Print Friendly and PDF

MEVLÂNÂ NEFESİ

 


Hazırlayan: Şaban Karaköse

 

Önsöz

 

Mevlânâ  Ceiâleddîn-i  Rûmî  (30  Eylül   1207-17 Aralık 1273), bir insân-ı kâmil, âşık bir arif ve âlimdir.

Elinizdeki kitapta, "evrensel İslâm'ın vizyonu" ve "mo­dern İnsanın tiryakı (panzehiri, baş ilacı)" olarak takdim edebileceğimiz Hz. Mevlânâ'nın, yaşadığı dönemden günü­müze kadar etkilediği meşhur insanlara ve onların MevJânâ ve başta Mesnevî'si olmak üzere-eserieri hakkındaki gö­rüşlerine yer verildi.

Keşke sevdiğimi seose kamu halk-ı cihan Sözümüz cümle heman kıssa-i canan olsa" beyit tezahür etmiş gibi, çalışmamız bir yönüyle "Mevlânâ Medh ü Sena Antoiojisr'ne dönüştü. Bu antolojiyi oluştururken mümkün mertebe, zaten Mevlevi olarak bilinenlerden ve sair mutasavvıflardan ziya­de, alan-dışı diğer İnsanlardan dikkatimizi çekenler tercih edildi.

Hayret, hayranlık ve muhabbeti muciptir ki Mevlânâ, onu anlama ve tanıtmadaki zafiyetlere, türlü çarpıtma ve karala­malara rağmen; âlimi, filozofu, siyasetçisi, mistiği, şairi, ede­biyatçısı, müzisyeni, sanatçısı, tarihçisi, akademisyeni, heki­mi, psikiyatrı vs. ile her çeşit ırk, millet, din, mezhep, İdeoloji, sosyal statü ve rolden insana nüfuz etmiş, nefesini ulaştırmış­tır ve bu mucize hâlen devam etmektedir.

Çalışmamız iki ana bölümden oluşmaktadır:

Birinci bölümde; ana hatlarıyla Hz. Mevlânâ'nın biyografi­sine, Meviânâ'nın cazibe ve etki kaynağı oluşunun sebepleri­ne, bu cazibe ve etkiyi uyandıran mesajlarından örnek mısra ve satırlara yer verildi.

İkinci bölümde ise; tarih boyunca Hz. Mevlânâ'nın Anado­lu'da, Doğu'da ve Batı'da etkisi incelendi ve etkilediği yüzü aşkın meşhur insanın görüşleri, -vefat ve doğum yıllan sırası­na göre kaydedildi.

Hz. Mevlânâ'ya olan sevgi ve hürmetimizin bir izhar ve ilanı olması; insanların O'na ve eserlerine ulaşmasında dikkatleri çe­ken bir işaret rolü üstlenmesi niyetiyle zuhur eden bu kitabın, zamanla O'nu tanıyacak yeni kişiler, ulaşılacak yeni bilgi ve belgeler sayesinde daha da zenginleşeceğini ümit ediyoruz.

Konumuzla ilgili olarak kayıt altına alınmış herhangi bir görüşüne ulaşamadığımız ya da dikkatimizden kaçtığı için kendilerine yer veremediğimiz insanlardan; görüşlerini tespit edip naklettiğimiz halde hatâ ve noksanlık vuku bulanlardan af ve hoşgörü nazarıyla bakmalarını diliyoruz. Kaynak temini­ne yardımcı olan ve çalışmanın yayınlanması hususunda biz­leri teşvik eden bütün dostlarımıza müteşekkiriz.

Şaban Karaköse 17.11.2005, Yenibosna

 

I. BÖLÜM

 

HZ. MEVLÂNÂ'NIN HAYATI

 

Mevlânâ'nın asıl ismi Muhammed, lakabı ise Celâleddîn'dir.

Eskiden "Diyâr-ı Rûm" denilen Anadolu topraklarında, Konya'da yaşayıp vefat etmesi, şahsiyetini orada kazanması ve şöhret bulması sebebiyle "Rûmî" (Anadolulu) nisbesi ile anılır.

Mev!â-nâ" 'efendi-miz' demektir ve hürmet maksadıyla ulemâ için kullanılırdı. Şeyh Sadreddîn Konevî'nin (Ö.1274), sohbetleri esnasında ona "Mevlânâ" şeklinde hitap etmesinin, onun Mevlânâ lakab-ı âlisiyle şöhret bulmasına sebep olduğu da kaydedilmiştir.

"Hüdâvendigâr", "Hünkâr Hazret-i Mevlânâ Mevle­vi Şeyh Mollâ-yı Rûmî Rûmî" ve "Hazret-i Pir" lâkab ve unvanları da onun için kullanılmıştır. Hazret-i Meolânâ ve Hazret-i Fır saygı hitapları, Mevlevi çevrelerinde ve Anado­lu'da daha çok tercih edilmiştir. Bugün İran ve Pakistan'da Mevlevi, Batı'da Rûmî lakapları, onu anmak için öncelikle kullanılmaktadır.

Babasının adı Muhammed Bahâeddîn Veled'dİr. Babası SuItânü'I-ülemâ lakabıyla meşhurdur. Annesi ise Belh emîri Rüknüddîn'in kızı Prenses Mü'mine Hâtun'dur. Mevlânâ bugün Afganistan sınırları içerisinde yer alan Belh şehrinde doğdu. Belh şehri, köklü bir tasavvuf! geleneğe sahip coğrafyalardan

biriydi. Doğum târihi, oğlu Sultan Veled'in Divân'ınin sonun­daki bir kayıta göre 6 Rebîülevvef 604 (30 Eylül 1207)'dir. Ancak araştırmacılar, onun doğum tarihini 597/1200'lü, hat­ta daha önceki yıllara kadar götürmektedirler.

Mevlânâ'nın hayatını esasen 4 döneme ayırmak müm­kündür:

 

1- Babasının Ölümüne Kadar Olan Dönem (1207-1231)

 

Çocukluğunun ilk yıllarını doğduğu şehirde geçiren Mevlânâ, Hanefî bir âlim ve sûfî olan babasının, sultanla arasında vuku bulan inanç ve fikir ayrılıkları yüzünden, maiyetinde ak­raba ve müridlerinden oluşan büyük bir kalabalık olduğu halde Belh'ten göç etmesi sebebiyle (1212?), ilmî ve fikrî hayatında önemli izler bırakan ve Konya'da sona eren uzun bir seyahat gerçekleştirir.

Bu seyahat esnasında, Nişâbur'da ünlü sûfî Ferîdüddîn Attâr'ın (Ö.1230) iltifatına mahzar olan ve ondan Esrârnâme 10 adlı eserini hediye alan Mevlânâ, yorucu ve uzun göç boyun­ca uğradıkları her yerde babasına gösterilen iigi, saygı ve yakınlık dolayısıyla, aralarında Avârifü'l-Maârif sahibi Ebû Hafs Ömer Sühreverdî'nin (Ö.632/1234) de bulunduğu, İk­tidar ve ilmiye sınıfından devrin ileri gelen pek çok şahsiye­ti ile tanışma fırsatı bulmuştur. Bahâüddîn Veled'e ilgi öyle­sine büyüktü ki, konaklanan her şehirde sultanlar kendisini ağirlamak için araya hatırı sayılır kişileri elçi olarak koyu­yorlardı. Fakat o her zaman, bir medresede konaklamayı tercih etmiştir.

Kervan her şehirde bir müddet konaklamak kaydıyla, Ni-şâbur'dan sonra Bağdat, Küfe, Mekke, Medine, Kudüs, Şam, Halep, Malatya, Erzincan, Sivas, Kayseri, Niğde güzergâhını takip ederek Lârende'ye (Karaman'a) ulaşır (1221). Erzincan'da iken, Sühreverdiyye'den Evhâdüddîn Kirmânî (Ö.1237) ve Necmüddîn Kübrâ'nm halîfelerinden Sâdüddîn Hamevî (Ö.1252) ile de görüşülür. Mevlânâ bu suretle, baba­sının nezareti altında ve onun izini takip ederek hakîkî ve fikrî bir seyahat âlemi yaşamış, İslâm medeniyetinin o zamanki en canlı fikir merkezlerini gezerek şahsiyetini kazanmıştır.

Mevlânâ, Lârende'de yedi yıl kaldı. Hayatının kederli ve sevinçli ilk önemli olaylarını bu şehirde yaşadı. 1225 yılında, babasının müridterinden Lala Şerefüddîn Semerkandî'nin kızı Gevher Hatun ile evlendi. Kısa bir müddet sonra annesi vefat etti. Onun vefatını, ağabeyi Alâeddin Muhammed'in vefatı iz­ledi. Bir süre geçince de kayınvalidesi vefat etti. Aileyi kedere boğan bu üzücü olayların ardından Mevlânâ'nın iki oğlu oldu. İlk oğluna (Sultan Veled) babasının, ikinci oğluna da (Alâed­din Çelebi) ağabeyinin ismini verdi.

Âile, yedi yıl kaldıkları Lârende'den, Selçuklu hükümdarı Alâeddîn Keykûbâd'ın (Ö.1236) ısrarlı daveti üzerine Kon­ya'ya göçtü. Konya'ya geleli iki yıl olmuştu ki babası Sultâ-nü'1-Cliemâ hayata gözlerini yumdu (1231).

 

2- Babasının Ölümünden, Şems-İ Tebrîzî İle Konya'daki Karşılaşmasına Kadar Olan Dönem (1231-1244)

 

Medresenin ve dergâhın bütün yükü omuzlarına binen ve babasının ölümüyle içinde büyük bir boşluk hisseden Mevlâ­nâ'nın yardımına, babasının önde gelen müridlerinden ve şey­hini ziyaret maksadıyia Konya'ya gelen Seyyid Burhâneddîn Muhakkık-ı Tirmizî yetişti. Kübrevî tarikatına mensup olan Seyyid Burhâneddîn, babasından sonra Mevlânâ'ya mürşidlik yapan ve onun ilmî ve tasavvufî yönden yetişmesinde önemli rol oynayan ilk kişidir.

Mevlânâ, mürşidinin isteği üzerine, ilim tahsîl etmek üzere önce Halep Hâleviyye Medresesi'ne, sonra da Şam Makdemiy-ye Medresesi'ne gitti. Oralarda altı yıl kadar (iki yıl Halep'te, dört yıl Şam'da), devrin ileri gelen hocalarından ilim, bilhassa tefsîr, hadîs ve fıkıh tahsil etti. Bu sıralarda Şam'da ikamet et­mekte olan Muhyiddîn İbnu'I-Arabî (Ö.1240) ve Sadreddîn Konevî (Ö.1274) ile de görüştü. Mevlânâ'nın Halep ve Şam'dan Konya'ya dinî ilimler ile mücehhez bir şekiide dönüşünden kı­sa bir süre sonra Seyyid Burhâneddîn vefat etti (1241).

Kendi döneminin önde gelen Hanefî âlimleri arasında yer alan Mevlânâ, babasından olduğu kadar Seyyid Burhâned-dîn'den de tamamıyla zâhidâne telakkîler almış; ondan, Gaz zâlî'den mülhem olan Ehl-i Sünnet akîdesine bağlı bir tasavvuf öğrenmişti.

Onun ölümünden sonra Mevlânâ bir taraftan medresede tedris ile meşgul oluyor, diğer taraftan da müridleri irşad et­meye çalışıyordu. İşte tam bu sıralarda Mevlânâ'nın hayatın­da büyük değişiklik yapan bir hadise oldu. Konya'ya Şems-i Tebrîzî Şemseddîn Muhammed b. Ali et-Tebrîzî isimli bir şa­hıs geidi (1244). Ders ile meşgul olan, büyük bilgin, tam bir zâhid ve temkin ehli bir sûfî olan Mevlânâ'yı bu garip zât ken­dinden geçirdi, aşk denizine attı ve coşkun bir Hak âşığı yapıverdi.

 

3- Şems'in Ölümüne (Tamamen Kaybolmasına) Kadar Olan Dönem (1244-1247)

 

Şems, âlim olmakla beraber şiddetli ruhanî bir cezbenin tesiri altında bulunmaktaydı. Mevlânâ'yı dolu ve yanmaya ha­zırlanmış bir lamba gibi telakki eden kimseler, Şems'in mev­kiini de bir kibritin yaptığı işe benzetirler. Asıl yanan ve nurlanan Mevlânâ idi. Onu uyandırmak ve ziya saçar bir hale getirmek için bir kibrit lazımdı ki bunu da Şems yaptı. Başka bir görüşle: Şems Mevlânâ'yı ateşledi, fakat öyle bir infilak karşı­sında kaldı ki onun alevleri içinde kendisi de yandı.

Şems ile karşılaştıktan sonra Mevlânâ'nın hayatına tama­mıyla o yön vermeye başladı. İki Hak âşığı halvete çekiliyor­lar ve Hakk'i anlamada birbirlerine ayna oluyorlardı. Mevlânâ kendisini tamamen Şems'in sohbetine verdi, onda adetâ ken­disini kaybetti. Artık medreseye, dergâha çıkmaz oldu. Aslın­da Şems de Mevlânâ ile talebelerinin ve müridlerinin buluşma­ması için elinden gelen gayreti sarf ediyordu. Ne var ki bu du­rum Mevlânâ'nın etrafındakilerin hiç de hoşuna gitmedi. İn­sanlar arasında Şems'e karşı haset, kin ve nefret başladı. Bel­li bir zaman sonra dedikodular ve eleştiriler açıktan açığa ya­pılmaya başlandı. Şems, işin çığırından çıktığını, herkesin kendisine düşman olduğunu görünce, bir gün ansızın ortadan kayboluverdi (1246).

Şems'in ayrılışına Mevlânâ çok üzüldü. Dîvâneler gibi ga­zeller söylüyor, yüreğindeki ayrılık acısını dile getiriyordu. Et-rafındakilerle İlgilenmesi bir yana, Şems zamanındaki hâli de kayboldu. Hatta Şems'in gidişine sebep olanlara kızgın ve kır­gındı. Onların yüzüne bile bakmıyordu.

Şems'in Şam'da olduğunu öğrenince Meviânâ, oğlu Sul­tan Veled'i, hediyelerle birlikte ona elçi olarak gönderdi. Şems Konya'ya tekrar geldi Mayıs 1247. Mevlânâ adetâ bayram etti. Kırgın olduğu kimseleri bağışladı. Eski günlerdeki coşkun haline döndü. Fakat çok geçmeden, aralarında oğlu Alâeddin Çelebi'nin de olduğu bir grup, Şems'e karşı eski davranışları­nı tekrar sergilemeye, onu ve Mevlânâ'yı üzmeye başladılar. Sonunda Şems ortadan büsbütün kayboldu; veya öldürüldü (Aralık 1247). Mevlânâ onu her yerde aradı, hatta Şam'a bile gitti, ama nafile.

Ahmed Eflâkî'nin Menâkıbü'l-Ârifin'âe kaydettiği bir riva­yete bakılırsa; düşmanları Şems'i öldürdükten sonra bir kuyu­ya attı. Sultan Veled onu rüyasında görerek buradan çıkartıp teçhiz ve tekfin ettikten sonra, yine Tebrizli mimar Emîr Bedreddîn'in binası olan türbenin yanına defnettirdi, Mevlânâ, ıs­tırabının şiddetinden, yalnız başına bahçede dolaştı ve cenaze merasiminde bulunmadı. Âdeta Şems'in öldüğüne inanmak­tan kaçındı. Mevlânâ, oğlu Alâeddîn Çelebi'ye karşı bu yüzden şiddetli nefret duydu. Alâeddîn çok geçmeden şiddetli bir humma neticesinde vefat etti.

 

4- Şems'in Ölümünden Sonraki Dönem (1247-1273)

 

Artık Mevlânâ gece gündüz semâ ediyor, gazeller, şiirler söylüyordu. Ağlayışı ve feryadı herkesi yürekten yaralıyordu. Şems'i gönül dünyasında arıyordu. Nitekim onu orada buldu da... Bundan sonra kendini ilim tedrisine ve irşada verdi. Bir yandan da gönlü bir dost arayışı içerisindeydi.

Mevlânâ'nın can aynası olarak bulduğu diğer bir kişi Kon­yalı Selâhaddîn-i Zerkûbî oldu. (Kuyumcu, altın dövücü Selâ-haddîn). Aslında Kuyumcu Selâhaddîn, Seyyid Burhâned-dîn'in dervişi idi ve okuma-yazması yoktu. Fakat Mevlânâ'nın coşkunluğu onunla tatlı bir sükûnete erdi, gönül dünyâsı onunla huzuru yakaladı. Artık semâ meclisleri zevk ve neşe ile kuruluyor, günler birer düğün havasında geçiyordu. Mevlânâ bütün gönlüyle ona yöneldi. Onunla iki bedende yaşayan bir can gibi yakınlaştıîar. Onu, yerine halîfe ve şeyh îlân etti. Mü-ridlerin irşadını ona havale etti. On yıl kadar süren mutlu bir dostluğun ardından, Selâhaddîn-i Zerkûbî de Hakk'ın rahme­tine kavuştu (1258).

Mevlânâ, daha sonra "kendisine içindeki nur hazînelerini keşfettiren" Çelebi Hüsâmeddîn b. Muhammed b. Hasan'ı (Ö.1284) dost, hemdem, yâr ve halîfe seçti. Hüsâmeddîn Çe­lebi, mensupları Âhî şeyhliği yapmış bir sülâleden geliyordu. Bu ahbablık ve sohbet on yıl kadar sürdü. Bu on yılın en gü­zel meyvesi ise Mesnevî oldu. Gönüldaşı ve halîfesinin ricası üzerine Mevlânâ Mesnevî beyitlerini söylemeye başladı ve böylece muhteşem bir edebiyat ve tasavvuf klasiği olan Mes­nevî telif edildi.

Üzün ve yorucu bir hayâtın ardından ansızın ateşli bir has­talığın pençesine düşen Mevlânâ, dostlarının bütün tedâvî ça­balarına rağmen hastalıktan kurtulamadı ve 5 Cemâziyelâhir 672 (17 Aralık I273)'de vefat ederek Sevgilisine kavuştu.

Cenaze alayında Sadreddîn Konevî -ki Mevlânâ'nın vasi­yetine rağmen, kendinden geçmesi sebebiyle cenaze namazı­nı kıldıramadı-, Selçuklu veziri Muinüddîn Pervane, bütün Sel­çuklu emirleri, müderrisler, talebeler, her dinden ve mezhep­ten insan bulundu. Oğlu Sultan Veled'in İbtidânâme'sine kay­dettiğine göre, sadece Müslümanlar değil Hıristiyanlar ve Musevîler de bu vefattan son derece üzüntü içindeydiler.

Mevlânâ'nın cenazesi Konya'da, babasının ve Selâhaddîn-i Zerkûbî'nin de defnedildiği yere defnedildi. Sultan Veled za­manında sandukanın üzerine bir türbe yaptırıldı.

Mevlânâ'nın sevenleri, onun bir gazelinde de belirttiği üze­re, vefat gecesinin bir ayrılık gecesi değil, bir visal gecesi ol­duğunu söylediler. Bunun İçin de o geceye Şeb-i Arûs (Düğün gecesi) adını verdiler ve âyinlerle ihya ettiler.

İki oğlunun annesi Gevher Hâtûn Öldükten sonra Kira Hâtûn isminde dul bir kadınla evlenmiş olan Mevlânâ'nın, bu hanı­mından da Emir Âlim Çelebi isminde bir oğlu ve Melike Hâtûn isminde bir kız çocuğu olmuş, fakat Emîr Alim Çelebi pek genç yaşta iken vefat etmiştir. Mevlânâ'nın vefatında ancak oğlu Sultân Veled ile kızı Melike Hâtûn sağdı.

Hz. Mevlânâ'nın yazılı eserleri şunlardır:

1- Mesnevi,

2- Dîvân-ı Kebîr,

3- Fihi Mâ Fîh,

4- Mecâlis-i Seb'a,

5- Mektuplar. Eserlerinin orijinal dili Farsça'dır.

Mevlânâ ve Mevlevîlikle ilgili Türkçe en geniş neşriyat Abdülbâkî Gölpınarlı (Ö.1982) ve Şefik Çan'a (Ö.2005) aittir.

Esasen Mevlânâ, Mevlevîliğin şimdiki âyin ve kaidelerini vazT ve Mevlevîliği bir tarikat hâlinde tesis etmemişti. O böyle kayıtlardan tamamıyla uzak bir zâttı. Semâ etmesi dahi vecd ve hâl neticesiydi. Manevî terakkinin vasıtası ise aşk ve soh­betten ibaretti. Onun fikirlerinin intişârında ve tarikatının sis­temleşmesinde oğlu Sultan Veled'in (623-712/1226-1312) payı büyüktür.

 

MEVLÂNÂ'NIN CAZİBE VE ETKİSİ

 

Yaşadığı dönemde "her mezhep erbabı tarafından övü­len; her tayfanın, herkesin makbulü olan [1] Hz. Mevlânâ, vefa­tı sonrası için şöyle demiştir:

"Bizden sonra Mesnevi şeyhlik edecek ve arayanlara doğ­ru yolu gösterecek; onları yönetecek ve onlara önderlik ede­cektir. [2] "Bu manâ [Mesnevi], güneşin doğduğu yerden, battı­ğı yere kadar bütün dünyayı kaplayacaktır. Hiçbir mahfil ve­ya meclis olmayacak ki orada bu sözler okunmuş olmasın. Hatta o dereceye kadar ki, mabetlerde, zevk ve safa yerlerin­de okunacak, bütün milletler bu sözlerle süslenecek ve onlar­dan faydalanacaktır.[3]

Hakikaten, Mevlânâ'nın vefatından sonra onun fikirleri, çeşitli coğrafyalarda kurulan toplam 129 Mevlevihane [4] aracı­lığıyla yaşatılmış ve yaygınlaştırılmıştır. Bu Mevlevîhânelerin 50'den fazlası Türkiye sınırları dışında; Kuzey Kıbrıs, Yunanistan, Bulgaristan, Arnavutluk, Yugoslavya, Bosna-Hersek. Ma­caristan, Suriye, Irak, İran, Suudi Arabistan, Mısır ve Libya'da Kurulmuş; [5] buralarda Mesnevî okunmuş, semâ âyini icra edil­miştir, üstelik Mesnevî ve semâ. günümüzde artık -halihazırda resmen kapalı olan- Mevlevihane sınırlarını da aşmış, dinlen­ce ve eğlence mekanlarına kadar girmiştir (ki bu gelişmeler maalesef onların ruhundan uzaklaştırılarak gösteriye dönüştü­rülme ve tüketim malzemesi olarak kullanılma tehlikesini do­ğurmuştur).

XVIII. yüzyılın sonuna kadar Avrupa'da hakkında pek bir şey bilinmemesine rağmen, bugün artık Batı'da en çok tanı­nan, entelektüel çevreleri en çok cezbeden ve ihtidalarına ve­sile olan sûfi-şâir yine Mevlânâ'dır.

İki binli yıllarda Mevlânâ Müzesi'ni yılda bir milyonu hayli aşkın insan ziyaret etmektedir. Bunun % 15-25'i yabancıdır. Yabancı ziyaretçiler şu ülke uyrukludur: İngiltere, Fransa, Al­manya, İtalya, Amerika, İspanya, Japonya, Çekoslovakya, Yunanistan, Rusya. [6]

Hayatın anlamını arayış sürecinde ve yaşadıkları hâdiseler karşısında ruhtan ızdırab çeken, aklu fikri acziyete düşen, şekilperestlikten bıkan, umut dilencisi olan insanları etkilemeye devam eden Mevlânâ'nın, tarih boyunca süregelen bu cazibe ve etkisinin sebeplerini anlayabilme sadedinde şunlar söyle­nebilir:

 

Yeni Bir Duyumsayış Ve Anlayış

 

Hiçbir velî, yeni bir şeriat getirmez. Ancak Kur'ân ve ha­disle ilgili yeni bir anlayış getirir.[7] denilmiştir. Hz. Mevlânâ da,

Kendine gel, yepyeni bir söz söyle de dünya yenilensin! Sözün öylesine bir söz olmalı ki dünyanın da sınırını aşmalı. Sınır nedir, ölçü ne?, bilmemeli! [8]

Dünle beraber gitti cancağızım, ne kadar söz varsa düne ait. Şimdi yeni şeyler söylemek lazım. [9]

Manifestosuyla, İslâm ve insan hayatına, yüzyıllar karşı­sında eskimeyecek evrensel bir yorum getirdiğini ilan etmiş­tir. Nitekim onun hakkında Molla Camı (Ö.1492), Şeyh Gâlib (Ö.1799) ve İkbâl'in (Ö.1938) ortak övgüsü olan, "O bir pey­gamber değil, ama kitabı [Mesnevi] var." sözü de bu hususu çarpıcı bir şekilde ifade etmektedir.

 

Cana Yakın, Candan İçeri Allah

 

Hz. Mevlânâ; fıkıh, kelâm ve felsefe dilinin insanlığa bah­settiği "soğuk yüzlü ve mesafeli" Allah yerine, "cana yakın, hatta candan içeri" Allah'ı tanıtmaktadır. O, müşahede ettiği Allah'ı "tenzîh" ile değil, "tecellî" ve tezahür" ile açıklamakta­dır. Nitekim Yüce Allah, Kur'ân'da, "Yemin olsun ki; insanı Biz yarattık. Onun için, nefsinin kendisine neler fısıldadığını, ne­ler telkin ettiğini de Biz pek iyi biliriz. Çünkü Biz ona şahdamarından daha yakınız. [10] buyurmuştur.

 

Yaratılmışlara Hakk'm Nazarıyla Bakış

 

Hz. Mevlânâ. iç âlemine dönük (enfüsi) yolculuğunda "nefsini bilen Rabbini bilir" sırrına ermiş, dış âlemde (âfâk'ta) ise kesrette vahdeti [11] müşahede etmiştir. Yaratîlmıslara halkın nazarıyla değil, Hakk'ın nazarıyla bakabilmiştir. [12]

Mevlânâ, dünya hayatmdaki (insanlarda, inanç ve düşün­celerde görülen) farklılık ve zıtlıkların hakikatini, ilâhî maksat­ları, varlık hikmetlerini kavramış; onları birer kaos ve çatışma ' sebebi olarak görmemiştir. Böylesi bir nazarla Mevlânâ,

Tanrı'nm yarattığı hiçbir şey abes değildir. [13]

Yaratıktan şikayet, Yaratan'dan şikayettir. derken; Yunus Emre, aynı hususu şu mısralarla dile getirmiştir: [14]           

Hakk'ı gerçek sevenlere Cümle âlem kardeş gelir. [15]

Cümle yaratılmışa bir göz ile bakmayan Halka müderris ise, hakikatte asidir.[16]

Yaratılanı hoş gördük Yaratan'dan ötürü."

Nitekim Kur'ân âyetleri böylesi bir anlayışa işaret etmekte, ona ilham vermektedir:

Dinde zorlama yoktur. Artık doğru ile yanlış, birbirinden ayrılmıştır.[17]

Şayet Allah dileseydi onların hepsini elbette doğru yol üzerinde toplardı. O halde sen sakın bunu bilmeyenlerden, fevri davrananlardan olma. [18]

Eğer Senin Rabbin dileseydi, dünyada ne kadar insan varsa hepsi imana gelirdi. Ama bunu irade etmedi. Şimdi sen mi, imana gelsinler diye insanları zorlayacaksın?"

Eğer Rabbin dileseydi bütün insanları hakta ittifak eden bir tek ümmet yapardı. Fakat O bunu irade etmediğinden itti­fak etmemişlerdir ve işte böylece ihtilaf eder vaziyette devam edeceklerdir. [19]

Mevlânâ'ya göre, "eşref-i mahlukat" insan başta olmak üzere her varlık, Allah'ın İsim ve sıfatlarının tecellî ve tezahür ettiği birer aynadır. Her bir Âdem-oğlunda; mü'minde, kâfirde, ateşe tapanda, putperestte, günahkârda aynı "ilâhî cevher", yani "bezm-i elest sözleşmesi [20] "ruh [21] ve "fıtrat [22] vardır.

Mevlânâ, "Biz birleştirmek için geldik, ayırmak İçin de­ğil [23] demekte; buna binaen dünya hayatındaki kaosun, ay­rışma ve çatışmanın temel sebebi olan zahirî (şeklî ve yüzey­sel) farklılıklara vurgu yapmamakta, böylece ayrışma ve çatışmayı körüklememektedir. O, görünüşteki farklılık ve zıtlıkların hakikatlerine, var ediliş hikmetlerine, "öz"lerindeki ortak ilâhî cevhere dikkatleri çekmektedir.

 

Evrensel Bir Söylem

 

Pergel gibi bir ayağımla şeriatta sağlamca durduğum halde, diğer ayağımla yetmiş iki milleti dolaşıyorum.[24] diyen Hz. Mevlânâ, bu ruhsal ve düşünsel yolculuğunda evrensel bir bakış açısı kazanmış; "Yetmiş iki millet kendi sırrını bizden dinler. Biz, bir perde ile yüzlerce ses çıkaran bir ney gibiyiz.[25] sözüyle işaret ettiği üzere, evrensel bir dinsel-ruhsal dil geliş­tirmiştir.

Onun gönül dili; kaotik, içine kapanık, bağnaz, önyargılı, kusur bulucu, ayrıştırıp çalıştırıcı, "öteki" ile bir arada bulun­maktan ve iletişim kurmaktan korkutucu değildir. Bilakis; sevgi, sempati, empati, hoşgörü ve estetik İle yoğrulmuştur. Samimi, iletişime açık, ümit bahşedici, ortak unsurları hatırla­tan, birleştirici, güzelliklere ayarlı, pozitif bir gönül dilidir. [26] Ni­tekim O şöyle demiştir: "Tapımızda (yolumuzda) riyazât yok; ı burada hep lütuf var, bağış var. Hep sevgi, hep gönül alış, hep aşk, hep huzur var burada. [27]

Mevlânâ, insanların dünyadaki anlam arayışlarına cevap vermektedir. Onlara şeriatı, kulluk görevlerini sıralamaktan i Önce, "var ediliş hikmetlerini hatırlatmaktadır.

Onun dindilini şu âyetlerin ışığında anlamlandırmak mümkündür:                                                                             

Bütün insanlığı hikmetle ve güzel öğütle Rabbinin yoluna çağır; ve onlarla en güzel, en inandırıcı yöntemlerle tar­tış.[28]

De ki: Ey kendi aleyhlerine haddi aşmış kullarım! Al­lah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü Allah, (tevbe edilirse) bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayı­cıdır, çok merhamet edicidir. [29]

Bütün bunlara binaendir ki Hz. Mevlânâ şöyle seslenmiştir insanlığa:

Yine gel, yine get, her ne olursan ol yine gel İster kâfir, ateşe tapan, putperest ol yine gel Bizim bu dergahımız ümitsizlik dergâhı değildir Yüz defa tövbeni bozmuş olsan da yine gel. [30]

 

Akıl Ve Ruh Sağlığı Bozulanlar İçin Tiryak

 

Türkiye'de gerek Batı'ya gerekse Doğu'ya yönelik orijinal, kuşatıcı, etkili ve kalıcı bir dinsel-ruhsal söylem geliştirebil­mesi için, her zamankinden daha fazla Hz. Mevlânâ'ya tevec­cüh edilmesi gerekmektedir. Ve bu, konjonktüre! bir politika gereği ve sadece, "Bakın!, bizde, İslam'da inşân sevgisi de var, aşk da, hoşgörü de!" diyebilmek için değil; yüzeysel ve mevsimlik bir ilginin ötesinde, derinlikli ve kalıcı bir tercih edişle yapılmalıdır. Çünkü Mevlânâ;

Haçlı seferleri ve Moğol istilalarına maruz kalan bir Anado­lu'da, siyâsî ve sosyal hayattaki kargaşa, moral değerlerdeki çözülme karşısında insan'ı, İslâm'ı ve aşk'ı ayakta tutabilmiş bir manevî mimardır.

sadece Müslüman Anadolu insanı için değil, her din ve mezhepten insanın gönül aynası, göz bebeği olmuştur.

bugün Batı'da en çok tanınan, entelektüel çevreleri en çok cezbeden ve ihtidalarına vesile olan sûfî-şairdir.

Hâsılı kelâm Hz. Meviânâ, akıl ve ruh sağlığı bozulan bir in­san ve toplum için "tiryâk"tır. O, sözlerindeki safa oluşun, şifâ ve gıda oluşun sırrı hususunda şöyle demiştir: "Söz söyleyen ke­mâl sahibi olursa, marifet ve hakikat sofrasını serdi mi, o sofra­da her türlü yemek bulunur. Herkes orada gıdasını bulur.[31]

Çalışmamızın ikinci bölümünde, tarih boyunca ondan et­kilenen meşhur insanlardan seçip kaydettiğimiz değerlendirmeler de yukarıdaki tespitlerimize delil teşkil etmektedir.

 

ESERLERİNDEN SEÇMELER

 

Mesnevî'nin İlk On Sekiz Beyiti

 

Hz. Mevlânâ tarafından bizzat yazılan bu 18 beyite, Mevle-vîler pek büyük bir ehemmiyet verirler. Onlara göre, bütün Mesnevî'nin hülâsası bu beyitlerdedir. [32] Nitekim, "Mevlânâ'nın hasret ve sevgi felsefesi, bütün Mevlevîlikle beraber öz halin­de bu on sekiz beyittedir. Bu beyitler kadar geleceği yüklü, onu kendisinde toplayan eser azdır," denilmiştir. [33]

Mesnevî şerhlerinde, Mevlânâ'nın "ney" ile "insân-ı kâ­mil"!, "kamışlık" ile "elest bezmi"n\, "ateş" ile "ilâhî aşk"\ sembolize ettiği belirtilmiştir.

Şairin ifade ettiği gibi;

Neye halk etdi deme Hazret-i Mevlâ nâyı ;      Halka bildirmek için hazret-i Mevlâna'yı (Laedri)

Hazret-i Mevlâ, ney'İ niye yarattı diye kafanı yorma hiç. Besbelli ki Mevlânâ hazretlerini halka duyurmak için yarattı onu.

Veled Çelebi İzbudak'ın (Ö.1953) tercümesi (düzenlene­rek):

1. Dinle, bu ney nasıf şikâyet ediyor; ayrılıkları nasıl an­latıyor. (Diyor ki:)

2. Beni kamışlıktan kestiklerinden beri feryadımdan er­kek, kadın herkes ağlayıp inledi.

3. Ayrılık açılarıyla parça parça olmuş bir kalp İsterim ki iştiyak derdini ona açayım.

4. Aslından, vatanından uzak düşen bir kişi, vuslat zama­nını arar durur.

5. Ben her toplulukta, her mecliste ağladtm, inledim dur­dum. Fena halli olanlarla da eş oldum, iyi halli olanlarla da.

6. Herkes kendi zannınca benim dostum oldu, ama içim­deki sırlarımı kimse araştırmadı.

7. Benim sırrım, feryadımdan uzak değildir. Ancak her gözde onu görecek, her kulakta onu işitecek nur yok.

8. Ten candan, cân da tenden gizli değildir. Lakin canı görmek için kimseye izin yok.

9. Bu neyin sesi ateştir, hava değil. Kimde bu ateş yok ise o yok oisun!

10. Aşk ateşidir ki ney'in içine düşmüştür. Aşk coşkunlu­ğudur ki şarabın İçine düşmüştür.

11. Ney,  yârinden  ayrılan  kişinin  arkadaşı,  hâldaşıdır. Ney'in perdeleri, bizim perdelerimizi yırttı.

12. Ney gibi hem bir zehir, hem bir panzehir; ney gibi hem bir dost, hem bir müştakı kim gördü?

13. Ney, kanla dolu olan yoldan bahsetmekte, Mecnûn'un aşk kıssalarını söylemektedir.

14. Bu aklın mahremi ve sırdaşı, akılsızdan başkası değil­dir. Dile de kulaktan başka müşteri yoktur.

15. Bizim gamımızdan günler vakitsiz bir hale geldi; gün­ler (ayrılıktan doğan) yanışlarla yoldaş oldu.

16. Günler geçtiyse, geçip gitsin, korkumuz yok. Ey te­mizlikte benzeri olmayan, yeter ki sen kal!       

17. Balıktan başka her şey suya kandı; rızkı olmayanın da günü uzadıkça uzadı.

18. Ham, pişkinin, olgunun halinden anlamaz. Öyle ise söz kısa kesilmelidir vesselam.

Mesnevî'nin vezniyle tercüme eden: Feyzi Halıcı (d. 1924)

Duy şikâyet etmede her an bu Ney

Anlatır hep ayrılıklardan bu Ney.

Der ki; feryadım kamışlıktan gelir,  

Duysa her kim, gözlerinden kan gelir.  

Ayrılıktan parçalanmış bir yürek

İsterim ben, derdimi dökmem gerek.

Şayet aslından biraz ayrılsa can,

Öyle bekler, vuslata ersin zaman. 

Ağladım her yerde, hep âh eyledim

Gördüğüm her kul için, dostum dedim.  

Herkesin zannında dost oldum ama;

Kimse talip olmadı esrarıma.

Hiç değil feryadıma sırrım uzak

Gözde lâkin yok ışık, duymaz kulak. Aşikârdır can-beden, gör insanı,

Yok izin, görmez fakat insan, canı.

Ney sesi tekmil hava; oldu ateş,

Hem yok olsun, kimde yoksa bu ateş!      

Ateş ateş olmuş, dökülmüştür Ney'e 

Cezbesi aşkın karışmıştır mey'e.

Yardan ayrı dostu Ney dost kıldı hem,

Perdesinden perdemiz yırtıldı hem.

Kanlı yoldan Ney sunar hep arzuhal

Hem verir Mecnûn'un aşkından misal.

Ney zehir, hem panzehir; âh nerde var.

Böyle bir dost, böyle bir özlemli yar?

Sırrı bu aklın, bilinmez akl ile,

Tek kulaktır müşteri, ancak dile.

Sırf keder, gam; gitti kaç gün, kaç gece,

Geçti yanışlarla günler, öylece.

Geçse günler, korku yok, her şey masal;

Ey temizlik örneği, sen gitme kal! Kandı her şey, tek balık kanmaz sudan, Gün uzar, rızkın eğer bulmazsa can. Anlamaz olgun adamdan bil ki, ham, Söz uzar, kesmek gerektir vesselâm!

Translated by Professor Seyyed Hossein Nasr:[34]

Listen to the reed how it naırates a tale,

A tale of ali the separations of ujhich it complains.

Eoer since they cut me from the reed-bed,

Men and ujomen bemoaned my lament.

Holü I uj'tsh in separation, a bosom shred and shred,

So as to utter the description of the pain of longing.

Whoeuer becomes distanced from his roots,

Seeks to return to the days of his union.

Ijoined euery gathering uttering my lament,

Consorting with thejoyous and the sorroıufuL

Everyone befriended me folloujing his own opinion,

No one sought the secrets from withln me.

My secret is not far away from my lament,

Yet, eye and ear do not possess that light.

Body is not hidden from soul, nor soul from body,

Yet, none has the license to see the soul.

The cry of the reed is fire, not wind,

Whoso does not possess this fire may he be naught..

İt is the fire of Loue that befelled the reed,

İt is the feruent desire of Loue that entered the wine.

The reed is the comrade of ıvhoever has become seuered from a friend,

Its strains haue rent asunder our veils.

Who has euerseen a poison and an antidote like the reed?

Who has ever seen a consort and a longing looer like the reed?

The reed is tetling the story ofthepath full of blood; it is telling stories of Majnoon's (crazed)

The confıdent ofthis consciousness is none other than the unconscious.

For the tongue has no client saue the ear.

Eğer birisi benden bundan başka söz naklederse

Ben ondan da bizarım! naklettiği sözlerden de bîzânm. [35]

Hasan ÂH Yücel'in manzum tercümesi ise şöyledir: [36]

Can tende var oldukça kulum Kur'an'a Yol toprağıyım Peygamber-i zîşâna  

Hakkımda bunun zıddına söz etse biri,  

Vay bu söze, vay böyle diyen insana

Bizim mesnevimiz vahdet dükkânıdır

Onda vahdetten başka ne görürsen o puttur. [37]

Allah'a tekrar tekrar yemin ederim ki,                        

Bu mânâ [Mesnevi],                                                      

Güneşin doğduğu yerden, battığı yere kadar bütün dünya kaplayacak

Ve bütün ülkelere ulaşacaktır.

Hiçbir mahfil  ve  meclis  olmayacak  ki orada Mesnevi okunmuş olmasın. 

Hattâ o dereceye varacak ki, Mabetlerde, zevk u safa yerlerinde okunacak;

Bütün milletler bu sözlerle süslenecek ve onlardan fayda­lanacaktır. [38]

"Bizden sonra Mesnevi şeyhlik edecek,[39]

Gazel söyle de halk, yüzyıllar boyunca okusun. Tann'nın dokuduğu kumaş ne yıpranır, ne eskir. [40]

Kendine gel,

Yepyeni bir söz söyle de dünya yenilensin!

Sözün öylesine bir söz olmalı ki dünyanın da sınırını aşmalı;

Sınır nedir, ölçü ne?, bilmemeli! [41]

Her gün bir yerden göçmek ne iyi! Her gün bir yere konmak ne güzel! Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş! Dünle beraber gitti cancağızım Ne kadar söz varsa düne ait. Şimdi, yeni şeyler söylemek lazım. [42]

Ben kilitten seslenen bir kapı anahtarı gibiyim sanki. Sanır mısın ki benim sözüm sadece bir sözdür. [43]

Bizim sözlerimizin hepsi nakit, başkalarınınki nakildir. Nakil, nakdin fer'idir. [44]

Sözünü öyle bir izah et ki havas da avam da istifade etsin. Herkesin aklının ereceği, fikrinin anlayacağı bir tarzda anlat. Söz söyleyen kemâl sahibi olursa,

(marifet ve hakikat) sofrasını yaydı mı, o sofrada her tür­lü aş bulunur.

Hiçbir misafir aç kalmaz, herkes o sofrada kendi gıdasını bulur.

Güzel üslupla söz söyleyenleriz;

Mesih'in talebesiyiz;

nice ölülere tuttuk da can üfürdük biz.

Bu dünya zindandır, biz de zindandaki mahkûmlarız.

Zindanı del, kendini kurtar!

Dünya nedir? Allah'tan gafil olmaktır.

Kumaş, para, Ölçüp tartarak ticaret yapmak ve kadın; dünya değildir.

Ben,

İnsanlara faydam dokunsun diye

bu dünya zindanında kalmışım.

(Yoksa) hapishane nerede, ben nerede?

Kimin malını çalmışım?

Yine gel, yine gel, her ne olursan ol yine gel 

İster kâfir, ateşe tapan, putperest ol yine gel

Bizim bu dergâhımız ümitsizlik dergâh, değildir

Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel.

Tapımızda (yolumuzda) riyâzât yok: burada hep lütuf var, bağış var:

Hep sevgi, hep gönül alış. hep aşk, hep huzur var burada. [45]

Hem-çü pergârim der-pâ der-şeriat üstüuâr Pây-t diğer seyr-i heftâd u dü millet miküned (Pergel gibiyiz; bir ayağımız sımsıkı şeriata bağlı. Diğer ayağımızla yetmiş iki milleti dolaşıyoruz.) [46]

Yetmiş iki millet kendi sırrını bizden dinier.

Biz, bir perde ile yüzlerce ses çıkaran bir ney gibiyiz. [47]

Demedim mi sana, gitme oraya; seni tanıyan, bilen ben'im ancak;

şu yokluk serabında hayat pınarın ben'im.

Kızıp uzaklaşsan da yüz yıllık yola gitsen, sonunda dönüp gene bana gelirsin;

son durağın ben'im demedim mi?

Demedim mi sana, dünyanın süsüne razı olma;

senin razı olacağın otağın ressamı ben'im ancak.

Demedim mi sana deniz ben'im, sen bir balıksın;

karaya gitme; arı duru denizin ben'im ancak.

Sana, kuşlar gibi tuzağa gitme;

haydi gel, kolundaki, kanadındaki kuvvet ben'im deme­dim mi?

Demedim mi sana, keserler yolunu, soğuturlar seni;

ateşin, coşkun, sıcaklığın ben'im ancak.

Demedim mi yakıştırırlar sana kötü kötü sıfatlar; sen olur­sun kaybeden;

halbuki sıfatlarının kaynağın ben'im ancak.

Demedim mi sana; "kulun işi gücü hangi sebeple düzene girer acaba?" deme;

sebepsiz, cihetsiz yaratıcı ben'im ancak. Gönlünde bir ışık varsa bil bakalım, nerede evinin yolu; Tanrı sıfatlıysan eğer, bil ki ev sahibin, efendin ben'im an­cak. [48]

Biz öyle hekimleriz, öyle Allah şakirtleriyiz ki,

Bahr-ı Muhit (Kızıldeniz) bile bizi gördü de yarıldı.

Biz başkayız; insanın hastalığını, nabzına bakarak anlayan hekimler başka!

Biz gönüle vasıtasız, güzelce bakarız;

Bizim görüşümüz, ferasetimiz sayesinde pek yücedir.

Onlar, insanı gıdalarla, meyvelerle doyuran kuvvetlendi­ren tabiblerdir;

Hayvanî can, onların tedavisiyle kuvvet bulur, yaşar.

Bizse davranışların ve sözlerin tabibiyiz;

Bize Hakk'm nurunun ışığı ilham vermektedir.

Meselâ deriz ki; "Bu çeşit bir davranış sana faydalıdır, şöyle bir davranış ise seni yoldan çıkarır. Şöyle bir söz seni ilerletir; böyle bir söz ise seni yaralar!" O tabibler, hastanın idrarına bakar, hastalığını öyle anlar; Bizim delilimiz ise Yüce Allah'ın vahyidir, hastalığı vahiyle anlarız.

Kimseden ücret istemeyiz;

Bizim ücretimiz, noksanlardan ârî olan Allah'dan gelir.    

Haydi! İlleti onulmaz, şifa bulmaz hastalan çağırıyoruz;

Bizim ilacımız hastalara birebirdir. [49]

 Her meyvenin içi, kabuğundan yeğdir, iyidir. Teni de ka­buk; sevgiliyi iç bil!

İnsan,   pek latif bir içe mâliktir. İnsansan bir an olsun onu ara!

Ey özden habersiz gafil! [50]

Sen hâlâ kabukla öğünüyorsun! [51]

Bedenler, ağızları kapalı testilere benzerler.

Her testide ne var? Sen ona bak. [52]

Surette kalırsan putperestsin.

Her şeyin suretini bırak, mâ­nâya bak.

Hacca giderken hac yoldaşı ara.

Ama ha Hintli olmuş, ha Türk, ha Arap.

Onun şekline, rengine bakma; azmine ve maksadına bak.

Rengi kara bile olsa değil mi ki seninle aynı maksadı gü­düyor, aynı senin rengindedir, sen ona beyaz de. [53]

Hayret! Nice kişinin yolunu suret kesti.

Surete niyet etti (esas aldı), Allah'a karşı koydu (çattı)! [54]

Kişinin değeri nedir? - Aradığı şeydir!" [55]

Eğer sen, can konağını arıyorsan, bil ki sen cansın.

Eğer bir lokma ekmek peşinde koşuyorsan, sen bir ek­meksin.

Bu gizli, bu nükteli sözün mânâsına akıl erdirirsen, anlar­sın ki

Aradığın ancak sensin, sen. [56]

Madendeki inciyi aradıkça madensin. Ekmek lokmasına heves ettikçe ekmeksin. Şu kapalı sözü anlarsan, anlarsın her şeyi; Neyi arıyorsun, sen osun. [57]

Senin canın içinde bir can var, o canı ara!

Beden dağının içinde mücevher var, o mücevherin nini ara!

A yürüyüp giden sufi, gücün yeterse ara; Ama dışarıda değil, aradığını kendinde ara. [58]

Ey toplum, şu olaylar yurdundan çekinin; Kalkın, yüceler âlemine doğru çıkın yola. Bedenlerinizde olgunluğa ulaşmış bir can var, Artık siz de kısa kesin beden lakırdısını. [59]

Sen, değerinle ve düşüncenle iki âleme bedelsin. Ama ne yapayım ki kendi değerini bilmiyorsun. Kendini ucuza satma, çünkü değerin yüksektir.[60]

İnsan cevherdir, gök ona arazdır. Her şey fer'îdir, her şey­den maksat odur.

Ey akıllar, tedbirler, fikirler kuiu kölesi olan bey, madem ki böylesin, kendini neden böyle ucuza satıyorsun?

Sana hizmet etmek, bütün varlık âlemine farzdır. Bir cev­her, neden arazdan ihsan ister ki?

Yazıklar olsun, kitaplardan bilgi arıyorsun ha, helvadan zevk istiyorsun ha!

Bir bilgi denizisin ki bir ıslaklıkta gizlenmiş; bir âlemsin ki üç arşın boyunda bir bedene bürünmüş!

Şarap nedir, güzei ses ve çalgı dinlemek, yahut bir güzel­le buluşmak nedir ki sen onlardan bir neşe, bir menfaat um­madasın!

Hiç güneş, bir zerreden borç ister mi? Hiç Zühre yıldızı, bir küçücük küpten şarap diler mi?

Sen keyfiyeti bilinmez bir cansın, keyfiyet âiemine hapse­dilmişsin. Sen bir güneşsin, bir ukdeye tutulmuşsun. İşte bu, sana yakışmaz, yazık! [61]

Ey Tanrı kitabının nüshası insanoğlu! Sen, kâinatı yaratan Hakk'ın güzelliğinin bir aynasısın! Her şey sensin. Alemde ne varsa, senden dışarıda değil. Her ne ararsan, onu kendinden iste, kendinde ara. [62]

Kimden kaçıyoruz, kendimizden mi? Ne olmayacak şey! Kimden kapıp kurtarıyoruz, Hak'tan mı? Ne boş zahmet. [63]

"İnsan, büyük bir şeydir ve içinde her şey yazılıdır. Fakat karanlıklar ve perdeler bırakmaz ki insan içindeki o ilmi oku­yabilsin. Bu perdeler ve karanlıklar; bu dünyadaki türlü türlü meşguliyetler, insanın dünya işlerinde-aldığı çeşitli tedbirler ve gönlün sonsuz arzulandır. [64]

Kalıbın, cesedin mektuptur, ona dikkat et; padişaha lâyık mı, değil mi? Bir anla da sonra gönder!

Bir bucağa git, mektubu aç, oku. Bak bakalım, içindeki sözler, padişahlara lâyık olan sözler mi?

Lâyık değilse o mektubu yırt, çaresine bak, başka bir mektup yaz!

Fakat ten mektubunu açmayı kolay sanma. Yoksa herkes gönül sırrını apaçık görürdü!

Bu mektubu açmak ne güçtür, ne sarptır! Erlerin İşidir, bu çocuk işi değil!

Hepimiz, fihriste kani olmuş, kalmışız. Çünkü heva ve he­vese, hırsa bulaşmışız!

Halbuki o fihrist, ona baksınlar da metni de öyle sansınlar diye halka bir tuzaktır.

Mektubu aç, bu sözden baş çevirme! Allah doğruyu daha iyi biür!

Mektubun fihristi, dille ikrar etmeye benzer. Halbuki sen gönül mektubunun metnini sına!

Bak bakalım, ikrarınla muvafık mı? Buna bak da işin, mü­nafıkların işine dönmesin! [65]

Âlim de, bilgilerin yüz binlerce çeşidini bilir de zâlim herif, kendisini bilmez!

Her cevherin hususiyetini bilir de kendi cevherini bilmeye gelince eşeğe döner!

Be hey âlim, sen, "ben caiz olan şeylerle caiz olmayanları bilirim" dersin ama, kendin caiz misin, işe yarar mısın? Bun­dan haberin yok!

Bu, yerinde, doğru", "şu, yerinde değil, eğri"; bunu bili­yorsun, biliyorsun ama, sen doğru musun, eğri mi? Bir de iyi­ce kendine bak!

Her kumaşın değeri nedir, biliyorsun da kendi değerini bil­miyorsun. Bu, ahmaklıktır.

Uğurlu yıldızlarla uğursuz yıldızlan biliyorsun. Fakat sen uğurlu musun, yoksa cemcenabet biri misin? Buna bakmıyor­sun bile!

Bütün ilimlerin aslı, canı budur bu! Mahşer günü "ben ki­mim, ne hale geleceğim" demen, bunu bilmen gerek.

Gerçi dinin usullerini bildin; ama kendi aslın, kendi mayan iyiyse bir de ona bak, onu bil!

Senin için bu iki usulden kendi aslını biimen daha iyidir ey ulu kişi! [66]

Seyyid Burhaneddin Muhakkik (ks) konuştuğu sırada bi­ri geldi ve: "Falandan senin methini duydum" dedi. O: Baka­lım o falan nasıl bir kimsedir? Beni tanıyıp övebilecek bir hal­de midir? Beni eğer sözlerimle tanımışsa, tanımamış demek­tir, Çünkü bu ses, bu töz, bu ağız ve dudak kaimaz; bunların hepsi arazdır. Yok eğer işlerimle tanımışsa, yine de böyledir. Fakat benim zâtımı tanımışsa, işte o zaman beni övebilir ve bu övmenin bana âit olduğunu bilirim" dedi.

Buna benzeyen bir hikaye var. Rivayet ederler ki: Padişa­hın biri, oğlunu hüner sahibi bir topluluğa teslim etmiş ve o topluluk da ona yıldız bilgisi, remi ve daha başka bilgilerden öğretmişti. Çocuk son derece aptal olduğu halde bu bilgileri tamamen öğrenip üstad oldu. Bir gün padişah avucuna bir yü­zük sakladı ve oğlunu imtihan etti. Gel söyle bakayım, avucumda ne var?" diye sordu. Çocuk: "Elindeki yuvarlak, sarı ve iç boş bir şeydir" dedi. Padişah: "Alâmetlerini doğru verdin, o halde ne olduğuna da hükmet" deyince, çocuk, "Kalbur olma­sı lâzım" dedi. Padişah: "Aklı hayretler içinde bırakan bu ka­dar alâmeti bilgi ve tahsil sayesinde söyledin, fakat kalburun avuca sığmayacağına nasıl akıl erdiremedin!" dedi.

Bunun gibi, zamanımızdaki bilginler de kılı kırk yarıyorlar. Kendileriyle ilgili olmayan şeyleri pek İyi biliyorlar. Onlara ta­mamen ve bütün etrafıyla vâkıftırlar, fakat önemli olanı ve kendine her şeyden daha yakın bulunanı, yani kendi kendile­rini biimiyoriar. Onlara her şeyden daha yakın olan bir şey var ki bu da onların benliğidir. "Bunun yapılması doğrudur, bu-nunki doğru değildir, bu helâldir yahut haramdır", diye her şey hakkında helal ve haram olması bakımından hüküm verdiği halde, kendi mahiyetini helal midir yoksa haram mıdır, temiz midir, yoksa pis midir bilmez. Binaenaleyh söylemiş olduğu bu boşluk, sanlık, şekil ve yuvarlaklık arızîdir. Ateşe attığın za­man bunların hiçbiri kalmaz. Bu alâmetlerin hepsinden kurtul­mak zatî olur. Bir insana verilen İş, söz vesaire gibi şeylerin hepsi de bunun gibidir. Onun cevheriyle alâkası yoktur; bütün bu şeyler yok olduktan sonra kaîan şey o cevherdir. İşte o bil­ginlerin alâmeti böyle olur. Bütün bu şeyleri söyleyip anlattık­tan sonra, kalburu avuç içine sığdırmaya kalkarlar. Çünkü on­ların esas olan şeyden haberleri yoktur. Ben kuşum, bülbü­lüm, papağanım. Eğer bana "başka türlü ses çıkar" derlerse yapamam. Çünkü benim dilim böyledir ve bundan başkasını söyleyemem. Kuş seslerini Öğrenen kimse, kuş olmadığı gibi, aynı zamanda kuşların düşmanı ve avcısıdır. Kendisini kuş zannetmeleri için, onlar gibi ses çıkarır ve ıslık çalar. Ona "bu seslerden daha başka sesler çıkar", diye emretseler bunu da yapabilir. Çünkü ses onun değildir, onda iğretidir. Bunun için başka bir ses de çıkabilir. Halkın kumaşını çalan (hırsız) her evden bir kumaş göstermeyi de öğrenmiştir. [67]

Düğümleri açmakla uğraşa uğraşa kocadın, başka bir kaç düğümü de çözülmüş sayıver!

Asıl boğazımizdaki çözülmez düğüm şudur: Sen kendini bil, bakalım, aşağılık bir adam mısın, yoksa bahtı yaver bir adam mı?

Adamsan bu müşkülü çöz. İnsan nefsine sahipsen, nefesi­ni bu yolda sarf et.

Cisimlerin ve sıfatların haddini bildin var say. Asıl, kendi haddini bil ki bundan kaçıp kurtulmaya imkan yok.

Kendi haddini bilince de artık bu hadden kaç da ey toprak eleyen, hadsiz aleme ulaş.

Ömrün özne ve yüklem derdiyle geçti. Gözün açılmadı, hayatın duyduğun şeylerle geçip gitti.

Neticesiz ve tesirsiz her delil bâtıldır, boştur. Sen kendi ne­ticene bak!

Yapanı, ancak yapılan şeylerle görebildin; iktirânî kıyasla  yetindin.

Filozof, davasında delilleri çoğaltıp durur. Halbuki kalbi te­miz Allah kulu, onun aksine, delillere bakmaz bile.

Bu, delilden ve perdeden kaçar; delille ulaşılan için başını Önüne eğer.[68]

Ya olduğun gibi görün

Ya da göründüğün gibi ol. [69]

A hoca, ne kuşusun sen, adın ne, değerin ne? A tatlılarla beslenen kuş, ne uçarsın, ne yayılırsın?

Devekuşusun sanki; uç diyorlar sana; diyorsun ki "ben de­veyim, deve uçar mı hiç a dayı?"

Yük yükleme çağı gelince "ben kuşum" diyorsun, "kuş yük çeker mi, ne diye bu teklifte bulunuyorsun?"

Ne şakıyıp çileyen güzel sesli bülbülsün, ne rengi güzel dudu kuşu; ne boynu halkalı üveyiksin! Ne bizim yeşilliğimize, bağımıza bahçemize geliyorsun?

Her kuşun boynunda Süleyman'ın bir hakkı var. Bütün kuşlar oraya uçup gittiler, sen ne duruyorsun? [70]

Bizim Peygamberimizin yolu aşk yoludur. Biz aşktan doğmuşuz, annemiz aşktır. [71]

Aşk şeriati, bütün dinlerden ayrıdır. Âşıkların şeriatı da Allah'tır, mezhebi de. [72]

Bu dünya pazarında sermaye altındır; orada ise aşk ve ıslak iki göz. [73]

İnle ki, bu iniltiyi işiten bir komşun vardır. Bu komşu, sana şah damarından daha yakın olan birisidir. İnle ki, çocuğun inlemesi, ağlaması süt annesinin sevgisi­ni uyandırır.

Her ne kadar, ruh çocuğunu terbiye eden Büyük Terbiye­ci, kendi düşüncesini (kendi bildiğini) yapar, seni dinlemez gi­bi davranırsa da, seni sevdiği İçin, sana zararlı olacak istekleri yerine getir­mese de, sen yine İnle, ağla. Çünkü ağlamak aşkı besler, ona sermaye olur. [74]

Ne olurdu, seninle tatlılaşsaydım; yaşayış zaten acı.

Ne olurdu, sen razı olsaydın benden de, herkes kızsaydi bana.

 Ne olurdu, seninle aram düzgün olsaydı da, bütün âlem­lerle aram açılsaydı, dünya yıkılıp yansaydi.

Sen beni sevdikten sonra malın mülkün değeri mi olur? Zaten toprak üstünde ne varsa hepsi de toprak olacaktır.

Âlem O'nunla kaimdir ve O'nsuz olan hiçbir şey yoktur. O'nun rızası, rahmeti, bereketi ve tecellisi olmayan hiçbir şe­yin değeri yoktur. [75]

İnsaf et, aşk güzel bir iştir!

Onun bozulması, güzelliğini kaybetmesi, (insanlardaki) tabiatın kötü niyetli oluşundandır.

Sen, kendi şehvetine ve arzularına aşk adını takmışsın;

Halbuki şehvetten kurtulup aşka ulaşabilmek için yol çok. uzundur. [76]                                                                          

Sevgiden acılar tatlılaşır; sevgiden bakırlar, altın olur. Sevgiden tortulu, bulanık sular, arı duru bir hale gelir. Sevgi­den dertler şifa bulur. Sevgiden, ölü dirilir; sevgiden padişah­lar kul olur. Bu sevgi de bilgi neticesidir. Saçma sapan şeyle­re kapılan kişi, nasıl olur da böyle bir tahta oturur kİ? [77]

Gönlünde Allah sevgisi arttı mı, şüphe yok ki Allah seni seviyor.[78]

Aşk O'ndan gebedir, bu cihan ise aşkta gebe. Bu dünya şu dört unsurdan [79] doğdu, fakat dört unsur aşk­tan doğdu.[80]

Eğer sen Hak yolunda yürürsen, senin yolunu açar, kolay­laştırırlar.

Eğer Hakk'ın varlığında yok olursan, seni gerçek varlığa döndürürler.

Benlikten kurtulursan o kadar büyürsün ki âleme sığmazsın. İşte o zaman seni sana, sensiz gösterirler. [81]

Bu dünyaya ait zevklerin ve maksatların hepsi bir merdi­vene benzer. Merdiven basamakları oturup kalmaya elverişli değildir; üzerine basıp geçmek için yapılmıştır, üzün yolu kı­saltmak ve ömrünü bu merdiven basamaklarında ziyan etme­mek için çabuk uyanan ve durumdan haberi olan kimseye ne mutlu! [82]

Akıl, aşk ve bilgi, Tanrı damının merdivenleridir.

Amma gerçek âlemde Tanrı'ya ulaşmak için bambaşka bir merdiven vardır. [83]

Yûsuf-i Mısrî'nin bir dostu seferden geldi. Hz. Yusuf ona: "Bana ne armağan getirdin?", dedi. O kimse: "Sana getirmek için ne kadar armağan aradıysam hiçbirini beğenmedim, lâyık görmedim. Sende olmayan ne var ki ve senin neye ihtiyacın olabilir ki? Ancak, senin yüzünden daha güzei hiçbir şey ol­madığı için sana bir ayna getirdim. Her zaman güzel yüzünü müşahede eyleyesin", dedi.

Tanrı'da olmayan ne vardır ve O'nun neye ihtiyacı olabi­lir? Tanrı'nın önüne, onda kendisini müşahede etmesi için par­lak bir gönül götürmelidir. Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle bu-yurulmuştur: "Tanrı sizin suretlerinize oe amellerinize bakmaz. Ancak kalplerinize bakar. [84]

Ey oğul, herkesin ölümü kendi rengindendir. Düşmana düşmandır,   dosta dost!

Ayna Türk'e nazaran güzel bir renktedir. Zenciye nazaran o da zencidir.

Ey can, aklını başına devşir. Ölümden korkup kaçarsın ya; doğrusu sen, kendinden korkmaktasın.

Gördüğün, ölümün yüzü değil, kendi çirkin yüzün. Canın bir ağaca benzer; Ölüm onun yaprağıdır.

İyiyse de senden yetişmiş, yeşermiştir; kötüyse de. Hoş na­hoş., gönlüne gelen her şey senden, senin varlığından gelir.[85]

Yapılma, yıkılmadadır; topluluk, dağınıklıkta; düzeltme, kırılmada; murat, muratsızlıktadır; varlık yoklukta. Her şey buna benzer., öbür zıtlar ve eşler de hep bunlar gibidir.

Birisi geldi, yeri bellemeye, sürmeye başladı. Aptalın biri dayanamayıp feryat etti.

Dedi ki: "Bu yeri neden yıkıyorsun... neden yarıyor, dağı­tıyorsun?!"

Adam dedi ki: "A ahmak, yürü git., benimle uğraşma! Sen yapılmayı yıkılmada bil!"

Bu yer, böyle çirkin ve yıkık bir hale gelmedikçe, nasıl olur da gül bahçesi, buğday tarlası haline gelir?

Düzeni altüst olmadıkça nasıl olur da bostanlık, ekinlik olur, mahsul ve meyve yetiştirir?

Yarayı neşterle deşmedikçe iyileşir, onulur mu hiç?

Ahlatın, ilaçla yıkanmadıkça hastalığın nasıl geçer, nasıl şifa bulursun?

Terzi kumaşı paramparça eder. Bir kimse çıkıp da o sana­tını bilen terziye,

"Bu canım atlası neden bu hale getirdin, neden kestin; ben kesik kumaşı ne yapayım?" der mi?

Her eski yapıyı yaparlar, yenilerlerken eski yapıyı yıkmaz­lar mı?

Marangoz, demirci ve kasap da bunun gibi, yeni bir şey yapacakları zaman önce o şeyi yıkıp yakıp harap etmez mi?

O helîleyi, belıleyi dövmek de öyledir, onları âdeta telef etmek, bedenin yapılmasıdır.

Buğdayı değirmende ezmeseydin ondan ekmek yapılabilir miydi? Bizim soframızı bezeyebilir miydi? [86]

Göğsünün içindekini hakikî gönü) sanan kimse, Hak yolunda iki üç adım attı da her şey oldu bitti sandı. Aslında teşbih, seccade, tevbe. sofuluk, günahtan sakın­ma, bunların hepsi yolun başıdır.

Hak yolcusu aldandı da bunları varacağı konak sandı. [87]

Aynı dili konuşmak, akrabalık ve bağlılıktır.

İnsan, yabancılarla kalırsa mahpusa benzer,

Nice Hintli, nice Türk vardır ki dildeştirler (ayni düi konu­şurlar).

Nice iki Türk de vardır ki birbirlerine yabancı gibidirler.

Şu halde "mahremlik (yakınlık) dili" bambaşka bir dildir.

Gönül birliği (gönüldaşiık) di! birliğinden daha iyidir.

Gönülden sözsüz, işaretsiz, yazısız yüz binlerce tercüman zuhur eder. [88]

Bu dünyada biriyle dost oluyorsun, ahbablık ediyorsun. O senin gözünde tıpkı Yusuf gibi oluyor. Buna rağmen çirkin bir hareketiyle hemen senin gözünden düşüyor. İşte o zaman onu kaybetmiş oluyorsun. Onun Yusuf gibi olan yüzü, kurt ha­line geiiyor ve sen Yusuf gibi görmüş olduğun dostunu şimdi bir kurt şeklinde görüyorsun. Yüz değişmemiş olmakla bera­ber, bu arızî hareketle onu kaybettin... Sözün kısası; birbirini iyice görmek ve her insanda iğreti olarak bulunan iyi ve kötü sıfatlardan geçerek özüne varmak ve iyiden iyiye görmek lazımdır. İnsanların birbirlerine verdikleri bu vasıflar, onların vasıfları değildir. Bir hikaye anlatmışlardı: Bir adam: "Ben falan kimseyi iyi tanırım, onun bütün sıfatlarını size sayarım!'' dedi. Ona: "Buyur, anlat!" dediler. Adam: ''O benim çobanımdı ve iki kara öküzü vardı" dedi. İşte bunun gibi, halk da: "Fa­lan dostu gördük, onu tanıyoruz" derler. Gerçekten verdikleri her örnek, o adamın, birisini iki siyah öküzü olmasıyla tarif et­mesi hikâyesine benzer. Haibuki bu, o kimsenin alâmeti ola­maz ve bu alâmet hiçbir işe yaramaz. İşte bir insanın iyisini, kötüsünü bırakıp, onun şahsiyetinin aslına nüfuz etmek lâzım­dır ki bakalım, o kimsenin nasıl bir cevher ve özü vardır, anla­şılsın. İşte görmek ve bilmek böyle olur. [89]

 

II. BOLÜM

 

ANADOLU'DA MEVLANA ETKİSİ

 

Anadolu'da birliğin kurulmasında, özellikle Osmanlı Dev-leti'nin temel harcında Hz. Mevlânâ'ntn ve Mevlevîliğin rolü büyüktür. Osmanlı Devleti'nin İleri gelenlerinin intisap ettiği bir tarikat olan Mevlevîlik [90] daha çok, okumuşlar, havas, özel­likle sanatkârlar, şairler, musikişinaslar arasında yayılmıştır.[91]

İşte Mevlânâ'nın Selçuklu Devleti, Osmanlı Devleti ve Tür­kiye Cumhuriyeti târihinde etkilediği meşhur insanlardan ba­zıları:

Hz. Mevlânâ'nın hem mürşidi hem de müridi diyebileceği­miz Şems-i Tebrîzî (Ö.1247?), onun hakkında şöyle demiştir:

Her kim peygamberleri görmek isterse, Mevlânâ'ya bak­sın. Peygamberlerin karakteri ondadır. Mevlânâ'da peygam­berlerin huyu, iç temizliği ve Tanrı erlerinin rızasına bağlılık vardır. Şimdi cennet Mevlânâ'nın rızasında, cehennem de ga-zabındadır. Cennetin anahtarı Mevlânâ'dır.[92]

Andolsun ki senin yüzünü görmek bizim için mutluluktur. Hz. Muhammed'i görmek dileyen kolayca gitsin Mevlânâ'yı görsün... Mevlânâ'y' bulan ne mutludur! Ben kimim? Ben bir kere buldum, ben de mutluyum. [93]

Tann'ya yemin ederim ki, Tanrı'nın elçisi Muhammed'den sonra Mevlânâ gibi söz söyleyen bir kimse gelmemiştir.[94]

Şems, Mevlânâ'yı "inci"ye benzetirken, Şeyh-İ Ekber İb-nü'1-Arabî'yi ise "çakıl taşı" olarak nitelendirmiştir.[95]

Mevlânâ'nın oğlu Sultan Veled'in İbüdânâme'sine kaydet­tiğine göre, sadece Müslümanlar değil, Hıristiyanlar ve Muse­viler de [96] Mevlânâ'nın vefatından son derece üzüntü İçindeydi­ler. Üzüntülerinin sebebini soranlara şöyle diyorlardı: "Biz Mu­sa'nın, isa'nın ve bütün peygamberlerin hakikatini onun actk sözlerinden anlayıp öğrendik. Kendi kitaplarımızda okuduğu­muz olgun peygamberlerin huy ve hareketlerini onda gördük. Siz Müslümanlar, Mevlânâ'yı nasıl devrinin Muhammed'i ola­rak tanıyorsanız, biz de onu zamanın Musa'sı ve İsa'sı olarak biliyoruz. Siz nasıl onun muhibbi iseniz, biz de bin şu kadar misli daha çok onun kulu ve müridiyiz." "Mevlânâ Hazretle-ri'nin zatı, insanlar üzerinde parlayan ve onlara iyilikte, cö­mertlikte bulunan hakikatler güneşidir. Güneşi bütün dünya sever. Bütün evler onun nuruyla aydınlanır. Mevlânâ ekmek gibidir. Hiç kimse ekmeğe ihtiyaç duymamazlık edemez. Ek­mekten kaçan hiçbir aç gördünüz mü?" [97]

Muhyiddin Ibnü'l-Arabî'nin üvey evladı ve baş talebesi olan, "Şeyh-İ kebîr" olarak anılan Sadreddîn Konevî'nin (Ö.1274),  sohbetleri esnasında Hz.  Celâleddîn'e "Mevlânâ"  (Efendimiz) tabiriyle hitap etmeleri, onun Mevlânâ lakabıyla şöhret bulmasına sebep olmuştur. Mevlânâ, Sadreddîn Kone-vî'nin fazi u irfanını tasdîk ettiği gibi, o da Mevlânâ'mn derece-i Kemâlini bilir ve dâima medh-i aitlerinde bulunurlardı. [98]

Menkıbelere göre; ilk zamanlar Mevlânâ'mn bir hadis yoru­mundan kuşku duyan Konevi, rüyasında bizzat Hz. Peygamber tarafından ikaz edilir; veya Konevî, Mevlânâ'yı Allah'a çok ya­kın gördüğünü dile getirir. Hz. Peygamberin ona çokça iltifatlar edip, "gerçek evladım" dediğine rüyada tanıklık yapar. [99]

Konevî, dostu ve yakın çalışma arkadaşı Mevlânâ hakkın­da şöyle demiştir: "Eğer Bâyezıd-i Bİstâmî ile Cüneyd-i Bağ­dadî bu devirde olsalardı, bu Allah erinin (Mevlânâ'nın) elbi­sesine tutunurlar, kendilerini ona borçlu görürierdi. Çünkü o Muhammed'in vekilharcıdır. Biz onun yanında tufeyliyiz {ço­cuk mesabesindeyiz; ondan geçiniyoruz), onun sayesinde Hz. Peygamber'in tadına varıyoruz. [100]

Mevlânâ, cenaze namazını Konevî'nin kıldırmasını vasiyet etmiştir.[101] Ancak o tam namazı kıldıracağı sırada, üzüntüsü­nün şiddetinden bir şehka (keskin çığlık) vurup bayılmış; bu­nun üzerine cenaze namazını Kadı Sırâceddîn el-ürmevî (ö. 1283) kıldırmıştır.[102]

Meviânâ'ya çok kıymet veren ve onun meclislerine devam eden [103] Selçuklu veziri Muinüddîn Süleyman Pervane (Ö.1277), Hz. Pîr'in vefatından sonra şöyle demiştir: "Hüda-vendigâr (MevJânâ) hazretleri, eşi olmayan bir padişahtır. Onun gibi bir hakikat sultanının asırlar boyunca bir daha dün­yaya geleceğini zannetmiyorum. [104]

Kadı Necmeddin Taştî'nin (ö.?) dikkat çektiği üzere; "Bü­tün dünyada genel olan üç şey vardı. Bu üç şey Mevlânâ'ya nisbet edildikten sonra Özel bir anlam kazandı ve aydınlar bu­nu hoş gördüler. Bunlardan biri "mesnevî"dir. .Eskiden her (kafiyeli) iki mısraa mesnevi derlerdi; fakat zamanımızda "mesnevî" denilince akla hemen Mevlânâ'nın Mesnevî'si gelir. İkincisi; eskiden bütün bilginlere "mevlânâ" diyorlardı; fakat bugün mevlânâ denilince Mevlânâ hazretleri anlaşılır, üçüncü­sü; her mezara türbe derlerdi. Bugün ise "türbe" lafı anıldığın­da Mevlânâ'nın türbesi akla gelir. [105]

Yunus Emre'nin (ö.720/1320) sûfiyâne telâkkileri, bütün o devir Anadolu şâir mutasavvıflarının telakkileri gibi çok bü­yük ölçüde Mevlânâ'nın etkisi altında şekillenmiştir. [106] Mevlâ­nâ hakkındaki,

Mevlânâ Hüdâvendigâr bize nazar kılalı Onun görklü nazarı gönlümüz aynasıdır."

Yunus ay dur Meulânâ epsem otur yerinde Bu sohbete döymeyen sonra sauaşgan olur"

Meulânâ sohbetinde saz ile işret oldu Arif ma'nâya daldı çün biledlr ferişte"

beyitleri de delâlet etmektedir ki Yunus Emre Mevlânâ'yı gör­müş, onun safa nazarını almış, sohbetlerinde, zikir ve semâ meclislerinde bulunmuştur.[107] Onun hem Mesnevî'siyle hem de Dİvân-ı Kebîr'iyle meşgul olmuş [108] ve bunu kendi şiirlerine de yansıtmıştır.[109] Yunus Emre ayrıca kendi Dîuân'mda, cihanın fanı olduğunu ve bütün tanınmış peygamberlerin, velilerin, padişahların dünyadan göçtüklerini anlatırken, bir beytinde:

Fakih Ahmed Kutbuddîn, Sultan Seyyid Necmüddin Meulânâ Celaleddin, ol kutb-ı cihan kanı"

diyerek Hz. Mevlânâ'yi velilerin kutbu olarak tavsif etmişti

Tüm zamanların en büyük seyyahı olarak bilinen Fas'lı İbn Battûta (Ö.1368), Mevlânâ'nın vefatından altmış yıl kadar son­ra (1332) Konya'ya uğramış ve gözlemlerini şöyle yazmıştır:

"Bu şehirde, bilginlerin kutbu, büyük ermiş Şeyh Celâleddîn'in türbesi vardı. Bu adam Mevlânâ adıyla tanınmıştı. Anado­lu halkının bir kısmı onun tarikatını tuttuğu için onlara şeyhin adıyla "Celâliyye" denilir... Celâleddîn'İn türbesinin yanındaki büyük dergâhta, gelen giden misafirlerin, yoksulların karınlan doyurulmaktadır... Bu ülke halkı Mesnevi kitabına çok büyük değer veriyor. Onun içindeki dizelere azamî saygıyı gösteriyor, anlamaya çalışıyorlar. Cuma günleri tekke ve dergâhlarda onu okuyorlar [110]

Mevlânâ'dan feyz almış, onun eserlerini Türkçe'ye çevir­miş ve şerh etmiş olanlar arasında başka tarikattan olanlar da vardır. Halveti tarikatından Dede Ömer Rûşenî (ö. 1486) ile İbrahim Giilşenî (Ö.1534), Celvetî tarikatından İsmail Hakkı Bursevî (Ö.1725), Bayramı şeyhi iken Mevlevîliğe geçen İs­mail Ankaravî (Ö.1631), [111] Nakşî-Kadirî İbrahim Hakkı Erzu-rûmî (Ö.1780) bunların başlicalandır.

Osmanlı Devi eti'nin ilk şeyhülislâmı Molla Fenârî (Ö.1431), Şerhu Dföâceti Mesnevî adlı risalesinde, Mesne-vî'nin önsözü mesabesinde olan Dîbâce'yi şerh etmiş ve bu ri­salenin hemen ilk satırlarında; "'Muhakkik arif şeyh, Salı (vuslata giden yolun yolcusu/rehberi olan) velilerin kutbu, Hakkın, milletin ve dinin görkemi/haşmeti/parlaklığı" sözle­riyle Mevlânâ'yı Övmüştür. [112]

İslâm tarihinin en büyük bilginleri arasında yer alan, Yavuz Suitan Selim dönemi şeyhülislamı Kemâlpaşa-zâde (İbn Ke­mâl, Ö.1534) şöyîe demiştir: Ben rüyamda Rasulullah'ı gör­düm. Elinde Mesnevî'yi tutarak buyuruyordu ki: "Birçok ma­nevi kitaplar tasnif edildi. Fakat bunların içinde Mesnevi gibi­si yazılmadı. [113]

Kanunî Sultan Süleyman (Ö.1566) devri şeyhülislamı Çivizâde Muhyiddin Mehmed Efendi (Ö.1547) ise, İbnu'l-Arabî   ve Mevlânâ gibi tasavvuf büyüklerini aşırı tenkit etmekte,[114] 53 onların kâfir oldukları kanaatini taşımakta İdi. Hatta bu husus­ta bir de fetva yazıp Sultan'a göndermişti. Bunun üzerine, kendisi de bir Mevlevi olan Kanunî [115] bu fetvaya çok üzülmüş, aşağıdaki dörtlüğü yazarak Çivizâde'yi tenkit etmiş ve bilaha­re onu şeyhülislâmlıktan azletmiştir:

Âşığa ta'n eylemezdi müftî-i bisyâr-fen

Fenn-i sırr-ı aşktan bilseydi bir mikdar fen

Şeyhülislâmım diyen, bir tıfl-ı ebcedhan olur

Mekteb-i aşkında ol yâr, idicek izhar-fen."

Bu vakıa dahi Kanûnî'nin Mevlânâ'ya ve Mevlevîliğe ne denli muhabbet beslediğini açıkça göstermektedir. [116]

Tasavvufu seven, hattat ve "Muradı" mahlası ile şiirler ya­zan bir şair olan Sultan III. Murad (Ö.1595), Mevlânâ'ya duy­duğu sevgiyi Dîuân'ında şöyle yansıtmıştır: [117]

Beyler kalkınız gidelim

Yolanda zahmet çekelim

Gelin gülbangını çekelim

Çerağı andan yakalım

Yanar altın kandilleri

Ebubekir nesilleri

Sultan Murad, varmak ister

Hâkine yüz sürmek ister

Görelim Molla Hünkârı

Görelim Molla Hünkârı

Âsitânına bakalım

Görelim Molla Hünkârı

Semâ döner dedeleri

Görelim Molla Hünkârı

Canı özler görmek ister

Görelim Molla Hünkârı

Bahtl"   mahlasıyia   şiirler   yazan,   Sultan   I.   Ahmed (Ö.1617) deMevlânâ için bir methiye yazmış ve son beytinde: Bahti'yâ bendesi ol dergâh-ı Meulanâ'nın Taht-ı ma'nâda odur pâdişâhı devrânın." demiştir. [118]

Fesih Dede'nin (Ö.1695) dediği gibi: Hangi şâirdir o kim Meulâsı Meulânâ değil. [119] İşte bir örnek:

Dîvân edebiyatının kaside üstadı Nef'î (ö.1635), Türkçe Dîuân'ındaki şu beyitlerle başlayan fevkalâde ahenkli, anlam bakımından dolgun mükemmel bir kasideyle Mevlânâ'yı öv­müştür:

Merhaba ey Hazret-i sâhib-kırân-ı ma'nem Nâzım-ı manzûme-i silkü'l-le'âlî Mesnevi Mesnevi amma ki her beyti cihan-ı ma'rifet Zerresiyle âfîtâbının beraber pertevi Âlem-i ma'nâ ki hurşîd-i cihân-ârâ gibi Deor ider girmiş semâ'a anda rûh-i Mevlevi Ya'ni sırru'llah-ı a'zam Hazret-i Mollayı Rûm Kim odur ma'nîde sâhib-mesned-i keyhüsrevî.

Şiirde mucizeler yarattığını iddia eden bu mağrur şair yine de: "Nef'i-i mu'ciz-beyânem bende-i Molîa~yı Rûm" diyerek Mevlânâ'nın bendesi olduğunu söylemiştir. Fakat tarikata gi­rip girmediği bilinmemektedir. [120]

Türk edebiyatının XVII. yüzyılda gazel alanındaki zirvelerin­den birisi olan Nâbî'ye (Ö.1712) ait şu beyitler, onun Mevlâ­nâ'ya bağlılığını ve hayranlığının derecesini göstermektedir. [121]

Anın makamına olmaz resâ tuyûr-ı hıred

Kenar arşdadır âşiyân-ı Meulânâ

N'ola cevahir ile olsa Mesnevi memlû

Kiild-i genc-i hikemdir zebân-ı Meulânâ

Ye Mesnevi ki şifâhâne-i hidâyetde

Resîde ni'met-i bî-imtinân-ı Meulânâ

XVIII. yüzyılda yaşamış âlim, sûfî ve şair İbrahim Hakkı Er-zurûmî (Ö.1780) Mevlânâ'dan "Hekîm-i İlâhî" olarak bahset­miştir. En çok sevdiği kitaplar, Mevlânâ'nın Mesnevî'si ve Dî-vân-ı Kebîr'i idi. Mevlânâ'nın şiirlerinin bir çoğu ezberindeydi. Nitekim, meşhur eseri Mârifetnâme'sinde ve kendi Dîvân'ında Mesnevî'den ve Dîvân-ı Kebîr'den tercümeler ve ilhamlar gö­rülmektedir. [122]

Henüz yirmi yedi yaşındayken Mesnevî'yi 11 kez hatmet­miş olan [123] Galata Mevlevihane'si postnişini Şeyh Gâlib (ö. 1799), pîri Mevlânâ için: "Peygamber-i Rûm denilse lâyık" demistir:

Hatmetti enbiyâyı Allah Geldi bize evliyâ-yı agâh Şehdir o güruha Molla Hünkâr Besdir bu cihâna bir cihân-dâr Sultân-ı serîr-i mülk-i irfan Seccâde-nişin-i Şîr-i Yezdan  Endişesi rehnümâ-yi tahkik Mânendesidir vekil-i Sıddik Oldu ulemâyı dîne faik Peygamber-i Rûm denilse lâyık. [124]

Şeyh Gâlib, Hüsn ü Aşk adlı eseri hakkında da:

"Feyz erdi Cenab-ı Mevleuîden

Aldım nice ders Mesnevî'den [125]

Esrarını Mesnevi’den aldım

Çaldımsa da mirî malı çaldım [126]

açıklamasında bulunmuştur.

İlhârni" mahlasıyla şiirler yazan, mûsikide yeni makamlar bulacak kadar üstad musikişinas olan [127] Sultan III. Selim (Ö.1807) de, bazı eserlerine "Selim Dede" imzasını atarak Mevlevi olduğuna işaret etmiş, Mevlânâ ve Mevleviliğe çok büyük saygı duyan bir padişahtır. O, Galata Mevlevîhanesi'ne sık sık gidip âyin dinler ve Şeyh Gâlib'le sohbet ederdi. [128]

Tanzimat devrinin önde gelen şair ve yazarlarından Ziya Paşa (Ö.188Û), Mevlânâ'yı ŞU mısralarla Övmüştür:

Şair demek öyle ehl-i hâle :  

îmr-ı nakîsedir kemâle

Böyle hâl ehli olan kişilere "şair" demek, onların kemâli­ne, olgunluğuna, üstünlüğüne zarar vermek, onları manen ze­delemektir. [129]

Bir not:

Bakanlar Kurulu'nun 2 Eylül 1926 tarihli kararnamesiyle kapatılan dergâh (Konya Mevlevihânesi), 2 Mart 1927 tarihin­de "Asâr-ı Atika (Eski Eserler) Müzesi" olarak açılmıştır. [130]

Rüşdiyeye devam ettiği sırada Fatih Camii'nde Selanikli Esad Dede'den Farsça dersleri alan, Neyzen Tevfİk'ten ney üf­lemeyi öğrenen [131] millî şâirimiz Mehmet Akif Ersoy (Ö.1936), bilhassa yurttan ayrılıp Mısır'a gittikten, hicranın ve hasretin mânâsına daldıktan sonra kendini iyice ibadete vermiş ve Mesnevî ile meşgul olmuştur. [132]

Akif, Mısır'da Kur'ân tercümesi sırasında Mesnevî'yi daha büyük bîr titizlikle tetkik etmiş, İsmail Ankaravi'nin şerhi başta olmak üzere birkaç Mesnevî şerhini karşılaştırmalı olarak okumuştur. O, Hz. Mevlânâ'nın Dîvân-i Keblr'inde çok kuvvet­li bir şâir olduğunu, Mesnevisinde ise mürşid Mevlânâ'yi bu­labileceğimizi söylemektedir.[133]

Akif, Mesnevı'deki bazı hikayeleri Safahatımda manzum hale getirmiştir. Nitekim, Şu fıkmstyle, hakikat Cenâb Meolânâ Nigâh-ı ibrete açmış cihan kadar mânâ  [134] mısralarıyla başlayan hikaye bunlardandır.

Ayrıca Mesnevi ve Dîvân-1 Kebîr ile iştigali sebebiyle Akif'in eserlerinin bazılarından tasavvuf! bir iezzet alınmaktadır. [135]

İşte Akif'in kendi dilinden bir hâtırası ve Mevlânâ ve Mes-nevî'ye duyduğu hayranlık:

"İki kişi oturmuş konuşuyorduk. Ben Hazreti Mevlânâ'nın en gamız, en mücerred mesaili, mahsusat dairesine indirmek­teki kudretine hayran olduğumu, o kitab-ı muazzamın mutla­ka baştan başa okunması lazım geleceğini ileri sürünce arka­daşım dedi ki: "Hazreti Mevlânâ Hind felsefesinin naklfdir." Sordum:

Mesnevî'yi okudunuz mu?

Hayır.

Hind felsefesi nedir, onu biliyor musunuz?

Hayır.

O halde böyle bir iddiaya ne cür'etle kıyam ediyorsunuz?

Öyle İşittim. [136]

Çocukluğu zaman zaman Selanik Mevlevîhânesi'nin bah­çesinde geçen, bu yüzden Mevlânâ'yı ve Mevleviler! çok se­ven, savaş yıllarında Mevlevi sikkesi giyerek fotoğraf dahi çektiren Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk (ö. 1938), cumhuriyetin ilanından birkaç, ay Önce Konya Mevlânâ dergâhına gelmiştir. 20 Mart 1923'de Kon­ya'ya giden Mustafa Kemal, Türk Ocağı'nda bir konuşma yaptıktan sonra hatıra defterine: "Konya, asırlardan beri tüten büyük bir nurun ocağıdır. Türk kültürünün esaslı membaların­dan biridir..." yazmıştır.

Mustafa Kemal, (1920-1931 yılları arasında) Konya'ya yaptığı toplam dokuz ziyaret sırasında, her sefer, önce Mevİâ-nâ'nın makamının bulunduğu türbe-i saadeti ziyaret etmeyi ihmal etmemiştir.

Yine bir Konya ziyareti sırasında söylediği şu sözler, onun Mevlânâ'ya gösterdiği sevgi ve saygının delili gibidir: "Ne za­man bu şehre gelecek olsam, içimde bir heyecan duyarım. Mevlânâ, düşünceleriyle bütün benliğimi sarar. O çok büyük bir dahi, çağları aşan bir yenilikçi. Mevlânâ'yı inceleyiniz ve eserlerini yayınlayınız."

Bir gün, Konya milletvekili Naİm Onat'ın Mevlânâ'yı yer­mek istemesi üzerine Mustafa Kemal müdahale etmiş ve şöy­le demiştir: "Eğer Mevlânâ'yı sizler gibi kavramak gerekirse, o büyük insanın ruhu dertlenir, biz de belki bir saygısızlık gös­termek zorunda kalırdık. Mevlânâ'y1 ululuğuyla kavrayabil­mek için medresenin dar kapısından geçmemiş olmak gerek."

Çankaya köşkündeki dil çalışmaları toplantısına, Konya Mevlevi Dergahı eski postnişinlerinden Veled izbudak Çelebi de davet edilmiştir. Söz dönüp dolaşıp Hz. Meviânâ'ya gelmiş, Mustafa Kemal şunları söylemiştir: "Mevlânâ, Müslümanlığı Türk ruhuna intibak ettiren büyük bir reformatördür!"

O, tekke ve zaviyelerin işlevlerini tamamlaması ve dolayı­sıyla kapatılması yönünde çıkan yasa sırasında, Faüh Rıfkı Atay'la sohbet ederken şöyle demiştir: "Karar gereğince Kon­ya'da Mevlânâ Dergâhı'nın da kapanmış olmasından üzgü­nüm. Fakat istisna yapamam, buna çok üzülüyorum."

Ancak yine de o, Mevlânâ dergâhı ve türbesini kapatma-y,p müze haline dönüştürerek (1927), tüm insanlık âlemine açık halde kalmasını sağlamıştır Nitekim bir gün şöyle demiş­tin "Hey koca Sultan {Mevlânâ)! Evet, bütün tekkeleri kapat­tık; fakat senin kapın kapanmadı. [137]

Tarihçi Cemal Kutay'ın ifadelerine göre; Mustafa Kemal'e emrindeki yardımcılarının: "Paşam, Hz. Mevlânâ'nın makamı­nı müze haline getirmeniz üzerine halk buraya akın etmeye başladı. Bu bir sakınca doğurmasın?" demeleri üzerine verdi­ği cevap ilginçtir: "Eğer Hz. Mevlânâ'yı hakkıyla tanımak ve benimsemek için ziyarete gitmekte olduklarına inansam, öte­ki dergahların da açılmasını sağlardım. Çünkü Hz. Meviânâ'yı tanımak ve anlamak zaten diğer tüm tehlikeleri de ortadan kaldırmaktadır. [138]

Bir defasında ise Atatürk, memleket seyahati esnasında yanında bulunan Hasan Ali Yücel hakkında "zeki bir genç" de­yince, orada bulunanlardan biri hemen atılmış: "Efendim, Ha­san Âli Mevlevi'dir, babası da Mevlevi'dir!" demiş. Maksat, onun Atatürk'ün gözüne girmesini önlemektir. Fakat atılan adım menfî netice vermiş, Atatürk: "Bana hiç bahsetmedi. Halbuki ben Mevlânâ'yı takdir ederim" demiştir. [139]

Türk roman ve öykü yazminın öncülerinden olan Halit Zi­ya Gşakligil (Ö.1945), Mesnevi ve Mevlânâ hakkındaki duygu­larını şöyle ifade etmiştir: "Bazı keder ve üzüntü zamanlarında hâlâ Mesnevî'ye el uzatır, onun yaprakları arasında hayatın elemleri için bir teselli aranm. Bu büyük zâtın kadrini ölçebi­lecek bir mikyas bulamıyorum. Mevlânâ, İslâm ve Türk âlim­leri için şan ile dolu bir övünç kaynağıdır. [140]

Bir not:

Konya'da ilk Mevlânâ ihtifali (töreni), Mevlânâ'nın ölümü­nün 673'üncü yıldönümüne rastlayan 17 Arahk 1946 Salı gü­nü, saat 1 l:00'de Halkevi'nde gerçekleşmiştir.[141] Törenle ilgili basında çıkan haber şu şekildedir: "Mevlânâ, asırlardan sonra, bağrında yattığı Konya'da ilk defa sosyal ve ilmî hüviyetli bir toplantı ile anılmaktadır. Bu, küçük de olsa, manası çok büyük ve şükrana lâyık bir anış ve duyuş hadisesidir. Türk radyosu aynı gece ondan bahsetmek­le kadirbilirlik göstermiş, farz olan ödevini yerine getirmiştir. Halkevimizin Mevlânâ'yı böyle bir toplantı ve vukuflu bir ko­nuşma Prof. Dr. Feridun Nafiz CIzluk'un konuşması İle anısı­nı ise yerinde bulur ve överiz. Çünkü 'büyük bir âlem' olan Mevlânâ'nın en koyu ve belirgin bir vasfı da, şahikalaşan ma­nevî kıymet ve azametine rağmen 'halkçılığı', tevazuu İdi. O, asırlarca Önce düşünce duyuşlanyla bütün bir arzı ve insanlı­ğı kucaklıyordu ve 'Türklüğünü' söylüyordu. Aziz Profesörün Prof. Dr. Feridun Nafiz Uzluk söylediği gibi Divan-ı Kebir'ini bastırmak şerefi, Konya'ya ve Konya zenginlerine nasip olmadır. Garplılar, Mevlânâ'yı bizden çok evvel anlamışlar, eserle­rini dillerine .çevirmişler, hakkında eserler yazmışlardır. [142]

Neyzen Tevfik Kolaylı (Ö.1953) ise;

Yanımda bak duruyor işte Mesneuî-i Şerif Ki mağz-ı Hazret-i Kuran, hikem, nikât-ı zarif"

mısralarıyla Mesnevî'yi yanından ayırmadığını, onun Kur'ân'ın ruhu, özü olduğunu ve içinde herkesin anlayamayacağı hikmet­li sözler ve ince mânâların bulunduğu İfade etmektedir. [143] Ney­zen Tevfik, bir başka şiirinde ise Mesnevî'yi "ışık saçan meşale" olarak nitelendirmiş ve "meşrebim Moîlâ-yı Rûmî" demiştir. [144]

Öykü, roman ve tiyatro yapıtlarıyla Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatının en popüler yazarlarından olan Reşat Nuri Güntekin'in (Ö.1956), 1922'de yayımlanan Çalıkuşu adlı ese­rinde, romanın kahramanı Feride'yi çok etkileyen bir mûsikî muallimi olarak Mevlevi şeyhi Yusuf Efendi yer almaktadır. [145] Feride onu, "kasabanın en ehemmiyetli bir şahsı" şeklinde ta­nıtmakta ve; "Şeyh Yusuf Efendi ile ahbaplığımız çok ilerledi. Bu nazik mahsun hastaya bayılıyorum", "Bu hasta ve hassas Şeyh, alelade bir tahta parçasına dokunsa, onu feryada geti­recek sanıyorum. Birkaç gün evvel çocuklardan biri satın al­mak istediği udu muayene ettirmeye getirmişti. Parmaklarının ucuyla tellere şöyle birkaç defa dokunacak olduydu, öyle san­dım ki, bu ince parmaklarla uda değil, gönlümün içine dokunuyor" sözleriyle bu Mevlevî şeyhinden etkilendiğini ifade et­mektedir. Romanda Şeyh Yusuf Efendi Ferile fe âşık olur ve bu karşılıksız aşkının tesiriyle vefat eder. [146]

Mevlevî tarikatının müzik, sema, şiir ve hattatlık (güzel ya­zı), ciltçilik, minyatürcülük, tezhipçilik (kitap süsleme), nak­kaşlık (resim) gibi güzel sanatlara verdiği önem dolayısıyla, birçok Mevlevi dergahı birer konservatuar, ayrıca edebiyat ve güzel sanatlara akademisi gibi yüzyıllar boyu Türk sosyal ve kültürel hayatında faaliyet göstermişlerdir. [147]

Bu hususta Asaf Halet Çelebi (Ö.1958) şöyle demektedir: ' "Sanat tarihimizin hiçbir şubesi yoktur ki onun en seçkin si­maları arasında temiz yüzü, asîl tavırları ve zarif giyinişiyle bir Mevlevî görünmesin. Büyük şairlerimiz arasında hiçbiri yoktur ki doğrudan doğruya Mevievî olmasa bile Mevlânâ'ya ve Mevlevîlere hayran olmasın. Eski âlimlerimiz arasında da bu böy­ledir. Şairlerin, mûsikî üstadlarının, hattatların ve sair tezyini sanatların hemen her şubesinde üstad tanınmış olanların bü­yük bir ekseriyetini Mevlevîler ve Mevlânâ muhibleri teşkil eder... Bu insanlar kendi sanatkâr istidadlanna hitap edebile­cek pek çok şeyi orada buluyorlardı... Zahir ulemasının mah­kûm ettiği fikir, sanat ve şiir tezahürleri himaye gördükçe Mevlevîlik de genişliyor ve Türk sanatkârı, Türk şairi ve müte­fekkiri için hemen yegâne hâmî teşekkül hâline giriyordu. [148]

Nitekim şairlerimizden Hüdâyî Salih Dede, Nef'î, Fasih, Nâbî, Neşâtî, Nailî, Esrar Dede, Şeyh Galib, Keçecizade İzzet Molla vs.; bestekarlarımızdan Itrî, Hammâmîzâde ismail Dede vs. Mevlevî İdi.

Bir not:

Mevcut tespitlere göre; XIII. yüzyıldan XX. yüzyıla kadar vetjşen meşhur şairlerin 330'u, mûsikîşinas divan şairlerinin  hattatların 91'i ve ressamların 32'si Mevlevi'dir. [149]

Mevlânâ hayranı olan Yahya Kemal Beyatlı (Ö.1958) bir şiirinde:

"Mesnevi şevkini eflâke çıkarmış nâyız Haşredek hem-nefes-i Hazret-i Mevlânâ'yız. [150]

Biz, Mesnevî şevkini göklere çıkarmış ney gibiyiz. Kıya­mete kadar Hz. Mevlânâ ile olan yakınlığımız devam edecek­tir. Bizim ney gibi olan varlığımız, sanki onun nefesiyle ses ve­recektir demiştir.

Öğrencisi olan Ahmet Hamdi Tanpınar, bir gün Yahya Ke­mal'e: "Neydi bu eskilerin hayatı acaba? Nasıl yaşarlardı?" di­ye sorar. O gülerek cevap verir: "Gayet basit; pilav yiyerek ve Mesnevî okuyarak! Medeniyetimiz pilav ve Mesnevî medeniyetiydi." Başka bir defasında ise Yahya Kemal: "Medeniyeti­miz Mesnevî ve cihad medeniyetiydi" demiştir. [151]

Bediüzzaman Said Nursî (Ö.1960) eserlerinde Mevlâ-nâ'dan "Mühim bir üstadım olan Mevlânâ Celâteddin-i Rûmî" şeklinde bahsetmiş, [152] birkaç kez türbesini ziyaret etmiştir. [153] Bir keresinde, Mevlânâ'ya hürmeten ayakkabılarını çıkara­rak, yalın ayakla türbeyi ziyaret ettiği,[154] bu esnada gözyaşları içerisinde dua ve niyazda bulunduğu [155] rivayet edilmektedir.

Cumhuriyet târihinin en etkili/önemli Milli Eğitim Bakanı olduğu (1938-1946) konusunda, muhalif [156] veya muvafık he­men herkesin ittifak ettiği Hasan Âli Yücel (Ö.1961) bir Mevlânâ hayranı idi.

Hasan Âli Yüceİ'in babası Ali Rıza Efendi, İstanbul'da Ye-nikapı Mevlevihanesi'nde sikke giymiş (Mevlevi olmuş), Mev­levi müziğinde üstad bir neyzendi. [157] Hasan Ali'nin çocukluğu da, ebeveyninin bağlı bulunduğu Yenikapı Mevlevihanesi'nde Mevleviler arasında geçmiş, tennure ve sikke giymiş, sema çı­kartmıştır. Naat-ı Mevlânâ'yı meşk etmiş, tekke minaresinden ezan okumuş, namazda müezzinlik yapmıştır. Hayatının bu dönemi hakkında şunları kaydetmiştir:

Ben çocukluğumu üç çevrede geçirdim. Ev, mahalle mektebi, Yenikapı Mevlevi Tekkesi. Bu üç çevreden hatıralarım var... Fakat tekkeden hepsi bütün hayatıma işlemiş izler taşır. [158]

Topkapı dışında Merkez Efendi yakınındaki Mevleviha­ne'ye gece yatısına giderdik. Büyükler, oranın dervişi idiler. Tekkeye gittiklerinde beni de beraber götürürlerdi. Esasen de pek küçük çağda sikke giymiş, derviş olmuştum. En derviş olunmayacak demlerimde bile bu ruh halimi muhafaza etmi­şimdir. Tekkeyi pek severdim. İnsanları kibar, bahçesi ve av­lusu büyük; herkesin hareketi ölçülü ve sakin, kimse kimseye fazla karışmaz, kimse kimseyle çançan konuşmaz; içinde ço­cuğun ve erginin rahat nefes alabileceği bir yerdi. [159]

"Bu ilahi insanların muhitinde yalan yoktu. Hayatlarının bir anında bile sahtekar olmamışlardır. Ben sahici Müslüman­lığı onların havasında bağrıma indirmişimdir. [160]

Prof. Dr. Mustafa Kara'nın da İfadesiyle; onun "Mevlânâ'ya olan hayranlığı çocukluğunda başlamış, ölünceye kadar geli­şerek ve büyüyerek devam etmiştir. Bu sevgi öğrenci İken de bakan iken de devam etmiştir. [161]

Küçük yaşlardan itibaren Mesnevî'yi okuyan Hasan Ali, maarif vekilliği sırasında Cumhuriyet Türkiye'sine Mesnevi'n'm tam tercümesini kavuşturmuş [162] cumhuriyet nesilleri Mevlâ-nâ'yt Yüceİ'in bu teşebbüsü sayesinde tanıma şansına kavuş­muştur.[163] Mesnevnin yanı sıra Divan-ı Kebir'in ve Rubaiier'in tercümesi işini de o planlamıştır. [164]

Hasan Âli'nin bizzat kendisi de 1932 yılında Meulânâ'nın Rubaileri adlı kitabı yayımlamış, bu kitapta Farsçalarıyla birtikte seçtiği 107 rubaiyi tercüme etmisir. [165] 1952 yılında ise Mevlânâ adlı bir metin kaleme alıp neşretmiştir.

Hasan Âli, hayatı boyunca, Yenikapı Mevlevihanesi şeyhi Mehmed Celaleddin Dede ve halifesi Abdulbaki Baykara De-de'nin yanı sıra, Fatih Camii'rıde Mesnevi okutan Mehmed Esad Dede'den, Üsküdar Mevlevihanesi postnişini Ahmed Remzi Akyürek'ten, Ahmed Avni Konuk'tan ve Midhat Bahari Beytur'dan istifade etmiştir. Ancak bunlardan hiçbirisiyle şeyh-derviş ilişkisi içinde olmamıştır. [166]

Esasen Hasan Âli Yücel bir Mevlevi değildir. Ancak işin özüne ve ruhuna sahip, Mevlânâ sevgisi müsellem bir Mevle-vî muhibbi, bir Mevlânâ âştklisı, dahası, onun ortaya sürdüğü bir terminoloji ile, bir "Mevlânâcf'dır.[167] Nitekim kendisi de şöyle demektedir:

Mevlevîlik bir tarih, fakat Mevlânâcılık bir hal, hatta bir is­tikbaldir. Bir istikbaldir; çünkü onda öyle ileri, öyle toplayıcı fi­kirler vardır ki, henüz insanlık o düşüncelere varmaktan uzaktır. Mevlânâ, hakikat ve hayat dostları için hâiâ bir ideal olma kıymetini muhafaza etmektedir. Kabukları kıralım, onun özü­ne girelim.[168]

Hasan Âli'nin Hz. Mevlânâ hakkındaki inanç ve düşünce­leri şöyledir:

Türk medeniyeti ve itikadî hayatı içinde en büyük mistik­lerden biri şüphesiz Mevlânâ'dır. [169]

Kültürümüzün ve edebiyatımızın en mühim şahsiyetlerini Türk milletine kazandıran Mevlânâ, milletimizin şereflerinden biri olduğu kadar, bütün insanlığın en yakın ve pek muhterem bir dostudur. [170]

Ben Mevlânâ'yı sade bir eser olarak değil, çocukluğum­dan beri bir ses, bir gönül sesi ve gönül havası olarak duydum ve sevdim. Benim için O, bir hayat unsuru gibi oldu. Bu özel tarafı, daima ona hayranlığım olarak içimde sakladım... Mev­lânâ bugün de bizim için içli bir ney sesi, bugün de derin bir şiirin nefesi, ruhlarımızdaki derin ve metafizik kaygıların ma­nalı bir aksidir. [171]

Onunla Allah'ı seviyor ve sevmesini öğreniyoruz. Mevlâ­nâ bizim Tanrı yolunda büyük terbiyecimizdir. Sevilmez mi?" [172]

Kulluğun zeukindeyim Mevla ile Dolmuşum ruhumca Mevlânâ ile. [173]

Mevlânâ'ya hizmet, Mevlâ'ya hizmettir. Buna fani varlığı­mın bütün baka kudretiyle inanmışım. [174]

Kalkıyor kafile Âli durma Yürü, Mevlaya gider Mevlânâ. [175]

Hasan Âli Yücel bir gece rüyasında Hz. Mevlânâ'yı gör­müştür. Şöyle ki:

Mehmed (Ansoy) Dede'ye dergâhta (Konya Mevlânâ Der-gâhı'nda) bir vazife verilir. Hz. Pir'in kanadının altında hizme­te devam eder. Nihayet bir gün müzenin müdürü, Dede'ye emekliliğinin geldiğini bildirir. O zavallının dışarıda kimsesi ol­madığı için başka uzak yerlerde bir akrabasıyla temas kur­mak üzere bir gün müsaade etmelerini ister. O gece rüyasında Mevlânâ Hazretleri: "Hasan, benim dervişimi koru!" diye Hasan-Âli'ye görünür. Rüyanın heybetinden uyanan Maarif Vekili merak ve sabırsızlıkla bekler, uyuyamaz, döner, dolaşır.

Sabahleyin ilk işi Konya Valisini (Cemal Bardakçı'yi) arar. "Ne var oralarda?" diye. "Asayiş ber-kemal". Oradan bir havadis çıkmayınca müze müdürünü arar. Oradan da: ''Mühim bir şey yok. İşler yolunda" denilir. Vekil ısrarla: "En ufak teferruatı İs­tiyorum" der. O zaman müdürden: "Sizi pek ilgilendirmez ama, dün Dede'nin emekliliği geldi" cevabını alınca: "Hiçbir şey yerinden oynamasın, ben Konya'ya geliyorum" emrini ve­rir. Hülasa ertesi gün Özel İdare'den çıkarılan emirle kayd-ı hayat şartıyla yerinde bırakılmak, keyfiyet İsmet Paşa'ya da anlatılmak suretiyle mesele kapanır. [176]

Kitaplarında toplumumuzdaki ahlâk çöküntüsünü, mede­niyetin yarattığı bocalamayı, nesiller ve sosyal çevreler ara­sındaki çatışmayı ele alan gazeteci-yazar Peyami Safa (Ö.1961), Mevlânâ'nın Batılı ve Batılılaşmaya çalışan insanlar için taşıdığı önemi şöyle vurgulamaktadır: "Yâ Hazret-i Mevlâ-nâ! Sen hiçbir asırda bugünkü kadar aktüel ve evrensel olmadin. Sanki dünyaya yedi asır evvel gelmiş olmak gibi hoş bir sabırsızlığın temsilcisisin. Sen dün değil, bugünsün. Bugün de değil, yarınsın. Zaman sana doğru ilerliyor. Bir pembe şafak çizgisinin arkasında senin yeniden doğmaya hazırlanan ihti­şamlı varlığının sisli gölgesini görür gibi oluyoruz. Ey Hak ve aşk güneşi, doğ; bir nur tufanı gibi karanlık dünyamızı aydın­lığa boğ; koş imdadımıza koş; üşüyen ruhlarımızı o sıcacık maneviyatınla sar, sarmala. Tabiat ve maddeyi fethedeyim derken ona kui köle olan ve medenîleştikçe bir bakıma cana­varlaşan günahkâr insanın ruhuna dol. Onu ısıt, onu aydınlat, onu yücelt, onu Allah'a yaklaştır. Medet yâ Hazret-i Mevlânâ, medet! Kollarımız açık seni bekliyoruz..

Yahya Kemal'e yakınlığı, sevgisi, bağlılığı ve hayranlığı bi­linen [177] Yeni Türk Edebiyatı profesörü, yazar ve şair Ahmet Haindi Tanpınar (Ö.1962), Mevlevi kültürüne saygı ve hayran­lık duyarak eserlerinde ondan bahsetmiştir.[178]

Tanpınar, Beş Şehir1 de (1946) şöyle demektedir: [179]

Mevîânâ şairdir. Şiiri inkâr etmesine, küçük görmesine rağ­men Şark'ın en büyük şairlerinden biridir. Nasıl Garp ortaçağı, bütün azap korkusu, içtimaî düzen veya düzensizliği ile, rahma-niyet iştiyakı ve adalet susuzluğu ile Dante'nin eserlerinde top­lanırsa, Müslüman Şark'ta bütün varlık hikmeti Hakla Hak ol­mak ihtirası ve cezbesiyle Dîvân-ı Kebîr'dedir. Dîvân-ı Kebîr, in­san talihinin şartlarını bir türlü kabul edemeyen ihtiyar Asya'nın . ebedîlik iştiyakıdır. Fakat birçoklarında -hatta en büyüklerinde-olduğu gibi birlik felsefesi onda hayattan bir kaçış olmaz, belki ilâhî aşkta kendini kaybettikçe hayatı ve insanı bulur."

Mesnevî, uzunluğuna ve öğreticiliğine rağmen çok güzel tarafları olan bir kitaptır... Mevlânâ dünyanın en tatlı hikaye anlatanlarından biridir."

Mevlânâ'nın hasret ve sevgi felsefesi, bütün Mevlevîlikle beraber öz halinde Mesnevî'deki bu [ilk] on sekiz beyittedir.  Bu beyitler kadar geleceği yüklü, onu kendisinde toplayan eser azdır."

Tanpınar, bilhassa meşhur başyapıtı Huzur (1949) adlı ro­manında Mevlevilikten bahsetmiştir. Huzur, kültür buhranının sıkıntıları, sancıları içerisinde kıvranan, huzuru arayan, ama sonunda her biri kaybeden insanların işlendiği bir romandır.

Roman, "Mümtaz" karakteri çerçevesinde kuruludur. Mümtaz; sevgilisi Nuran'a kavuşma-kavuşamama gelgitleri yaşayan, II. Dünya Savaşı'nın her an patlayacak olması kor­kusuyla tetikte bekleyen, Cumhuriyet sonrası kültürü red ya da kabul ikilemleri yaşayan genç, sorunlu bir kuşağın temsil­cisidir. Yıkılan imparatorluğun enkazı üzerine bina edilen son Türk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti'nin sorumluluğunu yüklenecek ve onun kültür potansiyelini oluşturacak yeni ay­dın tipinin temsilcisi olarak ele alınmıştır.

Sonuç olarak Mümtaz, yeni bir aydın tipi olarak, asıl huzu­run insanın kendi özünde ve içinde olduğu gerçeğini kavrar. Mümtaz, geçmişin muhteşem mirası üzerine, yeni gövdeler ilâve ederek, bir milleti ayakta tutan ve ona hürriyetini kazan­dıran değerlerin özde yaşamasını sağlamıştır. Mümtaz'ın bu idealini gerçekleştirmede, Önemli âmillerin başında, hamu­runda iyi bir tarih ve di! kültürünün yanında, çocukluğundan başlamak üzere, yapısının çeşitli acılara karşı dayanıklı bir şe­kilde gelişmesidir.

Mehmet Kaplan'a göre Huzurdaki "Mümtaz", Ahmet Hamdi Tanpınar'ın kendisidir. Mümtaz'in 'ağabey' dediği am­ca oğlu, tarih öğretmeni "İhsan", Yahya Kemal'dir. Beşir Ay-vazoğlu ise romandaki "Emin Dede"nin, çok kudretli bir ney­zen ve birinci sınıf bir hattat olan Emin Yazıcı Dede olduğuna dikkat çekmektedir.

HuzuıJ da Mevleviliğin nasıl işlendiği hakkında şunlar kay­dedilebilir:

Huzur'da Mevlevi kültürü -ki sadece kültürümüzün bir tara­fı olarak alınır ruha serptiği sonsuz huzur duygusu ile tezahür eder. Mümtaz, Şeyh Galip hakkında bir roman yazmak iste­mekte; Şeyh Galip vasıtasıyla Mevlânâ ve Mevlevilik ile tanış­maktadır. Mümtaz'ın âşık olduğu Nuran, Mevlevi kültürüyle yetişmiş, baba tarafından Mevlevi, anne tarafından Bektaşi bir kadındır. Mümtaz, hocası İhsan'dan tarih bilinci ve kültürünü, bilhassa Mevlevi kültürüne giriş bilgilerini öğrenmektedir, Mümtaz ve İhsan'ın her ikisini de düşünce ve maneviyat açı­sından etkileyen Emin Dede ise son Mevlevilerden olarak ta­nıtılmaktadır.

Türk edebiyatı ve Türk siyasi tarihinin en önemli simala­rından olan Nâzım Hikmet Ran (Ö.1963) "Mevlânâ" adlı şiirin­de şöyle seslenmektedir:

Ebede sed çeken zulmeti deidim

Aşkı içten duydum arşa yükseldim

Kalpten temizlendim huzura geldim

Ben de müridinim işte Mevlânâ,     

Sararken alnımı yokluğun tacı

Gönülden silindi neşeyle acı

Kalbe muhabbette buldum İlacı

Ben de müridinim işte Meu/ânâ. [180]

Mazım Hikmet'i ve onun bu şiiri yazdığı dönemdeki haya­tını daha yakından tanımaya çalışalım: [181]

Nâzım Hikmet, 1902 yılında Selanik'te doğdu. Babası Hik­met Bey, İttihatçılar zamanında bir süre Dışişleri Bakanhğı'na bağiı olarak Almanya'da konsolosluk etmiş, mütareke döne­minde İstanbul'da Matbuat Müdürlüğü yapmıştı. Annesi Celile Hanım, güzelliğiyle ün salmıştı.

Hikmet Bey ile Celile Hanımın evlilik hayatları uzun sür­medi. Nâzım ve Samiye adında iki çocukları olduktan bir sü­re sonra ayrıldılar. Celiie Hanım, resim tahsil etmek için Pa­ris'e gitti. Çocuklar, dedeleri Mehmet Nâzım Paşa'nın evine sı­ğındılar. Nâzım Hikmet, hemen hemen bütün çocukluğunu Nâzım Paşa'nın evinde geçirdi. Bu yüzden hayatında dedesi­nin önemli bir yeri vardır.

Nâzım Paşa şairdir ve şiirlerini aruz vezninde yazmaktadır. "Şair bir büyük babanın torunuydum. Anam Fransızca'yı çok iyi bilirdi, ama Osmanlıca'yı bilmezdi. Benim gibi... Büyük babam, Mevlevi Nazım Paşa şairdi, anam Lamartin'e bayılırdı. Evimizde babamın bilgisizliğine rağmen şiir baş köşeydi..." diyen Nâzım Hikmet'in şiirleri ise, günün genç, şairleri gibi yal­nız hece vezniyledir.

1920'ye kadar olan hayatında Milli Edebiyat akımının te­sirinde kalan ve tema olarak vatan, Mevlânâ, sevgi konularını işleyen Nâzım, ikinci döneminde tanıştığı komünist propagan­dacıların tesirinde kalıp Rusya'ya gitmiş ve o meyanda şiirler yazmaya başlamıştı. Onun bu ikinci dönemine ait şiirleri ve görüşleri hep tartışma konusu olmuşken, gençliğinde yazdığı şiirleri pek fazla kişi bilmemektedir.

Nâzım Hikmet Ran'ın yanında büyüdüğü dedesi Nâzım Paşa dindar bir adamdı ve Mevlevi tarikatına bağlıydı. Konya valiliğinde bulunduğu sıralarda Nâzım da orada yaşıyordu. Pa-şa'nın evinde toplantılar düzenlenir, Mesnevi okunur, tasavvufi sohbetler yapılırdı. Nâzım da bu toplantılarda bulunur, gör­dükleri ve duydukları ona çok tesir ederdi. Özellikle Mevlevi­hane'ye gidip Mevievüerin zikir ve mukabele-i şeriflerini sey­retmeye bayılırdı. Başlarında uzun külahları, sırtlarında tennu­releri ile semazenlerin dönüşleri ve mûsikî çok etkileyiciydi. Nâzım'ın bu ortamda Mevlevi tarikatından etkilenmemesi mümkün değildi. Bir şiiri bu etkiyi çok güzel gösterir:

Sararken alnımı yokluğun tacı Gönülden silindi neşeyle acı Kalbe muhabbette buldum İlacı Ben de müridinim işte Meolana.

Bu şiirin hikayesini ise, Nâzım'ın yakın dostu Vala Nured-din, Bu Dünyadan Hazım Geçti [182] adlı kitabında şöyle anlatır:

"Delikanlılık çağına ulaşmış Nâzım Hikmet, o gün arkadaş bulup tek kale futbol oynayamadığı için, duvara şut çeker du-rurmuş. Dedesi, eski Konya Valisi şair Nâzım Paşa'nın yaşıtı ve kafadarı emekliier ve tarikat arkadaşı Mevleviler, kameriye altında oturmuş, konuşurlarmış. Nâzım, topu, ara sıra kame­riyeye doğru kaçtığından, almağa gidermiş. Bir seferinde ku­lağına tuhaf bir konuşma çarpmış. Misafirler dedesine diyor-larmış ki;

Niçin gizlersiniz, Paşa hazretleri? Bu şiiri sizden başka hangi Mevlevi yazabilir?

Emin olunuz, ben yazmadım.

İmzası da Mehmet Nâzım.

Aynı isimde başka biri de bulunabilir.

Tevazu göstermeyiniz, böyle bir nefise efendimizin ka­leminden çıkmadıysa kimin eseridir acaba? Mecmua henüz basılmış, okur okumaz toplanıp arz-ı tebrikat için mübarek el­lerinizden Öpmeğe geldik. Nur ola.

Paşa ısrar etmiş:

Bu şiir hece vezniyledir. Ben aruz kullanırım. Maamafih merak ettim. Bir kere daha okuyunuz da dinleyelim.

Şiiri baştan itibaren okumağa başlamışlar. Nâzım Hikmet artık dayanamayıp kucağında futbol topu, çilli yüzü kıpkırmı­zı, lavanta çiçeklerinin ve süs bitkilerinin arasından başını kal­dırıp heyecanla manzumenin arkasını getirmiş:

Ebede sed çeken zulmeti deldim Aşkı içten duydum, arşa yükseldim Kalpten temizlendim, huzura geldim, Ben de müridinim işte Meulana.

Misafirler kaç yönden şaşırmış. Evvela kameriyenin he­men oracığında çiçekler arasından çatallaşmış bir çocuk sesi­nin duyulusuna... Fakat asıl, yeni basılıp o gün satın alınmış olan bir mecmuadaki şiiri, torun Nâzım'ın ezberlemiş bulunu­şuna. İçlerinden biri kurnaz kurnaz gülmüş.

Sübut buldu efendim. Demek ki, hafid küçük bey, eseri zat-ı alinizin evrakınız meyanında görüp hafızasına nakl eyle-yivermiş.

Bir taraftan Paşa itirazlarına devam ederken, öbür yandan Nâzım Hikmet haykırır dururmuş:

Benim de ismim dedeminki gibi Mehmet Nâzım. Bahçe­de oynarken konuştuklarınızı dinliyordum. Mevlevi şiirleri ya­zıyorum.   Mecmuaya  gönderdim.   Basmışlar  işte,   "Dergah" mecmuasında başka şiirlerim de basıldı. Basılacak tabii. Ki­taplarım da çıkacak tabii.

Misafirler şaşırıp kalmışlar. Kalkıp saygıyla Nâzım'ı alnın­dan öpmüşler. Büyük babası da dayanamamış, torununu ku­caklamış ve alıp elini öpmüş."

Nazım'ın 1920'de, yani 18 yaşlarında iken yazdığı ve de­desi Nâzım Paşa'ya ithaf ettiği "Dergâhın Kuyusu" adlı şiir şöyledir:

Ne içli bir duâ, ne İçten bir âh,

Uyuyor serviler altında dergah

Kaç kere gönlümü dinledi bu yer.

Tek tilk kandillerde yorgun alevler

Titriyor gecenin sert rüzganyla.

Gece sanki sönen yddızlarıyla

Gölgeli dergâhın dolmuş içine...

Bir inilti, bir ses... Bu yaluarış ne?

Ya rabbi, ne içten anıldı adın!..

Ölmeden öl!" diyen bir İtikadın

Gönülden duyarak ulu sesini,

Ruha şifâ sunan felsefesini,

Biri zikrediyor dergâhta işte.

Göklere yükselen bu İnleyişte

Elemi gizlidir bir âh u uâhın.

Çoktan dervişleri yattı dergahın...

Bu yalvaran kimdir, kim bu zikreden?!

Yoksa ağlıyor mu gönlüm bilmeden?

Gönül! Bu inilti senden mi geldi?

Hayır, işte o ses yine yükseldi,

Yine yalvarıyor, yine ağlıyor.

Gözümü dumandan eli bağlıyor

İçimde yakılan bir buhurdanın...

Vuruşu duruyor kalbimde kanın.

Bir hayalet oldu yanan benliğim:

Bu kuvvetli ruh kim? Bu zikreden kim?

Kim bu varlığımı kendine çeken?..

Şimdi bir zulmette gölge gibi ben

O yalvaran sese ilerliyorum,

Benliğim ölmeden öldü!" diyorum...

Böyle yürüyerek gittikçe her ân,

Gitgide geliyor gittikçe sesi yakından

Gitgide sinerken ben gölgelere

Yorgun ayaklarım çarptı bir yere.

Titredim bir taşa anî temasla,

Ömrümde bu kadar korkmadım asla:

Sanki ta kalbimi bir bıçak yardı...

Önümde bir küme karanlık vardı.

Bütün varlığımı biran unuttum,

Yavaşça eğilip o yeri tuttum.

Dergâh kuyusunun duvarıydı bu...

Yeniden benzimi sararttı korku,

Buradan geliyordu o iniltiler!

Gönülde titrerken şüpheli bir yer

Allah'a yalvaran Allah'ın adı

Beynim içinde bir uğuldadı.

Sanki bir dakika çarpmadı kalbim...

Ey ulu Allah'ım, ey ulu Rabbim!

Kuyuda zikreden, ağlayan kimdi?

İçine eğildim... Anladım şimdi:

İsm-i celâlini candan andıkça,

Yer yer yükselerek çalkalandıkça,

Kuyunun zulmette parlayan suyu...

Kuyu zikrediyor, ağlıyor kuyu. [183]

Nâzım Hikmet'in 1920 tarihine kadar yazdığı şiirlerde dini hassasiyet görülür. Bir başka şiirinde Beyoğlu'ndaki Ağa Ca-mii'ni anlatır. Ağa Camii'nin Beyoğlu'nun her türlü gayrı meşT ru hayatının içinde kalmış garip hali ona çok dokunur. Ve his­lerini şöyle mısralara döker:

 

Ağa Camii

 

Havsalam almıyordu bu hazin hali önce, Ah, ey zavallı cami, seni böyle görünce Dertli bir çocuk gibi imanıma bağlandım, Allah'ımın ismini daha çok candan andım. Ne kadar yabancısın böyle sokaklarda sen! Böyle sokaklarda ki, anası can verirken, Işıklı kahvelerde kendi öz evladı var... Böyle sokaklarda ki, çamurlu kaldırımlar, En kirlenmiş bayrağın taşıyor gölgesini, üstünde aşüfteler yükseltiyor sesini..

Burda bütün gözleri bir siyah el bağlıyor;

Yalnız senin göğsünde büyük ruhun ağlıyor!  

Kendi elemim gibi anlıyorum ben bunu,

Anlıyorum bu yerde azap çeken ruhunu.  

Bu imansız muhitte öyle yalnızsın ki sen

Bir teselli bulurdun ruhumu görebiisen!

Ey bu caminin ruhu: Bize mucize göster!

Mukaddes huzurunda el bağlamayan bu yer

Bir gün harap olmazsa Türk'ün kılıç kınıyla,

Baştan başa tutuşsun göklerin yangınıyla!

 

Ve İkinci Dönem...

 

Nâzım Hikmet, komünizme yöneldiği dönemde, "Ben de müridinim" dediği Hz. Meviânâ ile de kavgalıydı. 1945 yılında Bursa Hapishanesi'nden Vala Nureddin'e hitaben yazdığı mektupta bunu şöyle ifade ediyordu:

Görüyorsunuz ya polemiği ve kavgayı Hazreti Mevİana'ya kadar götürmüşüm. "Sureti hemi zillest" diye başlayan ve dünyanın bir hayalden ve gölgeden ibaret olduğunu söyleyen bir rubaisi vardır. Benimkisi yüzlerce yıl sonra hazrete cevap:

Bir gerçek âlemdi gördüğün ey Celâleddin, heyûlâ filân değil, uçsuz, bucaksız ve yaratılmadı, ressamı ületî-Cıla filân değil Ve senin kızgın etinden kalan rubailerin en muhteşemi: "Suret hemi zillest..." filân diye başlayan değil...

Bir müddet sonra Sovyetler Birliği'ne giden ve geri dönü­şü olmayan Nâzım Hikmet'in kahır ile pişmanlık dolu Mosko­va yaşamı 1963'te sona erdi. [184]

Nâzım Hikmet, ömrünün sonlarında yine Mevlânâ'ya dön­müş ve Mesnevî'nin ilk dizesini bir şarkı nakaratı gibi günlerce tekrarlayıp durmuştur. Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim adlı romanındaki kahraman gene devrimci Ahmet'in de Mesne­vî'nin ilk beyitini tekrarlayıp durması hiç de tesadüfi değildir. [185] Nâzım Hikmet ve Meviânâ ilişkisi hakkında ayrıca bkz. "Cemal Kelamov (Özbekistan)" ve "Radi Fiş (Rusya)"e ait görüşlerin yer aldığı sayfalar.

Romanımızda Mevlevîlik [186] geniş olarak Halide Edib Adıvar'ın (Ö.1964) eserlerinde görülür. [187] Halide Edib'in çocukluk yılları, bir İngiliz centilmeni gibi yaşamaya özen gösteren ba­ba ocağı ile bir Mevlevi olan anneannesinin yanında geçmiş­tir. [188] Nitekim bu hususta şuniarı kaydetmiştir:

"Mevlâna'nın ismi pek küçüklüğümde kafamda yer etmiş; çünkü büyük annemin dayısı vakti zamanıyla, yanılmıyorsam Eyüp [Bahariye] mevlevihanesinde şeyhiik etmişti. Büyük an­nemin kendisi de tek tanıdığım kadın Mevlevî idi. Her namaz kıldığı zaman başına bir arâkiye geçirirdi. Kendisi şahsen kim­senin aleyhinde bulunmaz, iyi yürekli bir insandı. Fakat beni bu­nun o zaman fazla alâkadar ettiğini iddia edemem. İlk alâkam, büyük annemin beni çok küçükken Galata Mevlevihanesi'ne sık sık götürmesi ile başlamıştı. Orada "semâ" yani dönmek, Allah'ın etrafında bir nevi yıldızlar gibi dönmek olduğunu bilme­mekle beraber bana bu dans bir nevi ilahî vals gibi gelirdi.

Mevlâna'nın türbesini Sakarya harbine giderken gör­müştüm. Sonraları İngiliz Ansiklopedisinin dokuzuncu baskısını (bunu bana babam mektepteyken hediye etmişti) okudum. Daha sonraları da Mesnevi ve Divan'ını elime geç­tikçe gözden geçirdim.

Mevlâna'ya garbın bugünkü mütefekkirlerinin ehemmiyet verdiği taraf Kâzım Vehbi'nin şiirinin bir parçasında ifade edi­lebilir:

Sığmaz senin hayaline mihrap ve minberim

Ben her zaman onunla emin ol beraberim.

İşte insan bu mısraları okuduğu zaman, neden garp âlim­leri üzerinde bu kadar tesir yapmış olduğunu anlıyor. Çünkü eserlerinde ırk ve belli bir dine bağlanmayan bir taraf var. Ya­ni din ne kilisede ne camidedir. İnsanların kalbindedir. Onun için, daha evvel Sadi'nin de dediği gibi, insanoğlu birbirinin âzasıdır, çünkü yaratılışta aynı asıldandır. Herhangi uzuvdan birine dert gelirse diğer uzviyatında da huzuru kalmaz.

Eğer dünya yaşayacaksa, bu atom devrinde mutlak ve mutlak Mevlâna'nm görüşüne kıymet vermek lâzımdır.

Ey genç Konyalılar! Siz de ister mevleviyete bir tarikat ola­rak kıymet verin veya vermeyin, fakat dünyanın ve memleke­tin yaşayabilmesi için insanlığa böyle bir veçhe vermek icap ettiğini de unutmayın. [189]

Doğu ve batı dünyasının değerleri arasında daimi bir kar­şılaştırma yapan Halide Edib Batı medeniyeti karşısında Mev­levilikte yeni ve derin mana bulur... Evde Mevlevilikten gelen müsamahalı dini görüş ve Süleyman Dede'nin MevHd'i, Hali­de Edib'in Kolej'de öğrendiği Hıristiyanlığa kaymasını öniedi-ği gibi, İslamiyet'in yüceliği ve beşerilîğine karşı Ömrü boyun­ca muhafaza edeceği bir kanaat edinmesine de sebep olmuş­tur. Dört romanda Mevlevi kültürünün Türk kültürünün ayrıl­maz parçası olduğu görüşünü işler. Bunlardan birincisi Yeni Turan'diT. Burada sadece mûsikî ve musikişinasların kıyafet­leriyle ilgili bir unsur olarak görülen Mevlevilik, Vurun Kahpe-ye'de Mevlevi dedenin okuduğu mevlid motifidir. Sineklİ Bak­kal ise bütün bir dünya görüşü, kainat nizamı, mûsikî ve ferdî ruh huzuru olarak tezahür eder. Son romanlarından olan Ha­yat Parçalan'ndan ise maddenin doyurduğu bir Amerikalı, ruh huzurunu Mevlevilikte arar. [190]

Halide Edib'in Mevlevîliğe olan aşinalığını Sinekli Bakkal adlı romanı örnekliğinde kısaca inceleyecek olursak... Si­nekli Bakkal'm ilk baskısı The Cloıun and His Daughter (Soytarı ve Kızı) adıyla 1935 yılında İngilizce olarak Lond­ra'da yapıldı; bir yıl sonra da İstanbul'da Türkçe olarak ya­yımlandı. Türk edebiyatının "en iyi" ve "en çok okunan" ro­manları arasında yer alan Sinekli Bakkaldaki "Mevlevî şey­hi, mûsikîşinâs Vehbi Dede" karakteri, romanın kahramanı Rabİa başta olmak üzere, herkesin sevdiği, saygı duyduğu ve görüşlerine başvurduğu bir bilge olarak sunulmakta; Vehbi Dede'nİn dilinden Mevlevîliğin temel görüşleri vurgulanıp sa­vunulmaktadır.[191]

Edebiyat tarihi ve edebî araştırmalar alanında çığır açan ve hâlâ bu sahanın Öncüsü konumunu koruyan, Türk tarihçi­si ve siyaset adamı Ord. Prof. M. Fuat Köprülü (ö.l 966) Mev-lânâ'yı "İran'ın en büyük mutasavvıf şairi [192] olarak tanıtmak­ta ve; "Mesnevî, yalnız Mevlâna'nm değil, belki bütün tasavvu-fî edebiyatın en ünlü mahsulüdür. Öteden beri İslâm âleminin her alanında, bilhassa Hind ve İran'da pek büyük olan bu nü­fuz, Anadolu Türkleri üzerinde, daha yazıldığı zamandan baş­layarak fevkalade tesirli olmuştur... Her halde Mevlânâ'yı iyi­ce bilmeden Anadolu'daki ilk Türk eserlerini anlamak müm­kün olamayacağı ilmî bir gerçektir. demektedir.

Türk halk şiirinin en güçlü temsilcilerinden biri olan Aşık Veysel Şatıroğlu {ö.l973), "Mevlânâ'yı Ziyaret" adlı deyişin­de şöyle niyaz etmektedir: [193]

 

Ziyaretim Meulânâ'yı

Kabul et Allah aşkına

Bu fakir-i divâneyi

Kabul et Aüah aşkına!

Eşiğine yüzüm sürem

El bağlayıp divan duram

Büyük lütfün eyle kerem

Kabul et Allah aşkına

Meulânâ, Mevlâ'nın kulu

Doğru Hakk'a gider yolu

Deryası rahmetle dolu

Kabul et Allah aşkına!

Türk düşünce tarihi ve İslâm felsefesi tarihi alanındaki ça­lışmaları ile ünlü Ord. Prof. Dr. Hilmi Ziya ülken'e (5.1974) göre; "Mevlânâ, bin yıllık kültür tarihimizin en büyük simala­rından biridir. O yalnız büyük bir şair, bir tarikat kurucusu, de­rin bir sufi, etraflı bir âlim değil; aynı zamanda ve hepsinden önce Anadolu'da kurulmaya başlayan yeni kültürümüzün un­surları arasında büyük bir kaynaşma ve birleşme temin eden derin bir ruh ve hamle adamıdır. [194]

Edebiyatımızda "Bayrak Şâiri" olarak tanınan ve aynı za­manda bir Mevlevi şeyhi olan [195] Arif Nihat Asya (Ö.1975), Mevlânâ hakkında yazdığı Kubbe-i Harda adlı kitabında şöyle seslenmektedir;

"Bizi öksüz bırakma arkanda

Ey azız, ey cetîl Mevlânâ;

Dâr-ı dünyada ney teriyle pınar,

Yazi ü nesriyle Fiil Meolânâ:

Mesnevî'den cihan susuzlarına sebil Mevlânâ!

Ey şu gökler kadar, şu nur kadar Asil Mevlânâ;

Gerin il serdinde ömrün, ol bize de Delil Mevlânâ;

Mesnevî'den cihan susuzlarına Sebil Meulânâ [196]

"Her etek tennuredir,

Her satır bir sûredir,

Her eda ma 'nâ demek,..

Konya Mevlânâ demek!

Gel ki yollar boş değil;

Her nefes ney, her yeşil

Kubbe-i Harda demek

Konya Mevtana demek. [197]

"Büyük mezarların üstünde büyük vatanlar vardır. Büyük ölüleri olmayan milletler ebedî olamazlar. Üzerinde büyük ruh­ların sevildiği topraklarda ebedî hayat ağacı yeşeriyor, gerçek hayat, gerçek saadet tadılıyor. Onlarsız yeryüzünde yetim ya­şıyoruz... Bizi yaşatan ve ebedî yapan, edebîliğe götüren bü­yük kervanın başında Meviânâ'ları, Yunus'ları görüyoruz. [198] der Prof. Dr. Nurettin Topçu (5.1975).

Kendisi Mevlânâ hayranı bir mistik olan ve "Milli ruhumu­zun mürşidi Mevlânâ, felsefemizin de üstadı olmalıydı [199] di­yen Nurettin Topçu'ya göre: "Yüzyılların katmeriendirildiği bir skolastik düşünüşten sonra Batı taklitçiliğinin açtığı hüsran çukuruna yuvarlandığımız bir devirde kültürümüzün çıkış nok­tası Mevlânâ olmalıdır. Onda Müslüman Türk dünyasının bü­tün ruhu gizlidir. Felsefemizle güzel sanatlarımızı bu kaynak­tan çıkarabiliriz. Onlarla birlikte ilimlerle ahlâkın kaynağı din olduğuna göre, Meviânâ'da İslâm dininin gerçek ve içten anlayısın] buluyoruz. O bize dinin statik olan kalıp tarafını değil, dinamik oian özünü tanıtıyor. [200]

Türkçe'de Mevlânâ ve Mevlevîlikle İlgili en geniş neşriyat, bir tekke şeyhi olmamakla birlikte 1925'ten önce tekkelerden feyz alan ve Melâmî-Mevlevî-Câferî meşreb bir kişili [201] olan Doç. Dr. Abdüîbâkî Gölpınarlrya (Ö.1982) aittir.

Gölpmarlı, daha yedi-sekiz yaşlarında iken Bahariye Mev-levîhânesi'ne devama başlayıp küçüklük çağından itibaren ta­savvuf ve tarikat kültürü ile temasa geçmiştir. Hayatı boyun­ca Şiîlik ve Mevlevîliğe büyük bir sadakatle bağlı kalmıştır. Mevlânâ'dan söz ederken gözleri yaşarırdı. [202]

Eyüp Bahariye Mevlevihanesi şeyhi Hüseyin Fahreddin Dede'den hilafetname alarak halifeliğe kadar yükselen Gölpı-narlı, şöyle demektedir:

"Din tarihine bakın, edebiyat tarihini araştırın, sanat tarihi­ne dalın, mûsikî tarihini dinleyin; gözünüzü en fazla okşayan şekil "destâr-ı giysû-dâr-ı Mevlevi" ile bezenmiş "Fahr-i Mev­lânâ" olacaktır. Kulağınıza en fazla çarpan ses, türlü makam­lardan gelen "Yâ Hazret-i Mevlânâ" sesi olacaktır. Yüzyıllar bo­yunca düşüncemize yol açan. yaratıcılığımıza hız veren, gücü­müzü şahlandıran, değerlerimize değer katan, gün geçtikçe Batı dünyasını da saran Mevlânâ'dır. Doğuda doğan bu güneş, zevalsizdir; Batı dünyasında da doğar. [203]

özellikle, Türk kültürünü oluşturan ana eserler üzerinde durarak manevi değerlerimizi tespite çalışan edebiyat tarihçi­si, yazar Prof. Dr. Mehmet Kaplan'ın (Ö.1986) belirttiği üzere, "Mesnevi okumayan hiçbir Osmanlı aydını tasavvur edile­mez." "Kur'ân-j Kerîm'den sonra camiye Süleyman Çelebi'nin

Mevlid'i ile Mevlânâ'nın Mesnevî'si girmiş; Mevlid okunmuş, Mesnevi ise şerh edilmiştir. [204]

Kaplan, Mevlânâ'nın etkisini ise şöyle ifade etmiştir: "Mev-lânâ'yı üstün kılan en büyük âmil. hiç şüphesiz İsiâmî akide­ye bağlı kalarak bütün insanlığa hitap etmesindedir. Kimse Mevlânâ'nın Müslümanlığından şüphe edemez. Fakat onda öyle bir güç vardır ki, yalmz Müslümanları değil, diğer dinlere mensup olanları, hattâ dinsizleri de kendisine celp eder. Onun bu tesir gücünü teknik çağda da sürdürdüğünü görmek için her yıl Aralık ayında Konya'da yapılan merasimlere bakmak yeter. Bu ayda dünyanın her yerinden, her din ve mezhebe mensup olan insanlar Konya'ya gelirler, onun türbesini huşu ile ziyaret ederler. Dünyanın hiçbir yerinde, birbirinden ayrı gönüller, Mevlânâ Dergâhında olduğu gibi, aynı mumun per­vanesi olmazlar. [205]

Tıp üstadı, sanat tarihçisi, minyatür, hat ve tezhip ustası, ressam Ord. Prof. Dr. Ahmet Süheyl Ünver'in (Ö.1986) aile ve akrabaları Mevlevî veya Mevlevîlikle iç içe idi. [206]

Önver, Mevlânâ için şöyle demiştir:

Mevlânâ'yı sevmeyen ve ona hürmet etmeyen bir Türk tasavvur edemem. O yalnız Türk münevverlerinin değil, her­kesin sevgilisidir. [207]

Mevlânâ sadece bir tarikatın değil, insanlığın sembolüdür. Önce muhitine, sonra bütün dünyaya özü ile örnek olmuş­tur. [208]

İçimizin fatihi ve canlılığımızın sembolüdür [209] "Bu dünyada her şey biter, fakat Mevlânâ bitmez.[210] Mevlânâ ne yapmıştı?... En büyük hizmeti muazzam kâ­mil İnsan Peygamberimizi öğretmişti. Sözleri Kur'ân ve Hadîs­ten hariç değildir. Kuvvetini oradan alır. İslamiyette olmayan  eski kanaatleri müdafaa etmemiştir. [211]

İşittiklerimize şahsımızı uyduramazsak, hayatlarımızda saadet nasibimizden tefekkürümüzü mahrum etmiş oluruz.  Bilhassa bunlar Mevlânâmızdan sâdır olanlar ise, daha dikkatli olmamız yakışır. Zira onlardan nasibimizi benimsemezsek kimseye değil, büyük bir yaratılış harikası olan bizlere karşı  ayıp olur. [212]

Meulânâ'dan Hatıralar adlı bir kitap da yazan Süheyl ün- ver, Mevlevi kültür ve medeniyetinden bahsetmektedir: Mev­levîlik mi?... Hayır! Mevlevîlik Kültürü. Yalnız Türk halkı değil,  bütün milletler aydınlandığı ölçüde, Mevleviliğin ruhî irfan ve asaletini benimsiyor... Mevlânâ'ya artık şeklen değil, ama  kalben bağlı olanlar kendilerini tatmin olmuş görüyorlar. Bu  husus, XX. asır Türkiye'sinde en değerli ruhî kazançtır. Bunun ispatı, 700 yıllık Mevlevi Medeniyeti'nin rehber, düstur ve ki­taplarının revaçta olmasıdır. [213]

Tıp bilgini, eski başbakanlardan Ord. Prof. Dr. Sadi Ir-mak'a (Ö.1990) göre; "Bugün Mevlânâ, yaşadığı dönemde ol­duğu kadar diridir. Şu farkla ki, yaşadığı sürece Orta Asya'nın ve Selçuk ülkesinin tanınan ve sevilen adamı iken, bugün dünyanın ve bütün insanlığın malıdır. Böyle genişleyen ve ya­yılan bir etkinlik ve kişilik imajı bırakabilmek için elbette pek çok kabiliyetlere sahip olmak gerekirdi. Şüphe yok ki bu ye­teneklerinin başında hümanizması gelmektedir. O hümanizma ki insanlara özgürlük, eşitiik bahşetmekle yetinmemiş, insanı kutsallığa ulaştırmıştır. İnsanın ruhunu, uiûhiyetin karargâhı ilan etmiştir. [214]

"Mevlânâ, çevresine ve zamanına en geniş tesirler yapmış adamlardan birisidir. Hususi hayatıyla bir veli, fikir hayatıyla bîr rehber filozof, sanatçı hüviyetiyle en büyük ilham kaynağı olmuştur. Mevlânâ olmasaydı Konya Türklüğün ve Müslü­manlığın merkezi olmayacaktı, Mevlânâ olmasaydı dinî taas­sup İslâm dininde tefrikalar yaratacaktı. Mevlânâ olmasaydı Eflâtun felsefesi Şarka giremeyecekti. Mevlânâ olmasaydı Mevlevîlik gibi bir irfan ve terbiye ocağı asırlarca feyiz dağıta-mayacaktı. [215]

Sadi İrmak ayrıca, Mevlânâ'yı "yeryüzünde ilk defa psika­naliz tatbik eden kişi", Mesnevî'de yer alan bir hikayeyi [216] ise "psikanalize dair en eski hikaye" olarak tavsif etmektedir: "Mevlânâ Mesnevî'sinde ilminin derinliğine birçok âbideler dikmiştir. Bu meyanda ruhî ve içtimâi ilimler, tıp bilgileri ön planda gelir. Denilebilir ki Mesnevî'deki her hikaye, insan ru­hunun bir cephesini tahlil eden bir ilim faslıdır. Öyle ki bu hi-kayelerdeki espriler bir araya getirilince mufassal bir Tatbikî Psikoloji, yeni deyimi ile bir Dauranışlar Bilgisi meydana gelir. Mevlânâ tatbikî psikoloji ile de yetinmeyerek yeryüzünde bel­ki ilk defa olarak psikanaliz tatbik eden adamdır. Mesnevî'de­ki bir cariyenin aşkı mevzulu hikaye bunun şaheser bir örne­ğidir. Bilindiği gibi psikanaliz ancak asrımızın başında Freud ve Adier tarafından bir ilim şubesi olarak ortaya atılmıştır. Hal­buki Mevlânâ, daha XIII. Asırda bu konunun en güzel örneğini vermiştir. Bu hikayede nabzın hareketleri takip edilmek sure­tiyle cariyenin hangi şehirde ve kime âşık olduğu keşfedil­mektedir. [217]

Mevlânâ'nın Mesnevisini ve Divân-1 Kebirini Türkçe'ye yeniden tercüme eden Mesnevlhan Şefik Can (Ö.2005) şöyle dernektedir: "Hazreti Mevlânâ çok kuvvetli edebi kabiliyeti ile İslâm! insani olan fikirlerini, duygularını herkesin anlayacağı şekilde, misallerle, hikayelerle o kadar güzel, o kadar hoş ifa­de etmiştir ki imanının, aşkının gücü ile şiirlerinin tesiri İle duygusu olan herkesi büyülemiştir. Bu sebepledir ki onun eserleri, şiirleri başka dinlerden İslâmiyet'e geçenlere sihirli bir köprü olmuştur. [218]

Şehirlerde yetişen ve kentsoylu bir söylem geliştiren çağ­daş Türk şairleri, çok çeşitli nedenlerle üstadları oian Mevlâ-nâ'yı şiirlerinde söz konusu ederek bu yolla ona olan gönül borçlarını ödemeye çalışırlar. Çünkü Mevlânâ üst dille konu­şan kentsoylu havas/elit şairlerin üstadı ve piridir. [219] Nitekim şair-yazar Attila İlhan'ın (Ö.2005) bir şiirinde şu mısralar yer almaktadır:

nurdan bir ağaç sayılır Mevlânâ ney pırütılanyla aralıksız anlaşılmaz bir yerinden aydınlatır gönül kandili sönmüş olanlan.[220]

Diriliş doktrininin üstadı, şair-yazar Sezai Karakoç (d.1933), Meulânâ adlı kitabına şu duygu ve düşüncelerini kaydetmiştir:

Ölümü düğün gecesi (şeb-i ârus) olarak anlayan insana tesir edecek hangi güç vardır? O güçlü, yenilmez insan, Mev-lânâ'dır. Ölüm ve hayata, zamana ve tarihe yenilmeyen insan. Ölümünün üstünden 700 yıldan artık zaman geçti. Ama o yaşıyor, anılıyor. İnsanlık, onun önünde saygıyla eğiliyor. Dünya­da ne kadar değişme olursa olsun, bundan böyle de anılacak. İnsanlar hep önünde saygıyla eğilecek. [221]

Veliler, hayatlarında da, öldükten sonra da müminlere te­sir etmek, onların gidişlerinde bir iyileşmeye, yükselmeye hiz­met etmek anlamında tasarruf sahibidirler. Bu görevi de hem yetiştirdikleri insanlar, hem eserleri yerine getirir. Hz. Mevlâ-nâ'nın, Anadolu üzerinde böyle bir manevî tasarrufu vardır. Ha­cı Bektaş-ı Veli, Hacı Bayram-ı Veli gibi, hatta belki onlardan da fazla bir etki ve tasarruf söz konusudur Mevlânâ İçin. Hem Mevlevîlik ocağından yetişenlerin, hem de Mesnevî'nin, Ana­dolu insanının ruh yapısı oluşmasında büyük katkıları oldu. Mesnevi, Anadolu ruhunu yoğurdu. Bu hamurun yoğruluşunda Mevlânâ'nın kutiu ellerini görmemek mümkün değildir. [222]

Mevlânâ, devrinin o fetret döneminde, İslâm ruhunun ya­şaması için çırpınan bir pir, bir erendi. Yeniden dirilmenin san­cıları için kıvrandığımız bugünde, bu en korkunç fetret günün­de de, ruhu ve hâtırasıyla, bir diriliş piri, ereni olarak bize yol gösteriyor, ışık tutuyor, manevi tasarrufuyla, eseri ve tesiriyle, yardımda bulunmaktan geri durmuyor. [223]

Hz. Mevlânâ'yı "Peygamber çırağı bir sûfî", "bir ulu kişi", "bir İslâm büyüğü", "kâmil ve mükemmel mürşidlerden", "İs­lâm kültür ve irfanını zenginleştiren büyük kişilerden" olarak tanımlayan İslâm Hukuku profesörü Hayrettin Karaman (d.1934) şöyle demektedir:

''Mevlânâ hakkında konuşanlar ve yazanlar arasında onu olduğundan farklı gösterenler, sözlerini çarpıtanlar, söyledikle­rini eksik aktaranlar, maksadını aşacak şekilde yorumlayanlar eksik değildir. Bunların bir kısmının maksadı, Mevlânâ gibi bir ulu kişinin, bir İslâm büyüğünün, bir velinin arkasına sığınarak kendi bâtıl inanç ve hayat tarzlarına meşruiyet kazandırmak, taraftar toplamak,  çağın manevi ve ahlaki  kusurlarına  İslam'dan çare teklif edecek yerde, kendi paha biçilmez değer­lerini İnkar etmek ve onları sahte takılarla değiştirmektir.

Hz. Mevlânâ her şeyden önce bir sûfidir, İslâmî tasavvuf yolunu tutarak yetişmiş bir velidir, bu yoldan yürüyerek hem kendi çağında hem de eserleriyle günümüze kadar sayısız in­sanı irşad etmiş, onlara Allah'ı, Peygamber'i (sav), dini tanıt­mış, sevdirmiş, insana kendini bilmenin yolunu açmıştır.

Hz. Mevlânâ bir İslâmî bilgilenme ve eğitim yolu olan ta­savvuf okulunda yetişmiş, başında Hz. Peygamber'in (sav) bulunduğu mürşidlerden -doğrudan veya dolaylı olarak- ya­rarlanmış, orta yol (Sünnî) İslâm anlayışını benimsemiş, buna göre yaşamış bir Müslüman, bir Allah kulu, bir Peygamber çı­rağı, bir sûfidir. Onu doğru anlamak ve yorumlamak İçin bü­tün İslâm düşünce sistemini kavramış olmak ve doğrudan onun eserlerinden yola çıkmak şarttır. Âyînesi saf olamayan­lar, başka kaynaklardan beslenerek şartlananlar, peşin hüküm ve kanaatlerden yola çıkanların onu doğru anlayıp anlatmala­rı mümkün değildir. Her şeyi bildikleri halde sapmış olanlar ve saptırma niyeti taşıyanlara karşı da uyanık olmak ayrı bir za­rurettir. [224]

Hacettepe üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak'a {d. 1946) göre; düşünceleri hemen herkes tarafından benimsenen ve ismi dâ­ima saygıyla zikredilen Mevîânâ'yı diğer sofilerden ön plana çıkaran Özelliği, tasavvufun, dolayısıyla İslâm'ın insan sevgisi­ni esas alan, insan sevgisine dayalı bir yorumudur. [225]

Meviânâ'nm günümüz insanı için taşıdığı değere dikkat çeken ODTÜ Felsefe Bölüm Başkanı Prof. Dr. Ahmet İnam (d. 1947) şöyle demektedir: "Mevlânâ, içini unutan insana iç dünyasıyla yaşaması gerektiğini hatırlatıyor. Bugün, içini pragmatik kültürün seline kaptırmış Amerikalılardan kimi iç yoksunluğu çekenler, Mevlânâ'daki iç derinliği gördükçe şaşı­rıyorlar. Dış dünyanın gerçekliği, iç gerçekliğimizle iletişime giremezse, bize çok çektirir. Kamışlıkta kalır, balık bile olama­yız. İnsan, mutsuzluğunun kaynağını araştırdıkça, maddî ko­şulların yanında içsel yoksulluğunu çağlar boyunca anlayabil­miş bir varlık. [Mevlânâ] İçimizin yoksulluğunu yüzümüze vur­duğu için hiç eskimiyor. [226]

İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi eski dekanı Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk'e (d.1951) göre; "Mevîânâ'yı anlamak için geniş anlamda İslâm'ı, Özel olarak da Kur'ân'ı anlamak gerekir. Bunun İki temel sebebi var; Birincisi; Mevlânâ, kültür zemini ve bilgi mirası tamamen Kur'ân ve İslâm olan bir mis­tik düşünürdür. İkincisi; Mevlânâ, imanı, aşkı ve cezbesi bakı­mından bir Muhammedîdir. [227]

 

DOĞU’DA MEVLANA ETKİSİ

 

Tevlânâ, eserlerinde Farsça'yı kullanmıştır. Bu sebeple, yaşadığı dönemden itibaren, başta İran olmak üzere, Farsça konuşulan Pakistan ve Hindistan'da başlayan Mevlânâ hayranlığı ve tesiri, zaman içerisinde büyük boyutlara ulaşmıştır. Arapça konuşulan ülkelerde ise Mevlânâ hâlâ yeterince tanın­mamaktadır.

Mevlânâ'nın İran, Hindistan, Pakistan, Özbekistan ve Suri­ye'deki etkisini ele almadan önce, onun Şeyh-İ Ekber Muhyid dîn İbnü'l-Arabi ile olan ilişkisine değinelim. İspanya'da do­ğan, Anadolu'da uzun yıllar bulunan, Suriye Şam'da vefat eden İbnü'l-Arabî Mevlânâ ile görüşmeleri Suriye'de gerçek­leştiği için, Doğu başlığı altında ele alındı.

Mevlânâ'nın babası Bahâüddîn Veled, Belh'ten göç edip Şam'a geldikleri dönemde oğlu ile beraber ziyaretine gittiği Muhyiddîn İbnü'I-Arabî'nin (ö.638/1240) yanından çıkarken, İbnü'l-Arabî'nin Mevlânâ'ya bakarak: "Sübhanallah! Bir okya­nus, bir denizin arkasına düşmüş gidiyor!" dediği nakledilmiş­tir. [228] İbnü'n-Arabî Fusûsu'l-Hikem adlı eserinin son fassı olan.[229]

 

İran

 

Mevlânâ, babası Bahâüddîn Veled ile birlikte Belh'ten göç edip Nişâbur'da bulundukları dönemde, ünlü sûfi Ferîdüddîn Attâr'ın (Ö.1230) iltifatına mahzar olmuş, Attâr ona Esrârnâ-me adlı eserini hediye etmiştir.[230] Attâr'ın, Bahâüddîn Veled'e şöyle dediği rivayet olunur: "Bu senin oğlun, çok geçmeyecek, âlemin yüreği yanıklarının yüreklerine ateşler salacaktır." [231]

Bostan ue Gülistan'm müellifi olan, Sühreverdiyye tarikatı­na mensup Sa'dî Şîrâzî (Ö.1292), Mevlânâ'nm bir gazelini oku­duktan sonra: "Diyar- Rum'da büyük bir zât zuhur etmiş. Bu gazel ondan gelen hoş bir kokudur. Bundan daha güzeli ne söy­lenir ne de yazılır. En büyük arzum Diyar-ı Rum'a giderek onu ziyaret etmek, yüzümü onun ayağının tozuna sürmektir! [232] demiş ve nihayet lâ5B'de^Konya'ya'gelîp"'Mev1Şihâ İle görüşmüştür. [233]

İran'ın önde gelen lirik şairlerinden Hâfiz-ı Şîrâzî (Hâce Şemseddin Muhammed, Ö.1390?), Mevlânâ Celâleddîni Rû­mi'den de iktibaslarda bulunmuş, onun şiirlerine nazireler yaz­mış veya onu tazmin etmiştir. [234]

Asaf Halet Çelebi'ye göre, Hafız; "Ey sabâ bendegî-i hoca Celâlüddînkun" Ey seher yeİi, Hoca Celâleddin'in bendesi ol, ona hürmet ve hizmet et diyerek Mevlânâ'yı methetmiştir.[235] Hafız Dluân'ında, buna benzer şekilde; Ey Çigil güzeli, sen bu naziklikle, bu güzellikle Hoca Celâleddin'in meclisine lâyık­sın. [236] beyiti de yer almaktadır. [237]

İranlı âlim, süfi ve şair Molla Câmî Abdurrahman Câmî, Ö.1492. Nakşibendî tarikatına mensup olmakla birlikte, ömrünün son yirmi yılında Mevlânâ'ya büyük bir sevgiyle bağlanmış, altı ciltlik Mesnevî'yi ezberleyecek kadar Mevlânâ'nın etkisinde kalmıştır. Dîvân-ı Keblr'deki sayısız gazeller de ez-berindedir. Türbesini ziyaret etmek maksadıyla Konya'ya gelmiştir. Câmî şöyle demektedir:

Her kim sabah ve akşam Mesnevi'yi okursa                

Cehennem ateşi ondan uzak, ona haram olur                 

Mevlânâ'nın mânevi Mesneııi'si

Pehlevl dilinde [Farsçaj yazılmış Kur'ân gibidir

Mânâ âleminin sultanı olan Mevlânâ'nın

Yüceliğine Mesnevi bir delildir

Ben o âlicenab zâtı uasfetmek için ne söyleyebilirim?

O peygamber değildir, fakat kitabı vardır."

Bir Mevlevî dervişi bu son kıt'ayı mealen Türkçeleştirmiş ve aslının Câmî'ye ait olduğu kaydıyla, sülüs bir yazı ile yazılan bir levhası Mevlânâ'nın türbesine asılmıştır. Bu kıt'a şöyledir:

Âlemi mânâ-yı feyzin ol ulu sultanı kim Mesnevi dünya değer bir hücceti şandır ona Kendisi sahib-i kitab gerçi peygamber değil Vasfı bahsinde o şahin söz düşer mi hiç bana.

Ayrıca Mevlânâ Dergâhı'nın Türbe Kapısı dış alınlığı, yine Tilavet odasında Türbe'ye açılan Gümüş Kapısı üzerinde, ta'lik yazı ile iki levha vardır. Her iki levha üzerindeki şu beytin Molla Câmî'ye ait olduğu, Konya'yı ziyareti sırasında yazıldığı yıllar yılı Mevlevîlerce söylenmiş, kitaplara yazılmıştır:

Kâbe'tül-uşşak bâşed in makam

Her ki nakıs âmed inca şud tamam

(Bu makam âşıkların Kabe'si oldu / Buraya noksan gelen tamamlandı.)  [238]

İran miilî şairi Sâdık Sermed, 1955 yılında Konya Mevlânâ Müzesi'ni ziyareti esnasında Mevlânâ'ya şöyle seslenmiştir: [239]

Konya toprağından aşk kokusu gelir.        

Aferin Konya'nın tertemiz toprağına!

Bu şehir Konya 'dır;

Yahut da gönüller Kabe'sidir, aşk şehridir.

Mevlânâ'nın şehridir bu;

Ey, dinin ue dünyanın Celâl'i,

Ey Meulânâ,

Ey sözü Kur'ân gibi mânevi olan,

Ey kitabı, bizce kitabın aslı,

Ey sözü, bizce kafisi olan!

Mesnevî'n, yenilenen dünyaya,

Kadri yüce Kur'ân'ın bir tefsiridir.

Ey "varlık kamışlığı"ndan kesilmiş olan!

Ney'in de sesi hoş, kamışlığın da

Kalk gör, bir bildik gelmiştir!

O kamışlıktan aynı sesi çıkaran biri gelmiştir.

XX. yüzyıl İran'ında, ömrünün yaklaşık kırk yılım Meviânâ ve Ferîdüddin Attâr konusunda araştırmalara vermiş olan Tahran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi eski dekanı Prof. Dr. Bedîüzzaman Fürûzanfer'in (ö. 1970) Mevlânâ'nin hayatı, eser­lerinin tetkiki ve neşri konusunda yaptığı çalışmalar dünya ça­pında önemlidir. [240] O, Hz. Pîr için, "İslâm dîninin revnakı [zî-neti, parlaklığı, güzelliği]" derdi. [241]

Fürûzanfer'in yanı sıra, Tahran Üniversitesi'nde öğretim görevlisi olan bir diğer İranlı âlim Prof. Dr. Celâleddin Hümâî (ö. 1980) de Meviânâ ve Mesnevi araştırmaları sahasında yet­kin ve ünlüdür. [242]

Şiî âlimi, İran İslâm Devrimi'nin Önderi ve İran İslâm Cum-huriyeti'nin kurucusu [243] ÂyetuIIah Humeynî [244] de Mevlânâ'dan etkilenmiştir.

Dostları, talebeleri ve ilim adamlarınca irfânî/tasavvufî yö­nünün güçlü olduğu belirtilip "arif" olarak tanımlanan, [245]bu sahada on beş adet eseri olan [246] ve hakkında "o, yazdıkları­nın hepsinin tecrübî ilmine sahipti" denilen [247] Humeynî, Ab­dullah el-Ensarî, İbnü'I-Arabî, Sadreddîn Konevî ve Molla Sad-ra'nm yanı sıra Mevlânâ'nın manevî tecrübelerinden ve Mes-' nevî'sinden de istifade etmiştir. Nitekim onun, Dîuan-ı İmam Humeynî adlı eseri [248] Mevlânâ Ceiâleddin-i Rûmî ve Hâfız-ı Şîrâzî üslûbunda yazdığı gazellerden oluşmak­tadır.[249] Ayrıca, İlâhî Aşk adıyla Türkçe'ye tercüme edilen ki­tabındaki [250] yazı ve şiirlerinden de bu istifade ve etkilenme görülebilmektedir.

Çağımızın büyük yazar, araştırmacı, tarihçi, edebiyatçı, İran ve İslâm bilimcilerinden olan Prof. Dr. Abdulhüseyin Zerrinkûb'a (Ö.1999) göre, "Mevlânâ Celâleddin, tasavvuf? şiirin en büyük zirvesidir ve kendisinden sonra da hiç kimse bu zir­veye ulaşamamıştır. Onun büyük Mesnevî'si, gerçekte İslâm dünyasındaki tasavvuf! birikimin mahsûlü ve özüdür. [251]

Bir dönem İran televizyonunda Mesnevi üzerine seri kon­feranslar sunan; Tahran, Harvard, Yaîe gibi üniversitelerde İs­lam Felsefesi üzerine dersler veren ve Rûmî'den özellikle  bahseden İranlı düşünür Prof. Dr. Abdülkerim Sürüş {d.1945) bir Mevlânâ hayranıdır. Kendisi için Konya'nın,  Mekke ve Medine'den sonra kutsal bir şehir olduğunu belir- ten [252] Sürüş, bir konuşmasında Mevlânâ'ya o]an yakınlığını şöyle ifade etmiştir:

"Türkiye'ye her yolculuk yaptığımda benim ruhî durumum değişmektedir. Bu, Mevlânâ'ya duyduğum yakınlıktan ve ondan edindiğim istifadeden dolayıdır. Mevlânâ'nın Mesne- vî'sinde Bayezid-i Bestamî ile ilgili bir hikaye vardır. Bu hika- ye bizatihi Mevlânâ hakkında da doğrudur. Şöyle anlatılır: Bir  gayr-t müslime, niçin Müslüman olmadığı sorulur. O da şöyle  cevap verir: "Eğer Müslümanlık bu sizin sahip olduğunuz ise  onu arzu etmem. Eğer Bayezid'in sahip olduğu ise ona da gü­cüm yok." Bu durum Meviana için de aynıdır... Mevlana çok güçlüydü. Sahip olduğu sözleri kitaplardan öğrenmemişti. Bi- iakis semavi kaynaklardan almıştı. Riyazat ve manevi merha- leleri geçme, sülük yoluyla edinmişti... Menbaı küçük olan boşalmaktan korkar. Ancak denize bağlanmış olan kişi hiçbir zaman boşatmaz. Mevlana denize ulaşmış kişilerdendi. Bu ne­denle hem onun söyleyeceği çok sözler vardı, hem de onun hakkında çok sözler söylenebilir. [253]

 

Hindistan-Pakistan

 

Mevlânâ'nın doğu âleminde en geniş tesiri, belki İran'dan daha fazla Hind-Pakistan yarımadasında olmuştur. Çünkü "Hindlilerin konuştuğu dille (yani Farsça) söylüyorsam da as­lım Türk'tür" diyen Mevlânâ, Hind-Pakİstan yarımadasında çok sevilmiştir. Mevlânâ sebebiyle Türkler de diğer milletler­den daha çok sevilmektedir.[254] Mesnevi bir tek zümre ve tarikata mahsus olmaksızın bu yarımadadaki Müslümanlar için birleştirici bir rehber olmuştur [255] ve sayısız şerhi hazırlanmış­tır.[256]

Henüz XV. yüzyılda bile Bengaili bir tarihçi, "Mukaddes Brahman [257] Mesnevî'yi mütalaa ediyor" diye yazmıştır. [258]

Hindistan alimlerinden, Nakşbendiyye tarikatına mensup Şeyh Abdullah Dehlevî (Ö.1824) şöyle demiştir: "üç kitabın eşi yoktur. Bunlar; Kur'ân-! Kerîm, Buhâri-İ Şerif ve Celâled-dîn Rûmî'nin Mesnevi'sidir. [259]

Mevlânâ'nın çağımızdaki en büyük yorumcusu olan ve kendisine "Rûmî-i Asr" {Asrın Mevlânâ'sı) denilen, Pakistan'ın manevî babası sayılan Hindistanlı Müslüman düşünür, şair Dr. Muhammed İkbal (Ö.1938), Mevlânâ'nın öğretilerini modern düşüncenin .ışığı altında takdim etmiştir. Nitekim, XX. yüzyılın büyük şark dili uzmanı Prof. A. J. Arberry de, "Bugün Avrupa'yı kurtaracak tek kişi İkbal ve onun eserleridir. İkbal, Rû­mî'nin hakîkî bir mürididir. O, Rumî'nin öğretilerini modern düşüncenin ışığı altında dünyaya sunabilme yeteneğini gös­termiştir. [260] demiştir.

İkbâl'in bütün eserlerinde, bilhassa Esrâr-ı Hödi (1915), Rumüz-ı bî-Hödî (1918), Câuidnâme (1932) ve Bâl-i Cibril'de (1935) Mevlânâ'ya olan bağlılığını ve hayranlığını görmek mümkündür. Hemen hemen bütün Farsça eserleri Mevlâ-nâ'nın şiirleri ve sözleriyle başlamıştır. Hatta ilk büyükçe man­zum kitabı oian Esrâr-ı Hödî'y'i, Mevlânâ'nın tavsiyesi üzerine yazdığını beyan etmiştir.

İkbal, eserlerinde Mevlânâ hakkında şöyle demiştir;

Benim manevî mürşidim Rûmî, balçığımı iksire çevirdi. Toprağımdan sayısız ışıklar çıkardı. [261]

Ben Mevlânâ'nın feyzi ile itibar sahibi oldum. [262]

Yaratılışı Hak ile yoğrulan pîr {Mevlânâ) bana göründü. O pîr ki Kur'ân'ı Pehlevî harflerle (Farsça) yazmıştı.[263]

Bugünkü dünyaya ümit ışığı ve hayata canlılık kazandı­racak bir Mevlânâ'ya ihtiyaç vardır. [264]

Senin aklını, Frengin sihri büyülemiş. Artık dünyada se­nin için Mevlânâ'nın kalbindeki alevden, imanındaki kutsî ateşten başka bir deva yoktur. Yeminle söylüyorum ki, onun altın, pırıltılı ışığı ile benim gözlerim nurlanmış, göğsüm ilim­ler denizini içine almıştır."

Acem diyarında, maalesef bir Meviânâ daha yetişmedi. Halbuki, ülkeler yine o ülkeler, Tebrîz yine o Tebriz'dir. Lakin İkbâl, toprağından ümidini kesmiş değildir. Eğer o toprak, gözyaşı ile sulanacak olursa, daha çok bitkiler bitecek ve çok bereketli mahsuller verecek kabiliyettedir. [265]

Hindistan'ın milli ve dinî lideri olan Mahatma Gandhi (Ö.1948), her zaman Mevlânâ'nın Mesnevî'sinden şu beyiti okurmuş:

Mâ berâ-yt uasi kerden âmedim Ney berâ-yı fasl kerden âmedim Biz birleştirmek için geldik, ayırmak için değil.

Hindistan asıllı.. Doktorasını Almanya'nın Heidelberg Üni­versitesinde yapan.. Hindistan-Osmaniye Üniversitesi Felsefe bölümü başkanlığından emekli.. Pakistan-Lahor İslâm Kültü- , rü Enstitüsü kurucu müdürü Prof. Dr. Halife Abdülhakim (ö.1959), 1933'te The Metaphysics of Rumi adlı bir kitap telif etmiş olup, Mevlânâ'nın özelliğini ve kıymetini şöyle İfade et­mektedir: "Mevlânâ Celaieddin-i Rûmî, İslâm mutasavvıf şair­lerinin en büyüğüdür. Hiç kuşkusuz tasavvuf edebiyatı dünya­sında onun kadar büyük bir yetenek çıkmamıştır. Gerek Ba-tı'da, gerekse Doğu'da yaşamış mutasavvıfların eserleri felse- ; fî olarak eşdeğerde olmasına rağmen, Rûmî'nin duygusal ve sezgisel yönü diğerleri ile mukayese edilemeyecek kadar üs­tündür. Rûmi'nin aşılamamış olması,[266] onun derin bir dînî tecrü­beye sahip oluşundandır. İslâm dünyası onu Mevlevî-i Manevî (Mânâ Âleminin Üstadı) olarak yüceltmiştir. Bir din bilgini ola­rak Rûmî maddî perdeyi kaldırıp gerçeği gün ışığına çıkar­makla ün yapmıştır. [267]

Prof. Dr. Halife Abdülhakim, The Metaphysics of Rumi'nin ardından Urduca Hikmet-i Rumi ve Teşbihat-ı Rumi adlı iki ki­tap daha yayınlamıştır. [268]

Hindistan'daki Nedvetü'l-ülemâ adlı Islâmî ilimler akade­misi emîni Ebu'l-Hasan Ali en-Nedvî (Ö.1999), anlaşılan o ki

Mevlânâ'yı biihassa Muhammed İkbâi'in eserleri sayesinde ta­nımıştır.[269]

Nedvî, Mevlânâ'nın hayatına, eserlerine, onun İslam'ın si­yasi, sosyal, iimi ve edebi boyutlarına etkisine İslâm Önderle­ri Tarihi kitabında genişçe yer vermiştir [270] ki bu kitabın ilgili bölümü Duygu ve Düşüncede Tazelik: Hazreti Mevlâna (Haya­tı ve Eserleri) [271] adıyla Türkçe'ye müstakil olarak da tercüme edilip yayımlanmıştır.

Nedvîre; "Mevlânâ'nın terceme-i hayatı, kendisinin kuvvetli bir ihsas ve vicdana, alevli ruha, ateşli yüreğe, büyük bir istidada ve müthiş bir kabileye sahip olduğunu gösterir. [272] "Şiirleri ruhlara çok etkili ve yüreklere çok tatlı, zihinlere ko­layca giren, topluma ve edebiyata en fazla tesir eden sözler ol­du. [273] "Mesnevi kitabı, her zaman yeniden imana girmede ve yakîni kökleştirmede bir kaynak olmuştur. Onu okuyan sıkın­tılı kişiler ferahlar, onu tetkik eden muzdarip fikirliler itminana ererler. Okuyanların birçoğu, onunla müşkillerini çözerler. Hastalıklarına deva arayanlar, onda ararlar.[274]

Mevlânâ'nın, hem insanları ilâhî aşka ve sevgiye davet et­tiğini hem de insanlık şerefini ilan ettiğini belirten [275] Nedvî, şöyle demektedir:

"Mevlânâ'nın asrında rasyonalizm denilen akılcılık, azgın­lık denilecek derecede ileriye gitmiş, hududunu aşmış, kalp ve sevgi aleyhine olmak üzere genişledikçe genişlemişti. Akıllar ne kadar aydınlanırsa, kalpler o nispette soğur, hararet ve canlılığını o ölçüde kaybeder; mide de, hayat çarkının etrafında döndüğü mihver haline gelir. İşte böyle bir ortamda Mevlânâ, kalp konusunu canlandırdı. Onun, insan hayatındaki yerini ve değerini anlattı. Kalbin ihtiva ettiği fevkaladelikleri ve hazine­leri dile getirdi. [276]

Aynı zamanda Dünya İslâm Edebiyatı Birliği genel baş­kanlığını da üstlenmiş olan Nedvî; bu değişim döneminde Mesnevî'nin Müslümanlara yoldaş ve yol gösterici olabileceği­ni vurgulamakta [277] ve Mesnevî hakkında şu değerlendirmele­ri yapmaktadır:

"Mesnevî, İslâm âleminin düşünce ve edebiyatında derin etki yapmış, uzun süre devam eden bir tesir bırakmıştır. İslâm dünyasının bu kadar geniş bir coğrafyasını, bu kadar uzun sü­reli etkileyen böylesi eserler İslâm edebiyatında çok az bulu­nur. Altı asırdan beri İslâm dünyasının aklî, İimî, edebî ortam­ları devamlı onun nağmeleri ile çınlamış ve kafalara yeni ışık, gönüllere yeni hararet bahsetmiştir. Her devirde şâirler ondan yeni konular, yeni üslûplar, yeni tabirler almışlar, Mesnevî, on­ların düşünce güçlerini ve edebî yeteneklerini geliştirmiştir. Kelâmcılar, öğreticiler kendi dönemlerine ait sorunları ve şüp­heleri çözmek için ondan yeni yeni deliller, kafalara yerleşen misaller, gönüllere hoş gelen hikâyeler ve taze taze yollar bul­muşlardır. Onlar Mesnevî sayesinde kendi dönemlerindeki hu­zursuz gönülleri ve zekî gençleri huzura kavuşturmuşlar, tat­min etmişlerdir.[278]

"Mesnevî'nin en önemli hizmetlerinden biri de, İslâm dün­yasına materyalizm ve duyu organlarının verdiği bilgilere sa­rılmanın yeniden hâkim olduğu, Avrupa'nın yeni felsefesinin ve tekniğinin kalplere şüpheler ve tereddütler tohumu ektiği, imanla ilgili meselelere ve gayb âlemine ait gerçeklere genel bir güvensizliğin doğduğu, sentez ve analizi yapılamayan, de­ney ve görüntüsü olmayan ve duyu organlarının elde edeme­diği (yakalayamadığı) her şeyin mevcut olmadığı kanaatinin arttığı, eski akaid kitaplarının ve ispatlama usulü ile kelam il­minin bunlara karşı koyup mücadele yapamadığı şu milâdî yirminci yüzyılda, bu azgın ve durmadan artan (Avrupa'nın  maddî ve siyâsî istilasından, sömürgeciliğinden daha az tehlikeli olmayan) tufana karşı başarılı bir mücadele vermiş olmasidir. [279]

Mesnevi, felsefe ve materyalizmin yaraladığı ve trtidad (dinden çıkış) kapısının önüne-getirip diktiği veya İslâm ve iman sınırını aşıp giden binlerce genci ve değerli kafaları ye­niden iman ve İslâm'a kazandırmıştır. Hindistan'da böyle ilim adamlarından büyük miktarda vardır. Onlar samimiyetle itiraf ederek, Mesnevî sayesinde yeniden İslâm'ın nimet ve serveti­ne sahip olduklarını, onun feyiz ve cazibesi ile Müslüman ve iman ehli olduklarını belirtirler. [280]

 

Özbekistan

 

Hiç ordum olmadığı halde Çin sınırına ve Tebriz'e kadar bütün Türk ve Türkmen illerini sırf divanımı göndermek sure­tiyle fethettim" diyen; Çağatay edebiyatının oluşturulmasında  çok önemli rolü olan Özbek şair, devlet adamı ve düşünür Ali  Şir Nevayî (Ö.1501), Nesayimü'l-muhabbe min şemayimi'l-fütüvve adlı eserinde Mevlânâ Celâleddin Rûmî'den bahset­miş; onu büyük felsefî şairler ve kamil insanlar arasında zikre­derek, yüce ve aydın bir sima olarak vasfetmiştir. [281]

Mevlânâ'nın Mesneu;'sini ve Rubailer1'den seçmeleri Öz­bekçe'ye tercüme eden Özbek devlet sanatçısı, şair ve yazar Cemal Kemal (Kemalov) şöyle demiştir:

"Bugün Orta Asya diye adlandırılan, daha önceleri Tür­kistan, en eski dönemlerde ise Turan adıyla bilinen bu top­raklarda Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî'nin adı ve şanı yüzyıl­lardır malum ve meşhurdur. Bu ad ne zaman zikredilse, arif insanlar ayağa kalkmış, âlim ve ulema onun dehası önünde baş eğmiş, şairlerimiz onun mübarek nefesinden faydalan­mayı kendileri İçin şeref kabul etmiş, onun izinden yürüye­rek onun tarzında gazeller, rubailer, mesneviler yazmışlar; aydınlar arasında Mevlânâ'yı okuma ve inceleme geleneği ortaya çıkmıştır.

uzak Anadolu diyarında boy veren Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî'yi Özbek halkı, onu kendi büyük şairi, aziz âlimi kabu! etmiştir. Hoca Ahmet Yesevi, Mevlânâ Lütfî, Mevlânâ Atayî, Mevlânâ Harezmî, Şeyh Sadî, Ali Şir Nevayî, Safi Allayâr, Babarahim Meşreb'in eserleriyle birlikte mektep ve medreseler­de okunmuş ve araştırılmıştır...

Ne var ki Bolşevik ihtilali adı verilen o uğursuz hareket ve akıbetinde kurulan Sovyet sistemi yüzünden Mevlânâ Celâ­leddin-i Rûmî'nin gayeleri zararlı kabul edilip dinî ve mistik bir şair olarak ilan edildi. Kitaplarının okunması ve hakkında araştırma yapılması yasaklandı. Halkımız Mevlânâ Celâled­din-i Rûmî'den mahrum kaldı. Neticede Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî'yi hiç tanımayan, ona tamamen yabancı olan bir nesil yetişti. Neyse ki Sovyet hakimiyetinin sona ermesiyle bu ayıp noktalandı. Halkımız Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî ile tekrar karşılaşıp onu bağrına bastı. Bu vakıa şöyle cereyan etti:

70'li yılların sonlarında, yazar Radi Fiş'in Cetâleddin Rûmî adlı romanı Moskova'da neşredildi. Daha sonra tarafımdan tercüme edilerek Taşkent'te 45 bin adet basıldı. Kitap büyük ilgi ve muhabbetle karşılandı. Halkımız Mevlânâ Celâleddin Rûmî'yi yeniden keşfetti.

Fiş, Taşkent'e gelip bana misafir olduğunda şöyle anlat­mıştı:

Radi, Moskovalı meşhur yazar Genaddi Fiş'in oğlu, Le­ningrad üniversitesi Türkoloji Bölümü'nde okumuş, sonraları İstanbul'da Sovyet Elçiliği'nde dokuz yıl çalışmış. Nâzım Hik­metle karşılaştığında kendisiyle ilgili bir kitap yazma niyetini ifade etmiş. Nazım Hikmet, "Benimle ilgili bir kitap yazma, üs­tadım hakkında yaz" demiş. "Üstadınız kim?" diye sormuş Ra­di Fiş. "Benim iik üstadım Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî" diye cevap vermiş Nazım Hikmet. Böylelikle Nazım Hikmet'in teklifi üzerine Radi Fiş, bu işe girişmiş. Yirmi yıl boyunca Mevlâ-nâ Celâleddin-i Rûmî'yi araştırmış, sonunda ona âşık olmuş. Nihayet sevgi ve rahmetin meyvesi olarak Celâleddin Rûmi romanı ortaya çıkmış. [282]

Bu roman sayesinde Özbek aydınları Mevlânâ Celâleddin Rûmî'ye bir ömür boyu âşık olmuşlardır, desem abartı sayıl­maz. Bizler, Mevlânâ Celâleddin Rûmî'nin varisleri olarak Moskovalı yazar Radi Fiş'e ne kadar övgü ve şükran göster­sek azdır. Aslında bizim yapmamız gereken işi o yaptı. [283]

 

Suriye

 

Araplar arasında Hz. Mevlânâ ve eserleri pek tanınma­maktadır. Çünkü Arapça konuşanlar için, kendilerinkinden çok farklı olan Farsça tasavvufî şiirlerden zevk almak pek ko­lay değildir ve zaten Arap edebiyatında da gayet kuvvetli bir tasavvuf geleneği vardır. [284]

Bununla birlikte; dünyanın önde gelen İslâm âlimlerinden birisi ve Suriye Şam Üniversitesi öğretim üyesi olan Prof. Dr. M. Said Ramazan el-Bûtî'nin (d. 1929) Meolânâ İslâm ue Hik­met adlı risalesi,[285] Arap dünyasındaki Önemli çalışmalar ara­sındadır. Mevlânâ'yı "Rabbânî mümtaz bir şahsiyet" olarak ta­nımlayan, onun ilmî birikimine, dönemindeki Hanefi ulemâsı­nın önde gelenlerinden oluşuna, tebliğ ve davet çalışmalarına dikkat çeken el-Bûtî, şöyle demektedir: "Bu büyük âlim hakkında zikredilmeye değer en önemli husus, onun, tasavvufu müstakil bir usûl-metot olarak ele alıp, mârifetullaha giden yolda araştırma yapan birçok ulemânın tuttuğu ilim, mantık, cedel ve kelam metodunu sûfîlikle eşdeğerde tutanlardan ol­mamasıdır. Bilakis o akliyatı ve kelâmı şununbunun rivayet­lerinden uzak, mantıkî mukaddime ve kelâmî delillere ihtiyaç duymadan zevk ve şuhûd deryasına ulaştıran kimselerden­dir. [286]

 

Japonya

 

Japonya'da Mevlânâ'ya yönelik ilgi ve sevgi ise henüz ve yavaş yavaş gelişmektedir. [287]

 

BATI'DA MEVLANA ETKİSİ

 

XVIII. asrın sonuna kadar, Avrupa'da Mevlânâ ve Mevlevî­lik hakkında pek bir şey bilinmiyordu. [288] Hatta öyle ki, geçen asirda Avrupa milletleri arasında en çok Fransızlarla ilişkileri- miz olduğu halde Fransızlar, Almanlar ve İngilizler kadar Mev-lânâ ile ilgilenmemişlerdir.[289]

Oryantalistler [290] kanalıyla gelen ilk bilgilerden sonra, Avrupa edebiyatçı ve düşünürleri arasında Mevjânâ hayran­lığı oluşmuş ve hakkında pek çok eser yazılmaya başlan­mıştır. Bu suretle Hıristiyan zümreler arasında Mevlânâ, bi- Hnen ve hayranlık duyulan bir kimse olarak temayüz etmiş, pek çok kimsenin ihtida etmesine [din değiştirip İslâm dini­ni benimsemelerine] vesile olmuştur. [291] Özellikle iyi eğitim görmüş yabancıların bu yolla İhtida ettikleri sıkça görül­mektedir. [292]

 

İngiltere

 

Yirmi sekiz dil bilen İngiliz oryantalist (Doğubilimci) ve hu­kukçu Sİr WiJliam Jones (Ö.1794) şöyle demiştir:

"Mesnevi gibi oldukça sıra dışı bir kitap belki de bir insan ta­rafından yazılmış olamaz. O, güzellikleri ve kusurlarıyla, göze batan, insana kaba gelen müstehcenlikleriyle ve saf ahlakî ko­nularıyla şiirin süzülmüş zarafeti ve çocuksu saflığıyla, nükte­danlık ve letâfetiyle muhteşemdir. Sersemletici şakalarla karışık, kurulmuş bütün dinlerle alaycı, dindarlığı yüceltici bir tarz ile, el değmemiş güzel bir ülkeye, etrafa hayvanların kokularıyla karı­şık canlı, güzel çiçeklerin serpiştirildiği, harika bir iklime benze­mektedir. Ben Shakespeare veya Chaucer dışında Mevlânâ ile mukayese edilebilecek herhangi bir yazar tanımıyorum. [293]

İngiliz oryantalist, Fars edebiyatıyla ilgilenen meşhur ilim adamlarından, kendisinden sonra Reynold A. Nİcholson ve Bedîüzzaman Fürûzanfer gibi bu sahanın önde gelen simaları­na önemli katkısı olan Edward GranviIIe Browne (ö,1926), A Literary History of Persia adlı büyük eserinde, Mevlânâ hak­kında şöyle demiştir: "Şüphesiz İran'ın çıkardığı en üstün sufi şairdir. Mesnevî'si de bütün zamanların en iyi şiiri olmayı hak etmektedir. [294]

Batı'da Mevlânâ hakkında araştırma yapanların başında hiç şüphesiz ki İngiliz şarkiyatçı Prof. Dr. Reynold Allin Nic-holson (Ö.1945) gelir.

Samimi bir Mevlânâ âşığı olan Nicholson, Mesnevî üzerin­de en ciddi çalışmayı, en güzel tercüme ve İzahı yapmıştır. [295]

Nicholson, Mesnevî hakkında öncelikle şu değerlendir­meyi yapmıştır: "Mesnevî her ne kadar her zaman açık bir kitap değilse de, dinler tarihi, ahlak, değişik kültürler, folklor ve hikayelerden hoşlananlara; ilahiyata, felsefeye, tıbba, astrolojiye ve diğer ortaçağ bilim dallarına ilgi duyanlara, in­san tabiatına, Doğu şiiri ve hayatına düşkün olanlara açık bir kitaptır. [296]

Fakat yine Nichoison, ayrıca; "Mesnevi, felsefî dille değil, kalbe hitap etme sanatı ile işlenmiştir", "Rûmî'de tasavvuf! de­hânın yüksek ifadesi vardır... Şimdi batıda onun dehâsının bü­yüklüğü yavaş yavaş anlaşılıyor.[297] da demiştir.

Mesnevî tercümesi üzerinde çalışırken konuya nüfuz et­mek, tam konsantrasyon sağlamak için başına sikke {Mevle-vî külahı) giyen; öğrencilerine Mesnevî dersi verirken gözyaş­larını tutamayarak adeta kendinden geçen Nicholson'un son sözleri: "Mevlânâ, Mevlânâ! Şimdi seni anladım" cümlesi olmııştur. [298]

Nicholson'un öğrencisi ve meslektaşı olan, Cambridge Üniversitesi Şark Düleri kürsüsünde görev yapan Prof. Dr. Arthur John Arberry (Ö.1969): "Rûmî, yedi yüz yıl evvel dün­yayı büyük bir kargaşalıktan kurtarmış, tasavvuf yoluyla in­sanlığa umut, sevgi ve yaşama sevinci vermişti. Bugün ise Avrupa'yı kurtaracak tek şey onun eserleridir.[299] demiştir. Yine Arberry, vefatından birkaç sene evvel, yakın bir dostuna şunları söylemiştir: "Hayatımdan geriye kalan senelerimi yal­nız Hazreti Mevlânâ'nın eserlerini tetkike hasredeceğim. Çün­kü Mevîânâ'nın eserlerinde asrımızın hastalıkları için rûhânî ilaç ve teselliler bulmak mümkündür. [300]

Bir not:

İngiltere'de semâ gösterisi ilk kez 1971'de Londra'da dü­zenlenmiştir.                                                                         

 

Fransa

 

Batı'da ilk kez J. de Wallenburg fö.1806) adlı bir Fransız elçisi Mesnevl'nin tamamını Fransızca'ya çevirmeye teşebbüs etmiş, ama maalesef bu çalışması, Beyoğlu'nda 1799'da çı­kan büyük yangında yitirilmiştir. [301]

Meşhur Fransız yazar ve şairi Victor Hugo (Ö.1&85) da Mevlânâ'dan mülhem ve onu terennüm eden nefis parçalar yazmıştır.

Fransız Akademisi üyelerinden, meşhur yazarlardan olan ve 1919 senesinde Konya gelip Mevlânâ'nın türbesini ziyaret eden Maurice Barres (Ö.1923), üne Enquete aux Pays du Le-uant (Doğu Memleketlerinde Bir Anket) adıyla yayınladığı notlarında şöyle demektedir: "Yerimde duramıyorum. Bir an önce Mevlânâ dergâhını, semahane ve türbesini ziyaret et­mek, onun ilahi vecdini yaşamak, şiirlerinin nağmelerini duy­mak istiyorum. O öyle bir şairdir ki sevimli, âhenktar, ateşin ve müfrittir. O öyle bir dehâdır ki ondan ıtır, nur, misk ve biraz da garabet intişar eder... O, yedi yüz yıldan beri kuşaktan ku­şağa yaşamakta, mezarının çevresinde adı her gün daha ar­tan bir coşkunlukla dile gelmektedir. Âh! Ben ne mutluyum." demiştir. [302] Yine Maurice Barres'in, "Mevlânâ Celâleddin'in semâ ve teganni yüklü şiirini gördükten sonra, Dante'nin, Shakespeare'in, Goethe'nin, Hugo'nun eksik kalan taraflarını fark ettim" dediği nakledilmiştir. [303]

Prof. Dr. Eva de Vitray-Meyerovitch (Ö.1999)... Fransa'nın dünya çapında en saygın bilim ve araştırma kurumu olan Bi­limsel Araştırmalar Milli Merkezi'nde (CNRS), yönetici ve uzman olarak çalıştı. Muhammed İkbal'in eserleri sayesinde İslâm'ı ve Mevlânâ'yı tanıyıp sevdi. "Hiç insan Mevlânâ'yı okuduktan sonra Müslüman olmaz mı? [304] diyen Eva, Müslü­man olduktan sonra ismini "Havva" olarak değiştirdi. Üç se­neden daha fazla bir süre çalışarak Farsça'yı öğrendi ve Mes­nevi başta olmak üzere Mevlânâ'nın bütün eserlerini Fransız­ca'ya çevirdi. [305]

Ona göre; "Bütün zamanların en büyük mistik dehaların­dan biri olan Muhammed Ceiâleddin Rûmî'nin eseri olan Mes­nevi, tartışmasız dünya edebiyatının en büyük şaheserlerin­den ve tabiri caizse insanlığın kutsal kabul ettiği kitaplardan birisidir. [306]

Havva Hanım, Mevlânâ'ya hayatını vakfettiğini bildirirken şu açıklamaları yapmıştır: "Ben hayatımı O'na, mesajının ol­dukça âcil ve oldukça evrensel olduğunu düşündüğüm için vakfettim. [307]

Havva Hanım, Mevlânâ'nın yedi yüz sene önceki bazı mıs­ralarında yer alan ve çağdaş bilimsel tespitlerle örtüşen bilgi­ler karşısında hayret ve hayranlığını şöyle ifade etmektedir: "Meviânâ'nın yazılarında hayretâmiz şekilde ortaya konan hu­suslardan biri de "atom"la ilgili şeylerdir. Gerçekten Mesne-vî'de 1940'Iarda geçerli olan bir teori ile kıyaslanabilen bir nükleer fizik teorisi buluyoruz. Bu teorinin Yunandaki Demok-rit felsefesi ve İslâm felsefesi ile hiçbir ilişkisi yoktur. Mevlâ­nâ'nın zamanında ve daha sonraki yıllarda hiç bilinmeyen nükleer güç ve atom hakkındaki Mevlânâ'nın bu bilgisini nasıl açıklayacağımızı bilmiyoruz. [308]

İşte Havva Hanım'm dikkat çektiği bir rubâî:

Eğer atomu kesersen

Ortasında bir güneş

Ve güneş etrafında da

Durmadan dönen gezegenler görürsün."

Mevlânâ, bir yandan merkezi güneş olan gezegenler siste­mine ve onların güneş etrafındaki dönüşlerine, diğer yandan da atomun parçalanabileceğine, atomun içindeki çekirdek ve etrafında dönen elektronlara işaret etmiştir. Her şeyin dur­maksızın hareket halinde olduğunu anlatmıştır. Mevlânâ'nın semâsı, atomun ve âlemin yapısını aynı anda sembolleştirir. [309] Havva Hanım da şöyle demiştir ki: "Mevlevi semâsını hatırlayınız. Ortada bir semâzenbaşi, onun etrafında dönen se-mâzenler vardır. [Semazenbaşı da dönmektedir.] Semaya ka­tılan semazenlerin sayısı dahi, güneş sistemindeki gezegenle­rin sayısı esas alınarak belirlenmiştir; dokuz ya da dokuzun katlarıdır. [310]

Bir başka beyit:

Bir zerrenin içinde bir güneş gizlidir. Derken ansızın o zer­re ağzını açar.

O güneşin huzurunda gizlendiği yerden sıçradı mı gökler de zerre zerre olur, yeryüzü de. [311]

Mevlânâ XIII. yüzyılda, bir atomun kesildiğinde, içinde bir çekirdek ve çevresinde de dönen gezegenler olduğunu öğreti­yordu. Bu atomların içinde bulunan olağanüstü enerjiden de kesinlikle haberdardı ve dünyayı kül edebilecek bir çarpmaya sebebiyet vermemek için çok dikkatli olunması gerektiğini ilan ediyordu. [312]

Not: Fransızların, sema ile atom arasında bir ilişki kurma­sının geçmişi 1970'lere dayanmaktadır. İşte bir gazete başlığı:

Semazenlerin dönüşünde, atomun yapısı hakkında seziş yoluyla öğrenilmiş bilgileri görüyoruz." (Le Figaro, 5.6.1970) [313]

Bir not:

Fransa'da semâ gösterisi ilk kez 1966'da Paris'te düzen­lenmiştir.

Tarihte eşine az rastlanan bir düşünür olarak nitelendirdiği Mevlânâ'yı çok sevdiğini ve Mesnevi okuduğunu belirten [314] Fransız felsefe profesörü Roger Garaudy'ye (d.1913) göre Mevlânâ, tüm zamanlara hitap eden, en büyük mutasavvıf şa­irlerden biridir. [315]

Ünlü sosyal antropolog, Fransa Strasbourg Üniversitesi Türkoloji profesörü İrene Melikoff (d.1917); "Mevlânâ'nın eserlerini dünya milletleri kendi dillerine çevirip okusalar, dün­yada kötülük, harp, kin, nefret diye bir şey kalmaz." demektedir. [316]

 

Avüstürya-Almanya

 

Mevİânâ'yı Almanca konuşan ülkelere tanıtan ilk oryanta­list, Avusturyalı Hammer'dir. [317] On ciltlik Osmanlı Devleti Tarihi adlı eseri yazmakla şöhret bulmuştur.

1818'de neşrettiği Geschichte der Schönen Redekünste Persiens (İran Edebiyatı Tarihi) adlı eserinde Mevlânâ'nın eserlerinden uzun uzadıya bahseden Hammer şöyle demiştir:

"Mevlânâ, bütün pozitif dinlerin dış formlarından çok daha kutsal olan, en ulvî dinî vecdin kanatlan üzerinde, öteki lirik şairler gibi, -Hafız da dahil- sadece ayın ve güneşin fevkine yükselmekle kalmayıp, zaman ve mekânın, yaratılışın, kaza ve kaderin, bezm-i ezel ahdinin ve hesap gününün üzerinden kanatlanarak ebedîliğe varır. Burada o, ebedî kul olarak Mut­lak Varlığa mülâkî olur ve ebedî âşık olarak da yine sonsuz aşkta vahdet-i vücûd bulur.[318]

"Hz. Mevlânâ bütün müspet dinlerin zahirî müşkillerinden, dünyevî bütün hâdiselerden tecerrüd ederek çok üstün serme-dî varlığı bulmuş, en yüksek manevî şevk ve hazzın kanatları İle, diğer şâirlerin (Hafız da dahil) ulaşamadıkları makamlara yükselmiştir. [319]

Hammer, Dîvân-i Kebîr ve Mesnevî'den seçtiği yaklaşık 50 kadar şiiri de ASmanca'ya aslının şairane güzelliklerini hiç aksettiremese de tercüme etmiştir. [320] O yine aynı eserinde şöyle demiştir: "Mesnevi, Ganj nehrinin kenarlarından tâ Bo­ğaziçi'nin kıyılarına kadar bütün mutasavvıflar için bir nevî cep kitabıdır. [321]

Ünlü Alman şairi Friedrich Rückert (Ö.1866), Ham-mer'den Farsça öğrenerek Dîvân-ı Kebtr'den 44 gazeli Alman-ca'ya manzum olarak çevirmiş ve 1820'de Ghaselen (Gazei-ler) adı ile yayınladı. İki yıl sonra, OsÜiche Rosen (Şark Gül­leri) adlı şiir kitabında Mevlânâ'ya seslenen mistik şiirleriyle, ona hayranlığını bir kere daha dile getirmiştir. [322]

Çağında büyük ilgi gören Rückert'in çevirileri Avusturyalı Franz Schubert (Ö.1828), Alman Richard Strauss (Ö.1949) ve diğer müzisyenler tarafından bestelenmiştir. [323]

Alman idealistlerinin en büyüğü ve batı felsefecilerinin en ünlülerinden biri olan WHheİm Frederick Hegel (Ö.1831), Di-alectic of History (Tarihin Diyalektiği) adlı kitabında Mevlâ-nâ'nın ne kadar çok etkisinde kaldığından bahsetmiştir. [324]

Hegel, Rückert'in kitabı sayesinde Mevlânâ'yi tanımış ve Enzyklopaedie der Philosophischen Wlssenschaften adlı ese­rinde "mükemmel Mevlânâ" ifadesini kullanmıştır. [325]

İslâmiyet'e yakınlık duyduğu bilinen Alman edebiyatçı ve şairi Goethe (Johann Wolfgang von Goethe, Ö.1832), Ham-mer'in tercümeleri sayesinde Mevlânâ'dan haberdâr olmuş ve ondan etkilenmiştir.[326]

Hafız Divâni!'na duyduğu hayranlığın etkisi altında 1819 yı­lında yazdığı ve Faust'tan sonraki en önemli eseri olan West-OestlicherDiuan [327] (Doğu-Batı Divanı) adlı eserinde, "İtiraf edin! Şark'ın şairleri /Biz Batı'nınkilerden daha büyüktür [328] diyen Goethe, Divan'ında "Dscheiaî-eddin Rumi spricht" {Celâleddin Rûmî der ki) diyerek onun şu mısralarına yer vermiştir: [329]

Dünyada bulunan, senin için bir rüya gibidir, Yolculuğu sen yaparsın, nereye olduğunu kader çizer; ,    Sıcak ue soğuk üzerinde tasarruf sahibi değilsin, Çiçeklenen her şey hemen solacaktır.

Edebiyat tarihçisi Alman Johannes Scherr (Ö.1886) Mev­lânâ'dan bahsederek şöyle demiştir: "Vallahi, Rûmî'den daha sevimli bir mutasavvıf yeryüzünde hiç zuhur etmedi. [330]

Alman şair Hanns Meinke (Ö.1974), Mevlânâ'yı önce Al­man oryantalistlerin kitaplarından tanıdı, sonra da onun ilahi aşkının sarhoşluğu içinde, bütün şiirlerini Mevlânâ'ya adadı. Mevlânâ için yazdığı gazelleri Lied der Rohrflöte adlı kitabında topladı. En büyük arzusu, Konya'ya gelerek, Mevlânâ'sını zi­yaret etmek, eliyle süsleyerek yazdığı kitabının bir kopyasını Mevlânâ Müzesi'ne armağan etmekti. Dostları, yaşlı şairin bu arzusunu yerine getirmekte gecikmediler. Prof. Dr. Annemarie Schimmel ile birlikte, lOMayıs 1956 günü Konya'ya gelen şa­ir, beyaz sakalına doğru süzülen gözyaşları içinde Mevlânâ'yı ziyaret etti, eserlerini sundu. Onun, Meviânâ için yazdığı şiir­lerinden birinin Türkçe tercümesi şöyledir: [331]

Ey Rumî, ben sen olalı

Çılgınlık sustu

Ey Rumi, ben sen olalı

Kuzey güney, güney de kuzey oldu.

Kutup, diğer kutbu yarattı,

Ahenksizlik akortlarda eridi.

Söyle, denizin atan nabzı kıyısında

Dalgalanmayan tek körfez kaldı mı?

Söyle, senin yanında anlamı olmayan

Tek söz kaldı mı?

Raks etmeyen adım mı var?

Ey Rûmî, bu semâ çemberinin ortası benim,

Ta ki ben, sen olalı...

Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük oryantalistlerinden ka­bul edilen Alman Prof. Hellmut Ritter (Ö.1976), Büyük şair in­san" olarak tarif ettiği Mevlânâ'nın, "Vefatından 700 yıl sonra, hayatında olduğu gibi, kalpleri kendisine cezbetmeye muktedir oiduğunu hayranlıkla müşahade ettiğini [332] vurgulamıştır.

Batı'da Mevlânâ hakkında en çok eser ve makale yayınla­yanların başında gelen kişi, Prof. Dr. Annemarie Schimmel'dir (Ö.2003). Berlin, Marburg, Ankara, Bonn, Harvard gibi üniver­sitelerde dersler veren ve Mesnevî'yi yirmi defa okudum, hep­sinde de ayrı duygular yaşadım" diyen Schimmel'e göre;

Mevlânâ Celâîeddîn Rûmî'nin telif ettiği kitap (Mesnevi), hem İslâm mutasavvıflarının en çok sevdikleri eser, hem de Avrupa oryantalistlerinin en çok tetkik ettikleri mistik şiir sa­yılabilir. [333]

Batıda Celâîeddîn Rûmî'den daha çok tanınan mutasav­vıf yoktur. "Mevlânâ" derler ona müridleri. Batıda Mevlevîlere "dönücü dervişler"O derler. Osmanlı İmparatorluğu'nu ziyaret eden Avrupalılar ondan etkilenmişler ve Fars edebiyatıyla ilgi­lenen ilk oryantalistler çeviri için onun kitabını seçmişler­dir. [334]

Her nerede ilâhî aşkı özleyen varsa, her nerede insanlar kendilerini bu aşkın ateşinde yakmak isterler de ilâhî hakika­ti, şaşırtan zahirî şekil ve sembollerin hicapları arkasında gö­nül gözüyle görmek hasretini çekerlerse, orada Mevlânâ'nın eserleri okunacak, ezberlenecek ve tekrar tekrar okunacaktır ve kendisi, bu dünyanın karanlıklarında kutup yıldızı gibi aşk yolunu gösterecektir. [335]

Alman araştırmacı-yazar ve bir Mevlevî olan Süleyman Wolf Bahn, Batı dünyasında 30 yıldır yaşanan bâtınî konulara ilginin kalıcı olduğunu söylemekte ve Mevlânâ'nın etkisini şöyle açıklamaktadır:

"Mevlânâ, Batılı insanı, diğer sufî klasiklerine kıyasla, da­ha doğrudan etkilemekte. Hz. Mevlânâ, diğerlerinden farklı olarak, belirli bir şekil aramıyor, belirli görevler vermiyor. Mevlânâ'nın Divan'tndaki şiirler, insanın "Öz"üne doğrudan doku­nuyor. Batılı insan, kendi kişisel tecrübesi ile, İslâm ilahiyatı hakkında bir bilgisi olmadan da onları benimseyebiliyor. Ken­dine hitap edilmiş gibi hissediyor. Mesnevî'deki hikâyeleri kolaylıkla anlayabiliyor. Kendi sorunlarına değiniliyor ve bu sorunlar hakkında doğrudan, "Sevgi dolu Allah'tan, rahatlatı­cı tavsiyeler alıyor. Bu seven ve bağışlayan Allah'tan gelen tavsiyeler, maneviyatının gelişmesinde teşvik edici rol oynu­yor... Hz. Mevlânâ'nın yardımıyla, kişi herhangi bir uygulama­yı takip etmeksizin, iç anlamla doğrudan ilgileniyor. İnceleme yolunda belirli uygulamaların kabul edilmesi, arayış içindeki kişi için daha kolay bir hal alıyor; çünkü kişi, bu uygulamala­rın, bulmaya can attığı anlaınlafa ulaşmasını sağlayan yol olduğunu fark ediyor. Batılı insanın arayışının başında ihtimal vermediği şey gerçekleşiyor ve sonuçta özgür İrâdesi ve kara­rıyla "İslâm dinini" kabul ediyor. Ancak, Hz. Mevlânâ onu da­ha ileriye, 'Bilgiye' ve 'Aşka' yöneltiyor. Acı ve umutsuzluk zamanlarında teselli oluyor; kendisindeki özlem, aşk ve umut ateşlerini besliyor... Hz. Mevlânâ, mutlak bağlılığı ve Allah'a dönük yüzü ile, hangi din ve kültürden olursa olsun kendisiy­le tanışan herkes için bir "yol gösterici" oluyor. Hz. Mevlâ­nâ'nın, Türkiye'nin yıllardan beri coğrafî ve kültürel açılardan benimsediği siyasî konumla aynı konumda olması enteresan­dır: "Doğu ve Batı arasındaki köprü. [336]

Dr. Michaela Mihriban Özelsel (d. 1949, Almanya)... Mev­lânâ'nın türbesinde Müslüman olmuş bir psikolog dervişe... Türkçe'ye de çevrilen Halvette 40 Gün ve Kalbe Yolculuk ad­lı kitapların yazarı şöyle diyor:

"Hz. Mevlânâ'nm türbesi sadece muhteşem değil; aynı za­manda öyle bir ruhaniyet kaynağı ki insanı iç dünyasına, kal­bine; "İnsana, kendi şahdamarından daha yakın olan [337] Allah'a götürür. Bu türbe barışın, huzurun ve ebedî Evliyâ'nın mekânıdır. Aynı zamanda o, ziyaretçilerin üzerinde çağlar ötesi bir nefes gibi esip, yayılmaktadır... Şahsen benim için Hz. Mevlânâ'nın eserleri; özellikle de çok sade ve anlaşılır bir şekilde formüle edilmiş olan Fîhi Mâ Fth'i,  her zaman Kur'ân'ın derin mânâlarına giriş imkanı verdi ve hâlâ da ver­mektedir. Zira; kutsal Kur'ân'ın çok yönlülüğü ebedî olduğu gibi, benim için Hz. Mevlânâ'nın eserleri de öyledir. On yılı aş­kındır Fîhi Mâ Fîh'ı sonu gelmeden defalarca okumaktayım. Her defasında da bana, yeni anlayışlar, yeni ufuklar açmakta­dır ve  bu yeni  ufukların  (bilgilerin)  her biri,  beni yeniden Kur'ân'ın anlaşılmasında başka ufuklara götürmekte, yönlen­dirmektedir... Eğer Hz. Mevlânâ, sadece biz Müslümanlara hi­tap ediyorsa, o zaman insanlığın kalan kısmı ne olacak? Onun yalnızca gayri-Müslimlere, gayri-Hıristİyanlara, gayri-Yahudi­lere değil; aynı zamanda Allah'ın varlığından haberdar olma­yan veya bu düşünceden hareket eden insanlara da mesajı var mı, varsa ne? Allah'ın bu kişilere de sunduğu ihsan ve ba­ğışların anlamı ne, niçin verildi? Bunu anlamanın bir yolu da Psikoterapi'dir... Ben, Batılı bir psikolog ve psikoterapistim. Sanayileşmiş Batılı ülkelerin, gelişmiş metot ve kavramlarıyla ABD ve Almanya'da yetiştirildim. Fobiler gibi, oldukça basit ruhsal rahatsızlıklar konusunda yüksek öğrenimimi yaparken öğrendiğim metotlar, hastalarıma yardımcı olma konusunda da bana fayda sağlamaktadır. Ancak; hayatın anlamının sor­gulandığı ağır varoluş krizlerinde..., hangi tür terapi yardımcı ve faydalı olabilir; bu durumda ne yapılabilir? Eğer bir insan artık yaşayamayacağına İnanmışsa, bu insana nasıl bir teda­vi uygulanabilir? Şayet bir insan "kaderin sillesiyle" değer ver­diği her şeyini yitirmiş ise, ona ne tür bir çare sunulur? Şayet bir insan diğer insanlar tarafından işkence ve aşağılanma se­bebiyle, en içsel yanını, onurunu, kısaca insanlığını bile kay­betmişse bunun çözümü ne olabilir? [338]

 

İtalya

 

Angelo Giuseppe Roncalli asıl adıyla 1935-1944 yılları arasında Türkiye'de Vatikan'ın gayr-i resmi apostolik temsilci­si ve Latin Katolik Cemaati'nin ruhani önderi sıfatıyla bulunan, 1958-1963 yılları arasında papalık yapan, 3 Eylül 2000 tari­hinde Vatikan tarafından Aziz ilan edilen, Müslümanlar ile di­yalogu başlatan, Türklerin Avrupa İle yakınlaşmasını isteyen bir din adamı olarak tanınan Papa XXIII. Jean Roncalli (ö. 1963), 1958 yılında Konya'ya şu mesajı göndermiştir:

"Bütün Katolik âlemi nâmına Mevlâna Hazretlerinin huzu­runda huşu ile eğilirim. [339]

Bir not:

İtalya'da semâ gösterisi ilk kez 1973'te düzenlenmiştir.

Roma Üniversitesi Edebiyat ve Felsefe Fakültesi Dekanı,  Türkolog Ord. Prof. Dr. Anna Masala (d.1934, İtalya), yeni dünya görüşünü ve insanlık ruhunu Mevlânâ'ya borçlu oldu­ğunu belirtmekte [340] ve 2000 yılında Ankara'da düzenlenen uluslararası Mevlânâ Bilgi Şöleni'nde sunduğu "Hasret" adlı tebliğinde şöyle demektedir: "Batı maddeyi keşfetti. Siz Doğu insanları mânânın ve insanın keşfinden yana oldunuz. Batı maddenin esiri oldu. İlk öğrenci hareketlerinin, refah seviyesi yüksek İsveç'te başlaması dikkat çekicidir. İonesco'nun piye­sinde bütün sahne madde ile dolar. Maddeye esir olan Batı in­sanı, bir gün bu değerleri sizin elinizden alacak. [341]

Afgan asıllı İtalyan Prof. Dr. Gabriel Mandel Khan... Milano üniversitesi'nde öğretim üyesi... Psikolog, ressam... Ve Mila­no'daki Halvetî-Cerrâhî dergahı şeyhi!... İtalya'da yedi şehirde merkezi olan tarikatın içinde profesörlerden ressamlara, dok­torlardan kimyagerlere, yazarlardan itfaiyecilere kadar birçok farklı meslekten üye bulunuyor.

Gabriel Mandel Khan'a göre İtalyanların İslâmiyet'le ilgi­lenme sebepleri tasavvuf. Tasavvuf İtalyanları cezbediyor. İtal­ya'da insanların çoğu maddeye dalmış, ruhları ise açlık çeki­yor. Bunu doyurmak için keşişlerin yolundan da gidemiyorlar. Çünkü keşiş kısmında ruha yönelmenin bedeli çok ağır. Ev­lenmekten kaçınmaları ve dünyadan el etek çekmeleri gereki­yor. Haibuki İslâm dininde, dünya terk edilmeden, insan mâ­nâ âleminde rahatlıkla terakkiyat yapılabiliyor. [342]

Gabriel Mandel Khan'ın grubuna, 11 Eylül'den sonra İtal-ya'daki kiliseler, "Bize dininizi anlatın." teklifi yapar. Daveti geri çevirmeyen İtalyan Müslümanlar, kilise kilise dolaşarak Mevlânâ'nın fikirlerinden yola çıkarak İslam'ı anlatırlar. Mevlânâ felsefesini içselleştiren İtalyan sufiler vasıtası ile birçok İtal­yan, İslam düşmanlığından vazgeçtiği gibi, pek çoğu da Müs­lüman olur. Grubun üyeleri, her hafta bir araya geliyor ve Mevlevihanelerinde sema yapıyor.

Mevlânâ hakkında; "Mevlânâ CeSaleddin-i Rûmî, manevî değerlere susamış kişilerin beklentilerine cevap verecek bir kaynaktır." diyen Gabriel Mandel Khan'ın Mevlânâ ile tanış­ması yaklaşık 30 yıl öncesine dayanıyor. Daha önce Nakşi­bendi olan Mande!, Türkiye'de Halveti-Cerrahi Şeyhi Mustafa Özak'la tanıştıktan sonra Mevleviliğe geçer. Paris'teki Nakşi­bendi Şeyhi Muhammed Ebu Bekir'e telefon ederek izin alır. İtalyanlar, Mevlânâ'yı bu cemaatin yanı sıra, Konya'da düzen­lenen uluslararası Mevlânâ sempozyumuyla tanımaya başlar. Fransız olan Prof. Eva de Vitray Meyerovitch'in (Havva Ha­nım) Mevlânâ hakkında yazdığı Fransızca kitap da İtalya'da büyük ilgi uyandırır.

Mevlânâ hakkında İtalyanca kitap bulunmazken, daha ön­celeri Kur'ân-ı Kerim'i çeviren Gabriel Mandel, Mesnevi'yi de İtalyanca'ya çevirdi. Mesnevi'nin İtalya'da büyük ilgi uyandıra­cağını söyleyen Mandel, manevi duygulara susamış İtalyanların bunu Mevlânâ'da bulduklarını dile getiriyor: "Batıdaki insanlar Mevlânâ'yı örnek alıyor. Meviânâ'nın manevi dünyası çok temiz ve berraktır. Onun manevi dünyası İtalyanları etkisi altına alıyor ve sanata düşkün olan İtalyanların eserlerine yansıyor. [343]

Mesnevi'nin İtalyanca çevirisi, 2005 yılında Konya Büyük-şehir Belediyesi tarafından yayımlandı.

Dünyaca ünlü İtalyan müzisyen ve yönetmen Franco Battiato (d.1945), Mevlana'dan ve Konya'da izlediği semadan et­kilenerek 1987'de İtaiya-Parma'da Genesi adıyla klasik bir opera sahneye koymuştur. Bu operada Mevlana'ya yazılan şu şiirler, solistler ve koro tarafından seslendirilmiştir;

Sen peygamberler bahçesinin gül ağacı, sümbülü

Sen saf, seçilmiş, muhteşem ve yüce

Sen kalplerin hâkimi Cenâb-ı Hakk'ın dostu.

Mevlânâ, hakikatin dostu, sultânım. Cihanın en mükemmel, en asil varlığı, dostu. Hazreti Mevlânâ hakikatin dostu Sen Cenab-ı Hakk'ın sevdiği Yaratan'ın eşi olmayan peygamberi Dostun, sultanım.

Cihanın en mükemmel, en asil varlığı Dostu sen Cenâb-ı Hakk'ın sevdiği. [344]

 

Polonya

 

ünlü Polonyalı bestekâr Karol Szymanowsky (Ö.1937) de Mevlânâ ile tanışmış; 1922 yılında, Meviânâ'nın bir gazelini "Gecenin Şarkısı" adıyla senfoni olarak {III. Senfoni; Mevlânâ Senfonisi diye de bilinir) bestelemiştir. İlk kez aynı yıl Boston Senfoni Orkestrası'yla seslendirilen korolu senfoni, dünyanın sayılı ülkelerinde orkestraların repertuarlarına girmiştir [345] Szymanowsky tarafından bestelenen bu gazelin tercümesi şöyledir: [346]

Konuğuz sana ey dost, gel uyuma bu gece

Hastayız can evinden, kal bizimle bu gece

Bu gece çözülsün su; bu gece haram uyku

Kaldır perdeyi gözden, bu gece gerçeği bul

Bu gece gökyüzünde dolaşan bir gezegen gibisin sen

Dön çevresinde aşkın, pervane ol sen

Bu gece çözülsün sır, bu gece şilinsin karanlıklar

Tanrım! Nurunla aydınlansın hep içimiz, ışıkla dolsun bu gece

Konuğuz sana ey dost bu gece

Şu anda herkes uykuda, beklediğim yalnızlık

Ey yüce Tanrım! Benimle ol bu gece

Ne mutluluk Tanrım, bu gece seninle ben

Daha sokul bu gece, uyuma ey dost bu gece

Sabah, uzun gecemiz, yıldızların gündüzü

Yüzünden nur saçılır, ışık ışık bu gece

Gezegenler çevrende dolaşırken uzayı

uyuma ey dost bu gece

Karanlıklar dolaşırken uzayı bu gece

Nurunla hep aydınlansın, içimiz ışık olsun bu gece Sözsüz konuşmadayım

Dilsiz oldum bu gece.

 

Macaristan

 

Macaristan'ın en büyük şair ve çevirmenlerinden olan Ist-vân Vas (Ö.1991), dünyanın dört bucağından bir araya getirdi­ği çevirilerini 1982'de Het tenger eneke (Yedi Denizin Türküleri) adıyla yayımlamıştır. Bu derlemede Mevlânâ'yı;  "Celaleddin Rumi, Farsça yazan lirik şair, Mevlevi Tarikatı'nın kurucusu, dünya edebiyatının en büyük tasavvuf şairlerinden biridir" şek­linde tanıtmıştır. [347]

Macaristanlt Türkolog-Hungorolog Dr. Edit Tasnâdi şöyle demektedir: "İslâm âleminin büyük mutasavvıf ve mütefekki­ri Mevlânâ'nın Macaristan'da -her şeye rağmen özellikle üç önemli okur grubunun kitaplığında yerini bulduğunu söyleye­biliriz. Bu üç grubu; dünya edebiyatı meraklıları, Türkologlar ve Türk kültürünü sevenler ve İranistler ile Farsça eserlere il­gi gösterenler oluşturuyor. [348]

 

Yugoslavya & Bosna-Hersek

 

Bosna-Hersek'in Müslüman bilge kralı Aliya İzzetbegovİç (Ö.2003) Mevlânâ'yı şöyle değerlendirmektedir:

"Hz. Mevîânâ'nın felsefesi, eserlerinin ve şiirlerinin yüzyıl­lardır gücünü koruyarak yaşatılması, gururumuzu artırmakta­dır. Onun ilmi çalışmaları doğuda ve batıda çok sayıda insa­nın gönlünü fethetmiştir."

"Mevlânâ'nın eserleri dillerin ve ideolojilerin üstündedir. Onun üslubundaki gibi; karınca ile güneşi, çiçek ile okyanu­su, çığ ile dağlan insanın gözbebeği ile gökteki ayı aynı kolay­lıkla anlatan başka bir şair bulmak zordur.[349]

Yugoslav Türkolog, edebiyatçı, Yugoslavya Türk Yazarlar Derneği'nin kurucularından ve bu derneğin ilk başkanı olan İskender Muzbeg Şefikoğlu (d.1947, Prizren);

"Bugün Mevlânâ, Yugoslavya topraklarında şiirleriyle, sa­natıyla, felsefesiyle varlığını göstermekte, bura ulus ve halkla­rının belli kesimlerinde hâlâ yaşamaktadır." demiştir.[350]

 

Yunanistan

 

Yunanlı yazar I. M. Panayotopulos, Benzersiz Mevlana [351] adlı kitabına şunları kaydetmiştir:

"Mevlânâ'yı okumak. Mevlânâ'yı bilmek, yaşamının ilk yıllarından ölümüne kadar devam eden süreçleri o kutsal te­reddüt, kuşku ve anlama Öğrenmebilme üçgeninden geçtik­ten sonra varılan uygulamanın baştan çıkarıcı kasırgasını duymak... İşte tüm bu öğeler, insan, İnsan olma'nın anlamı yanında, İnsan olma'nın gururunu da vermektedir.

Mevlânâ bir kişiye, bir müride, bir mümine, bir kitleye, bir ırka, bir dine., herhangi bir (bir)e hitap etmiyor... Mevlânâ (tüm)e, (bütün)e hitap ediyor... İnsan olan (herkes)e... Din, ırk, sınır kavramının dışında... her İnsan'a, tüm İnsaniık'a hi­tap ediyor... Ve bunu yaparken de, somut öğe olarak sevgi'yi kullanıyor.

13. asrın ortalarında, Horasan'ın dağları ile bozkırların­dan kalkıp Konya'ya gelen Doğuiu bir düşünür, o zamana ka­dar değişik küitür ve coğrafyalardan gelen bilgileri oiağanüs-tü seziş ve duyuşunun perspektifi altında kullanarak asırlar sonraki dünyanın, bugünkü Batı Medeniyeti diyebileceğimiz felsefi sistemlerin temellerini atıyor. Spinoza'ya, Goethe'ye, Novalis'e, Kierkegaard'a, Nietzsche'ye, Dostoyevsky'ye, Gabriel Marcel'e, Rilke'ye yollarını açıyor. Diyebiliriz ki, tüm felsefi sistemlerin en insancası olan Varoluşçuluk'un -Herakli-tos'tan sonra- ilk ve gerçek temsilcisi, bin iki yüz ortalarının Anadolu'sundaki Mevlânâ'dır.

 

Rusya

 

Nâzım Hİkmet'in can yoldaşı ve Türk edebiyatının Sovyet­ler Birliği ülkelerinde tanınmasına büyük katkısı olan; bilhas­sa, 1972'de Moskova'da yayımladığı Bir Mutasavvıf Bir Ah\ Hümanisti: Celâteddin Rumi Mevlânâ [352] adlı biyografiroman ile Ruslara ve Rusça konuşulan ülkelere Mevlânâ'yı tanıtan

Sosyalist, Türkolog, edebiyatçı-yazar Radi Fiş (ö. 2000), bu kitabında Mevlânâ'yı ve Mesnevi'yi şöyle değerlendirmektedir: "Göz kamaştırıcı bir şiir mirası bırakan bir ozan. [353]

Batı'nın Yunanı'ndan Doğu'nun İran ve Hind'ine dek mu­azzam bir coğrafyayı kapsayan çok renkli bir düşünce dünyasının yaratılarını diyalektik bir biçimde özümsemiş bir büyük  Doğulu bilge.[354]

Ozan ve düşünür Mevlânâ, yaşamı boyunca, dinsel dog­maların boyunduruğuna karşı, insan ruhunun özgürlüğünü, Haçlı Seferleri ve fanatizmin şahlanış döneminde, din, dil, ırk ayrımı gözetmeksizin bütün insaniarın eşit olduğunu, insan denen varlığın yüceliğini savunmuştur.

Ozanın şiirlerinde ve eylemlerinde, resmi dinsel ideoloji ta­rafından korunan, kollanan ve kutsanan feodallerin zorbalığı­na karşı, kentlerin aşağı tabakalarından insanların duygu, dü­şünce ve protestolarının dile geldiğini görürüz. [355]

"Mesnevi, dünya edebiyatında eşi benzeri olmayan bir yapıttır

"Ne üzerinedir bu kitap [Mesnevi], Dünyanın birliği, insa­nın birliği üzerine, ama aynı zamanda dünyanın ve insanın , . sonsuz çeşitlilikleri üzerine., insanın yüceliği üzerine, ama ay­nı zamanda da insanın zayıflıkları üzerine., aşk üzerine, ama aynı zamanda da nefret üzerine. Ona "İran Kur'an'ı"," Sufizm Ansiklopedisi" ve "XIII. Yüzyıl Folklor Ansiklopedisi" diyenler olmuştur. Bu adlandırmalar da kanımızca yanlış sayılmaz. Yi­ne yanlış sayılmayacak başka adlandırmalar da yapılabilir. Mesnevi için: "Bilim dergisi", "Moral ve etik kurallar düsturu", Psikanaliz Kılavuzu" ya da "Bilinç akışı el kitabı" gibi... Bu ki­tapta her şey var. Her şey üzerine her şeyin söylendiği bir ki­tap Mesnevi. [356]

Bu kitabın [Mesnevi'nin], Avrupa'da XIX. Yüzyıla gelene dek pek az tanınmasını ise, ancak Ortaçağ Hıristiyan Avru­pa'sının dinsel hoşgörüsüzlüğüyle ve dünyanın zengin bir kül­türe sahip halklarının çoğunu vahşi gören burjuva Avrupa'sı­nın cehalet dolu kibriyle açıklayabiliriz [357]

Radi Fiş, dostu Nâzım Hikmet hakkında ise şu bilgiyi nak­letmektedir:

Ünlü Türk ozanı ve komünist Nâzım Hikmet de, hapisha­nede, ilk iki dizesini Celaleddin'nden aldığı, son iki dizesiyie ona yanıt verdiği bir rubai yazmış [358] ayrıca son romanında bir­kaç yerde Mesnevi'nin başlangıç dizelerinden alıntı yapmıştır.

Radi Fiş hakkında ayrıca bkz. "Cemal Kemalov"a ait gö­rüşlerin yer aldığı bölüm.   .

 

Amerika

 

Almanya doğumlu Amerikalı psikanalist, toplumbilimci Erich Fromm'a (Ö.1980) göre "Mutasavvıf, şair ve coşkulu bir semazen olarak Mevlânâ, hayatın büyük âşıklarından biriydi. Bu hayat aşkını onun yazdığı her satırda, meydana getirdiği her şiirde ve her hareketinde derinden görebiliriz. Mevlânâ sa­dece bir şair, bir mutasavvıf ve dinî bir tarikatın kurucusu de­ğildi; o, aynı zamanda insan doğasıyla İlgili derin bir anlayışa sahip bir İnsandı. İçgüdülerin mahiyetini, aklın içgüdüler üze­rindeki etkisini, benliğin (setf) mahiyetini, bilinç, bilinçaltı ve kozmik bilinci tartışmıştı. O, yine özgürlük, kesinlik ve otorite sorunlarına da önemli ölçüde yer vermişti. Bütün bu alanlar­da, insanın doğasıyla ilgilenenlere Mevlânâ'nın söyleyeceği çok şey bulunmaktadır.[359]

The Art of Louing (Sevme Sanatı) adlı kitabında doğadaki er-kek-dişi kutuplaşmasının hikmetini incelerken, "Bu fikri, büyük Müslüman şair ve mistik Rumi çok güzel sözlerle anlatmıştır" de­mekte ve Mesnevî'den aşağıdaki beyitleri kaydetmektedir: [360]

Hiçbir âşık yoktur ki sevgilisinin uuslattnı arasın, dilesin de sevgilisi onu aramasın, dilemesin!

Bu gönülden seugi şimşeği çaktı mı, bil ki o gönülde de sevgi vardır.

Gönlünde Tanrı sevgisi arttı mı, şüphe yok ki Tanrı seni se-uiyor.

Tek elin sesi çıkmaz. Öbür elin olmadıkça, iki elin birbiri­ne vurulmadıkça ne ses çıkar, ne seda!

Tanrı hikmeti ezelde bizi birbirimize aşık etti.

O ezelî hükme göre kâinatın büyük zerreleri çift çifttir ve her cüz'ü de kendi çiftine aşıktır.

Gökyüzü, aklen erkektir, yer kadın. Onun verdiğini bu,  besler, yetiştirir.

Yerin harareti kalmadı mı gök hararet yollar. Rutubeti bit- ti mi rutubet verir.

Kadına nail olmak için kazancının etrafında dönüp dola- şan erkek gibi felek de zamanede dönüp dolaşmaktadır.

Bu yeryüzü, hanımlıklar etmekte, doğurduğu çocukları emzirip yetiştirmektedir.

Şu halde yerle göğün de aklı var; böylece bil. Çünkü akıl Uların yaptıklarını yapıyorlar.

Bu iki güzel, birbirlerinden süt emmeseler, birbirlerini seuip  koşmasalar nasıl olur da birbirlerinin muradına dolanırlardı?

Yer olmasa güller, erguvanlar nasıl büyür, gökyüzünün  ' suyu, harareti olmasa yerden ne hâsıl olur?

Bu birlikte âlem beka bulsun diye Tanrı erkekle kadına da  birbirlerine karşı bir meyil verdi.

Aynı biçimde, her varlık parçasına da, diğer bir parçaya  meyil verdi. İkisinin birleşmesinden bir şey doğar, bir şey vü­cut bulur.

Gece de böylece.gündüzle sarmaş dolaş olmuştur. Gecey­le gündüz, sureta birbirlerine aykırıdır, ama hakikatte birdir.

Geceyle gündüz, görünüşte birbirlerine zıttır düşmandır; fakat her ikisi de bir hakikatin etrafında dönmekte, ağ kur­maktadır.

işini, gücünü başarıp tamamlamak için her biri, canciğer gibi öbürünü ister.

Çünkü gece olmayınca insanın geliri, kuvveti olmaz. Bu gelir olmayınca da gündüzler neyi harcayacak?"

İslâm felsefesi, irfan ve bilim tarihi alanında ilk sıralarda yer alan uzmanlardan olan ve ABD'de George Town üniversi­tesi'nde İslâmî Araştırmalar Merkezi'nde görev yapan Prof. Dr. Seyyid Hüseyin Nasr'a (d. 1933, Tahran) göre: "Tüm İs­lâm geleneği göz önüne getirilince, en büyük tasavvuf şairi Celâleddîn Rûmî'dir... Kur'ân'ın bâtınî bir tefsirinden başka bir şey olmayan Mesnevi, içinde teoriden pratik tavsiyelere kadar tasavvuf geleneğinin bütün unsurlarını barındıran büyük bir irfan okyanusudur. Bu büyük eserde sembolik ifadeler, alegorik rivayetler ve metafizik anlatımları muhtevî beyitlerle tasavvu-fı hakikatleri öğretmek için şiirin kullanımı aşılamayacak bir zirveye ulaşmaktadır. [361]

Onun Mesnevî's;, irfan ve marifet deryasıdir. Bu deryaya dalan kişi ne onun dibine varabilir, ne de başka bir sahile. Mes-nevî'ye tam hakim olmak mümkün değildir; zira, sınırı olan bir şeye hakim olunabilir. Halbuki, Mesnevî'nin sınırı yoktur. İslâm ve Batı arasında çatışma ortamının oluştuğu günümüzde, Mev-lânâ'nın gönül birliği ve beraberlik çağrısı yol göstericidir. Mev­lânâ Batı medeniyeti ve İslâm arasında bir dostluk elçisi olarak dimdik durmakta ve durmaya da devam edecektir. [362]

Mevlânâ birçok medeniyetler arasında, özellikle Batı ve Doğu medeniyetleri arasında bir barış elçisidir ve onun ruhu devamlı ve kalıcıdır... Mevlânâ, geçici dünyanın sınırlı renkle­rinin çemberinde takılıp kalan insanlara banş mesajı getir­mektedir. O, insanlığın yüceltilmesi için konuşan bir zâtdır. İn-san-severdir, ancak insan severlikle insana tapmak arasında­ki farkı bilen bir insandır. Nitekim bunun altını çizerek, "İnsan severlik Allah ekseni üzerinde kurulmalıdır" diyor. Batı insanı, beş yüz yıldan beri insanı Allah yerine koymaktadır ve bugün yeryüzündekileri tehdit eden bu büyük günahın dehşet verici sonuçlarıyla karşı karşıya kalmak zorundadır. Mevlânâ, dünya görüşünün merkezinde daima yüce bir boyut bulunan bir dün­yada, insan sevgisine dayanan bir mesajı taşımaktadır. Çağ­daş dünyanın arayıcılarını cezbeden de onun bu özelliğidir. [363]

Seyyid Hüseyin Nasr'ın talebelerinden, halen Mew York State Üniversitesi öğretim üyesi olan, "2000 Yılı Mevlânâ Araştırmaları Özel Ödülü" sahibi Prof. Dr. William C. Chittick ise şöyle demiştir:

İbnu'l-Arabî, en büyük sûfî nazariyeci; Rûmî, tarihin en büyük rûhânî şairidir. [364]

Onun sufi şairlerin en çok bilineni olduğunda ve bir yüz­yıldan daha fazla bir zamandan bu yana Batılı ilim adamları ve araştırmacılar nezdinde sürekli bir ilgiye mahzar olduğunda şüphe yoktur. Doğuda onun şiiri, Türkiye'den Hindistan'a ka­dar, Farsça'nın bilindiği toplumların hemen hepsinde son de­rece yaygındır. Eserleri, manevî yeteneğin her seviyesinde Müslüman kuşaklara pratik bir eğitim-öğretim sunmakta, onun kurduğu Mevlevîlik de Osmanlı'dan günümüze kadar Türkiye'nin dinî ve kültürel hayatında büyük bir rol oynamak­tadır. Yaşadığı dönemden bugüne kadar şahsiyeti ve şiiri üze­rine oldukça fazla şey yazılıp söylenmiştir. [365]

Kaliforniya Devlet üniversitesi öğretim üyesi, psikolog Prof. Dr. Lynn Wilcox, Mevlânâ'nın Batı'da tanınması hakkın­da şöyle demektedir: "Batı'da en büyük görülen ve en sevilen sufi şair, Mevlevi olarak da bilinen Celaleddin Rumî'dir. [366] "Sevgi üzerine yazıları ile tanınan çoğu sosyal bilimci, şaşırtı­cı biçimde XIII. Yüzyılın harikulade sufi aşk şairi olan ve Ba­tı'da Rumî olarak bilinen Mevlânâ'yı keşfetmiştir ve ondan alıntılar yapmıştır. [367] Amerika'da Transpersonel Psikoloji Enstitüsü kurucusu ve Kaliforniya'daki Cerrahi tekkesi şeyhi olan Prof. Dr. Robert Frager, insanların Mevlânâ'yı sevme sebebini şöyle izah edi­yor: "İnsanlar Mevlânâ'yı seviyorlar, çünkü insanların ruhuna hitap ediyor. İnanıyorum ki insanların tümü Allah'ı arıyorlar, ama bunun farkında değiller. Her insan bir Müslüman'dır, fa­kat bunu bilmiyorlar. Ayrıca herkesin maneviyata ihtiyacı var; herkes tasavvufun vaat ettiğini istiyor, ama bilmiyorlar. Mev­lânâ bunları söylüyor.[368]

New York'ta yaşayan, 1996 yılında hazırladığı Mevlânâ Belgeseli ile ABD'den Japonya'ya kadar ün yapan ve Ameri­ka'da "Mevlânâ profesörü" iîan edilen yönetmen Fehmi Gerçeker (d. 1950) de, psikoloji bilimi açısından Mevlânâ'nın önemini şöyle açıklıyor: "Mevlânâ üzerine çalışmalarım sıra­sında okuduğum Mesnevi'den bir öykü çok ilgimi çekti. Bu öykünün bugün içinde yaşadığımız dünyaya getireceği çok önemli mesajlar olduğuna inandım. Ayrıca, Freud ve Jung'un bu yüzyılın başında yarattıkları psikanaliz ve psikoterapi yön­teminin, onlardan tam yedi yüzyıl önce Mevlânâ'nın Mesne-üi'sinde işlenmiş olduğunu gördüm.   Son iki yıldır Mew York Jung Enstitüsü'nde psikoloji çalışmaları yapıyorum. [Jung Enstitüsü'nden gelen profesörlere, kayda geçmiş ilk terapinin Mevlânâ'ya âit olduğunu gösterdim ve bunu kabul ettiler.[369] Bu kuruluşun desteğiyle öyküyü, ünlü oyun yazarı M. Sayers ile birlikte yazdık. Oyundaki ana tema oian "baskı altındaki psikolojik anıların, bir derviş tarafından uzun konuşmalarla or­taya çıkarılıp, rahatsızlığın ortadan kaldırılışı", aynı bu yüzyıl­da başlayan psikoterapi seanslarının tarihteki ilk örnek can-landırılışı. Özellikle Mew York gibi hemen herkesin bir terapis­tinin olduğu bir şehirde, yepyeni ve Mevlevi bir bakış açısı ser­gileyebilmiş olmaktan dolayı çok sevinçliyim. Mesnevî'nin ge­niş yığınlarca anlaşılabilmesi için oyunu TV filmi olarak çek­meyi de düşünüyorum. [370]

Nobel ya da Puiitzer ödüllü şiir kitaplarının 10 binler civa­rında sattığı ABD'de, bilinen ismiyle "Rumi", 1997 yılından beri en çok okunan şair... Georgİa Üniversitesi'nde dünya şiiri profesörü olan şair Coleman Barks (d.1937) - ki Mevlânâ'nın hayalini bir nehir .kenarında görmüştür ve Kâdirî dervişidir-, Farsça bilmediği için, almış eline akademik Mevlânâ tercüme­lerini ve rahat, sade, anlaşılır ve çağdaş Amerikan şiirine uy­gun bir tarzda yeniden yorumlamış. John Moyne'nin katkıla­rıyla hazırladığı, TheEssential Rumi (Rûmî'nin Özü) adıyla yayımladığı yaklaşık 300 sayfalık bu şiir kitabı ABD'de 600 bin­den fazla sattı. [371]

ABD'deki bu ilgiyi, psikiyatri doçenti Kemal Sayar şöyle yorumluyor; "Onun şiirlerini dinleyenler Hz. Pîr'i "Batı'yı kapita­list tüketim nihilizminden kurtaracak bir mürşid" olarak görüyor ve "doğum sancılan İçindeki manevî rönesansın bir kılavuzu, 21. yüzyıl için bir ilham kaynağı" olarak selamlıyorlar. [372]

İşte Coleman Barks'in kitabı The Essential Rumi'deki ilk şiir:

 

Who Says Words W1th My Mocith?

 

Ali day 1 think about it, then at night I say it.

Where did I come from, and what am I supposed to be doing?

I haue no idea.

My soul is from elseıuhere, l'm sure of that,

and I intend to end up there.

This drunkenness began in some other taoern.  

When ! get back around to that place,

l'll be completely sober. Meamuhile,

l'm ilke a bird from another continent, sitting in this auiary.

The day is coming when / fly off,

but who is it now in my ear who hears my uoice?

Who says words with my mouth?

Who boks out iüith my eyes? What is the soul?

I cannot stop asking.

!fl could taste one sip of an ansıver,

I could break out of this prison for drunks.

I didn't come here of'my own accord, and I can't leaue that way.

Whoeoer brought me here will haue to take me home.

This poetry. / never know what l'm going to say.

I don't plan it.

When l'm outside the saying of it,

I get oery quiet and rarely speak at ali

ABD'de birçok sanatta Mevlânâ ve Mevleviler âdeta "po­püler"!... Donna Karan'ın elbise dizaynında, Robert Wilson ve Maurice Bejart'in sahne gösterimlerinde, Philip Glass'in bestelerinde, Peter Brook'un filminde, Madonna, Demi Mo-ore, Deep Chopra'nm müzikli şiir CD'lerinde ["A gift of love"

(Bir aşk hediyesi)] Mevlânâ Celaleddin-i Rumî'nin izleri gö­rülmektedir. [373]

Bir not;

Amerika'da semâ gösterisi ilk kez 1972'de düzenlenmiştir.

1978 yılına ait bir gazete başlığı: "Dönen dervişler, Ame­rikalıların   Başını   Döndürüyor!"   (Los   Angeles   Times, 23.10.1978) [374]

 

Brezilya

 

Paulo Coelho (d. 1947)... Simyacı (orijinal dili Portekizce:

O Alquinista) adlı romanı, 1988 yılından bu yana dünyanın dört bir yanında kitap listelerini alt üst eden, aylarca liste ba­şından inmeyen, Brezilyalı yazar... 1996 yılından beri Türki­ye'de de en çok satılan, hakkında en çok yazı yazılan, çok övülen, çok yerilen bir kitap oldu Simyacı... İspanya'dan kalkıp Mısır piramitlerinin eteklerinde hazinesini aramaya giden Endülüslü çoban Santiago'nun masalsı yaşamının felsefi öy­küsü...

Mevlânâ'nın ünlü Mesnevi'sinde yer alan bir küçük öykü­den yola çıkılarak yazılan bu roman, yüreğinde çocukluğunun çarpıntılarını taşıyan okurlar için de bir klasik yapıt oldu. Co­elho, İran'ı bu ziyareti sırasında da Simyacı romanının Mevlâ­nâ'nın Mesnevi'sine dayandığını bizzat açıkladı. [375]

Bir not:

Mevlânâ'nın 700. ölüm yıldönümü dolayısıyla UNESCO 1973'ü "Dünya Mevlânâ Yılı" ilan etti. Hayret uyandırıcı bir husustur ki Hz. Mevlânâ bir gazelinde şöyle demiştir: "Bu dün­ya hayatı bir satranç oyununa benzer. Hamlelerini öyle yap ki senden 700 yıl sonra mat edip oyunu kazanasın. [376]

 

Sonsöz

 

Hz. Mevlânâ'ya olan sevgi ve hürmetimizin bir İzhar ve ilanı olması; insanların O'na ve eserlerine ulaşmasında dikkatleri çe­ken bir işaret rolü üstlenmesi niyetiyle zuhur eden bu kitabın, zamanla O'nu tanıyacak yeni kişiler, ulaşılacak yeni bilgi ve belgeler sayesinde daha da zenginleşeceğini ümit ediyoruz.

Bu çalışmamız vesilesiyle, XX. yüzyıl Türkiye'sinde Mevlâ-nâ ve eserlerine hizmet eden; Ahmed Avni Konuk (Ö.1938), Ahmed Remzi Akyürek (Ö.1944), Tahirü'l-Mevlevî (Mehmet Tahir Olgun, Ö.1951), Veled Çelebi İzbudak (Ö.1953), Asaf Halet Çelebi (Ö.1958), Midhat Bahârî Beytur (Ö.1971), Prof. Dr. Feridun Nafiz CJzluk (Ö.1974), Mehmet Nuri Gençosman (Ö.1976), Doç. Dr. Abdülbaki Gölpınarlı (Ö.1982), Şefik Can (Ö.2005), Mehmet Önder {d. 1926), Prof. Dr. Tahsin Yazıcı, Prof. Dr. Meliha Ülker Anbarcıoğlu, Feyzi Halıcı'yı... minnet ve şükranla anıyoruz.

Hz. Mevlânâ:

"Kim bizi İyilikle anarsa,

Dünyada iyilikle anılsın. [377]

 

Hz. Mevlana'nın Vasiyeti

 

Ben size; Gizlide ve açıkta, her yerde Allah'tan korkmayı,

Az yemeyi,

Az uyumayı,

Az konuşmayı,

Allah'ın buyruklarına boyun eğip, günahlardan kaçınmayı,

Oruç tutmak ve namaz kılmakta devamlılığı,

Daima şehvetten kaçınmayı,

İnsanlardan gelebilecek ezâ ve cefâya tahammül etmeyi,

Câhil ve sefihlerle düşüp kalkmaktan uzak durmayı,

Güzel davranışlı ve sâlih kişilerle birlikte olmayı

vasiyet ederim. İnsanların hayırlısı, insanlara faydası dokunandır.

Sözün hayırlısı da az ve öz olanıdır.

Hamd yalnız, tek olan Allah'a mahsustur.

Tevhîd ehline selâm olsun. [378]



[1] Tezkire-i Devlet Şâh-ı Sermerkandî, Tahran, s. 213'den nakleden Şefik Can, Mevlânâ (Hayatı, Şahsiyeti, Fikirleri), İstanbul 2003, s. 327

[2] Feridun Sipehsâlâr, Mevlânâ ve Etrafındakiler, çev. Tahsin Yazıcı, İstanbul 1977, s. 75

[3] Ahmed Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, çev. Tahsin Yazıcı, İstanbul 1953, i, 470

[4] Ş. Barihüda Tanrıkorur, "Diğer Mevlevîhânelerin Listesi", Nuri Şimşekler (ed.)> Konya'dan Dünya'ya Mevlânâ ve Mevlevilik,  Konya 2002, s, 240

[5] Mevlevihanelerin listesi için bkz. A. Süheyl ünver, "Osmanlı İmparatorlu­ğu Mevlevîh a neleri ve Son Şeyhleri", Mevtana Güldestesi, Konya 1964, s. 30-39; Mehmet Önder, Mevlânâ ve Mevlevilik, İstanbul 1998, s. 259-260 

[6] Konuyla ilgili olarak bkz. Erdoğan Erol, "Mevlânâ'nın Hayatı, Eserleri ve Mevlânâ Müzesi", s. 48

[7] Abdülvehhab Şa'rânî, Tabakâtü'l-Kübra, Mısır 1954, i, 6

[8] Mevlânâ, Dîvân-ı Kebîr, haz. Abdülbaki Gölpınarlı, VII, 190 (2406)

[9] Mevlânâ, Rubailer (Seçme), haz. Abdülbaki Gölpınarh, İstanbul 1945, Ru-bâî nr. CLXXV1I

[10] 50/Kaf, 16

[11] Çoklukta birlik' demektir. Bir olan Hakk'ın, isim ve sıfatlarıyla tecelli edip çokluk halinde görünmesi "kesret", bu çokluğun hakîkî bir varlığı ol­madığını kavrayıp, var olarak sadece Hakk'ı görmeye "vahdet" denir. (Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü. İstanbul 1997, s. 309)

[12] Şah b. Şucâ şöyle demiştir: "Halka kendi gözüyle bakan kimsenin, halk ile arasında husumet oluşur. Halka Hak gözüyle bakan ise onların durumlarını mazur görür ve içinde bulundukları hâlin bir gereği olarak böyle ^.)  davrandıklarını, başka bir tercihe güç yetiremedîklerini bilir." (bkz. Süiemî,   Risâletü'l-Melâmetiyye,   haz.   Ebu'i-Alâ   Afifi,   Meceiletü Külliyeli't-Âdab, Kahire 1942, VI, 93-94)

[13] Mevlânâ, Mesnevî, çev. Veled İzbudak, VI, 2597

[14] Mevlânâ, Mektuplar, haz. Abdüİbaki Gölpınarlı, İstanbul 1963, 136

[15] Yunus Emre, Rİsâlat al-Nushiyye ve Divân, haz. Abdülbaki Gölpınarh, Es­kişehir Turizm ve Tanıtma Derneği yay. 1965, s. 162

[16] Yunus Emre, a.g.e., s. 49

[17] 2/Bakara, 256

[18] 6/En'am, 35

[19] 11 /Hud, 118

[20] Bezm-i elest" terkibi, Farsça kökenli olan ve "sohbet meclisi" anlamına gelen "bezm" kelimesiyle, Arapça kökenli ve "ben değil miyim?" anla­mındaki "elestü" fiilinden oluşur. Kur'ân'da, 7. A'raf sûresine âit 172. âyette, ruhlar âleminde, Allah ile insanlar arasında vuku bulan bir sözieş-me hatırlatılmaktadır. Bu âyete istinaden bezm-i eiest terkibi. "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" hitabının yapıldığı; ruhların da "Evet." diye cevap verdikleri meclis anlamına gelmektedir.

[21] Yaratılış sürecinde Allah'ın insana ruh üfürdüğü hakkında bkz. 32/Secde, 9; 15/Hicr, 29; 38/Sâd, 72

[22] Âdem-oğiunun Allah'ı bilip tanımaya ve İslâm dinini kabule müsait bir ya­pıda yaratılması demek olan "fıtrat" hakkında bkz. 30/Rum, 30

[23] Feridun Nafiz üzluk'a ait bu nakil için bkz. Bediüzzaman Fürûzanfer, Mev­lânâ Celaleddin, çev. F. Nafiz Uzluk, İstanbul 1986, önsöz, s. VIII

[24] Midhat Bahân Beytur, Mesnevi Gözüyle Mevlânâ (Şiirleri Aşk ve Felsefe-. si), İstanbul 1965, s.103

[25] Ahmed Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, çev. Tahsin Yazıcı. İstanbul 1973, !l, 60

[26] Kur'ân'ın şu âyetleri dikkat çekicidir: "İyilikte kötülük bir olmaz. O halde sen kötülüğü en güzel tarzda uzaklaştırmaya bak. Bir de bakarsın kî seninle kendisi arasında düşmanlık olan kişi candan, sıcak bir dost oluoermiş! Ama kötülüğe karşı iyilik hasleti, ancak sabredenlerin kândır, fazilet-..    ten yana nasibi bol olanların kârıdır." (41 /Fussilet, 34-35) "Umulur ki Al­lah sizinle düşmanlarınız arasında bir sevgi ue yakınlık kurar. Çünkü Al­lah her şeye kadirdir. Allah gafurdur, rahimdir. Dininizden ötürü sizinle savaşmayan, sizi yerinizden, yurdunuzdan etmeyen kafirlere gelince, Allah sizi, onlara iyilik etmekten, adalet ve insaf gözetmekten menetmez. i     Çünkü Allah âdil olanları sever." (60/Mümtehİne, 7-8)

[27] Dîvân-ı Kebîr. V, 420 (5709)

[28] 16/Nahl, 125

[29] 39/Zümer, 53

[30] Mevlânâ, Rubailer, çev. Abdülbaki Gölpınarlı, İstanbul 1982, s. 23 (69); Hz. Mevlânâ'nın Rubâîlerİ, haz. Şefik Can, Ankara 1990, I, nr. 83

[31] Mesnevî, 111, 1895; Tahirü'l-Mevlevî, Mesnevi Tercüme ve Şerhi, X, 494   (9587-89)

[32] Abdülbaki Gölpınarlı, Mesnevi ve Şerhi. Ankara 2000, I, 28

[33] Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir, İstanbul: Dergah Yayınlan, 1987, s. 163

[34] From "The Lament of the Reed: Rumi", translated and recited by Seyyed Hossein Nasr, music directed by Süleyman Ergunerm, 2000. A Compact Disc, Asr Media, P.O. Box 46069, Madison, WI 53744. İn the English translation, line 13 was omitted, both in the English text and rerording.www.dar-al-masnavi.org

[35] Mevlânâ, Rubailer, çev. Abdülbaki Gölpınarlı, İstanbul 1982, s, 152 (nr.   <-112); Hz. Mevlânâ'nm Rubaileri, haz. Şefik Can, Ankara 1990, li, nr. 1311  

[36] bkz. Ahmet Güner Sayar, Hasan Âli Yücel'in Tasavvuf? Dünyası ve Mev­levîliği, İstanbul: Ötüken nşr. 2002, s. 123

[37] Mesnevi, trc. Veied Çelebi, İstanbul 1991, cilt: VI, beyit nr. 1528

[38] bkz. Ahmed Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, (haz. Tahsin Yazıcı, İstanbul 1986), 1,470

[39] bkz. Feridun Sipehsâlâr, Mevlânâ ve Etrafındakiler, çev. Tahsin Yazıcı, İs- . tanbuS 1977, s. 75

[40] Mevlânâ, Dîvân-ı Kebîr, çev. Abdülbaki Gölpınarlı, İstanbui 1958, cilt: III, s. 130 (1121)

[41] Dîvân-ı Kebîr, VII, 190 (2406)

[42] Mevlânâ, Rubailer (Seçme), haz. Abdülbaki Gölpmarlı, İstanbul 1945, Rubâî nr. CLXXV[|

[43] Mevlânâ, Mevlânâ'nın Rubâîleri, çev. M. fSuri Gençosman, İstanbul 1974, I, 74 (354)                                                                                              

[44] Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, çev. Meliha Ülker Anbarcıoğlu, İstanbul 1990, s.   .',, 225                                                                                                      

[45] Dîvân-ı Kebîr, V, 420 (5709)

[46] bkz. Midhat Bahârî Beytur, Mesnevî Gözüyle Mevlânâ (Şiirleri Aşk ve Fel­sefesi), İstanbul 1965, s.103

[47] bkz.  Ahmed Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, çev. Tahsin Yazıcı, İstanbul 1973, II, 60

[48] Dîvân-ı Kebîr, III, 250 (2352-2360)

[49] Mesnevi, III, 2700-2709

[50] Mesnevi, İli, 3417-3418

[51] Mevlânâ'nın Rubaileri, çev. M. Nuri Gençosman, İstanbul 1974, nr. 164

[52] Mesnevi, VI, 650

[53] Mesnevi, ], 2893-2896

[54] Mesnevi. II, 1178

[55] Mevlânâ, Dîvân-ı Kebîr (Güldeste), haz. Abdülbaki Göipınarlı, İstanbul 1955, s. 335

[56] Mevlânâ, Rubailer, s. 224 (226)

[57] Mevlânâ, Rubailer, s. 205 (63)

[58] Mevlânâ, Rubailer, s. 22 (60)

[59] Mevlânâ, Mecâlis-i Seb'a, çev. Abdülbaki Göipınarlı, Konya 1965, s. 97

[60] Mevlânâ, Fîhi Mâ Rh, s. 25            

[61] Mesnevi, V, 3575-3582

[62] Mevlânâ, Mevlânâ'nın Rubaileri, çev. M. Huri Gençosman, İstanbul 1986, s. 286 (1382); Fİhi Mâ Rh, s. 121

[63] Mesnevi, 1, 970

[64] Fİhi Mâ Rh, s. 79

[65] Mesnevi, IV, 1564-i 573

[66] Mesnevî, III, 2648-2656

[67] Fîhi Mâ Fîh. s. 27-30

İktiran" tâbirinden anlaşılan; bir şeyin zahiri sebebiyle, o şeyin beraber görünmesidir. Mesela bir bahçeye su vermek zahiri sebebiyie, bitkilerin büyümesi gibi... Mantık ilmine göre; eğer kıyasta neticenin aynı veyahut nakîzinin sureti zikr olunmaz ise ona "iktirânî kıyas" denilir. "Âlem müte-gayyerdir (değişkendir)" ve "Her mütegayyer (değişken) hadistir (sonra­dan oluşmuş, yaratılmıştır)", binaenaleyh "Âlem hadistir" misali gibi... Yi-

! ne; "Her bir cisim mürekkebdir (birkaç maddeden yapılıdır)" ve "Her bir mürekkeb muhdesdir (sonradan meydana getirilmiştir)"; öyleyse "Her bir cisim muhdesdir" gibi ki, neticede münderic "muhdes" lafzının ne aynı ne de nakîzi kıyasta bilfiil zikr olunmamıştır.

[68] Mesnevi, V, 561-570

[69] bkz. Âhmed Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri,  çev. Tahsin Yazıcı, İstanbul: MEB yay. 2001,1, 3/296       

[70] Divan-ı Kebir, haz. Abdülbaki Gölpmarlı, Ankara 1992, H, 260

[71] Mevlânâ, Rubailer, s. 18 (28)

[72] Mesnevi, II, 1770

[73] Mesnevi, VI, 839

[74] Hz. Mevlânâ'nın Rubaileri, haz. Şefik Can, Ankara: Kültür Bakanlığı Ya­yınlan, 1990, 1, rubâî nr. 360

[75] Mevlânâ, Mecâlis-i Seb'a, trc. A. Gölpınarlı, İstanbul 1994, s. 54-55

[76] Dîvân-ı Kebîr'de SeçmeleMV (Rubailer), haz. Şefik Can, nr. 151

[77] Mesnevi, II, 1529-1532

[78] Mesnevi, ili, 4396

[79] Su, hava, toprak, ateş.

[80] Dîvân-ı Kebîr, III, 426 (4101)      

[81] Mevlânâ, Rubailer, s. 73 (53)

[82] FîhiMâ Fîh, s. 99-100

[83] Dîvân-ı Kebîr, çev. Abdülbaki Gölpınarlı, İstanbul 1958, III, 395 (3812)

[84] Fîhi Mâ Fîh, s. 285. Ayrıca bkz. Mesnevî, I, 3170-3199. Hadis için bkz. Buhârî, Edeb 57-58; Müslim, Birr 28-34         

[85] Mesnevi, ili, 3439-3443

[86] Mesnevi, IV, 2341-2353

[87] Dîvân-ı Kebîr'de Seçme]er-IV (Rubailer), haz. Şefik Can, nr. 318

[88] MesnevîJ, 1205-1209             

[89] Fîhi Mâ Fîh, s. 58-59

[90] Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, İstanbul 1994, s. 305-306

[91] Asaf Halet Çelebi, Mevlânâ ve Mevlevîlik, Ankara 2002, s. 95

[92] Ahmed Eflâkî. Ariflerin Menkıbeleri, çev. Tahsin Yazıcı, Ankara 1986, J, 322

[93] Şems-İ Tebrizî, Makâlât I, çev. M. Nuri Gençosman, İstanbul 1974, s. 249-250

[94] Ahmed Eflâkî, a.g.e., 1986, II, 55

[95] Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlânâ Celâleddîn, İstanbul 1952, s. 50; Annema-rie Schimme!, Ben Rüzgarım Sen Ateş, s. 19

[96] Rivayete göre; Hz. Mevlânâ Rum, Ermeni ve Yahudilerden 18 bine yakm gayri müslimin İslâm'a girmesine vesile olmuştur. (Osman Turan, Türk Ci­han Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi. İstanbul 1981, s. 503)

[97] Sultan Veled, îbtidaname, çev. Abdülbaki Gölpınarlı, Ankara, 1976,    s. 153; Ahmed Eflâkî.  Ariflerin  Menkıbeleri, haz. Tahsin Yazıcı. İstanbul 1986, II, 13-14

[98] Hüseyin Vassâf, Sefîne-i Evliya, haz. Mehmet Akkuş-Ali Yılmaz, İstanbul 1990, I, 303-304. ''Konevî İle Meviânâ'nın yakm ilişkileri ve dostlukları kaynaklarda yer almaktadır. Mehmed Emin Dede bu konudaki rivayetle­ri "Menâkıb-ı Sadreddin Konevî" adıyla toplamıştır... Menkıbelerdeki ana fikir, Mevlânâ ile Konevî'nin iki yakın dost olduklarıdır. Ancak yine de sa­tır aralarında Konevî'ye yönelik bazı eleştiriler söz konusudur. Buna göre Mevlânâ daha çok bir "sûfî", Konevî ise bir "medreseîi" ve "âlim'' olarak tezahür etmektedir." (Ekrem Demirli, "Sadreddin Konevî ve İslâm Dü­şünce Tarihindeki Yeri", Sadreddin Konevî Sempozyumu Bildirileri, Kon­ya 2004, s. 19)

[99] Mehmed Emin Dede, "Menâkıb-ı Sadreddin Konevî". Marifet Yolcusuna Kılavuz içinde, Sadreddin Konevî, trc. A. Remzi Akyürek, İstanbul 2002, s. 142 vd. Ayrıca bkz. Ekrem Demirli, "Sadreddin Konevî ve İslâm Dü­şünce Tarihindeki Yeri", s. 19

[100] Ahmed Eflâkî, a.g.e., 1986, 1, 273-274; Molla Câmî, Nefahâtü'1-üns. trc. Lamii Çelebi, s. 560; Fürûzanfer, a.g.e., s.  160. Detaylı bügi için bkz. Mehmet Demirci, "Sadreddîn Konevî île Mevlânâ Celaleddin'in Münase­betleri Hakkında", Mevlânâ'dan Düşünceler, İzmir 1997, s. 43-54

[101] Ahmed Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, çev. Tahsin Yazıcı, İstanbul 1986, 11, 48; Moila Câmî, Nefahâtü'1-Üns, s. 519

[102] Feridun Sipehsâİâr, Risâle-i Sipehsâlâr ve Menâkıb-ı Hazret-i Hüdaven- digar, trc. M. Bahân. İstanbul 1331, s. 156. Ahmed Eflâkî'ye göre, bila­hare ayılan Sadreddîn Konevî cenaze namazını kıldırmıştır. (a.g.e., I, 270)

[103] Detaylı bilgi için bkz. Meliha Ülker Anbarcıoğlu, Fîhi Mâfîh Tercümesi, İs­tanbul 1990, s. XXXV-XLII

[104] Ahmed Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, 1986, I, 137

[105] Ahmed Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, trc. Tahsin Yazıcı, İstanbul: Remzi Ki­tabeyi, 1987, II, 50: Abdülbaki Oöipmarlı, Mevlânâ Celaleddin, s. 268, dipnot: 34

[106] Fuat Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Ankara 1981, s. 305, .ıs, 326; Hasibe Mazıoğlu, "Anadolu'da Türk Edebiyatının Başlamasında ve | Gelişmesinde Mevlânâ'nın Yeri ve Etkisi", Mevlânâ Sevgisi, haz. Feyzi . \ Halıcı, Konya 1981, s. 31

[107] Yunus Emre Divanı, haz. Mustafa Tatçı, Ankara 2001, s. 21: Abdülbaki Golpınarlı, Yunus Emre ve Tasavvuf, İstanbul 1992, s. 10, 67

[108] Abdülbaki Gölpınarlı, a.g.e., s. 98 vd.

[109] Köprülü, a.g.e., s. 274, 326

[110] İbn Battûta Seyahatnamesi, haz. A. Sait Aykut, İstanbul 2000. I, 413

[111] Hasibe Mazıoğlu, "Anadolu'da Türk Edebiyatının Başlamasında ve Geliş­mesinde Mevlânâ'nın Yeri ve Etkisi", Mevlânâ Sevgisi, haz. Feyzi Halıcı, Konya 1981, s. 32

[112] Mustafa Aşkar, "Molla Fenari'nin Şerhu Dîbâceti'l-Mesnevi Adlı Risalesi ve Tahlili", Tasavvuf Dergisi, Mevlânâ özel Sayısı, Ankara, Yıl: 6 (2005), Sayı: 14, s. 89

[113] Şefik Can, a.g.e., s. 374

[114] Mehmet İpşİrli, "Çivizâde Muhyiddin Mehmed Efendi", Diyanet İslâm An­siklopedisi, VIIİ, s. 348. Ayrıca bkz. Süleymaniye Ktp., İsmihan Sultan, nr. 223, vr. 319b

[115] Esrar Dede, Tezkire-i Şuarâ-yı Mevleviyye, Tahkik: İlhan Genç, Basılma­mış doktora tezi, Erzurum 1986, s. 107

[116] Reşat Öngören, Osmanlılarda Tasavvuf, İstanbul 2000, s. 251-252

[117] bkz. Feridun Nafiz üzlük, "Mevlânâ Hakkında", Türk Edebiyatı, Sayı: 29 (Mayıs 1974), s. 37. Aynı makale için aynca bkz. Vedat Genç, Mevlânâ İle İlgili Yazılardan Seçmeler, İstanbul 1994, s. 290

[118] Abdüibaki Gölpınarlı, Mevlânâ'dan Sonra Mevlevîlik, İstanbul 1953, s. 157; Mevlânâ Şiirleri Antolojisi, haz. Mehmet Önder, Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, ts., s. 47

[119] Hasibe Mazıoğlu, "Anadolu'da Türk Edebiyatının Başlamasında ve Geliş­mesinde Mevlânâ'nın Yeri ve Etkisi", Mevlânâ Sevgisi, haz. Feyzi Halıcı, Konya 1981, s. 35

[120] Nef'î Dîvânı, haz. Metin Akkuş, Ankara 1993, s. 50-51; Hasibe Mazıoğlu, a.g.e., s. 35. Nef'î'nin Mevlânâ hakkındaki şiirleri için bkz. Necip Fazıl Duru, Mevleviyâne (Şiir Güldestesi), İstanbul 2000, s. 409-410; Mehmet Önder, Mevlânâ Şiirleri Antolojisi, haz. Ankara: Türkiye İş Bankası Küitür Yayınları, ts., s. 48

[121] Nâbî Dîvânı, haz. A!i Fuat Bilkan, İstanbul 1992,36-38. 239-241; Hasibe Mazıoğiu, a.g.e., s, 36. Nâbî'nin Meviânâ hakkındaki şiirleri için bkz. Ne­cip Fazıl Duru, a.g.e., s. 415-419; Mehmet Önder, Mevlânâ Şiirleri Anto­lojisi, s. 49-50

[122] bkz. Şefik Can, "Erzurumlu İbrahim Hakkı'nın Marifetname'sinde Bulunan Hazreti Meviana'ya Ait Şiirler", Mevlana ve Yaşama Sevinci, haz. Feyzi Halıcı, Konya 1978, s. 55-57. Ayrıca bkz. Şefik Can, Mevlânâ, s. 205-214

[123] Hüseyin Ayan, "Şeyh Gâlib'de Mevlânâ Sevgisi", Selçuk üniversitesi 5. Millî Mevlânâ Kongresi Tebliğleri, Konya 1992, s. 50: Haluk ipekten, Şeyh Galib (Hayatı, Sanatı, Eserleri), Ankara 2000, s. 22

[124] Şeyh Galip, Hüsn ü Aşk, haz. Orhan Okay-Hüseyin Ayan. İstanbul 2000, s. 32, 33, beyit: 137-140, 143

Beyitlerin mânâsı, sırasıyla şöyledir: 137: "Allah, peygamberlerini ta­mamlayınca, bize her şeyi bilen veliler geldi." 138: "Molla Hünkâr onların şahıdır. Bu dünyaya bir hükümdar kâfidir." 139: O, irfan diyarının tahtın­da hükümdardır ve Allah'ın Arşlarımın seccadesine oturmuştur." 140: Hakikate yol gösteren onun düşüncesidir. Ebubekir gibidir," 143: "Din bil­ginlerinin hepsinden üstündür; ona Anadolu ülkesinin peygamberi denil­se lâyıktır."

[125] Şeyh Galip, a.g.e., s. 350, beyit: 2029

[126] Şeyh Galib, a.g.e., s. 348, beyit: 2019

[127] Haluk İpekten, a.g.e., s. 10-11

[128] Ramazan Muslu, 18. Asırda Anadolu'da Tasavvuf, (yayımlanmamış dok­tora tezi), İstanbul 2002, s. 463: Hür Mahmut Yücer, 19. Asırda Anado­lu'da Tasavvuf, (yayımlanmamış doktora tezi), İstanbul 2001, s. 465

[129] bkz, Nuri Şimşekler (ed.), Konya'dan Dünya'ya Mevlânâ ve Mevlevilik, Konya 2002, s. 61

[130] Asâr-ı Atika Müzesi", Selçuk, Sayı: 102, 13 Kasım 1946, s.2. Ancak; ba­sında Mevlânâ müzesi hakkında 1946 yılında çıkan şu yazı ibret vericidir: "... Mevlânâ'nın medfun bulunduğu Âsâr-ı Atika Müzesini gezmeye giden­ler, içeriye girerken müşkil duruma düşüyorlar. Ayakkabılarını çıkarsalar, akrep sokması tehlikesi var, çıkarmasalar, hem saygısızlık, hem de neza­ketsizlik... Gerek manen ve gerekse maddeten çok yüksek değeri olan bu müesseseye çamurlu ve tozlu ayakkabılarımızla girmek, sağlık bakımın­dan da doğru değildir. Güneş yüzü görmeyen bu yerde tozların tahribatı büyük olur. Temizlik işlerinin elektrikli süpürgelerle yapılması ve geziciler İçin İstanbul camilerinde olduğu gibi beş on terlik bulundurulması güç bir şey olmasa gerek, yol halısı temini de olabilir." ("Tenkitler, Şikâyetler, Di­lekler: Müzenin Temizliği", Selçuk, Sayı: 101, 9 Kasım 1946, s.1/5)

[131] Mithat Cemal, Mehmet Akif, İstanbul 1939, s. 211; Hasan Basri Çantay, Âkifname, İstanbul 1966, s. 84; Eşref Edip. Mehmet Akif, İstanbul 1938, s. 91

[132] Mevzad Ayaş, "Mehmet Akif'in Zihniyeti ve Düşünce Hayatı", (Eşref Edep, Mehmet Akif içinde), İstanbul 1938, s. 550; Nurettin Topçu, Meh­met Akif, İstanbul 1970, s. 69

Mehmet Akif, Mısır'da bulunduğu senelerde, âlim ve edîb bir şahsiyet olan Abdülvehhâb Azzâm'a {Ö.3959) -ki Kahire üniversitesi Edebiyat Fakülte­si dekanlığı yapmış bir profesördür- Muhammed İkbâl'i tanıtması sayesin­de Azzâm, İkbâl'in eserlerini Arapça'ya tercüme ederek onu Arap âlemi­ne tanıtmıştır. (M. Ertuğrul Düzdağ, Mehmed Akif: Mısır Hayatı ve Kur'ân Meali, İstanbul 2003, s. 70-71)

[133] Eşref Edip, a.g.e., s. 110; Mithat Cemal, a.g.e., s. 228

[134] Mehmet Akif, Safahat, haz, M. Ertuğrul Düzdağ, İstanbul 1987, s. 244; Safahat, haz. Cemal Kurnaz vd., İstanbul: MEB yay., 2001, s. 284

[135] Ali Nihat Tarlan, Mehmet Akif ve Safahat, İstanbul 1971, s. 48

[136] Sırât-ı Müstakim ve Sebilü'r-Reşad Mecmualarında çıkan Mehmet Akif Ersoy'un Makaleleri, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1990, s. 118

[137] Hadisenin detayı şu şekildedir: 21 Şubat 1931 günkü Mevlana Müzesini ziyareti sırasında Atatürk'ün dikkatini müzede gördüğü Meviânâ'ya ait Farsça bir rubai çekmiş. Yanında bulunan Hasan Âli Yücel'den bunu oku­yup tercüme etmesini istenmiş. Hasan Âli Yücel rubaiyi okumuş ve Türk­çe'ye şöyle çevirmiş: "Ey keremde, yücelikte ue nur saçıcılıkta güneşin, ayın, yıldızların kul olduğu sen (Allah). Garip âşıklar, senin kapından başka bir kapıya yol bulmasınlar diye öteki bütün kapılar kapanmış, yal­nız senin kapın açık kalmıştır." Atatürk bu tercümeyi dikkatle dinledikten sonra, son cümle üzerinde durmuş: şöyle demiştir: "Demek bütün kapılar kapandığı halde, bu kapı açık oluyor. Doğrusu ben 1923 yılında burayı zi­yaretim sırasında, bu Dergâhı kapatmayalım, müze olarak halkın ziyare­tine açalım diye düşünmüştüm. Bir yıl sonra (Dergâh ve Tekkelerin Ka­patılması Kanunu) çıkar çıkmaz, İsmet Paşa'ya Mevlânâ Dergâhı ve Tür-besi'ni kendi eşyası ile müze haline getiriniz demiştim. Görüyorum kî şu okunan şiirin hükmünü yerine getirmişim. Bakınız ne kadar güzel bir mü­ze oldu burası" demiştir. (Mehmet Önder, Atatürk Konya'da, Ankara 1989, s. 105-106)

[138] Mustafa Kemaî Atatürk'ün Mevlânâ ile İlgiii kaydettiğimiz görüşleri İçin bkz. Cemal Kutay, "Atatürk'e Göre Mevlânâ", Yeni Konya Gazetesi, 10.11.1943; "Atatürk ve Mevlânâ'', Tarih ve Coğrafya Dünyası (Mevîânâ Özel Sayısı), 15 Aralık 1959. s, 415-416; Mehmet Önder, Atatürk Kon­ya'da, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1989, s. 2-3 vd.; a. mlf., "Atatürk ve Mevlânâ Sevgisi", İnsan Haklan Hoşgörü ve Mevlânâ Sempozyumu Teb­liğleri. TBMM Kültür Sanat ve Yayın Kurulu Yayınlan, ts., s. 44-49.

[139] Atatürk ve Din, der. Sadi Borak, İstanbul 1962, s, 58

[140] bkz. Nuri Şimşekler (ed.), Konya'dan Dünya'ya Mevlânâ ve Mevlevilik, Konya 2002, s. 273

[141] Mevlânâ Töreni Yapılacak", Selçuk, Sayı:  111,  14 Aralık  1946, s.l; Mevlânâ Anıldı", Selçuk, Sayı: 112, 18 Aralık 1946, s.2

[142] Mevlânâ'yı Andık", Babalık, Sayı: 6748, 19 Aralık 1946, s.l

[143] Tercüme-i Halim" adlı şiiri için bkz. Alpay Kabacalı, Neyzen Tevfik Ko­laylı (Hayatı-Kişiliği-Şiirleri), İstanbul 1996, s. 185. Ayrıca bkz. Hasan Aktaş, Çağdaş Türk Şiirinde Tarihi Şahsiyetler ve Eserler, Konya 2002, s. 231

[144] Öz Duygum" adlı şiiri için bkz. Kabacalı, a.g.e., s. 167. Ayrıca bkz. Ha­san Aktaş, Yeni Türk Şiirinde Mevlânâ Okulu ve Misyonu, Edirne 2002, s. 37-38

[145] Türk romanlarında işlenen Mevlânâ ve Mevlevilik bilgileri hakkında bkz. İnci Erginün, "Romancılarımız ve Mevlânâ", Selçuk Üniversitesi 2. Milli Meviânâ Kongresi Tebliğleri, Konya 1987, s. 27-36

[146] bkz. Reşat Muri Güntekin, Çalıkuşu, İstanbul: İnkılap Kitabevî, 53. baskı, s. 252-278

[147] Mehmet Önder, Mevlânâ ve Mevlevilik, Aksoy yay. 1998, s. 255

[148] Asaf Halet Çelebi, a.g.e.. s. 93-94. Ayrıca bkz. A. Schimmel, Tasavvufun Boyutları, s. 370-373

[149] Nilgün Açık, "Mevlana ve Mevlevi Tarikatının Eğiticiliği", III. Uluslararası Meviana Kongresi, Konya 2004, s. 104-109

[150] Yahya Kemal, "İsmail Dedenin Kainatı", Eski Şiirin Rüzgarıyle, İstanbul 1962, s. 95

[151] A. H. Tanpınar, Yahya Kemal, İstanbul 1962, s. 19. Mevlânâ ve Mesne-üfnin Yahya Kemal üzerindeki tesiri hakkında detaylı bilgi için bkz. Meh­met Demirci, Yahya Kemal ve Mehmet Akif'te Tasavvuf, İzmir 1993

[152] Mektubat, s. 25; Emirdağ Lahikası 1, Mektup no: 160, s. 215; Emirdağ Lahikası II, Mektup no: 138, s. 221. Said Nursi'nin; "Hz. Mevlânâ benim zamanımda gelseydi Risâle-i Nur'u yazardı. Ben de Hz. MevSânâ zamanın­da gelseydim Mesnevî'yi yazardım. O zaman hizmet Mesnevî tarzındaydı, şimdi Risâie-i Nur tarzındadır." dediği de nakledilmektedir, (bkz. Mecmet-tin Şahiner, Son Şahitler, IV, 150)

[153] Necmettin Şahiner, Bilinmeyen Taraftarıyla Bediüzzaman Said Nursi, İs­tanbul 2004, s. 431, 433, 439; Abdülkadir Badıllı, Bediüzzaman Said Nursi: Mufassal Tarihçe-i Hayatı. İstanbui 1990, s. 1629. 1635

[154] Şahiner, a.g.e.. İstanbul 2004, s. 433

[155] Şahiner, a.g.e.. s. 431

[156] Necip Fazıl, Hasan Âli Yücel hakkında şu değerlendirmeyi yapmaktadır: "Maarif Vekili bulunduğu yıllar içinde, gâh iş ve menfaat İcabı Cumhur Re-isi'nin validesine yanık sesiyle Kur'ân okuyan ve dindar görünen, gâh bazı tasavvuf meraklılarına Mevlevi dervişi geçinen... fakat hakikatte sa­mimiyetsizlik, halisîyetsizlik, asliyetsizükîen başka hiçbir şeye ruhu yat-mıyan Hasan Âli Yücel." ("Kapak Resmimiz", Büyük Doğu, Sayı: 68, 17.10.1947)

Eşref Edip ise şunları yazmıştır: "Maarif vekili Hasan Âli Yücel o zaman­lar İnönü'nün akıl hocası idi. O Hasan Âli ki Kur'an yazısı âyetler, sureler yazıldığı için din kitaplarını bütün memleketten kamyonlarla toplatıyor, polis karakollarında ayaklar altında parçalatıyordu." (Mehmet Akif, 1, İs­tanbul 1962, s. 204)

Ancak Peyami Safa'nın da belirttiği üzere, "İnsanları, bilhassa politikacılan, siyasî icapların dışında anlamak zordur. Yücel de bu icapların kurbanı İdi." (bkz. Ahmet Güner Sayar, Hasan Âli Yücel'in Tasavvuf! Dünyası       ve Mevlevîliği, istanbul: Ötüken Yayınlan, 2002, s. 132)

[157] Mehmet Önder, Yeşil Kubbe'nin Gölgesinde, Ankara 1995, s. 73

[158] Hasan Âli Yücel, "Mevlânâ ve Mevlevilik", Mevlânâ: Resimli Hayafın İla­vesi, İstanbul 1953, s. 4; Sayar, a.g.e.. s. 28

[159] Hasan Âli  Yücel,   "Tekkenin   Arka   Bahçesinde",   20.   Asır,   Sayı.   21, (3.3.1953); Hasan Âli Yücel, Geçtiğim Günlerden, İstanbul 1990, s. 48; Sayar, a.g.e., s. 32

[160] Hasan Âli Yücel, Geçtiğim Günlerden, s. 21; Sayar, a.g.e., s. 34

[161] Mustafa Kara, "Doğumunun 100. Yıl Dönümünde Mevlevi Bir Maarif Ve­kili", Dergah, Sayı: 100, 1998, s. 30

[162] Sayar, a.g.e., s. 45

[163] İsmail Kara, "Hasan Âli Yücel'den İtibaren", Yeni Şafak, 16.11.1995

[164] Sayar, a.g.e., s. 74

[165] Sayar, a.e., s. 68

[166] Sayar, a.e., s. 34, 39, 40, 42, 106-107, 146

[167] Sayar, a.e., s. 103, 111

[168] Hasan Âli Yücel, "Mevlânâ mı Mevlevilik mi?", 20. Asır, Sayı. 125 (1955), s. 7

[169] Hasan Âli Yücei, "Hz. Mevlânâ'nın Rubaileri", Hayat, Sayı: 57, 1927, s. 13

[170] Hasan Âli Yücel, "Mevlânâ ve Mevlevilik", Mevlânâ: Resimli Hayat'ın İla­vesi, İstanbul 1953, s. 5; Sayar, a.g.e., s. 113-114

[171] Hasan Âli Yücel, "Sayın Maarif Vekilimiz Tarafından Gönderilmiştir", Konya Halkevi Kültür Dergisi, Sayı: 53-56, 1943, s. 9; Sayar, a.g.e., s. 28

[172] Hasan Âli Yüce!. Hürriyet Gene Hürriyet, II, Ankara 1966, s. 558; Sayar, a.g.e., s.84

[173] Hasan Âli Yücel, İngiltere Mektupları, Ankara 1958, s. 6; Sayar, a.g.e., s. 77

[174] Hasan Âli Yücel'den F. M. üziuk'a 15.9.1957 tarihli mektuptan

[175] Hasan Âli Yücel, "Mevlânâ ve Mana", Cumhuriyet, 22.12.1957

[176] Sayar, a.g.e., s. 188-189

[177] Turan Alptekin, Ahmet Hamdı Tanpmar, İstanbul 2001, s. 81

[178] bkz. İnci Erginün, "Romancılarımız ve Mevlânâ", Selçuk üniversitesi 2. Milli Mevlânâ Kongresi Tebliğleri, Konya 1987, s. 32

[179] Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir, İstanbul: Dergah Yayınları, 1987, s. 160. 163

[180] Mevlânâ" adlı bu şiir için bkz. Nazım Hikmet Ran, İlk Şiirler, İstanbul 1987, s. 100

[181] Aşağıda nakledilen bilgiier için bkz. Şamil Kucur, "Mevlevi Mazım Hik­met", Aksiyon, Sayı: 164 (24.01.1998); Mahmut Erol Kılıç, "Nâzım Hik­met'in Bir Şiirine Uygulanan Sansür", Dergâh, Sayı: 86 (Nisan 1997)

[182] Bu kitap ilk kez 1965 yılında Remzi Kitabevi tarafından yayımlanmıştır.

[183] Bu şiir için ayrıca bkz. Hâlid Fahri Ozansoy, Edebiyat Kıraati Numunele­ri, İstanbul 1923

[184] Yukarıda nakledilen bilgiler için bkz. Şamil Kucur, "Mevlevi Nazım Hik­met", Aksiyon, Sayı: 164 (24.01.1998); Mahmut Erol Kılıç;, "Nâzım Hik­met'in Bir Şiirine Uygulanan Sansür", Dergâh, Sayı: 86 {Nisan 1997)

[185] Hasan Aktaş, Yeni Türk Şiirinde Meviânâ Okuiu ve Misyonu, s. 45

[186] Bu hususta geniş bilgi için bkz. İnci Erginün, "Romancılarımız ve Meviâ­nâ", Selçuk Üniversitesi 2. Milii Meviânâ Kongresi Tebliğleri, Konya 1987, s. 27-36

[187] Erginün, a.g.e., s. 27

[188] Selahattin Arslan. "Halide Edip Adıvar ve Sinekli Bakkal üstüne", Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 48 (Şubat 2004)

[189] 100   Halide Edip Adıvar,  "Mevlâna İhtifali Yaklaşırken Konya Gençliğine

Öğüt", Cumhuriyet Gazetesi, 18.11.1959. Bu yazı için ayrıca bkz. Hilmi Yücebaş, Edebiyatımızda Mevlana, İstanbul: LSM yay. 2005, s. 33-35 

[190] İnci Erginün, "Halide Edib ve Mevlevilik", Mevlana ve Yaşama Sevinci, haz. Feyzi Halıcı, Konya 1978, s. 39-40

[191] bkz. Halide Edib Adıvar, Sinekli Bakkal, haz. Mehmet Kalpaklı-S. Yeşim Kalpaklı, İstanbul: Özgür yay., 2003, s. 30-31, 68-70, 77-85, 104, 113-114, 182, 209, 236, 283

[192] Fuat Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Ankara 1981, s. 224 Köprülü, a.g.e., s. 227, 231

[193] Aşık Veysel Şatiroğlu, Dostlar Beni Hatırlasın, İstanbul 1971, s. 249-250. Ayrıca bkz. Mehmet Önder, Mevlânâ Şiirleri Antolojisi, s. 97-98

[194] Hiimi Ziya ülken'in "Mevlânâ ve Muhiti" adlı makalesi ve oradan alıntı­lanan bu pasaj için bkz. Hilmi Yücebaş, Edebiyatımızda Mevlana, İstan­bul: L&M yay. 2005, s. 19. Ayrıca bkz. Nuri Şimşekler (ed.), Konya'dan Dünya'ya Mevlânâ ve Mevlevilik, Konya 2002, s. 53

[195] bkz. Yavuz Bülent Bakiler, "Arif Nihat Asya'nın Mevlevi Şeyhliği", Türk Edebiyatı, Kasım 2004. Bu makaleye göre, Arif Nihat Asya, Üsküdar Mevİevîhanesi şeyhi Ahmet Remzi Akyürek'in müridi olarak dedelik mertebesine yükselmiştir.

[196] A. Nihat Asya, Kubbe-i Harda, Ankara 1956, s. 78

[197] Asya, a.g.e., s. 72

[198] Nurettin Topçu, İslâm ve İnsan-Mevlânâ ve Tasavvuf, İstanbul 2002, s. 115

[199] Nurettin Topçu, a.g.e., s. 115

[200] Nurettin Topçu, a.g.e., s. 113

[201] Mustafa  Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, İstanbul   1999, s.  294; a.mlf., Günümüz Tasavvuf Hareketleri, İstanbul 2002, s. 180

[202] Ömer Faruk Akün, "Gölpınarlı, Abdülbaki", TDVİA, XIV, 146-147

[203] Abdülbaki Gölpınarlı, MevlevîÂdâb ve Erkânı, İstanbul 1963, s. 3-4

[204] Mehmet Kaplan, Türk Edebiyatı Üzerinde Araştırmalar, İstanbul 1987, II, 10

[205] Mehmet Kaplan, "Mevlânâ ve İnsanlık", Hisar Dergisi, Ocak 1974

[206] bkz. A. Süheyl Ünver, "Eski Mevlevilik Ruhiyatında San'âtm Başarı Et­kisi", Meviânâ Sevgisi, haz. Feyzi Halıcı, Konya 3981, s. 12

[207] bkz. Ahmed Güner Sayar, A. Süheyl Cİnver (Hayatı, Şahsiyeti ve Eser­leri), İstanbul: Eren yay. 1994, s. 496

[208] A. Süheyl Ünver, "Mevlânâ'mızın Sözleri ve Hallerinden Alınacak Ders­ler", İslâm Medeniyeti Mecmuası, Sayı: 6 (1968), s. 18. Aynı makale için ayrıca bkz. Vedat Geni;, Mevlânâ İle İlgili Yazılardan Seçmeler, İs­tanbul 1994, s. 291

[209] bkz. Sayar, a.g.e., s. 494

[210] Sayar, a.e., s. 495 

[211] Sayar, a.e., s. 495

[212] Sayar, a.e., s. 495

[213] A. Süheyt Önver, Sevâkıb-ı Mevlânâ (Mevlânâ'dan Hatıralar), İstanbul 1973, s. V

[214] Sadi İrmak, "Mevlânâ'da Lirizm", Mevlânâ Sevgisi, haz. Feyzi Halıcı, Konya 1981, s. 9

[215] Sadi Irmak, "Mevlana", Yeni Sabah,  10.12.1961. Bu yazı için ayrıca bkz. S. Irmak, "Mevlana", Mevlânâ Güldestesi, haz. Mehmet Önder, An­kara 1972, s, 45

[216] bkz. Mesnevi, I, beyit nr. 35-246

[217] Sadi Irmak, "Mevlânâ'nın Dehâsı", 687. Yıldönümünde Mevtana, Kon­ya 1960, s. 5-6. Ayrıca bkz. Sadi Irmak, "Mesnevî'de Psiko-Somatik ve Psiko-Analitik Bir Teşhis", Mevlânâ Güldestesi, Konya 1964, s. 40-51

[218] Şefik Can, Mevlânâ: Hayatı Şahsiyeti ve Fikirleri, İstanbul 2003, s. 13

[219] Hasan Aktaş, Yeni Türk Şiirinde Mevlânâ Okulu ve Misyonu, s. 94. Bu tespitin örneklerleri için, Aktaş'm mezkur kitabının tamamı incelenmelidir.

[220] Osmanlı Kasidesi" adlı bu şiiri için bkz. Attila İlhan, Yasak Sevişmek, Ankara 1983, s. 68

[221] Sezai Karakoç, Mevlânâ, İstanbul 1996, s. 7

[222] Karakoç. a.g.e., s. 75-75

[223] Karakoç, a.g.e.. s. 77

[224] bkz. Hayrettin Karaman, "Mevlânâ Bir Allah Kuludur, Resulullah Çırağıdir", Konya, Büyükşehir Belediyesi Yayın Organı, Kasım-Aralık 2000, s. 14-17. Aynı makale için ayrıca bkz. Nuri Şimşekler (der.), Mevlâ nâ'nın Düşünce Dünyasından (içinde), Konya 2004, s. 13, 22; Hayret­tin Karaman, "Mevlana Bir Allah Kulu'dur, Peygamber Çırağıdır", İslam .    Işığında Günün Meseleleri, İstanbul, 2001, http://www.hayrettinkara-, man,net/kitap/meseleler/Q497.htm Erişim:   14 Aralık  2004;   a.   mlf., "Türkiye'de Dinî Bilginin Kaynak ve Metodu Üzerine", isiam İşığında Günün Meseleleri, İstanbui, 2001, http://www.hayrettinkaraman.net/ki-tap/meseieler/0378.htm Erişim: 14 Aralık 2004

[225] A. Yaşar Ocak, "13.-14. Yüzyıllar Anadolu'sunun İki Büyük Cezbeci ve Estetikçi Şair Sufîsi: Celâleddİn-i Rûmî ve Yunus Emre'', "Bir 13. Yüzyıl Mutasavvıfı ve Sûfîsi Olarak Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî", Türk Sûfîliği-ne Bakışlar, İstanbul 1996, s. 122-İ47

[226] bkz. Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 46 (Aralık 2003)

[227] Yaşar Nuri Öztürk, Mevlânâ ve İslâm, İstanbul 1993, s. 64          

[228] Veled Çelebi, Muhtasar Menâkıb, s. 15'ten nakleden Asaf Halet Çeiebİ. a.g.e., s. 28. Ayrıca bkz. Fürûzanfer, a.g.e., s. 60; Midhat Bahari Beytur, Mesnevi Gözüyle Mevlânâ (Şiirleri, Aşk ve Felsefesi), İstanbul 1965, s. 91

Kelime-i Muhartımediyye'de Üâhî aşkı-anlatırken, -ismini zik-retmeksizin- Mevlânâ'nın Arapça bir .gazelinden bir beyit al­mıştır. 140        

Bediüzzaman Fürûzanfer der ki: Mevlânâ, şu beyitteki "cevher madeni" sözü ile görünüşte Muhyiddin İbnü'l-Arabî'yi kastetmektedir: "Salih da­ğında o cevherden bir maden olup / Biz o cevher dolayısıyla Şam deni­zinde gark olmuşuz.7' İbnü'l-Arabl Şam'da ölmüş, Salihiye'de gömül­müştür. (Fürûzanfer, a.g.e., s. 58) S. N. Ergün de aynı konuda daha ön­ce şunu kaydetmiştir: "Mevlânâ, İbnü'l-Arabî'nin yüksek hikmetler içe­ren Fusûsu'i-Hikem'ini ve diğer eserlerini okumuştur. Bir gazelinde onun için şöyle der: Cebel-i Saliha içinde inciden bir hazine vardır / Biz onu İstemek için Şam denizine daldık. Diğer bir beyitinde: Aferin İbnü'l-Arab, saad aferin, tarzında teveccüh göstermiştir." (S. M. Ergün, Mevla-na, Kanaat ktp. 1932, s. 7'den nakleden İsmet Kayaoğlu, Mevlana ve Mevlevilik, Konya 2002, s. 14)

[229] Mevlânâ'nın Dîvân-ı Kebîr'inde yer alan beyit şudur: "Benim âşık oldu­ğum, halk arasında sahih oldu /Fakat kime aşık olduğumu bilemedi­ler." bkz. A. Avni Konuk, Fusûsu'l-Hikem Tercüme ve Şerhi, haz. Mus­tafa Tahrali-Selc.uk Eraydın, İstanbul 1992, IV. 348-351; Nuri Genços-man, Fusûsü'l-Hikem Tercümesi, İstanbul 1992, s. 333

[230] Câmî, a.g.e.. s. 516.

[231] Devletşah Emin b. Alaüddevle, Tezkire-i Devletşâh, çev. Necati Lugal, İstanbul 1977, II, 249. Ayrıca bkz. Fürûzanfer, a.g.e., s. 25

[232] Ahmed Eflâki, Ariflerin Menkıbeleri, haz. Tahsin Yazıcı, Ankara 1986, I. 291-292; Annemarie Schimmel, Mevlânâ Celâleddîn Rûmî'nin Şark ve Garpta Tesirleri, Ankara: Gutenberg Matbaası, ts., s. 14

[233] Ahmed Eflâkî, a.g.e., İstanbul 1986, !, 291-292; Bediüzzaman Fürûzan-fer, Mevlânâ Celaleddin, s. 172-181; Asaf Halet Çelebi, Mevlânâ ve Mev­levîlik, Ankara 2002. s. 79. Fürûzanfer'e göre; Sa'dî'nin Mevlânâ ile gö­rüştüğüne dair verilen bilgiye şimdilik Acâibü 'İ-Bütdan adlı eserden baş­ka bir yerde rastlanmamıştır, (a.g.e., s. İ72)

[234] Tahsin Yazıcı, "Hâfız-ı Şîrâzî", TDVİA, XV, 105

[235] Asaf Halet Çelebi, Mevlânâ ve Mevlevîlik, İstanbul 2002, s. 79. krş. Ha­fız Dîvânı, çev. Abdülbaki Gölpınarlı, İstanbul 1992, s. 453

[236] Hafız Dîvânı, s. 435

[237] Eğer; "Hafız, Hâce Celaleddin Turan Şah hakkında kasideler yazmıştır" (Tahsin Yazıcı, "Hâfız-ı Şîrâzî", TDVİA, XV, 104) tespitini dikkate alacak olursak, yukarıdaki mısralarda Hâfız'ın methettiği kişi Mevlânâ Celâled-dîn-i Rûmî değildir. Ancak diğer taraftan Hafız, Dfuân'ında bu kişiden bahsederken "Turanşah" (s. 339, 493, 529, 655), "Hâce Turanşah" (s. 656) ifadelerini kullanıp, "Celaleddin" lakabı ile birlikte hiç anmamış ol­masına binaen, mısralarda kastedilenin kişinin Hz. Mevlânâ olması da muhtemeldir.

[238] Molla Câmî hakkında yukarıdaki bilgiler için bkz. Mehmet Önder, "Mol­la Câmî'de Mevlânâ Hayranlığı", Selçuk üniversitesi 6. Millî Mevlânâ Kongresi, Konya  1993, s.  75-82. Ayrıca bakılabilir: Mehmet önder, "Molla  Câmî'de  Mevlânâ   Hayranlığı",  Mame-i Aşina  Dergisi, Yıl:  5 (2003), Sayı: 13-14, s. 19-28

[239] bkz. Nuri Şimşekler (ed.). Konya'dan Dünya'ya Mevlânâ ve Mevlevilik, Konya 2002, s. 294

[240] H. Ritter, "Celâleddin Rûmî", MEBİA, 1İI, 58. bkz. Bedîüzzaman Fürûzan-fer, Meviânâ Celâleddîn, trc. Feridun Nafiz Uzluk, İstanbul 1963; Orhan Bilgin, "Bedîüzzaman Fürûzanfer", TDVİA, V, 327-328

[241] bkz. Feridun Nafiz Uzluk, "Mevlânâ Hakkında", Türk Edebiyatı, Sayı: 29 (Mayıs 1974), s. 37. Aynı makale için ayrıca bkz. Vedat Genç, Mevlânâ İle İlgili Yazılardan Seçmeler, İstanbul 1994, s. 289

[242] Hakkında bilgi için bkz. Tahsin Yazıcı, "Hümâî", TDVİA, XVIII, 478-479

[243] Hamid Algar, "Humeynî", TDVİA. XVIII, 363

[244] İmâm Rûhullah Musevî Humeynî, ö. 1989

[245] bkz. Hamid Algar. "İmam Humeyni'nin Hayat Hikayesi", İmam Humey-ni, Derleme, Daru't-Takrib Yay., İstanbul ts,, s. 15-20; Ali Bulaç, "Glema Geleneğinin Devrimci İmamı", a.g.e,, s, 65; Cafer Subhani, "İmam Hu-meyni'nin İJim ve Amel Yönünden Kuşatıcılığı", a.e., s. 254-255; Rıza Üstadı', "İmam Humeyni'nin Eserleri", a.e., s. 329-333

[246] Hamid Algar, "Humeynî", TDVİA, XVIII, 363

[247] Seyyid Ahmed Fihri, Şerfı-i Dua-yİ Seher'e giriş, Tahran 1981, s. vııı

[248] Tahran 1372 hş

[249] Hamid Algar, "Humeynî", TDVİA, XVIII, 363

[250] Orijinal adı: Reh-i aşk-name-i irfani hazreti İmam Humeynİ (Alüessese-i Tanzim ve Neşri Asa, 1368 hş.). Tercümesi: İmam Humeyni, İlahi Aşk, çev. Kadri Çelik, İstanbul 1989

[251] bkz. Konya'dan Dünyaya Mevlânâ ve Mevlevîlik, Editör: INuri Şimşekler, Konya 2002, s. 59                  

[252] bkz. "Prof. Dr. Abdülkerim Sürüş Rotterdam İslâm üniversitesi'nde", http://www.islamicuniversity.nl/home (Türkçe), Erişim tarihi: 14 Aralık 2004

[253] bkz. Mevlânâ Güldestesi-Vl, Konya 1996, s. 9

[254] Şefik Can, Mevlânâ (Hayatı, Şahsiyeti, Fikirleri), İstanbul 2003, s. 217

[255] A. Schİmmel, "Mevlânâ Hindistan'da", Mevlânâ ve Yaşama Sevinci, Konya 1978, s. 69-78

[256] Schimmel, Mevlânâ Celâleddîn Rûmî'nin Şark ve Garpta Tesirleri, s. 20 

[257] Brahman", Hinduizme-Brahmanizm'e inanan din adamları ve bilginle­re verilen isimdir.

[258] Enamul Haq, Müslim Bengali Literatüre, Karaçj 1957, s. 42'den nakle­den Schimmei, a.g.e., s. 22; a.mif., Tasavvufun Boyutları, s. 369

[259] Kemal Yavuz, "Mesnevî-i Şerif üzerine Görüşler", Selçuk Üniversitesi 1. Midi Mevlânâ Kongresi, Konya 1986, s. 285

[260] N. Ahmed Asrar, "Muhammed İkbâl ve Mevlânâ Celâleddin Rumi", Sel­çuk üniversitesi II. Milletlerarası Mevlânâ Kongresi Tebliğleri, Konya  1991, s. 146

[261] Geniş bilgi için bkz. S. Mehmet Aydın, "Muhammed İkbal'in Eserlerin­de Mevlânâ", Selçuk Üniversitesi   1. Milli Meviânâ Kongresi, Konya 1986, s. 229-237

[262] İkbâl, Armağan-ı Hicaz, s. 107

[263] İkbâl, "Esrâr-ı Hodi", Benlik ve Toplum, çev. Ali Yüksel, İstanbul 1990, s. 26

[264] İkbal'in İslâm'da Dinî Düşüncenin Yeniden Teşekkülü adlı eserinden nakleden N. Ahmed Asrar, Doğudan Esintiler (Muhammed İkbal'in Ha­yatı, Eserleri ve Şiirlerinden Seçmeler), İstanbul 1981, s. 45-49

[265] Ebu'i-Hasen en-Nedvî, Muhammed İkbal, trc. Ali ulvi Kurucu. İstanbul 2002, s. 64-66

[266] Feridun Nafiz üzluk'a ait bu nakil için bkz. Bediüzzaman Fürûzanfer, Mevlânâ Celaleddin, çev. F. Nafiz özlük, İstanbul 1986, önsöz, s. VIII. Bu beyitin devamı şu şekildedir: "Biz birleştirmek için geldik, ayırmak için değil/Seviyoruz, işte hayatımızın güzeliiği bu yüzden."

[267] Halife Abdulhakim, "Mevlânâ Celaleddin Rumi", çev. Yusuf Ziya Cö­mert, İslâm Düşüncesi Tarihi, ed. M. M. Şerif, İstanbul 1991, III, 43

[268] N. Ahmed Asrar, "Pakistan ve Mevlana", Mevlana Güldestesi-V[, s. 62

[269] bkz. Ebu'l-Hasan en-Nedvî, İslâm Önderleri Tarihi, trc. Yusuf Karaca, is­tanbul 1992. I, 456 vd.

[270] Orijinal adı Târih-i Dauet-u Azimet olan ve Türkçe'ye İsiâm Önderleri Tarihi adıyla tercüme edilen bu kitapta bkz. I, 425-518

[271] trc. Mehmet Eminoğlu, Konya: Hizmet ktb. 3. bs.   1998

[272] Ebu'l-Hasan en-Nedvî, Duygu ve Düşüncede Tazelik: Hz. Mevlânâ (Ha­yatı ve Eserleri), trc. Mehmet Eminoğlu, Konya: Hizmet ktb. 3. bs. 1998, s. 69

[273] Nedvî, a,e., s. 70

[274] ftedvî, a.e-, s. 81

[275] bkz. Ebu'l-Hasan en-Nedvî, Gerçek Tasavvuf Ruhbanlık Değil Rabbânî-Iiktir, cev. İsmet Ersöz, Konya 1992, s. 64-75, 79-83

[276] Nedvî, a.g.e-, s. 72

[277] Nedvî, İslâm Önderleri Tarihi, I, 517

[278] Nedvî, a.g.e., i, 514

[279] a.e., s. 5İ5-5T6

[280] a.e., s. 516

[281] bkz. Cemal Kemal (Kemalov), "Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî ve Özbek Edebiyatı", uluslararası Mevlânâ Bilgi Şöleni, Bildiriler, Ankara 2000 s 309-312

[282] Radi Fiş, Hazım Hİkmet'in 1950'de Moskova'ya ayak bastığından ölü­müne kadar her an onunla birlikte olmuş bir kişi olarak, Mazım Hik-met'In yaşam serüvenini Nâzım'm Çilesi adlı kitabında ele almış ve 1968'de Moskova'da yayınlamıştır. Bu kitap 1969'da Gün Yayınları ara­sında Güneş Bozkaya çevirisiyle Türkçe olarak da neşredilmiştir. Radi Fiş'in Celaleddin Rumi adlı kitabı ise Moskova'da 1972'de yayımlan­mıştır. (Ş.K.)

[283] Cemal Kemal (Kemaiov), "Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî ve Özbek Edebi­yatı", uluslararası Mevlânâ Bilgi Şöleni, Bildiriler, Ankara 2000, s. 309-312

[284] Schimmel, Mevlânâ Celâleddin Rûmî'nin Şark ve Garpta Tesirleri, s. 13. Ayrıca bkz. Ahmet Kazım ürün, "Günümüz Arap Dünyasında Mevlânâ", Konya'dan Dünyaya Mevlânâ ve Mevlevîlik, Editör: Nuri Şimşekler, Kon­ya 2002, s. 301-304

[285] trc. Ali Hüsrevoğlu, Konya 1995, 24 s.

[286] M. Said Ramazan el-Bûtî, "Hazret-i Mevlânâ'da İslâm İle Hikmet Ara­sındaki Denge", Meviânâ GüIdestesi-5, Konya 1995, s.11-12

[287] Geniş bilgi için bkz. Feyzi Halıcı, "Japonya'da Mevlânâ Sevgisi", FHuri Şimşekler <ed.), Konya'dan Dünya'ya Mevlânâ ve Mevlevilik,    Konya 2002, s. 327-331

[288] Schimmel, Mevlânâ Celâleddîn Rûmî'nin Şark ve Garpta Tesirleri, s. 6

[289] Can, a.g.e-, s. 257

[290] Doğu memleketlerinin din, dil ve tarihlerini ve diğer bâzı hususları araş­tırıp tespite çalışan batılı İlim adamları. (Şarkiyatçılar; Müsteşrikler)

[291] Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, İstanbul 1994, s. 306

[292] Hasan Kamil Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, İstanbul 1998, s. 252

[293] The Letters of Sir William Jones, <ed. Garland Cannon), Oxf_ord: Cla-rendon 1970, s. 672, 735'den nakleden Safi Arpaguş, "Mevlana Cela-leddin Rumi'nin Eserleri üzerine Yapılan İngilizce Çalışmalar", Tasavvuf Dergisi, Mevlânâ Özel Sayısı, Ankara, Yıl: 6 (2005), Sayı: 14, s.777

[294] A Literary History of Persia, I], 515'den nakleden Safi Arpaguş, "Mev­lana Celaleddin Rumi'nin Eserleri Üzerine Yapılan İngilizce Çalışmalar", Tasavvuf Dergisi, Mevlânâ Özel Sayısı, Ankara, Yıl: 6 (2005), Sayı: 14, s.778

[295] Micholson'ın Mesnevi tercüme ve şerhi: The Mathnawi of Jelaluddİn Ru­mî, E. J. GibbMemorial, New Series, I-VIII, Londra, 1924-1940

[296] bkz. A. Reza Aresteh, Aşkta ve Yaratıcılıkta Yeniden Doğuş: Mevlana Celaleddİn Rumi'nin Kişilik Çözümlemesi, trc. Bekir Demirkoi, İbrahim Öidemir, Ankara 2000, s. 71

[297] R. A, Nİchoison, Mevlânâ Celâleddîn Rûmî, çev. Ayten Lermioğlu. İstan­bul ts., s. 25

[298] A. Nicholson, a.g.e., s. 10 (çevirenin notu); Schimmel, Mevlânâ Ce­lâleddîn Rûmî'nin Şark ve Garpta Tesirleri, s. 11

[299] Yakub Mughul, "Mevlânâ ve İkbal", Mevlânâ ve Yaşama Sevinci, haz. Feyzi Halıcı, Konya 1978, s. 241.

N. Ahmed Asrar'ın yaptığı alıntıda ise Arberry'nin şöyle dediği belirtil­mektedir: "...Bugün ise Avrupa'yı kurtaracak tek kişi İkbal ve onun eserleridir. İkbal, Rûmî'nin hakiki bir mürididir. O, Rûmî'nin öğretilerini modern düşüncenin ışığı altında dünyaya sunabilme yeteneğini göster­miştir." (N. Ahmed Asrar, "Muhammed İkbâl ve Mevlânâ Celâleddin Ru­mi", Selçuk üniversitesi 11. Milletlerarası Mevlânâ Kongresi Tebliğleri, Konya 1991, s. 146)

[300] Schimmel, a.g.e., s. 12

[301] Schimmel, a.g.e., s. 6

[302] Mehmet Önder, "Şairlerde Mevlânâ Sevgisi", 687. Yıldönümünde Mev­lânâ,  Konya 1960, s. 84; Mehmet Önder, Hazreti Mevlânâ, İstanbul 1972, s. 232; Asaf Halet Çelebi, Mevlânâ ve Mevlevîlik, İstanbul 2002, s. 73, 75

[303] bkz. Hilmi Yücebaş, Edebiyatımızda Mevlana, İstanbul: L&M yay. 2005, s. 15

[304] Eva de Vitray-Meyerovitch, İslâm'ın Güleryüzü, çev. Cemal Aydın, İs­tanbul 1998, s. 7

[305] Hayatı hakkında geniş bilgi için bkz. Eva de Vitray-Meyerovitch, İs­lâm'ın Güleryüzü, çev. Cemal Aydın, İstanbul 1998; Agâh Oktay Güner, "Hazreti Mevlânâ ve Havva Hanım", Türk Edebiyatı, Sayı: 200 (Haziran 1990), s. 31-33. Aynı makale için bkz. Vedat Genç, Mevlânâ İle İlgili Ya­zılardan Seçmeler, s. 168-173

[306] bkz. Konya'dan Dünyaya Mevlânâ ve Mevlevîlik, Editör: Nuri Şimşekler, Konya 2002, s. 55

[307] Bir Mevlânâ Hayranı: Eva de Vitray-Meyerovitch", Baharda Meram Dergisi, Yi!: 2 (2001), sayı: 7

[308] Eva de Vitray-Meyerovitch, "Mesnevî'de Nükleer Güç ve Atom", Nuri Şimşekler (ed.), Konya'dan Dünya'ya Mevlânâ ve Mevlevilik,    Konya 2002, s. 193

[309] Mehmet Bayraktar, "Semâ'da Anlatılanlar", Zafer Dergisi, Sayı: 132 (Aralık 1987), s. 40. Aynı makale İçin bkz. Vedat Genç, Mevlânâ İle İl­gili Yazılardan Seçmeler, İstanbul 1994, s. 46-48

[310] Eva de Vitray-Meyerovitch, a.g.e., s. 76-78; a. mlf.. Güneşin Şarkısı, çev. Cemaİ Aydın, İstanbul 2001, s. 23

[311] Mesnevî, VI, 4580. Konuyla ilgili diğer beyitler için bkz. Mesnevi, II, 1611, 1706; V, 3401-3402; VI, 36, 38, 50, 2900

[312] Eva de Vitray -Meye rovitch, a.g.e., s. 67; a. mlf., Güneşin Şarkısı, s. 22

[313] Bu konuda bkz. Ahmet Edip uysal, "Sema ve Mutrıb Heyetlerinin Ame­rika ve Avrupa'daki Etkileri, Bunların Türkiye'nin Yurtdışında Tanıtıl-masındaki Yeri", Mevlana (26 Bilim Adamının Mevlana Üzerine Araştır­maları), haz. Feyzi Halıcı, Konya 1983, s. 21

[314] Roger Garaudy İle Bir Söyleşi", Diyanet Avrupa Dergisi, Mayıs 2003

[315] bkz. Nuri Şimşekler (ed.), Konya'dan Dünya'ya Mevlânâ ve Mevlevilik, Konya 2002, s. 117

[316] Feyzi Halıcı, "Mevlânâ Dostları", Selçuk üniversitesi 1. Milli Mevlânâ Kongresi, Konya 1986, s. 103

[317] Mehmet Önder, "Mevlânâ'ya Hayran Üç Alman Şairi", Mevlânâ Sevgi­si, haz. Feyzi Halıcı, Konya 1981, s. 93

[318] Geschichte der Schönen Redekünste Persiens, Wİen 1818, s. 164'den nakleden A. Schimmel, Ben Rüzgarım Sen Ateş (Mevlânâ Celâleddin Rûmî: Büyük Mutasavvıfın Hayatı ve Eseri), çev. Senail Özkan, İstan­bul: Ötüken nşr. 1999. s. 8

[319] bkz. Can, a.g.e., s. 249

[320] Annemarie Schimmel, Aşk Mevlânâ ve Mistisizm, haz. Senail Özkan. İs­tanbul 2002. s. 35-36

[321] Hammer, İran Edebiyatı Tarihi, s.   163-198'den nakleden Schimmel, Mevlânâ Celâleddîn Rûmî'nin Şark ve Garpta Tesirleri, s. 6-7

[322] Mehmet Önder, "Mevlânâ Hayranı üç Alman Şair", Mevlânâ Sevgisi, Konya 1981, s. 93

[323] Nevit Oğuz Ergin, "Batı'da  Mevlânâ  Celaleddin  Rumî",  uluslararası Mevlânâ Bilgi Şöleni Bildirilen, Ankara 2000, s. 315-321. Ayrıca bkz. Can, a.g.e., s. 250; Milliyet Gazetesi, 15.12.2002

[324] Ergin, "Batı'da Mevlânâ Celaleddin Rumî", s. 316. Ayrıca bkz. Milliyet, 15.12.2002

[325] Hegel, Enzyklopaedie der Philosophischen Wissenschaften, Frankfurt 1986, III, 386. Konula ilgili olarak bkz. Naim Şahin, "Mevlana C. Rumi ve G. W. F. Hegel'de Aşk, Varlığın Birliği ve Ölüm Meselesi", Selçuk üniversitesi X. Milli Mevlana Kongresi, Tebliğleri, Konya 2002. s. 276; Schimmel, Tasavvufun Boyutları, s. 355

[326] Bu eser literatürde, "West-Östlicher Divan", "West-Östlichen Divan", "West-Eastern Divan". "Poems of the East and West" gibi adlarla da anılmaktadır.

[327] Önder, a.g.m., s. 93. Ancak Schimmel'in de dikkat çektiği üzere Goethe, mistik ruhu sevmediğinden olsa gerek, Mevlânâ'nın görüşlerini faydalı bulmadığını da belirtmiştir, (bkz. Schimmel, Aşk Mevlânâ ve Mistisizm, s. 28, 35-36) Schimmel bir başka yerde ise şöyle demektedir: "Goet-he'nin Doğu Batı Divanı'na Notlar ue Araştırmalar adlı eserinde Mevlânâ Celâleddîn hakkındaki hükmü, kendisinin, o zaman pek az tanınmış ter­cüme denemelerinden edindiği sağlıksız kanaat gereğince övücü olmak­tan pek uzaktır." (A. Schimmel, Ben Rüzgarım Sen Ateş, s. 8)

[328] bkz. West-Oest!icher Divan, "Hikmet-nameh" (Buch derSprüche). Me­tin ve tercüme için ayrıca bkz. Bayram Yılmaz, Goethe ve İslâmiyet, Konya 1991, s. 150-151

[329] bkz. a.e., "Tefkir-nameh" {Buch der Betrachtungen). Metin ve tercüme için ayrıca bkz. Yılmaz, a.g.e., s. 144-145

[330] Schimmel, Mevlânâ Celâleddîn Rûmî'nin Şark ve Garpta Tesirleri, s. 11

[331] Mehmet Önder, "Mevlânâ'ya Hayran üç Alman Şâiri", a.g.e., s. 94-95

[332] H. Ritter, "İlim Âleminde Mevlânâ". 687. Yıldönümünde Mevlânâ. Kon­ya 1960, s. 19

[333] Schimmel, Mevlânâ Celâîeddîn Rûmî'nin Şark ve Garpta Tesirleri, s. 3

[334] Annemarie Schimmel, Tasavvufun Boyutları, çev. Yaşar Keçeci, İstan­bul 2000, s. 354

[335] Schimmel, Mevlânâ Celâîeddîn Rûmî'nin Şark ve Garpta Tesirleri, s. 28

[336] S. Wolf Bahn, "Modern Batı Dünyasında Mevlânâ'nın Önemi", ulusla­rarası Mevlânâ Bilgi Şöieni Bildirileri, Ankara 2000, s. 469-472

[337] Kur'ân 50/17

[338] Mİhriban Özelsel, "Hz. Mevlânâ'nın Güncelliği", çev. Yılmaz Koç, Editör: Nuri Şimşekler, Konya'dan Dünya'ya Mevlânâ ve Mevlevilik, Konya 2002, s. 111-118

[339] Refi Cevat Cllunay, "Papa Hazretlerinin Mesajları", Milliyet Gazetesi, 23.12.1958. Ayrıca bkz. Hilmi Yücebaş, Edebiyatımızda Mevlana, İstan­bul: L&M Yayınlan, 2005, s. 5

[340] Türkiye'ye Aşk Mektupları", Hürriyet Gazetesi, 27.02.2001

[341] Ayrıca bkz. Zaman Gazetesi, 20.12.2000

[342] Zaman Cazetesi-Turkuaz, 24.08.2003

[343] İtalyan Semazenler Kilisede İslâm'ı Anlatıyor". Aksiyon, Sayr 525 27.12.2004

[344] Gabriele Mandei Khân, "Bir Klasik Operanın Öncüsü Mevlana Celaled-din Rumi", Selçuk Üniversitesi 3. Milli Mevlana Kongresi, Tebliğler Kon­ya 1989, s. 37-40

[345] Semih Sergen, "Karol Szymanovvsky'nin Mevlânâ Senfonisi", Selçuk Üniversitesi 5. Milli Meviânâ Kongresi (Tebliğler), Konya 1992, s. 13-15

[346] Çeviren: Mehmet Önder. bkz. Selçuk Üniversitesi 5. Milli Mevlânâ Kong­resi (Tebliğler), Konya 1992, s. 16-17

[347] Edit Tasnadi, "Macaristan'da Mevlânâ", uluslararası Mevlana Bilgi Şö­leni, Bildiriler, Ankara 2000, s. 350

[348] Edit Tasnadı, a.g.e., s. 347 vd.

[349] bkz. Mevlânâ'dan Altın Sözler, der. Ziya Elitez, İstanbul: Kozmik Kitap­lar, 2. bs. 2005, s. 138, 135

[350] İskender M, Şefikoğlu, "Yugoslavya'da Yaşayan Türk Şairlerinin Şiirle­rinde Mevlana", 1. Milletlerarası Mevlana Kongresi, Konya 1987, s. 249

[351] Yunanca aslından çeviren: Kriton Dinçmen, İstanbul: Scala yay. 2000

[352] Rusça'dan Çeviren: Mazlum Beyhan, İstanbul: Yon yay. 1990

[353] s. 5

[354] s. 5

[355] s. 5

[356] s. 233

[357] s. 233-234

[358] Nâzım Hikmet'in rubaisi şöyledir:

Bir gerçek âlemdi gördüğün ey Celâleddin, heyûlâ filân değil, uçsuz, bucaksız ue yaratılmadı, ressamı iiletı-ûlâ filân değil. Ve senin kızgın etinden kalan rubailerin en muhteşemi: Suret hemi zıllest..." filân diye başlayan değil...

[359] Erich Fromm, Rumi: The Persian, The Sufi, Rebirth in Love and Cre-ativİty (A. Reza Arasteh), önsöz, London 1974, s. IX. Bu eserin Türkçe çevirisi için bkz. Erich Fromm, Aşkta ve Yaratıcılıkta Yeniden Doğuş: Mevlânâ Celâleddîn Rûmî'nin Kişilik Çözümlemesi'ne önsöz, A. Reza Arasteh,   çev.   Bekir   Demirkol-İbrahim   özdemir,   Ankara:   Kitâbiyât, 2000, s. 8-9

[360] Erich Fromm, The Art of Loving, London 1963, pp. 30-31. Fromm, kaydettiği beyitlere kaynak olarak R. A. Nicholson'a ait Rumi adlı kiîa bı (London 1950, s. 122-123) krş. Erich Fromm, Sevme Sanatı, çev. Yurdanur Salman, İstanbul 1981, s. 40. Bu beyitlerin Türkçe çevirisinde, ;| Yurdanur Salman'ın kitaptaki çevirisi yerine, Veled İzbudak'ın çevirisi kaydedilmiştir, bkz. Mesnevi, III, 4393-4420

[361] S. Hüseyin Nasr, Tasavvufi Makaleler, çev. Sadık Kılıç, İstanbul 2002, s. 200-201

[362] S. Hüseyin Nasr, "Tahran üniversitesi'nde Mevlânâ Konferansı", Name-i Aşina Dergisi, Yıl: 5 (2003), Sayı: 13-14

[363] S. Hüseyin Nasr'dan nakieden Ebu'l Hasan Halaç Münferİd, "Doğu ve Batı Medeniyetleri Arasında Dostluk ve Barış Elçisi", Name-i Aşina Der­gisi, Yıl: 5 (2003), Sayı: 13-14

[364] Wiliiam Chittick, Tasavvuf, çev. Turan Koç, İstanbul 2003, s. 144

[365] Wilîiam Chittick, "Rumi ve Mevlevilik", çev. Safî Arpaguş, Tasavvuf Der­gisi, Mevlânâ Özel Sayısı, Ankara, Yıl: 6 (2005), Sayı: 14, s. 709

[366] Lynn Wilcox, Sufizm ve Psikoloji, çev. Orhan Düz, İstanbul: İnsan yay. 2001, s, 25

[367] Wilcox, a.g.e., s. 226

[368] Tüm İnsanlar Allah'ı Arıyor", Altınoluk Dergisi, Sayı: 212 (Ekim 2003) "Dünya starlarının Mevlânâ danışmanı", Sabah-Günaydın, 22.08.2004

[369] Mevlânâ'yı dünyaya tanıttık, şimdi sıra Türkiye'ye geldi", Zaman Gaze­tesi, 29.08.2004, s. 15

[370] Tarihin ilk psikanalizi Mevlânâ'dan", Milliyet Gazetesi, 09.02.1998

[371] bkz. "Mevlânâ, nasıl ABD'nİn bir numaralı şairi oldu?", Altınoluk Der­gisi, Sayı: 214 (Aralık 2003), s. 14-16; Nuri Şimşekler (ed.), Konya'dan Dünya'ya Mevlânâ ve Mevlevilik,   Konya 2002, s. 317

[372] Hz. Mevlânâ'nın ışığı Kuzey Amerika'yı aydınlatıyor", Zaman Gazete­si, 17.12.2002

[373] bkz. "Mevlânâ rüzgarı Amerika'yı sardı", Akşam Gazetesi, 24.12.2001; "Mevlânâ Madonna'nın ilham kaynağı", Hürriyet Gazetesi, 29.12.2001; "Dünyada esen  Mevlânâ fırtınası", Millîyet-Pazar,  24.04.2002;  "Hz. Mevlânâ'nın   ışığı Kuzey Amerika'yı  aydınlatıyor", Zaman Gazetesi, 17.12.2002; "Mevlânâ'yı dünyaya tanıttık, şimdi sıra Türkiye'ye geldi", Zaman Gazetesi, 29.08.2004, s. 15

[374] Bu konuda bkz. Ahmet Edip uysal, "Sema ve Mutrıb Heyetlerinin Ame­rika ve Avrupa'daki Etkileri, Bunların Türkiye'nin Yurtdışında Tanıtıl-masındaki Yeri", Mevlana (26 Bilim Adamının Mevlana üzerine Araştır­maları), haz. Feyzi Halıcı, Konya 1983, s. 23

[375] bkz. "Paulo Coelho İran'da", Milliyet, 11.7.2000

[376] bkz. "700 Yıl Sonra", Altınoluk Dergisi, Sayı: 214 (Aralık 2003), s. 10

[377] Mevlânâ, Mecâlis-i Seb'a, çev. Abdülbaki Gölpınarlı, Konya 1965, s. 43

[378] 278 Ahmed Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, çev. Tahsin Yazıcı, İstanbul 1995, II, "156; Molla Câmî, Nefehatü'1-üns, trc. Lamii Çelebi, İstanbul 1289, s. 519; Bediüzzaman Fürûzanfer, Mevlânâ Celâleddin, s.152


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar