' İSLÂMÎ İLİMLERDE İSRÂİLİYYÂT YÂHUT GAYR İ İSLÂMÎ MENŞELİ RİVÂYETLER
Yazan:
:Prof. Dr. Muhammed HAMÎDULLAH
Çeviren: Dr.
İbrahim CANAN
Pakistan’ın
büyük âlimlerinden Lahorlu Prof. Syed Abdullah’ın doğumunun 70. sene-i
devriyesi (5 Nisan 1976) armağanı.
İslâmın
şu görüşünü hepimiz biliriz: Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e (Allâh’ın selâmı her
ikisinin de üzerine olsun) kadar cihânşümûl ve ebedî olan tek din mevcûttur.
İslâmiyyet, bu ayni dinin bir nevi ihyâsı ve yenilenmesinden başka bir şey
değildir. Ancak Kur’ân-ı Kerîm arada gelip geçen bu peygamberlerin ve onlara
tâbi olan milletlerin târihini anlatmak yerine bu târihleri' sâdece bir
hatırlatıp geçer. Hâliyle müslümanlâr, bilhassa Hz. Peygamber (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) devrinden sonra, Kur’ân’ın bu çok özlü ifâdesi karşısında
meraklarını yenemiyorlar ye eski çağlara âit-bilgi noksanlıklarını telâfi
edebilmek için her çâreye baş vuruyorlardı. Gerçi
gelip geçen bütün peygamberler hakkında. bilgi edinmek
gibi aşın bir arzuya düşmüyorlardı. Bilhassa Kur’ân’da ismi geçen şahıslar
hakkmda biraz fazla mâlûmât. elde etmek istiyorlardı.
Birinci plânda, her yerde elde edilebilecek olan, Kitâb-ı Mukaddes vardı,
Mecûsî ve Sâbiîlere müteallik kaynaklar nisbeten daha az yayılmış, daha az
iştihâr etmişti.
Kur’ân-ı
Kerîm’e, Allâh’ın kelâmı ve vahyi olarak inanan bir kimse için zâhirî bâzı
güçlükler mevcuttu : Kur’ân, bâzı âyetlerinde
Yahudîlerin kendi mukaddes kitablannda tahriflerde bulunduklarını ifâde ederken
(1) diğer bâzı âyetlerinde de elde mevcûd Kitâb-ı Mukaddes'in bir kısım
âyetlerini aynen zikreder. Şu misâlde olduğu gibi:
«Ve
biz orada (Tevrat’da) onlar (Yahûdiler) için, cana can, göze göz, buruna burun,
kulağa kulak, dişe diş (karşılıktır diye) emrettik. Yaralar için de kısâs
vardır» (2).
Hattâ
Kur’ân: «...Söyle: (Ey Yahûdiler) eğer doğrucular iseniz Tevrat’ı getirin de
onu okuyun» (3) diyecek kadar ona yer verir.
Kur’ân mütemadiyen, kendisini Teyrâtm bir
tasdîkcisi olarak da takdim eder (4).
Muhtemelen
Kur’ân’da gelen bu âyetlerin karşılaştırılmasıyla ortaya çıkan müşkilât Hz.
Peygamber (Aleyhisselâm) zamanında mevzubahs edilmemiştir. Bu da her âyetin
kendi muhtevâsı içerisinde müstakillen anlaşılmış olmasmdan ileri gelmiştir.
Zira böyle yapınca âyetler tam bir itminân sağlıyordu: Kitâb-ı Mukaddes'in bâzı
kısımları itimâda şâyândır, tamâmı değil. Kur’ân-ı Kerîm bu husûsu bâzan
(Kitâb-ı Mukaddes'de gelenin zıddına olarak târihî bir vakanın gerçek vechini
vermek sûretiyle) zımnen belirtiyor, bâzan da şu âyette olduğu gibi açıktan
açığa beyân ediyordu :
«Şeytanların : Süleymân’ın mülk (ü saltanat ve nübüwet)i.
aleyhine uydurub tâkib ettikleri şeylere (yalanlara) uydular. Halbuki Süleymân aslâ kâfir olmadı, fakat o şeytanlar
kâfirdirler...» (5). Bu husûsa tekrâr döneceğiz.
Hz.
Peygamber’in (Aleyhisselâm) davranışı da Kur’ân’ınki gibi idi. O da hiç bir
zaman Ashâb arasında bir müşkülât, bir merâk tahrik etmedi. Onlar zâten Kur’ân
ve Sünnette tezâd -arayan değil, her şeyi yerli yerine koyan kimselerdi.
Bâzı
hâdiseler, Hz. Peygamber’in (Aleyhisselâm) bu husûstaki davranışı hakkında bize
bir fikir verebilir :
·
a) Bir gün, Hz.
Ömer, Medine Yahûdîlerini Kitâb-ı Mukaddes okurken işitir —(Okunan kısım belki
Mezmûrlar, belki de ahlâkî bir başka kısımdı, râvî burayı açıklamıyor)—. Bu
parça Hz. Ömer’in (Radıyallahu anh) o kadar hoşuna gitti ki Yahûdilerden bu
parçayı kendisine yazmalarını ricâ etti. Sonra onu alarak Hz. Peygamber’e (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) götürdü. Her ikisinden de istifâde etmeleri için müslümânlarm
Kur’ân’la birlikte Kitâb-ı Mukaddesi de okumalarını teklif etti. Muhtemelen,
daha Hz. Peygamber'in cevâbını bile beklemeden elindeki parçayı okumaya
başladı. Bu, Hz. Ömer’e o kadar te'sîr etmiş, o kadar heyecanlandırmış ve
kendisinden geçirmiş olmalı ki, Ömer, Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) yüzünün rengini görmüyor musun (ne kadar değişti)?».
Hz. Ömer durdu, özür diledi ve: «Allâh ve Resûlü bize kâfidir» dedi. Bunun
üzerine Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) söz aldı ve «Eğer Hz. Mûsa şimdi hayâtta olsaydı beni tâkipten başka bir
şey yapmak ona helâl olmazdı, (onun risâleti bitmiştir, şu ânda benimki
hâkimdir) (6) dedi. Abdürrezzak'ta gelen, şu müteâkip rivâyete (7) bakınca Hz.
Ömer’in (Radıyallâhu anh) Kitâb-ı Mukaddes'ten bir .parçayı,
âlime kızı Hafsa’ya (R.A.) , teslim etmiş olabileceği akla eğliyor: «Hz.
Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) zevce-i pâkleri, Resûlullah’ın yanına,
kürek kemiği üzerine
yazılmış, Hz. Yûsuf’un hikâyesini anlatan (8) bir parça getirdi ve okumaya
başladı. Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) vech-i mubâreklerinin
rengi değişti ve Hz. Hafsa’ya ( Radiya'llâhü anha.) :
«Ben aranızda iken Hz. Yûsuf gelse ve siz de beni terketseniz, dalâlete düşmüş
olursunuz» dedi.
·
b) Abdullah İbnu Amr İbni’l-Âs
anlatıyor : «Bir gün rüyâm-da gördüm ki parmağımın birinde erimiş tereyağı,
diğerinde bal vardı, ben de onları yalıyordum. Ertesi gün rüyâmı Hz. Peygamber’e
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) anlattım.
Şöyle tâbir etti: «Sen iki kitâbı da okuyacaksın, Kur’ân’ı da, Tevrat’ı da».
Râvî ilâve ediyor: Gerçekten o, her ikisini de okuyordu»
(9). Abdullah Süryânîceyi (İbrânîce ?) de öğrenmişti (10). Eğer Yahûdî
mühtedîlerden Abdullâh İbnu Selâm’a da aynı şeyi yapmaya müsâade etmişse bu
hayretimizi mûcib olmamalı: «Bir gün Kur'ân bir gün Tevrât oku» (11).
·
c) Bir gün Hz. Peygamber’e
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) Yahûdîlerden zinâ yapmış olan bir erkekle bir
kadını getirdiler. Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) yahûdilere «bu durumda
tatbik ettiğiniz cezâ nedir?» diye sordu. Şu cevâbı verdiler : «Biz
böylelerinin yüzünü siyâha boyar, (eşeğe ters bindirilmiş olarak sokaklarda
dolaştırmak süratiyle) halka teşhir ederiz». Bu cevâp üzerine Resûlullah (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) : «Tevrat'ı getirin ve sözünde doğru kimseler iseniz onu
okuyun» buyurdu. Tevrat getirildi. Yahûdiler, aralarından îtimâd ettikleri
birisine : «Hey tekgöz oku şunu» dediler. Adamcağız okumaya başladı. Belli bir
yere gelince parmaklarıyla kitabın bir kısmını kapadı. Cemâatte hâzır bulunan
Abdullâh İbnu Selâm : «Çek elini» diye bağırdı. Yahudi elini kaldırınca altında
zinâ edenlerin recmedileceğine dâir âyet gözüktü. Bunun üzerine Yahûdiler: «Ey Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem), her ikisi de recm edilmek
zorundaydılar, ancak, biz. aramızda bu âyeti gizlemeyi
âdet edindik» dediler. Hz. Peygamber
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) , her iki mücrimin de recmedilmesini
emretti ve emir derhâl icrâ edildi». Râvî îbnu Ömer,
ilâveten : «Ben adamcağızın,/kadını atılan taşlardan korumaya çalıştığını
gördüm» der (12).
Bir
îslâm devletinde Yahûdî tebâaya, Kitâb-ı Mukaddes’in bu tatbikinin sebebini
anlamak için Kur’ân’ın şu emirlerine bakmak lâzımdır:
«Alabildiğine
yalanı dinleyenler, haram yiyenlerdir onlar. (Ey Muhammed) eğer (Yahûdiler)
sana gelirlerse ister aralarında hükmet, ister onlardan yüz çevir. Şâyef
kendilerinden yüz çevirirsen sana hiçbir şeyle zarar yapamazlar. Eğer
hükmedersen aralarında adâletle hükmet. Çünkü Allah adâlet sahiplerini sever.
Hem içinde Allâh’ın hükmü yazılı olan Tevrat yanlarında bulunup dururken nasıl
oluyor da senin hükmüne hakemliğine mürâcaat ediyorlar ve sonra da bunun (bu
hükmün) arkasmdan yine yüz çevirip gidiyorlar. Onlar (hiçbir şeye) inanan
kimseler değildir.
«Şüphesiz
ki Tevrat'ı biz indirdik ki Onda bir hidâyet, bir nûr vardır. Kendisini Allâh’a
teslim etmiş olan (İsrâil) Peygamberleri Yahûdilere (âid dâvâlarda) onunla
hükmederlerdi. Âlimler, Fa-kîhler da Allah'ın o kitâbım hıfza memûr oldukları
için (yine hükümlerini onunla verirlerdi). Hepsi de onun (Allâh
tarafından
gönderilmiş
olduğu) üzerinde (bilittifak) şâhid idiler, o hâlde (ey yahûdiler) siz insanlardan
korkmayın, benden korkun. Benim âyetlerimi az bir bahaya (hasis menfaatlara)
satmayın. Kim Âllâh’ın indirdiği (hükümlerle) hükmetmezse işte onlar kâfirlerin
tâ kendileridir.
«Biz
onda .(Tevrat’da) onların üzerine (şunu da) yazdık: Cana can, göze göz, buruna
burun, kulağa kulak, dişe diş (karşılıktır. Hülâsa
bütün) yaralar birbirine kısâsdır. Fakat kim bunu (bu
hakkını) sadaka olarak bağışlarsa o, kendisine (günâhına) kefâret (onun
yarlığanmasına vesile) dir. Kim Allâh’ın indirdiği (ahkâm) ile hükmetmezse
onlar zâlimlerin tâ kendileridir.
«Arkadan
da bu peygamberlerin izlerince Meryem oğlu İsâ’yı —kendinden evvelki Tevrât’ın
bir tasdikcisi olarak— gönderdik. Ona. da içinde bir
hidâyet, bir nûr bulunan Incil’i —ondan evvelki Tevrât’ın bir tasdikcisi ve
takvaa sâhipleri için bir hidâyet ve öğüd olmak üzere— verdik. (Ve dedik.ki:) «İncil saahibleri Allah’ın, onun içinde indirdiği
(hükümler) le hükmetsin. Kim Allâh’ın indirdiği (ahkâm) ile hükmetmezse onlar
fâsıklarm tâ kendileridir».
«(Habîbim)
Sana da hak olarak kitâb’ı (Kur’ân’ı) —kendinden evvelki kitâbları tasdik edici
(ve doğrultucu) ve ona karşı bir şâhid olmak üzere— gönderdik. O hâlde (bütün
ehl-i Kitâb) aralarında Allah'ın sana indirdiği ile hükmet, sana gelen
hakikatten (dönüp de) onların hevâ (ve heves) lerine uyma. (Ey Mûsâ’nm,
îsâ’nın, Muhammed’in ümmetleri) sizden her biriniz için bir şeriat, bir yol
tâyin ettik. Eğer Allâh dileseydi (topunuzu bir şeriata tâbi) bir tek ümmet
yapardı. Fakat O, size verdiği (muhtelif şeriâtlar dâiresinde) sizi imtihân
etmek için (ayırdı). Öyle ise hepiniz hayırlı işlerde birbirinizle yarış edin.
Zâten topunuzun en son dönüp gelişi Allâh’adır. Artık; O, hakkında, ihtilâf
etmekte olduğunuz şeyleri size (orada) haber verecektir.
«(Ve
şu emri indirdik:) Aralarında Allâh’ın indirdiği vech ile hükmet, onların
keyiflerine uyma, Allâh’ın sana indirdiği (hükümlerin) bir kısmından seni
sapıtacaklar diye kaçın onlardan. Eğer onlar (indirilen hükümleri kabûlden) yüz
çevirirlerse bilki Allâh, günahlarının (yalnız şu) biri (veyâ şu yüz
çevirmeleri) sebebiyle bile kendilerini mutlaka musibete uğratmak istiyordur.
İnsanlardan birçoğu muhakkak ki Allâhın emrinden dışarı çıkanlar (gürûhu) dur.
«Onlar
hâlâ câhillik (devri) nin (o kötü) hükmünü mü arıyorlar? Şübhesiz bir kanâate
sahip olacak bir kavm indinde hükmü Allâh’tan daha güzel olan da kimdir?» (13).
Kur'ân-ı
Kerîm’in bu mühim ve uzun bölümü, İslâm devletinde idâri, kazâî, adlî ve
cemâatler arası hayâtı tanzim eder ve tasrîh eder ki.:
İslâm devleti içerisinde mevcut her bir azınlık cemâate kazâî ve adlî
muhtâriyyet vermek gerekmektedir. Kezâ Yahûdiler Tevrâtı, Hıristiyânlar İncili
tatbik etmelidirler (aksi takdirde Allâh’ın cezâsma mârûz kalacaklardır), Bu
gayr-i müslimler müslümân mahkemelerde murâfaaya mecbûr değillerdir, fakat, kendiliklerinden mürâcaat. edecek
olurlarsa, bu takdirde onlara, kendi' kaanûıilarım tatbik etmek gerek ve böyle
davranmak, Hz. Muhammed (A.S.) dâhil bütün peygamberlerin vazifesidir. Bu umûmî
kaaide sebebiyledir ki Hz. Peygamber
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) kendisine çıkarılan Yahûdî çiftine Kitab-ı
mukaddes’in kaanûmunu tatbik etti, yine bu kaaidenin bir sonucu olarak İslâm
devletlerindeki gayr-i müslim tebâa, asırlar boyu, tam bir kazâî-adlî
muhlâriyeften istifâde ettiler.
·
d) Enes'in bir
rivâyetine göre: «Bir Yahûdî, bir kadının başını iki taş arasında ezmişti. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kadına «sana bunu kim yaptı» diye sordu ve falanca :mı, falanca mı diye birçoklarının
isimlerini saydı. Bir Yahûdînin ismi zikredilince kadıncağız başıyla tasdîk
işâretinde bulundu. Derhâl tevkif edilen Yahûdî, suçunu îtirâf etti. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) de yahûdînin başının iki taş arasında
ezilmesini emretti» (14). Bâzı tasrîhâta göre
öldürülen kadın bir arabtı. Şu hâlde ihtilâf ve şikâyet hâlinde müttehe-min
kaanûnu tatbîk edilmelidir. Müslümanların, Kitâb-ı Mukaddes olsun, başka olsun,
yabancı kaanûnları incelemesi için bir diğer sebeb de şu hâlde, hükmedici
durumda İslâm mahkemeleri olduğu zaman onları tatbîk edebilmektir. Büyük
hukukçu İmamu Muhammed eş-Şeybânî, mütemâdiyen, müslümân hâkimler tarafından
tatbîk edilen, yabancı kaanûnlardan bahseder (15).
Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
zamanmda cereyân.eden
bu birkaç hâdise gösteriyor ki İslâm, Kitâb-ı Mukaddes’! nazarî olarak, Allah
tarafından
vahyedilmiş bir. kitâb olarak kabûl etmekle kalmaz, amelî hayâtta, birçok
pratik maksadlar için onu kullanmak ihtiyâcını duyar. Buna, daha az icbârî
olmayan bir diğer ihtiyâç daha ilâve edebiliriz: Kur’ân-ı Kerîm pek çok defa,
ister Kitâb-ı Mukaddes olsun, ister bunda geçen peygamberlerden herhangi 'birinin
sözleri olsun zikretmektedir. Müslümân müfessirler bunları araştırmak
zorundadır. Kur’ân’ın bu atıflarını hafife ahp görmemezlikten gelemezler. Zira
sâdece bu araştırma eski kitâblara olan ihtiyâca yeterli delîl getirecektir.
îşte birkaç misâl:
·
a)
Biz onda (Tevrât’da) onların üzerine (şunu da) yazdık : «Cana can, göze
göz..» (16). Tevrât'dan da şunu okuyabiliriz: «Fakat
zarar olursa, o zaman can yerine can, diş yerine diş, el yerine el, ayak yerine
ayak, yanık yerine yanık, yara yerine yara, bere yerine bere vereceksin» (17).
Kezâ,
kısas için, Levililer’de de şunu okuruz : «Ve bir
kimse bir adamı vursa mutlaka öldürülecektir. Ve bir kimse'komşusunu sakatlarsa
kendisine de yaptığı gibi yapılacaktır; kırık yerine kırık, göz yerine göz, diş
yerine diş olmak üzere, adamı nasıl sakat etti ise kendisine de öyle
edilecektir» (18).
·
b)
«Andolsun Tevrat'tan sonra Zebûr’da yazmışızdır ki arza (ancak) sâlih
kulların mîrâscı olur» (19). Eğer Kitâb-ı Mukaddes'i tedkîk edecek olursak,
Mezmûrlar’da atıf yapılan kısmı görürüz : «Sâlihler yeri mîrâs alır, ve onda ebediyyen otururlar» (20).
·
c)
Kur’ân iki defa, Hz. îsâ'nın kendisinden, «Allâh’ın kulu» olarak
bahsettiğini zikreder : «Ne Mesîh, ne en yakın melekler Allâh’ın kulp olmaktan
aslâ çekinmezler» (21). Kezâ: «(îsâ gelip) dedi ki: «Ben
hakîkat, Allah'ın kuluyum. O, bana kitâb verdi, beni peygamber yaptı» (22). Şimdi Matta İncilini okuyalım: «...Ve îsâ/kendisini
belli etmesinler diye, onlara tenbîh etti, tâ ki İsa’ya Peygamber vâsıtasıyla
söylenen söz yerine gelsin: «İşte benim seçtiğimkulum,
canımın kendisinden râzı olduğu sevgilim... (23)
İşâya’ya
yapılan atıf : «İşte kendisine destek olduğum kulum; canımın kendisinden râzı
olduğu seçme kulum» (24). Şurası muhakkak ki, Matta'dan okuduğumuz atıf
görünüşe göre Hz. îsâ’nın sözü değil, bu İncili kaleme alan kâtibin sözüdür.
Fakat burada asıl dikkat çekmek istediğimiz nokta, Hıristiyanların bile Hz.
îsâ’nm Allah'ın kulu olduğuna inanmaları (gerektiği) hususudur. Peygamber
terimine gelince, İnciller bunu da, tereddüd etmeden, Hz. îsâ hakkında
kullanmaktadırlar. Meselâ Matta'da.: «Ve kalabalıklar
: Galile'nin Nâsıra şehrinden îsâ Peygamber budur, dediler». «Ve onu tutmak
istedilerse de, halktan korktular, çünkü onlar îsâ'yı Peygamber sayarlardı.»
(25) denmektedir. Kezâ Luka’da da : «Herkesi korku aldı,
ve: aramızda büyük bir peygamber çık- . tı; ve: Allah
kendi kavmini ziyâret etti, diyerek Allâh’a hamd ediyorlardı» (26) âyetini
okuyoruz. Hattâ Hz. îsâ da kendisine Peygamber demektedir: «îsâ onlara dedi:
...Bununla beraber bugün ve yarın ve ertesi günü yoluma gitmeliyim, zira bir
peygamberin Yeruşalimden (Kudüs) dışarda öldürülmesi olamaz» (27). Kezâ
Matta'da da: «îsâ onlara dedi: Bir peygamber kendi memleketinden ve evinden
başka yerde itibârsız değildir» (28), âyeti mevcuttur.
:
Hz.
îsâ'nm havârîleri de, kendisini, çarmıh hâdisesinden sonra, peygamber, diye
adlandırmışlardır. Zirâ Lüka'da okuduğumuza göre çarmıh hâdisesinden sonra, Hz.
îsâ kendisini bildirmeksizin havârilerinden iki tanesine yaklaşarak onlara niçin
üzgün olduklarını sorar ve şu cevâbı alır: «Allâh’ın ve bütün halkın indinde
işte ve sözde kudretli bir peygamber olan Nâsırah îsâ.,..yı
çarmıha gerdiler» (29).
Kurân-ı
Kerîm’i müdâfaa edenlere terettüb eden bir vazife olarak hasseten mühim bir
sebeb daha var: Kur’ân-ı Kerîm, bir çok kereler,
Yakûdî ve Hıristiyânların çözemedikleri münâkaşaları hallettiğini ifâde eder.
Meselâ:
i)
«Bu Kitâbı sana (başka bir hikmetle değil) ancak hakkında ihtilâf ettikleri
şeyleri açıkça anlatmak için ve îmân edecek herhangi bir kavme bir hidâyet ve
rahmet olarak gönderdik» (30).
ii)
«Şüphesiz ki bu Kur’ân, İsrâil oğullarına, hakkında kendilerinin ihtilâf
edegeldikleri şeylerin pek çoğunu açıklar» (31).
Kur’ân-ı
Kerim’in ifâdelerinin doğruluğunu tahkîk gibi mukaddes bir vazife, ancak
Kitâb-ı Mukaddes’i tedkîk eden müslü-mânlarca ifâ edilebilir. Şurası muhakkak
ki onlar Hz. Muham-med’in Allah’ın son Peygamberi olarak gelip, öncekilerin
yanda bıraktıklarını tamamlayacağına dâir Tevrat, încil ve Hattâ diğer dinlerin
mukaddes kitâblannda önceden haber verildiğine temâs eden Kur’ân-ı Kerîm’in
mükrrer beyânlarını (32) tahkîk husûsun-da küçük bir gayret gösterdiler. Bu
husûs üzerinde fazla durmayacağım. Zirâ kanaatimce, bu husûsî sâhada çok daha
yeni araştırmalar yapılması arzuya şâyan ise de şahsen, bir Peygamberin, tebliğ
ve tâlimâtının esâsları sebebiyle kabûl edilmesi gerektiğini düşünüyorum,
geleceğinin önceden haber verildiği için değil. Fakat Kur’ân-ı Kerîm’in,
Kitâb-ı Mukaddes’de çözülemeyen ihtilâfları hallettiğine dâir beyânını,
başkalarının istihzâlanna son vermek ve bunun boş bir söz olmadığını göstermek
için son derece ciddiye alıp, ehemmiyetle üzerine eğilmek' gerek. Müslümânlann
bugün sâhip oldukları imkânlar, Hz. Peygamber
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) zamanındaki seleflerinden ve İslâmm ilk
asırlarında yaşamış olan kimselerden kıyaslanamayacak kadar daha çoktur. Avrupa
dilleri Yahû-dilere âit vesâikin şahâne tercümelerine sâhip ve bu dilleri
küçüklüğünden îtibâren öğrenmiş olan müslümanlann sayısı ise yüz milyonları
bulmaktadır. Bu benim ihtisâs 'sâham olmamakla berâber, fikrimi söylemek, ve çok zengin bir mahsûl vâdeden keşfi gerekli
geniş sâhayı göstermek için birkaç vakaya işâret etmek istiyorum:
·
a) Kitâb-ı
Mukaddes’de geçen Tâlut hikâyesi bizi şaşırtmaktadır. 1) Tâlut, Mitspa'da Allâh’ın
irâdesine zıd olarak, kader tarafından kıral tâyîn edilir (33). 2) Yahova,
Samüel'e Kıral Saül'ü Tsuf diyânnda (kıral olarak) mesh etmesini emreder (34);
Halkı Filistin zulmünden kurtarmak için (35) basit bir çiftçi olan Saül,
Amonîlere karşı, aniden zuhûr eden bir lider olarak, zafer kazanınca Gilgal’da
kıral ilân edilir (36).
Prof.
Montet, yazmış olduğu Kitâb-ı Mukaddes târihinde itiraf eder: «Bu üç rivâyetin
arasını te'lîf imkânı yoktur». Kûr’ân’ın bu husûstaki hikâyesi ile karşılaştıralım :
«Mûsâ'dan
sonra İsrâil oğullarının ileri gelenlerine bakmadın mı? Hani onlar,
peygamberlerine : «bize bir hükümdâr gönder (tâyin et)
de Allâh yolunda savaşalım demişlerdi. O (da) : «Ya
üzerinize bir muhârebe yazılıp (farz edilip) de savaşı tutmayıve- . rirseniz?» demişti. Onlar şöyle söylemişlerdi: «Allâh.
yolunda niye savaşmayalım? Hem hakîkaten yurtlarımızdan
çıkarıldık, hem evlâtlarımızdan (mahrûm edildik)»
Fakat vaktâki uhdelerine savaş yazıldı, içlerinden birazı müstesnâ olmak üzere
(muhârebeden) yüz çevirdiler. Allâh çok iyi ‘bilicidir o zâlimleri. Onlara
Peygamberleri «Hâkîkat, Allâh size bir pâdişâh olarak Taalût’u göndermiştir»
dedi. Dediler ki: Biz hükümdârlığa ondan daha lâyık iken ve ona maldan da bir
bolluk verilmemiş iken nasıl olur da bizim başımızda pâdişâhlık onun olabilir?» (Peygamber) dedi: «Şüphesiz Allâh onu sizin üstünüze
beğenip seçmiştir, Ona bilgice, vü-cûdca (kuvvetçe) de bir üstünlük vermiştir.
Allâh mülkünü kime dilerse ona verir. Allâh (ın rahmeti, ilmi her şeye yaygın
ve lütf u keremi) boldur, gerçek bilicidir» (37).
·
b) Diğer bir
mesele Hz. İbrâhim’in oğullarından hangisini kurbân ettiği, İsmâil’i mi,
İshâk'ı mı meselesidir. Tekvin (38) bu husûsta uzun bir hikâye anlatır. Aşağıda
vereceğimiz özetler burada bizi ilgilendirir:
«Ve
bu şeylerden sonra, vâki oldu ki, Allâh İbrâhim’i deneyip ona dedi... Şimdi
oğlunu, sevdiğin biricik oğlunu, İshâk’ı al ve Moriya diyânna git, ve orada sana söyliyeceğim dağların biri üzerinde onu
yakılan kurban olarak takdim et... Ve İbrâhim elini uzattı,
ve oğlunu boğazlamak için bıçağı aldı. Ve Rabbin meleği göklerden çağırıp ona
dedi: İbrahim İbrâhim!, o da: ye işte ben dedi. Melek
dedi: Elini çocuğa uzatma ve ona bir şey yapma. Çünkü şimdi bildim ki sen
AHâh'dan korkuyorsun ve kendi biricik oğlunu benden esirgemedin. Ve İbrahim
gözlerim kaldırp gördü ve işte arkasmda bir koç, çalılıkta boynuzlarından
tutulmuştu. Ve İbrahim gidib koçu aldı. Ve oğlunun yerine onu yakılan kurbân
olarak takdim etti... Ve Rabbin meleği ikinci defa göklerden İb-râhim’e
çağırdı: Zâtım hakkı için yemin ettim, Rab buyurur mâ-dem ki bu şeyi yaptm ve
biricik oğlunu esirgemedin, seni ziyâdesiyle mubârek kılacağım,
ve senin zürriyyetini, göklerin yıldızları gibi, deniz kenarında olan kum gibi
ziyâdesiyle çoğaltacağım.»
Malından
ilk artan kısmı Allah'a sunmak beşer cemiyyetinin en eski dindâr
davranışlarından biridir. Bu, zirâi ürünler için yapıldığı gibi, ehli
hayvanlardan alman ilk yavrular için de yapılıyordu. Hatta ilk doğan insan
yavrusunu da kurbân etmeye kadar gidildi. Kitâb-ı Mukaddes bu âdetin hâtırasını
saklar (39). Arkeoloji ilmi de bunun fiilen tatbik edildiğini teyîd etmektedir.
Rene Dussaut, Les Sacrifices Humains Chez les Caneens d’apres Les Fouilles
Recentes (Yeni Hafriyâtlara göre Kenanlılar Nezdinde Beşerî kurbanlar) adlı
kitâbmda şunu söyler: «Kurbân edilen çocuğun) yaşının bir haftayı geçmediği Gezer'deki küplerde mevcût cesetlerin tedkîkinden
anlaşılmıştır» (40). Tevrat’ın Çıkış bölümünde bildirildiğine göre (41)
bilâhare yerine bir hayvan kurbân etmek sûretiyle çocuk kurtarılmıştır. Fakat
Rene Dussaut, bunun çok eskilerde vûkua gelen bir reform olduğunu düşünür.
Bu
durumda Hz. İbrahim'e Cenâb-ı Hakk’ın rüyâda hitâbede-rek, unutmuş olduğu,
birinci oğlunu kurbândan ibâret, eski ananeye uymasını hatırlatmış olması
mâkûldür. Hz. İbrâhimden dünyâya gelen ilk evlâdm Hz. îsmâil olduğu husûsunda
Kitâb-ı Mukaddes de dâhil herkes müttefiktir. Hz. İshâk tam ondört yıl sonra
doğmuştur. Tekvîn'de Hz. İbrahim son nefesini verdiği zaman «oğullan İshâk ve
îsmâil onu Namre karşısında olan Makpela mağarasına gömdüler» (42) denmektedir.
Bu şartlar altında «biricik oğlu» tâbiri, Hz. İshâk’ın doğumundan önce, oğlu
İsmâil’e tatbik edilebilir.
Kimse
ilk çocuğun birinci kadından olması gerektiğini iddia edemez, zira, kısır olması da muhtemeldir. Hattâ’ ben, Kitâb-ı Mukadaes'te
(köle) câriyeden olan çocukla, nikâhlı hanımdan doğan çocuk arasında bir
tefrike de raslamadım. Meselâ İsraillilerin, câriyelerinden veya,
hanımlarından olduklarına bakılmaksızın Hz. Yâkub’un neslinden çoğaldıkları
kabûl edilir. Kitâb-ı Mukaddes’in tasvir ettiği çok kadınlı (poligam) bir
cemiyette ikinci kadın aslâ bir câriye olamaz, Kitâb-ı Mukaddes nikâhlı
kadınlarla câriyeler arasında çok net tefrîkde bulunur. Her hâl u kârda. Hz.
İsmâil'in annesi Hacer, kâtiyyen câriye değildi. Haham troyesli Salomon Ben
İshâk’ın Kitâb-ı' Mukaddes şerhinde, Tekvîn’in şerhi meyânın-da (43) şu ifâde
yer alır: Hacer, Firavun’un kızıydı. Firavun Sâra lehinde husûle gelen bir
kısım mûcizeleri görünce: «Kızımın bu evde (Hz. İbrahim’in evinde) hizmetçi
olması bir başka evde efendi olmasından daha iyidir» dedi. «Hizmetçi», «köle»
demek değildir. Faraza onun köle olduğunu kabûl bile etsek o, Hz. îbrâhim'in
değil, Sara'nın kölesiydi. Talmûdî kaanûna göre (ki İbrâhimî kaa-nûnun bir
devâmı olması kuvvetle muhtemeldir) Hz. İbrahim için tek imkân, efendisi için
Sara'nın müsâadesiyle onu nikâhlı hanım olarak almaktı, câriye olarak değil.
Kitâb-ı Mukaddes (44) Ha-çer’in Sara tarafından Hz. İbrahim'e câriye olarak
bağışlandığına dâir hiç bir söz etmez. Fakat: «Ve onu kocası İbrahim’e karısı
olmak üzere verdi» der.
Bu
şartlara göre Tekvîn’de (45) geçen «İshâk» kelimesi, bilâhare ilâve edilmişe
benziyor. Zirâ târihî şe'niyete ters düşüyor. Diğer taraftan, Hz. İbrahim'in,
oğlunu kurbana teşebbüsü ve çocuğun hayâtının bir koçla kurtarılması hâdisesi
son derece ehemmiyyet arzetmesine rağmen Hz. İshâk’ın neslini devâm ettirenler
arasında hiç bir iz bırakmadı: hâdisenin sene-i devriyesinde ne bayram, ne
hayvan kurbânı, ne de bir başka merâsim mevcût değildir. Aksine, Hz. İsmâil’in
neslini devâm ettirenler arasında İslâm Öncesi Mekke’de, Hz. İbrahim ve Hz.
îsmâil tarafından ihdâs edilmiş olan hac sırasında kurbân bayramının tes’îdi
pek meşhurdur. Arab hac için ihrâma girerek başını bile traş etmezdi (ki bundan, bizzât Kitâb-ı Mukaddes de söz etmektedir (46)
ve bu hâl hac-cın sonuna kadar devâm eder, ancak hayvânm kurbân edileceği anda
traş olurdu.
.
Hz.
İbrahim’in hanımlarının hikâyesi Kur’ân'da anlatılmaz. Fakat,
Buhârî'de bu mâlumdur (47) : «Firavun kızım, hizmetçisi olmak üzere Sara’ya
verdi» denir. İslâm öncesi Mekkelilerin bu hâdise hakkıhdaki bilgilerini isbâtlıyan
diğer bir hâdise yine Buhâri’de rivâyet edilmektedir (48) : Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) 8. hicri yılında Mekke’yi feth edip Kâbe'ye
girdiği zaman orada, diğer tasvirler arasmda, Hz. İbrahim ve Hz. İsmâil'iri kur'a
oklarını kullanır .vaziyette yapılmış tasvirlerini
bulur. Şimdi Kur’ân’da geçen Hz. İbrahim’in yapmak zorunda kaldığı kurbânla
ilgili hikâyeye bakalım:
(İbrâhim)
: «Ey Rabbim bana sâlihlerden (bir oğul) ihsân et» (diye dua etti). Biz de ona
çok uysal bir oğul müjdesini verdik. Artık o (oğul İbrâhim’in) yanında koşmak
çağma erince (babası): «Oğulcuğum dedi, ben seni
rüyâmda boğazlıyorum görüyorum. Bak artık ne düşünürsün.»
(oğlu) ,dedi: «Babacığım sana edilen emir ne ise yap. İnşâallah beni
sabredenlerden bulacaksın.» Vaktaki bu sûretle ikisi
de (Allah'ın emrine) râm oldular (ibrâhim) onu alnı üzere yıktı. Biz oha: «Yâ
İbrâhim, rüyâna sadâkat gösterdin, şüphesiz ki biz iyi hareket edenleri böyle
mükâfatlandırırız» diye nidâ ettik. Hakikat bu, pek açık ve kat'î bir
imtihandı. Ona büyük bir kurbânlık fidye verdik. Sonra gelen (peygamberler ve
ümmet) 1er arasmda ona (iyi bir nâm) bıraktık. (Bizden) selâm İbrahim’e. Biz
iyi hareket edenleri işte böyle mükâfatlandırırız. Hakikat o mü’ınin
kullarımızdandı. Ona sâlihlerden bir peygamber olmak üzere de İshâk’ı
müjdeledik. Hem ona, hem İshâk’a (feyz u) bereketler verdik. Her ikisinin
neslinden iyi hareket edeni de var, nesline apaçık zulm edeni de» (49).
Görüldüğü
üzere, bu hikâyeye göre, Hz. İbrâhim rüyâda almış olduğu kurbânla ilgili İlâhî
emri, tereddüd ve çekingenlik göstermeden yerine getirince Allâh onu
mükâfatlandırdı: Sâdece, henüz biricik olan ilk oğlu İsmail'in hayâtım
bağışlamakla, kalmadı aynı zamanda ihtiyar ve kısır olan birinci karısı Sara’nm
da bir oğlan doğuracağım müjdeledi, ki bu, İshâk idi.
Âyette îsmâil'in kurtarılışına fidye olarak kurban kesme fiilinin devâm
edeceğinden de bahs edilir.
Bu
muhtevâ târihî hâdiselere : ve mantıkî
muhakemeye muvâfık düşmektedir (50).
·
c) Evâmir-i
Aşere meselesi de husûsi bir ehemmiyyet taşır. Burada müteâkip benzer
hâdiseden teferruâth olarak bahsetmem gerekmez: Hz. Mûsâ Sînâ Dağı’nda İlâhî
huzûra kabûl edildiği vakit, Cenâb-ı Hak ona meşhûr on emri verdi. Kezâ Hz.
Muhammed'i de Mîrâc sırasında, Cenâb-ı Hak huzûruna kabûl edince, kendisine on
iki emirle, (ki bunu Kur'ân-ı Kerim zikreder (51) )
son derece kıymetli bir hâtıra olarak arş hazînesinden (kenzu’l-Arş) bir de
hediye (ki Kur'ân bunu da kaydeder (52) ) verdi. Bu hediye İslâm dîninin ebedî
ve cihânşümûl bir dîn olduğunun beyânı ile, kişinin
tâkatmm fevkindeki şeylerden değil, iktidârında olan şeylerden sorumlu
tutulacağının müjdesinden ibâretti. Ben burada sâdece Hz. Mûsâ’ya verilen
emirlerden —ki bunların hâtırasmı Kur'ân muhâfaza eder— bahsedeceğim.
«Allah
bütün bu sözleri, söyleyip dedi: Seni Mısır diyânndan esirlik evinden çıkaran
Allâh’ın, Yahova benim, Karşımda başka ilâhların olmayacaktır. Kendin için oyma put, yukarda göklerde olanın, yâhud aşağıda yerde
olanın, yâhud yerin altında sularda olanın hiç sûretini yapmayacaksm, onlara
eğilmeyeceksin: Çünkü ben, senin Allâh’ın Rab, benden nefret edenlerden babalar
günâhını çocuklar üzerinde, üçüncü nesil üzerinde ve dördüncü nesil üzerinde
ariyan, beni seven ve emirlerimi tutanların binlercesine inâ-yet eden, kıskanç
bir Allâhım.
Allâhın
Rabbin ismini boş yere ağza almayacaksın: Çünkü Rab kendi ismini boş yere ağza
alanı suçsuz tutmayacaktır.
:
«Sebt (cumartesi) gününü takdis etmek için onu
hatırında tut. Altı gün çalışacaksm ve bütün işini yapacaksın. Fakat yedinci
gün Allâ’ın istirahat günü sebt’dir. Sen ve oğlun ve kızın ve kölen ve câriyen
ve hayvanların ve kapında olan garibin hiç bir iş yapmayacaksınız. Çünkü
Rab gökleri, yeri ve denizi ve onlarda olan bütün şeyleri altı günde yarattı ve
yedinci günde istirahat etti. Bunun için Rab sebt gününü mübarek kıldı ve onu
takdis etti.
.«Babana ve anana hürmet et, tâ ki Allâh’ın Rabbin sana
vermekte olduğu toprakta ömrün uzun olsun.
«Katletmiyeceksin.
.
.
«Zinâ
etmiyeceksin (53)
«Çalmıyacaksm
«Komşuna
karşı yalan şehâdet etmiyeceksin.
«Komşunun
evine tamah etmiyeceksin, komşunun karısına, yâhut
kölesine, yahut câriyesine, yâhut öküzüne, yâhut eşeğine, yâhut komşunun hiç
bir şeyine tamah etmiyeceksin» (54).
Çıkış’ta
daha ileriki bahislerde (55) şunu okuyoruz : «Ve Sina dağında, Mûsa ile
sözleşmeyi bitirince, şehâdetin iki levhasını, Allâh’ın parmağı ile yazılmış
taş levhaları ona verdi». Fakat Hz. Mûsâ (A.S.), dağdan dönüşünde kavminin
altın buzağıya tapmakta olduğunu görünce : Mûsâ’nm
öfkesi alevlendi ve elinden levhaları attı, ve dağın eteğinde onları kırdı»
(56).
Kefâretten
sonra, Cenâb-ı Hakla yapılan mîsâk ve «yeni levhalar» söz konusudur (57) ki
şöyle denir:
«Ve
Rab Mûsa’ya dedi : Kendin için evvelkiler gibi iki taş
levha yon ve kırdığın evvelki levhaların üzerinde olan sözleri bu levhalar
üzerine yazacağım... Ve dedi îşte ben ahdediyorum... İşte ben Amorileri... (vs.) senin önünden kovanın. Gitmekte olduğun memlekette
oturanlarla ahdetmekten kendini sakın, ta iki aranızda tuzak olmasm. Fakat
onlarm mezbahalarım yıkacaksınız ve onların dikili taşlarım parçalayacaksınız.
Çünkü başka ilâha secde kılmayacaksın, çünkü ismi kıskanç olan rab kıskanç bir
Allah’tır, tâ ki diyârda oturanlarla ahdetmiyesin ve onlarm ilâhlarına tâbi
olarak zinâ etmesinler ve onlarm ilâhlarına kurbân kesmesinler,
ve biri seni dâvet edip sen de onun kurbânından yemeyesin, ve onların
kızlarından oğullarına almayasın, ve onlarm kızları kendi ilâhlarına tâbi olup
zinâ etmekle senin oğullarım kendi ilâhlarına tâbi kılarak senin oğullarına
zinâ ettirmesinler.
«Kendin
için dökme ilâhlar yapmayacaksın.
«Mayasız
ekmek bayramım tutacaksın... Bütün ilk doğanlar benimdir. Oğullarının bütün ilk
doğanları için fidye vereceksin ve kimse önünde eli boş görünmeyecek.
«Altı
gün işleyeceksin ve yedinci günde rahat edeceksin, ekim ve biçim vaktinde rahat
edeceksin. Ve buğday biçiminin turfandaları zamamnda kendine haftalar bayramım, ve senenin sonunda devşirme bayramını yapacaksın.
Bütün erkeklerin senede üç kere, İsrâilin Allâh’ı Rab Yahova'nm önünde
görünecekler. Çünkü senin önünden milletler kovacağım,
ve senin hudûdlannı genişleteceğim; ve senede üç kere Rabbin önünde görünmek
için çıktığın zaman kimse senin diyârına göz atmayacak.
«Kurbânınım
kanım mayalı ekmekle arzetmiyeceksin; ve paskalya
bayramının kurbanı sabaha kadar kalmayacak. Kendi toprağının turfandalanmn
ilkini senin Allâh'ın Rabbinin evine getireceksin. Oğlağı anasının südünde. pişirmeyeceksin.
«Ve
Rab Mûsâ’ya dedi: bu sözleri yaz; çünkü seninle ve İsrâil-le bu sözlere göre
ahdettim. Ve orada Rab ile kırk gün kırk gece kaldı; ekmek yemedi ve su içmedi.
Ve ahdin sözlerini, on emri levhalar üzerine yazdı.»
Yahûdî
ve Hıristiyân âlimleri, burada beni ilgilendirmeyen bir kısım târihî tezâdlar ileri sürerler, ilk
on emre (Evâmir-i Aşere) dönüyorum.
Onlar
şöylece özetlenebilir :
·
1 — Sâdece
Allâh'a tapmak.
·
2
— Putların önünde secde etmemek.
·
3
— Allah'ın adını boş yere ağza almamak.
·
4
— Sebt (cumartesi) günü çalışma yasağı.
·
5
— Anne babaya hürmet.
·
6
— Kati yasağı.
.
·
7
— Zina yasağı.
·
8
— Çalmamak.
-
·
9
Yalancı şehâdette bulunmamak.
·
10 — Başkasının
malına karşı tamahkârlık etmemek.
Denebilir
ki 1 ve 2 numaralı maddeler, 3 ve 9 numaralı maddeler, 8 ve 10 numaralı
maddeler aynı şeylerden bahsetmektedirler. Bu tekrârlar nazara alınınca bence
10 değil 7 emir mevcuttur. Öyleyse geri kalan iki veyâ üçü nereye gitti?. Bu meçhûl. :
Söz
gelimi hatırlatalım ki Kur'ân-ı Kerim müteaddid defalar îsrâiloğullan ile
yapılan mîsâktan bahseder. Meselâ:
«Ey
îsrâil (yâkûb) oğullan, size (atalarınıza) ihsânettiğim bunca nimetimi
hatırlayın (Peygambere îmân husûsundaki. tavsiyemi yerine getirin, ben de size karşı olan ahdimi
yapayım. Bir de (vefâyı terk husûsunda) benden korkun.
«Nezdinizdekini
(Tevratı) tasdîk edici (ve doğrultucu) olarak indirdiğim Kur'ân’a îmân edin,
onu inkâr edenlerin ilki siz olmayın, âyetlerimi az bir baha ile (bayağı bir menfaat. mukâbilinde)
değişmeyin. Ancak benden korkun.
«Kendiniz
bilip dururken Hakkı bâtıla karıştırıp da gerçeği gizlemeyin.
«Dosdoğru
namaz kılın, zekât verin, rükû eden (mü’ınin) lerle birlikte rükû edin (cemâate
devâm edin)» (58). .
Şu
âyetler daha da açık :
«Hani
İsrail oğullarından: Allahdan başkasına ibâdet etmeyin, anaya, babaya,
hısımlara, yetimlere, yoksullara iyilik yapm, insanlara güzellikle söyleyin,
dosdoğru namaz kılın, zekât verin diye (emretmiş), teminâtlı söz almıştık.
Sonra (bu sağlam sözü-
nüze
karşı —içinizden birazınız hâriç olmak üzere— arka döndünüz ve siz (de
atalarınız gibi) hâla yüz çevirmekte berdevâmsınız.
.
«Hani sizden (ey Yakûdiler) : «(Birbirinizin) kanlarını (haksız yere)
akıtmayın, kendinizi yurtlarınızdan çıkarmayın» diye kat’î söz almıştık, sonra
siz de (buna karşı) ikraar vermiştiniz ve hâlâ (bu yolda aleyhinizde) şâhidlik
edip duruyorsunuz da» (59).
Mesele,
üzerinde düşünmeye değer bir husûstur. Zira ihtilâflı husûslardan biridir.
Fakat bunun üzerinde fazla durmayacağız.
·
d) Altın buzağı
hikâyesinde Hz. Hârûn’un oynadığı rol de burada nazar-ı itibâra alınmaya değer.
Çıkış'tâki hikâyeye göre :
«Ve
dağdan inmek için Mûsâ’nm geciktiğini kavm görünce, Hârun’un etrâfmda toplandı
ve ona dediler: Kalk, bizim için ilâh yap, önümüzden gitsinler, çünkü Mûsâ'ya,
bizi Mısır’dan çıkaran bu adama, ne oldu bilmiyoruz. Ve Hârûn onlara dedi:
kanlarınızın oğullarınızın've kızlarınızın kulaklarındaki altın küpeleri kırıp çıkann, ve onları bana getirin. Ve bütün kavm kendi kulaklarındaki
altın küpeleri kınp çıkardılar ve onlan Hârûn’a getirdiler. Ve onu ellerinden
aldı, ve oymacı âletiyle ona biçim verdi, ve onu dökme bir buzâğı yaptı; ve
dediler: Ey İsrâil seni Mısır diyârın-dan çıkaran
ilâhların bunlardır. Ve Hânın onu gördü ve onun önüne bir mezbah yaptı; ve Hârûn ilân edip dedi: Yann Rabbe bayramdır... Ve
ertesi gün erken kalktılar ve yakılan takdîmeleri arz ettiler,
ve selâmet takdîmelerini getirdiler ve kavm, yemek yemek için oturdular ve
oynamak için kalktılar.
Ve
Rab Mûsâ’ya dedi: Git aşağıya in, çünkü Mısır diyânndan çıkardığın kavmiri
bozuldu; onlara emrettiğim yoldan çabuk saptılar, kendileri için dökme bir
buzağı yaptılar, ve ona secde kıldılar ...Ve şimdi
beni bırak, onlara karşı öfken alevlensin...
«Ve
Mûsâ Allâh’ı Rabbe yalvarıp dedi...
«Ve
Rab kavmine edeceğini söylediği kötülüğe nâdim oldu...
«Ve
Mûsa Hârûn’a dedi: Bu kavm sana ne yaptı ki, onun üzerine büyük suç getirdin?
Ve Hârûn dedi: Efendimin kölesi alevlenmesin; kavmi sen bilirsin, o, kötülüğe
âmâdedir. Çünkü bana dediler: Bizim iğin önümüzden gidecek ilâh yap...
·
(59) Kur’ân,
Bakara, 2,83-84.
«Ve
Mûsa ordugâhın kapısında durup dedi: Rab tarafından olan bana gelsin. Ve bütün
Levi oğulları onun yanına toplandılar. Ve onlara dedi: îsrâil'in Allâh’ı Rab
şöyle diyor: Herkes kılıcını beline kuşansın, ve
ordugâhta kapıdan kapıya dolaşsın, ve herkes kendi kardeşini, ve herkes kendi
arkadaşını, ve herkes kendi komşusunu öldürsün. Ve Levi oğulları Mûsâ'nm
söylediği gibi yaptılar, ve o gün kavinden üç bin
kadar adam düştü.
t
«Ve ertesi gün vâki oldu ki, Mûsâ kavme dedi: Siz büyük suç yaptınız; Şimdi ben
Rabbin önüne çıkacağım;, belki suçunuz için kefâret
ederim...» (60)
Tevrat’ın
bu hikâyesinden anlaşıldığına göre, kavmi kendisine bir tanrı yapması için
mürâcaatte bulununca altın buzağıyı döken Hz. Hârûn’un bizzat kendisidir. Kezâ
bu altın buzağının önünde kurbân kesmeye mahsûs mezbâhı da yapan kendisidir.
Kur’ân-ı Kerîm için böyle bir şeyi bir peygamber hakkında düşünmek bile
imkânsızdır. Kur’ân’a göre bu bâtıl işi yapan Sâmirî admda, —muhtemelen,
dokunulmazlık telakkilerine saplanmış bir yerli— dir. Ve Hz. Hârûn ise, değil
bu menfûr işe rızâ göstermek, mânî olmaya çalışmıştır, ancak, halk onu ölümle
tehdîd etmiştir. Bu husûsta Kur’ân’ın söylediklerini görelim
:
«Ey
İsrail oğulları, sizi düşmanmızdan kurtardık. Tûr’un sağ yanında size vâde
verdik ve sizin üstünüze kudret helvasıyla bıl-dırcm indirdik:
«Size
rızık olarak verdiklerimizin en temizinden yeyin, bu husûsta taşkınlık (ve
nankörlük) etmeyin. Sonra üstünüze gazabım vaacib olur. Benim gazabım da kimin
üzerine vâcib olursa muhakkak ki O, (helâk uçurumuna) yuvarlanmıştır.
«(bununla
berâber) Şüphesiz ki ben tevbe ve îmân edenleri, iyi amel (ve harekette)
bulunanları, sonra da doğru yolda (ölünceye kadar) sebât gösterenleri elbette
çok yarhğayıcıyım.
«Ey
Mûsâ seni kavminden (ayırıb böyle) acele ettiren (sebeb) nedir?
«Dedi:
«Onlar, işte onlar da benim ardımca (geliyorlar) Ben
acele ettim ki, yâ Râb, (benden daha çok) hoşnud olasın.
«Buyurdu
biz senden sonra kavmini imtihana çektik. Sâmîrî onları saptırdı.
«Derhâl
Mûsâ çok öfkeli ve tasalı olarak kavmine döndü: «Ey Kavmim, dedi, Rabbiniz size
güzel bir vâd ile söz vermedi , mi? Yoksa
(ayrılışımın) üzerinden çok zaman mı (geçip) uzadı? Yâ-hud Rabbinizden size bir
gazab vâcib olmasını mı istediniz de bana olan va’dinizden caydınız?».
«Dediler:
«Biz sana verdiğimiz sözden kendimize mâlik olarak
caymadık. Fakat biz o kavmin zînetinden bir takım ağırlıklar yüklenmiştik de
onları (ateşe) atmıştık. Sâmirî de (kendi zîneti-ni) böylece atmıştı.»
«Hülâsa
o kendilerine böğüren bir buzağı heykeli (döküb) çıkarmıştı. (Gerek o, gerek
avanesi) : «İşte sizin de Mûsâ’ınn da Tannsı budur!
Fakat (Mûsâ) unuttu» demişlerdi.
«Bilmiyorlar
mıydı ki o (buzağı) onlara hiç bir sözle mukâbele edemiyor, onlara ne bir
zarar, nede bir fâide vermek kudretine mâlik olamıyordu.
«Andolsun
Hârûn onlara daha evvel: «Ey kavmim, siz bu (buzağı)
ile iintihâna çekildiniz. Sizin hakîki Rabbiniz çok esirgeyen (Allâhdır). Haydi bana tâbi olun. Benim emrime itaat edin» demişti.
«Onlar
ise: «Biz, demişlerdi, Mûsâ bize dönüb gelinceye kadar o (buzağı) ya (tapmakta)
kaaim ve dâim olmaktan kat’iyyen ayrılmayacağız».
«Mûsâ,
(avdetinde) dedi ki: «Ey Hârûn, bunların saptıklarını gördüğün zaman benim
ardımca gelmeden seni men eden ne idi? sen benim emrime isyân mı ettin?».
«(Hârûn)
dedi: «Ey anamm oğlu, sakalımı, başımı tutma. Ben
senin: —İsrâil oğullan arasmda ayrılık çıkardın,. sözüne bak-, madm, diyeceğinden korktum. '
«(Mûsâ):
«Ya senin zorun ne idi ey Sâmirî?» dedi.
«O
da (şöyle) dedi: «Ben onların görmediklerini gördüm.
Binâenaleyh o peygamberin izinden bir avuç (toprak) alıp onu (erimiş zînetlerin
içine) atdım. Buna bana nefsim hoş gösterdi böyle.».
«(Mûsâ)
dedi: «Haydi (defol) git. Çünkü senin hayâtın bor
yunca nasîbin (benimle) temâs etmeyin demendir. Sana, senin için
şüphesiz, asla vaz geçilemiyecek bir cezâ günü dahi vardır.
Üstüne
düşüb taptığın Tanrına bak, biz onu (cayır cayır) yakacağız, sonra onu parça
parça edip denize atacağız».
«Ancak
sizin Tanrınız kendisinden başka hiçbir Tann bulunmayan Allâhdır. Onun ilmi her
şeyi kuşatmıştır.
«Sana
geçmiş (ümmet) lerin haberlerinden bir kısmım işte böylece anlatıyoruz. Şüphe
yok ki sana tarafımızdan bir zikir vermişizdir.» (61).
Aynı
mevzû hakkında diğer bâzı teferrûât daha Kurân-ı Kerimin bir başka yerinde gelmiştir :
«Mûsâ
kavmine öfkeli ve kederli döndüğü zaman dedi ki: «Size
bıraktığım şu makâmımda arkamdan he kötü işler yapmışsınız! Rabbinizin emrini
(beklemeyip) acele ettiniz hâ?» (Tevrat) levhalarım
bırakıverip kardeşinin başından tuttu, onu kendine doğru çekiyordu/ (Hârûn)
«Anam oğlu, dedi, bu kavm (bu adamlar) beni cidden zaîf gördüler
(hırpaladılar). Az kaldı ki beni öldüreceklerdi. Sen de bana düşmanları
sevindirecek harekette bulunma böyle, beni o zâlimler güruhuyla berâber tutma.
«(Mûsâ)
dedi ki: «Yâ Râb beni de, birâderimi de yarlığa», bizi rahmetinin içine sal.
Sen esirgeyenlerden daha esirgeyensin.» (62).
Tevrat’a
insanların bir tertibi değil de Allâh’ın kelâmı olarak inananlar müslümânlara: «İyi ama Kur'ânınızın kaynağı nedir? diye
bir suâl soramazlar. Zira Kur’ân da Allâh’ın kelâmıdır, Hz. Muhammed salla'llâhü
aleyhi ve selleme nâzil olmuştur, üstelik müstakbel nesiller için asli-yeti olduğu
gibi korunmuştur. Geçmişte olup bitenlerin gerçek hikâyesini ancak Allah
nakleder. Yahûdî ve Hıristiyânların dışında kalanlara da deriz ki: Kur’ân’ın
anlattığı şey çok daha mâkûl, öyle ise o, Nebukadnezar ve Antiokhos'lar vs.
kimselerin mükerrer tahrîblerine mâruz kalan vesâike müreccâhtır. îç harpler ve
mezhep ihtilâfları da aslî metnin bozulmasında belli bir ölçüde rol
oynamışlardır.
.
Daha
önce de işâret ettiğimiz gibi, Kur’ân-ı Kerîm, Kitâb-ı Mu-kaddes'in aslma tam
tamına uyarlığı husûsundaki iddiaya şüphe getiriyorsa da bu, aynı kitabın bâzı
kısımlarını te’yîd etmeye mâni değildir. Bir başka deyişle, kitâb-ı Mukaddes'in
tamamını reddet
mek
gerekmez. Nitekim, Kur’ân-ı Kerîm'in fransızcaya
yaptığım tercümesinde, Kitâb-ı Mukaddes’e her bir atıf da bulunuldukça veyâ
ondan zikirler geçtikçe, bunları orada bulmaya çalıştım ve j ekserisini de
buldum. Bunun miktârı onlarca defâya ulaştı. Hâliyle bu, Ahd-i Atîk’de, Hz.
Lût, ,Hz. Süleymân, Hz. Dâvud gibi hayât-larma gölge düşürülerek (bir peygamber
için yakışık olmıyacak şekilde) anlatılan bir kısım peygamberlere müteallik
değildir. Kur’ân bunların hayâtlarıyla ilgili olarak, bir Allah elçisinin
hayâtından beklenecek olana muvâfık olan bir başka şekli anlatır.
İslâmî
kaynaklarda yer almayan, yabancı meseleler karşısındaki müslümanın takınacağı
tavır, bizzât Hz. Peygamber tarafından, muhtelif vesilelerle, mâkûl ve hakîmâne
bir tarzda, şöylece tesbît edilmiştir:
·
a)
Eğer Ehl-i Kitâb size bir şey anlatacak olursa onu ne kabûl ne de
reddedin. Eğer bâtıl bir şey söylerlerse, asla tasvîb etmeyiniz (63).
·
b)
Benu İsrâil hikâyelerinden anlatın, bunda bir beis yok (64).
Bu
tavsiyeler, safça her söyleneni kabûl etmeyip, Hıristiyân ve Yahûdî
kaynaklarından direk araştırma yapmayı tazammun etmektedir. Bilhassa
günümüzde, ister Kur'ân tefsirlerinde olsun, ister gayr-i dînî târih
kitâblarmda olsun her çeşit İslâmî eserlerde raslanan «isrâilliyât» karşısında
duydukları istihkâr, kitâblarmda bunlara yer veren eski müelliflerin, bu
husustaki dedikodularla yetinip, rast gele ne buldularsa almış olmalarmdan ve
gayr-i müslimlere karşı mübâlağaya düşmek ve hattâ alay konusu etmek zaafına
düşmüş olmalarmdan ileri geliyordu. Buhârî’nin anlattığına göre (65)
Hâlîfe Hz. Muâviye, yahûdî asıllı bir müslümân olan Ka’bul’l-Ahbâr hakkmda :
«Biz onun yalanlarını yakalıyorduk» demiştir. Fakat,
Müslümânlarm İlmî metodlan dâima öyle bir mihrâka oturmuştu ki bu mübâlağa ve
hattâ yalan hâdisesi, rahatsız edici bir duruma meydan vermiyordu. Zira
müslümân müellifler her bir hâdise için ayrı kaynaklar zikrederler. Böylece
hangi hâdise kimden geliyor bilinir. Bizzât hâdisenin görgü şahidi bilindiği
gibi, müellife intikâl edinceye kadar araya giren nâkillerde bilinir. Bu.usûl sâyesinde sâdece gayr-i müslim râvîler değil,
karakterinin sağlamlığı herkesçe ittifâkla kabûl edilmemiş olan zayıf râvîler
bile temyiz edilebilir. Hadîs veyâ târih râvîlerinin hayatlarım inceleyen
kitâblar (kütüb-i ricâl) islâmda çok erken bir devirde ortaya çıktılar ki
bunların benzeri, bir başka medeniyette mevcût değildir. Bir başka deyişle, her
kaynaktan gelen her bir rivâyet, her çeşit peşin hükümden âzâde olarak, nazar-ı
îtibâra alınır, gerek râvî ve gerekse mervî tamâmen İlmî ve objektif ölçülere
vurulduktan sonra ,kabûl veyâ reddedilir. Meselâ
gayr-i müslim, mağlûb bir düşmân: «Biz kuşatma yüzünden öyle bir gıda darlığına
düştük ki kedi ve köpekleri bile yedik» demiş olsa, aynı savaşı tasvîr eden
«İslâmî» kaynağın noksanlıklarını tamamlamakta bu hikâyeden niçin
faydalanılmasın? Aşırı müfritlerden kaçınmak gerek, ne çok saf, ne de çok
şüpheci olmalı, aksine farklı kaynakların her birinde mevcût mâlumâttan
istifâde etmeli, hepsine, değerine göre haklarını vermelidir.
ISRAELITE
OR NON-ISLAMIC ORIGINAL NARRATIVES İN THE ISLAMIC SCIENCES
İslam
accepts and belieyes that there had been a single true religion ali över the
world from Adam till Muhammad' (peace be upon them). For this resaon the prophets
and their holy books, which had come before İslam, are touched upon and
recounted in the Glorious Ouran. In the meantime the' Holy Ouran gives a vast
place to the Holy Bible. While the Holy Ouran, s ay s- that the Holy Bible has
been falsified, in some verses (such as the surah 4/46; 5/13,41
and 2/75), in some ether verses it also refers to some of its parts (for
instance; the surah 5/45 refers to Exodus 21/24,25, and to Leviticus 24/17-20.
The surah 21/105 refers to Psalms 37/29. The surahs 4/172 and 19/30 refer to
Matthew 12/16-18; 13/57; 21/11,46; to Isaiah 42/1; to Luke 7/16; 13/37;
24/19-20). He shows the Bible as a witness to His equity (see; surah 3/93), and
says that His assertion is that (see; surah 2/89) is.
.
Ali
Muslims have to study very carefully the Holy Bible to clarify this apparent
opposing idea and contradictory situation.
There
is same contradiction in the Venerable (Blessed) Mu-hammad’s sunnahs. When the
Prophet (peace be upon Him) did
not
allow some öf His companions (such as Omar and Hafsah) to read the Holy Bible
'(see; al-Darimee, introduction 39. Abd al-Razzaq’s al-Musannaf hadith number:
10163, 10164, 10165 and . 19213)
He did allow some others (such as Abd Allah Ibn Anır Ibn al-As and Abd Allah
Ibn Salam) to read it (see; Ahmad Ibn Han-bal’s al-Musnad, hadith number 7067.
Ibn Sa’d 4/1İ. Zahabee's Tazkirat al-Huffaz vol.I,page
26). Above ali when the Jews appealed to Him as a judge, He gave His decision
accordirig to the Old Testament (see; al-Bukhari 61/26; 97/51. Ibn Hisham’s
al-Seerah pp 393-395. Leviticus 20/10-12. John 8/3-5. al-Bukhari 41/1 and 4).
This kind of behaviour is, in principle, ordered in the Glorious Quran (see;
the surah 5/42-50) to the Müslim when the minorities i.e. dhimmees (ahi al-Kitab)
existed in the Müslim State. The great jurist imam Muhammad al-Shaybani gave o
considerable room to non-muslim rules, practised by the Müslim judges, in his
book (see; Commantary al-Siyar al-Kabeer pp 4,3240,67,151,201,
231,284 ete.).
Another
reason to enforce the Muslims to study the Holy Bible, ist that some verses of
the Glorious Quran frequently mention that «Urisolved
disputes by Jews or Christians ha ve been solved in this book i.e. the Quran
(see; the surahs 16/64, and 27/76). For instance the contradictory stories of
the Holy Bible, connected with the soul (see; I Samuel 8;9;10;ll) are mentioned
in the Glorious Quran (see; the surah 2/246-247) in a different way. And the
contradictory statements of the Holy Bible connected with the sacrifice of
Ibrahem’s son (see; Genesis 22/1-18. Exodus 13/2,12;
22/29. Numbers 3/13; 9/17. Ezekiel 20/26. Exodus 13/13. Genesis 16/1,3) are
explained according to historical facts and' rational rules (see; the surah
37/100-113).
The
problem of the Ten Cpmmandments is also one of them. . When the Holy Bible
(see; Exodus 20/1-17; 31/18; 32/19; 34/1-28 and Deuteronomy 5/6-21) is
carefully examined, it is realized that only seven of these ten commendments
have been recorded. The Glorious Quran mentiones in this respect that this is
their disobedience to their bond (see; the surah 2/4043 and 83-84).
In
the matter of the Golden Galf, the Holy Bible (see; Exodus 32/1-30) States that
the Venerable Haroon (peace be upon him) produced it for them. The Glorious
Ouran rejects that statement, and mentions «al-Samiree produced the Golden Calf
for them...» (see; the surah 20/80-89).
.
Briefly;
if the Glorious Quran claims that tlıe Holy Bible was miscontruçted and lost
its originality, this claim never pre-vents the acceptance of some part of it
which may be agreeable to the divine revelation. The Venerable Muhammad (peace
be upon Him) has put forward these short rules: 1-If a non-muslim (one of the
people of the Scripture) telis you a story, you will neither accept and believe
nor reject it, and 2-There is no sharm in telling Israilite stories.», and how to take çare against narratives, coming from
non-Islamic origins.
Ali
those above mentioned things make it necessary to investigate the matters
directly from the Jewish and Christian sources, and not to accept immediately
what is said.
• (1) Kur’ân, Nisa, 4,46; Mâide, 5, 13,
41; Bakara, 2, 75
• (2)
.Kur’ân, Mâide, 5, 45; Tevrat, Çıkış 21, 45-5; Levililer, 24, 17-20.
• (3)
Kur’ân, Âl-i îmrân, 3, 93.
.
• (4)
Kur’ân, Bakara, 2, 89 vs. Yirmiye yakın yerde.
• (5)
Kur’ân Bakara, 2,102; Tevrat için bak: 1. Kıratlar. 11,7 ve devâmı.
• (6)
Bak:. Dârimî, Mukaddime 39.;.
Abdurrezzâk, Musannaf, Nu: 10163, 10164, 19213; İbnu Hanbel ve pekçok diğer
kaynaklar.
• (7)
Abdurrezzâk, Nu.- 10165. .
• (8)
Bu hikâye Tevratta (Tekvin, 35,50) mevcuttur.
• (9) Ahmed İbnu Hanbel, Nu; 7067.
• (10)
İbnu Sa’d, Tabakât, 4/ii, s. 11.
• (11)
Zehebî, TezkiretüT-Huffâz, 1,26.
• (12) Buhârî, 61,26; 97,51; îbnu Hişâm,
Sîret 395-5; Mes’ûdî, Tenbih 274;Ebû Dâvûd 37,26; Beyhakî, Sünenu Kübrâ 8,231;
Bak: Tevrat, Levili-ler 20,10-12; Yuhannâ 8,3-5.
• (13)
Kur’ân, 5,42-50.
"
• (14)
Buhârî, 44,1, Nu : 4; Taberî, Tefsir, 5, 127.
• (15)
Meselâ bak: Sarahsî, Şerhu Siyeri’lJKebîr, 4,32-40, 67, 151, 201, 231,
284 vs; Kezâ Benim eserim olan: Müslim Coduct of State' 252.
• (16)
Kur’ân, 5,45.
• (17)
Çıkış, 21,24-5.
• (18)
Levililer 24,17-20.
• (19)
Kur’ân, Enbiyâ, 21,105.
• (20)
Mezmûrlar 37,29.
• (21)
Kur’ân, Nisâ, 4,172.
• (22)
Kur’ân, Meryem, 19, 30.
• (23)
Matta, 12,16-18.
• (24)
İşaya, 42,1.
• (25)
Matta, 21,11 ve 46.
• (26)
Luka 7,16.
• (27)
Luka, 13,33.
• (28)
Matta, 13,57.
• (29)
Luka, 24, 19-20.
• (30)
Kur’ân, Nahl, 16,64.
• (31)
Kur’ân, Nemi, 27,76.
• (32)
Bak; Kur’ân, Âl-i İmrân, 3,81; A’râf 7,157; Şuarâ, 26,196; Feth,
48,29;Saf, 61,9.
• (33)
Bak: 1. Samüel, 8 ve 10,17-27.
• (34)
Bak: 1. Samuel, 9,5.
• (35)
Bak: 1. Samüel, 9,1-10,16.
• (36)
Bak: 1. Samuel, 11.
• (37)
Kur’ân, Bakara, 2. 246-7.
• (38)
Tevkîn, 22,1-18.
• (39)
Bak: Çıkış, 13,2 ve 12; 22,29; Sayılar 3,13; 8,17; Hezekieî, 20,26 vs.
• (40)
Rene Dussaut, Les Sacrifices Humaines Chez Les Caneens d’Apres Les
Fouilles Recentes, Paris, 1910, p. 19.
• (41)
Çıkış, 13,13 vs.
• (42)
Tekvin, 25,9. ’ • . . .
• (43)
Tekvîn,
• (44)
Tekvîn,
• (45)
Tekvîn, 22,2.
• (46)
Sayılar, 6, 1-21, Bilhassa 18. âyet.
• (47)
Buhârî, 60, İl, Nu: 11.
• (48)
Buhârî, 60, 11, Nu: 4.
• (49)
Kur’ân, Saffât, 37,100-113.
• (50)
Burada İlmî yönden az çok ehemmiyyet taşıyan küçük bir hâdiseyi ilâve
etmek istiyorum; Müslümân müelliflerin hepsinin ittifâkla beyân ettikleri bir
husûs şudur; Hz. İbrahim'in kurbân etmek istediği oğlu Hz. İsmâil’dir. Bu
iftifâka uymayan tek istisna îbnu Abbâs . (Radıyallâhu
anh) dır. Ondan birbirine zıd üç söz rivâyet edilir ;
«Bu İsmail’dir», «Bu İşhâk’tır». «Bu İshâk’tır diyenler, yalancıdır» (İbnu
Kesir, Tefsir, 4.17-18, bak: Taberî, Tefsir, 23,53). Öyle geliyor ki ikinci
rivâyet bir telhistir ve İbn Abbâs : «Yâhûdilere göre, kurbân edilen İshâk’tır,
fakat' bu sahih değildir» demek istemiştir .Muhtevâdan
koparılan bir telhis, hâliyle, ifâde edilen fikri kolayca tahrif eder. Bu
açıklamadan da anlaşılacağı üzere İbnu Abbâs’tan gelen üç rivâyet de aynı şeyi
söylemektedir ve bu meselede müslümânla-rm ittifâkı tâmdır, hiç bir istisnâ yoktur.
• (51)
Kur’ân, İsrâ, 23,39.
• (52)
Kur'ân, Bakara, 2,285-286.
• (53)
Henüz evlenmemiş bir kızın zinâsmdan Tesniye (22,28-29) söz eder.-«Eğer
bir adam, kız olan nişanlanmamış, genç, bir kadın bulursa,
ve onu tutup onunla yatarsa ve onlar yakalanırlarsa; o zaman onunla yatmış olan
adam genç kadınıh babasına elli şekel gümüş verecektir. Ve kadın onun karısı
olacaktır, çünkü onu alçaltmıştır; bütün ömrünce onu boşamıyacaktır.»
• (54)
Çıkış, 20,1-17; Tesniye, 5,6-21.
• (55)
Çıkış, 31, 18.
• (56)
Çıkış, 32,19.
• (57)
Çıkış, 34,1-28.
• (58) Kur’ân, Bakara 2,4043.
• (60) Çıkış, 32,1-30.
. (61) Kur’ân Tâhâ, 20,80-99.
• (62) Kur’ân A’râf, 7,150-151.
• (63)
(Buhârî, 52,29, 65. Sûre 2,11, 96,35, 97,51;
îbnu Hanbel, 4,136, Ebû Dâvûd 24,2.
• (64)
Bukârî, 60,50, Müsim, 53,72; Tirmizî, 39,13; îbnu Hâce, Mukaddime, 5;
îbnu Hanbel, 3,39,46.
• (65)
Buhârî, 96,26.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar