Print Friendly and PDF

Futuhatı Mekkiyyeden Seçmeler- Selahaddin Alpay 4

 

RAHİM VE RAHMAN OLAN ALLAH ADİLE MELAMİLER

Melamiler, bunlara Melametciler de denir. Bu ad dahi lügat yönünden bunlar için zayıf bir kelime olmuş olur.

Bu gibi kişiler Allah yolunun efendileri ve önderleridir. Bütün alemin tek efendisi bunların arasındadır. İşte o büyük efendide Resulüllah Muhammed (Sallallahü aleyhi ve sellem) efendimizdir.

Bunar Hak Teala’nm emir ve nehiylerini bu alemde yerleştirdiler. Kuvvetlendirdiler. Sebeplerini yerinde açıkladılar. Yaramayanların da nedenlerini anlattılar. Dünya evine yarayacak hacetleri dünyaya bıraktılar. Ahiret gününün hacetlerini de Ahirete bıraktılar. Eşyaya Allah’ın baktığı nazarla baktılar. Gerçekleri birbirine karıştırmadılar.

İşte bütün bu sebeplerin kalkması, bazı kişilerin çıkıp aksi cephe alması hak ve hukuku yerinden kaldırıp başka bir yere koymaları, bunu getireni ve yerleştireni kötülemeleri kadrini bilmemeleri, aldıkları emanete hiyânet eden şirke ve Allahı inkara kadar vardığını gören melametciler, sebepleri tesbit ettikleri halde bunlara itimad edemediler. Melametcilerin sadık talebeleri erkekliklerinde değişik haller gösteriyor, diğerlerinin talebeleri ise Nefsi Ahmaklık içinde çalkalanıp duruyorlardı. Melamilerin kadirleri bilinmez. Ancak onları seven onlarla hu-susiyyeti olan efendiler bu makam ehlini bilirler.

Bunların sayıları bilinmez. Bunlar artarlar fakat eksilmezler. Bunlardan Allah’ın fukarası gelirki bunlar maddeten fakir hiç bir şeyleri olmadığı halde, Hak Teâlâ yönünden fakir değildirler. Gerçek ise Allah’tan başkasına muhtaç olmayı red eder.

Hakikatte insanların Hak Teâlâ’ya nisbetleri yönünden durumu fakirliktir. Bu fakirliğin de Allah’tan değil kendilerinden

olmasıdır. Hak, Teâlâ fakirin nesine muhtaç olur? Biliyoruzki, Hak Teâlâ kendisine iftikar edileceği bir şekilde zuhur etmiştir. İnsanlardan alacağı bir şeyi yoktur. Hak Teâlâ insanları, kendilerine verdiği eşya ile gizlemiştir. Bu efendiler ise, eşyalara, kendilerine tecelli eden Hak mazharile bakarlar. İçinden idrak ederek, bâtını ve zahiri ne ihtiyaç his ederse o vakit insan görmek ve işitmek ihtiyacını ve fukaralığını his eder kahindeki hadisde; Hak Teâlâ unu şöylece haber vermiştir;

“İnnallâhe semia'la'bd ve basarehu ve yedehu.”

Burada bu fakir ancak Allah karşısında onu işitmek ve görmek fukaralığını his etmiştir. Onun işitmesi ve görmesi hakkın mazhâriyyetinden başka bir şey değildir.

Bütün eşyalarda da böyledir. Allah’ın mevcudattaki sirayeti ne güzeldir, ne inceliktir. Kendi kavli:

“Senurîhim âyâtinâ filâfâki ve fi enfüsihim.”

Buradaki Ayet dediği, delil ve isbatlardır. Bu hakkın mazhariyeti ve görünüşüdür, işte fakirlerin hali böyledir.

Fakir kimse, her şeye ihtiyacı olmakla, nefsine muhtaç olan kimse olup kendisine muhtaç olunmayan kimsedir. Bu hal ve sıfat, en yüksek sıfat ve mertebedir.

Ebu Yezid Elbistami, derki; Allahım, Rabbim sana nasıl yaklaşayım? sana karşı Bende Zillet ve fakirlikten başka bir şey yoktur, diye sızlanırdı. Hak Teâlâ.

“Ve mâ halaktül cinne velinse illâ liyag'büdûne.”

Ben Cinleri ve insanları bana ibadet etmeleri için yarattım, buyururlar. Bundan da çıkan mana ise; Bana Tezellül ve ihtiyaç his etsinler, beni tanısınlar, anlamı çıkmaktadır.

Allah’ın rızası üzerlerine olsun. Bunlardan bir kısmı Sofilerdir. Bunların sayıları belli değildir. Hem, artar ve eksilir. Bunlar cömert ve iyi ahlak sahibi kimselerdir.

Ahlakında yükselme varsa tasavvufunda da yükselme olur, derler. Bunların makamı bir kalpte toplanmaktır Bunlar Erap-çada Ye harfile sonuçlanan üç kelimeyi kullanmazlar. Bunlar (Liy ve (İndiy) ve (metaiy) Bunlardan hiç birisini kendilerine misafir edemezler. Bu üç kelime şu anlamı taşır. Liy benim-İndiy, yanımda-Metaiy, Malım. Bunların Allah’ın varlığından başka, hiç. bir şeyleri yoktur.

Bunlar zaruret halinde dinin sıhhati uğrunda çalışırlar. Bunlardan bir kısmı Feylesof olarak görülür. Ayrıca bunlardan adetleri hilafına görülmedik şeyler görülür. Meselâ bunlar bizim tabii yürüyüşümüz gibi, su üzerinde ve havada yürürler.

Bu hareketleri bilhassa Melamiler ve Fukaralar huzurunda yaparlar. Çünkü onlar bunların yürüdükleri yerde, yürüyemez. Bir adım dahi atamazlar. Binalarda oturamazlar. Bir toplantıda bulunamazlar. Hak Teâlâ’nm bir iş için kulunu nereden alacağını bilmezler, ve duymazlar.

Tıbkı peygamberlerin Allah’a itaati, onun huzurunda bulundukları gibi, kendilerinin emniyeti iktizası olarak bunlarda onlar gibi bazı fiil ve hareketlerde bulunurlar.

Hak Teâlâ’nm bütün kullarına iyilik veya kötülük vereceğine inanmazlar. Çünkü dünyanın bir bela evi olduğunu bilirler. Her insan bundan dolayı kendi niyyeti ve makam derecesine göre ve amelinin sonuciyle dünyada yerini alır ve haşirde de yerini bulur.

Hak Teâlâ kendi peygamber ve elçilerinin ve salih kişilerin insan toplulukları tarafından öldürüldüklerini bize bildirmektedir. Bunları Hak Teâlâ bu belalı dünyanın kötülüklerinden korunmalı. İşte sofiler bu yüksek ahlak ve sıfat sahibi kişilerdir. Bunlar hiç bir kimsenin bir Allah’ın kulunu bir şeye ve sıfata razı edemiyeceğini bilirler. Biri kabul etse diğeri kabullenmez.

Bu sebeple bunlar kendilerine Allah’ı, Melaikeleri, Evliyaları ve Allah’a bağlı salih kişileri dost olarak seçtiklerinden, ahlak ve tabiatları da onlara benzer.

*

Allah’ın rızası üzerlerine olsun. Bunlardan bazı Allah’ın kulu varki bunlara özellikle Feraiz Ehli derler. Hak Teâlâ bunları Medih yönünden

“Ve kânû lenâ âbidîne.”

bize ibadet ediyorlardı. Buyuruyor

Bunlar ancak farzları yaparlar. Bu gibiler kendilerini, dağda ormanda sahillerde, çöllerde vadi ve sahralarda kendilerini ve yollarını kaybeden seyyah dediğimiz kimselerdir.

Bunlardan evinde ve Cemaatlarla farzlarını yapanlar ve kendi nefsile çalışanlar vardır. Bunlardan ayrı olarak bu saydıklarımızı bırakanlar vardırki, bunlar zahir ve batın salih kişiler olup, yalandan, hasetten, hırstan, kötülüklerden ve serlerden Hak Teâlâ’ca korunmuşlardır. Bu kişiler kötü şeyleri iyi şeylerle değiştirmişlerdir. Bunlar yalnız sevabı olan şeyleri görürler. Kıyamet gününün dehşetini cennet ve ateş onlarca görünür. Göz yaşları akıtırlar. Yanları ve dizleri cümle organları düa etmekten, acı içindedir. Rablerine korku ve istekle düa edip yalvarırlar.

Cahiller bunlara bir şey soracak olursak yalnız Selâm verirler. Kötü söz duysalar, dahi iyi hisle ve duyguyla giderler. Kendileri daimi halde Rablarma secde ve kıyamda bulunurlar, içlerini oruçla bağlar ve düğümlerler, kurtuluş yolunda yarış ederler, israftan kaçınırlar günahtan kaçarlar.

İşte bunlardan biriside Bağdattan Endülüse kaçıp, Kurtuba-da oturan ve sonrada orada vefat ederek Abbas Kapısında gömülen Abbasi halifelerinden Ebu Veheb Elfadıl ismindeki zat idi. Bu halifenin faziletlerini Ebul Kasım Halef ismindeki Şeyhimiz anlamış ve anlatmıştı. Ve halifenin ağzından dinlediği şu şiiri de söylemişti:

Saraylarım kubbelerim vardı, bıraktım kaçtım,

Saklanmanın artık faydasına vardır.

Meskenim yerdir semadır tavanım,

Bulutlarla çevrilsem ne ziyanı vardır.

Girersen bir gün evime benim.

İmanlı bir kişi göreceğin vardır.

Gir dostum kilidim yoktur benim.

İçerde bekleyen bir fakir vardır.

Allah Rahmet eylesin. Dayım Ebu Müslim Elhulaniy bu taifenin büyüklerindendi. Geceyi ayakta geçirirdi. Şayet uyku ve yorgunluk üstüne çökerse yanında daimi sakladığı değnekle ayaklarını döverdi. Ve bu dayağı binek hayvanından fazla hak ettin derdi.

Efendimizin Esbabı, Resulüllah efendimizden sonra bizleri geçeceklerinimi zan ediyorlar?

Şuna yemin ederim ki kendilerinden sonra kişi yetiştirdiklerini bilsinler diye onları hiç bir şekilde sıkmadık. Bunlardan bir çok kişilere ve Cemaatlara rastladığımızı kitabımızın bir çok yerinde işaret etmiş bulunuyoruz.

*

Allah’ın rızası üzerlerine olsun. Bunlardan bazı kişiler vardır ki bunlara Zahitler denir. Bunlar dünyayı kudret yönünden terk etmiş kimselerdir. Dostlarımız arasında bunlar hakkında değişik fikirler vardır. Meselâ: Elinde, yanında dünya, dünya malından bir şeyi olmayan kişi bunları toplamaya ve istemeye kadirdir. Fakat yapmaz Çünkü istekli değildir. Bu gibiler zü-hüt sahibi olurmu olmazmı?

Dostlarımızdan bir kısmı evet bu gibiler zahittir dediler. Bir kısmı da hayır değildir dediler. Çünkü bir şey elde etseydi zahit olmazdı dediler.

Bunlardan en şöhret sahibi kişi, İbrahim bin Edhem’dir; hadisi de meşhurdur.

Benim bazı dayılarımda bunlardandı. Telmesanı elde etmiş ve oranın padişahı olmuştu. Adıda Yahya bin Yağan idi. İşte onun zamanında kimsesiz fakih ve fakir Allah’ına bağlı Tunus’tu bir zat vardı ki, buna Ebû Abdullah Eltunisi denirdi. Kendisi Telmesan dışında İbad denilen bir yerde otururdu. Bu kişi orada bir mescide iltica etmiş, hayatını orada tüketmiş, orada ölmüş ve oraya gömülmüştü. Bunun kabri de bu güne kadar herkesçe ziyaret edilir ve bilinir. İşte bu Ulu kişi bir gün Telmesan içinde ve çarşısında yürürken Telmesan Padişahı olan dayıma rastlamıştı. Kendisi gibi gayet kıymetli elbiseler giyinmiş maiyetide vardı. Padişah bu şahsı görünce kim olduğunu sormuş, bu zâtın Şeyh Abdullah Tunisi olduğunu kendisine bildirmişler, bunun üzerine şeyhin bindiği atın yularından tutarak ona selâm vermiş oda padişaha karşılığım vermişti.

Padişahın üzerinde çok kıymetli elbiseler vardı. Tunuslu Şeyhe seslenerek: Ey şeyh bu giydiğim elbiseyle bana Namaz Caiz olur mu? diye sormuştu.

Fakat şeyh bu soruya gülmüştü. Padişah kendisine neden gülüyorsun diye sorunca Nefsinin Cahilliğine, Aklının hafifliğine, Malına, ve haline gülüyorum. Seni ancak bir leşin kanile karnını doyuran bir köpeğe benzettim, O köpek ki bu pislikle karnını doyurduktan sonra, küçük Aptestini edeceği vakit bir ayağını kaldırırki idrarı kendine bulaşmasın.

İşte sende haram dolu bir kaba benziyorsun. Halka yaptığın zulmün günahı boynunda iken, elbisenden dem çalıyorsun. Diye padişaha korkmadan cevap vermişti. Acaba sonuç ne oldu tabii merak ettiniz. O adamın kellesi mi gitti. Hayır!

Padişah bu söz üzerine Ağlayarak atından inmiş padişahlığın makam ve yerini, malı ve servetini bırakarak şeyhin hizmetine girmişti.

Üç gün şeyhin misafiri olduktan sonra, şeyhe bir ip getirerek ona “Ey Padişah, misafirlik günün doldu. Kalk evvela ihtiyacımız olan odunu tedarik et, buraya taşı, demiş. Oda koşarak odunları başında omzu üzerinde halkın gözleri önünde taşıyarak odunculuğa başlamış, bunları satarak geçimini tedarik etmişti. Halk da bu acıklı manzara karşısında padişahlarının bu haline acır ve ağlarlardı. Odundan kazandığı paraile asgari ekmek parasını ayırarak gerisini sadaka olarak dağıtırdı. Böylelikle kalan ömrünü bu şekilde geçirerek ölüp gitti. Şeyhinin türbesi dışında gömüldü, kabri de bu gün dahi ziyaret edilir.

Şayet şeyhe bir kimse gelip kendisinden bir düa istemiş olsa “gidin Yahya bin Yağandan iltimas talep edin” onun duasından faydalanın, çünkü o bir padişah idi, Zahit oldu. Şayet ben de bu halimle onun gibi olsaydım belkide Zahit olmazdım derdi. Cümleye Allah rahmet eylesin..

Zabitlik halk dilinde Allah’tan başka dünya ve Ahiret’ten olan her şeyin terk edilmesi manasını taşır.

Eba Yezid Bistami’ye zühüt ve tekva hakkında sorulduğunda: Zahitlik bir şey değildir. Ve bence de kadrü kıymeti yoktur. Ben üç gün için zahitoldum, birinci günü dünya için, ikinci günü Ahiret için, üçüncü günü Allah’tan gayri her şey için demiştir.

Bana ne istersin diye soruldu. Bende cevap olarak istemediğimi. istiyorum, çünkü istediğim Murad ve sende müridsin, yani ben istek sende isteklisin buyurmuşlardır.

Allah’ın Rızası üzerlerine olsun! Bazı kişiler vardırki bunlara Su kişileri denir. Bunlar öyle kişilerdirki, denizlerin ve ne-birlerin dibinde Allah’a ibadet ederler. İnsanlar çoğunlukla bunları bilmez ve tanımazlar.

Bağdatlı sıdık ve akıl sahibi bir zat olan Ebu bedir temaşıki bana zamanın kutbu ve imamı olan Eba Suud bin Şibli’den naklen şunları anlattı: “Bir gün Bağdatta dicle nehri kenarında oturuyordum, Hak Teâlâya su altında ibadet eden kimselerin olup olmadığı aklıma gelmiş ve o an bunu düşünüyordum. Ben bu düşüncede iken, önümde akan nehrin suları çalkalandı, ve yarıldı ve bir kişi çıkarak bana selam verdi ve: Evet hak Teâlâya su altında ibadet edenler yardır bunlardan biriside benim Ya Ebu Suud. Ben aslan Tikritliyim diye uzun boylu hayatını anlattıktan sonra şu kadar gün sonra memleketimde bir olay olacaktır, bunun için orayı bıraktım” dedi ve suda kaybolup gitti.

Hakikaten on beş gün sonra o su adamının söylediği tarihin hitamında Orada bir olayın çıktığını, su adamının söylediklerine tamamen uyduğunu bana bildirmişti, demişti.

*

Allah’ın rızası üzerlerine olsun. Yine bunlardan bazı kişiler varki bunlar Elefrad yani yalnız olan kişilerdir. Bunların sayısını kimse bilmez. Bunlar şeriat dilile Allaha yakın olanlardır.

Bunlardan biri Bağdatlı şeyh Muhammed Elevani dir. Bu zat büyük İmam Abdülkadir Elciliy’in dostlarındandı. Abdülka-dir bu Muhammed Elevani hakkında, toplantıyı bozar ve hatır kırar, demişti. Bundan maksadı onu kötülemek değil onun bu yolda olduğunu ve bununla teferrüd ettiğini anlatmak istemiştir. Bu gibiler kutup dairesinin dışından olanlardır.

Hızır Aleyhisselam’da onlardan ve buna benzeyenlerdendir.

Bunlara benzeyen ruh melekleri vardırki Celle Celalin daimi emirlerindedir. Bunlara Kerubiyyun derler. Bunlar hakkında da kitabımızda açıklama yapmıştık. Bunlar hakkın Huzurunda itikaf ederler. Kendi nefislerinin ne olduğunu bilmezler. Yalnız itikafı bilir ve bunu yaparlar. Bu gibilerin makamı Sıdık sahiplerde seri nübüvvet arasındadır.

Bizim yolumuzda gidenler de çoğunlukla bunu bilmezler. Eba Hamid ve emsali gibi.

Bu makamın zevki büyük, mutlak bir peygamberlik makamıdır. Bu, özellikle meşru amel ile, Hakkı tevhid ile, nefis küçültmekle elde edilir. Bunlara ait özel bir keşif vardır ki ancak bu gibilere nasib olur.

Mesela Hızır gibi, daha evvel bunun da Efraddan olduğunu söylemiştik. Resulüllah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellemde nübüvvet ve risaletle müşerref olmadan önce Efraddan idi. Yalnız inziva eden kişi idi.

Resulüllahm vefatından sonra yeniden bir risalet ve şeriat gelmeyeceğinden, kendisinden sonra ancak makamı kalmıştır.

Şayet tüm peygamberler ve elçiler bu zamana kadar sağ olup kalsaydılar tümü Şeriatı Muhammediyyenin hüküm ve nüfuzuna girmiş olurlardı. Fakat umumî şeriatlar ve risaletler (bundan maksadım ümmetlere mütaddi olanlar ve her bir peygambere ait olanlardır) peygamberlerde olan ilahi bir özellik ki, ne iktisab ve ne de amelle kazanılamaz. Allah’ın hitabı Teamül ile elde edilir, başka-türlü kazanılamaz.

Her şeriatta amel ile o makamı elde edemeyen, o şeriatın peygamberi de olsa o makama başka peygamberler gibi erişemez.

Hak Teala bu yönden :

“Velekad faddalnâ ba'dennebiyyîne a'lâ ba'din.”

Buyurmuştur. Ve yine :

“Tilkerrüsülü fassalnâ ba'dahüm a'lâ ba'din.”

Buyururlar..

Hızır Aleyhisselâm Musa Aleyhisselâm’a bu makam hakkında, Haberin olmadığı ve bilmediğin bir şeye nasıl sabredersin diye sormuştur?

Çünkü o vakit henüz bu makam Musaya ait değildi. Adalet onu buradan sürmüştü.

Musa Aleyhisselâm Hızır Aleyhisselâm’m bu sorusuna cevap vermediği gibi, onun dediğini de inkar etmemişti.

O kısaca şöyle cevap vermişti.

• ti

“Setecidünî inşâallâhu sâbiran velâ a'sîleke emren.”

Beni Allah’ın izniyle sabredenlerden, ve hiç bir emrine karşı gelmeyenlerden bulacaksın, diye cevap vermişti. Bu cevaptan evvel Hızıra şöyle demişti, Bana Allah hakkında doğru bildiğimden fazla bir şey öğretecek isen peşinden geleyim? Hızırda ona, Benim gibi sabırlı olamazsın demiştir.

Aralarında yine şöyle bir konuşma geçmiştir, Ya Musa! Allah’ın bana verdiği bigiyi sen bilemeyeceğin gibi, sana, verdiğimde ben bilemem demiştir. Peygamberlere verilen Şeriat nübüvveti Hızır Aleyhisselama verilmemişti. Bilmiyorum, Hızırla buluştuktan sonra, Hızıra ait olan bu makam Musa Aleyhisselama verilip verilmediğini duymadım ve öğrenemedim.

Fakat Allah’ın rahmeti bu kuluna acıyarak ona gerçeği bildirdi. Bu gerçekte Musa Aleyhisselâm Hızır Aleyhisselamm ilmini elde etmiştir.

Bundan dolayı bu makamı kazanmıştır, demektedir. Allah doğruyu söyler hidayete erdirir.

Allah’ın rızası üzerlerine olsun. Bunlardan bazı kişiler var-dırki bunlara (Elümena) derler. Emin adının çoğulu olan üme-na dir. Allah’ın emniyyetli kişileri, emanete hiyanet etmeyenler, emaneti sahibine verenler manasına gelir.

Resulüllah efendimiz aleyhisselatü vesselam: “Allah’ın emin kişileri vardır demiştir.”

Eba Übeyde bin Cerrah için “Bu kişi bu ümmetin emanetçisidir.” buyurmuşlardır. Bu ümena taifesi Melamilerdendir. Başka bir taifeden olmaz. Bunların Melametçilerin özü olanı ve en ulusudur. İmanın Taleb ettiği bilinen alışkanlıklar sebe-bile bunların durumundan bir şey bilinmez. Bunlar Allah’ın emir ve nehiylerini yapan yüksek iman sahibi kişilerdir. Kıyamet gününde de bunların dünyada iken bilinmeyen makamları orada görünmüş olur.

Hak Teâlâ emaneti insana teklif etmiş, insanda bunu kabullenmiştir. Yoksa emredilmemiştir. Bu emaneti yüklenmesinde cebir olsaydı, bu gibi kişilere yükletilirdi.

Şu varki bu emniyetli kişiler bu emaneti zorunlukla yüklenmişlerdir.

Allah’ın rızası üzerlerine olsun. Kişiler vardırki bunlara El-kurra yani Kuran okuyucuları denir, bunların sayıları bilinmez.

Resulüllah efendimiz bunlar hakkında “kuran okuyucuları Allah aile sindendir, buyurmuşlardır. Bunlar çalışarak kuranı ezberlemişlerdir. Harflerini, kelimelerini ezberlerinde saklamışlar, ezbere okumuşlar ve dinletmişlerdir.

Eba yezid Elbistami bunlardan biri idi. Ebu Musa Eldibili ondan bahsederken, “Kukan’ı ezberlemeden ölmedi,” demişti.

Her kimin hulk ve tabiatı Kuran ise, o kişi Kuran ailesinden sayılır. Kukan ailesinden sayılan kişide, Kukan Allah kelamı olduğundan, Allah ailesinden sayılır. Allah kelamı ilim olduğundan, kukan kelamı ilmidir ilmide zati demektir. Bu makama sahip olanlardan biriside Süheyl bin Abdullah Eltesteri dir. Bu küçük bir çocuktur, altı yaşında iken onu Kalb secdesi bu yolda yürütmüştü. Bu yolda yürüyen nice yaşlı Allah’ın velileri vardırki öldükleri vakit bunlarda ne kalb secdesi ve nede bunun ilmi olmamıştı.

Kişilerin kalbinde secdeler vardırki velayetle gerçekleşir, Ayağını buraya yerleştiren kişi bunu elde etmiş olur.

Kalb sucudi olduğu vakit kişi secdeden başını hiç bir şekilde kaldıramaz, ve öylece kalır.

Birçok evliyalar kalbin çalkalanmasını, bir halden bir hale dönmesi gibi görürler. Onun için Kalb adı verilmiştir. Eğer bu makam sahibinin kalbi ve hali bir gözden değişirse yerinde sabit kalırki ona Kalbin sucudu adı verilir.

Süheyl bin Abdullah Abadan şeyhinin huzuruna girdiği vakit şeyhe Kalb secde edermi? diye sormuş şeyhide ona, “Ebedi secde eder” demişti.. O da bu söz üzerine şeyhin hizmetine girmiş ona hizmet etmişti. Hak Teâlâ bilgisinden istediği bilgiyi, istediği kişiye verir, onun dediği gibi istediği kulunada ruhu emirle gönderir. Kendinin yarattığı kullarına her emir ondan gelir.

Kendi inayetile istediğini kendine yaklaştırır, istediğine makam verir, Peygamber, Elçi, Melaike, veli, mümin; ümmet isimlendirip verdiği gibi.

*

Allah’ın Rızası üzerlerine olsun. Bunlardan (Elahbab) var-dırki, bunların sayıları bilinmez, bunların sayısı artar ve eksilir. Bunlar hakkında Hak Teâlâ.

“Fesevfe ye'tillâhü bikavmin yühibbühüm ve yühib-bûnehu.”

Bunların yaradılışında sevmek vardırki onlarda bu yönden dolayı dünya ve Ahirette sevilirler.

Cennette ise Hak Teâlâ bunlara her iki yönden sevildikleri ve sevdikleri için cennet ehli tarafından iyi karşılanırlar. Kendilerine verilen makamda Hak Teâlâ bunlara görünür. Bu zümre de iki kısımdır. Bunlardan birincisi hak Teâlâmn ilkden sevdikleridir. İkinci kısmı ise Allah’a itaat eder gibi resulüne itaata memur etmiştir. Bundan dolayı bunlarda Allah sevgisi doğmuştur.

Hak Teâlâ derki:

“Men yutii'rresûle fekad etâa'llâhe.”

Resulüne itaat eden Allah’a itaat etmiştir anlamına gelir.

Resulüllah Sallallahü Aleyhi ve sellem efendimizde hak Te-âlânm kavlile

“Kul in küntüm tühibbûnellâhe fettebiûnî yühbibkü-mullâhü.”

Söyle onlara, Allah’ı seviyorsanız benimle beraber olun, Allah sizleri sever, anlamına gelir.

İşte böyle bir sevgi ve bağlılık böyle sonuç verir. Hepsi ahbâb sayılır. Bu ahbapların görünüşü şen ve sefah olmak, yani kederden uzak olmalandır. Bunların bağlılıkları eksilmez, azalmaz. Bunda sebat sahibidirler. Bunlar yaşadıkları zaman içinde, şeriata uygun veya uymayan kişilerin amellerine terbiyeleri iktizasmca muamele ederler. Bunlar Allah’a dost olarak, onun izinde yürürler, Allah’a düşman olanlara, düşman kesilirler. Burada dostluk ve tebaiyyet yaradanm mevcudiyetinden çıkmış olur. Düşmanlık, karşı gelmek, zemde bu fena sıfatlarla isim aldığından değil yaradılanm mevcudiyetinden çıkar.

Bu gibiler hükmeder fakat mahkum olmazlar. Hak Teâlâ bunları kendi nefsindeki edep ve terbiye ile kuvvetlendirmiştir. Bunlar hayır edeplerini kendi nefislerinde toplayan kişilerdir.

Bu makamı Allah’tan isteyene Allah sorar; Ey kulum bana ne gibi bir amelde bulundun? (Kul da) «Allahım sana namaz kıldım, senin için cihat ettim, hayır işinden şunu yaptım, bunu yaptım” cevabını verir. Hak Teâlâ ona bu yaptıkların kendinedir, kul sorar, Allahım sana olan amel nedir? Hak Teâlâ, bana yakın olmak için bir veli oldun mu, ve beni kötüleyenlere düşman oldun mu? İşte sevileni seçmek böyle olur.

Hak Teâlâ

“Yâ eyyühellezîne âmenû lâ tettehizû adüvvî ve adüv-veküm evliyâe.”

Ey iman edenler! düşmanımla düşmanınızı dost bitmeyin,, bunları kendinize yakın bulmayın, anlamına gelir. Bunlar kuvvet ve teyid ehlidir. Sahihden haber aldığımıza göre, benim muhabbetim beni sevenlere, ve benimle oturanlara, birbirine yardım edenlere, birbirini ziyaret edip hatır soranlaradır, buyurmuşlardır.

Allah’ın rızası üzerlerine olsun bunlardan (Hadisciler) vardır. Bunlar Resulüllahm hikmetli sözlerini zaptedip söyleyenlerdir. Bunlardan biri Hazreti Ömer Bin Hattap’tır. Bizim bulunduğumuz asırda ise Ebu Abbas Elhaşşab’dır. Ebu Zekeriyya Elbicayı der ki: Bu hadisçiler Muarra da fukaralar manastırı denilen yerdeki halife Ömer Bin Abdülazizin tekkesinde otururlardı.

Bu hadisciler iki sınıftır. Bunlardan birinci sınıf olanlara Hak Teâlâ hadisin örtüsü arkasından hadisi ona söyler ve söylettirir. Hak Teâlâ bu yönden

“Ve mâ kâne libeşerin en yükellimehullâhü illâ vah-yen ev min verâe hicâbin.”

Buyurmuştur. Diğer ikinci sınıf hadisciler ise, melekî ruhlar aracılığı ile kalplerine bazan kulaklarına hadisi söyletir ve söylettirir.

Bu iki sınıfın tümü de hadis Ehlidir. Melekî ruhların mü-haddisi ise buna varmak için, nefis riyazeti ve ne yönden olursa olsun bedeni cihatla hadis makamını elde eder. Şayet nefisler duraklamanın üzüntüsünden temizlenirse tabiatiyle kendine münasip bir bilene iltihak etmiş olur. O vakit nefis ulvî ruhlara yetişir. Ulvî kâinatın bir çok gizlilikleriyle bütün âlemde bulunan manalar, kendine nakşolmuş olur, kendi ruhanî sıfatına göre gayptan alacağını alır.

Çünkü ruhların toplamı bir tek emirdir. Her ruhun belli olan bir makamı veya yeri vardır, bu makamlar katlara ve basamaklara göredir. Bunlardan en büyük olan Cebraildir, bunların büyüklerinden de olsa Mikâil ondan daha büyüktür (makam yönünden) Israfilin makamı ise Mikailinkinden daha büyük ve üstündür. Burada Cebrailin makamı İsmailden daha büyük ve üstündür. İsrafilin kalbinde olan îsmaile gelir, burada İsmailin kalbinde olanlar Mikâilin kalbinde olanlardan daha yüksektir.

Bu hadisçilerden her biri münasib ruhta olana hadis söyler, şayet hadisçi bütün sıfat ve meziyyetlere sahip ise, yani meşru yolla tabından kurtulur ve peygambere tebaiyyeti sağlam ima-niyle hadisi seadete uygun olur ve buna da Rabbin hadisini eklerse bu hadisçi birinci sınıfa girmiş olur. Delâlet ettiği manadan dolayı ilahi hadis dinleyici için daha açık olur.

*

Allahın rızası üzerlerine olsun, bazı kişiler vardır ki, bunlara, Ahilla denir. Ad olarak Halil’in toplamı olur. Mânası: Allaha dost kişilerdir. Bunların sayıları bilinmez, artar ve eksilir.

Hak Teâlâ bunlar için

“Vettehazallâhu İbrâhime halîlen.”

manası: Hak Teâlâ İbrahim Aleyhisselâmı kendisine dost edinmiştir, buyururlar.

Resulüllah efendimiz de, eğer dost edinmek istemiş olsam Ebû Bekri kendime dost edinirdim, sizin dostunuz da Allahın dostudur buyurmuşlardır. Bu dostluk kelime ve tabirinden maksat ise, bu anlam ancak Allah ile kul arasında olması icap eder. Bu anlaşma ve birleşme makamıdır.

İki kişi arasındaki sevgi, dostluk değildir, bu dostluk tabiri hem iman sahiplerinde ve hem de kâfirlerde ad almıştır.

Hak Tealâ

“El ehillâü yevmeizin ba'dühüm liba'din adüvven illâl müttekîne.”

Buradaki dostluk ve yakınlık, birbiriyle muaşeret yani tanışıp anlaşma anlamına gelir ki, bize gelen bir haberde şöyledir: Bir insan kimi candan dost edinirse onun dininden olmuş olur denir.

Biz dostluğun ancak kulla Allah arasında olacağını söylemiştik, çünkü eşyanın ayniyeti bellidir, ve ayniyyetin tekevvünü de bir başka mevcudiyyet olmayıp, Hakkın mevcudiyyetidir.

Allah’ın rızası üzerine olsun bazı kişiler vardır ki bunlara Elsemra denir, buğday renkli esmerler anlamına gelir. Bunlar çoktur sayıları bilinmez, bunlar hadisçilerin özel bir koludur.

Hak Teâlâ bunlar için

“Ve şâvirhüm filemri.” bir hususta bunlara danışın, der. Bu zümrenin ruhlarla ilgisi yoktur, Allah ile ilgisi ve sözü vardır. Hak Teâlâ bu yönden

“Yüdebbirülemre yüfassilülâyâtü.”

buyurmuşlardır. Bunlar bu makamın şehadet ehlinden olmayıp, gayb ehlinden olarak sahipleridir.

*

Allah’ın rızası üzerlerine olsun, bazı kişiler vardır ki’bunlara Elverese derler. Yani varis kişiler. Bunlar üç sınıftır:

·        1 — Nefsine zalim olanlar

·        2 — Nefsinden kısanlar (Muktasit olanlar )

·        3 — Hayır işlemeyi nefislerinin önüne alanlar, hayra koş anlardır. Hak Teâlâ bunlar için

“Sümme evresnelkitâbellezînestefeynâ min i'bâdinâ feminhüm tâlimün linefsihi

Ve minhüm muktesidün ve minhüm sâbikun bilhayrâ-ti biiznillâhi zâlike hüvel faslüla'zîmü.”

buyurmuşlardır. Resulüllah efendimiz de

“El ulemâü veresetül enbiyâi.”

buyurmuşlardır. Şeyhimiz Ebû Medyen, bu makam hakkmdaki konuşmalarında: Müridin kişilerden kaçması iradesinin sıdık işaretidir derdi.

Doğruluğun yegâne işareti kişilerden kaçıp Hakkı bulmasıdır, doğruluğun işareti de bulduğu Hakla kişilere geri dönmesidir. Her iki yönde vefa ve sıdık izidir.

îşte Resulüllahm varisleri böyledir. Peygamber efendimiz Hıra dağında ki mağarada Allaha yönelerek yalnız kalırdı, evini, ailesini bırakıp Rabbine kaçardı. îşte bu halde iken aniden Hak Teâlâ onu karşıladı ve bir uyarıcı elçi olarak onu kullarına gönderdi.

Yukarda yazılı üç hal ile bezenenler varis olurlar. Amel ve ilimle bezenenler tam ve kâmil varis olurlar.

Nefsine zalim olanlara misâl olarak Ebû Dırda gösterilir. Nefislerini ahirette mutlu kılmak için bunlar kendi nefisleriyle nefislerine zulm edenlerdir.

Resulüllah Efendimiz, nefsinin sende hakkı vardır, gözünün de sende hakkı vardır, buyurmuşlardır.

Bir insan daimi oruçlu olur geceyi uyanık geçirirse kendi nefsine, gözüne hakkiyle zulüm etmiş sayılır. Nefsine zalim anlamından kast, bu anlattığımız zulümden daha kuvvetli bir zulüm yapabilir demektir.

Bu da insanda gevşeklik hoşnutsuzluk yaratacağından, Sünneti Şerife hastalar ve zayıf olanlar için iki emir üzere gelmiştir.

Hak Teâlâ nefsine zalim ol demekle kendini helak et dememiştir, çünkü Şeriatça zulüm mezmumdur ve yasaktır, bu şekilde hareket etmeni istemez. İkinci sınıf varisler ise, mukta-sitler yani tutumlu olanlardır. Bunlar kitabın varisleridir. Kendi nefsine dünya rahatlığından yardım alan kıyamet günü rahatlık ve doğruluk arasında Rabbine hizmet için kendi nefsine dünya rahatlığından hakkını verip yardım alan küslerdir. Bu hal iki hal arasıdır. Gidiş ve dönüş gibidir.

Geceleyin uyumayıp bekleyen bir tutumluya muteheccit tutumlu derler. Çünkü bütün geceyi tam uyumaz, uyur kalkar bu iz üzere ameli devam eder. Fakat bayırı öne alıp geçenler ise, vakit gelmeden hazırlığını yapan kişilerdir. Vakit geldiği zaman bütün hazırlıklarını tamamlamış, vakitle birlikte vaktin farzına başlamış bir kimsedir. Bu kişinin hali evde, mescidde, camide, hep beyledir. Hazırlığını yapar gider bekler. Zekatta da beyledir akşamdan zekât hazırlığını yapar, zekât günü derhal verir. Bütün hayır işlerinde, doğruluklarında hazırlıklı ve ileri olmak ister. Daha evvel söylediğim gibi Resulüllah efendimiz Hazreti Bilâle, Cennette beni neyle geçtin? sorusuna, hiç bir yeni şeyim yoktur ya Resulüllah ancak vaktinden evvel abdest alırım, abdesti müteakip mutlak iki rekât namaz kılarım dediler. Efendimiz bunun üzerine, evet bununla beni geçtin buyurdular.

Şunu bil ki, Hak Teâlâ bir takım erkek ve kadın kullarını kitabında vasfetmiştir. Vakit bulursak bunu size anlatarağım.

Kavline misâl olarak
“İnnelmüslimîne velmüslimâti velmü'minîne vel-mü'minâti velkânitîne velkânitâti vessâdikîne vessâdi-kâti vessâbirîne vessâbirâti velhâşiî'ne velhâşiâti vel-mütesaddikîne velmütesaddikâti vessâimîne vessaimâti velhâfizînefürûcehüm velhâfizâtivezzâkirîallahe kesi-ren velil zakirati..”

Sonra yine

“Ea'ddallâhü lehüm ma'firaten ve ecran a'zîmen.”

Hak Teâlâ bunlara mağfiretini mukader olan kabahati işlemeden evvel vermiştir Buda Hak Teâlânm onlara bir lütuf ve inayeti olmuştur. Bundan anlaşılıyor ki, bu zümrenin kullarına kabahatlar etkili olmaz.

*

Allah’ın rızası üzerlerine olsun, bunlardan bir zümre de evliyalardır.

Hak Teâlâ der ki,

“Elâ inne evliyâallâhi lâ havfün aleyhim velâhüm yahzenûne.”

bu âyeti celilenin evliyalar hakkında Ahiret günüyle bir ilgisi yoktur. Onlara her vakit ve her yerde, hayatlarında ve mematlarında bir korku ve keder yoktur buyuruyor.

Velî demek hâl kişiliğinde Rabbini gören ve isbatlayan zattır. Velîden murat şudur, Allah yönünden müjdelenmesidir.

Hak Teâlâ

“Lehümülbüşrâ filhayevâtiddünya ve fil âhireti lâ tebdile li kelimâtillâhi zâlike hüvelfezül azîmü.”

buyururlar.

Bu İlâhi müjdeden sora hangi korku ve keder insanda kalır? Bu âyetten sonra buna artık tevil girmez, işte ben veli hakkında bunu demek istiyorum.

Velâyet ehli bir çk kısımlara ayrılır, Allahın izniyle insanlardan veli olanları sırası geldikçe size anlatacağım.

RAHMAN VE RAHİM OLAN ALLAH ADİYLE

Ey ilmin talibi! Şunu bil ki, davalar bu yolda uzadıkça söz de uzamış olur. Büyük zevk ve iman sahibi meşhur hekim İmam Muhammed Bin Ali Eltarrazi sorulu ve cevaplı olarak, yoklama ve sınav yönünden bir kolaylık, olsun diye 155 soru ve cevabını hazırlayıp kaleme almıştır.

Ben bunları öz olarak size anlatacağım, bu sorulara cevap verebilmek için kendisi gibi derin bilgi ve zevk sahibi olmak gerektir.

İşte bu soru ve cevaplar sizlere bir çok meseleleri açıklar.

·        1 — Birinci soru: Velilerin katları, veya basamaklarının sayısı kaçtır

Cevap: Evliyaların menzilleri ikidir. 1 incisi Hissi, 2 incisi manevidir.

Hissi olanlar cennetlerdedir. Cennetin basamakları da 100 dür.

Manevî menzilleri ise bilgi ve anlayıştadır, duraklar da 148 bindir. Buna da ümmetten başkası varamamıştır. Bunların bir çok zevkleri vardır ki, her zevkin kendine göre özelliği vardır. Bunu, tadan bilir. Bu 148 bin basamak 4 yerde toplanır.

·        1 — Ledünni ilim makamı

·        2 — Nur ilmi makamı

·        3 — Toplama ve bölme makamı

·        4 — İlâhi yazı ilmi makamıdır.

Bu 4 makam arasında kendi cinsinden bazı yer ve makamlar vardır ki sayıları bir kaç yüze varır. İşte bunların tümü evliya yerleri ve evleridir.

·        2 — İkinci soru bu köy veya makam ehlinin evleri nerededir?

Cevap: Şeriatlar nübüvvetiyle (Sıddıklar) kalbiyle inanan gerçek iman sahipleri arasındadır.

·        3 — Üçüncü soru Askerler (Erler) ne demektir bu nasıl elde edilir?

Cevap: Evvelâ bunun anlamını düşünelim ne maksatla elde edilir, bu kelimeden çıkan anlam, yapılacak bir işi şiddet ve kuvvetle yapmak, onu elde etmek için azim ve sebatla, dövüşmektir. Bu yolun yapısı da, Allah ahlâkiyle ahlâklanmaktır. İşte bu sıfatı taşıyan bu erlere bu ahlâk vasıflarından dolayı Padişah ismi verilmiştir. Padişah dedik mi, beraberinde kendisi gibi iş yapacak bir zümre bulunur. Padişah dedik mi, anlamında kuvvet ve şiddet yani güç sahibi kişi akla gelir .

Şunu bil ki, Hak Teâlâ kimsenin bilmediği şeyleri bu makam sahibi olan erlerine bildirmiştir.

Hak Tealâ’nın

“Ve mâ ya'lemu cünûde rabbike illâ hüve.”

ve yine

*

“Ve inne cünde nâlehümülgâlibûne.”

buyurmuşlardır. Bunların anlamı, Rabbinin erlerini ancak o bilir ve bizim erlerimiz her vakit, üstün olurlar, galip gelirler.. Bu erler yüce makam sahibini tanırlar, bu erlere Alahtan başka hiç kimse hükmedemez. Hak Teâlâ bu sebeple kendine ten-sib etmiş ve bağlamıştır. Bunlar daima muzafferdirler, hiç bir şekilde yenilmezler, bu askerlerden bir kaçını size sayayım: Kasırga, yani öldürücü rüzgâr ile Fil esbabına karşı gönderilen Kuşlardır. Resulüllah efendimiz bunlar hakkında bir konuşmasında, Düşmana fırtına ve ellerimin arasındaki korku ile galip geldim demişlerdir. Hak Teâlâ, bu erleriyle taşıttığı çakıl taşlarını yüksekten düşman üzerine attırarak düşman ordusunu hezimete uğratmıştı.

Ve yine misâl olarak Resulüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimiz (Hüneyn) vakasında okunu atmıştır, ne atfımsa isabet ettirdim, fakat bunu ben deği Allah attı buyurmuş ardır.

Allah uğrunda cihat ederek bir muharebeyi kazanan, Allahın bu erleriyle kazanır, yüce makam sahibi kendi maiyyetine kiminle döğüşeceğini bildirir ve belletir.

Resulüllah (sallalahü aleyhi ve sellem) efendimizin Bedir gazvei kübrasmda yaptığı gibi, Allah’ın her askerine kim ile dövüşeceğini ve nasıl dövüşeceğini bildirmiştir.

îşte burada bu İlâhi askerler cenk alanında makam sahibi-. ne, kendisinin bulunacağı yerde maktul olarak kendi isimiyle kişi olarak görünürler. Bunları makam sahibi görünce, bu öldürülen filândır der. Bu makama erenlerde şu vasıflar bulunur. Allah’ı sevmek, Allah’ı sevmeyenlerden nefret duymak, bu kadarla sözümü bitiriyorum.

·        4 — Dördüncü soru: Bunların sonu nedir ve neye varır (erler için)?

Cevap: Hiç şüphe ve gizli tarafları olmayan bu kat ehli akit ve ahit (yani anlaşma ve sözleşme )sahibi kimselerdir. Yâni sözlerine sadık, anlaşmalarına gerçekten bağlı kişilerdir.

Bunlardan bir kısmı Allah’a ahit vermeyip onu tasdik edenlerdir. Bunlardan bir kısmı muharebede ölür, bir kısmı da sağdır gününü bekler.

Bu gibileri bir mahalde cihad için toplanırsa bir anlaşma yapmışlar demektir. Bu toplanan erler düşmana karşı yürüdükten sonra, bu yürüyen askerlere benzeyenleri bulup çıkarmak icab eder, bu keyfiyyette arifin fikrine uymaz, şayet maksat benzeyenleri, benzemeyenlere yetiştirmek ise, hakikatler hiç bir şekilde değişmez, şayet ölüm bunları geçmiş ise askerlerin izleri vücudları olmuş olur.

Ki ölen ve Âdem olan bu er diğerleri üzerinde etkisi kalmaz. Çünkü o ölenler nefsiyle kişiliğiyle ademden gelen askerlerdir. Ruhları gittiğinden şekil olarak vücudları kalmış olur. İşte bunların tümü Hak Teâlâ’nm mazhariyyetidir.

Kasırga ve fırtınanın askerleri kuş erlerine benzemez. Kuş erleri de düşman erlerinin nefislerinde korku ve dehşet saçan mana askerlerine benzemezler.

Burada her erin sonu, ona verilen görev ve ödevle nihayet bulur.

Meselâ, kale çevirmesi, baskın, meydan harbî gibi her er kendi ihtisasına göre bir özellik taşır. Hak Teâlâ bu üç unsurdan kuşlar için

“Termîhim bihicâretin.” rüzgâr için

“Ma nezere min şey'in etet aleyhi illâ cealethukerra-mîmi.”

korku ve ürkeklik içinde

“Ve kazefe fî kulûbihimüru'be yuhribûne büyûtehüm bieydîhim.”

buyurmuşlardır.

İşte bu âyetler bu askerlerin ne yapacağım ve nereye vara-cağm»sizlere anlatır.

Hak Teâlâ kayd ve şart altına girmez, çünkü o kayd ve şartın gözü ve ta kendisidir. Kul ise hem sıkılgan ve hem de sıkılgan değildir. Allah doğruyu söyler, hidâyete erdirir.

·        5 — Beşinci soru: Meclis ve hadis ehlinin makamı nerededir?

Cevap: Bunların bulundukları yer ve makamları, en aşağıya uzayıp sarkmakta olan Kudsî Hicabın arkasındadır.

Bunların 6 ikâmet yeri vardır. İlk ikâmet yerinde 8 meclisleri olur bu meclislerden o (turum) ikinci ve altıncı meclislerine Rahatlıklar meclisi derler. Bu Hak Teâlâ’nm insanlara dostlukla muamelesinin bir hediyesidir.

·        4 cü ve 8 ci meclislerde kul ile Allah arasında (Cemi) meclisi toplum meclisi adı verilir. Geri kalan dört meclis ise bunlar hakkında hadis de değişik mertebeler vardır.

İkinci ve 4 cü ikâmet yerlerinde yukarda söylediğimiz gibi yine 8 meclis bulunur.

Altıncı ikâmet yerinde ise 2 meclisleri vardır.

Üçüncü ikâmet yerinde ise 6 meclisleri vardır.

Meclislerine göre olmayıp Hadis ehlinin hadisci olduklarına göre Ana meclisleri bunlardır. Meclisler ehli yaradılışları yönünden hadisci olmayıp şehadet ehlindendir. Bunların da bec-lislerinde dört mertebeleri vardır.

Hadisçiler ise, Hicab arkasında ve meclis ehli gerisinde Hak Teâlânm kendilerine tahsis ettiği basamaklarda bulunurlar. Bunların bir kısmında minberler, bir kısmında salıncaklar, bir kısmında sandalyeler, ve bir kısmında da yerlerde çukurlar hazırlamışlardır. Bunların tümü bu mecliste oturanları görür, fakat konuşmazlar.

Hadis ehlinin meclisleri 48 dir. Tirmiziye göre bunlar bizatihi insan kişilerdir. Kendi zevkini ve inceliğini kendi tabında gördüğünden bunu çoğaltarak 56 meclis olduğunu söyler, doğrusu da budur .

·        6 — Altıncı soru: Bunların sayıları kaçtır?

Cevap: Bunların sayıları; Bedir muharebesindeki kadardır. Hadis ehli bunlardandır. 40 nefistir.

·        7 — Yedinci soru: Rablerine bunu yapmayı ne sebeple vacib kıldılar?

Cevap: Kendilerinde ve hulklarmda (yaratılış ve tabiatlarında) bulunan yüksek İlâhi edeb ve sıfatla bezenmiş olduklarından, bunu yapmayı kendilerine vacib kıldılar.

·        8 — Sekizinci soru: Bu meclis ehlinin Hadisleri ve sırları nedir?

Cevap: Taşıdıkları isme göre bunu ayıramayız ve belli edemeyiz, fakat İlâhi usûl saklıdır. Daha evvel anlattığımız, gibi birinci ikâmet yerinin meclislerinde bu yönü az da olsa açıklamıştık.

·        9 — Dokuzuncu soru: Münacata ne ile başlarlar?

Cevap: Gönderene ve isteyene göre değişir. Hak Teâlâ anlattığımız üzere onları bu meclislere üç şey yapmak suretiyle sokar ve oturtturur.

İlk önce bu kapıyı çalarlar, sonra açarlar, sonradan içeriye girmeye muvaffak olurlar. Çünkü onlar Hak Teâlânm dediğini duymuşlardır.

“Yâ eyyühellezîne âmenû iza nâceytümürresûle fe-kaddimû beyne yedey necvâküm sadakaten.”

anlamı: Ey iman edenler! Resule münacatta bulunacaksınız, iki elim arasına sırlarınızı bana sadaka olarak veriniz.

ve yine:

“E eşfaktüm en tükaddimû beyne yedey necvâküm sa-dakâtün.”

ve yine Resulüllahm kendi Hak menziline indirilmesinde

 “Yâ eyyühellezîne âmenûstecibû lillâhi ve lirresûli izâ deâküm.”

Anlamı: Ey iman edenler! Allah ve Resulü sizi çağırırsa bn ça-ğırıyı kabul edin ve gidin! buyurmuşlardır. Ve yine:

“Men yutii'rresûle fekad etâa'llâhe.”

Anlamı: Kim ki peygamberine itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur. Çünkü elçi olan Resul yoliyle bu daveti yapmaktadır.

Peygamber efendimiz, tatlı ve iyi söz ve kelâm sahibinin sadakası olur buyurmuşlardır. En faziletli sadaka da kendi nefsiyle olan sadakadır. Şayet kul Rabbinin Necvasım arzularsa ilk önce kendi necvasım elleriye kendi nefsine takdim etsin, çünkü necva ve konuşur, fakat kul Hak Teâlâ’nm sesini duymazsa nasıl olur da Allah’ın kelâmını anlar ve hazmeder? Nec-vada, Allah’ına hitabedecek kulun dili olmasa, kulun necvası imkânsız, doğrunun doğrusu olamazdı.

Burada Allah’ın izniyle nefis nefsine münacaatta bulunur. Kul istifade unsuru ve yeridir. Çünkü emirle vücud bulunmuştur.

Bütün vücudta o vücudun gözü ve benzeridir. Bunu kul da kendi nefsiyle tasdik eder ki, bu sadakaların en üstünüdür.

Burada Necva kesin olarak anlattığımız gibi Hak Teâlâ’yı dinlemek ve onun sözünü işitmekle olur.

Bu meclisler ehlinin ne ile münacatı açtıklarını size anlattım. Bu kadarla yetiniyorum.

·        10 — Onuncu soru: Bunu ne ile bitirir ve hatmederler

Cevap: Açmak ve içeri girmekle olur? içerde aldıkları dereceler değişik olduğundan sonları da (hatim) kayıtsız olarak değişik olur. Sonra bu toplu bir emirdir ki, ondan aldığı adla kendisinden ayrılan iki ad arasında bir durak olur.

Bu iki ad arasında özel ve gizli İlâhi bir isim vardır, ki hatim buna düşerse, bundan ancak hadis ve meclis ehlinin haberi olur.

O öyle bir vucud ki, bütün mevcudata, sirayet eder. Dikkatli olduğundan Onu his etmez. Misâl olarak bunu Güneş ve gölgeyi ayıran sınır hattına benzetiriz, bunu akleder anlar hissiyle ona varamaz, işte eşya arasındaki sınır budur.

Şunu bil ki Necvadaki, gizlilik ve emir bir daire çevre hattının kendi başlangıcını aramasına benzer. Buradaki son yani Hatim, başlangıçtaki açmak gibidir. Bundan dolayı bu emir evvel ile ahır arasında zahir ile batın arasında bulunmuş olur.

Şayet başlarsa zahir olur son bulursa bu zahir batın olur. Ve böylece batın da zahir olur gider. Burada karar ve hüküm ken-disindedir, başlangıçta burada hatim (yani son veya kapama) başlangıç ile örtülür ve gizlenir sonuçta da, açılış ve başlangıç hatim yani sonla örtülmüş ve gizlenmiş olur.

Bu sebeple Resulüllah (salallahü aleyhi ve sellem) efendimize nebilerin hatımi denilmiştir. Tekevvünü su ile çamur arasından, insan olduğundan zuhuru hatimle örtülmüş oldu. Bu şekilde zuhur ettiğinden bütün beşerin mertebelerini açtı. Zuhuruna göre kendisi batmen son peygamberdi. Ulûhiyyet ondan vücud bulmuştu âyeti celilede

“Ve ileyhi yürce'ulemru küllühü fa'büdhu.” dikkat edilecek olursa iadet ikisi arasında olmaktadır.

Ve yine:

“Tevekkelü a'leyhi.”

Burada güven ve itimat ikisinedir Ve netice olarak:

“Ve mâ Rabbüke bigafilin a'mmâ ta'melûne.”

Anlamı: Rabbiniz yaptıklarınızdan gafil değildir, haberi vardır.

Sizler Hak Teâlânm Esmaül Hüsnasınm mazharısmız, Onunla kederlenir onunla mutlu olursunuz, Allah sizlerle beraberdir. Amelleriniz sizleri bırakmayacaktır bunu öyle bilin..

·        11 — Onbirinci Soru: Bunlar ne ile mükellef tutulurlar, ne istenir?

Cevap: Başlangıç ve sonlarına göre mükellef tutulurlar. Çünkü başlangıçla nihayet arasında bir çok İlâhî isimler vardır. Bu adlar hadis ehli meclislerinde ve toplantüannda konuşur. Adın hükmü düştüğü oranda cevap verirler. Şayet anlatılan hadis şahitli olarak ve manevî ise bunların cevabı bizatihi adlardan sıyrılarak verilir ki bu gerçeğin bir mükâfatı derecesinde olmuş olur.

Kim ki, ifade ve istifade de hadisle birleşir, ve bunlara dikkat ederse ve bunları kollarsa bu makam hadis ve meclis ehline bağlanmış olur. İşte Tirmizi de bunu anlatmak istemiştir, hadis ve meclis ehli demiştir, yoksa hadis ehli diye bunları birbirinden ayırmamıştır.

Fakat insanların bazılan hadise riayet ederler. Yerine göre hal ve manevî hadise bir hüküm veremezler. Şunu söylerler, arzun hakikatlerdir başka bir şey demezler.

Fakat bizler, Tirmizi’nin mezhebi ve yolundayız, bu meclislerde, kısa cümleler ve ihtimaller değil, manevî hadisin tadım bütün açıklığı ile almış ve tatmış olduk, Allah doğruyu bilir, hidayete erdirir.

·        12 — On ikinci sora: Hadis başlayacağı vakit bu küslerin meclislere gidişi nasıl olur?

Cevap: Masivadan başka her türlü düşünceden, sıyrılarak giderler, manevî emirler maddeleri ne kabul eder ve ne de sınırlandırır. Bunlarla olanları ekmek, ve bunlardan olacak şeyleri toplamak için mesafeler katetmek doğru değildir.

Yalnız burada yapısı ilim ve iman olan maddî hareketler be-raberolmak amaciyle çaba ile birleşmiş olur.

Fakat âlim olmadıklarına göre gidişleri ise, nefislerini tabiatın keder ve kötülüklerinden süzerek, kevnin yaptığı hakkında bildiklerini hatırladıklarını kalplerinden boşaltmak üzere halvete (yalnızlığa) çekilirler. Bu halvette hakkı medhederler ve dua ederler. Nefsi temizleyip, bu nefisle âlemi melekut arasındaki tabiî (Hicab) örtü kalktığında bunun aynasına âlemi melekutta ne varsa toplanmış olur.

Yukarıda (Ulvi) âlem halkı da bu nefis aynasında çıkarlar. O vakit nefis kendinde bunlardan nelerin bulunduğuna bakar, bunun bir zuhur tecellisi kabul eder. Bu safiyeti korumak için ulvi alem halkı ona yardımcı olur. O vakit bu nefis ulvi âlemin yardımıyla güç alır, Allahı tanır ve bilir. Bu bilgi ve tanıma, nefsi, İlâhî feyzi almaya yöneltir, bu yöneltme kesinlikle nur ruhlariyle olur.

İşte buna Seyr yani yürüme derler, bu yürüyüşü yapabilmek için nefis kesinlikle gücünü toplaması zarureti vardır.

Şayet bu kişi yürüyüşünü imanlı ilmiyle bağdaştırabilirse, veya ilimsiz iman sahibi olmak isterse bunun çabası ancak Allah ile alakalı olmuş olur. Çünkü iman o kişiye ancak Allahı gösterir.

İlim ise o kişiyi vasıtalara, âlemdeki alışılmış hikmet tertibine götürür, iman sahiplerinin yürüyüşü, meşhur emirlerin azimle yapılmasiyle gerçekleşir.

İşte yürüyüşün şekilleri; derece ve mertebelerine göre böyle-dir. Hızır ile daha önce anlattığımız Efrad bu makam ekimdendir.

·        13 — Onüçüncü soru: Resulüllah efendimiz nübüvvet batimi olduğu gibi, evliyanın hatimi olmaya kim hak kazanmıştır?

Cevap: İki türlü hatim vardır, biriyle Hak Teâlâ velayeti sona erdirir İkincisi ise Hak Teâlânın hatmiyle, Muhammedi Velayeti, hatim etmesidir.

Fakat Velayet Hatimi İsa Aleyhisselâdır. Bu ümmet zamanında onun nübüvvette mutlak velayeti vardır. O son zamanda son varis olarak inecektir. Ondan sonra kesin bir nübüvvetle bir veli gelmeyecektir.

Nitekim Resulüllah efendimiz nübüvvet hatimidir, ondan sonra meşru bir nübüvvet yoktur.

İsa aleyhisselâmm zamanla hükmü bu makamdan geçtiği için, sonradan mutlak bir nübüvvetle, ve veli olarakta, bizler-den evvelki, Muhammedi evliyalarla birlikte inceğidir.

Bu emrin Nebi olarak başlangıcı Adem sonuncusu da İsa Aleyhisselâm olacaktır, dediğimiz gibi onun kıyamet gününde iki haşri olacaktır. Birincisi bizimle ve Allahın elçileriyle, diğeri Peygamberlerle haşirde bulunacaktır. Velayeti Muhammedin hatimi ise bu ârap soyundan bir kişidedir ki, bu milletin en asillerinden bir zattır, bugün için sağdır, bu zatı 595 hicri senesinde Fas’ta görmüş ve rastlamıştım. Ve hatta Hak Teâlânın onda sakladığı velayet izini dahi keşfetmiş ve görmüştüm.

·        14 — Ondördüncü sora: Buna müstahak olan hangi sıfatta olur?

Cevap: Emanetle olur, elindeki nefes anahtariyle bu nefesleri, ayırıp ve harekete geçirmek suretiyle başarıya varır. İşte İsa aleyhisselâmm sıfatı budur.

Ölüleri üflemekle diriltir ve harekete geçirirdi. Bu Allah elçilerinin en zahidi idi. Kendisi Seyyah idi, emaneti muhafaza ederdi. Bu sebeple yahudiler ona düşman oldular ve düşmanlık ettiler, fakat hiç bir zaman Allah’tan umudunu kesmedi.

Bazı meseleleri açıklığa kavuşturmak için onunla sık buluşurdum, onun huzurunda tövbe ettim, dünya ve ahirette din uğrunda sebat etmem için bana dua etti ve bana sevilen kişi adını taktı, bana zahit olmayı tavsiye etti, inzivaya çekilmemi emretti, fakat velayeti muhammediyyenin hatimi olmayı istemem, yüce barinin izniyle ve mekarimi ahlâkla velayetin belki de benimle birlikte son bulacağı kuvvetlidir.

Kendi güzel huy ve sıfatı sebebiyle insanların da iyi huylu, anlar kişi olmasını temin edemeyen İsa aleyhisselâm, bu insanlara başka bir yönden, bir hekim nazariyle bakmağa başladı.

Ne yapacağını içinden ne gibi arzu doğdu ise, o arzu ve görüşle mevcudata baktı.

Bu mevcudatta (varlıklarda) Hak Teâlâ gibi bir dost, onun dostluğundan daha üstün bir dostluk bulamadı.

Mutluluğu onun emir irade ve muvafakatmda buldu. Kendisine verilen seri hükümler sınırını aşmadı, ve onu tatbika koyuldu. Onun meşru kıldığı şeylerden biri de, ikramcı bir Peygamber ve imam olarak Allahtan gayri kimselerle nasıl bir muaşeret kuracağını, öğrenmiş ve göstermiş olmasıydı.

Halk idaresi içinde, halkı elinden tutan kumandandan, ça-vuş-onbaşı, dost-akraba, çocuk-hizmetçi, ebe, hayvan, bitki ve cemaat gibi ne varsa ve bütün saydıklarımızla onlarla hakkaniyet derecesinde iyi geçinmiş ve onlara efendisi Reaulüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimizin yüksek sıfat ve ahlâkını alarak onlara ahlâk örneği olmaya çalışmıştır, bu sebeple ona da

 

“Ve inneke lea'lâ hulukin a'zîmin.”

dendi.

Hazreti Ayşe, Efendimiz hakkında bir soruya, Onun yaradılışı ve hûlku “Kurbandı, hamid diliyle Allahı hamdeder, Allahı zem edeni de zem ederdi, buyurmuşlardır.

Bu çabası sonucu bütün âlem onun ahlâkını örnek aldı, şöhreti dört yana yayıldı.

İşte bu sıfatı sebebiyle İsâ aleyhisselâm, hazreti Resulülla-hm tabii olarak, hulku da Resulüllahm hûlkuna benzediğinden Velayeti Muhammediyeyi, hatmetmek hakkını Hak Teâlâ’nm (ve inneke Leala Huluken Azim) kavliyle kazanmıştır.

·        15 — Onbeşinci soru: (Hatim) in mana ve mevcudiyeti nedir?

Cevap: Cevap olarak diyebiliriz ki, makamın tekamülü, bunun sebebidir. Men etmek (son olmak, yasak etmek) ve hacret-mektir (vesayet altına almak).

Madem ki Dünyanın bir başlangıcı vardır, sonu da onun hatmidir denir. Bu başlangıç ve son arasında Hak Teâlâ, Peygamberler kanaliyle insanlarâ bir çok şeriatlar göndermiştir.

Hak Teâlâ bütün bunları Muhammedi (sallallahü aleyhi ve sellem)in getirdiği şeriatla örtmüş ve onların hükmünü kaldırmıştır.

Çünkü, O Peygamberlerin batimi idi. Hak Teâlânın herşey-den haberi vardı. Hazreti Resulün getirdiği şeriat içinde umumî velayette vardı. Hak Teâlâ bu velayeti Adem’den başlatıp İsa’da hatmettirmistir.

Bu hatim başlangıçla eşittir, buna misal olarak Allah katında İsâ ne ise Adem de odur, demekle bu cümlenin sonunu Ademle kapanmıştır, deriz. Bu cümledeki anlam, burada Ademi hatimle bağladı, batimi de Ademle bağlanmış olduğunu görürüz.

Resulüllah efendimizin getirdiği ahkâm ve usul, diğer enbiyanın getirdiği ahkâm ve usule benzemez.

Bilhassa bunlardan, umumî bais günü, ganaimin tahlili, namaz için yerin temizliği, telefuzun toplu ve düzgün ifadesi, manada korku ile zafer kazanma, bütün arz hâzinelerinin (maddî ve manevî olarak) ona verilmesi şer! nübüvvetin, onda son bulması, ondan sonra geleceklerin, hükmî bir Peygamber değil, bir veli hükmü taşıyarak gelmesi gibi, bu meziyyet ve farkla gelmiş olması, Resulünün ne derece yüksek makama eriştiğini gösterir.

Şer’i nübüvvet makamı böylelikle kapanmış fakat velayet makamı durmaktadır, bu sebeple bunu da yani velayet makamını da bir sona (hatme) bağlamak hakkını kazanmıştır ki bu kendi seviyesine göre bir son olsun ve kendi sonuna benzesin.

İşte bu sona getirecek ve bizim beklediğimiz Mehdi değildir. Bu ancak kendi akrabasından olacaktır (Ehlülbeyt),

Bu hatim’e kısmet olacak kişi Resûlüllâhm hissi sülalesinden, olmayıp kendi terinin emeğiyle yetişen, kendi ahlâkiyle bezenmiş bir sülâleden olacağıdır.

Hak Teâlâ bizim işaret ettiğimiz gibi ve bu yönden diyor ki

“Ve likülli ümmetin ecelün.”

anlamı, her ümmetin bir eceli vardır demektir.

Dünyada bulunan tüm çeşitli yaratıklar, ümmetlerdir. Hak Teâlâ bu yönden der ki:

“Küllün yecrî ilâ ecelin müsemmen.” ve yarattığı eserder dolayı der ki:

“Yûlicülleyle finnehâri ve yülicünnehâre filleyli ve sahhareşşemse velkamere küllün yecrî ilâ ecelin müsemmen.”

Bu âyetlerden de anlaşılan, kâinatta her şeyin belli bir sona gittiğidir. Kâinatta canlı cansız her şeye ona zikr ve tahmid eder, dünyada her çeşid şey bir ümmettir, bunun manasını iyi anla. Bunlar gizli hâzinelerdir ki, ancak keşif yoliyle bilinir. Allah doğruyu söyler hidâyete erdirir.

·        16Onaltmcı soru: Mülk melikinin meclisleri kaçtır? Bu ne anlamı taşır?

Cevap: Bu mülk sahiplerinin meclisleri, Meleki hakikatler, Nari hakikatler, ve insani hakikatlere ve hakka icabet için kendi istihkakları sayısmcadır.

Burada Melikül mülk ne demektir? Anlatılmak istenen nedir bunu öğrenmek zaruridir. Bu anlaşıldıktan sonra, sayıları belli ise meclisleri de anlaşılmış olur.

Burada melik, Padişahtır, bunun anlamı, kendi hükmü ve hükmünün geçtiği tüm yerlerde, her şeye istediği gibi tasarrufu olan kişidir. Emirlerini dinlememek ona karşı ikrahtan doğar, kendi arzulariyle ondan kaçmayıp emirlerini alanlara mutavaat etti deriz.

Hak Teâlâ der ki

“Velillâhi yescüdü men fissemâvâti ve men filardi tav'an ve kerhen.”

anlamı: Arzda ve göklerdekiler ister istemez, (kerhen veya itaatlada olsa) ona secdeye varıyorlar.

Hak Teâlâ bütün kâinatın padişahı olduğu için gerek yerde-kilere, gerek göktekilere geleceksiniz demiş olsa, burada görevli olan onun malıdır, amir ise mal sahibidir, gerçekten amirin emri yerine getirilir. Çünkü bir amirin memurundan bir talep hakkı vardır. Buradan öğrendiğimiz şudur, memur amire nis-betle mal oluyor, amir de mal sahibi sıfatını taşıyor.

Burada memur amirinin emrine hazırdır, ne sorarsa cevap verir, çağırır ise çağırışına koşar, şayet çağırılan kendinden yüksek bir mevkide ise bu sefer o üst mevkiinde ve çağırılan kişinin emrinde ast olarak bulunur. Sıra ile en aşağı bir seviyede olsa dahi bir yukarıdakinin hükmü, kahrı, emri altına girmiş olur. Zira kendisi artık bir büyüğün veya üstün mülkü sayılır. Burada söz ve irade efendisinindir, çünkü emri altındadır, onun mülkü yani malı olmuştur. Hak Teâlâ o mal seviyesine kadar inmiştir, bu kul için bir İlâhi iniştir. Her yönden böyledir.

Meclislerine gelince akıl yoluyla sayılmaz, çünkü bu mülk efendisinden kölesine, kölesinden efendisine devamlı intikal halindedir. Bu sebeple sayıları belli değildir.

Ebediyyet her iki dünyada haktan değil, şerin hükmünden-dir. Öyle ise mülkün maliki yani (malın sahibi) ve bunun meclisleri şehi yönünden belli edilmemiştir, daha evvel demiştik ki bunların sayıları, dünya mahlûkatmın sayıları kadardır.

·        17 — Onyedinci soru: Gelen Peygamberlerin Rablarmdan beklediği nedir?

Cevap: Bunun cevabı düşünülemez, çünkü Peygamberlerin aldığı İlâhi, zevk ve bu zevkin özelliği kendi şahsiyetlerine mahsustur.

Allah elçileri ve evliyaların, aldıkları tadı, kendileri bu tadı tadıp his ettikleri için, bu tad onlarca bilinir.

Bazı Allah eçileri üç zevk vardır. 1 — Veli oldukları için veli zevkini 2 — Nebi oldukları için nebilik zevkini, 3 — Resul (elçi) oldukları için resul tadını tadarlar.

Hızır aleyhisselâm Musa aleyhisselâma: Neden bir haber bırakmıyorsun, haber insana zevk verir.. Musa ona cevap olarak. Allahın bana verdiği bilgiyi sen bilemiyeceğin gibi, Allahın sana verdiğini de ben bilemem işte ben buyum zevkim de budur. Buyurmuşlardır.

Bir bilginler meclisinde bulunuyordum, Musanın gördüğü rüyanın hangi makamdan olduğu, aralarında münakaşa ediyorlardı, biri dedi ki, şu makam da iken sormuştur, Ben de ona dedim ki sakın yapma çabuk bir hükme varma, evliyaların sonları kesin olarak enbiyanın başlangıcıdır, dedim.

Enbiyaların hallerinden ve durumlarından hiç bir veli zevk alamaz, yukarda bu yönü açıklamıştık, usûlümüz üzere biz bu gibi konuşmaları bırakalım, zevk denilen şeye bakalım, Bizler ne elçi ve nede şeriat getiren Peygamberin, Musanm gördüğü rüyayı, Rabbine hangi makamda iken sorduğunu nereden biliriz?

Bunu bir veli sormuş olsa cevabını verebilirim, belkide bu tad ve zevk sende de vardır. Tadıyorsun.

Bu zevk bahsinden şunu anlıyoruz ki, Allah elçilerinin aldığı ve duyduğu zevk, Allah elçisi olmayan için yasak edilmiştir. Burada akli imkansızlık yaradılışla (vücud) birleşmiştir. Çünkü zatiyet ancak bu özel tertibi icap ettirir. Bundan sonrasını nasıl istersen öyle söyle.

Bu zevk özel olarak peygambere nereden gelmiştir? diye bir soru sorulsa bunun akıl ile cevabı: Peygamberlerle kulları arasında ancak inayet nesebi vardır, ayrıca sebep olarakta hüküm vardır, vakit yönünden ise ezeliyyet vardır, geri kalanlar ise görmemezlik ve uydurmadır. Şunu bil ki, Rabbaniyet ulvi mertebeleri belli eden sebepler ise, bu Allah’ın inayetindendir.

Hak Teâlâ

“Ve beşşirillezîne âmenû enne lehtim kademe sıdkin i'nde rabbihim.”

Hak Teâlâ bu Ayetle iman eden kullarını müjdelemektedir.

Peygamberlerin Rabbinden olan özel zevkinin, ismi sebebi, her Peygamberin ismiyle bu zevkin ilgili kılınmasıdır. Allahın Resulleri beşer ile temasta ve onlar arasında bulunmaktadır, bütün alâkaları, gök halkiyle değil dünya halkiyledir. Bu gibi sorular fikirleri yorar, bazı zayıf düşünceliler tarafından, dedikodular ve fesad doğuracağından bunun bu kadar bilinmesi yeterli dir.

Geldiği zamana göre her peygamber ve elçinin ve her İlâhi haberin kendine ve getirene göre, bir özelliği ve kıymeti vardır.

Ve her bir peygamberin ve elçinin getirdiği haberle bir ödevi vardır. Bu sebeple bunlar arasındaki makamlar da değişir.

Hak Teâlâ

“Tilkerrusülü faddalnâ ba'dahüm a'lâ ba'din.’’

buyurması bunun bir isbatıdır. Hak Teâlâ her peygambere bir ihtisas vermiştir, meselâ, Adem aleyhisselâma, İlâhi adları belletmiş, ve bu ilmi onun ihtisasında kılmıştır. Resulüllah efendimize, Kelâm ve cümle tertibi ihtisasını vermiştir, İsa aleyhiss-lâma da özel bir ruh ve nefes vermiştir ki, İsayı da bu ruh ve nefesle ihtisas sahibi kılmıştır. İsa bu ihtisasiyle ölüleri diriltmiş körlerin gözünü açmış, kulakları sağır olanları işitmeye kavuşturmuştur. Bunlar Hak Teâlânın bileceği ve istediğine vereceği özelliklerdir. Böyle anlaşılsın.

·        18 — Onsekizinci soru: Enbiya makamına göre Resulüllahm makamı nerdedir?

Cevap: Ayni sırada dördüncü makamdadır.

Biliyorsunuz ki insanları mutlu kılacak dört basamak vardır. Bunlar

·        1 — İman, 2 — Velayet 3 — Nübüvvet 4 — İlâhi Haber. Enbiya makamları yönünden elçiler, ikinci derece teşri hakkına sahip peygamberlerdir. Makam yönünden üçüncü derecedirler.

Velayetin şartlarından, biri de ameldir. Yoksa iman değildir. Çünkü iman habere istinat eder, bu haberle iman velide doğar.

Ve yine bilinmeli ki Hak Teâlâ ilimsiz ve cahil kimseyi veli paymamıştır. Resim âlimlerince her hangi yolla olursa olsun, Allahı tevhid ve takdis eden âlim kimsenin yeri birinci makamda olup, velayet makamında da yeri vardır ki bundan sonra sı-rasiyle nübüvvet makamı, haber makamı ve iman makamının geldiğini iddia ederler. İman ise şükürler olsun bizde vardır. Resim âlimleriyle aramızdaki fark onlar velayeti başa alıp, imanı sona bırakırlar, bizce makamların tertip sırası şöyledir, İman, Velayet, Nübüvvet, Risaîet (İlâhi Haber)

·        19 — Ondokuzuncu soru: Veli Enbiyanın makamı nerdedir?

Cevap: Yine o sıralardadır. Yani makamlardan 3 cü makamdadır. Şunu bil ki, Hak Teâlâ evliyalarını kendi velayetinden kazandırmıştır. Çünkü bunlar dört düşmanla çarpışırlar.

Bu düşmanlar, keyfleri, nefisleri, dünyaları, şeytanlarıdır. İşte veli bu dört düşmanla durmadan mücadele halindedir.

Veli olan enbiyanın nübüvveti son bulmamıştır ve kesilme-miştir. Çünkü, bu şeriat nübüvveti değildir. Bu gibilerin makamı zikrettiğimiz gibi bahsi geçen ferd, ve efradını, ibadet ettiği, teferrüd etmiş İlâhi ad makamıdır.

·        20 — Yirminci soru: Hak Teâlâ kendi adamdan hangi adi bu-laravermiştir?

Cevap: Bu sorunun dört özelliği vardır,

·        1 — Ona Allah tarafından verilen vicdanın Allaha dönmesi.

·        2 — Vicdanın makama dönmesi

·        3 — Vicdanın İlâhi isme dönmesi

·        4 — Vicdanın kendi ismi içinde olan kula dönmesidir ki, o adın kula aidiyeti olur ki Allaha aidiyeti kalmaz.

Bu verilen vicdan adı nedir Acaba bir İlâhi adımdır, veya bir makammıdır? Burada kulun hak etmiş olduğu adları, İlâhi hulk yönünden almış ise bunun anlamını bilir, dolayısiyle bu adlar kendisine verilmiş olur, bütün adların Hak Teâlâya kesinlikle bir nisbet ve yakınlığı vardır. Adlar kulun özelliğine göre Hak Teâlâ tarafından verilir.

Meselâ, Resulüllah efendimizin ve diğer peygamberlerin adları gibi, kendi hulk ve yaradılışlarına göre kendilerine verilmiştir.

·        21 — Yirmibirinci soru: Evliyalar yüce barinin hangi adlarından haz duyarlar?

Cevap: Burada iki yön vardır. Birincisi kendi zati adından, veya velayeti altına aldığı ad’dan haz duyar. Kendi zati adından haz duyması iki kısımdır. Biri kazanılmış hazlar, diğeri kazanılmamış bazlardır. Bunlardan her birinin kendine ait ve icabi bir özelliği vardır. Ve yine taşıdığı ad’dan dolayı buna velayet etmesinden, aldığı hazdır. Bu sebeple hazlar değişiktir, bundan dolayı bazlara göre adlar da değişir, bunu böyle bilesin.

·        22 — Yirmi ikinci soru: Başlangıç bilgisi ve ilmi nedir?

Cevap: Genel halk dilinde bunun anlamı başlangıcı verir, ve özel dilde de kendi mezhebinde gördüğüne göre anlatılır.

Her iki yönü de birlikte anlatalım. Başlangıç ilmi kıymetli olduğu için hiç bir şeye bağlı, değildir. Kelime ve söz olarak başlangıç deriz. Zazana bağlanan mümkünlerin ardı ardına bulunup çıkmasiyle, zati tekevvünün başlangıcı meydana çıkmış olur.

Demek burada zaman cismanî imkânlardan olup, mecbur olduğu bir mümküne bağlanmadan, bunun hazzını duymaz ve almaz. Allahın mevcudiyetini karşılamada eskiden beri Ademle sıfatlanmış sabit gözler vardır ki, Halika göre bu bir şey olmayan kevinden ibaretti. Fakat onun mevcudiyeti, hazırlıkları ik-tizasmca, benzerlerine geçtiğinden, benzerlerindeki bu tekevvün beyyinesiz bir tekevvün olmuş olur.

Bu tasavvurdan iki yoldan birini seçmek lüzumu vardır. Ya keşif yolunu veya keşifle görünenin anlamını isbatlayacak, nutuk ve fikri isbat yolunu seçmek lâzımdır.

Buradaki yön hayal mahsulü değildir, söylenmez, lafızların kalıplarına uymaz ve girmez, esbabı da birinci sebepteki bilme-mezliğin, yani cehaletin sonucudur ki Hakkın zatiyyetini bilmemekten ileri gelmiştir, bu bilmemezlik bir sebep olduğundan, burada Hak Allah olmuştur. Yani Allah’ı olana Allah olmuştur.

Bazı dostlarımız başlangıcın kahırdan başladığını söyler, bazı dostlarımız da başlangıcın kudret ve seri nisbetinden olduğunu söyler.

Bizim bildiğimiz ve peygamberlerin anlayışına göre başlangıç, içinde zor kokusu olan bir emir nisbetidir. İşte başlangıcın yolu kısa ve öz olarak budur.

·        23 — Yirmi üçüncü soru: Allah vardı fakat bir şeyi yoktu, s bunun anlamı nedir?

| Cevap: Hak Teâlânm şeyiyyetle ilgisi yoktur. Zati vasfı yö-L nünden bir şeyle beraberliği olamaz, fakat Hak Teâlâ eşya ile f , beraberdir. Eşya onunla birlikte olamaz, çünkü maiyyet bilgiyi izler, madem ki bizi öğretiyor, O bizimledir, çünkü biz onu öğ-i     renmiyoruz.

f; Şunu bilki burada (kâne) idi lafzı zaman kaydını verir, bura-j,     daki istediğimiz zamanı bağlamaz değil, istediğimiz Kevin dir

ki buda vücuddur, yani yaratılmadır.

Kâne lafzının incelemesinden bunun tekevvünü bir harf olduğu anlaşılır. Buda zaman isteyen bir fiildir.

Bazı konuşkan resim âlimlerinin sözü yanlış değildir. Bu mevzuda derler ki, O şimdi neyse yine o idi. Buda Hadislerde sık geçen bir mevzudur. Misal olarak, hiç bir bilgiden bilgisi yoktu, veya buna benzer, Allah af edici ve magfîretcidir. Bunlar gibi Kâne lafzının (türkçedeki idi) cümle ile bağlanmasıdır.

Bu sebeple lügatçılar, bu ve buna benzeyen harfleri, fiiller yapan harfer olarak ad vermişlerdir. Lügat yönünden izahı uzun olacağından burada bırakalım.

Elan arapça Kelimesi zamana delalet eder, Türkçede karşılığı şimdidir. Hakikat halde bu kelime ayırıcı zamana işaret eder. Bu zamanlar ise mazi ile müstakbel arasıdır. (Türkçe olarak geçmiş ile gelecek arasıdır), yani şimdi dersek, bize iki zaman arasını anlatmış olur. Bulunduğu anı anlatmaya çalışır. Yoksa bu kelime hakkın mevcudiyetini anlatmak için konmamıştır.

Bu sebeple bir şey bir şeyle beraber olmaz, ancak vadenin hükmiyle hayırlı bir vaitle beraber olur. Bu da aşağıdan yukarıya düşünülemez, âlem ise Allah’la beraber değildir. Çünkü âlemin vücud ve yokluk sıfatı vardır.

Vacibilvücud ise Hakkın zatiyetidir.

·        24 — Yirmi dördüncü soru: Adların başlangıcı nedir?

Cevap: Bunu açıklamak için iki yol vardır, birinci yol adları sormak İkincisi izlere göre adların nereden başladığıdır.

Bu iki özelliğin iki dalı vardır, ad lafızlarının medlullerini bulmak, mevcudiyetinin olup olmadığını araştırıp, bulmak Şunu bilmek lâzımdır ki, ad lafızlarının mevcudiyeti vardır, yokluğu yoktur, bunun kıdem ve müstakbel ile bir bağı yoktur. Bu vasfı ancak mevcudiyet ve yokluk kabul eder.

Şunu bil ki, elimizde bulunan İlâhi adlar, konuşucu olduğundan, Hak Teâlânm kendi nefsine verdiği adlardır.

Şimdi yukarda söylediğimiz adlarla, bu adların, zahiri, kelam, ilmi, yönden benzerini açıklayalım. Adlar ancak nesebiyle ölçülür, ve düşünülür. Nesep de, âlemdeki tabiri olan görünüşü ile anlaşılır.

Böylelikle dış görünüşlerin, meydana çıkmasiyle nesebde olmuş olur. Buradaki aidiyet olaydır, adlar da bu olaya tabidir. Anlaşılan, bir hükümle var olduğu halde, mevcudiyeti yoktur. Şunu diyebiliriz ki, ilk ad olarak Hak Teâlâya elvahidülahad (birin biri) veya tekin teki, denir. Bu tek olarak bir ad’dır. Rahman ve rahim, gibidir, yalnız yükümlüdür.

Hak Teâlânm ilk adı Allahtır demek doğru değildir. Böyle olursa ortada vahit (bir) kalıyor ki, buda İlâhi adlar arasinda yalnız başına geçmemektedir. Bundan dolayı adları bir neseb olarak kabul ettik, iz olmayan bu ilk adın nisbeti nedir?

Bunun nisbeti bellidir, kendi mevcudiyetinin karşılığında, mevcudiyeti olmayan, Hakkın mevcudiyetinden faydalanan sabit benzerleri vardır. Mevcudiyetlerindeki sıfatlar, bunun belirtileri olmuş olur. İştirak ve benzerlikten dolayı bunun benzerine Vahidülahad dememiz doğru değildir.

Bundan dolayı buzatı Celâle yalnız kendisinin mevcudiyeti yönünden kesinlikle ilk ad olarak Elvahidül Ahad adını vermiş olduk. Allah doğruyu söyler hidâyete erdirir.

35 — Yirmi beşinci soru: Vahyin başlangıcı ve anlamı nedir?

Cevap: Akılca aydınlanmış ve belli olmuş manaların, hisse bağlı olarak, kalplere geçmesi ve inmesidir. Bu da insanda iki hal üzere olur. 1 — Uyku halindeki hayal ile 2 — Uyanık iken ani bir dalgınlık anında yani (yakaza) de iken olur. Bu hal hissin idrakiyle anlaşılır.

Meselâ Resulüllah efendimiz, ilmi süt şeklinde ilk olarak rüyasında idrak etmiştir.

Hazreti Ayşenin, Resulüllaha ilk vahiy rüyada gelmiştir, ne gördü ise sabah güneşi gibi doğru çıkmıştır, Resulüllah efendimizin rüya vahyi altı ay devam etmiştir. Buyurmuşlardır.

Altı ay müddetle rüya ile başlayan bu vahiy, nübüvvetin 1/46 bir parçasıdır. Resulüllahm nübüvveti 23 sene sürdüğünden bu 6 rüya ayı nübüvvetinin kırk altıda bir parçası olmuş olur. Riyazi nisbetide rakamlarla şöyledir:

·        26 — Yirmi Altıncı soru: Ruhun başlangıcı nedir?

Cevap: Yollar ehli, Ruh kelimesini değişik anlamlarla açıklarlar. Filancada ruh var derler, bu bir Emri İlahidir kime girerse canlanır derler, yeterki o ruh kalbe girsin. Burada ruhu anlamak için en iyi yol, Allah ehlinin himmet ve ibadetle bulduğu ruhtur ki, ruhun başlangıcı Hak Teâlânın nefesi içindedir. Bunuda, kendisine himmet ve ibadet eden Allah ehlinin nefsine vermiştir. Bununla beraber rahmanın nefesi nefislerinde birleşirse, çabaları sokucu olarak değişik şeyler gördükleri halde Allah’ı göremezler. Bu çaba ve mücadele olmasına rağmen, kul ile Allah arasında arayı kesen ve bölen perdeleyen, bir mania vardır. Sıkıntı, vesvese, keder, utanma, sahizi olan kişi bu manevi ve iç ağırlıkları üstünden atmak için çaba sarf ederken, birden bire rahmanın nefesi kendine doğru esmeye ve içini doldurmaya başlarki, o vakit kendi düşüncesine göre içindeki nefis aynasında Hak Teâlânın yüzünü görmüş olur. İşte

bu nefes bu eşyalarda ve bu manialarda da, her eşyada da hakkın yüzünü gösterir. Bu görüşü yapan ayniyettir, ayniyeti muhafaza eden mevcudiyettir. Böylelikle o kişi Allahtan başkasını göremez, işte böylelikle çalışarak peşini bırakmak istemediği çabadan olan yorgunluğu da gitmiş olur. İlk önce bunu anlayamadığı için üzülür, bu üzüntüden sonra o kişiye rahman nefesinin içini doldurmasiyle, kendisinde geniş bir ferahlık ve sevinç duyar. İşte bu nefes onda bir ruh olmuş olur, onunla hayat bulur, Hak Teâlâ:

“Ev haynâ ileyke rûhan min emrinâ.” buyurmuştur.

Hak Teâlâ kuluna! sana verdiğimiz bu hal, senin kazancın değildir ve nede bunu kazanmak için uğraşmamıştım, sen daha evvel daha iman nedir, kitap nedir bilmiyordun, biz ruhu bir ışık olarak istediğimiz kula hediye ederiz.

İşte bu kul anlayışlı kuldur. Bunun hakkmda şöyle denir. Bu ruh sahibidir! ve yine onun hakkında «o yaşıyor yaşayanlara karıştı» derler. Hak Teâlâ:

“Evemen kâne meyten feahyeynâhu ve cealnâ lehu nûran yemşî bibi finnâsi ve lem yeca'lillâhü lehu nû-ran.”

İşte bu ayette sözü geçen ruhlar, bu ruhun ışığı yoktur bunun zevki olmadığından gözden saklıdır. İşte arif kişilerce ruh başlangıcının anlamı budun Bu ruh öyle bir ışıktırki Rabbaniyetin çerçevesinden gelmiştir, yoksa rastgele bir yerden değildir. Bunun özü ve gerçeği de Rabbin emrinden olduğudur.

“Hüve min emri Rabbî.”

·        27 — Yirmi yedinci soru : Huzurun başlangıcı nedir?

Cevap : Bir şey yapmadan tasavvur edilen o şeyi her yöniyle, dikkat ve anlayışla gözden geçirmektir. Böyle yapılmayınca huzur doğmaz. İbrahim aleyhisselâm Hak Teâlâya «bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster» dedi. Hak Teâlâ ona, bana inanmıyor-musun diyince İbrahim «inanıyorum kalbime rahatlık ve huzur gelsin diye sordum ya Rabbi» demiştir, işte burada inancı huzurun başlangıcı yapmıştır.

·        28 — Yirmi sekizinci soru Adil nedir? veya Hakkın anlamı nedir?

Cevap: Yer ve gökleri yaratan Haktır. Sehil Bin Abdullah ve benzerleri, Adil bir ad olduğu için buna yine Adil demişlerdir. Ebul Hikem Abdüsselam Bin Bercan Adle kendinden halk olan Hak adını vermiştir. Çünkü bu zat Hak Teâlâ’mn

“Mâ halâknâhümâ illa bilhakki.”

dediğini bilmektedir. Ve yine Hak Teâlâ’mn

“Ve bilhakki enzelnâhu.”

ve

“Sümme hedâ.”

burada Hak Teâlâ yarattığı kullarına her şey verdiğini ve kulu-nuda Hak olarak yarattığını bildiriyor. Adaleti ve hakkı seven

kişi Allah’a yönelmiş demektir. Haksızdan alıp haklıya veren kişiye adaletçi veya hakkaniyet sahibi derler. Yani o kişiye hakkı olan şeyi vermiştir. Bundan dolayı Hak Teâlâ hilkati, hakla yaratmış, kendi hulkundan ona yeterini vermiştir.

·        29 — Yirmi dokuzuncu soru: Enbiya ve evliyanın birbirinden üstünlüğü nelerdir?

Cevap: Hak Tealâ Enbiya için

“Ve lekad faddalnâ ba'dennebiyyîne a'lâ ba'din ve âteynâ Dâvude zebûren.”

Kullar içinde

 “Ve refa'nâ bag'dehum fevka bag'din derecâtin.”

bu âyete kullarla, evliyaların tümü girer.

îman sahibi kişilerle ulema hakkında

 “Yerfeillâhüllezîne âmenû minküm vellezîne ûtülilme derecâtin.”

bazı dostlarımız arasında bu yönden fikir ihtilafı olmuştur. Mesela: İbin Kusey bizlerden her birimizin bir diğerine üstünlüğü vardır demiştir. Onun düşüncesi budur. Mertebeler arasındaki bu ayrım nisbetinden yanlış bir düşünceye saplanılmaması lazımdır. Çünkü her kişinin ameli diğerlerine oranla artar ve eksilir. Tartıda aynı darayı tutmaz. îşte Ayetteki öz mana budur. Herkes kendi amel ölçüsü ile derecesini alır. Hak Teâlâ’nın sıfatına göre ilahi adlar arasında da birbirinden üstün olanı vardır. Fakat Hak Teâlâ’ya nisbet edilirse bütün bu adlar onundur ve onca birdir. Enbiya da böyledir. Meselâ, Musa, İsa, Yakup,

gibi Peygamberlerin, diğerlerine nisbeten İlahi üstünlükleri vardır. Kul arasındaki ve genç dimağlar arasındaki söylentilere göre ve bu söylentileri bir sonuca bağlamak için Resulüllah efendimizin huzuruna yöneldim, bu mevzuu bana açıklamasını istedim, kendisi bu icabetimi kabul ederek bana, Ya Muhiddin Melaikenin kula göre üstünlüğü vardır, buyurdular. Bunun üzerine ben: İsbatı nedir diyince, eliyle beni gösterdiler. İşte sizde bana yapılan bu işaretin ne olduğunu, ne anlam taşıdığını elbette anladınız, benim de diğer kullardan bir üstünlüğüm olduğunu anlamış oluyorsunuz? Evet meclisi Muhammedide, bu sorunun açıklaması bitince içim yanarak şu sözler ağzımdan döküldü:

Bizler surur meclisinde şad oluruz,

Siz olmayınca meclisinizde Hâk Oluruz.

·        30 — Otuzuncu soru: İnsanları Hak Teâlâ zulmettemi yarattı.

Cevap: Hak Teâlâ kitabında:

“Vallâhü ahreceküm min butûni ümmehâtiküm lâ ta'lemûne şey'en veceale lekümüssema' vel ebsâre velefi-dete.”

buyuruyor. İşte bu Ayet sana bir ışık tutuyor, bununla eşyayı anlıyorsun, idrakine ne lazımsa sende onu hazırlamış, ve vermiştir, Yalnız seni sen yapmamıştır, sen onunsun, sen bir mevcudiyetsin, varlığını yokluğunu bilen bir vücudsun. işte bütün bunları kalp yoliyle anlarsın. Mümkünler tüm olarak bizatihi karanlıktır. Bir şeyin görülmesi o şeyin var olarak kendini göstermesi demektir. Bu kendini gösterirse mümkünlerde bundan faydalanır ve kendini gösterir. Takdiri ilahi vücudu yaratmadan önce bir mühendisin yapacağı hazırlık gibi hazırlığını yapmıştır. Bir mühendis yapacağı ve tasarladığı bir işin projesini

nasıl hazırlarsa, Hak Teâlâ da mevcudiyeti yaratmadan önce bunu düşünmüş ve hazırlamıştır. Kainatın ve herşeyin başı, mühendis ve proje sahibi odur. Nizam ve devran onundur. Bundan büyük mühendislik mi olur. Hak Teâlâ bu yönden.

“Yüdebbirulemre yüfassilülâyâti lea'lleküm bilikâi rabbiküm tûkinûne.”

burada, bir gün sizde Dünya mevcudiyetinden, Ahiret mevcudiyetine geçeceğinizi bilirmisiniz? Buyuruyor, insan nasıl karanlıktan doğup nura çıkıyorsa, sonunda nurdan çıkıp karanlıkta kalacaktır. Bu sebeple karanlığınız sizi seven bir dost gibi peşinizi hiç bir zaman bırakmayacaktır.

·        31 — Otuz birinci soru. Yaradılanların öteki dünyadaki durumları nasıldır?

Cevap: Bunların durumları ve halleri, intizâr yani olacağı beklemektir. Hak Teâlâ bunlara kendi ölçülerine göre nurdan yapılı mevcudiyyet elbiseleri giydirmiştir. Bunlar bu nuru kullanırlar. Bununla kıyamet günü yürür ve yollarını bulurlar. Çünkü kıyamet gününün ışığı yoktur. Bu sebeple bütün kişiler bu nurla kendi yollarını aydınlatırlar. Orada kimse kimsenin ışığını görmez, ve birbirinin nurundan faydalanamaz. Resulül-lah (Sallallahü aleyhi ve sellem) efendimizin dediği gibi «Ahiret gününde karanlıkta yürüyüp aydınlık mescidlere varanlara müjdeler olsun,» bu söz iki nurun toplamı anlamını taşır. Birisi gözleri perdeleyen ve içlerinde bulunan ve yalnız kendilerine görünen nurla, Dünyada iken namaz ve düa, için karanlıkta Beytullaha giderken, yolunu bir kandille aydınlatıp karanlığı defeden nurdur. Bu ışık insanlar sabah ve akşam karanlığında, mescid veya camiye giderlerken, karanlıkta yollarını bulmak için faydalandıkları bir nurdur. Dünyalarında kendilerine, yol gösteren bu nur, Ahiret karanlığında da onların içinde yanarak yollarını aydınlatmış olur. Kendileri bu nurla yürür ve bekler-

ler. Bu bekleme bir hal beklemesidir. Çünkü onlar bu yönden bilim sıfatiyle sifatlanmamışlardı, bilimle sıfatlanmak, mevcudiyetten olur, burda onlar henüz var olmamışlardır, belkide daha tekevvün halindedirler. Hak Teâlâ karanlığı doğuşa bir kılıf veya zarf yapmıştır ki (Hünâk-orada) demiştir. Bu da zarfın içindekine delalet eder.

Ve takdire bağlıdır.                                     ,

Şayet Hünak A “Hünâke” yani orada, yerine “Fî zulmetin” karanlıktadır demiş olsaydı, karanlığı yarada-nm hal olduğu anlaşılırdı. Bundan üstü hava altı hava, körlük ve görmemezlik anlatılmak istenmiştir. Bunu da Resulüllahm bir sözü isbatlamıştır, kendisine Rabbimiz nerdeydi, sorusuna, da; üstü hava, altı hava, görünmez bir yerdedir, buyurmuşlardır. Hak Teâlânın vasıflarından birisi de, gizlilik ve görünme-mezliktir. Bu öyle bir ilahi vasıftırki bütün alemin vasfı olmuştur. Bu yan olan bir vasıftır, bunun üzerindeki vasıflar benzerlerinin durumlarına göre değişir,

“Ma ye'tîhim min zekeri min rabbihim muhaddisün.”

Burada onu hudusla anmıştır. Çünkü bu bir Mühaddise/Vara-tan, Konuşan, var eden] inmiştir, ve onun yanında hadis olmuştur. Hiç şüphesiz bunun muhaddis olduğu bilinmiyordu, işte hadis olan budur, acaba Muhaddis de bizzat kendisimi idi Buna Hakkın Hak ettiği sıfatı demiş olsak, evet bu sıfat öteden beri ondadır deriz. Mahluka tın karanlıkta olma keyfiyeti, benzerleri bulup, hakkın mevcudiyetini bu benzerlerde görmek ve kabul etmektir.

·        32 — Otuz ikinci soru: Mikdarların/AnZamz,: Kader, ölçü, tartı, alınyazısı.] sıfatı nedir?

Cevap: Miktarlar eşyanın zati sıfatlarıdır, kendi sıfatı değildir, ve yine bu, eşya üzerindeki sıfatın başka bir şeye sıfat olmaması için aralarında mani bir sınır çizgisidir. Bu sorudan

murad, bu ölçülerin veya bu mikdarların sıfatı yasaklamak demiş olsak, hakikat halde ölçülerin sıfatı yoktur diyebiliriz, çünkü bir şey kendine sıfat olamaz. Nefsi sıfatlar zata fazla bir yakıştırma değildir demiş olsan sana, (evet doğruyu söylüyorsun) deriz.

Şayet bir şeyi kendi nefsiyle vasfedersen, bende derimki, eğer o şey yükümlü değilse sıfatı üstündedir derim. Böylelikle sınırları üç zati mertebeye ayırdık, bunlar Zati, Resmi, Latzi, dır.

Mekadîr ve ekdar, miktarın toplamıdır. Şunu bilki; zati emirlerin sınırı kendi ölçülerini hazırlamıştır, esas vezin kaderdir, tartılarda mikdarlardır. Bununla eşya tartılır, emirler sınırlarıyla belli olur, burada haddini bilmeyen de, haddini bilmiş demektir.

·        33 — Otuz üçüncü soru: Peygamberler ve insanlardan, katlanıp gizlenen KADER bilimi nedir?

Cevap: Bu soruda bir eksiklik vardır, kader biliminin kaldırılmasının sebebi nedir diye sorulması icab ederdi, şayet bunu soran ve söyleyen kişi, kulun en faziletlisi (üstün olanı) Mela-ikelerden daha faziletli olduğunu kendi diliyle söyleyecek olursa, Allahtan gayrisine herşeyi gizlemiş sayılır, Şayet o kişi Me-laikelerin en üstünü beşerin en üstün olanından daha üstündür demiş olsa o kişiden kader ilmi kaybolmuş demektir. Çünkü bu söze beşer olduklarına göre peygamberleri de tümüyle sokmuştur. Peygamberleri bu sözünden istisna etmesi lüzumlu idi. Önceden hangisi daha yüksektir sözü olabilirdi, onuda öğrenir bulurdu, şimdi ve bundan sonra kaderin ne olduğunu bilen varımdır yokmudur, sorusunun cevabı kalmıştır. Ona da hayır, deriz, zira onun gizliliğini, Hak Teâlâ’nm kudret ve tahakkümü bilir. İşte bütün bunları Hak Teâlâ bize bildirdi. Allaha hamdederimki bu kadarını öğrenmiş olduk. Hakkın belirtileri alem denilen mümkünlerin benzerleridir. Kaderin izleri Hak mevcudiyetinin bir işaretidir. Kendi nefsiyle isbatlanmış bir şeyin başka bir isbatı olamaz. Hak başka bir şeyle bilinmez,

nefsiyle benzerleri olan mevcudiyetin nisbeti bilir. İşte buna kaderin izidir deriz, kaderi bıraktığı izle Hakkı da mevcudiyetiyle biliriz. Çünkü kader bilinmeyen özel bir nisbettir. Hak ise mevcuttur ve vardır, bu sebeple ilmin meçhulümüz olan kaderden değil Haktan geldiği daha doğrudur. Zaman mevcut olmayan makul bir nisbettir. Bu nisbette kainattır.

Zaman ilme göre çok kıymetlidir, en çok Hak Teâlâ’ya soru soran Üzeyir Peygamberdi, en nihayet Hak Teâlâ kendisine «Artık kaderden bir şey soracak olursan nübüvvet divanından ismini sileceğim,» buyurmuşlardır. Hak Teâlânm fiillerinde bir yanlışlık ve eksiklik olamaz, ezeliyyet taallülü soru olarak kabul etmez. Bu ancak bir bilgisizden ve bir cahilden çıkar. Bu sebeple Hak Teâlâ bizatihi kendisinin bu ölçülerle ilgisi olduğundan, kader ilmini gizli tutmuştur. Evlar ve kulları bu kader iminin Hak tarafından gizlendiği için öğrenmek istemezler, şayet ona asi olur bunu Allahtan isterlerse, bunu nazari fikirle değil İlahi keşif yoliyle öğrenmeye çalışır ki Hak Teâlâ da bu asî kuluna yaklaşmaz, o da hiç bir şekilde bunu öğrenemez. Bu sebepledir ki İlahi elçilerden ve kullardan bu yön saklanmıştır. Allah biliminde, kader ilmi de kader cahilliği de vardır. Hak Teâlâ meçhuldür, bu sebeple kader de meçhulümüzdür. Kaderin, sırrı mikdarlarla tahkim edilen benzerdir. Bu da tartının tartılana hakim olmasına benzer. Terazi ise tartı ölçüsü ile tar-tılanın arasında bir nisbet bağıdır. Bununla tartılanın miktarı belli olur. Hak Teâlâ terazi koymuş ve bunu bir hadde kadar indiririz buyurmuşlardır. Kaderi de, ölçüsü de her şey onun adaleti ve hükmü altındadır. Hak Teâlâ’mn kader ilmini gizlemesi zatidir, zati olduğundan sorulmaz.

·        34 — Otuz dördüncü soru: Ne sebepten bunu gizledi ve katlayıp kaldırdı?

Cevap: Bu soru bir sınav sorusudur, bunu soran bir alim ise bu bilinen bir şeydir. Nasıl olurda bilmez ve kendisine de bil-memezliği isnad ettirir. Peygamberlerden yüksek olan Mela-ikeler de kader onlarca biliniyor diye konuşanlar, hakiki eşya-

ların ilmiyle Hak Teâlâ ilmi arasında fikren dahi bir iştirak olmaması için, bu görüş ve düşüncelerini akıllarından silmeleri lazımdır. Herhangi bilinen bir şeyde Hak Teâlâ ile ilimde iştirak olmaz. Şayet Kader ilmi kendi ahkamını kaville öğretmiş olsaydı, kul bu ilimde serbest olurdu. Hak Teâlâya ihtiyacı kalmazdı, kendini tam zenginliğe kavuştururdu. Mademki Hak Teâlâ bu ilmi kullarından esirgemiştir ve öğretmemiştir, Allahın kulu da bu yönden bilgisiz cahil ve fakir kalmıştır. Bu bilgi yoksunluğu fukaralığı. Onu soru dilenciliğine götürür, yalvarır yakarır, dinler, sorar ve ağlar, bütün bu acı sıkıntı ve cahilliğiyle bunu öğrenmeye çalışır. Bu sebeple bu öğrenme vasfı ondan kendiliğinden kaybolur, bütün çabaları boşa gitmiş olur. Hak Teâlâ bu sırrı Peygamberinden dahi gizlemiştir, ki bu başta gelen İlahi gizliliklerden birisidir.

·        35 — Otuz beşinci soru: Kader sırrı onlara ne vakit görünür

Cevap: Kader sırrı, o kader değildir. Bunun sırn mahlukata tahakküm eden bir benzerindedir. Hak Teâlâ onların başarı oluncaya kadar, bu sır onlara açılmaz ve görünmez. Görüşleri Hak görüşü olursa, eşyalara da Allah gözüyle bakarlarsa, o vakit kendilerine bu sır açıklanmış olur. Zira Hakkın gözünden bir şey saklanamaz. Hak Teâlâ:

“İnnallâhe lâ yahfâ aleyhi şey'iin filardi velâ fissemâi hüvellezî yusavviruküm fîlerhami.”

Bu ayette sîzleri ana rahminde şekillendirdiğini bildirmektedir. Ana rahmi karanlık olduğu için bu şekillenmeyi idrakimizle bulmaya çalışım. Hak Teâlâ ona karanlık içinde istediği şekli verir ve yapar. Çünkü aziz olan tek Allahtır.

Resulüllah efendimiz Hak Teâlâ için, benim en sevdiğim ve bana en yakın kimse, kendisine düşen farzı yapan kimsedir, buyurmuşlardır. Çünkü bu zorunlu bir ibadettir. Bakıyorum ki, kul nafile namazlarla bana yaklaşmak ve kendini bana sevdir-

inek istiyor, Bu ise zorunlu olmayan ihtiyari bir ibadettir. Mademki ihtiyari ibadeti üstün tutmuştur. Allahtan uzakaşmaya sebebiyyet vermiştir. Nefsini farz olan bir ibadete yöneltirse onu severim, Allah’ta sevmiş olur. Ben onu seversem onun işi-den kulağı ve gören gözü olurum.

İşte bütün bunlan Hak Teâlâya intikal ettirseniz, kulun görüşü ondan nasıl gizlenmiş olur. Hayir gizlenmez, çünkü ondan nafile namazların yapılmasınıda istemiştir. Fakat Hak ahkamının sıfatı kuluna kendi sıfatile değil, zatı sıfatiyle baksın diye, tümü ışık ve nur olan farzlar vermiştir.

Duygu ve görücüde onun zafiyeti olup, kendi mevcudiyeti değil, Hakkın mevcudiyetidir. Allah doğruyu söyler, hidayete eriştirir.

36-37, Otuz altı ve Otuz yedinci soru: Nerede onlara görünür ve kimlere görünür?

Cevap: Onlarla uğraşıp anlaşırsa onlara görünür. Bu görünenler gören ve bilen için bir mazhariyettir. Bunun bir mazhariyet olduğunu bilmeyenler bunu. Haktan değil yabancı bir işaret olduğunu bilirler.

Bazı insanlar kâinatta her şeyi görürler. Tekevvünden arzuladığı şeyi görenler, arzulamadıktan şeyleri dahi görürler, arzulanan benzeri suretler değişik yerlerde görünür. Bütün bunlar, idrak edenin gözünde çeşitli olarak birbiri ardından gelerek bir yerde ve birinde birleşir. Şayet bu çeşitli suretler insana belli bir yerde yetişir ve onda toplanırsa, Hak Teâlâ değişik şekillerle o kişide veya o kişilerde tecelli etmiş olur ki, bunu ancak zevk (tad) yoliyle anlamış olur.

Bunun bir zevk olduğunu bilen kişi, kendini bu zevk sıfatile sıfatlandırmış olurki, işte bu kendine görünen kader gizliliği ilmidir. Yeterki onlar bu kuvvetle bu basamağa ermiş olsunlar.

·        38 — Otuz sekizinci soru: İtaat ve masiyette Hak Teâlâmn izni nedir?

Cevap: Hak Teâlâ kavlen ve fiilen kötülük yapmayı emret-memiştir. İtaat ve masiyetin birleştiği müsaade İlâhi bir izin-

dir. Bu bir mezuniyet olup hükümden gelmeyen bir müsadedir. O bunu eşya üzerindeki itaat ve masiyet hükmiyle belli etmiştir. Dolayısıyle hüküm bununla memur ve mahkum olmak istemez.

Taât ve masiyetin, taat ve masiyet olması yönünden buna izin vermek doğru olmaz. Hak Teâlâ derki:

“Ve in tüsibhüm hasenetün yekûlü hâzihi min i'ndil-lâh ve in tüsibhüm seyyietün yekûlü hâzihi min i'ndike kul küllün mini'ndillâhi.”

Anlamı: İyi bir şeyle karşılaşırlarsa Allah’tandır, kötü bir şeyle karşılaşırlarsa (Resulullahı kast ederek) bu şendendir diyorlar. Onlara deki hepsi Allahtandır.

Dikkat edilecek olursa, bütün bu fiiller ondan olduğu için, tüm fiilleri Hak Teâlâ kendi üzerine almıştır.

Bu kavimlere ne olmuşturki bir şey bilmiyorlar, bunun Mu-hammed aleyhisselatü vesellemden olmadığını Hak Teâlâ bildirmiştir.

Ve demiştirki, bir musibetle karşılaşırsan bunun nefsinden olduğunu bil, buyurmuştur.

Buna rağmen hakikat bu olmakla, bu mesuliyeti Hak Teâlâ ne sebeple üzerine almıştır, işte incelenmesi zarurî yön budur?

Burada her şey Allaha isnat edilmiştir. Halbuki O (kül..........

dediği yani tüm veya cümlesi, anlamına gelirki, bundanda bütün hayırlı işler ondandır. Şer ise ondan değildir anlamını taşır. Yakardaki ve Resulüllah efendimiz yoliyle Hak Teâlânm bu hitabı soranıdâ, sorulanıda taat ve masiyet lafziyle vehme sokmuştur. Bunun sebebi ise insanların Hak Teâlâ hakkmdaki bilgi ve görüşlerini ve hatta anlayışlarını, artırmalarını ve bilmediklerini öğrenmeleri için, bu şekilde konuşmuştur.

·        39 — Otuz dokuzuncu soru: Bütün kullarına bulup verdiği bu büyük akıl nedir?

Cevap Bu sorunun içinde bulunması zarurî bilgiler üçtür:

·        1 — Birinci mertebe olarak: Başlangıç isbatıdırki düşünce yoliyle elde edilen ve doyulan ve maddelerden teferrüd etmiş, mücerred manalar.

·        2 — İkinci mertebe olarak hisle idrak edilenlerdirki bunlarda beş idrak hissimizle duyduklarımızzdır.

·        3 — Akıl ve his yoliyle idrak edilenlerdirki, bada tahayyülle-rimizdirki, akla hizmet eden tasavvur güciyle manaları şekillendirerek, bize his ettirirki, bu his ettirdiği şeye de tabiat adını veririz. İşte bundanda mevcudiyet olarak insan ve ecinni ce-sedleri neşet etmiş olur.

Allah isterse kullarından mükellef olanlara mutluluk sebeplerini ulvi ruh aracılığı ile Peygamberlerinin dilleriyle onlara bildirir. Şunu bilinki akıllar arasında bir üstünlük vardır. Bunu günlük yaşantımızda da görürüz. Bunların tümünü aklı selim ve ilim sahibi olduğunu göremeyiz.

Bu akıllardan bir takımı mana ve gizliliklerini idrak eder, bir kelimenin manasından elli veya yüz mana çıkarır.

Hak Teâlâ hakkında ruhani İlahî bilgiler, genel alem hakkında ve matematik, akıl, mantık, felsefe bilimi gibi şeyleri bilir ve anlar, bazı akıllarda bundan üstün olduğundan, daha çok şeyler bilir. Böylelikle akılların değişik ve bir şeyi kavramada birbirine benzemediğini gördükten sonra, bu akılları, az bilenlerle çok bilenler arasında bölmek ihtiyacını duyarız. Bu manevi taksimi yapan bilginin admada çoğunluk aklının manevi mümessili adı verilir ki, mevcudatta bulunan akıllı kişilerdeki akıllar bundan bölünerek çıkmıştır.

Bu büyük akıldan tekevvün eden diğer akıllar münasip ve yakın bir benzetme ile misal olarak, büyük akıldan çıkma diğer akıl kandillerinin fitilleri birinci kandilden alman ateşle yakılır, çünkü birinci akıl kandilinin nur malzemesi, çok temiz, ya-

ğı saf, yağ kuvveti fazla olduğu için bu fitillerde kendi kabiliyetlerine göre, büyük kandilin kendilerini tutuşturmasını isterler.

îlk azametli akim yaratıcısı Hak Teâlâ’dır. Allah ilkden bu anlattığımız aklı yaratmıştır. Diğer akıllar tabii olan nefislerle bundan olmuştur.

îşte bu büyük ve birinci akıl, ilk pederdir ki Allah bunu benzeri olmayan azametli kitabında ruh diye adlandırmıştır.

Bunada bir ek yaparak, ruh ve tabii nefisler ve cüzi ruhlar hakkında da,

 “Feizâ sevveytühü ve nefahtü lehu min rûhî.”

Demiştir. Anlamı: Bunları bir tutmak için ona ruhumdan bir nefes verdim. Bu ayetle bunu bizlere açıklar. İşte büyük akıl budur. Kişinin kendinden ayrılmayan tabii aklıdır.

Şu bilinmeliki, bir cisimden çoğalmış olupta bir cisim teşkil eden parçalar, cisimlerine dönerler. Çünkü o parçalar o cisimden ayrılmıştır. Nefislerde bir nefse dönerler, akıllar da keza bir akla dönerler. Bunlar yalnızlığından sıyrılıp çoğalamazlar, bunlar büyükten küçüğe veya çoktan aza geldikleri için, tek ve küçük akıl artmaz ve çoğalmaz. Nasılki cüzi ve teferrüt etmiş aklın bulunduğu nefis ve cismi bölünmeyi arzulamıyorsa, oda bölünmeyi ve çoğalmayı istemez.

·        40 — Kırkıncı soru: Adem aleyhisselamm sıfatı nedir?

Cevap: Sıfatını üç yönden anlıyabilirsin. Birincisi Allah’la yüz yüze olması, İkincisi, İlâhî adların toplamı olması, üçüncü-süde, istersen Resulüllah efendimizin dediği gibi olmasıdır. Bunlardan hangisini arzularsan sıfatı o olmuş olur.

Hak Teâlâ Ademi kendi sıfatı üzre halk etmiştir. İşte sıfatı Allah sıfatıdır. Kendi hulkunuda, ona vererek elleri arasına koyduğundan, kemal sıfatını ona verdiği anlaşılır. Onu tam

olarak toplu ve eksiksiz yaratmıştır ve tüm adları kabul etmiştir. (Tabii Hak Teâlânın adlarını). Kendisi gerçeklik yönünden, serbest başlı başına bir alemin bütünüdür. Ondan gayrisi alemden bir parçadır.

Batıni yönden insanın Hakka olan nisbeti, bu dünyada tamamlanmıştır. Ahiret neşetine görede Hakka olan nisbeti, zahiri ve hatmidir. Mülkün zahiri yönden Hakka nisbeti, tamamlanmıştır ve tamdır. Mülkün batını yoktur.

Fakat Hakka gelince Allah denildiği için zatı dolayısiyle değil, zatından olan lezzeti içindir.

Allah adiyle adlandmldığı için alemi talep eder, alemde Hakkın bir İlah olduğu için yalnız uluhiyyet mertebelerini bilir. Bundan dolayı onun burada sözü yoktur. Ancak bu neseb ve izafet hükmünün yardimiyle ona Adem adı verilmiştir. Ve ancak bunun dış görünüşü anlaşılmıştır. Ve keza Hak Teâlânın yalnız zahiri adı bilinmektedir. İşte o İlâhî bir mertebedir. Fakat zafiyeti bilinmez.

Keza Adem alemce bir melâike idî. Melâikelerden gayrisi onun batınını bilemez; neşeti dolayısiyle tabiatlarının birbirine zıd, değişik olması sebebiyle onu kandırıp ifsad ettiler, onlar bu tabiatta olanlarda bu fesadın netice vereceğini biliyorlardı. Fakat batınını bilmiş olsalardı, melâikenin de onun kendi hul-kundan olduğunu görür ve anlardı. Bir sebeple bu toplulukta onun kazandığı İlâhî isimleri bilmemezlikten geldiler. Fakat Hak Teâlâ kendini ona gösterince oda zatı İlâhîyi görmüş oldu. Her şeyde bulunan dayanağımda görmüş ve anlamış oldu. Alemin tümü Ademi Adem olarak anlatmaktadır. O Toplu bir yazıdır. O alem için ceseddeki ruh gibidir.

İnsan alemin ruhudur. Alem ise ceseddir. Bunların toplamı alemi yaparki, oda büyük bir insandır. Eğer yalnız olarak bu alemi insansız, düşünecek ve bakacak olursan, onu ruhsuz düzgün yapılı bir cesed olarak görürsün.

Cesedin ruhla kemale erdiği gibi, alemin kemalide insanla olur. Hak Teâlâ melâikeleri kendine bir elçi yapmıştır. O bunlara melâike adını vermiştir. Yani bunları kendine haber elçileri yapmıştır.

Bu yönden şeklin kemalini şeref olarak alırsan, insan kemal sahibidir dersin, fakat bu şeref payesini görüş yolundan değil, Allaha ibadet için Hak Teâlâdan alırsan bu insan kemali için daha büyük bir şeref olmuş olur.

·        41 — Kırkbirinci soru: Ona verdiği velayet nedir?

Cevap: Ademin Hak Teâlâ tarafından verilen velayeti üçtür:

·        1 — Kendi hulkunun velayeti

·        2 — Melâikelere verip onlara öğretmediği adların velayeti,

·        3 — Hilâfetle velayetidirki bunun hakkında

“İnnî câi'lün filardi halîfeten.”

anlamına gelen arzda bu halife yapacağım, kavlişerifîdir. Bundan gaye, kürrei arzda bana vekalet edecek bir vekil tayin ettim, demektir. Aramızdaki bütün mevcudata sahip ve istediği gibi tasarruf edecek bir vekil veya vekalet keyfiyeti değildir. Bu bizim mevzumuz olamaz, bundan murad olan, Allaha vekalettir ki, fesad yaratmak, kan dökmek, zorbalıkla insanları ezmek, tahakküm denilen şeyi yapmak değildir. Bizimki ise velayettir. Buda Hak Teâlâya adiyle hulkiyle vekil olmak demektir. Ve zahiri adla ona vekil olmasıdır.

Hak Teâlâ dünya işlerini ona yürüttürmek için, çalışmalarının kökü olacak olan tüm adları özellikleriyle ona öğretmiştir. Kendisine öğrettiği bu adların herbirinin dünyada bir işi vardır, kendine görede bir özelliği vardır. Düzenli olarak öğretilmesi için, Ukden ve düşündüklerimizi ifade etmek için öğretim yönünden her adın özel bir fiili vardır. Bunlar, işaretsiz harflerin tertibi, bunlarla doğru telaffuz, ve hayalimizdeki şeylerin, bu ad ve fiillerle ifadesidir.

Bunlardan bazılarının ruhaniyyetle indirilmesinden, his aleminde söylenmiş ve yazılmış olsa da bir etkisi yoktur.

Bunlardan bir kısmınmda Alemi Ceberuttaki ruhani cinlerde hiç bir etkisi bulunmaz, bunlardan bir kısmınmda his sahibi olup tahayyül edenlere anlatılmasında bir etkisi yoktur. Ve yine bunlardan nesebin yeri olan yukarı alemde mahfuz olanlara bir etkisi yoktur.

Bu adları ve bunlardan birinin etkisini dahi elçi ve Enbiyadan gayrisi bilemez. Bunlar neseb yönüne etkili olan o şeriattaki, teşri ve amel adlarıdırki, bu neseb yönünden çok kuvvetlidir, his edilmez, işte burası Hak tecelliyatmın ve gizliliklerinin yeridir. Her türlü haberlerin indirilmesi ve çıkarılması, beraberliği, iç rahatlığı huzuru, gülme ve sevinmeyi, mikdar ve ölçülerin tayini, takdir kişilerine her türlü, özel olarak tartı araçlarının gönderilmesi bu merkezden yapılır.

Hak Tealâ

 “Ve hüvellezî fissemâi ilâhun.”

Semadaki İlâh odur, anlamiyle Hak Teâlâ Semavattaki hususiyetini ve künyesini bu sözüyle açıklamaktadır.

Mademki Semavatm Allahı olduğunu beyan ediyor, öyle ise yerin de Allahı olması yönünden bu isimle kendini göstermesi icâb ederdi. Allahın, sıfatında gizlilik bulunduğundan, arzımızda da Adem İlah adına ona vekil olmuştur. Onun batini adı budun

Çünkü kendisi Allahın vekili ve halifesi olduğundan, bu batını ad, arzımızın özelliğini ilgilendiren ve İlâhî adlardan gelen etkileri ona öğretmiş olurki, oda kendisine vekalet edeceğe öğretmesine vesile olur. Bu yönden Hak Teâlâ derki,

“Cealeküm halâife filardi”

bunun anlamiyle, insanlar bu makam ve mertebede aralarında üstünlük ve fark olsada birbirini vekil bırakabileceklerdir.

Zaman ve hallerin değişmesi, hal ve zamanın vereceği emri, kendinden evvel ve sonraki zaman ve hal veremez. Bundan dolayı asırların geçmesiyle Enbiyanın ayet ve burhanları, türlü türlü değişikliklere uğramıştır.

Zahire nisbetle zamanına göre halife ve Peygamberlerin, kuvvetli isbat ve burhanla gelmesi, ulemasımda buna göre, tıp ve sihir gibi devrin geçer şeyleriyle uğraşmasını zorunju. kılmıştır. Hak Teâlâ bunun için.

“Ve refaa' ba'daküm fevka ba'din derecâtin.” demiştir.

Ve halife olacaklar içinde

“Liyebliveküm fîmâ âtâküm inne rabbeke serî’uli'kâbi ve inne rabbî legafûrün rahîmün.”

İşte bu iki sıfat, emretmek, yasak etmek gibi emirler ancak kuvvetli bir hüküm sahibinin elinde bulunur. Allah’a vekil olmanın sonucuda, hilafet mülk ve saltanatı kuvvetlendirmeye yaramasıdır. Bunun fiil ve çabada en büyük etkiside, çaba ve fiillerde görünür, bunlar konuşulan veya telaffuz edilen kelime ve harfler olmayıp (Nefsi Natık) yani konuşan nefis olmasıdır.

·        42 — Kırk ikinci soru: Adem veya insanın fıtratı nedir?

Cevap: Bu soruya şöyle cevap verebiliriz, insanm fıtratı insanlıktır. Halife olarak fıtratı, halifeliktir, veya insan halife olarak fıtratıda, insan ve halife fıtratıdır. Birde tekevvün yönünden ne insan ve nede halife olarak fıtratı vardır. Bu en

yüksek bir nisbettir. Şayet nisbet kesin bir hak ise, ne insanda ve nede halifede bulunur. Zira Hak Teâlâ bize gönderdiği haberde

“Küntü sema'hu vebasarehu.”

ben onun kulağı ve gözü olmuştum, buyururlar. Burada insana işaret edilmektedir. Peki ona yabancı olmayan insan ner-dedir? Veya halifede nerde ve yeri neresidir?

Kendi nefsiyle emir veren, bununla tutuklayıp yok eden, sana yolunu kaybettiren ve bulduran, sana gösterdiği şeylerle seni hayretlere düşüren O dur. Burada ancak bir hayret belirmiştir ki, bununda bir hayret emri olduğu anlaşılır. Burada delaletin zıd benzeri olan doğrulukla ilişkileri olduğu anlaşılır.

“Ente ve mâ ente, ve mâ remeyte iz remeyte velâkin-nellâhe remâ, ve mâ remâ illâ Muhammedün, femâ remâ ilâllâhü.”

Hak Teâlâ’nm bu kavlindende, Muhammedi ancak o dünyaya atıp bıraktığını anlarız, öyle ise Muhammed nerdeydi? O yoktu, sonra var etti, sonra yine yok etti. O iki yokluk arasında müsbet bir yarlık oldu.

Bu yokluğun ilki       t—“Ve mâ remeytü” dır ki ezeli bir ademdir (yokluk). Hak Teâlânm                  “Ve lâkinnallâhe remâ” hitabı ise ebedi bir yokluktur. Her ikisinin isbatı ise           3 \ “İz remeyte” sözünde dir. Bu ayetteki

Muhammçd in isbatı da, iki zaman arasındaki mevcudiyyettir,

yani geçmiş ile gelecek arasındadır ki, gerçek bir yoklukla şüpheli bir yokluk arasında olduğudur.

Burada hissimiz ve gözlerimiz Muhammed’in dünyaya atılıp bırakılmasına şahit olduğundan Hak Teâlâ onu iki yokluk arasında gerçek bir varlık yapmıştır. Bu da O var olanın varlığına delâlet eder ki, bu kendi mevcudiyeti olmayıp Allah’ın mevcud olduğunu bize öğretmiş olur.

Süphanehu ve Teâlâ’nm, gelecekte, halde, geçmişte varlığı sabittir. Artık, şüphe ve vehme düşmenin sebebi kalmamıştır.

Hak Teâlâ lâtifdir, habirdir, yani güzeldir, tecrübe ve ihtisas sahibidir. Bu sebeple:

“Ve liyübliyelmü'minîne minhü belâen hasenen.”

bu âyetle bize ihtibarını, yani tecrübe ve ihtisas sahibi olduğunu göstermiştir.

Kullarının ne derece îman sahibi olduklarını, imanlarını kemale erdirmek için noksanları varsa nedenlerini arayıp bulmalarını, böylelikle iman sahibi kullarını sınavdan geçireceğinin bildirmektedir.

İlk anlattıklarımızla dördüncü fıtrat sebeplerini ve bunun ne olduğunu öğrenmiş olduk.

İnsan olması bakımından fıtratı ise, büyük alem fıtratıdır.

Halife olmasından fıtratı ise, İlâhi adlar fıtratıdır.

İnsan halife olarak fıtratı ise, mensup olduğu zat fıtratıdır. Hülasa özet olarak diyebiliriz ki, kâinat tekevvününün sonu yoktur. Dolayısiyle adların da sonu yoktur. Bütün varlıkların toplanıp sayılması imkânsızdır. Kendine göre zatiyetiri de adı yoktur, zat ve zafiyette iz bırakan bir varlık değildir. Bunu kimse bilmez, hiç bir isim de ona rehber olamaz. Adlar ancak anlatmak ve ayırt etmek içindir. Bu Allah’tan başkasına kapalı ve yasak bir kapıdır. Allahı ancak Allah bilir.

Adlar bizdedir ve bizleredir. Onun yardımı bizleredir, onun çıkışıda (zuhuru) bizdendir, ahkâmıda yammızdadır. Gaye ve arzularıda bizleredir, sözlerinin başlangıcıda bizdendir. Allah doğruyu söyler hidâyete erdirir.

·        43 — Kırküçüncü soru : Fıtrat nedir?

Cevap: Mümkünlerin karanlıklarını yarıp geçen ışıktır (nurdur). Bu nurla suret ve şekiller birbirinden ayrı ve farklı mev-cud olduğunu

“Felhamdü lillâhi fâtiressemâvâti velardi.”

Bu âyetin anlamıda budur.

“Allâhü nûrussemâvâti velardi.”

Hak Teâlâ semavatm ve yerin nurudur anlamına gelir. Şu var ki bütün âlem gök ve yerden ibarettir. îşte bu nurla Allah’ın dediği işbat olunur. Bu nurla sema ve yerlerin bulundukları mevziler görünür ve anlaşılır, eğer bu nur olmasaydı, hiç bir şeyi birbirinden ayıramaz ve göremezdik. İşte fıtratın manası budur.

·        44 — Kırk dördüncü soru: Ne sebeple insana beşer denildi

Cevap: Hak Teâlâ

“Mâ menaa'ke en tescüde limâ halakte biyedi.”

ellerimle yarattığıma secde etmemenin sebebi nedir? Bunu me-lâikelerden İblise sormaktadır. Bu karine ile kendisine lâyık olan bir şeyi elleriyle yapıp ve yarattığını anlatmaktadır. Bu yarattığı liyakatli şeye beşer denilmiştir.

Burada Hak Teâlânm elleri kudret anlamını taşır, bunda bir şeref yoktur ki şereflensin, ve yine nimet anlamını taşır, nimet

ile kudret bu iki vasıf bütün mevcudatı kör etmiştir, öyle ise Hak Teâlâmn elleden bahsetmesi, gerçek makul ve tatmin edici bir yönü ve vassfı vardır. Arapça dille anlaşılan budur, çünkü Kur’an bu lûgatla inmiştir. Şayet dilin sahibi bu yarattığımı elimle yaptım derse, aradaki vasıtaları kaldırarak bunu kendi yaptığı anlaşılır.

Burada Âdemin insan cisimlerine göre nisbeti, akıllarla birinci akıl nisbetine benzer. Cisimler yüklü olduğundan elleri yükü yüklemek için istemiştir. Yükümlü olmadığı için bunu birinci akılda anlatmıyor. Bunlar yalnız vasıtaları kaldırmak için birleşmiştir.

Elleride zikretmekle tekvinde bu vasıtaların kalkması ancak bir yaradılış içindir, bu yaratılanada beşer adı verilir.

Bu gerçek (hakikat) çocuklara da sirayet etmiştir, ruh İsa-nın vücuduna bir beşer benzerliğiyle girince, yaratılması veya icadı için Hak Teâlâ onu kendisiyle Meryem arasında bir vasıta yapmış oldu. Hak Teâlâ:

“Velâ tübâşirûhünne ve entüm hâkifûne filmesâcidi.” sizler mescitlere giderken onları müjdelemeyin, onlara haber vermeyin, anlamına gelir. Buradaki (Beşere) nın anlamı dış gÖrünüşdür, (büşra) da dış görünüşteki bir haberin izidir. Hak Teâlâ birşeye (Kün) dersf yani ol derse o şey olur, bu kelime iki harflidir, Âdemin yaratılmasında iki elin yerini tutar, burada bu kelime Hak Teâlâmn bir müjde haberi olur, o iki harf olan küf ve nun da iki elin makamı olmuş olur. Burada görünmeyen iki el arasında oturanların veya yaratılacakların toplanı yeri ve makamı olmuş olur. Nasıl ki bu hitaptaki vav harfi kâf ve-nun dan gizlenmişse, Âdemin yaratılmasıda öylece gizli tutulmuştur. îşte beşerin manası budur.

·        45 — Kırkbeşinci soru: Melâikelere olan üstünlüğü ve onlardan ileri olmayı-nasıl başardı ve kazandı?

Cevap: Hak Teâlâ bunu sözüyle belli etmiştir.

 “Ve aileme âdemelesmâe küllehâ.”

yaradılan şeylerin gerçeğini bulmak için Ademe tüm İlâhî adlar öğretmiştir. Melâikenin de bilmediği, bu İlâhî adlardan, melâ-ikeleri yapan Îlâhî adlarıda bulmuştur. Bunu yaptıktan sonra bu adlarla onları belirtti. Tıpkı ruhları şekillendiren maddeler gibi buda adların İlâhî bir tecellisi olmuştur. Hak Teâlâ melâ-ikelerine.

“Enbiûnî besmâi hâ ûlâi inküntüm sâdikîne.”

sıdık sahibi iseniz Hak Teâlâmn hangi adlarla size ne suret ve şekilde göründüğüü bana bildirin, buyurmuştur. Kavlinizle bana hulus ile hamdedeceğinizi söylemiştiniz, kullanmada gösterdiğim bu adlarımla bana hulus ve sedakat gösterdinizmi? Şayet sözünüzde doğru iseniz, şöyle demiştiniz, seni tanımadığımızdan ve bilmediğimizden biz efendilerimizi takdis ediyoruz, demiştiniz. Bu tecellileri bilmeden büyüklerinizi de takdis ettiniz mi? Bunu yaptınız mı? Ve beni bu adlarımla çağırdınız mı?

Hak Teâlâ bu konuşmayı melâikelerle yaptıktan sonra, me-lâikelerden cevap bekledi, melâîkelerde, Rabbımız bizlere ne öğrettiseniz onu biliriz, bundan başka bir şey bilemeyiz, hikmet sahibinin bilmediği eşya düzen ve mertebelerini ancak sen bilirsin Allahımız dediler.

Sen bunları bize değil beşer cinsinden olan halifene verdin ve öğrettin. Ona rütbe ve makam verdin, onu herşeyi bilir ihtisas sahibi kıldın, dediler. Onun üzerine Hak Teâlâ Ademe dönerek, kendilerine verdiğimiz adları bunlara bildir buyurdular? Âdem de bu tecelli olan adları melâikelere bildirdi. İşte böylelikle bunların tümü Âdemin âlemi olmuşlardır.

Adem aleyhisselâm onlara adları bildirdikten sonra onlara, ben size semâvattaki gizlilikleri de biliyorum demiştim.

Böylelikle Âdemin bilgisi yer ve tabiattaki gizlilikleri de içine almıştır, gizli açık ne varsa onun malûmu idi.

Âdem bunları onlara öğrettikten sonra Hak Teâlâ:

“Iscüdû ve ilâ âdeme.”

Âdeme secdeye varın emrini vermiştir. Burada öğrencilerin aldıkları bilgiyle öğretmenlerine secdeye varmalarına benzetebiliriz. Yalnız burada secde Âdeme değil Allahadır. Fakat bu secdeye vasıta olan Âdemdir.

Âdem aracılığı ile Hak Teâlâ kendi bilgisinden melâikelerine bu bilgiyi verdiğinden, kendilerinin bilmedikleri şeyleri öğre-miş olduklarından bu bir şükür ve memnuniyet secdesi olmuş oluyor. Bundan dolayı Âdem aleyhisselâm, melâikelere nisbetle Allah katında daha ilerde olduğunu anlamış oluruz.

Âdemden sonra bu hakikat ancak Peygamberimiz Muham-med salllallahü aleyhi ve sellem efendimizde görülmüştür. Âdem de olduğu gibi kendi nefsi içinde (CÂMÎ - UL - KELÎM) kelime toplamını getirdiğini söylemiştir.

Resulüllah efendimiz, Hak Teâlânın ellerini kast ederek: Yaradılış yönünden Âdemi kendi sureti üzere halk etmiştir ve onu arzımızda kendine benzer bir halife vekil yapmıştır, demişlerdir.

Böylelikle üstünlük ve ileri mertebeyi hak etmiştir.

·        46 — Kırkaltmcı soru: Hak Teâlânın ona verdiği ahlâk sayısı nedir?

Cevap: Ona verdiği ahlâk sayısı 300 dür. Resulüllah efendimiz bunun hakkında, Hak Teâlânın 300 ahlâk sıfatı vardır, bunlardan birisiyle bezenenler Cennete girer, buyurmuşlardır.

Bu 300 ahlâk Âdem aleyhisselâmm kalbine yerleştirilmiştir. İnsanlardaki kemal yükseklik ve eksikliği hep bu 300 ahlâktan gelir.

Böylelikle tam kemal sahibi olanlar bulunduğu gibi eksik olanlar da vardır. Bu ahlâk rastgele kazanılamaz, bu amel ve kazanç dışıdır. Bu Hak Teâlânm insana olan bir bağışıdır ki, onun peşinde koşmak beyhudedir. Çünkü bunun bir işareti ve izi yoktur.

İlâhi tecelliler ancak bu ahlâk tekamülü ile elde edilir. Ahlâk üç kısma ayrılır:

·        1 — Öyle bir ahlâk vardır ki yaradılışı yönünden ancak bu ahlâkla ahlâklanır.

·        2 — Öyle bir ahlâk vardır ki, yaradılış ve Allah ile ahlâkla-nır.

·        3 — Öyle bir ahlâk vardır ki ancak Allah ile ahlâklanmış olur.

Özellikle 300 ahlâk budur, bunlarında Cennetlerde bir Cenneti vardır ki, ancak bu ahlâk sahiplerine hazırlanmıştır ne mutlu bu ahlâklardan kazanmış olanlara.

·        47 — Kırkyedinci soru: Ahlâkın hazîneleri kaçtır?

Cevap: Mevcudat çeşidinin ve benzerlerinin sayısı kadardır. Şahıs olarak sayıları bulunmaz ama, hazine olarak sayıları bellidir. Buna hazineler denmesinin sebebi ahlâkın bir yerde ve bir kalpte toplanmış olmasındandır.

Genellikle ahlâkın hâzineleri üçtür, zati hazineler, İlâhî adlara intisap hâzinesi, fiillerden çıkan fiiller hâzinesidir.

Bu üç hâzineden her bir hazine bir çok hâzinelere açılır. O hazineler de diğerlerine açılır ki, böylelikle bu hazineler sonsuz, ve sayıları belli değildir.

·        48 — Kırksekizinci soru: Hak Teâlâ 117 ahlâklıdır, bu ahlâklar nedir?

Cevap: Bu ahlâk Peygamberlere mahsustur. Onlara anlatılır ve verilir. Bunların anlatılmasından çok zevkler çıkar ki bunun sayısını ancak Allah bilir.

Bu ahlâktan biri toplama ve dağıtma ahlâkıdır, bu gayret ve hikmet sahibi Allahtan çıkmıştır ki bu ahlâkla görünmeyen nuru halk etmiştir. Bu en büyük bir marifettir ki nur örtüle-mez ve gizlenemez. Bunun lezzeti maniaları ve örtüleri açması ve aşmasmdadır. Acaba buörtü ve manialar nedir desek, işte o mania ve perde sensin. Sen kalbin örtüşüsün bilemezsin, sen olmasan izini onda göremezsin...

Bu ahlâktan biri de kol ve el ahlâkıdır, bunun anlamı da kuvvet ve güç ahlâkıdır, bu kalplere ve onun sahiplerine verilmiştir, bunun da basamakları vardır.

Bu ahlâklardan biri de, vücud bulmada, benzer sebeplerin yok edilmesi ahlâkıdır. Bunların da basamak ve dereceleri vardır ki buna ancak Endülüsteki iklimde ayak basmıştım, bunlar 100 basamak idi, ancak Endülüs iklimine mahsustu.

Şu bilinmeli ki her yer parçasının ulvi âlemde bir ruhaniyeti vardır ki, daima ona bakmaktadır. Bu ruhaniyet İlâhî gerçekliktir. Bu İlâhî gerçeklik de İlâhî bir ahlâktır. Bunlardan başka diğer ahlâkların basamak ve mertebeleri, biraz daha aşağıdır.

Bu ahlâklardan her birinin Cennette dereceleri vardır ki buna ancak bu ahlâkla ahlâklanmış olanlar erişebilirler. Yukarıda saydığımız bu dört ahlâk katında her biri, sayılarına göre durakları vardır. Bu ahlâklardan 13 de Hak Teâlâya mahsustur. Geri kalan ahlâklarda Cennete girecek Cennet ehline verilmiştir.

·        49 — 50 — Kırkdokuz ve Ellinci sorular: Bu ahlâklardan kaçı peygamberlere ve kaçı da Resulüllah Efendimize verilmiştir

Cevap: Bu ahlâklardan ikisi istisna edilerek geri kalanın tümü peygamberlere verilmiştir.

Resulüllah Efendimize de, inayeti ezeliyenin yardımiyle bu ahlâkların tümü eksiksiz olarak ona verilmiştir. Hak Teâlâ kitabında:

Hak Teâlâ kitabında:

“Tilkerrusulü faddalnâ ba'dahüm a'lâ ba'din.”

demesiyle Peygamberler arasında ahlâk sıfatlarının da farklı olduğunu işaret etmektedir. Şunu bil ki, Hak Teâlâ halkı yarattığı vakit bunları sınıflara ayırmıştır. Her sınıfta iyi ve doğru zümreler yaptı, bilhassa iyi ve doğru olanlardan îman sahiplerini seçip ayırmıştır, bu îman sahiplerinden de özellikle evliyaları seçmiştir.

Bu özel kişilerden de öz olarak Enbiyayı çıkarmıştır, bu özlerden de, şeriat Enbiyasını çıkarmıştır. Bu temiz ve iyi kişilerden de, az bir topluluğu seçerek bunlardan Allah elçileri anlamına gelen Resulleri çıkarmıştır. İşte bunlardan birini ayırarak bütün mahlûkata hâkim yapmıştır ki; o da Resulüllah (sal-lallahü aleyhi ve sellem) efendimizdir. Ona kendinden sonra en yüksek şeref ve makam payesi vermiştir. Ve onu kâinatın değişmez efendisi yapmıştır. Ve ben insanların efendisiyim de-dirtmiştir. Kendisi bunu bir iftihar vesilesiyle söylememiştir, kendi nefsinin kendisi için değil, dünya kullan çn Hak tarafından yaratıldığını bildiğindendir, bunun için söylemiştir.

Bu sebeple kendisi kendi efendiliğiyle iftihar etmeyip, kâinattaki mahlûkata aidiyetinden, kâinat için bir efendi olarak gönderilmiş olduğunu anlatmak istemiştir. Şunu bil ki, Allah tarafından yaratılan her yaratık İlâhî yöne intisabı vardır. Muhakkak surette kendisinde bu izler belirir. Bu nesebi ve izi bilen kişi Allah’ı biliyor demektir. Nesebi ve izi bilmeyen kişi de Allah’ı bilmez.

Mümkünlerin nesebini, istemesini bilenler, âlemi bilmiş olurlar. Nesebin ulviyetini bilenler, Hakkın zafiyetini selbi olarak bilirler, böylece artık Hak Teâlâ ne nesebi kabul eder ve ne de nesep onu ister.

Peki, nesebi kabul etmediğine göre neden âlemi kabul etsin? Çünkü nesebi kabul ederse kendisi de âleme benzemiş olur. Bu yönden Hak Teâlâ alemden birisi olamaz. Ve onun ulviyetine yakışanı da bu iki mana ve sözdür.

“Lâ ilâhe illâ hüvel a'zîzül hakîmü.”

·        51 ■— Ellibirinci soru: Minnet hâzineleri ilerdedir?

Cevap: Düşünen ve arzulayanın içindedir. Yani, sana ve ona intisabı olan düşünce sahibi iyi bir insanın elindedir. Sen iyi olmak zorunluğundasm, iyilik nerdedir? Ondan bir mecburiyet yoktur ki, netice birdir, öyle ise iyilik nerdedir?

“Ve lev şâallâhü femâ şâe ve in yeşe' yüzhibküm.”

Allah isterse yapar, neyi yapar? İsterse sizi gönderir. Burada artık hadiselere yer yoktur, hadisenin yeri ve benzerleri bellidir ki. O bu hadiseleri onda yapmıştır ki bunun belli olması imkansızdır.

“Ma ye'tîhim zekere nıinerrahmâni min rabbihim muhdesün.”

Buradaki zikir, Hak Teâlâ’nm sözüdür. Onlar da bu hadis olmuştur. Hak Teâlânm sözü de onun ilmidir. İlmi ise Hak Teâlâ-nın zatı olmuş olur. İşte onlarda hadis olan budur ki bu da minnet hâzineleridir.

Minnet ise onlarda olan hadisenin zuhurudur.

·        52 — Elliikinci soru: Sai ve amellerin hâzineleri nerdedir?

Cevap: Amel sahipleri çalışmalarını cesetleyip toplayacak olurlarsa bunun hâzinesi hayal yani tasavvur olmuş olur. Bu hâzineyi de nerde saklayacağını düşünürse ve isterse, bunun yeri Sidretül münteha’dır.

İlâhî hazînelerden, kendisine düşen ve saklamasını istediği, Elhafîz Elalim gibi İlâhî adların muhafaza edileceği bu sai hâzineleri 5 dir. Altmcısı yoktur.

Allahın kolları ikidir (Amil - ve Mamul bihi) yapan ve yaptırandır. Burada yaptıranı bırakalım da, yapana bakalım, maksadımız çalışmaların yürütülmesidir.

' Bu çalışma ve şayi yaptıranlar üçtür. Bunlardan biri haktır, biri de hakla beraber olan, ve diğeri de halkı yapandır. Bunların üçünün de sai ve çalışmada rolleri vardır. Hak Teâlâ bunlara doğru teveccüh eder ve koşar. Buradaki koşma ve süratli ilerleme Hak Teâlâ’nm şiarıdır.

Bu yönden:

“İnnallâhe lâ ya'mel hattâ temellû.”

bu Hak kelâmı sahih hadisinde isbatlanmıştır, senedi vardır. Hak olan amel sai ise, binefsihi kendini beğendirmek için karşılığını ister. Burada âmil olan hak karşılığı olan gerçeği vermez muhakkak ki bir karşılık verilmesi icab eder, burada verilecek karşılık ancak medih ve senadır. Başka bir şey değildir. O bunu ameline ve sayma karşılık kabul etmiş olur. Bu amil ise haktır ki, hiç bir eksik ve fenayı kabul etmez.

Eğer yapılan iş iyilik ve kötülüğü, veya ne iyilik ve ne de kötülüğü tazammum ediyorsa bu amel amile izafe edilmez. Çünkü o bunları yapmaya mahkûm değildir. O bu gibi hükümler1 den uzak ve temizdir.

Çünkü o en kemal sahibi bir zattır, yeri ince ve yüksektir. Cennette zevk ve nimetler içindedir. Bu ameli ve şayi dolayı-siyle ancak Adem Cennetlerinde oturur, halbuki amel, amel olduğu için bütün Cennetlerden kısmetini ister, sahibine döner ona bir binek olmuş olur, bu binekle tüm Cennetleri dolaşmış olur. Hak Teâlâ:

“Netebevveu minelcenneti haysü neşâü.” buyurmuştur ve bunu bu sözle ikmal eder.

“Feni'me ecrulâıiıilîne.”

buradaki amilin bu amiller değildir. Bu hak ve hukuk ile yani doğruluk ile yani doğruluk ve ahlâkla yürüyenlerdir. Onları bu âyetle sena etmektedir. Burada        “Ni'me” ve

“Bi ’se” kelimeleri hem medih ve hem de zem için kullanılmıştır. Buradaki amil ise haktır. Buradaki senanın da hakkı vardır. Ni’me

 “Ni’me”

Kelimesi de medih ve tahmid anlamına gelir.

Bu açıklamayla bu âyetin inceliği anlaşılmış olur. Sai ve ameller yönünden her amilin bu fasılda meselâ bunlardan, muattal, müşrik, kâfir cahid, münafık gibi sayyü ameline göre bir giriş yeri vardır. Zaten şekavet merkezi de bu beş ameldir. Bunları tek tek açıklayacak olursak dersimiz uzamış olur. Bunlardan her biri istediği gibi yoluna devam etsin, mutlak adlandırılmış bir ecelle karşılaşacaklardır. Ben, Haktan korkanlara ve korkmayanlara hitab ediyorum. Hak Teâlâ istediğine rahmetini verir, bu rahmete minnet rahmetidir. İşte sai ve amellerin hâzinesi budur.

·        53 — Elli üçüncü soru: Enbiyalar nereden verilir

Cevap: Enbiya iki nevidir, 1 — Şeriat enbiyaları, 2 — Şeriat-sız enbiyalardır. Şeriat enbiyaları da iki kısmıdır, özelliğinde teşrii hükmü dan Enbiyalardır. Hak Teâlânm işaret ettiği gibi:

“İllâ mâ harrame isrâîlü a'lâ nefsihi.”

diğeri başka teşrii hükümleri taşıyan Enbiyadır ki bunlar da Resullerdir. Resul olan Enbiyalar ise (Mülkül Melik) yani padişah mülkünün çevresinden gelir. Mürsel olmayan, yani gönderilmeyen Enbiya ise ihtisas çevresinden gelir.

Özel ruhla vahiy olmayan evliya ise kerem çevresinden gelir. Fakat azametli genel bir daire olan mutlak ve gerçek nübüvvet, bunu kime hediye etmiş ve vermiş ise, bunun sebebini kimse bilmez, bunu ancak Allahla o nübüvvetle gönderilen bilir. Meselâ rahmet kapısından gelenlerden biri Hızır aleyhiase-lâmdır onun hakkında:

“Teynâhu rahmeten min i'ndinâ.”

işte ona rahmet ilmi verilmiştir ki onunla zuhur etmiştir. Hak Teâlâ şeriatı olmayan bir Nebiye mutlak bir nübüvvet vermiş değildir. Ben sayılarını bilmediğim bir çok Allah velilerini gördüm, ve onlardan faydalandım.

Mukayyed ve özel bir şeriatla gönderilenlerden biri dahi bu gün yoktur. Onlar ancak muvafakatle görünür, bu muvafakatte müjdelerdir, şeriatlarla bağlanmış olan nübüvvet sahiplerinden, bugün ve bu zamanda bulunanlar Ilyas, İdris, ve ba aley-hisselâmdır.

Hızır aleyhisselâm hakkında kati hüküm yoktur, kimi nebidir der, kimi de velidir der. Bunun doğrusunu ancak Allah bilir.

·        54 — Elli dördüncü soru: Hadisci evliyaların hâzineleri ner-dedir?

Cevap: Hak Teâlânm çevresinde ve karşısmdadır. Hislerinin his ettiği ve gözlerinin gördüğü İlâhî mazhariyetlerin tümü Hak Tealânm çevre ve huzurundan onlara gelmektedir.

Resulüllah efendimiz bu bâbta: Şayet imam namazda Semi-allahü lîmen hamide derse, siz de ona karşılık Rabbena vele-kelhamd sözü ile karşılık verin buyurmuşlardır.

Hak Teâlâ bu kavliyle Semiallahü İlmen hamide demesi, bu keyfiyet Hak Teâlânm kullariye konuşmasıdır (kelamıdır). Bunun karşılığı yani ecri Hak Teâlâ kelamının duyulup anlaşılmasıdır. İşte burada Hak Teâlâ çöl adamiyle Peygamberlerimizin diliyle konuşmuştur. Çünkü Kuban-ı Kerimi o kula o dille okuyan Peygamberimizdir. Kuban Allah kelâmıdır. Hak Teâlâ:

“Mâ ye'tiyehüm min zikrin min rabbihim muhdesün.” bu Allah’ın kelâmı olduğu eski olmasma rağmen bu olay onlarda olmuş. Resulüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimiz hazreti Ömer’in hadiscilerden olduğunu beyan etmiştir. Evet gerçek olarak bu ulu şahsiyyet onlardan biri idi. Ben Hak Te-âlânın Peygamberlerle değil evliyalariyle hadisini istiyorum.

Biliyorsunuz ki varılan mertebelere göre zevklerde değişmiş olur, burada evliyaların hadis hâzinelerinin mekânı sorulmuştu, sorunun özü bu idi. Velayet kapısı açık olduğu için bizler bu vadide gözlerin inkâr edemeyeceği bu yönü konuşalım, en kâmil ve . olgun Muhaddisler,/7?a& Teâlâ hakkmdaki Peygamberlerden naklen söylenenleri anlatan.] her şeyde Hak Teâlânm hadisini iyi anlayanlardır. Bunlar gerçek olarak semâ ehlidir. Ondan duydukları gibi naklederlerse bu bir Hadis/HoA Teâlâ yönünde Peygamberlerin o fikir üzerindeki ifadesi.] olmuş olur. Duydukları şeylere kendilerinden cevap verirlerse bu bir Mu-ha.dese[Karşılıklı konuşmadır.] olmuş olur. Onun hakkında bir şey duyarlarsa bu bir hadis değil bir hitap olmuş olur.

Hakikatler ehli münacatı yasaklamamış Hak Teâlâ ile konuşmayı yasaklamışlardır. Çünkü Hak Teâlâ kendi çevresinde kimseyi konuşturmaz ve hiç bir kimse Hak Teâlâ ile konuşacak cesareti gösteremez. Yalnız o istediği kul veya arzuladığı kimse ile konuşur.

Fakat kullar tıpkı gece müsameresine çıkan Müteheccit’ler gibi ancak yalvarır ve ona çağında yani münacatta bulunurlar, yalnız konuşamazlar. Bütün âlem hadisçi evliyaların hâzineleridir. Yeter ki, onu duysunlar. Evliya makamları içinde en az dereceli olanlar hadîsçilerdir. Fakat halk arasındaki dereceleri çok yüksektir, zira ilimleri kendi zevklerinden olmayıp nakli veya fikrî bilgilerden başka bir şey değildir. Fakat susan ve konuşmayan Muhaddisler de Allahın hadisi, yani resim âlimlerinde, hadisi Hal anında konuşurlar, bunlar kendi hallerinden duyduklarını anlayan ve anlatan kişilerdir.

Keşif ehline gelince! Nasıl ki yaşayan bir insan, hayaliyle değil hissiyle her şeyi duyar ve işitirse, bunlarda cemadatm, nebatatın, hayvanatın konuşmasını his edip duyarlar.

Şunu bilin ki, bu Dünyada veya kâinatta var olanlardan susan ve ses çıkarmayan bir şey yoktur. Aksine olarak cümle mevcudat konuşur, bunların konuşmaları Hak Teâlâ’yı zikretmek ve tesniye etmektir.

Gerçek şudur ki, vücud bulan her şeyin konuştuğudur. Fakat bunların konuşması duyulmaz, çünkü sessizdirler.

Vücud bulan her şey Allaha bakan bir gözdür. Allahtan gayri her var olan varlık, sessizdir konuşmaz. Bunlar hep dış görünüşlerdir, konuşma da zahirî niyette olur. İnsanın vücudunu kaplayan deri: Her şeyi konuşturan Allah bizi de konuşturdu der, zahiri rüyette, yani dış görünüşlerde konuşma asildir. Susmak ve ses çıkarmamak, mahcubiyetten ileri gelir, benzerlerdeki sessizlik, ve konuşmamak asildir, bunlar batınî konuşurlar, bu da utanan kimsenin sessizliğine benzetilir, bu sebeple ses ve harfi inkâr etmek veya bunları beğenmek ehli keşif nazarında özür ve kabahat sayılır.

·        55 — Elli beşinci soru: Hadis nedir?

Cevap: Rabbinden olmayıp ondan duyulana Hadis denir. Allahtan duyarsa bu hadis sayılmaz.

“Küntü semeu'llezî yesmeu' bihî.”

Onun işittiğini işidir kulak olmuştum. Şunu bil ki, Hak Teâlâ-nın vasıflarından biri de bizatihi her şeyi duyup işitmesidir.

Bunu inceler isek, her İlâhî adın bir ifade nisbeti vardır. İnsanın ise bu adlar hakkında hissen ve aklen değişik yer ve düşünceleri vardır. Bundan dolayı bu lezzetleri aklen ve hissen insana veren Uluhiyettir. Çünkü bu âleme göre o bu sıfatı taşır.

Hak Tealâ

“Yeselühü men fissemâvâti veİardi külle yevmin hüve fî şe'nin.”

kâinatta vuku bulan her hal ve İlâhî şanın gözüdür. îlâhiyyat ilminde sabit olmuştur ki Hak Teâlâ iki şahsa aynı surette görünmez, ve hatta bir şahsa dahi iki kez aynı şekilde görünmez. Hak Teâlânm her tecellisi o şahsa bir kelam olmuş olur. Bu tecelli ile o haldeki kelama da Hadis adını verirler. Bu hadis hiç bir şekilde zeval bulmaz, ebedidir. Yeter ki insanlar bunun bir hadis olduğunu anlamış olsunlar. Bazı insanlar bunun bir hadis olduğunu bilmezler, bana şu veya bu göründü derler. Hak Teâlânm ona bu hadisi göndermiş olduğunu bilmez ve tahmin etmez, çünkü o kişinin Hak Teâlâya açılan anlayış gözleri kapalıdır, bu sebeple bilmez. Bunun bir hayal mahsulü hatırlayış olduğunu hesab eder. Çünkü bunlar bu idrakleri dörde bölmüşlerdir. Fakat hadiste taksim yoktur.

Hadis başlıbaşına tam olarak hadistir. Hadisin kısımları ise o hadisi anlayan zevattadır, demek istiyorum. Bazıları buna şeytanî düşünce derler, bu da Hak Teâlânm isteğiyle Hak kelâmı olduğundan rabbani bir hadis olmuş olur.

Hak Teâlâ tasavvur ettiği şeye Kün deyince o da kân olur, nasıl ki, yakin ad olan melekî düşünce hadisi İlâhiyi aldığı gibi, uzak ad ta ona münacatta bulunur. Nasıl ki Müridin nefsi, düşünce adı hadisi İlâhiden aldığı gibi ve yine rabbani düşünceden Hafiz adım aldığı gibi Allah ehli de bu his edeceği İlâhî hadisleri ondan almış olurlar .

Cümle âlem katlarına göre hadislerine devam etmektedir. Anlayış rızkı ondandır, diyip öğreten muhaddis gerçek hadis ehlindendir. Çünkü her işittiği şeyin şek ve şüphesi olmadan bir hadis olduğunu anlamıştır. Şunu bil ki bütün kelâm ve hadisler iştilmesi eskimiş bir olaydır, bunu öyle bil.

·        56 — Ellialtmcı soru: Vahiy nedir?

Cevap: Söz yerine geçecek bir işaretin sözsüz bir izidir. Veya şöyle de diyebiliriz, bir mana yerine geçecek bir mana işaretinin izidir. Burada vahiden murad işarettir. İlkten anlayacağımız ve anlatacağımız budur.

Anlayışın, anlatıştan ve anlaşılandan daha süratli olduğudur. Sende bu incelik olmazsa, sen vahiy sahibi olamazsın, burada vahiy sürattir. Bundan daha süratli bir şey tasavvur edilemez, bu bir kelâm misaliki buna vahiy derler. Böyle olduğundan zatıma bu yön tecelli etmiştir.

Aldığımız haberden Hak Teâlâ vahiy voliyle konuşursa, sanki bir SafvanfÇo^ soğuk bir yer - veya kaypak ve soğuk bir taş silsilesi.] sisilesi üzerindeymiş gibi bütün melâikeler donup kalır.

Hak Teâlâ Musaya görünmek için, Musanm bulunduğu yerdeki dağda tecelli edince dağ parça parça dağılır, Musanın örtü ve hicabı bu idi. Çünkü, Allahının emrine itaatla ona dönmüş bakıyordu, dağın parçalanmasiyle onu görmüş oldu. O anda kaskatı kesilerek yere kapanması bir oldu. İşte bu hissin oluş şeklidir. Hak Teâlânm kelâmını işidenler nefislerinde vahiy izini sınırlandırmazlar. Bunu ancak İlâhî işlerle uğraşan arifler bilir. Çünkü bu âlemde vahyi İlâhî bu şekilde tecelli eder. Fakat bunu duymazlar. Vahiy haber verilecek bir şey hakkında kökü imana bağlı bir emri İlâhinin süratlandırılması olmuş oluyor.

Bu da, henüz doğmuş bir çocuğun annesinin memesini tanıyıp alması da İlâhî bir vahiy izidir. Hak Teâlâ bunun için:

“Ve nahnu akrebü ileyhi minküm velâkin lâ tübsirûne.” bizler ona sîzlerden daha yakınız fakat bu yakınlığı sizler göremezsiniz buyurmuşlardır.

Ve yine şehidler için:

“Ve evhâ rabbüke ilennemli enittehizî minelcibâli büyüten ve mineşşeceri ve mimmâ yagrişûne.”

Allah uğrunda ölenlere (şehit olanlara) ölmüşlerdir demeyiniz, onlar sağdırlar fakat siz bunu his edemezsiniz.

Ve yine Hak Teâlâ:

“Ve lâ tekûlû limen yuktelu fî sebîlillâhi emrvâtün bel ahyâün velâkin lâ teşu'rûne.”

Rabbin, arılara vahiy ile emir vererek dağları, ağaçları kendinize mesken yapın oralarda toplanın, buyurmuşlardır. Şayet arılar bu vahyin emrini anlamamış olsalardı bu yaptıklarını yaparlar mıydı?

Şayet kelâm bir vahiy ise muhalif olan kimse artık bunu düşünemez, onun hakimiyeti mukavemetten daha kuvvetli olur.

Hak Teâlâ’nm:

“Ve evhaynâ ilâ ümmi mûsâ en erdi'hi feizâ hifte aleyhi feelkîhi filyemmi.”

Hak Teâlâ Musanın anasına, Musayı emzirmesi için emrimiz olan vahiyi gönderdik, gayet ona korkuyorsan onu denize at, buyuruyorlar. Evet o da onu korumak için Allah’ın emrini yerine getirip onu tereddütsüz denize bırakmıştır. İnsanlık ta, bu ananın çocuğunu bir tabuta koyarak denize atmasını insanlığa yakışmayacak bir hareket olduğuna dair bir hüküm vermemiştir. Demek burada vahiy en kuvvetli hakimdir. Veya koruyucu bir yargıçtır. Bu yönden Hak Teâlâ:

“Ve nahnu akrabu ileyhi min hablilverîdi.”

bizler ona şah damarından daha yakîniz, buyurmuşlardır. Burada insanın şah damarı onun kişiliğinde olmuş oluyor.

Ey Evliya dostum! Şayet Hak Teâlâ sana bir vahiy verdiğini düşünürsen tereddüt et, etme dön kendi nefsine bak, şayet bu yönde fikir ve tasavvurunda ve tedbirinde bir iz bulursan, sen vahiy sahibi olamazsın, çünkü o seni egemenliğinin altına almış kör ve sağır etmiştir. Düşünce ve tedbirlerinin arasına girerek seni bunlardan ayırmıştır. Netice sen de hükmünü yapmıştır. İşte bu vahiydir, sen de bu vahyin yanında onun dostu olmuş oluyorsun.

İnsan haddizatında bünyesinin akşamı yönünden Allah’ı tanır, tam teşekkülü yönünden Allah’ı tanımaz ve bilmez, ancak kendi vücudunun akşamını tanır ve bilirse o vakit cahil olan, âlim olmuş olur.

İnsan vücudunun akşamında ne gibi sırların saklandığını bilemezsin? Bundan dolayı insan, yapılış'yönünden her vakit vahiy sahibi olamaz.

·        57 — Elliyedinci soru: Enbiya ile muhaddisin arasındaki fark nedir?

Cevap: Teklif ilminin, teklif cevabı vardır, nübüvette gerçek bir teklif ilmi vardır. Şeriat enbiyaları, veya mutlak nübüvvet sahipleri istemiş olsalar, hadisçilerin hadislerine doğrudan doğruya bir cümle dahi teklif yapmaz. Çünkü hadisçiler bunlardan bir kısmının sahibidirler. Kendisine vahiy olacak, şeriatı olmayan bir peygamberse, o evliyaların başı sayılır. Bütün makamlarla, şeriat sahibi enbiyalar gibi, şeriatı olmayan ve İlâhî adları tazaminun eden makamları kendinde toplamış olur. Bu gibi enbiya, kendine ait kanunları Ruhul Emin aracılığıyla mülk sahibinden almış olur.

Fakat hadisçide ise, hadisten başka bir şey yoktur. Her peygamber bir Muhaddistir; fakat her muhaddis bir peygamber olamaz.

İşte bu muhaddisin ise evliya olan enbiyalardır. Şeriatı olan enbiyalar ise, ruhlar bunların kalplerine emir ve nehiy ile inerler. Bunlardan gayri olanlar diğer şeriatı olmayan enbiyalar gibi, kâinatta olan ve biten şeyleri, haberleri İlahî bilgileri ve gizlilikleri aracı ruhiyle, almış olurlar. Şayet bu muhaddis mutlak nübüvvet sahibi çıkarsa şeriatı olan peygamberlerin görülen hükümleriyle, meselâ, adam öldürmek, mal zaptetmek, veya buna benzer şeriata mugayir bir fiilde bulunmak gibi, hareketleri önlemek için o hükümleri yürütür.

Şunu bil ki, şeriatı olmayan bir peygamber şeriatı olan bir Resule tâbi olur. Böylelikle bu peygamberin şeri taşıyan bir Resule tabi olarak vereceği hükümler, diğer Resullerin hüküme-riyle değişmiş olur. Böyle bir kişi resullerden biriyle karşılaşacak olursa, meselâ Hızır Aleyhisselâmm Musa Aleyhisselâmla buluşmasından Hızırın bir çocuğun katline karar veren bir hüküm çıkarmış olması. Musanın da bunu inkâr etmesi gibi bir anlaşmamazlığa yol açmış olur.

Burada Musa Hızıra: Benim Şeriatımda bu şekilde çocuk öldürme yoktur der. Hızır ise, ona bunu ben arzumla yaptım der. Çünkü, Hızır aleyhisselâm, Musadan önce başka bir Resulün şeriatı hükmiyle hareket etmiştir ve ona tabi idi. Bu sebeple Musaya çekinmeden o hükmü kullandığını anlatmıştı. İşte bizde Hâkim ve Kadılar, Resulüllah efendimizin şeriatı hükümleriyle hüküm verirler. O çeşit ahkâm böylelikle enbiya olan evliyalardan çıkmış olur.

Eskiden, Resuller zamanında bu anattığımız şeylerin yapılmasında cevaz vardı, diyecek olursak, bu gün hâkim olan bir tek şeriat vardır ki bununla evliyanın enbiyası bu şeriat ahkâmından başka bir hükümle gelebilirler mi ? Veya başkaca bir hüküm verebilirler mi, sorusuna, hayır da deriz, evet de diyebiliriz.

Hayır demiş olsak, kendi reyiyle bir hüküm veremez deriz. Evet dersek, şafii, kendine muhalif olan hanefîye göre, kendi hükmiyle hükmeder ki, her ikisi de Muhammed aleyhissalâtü vesselamın şeriatı sayılır. Fakat bu iki hüküm arasındaki fark ve karar, Resulüllah efendimizin getirdiği şerh uymamış olmasıdır. Bu sebeple burada enbiyanın ödevi ve Hak Teâlâ hakkın-daki bilgileri, Resulüllah efendimizin şeriat hükümlerini evliyaya haber vermesi iktiza ediyor.

Veya Resulüllah efendimizi şahit göstererek, Ahmet şafii, İmam Malik Ebû Hanife gibi mezheb imamlarının kendilerine nakil yoliyle gelmiş olan ve doğrulanmış bir hadis hükmünün doğruluğunu onlara haber verir. Bunun üzerine velî olan enbiyalar, mezhebler arası hüküm tartışmaları üzerinde durdular. Anlattığımız ve bunlardan öğrendiğimiz gibi Muhammed’in şeFi bu hükme uymadığı görülür. O söylenen hadiste doğru olmadığı anlaşılır ki bunun zıddı olan bir hükmü de onların imza etmeleri icab eder. Burada nazar sahibine de düşen bir ödevde, şayet bu hadisi isbata bir delil bulamayıp, başka bir hadise is-bat bulursa her iki yolda içtihadının hakkını ödemiş olur.

Bu içtihat sahiplerinin içtihatlarını ve bunların isbat ettiği neticeleri haram ettirerek yasaklamış olur. Çünkü bunların tümü bir seri’ sayılır.

Zamanımızda böyle olayları çok gördük, ve bunları vaktimizin âlimlerinden taktık. Biz onları mazur görürüz, çünkü bunlar bir delil veya isbat bulamamışlardı. Daima zan ve şüphe içindeydiler. İşte bu ahkâm bilginleri Allah’a hamdetmeyi düşünmüyorlardı, şayet görüşlerinin hakkını ödemiş olsalardı, Şafii, Malikiye hükmünü teslim ettiği gibi onlar da ona hakkını teslim ederlerdi.

Teslim aldığı bu hükümle hâkim bir hüküm vermiş olsaydı bu hüküm bozulmazdı, Allah’ın rızası üzerlerine olsun, böylelikle nefislerine bu kapıyı açmış olsalardı, dinde bozukluk yapmaya çalışan, sözde hak arayan iş sahiplerine bu kapıyı kaparlar ve ona, bizim bu kapıyı kapamamız bunlardan hakkı olana zarar vermez derlerdi. Bu hareketleri de doğru ve iyi olmuş olurdu, biz onların bu gibi hareketlerini doğrular ve selâmlarız. Allah’tan onlara tam ecir ve sevap dileriz.

Bütün bu anlattıklarımızdan muhaddislerin sıfatiyle enbiyanın sıfatını anlamış oldun. Allah istediğine-doğru yolu gösterir.

·        58 — Ellisekizinci soru: Bunların mekanı nerdedir?

Cevap: Tabiin, metbua göre mekanı izi üzerindeki istikamettir. Şeyhimiz Muhammed Bin Kaid bir konuşmasına, Onun huzuruna girerken önümde ayak izleri gördüm, bana, bu ayak izi peygamberinin ayak izidir dendi. Bunu duyunca içime rahatlık gelmişti demişti.

Şunu bil ki: Bu Muhammed sallallahü aleyhi ve sellemin devleti, tüm peygamberler ve Allah eçilerinin ayak izlerini bir araya toplamıştır. Her hangi bir evliya önünde bir ayak izi görürse o iz, tabi ve varisi olduğu peygamberin ayak izi olmuş olur.

Fakat Resulüllah efendimizin ayak izine bu güne kadar kimse basmamıştır. Şeyhimiz Muhammed Bin Kaid’in ve başkalarının Muhammedi olarak gördüğü ayak izleri, o zatın tabi ve varis olduğu peygamberin ayak izidir. Bu sebeple ona gelen hitapta bu Muhammedin denmiyerek, bu peygamberinin ayak izidir denmiştir. Böylelikle bu izlerin. Muhammedin izleri olmadığı anlaşılır.

Şayet bu şeyhimiz bu hitabın ne demek istediğini anlamışa o kemal sahibi ve hadis ehli olmuş olur. Yok, şayet o hitaptan bu izin Resulüllah efendimize ait olduğunu anlamışsa, bu zatın anlayışında ve fikrinde bir bozukluk olduğu anlaşılır.

Şu nokta bilinmeli ki, hiç bir kimse bir peygambere tam kemaliyle varis olamaz. Şayet böyle olmuş olsaydı, varis olan da peygamber olurdu. O peygambere verilen ruhtan ince melekî bir kısmı uzanarak varisi olan şahsın kalbine girerek ona hitap eder, o da ona kendi hal ve kudretine göre seslenmiş olur. Bazı Allah aşımları, Allah seni mutasavvıf, hadisci yapsın derler. Peygamberlerden olan yerlerimizi öğrenip bilmek ve bu manevî elbiseye sahip olmak bizlere vacip olmuştur.

“Ve lev caa'lnâhu meleken lecaa'lnâhu reculen ve le-lebesnâ aleyhim mâ yelbisûne.”

Şayet dünyada rahatlıkla yürüyen melâikeler olsaydı, gökten onlara bir elçi melâıke gönderir bu kişi olmuş olsa dahi bunu melâike görünüşü suretine sokar ve giydirirdik buyuruyorlar.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar