MEVLÂNÂ NEFESİ
Hazırlayan:
Şaban Karaköse
Önsöz
Mevlânâ Ceiâleddîn-i
Rûmî (30 Eylül
1207-17 Aralık 1273), bir insân-ı kâmil, âşık bir arif ve âlimdir.
Elinizdeki
kitapta, "evrensel İslâm'ın vizyonu" ve "modern İnsanın tiryakı
(panzehiri, baş ilacı)" olarak takdim edebileceğimiz Hz. Mevlânâ'nın,
yaşadığı dönemden günümüze kadar etkilediği meşhur insanlara ve onların
MevJânâ ve başta Mesnevî'si olmak üzere-eserieri hakkındaki görüşlerine yer
verildi.
Keşke
sevdiğimi seose kamu halk-ı cihan Sözümüz cümle heman kıssa-i canan olsa" beyit
tezahür etmiş gibi, çalışmamız bir yönüyle "Mevlânâ Medh ü Sena
Antoiojisr'ne dönüştü. Bu antolojiyi oluştururken mümkün mertebe, zaten Mevlevi
olarak bilinenlerden ve sair mutasavvıflardan ziyade, alan-dışı diğer
İnsanlardan dikkatimizi çekenler tercih edildi.
Hayret,
hayranlık ve muhabbeti muciptir ki Mevlânâ, onu anlama ve tanıtmadaki
zafiyetlere, türlü çarpıtma ve karalamalara rağmen; âlimi, filozofu,
siyasetçisi, mistiği, şairi, edebiyatçısı, müzisyeni, sanatçısı, tarihçisi,
akademisyeni, hekimi, psikiyatrı vs. ile her çeşit ırk, millet, din, mezhep,
İdeoloji, sosyal statü ve rolden insana nüfuz etmiş, nefesini ulaştırmıştır ve
bu mucize hâlen devam etmektedir.
Çalışmamız
iki ana bölümden oluşmaktadır:
Birinci
bölümde; ana hatlarıyla Hz. Mevlânâ'nın biyografisine, Meviânâ'nın cazibe ve
etki kaynağı oluşunun sebeplerine, bu cazibe ve etkiyi uyandıran mesajlarından
örnek mısra ve satırlara yer verildi.
İkinci
bölümde ise; tarih boyunca Hz. Mevlânâ'nın Anadolu'da, Doğu'da ve Batı'da
etkisi incelendi ve etkilediği yüzü aşkın meşhur insanın görüşleri, -vefat ve
doğum yıllan sırasına göre kaydedildi.
Hz.
Mevlânâ'ya olan sevgi ve hürmetimizin bir izhar ve ilanı olması; insanların O'na
ve eserlerine ulaşmasında dikkatleri çeken bir işaret rolü üstlenmesi
niyetiyle zuhur eden bu kitabın, zamanla O'nu tanıyacak yeni kişiler,
ulaşılacak yeni bilgi ve belgeler sayesinde daha da zenginleşeceğini ümit
ediyoruz.
Konumuzla
ilgili olarak kayıt altına alınmış herhangi bir görüşüne ulaşamadığımız ya da
dikkatimizden kaçtığı için kendilerine yer veremediğimiz insanlardan;
görüşlerini tespit edip naklettiğimiz halde hatâ ve noksanlık vuku bulanlardan
af ve hoşgörü nazarıyla bakmalarını diliyoruz. Kaynak teminine yardımcı olan
ve çalışmanın yayınlanması hususunda bizleri teşvik eden bütün dostlarımıza
müteşekkiriz.
Şaban
Karaköse 17.11.2005, Yenibosna
I. BÖLÜM
HZ. MEVLÂNÂ'NIN HAYATI
Mevlânâ'nın
asıl ismi Muhammed, lakabı ise Celâleddîn'dir.
Eskiden
"Diyâr-ı Rûm" denilen Anadolu topraklarında, Konya'da yaşayıp vefat
etmesi, şahsiyetini orada kazanması ve şöhret bulması sebebiyle
"Rûmî" (Anadolulu) nisbesi ile anılır.
Mev!â-nâ"
'efendi-miz' demektir ve hürmet maksadıyla ulemâ için kullanılırdı. Şeyh
Sadreddîn Konevî'nin (Ö.1274), sohbetleri esnasında ona "Mevlânâ"
şeklinde hitap etmesinin, onun Mevlânâ lakab-ı âlisiyle şöhret bulmasına sebep
olduğu da kaydedilmiştir.
"Hüdâvendigâr",
"Hünkâr Hazret-i Mevlânâ Mevlevi Şeyh Mollâ-yı Rûmî Rûmî" ve
"Hazret-i Pir" lâkab ve unvanları da onun için kullanılmıştır.
Hazret-i Meolânâ ve Hazret-i Fır saygı hitapları, Mevlevi çevrelerinde ve Anadolu'da
daha çok tercih edilmiştir. Bugün İran ve Pakistan'da Mevlevi, Batı'da Rûmî
lakapları, onu anmak için öncelikle kullanılmaktadır.
Babasının
adı Muhammed Bahâeddîn Veled'dİr. Babası SuItânü'I-ülemâ lakabıyla meşhurdur.
Annesi ise Belh emîri Rüknüddîn'in kızı Prenses Mü'mine Hâtun'dur. Mevlânâ
bugün Afganistan sınırları içerisinde yer alan Belh şehrinde doğdu. Belh şehri,
köklü bir tasavvuf! geleneğe sahip coğrafyalardan
biriydi.
Doğum târihi, oğlu Sultan Veled'in Divân'ınin sonundaki bir kayıta göre 6
Rebîülevvef 604 (30 Eylül 1207)'dir. Ancak araştırmacılar, onun doğum tarihini
597/1200'lü, hatta daha önceki yıllara kadar götürmektedirler.
Mevlânâ'nın
hayatını esasen 4 döneme ayırmak mümkündür:
1- Babasının Ölümüne
Kadar Olan Dönem (1207-1231)
Çocukluğunun
ilk yıllarını doğduğu şehirde geçiren Mevlânâ, Hanefî bir âlim ve sûfî olan
babasının, sultanla arasında vuku bulan inanç ve fikir ayrılıkları yüzünden,
maiyetinde akraba ve müridlerinden oluşan büyük bir kalabalık olduğu halde
Belh'ten göç etmesi sebebiyle (1212?), ilmî ve fikrî hayatında önemli izler
bırakan ve Konya'da sona eren uzun bir seyahat gerçekleştirir.
Bu
seyahat esnasında, Nişâbur'da ünlü sûfî Ferîdüddîn Attâr'ın (Ö.1230) iltifatına
mahzar olan ve ondan Esrârnâme 10 adlı eserini hediye alan Mevlânâ, yorucu ve
uzun göç boyunca uğradıkları her yerde babasına gösterilen iigi, saygı ve
yakınlık dolayısıyla, aralarında Avârifü'l-Maârif sahibi Ebû Hafs Ömer
Sühreverdî'nin (Ö.632/1234) de bulunduğu, İktidar ve ilmiye sınıfından devrin
ileri gelen pek çok şahsiyeti ile tanışma fırsatı bulmuştur. Bahâüddîn Veled'e
ilgi öylesine büyüktü ki, konaklanan her şehirde sultanlar kendisini ağirlamak
için araya hatırı sayılır kişileri elçi olarak koyuyorlardı. Fakat o her
zaman, bir medresede konaklamayı tercih etmiştir.
Kervan
her şehirde bir müddet konaklamak kaydıyla, Ni-şâbur'dan sonra Bağdat, Küfe,
Mekke, Medine, Kudüs, Şam, Halep, Malatya, Erzincan, Sivas, Kayseri, Niğde
güzergâhını takip ederek Lârende'ye (Karaman'a) ulaşır (1221).
Erzincan'da iken,
Sühreverdiyye'den Evhâdüddîn Kirmânî (Ö.1237) ve Necmüddîn Kübrâ'nm
halîfelerinden Sâdüddîn Hamevî (Ö.1252) ile de görüşülür. Mevlânâ bu suretle,
babasının nezareti altında ve onun izini takip ederek hakîkî ve fikrî bir
seyahat âlemi yaşamış, İslâm medeniyetinin o zamanki en canlı fikir
merkezlerini gezerek şahsiyetini kazanmıştır.
Mevlânâ,
Lârende'de yedi yıl kaldı. Hayatının kederli ve sevinçli ilk önemli olaylarını
bu şehirde yaşadı. 1225 yılında, babasının müridterinden Lala Şerefüddîn
Semerkandî'nin kızı Gevher Hatun ile evlendi. Kısa bir müddet sonra annesi
vefat etti. Onun vefatını, ağabeyi Alâeddin Muhammed'in vefatı izledi. Bir
süre geçince de kayınvalidesi vefat etti. Aileyi kedere boğan bu üzücü
olayların ardından Mevlânâ'nın iki oğlu oldu. İlk oğluna (Sultan Veled)
babasının, ikinci oğluna da (Alâeddin Çelebi) ağabeyinin ismini verdi.
Âile,
yedi yıl kaldıkları Lârende'den, Selçuklu hükümdarı Alâeddîn Keykûbâd'ın
(Ö.1236) ısrarlı daveti üzerine Konya'ya göçtü. Konya'ya geleli iki yıl
olmuştu ki babası Sultâ-nü'1-Cliemâ hayata gözlerini yumdu (1231).
2- Babasının Ölümünden, Şems-İ
Tebrîzî İle Konya'daki Karşılaşmasına Kadar Olan Dönem (1231-1244)
Medresenin
ve dergâhın bütün yükü omuzlarına binen ve babasının ölümüyle içinde büyük bir
boşluk hisseden Mevlânâ'nın yardımına, babasının önde gelen müridlerinden ve
şeyhini ziyaret maksadıyia Konya'ya gelen Seyyid Burhâneddîn Muhakkık-ı
Tirmizî yetişti. Kübrevî tarikatına mensup olan Seyyid Burhâneddîn, babasından
sonra Mevlânâ'ya mürşidlik yapan ve onun ilmî ve tasavvufî yönden yetişmesinde
önemli rol oynayan ilk kişidir.
Mevlânâ,
mürşidinin isteği üzerine, ilim tahsîl etmek üzere önce Halep Hâleviyye
Medresesi'ne, sonra da Şam Makdemiy-ye Medresesi'ne gitti. Oralarda altı yıl
kadar (iki yıl Halep'te, dört yıl Şam'da), devrin ileri gelen hocalarından
ilim, bilhassa tefsîr, hadîs ve fıkıh tahsil etti. Bu sıralarda Şam'da ikamet
etmekte olan Muhyiddîn İbnu'I-Arabî (Ö.1240) ve Sadreddîn Konevî (Ö.1274) ile
de görüştü. Mevlânâ'nın Halep ve Şam'dan Konya'ya dinî ilimler ile mücehhez bir
şekiide dönüşünden kısa bir süre sonra Seyyid Burhâneddîn vefat etti (1241).
Kendi
döneminin önde gelen Hanefî âlimleri arasında yer alan Mevlânâ, babasından
olduğu kadar Seyyid Burhâned-dîn'den de tamamıyla zâhidâne telakkîler almış;
ondan, Gaz zâlî'den mülhem olan Ehl-i Sünnet akîdesine bağlı bir tasavvuf
öğrenmişti.
Onun
ölümünden sonra Mevlânâ bir taraftan medresede tedris ile meşgul oluyor, diğer
taraftan da müridleri irşad etmeye çalışıyordu. İşte tam bu sıralarda
Mevlânâ'nın hayatında büyük değişiklik yapan bir hadise oldu. Konya'ya Şems-i
Tebrîzî Şemseddîn Muhammed b. Ali et-Tebrîzî isimli bir şahıs geidi (1244).
Ders ile meşgul olan, büyük bilgin, tam bir zâhid ve temkin ehli bir sûfî olan
Mevlânâ'yı bu garip zât kendinden geçirdi, aşk denizine attı ve coşkun bir Hak
âşığı yapıverdi.
3- Şems'in Ölümüne
(Tamamen Kaybolmasına) Kadar Olan Dönem (1244-1247)
Şems,
âlim olmakla beraber şiddetli ruhanî bir cezbenin tesiri altında bulunmaktaydı.
Mevlânâ'yı dolu ve yanmaya hazırlanmış bir lamba gibi telakki eden kimseler,
Şems'in mevkiini de bir kibritin yaptığı işe benzetirler. Asıl yanan ve nurlanan
Mevlânâ idi. Onu uyandırmak ve ziya saçar bir hale getirmek için bir kibrit
lazımdı ki bunu da Şems yaptı. Başka bir görüşle: Şems Mevlânâ'yı ateşledi, fakat öyle bir infilak
karşısında kaldı ki onun alevleri içinde kendisi de yandı.
Şems
ile karşılaştıktan sonra Mevlânâ'nın hayatına tamamıyla o yön vermeye başladı.
İki Hak âşığı halvete çekiliyorlar ve Hakk'i anlamada birbirlerine ayna
oluyorlardı. Mevlânâ kendisini tamamen Şems'in sohbetine verdi, onda adetâ kendisini
kaybetti. Artık medreseye, dergâha çıkmaz oldu. Aslında Şems de Mevlânâ ile
talebelerinin ve müridlerinin buluşmaması için elinden gelen gayreti sarf
ediyordu. Ne var ki bu durum Mevlânâ'nın etrafındakilerin hiç de hoşuna
gitmedi. İnsanlar arasında Şems'e karşı haset, kin ve nefret başladı. Belli
bir zaman sonra dedikodular ve eleştiriler açıktan açığa yapılmaya başlandı.
Şems, işin çığırından çıktığını, herkesin kendisine düşman olduğunu görünce,
bir gün ansızın ortadan kayboluverdi (1246).
Şems'in
ayrılışına Mevlânâ çok üzüldü. Dîvâneler gibi gazeller söylüyor, yüreğindeki
ayrılık acısını dile getiriyordu. Et-rafındakilerle İlgilenmesi bir yana, Şems
zamanındaki hâli de kayboldu. Hatta Şems'in gidişine sebep olanlara kızgın ve
kırgındı. Onların yüzüne bile bakmıyordu.
Şems'in
Şam'da olduğunu öğrenince Meviânâ, oğlu Sultan Veled'i, hediyelerle birlikte
ona elçi olarak gönderdi. Şems Konya'ya tekrar geldi Mayıs 1247. Mevlânâ adetâ
bayram etti. Kırgın olduğu kimseleri bağışladı. Eski günlerdeki coşkun haline
döndü. Fakat çok geçmeden, aralarında oğlu Alâeddin Çelebi'nin de olduğu bir
grup, Şems'e karşı eski davranışlarını tekrar sergilemeye, onu ve Mevlânâ'yı
üzmeye başladılar. Sonunda Şems ortadan büsbütün kayboldu; veya öldürüldü
(Aralık 1247). Mevlânâ onu her yerde aradı, hatta Şam'a bile gitti, ama nafile.
Ahmed
Eflâkî'nin Menâkıbü'l-Ârifin'âe kaydettiği bir rivayete bakılırsa; düşmanları
Şems'i öldürdükten sonra bir kuyuya attı. Sultan Veled onu rüyasında görerek
buradan çıkartıp teçhiz ve tekfin ettikten sonra, yine Tebrizli mimar Emîr Bedreddîn'in
binası olan türbenin yanına defnettirdi, Mevlânâ, ıstırabının şiddetinden,
yalnız başına bahçede dolaştı ve cenaze merasiminde bulunmadı. Âdeta Şems'in
öldüğüne inanmaktan kaçındı. Mevlânâ, oğlu Alâeddîn Çelebi'ye karşı bu yüzden
şiddetli nefret duydu. Alâeddîn çok geçmeden şiddetli bir humma neticesinde
vefat etti.
4- Şems'in Ölümünden
Sonraki Dönem (1247-1273)
Artık
Mevlânâ gece gündüz semâ ediyor, gazeller, şiirler söylüyordu. Ağlayışı ve
feryadı herkesi yürekten yaralıyordu. Şems'i gönül dünyasında arıyordu. Nitekim
onu orada buldu da... Bundan sonra kendini ilim tedrisine ve irşada verdi. Bir
yandan da gönlü bir dost arayışı içerisindeydi.
Mevlânâ'nın
can aynası olarak bulduğu diğer bir kişi Konyalı Selâhaddîn-i Zerkûbî oldu.
(Kuyumcu, altın dövücü Selâ-haddîn). Aslında Kuyumcu Selâhaddîn, Seyyid
Burhâned-dîn'in dervişi idi ve okuma-yazması yoktu. Fakat Mevlânâ'nın
coşkunluğu onunla tatlı bir sükûnete erdi, gönül dünyâsı onunla huzuru
yakaladı. Artık semâ meclisleri zevk ve neşe ile kuruluyor, günler birer düğün
havasında geçiyordu. Mevlânâ bütün gönlüyle ona yöneldi. Onunla iki bedende
yaşayan bir can gibi yakınlaştıîar. Onu, yerine halîfe ve şeyh îlân etti.
Mü-ridlerin irşadını ona havale etti. On yıl kadar süren mutlu bir
dostluğun ardından,
Selâhaddîn-i Zerkûbî de Hakk'ın rahmetine kavuştu (1258).
Mevlânâ,
daha sonra "kendisine içindeki nur hazînelerini keşfettiren" Çelebi
Hüsâmeddîn b. Muhammed b. Hasan'ı (Ö.1284) dost, hemdem, yâr ve halîfe seçti.
Hüsâmeddîn Çelebi, mensupları Âhî şeyhliği yapmış bir sülâleden geliyordu. Bu
ahbablık ve sohbet on yıl kadar sürdü. Bu on yılın en güzel meyvesi ise
Mesnevî oldu. Gönüldaşı ve halîfesinin ricası üzerine Mevlânâ Mesnevî
beyitlerini söylemeye başladı ve böylece muhteşem bir edebiyat ve tasavvuf
klasiği olan Mesnevî telif edildi.
Üzün
ve yorucu bir hayâtın ardından ansızın ateşli bir hastalığın pençesine düşen
Mevlânâ, dostlarının bütün tedâvî çabalarına rağmen hastalıktan kurtulamadı ve
5 Cemâziyelâhir 672 (17 Aralık I273)'de vefat ederek Sevgilisine kavuştu.
Cenaze
alayında Sadreddîn Konevî -ki Mevlânâ'nın vasiyetine rağmen, kendinden geçmesi
sebebiyle cenaze namazını kıldıramadı-, Selçuklu veziri Muinüddîn Pervane,
bütün Selçuklu emirleri, müderrisler, talebeler, her dinden ve mezhepten
insan bulundu. Oğlu Sultan Veled'in İbtidânâme'sine kaydettiğine göre, sadece
Müslümanlar değil Hıristiyanlar ve Musevîler de bu vefattan son derece üzüntü
içindeydiler.
Mevlânâ'nın
cenazesi Konya'da, babasının ve Selâhaddîn-i Zerkûbî'nin de defnedildiği yere
defnedildi. Sultan Veled zamanında sandukanın üzerine bir türbe yaptırıldı.
Mevlânâ'nın
sevenleri, onun bir gazelinde de belirttiği üzere, vefat gecesinin bir ayrılık
gecesi değil, bir visal gecesi olduğunu söylediler. Bunun İçin de o geceye
Şeb-i Arûs (Düğün gecesi) adını verdiler ve âyinlerle ihya ettiler.
İki
oğlunun annesi Gevher Hâtûn Öldükten sonra Kira Hâtûn isminde dul bir kadınla
evlenmiş olan Mevlânâ'nın, bu hanımından da Emir Âlim Çelebi isminde bir oğlu
ve Melike Hâtûn isminde bir kız çocuğu olmuş, fakat Emîr Alim Çelebi pek genç
yaşta iken vefat etmiştir. Mevlânâ'nın vefatında ancak oğlu Sultân Veled ile
kızı Melike Hâtûn sağdı.
Hz.
Mevlânâ'nın yazılı eserleri şunlardır:
1- Mesnevi,
2- Dîvân-ı Kebîr,
3- Fihi Mâ Fîh,
4- Mecâlis-i Seb'a,
5- Mektuplar. Eserlerinin orijinal dili Farsça'dır.
Mevlânâ
ve Mevlevîlikle ilgili Türkçe en geniş neşriyat Abdülbâkî Gölpınarlı (Ö.1982)
ve Şefik Çan'a (Ö.2005) aittir.
Esasen
Mevlânâ, Mevlevîliğin şimdiki âyin ve kaidelerini vazT ve Mevlevîliği bir
tarikat hâlinde tesis etmemişti. O böyle kayıtlardan tamamıyla uzak bir zâttı.
Semâ etmesi dahi vecd ve hâl neticesiydi. Manevî terakkinin vasıtası ise aşk ve
sohbetten ibaretti. Onun fikirlerinin intişârında ve tarikatının sistemleşmesinde
oğlu Sultan Veled'in (623-712/1226-1312) payı büyüktür.
MEVLÂNÂ'NIN CAZİBE VE ETKİSİ
Yaşadığı
dönemde "her mezhep erbabı tarafından övülen; her tayfanın, herkesin
makbulü olan [1] Hz. Mevlânâ, vefatı
sonrası için şöyle demiştir:
"Bizden
sonra Mesnevi şeyhlik edecek ve arayanlara doğru yolu gösterecek; onları
yönetecek ve onlara önderlik edecektir. [2]
"Bu manâ [Mesnevi], güneşin doğduğu yerden, battığı yere kadar bütün
dünyayı kaplayacaktır. Hiçbir mahfil veya meclis olmayacak ki orada bu sözler
okunmuş olmasın. Hatta o dereceye kadar ki, mabetlerde, zevk ve safa yerlerinde
okunacak, bütün milletler bu sözlerle süslenecek ve onlardan faydalanacaktır.[3]
Hakikaten,
Mevlânâ'nın vefatından sonra onun fikirleri, çeşitli coğrafyalarda kurulan
toplam 129 Mevlevihane [4] aracılığıyla
yaşatılmış ve yaygınlaştırılmıştır. Bu Mevlevîhânelerin 50'den fazlası Türkiye
sınırları dışında; Kuzey Kıbrıs, Yunanistan, Bulgaristan, Arnavutluk,
Yugoslavya, Bosna-Hersek. Macaristan, Suriye, Irak, İran, Suudi Arabistan,
Mısır ve Libya'da Kurulmuş; [5]
buralarda Mesnevî okunmuş, semâ âyini icra edilmiştir, üstelik Mesnevî ve
semâ. günümüzde artık -halihazırda resmen kapalı olan- Mevlevihane sınırlarını
da aşmış, dinlence ve eğlence mekanlarına kadar girmiştir (ki bu gelişmeler
maalesef onların ruhundan uzaklaştırılarak gösteriye dönüştürülme ve tüketim
malzemesi olarak kullanılma tehlikesini doğurmuştur).
XVIII.
yüzyılın sonuna kadar Avrupa'da hakkında pek bir şey bilinmemesine rağmen,
bugün artık Batı'da en çok tanınan, entelektüel çevreleri en çok cezbeden ve
ihtidalarına vesile olan sûfi-şâir yine Mevlânâ'dır.
İki
binli yıllarda Mevlânâ Müzesi'ni yılda bir milyonu hayli aşkın insan ziyaret
etmektedir. Bunun % 15-25'i yabancıdır. Yabancı ziyaretçiler şu ülke
uyrukludur: İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Amerika, İspanya, Japonya,
Çekoslovakya, Yunanistan, Rusya. [6]
Hayatın
anlamını arayış sürecinde ve yaşadıkları hâdiseler karşısında ruhtan ızdırab
çeken, aklu fikri acziyete düşen, şekilperestlikten bıkan, umut dilencisi olan
insanları etkilemeye devam eden Mevlânâ'nın, tarih boyunca süregelen bu cazibe
ve etkisinin sebeplerini anlayabilme sadedinde şunlar söylenebilir:
Yeni Bir Duyumsayış Ve
Anlayış
Hiçbir
velî, yeni bir şeriat getirmez. Ancak Kur'ân ve hadisle ilgili yeni bir
anlayış getirir.[7] denilmiştir. Hz. Mevlânâ
da,
Kendine
gel, yepyeni bir söz söyle de dünya yenilensin! Sözün öylesine bir söz olmalı
ki dünyanın da sınırını aşmalı. Sınır nedir, ölçü ne?, bilmemeli! [8]
Dünle
beraber gitti cancağızım, ne kadar söz varsa düne ait. Şimdi yeni şeyler
söylemek lazım. [9]
Manifestosuyla,
İslâm ve insan hayatına, yüzyıllar karşısında eskimeyecek evrensel bir yorum
getirdiğini ilan etmiştir. Nitekim onun hakkında Molla Camı (Ö.1492), Şeyh
Gâlib (Ö.1799) ve İkbâl'in (Ö.1938) ortak övgüsü olan, "O bir peygamber
değil, ama kitabı [Mesnevi] var." sözü de bu hususu çarpıcı bir şekilde
ifade etmektedir.
Cana Yakın, Candan İçeri Allah
Hz.
Mevlânâ; fıkıh, kelâm ve felsefe dilinin insanlığa bahsettiği "soğuk
yüzlü ve mesafeli" Allah yerine, "cana yakın, hatta candan
içeri" Allah'ı tanıtmaktadır. O, müşahede ettiği Allah'ı "tenzîh"
ile değil, "tecellî" ve tezahür" ile açıklamaktadır. Nitekim
Yüce Allah, Kur'ân'da, "Yemin olsun ki; insanı Biz yarattık. Onun için,
nefsinin kendisine neler fısıldadığını, neler telkin ettiğini de Biz pek iyi
biliriz. Çünkü Biz ona şahdamarından daha yakınız. [10]
buyurmuştur.
Yaratılmışlara Hakk'm Nazarıyla
Bakış
Hz.
Mevlânâ. iç âlemine dönük (enfüsi) yolculuğunda "nefsini bilen Rabbini
bilir" sırrına ermiş, dış âlemde (âfâk'ta) ise kesrette vahdeti [11]
müşahede etmiştir. Yaratîlmıslara halkın nazarıyla değil, Hakk'ın nazarıyla
bakabilmiştir. [12]
Mevlânâ,
dünya hayatmdaki (insanlarda, inanç ve düşüncelerde görülen) farklılık ve
zıtlıkların hakikatini, ilâhî maksatları, varlık hikmetlerini kavramış; onları
birer kaos ve çatışma ' sebebi olarak görmemiştir. Böylesi bir nazarla Mevlânâ,
Tanrı'nm
yarattığı hiçbir şey abes değildir. [13]
Yaratıktan
şikayet, Yaratan'dan şikayettir. derken; Yunus Emre, aynı hususu şu mısralarla
dile getirmiştir: [14]
Hakk'ı
gerçek sevenlere Cümle âlem kardeş gelir. [15]
Cümle
yaratılmışa bir göz ile bakmayan Halka müderris ise, hakikatte asidir.[16]
Yaratılanı
hoş gördük Yaratan'dan ötürü."
Nitekim
Kur'ân âyetleri böylesi bir anlayışa işaret etmekte, ona ilham vermektedir:
Dinde
zorlama yoktur. Artık doğru ile yanlış, birbirinden ayrılmıştır.[17]
Şayet
Allah dileseydi onların hepsini elbette doğru yol üzerinde toplardı. O halde
sen sakın bunu bilmeyenlerden, fevri davrananlardan olma. [18]
Eğer
Senin Rabbin dileseydi, dünyada ne kadar insan varsa hepsi imana gelirdi. Ama
bunu irade etmedi. Şimdi sen mi, imana gelsinler diye insanları
zorlayacaksın?"
Eğer
Rabbin dileseydi bütün insanları hakta ittifak eden bir tek ümmet yapardı.
Fakat O bunu irade etmediğinden ittifak etmemişlerdir ve işte böylece ihtilaf
eder vaziyette devam edeceklerdir. [19]
Mevlânâ'ya
göre, "eşref-i mahlukat" insan başta olmak üzere her varlık, Allah'ın
İsim ve sıfatlarının tecellî ve tezahür ettiği birer aynadır. Her bir
Âdem-oğlunda; mü'minde, kâfirde, ateşe tapanda, putperestte, günahkârda aynı
"ilâhî cevher", yani "bezm-i elest sözleşmesi [20]
"ruh [21] ve "fıtrat [22]
vardır.
Mevlânâ,
"Biz birleştirmek için geldik, ayırmak İçin değil [23]
demekte; buna binaen dünya hayatındaki kaosun, ayrışma ve çatışmanın temel
sebebi olan zahirî (şeklî ve yüzeysel) farklılıklara vurgu yapmamakta, böylece
ayrışma ve çatışmayı körüklememektedir. O, görünüşteki farklılık ve zıtlıkların
hakikatlerine, var ediliş hikmetlerine, "öz"lerindeki ortak ilâhî
cevhere dikkatleri çekmektedir.
Evrensel Bir Söylem
Pergel
gibi bir ayağımla şeriatta sağlamca durduğum halde, diğer ayağımla yetmiş iki
milleti dolaşıyorum.[24]
diyen Hz. Mevlânâ, bu ruhsal ve düşünsel yolculuğunda evrensel bir
bakış açısı kazanmış;
"Yetmiş iki millet kendi sırrını bizden dinler. Biz, bir perde ile
yüzlerce ses çıkaran bir ney gibiyiz.[25]
sözüyle işaret ettiği üzere, evrensel bir dinsel-ruhsal dil geliştirmiştir.
Onun
gönül dili; kaotik, içine kapanık, bağnaz, önyargılı, kusur bulucu, ayrıştırıp
çalıştırıcı, "öteki" ile bir arada bulunmaktan ve iletişim kurmaktan
korkutucu değildir. Bilakis; sevgi, sempati, empati, hoşgörü ve estetik İle
yoğrulmuştur. Samimi, iletişime açık, ümit bahşedici, ortak unsurları hatırlatan,
birleştirici, güzelliklere ayarlı, pozitif bir gönül dilidir. [26] Nitekim
O şöyle demiştir: "Tapımızda (yolumuzda) riyazât yok; ı burada hep lütuf
var, bağış var. Hep sevgi, hep gönül alış, hep aşk, hep huzur var burada. [27]
Mevlânâ,
insanların dünyadaki anlam arayışlarına cevap vermektedir. Onlara şeriatı,
kulluk görevlerini sıralamaktan i Önce, "var ediliş hikmetlerini
hatırlatmaktadır.
Onun
dindilini şu âyetlerin ışığında anlamlandırmak mümkündür:
Bütün
insanlığı hikmetle ve güzel öğütle Rabbinin yoluna çağır; ve onlarla en güzel,
en inandırıcı yöntemlerle tartış.[28]
De
ki: Ey kendi aleyhlerine haddi aşmış kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin.
Çünkü Allah, (tevbe edilirse) bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok
bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir. [29]
Bütün
bunlara binaendir ki Hz. Mevlânâ şöyle seslenmiştir insanlığa:
Yine
gel, yine get, her ne olursan ol yine gel İster kâfir, ateşe tapan, putperest
ol yine gel Bizim bu dergahımız ümitsizlik dergâhı değildir Yüz defa tövbeni
bozmuş olsan da yine gel. [30]
Akıl Ve Ruh Sağlığı
Bozulanlar İçin Tiryak
Türkiye'de
gerek Batı'ya gerekse Doğu'ya yönelik orijinal, kuşatıcı, etkili ve kalıcı bir
dinsel-ruhsal söylem geliştirebilmesi için, her zamankinden daha fazla Hz.
Mevlânâ'ya teveccüh edilmesi gerekmektedir. Ve bu, konjonktüre! bir politika
gereği ve sadece, "Bakın!, bizde, İslam'da inşân sevgisi de var, aşk da,
hoşgörü de!" diyebilmek için değil; yüzeysel ve mevsimlik bir ilginin
ötesinde, derinlikli ve kalıcı bir tercih edişle yapılmalıdır. Çünkü Mevlânâ;
Haçlı
seferleri ve Moğol istilalarına maruz kalan bir Anadolu'da, siyâsî ve sosyal
hayattaki kargaşa, moral değerlerdeki çözülme karşısında insan'ı, İslâm'ı ve
aşk'ı ayakta tutabilmiş bir manevî mimardır.
sadece
Müslüman Anadolu insanı için değil, her din ve mezhepten insanın gönül aynası,
göz bebeği olmuştur.
bugün
Batı'da en çok tanınan, entelektüel çevreleri en çok cezbeden ve ihtidalarına
vesile olan sûfî-şairdir.
Hâsılı
kelâm Hz. Meviânâ, akıl ve ruh sağlığı bozulan bir insan ve toplum için
"tiryâk"tır. O, sözlerindeki safa oluşun, şifâ ve gıda oluşun sırrı
hususunda şöyle demiştir: "Söz söyleyen kemâl sahibi olursa, marifet ve
hakikat sofrasını serdi mi, o sofrada her türlü yemek bulunur. Herkes orada
gıdasını bulur.[31]
Çalışmamızın
ikinci bölümünde, tarih boyunca ondan etkilenen meşhur insanlardan seçip
kaydettiğimiz değerlendirmeler de yukarıdaki tespitlerimize delil teşkil
etmektedir.
ESERLERİNDEN SEÇMELER
Mesnevî'nin İlk On Sekiz
Beyiti
Hz.
Mevlânâ tarafından bizzat yazılan bu 18 beyite, Mevle-vîler pek büyük bir
ehemmiyet verirler. Onlara göre, bütün Mesnevî'nin hülâsası bu beyitlerdedir. [32]
Nitekim, "Mevlânâ'nın hasret ve sevgi felsefesi, bütün Mevlevîlikle
beraber öz halinde bu on sekiz beyittedir. Bu beyitler kadar geleceği yüklü,
onu kendisinde toplayan eser azdır," denilmiştir. [33]
Mesnevî
şerhlerinde, Mevlânâ'nın "ney" ile "insân-ı kâmil"!,
"kamışlık" ile "elest bezmi"n\, "ateş" ile
"ilâhî aşk"\ sembolize ettiği belirtilmiştir.
Şairin
ifade ettiği gibi;
Neye
halk etdi deme Hazret-i Mevlâ nâyı ;
Halka bildirmek için hazret-i Mevlâna'yı (Laedri)
Hazret-i
Mevlâ, ney'İ niye yarattı diye kafanı yorma hiç. Besbelli ki Mevlânâ
hazretlerini halka duyurmak için yarattı onu.
Veled
Çelebi İzbudak'ın (Ö.1953) tercümesi (düzenlenerek):
1. Dinle, bu ney nasıf şikâyet ediyor; ayrılıkları nasıl
anlatıyor. (Diyor ki:)
2. Beni kamışlıktan kestiklerinden beri feryadımdan erkek,
kadın herkes ağlayıp inledi.
3. Ayrılık açılarıyla parça parça olmuş bir kalp İsterim
ki iştiyak derdini ona açayım.
4. Aslından, vatanından uzak düşen bir kişi, vuslat zamanını
arar durur.
5. Ben her toplulukta, her mecliste ağladtm, inledim durdum.
Fena halli olanlarla da eş oldum, iyi halli olanlarla da.
6. Herkes kendi zannınca benim dostum oldu, ama içimdeki
sırlarımı kimse araştırmadı.
7. Benim sırrım, feryadımdan uzak değildir. Ancak her
gözde onu görecek, her kulakta onu işitecek nur yok.
8. Ten candan, cân da tenden gizli değildir. Lakin canı
görmek için kimseye izin yok.
9. Bu neyin sesi ateştir, hava değil. Kimde bu ateş yok
ise o yok oisun!
10.
Aşk ateşidir ki ney'in içine düşmüştür. Aşk coşkunluğudur ki şarabın İçine
düşmüştür.
11. Ney,
yârinden ayrılan kişinin
arkadaşı, hâldaşıdır. Ney'in
perdeleri, bizim perdelerimizi yırttı.
12. Ney gibi hem bir zehir, hem bir panzehir; ney gibi
hem bir dost, hem bir müştakı kim gördü?
13. Ney, kanla dolu olan yoldan bahsetmekte, Mecnûn'un
aşk kıssalarını söylemektedir.
14. Bu aklın mahremi ve sırdaşı, akılsızdan başkası değildir.
Dile de kulaktan başka müşteri yoktur.
15. Bizim gamımızdan günler vakitsiz bir hale geldi; günler
(ayrılıktan doğan) yanışlarla yoldaş oldu.
16. Günler geçtiyse, geçip gitsin, korkumuz yok. Ey temizlikte
benzeri olmayan, yeter ki sen kal!
17. Balıktan başka her şey suya kandı; rızkı olmayanın da
günü uzadıkça uzadı.
18. Ham, pişkinin, olgunun halinden anlamaz. Öyle ise söz
kısa kesilmelidir vesselam.
Mesnevî'nin
vezniyle tercüme eden: Feyzi Halıcı (d. 1924)
Duy
şikâyet etmede her an bu Ney
Anlatır
hep ayrılıklardan bu Ney.
Der
ki; feryadım kamışlıktan gelir,
Duysa
her kim, gözlerinden kan gelir.
Ayrılıktan
parçalanmış bir yürek
İsterim
ben, derdimi dökmem gerek.
Şayet
aslından biraz ayrılsa can,
Öyle
bekler, vuslata ersin zaman.
Ağladım
her yerde, hep âh eyledim
Gördüğüm
her kul için, dostum dedim.
Herkesin
zannında dost oldum ama;
Kimse
talip olmadı esrarıma.
Hiç
değil feryadıma sırrım uzak
Gözde
lâkin yok ışık, duymaz kulak. Aşikârdır can-beden, gör insanı,
Yok
izin, görmez fakat insan, canı.
Ney
sesi tekmil hava; oldu ateş,
Hem
yok olsun, kimde yoksa bu ateş!
Ateş
ateş olmuş, dökülmüştür Ney'e
Cezbesi
aşkın karışmıştır mey'e.
Yardan
ayrı dostu Ney dost kıldı hem,
Perdesinden
perdemiz yırtıldı hem.
Kanlı
yoldan Ney sunar hep arzuhal
Hem
verir Mecnûn'un aşkından misal.
Ney
zehir, hem panzehir; âh nerde var.
Böyle
bir dost, böyle bir özlemli yar?
Sırrı
bu aklın, bilinmez akl ile,
Tek
kulaktır müşteri, ancak dile.
Sırf
keder, gam; gitti kaç gün, kaç gece,
Geçti
yanışlarla günler, öylece.
Geçse
günler, korku yok, her şey masal;
Ey
temizlik örneği, sen gitme kal! Kandı her şey, tek balık kanmaz sudan, Gün
uzar, rızkın eğer bulmazsa can. Anlamaz olgun adamdan bil ki, ham, Söz uzar,
kesmek gerektir vesselâm!
Translated
by Professor Seyyed Hossein Nasr:[34]
Listen
to the reed how it naırates a tale,
A
tale of ali the separations of ujhich it complains.
Eoer
since they cut me from the reed-bed,
Men
and ujomen bemoaned my lament.
Holü
I uj'tsh in separation, a bosom shred and shred,
So as
to utter the description of the pain of longing.
Whoeuer
becomes distanced from his roots,
Seeks
to return to the days of his union.
Ijoined
euery gathering uttering my lament,
Consorting
with thejoyous and the sorroıufuL
Everyone
befriended me folloujing his own opinion,
No
one sought the secrets from withln me.
My
secret is not far away from my lament,
Yet,
eye and ear do not possess that light.
Body
is not hidden from soul, nor soul from body,
Yet,
none has the license to see the soul.
The
cry of the reed is fire, not wind,
Whoso
does not possess this fire may he be naught..
İt is
the fire of Loue that befelled the reed,
İt is
the feruent desire of Loue that entered the wine.
The
reed is the comrade of ıvhoever has become seuered from a friend,
Its
strains haue rent asunder our veils.
Who
has euerseen a poison and an antidote like the reed?
Who
has ever seen a consort and a longing looer like the reed?
The
reed is tetling the story ofthepath full of blood; it is telling stories of
Majnoon's (crazed)
The
confıdent ofthis consciousness is none other than the unconscious.
For
the tongue has no client saue the ear.
Eğer
birisi benden bundan başka söz naklederse
Ben
ondan da bizarım! naklettiği sözlerden de bîzânm. [35]
Hasan
ÂH Yücel'in manzum tercümesi ise şöyledir: [36]
Can
tende var oldukça kulum Kur'an'a Yol toprağıyım Peygamber-i zîşâna
Hakkımda
bunun zıddına söz etse biri,
Vay
bu söze, vay böyle diyen insana
Bizim
mesnevimiz vahdet dükkânıdır
Onda
vahdetten başka ne görürsen o puttur. [37]
Allah'a
tekrar tekrar yemin ederim ki,
Bu
mânâ [Mesnevi],
Güneşin
doğduğu yerden, battığı yere kadar bütün dünya kaplayacak
Ve bütün
ülkelere ulaşacaktır.
Hiçbir
mahfil ve meclis
olmayacak ki orada Mesnevi
okunmuş olmasın.
Hattâ
o dereceye varacak ki, Mabetlerde, zevk u safa yerlerinde okunacak;
Bütün
milletler bu sözlerle süslenecek ve onlardan faydalanacaktır. [38]
"Bizden
sonra Mesnevi şeyhlik edecek,[39]
Gazel
söyle de halk, yüzyıllar boyunca okusun. Tann'nın dokuduğu kumaş ne yıpranır,
ne eskir. [40]
Kendine
gel,
Yepyeni
bir söz söyle de dünya yenilensin!
Sözün
öylesine bir söz olmalı ki dünyanın da sınırını aşmalı;
Sınır
nedir, ölçü ne?, bilmemeli! [41]
Her
gün bir yerden göçmek ne iyi! Her gün bir yere konmak ne güzel! Bulanmadan,
donmadan akmak ne hoş! Dünle beraber gitti cancağızım Ne kadar söz varsa düne
ait. Şimdi, yeni şeyler söylemek lazım. [42]
Ben
kilitten seslenen bir kapı anahtarı gibiyim sanki. Sanır mısın ki benim sözüm
sadece bir sözdür. [43]
Bizim
sözlerimizin hepsi nakit, başkalarınınki nakildir. Nakil, nakdin fer'idir. [44]
Sözünü
öyle bir izah et ki havas da avam da istifade etsin. Herkesin aklının ereceği,
fikrinin anlayacağı bir tarzda anlat. Söz söyleyen kemâl sahibi olursa,
(marifet
ve hakikat) sofrasını yaydı mı, o sofrada her türlü aş bulunur.
Hiçbir
misafir aç kalmaz, herkes o sofrada kendi gıdasını bulur.
Güzel
üslupla söz söyleyenleriz;
Mesih'in
talebesiyiz;
nice
ölülere tuttuk da can üfürdük biz.
Bu
dünya zindandır, biz de zindandaki mahkûmlarız.
Zindanı
del, kendini kurtar!
Dünya
nedir? Allah'tan gafil olmaktır.
Kumaş,
para, Ölçüp tartarak ticaret yapmak ve kadın; dünya değildir.
Ben,
İnsanlara
faydam dokunsun diye
bu
dünya zindanında kalmışım.
(Yoksa)
hapishane nerede, ben nerede?
Kimin
malını çalmışım?
Yine gel,
yine gel, her ne olursan ol yine gel
İster
kâfir, ateşe tapan, putperest ol yine gel
Bizim
bu dergâhımız ümitsizlik dergâh, değildir
Yüz
kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel.
Tapımızda
(yolumuzda) riyâzât yok: burada hep lütuf var, bağış var:
Hep
sevgi, hep gönül alış. hep aşk, hep huzur var burada. [45]
Hem-çü
pergârim der-pâ der-şeriat üstüuâr Pây-t diğer seyr-i heftâd u dü millet
miküned (Pergel gibiyiz; bir ayağımız sımsıkı şeriata bağlı. Diğer ayağımızla
yetmiş iki milleti dolaşıyoruz.) [46]
Yetmiş
iki millet kendi sırrını bizden dinier.
Biz,
bir perde ile yüzlerce ses çıkaran bir ney gibiyiz. [47]
Demedim
mi sana, gitme oraya; seni tanıyan, bilen ben'im ancak;
şu
yokluk serabında hayat pınarın ben'im.
Kızıp
uzaklaşsan da yüz yıllık yola gitsen, sonunda dönüp gene bana gelirsin;
son
durağın ben'im demedim mi?
Demedim
mi sana, dünyanın süsüne razı olma;
senin
razı olacağın otağın ressamı ben'im ancak.
Demedim
mi sana deniz ben'im, sen bir balıksın;
karaya
gitme; arı duru denizin ben'im ancak.
Sana,
kuşlar gibi tuzağa gitme;
haydi
gel, kolundaki, kanadındaki kuvvet ben'im demedim mi?
Demedim
mi sana, keserler yolunu, soğuturlar seni;
ateşin,
coşkun, sıcaklığın ben'im ancak.
Demedim
mi yakıştırırlar sana kötü kötü sıfatlar; sen olursun kaybeden;
halbuki
sıfatlarının kaynağın ben'im ancak.
Demedim
mi sana; "kulun işi gücü hangi sebeple düzene girer acaba?" deme;
sebepsiz,
cihetsiz yaratıcı ben'im ancak. Gönlünde bir ışık varsa bil bakalım, nerede
evinin yolu; Tanrı sıfatlıysan eğer, bil ki ev sahibin, efendin ben'im ancak. [48]
Biz
öyle hekimleriz, öyle Allah şakirtleriyiz ki,
Bahr-ı
Muhit (Kızıldeniz) bile bizi gördü de yarıldı.
Biz
başkayız; insanın hastalığını, nabzına bakarak anlayan hekimler başka!
Biz
gönüle vasıtasız, güzelce bakarız;
Bizim
görüşümüz, ferasetimiz sayesinde pek yücedir.
Onlar,
insanı gıdalarla, meyvelerle doyuran kuvvetlendiren tabiblerdir;
Hayvanî
can, onların tedavisiyle kuvvet bulur, yaşar.
Bizse
davranışların ve sözlerin tabibiyiz;
Bize
Hakk'm nurunun ışığı ilham vermektedir.
Meselâ
deriz ki; "Bu çeşit bir davranış sana faydalıdır, şöyle bir davranış ise
seni yoldan çıkarır. Şöyle bir söz seni ilerletir; böyle bir söz ise seni
yaralar!" O tabibler, hastanın idrarına bakar, hastalığını öyle anlar;
Bizim delilimiz ise Yüce Allah'ın vahyidir, hastalığı vahiyle anlarız.
Kimseden
ücret istemeyiz;
Bizim
ücretimiz, noksanlardan ârî olan Allah'dan gelir.
Haydi!
İlleti onulmaz, şifa bulmaz hastalan çağırıyoruz;
Bizim
ilacımız hastalara birebirdir. [49]
Her meyvenin içi, kabuğundan yeğdir, iyidir.
Teni de kabuk; sevgiliyi iç bil!
İnsan, pek latif bir içe mâliktir. İnsansan bir an
olsun onu ara!
Ey
özden habersiz gafil! [50]
Sen
hâlâ kabukla öğünüyorsun! [51]
Bedenler,
ağızları kapalı testilere benzerler.
Her
testide ne var? Sen ona bak. [52]
Surette
kalırsan putperestsin.
Her
şeyin suretini bırak, mânâya bak.
Hacca
giderken hac yoldaşı ara.
Ama
ha Hintli olmuş, ha Türk, ha Arap.
Onun
şekline, rengine bakma; azmine ve maksadına bak.
Rengi
kara bile olsa değil mi ki seninle aynı maksadı güdüyor, aynı senin
rengindedir, sen ona beyaz de. [53]
Hayret!
Nice kişinin yolunu suret kesti.
Surete
niyet etti (esas aldı), Allah'a karşı koydu (çattı)! [54]
Kişinin
değeri nedir? - Aradığı şeydir!" [55]
Eğer
sen, can konağını arıyorsan, bil ki sen cansın.
Eğer
bir lokma ekmek peşinde koşuyorsan, sen bir ekmeksin.
Bu
gizli, bu nükteli sözün mânâsına akıl erdirirsen, anlarsın ki
Aradığın
ancak sensin, sen. [56]
Madendeki
inciyi aradıkça madensin. Ekmek lokmasına heves ettikçe ekmeksin. Şu kapalı
sözü anlarsan, anlarsın her şeyi; Neyi arıyorsun, sen osun. [57]
Senin
canın içinde bir can var, o canı ara!
Beden
dağının içinde mücevher var, o mücevherin nini ara!
A
yürüyüp giden sufi, gücün yeterse ara; Ama dışarıda değil, aradığını kendinde
ara. [58]
Ey
toplum, şu olaylar yurdundan çekinin; Kalkın, yüceler âlemine doğru çıkın yola.
Bedenlerinizde olgunluğa ulaşmış bir can var, Artık siz de kısa kesin beden
lakırdısını. [59]
Sen,
değerinle ve düşüncenle iki âleme bedelsin. Ama ne yapayım ki kendi değerini
bilmiyorsun. Kendini ucuza satma, çünkü değerin yüksektir.[60]
İnsan
cevherdir, gök ona arazdır. Her şey fer'îdir, her şeyden maksat odur.
Ey
akıllar, tedbirler, fikirler kuiu kölesi olan bey, madem ki böylesin, kendini
neden böyle ucuza satıyorsun?
Sana
hizmet etmek, bütün varlık âlemine farzdır. Bir cevher, neden arazdan ihsan
ister ki?
Yazıklar
olsun, kitaplardan bilgi arıyorsun ha, helvadan zevk istiyorsun ha!
Bir
bilgi denizisin ki bir ıslaklıkta gizlenmiş; bir âlemsin ki üç arşın boyunda
bir bedene bürünmüş!
Şarap
nedir, güzei ses ve çalgı dinlemek, yahut bir güzelle buluşmak nedir ki sen
onlardan bir neşe, bir menfaat ummadasın!
Hiç
güneş, bir zerreden borç ister mi? Hiç Zühre yıldızı, bir küçücük küpten şarap
diler mi?
Sen
keyfiyeti bilinmez bir cansın, keyfiyet âiemine hapsedilmişsin. Sen bir
güneşsin, bir ukdeye tutulmuşsun. İşte bu, sana yakışmaz, yazık! [61]
Ey
Tanrı kitabının nüshası insanoğlu! Sen, kâinatı yaratan Hakk'ın güzelliğinin
bir aynasısın! Her şey sensin. Alemde ne varsa, senden dışarıda değil. Her ne
ararsan, onu kendinden iste, kendinde ara. [62]
Kimden
kaçıyoruz, kendimizden mi? Ne olmayacak şey! Kimden kapıp kurtarıyoruz, Hak'tan
mı? Ne boş zahmet. [63]
"İnsan,
büyük bir şeydir ve içinde her şey yazılıdır. Fakat karanlıklar ve perdeler
bırakmaz ki insan içindeki o ilmi okuyabilsin. Bu perdeler ve karanlıklar; bu
dünyadaki türlü türlü meşguliyetler, insanın dünya işlerinde-aldığı çeşitli
tedbirler ve gönlün
sonsuz arzulandır. [64]
Kalıbın,
cesedin mektuptur, ona dikkat et; padişaha lâyık mı, değil mi? Bir anla da
sonra gönder!
Bir
bucağa git, mektubu aç, oku. Bak bakalım, içindeki sözler, padişahlara lâyık
olan sözler mi?
Lâyık
değilse o mektubu yırt, çaresine bak, başka bir mektup yaz!
Fakat
ten mektubunu açmayı kolay sanma. Yoksa herkes gönül sırrını apaçık görürdü!
Bu
mektubu açmak ne güçtür, ne sarptır! Erlerin İşidir, bu çocuk işi değil!
Hepimiz,
fihriste kani olmuş, kalmışız. Çünkü heva ve hevese, hırsa bulaşmışız!
Halbuki
o fihrist, ona baksınlar da metni de öyle sansınlar diye halka bir tuzaktır.
Mektubu
aç, bu sözden baş çevirme! Allah doğruyu daha iyi biür!
Mektubun
fihristi, dille ikrar etmeye benzer. Halbuki sen gönül mektubunun metnini sına!
Bak
bakalım, ikrarınla muvafık mı? Buna bak da işin, münafıkların işine dönmesin! [65]
Âlim
de, bilgilerin yüz binlerce çeşidini bilir de zâlim herif, kendisini bilmez!
Her
cevherin hususiyetini bilir de kendi cevherini bilmeye gelince eşeğe döner!
Be
hey âlim, sen, "ben caiz olan şeylerle caiz olmayanları bilirim"
dersin ama, kendin caiz misin, işe yarar mısın? Bundan haberin yok!
Bu,
yerinde, doğru", "şu, yerinde değil, eğri"; bunu biliyorsun,
biliyorsun ama, sen doğru musun, eğri mi? Bir de iyice kendine bak!
Her
kumaşın değeri nedir, biliyorsun da kendi değerini bilmiyorsun. Bu,
ahmaklıktır.
Uğurlu
yıldızlarla uğursuz yıldızlan biliyorsun. Fakat sen uğurlu musun, yoksa
cemcenabet biri misin? Buna bakmıyorsun bile!
Bütün
ilimlerin aslı, canı budur bu! Mahşer günü "ben kimim, ne hale
geleceğim" demen, bunu bilmen gerek.
Gerçi
dinin usullerini bildin; ama kendi aslın, kendi mayan iyiyse bir de ona bak,
onu bil!
Senin
için bu iki usulden kendi aslını biimen daha iyidir ey ulu kişi! [66]
Seyyid
Burhaneddin Muhakkik (ks) konuştuğu sırada biri geldi ve: "Falandan senin
methini duydum" dedi. O: Bakalım o falan nasıl bir kimsedir? Beni tanıyıp
övebilecek bir halde midir? Beni eğer sözlerimle tanımışsa, tanımamış demektir,
Çünkü bu ses, bu töz, bu ağız ve dudak kaimaz; bunların hepsi arazdır. Yok eğer
işlerimle tanımışsa, yine de böyledir. Fakat benim zâtımı tanımışsa, işte o
zaman beni övebilir ve bu övmenin bana âit olduğunu bilirim" dedi.
Buna
benzeyen bir hikaye var. Rivayet ederler ki: Padişahın biri, oğlunu hüner
sahibi bir topluluğa teslim etmiş ve o topluluk da ona yıldız bilgisi, remi ve
daha başka bilgilerden öğretmişti. Çocuk son derece aptal olduğu halde bu
bilgileri tamamen öğrenip üstad oldu. Bir gün padişah avucuna bir yüzük sakladı
ve oğlunu imtihan etti. Gel söyle bakayım, avucumda ne var?" diye sordu.
Çocuk: "Elindeki yuvarlak, sarı ve iç boş bir şeydir" dedi. Padişah:
"Alâmetlerini doğru verdin, o halde ne olduğuna da hükmet" deyince,
çocuk, "Kalbur olması lâzım" dedi. Padişah: "Aklı hayretler
içinde bırakan bu kadar alâmeti bilgi ve tahsil sayesinde söyledin, fakat
kalburun avuca sığmayacağına nasıl akıl erdiremedin!" dedi.
Bunun
gibi, zamanımızdaki bilginler de kılı kırk yarıyorlar. Kendileriyle ilgili
olmayan şeyleri pek İyi biliyorlar. Onlara tamamen ve bütün etrafıyla
vâkıftırlar, fakat önemli olanı ve kendine her şeyden daha yakın bulunanı, yani
kendi kendilerini biimiyoriar. Onlara her şeyden daha yakın olan bir şey var
ki bu da onların benliğidir. "Bunun yapılması doğrudur, bu-nunki doğru
değildir, bu helâldir yahut haramdır", diye her şey hakkında helal ve
haram olması bakımından hüküm verdiği halde, kendi mahiyetini helal midir yoksa
haram mıdır, temiz midir, yoksa pis midir bilmez. Binaenaleyh söylemiş olduğu
bu boşluk, sanlık, şekil ve yuvarlaklık arızîdir. Ateşe attığın zaman bunların
hiçbiri kalmaz. Bu alâmetlerin hepsinden kurtulmak zatî olur. Bir insana
verilen İş, söz vesaire gibi şeylerin hepsi de bunun gibidir. Onun cevheriyle
alâkası yoktur; bütün bu şeyler yok olduktan sonra kaîan şey o cevherdir. İşte
o bilginlerin alâmeti böyle olur. Bütün bu şeyleri söyleyip anlattıktan
sonra, kalburu avuç içine sığdırmaya kalkarlar. Çünkü onların esas olan şeyden
haberleri yoktur. Ben kuşum, bülbülüm, papağanım. Eğer bana "başka türlü
ses çıkar" derlerse yapamam. Çünkü benim dilim böyledir ve bundan
başkasını söyleyemem. Kuş seslerini Öğrenen kimse, kuş olmadığı gibi, aynı
zamanda kuşların düşmanı ve avcısıdır. Kendisini kuş zannetmeleri için, onlar
gibi ses çıkarır ve ıslık çalar. Ona "bu seslerden daha başka sesler
çıkar", diye emretseler bunu da yapabilir. Çünkü ses onun değildir, onda
iğretidir. Bunun için başka bir ses de çıkabilir. Halkın kumaşını çalan
(hırsız) her evden bir kumaş göstermeyi de öğrenmiştir. [67]
Düğümleri
açmakla uğraşa uğraşa kocadın, başka bir kaç düğümü de çözülmüş sayıver!
Asıl
boğazımizdaki çözülmez düğüm şudur: Sen kendini bil, bakalım, aşağılık bir adam
mısın, yoksa bahtı yaver bir adam mı?
Adamsan
bu müşkülü çöz. İnsan nefsine sahipsen, nefesini bu yolda sarf et.
Cisimlerin
ve sıfatların haddini bildin var say. Asıl, kendi haddini bil ki bundan kaçıp
kurtulmaya imkan yok.
Kendi
haddini bilince de artık bu hadden kaç da ey toprak eleyen, hadsiz aleme ulaş.
Ömrün
özne ve yüklem derdiyle geçti. Gözün açılmadı, hayatın duyduğun şeylerle geçip
gitti.
Neticesiz
ve tesirsiz her delil bâtıldır, boştur. Sen kendi neticene bak!
Yapanı,
ancak yapılan şeylerle görebildin; iktirânî kıyasla yetindin.
Filozof,
davasında delilleri çoğaltıp durur. Halbuki kalbi temiz Allah kulu, onun
aksine, delillere bakmaz bile.
Bu,
delilden ve perdeden kaçar; delille ulaşılan için başını Önüne eğer.[68]
Ya
olduğun gibi görün
Ya da
göründüğün gibi ol. [69]
A
hoca, ne kuşusun sen, adın ne, değerin ne? A tatlılarla beslenen kuş, ne
uçarsın, ne yayılırsın?
Devekuşusun
sanki; uç diyorlar sana; diyorsun ki "ben deveyim, deve uçar mı hiç a
dayı?"
Yük
yükleme çağı gelince "ben kuşum" diyorsun, "kuş yük çeker mi, ne
diye bu teklifte bulunuyorsun?"
Ne
şakıyıp çileyen güzel sesli bülbülsün, ne rengi güzel dudu kuşu; ne boynu halkalı
üveyiksin! Ne bizim yeşilliğimize, bağımıza bahçemize geliyorsun?
Her
kuşun boynunda Süleyman'ın bir hakkı var. Bütün kuşlar oraya uçup gittiler, sen
ne duruyorsun? [70]
Bizim Peygamberimizin yolu aşk yoludur. Biz
aşktan doğmuşuz, annemiz aşktır. [71]
Aşk şeriati, bütün dinlerden ayrıdır.
Âşıkların şeriatı da Allah'tır, mezhebi de. [72]
Bu dünya pazarında sermaye altındır; orada
ise aşk ve ıslak iki göz. [73]
İnle
ki, bu iniltiyi işiten bir komşun vardır. Bu komşu, sana şah damarından daha
yakın olan birisidir. İnle ki, çocuğun inlemesi, ağlaması süt annesinin sevgisini
uyandırır.
Her
ne kadar, ruh çocuğunu terbiye eden Büyük Terbiyeci, kendi düşüncesini (kendi
bildiğini) yapar, seni dinlemez gibi davranırsa da, seni sevdiği İçin, sana
zararlı olacak istekleri yerine getirmese de, sen yine İnle, ağla. Çünkü
ağlamak aşkı besler, ona sermaye olur. [74]
Ne
olurdu, seninle tatlılaşsaydım; yaşayış zaten acı.
Ne
olurdu, sen razı olsaydın benden de, herkes kızsaydi bana.
Ne olurdu, seninle aram düzgün olsaydı da,
bütün âlemlerle aram açılsaydı, dünya yıkılıp yansaydi.
Sen
beni sevdikten sonra malın mülkün değeri mi olur? Zaten toprak üstünde ne varsa
hepsi de toprak olacaktır.
Âlem
O'nunla kaimdir ve O'nsuz olan hiçbir şey yoktur. O'nun rızası, rahmeti,
bereketi ve tecellisi olmayan hiçbir şeyin değeri yoktur. [75]
İnsaf et, aşk güzel bir iştir!
Onun
bozulması, güzelliğini kaybetmesi, (insanlardaki) tabiatın kötü niyetli
oluşundandır.
Sen,
kendi şehvetine ve arzularına aşk adını takmışsın;
Halbuki
şehvetten kurtulup aşka ulaşabilmek için yol çok. uzundur. [76]
Sevgiden
acılar tatlılaşır; sevgiden bakırlar, altın olur. Sevgiden tortulu, bulanık
sular, arı duru bir hale gelir. Sevgiden dertler şifa bulur. Sevgiden, ölü
dirilir; sevgiden padişahlar kul olur. Bu sevgi de bilgi neticesidir. Saçma
sapan şeylere kapılan kişi, nasıl olur da böyle bir tahta oturur kİ? [77]
Gönlünde
Allah sevgisi arttı mı, şüphe yok ki Allah seni seviyor.[78]
Aşk O'ndan gebedir, bu cihan ise aşkta
gebe. Bu dünya şu dört unsurdan [79]
doğdu, fakat dört unsur aşktan doğdu.[80]
Eğer
sen Hak yolunda yürürsen, senin yolunu açar, kolaylaştırırlar.
Eğer
Hakk'ın varlığında yok olursan, seni gerçek varlığa döndürürler.
Benlikten
kurtulursan o kadar büyürsün ki âleme sığmazsın. İşte o zaman seni sana, sensiz
gösterirler. [81]
Bu
dünyaya ait zevklerin ve maksatların hepsi bir merdivene benzer. Merdiven
basamakları oturup kalmaya elverişli değildir; üzerine basıp geçmek için
yapılmıştır, üzün yolu kısaltmak ve ömrünü bu merdiven basamaklarında ziyan
etmemek için çabuk uyanan ve durumdan haberi olan kimseye ne mutlu! [82]
Akıl, aşk ve bilgi, Tanrı damının
merdivenleridir.
Amma
gerçek âlemde Tanrı'ya ulaşmak için bambaşka bir merdiven vardır. [83]
Yûsuf-i
Mısrî'nin bir dostu seferden geldi. Hz. Yusuf ona: "Bana ne armağan
getirdin?", dedi. O kimse: "Sana getirmek için ne kadar armağan
aradıysam hiçbirini beğenmedim, lâyık görmedim. Sende olmayan ne var ki ve
senin neye ihtiyacın olabilir ki? Ancak, senin yüzünden daha güzei hiçbir şey
olmadığı için sana bir ayna getirdim. Her zaman güzel yüzünü müşahede
eyleyesin", dedi.
Tanrı'da
olmayan ne vardır ve O'nun neye ihtiyacı olabilir? Tanrı'nın önüne, onda
kendisini müşahede etmesi için parlak bir gönül götürmelidir. Nitekim bir
hadis-i şerifte şöyle bu-yurulmuştur: "Tanrı sizin suretlerinize oe
amellerinize bakmaz. Ancak kalplerinize bakar. [84]
Ey
oğul, herkesin ölümü kendi rengindendir. Düşmana düşmandır, dosta dost!
Ayna
Türk'e nazaran güzel bir renktedir. Zenciye nazaran o da zencidir.
Ey
can, aklını başına devşir. Ölümden korkup kaçarsın ya; doğrusu sen, kendinden
korkmaktasın.
Gördüğün,
ölümün yüzü değil, kendi çirkin yüzün. Canın bir ağaca benzer; Ölüm onun
yaprağıdır.
İyiyse
de senden yetişmiş, yeşermiştir; kötüyse de. Hoş nahoş., gönlüne gelen her şey
senden, senin varlığından gelir.[85]
Yapılma,
yıkılmadadır; topluluk, dağınıklıkta; düzeltme, kırılmada; murat,
muratsızlıktadır; varlık yoklukta. Her şey buna benzer., öbür zıtlar ve eşler
de hep bunlar gibidir.
Birisi
geldi, yeri bellemeye, sürmeye başladı. Aptalın biri dayanamayıp feryat etti.
Dedi
ki: "Bu yeri neden yıkıyorsun... neden yarıyor, dağıtıyorsun?!"
Adam
dedi ki: "A ahmak, yürü git., benimle uğraşma! Sen yapılmayı yıkılmada
bil!"
Bu
yer, böyle çirkin ve yıkık bir hale gelmedikçe, nasıl olur da gül bahçesi,
buğday tarlası haline gelir?
Düzeni
altüst olmadıkça nasıl olur da bostanlık, ekinlik olur, mahsul ve meyve
yetiştirir?
Yarayı
neşterle deşmedikçe iyileşir, onulur mu hiç?
Ahlatın,
ilaçla yıkanmadıkça hastalığın nasıl geçer, nasıl şifa bulursun?
Terzi
kumaşı paramparça eder. Bir kimse çıkıp da o sanatını bilen terziye,
"Bu
canım atlası neden bu hale getirdin, neden kestin; ben kesik kumaşı ne
yapayım?" der mi?
Her
eski yapıyı yaparlar, yenilerlerken eski yapıyı yıkmazlar mı?
Marangoz,
demirci ve kasap da bunun gibi, yeni bir şey yapacakları zaman önce o şeyi
yıkıp yakıp harap etmez mi?
O
helîleyi, belıleyi dövmek de öyledir, onları âdeta telef etmek, bedenin
yapılmasıdır.
Buğdayı
değirmende ezmeseydin ondan ekmek yapılabilir miydi? Bizim soframızı
bezeyebilir miydi? [86]
Göğsünün
içindekini hakikî gönü) sanan kimse, Hak yolunda iki üç adım attı da her şey
oldu bitti sandı. Aslında teşbih, seccade, tevbe. sofuluk, günahtan sakınma,
bunların hepsi yolun başıdır.
Hak
yolcusu aldandı da bunları varacağı konak sandı. [87]
Aynı
dili konuşmak, akrabalık ve bağlılıktır.
İnsan,
yabancılarla kalırsa mahpusa benzer,
Nice
Hintli, nice Türk vardır ki dildeştirler (ayni düi konuşurlar).
Nice
iki Türk de vardır ki birbirlerine yabancı gibidirler.
Şu
halde "mahremlik (yakınlık) dili" bambaşka bir dildir.
Gönül
birliği (gönüldaşiık) di! birliğinden daha iyidir.
Gönülden
sözsüz, işaretsiz, yazısız yüz binlerce tercüman zuhur eder. [88]
Bu
dünyada biriyle dost oluyorsun, ahbablık ediyorsun. O senin gözünde tıpkı Yusuf
gibi oluyor. Buna rağmen çirkin bir hareketiyle hemen senin gözünden düşüyor.
İşte o zaman onu kaybetmiş oluyorsun. Onun Yusuf gibi olan yüzü, kurt haline
geiiyor ve sen Yusuf gibi görmüş olduğun dostunu şimdi bir kurt şeklinde
görüyorsun. Yüz değişmemiş olmakla beraber, bu arızî hareketle onu
kaybettin... Sözün kısası; birbirini iyice görmek ve her insanda iğreti olarak
bulunan iyi ve kötü sıfatlardan geçerek özüne varmak ve iyiden iyiye görmek lazımdır.
İnsanların birbirlerine verdikleri bu vasıflar, onların vasıfları değildir. Bir
hikaye anlatmışlardı: Bir adam: "Ben falan kimseyi iyi tanırım, onun bütün
sıfatlarını size sayarım!'' dedi. Ona: "Buyur, anlat!" dediler. Adam:
''O benim çobanımdı ve iki kara öküzü vardı" dedi. İşte bunun gibi, halk
da: "Falan dostu gördük, onu tanıyoruz" derler. Gerçekten verdikleri
her örnek, o adamın, birisini iki siyah öküzü olmasıyla tarif etmesi
hikâyesine benzer. Haibuki bu, o kimsenin alâmeti olamaz ve bu alâmet hiçbir işe
yaramaz. İşte bir insanın iyisini, kötüsünü bırakıp, onun şahsiyetinin aslına
nüfuz etmek lâzımdır ki bakalım, o kimsenin nasıl bir cevher ve özü vardır,
anlaşılsın. İşte görmek ve bilmek böyle olur. [89]
II. BOLÜM
ANADOLU'DA MEVLANA ETKİSİ
Anadolu'da
birliğin kurulmasında, özellikle Osmanlı Dev-leti'nin temel harcında Hz.
Mevlânâ'ntn ve Mevlevîliğin rolü büyüktür. Osmanlı Devleti'nin İleri
gelenlerinin intisap ettiği bir tarikat olan Mevlevîlik [90] daha
çok, okumuşlar, havas, özellikle sanatkârlar, şairler, musikişinaslar arasında
yayılmıştır.[91]
İşte
Mevlânâ'nın Selçuklu Devleti, Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti târihinde
etkilediği meşhur insanlardan bazıları:
Hz.
Mevlânâ'nın hem mürşidi hem de müridi diyebileceğimiz Şems-i Tebrîzî
(Ö.1247?), onun hakkında şöyle demiştir:
Her
kim peygamberleri görmek isterse, Mevlânâ'ya baksın. Peygamberlerin karakteri
ondadır. Mevlânâ'da peygamberlerin huyu, iç temizliği ve Tanrı erlerinin
rızasına bağlılık vardır. Şimdi cennet Mevlânâ'nın rızasında, cehennem de
ga-zabındadır. Cennetin anahtarı Mevlânâ'dır.[92]
Andolsun
ki senin yüzünü görmek bizim için mutluluktur. Hz. Muhammed'i görmek dileyen
kolayca gitsin Mevlânâ'yı görsün... Mevlânâ'y' bulan ne mutludur! Ben kimim? Ben bir
kere buldum, ben de mutluyum. [93]
Tann'ya
yemin ederim ki, Tanrı'nın elçisi Muhammed'den sonra Mevlânâ gibi söz söyleyen
bir kimse gelmemiştir.[94]
Şems,
Mevlânâ'yı "inci"ye benzetirken, Şeyh-İ Ekber İb-nü'1-Arabî'yi ise
"çakıl taşı" olarak nitelendirmiştir.[95]
Mevlânâ'nın
oğlu Sultan Veled'in İbüdânâme'sine kaydettiğine göre, sadece Müslümanlar
değil, Hıristiyanlar ve Museviler de [96]
Mevlânâ'nın vefatından son derece üzüntü İçindeydiler. Üzüntülerinin sebebini
soranlara şöyle diyorlardı: "Biz Musa'nın, isa'nın ve bütün
peygamberlerin hakikatini onun actk sözlerinden anlayıp öğrendik. Kendi
kitaplarımızda okuduğumuz olgun peygamberlerin huy ve hareketlerini onda
gördük. Siz Müslümanlar, Mevlânâ'yı nasıl devrinin Muhammed'i olarak
tanıyorsanız, biz de onu zamanın Musa'sı ve İsa'sı olarak biliyoruz. Siz nasıl
onun muhibbi iseniz, biz de bin şu kadar misli daha çok onun kulu ve
müridiyiz." "Mevlânâ Hazretle-ri'nin zatı, insanlar üzerinde parlayan
ve onlara iyilikte, cömertlikte bulunan hakikatler güneşidir. Güneşi bütün
dünya sever. Bütün evler onun nuruyla aydınlanır. Mevlânâ ekmek gibidir. Hiç
kimse ekmeğe ihtiyaç duymamazlık edemez. Ekmekten kaçan hiçbir aç gördünüz
mü?" [97]
Muhyiddin
Ibnü'l-Arabî'nin üvey evladı ve baş talebesi olan, "Şeyh-İ kebîr"
olarak anılan Sadreddîn Konevî'nin (Ö.1274), sohbetleri esnasında Hz. Celâleddîn'e "Mevlânâ"
(Efendimiz) tabiriyle hitap etmeleri, onun
Mevlânâ lakabıyla şöhret bulmasına sebep olmuştur. Mevlânâ, Sadreddîn
Kone-vî'nin fazi u irfanını tasdîk ettiği gibi, o da Mevlânâ'mn derece-i
Kemâlini bilir ve dâima medh-i aitlerinde bulunurlardı. [98]
Menkıbelere
göre; ilk zamanlar Mevlânâ'mn bir hadis yorumundan kuşku duyan Konevi,
rüyasında bizzat Hz. Peygamber tarafından ikaz edilir; veya Konevî, Mevlânâ'yı
Allah'a çok yakın gördüğünü dile getirir. Hz. Peygamberin ona çokça iltifatlar
edip, "gerçek evladım" dediğine rüyada tanıklık yapar. [99]
Konevî,
dostu ve yakın çalışma arkadaşı Mevlânâ hakkında şöyle demiştir: "Eğer
Bâyezıd-i Bİstâmî ile Cüneyd-i Bağdadî bu devirde olsalardı, bu Allah erinin
(Mevlânâ'nın) elbisesine tutunurlar, kendilerini ona borçlu görürierdi. Çünkü
o Muhammed'in vekilharcıdır. Biz onun yanında tufeyliyiz {çocuk
mesabesindeyiz; ondan geçiniyoruz), onun sayesinde Hz. Peygamber'in tadına
varıyoruz. [100]
Mevlânâ,
cenaze namazını Konevî'nin kıldırmasını vasiyet etmiştir.[101]
Ancak o tam namazı kıldıracağı sırada, üzüntüsünün şiddetinden bir şehka
(keskin çığlık) vurup bayılmış; bunun üzerine cenaze namazını Kadı Sırâceddîn
el-ürmevî (ö. 1283) kıldırmıştır.[102]
Meviânâ'ya
çok kıymet veren ve onun meclislerine devam eden [103]
Selçuklu veziri Muinüddîn Süleyman Pervane (Ö.1277), Hz. Pîr'in vefatından
sonra şöyle demiştir: "Hüda-vendigâr (MevJânâ) hazretleri, eşi olmayan bir
padişahtır. Onun gibi bir hakikat sultanının asırlar boyunca bir daha dünyaya
geleceğini zannetmiyorum. [104]
Kadı
Necmeddin Taştî'nin (ö.?) dikkat çektiği üzere; "Bütün dünyada genel olan
üç şey vardı. Bu üç şey Mevlânâ'ya nisbet edildikten sonra Özel bir anlam
kazandı ve aydınlar bunu hoş gördüler. Bunlardan biri "mesnevî"dir.
.Eskiden her (kafiyeli) iki mısraa mesnevi derlerdi; fakat zamanımızda
"mesnevî" denilince akla hemen Mevlânâ'nın Mesnevî'si gelir.
İkincisi; eskiden bütün bilginlere "mevlânâ" diyorlardı; fakat bugün
mevlânâ denilince Mevlânâ hazretleri anlaşılır, üçüncüsü; her mezara türbe
derlerdi. Bugün ise "türbe" lafı anıldığında Mevlânâ'nın türbesi
akla gelir. [105]
Yunus
Emre'nin (ö.720/1320) sûfiyâne telâkkileri, bütün o devir Anadolu şâir
mutasavvıflarının telakkileri gibi çok büyük ölçüde Mevlânâ'nın etkisi altında
şekillenmiştir. [106]
Mevlânâ hakkındaki,
Mevlânâ
Hüdâvendigâr bize nazar kılalı Onun görklü nazarı gönlümüz aynasıdır."
Yunus
ay dur Meulânâ epsem otur yerinde Bu sohbete döymeyen sonra sauaşgan olur"
Meulânâ
sohbetinde saz ile işret oldu Arif ma'nâya daldı çün biledlr ferişte"
beyitleri
de delâlet etmektedir ki Yunus Emre Mevlânâ'yı görmüş, onun safa nazarını
almış, sohbetlerinde, zikir ve semâ meclislerinde bulunmuştur.[107]
Onun hem Mesnevî'siyle hem de Dİvân-ı Kebîr'iyle meşgul olmuş [108] ve
bunu kendi şiirlerine de yansıtmıştır.[109]
Yunus Emre ayrıca kendi Dîuân'mda, cihanın fanı olduğunu ve bütün tanınmış
peygamberlerin, velilerin, padişahların dünyadan göçtüklerini anlatırken, bir
beytinde:
Fakih
Ahmed Kutbuddîn, Sultan Seyyid Necmüddin Meulânâ Celaleddin, ol kutb-ı cihan
kanı"
diyerek
Hz. Mevlânâ'yi velilerin kutbu olarak tavsif etmişti
Tüm
zamanların en büyük seyyahı olarak bilinen Fas'lı İbn Battûta (Ö.1368),
Mevlânâ'nın vefatından altmış yıl kadar sonra (1332) Konya'ya uğramış ve
gözlemlerini şöyle yazmıştır:
"Bu
şehirde, bilginlerin kutbu, büyük ermiş Şeyh Celâleddîn'in türbesi vardı. Bu
adam Mevlânâ adıyla tanınmıştı. Anadolu halkının bir kısmı onun tarikatını
tuttuğu için onlara şeyhin adıyla "Celâliyye" denilir...
Celâleddîn'İn türbesinin yanındaki büyük dergâhta, gelen giden misafirlerin,
yoksulların karınlan doyurulmaktadır... Bu ülke halkı Mesnevi kitabına çok
büyük değer veriyor. Onun içindeki dizelere azamî saygıyı gösteriyor, anlamaya
çalışıyorlar. Cuma günleri tekke ve dergâhlarda onu okuyorlar [110]
Mevlânâ'dan
feyz almış, onun eserlerini Türkçe'ye çevirmiş ve şerh etmiş olanlar arasında
başka tarikattan olanlar da vardır. Halveti tarikatından Dede Ömer Rûşenî (ö.
1486) ile İbrahim Giilşenî (Ö.1534), Celvetî tarikatından İsmail Hakkı Bursevî
(Ö.1725), Bayramı şeyhi iken Mevlevîliğe geçen İsmail Ankaravî (Ö.1631), [111]
Nakşî-Kadirî İbrahim Hakkı Erzu-rûmî (Ö.1780) bunların başlicalandır.
Osmanlı
Devi eti'nin ilk şeyhülislâmı Molla Fenârî (Ö.1431), Şerhu Dföâceti Mesnevî
adlı risalesinde, Mesne-vî'nin önsözü mesabesinde olan Dîbâce'yi şerh etmiş ve
bu risalenin hemen ilk satırlarında; "'Muhakkik arif şeyh, Salı (vuslata
giden yolun yolcusu/rehberi olan) velilerin kutbu, Hakkın, milletin ve dinin
görkemi/haşmeti/parlaklığı" sözleriyle Mevlânâ'yı Övmüştür. [112]
İslâm
tarihinin en büyük bilginleri arasında yer alan, Yavuz Suitan Selim dönemi
şeyhülislamı Kemâlpaşa-zâde (İbn Kemâl, Ö.1534) şöyîe demiştir: Ben rüyamda
Rasulullah'ı gördüm. Elinde Mesnevî'yi tutarak buyuruyordu ki: "Birçok manevi
kitaplar tasnif edildi. Fakat bunların içinde Mesnevi gibisi yazılmadı. [113]
Kanunî
Sultan Süleyman (Ö.1566) devri şeyhülislamı Çivizâde Muhyiddin Mehmed Efendi
(Ö.1547) ise, İbnu'l-Arabî ve Mevlânâ gibi tasavvuf büyüklerini aşırı tenkit etmekte,[114] 53
onların kâfir oldukları kanaatini taşımakta İdi. Hatta bu hususta bir de fetva
yazıp Sultan'a göndermişti. Bunun üzerine, kendisi de bir Mevlevi olan Kanunî [115] bu
fetvaya çok üzülmüş, aşağıdaki dörtlüğü yazarak Çivizâde'yi tenkit etmiş ve
bilahare onu şeyhülislâmlıktan azletmiştir:
Âşığa
ta'n eylemezdi müftî-i bisyâr-fen
Fenn-i
sırr-ı aşktan bilseydi bir mikdar fen
Şeyhülislâmım
diyen, bir tıfl-ı ebcedhan olur
Mekteb-i
aşkında ol yâr, idicek izhar-fen."
Bu
vakıa dahi Kanûnî'nin Mevlânâ'ya ve Mevlevîliğe ne denli muhabbet beslediğini
açıkça göstermektedir. [116]
Tasavvufu
seven, hattat ve "Muradı" mahlası ile şiirler yazan bir şair olan
Sultan III. Murad (Ö.1595), Mevlânâ'ya duyduğu sevgiyi Dîuân'ında şöyle
yansıtmıştır: [117]
Beyler
kalkınız gidelim
Yolanda
zahmet çekelim
Gelin
gülbangını çekelim
Çerağı
andan yakalım
Yanar
altın kandilleri
Ebubekir
nesilleri
Sultan
Murad, varmak ister
Hâkine
yüz sürmek ister
Görelim
Molla Hünkârı
Görelim
Molla Hünkârı
Âsitânına
bakalım
Görelim
Molla Hünkârı
Semâ
döner dedeleri
Görelim
Molla Hünkârı
Canı
özler görmek ister
Görelim
Molla Hünkârı
Bahtl" mahlasıyia
şiirler yazan, Sultan
I. Ahmed
(Ö.1617) deMevlânâ için
bir methiye yazmış ve son beytinde: Bahti'yâ bendesi ol dergâh-ı Meulanâ'nın
Taht-ı ma'nâda odur
pâdişâhı devrânın." demiştir. [118]
Fesih
Dede'nin (Ö.1695) dediği gibi: Hangi şâirdir o kim Meulâsı Meulânâ değil. [119]
İşte bir örnek:
Dîvân
edebiyatının kaside üstadı Nef'î (ö.1635), Türkçe Dîuân'ındaki şu beyitlerle
başlayan fevkalâde ahenkli, anlam bakımından dolgun mükemmel bir kasideyle
Mevlânâ'yı övmüştür:
Merhaba
ey Hazret-i sâhib-kırân-ı ma'nem Nâzım-ı manzûme-i silkü'l-le'âlî Mesnevi
Mesnevi amma ki her beyti cihan-ı ma'rifet Zerresiyle âfîtâbının beraber
pertevi Âlem-i ma'nâ ki hurşîd-i cihân-ârâ gibi Deor ider girmiş semâ'a anda
rûh-i Mevlevi Ya'ni sırru'llah-ı a'zam Hazret-i Mollayı Rûm Kim odur ma'nîde
sâhib-mesned-i keyhüsrevî.
Şiirde
mucizeler yarattığını iddia eden bu mağrur şair yine de: "Nef'i-i
mu'ciz-beyânem bende-i Molîa~yı Rûm" diyerek Mevlânâ'nın bendesi olduğunu
söylemiştir. Fakat tarikata girip girmediği bilinmemektedir. [120]
Türk
edebiyatının XVII. yüzyılda gazel alanındaki zirvelerinden birisi olan Nâbî'ye
(Ö.1712) ait şu beyitler, onun Mevlânâ'ya bağlılığını ve hayranlığının
derecesini göstermektedir. [121]
Anın
makamına olmaz resâ tuyûr-ı hıred
Kenar
arşdadır âşiyân-ı Meulânâ
N'ola
cevahir ile olsa Mesnevi memlû
Kiild-i
genc-i hikemdir zebân-ı Meulânâ
Ye
Mesnevi ki şifâhâne-i hidâyetde
Resîde
ni'met-i bî-imtinân-ı Meulânâ
XVIII.
yüzyılda yaşamış âlim, sûfî ve şair İbrahim Hakkı Er-zurûmî (Ö.1780)
Mevlânâ'dan "Hekîm-i İlâhî" olarak bahsetmiştir. En çok sevdiği
kitaplar, Mevlânâ'nın Mesnevî'si ve Dî-vân-ı Kebîr'i idi. Mevlânâ'nın
şiirlerinin bir çoğu ezberindeydi. Nitekim, meşhur eseri Mârifetnâme'sinde ve
kendi Dîvân'ında Mesnevî'den ve Dîvân-ı Kebîr'den tercümeler ve ilhamlar görülmektedir.
[122]
Henüz
yirmi yedi yaşındayken Mesnevî'yi 11 kez hatmetmiş olan [123]
Galata Mevlevihane'si postnişini Şeyh Gâlib (ö. 1799), pîri Mevlânâ için:
"Peygamber-i Rûm denilse lâyık" demistir:
Hatmetti
enbiyâyı Allah Geldi
bize evliyâ-yı agâh Şehdir o güruha Molla Hünkâr Besdir bu cihâna bir cihân-dâr
Sultân-ı serîr-i mülk-i irfan Seccâde-nişin-i Şîr-i Yezdan Endişesi rehnümâ-yi tahkik Mânendesidir
vekil-i Sıddik Oldu
ulemâyı dîne faik Peygamber-i Rûm denilse lâyık. [124]
Şeyh
Gâlib, Hüsn ü Aşk adlı eseri hakkında da:
"Feyz
erdi Cenab-ı Mevleuîden
Aldım
nice ders Mesnevî'den [125]
Esrarını
Mesnevi’den aldım
Çaldımsa
da mirî malı çaldım [126]
açıklamasında
bulunmuştur.
İlhârni"
mahlasıyla şiirler yazan, mûsikide yeni makamlar bulacak kadar üstad
musikişinas olan [127]
Sultan III. Selim (Ö.1807) de, bazı eserlerine "Selim Dede" imzasını
atarak Mevlevi olduğuna işaret etmiş, Mevlânâ ve Mevleviliğe çok büyük saygı
duyan bir padişahtır. O, Galata Mevlevîhanesi'ne sık sık gidip âyin dinler ve
Şeyh Gâlib'le sohbet ederdi. [128]
Tanzimat
devrinin önde gelen şair ve yazarlarından Ziya Paşa (Ö.188Û), Mevlânâ'yı ŞU
mısralarla Övmüştür:
Şair
demek öyle ehl-i hâle :
îmr-ı
nakîsedir kemâle
Böyle
hâl ehli olan kişilere "şair" demek, onların kemâline, olgunluğuna,
üstünlüğüne zarar vermek, onları manen zedelemektir. [129]
Bir
not:
Bakanlar
Kurulu'nun 2 Eylül 1926 tarihli kararnamesiyle kapatılan dergâh (Konya
Mevlevihânesi), 2 Mart 1927 tarihinde "Asâr-ı Atika (Eski Eserler)
Müzesi" olarak açılmıştır. [130]
Rüşdiyeye
devam ettiği sırada Fatih Camii'nde Selanikli Esad Dede'den Farsça dersleri
alan, Neyzen Tevfİk'ten ney üflemeyi öğrenen [131]
millî şâirimiz Mehmet Akif Ersoy (Ö.1936), bilhassa yurttan ayrılıp Mısır'a
gittikten, hicranın ve hasretin mânâsına daldıktan sonra kendini iyice ibadete
vermiş ve Mesnevî ile meşgul olmuştur. [132]
Akif,
Mısır'da Kur'ân tercümesi sırasında Mesnevî'yi daha büyük bîr titizlikle tetkik
etmiş, İsmail Ankaravi'nin şerhi başta olmak üzere birkaç Mesnevî şerhini
karşılaştırmalı olarak okumuştur. O, Hz. Mevlânâ'nın Dîvân-i Keblr'inde çok
kuvvetli bir şâir olduğunu, Mesnevisinde ise mürşid Mevlânâ'yi bulabileceğimizi
söylemektedir.[133]
Akif,
Mesnevı'deki bazı hikayeleri Safahatımda manzum hale getirmiştir. Nitekim,
Şu fıkmstyle, hakikat
Cenâb Meolânâ Nigâh-ı ibrete açmış cihan kadar mânâ [134]
mısralarıyla başlayan
hikaye bunlardandır.
Ayrıca
Mesnevi ve Dîvân-1 Kebîr ile iştigali sebebiyle Akif'in eserlerinin
bazılarından tasavvuf! bir iezzet alınmaktadır. [135]
İşte
Akif'in kendi dilinden bir hâtırası ve Mevlânâ ve Mes-nevî'ye duyduğu
hayranlık:
"İki
kişi oturmuş konuşuyorduk. Ben Hazreti Mevlânâ'nın en gamız, en mücerred
mesaili, mahsusat dairesine indirmekteki kudretine hayran olduğumu, o kitab-ı
muazzamın mutlaka baştan başa okunması lazım geleceğini ileri sürünce arkadaşım
dedi ki: "Hazreti Mevlânâ Hind felsefesinin naklfdir." Sordum:
Mesnevî'yi
okudunuz mu?
Hayır.
Hind
felsefesi nedir, onu biliyor musunuz?
Hayır.
O
halde böyle bir iddiaya ne cür'etle kıyam ediyorsunuz?
Öyle
İşittim. [136]
Çocukluğu
zaman zaman Selanik Mevlevîhânesi'nin bahçesinde geçen, bu yüzden Mevlânâ'yı
ve Mevleviler! çok seven, savaş yıllarında Mevlevi sikkesi giyerek fotoğraf
dahi çektiren Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk (ö. 1938),
cumhuriyetin ilanından birkaç, ay Önce Konya Mevlânâ dergâhına gelmiştir. 20
Mart 1923'de Konya'ya giden Mustafa Kemal, Türk Ocağı'nda bir konuşma
yaptıktan sonra hatıra defterine: "Konya, asırlardan beri tüten büyük bir
nurun ocağıdır. Türk kültürünün esaslı membalarından biridir..."
yazmıştır.
Mustafa
Kemal, (1920-1931 yılları arasında) Konya'ya yaptığı toplam dokuz ziyaret
sırasında, her sefer, önce Mevİâ-nâ'nın makamının bulunduğu türbe-i saadeti
ziyaret etmeyi ihmal etmemiştir.
Yine
bir Konya ziyareti sırasında söylediği şu sözler, onun Mevlânâ'ya gösterdiği
sevgi ve saygının delili gibidir: "Ne zaman bu şehre gelecek olsam,
içimde bir heyecan duyarım. Mevlânâ, düşünceleriyle bütün benliğimi sarar. O
çok büyük bir dahi, çağları aşan bir yenilikçi. Mevlânâ'yı inceleyiniz ve
eserlerini yayınlayınız."
Bir
gün, Konya milletvekili Naİm Onat'ın Mevlânâ'yı yermek istemesi üzerine
Mustafa Kemal müdahale etmiş ve şöyle demiştir: "Eğer Mevlânâ'yı sizler
gibi kavramak gerekirse, o büyük insanın ruhu dertlenir, biz de belki bir
saygısızlık göstermek zorunda kalırdık. Mevlânâ'y1 ululuğuyla kavrayabilmek
için medresenin dar kapısından geçmemiş olmak gerek."
Çankaya
köşkündeki dil çalışmaları toplantısına, Konya Mevlevi Dergahı eski postnişinlerinden
Veled izbudak Çelebi de davet edilmiştir. Söz dönüp dolaşıp Hz. Meviânâ'ya
gelmiş, Mustafa Kemal şunları söylemiştir: "Mevlânâ, Müslümanlığı Türk
ruhuna intibak ettiren büyük bir reformatördür!"
O,
tekke ve zaviyelerin işlevlerini tamamlaması ve dolayısıyla kapatılması
yönünde çıkan yasa sırasında, Faüh Rıfkı Atay'la sohbet ederken şöyle demiştir:
"Karar gereğince Konya'da Mevlânâ Dergâhı'nın da kapanmış olmasından üzgünüm.
Fakat istisna yapamam, buna çok üzülüyorum."
Ancak
yine de o, Mevlânâ dergâhı ve türbesini kapatma-y,p müze haline dönüştürerek
(1927), tüm insanlık âlemine açık halde kalmasını sağlamıştır Nitekim bir gün
şöyle demiştin "Hey koca Sultan {Mevlânâ)! Evet, bütün tekkeleri kapattık;
fakat senin kapın kapanmadı. [137]
Tarihçi
Cemal Kutay'ın ifadelerine göre; Mustafa Kemal'e emrindeki yardımcılarının:
"Paşam, Hz. Mevlânâ'nın makamını müze haline getirmeniz üzerine halk
buraya akın etmeye başladı. Bu bir sakınca doğurmasın?" demeleri üzerine
verdiği cevap ilginçtir: "Eğer Hz. Mevlânâ'yı hakkıyla tanımak ve
benimsemek için ziyarete gitmekte olduklarına inansam, öteki dergahların da
açılmasını sağlardım. Çünkü Hz. Meviânâ'yı tanımak ve anlamak zaten diğer tüm
tehlikeleri de ortadan kaldırmaktadır. [138]
Bir
defasında ise Atatürk, memleket seyahati esnasında yanında bulunan Hasan Ali
Yücel hakkında "zeki bir genç" deyince, orada bulunanlardan biri
hemen atılmış: "Efendim, Hasan Âli Mevlevi'dir, babası da
Mevlevi'dir!" demiş. Maksat, onun Atatürk'ün gözüne girmesini önlemektir. Fakat atılan
adım menfî netice vermiş, Atatürk: "Bana hiç bahsetmedi. Halbuki ben
Mevlânâ'yı takdir ederim" demiştir. [139]
Türk
roman ve öykü yazminın öncülerinden olan Halit Ziya Gşakligil (Ö.1945),
Mesnevi ve Mevlânâ hakkındaki duygularını şöyle ifade etmiştir: "Bazı
keder ve üzüntü zamanlarında hâlâ Mesnevî'ye el uzatır, onun yaprakları
arasında hayatın elemleri için bir teselli aranm. Bu büyük zâtın kadrini ölçebilecek
bir mikyas bulamıyorum. Mevlânâ, İslâm ve Türk âlimleri için şan ile dolu bir
övünç kaynağıdır. [140]
Bir
not:
Konya'da
ilk Mevlânâ ihtifali (töreni), Mevlânâ'nın ölümünün 673'üncü yıldönümüne
rastlayan 17 Arahk 1946 Salı günü, saat 1 l:00'de Halkevi'nde gerçekleşmiştir.[141]
Törenle ilgili basında çıkan haber şu şekildedir: "Mevlânâ, asırlardan
sonra, bağrında yattığı Konya'da ilk defa sosyal ve ilmî hüviyetli bir toplantı
ile anılmaktadır. Bu, küçük de olsa, manası çok büyük ve şükrana lâyık bir anış
ve duyuş hadisesidir. Türk radyosu aynı gece ondan bahsetmekle kadirbilirlik
göstermiş, farz olan ödevini yerine getirmiştir. Halkevimizin Mevlânâ'yı böyle
bir toplantı ve vukuflu bir konuşma Prof. Dr. Feridun Nafiz CIzluk'un
konuşması İle anısını ise yerinde bulur ve överiz. Çünkü 'büyük bir âlem' olan
Mevlânâ'nın en koyu ve belirgin bir vasfı da, şahikalaşan manevî kıymet ve
azametine rağmen 'halkçılığı', tevazuu İdi. O, asırlarca Önce düşünce
duyuşlanyla bütün bir arzı ve insanlığı kucaklıyordu ve 'Türklüğünü'
söylüyordu. Aziz Profesörün Prof. Dr. Feridun Nafiz Uzluk söylediği gibi
Divan-ı Kebir'ini bastırmak şerefi, Konya'ya ve Konya zenginlerine nasip
olmadır. Garplılar, Mevlânâ'yı bizden çok evvel anlamışlar, eserlerini
dillerine .çevirmişler, hakkında eserler yazmışlardır. [142]
Neyzen
Tevfik Kolaylı (Ö.1953) ise;
Yanımda
bak duruyor işte Mesneuî-i Şerif Ki mağz-ı Hazret-i Kuran, hikem, nikât-ı
zarif"
mısralarıyla
Mesnevî'yi yanından ayırmadığını, onun Kur'ân'ın ruhu, özü olduğunu ve içinde
herkesin anlayamayacağı hikmetli sözler ve ince mânâların bulunduğu İfade
etmektedir. [143] Neyzen Tevfik, bir başka
şiirinde ise Mesnevî'yi "ışık saçan meşale" olarak nitelendirmiş ve
"meşrebim Moîlâ-yı Rûmî" demiştir. [144]
Öykü,
roman ve tiyatro yapıtlarıyla Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatının en popüler
yazarlarından olan Reşat Nuri Güntekin'in (Ö.1956), 1922'de yayımlanan Çalıkuşu
adlı eserinde, romanın kahramanı Feride'yi çok etkileyen bir mûsikî muallimi
olarak Mevlevi şeyhi Yusuf Efendi yer almaktadır. [145]
Feride onu, "kasabanın en ehemmiyetli bir şahsı" şeklinde tanıtmakta
ve; "Şeyh Yusuf Efendi ile ahbaplığımız çok ilerledi. Bu nazik mahsun
hastaya bayılıyorum", "Bu hasta ve hassas Şeyh, alelade bir tahta
parçasına dokunsa, onu feryada getirecek sanıyorum. Birkaç gün evvel
çocuklardan biri satın almak istediği udu muayene ettirmeye getirmişti.
Parmaklarının ucuyla tellere şöyle birkaç defa dokunacak olduydu, öyle sandım
ki, bu ince parmaklarla uda değil, gönlümün içine dokunuyor" sözleriyle bu
Mevlevî şeyhinden etkilendiğini ifade etmektedir. Romanda Şeyh Yusuf Efendi
Ferile fe âşık olur ve bu karşılıksız aşkının tesiriyle vefat eder. [146]
Mevlevî
tarikatının müzik, sema, şiir ve hattatlık (güzel yazı), ciltçilik,
minyatürcülük, tezhipçilik (kitap süsleme), nakkaşlık (resim) gibi güzel
sanatlara verdiği önem dolayısıyla, birçok Mevlevi dergahı birer konservatuar, ayrıca
edebiyat ve güzel sanatlara akademisi gibi yüzyıllar boyu Türk sosyal ve
kültürel hayatında faaliyet göstermişlerdir. [147]
Bu
hususta Asaf Halet Çelebi (Ö.1958) şöyle demektedir: ' "Sanat tarihimizin
hiçbir şubesi yoktur ki onun en seçkin simaları arasında temiz yüzü, asîl
tavırları ve zarif giyinişiyle bir Mevlevî görünmesin. Büyük şairlerimiz
arasında hiçbiri yoktur ki doğrudan doğruya Mevievî olmasa bile Mevlânâ'ya ve
Mevlevîlere hayran olmasın. Eski âlimlerimiz arasında da bu böyledir.
Şairlerin, mûsikî üstadlarının, hattatların ve sair tezyini sanatların hemen
her şubesinde üstad tanınmış olanların büyük bir ekseriyetini Mevlevîler ve
Mevlânâ muhibleri teşkil eder... Bu insanlar kendi sanatkâr istidadlanna hitap
edebilecek pek çok şeyi orada buluyorlardı... Zahir ulemasının mahkûm ettiği
fikir, sanat ve şiir tezahürleri himaye gördükçe Mevlevîlik de genişliyor ve
Türk sanatkârı, Türk şairi ve mütefekkiri için hemen yegâne hâmî teşekkül
hâline giriyordu. [148]
Nitekim
şairlerimizden Hüdâyî Salih Dede, Nef'î, Fasih, Nâbî, Neşâtî, Nailî, Esrar
Dede, Şeyh Galib, Keçecizade İzzet Molla vs.; bestekarlarımızdan Itrî,
Hammâmîzâde ismail Dede vs. Mevlevî İdi.
Bir
not:
Mevcut
tespitlere göre; XIII. yüzyıldan XX. yüzyıla kadar vetjşen meşhur şairlerin
330'u, mûsikîşinas divan şairlerinin hattatların 91'i ve ressamların 32'si
Mevlevi'dir. [149]
Mevlânâ
hayranı olan Yahya Kemal Beyatlı (Ö.1958) bir şiirinde:
"Mesnevi
şevkini eflâke çıkarmış nâyız Haşredek hem-nefes-i Hazret-i Mevlânâ'yız. [150]
Biz,
Mesnevî şevkini göklere çıkarmış ney gibiyiz. Kıyamete kadar Hz. Mevlânâ ile
olan yakınlığımız devam edecektir. Bizim ney gibi olan varlığımız, sanki onun
nefesiyle ses verecektir demiştir.
Öğrencisi
olan Ahmet Hamdi Tanpınar, bir gün Yahya Kemal'e: "Neydi bu eskilerin hayatı
acaba? Nasıl yaşarlardı?" diye sorar. O gülerek cevap verir: "Gayet
basit; pilav yiyerek ve Mesnevî okuyarak! Medeniyetimiz pilav ve Mesnevî
medeniyetiydi." Başka bir defasında ise Yahya Kemal: "Medeniyetimiz
Mesnevî ve cihad medeniyetiydi" demiştir. [151]
Bediüzzaman
Said Nursî (Ö.1960) eserlerinde Mevlâ-nâ'dan "Mühim bir üstadım olan
Mevlânâ Celâteddin-i Rûmî" şeklinde bahsetmiş, [152]
birkaç kez türbesini ziyaret etmiştir. [153] Bir
keresinde, Mevlânâ'ya hürmeten ayakkabılarını çıkararak, yalın ayakla türbeyi
ziyaret ettiği,[154] bu
esnada gözyaşları içerisinde dua ve niyazda bulunduğu [155]
rivayet edilmektedir.
Cumhuriyet
târihinin en etkili/önemli Milli Eğitim Bakanı olduğu (1938-1946) konusunda,
muhalif [156] veya muvafık hemen
herkesin ittifak ettiği Hasan Âli Yücel (Ö.1961) bir Mevlânâ hayranı idi.
Hasan
Âli Yüceİ'in babası Ali Rıza Efendi, İstanbul'da Ye-nikapı Mevlevihanesi'nde
sikke giymiş (Mevlevi olmuş), Mevlevi müziğinde üstad bir neyzendi. [157]
Hasan Ali'nin çocukluğu da, ebeveyninin bağlı bulunduğu Yenikapı Mevlevihanesi'nde
Mevleviler arasında geçmiş, tennure ve sikke giymiş, sema çıkartmıştır. Naat-ı
Mevlânâ'yı meşk etmiş, tekke minaresinden ezan okumuş, namazda müezzinlik
yapmıştır. Hayatının bu dönemi hakkında şunları kaydetmiştir:
Ben
çocukluğumu üç çevrede geçirdim. Ev, mahalle mektebi, Yenikapı Mevlevi Tekkesi.
Bu üç çevreden hatıralarım var... Fakat tekkeden hepsi bütün hayatıma işlemiş
izler taşır. [158]
Topkapı
dışında Merkez Efendi yakınındaki Mevlevihane'ye gece yatısına giderdik.
Büyükler, oranın dervişi idiler. Tekkeye gittiklerinde beni de beraber
götürürlerdi. Esasen de pek küçük çağda sikke giymiş, derviş olmuştum. En
derviş olunmayacak demlerimde bile bu ruh halimi muhafaza etmişimdir. Tekkeyi
pek severdim. İnsanları kibar, bahçesi ve avlusu büyük; herkesin hareketi
ölçülü ve sakin, kimse kimseye fazla karışmaz, kimse kimseyle çançan konuşmaz;
içinde çocuğun ve erginin rahat nefes alabileceği bir yerdi. [159]
"Bu
ilahi insanların muhitinde yalan yoktu. Hayatlarının bir anında bile sahtekar
olmamışlardır. Ben sahici Müslümanlığı onların havasında bağrıma
indirmişimdir. [160]
Prof.
Dr. Mustafa Kara'nın da İfadesiyle; onun "Mevlânâ'ya olan hayranlığı
çocukluğunda başlamış, ölünceye kadar gelişerek ve büyüyerek devam etmiştir.
Bu sevgi öğrenci İken de bakan iken de devam etmiştir. [161]
Küçük
yaşlardan itibaren Mesnevî'yi okuyan Hasan Ali, maarif vekilliği sırasında
Cumhuriyet Türkiye'sine Mesnevi'n'm tam tercümesini kavuşturmuş [162]
cumhuriyet nesilleri Mevlâ-nâ'yt Yüceİ'in bu teşebbüsü sayesinde tanıma şansına
kavuşmuştur.[163] Mesnevnin yanı sıra
Divan-ı Kebir'in ve Rubaiier'in tercümesi işini de o planlamıştır. [164]
Hasan
Âli'nin bizzat kendisi de 1932 yılında Meulânâ'nın Rubaileri adlı kitabı
yayımlamış, bu kitapta Farsçalarıyla birtikte seçtiği 107 rubaiyi tercüme
etmisir. [165] 1952 yılında ise Mevlânâ
adlı bir metin kaleme alıp neşretmiştir.
Hasan
Âli, hayatı boyunca, Yenikapı Mevlevihanesi şeyhi Mehmed Celaleddin Dede ve
halifesi Abdulbaki Baykara De-de'nin yanı sıra, Fatih Camii'rıde Mesnevi okutan
Mehmed Esad Dede'den, Üsküdar Mevlevihanesi postnişini Ahmed Remzi Akyürek'ten,
Ahmed Avni Konuk'tan ve Midhat Bahari Beytur'dan istifade etmiştir. Ancak
bunlardan hiçbirisiyle şeyh-derviş ilişkisi içinde olmamıştır. [166]
Esasen
Hasan Âli Yücel bir Mevlevi değildir. Ancak işin özüne ve ruhuna sahip, Mevlânâ
sevgisi müsellem bir Mevle-vî muhibbi, bir Mevlânâ âştklisı, dahası, onun
ortaya sürdüğü bir terminoloji ile, bir "Mevlânâcf'dır.[167]
Nitekim kendisi de şöyle demektedir:
Mevlevîlik
bir tarih, fakat Mevlânâcılık bir hal, hatta bir istikbaldir. Bir istikbaldir;
çünkü onda öyle ileri, öyle toplayıcı fikirler vardır ki, henüz insanlık o
düşüncelere varmaktan uzaktır. Mevlânâ, hakikat ve hayat dostları için hâiâ bir
ideal olma kıymetini muhafaza etmektedir. Kabukları kıralım, onun özüne
girelim.[168]
Hasan
Âli'nin Hz. Mevlânâ hakkındaki inanç ve düşünceleri şöyledir:
Türk
medeniyeti ve itikadî hayatı içinde en büyük mistiklerden biri şüphesiz
Mevlânâ'dır. [169]
Kültürümüzün
ve edebiyatımızın en mühim şahsiyetlerini Türk milletine kazandıran Mevlânâ,
milletimizin şereflerinden biri olduğu kadar, bütün insanlığın en yakın ve pek
muhterem bir dostudur. [170]
Ben
Mevlânâ'yı sade bir eser olarak değil, çocukluğumdan beri bir ses, bir gönül
sesi ve gönül havası olarak duydum ve sevdim. Benim için O, bir hayat unsuru
gibi oldu. Bu özel tarafı, daima ona hayranlığım olarak içimde sakladım... Mevlânâ
bugün de bizim için içli bir ney sesi, bugün de derin bir şiirin nefesi,
ruhlarımızdaki derin ve metafizik kaygıların manalı bir aksidir. [171]
Onunla
Allah'ı seviyor ve sevmesini öğreniyoruz. Mevlânâ bizim Tanrı yolunda büyük
terbiyecimizdir. Sevilmez mi?" [172]
Kulluğun
zeukindeyim Mevla ile Dolmuşum ruhumca Mevlânâ ile. [173]
Mevlânâ'ya
hizmet, Mevlâ'ya hizmettir. Buna fani varlığımın bütün baka kudretiyle inanmışım.
[174]
Kalkıyor
kafile Âli durma Yürü, Mevlaya gider Mevlânâ. [175]
Hasan
Âli Yücel bir gece rüyasında Hz. Mevlânâ'yı görmüştür. Şöyle ki:
Mehmed
(Ansoy) Dede'ye dergâhta (Konya Mevlânâ Der-gâhı'nda) bir vazife verilir. Hz.
Pir'in kanadının altında hizmete devam eder. Nihayet bir gün müzenin müdürü,
Dede'ye emekliliğinin geldiğini bildirir. O zavallının dışarıda kimsesi olmadığı
için başka uzak yerlerde bir akrabasıyla temas kurmak üzere bir gün müsaade
etmelerini ister. O gece rüyasında Mevlânâ Hazretleri: "Hasan, benim
dervişimi koru!" diye Hasan-Âli'ye görünür. Rüyanın heybetinden uyanan
Maarif Vekili merak ve sabırsızlıkla bekler, uyuyamaz, döner, dolaşır.
Sabahleyin
ilk işi Konya Valisini (Cemal Bardakçı'yi) arar. "Ne var oralarda?"
diye. "Asayiş ber-kemal". Oradan bir havadis çıkmayınca müze müdürünü
arar. Oradan da: ''Mühim bir şey yok. İşler yolunda" denilir. Vekil
ısrarla: "En ufak teferruatı İstiyorum" der. O zaman müdürden:
"Sizi pek ilgilendirmez ama, dün Dede'nin emekliliği geldi" cevabını alınca:
"Hiçbir şey yerinden oynamasın, ben Konya'ya geliyorum" emrini verir.
Hülasa ertesi gün Özel İdare'den çıkarılan emirle kayd-ı hayat şartıyla yerinde
bırakılmak, keyfiyet İsmet Paşa'ya da anlatılmak suretiyle mesele kapanır. [176]
Kitaplarında
toplumumuzdaki ahlâk çöküntüsünü, medeniyetin yarattığı bocalamayı, nesiller
ve sosyal çevreler arasındaki çatışmayı ele alan gazeteci-yazar Peyami Safa
(Ö.1961), Mevlânâ'nın Batılı ve Batılılaşmaya çalışan insanlar için taşıdığı
önemi şöyle vurgulamaktadır: "Yâ Hazret-i Mevlâ-nâ! Sen hiçbir asırda
bugünkü kadar aktüel ve evrensel olmadin. Sanki dünyaya yedi asır evvel gelmiş
olmak gibi hoş bir sabırsızlığın temsilcisisin. Sen dün değil, bugünsün. Bugün
de değil,
yarınsın. Zaman sana doğru ilerliyor. Bir pembe şafak çizgisinin arkasında
senin yeniden doğmaya hazırlanan ihtişamlı varlığının sisli gölgesini görür
gibi oluyoruz. Ey Hak ve aşk güneşi, doğ; bir nur tufanı gibi karanlık
dünyamızı aydınlığa boğ; koş imdadımıza koş; üşüyen ruhlarımızı o sıcacık
maneviyatınla sar, sarmala. Tabiat ve maddeyi fethedeyim derken ona kui köle
olan ve medenîleştikçe bir bakıma canavarlaşan günahkâr insanın ruhuna dol.
Onu ısıt, onu aydınlat, onu yücelt, onu Allah'a yaklaştır. Medet yâ Hazret-i
Mevlânâ, medet! Kollarımız açık seni bekliyoruz..
Yahya
Kemal'e yakınlığı, sevgisi, bağlılığı ve hayranlığı bilinen [177]
Yeni Türk Edebiyatı profesörü, yazar ve şair Ahmet
Haindi Tanpınar
(Ö.1962), Mevlevi kültürüne saygı ve hayranlık duyarak eserlerinde ondan
bahsetmiştir.[178]
Tanpınar,
Beş Şehir1 de (1946) şöyle demektedir: [179]
Mevîânâ
şairdir. Şiiri inkâr etmesine, küçük görmesine rağmen Şark'ın en büyük
şairlerinden biridir. Nasıl Garp ortaçağı, bütün azap korkusu, içtimaî düzen
veya düzensizliği ile, rahma-niyet iştiyakı ve adalet susuzluğu ile Dante'nin
eserlerinde toplanırsa, Müslüman Şark'ta bütün varlık hikmeti Hakla Hak olmak
ihtirası ve cezbesiyle Dîvân-ı Kebîr'dedir. Dîvân-ı Kebîr, insan talihinin
şartlarını bir türlü kabul edemeyen ihtiyar Asya'nın . ebedîlik iştiyakıdır.
Fakat birçoklarında -hatta en büyüklerinde-olduğu gibi birlik felsefesi onda
hayattan bir kaçış olmaz, belki ilâhî aşkta kendini kaybettikçe hayatı ve
insanı bulur."
Mesnevî,
uzunluğuna ve öğreticiliğine rağmen çok güzel tarafları olan bir kitaptır...
Mevlânâ dünyanın en tatlı hikaye anlatanlarından biridir."
Mevlânâ'nın
hasret ve sevgi felsefesi, bütün Mevlevîlikle beraber öz halinde Mesnevî'deki
bu [ilk] on sekiz beyittedir. Bu
beyitler kadar geleceği yüklü, onu kendisinde toplayan eser azdır."
Tanpınar,
bilhassa meşhur başyapıtı Huzur (1949) adlı romanında Mevlevilikten
bahsetmiştir. Huzur, kültür buhranının sıkıntıları, sancıları içerisinde
kıvranan, huzuru arayan, ama sonunda her biri kaybeden insanların işlendiği bir
romandır.
Roman,
"Mümtaz" karakteri çerçevesinde kuruludur. Mümtaz; sevgilisi Nuran'a
kavuşma-kavuşamama gelgitleri yaşayan, II. Dünya Savaşı'nın her an patlayacak
olması korkusuyla tetikte bekleyen, Cumhuriyet sonrası kültürü red ya da kabul
ikilemleri yaşayan genç, sorunlu bir kuşağın temsilcisidir. Yıkılan
imparatorluğun enkazı üzerine bina edilen son Türk devleti olan Türkiye
Cumhuriyeti'nin sorumluluğunu yüklenecek ve onun kültür potansiyelini
oluşturacak yeni aydın tipinin temsilcisi olarak ele alınmıştır.
Sonuç
olarak Mümtaz, yeni bir aydın tipi olarak, asıl huzurun insanın kendi özünde
ve içinde olduğu gerçeğini kavrar. Mümtaz, geçmişin muhteşem mirası üzerine,
yeni gövdeler ilâve ederek, bir milleti ayakta tutan ve ona hürriyetini kazandıran
değerlerin özde yaşamasını sağlamıştır. Mümtaz'ın bu idealini gerçekleştirmede,
Önemli âmillerin başında, hamurunda iyi bir tarih ve di! kültürünün yanında,
çocukluğundan başlamak üzere, yapısının çeşitli acılara karşı dayanıklı bir şekilde
gelişmesidir.
Mehmet
Kaplan'a göre Huzurdaki "Mümtaz", Ahmet Hamdi Tanpınar'ın kendisidir.
Mümtaz'in 'ağabey' dediği amca oğlu, tarih öğretmeni "İhsan", Yahya
Kemal'dir. Beşir Ay-vazoğlu ise romandaki "Emin Dede"nin, çok
kudretli bir neyzen ve birinci sınıf bir hattat olan Emin Yazıcı Dede olduğuna
dikkat çekmektedir.
HuzuıJ
da Mevleviliğin nasıl işlendiği hakkında şunlar kaydedilebilir:
Huzur'da
Mevlevi kültürü -ki sadece kültürümüzün bir tarafı olarak alınır ruha serptiği
sonsuz huzur duygusu ile tezahür eder. Mümtaz, Şeyh Galip hakkında bir roman
yazmak istemekte; Şeyh Galip vasıtasıyla Mevlânâ ve Mevlevilik ile tanışmaktadır.
Mümtaz'ın âşık olduğu Nuran, Mevlevi kültürüyle yetişmiş, baba tarafından
Mevlevi, anne tarafından Bektaşi bir kadındır. Mümtaz, hocası İhsan'dan tarih
bilinci ve kültürünü, bilhassa Mevlevi kültürüne giriş bilgilerini
öğrenmektedir, Mümtaz ve İhsan'ın her ikisini de düşünce ve maneviyat açısından
etkileyen Emin Dede ise son Mevlevilerden olarak tanıtılmaktadır.
Türk
edebiyatı ve Türk siyasi tarihinin en önemli simalarından olan Nâzım Hikmet
Ran (Ö.1963) "Mevlânâ" adlı şiirinde şöyle seslenmektedir:
Ebede
sed çeken zulmeti deidim
Aşkı
içten duydum arşa yükseldim
Kalpten
temizlendim huzura geldim
Ben
de müridinim işte Mevlânâ,
Sararken
alnımı yokluğun tacı
Gönülden
silindi neşeyle acı
Kalbe
muhabbette buldum İlacı
Ben
de müridinim işte Meu/ânâ. [180]
Mazım
Hikmet'i ve onun bu şiiri yazdığı dönemdeki hayatını daha yakından tanımaya
çalışalım: [181]
Nâzım
Hikmet, 1902 yılında Selanik'te doğdu. Babası Hikmet Bey, İttihatçılar zamanında
bir süre Dışişleri Bakanhğı'na bağiı olarak Almanya'da konsolosluk etmiş,
mütareke döneminde İstanbul'da Matbuat Müdürlüğü yapmıştı. Annesi Celile
Hanım, güzelliğiyle ün salmıştı.
Hikmet
Bey ile Celile Hanımın evlilik hayatları uzun sürmedi. Nâzım ve Samiye adında
iki çocukları olduktan bir süre sonra ayrıldılar. Celiie Hanım, resim tahsil
etmek için Paris'e gitti. Çocuklar, dedeleri Mehmet Nâzım Paşa'nın evine sığındılar.
Nâzım Hikmet, hemen hemen bütün çocukluğunu Nâzım Paşa'nın evinde geçirdi. Bu
yüzden hayatında dedesinin önemli bir yeri vardır.
Nâzım
Paşa şairdir ve şiirlerini aruz vezninde yazmaktadır. "Şair bir büyük
babanın torunuydum. Anam Fransızca'yı çok iyi bilirdi, ama Osmanlıca'yı
bilmezdi. Benim gibi... Büyük babam, Mevlevi Nazım Paşa şairdi, anam Lamartin'e
bayılırdı. Evimizde babamın bilgisizliğine rağmen şiir baş köşeydi..."
diyen Nâzım Hikmet'in şiirleri ise, günün genç, şairleri gibi yalnız hece
vezniyledir.
1920'ye
kadar olan hayatında Milli Edebiyat akımının tesirinde kalan ve tema olarak
vatan, Mevlânâ, sevgi konularını işleyen Nâzım, ikinci döneminde tanıştığı
komünist propagandacıların tesirinde kalıp Rusya'ya gitmiş ve o meyanda
şiirler yazmaya başlamıştı. Onun bu ikinci dönemine ait şiirleri ve görüşleri
hep tartışma konusu olmuşken, gençliğinde yazdığı şiirleri pek fazla kişi
bilmemektedir.
Nâzım
Hikmet Ran'ın yanında büyüdüğü dedesi Nâzım Paşa dindar bir adamdı ve Mevlevi
tarikatına bağlıydı. Konya valiliğinde bulunduğu sıralarda Nâzım da orada
yaşıyordu. Pa-şa'nın evinde toplantılar düzenlenir, Mesnevi okunur, tasavvufi
sohbetler yapılırdı. Nâzım da bu toplantılarda bulunur, gördükleri ve
duydukları ona çok tesir ederdi. Özellikle Mevlevihane'ye gidip Mevievüerin
zikir ve mukabele-i şeriflerini seyretmeye bayılırdı. Başlarında uzun
külahları, sırtlarında tennureleri ile semazenlerin dönüşleri ve mûsikî çok
etkileyiciydi. Nâzım'ın bu ortamda Mevlevi tarikatından etkilenmemesi mümkün
değildi. Bir şiiri bu etkiyi çok güzel gösterir:
Sararken
alnımı yokluğun tacı Gönülden silindi neşeyle acı Kalbe muhabbette buldum İlacı
Ben de müridinim işte Meolana.
Bu
şiirin hikayesini ise, Nâzım'ın yakın dostu Vala Nured-din, Bu Dünyadan Hazım
Geçti [182] adlı kitabında şöyle
anlatır:
"Delikanlılık
çağına ulaşmış Nâzım Hikmet, o gün arkadaş bulup tek kale futbol oynayamadığı
için, duvara şut çeker du-rurmuş. Dedesi, eski Konya Valisi şair Nâzım Paşa'nın
yaşıtı ve kafadarı emekliier ve tarikat arkadaşı Mevleviler, kameriye altında
oturmuş, konuşurlarmış. Nâzım, topu, ara sıra kameriyeye doğru kaçtığından,
almağa gidermiş. Bir seferinde kulağına tuhaf bir konuşma çarpmış. Misafirler
dedesine diyor-larmış ki;
Niçin
gizlersiniz, Paşa hazretleri? Bu şiiri sizden başka hangi Mevlevi yazabilir?
Emin
olunuz, ben yazmadım.
İmzası
da Mehmet Nâzım.
Aynı
isimde başka biri de bulunabilir.
Tevazu
göstermeyiniz, böyle bir nefise efendimizin kaleminden çıkmadıysa kimin
eseridir acaba? Mecmua henüz basılmış, okur okumaz toplanıp arz-ı tebrikat için mübarek ellerinizden
Öpmeğe geldik. Nur ola.
Paşa
ısrar etmiş:
Bu
şiir hece vezniyledir. Ben aruz kullanırım. Maamafih merak ettim. Bir kere daha
okuyunuz da dinleyelim.
Şiiri
baştan itibaren okumağa başlamışlar. Nâzım Hikmet artık dayanamayıp kucağında
futbol topu, çilli yüzü kıpkırmızı, lavanta çiçeklerinin ve süs bitkilerinin
arasından başını kaldırıp heyecanla manzumenin arkasını getirmiş:
Ebede
sed çeken zulmeti deldim Aşkı içten duydum, arşa yükseldim Kalpten temizlendim,
huzura geldim, Ben de müridinim işte Meulana.
Misafirler
kaç yönden şaşırmış. Evvela kameriyenin hemen oracığında çiçekler arasından
çatallaşmış bir çocuk sesinin duyulusuna... Fakat asıl, yeni basılıp o gün
satın alınmış olan bir mecmuadaki şiiri, torun Nâzım'ın ezberlemiş bulunuşuna.
İçlerinden biri kurnaz kurnaz gülmüş.
Sübut
buldu efendim. Demek ki, hafid küçük bey, eseri zat-ı alinizin evrakınız
meyanında görüp hafızasına nakl eyle-yivermiş.
Bir
taraftan Paşa itirazlarına devam ederken, öbür yandan Nâzım Hikmet haykırır
dururmuş:
Benim
de ismim dedeminki gibi Mehmet Nâzım. Bahçede oynarken konuştuklarınızı
dinliyordum. Mevlevi şiirleri yazıyorum.
Mecmuaya gönderdim. Basmışlar
işte, "Dergah"
mecmuasında başka şiirlerim de basıldı. Basılacak tabii. Kitaplarım da çıkacak
tabii.
Misafirler
şaşırıp kalmışlar. Kalkıp saygıyla Nâzım'ı alnından öpmüşler. Büyük babası da
dayanamamış, torununu kucaklamış ve alıp elini öpmüş."
Nazım'ın
1920'de, yani 18 yaşlarında iken yazdığı ve dedesi Nâzım Paşa'ya ithaf ettiği
"Dergâhın Kuyusu" adlı şiir şöyledir:
Ne
içli bir duâ, ne İçten bir âh,
Uyuyor
serviler altında dergah
Kaç
kere gönlümü dinledi bu yer.
Tek
tilk kandillerde yorgun alevler
Titriyor
gecenin sert rüzganyla.
Gece
sanki sönen yddızlarıyla
Gölgeli
dergâhın dolmuş içine...
Bir
inilti, bir ses... Bu yaluarış ne?
Ya rabbi,
ne içten anıldı adın!..
Ölmeden
öl!" diyen bir İtikadın
Gönülden
duyarak ulu sesini,
Ruha
şifâ sunan felsefesini,
Biri
zikrediyor dergâhta işte.
Göklere
yükselen bu İnleyişte
Elemi
gizlidir bir âh u uâhın.
Çoktan
dervişleri yattı dergahın...
Bu
yalvaran kimdir, kim bu zikreden?!
Yoksa
ağlıyor mu gönlüm bilmeden?
Gönül!
Bu inilti senden mi geldi?
Hayır,
işte o ses yine yükseldi,
Yine
yalvarıyor, yine ağlıyor.
Gözümü
dumandan eli bağlıyor
İçimde
yakılan bir buhurdanın...
Vuruşu
duruyor kalbimde kanın.
Bir
hayalet oldu yanan benliğim:
Bu
kuvvetli ruh kim? Bu zikreden kim?
Kim
bu varlığımı kendine çeken?..
Şimdi
bir zulmette gölge gibi ben
O
yalvaran sese ilerliyorum,
Benliğim
ölmeden öldü!" diyorum...
Böyle
yürüyerek gittikçe her ân,
Gitgide
geliyor gittikçe sesi yakından
Gitgide
sinerken ben gölgelere
Yorgun
ayaklarım çarptı bir yere.
Titredim
bir taşa anî temasla,
Ömrümde
bu kadar korkmadım asla:
Sanki
ta kalbimi bir bıçak yardı...
Önümde
bir küme karanlık vardı.
Bütün
varlığımı biran unuttum,
Yavaşça
eğilip o yeri tuttum.
Dergâh
kuyusunun duvarıydı bu...
Yeniden
benzimi sararttı korku,
Buradan
geliyordu o iniltiler!
Gönülde
titrerken şüpheli bir yer
Allah'a
yalvaran Allah'ın adı
Beynim
içinde bir uğuldadı.
Sanki
bir dakika çarpmadı kalbim...
Ey
ulu Allah'ım, ey ulu Rabbim!
Kuyuda
zikreden, ağlayan kimdi?
İçine
eğildim... Anladım şimdi:
İsm-i
celâlini candan andıkça,
Yer
yer yükselerek çalkalandıkça,
Kuyunun
zulmette parlayan suyu...
Kuyu
zikrediyor, ağlıyor kuyu. [183]
Nâzım
Hikmet'in 1920 tarihine kadar yazdığı şiirlerde dini hassasiyet görülür. Bir
başka şiirinde Beyoğlu'ndaki Ağa Ca-mii'ni anlatır. Ağa Camii'nin Beyoğlu'nun
her türlü gayrı meşT ru hayatının içinde kalmış garip hali ona çok dokunur. Ve
hislerini şöyle mısralara döker:
Ağa Camii
Havsalam
almıyordu bu hazin hali önce, Ah, ey zavallı cami, seni böyle görünce Dertli
bir çocuk gibi imanıma bağlandım, Allah'ımın ismini daha çok candan andım. Ne
kadar yabancısın böyle sokaklarda sen! Böyle sokaklarda ki, anası can verirken,
Işıklı kahvelerde kendi öz evladı var... Böyle sokaklarda ki, çamurlu
kaldırımlar, En kirlenmiş bayrağın taşıyor gölgesini,
üstünde aşüfteler
yükseltiyor sesini..
Burda
bütün gözleri bir siyah el bağlıyor;
Yalnız
senin göğsünde büyük ruhun ağlıyor!
Kendi
elemim gibi anlıyorum ben bunu,
Anlıyorum
bu yerde azap çeken ruhunu.
Bu
imansız muhitte öyle yalnızsın ki sen
Bir
teselli bulurdun ruhumu görebiisen!
Ey bu
caminin ruhu: Bize mucize göster!
Mukaddes
huzurunda el bağlamayan bu yer
Bir
gün harap olmazsa Türk'ün kılıç kınıyla,
Baştan
başa tutuşsun göklerin yangınıyla!
Ve İkinci Dönem...
Nâzım
Hikmet, komünizme yöneldiği dönemde, "Ben de müridinim" dediği Hz.
Meviânâ ile de kavgalıydı. 1945 yılında Bursa Hapishanesi'nden Vala Nureddin'e
hitaben yazdığı mektupta bunu şöyle ifade ediyordu:
Görüyorsunuz
ya polemiği ve kavgayı Hazreti Mevİana'ya kadar götürmüşüm. "Sureti hemi
zillest" diye başlayan ve dünyanın bir hayalden ve gölgeden ibaret
olduğunu söyleyen bir rubaisi vardır. Benimkisi yüzlerce yıl sonra hazrete
cevap:
Bir
gerçek âlemdi gördüğün ey Celâleddin, heyûlâ filân değil, uçsuz, bucaksız ve
yaratılmadı, ressamı ületî-Cıla filân değil Ve senin kızgın etinden kalan
rubailerin en muhteşemi: "Suret hemi zillest..." filân diye başlayan
değil...
Bir
müddet sonra Sovyetler Birliği'ne giden ve geri dönüşü olmayan Nâzım Hikmet'in
kahır ile pişmanlık dolu Moskova yaşamı 1963'te sona erdi. [184]
Nâzım
Hikmet, ömrünün sonlarında yine Mevlânâ'ya dönmüş ve Mesnevî'nin ilk dizesini
bir şarkı nakaratı gibi günlerce tekrarlayıp durmuştur. Yaşamak Güzel Şey Be
Kardeşim adlı romanındaki
kahraman gene devrimci Ahmet'in de Mesnevî'nin ilk beyitini tekrarlayıp durması
hiç de tesadüfi değildir. [185]
Nâzım Hikmet ve Meviânâ ilişkisi hakkında ayrıca bkz. "Cemal Kelamov
(Özbekistan)" ve "Radi Fiş (Rusya)"e ait görüşlerin yer aldığı
sayfalar.
Romanımızda
Mevlevîlik [186] geniş olarak Halide Edib
Adıvar'ın (Ö.1964) eserlerinde görülür. [187]
Halide Edib'in çocukluk yılları, bir İngiliz centilmeni gibi yaşamaya özen gösteren
baba ocağı ile bir Mevlevi olan anneannesinin yanında geçmiştir. [188]
Nitekim bu hususta şuniarı kaydetmiştir:
"Mevlâna'nın
ismi pek küçüklüğümde kafamda yer etmiş; çünkü büyük annemin dayısı vakti
zamanıyla, yanılmıyorsam Eyüp [Bahariye] mevlevihanesinde şeyhiik etmişti.
Büyük annemin kendisi de tek tanıdığım kadın Mevlevî idi. Her namaz kıldığı
zaman başına bir arâkiye geçirirdi. Kendisi şahsen kimsenin aleyhinde
bulunmaz, iyi yürekli bir insandı. Fakat beni bunun o zaman fazla alâkadar
ettiğini iddia edemem. İlk alâkam, büyük annemin beni çok küçükken Galata
Mevlevihanesi'ne sık sık götürmesi ile başlamıştı. Orada "semâ" yani
dönmek, Allah'ın etrafında bir nevi yıldızlar gibi dönmek olduğunu bilmemekle
beraber bana bu dans bir nevi ilahî vals gibi gelirdi.
Mevlâna'nın
türbesini Sakarya harbine giderken görmüştüm. Sonraları İngiliz
Ansiklopedisinin dokuzuncu baskısını (bunu bana babam mektepteyken hediye
etmişti) okudum. Daha sonraları da Mesnevi ve Divan'ını elime geçtikçe gözden
geçirdim.
Mevlâna'ya
garbın bugünkü mütefekkirlerinin ehemmiyet verdiği taraf Kâzım Vehbi'nin
şiirinin bir parçasında ifade edilebilir:
Sığmaz
senin hayaline mihrap ve minberim
Ben
her zaman onunla emin ol beraberim.
İşte
insan bu mısraları okuduğu zaman, neden garp âlimleri üzerinde bu kadar tesir
yapmış olduğunu anlıyor. Çünkü eserlerinde ırk ve belli bir dine bağlanmayan
bir taraf var. Yani din ne kilisede ne camidedir. İnsanların kalbindedir. Onun
için, daha evvel Sadi'nin de dediği gibi, insanoğlu birbirinin âzasıdır, çünkü
yaratılışta aynı asıldandır. Herhangi uzuvdan birine dert gelirse diğer
uzviyatında da huzuru kalmaz.
Eğer
dünya yaşayacaksa, bu atom devrinde mutlak ve mutlak Mevlâna'nm görüşüne kıymet
vermek lâzımdır.
Ey
genç Konyalılar! Siz de ister mevleviyete bir tarikat olarak kıymet verin veya
vermeyin, fakat dünyanın ve memleketin yaşayabilmesi için insanlığa böyle bir
veçhe vermek icap ettiğini de unutmayın. [189]
Doğu
ve batı dünyasının değerleri arasında daimi bir karşılaştırma yapan Halide
Edib Batı medeniyeti karşısında Mevlevilikte yeni ve derin mana bulur... Evde
Mevlevilikten gelen müsamahalı dini görüş ve Süleyman Dede'nin MevHd'i, Halide
Edib'in Kolej'de öğrendiği Hıristiyanlığa kaymasını öniedi-ği gibi,
İslamiyet'in yüceliği ve beşerilîğine karşı Ömrü boyunca muhafaza edeceği bir
kanaat edinmesine de sebep olmuştur. Dört romanda Mevlevi kültürünün Türk
kültürünün ayrılmaz parçası olduğu görüşünü işler. Bunlardan birincisi Yeni
Turan'diT. Burada sadece mûsikî ve musikişinasların kıyafetleriyle ilgili bir
unsur olarak görülen Mevlevilik, Vurun Kahpe-ye'de Mevlevi dedenin okuduğu
mevlid motifidir. Sineklİ Bakkal ise bütün bir dünya görüşü, kainat nizamı,
mûsikî ve ferdî ruh huzuru olarak tezahür eder. Son romanlarından olan Hayat
Parçalan'ndan ise maddenin doyurduğu bir Amerikalı, ruh huzurunu Mevlevilikte
arar. [190]
Halide
Edib'in Mevlevîliğe olan aşinalığını Sinekli Bakkal adlı romanı örnekliğinde
kısaca inceleyecek olursak... Sinekli Bakkal'm ilk baskısı The Cloıun and His
Daughter (Soytarı ve Kızı) adıyla 1935 yılında İngilizce olarak Londra'da
yapıldı; bir yıl sonra da İstanbul'da Türkçe olarak yayımlandı. Türk
edebiyatının "en iyi" ve "en çok okunan" romanları
arasında yer alan Sinekli Bakkaldaki "Mevlevî şeyhi, mûsikîşinâs Vehbi Dede"
karakteri, romanın kahramanı Rabİa başta olmak üzere, herkesin sevdiği, saygı
duyduğu ve görüşlerine başvurduğu bir bilge olarak sunulmakta; Vehbi Dede'nİn
dilinden Mevlevîliğin temel görüşleri vurgulanıp savunulmaktadır.[191]
Edebiyat
tarihi ve edebî araştırmalar alanında çığır açan ve hâlâ bu sahanın Öncüsü
konumunu koruyan, Türk tarihçisi ve siyaset adamı Ord. Prof. M. Fuat Köprülü
(ö.l 966) Mev-lânâ'yı "İran'ın en büyük mutasavvıf şairi [192]
olarak tanıtmakta ve; "Mesnevî, yalnız Mevlâna'nm değil, belki bütün
tasavvu-fî edebiyatın en ünlü mahsulüdür. Öteden beri İslâm âleminin her
alanında, bilhassa Hind ve İran'da pek büyük olan bu nüfuz, Anadolu Türkleri
üzerinde, daha yazıldığı zamandan başlayarak fevkalade tesirli olmuştur... Her
halde Mevlânâ'yı iyice bilmeden Anadolu'daki ilk Türk eserlerini anlamak mümkün
olamayacağı ilmî bir gerçektir. demektedir.
Türk
halk şiirinin en güçlü temsilcilerinden biri olan Aşık Veysel Şatıroğlu
{ö.l973), "Mevlânâ'yı Ziyaret" adlı deyişinde şöyle niyaz
etmektedir: [193]
Ziyaretim
Meulânâ'yı
Kabul
et Allah aşkına
Bu
fakir-i divâneyi
Kabul
et Aüah aşkına!
Eşiğine
yüzüm sürem
El
bağlayıp divan duram
Büyük
lütfün eyle kerem
Kabul
et Allah aşkına
Meulânâ,
Mevlâ'nın kulu
Doğru
Hakk'a gider yolu
Deryası
rahmetle dolu
Kabul
et Allah aşkına!
Türk
düşünce tarihi ve İslâm felsefesi tarihi alanındaki çalışmaları ile ünlü Ord.
Prof. Dr. Hilmi Ziya ülken'e (5.1974) göre; "Mevlânâ, bin yıllık kültür
tarihimizin en büyük simalarından biridir. O yalnız büyük bir şair, bir tarikat
kurucusu, derin bir sufi, etraflı bir âlim değil; aynı zamanda ve hepsinden
önce Anadolu'da kurulmaya başlayan yeni kültürümüzün unsurları arasında büyük
bir kaynaşma ve birleşme temin eden derin bir ruh ve hamle adamıdır. [194]
Edebiyatımızda
"Bayrak Şâiri" olarak tanınan ve aynı zamanda bir Mevlevi şeyhi olan
[195]
Arif Nihat Asya (Ö.1975), Mevlânâ hakkında yazdığı Kubbe-i Harda adlı kitabında
şöyle seslenmektedir;
"Bizi
öksüz bırakma arkanda
Ey
azız, ey cetîl Mevlânâ;
Dâr-ı
dünyada ney teriyle pınar,
Yazi
ü nesriyle Fiil Meolânâ:
Mesnevî'den
cihan susuzlarına sebil Mevlânâ!
Ey şu
gökler kadar, şu nur kadar Asil Mevlânâ;
Gerin
il serdinde ömrün, ol bize de Delil Mevlânâ;
Mesnevî'den
cihan susuzlarına Sebil Meulânâ [196]
"Her
etek tennuredir,
Her
satır bir sûredir,
Her
eda ma 'nâ demek,..
Konya
Mevlânâ demek!
Gel
ki yollar boş değil;
Her
nefes ney, her yeşil
Kubbe-i
Harda demek
Konya
Mevtana demek. [197]
"Büyük
mezarların üstünde büyük vatanlar vardır. Büyük ölüleri olmayan milletler ebedî
olamazlar. Üzerinde büyük ruhların sevildiği topraklarda ebedî hayat ağacı
yeşeriyor, gerçek hayat, gerçek saadet tadılıyor. Onlarsız yeryüzünde yetim yaşıyoruz...
Bizi yaşatan ve ebedî yapan, edebîliğe götüren büyük kervanın başında Meviânâ'ları,
Yunus'ları görüyoruz. [198] der
Prof. Dr. Nurettin Topçu (5.1975).
Kendisi
Mevlânâ hayranı bir mistik olan ve "Milli ruhumuzun mürşidi Mevlânâ, felsefemizin
de üstadı olmalıydı [199] diyen
Nurettin Topçu'ya göre: "Yüzyılların katmeriendirildiği bir skolastik
düşünüşten sonra Batı taklitçiliğinin açtığı hüsran çukuruna yuvarlandığımız
bir devirde kültürümüzün çıkış noktası Mevlânâ olmalıdır. Onda Müslüman Türk
dünyasının bütün ruhu gizlidir. Felsefemizle güzel sanatlarımızı bu kaynaktan
çıkarabiliriz. Onlarla birlikte ilimlerle ahlâkın kaynağı din olduğuna göre,
Meviânâ'da İslâm dininin gerçek ve içten anlayısın] buluyoruz. O bize dinin
statik olan kalıp tarafını değil, dinamik oian özünü tanıtıyor. [200]
Türkçe'de
Mevlânâ ve Mevlevîlikle İlgili en geniş neşriyat, bir tekke şeyhi olmamakla
birlikte 1925'ten önce tekkelerden feyz alan ve Melâmî-Mevlevî-Câferî meşreb
bir kişili [201] olan Doç. Dr. Abdüîbâkî
Gölpınarlrya (Ö.1982) aittir.
Gölpmarlı,
daha yedi-sekiz yaşlarında iken Bahariye Mev-levîhânesi'ne devama başlayıp
küçüklük çağından itibaren tasavvuf ve tarikat kültürü ile temasa geçmiştir.
Hayatı boyunca Şiîlik ve Mevlevîliğe büyük bir sadakatle bağlı kalmıştır.
Mevlânâ'dan söz ederken gözleri yaşarırdı. [202]
Eyüp
Bahariye Mevlevihanesi şeyhi Hüseyin Fahreddin Dede'den hilafetname alarak halifeliğe
kadar yükselen Gölpı-narlı, şöyle demektedir:
"Din
tarihine bakın, edebiyat tarihini araştırın, sanat tarihine dalın, mûsikî
tarihini dinleyin; gözünüzü en fazla okşayan şekil "destâr-ı giysû-dâr-ı
Mevlevi" ile bezenmiş "Fahr-i Mevlânâ" olacaktır. Kulağınıza en
fazla çarpan ses, türlü makamlardan gelen "Yâ Hazret-i Mevlânâ" sesi
olacaktır. Yüzyıllar boyunca düşüncemize yol açan. yaratıcılığımıza hız veren,
gücümüzü şahlandıran, değerlerimize değer katan, gün geçtikçe Batı dünyasını
da saran Mevlânâ'dır. Doğuda doğan bu güneş, zevalsizdir; Batı dünyasında da
doğar. [203]
özellikle,
Türk kültürünü oluşturan ana eserler üzerinde durarak manevi değerlerimizi
tespite çalışan edebiyat tarihçisi, yazar Prof. Dr. Mehmet Kaplan'ın (Ö.1986)
belirttiği üzere, "Mesnevi okumayan hiçbir Osmanlı aydını tasavvur edilemez."
"Kur'ân-j Kerîm'den sonra camiye Süleyman Çelebi'nin
Mevlid'i
ile Mevlânâ'nın Mesnevî'si girmiş; Mevlid okunmuş, Mesnevi ise şerh edilmiştir.
[204]
Kaplan,
Mevlânâ'nın etkisini ise şöyle ifade etmiştir: "Mev-lânâ'yı üstün kılan en
büyük âmil. hiç şüphesiz İsiâmî akideye bağlı kalarak bütün insanlığa hitap
etmesindedir. Kimse Mevlânâ'nın Müslümanlığından şüphe edemez. Fakat onda öyle
bir güç vardır ki, yalmz Müslümanları değil, diğer dinlere mensup olanları,
hattâ dinsizleri de kendisine celp eder. Onun bu tesir gücünü teknik çağda da
sürdürdüğünü görmek için her yıl Aralık ayında Konya'da yapılan merasimlere
bakmak yeter. Bu ayda dünyanın her yerinden, her din ve mezhebe mensup olan
insanlar Konya'ya gelirler, onun türbesini huşu ile ziyaret ederler. Dünyanın
hiçbir yerinde, birbirinden ayrı gönüller, Mevlânâ Dergâhında olduğu gibi, aynı
mumun pervanesi olmazlar. [205]
Tıp
üstadı, sanat tarihçisi, minyatür, hat ve tezhip ustası, ressam Ord. Prof. Dr. Ahmet
Süheyl Ünver'in (Ö.1986) aile ve akrabaları Mevlevî veya Mevlevîlikle iç içe
idi. [206]
Önver,
Mevlânâ için şöyle demiştir:
Mevlânâ'yı
sevmeyen ve ona hürmet etmeyen bir Türk tasavvur edemem. O yalnız Türk
münevverlerinin değil, herkesin sevgilisidir. [207]
Mevlânâ
sadece bir tarikatın değil, insanlığın sembolüdür. Önce muhitine, sonra bütün
dünyaya özü ile örnek olmuştur. [208]
İçimizin
fatihi ve canlılığımızın sembolüdür [209]
"Bu dünyada her şey biter, fakat Mevlânâ bitmez.[210] Mevlânâ
ne yapmıştı?... En büyük hizmeti muazzam kâmil İnsan Peygamberimizi
öğretmişti. Sözleri Kur'ân ve Hadîsten hariç değildir. Kuvvetini oradan alır.
İslamiyette olmayan eski kanaatleri
müdafaa etmemiştir. [211]
İşittiklerimize
şahsımızı uyduramazsak, hayatlarımızda saadet nasibimizden tefekkürümüzü mahrum
etmiş oluruz. Bilhassa bunlar
Mevlânâmızdan sâdır olanlar ise, daha dikkatli olmamız yakışır. Zira onlardan
nasibimizi benimsemezsek kimseye değil, büyük bir yaratılış harikası olan
bizlere karşı ayıp olur. [212]
Meulânâ'dan
Hatıralar adlı bir kitap da yazan Süheyl ün- ver, Mevlevi kültür ve medeniyetinden
bahsetmektedir: Mevlevîlik mi?... Hayır! Mevlevîlik Kültürü. Yalnız Türk halkı
değil, bütün milletler aydınlandığı
ölçüde, Mevleviliğin ruhî irfan ve asaletini benimsiyor... Mevlânâ'ya artık
şeklen değil, ama kalben bağlı olanlar
kendilerini tatmin olmuş görüyorlar. Bu
husus, XX. asır Türkiye'sinde en değerli ruhî kazançtır. Bunun ispatı,
700 yıllık Mevlevi Medeniyeti'nin rehber, düstur ve kitaplarının revaçta
olmasıdır. [213]
Tıp
bilgini, eski başbakanlardan Ord. Prof. Dr. Sadi Ir-mak'a (Ö.1990) göre;
"Bugün Mevlânâ, yaşadığı dönemde olduğu kadar diridir. Şu farkla ki,
yaşadığı sürece Orta Asya'nın ve Selçuk ülkesinin tanınan ve sevilen adamı
iken, bugün dünyanın ve bütün insanlığın malıdır. Böyle genişleyen ve yayılan
bir etkinlik ve kişilik imajı bırakabilmek için elbette pek çok kabiliyetlere
sahip olmak gerekirdi. Şüphe yok ki bu yeteneklerinin başında hümanizması
gelmektedir. O hümanizma ki insanlara özgürlük, eşitiik bahşetmekle yetinmemiş, insanı
kutsallığa ulaştırmıştır. İnsanın ruhunu, uiûhiyetin karargâhı ilan etmiştir. [214]
"Mevlânâ,
çevresine ve zamanına en geniş tesirler yapmış adamlardan birisidir. Hususi
hayatıyla bir veli, fikir hayatıyla bîr rehber filozof, sanatçı hüviyetiyle en
büyük ilham kaynağı olmuştur. Mevlânâ olmasaydı Konya Türklüğün ve Müslümanlığın
merkezi olmayacaktı, Mevlânâ olmasaydı dinî taassup İslâm dininde tefrikalar
yaratacaktı. Mevlânâ olmasaydı Eflâtun felsefesi Şarka giremeyecekti. Mevlânâ
olmasaydı Mevlevîlik gibi bir irfan ve terbiye ocağı asırlarca feyiz
dağıta-mayacaktı. [215]
Sadi
İrmak ayrıca, Mevlânâ'yı "yeryüzünde ilk defa psikanaliz tatbik eden
kişi", Mesnevî'de yer alan bir hikayeyi [216] ise
"psikanalize dair en eski hikaye" olarak tavsif etmektedir:
"Mevlânâ Mesnevî'sinde ilminin derinliğine birçok âbideler dikmiştir. Bu
meyanda ruhî ve içtimâi ilimler, tıp bilgileri ön planda gelir. Denilebilir ki
Mesnevî'deki her hikaye, insan ruhunun bir cephesini tahlil eden bir ilim
faslıdır. Öyle ki bu hi-kayelerdeki espriler bir araya getirilince mufassal bir
Tatbikî Psikoloji, yeni deyimi ile bir Dauranışlar Bilgisi meydana gelir.
Mevlânâ tatbikî psikoloji ile de yetinmeyerek yeryüzünde belki ilk defa olarak
psikanaliz tatbik eden adamdır. Mesnevî'deki bir cariyenin aşkı mevzulu hikaye
bunun şaheser bir örneğidir. Bilindiği gibi psikanaliz ancak asrımızın başında
Freud ve Adier tarafından bir ilim şubesi olarak ortaya atılmıştır. Halbuki
Mevlânâ, daha XIII. Asırda bu konunun en güzel örneğini vermiştir. Bu hikayede
nabzın hareketleri takip edilmek suretiyle cariyenin hangi şehirde ve kime
âşık olduğu keşfedilmektedir. [217]
Mevlânâ'nın
Mesnevisini ve Divân-1 Kebirini Türkçe'ye yeniden tercüme eden Mesnevlhan Şefik
Can (Ö.2005) şöyle dernektedir: "Hazreti Mevlânâ çok kuvvetli edebi
kabiliyeti ile İslâm! insani olan fikirlerini, duygularını herkesin anlayacağı
şekilde, misallerle, hikayelerle o kadar güzel, o kadar hoş ifade etmiştir ki
imanının, aşkının gücü ile şiirlerinin tesiri İle duygusu olan herkesi büyülemiştir.
Bu sebepledir ki onun eserleri, şiirleri başka dinlerden İslâmiyet'e geçenlere
sihirli bir köprü olmuştur. [218]
Şehirlerde
yetişen ve kentsoylu bir söylem geliştiren çağdaş Türk şairleri, çok çeşitli
nedenlerle üstadları oian Mevlâ-nâ'yı şiirlerinde söz konusu ederek bu yolla
ona olan gönül borçlarını ödemeye çalışırlar. Çünkü Mevlânâ üst dille konuşan
kentsoylu havas/elit şairlerin üstadı ve piridir. [219]
Nitekim şair-yazar Attila İlhan'ın (Ö.2005) bir şiirinde şu mısralar yer
almaktadır:
nurdan
bir ağaç sayılır Mevlânâ ney pırütılanyla aralıksız anlaşılmaz bir yerinden aydınlatır
gönül kandili sönmüş olanlan.[220]
Diriliş
doktrininin üstadı, şair-yazar Sezai Karakoç (d.1933), Meulânâ adlı kitabına şu
duygu ve düşüncelerini kaydetmiştir:
Ölümü
düğün gecesi (şeb-i ârus) olarak anlayan insana tesir edecek hangi güç vardır?
O güçlü, yenilmez insan, Mev-lânâ'dır. Ölüm ve hayata, zamana ve tarihe
yenilmeyen insan. Ölümünün üstünden 700 yıldan artık zaman geçti. Ama o
yaşıyor, anılıyor. İnsanlık, onun önünde saygıyla eğiliyor. Dünyada ne kadar
değişme olursa olsun, bundan böyle de anılacak. İnsanlar hep önünde saygıyla
eğilecek. [221]
Veliler,
hayatlarında da, öldükten sonra da müminlere tesir etmek, onların gidişlerinde
bir iyileşmeye, yükselmeye hizmet etmek anlamında tasarruf sahibidirler. Bu
görevi de hem yetiştirdikleri insanlar, hem eserleri yerine getirir. Hz.
Mevlâ-nâ'nın, Anadolu üzerinde böyle bir manevî tasarrufu vardır. Hacı
Bektaş-ı Veli, Hacı Bayram-ı Veli gibi, hatta belki onlardan da fazla bir etki
ve tasarruf söz konusudur Mevlânâ İçin. Hem Mevlevîlik ocağından yetişenlerin,
hem de Mesnevî'nin, Anadolu insanının ruh yapısı oluşmasında büyük katkıları
oldu. Mesnevi, Anadolu ruhunu yoğurdu. Bu hamurun yoğruluşunda Mevlânâ'nın
kutiu ellerini görmemek mümkün değildir. [222]
Mevlânâ,
devrinin o fetret döneminde, İslâm ruhunun yaşaması için çırpınan bir pir, bir
erendi. Yeniden dirilmenin sancıları için kıvrandığımız bugünde, bu en korkunç
fetret gününde de, ruhu ve hâtırasıyla, bir diriliş piri, ereni olarak bize
yol gösteriyor, ışık tutuyor, manevi tasarrufuyla, eseri ve tesiriyle, yardımda
bulunmaktan geri durmuyor. [223]
Hz.
Mevlânâ'yı "Peygamber çırağı bir sûfî", "bir ulu kişi",
"bir İslâm büyüğü", "kâmil ve mükemmel mürşidlerden",
"İslâm kültür ve irfanını zenginleştiren büyük kişilerden" olarak
tanımlayan İslâm Hukuku profesörü Hayrettin Karaman (d.1934) şöyle demektedir:
''Mevlânâ
hakkında konuşanlar ve yazanlar arasında onu olduğundan farklı gösterenler,
sözlerini çarpıtanlar, söylediklerini eksik aktaranlar, maksadını aşacak
şekilde yorumlayanlar eksik değildir. Bunların bir kısmının maksadı, Mevlânâ
gibi bir ulu kişinin, bir İslâm büyüğünün, bir velinin arkasına sığınarak kendi
bâtıl inanç ve hayat tarzlarına meşruiyet kazandırmak, taraftar toplamak, çağın manevi ve ahlaki kusurlarına
İslam'dan çare teklif edecek yerde, kendi paha biçilmez değerlerini
İnkar etmek ve onları sahte takılarla değiştirmektir.
Hz.
Mevlânâ her şeyden önce bir sûfidir, İslâmî tasavvuf yolunu tutarak yetişmiş
bir velidir, bu yoldan yürüyerek hem kendi çağında hem de eserleriyle günümüze
kadar sayısız insanı irşad etmiş, onlara Allah'ı, Peygamber'i (sav), dini
tanıtmış, sevdirmiş, insana kendini bilmenin yolunu açmıştır.
Hz.
Mevlânâ bir İslâmî bilgilenme ve eğitim yolu olan tasavvuf okulunda yetişmiş,
başında Hz. Peygamber'in (sav) bulunduğu mürşidlerden -doğrudan veya dolaylı
olarak- yararlanmış, orta yol (Sünnî) İslâm anlayışını benimsemiş, buna göre
yaşamış bir Müslüman, bir Allah kulu, bir Peygamber çırağı, bir sûfidir. Onu
doğru anlamak ve yorumlamak İçin bütün İslâm düşünce sistemini kavramış olmak
ve doğrudan onun eserlerinden yola çıkmak şarttır. Âyînesi saf olamayanlar,
başka kaynaklardan beslenerek şartlananlar, peşin hüküm ve kanaatlerden yola
çıkanların onu doğru anlayıp anlatmaları mümkün değildir. Her şeyi bildikleri
halde sapmış olanlar ve saptırma niyeti taşıyanlara karşı da uyanık olmak ayrı
bir zarurettir. [224]
Hacettepe
üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Ahmet
Yaşar Ocak'a {d. 1946) göre; düşünceleri hemen herkes tarafından benimsenen ve
ismi dâima saygıyla zikredilen Mevîânâ'yı diğer sofilerden ön plana çıkaran
Özelliği, tasavvufun, dolayısıyla İslâm'ın insan sevgisini esas alan, insan
sevgisine dayalı bir yorumudur. [225]
Meviânâ'nm
günümüz insanı için taşıdığı değere dikkat çeken ODTÜ Felsefe Bölüm Başkanı
Prof. Dr. Ahmet İnam (d. 1947) şöyle demektedir: "Mevlânâ, içini unutan
insana iç dünyasıyla yaşaması gerektiğini hatırlatıyor. Bugün, içini pragmatik
kültürün seline kaptırmış Amerikalılardan kimi iç yoksunluğu çekenler,
Mevlânâ'daki iç derinliği gördükçe şaşırıyorlar. Dış dünyanın gerçekliği, iç
gerçekliğimizle iletişime giremezse, bize çok çektirir. Kamışlıkta kalır, balık
bile olamayız. İnsan, mutsuzluğunun kaynağını araştırdıkça, maddî koşulların
yanında içsel yoksulluğunu çağlar boyunca anlayabilmiş bir varlık. [Mevlânâ]
İçimizin yoksulluğunu yüzümüze vurduğu için hiç eskimiyor. [226]
İstanbul
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi eski dekanı Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk'e
(d.1951) göre; "Mevîânâ'yı anlamak için geniş anlamda İslâm'ı, Özel olarak
da Kur'ân'ı anlamak gerekir. Bunun İki temel sebebi var; Birincisi; Mevlânâ,
kültür zemini ve bilgi mirası tamamen Kur'ân ve İslâm olan bir mistik
düşünürdür. İkincisi; Mevlânâ, imanı, aşkı ve cezbesi bakımından bir
Muhammedîdir. [227]
DOĞU’DA MEVLANA ETKİSİ
Tevlânâ,
eserlerinde Farsça'yı kullanmıştır. Bu sebeple, yaşadığı dönemden itibaren,
başta İran olmak üzere, Farsça konuşulan Pakistan ve Hindistan'da başlayan
Mevlânâ hayranlığı ve tesiri, zaman içerisinde büyük boyutlara ulaşmıştır.
Arapça konuşulan ülkelerde ise Mevlânâ hâlâ yeterince tanınmamaktadır.
Mevlânâ'nın
İran, Hindistan, Pakistan, Özbekistan ve Suriye'deki etkisini ele almadan
önce, onun Şeyh-İ Ekber Muhyid dîn İbnü'l-Arabi ile olan ilişkisine değinelim.
İspanya'da doğan, Anadolu'da uzun yıllar bulunan, Suriye Şam'da vefat eden
İbnü'l-Arabî Mevlânâ ile görüşmeleri Suriye'de gerçekleştiği için, Doğu
başlığı altında ele alındı.
Mevlânâ'nın
babası Bahâüddîn Veled, Belh'ten göç edip Şam'a geldikleri dönemde oğlu ile
beraber ziyaretine gittiği Muhyiddîn İbnü'I-Arabî'nin (ö.638/1240) yanından
çıkarken, İbnü'l-Arabî'nin Mevlânâ'ya bakarak: "Sübhanallah! Bir okyanus,
bir denizin arkasına düşmüş gidiyor!" dediği nakledilmiştir. [228]
İbnü'n-Arabî Fusûsu'l-Hikem adlı eserinin son fassı olan.[229]
İran
Mevlânâ,
babası Bahâüddîn Veled ile birlikte Belh'ten göç edip Nişâbur'da bulundukları
dönemde, ünlü sûfi Ferîdüddîn Attâr'ın (Ö.1230) iltifatına mahzar olmuş, Attâr
ona Esrârnâ-me adlı eserini hediye etmiştir.[230]
Attâr'ın, Bahâüddîn Veled'e şöyle dediği rivayet olunur: "Bu senin oğlun,
çok geçmeyecek, âlemin yüreği yanıklarının yüreklerine ateşler
salacaktır." [231]
Bostan
ue Gülistan'm müellifi olan, Sühreverdiyye tarikatına mensup Sa'dî Şîrâzî
(Ö.1292), Mevlânâ'nm bir gazelini okuduktan sonra: "Diyar- Rum'da büyük
bir zât zuhur etmiş. Bu gazel ondan gelen hoş bir kokudur. Bundan daha güzeli
ne söylenir ne de yazılır. En büyük arzum Diyar-ı Rum'a giderek onu ziyaret
etmek, yüzümü onun ayağının tozuna sürmektir! [232]
demiş ve nihayet
lâ5B'de^Konya'ya'gelîp"'Mev1Şihâ İle görüşmüştür. [233]
İran'ın
önde gelen lirik şairlerinden Hâfiz-ı Şîrâzî (Hâce Şemseddin Muhammed,
Ö.1390?), Mevlânâ Celâleddîni Rûmi'den de iktibaslarda bulunmuş, onun şiirlerine
nazireler yazmış veya onu tazmin etmiştir. [234]
Asaf
Halet Çelebi'ye göre, Hafız; "Ey sabâ bendegî-i hoca Celâlüddînkun" Ey
seher yeİi, Hoca Celâleddin'in bendesi ol, ona hürmet ve hizmet et diyerek
Mevlânâ'yı methetmiştir.[235]
Hafız Dluân'ında, buna benzer şekilde; Ey Çigil güzeli, sen bu naziklikle, bu
güzellikle Hoca Celâleddin'in meclisine lâyıksın. [236]
beyiti de yer almaktadır. [237]
İranlı
âlim, süfi ve şair Molla Câmî Abdurrahman Câmî, Ö.1492. Nakşibendî tarikatına
mensup olmakla birlikte, ömrünün son yirmi yılında Mevlânâ'ya büyük bir
sevgiyle bağlanmış, altı ciltlik Mesnevî'yi ezberleyecek kadar Mevlânâ'nın
etkisinde kalmıştır. Dîvân-ı Keblr'deki sayısız gazeller de ez-berindedir.
Türbesini ziyaret etmek maksadıyla Konya'ya gelmiştir. Câmî şöyle demektedir:
Her
kim sabah ve akşam Mesnevi'yi okursa
Cehennem
ateşi ondan uzak, ona haram olur
Mevlânâ'nın
mânevi Mesneııi'si
Pehlevl
dilinde [Farsçaj yazılmış Kur'ân gibidir
Mânâ
âleminin sultanı olan Mevlânâ'nın
Yüceliğine
Mesnevi bir delildir
Ben o
âlicenab zâtı uasfetmek için ne söyleyebilirim?
O
peygamber değildir, fakat kitabı vardır."
Bir
Mevlevî dervişi bu son kıt'ayı mealen Türkçeleştirmiş ve aslının Câmî'ye ait
olduğu kaydıyla, sülüs bir yazı ile yazılan bir levhası Mevlânâ'nın türbesine
asılmıştır. Bu kıt'a şöyledir:
Âlemi
mânâ-yı feyzin ol ulu sultanı kim Mesnevi dünya değer bir hücceti şandır ona
Kendisi sahib-i kitab gerçi peygamber değil Vasfı bahsinde o şahin söz düşer mi
hiç bana.
Ayrıca
Mevlânâ Dergâhı'nın Türbe Kapısı dış alınlığı, yine Tilavet odasında Türbe'ye
açılan Gümüş Kapısı üzerinde, ta'lik yazı ile iki levha vardır. Her iki levha
üzerindeki şu beytin Molla Câmî'ye ait olduğu, Konya'yı ziyareti sırasında
yazıldığı yıllar yılı Mevlevîlerce söylenmiş, kitaplara yazılmıştır:
Kâbe'tül-uşşak
bâşed in makam
Her
ki nakıs âmed inca şud tamam
(Bu
makam âşıkların Kabe'si oldu / Buraya noksan gelen tamamlandı.) [238]
İran
miilî şairi Sâdık Sermed, 1955 yılında Konya Mevlânâ Müzesi'ni ziyareti
esnasında Mevlânâ'ya şöyle seslenmiştir: [239]
Konya
toprağından aşk kokusu gelir.
Aferin
Konya'nın tertemiz toprağına!
Bu
şehir Konya 'dır;
Yahut
da gönüller Kabe'sidir, aşk şehridir.
Mevlânâ'nın
şehridir bu;
Ey,
dinin ue dünyanın Celâl'i,
Ey
Meulânâ,
Ey
sözü Kur'ân gibi mânevi olan,
Ey
kitabı, bizce kitabın aslı,
Ey
sözü, bizce kafisi olan!
Mesnevî'n,
yenilenen dünyaya,
Kadri
yüce Kur'ân'ın bir tefsiridir.
Ey
"varlık kamışlığı"ndan kesilmiş olan!
Ney'in
de sesi hoş, kamışlığın da
Kalk
gör, bir bildik gelmiştir!
O
kamışlıktan aynı sesi çıkaran biri gelmiştir.
XX. yüzyıl
İran'ında, ömrünün yaklaşık kırk yılım Meviânâ ve Ferîdüddin Attâr konusunda
araştırmalara vermiş olan Tahran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi eski dekanı
Prof. Dr. Bedîüzzaman Fürûzanfer'in (ö. 1970) Mevlânâ'nin hayatı, eserlerinin
tetkiki ve neşri konusunda yaptığı çalışmalar dünya çapında önemlidir. [240] O,
Hz. Pîr için, "İslâm dîninin revnakı [zî-neti, parlaklığı,
güzelliği]" derdi. [241]
Fürûzanfer'in
yanı sıra, Tahran Üniversitesi'nde öğretim görevlisi olan bir diğer İranlı âlim
Prof. Dr. Celâleddin Hümâî (ö. 1980) de Meviânâ ve Mesnevi araştırmaları
sahasında yetkin ve ünlüdür. [242]
Şiî
âlimi, İran İslâm Devrimi'nin Önderi ve İran İslâm Cum-huriyeti'nin kurucusu [243] ÂyetuIIah
Humeynî [244] de Mevlânâ'dan etkilenmiştir.
Dostları,
talebeleri ve ilim adamlarınca irfânî/tasavvufî yönünün güçlü olduğu belirtilip
"arif" olarak tanımlanan, [245]bu sahada
on beş adet eseri olan [246] ve
hakkında "o, yazdıklarının hepsinin tecrübî ilmine sahipti" denilen [247]
Humeynî, Abdullah el-Ensarî, İbnü'I-Arabî, Sadreddîn Konevî ve Molla Sad-ra'nm
yanı sıra Mevlânâ'nın manevî tecrübelerinden ve Mes-' nevî'sinden de istifade
etmiştir. Nitekim onun, Dîuan-ı İmam Humeynî adlı eseri [248]
Mevlânâ Ceiâleddin-i Rûmî ve Hâfız-ı Şîrâzî üslûbunda yazdığı gazellerden
oluşmaktadır.[249]
Ayrıca, İlâhî Aşk adıyla Türkçe'ye tercüme edilen kitabındaki [250]
yazı ve şiirlerinden de bu istifade ve etkilenme görülebilmektedir.
Çağımızın
büyük yazar, araştırmacı, tarihçi, edebiyatçı, İran ve İslâm bilimcilerinden olan
Prof. Dr. Abdulhüseyin Zerrinkûb'a (Ö.1999) göre, "Mevlânâ Celâleddin,
tasavvuf? şiirin en büyük zirvesidir ve kendisinden sonra da hiç kimse bu zirveye
ulaşamamıştır. Onun büyük Mesnevî'si, gerçekte İslâm dünyasındaki tasavvuf!
birikimin mahsûlü ve özüdür. [251]
Bir
dönem İran televizyonunda Mesnevi üzerine seri konferanslar sunan; Tahran,
Harvard, Yaîe gibi üniversitelerde İslam Felsefesi üzerine dersler veren ve
Rûmî'den özellikle bahseden İranlı
düşünür Prof. Dr. Abdülkerim Sürüş {d.1945) bir Mevlânâ hayranıdır. Kendisi
için Konya'nın, Mekke ve Medine'den
sonra kutsal bir şehir olduğunu belir- ten [252]
Sürüş, bir konuşmasında Mevlânâ'ya o]an yakınlığını şöyle ifade etmiştir:
"Türkiye'ye
her yolculuk yaptığımda benim ruhî durumum değişmektedir. Bu, Mevlânâ'ya duyduğum
yakınlıktan ve ondan edindiğim istifadeden dolayıdır. Mevlânâ'nın Mesne-
vî'sinde Bayezid-i Bestamî ile ilgili bir hikaye vardır. Bu hika- ye bizatihi
Mevlânâ hakkında da doğrudur. Şöyle anlatılır: Bir gayr-t müslime, niçin Müslüman olmadığı sorulur.
O da şöyle cevap verir: "Eğer
Müslümanlık bu sizin sahip olduğunuz ise
onu arzu etmem. Eğer Bayezid'in sahip olduğu ise ona da gücüm
yok." Bu durum Meviana için de aynıdır... Mevlana çok güçlüydü. Sahip
olduğu sözleri kitaplardan öğrenmemişti. Bi- iakis semavi kaynaklardan almıştı.
Riyazat ve manevi merha- leleri geçme, sülük yoluyla edinmişti... Menbaı küçük
olan boşalmaktan korkar. Ancak denize bağlanmış olan kişi hiçbir zaman
boşatmaz. Mevlana denize ulaşmış kişilerdendi. Bu nedenle hem onun söyleyeceği
çok sözler vardı, hem de onun hakkında çok sözler söylenebilir. [253]
Hindistan-Pakistan
Mevlânâ'nın
doğu âleminde en geniş tesiri, belki İran'dan daha fazla Hind-Pakistan
yarımadasında olmuştur. Çünkü "Hindlilerin konuştuğu dille (yani Farsça)
söylüyorsam da aslım Türk'tür" diyen Mevlânâ, Hind-Pakİstan yarımadasında
çok sevilmiştir. Mevlânâ sebebiyle Türkler de diğer milletlerden daha çok
sevilmektedir.[254]
Mesnevi bir tek zümre ve tarikata mahsus olmaksızın bu yarımadadaki Müslümanlar
için birleştirici bir rehber olmuştur [255] ve sayısız
şerhi hazırlanmıştır.[256]
Henüz
XV. yüzyılda bile Bengaili bir tarihçi, "Mukaddes Brahman [257]
Mesnevî'yi mütalaa ediyor" diye yazmıştır. [258]
Hindistan
alimlerinden, Nakşbendiyye tarikatına mensup Şeyh Abdullah Dehlevî (Ö.1824)
şöyle demiştir: "üç kitabın eşi yoktur. Bunlar; Kur'ân-! Kerîm, Buhâri-İ
Şerif ve Celâled-dîn Rûmî'nin Mesnevi'sidir. [259]
Mevlânâ'nın
çağımızdaki en büyük yorumcusu olan ve kendisine "Rûmî-i Asr" {Asrın
Mevlânâ'sı) denilen, Pakistan'ın manevî babası sayılan Hindistanlı Müslüman
düşünür, şair Dr. Muhammed İkbal (Ö.1938), Mevlânâ'nın öğretilerini modern
düşüncenin .ışığı altında takdim etmiştir. Nitekim, XX. yüzyılın büyük şark
dili uzmanı Prof. A. J. Arberry de, "Bugün Avrupa'yı kurtaracak tek kişi
İkbal ve onun eserleridir. İkbal, Rûmî'nin hakîkî bir mürididir. O, Rumî'nin
öğretilerini modern düşüncenin ışığı altında dünyaya sunabilme yeteneğini göstermiştir.
[260]
demiştir.
İkbâl'in
bütün eserlerinde, bilhassa Esrâr-ı Hödi (1915), Rumüz-ı bî-Hödî (1918), Câuidnâme
(1932) ve Bâl-i Cibril'de (1935) Mevlânâ'ya olan bağlılığını ve hayranlığını
görmek mümkündür.
Hemen hemen bütün Farsça eserleri Mevlâ-nâ'nın şiirleri ve sözleriyle
başlamıştır. Hatta ilk büyükçe manzum kitabı oian Esrâr-ı Hödî'y'i,
Mevlânâ'nın tavsiyesi üzerine yazdığını beyan etmiştir.
İkbal,
eserlerinde Mevlânâ hakkında şöyle demiştir;
Benim
manevî mürşidim Rûmî, balçığımı iksire çevirdi. Toprağımdan sayısız ışıklar
çıkardı. [261]
Ben
Mevlânâ'nın feyzi ile itibar sahibi oldum. [262]
Yaratılışı
Hak ile yoğrulan pîr {Mevlânâ) bana göründü. O pîr ki Kur'ân'ı Pehlevî
harflerle (Farsça) yazmıştı.[263]
Bugünkü
dünyaya ümit ışığı ve hayata canlılık kazandıracak bir Mevlânâ'ya ihtiyaç
vardır. [264]
Senin
aklını, Frengin sihri büyülemiş. Artık dünyada senin için Mevlânâ'nın
kalbindeki alevden, imanındaki kutsî ateşten başka bir deva yoktur. Yeminle
söylüyorum ki, onun altın, pırıltılı ışığı ile benim gözlerim nurlanmış, göğsüm
ilimler denizini içine almıştır."
Acem
diyarında, maalesef bir Meviânâ daha yetişmedi. Halbuki, ülkeler yine o
ülkeler, Tebrîz yine o Tebriz'dir. Lakin İkbâl, toprağından ümidini kesmiş
değildir. Eğer o toprak, gözyaşı ile sulanacak olursa, daha çok bitkiler
bitecek ve çok bereketli mahsuller verecek kabiliyettedir. [265]
Hindistan'ın
milli ve dinî lideri olan Mahatma Gandhi (Ö.1948), her zaman Mevlânâ'nın
Mesnevî'sinden şu beyiti okurmuş:
Mâ
berâ-yt uasi kerden âmedim Ney berâ-yı fasl kerden âmedim
Biz birleştirmek için
geldik, ayırmak için değil.
Hindistan
asıllı.. Doktorasını Almanya'nın Heidelberg Üniversitesinde yapan..
Hindistan-Osmaniye Üniversitesi Felsefe bölümü başkanlığından emekli..
Pakistan-Lahor İslâm Kültü- , rü Enstitüsü kurucu müdürü Prof. Dr. Halife
Abdülhakim (ö.1959), 1933'te The Metaphysics of Rumi adlı bir kitap telif etmiş
olup, Mevlânâ'nın özelliğini ve kıymetini şöyle İfade etmektedir:
"Mevlânâ Celaieddin-i Rûmî, İslâm mutasavvıf şairlerinin en büyüğüdür.
Hiç kuşkusuz tasavvuf edebiyatı dünyasında onun kadar büyük bir yetenek
çıkmamıştır. Gerek Ba-tı'da, gerekse Doğu'da yaşamış mutasavvıfların eserleri
felse- ; fî olarak eşdeğerde olmasına rağmen, Rûmî'nin duygusal ve sezgisel
yönü diğerleri ile mukayese edilemeyecek kadar üstündür. Rûmi'nin aşılamamış
olması,[266] onun derin bir dînî
tecrübeye sahip oluşundandır. İslâm dünyası onu Mevlevî-i Manevî (Mânâ
Âleminin Üstadı) olarak yüceltmiştir. Bir din bilgini olarak Rûmî maddî
perdeyi kaldırıp gerçeği gün ışığına çıkarmakla ün yapmıştır. [267]
Prof.
Dr. Halife Abdülhakim, The Metaphysics of Rumi'nin ardından Urduca Hikmet-i
Rumi ve Teşbihat-ı Rumi adlı iki kitap daha yayınlamıştır. [268]
Hindistan'daki
Nedvetü'l-ülemâ adlı Islâmî ilimler akademisi emîni Ebu'l-Hasan Ali en-Nedvî
(Ö.1999), anlaşılan o ki
Mevlânâ'yı
biihassa Muhammed İkbâi'in eserleri sayesinde tanımıştır.[269]
Nedvî,
Mevlânâ'nın hayatına, eserlerine, onun İslam'ın siyasi, sosyal, iimi ve edebi
boyutlarına etkisine İslâm Önderleri Tarihi kitabında genişçe yer vermiştir [270] ki
bu kitabın ilgili bölümü Duygu ve Düşüncede Tazelik: Hazreti Mevlâna (Hayatı
ve Eserleri) [271] adıyla Türkçe'ye
müstakil olarak da tercüme edilip yayımlanmıştır.
Nedvîre;
"Mevlânâ'nın terceme-i hayatı, kendisinin kuvvetli bir ihsas ve vicdana,
alevli ruha, ateşli yüreğe, büyük bir istidada ve müthiş bir kabileye sahip
olduğunu gösterir. [272]
"Şiirleri ruhlara çok etkili ve yüreklere çok tatlı, zihinlere kolayca
giren, topluma ve edebiyata en fazla tesir eden sözler oldu. [273]
"Mesnevi kitabı, her zaman yeniden imana girmede ve yakîni kökleştirmede
bir kaynak olmuştur. Onu okuyan sıkıntılı kişiler ferahlar, onu tetkik eden
muzdarip fikirliler itminana ererler. Okuyanların birçoğu, onunla müşkillerini
çözerler. Hastalıklarına deva arayanlar, onda ararlar.[274]
Mevlânâ'nın,
hem insanları ilâhî aşka ve sevgiye davet ettiğini hem de insanlık şerefini
ilan ettiğini belirten [275]
Nedvî, şöyle demektedir:
"Mevlânâ'nın
asrında rasyonalizm denilen akılcılık, azgınlık denilecek derecede ileriye
gitmiş, hududunu aşmış, kalp ve sevgi aleyhine olmak üzere genişledikçe
genişlemişti. Akıllar ne kadar aydınlanırsa, kalpler o nispette soğur, hararet
ve canlılığını o ölçüde kaybeder; mide de, hayat çarkının etrafında
döndüğü mihver haline
gelir. İşte böyle bir ortamda Mevlânâ, kalp konusunu canlandırdı. Onun, insan
hayatındaki yerini ve değerini anlattı. Kalbin ihtiva ettiği fevkaladelikleri
ve hazineleri dile getirdi. [276]
Aynı
zamanda Dünya İslâm Edebiyatı Birliği genel başkanlığını da üstlenmiş olan
Nedvî; bu değişim döneminde Mesnevî'nin Müslümanlara yoldaş ve yol gösterici
olabileceğini vurgulamakta [277] ve
Mesnevî hakkında şu değerlendirmeleri yapmaktadır:
"Mesnevî,
İslâm âleminin düşünce ve edebiyatında derin etki yapmış, uzun süre devam eden
bir tesir bırakmıştır. İslâm dünyasının bu kadar geniş bir coğrafyasını, bu
kadar uzun süreli etkileyen böylesi eserler İslâm edebiyatında çok az bulunur.
Altı asırdan beri İslâm dünyasının aklî, İimî, edebî ortamları devamlı onun
nağmeleri ile çınlamış ve kafalara yeni ışık, gönüllere yeni hararet
bahsetmiştir. Her devirde şâirler ondan yeni konular, yeni üslûplar, yeni
tabirler almışlar, Mesnevî, onların düşünce güçlerini ve edebî yeteneklerini
geliştirmiştir. Kelâmcılar, öğreticiler kendi dönemlerine ait sorunları ve şüpheleri
çözmek için ondan yeni yeni deliller, kafalara yerleşen misaller, gönüllere hoş
gelen hikâyeler ve taze taze yollar bulmuşlardır. Onlar Mesnevî sayesinde
kendi dönemlerindeki huzursuz gönülleri ve zekî gençleri huzura
kavuşturmuşlar, tatmin etmişlerdir.[278]
"Mesnevî'nin
en önemli hizmetlerinden biri de, İslâm dünyasına materyalizm ve duyu
organlarının verdiği bilgilere sarılmanın yeniden hâkim olduğu, Avrupa'nın
yeni felsefesinin ve tekniğinin kalplere şüpheler ve tereddütler tohumu ektiği,
imanla ilgili meselelere ve gayb âlemine ait gerçeklere genel bir güvensizliğin
doğduğu, sentez ve analizi yapılamayan, deney ve görüntüsü olmayan ve duyu
organlarının elde edemediği (yakalayamadığı) her şeyin mevcut olmadığı
kanaatinin arttığı, eski akaid kitaplarının ve ispatlama usulü ile kelam ilminin
bunlara karşı koyup mücadele yapamadığı şu milâdî yirminci yüzyılda, bu azgın ve
durmadan artan (Avrupa'nın maddî ve
siyâsî istilasından, sömürgeciliğinden daha az tehlikeli olmayan) tufana karşı
başarılı bir mücadele vermiş olmasidir. [279]
Mesnevi,
felsefe ve materyalizmin yaraladığı ve trtidad (dinden çıkış) kapısının
önüne-getirip diktiği veya İslâm ve iman sınırını aşıp giden binlerce genci ve
değerli kafaları yeniden iman ve İslâm'a kazandırmıştır. Hindistan'da böyle
ilim adamlarından büyük miktarda vardır. Onlar samimiyetle itiraf ederek,
Mesnevî sayesinde yeniden İslâm'ın nimet ve servetine sahip olduklarını, onun
feyiz ve cazibesi ile Müslüman ve iman ehli olduklarını belirtirler. [280]
Özbekistan
Hiç
ordum olmadığı halde Çin sınırına ve Tebriz'e kadar bütün Türk ve Türkmen
illerini sırf divanımı göndermek suretiyle fethettim" diyen; Çağatay
edebiyatının oluşturulmasında çok önemli
rolü olan Özbek şair, devlet adamı ve düşünür Ali Şir Nevayî (Ö.1501), Nesayimü'l-muhabbe min
şemayimi'l-fütüvve adlı eserinde Mevlânâ Celâleddin Rûmî'den bahsetmiş; onu
büyük felsefî şairler ve kamil insanlar arasında zikrederek, yüce ve aydın bir
sima olarak vasfetmiştir. [281]
Mevlânâ'nın
Mesneu;'sini ve Rubailer1'den seçmeleri Özbekçe'ye tercüme eden Özbek devlet
sanatçısı, şair ve yazar Cemal Kemal (Kemalov) şöyle demiştir:
"Bugün
Orta Asya diye adlandırılan, daha önceleri Türkistan, en eski dönemlerde ise
Turan adıyla bilinen bu topraklarda Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî'nin adı ve şanı
yüzyıllardır malum ve meşhurdur. Bu ad ne zaman zikredilse, arif insanlar
ayağa kalkmış, âlim ve ulema onun dehası önünde baş eğmiş, şairlerimiz onun mübarek
nefesinden faydalanmayı kendileri İçin şeref kabul etmiş, onun izinden yürüyerek
onun tarzında gazeller, rubailer, mesneviler yazmışlar; aydınlar arasında
Mevlânâ'yı okuma ve inceleme geleneği ortaya çıkmıştır.
uzak
Anadolu diyarında boy veren Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî'yi Özbek halkı, onu kendi
büyük şairi, aziz âlimi kabu! etmiştir. Hoca Ahmet Yesevi, Mevlânâ Lütfî,
Mevlânâ Atayî, Mevlânâ Harezmî, Şeyh Sadî, Ali Şir Nevayî, Safi Allayâr, Babarahim
Meşreb'in eserleriyle birlikte mektep ve medreselerde okunmuş ve
araştırılmıştır...
Ne
var ki Bolşevik ihtilali adı verilen o uğursuz hareket ve akıbetinde kurulan
Sovyet sistemi yüzünden Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî'nin gayeleri zararlı kabul
edilip dinî ve mistik bir şair olarak ilan edildi. Kitaplarının okunması ve
hakkında araştırma yapılması yasaklandı. Halkımız Mevlânâ Celâleddin-i
Rûmî'den mahrum kaldı. Neticede Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî'yi hiç tanımayan, ona
tamamen yabancı olan bir nesil yetişti. Neyse ki Sovyet hakimiyetinin sona
ermesiyle bu ayıp noktalandı. Halkımız Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî ile tekrar
karşılaşıp onu bağrına bastı. Bu vakıa şöyle cereyan etti:
70'li
yılların sonlarında, yazar Radi Fiş'in Cetâleddin Rûmî adlı romanı Moskova'da
neşredildi. Daha sonra tarafımdan tercüme edilerek Taşkent'te 45 bin adet
basıldı. Kitap büyük ilgi ve muhabbetle karşılandı. Halkımız Mevlânâ Celâleddin
Rûmî'yi yeniden keşfetti.
Fiş,
Taşkent'e gelip bana misafir olduğunda şöyle anlatmıştı:
Radi,
Moskovalı meşhur yazar Genaddi Fiş'in oğlu, Leningrad üniversitesi Türkoloji
Bölümü'nde okumuş, sonraları İstanbul'da Sovyet Elçiliği'nde dokuz yıl
çalışmış. Nâzım Hikmetle karşılaştığında kendisiyle ilgili bir kitap yazma
niyetini ifade etmiş. Nazım Hikmet, "Benimle ilgili bir kitap yazma, üstadım
hakkında yaz" demiş. "Üstadınız kim?" diye sormuş Radi Fiş.
"Benim iik üstadım Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî" diye cevap vermiş Nazım
Hikmet. Böylelikle Nazım Hikmet'in teklifi üzerine Radi Fiş, bu işe girişmiş.
Yirmi yıl boyunca Mevlâ-nâ Celâleddin-i Rûmî'yi araştırmış, sonunda ona âşık
olmuş. Nihayet sevgi ve rahmetin meyvesi olarak Celâleddin Rûmi romanı ortaya
çıkmış. [282]
Bu
roman sayesinde Özbek aydınları Mevlânâ Celâleddin Rûmî'ye bir ömür boyu âşık
olmuşlardır, desem abartı sayılmaz. Bizler, Mevlânâ Celâleddin Rûmî'nin
varisleri olarak Moskovalı yazar Radi Fiş'e ne kadar övgü ve şükran göstersek
azdır. Aslında bizim yapmamız gereken işi o yaptı. [283]
Suriye
Araplar
arasında Hz. Mevlânâ ve eserleri pek tanınmamaktadır. Çünkü Arapça konuşanlar
için, kendilerinkinden çok farklı olan Farsça tasavvufî şiirlerden zevk almak
pek kolay değildir ve zaten Arap edebiyatında da gayet kuvvetli bir tasavvuf
geleneği vardır. [284]
Bununla
birlikte; dünyanın önde gelen İslâm âlimlerinden birisi ve Suriye Şam
Üniversitesi öğretim üyesi olan Prof. Dr. M. Said Ramazan el-Bûtî'nin (d. 1929)
Meolânâ İslâm ue Hikmet adlı risalesi,[285]
Arap dünyasındaki Önemli çalışmalar arasındadır. Mevlânâ'yı "Rabbânî
mümtaz bir şahsiyet" olarak tanımlayan, onun ilmî birikimine, dönemindeki
Hanefi ulemâsının önde gelenlerinden oluşuna, tebliğ ve davet çalışmalarına
dikkat çeken el-Bûtî, şöyle demektedir: "Bu büyük âlim hakkında
zikredilmeye değer en önemli husus, onun, tasavvufu müstakil bir usûl-metot
olarak ele alıp, mârifetullaha giden yolda araştırma yapan birçok ulemânın
tuttuğu ilim, mantık, cedel ve kelam metodunu sûfîlikle eşdeğerde tutanlardan
olmamasıdır. Bilakis o akliyatı ve kelâmı şununbunun rivayetlerinden uzak,
mantıkî mukaddime ve kelâmî delillere ihtiyaç duymadan zevk ve şuhûd deryasına
ulaştıran kimselerdendir. [286]
Japonya
Japonya'da
Mevlânâ'ya yönelik ilgi ve sevgi ise henüz ve yavaş yavaş gelişmektedir. [287]
BATI'DA MEVLANA ETKİSİ
XVIII.
asrın sonuna kadar, Avrupa'da Mevlânâ ve Mevlevîlik hakkında pek bir şey
bilinmiyordu. [288]
Hatta öyle ki, geçen asirda Avrupa milletleri arasında en çok Fransızlarla
ilişkileri- miz olduğu halde Fransızlar, Almanlar ve İngilizler kadar Mev-lânâ
ile ilgilenmemişlerdir.[289]
Oryantalistler
[290]
kanalıyla gelen ilk bilgilerden sonra, Avrupa edebiyatçı ve düşünürleri
arasında Mevjânâ hayranlığı oluşmuş ve hakkında pek çok eser yazılmaya başlanmıştır.
Bu suretle Hıristiyan zümreler arasında Mevlânâ, bi- Hnen ve hayranlık duyulan
bir kimse olarak temayüz etmiş, pek çok kimsenin ihtida etmesine [din
değiştirip İslâm dinini benimsemelerine] vesile olmuştur. [291]
Özellikle iyi eğitim görmüş yabancıların bu yolla İhtida ettikleri sıkça görülmektedir.
[292]
İngiltere
Yirmi
sekiz dil bilen İngiliz oryantalist (Doğubilimci) ve hukukçu Sİr WiJliam Jones
(Ö.1794) şöyle demiştir:
"Mesnevi
gibi oldukça sıra dışı bir kitap belki de bir insan tarafından yazılmış
olamaz. O, güzellikleri ve kusurlarıyla, göze batan, insana kaba gelen
müstehcenlikleriyle ve saf ahlakî konularıyla şiirin süzülmüş zarafeti ve
çocuksu saflığıyla, nüktedanlık ve letâfetiyle muhteşemdir. Sersemletici
şakalarla karışık, kurulmuş bütün dinlerle alaycı, dindarlığı yüceltici bir
tarz ile, el değmemiş güzel bir ülkeye, etrafa hayvanların kokularıyla karışık
canlı, güzel çiçeklerin serpiştirildiği, harika bir iklime benzemektedir. Ben
Shakespeare veya Chaucer dışında Mevlânâ ile mukayese edilebilecek herhangi bir
yazar tanımıyorum. [293]
İngiliz
oryantalist, Fars edebiyatıyla ilgilenen meşhur ilim adamlarından, kendisinden
sonra Reynold A. Nİcholson ve Bedîüzzaman Fürûzanfer gibi bu sahanın önde gelen
simalarına önemli katkısı olan Edward GranviIIe Browne (ö,1926), A Literary
History of Persia adlı büyük eserinde, Mevlânâ hakkında şöyle demiştir:
"Şüphesiz İran'ın çıkardığı en üstün sufi şairdir. Mesnevî'si de bütün
zamanların en iyi şiiri olmayı hak etmektedir. [294]
Batı'da
Mevlânâ hakkında araştırma yapanların başında hiç şüphesiz ki İngiliz
şarkiyatçı Prof. Dr. Reynold Allin Nic-holson (Ö.1945) gelir.
Samimi
bir Mevlânâ âşığı olan Nicholson, Mesnevî üzerinde en ciddi çalışmayı, en
güzel tercüme ve İzahı yapmıştır. [295]
Nicholson,
Mesnevî hakkında öncelikle şu değerlendirmeyi yapmıştır: "Mesnevî her ne
kadar her zaman açık bir kitap değilse de, dinler tarihi, ahlak, değişik
kültürler, folklor ve hikayelerden hoşlananlara; ilahiyata, felsefeye, tıbba,
astrolojiye ve diğer ortaçağ bilim dallarına ilgi duyanlara, insan tabiatına,
Doğu şiiri ve hayatına düşkün olanlara açık bir kitaptır. [296]
Fakat
yine Nichoison, ayrıca; "Mesnevi, felsefî dille değil, kalbe hitap etme
sanatı ile işlenmiştir", "Rûmî'de tasavvuf! dehânın yüksek ifadesi
vardır... Şimdi batıda onun dehâsının büyüklüğü yavaş yavaş anlaşılıyor.[297] da
demiştir.
Mesnevî
tercümesi üzerinde çalışırken konuya nüfuz etmek, tam konsantrasyon sağlamak
için başına sikke {Mevle-vî külahı) giyen; öğrencilerine Mesnevî dersi verirken
gözyaşlarını tutamayarak adeta kendinden geçen Nicholson'un son sözleri:
"Mevlânâ, Mevlânâ! Şimdi seni anladım" cümlesi olmııştur. [298]
Nicholson'un
öğrencisi ve meslektaşı olan, Cambridge Üniversitesi Şark Düleri kürsüsünde
görev yapan Prof. Dr. Arthur John Arberry (Ö.1969): "Rûmî, yedi yüz yıl
evvel dünyayı büyük bir kargaşalıktan kurtarmış, tasavvuf yoluyla insanlığa
umut, sevgi ve yaşama sevinci vermişti. Bugün ise Avrupa'yı kurtaracak tek şey
onun eserleridir.[299]
demiştir. Yine Arberry, vefatından birkaç sene evvel, yakın bir dostuna şunları
söylemiştir: "Hayatımdan geriye kalan senelerimi yalnız Hazreti
Mevlânâ'nın eserlerini tetkike hasredeceğim. Çünkü Mevîânâ'nın eserlerinde
asrımızın hastalıkları için rûhânî ilaç ve teselliler bulmak mümkündür. [300]
Bir
not:
İngiltere'de
semâ gösterisi ilk kez 1971'de Londra'da düzenlenmiştir.
Fransa
Batı'da
ilk kez J. de Wallenburg fö.1806) adlı bir Fransız elçisi Mesnevl'nin tamamını
Fransızca'ya çevirmeye teşebbüs etmiş, ama maalesef bu çalışması, Beyoğlu'nda
1799'da çıkan büyük yangında yitirilmiştir. [301]
Meşhur
Fransız yazar ve şairi Victor Hugo (Ö.1&85) da Mevlânâ'dan mülhem ve onu
terennüm eden nefis parçalar yazmıştır.
Fransız
Akademisi üyelerinden, meşhur yazarlardan olan ve 1919 senesinde Konya gelip
Mevlânâ'nın türbesini ziyaret eden Maurice Barres (Ö.1923), üne Enquete aux
Pays du Le-uant (Doğu Memleketlerinde Bir Anket) adıyla yayınladığı notlarında
şöyle demektedir: "Yerimde duramıyorum. Bir an önce Mevlânâ dergâhını,
semahane ve türbesini ziyaret etmek, onun ilahi vecdini yaşamak, şiirlerinin
nağmelerini duymak istiyorum. O öyle bir şairdir ki sevimli, âhenktar, ateşin
ve müfrittir. O öyle bir dehâdır ki ondan ıtır, nur, misk ve biraz da garabet
intişar eder... O, yedi yüz yıldan beri kuşaktan kuşağa yaşamakta, mezarının
çevresinde adı her gün daha artan bir coşkunlukla dile gelmektedir. Âh! Ben ne
mutluyum." demiştir. [302]
Yine Maurice Barres'in, "Mevlânâ Celâleddin'in
semâ ve teganni yüklü
şiirini gördükten sonra, Dante'nin, Shakespeare'in, Goethe'nin, Hugo'nun eksik
kalan taraflarını fark ettim" dediği nakledilmiştir. [303]
Prof.
Dr. Eva de Vitray-Meyerovitch (Ö.1999)... Fransa'nın dünya çapında en saygın
bilim ve araştırma kurumu olan Bilimsel Araştırmalar Milli Merkezi'nde (CNRS),
yönetici ve uzman olarak çalıştı. Muhammed İkbal'in eserleri sayesinde İslâm'ı
ve Mevlânâ'yı tanıyıp sevdi. "Hiç insan Mevlânâ'yı okuduktan sonra
Müslüman olmaz mı? [304]
diyen Eva, Müslüman olduktan sonra ismini "Havva" olarak değiştirdi.
Üç seneden daha fazla bir süre çalışarak Farsça'yı öğrendi ve Mesnevi başta
olmak üzere Mevlânâ'nın bütün eserlerini Fransızca'ya çevirdi. [305]
Ona
göre; "Bütün zamanların en büyük mistik dehalarından biri olan Muhammed
Ceiâleddin Rûmî'nin eseri olan Mesnevi, tartışmasız dünya edebiyatının en
büyük şaheserlerinden ve tabiri caizse insanlığın kutsal kabul ettiği
kitaplardan birisidir. [306]
Havva
Hanım, Mevlânâ'ya hayatını vakfettiğini bildirirken şu açıklamaları yapmıştır:
"Ben hayatımı O'na, mesajının oldukça âcil ve oldukça evrensel olduğunu
düşündüğüm için vakfettim. [307]
Havva
Hanım, Mevlânâ'nın yedi yüz sene önceki bazı mısralarında yer alan ve çağdaş
bilimsel tespitlerle örtüşen bilgiler karşısında hayret ve hayranlığını şöyle
ifade etmektedir: "Meviânâ'nın yazılarında hayretâmiz şekilde ortaya konan
hususlardan biri de "atom"la ilgili şeylerdir. Gerçekten Mesne-vî'de
1940'Iarda geçerli olan bir teori ile kıyaslanabilen bir nükleer fizik teorisi
buluyoruz. Bu teorinin Yunandaki Demok-rit felsefesi ve İslâm felsefesi ile
hiçbir ilişkisi yoktur. Mevlânâ'nın zamanında ve daha sonraki yıllarda hiç
bilinmeyen nükleer güç ve atom hakkındaki Mevlânâ'nın bu bilgisini nasıl
açıklayacağımızı bilmiyoruz. [308]
İşte
Havva Hanım'm dikkat çektiği bir rubâî:
Eğer
atomu kesersen
Ortasında
bir güneş
Ve
güneş etrafında da
Durmadan
dönen gezegenler görürsün."
Mevlânâ,
bir yandan merkezi güneş olan gezegenler sistemine ve onların güneş
etrafındaki dönüşlerine, diğer yandan da atomun parçalanabileceğine, atomun
içindeki çekirdek ve etrafında dönen elektronlara işaret etmiştir. Her şeyin
durmaksızın hareket halinde olduğunu anlatmıştır. Mevlânâ'nın semâsı, atomun
ve âlemin yapısını aynı anda sembolleştirir. [309]
Havva Hanım da şöyle demiştir ki: "Mevlevi semâsını hatırlayınız. Ortada
bir semâzenbaşi, onun etrafında dönen se-mâzenler vardır. [Semazenbaşı da
dönmektedir.] Semaya katılan semazenlerin sayısı dahi, güneş sistemindeki
gezegenlerin sayısı esas alınarak belirlenmiştir; dokuz ya da dokuzun
katlarıdır. [310]
Bir
başka beyit:
Bir
zerrenin içinde bir güneş gizlidir. Derken ansızın o zerre ağzını açar.
O
güneşin huzurunda gizlendiği yerden sıçradı mı gökler de zerre zerre olur,
yeryüzü de. [311]
Mevlânâ
XIII. yüzyılda, bir atomun kesildiğinde, içinde bir çekirdek ve çevresinde de
dönen gezegenler olduğunu öğretiyordu. Bu atomların içinde bulunan olağanüstü
enerjiden de kesinlikle haberdardı ve dünyayı kül edebilecek bir çarpmaya
sebebiyet vermemek için çok dikkatli olunması gerektiğini ilan ediyordu. [312]
Not: Fransızların, sema ile atom arasında
bir ilişki kurmasının geçmişi 1970'lere dayanmaktadır. İşte bir gazete
başlığı:
Semazenlerin
dönüşünde, atomun yapısı hakkında seziş yoluyla öğrenilmiş bilgileri
görüyoruz." (Le Figaro, 5.6.1970) [313]
Bir
not:
Fransa'da
semâ gösterisi ilk kez 1966'da Paris'te düzenlenmiştir.
Tarihte
eşine az rastlanan bir düşünür olarak nitelendirdiği Mevlânâ'yı çok sevdiğini
ve Mesnevi okuduğunu belirten [314]
Fransız felsefe profesörü Roger Garaudy'ye (d.1913) göre Mevlânâ, tüm zamanlara
hitap eden, en büyük mutasavvıf şairlerden biridir. [315]
Ünlü
sosyal antropolog, Fransa Strasbourg Üniversitesi Türkoloji profesörü İrene
Melikoff (d.1917); "Mevlânâ'nın eserlerini dünya milletleri kendi
dillerine çevirip okusalar, dünyada kötülük, harp, kin, nefret diye bir şey
kalmaz." demektedir. [316]
Avüstürya-Almanya
Mevİânâ'yı
Almanca konuşan ülkelere tanıtan ilk oryantalist, Avusturyalı Hammer'dir. [317] On ciltlik
Osmanlı Devleti Tarihi adlı eseri yazmakla şöhret bulmuştur.
1818'de
neşrettiği Geschichte der Schönen Redekünste Persiens (İran Edebiyatı Tarihi)
adlı eserinde Mevlânâ'nın eserlerinden uzun uzadıya bahseden Hammer şöyle
demiştir:
"Mevlânâ,
bütün pozitif dinlerin dış formlarından çok daha kutsal olan, en ulvî dinî
vecdin kanatlan üzerinde, öteki lirik şairler gibi, -Hafız da dahil- sadece
ayın ve güneşin fevkine yükselmekle kalmayıp, zaman ve mekânın, yaratılışın,
kaza ve kaderin, bezm-i ezel ahdinin ve hesap gününün üzerinden kanatlanarak
ebedîliğe varır. Burada o, ebedî kul olarak Mutlak Varlığa mülâkî olur ve
ebedî âşık olarak da yine sonsuz aşkta vahdet-i vücûd bulur.[318]
"Hz.
Mevlânâ bütün müspet dinlerin zahirî müşkillerinden, dünyevî bütün hâdiselerden
tecerrüd ederek çok üstün serme-dî varlığı bulmuş, en yüksek manevî şevk ve
hazzın kanatları İle, diğer şâirlerin (Hafız da dahil) ulaşamadıkları makamlara
yükselmiştir. [319]
Hammer,
Dîvân-i Kebîr ve Mesnevî'den seçtiği yaklaşık 50 kadar şiiri de ASmanca'ya aslının
şairane güzelliklerini hiç aksettiremese de tercüme etmiştir. [320] O
yine aynı eserinde şöyle demiştir: "Mesnevi, Ganj nehrinin kenarlarından
tâ Boğaziçi'nin kıyılarına kadar bütün mutasavvıflar için bir nevî cep
kitabıdır. [321]
Ünlü
Alman şairi Friedrich Rückert (Ö.1866), Ham-mer'den Farsça öğrenerek Dîvân-ı
Kebtr'den 44 gazeli Alman-ca'ya manzum olarak çevirmiş ve 1820'de Ghaselen
(Gazei-ler) adı ile yayınladı. İki yıl sonra, OsÜiche Rosen (Şark Gülleri)
adlı şiir kitabında Mevlânâ'ya seslenen mistik şiirleriyle, ona hayranlığını
bir kere daha dile getirmiştir. [322]
Çağında
büyük ilgi gören Rückert'in çevirileri Avusturyalı Franz Schubert (Ö.1828),
Alman Richard Strauss (Ö.1949) ve diğer müzisyenler tarafından bestelenmiştir. [323]
Alman
idealistlerinin en büyüğü ve batı felsefecilerinin en ünlülerinden biri olan
WHheİm Frederick Hegel (Ö.1831), Di-alectic of History (Tarihin Diyalektiği)
adlı kitabında Mevlâ-nâ'nın ne kadar çok etkisinde kaldığından bahsetmiştir. [324]
Hegel,
Rückert'in kitabı sayesinde Mevlânâ'yi tanımış ve Enzyklopaedie der
Philosophischen Wlssenschaften adlı eserinde "mükemmel Mevlânâ"
ifadesini kullanmıştır. [325]
İslâmiyet'e
yakınlık duyduğu bilinen Alman edebiyatçı ve şairi Goethe (Johann Wolfgang von
Goethe, Ö.1832), Ham-mer'in tercümeleri sayesinde Mevlânâ'dan haberdâr olmuş ve
ondan etkilenmiştir.[326]
Hafız
Divâni!'na duyduğu hayranlığın etkisi altında 1819 yılında yazdığı ve
Faust'tan sonraki en önemli eseri olan West-OestlicherDiuan [327]
(Doğu-Batı Divanı) adlı eserinde, "İtiraf edin! Şark'ın şairleri /Biz Batı'nınkilerden
daha büyüktür [328]
diyen Goethe, Divan'ında "Dscheiaî-eddin Rumi spricht" {Celâleddin
Rûmî der ki) diyerek onun şu mısralarına yer vermiştir: [329]
Dünyada
bulunan, senin için bir rüya gibidir, Yolculuğu sen yaparsın, nereye olduğunu
kader çizer; , Sıcak ue soğuk üzerinde
tasarruf sahibi değilsin, Çiçeklenen her şey hemen solacaktır.
Edebiyat
tarihçisi Alman Johannes Scherr (Ö.1886) Mevlânâ'dan bahsederek şöyle
demiştir: "Vallahi, Rûmî'den daha sevimli bir mutasavvıf yeryüzünde hiç
zuhur etmedi. [330]
Alman
şair Hanns Meinke (Ö.1974), Mevlânâ'yı önce Alman oryantalistlerin
kitaplarından tanıdı, sonra da onun ilahi aşkının sarhoşluğu içinde, bütün
şiirlerini Mevlânâ'ya adadı. Mevlânâ için yazdığı gazelleri Lied der Rohrflöte
adlı kitabında topladı. En büyük arzusu, Konya'ya gelerek, Mevlânâ'sını ziyaret
etmek, eliyle süsleyerek yazdığı kitabının bir kopyasını Mevlânâ Müzesi'ne
armağan etmekti. Dostları, yaşlı şairin bu arzusunu yerine getirmekte
gecikmediler. Prof. Dr. Annemarie Schimmel ile birlikte, lOMayıs 1956 günü
Konya'ya gelen şair, beyaz sakalına doğru süzülen gözyaşları içinde Mevlânâ'yı
ziyaret etti, eserlerini sundu. Onun, Meviânâ için yazdığı şiirlerinden
birinin Türkçe tercümesi şöyledir: [331]
Ey
Rumî, ben sen olalı
Çılgınlık
sustu
Ey
Rumi, ben sen olalı
Kuzey
güney, güney de kuzey oldu.
Kutup,
diğer kutbu yarattı,
Ahenksizlik
akortlarda eridi.
Söyle,
denizin atan nabzı kıyısında
Dalgalanmayan
tek körfez kaldı mı?
Söyle,
senin yanında anlamı olmayan
Tek
söz kaldı mı?
Raks
etmeyen adım mı var?
Ey
Rûmî, bu semâ çemberinin ortası benim,
Ta ki
ben, sen olalı...
Dünyanın
gelmiş geçmiş en büyük oryantalistlerinden kabul edilen Alman Prof. Hellmut
Ritter (Ö.1976), Büyük şair insan" olarak tarif ettiği Mevlânâ'nın,
"Vefatından 700 yıl sonra, hayatında olduğu gibi, kalpleri kendisine
cezbetmeye muktedir oiduğunu hayranlıkla müşahade ettiğini [332]
vurgulamıştır.
Batı'da
Mevlânâ hakkında en çok eser ve makale yayınlayanların başında gelen kişi,
Prof. Dr. Annemarie Schimmel'dir (Ö.2003). Berlin, Marburg, Ankara, Bonn,
Harvard gibi üniversitelerde dersler veren ve Mesnevî'yi yirmi defa okudum,
hepsinde de ayrı duygular yaşadım" diyen Schimmel'e göre;
Mevlânâ
Celâîeddîn Rûmî'nin telif ettiği kitap (Mesnevi), hem İslâm mutasavvıflarının
en çok sevdikleri eser, hem de Avrupa oryantalistlerinin en çok tetkik
ettikleri mistik şiir sayılabilir. [333]
Batıda
Celâîeddîn Rûmî'den daha çok tanınan mutasavvıf yoktur. "Mevlânâ"
derler ona müridleri. Batıda Mevlevîlere "dönücü dervişler"O derler.
Osmanlı İmparatorluğu'nu ziyaret eden Avrupalılar ondan etkilenmişler ve Fars
edebiyatıyla ilgilenen ilk oryantalistler çeviri için onun kitabını seçmişlerdir.
[334]
Her
nerede ilâhî aşkı özleyen varsa, her nerede insanlar kendilerini bu aşkın
ateşinde yakmak isterler de ilâhî hakikati, şaşırtan zahirî şekil ve
sembollerin hicapları arkasında gönül gözüyle görmek hasretini çekerlerse,
orada Mevlânâ'nın eserleri okunacak, ezberlenecek ve tekrar tekrar okunacaktır
ve kendisi, bu dünyanın karanlıklarında kutup yıldızı gibi aşk yolunu
gösterecektir. [335]
Alman
araştırmacı-yazar ve bir Mevlevî olan Süleyman Wolf Bahn, Batı dünyasında 30
yıldır yaşanan bâtınî konulara ilginin kalıcı olduğunu söylemekte ve
Mevlânâ'nın etkisini şöyle açıklamaktadır:
"Mevlânâ,
Batılı insanı, diğer sufî klasiklerine kıyasla, daha doğrudan etkilemekte. Hz.
Mevlânâ, diğerlerinden farklı olarak, belirli bir şekil aramıyor, belirli görevler
vermiyor. Mevlânâ'nın Divan'tndaki şiirler, insanın "Öz"üne doğrudan
dokunuyor. Batılı insan, kendi kişisel tecrübesi ile, İslâm ilahiyatı hakkında
bir bilgisi olmadan da onları benimseyebiliyor. Kendine hitap edilmiş gibi
hissediyor. Mesnevî'deki hikâyeleri kolaylıkla anlayabiliyor. Kendi sorunlarına
değiniliyor ve bu sorunlar hakkında doğrudan, "Sevgi dolu Allah'tan,
rahatlatıcı tavsiyeler alıyor. Bu seven ve bağışlayan Allah'tan gelen
tavsiyeler, maneviyatının gelişmesinde teşvik edici rol oynuyor... Hz.
Mevlânâ'nın yardımıyla, kişi herhangi bir uygulamayı takip etmeksizin, iç
anlamla doğrudan ilgileniyor. İnceleme yolunda belirli uygulamaların kabul
edilmesi, arayış içindeki kişi için daha kolay bir hal alıyor; çünkü kişi, bu
uygulamaların, bulmaya can attığı anlaınlafa ulaşmasını sağlayan yol olduğunu
fark ediyor. Batılı insanın arayışının başında ihtimal vermediği şey
gerçekleşiyor ve sonuçta özgür İrâdesi ve kararıyla "İslâm dinini"
kabul ediyor. Ancak, Hz. Mevlânâ onu daha ileriye, 'Bilgiye' ve 'Aşka' yöneltiyor.
Acı ve umutsuzluk zamanlarında teselli oluyor; kendisindeki özlem, aşk ve umut
ateşlerini besliyor... Hz. Mevlânâ, mutlak bağlılığı ve Allah'a dönük yüzü ile,
hangi din ve kültürden olursa olsun kendisiyle tanışan herkes için bir
"yol gösterici" oluyor. Hz. Mevlânâ'nın, Türkiye'nin yıllardan beri
coğrafî ve kültürel açılardan benimsediği siyasî konumla aynı konumda olması
enteresandır: "Doğu ve Batı arasındaki köprü. [336]
Dr.
Michaela Mihriban Özelsel (d. 1949, Almanya)... Mevlânâ'nın türbesinde
Müslüman olmuş bir psikolog dervişe... Türkçe'ye de çevrilen Halvette 40 Gün ve
Kalbe Yolculuk adlı kitapların yazarı şöyle diyor:
"Hz.
Mevlânâ'nm türbesi sadece muhteşem değil; aynı zamanda öyle bir ruhaniyet
kaynağı ki insanı iç dünyasına, kalbine; "İnsana, kendi şahdamarından
daha yakın olan [337]
Allah'a götürür. Bu türbe barışın, huzurun ve ebedî Evliyâ'nın mekânıdır. Aynı
zamanda o, ziyaretçilerin üzerinde çağlar ötesi bir nefes gibi esip,
yayılmaktadır... Şahsen benim için Hz. Mevlânâ'nın eserleri; özellikle de çok
sade ve anlaşılır bir şekilde formüle edilmiş olan Fîhi Mâ Fth'i, her zaman Kur'ân'ın derin mânâlarına giriş
imkanı verdi ve hâlâ da vermektedir. Zira; kutsal Kur'ân'ın çok yönlülüğü
ebedî olduğu gibi, benim için Hz. Mevlânâ'nın eserleri de öyledir. On yılı aşkındır
Fîhi Mâ Fîh'ı sonu gelmeden defalarca okumaktayım. Her defasında da bana, yeni
anlayışlar, yeni ufuklar açmaktadır ve
bu yeni ufukların (bilgilerin)
her biri, beni yeniden Kur'ân'ın
anlaşılmasında başka ufuklara götürmekte, yönlendirmektedir... Eğer Hz.
Mevlânâ, sadece biz Müslümanlara hitap ediyorsa, o zaman insanlığın kalan
kısmı ne olacak? Onun yalnızca gayri-Müslimlere, gayri-Hıristİyanlara,
gayri-Yahudilere değil; aynı zamanda Allah'ın varlığından haberdar olmayan
veya bu düşünceden hareket eden insanlara da mesajı var mı, varsa ne? Allah'ın
bu kişilere de sunduğu ihsan ve bağışların anlamı ne, niçin verildi? Bunu
anlamanın bir yolu da Psikoterapi'dir... Ben, Batılı bir psikolog ve
psikoterapistim. Sanayileşmiş Batılı ülkelerin, gelişmiş metot ve kavramlarıyla
ABD ve Almanya'da yetiştirildim. Fobiler gibi, oldukça basit ruhsal
rahatsızlıklar konusunda yüksek öğrenimimi yaparken öğrendiğim metotlar,
hastalarıma yardımcı olma konusunda da bana fayda sağlamaktadır. Ancak; hayatın
anlamının sorgulandığı ağır varoluş krizlerinde..., hangi tür terapi yardımcı ve
faydalı olabilir; bu durumda ne yapılabilir? Eğer bir insan artık
yaşayamayacağına İnanmışsa, bu insana nasıl bir tedavi uygulanabilir? Şayet
bir insan "kaderin sillesiyle" değer verdiği her şeyini yitirmiş
ise, ona ne tür bir çare sunulur? Şayet bir insan diğer insanlar tarafından
işkence ve aşağılanma sebebiyle, en içsel yanını, onurunu, kısaca insanlığını
bile kaybetmişse bunun çözümü ne olabilir? [338]
İtalya
Angelo
Giuseppe Roncalli asıl adıyla 1935-1944 yılları arasında Türkiye'de Vatikan'ın
gayr-i resmi apostolik temsilcisi ve Latin Katolik Cemaati'nin ruhani önderi
sıfatıyla bulunan, 1958-1963 yılları arasında papalık yapan, 3 Eylül 2000 tarihinde
Vatikan tarafından Aziz ilan edilen, Müslümanlar ile diyalogu başlatan,
Türklerin Avrupa İle yakınlaşmasını isteyen bir din adamı olarak tanınan Papa XXIII.
Jean Roncalli (ö. 1963), 1958 yılında Konya'ya şu mesajı göndermiştir:
"Bütün
Katolik âlemi nâmına Mevlâna Hazretlerinin huzurunda huşu ile eğilirim. [339]
Bir
not:
İtalya'da
semâ gösterisi ilk kez 1973'te düzenlenmiştir.
Roma
Üniversitesi Edebiyat ve Felsefe Fakültesi Dekanı, Türkolog Ord. Prof. Dr. Anna Masala (d.1934,
İtalya), yeni dünya görüşünü ve insanlık ruhunu Mevlânâ'ya borçlu olduğunu
belirtmekte [340] ve 2000 yılında
Ankara'da düzenlenen uluslararası Mevlânâ Bilgi Şöleni'nde sunduğu
"Hasret" adlı tebliğinde şöyle demektedir: "Batı maddeyi
keşfetti. Siz Doğu insanları mânânın ve insanın keşfinden yana oldunuz. Batı
maddenin esiri oldu. İlk öğrenci hareketlerinin, refah seviyesi yüksek İsveç'te
başlaması dikkat çekicidir. İonesco'nun piyesinde bütün sahne madde ile dolar.
Maddeye esir olan Batı insanı, bir gün bu değerleri sizin elinizden alacak. [341]
Afgan
asıllı İtalyan Prof. Dr. Gabriel Mandel Khan... Milano üniversitesi'nde öğretim
üyesi... Psikolog, ressam... Ve Milano'daki Halvetî-Cerrâhî dergahı şeyhi!...
İtalya'da yedi şehirde merkezi olan tarikatın içinde profesörlerden ressamlara, doktorlardan
kimyagerlere, yazarlardan itfaiyecilere kadar birçok farklı meslekten üye
bulunuyor.
Gabriel
Mandel Khan'a göre İtalyanların İslâmiyet'le ilgilenme sebepleri tasavvuf.
Tasavvuf İtalyanları cezbediyor. İtalya'da insanların çoğu maddeye dalmış,
ruhları ise açlık çekiyor. Bunu doyurmak için keşişlerin yolundan da
gidemiyorlar. Çünkü keşiş kısmında ruha yönelmenin bedeli çok ağır. Evlenmekten
kaçınmaları ve dünyadan el etek çekmeleri gerekiyor. Haibuki İslâm dininde,
dünya terk edilmeden, insan mânâ âleminde rahatlıkla terakkiyat yapılabiliyor.
[342]
Gabriel
Mandel Khan'ın grubuna, 11 Eylül'den sonra İtal-ya'daki kiliseler, "Bize
dininizi anlatın." teklifi yapar. Daveti geri çevirmeyen İtalyan
Müslümanlar, kilise kilise dolaşarak Mevlânâ'nın fikirlerinden yola çıkarak
İslam'ı anlatırlar. Mevlânâ felsefesini içselleştiren İtalyan sufiler vasıtası
ile birçok İtalyan, İslam düşmanlığından vazgeçtiği gibi, pek çoğu da Müslüman
olur. Grubun üyeleri, her hafta bir araya geliyor ve Mevlevihanelerinde sema
yapıyor.
Mevlânâ
hakkında; "Mevlânâ CeSaleddin-i Rûmî, manevî değerlere susamış kişilerin
beklentilerine cevap verecek bir kaynaktır." diyen Gabriel Mandel Khan'ın
Mevlânâ ile tanışması yaklaşık 30 yıl öncesine dayanıyor. Daha önce Nakşibendi
olan Mande!, Türkiye'de Halveti-Cerrahi Şeyhi Mustafa Özak'la tanıştıktan sonra
Mevleviliğe geçer. Paris'teki Nakşibendi Şeyhi Muhammed Ebu Bekir'e telefon
ederek izin alır. İtalyanlar, Mevlânâ'yı bu cemaatin yanı sıra, Konya'da düzenlenen
uluslararası Mevlânâ sempozyumuyla tanımaya başlar. Fransız olan Prof. Eva de
Vitray Meyerovitch'in (Havva Hanım) Mevlânâ hakkında yazdığı Fransızca kitap
da İtalya'da büyük ilgi uyandırır.
Mevlânâ
hakkında İtalyanca kitap bulunmazken, daha önceleri Kur'ân-ı Kerim'i çeviren
Gabriel Mandel, Mesnevi'yi de İtalyanca'ya çevirdi. Mesnevi'nin İtalya'da büyük
ilgi uyandıracağını söyleyen Mandel, manevi duygulara susamış İtalyanların
bunu Mevlânâ'da
bulduklarını dile getiriyor: "Batıdaki insanlar Mevlânâ'yı örnek alıyor.
Meviânâ'nın manevi dünyası çok temiz ve berraktır. Onun manevi dünyası
İtalyanları etkisi altına alıyor ve sanata düşkün olan İtalyanların eserlerine
yansıyor. [343]
Mesnevi'nin
İtalyanca çevirisi, 2005 yılında Konya Büyük-şehir Belediyesi tarafından
yayımlandı.
Dünyaca
ünlü İtalyan müzisyen ve yönetmen Franco Battiato (d.1945), Mevlana'dan ve
Konya'da izlediği semadan etkilenerek 1987'de İtaiya-Parma'da Genesi adıyla
klasik bir opera sahneye koymuştur. Bu operada Mevlana'ya yazılan şu şiirler,
solistler ve koro tarafından seslendirilmiştir;
Sen
peygamberler bahçesinin gül ağacı, sümbülü
Sen
saf, seçilmiş, muhteşem ve yüce
Sen
kalplerin hâkimi Cenâb-ı Hakk'ın dostu.
Mevlânâ,
hakikatin dostu, sultânım. Cihanın en mükemmel, en asil varlığı, dostu. Hazreti
Mevlânâ hakikatin dostu Sen Cenab-ı Hakk'ın sevdiği Yaratan'ın eşi olmayan
peygamberi Dostun, sultanım.
Cihanın
en mükemmel, en asil varlığı Dostu sen Cenâb-ı Hakk'ın sevdiği. [344]
Polonya
ünlü
Polonyalı bestekâr Karol Szymanowsky (Ö.1937) de Mevlânâ ile tanışmış; 1922
yılında, Meviânâ'nın bir gazelini "Gecenin Şarkısı" adıyla senfoni
olarak {III. Senfoni; Mevlânâ Senfonisi diye de bilinir) bestelemiştir. İlk kez
aynı yıl Boston Senfoni
Orkestrası'yla seslendirilen korolu senfoni, dünyanın sayılı ülkelerinde
orkestraların repertuarlarına girmiştir [345]
Szymanowsky tarafından bestelenen bu gazelin tercümesi şöyledir: [346]
Konuğuz
sana ey dost, gel uyuma bu gece
Hastayız
can evinden, kal bizimle bu gece
Bu
gece çözülsün su; bu gece haram uyku
Kaldır
perdeyi gözden, bu gece gerçeği bul
Bu
gece gökyüzünde dolaşan bir gezegen gibisin sen
Dön
çevresinde aşkın, pervane ol sen
Bu
gece çözülsün sır, bu gece şilinsin karanlıklar
Tanrım!
Nurunla aydınlansın hep içimiz, ışıkla dolsun bu gece
Konuğuz
sana ey dost bu gece
Şu
anda herkes uykuda, beklediğim yalnızlık
Ey
yüce Tanrım! Benimle ol bu gece
Ne
mutluluk Tanrım, bu gece seninle ben
Daha
sokul bu gece, uyuma ey dost bu gece
Sabah,
uzun gecemiz, yıldızların gündüzü
Yüzünden
nur saçılır, ışık ışık bu gece
Gezegenler
çevrende dolaşırken uzayı
uyuma
ey dost bu gece
Karanlıklar
dolaşırken uzayı bu gece
Nurunla
hep aydınlansın, içimiz ışık olsun bu gece Sözsüz konuşmadayım
Dilsiz
oldum bu gece.
Macaristan
Macaristan'ın
en büyük şair ve çevirmenlerinden olan Ist-vân Vas (Ö.1991), dünyanın dört
bucağından bir araya getirdiği çevirilerini 1982'de Het tenger eneke (Yedi
Denizin Türküleri) adıyla yayımlamıştır. Bu derlemede Mevlânâ'yı; "Celaleddin
Rumi, Farsça yazan lirik
şair, Mevlevi Tarikatı'nın kurucusu, dünya edebiyatının en büyük tasavvuf
şairlerinden biridir" şeklinde tanıtmıştır. [347]
Macaristanlt
Türkolog-Hungorolog Dr. Edit Tasnâdi şöyle demektedir: "İslâm âleminin
büyük mutasavvıf ve mütefekkiri Mevlânâ'nın Macaristan'da -her şeye rağmen
özellikle üç önemli okur grubunun kitaplığında yerini bulduğunu söyleyebiliriz.
Bu üç grubu; dünya edebiyatı meraklıları, Türkologlar ve Türk kültürünü
sevenler ve İranistler ile Farsça eserlere ilgi gösterenler oluşturuyor. [348]
Yugoslavya &
Bosna-Hersek
Bosna-Hersek'in
Müslüman bilge kralı Aliya İzzetbegovİç (Ö.2003) Mevlânâ'yı şöyle
değerlendirmektedir:
"Hz.
Mevîânâ'nın felsefesi, eserlerinin ve şiirlerinin yüzyıllardır gücünü
koruyarak yaşatılması, gururumuzu artırmaktadır. Onun ilmi çalışmaları doğuda
ve batıda çok sayıda insanın gönlünü fethetmiştir."
"Mevlânâ'nın
eserleri dillerin ve ideolojilerin üstündedir. Onun üslubundaki gibi; karınca
ile güneşi, çiçek ile okyanusu, çığ ile dağlan insanın gözbebeği ile gökteki
ayı aynı kolaylıkla anlatan başka bir şair bulmak zordur.[349]
Yugoslav
Türkolog, edebiyatçı, Yugoslavya Türk Yazarlar Derneği'nin kurucularından ve bu
derneğin ilk başkanı olan İskender Muzbeg Şefikoğlu (d.1947, Prizren);
"Bugün
Mevlânâ, Yugoslavya topraklarında şiirleriyle, sanatıyla, felsefesiyle
varlığını göstermekte, bura ulus ve halklarının belli kesimlerinde hâlâ
yaşamaktadır." demiştir.[350]
Yunanistan
Yunanlı
yazar I. M. Panayotopulos, Benzersiz Mevlana [351]
adlı kitabına şunları kaydetmiştir:
"Mevlânâ'yı
okumak. Mevlânâ'yı bilmek, yaşamının ilk yıllarından ölümüne kadar devam eden
süreçleri o kutsal tereddüt, kuşku ve anlama Öğrenmebilme üçgeninden geçtikten
sonra varılan uygulamanın baştan çıkarıcı kasırgasını duymak... İşte tüm bu
öğeler, insan, İnsan olma'nın anlamı yanında, İnsan olma'nın gururunu da
vermektedir.
Mevlânâ
bir kişiye, bir müride, bir mümine, bir kitleye, bir ırka, bir dine., herhangi
bir (bir)e hitap etmiyor... Mevlânâ (tüm)e, (bütün)e hitap ediyor... İnsan olan
(herkes)e... Din, ırk, sınır kavramının dışında... her İnsan'a, tüm İnsaniık'a
hitap ediyor... Ve bunu yaparken de, somut öğe olarak sevgi'yi kullanıyor.
13.
asrın ortalarında, Horasan'ın dağları ile bozkırlarından kalkıp Konya'ya gelen
Doğuiu bir düşünür, o zamana kadar değişik küitür ve coğrafyalardan gelen
bilgileri oiağanüs-tü seziş ve duyuşunun perspektifi altında kullanarak asırlar
sonraki dünyanın, bugünkü Batı Medeniyeti diyebileceğimiz felsefi sistemlerin
temellerini atıyor. Spinoza'ya, Goethe'ye, Novalis'e, Kierkegaard'a,
Nietzsche'ye, Dostoyevsky'ye, Gabriel Marcel'e, Rilke'ye yollarını açıyor.
Diyebiliriz ki, tüm felsefi sistemlerin en insancası olan Varoluşçuluk'un
-Herakli-tos'tan sonra- ilk ve gerçek temsilcisi, bin iki yüz ortalarının
Anadolu'sundaki Mevlânâ'dır.
Rusya
Nâzım
Hİkmet'in can yoldaşı ve Türk edebiyatının Sovyetler Birliği ülkelerinde
tanınmasına büyük katkısı olan; bilhassa, 1972'de Moskova'da yayımladığı Bir
Mutasavvıf Bir Ah\ Hümanisti: Celâteddin Rumi Mevlânâ [352]
adlı biyografiroman ile Ruslara ve Rusça konuşulan ülkelere Mevlânâ'yı tanıtan
Sosyalist,
Türkolog, edebiyatçı-yazar Radi Fiş (ö. 2000), bu kitabında Mevlânâ'yı ve
Mesnevi'yi şöyle değerlendirmektedir: "Göz kamaştırıcı bir şiir mirası
bırakan bir ozan. [353]
Batı'nın
Yunanı'ndan Doğu'nun İran ve Hind'ine dek muazzam bir coğrafyayı kapsayan çok
renkli bir düşünce dünyasının yaratılarını diyalektik bir biçimde özümsemiş bir
büyük Doğulu bilge.[354]
Ozan
ve düşünür Mevlânâ, yaşamı boyunca, dinsel dogmaların boyunduruğuna karşı,
insan ruhunun özgürlüğünü, Haçlı Seferleri ve fanatizmin şahlanış döneminde,
din, dil, ırk ayrımı gözetmeksizin bütün insaniarın eşit olduğunu, insan denen
varlığın yüceliğini savunmuştur.
Ozanın
şiirlerinde ve eylemlerinde, resmi dinsel ideoloji tarafından korunan,
kollanan ve kutsanan feodallerin zorbalığına karşı, kentlerin aşağı
tabakalarından insanların duygu, düşünce ve protestolarının dile geldiğini
görürüz. [355]
"Mesnevi,
dünya edebiyatında eşi benzeri olmayan bir yapıttır
"Ne
üzerinedir bu kitap [Mesnevi], Dünyanın birliği, insanın birliği üzerine, ama
aynı zamanda dünyanın ve insanın , . sonsuz çeşitlilikleri üzerine., insanın
yüceliği üzerine, ama aynı zamanda da insanın zayıflıkları üzerine., aşk üzerine,
ama aynı zamanda da nefret üzerine. Ona "İran Kur'an'ı"," Sufizm
Ansiklopedisi" ve "XIII. Yüzyıl Folklor Ansiklopedisi" diyenler
olmuştur. Bu adlandırmalar da kanımızca yanlış sayılmaz. Yine yanlış
sayılmayacak başka adlandırmalar da yapılabilir. Mesnevi için: "Bilim
dergisi", "Moral ve etik kurallar düsturu", Psikanaliz
Kılavuzu" ya da "Bilinç akışı el kitabı" gibi... Bu kitapta her
şey var. Her şey üzerine her şeyin söylendiği bir kitap Mesnevi. [356]
Bu
kitabın [Mesnevi'nin], Avrupa'da XIX. Yüzyıla gelene dek pek az tanınmasını
ise, ancak Ortaçağ Hıristiyan Avrupa'sının dinsel hoşgörüsüzlüğüyle ve
dünyanın zengin bir kültüre sahip halklarının çoğunu vahşi gören burjuva
Avrupa'sının cehalet dolu kibriyle açıklayabiliriz [357]
Radi
Fiş, dostu Nâzım Hikmet hakkında ise şu bilgiyi nakletmektedir:
Ünlü
Türk ozanı ve komünist Nâzım Hikmet de, hapishanede, ilk iki dizesini
Celaleddin'nden aldığı, son iki dizesiyie ona yanıt verdiği bir rubai yazmış [358]
ayrıca son romanında birkaç yerde Mesnevi'nin başlangıç dizelerinden alıntı
yapmıştır.
Radi
Fiş hakkında ayrıca bkz. "Cemal Kemalov"a ait görüşlerin yer aldığı
bölüm. .
Amerika
Almanya
doğumlu Amerikalı psikanalist, toplumbilimci Erich Fromm'a (Ö.1980) göre
"Mutasavvıf, şair ve coşkulu bir semazen olarak Mevlânâ, hayatın büyük
âşıklarından biriydi. Bu hayat aşkını onun yazdığı her satırda, meydana
getirdiği her şiirde ve her hareketinde derinden görebiliriz. Mevlânâ sadece
bir şair, bir mutasavvıf ve dinî bir tarikatın kurucusu değildi; o, aynı
zamanda insan doğasıyla İlgili derin bir anlayışa sahip bir İnsandı.
İçgüdülerin mahiyetini, aklın içgüdüler üzerindeki etkisini, benliğin (setf)
mahiyetini, bilinç, bilinçaltı ve kozmik bilinci tartışmıştı. O, yine özgürlük,
kesinlik ve otorite sorunlarına da önemli ölçüde yer vermişti. Bütün bu alanlarda,
insanın doğasıyla ilgilenenlere Mevlânâ'nın söyleyeceği çok şey bulunmaktadır.[359]
The
Art of Louing (Sevme Sanatı) adlı kitabında doğadaki er-kek-dişi
kutuplaşmasının hikmetini incelerken, "Bu fikri, büyük Müslüman şair ve
mistik Rumi çok güzel sözlerle anlatmıştır" demekte ve Mesnevî'den
aşağıdaki beyitleri kaydetmektedir: [360]
Hiçbir
âşık yoktur ki sevgilisinin uuslattnı arasın, dilesin de sevgilisi onu
aramasın, dilemesin!
Bu
gönülden seugi şimşeği çaktı mı, bil ki o gönülde de sevgi vardır.
Gönlünde
Tanrı sevgisi arttı mı, şüphe yok ki Tanrı seni se-uiyor.
Tek
elin sesi çıkmaz. Öbür elin olmadıkça, iki elin birbirine vurulmadıkça ne ses
çıkar, ne seda!
Tanrı
hikmeti ezelde bizi birbirimize aşık etti.
O
ezelî hükme göre kâinatın büyük zerreleri çift çifttir ve her cüz'ü de kendi
çiftine aşıktır.
Gökyüzü,
aklen erkektir, yer kadın. Onun verdiğini bu,
besler, yetiştirir.
Yerin
harareti kalmadı mı gök hararet yollar. Rutubeti bit- ti mi rutubet verir.
Kadına
nail olmak için kazancının etrafında dönüp dola- şan erkek gibi felek de
zamanede dönüp dolaşmaktadır.
Bu
yeryüzü, hanımlıklar etmekte, doğurduğu çocukları emzirip yetiştirmektedir.
Şu
halde yerle göğün de aklı var; böylece bil. Çünkü akıl Uların yaptıklarını yapıyorlar.
Bu
iki güzel, birbirlerinden süt emmeseler, birbirlerini seuip koşmasalar nasıl olur da birbirlerinin
muradına dolanırlardı?
Yer
olmasa güller, erguvanlar nasıl büyür, gökyüzünün ' suyu, harareti olmasa yerden ne hâsıl olur?
Bu
birlikte âlem beka bulsun diye Tanrı erkekle kadına da birbirlerine karşı bir meyil verdi.
Aynı
biçimde, her varlık parçasına da, diğer bir parçaya meyil verdi. İkisinin birleşmesinden bir şey
doğar, bir şey vücut bulur.
Gece
de böylece.gündüzle sarmaş dolaş olmuştur. Geceyle gündüz, sureta birbirlerine
aykırıdır, ama hakikatte birdir.
Geceyle
gündüz, görünüşte birbirlerine zıttır düşmandır; fakat her ikisi de bir
hakikatin etrafında dönmekte, ağ kurmaktadır.
işini,
gücünü başarıp tamamlamak için her biri, canciğer gibi öbürünü ister.
Çünkü
gece olmayınca insanın geliri, kuvveti olmaz. Bu gelir olmayınca da gündüzler
neyi harcayacak?"
İslâm
felsefesi, irfan ve bilim tarihi alanında ilk sıralarda yer alan uzmanlardan
olan ve ABD'de George Town üniversitesi'nde İslâmî Araştırmalar Merkezi'nde
görev yapan Prof. Dr. Seyyid Hüseyin Nasr'a (d. 1933, Tahran) göre: "Tüm
İslâm geleneği göz önüne getirilince, en büyük tasavvuf şairi Celâleddîn
Rûmî'dir... Kur'ân'ın bâtınî bir tefsirinden başka bir şey olmayan Mesnevi,
içinde teoriden pratik tavsiyelere kadar tasavvuf geleneğinin bütün unsurlarını
barındıran büyük bir irfan okyanusudur. Bu büyük eserde sembolik ifadeler,
alegorik rivayetler ve metafizik anlatımları muhtevî beyitlerle tasavvu-fı
hakikatleri öğretmek için şiirin kullanımı aşılamayacak bir zirveye
ulaşmaktadır. [361]
Onun
Mesnevî's;, irfan ve marifet deryasıdir. Bu deryaya dalan kişi ne onun dibine
varabilir, ne de başka bir sahile. Mes-nevî'ye tam hakim olmak mümkün değildir;
zira, sınırı olan bir şeye hakim olunabilir. Halbuki, Mesnevî'nin sınırı
yoktur. İslâm ve Batı arasında çatışma ortamının oluştuğu günümüzde,
Mev-lânâ'nın gönül birliği ve beraberlik çağrısı yol göstericidir. Mevlânâ
Batı medeniyeti ve İslâm arasında bir dostluk elçisi olarak dimdik durmakta ve
durmaya da devam edecektir. [362]
Mevlânâ
birçok medeniyetler arasında, özellikle Batı ve Doğu medeniyetleri arasında bir
barış elçisidir ve onun ruhu devamlı ve kalıcıdır... Mevlânâ, geçici dünyanın sınırlı
renklerinin çemberinde takılıp kalan insanlara banş mesajı getirmektedir. O,
insanlığın yüceltilmesi için konuşan bir zâtdır. İn-san-severdir, ancak insan
severlikle insana tapmak arasındaki farkı bilen bir insandır. Nitekim bunun
altını çizerek, "İnsan severlik Allah ekseni üzerinde kurulmalıdır"
diyor. Batı insanı, beş yüz yıldan beri insanı Allah yerine koymaktadır ve
bugün yeryüzündekileri tehdit eden bu büyük günahın dehşet verici sonuçlarıyla
karşı karşıya kalmak zorundadır. Mevlânâ, dünya görüşünün merkezinde daima yüce
bir boyut bulunan bir dünyada, insan sevgisine dayanan bir mesajı
taşımaktadır. Çağdaş dünyanın arayıcılarını cezbeden de onun bu özelliğidir. [363]
Seyyid
Hüseyin Nasr'ın talebelerinden, halen Mew York State Üniversitesi öğretim üyesi
olan, "2000 Yılı Mevlânâ Araştırmaları Özel Ödülü" sahibi Prof. Dr.
William C. Chittick ise şöyle demiştir:
İbnu'l-Arabî,
en büyük sûfî nazariyeci; Rûmî, tarihin en büyük rûhânî şairidir. [364]
Onun
sufi şairlerin en çok bilineni olduğunda ve bir yüzyıldan daha fazla bir
zamandan bu yana Batılı ilim adamları ve araştırmacılar nezdinde sürekli bir
ilgiye mahzar olduğunda şüphe yoktur. Doğuda onun şiiri, Türkiye'den
Hindistan'a kadar, Farsça'nın bilindiği toplumların hemen hepsinde son derece
yaygındır. Eserleri, manevî yeteneğin her seviyesinde Müslüman kuşaklara pratik
bir eğitim-öğretim sunmakta, onun kurduğu Mevlevîlik de Osmanlı'dan günümüze
kadar Türkiye'nin dinî ve kültürel hayatında büyük bir rol oynamaktadır.
Yaşadığı dönemden bugüne kadar şahsiyeti ve şiiri üzerine oldukça fazla şey
yazılıp söylenmiştir. [365]
Kaliforniya
Devlet üniversitesi öğretim üyesi, psikolog Prof. Dr. Lynn Wilcox, Mevlânâ'nın
Batı'da tanınması hakkında şöyle demektedir: "Batı'da en büyük görülen ve
en sevilen sufi şair, Mevlevi olarak da bilinen Celaleddin Rumî'dir. [366]
"Sevgi üzerine yazıları ile tanınan çoğu sosyal bilimci, şaşırtıcı
biçimde XIII. Yüzyılın harikulade sufi aşk şairi olan ve Batı'da Rumî olarak
bilinen Mevlânâ'yı keşfetmiştir ve ondan alıntılar yapmıştır. [367]
Amerika'da Transpersonel
Psikoloji Enstitüsü kurucusu ve Kaliforniya'daki Cerrahi tekkesi şeyhi olan
Prof. Dr. Robert Frager, insanların Mevlânâ'yı sevme sebebini şöyle izah ediyor:
"İnsanlar Mevlânâ'yı seviyorlar, çünkü insanların ruhuna hitap ediyor.
İnanıyorum ki insanların tümü Allah'ı arıyorlar, ama bunun farkında değiller.
Her insan bir Müslüman'dır, fakat bunu bilmiyorlar. Ayrıca herkesin maneviyata
ihtiyacı var; herkes tasavvufun vaat ettiğini istiyor, ama bilmiyorlar. Mevlânâ
bunları söylüyor.[368]
New
York'ta yaşayan, 1996 yılında hazırladığı Mevlânâ Belgeseli ile ABD'den
Japonya'ya kadar ün yapan ve Amerika'da "Mevlânâ profesörü" iîan
edilen yönetmen Fehmi Gerçeker (d. 1950) de, psikoloji bilimi açısından
Mevlânâ'nın önemini şöyle açıklıyor: "Mevlânâ üzerine çalışmalarım sırasında
okuduğum Mesnevi'den bir öykü çok ilgimi çekti. Bu öykünün bugün içinde
yaşadığımız dünyaya getireceği çok önemli mesajlar olduğuna inandım. Ayrıca,
Freud ve Jung'un bu yüzyılın başında yarattıkları psikanaliz ve psikoterapi yönteminin,
onlardan tam yedi yüzyıl önce Mevlânâ'nın Mesne-üi'sinde işlenmiş olduğunu
gördüm. Son iki yıldır Mew York
Jung Enstitüsü'nde
psikoloji çalışmaları yapıyorum. [Jung Enstitüsü'nden gelen profesörlere, kayda
geçmiş ilk terapinin Mevlânâ'ya âit olduğunu gösterdim ve bunu kabul ettiler.[369] Bu
kuruluşun desteğiyle öyküyü, ünlü oyun yazarı M. Sayers ile birlikte yazdık.
Oyundaki ana tema oian "baskı altındaki psikolojik anıların, bir derviş
tarafından uzun konuşmalarla ortaya çıkarılıp, rahatsızlığın ortadan
kaldırılışı", aynı bu yüzyılda başlayan psikoterapi seanslarının
tarihteki ilk örnek can-landırılışı. Özellikle Mew York gibi hemen herkesin bir
terapistinin olduğu bir şehirde, yepyeni ve Mevlevi bir bakış açısı sergileyebilmiş
olmaktan dolayı çok sevinçliyim. Mesnevî'nin geniş yığınlarca anlaşılabilmesi
için oyunu TV filmi olarak çekmeyi de düşünüyorum. [370]
Nobel
ya da Puiitzer ödüllü şiir kitaplarının 10 binler civarında sattığı ABD'de,
bilinen ismiyle "Rumi", 1997 yılından beri en çok okunan şair...
Georgİa Üniversitesi'nde dünya şiiri profesörü olan şair Coleman Barks (d.1937)
- ki Mevlânâ'nın hayalini bir nehir .kenarında görmüştür ve Kâdirî dervişidir-,
Farsça bilmediği için, almış eline akademik Mevlânâ tercümelerini ve rahat,
sade, anlaşılır ve çağdaş Amerikan şiirine uygun bir tarzda yeniden
yorumlamış. John Moyne'nin katkılarıyla hazırladığı, TheEssential Rumi (Rûmî'nin
Özü) adıyla yayımladığı yaklaşık 300 sayfalık bu şiir kitabı ABD'de 600 binden
fazla sattı. [371]
ABD'deki
bu ilgiyi, psikiyatri doçenti Kemal Sayar şöyle yorumluyor; "Onun
şiirlerini dinleyenler Hz. Pîr'i "Batı'yı kapitalist tüketim
nihilizminden kurtaracak bir mürşid" olarak görüyor ve "doğum
sancılan İçindeki manevî rönesansın bir kılavuzu, 21. yüzyıl için bir ilham
kaynağı" olarak selamlıyorlar. [372]
İşte
Coleman Barks'in kitabı The Essential Rumi'deki ilk şiir:
Who Says Words W1th My
Mocith?
Ali
day 1 think about it, then at night I say it.
Where
did I come from, and what am I supposed to be doing?
I
haue no idea.
My
soul is from elseıuhere, l'm sure of that,
and I
intend to end up there.
This
drunkenness began in some other taoern.
When
! get back around to that place,
l'll
be completely sober. Meamuhile,
l'm
ilke a bird from another continent, sitting in this auiary.
The
day is coming when / fly off,
but
who is it now in my ear who hears my uoice?
Who
says words with my mouth?
Who
boks out iüith my eyes? What is the soul?
I
cannot stop asking.
!fl
could taste one sip of an ansıver,
I
could break out of this prison for drunks.
I
didn't come here of'my own accord, and I can't leaue that way.
Whoeoer
brought me here will haue to take me home.
This
poetry. / never know what l'm going to say.
I
don't plan it.
When
l'm outside the saying of it,
I get
oery quiet and rarely speak at ali
ABD'de
birçok sanatta Mevlânâ ve Mevleviler âdeta "popüler"!... Donna
Karan'ın elbise dizaynında, Robert Wilson ve Maurice Bejart'in sahne
gösterimlerinde, Philip Glass'in bestelerinde, Peter Brook'un filminde,
Madonna, Demi Mo-ore, Deep Chopra'nm müzikli şiir CD'lerinde ["A gift of
love"
(Bir
aşk hediyesi)] Mevlânâ Celaleddin-i Rumî'nin izleri görülmektedir. [373]
Bir
not;
Amerika'da
semâ gösterisi ilk kez 1972'de düzenlenmiştir.
1978
yılına ait bir gazete başlığı: "Dönen dervişler, Amerikalıların Başını
Döndürüyor!" (Los Angeles
Times, 23.10.1978)
[374]
Brezilya
Paulo
Coelho (d. 1947)... Simyacı (orijinal dili Portekizce:
O
Alquinista) adlı romanı, 1988 yılından bu yana dünyanın dört bir yanında kitap
listelerini alt üst eden, aylarca liste başından inmeyen, Brezilyalı yazar...
1996 yılından beri Türkiye'de de en çok satılan, hakkında en çok yazı yazılan,
çok övülen, çok yerilen bir kitap oldu Simyacı... İspanya'dan kalkıp Mısır
piramitlerinin eteklerinde hazinesini aramaya giden Endülüslü çoban
Santiago'nun masalsı yaşamının felsefi öyküsü...
Mevlânâ'nın
ünlü Mesnevi'sinde yer alan bir küçük öyküden yola çıkılarak yazılan bu roman,
yüreğinde çocukluğunun çarpıntılarını taşıyan okurlar için de bir klasik yapıt
oldu. Coelho, İran'ı bu ziyareti sırasında da Simyacı romanının Mevlânâ'nın
Mesnevi'sine dayandığını bizzat açıkladı. [375]
Bir
not:
Mevlânâ'nın
700. ölüm yıldönümü dolayısıyla UNESCO 1973'ü "Dünya Mevlânâ Yılı"
ilan etti. Hayret uyandırıcı bir husustur ki Hz. Mevlânâ bir gazelinde şöyle
demiştir: "Bu dünya hayatı bir satranç oyununa benzer. Hamlelerini öyle
yap ki senden 700 yıl sonra mat edip oyunu kazanasın. [376]
Sonsöz
Hz.
Mevlânâ'ya olan sevgi ve hürmetimizin bir İzhar ve ilanı olması; insanların
O'na ve eserlerine ulaşmasında dikkatleri çeken bir işaret rolü üstlenmesi
niyetiyle zuhur eden bu kitabın, zamanla O'nu tanıyacak yeni kişiler,
ulaşılacak yeni bilgi ve belgeler sayesinde daha da zenginleşeceğini ümit
ediyoruz.
Bu
çalışmamız vesilesiyle, XX. yüzyıl Türkiye'sinde Mevlâ-nâ ve eserlerine hizmet
eden; Ahmed Avni Konuk (Ö.1938), Ahmed Remzi Akyürek (Ö.1944), Tahirü'l-Mevlevî
(Mehmet Tahir Olgun, Ö.1951), Veled Çelebi İzbudak (Ö.1953), Asaf Halet Çelebi
(Ö.1958), Midhat Bahârî Beytur (Ö.1971), Prof. Dr. Feridun Nafiz CJzluk
(Ö.1974), Mehmet Nuri Gençosman (Ö.1976), Doç. Dr. Abdülbaki Gölpınarlı
(Ö.1982), Şefik Can (Ö.2005), Mehmet Önder {d. 1926), Prof. Dr. Tahsin Yazıcı,
Prof. Dr. Meliha Ülker Anbarcıoğlu, Feyzi Halıcı'yı... minnet ve şükranla
anıyoruz.
Hz.
Mevlânâ:
"Kim
bizi İyilikle anarsa,
Dünyada
iyilikle anılsın. [377]
Hz. Mevlana'nın Vasiyeti
Ben
size; Gizlide ve açıkta, her yerde Allah'tan korkmayı,
Az
yemeyi,
Az
uyumayı,
Az
konuşmayı,
Allah'ın
buyruklarına boyun eğip, günahlardan kaçınmayı,
Oruç
tutmak ve namaz kılmakta devamlılığı,
Daima
şehvetten kaçınmayı,
İnsanlardan
gelebilecek ezâ ve cefâya tahammül etmeyi,
Câhil
ve sefihlerle düşüp kalkmaktan uzak durmayı,
Güzel
davranışlı ve sâlih kişilerle birlikte olmayı
vasiyet
ederim. İnsanların hayırlısı, insanlara faydası dokunandır.
Sözün
hayırlısı da az ve öz olanıdır.
Hamd
yalnız, tek olan Allah'a mahsustur.
Tevhîd
ehline selâm olsun. [378]
[1] Tezkire-i Devlet Şâh-ı Sermerkandî, Tahran, s. 213'den
nakleden Şefik Can, Mevlânâ (Hayatı, Şahsiyeti, Fikirleri), İstanbul 2003, s.
327
[2] Feridun Sipehsâlâr, Mevlânâ ve Etrafındakiler, çev.
Tahsin Yazıcı, İstanbul 1977, s. 75
[3] Ahmed Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, çev. Tahsin
Yazıcı, İstanbul 1953, i, 470
[4] Ş. Barihüda Tanrıkorur, "Diğer Mevlevîhânelerin
Listesi", Nuri Şimşekler (ed.)> Konya'dan Dünya'ya Mevlânâ ve
Mevlevilik, Konya 2002, s, 240
[5] Mevlevihanelerin listesi için bkz. A. Süheyl ünver,
"Osmanlı İmparatorluğu Mevlevîh a neleri ve Son Şeyhleri", Mevtana
Güldestesi, Konya 1964, s. 30-39; Mehmet Önder, Mevlânâ ve Mevlevilik, İstanbul
1998, s. 259-260
[6] Konuyla ilgili olarak bkz. Erdoğan Erol,
"Mevlânâ'nın Hayatı, Eserleri ve Mevlânâ Müzesi", s. 48
[7] Abdülvehhab Şa'rânî, Tabakâtü'l-Kübra, Mısır 1954, i,
6
[8] Mevlânâ, Dîvân-ı Kebîr, haz. Abdülbaki Gölpınarlı,
VII, 190 (2406)
[9] Mevlânâ, Rubailer (Seçme), haz. Abdülbaki Gölpınarh, İstanbul
1945, Ru-bâî nr. CLXXV1I
[10] 50/Kaf, 16
[11] Çoklukta birlik' demektir. Bir olan Hakk'ın, isim ve
sıfatlarıyla tecelli edip çokluk halinde görünmesi "kesret", bu
çokluğun hakîkî bir varlığı olmadığını kavrayıp, var olarak sadece Hakk'ı
görmeye "vahdet" denir. (Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü.
İstanbul 1997, s. 309)
[12] Şah b. Şucâ şöyle demiştir: "Halka kendi gözüyle
bakan kimsenin, halk ile arasında husumet oluşur. Halka Hak gözüyle bakan ise
onların durumlarını mazur görür ve içinde bulundukları hâlin bir gereği olarak
böyle ^.) davrandıklarını, başka bir
tercihe güç yetiremedîklerini bilir." (bkz. Süiemî, Risâletü'l-Melâmetiyye, haz.
Ebu'i-Alâ Afifi, Meceiletü Külliyeli't-Âdab, Kahire 1942, VI,
93-94)
[13] Mevlânâ, Mesnevî, çev. Veled İzbudak, VI, 2597
[14] Mevlânâ, Mektuplar, haz. Abdüİbaki Gölpınarlı,
İstanbul 1963, 136
[15] Yunus Emre, Rİsâlat al-Nushiyye ve Divân, haz.
Abdülbaki Gölpınarh, Eskişehir Turizm ve Tanıtma Derneği yay. 1965, s. 162
[16] Yunus Emre, a.g.e., s. 49
[17] 2/Bakara, 256
[18] 6/En'am, 35
[19] 11 /Hud, 118
[20] Bezm-i elest" terkibi, Farsça kökenli olan ve
"sohbet meclisi" anlamına gelen "bezm" kelimesiyle, Arapça
kökenli ve "ben değil miyim?" anlamındaki "elestü"
fiilinden oluşur. Kur'ân'da, 7. A'raf sûresine âit 172. âyette, ruhlar
âleminde, Allah ile insanlar arasında vuku bulan bir sözieş-me
hatırlatılmaktadır. Bu âyete istinaden bezm-i eiest terkibi. "Ben sizin
Rabbiniz değil miyim?" hitabının yapıldığı; ruhların da "Evet."
diye cevap verdikleri meclis anlamına gelmektedir.
[21] Yaratılış sürecinde Allah'ın insana ruh üfürdüğü
hakkında bkz. 32/Secde, 9; 15/Hicr, 29; 38/Sâd, 72
[22] Âdem-oğiunun Allah'ı bilip tanımaya ve İslâm dinini
kabule müsait bir yapıda yaratılması demek olan "fıtrat" hakkında
bkz. 30/Rum, 30
[23] Feridun Nafiz üzluk'a ait bu nakil için bkz.
Bediüzzaman Fürûzanfer, Mevlânâ Celaleddin, çev. F. Nafiz Uzluk, İstanbul
1986, önsöz, s. VIII
[24] Midhat Bahân Beytur, Mesnevi Gözüyle Mevlânâ (Şiirleri
Aşk ve Felsefe-. si), İstanbul 1965, s.103
[25] Ahmed Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, çev. Tahsin
Yazıcı. İstanbul 1973, !l, 60
[26] Kur'ân'ın şu âyetleri dikkat çekicidir: "İyilikte
kötülük bir olmaz. O halde sen kötülüğü en güzel tarzda uzaklaştırmaya bak. Bir
de bakarsın kî seninle kendisi arasında düşmanlık olan kişi candan, sıcak bir
dost oluoermiş! Ama kötülüğe karşı iyilik hasleti, ancak sabredenlerin kândır,
fazilet-.. ten yana nasibi bol
olanların kârıdır." (41 /Fussilet, 34-35) "Umulur ki Allah sizinle
düşmanlarınız arasında bir sevgi ue yakınlık kurar. Çünkü Allah her şeye
kadirdir. Allah gafurdur, rahimdir. Dininizden ötürü sizinle savaşmayan, sizi
yerinizden, yurdunuzdan etmeyen kafirlere gelince, Allah sizi, onlara iyilik
etmekten, adalet ve insaf gözetmekten menetmez. i Çünkü Allah âdil olanları sever."
(60/Mümtehİne, 7-8)
[27] Dîvân-ı Kebîr. V, 420 (5709)
[28] 16/Nahl, 125
[29] 39/Zümer, 53
[30] Mevlânâ, Rubailer, çev. Abdülbaki Gölpınarlı, İstanbul
1982, s. 23 (69); Hz. Mevlânâ'nın Rubâîlerİ, haz. Şefik Can, Ankara 1990, I,
nr. 83
[31] Mesnevî, 111, 1895; Tahirü'l-Mevlevî, Mesnevi Tercüme
ve Şerhi, X, 494 (9587-89)
[32] Abdülbaki Gölpınarlı, Mesnevi ve Şerhi. Ankara 2000,
I, 28
[33] Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir, İstanbul: Dergah
Yayınlan, 1987, s. 163
[34] From "The Lament of the Reed: Rumi",
translated and recited by Seyyed Hossein Nasr, music directed by Süleyman Ergunerm,
2000. A Compact Disc,
Asr Media, P.O. Box 46069, Madison, WI 53744. İn the English translation, line 13
was omitted, both in the English text and rerording.www.dar-al-masnavi.org
[35] Mevlânâ, Rubailer, çev. Abdülbaki Gölpınarlı, İstanbul
1982, s, 152 (nr. <-112); Hz.
Mevlânâ'nm Rubaileri, haz. Şefik Can, Ankara 1990, li, nr. 1311
[36] bkz. Ahmet Güner Sayar, Hasan Âli Yücel'in Tasavvuf?
Dünyası ve Mevlevîliği, İstanbul: Ötüken nşr. 2002, s. 123
[37] Mesnevi, trc. Veied Çelebi, İstanbul 1991, cilt: VI,
beyit nr. 1528
[38] bkz. Ahmed Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, (haz. Tahsin
Yazıcı, İstanbul 1986), 1,470
[39] bkz. Feridun Sipehsâlâr, Mevlânâ ve Etrafındakiler,
çev. Tahsin Yazıcı, İs- . tanbuS 1977, s. 75
[40] Mevlânâ, Dîvân-ı Kebîr, çev. Abdülbaki Gölpınarlı,
İstanbui 1958, cilt: III, s. 130 (1121)
[41] Dîvân-ı Kebîr, VII, 190 (2406)
[42] Mevlânâ, Rubailer (Seçme), haz. Abdülbaki Gölpmarlı,
İstanbul 1945, Rubâî nr. CLXXV[|
[43] Mevlânâ, Mevlânâ'nın Rubâîleri, çev. M. fSuri
Gençosman, İstanbul 1974, I,
74 (354)
[44] Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, çev. Meliha Ülker Anbarcıoğlu,
İstanbul 1990, s. .',, 225
[45] Dîvân-ı Kebîr, V, 420 (5709)
[46] bkz. Midhat Bahârî Beytur, Mesnevî Gözüyle Mevlânâ
(Şiirleri Aşk ve Felsefesi), İstanbul 1965, s.103
[47] bkz. Ahmed
Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, çev. Tahsin Yazıcı, İstanbul 1973, II, 60
[48] Dîvân-ı Kebîr, III, 250 (2352-2360)
[49] Mesnevi, III, 2700-2709
[50] Mesnevi, İli, 3417-3418
[51] Mevlânâ'nın Rubaileri, çev. M. Nuri Gençosman,
İstanbul 1974, nr. 164
[52] Mesnevi, VI, 650
[53] Mesnevi, ], 2893-2896
[54] Mesnevi. II, 1178
[55] Mevlânâ, Dîvân-ı Kebîr (Güldeste), haz. Abdülbaki
Göipınarlı, İstanbul 1955, s. 335
[56] Mevlânâ, Rubailer, s. 224 (226)
[57] Mevlânâ, Rubailer, s. 205 (63)
[58] Mevlânâ, Rubailer, s. 22 (60)
[59] Mevlânâ, Mecâlis-i Seb'a, çev. Abdülbaki Göipınarlı,
Konya 1965, s. 97
[60] Mevlânâ, Fîhi Mâ Rh, s. 25
[61] Mesnevi, V, 3575-3582
[62] Mevlânâ, Mevlânâ'nın Rubaileri, çev. M. Huri
Gençosman, İstanbul 1986, s. 286 (1382); Fİhi Mâ Rh, s. 121
[63] Mesnevi, 1, 970
[64] Fİhi Mâ Rh, s. 79
[65] Mesnevi, IV, 1564-i 573
[66] Mesnevî, III, 2648-2656
[67] Fîhi Mâ Fîh. s. 27-30
İktiran"
tâbirinden anlaşılan; bir şeyin zahiri sebebiyle, o şeyin beraber görünmesidir.
Mesela bir bahçeye su vermek zahiri sebebiyie, bitkilerin büyümesi gibi...
Mantık ilmine göre; eğer kıyasta neticenin aynı veyahut nakîzinin sureti zikr
olunmaz ise ona "iktirânî kıyas" denilir. "Âlem müte-gayyerdir
(değişkendir)" ve "Her mütegayyer (değişken) hadistir (sonradan
oluşmuş, yaratılmıştır)", binaenaleyh "Âlem hadistir" misali
gibi... Yi-
! ne; "Her bir cisim mürekkebdir (birkaç maddeden yapılıdır)"
ve "Her bir mürekkeb muhdesdir (sonradan meydana getirilmiştir)";
öyleyse "Her bir cisim muhdesdir" gibi ki, neticede münderic
"muhdes" lafzının ne aynı ne de nakîzi kıyasta bilfiil zikr
olunmamıştır.
[68] Mesnevi, V, 561-570
[69] bkz. Âhmed Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, çev. Tahsin Yazıcı, İstanbul: MEB yay.
2001,1, 3/296
[70] Divan-ı Kebir, haz. Abdülbaki Gölpmarlı, Ankara 1992,
H, 260
[71] Mevlânâ, Rubailer, s. 18 (28)
[72] Mesnevi, II, 1770
[73] Mesnevi, VI, 839
[74] Hz. Mevlânâ'nın Rubaileri, haz. Şefik Can, Ankara:
Kültür Bakanlığı Yayınlan, 1990, 1, rubâî nr. 360
[75] Mevlânâ, Mecâlis-i Seb'a, trc. A. Gölpınarlı, İstanbul
1994, s. 54-55
[76] Dîvân-ı Kebîr'de SeçmeleMV (Rubailer), haz. Şefik Can,
nr. 151
[77] Mesnevi, II, 1529-1532
[78] Mesnevi, ili, 4396
[79] Su, hava, toprak, ateş.
[80] Dîvân-ı Kebîr, III, 426 (4101)
[81] Mevlânâ, Rubailer, s. 73 (53)
[82] FîhiMâ Fîh, s. 99-100
[83] Dîvân-ı Kebîr, çev. Abdülbaki Gölpınarlı, İstanbul
1958, III, 395 (3812)
[84] Fîhi Mâ Fîh, s. 285. Ayrıca bkz. Mesnevî, I,
3170-3199. Hadis için bkz. Buhârî, Edeb 57-58; Müslim, Birr 28-34
[85] Mesnevi, ili, 3439-3443
[86] Mesnevi, IV, 2341-2353
[87] Dîvân-ı Kebîr'de Seçme]er-IV (Rubailer), haz. Şefik
Can, nr. 318
[88] MesnevîJ, 1205-1209
[89] Fîhi Mâ Fîh, s. 58-59
[90] Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, İstanbul 1994,
s. 305-306
[91] Asaf Halet Çelebi, Mevlânâ ve Mevlevîlik, Ankara 2002,
s. 95
[92] Ahmed Eflâkî. Ariflerin Menkıbeleri, çev. Tahsin
Yazıcı, Ankara 1986, J, 322
[93] Şems-İ Tebrizî, Makâlât I, çev. M. Nuri Gençosman,
İstanbul 1974, s. 249-250
[94] Ahmed Eflâkî, a.g.e., 1986, II, 55
[95] Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlânâ Celâleddîn, İstanbul
1952, s. 50; Annema-rie Schimme!, Ben Rüzgarım Sen Ateş, s. 19
[96] Rivayete göre; Hz. Mevlânâ Rum, Ermeni ve Yahudilerden
18 bine yakm gayri müslimin İslâm'a girmesine vesile olmuştur. (Osman Turan,
Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi. İstanbul 1981, s. 503)
[97] Sultan Veled, îbtidaname, çev. Abdülbaki Gölpınarlı,
Ankara, 1976, s. 153; Ahmed
Eflâkî. Ariflerin Menkıbeleri, haz. Tahsin Yazıcı. İstanbul 1986,
II, 13-14
[98] Hüseyin Vassâf, Sefîne-i Evliya, haz. Mehmet Akkuş-Ali
Yılmaz, İstanbul 1990, I, 303-304. ''Konevî İle Meviânâ'nın yakm ilişkileri ve
dostlukları kaynaklarda yer almaktadır. Mehmed Emin Dede bu konudaki rivayetleri
"Menâkıb-ı Sadreddin Konevî" adıyla toplamıştır... Menkıbelerdeki ana
fikir, Mevlânâ ile Konevî'nin iki yakın dost olduklarıdır. Ancak yine de satır
aralarında Konevî'ye yönelik bazı eleştiriler söz konusudur. Buna göre Mevlânâ
daha çok bir "sûfî", Konevî ise bir "medreseîi" ve
"âlim'' olarak tezahür etmektedir." (Ekrem Demirli, "Sadreddin
Konevî ve İslâm Düşünce Tarihindeki Yeri", Sadreddin Konevî Sempozyumu
Bildirileri, Konya 2004, s. 19)
[99] Mehmed Emin Dede, "Menâkıb-ı Sadreddin
Konevî". Marifet Yolcusuna Kılavuz içinde, Sadreddin Konevî, trc. A. Remzi
Akyürek, İstanbul 2002, s. 142 vd. Ayrıca bkz. Ekrem Demirli, "Sadreddin
Konevî ve İslâm Düşünce Tarihindeki Yeri", s. 19
[100] Ahmed Eflâkî, a.g.e., 1986, 1, 273-274; Molla Câmî,
Nefahâtü'1-üns. trc. Lamii Çelebi, s. 560; Fürûzanfer, a.g.e., s. 160. Detaylı bügi için bkz. Mehmet Demirci,
"Sadreddîn Konevî île Mevlânâ Celaleddin'in Münasebetleri Hakkında",
Mevlânâ'dan Düşünceler, İzmir 1997, s. 43-54
[101] Ahmed Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, çev. Tahsin
Yazıcı, İstanbul 1986, 11, 48; Moila Câmî, Nefahâtü'1-Üns, s. 519
[102] Feridun Sipehsâİâr, Risâle-i Sipehsâlâr ve Menâkıb-ı
Hazret-i Hüdaven- digar, trc. M. Bahân. İstanbul 1331, s. 156. Ahmed Eflâkî'ye
göre, bilahare ayılan Sadreddîn Konevî cenaze namazını kıldırmıştır. (a.g.e.,
I, 270)
[103] Detaylı bilgi için bkz. Meliha Ülker Anbarcıoğlu, Fîhi
Mâfîh Tercümesi, İstanbul 1990, s. XXXV-XLII
[104] Ahmed Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, 1986, I, 137
[105] Ahmed Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, trc. Tahsin
Yazıcı, İstanbul: Remzi Kitabeyi, 1987, II, 50: Abdülbaki Oöipmarlı, Mevlânâ
Celaleddin, s. 268, dipnot: 34
[106] Fuat Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar,
Ankara 1981, s. 305, .ıs, 326; Hasibe Mazıoğlu, "Anadolu'da Türk
Edebiyatının Başlamasında ve | Gelişmesinde Mevlânâ'nın Yeri ve Etkisi", Mevlânâ
Sevgisi, haz. Feyzi . \ Halıcı, Konya 1981, s. 31
[107] Yunus Emre Divanı, haz. Mustafa Tatçı, Ankara 2001, s.
21: Abdülbaki Golpınarlı, Yunus Emre ve Tasavvuf, İstanbul 1992, s. 10, 67
[108] Abdülbaki Gölpınarlı, a.g.e., s. 98 vd.
[109] Köprülü, a.g.e., s. 274, 326
[110] İbn Battûta Seyahatnamesi, haz. A. Sait Aykut,
İstanbul 2000. I, 413
[111] Hasibe Mazıoğlu, "Anadolu'da Türk Edebiyatının
Başlamasında ve Gelişmesinde Mevlânâ'nın Yeri ve Etkisi", Mevlânâ
Sevgisi, haz. Feyzi Halıcı, Konya 1981, s. 32
[112] Mustafa Aşkar, "Molla Fenari'nin Şerhu
Dîbâceti'l-Mesnevi Adlı Risalesi ve Tahlili", Tasavvuf Dergisi, Mevlânâ
özel Sayısı, Ankara, Yıl: 6 (2005), Sayı: 14, s. 89
[113] Şefik Can, a.g.e., s. 374
[114] Mehmet İpşİrli, "Çivizâde Muhyiddin Mehmed
Efendi", Diyanet İslâm Ansiklopedisi, VIIİ, s. 348. Ayrıca bkz.
Süleymaniye Ktp., İsmihan Sultan, nr. 223, vr. 319b
[115] Esrar Dede, Tezkire-i Şuarâ-yı Mevleviyye, Tahkik:
İlhan Genç, Basılmamış doktora tezi, Erzurum 1986, s. 107
[116] Reşat Öngören, Osmanlılarda Tasavvuf, İstanbul 2000,
s. 251-252
[117] bkz. Feridun Nafiz üzlük, "Mevlânâ
Hakkında", Türk Edebiyatı, Sayı: 29 (Mayıs 1974), s. 37. Aynı makale için
aynca bkz. Vedat Genç, Mevlânâ İle İlgili Yazılardan Seçmeler, İstanbul 1994,
s. 290
[118] Abdüibaki Gölpınarlı, Mevlânâ'dan Sonra Mevlevîlik,
İstanbul 1953, s. 157; Mevlânâ Şiirleri Antolojisi, haz. Mehmet Önder, Ankara:
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, ts., s. 47
[119] Hasibe Mazıoğlu, "Anadolu'da Türk Edebiyatının
Başlamasında ve Gelişmesinde Mevlânâ'nın Yeri ve Etkisi", Mevlânâ
Sevgisi, haz. Feyzi Halıcı, Konya 1981, s. 35
[120] Nef'î Dîvânı, haz. Metin Akkuş, Ankara 1993, s. 50-51;
Hasibe Mazıoğlu, a.g.e., s. 35. Nef'î'nin Mevlânâ hakkındaki şiirleri için bkz.
Necip Fazıl Duru, Mevleviyâne (Şiir Güldestesi), İstanbul 2000, s. 409-410;
Mehmet Önder, Mevlânâ Şiirleri Antolojisi, haz. Ankara: Türkiye İş Bankası
Küitür Yayınları, ts., s. 48
[121] Nâbî Dîvânı, haz. A!i Fuat Bilkan, İstanbul
1992,36-38. 239-241; Hasibe Mazıoğiu, a.g.e., s, 36. Nâbî'nin Meviânâ
hakkındaki şiirleri için bkz. Necip Fazıl Duru, a.g.e., s. 415-419; Mehmet
Önder, Mevlânâ Şiirleri Antolojisi, s. 49-50
[122] bkz. Şefik Can, "Erzurumlu İbrahim Hakkı'nın
Marifetname'sinde Bulunan Hazreti Meviana'ya Ait Şiirler", Mevlana ve
Yaşama Sevinci, haz. Feyzi Halıcı, Konya 1978, s. 55-57. Ayrıca bkz. Şefik Can,
Mevlânâ, s. 205-214
[123] Hüseyin Ayan, "Şeyh Gâlib'de Mevlânâ
Sevgisi", Selçuk üniversitesi 5. Millî Mevlânâ Kongresi Tebliğleri, Konya
1992, s. 50: Haluk ipekten, Şeyh Galib (Hayatı, Sanatı, Eserleri), Ankara 2000,
s. 22
[124] Şeyh Galip, Hüsn ü Aşk, haz. Orhan Okay-Hüseyin Ayan.
İstanbul 2000, s. 32, 33, beyit: 137-140, 143
Beyitlerin mânâsı, sırasıyla şöyledir: 137: "Allah, peygamberlerini
tamamlayınca, bize her şeyi bilen veliler geldi." 138: "Molla Hünkâr
onların şahıdır. Bu dünyaya bir hükümdar kâfidir." 139: O, irfan diyarının
tahtında hükümdardır ve Allah'ın Arşlarımın seccadesine oturmuştur." 140:
Hakikate yol gösteren onun düşüncesidir. Ebubekir gibidir," 143: "Din
bilginlerinin hepsinden üstündür; ona Anadolu ülkesinin peygamberi denilse
lâyıktır."
[125] Şeyh Galip, a.g.e., s. 350, beyit: 2029
[126] Şeyh Galib, a.g.e., s. 348, beyit: 2019
[127] Haluk İpekten, a.g.e., s. 10-11
[128] Ramazan Muslu, 18. Asırda Anadolu'da Tasavvuf,
(yayımlanmamış doktora tezi), İstanbul 2002, s. 463: Hür Mahmut Yücer, 19. Asırda
Anadolu'da Tasavvuf, (yayımlanmamış doktora tezi), İstanbul 2001, s. 465
[129] bkz, Nuri Şimşekler (ed.), Konya'dan Dünya'ya Mevlânâ
ve Mevlevilik, Konya 2002, s. 61
[130] Asâr-ı Atika Müzesi", Selçuk, Sayı: 102, 13 Kasım
1946, s.2. Ancak; basında Mevlânâ müzesi hakkında 1946 yılında çıkan şu yazı
ibret vericidir: "... Mevlânâ'nın medfun bulunduğu Âsâr-ı Atika Müzesini
gezmeye gidenler, içeriye girerken müşkil duruma düşüyorlar. Ayakkabılarını
çıkarsalar, akrep sokması tehlikesi var, çıkarmasalar, hem saygısızlık, hem de
nezaketsizlik... Gerek manen ve gerekse maddeten çok yüksek değeri olan bu
müesseseye çamurlu ve tozlu ayakkabılarımızla girmek, sağlık bakımından da
doğru değildir. Güneş yüzü görmeyen bu yerde tozların tahribatı büyük olur.
Temizlik işlerinin elektrikli süpürgelerle yapılması ve geziciler İçin İstanbul
camilerinde olduğu gibi beş on terlik bulundurulması güç bir şey olmasa gerek,
yol halısı temini de olabilir." ("Tenkitler, Şikâyetler, Dilekler:
Müzenin Temizliği", Selçuk, Sayı: 101, 9 Kasım 1946, s.1/5)
[131] Mithat Cemal, Mehmet Akif, İstanbul 1939, s. 211;
Hasan Basri Çantay, Âkifname, İstanbul 1966, s. 84; Eşref Edip. Mehmet Akif,
İstanbul 1938, s. 91
[132] Mevzad Ayaş, "Mehmet Akif'in Zihniyeti ve Düşünce
Hayatı", (Eşref Edep, Mehmet Akif içinde), İstanbul 1938, s. 550; Nurettin
Topçu, Mehmet Akif, İstanbul 1970, s. 69
Mehmet Akif, Mısır'da
bulunduğu senelerde, âlim ve edîb bir şahsiyet olan Abdülvehhâb Azzâm'a
{Ö.3959) -ki Kahire üniversitesi Edebiyat Fakültesi dekanlığı yapmış bir
profesördür- Muhammed İkbâl'i tanıtması sayesinde Azzâm, İkbâl'in eserlerini
Arapça'ya tercüme ederek onu Arap âlemine tanıtmıştır. (M. Ertuğrul Düzdağ,
Mehmed Akif: Mısır Hayatı ve Kur'ân Meali, İstanbul 2003, s. 70-71)
[133] Eşref Edip, a.g.e., s. 110; Mithat Cemal, a.g.e., s.
228
[134] Mehmet Akif, Safahat, haz, M. Ertuğrul Düzdağ,
İstanbul 1987, s. 244; Safahat, haz. Cemal Kurnaz vd., İstanbul: MEB yay.,
2001, s. 284
[135] Ali Nihat Tarlan, Mehmet Akif ve Safahat, İstanbul
1971, s. 48
[136] Sırât-ı Müstakim ve Sebilü'r-Reşad Mecmualarında çıkan
Mehmet Akif Ersoy'un Makaleleri, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1990, s.
118
[137] Hadisenin detayı şu şekildedir: 21 Şubat 1931 günkü
Mevlana Müzesini ziyareti sırasında Atatürk'ün dikkatini müzede gördüğü
Meviânâ'ya ait Farsça bir rubai çekmiş. Yanında bulunan Hasan Âli Yücel'den
bunu okuyup tercüme etmesini istenmiş. Hasan Âli Yücel rubaiyi okumuş ve Türkçe'ye
şöyle çevirmiş: "Ey keremde, yücelikte ue nur saçıcılıkta güneşin, ayın,
yıldızların kul olduğu sen (Allah). Garip âşıklar, senin kapından başka bir
kapıya yol bulmasınlar diye öteki bütün kapılar kapanmış, yalnız senin kapın
açık kalmıştır." Atatürk bu tercümeyi dikkatle dinledikten sonra, son
cümle üzerinde durmuş: şöyle demiştir: "Demek bütün kapılar kapandığı
halde, bu kapı açık oluyor. Doğrusu ben 1923 yılında burayı ziyaretim
sırasında, bu Dergâhı kapatmayalım, müze olarak halkın ziyaretine açalım diye
düşünmüştüm. Bir yıl sonra (Dergâh ve Tekkelerin Kapatılması Kanunu) çıkar
çıkmaz, İsmet Paşa'ya Mevlânâ Dergâhı ve Tür-besi'ni kendi eşyası ile müze
haline getiriniz demiştim. Görüyorum kî şu okunan şiirin hükmünü yerine
getirmişim. Bakınız ne kadar güzel bir müze oldu burası" demiştir.
(Mehmet Önder, Atatürk Konya'da, Ankara 1989, s. 105-106)
[138] Mustafa Kemaî Atatürk'ün Mevlânâ ile İlgiii
kaydettiğimiz görüşleri İçin bkz. Cemal Kutay, "Atatürk'e Göre
Mevlânâ", Yeni Konya Gazetesi, 10.11.1943; "Atatürk ve Mevlânâ'',
Tarih ve Coğrafya Dünyası (Mevîânâ Özel Sayısı), 15 Aralık 1959. s, 415-416;
Mehmet Önder, Atatürk Konya'da, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1989, s. 2-3 vd.;
a. mlf., "Atatürk ve Mevlânâ Sevgisi", İnsan Haklan Hoşgörü ve
Mevlânâ Sempozyumu Tebliğleri. TBMM Kültür Sanat ve Yayın Kurulu Yayınlan,
ts., s. 44-49.
[139] Atatürk ve Din, der. Sadi Borak, İstanbul 1962, s, 58
[140] bkz. Nuri Şimşekler (ed.), Konya'dan Dünya'ya Mevlânâ
ve Mevlevilik, Konya 2002, s. 273
[141] Mevlânâ Töreni Yapılacak", Selçuk, Sayı: 111,
14 Aralık 1946, s.l; Mevlânâ
Anıldı", Selçuk, Sayı: 112, 18 Aralık 1946, s.2
[142] Mevlânâ'yı Andık", Babalık, Sayı: 6748, 19 Aralık
1946, s.l
[143] Tercüme-i Halim" adlı şiiri için bkz. Alpay
Kabacalı, Neyzen Tevfik Kolaylı (Hayatı-Kişiliği-Şiirleri), İstanbul 1996, s.
185. Ayrıca bkz. Hasan Aktaş, Çağdaş Türk Şiirinde Tarihi Şahsiyetler ve
Eserler, Konya 2002, s. 231
[144] Öz Duygum" adlı şiiri için bkz. Kabacalı, a.g.e.,
s. 167. Ayrıca bkz. Hasan Aktaş, Yeni Türk Şiirinde Mevlânâ Okulu ve Misyonu,
Edirne 2002, s. 37-38
[145] Türk romanlarında işlenen Mevlânâ ve Mevlevilik
bilgileri hakkında bkz. İnci Erginün, "Romancılarımız ve Mevlânâ",
Selçuk Üniversitesi 2. Milli Meviânâ Kongresi Tebliğleri, Konya 1987, s. 27-36
[146] bkz. Reşat Muri Güntekin, Çalıkuşu, İstanbul: İnkılap
Kitabevî, 53. baskı, s. 252-278
[147] Mehmet Önder, Mevlânâ ve Mevlevilik, Aksoy yay. 1998,
s. 255
[148] Asaf Halet Çelebi, a.g.e.. s. 93-94. Ayrıca bkz. A.
Schimmel, Tasavvufun Boyutları, s. 370-373
[149] Nilgün Açık, "Mevlana ve Mevlevi Tarikatının
Eğiticiliği", III. Uluslararası Meviana Kongresi, Konya 2004, s. 104-109
[150] Yahya Kemal, "İsmail Dedenin Kainatı", Eski
Şiirin Rüzgarıyle, İstanbul 1962, s. 95
[151] A. H. Tanpınar, Yahya Kemal, İstanbul 1962, s. 19.
Mevlânâ ve Mesne-üfnin Yahya Kemal üzerindeki tesiri hakkında detaylı bilgi
için bkz. Mehmet Demirci, Yahya Kemal ve Mehmet Akif'te Tasavvuf, İzmir 1993
[152] Mektubat, s. 25; Emirdağ Lahikası 1, Mektup no: 160,
s. 215; Emirdağ Lahikası II, Mektup no: 138, s. 221. Said Nursi'nin; "Hz.
Mevlânâ benim zamanımda gelseydi Risâle-i Nur'u yazardı. Ben de Hz. MevSânâ
zamanında gelseydim Mesnevî'yi yazardım. O zaman hizmet Mesnevî tarzındaydı,
şimdi Risâie-i Nur tarzındadır." dediği de nakledilmektedir, (bkz.
Mecmet-tin Şahiner, Son Şahitler, IV, 150)
[153] Necmettin Şahiner, Bilinmeyen Taraftarıyla Bediüzzaman
Said Nursi, İstanbul 2004, s. 431, 433, 439; Abdülkadir Badıllı, Bediüzzaman
Said Nursi: Mufassal Tarihçe-i Hayatı. İstanbui 1990, s. 1629. 1635
[154] Şahiner, a.g.e.. İstanbul 2004, s. 433
[155] Şahiner, a.g.e.. s. 431
[156] Necip Fazıl, Hasan Âli Yücel hakkında şu
değerlendirmeyi yapmaktadır: "Maarif Vekili bulunduğu yıllar içinde, gâh
iş ve menfaat İcabı Cumhur Re-isi'nin validesine yanık sesiyle Kur'ân okuyan ve
dindar görünen, gâh bazı tasavvuf meraklılarına Mevlevi dervişi geçinen...
fakat hakikatte samimiyetsizlik, halisîyetsizlik, asliyetsizükîen başka hiçbir
şeye ruhu yat-mıyan Hasan Âli Yücel." ("Kapak Resmimiz", Büyük
Doğu, Sayı: 68, 17.10.1947)
Eşref Edip ise şunları
yazmıştır: "Maarif vekili Hasan Âli Yücel o zamanlar İnönü'nün akıl
hocası idi. O Hasan Âli ki Kur'an yazısı âyetler, sureler yazıldığı için din
kitaplarını bütün memleketten kamyonlarla toplatıyor, polis karakollarında
ayaklar altında parçalatıyordu." (Mehmet Akif, 1, İstanbul 1962, s. 204)
Ancak Peyami Safa'nın da belirttiği üzere, "İnsanları, bilhassa
politikacılan, siyasî icapların dışında anlamak zordur. Yücel de bu icapların
kurbanı İdi." (bkz. Ahmet Güner Sayar, Hasan Âli Yücel'in Tasavvuf!
Dünyası ve Mevlevîliği, istanbul:
Ötüken Yayınlan, 2002, s. 132)
[157] Mehmet Önder, Yeşil Kubbe'nin Gölgesinde, Ankara 1995,
s. 73
[158] Hasan Âli Yücel, "Mevlânâ ve Mevlevilik",
Mevlânâ: Resimli Hayafın İlavesi, İstanbul 1953, s. 4; Sayar, a.g.e.. s. 28
[159] Hasan Âli
Yücel, "Tekkenin Arka
Bahçesinde", 20. Asır,
Sayı. 21, (3.3.1953); Hasan Âli
Yücel, Geçtiğim Günlerden, İstanbul 1990, s. 48; Sayar, a.g.e., s. 32
[160] Hasan Âli Yücel, Geçtiğim Günlerden, s. 21; Sayar,
a.g.e., s. 34
[161] Mustafa Kara, "Doğumunun 100. Yıl Dönümünde
Mevlevi Bir Maarif Vekili", Dergah, Sayı: 100, 1998, s. 30
[162] Sayar, a.g.e., s. 45
[163] İsmail Kara, "Hasan Âli Yücel'den İtibaren",
Yeni Şafak, 16.11.1995
[164] Sayar, a.g.e., s. 74
[165] Sayar, a.e., s. 68
[166] Sayar, a.e., s. 34, 39, 40, 42, 106-107, 146
[167] Sayar, a.e., s. 103, 111
[168] Hasan Âli Yücel, "Mevlânâ mı Mevlevilik
mi?", 20. Asır, Sayı. 125 (1955), s. 7
[169] Hasan Âli Yücei, "Hz. Mevlânâ'nın
Rubaileri", Hayat, Sayı: 57, 1927, s. 13
[170] Hasan Âli Yücel, "Mevlânâ ve Mevlevilik",
Mevlânâ: Resimli Hayat'ın İlavesi, İstanbul 1953, s. 5; Sayar, a.g.e., s.
113-114
[171] Hasan Âli Yücel, "Sayın Maarif Vekilimiz
Tarafından Gönderilmiştir", Konya Halkevi Kültür Dergisi, Sayı: 53-56,
1943, s. 9; Sayar, a.g.e., s. 28
[172] Hasan Âli Yüce!. Hürriyet Gene Hürriyet, II, Ankara
1966, s. 558; Sayar, a.g.e., s.84
[173] Hasan Âli Yücel, İngiltere Mektupları, Ankara 1958, s.
6; Sayar, a.g.e., s. 77
[174] Hasan Âli Yücel'den F. M. üziuk'a 15.9.1957 tarihli
mektuptan
[175] Hasan Âli Yücel, "Mevlânâ ve Mana",
Cumhuriyet, 22.12.1957
[176] Sayar, a.g.e., s. 188-189
[177] Turan Alptekin, Ahmet Hamdı Tanpmar, İstanbul 2001, s.
81
[178] bkz. İnci Erginün, "Romancılarımız ve
Mevlânâ", Selçuk üniversitesi 2. Milli Mevlânâ Kongresi Tebliğleri, Konya
1987, s. 32
[179] Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir, İstanbul: Dergah
Yayınları, 1987, s. 160. 163
[180] Mevlânâ" adlı bu şiir için bkz. Nazım Hikmet Ran,
İlk Şiirler, İstanbul 1987, s. 100
[181] Aşağıda nakledilen bilgiier için bkz. Şamil Kucur,
"Mevlevi Mazım Hikmet", Aksiyon, Sayı: 164 (24.01.1998); Mahmut Erol
Kılıç, "Nâzım Hikmet'in Bir Şiirine Uygulanan Sansür", Dergâh, Sayı:
86 (Nisan 1997)
[182] Bu kitap ilk kez 1965 yılında Remzi Kitabevi
tarafından yayımlanmıştır.
[183] Bu şiir için ayrıca bkz. Hâlid Fahri Ozansoy, Edebiyat
Kıraati Numuneleri, İstanbul 1923
[184] Yukarıda nakledilen bilgiler için bkz. Şamil Kucur,
"Mevlevi Nazım Hikmet", Aksiyon, Sayı: 164 (24.01.1998); Mahmut Erol
Kılıç;, "Nâzım Hikmet'in Bir Şiirine Uygulanan Sansür", Dergâh,
Sayı: 86 {Nisan 1997)
[185] Hasan Aktaş, Yeni Türk Şiirinde Meviânâ Okuiu ve
Misyonu, s. 45
[186] Bu hususta geniş bilgi için bkz. İnci Erginün,
"Romancılarımız ve Meviânâ", Selçuk Üniversitesi 2. Milii Meviânâ
Kongresi Tebliğleri, Konya 1987, s. 27-36
[187] Erginün, a.g.e., s. 27
[188] Selahattin Arslan. "Halide Edip Adıvar ve Sinekli
Bakkal üstüne", Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim Dergisi, Yıl: 4, Sayı:
48 (Şubat 2004)
[189] 100 Halide
Edip Adıvar, "Mevlâna İhtifali
Yaklaşırken Konya Gençliğine
Öğüt", Cumhuriyet
Gazetesi, 18.11.1959. Bu yazı için ayrıca bkz. Hilmi Yücebaş, Edebiyatımızda
Mevlana, İstanbul: LSM yay. 2005, s. 33-35
[190] İnci Erginün, "Halide Edib ve Mevlevilik",
Mevlana ve Yaşama Sevinci, haz. Feyzi Halıcı, Konya 1978, s. 39-40
[191] bkz. Halide Edib Adıvar, Sinekli Bakkal, haz. Mehmet
Kalpaklı-S. Yeşim Kalpaklı, İstanbul: Özgür yay., 2003, s. 30-31, 68-70, 77-85,
104, 113-114, 182, 209, 236, 283
[192] Fuat Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar,
Ankara 1981, s. 224 Köprülü, a.g.e., s. 227, 231
[193] Aşık Veysel Şatiroğlu, Dostlar Beni Hatırlasın,
İstanbul 1971, s. 249-250. Ayrıca bkz. Mehmet Önder, Mevlânâ Şiirleri
Antolojisi, s. 97-98
[194] Hiimi Ziya ülken'in "Mevlânâ ve Muhiti" adlı
makalesi ve oradan alıntılanan bu pasaj için bkz. Hilmi Yücebaş, Edebiyatımızda
Mevlana, İstanbul: L&M yay. 2005, s. 19. Ayrıca bkz. Nuri Şimşekler (ed.),
Konya'dan Dünya'ya Mevlânâ ve Mevlevilik, Konya 2002, s. 53
[195] bkz. Yavuz Bülent Bakiler, "Arif Nihat Asya'nın
Mevlevi Şeyhliği", Türk Edebiyatı, Kasım 2004. Bu makaleye göre, Arif
Nihat Asya, Üsküdar Mevİevîhanesi şeyhi Ahmet Remzi Akyürek'in müridi olarak
dedelik mertebesine yükselmiştir.
[196] A. Nihat Asya, Kubbe-i Harda, Ankara 1956, s. 78
[197] Asya, a.g.e., s. 72
[198] Nurettin Topçu, İslâm ve İnsan-Mevlânâ ve Tasavvuf,
İstanbul 2002, s. 115
[199] Nurettin Topçu, a.g.e., s. 115
[200] Nurettin Topçu, a.g.e., s. 113
[201] Mustafa Kara,
Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, İstanbul
1999, s. 294; a.mlf., Günümüz
Tasavvuf Hareketleri, İstanbul 2002, s. 180
[202] Ömer Faruk Akün, "Gölpınarlı, Abdülbaki", TDVİA,
XIV, 146-147
[203] Abdülbaki Gölpınarlı, MevlevîÂdâb ve Erkânı, İstanbul
1963, s. 3-4
[204] Mehmet Kaplan, Türk Edebiyatı Üzerinde Araştırmalar,
İstanbul 1987, II, 10
[205] Mehmet Kaplan, "Mevlânâ ve İnsanlık", Hisar
Dergisi, Ocak 1974
[206] bkz. A. Süheyl Ünver, "Eski Mevlevilik
Ruhiyatında San'âtm Başarı Etkisi", Meviânâ Sevgisi, haz. Feyzi Halıcı,
Konya 3981, s. 12
[207] bkz. Ahmed Güner Sayar, A. Süheyl Cİnver (Hayatı,
Şahsiyeti ve Eserleri), İstanbul: Eren yay. 1994, s. 496
[208] A. Süheyl Ünver, "Mevlânâ'mızın Sözleri ve
Hallerinden Alınacak Dersler", İslâm Medeniyeti Mecmuası, Sayı: 6 (1968),
s. 18. Aynı makale için
ayrıca bkz. Vedat Geni;, Mevlânâ İle İlgili Yazılardan Seçmeler, İstanbul
1994, s. 291
[209] bkz. Sayar, a.g.e., s. 494
[210] Sayar, a.e., s. 495
[211] Sayar, a.e., s. 495
[212] Sayar, a.e., s. 495
[213] A. Süheyt Önver, Sevâkıb-ı Mevlânâ (Mevlânâ'dan
Hatıralar), İstanbul 1973, s. V
[214] Sadi İrmak, "Mevlânâ'da Lirizm", Mevlânâ
Sevgisi, haz. Feyzi Halıcı, Konya 1981, s. 9
[215] Sadi Irmak, "Mevlana", Yeni Sabah, 10.12.1961. Bu yazı için ayrıca bkz. S.
Irmak, "Mevlana", Mevlânâ Güldestesi, haz. Mehmet Önder, Ankara
1972, s, 45
[216] bkz. Mesnevi, I, beyit nr. 35-246
[217] Sadi Irmak, "Mevlânâ'nın Dehâsı", 687.
Yıldönümünde Mevtana, Konya 1960, s. 5-6. Ayrıca bkz. Sadi Irmak,
"Mesnevî'de Psiko-Somatik ve Psiko-Analitik Bir Teşhis", Mevlânâ
Güldestesi, Konya 1964, s. 40-51
[218] Şefik Can, Mevlânâ: Hayatı Şahsiyeti ve Fikirleri,
İstanbul 2003, s. 13
[219] Hasan Aktaş, Yeni Türk Şiirinde Mevlânâ Okulu ve
Misyonu, s. 94. Bu tespitin örneklerleri için, Aktaş'm mezkur kitabının tamamı
incelenmelidir.
[220] Osmanlı Kasidesi" adlı bu şiiri için bkz. Attila
İlhan, Yasak Sevişmek, Ankara 1983, s. 68
[221] Sezai Karakoç, Mevlânâ, İstanbul 1996, s. 7
[222] Karakoç. a.g.e., s. 75-75
[223] Karakoç, a.g.e.. s. 77
[224] bkz. Hayrettin Karaman, "Mevlânâ Bir Allah
Kuludur, Resulullah Çırağıdir", Konya, Büyükşehir Belediyesi Yayın Organı,
Kasım-Aralık 2000, s. 14-17. Aynı makale için ayrıca bkz. Nuri Şimşekler
(der.), Mevlâ nâ'nın Düşünce Dünyasından (içinde), Konya 2004, s. 13, 22; Hayrettin
Karaman, "Mevlana Bir Allah Kulu'dur, Peygamber Çırağıdır", İslam
. Işığında Günün Meseleleri, İstanbul,
2001, http://www.hayrettinkara-,
man,net/kitap/meseleler/Q497.htm Erişim:
14 Aralık 2004; a.
mlf., "Türkiye'de Dinî Bilginin Kaynak ve Metodu Üzerine",
isiam İşığında Günün Meseleleri, İstanbui, 2001,
http://www.hayrettinkaraman.net/ki-tap/meseieler/0378.htm Erişim: 14 Aralık
2004
[225] A. Yaşar Ocak, "13.-14. Yüzyıllar Anadolu'sunun
İki Büyük Cezbeci ve Estetikçi Şair Sufîsi: Celâleddİn-i Rûmî ve Yunus Emre'',
"Bir 13. Yüzyıl Mutasavvıfı ve Sûfîsi Olarak Mevlânâ Celâleddîn-i
Rûmî", Türk Sûfîliği-ne Bakışlar, İstanbul 1996, s. 122-İ47
[226] bkz. Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim Dergisi, Yıl:
4, Sayı: 46 (Aralık 2003)
[227] Yaşar Nuri Öztürk, Mevlânâ ve İslâm, İstanbul 1993, s.
64
[228] Veled Çelebi, Muhtasar Menâkıb, s. 15'ten nakleden
Asaf Halet Çeiebİ. a.g.e., s. 28. Ayrıca bkz. Fürûzanfer, a.g.e., s. 60; Midhat
Bahari Beytur, Mesnevi Gözüyle Mevlânâ (Şiirleri, Aşk ve Felsefesi), İstanbul
1965, s. 91
Kelime-i Muhartımediyye'de Üâhî aşkı-anlatırken, -ismini
zik-retmeksizin- Mevlânâ'nın Arapça bir .gazelinden bir beyit almıştır.
140
Bediüzzaman Fürûzanfer
der ki: Mevlânâ, şu beyitteki "cevher madeni" sözü ile görünüşte
Muhyiddin İbnü'l-Arabî'yi kastetmektedir: "Salih dağında o cevherden bir
maden olup / Biz o cevher dolayısıyla Şam denizinde gark olmuşuz.7'
İbnü'l-Arabl Şam'da ölmüş, Salihiye'de gömülmüştür. (Fürûzanfer, a.g.e., s.
58) S. N. Ergün de aynı konuda daha önce şunu kaydetmiştir: "Mevlânâ,
İbnü'l-Arabî'nin yüksek hikmetler içeren Fusûsu'i-Hikem'ini ve diğer
eserlerini okumuştur. Bir gazelinde onun için şöyle der: Cebel-i Saliha içinde
inciden bir hazine vardır / Biz onu İstemek için Şam denizine daldık. Diğer bir
beyitinde: Aferin İbnü'l-Arab, saad aferin, tarzında teveccüh
göstermiştir." (S. M. Ergün, Mevla-na, Kanaat ktp. 1932, s. 7'den nakleden
İsmet Kayaoğlu, Mevlana ve Mevlevilik, Konya 2002, s. 14)
[229] Mevlânâ'nın Dîvân-ı Kebîr'inde yer alan beyit şudur:
"Benim âşık olduğum, halk arasında sahih oldu /Fakat kime aşık olduğumu
bilemediler." bkz. A. Avni Konuk, Fusûsu'l-Hikem Tercüme ve Şerhi, haz.
Mustafa Tahrali-Selc.uk Eraydın, İstanbul 1992, IV. 348-351; Nuri Genços-man,
Fusûsü'l-Hikem Tercümesi, İstanbul 1992, s. 333
[230] Câmî, a.g.e.. s. 516.
[231] Devletşah Emin b. Alaüddevle, Tezkire-i Devletşâh,
çev. Necati Lugal, İstanbul 1977, II, 249. Ayrıca bkz. Fürûzanfer, a.g.e., s.
25
[232] Ahmed Eflâki, Ariflerin Menkıbeleri, haz. Tahsin
Yazıcı, Ankara 1986, I. 291-292; Annemarie Schimmel, Mevlânâ Celâleddîn
Rûmî'nin Şark ve Garpta Tesirleri, Ankara: Gutenberg Matbaası, ts., s. 14
[233] Ahmed Eflâkî, a.g.e., İstanbul 1986, !, 291-292;
Bediüzzaman Fürûzan-fer, Mevlânâ Celaleddin, s. 172-181; Asaf Halet Çelebi,
Mevlânâ ve Mevlevîlik, Ankara 2002. s. 79. Fürûzanfer'e göre; Sa'dî'nin
Mevlânâ ile görüştüğüne dair verilen bilgiye şimdilik Acâibü 'İ-Bütdan adlı
eserden başka bir yerde rastlanmamıştır, (a.g.e., s. İ72)
[234] Tahsin Yazıcı, "Hâfız-ı Şîrâzî", TDVİA, XV,
105
[235] Asaf Halet Çelebi, Mevlânâ ve Mevlevîlik, İstanbul
2002, s. 79. krş. Hafız Dîvânı, çev. Abdülbaki Gölpınarlı, İstanbul 1992, s.
453
[236] Hafız Dîvânı, s. 435
[237] Eğer; "Hafız, Hâce Celaleddin Turan Şah hakkında
kasideler yazmıştır" (Tahsin Yazıcı, "Hâfız-ı Şîrâzî", TDVİA,
XV, 104) tespitini dikkate alacak olursak, yukarıdaki mısralarda Hâfız'ın
methettiği kişi Mevlânâ Celâled-dîn-i Rûmî değildir. Ancak diğer taraftan
Hafız, Dfuân'ında bu kişiden bahsederken "Turanşah" (s. 339, 493, 529,
655), "Hâce Turanşah" (s. 656) ifadelerini kullanıp,
"Celaleddin" lakabı ile birlikte hiç anmamış olmasına binaen,
mısralarda kastedilenin kişinin Hz. Mevlânâ olması da muhtemeldir.
[238] Molla Câmî hakkında yukarıdaki bilgiler için bkz.
Mehmet Önder, "Molla Câmî'de Mevlânâ Hayranlığı", Selçuk
üniversitesi 6. Millî Mevlânâ Kongresi, Konya
1993, s. 75-82. Ayrıca
bakılabilir: Mehmet önder, "Molla
Câmî'de Mevlânâ Hayranlığı", Mame-i Aşina
Dergisi, Yıl: 5 (2003), Sayı:
13-14, s. 19-28
[239] bkz. Nuri Şimşekler (ed.). Konya'dan Dünya'ya Mevlânâ
ve Mevlevilik, Konya 2002, s. 294
[240] H. Ritter, "Celâleddin Rûmî", MEBİA, 1İI,
58. bkz. Bedîüzzaman Fürûzan-fer, Meviânâ Celâleddîn, trc. Feridun Nafiz Uzluk,
İstanbul 1963; Orhan Bilgin, "Bedîüzzaman Fürûzanfer", TDVİA, V,
327-328
[241] bkz. Feridun Nafiz Uzluk, "Mevlânâ
Hakkında", Türk Edebiyatı, Sayı: 29 (Mayıs 1974), s. 37. Aynı makale için
ayrıca bkz. Vedat Genç, Mevlânâ İle İlgili Yazılardan Seçmeler, İstanbul 1994,
s. 289
[242] Hakkında bilgi için bkz. Tahsin Yazıcı, "Hümâî",
TDVİA, XVIII, 478-479
[243] Hamid Algar, "Humeynî", TDVİA. XVIII, 363
[244] İmâm Rûhullah Musevî Humeynî, ö. 1989
[245] bkz. Hamid Algar. "İmam Humeyni'nin Hayat
Hikayesi", İmam Humey-ni, Derleme, Daru't-Takrib Yay., İstanbul ts,, s.
15-20; Ali Bulaç, "Glema Geleneğinin Devrimci İmamı", a.g.e,, s, 65;
Cafer Subhani, "İmam Hu-meyni'nin İJim ve Amel Yönünden
Kuşatıcılığı", a.e., s. 254-255; Rıza Üstadı', "İmam Humeyni'nin
Eserleri", a.e., s. 329-333
[246] Hamid Algar, "Humeynî", TDVİA, XVIII, 363
[247] Seyyid Ahmed Fihri, Şerfı-i Dua-yİ Seher'e giriş,
Tahran 1981, s. vııı
[248] Tahran 1372 hş
[249] Hamid Algar, "Humeynî", TDVİA, XVIII, 363
[250] Orijinal adı: Reh-i aşk-name-i irfani hazreti İmam
Humeynİ (Alüessese-i Tanzim ve Neşri Asa, 1368 hş.). Tercümesi: İmam Humeyni,
İlahi Aşk, çev. Kadri Çelik, İstanbul 1989
[251] bkz. Konya'dan Dünyaya Mevlânâ ve Mevlevîlik, Editör:
INuri Şimşekler, Konya 2002, s. 59
[252] bkz. "Prof. Dr. Abdülkerim Sürüş Rotterdam İslâm
üniversitesi'nde", http://www.islamicuniversity.nl/home (Türkçe), Erişim
tarihi: 14 Aralık 2004
[253] bkz. Mevlânâ Güldestesi-Vl, Konya 1996, s. 9
[254] Şefik Can, Mevlânâ (Hayatı, Şahsiyeti, Fikirleri),
İstanbul 2003, s. 217
[255] A. Schİmmel, "Mevlânâ Hindistan'da", Mevlânâ
ve Yaşama Sevinci, Konya 1978, s. 69-78
[256] Schimmel, Mevlânâ Celâleddîn Rûmî'nin Şark ve Garpta
Tesirleri, s. 20
[257] Brahman", Hinduizme-Brahmanizm'e inanan din
adamları ve bilginlere verilen isimdir.
[258] Enamul Haq, Müslim Bengali Literatüre, Karaçj 1957, s.
42'den nakleden Schimmei, a.g.e., s. 22; a.mif., Tasavvufun Boyutları, s. 369
[259] Kemal Yavuz, "Mesnevî-i Şerif üzerine
Görüşler", Selçuk Üniversitesi 1. Midi Mevlânâ Kongresi, Konya 1986, s.
285
[260] N. Ahmed Asrar, "Muhammed İkbâl ve Mevlânâ
Celâleddin Rumi", Selçuk üniversitesi II. Milletlerarası Mevlânâ Kongresi
Tebliğleri, Konya 1991, s. 146
[261] Geniş bilgi için bkz. S. Mehmet Aydın, "Muhammed
İkbal'in Eserlerinde Mevlânâ", Selçuk Üniversitesi 1. Milli Meviânâ Kongresi, Konya 1986, s.
229-237
[262] İkbâl, Armağan-ı Hicaz, s. 107
[263] İkbâl, "Esrâr-ı Hodi", Benlik ve Toplum,
çev. Ali Yüksel, İstanbul 1990, s. 26
[264] İkbal'in İslâm'da Dinî Düşüncenin Yeniden Teşekkülü
adlı eserinden nakleden N. Ahmed Asrar, Doğudan Esintiler (Muhammed İkbal'in Hayatı,
Eserleri ve Şiirlerinden Seçmeler), İstanbul 1981, s. 45-49
[265] Ebu'i-Hasen en-Nedvî, Muhammed İkbal, trc. Ali ulvi
Kurucu. İstanbul 2002, s. 64-66
[266] Feridun Nafiz üzluk'a ait bu nakil için bkz.
Bediüzzaman Fürûzanfer, Mevlânâ Celaleddin, çev. F. Nafiz özlük, İstanbul 1986,
önsöz, s. VIII. Bu beyitin devamı şu şekildedir: "Biz birleştirmek için
geldik, ayırmak için değil/Seviyoruz, işte hayatımızın güzeliiği bu
yüzden."
[267] Halife Abdulhakim, "Mevlânâ Celaleddin
Rumi", çev. Yusuf Ziya Cömert, İslâm Düşüncesi Tarihi, ed. M. M. Şerif,
İstanbul 1991, III, 43
[268] N. Ahmed Asrar, "Pakistan ve Mevlana",
Mevlana Güldestesi-V[, s. 62
[269] bkz. Ebu'l-Hasan en-Nedvî, İslâm Önderleri Tarihi,
trc. Yusuf Karaca, istanbul 1992. I, 456 vd.
[270] Orijinal adı Târih-i Dauet-u Azimet olan ve Türkçe'ye
İsiâm Önderleri Tarihi adıyla tercüme edilen bu kitapta bkz. I, 425-518
[271] trc. Mehmet Eminoğlu, Konya: Hizmet ktb. 3. bs. 1998
[272] Ebu'l-Hasan en-Nedvî, Duygu ve Düşüncede Tazelik: Hz.
Mevlânâ (Hayatı ve Eserleri), trc. Mehmet Eminoğlu, Konya: Hizmet ktb. 3. bs.
1998, s. 69
[273] Nedvî, a,e., s. 70
[274] ftedvî, a.e-, s. 81
[275] bkz. Ebu'l-Hasan en-Nedvî, Gerçek Tasavvuf Ruhbanlık
Değil Rabbânî-Iiktir, cev. İsmet Ersöz, Konya 1992, s. 64-75, 79-83
[276] Nedvî, a.g.e-, s. 72
[277] Nedvî, İslâm Önderleri Tarihi, I, 517
[278] Nedvî, a.g.e., i, 514
[279] a.e., s. 5İ5-5T6
[280] a.e., s. 516
[281] bkz. Cemal Kemal (Kemalov), "Mevlânâ Celâleddin-i
Rûmî ve Özbek Edebiyatı", uluslararası Mevlânâ Bilgi Şöleni, Bildiriler,
Ankara 2000 s 309-312
[282] Radi Fiş, Hazım Hİkmet'in 1950'de Moskova'ya ayak
bastığından ölümüne kadar her an onunla birlikte olmuş bir kişi olarak, Mazım
Hik-met'In yaşam serüvenini Nâzım'm Çilesi adlı kitabında ele almış ve 1968'de
Moskova'da yayınlamıştır. Bu kitap 1969'da Gün Yayınları arasında Güneş
Bozkaya çevirisiyle Türkçe olarak da neşredilmiştir. Radi Fiş'in Celaleddin Rumi
adlı kitabı ise Moskova'da 1972'de yayımlanmıştır. (Ş.K.)
[283] Cemal Kemal (Kemaiov), "Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî
ve Özbek Edebiyatı", uluslararası Mevlânâ Bilgi Şöleni, Bildiriler,
Ankara 2000, s. 309-312
[284] Schimmel, Mevlânâ Celâleddin Rûmî'nin Şark ve Garpta
Tesirleri, s. 13. Ayrıca bkz. Ahmet Kazım ürün, "Günümüz Arap Dünyasında
Mevlânâ", Konya'dan Dünyaya Mevlânâ ve Mevlevîlik, Editör: Nuri Şimşekler,
Konya 2002, s. 301-304
[285] trc. Ali Hüsrevoğlu, Konya 1995, 24 s.
[286] M. Said Ramazan el-Bûtî, "Hazret-i Mevlânâ'da
İslâm İle Hikmet Arasındaki Denge", Meviânâ GüIdestesi-5, Konya 1995,
s.11-12
[287] Geniş bilgi için bkz. Feyzi Halıcı, "Japonya'da
Mevlânâ Sevgisi", FHuri Şimşekler <ed.), Konya'dan Dünya'ya Mevlânâ ve
Mevlevilik, Konya 2002, s. 327-331
[288] Schimmel, Mevlânâ Celâleddîn Rûmî'nin Şark ve Garpta
Tesirleri, s. 6
[289] Can, a.g.e-, s. 257
[290] Doğu memleketlerinin din, dil ve tarihlerini ve diğer
bâzı hususları araştırıp tespite çalışan batılı İlim adamları. (Şarkiyatçılar;
Müsteşrikler)
[291] Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, İstanbul 1994,
s. 306
[292] Hasan Kamil Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf ve
Tarikatlar, İstanbul 1998, s. 252
[293] The Letters of Sir William Jones, <ed. Garland
Cannon), Oxf_ord: Cla-rendon 1970, s. 672, 735'den nakleden Safi Arpaguş,
"Mevlana Cela-leddin Rumi'nin Eserleri üzerine Yapılan İngilizce
Çalışmalar", Tasavvuf Dergisi, Mevlânâ Özel Sayısı, Ankara, Yıl: 6 (2005),
Sayı: 14, s.777
[294] A Literary History of Persia, I], 515'den nakleden
Safi Arpaguş, "Mevlana Celaleddin Rumi'nin Eserleri Üzerine Yapılan
İngilizce Çalışmalar", Tasavvuf Dergisi, Mevlânâ Özel Sayısı, Ankara, Yıl:
6 (2005), Sayı: 14, s.778
[295] Micholson'ın Mesnevi tercüme ve şerhi: The Mathnawi of
Jelaluddİn Rumî, E. J. GibbMemorial, New Series, I-VIII, Londra, 1924-1940
[296] bkz. A. Reza Aresteh, Aşkta ve Yaratıcılıkta Yeniden
Doğuş: Mevlana Celaleddİn Rumi'nin Kişilik Çözümlemesi, trc. Bekir Demirkoi,
İbrahim Öidemir, Ankara 2000, s. 71
[297] R. A, Nİchoison, Mevlânâ Celâleddîn Rûmî, çev. Ayten
Lermioğlu. İstanbul ts., s. 25
[298] A. Nicholson, a.g.e., s. 10 (çevirenin notu);
Schimmel, Mevlânâ Celâleddîn Rûmî'nin Şark ve Garpta Tesirleri, s. 11
[299] Yakub Mughul, "Mevlânâ ve İkbal", Mevlânâ ve
Yaşama Sevinci, haz. Feyzi Halıcı, Konya 1978, s. 241.
N. Ahmed Asrar'ın yaptığı alıntıda ise Arberry'nin şöyle dediği belirtilmektedir:
"...Bugün ise Avrupa'yı kurtaracak tek kişi İkbal ve onun eserleridir.
İkbal, Rûmî'nin hakiki bir mürididir. O, Rûmî'nin öğretilerini modern
düşüncenin ışığı altında dünyaya sunabilme yeteneğini göstermiştir." (N.
Ahmed Asrar, "Muhammed İkbâl ve Mevlânâ Celâleddin Rumi", Selçuk
üniversitesi 11. Milletlerarası Mevlânâ Kongresi Tebliğleri, Konya 1991, s.
146)
[300] Schimmel, a.g.e., s. 12
[301] Schimmel, a.g.e., s. 6
[302] Mehmet Önder, "Şairlerde Mevlânâ Sevgisi",
687. Yıldönümünde Mevlânâ, Konya 1960,
s. 84; Mehmet Önder, Hazreti Mevlânâ, İstanbul 1972, s. 232; Asaf Halet Çelebi,
Mevlânâ ve Mevlevîlik, İstanbul 2002, s. 73, 75
[303] bkz. Hilmi Yücebaş, Edebiyatımızda Mevlana, İstanbul:
L&M yay. 2005, s. 15
[304] Eva de Vitray-Meyerovitch, İslâm'ın Güleryüzü, çev.
Cemal Aydın, İstanbul 1998, s. 7
[305] Hayatı hakkında geniş bilgi için bkz. Eva de
Vitray-Meyerovitch, İslâm'ın Güleryüzü, çev. Cemal Aydın, İstanbul 1998; Agâh
Oktay Güner, "Hazreti Mevlânâ ve Havva Hanım", Türk Edebiyatı, Sayı:
200 (Haziran 1990), s. 31-33. Aynı makale için bkz. Vedat Genç, Mevlânâ İle
İlgili Yazılardan Seçmeler, s. 168-173
[306] bkz. Konya'dan Dünyaya Mevlânâ ve Mevlevîlik, Editör:
Nuri Şimşekler, Konya 2002, s. 55
[307] Bir Mevlânâ Hayranı: Eva de Vitray-Meyerovitch",
Baharda Meram Dergisi, Yi!: 2 (2001), sayı: 7
[308] Eva de Vitray-Meyerovitch, "Mesnevî'de Nükleer
Güç ve Atom", Nuri Şimşekler (ed.), Konya'dan Dünya'ya Mevlânâ ve
Mevlevilik, Konya 2002, s. 193
[309] Mehmet Bayraktar, "Semâ'da Anlatılanlar",
Zafer Dergisi, Sayı: 132 (Aralık 1987), s. 40. Aynı makale İçin bkz. Vedat
Genç, Mevlânâ İle İlgili Yazılardan Seçmeler, İstanbul 1994, s. 46-48
[310] Eva de Vitray-Meyerovitch, a.g.e., s. 76-78; a. mlf..
Güneşin Şarkısı, çev. Cemaİ Aydın, İstanbul 2001, s. 23
[311] Mesnevî, VI, 4580. Konuyla ilgili diğer beyitler için
bkz. Mesnevi, II, 1611, 1706; V, 3401-3402; VI, 36, 38, 50, 2900
[312] Eva de Vitray -Meye rovitch, a.g.e., s. 67; a. mlf.,
Güneşin Şarkısı, s. 22
[313] Bu konuda bkz. Ahmet Edip uysal, "Sema ve Mutrıb
Heyetlerinin Amerika ve Avrupa'daki Etkileri, Bunların Türkiye'nin Yurtdışında
Tanıtıl-masındaki Yeri", Mevlana (26 Bilim Adamının Mevlana Üzerine
Araştırmaları), haz. Feyzi Halıcı, Konya 1983, s. 21
[314] Roger Garaudy İle Bir Söyleşi", Diyanet Avrupa
Dergisi, Mayıs 2003
[315] bkz. Nuri Şimşekler (ed.), Konya'dan Dünya'ya Mevlânâ
ve Mevlevilik, Konya 2002, s. 117
[316] Feyzi Halıcı, "Mevlânâ Dostları", Selçuk
üniversitesi 1. Milli Mevlânâ Kongresi, Konya 1986, s. 103
[317] Mehmet Önder, "Mevlânâ'ya Hayran Üç Alman
Şairi", Mevlânâ Sevgisi, haz. Feyzi Halıcı, Konya 1981, s. 93
[318] Geschichte der Schönen Redekünste Persiens, Wİen 1818,
s. 164'den nakleden A. Schimmel, Ben Rüzgarım Sen Ateş (Mevlânâ Celâleddin
Rûmî: Büyük Mutasavvıfın Hayatı ve Eseri), çev. Senail Özkan, İstanbul: Ötüken
nşr. 1999. s. 8
[319] bkz. Can, a.g.e., s. 249
[320] Annemarie Schimmel, Aşk Mevlânâ ve Mistisizm, haz.
Senail Özkan. İstanbul 2002. s. 35-36
[321] Hammer, İran Edebiyatı Tarihi, s. 163-198'den nakleden Schimmel, Mevlânâ
Celâleddîn Rûmî'nin Şark ve Garpta Tesirleri, s. 6-7
[322] Mehmet Önder, "Mevlânâ Hayranı üç Alman
Şair", Mevlânâ Sevgisi, Konya 1981, s. 93
[323] Nevit Oğuz Ergin, "Batı'da Mevlânâ
Celaleddin Rumî", uluslararası Mevlânâ Bilgi Şöleni Bildirilen,
Ankara 2000, s. 315-321. Ayrıca bkz. Can, a.g.e., s. 250; Milliyet Gazetesi,
15.12.2002
[324] Ergin, "Batı'da Mevlânâ Celaleddin Rumî", s.
316. Ayrıca bkz. Milliyet, 15.12.2002
[325] Hegel, Enzyklopaedie der Philosophischen
Wissenschaften, Frankfurt 1986, III, 386. Konula ilgili olarak bkz. Naim Şahin,
"Mevlana C. Rumi ve G. W. F. Hegel'de Aşk, Varlığın Birliği ve Ölüm
Meselesi", Selçuk üniversitesi X. Milli Mevlana Kongresi, Tebliğleri,
Konya 2002. s. 276; Schimmel, Tasavvufun Boyutları, s. 355
[326] Bu eser literatürde, "West-Östlicher Divan",
"West-Östlichen Divan", "West-Eastern Divan". "Poems
of the East and West" gibi adlarla da anılmaktadır.
[327] Önder, a.g.m., s. 93. Ancak Schimmel'in de dikkat
çektiği üzere Goethe, mistik ruhu sevmediğinden olsa gerek, Mevlânâ'nın
görüşlerini faydalı bulmadığını da belirtmiştir, (bkz. Schimmel, Aşk Mevlânâ ve
Mistisizm, s. 28, 35-36) Schimmel bir başka yerde ise şöyle demektedir:
"Goet-he'nin Doğu Batı Divanı'na Notlar ue Araştırmalar adlı eserinde
Mevlânâ Celâleddîn hakkındaki hükmü, kendisinin, o zaman pek az tanınmış tercüme
denemelerinden edindiği sağlıksız kanaat gereğince övücü olmaktan pek
uzaktır." (A. Schimmel, Ben Rüzgarım Sen Ateş, s. 8)
[328] bkz. West-Oest!icher Divan, "Hikmet-nameh"
(Buch derSprüche). Metin ve tercüme için ayrıca bkz. Bayram Yılmaz, Goethe ve
İslâmiyet, Konya 1991, s. 150-151
[329] bkz. a.e., "Tefkir-nameh" {Buch der
Betrachtungen). Metin ve tercüme için ayrıca bkz. Yılmaz, a.g.e., s. 144-145
[330] Schimmel, Mevlânâ Celâleddîn Rûmî'nin Şark ve Garpta
Tesirleri, s. 11
[331] Mehmet Önder, "Mevlânâ'ya Hayran üç Alman
Şâiri", a.g.e., s. 94-95
[332] H. Ritter, "İlim Âleminde Mevlânâ". 687.
Yıldönümünde Mevlânâ. Konya 1960, s. 19
[333] Schimmel, Mevlânâ Celâîeddîn Rûmî'nin Şark ve Garpta
Tesirleri, s. 3
[334] Annemarie Schimmel, Tasavvufun Boyutları, çev. Yaşar
Keçeci, İstanbul 2000, s. 354
[335] Schimmel, Mevlânâ Celâîeddîn Rûmî'nin Şark ve Garpta
Tesirleri, s. 28
[336] S. Wolf Bahn, "Modern Batı Dünyasında Mevlânâ'nın
Önemi", uluslararası Mevlânâ Bilgi Şöieni Bildirileri, Ankara 2000, s.
469-472
[337] Kur'ân 50/17
[338] Mİhriban Özelsel, "Hz. Mevlânâ'nın Güncelliği",
çev. Yılmaz Koç, Editör: Nuri Şimşekler, Konya'dan Dünya'ya Mevlânâ ve
Mevlevilik, Konya 2002, s. 111-118
[339] Refi Cevat Cllunay, "Papa Hazretlerinin
Mesajları", Milliyet Gazetesi, 23.12.1958. Ayrıca bkz. Hilmi Yücebaş,
Edebiyatımızda Mevlana, İstanbul: L&M Yayınlan, 2005, s. 5
[340] Türkiye'ye Aşk Mektupları", Hürriyet Gazetesi,
27.02.2001
[341] Ayrıca bkz. Zaman Gazetesi, 20.12.2000
[342] Zaman Cazetesi-Turkuaz, 24.08.2003
[343] İtalyan Semazenler Kilisede İslâm'ı Anlatıyor".
Aksiyon, Sayr 525 27.12.2004
[344] Gabriele Mandei Khân, "Bir Klasik Operanın Öncüsü
Mevlana Celaled-din Rumi", Selçuk Üniversitesi 3. Milli Mevlana Kongresi,
Tebliğler Konya 1989, s. 37-40
[345] Semih Sergen, "Karol Szymanovvsky'nin Mevlânâ
Senfonisi", Selçuk Üniversitesi 5. Milli Meviânâ Kongresi (Tebliğler),
Konya 1992, s. 13-15
[346] Çeviren: Mehmet Önder. bkz. Selçuk Üniversitesi 5.
Milli Mevlânâ Kongresi (Tebliğler), Konya 1992, s. 16-17
[347] Edit Tasnadi, "Macaristan'da Mevlânâ",
uluslararası Mevlana Bilgi Şöleni, Bildiriler, Ankara 2000, s. 350
[348] Edit Tasnadı, a.g.e., s. 347 vd.
[349] bkz. Mevlânâ'dan Altın Sözler, der. Ziya Elitez,
İstanbul: Kozmik Kitaplar, 2. bs. 2005, s. 138, 135
[350] İskender M, Şefikoğlu, "Yugoslavya'da Yaşayan
Türk Şairlerinin Şiirlerinde Mevlana", 1. Milletlerarası Mevlana Kongresi,
Konya 1987, s. 249
[351] Yunanca aslından çeviren: Kriton Dinçmen, İstanbul:
Scala yay. 2000
[352] Rusça'dan Çeviren: Mazlum Beyhan, İstanbul: Yon yay.
1990
[353] s. 5
[354] s. 5
[355] s. 5
[356] s. 233
[357] s. 233-234
[358] Nâzım Hikmet'in rubaisi şöyledir:
Bir gerçek âlemdi gördüğün
ey Celâleddin, heyûlâ filân değil, uçsuz, bucaksız ue yaratılmadı, ressamı iiletı-ûlâ
filân değil. Ve
senin kızgın etinden kalan rubailerin en muhteşemi: Suret hemi
zıllest..." filân diye başlayan değil...
[359] Erich Fromm, Rumi: The Persian, The Sufi, Rebirth in
Love and Cre-ativİty (A. Reza Arasteh), önsöz, London 1974, s. IX. Bu eserin
Türkçe çevirisi
için bkz. Erich Fromm, Aşkta ve Yaratıcılıkta Yeniden Doğuş: Mevlânâ Celâleddîn
Rûmî'nin Kişilik Çözümlemesi'ne önsöz, A. Reza
Arasteh,
çev. Bekir Demirkol-İbrahim özdemir,
Ankara: Kitâbiyât, 2000, s. 8-9
[360] Erich Fromm, The Art of Loving, London 1963, pp.
30-31. Fromm, kaydettiği
beyitlere kaynak olarak R. A. Nicholson'a ait Rumi adlı kiîa bı (London 1950,
s. 122-123) krş. Erich Fromm, Sevme Sanatı, çev. Yurdanur Salman, İstanbul
1981, s. 40. Bu beyitlerin Türkçe çevirisinde, ;| Yurdanur Salman'ın kitaptaki
çevirisi yerine, Veled İzbudak'ın çevirisi kaydedilmiştir, bkz. Mesnevi, III,
4393-4420
[361] S. Hüseyin Nasr, Tasavvufi Makaleler, çev. Sadık
Kılıç, İstanbul 2002, s. 200-201
[362] S. Hüseyin Nasr, "Tahran üniversitesi'nde Mevlânâ
Konferansı", Name-i Aşina Dergisi, Yıl: 5 (2003), Sayı: 13-14
[363] S. Hüseyin Nasr'dan nakieden Ebu'l Hasan Halaç
Münferİd, "Doğu ve Batı Medeniyetleri Arasında Dostluk ve Barış
Elçisi", Name-i Aşina Dergisi, Yıl: 5 (2003), Sayı: 13-14
[364] Wiliiam Chittick, Tasavvuf, çev. Turan Koç, İstanbul
2003, s. 144
[365] Wilîiam Chittick, "Rumi ve Mevlevilik", çev.
Safî Arpaguş, Tasavvuf Dergisi, Mevlânâ Özel Sayısı, Ankara, Yıl: 6 (2005), Sayı:
14, s. 709
[366] Lynn Wilcox, Sufizm ve Psikoloji, çev. Orhan Düz,
İstanbul: İnsan yay. 2001, s, 25
[367] Wilcox, a.g.e., s. 226
[368] Tüm İnsanlar Allah'ı Arıyor", Altınoluk Dergisi,
Sayı: 212 (Ekim 2003) "Dünya starlarının Mevlânâ danışmanı",
Sabah-Günaydın, 22.08.2004
[369] Mevlânâ'yı dünyaya tanıttık, şimdi sıra Türkiye'ye
geldi", Zaman Gazetesi, 29.08.2004, s. 15
[370] Tarihin ilk psikanalizi Mevlânâ'dan", Milliyet
Gazetesi, 09.02.1998
[371] bkz. "Mevlânâ, nasıl ABD'nİn bir numaralı şairi
oldu?", Altınoluk Dergisi, Sayı: 214 (Aralık 2003), s. 14-16; Nuri
Şimşekler (ed.), Konya'dan Dünya'ya Mevlânâ ve Mevlevilik, Konya 2002, s. 317
[372] Hz. Mevlânâ'nın ışığı Kuzey Amerika'yı
aydınlatıyor", Zaman Gazetesi, 17.12.2002
[373] bkz. "Mevlânâ rüzgarı Amerika'yı sardı",
Akşam Gazetesi, 24.12.2001; "Mevlânâ Madonna'nın ilham kaynağı",
Hürriyet Gazetesi, 29.12.2001; "Dünyada esen Mevlânâ fırtınası", Millîyet-Pazar, 24.04.2002;
"Hz. Mevlânâ'nın ışığı
Kuzey Amerika'yı aydınlatıyor",
Zaman Gazetesi, 17.12.2002; "Mevlânâ'yı dünyaya tanıttık, şimdi sıra
Türkiye'ye geldi", Zaman Gazetesi, 29.08.2004, s. 15
[374] Bu konuda bkz. Ahmet Edip uysal, "Sema ve Mutrıb
Heyetlerinin Amerika ve Avrupa'daki Etkileri, Bunların Türkiye'nin Yurtdışında
Tanıtıl-masındaki Yeri", Mevlana (26 Bilim Adamının Mevlana üzerine
Araştırmaları), haz. Feyzi Halıcı, Konya 1983, s. 23
[375] bkz. "Paulo Coelho İran'da", Milliyet,
11.7.2000
[376] bkz. "700 Yıl Sonra", Altınoluk Dergisi,
Sayı: 214 (Aralık 2003), s. 10
[377] Mevlânâ, Mecâlis-i Seb'a, çev. Abdülbaki Gölpınarlı,
Konya 1965, s. 43
[378] 278 Ahmed Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, çev. Tahsin
Yazıcı, İstanbul 1995, II, "156; Molla Câmî, Nefehatü'1-üns, trc. Lamii
Çelebi, İstanbul 1289, s. 519; Bediüzzaman Fürûzanfer, Mevlânâ Celâleddin,
s.152
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar