Boyunu Bosunu, Yüzünü Gözünü Görünce Gönlüm Öylesine Sarhoş Oluyor Ki
(s. 138) Kardeşim, yüzünü
gördük, gönüller tutsak oldu, tutsak; akılları arıtıp cilâlandıran bir söz
duymadın mı sen?
Ebedî bir zevkle, ebedî bir neşeyle yaşamayı isteyen biri değil
miyim? Kendine gel, uyan, uy anık ol; işte sana geldim, sana.
Gözlerin aydın olsun, yüzü tam bir dolunay; alnında kutluluk,
istek, yücelik, nur ışımada.
Boyunu bosunu, yüzünü gözünü görünce gönlüm öylesine sarhoş oluyor
ki, sanki kadehi doldurmuş da sunmuş, yıkmış, harap etmiş beni.
Yeniaya benzeyen tertemiz yüzünde öylesine tuhaf, öylesine
görülmemiş güzellikler belirmede ki nuru gönlümü pırıl pırıl aydınlatmada, ışıl
ışıl arıtmada.
O akıllı fikirli cinleri tut, şişeye koy, hapset; o sarhoş olmuş
kanlı kaatil kişilere gönül kanını doldur, sun.
Betimize benzimize kızıl renkli bir elbise giydirenler yok mu?
Onlar binlerce yüce padişahın tacını, külâhını kapıp gitmişler.
Cilvelenmeye başladılar mı âşıkların gönülleri gibi renk renk
kanatlarını açmışlar da güzellikleriyle tavus kuşuna dönmüşler, görenlerin
akılları başlarından gitmiş.
Işıkları vurunca yeşile çalar gök bile kızıl bir renge boy anır;
var kıyas et artık, gönülleri ne hale getirirler.
Bir yudumcuk şarapla binlerce arık, kötürüm ihtiyârı neşeye gark ederler, ay aklandırıp oyuna sokarlar.
İhtiyarın da sözü mü olur burda? Onlar abıhayat y aratırlar; bir
bakışta her şeye can verirler.
Böyle çevik, böyle tezcanlı şekerciyi kim
görmüş; şeker yiyen dudu kuşuna bir anda söz anlama, söz söyleme
kabiliyeti veriyor.
Ne de lâtif, ne de nazlı, edalı, ne de
büyük, ne de yüce; yücelikler yolculuğuna da böylesine bir yol arkadaşı gerek.
Bütün istekli âşıklara seslendiler; haydin
dediler, seyir için meydana gidin.
Karun’un hazinelerini, definelerini önümüze
dökseler gene başımızdan bu sevdayı alamazlar bizim.
Getir ey ebedî sâkî, canların canısın sen,
getir de dök başına sevdanın o kızıl şarabını.
Hiçbir sevgilinin öğüdünü tutmayan gönüle o
kapıp alan, tutup saran şarabı bir an için olsun musallat et.
Ne şarap bu; onun aşkı kendi eliyle kıvama
getirmiş bu şarabı. Ne inci bu; hiçbir denizde yok bu çeşit inci.
O şarabın bir kadehceğizi Zühre’nin eliyle
Mirrîh’e sunulsa, bir yudumunu içse Mirrîh kızgınlığını da bırakır, safrası da
yatışır.
Bir sen kaldın, bir şarap kaldı, hepimiz de yok olup gittik,
yüzünü ne diye kendinden gizlersin?
Bir sen varsın amma lalanın kıskançlığı da var, o da görüp
gözetmede seni; lalanın hatırı için binlerce âşık öldürdün sen.
Lalasının olmadığını bildirmek için her an yok yok der durur;
varlığın hatırı için yokluğun da vur boynunu gitsin.
Hani binlerce bilgin kişinin bilgisini de, aklını da kapıp götüren
o şarap yok mu? O bildiğin şaraptan bir kadehçik sun lalaya;
Yahut da şuh gözlerinle bir bakıver bana; çünkü senin bakışın,
dirilere bir ikinci hay attır.
Gam, keder tozunu sula, yatıştır; o savaşı, kavgayı uykuya yatır,
uyut artık.
Ona yapışalım, sarılalım diye aşk Tanrısı yolladı onu bize; çünkü
o yüceler yücesine sarılmaya lâyık kimsecikler yok.
Gazel yarım kaldı, söylenemedi; fakat ne yazık, ben başımı da
kaybettim, ayağımı da.
Gel ey Tebrizli Şems, doğ göklere, parlat her yanı; güzelim özünle
İkizler burcunu beze.
Kaynak: Cilt 3
Mevlânâ Celâleddin-Divân-ı Kebîr-Hazırlayan : Abdülbâkiy GÖLPINARLI
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar