın, arlanmanın düşmanı; yanımıza gülerek gel ey sâkî, gel de bahtımız da
gülsün.
Her an gökyüzünden
gönüllere vahiy gelmede, tortu gibi niceye dek yeryüzünde kalacaksınız, göğe
ağın demede.
Ancak ağırcanlılardır ki
tortu gibi dibe çökerler; tortusu arınansa üstüne çıkar.
Her an çamuru
karıştırma, suyunu bulandırma da arınsın, tortun aydın olsun, derdine derman
bulunsun.
Yalım gibi bir can,
fakat dumanı nurundan fazla; duman da haddini aştı mı evdeki ışığı göstermez
olur.
Dumanı eksiltirsen nurla
aydınlanırsın; ışığınla bu dünya da aydın olur, o dünya da.
Bulanık suya bakarsan
orda ne ay görürsün, ne gök. Hava da karardı mı güneş de gizlenir, ay da.
Güney yeli esince havayı
tertemiz eder. Bu yüzdendir ki sabah çağları seher yeli âlemi cilâlar âdeta.
Alıp verdiğimiz soluk da
gönüldeki sıkıntıyı, derdi arıtır, adamın içini cilâlar. İnsan bir an nefes
alıp vermese varlığına yokluk gelir çatar.
Garip can, şu cihanda
mekânsızlık âlemine iştiyak çeker; hayvan nefisse ne diye şu otlakta otlar
durur, bilmem ki.
Ey mayası hoş, aslı
temiz arı can, nice bir sefer edip duracak, gezip dolaşacaksın? Sen padişahın
doğanısın, padişahının ıslığı nerden geliyorsa uç oraya.
“Tercî-i Bend”
Hem yüzün
hoş, hem huyun hoş; hem zülfündeki büklümler, kıvrımlar güzel, hem başın, yüzün
güzel. Hem şiven, edan hoş, hem meyven. Lûtfun da güzel, kahrın da, cefan da.
Ey ebedî aşk
sûreti, ey güzelliği hadden aşkın. Ey ay yüzlü, selvi boylu, ey cana canlar
katan, gönüllere neşeler veren dilber.
*
Ey bağın bahçenin, yaseminin canı, ey
göklerin de ışığı, yeryüzünün de. Ey âşıkların feryadlarına yeten, ey “Hel etâ”
meydanının eşsiz atlısı.
Ey lûtuf
sofrasını yayan, ey kötü kişilere, nekeslere bile ihsanda bulunan, dudu da seni
övüyor, keklik de, üveyik de.
*
Ey Çin güzellerinin iki gözü, ey kaşlarını
çattığı, yüzünü eğdiği görülmemiş güzel, yoksullardan çekme eteğini, yırtma
razılık yüzünü tırnaklarınla.
Ey
padişahları kendisine kul köle eden güzel, padişahlar bile sana karşı yoksul,
başlarını tapına koymuşlar, hepsi de seni övmede, övecek sözler düşünmede ey
övülmeye değer padişah.
Ey zahitlere
sabır veren, ibadet edenlere ihlâs bahşeden. Ey gönül genişliğine eriştikleri,
sevgiliyle buluştukları vakit ariflerin gül bahçesi kesilen. Aşıklarla eşim, bu
gece uyumak istemiyorum, ta seher çağına dek ey dost, sana dua edeceğim ben.
*
Dışarda yoldaşlarım var, gönlümde iş
erleri. Evde bir bölük dilber hepsi de tertemiz kardeşler (İhvân-ı Safâ)
sofasında.
Ey bahçenin,
yeşilliğin aydınlığı, ey selvinin, yaseminin sâkîsi, seni andım da ağzım
tatlılandı, tercî söyleyeceğim ben:
Yapayalnız
seyrana çıkmadasın, yahut sarhoşların yanına, yahut da sevgiliye gidiyorsun,
hem de salına salına gidiyorsun.
Kader çevgeninin önünde
başsız-ayaksız bir top oldum; meydana gidiyorsan bâri beni al da kendime getir.
Öylesine aydınsın ki
güneşin nurunu bile ayıplamadasın, ay kara görünür sana; dönüp dolaşacaksan
gökler bile dar gelir sana.
Öylesine eşi, dengi
bulunmaz bir sevgilisin, öylesine güzelsin, dilbersin ki; çok geç, çok güç
geldin amma çok çabuk, çok kolay gidiyorsun.
*
Ey güneş yüzlü güzel, ey hastaları arayan
İsa; hangi topluluğun yanına gidiyorsan ne mutlu o topluluğa.
Sen ya baştan başa
cansın, yahut zamanenin Hızır’ı, yahut da abıhayat; onun için de halktan
gizlenmedesin.
*
Ey düşünceler kıblesi, ey ormanlıklardaki
Tanrı arslanı, ey hünerler kılavuzu, akıl gibi can içinde yürüyüp gitmedesin.
Ayrılık yoluna saptın
mı, âşık gâh akıl fikir kadehini kaybeder, âr, hayâ perdesini yırtar, gâh da
rûha akıl adını takar.
Ayrılık şöyle dursun,
bir şey arayıp bulmak için ne yana gitsen bulut gibi yaşlı gözlerle yanından
ayrılmayan o aydın ayla gitmedesin.
Ey her aklın, her gözün
nuru, ey aydan da aydın, günden de; üçüncü tercîe bak, onu güzelce bir süz:
*
Ey aydınlıklar içinde
aydınlık, sana bir mesele soracağım; ne afsun okuyup üflüyorsun da gamı neşe
haline getiriyorsun?
*
Zaten afsun okumada tatlı dudakların var,
Davud Peygamber gibi senin de elinde demir muma döner, onu eritir, dilediğin
şekle sokarsın.
Hayır, olsa olsa sen hiçbir kayıtla bağlanmayan
bir padişahsın. Tanrı ülkesinin beylerbeyisin;
yaratıcının has çırağısın, bütün afsunlara boş vermedesin.
Seni tanıdım tanıyalı
nice devlet atı sürdüm de sonucu kendimi dertlerden dışarı attım, korkulardan
kurtuldum, emniyet yurduna eriştim.
Her an yeni
bir canım ben, her dem başka bir bahçeye gidiyorum; bana el attın mı ne elim
kalıyor benim, ne gönlüm.
* Ne
gökyüzünü bilirim, ne Sühâ yıldızını. Ne kumaş bilirim, ne pahasını. Hiçbir şey
bilmem amma, ay parçası güzelim, şunu bilirim ki sen benim rahatımsın,
huzurumsun.
Ey
insanların da rızkını veren, meleklerin de; ey şu düşünen gökyüzünün mili; bu
kadar güzellikle, bu kadar alımla tutup konuğu gönlünden çıkarasın, imkân yok
buna, hâşâ.
Ne güzel
andır o an ki selvi boylum, yeşillikte yeşerip gelişsin, ben de onun önünde
sevgi yeliyle söğüt gibi titreyip durayım;
*
Lâle kanla yıkansın, nerkis hasretle
bakakalsın, gonca başından külâhını atsın, süsen, süsenliğinden geçsin.
Ey kerem
meclisinin sâkîsi, senin sarhoşunum, senin perişanın. Ey gül bahçesi, ey İrem
bağı, bugün konuğunum senin.
Şuh
gözlerine bak, meyhaneden sarhoş gelmiş, âşıkların kanlarını dökmek için
eteğini beline çemremiş.
O güzeller
güzeli and içmiş, şu şarabı boyuna sunacağım, ne baba, ne ana, bir tek akıllı
bırakmayacağım;
Şu şaraptan
öylesine sunacağım, bu şarapla onlara bir oyun oynayacağım ki demiş, hepsini
deli divane edeceğim, sen de sonucu şu adam yurdunda bir tek akıllı bile
bulamayacaksın.
*
Leylâ’mız can sâkîsi, bütün dünya onun
Mecnun’u; Leylâ ile Mecnun’dan başka her şey beyhude, her şey faydasız.
Menzil
atımızı elimizden alır, yahut da ılgar eder, varımızı yoğumuzu yağmalar; ister
konuşulup görüşülen yer olsun, ister ibadet edilen yer; nerden aşkımızdan
canını kurtaracak, imkân mı var buna?
Seni sarhoş
görmezsem varlığını ateşlere yakarım, bağırır çağırırım, kavga gürültü, sana
şarap sunarım, sarhoş ederim seni.
Akıllıların devranı
geçti, sâkîlerin buluştukları çağ geldi; bu töreyi inkâr edene koca bir sağrak
sun.
Bahar geldi, kış geçti.
İçme zamanı, ney dinleme çağı gelip çattı. Kadehle şarabın buluştuğu an geldi,
yemek yeme zamanı geçip gitti.
O düzenbaz kocakarı
gitti, kış da geçti, yağmur çamur da. Bahar geldi, ondan yüzlerce güzeller,
yüzlerce dilberler doğdu.
Haydi sâkî, tekrar sun o
kıpkızıl şarabı; sun da kulaklar açılsın, ben de bir tercî daha söyleyeyim:
*
Ne kadar dilersen o
kadar savaş, kızgınca alabildiğine tehdit et; şunu bil ki külhan dumanı asla
göğe ağmaz.
Ağsa bile gökyüzünü
nasıl olur da karartır? Zaten gökyüzü o kadar arılığı, o kadar ışığı dumandan
elde etmiştir.
A babam, kendini
incitme, başını taşlara vurma; yanıp yakılan nefsinle savaşıp durma.
Ay’a tükürürsen o
tükürük kendi yüzüne gelir; onun eteğini çekersen senin elbisen daralır.
Senden önce de başka
hamlar şu dünya kazanında kaynayıp coştular, çok çarpınıp çırpındılar amma
razılıktan başka bir çare bulamadılar.
Bir oklu kirpi yılanın
kuyruğunu ağzıyla yakaladı, başını içeri çekip dertop oldu o düzenbaz.
Ahmak yılan boyuna
kendisini kirpiye vurmaya başladı, oklarına vura vura delik deşik oldu.
O kötü yüzlü,
sabırsızlığından, düzen bilmezliğinden, tez canlılığından kendisini öldürdü;
bir müddet sabretseydi o belâdan kurtulurdu.
*
Sen de aklını başına al da her belâ oklu
kirpisine kendini vurma, rahatça otur da kaza geldi mi hava boşluğu bile
daralır de dur. Alemlerin Rabbi, ben sabırlılarlayım buyurdu; ey sabırlılarla
oturan, sen başımızdan aşağı dök sabrı, sen bize sabırlar ver.
Ben bir başka vadiye
gittim, geri kalanını sen söyle babacığım; sabırlılara her an yeniden yeniye
selâm söyle bizden.-
XXXVI
Aklını başına al ey
âşıkların hekimi, bizim gibi bir sevdalı gördün mü sen? A sevgilim, siz
olmasanız helâk oldum gitti.
Ey yüzlerce topluluğun
Yusuf’u, benim gibi hüzünlere batmış bir Yakub gördün mü? Aşkın eleminden yüzüm
sapsarı bir hale geldi, ağlamaktan gözlerime ak düştü.
A Yusuf, tertemiz
Yakub’un gözlerinden yaşlar akmada, hele bir bak da gör, sevgi yüzünden
gözlerimden biteviye yaşlar akıp
durmada.
*
Yusufların gönüllerinde yüzlerce Mısır
vardır, yüzlerce şekerkamışlığı; av, ister büyük olsun, ister küçük, hepsi de
yaban eşeğinin karnında.
* İşret,
zevk, safâ vesileleri düzeldi, gönlüm ne istiyorsa oldu; fakat bil ki vakit
keskin bir kılıçtır, geçen günleri düşünme.
*
Aşkta canınla oyna, İsrailoğulları gibi
Mûsa’ya, “Sen ve Rabbin gidin, savaşın, biz burda oturacağız” deme.
Dünyada bu
âşıklardan daha mazlum kimsecikleri göremezsin asla; akıl ve dirayet erbabına
deyin ki: Sevenleri hoş görün.
*
Derde düşsen de, feryat etsen de sonucu,
rahmeti Arş’ı kaplayan ihsan ve adalet sahibi Rabbin lûtfuyla bir yardıma nail
olur, bir feraha kavuşuruz.
Bizim boyuna
içişimizi biliyorsan, güzel yüzlü şirin sâkîmizden haberin varsa ona ulaş,
bırakma onu, bil ki ondan başkasından hiç mi hiçbir şey umulmaz.
Ey
akıllı, fikirli erlere hileler öğreten, bütün hilelere, düzenlere başvurduk,
fakat her şeyi gören, yapan sensin ancak ey görünmeyen şeyleri gören, bilen.
Sus
da geri kalanı huyu husu lûtuf olandan dinle; zaten anlayış da onun lûtfuyla
her kötü şeye şifa olarak verilmiştir.
—
T —
O hoca gece
yarısı birdenbire hastalanıverdi, ta sabaha dek kendisini kaybetti, boyuna
başını duvarımıza vurdu.
* Gök
de ağladı haline, yer de. Onun feryadını duydu da gök de feryada geldi, yer de.
Solukları bile yakıp yandıracak kadar ateşli, sanki âteşkedeye düşmüş.
Acayip bir
hastalığı var, ne başı ağrıyor, ne sıtması var; bu derde yeryüzünde çare yok,
çünkü gökten gelmiştir bu dert.
*
Calinos onu gördü de nabzını ele aldı. O,
bırak elimi dedi, gönlüme bak, derdim sıraya, kaideye uyar dert değil.
*
Ne safrası var, ne sevdası. Ne kulunca
tutulmuş, ne istiska illetine. Bu hastalık ne biçim hastalık diye şehrimizin her
bucağında yüzlerce lâf, yüzlerce kavga gürültü var.
Ne uykusu var, ne bir şey diyor; aşkla
besleniyor çünkü; şimdi bu aşk hocaya hem dadı, hem ana.
Tanrım dedim, bir
merhamet et de bir an olsun dinlensin, huzura ersin, o ne kimsenin kanını
dökmüştür, ne birisinin malını almıştır.
Gökten ses geldi: Onu
derhal kendi haline bırak, çünkü âşıkların uğradıkları belâya ilaç aramak, şifa
ummak beyhudedir.
Bu hocaya çare arama,
onu bağlamaya kalkışma, öğüt verme ona; onun düştüğü yer, ne kötülük işlenen
yerdir, ne ibadet yurdu.
Sen aşkı nice görmüşsün,
nasıl anlamışsın? Onu âşıklardan bile duymamışsın sen. Sus, afsun okumaya
kalkışma; aşk ne büyüdür, ne oyunbazlık.
Ey Tebrizli Şems, gel ey
nur madeni, ışık madeni; çünkü bu ululuk ıssı, bu saltanat sahibi rûh, senin
ışığın olmadıkça donuk, cansız bir haldedir.
—
C —
* Dal
gamına ey can, çünkü sabır sıkıntının anahtarıdır; dal gamına da sonucu melhemi
yüz göstersin; sıkıntının anahtarıdır sabır.
* Dertlere,
kederlere öylesine dal ki sonucu, ansızın Tanrı kürsüsü de tapına gelsin, ulu
Arş’ı da; çünkü sıkıntının anahtarıdır sabır.
Dünyanın
nuruyla gül de dünyanın düğünü derneği ol, yasından kurtul, emniyete ulaş,
çünkü sabır, anahtarıdır sıkıntının.
A gönlüm,
erkekten de vazgeç, kadından da; sök, çıkar onların sevgisini içinden de aşkla
dayın da o olsun, amcan da; çünkü sıkıntının anahtarıdır sabır.
Gökyüzü gibi
iki büklüm olur, buyruğa uyarsan felekten de, eğri düzen işlerinden de
kurtulursun; sabır, anahtarıdır sıkıntının.
Hem
benlikten halâs olursun, hem perçemini eline dolar da boynunu vurursun
şeytanın;
sıkıntının
anahtarıdır sabır.
İkbalin ayağına gelir,
devletin huzuruna. Kademiyle kutlanırsın; sabır sıkıntının anahtarıdır.
İçinde bir dert var ki
işin onun yüzünden tersine dönüyor; hemencecik onu bağla sımsıkı, çünkü sıkıntının
anahtarıdır sabır.
Tanrı’nın bir hoş âlemi
vardır, bir an bile şu âleme bakma; Tanrı’dan başka mahrem yoktur o âleme,
sabır sıkıntının anahtarıdır.
*
Sus, sırları söyleme, sus ki “min ledün”
sırrına ağyar nasıl erebilir? Sıkıntının anahtarıdır sabır.
—
D —
Rintler
selâm ediyorlar sana, canlarını kul köle etmişler sana, kadehinle sarhoş
olmuşlar, sarhoşlar selâm ediyorlar sana.
Aşkla
herkesten fazla dillere düştüm, herkesten fazla kalleş oldum, dilberlerden de
daha güzel, daha hoş bir hale geldim, sarhoşlar selâm ediyorlar sana.
Şu rûhanî
kavgaya bak, şu tufana benzeyen seli seyret, Rabbin şu güneşini gör; sarhoşlar
selâm ediyorlar sana.
Biri bana
afsun okumada, biri benim tövbe etmemi beklemede, birisi benim gibi ayaksız
koşup durmada; sarhoşlar selâm ediyorlar sana.
Ey
dileklerin dileği, tez kaldır o perdeyi, ondan başka hiç kimseyi bilmiyorum
ben, sarhoşlar selâm ediyorlar sana.
Ey güzelim
yağmurlar yağdıran bulut, gel. Gel ey dostların sarhoşluğu, gel ey gönül
çalanların padişahı, sarhoşlar selâm ediyorlar sana.
Hayran et, zahmetten
kurtar bizi. Yık, fakat definelerle dopdolu bir hale getir bizi, elde bulunan
ebedî parayı tart, sarhoşlar selâm ediyorlar sana.
Bütün bir şehir, senin
yüzünden altüst olmuş, hem haberleri var senden, hem haberleri yok; ey gönüle
bakış kudreti, görüş feyzi veren, sarhoşlar selâm ediyorlar sana.
O ay yüzlü beye söyle, o
büyücü gözlüye söyle, o huyu husu güzel padişaha söyle: Sarhoşlar selâm
ediyorlar sana.
O kavga beyine, o savaş
erine söyle, o kargaşalığa, o sevdaya söyle, o yemyeşil, terütaze selviye
söyle: Sarhoşlar selâm ediyorlar sana.
Aklı başında hiçbir
kimsenin bulunmadığı yere, bir tek sarhoştan başka hiçbir sarhoşun sığmadığı
makama, yolu, mezhebi bulunmayan
ülkeye
söyle: Sarhoşlar selâm ediyorlar sana.-3!
O neliksiz-niteliksiz
cana söyle, o mecnuna tuzak olan dilbere söyle, o gizlenmiş, saklanmış inciye
söyle: Sarhoşlar selâm ediyorlar sana.
O insanlara
tuzak olana söyle, o dünyanın canına söyle, o sevgiliye, o hemdeme söyle:
Sarhoşlar selâm ediyorlar sana.
*
O masmavi denize söyle, o görür göze söyle,
o Turusîna’ya söyle: Sarhoşlar selâm ediyorlar sana.
O tövbemi
yakıp yandırana söyle, o hırkamı dikip yamayana söyle, o günümün aydınlığına,
ışığına söyle: Sarhoşlar selâm ediyorlar sana.
*
O kurban bayramına söyle, o Kur’an’ın
ışığına söyle, o Rıdvan’ın övündüğü güzele söyle: Sarhoşlar selâm ediyorlar
sana.
Ey
padişahımız Husâmeddin, ey bütün erenlerin övündüğü er, ey sayesinde canlarını
bilir, anlar hale geldikleri sultan, sarhoşlar selâm ediyorlar sana.
Yürü, o rebâpçıya söyle:
Sarhoşlar selâm ediyorlar sana. Koş, o su kuşuna söyle: Sarhoşlar selâm
ediyorlar sana.
O sâkîlik eden beye
söyle: Sarhoşlar selâm ediyorlar sana: O bâki ömre söyle: Sarhoşlar selâm
ediyorlar sana.
O kavga beyine söyle:
Sarhoşlar selâm ediyorlar sana. O kargaşalığa, o sevdaya söyle: Sarhoşlar selâm
ediyorlar sana.
Ey yüzünü görünce ayın
bile utandığı güzel, sarhoşlar selâm ediyorlar sana. Ey gönlün rahatı, huzuru,
sarhoşlar selâm ediyorlar sana.
Ey canın canına can
olan, sarhoşlar selâm ediyorlar sana: Ey bunca güzellik, bundan öte de daha
yüzlerce güzellik, sarhoşlar selâm ediyorlar sana.
Orda bir kişi bile yok
ki kendinde olsun, sarhoşlar selâm ediyorlar sana, burda bir tek sarhoştan
başka sarhoş yok, sarhoşlar selâm
ediyorlar
sana.
Ey dileklerin dileği,
sarhoşlar selâm ediyorlar sana. Kaldır yüzünden o perdeyi, sarhoşlar selâm
ediyorlar sana.
XLI Aşıklara, mümkünü yok,
hiç kimsenin öğüdü fayda etmez. Aşk öylesine bir sel değildir ki biri çıksın da
önünü kesebilsin.
Sarhoşun zevkini aklı
başında olan asla anlayamaz. Kendisinden geçenin kapısındaki toprağın değerini
akıllı kişi asla bilemez. Aşıkların gönül meclisinde içtikleri şaraptan bir
koku duysalardı padişahlar bile padişahlıktan bezerlerdi.
*
Husrev, padişahlığına Şirin için veda etti.
Ferhad da onun için dağa külüng vurmada.
*
Mecnun, Leylâ’nın aşkı yüzünden akıllılar
halkasından kaçmada. Vâmık aşk yüzünden her serkeşin sakalına, bıyığına gülüp
durmada.
O güzelim candan ayrı
geçen ömür, donmuş,
kaskatı kesilmiştir.
Yoldaki belden, yardan haberi olmayanın beyni kokmuştur.
Şu gökyüzü
bizim gibi âşık olmasaydı, şu gökyüzünün bizim gibi başı dönmeseydi bu dönüşten
usanırdı da yeter artık derdi, niceye bir dönüp duracağım, niceye bir? Alem bir
neye benzer, oysa her deliğinden üfürüp durmadadır. Her feryat, o şeker mi
şeker, o tatlı mı tatlı, iki dudağın zevkini duyar, bilir.
Bak da gör,
her toprağa, her gönüle üfledikçe ona bir ihtiyaç vermede, bir aşk sunmadadır
da o yüzden elemlerle feryada gelmededir.
Gönlünü
Tanrı’dan ayırırsan artık neye gönül vereceksin, söyle; cansızdır o kişi ki bir
an bile gönlünü ondan alabilsin.
Susayım
artık, sen tez ol da geceleyin şu dama çık, ey can, yüce sesle şehre bir
gürültüdür sal.
Bugün gülüyoruz, hoşuz,
çünkü o gülen baht
geliyor. Geliyor
padişahlar padişahı güzelimiz meydandan.
*
Bugün bozacağım tövbemi, kırıp uşatacağım
perhizi; çünkü Ken’an ülkesinden güzellerimin Yusuf’u geliyor.
Sarhoş bir
halde, salına salına gidiyorum, can gibi gizlice gidiyorum, o padişahın
gelmekte olduğu tarafa, sora sora, araya araya gidiyorum.
Devlet
sarayı yapıldı, göğün sarığı çözüldü, düşe kalka gitmede, çünkü sarhoşlar
meclisinden geliyor.
Buyruğumuza
uy ey oğul, bize karşı vefakâr ol ey oğul, veresiyeyi bırak ey oğul, bak, bugün
emir gelmede, buyruk gelmede.
Gök gibi
nurlan, gül bahçesi gibi yeşer, geliş, balıklar gibi yüzmeye bak, o uçsuz
bucaksız deniz geliyor.
*
Aklını başına al ey oğul, aklını başına al.
Bana bakma, kendine bak; çünkü safran kokusu söz söyleyeni güldürür durur.
Gene geldin, gene el
çırpmadasın, gene böylece evleri yıkacaksın, çünkü yıkık yerlere parıl parıl
parlayan güneş gelmede.
*
A eve kapanan, sen gölgede yetişmişsin,
yürü, çık dışarı; çünkü taş bile güneşin tesiriyle Bedahşan lâ’li olmada.
Gâh kanlıdır, gâh kan
içmede, bâzı bâzı da hastalara çare bulmada, derman vermede; hele bu çaresize
dermanın ta kendisi, çünkü onların yanından geliyor.
Bugün sarhoşları ara,
gizli şeylerimi gör, ayıbımı görüp söyleme; çünkü onun yüzünden öylesine
sarhoşum ki harflerim ağzımdan darmadağınık çıkıyor.
A nazlılar, a nazeninler,
bir nazlı nazenin çıldırdı, deli divane oldu; tası damdan düştü, sırrı bilindi,
işte bak, hemencecik tımarhaneye gitti.
Susuzlar gibi havuzun
çevresinde dönüyor, su arıyordu, ansızın kuru nane gibi havuzumuza
düştü,
ıslandı, ekmeğimize katık oldu.
A bilgin,
kulak asma bu söze, tıka kulağını, duyma bu afsunu; o zaten bizim afsunumuzla
efsane haline geldi, başına gelenler dillere destan oldu.
Kulaklar bu
küpeden kurtulamaz; çünkü o başlardan akılları, fikirleri aldı, buğday gibi
değirmene götürüp öğütmek, un haline sokmak için bir kaba boşaltıverdi.
Ey can, bu
işi oyun sanma, bu işi oyun sanma; burda canınla oynamaya giriş, benimse bu
işi. Onun siyah, kıvırcık saçları yüzünden nice başlar, baş aşağı dönmüş, bir
tarağa benzemiştir.
Aklına
mağrur olma; âleme direk kesilmiş nice sözüne inanılır üstat, Hannâne
direğinden daha ziyade inlemeye koyulmuştur.
Ben candan
ayrıldım, elbisemi gül gibi yırttım, öyle bir hale geldim ki aklım bile yabancı
kesildi bana.
Bu akıl
katreleri onun denizinde mahvoldu gitti; şu can zerreleri, sevgilinin yoluna
harcedildi, yok olup bitti.
Susayım, nuruna güneşle
ayın bile pervane kesildiği o mumun karşısında şu mumun ne lüzumu var? Bunu
söndüreyim artık.
Vefa sahibine âşık
olmayan can, ne de vefasızdır; Tanrı lûtfuna âşık olmayanı Tanrı kahretsin.
*
“Gördüğünden gözü kaymadı” sözüne mazhar
olan padişah, dünyayı gezip dolaştığı zaman nihayet bir şekil gördü ki o,
şekillere âşık değildi.
Ben dün bu şehrin
kapısında toplanan bir bölük periden duydum, bizim şehrimize âşık olmayana ev verin
köyde diyorlardı.
*
Yazık daima kuru toprağa düşen balığa,
eyvah kimyaya âşık olmayan bakıra.
Canın aslına kapılmayan
can nerde? Nasıl olur da demir, mıhladıza âşık olmaz.
Ecel kapısı kapalı,
tezce kurtulmasına imkân yok; hem yaşamaya lâyık olmamıştır o, hem ölüme âşık
değildir.
Kimdir o, kimdir o ki
gönlü gamlandırır, fakat tapısında ağladın mı da acını tatlılaştırır.
*
Önce yılan görünse bile sonucu define olur,
inci kesilir. Öylesine tatlı bir padişahtır ki acıyı bir anda yolu yordamı
güzel bir hale sokar.
Karşısındaki şeytan olsa
huri yapar onu; yasa batmışsa düğün dernek haline kor; anadan doğma körü bilgi
görgü sahibi kılar.
Karanlığı aydınlatır,
dikeni gül bahçesi haline getirir, avcundaki dikeni çeker çıkarır, gülden
yastık düzer sana.
*
Halil’ine yalım yalım ateş verir amma
Nemrud’un yaktığı o ateşi de çiçek haline, ağustos gülü haline kor.
Yıldızları aydınlatan o,
çaresizlere çare kılan o.
Hem kula ihsanlarda
bulunur o, hem de kulu hoş görür, beğenip takdir eder.
Bütün
suçluların suçlarını kış mevsiminde dökülen yapraklar gibi döker, kendisine
kötü söyleyenlerin kulaklarına özür getirme sözlerini telkıyn eder de
Der ki: Ey
vefa sahibi de, işlediğimiz suçları yarlıga, kul duaya başladı mı da kendisi
gizlice âmin der.
Duadan kime
zevk verirse o, onun âmin deyişini bilir; o kişinin dışını da, içini de incir
gibi tatlı, güzel bir hale getirir.
*
İyi işte de, kötü işte de ele, ayağa kuvvet
verir, öyle bir zevk bağışlar ki arık beden bu zevkle Rüstemlerin gücünü
kuvvetini elde eder.
Zevkle arık
adam Rüstem kesilir, zevksiz olunca da Rüstem gamlara uğrar, dertlere düşer.
Zevk canın eşi, dostu olmasa canın ne huzuru kalır, ne kararı.
Canı, seher
çağı varsın da Şemseddin’in vasıflarını söylesin, onu övsün diye ta vefa
yurdu Tebriz’e dek
gönderdim; zaten o da gidilecek yolu bilir.
Yeryüzünü bağ bahçe
haline getirmek için âşıkların baharı geldi. Can kuşunun uçması için gökten bir
sestir duyuldu.
Hem deniz incilerle
dolar artık, hem acı su Kevser kesilir; hem taş madende lâ’le döner, hem beden
baştan başa can olur. Aşıkların can gözleri bulut gibi tufanlar yağdırmada,
amma gönülleri Tanrı bulutunda şimşek gibi parlamada. Aşıkların gözleri aşkla
neden buluta döndü, biliyor musun? O ay önce bulutlarla gizlendi de ondan.
Ne neşeli, ne güleç
andır o an ki o bulutlar ağlar; yarabbi, ne kutludur o dem ki o şimşekler
güler.
Yüz binlerce katreden
bir katrecik bile
yeryüzüne dökülmez;
çünkü dökülse bütün dünya yıkılır gider.
* Bütün
dünya yıkılır, aşktan bir yıkık bucağa döner, niceler Nuh’la aynı gemiye biner,
niceler tufana mahrem kesilir.
*
Tufan yatışsaydı gökyüzü dönmezdi; o
cihetlere sığmayan dalga yüzünden bu altı cihet de oynayıp duruyor.
* Ey
altı cihetin kaydında kalan, hem gam ye, hem yeme; çünkü o taneler günün
birinde yeraltından baş gösterir, boy atar, bir hurmalık olur.
Bir gün
gelir topraktan baş çıkarır o kök, taze bir dal olur; hattâ iki üç dalı kurusa
bile geri kalanı filizlenir, çoğalır.
O kuru
dallar da ateş haline gelir, ateşse can gibi hoş gelir insana. O, bu olmazsa
böyle olur, bu, o olmazsa öyle; ya yeşerir, ya ateş olur.
Bir şey
ağzımı tutuyor; yâni hem damın kıyısındayım, hem sarhoşum; seni hayran eden şey
de ondan hayran olur zaten.
Güneş uykuya yattı,
vakit geçti, akşam oldu; güneş kuyuya girdi, âşıkların can güneşi de Tanrı
halvetine daldı.
*
Hintlilerin arasındaki Türk, gece içinde
bir gündüzdür âdeta; geceleyin gürültüyü bırak, çünkü o Türk çadıra girdi
artık.
Bu aydınlıktan bir koku
alırsan uykuyu ateşe verir, yakarsın; Zühre bile geceleri yürüyüp gitmek,
kulluk etmek yüzünden Ay’a eş oldu.
*
Biz geceleyin kaçmadayız, o kovalamada.
Ardımızda Hintliler var, çünkü biz altın çaldık, bekçi de haber aldı.
*
Geceleri yürümeyi öğrendik, yüzlerce
bekçiyi yaktık, yanaklarımızı mum gibi yalımlandırdık, çünkü beydakımız şah
oldu.
Ne mutlu o kutlu yüze ki
yüzünü o yüze sürer; ne uludur o gönül ki gönüllerin dilediği o makama yönelir.
Kimdir o gönül yolunda
ah etmeyen? O ahın
sularına
batıp giden kişinin işi iştir.
*
Denize battı mı, deniz onu başının üstünde
taşır, hani kuyuya düşüp de sonra devlete erişen Yusuf yok mu, tıpkı onun gibi.
Derler ki: İnsanın aslı
topraktır, sonunda toprağa karılır, toprak olur gider; bu kapıya toprak olan
kişi, nasıl olur da toprak olur, mahvolur gider, imkân mı var buna?
Ekinler harman vaktine
dek bir çeşit görünür, amma harman zamanı yarısı hâlis iç kesilir, yarısı
saman.
Vakit gecikti, vakit
gecikti, güneş kuyuya girdi; ey bahtı yar, talihi yaver kişiler, ayın doğacağı
çağ geldi çattı.
Sâkî kadehe doğru yürü;
bekçi dama çık, ey rahatı, kararı kalmayan can yürü, o padişah halvet istiyor.
Gözleri
aydınlatan gözyaşları, harmanımı yakıp kül eden sabır, hattâ hani o yol yordam
öğrettiğin akıl, hepsi de gece yarısı yollarını sapıtıp gitti.
* Gönülleri
aydın erlerin canları gönül nuruyla geceyi aydınlattılar, Hintli’ye benzeyen
gece, o Türk çadıra geldi diye naralar atarak kaçtı.
* Güzelim
oyunlarla beydak gider, ferzin olur; o kutlu yüzlünün sayesindeyse beydak gitti
de şah oldu.
Geceleyin
rûhlar makamlarına ulaşır; maksadlar hasıl olur, gecenin kadrini bilip anlayan
kişi, gündüz gibi aydın bir gönül elde eder.
* Ey
gündüz, mahşer günü müsün yoksa? Ey gece, kadir gecesi misin, yahut da Mûsa’nın
Tanrı tecellisine mazhar olduğu ağaç mısın sen?
*
Geceleyin Ay, yıldızları harman eder, ey
gün, yürü git artık, bak, Samanuğrusu’nun yolu Sünbüle burcunun yüzünden
samanlarla doldu.
*
Beden kuyusunda gaflete dalma, gökyüzü
kovasına yapış; Yusuf o kovayı tuttu da kuyudan kurtuldu, mevkie erdi, devlete
erişti.
*
Mustafâ gibi karanlık gecede arılık aramaya
bak; çünkü o padişah bir gece miraç etti de eşsiz, benzersiz bir hale geldi.
Gece yüzünden âlem
sustu, sen de artık tezcanla aramaya, aktarmaya koyul; çünkü ses, gürültü,
halvet yurdunun huzurunu kaçırır.
*
Ey Tebrizli Şems, sen gece perdesine de
muhtaç değilsin, ondan da sıyrılmışsın; ne doğudasın, ne batıda; işte şimdi söz
kısaldı.
Vakit
geçti, akşam oldu, güneş kuyuya girdi. Aşıkların can güneşi de Tanrı halvetine
daldı.
*
Hintlilerin arasındaki Türk, gece içinde
bir gündüzdür âdeta. Geceleyin gürültüyü bırak, çünkü o Türk çadıra girdi
artık.
Bu aydınlıktan bir koku
alırsan uykuyu ateşe verir, yakarsın. Zühre geceleri yürüyüp gitmek, kulluk
etmek yüzünden Ay’a eş oldu.
Geceleyin
yola düşmüşüz, ardımızda da Hintliler var; çünkü biz altın çaldık bekçi de
haber aldı.
Gece yol
almayı öğrenmişiz, yüzlerce bekçiyi yakıp yandırmışız, yanaklarımız gül gibi
yalımlanmada, çünkü beydakımız şah oldu.
Yeryüzünün
pazaryeri dağıldı, yıldızların pazarını seyret; tanyerleri yıldızlarla, değerli
incilerle bir harman yeri oldu.
Niceye bir
bu beden bineğinden çekeceğim bunu, benden boyuna saman ister, arpa ister;
halbuki gökyüzünde Samanuğrusu’nun yolu onun için samanlarla doldu.
Binek
hayvanının nasibi yoktur, yüzünü devlet yüzüne koyamaz; devlet o canın
nasibidir ki eşi, benzeri bulunmaz onun.
Bedeni
gördün ya, cana da bak. Mücevheri gördün ya, madeni de seyret; şu eşi bulunmaz
acayip imana bak ki iman bile ona dalınca yolunu kaybetti gitti.
Mâna, boyuna diyor ki: Bana şu eski hırkayı
giydirme; söz gerçekten de eski bir hırka, öylesine eski ki herkes eğleniyor
onunla, dillere düşmüş.
Ben de ey mâna diyorum,
gel, rûh gibi sen de şekle gir, gir de hırkalar da, eski elbiseler de canın
nuruyla ipekli haline gelsin.
*
Yeter artık bez yıkamayı bırak da periler
duymasın, çünkü peri şöyle dursun, o rûh, Tanrı’ya en yakın meleklerden bile
usandı, halvet istiyor.
Nurunu göreli dünya
gözümden düştü, varlık sanısı ebediyyen çıktı gözümden.
Evveline evvel olmayan
makamdan bir şimşektir çaktı, bütün âlemi yakıp kül etti. Birlik nuru bayrak
açınca nice bizlik, benlik yıkıldı gitti.
Biz vatanımızdan
ayrılmışız, o yüzden yorgunuz, sınanmadayız. Vatanından ayrı düşen nasıl
kendine güvenebilir?
Sâkî, mushaf
yerine eline bir kadeh aldı, o kızgın kadehinden gömleğimize bir ateş düştü,
yanıyoruz biz.
Ham bir adam
kavun yemek için can bostanma geldi, sen dünyada eşeğin keçi eti yediğini hiç
gördün mü, yahut gören var mı?
Can
bostanmda yetişen turfanda kavun, nasıl olur da her öküzün, her eşeğin nasibi
olur? O güzelim, o eşsiz meyveleri aklı başında, yiğit erler yer.
*
Batıda bulunanın yiyeceği Endülüs’ten
gelir, doğuda bulunan da Hürmüz’ün nimetiyle nimetlenir.
*
Kaysere hizmet ederse yiyeceği, içeceği
kayserden gelir, onunla geçinir; Urbuz’a kulsa Urbuz’un mutfağından yer.
Kapıp
alıcılıkla, hırsızlıkla bostancılığa girişen sonucu adalet memurları tarafından
tutulur, Oğuzların işkencelerini çeker.
*
Türk ona derler ki köy onun korkusundan
haraçtan emin olsun; Türk ona demezler ki tamahından her kutsuzun sillesini yer
durur.
Akıllı kişi ilkbahara
erişince kürklere boş verir, artık niçin kunduz kürküm yok diye gussalansm,
tasalansın.
Safrası çok kişi,
mizacının kötülüğü yüzünden tatlı nardan hoşlanmaz, kaçar canı ekşi nar ister,
fakat mayhoş nar yemesi daha iyidir onun.
*
Sus, öküz açlığına tutulup da on kişinin
yiyeceği börülceyle üzümü yiyen kişi, zaten bu rûh şaraplarını içemez.
Can arkında abıhayat
gibi akmada sevgin; abıhayat bile senin aşkınla arkta seni araya araya akıp
gitmede.
Dünya, bildik kuşların
seni övüş nağmeleriyle dopdolu, kuşlar anıldı mı gönül kuşum uçmada sanki.
Onların
anışıyla vereyim canımı, hoş bir halde, gülerek vereyim bu canı; can, sevgiliyi
anarak bedenden giderse nasıl olur da gülmez?
* Her
can kuşu bir halka yapmış, üveyik gibi boynuna takmış, hepsi de benim gibi bir
kafes yapmışlar, Süleyman’ın tapısına gidiyor.
Noksandan
münezzeh varlığa mensup olan herkesin canından, her an bir rûhanî hal, sarhoş,
yıkık, varlığından geçmiş bir halde ta rahmet sahibinin Arş’ma dek gitmede.
Can nedir?
Yüce padişahların küpü, içinde de gökyüzünün şarabı var; işte bu yüzden ya,
şimdi söz de âşıklar gibi dağınık bir halde gidiyor.
Yememde bir
ayrı zevk, yaşamamda bir ayrı zevk, söylememde bir ayrı zevk... Ötesi de böyle
gidiyor işte.
Bu meyanda
seninle çekişiyoruz ya. Ey ay yüzlü dilber, ne de güzel meydan; fakat kimin atı
topalsa onun harcı değil bu meydan, topallar gidiyorlar bu meydandan.
Ay, senin çevgenine karşı kendisini bir top
haline koydu, güneş de canıyla oynamada, top gibi yuvarlanıp gitmede.
Ayla güneş çok koştular,
fakat tapma yol bulamadılar da nuruna boyandılar, sayvandan dışarda gitmedeler.
Dışardaki nur bu olursa
devlete ulaşan nasıl temkine kavuşur yarabbi, nasıl pırıl pırıl parlayıp gider
yarabbi.
Kâra düşme, kâra düşme;
kâra menfaata düşmek, âdeta yoksul görünmektir. Tertemiz kişilerde vergi
vardır, Tanrı huyuyla huylanmıştır onlar ey oğul.
Zaten sevgide, sonucu ne
nekeslik kalır, ne cömertlik; zaten cömertlikte gizlice bir karşılık bekleyiş
vardır.
Şu cömertlik yol almaya
benzer, nekeslikse konaklamana; fakat Nuh’un gemisine girdin mi nerden
konaklamadan bir koku alacaksın, nerden yol almadan?
Kat kat
üstüne yüzlerce kat yığılan şu şekiller, şu adlar, o yayılıp her şeyi kaplayan
nur denizinde neliksiz niteliksiz, ona döner, o olur gider.
*
Ey davar güden, Mûsa’nm âsası, varlık
âleminde ancak aşktır. Gerçek varlık da, o varlığın görünüşleri, oluşları da
onun önünde büyücülükten meydana gelen şekillerden ibarettir.
Boğulmadan
ten girdabının önünden bir yana çekil; çünkü varlık da, sevinç de altı yönlü
âleme ışık veren o âlemden meydana gelir.
Ağaç gibi
silkin, kendini kuru yapraktan da arıt, yaş yapraktan da; iyilik, kötülük rengi
kalmadı mı birlik, teklik kalır.
Yol almaya
bak, nasıl, nice deme, çünkü o, nelikten de dışarıdır, nitelikten de; sende
ceylanlık varken nasıl olur da arslana hemdem olursun?
Sus, çünkü
söz, ayrılık alâmetidir; yiğit ağzına ekmek alıp çiğnerken nasıl olur da ekmek
ister?
Sûfînin neden aklı
başına geldi, sâkî neden işsiz güçsüz durmada? Sarhoşluk uykuya daldıysa bir
başka sarhoşluk uyandı.
Güneş çukura daldıysa
dünya seninle nurlandı. Güzel gözlerin mahmurlaştı da dünyanın gözleri
sarhoşçasına süzüldü.
İlk işret kocaldıysa ne
çıkar? Yüzlerce işret, yepyeni işret var. Saçların mademki zincir oldu, çaresiz
deli olmak gerek.
Ey nefesi tatlı çalgıcı,
şu öndeki, sondaki işreti seyret; artık kimse kimseciklerin afsununu işitmez
de, duymaz da, çünkü herkes sırları anladı.
*
Padişahım, biz Mûsa’yız, sen de bâzı kere
sopasın, bâzı kere ejderhâ. Ey güzeller, pahanız ucuzladı, çünkü Bulgarların
yağma vakti artık.
Lâ’l dudakların
şekerkamışlarmı ezdi, gözlerin, hasedinden perişan oldu; can, gönül evini sildi
süpürdü, kendine gel, buluşup görüşme çağı
geldi.
Her zaman
özürler getiriyor, sarhoşluktan kaçmıyor, kaçıyorsun; ey can, ne diye beni
savup duruyorsun, bu savuşun çok oldu artık.
Ey taş
gönüllü güzel, bu gece hiçbir çaren yok; sen aysın, bir yıldızız; bu gece
yıldız ayla buluştu gitti.
Ey tan
yerine sığmayan ay, bu gece konuğuz sana. Gece dünyaya perde saldı mı yalnız
başına yol alanların işi iş.
Eziyetlerine,
zahmetlerine katlandım, sandın ki öldüm artık; hayır, sen arı durusun, bense
tortudan ibaretim, fakat artık arı duru olmayan içilmeye başlandı, tortu
içiliyor şimdi.
Gündüze
benzeyen vuslatınla, dünyaları yakan ayrılığınla, adama düzenler öğreten
aşkınla nice sâf kişiler düzenbaz oldu gitti.
Ne hararetim
vardı, ne başım ağrıyordu, öyle olduğu halde sabaha dek başımı taşlara vurdum
durdum. O gülbeşekere tamah ettim de mahsustan hastalandım.
Sâkîmize
hizmetten başka bir işimiz yok babacığım; sâkî, kadehi fazlaca sun da iyiden de
kurtulayım, kötüden de.
Tanrı
herkesi bir iş için getirir dünyaya; bizi de işsizlik, hünersizlik sanatı için
getirdi.
Her gün
zerreler gibi o ışığın önünde oynar dururuz; her gece yıldızlar gibi ay yüzlü
sevgilinin çevresinde döner dolaşırız.
Bizden bir
iş isteyecek olsaydın bize şu şarabı sunmazdm; bu şarabı içenin başı hiç yere
eğilir, batar mı?
Sarhoş nasıl
olur da bir iş işleyebilir? Sarhoş, şarap ne yaparsa onu yapar, ne işletirse
onu işler. Tanrı şarabı, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan Tanrı’ya dek iki dünyayı
da ortadan kaldırır gider.
Bu dünyanın
sarhoşluğu, gece uyudun mu, geçer gider; fakat tek Tanrı’nm sunduğu sağrağm
verdiği sarhoşluk seninle mezara dek varır.
A komşular, o rahmet
ıssmdan bedava şarap geldi, o sâkîler de çocuğu dadılar gibi esirger, dadılar
kadar tatlıdır onlar.
Gönül, olduğundan da
fazla sarhoş ol, nereye gidersen sarhoş git, başkalarını da sarhoş et ki o da
bir kadeh daha fazla sunsun sana.
Nerde bir güzel görürsen
ayna gibi otur önüne; nerde bir çirkin görürsen ört kilimle aynayı.
*
Şehrin çevresinde güzellerle çekişip becelleşerek,
cilveleşip işveleşerek dön dolaş, gizlice “And olsun bu şehre” âyetini oku; ne
de mutludur bu şehir, ne de kutlu.
Başım döndü bu şaraptan,
sersemleştim, artık susayım, sükûta dalayım, gördüğüm lûtfu, bulduğum keremi
saymayayım, zaten de sığmaz sayıya o kerem.
LVI Aşık nefes alıp
verdikçe âleme ateş salar, şu aslı, temeli olmayan dünyayı zerreler gibi
dağıtır gider.
Dünya baştan başa deniz
kesilir, deniz de heybetinden yok olur. Bir an bile insanlara tecelli etse bir
tek insan kalmaz.
Gökyüzünden bir dumandır
kalkar da ne halk kalır, ne melek; o dumandan ansızın bir ateştir çıkar da koca
gök kubbeyi sarar.
O anda gökyüzü yarılır,
ne varlık kalır, ne mekân. Dünyaya bir gürültüdür dolar, bu yas üstüne de bir
düğün, bir neşe yollar.
*
Gâh suya ateşi salar, gâh su ateşi
söndürür; bâzı kere de yel estirir de yokluk denizinin dalgalarını boz renkli,
kara donlu ata yollar.
İnsanın can nurundan
güneşin bile ışığı azalır; mahrem kişinin bile az söylediği, sır açmadığı yerde
mahrem olmayanlara pek o kadar sorma.
*
O sırra karşı Mirrîh erkekliğini bırakır,
Müşteri defterini yakar, Ay’ın ululuğu kalmaz, neşesi gama döner.
* Utarid
çamura saplanır, Zühal ateşlere yanar, Zühre’nin kararı kalmaz da neşe
perdesini vurmaya başlar.
* Ne
kavis kalır, ne kuzah; ne şarap kalır, ne kadeh; ne işret kalır, ne ferah, ne
de yaraya melhem çalınır.
Ne su
şekiller düzer, ne yel yeryüzünü döşer, ne bahçe güzelleşir, ne de nisan
yağmuru yeri ıslar.
Ne dert
kalır, ne ilaç. Ne düşman kalır, ne tanık. Ne ney kalır, ne nağme, ne de çengin
zîr ve bem perdelerine vurulur.
Sebepler
artakalır, sâkî, kendisine şarap sunmaya koyulur; can, Rabbim yücedir demeye
başlar, gönül, Rabbim daha iyi bilir sözünü söylemeye.
Kalk, sıçra,
ezel ressamı nişan koyduğu, dilediği varlıkların elbiselerini eşsiz resimlerle
bezemek için yeni baştan işe girişti.
Tanrı, hak
olmayan her şeyi yakmak için bir ateştir tutuşturdu; ateş kalbi yakar, yandırır
da o âlemin ta ortasına götürür.
*
Güneş Tanrı’dır, gönül onun doğduğu
tanyeri, hem de öylesine bir doğu ki şimşekleri her an Edhemoğlu’ya çakar,
Meryemoğlu İsa’ya vurur.
*
Gönül ateşi yalımlandı mı inananı da sarar,
inkâr edeni de. Mâna kuşu uçmaya başladı mı bütün sûretler uçar gider.
Dünya baştan başa
yıkılır, can tufana gark olur; eriyip su olan inciyi gene o su kucaklar,
meydana getirir.
Gizli sır meydana çıkar,
dünyanın şekilleri yıkılır, ansızın öylesine bir dalga gelir ki ta yemyeşil gök
kubbeye yücelir.
Gâh kalem, kâğıt olur,
gâh da kendisinden geçer; can iyiye de düşman olur, kötüye de, her an hançer
saplar durur.
Tanrı’ya
ulaşan her can, padişahın halvetine girer, yılanken balık olur da topraktan
kurtulur, denize dalar, Kevser’e kavuşur.
Mekândayken
mekânsızlık âlemine erer, o âlemde belirir; bundan sonra da nereye düşerse
miske düşmüş, ambere dönmüş bir hale gelir.
*
Yokluk da yoksulluk eder, fakat yıldızlara
kılavuz kesilir; hakan, kapısının eşiğinde toprak olur; Sencer, kapısının
halkasını çalar.
Alev alev
yanan güneşten gönüle, her an şu yandaki ışığı bırak da gene can ışığın
uyansın, âlemi aydınlatsın diye bir ses gelmede.
Sen
sevgiliye hizmet etmedesin, ne diye gizliyorsun kendini? Ey altın, o kuyumcunun
vuruşlarını yedikten, onun eliyle dövüldükten sonra her an daha da hoş de, daha
da güzel bu de.
Gönül ezel
şarabıyla kendisinden geçmiş de güzel güzel bu gazeli söylemede; fakat bir an
soluğunu tutar, susarsa bundan da güzel söz söylemiş olur.
Sarhoşluk
sana selâm etmede, gizlice haber yollamada; gönlünü kapıp aldığın kişi, canını
da sana kul köle etmede.
Ey varı yok
eden, sarhoşun selâmını duy, öylesine sarhoş ki iki elini de ayağını da senin
tuzağına kaptırmada.
Ey âşıklar
göğü, ey âşıkların canlarına can olan, güzelliğin âşıklar arasında aşkınıza
diye sana şarap içirmeye başladı; âşıkların hayrını ister bir hale getirdi
seni.
Ey her
dudağın tadı tuzu, ey her mezhebin kıblesi, ay her gece damının çevresinde
dolaşmada, her gece bekçilik ediyor sana.
A gönül, ne
de sarhoşsun, ne de hoşsun, padişaha dönmüşsün, padişahsın; bu kadar ululukla,
bu derece yücelikle nasıl oluyor da aşk seni kendisine râm ediyor?
*
Gönlünü şu topraktan koparıp ayıran kişinin
devranı ta Zühal yıldızına dek ağar; ey topraktan yaratılmış beden, ey gönül
ateşinden çıkan duman, bir bakın, bir görün bakalım, hangi hale getiriyor sizi,
yerde mi kalıyorsunuz, göğe mi ağıyorsunuz?
Al kadehi
sâkîler padişahından, ebedîliğe ulaşanlar gibi sarhoş ol. Yarı sarhoşsan
noksanın var, eksiksin, seni tam sarhoş etmededir o.
Ey eşsiz,
tek kişi, verdiğin selâm dudaklarından şimşek gibi çakarak çıkmada; bu selâm
ağza, dudağa sığacak şey değil, sana tüm bir lûtufta bulunmada ey selâmına nail
olan.
* Ay
gamınla ikiye bölündü, yüzler gümüşe döndü, benizlerde renk kalmadı, elif gibi
düzgün boy büküldü, cim’e döndü, bu cim de seni cam (kadeh) haline getirmede.
Aşk yüzünden
meydana gelen feryada, figana bak, dökülen gözyaşlarını seyret; o şarap
sağrağmm ettiği işlere bak, çiğleri nasıl pişirmede, seni de nasıl
olgunlaştırmada.
Ey rengi,
kokusu güzel şarap, onun cömertlik eli, bak, seni cana nasıl helâl, bedeneyse
nasıl
Artık ben de beden
olmayayım da can olayım, inci olmaktansa maden haline geleyim; ey gönül, adının
kötüye çıkmasından korkma, o sana iyi bir ad san vermede.
Yeter artık, söylenip
durmayı bırak, ne nazım söyle, ne nesir, çünkü o düzenbaz güzel sana söz
söylemeye başlıyor.
Sarhoşluk selâm ediyor
sana, gizlice haber yolluyor sana; gönlünü kapıp aldığın kişi, canını da kul
köle ediyor sana.
Ey varı yok eden, duy
sarhoşun selâmını, öylesine sarhoş ki iki elinin de ayağını senin tuzağına
kaptırmada.
Ey âşıklar göğü, ey
âşıkların canlarına can olan, güzelliğin âşıklar arasında aşkınıza diye sana
şarap içirmeye başladı, âşıkların hayrını ister bir hale getirdi seni.
Ey her
dudağın tadı tuzu, ey her mezhebin kıblesi, ay her gece damının çevresinde
dolaşmada, her gece bekçilik ediyor sana.
Topraktan
bedenler yapan, dumanı Zühal yıldızları haline getiren, seni ne hale sokuyor ey
toprak beden, ey duman gönül, hangi hale getiriyor seni?
Bir an
oluyor ki sana kanat veriyor, uçuyorsun. Bir an geliyor ki demir sunuyor,
denize atıp öylece kalakalıyorsun. Bir an sabah haline getiriyor seni, bir an
akşam haline sokuyor.
Bir an
titretiyor, bir an güldürüyor seni; bir an sarhoş ediyor, bir an kadeh haline
sokuyor seni.
* Onun
elinde bir mühre gibisin, gâh şarapsın, gâh onun yüzünden sarhoş; fakat bu
mühreyi kırdı mı and olsun Tanrı’ya, seni tam, olgun bir hale getirir.
*
Gâh o olur, gâh bu; fakat senin sonucun,
temkin makamına ulaşmaktır; ancak seni şu renkten renge sokmakla makbul bir
hale
*
Sen bir müddet Nuh’tun, her türlü
sıkıntıya, her türlü eziyete ayak bastın, tahammül ettin; şimdiyse gemi gibi
ayaksız olarak, adım atmadan yürütüyor seni.
Sus, hayran bir halde
otur, hayretler yaratan bir hayran haline gir; olgun, pişkin sözler söyleyen
bir ersin amma sözlerini hamlaştırıyor.
Gene ekşi suratlı bir
başkası çıkageldi, belki de bu bir zemheri. Ey şekerler gibi tatlı sâkî, dök
başına şunun bir kadeh şarap.
Ya şarap sun ona, yahut
bir kolayını bul, yola sal onu; çünkü gül yüzlülerin arasında bir şeytanın
bulunması hoş değil oğul.
*
Ya peygamberlik şarabını sun da eşekliği
kalmasın eşeğin, İsa şarabıyla onda iki kanat bitsin göklere uçsun.
Gönül sarhoşlarının
meclisine ayık biri gelirse içeri alma; bilirsin ya, sarhoşlar sarhoşken hayır
da işleyebilirler, şer de.
Ey bekçi, kapıya otur,
ağzından ciğer kokusu gelen ateş gönüllü âşıktan başkasını sokma meclisimize.
Bu çeşit âşıktan
başkasından el istersen tutar sana ayak verir, ayak istersen baş; ödünç bel
istersen de bel yerine balta verir sana.
Şaraba
bulandıkça ne ârım kalıyor, ne aklım, deli divane bir âşık kesiliyorum; sağ
esen değilim ben, kalkan gibi kılıcın karşısındayım.
Öyle bir
okuyucu istiyorum ki diri bir abıhayat olsun, seher çağma dek bu perdeden
okusun, söylesin de uykuyu ateşlere yaksın.
* Onun
kapısmdayken bedenimde bir damarı bile ayık bulursan, mademki Tanrı meydanında
çakırkeyif değil, arslanları bile tutup avlayamıyor, bu yolda köpek say onu.
Bir bölük
halk yıkık, sarhoş, güzel bir halde; bir bölük halksa beşe, altıya kul köle
olmuş. Onlar ayrı, bunlar ayrı, onlar başka, bunlar başka.
Hadden artık
içtim, hadden aştım; ellerimi bağlayın, ağzımı tutun, sarhoşu korumak için bu
gerek.
Bizim şu
acımızı tatlılaştır, feryadımızı duy, bizi de kendin gibi kendimizden geçir de
kendinden geçmiş bir halde seyret bizi.
Ey çene topağı tatlı mı
tatlı güzel, altına benzeyen şarabı sun da gönüller aydınlandıkça aydınlansın,
gözler ışıklandıkça ışıklansın.
Ayıkların inadına o koca
sağrağı sun da beden cana dönsün, gece seher çağma.
Uykuyu dağıttın mı Tanrı
şarabını sun; çünkü iki kapıyı da kapamak, kereme, lûtfa sığar şey değildir.
Ey lûtuflar, ihsanlar
sahibinin şarabını içen, boş yere kınama beni; çünkü şükreden kurtulur,
muradına erer, inkâr eden, lûtfu yalanlayan da mahrum olur gider.
Ey meyhanede oturup
konaklayan, hem sarhoşsun, hem yıkılmışsın, öyle olduğu halde a kötü yaradılışla
ne diye boş yere kınamadasın bizi?
Gerçekten de gözlerinizi
açtık, gizli şeyleri görmeye bakın. Gerçekten de aranızda durmadayız, yardıma
gelenden müjdeyi gözetin.
Ey seher
yeli, ey hoş haberler getiren, müjde ver de al gönlümü. A müjdeci, elimde bir
canın var, feda olsun sana, al onu.
Senden bir
bakışa nail olduk mu kılıçlar zırh kesilir, yıkık yerler gül bahçesine döner,
dünyanın gözü aydın olur.
Ey ısıracak
dişleri kalmayan kahır, ey yüzlerce defa güldükçe gülen lütuf. Canlar zafere
kavuştu ya, artık can da gülmededir, cihan da.
Ey ulular
ulusu, seni o ululukla kim görür de sonra tutar hünerinden lâf ederse Tanrı’dan
utansın.
O orman
arslanı varlığımızdan bir damar bile bırakmadı, bizde ancak yarım bir düşünce
kaldı, o da gece gündüz ayrılığını sayıklamak, ayrılığı sayıp dökmek.
Aferin o
padişahın güzelliğine ki ay bile gördü de utandı, körlerin bile gözleri açıldı
da tu, tu, kırk bir buçuk kere maşallah dediler, lûtfunu
sağırların
kulakları bile duydu.
Ben sanki
bulutuyum onun, oysa bana ay. O benim günüm, bense ona geceyim sanki. O canım
benim, ben bedeniyim âdeta, o güzelliğe, o parlaklığa hayranım hasılı.
Canım nasıl
olur da padişahımın aşkına doyar, o ilacıma o dermanıma ihtiyacı kalmaz?
Canımda öküz açlığı var benim.
Zevkim safâm
geçip gittiyse, aklım uykusuzluktan dağıldıysa gene de and olsun Tanrı’ya rûhum
ondan vazgeçmedi, gene de and olsun Tanrı’ya canım onun lûtfunu inkâr etmedi.
Ah, duyanı
olmayan duadan, şefaatçisi bulunmayan suçtan, günahtan, ilacı, hekimi ele
geçmeyen dertten; yüzüm, o gümüş bedenli güzel olmadıkça altın gibi sapsarı.
Ne vakit
olacak ki incimi elde edeceğim de hamd olsun Tanrı’ya diyeceğim, neşeli bir
halde o ağacın gölgesinde yatıp uyuyacağım,
Ne vakit
sevgilimi göreceğim de derdime derman arayacağım, gâh ona çektiğim ayrılığı
anlatacağım, gâh ciğerimin kanını göstereceğim.
Ey varlık, ebedîlik
denizinin incisi, sen Tanrı gibi ne de gizliymişsin, ne de göstermezmişsin
yüzünü. Herkesin hizmet ettiği güzelin, herkesin efendisi olan Şemseddin’in
şehri Tebriz’miş, orda tanınmış bilinmiş o.
Bahar geldi, sevinç,
neşe çağı erişti, kış geçti, katında bütün suçların, hataların yarlıgandığı
Tanrı lûtfuyla tehlikeli mevsimi atlattık.
Rabbiniz size
vahyetmede, gerçekten de suçunuzu yarlıgadık, elinizden çıkana tasalanmayın, razı
olun, şüphe yok ki razılık, huyların en hayırlısıdır demede.
Gizlice, yapayalnız, biz
onun lûtfunu biliriz diyen nice kişiler var, vazgeçin dâvadan, onun sırrını biz
biliriz, duyulup bilinen şeyle uğraşmayın.
Ey genç, gizli şey
şendedir, onu bilmeyenden isteme, gelip gidende arama; ortaya çıkan şeyden
fayda gelmez zaten.
Aşağılık kişilere bak,
niceleri hidayet nurunu gördüler, ay yarıldıktan sonra artık perdeleri kalkmaz
onların.
Ey Rabbimiz, ey lütuf,
ey kerem sahibi Rab, sen de acımazsan kim acır bize? Doğru yola götürmek de
elinde, kötü yola saptırmak da; bundan başkası zaten aldatma, aldanma.
Ey şevk, nerde arınıp
esenleşme? Ne vakte dek kafiyeyle uğraşacaksın? Bendedir tertemiz huylar,
ayrıca da kederleri, elemleri söndürür, yok ederiz.
Sözüm dağıldıysa beni
koruyan, görüp gözeten aşkım uzadı, yayıldı, aşk upuzun bir zaman bizim için,
üstün padişah da aramızda.
Bu bir sır ki dile
getirmek güç, bir kılıç ki parıldayışı pek fazla. Kuşluk güneşi gizlenemez,
ancak büyücü büyü yaparsa o başka.
Ey gözümüzü bağlayan
büyücü, sihirlerimize ulaştın; artık bizi hoş tut, yahut konakladığımız yeri
hoş gör, biz uykusuzluk diyarında konakladık artık.
Ey Mûsa’nm kavmi, biz de
sizin gibi çölde kaldık, siz nasıl yol buldunuz da kurtuldunuz, gizlemeyin
bizden, haber verin bunu bize.
*
Malımız, azığımız suya battıysa ne var?
Mennle selvâ bizim ya; Rabbimiz halimizi düzene koydu, yolculuk da güzelleşti
bize, konaklamak da.
*
Aşk bizi sevindirdikten sonra aldattı,
uğradığımız zararı sen lûtfunla gider, Peygamber, zarar vermek yoktur dedi.
Dediler ki: Hakkınızda
ne yapacağımızı düşünürüz, kulaklarınızı açarız, dayandığınız direkleri
yüceltiriz, siz insanların ışıklarısınız.
İşte size ulaşma
merdivenleri, işte o merdivenin ebedîliğe yükselen basamakları. Şu varılacak
yerden nimetlendir bizi, konduğumuz yerde ağırla.
Yaşayış gerçekten de
sizin yaşayışınız, ölüm gerçekten de sizin ölümünüz. Ahiret de sizin, dünya da;
işte bu şükredenin elde ettiği mükâfat.
Sus kardeşim, çok
söyleme, amma işin yoksa sözü çoğalt, umadur; sürü sevgi yelinin estiği yerde,
yok kaçıp sığınacak yer.
Ancak âşık kişiyi, adamı
aşka salanı, sarhoş ve aydın âşıkı al meclise, öylesine sarhoşu al ki külâhıyla
kemerini fark edemesin.
*
Söz söylemek, boyuna dövüş, savaş çıkarır
meydana; adam söz yüzünden Râfızî gibi her an Ali’yi Ömer’le savaştırır durur.
Sus, sözü kısa kes, o ay
yüzlüyü seyre dal. Öylesine aydır o ki aya göründü mü nurundan gökyüzünde ikiye
bölünür ay.
Ey ay yüzlü bey, ört
yüzünü. Ey âşıkm canı, köpür, coş. Bizi de kendin gibi kendimizden geçir de
kendinden geçmiş bir halde bir hoşça
seyret
artık bizi.
Yürü, can
gözünü aç da âşıklara bir iyice bak: Onlar gönül gibi altüst olmuş bir
topluluktur, can gibi başsız-ayaksız bir topluluk.
Hepsi de
kazançsız çalışıp çabalamada. Hepsi de tencere gibi kaynayıp coşmada. Hepsi de
perdesiz, örtüsüz; hepsinin de gönlü onun hükmüne karşı bir siper halinde, ne
gelirse kabul etmiş.
Gönülleri
bahçeden de daha neşeli, gülden de; hattâ selviden de daha hür onlar; akıldan
da, fikirden de üstünler, abıhayattan da temiz.
Kan
denizlerinin dalgaları üstünden geçip gitmişlerdir de o kan dalgalarından, o
kan köpürmesinden eteklerine bir zerre bile bulaşmamıştır, tertemizdir onlar.
Diken
içindedir onlar, fakat gül gibi. Hapistedir onlar, fakat şarap gibi. Balçık
içindedir onlar, fakat gönül gibi. Gece içinde kalmışlardır, fakat seher gibi.
Zerreler
gibi havadadır onlar, güneş kaftandır onlara. Balçığa ayak basmışlardır, gönlün
tam içinden baş göstermişlerdir.
Sen de bir an olsun
onların canlarına hemdem oldun, onların şarabını onların kadehinden içtin ya,
hoşsun, sarhoşsun, onların şarabıyla hayırdan da geçtin artık, şerden de.
Yeter oğul sus, her kuş
bütün bir inciri yutabilir mi? Dudu kuşunun yiyeceği şekerdir, karganmsa başka
şey.
Tanrı bizi bu âleme
niçin getirdi? Alemi gürültülere boğalım diye; zaten onun zinciri delileri daha
da deli eder.
Bu aşktan nerden aman
bulacağız ki gökyüzü bile o büyük yayda, âşıklar gibi altüst olup gerile
kalmış, gökyüzü bile onun tuzağına tutulmuş.
Şaşılacak derecede
güzel, şaşılacak kadar şuh bir aşk ki canımıza neşe verdi; evet, her gece
sarhoş, kendinden bile habersizce gel, gir kapıdan içeri.
Ey aşk,
kanımı içmişsin, sabrımı kararımı almışsın, senin geceleyin, gündüzün
yapageldiğin sınamalar yüzünden seher gibi gizlenmişim, ne gecem belli, ne
gündüzüm.
Lâtif bir
hale gelsem de cana dönsem bile nasıl olur da candan gizlenebilirim? Hattâ
yokluk âleminde yuvarlanıp gitsem o âleme bile bakar da görürsün beni.
Ey her
yokluk, katında varlıklara sandık kesilen, ey yoklukta varlığa kapı açan, bizi
yarattığın vakit yokluktan getirmedin mi sen?
Varlık
seninle hoş, senin sarhoşun, yokluğun kulağı da senin elinde, ikisi de senin
kulun, senin var ettiğin nesne; ikisi de hükmünü kabul etmişler, baş üstüne
almışlar.
Köşkü yık,
akıllıyı delirt, o şarabı kadehe dök de sun, ikisi de zarardan da kurtulsun,
tehlikeden de.
Ey tez, ey
güvenilir aşk, sana bir sarhoş selâm vermede, duy bu sarhoşun selâmını, taş
yürekli olma.
Mademki
onun elini sen kırdın, mademki uykusunu sen aldın; bâri gel de mahmurluğunu
dağıt, sarhoşların köyüne bir uğra.
Yıldız da
senin ay yüzünü görüp sarhoş olmuş, güzelim gökyüzü de, ey dilber, yüzün de
güzel, kaşın gözün, saçların da güzel; o bambaşka alımınsa güzelliğe de sığmaz,
ondan da üstün.
*
Gökyüzü ne senin gibi can Leylâ’sı
görmüştür, ne benim gibi güzel bir Mecnun; zaten böylesine Leylâ, böylesine
Mecnun da dünyaya hiç mi hiç gelmemiştir.
* Zaten
akıllı kişi, şu kapkaranlık balçık yurtta ancak senin gibi Mûsa gönlüne sahip
bir dilberin benim gibi de güzel bir Hârun’un bulunacağına, amma eşimizin de
bulunamayacağına inanır.
* Ey
şu yedi değirmenin tek mili, hem altın madenisin sen, hem kimya. Ey zamanenin
İsa’sı, gel de bize güzelim afsununu oku, dirilelim.
Delinmemiş
bir inciyim ya, neme gerek ham, neme gerek olgun; senin gölgende afyonunla
sarhoş olmuş, yatıp uyumuşum ben.
*
Zerreler, nağmenle oynarlarsa şaşılır mı
buna? İşte şuracıkta Mûsa’nm Tur’u da kendinden geçmiş, o güzelim yazı da
oynayıp duruyor.
*
A gönül, gönlünü hoş etmek için altın
toplamada, hüner göstermedesin; fakat altından, hünerden zenginleşmiş de sonucu
yere geçmemiş bir Karun gördün mü hiç?
O para, o
pul, görünüşte güzel görünür amma güzelliğe yol yoktur ona; güzelim panzehir
içinde gizli bir zehirdir, dağ yılanının zehri âdeta.
Yahut da
kâfirlerin mezarları gibi mihnetlerle, ağır yaralarla dopdolu; fakat dışardan
bakarsan atlaslara, ağır siyah kumaşlara bürünmüş, bezenmiş.
*
Ben senin o cim’e benzeyen kulağının, o
sad’a benzeyen gözünün, o elif gibi düzgün usûl boyunun, o nun’a benzeyen
kaşlarının yüzünden,
Evet, o harfler yüzünden can levhasına yazı
yazar bir talebe oldum, bu harflerle yazıları okumaya başladım; bu çeşit güzel
bir denizde gemi oldum, gemici kesildim.
*
Ululuk mancınığına sahip olan şu gök
kubbenin kemeri nerden bana benzeyecek; ey her yanı ölçülü güzel, senin aşkına
düşmüşüm ben, mîzân nerden bana eşit olacak?
Ey yüzlerce
sarhoşluğun temeli, dün baş çekerek nasılsın, vasfa gelmez, tarife sığmaz
güzelim, hayret âleminde hoş musun dedin.
Baş çeken
her kötülüğü, yüzünün adaleti tuttu, boynunu vurdu; zaten de o kötülük sen
yokken kendi kanını içmişti, bu cezaya müstahak olmuştu.
*
Ey Tebrizli Şems, öyle bir ersin ki
ululuğuna had yok, ululuktan da yüzlerce mertebe ulusun sen; benim canımsa
öylesine bir balık ki karnında senin gibi bir Yunus var işte.
Candan gönülden âşıksan
sevgilinin çevrini, cefasını çek; âşık değilsen yürü, parasız pulsuz çalış,
diken çekedur.
İnci gibi arı duru,
değerli bir can gerek ki bir dilbere yol bulsun, bu canların ayıbı olan canı
bedeninden çıkar da dâra çek.
Gâh karanlığa dalar, gâh
şaşırır kalır, şu candan bez, bezginlik yazısını çek üstüne.
Kendini görme, bana bak,
bak da gör, candan bir eser bile kalmadı bende; sen de bülbül gibi sarhoş ol,
varını yoğunu gül bahçesine çek.
Şu sert, şu serkeş felek
atı, rûhuna râm olmamakta; sen o tapının tez at koşturan süvarisisin alıştır
koşmaya şu atı, râm et onu.
Tek, eşsiz atlısın da ne
vakte dek eşeğe kulluk edeceksin? Eşek sana, eşek yükü taşı diyor, utanmıyor
musun bundan?
*
Yahudiler gibi korkak, töhmet altında
yaşamaktasın, o halde Yahudiler gibi sarığının üstüne samurdan bir sarı bağ
bağla da Yahudiliğin belli olsun;
Yahut da Yahudilikten
tövbe et, gözünün açılması için düşüncelerinin gözüne Mustafâ’nın ayağının
bastığı topraktan al da sürme gibi çek.
* Ne
de şaşılacak şey: Güz mevsimindeyiz, Güneş Hamel burcuna girdi. Kanım kaynamaya
başladı, beden ırmağında bir deve gibi oynamaya, bedeni de oynatmaya girişti.
Şu kan
dalgalarının oynayışına bak, mecnunlarla dolu ovayı gör. Şu görünmeyen işreti
seyret; ölüm kılıcından tamamıyla emin.
Leş bile
canlanmada, ihtiyar bile gençleşmede, bakır bile madenden sızmış hâlis altın
kesilmede. Şehrimizden gidenin yerine daha iyisi, daha güzeli gelmede.
Bir şehir ki
işretle, bollukla dopdolu. Her sarhoşun elinde bir kadeh; bu işret peşinde,
öbürü sıhhatte; afiyette. Bu süt ırmağı, öbürü bal nehri.
Şehirde bir
padişah olur. Bu şehirse ne acayip, padişahlarla dolu. Gökyüzünde ancak bir Ay
var, bu gökse aylarla, Zühallerle dolu.
Yürü yürü;
doktorlara, sizin orda işiniz yok de, çünkü orda ne bir hastalık vardır, ne de
kimse rahatsızlık yüzü görür.
Ne kadısı
var o şehrin, ne şahnesi. Ne beyi var, ne muhtesibi, dâva, düşmanlık, savaş,
nasıl olur da deniz üstünde yürüyüp gidebilir?
Ey gönül,
öylesine bir gönülsün sen ki lûtuflar sahibisin, ihsanlar sahibi; gönlüm
yüzünün güzelliğiyle huzura kavuşur güzelim benim. Ey lütfedip, kerem buyurup
gönlümün halini soran, ey soruşu gönlüme rahat, karar veren güzelim benim.
*
Senin ikramınla diriyiz ey iki âlemin de
kendisine râm olduğu dilber. Ey adının verdiği hayatla gönlün adına can
kesilen, onu dirilten güzel.
Gönül,
bedenin çevresinde bir halka oldu, sardı onu, bedenim gönlümle aynı hırkaya
girdi; sonunda şu ikisi de sende gark oldu ey gönüle
lûtuflarda
bulun güzel.
Ey gönlün
ayağını tutmuş beden, canın da yeri mi, gönlün de adı mı anılır burda? Gönlün
geceleri de seninle aydın, günleri de seninle kutlu.
*
Ey benim âşıkım, ey benim maşûkum, aşktan
başka ne varsa hepsini ver ateşe; sen beden cim’inde bir noktasın sanki, gönül
kadehindeki berraklığa benziyorsun.
*
Akl-ı Küll tapısından davul sesleri gelip
durmada; gökyüzü ordusu geliyor, şimdicek gönlün buyruğu da erişmede diye
bildiriyor.
O ordunun
kılıç vuruşundan, padişahın düşmanlarını öldürüşünden yazı da kanla doldu, yol
da; yol gönlün kanını içmede artık.
*
O saflar yaran saldırışlardan beden
şeytanlarının başları ezildi; hutbe padişahın adına okunmaya başladı; dîvân
gönlün buyruklarıyla dopdolu.
Ey konuşması
da, kulak çekmesi de şeker gibi tatlı olan güzel, bu terbiyeyle beni horlarsan
horlayışın da gönül ikramıdır bence.
Sırlarını gizlemeseydim
söylenecek neler söylerdim, neler söylerdim de bugün gönlün ileri gidenleri de,
geri kalanları da, herkes, herkes gönlümün ahvalini bilirdi, anlardı.
Dostlar bahar geldi,
selviliğe konalım da yüzüstü uyuyakalmış bahtı selviliğin bahtı gibi
uyandıralım.
Çimen gelinleri nasıl
bir hileyle ayaksız olarak yürüyüp koştularsa biz de hem ayağımız bağlı, hem de
adım atarak o gariplik yurduna gidelim.
Toprak yurdundan
kurtulan canın adı revandır (akan, yürüyüp giden). Biz de dizi bağlı canı
tutalım, onların kondukları yere götürelim.
Ey yaprak, elbette bir
kuvvet buldun da dalı yarıp çıktın. Ne yaptın da zindandan kurtuldun? Söyle,
söyle de biz de şu mahpushanede senin yaptığını yapalım, şu hapisten kurtulalım.
Ey selvi, boy atıp
yüceldin, yerden bitip yücelere çıktın. Ulu, sana ne seyir, ne seyran gösterdi?
Bilelim de biz de seyredelim.
Ey gonca, gül rengine
boyanıp çıktın, kendinden geçip geldin, geldin amma nasıl geldin? Söyle de ne
yaptıysan biz de onu yapalım.
Bu ak renk nerden, o
amber kokusu ne yandan gelmede? Nerde bu evin kapısı ki kapıcıya kullukta
bulunalım?
Ey bülbül, imdadına
yetiştiler, feryadına kul olayım. Sen gül yüzünden neşelisin, ben senin
yüzünden neşeliyim. O ihsana nasıl şükredebilirim ki?
Bahçenin Hızır’a dönmüş
selvisi, ey gizli sırlar söyleyen, söyle de kulağıma senin sözlerini inciden,
mercandan yapılmış küpe gibi takayım.
Gül bahçesinden sırlar
duy, harfsiz, sessiz hakikatler işit ey bülbül, o masalı anlayabilirsem sen de
sazına düzen ver, çal dur.
Kumrunun sesi aya dek
yüceldi, dudu şekere ulaştı, güzel, yeni nağmelerle ırlamada. Biz de canımızı
nağmelerle sarhoş edelim.
Ey gönülleri
aydın erlerin sâkîsi, sun kerem sağrağmı. Çünkü bizi yokluk ovasından bunun
için getirdin sen.
Sun sağrağı
da can düşünceden geçsin, şu perdeleri yırtsın; çünkü düşünce cana zarardır,
her an ömrü eksiltir.
* A
gönül, bahsetme ondan, sus, bilmezsin onun hallerini; a amcasının cancağızı, ay
gibisin amma yanağında onun beni yok.
Güzellik,
bilgi sahiplerinin güzelliğidir, o ben, ariflerin yüzlerindeki bendir; fakat
nerde onları görecek göz, nerde bunu anlayacak irfan, nerde o gül bahçesi,
nerde o koku, o kokuyu alacak burun?
*
Sonucu sirke olan şarap, surat ekşiliğini
giderir mi hiç? Arama bu şarabı, o şarabı ara; gam kadehi nerde, Cem kadehi
nerde?
Ey güzel
yüzlü sâkî, o şarabı sun ki hikmet çiçeklerini bitirir, can deniziyle beslenir,
gelişir, ordan gelir de insanın içini incilerle dolu bir hokka haline getirir.
Dök münkirlerin
başlarına, soğuk soğuk ah edişlerinin inadına dök o büyük sağrağı da bütün
soğuklukları yansın, erisin, bütün “hayıfları “evet” olsun.
Mecliste kimse
bulunmasaydı sözlerim daha da yüce olurdu. Ya nur ol, ya uzaklaş bizden, bu
kadar sitem etme bize.
Göz ağrısı gibi göze
yamandın kaldın, çevir yaprağı hoca, yoksa kalemi kıracağım ben.
Hay-huya düşen kişinin
bu hay-huyu elbette bir yerden geliyor, bir sebebi var. Ya padişah var, ya
ordu, bir yere tek başına bayrak dikilmez ya.
Yurt boş kalmaz, şu
bedeni gider benden, kurtar şu bedenden beni; can sarhoş bir halde balçığa
saplandı, korkuyorum, ayağım sürçecek.
Ey Tebrizli Şems, ey
güzel yardımcı, bizi gör gözet, ey yürürken ayağımıza kuvvet, ey hastayken
canımıza sıhhat olan.
Ey âşıklar,
ey âşıklar, ben toprağı mücevher haline getiririm. Ey çalgıcılar; ey
çalgıcılar, teflerinizi altınla doldururum.
Ey susuzlar,
ey susuzlar, bugüne bugün sâkîlik eder, şu kupkuru toprak yurdunu cennete
döndürür, Kevser ırmağı haline sokarım.
* Ey
kimsesizler, ey kimsesizler; kurtuluş çağı geldi, kurtuluş çağı geldi. Her gam
görmüş hastayı padişah yapar, Sencer’e çeviririm.
Ey kâfirler,
ey kâfirler, kilidinizi açarım; çünkü ben mutlak hâkimim, dilediğimi mümin
ederim, dilediğimi kâfir.
A yüce er, a
yüce er, elimizde bir mum gibisin sen; hançer olsan kadeh yaparım seni, kadeh
olsan hançer.
Bir katre
meniydin, kan oldun, sonra da bu çeşit usûl boylu bir güzel haline geldin. A
insan, yanıma gel de seni bundan da güzel bir hale getireyim.
* Derdi
neşe yaparım ben, sapığı yol gösterici. Kurdu Yusuf haline getiririm, zehri
şeker.
Ey kadehler, ey
kadehler, her kurumuş ağız şarap kadehinin dudağına benzesin diye ağzımı açtım,
sırrımı fâş ettim.
Ey gül bahçesi, ey gül
bahçesi, reyhanları nilüferlere eş edince gel benim gül bahçeme de gül al
benden.
*
A gökyüzü, a gökyüzü, toprağı amber yapıp
dikeni misk kokuları saçan bir hale getirdiğim zaman nerkisten de daha hayran
bir hale gelirsin sen.
Ey Akl-ı Küll, ey Akl-ı
Küll, ne söylersen yerinde, doğru sözlüsün; hâkim de sensin, hükmünü yürüten de
sen. Ben, bâri az dedikodu edeyim.
Ey âşıklar, ey âşıklar,
kadehi kaybettim; kadehlere sığmayan o şarabı içtim.
*
“Min ledün” şarabından sarhoşum; hadi,
yürü, beni muhtesibe gammazla; o şaraptan sana bir tadımlık getirmişim,
muhtesibe de.
* A
gerçekler padişahı, benim gibi bir münafık gördün mü hiç? Dirilerinle diriyim,
ölülerinle ölü.
Dilberlerle,
gül yüzlülerle gül bahçesi gibi açılıp gülüyorum, kış gibi soğuk münkirlere
karşı da kış mevsimine dönmüşüm, donmuş, buz kesilmişim.
A ekmek
isteyen, bir bana bak, and olsun Tanrı’ya, sarhoşum ben, hiçbir şeyden haberim
yok, fakat ne küpün çevresinde döndüm dolaştım, ne üzüm cibresi sıktım.
Sarhoşum
amma onun yüzünden sarhoşum; batmışım amma onun ırmağına batmışım. Onun
şekeriyle, onun gül bahçesinde gülbeşekere dönmüşüm.
Bir gün olur
da yüzünün aksi, sararmış yüzüme vurursa yüzüm, Rum ülkesindeki güzellerin
yüzleri gibi parlar, ay kesilir, Zencilikten kurtulurum.
Şarap
kadehine sarıldım, düşüncenin kanını döktüm, sevgilimle birleştim; fakat sen
görmezsin, perdenin ardmdayım ben.
Düşünceyi astım, çünkü
düşünce adama ayıklık veriyor. Bezmişim düşünceden, zaten de düşünce yüzünden
perişan olmuşum ben.
*
Devran benim devranım şimdi, kâinat bana
hayran. Seyranım mekânsızlık âleminde, hakikat kaanmdan buyruk getirmişim.
Bir başka can var
bedenimde, başka bir maden var canımda. Güzelliğimde bir başka alım var, izini
izledim onun, ulaştım ona.
Vakit daraldı bana, yürü
yürü, yola çıkma saati geldi dersen derim ki: Sen bu sözü diri olana söyle, ben
canımı Hakk’a ısmarlamışım, çoktan ölüp gitmişim ben.
Sus, bülbül doğana dedi
ki: Neden susuyorsun? Doğan, sen bakma sustuğuma dedi, padişah av avlarken tam
yüz ere bedelim ben.
Ey
gönül gibi hem benimle beraber olan, hem benden gizlenen, esenlik sana; sen
Kâbe’sin, nereye gidersem gideyim, sana yönelirim, sana varmak isterim ben.
Nerde
olursan ol; her yerde hazır nazırsın, uzaktan bize bakar durursun; adını andım
mı gece bile olsa ev aydınlanır.
Gâh
alıştırılmış doğan gibi elinin üstünde kanat çırparım, gâh güvercin gibi
kanadımı çırparak damına konmaya gelirim.
Gaibsen
niçin her an gönlümü incitip durursun; hazırsan ben ne diye gönlümde tuzak
kurarım sana?
Beden
bakımından uzaksın amma gönlümde gönlüne açılmış bir pencere var; o pencereden
ay gibi hırsızlamacasma sana haber gönderir dururum.
Ey bizden
uzak güneş, ışığını bize yolluyorsun; ey senden ayrılan her kişinin canı,
canımı sana kul köle etmedeyim.
Gönül aynamı
şuracıkta seninle cilâlamaktayım; kulağımı senin lütfedip söylediğin o güzelim
sözleri toplayan bir defter haline getirmedeyim.
Kulakta da
sen varsın, akılda da, gönülde de; fakat bunlar da ne oluyor ki? Sen bensin,
seni böylece tüm olarak övmedeyim, anlatmadayım.
A gönül, bu
macerada o dilber sana, senden bir şey eksilse bile ben tamamlarım onu diyordu
ya.
Ey derde
derman olan, hayran ol da bak, bir gör, şu anda bu şekillerden hangisine
koyacağım seni.
Gâh seni
elif gibi dümdüz bir hale getiririm, gâh çeşitli harfler gibi eğri büğrü
yaparım; bir lâhza pişkin, olgun bir hale gelmedesin, bir lâhza ham bir hale
sokmadayım seni.
Yıllarca yol
alsan gene de mühre gibi elimdesin; kendine râm ettiğin şeyden dolayı seni
sevindiren, sana neşe veren de benim.
* Ey
padişah Husâmeddin Hasan, sevgilime de ki: Canı senin kılıcın için bir marifet
kını haline getiriyorum ben.
Bu sefer büsbütün
âşıklığa sarıldım. Bu sefer ham sofuluktan büsbütün ayrıldım, sıyrıldım.
Gönlümü söküp attım, bir
başka şeyle diriyim şimdi. Aklı da ta kökünden, ta temelinden yakıp yandırdım,
gönlü de, düşünceyi de.
A insanlar, a insanlar,
adamlık beklemeyin artık benden; öyle düşüncelere daldım ki düşündüklerimi deli
bile düşünemez.
Deli, esrikliğimi gördü
de ağzından köpükler saçarak kaçtı benden; ecelle karıştım, kaynaştım ben,
yokluk âlemine uçtum ben.
Aklım tamamıyla bezdi
bugün benden, onu görmemişim sanıyor da beni korkutmak istiyor.
Neden korkayım ondan?
Onun için bir sûrete büründüm; nasıl olur da define olurum? Mahsustan bir
bucağa girdim, gizlendim.
Ne yıldızların kâsesine
aldırış ederim, ne feleğin sofrasına. Fakat yoksullar için nice kâseler yaladım
ben, ne aşağılıklara düştüm ben.
Eşeklerin
hasetleri, nazarları yüzünden, beden hapishanesinde kanlara gark oldum; kanlara
bulanmış eteğimi topraklara sürüyüp duruyorum.
Dünya
hapsine bir iş ucundan girdim; yoksa ben nerdeyim hapsolmak nerde? Kimin malını
çaldım ki?
Ana
karnındaki çocuk gibi kanla besleniyorum; insanoğlu bir kere doğar, bense kaç
kere doğmuşum.
İstediğin
kadar bak, dikkat et bana, fakat gene tanıyamazsın beni, çünkü az gördün beni
sen, halbuki benim yüzlerce sıfatım var.
Gözüme gir
de benim gözümle bak bana; çünkü ben kendime gözlerden dışarı bir konak
seçmişim.
Sen şarapla
sarhoşsun, ben şarapsız sarhoşum. Sen gülen bir âşıksın; fakat ben ağızsız,
dudaksız gülmedeyim.
Öyle tuhaf
bir kuşum ki acıktım da şu çayırlıktan uçtum; avcı da yoktu, tuzak da, tuttum
da kafese girdim.
Dostlarla olunca kafes,
bağdan da iyidir, bahçeden de. Yusuf'ların hatırı için kuyu dibinde konakladım,
orayı yurt edindim.
Onun derdinden ağlama,
hastayım diye dâvaya kalkışma. Ben, yüzlerce tatlı can verdim de bu belâyı öyle
satın aldım.
İpek böceği gidip gelir,
ipekler örer ya, sözümü dinle: Ben de bir ipek böceğiyim, belâlar örer, belâ
ipeklerini sarar dururum.
Beden kabrinde
çürümüşüm. Yürü, benim İsrâfîlime git; benim için Sûr üfürsün de dirileyim.
Beden kabrinde yata yata döküldüm, çürüyüp eridim, bittim.
Hayır, sen sınanmış bir
doğan kuşu gibi kendinden göz yum, tavus gibi, ağır kumaşlar giyinmişim deme.
Bana panzehir ver diye
doktorunun önüne baş koy, yalvar ona, çünkü bu yaman tuzakta ben ne zehirler
yuttum, ne zehirler içtim.
*
Can helvasını satan kişinin huzurunda
tatlılaşırsın, canın tatlı bir hale gelir; çünkü ben can helvasından, “gelin,
haydin” sesinden başka bir ses duymadım.
Seni
helvanın ta kendisi yapar ki bu, sana yüzlerce helva vermesinden daha da
iyidir. Zaten ben can helvasının lezzetini, onun dudağından başka bir yerden
tatmadım da, duymadım da.
Sus, çünkü
söz söylerken helva ağzından düşer. Benim bir koku aldığım gibi elbette herkes
sözsüz de bir koku alır.
Her koruk,
ey Tebrizli Şemseddin, gel, hamlıktan, tatsızlıktan için için inlemedeyim diye
feryada başladı işte.
Sevgilinin
gül bahçesinden geldim, mahmur gözlerime bak, meyhanecinin mahallesinden geldim
ben diye güzelim bir hayaldir, geldi gözlerime.
Diyor ki:
Sarhoşluğun sermayesi de benim, varlığın dileği; isteği de. Yukarı da benim,
aşağı da. Dönüp duran gökyüzü gibi geldim ben.
Ben oyum ki
ta yaratılıştan beri geldim, rûhla uzlaştım, kaynaştım; dönüp gittim, tekrar
geldim, pergel gibi bir noktanın çevresinde dönüp dolaştım.
Ben de gel
dedim, hoşlar geldin, safâlar getirdin; medet et, yardım et bana, yardıma
geldin herhalde. Dedi ki: Yardıma geldim, bu iş için geldim zaten.
Ayım ben,
ışığımsın benim; hem gül bahçesisin sen, hem su. Bunca yolu senin için aştım,
koşa koşa, ayakkabımı bile giymeden, sarığımı bile sarmadan geldim.
Gerçi hamsın
oğul, fakat kutlu adm sanın var; acı davranma, çünkü çok lûtuflarla geldim
sana.
Gülerek gir
içeriye, acılığı yok et. Ey güzelim acılık, sevin, önce diken geldim amma
güller vereceğim sana.
Gül, sabır darlığın, sıkıntının anahtarıdır
dedi de goncadan baş gösterdi; her dal, vebal yok, çünkü sabrettim de inciler
saçarak geldim demeye koyuldu.
*
Ey Nefs-i Küll, şekiller yapıp durma. Ey
Akl- ı Küll, kalemini kır. Ey arayan er, su üstünde ayak izini pek de arama.
Ey gönlü temiz âşık, akarsu
gibi arı duru bir halde yürü; çünkü bu dalgasız, duru su, her an canlara can
katmada.
Düğümsüz su, yel
yüzünden bir an için pul pul bir zırh giyinse bile deredeki suya kusur bulma,
onun ne korkusu vardır, ne derdi.
Nakışsızlıktaki
nakışları, şekilsizlikteki şekilleri gör. Her şeklin yüzlerce rengi, yüzlerce
kokusu var. Azıksızlıktaki azığa bak, her dalda bir İrem bağı.
O şekilleri bozan şekil
yok mu? Canın da kaynağıdır o, gönlün de. Ondan utancından beden eridi gitti,
can hareme kaçtı.
Şarabı, yeli
yüzünden nice hür kulları, nefeslerini maden gibi çekip sustular, karınlarını
dağ gibi şişirdiler.
Denizden mi
bahsediyorsun, inciden mi, yoksa acı hükmün, sert, dönmez takdirin, mutlaka
hükmünü yürüteceğinden mi? Sözlerle bir şey elde edemezsin, bayrağın altına
kadar at sür, yürü.
Bu yolu
acayip, ters bir yol bil. Bil ki mevkiyle ululuk, kuyu dibindedir bu yolda.
Dalgalanan kan denizine vardın mı kerem sofrasını kan içinde ara.
Ateşin
içinde su var, su içinde ateş gizli. Can, ateşine atıldı mı neşe içindedir.
Gönül, suyuna daldı mı nedametlere düşer.
Ey bize
nimetler veren, ayaklarımızı diret. Sen olmadıkça rahatlar, zahmetlerin ta
kendisidir, sıhhatler, hastalıktır ey sevgili.
A gökyüzü, bu dönüşü o
ay yüzlüden öğrendim ben, onun güneşine zerreyim, bu titreyip oynamayı ondan
belledim ben.
Hey yüzünün
örtüsü ay olan, hey arkında can ırmağı akıp duran sevgili... Yüzüstü koşa koşa
gitmeyi o ırmaktan öğrendim ben.
* Gül
bahçesi bana, bu nâfeyi nasıl da aşırdın der durur. Ben bir arslanım ki nâfe
kapmayı onun ceylanından öğrendim.
* Şimdicek
şu güzelim ip canbazlığım ben de kabak gibi onun bahçesinden, onun kurumuş,
bükülmüş hurma dalından, onun alnına dökülen büklüm büklüm saçlarından
öğrendim.
Şu dünyanın
bütün resimlerinden, nakışlarından gözümü de yumdum, ağzımı da; bu yüzden de
renksiz, kokusuz, şaşılır bir ressamlık belledim.
Onun ihsanı,
onun o cömertliği, o yaratıcılığı gözlerimi açtı da o lütuf, o ihsan sahibinden
öğrendim anbean can vermeyi.
*
Uykuda cihet olmaksızın gidersin,
cihetsizliğe yol alırsın; uyanıkken altı yöne yürüme, cihetten söz etme; çünkü
cihetten de ayrı bir yön belledim ben.
Gerçekten de kapınızı
açtık, dostlarınızı kendinizden ayırmayın, uzaklaştırmayın onları; sizden
ayrılana da hayıflanmayın, elbiselerinizi kirletmeyin, temiz olun.
Hamd olsun Tanrı’ya
lütfetti de dayandığım dinin sayesinde, kendisini övme kudretini ihsan etti
bize; artık kapatmayın kapılarınızı.
A dostlar, hüzünlemeyin,
sizi kâra kavuşturdum, zengin ettim sizi; düzene kaçıp kimseyi aldatmayın. Güç
verdim, kuvvet verdim size, yüreklendirdim sizi, korkmayın, adınızı sanınızı
aşağılatmayın.
Rabbim, aç
gönüllerimizi; Rabbim, yücelt kadrimizi; Rabbim, göster dolunayımızı; tapmayın
uydurduğunuz yalancı Rablere.
Ondan başka Tanrım yok
benim, bütün yaratıklar, hayrına, lûtfuna nail olmuştur; ihsanı, vaadini yerine
getirmiştir; siz de sizden sonra gelen soylarınızı mahrum etmeyin.
Sözden gönül
kokusu gelir, gönül de sözden belirir, meydana çıkar; öyle söz söyleyin ki
kabul edilsin, sizinle düşüp kalkanları rüsvay etmeyin.
Ey Cem’in
kadehi gibi tertemiz yürüyüp giden, ey o ay yüzlünün aşkıyla töhmet altına
giren; bu ölüm, zaten senin temizliğini meydana çıkarır, o kadar gam yeme.
Ey
cancağızım, canım canınla beraber kan denizi içinde araştırıp durmada, bakalım
inciyi kim elde edecek, kim elde ederse meydana çıkacak a amcasının canı
ciğeri.
Ben nasıl
göz yumarım, nasıl ümitsiz bir hale gelirim o inci denizinden ki can denizinin
kıyısından andan ana, durmadan muştuluk geliyor.
Ben aşka düştüm de
tembelleştim, o
tembellikle üstünlükten
de geçtim, üstünlük dâvasından da; çünkü padişahın aşkıyla az, çok olmada, çok
az sayılmada.
Gönül göğü,
onun sofrasından şarap içti de yüzü sarardı; aşkı, benzimi görünce bu
bizdendir, bizimdir diye seçti, ayırdı beni.
O renkten
renge girmeyen padişahın aşkıyla renkten renge giren şu yüzüme bak; gâh gamıyla
safran gibi sapsarı, gâh utançtan bakam gibi kıpkırmızı.
Ben
varlığımdan tamamıyla sıyrıldım, tam yok oldum da Tanrı tercümanı kesildim;
ister sarhoş olayım, ister ayık, artık, eksik, onun sözünden başka bir söz
duyamaz kimse benden.
* Mısır
pazarına girdim, bir ulu kişinin katma dek gittim; bir Yusuf yüzlü gördüm,
gördüm de gafletle bu kaça dedim.
Mısır azizi,
sen âşıksın dedi, onu bağışladım sana; bu ya olağanüstü ihsanmdandı, ya
cömertliğinden, ya kereminden.
Bense kadrini bilmedim onun, bu isteği
heves sandım; ah ayrılığıyla çektiğim hasretten, ah gafletimden, ah ne de
pişmanım şimdi.
Ey gücüyle,
kuvvetiyle yüzlerce olmayacak şey gerçekleşen sevgili, and olsun Tanrı’ya iki
dünyada da senin gibi işe sarılıp başaran, kesin olarak derim ki yoktur.
*
Ey Tebriz bu ululamayı sen, ta Elest
deminden elde etmişsin; hem de benim övündüğüm Şemseddin’den ta önceden kalem
yazmış bunu ve kurumuş artık kalem.
Bahar geldi dostlar,
bahçede konaklayalım, kalkın da yeşillik gariplerinin başlarına çizginelim.
Arılar gibi çiçekten
çiçeğe uçalım bugün, uçalım da şu dünya bal kovanının altı bucağını da mamûr
bir hale getirelim.
Bu kaleden bir elçi
geldi de davulu gizli dövme diye buyruk verdi; biz de aşk davulunun dövüldüğü
yeri naralarımızla yıkalım artık.
Gökyüzünden gelen sesi
duy: Kalkın ey deliler. Canım feda olsun âşıklara, bugün saçalım canlarımızı.
Zincirleri koparalım,
her birimiz bir demirci; demircilerin kerpeteni gibi ateş yakılan yere gidelim.
Gönül ateşini,
demircilerin ocağı gibi körükleyelim de bu nefesle demir yüreklileri
fermanımıza râm edelim.
Şu âleme bir ateştir
salalım, şu gökyüzünü birbirine katalım, şu ayak direyen aklı fırıl fırıl
döndürelim de kendimiz gibi başı dönmüş bir hale getirelim.
Başsız-ayaksız bir
topuz, gâh meydanın uçundayız, gâh başında; başımıza buyruk olmak nerde, biz
nerdeyiz, nasıl olur da dileriz de şunu yaparız, isteriz de onu başarırız?
Hayır hayır, biz tıpkı
padişahın elinde dönüp duran bir çevgeniz, yüz binlerce topu padişahın
ayakucuna yuvarlamaktayız.
Susalım, susmak da
delilikle aynı hamurdandır; şu akıl denilen nesne, öylesine bir ateştir ki onu
pamuğa sarıp gizliyoruz biz.
Gene yeni bayram gibi
gelip çattım, zindanın kapısını kırmaya, insanları yiyip sömüren şu feleğin
dişlerini dökmeye geldim ben.
*
Topraktakilerin kanlarını içen şu susuz
yedi yıldızın sularını ateşe yakmaya, yellerini yatıştırıp söndürmeye geldim
ben.
Evveline
evvel olmayan padişahın katından bir doğan gibi uçtum, dudu kuşunu yiyen puhuyu
yıkık bucağında parçalamaya geldim ben.
*
Ta başlangıçta padişaha can vermeyi
ahdettim; ahdimden peymanımdan dönersem canın beli kırılsın. Bugün tıpkı
Asaf’ım, buyruk kılıcı elimde, baş çekenlerin başlarını padişahın huzurunda
kırıp vuracağım ben.
Bir iki günceğiz
âsîlerin bağlarını bahçelerini yeşermiş görürsen gam yeme, gizli bir yoldan
onların köklerini sökeceğim ben.
Cevirden,
cefadan başka bir nesneyi, yahut nâmert zalimden başkasını kırıp dökmem ben;
zerre kadar tadı tuzu olanı kırar dökersem kâfir olayım.
Nerde bir
top varsa onu birlik çevgeni yuvarlar, meydana gelmeyen topu çevgenle vurur
kırarım ben.
Meclisinde
oturdum, lûtfu gibi işe sarılmasını da gördüm, şeytanın bacağını kırmak için
yolunda
ücretli bir amele oldum.
Padişahın
eline düşünce bir habbeyken maden kesildim, öylesine ağırlaştım ki şunu iyi
bil, beni teraziye koysan kefesini kırarım.
Benim gibi
sarhoş olmuş, yerlere yıkılmış birini nasıl evine alıyorsun, şu kadarcık olsun
bilmez misin ki ben şunu kırarım, onu dökerim.
Bekçi, hey
ne yapıyorsun derse üstüne şarap kadehini döküp saçarım, kapıcı elimi çekerse
elini kırarım onun.
Gökyüzü,
gönlün çevresinde dönmezse onu tutar, kökünden söker atarım, felek alçaklığa
kalkışırsa boynunu kırarım.
Kerem
sofrasını yaymışsın, beni de kendine konuk etmişsin; iş böyleyken ekmeği tutar,
bir ucundan bir parçacık koparırsam ne diye kulağımı burarsın?
Hayır hayır,
senin sofrandayım, baş konuğunum senin; konuğa bir iki kadeh şarap sunayım da
utancı gitsin.
Ey canımın içinden bana
şiirler söyleten, ağzımı yumar, susarsam korkarım buyruğuna uymamış olurum.
*
Tebrizli Şems’ten şarap gelir de sarhoş
olursam hiçbir şeye aldırmam, yürür, Zühal yıldızının bile direğini kırarım.
Yüzünü göreli ey bana ay
olan, aydın ışık kesilen sevgili, nerde oturursam oturayım, neşeliyim, nereye
gidersem gideyim, orası gül bahçesi bence.
Padişahın hayali görünen
her yer, bağdır bahçedir, seyran yeridir; nereye varırsam varayım, orda bir
işret meclisi kurmaktayım.
Şu altı kapılı tekkenin
kapıları kapalı bile olsa o ay yüzlü dilber, mekânsızlık âleminden doğar,
penceremden başını sokar, gene girer içeriye.
*
Girer de hey der, esenlik sana, yüz türlü
meze getirdim, yüz türlü şarap getirdim sana; padişahım ben, padişahlar
padişahıyım, sipâhân (atlı asker, ordu, Isfahan) perdesinden nağmeler
çalmadayım.
Apaydın güneşim,
perdeleri bir hoşça yırtarım ben. İlkbaharım, dikenleri sökmeye geldim ben.
Gece gündüz zevk, işret,
seyir, seyran, neşe, çalgı isteyen, bilsin ki ben şekerlerin tadıyım,
bademlerin yağı.
Sözünü tekrarla derim,
ersin, lûtufla, kereme yeni baştan başla; hadi. Şu mahzun olmayışının sebebini
anlat, anlayışım az, aklım biraz kıt.
O ağır işiten kulak der,
başkalarının kulaklarından daha iyi; bu senin kulağın, öbürlerinin
kulaklarından yüz kere daha üstün, çünkü onların kulaklarında hava var, senin
kulaklarındaysa ben varım.
*
Yürü yürü, devlet sahibisin, yaşayışa
cansın, zevksin, işretsin. Rıdvan’sın, hurisin, cennetsin sen, çünkü eteğimi
tuttun benim.
*
Dağ da sensin, Zümrüdüanka da, sağlam ip
de. Su da sensin, suvaran da sen; benim hem bahçemsin sen, hem selvim, hem
yaseminim.
Gökler önünde baş kor,
melekler kanatlarını yayar; gönül sana der ki: Sana karşı mumum ben, fakat
başkalarına karşı demir.
Dün o sevgili başıma bir
altın taç giydirdi, ne kadar vurursan vur, o şarabın sarhoşluğu, o şarabın
mahmurluğu gitmez başımdan.
Ebedîlik külâhını diken
padişah, gece giydiği külâhı başından çıkardı da benim başıma giydirdi, hasılı
ne diyeyim, ebedî olsun.
Başla külâh kalmazsa ay
gibi tamamıyla baş kesilirim; çünkü mahfaza sedef olmayınca incim daha da
parlak görünür.
İşte buracıkta başım,
buracıkta da ağır gürz; sınamak için bir vur, eğer şu kafatasımı kırarsa bil ki
akıldan da daha tatlıyım ben, candan da.
Kabuğu seçen cevizin içi
yoktur; o benim peygamberimin badem helvasından nasıl zevk alabilir ki?
Onun cevizlerle,
bademlerle, şekerlerle yoğrulmuş badem helvası, hem dilimi, damağımı
tatlılaştırır, hem gözlerime nur verir.
*
Oğul, içi buldun mu kabuğa bakmazsın,
İsa’nın bulunduğu yere geldin mi artık eşeğim nerde demezsin.
A canım efendim, niceye
bir külâhtan bahsedeceksin? Tut ki sürüden bir eşek eksik olmuş, ne çıkar?
İriyarı atlımı seyret benim, arık atıma bakma. Aşıkın gücü kuvveti, iriliği,
sağlamlığı, sevgilinin gücünden, kuvvetinden gelir; çünkü âşıkların ululuğu,
büyükler büyüğü Tanrımdandır benim.
*
Ey dertlere düşüp ah eden, ah ah deme,
Allah de. Ey canın yetiştirdiği Yusuf’um, kuyudan bahsetme, mevkiden bahset,
devletten bahset.
Ey aşk, beni put gibi
kırıp döktün, kadıya götüreceğim seni; benden kimsecikler tanık istemez, çünkü
şâhidim (güzelim) ben, borçlu değilim.
Hüküm
verilen de sensin, hüküm veren de sen. Gelecek zaman da sensin, geçmiş zaman
da. Öfkelenen de sensin, razı olan da; sonucu, andan ana, çeşit çeşit
görünürsün sen.
Ey güzelim
yüce aşk, ben senim, sen de bensin. Hem selsin, hem harman, hem neşesin, hem
dert, hem de gam.
Şunlar da
senden ibaret, bunlar da. Bundan da münezzehsin, ondan da. O geniş yazı da
sensin, o dağ da sen, kerem ovası da sen.
Yakınların
tatlılığı da sensin, onların sarhoşluğu da sen. İnciler saçan deniz de sensin,
altınlarla, paralarla dolu madenler de sen.
Söz söyleme
aşkı da sensin, susma sevdası da sen. Anlayış da sensin, kendinden geçiş de
sen, kâfirlik de, hidayet de, adalet de, sitem de sen.
Ey
padişahlar padişahlarına padişah olan, ey akıl, ey can ülkesine taht kuran, ey
yüzlerce eseri, nişanesi olduğu halde izi belirmeyen, yüzü görülemeyen, ey
yokluk denizi, mahzeni olan.
Sana karşı
güzellerle çirkinler, iğnenin önündeki resme benzerler; dilersen kâğıda o
iğneyle güzel bir resim yaparsın, dilersen çirkin; sonra da onları ölümle,
hastalıklarla yırtar atarsın.
Resimler
aynı kalemden çıktıklarını bilselerdi, her resim öbürüyle sütle bal gibi
kaynaşır, birleşirdi.
Senin
civarında can vermek için sana doğru gelene gayretin, git der; lûtfun, evet,
beri gel diye çağırır.
Fakat lûtfun
aşırıdır, âşıkı çektikçe çeker kendisine; aydınlık nasıl karanlıktan üstünse
lûtfun da kahrından artıktır, kahrından üstün.
Herkesi bir
vehim, bir hayal, peşine takmıştır, yerden yere çeker durur; fakat o hayal ordularını
çeken de sensin, senin elindeki bayraktır.
Ey mülk
sahibi, ey devlet ıssı, derken bir başka hayal getirirsin de evvelkinden
ululuğu kapar, onu, buna tutsak edersin sen.
Her an can ülkesinden
bedene bir hayal gelir de kısmetleri dağıtandan habersiz, çocuklar gibi
“kal’a
bizüm” der.
Susayım, ağzımı yumayım
da şu dünya karmakarışık, darmadağın olmasın; zaten de söze sığmıyorsun artık
fazla eksik ne söyleyeyim?
Şu dünyanın kararı,
sebatı yoktur, niceye bir balçıkta karar edip duracağım. Sevgilimin benim
sevgime ihtiyacı bile yok.
Kara toprak değilim ki
yel essin de tozutsun beni; gök kubbe değilim ki boz renkli hırka giyineyim.
O, benim pazarımken,
dükkânımken niçin dükkân tutayım? Can padişahıyım, niçin kul gibi görüp
gözeteyim, hizmet edeyim?
Dükkânı
yıkayım, benim dükkânım onun sevdası; lâ’l madenini buldum, artık nasıl
dükkâncılık ederim?
Başım yarık
değil, neden bağlayayım başımı, söyle. Dünya hekimiyim, ne diye hasta
göstereyim kendimi?
Gönül
bahçesinde bülbülüm, baykuşluğa kalkışırsam ayıptır bana. Onun gül bahçesinde
bir gül fidanıyım, dikenlik edersem yazıktır bana.
Padişaha
yakın oldum, adam olmayanlardan uzaklaşmam gerek. Mademki aşkına kavuştum,
kendimden bezmeliyim ben.
Elimi bir
işe atarsam bağlar zincirle ellerimi; ayık durayım diye niyetlenirsem şarap
küpünde boğar beni.
Ey hoca,
şarap kadehiyim ben, nasıl olur da bir gönlü gamlandırırım? Evin mumuyum,
ışığıyım, nasıl olur da evi karartırım?
Bir gececik
gel, konuk ol bana da ay değirmisini önüne koyayım; gönlünü bana ver de sana
lûtuflar edeyim, gönlünü alayım.
Aşkta cansız
bir hale gelirsen canın da ben olurum, cihanın da; bu da yeter sana. Hırsız
sarığını aşırırsa sana ben sarıklık ederim.
Başkasına
gönül verme, benim gibi bir inci bulamazsın. Kolayca gel, gir içeriye, gam yeme
de ben senin gamını yiyeyim, senin kaydına kalayım.
Nefsimi
tembellikten, usançtan kurtardım, rûhumu korkudan arıttım; ecelsiz ölüm olmaz,
halbuki ben ölüme de kumanda ediyorum, ona da buyruğumu yürütüyorum.
Şükrüm
lezzetlerinedir, sabrım âfetlerine; ey sâkî, kalk, sun şarabı da içeyim, sarhoş
olayım.
Şarap,
kaynatıp yaptığım şarap; zevk, neşe muştuladığım zevk, muştuladığım neşe.
Üzümüm olgun, niçin koruk sıkmaya düşeyim?
Ey görüş
sahibi çalgıcı, seher çağına dek şu perdeyi vur, şu perdeden çal: Diri kaldıkça,
başım sağ esen bulundukça ne vakte dek leş kesileyim?
Tut ki bu gece, gece kuşusun, yahut da bir
güzelin kucağındasın; periler gibi uykusuz kalıver, uyuma da ben raks edip
oynayayım, olmuş, olacak, her şeyden haber vereyim.
And olsun ki
temel direklerimiz kuvvetlendi, delillerimiz apaçık bir hale geldi; hamd olsun
padişahımıza, arslanım ben, ne diye sırtlanlık edeyim?
Zevk, safâ
geldi, hüzünler gitti; şükürler olsun lûtuf, kerem ıssı, dilekleri veren
Tanrı’ya; ey müşteri, diz çök de ben satın alayım seni.
Tanyeri
ışıdı ışıyalı tef çalmadayım, düğünüm var çünkü, duvağı ateşlere vuracağım,
yakıp yandıracağım, ne vakte dek örtünüp duracağım ben?
Tanyeri gibi
ben de şu duvaklarla örtülü gökyüzünden bir bucağa çekildim, Arş ıssını konuk
ettim, kâinata cebbarlık edeceğim, herkesin sınık gönlünü onaracağım artık.
Ev, evi
olmayanındır, mal, malsızın. Sus, susarsan senin için söz söylerim ben.
Tebrizli Şems’le aynı huya sahipsem,
yıldızımız birse güneş gibi altı yöne de nurlar saçmam, altı yanı da ışıklara
boğmam gerek.
Çok cehd ettim, iyilik
aynası olmaya çalıştım; fakat ben çalıştıkça sen bir şarap yurdu, bir meyhane
olmamı takdir ettin, böyle hükmettin.
Her derde devâ olmak,
çatlak kemikleri bile onaracak bir hekim haline gelmek için has kişilerin
meyhanesi oldum, dalgıçlara deniz kesildim, noksansız bir güneş oldum.
*
Melek şekilleri yaptın da şu balçık yeryüzünde cilvelendirdin, yücelettin onları; yakınlık iksiri olayım diye
de beni tuttun, uzaklara attın.
*
Hârûtluğu yalımladın, nice kişilere büyü
öğrettin; beni de karanlıkların mumu olayım diye böylece yakıp yandırdın.
*
Türk daima Türklükte bulunur, Tacik
Taciklikte. Bense bir an gelir Türk olurum, bir an olur Taciklik ederim.
Gâh padişahların tacı
olurum, gâh şeytanların düzeni. Gâh çevik akıl kesilirim, gâh çelikçomak
oynayan çocuk.
Yüzündeki kızıllık ben
olayım, saçındaki incelik ben olayım diye ikiliğin kanını döktüm de tek
Yusuf’la kaynaştım, birleştim.
Kapımda düşüp yıkılan
sarhoşu asla sürüp kovmam; evimde şarap varsa korum önüne, otururum onunla,
beraber içmeye koyulurum.
Konuğum olan sarhoş,
canımdır, benimdir o, tacımdır benim, padişahımdır benim o; kalksın başımın
üstüne otursun benim, o derece azizdir bana.
Dostum, yakınım, beni
sarhoş et; az sarhoş olduğum günü ömrümden saymam ben.
Ömrümü altın gibi şaraba
vakfettiğimden sâkîden başkasının yüzüne bakmam, sâkînin buyruğundan dışarı
çıkmam.
Nice bir deneyeyim
kendimi, nice bir sınayayım şu akıllı, düşünceli canımı; sarhoş olduğum gün
gemiyim, gezer görürüm, halbuki aklı başında olduğum gün demir atmış gibi
kalakalırım.
*
Beden şarabı nerde, can şarabı nerde? Gök
nerde, ip nerde? Sen sonu gelmez hayırsız kadehle sarhoşsun, ben Kevser
havuzunun şarabıyla sarhoşum.
Sarhoş vardır, kusar;
sarhoş vardır, uzağı yakın eder, yeryüzünde yollar aşar. Bu, yeryüzünde hor,
hakirdir; o, gökyüzünde ağırlanır, sayılır.
Ey kervanbaşı,
sarhoşsan, gönlün aydınsa bu gece uyuma; sus, sus ey keremlerin ta kendisi, şu
şaraptan iç.
*
Kendine gel; öyle şaşkın şaşkın bakma şu
sapsarı yüzüme; Mekkeli olan bilir ki ben Bathâlı’yım.
O gönüller alan lâle
yüzlü güzelimin yüzünden
benzim safrana dönmede;
neşeme neşe katan o güzelin yüzünden her an işim gücüm artıp durmada.
Gönlüm kara
benzedi, her lâhza eriyip gidiyor; orayı isteyip durmada gönlüm, çünkü ben
oralıyım.
Hayat nerde
daha fazlaysa, nerde daha düzgünse insanlar orda daha fazla kendilerinden
geçmişlerdir. İstersen gel de bana bak; canın çalıp çağırmasından deli divane
oldum.
O kar, her
an erimekteyim, sel oluyorum da çağlaya çağlaya denize gidiyorum, ben denizim,
denizdenim demekte.
Ben de
yalnız kaldım da durgunlaştım, dondum, cansız bir hale geldim; kar gibi, buz
gibi belâ dişlerinin altında ezilip çiğnenmedeyim.
Su gibi
düğümsüz bir hale gel de dişlerin zahmetinden kurtul; düğümlendim mi elbette
beni döversin, ezersin, çiğnersin.
Kendine gel de bırak şimdi kar suyunu,
hâlis şarapları seyret, kaynayıp coşuyorlar, keskiniz, kavga, gürültü
çıkartırız biz diyorlar.
Çok söyledim
a babam; bilirim ki sen şu kadar bilirsin ancak: Ben ney gibi başsız-ayaksızım,
o neyzenin elindeyim ben.
Her an daha
fazla coşmadayım, daha fazla atılmadayım, daha fazla köpürmedeyim, akıl gibi
kanatsız uçuyorum, çünkü yücelerdenim ben.
Benden
usandıysan zamanın padişahına bak, onu gör de sana ıssılık versin; o helvacı
güzelim, seni tatlılaştırsın.
Ey varlığı
olmayanların varı yoğu, ey dertliler dermanı, ey ben Kafdağı’ndanım,
Zümrüdüanka’ya mensubum diye canı uçuran güzel.
Yeter artık,
susayım, susayım da bu çeşit konuşmayı bırakayım, fakat o susmayacaktır, bu
sözleri söyleyecektir, zaten ben dudu kuşuyum, onun aşkıysa şeker, şeker
yüzünden söylemeye koyuluyorum.
— N —
Ey sevgilim,
ey sevgilim, ey aman nedir bilmeyen sevgilim. Ey dilberim, ey gönlümü alan, ey
bana mahrem olan, benim gamımı yiyen.
Ey
yeryüzünde bize ay olan, ey gece yarısında bize seher kesilen, ey tehlike
anında siperimiz, ey benim şekerler yağdıran bulutum.
Canımda ne
de güzel akıp durmadasın, derdime ne de güzel derman olmadasın. Ey benim dinim,
ey benim imanım, ey benim incilerle dolu denizim.
Ey gece
yolcularına meşale, ey deli âşıklara zincir olan, ey her kafilenin yöneldiği
kıble, ey kervanbaşım benim.
Hem yol
kesensin, hem kılavuz. Hem Ay’sın, hem Müşteri. Hem bu yandansın, hem o yandan.
Hem dayandığım bucaksın, hem güvendiğim yer.
*
Yusuf Peygamber gibi geliyor, müşteri
istiyorsun. Mısır’ımı, pazarımı ateşlere yakmaya geliyorsun sen.
* Tur
Dağı’mda Mûsa’sın, her hastama şifalar veren İsa. Hem nurumun fevrine nursun,
hem Ahmed-i Muhtâr’ımsın benim.
Hem zindanda
munissin bana, hem gülen devletlimsin. And olsun Tanrı’ya, bunların da yüz
mislisin, ey benim çok çok övdüğümden de fazla övüşe lâyık sevgilim.
Bana bu yana
sıçra diyorsun, diyorum ki: Nasıl geleyim tapına. Diyorsun ki: A benim
düzenbazım, a benim kulum, bahane bulmaya kalkışma.
Diyorum ki:
Padişahlara lâyık, sayıya sığmaz bir hazinesin. Diyor ki: Evet, fakat bedava
elde edilmez; can isterim, hem de ne can. Diyorum ki: Pekâlâ, hadi, hafiflet
yükümü.
* Hazine
istiyorsan baş koy, aşk istiyorsan can ver; safa gir, geri dönme ey benim
Hayder-i Kerrâr’ım.
A bağcı, a
bahçıvan, güz geldi, güz geldi; dallarda, yapraklarda gönül derdinin eserlerini
gör, nişanelerini seyret.
A bahçıvan,
dikkat et de dinle, ağaçların feryadını içercesine duy; her yanda dilsizce
ağlayıp feryat eden yüzlerce can var, yüzlerce can.
Gözler
sebepsiz yaşarmaz, dudaklar sebepsiz kurumaz, gönlünde bir dert olmadıkça
kimseciklerin yüzü safran gibi sararmaz, safran gibi sapsarı kesilmez.
Hasılı gam
kuzgunu geldi, hayıflanarak nerde gül bahçesi, nerde diye sorarak bahçeye ayak
bastı.
Nerde süsen,
nerde ağustos gülü, nerde selviliklerin lâleleri, nerde yasemin? Nerde çayırın,
çimenin yeşiller giyinen güzelleri, nerde erguvan, nerde erguvan?
Nerde meyvelerin dadıları, nerde bedava
bal, süt? Herkesin canı, ciğeri kupkuru, süte hasret çekip durmada.
*
Nerde işi gücü tatlı bülbül, nerde o kû, kû
diye öten üveyik kuşum benim? Nerde güzeller gibi yakışıklı tavuslar, dudular
nerde, dudular nerde? Adem gibi bir buğday tanesi yediler de sanki cennet
köşkünden ayrıldılar; bu sınama yüzünden taçları başlarından uçtu, bu sınama
yüzünden elbiseleri üstlerinden döküldü. Gül bahçesi Adem gibi mahrumiyetlere
düştü, hem ağlıyor, hem bekliyor; bütün sözü de lûtuf ve kerem sahibinden ümit
kesmeyin, ümit kesmeyin lûtuf ve kerem sahibinden sözü.
Bütün
ağaçlar saf kurdular, hepsi de yaslı, siyah elbiseler giyinmiş. Bir yaprağa
bile sahip değiller, hiçbir şeycikleri kalmamış, bu sınanma yüzünden ağlayıp
feryat ediyorlar, feryat edip ağlıyorlar bu sınanma yüzünden.
Ey leylek,
ey köy ağası, lûtfet de bir cevap ver soruma, yere mi geçtin, yoksa göğe mi çıktın,
göğe mi?
A düşman
kuzgun dediler, o su gene akar gül bahçesine, âlem gene renkle, kokuyla dolar,
tıpkı cennetler gibi, cennetler gibi tıpkı.
A saçma
sapan söylenip duran kuzgun, üç aycağız dayan hele; sen körsün, senin inadına
gene dünyanın bayramı gelir, gelir gene bayramı dünyanın.
*
İsrâfîlimizin sesiyle kandilimiz
aydınlanır; o can güneşinden ayrılıp ölmüşken gene diriliriz, o güneşe benzeyen
merhametli canla gene hayat buluruz.
Ne vakte dek
sürecek bu inkâr, bu şüphe? Güzellik madenisin sen, tadın tuzun yerinde;
gözbebeği gibi merdivene muhtaç olmadan uç göğe, uç göğe bakış gibi
merdivensiz.
Canavara
benzeyen güz ölüyor, mezarını çiğner, tekmelersin elbet, bekçi bekçi, işte
şimdicek devlet sahibi doğuyor.
*
Ey sabah, aydınlat dünyayı, şu Hintlileri uzaklaştır,
zamanı ısıt, afsun oku, afsun oku.
* Ey
işi gücü güzel Güneş, gene gel Hamel burcuna, ne buz bırak, ne çamur, amberler
saç, amberler.
Gül
bahçesini gülüşlerle doldur, dirilt o ölüleri, mahşeri de aydınlat, hem de
şimdicek apaçık, apaçık hem de şimdicek.
Tohumlar
hapisten kurtulmuş, biz de evlerin bucağından kurtulduk. Bahçe gayb âleminden
yüzlerce armağan getirmiş, yüzlerce armağan.
Gül bahçesi
yüzlerce güllerle dolar, dedikodu biter, zaman doğurmaya başlar, babalık eder
zaman, doğurtur.
Leylek, gök
gibi yüce köşkün üstüne, lek lek diye öterek senindir mülk, ey yardımı dilenen,
ey yardımı istenen diye öterek gelir, konar.
*
Bülbül berbat çalarak, üveyik kû, kû
diyerek, öbür kuşlar da civan bahtın, genç talihin çalgıcısı olarak gelirler.
Bu kıyametle
öylesine yüklüyüm ben ki söz söyleyemiyorum, keseceğim artık sözü, zaten
gönlümdeki düşünceleri anlatmaya da imkân yok, mümkün değil onları söze
getirmek.
*
Sus da dinle bahçeden, kuşlardan gelen yeni
haberleri babacığım; mekânsızlık âleminden uçarak bir oktur geldi.
A âşıklar, a
âşıklar, dünyadan göçme vakti geldi çattı, göç davulunun sesi geliyor can
kulağıma.
İşte
şimdicek kervanbaşı kalkmış, katarları düzüp koşmuş, bizden helâllik dilemiş,
ne diye uyumuşsunuz siz ey kervan halkı.
Bu önden,
arttan gelen sesler, göç sesleridir, develerin boyunlarındaki çan sesleri; can
da, soluk da her an mekânsızlık âleminde belirmektedir.
Şu baş aşağı
dönmüş kandillerin ışığından, şu masmavi perdelerin ardından gizli şeyleri
açığa vurmak için bir bölük şaşılacak halk gelmede.
Şu dolap
gibi dönüp duran gökyüzünden, bir ağır uykudur seni bastırmış; feryat şu pek
tez geçen ömürden, sakın şu ağır uykudan.
Her yanda
mum, meşale, her yanda ses, iş güç. Çünkü bu gece dünya gebe kaldı, ebedî dünya
doğuyor.
*
Sen topraktın, gönül oldun. Bilgisizdin,
akıllandın. Seni bu çeşit çekip buraya getiren, gene çekip sürüyerek oraya
götürüyor.
Onun bu
çekişleri bile, onun hoşa gitmeyen şeyleri bile hoştur, tatlıdır; ateşleri
sudur onun, yüzünü asma ona.
Onun işi
gönüllerde oturmaktır, kârı tövbe bozdurmaktır; onun sayıya sığmaz
düzenlerinden zerrelerin bile gönülleri tir tir titremede.
Ey ağız
yarığından sıçrayıp duran acı gülüş, ey köy ağası benim diye övünüş, ne vakte
dek sıçrayıp duracaksın, teslim ol, boyun ver, baş eğ, yoksa seni yay gibi
çekerler, bükerler.
Hile
tohumlarını ekip duruyordun, hayıflanmadaydın, Tanrı’yı yok sanmıştın, şimdi
gör bakalım a kaltaban.
A eşek, saman yemen daha doğru, kara
tencere daha lâyık sana, ey evinin de, soyunun sopunun da ayıbı, ârı, yerin
dibine geçsen daha iyi olur.
Bende bir başkası var da
bu öfkeler ondan gelmede; su yakarsa bil ki ateştendir, ateşte ısınmış,
kaynamıştır da ondan.
Elimde taş yok, kimseyle
savaşım yok benim, kimseyle kavga etmiyorum, çünkü gül bahçesi gibi hoşum ben.
Benim öfkem onun yüzünden
o âlemden; öfkelenen ben değilim, o. Bu yana, o yana sıçrayan o, bense eşikte
oturmuşum, kımıldadığım bile yok.
Eşikte oturan o kişidir
ki dilsizdir, fakat söyler; bu remzi söyledin ya, yeter artık, dilini kes,
başka söz söyleme.
XCIV
Bu kimdir bu, bu kimdir bu? Aşıkları deli divane edendir bu; nuruyla yeryüzü
gökten bile daha güzel bir hale gelmiş.
*
Canları kendisinden geçirendir bu, yahut
hazinelerin mücevheridir, yahut bahçelerin selvisi, yahut da Rûhü’l-Emin’in ta
kendisidir bu.
Canın da
sarhoşluğudur, cihanın da, gözün de sevgilisidir, ağzın da; kazancı da yıkıp
dağıtandır, dükkânı da; suçlardan çekinmenin de yağmasıdır, dinin de.
Güneş’le Ay
onu görüp utanmıştır. İnciler saçan bir taş yüreklidir; öylesine zalimdir ki
demir dağlar bile her lâhza onun korkusundan dağılıp gitmededir.
*
Güneş’in bile onun sayesinde sermayesi
çoğalmıştır. Yüzlerce Ay onun harmanında Nesr-i Tâir gibi yemlenmededir.
Gel ey
ebedîliğin rûhu, geldi şirin yüzlü, gel ey kuşluk güneşi, gel ey tam anlayışın,
tam görüşün ta kendisi.
* Gel
de yüzleri aydınlat, gönül tarlalarını sula, ayakkabılarını çıkar da, geç,
canların başlarına otur.
Ey
anlayışımız, geç kendinden; ey kulağımız, müjdeyi duy; ey aklımız, sarhoş ol;
ey gözümüz, devleti seyret.
*
Eyyub’un gözleri açıldı, Yakub’un oğlu
geldi, Güneş Ay’a eş oldu, işret meclisine otur sen de.
Keseler
örmedeydim, altın hırsıyla yanıp yakılıyordum, artık yoksul görünmeden
vazgeçeyim. Çünkü pusuda define gördüm ben.
*
Ey “söyle” emrinin tek binicisi, ey aklının
önünde Nefs-i Küll’ün, yenini çiğneyen bir çocuk gibi çocuklaştığı dilber.
Görüşe sahip
olan kişi onu gördü mü görüşü yüzlerce defa fazlalaşır, ellerini başından
yukarıya kaldırır da ne de güzel yardımcı diye el çırpar.
*
Onun bakış Sidre’sinin gölgesinde insan
Cebrâilleşir, Cebrâil’in huyuyla huylanır, semiz danaya konuk olmak, başkasının
haddi değildir zaten.
Tanrı sofrasına yol bulmuştur o, haslarla
uzlaşmış, onlarla birleşmiştir o; karagözlü huriler, ona saçmak için ellerine
tabaklarla nimetler almışlardır.
*
Şu can sırlarının kitabını ne vakte dek
aşağılık kişilere okuyup duracaksın? Bu kitap, apaşikâr, ta sağ taraf ehlinin
ellerine kadar uçup gidiyor zaten.
*
Bu kimdir bu, bu kimdir bu? Bu, ikinci bir
Yusuf’tur, olsa olsa Hızır’dır, İlyas’tır bu, yahut da abıhayattır bu.
Rûhanî bir
bahçedir, yahut Tanrı meclisidir bu. Isfahan sürmesidir bu, yahut da
noksanlardan münezzeh Tanrı nurudur bu.
*
Canlara can katandır bu, yahut Me’vâ
cennetidir bu, güzel sâkîmizdir bu, yahut da can şarabıdır bu.
Şekerkamışı
dengini andırıyor, sevgilinin ağzına benziyor bu. Baştaki sevdayı andırıyor bu.
O gümüş bedenliye benziyor bu, neşe, sevinç bu, kolaylıkla ferahlık bu.
Bugün sarhoşuz
babacığım, bugün tövbeyi bozduk babacığım, bugün kıtlıktan kurtulduk babacığım,
bu yılın bolluğu bu.
*
Ey Davud nefesine sahip çalgıcı, varımı
yoğumu ateşe sal; aşağı, yukarı perdelere vur, çalıp çağırma zamanı bu zaman.
*
Senin sarhoşunum, senin perişanın; senin
buyruğuna bağlıyım. Sana kurban olanım, senin İshak’ınım, kurban bayramı bu.
Korkudan da kurtulduk,
ümitten de; aşk nerde, utanma, arlanma nerde? Toprak başına utanmanın,
arlanmanın, şandan şereften geçme çağı bu çağ.
*
Kırmızı, sarı güllere bak, şu fitneyi,
kargaşalığı gör, denizin dibindeki tozu seyret, İmranoğlu Mûsa’ya ait bir şey
bu.
*
Her cismi can ediyor, canları Tanrı’yı bilir
bir hale getiriyor, adalet sahibi Süleyman ediyor onları, belki de dîvâna ait
bir hüküm bu, devlere hükmediş bu.
Ey aşk, o saçma sapan
söz söyleyişin nerde, o neşen, işretin, o güzelliğin hani? Kimse sözünü
anlamıyor, bir harfinin bile anlamını kavramıyor, sanki Süryanca bu.
Parlak güneş gelmede,
sarhoş bir halde salına salına gelmede topla çevgenle gelmede, sanki meydanda
bir sultan bu.
Nerde bir top varsa
çevgenle yuvarlanır gider, sen de top gibi elsiz-ayaksız bir hale gel, birlik
çağı bu.
Elsiz-ayaksız bir top
olursan onun çevgeni sana ayak kesilir, padişahın tapısına koşarsın, çünkü bu
gidiş, rabbânî bir gidiştir.
O su, gene dereye geldi,
şimdi testini taşa çal; secde et, bir şey söyleme, çünkü bu meclis, padişah
meclisi.
O yana gitme, bu yana
gel ey gülen gül fidanım benim, ey aklımın aklına akıl, canımın canına can
olanım benim.
Bu yana bir bak, bizim
tarafımıza bir uğra, şekerkamışında bir coş ey abıhayatım benim.
İsterim ki gece
karanlığı bassın da gizlice geleyim sana, gece, geceleyin yol alanlara, senin
yüzünle aydınlansın.
Aşkına karşı kim
oluyorum ki ben? Kanlı gözyaşlarına sâkîyim ben, şarap sağrağım gözlerim;
şarabı süzen de kirpiklerim.
Gözyaşlarımdan şarap
sunmadayım sana, gönlümden de kebab; budur yaşım kurum, elimde bunlar var ancak.
Gözümün denizi bir an
bile inciden mahrum olmasın, güzel lâ’lin bir an bile madenimden eksilmesin.
Bütün bunlarla beraber
nerde şükrün, nerde ahdin, nerde yeminin; vazgeç bu cevirden, bu cefadan ey
ahdi, amanı güzelim benim.
İşte gözlerim yaşarmada,
akıyk renkli dudaklarına kavuşmak için işte, yüzüm altın gibi sararmada.
Tanrı,
yüzüne imanınızı tazeleyin diye bir yazıdır yazmış; o güzel yüzden, o güzel
yazıdan dolayı her an imanım artıp duruyor.
Kızdığın
zaman gözlerin, gözlerime gizlice öyle bir söz söyler ki, o söz benim gizli
ateşime aittir.
Der ki:
Gönlünü sağlam tut, o güzelin hışmından, nazından ürkme; önce bir kadeh tortulu
şarap iç de sonuna bak bu işin sen.
*
Her gülün bir dikeni vardır, definenin
üstünde de yılan olur. Çektiğin acı, ettiğin sabır, sonucu tatlı dileğine
ulaştırır seni a benim canım.
*
Bu sözü duyunca ben de mademki dedim, bana
eziyet etmek istiyorsun, o eziyet hazinedir bence; tut ki Ebû Hurayralaştım,
gamın, mihnetinse dağarcığım oldu.
Elimi
dağarcığa atar, dilenciyi sultan ederim, isteyene altınla, gümüşle dolu bir
kese sunarım, çünkü dolunay konuğum oldu benim.
Gönlüm ne
isterse hiç şaşmadan onu çıkarırım dağarcıktan, böylece de benzim kızarır,
sofram nimetlerle dolar.
Dedi ki: Bu söz iyi
kaçtı, aklını başına devşir de dağarcığı kaybetme; iyi bir anahtar buldun ey
güvendiğim kapıcım.
Sabır, darlığın,
mihnetin anahtarı, sabır yücelme derecelerinin merdivenidir, sabır sıkıntının
panzehiridir ey benim Arapça okuyan Türk’üm, ey benim Arapça bilen güzelim.
*
Lâ havle demeyi bırak oğul, yeter artık,
çünkü şarap şeytanı büsbütün azıyor; lâ havleyi bıraktım da şeytanım lâ havle
demeye başladı şimdi.
Nice zamandır ki yola
düş sesiyle yoldan kalmışım, ne kadar zamandır ki koş sesine dalmışım da çadır
yerini yitirmişim.
Beni bu koş, bu yola düş
sesinden ne vakit kurtaracaksın da sana, senin devletine, ay yüzlü
güzelime,
harman yerime ulaşacağım.
Ey güneşin nuruna sahip
sevgilim, yolculukta, dağda, ovada, derede, belde, sabah akşam senin aşkınla
neşeliyim amma.
Nasıl açılacak yolum,
nerde o yüz, nerde o padişah, onu söyle bana, bilhassa bana söyle ki o
padişahın arzusuyla yandım, yakıldım.
Ne vakte dek haberinizi
seher yelinden soracağım? Ne zamana dek kuyu suyunda balıkların hayalini
arayacağım?
Bahçe gibi yüz kere
yandım, tekrar baharın lûtfuyla parladım, her iki halde de Tanrı’nın sanatına
hayranım ben.
Dün sevgilimin hayali,
gönlün çevresinde dönüp dolaşıyordu. İçeri gir de dedim, yüzünün nuruyla içimi,
iç âlemimi aydınlat.
Ey padişahlar padişahı,
ey benim sultanım, sultanlarımın sultanı benim, ey aklı başında olan canımı
ateşlere atanım.
Ey baharıyla ömrümü
yeşerten, benim canım da ettiğim işlere şaşırıp kaldı, herkesin canı da.
Ey gökyüzünde meleklerin
canı, ey denizlerde balıkların tespihi, her güzellikte, her güzel yüzde senden
bir tat, bir tuz var.
Her ulunun ulusu sensin,
her peygamberin delili sen. Hem hüküm yürütürsün, hem adalet ıssısın, hem benim
çaresiz derdime çaresin sen.
Güneşinin parlaklığıyla
toprağım altın definesi kesildi, her yana uçan düşüncem, ışığınla kanatlandı.
Senin lûtuf kucağında
bir çeng gibi nağmelerle doluyum; yavaş vur da tellerim kopmasın.
Can bahçesine rahmetinin
ilkbaharı vurunca ya diken gülde kayboldu, yahut da bütün dikenlerim gül
kesildi.
Yüzünün devleti
sayesinde şu kanlar içen gönlüm, her gece bol bol verdiğin yüz tane altın sofra
kurmada.
Sevgilimin
hayali her gece gelir, elini atar da başımı kaşır; sonunda da başıma el atan o
güzelim, tuttu sarığımı götürdü benim.
Beni yokluktan getiren,
her lâhza söyletmede, sonucu da beni söyleten, bütün söylediğim sözler oldu
gitti.
Gül o güzelliğiyle,
yasemin o lâtif üç yaprağıyla senin yüzünü görse, sana kavuşsa her yaprağı üç
batman olur, öylesine gelişir, öylesine güzelleşir.
Ey güzelim, hayat gül
bahçendir senin. Ey dilberim, açtığın yara kutluluktur bana. Kuluna kul olmak
bile padişahlıktan büyüktür, sultanlıktan üstündür.
Sana can bağışlarım
dedin; hayır hayır, seni öldürürüm de de mum gibi başı (fitili) kesilmekle
büsbütün dirileyim, aydınlanayım. Zahit neyi arar? Merhametini. Aşık neyi arar?
Yaranı, cevrini, cefanı. O, elbiseler giyinmiş bir ölüdür, buysa kefene
bürünmüş bir diri.
O, canını kurtarmaya
koşar; bu, aşka kurban olur. O, canını elde etmek için baş kor; buysa kendi
canına düşmandır.
*
Ey Hamel burcuna girmiş Güneş gibi canımda
parlayan, ey yüzünün ışığıyla beni Yemen akıykına döndüren.
Aşkla o kadar birleştim,
o kadar kaynaştım ki ben aşk kesildim, aşk da ben oldu; böylece aşkla fitneler
elinden kurtuluyorum, sınamalara yabancı oluyorum.
Evet, tam uzlaşıp
birleşme yüzünden insan yabancı olur âdeta; bu müşküller bir çözülse zamanede
düşman kalmaz.
Bir deniz var ki bizden
uzak değil, görünmemekte, fakat gizli de değil; hem söylemeye izin yok; hem de
onu söylememek kâfirlik, nankörlük.
*
Ondan bahsetmek teşbih oldu, susmaksa
ta’til. Bu dermansız bir dert, sen kurtar bizi ey
lûtuf,
ey kerem sahibi.
Dünyanın
şekli, rengi, kokusu, her an ondan yardım istemekte; tıpkı ağzını açmış çocuk
gibi hem ondan haberi yok, hem de ondan gıda istiyor.
Hem
uykudadır gönül, hem uyanık, daima da coşup durmada; kapağı kapanmış tencere
gibi ateşte yurt tutmuştur gönül.
Ey bize
hiçbir söz söylemeden o şaraptan bir kadeh doldurup sunan, her an bir efsane,
sükût içinde nara atıp duruyor.
Kahrında
yüzlerce merhamet, nekesliğinde yüzlerce vergi, bilgisizliğinde yüzlerce bilgi
var; zan gibi sükût ederken söz söylüyor.
* Senin
susarak söylediğin sözleri, sana düşüp aklı başından gidenler duymuş.
Susuyorum, fakat seninle coşmadayım, tıpkı Aden denizine benziyorum.
Lûtfun
Tanrılık etmede, dilekleri vermede. Yarabbi senden ayrı olanı da lûtfet,
kendinden geçir.
Ey bizim gönül
hoşluğumuz, nazımız; ey aslımız, başlangıcımız; sonucu aklımızla Hasan’ın
babası ne bilir sırrımızı bizim.
Ey aşkı bizi satın alan,
başkasından çekip ayıran, ey elbisemizi yırtan, el at yırtılan elbisemize.
Ey aklımın kanını döken,
gönlümden sabrı kaçıran, ey canımla kaynaşan, birleşen, her şeklin canını kırıp
döken. Aşıkın telef olduğu yere bir kuş uçar gider de umduğu avı ölmüş bulursa
kendinden geçer, kefenini yırtmaya koyulur.
Zamanede güzelimin bahtı
da asla uyumaz, benim gözlerime de asla uyku girmez; ey güzelliği dünyaya mum
olan, gözlerim o muma leğen kesilmiştir.
Göz de, gönül de aşkınla
uykudan, yemekten kesildi, sevginle beslendi, gelişti; ikisi de selvi gibi,
ağza ihtiyacı olmadan senin lûtuf, kerem suyunu emiyor.
Canın işi gücü, asılsız
iş güç değil, can rızkının pisliği yok, bu rızıkla geçinen abdest bozmaz. Can
şehrinde erkeksiz, kadınsız, her an bir sûret, bir şekil doğuyor,
Her şekil aydan da
güzel, baldan da, şekerden de tatlı; yüz binlerce debdebeyle çeşit çeşit
bezenip kuşanarak hepsi de benim sevgilime hizmet ediyor.
Hepsi de dervişlerin
saltanatına hayran, gökyüzünün suyu onların deresinde akmada. Ey gönül, sen de
sarhoşça onların mahallesine geldin ya, el çırp artık.
O ay gibi aydın alınlı
güzelin yüzünden yeryüzü göğe döndü; medet edin, şu fitnelerle dolu nakışlardan
kurtarın bizi ey Müslümanlar.
Ansızın bir koku aldım,
belki de sevgilimden geliyor bu koku, belki de o vefalı sarhoş güzelim beni
anarak şarap içmede.
Ey canda,
gönülde konaklayan dilber, nasıl olur da onun gönlünden çıkarım, beni anmaz;
her lâhza hasta gönlüme bir macun hazırlamada.
Hele şimdi o
coşkunluk yüzünden, o örtülüp gizlenemeyecek coşup köpürüşünden rahmet, benim
sırlar denizimde Ceyhun gibi çağlayıp akıyor.
Bu söyleyişim,
şu sözlerim, hallerime perdedir, gül bahçesine benzeyen gönlüm, dikene benzeyen
düşüncemden öylesine utanıp arlanıyor ki.
Nerde benim
sevdama lâyık bir nara, bir ses; nerde benim nurlarıma benzer bir güneş, yahut
ay?
*
Bırak şimdi bunu, benim pasımı gidererek
Zencileri birbirine katmak, kırıp geçirmek için Habeş ülkesine Rum diyarından
bir kayser geldi.
Damına çık
da seyret, haberi her lâhza gönül penceresinden giriyor da ateşlerle beslenen
canıma gelip çatıyor.
Onunla buluşmaktan nasıl bahsedeyim.
Güzelliğini nasıl
anlatayım? O dudu kuşları, benim şu söz tuzağıma yaklaşmıyor ki.
Sevgilime
sözlerimin kadrince bakma; fikirlerimin gönlünde Mûsa’nın Turusînasını seyret.
Benim o
uyanık devletim, bu gece bu sözlerle uyanıklara, sırlara ait bir remiz söyleyecek,
bir işarette bulunacak.
*
O uykusuz fil, geceleyin nasıl oldu da
Hindistan’ı rüyasında gördü, şaşıyorum buna; Leylâ sevgilisini aramak için
Mecnun’a dönen gönlüme geldi benim.
Bu gece
gönül selimden suyum, toprağım yıkılacak, çünkü nehirlerimin çeşmesi gönül
oluğundan akıp duruyor.
*
Kulağıma öylesine haykırdı ki o sesle her
zerre sarhoş oldu. Benim uçan Ca’fer’imin kanat seslerini duyuyorum, anlıyorum
ki uçtukça uçuyor.
* Yarabbi,
canıma bu dilden başka bir dil ver de birliğini söylerken zünnârım çözülmesin.
Gönlümden
sabrı, kararı aldın, beni sarhoş ettin, yerlere yıktın; nerde bilgim, nerde
hilmim, nerde o her şeyi anlayan aklım?
Oğul, ört
bunu, o gümüş bedenli güzel duymasın; ondan başka ne varsa, can bile olsa
ağyardır bana.
Ey eşsiz
güzelim, ey sözle anlatmama imkân bulunmayan, ey vasfı söze sığmayan dilberim,
ey suçlarımı örten, söze bir güzellik ver, şu sözü bir beze.
* Ey
bir sofrada beslendiğimiz dudu kuşumuz, keyfiyete sığmayan şekerden başka bir
şey çiğneme; ne ayndan bahset, ne arazdan, ne şekilden söyle bana, ne
eserlerden.
Canım,
gönlüm, küfürden de kaçar, imandan da, o yana gider. Ondan başka işim gücüm
varsa cehennem kesilir bana o iş güç.
A güzelim,
tablam senin şekerlerinle dopdoluyken başkasının davulunu nasıl döverim, ey
saçının her büklümünde yüzlerce misk olan, yüzlerce güzel koku satana kokular
veren
sevgilim.
Oğul, beni
konukla; budur yiyeceğim, içeceğim; budur bağım bahçem, budur altınım gümüşüm
diye ta seher çağına dek bu perdeden çal.
Uyumuş
gönlüm uyandı, gece sarhoş olanım ayıldı; o bol bol yağmurla dolu bulutumdan
canıma bir şimşektir çaktı.
Ey gözlerime
ibret kesilen, önce gelenlerin de, sonra gelenlerin de ibret gözleri bu çeşit
bir aşk görmedi gitti.
Çok taş
oldum, çok inci kesildim, çok inandım, çok kâfir oldum; şu çağırışta, şu tekrar
tekrar, çeşit çeşit hallere girişte gâh ayak oldum, gâh baş.
Bir günceğiz
de kendimden geçeyim, iyiye, kötüye boş vereyim, herkesin muhtaç olduğu o
ihtiyaçsız Tanrı’nın sıfatlarını söylemeye koyulayım.
* Canım
bunlardan bir neşe almadı ey yol yol hâreli göğün sahibi, ey gül yüzlüm, ey
benim gül bahçem, ey cennetim benim, ey çiçeklerim benim.
Bu gece de
nedir; yüzyıllar geçti de bu ateş sönmedi, bu cehennem yatışmadı; ben
utancımdan su kesildim de gene şu ateşim sakinleşmedi.
Her an daha
da fazla gençleşmedeyim, daha da fazla gizlenmedeyim kendimden; o düzgün, o
yolunda devletimin sayesinde daima daha da fazla güzelleşmedeyim, daha da fazla
alımlı bir hale gelmedeyim.
*
Mademki canın bir parçasıyım, tüm can
olayım; gülün dikeniyim, gül haline geleyim. “Duyduk” sözü oldum, beni döndürüp
halden hale sokan güzelimin şu devrinde “Söyle” sözüne döneyim.
Ey el
çırpanım, şaşırma, ey çalgıcım, tembelleşme; bir gün olur o vergi sahibi
padişahım senden özürler diler elbet.
Bir gün
gelir onun sarhoşu olursun, bir gün olur elini öpersin onun, bir gün gelir
sarığım gibi
perişan
olur gidersin.
*
Ey canım, kendisine Ferhad kesilen güzel,
bu gece can onu andı; çengi tellerimi kırdı, feryat bu yeni türeden.
Ona karşı
Mecnun da kim oluyor, onun aşkıyla gönlü yaralanan Leylâ kesilir; türesi hoş
Leylâ da Leylâların sabrını, kararını alır gider.
Oğul,
babanın elini tut, seher çağına kadar vefa göster ona; çünkü bu gece o ateşler
yağdıran bulutun yüzünden kıvılcımlara boğuldum ben.
*
Şarap onun için haram oldu ki can
sabırsızlaşır onu içince; kutsuz Zühal de ay yüzlümü görmeye yol vermez ona.
Can onun
yüzünden titreyip duruyor ya, fakat o yüzlerce titreyişe değer; nerde benim
uçsuz bucaksız coşkun denizimin dalgalarını arayan, o dalgalara can veren
gözler?
* Ey
beşin, altının padişahı, kıyamete dek onu söyleyeceğim; hayret bile benim haşır
neşir olmama hayran olup duruyor.
İster söyle,
ister söyleme, benim ona sabrım yok ey yüzü bu yılım olan, saçları geçen yılım
olan sevgilim.
Halk ondan
çekinip durmada, halbuki onun tapısında ölüm şeker gibi bence; onsuz yaşamam
ölümüm zaten, onsuz övünmem de ayıbım, ârım benim.
Ah aldatan
aydan, yâr, yaver olmayan, kalakalmış bilgime danışmayan, kaydıma kalmayan
yıldızdan.
Güzelim,
milin çevresinde döneceğim, yıldızlardan halvete sığınacağım, fakat nerde sabah
şarabı içenlerin sabahı, nerde hür kişilerin topluluğu?
Ey sözler
söyleyen, kocamış, usanmış kişilerin pehlivanıyla omuzdaş ol, uy onlara; çünkü
şu dilden, şu kıt’alarımdan, şiirlerimden bezdim artık.
Tebrizli
Şems’ten başkasından bahsetme, yardımdan, zaferden başka bir söz söyleme,
aşktan gönül yanışından başka bir şeyden söz açma; bil ki bundan başka bir şeyi
ikrar etmiyorum ben.
Canımın içinde
hırsızlamacasına, gizlice akıp gitmedesin, tıpkı can gibi; ey bağımın bahçemin
aydınlığı, sen salına salına yürüyen selvimsin benim.
Mademki gidiyorsun,
bensiz gitme a canımın canı, bedensiz gitme; ey benim parıl parıl parlayan
ışığım, gözümden çıkma, ayrılma.
Başı dönmüş canıma
dilbercesine bir bakarsan yedi göğü de yırtarım, yedi denize de aşarım.
Kucağıma geldin de küfür
de kulum kölem oldu, iman da; ey seni görmek bence din olan, ey yüzü bana iman
kesilen güzel.
*
Beni başsız-ayaksız bir hale getirdin,
elimi, ayağımı aldın, uyumadan, yemeden içmeden kestin beni; ey Yusuf-ı
Ken’anım, sarhoş bir halde gülerek gir içeriye.
Lûtfunla
cana döndüm, kendimden geçtim, ey varlığı benim gözlerden silinen, gizlenip
giden varlığımda gizlenmiş güzel.
*
Ey nerkisi sarhoş eden, gözlerini süzen
güzel, gül senin yüzünden elbisesini yırtmada; dallar senin lûtfunla yüklü, tomurcuklar
vermede, ey benim ucu bucağı bulunmaz bağım bahçem.
Bir an
oluyor beni dağa çekiyorsun, bir an geliyor bağa çekiyorsun, gözlerim açılsın
diye bir an da ışığın dibine götürüyorsun beni.
Ey canlardan
da üstün can, ey madenlerden de değerli maden, ey alımı alımlardan ileri güzel,
a benim güzelim, benim dilberim.
*
Mademki yurdumuz toprak değil, ko çürüsün,
dökülsün ten, korkum yok; gökleri bile düşünmüyorum ben, ey vuslatı Zühal
yıldızıyla buluşmaya benzeyenim.
*
Can, senin güneşinden ayrı kaldı mı havadaki
zerreye döner, ey benim dört temelimin temeli, dört direğimin aslı esası, niçin
sensiz kalıyor, niçin?
*
Ey benim padişahım Salâhaddin, ey yol
bilenim, yol görenim, ey temkinime aldırış etmeyenim, ey olması mümkün
olanlardan da üstünüm.
*
Erguvanın güzelliğine dalıp erganunun
nağmelerini dinleyerek ne vakte dek ecelden kaçıp duracaksın? Bak da gör, işte,
çeke sürüye götürüyorlar seni, gerçekten de biz dönüp ona varacağız.
Ne vakte dek tamahla
evleri kilitleyeceksin, ne zamana kadar yiyip içmeye koyulacaksın, yemlere
dalacaksın, ecel tuzağı seni zebun etti gitti.
At öldü, gümüş eyere
hacet kalmadı; ağaç-ata bin, salacaya eyer vur da şu aşağılık dünyanın yalanını
masalını seyret.
Ağır elbiselerini,
gömleğini çıkar, kefene teslim ol; bağdan, yeşillikten çık, toprak içinde
kanlara
bulanarak oturmaya bak.
Hırsızlamaca
güzelleri seyrederdin, onlarla sırdaş olurdun, ellerini çırparak gelirdin; hani
onlar, nerde onlardan bir eser şimdi?
Ey temiz
kişilere çenesini eğen, onlarla eğlenen, bugün çeneni bağladılar, oğlun, ev
külfetin, seni evden çıkardılar.
Nerde o gece
işretlerin, eğlenip zevk edişlerin, nerde o şeker gibi dudakların? Nerde o
nefes ki aklınla, hünerinle Ay’a bile afsun okur, üfürürdün?
Nerde o
ekmek isteyeni savman, nerde o kavgan, nerde o ufalanmış ekmeğin bile üstüne
düşmen? Ey baş aşağı çukura düşen, nerde kolyen, nerde gerdanlığın?
Nerde o
saçma sapan işlerin, nerde o usancın, bezmelerin? Nerde o işte güçte, düzende,
hilede sonuna dek çalışmaların a düzenbaz?
Ey bu bağ
benim bağım, o han benim hanım, bu da benim, o da benim deyip duran, ey her
benim demesi yetmiş batman çeken, şimdi bir saman çöpü bile senden üstün.
Nerde o devlet
çağlarının gururu, şuna buna bıyık altından gülüş, kimseyi beğenmeyiş? Nerde o
saldırışların, yumruklayışların, nerde o delilikten benzinin kıpkırmızı
kesilişi?
*
Bir gececik bile sabaha kadar tövbeye
koyulmadın, yanıp yakılmadın ölümü yaratan Tanrı’ya bağlanmadın, onunla hiç mi
hiç ilgilenmedin.
Bugün de artık o serseri
inancın, o temelsiz, o gevşek dinin yüzünden kötekler yersin, geçmişe hasretler
çekersin, pişmanlıklar duyarsın.
O vefaya sarılmayışına,
Tanrı’ya yabancı davranışına, peygamberlerle olan macerana nadim olursun, nasıl
olur bu iş hocam, nasıl olur?
Amcam, aynaya benze,
dilsiz-dudaksız efsaneler söyle, çünkü olay hüzün verirse sarhoşluk kaybolur
gider.
Gönlün
çevresinde o kadar döndüm, dolaştım ki dönüşümün fazlalığı yüzünden ne beden
benim yükümü çekebilir, ne can savaşıma dayanabilir.
O madenin
çevresinde o kadar dolaşacağım, canla öylesine savaşacağım ki hem varlığım
tamamıyla çözülüp dökülsün, hem tellerim tamamıyla üzülüp kırılsın.
Sen çok
inatçısın oğul, ben de inatçıyım; öylesine ayak direrim ki erkek arslan bile bu
ayak direyişime karşı baş eğer.
Beden,
meşalelerle süslü gökyüzü gibi canın çevresinde nasıl olur da dönmez, ey
pergele benzeyen canımın güzellik, alım noktası?
Su kılavuz
oldukça bu değirmen döner durur, amma senin bundan haberin bile olmaz da
buğdayım un oldu, yeter artık der dururusun.
Halbuki o,
senin işine aldırış bile etmez, senin buğdayınla, yükünle ilgisi bile yoktur,
su bulundukça benim sırlarımın çevresinde, gökyüzü gibi boyuna döner.
Onun elinde
bir kalburum ben, beni oynatır, döndürür. Kalburu ele almak, sallayıp döndürmek
onun işidir, kalbur olmak da benim işim.
Ne gerçeklik
kaldı, ne gösteriş; ne su kaldı, ne ot; işte o zaman, ey gül yüzlüm benim, hadi
gel, dedim.
Ey sarhoş
canıma can olan, ey dün gece elimden kaçan, kırma beni, kırık gönlüme bak, kalk
ey ordu kumandanım.
Ey güzel
yürüyüşlü canım, sevgilinin huzurunda kıvran da, sevgilim sana, ey benim canım,
ey benim rızkım, geçimim desin.
Şu bedenim
bir iğe benziyor, sustum mu Tanrı ip örmede, bu iğle beden iplerimi yumak
haline getirmede.
İplikle
ipliğin salınışı gizli de, iğle iğin dönüşü görünüyor; iğ, onun tutuşu, çekişi
olmadan nasıl bu besbedava işe koyulurum ben diyor.
Beden
sarığa, can da başa benziyor; o, başa sarılmada, her katı öbürünün üstünde,
tıpkı sarığım gibi.
Ey terütaze Şemseddin,
sen gâh sarıksın, gâh baş; korkuyorum bir bahane bulur, benimle buluşmaktan
dönersin, bana görünmezsin diye.
Ey tez, çevik uçanım,
gayb âlemine uç, bu yana değil; gizlilik evine git ey düşüncem, ey anlayışım.
*
Akl-ı Küll’ün bayram yerinde bir davuldan
başka nesi var dünyanın, göklerimin harman yerinde bir samandan başka nesi var
gökyüzünün?
Ben yaraladım gönlünü
senin, yarama melhem sürme. Ben yırttım hırkanı, yırtık hırkama el atma.
Bundan daha güzel
işlerime bak, çünkü ben baştan başa abıhayatım. Ey kendisini helâk edeceğimden
korkup duran, bu kadar kötü zan besleme hakkımda.
Can denizinin
kıyısında şu deniz bir katre bile olmaz; benim gamlı anlarıma karşı neşe bir
habbe bile etmez.
Tavşanlar,
keklikler, ceylanlar, padişahlara avlanırlar; benimse üzengime baş aşağı
bağlanmış erkek arslanları seyret.
*
Benim “Sen olmasaydın gökleri yaratmazdım”
ülkesinin güzeli olan sevgilimin yüzünden arslanların gönülleri kan kesilmiş,
ova kanlara boyanmış, insanı mecnun edenler bile ona mecnun olmuş.
* Usanmış
bezmişsen gel de Tanrı şarabından bir kadehçik iç; insanı sarsan, harekete
getiren şarabımdan Uhud Dağı bile oynar, dağılıp uçar.
*
Öylesine şaraptır ki ışığı direksiz
dayaksız göğe vurur, içersen onun bir yudumundan canımda ne coşkunluklar var,
anlar, bilirsin.
O şarap,
içine tesir eder, aklını arttırır, gözünü gönlünü aydınlatır da o vakit şu
çerçöpe benzeyen cismindeki inciyi görürsün.
Dünya, içi piliçle dolu bir yumurtanın
üstüne oturup yatmış tavuğa benzer; benim meleklerimin kolları kanatları o
yumurtayla beslenir gelişir.
Günün birinde o tavuk
bir tekmeden ürküp sıçrar, yumurtayı bırakırsa işte o vakit yedi gök de benim
tertemiz yumurtamın nurundan yok olur gider.
Dibi olmayan deniz, ey
eski toprak diyor, eteğini çemre de inci al benden, bende kıskanacak,
esirgeyecek göz yok.
Zatım vehimlere sığmaz,
düşünceler mat olur bende, şaşkınlıktan dolayı biri iki görenden başka nerde
benim eşimden, ortağımdan bahseden?
*
Gerçi misvâke benzeyen şu sözlerimden
dişler arınır, ağız güzelleşir amma gene de sus, sustuğun zaman kendinden geçiş
deryasına daha da fazla gark oluyorsun çünkü.
Ey kokusu yolumda tüten,
ey ahı bana yoldaş olan; o padişahlar padişahı sevgilimin aşkıyla renk de
hayran oldu bana, koku da.
Canım zerre gibi havaya
ağdı, çünkü her çeşit ağırlıktan ayrıldı; böyleyken ey dört direğimin aslı,
temeli, niçin sensiz olsun, senden ayrı bulunsun, niçin?
Sevgilim dün bahçede hem
geziyordu, hem de ey yeşillik diyordu, cevrini çeken yüzlercesi var amma bak da
gör, bir tane benim gibisi var mı?
Neden dedim bu olayı
bana sormuyorsun? Dedi ki: Benim sorularım kulağa sığmaz, ağza gelmez.
Sormayı bırak amma
dedim, bâri gizlice anlatmayı bırakma. Gönlün gizlice anlatışlarından,
imâlarından, işaretlerinden can da yanar dedi, beden de.
Seferle nasılsın,
yolculukla ne âlemdesin dedim. Ay gibi dedi, parlak, güzel, hoş bakışlı, kendi
çevremde oynaya oynaya gidiyorum.
*
Kendi çevresinde dönüp dolaşmak hatadır,
ancak mile yaraşır bu, çünkü o, vatanında seferdedir, dururken yürümektedir.
O padişahlar
padişahından kervanbaşı da sarhoş olmuştur, develer de. Ey kervanbaşı,
sevgilimin diyarından başka bir yerde konaklama.
*
Ey işretimiz, nazımız bizim. Ey aslımız,
başlangıcımız bizim. Artık Hasan’ın canı, yahut Ebû’l Hasan nerden bilecek
sırrımızı bizim?
* Ey
canımda aşkı, Hamel burcundaki Güneş’e benzeyen, ey gözümde boyu bosu, yüzü
gözü, Yemen’deki akıyka dönen.
Önce gelip
geçenler de, sonra gelenlerle gelecekler de kıyamette bir araya toplansalar o
topluluğun içinde gene de senden daha güzeli bulunmaz.
Mecnun,
senin yüzünü görse Leylâ’yı unutur, Leylâ görse Mecnun gibi dertlere düşer,
belâlara uğrar.
Seni arama yüzünden gülün ayağında çok
dikenler var. Ayrılığınla yasemin, vay benim yasım, vay deyip duruyor.
Yüzünün güneşi rızkımızı
vermiyorsa iki dünyadaki bütün zerreler tamaha kapılırlar da ağızlarını açarlar
mıydı hiç?
Hayvan kurban edilince
canı bedeninden gider, parça parça eti bu yandan dirilir gene.
Ateş, o parçalara ebedî
yaşayışları anlatır, ey yok olan candan kurtulan, zarar görmeyecek cana ulaş
der.
*
O parçalar da “keşke kavmim bilseydi,
anlasaydı” diye nara atar; naraları bu yana gelse, duyulsa ne kibir kalır, ne
küfür.
*
Ne bir gönülde korku kalır, ne bir gülün
ayağında diken. Sen de lebbeyk lebbeyk, evet diyerek yurda varıncaya dek yürü.
Bu sözün iştiyak perdesi
ardında söylenecek sonu var amma bir sâkî belirir de bizi kendimizden geçirirse
söyleriz.
Sevgilim dün
bahçede hem geziyordu, hem de ey yeşillik diyordu, cevrini çeken yüzlerce kişi
var, amma bir bak da gör, var mı bir tane daha benim gibisi?
Dudağımın
kadrini bilmedin. benimle kavgalara giriştin, işte bak, öylesine yaktın erittin
beni ki zamanede herkes hayran bana.
Ey fitneler
koparan, halkın üstüne ateşler döken, her gönlü gökten uzattığı gizli bir iple
asakoyan.
Tertemiz,
dupduru denizinde bütün dünya çerçöp; erkeğin de, kadının da canı, gönlü, senin
denizinde oynayıp duruyor.
Gök kubbeden
dışarı nice mumlar, kandiller yaktın; can şehrinden de, beden şehrinden de
dışarı nice şekiller yaptın.
Ey yüzünün
hayali olmayınca bütün gerçeklerin hayal kesildiği güzel; sen olmazsan
bedenimdeki can, kefene sarılmış ölüye döner.
Ey gözüm,
onun parıl parıl parlayan nuru olmadıkça bir şeyler görme. Ey canım, onun cana
canlar katan canı olmadıkça yürü git, can çekişip durma.
Dedim ki: Ne diye olayı
bize sormuyorsun? Bizim sorularımız dedi, kulağa da sığmaz, ağza da gelmez.
Ey sevgilinin gölgesini
sevgili sanan, ey yıllardır bedenini gömlekten fark etmeyen.
Hadde, sayıya sığan
canın, o hadsiz, sayısız canla birleşti mi canın bedenine sığmaz, mumun leğenle
örtülemez.
Her yana bir hoşça
kaçmadasın, fakat hayır, kaçma bizim halkamızdan, etme bu işi. Ey ay, Ülker yıldızının
topluluğunu bozuyorsun, hayır, eyleme bu işi.
*
Sen nurlarla, ateşlerle dopdolu nev-rûzsun,
bizse ardında geceyiz âdeta; nerde konaklıyorsan oraya geliyoruz; hayır, etme
bunu.
*
Ey Hamel burcundaki Güneş, bağ bahçe senin
lûtfunla, ikramınla elbiseler giyindi; halbuki sensiz kışın yaralarıyla işten
güçten kalmıştı, hayır, eyleme bu işi.
Ey güneşi bize dadı
kesilen, peşindeyiz gölge gibi; a dadı, lûtfun olmadıkça yapayalnız kalıyoruz,
etme, revâ görme bunu.
*
Aşkın, sonradan geldi amma öncekilerden üstün,
o sevdalardan fazla; Tanrı, fermanını “Sonra gelenler ileri geçtiler” diye
yazdı.
*
Tuğrası, “Gerçekten de biz açtık” âyetiyle
bezendi, altın yazıyla yazıldı; şekilleri mavi renkli can denizinden baş
gösterdi. Adem bir kere daha geldi de din tahtına geçti, kuruldu. “Saf saf
dizildik” âyetiyle bildirilenlerin başları şükür secdesine indi.
Dünyada âşıkların
saflarına karşı Rüstem de kim oluyor? Aşıklar her gün kan denizinde kara yağız
atlarını sürüp koşturuyorlar.
O
debdebenin, o ululuğun yüzünden her yanda yüzlerce kesik baş, kan deryasında
şeker gibi oynaya güle, “Gerçekten de biz dönüp ona varacağız” diyerek yüzmede.
Aşıkın gölgesi taştan yaratılmış bir dağa düşse o bile yerinden sıçrar, dokuz
kat gök, yüz kere, gerçektir, inandık demeye koyulur; inanmıyorsan bir dene de
bak.
Işıdı da
ışığı dağa vurdu; dağdaki gürültüyü dinle; zaten yoksul dağ. Mûsa’nın bile
zebun olduğu bir makamda kim oluyormuş?
Mûsa’nın
önünde gök bile bayağı bir merdiven; gök nerde, ip nerde? Can nerde, aşağılık
dünya nerde?
Güneşsin, altın
bir tabaksın, tencereni Tanrı kaynatmış, aşını Tanrı pişirmiş; evvelce istenen
bir kişiydin, şimdi isteyen kişi oldun sen.
O, bıldır
dikilmişti, bu yıl yapraklandı, yerden baş verdi, boy attı, kendine afsun
okuyor.
Can, sunduğu
kadehle sarhoş oldu; hey gidi hey, ne de güzel kadeh, ne de hoş tas; öylesine
bir tas ki gök kubbe bile ona secde etmek için baş aşağı gelmiş.
*
Ey Tebrizli Şems, ey firdevs bahçesiyle
İrem bağının bile haset ettiği güzel, lûtfunla, kereminle çengimi çalmaya
başladın da aşk âleminde bir erganun kesildim ben.
Bir hırsız
gördüm, halkın malını metaını çalmadaydı; fakat bizim hırsızımız, nasıl oluyor
da hırsızı da çalıyor, aşırıyor?
Hırsız,
hırsızlıkta aşırı giderse padişahtan yardım isterler; fakat padişah hırsızlığa
kalkışırsa kimden aman isterler artık?
*
Aşktır bütün hırsızların gönüllerini çalan
padişah; böylece de Tanrı bütün serkeşleri, saçlarından tutup çekerek o
serkeşin huzuruna götürür.
*
Aşktır şahnelerin gönüllerini çalan
padişah; o hırsızın tapısında seyret de bak, nice şahneler var.
Dün gece, ey
uyuyanlar, hırsız geldi diye bağırdım, tez elden hemen ağzımdan dilimi çaldı o.
Elini
bağlayayım dedim, ellerimi bağladı benim; zindana götüreyim dedim, halbuki
dünyaya bile sığmıyor o.
Hırsızlığındaki
taddan tuzdan dolayı her bekçi hırsız oldu; hilesinden, düzeninden her zeki
kişi ortadan silindi, görünmez oldu.
Bir bölük
halk gördüm, gece yarısı nerde o hırsız diye toplanmış; o da nerde o hırsız
diye sormada, onların içinde, fakat ortada yok.
Ey her sözün
aslı, temeli, ey düşman gibi görünen, ey dost yüzü takınan, ey hem ebedî hayat
olan, hem ansızın gelip çatan belâ kesilen.
Ey gönlün
kanı içinde yürüyüp giden, gönül helâl olsun sana; vur, yarala beni, vazgeçme
yaralamaktan, gerçekten de aman istemiyorum senden.
Yayını bir
hoşça geren, at bana o güzelim oku, feda olayım okuna, a dilber, kul köle
olayım
yayına.
Damarlarımda
açtığın yara, candır bana, canıma can katar benim; böyle olduğu halde ney’e
dönmüş vücudu kılıç vurup kesmen yazıktır ey dünya padişahı.
*
Nerde İsmail’in boğazı ki hançerine
şükretsin, nerde Circîs ki senin açtığın yaralarla her an can versin.
Padişahımız
Tebrizli Şems belki seferden geri gelir; zaten onun gibi er bütün insanlar
arasında birkaç taneydi, o da gitti, Zümrüdüanka gibi büsbütün kayboldu, izinin
tozu bile belirmiyor.
İşte bu
kâfirlerin anlayışı, şu sabredenlerin elde ettikleri mükâfat; işte bu da toz
toprak içinde yatanların dirilip hayat buluşları; ne de güzel ümit, ne de güzel
yardımcı.
*
Yüzlerce güneş senin yüzünü, güzelliğini
görmüştür de utanmıştır. Güneş, salkım devşirmede (Sünbüle burcuna girmede),
sense işe güce koyulmuşsun; gönüle gelince: Apaçık görün de anlayın diye
göğüste naralar atıyor.
Her gıdada,
gökteki yüce meleklerden, ey uyulan tertemiz rûh, ey âlemlere rahmet diye bir
ses var.
Hapiste
kalmış gerçeklerden bir kapı açılmada, şakayık bahçelerine bir tazelik, bir
parlaklık gelmede, kıyamet gününden önce ince, bilinmesi güç şeylere ait bir
haber zuhur etmede.
Ey gönül,
gözle bir tuzak kur, gözün yoksa ödünç bir göz al; ey can, herkesi çağır, her
çareye başvur da sıçra, kurtul şu sudan, topraktan.
Ey can, sen
tembel misin ki? Sen büyük savaşlar arslanısın, safları bozup o sağlam kaleyi
alman gerek.
Tez ol ey
sevilen, ey seven, duamızı sen duy, dileğimizi sen ver, sesini duy; sevgili gizlendiyse,
görünmüyorsa iyice bak da gör, can ona gidiyor işte.
* Hünerlere
sahip can, kan denizine gark olunca kimlerle oturmadayım, kimlerle düşüp
kalkmadayım, “Keşke kavmim bilseydi” diyor.
Diyor ki:
Selim, denize gidiyorum; rûhum, göğe ağıyorum; lâ’lim, incilere ulaşıyorum, ya
taç olurum artık, ya yüzük taşı.
*
Bu aklı, bu anlayışı bulan kişi o sayıya
sığmaz şekerden tadar da Mûsa gibi kayadan arı duru su fışkırtır.
Mademki
sarhoş oldum, sıçrayayım, gönül atına eyer vurayım; çünkü padişaha, o bütün
aylardan üstün aya iştiyakım var.
Bırak
babacığım şu sözü; söylemek, görüşe perdedir; şarap içeceksen o şarabı iç, bir
şarap seçeceksen o şarabı seç.
Bekleyerek,
gözetleyerek susmak daha iyi, çünkü sözde boyuna ıztırab var; yardım edecek
geldi, yardım edecek geldi, Müslümanlar yardım isteyin.
*
Müstef’ilün müstef’ilün, ey ulu, ey sarhoş
olarak oturup kalktığımız zaman da, kalkıp yürüdüğümüz zaman da bize bizden,
yüreğimizin damarından daha yakın olan.
Hadi tef çal, hadi tef
çal, devlete erişeceksin çünkü. Ey erkeğin de, kadının da dert yoldaşı,
ercesine davran, gam yeme.
Kuvvet ver, kuvvet al ey
alışverişle uğraşan er, boş verme, boş verme, mutlak kâra doğru adım at.
Şerefim azalır diyorsan
korkma, o sana yüzlerce şeref verir, canın dirilir de mezara girme ayıbından da
kurtulur, mezarcıya muhtaç olma ayıbından da.
Bugün sarhoş geldin,
ârı, hayâyı birbirine vurdun; hadi ey can mumu parla, aydınlat her yanı, hadi,
leğen altına giriş ayıbından da kurtuldun artık.
Şu hırkayı yaktım,
halkın kabul edişinden, reddedişinden geçtim, haber ver: İsterse Ebû’l Alâ
soğuk davransın, hoşlanmasın benden, isterse şu Ebû’l Hasan kızadursun bana.
*
Kişizadeysen ne diye menfaat peşine
düşmüşsün, menfaat peşine düşmek rezalettir, adamı rüsvay eder, hele Huten
güzelinden bir şey umarsa insan.
Sevgilime yüzlerce can
feda olsun, feda olsun o tacıma, sarığıma benim; onunla külhana girsem cennet
bile kıskanır o külhanı.
O külhan gül bahçesi
kesilir, külü, tozu süsen olur, sevgilimin huyuna döner, öylesine bir hal alır
ki söylememe imkân yok, vasfa sığmıyor ki.
Sevgilimin buyruğuna
uyayım da susayım; ağzımı yumayım; o ipin havasıyla ip gibi oynayıp durayım.
“Tercî-i Bend”
*
Hiç de bilmezdim, hiç de aklıma gelmezdi ki
Ay, bir şekle bürünsün de yeryüzüne gelsin; güzelliği, bütün Çin güzellerini ateşlere
yaksın.
Akıllara gelir mi ki o
erkek arslan ormanlıklardan koşup gelsin de bütün âşıkları şu çeşit kanlara
gark etsin.
Gönüle, a
gönül dedim, bir kere daha ciğerinin kanlarına bulandın; sus dedi, sus, bir
kerecik gel de gör onun yüzünü.
Yüzünden mi
bahsedeyim, huyundan mı? Alnına dökülen kâküllerini mi öveyim, saçlarını mı?
Sarhoş gözlerinden mi dem vurayım, yanağını mı, alnını mı söyleyeyim yoksa?
Hasılı
tutkunum ona, o şarabın sarhoşuyum, onunla yıkılmışım yerlere; gece, seher
çağına dek yarabbi diyorum, yardımıma koşun ey Müslümanlar diye feryat
ediyorum.
Nerde kâğıt?
O güzelin yüzü gibi parlak, güneşe benzer bir resim yapayım da şu suyun,
toprağın hânümânını ateşe vereyim, yansın soyu sopu.
Ayrılığıyla
yeryüzü göğe yüz tutmuş, fakat gök de feryat etmede senin yüz mislinim ben
diyor.
Her ikisine de gizli bir yurttan, ey
âşıklar, ey talihsizler, işte buracıkta, kutluluk pusuda diye cevap geliyor.
Devlet darmadağın olmuş
âşıkın yoluna çıkmış, eline tam görüşten bir meşale almış da kılavuzluğa gelmiş.
Bu güvenilir yalımlarla
her iyinin, her kötünün gönlündeki sır sütteki kıl gibi ortaya çıkmış, tıpkı
kıyamet günü bugün.
Bizim ırmağımıza gönül
veren ciğer susuz kalır mı hiç? Emin olan haznedara haznenin kapısı kapanır mı
hiç?
Ey bahçe, dayandın,
sabrettin de bulutlar geldi üstüne; ey gerçek sabırlılar, sabır darlığın,
sıkıntının anahtarıdır.
Bu ay, dünyanın güneşi
mi, gökten mi geldi bu ay? Sevdası can gibi; feryat gibi gizleyeyim
onu.
Gizleyeyim de can,
yapayalnız tatsın onu. Tercî kulağından tutsun da perdelerden dışarı çeksin
onu.
*
Mustafâ, Tanrı’ya niçin müstağnisin bizden;
söyle artık, halktaki bunca şeyler, bunca haller nedir, hikmeti neydi bu
yaratışın demişti.
*
Tanrı demişti ki: Ey cihanın canı, ben
gizli bir defineydim, o ihsan, o vergi definesinin meydana çıkmasını istedim.
Bir ayna yarattım ki
arkası yer, yüzü gök. Riyadan, gösterişten sıyrılırsa arkası, yüzünden daha da
iyi, daha da güzel bir hale gelir.
Üzüm şarap olmak isterse
bir zaman küpte kalıp kaynaması, köpürmesi gerek. Yüz olmak isteyen arkanın da
ezilip düzelmesi gerek.
Toprakla eş olan su,
beğenilir bir ayna olur mu hiç? Fakat topraktan ayrıldı mı berrak bir ayna
kesilir.
Bedenden uçan cana da
padişahım, gel der, kötü dosttan ayrıldın, benim dostumsun şimdi sen.
*
Bu meşhurdur, bakır, kimyagerin
muamelesiyle altın olur; bu bulunmaz kimya bakırı altın eder.
Bu güneş, Tanrı
vergisiyle zengindir, ne taç ister, ne elbise; yüzlerce kele külâh olur o, her
çıplağa elbise.
*
İsa, gönül alçaklığı göstermek için eşeğe
bindi, yoksa seher yeli hiç eşeğe biner mi?
Ey rûh, araştırmada
ırmak gibi başını ayak yap. Ey akıl, bu ebedîlik için ebedî ol diye nara urman
yerindedir, değer.
*
Tanrı’yı o kadar an ki kendini unutasın,
dua ederken dua sözünün dal’ı gibi iki büklük olasın.
Bilirsin ki istek pazarı
hilelerle, düzenlerle dopdoludur; ey ulu er, aklını başına al da sersemleşme,
yaramaz işlere düşme.
Cana ulaşmak, gülen
devlete kavuşmak istiyorsan, lûtuf da görsen gül gibi güledur, kahır da görsen.
Bu
hazır yemek coştu, çoğaldıkça çoğaldı, hoş oldu amma üçüncü tercî geliyor ey
her cesedi canladıran tertemiz can.
*
Sâkîm burda olsaydı onun
sunduğu şarabı içerdim, büyücü şuh gözlerinden öğrenirdim de yüzlerce
bozulmayacak büyüler yapardım.
Korkak gönlüm, bir hoşça
yiğitleşseydi de onun arslanlar avlayan avcısı kesilseydi şu anda erkek
arslanları tutar, eyer altına sokardım.
*
O sünbüle benzeyen kaşlar, o harmanı güzel
mi güzel ay sayesinde şu beden öküzünden kurtulurdum, gökyüzüne ağardım.
Padişahımın meclisinden
sarhoş bir halde çıkardım da her şehre buyruğumu yürütürdüm, her derde derman
olurdum.
Ne biçerdim, ne ekerdim,
mutlak bir hayal kesilirdim; ne yaş olurdum, ne kuru, ne sıcak olurdum, ne
soğuk.
Ne ekmek havasına
düşerdim, ne can belâsına; ne top gibi yeryüzünde yuvarlanırdım, ne toz gibi
havaya uçardım.
Ne başı dönmüş selviye
dönerdim, ne oynayıp duran sünbüle; ne lâ’l elbiseli lâle kesilirdim ne sapsarı
safran.
Ne de gizli gönül
derdinden gonca gibi ağzımı yumardım; bu cihandan da, o cihandan da geçerdim de
Tanrı nuruyla beslenirdim, gelişirdim.
Din padişahı her an,
evet diyor, bunca hallere girdin, bu hallerin yüzlerce misli çeşit çeşit
hallere düştün, çeşit çeşit göründün, çünkü ben senin kaydındaydım, yol açın
diyor, seni bu hallere sokup yolluyordum.
Yeşilliğe yağan
rahmetler gibi yeryüzüne ben yardım etmedeyim, her tek kişinin çiftiyim, her
çiftten de münezzehim, tekim.
*
Süleyman’dan saltanat alınınca balık
satmaya başladı, rahatça otursaydı karıncayı bile incitmezdim ben.
Kışsız yaz olsaydı gülün
ayağına hiçbir diken batmazdı; mahmurluğu olmayan şarap
bulunsaydı
üzümü sıkmazdım ki zaten.
Şu büyücü karının düğümlediği düğüm can
ayağımdan çözülseydi her yol kesenin körlüğüne rağmen yüzlerce Rüstem olurdum,
yüzlerce babayiğit er.
Gözlerimiz seninle aydın, ömrün ebedî olsun
ey güzel, ey neşemiz, ey cömert yiğit, ey bizimle uzlaşan dilber, benim gibi
yüzlerce kişinin canı feda olsun sana.
A âşıklar, a âşıklar,
onun yüzünü görenin aklı gider, deli divane kesilir. Huyu değişir, darmadağın
olur.
Sevgiliyi aramaya
koyulur, dükkânı yıkılır; deredeki su gibi yüzüstü sürünerek koşar, başını ayak
yapar.
Aşk âleminde mecnun oldu
mu felek gibi dönmeye başlar; fakat böyle böyle bir hastalığa tutulan da sonucu
onun ilacını elde eder, derman bulur.
Tanrı’ya toprak olana
melekler secde eder. Ona kara bir kul kesilene güzelim gökyüzü köle olur, kul
kesilir.
Sevdası, dertli gönlü
avcuna alır da koklar durur. Eline aldığı, kokladığı gönül, nasıl olur da hoş
bir hale gelmez?
O, nice gönülleri
yaraladı, nice uykuları kaçırdı. Onun sihirbaz nerkis gözleri,
sihirbazların
bile ellerini bağladı.
Bütün
padişahlar onun yoksulu. Bütün güzeller onun ihsanını toplamada. Arslanlar bile
onun mahallesindeki köpeklere karşı kuyruklarını kısmışlar, teslim olmuşlar.
Gökyüzüne
bir bak, melekler kalesini bir seyret. Onun burcunda, onun kale bedeninde nice
ışıklar var, nice meşaleler var.
* O
davulsuz, dümbeleksiz padişahın kalesinin dizdarı Akl-ı Küll. Kalede kime
yüzünü gösterirse onu yetiştirir, geliştirir.
Ey ay, onun
yüzünü mü gördün, güzelliği ondan mı aldın? Ey gece, zülfünü mü gördün onun?
Hayır, hayır, hayır. Olsa olsa saçlarının bir telini gördün ancak.
Bu gece,
karalar giyinmiş, yaslı olacak herhalde; kocası ölmüş dul kadın gibi siyah
elbiselere bürünmüş.
Fakat
inanma, gece yalancılık ediyor, gizlice onunla işrette. Gözsüz amma gözlerini
görüyor da kaşını çattırıyor onun.
Ey gece, bu
feryadıma, bu figanıma yardım istemem senden, sen de kader çevgeninin önünde,
onun topu gibi yuvarlanıp durmadasın.
Bu çevgene
top olan kutluluk topunu elde eder; gönül gibi onun çevgeninin önünde top gibi
başsız-ayaksız koşar durur.
Ey lâle gibi
kızıl yüzünden safran gibi sararmış yüzümüz; ey derdiyle saçlarındaki tarak
gibi gamlara batmış gönül.
Sen aşka
dayan, çünkü aşk baştan başa yüzdür, gözdür, bu yana dönmüştür, seni
gözlemededir; zaten aşkın civarında yüzden, görüşten başka bir şey yoktur.
Şekli
yoktur, fakat işi gücü şekil yapmaktır. Ey gönül, sen bir türlü şekilden,
sûretten geçemiyorsun, çünkü onun cinsinden değilsin.
Temiz bir
gönüle sahip olan herkes, gönül sesiyle topraktan meydana gelen bedenin sesini
fark eder; bu ses, onun ceylan şekline girmiş arslanının kükreyişidir.
Tek Tanrı’nın eliyle dokunan, gene de bir
dokumacının elinden, bir dokumacının mekiğinden meydana çıkar.
Ey canlar, mekiği olan
güzel, ey yüzü bize kıble kesilen, bu yeri döşeyip bezeyen, var edip meydana
getiren göktür, şu toprak yeryüzü de onun karısıdır.
Gönlüm onu kıskanarak
yanıp yakılıyor; iki gözüm ona kırba kesildi; fakat o nerden ıslanacak? Deniz
bile ancak topuğuna çıkıyor.
Bu aşk bana konuk oldu,
canımı vurdu, yaraladı; yüzlerce lûtuftur, ihsandır bu. Yüzlerce aferin eline,
koluna.
Elimden, ayağımdan
geçtim, araştırmayı bıraktım ey araştırmasıyla bizim araştırmamızı silip
süpüren, yok eden dost.
Niceye dek hay gönül
deyip duracağım? Vazgeç şu gönül sevdasından da sus artık. Gönül onun “Hû”
sesini duyunca benim hayhuyumun değeri, faydası kalmaz zaten.
Sabahları
güneş doğmadan sırça gök kubbede gün ışığı parıl parıl parlar; akşamleyin batı
kızıllığının kanla dolu kadehi, senin kan yalaşan temreninden meydana gelir.
Yarlarda
yarlardan, sellerde sellerden, oynaya yuvarlana, çağlaya atıla akan sular,
sonucu senin denizinin kıyısına varır da o denize karışır gider.
O kadar
yüceliğiyle, o kadar azmiyle ay bile senin yüce, usûl boyunu görmek için yüzünü
yukarıya tuttu, başını kaldırdı da külâhı yere düştü.
Her seher
çağı bülbüller, senin yemyeşil bahçende, sana ulaşanların havalarından nağmeler
düzer, âşıklar gibi feryada koyulur.
*
Ey güzel, canlar dîdârını arar, gönüllerin
hepsi de sevgiliyi; ey alabildiğine geniş bahçesinde dört ırmağın da coşup
aktığı dilber.
Biri akıp
duran su ırmağı, biri bal ırmağı, öbürü, seyret de bak, taptaze süt ırmağı,
öbürüyse senin kızıl şarap ırmağın.
Ne vakit mühlet vereceksin, ne vakit testi
üstüne testi sunarak şaraba kandıracaksın beni? Nerde o fikir ki şarap
kadehinin yaptığı işleri anlatayım.
Zaten ben
kim oluyorum ki? Gök bile bu büyük sağrağın dönüşüyle mest; bir an bile
aşkından aman bulamıyor, bir an bile senden şarap içmekten geri kalmıyor.
Ey gümüş
kemerli Ay, eskiden beri aşkla bilişliğin vardır senin; ey gökyüzü, âşıklık
yüzünden de bellidir senin.
Gönüle eş
olan âşk, gönlün söz söyleyişinden pek bezdi; sus ey gönül, ne vakte dek
sürecek şu çalışıp savaşman, arayıp taraman?
Gönül dedi
ki: Ben onun neyiyim, onun nefesleriyle feryat etmedeyim. Bu sözü duyunca ağla
öyleyse dedim, feryat et şimdi, ey canım, sevdasına kul olasıca.
Gerçekten de
kapınızı açtık, ayırmayın dostlarınızı; hamd olsun seni baştan başa kaplayıp
kucaklayan aşka.
Hasedinden İsa’yı
kıskanan, onun yüzünden perişan bir hale gelen nâdânın canı çıksın, yüz
köpek
sakalına pislesin.^10^
*
Eşek nasıl olur da ceylanı avlayabilir,
eşek nasıl olur da nâfe kokusunu verebilir; kim koklar eşeğin sidiğini, yahut
koklamak için kim arar, kim sorar?
Akar suya kancık eşek
işerse suya bir ziyan gelmez amma gene de susuz kalıp içmemek gerek o suyu.
*
Ey nazı, işvesi ahlâksızlara, yüz
tırmalayışı kahpelere benzeyen, o düzenden, o hileden eşek bile eşekliğiyle
utanır, Tanrı’dan “Onlar hayvanlardan da daha sapık” âyetini duy.
Susayım da Tanrı,
ebediyyen yüzünü kara etsin onun, ben sâkîye el atayım, zaten onun edasından,
lâtifelerinden sarhoşum.
Ey aşk, sen
mi daha düzgün, daha usûl boylusun, yoksa bahçen mi, bahçendeki elmalıkta
yetişen elma ağaçları mı daha düzgün, daha usûl boylu? Ey yeniay, bir çark ur,
dön ey iştiyak çekenlerine canlar bağışlayan.
Senden gelen
acı tatlılaşır, küfür, sapıklık din kesilir, çerçöpün ağustos gülü olur; canına
yüzlerce can feda olsun senin.
Ey halkın
başını döndüren, göklere merdiven dayarsın, insana kanatlar verirsin, başlara
yüzlerce kavga salarsın.
Ne şirin
huylusun ey aşk, ne güzel yüzlüsün ey aşk, ne de işret seversin ey aşk, ey
eşine, dostuna neşeler veren.
Ey güzel,
şakayıktaki renk senin rengin; bütün gerçekler sana karşı şaşırmış, bönleşmiş,
her zerre lûtfunu, ihsanını umarak sana yönelmiş.
Sen
olmadıkça bütün pazarlar bozuk düzen, kârdan kalmış; bağ da senin yağmurunu
ister, bahçe de, üzüm de, çiçekler de.
Ağaç senden öğrenir oynamayı, terütaze
yaprak seninle ayak vurur yere, senin abıhayat kaynağından içerler de yapraklar
da sarhoşluğa koyulurlar, meyveler de.
Bahçe senden
armağan olarak güzü olmayan bir bahar istiyorsa senin güller saçan rüzgârınla
yapraklarını döküp saçmak için istiyor.
Işığı Zühal
yıldızına vuran, onu bile parlatan yıldızın, gökyüzündeki duran, dolaşan bütün
yıldızları görür de onların sönüklüğünden utanır.
Senin neşe
bahçelerinde ne de hoş davetçilerin var, sana konak olan can, ekmek yerine neşe
yer.
Sınadım bir
zaman ben, sensiz bir lezzet bulamıyorum, sonu gelmez tuzun olmadıkça ömrün
nerden tadı tuzu olacak?
*
Sefere gittim, geri geldim. Sona vardım,
ordan gene başa döndüm, yeni baştan başladım işe; şu can fili, rüyasında senin
Hindistan’ını gördü;
Senin
Hindistan’ın sarhoşlarının meydanı; senin nağmelerinin lezzeti yüzünden kızoğlankızlar
bile gebe.
Tedbirlere giriştim,
fayda etmedi, gönül zincirlerini kırdı da çeke sürüye canı ta senin otağının
önüne dek getirdi.
Orda ne bir inatçı
görüyorum, ne bir soğuk kişi; orda her an bir hayat var, her an ucuz, bol
ihsanlarından bir ihsan.
Dağ, hilmine bakmış da
utanmış, o hilimden dolayı gönül de küstahlaşmış, deli gibi, küstahçasına
sayvanına sıçramak istiyor.
Sen demirde, dağda,
taşta nice kapılar açtın, gönül de karıncaya döndü, senin tasında, kadehinde
bir yarık arıyor.
Kıyamete dek yüzünü
vasfetsem, boyuna söylesem, sayıp döksem gene de anlatamam, âcizim; senin uçsuz
bucaksız denizin bir çanak su almakla biter, tükenir mi?
Uyan,
uyan; hadi, gece geçti, uyan bez, bez, bez kendinden bile.
*
Mısır’ımızda bir ahmak, işte şimdicek
Yusuf’u satıyordu, bana inanmıyorsan pazar şuracıkta, git de gör.
Neliksiz niteliksiz
Tanrı, seni keyfiyetsiz bir hale getirir, yüzünü gül gibi kızartır, tabanına
batan dikeni çıkarır, ondan sonra yürü gül bahçesine.
Her hileyi, her düzeni
işitme, ne diye kanı kanla yıkarsın? Kadeh gibi baş aşağı gel de ondan sonra
tortulu şarap iç.
Çevgenine karşı topa
benze, topa; akbabasına meze olmak için leş bile ol, leş bile.
Gökten ses geldi,
âşıkların hekimi geldi diyor; senin yanına da gelmesini istiyorsan hasta ol,
hasta.
*
Bu gönlü bir mağara say, o sevgilinin
halvet yurdu bil; mağara dostuysan hadi, gel, mağaraya gir, mağaraya gir.
İyi,
sâf, bön bir adamsın sen, altınını hırsızlara kaptırmışsın; hırsızı bilmek,
paranı elde etmek istiyorsan yankesici ol, yankesici.
Sus, onun denizinde
denizi, inciyi az vasfet; dalgıçlık etmek istiyorsan soluğunu tut, soluğunu
tut.
Bırak ey âşık hileyi,
düzeni, virane ol virane; ateşin ta ortasına atıl, âdeta gönlüne gir de pervane
ol, pervane.
Hem kendine yabancı
kesil, hem evini yık da ondan sonra gel, âşıklarla aynı evde otur, aynı evde
onlarla düş kalk.
Yürü, gönlünü siniler
gibi yedi kere yıka kinden de sonra gel, aşk şarabına kadeh kesil, kadeh.
Sevgiliye lâyık olman
için tamamıyla can kesilmelisin; sarhoşların yanına gidiyorsan sarhoş ol,
sarhoş.
*
Sen kadir gecesisin, burda kadir gecesi ol,
kadir gecesi gibi rûhlara köşk ol, konak kesil.
Düşüncen nereye
gidiyorsa seni de peşinden sürükler, oraya çeker; düşünceden geç de kaza ve
kader gibi en ilerde yürü, en öne geç.
Hevâ ve hevese meyletmek
bir kilittir ki gönüllerimiz onunla kilitlenir; sen anahtar ol, anahtarın dişi
kesil; anahtarın dişi.
*
Mustafâ, Hannâne direğini okşadı, bir
ağaçtan da aşağı değilsin ya, Hannâne direği ol, Hannâne direği.
*
Süleyman, kuşdilini duy, öğren diyor sana,
halbuki sen bir tuzaksın ki kuş senden kaçıyor, tuzak olma, yuva ol, yuva.
Güzel sana yüz
gösterirse ayna gibi dol onunla; güzel sana karşı saçlarını çözer açarsa, yürü,
tarak kesil, tarak.
*
Ne vakte dek ruh gibi çift ayakla, beydak
gibi tek ayakla koşacaksın, ferzin gibi eğri büğrü gideceksin, aklını başına
al, akıllan.
Armağanlara,
mallara sahip oldun da şükrane olarak aşkı verdin; malı bırak, mal şöyle dursun
sen aşka şükrane olarak kendini ver, kendini.
Bir müddet ateş oldun,
yel oldun, su kesildin, toprak oldun; bir müddet de hayvan oldun, hayvanlık
âleminde yeldin yorttun; mademki bir müddet de can haline geldin, bâri
sevgiliye lâyık bir can ol, sevgiliye lâyık bir can.
Ey söz söyleme
kabiliyeti, niceye bir dama çıkacak, kapıya geleceksin? Eve uç artık, dille
söylemeyi bırak, vazgeç sözden, vazgeç de sus.
Sâkî, şarabın azaldıysa
sağrağımızı rehin al; şarap senin lûtfundan senin verginden geldikten sonra
canı bile rehin versen değer.
*
Nice iğdiş, nice ağa, Tanrı şarabının
verdiği sarhoşlukla şehrimizde dükkânını, varını yoğunu rehin etmiştir.
Marifet atına binmiş,
İbrahim Edhem’e bak, o padişah bile tahtını, tacını feda etmiş gitmiştir.
O eşi bulunmayan tek güzel o şaraptan bir
yudumcuk putun mayasına damlatır da, kâfir o kara taşın sevdasıyla imanını
rehin eder.
Ben o
meyhanenin sarhoşuyum; kuşlar gibi hiçbir tuzağa kanadımı rehin etmedim, yalnız
o tek inci tanesinin tuzağına düşmüşüm, onun tuzağına tutulmuşum.
Malımı
rehine koydum diye neden titremedesin, onun için canından bile geç; can rehin
olmuş ne çıkar, keşke yüzlerce canım olsaydı da ona rehin etseydim.
*
Ebû Bekr başını, Ömer oğlunu, Osman
ciğerini, Ebû Hurayra da dağarcığını rehin etti ona.
Onun
padişahlarla bile muamelesi buyken, yoksulun şarap için bütün halkı rehine
koymasına ne diye şaşıyorsun?
Sus,
bülbüllüğü bırak da gül bahçesine gel, seyret; bülbül gülüp duran güle
kanatlarını da rehin etti, başını da.
Sırları bilen bir sarhoş
gördün mü bil ki onun sarhoşudur o. Gönlü diri biri var gördün mü bil ki o var
etmiştir onu.
Neşelerle, çalgıyla
çağanakla dopdolu, geceyle gündüzün farkında olmayan bir baş gördün mü bil ki o
başı o kaşımıştır, o.
Dünyadakiler hep
birbirinin zıddıdır, birbirinin kanına susamıştır, hepsi şer peşindedir,
savaştadır, fakat ayağımızı bağlayan heybeti yüzünden bahsetmeye imkân yok ki.
Her an birine şarap
sunar da ağaç gibi boy atar o; onun kalkışına, sıçrayışına şeytan da hayran
olur, peri de.
*
Arslan gibi birini görmüşsün de bıyığını
adamakıllı burmuşsun amma a şişman hantal, bu senin lâyığın, bir de onun lâyığını
gör bakalım.
Kalıbının cüzleri, onun
lûtfuyla birbirine eklendi de düzüldü, koşuldu; hallerini de birbirine ekler,
düzer, koşar; eklerin birbirine rağbet edişleri, onun rahmetiyledir.
Ne de hoş bir ovadır bu
ova ki yer yer orda salına salına nazlanarak yürüyen, ancak aşktır, o ovanın
üstünde Tanrı’dan başka bir şey yoktur, altında yokluktan başka bir şey yok.
Söz oltasını az ör,
çünkü av sana zebun olmuyor ki; az ör de avları tutsun, av da onun oltasına,
ağına karşı sarhoştur zaten.
Dünyada böylesine ay
olamaz, burda topalla ey gönül, inada kalkışma. Beni savaşla korkutup
duruyorsun ha, hadi savaş bakalım, hadi savaş.
Biz o ebedî şaraplarla
Tanrı sarhoşuyuz; sense akıllısın, hünerlisin. Yürü, ad san kaydında kaladur.
*
Kâğıttan elbiseler giyinerek din
padişahının huzuruna gittik biz; sen sûret âşıkısın, kalem gibi renge kapılıp
kal.
Sevgilinin
aşkıyla can ver, düğüm aşksız çözülmez. Ey rûh, burda sarhoş ol; ey akıl,
topalla burda.
*
Rum, yüzünü görüp sarhoş oldu, Zenci,
saçını görüp yıkıldı; artık istersen Rum ülkesine git, istersen Zenciler
diyarına.
Onun
ayranına düşmüşsün, zaten de onun aşkından doğdun sen. İstersen yüzlerce fersah
ileriye koş, bu puttan kurtulmana imkân yok.
Müminsen
seni aramadadır, kâfirsen seni çağırmada. Bu yana yürü, doğru bir er kesil, o
yana var, kâfir ol, ikisi de bir onca.
Gözün
bağında kalmış, kulağın şirin sözlerinde, onun gelirine dal, bal arısına dön,
onun hurma fidanına sarıl, salkım salkım geliş.
Hem gökyüzü
okuna yay kesilmiştir, hem su onun emrine tâbidir. Doğruysan var, ok ol, eğri
büğrü gidiyorsan yürü, yengeç kesil.
Onun yüce,
geniş, hoş bir ülkesi var. Nasıl olursan, ne olursan ol, ona lâzımsın sen.
Dilersen akıyk ol, lâ’l ol, dilersen kerpiç ol, taş ol; o ülkeye o da lâzım, bu
da.
Lâ’lsen de gel, taşsan
da gel, belâ seline düş, yuvarlan, selle denize koş, o şuh aşka konuk ol.
*
Hızır’ın abıhayatına benzer bir deniz; ne
kadar içersen iç, eksilmez. Denizin suyu eksilirse o zaman gönlün daralsın,
canın sıkılsın.
Balıklar gibi denizde
git, gel. Kuruluğu hatırlarsan denizden karaya yüz tut.
Gâh dudağını dudağına
verir, gâh seni kucağına alır. Öyle yaptı mı yürü, ney ol, böyle yaptı mı var
çeng kesil.
Düşmanı yoksa da her
yanda onun bir sarhoşu var; halvet yurdunda sürünüp durma; âşıkların geçit günü
geldi, öne düş, öncü ol.
Onun bağından gafil
olan, şaraba muhtaç olur. Üzümle, şarapla dolu bir bağ... Gâh şarap olur, gâh
afyon.
*
Meryem gibi sus da bir İsa nefesli
konuşsun. Kim sana iş arasında, var da erkek eşeklerle dost ol dedi.
And olsun Tanrı’ya
kadehten de usandım şimdi, sağraktan da, susaktan da; nerde deniz gönüllü bir
sâkî ki testiyi kadeh diye sunsun bana.
Bana beni alıştırdığını
sun, hırsızlamacasına gizleme benden, sendedir o, aranma o yanda bu yanda.
Her defasında beni
aldatırsın, meclise gelsene dersin; ne istiyorsan yanıma gel de kulağıma söyle
benim.
İyi ya, bir güzelce
yalanına aldanırım, düşünmem, bakmam bile buna, çünkü ben zaten halka gibi
kapıdayım, kulağına nasıl dudağımı kor da söz söyleyebilirim sana?
Ben kapıdayım, sen
ulaşmışsın, canım köpüktür, sense deniz gönüllüsün; Allah için olsun,
tembelliği bırak da düşmanımın kanını dökercesine dök şarabı.
Akıl bana yâr oldukça
sözlerimin aslı yok; her
an olmayacak bir hayal
gelir, tapısında yere baş kor.
* Yarabbi,
şarabınla benzi gül gibi kızaranın gününe gün katılır gerçekten de; çünkü o
Hızır olmuştur, Hızır gibi her an abıhayatla abdest almadadır.
Gökten ses
geldi; meclisinize feda olalım, dostlar ne mutlu size, ne mutlu, hoş olun bu
insanlarla, içmeye bakın denmede.
Şu gönüller
açan şaraptan içen topluluk, ferahlara gark oldu; o yanda kadeh, bu yanda
kadeh, sonucu, içleri çarşıya, pazara döndü.
Kimsenin
kendinden haberi kalmadı, ört kapıyı, aç kemeri; ey oğul, biz elden çıktık
artık, elini bizden yu.
Ben senin
şuh gözlerinle sarhoşum, alnına dökülen salkım salkım saçlarla sarhoş; gül
renkli şarabının sayesinde renkten de kurtulmuşuz, kokudan da.
Sus, çünkü
kendinden geçerek hay-huya kalkışırsan bil ki Tanrı lûtfuyla buraya ne hay
sığıyor artık, ne huy sığıyor.
Dün gece apaydın sabaha
kadar kendimden geçmiştim, aklım başımda yoktu; bir an olsun baş nerdeydi, son
nerde?
Ey Tebrizli Şems, ey
canın, gönlün kendisine kul kesildiği er, gerçi adımı ırmak üstüne yazdın,
belki de unuttun beni, amma gene de gel n’olur.
Ey niyetlenenler, yola
düşenler, sizi doğru yola sevk edene ulaşın, ona kavuşmak için düşün yola, aşın
yolları: Araştırın sizi kutluluğa ulaştıranı, nerdedir o ulu, nasıl
buluşursunuz onunla?
Aşk, bir ışıktır ki
yüceltilmiş, bir sırdır amma ne de güzel içilecek, arınılacak, zaten de sevgi
ırmağı boyuna akar, kesilmez, mahabbet ateşi boyuna yanar, söndürülmez.
Aşk, elemlerle
beraberdir, fakat gene de yücedir; sevgi derdine uğrayan havalandı, uçtu
derlerse sakın inkâr etmeyin, uzak görmeyin
bunu,
olmaz demeyin.
Ona kul köle
olup sevgiyle hizmet etmek, azatlısı olup başıboş gezmekten hayırlıdır size;
aşkıyla ağlayan gözü hastadır, göz ağrısına uğramıştır sanmayın. Aşıkların
işine akıl ermez, dertlerine devâ olmaz, onlara dert, zaten en zararlı devâdır;
aşka düşmeyen, aşk vadisinde konaklamayan kişileri doğru yolu bulmuş, muradına
ermiş saymayın.
Dostlar,
yeise düşmeyin, zahmetten sonra rahmete kavuşursunuz; ancak sevgiden başka bir
elbise giymeyin, sevgiden başka bir libasa bürünmeyin.
Aşk
büyülerinin ipi düğümlenmiştir, aşkın elem ve eziyet ateşi yalımlanmıştır; aşk,
kaybedilmiş bir nimettir ki bulmaya çalışmayan mahrum olur gider.
Sevgiliyle
buluştuğum gün bağırdım: Aklım da başımdan gitti, suçlardan çekinip kaçınmam da
yok oldu; fakat bu, varlık içinde bir varlıktır, fakat bu ebedî bir nimettir.
Aşkı elden kaçırırsanız
gaflete düşmeyin, araştırın, bulmaya savaşın onu, aklınızı başınıza alın; ne
uyuyun, ne yiyin, ona ulaşmadıkça, onu görmedikçe rahat etmeyin.
— H —
Ey âşıklar, ey âşıklar,
deliyim, divaneyim, zincir nerde? Ey can zincirini oynatıp şakırdatan, dünya
senin yüzünden şakırtıyla, gürültüyle doldu.
Bir başka zincir yaptın
da boynuma attın, kervanın yolunu kesmek için gökyüzünden at oynatıp koştun.
Kalk ey can, kalk ey
cihan, topraktan, toprak yurdundan uç, gökyüzündeki şu meşale bizim için dönüp
duruyor.
Gönlünde dert olanın
yolunu yağmur nerden vurur, çamur nasıl onu yoldan alıkor, o ancak aşkta
konaklar; başka konağı yoktur onun.
Ödleğin biri bir gün
bağırdı, kötü çoban dedi; o keçi sürünün içinden bana baktı, acaba ısırır mı
beni?
Çoban ödleğe, ısırsa da
dedi, hattâ tekmesinin altında öldürse de er kişiye ne gam, korkar mı
hiç
keçiden? Ödlek, hele doğru dedin dedi.
Akıl nerdeki
söz söyleyesin, ayak nerdeki koşup yortasın, karadan kaçıp denize dalasın da
depremden emin olasın.
Padişahlar
padişahı olasın, saltanatın daimî olsun, Zühal yıldızından bile yüce olsun
yerin, şu süprüntülükten çıkasın.
*
Akl-ı Küll gibi, işe güce koyulasın, bal
ırmağı gibi coşup köpüresin, Hamel burcundaki Güneş’e, Sünbüle burcundaki Ay’a
dönesin.
Yüzlerce
kuzgun, yüzlerce puhu, yüzlerce üveyik, senin için nağmeler düzmüşler; şu
oyalanmadan vazgeçseydin gönül sırlarını duyardın.
Gönül
sahibiysen aşka düş, gönülsüz bir hale gel, aklın varsa deli ol, çünkü, şu cüzî
akıl, senin aşkının gözüne bir su kabarcığı gibi görünür.
Sonucu gayb
sûreti gelip yetişir de seni sûret âleminden çeker, sıyırır; çünkü onun o
birbirine karışmış kıvırcık siyah saçları yüzünden bu mesele sarpa sarmıştır,
çözülmesi güçtür.
Fakat gene
de bu yolda hoşlukla, güzellikle eteğini kaldırman, çekmen gerek; çünkü
aşılacak yol âşıkların kanlarına bulanmıştır.
Yürü ey
gönül, yürü kervanla, yapayalnız bu yolu aşmaya kalkışma; çünkü şu gebe kalmış
zaman fitneler doğuruyor.
Dediğim gibi
gidersen zahmetsiz gidersin, Tanrı’nm amanmda olarak yol alırsın, denizde kayık
gibi yürürsün, ey gönül, mademki gittin, gidiyorsun, bâri zahmetsiz, şikâyetsiz
git.
Gönlünü
canından aldın mı savaştan da kurtuldun demektir, barıştan da; dükkâna da
ihtiyacın kalmaz, azığa da.
Canın
düşünceden kurtulur, tehlike yolları kapanır, dilediğin ulaşır sana, dostlukla
uzlaşır seninle.
Gündüz, Rum
ülkesine mensup şu kavgacı, gürültücü adamdan kurtuldun, emin oldun ya,
geceleyin de her yanı çanla dolu şu Zenci’den korkma.
Sus ey şirin yüzlü, yürü, tulumun ağzını
bağla ey saka, çünkü dalgalar testiye, kadehe sığmaz.
Ey aşkıyla Cebrâil’in
bile gökyüzünde raksa girdiği, ey sevdasıyla havada yıldızların, göğün, âlemin
coşup oynadığı güzel,
*
Şu yedinci kat göğün altında her şey, ta
öküze, balığa kadar bütün varlık sevinç içinde, neşeli; ta Öküz, ta Balık
burcuna dek yukarda her şey oynamada.
Gönlü kanlarla dolan
âşık meyhaneye gitmiş, şaraba bir ateştir salmış, küplerin içinde oyuna girmiş.
Gönül görmüş ki yüzsuyu,
şerefi, onun aşk mahallesinin topraklarına dökülüp saçılmış; ateşlerle dopdolu,
zahmetler içinde oynamaya koyulmuş.
*
Can, Eyyub Peygamber gibi o lûtfun, o
keremin zevkiyle, kurtlarla dolu vücuduyla belâlar içinde oynamaya başlamış.
Hattâ Âdem
Peygamber’in soyundan, bundan sonra geleceklerin canları bile senin yokluk
âleminde raksa girmiş.
Yokluk
meyhanesinde ulu, yüce padişahlar padişahları, hem külâhsız, taçsız, başbuğ
olmuşlar, hem kaftansız, elbisesiz oyuna girmişler.
Bir bölük
halk, azıcık bir şey görmüş, fakat hasede düşmüş, kibrine, namusuna, ârma
yedirememiş de kimse görmeden, yalnızca oynamaya koyulmuş.
Kibirliler,
nefse uyanlar, nerden padişaha lâyık olacak, bu padişahımızın yüceliği yüzünden
yüzlerce yücelik, ululuk oynamaya başlamış.
Bir bölük
halkı görürsün, ekmekle çorba için oynuyor; bir bölük halk da var ki aşka düşmüş,
onlara aldırış bile etmiyor, oynayıp duruyor.
Ne hoştur o
inci ki onun denizine gark olmuştur da sonucu seçilmiş bir deniz kesilmiş, o
seçimde oynamaya koyulmuş.
O nerde, kendi aklıyla taklide düşen,
korkusuyla dönüp durarak ümide kapılan, öylece de oynamaya girişen nerde?
Bütün bunlarla beraber
gene de o adam, gaflete düşenden, inkâra döşenenden iyidir; hiç olmazsa arada
bir ikrar eder, arada bir yoktur sözünden kurtulur da oynamaya girişir.
Bir bölük halk var, o
yiğitin sevdasıyla varlıktan da geçmiş, yokluktan da; bir bölük halk da var,
kendi sevdasıyla tamamıyla yok olmuşum, yokluğa dalmışım diye oynamada.
Yarasa karanlıkta,
karanlıkların sevdasıyla oynayıp duruyor, güneşi seven kuşlarsa seher çağından
kuşluk zamanına dek raks ediyor.
Ey tez giden seher yeli,
var git, Tebrizli Şems’e de ki: Hallerini söyle bana, benimle raksa gir,
benimle oyna.
Sarhoşlara bak, hepsi de
bizim sarhoşumuzun başına üşmüş, akıllarını fikirlerini bırakmışlar, esenlikten
geçmişler, belâya düşmüşler.
Dedim ki: Ey
can sarhoşları, ey can elinden şarap içenler, yüz binlerce can, yüz binlerce
gönül, sizin başınıza üşmüş, size sarılmış.
Dediler ki:
Allah’a şükürler olsun, lûtfuyla şu ay doğdu; darlıktan mahrum kalmıştık,
yokluğun ta dibine dalmıştık.
Cefasından
kaçtık, bir zaman ondan uzaklaştık, düşmanlar gibiydik âdeta, cefa içinde,
eziyet içinde kalakalmıştık.
Vefa
kadehini kaldırmış, işi, dükkânı bırakmış, işleyen, kâr eden birçok tatsız
tuzsuz dükkânı öylece salıvermiş elinden.
Gözlerine
sürme çeken, her şeyi görüp bilen akıl, güzel gözlülerle görüşüp konuşmaya
düşmüş, onlarla düşüp kalkmaya koyulmuş; etrafı gözeten kuzgunsa nerde bir
asılmış adam varsa oraya konmuş.
Ağzında tat
varsa, lezzet alıyorsan şu acı, tatlı küplerden bir tat, hevâdan, hevesten
geçmek mi daha iyidir, yoksa hevâ ve hevese kapılmak, asılıp kalmak mı?
Bir ömürdür gönlüm
aşkıyla âvâre oldu, onu arayıp duruyordum, bir de baktım ki zavallı gönül bir
güzelce Tanrı’ya yapışmış meğer.
Ey yiğit, dünya evine
güveniyorsan kalk da seni hem azat eden, hem tutup asakoyan, tutsak eden kimdir
göstereyim sana.
*
Ebedîlik yurdunda öldürülenleri, fakat
canları diri olanları gör, genç Mansûr gibi razılık darağacma asılmışlar.
Ey aşk, padişahım
sensin, benim için bir darağacı kur; asılmamış kandil evi ışıtmaz.
Erlere yapışan kişinin
ayağının toprağıyım, kimyaya sarılan bakıra kulum köleyim ben.
Kalk sırça çalgıya düzen
ver, zevke, semâ’a başla; baş aşağı duran tefle nağmesiz bir halde duvara
asılmış olan ney hoş değil.
Tef bağlı gönülleri
açar, ney hastanın canına canlar katar; şu gönül açan, ne diye kapalı durur, o
cana can katan, nasıl olur da asılı kalır.
*
Bugün bir gayret et, el açıklığında bulun,
cömertlikle canını ver, Hâtem bile kâfirken kurtuldu, çünkü cömertliğe
sarılmıştı.
Bu cömertlik
ekmek için kurulu tuzağa benzer, fakat temizlik, neşe, can tuzağıdır tıpkı;
cömertliğe sarılan nerde, neşeye, safâya sarılan nerde?
* Cömert
sanki bir korkak kişidir ki tehlikeye düşmüş de malını, mülkünü sığındığı
mağarada vermiş; sûfîyse Mustafâ’ya sarılmış Ebû Bekr’dir âdeta.
Bu, bir
güzele gönül verir, bir başbuğa can feda eder, menfaatine düşkün adamsa müşteri
gibi paraya pula asılmıştır, pazarlık eder durur.
Bu, timsah
gibi deryalara dalmış, denizler hayran ona; şuysa yeni yüzme öğrenmiş, bildik
kişilere sarılmada.
Sanki bu
işler güçler, bu ululuk, bu debdebe ya gerçektir, ya gösteriş; fakat âşıklarla
bizim bulunduğumuz yerde gerçek de asılakonmuştur, gösteriş de.
Gece oldu ey benim canım, cihanım, ey
geceleyin yol alanların gözü, ışığı, ey aya benzeyen yüzüne karşı gökyüzünde
ayın bile asılıp kaldığı, hayran olup kendinden geçtiği dilber.
Ben yeniay
gibi neşeliyim, sevinçliyim; sen yeni bir mevki, yeni bir devlet gibi cana
canlar katıyorsun ey gamıyla yeniayın da benim gibi iki büklüm olup kaldığı
güzel.
Can,
bilgiyle bir dağdır, bedense bir saman çöpü sanki; bir saman çöpünün koca bir
dağı tutup kaldırdığını kim görmüştür?
Yol
alanları, bıraktın gittin; etme, başkalarıyla sohbette bulunma; yoksa belâlara
düşersin de belâlara uğramış adamdan çare umana döner, kalakalırsın.
Yüce kişilerin
canları bile bu işin sonucu nedir, nasıldır diye kan olmuş; kötü zanna
kapılanların canlarıysa sonunda baş aşağı asılakalmış.
Yüce erlerin
tertemiz canları, canın önceden ektiği tohumu görmüş de sonu düşünmeden
vazgeçmiş, öne, başlangıca sarılmış.
Asıl seslenen gönüldür,
gönlün sesidir beden dağına akseden; ey sese yapışan, sus da sesin geldiği yere
sarıl.
Dilden çıkan söz kibir
verir, kibir de senin yalvarışını yer bitirir; kibrinden ayrıl da ululuk ıssma
yapış.
Kimdir bu, kimdir bu ki
tatlı tatlı, güzel güzel gelmiş; sarhoş, ayakkabıları koltuğunda, evimize
girmiş.
O ona hayran, düşüncenin
başı dönüyor, huzurunda yüzlerce akıl, yüzlerce can, elsiz- ayaksız bir hale
düşmüş.
O lâ’l dudaklı güzel
hileye saptı; elinde kürek, ateş istemek için geldi amma bu yapayalnız
gelişinden maksadı neydi; acaba kimi yakacak bilmem ki.
Ey ateş madeni, gel.
Bizden ne diye ateş istersin? Ey zamansız gelen sevgili, and olsun Tanrı’ya, bu
bir hile, bir afsun.
Ey yüzü
kuşluk güneşi gibi parlak güzel, ey evin bucağı yüzünün nuruyla sahraya, ovaya
dönen sevgili, duvak nasıl gizleyebilir seni?
Ey Yusuf,
kuyunun üstünden aksin, kuyudaki suya vurdu da kuyunun suyu yüzünün ışığıyla
coştu, köpürdü, ağzına kadar kaynadı, fışkırdı.
*
Hoş geldin, hoş geldin, sihirbazlara bile
ustasın sen. Peygamberin hüthütü gibi ankanm huzurundan gelmişsin.
Ey ciğerimde
abıhayat olan sevgili, her çevrin yüzlerce batman şekere bedel, her an yüce
Tanrı’dan bir başka sûrete bürünüp görünmedesin sen.
Ey gönüller
alan güzel, sen hiçbir bucağa sığmazsın. Ey güzelliğine denizlerden fazla
gözyaşları döktüğüm sevgili.
Ay yüzüne
karşı gök de bir ayna, yer de. O ayna sanki canlandı da seni seyre çıktı.
Yarabbi,
ecelimden önce ilimden de geçir beni, amelden de; hele şu bütün ağızlara gelen
konuşma, söyleme ilminden büsbütün geçir.
Ey iştiyakı başlara
çöken sevda sevgili, sus, sus da sözlerimi bir başka yoldan dinle artık.^121
Bu kimdir, bu kimdir ki
ansızın gelmiş, halkamıza girmiş? Tanrı nuru bu, Tanrı’dan gelmiş.
Şu lûtfu, şu rahmeti
gör, şu bahtı, şu devleti seyret, yıldızı düşkünlerin çaresini bulmak için ay
gibi çıkagelmiş.
*
Güzel Leylâ’ya bak, ne güzel de Mecnun’u
arzulamış; o rûh kehribarına bak, her otu kendisine çekmek için gelmiş âdeta.
*
Kokularındaki lezzetten, güzelliğinden,
güzel huylarından, “söyle; gelin” demelerinden canlar kapıya gelmişler.
Yokluğa yüzlerce kul
resmi çizer, bayrak sahibi padişah resmi çizer, çeşit çeşit resimler yapar,
onun güzelim hayalleri gönüle hoş gelmede, güzel gelmede.
O ihtiyacı olmayan
güzel, bu hayalleri bir gün gerçekleştirir de yol yitiren o şekiller yaşayış
âlemine gelirler.
Suyu acı bir kuyuya
benzeyen şu yerden, Kur’an kovasına yapış da çık; ey Yusuf, kuyuya sarkıtılan
şu kova, sonucu, senin için sarkıtılmış.
Ne vakit senden
vazgeçeceğim de bilgi güneşiyle padişahın gölgesine geleceğim ey söz?
Yarabbi, ecelimden önce
beni ilimden de geçir, amelden de; hele şu ağızlara gelen, dillere düşen sözden
büsbütün geçir beni.
Lûtfunla toprak, beden
olmuş, beden, düşünce, söz haline gelmiş; sözden, düşünceden de gayb âleminde
nice sûretler, nice şekiller gebe kalmış.
Her şekli, her sûreti
besleyip yetiştirmişsin, fakat bir mâna var ki soğutup dondurmuşsun; şekil,
sûret, şimdi mâna olunca nerden geldiği
Birisi buzu
görse aslı nedir, bilmez; fakat sonunda buzun su olduğunu gördü mü buzun aslı
hakkında artık şüphesi kalmaz.
İyi
şeylerden başka bir şey düşünme; çünkü düşünce, sûret dokumasının ipliğidir;
güzelleşen, iyi olan her düşünceden doğan her sûret güzeldir, iyidir.
Ne yana
bakarsan o çeşit gelir sûretler; şu halde sûretler bakıştan meydana gelir de
erkek, kadın şekillerine bürünür.
Aydın olanla
otur, çünkü ona gönülden bir pencere açılmıştır. Toprak, gül, süsen bitirir
amma ona da su yurt olmuştur.
Tanrı’yla
düşer kalkarsan güzel, kayıtsız bir can olursun; ne de parlak bir hale gelirsin
yarabbi, ey benim canıma can kesilen.
Bir yandan
bir devlettir, bir ikbaldir gelmiş, ah etme zamanı geçmiş, hey hay diye
neşelenme çağı gelip çatmış; ağıllanmış dolunay gibi elsiz- ayaksız gelip
erişmiş.
Canım, dinim, kulu
kölesi olasıcayı nasıl göreyim yarabbi, zaten ona karşı bu temkinim de nedir ki
ey aklıma temkin veren dilber.
Her zerreye mahrem o,
her hoş nefesliye hemdem o; görmeyen onun yüzünden zahit olmuş, gören gene onun
yüzünden rintleşmiş, bir şeye aldırış etmez olmuş.
Ey sevdası Tanrı aşkı
olan, ey arayanda arayan, ey neyine üfleyen, ey maden isteyen,
İsteyen de o, istenen
de. Seven de o, sevilen de. Yusuf da o, Yakub da; hem gerdanlık olmuş, hem
gerdan.
Vasıflarını kısa kes,
çok arama, çünkü onun da senin gibi sonucu yok. Niceye bir suyla, yağla
uğraşacağım, olmayacak şeyle oyalanacağım, halbuki suyum, yağım olup gitmiş,
muradıma ermişim ben.
Ey meclisinde canla
gönlün aşkına düşüp de oynayıp durduğu, ey savaşında sayısız başların
kesilip
de yerlerde yuvarlandığı güzel.
*
Ey Rûhü’l-Emin, sen yeryüzü meydanına
gelmeye niyetlenince şu topraktaki zerrelerin hepsi, bu niyetini duydular da
oynamaya başladılar.
Gönül kanı
dökülsün diye tam yerinde verilmiş buyruğun gelince ey padişahım, kan, kanın
yüzünü bezedi, ona rastıklar çekip süsledi de fermanındaki isabet yüzünden
oynamaya koyuldu. Ey Adem Peygamber zamanından şimdiye dek gelip geçen bütün
padişahların en dirayetlisi, canımı rehin al, zaten senin kasdını duymuş da
oyuna girişmiş.
* Harezmliler,
neliksiz niteliksiz Tanrı dîdârmı inkâr ettiler amma senin görüşün yüzünden
Harezmin de ayak urarak raks etmede.
Ey yüzünün
güneşi, ayı bozguna uğratan, yola gelen ay da senin sıkıştırmadan memnun,
oynamaya koyulmuş.
*
Tebrizli Şems, bir kerecik gönül mushafma
bakarsa o mushafm üstünü, esresi, ötresi de raksa girer, senin cezmin (niyetin)
de.
Bu yanda birkaç rint var
ki gölgesinde gizlenmişler. Şu güneş de gönül tavanından onların canlarına
vurmuş, parlatmış.
Her yıldız bir Zühre
olmuş, her zerre bir güneş kesilmiş; Güneş de, yıldızlar da onların huzurunda
zerre kesilmiş, dönüp durmada.
*
O akıllarını, gönüllerini kaybedenlerin, o
canlarını Zühal yıldızının bulunduğu yedinci kat göğe ulaştıranların her biri,
çadırsız, sancaksız bir Keyhusrev, bir padişah.
Çok zamandır binek
oldun, âlemin etrafında dolaştın. Bir de can ülkesine sefer et de baştan başa
can olan kavmi gör.
Tann’mn bu kadar
ihsanıyla, bunca güzellikle, dilberlikle beraber gene de buyruğa gark olan,
buyruktan baş çekmeyen, emre tapan erleri seyret.
Onların gönülleri
kinsiz; passız bir ayna sanki. Gönülleri gökyüzü gibi bir meydan kesilmiş de
padişah o meydana gelip konmuş.
Onların hey-hey
naralarından, şekerler çiğneyen lâ’l dudaklarından şehrimizde meze de ucuzladı,
şarap da, her şey de.
Dün gece olduğu gibi
gene kendimden geçseydim, fitnelerden ürkmeseydim bunun geri kalanını kendimde
olmadan söylerdim.
Fakat şimdi ağzımı
yumuyorum, çünkü kendimdeyim. Gönlüm o şarapla sarhoş oluncaya dek susuyorum.
Can sultanının sultanı,
Tebrizlilerin Tanrı Şems’i... Her can onun yüzünden deniz kesildi; her cisim
onun yüzünden mercan haline geldi.
Ey benim işimden
gücümden usanan, benden bezen, her an biraz daha fazla susuzum ben, nihayet bir
dileğimi yerine getirirsen nen eksilir yâni?
Yokluk senin
yüzünden var olsa, yok olan bir elbisedir, bulup giyinse, varlıktan bir bayrağa
sahip olsa bir ziyan etmezsin ki.
*
Yahut merhamete müstahak olan bir makama,
bir mertebeye erişse, mektebinde Levh-i Mahfuz’dan bir âyet okusa.
*
Ey âlemlere rahmet, yakıyn denizinden, şu
toprağı yurt edinenlere bir inci, denizdeki balıklara bir rahat, bir huzur
bağışlasan.
O denizin
dalgası bâzı kere inci verir, lûtfu bâzı defa gemiyi yüzdürüp götürür, bunca
yaratığın her birinde ondan bir hal vardır, bir neşe vardır.
Zaten o
denizin çoğu yeri, şükredenler gibi secdededir, bâzı bâzı da bir hizmet için
dalgaları ayağa kalkıp boy gösterir.
*
Bu gizli denize karşı şu dünyanın yedi
denizi, bağışlamakta bulunan bir ihsan sahibine, ibadete koyulmuş bir rahibe
benzer.
İncilerle,
mercanlarla dolu denizimiz bizim, uzun ömrümüz, canımız bizim, ömrümüz sonsuz
olur,
bize bir son bulunmaz lûtfunla.
Ey katre,
eğer bir anlasan, sellere yoldaş olursun, sel de seni ya denize kadar götürür,
yolda hiçbir zarar görmezsin.
Yahut da baş
çeker, gafil olursun o her yanı kaplayan aşk seli, kulağını tutup çeker; çünkü
o seni esirger, korur.
Müstef’ilün
müstef’ilün, şimdi şekeri gizleyeyim, çünkü şekerimi yağma ettirmeye gayb
âleminden birçok dudu kuşları yolladılar.
Yeniden
yeniye, çeşit çeşit şekerleri seyret, çiğnemekten çıkan seslere kulak ver;
fakat ne bu şekerlerin bir şekli var, ne bu duduların çeneleri, dişleri;
hiçbiri görünmüyor.
Tann’mn bir
başka şekeri daha var ki şekerkamışma gelmez o, onu yemeye ne dudu kuşunun gücü
kuvveti yeter, ne insan boğazında o kabiliyet vardır.
O şeker
Tebrizli Şems’e benzer âdeta; o da göklere sığmaz; onun güneşinin doğduğu yer,
şaşılacak bir alandır çünkü.
Ey dünya bağına bir kıl
çadır kuran, ey cisme, cana ateş salıp, düzülüp koşulmuş, bezenip süslenmiş bir
rûh haline getiren
Ağaçların ayakları
bağlıydı, sen çözdün. Gül bahçesinin alanı topraktı, incilerle sen döşedin.
Muammalar söyleyen kuşa
söz söylemeyi sen öğrettin. Solmuş, perişan hale gelmiş gönül doğanına yüzlerce
kanat verdin.
Ey ölümsüz ömür ihsan
eden, ey azıksızlık azığı veren, gerçekten de ölüm okuna sağlam bir siper
verdin sen.
*
Aşık bu yolda kalem gibidir, eğri büğrü
adım atar, düz gitmesi için can defterinde ona tertemiz bir mıstar meydana
getirdin.
*
Bir hayvanı, bir öküzü insan yaparsan şaşılmaz,
çünkü deniz sığırının pisliğini de denizde amber haline getirdin.
Senin yolunda bütün
dünyayı zapt eden, âlemi
kaplayan
kişiye de gene onun cüzlerinden yüzlerce kılıç, yüzlerce asker verdin; tıpkı
güneş gibi, güneşin huzmeleri gibi. Adem’in önünde melek secde ederse şaşılmaz
buna, topraktan yaratılan insana gökyüzünü bile sakalığa dikmişsin, gökleri
bile kul köle etmişsin ona.
Yıldızlarda
taşa, toprağa tesir ediş kabiliyetini yarattın, bu tesiri yeryüzüne döktün,
gönül yolundan göğe dek bir merdiven, bir geçit kurdun.
Kara toprağa
doğurtmak, doğurmak için bir meyil, bir şehvet verdin de bir toprağı baba
yaptın, öbürünü ana.
Mezarın
içinde cennete kapılar açmaya gücün kuvvetin var; beden mezarında da beş
duyguyu yarattın, âleme kapı açtın.
Babanın öfke
ateşinde yüzlerce rahmet yağmuru gizledin, erlik soyunun gönlünde yüzlerce ateş
yarattın.
Balgamımızdan, saframızdan, kanımızdan,
sevdamızdan, şu dört hırkadan rûha bir çadır kurdun ey padişahım.
Bir gün gelir ki şu söz,
duyanla düşmanlığa girişir, ben sana abıhayat gibi söz söyledim, sen
sağırlıktan geldin, duymadın der.
Ey Tebrizli Şems,
mânaları kıldan kıla anlat; mademki baş yaptın, el de ver ona, ayak da ver ona.
Ey serkeşler güneşi, ey
kimseye baş eğmeyen güzel, gökyüzünde Samanyolu’yla uzlaştın; kullarla sütle
bal gibi kaynaştın, birleştin.
Yahut cana can katan
şarap gibi her cüze neşe verdin, yahut da kerem yağmurları gibi yeryüzüyle
birleştin, sindin şu yeryüzüne.
O kadar ateşlere daldın
ki ateşi bile yaktın, tutuşturdun, o kadar izini aradık ki sonunda izinin tozu
bulunmayanla birleştin, kaynaştın.
Ey ihtiyacı almayan
Tanrı sırrı, ey iyiden de, kötüden de müstağni olan, kendinden yan çizdin de
güçlü kuvvetli babayiğitle uzlaştın, kaynaştın sen.
Canlar, seni çok aradı
amma hiç kimsecik senden bir koku bile alamadı; meyus oldular, gönülleri
perişan oldu, derken ansızın onlarla birleşiverdin.
Bir cinsten planların
birleşip kaynaşmalarına
şaşılmaz. Zaten aynı
cinsten olmayanlar uzlaşamazlar; fakat sen ne busun, ne o; öyle olduğu halde
bununla da uzlaşıp kaynaştın, onunla da.
İki dünya da
senin konuğun, sofranın çevresine oturmuş, sen de yüz çeşit nimet döktün,
konukla kaynaştın.
Öylesine
kaynaştın ki kendisini senden ayırt edemez; evet, nasıl ayırt edebilir ki
bedenin canla kaynaşıp birleştiği gibi kaynaştın, birleştin onunla.
Sen, bu gül
bahçesinin güzelliği, tazeliği oldun da ey koca ihtiyar, gençleştin gitti; ey
ok, artık ava ulaşırsın, çünkü yayla birleştin.
Ey herkesin
devleti, bahtı, herkesin varını yoğunu çalmışsın; pek çevik geldin, yol kestin
amma kervanla uzlaştın, kaynaştın gitti.
Sen yol
öğrettin, yürüyüp yol alıyor felek; uzlaştın cihanla, can da yücelere uçuyor,
cihan da.
Hayranım lûtfuna; şu
kahır baş çekti, inada kalkıştı mı kasapların koyunu tutup başını art oyluğuna
büktükleri gibi onu tutar, boynunu büküverirsin.
Yusuf yüzlü
güzellere âşık öldürmeyi öğrettin; şeytana benzeyen dikeni gül bahçesiyle sen
kaynaştırdın.
Bırak şunu
ey bilip anlayan kişi, tertemiz bir bakışla ona bak, onu seyre dal; yeryüzünün
cüzlerinden kurtuldun, gökle uzlaştın, kaynaştın sen.
Ey can kuşu,
tuzaktan kurtuldun, gül budağına kondun, gönül vesveselerinden halâs oldun,
cennetlere girdin, o âleme kavuştun.
Ey dirilik
suyunun şerefi abıhayat, gökyüzü damından geldin, damımızda döndün dolaştın da
olukla buluştun, kaynaştın.
Geceleyin
hırsız nasıl bulabilir seni, evde değilsin ki; dama sopacağızmı vurmadasın,
bekçiyle uzlaştın sen.
Bunun
sırlarını kıldan kıla, perdesiz, harfsiz söyle, ey söz söylerken harfe, sese
karışan, harfle, sesle kaynaşıp birleşen.
Ey lûtfu cana
sarhoşluktan da güzel bir hal veren, canı şarapsız, kadehsiz, ebedî
sarhoşluktan daha hoş bir hale sokan,
Bir an olsun gel, cana
öylesine lûtuflarda bulun ki lütfettiğin o an temizlikten de temizdir, her
şeyden de; o eşi bulunmaz ânı niceye dek bekleyelim biz?
Öylesine yağmacı bir
padişahlar padişahısın ki yağmandaki devlet yüzünden düşman bile ne vakit gelip
de onu yağma edeceksin diye beklemekte.
Kendi şekli midir, yoksa
canlar bağışlayan âlemin şekli mi, nasıl olur da can bunu bilmez? Ayak elbette
kendisine uyan, kendisinin olan ayakkabıyı bilir anlar.
Ayak başkasının
ayakkabısından daralır, sıkılır, fakat kendi ayakkabısında hoştur, rahattır.
Can da
eşini, dengini bilir, iyiyi kötüyü anlar, çünkü gayb âleminden her cana kendi
miktarmca bir biliş, bir anlayış verilmiştir.
Bu
kabiliyete sahip olan akıl, şu zamanda o âna takat getiremeyeceği için dünyada
mahpustur.
Hani şehzade
çocuktur da büyüyünce, giyeceği elbise hâzineye konmuştur, mahzende
kilitlenmiştir ya, tıpkı onun gibi.
Gönül kilidini
aç da hâzineye yürü; hâzineyi elde edersen iki dünyada da hiçbir soruya
ihtiyacın kalmaz.
Erlerin
meyhanesi gönüldür, orda ne sarhoşluklar elde edilir, bir bilsen... Fakat şimdi
çocuksun, ayağın balçığa saplanmış, sonuna kadar dayan hele.
Sonuna kadar
dayan da bir bucaktan talih sana bir salkım getirsin; bak, uzaktan bir tozdur
kalkmış, bayrak gibi parlamış, yücelmiş.
Bayrağın
üstüne de bu, sahibimiz, ulumuz Şemseddin’in, can gözü açık olanlara bir delil,
bir bürhan olan, o Tebriz’in de, Çin’in de övündüğü padişahın alâmetidir diye
yazılmış.
*
Ey tek binici hasbek, can âleminden at
sürdün de meyhaneleri birbirine kattın, ta meydan yerine doğru at koşturdun.
Gökte oturanlar bizim
kulağımızı burdular, sense bıyığını burdun da onların yanma doğru at sürdün.
Ey bir adım attı mı iki
dünyayı da aşan, ah bir bilsen, hangi alandı at sürüp gittiğin alan?
Zaten hicaplar da,
kafiye de senin aşkınla harap olmuş; onlara doğru yürüyüş etti mi hiçbir perde
bırakmadın ki sen.
Cana at sürdün, çapula
koyuldun mu aklın da başından aklı gider, aşk da sana hayran olur, hattâ
cisimden bir isim kalır ancak.
Artık
âşıkların hatırına bir an olsun riayet et, ey ay yüzlü, bir ancağız gökyüzünü
şereflendir.
Söz arasında
adı anılınca, insana eski, yıllarca dinlenmiş şarapların sarhoşluğunu veren,
tercümana bir ancağız olsun gönül alıcılığını öğret.
Deniz,
avcunda bir nemdir senin; bunca cömertliğinle gene de bir mahremi mahrum ettin;
etme, bir ancağız bekçiyi uykuya daldır.
Aşkın neşesi
vasfa sığmaz bir şarap sunuyor, şaraba da boyuna afyon katmada; artık bu
şarapla kendinden geçen sarhoşun, o izinin tozu belirmeyenden bir an olsun
nasıl bir nişane verebilir, ondan nasıl bir eser gösterebilir?
Yüzünle
dünyayı aydınlat, feleğin gözünü mahmur bir hale getir; bir an olsun şu kederleri
âlemin canından uzaklaştır.
Ey candan da
yüz kat daha tatlı olan, dille seni vasfetmek ne mümkün? Ancak sûfî
söyleyebilir onu, bir an olsun getir o sûfıyi.
Tövbeler olsun ey akıl, sûfî nerden yol
bulacak ona? Her kuş nerden o yana uçacak ki, bir an dilini tut.
Ey Tanrı
güneşi, ay bile aşkınla yenini, yakasını yırtmıştır; lâ’l dudaklarının aşkına,
ey akşam kızıllığı, bir an için bırak onu.
Gönlünde
yalnız onun aşkı bulunsun, beyhude tedbirlerde bulunma, hiçbir yerde konaklama,
bir ancağız bütün varlığı yok et.
Ey
korkusunda emniyetler bulunan, ey çevresinde dönüp dolaşmada kararlar,
istirahatler gizlenen, can öylesine arzulamada seni ki sana kavuşma tamamıyla
bir an gelmiş, emniyeti de terk etmiş, amanı da.
Bedenim yay
gibi, gönlüm de sanki yay kirişi; ey can, yayı göğe kur, bir an olsun o
merdiveni gökyüzüne daya.
Gamınla her
yerde bir genç hiçbir âfete uğramaksızm kocalmış; kaşını göster de bir devlet
göreyim, bir an olsun ebediyyete kavuşayım, kocalmayayım ebediyyen.
Şu feryat edene bak, artık vefayı da an bir
kerecik olsun; padişahım, lütfet, adalet göster, merhamet eyle de bu yana da
bir ancağız çevir atının başını, dizgin sür.
Bir an olsun bu yana
gel, şekerler çiğnet cana, bir an olsun apaçık nura yer ver gözlerimizde,
görelim seni.
Sıçrayıp atılmayı
diledim mi ok kesilirim, daha iyi bir hale getirmek için uçar da köye giderim
ben, kaşını bir an göster de bir gereyim o yayı.
Ey aslı olmayan, vehimde
doğan ayrılık kuzgunu, kuzgun gibi ne vakit beni bırakıp gideceksin sen?
O, her gören kişinin
özlediği nur, o padişahlık ışığı ne vakit filânı bir an istiyorum diyecek?
Ey arslan nefis, nasıl
oldu da ayrıldın o aşktan? Ey arslan tabiatlı nefis, at şu lezzetli nimetleri,
at şu sofrayı itin önüne, at gitsin.
Ey can şarabından haberi
bile olmayan, niceye dek hünerden lâf edeceksin? Bir an olsun, o ekmek tuzağını
at cehennemin ta dibine.
Nerde
zamanın padişahı, herkesin kendisine kul olup hizmet ettiği Şemseddin? Ey
Tebriz, padişahlığı apaçık görünen o padişaha bir an tapı kıl, kulluk et.
Ey
padişahımız, sultanımız, saltanatına ön, son olmayan padişahın saltanat
yurdundan geldin; ayların ta kalbine girdin, padişahların sancaklarını zapt
ettin.
Ey canın iş
yurduna temel olan, mekânsızlık yurdundan bir ay gibi doğdun da geldin;
yüzlerce güneşi, göğü zerreler gibi birbirine vurdun, dağıttın da geldin sen.
Öylesine bir
meşale yaktın, tutuşturdun ki gündüzü de yakıp yandırdın, geceyi de; suça karşı
öylesine bir özür belledin ki iyilik bile kötülükten utandı âdeta.
*
Ey yüzlerce Müşteri’nin Zühre’si, ey Tanrı
lûtfunun sırrı, ey peri, hasede uğramamak için can ülkesine gizlice gel de al
gönlü ele.
A güzeller güzeli, salma
salma gel, çünkü haremdesin sen, hem her ibadet edenin hasret çektiği güzelsin,
hem her ibadet yurdunun kıblesisin sen.
*
Yaratıcısının nuruyla parıl parıl parlayan
yüzü, eşi olmayan bir güzelliğe sahip, alnına dökülen kıvrım kıvrım saçları,
Ahmed’in taylasanıyla bezenmiş, misk gibi kokan, misk gibi simsiyah olan o
saçların benzeri yok.
*
Tebrizli Şems gidince can da gölge gibi
gider ardından; ayağının bastığı toprak ya göze tutyadır, yahut ebedîlik
nurunun sürmesi.
A gönül, ne hale
geldiğini söylemiyorsun, ömrüne ömürler katan aşka düştün, gâh gamla mecnun
oldun, gâh mihnetle kan kesildin.
Aşkından dem urunca
yokluk yurdunda yüzlerce fitne meydana geldi; ey kademi kutlu, gelişi tatlı
çalgıcı, sabaha dek çal gitsin.
Şarap içme çağı geldi,
boğazımıza kadar borca
daldık, şarap yüzünden
dedim ya; hayır hayır, bırak şu şarap lâfını, kadehsiz, şarapsız sarhoş
olanları da seyret.
Sen ateş
gibi baş çekiyor, inat ediyorsun, bense topraklar gibi döşenmişim yerlere; bir
ateştir salmışsın bana, yanıyorum, yakılıyorum, güzelsin güzel, güzelsin güzel.
Ey yokluk,
saldır varlığa, yok et; sarhoşluğa koyul, ver gönlünü sarhoşluğa, el çırp, el
çırp.
Ey ay dedim,
bize bak, denizlere dönen gözleri seyret, gitme oraya, buraya bak, kutlu olsun
dedi, ne de hoş, hele sevdaya bak.
A bülbül,
gül bahçesinden söyle, o selviden söz aç, o gebe dalı söyle, gizleme, apaçık
anlat.
Hep şekle
bakıp durma, nazlı nazenin cana bak ki Rûhü’l-Emin’in parıltısıyla yeryüzü göğe
döndü.
*
Her şekil, kalkana benzer, o resmi yapanın
elindedir, onun yüzünü, gözünü gizler. Sûret, bürünülen bir örtüdür, sûreti
yapan Âzer perdesinin ardmındadır.-U
Ey ay yüzlüm, Ay da
sensin, Müşteri yıldızı da. Ay, yüzünün çevresinde dönüp durmada, seni tavaf
etmede; Güneş de, yusyuvarlak gök de aşkınla dönüp dolaşmada.
Yarabbi, ben mi arıyorum
seni, yoksa sen mi arıyorsun beni? Ben, ben oldukça, benliğimden kurtulmadıkça
ne ayıp bana, o vakit ben bir başkasıyım, sen bir başkası.
Ey bize, bana sarılan,
bizim de, benim de, her ikisinin de kanını döken, ortada bir başkasını
belirten; fakat o, ne insan, ne peri.
Ayak olmayacakmış,
olmasın; zaten ayak dikenliğe götürüyor bizi. Baş olmayacakmış, olmasın, zaten
baş ikilik haline düşer de kâfir olur.
Bir su derede akar
gider, bir su da dere kıyısında donar, buz kesilir. O, tezce yürür, buysa pek
yavaş. Sen de aklını başına devşir de tez yürü, yürü ki donup buz kesilmeyesin.
Güneş taşa
der ki: Taşlıktan kurtulasın da mücevher olasın diye parladım, vurdum sana.
Zevâli
olmayan aşk güneşi de önce kul oldukça kul olasın da sonucuna ulaşırsın diye
gönlüne vurmuştur.
*
Padişah, doğan kuşuna, ben der, kendi
cinsinden soğuyasın da yalnız bizim yüzümüzü göresin diye iki gözünü bağladım,
örttüm senin.
Güneş
koruğa, ben der, bir daha sirke satmayasın da helvacılık sanatını iş edinesin
diye mutfağına kadar geldim.
Doğan, evet
der padişaha, buyruğuna uyarım da yalnız senin yüzünü görürüm, senden başkasını
hayal etmem, candan kulluk ederim sana.
Gül, bahçeye
der ki: Varını yoğunu satasın da bizimle uzlaşasın, bizimle yiyip içesin diye
malımı mülkümü ortaya döktüm.
Burdan altın
alıp da bir başka güzelle yiyen kişi, eşeklik etmez de ne yapar, eğri otur da
doğru söyle.
İsa bakırını
altın eder, altının varsa mücevher yapar, mücevherin varsa onu daha da
güzelleştirir, aydan da, güneşten de daha güzel bir hale sokar.
*
Parasız pulsuz müşteri değil, hattâ “Allah
satın almıştır” sırrına mazhar eder seni; Yusuf san bu gömlekten bir koku
alırsın elbet.
* Meryem
gibi bize de kuru daldan yaş hurma biter; bize de İsa gibi, istemeden, beşikte
ululuk verilir.
Bağsız,
asmasız üzüme bak, gecesiz, kutlu, parıl parıl parlayan nuru seyret, savaşsız,
kavgasız, Tanrı ihsanı olan şu üstün, şu yardıma mazhar olmuş devleti gör.
* Ateş
gibi yüzümden dünya hamamı kızıştı, çocuklar gibi hamamdaki resimlere bakıp
ağlama pek.
Yarın görürsün, o yüzü, yılana, sıçana gıda
olmuş, o nerkis gözleri karıncaların girip çıktığı bir pencere haline gelmiş.
*
Ay ışığı ışıtmadıkça, ay o duvara vurmadıkça
duvar kapkaranlık kalmış da, “Gerçekten de biz dönüp ona varacağız” âyetini
okumuş; görüyorsan, görüşe sahipsen o yana bak.
Ya Tebriz’e yürü,
Şemseddin’den haz al; yahut da bunu anlatanların sözlerine gerçek olarak inan.
“Tercî-i Bend”
Ey bizi yeryüzünden
yemyeşil göğe çeken, ey can, daha çabuk çek, daha çabuk çek, ne de güzel
çekmedesin bizi.
Bugün ne de güzel
kalktım, gürültüler ediyorum, kavgalar ediyorum, bugün daha da yücelmedeyim,
çünkü bugün daha iyi, daha güzel çekiyorsun beni.
*
Bugün her susamışı havuza, dereye
atıyorsun, Zün-Nûn’la İbrahim’i suya, ateşe çekiyorsun.
Bugün bütün
halk yanmış, yakılmış, hepsi de sana göz dikmiş, herkesten önce kimi
çekeceksin, kimi bağrına basacaksın diye beklemede.
Ey
güzelliğin aslının da aslı, bugün bir başka şey olmuşsun sen; yürekten gönlü ne
de hoş almışsın, baştan aklı fikri ne de güzel çelmedesin.
Ey gök, bir
çadırsın; ey yer, güzel bir yurtsun; ey gün, inciler saçıyorsun, ey gece, amber
yaratıyorsun.
Ey seher
çağı, ne de hoş ağarıyorsun; ey yel, ne de iyi hemdemsin; ey Güneş, yıldızları
öldürmedesin; ey Ay, ordu çekmedesin sen.
Ey gül, gül
bahçesine gidiyorsun; ey gonca, gizlice yol almadasın, ey selvi, yerin dibinden
ne de hoş Kevser suyu emmedesin.
Ey rûh, bedenin huzuru seninle, tene
şarapsın sen; ey şeriat, anahtarımsm benim; ey aşk, şuhsun, yol kesmedesin; ey
akıl, defter dürmedesin sen.
Ey şarap,
gamı defeden sensin, yaramıza melhem olan sensin; ey usûl boylu sâkî, kadehle
deryaları içip sömürmedesin.
Ey seher
yeli, haber çavuşusun, her seher çağı sevgiliden haber getiriyorsun; o
amberleşmiş saçlardan ne de güzel armağanlar alıyorsun.
Ey yol
uğrağı toprak, gönlünde binlerce gül bahçesi gizli; ey başını ayak edip koşan
su, koşup gidiyorsun amma denizden inciler almadasın.
Ey lâ’l
kaftanlı ateş, aşktan yalımların var; ejderhâ gibi ağzını açmışsın her şeyi
çekip yutuyorsun.
Tercî şu
oluyor ki sen bizi yücelere çekmedesin; canı tutmuşsun da canlar bitirip
geliştiren yere çekiyorsun.
*
*
Can İsa’sını yeryüzünden Ülker yıldızına
çekmedesin, ne alt var ne üst, böyle bir âlemde ta yüceler yücesi Tanrı’ya dek
götürmedesin.
* Mûsa
gibi gözden kaynaklar çıkarmadasın, gönül Mûsa’sim her an Turusîna’ya
çekiyorsun.
Şu kararsız
aklı çekedur, ne de güzel çekip götürürsün sen; şu kanlar içen canı çekedur,
güzel çekiyorsun çünkü.
Sen canımıza
cansın bizim, bütün canların özüsün sen; canın ta özünden kalktın da bizi bize
çekiyorsun.
* Biz
“Lâ - yok” gibi baş aşağı gelmişiz, sen bizi lâ’dan dışarıya çıkarıyorsun da
yoku çeke çeke ta “İllâ - ancak o var” yurdunun başköşesine, illâ’ya
çekiyorsun.
*
Bir puthane olan nefis, seninle Mescid-i
Aksâ olmuş; kandile benzeyen şu aklı gök kubbenin tavanına çekmedesin.
Padişahlar
kötülükte bulunanların hepsini de bağlatıp zindana sürükletir; sense suçluları
onların attıkları kuyudan, zindandan çıkarıyorsun da seyir seyran yerine
götürüyorsun.
Arıklattığın
bedeni misklerle, amberlerle doldurmadasın; bir sineğe, tutuyorsun da
Zümrüdüanka’nm kanadını armağan sunuyorsun.
Murdar bir
kuzguna benzeyen bedeni, leşe rağbet ettiriyor, dudu kuşuna benzeyen tertemiz
canıysa sarhoş şekerler çiğner bir halde yücelere çekiyorsun.
* Dertli,
yorgun halinde, sebepsiz, bahanesiz, Meryem’e kuru, meyvesiz hurma dalından yaş
hurmalar veriyorsun.
* Yusuf,
topraklara, kanlara bulanmış bir halde kuyunun ta dibinde zebunken her an gizli
bir yoldan onu tutuyor, yücelere çıkarıyorsun ey canım benim.
* Yunus
amansız denizde, bir balığın karnında mahpusken tutuyorsun inci gibi ta denizin
dibinden kendi yanma alıyorsun onu.
* Gönül
sarhoşlarının meclisinde melekler sofrasını yayıyor, Mesîhâ yemeklerini
sunuyorsun gönül sarhoşlarına.
Başka bir
tercî de şu: Bugün sofra çekmedesin, can cennetini kerem etmede, lûtfetmede,
konuğun önüne getirmedesin.
* Aşıkların
gönül derdini ne de hoş, dermanın bulunduğu yere çekiyorsun; iştiyak çeken her
susuzu ta abıhayat kaynağına kadar götürüyorsun.
Fakat
padişah olmayandan başkasını, anlar, duyar bir gönüle sahip bulunmayandan
gayrisini nasıl olur da çekersin? İnsan olan herkesi tutuyor, böylece
çekiyorsun.
Padişahlar
padişahı sensin, sonu bulunmaz ihsan sensin; şu âhir zaman kıtlığında kerem,
lütuf sofrasını yayan ancak sensin işte.
İki üç
aşağılık yoksula karşı öylesine gönül alçaklığı gösteriyorsun ki; sanki edna
bir kulsun da padişaha sofra götürmedesin.
Zembillerini
lâ’lle, inciyle doldurmadasın, yağmurun saman çöplerini götürmesi gibi onların
zembillerini taşımadasın âdeta.
*
“Tanrı çağırıyor” buyruğu, zindandakilerin
halâsı için geldi de zindandakiler dertlere gamlara düştüler; sanki onları
zindana götürüyorsun.
Görünüşte
Firavun’u yılanla korkutuyorsun amma gerçekte lûtfiın, ihsanın onu yılana
benzer nefsin elinden satın almada.
Kereminle
Firavun’a, seni tahta, saltanata götürüyorum dedin, inat etme, bırak, ben
çekeyim, götüreyim seni, çünkü sen darmadağın çekiyorsun.
Firavun, bu
bağ senden dedi, Mûsa arada bir vasıta; beni de Mûsa gibi çek, götür, çünkü onu
gizlice çekiyor, götürüyorsun.
O, dedi ki:
Eğer o Mûsa’dan ibaret olsaydı sopa nasıl olurdu da ejderhâ kesilirdi, avucu
nasıl olurdu da Ay gibi parlardı, sen rahmandan baş çekiyorsun?
Mûsa’yı
çağrılmadan Şuayb’e yolladık; bun içinde kalmış, çaresiz bir hale gelmiş âşık
gibi ne diye ona özeniyor, tamaha düşüyorsun?
Mûsa’mız
isyan etmedi, sebebe baş urmaktan utanmadı; on yıl Şuayb’e çobanlık etti, çoban
adına nasıl dayanabilirsin sen?
Ey Tebrizli
Şems, söz söyleme kabiliyeti seninle coştu köpürdü, bu köpük baştan aştı, çünkü
sen tutmuşsun onu ta Zühal yıldızına çekiyorsun.
Bir başka
tercî de şu: Ey can, her dem çekiyorsun amma bir an olur da az çekersen
gönlümün derdi artıyor.
*
Ey bizi
çekip götüren, pek pervasızca çekip götürüyorsun; sen bir güneşsin, biz neme
benziyoruz, bizi yücelere çekiyorsun.
Ölmüş birkaç
kemiğe bir kere daha can veriyorsun, gam gussa zindanına hapsedilenleri seyre,
temaşaya götürüyorsun.
Bundan önce
de canlar gökte meleklerle şarap içmedeydi; can, onu gene oraya çekiyorsun diye
iki elceğizini çırpmada.
Ey Güneş, ey
Ay, ey aydınlık; dinlenecek yer sensin, emniyet yurdu sensin; yolumuzu vur, ne
de hoş yol vuruyorsun; çek bizi, ne de güzel çekiyorsun.
Ey iyileri
koruyan Güneş, ey genç baht, taze talih, bizi de saka tulumu gibi almışsın, o
akan ırmağa götürüyorsun.
Sağrağım
görünce sarığımı da rehine verdim, gönlümü de; düşünceye hadi dedim, sen git,
çünkü sevdaya doğru çekiyorsun beni.
Ey akıl,
beni var ediyorsun, ey aşk, beni sarhoş ediyorsun; her ne kadar aşağılatıyorsan
da yüceler yücesi Rabbe dek çekip götürüyorsun beni.
Ey aşk, acı
buyruğunu ver, bizi senden başka herkesten kes ayır; ey sel, çağlıyorsun,
çağla; bizi denize götürüyorsun sen.
Ey can, gel, ikrar et; ey ten, git, inkâra
döşen.
Ey yokluk, beni
darağacma as, çünkü varlığa götürüyorsun beni.
İyi kötü, herkes, ne
çekerse kendisine çeker; halbuki sen görülmemiş bir gönül çekicisin, bizi
tutmuşsun da bize çekiyorsun.
Ey baş, onun lûtfuyla
baş oldun; ey ayak, onun keremiyle ayak kesildin de kılavuzluğa düştün; kibirle
nasıl oluyor da baş kaldırıyorsun, tembellikle nasıl oluyor da ayak çekiyorsun?
Ey baş, yere baş koy
eğer gökyüzü gerekse sana; ey ayak, balçığa az saplan ovaya gitmeyi diliyorsan.
*
Ey göz, insanlara bakma; ey kulak, hayrı,
şerri duyma; ey akıl, eşek beyinli olma, Mesîhâ’ya gidiyorsun sen.
And olsun Tanrı’ya,
gerçekten de pek iyi, pek güzel çekiyorsun; elsiz, hançersiz çekip duruyor,
neliksiz niteliksiz tapıya, cihetsizlik cihetine götürüyorsun bizi.
Ey dost,
iyilik edersen, kendi devletini, kendi ikbalini yüz kat arttırmış olursun,
hattâ umulur ki yüzünü bu yana dönersin de bizimle de uzlaşırsın.
Ben yolu
suladım, tozları yatıştırdım, her bir yanı bezedim, suçundan geçtim. Belki
bizimle uzlaşırsın artık.
Ben
yokluktan meydana getirdim de tahta çıkardım seni; belki bize çalışırsın, belki
bizimle uzlaşırsın diye eline bir ayna verdim.
Ey
direklerimin, temellerimin oğlu, ey benden derman isteyen; artık bir bak da
ihsanımı gör, belki uzlaşırsın bizimle.
Şarabıma
kadeh ol, kendine yabancı kesil, derdime düş, derdimle aynı evde otur da belki
bizimle uzlaşırsın.
Ey şehzade,
adalet göster, kendini azat et kendinden, ecel gününü an, belki uzlaşırsın
bizimle.
Ok nasıl
yaydan fırlarsa can Zümrüdüanka’sı da öyle fırlar, uçup gider; ey falan, onu
düşün;
belki
bizimle uzlaşırsın.
Dinlerinizi
sağlamlaştırmaya bakın, ahitlerinizi araştırın, imanlarınıza, yeminlerinize
âşık olun, belki uzlaşırsın bizimle.
Ey altın, gümüş
biriktiren, ey her şeker dudaklıya gönül veren, bâri gel de güzellik nedir,
gör, belki uzlaşırsın bizimle.
Vefalar tohumunu ektim,
acayip resimler düzdüm, nice perdeler açtım ben, belki uzlaşırsın bizimle.
Ey ebedîlik atma binip
şu geçici manastırdan giden, yolunu, izini bilirsin, görürsün, bildiğin yere
gidiyorsun sen.
*
Cismi, arazı yoldaş edinmeden, tuzağa, yeme
kapılmadan, bir kasda düşüp oyalanmadan, acılıktan tatlılığa, mahrumiyetten
murada erişmeye gidiyorsun.
Yem
toplayan akıl gibi değil, kinlerle dolu nefis gibi değil, yeryüzünde yaşayan
yaratıkların rûhları gibi de değil; sen canlar canısın, o çeşit gidiyorsun sen.
Ey felek
gibi işler dokuyan, ey ay gibi parıl parıl parlayan, ey yoldan bir iz, bir eser
bulan, izi, eseri bulunmayana gidiyorsun.
Ey onun
sevdasına gark olan, ey onun şarabıyla kendinden geçen, onun adlarının okunup
bellendiği medreseden mânalara gidiyorsun.
Kimsecikler
armağansız gidiyorsun sanmasınlar diye deredeki suya benzeyen huyun, zamana
renk vermiş, koku bağışlamış.
Geceleri bu
dünyadan kalkar da ta gökyüzüne dek yüzlerce kervan yola düşer, gider; sense
yapayalnız gidiyorsun amma tek başına yüzlerce kervansın zaten.
Ey o
dünyanın güneşi, nasıl oluyor da bir zerrede gizleniyorsun sen? Ey padişahlar
padişahı, bekçiliğe gidiyorsun sen.
Gören göz, bir yere, bir yurda gidiyorsun sansın
diye geceden de, gündüzden de dışarı birçok şaşılacak tılsımlar düzüp koştun.
Ey gayb lûtfu, sen ne
kadar bahar şekline bürünüp gelmedesin; ey mutlak adalet, ne kadar da güz
mevsiminde görünüp gitmedesin.
Artık şu şekillerden
çık, başından örtüyü at; niceye bir insan şeklinde çobanlık edip duracaksın?
Ey can gibi hem eseri
görünen, hem zatı gizli olan; ey dünya tapısında kul köle kesilen; ne vakit can
gibi gizlice seni görürüm? Dilsizlik âlemine, sükût makamına gidiyorsun sen.
A adı güzel Yusuf, hey
güzel dilber, yolda bir yoldaş bulamazsın; akıl Yakub’undan ayrılma
da
yolda bir kuyuya düşmeyesin.
Köpektir boş yere her
kapıda kıvrılıp yatan, yatıp uyuyan; eşektir yorulup kalan, gördüğü çadıra
yönelen.
Gönüldeki bu
aşk, bu haset, bir bak bakalım, ne yandan geliyor? Fakat bunu gönüle, gönül
yapan bilir, anlar kişiden başka kim anlatabilir ki?
Kuş gibi,
yumurtayı bırakma, gör gözet onu bir bekçi gibi, fakat gönül yumurtandan civciv
çıktı mı hani, artık sarhoşluk da şenindir, buluşma da, kahkahalarla gülüp
eğlenme de.
Amca, ondan
başkasının eteği yok ki ihsan etmek için şunu bunu koysun, hepsi de yoksul
onların; sen padişahlar padişahının eteğine yapış iki elinle.
Onun derdine
düş, güneş gibi geceye dek, gamlarla eş ol, ateşler içinde yürü, gece olunca da
ay gibi bir hoşça dön, dolaş onun damının çevresinde.
Onun damının
çevresinde şu yıldızlar, ta sabaha dek sopacıklarım vurup bekçilik ederler; and
olsun Tanrı’ya, kutlu bir tapıdır orası, and olsun Tanrı’ya kutlu bir kapıdır.
O peygamberler, hani gökyüzüne yüz tuttular
ya, işte onlar yeryüzü tuzağından da kurtuldular, ahmak kişinin şirk
koşmasından da.
Demir nasıl
mıhladız tarafından çekilirse onlar da öbür dünyaya kapıldılar; kehribarın
önünde saman çöpünün kolsuz, kanatsız uçtuğu gibi öbür dünyaya uçtular.
Bil ki o
lütfetmedikçe yeryüzünde hiçbir gıda bitmez, o emretmeyip yaratmadıkça bir
gölge bile vücuda gelip yere düşmez.
*
Rûhlar, “Gezin” sesiyle develer gibi esrik,
çöl Arabi o develere ıh ıh der, dilediği yerde ıhtırır onları.
*
Can remilcisi, gönül levhasına gerçekler
remilini dökerse döktüğü rakamlarla kum bile hâlis, ayarı tam altın kesilir.
Daha iyi
yürüyün yoldaşlar, daha iyi yol alın, dünyaya öyle bir hekim geldi ki her ölüyü
diriltir, her anadan doğma körün gözlerini açar o.
* Bunların
hepsi de olur biter amma yüzündeki perdeyi kaldırdı mı ne Zühre kalır, ne
nağme, ne de ağlayıcının vah vahları.
Sus, bülbülsen yürü,
kanadını aç, gül bahçesine uç; bülbül de dikenliğe gelir amma nadirdir bu, bâzı
bâzı ancak.
Gökyüzünden her an
şaşılacak bir sestir geliyor; fakat hal sahibi olandan başka kimsecikler o sesi
duymuyor.
Ey eşek gibi başını
aşağıya salan, şu suyu az iç, şu çayırı az otla; bir ancağız da başını kaldır
da yukarıya bak, belki bir alâmet, bir delil görürsün, olur ya.
Sâkî, şu âhir zamanda
gök küpünün ağzını açtı, rûhlardan bir ordusu var, şaraptan da bayrağı.
Nerde dünyada o arslan
yürekli ki ona lâyık bir bahadır olsun, arslanları avlayacak derecede yiğitlik
gösterirsin? Erle oturup şarap içenin de padişah olması, er olması gerek.
Şirk koşan
kulak, ne çeresiz kulaktır ki gökyüzünden gelen sesi duymaz; Tanrı’dan bir
rahata, bir huzura kavuşmamış can, çaresiz candır, tadı tuzu yoktur o canın.
Ne olur bir
gececik canı, yarabbi demekten halâs etsen; beden kabrinden çekip çıkarsan da
geniş bir alana götürsen.
*
Ayaktan ipi çözersen gökyüzüne dek uçarsın,
gökyüzü gibi her çeşit kırılıp dökülmeden, her türlü âfetten, zarardan, emin
olursun.
Canın
birliğe kavuşur da ecel kılıcından kurtulursun, öylesine bir bahçeye girersin
ki orda güz mevsiminin yağması hiç mi hiç yoktur.
Susayım,
susayım da aşk kendisini kendi anlatsın, canı besleyip geliştiren, ucu sonu
olmayan bir anlatışa dalsın.
Gökyüzünden
gönüller alıcı sorularla bir kokudur geldi; her gönlü yorgun, her gönlü kırık
avı beden tuzağından kurtarıyor.
Her kuş yüzlerce kanada
kavuşuyor, Ülker yıldızına doğru uçtukça uçuyor. Her dağ, her ağırlık, o
oturamaklığıyla, o ağırlığıyla beraber yücelip uçmaya başlıyor âdeta.
*
İbrahim’in kuşlarına bak, paramparça
oldukları halde her birinin parçası canlanıp uçup kendi başına gitmiş.
A parça, ne kanadın var,
ne başın; nasıl da uçuyorsun dedim de dostluk yeliyle açılıp saçılıyorum da
ondan dedi.
Artık şehirde zurna
sesinden başka bir feryat duyamazsın, hiçbir evde çengden başka bir ağlayış
işitemezsin.
Tambur, yaşayış dediğin
bizim yaşayışımız diye gönülden nağmeler koparmış; can arısı şu baldan mimarlık
öğrenmiş.
Bugün vergisi denizler
gibi bol, sonsuz, o yüce, o kerem sahibi sâkî, ululuğu, cebbarlığı bırakmış,
kullarla kaynaşıp uzlaşmış.
Kaza ve kaderin fitne
kulağına her an bir düzenbazlık üfürür ya, bugün bu gussadan kurtulduk Tanrım.
*
Can okuyucusu, okuyor da Meryemoğlu gibi
üfürüyor, sâkîmiz de Tanrı arslanı gibi tekrar tekrar saldırıyor, şarap
sunuyor, kerrarlıkta bulunuyor.
İki üç put kırarsa karşılığında
yüzlerce put yonup yapar; iki üç testi kırarsa ne çıkar, balçık yoğurup testi
yapış sanatı azalmadı ya onun.
Ey bülbül, gülün devleti
sayesinde güzel bir seste, hoş bir ezgiye sahip oldun amma sevgiliyle buluşur
onunla düşer kalkarsan pek az söz söylersin de bütün bunları unutursun.
Gönül bahçesine girersen
gül gibi güzel kokulara sahip olursun; göklere uçarsan melek gibi yüzün aya
döner.
Yağ gibi seni yaksa bile
aydınlık kesilirsin; gamdan kıla dönersin amma mum gibi meclislerin başına
geçersin, meclisleri aydınlatırsın.
Hem mülk
olursun, hem padişah. Hem cennet olursun, hem Rıdvan. Hem gök olursun, hem
iman. Hem arslan kesilirsin, hem ceylan.
Mekândan
kalkar, mekânsızlık âlemine gidersin, kendinden ayrılır, tek ü tenha yol
alırsın; bineksiz, ayaksız yürürsün, deredeki su gibi tıpkı.
Canla gönül
gibi tek olursun, görünmediğin halde görünür durursun; hem acı olursun, hem
tatlı, aynı şarap tabiatını elde edersin.
*
Mesîh gibi kuruluk tabiatından da uçarsın,
yaşlık tabiatından da, girdapları deler, yol edersin, cihetten kurtulursun, her
yan bir olur sana.
İçindeki
hevâ ve hevesi bırakır, bomboş kesilirsin, soluksuz diri kalırsın; artık Yâ Hû
denizine gark olursun da bundan Yâ Hû demekten vazgeçersin.
*
Her acıyı tatlılaştırırsın, her uzağı
yakınlaştırırsın; gök gibi dokuz kat oldun mu artık nura perde kesilmezsin.
Devlet sahibi padişah
ol, yüceliklere eriş, ay kesil, nice bir üveyik kuşu gibi kû, kû deyip duracak,
arayıp tarayacaksın?
Her eve pencere olursun
sen, her bağa gül bahçesi kesilirsin sen, senlikten geçtin mi, varlığını
bıraktın mı benimle olmadan ben olursun sen.
Yeryüzünde bu kadar da
baş çekip ululanma, neşeli, güzel bir halde baş indir de şeftali dalı
gibi
terütaze olasın, gülesin, güzelleşesin.
Artık aydınlık
istemezsin, kendinden müstağni kalırsın; padişah gibi yoksulları besleyip
yetiştirme kaydına düşersin, ay gibi karanlıkları ararsın.
Can istemezsin, can
bağışlarsın, her derde derman bulursun, devâ verirsin; yarana melhem aramazsın,
yaralara melhem olursun.
Barış
istiyorum senden, uzlaşma, kaynaşma istiyorum; dün barışa dair bir işarette
bulunmuştun, bir söz söylemiştin cana.
Can öylesine
sevindi, öylesine neşelendi, öylesine çalıp çağırmaya başladı ki... Bütün
önemli işi bundan ibaret zaten; barış nağmesini söyleyip çağırmaktan başka bir
iş güç var mı, göremiyorum bundan başka bir iş.
Can,
birisine kızdı mı cihan hapishane kesilir ona; cana bedenle barışma, kaynaşma
fikri gelir mi acaba yarabbi?
Birine
kızarsan başını alır gidersin; fakat baş sana kızarsa eyvahlar olsun barışın
başına gelenlere.
Gönlüm
araştırıp dururken, seninle buluşmanın bir elini öpse, yok mu? İşte o zaman şu
gönül, barışın, uzlaşmanın ayaklarının tozunu defalarca öper, öptükçe öpesi
gelir.
Bedenin
işlediği iyilik canın lûtfuyladır, canın ihsanıyladır. Ne vakit cömert
davrandıysam, ne zaman cömertlikte bulunduysam bu cömertlik,
barışın
cömertliğiydi.
Kış bulutu
gibi ağladım, yapraktan da soyundum, meyveden de, çırılçıplağım şimdi. Artık
barış kaftanını giyeyim de ansızın bir kükreyeyim, bunu istiyorum.
Padişah
olayım, padişahlara da padişah kesileyim, aya bile ihsanda bulunayım; barışın
yüzünü gördüm mü o vakit yüzüm güler benim.
Ey yüzlerce
bahçenin, yüzlerce yeşilliğin canı, yurdu şereflendir; kötü düşünceli, fena
tedbirli oluşum, barışa yer bırakmadı amma gene de lütfet.
O hayallere
bile gelmeyen, düşüncelere bile sığmayan ilkbahardan gel de şöyle bir letafet
ver âleme; böylece de barış göğünde gam sisi kalmasın artık.
Can denizine
karşı şu ettiğimiz işler, onunla şu çekişip durmamız, yahut da barışın
ululuğuna karşı şu şeytanlığımız, şu ululanmamız hiç de hoş değil.
Ey edebe sığmaz işlerde bulunan, sus, dudak
ucuyla, hafifçe bile olsa bir şey söyleme de barış duasındaki istek gösterişsiz
olsun.
Her yana bakınmayasın
diye hayali gönülde; haddini aşmayasın diye hadsiz lûtuflarda bulunmada.
*
Şu altı kapılı tekkeden dışarıya ayak
basarsan dini temiz sûfîlerle buluşur, onlarla vecde gelir, onlarla düşer
kalkarsın.
Sende gizli bir kapı
var, altı kapıyı, altı yanı araştırıp durma, gizli bir kapı var sende ki her
gece o kapıdan uçar gidersin.
Uçtun mu ayağına bir
hayal ipi bağlarlar, tamamıyla uçup gitmeyesin diye sabah çağı bu iple geri
çekerler seni.
Geri dön rahim
zindanına, yaratılışın tamamlanıncaya dek gir şu rahme; bu dünya rahme benzer,
onun için de kanlar içmedesin, kanla beslenmedesin.
*
Canın kanatları bitti de beden yumurtası
ondan kırıldı; can Ca’ferlik göstermek için Ca’fer-i Tayyar kesildi.
*
Bahar mevsimi gelip çattı, seyret de bak,
bağlar bahçeler hurilerle, perilerle doldu; sanki Süleyman orduya yüzüğünü
gösterdi.
*
Habeş toprağından ay gibi Rum yüzlü
dilberler doğdu, sanki senin gibi güzelim Müslümanlar imana geldi, kâfirlikten
çıktı.
Gül bahçesine bak, nar
çiçeğini seyret, suda sevgilimin aksine dal, şu mahmur nerkisi gör, o kırmızı
goncalara hayran ol (sevgilinin gözlerini, dudaklarını seyret).
Katmerli gül
yapraklarına bak, altınla gümüş gibi nasıl da birbirine karışmış; hiçbir
kuyumcunun sanat ocağından çıkmayan asım- takım mücevherler, halkalar âdeta.
*
Bülbülün canında gülü, gülde de Akl-ı
Küll’ü gör; renkten renksizliğe uç, belki oraya bir yol bulursun.
Gül aklı yağmalamada,
nesrin işaretler etmede, sanki şu sûretleri, şu resimleri yapan işte buracıkta,
perde ardında demede.
Ey savaşa barışı veren,
taşa su yürüten, şu kötü renkli toprağı nasıl da renklerle bezeyip meydana
çıkarıyorsun.
Dallarda tazelik,
selvilerde yücelik, ululuk, gülde yüzlerce güzellik var amma ey can, bambaşka
bir şeysin sen.
Bağın, ovanın, gülün
yeri mi, mezenin, şarap kadehinin sırası mı? Rûhun da yeri değil, Akl-ı Küll’ün
de; çünkü sen canın canından da daha hoşsun, daha güzelsin.
Bahçe onu bilseydi
terütaze dalından kan damlardı. Akıl onu anlasaydı gözünden ırmaklar coşardı.
O
ay parçası güzel, bir gün gün değirmisinden baş çıkarıp görünseydi havada zerre
zerre Mecnunlar, Leylâlar belirirdi.
*
Onun akıl defineleri bir bucakta aşağılık
bir yere aksetseydi o yıkık yerin her yanında yüzlerce Karun hâzinesi meydana
gelirdi.
*
Gönüle vuran güzellik göze de görünseydi
her elini, yüzünü yumayan kirli kişi Şeyh Zün- Nûn kesilirdi.
Ey bakınıp duran tacir,
ne vakte dek bakıp kalacaksın? Sevgiliyi elde etmek ucuz olsaydı bu bakışla
sevgili meydana çıkardı elbet.
Yeni bir konuk geldi
amma şu nimetler bütün dünyaya yeter, hattâ dünyadakiler daha fazla olsaydı
nimetler de daha fazla gelirdi.
Şu aşk, başına bir tabla
almış, sokak sokak geziyor; nerde bir ölü varsa hilesiz, düzensiz
diriltivereyim onu diye bağırıyordu.
Diyordu ki: Keremimden,
lûtfumdan gezip
duran, akan, fakat
tükenmeyen bir sofra kesildim; nerde bir yüzsüz dilenci ki gelsin, soframdan
çıkınını doldursun.
Seni gâh
incilere gark ederim, gâh zehirlere; tanı beni, bil beni artık, elimde âdeta
bir kilesin sen.
Bana bir
habbe gelse de teslim olsa onu altınlarla dolu yüzlerce maden haline getiririm;
yalçın bir tepe olsa tutar, uçsuz bucaksız bir deniz yaparım onu.
Senden
yokluk, benden kerem. Senden razı olmak, benden kısmet vermek. İpekböceğinin
bile önüne yüzlerce atlas korum, ona bile yüzlerce ağır kumaşlar ihsan ederim.
Her an
ümitsiz bir hale düşene öylesine bir harman veririm ki ne ekmiştir, ne biçmiş.
Her an dervişe öylesine bir yakınlık ihsan ederim ki bunu elde etmek için ne
savaşmıştır, ne çileye girmiş.
Şekerkamışmm
daracık gönlüne şeker kaynağını akıtırım; akla fikre güzel, hoş düşünceler
getiririm.
Din yolunda at süredur,
fakat atın sakatlandı mı meraklanma; arık bir at yerine her yanda bir yılkı
bulursun.
Sus, böyle değildir
deme, Tanrı’nm ihsanından başka bir şey arama; razılık helvası, helva
kazanından coşup ateşlere dökülüyor.
Tebrizli Tanrı Şems’inin
nuruyla her zerreyi yakıyn nuru gör; eğer söylemede bir zevk olsaydı her zerre
söze gelirdi, söyler dururdu.
Dün gece gönül sırrını;
taş yürekli, lâ’l dudaklı, kâfirliğe bile iman bağışlayan, küfrün bile imanını
arttıran bir dilberin yüzünde gördüm.
Böyle bir sevgilinin
yanında kim kalkar da candan, gönülden bahseder? Böyle gümüş bedenli bir
güzelin huzurunda kim altından, gümüşten söz açar?
Aşkın ağzı
olsaydı bütün dünya bir lokma olurdu. Aşkın kapısı olsaydı padişahların canları
o kapıda bekçilik ederdi.
*
Ben de duyardım, gönül gönül derlerdi;
şimdi başıma geldi de anladım, ey güzelliğine karşı gönlün de, canın da utanıp
kaldığı güzel; ey aşkıyla Düldül’ün bile bir eşek gibi çamura saplanıp kaldığı
dilber.
Ey can, gel
de inciler topla. Ey gönül, gel de güzelliği seyret. Aman bu âfetten, bu
belâdan ey Müslümanlar.
Beden nedir
ki onun gam süvarilerinin ayakları altına serilsin? Baş nedir ki öyle bir
padişahın huzurunda yerlere kapansın?
İşte bak
sevgilimin vuslat demi gibi tatlı, onun lâ’l dudakları gibi şirin, güzel ilkbahar
gelip çattı; artık âlem yeşerecek, yemyeşil olacak.
Yüzü her an
bana, benim gibi güzel yüzlü bir sevgilin var mı diyor. Gönlüm her an ona,
benim gibi bir kulun var mı diyor.
Dostlar, bahar geldi, kalkın, gül bahçesine
gidelim; fakat benim baharım sensin, başka bir şeye bakmam ben.
Çiçeklerin,
meyvelerin edaları var, şiveleri var; biz de senin gül bahçesine benzeyen
yüzünde açmış bir nilüferiz sanki.
Bülbül,
çalgıcı gibi tef çalmada, ağaçların yaprakları el çırpmada. Her gonca, benim
gibi hoş, benim gibi güzel, benim gibi terütaze bir gonca var mı demede.
Bahçe
bezensin, kuş kanatlansın, uçsun diye o merhametli, o yemyeşil ilkbahar salma
salma, eteğini sürüye sürüye gelip çattı.
Halk hayran
olsun, yüzünü göremeyen körün, sözünü duyamayan sağırın inadına sevgilimiz
canımıza can kesilsin diye ilkbahar geldi.
* Bir
yerde padişah o olursa bütün padişahlar kul olurlar; bir yerde sevgili o olursa
her gönül âşık otu kesilir.
Sevgilimin
hayali, gönülde salma salma yürümede, sonsuz yüceliğe sahip, güzel mi güzel bir
ay, lütuf ve ihsan sahibi, debdebeli bir padişah sanki.
Bundan önce sözlerime
müşteri arardım, sözlerimi alacak adam isterdim; şimdi şu sözlerimi benden
almanı istiyorum senden.
Herkesi aldatmak için
nice putlar yondum, fakat bugün Azerliğe doydum, Halil’in sarhoşuyum.
Öylesine bir put gelip
çattı ki ne rengi var, ne kokusu; ona daldım da işten güçten kaldım; artık
putçu dükkânına bir başka usta ara.
Dükkânı elden çıkardım,
o işlerden vazgeçtim, deliliğin kadrini tanıdım, öğrendim, düşüncelerden geçtim
gitti.
Gönlüme bir sûret gelse
git ey yol azdıran derim, çık dışarı; ağır davranırsa vurur, paramparça eder,
yere yıkarım onu.
Onun Mecnun’u, onun deli
divanesi kesilen kişi, Leylâ’ya lâyık olur mu hiç? Canı ordan, o yandan olan
kişidir ki yeri bayrağın dibidir.
*
Şu iki kıbleye dönüş, bir an olsa da
akıldan, candan uzaklaşsaydı aklımız Adem kesilirdi, nefsimiz de Havva olurdu. Adem,
gönül sayvanından inip de şu balçığa gelmeseydi kutlu ders verişi esmadan da
üstün olurdu elbet.
Zanna kapılıp kabul etmeyiz
bunu diyen, Halil gibi kabul ettim, teslim oldum deseydi gölge gibi baş aşağı
yere düşen nefsi, başı yücelerde bir güneş kesilirdi.
Beden varlığı yok
olsaydı şu nefis yücelirdi, başı göklere ererdi, tamamıyla yok olduktan sonra
da varlık birliğine ulaşırdı.
Yarasaya benzeyen benlik
gözünde zayıflık, görmezlik olmasaydı, bir güneşin yerine cana canlar katan yüz
güneş doğardı.
Tanrı
katında, sınama zamanı iyiyle kötü bir olsaydı ay yüzlü Cebrail’le İblis aynı
yüze, aynı güzelliğe sahip olurdu.
İnsan, sırları
bilseydi hayırla şer belirmezdi; kendisince bilinmeyen her şey de belirirdi,
ortaya çıkardı.
Şu her şeyi
görüp gözeten, şu casusa benzeyen duygumuz, bizim tutsağımız kesilmiştir,
hapsimize düşmüştür bizim; mademki hiçbir şeyin aslını görmüyor, keşke büsbütün
kör olsaydı.
Aşağılık
nefsin duygusu, sinek gibi kâsenin kenarına konmuştur; sinek konacak yer olarak
kâseyi seçmeseydi derhal Zümrüdüanka kesilirdi.
Yıldızlar,
tıpkı kâselere, tıpkı şu altın taslara benzer; tamaha düşenler için düzülüp
bezenmiştir onlar, keşke süslenip bezenmeselerdi.
Sus, düşün
ki söz, mekânsızlık âleminden gelir; gözün ordaysa sözle nasıl uçabilirsin
oraya?
Tebrizli Şems’in
sayesinde her zerreyi bir yakıyn nuru bil; zevk söylemede, sözde olsaydı her
zerre söze gelirdi, söylerdi.
Ey her gönül bahçesinin
parlaklığı, ey her evin penceresi, güneşin her zerreyi bir inci tanesi gibi
parlatır.
Ey her çaresizin
imdadına yetişen, ey her âvârenin yeri yurdu, sığmağı, sen her düzenciyi
düzeltir, yola getirirsin, her masaldan maksat sensin, her kıssadan alman hisse
sensin.
Ey dümdüz, usûl boylu
selvinin hasreti, ey padişahlar padişahlığının parlaklığı; dilerim ki dostlara
lâyık bir dost veresin dostlara.
Her başta senin sevdan,
her dudakta senin şarapların... Şerbetlerinin feyzi olmadıkça dünya bomboş bir
kadehten ibaret.
Her padişah senin
yoksulun, şahininin en bayağı avı; ey biteviye her şeyi, herkesi halden hale
döndürmesi, her deliye zincir kesilen.
Her ışığın
bir ateşi vardır, her gülün bir dikeni; her yıkık yerdeki defineyi korumak için
de bir yılan bulunur.
Ey gül
bahçesinde diken bulunmayan, ey tertemiz ışığının ateşi olmayan; senin
definenin çevresinde ne yılan var, ne yılanın yarası, ne dişi, ne ısırışı.
Bir işrettir
düzdün, yüzlerce sınama tohumu ektin, şehrimizde bir tek akıllı fikirli adam
bırakmadın.
Düşünceler,
sanatlar, hünerler, senin aşkından bir renk almış da güzelleşmiştir. Geceleri,
seher çağlarına dek çengler, senin göğünde doğan aya karşı çalıp çağırır, inler
durur.
Akıllılıkla
delilik birbirine karışmış, birleşmiş, yola yüzlerce mezeler dökmüş, nimetler
döşemiş... Düşünce, bir tarak gibi senin o kıvırcık, simsiyah saçlarına
asılakalmış.
Ey gözleri
nerkise benzeyen, uyku, gözüme bir diken oldu âdeta; uyanıkken çok rüyalar
görüyorum, fakat yığılmış yüklerin ardından bakıyor, gözlüyorum da öyle
görüyorum.
Bakkalın bile yoğurdu
ekşi olduğu halde gönlü müşteridedir; dudağını yummuştur, ta sabaha dek uyumaz,
aklı fikri başında, öylece dükkânın bir bucağında oturur durur.
Sabah oldu mu kazanca
koşar, alışverişe girişir; sonucu müşteri yüzünden kuru nanesi yeşerir, taze
nane haline gelir.
Ey tarlayı bırakıp da
çöplüğe, çor yere buğday eken, ey ışığı pencere sanan, sen tıpkı pervaneye
benziyorsun.
Bir gün gelir elbiseler
giydirir, anlatış, tarif ediş kabiliyeti verir de Akl-ı Küll’le cüzlerini
birleştirir, uzlaştırır, bir sevgili ihsan eder sana.
Sus, sen bundan
kurtulmuşsun, bu tuzaklardan sıçrayıp çıkmışsın; canını da, gönlünü de fettan
bir dilbere vermişsin sen.
Daha
seher çağındayız, güzel, Ferkad yıldızı gibi parlak, selvi gibi yüce, usûl
boylu, şeker dudaklı, ay parçası sâkî, kadehi doldurdu.
O sarhoş
gözleri, alnına düşen o tuzağa benzer büklüm büklüm saçları, o elindeki kadeh,
çaresizin çaresi, dertlinin dermanı.
Yaseminlerle
dolu bir gül bahçesinde, bir kaynağa, bir fıskiyeye karşı kara gözlü huriler
çenglerini kucaklarına almışlar, sağda solda çalıp duruyorlar.
Ey şirin
sâkî, Ali’nin, Ebû’l Alâ’nm canı için hadi, durma, her derdin, her gamın
inadına al kadehi eline, sun.
Gökteki
güneş gibi döndür, mücevherler saç, şu gaddar âlemde susuzlara, şu toprak
yurdunda oturanlara sun.
Ey büyüler
yapan, ey hünerlere sahip olan, ey deliliğin elindeki, avcundaki varı yoğu, iş
çağı gelip çattı, bizim hepimiz de o işin ehliyiz zaten.
Bir kadeh
içince hayâ elbisesini attım üstümden, gaddar, mağrur, oyunbaz bir güzelle
acayip bir aşk oyununa giriştim.
Göktekiler
bile gökyüzünde o şarabın kokusuyla sarhoş olmuşlar, başları dönüyor; her ulu
kişi benim ay yüzlü güzelime karşı secdeler ederek sarhoş bir halde kendinden
geçmiş.
Şarap denizleri
yer yer akmada, her yeşillikte elli ırmak; artık kızan, öfkelenen adamların
inadına vur şu testiyi taşa, kır gitsin.
*
Aşağılığa rahmet gelmede, yokluk iksiri
gelip çatmada; sarhoşluk padişahı ağır bir orduyla ulaşmada.
Damın
üstünden gelip geçenlere bir baksan, bir görsen onları, geçim çadırını sökersin
de ateşlere yakarsın.
Sarhoş
dediğin, köpürmüş, coşmuş denizin dalgaları üstünde sağa sola yuvarlana
yuvarlana, düşe kalka, aşağı, yukarı, dala çıka giden gemi gibi yürür, denize
atılmış direk gibi eğri büğrü gider.
Diyorum ki:
Ey iş güç sahibi, ey canı illetlerden kurtulmuş er, pencere yok, kapı perdesi
yok; nasıl ettin de kurtuldun ecel
hapsinden?
Nasıl
kurtuldun şu acı, şu ekşi dünyadan, şu çocuğunu yiyen ihtiyar felekten; hem
masallar söyleyen, hem söylediği halde susan, hem kul olan, hem buyruk buyuran
dünyadan?
Dedi ki:
Dünya padişahı, gizlice bir kadeh sundu bana, onu içince bir de baktım ki can
şehrinde gezip dolaşan bir yıldız kesilmişim.
Şu sınanmış
dünyaya, şu sınama yurduna geliş de gizlidir, gidiş de; her şeyi iyiden iyiye
örten Tanrı gayretiyle bu sır, erkekten de saklıdır, kadından da.
Nasıl geçtim
de çıktım, şaş da kal, bak da gör, ne yarık görünüyor, ne kapı; sanki kaynağı
yokken kayadan fışkıran bir suyum ben.
Ey şekerler
lezzeti, hemen o koca sağrağı sun; analar gibi süt ver bana, çek, al beni
beşikten.
Ey arif
kişilerin varı yoğu, zevki, neşesi, ey nerkislerin hayranlığına hayranlık
katan, ey topraktan yaratılan şu dünyaya, şu dünyadakilere rızık veren, ey her
âvârenin maksadı olan,
O bekçiye
benzeyen, o hırsızdan, her aşağılık kişiden adamı emin eden şarap yüzünden
şimdi, her gönlü sıkılmış kişinin fikri secdelere kapanmada.
Ey rûh
arayan, yaralının huzurunu, kararını araştıran kadeh; ey güneş yüzlü, her
yıldızın kanını döküp duran sâkî,
Ey
gönüllerin rızıklarmı veren, ey hem adam olanlara, hem olmayanlara can kesilen,
hem
basıp yağmalayan hem
yağı basansın,tüü hem düzgünsün, hem ters,
uzlaşılmaz biri.
Şu şekillere
can vermedesin, sanki Sûr sesisin sen, dünyayı mahşere döndürüyor, herkesi birbirine
katıyorsun; zincirin her cebbarın boynuna sanki bir altın gerdanlık, ona sanki
şeref vermede.
Candan
akıllıca düşünceleri aldın götürdün, mevkiinden azledilmişe dönen şu aklı
çeldin; aptal, bön kişinin aklını da bilgiyle yankesici, bir düzenbaz yaptın.
Şüphenin
boynunu vurmak için beye de saldırmada, paşaya da; ya aklın başına vurarak usûl
tutuyor, ya düzenbazlığın düzenine vurarak tempo tutuyor.
Yeter, sus
da topluluğa gir, erkeğin, kadının toplandığı, buluştuğu yere gel; balçıktan
şekiller düzen ustanın halvet yurdunda, sanat mekânında sen de sûretler yap,
sonra da yaptığın sûretleri kır dök.
Gül gibi hem
söz söylüyorsun, hem susmadasın, yüzünü hiç de ekşitmiyorsun; hem gönül evinin
başköşesindesin, hem uçar kuş gibi yüceler yücesinde.
Bütün varımızı
yoğumuzu bir nazik, bir zarif dilber, bir nazenin oğlu nazenin güzel çalmış da
götürmüş; onun düzeni hiçbir mescitte bir tek seccade bile bırakmamış.
Feleğin
hırkası onun yüzünden on parçaya bölünmüş, Kamer burcu onun yüzünden delinmiş;
hele benim gibi bir sâf, bir bön, eline düşerse vay haline onun.
Ödağacımızı
ateşledi, tütünümüz göklere ağdı, sâkî bizim abes işlerimizi kırdı geçirdi, yok
etti o görülmemiş şarapla.
İşi
güçleştiriyor, denizde konaklıyor; can, gönül kıssasını söylüyor, nerde gönül vermiş
bir âşık?
Gönül veren
o kimsedir ki adamakıllı sabreder, dayanır; senin gibi kıyı bucak, her yana
gezip duran, derken bir köşeye düşüp yıkılan adam değildir gönül veren.
Bir gama,
bir gussaya düşmüşsün; nerden gönül vermiş bir âşıksın sen? Ya bir kahpenin
arzusundasm, ya bir mahabbet tellâlının vesvesesine kapılmışsın.
Utan
sakalından, utan o darmadağın sakalından; işin sonucundan iki gözünü de
yummuşsun da saçma sapan sözlerle ağzını açmışsın.
O yana ait akıldır güzel akıl, sonucu
görmede çeviktir, hırstan, şehvetten arınmıştır, âşıklığa hazırdır o çeşit
akıl.
Sus ki söz kuşum hızlı
hızlı yeşilliğe doğru uçuyor, bir odacığa konmuş deftere rehin olmaz o.
Eteğimi tutmuş, beni
puthaneye çekiyor bir düzenbaz, bir yankesici; etek gibi peşinden gitmedeyim
bir kan içicinin.
Bir an var eder beni,
bir an alçaltır, bir an sarhoş eder, o yalnız kendisini, yalnız kendi dileğini
düşünen sarhoş.
*
Mühre gibi elindeyim onun, balık gibi
ağındayım, büyücü bakışlarının yüzünden Babil kuyusuna eğilmişim.
*
Lâhût’um da o Nâsût’um da; Hârût’um da o,
Mârût’um da. Kötü işlere girişen herkesin inadına mercanım da o benim, yakutum
da.
Güzelim bir su gibi
görünmedesin, ateş
burcunda bir aysın
sanki, fakat sevgilinin göğsünde mermerden yapılma bir gönülsün, bir kayasın
âdeta.
O dünya
hâzinesinin sırlamı gizlice söyleyeyim sana, fakat mühlet ver, mühlet ver de
bir parçacık kendime geleyim.
Bir gün,
yüzünün hayaliyle ta ırmağına kadar götürdüm testiyi; ışığın aksini bir yıldız
gibi suda gördüm.
Gökte
aradığımı dedim, yeryüzünde buldum, Tanrı’nm lûtfu, umulmadık bir anda çaresize
çare oldu.
İlk safta
şükrediyorum, Hint yapısı kılıç da elimde, üstünlük, yardıma kavuşma
bahçesinde, o gül yüzlünün ışığıyla açılıp saçılayım artık.
Mihnetten,
gamdan yay gibi iki büklüm olmuştum ya, o zaman geçti; o vakitler şu bedenim,
her haris, her tamahkâr kişinin elinde bir kemikti sanki.
Var olmak
için verdiği buyruğun tuğrasındaki büklümle şu köhne yayım yenileşti; İsa
beşiğe bağlı olduğu halde söz söylemeye başladı.
Gönüle
öylesine bir ateştir düştü ki önüne hiçbir kötü çıkamaz; hiçbir serkeş baş
kaldıramaz, kötülüğü buyuran hiçbir nefis kalmadı artık. Aşıkların dünyası
güzelleşti, âşıkların buluşup birleşecekleri çağ geldi çattı, âşıkların gönlü
her çeşit fitneciden, düzenbazdan kurtuldu.
Tatlı tuzlu,
alımlı can, felek gibi Arş üstünde dönmede, artık her yıldız gibi göğün altında
dönmez, aşağılık yeri yurt edinmez.
Akılla can,
karıncalar gibi dünya tasma üştüler, bir yarık, bir çatlak arayanlara gizlice
bir perdedir açıldı orda.
Artık gül
fidanı dikenden kurtuldu, çünkü gönülden emin oldu, düşmanı kalmadı, gül
derecek, gül yaprağı sığacak hiçbir kimse yok çünkü.
Sus, sus ey
dil, süsenlerin dili gibi; nerkis gibi göz kesil de bahçeye bakadur.
Gönül dün gece harap,
sarhoş bir halde onun yüzünden her yana, her yere yıkılıp duruyordu, gül
fidanına benzeyen boyu bosu yüzünden can,
hür
süsen gibi yüzlerce dile sahip oldu.
Gönüller, dudağı
yüzünden ta sonuna dek tatlar içinde, şekerler gibi; fakat bir an gizlenirse
ona düşkün Ferhad gibi ağlamaya başlarlar.
Şu topraktan yaratılmış
kalıp, lûtfuyla yüzlerce cennet bahçesine dönmüş; yel onun civarından esip
geldiği için ölüleri diriltmede İsa’nın bile hasedini çekmiş.
Külhana benzeyen tabiat
âleminden ansızın bir halife gösterdi; müminler emîrinin yüzünden Bağdat onunla
övünmeye başladı.
Göklerdeki melekler
tespihlerindeki zevki onun yüzünün nuruyla buluyorlar. Bütün ibadet edenlere
kılavuzluk gözü, yol gösterme ışığı, onun sayesinde veriliyor.
Binlerce can, onun
çevresinde; oysa ay gibi
ortada. Sarhoş bir halde
salma salma gitmede, kem gözler değmesin ona.
Ay’ın on
dördünün parlaklığı, onun yüzündeki nurdan. Şimşadm, alnına dökülen
saçlarındaki amber gibi güzel koku, amber gibi renk, o büklümler, o kıvrımlar
gene ondan.
Aşk
padişahının askeri yüzünden bir dünya yıkılırsa ne olur ki? Canlara can olan
yüzlerce dünya yaratır karşılık olarak.
O bakışlar
âşıka zulmederse de güzelliğe, alıma, iki dünyada da lûtuflar, ihsanlar, gene
ondan.
Nazla,
ululukla gökyüzüne ayak bastın; yeryüzü zerre kadar anlasaydı ki bu güzeller
padişahı ondan doğdu, onun lûtfuyla meydana geldi.
Onun
güzelliği yüzünden putlara da yüzlerce kargaşalık düştü, put yapanlara da.
Nihayet put yapanlar feryada koyuldular da put yapmaz oldular.
Nedir, nasıl güneştir bu güneş ki güzellik
göğünde parıl parıl parlamaktadır? Bu abıhayat nasıl oldu da onun lûtfuyla
coştu, böyle bir derya kesildi?
Birisi
tapısında hizmetler edilen Şemseddin’in eyer örtüsünü başına koydu, fakat o da
kim oluyor ki? Şemseddin, öylesine bir er ki güzelliği, yüceliği yüzünden
Cebrâil bile ayağının altına kanatlarını sermiştir.
Tebriz, onun
yüzünden sırrını açar da can gözü görmeye başlar. Ona haset edenlerin görmeyen
gözleri de sonucu büsbütün kör olur gider.
BAHR-İ MUZÂRİ
müstefilün
faûlün müstefilün faûlün
Nice demdir
toprağımıza katre katre, yudum yudum öylesine şarap döktü ki toprağımızın her
zerresini feryada getirdi, her zerremizde bir çığlık var, bir feryat var.
Göğsümüz
yarıldı, açıldı; gönül aşk dokumaya koyuldu; ulu Tanrı’nın kadehiyle şişe sâf,
tertemiz bir hale geldi.
Çiçekler
açılmış, kötü gözler görmüyor. Gayret, ağzını yalama diyor bana, şarap içmeye
koyul.
Ey can,
görünür görünmez canımı da kaptın, gönlümü de; müşteri sen olduğun için kumaş
değerlendi.
Bulutun
yeşillikler yağdırır, kadehin can verir, derdin insanın içine ne de güzel
siner; artık sen bu derde başka dert katma.
*
Ey aşk, sağ oldukça senin şarabınla
sarhoşum ben, “Yaklaştı, yakınlaştı” makamına vardığım zaman senin lûtfunla
yüceyim, senin lûtfunla aşağı.
Sana nasıl ay diyeyim,
ay hummaya tutulmuş, sapsarı kesilmiştir. Selvi desem doğrudur bu söz, fakat
Selvi yanar, ay son üç
gece görünmez olur, canların aslına asıl olandan başka hiçbir şeyin aslı yok.
*
Güneş tutulur, ay tutulur, vaktin
Halil'iysen ikisine de istemem sizi de, ikisinden de yüz çevir.
Dediler ki: Bütün
dostlar öldü gitti, yok oldu; Tanrı'yı seven, ona sevgi besleyen yok olmaz.
*
Abıhayat Tanrı'dır, kaçıp Tanrı’ya
sığınanın rûh, kölesi olur, Rûhü'l-Kudüs lalası.
Yüce Tanrı lûtfuyla
candan kopan gülüşten başka halkın şu gülüşleri, hep çakıp sönen şimşektir
âdeta.
Ey sucubaşı, o akar
çeşmeyi aç, aç da bahçe de uyansın, çiçekler de göz açsın.
İki gözünün karanlığında
lûtuf abıhayatın gizlenmiştir; o gözbebeğiyle gözleri denize çevirmiştir.
Senin lûtfunu görmedikçe
kimsecikler oynamaz; hattâ rahimdeki çocuklar bile lûtfunla oynar.
Rahimde oynamak da nedir
ki? Yoklukta oynamak da bir şey mi? Mezardaki kemikler bile nurunla raksa
girer.
Dünya perdelerinde çok
oynadık, dostlar, çabuk olun, davranın o dünyadaki raksa.
Canlar, şu koca, şu kaba
kalıplarla oynuyor, şu ağır yükü bir attılar mı seyret oyunlarını o zaman.
Doğmadan önce de ayak
vurup sıçramada, rahimlerin karanlıklarında candan şükretmek için oynayıp
durmadaydık.
Hepimiz
de oynaya oynaya, şu besbedava nimetlere şükretmek için tekkeden gelmiş
sûfîleriz.
Şu nimetlere can versek
y erindedir, zaten şu bol mu bol defineye karşı sûfînin canı da nedir ki?
Şu cihan nimetlerinin
konduğu kabın kapağı göktür; sofrasından nasıl bahsedeyim, dilin harcı mı o
bahis?
Yola düşmüş sûfîleriz
biz, padişahın nimetlerini yiyenleriz biz; yarabbi, bu kâseyi, şu sofrayı ebedî
kıl.
Padişahların
kâselerindeki nimetleri elde etmek için boş kâseden başka ağımız yok, kâsemizi
o nimetlere uzatmaktan gayrı kârımız yok; zaten her ham kişi de bu kâseyi, bu
ekmeği elde edemez.
O nimetlerle dolu
kâseyle pis, bulaşık kâse arasında, sineğe, o ev sahibine utanç veren mahlûka
göre ne fark var ki?
Fakat
adam olan kişi, yemediği, tatmadığı halde o nimetleri görüp bâzı kere dilini
ısırır, susar; bâzı kere de ağzını açar, onları övmeye koyulur.
Felsefenin verdiği
inkârı gönlümden sürdüm, çıkardım; gönlümü yudum, arıttım; gözümde de Yusuf'a
ait şekillere yer verdim.
Görülmemiş,
eşsiz bir güzel gerek ki dille övülmesi mümkün olmasın, böylece de tertemiz Adem’e
secde etmek doğru olsun.
Bir Tur, amma nasıl Tur;
bir nur, amma nasıl nur? Her lâhza yüzlerce sönmüş ışığa nur bağışlasın,
yaksın, yandırsın onları.
Güneş doğunca her zerre
meydana çıkar, yüz gösterir, fakat gizli zerrelerin meydana çıkması için de bir
başka nur gerek.
Varlıkların aslı o,
cömertlikler denizi o; nasıl da olmayacak şeyleri avlamada o.
“Tercî-i Bend”
Ey esirgeyici sâkîler,
sevda gene arttı, sevda gene arttı; şu sararmış benizlere bir kızıllık verin,
bir kızıllık.
Ey sâkîler beyi, ey
canımın elinden tutan, ey efendim benim, iş çağı geldi çattı, ercesine davran.
Sevgili, akıl da senin
sarhoşun, rûh da; nedir o iki elinle tuttuğun? Getir, koy ortaya, gizleme.
*
Ey göğü kararsız hale getiren, ey aklı
sarhoş eden; bir an olsun aç kucağını, safraya uğradım, safraya.
*
Ey fütüvvet ulusu, ey peygamberlik
kitabının dîbâcesi, ey mürüvvet padişahı, helvayı yalnız başına yeme.
Bizden kaçıp bir bucağa
gittin, o güzelim yüzü senden başka kimsecikler görmesin diye eline bir ayna
aldın.
Ey güneş yüzlü, âlem
senden aydınlansın diye
her durak yerinde, her
konak yerinde bir pencere açtılar.
Bunu içmezsen, merhamete
gelmezsen yeni bir tercîe girişeyim, belki o tercî ile coşarsın.
*
Ey gönül gözlerinin
nuru, göz gibi yol göstermedesin sen; ey sevgili, can sınadı bunu, onun canına canlar
katıyorsun.
Can nereye yüz çevirse
sana çevirir yüzünü, amma gene de bilmez ki sen nerdesin ey can.
Nerdeysen orda “Elest”
davetinde bulunursun, sarhoş edersin, varlık verirsin cömertliğinle, ihsanınla.
Gönüle istekler verirsin
de her yana çekersin onu, gâh aşağılıklara sürersin, gâh gönül açıcılığa feraha
sürüklersin.
*
Bir fayda elde etmek, bir kâra kavuşmak
dileğine düştün mü o civarda ümitsizlik ölmüştür artık, çünkü senin mağarana
sığınan köpek bile evliyalık etmiştir.
İnsan o yana
koştu mu göğünde doğan ay ona vurur, yolunu ışıtır onun; o hem gayb mülkünü
bulur, hem razılık aklını elde eder.
Kim ne
diyebilir ona ki muhtaç arar, eteğini altınla doldurur, gelir de bir yoksul
araştırır, dilenciye ihsanda bulunmak için dilenciliğe girişir âdeta, dilenci
dilencisi olur.
Şimdicek şu
işin dalını, kökünü bir başka tarzda anlat, şu eseri görünmeyen denizi göster,
izini çıkar meydana.
Sevgiliyi
anlatmaya koyuldum mu gönül kaybolup gidiyor; kendimi kaybettikten sonra nasıl
arayabilirim onu?
Ne söylerim,
ne ararım, hüküm onun elinde; sâkî de o, bâki de, ben ancak bir kadehim, yahut
bir susak.
Dikensem,
oklu kirpiysem senin yüzünden ipek kesilirim, bin katsam bile bu yolda tek bir
iplik olurum.
*
Seni bir öpersem İsa gibi rûh kesilirim,
elmanı koklarsam Mûsa gibi can veririm.
Yıkık bir evim ben,
senin definene ayrılmış bir yıkık yer. Sen abıhayatsın; ırmak gibi senin
ayaklarının altına döşenmişim ben.
İnsanlarla düşer
kalkardım, görüşür konuşurdum, geniştim, her şeyi hoş görür bir huyum vardı;
senden başkası gönlüme girmesin diye daraldım bugün, huyumu değiştirdim.
Görülmemiş eşsiz
güzelliğin, ince mi ince hayalin yüzünden sevdam da mahremsiz kaldı, hay-huyum
da, kimse bir şey anlamıyor benden.
Yüce bir yardan aşk seli
geldi, Allah aşkına olsun vuslatınla bir bend kur o sele.
Burda biri gizli,
kendini yalnız sanma; kulağı pek keskindir, kötü sözler söyleme.
Gönül kaynağına bir ayak
bağıdır atmış o peri; hayaline gelen her sûret, o perinin yüzünden geliyor.
*
Nerde kaynak varsa orası perilerin
konağıdır, oraya ihtiyatla gitmek gerek.
*
Şu beş duygu kaynağın bedeninde akıp
durdukça bil ki o peri, bu bendleri açmıştır, şu beş kaynağı ayırmıştır,
akıtmıştır.
*
Vehmetmek, tasavvurda bulunmak gibi beş
tane de iç duygun var ya, bil ki her beş kaynak da yayım yerine doğru yürüyüp
gitmede.
Her kaynağın iki kalesi,
elli tane de suyolcusu var, gönlünü cilâlarsan yüzlerini gösterirler sana.
Su başında edebe riayet
etmezsen perilerden zarar gelir sana; çünkü bu çeşit tanınmış periler serttir,
pervasızdır.
Ne kadar çalışsan takdir
tedbiri bozar, onun düzeni bizim gibi yüzlercesinin kilimini aldı götürdü.
Şu kafesteki kuşlara
bak, ağdaki balıkları gör, o düzenbazın hilesi yüzünden ağlamaya koyulmuş
gönülleri seyret.
Her güzele hıyanetle
hırsızlamaca göz atma da o güzelim padişah seni gözünden çıkarmasın.
Birkaç beyit daha kaldı
amma o kaynak kayboldu gitti, yarın bir davranır, sıçrarsak o kaynak gene
coşar, gene akmaya başlar.
*
Canların baharı geldi, oyna ey yaş dal;
Yusuf’un Mısır’a girişi gibi şekerler geldi dünyaya, oynamaya başla.
Ey anasının sütüyle
beslenir gibi aşkla beslenip gelişen padişah, yürü, coş ey arslan, ey babasının
canı, gir oyuna.
Çevgene benzeyen
saçlarını gördün de top gibi koşup geldin, baştan ayaktan geçtin, başsız-
ayaksız oyna.
Kanlı kaatil biri,
elinde kılıç, çıkageldi de nasılsın dedi bana; hayır olsun dedim, yok dedi,
şer, raksa gir.
Aşkla padişahlar bile
onun göğünde
yağmurlara dönmüş, orda
kaftanın ne lüzumu var ey güzel kemerli, oynamaya bak.
Ey varlığa dalmış
sarhoş, yokluk yazılmış sana, yokluk fermanı gelmiş, sefere hazırlan da raksa
gir.
Elinde şarap kadehi,
yaya geldi o güzelim; dişi değilsen o erkek arslanın sevdasıyla oynamaya başla.
Savaşın sonu geldi, çeng
sesi duyuluyor, Yusuf kuyudan çıktı, a hünersiz, marifetsiz kişi, oyuna dal.
Ne vakte dek sürecek
vaadler, ne vakte dek secdede kalacak baş, ne vakte dek şu ayrılık daldığım
rengi, eseri yok etmeyecek? Raksa gir.
Ne vakit gelecek o zaman
ki bana, ey bir şeyden haberi olmayan, yok ol, her şeyden haberdar olan,
oynamaya kalk diyecek?
Tavusumuz ne vakit
gelecek de o renkler belirecek, can kuşu, kolsuz kanatsız raksa gir diye çalıp
çağıracak?
*
Dünyanın körleri, sağırları, Mesîh’ten devâ
buldular, Meryemoğlu Mesîh, onlara, ey körler, sağırlar, oynayın dedi.
*
Tapı kılınan Şemseddin’dir, Tebriz’e Çin
ülkesi bile haset ediyor; ey dal, ey ağaç, onun güzellik baharında oynayın,
oynayın.
Ebedîlik şarabını
getiriyorsun amma şu bir kadeh şarap bile sensiz sinmez içimize.
Çalgıcı bırak kadehi, şu
çeşit feryadlara dal; ey can, o paha biçilmez güzelliğe bir paha biç bakalım;
*
Bir paha biç, o seni bağlayan aşk
zincirine, o gönlüne âfet kesilene, o Babil kuyuna, o büyüler madenine.
Tekrar getir, bir daha
sun o kadehi de işimiz ayarı tam altına dönsün, o vefa âdetine yeni baştan
giriş, yeniden başla vefa göstermeye.
Mayası kötülüklerle
yoğrulmuş şeytan bile
lûtfunla melekleşir;
temizlik, doğruluk memleketine senin tuğran çekilmiştir.
Ey göklere yücelen, ey
seçilmiş er, ben senin nurunda her an Mustafâ’nın nurlarını görüyorum.
Yol bağlanınca elimdeki
kazancım, varım yoğum bir ahtan ibaret oldu, kehribara benzeyen aşka karşı dağ
bile bir saman çöpüne döndü.
Aya benzeyen Şemseddin’i
Tebriz anlar; sen duayı duy, arada bir de âmin de.
Çalgıyı, neşeyi uyandır,
ver kendini bana, bana uy; kötü gözlerin kör olması için çevir yüzünü, böylece
bak bana.
Dirilmek için kendini
bana ver de sonra o güvenilir afsunu oku, üfür ölüye İsa gibi.
Ey yüzü aydan da güzel,
yüzünü yüzüme koy da bu kul o ebedî devleti görsün.
Hani bu öpüş
yavuklunundur, o öpebilir ancak
demiştin ya, rüyada gördüm,
benmişim o, şeker dudaklarını öpüyormuşum, o şekerden tadıyormuşum.
* Meleklere
can kesilseydi, o sevgili, “Kimseyi oğul edinmez” âyetini yüzünde gösterseydi,
eşsizliğini âleme bildirseydi ne olurdu yarabbi.
Senin eline
yapıştığım andan beri başka hiç kimseyi görmedim, yalnız öylesine bir kendinden
geçiş âlemine daldım ki orda ne akıl kalmış, ne fikir, hepsi de kaybolmuş
gitmiş.
Sun o nar
renkli kadehi, doldur, ağzı ağzına doldur da gözüm doysun, haset bir yana
kalsın.
*
Yücelerden gelen şarabı, “Yoktur ondan
başka tapacak” meclisinde sun da rûh Tanrı’yı görsün, kalıbı yıksın gitsin.
Akıl aynası,
şu yünden yapılma mahfazaya benzeyen kalıptan bir hoşça çıkıp gittikten sonra
artık istediğin kadar bu yün parçasını döv.
Ey can suyunun
suyolcubaşısı, kır testiyi, kır sürahiyi de huzurunda gözler kâse gibi açılsın.
Vur bönlüğümüze ey
akılları darmadağın eden, insanı şaşkına çeviren; vur da şu akıl, sınamalarla
bönlükten vazgeçsin.
Beden çanını kırdın ya,
aklın da ârını, hayâsını gider, o müzevvirin bir şeyler yapmasına meydan verme.
Büyü yapar da halkın
dilini bağlarsa sen Mûsa’nın sopası gibi yürü, aç dilleri. Aşıkın susması daha
hoştur, denizinse coşup köpürmesi. Sükût içinde söylenen sözler, aynada görünen
şekiller, yüzler gibi daha hoştur, daha güzel görünür.
*
Sevgili, şu araştırmamızı hoşgör, aşk
kullarıyız biz, aşk müritleriyiz; saçımızdan sen tut da çek kendine bizi.
Sağraksız, kadehsiz,
lâle renkli, lâleye benzer
şarabı sun da gül bile
yüzümüzü görüp secdeye kapansın.
Mahmur, sarhoş bir hale
getir gözümüzü bugün; cennet bile haset etsin köyümüze, o hale sok köyümüzü
bugün.
Altın, gümüş madeniyiz,
altına düşman nerdedir ki? Dostumuza da kutluluk bizden erer, düşmanımıza da.
*
Taraz mumu kesildik, boyumuz uzadı, başımız
yüceldi; boğazımız gelişti, gönlümüz ferahladı, bu şarapla bu hale soktun bizi.
Ey abıhayat, selin kaptı
bizi, helâl olsun, kır şimdi testimizi.
Huyumuzu bilmiyorsan sor
şarabın letafetinden, o şarap kendi huyuna döndürdü bizi.
Denizi döksen bize, gene
kanmayız, gene dolmayız, doymayız biz, çünkü başımıza baş aşağı koydun susağı.
Bir
başka konuk geldi, eline bir başka kap al;
çünkü
bu kap bizi yıkamaya yetmez.
Bak, bahçeye takım takım
sarhoşlar geliyor; nasıl mahmur bir halde gelmesinler ki? Kokumuzu aldılar.
*
Utarid, şu yol açan sesimizi duysa hünerinden
vazgeçerdi de bütün defterlerini silerdi.
Aşka düşüp de övünmeyi
isteyenler tef gibi sille yer durur; sen mızrabı al eline de üç telli sazımızı
çalmaya başla.
Yeter, sus artık,
ansızın şu dedikodumuzu duyarlarsa, şu sözlerimizi işitiverirlerse dünya bile,
dünya ehline acılaşır gider.
Şimdicek o bütün
sûretlerin, o bütün güzelliklerin aslı olan güzeli tutacağım, bakışımıza kıble
kesilen o sevgiliye güzel bir tuzak kurdum ben.
Duvarın
kulağı vardır daha yavaş söyle; ey akıl, dama çık, gözetle; ey gönül, sürmele
kapıyı.
Pusudaki düşmanlar hep
bunu bekliyorlar; bir şey duydular mı birbirlerine söyleyecekler, dedikoduya
koyulacaklar.
Şu gönülden gizli bir
söz duyulmuştu; düşmanlara yüz tuttu da ne duyduysa bir bir hepsini okudu,
teker teker, kuru yaş, ne varsa, ne duyduysa söyledi.
Zerreler gizliyse de
birbirlerine düşmandır onlar. Kuyunun dibinde konuş, seher çağını halvet zamanı
seç.
Ey can, düşman şöyle
dursun, günün birinde düşmanın hayali, geçip giderken şöyle bir gönlüme
uğramıştı.
İşte o günden beri biz
dostla yolda ahdettik; sırrı gizleyelim, başımızı önümüze eğelim dedik.
Biz de erleriz, madenin
üstündeki taştan da aşağı değiliz ya; külüng vurulmadıkça maden, altınını
gösterir mi?
Deniz bile kesesini
büzmüş, yüzünü buruşturmuş, ekşitip oturmuş, inciyi ne vakit görmüşüm, haberim
bile yok diyor.
Seninle buluşanların
canlarına yüzlerce can katılır, halbuki bir kadınla buluşsan pörsürsün, o
buluşma bele bir gevşeklik verir.
Çünkü ölüyle buluşmak,
bedeni dondurur, üşütür; dünya ehline bak da bu hali gör, anla.
Onların beylerinin
canları da perişandır, tüccarlarının canları da; bu çeşit güzellerin toprak
başına.
Dine ait aşka yürü de
güzelleri seyret; yüzleri, göğün çevresini bile nurla doldurmuş, ışıtmıştır.
Gizli bir güzel, her
ihtiyara bir gençlik bağışlamada; o yuvadan erguvana gelen şu cana bak hele.
Susacaksan sus, yoksa
burdan çıkar giderim; dilinin şomluğundan ağzını örtüyor senin, baksana.
Amberler saçan saçlarını
dök, harekete getir, sûfîlerin canlarını raksa sok.
Güneş de, ay da,
yıldızlar da gök çevresinde oynamakta; biz oynayanların ortasındayız, şu
ortadakileri de oynat.
Çalıp çağırarak
lûtfedişin yok mu; en aşağı bir nağmesi bile gökyüzü sûfîsini dönüp oynamaya
başlatır.
Koşa koşa, şarkılar
söyleyerek gelen bahar yeli, dünyayı güldürür, gençleri ayağa kaldırır.
Nice yılanlar dost olur,
gül, dikenle eş olur, ihsan zamanıysa bahçeyi bir padişah haline getirir.
Bahçe içten içe yürür
gider, yol alır da sana der ki: Sen de içten içe yol al, yol al da canına can
gelsin.
Nihayet
gonca açılır da süsenin sırrını söyler
selviye, lâle söğüt
ağacıyla erguvana müjdeler verir.
Her fidanın sırrı dipten
baş verir, yücelir de yayılır, boy atar; miraç edenler bahçede göğe merdivenler
kurmuşlardır.
Kuşlar, bülbüller
dallara konmuşlardır, bekçilik ederler âdeta, bekçilerin maaşı da hazneden
verilir.
Şu yapraklar, dillere
benzerler, bu meyveler de gönüllere; gönüller yüz gösterdi mi diller çözülür,
sözler değerlenir.
—
B —
Yıldızlar
seslendi: Çok aydın bu gece. Bu sesi duyunca yıldızlara, elbette dedim, ay
benimle bu gece.
Yücelik
damına çık herkese seslenmek, herkesi çağırmak için; gül devşirilecek gece bu
gece, şarap içilecek gece bu gece.
Sevgilimiz
sabaha dek gönül gibi kucağımızda; eli sevgiyle boynumuzda bu gece.
* Sabaha
dek Zenciler Rum halkıyla savaşta; sabaha dek çalgıcılar, ten-ten-ten diye
ırlamada bu gece.
Sabaha dek
şarap kadehi dönmede, ihsanlar edilmede; sabaha dek gül süsenle halvette bu
gece.
Bu gece
vuslat şarabını halkın ileri gidenlerine de sunacağım, geri kalanlarına,
bilgisizlerine de; ay yüzlü dilberin pencerede, bize bakıyor, o neşeyle
sunacağım şarabı herkese bu gece.
*
Davud gibi bize de demir, mum gibi
yumuşamada, çünkü sevgili mıhladız, gönül de demirdir bu gece.
Aç gönlün
elini, çöz elindeki bağı da aşkın ayağına vursun başını, çünkü kem gözün
korkusundan ağlayıp inleyen o zavallı, emin bir bucaktadır bu gece.
Altın gibi
sararmış yüzümü boyuna öp ey baht; çünkü kesilip düzelen bu altın, madendedir
bu gece.
Hileyle,
düzenle yolumuzu kesip duran yok mu? Vur sırtına eşek semerini, öylesine şaşkın,
öylesine sersem bu gece.
Zağlı kılıcı
hiçbir işe yaramaz, tahtadan âdeta; o upuzun mızrağı da iğneye dönmüş bu gece.
O sarp
kalesi örümcek çadırı sanki, atının çokalı, kendinin zırhı, yağ gibi erimiş bu
gece.
Sus, çünkü
tamah eden, uman, daima peltektir; onunla ne diye bahse girişiyorsun, o peltek
bu gece.
* Ey
yüzlerce ragâib gecesinin canı, âşıklara rağbet et, sarhoşların arasında otur,
işte ay, işte yıldızlar.
O
görülmemiş; şaşılacak şeylerle dopdolu olan, o mahşer kesilen, kıyamete dönen
gün bile güzelliğinin önünde görülmemiş, şaşılacak şeylere gark oldu gitti.
*
“Temiz şeyler” dedin, “Temizlere” saçtın;
fakat senden daha temiz kimdir, kim olabilir, ey temizlikler madeni.
* Cana
her an senden bir sultanlık verilmede; buna karşılık kime şükredeyim, padişaha
mı, perdeciye mi?
* Temiz
kalblileri toprağın altına soktun, hepsi de murakabeye dalmış sûfîler gibi
başlarını hırkalarının yakasından içeriye sokmuşlar.
* Aşkın
geldi de düşünce, onun huzurunda ölüverdi; senin aşkın çınseher, düşünceyse
yalancı sabah.
Ey akıl, hayran ol, ne
vuslat ara, ne hicran; gaib olmayanla nasıl olur da buluşmak istenir?
Can nedir? Yokluk,
ihtiyaç; senden başka can bağışlayan kim ey hacetler kıblesi, ey istekler
sevgilisi?
*
İşte kıyamet geldi çattı, işte
alâmetlerinden biri: Güneşin batılardan doğdu.
Ey çekişi üstün, ürküp
kaçanları, mihnete uğrayanları o can çekişlerinden bir çekişle çek kendine.
Çek de şu iki göz, Tanrı
sabahının ışıdığını, istek ağının yırtıldığını, isteyenin istenen olduğunu
görsün.
Aşkla istek nedir?
Tecelli aynası. Nefisle haset nedir? Ayıplar aynası.
Nerde yeşillikler
bülbülü? Ona öyle sözler söyleyeyim ki ağızlara düşmemiş olsun, hiçbir kâtibin
eli yazmamış. bulunsun o sözleri.
O sözler ne sûret
nakışlarına aittir, ne sâf şeylere, ne bulanık şeylere; ne geçmişe dairdir, ne
hale, ne zahitliğe aittir, ne mertebelere.
Aklım yerinden gitti,
kalanını sen buyur ey kapısından kimsenin ümidine ulaşmadan, mahrum olarak
dönmediği zat.
Bütün sevenlerin işleri
altına döndü bu gece; bütün hasetçilerin canları kördür, sağırdır bu gece.
Tanrı’nın güzellik
denizi dalgalanmada, dalgalar gibi salınmada, coşup köpürmede; yoldaki toprak
bile onun gelişiyle ambere döndü bu gece.
Daima hoşuz, iyiyiz amma
Tanrı’nın lûtfuyla biz başka bir haldeyiz bu gece, o bambaşka bir halde bu
gece.
Yüz çevirme, öylesine
bir dosttur ki yanı başındadır senin, baş eğ, çünkü bu baş, ordan hoş, hordan
sarhoş.
Mademki
geldi de elini tuttu, bu gece el çırpıp
raksa dal ki devlet dalı
yemyeşildir, terütazedir bu gece.
And olsun Tanrı’ya bu
gece uyku haram bana, çünkü su kuşuna benzeyen can Kevser’e daldı bu gece.
—
T —
Bugün şehrimiz öylesine
parlak, öylesine canlı ki; güzeller padişahı aramızda bugün.
Neden hayran olmaz,
nasıl gülmez bir şehir ki orda zamanın eri, kahramanı vardır.
O güzellik güneşi
yeryüzünde parladı, ışıdı mı o an toprak yeryüzü, gökyüzünden de iyidir.
Gökyüzünde yeşiller
giyinmiş melekler kanat çırpıyorlar, yâni sultanımız, padişahımız odur, o
yüzlerce dünyaya değer diyorlar.
Bizden selâm söyle de de
ki: Ey sevgilinin canına can olan, acı zayıflara, aşkın pek amansız.
Bahar sen olunca dünya
nasıl olur da yeşermez, güzelleşmez? Arslan bekçilik edince nasıl olur da
eminlik olmaz?
Gönül kapısını vurunca
daha içeriye girmeden can, kokusundan anladı ki o merhametli sevgilidir gelen.
*
Elini tutup çeken, seni yaratandır; sana
can yoldaşı olan o sahip-kırandır o.
O, öylesine bir aydır,
öylesine bir güneştir ki tutulmaz; öylesine bir şaraptır ki sersemlik vermez
insana, ziyansız bir kârdır o.
O ulu padişah, öylesine
kutlu bir meclis kurdu ki mum da bedava bugün, şarap da, güzel de.
Halk sarhoş olunca
pehlivan geçinen kişinin mayası meydana çıktı, âcizler de anladılar artık.
Seher yeli delâlet etti
de gül dikenden ayrıldı, yağmur da bahçedeki otları sınamada.
Sus da harfsiz, dilsiz,
o söylesin; zaten dil, o dilse bu dillerin ne değeri kalır ki?
Bütün gün seninleydik,
yüzlerce kutlulukla gün geldi geçti. Feryat, feryat; hayırlı akşamlar deyip
gidivereceksin, bundan korkuyorum.
Bana gecen hoş olsun
diyorsun; ateş, hiç hoş olur mu? Ayrılığın bir ateş, hattâ ondan da üstün. Aşık,
geceleyin sensiz yaşayamazdı, ölür giderdi; ancak güzelim hayalin geliyor, hal
hatır soruyor da o yüzden yaşıyor âşık.
Kulağıma, sana çift
olmaya, seninle buluşmaya dair bir sözdür söyledin, bir sırdır açtın; inkâr
etme, yoksa ben hatırında böyle bir şey olduğunu nerden bileceğim?
Sırrını duydum, geceyi
de tanık ettim, fakat gece öylesine suçlu görür ki ibadetini bile gizlice
yapar; bilmem tanıklık eder mi bana?
Kimdir kapıdaki dedi,
kul et dedim, kölen olayım senin. Ne işin var dedi, a ay yüzlüm dedim, sana
selâm vermek isterim.
Ne vakte dek duracaksın
dedi, beni çağırıncaya dek dedim. Ne vakte dek coşacaksın dedi, kıyamet
kopuncaya dek dedim.
Aşk dâvasına
giriştim, antlar içtim, aşk yüzünden malımı, mülkümü, adımı sanımı yitirdim
diye yeminler ettim.
Dâvaya tanık
ister hâkim dedi, tanığım gözyaşı dedim, yüzümün sarılığı da dâvamın
doğruluğuna delil.
Dedi ki:
Tanığın tanıklığı makbul değil, gözüne gelince: O zaten edepli, terbiyeli değil
ki, kötülüklere bulanmış biri. Adaletinin yüceliğine and olsun ki dedim, ikisi
de adildir, ikisi de suçsuz.
Gelirken
dedi, kimdi yoldaşın? Hayalin dedim, padişahım, hayalin. Peki dedi, kim çağırdı
buraya seni? Kadehinin kokusu dedim.
Ne
niyettesin dedi; vefa etmek, dostluk etmek isterim dedim. Benden ne istersin
dedi, herkese, her şeye gösterdiğin lûtfu isterim dedim.
* Neresi
daha güzeldir, neresi daha hoş diye sordu, kayserin köşkü dedim. Ne gördün orda
dedi, yüzlerce kerem dedim, yüzlerce lûtuf.
Yol neden bomboş dedi, yol kesenin
korkusundan dedim. Kimdir yol kesen dedi, şu kınanma, yerilme dedim.
Emin yer neresi dedi,
zahitlik, çekinmek dedim. Zahitlik dediğin nedir dedi, esenlik yolu dedim. Afet
nerde diye sordu, aşkının civarında dedim. Orda ne âlemdesin sen dedi,
dosdoğruyum dedim.
Sus, eğer onun
esprilerini söylersem kendinden geçersin ve ne kapın kalır, ne damın.
Her an selâm getirir, bu
mektup filândan der; sanki selâmla kâğıt, şehrimizde pek pahalıymış.
*
Bu hileyle hiçbir köse, hiçbir güzelden
bedavaca öpücük almadı; burnunu uzatıp koklamak, erkek eşeklerin âdetidir.
Parası pulu olan
nerdeyse bil ki gümüş bedenli bir güzel de ordadır; sen canım, cihanım deyip
durma, o can senden kaçar gider.
Madenden
tırnaklarınla kazı, ne yap yap, bir çaresini bul, altın elde et, altını da
gizlemeye kalkışma; çünkü altın saklandı mı güzel de gizlenir, görünmez olur.
Küpe altın
olmasaydı kulağa takılmazdı; kulağa takılan altın küpe, takan kişinin huyuna
delildir.
Amma gene de
altının, gümüşün, paran pulun olmadığı halde bir güzel elde etmeye çalış, olur
ya, talih yardım ederse devlet ele girer.
Ancak bu
sevgilidir ki altın almaz, sen ona altın gibi bir can sun; çünkü ölü altın orda
geçmez.
Altın, orda
bir taştan ibarettir ki sanki içi yarılmış da içine yüzlerce fitne tohumu
ekilmiş; potadan çıkmış, sızırılmış altına aldanan hamdır, kaltabandır.
Sus, bir
yere aşk geldi mi söz nedir ki orda? Sus da altından da aşağı olma, çünkü
sevgili de dilsiz, o da susuyor.
Senden gelen her cefayı
canıma minnet bilirim, senin suçunu da kabul ederim, boynuma alırım, kendi suçumu
da.
Ay yüzlü güzel, senden
yüzlerce cefa gelse o cefalar ağır kumaşlardan biçilmiş elbiselerdir bedene,
esenliktir cana sanki. Alemde herkesin senden bir nasibi var, benim nasibim de
aşkın. Ne de güzel ettin de bana onu lütfettin sen.
Şarabının lezzetinden
gâh kadeh sarhoş olmadadır, kadehindeki lezzet yüzünden gâh şarap coşup
köpürmededir.
Yüzünü görür görmez mâna
secdeye kapanmada, sözünü duyar duymaz her harf oynamaya başlamadadır. Aşık
fazla sarhoş olunca kınanmaya başlar; çünkü şarabın mezesi kınanmadan başka bir
şey olamaz.
—
D —
Yüceliğinden
seni gözlerine aldılar, gözlerinde yer verdiler sana; fakat gördün ya, sonunda
hepsi de gitti, seni yapayalnız bırakıverdiler.
*
Ey kardeşlerine emniyet edilen Yusuf,
sattılar seni onlar, hem de ucuza sattılar, değerini pek azalttılar.
Bu dünyanın
vefasızlığını görenler, yola düşmeyi uygun buldular, yaşayışı terk edip
gittiler.
Gizliden
gizliye çok düşmanın var, sen görmüyorsun; bu kadar düzene başvurdun, fakat
onlar seni mat etti sonunda.
Görünmeyen
padişahlar halini gördüler de sevgilerinden lütfettiler, hepsi de dua etti
sana.
Gönülde yurt
edinenlerle otur; çünkü kin güdenler, mektebe yeni başlayan çocuğa döndürdüler
seni, ne elin kaldı, ne ayağın.
Onlar gizlenmişlerdir,
bunlarsa sır ehlidir, bir düzen kurdular da seni çeng gibi birden iki büklüm
ediverdiler.
Kork onlardan,
düşüncelerini bilirler senin; bunlardansa pek vefa umma, gördün ya, sana da
vefa etmediler.
Bir ev dolusu sarhoş,
gene de yeni sarhoşlar geldi, bağlı deliler zincirden boşandı.
Duymasınlar diye çok
ihtiyatlı davrandık amma sanki kaza ve kader bir davuldur dövdü, sanki onlar da
bu davulun sesini duydular.
Bütün sarhoşların
canlarıyla âşıkların gönülleri ansızın kafesi kırdılar, kuşlar gibi uçup
gittiler.
Dün yoldan geldim, böyle
bir topluluğa rastladım işte. Kendimi onlardan çektim amma onlar beni tutup
kendilerine çektiler.
Canı seçip gökyüzünü
konak edinen kişiyi, istidadı olan, görüş sahibi bulunan gözlerden başka gözler
göremez.
Bir sâkî meydana çıktı,
gökyüzüne fitneler saldı, her tarafı birbirine kattı. İşte şarap o zamandan
itibaren coştu, kekremsileşti, içinde bulunduğu tulumu da o yüzden yırttılar.
Sarhoşlar testileri
kırdılar, küp diplerine oturdular, yarabbi, ne çeşit şarap içtiler, ne biçim
meze yediler?
Denizin balığa hiçbir
ihtiyacı yoktur, çünkü denize karşı balık âdi bir yaratıktır.
Uçsuz bucaksız denizde
balık bulamazsın a canım benim, fakat Tanrı’nın sonsuz denizinde pek çok balık
vardır.
Deniz dadıya benzer,
balık da süt emer çocuğa; âciz çocuk daima süt için ağlar durur.
Bütün bu hiçbir şeye
aldırış etmemesiyle beraber eğer denizin balığa bir meyli, bir sevgisi olursa,
bu büyük bir lûtuftur, büyük bir keremdir.
*
Bir balık var ki deniz onu istemekte; kim o
balığı bilir, anlarsa yüceliği yüzünden ayakları esîrin de üstüne basar.
Deniz hiç kimsenin işine
aldırış etmez, ancak o balık bir işarette bulunur, bir buyruk verirse onu
dinler, onun sözüne uyar.
Büyük bir inayete mazhar
olan o balık sanki padişahtır da o uçsuz bucaksız deniz, veziri.
Birisi cüret eder de ona
balık adını takarsa denizin her katresi, onu kahretmek için bir ok kesilir.
Ne vakte dek remizlerle
konuşacaksın, remizlerin şaşırtıyor insanı, daha aydın anlat, daha açık söyle
de gönül gözü görsün, gördüğünü de anlasın.
Herkesin kendisine
hizmet ettiği Şemseddin, hem efendidir, hem sahip; Tebriz, onun yüzünden miske
dönmüştür, amber kesilmiştir.
Dünyadaki
dikenler onun lûtuflarını görseydi yumuşaklıkta, letafette ipeğe dönerdi.
Şarabıyla, güzelliğinin
verdiği sarhoşlukla canımın kendinden haberi olursa canım çıksın.
*
Safra illetine tutulup hasta olan, şeker
tadı nedir bilmez; her taş yürekli kişi bu yolda yalancı taşla inciyi fark
edemez.
Ağ örmekle uğraşıp duran
örümcek, kendi sanatından aldığı zevkten başka bir zevk bilmez de, anlamaz da.
Mevkiinden, işinden ayrılan
kişi, şaraba düşer, kadehe sarılır, öylesine sarhoş olur ki başıyla ayağını
ayırt edemez olur.
Pek hoş bir vakit, şimdi
bize mutlaka şarap lâzım; böyle bir zamanda can vermeli de bir kadeh şarap
almalı.
*
Bizim şarabımız, içkimiz gayb küpünden gelir;
bizim konakladığımız, meclis kurduğumuz yer yüce Arş’tır.
Nerde bir yoksul
görürsen onunla oturman gerek; nerde bir falcı, bir cinci görürsen kaçman
gerek.
*
Fakat yemeklere düşkün yoksuldan kaç,
varlığından, benliğinden geçip yoksullaşan, Bâyezîd’e benzeyen yoksul gerek
bize.
*
Tertemiz nurdan doğan, elbette temizleri
ister, fakat pislikten doğana da pis şey gerek.
Yalnız, kalpla ayarı tam
altın da birbirine benzer, bunlar ancak Tanrı nurunun ışığıyla seçilir.
*
Tanrı gönüle bir kilit vurmuştur, üstüne de
mühür basmıştır; bu kapıyı açmak için gamlar içinde çırpınmak gerek.
Eşek mahallede yatıp
uyuduktan sonra kapı kilitliymiş, ne korkusu var? Fakat dışarı çıkmak için
evdekilerin kilidi açmaları gerek.
*
Bir yılda iki bayram kutlamak, irfansız
kişilerin işidir; biz yol sûfîleriyiz, bize her an iki bayram kutlamak gerek.
Can dedi ki:
Sana uydum, yeni doğdum ben, yeni doğanlara yeni rızıklar lâzım.
Bize o
kurtuluş, o murada eriş yerinden taze taze geçim geliyor; genç, taze
olmayanlaraysa elbette kuru kemik gerekir.
*
Ey erlerin semâ’ meclisine selviler gibi
gelen, artık ölünün, ölü gibi cansız kalanın şahsından da bir dirinin çıkması,
ölülerin bile dirilmesi gerek.
Kuru dalsan
ateşe atılmaktan başka bir çaren yok; fakat yaş dalsan, yeşermişsen sonucu
yapraklanıp, meyve verip eğilmen lâzım.
Ana memesine
gelip de taşan o zevki elde ettin; tuttu da ağzına verdi senin, elbette emmen
gerek artık.
Sus ki bir
aziz ömrü fasahatla tükettin, bir müddet de susanların bahçesinde yapayalnız
dolaşman gerek.
Ey Tanrı güneşi Tebrizli
Şems, beni söze sen çektin, sen söylettin beni; iki günceğiz de sükût âleminde
nefes almak lâzım.
Zaten lûtuftan,
tatlılıktan başka ne gelir şekerden; ay, göğü ışıtmaktan başka ne yapabilir?
Gül bahçesinde gönül
çeken, güzelim renklerden başka ne olabilir; taze daldan yapraktan, çiçekten
başka ne bitebilir?
*
Müşteri yıldızından kutlu talihten başka ne
bulabilirsin; altın madeninde apaydın altından başka ne bulunur?
*
O ışıtan, o parıl parıl parlayan Güneş
lâ’le ne bağışlar; abıhayattan ciğer ne hale gelir?
Güzelliği yaratan güzeli
görünce göz ne olur, Allah için bak da bakışın ne hale gelir, bir anla.
Biz kendimizi
coşkunluğa, sarhoşluğa, güzele tapmaya vermişiz; artık yaşadıkça ne gelir
bizden, başka ne yapabiliriz biz?
Bizden bir parçacık
varlık kaldı, ercesine davran sâkî, sun o kızıl şarabı, bundan daha kısa söz mü
olur?
Sarhoşsun, daha da
sarhoş ol, ne altın kalsın, ne üstün; geç kendinden, hiçbir şeyden haberin
olmasın, zaten haberden ne çıkar ki?
Gül gibi, gül renkli
elbiselerle dışarıya çıkalım, deli divane olalım, deli divane; ne çıkar
uykudan, ne çıkar yiyip içmeden?
Ey padişah Salâhaddin,
şu sûreti bırakma, gitme bu âlemden de meleklere bir göster, insanda neler var.
Semâdan sonra dersin, o
coşkunluklar ne olur, o taşkınlıklar nereye gider? Sanki hiçbir şey olmamış,
yahut da olanlar olmuş, hepsi de yok olup gitmiş.
İnkâr
etme, Mûsa’nın sopasına bak. Bir an sopaydı, bir an geldi, ejderhâ oldu.
*
Beden de ejderhâya benzer, dudaklarını
yummuştur. Halbuki o, bir âlemi yutmuştur da sonra gene sopa haline gelmiştir.
*
Yumurtaya benzer bir inci coştu, eridi,
deniz doldu; deniz köpürdü, köpüğünden yer oldu, buğusundan gök.
Gerçekten de, gizli bir
atlı, padişahlık elbisesine bürünmüştür, her an saldırır, gelir, sonra gene
aslına dönüp gider.
Bizden gizlenir amma yok
demeyesin diye bir başka âleme gitmiştir de göze görünmez olmuştur.
Her hal, beden yayındaki
oka benzer; yaydan çıktı mı hedefe yüz tutar.
*
Sedef, kıyıda bir katre kapıp yok olur amma
işi bilen dalgıç, o katreyi gene denizde arar.
Erkekle kadının aşkı
yüzünden kan coştu da meni oldu; derken o iki katreden havaya bir çadırdır
kuruldu.
Sonra da gene can
âleminden insan askeri geldi, akıl vezir oldu, gönül de padişah oldu, geçti,
tahta kuruldu.
Bir müddet sonra gönül,
can şehrini andı, özledi, geri döndü; ordu da gene varlık âlemine gitti.
Mânalar nasıl gelip
gitmede dersen uyku çağı gelince bir dikkat et de bak; o çağ, düğümü çözer,
gerçeği gösterir sana.
Bir an olsun
düşüncelerden vazgeçsen ne olur? Balık gibi bizim denizimize dalsan, orda dalgalar
yutsan ne çıkar?
Düşüncelerinden uyur,
onlardan vazgeçersen Ashab-ı Kehf’ten sayılırsın, düşüncelerden mukaddes,
münezzeh bir nur kesilirsin, ne olur bu hale gelsen.
Sen bir saman çöpüsün,
bizse devlet kehribarıyız; şu samanlıktan sıyrılıp kehribara dönsen ne olur ki.
Artık bu
sefer toprak olacağım diye yüz kere ahdettin. Bir kerecik de ahdinde dursan ne
çıkar yâni.
Sen gizli
bir incisin amma şu samanlıkta toprak rengini almışsın. A güzel yüzlü, ne olur
yüzündeki tozu toprağı bir yıkasan da arınsan.
Padişah
oğlusun sen, Cebrail’in bile secde ettiği varlıksın sen. Ne çıkar a yoksul,
babanın yurdunu bir arasan.
Ey Tanrı
dostlarını, erenleri Tanrı’dan ayrı sayan, erenler hakkında iyi bir zanna, iyi
bir düşünceye sahip olsan ne olur?
Tümden
ayrılmış bir parçasın, bedenden ayrılmış bir elsin ancak; bâri bundan böyle
bizden ayrılmasan ne olur ki?
O vakit
başsız kalırsın, malın mülkün gider, hırstan, kibirden ayrılırsın; fakat işte o
zaman ululuk âleminde baş gösterir, görünürsün; ne olur bunu yapsan.
Tanrı zikrinden
bir şerbet iç de düşünceden kurtul. Ey Tanrı rızasına mazhar olan, savaşa
sarılmasan ne olur ki.
Yeter artık, sen bir
dağa benzersin, dağda altın madenini ara, bağırmayı bırak. Bağırıp dağı
seslendirmesen ne çıkar ki.
Bu can bir kadeh, fakat kadeh
nerden bilecek bunu? Tertemiz birisi doldurmada, o da topraktan yaratılan
insana ulaştırmada içindekini.
Huzur, karar bırakmayan
aşkıyla işine gücüne koyulmuş; Arş’tan almada, yeryüzüne saçmada.
Hadi, getirip sunduğu
yeri bilmiyor, bâri aldığı yeri bilseydi ne olurdu?
Toprak, nimetlerini
canlara saçıp dökmek için madenler gibi parıl parıl parlamış, dilleri olsaydı
toprağın da bir nüktecik söyleyiverseydi bize, fakat nerde?
Dilleri olsaydı da o
ormandan, o ebedî ormandan söz açsaydı bize, o ormanın canlarımıza neler
hazırladığını bir söyleseydi bize.
Burda kaplan da Yâ Hû
diye nara atıyor, ceylan da; ey ahın da sığınağı, bizi kim çekmede, kim
sürüklemede diyor.
Bir arslan ki
varlığımıza kendi sütünden başka bir şey vermiyor; bir arslan ki varlığımızı varlıktan
kurtarıyor, kendimizden halâs ediyor bizi.
O arslan, bize âhu
şeklinde gösteriyor kendini, bu düzenle ormana dek sürüyor bizi.
*
Gâh Fâtiha veriyor bize de feyzler ihsan
ediyor, gâh bir saman çöpü veriyor ancak, alçaltıyor bizi; fakat biz Fâtiha
olduk mu da nazlanıyor, okumuyor bile bizi o.
Gene devlet güneşi
gökyüzünde göründü, tanyerinden doğdu; gene canların dileği can yolundan gelip
çattı.
*
Gene Rıdvan’ın razılığıyla cennet kapıları
açıldı, her rûh boğazına dek Kevser havuzuna daldı.
Gene geldi o
padişah ki padişahlara bile kıbledir; gene geldi o ay ki aydan da üstündür,
yücedir.
Sevdadan
başları dönenlerin hepsi de atlara bindi, çünkü o tek binici, o eşsiz padişah,
ordunun tam merkezine, kalbine geldi, kondu.
Kapkara
toprağın bütün cüzleri hayran oldu, gözleri kamaştı; mekânsızlık âleminden,
kalkın, mahşer çağı geldi çattı sesini duydu.
Keyfiyete
sığmayan o ses ne içten geliyor, ne dıştan; ne soldan geliyor, ne sağdan; ne
arttan geliyor, ne önden.
Peki
diyorsun, orası ne taraf? Aranıp durulan taraf. Diyorsun ki: Ne yana döneyim
yüzümü? Şu başın geldiği yana.
O yana ki
meyvelere bu olgunluk ordan gelmede; o yana ki taşlara mücevher vasfı ordan
ihsan edilmede.
*
O yana ki kızarmış balık, ordan gelen
feyzle Hızır’ın huzurunda dirilmişti; o yana ki ordan gelen keremle Mûsa’nın
eli parlak aya dönmüştü.
Bu yanış, gönlümüze
aydın ay gibi doğdu, bu hüküm, başımıza övünülecek bir taç gibi kondu.
Cana izin yok ki bunu
anlatsın, söz açsın bundan; yoksa bir söze gelseydi nerde bir kâfir varsa
küfürden kurtulurdu.
Kâfir de dara düşünce o
yana yüz çevirir, bu yanda bir dert gördü mü o yana inanır.
Dertli ol da dert sana
kılavuz olsun, o yana götürsün seni, o yana ki dertten bunalan görür o yanı.
O yüceler yücesi
padişah, kapı da adamakıllı kapanmış, kilitlenmişken insan hırkasını giydi de
bugün kapıya geldi, giriverdi içeriye.
Ansızın tuzağımıza
tutulan kuş bütün tuzakları
yırttı, hepsini kırdı
geçirdi de mekânsızlık âlemine uçtu.
Şarap
mânasız boş şarap olmaktan çıktı, öylesine arındı ki sâfın sâfından da sâf bir
hale geldi, iki dünyanın derdinden de coştu, köpürdü, tortuyu dipte bıraktı,
küpün ta ağzına çıktı.
Canı şu
topraktan yudu, arıttı da ondan sonra miraca ağdı gönül, orda konaklayınca da
orası daha hoş geldi kendisine.
Tazelik,
parlaklık âleminde çok tatlılıklar buldu, lâle yüzlüleri vasfa koyuldu da yüzü
safran gibi sarardı.
Kim o aydan
geri kalırsa bu nakşı, bu sûreti, bu güzellik yazısını okuyamaz, din nakşında
kalır, and olsun Tanrı’ya, kâfir olur gider.
Ben, kendi
vasıflarımdan geçtim, kendimden soyundum, çırçıplak oldum; çünkü çıplakların
süsü püsü, giyimi kuşamı güneştir.
Varlık
âlemindeyken “Tanrı uludur” demek hoş değildir; bu baş kurban oldu mu o vakit
“Tanrı uludur” sözü gerçekleşir, ulu Tanrı’nın gerçek varlığı zuhur eder.
Bezgin candan bu ululuk
uzaktır, aşktan usandın mı gemi hareketten kalır, demir atar, durur.
Ey Tanrı güneşi Tebrizli
Şems, gönül senin güneşine karşı öylesine mutlak bir yokluğa düştü, öylesine
zerreleşti ki zerreden de küçük, ondan da değersiz bir hale geldi, yok oldu gitti.
Kaçıp kurtulacağın
kişiye, muhtaç olmadığın kişiye, yahut da ayağının altındaki topraktan başka
bir varlığın sana yardım edeceğini, elini tutacağını umduğun kişiye kız,
öfkelen.
Tutalım bıraktın onu,
geçtin ondan; padişahsın, beysin, eşin yok; çaresiz bir gün gelecek, ölüm bey
kesilecek sana.
Üstünsün, eşsizsin,
Hızır’ın içtiği abıhayatı içtin diyelim; onun suyunu içmeyen, mutlaka ölüme
tutsak olacak.
*
Ey yaratılış canının pîri, ey vehimden
doğan değil, görünüp duran pîr, amma kocalıp kadid kesilen, bu yüzden saçı başı
süt gibi ağaran pîr değil;
Ey pîr, hileyle,
düzenle, küstahlıkla işi tersine çevirerek pîre pirlik etmeye kalkışan kişiye
pirlik etme.
Senin için ölene,
ululuğunun karşısında hor, hakir bir hale gelene pirlik et.
Kaşının kılını yeniay
sanan kişinin gözüne nasıl olur da güneş değirmi görünür?
Ululukla bıyığını burup
duran kişi, ululuk nurundan nasıl aydınlanır, nurlanır?
Ey zengin, malını
mülkünü gösterip durmaktan vazgeç, kendini yok et de varlığının zerresi güneş
kesilsin.
Beş duyguya da bu kara
sellerden bend kur da koru, sonucu Akl-ı Küll altı cihetten de rahmet yağdırsın
sana.
O hamurun mayasıyla şu
ten hamurunu mayalayamazsan yüz yıl fırına koyup kızdırsan gene de ekmek
mayasız olur.
*
İki yay kadar yaklaşmayı istiyorsan ok gibi
dosdoğru ol; onun yayına ancak ok gibi olan girer, gerilir, atılıp menzile
varır.
Sus da gücün yeterse
mânaları harfsiz söyle; harfsiz söyle de söz alanına gönül hâkim olsun.
Bayram geldi, hoş geldi;
gönüller çeken sevgili geldi; her ölü mezardan sıçrayıp kalktı, tapısına geldi
onun.
Canı savaşa çağırmaya
dil geldi gönüle, o dost baş çekerek geldi, can da ayak sürüyerek gelir artık.
*
Can onun kaynağından ballara, şekerlere
gark oldu; ay o aya benzer Türk yüzünden harmana düştü, ağıllandı.
Can onun nefesindeki
ışık yüzünden meleklere kıble kesildi; su bile ateşin yanında durunca
ısınır,
kaynar, ateş tabiatını elde eder.
Meleklerin canları,
gönülleri, Tanrı havasına eş oldu da o yüzden gökyüzü meleklere yaygı kesildi,
döşeme haline geldi.
Er ol da gönül aynanı
cilâla, oraya vuran yazıları, nakışları oku; altı yan da nakışsız, cihetsiz,
türlü nakışlarla, türlü yazılarla bezenmiş.
O lâ’li, sonucu koynunda
bulursun, yüreği temiz kişilerin gönüllerine saçılmıştır onun nuru.
*
Bidat şerbetindeki afyondan sarhoş oldu,
uyudu kaldı; devlet onun rahmet direğinin üstünde taht kurdu, oturdu.
Ne akıllıdır o kulak ki
bir el, onu tutmuştur da çekmiştir. Ne aktır o yüz ki o tırmalamıştır o yüzü.
Sus da şu beşten,
altıdan dışarı olan gökten gelen beş vaktin nöbetini dinle.
Davran, sıçra, kalk
uykudan da bak, işte apaydın gün geldi; gönlünü tut, çek, sök, çıkar uykudan,
gitme çağı gelip çattı.
Ne vakte dek işaretler
gelip duracak da sen duymazlıktan geleceksin? Korkuyorum, aşk bu hoca
aptallaştı, bön bir adam bu diyecek.
Başak devşirenler geçip
gittiler de şu başak devşiren oturakaldı; öyle ağırlaştı, öyle hamlaştı ki
harmandaki yığına döndü.
Ey âşıklar, güzellikte
herkesi geçen o ay, haber gönderiyor size.
Gökyüzünde bir tomar
üstüne bir satır yazı yazdı, kimdir burda okumak bilen ki gelsin de okusun o
satırı.
*
Safranla yazılmış can sırrıdır bu satır,
her harfi yeniden yakılmış, yalımlanmış bir ateş, ta yüreklere işlemekte.
Bir bucağa sığınmışız,
aşka düşmüşüz, yamalı
hırkaya bürünmüşüz; biz
nerdeyiz, halk nerde? Fakat o boğazımızdan tutmuş, bizi çekip duruyor.
Elsiziz,
ayaksızız, bir top gibiyiz, onun bulunduğu tarafa yuvarlanıyoruz; çevgen
saçları bizi o yana doğru koşturup duruyor.
Bu yana
koştum mu çevgeni saldırır da kendi tarafına çeker beni, söyle bakalım, kim
bilir bu sırrı?
Ne yanda
olursam olayım, sarhoşum, onun çevgenine tapmadayım; hükmünü yürütünceye dek
yokluğun ta içinde varım, var gibi görünmedeyim.
Bezdiğin,
usandığın için git, uyuyanlara uy, onlarla beraber yere baş koy, yat, uyu;
çünkü üşüyüp donanları da uyku kurtarır.
Şemseddin’im
Tebriz’de meydana çıkar, görünürse and olsun Tanrı’ya, iki dünyada da ne tortu
kalır, ne dert.
Mahmur gözlerini görünce
karar mı kalır gönülde; aya benzer yüzün görününce yıldızlar sayılır mı artık?
*
Zevk çalgıcın neşe çengini okşayıp çalmaya
başladı mı gökyüzündeki Zühre yıldızının kârı mı kalır, kazancı mı?
*
Güzelliğinin Yağma beyi ne yana asker
sürerse o yanda şehir mi kalır, ülke mi?
Cana canlar katan gül
bahçen, can bahçesine bir güldü mü güllerde akıl mı kalır, dikenlerde dikenlik
mi kalır?
Padişaha benzeyen
aşkının casusu, bir gönüle girdi mi aşktan başka bir kimseye yer mi kalır orda?
Ne mutludur, ne neşe
çağıdır o zaman ki baht yaver olur da ansızın canı kucağına alırsın, beden de
kıyıda kalakalır.
Öylesine güzelden başa
bir sarhoşluktur çöker de artık gönül taç, taht mı arar, yoksa âr, hayâ mı
kalır?
Tanrı’dan dilerim ki
Tebrizli Tanrı Şems’i, gönül mağarasında doğup parlasın da mağaradaki dostuyla
kalsın.
Ey güzelliğinin tapısına
ancak huri gibi kademi kutluların gelebildiği dilber, senin hayal evine gamın
girmesi doğru mudur, gam yakışır mı oraya?
Her varlık senden, her
varlığın başlangıcısın sen; senin varlığına karşı yok olmak yaraşır bize.
*
Ey gam, derlen, toplan; işte şuracıkta neşe
ordusu, neşelilerin Keykubad’ı da şimdicek yüzlerce bayrakla gelip giriyor
ülkeye.
Ey gönül, gamlanma;
şimdicek o tatlı padişahtan nağmelerle dopdolu, fakat içi bomboş çeng geliyor.
O Tanrı’ya mensup sâkî,
padişahlık meclisinden gelmede, o mânalar çalgıcısı şimdicek nağmelere
başlayacak.
Ey gam, ne de küstahsın,
ne diye bana, kapıma düştüğünü söylemezsin de kapımdan içeriye girmeye
kalkışırsın?
Sonucu ey gam, senin
ateşinden de kurtulacağım da cana canlar katana teslim olacağım ben.
Aşkta diri olmak gerek,
ölüde iş yok. Diri kimdir, bilir misin? Aşktan doğan kişi.
Kükremiş arslanların
kızgınlığı, bütün erlerin erlikleri, aşka karşı hiçbir şey değildir.
Yolda yol kesenler var.
Bu yoldaşlarsa kadındırlar. Kınalı ayak, bu yola yaraşmaz, o çeşit ayakla bu
yol aşılmaz.
*
O yüce Rüstem elini uzatsın, işe girişsin
diye savaş davulu dövülmeye başladı, aşkın davetiyle koca bir ordu toplandı.
Onun gök gürlemesi
gönülden gelir; canı buluttan çakan şimşek gibi bedenden çakar, fakat bir lâhza
bile aynı halde kalmaz.
Böyle başı ecel kılıcı
asla kesemez. Çünkü bu baş o kadar yücedir ki ta Arş’a değmiştir.
Böyle bir gönlü gam
gussa asla kaplamaz. Dünya gamları onun neşesini arttırır.
Suratını asmış, ekşitmiş
görsen bile inanma sen ona. O gene ilkbahar bulutuna benzer, âlem onunla güler,
tatlılaşır da o şakacıktan kendisini öyle gösterir, mahsustan suratını asar.
Arslanı ceylan aramaz,
onun ceylanı O’dur. Münkirse bu yayım yerinde çok ot otlar, diken geveler.
Bizi aşkta ara, aşkı da
bizde. Gâh ben onu överim, gâh o beni över.
O sedef gibi denizler
içinde bir ağız açtı mı ben, biz denizini bir katre gibi yutar, siler sömürür.
Ne
göz her gönüle yüz verir, ne padişah her
aşağılık
kişiye yüzünü gösterir.
Ancak bizim
hor, hakirimiz başka, bizim aşağılık kişimiz başka; onu dikenden de
kurtarmadadır, ona gül bahçesini de göstermededir.
Bizim
kapkara dumanımızı nura çekmededir o, bizim eski zahitliğimizi bir kör kandil,
sarhoş bir meyhaneci haline getirmededir o.
Kendi kulunu
ne satar o, ne bağışlar; ona şuracıkta bir taç, bir taht hazırlamıştır, fakat
bu devleti pazarda satılma şeklinde gösterir o. Ademoğlu dediğin, dünya
sandığına konmuş bir arslandır; sandık kapanmıştır, kilitlenmiştir, o da
kendisini yorgun, bitkin göstermededir.
Fakat günün
birinde bir coştu, bir kükredi de sandığı kırdı, parçaladı mı, şimdi işsiz
görünüyor amma, nelere gücü yettiğini, ne işler edeceğini o vakit görürsün.
*
Muhammed’le Sıddıyk, görünüşte mağaradalar
amma gerçekte, ta yedinci kat gökte onlar.
Aşk birdir, fakat türlü
türlü şekillerde, çeşit çeşit görünmededir de şu aşağılık şaşıların gözüne iki,
dört görünür.
Tanrı Şems’i öyle bir
güneş ki ışığı aynaya vurmuş, şuna bunaysa hareketlerini duvarda gösteriyor
ancak.
Hangi tablayı açsam
ordaki şeker, ordaki meta hep o sonu gelmez şekerden; ancak aktar onu başka
çeşit gösteriyor.
Canım efendim dedim,
etme bu edaları, yapma bu çeşit işler; gam canımıza kastetti. Dedi ki: İşte
buna imkân yok, olacak iş değil bu.
Ne haddi var gamın ki
elini uzatsın; dikkat etmez de haddini aşarsa talaşını ateşe vurur, yakar,
yandırırım onu.
Gam ürker, korkar
bizden, bizi iyi tanır o; kızışıp ateşlenmese bile onu öyle bir ateşlerim ben
ki yüzlerce duman çıkar ateşinden.
Gam, düşmanını da bilir,
haddini de; itaat edenlere karşı yeryüzü gibidir, yerlere döşenir o.
Mademki bizimsin,
bizdensin, zehir bile içsen ne haddi var zehrin ki sana kastetsin, elinde midir
ki bal olmasın?
*
Halil, ateşin, dumanın ta içindeyken bile
hoştu, rahattı; fakat bunu Tanrı bilir ancak, herkes emin değildir ki
bildirsin.
Emin olan kişi, gayb
âlemine ulaşır, o âlemdekilerle düşer kalkar; aynı cinsten olan, nasıl olur da
kendi cinsinden olanlarla düşüp kalkmaz?
*
Ey Mûsa Peygamber’in eli gibi eli parıl
parıl parlayan, Mûsa’nın elinin koynuna girmemesini, âlemi aydınlatmasını
isterim ben.
Çünkü kutluluk gülü,
senin yüzün görülmedikçe bitmez; canım efendim, “Ancak sana taparız”, “Ancak
senden yardım isteriz” olmadıkça olmaz.
Nasılsın, ne
iştesin dedin; seninle olunca iş mi kalır, güç mü kalır? Sen olmayınca da bir
işe girişsem, and olsun Tanrı’ya, ağlayıp inlemeye koyulurum, ancak bu kalır
elimde.
Cennet
şarabını altın taslarla içsem ancak baş ağrısı verir bana, ancak sersemlik,
mahmurluk kalır bende.
Aşkının
tezgâhında sensiz ne dokursam dokuyayım, and olsun Tanrı’ya, ne arış kalır o
kumaşta, ne argaç.
Uçsuz
bucaksız bir ırmaksın sen, dünya da sanki bir köprü; mümkün mü, böylesine bir
ırmağın üstüne kurulan köprüden geçilebilir mi hiç? Alem dört mevsimden ibaret,
her mevsim de öbürüne zıt; dört düşmanla savaşmadan can mı kalır insanda, huzur
mu kalır?
Ey güzellik
baharı, sen gel, sensin mevsimlerin aslı, gel de bütün mevsimler yansın gitsin,
her mevsim bahar olsun, yalnız ilkbahar kalsın.
—
R —
Şimdi minbere çıkmış bir
öğütçü var, hem dinleyenlere öğüt veriyor, hem kendine; akar kaynak gibi temiz
mi temiz, temizleyici mi temizleyici.
Yücelik minberinde bir
bilgin, bir akıllı, fikirli er; daha aşağı basamakta da onun sözlerini
tekrarlayan, o sözleri bir kere daha söyleyen biri.
Her sözü bir dünya,
gökyüzü gibi apaydın, öylesine söz açmış ki hem güzelce anlatmada, hem apaçık
anlaşılmada.
Bu çeşit bir kapı açış,
seni bulandırıcı mı bulandırıcı, bulanık mı bulanık toprağın hapsinden
kurtarıyor.
Dille anlatış sanatından
bir merdiven yapmış da döndürdükçe döndüren, döndükçe dönen yusyuvarlak göğün
damına dayamış.
Odunun içinden ateşi
çıkaran ışıktır, yoksa ateş kendiliğinden ışıtan, kendiliğinden ışıyan bir
nesne
değildir.
*
Ateş, insan gücüyle taşla demirden çıkar,
demir taşa çakılır, vurulur da ateş meydana gelir. Yıldızlar da bir emirle,
tedbirlere sahip olarak, fakat tedbirlerle de düzülüp koşularak vücut bulur.
Her
peygamberin yepyeni bir mucizesi vardır; nasıl olur da yayılmaz, nasıl olur da
tanınmaz o mucize?
Kutlu onunla
kutsuz hale gelir, cennet hapse döner; nefis de onun yüzünden hem yalan söyler,
düzen düzer, aldatır, hem de aldanır.
Bu minber,
bu öğütçü sendedir, sende gizlidir; fakat onu aramada sen de kusur etme,
kusurlu olma.
Ey aşkta yok
olmuş, tam yokluğa ulaşmış er, sen cansın, hattâ ondan da öte bir şeysin;
öylesine bir alımın var ki alımdan da öte bir şey bu.
*
Göklerin sırlarını, şunun bunun hallerini,
levha yazılmadan okursun, hattâ daha başka şeyler de okursun sen.
*
Bu an Arş’ın, Kürsî’nin ahvalini halktan
sorar durursun amma onu da bilirsin, onun gibi yüzlercesini de, daha başka
şeyleri de.
Sonu gelmez bir lâ’l
deryası var, aydın mı aydın; o değer biçilmez lâ’le madensin, daha da neler var
sen de.
*
Elest günü cana verilen hüküm var ya, bütün
o hükümleri yürütürsün, daha da başka buyruklar yürütürsün sen.
O şaşı, daha ilk adımda
şaşırdı, biri çok gördü, ilkini söyledi, ikincisini söyledi, daha da başka
şeyler gördü de söyledi gitti.
Tanrı Şems’i gibi varlık
âlemine erişmeyen, var olmayan, gerçekler âleminde fânîdir, daha da başka bir
şeydir o.
Yüzün güzel bir gün,
fakat gündüzün aydınlığından da güzel, gündüzden de aydın. Şarap iyi, hoş,
fakat sâkî şaraptan da hoş.
Her kapalı şey bugün
açılır artık. Gönül sonsuz muratlarına ulaşır, tıpkı güvercini yakalamış bir
doğan gibi.
Her âşık sevgiliden
lâyık olduğu insafa, mürüvvete kavuşur; her susamış Kevser havuzunun kıyısına
oturur.
Her an o güzel sevgilim,
sâkîye bir yeni kadeh sunar da bugün meclis umumîdir, şunu âşıklara ver der.
*
Öylesine ince bir kadeh ki sanki kadeh yok
da şarap kadeh şekline girmiş.
Ey yokluk aynası,
yokluksun sen, hattâ daha da öte bir şey. Ey gönülde olan, gönülde ne varsa
osun, daha da başka bir şeysin sen.
Göklerin sırlarını,
gizli düşünceleri, şunun
bunun hallerini
bilirsin, daha da başka şeyler bilirsin sen.
Geçmiş çağların
tarihlerini, yazılmamış yazıları insanlara da okursun, meleklere de, daha da
başka şeyler okursun sen.
Müstahak olanlara gayb
âleminden hisseler verirsin; gönüllerden gussaları sürer çıkarırsın, daha da
neler çıkarırsın, neler.
Ey canların canlarına
can olan, sen cansın, daha da öte bir şeysin; ey madenlerin kimyası, madensin,
daha da ileri bir şeysin.
Ey ebedî güneş, ey her
yanın, kıyının bucağın, çarşının pazarın sâkîsi, ey zevk ve neşe meşrebi,
güzelliksin, alımsın, daha da başka bir şeysin sen.
*
Ey yakıyne meşale, yeryüzüne gelişip
olgunlaşma, ey Akl-ı Evvel’e ikinci, hattâ daha da bir başka şey.
Ey Tanrı
mazharı, ey padişahlık ışığı, hangi sanatı başarmak istersen elinden gelir,
başarırsın, hattâ daha da neler yaparsın.
Her eşi
bulunmaz şeyi, her şaşılıp kalınacak nesneyi, her gaybi, her gaibi bilirsin,
daha da neler bilirsin, neler.
* O
afyona benzer aşkla kimini Leylâ edersin, kimini Mecnun; ey nuruyla gökleri
ışıtan, sen daha da başka bir şeysin.
Ey göğüslere
nur, sabırlara ümit, yücelerde bulutları sürersin, daha da neler edersin.
Ey
peygamberlerin övündükleri zat, ey erenlerin azığı, ey seçiş köşkünü kuran,
daha da neler kurmuşsun.
Ey yarlıgama
definesi, ey acıyış denizi, kapından başka dayanılacak kapı yok, bir başka şey
de yok bundan gayrı zaten.
Bezenmek
için yüzünden başka bir yüz gören, senden başka bir güzel var sanan göz, bu
suçla âdeta zina etmiştir, daha da başka kötülüklerde bulunmuştur.
Ey başlangıcın aslının
aslı, ey yarının yardımcısı, sevda elinde alçaldım, daha da başka bir şey
oldum.
Şu ağzım sözlerle dolu,
fakat senden başkasını çağırmam, çünkü senden başkasının kulakları geçici, yok
olur gider onlar, hattâ yokluktan da daha ileri giderler.
—
S —
Ey karşımda yüzünü
ekşiten, bana hayli kötü sözler söyledin; akbabanın ağzı daima kötü kokar
zaten.
O kötü sözlerinin eseri
yüzünde belirdi; adam olmayanın kötülüğü, yüzünden, benzinden belli olur.
Sevgiliyle güzel bizim,
sen de var geber, gamlar ye, gussalara dal; köpeğin ağzıyla deniz murdar olmaz
ya.
*
Beytü’l-Makdis, Frenkler yüzünden domuzla
dolduysa ne çıkar? O kutlu camiin adı kötüye çıkmaz ya.
Aynanın yüzüdür bu,
aynanın yüzü; orda Yusuf’un güzelliği parlar; yabancıya ne kadar süslü püslü
olsa gene de arttır, gene de arka.
Yarasa ne kadar
söylenirse söylensin, güneş gam yemez. Gölge yere ters düşerse güneşe bir
noksan mı gelir?
İsa boyuna
gülerdi, Yahya’nın suratı da hep asıktı; bu, Tanrı’ya güvencinden gülüyordu, o,
korkusundan suratını asıyordu.
Yarabbi
dediler, sence bu ikisinden hangisi daha iyi; bu kurulu düzen yolda ikisinden
hangisi daha üstün?
Tanrı, benim
hakkımda daha iyi bir zan besleyen, daha üstündür; suçlunun iyi bir zan
beslemesi, onu pis bir halde bırakmaz dedi.
Sana
gelince: Sen ne korkudan surat asıyorsun, ne de dine ait bir ümit yüzünden;
kinden dolayı suratın asık. Ya hasetten sapsarısın, safrana dönmüşsün; yahut
düşmanların sevincinden bozarıp kararmışsın.
Bu ikisi de
bir işe yaramaz, ateşten başka bir yere lâyık değildir bunlar, vay o kişinin
haline ki gönlüne haset ekmiştir.
* Bırak
onu, “Elleri kurusun” sözü yeter ona; aya düşman olanın karanlıklara düşmesi
mukadderdir.
* Ey
güneş, adamakıllı bil ki düşmanların yarasadır; hem bütün kuşlar ârlanır ondan,
hem de gece karanlığa mahpustur o.
Güneşin
düşmanının sonu gelmez, mevkii, devleti elinde kalmaz, göze bir çöp girerse
adam nasıl olur da görür, nasıl olur da rahat eder?
— Ş —
Yüzün canların canıdır,
onu candan esirgeme, gizleme. Alemden daha büyük, daha üstün olanı bu âlemde
izhar et.
Ey göklerin kutbu olan,
ey can göklerinde bulunan sevgili, bil ki can senin çevrende dolanmada, onu
kararsız bir hale getir.
Dünya gülen bir nar gibi
gülümsedi, dişlerini gösterdi, kabına sığamıyor, kendine getir onu.
Güneşi bende bir
zerrecik bile ihtiyâr bırakmaz. Benim ihtiyârım olursa onun ihtiyârı nerde
kalır zaten?
Aşk yeli yerden toz
koparır gibi savurdu beni; yel esen yerde elbette toz olur.
Baharı bütün
yeryüzündekileri aşkla bitirip yüceltmede; tohum da o ümide düşmüş de kara
toprakta onun hapsine tutulmuş.
Dünyası da, yeniayı da,
hurisi de, güzelliği de,
Şarabı mı? Tanrı’ya
sığındık. Tuzağı mı? Allah saklasın. Adı mı, ne? Aman yarabbi. And olsun
Tanrı’ya eşi, benzeri yok vesselâm.
Ben güllere benziyorum,
o bahçıvanım sanki. Canım onun yüzünden açıldı, fakat o canı da gene ona feda
edeceğim.
Yaprak gibi yukardan
aşağıya sallanır, oynar dururum; kucağından başka bir yere düşeceğim diye tir
tir titrerim.
İşi gücü hilebazlık, tas
çalmak, perde yırtmak, fakat serserice değil ha.
Boğazımı yırtıp durmada,
söyleyeyim mi, söylemeyeyim mi? Fakat bırak, mahrem değilsin bu sırra, o
incinmesin de koy benim boğazım yırtılsın.
Sevgilim sarhoş oldu,
nerkis gözlerine bak hele. Sarhoşça sözlere koyuldu, dili dolaşmaya başladı.
Gâh bu yana düşmede, gâh
o yana yıkılmada. Sarhoşluk da bundan belli olur zaten.
Gözleri sarhoşlara bir
belâ; fakat onunla bizi korkutmaya kalkışma. Ben sarhoşum, şahnelerin
sopasından korkmam.
Ey aşk, Allah Allah.
Padişahlar padişahı sarhoş oldu. Sırça saçlarından tut, onu çek, buraya getir.
Gönüle bir düşünce geldi
mi sevgiliden bahse kalkar, ben de saçı olarak başına canımı saçarım, ağzını
altınla doldururum.
Ey yüzü güller saçan, ey
bülbül çiler gibi konuşan sevgili, yarabbi, hele onun o şiveleri yok mu?
Kimedir bunlar acaba?
Şu sûreti bahanedir
onun, göklerin nurudur o. Sûret nakşından geç, onun asıl özü güzeldir, özü.
Karakışı lütfeder de
bahar haline getirir, geceyi gündüz eder. Şu ölü dünya, onun öteki âlemiyle diridir.
Can senden başkasını
dilerse tutar, kendimizden söker, atarız onu; gökler baş eğmezse sana, onları
birbirine vurur, darmadağın ederiz.
Pılısını pırtısını,
varını yoğunu isterse veririz ona; kalelere girer, sığınırsa o kaleleri yıkar,
yerlere döşeriz.
Şu dünya can gibiyse biz
canın da canına can olmuşuz; şu gökyüzü başsa onun aydın iki gözüyüz biz.
Ağacın kökü topraktır,
şu gökse dalıdır, budağıdır, yaprağıdır. Dünya zeytin ağacıdır, biz de sanki
yağıyız onun.
Tebrizli Şems’in aşkı,
bizim mıhladızımız olduktan sonra artık biz onun hizmet yolunda âdeta demiriz.
Şuh gözleri,
alnına düşen siyah saçlarına, ben filâna üfürür, aldatırım onu, sen de külâhını
kapıver dedi.
* Yakub’a
söyledim, Yusuf kuyunun dibinde, kuyunun ağzına gelince yakala, at onu devlete,
ikbale.
Hacı
şeklinde gösteriyoruz kendimizi, halbuki yol kesenlerin casusuyuz biz; hacı
yola düştü mü tutar, yolunu keseriz.
* Ay’la
onun ordusu olan yıldızlar, nasıl suda ters görünürse biz de tersine çakılmış
nallarla, mıhlarla iz güdeni aldatırız; erguvan dalıyız, yücelere boy atmışız,
fakat suya vurmuşuz, suda görünüyoruz.
Tilki,
yeşillikte bir yağlı kuyruk gördü de olacak şey değil dedi. Çayır, çimen
arasında tuzaksız kuyruğu kim görmüş?
Halbuki
kurt, hırsından tuz gibi kuyruğun üstüne düştü; tuzak, yıkılası hatırından
geçmiyordu bile.
Aptal düştü
mü, bir derde uğradı mı suçum yok der; aptallığı suç olarak yetmez mi ona a
kardeş?
Aşk da adamı
aptallaştırır, bâri bir aşk seç ki sevgilinin güzelliği, alımı, devleti, aptal
olmaya değsin.
Ayağın
ağrıdı mı can afsununu oku, o nur ayağına; çünkü o ayak, öküz ayağıdır, afsunu
da samandır onun.
Boğazın
daraldı mı, soluk alırsın, solukla dertten kurtulursun; dert çağında ah etmeden
için açılabilir mi hiç?
Aşkının
tapısına dek nasıl, nedir kayıtları var, fakat biz elden çıktık mı en aşağı yer
bile onun yüce bir mevkii kesilir bize.
O bezenmiş,
o eşsiz güzelde ne güzellik var ki iş yurdundaki şekiller bile canımızı yaktı,
yandırdı.
Düşünceden
yanıyorum, eriyorum, Tanrı’nın hile, düzen bellettiği o güzele ne hile yapayım,
ne çeşit düzen kurayım?
Yolunu yitiren gene
akılla yola gelir; fakat aklını yitiren kime sığınır artık?
Biz o padişahın adamı
değil miyiz? Ne akıl isteriz biz, ne can; akıl dediğin nedir? Onun bağı, aklın
verdiği öğüt ne; can denilen kim oluyor, onun ah vah edişi nedir ki?
Sarhoşluk arttı, sus da
bir nükte söylemeyesin, bir işarette bulunmayasın ey pervasızca kendinin
iyiliğini isteyen kişinin kanına girmeye yürüyen.
—
K —
Ey Tanrı ilhamıyla
konuşan, ey gerçekler gözü, ey şu ateşlerle dolu denizden halkın kurtulmasına
çare olan,
Sen pek eski bir pîrsin,
evveline evvel yok; sen çok büyük, eşsiz bir padişahsın; canın elinden tutan,
ilgiler, bağlantılar âfetinden kurtulmasına yardım eden sensin.
Can verme yolunda canları
avlayan sensin, ah, kimin canıdır avlanmaya lâyık olan şu avlar arasında?
Mahlûk da kim oluyor ki
senin aşkından söz etsin, Tanrı’nın ululuk nuru bile senin yüzüne, senin
güzelliğine âşık.
O aşka avlandım, aşk
hastasıyım, ağlayıp inliyorum, ey mahir doktor, ne çareye başvurayım diyorsun.
Lûtfun gel diyor, kahrın
dön git; bir haber ver bize, bu ikisinden hangisi doğru sözlü, hangisi gerçek?
Ey canların güneşi, ey
Tebrizli Tanrı Şems’i, her zerre senin ışıklarınla can kesildi, letafete
kavuştu, söze geldi.
İki dünyada da senden
başka neşe, senden başka zevk, çalgı görmedim ben sevgili; çok şaşılacak şeyler
gördüm, fakat senin gibisini görmedim ben.
*
Ateş kâfirin payıdır, kâfir yanar ateşte
dediler; halbuki Ebû Leheb’den başka senin ateşinden mahrum olanı görmedim.
Gönül penceresine
kulağımı dayadım, çok dinledim, bunca söz duydum, fakat söyleyen dudakları
görmedim gitti.
Ansızın bu kulun üstüne
rahmetler saçtın, sayıya sığmaz lûtuflarından başka bir sebep de görmedim buna.
*
A seçilmiş sâkî, a benim iki gözüm, sana
benzer bir güzel ne Acem ülkesine geldi, ne Araplar içinde gördüm.
*
Ezilirken tekneye gelmeyen şaraptan, eşini
Halep’te bile görmediğim şişeyle,
Öylesine dök
bana ki varlık bineğinden ineyim de yaya kalayım; çünkü kendimde olunca
varlıktan, yorgunluktan başka bir şey görmüyorum.
Güneş de
sensin sevgilim, ay da sen; bal da sensin güzelim, şeker de sen; ana da sensin
dilberim, baba da sen; senden başka soy sop görmedim, bilmiyorum ben.
Ey
mahrumiyete düşürmeyen aşk, ey Tanrı’nın görüş yeri, tecelli makamı, hem
arkasın, hem sığınak, sana eşit olacak bir lâkap, seni övecek, sana lâyık
olacak bir söz bulamadım gitti.
Demir
parçalarıyız, aşkınsa mıhladız; bütün isteklerin aslı sensin, sendeyse hiçbir
istek görmedim.
Kardeş, sus,
üstünlüğü, edebi, bilirlik ve hüner dâvasını bırak, sen edepten bahsettikçe
edep görmedim sende zaten.
*
Ey Tebrizli Tanrı Şems’i, ey canların
asıllarına asıl, senin varlık Basra’n olmadıkça taze hurma görmedim ben.
Ey çalgıcı, şu gazeli
oku: Ben sevgiliden geçtim, her çeşit gülden, her çeşit dikenden vazgeçtim,
tövbe ettim artık.
Gâh sarhoştum, gâh
mahmur. Artık o işten de elimi yudum, bu işten de tövbe ettim.
Tövbe etme suçuna ta
boğazına kadar gark olmuştum. Eskiden ettiğim tövbelerime tövbe ettim şimdi.
Ey bu köyün şarap
satıcısı, ey sâkî, sun elime sağrağı. Namustan vazgeçtim, âra tövbe ettim ben.
Yıkılıp düşen bir
sarhoşa benziyorum. Dört tabiattan da dışarıyım. Issıya da tövbe ettim, soğuğa
da; yaşa da tövbe ettim, kuruya da, bu dördünden de vazgeçtim artık.
Bir çare bulma düşüncesiyle
gönlüm paramparça olmuştu. Çarenin çaresizlikte olduğunu anladım da tövbe ettim
çaresiz.
Ay yüzünü göster,
karanlık geceyi nurlandır, o günahın zevkiyle çok tövbeler ettim ben.
Tövbe vaktidir dedim de
bir âşık bana dedi ki: Ben dün tövbe ettim, senden daha eski bir tövbekârım.
Salâhaddin’in yakıyn
yurdunu inkâr eden münkir, aşkla diyor ki: İnkârdan da tövbe ettim artık.
Ey ayıbımı arayan gök,
ey kavgalarla, gürültülerle dopdolu tavanım benim, ne vakte dek senin
düzeninden köşe bucak kaçıp duracağım?
Ey Zenci’ye benzeyen,
halkın kanını emip duran felek, ben de kan gibi bir bulutum, ne diye kanlar
yağdırmayayım başına?
Gönül, güzelce, hoşça
yanadur, şu iki ateşten kaçma; sana gereken bu, canın aşkla bağdaşmış, aşk
gerek sana.
Maksat ışıktır, âlemse
tandır; şu aşk ateş gibidir, halksa sanki odun.
*
Tanrı Halil’i gibi pervaneleyin sevinçle
ateşine dalmış, oturmuşum, mahşere dek kalkamam ordan.
Güzelliğin sesi ta
canımdan geldi; o sesi duyunca yel gibi, su gibi, ateş gibi ben de yelip
yorttum, aşkına koştum.
*
Seyredenler, Yusuf’un güzelliğine karşı
ellerini kestilerse bir kerecik elini canımıza koy da gör, biz neler kestik.
Rintlerin, müflislerin
halleri meydanda, ne olabilir artık? Şu paramparça hırkayı da ayaklarının
altına döşedik işte.
Bizim gibi aşk âleminde
can verenler pek çoktur, fakat senin gibisini rüyada bile görmedik biz.
Su içen hayvanlar gibi
biz de suda aksimizi gördük de ürktük âdeta.
Evet, ben kavga ettikçe,
inat edip durdukça sen de ayak dire kavga et. Fakat senin kavgandan, gürültünden,
kaçacak kadar zebun değilim ben.
Yanıma gelmedin de
hileyle uykuya daldın, öyle mi? Uyursan vallahi bu şarabı üstüne dökerim.
Ey mücessem kutluluk,
sun kadehi bana. Beni çabuk yola salmaya kalkışma, çok geç kalkarım yerimden.
*
Yüzün, ben her an geceleri aydınlatan
ışığım demede; saçların da ben her an miskler damlatan nâfeyim diye bahse
girişmede.
*
Ey yasemin tenli güzel, on sekiz kadehten
aşağı kabul etmem. Yumuşak ol, halim ol ey sert, ey öfkeli sevgili.
Ey hadden artık lûtuf,
bir güzelce kucakla beni. Kucağında ölürsem kıyamette dirilmem ne de hoş, ne de
lâtif olur.
Şarap sun, şu lâtifeyi,
şu şuhluğu bırak. Çeyize kapılmamışım, o gelinin sarhoşuyum ben.
Ben senden nar gibi,
ateş gibi bir şarap istiyorum, sen tutuyor koca kazanı önüme sürüyorsun; ne
vakte dek kazan çevresinde dolaşıp duracağım; kepçe değilim ya.
*
Ne anıran eşeklere benzerim, ne sidiğe
âşıkım, ey Mesîhler hemdemi, keşişlerin şarabından sun bana.
*
Sus, mürâî değilsen aşkı dinle. Diyor ki:
Ben Rüstemlerin dostuyum, edepsizlerin değil.
A tövbemi bozan, nereye
kaçayım senden? A
gönlüme yerleşen
gönlümde oturan, nereye kaçayım, nerelere gideyim elinden?
A iki gözümün ışığı,
sensiz nasıl göreyim; a boynumu bağlayan nerelere kaçayım senden?
A yüzünün nuruyla altı
yanın da altı yüzlü ayna kesildiği güzel, a yüzü kutlu, senden nerelere kaçayım
ben?
Gönül senden sıçramış
bir varlık, senden bitmiş, seninle gelişmiş can da senin yüzünden bitkin bir
hale gelmiş, nereye kaçayım senden?
Gözlerimi yumsam da
bakmasam bile gönlümdesin, ordan gidemezsin ki, senden nerelere kaçayım ben?
Gene huzurunda ölmek
için salına salına geldim ey defalarca beni gamdan, gussadan, sıkıntıdan
kurtaran güzel.
Ben kupkuru, şahrem
şahrem yarılmış yeryüzü gibiyim, bulutum da lûtfundan, miskim de; gök
gürültüsünden başka bir ses istemem, elime kıvrım kıvrım siyah saçlarından
başka bir şey almam, başka bir şeye sarılmam.
Sana tutsak
olmak, beylikten, hürlükten yüz kat iyi, hele ey gönlü hasta tutsağım benim
dediğin zaman.
Sana gelen,
sana ulaşan bir avuç toprak, senden kaçan, senden uzak bulunan altından yeğdir;
hele bir, a benim azıksız yoksulum dediğin an yok mu?
Macerayı
bırak artık, nerde akıl ki olanla, bitenle uğraşacak; virdim de çeng, zikrim
de; şeyhim de şarap, pîrim de.
Ey
sarhoşların canlarına can, ey eli darların definesi, güzelliğinin cennetinde
bala, süte gark oldum ben.
Kıyameti
gördüm, kendimi kaybettim, varlığım görünmez oldu; yay gibi ikiye büküldüm amma
ok gibi de uçup gidiyorum.
Ey
kendisinden ayrılmama imkân bulunmayan dost, bir avuç topraktım ben, senden
esip gelen yel tozuttu, havalara kaldırdı, yüceltti beni, fakat sensiz nerelere
gideyim?
Ey göz nuru, din nuru,
akıllıca otur dedin, ey perdelerimi yırtan, beni kendi halime mi bırakıyorsun
ki?
*
Elest kuluyum, o zamandan seninim, sonra da
o zalim, o gaddar ayrılığın beni tutmuş, pervasızca sürüp duruyor.
Yüzünün ilkbaharı
olmadıkça şu ağacım, nasıl güler, hamurumu sen yoğurmazsan mayam nasıl tutar?
Sofranı, nimetlerini
göreli tiritten kurtuldum; varlığını gördüm de o andan beri varlığımdan
kaçıyorum.
Benden kaçtın, vazgeçtin
mi akıldan da geçerim, candan da; benimle oldun, bana tecelli kıldın mı esîr
kubbesinin ta üstüne çıkarım.
*
Oturdum mu ey can, bir selâmcık ver bana,
selâmımı al; çünkü bu son oturumum selâmsız olmaz.
*
Nasıl el çırpmayayım ki, güzelim elimde
benim; nasıl ayak vurmayayım ki zîr perdem bem oldu, altüst olmuşum zaten.
Tebrizli Şemseddin’e
bizden selâm götür, öylesine bir doğuya tapı kılmak iyi, çünkü ben de onun
yüzüyle nurlanmışım, onun yüzünden nur istiyorum.
Canlar bağışlayan böyle bir
güzelliğe karşı nasıl ölmem, nasıl deli divane olmam, nasıl zincirlere
sarılmam?
Şarabını içtim, nasıl
mahvolmam? Sanki sen şarapsın da ben suyum, sen balsın da ben sütüm.
Aç ağzını, o sayıya
sığmaz şekeri saç ortaya; sen özür kabul etmezsen benim naza tahammülüm var,
işve kabul ederim ben.
Bilirsin neden
güldüğümü, yüce himmetimden dolayı gülmedeyim; çünkü aşkının şehrinde âşıklara
beyim ben.
Zevâli olmayan aşkla bir
rahimde yattım, bir anadan doğdum, onunla ikiz kardeşim; and olsun Tanrı’ya ki
pek kocaldım amma yepyeni bir aşk yaratıyor, meydana atıyorum.
O gözü açarsan kendinden
başkasını görmezsin, fakat can gözünü açarsan görür, anlarsın ki eşim, benzerim
yok benim.
Erler gibi, soğuk
kişilerin tandırını ateşler, kızdırırım; sıcakların tandırındaysa en fazla
pişmiş ekmekten de pişkinim.
İçim bakımından süte
benzerim, boğazda durmam; beni peynir gibi tuzlu görüp sakın yanılma, yanlış
bir hükme varma.
Tebrizli Şems’in aşkıyla
taç, taht sahibi bir padişahım, fakat o, tahta geçti mi ben huzurunda bir vezirim.
Can tenceresinden kanlı
köpükler saçmak, iki cihanın sözünü de bir ağızdan, bir hamlede söyleyivermek
istiyorum.
Kendimden geçtim, aşka
kul oldum; cihanı da kendim gibi kendinden geçirmek istiyorum.
Kötü nefsin zünnârını
boynuna doladım. O, bir bağırdım mı, diyor, kurtulur giderim.
Fakat nerden kurtulacak?
Onu öyle bir çekeceğim, dünyanın çevresinde öylesine fırıl fırıl döndüreceğim
ki duman rengindeki canından ateşler çıkacak.
Can gelininin yüzündeki
duvağı kapacağım, aşktan baş çekenleri, mallarından, mülklerinden edeceğim.
Bütün şu âlemi aşk çengi
yapacağım. Dilsiz çengden üç yüz dil meydana getireceğim.
Tebrizli Şems, sevgi
âleminde öyle bir yay kurdu ki o oku bir atarsam değil ok, aşkla kiriş bile
fırlar gider.
*
Gönlündekini benden gizliyorsun, yâni ben
bilmem demek istiyorsun, yazıyı, harfleri birbirine ulayıp yazıyorsun, okuma
bilmem diyorsun yâni.
Hayal levhana ne
yazıldıysa ben yazmışım, gönlündeki sırrı nasıl bilmem ki canının içindeyim
senin.
Güneşten de üstünüm,
güneşten de aydın, rûh zerreleri önümde oynamada, zikretmede; hepsi de inciler
saçan tapıma yönelmiş.
Güneşin ışığı olmasaydı
nerden görünecekti zerreler? Ey zerre, apaçık çekişimden nasıl kaçabilirsin?
Dünya pervane gibi
ışığımın çevresinde dolanıyor; ona bir ışıktır yolluyorum, kanatlarını yakıp
yandıran da benim
Bu şahrem şahrem yarılıp
parçalanan anlatışa sığmayan aşk halvettedir; aşkı anlamak istiyorsan gel de
huzuruna götüreyim seni.
Şüpheye mi düştün, bil
ki o şüphe benden geliyor sana; inkâr sahiplerini o hileyle tutar, ta dibe
çekerim ben.
Adamakıllı inançta
mısın, o inancı da benden bil, devlete erenleri de o ağla yakalar, küfürden
kurtarırım.
Derdin, mihnetin varsa o
dertte de beni gör, o mihnette de beni bul; çünkü o zahmet oku da ancak benim
yayımdan fırlar.
Zahmet rahata döndü, ok,
kalkan haline geldi mi dikkat et de gör, o da benim eseri görünmeyen lûtfumun
bir eseridir, bir bağışıdır sana.
Nerde bu cemal, bu
güzellik varsa orda alışveriş helâldir; fakat ululuk ıssının bulunduğu yerde
söz söyleyemem ben.
Biteviye şarap sun da
hepimiz toplanalım, bir olalım; sûretlerimizi bir an olsun ortadan kaldıralım.
Kendimizden vazgeçersek
suyla aynı renge gireriz. Biz bir ağacın dallarıyız, hepimiz de kapı
yoldaşıyız.
Aşkın tabiatı var bizde;
hem gizliyiz, hem meydanda. Aşk şehrinde gizliyiz, aşk mahallesinde apaçık
meydandayız.
Kendimizi ölü gördük mü
mezarımıza girer otururuz; diri gördük mü feryada başlar, yüzümüzü yırtarız.
Gönül aynamıza akseden
her sûret, hiçbir şeyle mukayyet değilmiş gibi görünmede; çünkü biz hiçbir
şeyle mukayyet değiliz.
Bir bölük balıklarız, su
üstünde yürüyüp durmadayız. Şu hevesten hevese düşen toprağı fırlatmış,
yeryüzünün suratına atmışız.
Aşk saltanatını gördük
de müflislere baş kesildik. Peşin olan aşkı seyrettik de kumaşsız tacir olduk.
Kendimde değilim, elden
çıktım artık, kendinden geçiş âlemine düştüm, yıkıldım; mutlak olarak kendinden
geçiş âleminde, ne de hoş bir haldeyim, ne de güzel bir neşe
içindeyim.
Ondan
başkasını görmeyeyim diye o güzel, gözlerimi kapattı; sonunda, birden ona karşı
açtım gözlerimi, onu gördüm ancak,
Can benimle
savaşa girdi, incitme beni dedi; boşayayım seni dedim, boşa dedi, boş verdim,
boşadım gitti.
* Anam,
aşkının vurduğu dağı yüzümde gördü de göbeğimi o aşkla kesti, doğduğum andan
beri vurgunum sana.
Gökyüzünde
at koştursam, gayb levhini okusam gene de ey canıma düzen, rûhuma huzur olan
sevgili, sen olmadıktan sonra bozgunluğun ta içindeyim, perperişanım ben.
*
Ey perdeleri kaldırıp da ölüleri dirilten,
yüzünün nurunu gördüm de Elest ahdi geldi hatırıma.
Periler
padişahının aşkıyla ey can, öylesine kendimi kaybettim, öylesine kendimden de,
halktan da gizlendim ki sanki periden doğmuşum, sanki ben de periyim hani.
Bedenime, Tebrizli
Şemseddin’e karşı nesin sen dedim; bedenim dedi ki: Toprak. Canım dedi ki: Ben de
yel gibi başı dönmüş biri.
Ahdettim, kötü ahitten
kurtuldum dedim; dedi ki: Nasıl ahdedebilirsin, benim kopardığım şeyi nasıl
bağlayabilirsin sen?
Balla süt nasılsa
öyleyim onunla; eteğine yapışacağım, fakat nasıl yapışayım? Eli kırılmış
biriyim ben.
Fakat gene de onun
eteğini ancak eli kırılan tutar; mihnetle, eziyetle alçalttı beni amma şimdi de
yüceltti.
Yüceldim mi adaletini
yerine getirir de alçaltır beni; önce yok etti beni de sonra tekrar var etti o.
Ey zülfünün halkalarını
boynuma dolayan; feryat onun sarhoş gözlerinden; onlar sarhoş etti beni, onlar
sarhoş etti.
Sarhoş hayali geldi de
sarhoşçasına saldırdı; o kadar bahaneler getirdim, elinden kurtulamadım gitti.
Kapısının halkasını
çaldım, sevgili, evde yok diye seslendi, yâni, burdayım, bil dedi.
Kulun geldi dedim, şu
sözün bir tuzak dedi, ben tuzağa tutulacak av mıyım, nerden oltaya takılıp
tutsak olacağım ben?
*
Yakarsan dedim, yak beni, lâyığım buna ey
put, yak beni, çünkü puta tapıyorum ben.
Beni iyice yakasın diye
kurudum zaten; beni yakarsan yanmadan kurtuldum gitti.
Nereye gidersen gelirim,
nereye gidersem gelirsin; ölümde de, dirimde de hoşum seninle, hoşum.
Ey dirilik suyu, seninle
olduktan sonra ben nerdeyim, ölüm nerde? And olsun Tanrı’ya, sayende ölümden
kurtuldum ben, sayende.
Yüz kere öldüm, canım
efendim, şunu denedim ben, kokun geldi mi baktım gene dirilmişim.
Yüz kere can verdim,
yerlere serildim; fakat sesini duyunca tekrar doğdum.
Yüzünü gördüm mü
kendimden geçiyorum, yok oluyorum ey beni bayrama döndüren, ödağacı gibi yakıp
yandıran dilber.
Aşk doğanını tutmak için
gönlümde bir tuzak kurdum, fakat ters işlerle beni aldatan o doğan, bir kuş
gibi geldi de kapıverdi beni.
Ey erlerin gönüllerinde
dönüp duran şûle, gök kubbe gibi sendeki ayın çevresinde dönüp duruyorum ben.
Ne mutlu andı o an ki
yeniden yeniye ahitler ettim, fakat gene de bütün tövbeleri bozdum, önce
nasılsam gene öyle oldum gitti.
Padişaha benimle
erişebilirsin diye aklımı çeldi, yoldan çıkardı beni; aklın yanına gittim,
fakat akıldan da bir fayda görmedim.
Seni inkâr edenler,
sarhoş canıma düşman oldular amma senin güzelliğin kâfi bir cevaptır onlara
bence.
Kınayanın hayalini
defetmek, kulağını burup gerçeği anlatmak için uzaktan yüzünü bir gösterdim mi
hemencecik kurtuldum gitti.
Ne incidir, ne mücevher
derse inanmam ona, fakat olmazsa da olmasın a kardeş, ben neysem oyum, nasılsam
öyleyim işte.
Dün bir güzelin yüzünden
gönül sarhoş oldu, öylesine esridi ki padişahın huzurunda bile bir kadeh
kırdım.
Ben o ay yüzlünün
sarhoşuyum, o günahtan dolayı neşeliyim, padişahın günahkârıyım ben, hadi kırın
elimi.
Çok rindim, pek
kalleşim, aşk dinine girmişim, bu yüzden yayılmış adım ortaya, kim oluyorum ben
ki padişaha bir armağan yollayayım?
Gönül bir hırsız, hem de
hırsız oğlu hırsız; haznenin kapısında durmuş da bekliyor. Hırsızın elini
bağladım da ondan sonra haznenin kapısı açıldı.
Ey o padişahtan haberi
bile olmayan, ne yoldasın, nereye gidiyorsun diyorsun; balık gibi hani, ağ
nereye sürükler götürürse oraya gidiyorum.
Tanrı Şems’idir sırrım,
Tebriz’edir niyazım, odur namazda kıblem, odur abdestimin nuru.
Öylesine karanlık bir
geceyim ki aya kızgınım. Öylesine çırılçıplak bir yoksulum ki padişaha
öfkelenmişim.
O eşsiz, tek güzel
lütfediyor da eve çağırıyor beni; fakat bir bahane bulmuşum, yola da kızmışım,
yolculuğa da.
Sevgilim inada girişse,
nazlansa, beni kederlere atsa, kararsız bir hale getirse gene de ah
etmeyeceğim, aha da kızgınım çünkü.
Gâh altınla aldatır
beni, gâh mevkiyle, gâh orduyla. Ondan altın istemem ben, mevkie de kızgınım
zaten.
Öylesine bir demirim ki
koskoca mıhladızdan kaçıyorum. Bir saman çöpüyüm amma âlemin mıhladızma
öfkelenmişim.
*
Öyle bir zerreyiz ki dört unsura da isyan
ettik, beş duyguya da, altı cihete de. Zaten beş, altı dediğin de nedir? Tek
Allah’a bile kızgınım ben.
Bu söze dayanamazsın
sen, çünkü suyun dışmdasm; bana gelince: Güneşe benzeyenlere bile neden
benziyorlar diye öfkelenmedeyim.
Ben aşk yoluna tertemiz
girmişim, o yolda tertemiz yürümekteyim, garez tohumunu ekmem ben. Yokluk bile
bana sığınır, bana dayanır, tamahın sırtını kaşıyıp tırmalamam ben.
Ne halkın kaydmdayım, ne
kimseden korkum var. Ayağı açık bir kuşum, kafes azığına ihtiyacım yok.
Yağmurlar yağdıran bir
bulutum, inciler saçan bir göğüm. Yeryüzündeki susuzlara abıhayat saçmadayım.
Mûsa’ya ateş göründü amma
gönüllere hoş gelen bir nurdu o. Ben de uzaktan ateş görünmedeyim amma canım
efendim, nurum ben.
Ağacın dalı titrer, kökü
durur. Benim de kararım yok amma rûh âleminde karar etmişim.
Bir acayip cihanım ben,
bir avuç toprakta gizlenmişim. Her gece ışığım, her güz bahar.
Gece kuşuyla geceyim,
gündüz kuşuyla gündüz; fakat kendime geldim mi ikisinden de ayrıyım.
*
Tamamıyla yok olup kendimden geçtiğim zaman
kendime gelirim. Dört unsurla beş duygudan kurtulduğum zaman çekisi, ayarı tam
bir adam olurum.
İnsanın
canı, haksız yere ihtiyâr dâvasına girişir. Onun ihtiyârmdaki yücelik,
ihtiyârımı elden almış, beni ihtiyârsız bırakmıştır.
Hünerli akim başında bir
yeldir var amma bir kadeh şarap sundum mu o yel kalmaz, savuşur gider.
LXXI Yarabbi, nasıl bir
sevgilim var? Adeta bir arslan avlamışım; gönlümde onun gezip dolaşması için
yüzlerce çayırlık, çimenlik var.
Benim yanıma gelince
mahsustan kızar da der ki: Benim seninle işim var, ne vakte dek kaçacaksın
benden?
Dün gece yeniaya, ay
yüzlümü sordum; dedi ki: Ardında koşup duruyorum, ayağım toz içinde.
Güneş doğunca, neden
dedim, yüzün sapsarı? Dedi ki: Onun yüzünü gördüm, utandım da bu renge
boyandım.
Ey su, secdeye
kapanmışsın, başını ayak etmişsin, yüzün yerde, koşup duruyorsun dedim. Dedi
ki: Onun afsunuyla yılan gibi kıvrana kıvrana sürünüp gidiyorum işte.
Ey adalet
beyi, inzibat âmiri ateş, neden böyle kıvranıp durmadasın dedim. Dedi ki:
Yüzünün yalımından kararsız bir gönlüm var da ondan.
Ey dünyanın
habercisi rüzgâr, neden böyle tez canlısın dedim. Dedi ki: İhtiyârım elimde
olsaydı bu tez canlılık şöyle dursun, şu gönlüm bile yanar, yakılır,
mahvolurdu.
Ey toprak,
ne düşünüyorsun, neden böyle susmadasın; düşüncelere dalıp gitmişsin dedim.
Dedi ki: Susmama bakma, içimde bahçeler var, baharlar var.
Şu
unsurlardan geç. Bize Tanrımız kâfi; başımda mahmurluk var, elimde şarap.
Uykumuzu
bağladıysan sarhoşluk kapısı açık ya. Sevgilinin eli elimizde olduktan sonra
bana testi testi şarap sunar elbette.
Sus da gönül
dilsiz-dudaksız söylesin. Gönlün sözlerini duyunca bu sözlerden utanıyorum ben.
— N —
Ey göklerde uçan kuş,
uçma çağı geldi, ey mânalar ceylanı, yayım zamanı erişti.
Ey tek âşık, ey âşıklar
arasından seçilen, artık yaratılmıştan geç de yaratılışı seyret, yaratana dal.
Sana bir feyzdir geldi.
Rûhsun, amma nasıl rûh? Öylesine rûh ki hayal gibi gözlerde koşmayı bilir.
Şimdi hüküm gelir; sana
da öğretirler kulaksız duymayı, gözsüz görmeyi.
O, hem bıyık burmayı
bilir, hem ölüyü diriltmeyi. Hem taht, baht vermeyi bilir, hem kulu yetiştirip
geliştirmeyi.
O mânalar Yusuf’u, o
bedava define, kendisini aşağılattı, değerini azalttı amma acaba sen satın
almasını biliyor musun?
Nerde o Müşteri ki sazı
iki aykırı perdeden
akort
etmesini de bilsin, perdeleri yırtmasını da?
Ey başarılar elde eden
âşık, ey tasdik edilmiş gerçek er, gökler gibi kendi milinin çevresinde dönmen
gerek.
Kendini yoklukta ara da
bul; ayrılık zordur çünkü, güçtür, hele Hak’tan ayrılık.
Dudağını şeytan sütünden
yumaya, arıtmaya çalış; yıkandı, arındı mı gönül memesini emebilirsin artık.
Ey o cihanın aşkı, bizi
çekip duruyorsun; ne de güzel çekiyorsun ey çeken, aferin sana da. Ne de güzel
çekiliyorsun, maşallah sana da.
Doğudan yüz göstermeyi
de güneş bilir; yoksa koşarak ona ulaşmanın, onu görüp bilmenin imkânı mı var?
Sus, gönül ahvalini
söylemenin imkânı olsaydı dağ bile deniz gibi çarpımp çırpınmaya başlardı.
Tebrizli Şemseddin’i
ansızın görürsen ebedîlik şarabının ışıyışmı o zaman onun sayesinde görür,
bulursun.
Zenciler diyarından ordu
geldi, ordunun tam kalbine saldır, ey erlikle başını yücelten er, ercesine
saldır o orduya.
Ateş gibi bir saldır,
onların hepsi de odundur, gönül ateşinle kurusunu da yak, yaşını da.
Deniz savaşa kalkışırsa,
sana kin güder de o kinle coşup köpürürse suyunu ateş haline getir onun,
incisine, mercanına saldır.
*
Senin yayından çıkıp uçan her ok, yedi göğü
delip geçer, ey “Aralarında iki yay kadar mesafe kaldı” makamının oku, saldır
kalkanına onun.
Başsız gelenin başına
elini koy, okşa onu; başlı geleniyse hançerle yarala.
*
Aydınlanan, parlayan can, aşkında yanar,
yakılır; tazeleşmesini, yeniden can bulmasını istiyorsan at Kevser havuzuna
onu.
*
Şaraplar satan lâ’l dudaklarınla dünyayı
yeşert, Zühre’nin çengini al elinden, at taşları kadehine, sağrağma, kır
gitsin.
Ey Tebrizli Tanrı
Şems’i, inkâr eden kişinin kâfir canına, iman nurunun çekim kuvvetiyle saldır.
Bugün aşkın; baş
çekenlere, ululananlara cilvelendi de bu cilveyle gene birer birer hepsini
boyunları bağlı olarak tapma getirdi.
Yürü, yürü, gül
bahçesine git de güle tapanları seyret; bir an secde ediyorlar, bir an şarap
içiyorlar.
*
O şeker huylu güzel, bize bir kıl bile
bırakmıyor bizden; zaten can sûfîlerince baş tıraş etmek, baştan geçmek de
budur işte.
Dişin sallandı da düştü
mü yerine bir başkası çıkar; bil ki can vermek de bu çeşittir er için.
Ey Tebrizli Şems’in
düşmanı, ey yol kesen hırsız, en münkir, kendi kendine daral, sıkılsın için,
kendi kendine işkence ededur.
Ey bâtıl ümmet, ekmek
için savaşın, ekmeğe koşun. Ey devlete, ikbale erişen ümmet, siz de cana
yürüyün, can elde etmeye bakın.
Hayvan ot çeker, ot yer,
ottan başka bir şey bilmez; akıyk, mercan arayansa insandır.
O bahçeler uyumuş,
hiçbir şeyler yok oralarda; bu bahçeler açılmış, çiçekler vermiş, bu devşirilip
padişahın sarayına giden paydır.
Canlar var, erişmemiş,
tuzaklarda sürünüp durmada; canlar var, uçup gitmiş, ta sevgiliye kadar varmış,
ona ulaşmış.
Bir can da var,
anlatılmasına imkân yok, gökyüzünün de üstünde, çevik, lâtif, her yanı uygun,
sanki Mîzân burcundaki ay.
Bir başka can da ateş
gibi sert, başı dik, hiç de güzel değil, ömrü de kısa, şeytan hayali gibi
âdeta.
Hocam, sen hangi
bölüktensin; pişkin misin, ham mı? Şarapla, mezeyle sarhoş musun, yoksa
meydanın tek binicisi misin?
Bir gün ovaya doğru
giderken bir yüce er gördüm, havada yücelere doğru oynayıp geziyordu.
Her taraf, onun yüzünden
coşmuş, köpürmüştü de o sakindi, susuyordu, yeşermişti, yeşiller giyinmişti,
canım hayran oldu da
Dedim ki: Bu ne
coşkunluk, halkın vehminden de uzaksın; nurun nuruna nur musun sen, yoksa parıl
parıl parlayan güneş mi?
*
Gönlüm sıkıldı dedi, bedenim de hafifleşti,
sonucu, dört temelin çarmıhından ayağım kurtuldu.
Beyim dedim, ne mutlu
bana, bir kucaklarsam; çok yalvardım, yakardım, imkân yok dedi.
Dedim ki: Gel, vefa
göster, bırak şu nazı; bir tanecik şekerkamışı ver, cömertlikte bulun, o madenden
ne eksilir ki?
Ben dedi, yokum, kıyıda
bir kamışım ben, dert için, derman için bir şekle bürünmüşüm de öyle
görünüyorum.
Dedim ki: Böyle bir söz
söylemek sana gerekmez, zaten beni savmak da her zaman mümkün, bakalım, ey söz
bilir, güzel söz söyler
er,
bakalım gönlünden ne doğacak şimdi?^Xl
*
Bir taraflı, tek taraftan söylenen sırra
nasıl inanırsın? Çocuksun, dersin henüz ebced, taş tahtayı al da dersini oku,
ezberle dedi.
Dedim ki: Hemencecik
cezamı çektir, helâl olsun sana; yüz çeşit bahanelerle sav beni başından, öldür
beni ayrılığınla.
Derhal bir başka dille
şeker gibi yüzlerce öğütler verdi, ezbere yüzlerce öğütler okudu bana, harap
oldum, sarhoş bir hale geldim.
Çok gözyaşı döktüm, geç
vakte dek sarhoş bir halde kalakaldım; bir de baktım ki o padişah ansızın can
gibi insan şeklinden çıktı.
*
O konuşmadan şu gönülde bir dağdır kaldı;
fakat öylesine bir dağ bu ki lezzetinden binlerce ihsana değer.
Öylesine
çözülmez şeyler buyurdu, o sözlerde de öylesine şaşılacak öğütler var ki; sus,
onları dile getirmek hiç de kolay değil.
O güzeli ara, işte
güzeller arasında; biri, uyuyan fitneyi uyandırma derse dinleme sözünü.
Hayali, gönülde yer etti
mi can neşeyle gülmeye başlar; sabırlı kişilerin çektikleri acılardan yüz çeşit
tatlılık coşar zaten.
Ay’ın on dördü gibi
parıl parıl parlayan yüzünden gözlere ne ışıklar vurur, ne ışıklar; fakat
körlerin gözlerine ne vurabilir ki?
Ey gönül, hurilerin
padişahından, sabredenlerin kıblesinden kaçma, ondan uzak kalmışlar gibi, sen
ayaklandırma, sen uyandırma fitneyi.
Ben zaten fitne arayan
biriyim, onu terk edemem, vazgeçemem, el yuyamam ondan, sen
ayaklandırma,
sen uyandırma fitneyi. Aşıkların başıyım, işten güçten kalanların ustasıyım,
filâna âşıkım ben, asıl sen ayaklandırma, uyandırma fitneyi.
Nasılım,
sorma bana, bak da gör, işte kanlara gark olmuşum, hattâ bundan da daha fazla
bir şeyler olmuşum, asıl sen karıştırma, ayaklandırma, uyandırma fitneyi.
*
Rüstem’im, rûhum, Nuh kavminin tufanıyım, o
seher çağı içilen şarabın sarhoşuyum ben, asıl sen uyandırma fitneyi.
Sen bu
yazıyı okuyamazsın, çünkü bu dünyaya bağlısın, ancak şu kadarcık bilirsin; asıl
sen ayaklandırma, sen uyandırma fitneyi.
Ey taş
yürekli, canı incilerle dolu bir deniz haline getir; ey sevgilinin geceye
benzer saçları, gece yarısında bir seher yarat.
Gönlün, canın çaldığı
çengi aşkla nağmelendir, dilsiz neyleri o bal gibi güzelin aşkıyla şekerlerle
doldur.
Kulağında,
gözünde yüz binlerce incin var, o incilerden bir etekcik de körlere, sağırlara
ihsan et.
Buram buram
tüten, burcu burcu aşk kokan o ciğer kanlarından lütfet de gönül ehline bir
kalye ihsan et, gıdalandır onları.
Pek çok
yollara düştü canlar, fakat yol alamadılar bir türlü; ey canların derdine çare
bulan, onlara bir başka yol yordam öğret.
* Su
kuşlarının da kanatları balçığa saplandı, kara kuşlarının da; ey devlet kuşu,
kanat çırp, uç.
Şeytan gibi
yol al, koş, dolan dünyayı da o periyi gör; onun gümüşe benzer göğsüne karşı
gönlünü altına döndür, ona ulaşmak için sol, sarar.
Nasılı,
niçini bırak diye her şeyden bir buyruk, bir işaret geliyor sana, o ay yüzlünün
sert huyuyla at başı beraber yürü, fakat o sertleştikçe sen yalvar.
*
Karınca ayağı mesâbesindeki canı, onun
tapısına armağan götür, o Süleyman’ın geçeceği her yol uğrağında derlen,
toplan, bekle onu.
Deniz acı bir sudur amma
altında inci madeni var, sen acı suyundan geç de dal dibine.
*
Bir çeşit yılan vardır ki başında panzehir
vardır, panzehiri elde etmek istiyorsan zehrinden vazgeç.
Tûbâ ağacını istiyorsan
işte Tanrı güneşi Tebrizli Şems; ebedî bir zevk, safâ, ebedî bir ömür mü istiyorsun?
O ağacın gölgesinde otur.
Ey yola düşen, yolda,
yolculukta yok olan, yokluktan da yola düş, onu da terk et; gönülden bir göz at
da gönlün ta kendisine, özüne bak.
Gönül, Çin aynasıdır,
gönülle oturursan karşında yüz tane kılıç bile görsen korkma, gözünü kalkan et,
tut o kılıçlara karşı.
Biliyorum,
her şeyden vazgeçtin, gönülde yok oldun, yokluğun ta içindesin, fakat bir
saldırış daha lâzım.
Bir kere
daha saldır da şu kaynağın yanında avını yakalayıp parala; ey gönül ormanının
arslanı, pençele ciğerini.
Eşi bulunmaz
bir inci için kilimi mademki rehin verdin; pek büyük bir sınamayla davran,
elini kemerine at.
Güneşin
ışığındaki zerreleriz biz, zerreden birazcık toprak al da sürme gibi çek ayın
gözüne.
Delilikten,
sevdadan can kalmadı bizde; ey gören, bilen padişah, sen kendinden haber ver
bize.
Şu
şekillerle, resimlerle dolu âlemdeki bütün şekilleri, bütün nakışları sil süpür
de kendinde bir canlı şekil yarat ey ateşe benzeyen aşk.
Padişahım,
öldüler, kendilerinden geçtiler, sarhoş oldular, şarap içtiler amma gene de
rintlerin selâmı var sana, bir yol uğrat, o yana uğra.
*
Kafdağı’ndaki Zümrüdüanka bile Tebrizli
Şems’in aşkıyla kalkıp uçar; sen de o varlık kanadını kökünden kopar, yol, at
da aşktan kol kanat edin.
Pervane ateşe atıldı da
sen de böyle hareket et, atıl ateşe dedi. Yanıp yakılıyor, ateşler içinde kanat
çırpıyor, sen de böyle yap diyordu.
Kandil, yağı konmuş,
fitili örülmüş, kırık boynuyla hem yanıyordu, hem de yumuşacık yumuşacık, sen
de böyle ol diyordu.
Mum, hem yanıyordu, hem
eriyordu, kendisini hararete, ıztıraba vermişti; bana da, benim gibi ol, sen de
böyle yan, böyle eri demedeydi.
Bu dünyanın kârını elde
etmek için altın, gümüş saçsan sana hiçbir faydası yok, ancak böyle yanmaya,
erimeye bak diyordu.
Deniz
eteğini incilerle doldurmuş, başköşeye geçmiş kurulmuş, belli etmemek için de
kendisini acı göstermeye kalkışmış, yâni sen de böyle ol demeden gelmişti.
Zümrüdüanka,
iyiden de kesilmiş, kötüden de; bütün tuzaklardan uçup kurtulmuş, Kafdağı’na
gitmişti, yâni benim gibi ol, benim gibi yap diyordu.
Yüzünü
arıtmıştı gül, kaftanını yırtmıştı, dikenlere sabrediyor, âdeta, sen de benim
gibi hareket et diyordu.
Şarap,
yüzlerce adı sanı bırakmış, ârdan, hayâdan geçmiş, akılla düşman olmuş, adamın
beyninde koşmaya girişmişti, sen de benim gibi yap diyordu âdeta.
*
Zurna, bomboş bir hale gelmişti, gözünü
bile açmamıştı, yalnız, dudağını kendisini üfleyenin dudağına koymuştu; diyordu
ki: Sen de böyle yap. Adem, kırk yıl özürler getirdi, yas tutup ağladı;
çocuklarına, siz de böyle hareket edin diyordu.
Sus, sabret, sonucu katı
kayadan ibret al, o bile susmada, fakat ağlamada, benim gibi hareket et demede
âdeta.
Tebrizli Şemseddin’i
gör, can ışığıyla ovayı kaplamış, ululukla yazıyı doldurmuş; benim gibi yap
diyor sanki.
Cam sen aldıktan sonra
ölüm şeker gibidir; seninle olduktan sonra ölmek tatlı candan da tatlıdır bize.
*
Kaldır şu örtüyü, gizleme gerçeği; ölüm
ateş gibidir amma Tanrı Halil’ine bahçedir, abıhayattır.
Ölüm bu yandadır,
halbuki o yanda doğmaktır ölüm; orda, hayır, hiç kimse ölmez, ölüm burdadır
ancak.
Bırak bedeni de can ol,
oynaya oynaya o dünyaya git; ölüm acıdır, kötüdür şimdi, fakat korkma ölümden.
* Dokuz
göğün de kendisine toprak kesildiği Tanrı’nm tertemiz zatına and olsun ki ölüm
vuslat şekeriyle helva pişiren helvacıya benzer.
Ne diye
candan kaçayım? Can vermek, candır, cana ulaşmaktır; madenden niçin kaçayım?
Altın madenidir ölüm.
Bu kafesten
kurtuldun mu yurdun gül bahçesidir; bu sedefi kırdın mı incidir sanki ölüm.
Tanrı seni
çağırdı mı, kendi yanma çekti mi gitmek, cennet gibidir, ölmekse Kevser’e
benzer.
Ölüm bir
aynadır, güzelliğin oraya vurur, orda görünür, ayna seni sana gösteren bir şey
olduğunu sana söyler durur.
İnanç
sahibiysen, tatlıysan ölümün de eminliktir, hoşluktur; kâfirsen, acıysan ölüm
de acıdır, kötüdür sana.
Yusuf’san,
güzelsen aynan da güzeldir; çirkinsen ölüm de çaresiz çirkinliğini gösterir
sana.
Sus ki tatlı dillisin,
Hızır gibi ebedîsin; ölümse abıhayata karşı kördür, sağırdır.
Sevgili, önce bizi adam
et, daima er olmamızı sağla; sonra şarap sun bize, şarap kadehini durmadan
döndür.
Ey can, bizden de bir
şey gelmez, tapımızdan da; yapıyı sen kurmaya başladın, gene sen tamamla.
Esenlik yurdumuzu
kınanma yurdu haline getirdin; kınanma yurdumuzu da esenlik yurdu haline getir.
Bu sonsuz yol uzaktır,
uzundur; fakat sonsuz lûtfunla iki adımlık bir yol haline getir.
*
Bizi tutsak ettin şu nefse, fakat kötülüğü
emreden nefsin de beyi sensin, bizi bey yap da onu kul et bize.
Umumî lûtuflarmı haslara
nasip ettin, bugün de yakınlarına ihsan ettiğin hususî lûtuflarmı umumileştir.
Her zerreye lûtfunla bir
başka güneş ver; lütuf ve ihsan güneşini herkese tam olarak doğdur.
Duayı tatlılaştır bize,
dua ağzımıza süt gibi, bal gibi tatlı gelsin, âmin diyene de lûtfet, onu
herkesin iyiliğini ister bir hale getir.
Gördün mü karakış ne
dedi? Harman gibi odun yığ, kış soğuk yapmazsa ikisinin de, kışın da, odunun da
soğukluğu bana, vebali boynuma
dedi. i
Soğuk baş çekti,
şiddetlendi mi ateşe odun at; odunu sakınıyor musun, odun mu daha iyi, beden
mi, sağlık mı?
Odun yokluk sûretidir,
ateşse Tanrı aşkıdır; ey eteği temiz can, sûretleri, şeklileri yak, yandır.
Sûretleri, nakışları
yakmadıkça canın üşür, donar, buz kesilir; puta tapanlar gibi bahardan, eminlik
yurdundan uzak kalır.
Ateş, Tanrı emriyle
erlere lâle olur, gül olur, çiçek olur, reyhan, söğüt, süsen kesilir.
Ateşe benzeyen aşka
atıl, o ateş içinde, gümüş gibi gönlünü hoş tut, güzelleş; mademki Halil’in
oğlusun, ateş yurdundur senin.
İnanç sahibi, afsun
bilir, okur o ateşe; yakıcılığı kalmaz ateşin, aydın Ay kesilir ateş.
Demiri bile eritip iğne
gibi incelten ateşi yatıştıran afsuna aferin.
Ateş, pervaneye pencere
gibi görünür de o hayvancağız yalımlı ateşe o yüzden atılır.
*
Hamza’ya da ok, mızrak, güller saçan bir
gül dalı gibi görünür; güller saçılırken de hiç kimse, tutup da zırh giyinmez.
*
Firavun, yoğurt gibi suya gark oldu gitti,
halbuki Mûsa, yağ gibi suyun üstünde kaldı.
Cins atlar padişahı
taşırlar; işe yaramaz, ahmak atlarsa palan yüklenirler, tezek taşırlar.
Söz, mâna değirmenine
bir laklaka, bir beyhude dırıltıdır ancak; değirmen suyla döner, dırıltıyla
değil.
O aslı olmayan lâflar
yüzünden buğday, kabından fırlar da değirmen taşının altına düşer, yâni
anlayacağın, övünmek için yol budur ancak.
Canım efendim,
kızışıyorum amma dedikodudan, lâftan dolayı değil, altın madeni gibi ayarı
hâlis Şemseddin’in yüzünden
hararetleniyorum
ben. J-
Yürü, başını yastığa
koy, yat; bırak beni, vazgeç geceleri dönüp dolaşan, yanmış, yakılmış şu
dertliden.
Biz geceleri, ta
sabahlara dek yapayalnız sevda dalgaları arasında bocalar dururuz; istersen
gel, bağışla bizi, istersen git, cefa et bize.
Benden kaç da sen belâya
uğrama; selâmet yoluna; düş, bırak belâ yolunu.
Gözyaşları
dökerek gam bucağında sürünüyoruz; akan gözyaşlarımızm yolunda, yüz yerde yüz tane
değirmen kur.
Zalim, gaddar biri var,
mermerden, granitten bir gönlü var onun, bizi tutup çeken o gaddar, adamı
öldürür de kimsecikler, bâri kanının pahasını ver diyemez ona.
Güzeller padişahına
âşıklara vefa etmek vacip değil; ey yüzü sapsarı kesilmiş âşık, sen sabredegör,
sen vefakâr ol.
Bir dert var ki ölümden
başka devası yok; artık ben nasıl olur da bu derde çare bul diyebilirim?
Dün gece rüyada bir pîr
gördüm, aşk köyündeydi, eliyle bana, yanımıza gel diye işaret etti.
*
Dedi ki: Yolda ejderhâ varsa sende de
zümrüt gibi bir aşk var; yürü, bu zümrütün şimşek gibi parıltısıyla ejderhâyı
kov.
*
Yeter artık kendimde değilim ben, hünerini
arttırmak istiyorsan var, Ebû Ali’nin tarihinden bahset, Ebû’l Alâ’nm
öğütlerini söyle.
A iki gözüm, gündüzdür,
penceremden bir bak; güneşin aslı, özü sensin, mademki geldin, seher çağını
belirt.
*
İsteklileri al, yedi denizden de geçir,
öküze, balığa bakma, onlar gibi yüzlercesinden geç git.
Aradıklarını bul,
istediklerini meydana çıkar; sen, yukarı, aşağı, bütün varlıktan münezzehsin,
şu eskimiş, harap olmuş evin altını üstüne getir. Alem tamamıyla yoktur,
yokluktur, bir an içinde onu var et; zehirli bir yılandır dünya, sen onun
zehrini şeker haline sok.
Nerde bir kuru, bir
kuruluk görürsen akar kaynak yap onu; nerde bir taş görürsen, vur ışığını ona,
mücevher yap onu. Aşıkm önünde, ardında bir düşman gördün mü vur bir sille ona,
yok et onu, gitsin.
Niceye dek, kördür
onlar, görmezler diye özür getireceksin? Kör olmamalarını istiyorsan gözlerine
bir görüş kabiliyeti ver.
Gözlerinde perde
olmamasını istiyorsan emret, perdeler kaldırılsın, geçsinler o görmezlikten.
Bütün bu topluluğun
arasında buyruk mutlak olarak şenindir, işe güce koyulmamak kaftanını dürdüm,
kalk, emret, gayret kemerini kuşanmaya bak.
Ey Arş güneşi, ey Tebrizli
Tanrı Şems’i, yeniay gibi zayıfım, solgunum, yüzümü dolunaya çevir.
Nasılsın dedin bize;
yüzümüze bak da ne halde olduğumuzu anla. Biz yokken iyi misin dedin, bırak şu
kınamaları.
Gülerek, günlerin hoş
geçsin dedin; sen olmadıkça hiç kimsenin günü hoş geçmez, başka bir hikâyeye
başla.
Usandım artık, ne vakte
dek boyuna aşktan bahsedeceksin dedin; sen git de âşık olmayana hikâyeyi kısa
kes de.
Bir mahrem bulamıyorum
da ateşler içindeyim, sular içindeyim âdeta, bir bucağa gideyim de şu kılıcı kalkan
et yarabbi, ben susayım, bir dost, bir mahrem söylesin halimi.
Bizi sen küstah ettin,
daha ilk gün, dileğin neyse iste bizden dedin, öyleyse derdimizden haber al.
Dostların müflisliğinden
perişan oldum dedin, iki dudağını aç da dünyayı incilerle, mücevherlerle
doldur.
Hürmetle hizmet kemerini
kuşan dedin, iki rahmet elini aç da kucakla beni öyleyse.
Boğazıma dek ateşler
içinde pek çok oturdum amma bugün sevgiliyle ta boğazıma dek vuslat suyu
içindeyim.
Boğazıma dek lûtuflarma
gark olmuşum dedim; sevgili beni boğazıma dek lûtuflara gark etmeye de kani
olmadı da
Dikenden de
aşağı mısın ki dedi; o da gülleri beklerken tam dokuz ay, boğazına dek toprak
içindeydi.
Diken de
nedir ki dedim; senin gül bahçen için gül gibi çok zaman ta boğazıma dek kanlara
battım, kanlar içinde kaldım.
Dedi ki:
Çekişme âleminden kurtuldun, aşk âlemine ulaştın; o âlemde ta boğazına dek
savaşlara, kavgalara dalmıştın.
O âlemden
kurtuldun amma kendinden kurtulamadm, varlığın bir ayıptır, bir ârdır, bu
ayıbın, bu ârm içindesin, hem de boğazına dek dalmışsın.
Yankesici
gibi çok tuzak kurma, düzene az başvur; yankesici boğazına dek kendi tuzağının
içinde kalır.
Dünya tuzağı
öylesine bir tuzaktır ki padişahlar, arslanlar, köpek gibi o pisliğin içine
düşmüşler, ta boğazlarına dek dalmışlardır.
Bundan daha
da şaşılacak bir tuzak vardır ki baksan görürsün, kendini bilmeyen, o tuzağa
topuğuna dek dalmıştır da aklı başında olan boğazına dek o tuzağın içindedir.
Söylemeyi bırak artık,
soluğun kesiliyor; yorulmasaydım, nefes nefese gelmeseydim boğazına dek söze
gark ederdim seni.
*
Kimden korkum var, hele sevgili de benimle
şimdi; bir iğneden ne diye korkayım, o Zül- fekaar yanımda benim.
Nasıl olur da susuz
kalırım, o ırmak beni arıyor; gönlüm nasıl olur da gam yer, o derdime kalkanım,
o gamımı dağıtan dert ortağım benimle beraber.
Nasıl olur da acılık
çekerim, şekere, helvaya gark olmuşum; kış nasıl eser edebilir bana; ilkbaharım
yanımda.
Sıtmadan, hararetten ne
diye muztarib olayım? Aklımın doktoru İsa; köpekten ne diye ürkeyim, çekineyim?
Av beyi benimle.
Meclise nasıl gelmem,
sâkî çekiyor beni; şehirleri nasıl zapt etmem, o padişah benimle beraber.
O koskoca küpteki şarap,
bizim için köpürüp coşuyor, artık burda zahmetin, mahmurluğun ne işi var
benimle?
Felekle savaşa girişir,
kırar dökersem onu, özür getirmeme ne hacet? O güzel yüzlü benimle beraber,
yanımda benim.
Ben mülke, nimete gark
olmuşum; lûtufla, merhametle sarhoşum; bahtın, devletin kucağındayım, o
kucaklayışı güzel dost benimle.
Ey söz söyleme
kabiliyeti, ey savaşkan kabiliyet, söze doydum artık; sus, yoksa sohbetin
dayancı da benim yanımda şimdi.
Nice demdir gönül
hânendesi aşkla çalıp çağırdı da nihayet o sevgilim, elinde kadeh, kapıdan
içeriye girdi.
Başımdan buram buram
tüten sevdayı tuttu, gene başımdan aşağı döktü; bin yıllık şarap, aşkımızı
yeniledi.
Din, mezhep kaydı
öldürmüştü beni, halbuki şimdi, içinde bulunduğum ânın sarhoşuyum; ne veresiye
tanıyorum, ne de alacağım birisine havale edilmiş.
Can bağını verdim de
üzüm sıkılan tekneyi satın aldım, bu alışverişin senedini de şarap kadehine
yazdım.
Ey zamane maskarası, evi
barkı yık, dağıt; çünkü bu şarap susağının değeri daha da fazladır, daha da
üstün; varından yoğundan geçersen o zaman anlarsın değerini.
Kapa şu ağzı da aç can
ağzını, o zaman
görürsün,
iki dünya da bir lokmadan ibaret.
Fakat canın sarhoş oldu
mu o lokmayı bile istemez; yüzüne, benine dalıp da sarhoş olan, bulamaç aşma mı
bakar?
Göğe mensup canlar, yüce
canlar; hepsi de Tebrizli Şems’in sarhoşu; gözünü aç da gör, hepsi de çiy
taneleri gibi uçup ağmışlar, yücelere varmışlar.
A güzelim, hem senden
kurtulmuşum, vazgeçmişim ben, hem sana doymamışım; hem senin için yanıp
erimedeyim ben, hem senin yüzünden donmuşum, buz kesilmişim.
Gâh avcunda sıkarsın
beni, gâh ayağının altında ezersin; evet, hakkın var, sıkılmamış, ezilmemiş
üzüm şarap olmaz ki.
Güneşin ışığı gibi
toprağımıza vurdun, sonra da yavaş yavaş gene o yana götürdün bizi, o yana
gittin.
Işık gibi, bedenimizden,
bedenimizin penceresinden tekrar o yana, suçtan, ayıptan arı güneş değirmisine
dönüp gittin.
Güneş değirmisini gören,
dirildi der; fakat pencereye gelip pencereyi gören, filân ölmüş der.
Aslımızı, mayamızı, elem
ve neşe kadehinde gizlemiş, örtmüş; özden sâfız, artakalandır tortu.
Ey gönüllerin aslının
aslı, ey Tebrizli Tanrı Şems’i, yüzlerce ciğer kebap olmuş sana, artık yufka
ekmeğinin kadri de nedir ki?
Ey sudan da arınmış,
topraktan da arınmış güzel, şu toprağıma bir kerecik olsun, ayağını bas. Ne
elim kaldı benim, ne gönlüm; elini gönlüme koy.
Bulanık bir su oldum,
yolda kalakaldım; yoldan al beni, göğsüne dök, konağım göğsün olsun.
Saçlarının
büklümlerinden işim sarpa sardı, karmakarışık oldu. Darmadağın saçlarını müşkül
işime dök.
Ne elde
edersem edeyim, sensiz hiçbir faydası yok. Aşk selini sal elde ettiğim kâra.
Işığımın
çevresinde canın bile pervane kesilmesini istersen sendeki ateşi, istidatlı
ışığıma ver.
Saçlarının
yüzünden tiftik kumaş gibi yüzlerce düğümlerle düğümlenmiş bir haldeyim; fakat
gene de lûtfet, bir zamancağız olsun, beni o dalga dalga, kıvrım kıvrım
saçlarına düğümle.
*
Sevgili, Babil kuyusu, gözlerinin yüzünden
büyülerle dopdolu. Bir helâl sihir yap da beni Babil kuyusuna sal.
* Elest
dedin ya, o zamandan beri canım gebe kaldı; “belâ” sözünden bir muska yaz da
gebe olan canıma ver.
Ne zaman
yüzündeki bulutu dağıtacaksın da gel diyeceksin, yükünü Ay’ın on dördüne
benzeyen yüzüme koy.
Ey Tebrizli Tanrı
Şems’i, canım bahtiyarsa vuslat devletini bu bahtiyar canıma lütfet.
Yel, yüzündeki örtüyü
kapıp açtı mı nerde bir ölü varsa canlanır, harekete gelir.
Ey pilisini, pırtısını,
pılımızdan, pırtımızdan ayıran, savaşı bırak da uzlaşma yoluna gel, nazdan,
öfkeden vazgeç artık.
*
Ey bize kutlu talih gibi doğan, muradımızı
veren; bir neşe sabahı o Keykubad kadehini, o koca sağrağı bize sundun da
içtik;
Derken düşünce, ayrılık
vadilerine düştü, sarhoş oldu, kendinden geçti, tortulu şarabın bile böylesine
olur, cana canlar katarsa arı duru şarabın nasıldır acaba?
Sen bizim güneşimizsin,
doğup da dağ ardından çıktın mı şu donmuş, buz kesmiş dünya nasıl da coşar, nasıl
da köpürür.
Dün gece dudaklarını
açtın da ballar, şekerler
saçtın, bir güzel vaadde
bulundun, biz de günleri saymaya koyulduk.
Aşkının
verdiği sarhoşluk şaraptan da üstün, afyondan da; yüzün güneşten de parlak,
aydan da.
Ey her avı
avlayan arslan, ayıplarını arayıp da gönlü çerçöp gibi ateşlere yakmayı revâ
görmezsin elbette.
Şu
dünyadayım amma tamaha düşüp de yarım yufka ekmeğini yassıltıp yuvarlak hale
getirmeye, çekip uzatarak büyütmeye fetva vermedi gönlüm.
Ey dost, ne
vakte dek neden yüzün sarı deyip duracaksın? Mizacım safrâvî, coşup kaynıyorum
da kendi coşkunluğumdan zerde gibi sararıyorum.
Ne vakit o
zaman gelecek ki kötü gözlülerin inadına o simsiyah, kıvırcık saçlarını, ey
gönlünü bize veren, sana bağışlıyorum bunları diye yüzüme, gözüme dökeceksin?
Ne seninleyim, ne de ayrılığa tahammülüm
var; bu iki hal, canı harap ediyor, perişan ediyor.
Gene de sen söyle, sen
söyle ki sözlerin taşa kazılmış yazılar gibi durdukça durur, unutulmasına imkân
yoktur, bizim sözlerimizse çabucak gönüllerden silinir gider.
Ey âşıklarını
kıskançlıkla tutsak eden, kıvrandırıp duran güzel; bütün âşıkların aşkınla
tahttan da vazgeçmişler, kazançtan da.
Yüzlerce yağmuru süzüp
şarap ettin de bir kadehe koydun, bu şaraptan yüzlerce kadeh içtin de gene
akıllılar gibi temkinlice oturdun.
Bir iptir attın da bizi
yücelere çıkardın; fakat ben havada öylece kalakaldım, ipse koptu gitti.
Aşkına düşen nice
arslanlarm, o ceylan gözlerin yüzünden derileri de yüzüldü, kemikleri de
kırıldı.
Geceleyin rüyada ay
yüzünü görmek, ne de kutludur, sabahleyin cemalini görmek, ne de mutludur.
A güzel, en aşağılık
kulun bile aynaya dönmüş; ayna da kırılmış da yüzlerce el, yüzlerce ayak mecruh
olmuş.
Tebrizli Şems’in
güzelliğine hırsızlamaca bir baktım da ne güzel, maşallah dedim, fakat kıskançlıktan
da ok yaydan fırladı gitti.
O sâf, o tertemiz aşkla
yanıyorsun ya, yarın o ateş yüzünden yüzlerce hurinin yüzünü görürsün.
Meyline, isteğine bak;
nasıl da temiz, sâf, renksiz; bak da bir tertemiz aşktan doğmuş dünya dolusu
güzelleri gör.
Bir arıya benzeyen canın
görünmüyor amma yaptığı peteklere bak, hepsi de balla dopdolu.
Bedeninin boyu üç arşın,
belki de daha az; fakat canına bak, dokuz gökten de yüksek, dokuz gökten de
geniş.
Niceye bir kâse
yalayıcılık? Vur şu testiyi yere; şarap küpünün ağzındaki samanlı balçığı çek,
çıkar.
Seccadeni ateş haline
getir de secde temiz olsun, seccadenin altından da bir ateş yüzlü doğsun, yüz
göstersin;
Tebrizli Şems’in aşkına
binerek gelsin, o padişahın ardında da güneşle ay, yaya olarak yürüsün.
Burda gizli birisi var,
eteğimi tutmuş benim; kendisini geriye çekmiş, perçemimi tutmuş, beni çekip
duruyor.
Burda biri gizli, can
gibi, candan da güzel; bana bir bağ göstermiş, evimi barkımı zapt etmiş.
Biri gizli burda,
gönüldeki hayal gibi; fakat yüzünün nuru, bütün varlığımı kaplamış.
Biri
gizli burda, şekerkamışmdaki şeker sanki;
tatlı mı tatlı bir
şekerci, dükkânımı elimden almış.
Büyücü, gözbağcı,
kimseciklerin gözleri görmüyor onu; usûl boylu, yol yordam bilir bir tacir,
terazimi elimden kapmış.
Onunla gülbeşeker gibi
kaynaşmışım; ben onun huyunu almışım, o benim alimimi elde etmiş.
Dünya güzelleri gözüme
girmiyor; dikkat et de bak, güzelim hayali, kirpiklerime bile sinmiş.
Hastayım, âlemin
çevresinde dönüp dolaştım, kimseden bir derman görmedim, sonucu onun derdini
gördüm ki dermanımı da elden almış.
Senin de gönlün yanmış,
kebap olmuşsa buyruğunu tutar da derdin çevresinde döner dolaşırsan dermanını
bulursun elbet.
Ümitsizlik denizine
dalar da kendinden ümidini kesersen bu denizden inci mi, mercan mı elde ederek
baş gösterirsin.
*
Sûret tılsımını kır da can gözünü aç, aç da
gör; kudretim, saltanatım, doğuyu da tutmuş, batıyı da.
Can gözünü açtın mı
görürsün ki gayb sâkîsi gelmiş, sana selâm vermede; ahdimi tutmuş, şarap
kadehini sunuyor.
*
Ben, ey rûhu bile gören Nuh, bak da gör,
bütün dünyayı tufanım kaplamış diye eteğine yapışmışım, çekiyorum.
*
Diyorum ki: Tacımız sen olasın da sonra
başımız yarılsın; mağarada dostumuz sen olasın da dostlarımız tutsak olsunlar,
revâ mı bu?
O diyor ki: Ağlamayı
bırak, ağlamanın geldiği yana bak; âşıklar rûh kesilmişler, reyhanımı elde
etmişler.
Gönülleri kırık dostlar,
gönül evinin başköşesine geçmişler, kurulmuşlar; sarhoşlar, şaraba tapanlar
meydanımı doldurmuşlar.
Av köpeği gibi avını
avla, şarabını elde et; samanlığıma dalan havlayan köpekler gibi olma.
Tebrizli
Şemseddin’i görürsün ki can göğünde doğmuş; yüzünün nuru da bütün dünyamı
kaplamış, parlatmış.
A güzelim, kehribara
benzeyen aşkın, gönlü kendisine çekmiş; gönül sana gitmiş, âşıklar gibi biz de
onun peşine düşmüşüz, koşup duruyoruz.
*
Gönül, güzelliğinden bir yük aşk elbisesi
çalmış; ayrılık şahnen de duymuş, gönlün ellerini kesmiş.
Canım, aşk Mısır’ında o
kadar çok şeker yemiş ki feryadımdan neyin özünde şekerler bitmiş.
Ey Arş’a konmuş güzelim
devlet kuşu, aşkının gölgeliklerinde her an can doğanları havalanıp ta Arş’a
kadar uçmuş.
Ne de kutlu bir
çayırlık, çimenlik ki orda güller var, nesrinler var; hepsi de aşk suyuyla
bitmiş, şu ceylanlar da orda yayılmış.
Göz kendisini görmemiş
amma şimdi her göz senin aynan sayesinde kendisini aynada görmüş.
Ey Tebrizli Tanrı
Şems’i, devlet zurnan, can rebâbmm kulağını burmuş da can rebâbı, onun sesini
duymuş, işitmiş.
Gene o hânende gelmiş de
çenge uyup şarkı söylemeye başlamış; çalgı, neşe kapısını aşka ardına kadar açmış.
*
Yusuf'ların pazarını hapisten kurtarmış,
şeker dükkânlarının her birini yüceltmiş, değerlendirmiş.
Uluların başlarını
kılıçla yerlere dökmüş, fakat mâna bakımından da onların başlarını yüceltmiş,
onlara gerçekten bir ululuk vermiş. Aşıkları kendisi kesmiş, öldürmüş, geçmiş,
kanlarının ortasına oturmuş, derken gene kalkmış da her birinin namazını
kendisi kılmış.
Saçlarının halkaları
kime nasip olacak, bilmem ki... O halkalara karşı biz de dışardan boynumuzu
uzatmışız güzelim.
Ebedî baht, ben senin en
aşağılık kulunum diye ayağına yüz sürmüş de sen ona bile naz etmişsin.
Senin nazma karşı Tanrı,
nazeninlerin başlarını nazlı ayaklarının bastığı toprağa niyaz ettirmiş.
Ey gerçekler kuyumcusu,
ey Tebrizli Tanrı Şems’i; sen beni gâh asma çotuğu gibi budamışsın, gâh da
budayacak bıçak haline getirmişsin.
Ham sofulara haber
olsun: Tövbe etme zamanı, geldi o belâlı devir; fakat onda bu güzellik, bu alım
varken yeri mi tövbenin, sırası mı tövbenin?
Sofuluk da bitti, tövbe
de tövbe etmeye tövbe etti; çünkü âşıkların tövbeden başka işleri var şimdi.
Hani dünyadan kaçtın,
kurtuldun, can ışığına ulaştın, mum gibi kendi başını kestin mi kır artık
ayağını tövbenin de.
*
Aşkın şartı, Tatar ülkesinin ceylanına
karşı kararsız bir hale gelmektir; Hıtay Türkü geldi mi tövbe etmek ne hatadır,
ne hata.
Bir
avlanmaya koyuldu mu nice canlar kapar o. Bir bakış oku, tövbenin yüzlerce kan
pahasına değer zaten.
Her seher
çağı hayali, âşıklara gelir çatar, çiğner geçer. Atının kopardığı toz, tövbenin
gözlerine yüzlerce şifalar veren bir tutyadır.
Tanrı güneşi
Tebrizli Şems yokken tövbe etmişsin amma o bir gün gelir de yüzünü gösterirse
vay tövbenin başına gelenlere, vay vay.
Uyan, sıçra,
uykudan kalk da bak, bir başka sabah ağarmada, dostları arayıp sorarak, ayak
vurup raks ederek bambaşka bir sabah geliyor gökyüzünden.
A canım, ne
diye oturdun, şarap içme, sarhoş olma çağı; şu çekişip savaşma, şu çekip sızma
âleminden
hiç kimsecik ayağını çekemez.
Sarhoşluğun,
bir sarhoşun hatırı için kalk, el çırp, kadehi al eline, bil ki seçilmiş, yüce
gök kubbenin sayvanını bile aştın.
Bizi şu
bildiğin sarhoşlar gibi görme, o gözle bakma bize; ben ne yersem şarap oluyor,
yediğim ekmek afyon haline geliyor da gözlerimi mahmurlaştırıyor.
*
O kıyamet alâmeti, o kıyametin ta kendisi
dilber, o gözlerin görmediği, kulakların duymadığı güzel, riyazat yapmaya
bırakmıyor beni.
O abıhayat,
bana bedavaca öylesine bir şarap sundu ki katresinden bir firdevs bağı bitti,
yeşerdi.
Sevgiliye
ait ne söylediysem hep dışa ait; öze ait sırlardan canın ne haberi var, kuyruğu
güdük söz, sırları nasıl anlatabilir?
Böyle
olmakla beraber eğer gayreti ağzımı tutmasaydı, bana söz söyletseydi görürdün
sen; yüzlerce göğün perdeleri yırtılır giderdi.
Donmuş, buz tutmuş yer,
güneşi ne bilir, ışığından ne haberi olur? Yaratılmış canın yaratıştan haberi
mi olur?
Bilmemekle beraber gene
de bir yudumcuk aldı mı sarhoşluk harap eder onu, kendisinden geçirir.
Ey Tebriz, sen
Şemseddin’in sırlarını nerden bileceksin? Şu iki büklüm olmuş feleğin çarkından
dışarıya sıçramamışsın ki.
A canım benim, kimdir o
gönül evinde duran? Padişahın tahtında padişahtan, şehzadeden başka kim
oturabilir ki?
Eliyle, benden ne
istiyorsun? Söyle diye işaret etti, şarapla mahmur olan, mezeden, şarap
kadehinden başka ne ister ki?
Gönlün bile güç
erişeceği bir meze, mutlak nurdan bir şarap kadehi; Hak odur ancak halvetinde
ebedî bir meclistir kurmuş.
Şarap içenlerin
meclisinde nice düzenbazlar, nice hile satanlar var; aklını başına devşir ey
sâf, yumuşak er, aklını başına devşir de hilelerine kapılma, tuzaklarına düşme.
Kayıtsızlık halkasına
girdin de kayıtsız erlerle oturdun mu sakın gonca gibi gözü yumulu, gül gibi
ağzı açık olma. Alem bir aynaya benzer, ona vuran, onda görünen olgunluk sûreti
aşktır; ey adamlar, tümden artık parçayı kim görmüştür?
Sen yeşillik gibi yaya
ol şu gül bahçesinde; çünkü burda yalnız sevgili gül gibi ata binmiştir, geri
kalanların hepsi de yayadır.
Hem kılıçtır o, hem
kılıcı çeken. Hem öldürülmüştür o, hem odur öldüren. Hem baştan başa akıl
kesilmiştir o, hem odur aklı yele veren.
O padişah,
Salâhaddin’dir; ebedî olsun, yaşadıkça yaşasın de; kerem ve ihsan eli daima
boynuma bir gerdanlıktır benim.
Sevgilimi gördüm, evin
çevresinde dolanıyordu; eline bir rebâb almıştı, bir teranedir tutturmuştu,
çalıp durmadaydı.
*
Ateş gibi vuruşlarla hoş bir teraneye
dalmıştı, muğlarm şarabıyla sarhoştu, haraptı, gönüller çekmedeydi o haliyle.
Irak perdesinden bir
ezgi tutturmuştu, sâkînin adına çalıp duruyordu, fakat maksadı şaraptı, sâkîyi
bahane ediyordu.
Ay yüzlü bir sâkî,
elinde de bir testi, bir bucaktan çıkageldi de testiyi ortaya koydu.
Önce alev alev yanan
şarapla kadehi doldurdu, hiç suyun yalım yalım yandığını gördün mü sen?
Gönüller alan dilbere
sunmak için o kadehi eline aldı, sonra secde etti, eşiği öptü.
Sevgili, sâkînin sunduğu
kadehi aldı, o şarabı içti, o şarabın yalımları yüzünü kapladı.
Güzelliğini görüyordu da
kötü gözlere diyordu ki: Şu dünyaya benim gibisi ne gelmiştir, ne de gelir.
Ey akıllı er, şarap
kabını aç, gönül aynasına dikkat et, paslanmasın, kırılmasın da araya kibir,
kin sevdası düşmesin.
Sırçayı kırdın mı, evet,
çok ayaklar yaralanır; zaten bu da aşağılık bir iştir.
Fakat melhem getirir,
özür bildirir, yaralının başını okşar, kaşırsan binlerce yaralı, bereli sevgi
ayakkabına kapanır, ayaklarını öper.
*
İçtikçe iç şarabı, güzelleş, iyi bir hale
gel, beşten de dışarı çık, altıdan da; gönül evinin çevresinde hiçbir kötülük
bırakma.
Fakat yerden biten
üzümden yapılan şarabı değil. Tanrı elinden, küpsüz, fıçısız, arılık âleminden
sunulan şarabı iç.
Bu şarabı içersen birlik
meclisinin kurulduğu yerde, ne dilersen bulursun, ne istersen elde edersin;
mihnetlerin savaş yurdundaysa gâh o bulunmaz, gâh şu.
Gamlara dalan, dert
üstüne derde düşen cana Tebrizli Tanrı Şems’inden, hem de eski, yıpranmış
değil, yeniden yeniye neşeler gelir, neşesine neşeler katılır.
Ey düzenleri tatlı,
hileleri hoş güzel, ne vakte dek beni kandırıp duracaksın; kendine mal ettiğin
kişiyi ne diye aldatırsın?
Bütün âlem zaten bir
uğurdan senin mülkün; mülkünden dışarı kim var ki kimi kandırıyorsun?
Davud’u mülk, devlet
tuzağıyla aldatırsın, Eyyub’u bir başka şekilde, belâlarla aldatırsın.
Onu yeme sürersin, bunu
tuzağa götürürsün, a güzel yüzlü, değil mi ki aldatan sensin, o tuzak yem
olmuştur âdeta.
Firavun bütün dünyayı
kandırır, fakat o hain alçak bilmez ki onu da alçaklıklarla kandıran sensin.
En aşağı aldatışın bile
onun gibi yüzlercesinin kan diyetine değer; ne değerlidir o kişi ki onu hiçbir
değerli şey göstermeden bizzat kandırır, kendine çekersin.
A gönül, Tanrı’nm
birisini nasıl kandırdığını nihayet bilir, anlarsın da o zaman sen her şeyi
kandırır, Tanrı’dan elde edersin.
Gözlere görünmeyen,
gizlenip duran o güzelden bir can kokusu alırsan, ondan bir iz, bir eser
bulursan yüzlerce dünyaya bile sığamaz olursun.
Can güneşini görürsen
ordusuz bir padişah kesilirsin, hem gayb mülkünü elde edersin, hem gizli
sırları bilene kavuşursun.
Duyup sevdasına
kapıldığın defineyi yeryüzünde görmediysen gökyüzünde bulursun.
Aşkta hıyanet etmezsen,
emin olursan, nice Çin güzellerini bedava görürsün, bedavaca elde edersin.
O kutlu gönül aynasında,
o şeksiz şüphesiz, tertemiz, arı duru aynada, bu dünyadayken cennetteki
güzelleri, güzellikleri bir bir bulursun, görürsün.
Aşk okuyla oklandm mı,
sevgili seni sarhoş etti mi can elinden giderse kaygulanma, onun gibi yüzlerce
can elde edersin.
*
Gönül vesveselerinden bir an aman bulursan
çözülmesi zor tılsımın anahtarını bulursun, o tılsımı bozarsın.
Can padişahının aşkına
putları kır, dök de onları yapan ressamı apaçık gör.
O Hak’la hak olmuş,
Tebrizli Tanrı ve şeriat Şems’inden kayıtsız, şartsız remizleri bilip anlamak
için yüzlerce tercüman elde edersin.
Ey aşk imamı, sarhoşsun
madem, tekbir getir, iki elini sal yanma; usan varlıktan, vazgeç şu benlikten.
Vakit bekliyordun, acele
ediyordun, ya; namaz vakti geldi işte, kalk, sıçra, neden oturuyorsun?
Gerçek kıbleyi bulurum
ümidiyle yüzlerce kıble düzüp koşmada, o güzelin aşkıyla yüzlerce puta
tapmadasın.
Ey can, birazcık yüksek
uç, yüksek uç ey buyruğuna canların kul olduğu sevgili. Çünkü ay yücelerdedir,
gölgeyse aşağılarda.
Her kapının yoksulu gibi
her kapıya boş vurma öyle. Elin üstün, kuvvetin çok, gök kubbenin kapısındaki
halkayı çal.
Gökyüzünün sağrağı seni
o hale getirdiyse, kendinden bile geçtiysen âleme de bigâne ol.
Sana nasılsın, nicesin
deyip duruyorum amma göze görünmeyen, söze gelmeyen cana nasılsın, ne âlemdesin
diye kim sorabilir?
Bu gece sarhoşsun,
yıkılmışsın; fakat sabah olsun da gör, bak, ne tulumlar deldin, ne şişeler
kırdın.
Fakat her kırdığın
şişeye karşılık gene de sana dayanırım ben. Çünkü yüz binlerce çeşit kırılmışı
onarıp düzen gene sensin.
Ey canımızın içinde
gizli şekiller yapan ressam, senin aydan, güneşten başka daha yüz binlerce
resimlerin var.
Bir kapıyı kaparsan
yüzlerce kapı açarsın. Bir gönlü çiğner geçersen yüzlerce can, yüzlerce gönül
bağışlarsın.
Deli oldum ben, ne
söylersem deliliğimden söylüyorum. Elest mahremiysen yürü, sen de delice
sözlerime karşı, evet, evet de.
A yüzünü sirke gibi
ekşiten, ne olur bir gülsen; and olsun Tanrı’ya, şu ekşi suratlılıktan hiç mi
hiç ayrılmadın gitti.
Acıyı al da şekeri ver,
silleyi, başını ver; aklın başında, yüce, fikir sahibi bir ersin ya, gül gibi
gülerek öl.
Ay, kıl gibi incelmiştir
de gülmededir, kahkahalar atmadadır; neyin eksilir yâni, bâzı bâzı ayın huyuyla
huylansan.
Sulak yerlerde çiçekler
bitmiş, açılmıştır, sense koruksun, koruk; canın yok mu senin, niceye bir
muhtaç olup duracaksın?
Derdin madenine dalmış,
oturmuşsun, neşeyi nasıl görürsün? Fareden, fare deliğinden kim görmüştür
yüceliği, kim ermiştir yüceliğe?
Cebrail’i gök kubbenin
üstünde bulurlar; zarara, ziyana ermezliği temiz kişilerin ayak bastıkları
topraktan elde ederler.
Hangi diyardasın, hangi
dostu beğendin; bütün bu sırların, yüzünden, yüzünün renginden bellidir.
Boş ümitle oyalanan biri
misin, yoksa akıllı, fikirli bir arslan mı, göz açıp yüzüne baktı mı, görünür
görene.
*
Karun, kova gibi kuyunun dibine gitti,
İsa’ya gelince: O, gök damına güzelim bir kement bulup attı da yücelere ağdı.
Kova çıksa bile içinde
ancak kuyu suyu bulunur; karanlıklarda, aşağılıklarda çürür, delinir,
parçalanır gider.
*
Ey nazeninler, yücelere uçun, yücelere; şu
heyûlâdan kurtularak, şu nasıl, nice kayıtlarından geçerek ağın yücelere.
Ey gülüp duran ilkbahar,
mekânsızlık âleminden gelip çattın. Bize bir şey getir, ne gördün
sevgilimizden? Haber ver.
Gülüyorsun, yüzün
terütaze, yemyeşilsin, miskler kokmadasın. Ya bizim sevgilimizle aynı
renktesin, yahut rengi ondan aldın.
Ey mevsim, can gibi
hoşsun, gözlerden gizlisin; eserlerinle meydandasın da kendin meydanda
değilsin.
Ey gül, ne diye gülmüyorsun,
ayrılıktan kurtuldun gene. Ey bulut, ne diye ağlamıyorsun, sevgilinden
ayrıldın.
Ey gül, beze yeşilliği,
gül apaçık; çünkü üç aydır gizlice dikenlerin içinde koşup durdun.
Ey bahçe, şu yeni
yetişenleri güzelce besle, yetiştir, çünkü nasıl geldiklerini gök gürültüsünden
duymadasın.
Ey yel, oynat dalları,
bir gün vuslat çağma esersin elbet, onu hatırla da oynat dalları.
Bir bak, ağaçlar talihli
kişiler gibi neşeli, a menekşe, senin neden gamlarla boynun bükülmüş?
Süsen goncaya, gözün
kapalı amma diyor, bahtın yaver, günden güne kutlu bir talihe ulaşmadasın,
gözün aydın olsun.
Ey canımızı gülbeşeker
haline koyan, canı da aldın, gönlü de, sonra da tuttun, kendini çektin bizden.
Bizi gördün ki gölge
gibi ayaktan düşmüşüz, yerlere serilmişiz, baş çekip yücelen selvi gibi
sevgili, sen de gölgeden baş çektin.
Ormanlıktaki, dağlar
başındaki seller gibi o yana bu yana koşup duruyoruz, senin peşindeyiz, halbuki
sen kaynak gibi bir başka tarafa gitmişsin.
Öylesine bir aysın ki
harmanına geleni tutuyor, güneş gibi altın madenine çekiyorsun.
Kıskançlıktan öldürdün
bizi, mademki göze aldın, bâri gözyaşı gibi gözünden düşürme, ayırma gözünden
bizi. Aşıkm yüz taraftan da yaralanmada, halk her yandan onu kınayıp durmada;
fakat sen lûtfunla, merhametinle onun önüne bir kalkan tutmadasın.
Bir bölük halkı düzenle
tuttun, altın bağlarla bağladın; bir bölük halkı da tuttun delille, hüccetle
cehennemlere attın.
Eyvahlar olsun, bir kötü
kişi, birkaç bön kişinin kanma girdi; fakat kötülüklere çektiğin, şer işlere
sevk ettiğin kişiye de sen acı. Aşıklarının gözlerine geceleri uyku girmiyor,
uykuları dağılmış gitmiş; çünkü âşıkları seher çağı, kendine çektin.
Ey
aşk, gönlün yok ki yansın, yakılsın, fakat gene de bütün gönüller sende, bütün
gönülleri çekip alan sensin.
Yeter, sus artık,
kendinde değilsin, sarhoşsun da tuttun, İsa’ya lâyık mezeyi hayvanların ahırına
götürdün, eşeğin önüne koydun.
Kuşlar için bir yer, bir
güvercinlik yaparsan ne kadar uzun, ne kadar büyük olursa olsun deve sığmaz
oraya.
O güvercinlik akıldır, o
yuva şu bedenindir, deveyse o usûl boyuyla, o serpilip boy atışıyla aşktır,
aşkın güzelliğidir.
Padişahın koca sağrağmı
o kuş içemez, yüzlerce öz yarsan, kapalı kutular açsan ondan bir koku alırım mı
sanıyorsun?
Sevgili, bu gerçeğin
sırlarını bizden arama; çünkü geçici nüktelere daldım, gark oldum gittim ben.
Ben bir kâğıda
uzunluğuna yazılmış bir yazı
gördüm, aşk sırları hep
ondaydı; tuttum, alay olsun diye muska gibi boynuma taktım onu.
Fakat o İlâhî muska
ağırlaştıkça ağırlaştı, bir dereceye vardı ki bin Arap atı bile çekemez,
taşıyamaz oldu.
Hicaz perdesinden çıkıp
yalımlanan ateşle perdeleri yakmam için perdelerim yırtıldı.
Tebrizli Tanrı Şems’iyle
sevişme vakti, onun aşkı bir coştu, kükredi mi bu perdeleri yırtar gider.
Mademki kumarhaneye
geldin, elbette oynarsın; mademki bu işe giriştin, işin geçici bile olsa sonucu
gerçek olur, gerçeğe ulaşırsın.
Canım efendim, iyi huylu
ol da herkesle hoş geçin; tam kâr edilecek yer burası, ne diye işe sarılmaz da
kâr etmezsin?
Ben dersin gece gündüz
namazla meşgulüm, namaz kılıp duran bir adamım ben, iyi amma a kardeş, sözlerin
namaza ait değil ki.
Adam olmayanlarla sakın
görüşme; yüce bir ersen, başın yücelerdeyse padişahlarla düş kalk.
İnsan elbisesine
bürünmüşsün, en güzel, en iyi bir şekle, bir mazhariyete sahipsin, iş böyleyken
ne diye tutar da kendini tava dibi gibi karartırsın?
Ey padişahlarla düşen
kalkan, oturup duran; emrine tâbi, buyruğunu bekler bunca Arap atları
yedeğindeyken ne diye tutar da eşeğe binersin?
Elindeki şu sırça gönlü
vur sevgilinin taşma, gel padişahın meclisine de gönül almayı gör, gönül
avutmayı seyret.
Padişah, gönlüne öyle
bir nefes üfürür ki gönlün neşeyle çalgıdan da bezer, vazgeçer, kurtulur, hicaz
perdesinden de.
Sarhoşçasına, ayağını
yerlere vurarak, ay yüzlülerin meclisinde oyuna girersin, o ay yüzlünün nuruna
dalar da padişahça salınmaya başlarsın.
Padişah, ey haslar hası,
ey yakınlara öncü, daima tapımızda ol der, çünkü sırlara mahrem, emin bir ersin
sen diye iltifat eder durur.
Gâh, onun güzelliğine
hayran olursun, gâh şarap içer sarhoş olursun; gâh kendini ona verirsin,
yaklaşırsın ona, gâh işvelenirsin, nazlar edersin ona.
*
Başlar tacından da maksat Şemseddin’dir,
sahibimizden de, efendimizden de; onun tapısında Mergazlı’yla Reyli gibiyim
ben, ben nerdeyim, o nerde?
*
Kimin gönlünde Tebriz’in havası varsa
Hintli bile olsa gül yüzlü bir Tarazlı’ya döner o.
O ay yüzlü, gönlüne
doğsa tanır mısın acaba? O, gönüle nasıl gelir? Umulmayan, gelinmesi âdet
olmayan yoldan gelir.
Tanırım dersen büyük bir
lâftır bu, büyük bir dâva; ben ne bileyim dersen bu söz de küfürdür, inkârdır
âdeta.
Zaten halk, bilirim,
bilmem dâvasıyla dönüp durmadadır; sesi soluğu çıkmayan deve gibi gözleri
bağlı, dönüp dolaşmadadır.
Sessiz soluksuz, ister
istemez dönedur; sakın boyun çekme, inada kalkma; çünkü zaten bağlısın, zaten
onun elindesin sen.
*
Satanın körlüğü, esircinin hasedi yüzünden
evet, Yusuf’u bir kör, on sekiz kalp akçeye satın aldı.
Sen de beden kuyusuna
düşmüş Yusuf'lardansın, işte ip şuracıkta, sarıl da çık dışarıya, çık da
yeryüzünde soluk soluğa, elemler içinde kalma.
*
Ey nefs-i mutmainne, Tanrı sıfatlarına
bürün, işte ağır elbiseler şuracıkta, ne vakte dek şu yırtık pırtık hırkayı
giyip duracaksın?
*
Tas çalınınca tutulmuş ay kurtulur, açılır;
şendeki ayı tutan benim, tassan ses ver de kurtulsun, aydınlansın. Adem, sonucu
dökülüp saçılan başaktan bir tanecik yedi, halbuki sen vuslat sünbülüsün,
orakla biçilmeyeceğinden eminsin sen.
Gazel söylemezsem ağzımı
yarar benim, çal çağır, fazlalaştır sözü, fazlalaştır neşeyi, nihayet sen bir
davulcusun der.
Savaşta yüzümüze kalkan
tutmayız biz. Semâ ederken ne neyden haberimiz vardır, ne teften.
Zaten aşkıyla yok
olmuşuz, aşkın ayakları altına serilmişiz. Kat kat aşkız biz, aşk. Kel değiliz,
sağır değiliz.
*
Kendimizle savaşmış, varlığımızı yok etmişiz
de tamamıyla âşık olmuşuz, bizde nazardan başka bir şey yok, sürmenin ne
faydası olabilir bize?
*
Araz olan her beden, garezlere can olur,
gönül kesilir. Hastalıkları erit, yan, yakıl da kurtul; çünkü hastalıkların
içinde donmadan, buz kesilmeden beteri yoktur.
O
yanıp eriyişin şiddetinden, o iltifatın sevdasından ciğerim kan kesildi, bende
ciğer yok artık.
Gönlüm yüz parça oldu,
gönlüm âvâreleşti. Bugün arayacak olsan bende gönülden de bir eser bulamazsın.
Ay değirmisine baksana,
her gün erimede. Ay sonunda bir de bakarsın ki gökte ay yok sanki.
O ayın fazla zayıf bir
hale gelişi güneş değirmisinin yüzündendir. Sonradan büyür amma o kadar değeri
yoktur onun.
Padişahım, gönüller
diyarında bize Zühre’yi yolla da çalıp çağırsın; çünkü canların semâ’
meclisinde şu tefle ney yaraşmıyor.
Hayır hayır, Güneş bile
âciz kaldıktan sonra Zühre kim oluyor ki? Bu hararete tahammül etmek, her
çalgının, her çalgıcının harcı değil.
*
Gene heyecandan perişan etmeye, yıkıp
dökmeye geldin bizi; Zebur nağmeleriyle
zamanenin
Davud’usun sen.
Ya
şekerkamışlarıyla dopdolu bir Mısır’sın, yahut da hayata bir Yusuf’sun; fakat
neden Yakub’a sormazsın; nasılsın bu sabırla, dayanabiliyor musun bu derde
diye?
O kıyamet,
gene geldi fitnelerle, kınayışlarla; ya güneşsin dedim, yahut da nurun nuruna
da nursun sen.
Ey gökyüzü,
şu an için dönüp durmadasın, kararın yok; ey yer, sen de bu gamla susuyorsun,
huzur içinde kalakalmışsın âdeta.
Ey
perilerden güzel dilber, ey fitnesi bile tatlı dilber; gönül öylesine kıskanç,
öylesine kıskanç ki kıskançlığından adını bile söylemiyor.
Güneş
doğunca, senin güneşten aydın yüzün dururken bilgisizlikle, körlükle ne diye
kendini gösterir, bilmem ki?
*
O Süleyman gene geldi, padişahlık tahtına
kuruldu; canlar ver ona, karıncadan da aşağı değilsin ya.
Ne diye perde ardında
oturakaldm, niçin rüsvay olmadın? Bu inatçılıktan değil, hayvanlıktan.
Gene o doğan geldi, gene
o her yalvaranı, her yakaranı avlayan gelip çattı; a baykuş, şom değilsen ne
diye kaçarsın ondan?
*
Mahallesinde tere satan, bu aklı bile
almaz, bu akla bile değer vermezken sen tuttun da tereyi götürdün, başına
koydun, bir dikkat et de gör, ne kadar uzaksın ondan, ne kadar uzak.
*
Gene o tecelli, yüceler yücesi tapıdan
geldi, erişti; ey rûh, naralar at. Mûsa’nm Tur Dağı’sm sen.
Ey zamanenin kıblesi,
gene eve geldi; and olsun Tanrı’ya ki sen Dinin Salâhı’sm daima zuhur edip
durmadasın sen.
Binlerce düzenle,
binlerce masalla öylesine bir dost hayali geldi ki nerde güzel varsa ayağının
önünde ölsün, can versin.
Çok güzeller
gördün, çok huriye benzer dilberler duydun, fakat buraya gel de şu sevgilinin
güzelliğine bak, alımmı seyret.
Canım onu
bulunca varlığım yok oldu, ayağını tuttum, elden kaldım, bir iş gelmiyor artık
elimden.
Ey çalgıcı,
Allah Allah... O padişahın aşkı için çengi şu yoldan bir hoşça çaladur.
O güzelim
yüzlerden gönülde şaşılacak, görülmemiş bir heyecan var, şu altına dönen yüzüm
onun yüzünden ayarı tam bir hale gelmiş.
Dediler ki:
Neden ağlıyorsun, iki âlemde de nedir bu feryadın? Dedim ki: Evet, iki âlemde
de ancak bu feryat yeter bana.
O padişah
avlanırken seyrine gittim; gördüm ki o ay, neşeli bir halde, gülerek tozlar
içinde at koşturmadaydı.
Bakışıyla
bana bir ok attı; öylesine büyük, öylesine katı oku, tuttu da arık mı arık bir
ava attı gitti.
Aşkının gül bahçesinden
ciğerime bir dikendir, saplandı; diken amma nasıl diken; yüzlerce gül bahçesi o
dikene kul köle.
Aşkındaki zevke karşı
can nedir? Bir tozdan ibaret. Güneşinin ışığına karşı can nedir? Bir buğu
ancak.
Yüzünün aşk bahçesinde
gülden bahsedersen; yahut çınardan söz açarsan, dilerim, Tanrı olsun düşmanın.
Büyücü gözlerinin
yüzünden ancak senin şâirin olduk; bir başka güzel yüzlüye âşık olamıyoruz,
mazeretimiz pek büyük.
Yarabbi, o gün gelecek
mi ki o padişahı bütün varlığa ateş gibi yüzünden bir nurdur salmış, salma
salma geliyorken göreceğim.
Görecek miyim ki, acı
canım balıyla tatlılanmış; görecek miyim ki, bir kıvılcımla yeni baştan bir
heyecandır düşmüş canıma.
Şemseddin’in aşkıyla
sevgi Tebriz’i, bu an her kulağa bir ezgi haline gelmiştir, her göze bir seyran
yeri olmuştur.
Sana
sitemlerim var, neden böylesin sevgili? Hastayım, gücüm kuvvetim yok, ne diye
gelmezsin, beni görmezsin?
Çok
sarardığımı, sapsarı olduğumu gördün de beni öldü sandın; birisinin eşi dostu
sen olursan nasıl ölür o?
Efendim,
rûhum, hastalandım, ateşler içinde cayır cayır yandım da gelip halimi hatırımı
bile sormadın, ey sıhhatim, devâm, iniltilerimi duymadın bile.
Çok
çekindim, uzun müddet sabrettim, fakat bugün de nazın, nazeninliğin aslına naz
etmeye başladım.
Bu gece ay
doğunca can ilacım gelir; ey zahmet, ey elem, demirden yapılma bir burç bile
olsan muma dönersin.
Gece, bu
kulun halini, hatırını sorar, vaktin gecikmesinden korkmaz; gece de o koca
sağrak yokken, hiçbir meze bulunmazken sarhoş olur gider.
Ey feryat, niceye bir
sürüp gideceksin? Çiy tanelerinden de fazlasın, bu değersiz kula sen de pusu
kurmuşsun.
A kardeş, ne olur bir
gececik de uyumasan; mum gibi diri olsan, kıvılcım gibi uyumasan.
Gök kapıları geceleyin
açılır, bahtları açar; sen de ay gibi uyumasan yıldızın aydın olur, güzelleşir,
iyileşir.
Gökyüzü eriysen o âleme
iştiyakın vardır; gökyüzünden aşağı bir yerde kalmazsın, yücelerden başka bir
yerde yatıp uyumazsın.
Habeş askeri, geceleyin
Rum ülkesine saldırınca kayser gibi debdebelerle karşı durman, uyumaman
gerektir.
Zamanenin İsa’sısm,
geceleri yol al, dön dolaş da eşek gibi balçık içinde uyuma ey can.
Geceleyin
yürü ki yollar geceleyin alınır, menzillere geceleyin varılır; padişahı
istiyorsan seferde uyumamalısm.
Bahtiyar, talihi yaver
kişiler Tanrı gölgesinde olur; kardeş, sakın sen de başka bir yerde uyuma.
Yusuf babasından
ayrılınca belâlara uğramadı mı? Sen de Yusuf’sun, kendine gel de uyursan
babanla uyu ancak.
Çünkü kardeşlerin,
canına kastetmişler; aklını başını al da onların arasında ihtiyatla uyu.
Tebrizli Şemseddin
boyuna yol alıyor, sen de yola düşenlerdensin, yol uğrağında uyuma sakın.
Sevgili, hani bir an o
yalım yalım parlayan ateşli yüzünü örtmezdin; niceye bir kaynayıp coşayım,
coşup köpüreyim; sonra da diyorsun ki niceye bir kaynayacaksın, ne vakte dek
coşup köpüreceksin?
Sen bu çeşit
şarap içme kanununu koyduktan sonra bu yoksul can, bu yoksul akıl, sana karşı
nasıl sakinleşebilir, nasıl coşmaz, köpürmez?
Can
kamışlarına her an sen üfürüp duruyorsun, boyuna coşan, köpüren sen olduktan
sonra kamışın ne suçu var?
Yüzündeki
parıltı buysa zaten örtü kâr etmez; yüzlerce örtü örtsen, yüzlerce peçeyle
örtünsen, duvaklar altına girsen gene gizlenmez bu yüz.
*
Ey bön, tecrübesiz aşk, gösterişe kapıldın,
görünüşe aldandın da yalımların çevresinde dönüp dolaşmaya koyuldun; yâ kanlı
kaatilsin sen, yahut da alıcı bir karakulaksın.
Aklın varsa
ne diye deli oldun; aşka ait değilsen ne diye bu derece aşka sarıldın?
Bütün
cüzlerimi, o tapıda sükût eder gördüm; fakat her susuşun altından çıkan nice
naralar da duydum.
Tebrizli
Şems’e, bu susanlar kimlerdir dedim; dedi ki: Vakti gelince sen de öğrenirsin,
bellersin.
Ateşte bir yaygıdır
yaydı; böyle ol işte sevgilim. Sonra da tuttu, ateşin içinde gizlendi; böyle ol
işte sevgilim.
Yaygı öylesine bir tat
aldı, mumum öylesine bir şevkle yandı, yakıldı, öylesine gözyaşları döktü,
eridi ki... Böyle ol işte sevgilim.
Gene dönüp aşka
geldiğimiz andan beri geceleri uyku girmiyor gözümüze; sarhoşlar meclisinde
böyle ol işte sevgilim. Aşıklar kalktılar, geceleri uyumuyorlar, dağılıp
gitmeyin, kaçmayın siz de; böyle ol işte sevgilim.
Vuslat sel gibi aktı,
Mecnun, Leylâ oldu; şimdi gece, yarın gündüz olur, fakat hep bu; böyle ol işte
sevgilim.
*
Rab tecelli etti de söz söyleyene
lûtuflarda, ihsanlarda bulundu, gerçekten de bir ateş gördüm ben; böyle ol işte
sevgilim.
Senden kebap
kokusu geliyor, senin de gönlün yanmış, kavrulmuş. Kendine gel de yitirdiğin
neyse tekrar bul.
Kendini
burada ulu tutarsan gerçek âlemde başın önüne düşer, alçalırsın; fakat kendini
kul edersen beni de bir başka türlü bulmazsın, ben de kul kesilirim sana.
Hocam; bu
yolu bırak da padişahtan bahset bize, o şarapla sarhoşsan ağzını aç da hoh de
bakayım.
Dün dilber
bana o altın kadehi sunmuştu da eğer demişti yarı uykulu bir sarhoşsan bir
kadeh daha çek.
Ayağa kalkamıyorum
demiştim de çekişirim demişti, sarhoşsan, yerlere yıkılmış bile olsan gene bu
kadehi başından aşağı dökerim.
Gerçekten de
o kadehi başımdan aşağı bir döktü de dünyayı yok olmuş gördüm; sanki dünya
coşup köpürmüş bir denizdi, ben de o denizde bir su kuşuydum.
Hoca, öfkelenme,
yatıştır öfkeni, artık başını sallayıp durma; sen anlamıyorsan, ne suçumuz var
bizim?
*
Tanrı sırrını söyledim amma kuyu dibinde
söyledim; perdeye, peçeye mahremsin de onun için aya kara dedim.
Ey Tebrizli Tanrı
güneşi, ağzımı yumdum, sustum artık; çünkü sen bir güneşsin ki her göz tahammül
edemez nuruna.
Avlanacağım dedin,
gittin; av oldun, seni avladılar. Huzura, karara kavuşacağım dedin, büsbütün
huzurdan, karardan oldun.
Sana nasıl Hızır
demeyeyim ki abıhayat içtin; huzurunda nasıl ölmeyeyim ki dostun da dostu
kesildin, sevgilinin de sevgilisi oldun.
Çevrende nasıl dönüp
dolaşmayayım, Tanrı evisin sen; ayağını niçin öpmeyeyim, ayak diremişsin,
ebedîliğe ermişsin sen.
Kadehini nasıl olur da
içmem, varlığa sâkî sensin. Mezeni nasıl olur da çiğneyip yemem, şekerler
yağdırıp duruyorsun.
*
Nasıl olur da Faruk olmazsın, ayrılıktan
kurtuldun. Nasıl olur da Sıddıyk olmazsın, mağarada dosta dost kesildin.
Değil mi ki ona kul
oldun, padişahsın şimdi; değil mi ki gamla takatsiz, zayıf bir hale geldin,
yücesin, gelişmişsin şimdi.
Hem onun gül bahçesini
gördün, yüz çeşit gül devşirdin; hem sünbüllerini okşadın, lâleliğe döndün.
Gözleri mi dedin? Allah
Allah, uyurken bile yol vururken Tanrı’ya sığındık, şimdi şaraptan süzülmüş o
gözler, mahmurlaşmış o gözler.
*
Yoksulken nice hırkalar aşırdın, eyvahlar
olsun yoksulların hallerine, şimdi Zül-fekaar kesildin sen.
*
Kalk hemencecik ölümü kökünden sök, at,
çünkü Sûr’un sesisin sen; vur güz mevsimlerinin boyunlarını, ilkbahara döndün
sen.
Kıyametten
de eminsin, çünkü zamanın kıyameti sensin; hesaptan da kurtuldun, çünkü sayıya
sığmaz bir hale geldin.
*
Denizdeki balıklar gibi ekmeğe ihtiyacın
kalmadı, suya da aldırış etmez oldun, çünkü keler kesildin.
*
Ey melek gibi can, ey Tanrı nuruyla
yoğurulmuş can; ihtiyârdan, irâdeden de kurtuldun artık; hele bak, ihtiyârm,
irâdenin ta kendisi oldun sen.
Nefsin
dileğinden kaçtın, uzaklaştın, iki üç günceğiz kendi dileğinden vazgeçtin,
kesildin de şimdi hem herkesin murada ermesini istiyorsun, hem kendin murada eriştin.
Gama av
olmuştun, yardımcın yoktu; güç kuvvet sahibi oldun da her şeye gücü kuvveti
yeten, her işi düzüp koşan Tanrı’ya ulaştın.
Artık halkın
kanını dökersen, felekle savaşa girişirsen özür getirmene ne hacet? Gül yanaklı
Nazın çekilir, çünkü
güzelsin, nazeninsin; ululanırsan da değer, çünkü ululara katıldın.
Kulaklardaki küpeye
döndün amma gene de mânalar söylemede sükût edenlerin halkasına gir, sus.
Dün ahdetmiştin, tövbe
etmiştin, bugün ahdini de bozdun, tövbeni de; dün acı bir denizdin, bugün inci
kesildin.
*
Dün Bâyezîd’din, varlığına varlık
katmadaydın, bugünse yerlere yıkılmışsın, tortulu şarap satıyorsun, sarhoşsun.
Tortulu şarap iç ey can,
akıldan kesil, vazgeç ey can, puta taparken yeşillere bürünme, sûfî görünmeye
kalkışma ey can.
Bugün hem pek harapsın,
hem güneşle dolu bir kadehsin; ne bir ay yüzlünün damadısın, ne ayın kocası.
Evlere barklara
sığmıyorsun, mânalardan da dışarısın, bunların hiçbiri değilsin amma neysen
osun sen.
Bir bucak vardı, hani
kapalıydı o bucak, o yüzden elemleniyordun, sıkılıyordun; o kapalı yeri açtın
da bir kurtuluş kurtuldun ki...
Hayvan bir bineğe
binmez, o ancak işe koşulur; sen hayvan değilsin, haysm, hayatsın, işe
koşulmaktan kurtuldun sen, kurtuldun.
*
Sen göklerin haber çavuşusun; ay gibi ne
vakit sen de bir bineğe bineceksin, eline ok zıhını takacaksın da âleme haber
okunu atacaksın?
Sus, bir nişan verme,
izinin tozunu belirtme; gerçi her sözünle dünyadaki yarası sızlayanlara
melhemsin amma gene de sus.
*
Abalar altındasın amma padişahsın,
Keykubad’sm; gözlerden uzaksın amma canlardaki yanışsın, gönüllerdeki anılışsm.
* Sûrete
girmişsin, şekle bürünmüşsün amma göklerdesin, gökyüzünün kandilisin, dokuz
göğün direğisin.
Varlığımızı
mutlak yokluk âlemine bağladın, murada erişmemizi muratsızlık şartına ısmarladın.
Bunu da
tapma ancak arslan gelsin, arslandan doğan arslan yavrusu ulaşsın da ayağı
titreyip sürçen kimsecikler yanma bile yaklaşmasınlar diye yaptın.
Diledin ki
kişioğlu, başını terk etsin de tapma başsız gelsin, gelsin de kulaksız olarak
göklerden gelen ey kullarım sesini duysun.
* Yürü,
bir aylık yolu bir günde al, çünkü sen Süleyman gibi yel atma binmişsin.
Gümüş de ne
oluyor, altın da nedir? Can ambarını getir de, cömertliğe âşıksan can ver,
vazgeç paradan puldan.
A canım,
senin yolunda kılavuza hacet yok; çünkü bu yolda şu yol alanla yol gösteren
nurdur, ay ışığıdır âdeta.
Ay, kendi ışığını
kendisi yerden yere çeker götürür, tıpkı Arap’m devesini konaktan konağa sürüp
götürdüğü gibi.
Çektiğin zahmetlerden,
sahip olduğun güzelim inançtan biten reyhanlardan her an sana deste deste
buketler gelir.
*
Kayboldum diye Süleyman’ı kınama, var
kaybol, hüthüt seni aramaktadır ya, senin kaydmdadır ya, yeter sana bu.
A arkadaşım benim, bu
kurtulup murada erişmenin daha başlangıcı; sabah ışıdı; kalkın uykudan.
Güneş, perdesiz, örtüsüz
parıl parıl parlıyor; yardım, zafer, çalışmadan, uğraşmadan biteviye geliyor.
Rûh şaraba dalmış, kadeh
dönüp durmada, gam keder kaçıp gidiyor, şükür uzadıkça uzuyor.
Gayb
âleminde bir ödağacı var, yanıyor; bu aşk onun dumanı. Yokluk rengine boyanmış
bir varlık var; her var, ondan var olmada.
Ayıplardan,
ârlardan münezzeh bir varlık, gayb âleminde perde kurmuş; o gayb, âdeta duman
perdelerinin ardındaki ateş.
Duman, gerçi
ateşten doğdu amma gene de ateşe perde oluyor; varlık dumanından geç, dumanda
bir fayda yok.
Can,
dumandan geçseydi nurun ta kendisi olurdu. Can mumdur sanki, bedense leğen. Can
sudur da beden bir dere.
Alçaldıkça
yücelirdi de felek değirmisini bile kırar geçerdi, yokluğa sarılsaydı
varlıklardan da üstün olurdu, gerçek varlığa ulaşırdı.
Arş’tan
Ülker yıldızına dek bütün mülkü sana hazır bir hale getirirdi, yedi denizin
dibinden ebedîlik incisini kapar, elde ederdi.
Lâtif,
sevinçli bir halde, kurudan da geçerdi, yaştan da geçerdi de o yana giderdi;
aşka mahrem olurdu da güzelliğe kavuşurdu.
Tebrizli Şemseddin, onu
emin edinseydi yakıyn gözüyle gayb âlemini görür, o âlemde görünürdü.
Yâ ben tuhaflaştım, ya
sen tuhaflaştın, bunca kadeh içtin de bana bir kadehçik bile sunmadın.
*
Sen şarapla sarhoşsun, ben ümitle, istekle
sarhoşum; böylesine ulu bir Keykubad’m meclisinde de ümit, istek az olmaz
doğrusu.
Birçok âşıkları öldürdün
amma gene de sen suçsuzsun; çünkü eziyetle, gamla öldürmedin ki; zevkle,
neşeyle öldürdün.
Dünya seninle açılır,
aydınlanır, insan seninle muradına erer, dileğini bulur; iş böyleyken a
güzelim, ne diye vardın da muratsızlık köyünde ev tuttun, yurt edindin?
Evet, anlıyorum neden;
çünkü aydın ışık gece karanlığında belirir; derman derde gelir, dertliye gelir;
zaten ustalık da budur.
*
Gamından başka bir şey içmeyeyim, ne
Amîd’in nüktesini söyleyeyim, ne İmâd’ın sözünü duyayım diye ağzımı da tuttun,
kulağımı da.
Tebrizli Şemseddin’e
sarhoşlardan selâm götür, tapısında secde et de de ki: Kaçtın, halvete mi
çekildin ey rûhum, canım.
Dün geceki şaraptan
başın dönüyorsa, hâlâ mahmurluğun varsa bizim kadehimizi bırak, ne işin var
onunla?
Yok, mahmurluğun
geçtiyse gel otur, iç şu kadehi de geçmişlerin hayaline dalıp başını kaşıma
sakın.
Taşa taptıkça
öbürleriyle bir ilgin olamaz; seli hatırladıkça deniz yaraşmaz sana.
Hakanın tapısında
nifakla dolu olanların sevdası çekilmez; her yoksulun zembili padişaha
uzanmıştır.
O badyanın lûtfu varken
kini, kibri hatırlamak hiç de doğru değil; hem cennette olasın, hem de ateş
yalımları içinde; olamaz böyle şey.
Bu yandan o Çin
dilberinin bir telini görsen ne zîr perdesi kalır, ne de ağlayıp feryat ediş.
Artık ne koruk
kaynatırsın, ne sirke satarsın; ancak şarap içersin, ancak üzüm sıkarsın.
Şu varlık üzümünü
sıkmak, fayda verir sana; tut ki hiç varlığın yok, niceye bir bu ilgi?
Tebrizli Şems’in
civarına kaçıp vardığın zaman Allah bilir, orda ne çeşit bir lâleliğe girersin.
Dostum, ister gönlü
aydın birisi ol, ister yüreği kapkara biri; her iki halde de sevgiliden
vazgeçme, ayrılma ondan.
Her iki halde de ondan geri
çekilmek kâfirliktir; hattâ âşıklarca sevgiliden kaçmak, yüz kat kâfirlikten de
üstün bir kâfirliktir.
Güzelden vazgeçtin mi
temizin pis olur, fakat
kaynağa daldın, gark
oldun mu pis bile temizlenir, arınır.
Arslanm kuyruğuna
yapışırsan kebabsız kalır mısın hiç; bir beye arkadaş olursan nasıl olur da
azıksız kalırsın?
Gizli tuttuğun
kötülükten vazgeç, kendini gizleme; akıllılıkta, anlayışta, süt içinde görünen
kıl gibisin sen.
Zehir içtin de bundan
Tanrı’ya ne noksan gelir dedin; doğru; Tanrı müstağnidir, zehirden sen ölürsün.
*
İster tamamıyla tembel, yorgun ol, yahut da
adamakıllı kocalmış ol, gene de kendini Meryem gibi hurma ağacının altına
atmaya bak.
Hurma ağacının
gölgeliklerinde hurma gibi tatlılaşırsın, hurmanın olgunluğundan sen de
olgunlaşırsın.
Bana inciler yağdırasın
diye toprak kesildim sana; başımı kaşıyasın diye kıl gibi inceldim sana karşı.
Elimi tutasın diye
varlığımdan el yudum; gönlüme gelesin diye hayale döndüm.
Gönül doğusundan ay gibi
doğup baş gösteresin diye gece gündüz âşıklığa düştüm, aşkla yakalar yırttım.
Güzellik ilkbaharın beni
de bahara döndürür dedim de bahar bulutları gibi gözyaşları döktüm.
*
Lûtfun yardım eder dedim, ona güvendim de
göklerin bile kabul etmedikleri emaneti boynuma aldım, yüklendim.
Padişahım, puta tapanlar
için gönül levhasına her an bir sûret, bir şekil yaparsın ya,
Bu kudretin için lûtfet
de gönüle sığmayacak bir sûret, bir şekil göster; göster de puta tapan da
tapmaktan kurtulsun, put yapan da yapmaktan.
A sevgilim, ne de güzel
vakit, dostluk hakkı için, sevgi aşkına dinle: Gönlümün dileğine merhamet et,
beni zarara, zahmete sokmaya çalışma.
Gönlümü horlama, bizden
bir yana çekilme, gör gözet, halimizi bil, geçip gitme, ömrümüzü acılaştırma.
Rûhun has sâkîsisin sen,
sabah şarabını sun; gece yüz çevirdi; geçip gitti, dolunay gizlendi.
Ey aklımızı alan,
fikrimizi çelen, dün gece ne haldeydik, bir hatırla; kadeh üstüne kadeh
sunmuştun bize, hâlâ mahmuruz biz.
Bizi yıktın, şaraba
boğdun, sonucu gizlediğimiz meydana çıktı, yayıldı gitti.
Bizim padişahımızsm,
gecemizin Leylâ’sısm ey gecelerin lezzeti gündüzlerin güzelliği, alımı.
Ey Turusîna’nm sırrı, ey
görür gözün nuru, aramızda büyük sensin, küçüklere acı.
İşte şimdicek geldi
delilik nöbeti, fazlalaştı sarhoşluğumuz ey akılları esriten, ey ân, vakarı
yıkan güzel.
Söz padişahı
geldi, söz dalgası coştu, köpürdü; fakat biz sesten ibaretiz, seslenen odur, en
hayırlı şeyler okuyan, en güzel sözler söyleyen Tanrı’dır.
Bize
ısmarlandı, bizimdir hem zevk, safâ, hem düğün; her Müslüman’ın zevki artsın,
her sapığın gözü kör olsun diye bize verildi bunlar.
Her gün yeni
bir hutbemiz okunmada, her gece yeni bir gerdeğe girmedeyiz; her an elle avuçla
alınmadan inciler saçılmada bize.
Aşk
olduğundan da güzeldir, yokluk bulunduğundan da sağlam; bu ikisinin elini
öpersen gökyüzüne ayak basarsın.
Can bir
ışıktır ki beden leğeninin altında gizli; güneş bile onun nuruna karşı baş
eğer, yaltaklık eder.
Yüz çeşit
malı mülkü var onun, yüzlerce tahtı var, bahtı var; tahtı yüceliklerden
yapılmadır, gece gibi kapkara abanoz tahtasından değil.
Malı mülkü mutlak
nurdandır, Tanrı’nm sandığında korunur; onlar ne bir seyisin beygirine
yüklenir, ne de güve düşer onlara da delinir.
*
Gönül ateşinin zevkinden, gönlün bir hoşça
yanışından ateşe tapar oldum, fakat Mecûsî’nin ateşine kapılma yüzünden değil.
*
Garip can, bir iki gün bedenle yoldaş oldu
amma Mergazlı’yla Reyli, Mağribli’yle Tûslu gibi hani.
Dünya bir elektir, bizse
ona konmuş unuz sanki; elekten geçtin mi arısın, geçmedin mi kılçıksın,
samansın.
Her gün çarşı pazarda,
şu aşağılık kişilerin dükkânlarında şu sesler duyulur: Ey ham adam, bize gel,
bizim malımız sağlam, bizim kumaşımız yıpranmaz.
Kır kalıp testisini de
dudağına dek dolu kadehi al; ne vakte dek çanak yalayacaksın, ne zamana kadar
yaltaklanıp duracaksın?
İzin
veriyor musun, bunun tamamını söyleyeyim de kutsuzluğu, yomsuzluğu olmayan bir
baht, bir devlet doğuyu da kaplasın, batıyı da?
Mademki şarapla
sarhoşsun, kendini vur taşa şişe gibi, kırılsın gitsin; can aşkıyla adm kötüye
çıksın, iyi bir ad san sahibi olmak da budur işte.
Oturursan sürahi gibi
zevklerle dol da otur; kalkarsan kadeh gibi topluma zevkler vermek için kalk.
Aklın bir ayak bağıdır,
aşkınsa yücelik; akıl, kınanma âlemindedir, aşk, boyuna içip esriyiş âleminde.
Seher çağı horoz gecenin
bozguna uğradığını bildirir, öter; sabah karanlıkların gönlünden belirir,
doğar.
Bizden başka yoktur
sevgili, kanımızdan başka şarap yok; efendilik eden de can, kulluk eden de.
Gönlü yaktın, kavurdun,
kebap ettin, kanı şarap haline getirdin ey rûhum, canına feda olasıca, ey
insanların ulusu, yaratıkların başbuğu.
Şu yıllanmış, tamamıyla
olmuş şaraptan içmek istiyorsan düşünce atından in, yaya ol.
Müstef ilün faûlün,
ateşlenme, coşup köpürme; çünkü olgunluk vakti geldi, artık hamlıkta bulunma.
Şarap yel gibi esmede, gam
sinek gibi kaçmada; sarhoşları unutmayın, feda olayım size, ağırlayın onları.
Dilediğini söyle,
buyruğun yürür, padişahsın sen; ey azizim, esenlik senden, sana teslim olduk,
buyruğun kabulümüz.
Tebriz, Şemseddin’imin
doğup ışımasından dolayı neşelensin; çünkü güneş doğup da yürüdü mü iki doğuyu
da korur, her yana ışık salar.
Ey can, iyi bir ad san
sahibi olmayı gönlünden tamamıyla sök, at da bütün sırları birer birer
tamamıyla anla.
Ey Tanrı âşıkı, halkın
kınamasından korkuyor, âr, hayâ kaydına düşüyorsun; aşk âleminde âr, hayâ
kaydına düşmek, padişahlığa kalkışmak hamlıktır. Aşıkm şeker gibi olması, nasıl
olur, nice olur kayıtlarından kurtulması, yüce bir cana sahip olması gerektir,
çünkü o tapı pek yücedir.
*
Baştan aşağıya bütün varlığın gözünde bitmiş
bir siğilden ibarettir; akşam gibi simsiyah saçlara âşıksan Rum zünnârım kaybet
gitsin.
Aşk âleminde bilgi,
bilgisizliktir; bilginin şerefi pek de o kadar önemli sayılmaz. Aşkın cahili,
şu sıra bilgilerinin âlimlerinden yücedir, üstündür.
İzi, eseri belirmeyen
taraftan, o bilgisizlik, o bilgi tarafından, o canının canına can olan yerden
aşk geldi sana, esenlik sana.
Yapısı olmayan dam
üstünde, aydın ay gibi gördüm onu; o yüce şivelerine hayran oldum da
kapıda
kalakaldım.
İster sarhoş
olayım, ister şarap; tefin, neyin sarhoşu değilim, onun şivelerini içmişim, o
yüzden sarhoş olmuşum.
O gönüller
çeken saçlarla örtülü ateş gibi yüz yok mu? Can o saçların tuzağına tutuldu, o
halkalara boyun verdi, kendi isteğiyle bir hoşça tutsak oldu gitti.
Gamın
hiddetle, şiddetle kan dökme vakti geldi, kanını dökeceğim der; artık ey gönül,
sen nesin, ey can, sen de kim oluyorsun ona karşı?
Ey can, daha
doğduğun gece baş koydun, teslim oldun ona, vereceğini verdin ona, candan mutî
oldun, râm oldun ona.
Ey rûh uçtun
da bir kıyıya gittin, gezdin tozdun, yayıldın, geliştin orda, gönül verdin de
kul köle olduğun güzeli elde ettin orda.
Ey her aklı
gitmiş; fikri çelinmiş kişinin Şems’i, ey Tebriz’in nizâmı, düzeni, ister rint
ol, ister kalleş, bizimle kapı yoldaşısın, bize eşsin sen.
Rica yayını tele çektin,
niyaz mızrabını tele vurdun mu yolda tembellik edenleri çevikleştiriyor, işe
güce çekiyorsun.
Ey aşk, o güzellikle, o
gönül alıcılıkla geldin mi canın eteğini tutuyor da çekiyorsun ta sevgiliye dek
onu.
Yoldaki körlerin inadına
cana bir emniyettir veriyorsun; gönül çalanları tutuyor, darağacma asıyorsun.
*
Can sevdalılarına ferahlatıcı bir ilaç
sunuyorsun, altına kapılıp sararanlarıysa ağlatıp inleterek sürüyorsun.
Sevgiliden ayrı düşüp
diken çekenlere gül bahçesini gösteriyorsun, diken huylu, fakat gül yüzlü
olanları da tutuyor, dikenliğe götürüyorsun.
Karada yürüyen Mûsa’yı
denize salıyorsun, ululuk dileyen Firavun’u ayıplara, kötülüklere sürüyorsun.
*
Mûsa, kendisine dost olsun, işine yarasın
diye sopa alıyor, sen o sopayı yılan yapıyor, yılan gibi tutup çekiyorsun.
*
Mûsa, yılanı tutunca sopasını buluyor;
tersine çakılmış nala benzeyen bu çeşit işleri boyuna düzüp koşuyorsun.
*
Ateşe düşene bir yol açıyorsun, suya
salıyorsun onu; suya dalanıysa tutuyor, ateşe çekiyorsun.
Şarap içmiş,
sarhoş, baş açık... Ne de hoş ey gönül, onu sarığından tutuyor, perde ardından
çekip meydana çıkarıyorsun.
Bizi
başkasına verme de kendisine çekip götürmesin; sen çek bizi, çünkü padişahça,
pek güzel çekiyorsun bizi.
*
Dost diri oldukça önüne bir dağı çekiyor,
yolunu kesiyorsun, fakat gamla onu öldürdün mü mağaraya çekiyorsun, dost
ediyorsun onu.
Sus da bu
sırrı susarak iç, çünkü susunca esrar çekiyorsun âdeta.
Oynayın ey altın
varaklar, gümüş kırpıntıları, madenin aslının aslısınız; bil ki neyi arıyorsan,
onun aynısın, aradığın şendedir.
Güneş yüz gösterir de
zerrenin oynamasını ister, iyisi mi ey zerre, boyuna oynaman, boyuna etek
çekmen daha iyi.
Bir gün gelir de ey
zerre, güneş kucaklar, kucağına alır seni, bu nükteyi bilir misin?
Sana şarap sunar da ey
zerre der, iç şunu; içtin mi de yok olursun, can güneşinin varlığında yokluğa
erersin.
*
Tecelli devletinin sayesinde, bir kadeh
şarap içmekle zerre, “Beni kesin olarak söyleyeyim, hiç göremezsin” kınaması
olmaksızın güneş olur gider.
Biz ham meyveleriz;
güneşinin ışığı, harareti altında oynayalım da oynayalım, çünkü olduran,
yetiştiren sensin.
Aferin ey olgunlaşan,
alkış sana ey
olgunlaşma, ey izinin
tozu belirmeyen, eseri görünmeyen can güneşinin yüzünden olup yetişme.
Herkesin hizmet ettiği
Şemseddin’im, Tebriz’den yetişen öylesine bir padişahlar padişahısın ki ey can,
ey gönül; sen de bilirsin, canlar sana teslim olmuştur.
*
Ey Tanrı incisi, mânalar aynası, yüzünün
ışığıyla her an Arş’a bir armağansın sen.
Arş bile Tanrı’dan bana
vuran bu ışık kimin ışığı diye sorar da, Tanrı kıskanır onu, söylemez Arş’a,
sen der, bu ışığı bilmezsin.
*
Tanrı’nm bu kıskançlığına Arş şaşırır
kalır, çünkü “Beni kesin olarak hiç göremezsin” haberi de kıskançlıktan gelir.
O ışığın bir parıltısı
göğe vursaydı gökte yüzlerce ay belirirdi;
Her ayın yüzünde ezelî
lütuf yüz gösterirdi,
her
âşık canının dilediği sevgiyi görürdü.
Yol alanların yollarında
istek zahmeti kalmazdı, şu fânî dünyada yokluk korkusu biterdi.
*
Bir kere üfürdün, ceset canlandı, bir kere
daha üfür de can apaçık meydana çıksın.
Yüzünün bir parıltısı
mekânsızlık âlemini mekân âlemi haline koydu; gene onu mekânsızlık âlemine
senin şimşeğin götürür.
Lâ’l yüzüğünü peşin
olarak bugün ortaya koy da lâ’l madenleri naralar atsın.
Bir kadeh sundun,
varımız yoğumuz rehine gitti, bir kadeh daha sun da bir çaresini bul, sen
bilirsin.
Tebrizli Tanrı
Şems’inden öylesine bir can geldi bize ki gayb âleminde boyuna gönüller alıp
durmada.
Ey
iki dünya da varlığından bir eser olan, bu eseri öylesine bir yaraladın ki; sen
bilirsin bunu ancak.
Bir kere daha yarala,
melhem istemem senden, bütün âlem yol olursa ne gam? Sen yüzlerce âlemsin.
*
Seni anlatmaya imkân yok, çünkü Tanrı
sırrının şerhisin, canın canına cansın da ne diye cana gelmezsin?
Sanatın esip gelen, dönüp
giden bir yel, bizlerse ağaçlarız sanki; gizlidir amma gene ne yapacağını, ne
edeceğini yel bilir.
O yel yüzünden yeşerdik,
o yel yüzünden sarardık; fakat yaprakları dökersen nasıl olur da meyve elde
edersin?
*
Görünüşte bahçe önce gelir, fakat gerçekte
önce gelen, bahçeden maksat olan meyvedir; ilk inciyi en sonra getirip
gösteriyorsun sen.
Daima seni söylemek,
senden başkasından el yumak isterim, fakat sen gizlenirsin de bizi safa
sokarsın.
Ey yaşayışın ayıbı, ân,
sevgilinin rengine bak da senin yüzüne de yaşayış rengi gelsin, konsun.
Her zerre hayat bulmak
için koşmada, sende zerre kadar yaşama isteği yok mu?
Yaşayış, bir taş olsaydı
meselâ, o yaşayış taşından gene de güzelim kaynaklar fışkırır, ırmaklar akardı.
Aynada geçip gidici bir
hayal gördüm de sen nesin diye sordum; cevap verdi de dedi ki: Ben yaşayışın
pasıyım.
Yaşayanları ebedî
hayatta bulursun sen, kimdir bu yaşayanlar? Yaşayış âleminde gönülleri
daralanlar.
Barış ehli olanlar
yaşayışı kestiler, vazgeçtiler hayattan; şu adam olmayanlardır, yaşayış
savaşında kalanlar.
Can kırıldı
döküldü de bir lâtif candır belirdi; bu cihan alta gitti, yok oldu da başka
dünya çıktı ortaya.
Gerçi
kazmaların açtığı yaralarla maden kırıldı döküldü amma kuyumcu çarşısına bak,
nasıl altınlarla dopdolu.
Sen
susmadıkça düşünce gelip başına çizginmez; gönül ağız açtı mı şu ağız yumulur,
susar.
Dünyayı
dolduran binlerce ev, binlerce yapı, gizlice mühendisin gönlüne gelmeden
meydana çıkmadı.
Bir gizli
sır daha var ki mühendisin hatırına, filânın gönlüne gelenler, hep ordan, o
sırdan geliyor.
Gönül arındı
mı o sır dünyayı tutar; işte o zaman şu mekânsızlık âleminin dönüşü yüzünden
hiç kimsecikler ölmez, herkes ebedileşir.
Tebrizli
Şemseddin’e yalvar da de ki: Lütfet, o zamansızlık bahçesinden bir kerecik
olsun, bak bize.
İçten içe yanıp
yakılmadan başka bir şeyde ıssılık arama; çünkü gönül dıştaki ateşle
aydınlanmaz.
Hastanın ağrısı, sızısı,
elemi fazlalaştı mı gayb padişahı gelir, gönlünde bir kapı açar da lütfeder,
nasılsın der.
O misk ceylanlarının miskini,
o güzel huylu sevgilinin saçlarını darlıkta ara, çünkü ferahlıkta öyle şeyler
yoktur.
İnsan ölmedikçe melek
canına sahip olamaz; ölüme razı olandan başka kim âşık olur kanlıya, kaatile?
Aşkı sana demiş ki: Ya
biz gidelim, ya sen git; harekette de olsan, sakin de olsan yol almaktan geri
kalma.
Gönlünü yaraladı mı
gönül can sırrını bilir, anlar da artık ne ayıp kalır nefiste, ne serkeşlik.
Gam canını sıkar da seni
senden alırsa şu mavi gök kubbeden nurlar yağdırır üstüne,
Derdin, elemin içinde
otur da her an dostu gör; a miskin, ne diye bir afsunun peşine düşüyorsun?
Tanrı Şems’i kendini
gösterseydi Tebriz canına canlar katardı, onun yüzünden daima kutlu bir hale
gelirdin, şimdiki gibi olmazdın.
Ey zamanenin kılıcı,
sıyrıl mekân kınından, balık gibi dal denize, uçsuz bucaksız mânalar denizinde
yüzedur.
Buluşmayı dileme, zaten
buluşmak, cismin sıfatıdır; ben öylesine bir yakınlık görüyorum ki yakınlıktan
da yakın.
Kul bile birkaç sahibi
olmasını istemezken Rab nasıl olur da mülkünde bir İkincisini ister, buna rıza
gösterir?
Bir âşık var mıdır ki
iki sevgilisi olsun? Öyle
birisine âşık ol ki o
aşkla bütün tutsaklıktan kurtulasın.
Aşk, rûhumun
nurudur, sevgi sabah şarabimdir benim; aşk öyle ümittir ki bütün ümitler onda
toplanır.
Aşk nedir
bilir misin? Ben’i, biz’i varlık dâvasını bırakmaktır; güzellikleri, güzelleri
yaratanda her dileği, her isteği yok etmektir.
Şu sözler,
şu tüten duman, benim dumanımdır; ateşimse gönüllerdedir, o dumanın ardmdadır;
aşkım her gün durmadan artmadadır.
Gönlüm seni
istedikçe istiyor; yarabbi, sen bu istekten kurtarma beni; yarabbi, beni
görüyorsun, tenzih ederim noksanlardan seni, sen fazlalaştırdıkça fazlalaştır
ateşimi.
Tenzih
ederim noksanlardan beni göreni, tenzih ederim noksanlardan beni görüp
gözeteni, tenzih ederim noksanlardan beni sınamak için değil, lûtf için beni
çağıranı.
Sus, zaten
mânaların arılığından bile yüce olan, mânalara bile sığmayan aşk yüzünden ne
hale geldiğimi, yüzümün rengi, yahut gözyaşlarını anlatmadadır.
Çalgıcı, mızrabını
tellere vurdukça şu yola düşüp tembelleşenleri işe güce çekmedesin.
Ey aşk, ayrılık âlemine
geldin de şu yolda kalanları tutup sevgiliye götürüyorsun.
Yol vuranların
körlüklerine bakmıyor, onların inadına dünyaya emniyet veriyorsun da gönül
şehrindeki hırsızları tutuyor, darağacma sürüklüyorsun.
*
Düzenbazı görüyor, bir düzenle gözünü kör
ediyorsun; fakat dostu gördün mü alıyor, mağaraya çekiyorsun.
Yürük atlara altın eyer
vuruyorsun, kötü semerlileri de yük altına sürüyorsun.
Sevdalılarımızı her an
okşuyorsun, fakat pazarcılarımızı, paraya pula düşkünleri ağlatıp inleterek
öylesine çekip sürüyorsun ki.
Diken zahmeti çeken
âşıklara gül bahçesini gösteriyorsun, fakat neşe gülünü yalnız kendisine mal
etmek isteyenleri de dikenliğe çekiyorsun.
*
Ateşe girene lütfediyor, suya bir yol
açıyorsun, suya kaçanı tutuyor, ateşe atıyorsun.
Yeryüzünde yürüyen
alçakgönüllü Mûsa’ya yücelikler veriyorsun, ululuk dileyen Firavun’u ayıplara,
ârlara uğratıyorsun.
*
Bu tersine çakılmış nallarla sopa dileyen
Mûsa’yı yılana sevk ediyorsun, hikmetinden sorulmaz ki.
*
Ey irâdemizi, ihtiyârımızı alan, sensin
ihtiyârımız, irâdemiz bizim; ben bir safran dalıyım, lâleliğimiz sensin bizim.
Gamın öldürdü beni dedim
de dedi ki: Gamın ne haddine, gam şu kadarcık da mı bilmez; sen sonucu
dostumuzsun bizim.
Ben bağım
bahçeyim, fakat güz mevsimi yaktı, yandırdı beni. Bağımı bahçemi güldür,
nihayet baharımızsm bizim.
Dedi ki: Sen
bizim çengimizsin, şendeki bizim sesimizdir; hal böyleyken nedir bu ağlaman,
zaten kucağımızdasm bizim.
Dedim ki:
Her hayal başımı ağrıtmada; kes başını hayallerin dedi, sen Zül-fekaar’ımızsm
bizim.
Elimi başıma
götürdüm, yâni mahmurum dedim; mahmursun amma dedi, bu mahmurluğu biz vermedik
mi sana, bizim mahmurumuz değil misin?
And olsun
Tanrı’ya dedim, dönen gök gibi benim de kararım yok; evet dedi, kararın yok
amma bizde karar etmedin mi sen?
Şeker gibi
dudakların dedim; dudaklarını ısırdı, yâni bu sırrı gizle dedi, sırdaşımız
değil misin bizim?
Ey seher
çağı çileyen bülbül, bâzı bâzı sor hatırımızı; nihayet sen de garipsin, sen de
ülkemizdensin bizim.
Göklerde uçan kuşsun,
yerlere konan kuş değilsin sen; o dünyanın avısın, bizim çayırlığımızdansm,
bizim çimenliğimizdensin sen.
Kendi varlığından yok
olmuşsun da sevgilinin varlığına bürünmüşsün, onun varlığıyla var olmuşsun, ya
Tanrı nurusun, ya Tanrımızsm bizim.
Balçıktan doğdun da bir
ateş içine düştün; değil mi ki bizimle kumar oynuyorsun, kârı, ziyanı bir say.
Buraya ikilik sığmaz, şu
ben, biz de ne oluyor ki? Mademki bizim sayımızdasm, şu ikisini de bir say.
Sus ki senin her
nüktende bir can var, herkese can verme, bize can vermedin mi sen?
Dün
eteğini tuttum da ey ihsan, ey kerem incisi dedim, gecen hayır olsun deyip
gitme, incitme bizi, bu gece bizimsin sen.
Gönüller alan yüzü
yalımlandı, ateş gibi kızardı da yeter dedi, çek elini, niceye bir bu
yoksulluk?
*
Dedim ki: Tanrı elçisi, bir şey
dileyeceksen güzel yüzlülerden dile ki elde edesin dedi.
Dedi ki: Güzel yüzlü
kişi kendi dileğini diler, kendi isteğinin peşindedir, huyu da kötüdür; çünkü
nazlansa da değer, cevretse de.
Dedim ki: İş böyleyse
çevri, cana can bağışlar; sına da bak, sınadığın her şey bir definenin
tılsımıdır.
Dedi ki: Bu ham bir söz;
nerde güzel yüz? Bu renk, bu şekil, tuzaktır, düzendir, vefasızlıktan
ibarettir.
Birinde canlar canı
yoksa bil ki alım da yoktur; fakat nice kişiler yok olup gidecek bir sûrete can
feda eder.
*
Dedim ki: Ey güzel yüzlü, sen yoku var et,
bakırımızı altın haline getir, sen kimyanın da canısın.
Kimya gelince bakırın
ona teslim olması gerekir; buğdaysın amma değirmenden dışardasm sen.
Dedi ki: Şükür de
etmiyorsun, bakırı da tanımıyorsun; şu gösterdiğin, şu söylediğin şeylerde
şüphen var, kıyaslamaya düşmüşsün.
Ağlamaya başladım, zârı
zârı ağladım da hüküm senin dedim, feryadıma eriş, yardım et bana ey aydınlığın
özü, aslı.
Gözyaşlarımı görünce gülmeye
koyuldu; o lûtufla, o âşinâlıkla doğu da dirildi, batı da.
Ey yol arkadaşları, ey
dosttar, ağlayın, yağmurlar gibi gözyaşı dökün de güzeller yeşillikte size de
bir güzel yüzlü dilber versinler.
*
Üç telli sazı çal, ben birliğe ulaştım,
ikilikte bulunma, ya rehâvî perdesinden çal, ya kurtuluş perdesinden ezgiler
söyle.
Senin zîr, bem
perdelerin olmazsa, o perdelere vurmazsan gamlara dalıyoruz; neyde nevâ
makamını bul da şu sesi üfür: Feryat sessizlikten, nağmesizlikten.
Irak makamındaki ezgi,
bu ayrılığın dermanıdır; sen söz söylemeden gönlü alır, götürürsün, fakat
nereye götürürsün, nereye kadar iletirsin?
Ey padişahların bildiği,
tanıdığı güzel, canımızı Isfahan perdesinden okşa, âşinâlık yoluyla sor
halimizi, hatırımızı.
Sarhoş dostların meclisine
zengüle makamından ezgiler düzerek git, işi sonuna getir, niceye bir bu
vesvese, bu ağır davranış?
İkilikten baş aşağı
düştü, gönlüme bir bağ vur; o er zaten tek, fakat bize iki görünüyor.
Doğru sözlü, doğru işli
dostsan rast makamından çal ki Hicaz’a gelesin.
Uşşâkı
Hüseynî perdesinden topla, bûselik, mâye perdeleriyle gönüller aç.
Senden dügâh istiyorlar,
sen çârgâhtan söyle; sen bu yerin, bu yurdun mumusun, ışığısın, a güzelim, ne
de hoş çalmadasın, ne de hoş söylemede.
Ey eşsiz, örneksiz yaratıcı,
tutarsın da bir köpeği arslandan üstün edersin, tutarsın da bir karataşa
sakalık öğretirsin.
*
Kılıçlarından kan damlayan nice padişahlar,
nice Ferîdûnlar, o lâle gibi yüzleriyle dilenciliğe düşerler, uşaklık eder,
ayakkabı çevirirler.
Baş çeken ulular,
ateşten daha tez, daha yakıcı nice cebbarlar, gün gelir aşk mahallesinde döner,
dolaşırlar, yoksulluğa, dilenciliğe düşerler.
Ateşin işi kahretmektir,
mumun işi ağlamak; bizden vefada bulunmak, hizmet etmek, sevgiliden de
vefasızlıkta bulunmak beklenir.
Gülmeyen ateş küldür,
dumandır, ağlamayan mum tahta parçasıdır, sopadır.
Dünya bostanma gelip de
bostan ıssını aramayan, diken otlamaya düşen eşektir.
A eşek, önce bostan
ıssını ara da onun lûtfuyla, onun ululuğuyla eşeklikten kurtul.
Bir garip yoldan geldi
de bir ulu kişiye konuk oldu. Konak sahibi onu ağırladı, izzetle, ikramla
konukladı.
Önüne güzelim kebaplar,
görülmemiş börekler çıkardı, meclisinde mumlar yaktı, güzeller çağırdı, ona
nice ağır elbiseler verdi.
Her gün, geçen günkünden
daha iyi, güzellikte dilberimiz gibi güzel mi güzel balıklar ikram etti.
Garip, bir gece, iyi
bunlar, fakat sen bizim şehrimize gelirsen öylesine bir konuklarım seni ki
diyordu.
O ulu, şaşıp kalıyor
bundan, bu nimetlerden, bu ağır libaslardan daha iyi ne olabilir acaba diye
düşüncelere dalıyordu.
O bön hacmin, bu söz
yüreğine dert oluyor, boğazı tıkanıyordu; gökyüzü konukluğunu, yüce konukluğu
görmemişti ki bilsin.
Şu dünya meyveleri,
renkli, alımlı güllerdir âdeta, fakat dünya nimeti somundan, somun kapmadan
başka nedir ki?
Yarabbi diyordu, beni
onun şehrine götür de gönlümdeki düğüm çözülüp açılsın.
Birkaç yıl bu yolculuğu
bekleyişle geçti; beklemeden ilaç bile tesirini göstermez.
Ey sebepler halk eden
diyordu, bir sebep yap, bir bahane düz; çünkü belâlara uğrayış tuzağından
kurtarmaya da sen sebepler yaratırsın.
Duası çoğaldıkça
çoğaldı, Tanrı da duasını nihayet kabul etti de ey Tanrım diyen, Tanrılık
kudretini gör dedi.
Padişah, bir haber, bir
buyruk ulaştırmak için o yana bir elçi göndermek istedi.
Bu
bey, gizli açık rüşvetler verdi, padişahın lütfedip, kerem buyurarak kendisini
göndermesini sağladı.
Padişah da dileğini
kabul etti; pekâlâ dedi, güzel sesli bir dudu kuşusun, git oraya, bizden haber
götür.
Bey, yol azığını düzüp
koştu, yanma bir bölük asker aldı, yolları aydınlatmak için önde ay gibi bir
meşale yaktırdı.
Konaktan konağa sel gibi
secde edip akarak erenler sırrı o yana doğru yola düzüldü.
*
Hani Mûsa Peygamber gibi; o da aydınlar
aydını Hızır’ı bulmak için havada uçan hüthüt gibi yüzlerce kanat açmış, yola
düşmüştü.
Hani Cebrâil gibi; o Arş
habercisi de seferiyle hükümlere yürürlük vermek için uçar, yola düşerdi.
Apaydın ay daima
yoldadır, yolcudur; ey ay yüzlü, sen de bu yurdun ışığısın, yola düş.
Yolculuktaki her halin
bir burca giriştir âdeta; orda bir kapı vardır, bir mahfaza vardır; gam bir
ateştir, bir şimşektir, neşen, sevincinse bir ışık.
Sözü kısa keseyim; elçi,
sevgilinin mıhladızma kapılan saman çöpü gibi vardı, oraya ulaştı.
Biz yürüyüp koşan bir
katarız, çeken kişinin eli gizli; öylesine gizli bir el çekmede bizi ki kimse
elinden kurtulmaz onun.
Bunu tutar, sola çeker;
öbürünü alır, sağa götürür; bunu vuslata ulaştırır, öbürünü ayrılığa atar.
O taraf, geleni daha
ziyade sarhoş etsin, daha fazla kızıştırıp yaksın diye vuslat şeklini gösterir;
öbür taraf bir düzendir, bir hile, ayrılık şeklinde görünür.
O yüce er, deniz gibi
coşup köpürerek gitmede, şehir içinde o yandan bu yana ey maksadım, dileğim,
nerdesin diye koşup durmadaydı.
Arayan, işe sarılır da
koşarsa dilediğini bulur; biliyoruz ki sen bizi aramaktasın.
Ansızın
bir yana uğradı, bir kokudan sarhoş oldu, esridi, aklı başından uçtu, ayağında
kuvvet kalmadı.
Padişahın gönderdiği
haber tamamıyla akimdan çıktı; nerde elçilik yapacak bilgi ki meclise girsin de
buyruk buyursun.
Kırk gün orda, o kokudan
sarhoş olup kalakaldı. Maiyetindekiler şaşırdılar, ne oldu beye demeye, hay-huy
etmeye başladılar.
Ne buyruk kaldı, ne
beylik; ne gusül kaldı, ne temizlik; ne söz kaldı, ne işaret, ne de yemek
yemeye bir istek.
Bundandır ya, kim bir
işi diler, isterse şaşırır da her söze evet der; şaşkınlıkta bil ki evetle
hayır birdir.
*
Nerde çadır, nerde binek? Nerde iş güç,
nerde hile, düzen? Nerde Dimne ve Kelile, nerde elçilik?
Aşk seli geldi, ne dam
kaldı, ne yapı. Sel denizine karıştı mı ne başı, kaynağı kalır, ne sonu, denize
kavuştuğu yer.
Adam,
arkadaş dedi, uyudun mu; ne dediysen yaptın, sözünü tuttun; bizi en aşağılık
yerden aldın, en yüce yere ilettin.
*
Bu işittiğim ders öylesine bir ders ki ne
Vasît’te var, ne Muntakaayî’de; hiç okumamıştım bu dersi.
Dâvan mânandan
iyi, mânan dâvandan güzel; can, yüzünü sana tutmuştur, dualar kıblesisin sen.
Bütün bunlar
başlangıçtı, hikâyenin sonunu, geri kalanını söyle; söylemeyeceğim, sana
işiten, duyan kulağı kim verdiyse ondan sor.
Yarabbi,
nefsime zulmettim, duygu perdesini sen yırt; bakır bakırlık ettiyse ne çıkar?
Sen kimyasın.
Erlerin
geçip kuruldukları başköşe, gerçekten de belâların çatıp geldiği yerdir; and
olsun Tanrı’ya, ancak mihnetlerle yüceliriz.
Ey ulularım,
ey kavmim, erler ahitlerine vefa ederler; doğrulukla, vefakârlıkla huylanan
mahrum kalmaz.
“Tercî-i Bend”
Beyimiz, başbuğumuz, sen
olduktan sonra bahtımız da gülmededir, talihimiz yârdır, yâverdir; a benim
güzelim, işvelerin, şivelerin daim olsun, işvelerin de, şivelerin de sensin
canı.
Fıstığa benzeyen dudakları
hemencecik güldürürsün, dertli gözlere tutyasın sen.
And içmiştim, sağ
oldukça gülmeyeyim demiştim; yüzünü açtın da göründün mü andım da yanar ahdim
de.
Hangi ölüyü istersen var
sına; mezarının başına gittin mi, kefenini paramparça edip kalkar da kadeh
kapmaya koyulur.
Öldüğüm gün gel,
kabrimin yanından bir geç de nasıl kalkıyorum, bir gör, bir seyret asıl
kıyameti.
Sâkîsi sen olasın, nasıl
ölür o kişi? Suladığın yer yemyeşildir, solmaz, yanmaz, çürümez o
yer.
Yoldaş ol
bize, isterse yüzlerce çöl olsun önümüzde; bak, nasıl aşıyoruz o yolu; elimiz,
ayağımız sensin çünkü.
Aya, yıldıza
dedim ki: Ne vakte dek başınızı ayak yapıp gideceksiniz? Bu, yolun uzaklığından
mı, yoksa şaşkınlıktan mı?
A ay dedim,
himmetin yüce; yücelerdesin, yücesin, fakat gene de gâh eksilmedesin,
incelmedesin, gâh olgunlaşmada, dolunay olmada; gündüzleri yarasa gibi ortada
yoksun, geceleri bayrak sahibisin.
* Bir
şey olgunlaşır, bir şey vebal altına girer. Bir şey ölür, yok olur gider, bir
derdin de dermanı vardır.
Benim ay
yüzlümün şakirdi ol da onun bayrağı altında yürü; yürü de Tanrı’nm kurumasıyla
halden hale girişten kurtul.
Dedi ki:
Hamsan şüpheni gidereyim, müşkülünü yuyup arıtayım, bir tercîe daha gir de
ahvalimi söyleyeyim sana.
Ey can
kuşunun uçup gittiği an, ey kefenleri yırtma, elbiseleri paralama çağında
canların tekrar dönüp tapısına vardığı güzel.
Ey can
nedir, o dünya da ne oluyor diyen, ey dudağa gelmiş can, işte geldi çattı
erişme vakti, sorduğun vakit.
A gönül,
avuç açmıştın da şundan, bundan bir şeyler kapmıştın; şimdi çırpınmaktan başka
bir şeyin kalmadı.
Gâh altın,
gümüş elde ettin, gâh gümüş bedenli bir dilberi kucakladın; fakat bunlar can
çekişme çağında mahmurluk verdi sana.
Ey azgınlığı
yüzünden kuştan balığa dek rastgele herkesin canını yakan, kanma giren, onlar
ne tattılarsa, ne çektilerse senin de o acıyı tatman, o azabı çekmen gerek.
Ne mutludur
o kişiye ki Tanrı’dan, olmayacak işleri yapma kudretine sahip olmuştur da
ecelden önce ecelin önünde arslanlar gibi koşmayı öğrenmiştir;
Güzellerin işveli
sözlerine iki kulağını da kapamayı, sonunda adamı terk edip gidecek şeylerden
önceden kesilip vazgeçmeyi bellemiştir.
Topraktan doğmuşsun,
topraktaki bağ bahçeden sarhoşsun; gönül gıdasını yiyeceksen ağzını yıka, onun
sütü kalmasın dudaklarında.
Süt emer çocukken gönül
dişleri çıkmaz, gönül dişleri rûh gıdasını yemek için çıkar.
Kebap yemeye düşmen,
şarap içmeyi umman ancak süt emmeni arttırır durur.
Ey heveslere kapılıp
oturan, ey iki kulağını da tıkayan adam kulağındaki pamuğu çıkar da şunu duymaya
bak:-
Pamuğu çıkarmazsan bâri
yeniden pamuk tıkama; bir başka tercî geldi, kendine gel.*
Akşam çağı, vakitsiz,
geliyorsun amma bizimsin, vakitsiz kalkan sevgilimizsin bizim;
akşam
oldu, eve gel, nerdesin?
Kafeste azığın yok,
bizden başkasına heves etmiyorsun, kimsen yok, teksin, kalk, bırak şu ikiliği.
Canını aşka ver, bize
vefa göster, gönlünü alıştır buna; kendinden geçsen de bize gelsen bu, daha
iyidir senin için.
Kurudan da geç, yaştan
da, daha tez gel eve, herkesten fazla vefalı olman gerek, ne diye vefasızsın
böyle?
Lûtfun kimseciklerin
lûtfuna benzemez, senin kadrini kimsecikler bilmez; aşk seni bize çekip
durmada; çünkü bize lâyıksın sen.
Uyku, aşk yüzünden,
aşkın parıltısı yüzünden gözlerden kaçıp gittiyse bizim sorularımıza cevap
veriyor demektir, ey herkesin razılığını kazanmış can.
Tebrizli Şems denen
padişah, inada kalkışır da gizlenirse sen ona can ver ki ebedî hayata
kavuşasın.
Ey mâna
çengini çalanlar, gönülleri size susamış olanları güzelim nağmelerle bir hayli
suvardınız.
Can ebedî
bir susuz, bu susuzluk da haddi aştı, ya ayrılık kılıcını vur kes, yahut da
kerem, ihsan şerbetini sun.
Ey bezenmiş,
süslenmiş Zühre, şu iki perdeden çal, şu iki perdeden söyle: Ya rehâvî
perdesinden, ya kurtuluş perdesinden.
Çengi bozuk
düzen çalarsan gamın, kederin tırnakları altında erir, yok olur gidersin; iyi
çal, hoş söyle, yoksa azıksızlıktan, müziksizlikten öldün gitti.
Mızrap
vurulmadıkça hiçbir çalgıda zevk neşe yoktur, ses sadâ çıkmaz; vefalıysan,
vefalılara dostsan mızrap mızrap vur çalgıya.
Tellerini
kırarlarsa kucaklarına alırlar seni, yeni bir düzen verirler sana; neden bu
kadar mahzunsun, nedir bunca tasan?
Zaten sen bir aziz
dostsun, daima kucaktasın, padişahın meclisindesin, candan da dışarı bir
âlemdesin, mekândan da.
Sus ki iyiden iyiye
sarhoşum ben, iki elimi de bağla, yoksa bir lâhzacık olsun geldin de seni
gördüm mü kırarım kadehi.
Ben işten güçten
kalanların piriyim, ben kendi kendimi yaralamaktayım, sarhoşa saygı
göstermemeni doğru bulmuyorum ben.
Hem paramparça olurum,
hem çarelere düşman kesilirim; hem de dayanmada, azıksızlıkta bir kaya
kesilirim.
Pek sertim, pek âsîyim,
nice zamandır ayrılık cehennemindeyim; öylesine
yanıp yakılmadayım ki cehennem bile benim yanıp yakılmamdan kaçıyor.
Güzel kokular satan,
benim coşkunluğumu, bendeki acı tatlıyı apaçık görünce ululuk meclisinde
tablalarını kırdı döktü.
Tebriz’e gidince
Şemseddin’e Tanrı’nm birlik meclisinde harfsiz, sessiz yüzlerce söz söyledim.
Devlet neyinden gene bir
sestir geldi; ey can, el çırp; ey gönül, ayağını vur yere, oynamaya başla.
Bir hazine, bir maden,
parıl parıl parlamaya başladı, bütün dünya gülmeye koyuldu; bir sofradır
yayıldı, bezendi, hazırlandı, davet sesi
g
eliyor.
Bir ilkbahar kokusudur
aldık da, bir yemyeşil çayırlık, çimenlik gördük de, bir güzel yüze âşık olduk
da sarhoşuz biz, hey-hey diye bağırıyoruz biz.
O deniz, bizse bulutuz.
O define, bizse yıkık dökük bir yer. Bir güneşin ışığında zerreleriz sanki.
* Esrikim, kayıtlardan
kurtulmuşum, kusuruma bakılmaz, ne dersem diyeyim, bırak beni, bırak beni de
Mustafâ’nın nuruyla ayı ikiye böleyim.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar