Print Friendly and PDF

MEVLANA/ DİVAN-I KEBİR cilt 7…1. Bölüm 2. Kısım

Bunlarada Bakarsınız

 


Hazırlayan : Abdülbâkiy GÖLPINARLI

XXXII

Kasd-ı cefâhâ nekonî ver bekonî bâ dil-i men

Vâ dil-i men vâ dil-i men vâ dil-i men vâ dil-i men

Cefa etmeye kasdın yok ama bir de gönlüme cefa etmeyi kurdun mu, vay gönlüme, vay gönlüme... Ah gönlüme, eyvah gönlüme.

Bana kastettin mi düşmanım sevinir. Sonra da bu yüzden ya senin gönlün yaralanır, ya benim gönlüm.

Şaşırmış kalmış, delirmiş gitmiş gönlüm. Başsız-ayaksız gönlüm. Seher çağlarında her yana gitmiş benim gönlüm.

Kendinden geçmiş bir deli, gönlüm; kanlarla dopdolu bir ev gönlüm. Hem durmada, hem dönmede gönlüm; Süreyy a yıldızının da üstünde gönlüm.

Sana yanmış yakılmış, senin yüzünden arıklaşmış; senin incini aramada; gelmiş de deniz kıy ısına otağ kurmuş gönlüm.

Kimi y anar, kavrulur da kokusu düny ay ı tutar gönlümün. kimi de rebâb gibi inler, nağmeler çıkarır şu gönlüm.

Şimdi ağlamaktadır, suçuna bakılmaz... şimdi savaşlara dalmıştır; şimdi Zümrüdüanka’nın peşine düşmüştür. Kafdağı’ndadır gönlüm.

Bir çocuk olan gönlüm şu gece dadısından süt emmez. gece dadısının göğsünü kara buldu galiba gönlüm.

Mûsa bir taştan su kaynattı, ırmak akıttı ya. Tanrı hikmeti de akan bir ırmak; Mûsa’nın taşı şu gönlüm.

Meryemoğlu îsa göğe ağdı da eşeği kaldı ya; işte ben de yeryüzünde kaldım; gönlüm yücelere ağdı.

Yeter artık; şu dilin söyleyişi, gönüle de perde, cana da. Keşke gönlüm ne dilden haber alsaydı, ne söylemeyi bilseydi.69]

XXXIII

Işk-ı tu âverd kedeh por zi belâ-yı dil-i men

Goftem men mey mehorem goft berâ-yı dil-i men

Aşkın gönlümün belâsıyla dopdolu bir kadeh sundu... ben şarap içmem dedim, hatırım için iç dedi.

Onu tanıyış şarabını sundu; ne biçim şaraptı, söyleyeyim sana: Acı, sinici, hoş. tıpkı gönlümün vefası gibi hani.

* Bir yandan da Rûhü’l-Emin geliverdi. bizse böylece sarhoştuk. Gönlümün ululuğunu bir seyret diye yanına koştum.

Tanrı sırlarını herkese gösterme dedi, gönlümle buluştuğu için Tanrı’ya hamd etti, şükürler olsun dedi.

İşte bu olmaz, aşkın gizli kalmaz; gönlümün arılığına perde olabilecek nedir ki dedim.

Aşk kanlar içmeye koyuldu mu, Rüstem bile çaresiz kalır, Uhud Dağı bile paramparça olur; gönlümün de sözü mü olur hiç?

Ne mutlu andır o an ki ay yüzlüm otağıma gelir, girer de lûtfeder, kerem buy urur, gönlümün kaftanının düğmelerini çözer.

Üşümüşsün, bensiz sararmış solmuşsun... daha beri gel de gönlümün havası vursun sana der.

Derim ki: Nerde lûtfun? Kulunu sen ara. senden başka gönlümün bağlarını çözmeyi kim bilir?

Evet der, şimdi gençleşirsin, kabına sığmaz olursun; gönlümün seher yeliyle nerkisten, gülden daha taze bir hale gelirsin.

Derim ki: A her derde o derdin devâsını veren; senden başka devâm yok benim; sensin gönlümün ilacı.

Her ağacın, her dalın meyvesi tanıktır o ağacın, o dalın gönlündekine. Altın gibi sararmış yüzümle inci gibi gözyaşlarım da benim gönlüme tanık.

XXXIV

Kâferem er der du cihan ışk boved bihter ezin

Dîde-i îman şeved er nûş koned kâfer ezin

İki dünyada da bundan daha hoş bir aşk varsa kâfir olayım... Kâfir bile bunu içse imanın gözü kesilir.

Aşk hünerler madenidir, aşk altın madenidir. dost onunla cilvelenir, görünür; deri onunla altınla dolar.

Aşk dudağını açtı mı öylesine şaşılacak bir güzel koku salar ki misk bile duy ar da sarho ş olur, amber utanır gider.

Aşk dünya güzelidir; padişahların, güzellerin anasıdır. Toprak onun yüzünden mücevhere döner, ana onunla övünür.

XXXV

Kû her-i men kû her-i men pâr bemord on her­i men

Şokr Hodârâ ki herem bord sudâ’ ez ser-i men

Eşeğim nerde, eşeğim nerde? Bıldır öldü eşeğim. Tanrı’ya şükrolsun ki başımın ağrısı da dindi.

Öküzüm de ölecekmiş; varsın ölsün, gam yemem... benim güzelim amberimin kokusu ne öküzde vardır, ne öküzün karnında.

Öküz gitmiş, eşek ölmüş, ne çıkar? İki dünyada da güzelim sağ olsun, gönlümü alanım var olsun, yaşadıkça yaşasın, yaşadıkça yaşasın.

Eşeğimin kulağında küpe var. eşek, sonra da altın küpe; şu hale bak da acı; vah benim altınıma, vah.

Baş çeker, yol almaz; nazlanır, arpa yemez. kapıma tezek yığınından bir tepe dikmekten başka bir hizmeti y oktur bana.

* Güzelim bir öküz. gökyüzünde bir Öküz, yeraltında bir başka öküz. şu ikisinden bir sıçradım, kurtuldum mu, bahtın çemberinden geçtim gitti.

Eşeklerin pazarına gittim; o yana bu yana bakındım. gözüm, gönlüm eşeğe de doydu, eşeğin sahibine de.

Birisi, mademki eşeğin öldü, eşek çok, bir tane daha al dedi. sus dedim, eşek yolda bir ayak

bağıydı bana zâti.70]

XXXVI

Hey çi gerîzî çendin yek nefes incâ beneşin

Sebr-ı tu kû ey sâbır ey heme sabr o temkîn

Hey, ne diye kaçıyorsun böyle? Bir solukcağız şurda otur; a tamamıyla sabır, tamamıyla dayanç olan kişi, bunca sabrın, kararın hani?

* Biz, iki üç kişiyiz; yeni ölmüşüz; bekleyip duruyoruz... Telkıynle dirileceğiz, kefenlenmeden kurtulacağız diye o perdenin önünde bekleyip y atmaday ız.

Hadi, kıyamet gününden önce bir üfür geçmişlere de gökyüzü bile duysun, mahşerini beğensin.

Hey, hadi, bizim dilimizle söyle. ama işaretle değil, apaçık söyle; a bütün huyu kan dökmek olan güzel; niceye dek sitemlerle kan içeceksin sen?

Niceye bir ciğerini ısıracaksın, başını yemeyi kuracaksın? Niceye bir iş şöyle oldu, böyle oldu diye kötü haberler vereceksin ona?

A dudağı şekere, gecesi güzelim cennete benzeyen, niceye bir dudağını acıtacaksın onun, niceye bir gecesini karartacaksın?

Hiç bal zehir verir mi, ya da şekerden sirke coşar mı? A uluları bile yanıltan, niceye bir yanıltıp duracaksın bizi?

O dudaklarından ne çıkarsa çıksın; şekeri haber vermededir... ne yaparsan yap, yaptığında lûtuflar vardır, fakat gizli.

Selvi bir çöpe benzer mi hiç; altın bakıra çalar mı? A kıyamet gününün sahibi, sen de kimseciklere benzer misin hiç?

XXXVII

Men hoşem ez lûtf-ı hesan v’ez leb-o lonc-ı toroşan

Men bekesem dâmen-i tu dâmen-i men hem tu

keşan

Aşağılık kişilerin sözleri umurumda bile değil; ekşi suratlıların dudaklarına da aldırış etmem, salına salına gezişlerine de... hoşum ben, eteğini çekeyim senin; sen de çek benim eteğimi.

Kader senin canınla benim canımı birbirine dikmiş. senin kapında hoşum da hoşum, iyiyim de iyiyim ey hoşların, güzellerin padişahı.

Dudaklarını bana sundu; hiçbir dudakta o tat yok. dudaklarından tattığım lezzeti hiçbir dudak tatmamıştır.

Yüzünü ekşiten, boyuna para pul peşine düşen kişi, sirke küpüdür; şekerlerle oturtma, onlarla bir tutma onu.

A bayrak sahibi padişah, ballar içindeyim, balımdan kim tadar dedim. Güzel huylular, y o lları y ordamları güzel olanlar dedi.

XXXVIII

Çun becehed hende zi men hende nihan dârem ezo

Rûy toroş sâzem ezo bang-o fegan ârem ezo

Nasıl gülebilirim ki? Gülüşümü gizlemedeyim ondan... Onun yüzünden yüzümü

ekşitmedeyim, onun yüzünden bağırmadayım, feryat etmedeyim.

Asık suratlılarla alay ediyorsun, gülüyorsun onlara ama bundan kavga çıkar. gülüşümü gizliyorum da onun yüzünden yağmur gibi gözyaşları döküyorum ben.

Bedenim bir ulu şehir. Gam bir yanda, ben bir yandayım; bir yanım su kesilmiş onun yüzünden, bir yanım ateş mi ateş.

Ekşi suratlılarıyla ekşiyim, şekerleriyle şeker. Yüzüm de o, sırtım da o; onun yüzünden kaşımadayım neşenin, çalgının sırtını.

Senin gibi yüzlercesi, benim gibi yüzlercesi, onun yeşilliğinden sarhoş olmuş gitmiş... her damın üstünde onun yüzünden oynamadayım, onun yüzünden el çırpmadayım.

Şekerler yiyen duduyum, şekerden başka bir şey yemem; dünyada nerde bir ekşi varsa ondan uzağım, bezmişim ondan.

Ekşi bir şey verse bile baldır, şekerdir bana. sen onun yüzünden seke seke, topallaya topallaya yürüyorsun ama ben hoşum, rahvan yürümedeyim.71]

Bu yola düşmeyenin yolu tozdur dumandır; ben anayoldayım, o yüzden de dümdüz yürüyorum.

* Gönlüm Mescid-i Aksâ’dır; gönlüm Cennet-i Me’vâ’dır; bütün izim tozum onun yüzünden güneş kesildi, ışığa döndü.

Tanrı kimi güldürürse ağzından gülüşler dökülür onun. sen onu inkâr ediyorsan et; ben tümden ikrar etmedeyim.

Gülün payına gülme düşmüş; ne yapsın, ağlayamıyor... onun yüzünden uyanık gönlümde süsenler açılmada, güller açmada.

Sabır, ben kavuşma müjdesiyle geldim ondan demede; şükür de onun yüzünden ambarım var diyor.

Akıl, onun yüzünden zahidim, hastayım demede; aşk da boyuna, onun yüzünden büyücüyüm, yankesiciyim diyor.

Can boyuna diyor ki: Onun yüzünden inci definesiyim ben. define boyuna diyor ki: Onun yüzünden duvarın dibinde gömülüyüm.

Bilgisizlik boyuna diyor ki: Haberim yok ondan, kendimde değilim zâti. Bilgi de boyuna diyor ki: Onun yüzünden çarşının pazarın en ulusuyum ben.

Zahitlik boyuna diyor ki: Onun yüzünden sırları bilmedeyim, anlamaday ım; yokluk boyuna diyor ki: Onun yüzünden ne gönlüm var, ne sarığım.

Tanrı Şems’im, Tebriz’den geri gelirse bütün

sözlerim onun yüzünden açılır, anlaşılır.

XXXIX

Ey ten-o can bende-i o bend-i şeker hende-i o

Akl-o hered hıyre-i o dil şeker-âgende-i o

Beden de, can da ona kul köle olmuş, onun tatlı gülüşüne bağlanmış. Akıl da, fikir de ona karşı şaşırmış kalmış; gönülse şükürleriyle dolu onun.

Başımızın dileği ne? İnsanı sarhoş edip yerlere seren sağrağına kavuşmak... Gönlümüzün muradı ne? Devletinin durdukça durması.

Şu muallak duran gök nedir? Onun en eski bir otağı. Rüstem’le Hamza da kim? Onun şehidi, onun yerlere serilmiş bir eri.

Bir leşin yanına varsa ölüyken dirilir leş. bir yoksulun yanına varsa yamalı hırkası yalım y alım balkır.

Şekli gönlümden hiç gitmedi, gitmez de. ona eşit, ona benzer kimsecikler gelmemiştir, gelmez

de.

Dünya mülkü de nedir ki onunla övünsün... dünya onunla övünür; çünkü dünyanın sahibi odur.

* Ne mutlu o gönüle ki derdi de sensin, düşüncesi de. ne mutlu o köye ki baç alıcısı sensin.

Sevgilimiz aşktır, şekli, kılığı yoktur bizce. Zâti onun her şeyi doğuran gönlüne karşı şekil de nedir, kılık da ne?

Bundan böyle sinekleri şekerden kovacağım dedi; ne mutlu o sineğe ki onu kovan, kışalayan sensin.

Felek bir hırsızdır, keseni koru ondan. tanesi tuzaktır onun, dirisi ölü.

Söz herkese kolay görünür ama yeter artık, sus. zâti binlerce kişi içinde anlay an bir tek kişi vardır ancak.

XL

Kâr-ı cehan herçi boved kâr-ı tu kû bâr-ı tu kû

Ger du cihan bot-kede şod on bot-i eyyâr-ı tu kû

Dünyanın işi ne olursa olsun... senin işin gücün nerde? İki dünya da puthane olmuş; senin o hırsız güzelin nerde?

Tut ki kıtlık dünyayı kaplamış, artık ne yemek var, ne ekmek. A hem apaçık görünen, hem gizli olan, senin kilen, senin amb arın nerde?

Tut ki dünya diken olmuş, akreple, yılanla dolmuş; a canın çalgısı çağanağı, a can neşesi, senin gül bahçen nerede?

Tut ki cömertlik ölmüş, nekeslik herkesi öldürmüş. a bizim gönlümüz, senin lûtfun hani, ihsanın nerde?

Tut ki Ay da, Güne ş de, ikisi de yola düşüp gitmişler, dolunup görünmez olmuşlar. a kulağa, göze yardımcı olan, senin y alımın, senin ışıkların nerede?

Tut ki müşteriye bir inci satacak sarraf

kalmamış... nasıl olur da ululukta bulunmazsın sen; nerde senin inciler yağdıran bulutun?

Tut ki bir ağız bile yok, söyleyecek bir dil bile bulunmuyor ki sırlardan söz açsın. peki, senin sırlarının coşup köpürüşü nerde?

Kendine gel, hepsinden de geç, biz buluşma, kavuşma sarhoşuyuz. Geç oldu, erken gel; senin meyhanen nerde?

Bizim sarhoşumuza, gönüldeşimize, eldeşimize iyi bak. yıkılıp kalmamışsan, bunak değilsen sor, nerde senin cübben, nerde sarığın de.

Bir kahpe, külâhını aldı, götürdü; bir başkası cübbeni kaptı. yüzün Ay’dan da sarı; senin arkan nerde, kim görüp gözetmede seni?

Yabanın biri gelmiş de ezel sarhoşlarının yolunu vurmada. ne diye şahnelik etmiyorsun? Hani yaralaman, nerde yiğitliğin?

A harfler saçan, sus; susanlar gibi kulak kesil? Halka tercemanlık etme; hani halin, nerde hal yönünden sözlerin senin.

XLI

Rûşeni-i hâne tuyî hâne bemegzâr-o merov îşret-i çün şekker-i mârâ tu nigehdâr-o merov Evin aydınlığı sensin, evi bırakıp gitme...

şeker gibi zevkimizi koru, gitme.

Düşmanım aldatmaya kalkışır seni; sözlerine kanma onun. canımı, gönlümü gama, gussaya ısmarlayıp gitme.

Senin, benim düşmanımı Allah için olsun sevindirme; düşmanın hilesini duyma, dostu incitme, gitme.

A güzel, hasetçi hiç kimse için iyi söz söylemez; keremine ne lâyıksa dosta onu yap; gitme.

Aşağılık kişiler gibi her solukta kendini esen yele kaptırma; vesveseleri bir uğurdan ateşe yak; gitme.

XLII

Şeb şod ey Hâce Zekî âhır on yâr-ı tu kû

Yâr-ı hoş-âvâz-ı tu on hoş-dem-o şeştâr-ı tu kû

* Gece oldu a Hoca Zekî, söyle bakalım, o dostun nerde senin; o güzel sesli dostun, o güzel altı telli sazın nerde?

O terütaze dostun, senin kucağında yatar, uyur... güzel ses uyutur onu; nerde o uyuyan uy anık dostun?

Kimi bir yol gösterirsin ona, kimi kulağını burarsın. senin gönlünden nefes alır, sesler çıkarır o; nerde sırlarına mahrem olanın?

Her yurttaşı diriltir; ağızsız, dilsiz feryatlar eder. her erkeğin, her kadının fitnesi olan o söz solukdaşın nerde senin?

Damarına el koy, tez koştur onu. a soluğu bize parlaklık veren, nerde pazarının parlaklığı?

XLIII

Bâde bedih bâd medih v’ez hod-ı man yâd medih

Rûz-ı neşâtest-o tereb ber meneşin dâd medih

Şarap sun, şarap sun... bizi anma gitsin. neşe, çalgı çağanak günü; oturma; kayırma bizi.

Buluşma sarhoşu olmuş da gelmişim; yokluk kılıcına kurban olmuş da gelmişim. Böyle değilsem hiç mi hiç sevindirme beni.

Hocam, anlamış, bilmişsin, devlet davulunu çalmışsın; can olgunu olmuş da gelmişsin, artık ustaya el sunma.

* Yıkık gönlünde onun gizli definesi var. Kendine gel de şu yıkık köyünü Bağdat’a bile değişme.

And olsun Tanrı’ya, senin şu karanlık gecen, yüzlerce güzelim günden iyi. geceyi verme, gündüzü arama; âc ağacını verip şimşadı alma.

İki dünyada da Tanrı’dan başka solukdaş yok... nen varsa ondan başkasına verme sakın.

* Şu çadırın içindesin ama çadırı kuranı da bilesin; yalnız gönül ipini evtâddan (ulu kazıklardan) başkasına verme.

A can sâkîsi, sözle harcama ömrünü; yetimlerin malını yeme de feryat etmeye el atma.

A yeşillikte, lâlelikte yatmış, uyumuş güzel, şarabı sarho şlardan alıp da şuna buna sunmay a kalkışma.

Tohumu çöle saçma; kargalarla, kuzgunlarla düşüp kalkma. teklik incini boş yere şuna buna verip durma.

A âşık, bütün varlık âlemi peşin parayla dolmuş; nasıl oluyor da görmüyorsun, nasıl? Paran peşin bugün, çalış da veresiye verme.

Hem sen sensin, hem sen benim; yurdumdan hiç gitme. Kuş sensin, yavru benim; yavruyu her hor kişiye verme.

Kendi kendisine rehin olmuş kişinin bilgisine

de kulak asma, hünerine de aldırma pek... Senin bilgin sana yeter, o şundan şuna nakledilegelmiş sözlere fikir yorma.

Dağ delenlere padişahlar padişahısın sen. ağır bir külüngün var; Ferhad’dan başkasına verme onu.

Yeter, sus artık. akıldan doğan şu söz, çocukça bir oynayıştan ibaret; olgunluğa ulaşmış arife ibadetle oy alananın tespihini verme.

XLIV

Sâki-i ferruh-ruh-ı men câm çü gol-nâr bedih

Behr-i men er mey nedehî behr-i dil-i yâr bedih

A yüzü kutlu sâkî, sun o nar renkli kadehi. bana şarap sunmayacaksan bâri sevgilinin hatırı için sun.

Gönüller alan sâkîsin, hastalara dermansın; neşe şerbetisin, şifa ilacısın; tez hastalara sun kadehi.

O kadehe dök şarabı, düşüncenin vur boynunu... aman a gönül, meded a sevgili, kırma gönlümüzü.

O meyhaneyi aç, bırak şu kavgayı. susamış sâkîye meyhanecinin küpünden sun şarabı.

Baharın da canısın, yeşilliğin de; selviye de sen parlaklık verirsin, yasemine de. bir gör bizi de bahaneler bulma; a düzenbaz güzel, sun kadehi.

Hileye adım atar da sarhoşların ellerinden fırlar gidersen düşmanımız sevinir; kör olsun düşman; sun kadehi bize.

Gam verme, ah ettirme, neşeden başkasına yol verme. ah ediş yol ucundandır, aç yolu, ver yükümüzü.

Hepimiz de kavuşma mahmuruy uz; güzellik, alım sağrağına susamışız. hırkay ı, sarığı sâkîy e rehin ver gitsin.

Susamış bir deliyim ben; gönlüm de sımsıcak, göğsüm de. Kadehi, kâseyi kır; sayısız sun, çok çok sun.

Zâti ay da sensin, ay ışığı da sen... Şu suyun balığıyım ben. Balık Ay’a ulaşamaz; şu halde Ay’dan gelirler ver bana.

— Y —

XLV

Çün dil-i men cest zi ten bâz negeştî çi şodî

Bî dil-i men bî dil-i men râst şodî her çi bodî

Gönlüm bedenimden sıçrayıp çıksaydı da bir daha geri gelmeseydi ne olurdu? Gönlüm olmayınca ne varsa hepsi de düzelir giderdi.

Eğri olsun, doğru olsun; az olsun, çok olsun; hoca, her iyiden, kötüden kurtulurdu, hepsine de boş verirdi.

Boşuna bir iş kalmazdı; usanç yok olur giderdi... ne bilgi kalırdı, ne aptallık... esenlikler davulunu ç almay a başlardı.

A hoca, ne diye rehin almaya kalkarsın beni? Sen gitmezsen gitme, ben gidiyorum. Hoca, eskimiş değilim; yardımlar içinde yardımlar gördüm; yeniyim ben, yeni.

Ateşle neft yağı yakıp bitirmez beni. Yaksa, bitirse bile yeniden y aratır.     Sayıyla yiyip

sömürse sayısız geri verir gene.

Toprak yığınımın üstüne çık da bağır; görünüşte mezardayım ama de, çayırlıktayım çimenlikteyim ben.

Mezarda olsa bile değil mi ki biricik Tanrı’yla... hoştur bu; o tuzakta olanı şeytan, canavar nerden tutabilir ki?

Fakat ondan uzak düşen kişi, Mansûr bile olsa karıncadan da arık bir hale gelir. çünkü dayancı, güvenci y oktur onun.

XLVI

Ayş-ı cihan pîse boved gâh hoşî gâh bedî

Âşık-ı o şov ki dehed milket-i ayş-i ebedî

Dünya yaşayışı alacalıdır; kimi hoşlukla geçer ömür, kimi kötülükle. sen ona âşık olmaya bak da ölümsüz bir geçim sultanlığı versin sana.

Mademki herkesin ömrü aktır, karadır. ihtiy açsız Tanrı ışığı gibi salt nurdan ibaret bir başka ömür ara.

A kendisine dalıp gitmiş kişi, mezarından haberin bile yok... zâti kendi varlık mezarına gömülmüşsün sen.

Sana rızık vereni görmen, helâl bir rızıktır; sayıya sığar rızık peşinde ne diye ateş gibi dükkândan dükkâna koşarsın?

Eşi bulunmaz bir dudusun sen; şeker madeni de özün. gül bahçesinin lâ’l yanaklı bir bülbülüsün sen.

Şaşılacak şey; Leylâ ile Mecnun’un ikisi de bir bedende; ikisinin de aynası sensin; bir abaya bürünmüşsün yalnız.

Can âlemi arılık duruluk denizi; şekille kalıp o denizin köpüğü. arı duru denize dal, ne diye şu köpüğe el atarsın?

Denizin üstündeki köpük hiç durmaz; dalgalar onu bir halde b ırakmaz ki.

Çünkü köpük kuru olsa denize lâyık olamaz. iyi, varır, iyiye kavuşur, kötü de kötüy e yönelir gider.

Köpük, ya bir uğurdan su kesilir, ya da tutar, kıyıya vurur... Çünkü tek Tanrı’nın denizine iki renklilik sığamaz.

Dalga denizden meydana gelir de secdeler ederek, a benim benliğim, varlığım, ah, neden sayıya sığmazsın sen diyerek kendini seyre dalar.

Bütün canlar birdir; bütün bu varlık bir padişahın aksidir. Aklın başındaysa şaşı olma da iyice görmey e bak.

XLVII

Hem nezerî hem heberî hem kameranrâ kamerî

Hem şeker ender şeker ender şeker ender şekerî

Hem bakışsın, görüşsün, hem habersin, hem Aylara Ay kesilmişsin sen, hem şekerlerin şekerisin, b alların balı.

Hem devlet basamağısın, hem zamanımıza kurtuluş. hem kadehsin, hem ferahlık, hem de

gecemize sehersin sen.

Hem kızıl gülsün, hem ak yasemin; hem de gülleri kınar, gönüllerini kırarsın... gökyüzüne saldırırsın, Ay’la Zühre’yi kaparsın sen.

Ay, bir yol veresin diye gökte ne kadar döndü dolaştı; bir bakasın diye şeker, ne kadar eridi gitti.

Zincir hevesine düştü de akıl, ne kadar delirdi. Bir bakasın ona diye, gönlüm kaç kere halden hale girdi.

O neşeli kadehi sun; sözü bırak, şarap ver. Dinle de duy, seher çağının horozu bile ötmeden kaldı artık.

Güzellerin meyhanesinde, her yanda bir lâle yanaklı varmış; varsın olsun. a güzel, sen başlı başına bir başka lâleliksin.

Hem deliliğe yardım edersin sen, hem aklın fikrin güzelliğisin, yüzüsün, gözü. hem belâ oku senden gelir, hem belâya kalkansın sen.

Gönül ve din salâhı, gönül meclisine padişah

oldu ya; artık devlet anası, can kızına babalık eder durur.

XLVIII

Tûtîy-o tutî-beçeî kend be sed nâz horî

Ez şekeristân-ı ezel âmedeî bâz peri

Dudusun, dudu yavrususun; nazlı nazlı şekerler yersin... ezel şekerkamışlığından gelmişsin, gene uçarsın, oraya gidersin.

Şekerin kutludur, hele gülersen yok mu? Gülmeye başladın mı, ben de meclisi yeni baştan düzer, koşarım.

A ölümsüz neşe yurdu, a biricik Tanrı’nın şekerkamışlığı; hem neşe içinde neşesin sen, hem şeker mi şekersin.

Ya duvak altında bir Yusuf’sun, ya tan yerinde bir arslan, ya da Ay mısın, Ay; Ay lara da Ay kesilmişsin.

Bu meyhanenin sâkîsisin, işret nöbetini vurmuşsun; herkesi sarho ş etmeyi, sarhoşların

hırkalarını alıp götürmeyi kurmuşsun.

Sarhoş olmaya oldum; sarhoşum ama birazcık da kendimden haberim var... a benim her halimi bilenim, şu halden de kurtar beni de hiçbir şeyden haberim olmasın.

Yüzünün balkıyışı bırakmıyor ki anlayayım; melek misin, insan mı? Biraz daha, biraz daha beri gel, yaklaş.

Her kadehte oynayıp gülmedeler, feraha erdin diye naralar atmadalar. şişe y apanlar şişe kırmadalar, şişe yapmayı boşlamış gitmişler.

Neşe kadehi herkese sunulmada; akıl, başına gelenlere şaşmada. Başa gelenlerle uğraşmadansa Tanrı’nın elinden kadehi almak, elbette daha iyi.

* Aklı attım başımdan; bir başka akıl buldum. düny a aklının bir başı var, gizli aklınsa iki başı.

Tan y erlerinin rahibi oldum, herkese isyan ettim. sen benden vazgeçmeyesin diye herkesten kesildim, her şeyden vazgeçtim.

Gamına alıştım, kendimden göz yumdum... senin baktığın kişi, nasıl olur da senden başkasına bakabilir?

Ey aşk, insaf et bana, gir insaf kapısından içeriye; ölümsüz olarak seninim ben, yol uğratmış bir konuk değilim.72]

A gökyüzü, sana benziyorum ben; hem durmadayım, hem altüst olmada. bakılınca sen de durur görünürsün ama gece gündüz yoldasın.

Seni dünyaya getirip gösteren var ya, ona bakıp durmadasın. hani onun yüzünden y o llara düştün, onun yüzünden oturup kaldın ya; onun tapısındasın sen.

XLIX

Bergozerî der nigerî coz dil-i hûban neberî

Ser mekeş ey dil ki ezo her çi konî can neberî

Uğrar, geçersin; bakar, gidersin; güzellerin gönüllerinden başka bir şey de alıp gitmezsin. baş çekme a gönül, ne yaparsan yap, canını

kurtaramazsın ondan.

Kapısına toprak kesilmedikçe razı olup kapı açmaz... dikeninin derdini çekmedikçe gül bahçesinden bir gül bile koparamazsın.

Dağı bir hayli kazmadıkça eline bir lâ’l geçmez. denize gitmezsen ne inci bulabilirsin, ne mercan.

* Tanrı sarhoşu olmadıkça gam ayrılmaz senden. kurt kılığına girmedikçe Ken’an Yusuf’unu kapamazsın.

Eyazlık etmedikçe nerden Mahmud kesileceksin? Devlikten geçmedikçe nerden Süleyman’ın saltanatını bulacaksın?

Nimet, bedeni hamlaştırır; onu râm eden mihnettir. Din mihnetini çekmedikçe iman devletini elde edemezsin.

Düny a pazarına şaşkın gelme, bu pazardan şaşkın gitme. çünkü şu alışverişte bunu vermedikçe onu alamazsın.

Toprak, topraklığından geçmedikçe süsen

olamaz, ağustos gülü haline gelemez... eski hırkayı çıkarmadıkça padişahın kaftanını giyemezsin.

Ah, neyleyim; dilenci yüzlü olmuşsun, hatırın bir şeycikle olmuyor; kâfirlik etmedikçe Müslüman mülküne erişemezsin sen.

Hiçbir kimsecik dünya dağarcığından zarı alamadı gitti. yorulma; sen de dağarcıktan zarı alamazsın.

Ben dağarcıktan zarı almam ama iman incisini alırım. sen can vermede nekeslik edersen canını canana iletemezsin.

A Tanrı aşkının çekişi, keremin hiç durmaz; onların gönüllerini almadıkça şu küçük kişilerden el çekmezsin.

Hadi, yapış eteğimize de bir hoşça çek gitsin, çek bizi. çektiğin gönlü darmadağın bir yola götürmezsin sen.

Sözünde                    duruyor,                    çekmeden

vazgeçmiyorsun. çeke çeke, oynaya güle herkesi mey dana götürüyorsun.

Hiç söyleme a dilim, dudağım; söyleme de gönlüm açılsın. çünkü bir taş yürekliyle düşüp kalktıkça Bedahşan lâ’li olamazsın ki.

Yüzlerce şart koşuyorsun ama hiçbir şart gözetmeden ihsan ediyorsun... pek tamahsızsın; altını keseye koymazsın sen.

L

Seng mezen ber teref-i kâr geh-i şîşe-gerî

Zehm mezen ber ceger-i heste-i heste-cegerî

Şişecinin iş yurduna taş atma. ciğeri yaralı birisinin ciğerini y aralama.

O taşların hepsini de bana at; ben dururken bir başkasını yaralaman, bir başkasına taş atman yazıktır, yazık.

Benden başka bütün cefa tutsaklarını azat et de cefa ederken de benden başkasına göz dikme.

Vefa edersen de hoşum, cefa edersen de. vefaya da sakın bensiz gitme, cefaya da.

Birisinin gözüne hayalin gelmiyorsa, gözü, kesilmiş keçinin gözü gibi morarır da bön bön bakar durur.

Dünya zindanına düşmeden önce boyuna seninleydim ben; keşke şu tuzağa yol uğratmasaydım.

Sana kaç defa söyledim; hoşum ben, hiç yolculuğa çıkmam dedim... gel de şu sarp yolculuğa bak; ta yücelerden yeryüzüne dek bir yolculuk.73]

Lûtfun yolladı beni, git, hiç ürkme; sana bir zarar gelmez; keremim kılavuzluk eder dedi.

Gidersen açılırsın, pişer olgunlaşırsın; her şeyden haberin olarak marifetli, hünerli bir halde yurduna gene döner gelirsin diye kandırıyorsun beni.

A haberin de canı dedim; sensiz haberi ne yapayım ben? Zâti bir haber için kim gider? Meğerki senden haberi olmasın.

Elinden şarap içtim mi hiçbir şeyden haberim

olmaz, sarhoş olur, hoş bir hale gelirim... ne zarardan ürküntüm kalır, ne bir korkum; ne insanlığın kötülüğünden haberim olur, ne iyiliğinden.

Yol kesenlerin sözleri gibi kulağıma sözler söyledi de baştan çıkardı o padişah beni; bir şaşkın etti gitti.

Hikâye uzundur; evet. ah onun düzenbazlığından, ah. Fakat bir lütfetti mi de şu gecemize bir seher çağıdır gelir çatar.

LI

Ârif-i güyende eger tâ be seher sebr konî

Ez cehet-i heste-dilân cân-o nigeh-bân-ı menî

A sözler söyleyen arif, gönülleri yaralılar için sehere dek sabredersen, sensin benim canım, sensin benim görüp gözetenim.

Vesvese Ebü Leheb’i yol kesiciliğe kalkışmasın diye, Ali gibi durduğun safta ayak dirersin, can, baş kay gısına düşmezsin.

Yol kesenleri kır geçir de yerinde yurdunda olduğun halde Tanrı sana, gazim, benim hacım diye ad taksın.

*    Ezel kadehinin sahibisin; şekerlerin, balların özüsün; canın, gönlün otağ kurduğu yersin; Ebû’l-Hasan’ın definesinin bulunduğu yersin sen.

Meleklerin kanatlarının çarpıntısısın, gök damının doğuşusun; tertemiz kişilerin topluluğuna tatsın tuzsun; Tanrı mumuna leğensin sen.

Şarap sunarsın, bütün erlerimi sarhoş edersin; onları kavgaya tutuşturursun, birbirlerine girerler.

*    Ersen, gönlün temizse, inanç sahibiysen, güvenilir kişiy sen, yılan bir delikten iki kere sokamaz seni.

A benim gönlüm, sus, benim adımı hiç söyleme... onun adını söyle ki gül gibi hoşsun, açılıp saçılmışsın, gülmedesin onun yüzünden.

LII

Ey dil-i ser-geşte şode der teleb-i yâve-revî

Çend begoftem ki medih dil be kesî bî gerevî

A gidip kaybolan dostun ardına düşen, başı dönen gönül; kaç kere söyledim; rehin almadan kimseye gönül verme dedim sana.74]

Bir güzelin satrancının başında elbiseni yırtar, keseni açarsın da benim gibi gönlü sâf birine karşı sersem, şaşkın görünürsün.

Altın definesinden bir arpa bile elde edemediğim o güzel, bütün varımı yoğumu aldı benim; bir yapracığım bile yok.

O eski aşk yesin, sömürsün, alsın gitsin canımı... her solukta o eski dosta yeniden yeniye canlar veriyorum ben.

O eski dostun huyu husu yeni; Tanrı gibi yanı, yönü yok. özü güzel, bakışı güzel, haber verişi güzel, dinleyişi güzel.

A salına salına yürüyen selvi, senin yüzünden

dünya gül harmanı oldu... düşmanınsa arpa biçmede, buğday devşirmede.

A yel huylu, herkesin varlık suyunu çek. güneş gibi sen de o çukurdaki çiğ taneciğini em gitsin.

Sen de güneşsin ama onun harareti gibi dağlamazsın, yakmazsın adamı. Seher yeli gibi lûtuf ıssısın, şaşkınca koşmazsın yalnız.

Gönlümde eğri bir huy varsa çek çıkar, at onu. Bahçe sahibi de eğri dalı koparıp atar.

Din evinde haset faresi bir deliktir açar ama fare de ne oluyor? Kedinin bir miyavlamasından ürker de kaçıverir.

Bir buluştun mu, suyla toprak yeşerir; gönlümle dilber bir araya gelir; fakat ikilik y oktur arada.

Daha beri gel de burda ne ben kalay ım, ne söz kalsın. Zâti senin gibi bir sabahın karşısında gece karanlığı da nedir ki?

LIII

Tu ne çonânî ki menem men ne çonânem ki tuyî

Tu ne be anî ki menem men ne ber ânem ki tuyî

Ben nasılsam öyle değilsin sen; sen nasılsan öyle değilim ben... Ne sen benim bulunduğum haldesin, ne de ben senin bulunduğun haldeyim.

Ben bir uğurdan senin buyruğuna uymuşum; sen tümden kanıma kastetmedesin. Ay olsam, güneş kesilsem, gene de senden aşağıyım ben.

Bütün bunlarla beraber gene de a perilerin bile kıskandıkları güzel, bana uğrayınca o kadar tez at sürme de senin sen olduğunu anlay ay ım.

Dün kapımın önünden geçtin ama bir koku bile alamadım senden. Yalnız canım, rûhum kulağıma söylediler; geçen senmişsin.

A benim canım, a benim gönlüm; can da kim oluyor, gönül dediğim de kim? Kapının toprağı, çayır çimen gibi can bitirir, gönül y etiştirir.

Gözün bize bakmada, akıl gibi her solukta

bizimlesin. fakat o yürek nerde ki sıçrayalım da sensin diyelim sana.

Kulağımdan tuttun da bulunduğum yerden çeke sürüye aldın, götürdün beni hani; fakat ben de bütün o gördüğüm, seyrettiğim yerlerde seni buldum, seni gördüm.

Sarhoşum, sen de benim yüzümden sarhoşsun. yanıldım, bir hatadır ettim. ben erişmeye erişemem ya; sen sana eriştirirsin beni.

Dilim sensin dedi ya; bu suçun özrü olarak bundan böyle tümden susayım, sabredeyim, zehirler içeyim.

LIV

Ah ki çi divane şodem der teleb-i silsileî

Der hom-ı gerdon fekenem her neferî golgoleî

Ah, bir zincirin hevesine düştüm de ne deli oldum, divane kesildim. her solukta gök küpüne bir gürültüdür salacağım artık.

Her seher çağında bir çulu ayaklarımla çiğner,

aşarım; bir kervanı araya araya ciğer kanlarımı saçarım.

Ah elinden o kişinin; bir şaşılacak dağ vurdu gönlüme... onun yolunda yürümeden ayaklarımın altı şişti, kabardı.

Hem Zühre, onun damından gökyüzüne bir kıvılcımdır salar; hem heybetinden yeryüzünü depremler kavrar.

îşine hiç karışmam, karışsam da komaz ya. bir dur hele sözüyle yüzlerce benim gibisini sürer gider.

Onun tapısından sürüldüm mü de gider, bir köşeciğe baş korum. aşk çulhası bir çileyle başucuma gelir, başıma bez örer benim.

BAHR-İ REMEL

-MAHBÛN MEKŞÛF-

feilâtü fâilatün feilâtü fâilâtün

— A —

Berevîd ey herîfan bekeşîd yâr-ı mârâ

Bemen âverîd ahar senem-i gerîz-pârâ

Gidin a iş erleri, çekin, getirin sevgilimizi; getirin bana o kaçak güzeli.

Tatlı mı tatlı nağmelerle, altın gibi bahanelerle o güzel yüzlüyü, o ay parçası güzeli çekin eve.

Bir başka zaman gelirim der, söz verirse inanmayın sakın... verdiği sözlerin hepsi de düzendir, aldatır sizi o.

Pek sıcak bir soluğu vardır onun; büyücülükle suyu düğümler, havayı bağlar o.

Benim güzel sevgilim kutlulukla, neşeyle bir geldi mi, otur artık da Tanrı’nın şaşılacak şey lerini seyre dal.

Onun güzelliği parladı, yüzü ışık saldı mı, güzellerin güzelliği de neymiş? Güneş yüzü mumları söndürür gider.

Yürü a tez giden gönül, Yemen’e, sevgilime git de o değer biçilmez akıyka selâmlarımı ulaştır, saygılarımı bildir.

II

Çu merâ be sûy-ı zından bekeşîd can zi bâlâ

Zi mukarrebân-ı hazret beşodem garîb-o tenhâ

Can beni tutup yücelerden zindana çekince Tanrı kapısının yakınlarından ayrıldım; yapayalnız kaldım.

Derken hapishanede bir Ay eş dost oldu bana... öylesine bir Ay ki hevesi aklıma fikrime binlerce sevda saldı.

Herkes hapisten, belâdan kurtuluş yolunu arar; ben aramam. ne diye dışarıya yüz tutay ım, dışarıya çıkayım? Sevgili burda.

Zindan bucağından başka bir yerde onunla y alnız kalamam; balın gönlü de ate şten başka bir şey le ap arı bir hale gelemez.

Bir yakınlara bakmadayım, bir de darmadağın

bir halde ona... bir bakışta şu istekteyim, bir bakışta şunu seyretmede.

Eşi dostu Yusuf olan kaçmaz. hapishanede bağ bahçe sahibi olan, hele bir de Yusuf’umuzu bulan kişi, ordan çıkmayı istemez.

Böylesine bir şekerkamışlığından öylesine bir istek duyan kişi, dört gözle koşar, hapishaneye gider.

Yıldızlardan duydum; birisi bu Ay’ın ışığını bulursa bize de haber verecekmiş.

Böylesine inciyi bulduktan sonra Mûsa gibi ay ağını basar, yedi denizi aşar da mucize gösterirsin.

Yalnız o canların kıskandığı güzelden ne Ay’ın haberi olur, ne yıldızın. onun Ay’ı doğdu mu gönülleri yakar gider.

Yüzünü övmeye utanıy o rum; vallahi ağzımı yumdum. sakanın tulumu denizden ne kadar su alabilir ki?

III

Çemenî ki tâ kıyâmet gol-ı o be bâr bâda

Senemî ki ber cemâleş du cihan nisâr bâdâ

Bir yeşillik ki gülü kıyamete dek solmasın, dökülmesin... bir güzel ki iki dünya da yüzüne feda olsun.

Güzeller beyi çınseherde salına salına ava gitmede. ok gibi bakışına gönlümüz av olsun gitsin.

Her solukta gözlerinden gözlerime ne haberler gelmede, ne haberler. gözlerim onun haberleriyle aydın olsun, mahmurlaştıkça mahmurlaşsın.

Zahitlik kapısını kırdım da, dilerim, bütün ömrün kararsız geçsin diye dua etti, ilendi bana.

Duasıyla bir sevgiliye düştüm; ne karar kaldı, ne gönül. Tanrı yâri, yaveri olsun; kanımıza susamış.

Bedenim Ay’a benziyor; aşkla eriyip gitmede. gönlümüz de Zühre’nin çengi sanki; teli kırılsın da takılamasın.

Ay’ın eriyişine bakma, Zühre’nin çenginin teli kırıkmış; ona darılma... sen gamının tadını seyret; biri, dilerim, bin olsun.

Can içinde bir gelin var; ama ne gelin. Yüzünün parıltısı vursun da dünya o ışıkla yeni gelinlerin elleri gibi tazeleşsin, kınalar yaksın.

Bedenin pörsüyen, eriyip giden yanaklarına bakma; canın yanaklarına bak da hoşlaşsın, al al olsun.

Kapkara beden sanki bir kuzgun; can âlemi de kış. şu iki çirkinin inadına can âlemi ölümsüz bir bahar bulsun da açılıp saçılsın.

* Şu iki çirkin şeyin dincelmesinden dört unsur meydana geldi. kullarının dincelmesi, bu dördünden başka bir şeyle olsun.

IV

Eger on meyî ki hordî be seher nebûd gîrâ

Besitan zi men şerâbî ki kıyametest hakka

Seher çağı içtiğin şarap tesir etmediyse sana,

benden bir şarap iç; gerçekten de bir kıyamettir benim şarabım.

îlk kadehte nereleri gezersin; neler görürsün, neler... ikinci kadehten Allah’a sığınırız; artık üçüncüsünü nasıl söyleyeyim?

Ne gam kalır, ne iş güç. herkesi yerlere yıkar; ondan sonra da sizi nereye çeker, götürür; Allah bilir.

Sen kokuya, renge tutsaksın; taşa, taştaki resme benziyorsun. kaynak suyu gibi bir kayna da çık şu ta ştan.

Hele ey kerem sahibi sâkî, o kızıl şarabı bir sun da öyle bir hale geleyim ki çekinmeden senden bahsedeyim.

O koca sağrağı bana sun, kendi kuluna sun. sonra da onun mahmurluğuyla nasıl yücelere dalmışım da bakıyorum; bir seyret.

Beni bir ırmak edip akıttığın yere bakıyorum; zâti denizden akmıştı; aksın dursun o ırmak.

Hele sadr-ı bedr-i âlem meneşin mehosb imşeb

Ki burak ber der âmed fe izâ faragte fansub

*     Hele ey dünyanın en yüce beyi, hele ey dünyaya dolunay kesilen; kapıya Burâk geldi; oturma, uyuma bu gece; “îşini bitirdin mi, yorul”, düş yola.

Yol bağlıydı da ümit kesilmişti, şimdi sen yücelere ağ, göklere çık, yol aç göklerde.

*     “Oku” buyruğunun has beyi duaya dudak açtı mı, gökyüzü bir soluk bile eğlenmez, binlerce kapı açar.75]

Padişahlara lâyık inci parıldadı; balık gibi denize yürü... ne istiyorsun derse sana, de ki: Seni istiyorum, seni.

Senin ıslığını duydum da kalem gibi başımı ayak yapıp ko ştum. senin kalbine eriştim, kalıbın baş ağrısını ne yapayım artık?

Selâmları hoş kişilerin selâmlarını duyar da ululuktan elini eteğini çekersin... senin selâmından da benim hem gönlüm tertemiz bir hale gelir, hem canım.

Böylesine bir şarap sunanın elinden, böylesine söz söyleyenin soluğundan şu dünyada bir tek edepli gönül kalırsa şaşılır doğrusu.

Tanrı cömertliğinden bitmiş, yetişmiş; yalvarıp yakarmadan vazgeçmiş. Ben Hakk’ım meşaleleriyle tutuşmuş, yok olmuş gitmiş.

Çek suyu şu topraktan; güneşin de canısın çünkü. toprakla karıştı mı, can arı duru o lamaz.

Yakınlığın daha da ilerlesin diye salâvat getirmedey im sana. tüme yaklaşınca bütün parça buçuklar yakın say ılırlar.

Sûr üfürülüşüyle gözümün önünde iki dünyanın da kıy ameti kopmuş. can dünyasında deprem var, beden düny ası mahşer olmuş.

Söz söylemeye çalışma; ışık gönüldendir,

sözden değil... hüneri, ayaklarınızla koşun, gidin de elde edin; kuyruktan tilki görüşü elde edilir ancak.

— D —

VI

Çi tevekkufest zin pes heme kârvan revan şod

Negered şutur be uştur ki beyâ ki sârban şod

Bundan böyle durmak da nedir? Bütün kervan koştu gitti. Deve deveye bakıyor da kervanbaşı öldü demek istiyor.

Sağa sola bakıp sayıya sığmaz kervanlara dalma... hepsi de gölge gibi günün ardına düştü, göğe gitti.

Mekânsızlık âleminden gelmedin mi, ne elde ettiysen ordan elde etmedin mi; gönlün, bir hoşça gene o âleme gittiğini ne diye bilmez?

Bütün gün oynadın durdun; evin gamını hiç yemedin. eve dönme çağı şimdi; fakat darmadağın oldun; çekile sürüle gitmedesin.

Sen gül, gülmen daha iyi; çünkü Tanrı’ya yöneldin. keremi, kerem sahibi hakkında kötü bir zanna düşmeni revâ görmez.

VII

Hemerâ beyâzmûdem zi tu hoşterem meyâmed

Çu foroşodem be deryâ çü tu govherem neyâmed

Herkesi sınadım, senden daha hoşa giden kimse bulamadım; denize daldım; gene sana benzer bir inci elde edemedim.

Küplerin ağızlarını açtım; binlerce küpün şarabını tattım; senin şarabın gibi ağza, dudağa tat veren, insanı saran, başını döndüren bir şarap bulamadım.

Ne de şaşılacak şey; kucağıma bir yasemin bedenli güzel geliyor diye gönlümde gül de gülüyor, yasemin de.

Dileğimi iki üç gün ardına koştum senin... ondan sonra hangi dilek kaldı düny ada ki müyesser olmasın bana?

Bir padişahsın ki iki üç gün sana kul köle oldum; düny ada hiçbir padişah kalmadı ki kul köle olmasın bana.

Aklım, ayağı kırık bir halde, bana konuk gelmedi diye ne oturmuşsun? Kalk, gökyüzü konuklarına doğru uç dedi.

Gönül güvercinim bedenimden çıktı, damına doğru uçtu; ben arkasından, güvercinim gitti, gelmez artık diye bülbül gibi feryada başladım.

Doğanlar gibi gönül güvercininin peşinden havalandım; öy le sine havalandım ki ne devlet kuşu denk oldu bana, ne Zümrüdüanka eşit oldu.

Git a darmadağın beden, sen de git, şu pişman olmuş gönül de gitsin... İkisinden de kurtulmadıkça başka bir gönül gelmedi bana.

VIII

Hele âşıkan bekûşîd ki çü cism-o can nemâned

Dil-i tan be çerh perred çü beden geran nemâned

Âşıklar, çalışın, çabalayın hele; bedenle can kalmayınca gönülleriniz şu ağır beden yükünden

kurtulur da gökyüzüne uçar gider.

Gönlü, canı hikmet suyuyla yıkayın, tozdan topraktan arıtın da gözleriniz hasretle şu toprak y eryüzünde kalmasın.

Dünyada ne varsa hepsinin de canı aşk değil mi? Aşktan başka ne varsa hepsi de ölür gider; kalan O’dur ancak.

Yokluğun doğuya benzer, ecelin batıya; fakat bir başka göktedir bu do ğuy la batı; şu gökyüzü de kalmaz çünkü.

îçinde bir gökyüzü var; aşk kanadını çırp da uç o göğe... aşk kanadı kuvvetlendi mi, merdiven gamı kalmaz artık.

Dışardaki dünyayı görme, gözünün içinde bir başka dünya var. gözlerini yumdun mu, bu dünyadan hiçbir şey kalmayıverir.

Gönlün tıpkı bir damdır, duyguların da oluklar. oluklar kalmadı mı, damdan su iç.

Bu gazelin tekmilini gönlünden oku; dilime bakma benim; çünkü dil de kalmaz, dudak da.

însanın bedeni yaydır, soluğu, sözü o yayın oku... okla okluk gitti mi, yay bir iş göremez.

IX

Hızırî ki ömr-i sâlet bekeşed derâz kerded

Der-i merk-i ber horende ebeden ferâz kerded

Öz ömrünü tutup çeken, uzatıveren, her şeyi yiyip sömüren ölümün kapısını sona dek örten bir Hızır’sın sen.

Yücelere, yüceler yücesi göğe bir baktın mı, cennetten binlerce rahmet kapısı açılır.

Suçlu kötü kişilere gölgen düştü mü, bütün suçları çile olur, namaz kesilir.

Mustafâ’nın bineği, bağışlama tarafına yüz çevirdi mi, binlerce Ebû Leheb güzelleşir, y alv arıp y akarmay a koyulur.

Denize benzeyen ellerin lûtfeder de inciler saçmaya başlarsa altın gibi sararmış yüzüm de altınlar getirir, altın makasının çevresine kor.

Avcun gemiye benzer; ululuk denizinin kıyışısın sen... avcundan bir habbe de bize düşerse şaşılır mı buna?

Binlerce can, binlerce göz yola düşmüş, parıltıdan dizgin kasmış; fakat buluşma çağrısının zamanı geldi mi, hepsi de yelip yortmayı bırakıverir.

Dinin de, dünyanın da bütün zehirleri senin yüzünden tatlılaşır, bal şerbeti kesilir; gönlü y ananların derdi, gamı, senin yüzünden gönül okşayıcı bir hal alır.

Herkesin gönlü senin eteğine sarılır; fakat şunu bilmezler ki ceylan arslanın çevresinde yüzlerce ihtiy atla döner dolaşır.

Buluşma kapısını örttün de mekânsızlık âlemine geçtin oturdun ya. artık o kapadığın kapı, nerden açılacak?

Sus da sözü bırak; Tanrı’dan başka her şeyi yok bil. yoklukla uzlaştın mı, her y andan düzene girer işin.

Çemenî ki cümle golhâ be penâh-ı o gerîzed

Ki der o hezan nebâşed ki der o golî berîzed

Bir yeşilliksin ki bütün güller kaçıp oraya sığınırlar. Güz yoktur orda; güller sararıp dökülmez orda.

Ovada güpgüzel, salına salına yürür gider bir ağaçsın; kim o ağacın gölgesinde yatar, uyursa sarhoş kalkar.

Göklere benzer bir göksün ki canlar oraya ulaşmak ister; yalnız o göğe Zühre’yle dövüşüp vuruşmak için Zühal gelemez.

İncisin, güzelim bir madensin, mekânsızlık yurdundasın... gözlerden gözyaşları dökülmeye başladı mı, ona işarettir, onun aşkıyla dökülür bu y aşlar a gönül.

XI

Senemâ sipâh-ı ışket be hisâr-ı dil derâmed

Beguzer bedin hevâlî ki cihan behem berâmed

A güzel, aşk ordun gönlü kuşatmaya geldi; bu yandan geç git; dünya birbirine girdi.

Nerkise benzer gözlerin, şeker mi şeker lâ’l dudakların... hele o ortadan ikiye ayrılmış amber gibi siyah, amber gibi güzel kokulu saçların, amb erin kârına kesat verdi gitti.

Bir kaplana benzeyen yüceliğine, bir timsaha benzeyen kıskançlığına, binlerce orduya bedel olan bakış okuna and olsun;

Güzel mi güzel gönüle and olsun; hoşsun, naziksin, makbulsün. Zâti gönül gönül oldukça senin ihsanınla geçinir durur.

Bütün yıl put kıran Halil bile senin hayaline düşmüş de gece gündüz put yonuyor.

Mecnun’un halini sorma; Leylâ bile elden

• j j •      A      1 •   1  1 ’                   T T 1 *1 1 *1   A

gitti. Azer in halini sorma; Halil bile Azer kesildi.

* Güzelliğinin Mesîh’i tutar da Azer’in mezarının bulunduğu yere yönelirse,

dünyadakilere ölüyü diriltmeyi gösteriverirsin.

* Aşkının vurduğu dağ ne de güzeldir; o dağ yüzünden her can öşürden de kurtulur gider, haraçtan da.

Ata binmiş cana bak, bir toz yığını olan kalıba bakma; toz bir atlı yüzünden güzel görünür, aydın sanılır.

A gönül, dünyaya balçık ardından bak; kafes şeklindeki balçığın ardında binlerce görülecek şey vardır; görülür, seyredilir.

İki üç beyit kaldı, onları da sen söyle; senin söylemen daha hoş... senin söz bulutundan gönül de yeşermiştir, göğüs de.

XII

Seherî çü şâh-i hûban be vesâk-ı mâ derâmed

Bemisâl-i sâkıyân o be sebû-vo sâgar âmed

Seher çağı o güzeller padişahı odamıza giriverdi; hem de sâkîler gibi testiyle, sağrakla geldi.

Ne testisini gördüm, ne sağrağından tattım; fakat gene de binlerce şarap dalgası başımda, beynimde coştu, kaynadı.

Aklım fikrim sayıya sığmaz kanatlar açtı; kimisi güneşe benziyor; kimisi tıpkı Ay, tıpkı yıldız.

Kutlulukla, neşeyle yüzünü gördüm de o yüzden iki gözüm iki dünyaya da doydu gitti.1761

XIII

Senemâ cefâ rehâ kun kerem in revâ nedâred

Beneger be sûy-ı derdi ki zi kes devâ nedâred

Vazgeç cefadan a güzel; lûtfa, ihsana sığmaz bu; kimsenin bir ilaç bulamadığı derdi seyret, ona derman ol.

Tasım gökyüzünden düştü; uçsuz-dipsiz denize daldım; şu denizde gönlümün senden başka bir bildiği de yok (ancak seninle yüzmede).

Kurup durduğum, pişirip kotardığım haberi seher yelinden duyardım; gamınla öyle bir hale geldim ki gönlümün seher yelinden de haberi yok artık.

Altın gibi sapsarı yanaklarıma, ham gümüşten ibaret bedenine and olsun ki altına kapılır o; çünkü senin gibi bir dilberi yok onun.

Hele ey sâkî, biraz daha çabuk davran da ört o kapıyı; kim gelirse sizinle işimiz yok de, sav gitsin.

Gönlünde vefadan eser bulunmayan sevgilinin vefasına and olsun, bütün ömür boyunca böyle neşeli, böyle kutlu bir an yoktur.

Bundan daha sevinçli, bundan daha güzel ne olabilir ki sen cansın da, cihansın da... cihanın sonu yokmuş; âşıklara ne gam.

Bu gece sarhoş bir halde o şeker dudaklının odasına gidelim; kaftanı olmayan elbise çalandan ne diye kaçacak?

O yüzde, o güzellikte kimyanın hüneri yoksa, sevgiliyle buluşma gününde bütün şu toprak,

neden altın olup gidiyor?

Mahallesinin tozunda toprağından tutyanın hassası yoksa, hiçbir şeyden haberi olmayan ahmağın bile gözleri neden sevgiliyle ay dınlanıy or?

Hele sustum ben; sen selâmımı götür, saygılarımı söyle... elinde duadan başka bir şey o lmay an, ne yapabilir ki?

— R —

XIV

Meh-i rûze ender âmed hele ey bot-i çü şekker

Geh-i bûseest tenhâ ne kenâr-o çîz-i dîger

A şeker dudaklı güzel, oruç ayı geldi çattı işte... Ne kucaklaşma var artık, ne başka bir şey; sadece öpüş çağı şimdi.

Otur da seyret; yemeyi, içmeyi bırak da Kevser havuzunun kıyısında binlerce dudakları kurumuş susuzu seyre dal.

Oruç ateşse sen arı duru suya bak, testiye değil. Ateş gibi şarap aklına fikrine bir tazelik, bir açıklık verir elbet.

Kocakarı ağladı mı, oruç padişahı güler. Işığın gönlü şişmanlar, mumun bedenidir arıklaşan.

Âşıkların yüzleri safranlaşır, canla aklın yüzleriy se kızarır mı kızarır, al al olur. şişenin dışına bakma sen, sağrağın içine bak.

Hepsi de sarhoş olmuş, açılıp saçılmış; ramazan akıldan gitmiş bile... Sâkîmizin odasında kapıya halkayı vurmuşuz.

Bizi sarhoş görünce ellerini ısırmaya, hele hele diye başını sallamaya başladı da sanki mahşer kuruldu.

Bu arada da sarho şsun, hoşsun dedi; şuhsun, şaraba tapıyorsun; kim demiş şeker orucu bozar diye?

* Şeker, İsa’nın dudaklarından verildi mi ölü dirilir; hem de öylesine dirilir ki zevkten Münker’le Nekîr’in bile ağızları açık kalır.

Yıkılmış, yerlere serilmişsen, sarhoşsan bana gel, benimsin sen. Sevgiliden mahmursan mahmur mahmur sözleri benden duy.

Ne de hoşsun, ne de hoş huyun var; hangi gün doğdun; kader kalemi hangi elle böyle resim gibi yaptı seni?

Bedenin yücelik perdesi, onun ardında binlerce cennet var. onlar da da şekerler, ay yüzlüler var; hepsi de Ay gibi temiz mi temiz.

Hadi a şeker dudaklı çalgıcı, sesi yıldızlara ağdır; çünkü padişahımız hoş bir sûrette üstün olmuş, avdan döndü.

Her sabah senin yüzünden bayram; her gece senin yüzünden kadir gecesi... kalkın, yılda bir gececik gelen kadir gecesi değil bu.

Sen söz söyle, cansın çünkü. gökyüzünün hikâyelerini anlat; senin sözlerin arı duru; benim sözlerimse bulanık.

XV

Heme seydhâ bekerdî hele mîr bâr-ı dîger

Sek-i hîşrâ rehâ kon ki koned şikâr-ı dîger

Bütün avları avladın; hele bir daha avlan a benim beyim. Köpeğini salıver de bir av daha y akalasın.

Bütün dalgaları yuttun, bütün işleri gördün; fakat oturma, görülecek bir iş daha kaldı.

Bütün paraları saydın, vekile verdin; fakat bu hesapçıdan da bir başka sayı duy.

Birçok gümüş bedenlileri koçtun; fakat bir soluk daha aç kucağını da bir başka güzeli kucakla.

Ne mutlu o kumarbaza ki nesi varsa hepsini elden çıkarır; hiçbir şeyceğizi kalmaz; ancak bir kere daha kumara girişmek, kumar oynamak isteği kalır.

Sen ölümle de, dirimde de ondan başka hiç kimseyi bilmiy orsun; her gece bir dostu tarafından alınıp götürülen orospu değilsin sen.

Onun gözleri nerkis gibi herkese bakmadadır; her erden bir başka zevk duymada, bir başka mahmurluk elde etmededir.

İki sevgilinin kucağında olan kişinin bütün ömrü hor olur gider. Hele sen de yüz göstermezsen ona; bir başkasına dayanırsa o.

Çünkü Çin güzelleri bile onun başağını devşirmededir... can kuşuna onun havasından başka uçacak bir yer yoktur.

XVI

Eger âteşest yâret tu berov der o hemîsûz

Be şeb-i firaak sûzan tu çü şem’ bâş tâ rûz

Sevgilin ateş bile olsa atıl o ateşe de yanadur... ayrılık gecesinde ta sabaha dek mum gibi yan, eri.

Aykırı olma sakın; uzlaş, kaynaş boyuna. elbiseni y ırtarlarsa buluşma elbisesini dikmey e koyul.

Uzlaşıp kaynaşmadan bedene de, cana da bir can semâ’ıdır belirir. bunu rebâptan, teften, zurnadan, çalgıcılardan, şarkıcılardan öğren.

Yirmi tane çalgıcıdan bir tanesi, onlara aykırı bir makama girse hepsi de yolu kaybederler, çünkü kavga, inat kılavuz olur onlara.

Herkes savaşmada, benim barışmamdan ne çıkacak deme, bir değilsin, binsin sen. mum gibi kendi kendine yan yakıl, ışıt her yanı.

Çünkü aydın bir mum, bin tane ölüden daha iyidir... güzelim, usûl bir boy bos, binlerce kötü, eğri boy bostan yeğdir.

Ş

XVII

Şodeem sepend-i husnet vetenem meyân-ı âteş

Çü zitîr-i tost bende bekeşed kemân-ı âteş

Güzelliğine çöreotu kesildim; yerim yurdum, ateşin ta ortası... değil mi ki ok senin okun; kulun ateşten yayı çeker elbette.

Âşıkın canı yandı yakıldı mı, sevgiliden baş çıkarır. kim ateşte yanmıştır da ateşe can kesilmemiştir?

Bağrım senin ateşinle dağlanmış; gönlümden başkasını yakma; göğsüme bak da ateş kılıcının açtığı yarayı seyret.

Ateş kıvılcımları yanmış yakılmış kişiye sıçrarsa o kişide ateşin eserini bulur.

Aşk gamı ateşlidir; ağaç gibi kuruttu gitti beni; ağaç kuruyunca da ateşe y anmaktan başka bir işe y aramaz.

Ne mutlu o kişiye ki yasemini de senin ateşinle

biter, gülü de... ateşin dilini arılıkla Halil bilir ancak.

* Onun Halil’i duman gibi ateşe biner; çünkü Halil sanki Mâlik’tir de ateşin dizgini elindedir onun.

Seher çağında aşkının çağrısını can kulağım işitti; şu ateş dünyadan sıçra, çık da gir bizim ateşimize diyordu.

Tandıra benzer gönlüm, ateşlerle dolu ağzım ateşin dilinden ne vakte dek söz söyleyecek, ne vakte dek yanıştan yakılıştan bahsedecek diye soruyor.

XVIII

Felekâ begû ki tâ key gelehâ-yı yâr gûyem

Neboved şebî ki âyem zi meyân-ı kâr gûyem

Ey felek, sen söyle; ne vakte dek sevgiliden şikâyet edip duracağım ben? Bir gecem olmayacak mı ki geleyim de işten güçten bahsedeyim?

Onun beli yüzünden dağlar, beller durak kesildi bana... şu aradan bir sıçrayıp çıkayım da biraz da kıyıdan bucaktan söz açayım.

Onun gül bahçesinin ayrılığıyla dikenin sınamasına düştüm; dikenden gül gibi kurtulay ım da yanaktan, yüzden söz edeyim.

Ocak ay ının yıkık yerlerinden boyuna karga, kuzgun sesi gelmede. ben de varayım, menekşeliğe gideyim de lâlenin renginden bahsetmeye koyulayım.

Sevgili geldi mi, gönlüm kibrinden eteğini

çeker... bekleyişten söz açtım mı, bakış sabırsızlıkla yakasını yırtar.

Mahmurluğumu anlattım mı o koskoca küp, başından külâhını yere kor; sâkî de sevgisinden, merhametinden sıçrar, kalkar.

XIX

Hevesîst der ser-i men ki ser-i beşer nedârem

Men ezin heves çonânem ki zi hod heber nedârem

Başımda öylesine bir heves var ki. insan başı yok bende. bu hevesle öyle bir haldeyim ki kendimden bile haberim yok benim.

Aşk padişahı her zaman binlerce mal verir, mülk bağışlar; benimse yüzünü görmekten başka ümidim, isteğim yok.

Külâhım düşmüş, ne çıkar? Kemerim yokmuş, ne gam var? İki dünyada da yeter bana onun aşk kemeri, aşk külâhı.

Seher çağı, aşkı, yaralı gönlümü aldı, öyle bir

yere götürdü ki gündüzden de geçtim, geceden de, seherdense hiç haberim yok.

Cana anlamlar iline yolculuk düştü; hem öyle bir yolculuk ki gök de böylesine bir yolculuktan haberim bile yok diyor, Ay da.

Canımdan ayrıldığım için gözlerim inciler saçıyor ama sanma ki incilerle dolu bir gönül sahibi etmemiş beni.

Ne de güzel bir şekercim var; bana boyuna şeker satmada; bir gün bile şekerim yok diye özür dilemedi benden.

Güzelliğinden bir iz, bir eser gösterirdim ama dünya birbirine girer... benimse kargaşalıkla uğraşmaya vaktim yok.

A Tebriz, ahdettim, Şemseddin gelirse şükrane olarak başımı vereceğim; zâti başımdan başka da bir şeyim yok.

XX

Tu zi men melûl geştî ki men ez tu nâşitâbem

Senemâ çi mîşitâbî ki bekoşti ez şitâbem

Seni çekemiyorum artık dedin, usandın benden... a güzel ne diye acele edersin, öldürdün bu acelenle beni.

Sen başsın, beysin, kimsenin sözüne bakmazsın, öğüdünü dinlemezsin. a güzel ne de tez duymadasın; bu tez duyuşundan yıkıldım gitti.

* N’olur bir zamancağız aman versen bana. ne şiş yansın, ne kebap a benim canım.

N’olur uzlaşsan benimle, ivmesen, koşup gitmesen. Sevgili suyumu aldı gitti, gönlüm namaz kılamaz ki.

Ne de seviy orsun ayrılığı, ne de tez usanmadasın, ne de âsisin. Senden başka bir sâkîden içtiğim şarap neşe vermiyor bana.

Odadan o Ay ansızın çıkar gider diye yüreğim çarpıyor. Güneşim gizlendi mi bulut gibi koşuyor, yollara düşüy orum.

Ay ağım açık ama değersizlikte, küçüklükte

zerreler gibiyim... güneşim doğmazsa ne yaparım ben?

* Gökten ne yağar da yer kabul etmez? Ne yaparsan, ne edersen dayanırım; dayanmayıp da ne yapacağım ki?

Sen beni, benim gibisini ararsan topraklar sayısınca bulursun; fakat ben mumlar yaksam da senin gibisini arasam bulamam.

Sana secde edecek kadar bir solukluk canım var; zâti sevgili, kabul edilen dualarım da sana secdeye kapanıp ettiğim dualar.

Gönlünü düny adakilerden yu, arıt diyorsun bana. Gönlümü nasıl y ıkay ıp arıtay ım ki ay rılığ ın suyumu, selimi aldı gitti.

A güzel, değersizlikte, fakat can bağışlamakta benim gibisi az bulunur; gönlümün kıskançlığı yüzünden kebaba dönmüşüm, gözyaşlarımla da bir bulutum sanki.

Seher çağı sabah şarabım sensin; yolculukta kârım senden. ettiğime karşılık olan cennetim sensin benim, ibadetlerime karşılık sevabım

gene sensin.

Sen rebâb çalan Ebû Bekr gibi inada girişmedesin... bense bir yaralıyım, inadından rebâb gibi inlemedeyim.

* Sen o şeker gibi cevaplar veren değil misin ki verilecek bir cevap bulamıyorsun bana? Yoksa ahmak mı saydın beni de susmanla cevap veriyorsun?

XXI

Çü gulâm-ı âftâbem hem ez âftâb gûyem

Ne şebem ne şeb-perestem ki hedîs-i hâb gûyem

Mademki güneşe kulum, boyuna güneşten söz açmalıyım; ne geceyim, ne geceye tapıyorum; ne diye rüy adan söz edeyim?

Mademki güne şin elçisiyim; tercemanlık yoluyla gizlice ona sormalıyım, duyduğumu sorularınıza cevap o larak size söylemeliyim.

Mademki âlemi ışıtmada tıpkı güneşim, yıkık

yerleri ısıtmalıyım... yapılı yerlerden kaçmalıyım; yıkık sözler söylemeliyim.

Perişan bir elmayım ama ağacımdan çok yüceyim. sarhoşum, yerlere yıkılmışım ama doğru söz söylüyorum.

Gönlüm köyünün toprağının kokusunu aldı; artık sudan söz edersem utanırım köyünün toprağından.

Yüzündeki örtüyü aç; kutlu bir yüzün var. seninle perde ardından konuşmamı revâ görme.

Gönlüm taşa döndü mü, demir gibi ateşler içindeyimdir; şişe gibi inceldin, güzelleştin mi kadehten söz açarım, şaraptan lâf ederim.

Safran gibi sararmış yüzümle lâlenin allığını, güzelliğini anlatırım; oluk gibi gözlerimle bulutu hikâye ederim.

Mademki güneşten doğdum, and olsun Tanrı’ya, Keykubad’ım ben. Ne geceleri doğarım, ne ay ışığından söz ederim.

Hasetçi halimi sorarsa gönlüm şükretmekten

korkar da şikâyete başlarım; gamı anlatırım, kıvrandığımı söylerim.

* Râfızî’ye Benî-Kuhâfe’den nasıl lâf edebilirim; Haricî’ye Ebû Türâb’ın gamını nasıl anlatırım?

Rebâb onun yüzünden inlemeye başladı mı, kemençe gibi yüzüstü düşerim; hatip hutbe okumaya koyuldu mu, o anlatıştan söz açmaya koyulurum.

Dille söylemeden vazgeçtim, sustum... çünkü yanmış, kavrulmuş bir gönlüm var; gönlümden söz açarsam sözlerim seni de yakar, kavurur.

XXII

Heberî eger şenîdî zi cemâl-o hosn-i yârem

Ser-mest gofte bâşed men ezin heber nedârem

Gece gündüz, bir çıplağı giydirmeye çalışmaday ım ben; sevgilimin güzelliğinden yeni bir haber aldınsa sarhoşlukla bir söz söylemişimdir; yoksa haberim bile yok bundan.

Gece gündüz bir çıplağı giydirmeye çalışmadayım ben; yeni bir dükkân düzmeye uğraşan satıcı değilim.

Sarhoşun birinin elinde bir bayrak, iki bin sarhoş da peşinde... padişahın sarhoşuyuz biz diye şehirde gezip duruyorlar.

Hangi mıhla mıhlayayım onu? Bütün bağlar, kilitler onun yüzünden açılmada. burada ne avlayayım? Zâti o ava av olmuşum gitmiş.

*       Bu büyüklükte bir davul, kilim altında gizlenmez ki. Ay ışığının parıltısı, ben bu tozun içindeyim der durur.

*       Deve minarenin üstüne çıkar da burda gizlendim, sakın mey dana çıkarmay ın beni der hani.

Âşık kişi de devedir; minarenin üstüyse aşk. Minareler yıkılır gider, o minaremdir benim, kalan minarem.

Sen tut da gülü istediğin kadar toprağın içine gizle. bahar geldi mi, o ay yüzlüyüm ben diye baş çıkarıverir.

Mademki küpün ağzını açtın, paylarımızı sun... döndür o kadehi, o dönüşe kulum köleyim ben.

A benim canım, senin yenin, yakan için bütün yenler, yakalar yırtılmış. a benim rûhum, senin elman için yaprak gibi tir tir titremedeyim, ne kararım var, ne huzurum.

Herkese lûtfet, herkesi can haline getir; dileğimi kapıp giden o şarabı diley e istey e sun da yeni b aştan hep gençleştir herkesi.

Hele a benim temelimin temeli, bütün perdeleri yırt, bağlanmış gönlü uçur; uçacağım yer de sensin zâti, konacağım yer de sen.

And olsun Tanrı’ya ki iyi mi iyi bir gün, erkenden ağarır, güneşi, kavuşma kucağıma doğuverir.

Sen sus da, karanfil, gül bahçesi güzellerine gülün hikây e sini anlatsın; çünkü ilkb aharım geldi.

XXIII

Du hezâr ehd kerdem ki ser-i cunun nehârem

Zi tu derşikest ahdem zitu yâd şod kerârem

Binlerce kez ahdettim, deliliğin başını kaşımayayım dedim; senin yüzünden ahdimden döndüm; gene seninle karara geldim.

Fazlasını elde etmek için ümide düştüm; ekinciyim, gideyim, buğday alay ım da ekeyim dedim.

Dünya işlerinin bağlanıp çözülmesi gayb eliyle olur; iş böyleyken ne tamahlara düştüm; sen söyle, ne işlere giriştim.

Kaza, kader bıyık altından gülmek, adamı maskaraya almak istedi mi, topal köpeğe haydi der, şu avıma yetiş.

Fakat acıdı mı da adama otur der, dileğini benim dileğime tap şır, vazgeç istekten, dilekten.

Avlanmak gerekse, sana güzel mi güzel bir av benden... bütün can avlarını sana saçı olarak saçarım.

Ne tuzağımdan usanç gelir sana, ne kadehimde

vebal vardır; ne de bana eşit bir güzel bulunur... eşi, örneği olmayan bir dostum ben.

Sus, daha söylersem, onu bir hoş översem gönül güvercinim ilk uçuşunda oraya varır.

Tebrizli Şemseddin, yıldızın parlamasına sebep oldu; güneş gibi yüzü, yeşil damın yücesinde p arlay ıp duruyor.

XXIV

Tu govâh bâş hâce ki zi tovbe tovbe kerdem

Beşikest câm-ı tovbe çü şerâb-ı ışk hordem

Hoca, sen tanık ol, tövbe etmeye tövbe ettim ben. Aşk şarabını içince tövbe kadehi kırıldı gitti.

Eşsiz güzelliğine, arslanları bile alt eden, yıkan şarabına and olsun, artık ahdin, tövbenin yanına bile varmam, çevresinde hiç mi hiç dönmem.

Şekerler saçan dudaklarına, gizli şeyleri bilen gönlüne and olsun, ne düny ay a kapılmışım ben, ne kızıla, sarıya zebunum.

Güneşe benzeyen yüzüne, sözlerindeki tada tuza and olsun ki sıcağın soğuğun bin yıl ötesindeyim ben.

Yağız doru ata benzeyen havana, canlar bağışlayan bayrağına and olsun, ne biçim erim, senden başka hiç kimse bilmez.

*      Sabahının kutluluğuna, sabah şarabının kopardığı kıyamete and olsun ki gök tomarlarını dürer giderim.

A ölümsüz padişah, sen söyle sâkîne; meclise ekşi suratlı biri gelirse ona derdimin tortulu şarabını sunsun.

Böylece ikilik kalmasın, eskilik, yenilik ortadan kalksın; çünkü bu işret durağında o top luluktan ayrılmışım, tekim ben.

*      Sunsun o şarabı sâkî de hoş bir hale gelsin o kişi; âşık olsun gitsin. Öylesine sarhoş olsun, y ıkılsın ki sesimin yankısından da kurtulsun, kovmama da boş versin (tard u aksime aldırış bile etmesin).

Böyle oldu mu da onda ne haset derdi kalır, ne

beden derdi... hoş, tertemiz bir hale gelir, oyun yaygıma oturur benim.

Zamaneden uçmuştur; tuzak, yem bağından kurtulmuştur. Bu kumarhanede savaşsız bir tanık kesildim demektedir o.

Gönlü tertemiz, tıpkı Zühre gibi oyuna dalar; zar gibi kazaya rıza verir; ne pay arar, ne de kaptım, uttum, utuldum derdine düşer.

Bundan böyle susayım; baştan başa kulak kesileyim, akıl olayım; çünkü ne bülbülüm, ne dudu. Tümden şekerim, gül dalıyım ben.

XXV

Hezeyan ki foft duşmen be derûn-i dil şenîdem

Pey-i men tesevvurîrâ ki bekerd hem bedîdem

Düşmanın hezeyanını gönlümden duydum; hakkımdaki düşüncesini gördüm, bildim.

Köpeği ayağımı ısırdı, canımı iyice yaktı; fakat köpek gibi onu ısıramam ben, kendi dudağımı ısırdım.

Erler gibi tek kişilerin sırlarına erdim ben; onun sırrını bildim diye neden övüneyim?

Bütün ayıplar benden meydana gelmede, kusur bende... tuttum da bile bile bir akrebi ayağımın yanına getirdim.

İblis gibi hani, o da insanın ancak şeklini görmüştü. Allah’a and olsun ki beni de bu İblis görmüyor.

Neden halktan yüz çevirmişim; solukdaşlarıma haber ver; yılan oyluğumu soktu, o kara ipten ürktüm de ondan.

Pek kutlu susanların, dudaklarını, gözlerini yummuş erlerin gönüllerine, kimseciklerin bilmediği bir yoldan koştum, girdim.

* Gönülden gönüle gizli bir yol vardır ya; o yoldan gittim de gönül hazinelerinden altınlar, gümüşler seçtim.

Külhana benzeyen gönüle eşek leşini fırlattım, attım. gül bahçesine benzeyen gönülden de güller derdim, yaseminler devşirdim.

Dostların iyiliklerini, kötülüklerini kinayeyle söyledim ama onların üstüne en iyi bir perde dokudum; onları örttüm, gizledim.

Gönlüm ansızın her şeyi bilen ulular ulusu bir gönüle ulaştı da o gönlün heybetinden gönül gibi çarpınıp çırpınmaya başladım.

Mademki halinden hoşnutsun; ne diye bana düştün? Var git işine... Ne şeyhim ben, ne mürit.

Sana karşı a kardeş, ne bakırım ben, ne kızıl altın... kapından dışarı at beni; ne kilidim, ne anahtar.

Bu sözü de söylemedim say; zâti aklıma gelseydin and olsun Tanrı’ya, seninle hiç duruşmazdım.

XXVI

Hele nîm mest geştem kedehî diger meded kon

Çü herîf-i nîk dâri tu be terk-i nîk-o bed kon

Hele yarı sarhoş olabildim; bir kadeh daha sun... değil mi ki iyi bir eşin dostun var, iyiyi, kötüyü boşla gitsin.

Ağlayan kimdir cefadan, çıplak kalan kim? Bakma bile. birisinin vasisi değilsin ya, otur, kendi işine bak.

Şaraba bak, çengin, neyin sesini dinle. bir şeye bakacaksan selvi boylu sevgiliye bak; onun boyunu bosunu seyret.

*     Şekerler satan dudaklarından şeker mi istedi gönlün? Abbas-ı Debs gibi tezce şeker satandan dilenmeye giriş.

Çocuk değilim ki kuru üzüme, cevize düşkün olayım; sen üzümünü, cevizini al da at o sepete.

*          Güzelim teberzed şekeri bin cana değer;

*          haset edeceksen bâri o şekere haset et.

Şekerler saçan güzele git; dudaklarından şekerler al; o ay yüzlünün kıran anını müneccimler gibi rasat âletiyle bekle, gözet.

Oruç ayı erişti ya, artık ne kâseden bahset, ne testiden... bundan böyle ebed sürahisiyle neşelen, o sürahiden sarhoş ol.

Semâ’ için, toy için otur, mahallenin ortasına kurul. Tek Tanrı’nın şarabıyla neşelen, içtiğini kimsecikler görmez.77]

Can gelini sarhoş olur da bu yüzden varlık köyüne gelirse yiyeceğini bu tabaktan ver; duvağını da akıldan kes, biç de yüzüne ört.

Sözden usandın, mahrem bir kimse yok diyorsun. öyleyse anlatış aynasını tez al, yün bezle ört.

XXVII

Senemâ be çeşm-i şûhet ki be çeşm işâretî kon

Nefesî herâb-ı hodrâ be nezer imâretî kon

A güzel, şuh gözlerin için olsun, bir solukcağız göz ucuyla bak; yıkıp yerlere serdiğini bakışınla onar.

Gönül de beden mezarının içinde senin şehidin, can da... bu şehitlerin yattıkları yere gel de bir ziy aret et onları.

Sen bir Yusuf gibi çıkagelmişsin, bütün Mısır halkı ellerini doğramış. bir yüzünü gö ster de gönlü de al, canı da; bir alışverişte bulun.

Ayağını dirediysen, cefada bulunmaya and içtiysen andından dön, n’olur yâni, kefaret ver.

Bundan size döker, saçarsam ne fayda ederim deme; y alvarıp yakarmazlık kârından ver; bir de ziyan ediver.

Safrana dönmüş yüzü güle çevir, lâleye benzet. üç dört katrecik kanı muştuluklar almış gönül haline getir.

Devlet kulundur kölendir senin; buyruğuna karşı baş çekmez. bizimle devlet arasında

elçilik et a padişahım.

Senin yumuşaklık dağına karşı suçlar saman çöpü gibidir; dağ gibi suçlarımıza şöylece bir bakıver gitsin.

Bedenimiz iki katre kandı; güzelleşti, insan oldu... Pis huyumuzu iyi huya sen döndür.

Canlar rûh dünyasından ayrıldılar, balçığa tutsak oldular. sen şu balçık savaş yerinden y ağmala, kurtar onları.

Harfe tövbe ettim ben; isteklilere, anlamlarla dolu harflerle başka bir anlatış bayrağı aç da beylik et artık.

Tebrizli padişah Şemseddin’sin sen; ışığını belirt de nazlı Tebriz’i can gözüne, gönül görüşüne yurt et.

XXVIII

Senemâ beyâr bade beneşan humâr-ı mestan

Ki bebord ışk-ı rûyet hemegî kerâr-ı mestan

A güzel, şarap sun da sarhoşların mahmurluğunu gider; çünkü yüzünün aşkı hepsinin de kararını aldı gitti.

Yıllanmış şarabı getir, sabah çağında sun da güller saç; çünkü gökyüzü bile sarhoşların şarabıyla coştu, köpürdü.

O canların kararını, o can güllüğünü, lâleliğini sun... sarhoşların ağızlarını da şekerlerle doldur, kucaklarını da.

Ele bir kadeh al, şeker dudaklıların eline sun. Kerem et de rahmet suyuyla sarhoşların tozlarını y atıştır.

A güzelim, can da eline kuldur senin, gönül de; sarhoş için sendeki o güzelim şarapla sarhoşların ihtiyârını da al, kararını da.

Lâle renkli şarabın başlara vurdu mu, kızıl gül bile sarhoşların yüzlerini görür de utanır.

* Meclisin cenahıyla kalbi, şarapla düzene girdi mi, sarhoşların Zül-fekaar’ının ucu gamın kellesini uçurur gider.

A güzel, günümüzsün bizim, derdimizi, gamımızı yakanımızsın... a yücelmiş güzel, sarhoşların işleri güçleri seninle düzene girer.

Tut arslanların kulaklarını, çeke çeke deve katarı gibi bir katar yap onları. sen arslanları bile alt eden bir Tanrı erisin; sarhoşların yularları elindedir senin.

Akıyktan bir kadehin var; alımlısın, tatlı tuzlusun. sarho şları avlamak için ne de görülmemiş bir tuzağın var.

A benim güzelim, söylenmedik bir can sözü kaldı; bilmez misin ki sâkîler bile kıskanırlar seni; sarhoşların başısın, övüncüsün sen.

XXIX

Tu bemâl gûş-ı berbet ki azîm kâhelest o

Beşeken humârrâ ser ki ser-i heme şekest o

Berbatın kulağını bur; pek tembeldir o... mahmurluğun başını yar; herkesin başını yarmıştır o.

Kızıl kadehin neşesiyle terütaze bir nağmeyi okşa; denizleri ölçüp biçen bir sedeftir; ele inciler verir o.

Mademki o yasemin bedenli, eve girdi; ev kapısının kapalı kalması daha iyi. çünkü geçen gün de bir düzen kurmuştu da sıçramış, aramızdan kaçıvermişti o.

Ne bahaneci güzeldir o; ne belâdır, ne âfettir o. binlerce sarhoşun kemerini çözer de çalar gider.

Oraya sarhoş bir halde gidelim diye ateşten bir ayağa sahip olmuşuz. şimdi evde ya, önce sen

git de bir seyret onu.

Güzelim, aynadan başka kimsenin yüzüne bakmaz; kendi yüzünü seyrede ede puta tapar olmuştur.

Hele ey sâkî, kızıl renkli şaraptan bir kadeh sun bana... onun sarhoşu olan baş, olmayacak hayallerden kurtulmuştur.

Ne gamım, ne gama tapmadayım, zamanenin gamından kurtulmuş gitmişim. sitem kapısını kapatıp kilitleyene eş dost olmuşum ben.

Çok sarhoşsun ama gene çevikleş, sun kadehi. o binlerce elden, avuçtan kaçmıştır ama sen gene de şişe kırma.

Canıma öylesine bir kadeh sun ki beni göklere ulaştırsın. canımı düşünce eline vermem; aşağılara çeker beni o.

Ne iyi söyle, ne kötü; kendi kadehini kabullenmeye bak. kötüyü de o söylesin, iyiyi de; her kötünün zâti sığındığı zattır o.

XXX

Senemâ ez onçi hordî behel endekî bemâ deh

Gam-ı tu be tûy-ı mârâ tu be cur’a-i sefâ deh

A güzel, içtiğinden birazcık da bize ver... kat kat gamını bir yudumcuk neşeyle beraber sun.

Gamın bizi yedi gitti, yerlere yıktı; neşeye neşe katan şarapla gamın, elemin cezasını ver.

Tanrı’nın gizlice sunduğu gökyüzü şarabından sun; düşmanlardan gizli olarak bildiğe sun onu.

Savaşları durdur, çengleri okşa; çengimize Irak, Isfahan perdelerinden nağmeler ver.

Küpün ağzını açtın ya. binlerce susuz sarhoş, bana sun, bana sun diye kadehler, sağraklar, kabaklar getirirler.

A güzel, şu güz mevsimine bak; şu çıplakları gör de atlas gibi şaraptan birer kaftan ver onlara.

Gençleri seyretmek için ihtiy arlar oturmuşlar.

şu iki üç ihtiyara genç şaraptan sopa ver de ayaklansınlar, yürüsünler.

Padişahsın, şarabın var, can şarabını bağışla diye ağlaya inleye Salâhaddin’e başvur.

— Y —

XXXI

Be Hodâ kesî neconbed çü tu tentenî neconbi

Ki peyâlehâst merdom tu şerâb-behş honbî

And olsun Tanrı’ya, sen ağzını yumar da hiçbir harekette bulunmazsan kimsecik kıpırdayamaz yerinden...                      zâti insanlar

kadehlerdir; şarap bağışlayan küp sensin.

Hele ey hoca, o, ata bindi de meydana geldi mi, ay aklarının altına toprak ol. atın başını çevirme; baş değilsin, ayaksın sen.

Kendini ne vakit kuyruk bilirsen o zaman başsın; fakat baş olmaya heves ettikçe de kuyruksun, bunu böylece bil.

Dünyadan kaç, kurtul; onun görünüşünden, gösterişinden, süsünden püsünden geç. kendiliğinden görüş, görünüş olursan ne diye onun gösterişine bağlanacaksın?

* Sen o Tanrı’ya bak ki yüzlerce inanç

bağışlamıştır insanlara... Mervli neden Sünnî’dir de Kunubbalı Râfızî?

Sözü de, bedeni de tümden görüşe yolla gitsin. boyuna feryat etmedense bir bakış, daha yeğdir sana.

XXXII

Çü merâ zi ışk-ı köhne senemâ be yâd dâdî

Dil-i hemçü âteşemrâ be hezâr bâd dâdî

A güzel, eski aşkı hatırlattın bana da ateşe benzer gönlümü yele verdin gitti.

Ayrılığından ağlarım da Tanrı’dan ses gelir bana; der ki: Mademki bir Yusuf satın almıştın; ne diye mezata verdin onu?

îki dünyayı da verseler gönlüme hor gelir; aşkınla inleyen y aralı gönüle ne de genişlik verdin ya.

Dikenden söz açtın ama binlerce gül açtın; acı sözler söyledin ama tümden muradımızı verdin.

A Tebrizli Şemseddin, can dünyasından nelerin var ki bu dünya dükkânını böyle kesada verdin.

XXXIII

Bot-i men zi der derâmed be mobârekiyy-o şâdî

Be morâd-ı dil resîdem be cihân-ı bî morâdî

Güzelim, kutlulukla, neşeyle kapıdan içeri girdi, muratsızlık dünyasında gönlümün muradına eriştim.

Mademki içeriye girdi, hiç dışarıya gitmedi mi diye sor... girmek, çıkmak, zâti cansız bir sıfattan ibaret.

Nasıl oldu diye yanıltma beni; neliksiz- niteliksiz âlemden çıktı, belirdi zâti; yalnız sen nasılsın, onu söyle; sen de neliksiz-niteliksiz âlemden doğdun.

Yoklukta nelik-nitelik nasıl olur; ayak olmayınca iz bulunur mu hiç? Pek iyi huylusun

sen; ilk adıma bir bak hele.

Tümden kendinden geçişi beğendim, bütün bedenimle gül gibi gülmeye koyuldum... böyle bir kapı açtın ya, ben de neşeyle kemer kuşandım belime.

XXXIV

Hele ey perî-i şeb-rov ki zi helk nâbedîdî

Be Hodâ be hîç hâne tu çonin çerâg dîdî

Hele ey geceleyin yürüyüp yol alan peri, halktan gizlisin sen. Tanrı’ya and veriyorum, söyle; hiçbir evde böyle bir mum gördün mü sen?

Ne yellerle sönüyor, ne ışığı eksiliyor; ne de zaman geçtikçe eskiyor, kuruy o r.

Hele a yüce gök, her yan seninle güzel. Uzun bir yolculuğa düşmüşsün, yolculara ulaşmışsın.

Sen söyle, yoksa Tanrı’ya and olsun ki neden tuttun da yıldızları Samanuğrusu’na çektin; ben

söylerim.

Nesr-i Tâir’den gizli bir söz sordum; meleklerin uçuştukları o yeşilliklerde acaba sen de uçtun mu dedim.

Bir soğuk ah çekti de dedi ki: Bunun üstünde öylesine bir sağlam kilit var ki padişahın inay etinden başka hiçbir anahtar açamaz onu.

Feryadını duyunca aşka yöneldim de bir baktım; mademki dedim, başında sevdası yoktu, ne diye gönlünü yaraladın onun?

Aşk cevap verdi bana da, inanma ona dedi; içinde define var; ne diye düzenine kapıldın onun.

* Bu sözü duyunca, sana mı daha fazla şaşmak gerek, ona mı; sen mi daha acayipsin, o mu daha ac aip dedim; çünkü burası öyle bir yer ki binlerce Cuhâ, burda ancak müritlik edebilir.

Hele ey aşk, âşıkları, can konuklarını hoş bir hale getir, tatlılaştır, neşelendir; çünkü sen binlerce bayram günüsün.

însafın varsa, neşeliysen, ferahsan sus, çünkü öyle açık söylüyorsun ki sanki Bâyezîd’in canısın.

XXXV

Bot-ı men be te’ne gûyed çe meyân-ı reh fotâdî

Senemâ çerâ neyoftem zi çonan meyî ki dâdî

Güzelim kınar da yol ortasında niye düştün, yerlere serildin der; a güzelim, öylesine bir şarap sunduktan sonra ne diye düşmeyeyim?

Güzelim, öylesine düştüm ki kıy amet kopsa gene y erimden kalkmam; çünkü öylesine bir kadehi ele aldın; küpün de kapağını açtın sen.

Yıkıldım gitti, ancak şu kadarını biliyorum: başımı sen tuttun, kucağına koydun, y atırd ın beni.

Güzelim, aşk şarabının sâkîsi olan sarho ş gözlerinden kadehle şarap sunarsın bana... Pek ulu bir usta değil misin zâti?

Bu da senin lûtfundur, şarap sundun da aklımı başımdan aldın... aklım başımda olsaydı neşeden çatlar giderdi.

Bir kadeh sundun, elceğizlerimi çırpmaya başladım; bir kadehle, binlerce murada erişememek gussasından kurtuldum gitti.

Şuh gözlerine and olsun ki neşe onlardan doğmuştur; sen önüne ön olmayan bir cansın; hiç kimseden doğmadın sen.

XXXVI

Esefen li kalbi yavman heceri’l-habîbu dârî

Va taharrakat dulû’î va cavânibî bi nârî

Yazıklar olsun, ne kötü gündür sevgilinin evimden ayrıldığı gün; bütün bedenimi, yanımı belimi ateşlere y aktı gitti.

Ne mutlu o gün ki kutluluklar bize baktı; Süheyl yıldızı kolayca yere indi, yanımda yurt tuttu.

Gönlümün kaynakları açıldı; binlerce deniz

gördüm... o denizlerde gemiler vardı ki aşkla yüzüp duruyorlardı.

Bana gelen lûtufların çetinliğinden uçsuz bucaksız bir denize daldım; orda boğuldum gitti; fakat gene de sevgilinin bakışı yüzdürmedeydi, yürütmedeydi beni.

Şemseddin’in parıltıları vurdu bana; o gerçekten de efendimdir; odur canımın temelinin temelinin temeli; ondan ötesi de bir hiçtir zâti.C81

XXXVII

Tu nefes nefes berin dil hevesî deger kumârî

Çi hoşest in sebûrî çi konem nemîgozâri

Soluktan soluğa şu gönüle bir hevestir salmadasın. ne de ho ştur şu sabretmek; ne yapayım, bırakmıyorsun ki zâti.

Beni ne diye koşturuyor, bunun içyüzünü Tanrı bilir. Sen ne bilirsin a gönül; bunda hükmün mü geçer senin?

Padişahın avlanmasını seyret; arslanlar bile alt olmuşlar... sen nereye kaçabileceksin? Arık mı arık bir avsın sen.

Sen ondan kaçamazsın, ona kaçabilirsin ancak. yanlışsın, yanlış, hem de bu tozun toprağın içindesin de o yüzden yanılıyorsun.

Boyuna avlanmakta olan padişahtan haberin yoksa, soluktan soluğa bir bak da gör; çünkü sen de bir kararsız avsın.

Herkesi korkutarak bir yana koşturmada. herkesi kavray ıp kaplamasaydı nerden korkutabilirdi?

Korku bir başkasındandır; insan kendinden korkmaz. herkesi korkuyor gördün ya, demek ki y aratıc ı bunlardan başka.

Ölüme doğru koşturuyor, kurtuluşa doğru ko şturuy or; a benim canım, bundan daha iyi gönül verecek biri demek ki yok.

Nasıl gönül verilir, gösteririm sana; fakat gönlüm isterse. çünkü gönlümü ona verdim; onun için ondan y ardım iste sen.

XXXVIII

Heberîst nov-resîde tu meger heber nedârî

Ciger-i hasûd hon şod tu meger ciger nedârî

Yeni gelmiş bir haber var, yoksa duymadın mı sen, haberin yok mu? Hasetçinin ciğeri kan kesildi; yoksa ciğerin mi yok senin?

Bir Ay’dır yüz göstermiş; ışık kanadını açmış... Gönlün, gözün yoksa birisinden borç al.

Şaşılacak şey; gizli bir yaydan gece gündüz oklar atılmada. Ne yapacaksın, değil mi kalkanın yok; oklarına canını amaç et.

Varlık bakırın Mûsa gibi onun kimyasıyla altın olmadı mı? Karun gibi çuvalla altının yokmuş, ne gam?

İçinde bir Mısır var ki şekerkamışlığı sensin onun; dışarda sana şeker vermiyorlarmış, ne umurunda?

Puta tapanlar gibi şekle, görünüşe kul

olmuşsun; Yusuf’sun ama özüne bakmıyorsun ki.

Tanrı’ya and olsun, kendi yüzünü aynada bir görsen kendin put olursun kendine de kimseye bir keder vermezsin.

Ona Ay diyorsun, akıllıca zalimsin sen... ne yüzü var onun ki Ay diyorsun ona, yoksa gözün mü yok?

Başın bir muma benzer ki altı fitili var; o kıvılcımlar sende yoksa neden altısı da aydın?

Bedenin seni gönül Kâbe’sine götürecek bir deve sanki; eşeklikten hacca gitmedin, eşeğin olmadığından değil.

Kâbe’ye gitmesen de kutluluk, gene tutar, çeke sürüye götürür seni; a boşboğaz, kaçma. Tanrı’dan kaçış, kurtuluş yok sana.

XXXIX

Zi behâr-ı can heber deh hele ey dem-î behârî

Zi şokofehât dânem ki tu hem zi vey hurhârî

A bahar yelinin soluğu, a bahar çağı, hele bir can baharından haber ver... çiçeklerinden anlıyorum, sen de ondan mahmur olmuşsun.

Açıl, bak, ben de açıldım. söyle, ben de söyledim. arılığı duruluğu, dostluğu, bir padişahın güzelliğini, güzelim yüzünü anlat.

Şimdi vehimden de dışarı olarak kalan eser de bir güneşe çekilir gider; o da bir kıvılcımdan y anmış tutuşmuştur, y alımı arttıkç a artar.

İlkbahar geldi mi, ödünü koparır onun. bir kişi ölümcül oldu mu, sayılı soluk alır artık.

Bütün bağ bahçe tuzak olmuş; her yer yeşil bir renge bürünmüş. gülle lâle, hadi, gel, neyin var diye ele şarap kadehini almış.

Gülle lâle tuzağa benzer, seyredense sanki avdır. çiçekler sanki tuzak, bütün meyveler de av lanacak avlar.

Süsen, iki aydın, doğru gözle lâleye dedi ki: Toprağın toprak oluşu geçti, diken de dikenlikten çıktı.

A yeşillik, ne çeşit rengin var; lûtuf şarabıyla sersemsin; padişaha şu özrün yeter; güzelsin, güzel yanaklısın.

Lâlenin yanakları yalım yalım; nerkisin gözünden kaçmada; güzellere küstahça bakma, kem gözle seyre kalkışma demede sanki.

Yel, dalları neşelendirdi mi, ovaya, yazıya Tatar miskinin kokusu esmede.

* Zahmet, noksan geçince, bağ bahçe Tanrı’nın lûtfu güçlükten sonra kolaylığı açtı diye gülüp oynamaya koyulmada.

Ağaçların bütün dalları oynuyor, hepsinin de her yanı gülüyor... yeni gelinler gibi hepsinin de elleri kınalı.

Hepsi de Meryem sanki; meleğin soluğuyla gebe. hepsi de huri sanki; kara yerden doğmuş.

Yeryüzü sanki cennet; bütün güzeller gece gündüz neşeden kararsız bir halde ay aklarını vurarak, başlarını, y enlerini sallaya sallay a oynuy orlar.

Bulut bahara, kışın ne döktüm saçtımsa senin için döktüm saçtım; bu saçıya lâyıksın sen diyor.

Gönül, baharı seyret; kesin olarak kıyamet bu... bütün yıl iyi kötü ne ektiysen baharın bitmede.

Bahar diyor ki: Ey can, soluğunu tohum bil; tohumunu ek de karşılık ağaç çıksın sana.

Gizli şeyler baharın açığa çıktı; ne diye kendini gizlersin, sen de iyiden iyiye ortadasın, görünmedesin zâti.

XL

Suy-ı bâg-ı mâ sefer kon beneger behâr bârî

Suy-ı yâr-ı mâ gozer kon beneger nigâr bârî

Bizim bahçemize doğru yola düş de b aharı seyret bârı. Sevgilimizin bulunduğu yere uğra da güzel neymiş, bir gör.

Doğana yetişemiyorsan gölgesinin peşinden koş; gizli av y erinde bâri avı seyret.

Seyir için deniz kıyılarına gel de dağlar gibi coşup yücelen dalgalarından padişahlara değer inciler almaya bak.

Av olmak gerekse padişahın kayışıyla avlanmak daha yeğ... çıplak kalmak gerekse böylesine bir kumarda çıplak kal bâri.

Kendini aksaya-sürçe bedenden can dünyasına çek de bir de turunçları seyret, fesleğenleri, gülleri gör.

Hele ey yücelerin çeng çalanları, Zühre’nizi oynatmak, gümüşler, kumaşlar elde etmek için vurun tellere bâri.

Şu nazik güzellerin arasında, şu erlerin semâ’ında öpüşmeye bir yol yoksa bile bâri bir kucaklaşma olur elbet.

Böylesine bir şarap içmeye karşılık mahmurluk hastalığı çekilir; değer şu şaraba bu mahmurluk; bu karardan sonra karasız gönüle bâri sen söyle bunu.

Testiden feryatlar duyulmada; şarabın hararetinden yandım; hele ey kadeh, gel y anıma

da bâri biraz şarap al benden diyor.

* Şirin Husrevlerin ardından feryat etmek de bir hünerdir; bâri canlara yaşayış verene ver gönlünle canını.

Rasgele bir gün yolum aşk dükkânına uğradı; gönlüm tümden dükkândan da geçti, işten güçten de.

Başkalarının çare bulacakları dereceyi çoktan aştım; sen çare bulabilirsin ancak, gönlümü de yele verdim, canımı da, sen gör, gözet bâri.

Artık yeter, susayım da anlatışı güzel padişah anlatsın. Hadi a anlamlar çalgıcısı, bâri bir gazel söyle.

XLI

Seherest hîz sâkıy bekon ançı hûy dâri

Ser-i honb bergoşây-o beresan şerâb-ı nârî

Seher oldu, kalk ey sâkî, huy un neyse yap onu... aç küpün kapağını, ateş gibi şarap sun.

îsa’nın yüzünden iki üç ölü dirilse n’olur... Elinden iki üç mahmur güzelleşse, iyileşse, arslan avcısı kesilse ne çıkar?

Güneş gibi kadehin dönmeye başladı mı, kapkara dünyayı geceden de kurtarır, geceleri saymadan da.

Akıyk renkli şarabından hakikat gülü açılır; ağlayıp inleyen kuşa cansın, yeşilliğin de ilkbaharısın sen.

Padişahlara lâyık şaraba tatlı canımızı verelim; çünkü mahmurun başını kerem eliyle sen kaşımadasın sevgili.

înce düşüncelerden y arım baş ağrısına tutulduk; derman suyunu sen akıt; damarların y ollarını sen aç.

Şu bizce gerçek, gerçeğin de ta kendisi: Mutlak ateşsin sen; bir hararetle binlerce baş tenceresini kaynatmadasın.

Bütün çalgıcılar coşmuş; hepsi de senin yüzünden köpürmüş gitmiş; hepsi de varını yoğunu satmış; onları bir hoşça sıkmadasın sen.

XLII

Dil-i bî karârrâ gû ki çü müstakar nedârî

Suy-ı mustakarr-ı aslî zi çi rû sefer nedârî

Kararsız gönüle söyle; neden karar edecek bir yerin; yok; neden temelli karar edeceğin yere gitmek için yola çıkmıyorsun de.

Bütün halk, seher çağının hoş soluğuyla dirilir; sen nasıl bir güzelsin ki seher çağın yok.

Ne biçim gül bahçesisin ki bir gül bile bitmiyor sende; ne biçim bağsın, ne biçim çay ırlık çimenliksin ki bir ağaç bile yok sende.

Yerlere serilmişsin, öylesine sarhoşsun ki ne babadan lâf ediyorsun a gönül, ne oğul hevesindesin.

Güneşe benziyorsun, ancak yalnız gidiyorsun... Ay gibi gece yol alıyorsun; adamların filân yok.

Bu sarayda bir kuşa benziy orsun sen; havalanmayı istedin mi, tut ki kapın yok,

pencereden uçup gidebilirsin ya.

Bir yerde tutulup kalsan, oranın da ne kapısı olsa, ne penceresi... Ter gibi bedenden çık, bundan başka geçip çıkacak yolun yok çünkü.

Güzelim kıvırcık saçların var. Külâhın yoksa ne gam. dağ gibi ayağın var, yanın, belin, kemerin yokmuş, ne tasan.

Gökyüzündeki melekler susamışlardır, hepsi de âşıktır sana, bir nazlı nazenin güzelden, insandan da üstünsün diye müjde vermeye gelirler sana.

O gözü, o görüşü görmediysen gözün, görüşün neden aydın? O inci yoksa sende, yüzün neden parlak?

O ekşi suratlıya söyle; ekşiliği al, götür burdan de; de ki: O şaraptan içtiysen ne diye neşelenmezsin, coşmazsın?

İçinden sarhoşsun da mahsustan suratını ekşitiyorsan dal suya, dal ateşe; artık tehlike yok sana.

Tanrı, ona râm ol diye denize haber gönderir; ona tesir etme diye ateşe haber yollar.

XLIII

“Tercî-i Bend”

Hele nûş kon şerâbî şode âteşî be tîzî

Suy-ı men beyâ vo bestan be du dest tâ nerîzî

Keskinlikte ateşe dönmüş şarabı hele bir iç; y anıma gel de kadehi iki elinle al ki dökmeyesin.

Kadeh, seçilmiş şarap, Tanrı eliyle sunulmada... bir içtin mi, öylesine düşer, yollara serilirsin ki mahşerde bile kalkamazsın.

Baş çeker, şarap içmek istemezsen sana zorla içiririm; benden nereye kaçacaksın sen?

Onun sevgi kadehi, senin gibi yüz binlerce baş çekeni kapmıştır; kadehi bir al da seyret; kiminle inada girişiy orsun sen?

Güzel yüzlü padişaha bak, şarap sunmaya

koyulmuş... Sevgili saçlarını seyret, miskler damlatmaya başlamış.

Sâkî kendinden geçti mi, boyuna kadeh sunmaya girişir; çalgıcı kendinden geçti mi, Hicaz perdesine girer.

Tanrı şarabından gençliğin sıcaklığını, gençliğin ateşini duyarsın; kendinden gelen beden hararetinden ne bir sıcaklık duyarsın, ne bir hüner elde edersin.

Bir kadeh al da arılığına bak, gücünü seyret. and olsun Tanrı’ya ki bu şarap ne üzüm cibresindendir, ne kuru üzümden çekilme.

Söze söz katmayı bırakayım, temelsiz sözlerden vazgeçeyim. Sen söyle, söyleyişin güzel, şaşılacak, görülmemiş bir şey sin sen.

Yeni çeyizli gelin gibi bir tercî düz, koş ona. Çünkü çeyiz olmazsa gelin kızar köpürür sana.

Tanrı, vergileriyle yokluğu da okşayıp durur, varlığı da. babanın bir şeyi yoksa padişah çeyiz düzer sana.

*

Hele ey eşsiz, bulunmaz güzel, şu ülkede nasılsın? Hele ey devletin eşi dostu, şu mahmurlukla nicesin?

Öyle bir padişahın ayrılığıyla zamanını nasıl geçirmedesin, hele ey kutluluk gülü, dikenlerin arasında nasılsın?

Güneş sana, ateşler içindeyiz sensiz demede... bağ bahçe, çayır çimen, sana ey bahar, nasılsın demede.

Canların yaşayışı sensin; peki, neden şekle bağlanmışsın? Gönüllerin kararı seninle, peki neden böyle kararsızsın sen?

Her düğünün canı sensin, iki dünyanın da düğünü derneği sensin. aklım şaşıyor; neden yaslısın sen?

Dünyanın Yusuf’u değil misin; bir sorum var senden: Dileğinle neden kuyudasın, neden zindanda?

Hele a yücelik göğü, neden maviler

giyinmedesin? Hele a yükseklik güneşi, şu dönüşle nicesin sen?

*     Baban, iki buğday tanesinin belâsından cennetten çıktı; cennet havasındaysan nasıl herîse yersin sen?

Çanak yalayıcıların arasında ne vakte dek kaynayıp duracaksın? Şu erlerin arasında şu kumara girişmişsin; nasılsın, nicesin?

Birçok söz söyledin; sözdeki kusurları da örttün, gizledin... Fakat şimdi Tanrı mehengine vuruldun; nasılsın bu çırpınıp kıvranışla?

Dertlilerdensen neden sustun? Bakışla, görüşle yol alıyorsan ne diye beklemedesin?

*     Gönlünde, düşüncende ne varsa, izi mutlaka yüzünde görünür. Testinin içinde ne varsa dışına o sızar.

*

Bir kerecik o gizli sevgilinin eşiğine doğru koşun. a kuşcağızlar, zamanenin tuzağından uçun, kurtulun.

A güzel huylu, iyi yüzlü; yeşillikten o çiçeği apaçık kopar da gönlün, gözün açılsın.

Gözlerimizden, senin gamından dolayı gözyaşları akmada... fakat senin nemli gözlerin, Tanrı lûtfuyla aydın olsun.

Avın, ölüm kurdundan korktu da öldü gitti ama gönül ceylanın yücelerin kutsal bahçelerinde yayılmada.

*     Dostlardan göklere “Yazıklar olsun” sesi erişti ama sen o gizlilik göğünde nasılsın, nicesin?

Daracık şekil tuzağından geçti, kurtuldu; bâri ey kutluluk, onu ayrılıktan da, zahmetten de, y alnızlıktan da kurtar.

*     Öyle de öyle, ister genç ol, ister koca. değil mi ki dünyadan gitmek gerek; güzel bir sûrette âşık olarak, ululanmış bir halde şehit olup çevikçe gitmek gerek.

Çağrına koştum, kendi ülkemden ayrıldım, kapına geldim. bâri ver o anahtarı.

Ömür güneşim batılarda battıysa, lûtfun bu seherden başka bir seher ağarttı ya.

O yıldız, kutlulukla söndü gittiyse de ben gizlilik güneşinden ağardım ya.

Dünyada lâyığım kısa bir ömürden başka bir şey değilmiş... fakat gönlüm lûtfuna, keremine lâyıkmış ya.

Hele ey sâkî, ayrılığınla gece gündüz mahmur bir haldeyim. sarhoşluktan kadehin dudağını bulamıyorum; sen gel.

XLIV

Zi gem-i tu zâr zârem hele tâ tu şâd bâşî

Senemâ der intizârem hele tâ tu şâd bâşî

Gamınla ağlayıp inlemedeyim ama hele sen neşelen de. a güzel, ben bekleyip duruyorum ama hele sen neşelen de.

Sen beni y aralı görürsen, kutlu bir bakışla bana bakarsın, hoşlanırsın. Ben gönlümü de, canımı da gama ısmarlar giderim; hele sen neşelen de.

Beni neşeli görürsen kızarsın, gönlün kinle dolar... Bense başımı bile kaşımam; hele sen neşelen de.

Gönlümün gamlanmasına ne de sevinmedesin; cefa etmede ne de ustasın; hele sen neşelen de ben neşeyle bir soluk bile almayayım.

A güzel, sen kılıç gibi, hançer gibi, bu kulun kanma susamışsın. Zararı yok, iki gözümden kanlar yağdırayım; hele sen neşelen de.

Senin yüzünden tahtım var, mevkiim var. senin gönlünü görüp gözetmedeyim; hele sen neşelen de. ben bu karar üzereyim işte.

Bu zamanın canı sensin, bir hay li bahaneler kurarak oturmuşsun. Bense zamaneden bir kıyıya çekilmişim; hele sen neşelen de.

Bedenle nefis ölmedikçe gönülle can arınmaz. benim bütün işim gücüm bu arılığa ulaşmay a çalışmak; hele sen neşelen de.

XLV

Şeb-o rûz on nikuter ki be pîş-i yâr bâşî

Bemeyân-ı serv-o sosen gol-ı hoş-izâr bâşî

Gece gündüz sevgilinin kapısında olman daha iyi; hem de selviler, süsenler, yanağı güzel güller arasında.

Zevk ehlinin neşesinden binlerce kere daha artık neşeli; bahçedeki nar gibi gülmelisin.

Yoldaki diken gibi ele ayağa bulmamalısın... şekerkamışları gibi şekerler saçmalısın.

Bağışla tanınmış güneş gibi tertemiz kişiler arasında sen de parmakla gösterilmelisin.

Hele yeter, sus da padişahlar padişahı ağzını açsın; sen susar, bekler, söylemezsen o söyler.

XLVI

Be mubârekiyy -o şâdî besitan zi ışk câmî

Ki nedâ koned şerâbeş ki kocâst telh-kâmî

Aşktan, kutlulukla, neşeyle bir kadeh çek.

zâti şarabı, nerde dili damağı acımış kişi deyip duruyor.

Onsuz yaşayış nedir? Bir heves, bir çarmıha geriliş... ona karşı can nedir? Önemsiz bir şey, bir kul köle.

İki kadeh çektin mi, güzelleşirsin, arslan avcısı kesilirsin. Padişahımız, arslanımız, aklına fikrine bir haberdir yollar.

Ne mutlu o gönüle ki baht oraya tahtını kurmuştur. Ne hoştur o baş ki şarabımız oraya ayak basmıştır.

Tanrı’ya and olsun, bahtı yaver biri, senden başıboş bir selâm duysa, padişahların selâmlarından bile usanır gider.

Sarhoşluk hırkasına bürünmüş, can kumarhanesine oturmuş. halk arasında adı kötüye çıkmış; fakat Arş çevresinde iyi bir adı sanı var.

Ne mutlu andır o an ki padişah, böyle bir seçkin tuzakta, bizim doğanımızsın sen diye onun kolunu kanadını okşar.

Güzel kokulu şarabından insan, ne açılıp saçılır, olmayacak şeyler yapar; ne coşup köpürür, gürültüye kalkışır... Ne dostlara yalvarır, ne düşmandan öç almaya kalkışır.

Bütün halk çekişip duruyor. sense yerlere serilmişsin, sarhoşsun; gönlün hoş. halkın tümünü de dam kıyısından seyre dal.

Bir sorum var senden; sonra söylemeyeceğim artık. Bir ham yüzünden gönlümüzün, canımızın adı neden pişmiş, potada sızırılmış altın olmuş?

XLVII

Çu yakın şodest dilrâ ki tu cân-ı cân-ı cânî

Begoşâ der-i inâyet ki sutûn-ı sed cihânî

Gönül iyiden iyiye bildi, anladı ki sen canın da canına cansın. Yardım kapısını aç; sen yüzlerce düny anın direğisin.

Ayrılık buyruktan baş çekmede; âşıklarının kanlarına kısas olarak bir güzelce vur boynunu; çünkü zamanın kılıcısın sen.

Güneş’in kutlulukla Koç burcuna erişti... İhtiyar dünya, senin yüzünden gençlik parıltısını bulur artık.

Canda ne çalgılar çalınmada; kaplardan neler dökülmede... kulağa tef, berbat nağmeleri, şarkı sesleri gelmede.

Şu gül bahçesi bülbül sesleriyle nasıl da dolu. sarhoşların hay-huyundan kadehle şarabı ay ırt edemiyorsun.

Bütün dallar kırılmış; melekler ellerine kadeh almışlar. hepsi de gökyüzünün şarabıyla kendinden geçmiş.

Can selâmımı o padişahlara ulaştır. ulaştır ama aklı başında kimseyi bulamazsın ki gelince de onların selâmlarını söyleyesin.

* Sivrisinek bile şarap içmiş de başını, sakalını kaybetmiş; Nemrud’un varlığını bir hançerle yok etmiş gitmiş.

Bir sivrisineğe bu gücü, bu kuvveti verirse file ne verir. Ne yapayım ben? Mekânsızlık ilinin kadehi anlatılamıy or ki;

Cana sinen şarabından, Ashab-ı Kehf’in köpeği arslan avcısı kesilmiş; artık sarhoşlar mağarasının çevresinde çobanlıktan başka bir şey yapmıyor.

Bir köpek bile bu hale gelirse, saldırgan arslan ona vefa ederse o güzelim şarap yüzünden neler elde etmez; sen artık seyret.

Şemseddin’in doğmasıyla Tebriz doğu kesildi... anlam yıldızlarına ışıklar, kıvılcımlar ondan gelir, ulaşır.

XLVIII

Hele pâsbân-ı menzil tu çigûne pâsbânî

Ki bebord reht-i mârâ heme dozd-i şeb nehânî

Hele a konak bekçisi, ne biçim bekçisin sen; gece hırsızı gizlice bütün varımızı yoğumuzu alıp götürmüş.

Yüzüne soğuk su vur da bir bağır, çağır. senin uykundan bütün kâr, ziyan oldu gitti.

Gece, geceleyin bekçinin uykusu hırsızlara

mumdur, ışıktır... ne diye bir solukta onların mumlarını söndürmüyorsun?

Tembelliği bırak da yıldız gibi geceleri yol al; gökyüzüne binmişsin, yeryüzündekilerden ne korkarsın?

Köpekçe iki üç havlayış, atlıların yollarını keser mi hiç? Köpekle ahırdaki öküz, saldırgan arslandan ne koparabilir ki?

Gerçekler ormanında apaçık saflar yaran arslana karşı öfke köpeğiyle şehvet öküzü ne yapabilir ki?

İki katre sudan ibaret değil miydin? Tufan dalgaları arasında sola sağa ko şan gemi değil miydin, gemide Nuh kesilmemiş miydin?

Seni koruyan Tanrı olduktan sonra yoldan ne zarar gelir sana? Külâhın göklere değer; çünkü bütün başlara başsın sen.

Yoldaşın Tanrı olunca tuttuğun yol ne de güzel yoldur. sarp cehennemi bile ölümsüz cennete döndürür.

Anmaya sebep olsun diye ne armağan götüreyim deme; Güneş’e, Ay’a armağan olarak kendi yüzleri yeter gider.

Sen ister git, ister gitme; kutluluğun bütün işi gücü sakince, seve, okşaya başarır; koşar, gelir sana.

Devlet kulundur kölendir, binlerce hizmette bulunur sana; kapıdan kovup sürsen bile çare yok, gene sana hizmet eder.

Sen güzelce yat, uyu; bahtın senin için uyumaz... eline taş alsan akıyk madeni kesilir.

* îsa gibi göğe ağ, Mûsa gibi “Bana görün” de. Tanrı, sus, beni hiç mi hiç göremezsin demez sana.

Sus a gönül. fakat ne çare; küpün ağzını kapasan da bu anlamlar bir coştu mu, küpün gönlünü y arar gider.

O gerçekler alanında onun nasıl gezip tozduğunu buseydin her solukta bu gazeli iki bin kez okurdun.

XLIX

Tu kiyî derin zemîrem ki fozonter ez cihânî

Tu ki nukte-i cihânî zi çi nükte mîcehânî

Sen kimsin ki şu gönlümde dünyadan da üstünsün... Dünyanın bir nüktesisin sen; fakat hangi nükteyle sıçrar, neşelenirsin acaba?

Sen kimsin, ben kimim? Senin adın ne, benim adım ne? Nasıl bir tohumsun sen, nasıl bir tuzağım ben? Ne busun zâti sen, ne osun.

Elinde kalem, dünya da önünde bir resim sanki. bir yanını düzer, bezersin; bir y anını siler, bozarsın.

Elinden kalemi b ıraktın mı ona öylesine bir şekil verirsin ki, beni hiç mi hiç göremezsin sözünden bile nur bulur, ışıklanır.

Beden canın izine düşmüş, koştukça koşuyor ama bu iz izleyişle canın güzelliğine benzeyemez o.

Sözle dil, Tanrı feyzinin eseridir ama dille

söylenen bir masala benzer mi şu yalım?

Gül de, diken de, bağ bahçe de gönüllerin eseridir ama şu otcağız nerden benzeyecek gökyüzünün güzelliğine?

Gökle yıldız, sevgilinin izini gösterir ama şu iki ölümlü varlık nerden benzeyecek anlamların güzelliğine?

Öylesine bir ateş yak, yandır ki izi de yaksın gitsin. sen izsiz kaldın mı, o vakit ize ulaşırsın.

Sevgili de ayrıldı gitti, canım da... İkisi de mekânsızlık ilinde; yakınlığın sonuna ulaşmak için perde altına girdiler, anlayışlardan gizlendiler.

O ilin havası, bahar havası; gönüller tazeleşti o havayla. Bahçeleri, her yanı kaplamada. bahçeleri canım, gönlüm benim.79]

L

Zikozâf rîz bâde ki tu şâh-ı sâkıyânî

Tu neî zi cins-i helkan tu zi helk-ı âsmânî

Sâkîlerin padişahısın, durmadan şarap sun... şu halkın cinsinden değilsin sen, gökyüzü halkındansın.

îki bin şarap küpü, senin bir yudum şarabınla bir değil. nerde topraktan meydana gelen şarap, nerde can şarabı?

Bu dünyanın şarabı da, mezesi de dünya gibi vefasız. Tanrı şarabı, Tanrı sağrağı, Tanrı gibi ölümsüz.

Gönül de, can da, gönülle can gibi yüzlercesi de o alıma, o güzelliğe feda olsun. topraktakilere nerden benzeyeceksin sen? Yalnız şeklin onlara benzer.

Kararsızlık dünyasına sal sendeki ateşi. yar şu gök kubbenin gönlünü o ate şle.

Cana kol kanat bağışla; kolu kanadı pek kırıldı. Canın kolunu kanadını kırdın; bir hikmet var bunda ama yalnız sen bilirsin.

A benim canım, sözüm aklı başında olana pek

tatlı tuzlu gelmez... iki kadehçik lûtfet, sun da söz duy benden.

Çünkü sarhoş ne söylerse söylesin; o sözleri şarap söylemiş olur. can gemisine şaraptan başka bir şey yelkenlik edemez.

Medet et, yarı sarhoşum, o kadehi sun elime. senin devletinin sayesinde usançtan da kurtuldum, ağırcanlılıktan da.

Hele a tövbenin baş belâsı, yırt o tövbe kaftanını. sana karşı tövbenin de yeri mi? Ansızın gelip çatan bir kazasın sen.

Her dükkânı y ıkar, yakarsın, eve barka belâsın sen. Kafdağı’nın kemerinden tutar, bir deve gibi sürür çekersin onu.

Acaba o söze gelmeyenleri de söyleyeyim mi? Fakat sen söyle; anlatışın şeker mi şeker a padişahım; senin sözün daha hoş.

LI

Çü nemâz-ı şâm herkes benehed çerâg-o hânî

Menem-o heyâl-i yârî gem-o nevhe-vo fegaanî

Akşam namazı vaktinde herkes mumunu yakar, sofrasını kurar; bense sevgilinin hayaline dalarım, gamlara batarım, ağlayıp feryat etme ye koyulurum.

Gözyaşıyla abdest aldığımdan namazım da ateşli olur... bir ezan sesi geldi mi, mescidimin kapısını yakar, yandırır.

Kıblem nereye gitti ki namazım kazaya kaldı? Tanrı takdiriyle boyuna bana da sınamalar gelip çatmadadır, sana da.

Acaba sarhoşların namazı doğru mudur? Sen söyle. sarhoş, ne zaman bilir, ne yer tanır.

Acaba bu ikinci rik’at mı, yoksa sekizinci rik’at mı? Acaba hangi sûreyi okudum; zâti dilim de yoktu ki.

Tanrı kapısını nasıl çalayım? Ne el kaldı, ne gönül. ey Tanrı, eli de sen aldın, gönlü de sen; bâri bir aman ver bana.

And olsun Tanrı’ya ki namaz kılarım ama rükû

tamamlandı mı, imam kim? Haberim bile olmaz.

Bundan böyle her imamın önünde, ardında gölge kesileyim; gölgeyi meydana getirenin hareketiyle kısalayım, uzanayım.

Gölgenin rükûuna da bakma, kıyamına da... gölgeden maksat isteme, gölgeden can dileme.

Gölge sorudan kurtuldu gitti; çünkü başkasının canı oynatır onu; nerde gölgeyi bilen diye iki elceğizini çırpıp durur gölge.

Gölgemin sahibi padişahtır; o yürürse yürürüm; bir dükkân kıyısına oturursa ben de otururum.

Benim varım yoğum kalmadı da gölge lâfına daldım. gölgenin ağzından ne çıkabilir? Bir ağza uyar ancak.

A kardeş, peri gibi sudan, ateşten söz ediyor, bir türlü susmuyorsun. Fakat testinin içinde ne varsa, dışına o sızar, öyle mi, değil mi?

LII

Beçi rûy poşt ârem be kesî ki ez gozînî

Suy-ı o koned Hodâ rû be hedîs-o hem-neşînî

Tanrı seçmiş de söylerken de ona yüz tutmuş; otururken de onunla beraber... ne yüzden böyle bir kişiye arkamı döneyim?

Dünyanın önü de, ardı da kıbleye yüz dönmez mi? Bakır, bakırlıktan kimyayla kurtulmaz mı?

Herkes yolda nalları dökerek Tanrı’ya kaçmada; lûtuflar et, keremler buyur da bizi kâr kesadından kurtar diye ona sığınmada.

Yeryüzü bile uyuyup gitmişken gökyüzünden açılıp saçılmıyor mu; gökyüzünden bitkiler elde edip yeryüzü olmaktan kurtulmuy or mu?

O yüce habbeler, yeryüzüne bir güzellik, bir tatlılık verir. baharın, kışın aldığı emanetleri ortaya döker de emin kişi olduğunu gö sterir yeryüzü.

Hele ey manevî yaşayış, sen de bakırlıktan kaç, kutsal göğe yönel; çünkü en büyük bir âşıksın sen.

Canı çağırmak için güzeller geldi... madene gel, altın kesintilerini dürüp devşirmeden vazgeç diyorlar.

And olsun Tanrı’ya ki ay yüzlüsün; and olsun Tanrı’ya ki melek huylusun. and olsun Tanrı’ya ki miskler kokuy orsun; and olsun Tanrı’ya ki böylesin sen.

Zamanın Yusuf’uyken ne diye Hintlilerin arasındasın? Git, bir ayna iste de yüzüne bak, yüz gör.

Arılıkta göğe benzersin; lâtiflikte cansın sanki. açılıp saçılmada cennetsin; gizlilikte ana karnındaki çocuksun sen.

Hazineden güzel mallara sahipsin; ta eskiden de bahtın iyidir senin. şekerkamışısın ama ağaç gibisin; ayak diremedey se tam inançsın sen.

* Padişahın mührünün havasıyla muma döndüm a benim canım; beni onun mühür mumuna, onun sevgi mumuna ulaştır; çünkü pek seçilmiş bir yüzüksün sen.

Hele sus artık, kâselerin tadı tuzu onun

yemeklerinden; böyle olmasa çini kâseler toprak değerinde bile olmaz.

LIII

Meneger be her gedâyî ki tu hâs ezân-i mâyî

Meforûş hîş erzan ki tu bes geran-behâyî

Her yoksula bakıp durma; sen bizim has adamımızsın... kendini ucuza satma; pek ağır bir değerin var senin.

Sopayla yar denizi, zamanın Mûsa’sısın sen. yırt Ay’ın kaftanını, Mustafâ’nın ışığındansın sen.

Güzellikte Yusuf’sun, kır testilerini güzellerin; Mesîh gibi yürüt soluğunu, sen de o havadansın.

* Yapayalnız gir safa, vaktin îsfendiyar’ısın... Hayber’in kapısıdır o; kopar gitsin, çünkü Murtazâ Ali’sin sen.

Can bakımından Süleyman’sın, al yüzüğü şeytandan. düşünce de, karar verişte güneşsin; kır yıldızların ordusunu.

Hâlissin, gönül çekicisin; Halil gibi gir ateşe... ölümsüzlüğün aslısın, Hızır gibi iç abıhayatı.

Asılsız kişilerden kesil, gulyabanilerin aldatışlarına kulak asma; Çünkü sen çok yüce bir soydansın; çünkü sen pek yüce bir yerdensin.

Can bakımından zevâlin yok; iç âlemde de pek güzelsin; ululuk sahibi Tanrı’nınsın, Tanrı ışığındansın sen.

Henüz belirmedin; güzellikten ne gördün ki? Ama bir seher çağı, güneş gibi doğuverirsin içinden.

Yazık, yazık, öylesine gizlisin ki sanki bulut altına girmiş bir Ay’sın. Ay’sın, güzel bir yüzün var; çık buluttan, yırt, dağıt o b ulutu.

Madende bile senin gibi bir lâ’l yok; dünya senin gibi bir cana sahip değil. çünkü bu dünya eksilme dünyasıdır, sense cana canlar katansın.

Sen Zül-fekaar’a benzersin; bedenin de tahta bir kındır. bu kın kırılırsa ne diye gönlün

kırılacak?

Sen ayağı bağlı bir doğansın; bedenin de ayağındaki halka... pençenle ayağındaki halkayı çıkarman gerek.

Hâlis altının ateşe atılması ne de hoştur; çünkü ateşin hüneri vardır; altının hâlis olduğunu ateş gösterir.

A kardeş, ateşin yalımlarından kaçma; sınamak için bir içine girsen n’olur ki.

And olsun Tanrı’ya ki seni yakmaz; yüzün altın gibi parlar. Halil’in oğlusun sen; eskiden beri bildiksin ateşle.

Yüce bir ağaçsın sen, topraktan baş çıkar. yakınlık Kafdağı’na uç, kadri pek yüce Zümrüdüanka’sın sen.

Su verilmiş bir kılıçsın, çık beden kınından. maden pususunda kalma; çık dışarı; adamakıllı geçer akçesin sen.

Şekersin, şekerler saç, şekersin, hem de tatlı mı tatlı. devlet ney ini çal; pek güzel sesin var

çünkü. m

LIV

Sıfat-ı Hodây dârî çu be sîneî derâyî

Lemeân-ı Tur-ı Seynâ tu zi sîne vânemâyî

Tanrı huylusun; güzel gönüle girdin mi, Tur Dağı’nın parıltılarını gönülden gösterirsin.

Mum huylusun; geceleyin eve girdin mi, bütün ev parıltından aydınlanır gider.

Şarap huylusun, bir mecliste bulundun mu, güzelim yüzünle binlerce fitne salarsın o meclise; kavgalar gürültüler çıkartırsın.

Neşe, zevk ürktü, kaçtı mı, dilek, istek üzüldü, koptu mu, yeryüzüne sakalık edersin... ne çimenler yeşerir, ne güller biter.

Düny a donsa, buz kesse, neşe ölüp gitse, gizlilik âleminden bu dünyadan başka nice dünyalar meydana çıkarırsın.

Kararsızların içindeki bu dilek, bu çarpıntı

şendendir; yoksa bu arılığınla, bu duruluğunla kara balçıkla bildik olmana imkân mı var?

Gökyüzü, toprağın çevresinde gece gündüz dönmeye koyulmuş... a gökyüzü, ışık madeni değil misin sen; ne istersin bizden?

Bir solukta tutar, gözyaşı dökersin; bir solukta tutar, toprak elersin. Kesinti arayanın biri değilsin ki; kimyanın da madenisin sen.

Hal böyleyken gene de kesinti arayanlar gibi gece gündüz toprak elemedesin; ne diye toprağa taparsın, duaların kıblesi değil misin sen?81]

Bir yoksulun padişahtan ihsan ummasına şaşılmaz, şaşılacak şey şu ki padişah yoksuldan dilenmede.

Bundan da daha şaşılacak şey şu: O Ay, o kadar yalvardı yakardı da yoksul galiba padişahlık benim hakkım diye y anıldı gitti.

A gökyüzü, padişah değil misin sen? Toprak senin kulun kölen değil mi? Sen ne diye gece gündüz ona hizmet edeceğim diye havalanır

durursun?

Gökyüzü bana cevap verir de der ki: Kişi boş yere yelip yöpürmez. Bir saman çöpü uçuyorsa kehribar yüzünden uçuyordur.

Sözümü anlamak, meleğin harcı. söz söylemezsem söze aç melek, ne diye susuyorsun, söy le der bana.

Sen melek değilsin; melek ne yer, ne bilirsin? Pırasanın eşi dostusun sen, kudret helvasını ne yapacaksın?

Akıl fikir mutfağından gelen şu yemeği ne yapacaksın sen? Gece gündüz o mutfağı görüp gözeten Tanrı’dır.

Tebrizli Şemseddin’e söyle, yüzünü bize döndür, de. hayır, yanlış söyledim; de ki: Ey Şems, ardın yok senin zâti; tümden yüzsün sen.

LV

Senemâ çi gûne gûyem ki tu nûr-ı cân-ı mâyî

Ki çi tâketest canrâ çu tu nûr-ı hod nemâyî

A güzel, nasıl söyleyeyim, bilmem ki... sen canımızın ışığısın bizim. Sen kendi ışığını gösterince canın gücü kuvveti mi kalır?

A benim canım, öylesine bir devlet kuşusun ki gölgenin altında bütün kargalar, kuzgunlar, devlet kuşu olurlar, o devleti elde ederler.

Keremin, dünyadaki bütün mücrimlerin özürlerini diler. her belâya amansın, her bağı açansın sen.

Bir incisin ki binlerce deniz sende yok olur gider. Ululuk sıfatlarıyla uçsuz bucaksız bir denizsin sen.

Seninle buluştuğum zaman, ne de vefasız eş dostsun sen diye ağlarım; senden ayrılınca, ne de vefalı sevgilisin diye feryat ederim.

O Ay’la buluşunca neler olur? Allah bilir. çünkü ay rılık zamanında bile zevk, neşe vermedesin, cana canlar katmadasın.

Gönül delirmişse hakkı var; aklı sendin, gittin. yüzünü açtığın zaman da yüzündür ondan özür dileyen.

LVI

Beresîd leklek-i can ki behâr şod kocâyî

Beşokoft cümle âlem gol-o berk-i can-fezâyî

Can leyleği geldi de bahar geldi dedi, nerdesin? Bütün dünya açıldı, saçıldı, ağaçlar yapraklandı, cana canlar katan güller açtı.

Gel de Yusufların yüzlerini gör; hepsi de kuyudan baş gösterdi... Gül yanaklıları tümden seyret; kendilerini göstermedeler.

Gönül meyveleri kırılmıştı; toprak içinde mahpus kalmıştı. gözlerini açtılar da karakışın belâsından kurtulduklarını gördüler.

Çayır çimen zindanın kapısını kırdılar. gülle lâle, kendilerine verilen bağışlar yüzünden neşeli; gülüp duruyorlar.

Bütün olgun Meryemler, kızoğlankızken gebe kalmışlar. bütün arifler, gönüllerini vermişler, Tanrı ululuğuna yüz tutmuşlar.

Bahçenin çevresindeki çiçek gibi, bizdensen,

sen de sarhoşlar gibi ağız yoluyla payını al diyorlar.

Her biri kedi gibi yavrusunu ağzına almış, gül bahçesinin anasına götürmede... Nasıl oluyor da seyre gelmiyorsun?

Güzelim kanatlı kuşu seyret; hatip gibi minbere çıkmış, Tanrı’yı övüyor. güzelim bir nağmedir tutturmuş.

LVII

Hele ey dilî ki hofte tu be zîr-i zıll-i mâyî

Şeb-o rûz der nemâzî be hekıykat-o gezâyî

A uykuya dalmış gönül, bizim gölgemizin altındasın. Gece gündüz gerçekten de namazdasın, savaştasın sen.

Dolunay ışık yağdırır, köyün köpeği de havlar durur; a Ay, köpeğin havlaması yüzünden ışık vermeden vazgeçme.

Ekmekle gelişen kişi, ekmekten başka ne ister ki? Deniz gibi bir gönül gerek ki inci bile ona

karşı yoksul kesilsin, dilencilik etsin.

Seher çağında içtiğin şarap seni sarmadıysa, öylesine bir şarap iç ki ateşiyle kendinden kurtul gitsin.

Tanrı’ya and olsun, bir şaraptır o ki ateşiyle beden göğün kutluluğuna erer de ölümden kurtulur.

Al, iç, şu kırık dökük yaşayışa aldanıp da inada kalkışma... cana canlar katış ilinin ardından olgun bir yaşayış gelip çattı.

Sözü bırakayım a benim canım. Zâti köre Yusuf’un işvelerini, güzelliğini anlatmak yazıktır.

LVIII

Senemâ çonan letîfî ki be cân-ı mâ derâyî

Senemâ be hakk-ı lûtfet ki meyân-ı mâ derâyî

A güzel, öyle lâtifsin ki canımızın içine girersin. a güzel, lûtfuna and olsun, aramıza katılırsın sen.

Tertemiz bir dünyan var; toprakta yurdun yok senin; n’olur bir zamancağız da bizim dünyamıza gelsen.

Lâtifsin, izin bulunmaz; gizlilerden gizlisin. bizim gizli ilimize bir gelsen bu gizli il seninle p arlar, y alımlanır.

A Süleyman, bütün kuşların dilerini bilirsin... dilimize geldin mi, dudağa ne tat bağışlarsın sen.

Dünyaya padişah ancak sensin, yayını kimsecikler çekemez. yayımıza gelirsen senin yüzünden ok gibi uçar giderim.

A Tebrizli Şems, salın. Tanrı kimyasısın sen; madenimize gelirsen bütün b akırımız altın kesilir.

LIX

Çi cemâl-i can-fezâyî ki meyân-ı cân-ı mâyî

Tu be can çi mî nemayî tu çonin şeker çerâyî

Ne de cana canlar katan bir güzelliksin ki canımızın içindesin. Cana neler göstermedesin,

niçin böylesine bir şekersin sen?

Gönüle bir yol buldun mu bin Ay gibi balkırsın... ne ateşsin, ne susun sen; niçin böylesine bir şekersin sen?

Aşkının gamı, salt ışık ordusuyla yaya o larak kaleler almış; niçin böylesine bir şekersin sen?

Pek kutlu Çin padişahı, bütün Zencileri bozguna uğratmış, kırmış geçirmiş. hepsinin de ellerini bağlamış; niçin böylesine bir şekersin sen?

Tur Dağı’nın mumusun sen; binlerce denizsin, binlerce göksün sen. Can, dilerim, senden başkasını görmesin; niçin böylesine bir şekersin sen?

Çokluktan gelmişsin; kıyaslara sığmazsın; o iki kanlı sarhoş gözlerle niçin böy le sine bir şekersin sen?

Hayalin gönlüme gelince nasıl bir ateş kaplar o yurdu; iki dünya birbirine girer; niçin böylesine bir şekersin sen?

O iki yanağında ne var ki binlerce kararsız âşıkın aklını fikrini aldı gitti; niçin böylesine bir şekersin sen?

O güzel gülüşle herkesi kul etmişsin kendine... senin soluğunla ölü bile dirilmiş; niçin böylesine bir şekersin sen?

Tanrı güzelliği var sende; terin denize damlasa binlerce dalga coşar; niçin böy le sine bir şekersin sen?

îkiye ayrılmış saçların boynumda halka, neşem, sevincim senin şarabınla; seyret de gör, ne zevkteyim ben? Niçin böylesine bir şekersin sen?

Gülünden yasemin yok oldu; bütün düzenler mahvoldu gitti. Ben de yok oldum, benim gibi yüzlercesi de, niçin böylesine bir şekersin sen?

LX

“Tercî-i Bend”

Tu berov ki men ezincâ benemîrevem be câyî

Ki reved zi pîş-i yâri kamerî kamer-likaayî

Sen git; ben burdan bir yerceğize gitmem... Ay parçası bir dostu, bir ay yüzlü sevgiliyi bırakıp da kim gider?

Sen git; çalışıp çabalamaya, bir şey elde etmeye el atmış, ayak basmışsın. benimse onun aşkının elinden ne elim kaldı, ne ayağım.

Her malın değerini aklınla tanır, bilirsin, benimse değeri pek yüce bir ay yüzlü dilber yüzünden ne aklım kaldı, ne fikrim.

Aşk, sevda, halka göre büyük bir suç. yürü git, halktan cefalar görürsün, kınarlar seni.

Senin gibi bir ay yüzlü için değer bu suçu işlemek. Akıl, bu çeşit bir yanlış iş işlerse doğru düzen bir iş yapmış demektir.

Güzel yüzlülerin sevdasına düşüp gamlanmak, insanın dileğiyle değildir ki. dileğiyle devâsız derde kim gider?

Dünyanın gözü senin güzelliğinin ışığını gördü ya. Tanrı’nın bu yurttan başka bir yurdu olsa

bile artık kim gider oraya?

Hele a kardeş, bir geç şu gök kubbe perdesinden... değil mi ki buğdayla işin yok, ne diye durursun değirmende?

Büyükbaban, buğday yüzünden gelmedi mi buraya? Nefsinin havasına uyan gönülle akıl, elbette ayrılığa düşer.

Tortu boyuna küpün dibinde durur; fakat durulunca küpün ağzına çıkar.

Bir sel gibi arı duru denizin eşiğine akalım, yüzme bilene deniz ne hoş.

Balık cinsindensin sen; o yüzden denize yöneliyorsun. havuzda, ırmakta bir genişlik, bir ferahlık bulamıyorsun.

Havuzun suyu da iğretidir, sonradan konmadır, ırmağın suyu da başka yerden gelmedir. a akıl, a akıllı, iğreti şeylerden vefa umma.

Bu söz, anlatılamadı. Tercî beytini söyle. Aşk meyvelerini anlat, basamakları göster.

*

A felek, kulağın olsaydı da aşkın feryadını duysaydın, canın ne biçim coşar, köpürürdü; bir bilsen.

Yanlış söyledim; senin de buluşman olmasaydı, ay rılık derdine düşmeseydin y aslılar gibi mavi elbiselere bürünür müydün hiç?

Sevgilinin haberinden bir cilâ elde etseydin bir solukta gönlündeki bütün pası siler giderdin.

Hele a Ay, gönlün başlık, başbuğluk dâvasına kalkmasaydı, baş çekmeseydi ululuk külâhını tutulup da nasıl kaptırırdın?

Fakat gene kahrından aşkın lûtfu, saçlarını örtmeseydi tutuluş düğümü nerden gönlünden çözülürdü?

Gönül sıkıntısıyla iç ferahlığı, bu yolun tehlikeli yerleri olmasaydı bedenin son günlerde ne diye erirdi, ne diye sonra dolunay olurdun sen?

Kaza, kader gönlünü, gözünü mühürlemeseydi

nasıl olur da tuzak gizli kalırdı senden; nasıl olur da taneyi görürdün sen?

Her yolda bir bağ koymasaydı, bir tuzak kurmasaydı kendini koruyuş, sabrediş yüzünden kim övülürdü ki?

O padişah, her gama bir ferahlık vermeseydi her şey kılıç kesilirdi, ok olurdu; ne kalkan kalırdı, ne zırh.

Aydın can, Tanrı huylarıyla huylanmasaydı ne hüneri, arılığı kalırdı; ne kerem olurdu, ne cömertlik.

Yokluk, emrinin heybetine râm olmasaydı ümitsizlik yerinden bir tek varlık bile bitmez, gelişmezdi.

Güzelliği kem gözlerden ıraktır; hasetçinin erişmesinden çok yücedir o.

Sen söyle: Ok yarasından Ay’a ne gam... çıfıtın kapkara gönlü, Ahmed’in sırrından ne elde edebilir?

Kutlu güzelliğine dair bir tercî beyti söyle; hem

de güzel söyle: Böylesine bir ırmak, gece gündüz susuz kalmasın.

*

Yeşillik, kutlu ilkbahar... çalgı, neşe, sarhoşluk... yüzü güzel, alımlı sevgili var; kadeh var, elimizi uzatıp alıyoruz, içiyoruz.

Gül çağı, lâle zamanı. yeşillik kumaşlarını yaydı, döktü. hele bir gül meclisine gel; sen de şaraba tapmadasın.

Selviyle süsen, şükretmek için yüzlerce dile sahip oldu; yasemin, yokluk ilinden yola çıktı; sen ne diye oturup kalmışsın?

Gül fidanı nazlanarak bülbüle sitemli sitemli, sus, git burdan, fidanı kırdın dedi.

Bülbül cevap verdi de dedi ki: A cefacı, sendeki şu huy yüzünden burda ne hasta kaldı, ne hekim; ne eczacı kaldı, ne eczacının tezgâhı.

Kızıl gül hal hatır sorarak safrana, yüzünü neden sararttın, mahmurluktan nasıl da yerlere serilmişsin dedi.

Safran da ona, aşk dağından sarardım soldum diye cevap verdi; gamı sınadın mı, kimseden duydun mu dedi.

Çimen, çınara ne yaptın, ne işledin de böyle yüceldin dedi; ondan da şu cevap geldi: Toprak oluştan, alçalış yüzünden yüceldim ben.

Gonca çiçeğe, neden gözüm yumuk dedi; çiçek gülerek cevap verdi; o külâhı at başından, kurtuldun gitti dedi.

Hele a gül bahçesinin güzelleri, altı aydır nerdeydiniz? Yokluktaydık, ansızın Tanrı’dan bir varlıktır geldi çattı.

Sen de yokluktan yürü, o dünyanın baharına var, padişahlara katıl; sen de Elest sözünü duydun da yüceldin.

O solukta menekşe de erguvandan bir haber almak istedi ama erguvan, başın için a Ay, sarhoşum diye dudağını ısırdı.

Menekşe, onun sarhoşluğunu görüp cilvesini seyredince kucakladı onu da, sen bu kucaktan sıçradın, kaçtın zâti dedi.

Denizin cömertliğini gör de balık gibi sus. Gönül avını salıver gitsin; sen de ağın dışındasın zâti.

Gece geçti, seher vakti geldi çattı; sen de hâlâ uyumadın da, bir şey yiyip içmedin de. Bir solukcağız git de dinlen; kendinden geçtin gitti.

LXI

Bekeşîd yâr gûşem ki tu imşeb ân-ı mâyî

Senemâ belî ve leyken tu neşan bedeh kocâyî

Sevgili, bu gece sen bizimsin diye kulağımı çekti. Evet a güzel, fakat bir göster bana, nerdesin sen?

Bahaneyi bırakır da evinin yolunu gösterirsen başımla yürüyerek, gözlerimi yerlere sürerek gelirim; çünkü kimy anın da madenisin sen.

Yok, evini göstermez de düzene girişirsen gökten yıldızları çalarsın, aklın başından külâhını kaparsın sen.

Gecem saçlarından bir iz; seher çağım

yüzünden bir ışık... Yüzündeki örtüyü bir kaldırsan Ay bile gökyüzünden yere düşer.

A güzel, sen bir arslansın, bense ceylan gibi tutsağınım senin. Dünyada azat edileceğinden korkan avı kim görmüştür?

A güzel, havamıza gir, razılığımızı dile. çünkü denizden de duydum, madenden de; bağış madeniymişsin sen.

Bütün vebale girişim, senden; senin yüzünden ağlayıp inliyorum. yatıştır ululuğunu onun; ululuk ıssı Tanrı, sensin ancak; ululuk Tanrı’nındır ancak.

Uykumun yolunu kestin, bâri sarhoşluk yolunu kesme. herkesten, her şeyden ayırdın beni; kendinden ay ırma bâri.

Tanrım, sana ulaşmak ümidiyle Ay da dost oldu bize, güneş de; Tanrı kapısını ç almay ı ummak, ne de büyük bir ümit.

Bütün malını mülkünü vermiş, kesenin ağzını açmış; senin ihsanını umarak yapıyor bu işi; vefanın özüsün çünkü.

Hepsi de dükkânlarını kırıp dökmüşler, uykunun, yiyip içmenin yolunu bağlamışlar; bir bucaktan çıkıverirsin diye oturmuşlar, seni bekliyorlar.

Bir kişinin ümidi de nedir ki sana karşı? Bütün dünyanın ümidisin sen... Şarap elde etmeye çalışman da nedir ki? Lûtuf, ihsan şarabısın sen.

Yusuf senin içinde; boş yere ne diye Mısır’a gidersin? Perdeyi kaldır da bir bak; ne de güzel yüzün var.

Çalgıcı senin içinde; ne diye çalgıcıya kemerini veriyorsun? Beden neyden değersiz değildir, can da ney üfleyenden aşağı değil.

LXII

Hele âşıkan beşâret ki nemand in codâyî

Beresed visâl-i dovlet bekoned Hodâ Hodâyî

Hele a âşıklar, muştuluk size. artık ayrılık kalmadı, buluşma devleti geldi çattı; artık Tanrı, Tanrılığını sürecek.

Kerem üstüne kerem gelmede, binlerce bayram gelip çatmada; iki dünya da mürit olmada; sen hâlâ nerdesin?

Vefa şekerini ekersin; canın başını kaşırsın; zamaneden utanır arlanırsın da dokuzuncu göğe ağarsın artık.

Lûtfu, keremi seni tutar, kendisine çeker; gönlünün muradına erersin; ne bunun gamı kalır, ne onun... tertemiz oluş, hükmünü sürer gider.

Hele a gerçek âşıklar, birbirinizle uzlaşın da yol alın; vefalı dostun içinden kutsuzluğu aşan bir kutluluk coşmada.

Durağın topraktı; gizlice bir yolculuğa çıktın; sonunda insanlık durağına eriştin, insan oldun. fakat burda da kalma.

Sen yolcusun, yürü; göğe doğru yol al. Ama sen bu paramparça bucakta kalakalmışsın; Allah kurtarsın.

Gönül, yürek adını taktığın şu bir katre kana bak. bütün dünyanın çevresini bir solukta

döner dolaşır; ama yürüyüp uçarak değil.

Gözünün ışığına dikkat et, göklere vurmada... Ona ışık verenle bildik olmaya bak.

Söz söylemeyi bırak; ayağın yok mu senin? Ulu kişiysen ne diye bu daracık yerde tutsaksın?

LXIII

Tu zi ışk-ı hod neporsî ki çi hob-o dil-robâyî

Da cihan behem berâyed çu cemâl-ı hod nemâyî

Kendini sevmeyi ne soruyorsun, ne soruşturuyorsun; oy saki ne de güzelsin, ne de gönüller kaparsın sen. yüzünü bir göstersen iki dünya da birbirine girer.

Sen şarapsın, biz testiyiz. sen suya benziyorsun, biz arkız. ne yerin var senin, ne yurdun; fakat gene de nereye yönelirsen ordasın.

Gönül sana nasıl yelsin yöpürsün; bakış, görüş, seni nasıl arasın bulsun? Söz ağızdan nasıl çıksın da nerdesin diye sorsun?

Gönlün kulağına ne söyledin ki gülmeye koyuldu, açılıp saçıldı? Kamışın ağzına ne verdin ki şekerler çiğnemeye koyuldu?

Şaraba ne coşkunluk verdin; bala ne çeşit bir tat bağışladın? Akla nasıl bir düşünce verdin de yüce tasarılara girişmede, yüksek düşüncelere dalmada?

Senin yüzünden toprak, nakışlarla bezenmiş; topraktakilerin göz milleri halden hale girmiş... hoş olmayanlar bile senin yüzünden hoş, hoşsun, hoşluğu arttırıp durursun sen.

Neşe, seninle neşelendi; şaşılacak şey, senin yüzünden şaşılacak bir hale geldi; lûtuf, ihsan senin sayende dudağa, ağza tat verdi; kerem sahibisin, bağışlarda bulunur durursun sen.

Yaralı, yorgun gönlü sen arar sorarsın; o lay lard an onu yur, arıtırsın. dertli bir söz söylersin, ona o söz devâ olur gider.

Bulut senin yüzünden ağlamada, şimşek senin yüzünden gülmede. Daha da binlerce çeşit işler, senin lûtfunla olup durmada; vefa

madenisin sen.

LXIV

Nezerî be kâr-ı men kon ki zi dest reft kârem

Be kesem mekon hevâle ki be coz tu kes nedârem

îşime gücüme bir bak; işten güçten el çektim ben... başkasına buyurma; senden başka kimsem yok benim.

Buluşma şarabını sunsan da başımdaki mahmurluğu gidersen meyhaneden ne eksilir ki?

Mademki kendiliğimden neşeye lâyık değilim, gamsız bırakma beni. Çünkü bu arada boyuna gamın, gam ortağım oluyor benim.82]

BAHR-İ REMEL

-MAHBÛN MAHZÛF-

feilâtün feilâtün feilâtün feilün

— A —

Be şeker-hende eger mîbebered cân-ı merâ

Mette’ Allâhu fuâdî li habîbî ebedâ

Şeker gibi tatlı bir gülüşle canımı alırsa, Tanrı gönlümü ölümsüz olarak sevgilime kavuşturur, onunla neşelenir, yaşarım.

Canımı o alırsa o vakit güler benim canım; bedenimin bütün zerrelerini sarhoş etti mi, her yanım esenliğe kavuşur.

Her zerrenin özü, onun lûtfuyla sarhoş oldu mu; sevgilim ne de üstündür, ne de yüce diye oyuna girişir.

Şarap içe içe tümden şarap kesildim mi, artık meze olurum, şarap olurum... Yiyin beni, için beni.

Hele a gün, ne günsün sen; ömrün uzun olsun. buluşma günü, şarap içme, nimetler yeme günü, razılık günüsün.

Küpe benzeyen bedenimizi o şarap için yoğurdu... Rabbim gönlüme ne güzel bir şey takdir etmiş; takdiri ne güzel de çıktı.

Sirke küpü başkadır, pekmez küpü başka. can küpünde üzüm şarabı var; kaynayıp coştu artık.

* Şarap küpü uyumaz, o şarapla kaynar durur. Kahve de kötülüklerde bulunmak, kan dökmek için kaynayıp coşar.

Ben o kişi değil miyim ki dünya küpüne sığmam. dokuz kat gök bile benim köpüğüme, benim co şkunluğuma day anamaz.

Ölü şarabı ne içiyorsun? Hadi, gel, beni iç; şarabım ben. bir tulumum ki şarapla, sâkîyle dolmuşum.

Bu, sana rızık olmazsa ben içerim, dostlar içer. artık ey arı duru kardeşler, susun da gerçekleyin bu sözü.83]

II

“Tercî-i Bend”

Ey dırîgaa ki şeb âmed heme geştîm codâ

Honok anrâ ki be şeb yâr-o refîkest Hodâ

Ne yazık... gece oldu, hepimiz ayrıldık birbirimizden. Ne mutlu o kişiye ki geceleyin dostu, yoldaşı Tanrı olur.

Hepsi uyudu, ölü gibi bir yana yıkıldı gitti. Sen uyumazsın a dünyanın padişahı, a bizim eşimiz dostumuz.

Kendinize gelin, uyumayın; padişah geceleyin meclis kurdu; seher çağına dek sizi çağırır durur.

Onun keremi çekti de her uyuyan sıçradı, kalktı. Hani gül bahçesi seher yeliyle uyanır ya; hadi, sen de seher yelinin zevkiyle sıçra; uyan.

Mustafâ, geceleyin yemek yemezdi ama seher çağında karnı doyardı da ben derdi, Tanrı razılığına konuk oldum.

* Yokluğa erenler, onun uykusuzluğu yüzünden kaftanlarını  y ırtsınlar      diye

Peygamber’in ayaklarının altı, namazda fazla durduğundan kabarır, şişerdi.

Gelecek zamandaki günahların da, geçmiş zamandaki suçların da bağışlanmamış mı dendi de bu dedi, korkudan, ümitten değil; aşkın coşup köpürmesi bu.

Şu beden toprağını taşıyan, çeken, can yelidir... geceleyin can bedenden ayrılınca, beden yıkılır kalır.

Yel de geceleyin şu toprağı sevmez mi? Aşk yelinin de benim şu toprağıma bir sevgisi var.

Gerçekten de yel durmaz, vefası yoktur. fakat bu aşk, vefasızları bir uğurdan vefa madeni haline getirir.

Aray ıp istediğin huy, dilediğin hal, ululanır da baş çeker. fakat aşk bir solukta dilediğini verir sana; var olsun, yaşadıkça yaşasın.

* îki dünyanın da melekût âleminde aşkın yarlığı var. fakat tercî vakti geldi; onu anlatmama imkân yok şimdi.

*

însan, boyuna güzelleşmek, hünerler elde etmek ister; derken aşk gelir; sarhoş eder insanı, altüst eder gider.

Taş gibi gönül, inci haline gelmek ister; derken aşk gelir, inci elde etmekten de vazgeçirir onu, incisizlikten de.

Hırs, kerem sahibi padişahların bile başlarına çorap örmek ister; fakat aşk küstahlarını gördü mü, o da yola düşer, çekip gider.

Bu şehirde öylesine küstah rintler var ki gönülleri çalarlar; onları bir görsen bu halktan göz yumarsın.

Onlardan birinin sarhoş gözü, gönlünü avlamak istedi mi, ne gönlünü korumaya bir çaren vardır, ne bir düzen yapmaya gücün kuvvetin.

Gizli âlemde sana âşıktır onlar; bir görsen gamlarına düşer de artık unutamazsın onları.

Susuz kişinin su özleyişinden ne haberi vardır

tatlı suyun? Alımlılığa, güzelliğe aldırış mı eder Yusuflar?

Ağaçlara başbuğ selvi ayağını diremiş; ne diye başı dönsün... düşüncenin canı seninle olduktan sonra düşünceye dalış da nedir?

O güzel sana el verirse elden çıkarsın; o perimiz senin yolunu vursa uçarsın.

Güneşin yalımları seni ısıtırsa seher yelinin haberciliğine boş verirsin.

Mısır Yusuf’unun dudaklarından bir selâm duy san şekerleşirsin, tümden şeker olur gidersin.

Hepimiz de Mahmud kesildik; geri kalanını sen söyle de özleyiş kadehini durmadan sunsun.

*

*    Kötü düşünce hırsızını zindana götürün. ellerini sımsıkı bağlayın da dîvâna sürüyün.

*    Akıl şahnesi hırsızlara hadlerini bildirmezse şahneyi de çeke sürüy e padişaha götürün.

Susuzları suya çağırın; duduları, kerem edin de, şekerkamışlığına götürün.

Meclis herkese açık; padişahlar padişahı böyle buyurdu; çabuk dedi, bütün sâkîleri padişahın meclisine çağırın.

Soldan sağdan tabaklarla saçılar gelmede... yarım can kaç para eder? Birçok can getirin de alın saçıları.

Ölüyü getirseniz can bulur. Tanrı için olsun, Tanrı için; hepiniz de gelin böyle bir cana yüz tutun.

İkbâl devri geldi, devletin dudakları güldü; ne vakte dek baş ağrısı çekeceksiniz, niceye bir gözyaşı dökeceksiniz?

Kimin gönlü varsa ayna haline getirir o gönlü. Armağan olarak ayna götürün o Ken’an Yusuf’una.

Hazineyi açtılar, hepiniz de ağır elbiseler giyinin; Mustâfa tekrar geldi, hepiniz de iman edin.

Hepiniz de ellerinizle yapışın güneşin eteğine... Bütün topluluğu o darmadağın saçlar yüzünden elde edin.

Bu savaşta üstünlük ancak Tanrı kılıcıyladır; ganimetlerden verin de Müslüman edin bütün şeytanları.

Ne mutlu o cana ki gecelerinizden haber aldı; ne mutlu o kulağa ki sizin hey-hay seslerinizle doldu.

III

Rû toroş kon ki heme rû-toroşânend incâ

Kûr şov tâ nehorî ez kef-i her kûr esâ

Yüzünü ekşit; burdakilerin hepsi de ekşi suratlı. Kör ol da her körün elinden sopa yeme.

Aksaya aksaya yürü, çünkü bu yoldakilerin hepsi de topal. ayağına bir bez sar da eğri büğrü, başını sallaya sallaya, ayağını sürüy e sürüy e yol al.

Ay yüzlüysen bile yüzüne safran sür. Çünkü

yüzünü gösterirsen sopa yersin, yaralanırsın.

Efendi, bir çirkin gördün mü, aynayı koltuğuna vur, gizle... yoksa aynanın adını kötüye çıkarırsın.

Aklın başında oldukça, kendindeyken uzlaş herkesle, iyi geçinmeye bak. ama sarhoş oldun mu, ne olursa olsun.

Buluşma sâkîsinin elinden birkaç sağrak iç; mademki pergel oldun, kalk, oyuna gir, dön.

Pergel gibi o noktanın çevresinde dön, çark ur; böyle bir yuvarlak için bu çeşit bir dönüş farzdır.

O söylediğin sözleri tekrar söyle; unuttum gitti. Tanrı’dan esenlik sana ey ay yüzlümüz, ey ay parçası güzelimiz bizim.

Tanrı’dan esenlik sana; bütün günlerin hoş geçsin. ey soluğu ölüleri dirilten, Tanrı’dan esenlik sana.

O yüzden kem gözler ırak olsun. bir gönlü kaptı mı, artık hiçbir çare fayda vermez ona; ne bir çare bulunur, ne lâ havle para eder.

Güzelliğinden bir şey dilenmek için ta uzaklardan gelmişiz... Ay, ışıklı yüzünden ışıklar saçar, cömertliklerde bulunur.

A Ay, Ay da duamı duydu, senin ay yüzüne karşı ellerini açtı da bana, sen de el aç demeye koyuldu.

Ay da, Güneş de, gökler de, anlamlarla akıllar da bizim katımızda yücedir, zengindir, fakat senin katında yoksul.

Kıskançlığın, dudaklarını ısırdı da gönlüme sus dedi; gönlüm sustu, oturdu, bayrağını indirdi.

IV

Ki beporsed coz tu heste vo rencûr-ı turâ

Ey Mesîh ez pey-i porsîden-i rencûr beyâ

Senin hastanın hatırını senden başka kim sorar; ey Mesîh, hastanın hatırını sormak için bir gel.

Nasılsın diye başına elini koy; suçunu aklına getirme onun; kinle elini dişleme.

Zâti belâ güneşi onun başına kılıç vurmuş... sen onun başına ihsan, vefa gölgesi sal.

Suçludur, yüzlerce mihnete, yüzlerce eziyete lâyıktır bu; fakat o lûtfa lâyık olan ancak bağışlamaktır, keremde bulunmaktır.

Yüzlerce sütle, yüzlerce şekerle beslediğin o gönüle, bunca tatlıdan sonra her solukta cefa zehrini tattırma.

Benden, benim yurdumdan gönlünü çekeli bend yıkıldı, belâ seli geldi çattı.

Şifa sensin, güzelce bir güldün de yüz gösterdin mi mihnet ordusu geri döner, kaçar gider.

A abıhayat, hastayı ne diye doktora yollarsın? Dert nerden geliyorsa, derman da ordadır.

Bütün dünya bedendir sanki; herkesin, her şey in başı da sensin, canı da. başı gövdesinden ay rılan, nasıl olur da diri kalır?

Ey abıhayatın kaynağı, ey herkesin canı, arkımız kurudu gitti, o y andan bir su gönder bu

arka.

Hasta gönülde bundan başka birkaç söz daha kaldı; fakat and olsun Tanrı’ya, güzelim yüzünü görmedikçe söylemeyecek.

V

“Tercî-i Bend”

Onçi dîdî tu zi derd-i dilem efzod beyâ

Ey senem zod beyâ zod beyâ zod beyâ

Gönlümün derdini görmüştün ya; daha da arttı. gel, a güzel, tez gel, tez gel, tez gel.

Kârım, sermayem gidecekmiş; korkum yok... sen ömrümsün, sermayemsin, tüm kârımsın benim, gel artık.

A benim canım, gönlümün eşi dostu; yüzünü görmezdim ama dayanırdım hani; ate şin sabrımı da aldı, götürdü, kararımı da; gel artık.

Aray a ayrılık salmadan maksadın, düşmanımın sevinmesiyse adamakıllı sevindi düşmanım; gel

artık.

Taş yüreklisin böyle; fakat iki dünyanın da incisisin... taşın yüreğinden bile rahmet suyu coştu; gel artık.

Canın, gönlün feryatlarına senden başka mahrem yok... a gönül, sen dağ gibisin; a Davud, gel dağa artık.

A Tebrizli Şems, ezelden yazılmış deme; yazılan ancak senin istediğin şeydir; gel artık.

A Tebrizli Şems, can, ömrün uzun olsun diyor sana; Ay da kaftanını senin için yırtar.

*

Onun gibi bir erin aşk küpü yama tutmaz. sabret de hiç mi hiç, ama hiç söz söyleme.

Onun avını ara; bütün zevk, bütün işret orda. bugün kapıdan kapıya, küpten küpe koş.

Hey gidi hey; nice arslanlar var ki onlara keçiyle oynamayı öğrettin. Pazara doğru daha çevik, daha çabuk gel.

Bütün güzellik suyu senin arkında, senin derende; sonra da tutuyor, evimizin kapısına taht kurma, orda elbise yıkama diyorsun.

Gamın karalığıyla neşeliyim dersem mazurum; çünkü o kara saçlardan bir tek tel elde etmiştir.

Beni kınamay a başladılar mı, yüz yüze bakarım o adalet ıssı kişilere de a amcasının canı derim, o bene bir iyice bak hele.

A Tebrizli Şems, senin derende dalgalar yuttum; fakat elbisemi kaybettim, dere kıyısının da bir izi tozu yok.

Can da Tebrizli Şems’le neşeli, cihan da... kimde onun gamından birazcık varsa neşeli olan kişi odur.

*

Günün başlangıcı, sarhoşların mahmurluk çağıdır ya; daha o çağda bana aşk sağrağını sundular.

Erkenden yüzüne karşı oyuna dalmışız. Güneşe tapanların töresi bu.

Küstah göz, o ipe benzer saçın üstünde oynayıp durmada; bu yüzden de canla başla oynamak kolaylaşmada.

Dişimin ta dibinden nasıl şükretmeyeyim sana? Dudaklarından tattığım şeker, ta dişlerimin dibinde.

Acaba o dudaklar barış zamanında neler verir? Çünkü öfkeli zamanında bile en değersiz bağışı can.

Çöldeki kumlar kadar canım olsa hepsini de veririm bir öpücüğe karşılık... hem de ne ucuz bir alışveriş olurdu bu.

A Tebrizli Şems, benden, aşktan başka hiçbir şey arama. sözü, söz bilen kişiden ara sen.

Tebrizli Şems, can meyhanesini açınca herkese bir kadeh şarap sunar; herke si canından geçirir gider.

*

A gam, dumanın tütüp duruyor; ateşine atılan saman eksik değil; yürü git; âşıklarız, gamla

başımız hoş değil; var git.

A gam, a düşünce, var git, rızkını dışarda ara... lûtuftan, keremden başka rızkımız yok bizim.

Ezelî âşıkların gönüllerinde iki dünyanın neşesi var. var git, bu sınır senin yerin değil, gelme buraya.

Yatmış, uyumuşuz; kendimizden geçmişiz; deli divane olmuşuz. var git, uyuyan kişiyle deliye sorumluluk yoktur.

A gam, işin sonundan söz açacaksan vazgeç. var git işine; ateşlerle dopdolu gönlümüz, söz, soluk kabul edecek halde değil.

Gam otu, gerçekten de varlık âlemidir; var git, bizim dinlenme yerimiz ancak y okluk âlemi.

Tebrizli Şems, kimsesizse, tekse ne çıkar? Güneştir o; var git işine; güneşin adamı, ordusu y oktur.

A Tebrizli Şems, sen cansın, bütün halk beden. senin canına, bedenine karşı şekil, kalıp

ne yapabilir, ne işe yarar?

VI

Ey berûyîde be nâhâst be mânend-i keyâ

Çün turâ nîst nemek hâh berob hâh beyâ

A ot gibi, dileği sorulmadan bitip boy atan kişi, sende bir tat tuz olmadıktan sonra ister git, ister gel.

Tadı tuzu olmayan kişi, bir hizmette bulunsa bile gerçekte hizmeti tümden gösteriştir, tümden yalan.

Git a gam, bir soluk olsun zahmetini eksilt... sâkî, canın için olsun tez ol, hemen aşk şarabını sun; yaşa, var ol.

— B —

VII

Ger heme lutf ki der rû-yı tu dîdem heme şeb

V’on hadîs-i çü şeker k’ez tu şenîdem heme şeb

Bütün gece lûtfunu gördüm, güzelim yüzünü seyrettim... bütün gece şeker gibi sözlerini dinledim.

Gönlüm kadehinle pervane gibi yandı yakıldı ama bütün gece de muma benzeyen güzel yüzünün çevresinde uçup durdum.

Gece, Ay’a benzeyen yüzünü göstermemek için çadır geriyordu ama ben bütün gece Ay gibi gece çadırını yırttım gitti.

Can senin verdiğin zevkle kedi gibi yalanıyor; bense çocuklar gibi bütün gece parmağımın uçcağızını emdim durdum.

Gönül arı kovanı gibi uğultularla doluy du. bütün gece, a bal madeni, senden bal aldım ben.

Gece tuzağı geldi de bütün canları kaptı. Kuş yüreciği gibi bütün gece o tuzakta çırpındım durdum.

Hani bütün canlar güvercin gibi onun

hükmündedir ya; işte bütün gece ben de o tuzakta onu aradım, onu istedim.

— T —

VIII

On şenîdî ki Hızır tehte-i keştî beşikest

Tâ ki keştî zi kef-i zâlim-i cebbâr berest

Duymuşsundur, gemi zorlu zalimin elinden kurtulsun diye Hızır gemiyi delmişti.

Senin vaktinin Hızır’ı da aşktır; sûfî bu delme, bu kırma yüzünden arı duru bir hale gelir, tortuya benzeyen şeylerse dibe çöker.

Yokluk lezzeti yele benzer, alçalanı arar... hani sarhoşun başı da secdeye, gönül alçaklığına âşıktır ya.

Şunu bilmen gerek ki ululuk, tat bulmayıştan, zevk almayıştan ileri gelir. Ululanan kişiye lâyık olan baş, ancak zevksiz baştır.

Mumun bütün gece ağlayışı baş ağrısından

değil midir; baştan kurtulunca tüm ışık kesilir, ağlayıştan da kurtulur.

Can şarabının kadehi ele sunuldu mu, başı yarılmış küpten varlık tortusu geçer gider.

A balık, gönlün neyi istiyorsa denizde ara... ham ümide düşme de damağına olta takılmasın.

Deniz coşar, kükrer de a su ümmeti der; doğru söyleyin; şu yemekten bir kimsenin şikâyeti var mı?

Soluktan soluğa gönül deniziyle onun ümmeti hoşluk içindedir; yerler, içerler; konuşurlar, cevap alırlar; Elest der gönül, belâ der ümmet.

Ne o mecliste gönül derdine düşüp baş çeken var. ne o bahçede, o ç ay ırlıkta, çimenlikte kimsenin ay ağına diken batar.

Hele sus artık; tutsaklar susmakla kurtulurlar. sen susarsan söyleyen de kaçar kurtulur, susan da.

Dudağını yum; gördün ya, sevgili dudağını yummuş, bir şey söylemiyor ama kılıç

vuranların ellerini de böylelikle bağlamış gitmiş.

IX

Çend gûyî ki çi çârest-o merâ derman çîst

Çâre cûyende ki kerdest turâ hod an nîst

Ne vakte dek çare nedir, dermanım ne deyip duracaksın? Sana çare aratan kim? Onu ara.

Ne vakte dek gamdan can veriyorum dey ip gamlanacaksın? Can nedir, bunu bilmeye hiç mi heves etmezsin?

Bir somun kokusu mu duydun, o kokuya doğru git de o koku, ekmek nedir, sana anlatsın, bildirsin.

Âşık olmuşsan aşkın delil olarak yeter sana... Yok, âşık olmadıysan delil isteği de nedir ki?

Şu kadarcık da aklın yok mu, buncağızı da mı bilmezsin? Padişah yoksa ne diye otağı kurulmuş?

Şu gök duvağın ardında bir güzel yoksa, canın

elindeki şu parıl parıl parlayan meşale de ne?

Senin kadınlar gibi ta uzaktan yüreğin tir tir titriyor; o savaşta erlerin yürekleri nasıl, ne bileceksin?

Erlerin gözlerindeki ateş, gizlilik perdelerini yaktı gitti... sense perde ardında oturmuş, görünmeyen şeye inanmak da nedir demedesin.

Tebrizli Şems, gözümü yurt edinmemişse her dişimin dibindeki bu bal kaynağı neden?

X

Tâ nelegzî ki zi hon râh pes-o pîş terest

Âdemî-dâzd zi zer-dozd konon bîşterest

Yolun önü de kanla ıslak, ardı da. Dikkat et de kayma. însan çalan, altın çalan hırsızdan pek çok şimdi.

Öyle gürbüzler ki akıldan haber çalıyorlar. Artık kendisinden bile haberi olmayana neler etmezler.

Kendini böyle müflis sanma, düşmanın yok bilme... Dünya altın isteğinde, sense altın madenisin.

* Tanrı elçisi, “İnsanlar madenlerdir” demiştir; gümüş, altın, akıyk, inci madenleri.84]

Define bulabilirsin, fakat ömür bulamazsın. Sen kendini bul, çünkü bu define sana kalmaz; senin elinden de geçer gider.

Kendini bul, fakat sakın. Ama ne yapabilirsin ki? Bu yolda pek eli tez bir hırsız pusu kurmuş, bekliyor.

Sabah çağında ezanı duydular mı, sarhoş olur canlar. Sabahın yüzü güneşe karşıdır, güneşe bakmadadır.

Seher birazcık karanlıktır ama günün perdesidir; kim güneşe yüz tutarsa sehere benzer.

Niceye bir düzenler ederek zar atacaksın? Sen pek müflissin ama felek de nesi varsa vermiş, tertemiz olmuş.

Kafan tortulu, fakat aklın hiçbir şeyde değil; böylece yatıp uyumadın mı? Sanki her günkü gıdan bir eşeğin beyni.

Daha fazla can çekiş, altın yığ, gönlünü hoş et... Bütün altının, gümüşün, malın mülkün cehennem y ılanıdır.

Bir geceyi de Tanrı için yemeden, uyumadan geçir; yüz geceyi nefsine uydun da yiyip zıbararak geçirdin.

Toprağın her zerresi dertlenmede, acıklanmada... Her zerreden ahlar geliyor, feryatlar duyuluyor; fakat senin kulağın sağır.

Seher çağlarında gönül kanını saç yüzüne. Yolunun azığı zâti gönül kanıdır, seher çağlarında çektiğin ahtır.

Gönlünü ümitle doldur, cilâla, arıt. Zâti gönlün güneş ışığını veren bir aynadır senin.

Şeriat sahibi Ahmed’in eşi dostu şu dünyada kimdir? Tebrizli padişahlar padişahı Şemseddin; o ki büyüklerden biridir.

XI

Dûş âmed ber-i men on ki şeb-efroz-ı menest

Âmeden bâri eger der du cihan âmedenest

Dün gece, gecemi aydınlatan güzelim geldi; gelmek iki dünyaya da gelmekse bir kere olur bu.

Yeri yeşerten, göğe inciler bağışlayan, yersizdir yurtsuzdur ama y erlere yurtlara da tadı tuzu veren odur.

Aklın eline mumu kor da; al, her mihnete düşmüşe şifa yurdu, sağlık evi olan kapıma dek gel der.

Mumu ne diye bu leğene rehin etmedesin? Bu leğen olmasa da senin mumuna yüzlerce leğen var.

Sen bu balçıkta oldukça işin kerpiç yapmaktır; dedikodu tümden kerpiçtir, tam inançsa gönlü y arıp içine yol bulmaktır.

Can aynasının özü gönül temizliğidir... Sense

başköşeye kurulmak için boyuna üstün olmaya, hüner kazanmaya uğraşmadasın.

Bunlardan geç de şekerler bağışlayan sevgiliyi anlat... Şekeri öylesine tatlı ki dünyadaki her zerre o şekeri yemek için ağız kesilmiş.

Bütün sıfatlar, bu ne biçim sıfat diye şaşırıp kalmış. Sanki sıfatlar putlar; onun sıfatıysa şaman.

Bahçede nerkisin gözü onun gamıyla şaşırmış; ona dalmış, bu yasemin midir diyor sanki, yoksa şu terütaze güldür de üç batman mı geliyor?

Aşkın yürüyüşü, ayaksıza bile bir başka yürüyüş bağışlar. İsterse yüzlerce ben desin, yüzlerce benliğe bürünsün, benden de kurtarır, yüzlerce benlikten de; bir hoşça yürütür gider onu.

Dünyada birçok fitneler olmuştur, daha da birçok fitneler olacaktır; fakat bütün fitneler bizim o fitnemize uğramıştır, onun derdine düşmüştür.

Bütün gönüller, güvercin gibi o burca rehin

olmuştur, oraya bağlanmıştır... Çünkü bir candır o ki her bedeni diriltir.

Yeter artık; niceye bir şu söze yamanıp kalacaksın? Aşkın nice anlatışları var ki sözden apayrı.

XII

Eceb ey sâkı-i can mutrıb-ı mârâ çi şodest

Hele çün mînezened reh reh-i orâ ki zedest

A can sâkîsi, acaba çalgıcımıza ne oldu? Hele nasıl oldu da yol vurmuy or; acaba onun yolunu kim vurdu?

Halkın iyisinden, kötüsünden ne diye sürçer? Herkesin iyisine de çalgıcının narası yardımcıdır, kötüsüne de.

And olsun Tanrı’ya, onun tefi olmadıkça tef yırtılmış gitmiştir; hiçbir neşe vermiyor. Onun soluğu olmadıkça sevgilinin meclisi bir yük yeri oluyor, ağırlaşıy or.

Şehri bir kalbur bil, altüst olup duruyor;

kalburu kullanan da şehir sahibinin ücretsiz iş gören kulu.

Şaşkın şaşkın az söyle; sus; yoksul çalgıcı da ne yapsın? Bütün bunlar o güzel yüzlü, o fitnesi güzelin fitnesi.

XIII

Meger in dem ser-i on zulf perîşan şodeest

Ki çonin meşk-i Tetârî eber-efşan şodeest

Yoksa şimdi o saçlar darmadağın mı olmuş ki böylesine bir Tatar miski her yana amber kokuları saçmış?

Yoksa seher yeli yüzündeki örtüyü mü kaptı ki binlerce gizli Ay parıl parıl parlamış.

Can ne yüzden neşelendi, bundan bir koku alamaz ama hiçbir can var mı ki onun güzelim kokusundan neşelenmemiş olsun.

Nice terütaze güller var ki Tanrı soluğuyla gülmede... Fakat neden gülüyor? Her can bilmez ki.

Güneş yüzü bugün ne de hoş parlamada... binlerce gönül o yüzden Bedahşan lâ’li haline gelmiş.

Âşık, lûtfuyla tüm bedenin can kesildiği kişiye ebedî olarak neden âşık olmasın; gönül vermesin?

Olsa olsa gönül bir seher çağı onu o halde görmüş olacak ki o görüş yüzünden bugün bu hale gelmiş.

Gönül, o periden doğmuş güzelimi göreli eline şişe almış, peri çağırmaya koyulmuş.

Beden ağacına onun güzel yeli esmezse nice yüzlerce yaprak tir tir titrer, nice yüzlerce dal.

Her öldürdüğü kişiye ebedî bir can verilmeseydi, can bağışlamak nerden kolay olurdu âşıka?

Her şeyden haberi olanların, onun yaşayışından haberleri yoktur; ondan bir haber edinemezler; çünkü onun yaşayışı, onun haberi perde olmuştur onlara.

Neye benzeyen gönlü onun aşk çalgıcısı üfürmeseydi, bedendeki her kıl ney gibi feryat eder miydi hiç?

Tebrizli Şems, damdan gönüle kerpiç atmasaydı, canlar neden kapıcı kesilirlerdi ona?

XIV

Çeşm-i por nûr ki mest-i nezer-i cânânest

Mâh ezo çeşm giriftest-o felek lerzânest

Işıklarla dopdolu göz, sevgilinin bakışıyla sarhoş olmuş gitmiştir... Ay bile ondan göz ve görüş sahibi olmuştur; gök bile onun yüzünden tir tir titremededir.

Hele Tanrı kapısından ışıklandığı zaman yok mu Meleklerin secde ettikleri yer, kapısıdır artık, her insanın kıblesi ke silmiştir.

O solukta ayaklarına baş komayan, benlik yüzünden ona secde etmey en kişinin özü şeytandır ancak.

O solukta onda bir ışık izi görmeyen,

şeytandan da aşağıdır; çünkü cansız bir bedendir o.

Yüzü erlerin kıblesidir... sen de ersen onun o heybetli yüzüne karşı gönlünü yerlere ser.

Elini göğsünden çek; ne diye bakıp durursun? O anda sevinerek ver canını; dilenen şey budur.

Varı yoğu tümden suya at, o ateşte yu, arıt; yüzünün ateşi, abıhayatın bile secdegâhıdır.

Tebrizli Şems’in gönlünden baş çıkar; o ölümsüz bir padişahtır; her buyruğu buyuran padişahlar padişahıdır.

XV

On ki bî bâde koned can-ı merâ mest kocâst

V’on ki bîron koned ez cân-o dilem dest kocâst

Canımı şarapsız sarhoş eden nerde? Elini canımdan, gönlümden çıkarıp gösteren, beni benden alan nerde?

Hani and içersem ancak onun başına içerim... Nerde o andımı, tövbemi bozduran?

Hani seher çağları canlar onun yüzünden naralar atarlar. Nerde gamı bizi yerden yurttan eden?

Canın da canıdır o; yeri yoksa şaşılır mı? Hani gönlümüzde bir yer isteyen var; nerde o?

Göz ucuyla bakış bir bahane, o yandan bir heves bu. Nerde o bakışın ardındaki, nerde o gönlümü bir bakışta y aralay an?

Gönlün aydın perdesini gerdi de hayaller gösterdi; perde üstüne böylesine bir gönül perdesi geren nerde?

Akıl tam oldukça nasıl-niçin aşağılanmaz. Nerde o sarho ş olup nasıldan, niçinden kurtulan?

XVI

Men neşestem zi teleb v’in dil-i bî can neneşest

Heme reftend-o neşestend-o demî can neneşest

Ben aramadan yoruldum, oturdum, şu cansız gönül oturmadı gitti; herkes gitti, oturdu kaldı da can bir soluk bile oturmadı.

Bir işe kalkan, sonunda işini bitirdi, oturdu... isteği yatışmayan kişinin işidir iş.

Senin cansız yaratıklarının tespihlerini duyan, canını noksan sıfatları arı Tanrı hareminin perdesine götürmedikçe oturamaz.

Süleyman bile dünyaya senin havana düştüğünü, seni sevdiğini göstermedikçe havanın yücesinde Süleyman tahtına oturamadı.

Darmadağın saçlarının dalgalandığını gören kişinin gönlünden kopan darmadağın düşünce ebedî olarak yatışmaz.

Rüyada gülen dudaklarının hayalini görenin uykusu kaçar ama gülen dudaklarının hayali ne aklından çıkar, ne fikrinden.

Yüz ekşitmelerin kulun kölenin safrasını bastıramaz. Baş ağrısına verilen ilaçla darmadağın sevda iyileşmez.

Kime gül bahçenin kokusu geldiyse böylece, güle oynaya, ta gül bahçesine varmadıkça oturmaz da oturmaz.

XVII

Rûz-o şeb hidmet-i tu bî ser-o bî pâ çi hoşest

Der şeker-hâne-i tu morg-ı şeker-ha çi hoşest

Gece gündüz, elsiz-ayaksız bir halde senin kapında bulunmak ne hoştur... Senin şeker yurdunda şekerler yiyen kuş ne mutlu kuştur.

Gizlice gülen goncanın başucunda eşi bulunmaz, usûl boylu yüce selvinin gölgesi ne de hoştur.

Kuzgun eşek tersine âşıksa söyle; varsın olsun. Yeşillikte bülbüllerin güzelim gülü sevmeleri ne de güzeldir.

Zurna sesi de gamlılara eş dost olur ama “Rûhumuzdan rûh üfürdük” âyetiyle bildirilen neyin sesi ne de ho ştur.

Halk geceleri de uykuyla düşünceden kurtulur

ama kuşluk güneşine dalan görür göz ne de hoştur.

A puta tapan, senin ayağın balçığa girmiş; sen ne bilirsin, şu gök kubbenin üstünde ne güzellikler var.

Mûsa’ya olduğu gibi Tanrı rahmetinden bir tecelli olursa o şekerler damlatan yüzden Tur Dağı’nın göğsü ne güzel bir hale gelir.

Dağ ses verir ama madende de susan altın var... Kimi susmak, kimi de ona uyup konuşmak ne hoştur.

XVIII

Ey ki rûyet çü gol-o zolf-ı tu çün şemşâdest

Cânem on lehze ki gem-gîn-ı tu bâşem şâdest

A yüzü güle, saçları şimşir ağacının sık, terütaze yapraklarına benzeyen güzel; canım ne vakit senin derdinle gamlanırsa o vakit neşeliyim ben.

Hazır akçeye benzeyen gamından başka ne

kadar para pul varsa hepsi de topraktır... senin havana uyup yelip yöpürmekten başka koşup didinmenin hepsi de yeldir.

Senin işini öğrenmiş olanın işi gücü vardır; çünkü senin işin, gerçekten de yeniden yeniye yoktan yaratış tezgâhındaki iştir.

Göğün de haberi vardır, bilir; yerin de. Gökyüzü de yer gibi buyruğuna râm olmuştur senin.

Yüzünü bir göster de iki dünyanın da mahmurluğunu gider gitsin. Bugünü mahmurlarına söz vermedin mi sen?

Güneş, şu dönüşte tektir, birdir ama öylesine başbuğlar var ki güneş bile onların safında bir tek er.

And olsun Tanrı’ya, padişahlar bile ayağının bastığı toprağı başlarına taç ederler. kim senin Şirin’ine âşık olmuşsa Ferhad’dır.

Gönlüm, sus diye dudaklarına elini koymada. Bu çağ söz çağı değil, feryat çağı demede.

XIX

Teşneî ber leb-i cû bin ki çi der hâb şodest

Ber ser-i genc gedâ bin ki çi por tâb şodest

Irmak kıyısında bir susuz, nasıl uykuya daldı; bak da seyret... Definenin üstünde, bir bak da gör; yoksul nasıl kıvranıp duruyor.

Hey gidi hey. Nice susuz vardır ki birisinin büyü yapıp, okuyup üfleyerek attığı düğüm yüzünden Aras nehrindedir de haberi yoktur, dolap gibi döner durur.

Gözünü bağlayan olmasaydı muma kul olur muydun? Seher çağının güneşi ay ışığını bile unutturdu gitti.

Mum olmazsa Ay görünmeyecek; ondan korkuyor. o ahmağın gönlü bu korkuyla cıvaya dönmüş.

Süleyman nasıl gizli olabilir ki gönülde dîvân kurmuş. can, perde ardına girmiş de onun yüzünden perdeciler övünmede.

Nice taş gönüllüler var ki taşı lâ’l kesilmiş... nice koruk var ki şu cibre sıkılan yerde pekmez olmuş gitmiş.

Bu nasıl bir gelin bezeyici; bu gizli âlemin ne çeşit boyası ki âşıkların safran gibi renkleri unnaba dönmüş.

Nice Osman var ki utançla doluyken, onun sarhoşluğuyla Ömer gibi geçmiş utançtan, oduncu olmuş gitmiş.

Eşi yok bir kilitçi; sözlerle kilit yapmada, anahtar düzmede. Ben artık dükkânı kapadım; çünkü kapıları o açıyor.

XX

Mutrıb-o novhe-ger-i âşık-ı şûrîde hoşest

Neboved beste boved roste-vo rûyîde hoşest

Feryat eden, darmadağın olan, kendinden geçen âşık çalgıcı hoştur; böylesi çalgıcı durgun olmaz; gelişmiştir, coşar, ho ştur, hoş.

Genç çalgıcının zîr, bem perdeleriyle gönlünün

harareti, yanmış, kavrulmuş ciğerinin kanı, kanının coşup köpürmesi sarmaş dolaş olmuş... Ne hoştur bu.

Ayrılık yüzünden yaşlarla dopdolu iki buluta benzeyen gözlerinden sararıp solmuş bir çiçeği andıran yüzüne yağmur gibi gözyaşlarının yağması ne de hoştur.

Cana bak, dünyayı seyret. göremiyorsan ona çektiği özleyiş yüzünden darmadağın olmuş şu dünyaya bak; bu da hoş.

Sarhoşun, güzelin önünde baş eğmesi, değer mi değer. sevgilinin elinin de onun başını okşaması ne hoştur.

Gönül huzuru sevgilinin yüzünü apaçık görmek sultanlıktır; görülmemiş, eşsiz güzelin hayalini göze getirmek de ho ştur ama.

Bu kutluluk boyuna ele geçmez ama can âlemine ay kesilen o güzeli, ansızın, ummadan görmek, hırsızlamaca onu seyretmek pek hoştur.

Aşk, varını yoğunu yağmaladıy sa hoş gör. o güzelim Yusuf’un önünde doğranmış el daha

hoştur.

Buluşmaya ait asılsız sözleri söylemek de ansızın şeker gibi buluşma haberini duymak kadar hoştur ama yeter artık, sus.

XXI

Men perî-zâdeem-o hâb nedânem ki kocâst

Çünki şeb geşt nehosbend ki şeb novbet-i mâst

Periden doğmuşum ben, uyku nerdedir, bilmem... gece oldu mu periler uyumazlar; gece bizim vaktimizdir, bizim nöbetimiz.

Mademki başın var, beynin var; inada kalkışma, var uyu. Değil mi ki gelirin var, giderin var; böyle bir tedbire girişmek elbette lâyık.

Geliri olmayan gider, Tanrı’dan gelir; dünyadan isteme bunu; b ilmiy orum kimde var bu devlet; fakat kimde varsa ne mutlu ona.

XXII

Ser mepîçan-o meconban ki konon novbet-i tost

Besitan câm-o der âşâm ki on şerbet-i tost

Başını çekme, sallama... Bugün nöbet senin. Al kadehi, iç gitsin; sana şerbettir o.

Şu hava boşluğunda zerreler kadar âşıklar var. sen neşelenirsen onlar da neşelenirler; sen hallenirsen onlar da bir güzel hale bürünürler.

Kimin himmeti yüksekse, kimde yüce bir düşünce varsa, bil ki o yüksek himmet, o yüce düşünce, senin himmetinin izidir.

Akıldan fikirden, huydan hustan doğmayan bir fikir, dünyada yoktur; fakat varsa ancak senin düşüncendir o.

A ayrılıktan, başka sebeplerden yaralanmış gönül; gene ilacını ondan ara; nimet veren odur sana.

Mihnet ne yandan geldiyse devâ da o yandan gelir; işkillenmen de ondandır, kesin inancın da ondan.

Mahmurluk şaraptandır, fakat mahmurluğu gideren de gene şaraptır... Uğradığın güçlük de ondandır, elde ettiğin zevk, neşe de ondan.

Yeter, sus artık. Her dinleyende heves olmaz, sevda yoktur; bütün halk senin yaradılışında değil ya.

XXIII

Zovk-ı rûy-ı toroşeş bin ki zi sed kend gozeşt

Goft pes çend boved goftemeş ez çend gozeşt

Ekşi yüzünün tadına bak, yüzlerce şekerden de fazla. Peki dedi, ne kadar fazla; fazladan da ziyade dedim.

* Değil mi ki güzel, böylesine güzel; âşıka öğüt verme. soğuk demiri ne diye döversin; öğüt alacak zaman geçti gitti.

Nasılsın, gönlün ne halde diye ne soruyorsun ona? Aşk konağı sorulup öğrenilecek sınırı çoktan aştı.

Metin Kutusu: incilerMetin Kutusu: bağışlayanMetin Kutusu: deniz*

Maveraünnehir’dedir; huyunun bahçesi Semerkand’ın kutluluğunu da aşmıştır.

Kereminin yeli her şeyi yeter bulanın gönlüne esti mi, ciğerine de ummak, istemek kaşıntısı düşer, canına da.

Kapalı kapı yetmiş belâyı gelmeye koymaz ama ansızın gelen bu belâ seli, bendi yıkar da her yana taşar.

Senin sövüşündeki tat övüşten daha artıktır; onun gam dikeni, güzel güzel gülen gülden de hoştur.

Gönlünün işini düzene koymayı bilen kişi, varlık bendini y ıkar, yapıdan, düzenden geçer gider.

însan, böyle bir bulunmaz, tek inciyi ele geçirdi mi, hatırı karısının vefasından da geçer, oğlunun vefasından da.

Yeter... Onun güzelim hikâyesi yüzünden herkes fitney e düşer; bu güzelim sözler, akıllı fikirli kişinin aklından da üstündür, fikrinden de.

XXIV

Sâkıyâ in mey ez engor-ı kodâmin poştest

Ki dil-o cân-ı herîfan zi humâr âgoştest

Sâkî, bu şarap hangi tepedeki bağın üzümünden? Erlerin gönülleri de sarhoşlukla karıldı, bulaştı, canları da.

Bundan önceki küpün kapağını aç da bu küpün kapağını ört; çünkü zehir gibi bu; herkesin neşesini öldürdü gitti.

Bırak şu cefa kadehini, vefa kadehini al; al da sâkî vefadan geçti, cefa ediyor demesinler.

XXV

Derdeh on bâde-i evvel ki mübârek bâdest

Megsel on reşte-i evvel ki mübârek reştest

Önceki şarabı sun; kutlu şarap o... önceki bağı koparma; kutlu bir bağ o.

Şu topraktan, bir yudumcuk şarap yüzünden

yüzlerce çiçek bitmiş, açılmış; bu neden? Gönlümüzde yoğrulan aşk, nasıl bir aşk?

Gönül kapısını böyle şiddetle tekmeleme... aklını başına al, kerpiçten yapılma bir yapıdır, yıkılıverir.

Bir şarap sun ki o şarapla belâlar kaçar gider; bir meclis kur ki Tanrı’nın ektiği güllerle dopdolu olsun.

Böylece de hepimiz sarhoş olalım; Tanrı’nın y oğurup yaptığı güzele karşı neşeyle secdeye kapanalım.

XXVI

Bûseî dâd merâ dilber-i eyyâr-o bereft

Çi şodî çunki yekî dâd bedâdî şeş-o heft

Düzenbaz güzel bana bir öpücük verdi, gitti. Bir öpücük verdi ya n’olurdu altı öpücük, yedi öpücük verseydi.

Hangi dudağı öptüyse izler bırakır. o dudak, kendisini öpmüş olan dudağın tatlılığından

çatlar, yarılır.

Bir izi de şudur: Abıhayatın kıyısına çektiği sevda yüzünden, her solukta aşk o dudağa binlerce ateş salar, neft döker.

Bir başka belirtisi de şu: Dudağını öptüğü kişinin bedeni de gönlü gibi ardına düşer onun da ateş gibi gider.

Onu sevgilinin dudakları gibi dar gönüllü bir hale getirir, inceltir gider... ama bu arıklık, sevgilinin yalım yalım ateşinden meydana gelen şaşılacak bir arıklıktır.

— D —

XXVII

Heme hoftend-o men-i dil-şoderâ hâb nebord

Heme şeb dîde-i men ber felek estâre şomord

Herkes uyudu; âşıkım, beni uyku tutmadı gitti. bütün gece gözlerim gökte yıldızları saydı.

Uyku gözlerimden öyle bir gitti ki hiç mi hiç gelmez artık... Uykum senin ayrılık zehrini içti de öldü.

N’olur, buluşmayla, kavuşmayla bir ilaç verseydin, şu gönlünü de gözünü de bir uğurdan sana vermiş hastaya.

İhsan kapısını birden kapamak yerinde bir iş değil. Arı duru şarap sunmuyorsan bir yudumcuk tortulu şarap sun bâri; bir yudumla eksilir mi ki?

Tanrı bütün güzellikleri bir odaya koydu; hiç kimse sensiz o odaya doğru bir yol bulamadı gitti.

Aşk yoluna toprak kesildiysem beni hor görme, küçük sayma. Senin vuslat kapını çalan, nerden küçülecek?

Yenim şu gözlerden akan yaşları çok sildi. Yenimi, yakamı gizli incilerle doldur.

Geceleyin aşk şahnesi birisini sıkar, sıkıştırırsa ay yüzün hüzünlenir de o kişiye acır, onu gümüş gibi bağrına basar da sıkar.

* Başıboş gönül, lûtfunla döner de geri gelirse, bu bir gece masalı olur, ay değirmisiyle gerdek devesi hikâyesine benzer.

Şu cansızlar, başlangıçta su değil miydiler? Dünya tez geçer gider de o yüzden bir bir geldiler; donup kaldılar.

Kanımız bedenimizde abıhayattır; hoştur ama dışarı çıkınca görürsün ki bir zehirdir, bir pisliktir o.85]

O söz suyuna pek düşme; o kaynaktan su getirme; orda atlas görünür ama bu yanda alelâde Yemen kumaşıdır.

XXVIII

Hele huş dâr ki der şehr du se terrârend

Ki be tedbîr külâh ez ser-i meh berdârend

Aklını başına al hele; şehirde iki üç yankesici var ki ne yapıp yapıp bir kolayını bulurlar; Ay’ın bile başından külâhını aşırırlar.

İki üç rint onlar; gönülleri uyanık, kendileri sarhoş... öylesine sarhoşlar ki bir kavgayla, bir gürültüyle gökyüzünü bile oyuna sokarlar.

Öylesine başbuğlar ki baş vermedikçe sır vermezler. Sâkîlerdir, fakat üzüm sıkmazlar.

Canın özleyip istediği gizli âlemdeki güzelin dostlarıdır onlar; onun güzelim gözleri gibi dalmış gitmişlerdir, hastalanmışlardır onlar.

Bir şekle bürünmüşlerdir ama şekillere düşmandır onlar. düny adadır onlar; fakat iki dünyadan da bezmişlerdir.

Arslanlar gibi avlarını gülerek, gülümseyerek p aralarlar; birbirlerine düşman görünürler; gerçekteyse dosttur onlar.

Eşek satanlar gibi birbirleriyle çekişirler, savaşırlar. fakat bir baksan görürsün ki aynı iştedir, aynı güçtedir; birdir, birle şmiştir onlar.

Güneş gibi bütün gün görüş bağışlarlar. Ay gibi, yıldızlar gibi bütün gece gezerler, dolaşırlar.

Avuçlarına toprak alsalar kızıl altın kesilir... Gece arpa ekerler ama gündüz buğday biçerler.

Öyle dilberlerdir ki onlar olmadıkça gönülde bir meyve bitmez. Öyle başbuğlardır ki ne başları vardır, ne sarıkları.

Şekerlerdir, midede ekşimezler; şükrederler, o sevgiliden muratlarına ermişlerdir onlar.

Adamlık et de var kapılarına, hizmetlerinde bulun, adam ol. çünkü şu başka adamların hepsi de adam yer.

Ağız sözle dolu ama yeter, fazla söyleme. Çünkü bu harf de, bu soluk da, bu kafiye de yabancıdır.

XXIX

Ey derîgaa ki herîfan hetne ser benhâdend

Bâde-i ışk emel kerd heme oftâdend

Yazıklar olsun erlerin hepsi de baş koydu, yattı. Aşk şarabı yapacağını yaptı, hepsi yıkıldı gitti.

Aşk ateşiyle hepsine de kaftanları dar geldi; başlarından külâhları çıkardılar, bellerinden kemerleri çözdüler.

Bu kadar kavga gürültü, bu kadar sertlik, kabalık, bu kadar uyuşmazlık da ne? Hepsi de aynı yolun yolcusu, aynı kervanın ehli değil mi; hepsinin de azığı aynı azık değil mi?

Sâkî, el benim, etek senin... Mahmurum; gönlümün dileğini sen ver, sen insaf et; başkaları insafsız.

Artık onarılmam ben; çünkü sen yıktın beni. Zâti bu yapıdakilerin hepsi de senin şarabınla yıkılmış gitmiş.

Tanrım, bana acımayana sen acı; sıfatların hakkı için beni öldürmekte usta olanlara sen merhamet et.

Beni kendimden geçir; o halde hürriy etler var benim için. o topluluğun kuluyum kölesiyim ki kendi varlıklarından da geçmişlerdir, benliklerinden de.

Gönül perdesinin ardında Ay gibi kızlarım var;

gökyüzünün ay yüzlüleri de damlalarım benim.

Kızlarım şeker gibi baştan başa tatlı, Şirin; gökyüzü Husrevleri onların ardına düşmüş Ferhadlar.

Hepsi de doğanlar gibi padişahtan başkasına göz yummuş... onlar hor, hakir kişiler değil; leş çevresinde dönüp dolaşmazlar.

Hepsi de dudaklarını sevgilinin dudaklarına koymuş; ney gibi feryat etmede. ne şaşılacak şey ki gönülleri yok; gene gönlü neşeli kişiler.

Yoksullar; fakat gönülleri tok, altın bağışlamadalar. şu kendilerini yok-yoksul gösterenlere gelince hepsi de düzenbazdır, hepsi de oyuncu.

Sen ne dileyeceksen seni düzen, koşan kişiden iste. başkaları düzenbazdır; feryada aldırış bile etmezler.

Alıcım yok diye neden yüzünü ekşitirsin? Âşıkların var ki söz verdiğin günü bekleyip duruyorlar.

Sustum ama gönlüm naralar atarak senin aşk şarabını isterim, başka şeylerin hepsi de hava diyor.

A Tebrizli Şems, bütün varlık zerreleri çelik bile olsa, ışığına and olsun, senin aşkında mumdur.

XXX

Mâ ne z’on muhteşemânîm ki sâgar gîrend

Ve ne z’on muflisegân ki boz-i lâgar gîrend

Ne ellerinde sağrak olan ulu kişilerdeniz; ne bir arık keçiceğizi olan müflislerden.

O yanıp yakılan kişilerdeniz ki yanıştaki tadı duymuşlardır da ab ıhay atı bırakırlar, ate şin ardına düşerler.

Ay gibi doğar da hangi evin penceresinden vurur, hangi evi ışıtırsak o evdeki gece huy luların hepsi kapının yolunu tutar.

Hani ümitsizler var ya; felek sağraklarını kırmış... bizim yüzümüzü gördüler mi, yeni

baştan zevke, yeni baştan neşeye dalarlar.

Bu yudumcağızı çeken kişiyi, bütün dünya bir araya gelse ayıltamaz; meğerki onu bir kilime koyup da yanımızdan kaldıralar.

Burda kızışan kişi kimseye aldanmaz; isterse soğuk tabiatlılar onu altına gark etsinler.

Kapıyı ört de şarap sun; senin için yüzleri sararıp solanların kızıl şarap içecekleri çağ geldi.

Onlar bir elleriyle halis iman şarabını içerler; öbür elleriyle kâfirin perçemini tutarlar.

Nerde bir çark dönüyorsa suyu biziz; nerde bir buhurdan tütüyorsa orda yanan ödağacı gene biziz.

Şu gök kubbenin ardında ay yüzlü bir güzel var; bütün yıldızlar onun yüzünün ışığından bezenmede.

* Bir seher çağı onun çarşafının eteğini tutarlarsa artık ihtiraktan da kurtulurlar, terbîden de, yomsuzluktan da.

Sen iki düşüncelisin, iki gönüllü... Tertemiz

gönül, kendi gönlünü bırakıp sevgilinin gönlünü alanlarındır.

A Utarid’e benzeyen akıl, sus... Bu aşk meclisinde, Zühre’nin çevresinde oturanların hepsi de senin sözlerinle alay ederler.

XXXI

îd bogzeşt-o heme helk su-yı kâr şodend

Heme ez nerkis-i mahmûr-ı tu hemmâr şodend

Bayram geçti, bütün halk işe güce yöneldi. Herkes senin mahmur nerkislerine daldı, meyhaneci kesildi.

Ellerini, ayaklarını sen kırdın; ne el kaldı onlarda, ne ayak. Kanat açtılar, hepsi de Ca’fer-i Tayyar oldular.

Para pul ehli nerde, buluşup kavuşma ümmeti nerde? Paraları pulları bitti ama buluşmaya lâyık oldular.

XXXII

îd bogzeşt-o heme helk su-yı kâr şodend

Zeyregân ez pey-i sermâye be bâzâr şodend

Bayram geçti, bütün halk işe güce yöneldi... Aklı yeter kişiler, sermaye elde etmek için pazara gitti.

Âşıkların işi de sensin, sanatı da, pazarı da. Âşıklar senin pazarından başka çarşıdan, pazardan bezdiler.

Nefsine düşkün akılsızlar, meclislerde alt yanlarına, boğazlarına rehin oldular. Fakihler bellediklerini tekrarlamak için medreselere yüz tuttular.

Bütün halk, senin aşk zincirinin yüzünden deli divane oldu. Herkes senin mahmur nerkislerine daldı, meyhaneci kesildi.

Ellerini, ayaklarını sen kırdın; ne el kaldı onlarda, ne ayak. Kanat açtılar, hepsi de Ca’fer-i Tayyar oldular.

Padişahımızın sadakaları, yoksulların payı. îşıklarsa o yüzden, o y anaktan fay dalanırlar.

Biz güneşe tapanlar gibi bütün çölü adımlamadayız; gölge arayanlarsa karılar gibi duvar ardına sinmişler.

Sen bir yaratığın gölgesine sığınmışsın; öyle olmasaydı yaratıklar ölüm yüzünden leş kesilirler miydi hiç?

Senin tapında kurban olmadıktan sonra ne işe yarar can? Mansûr gibi dara çekildi de can şimdi can oldu.

Hepsi de artık söylememeye and içti; fakat seher çağı, sabah şarabıyla sarhoş oldular; gene söze başladılar.]86]

XXXIII

Âşıkan ber deret ez eşk çü bâran bârend

Hoş be her ketre du sed goher-i can berdârend

Âşıklar kapında yağmur gibi gözyaşı yağdırmadalar... her katreye karşılık da iki yüz can incisi elde etmedeler.

Hepsi de o yüzden işten güçten olmuşlar. bir bakarsan görürsün ki tel tel o baştaki saçlara dalmışlar; işleri güçleri bu olmuş.

Yazıdaki çayırın çimenin de eli, ağzı yok ama yemyeşil, boy atıp gelişmede, tortulu şarap içip durmada.

Işıkları birbirine katılmış; sayıya girmiyor, kıyasa sığmıyor. fakat senin ay yüzün doğdu mu, bütün ışıklarını sana verip gidiyorlar.

Yüz binlercedir onlar, fakat ışıkları bir. mumlar sayıda çoktur ama hepsi de aynı huydadır.

Gözleri dipsiz, kıyısız denize açılmış. başlarından aşan dalgalar yüzünden dudakları yumulmuş.

Hey gidi hey. Nice Süleyman canı var ki peri gibi gizli. ordu kurdukları yerde bir tek karınca bile incitmez onlar.

Gönlün ardında bir casus var; bundan haberi var onun. Bir sıkıştırsalar bütün sırlarını söyler.

Bir anahtar yok ki; halka gibi kapı dışındalar... Yoksa içeri girerler de her cüzlerini o tüm gümüş madeninden aldıkları gümüşle doldurur giderlerdi.

Bu beden bir tahttır, dört unsur da tahtın ayakları. fakat gökyüzü padişahları tahtı sana bırakmazlar.

Tebrizli Şems, ölümsüzlük tacını bağışlıyor; uyanıksalar gönüle, cana müjde ver.

XXXIV

Senemâ ger zi het-o hâl-i tu fermân ârend

în dil-i heste-i mecrûh-ı merâ can ârend

A güzel, yüzündeki ayva tüyünden, o benden bir buyruk getirirlerse şu benim yaralı, hasta gönlüm canlanır.

Âşıklar senin hayalini rüyalarında görseler ağ lay an gözlerinden ne seller yağdırırlar, ne seller.

Ne mutlu gündür o gün, ne hoş vakittir o vakit

ki sâkîler elinden tutarlar, seni konuk getirirler bize.

Şuh gözlerin şaşılacak cilvelere başladı mı kâfiri de imana getirir, îblis’i de.

Sûfîler kemere benzeyen iki kaşına secde ederler; ariflerse sende olmayanı tutarlar, sana getirirler.

Puta tapanlar senin güneş yüzünü görseler o güzelim usûl boyuna iman ederler gider.

Yüceler âlemine senden bir kokucağız gitse, kutsal canlar şu dönen gök kubbenin üstünde oynamaya başlarlar.

Bu yoksul, bu gönlü yanmış yakılmış âşıka Bedahşan lâ’line benzeyen o dudaklardan bir şekercik verseler...

Can da, gönül de, her ikisi senin şekerkamışlığına feda olsun. Zâti abıhayatı da çene topağındaki o kuyudan çekerler.

A Tebrizli Şems, îrem bağının bülbülüysen çile dur da gıdanı cennet bahçesinden getirsinler. [87]

XXXV

Ber ser-i âteş-i tu sûhtem-o dûd nekerd

Âb ber âteş-i tu rîhtem-o sûd nekerd

Ateşine atıldım; yandım yakıldım da dumanım tütmedi... Ateşine su serptim; fayda etmedi.

Gönlümü binlerce çeşit sınadım, denedim; seninle buluşmaktan başka hiçbir şey hoşnut etmiyor onu.

Gönlümün aşktan çektiğini kimsecikler çekmedi. Ateşte gönlümün verdiği kokuyu ödağacı bile vermedi.

Bu kul dedim, gönlünü aşka rehin vermedi mi? Sevgili, evet dedi; verdi, verdi ama tez vermedi.

Ah gördün ya; bu suçun bana ettiğini sivrisinek bile Nemrud’un başına, beynine etmedi.

Lâ’l dudakların hastalara İsa’dır ama bir türlü benim hasta gönlüme bir sağlık vermedi.

Canım oklar atan bakışlarından yaralanmadı; çünkü senin güzelim saçlarından başka bir zırha, çukala bürünmedi.

Çayırı çimeni kıskandıran güzelliğinin, alımının tadı tuzu, bu kulun ciğerinden başkasını tuzlamadı.

Yeter, sus... Sevgilinin gamı definedir ama o defineyi, şu altınla bezenmiş yüzden başkası da övemedi.

XXXVI

Ey Hodâyî ki çü hâcât be tu bergîrend

Her murâdî ki boved şon heme der bergîrend

A biricik Tanrı, dileyenler, dileklerini sana söylerler; elde ettikleri muratları senden elde ederler.

Canlarını, gönüllerini kapındaki çavuşa verdiler mi, güzel kokulu, neşeli, hoş, ölümsüz bir cana sahip olurlar.

Kullar vardır ki senden seni isterler ancak.

Senin yoluna ayak basarlar, can, baş kaygısına düşmezler.

Şu şaraptan vazgeçerler, şu birkaç sayılı gün bu şarabı içmezler de geçici şaraba karşılık Kevser şerbetini içerler.

Karanlık gecede yıldız gibi Ay’ın peşinde koşarlar da Ay’ın on dördüne dönerler, yüzleri parıl parıl parlar.

Toprak anasından öksüz kalırlar; toprak babasından yetim olurlar ama bir başka rûhanî ana, baba bulurlar.

Bedenin mezara lokma olacağını bilirler, görürler de canlarını, gönüllerini semirtirler; bedenleriniyse arık bir hale getirirler.

Yeter bu lak-laka, yeter bu söz artık; bırak da bundan böyle bütün sözleri tertemiz can söylesin.

XXXVII

Der dilem çün gamet ey serv-i revan berhîzed

Hemçü serv in ten-i men bî dil-o can berhîzed

A yürüyen selvi, bir solukta gönlümde gamın belirdi mi, şu bedenim selvi gibi gönülsüz, cansız olduğu halde kalkar, yürür.

Ben işkilim, sen de apaçık görünmedesin; sana karşı yokum ben... Apaçık olan şey göründü mü, işkilin yüzü görünmez olur, ortadan kalkar gider.

Dünya bir sitem yurdu; bu sitem yurduna sancağın erişti mi, zulüm güdükleşir, göç kalkar, boy gider.88]

Güzelliğin gök kalesine saldırırsa gökte yeri yurdu olanlardan aman sesi yükselir.

A yürüyen selvi, bir seher çağı dünya bağından geç de gül bahçesinden de güz mevsimi kalksın gitsin, çayır çimenden de.

Şu ağır yük yüzünden göklerin beli bükülmüştür. fakat senin hafif rûhluluğundan ağır yük de kalkar gider.

Mademki oklarındanım senin; kol kanat ver

bana da uçur beni... Yay çekildiği zaman ok bir hoşça uçar gider.

Sürü uyumuş; kurtlar da sağda solda dolaşıp duruyor; köpeğimiz çobanı uyandırıp kaldırmak için havlamada.

Kendine gel, sus. Gönül, damar gibi dilin altında gizli, dil ortadan kalktı mı o damar mey dana çıkar.

* Bu gazel Mücîr’e naziredir; hani bir kıt’ada, senin mahallenin başında akıl canın başından kalkar gider demişti ya; ona nazire.[89]

XXXVIII

Tâb-ı eks-i roh-ı o râh-ı turâ tâ bezened

Ger reh-i kafile-i akl zened tâ bezened

Yüzünün parıltısı vurdu mu, Ülker’in bile yolunu vurur hani; işte o güzel, akıl kervanının yolunu vuracakmış. Ko, vursun.

* Sûfînin yolunda mezesi de bugün hazırdır

onun, şarabı da... bakışla ona bir ulaştı mı, yarının, veresiyenin boynunu vurur gider.

Gönlün dağınıksa gene gönlün eteğine yapış; çünkü kavganın gürültünün başına eminlik, esenlik otağını kuran gönüldür ancak.

* Bir Ömer gerek ki şeytan kaçsın ondan. Bir Ahmed gerek ki haçın yolunu vursun gitsin.

Hangi gönül bucağında onun gamı itikâfa girmişse gece yarısında bile oraya güneşin parıltısı vurur.

A arif, üç somun için canı davetten vazgeç de kılıcın Ali gibi safları vursun, kırsın geçirsin.

Geç bundan, kerem ıssı padişahlar padişahı geldi. Kalk da canın zevk nedir görsün, seyir seyran nedir anlasın.

İhtiyaç elini aç, ilâhî kadehi al; al da can şarabının parıltısı yüzüne de vursun, gözüne de.

Yüzün o şarapla öylesine ışıklanır ki. Sanki Ay’ı ikiye bölen elin ışığıdır da Ay’dan yücelere vurmadadır.

* Başına bir soluktur üfürür de beynine akıl bağışlar; beyinle, fikirle dopdolu aklın, İkizler burcunun başına ayak basar.

Hoca, iki kulağını tıka, geç benim sözümden... Yoksa sözlerim varına yoğuna yağma ateşini salar, y akar gider.

Benden de geç, arslanları yıkan talihimden

1              1       11                    1 • A 1      5’1           J

de. Öyle yıldızım var ki Ademi de ışıtır, Havva’yı da.

Yeter, sus artık; çünkü ışığın gönüllere vurdu mu, gözle görünür bir hale gelir de başa da vurur, ayağa da.

XXXIX

Hele peyveste seret sebz-o lebet hendan bâd

Hele peyveste dil-i ışk zi tu şadan bâd

Hele a güzel, başın boyuna yeşersin, gönlün gülsün. hele a güzel, aşkın gönlü boyuna neşelensin senden.

Gama tapan biri, seni görür de neşelenmez,

sevinmezse boyuna başı yere eğilsin, yok- yoksul olsun, başı dönsün gitsin.

Başını eğince döner de geri gelirse iyi, kötü, hepsi de iyileşir; tek senin devletin hüküm sürsün, padişah olsun.

Ahmed’in ışığı dünyada ne bir ateşe tapanı kor, ne bir çıfıtı... devletinin gölgesi, herkese vursun, ışıtsın.

Yol yitirenlerin hepsini de çölden alın, yola getirin. Mustafâ, ta sona dek Tanrı yolunun kılavuzu olsun.

Onun o güzelim hayali, gönüllere meşale kesilsin; onun o güzelim tuzluğu, hep bu sofranın üstünde dursun.

Güzelim meclisinde en değersiz sağrakta Kevser vardır. Bizim de şişeye benzeyen gönüllerimiz o meclistekilerle kadehdaş olsun.

A Tebrizli Şems, Peygamber’in sırlarını sen bilirsin; senin tatlı adın her âşıka derman kesilsin.

XL

Lehzeî kıssa konan kıssa-i Tebrîz konîd

Lehzeî kıssa-i on gemze-i hon-rîz konîd

A hikâye söyleyenler; bir solukcağız da Tebriz’in hikâyesini söyleyin; bir solukcağız da o kanlar döken bakışı anlatın.

Şeker gibi dudaklarının ayrılığıyla acı bir hale geldik; o ilâhî şekerlerden şekerler dökün, ballar saçın.

Saçlarını dağıtırsınız da miskler, amberler damlatırsınız der, bu ümide düşer de Hintli gece ikiye bölünmüş saçlarını keser gider.

Bakış kılıcını onun devletiyle keskinleştirirseniz nice diller onun dudaklarını övmekte körleşir, kesmez olur.

Ay gibi onu aramak için geceleri dönüp dolaşırsanız anlarsınız, görürsünüz; nice geceler vardır ki onun ay yüzünün ışığıyla gündüz olmuş gitmiştir.

Güneş, kılıcını çalmak üzere; ortada ne varsa kaldırın... arı duru şarap sunun; tortulu şarap değil.

Tebrizli Şems, bir er ki güneş bile onun bir zerresi. Zerreye güneş demeyin, yumun ağzınızı.

XLI

Vekt-i on şod ki zi horşîd zeyâyî beresed

Sûy-i zengî-i şeb ez Rûm levâyî beresed

Çağı geldi; güneşten bir ışıktır gelecek. Rum diyarından gece Zenci’sine bir bayraktır geliyor.

Aşk yüzünden soyunup çıplak kalana bir kaftan verecekler. o dostun şekerkamışlığından bir sestir duyulmada.

Bunca altın kâseler şu gökyüzü sofrasının üstüne konmuş. bir gün bir çağrı duyulacak, hep o gün için konmuş bunlar.

Gökyüzünün kuzusu da, başağı da yenmek için. o Ay’ın harman yerinden elbette bir vergi

bağışlanacak.

Âşıklara bu rızıktan başka bir gıda var; onların dilek kâselerine başka bir aş konacak.

Eski pazardan erişip gelen taze alıcılar var ya; onların değersiz çanakları da değerlenecek, ağır bir pahaya ulaşacak.

Ay’a tapanlar bütün gece yıldız sayıp duruyorlar ya; sonunda onların bu çabaları da, bu ümitleri de bir sona varır, bir yere erer.

Hani cefa yağmuru yağmada diye bulut gibi yüzünü ekşiten var ya; cefa da vefadan biter, gelişir; sonunda da gene vefaya döner gider.

Güllerin anasının diken olduğunu iyice bilen kişi, kendisine bir cefa dikeni batınca gül gibi güler.

Hızır ab ıhay attan lâf ede ede dünyanın çevresini dolaşıp dururken, bizim kulağımıza ölümsüzlük davulunun sesi gelir çatar.

Balçığa bulanmış dostlardan ayrılırsan ağlama sakın; su balçıktan uzaklaşınca durulur.

Gönlünü şu soğuk gönüllerden soğut, bir güzelce yu, arıt; küpün gönlü bir sakaya ulaştı mı yıkanır, arınır.

O tatlı mı tatlı güzelin, kendisine yakışmayacak sözler söylemesine şaşılır mı? Can lâyığını bulsun diye o sözleri söylemiştir o.

Taş yürekliler evimizi yıktılar ya; her evi yıkılanın bir saraya kavuşması içindi bu.

Dün gece rüyada Salâhaddin’i gördük; devlet kuşu gibi gölgesini başlara yaya yaya geliyordu o.

XLII

Her ki ez helka-i mâ cây-ı deger begrîzed

Hemçonan bâşed k’ez sem’-o beser begrîzed

Kim bizim halkamızdan çıkar da bir başka yere kaçarsa tıpkı duyuştan, görüşten kaçana, sağır, kör kalana benzer.

Âşık arslanlar da o yüzden ciğer kanı içer... Ciğerden kaçan, nasıl olur da arslan gönüllü

olabilir?

Gönül duduya benzer; gönül huzuru sevgilinin cefasıysa şekerdir; şekerden kaçan duduyu kimse görmüş müdür hiç?

Ters esen yele karşı uçabilir mi sivrisinek? Geceleyin hırsızlık eden, ay ışığından kaçabilir mi?

Tanrı’nın şaşırtıp döndürdüğü baş, cennetin başköşesini bırakır da cehenneme kaçar.

Ölüm nedir, anlayan, ölüme doğru kaçar; ölümsüzlük yurduna taç vurunmay a, kemer kuşanmay a gider.

Kaza, kader filân yolculukta ölecek dedi mi, o adam ecel korkusundan kaçar da yola yolculuğa düşer.

Yeter, avlanmaya kalkışma, değmez de zâti... seher çağından gece görülen hayal de kaçar, gece de.

XLIII

Ez dilem sûret-i on hûb-ı Hoten mînereved

Çâşnî-i şeker-i o zi dehen mînereved

O Huten güzelinin hayali gitmiyor gönlümden... Şekerinin tadı eksilmiyor ağzımdan.

And olsun Tanrı’ya her solukta coşar, köpürürsem ayıplama beni; senin gönlünden çıktıysa benim gönlümden çıkmıyor.

Bütün kuşlar çayırlıktan çimenlikten her yana uçar giderler. Fakat âşık bülbül bir soluk bile çimenlikten ay rılmaz.

Yoksul pervanenin canı leğeni yurt edinmiştir; bedeni yanmadıkça leğenden gitmez.

Hasan’ın babası Hasan’a, bu evden git dedi. Hasan’ın babası düştü yıkıldı da Hasan hâlâ gitmiyor.

Dostun ipi boynuma geçti; sözün özü şu: Gönül o ipten başka bir şeye gitmiyor.

Can kuşu kalıp kafesime doydu ama dost belki bir bakar, görür ümidiyledir ki benden uçup

gitmiyor.

XLIV

On çi rûy-i tu koned nûr-ı roh-ı hor nekoned

V’on çi ışk-ı tu koned şûriş-i mehşer nekoned

Yüzünün yaptığını güneşin yüzünün ışığı bile yapamaz; aşkının ettiğini mahşerdeki kavga kıy amet bile edemez.

Yüzünü gören gül bahçesine yönelemez; dudağını bilen sağrak hikâyesine dalamaz.

Senin saçların geldi, erişti mi, misk artık söz söyleyemez; senin ışığın vurdu mu, akıl artık baş kaldıramaz.

Mülk sahibi, âşıkların sancağını öylesine yüceltti ki kimsede Sencer mülküne heves kalmadı.

Yedi göğe de sığmayan ışık, arık, y aralı gönüle sığmada ancak.

Ölümsüzlük havasına kapılan, ölümsüzlük

definesini elde etmeye çalışan âşıkın yüzü, neden altına dönmesin, neden sararıp solmasın?

Ben bilmiyorum, sen söyle... Nedir o şey ki gönül huzuru güzelin bir bakışıyla kolaylaşmasın, elde edilmesin?

O tövbeleri bozandan söz açmamaya tövbe ettim. bir güzel ki saçının büklümünü gören, bir daha tövbe etmez de etmez.

Bu sözlerin değeri benim anlayışımcadır, aşkın değerinde değil. A benim güzelim, incinin değerini ancak inci biçebilir.

Yarabbi, gönül senden bir sabır elde etmezse, aşk ateşine ait hikâyeyi kıyamete dek söyler; bitirip de tekrara başlamaz.

Bedenimizi yerle bir edenin, toprağımızı yüzlerce canla eşit etmey e gücü yetmez mi hiç?

XLV

Mîresed Yusuf-ı Mısrî heme ıkrâr dehîd

Mîherâmîd çu du sed teng-i şeker bâr dehîd

Mısır Yusuf’u geliyor, hepiniz ikrar edin; yüzlerce şekerkamışı dengi gibi salınmada; alın, götürün.

O rûha can verin de hepiniz rûh olun; o renkten alın da sadaka yollu gül bahçesine sunun.

Şeriat şarabından kâfirlere de şu kadarcık verin; verin de ne küfürden bir iz kalsın, ne imandan bir iz.

Önce şu yanıp yakılmışları kadehle bulun, suvarın; en sonra da o uyanık, o aklı başında hocaya sunun.

Akıl pusuda, soldan, sağdan gözetmede... O yankesici ihtiyarcağıza da koca bir sağrak sunuverin.

Ateş cinsinden olan her şeyi âşıkların ateşine atın; elinizde ne varsa o fitneler başına verin.

Sarhoş olun, yıkılın kalın da işe de boş verin, güce de. Kendinizi ikisinden de alın da bir uğurdan bu işe koyulun.

Aşk ateşi, delilik ateşi, âra namusa sardı mı, ele geçen bu ganimete başınızı da verin, sarığınızı da.

Evlerinizi bırakın, o halkaya girin. Elbisenizi satın, parasını verin meyhaneciye.

Aman bilmez bir meyhaneci bu; hepimiz de çırılçıplak kaldık; kimseciğin gömleği yok... Bâri örtünmek için bir peştemal verin.

Hâşâ; and olsun Tanrı’ya, elbise ummaz; bir bahanedir bu; sevgiliye karşı temiz yürekli olun.

Arılığın, duruluğun canını istey en, ne diye elbise istesin? Hani bedeni de aldı, elbiseyi de götürdü ya; hepsini de bağışlayın gitsin.

îstek, özlem, bir örümcektir ki boyuna ağ örmededir sana. Elbiseyi de, bedeni de, başı da, altını da bir uğurdan verin gitsin.

Perde ardında bir güneş gördünüz mü, bilin ki Tebrizli Şems’tir o. Onun yüzüne gözlerinizi bile bağışlayın.

XLVI

Z’evvel-i rûz ki mehmûri-i mestan bâşed

Şeyhrâ sâgar-ı can der kef-i destan bâşed

Çınseher çağı, sarhoşların mahmurluk çağı... Şeyhin elinde can kadehi; o kadehi avuçlamış.

Onun önünde her seher çağı zerre gibi oynayalım. Güneşe tapanların bu çeşit bir âdeti vardır.

Bu güneşe benzer yüz, ölümsüz olarak seher mi seherdir. Böylece de taşyürek bile, onun yüzünden Bedahşan lâ’li kesilir gider.

A gönlün, dinin salâhı, sen hiçbir yana sığmazsın. Böylece de altı yön, senin yüzünden aydınlanır, parıl parıl parlar.

Aşkına kul olan, gönül ve din salâhı yakıp y andırıc ı bir ateş oldukça nerde bu aşk içinde soğuyacak?

Sana gönül gerekse onun gönlünün razılığını ara. Fakat ağırcanlı kişinin gönlü nasıl aray abilir ki?

Metin Kutusu: Nice Metin Kutusu: iman Metin Kutusu: var Metin Kutusu: ki onunla beraber

olmadığından, ona inanmadığından küfür olmuştur; nice küfür de var ki onun devleti sayesinde iman kesilmiştir.

Külhancıyı gönlü kara, yüzü kara görürsün ya; inci madeninden bahsederse, bil ki bühtandır.

A Tebrizli Şems, sen bütün güzellerin padişahısın... seninle güzellikte eş, belki Ken’an Yusuf’u olabilir ancak.

XLVII

Vây on dil ki bedo ez tu nişanî neresed

Morde on ten ki be do mujde-i cânî neresed

Senden bir iz bulmayan gönüle eyvahlar olsun. Bir can müjdesine kavuşmayan gönül ölüdür.

Yüzünün ışığı görünmeden geçen gün kapkara bir gündür. O kara günde senin mutfağından ne bir kâse gelir, ne bir yemek.

Eyvahlar olsun o gönüle ki senin aşkınla ateşlere atılmaz. Altın gibi harcanır gider,

hiçbir madene ulaşamaz o.

Aşk sözü dertsiz adamdan çıktı mı, bir koku vermez... Ancak hevesli bir kulak duyar o sözü, ancak dille söylenir o söz.

Gizliden gizliye bir emanet verilmedikçe gönül Meryem’i, Mesîh’in ışıklarına gebe kalmaz.

Duygu, uyanınca rüya görmez artık. Gönül bu dünyadan gitmedikçe başka bir düny ay a v aramaz.

Kişi vardır ki ölümü anmayış, onu kurutmuş gitmiştir. bir dilim ekmekle birazcık tere bulamıy orum diye gamlara dalmıştır.

Bir zaman gelecek ki artık zaman kalmayacak. O zamandan önce çalış, çabala da zaman kaydından kurtul.

Ekmekle gelişen can ancak ekmek ister. Abıhayat her hayvana nasip olmaz.

Ne karanlık sabahtır o sabah ki senden bir selâm gelmez. Ne acı gündür o gün ki senin bal gibi sözlerini duymam.

XLVIII

Yâ Reb in bûy ki emrûz bemâ mîâyed

Zi serâ-perde-i esrâr-ı Hodâ mîâyed

Yarabbi, bugün bize gelen şu koku Tanrı sırlarının hareminden esip geliyor.

Keremi, bağa bahçeye yeni elbiseler bağışlıyor; hastalara şifa yurdundan ilaç geliyor.

Ağaçlar namazda; kuşlar tespih çekmede; menekşe rükûa varmış; iki büklüm geliyor.

Varlık yurduna gelenlerin hepsi de varlık yolunu y itirmiş; sarhoşluklarından nerden geldiklerini unutmuş gitmişler.

Canlardan biri şu yolda ardına yüz çevirip bakarsa aslını görür de canlardan ayrı olarak gelir.

Onun rengini bulmuştur o, o yüzden öylesine bir renk almıştır ki... onun kokusunu duymuştur da ondan da vefa kokusu gelmededir.

O yüzle sarhoş olmuştur; hepsi de onun sarhoşudur zâti. Güzelleşmiştir o yüzü gören, o ay yüzlüden geliyor çünkü.

Hayır... Söyleyeceğim, kimsenin usancından gam yediğim yok; bana gelen şey yok mu? Şeker bile kıskanıyor onu.

Kükreyen arslanla yüz yüze gelmiştir de ondan dolayı y iğitleşmiştir.      bağış haznesinden

gelmededir de o yüzden lûtuf, ihsan ıssıdır.

Sarhoş o lmay an, insanlardan ürker; bundan seher yelinin kokusu geliyor diyecekler diye çekinir.

Yeter ey dost, samsa böreğini çok yersen börekten ot kokusu duyarsın.

XLIX

Neng-i âlem şoden ez behr-i tu nengî neboved

Bâ dil-i morde-dilan hâcet-i cengî neboved

Senin için kınanmak, dünya halkı tarafından ay ıp lanmak bir ayıp, bir âr değildir. Gönlü

ölmüş kişilerle savaşmak gerekmez zâti.

Aşk can tatlılığıdır, tüm taddır; tadın, tadışınsa zâti bir şekli, bir rengi yoktur.

Aşk denizden ayrılmış bir koldur akar, gelir, gönüle dökülür... Denizin, incinin yeri daracık gönül olamaz.

Nefis kıyısını bırak da denizin dibine dal; böylesine bir denizde timsah korkusu yoktur sana.

Aynada toz pas yoksa iki dünyanın şekli de tümden aşk aynasında görünür.

Aşk tilkinin harcı değil; çünkü tilkide ne arslanın saldırışı vardır, ne kaplanın ululanması.

L

Vâkıf-ı sermed tâ ıneclrese-i ışk goşud

Farkı-i muşkil çun âşık-o me’şuk nebûd

Ebedîlik vâkfı aşk medresesini kuralı sevenle sevilenin arasındaki fark kadar zor bir mesele

ortaya çıkmadı.

* Kıyastan, deverandan başka yollar var ama meseleyi çözmeye yarayan bu yollar, fıkıh bilgisini bilene de kapalı, hekime de, kendini yıldız bilgini sanana da.

O şekilde de, bu şekilde de nice keskin düşünce, bahislere girişti, düşünceye daldı da yed-i beyzâ gösterdi.

Birçok farklardan bahsettiler; fakat hepsinin de yolları bağlandı; camiye yüz tuttular, orda daha yüzlerce fark mey dana çıktı.

Fikir sınırlıydı; toplayanın, ayıranınsa sonu yok... Sınırlı olansa sınırsızda yok oldu gitti.

Yok oluş sarhoşluktur, yok oluşun ardında, mutlaka bir kendine geliş var. gölge ne kadar uzarsa uzasın, ardında güneş vardır.

Bu, “Göğü dürer” sırrının dille anlatılamamasındandır; çünkü böyle ince bir şey in ispatı, varlığı yok bilmekle, yok etmekle olur.

Halbuki bu söz, varlığın parça buçuğudur; yokluğa perdedir... bir şeyi örtüsü olduğu halde apaçık göstermeyeyse imkân yoktur; kabul edilmez böyle şey.

Sen ne reddedilenden kaçıyorsun, ne kabul edilenden kurtuluy orsun; bırak şu işi, ne bahse sığar, ne nağmey e gelir.

Sen bırakırsın ama o bırakmaz ki seni. Can, şu temel meseleden ne ay akta durmakla kaçıp kurtulab ilir, ne oturmakla,

Can oturur; o tutar, ayağa kaldırır canı. Can ayağa kalkar, o tutar, secdeye çeker canı.

*    Şu bir, iki değildir ki ondan kurtulasın. Can selâmla, teşehhüdle görüşten kurtulamaz ki.

*    Ne ilk tekbirle gelir o; ne son selâmla gider. Ne tekbirle bağlanır, ne selâmla açılır.

Can sineği, sona dek şu ayranın içine düşmüştür bir kere. Müslüman olsun, Hıristiyan olsun; ateşe tapsın, çıfıt kesilsin; herkes aynı burda.

Hele söyleyedur; bu sineğin kanat çırpmasıdır söz... Fakat ayranın dibine doğru gitti mi, kanat çırpmak da kalmaz artık.

Kanat çırpmak olsa bile bir başka çeşit olur; gök kubbenin üstünde bir başka, bir görülmemiş oyun oynama vardır sana.

LI

în kebûter-beçe hem ezm-i hevâ kerd-o perîd

Çün safiriyy-o nidâyî zi su-yi geyb şenîd

Şu güvercin yavrusu, gizlilik âleminden bir ıslık duydu, bir ses işitti de havalandı, uçtu gitti.

Bütün âlemin dileği, isteği, yanımıza gel diye elçi gönderirse nasıl uçmaz müridin canı.

Öylesine bir kanat buldu mu, yücelere uçar. Öylesine bir mektup geldi mi, beden elbisesini yırtar.

Ne kementtir ki şu canları çeker durur. Ne yoldur bu gizli yol ki o yoldan çeker canları.

Acıyışı, o daracık kafeste canın çok çırpındı, dön, buraya gel diye mektup gönderdi.

Fakat şu kapısız evde sen kanatsız bir kuşa benzersin; havadaki kuş uçar; sense sıçradın mı düşer gidersin.

Kuşun kararsızlığı, sonunda rahmet kapısını açar; sen de kapıya, tavana çarp kendini; anahtar budur.

Seni çağırmazsak dönüp gelmeyi bilemezsin; çağırırız da geri dönmek o vakit aklına gelir.

Yücelere ağan, eskise bile yenilenir; fakat buraya gelen yeni bile zamanla kurur gider.

Hadi, gayb âlemine salına salına yürü, ardına bakma... Tanrı’ya emanet; sağ esen yürü; orda her şey kârdır; çoğaldıkça çoğalır.

Hele sus da varlık sâkîsinin bulunduğu yana git. Odur şu pis kadehin içinde tertemiz şarabı sana sunan.

LII

Sofra-i köhne kocâ der hor-ı nân-ı tu boved

Her-meges hem zi kocâ sâhib-i hân-ı tu boved

Eski sofra nerden senin ekmeğine lâyık olacak? Atsineği nerden sofra yayacak, nimet döşeyecek?

Kimsiniz sizler dediğin zaman nerde o dil ki sorularına cevap verecek?

Yüzü karaysa bile senin Zenci’ndir, senin Hintli’n... Karalık senden olunca ne gam.

* Alırsın, küpüne daldırırsın; hepsini de bir renge boyarsın. Hepsi de can kesildi mi senin ışığını verir, senin izini gö sterir.

îhsana başladığın, herkese aman verdiğin durakta, kes korkunun başını, vur ululanmanın boynunu.

Hepimiz de yol başındayız; dünyaysa bir geçit yeri. soluğu aydın göz, senin dünyanı gören gözdür.

Gönül dayandı durdu da bir edepsizlik ettiyse darılma; bu savaşta sana yardımcı olmayı

ummuştu da ondan dayanmıştı.

Köpek her yana hırlar ama senin bulunduğun yere doğru havlar... Olur ya, belki bir ziyanı dokunur sana; arslan say onu.

Hadi, sabah şarabı içilecek çağ. şarap ver, hepimiz de mahmuruz; şarap ver de can bir solukcağız sarhoşun olsun.

Kadehe bile baksan sana tezce bir ferahlık verir. Kurt, Ashab-ı Kehf’in köpeğini görünce çobanın olur senin.

Herkes uyudu; burda uy anık iki mahmur kaldı. Gizlediğin küpleri seyret hele.

Baş da sarhoş olur, ayak da. Ne istersen sen, o olur. Şarap gelmiş gelmemiş, hepsi de senden.

Hele yoksul, içmene bak; büyük bir sağrak sunuluyor; zaman senin zamanın olduktan sonra sarhoş olmak da nedir ki?

Hele bugün, ta geceye dek işrete daldık; senin anlatışın varken şarap mı eksilir, çalgı mı?

Her şeyin başına toprak saç; bu devletin eteğine yapış; şu toprağa bir oturdun mu, her şey şenindir artık.

Onun şarabını iç, tümden o ol; altı yana kulak verip durma; iki üç tavşanın seni sürüyüp çekmesini dileme.

LIII

Heberet hest ki der şehr şeker erzan şod

Heberet hest ki dey gom şod-o tâbestan şod

Haberin var mı? Şehirde şeker ucuzladı... Haberin var mı? Karakış kayboldu gitti, yaz geldi.

Haberin var mı? Bahçede fesleğenle karanfil, iş kolaylaştı diye dudak altından gülüyorlar.

Haberin var mı? Bülbül yolculuktan döndü, geri geldi; şakımaya, çilemeye koyuldu, bütün kuşlara usta oldu.

Haberin var mı? Bahçede, ağacın dalı yeni bir müjde duydu gülden; ellerini sallayıp oynamaya

başladı.

Haberin var mı? Can, bahar kadehiyle sarhoş oldu; sarhoş bir halde oynaya oynaya padişahın haremine girdi.

Haberin var mı? Lâle, yüzü kanlara bulanmış bir halde geldi... Haberin var mı? Gül, dîvânın sahipceğizi oldu.

Haberin var mı? Baharın adalet şahnesi geldi de hırsız deli kış gizlendi gitti.

O güzeller dîvândan geçiş için izin buyruğu aldılar da yeryüzü yeşerdi; gelişti mi gelişti.

Bıldır kaybolup giden yeşillik güzelleri, kıy amet koptu da dirildiler; bu yıl her biri yüz kat daha güzelleşti de geldi.

Gül yüzlüler yokluk yurdundan döne oynaya geldiler; gökyüzü ayaklarına yıldızlar serpti.

îşten uzaklaştırılan nerkis, mülke nazır oldu; gonca çocuğu îsa gibi akıllı fikirli bir hale geldi, yazıyı okumaya koyuldu.

O işret edenlerin meclisi bir kere daha bezendi;

gene seher yeli bağa bahçeye şarap sunmaya başladı.

Gönül perdesinin ardında gizli şekiller vardı; bağlar bahçeler gönüllerdeki sırlara ayna kesildi.

Ne görüyorsan gönülde ara, aynada değil; ayna da bir şekildir, gösterir ama canı yoktur o şeklin.

Yeşillik ölüleri Tanrı çağrısıyla dirildiler; bütün küfürleri Tanrı rahmetiyle iman oldu.

Hepsi de oynadı, kalktı; ötekilerse mezarlarında; dirilemeyen, zindana rehin oldu gitti.

Sus dedi, ben bundan daha iyi anlatırım. Ağzımı yumdum; çünkü o geldi, oturdu.

Padişah dudağını açar, hepsini över; sizin özetini verirken bir bucakta gizlediklerinizi de söyler.

LIV

Yâ Reb in bûy ki ez revze-i can mîâyed

Yâ nesîmest k’ez on sûy-yı cihan mîâyed

Yarabbi, bu güzel koku, can bahçesinden mi geliyor? Yoksa o yandan dünyaya esen bir güzel yel mi bu?

Yarabbi, bu abıhayat hangi yurttan coşmada? Yarabbi, bu sıfatların ışığı ne yerden ışımada?

Acaba şu gürültü göktekilerden mi kopuyor? Acaba bu kahkahayı cennet hurileri mi atıyor?

Ne çalgıdır, ne âhenktir bu ki canı oynatmada? Ne ıslıktır bu ki gönül kanat çırparak uçmada?

Ne gelindir, ne nikâhtır ki gökyüzü sanki bu geline duvak. Ay da şu altın dolu tabağı almış; saçmaya geliyor.

Ne avdır bu ki kaza oku uçuyor. îş böyle değilse ne diye yay çekilişinin sesi geliyor kulağıma?

Müjde, müjde a âşıklar, hepiniz de el çırpın... o elden çıkan güzel, ellerini çırpa çırpa geliyor.

Gök kalesinden aman sesi duyulmada; denizden bunca büyük dalgalar coşmada.

Devlet gözü devletinizi görmüş de mahmurlaşmış. Bu da bir delil; apaçık bir gözden, ezelî var olandan, var edenden geliyor bu devlet.

İki üç somun için kılıç, mızrak yaraları alınırdı hani; işte o kıtlık dünyasından kurtuldunuz.

Candan tatlı ne var? Gidecekmiş, korkma, varsın gitsin. Gideceğinden ne diye gam yiyorsun? Ondan daha iyisi geliyor.

Herkes şaşıyor ya; ben de şuna şaşıyorum: Yana bele sığmayan nasıl olur da yana bele geliyor, kucağımıza doğuyor?

İşaretle söy lüy orum ama yeter; gene de anlatmayayım; zâti anlatmayı ne yapacaksın? Anlatışın canı geliyor.

LV

İşretî hest derin gûşe genîmet dârîd

Dovletî hest herîfan ser-i dovlet hârîd

Bu bucakta bir zevk var, bir işret var; ganimet

bilin fırsatı. A kişiler, bir devlettir gelmiş çatmış; kaşıyın devletin başını.

Şeker gibi bir gönüllü olun, karışın şu süte. Çünkü naziksiniz, güzelsiniz; kadriniz de yüce.

Tohum dermek de adamlık mıdır? Yüzlerce harmanın beyisiniz, yüzlerce ambarınız var.

Böylesine bir lâle yüzlüden ne diye canınıza can katmazsınız? Böylesine cibre sıkılacak bir kapta ne diye koruk sıkmazsınız?

Birçok renk gördünüz, şekil seyrettiniz; ne canları var, ne yaşıyorlar. Peki, neden bizim güzellere Ay kesilen sevgilimizi de böyle sanırsınız?

Onun güle, fesleğene benzeyen eteğine el atın, sarılın... o gül bahçesinde karılmadı mı may anız; orda y etişip gelişmediniz mi siz?

Nasıl olur da evin yolunu bilmezsiniz? Kavuşmanın oğlusunuz: siz. Nasıl olur da geçer akçeyle kalpı bilmezsiniz? Bu pazardansınız siz.

Mısır sizinle övünmede; siz de Yusuf gibi

yorun rüyayı. Vefalı tatlı dudaklar gibi hepiniz de şekerkamışları emmedesiniz.

Bugün yoksulcasına böyle ağlayıp inliyorsunuz ama maya bakımından ta önceden meleksiniz, meleklerin oğullarısınız siz.

Sâkîler, ellerinde şarap kadehleri... şarap içecekseniz meyhaneye gelin diye kulaklarınızı burmada.

Herkes ayıptan kurtulma peşinde, herkes bir hünerin avcısı olmuş. Can meclisinde ayıksanız b aştan başa ayıpsınız zâti.

Tebrizli Şems geldi, özür kalmadı artık. zevkin can gözünü ona verin gitsin.

LVI

Hest mestî ki merâ cânib-i meyhâne bered

Cânib-i sâkı-i gol-çehre-i dor-dâne bered

Bir varlık var ki bizi tutmuş, meyhaneye götürüyor; inci tanesi, gül yüzlü sâkînin bulunduğu yere çekiyor bizi.

Bir el var; dostça elimizi tutmuş, bizi çekmede... böylece kapı yanından başköşeye götürmede.

Nal ona derler ki toprak boyuna öpsün dursun onu; lâ’l ona derler ki adamı tutsun, şaraba, meyhaneye götürsün.

Canlar verelim de o can şarabma el uzatalım; aklınız masallara karışmadan alalım o şarabı, içelim.

Böylesine bir saçın düğümlerini neden tarak açıyor diye o güzelim saçlarının renginden gönül diş diş olmuş gitmiş.

LVII

Âh k’on tûti-i dil bî şekeristan çi koned

Âh k’on bolbol-i can bî gol-o bustan çi koned

Ah, o gönül dudusu, şekerkamışlığından ayrı, ne hallere düşecek? Ah, o can bülbülü, bağsız bahçesiz ne yapacak?

Bugün seninle kavuşmadan bir arpa bile elde

edemeyen, yarın soru-hesap çağında, terazinin başında ne yapacak ki?

Denizinin çerçöp gibi sürüp bir yana attığı kişide iman incisi ararlarsa ne yapacak o kişi?

Hamamdaki resim, hamamdan ne tat alabilir? Can seyir yerinde cansız resim ne yapabilir?

İyinin, kötünün iyiliğiyle, kötülüğüyle bir işimiz yok. Yalnız susamış, dudakları kurumuş gönlüm ayrılık gecesi ne yapacak? Onu düşünüyorum.

Gönlümün eli de, ayağı da; kolu da, kanadı da bekliyor... Bakalım aşkı ne yapacak? Fakat aşk lûtuftan başka ne yapar ki?

Eli olmayan kişi, saçı gününde ne alabilir ki? Ayağı olmayan kalkılacağı zaman ne yapabilir ki?

* Gönlü Uşşak perdesine Zengüle olmayan (gönlü âşıklara, boyna asılan bir çan gibi takılmayan) kişi, Irak makamıyla Isfahan makamının zîr perdelerini ne yapsın?

Başı, kulağı can şarabıyla kızışmayan kişinin, soğuk, donmuş, buz kesilmiş bir halde sarhoşlar safında ne işi var?

Arslan gibi kendi kurt huyundan kurtulmayan, Ken’an Yusuf’unun ceylanları yıkan gözlerini seyredip de ne anlayacak?

* Firavun, sakalına inciler dizdirmiş ama îmranoğlu Mûsa’nın inci gibi sözlerinden ne haberi var?

Ham tamahla hırs lokmasına düşen kişinin, İsa’nın soluğuyla, Lokman’ın hikmetiyle ne işi olur?

Yeter, derlen, toplan, dağınık sözler söyleme artık. Gönül topluluğu olmadıktan sonra iki üç dağınık sözden ne çıkar?

Tebrizli Şems de sensin, şekerler dağıtan sabah da sen. Gündüze âşık olan geceleyin kıblesi gizlenince ne hallere gelir?

LVIII

Ez dilem sûret-i on hob-ı Hoten mînereved

Çâşni-i şeker-i o zi dehen mînereved

O Huten güzelinin hayali gitmiyor gönlümden, şekerinin tadı eksilmiyor ağzımdan.

And olsun Tanrı’ya, her solukta coşar, köpürürsem ayıplama beni; senin gönlünden çıktıysa benim gönlümden çıkmıyor.

Hasan’ın babası Hasan’a, bu evden git dedi... Hasan’ın babası düştü yıkıldı da Hasan hâlâ gitmiyor.

Yoksul pervanenin canı, mumun alevi peşinde. Kolu kanadı yanmadıkça leğenden gitmiyor.

Bütün kuşlar çayırlıktan çimenlikten her yana uçar giderler. Fakat bülbül gülden ayrılmıyor, y e şillikten gitmiyor.

Can kuşu her solukta uçup gitmek için kanat açmada. Fakat dost belki bir b akar, görür ümidiyledir ki bedenden gitmiyor.

Sana bir zarar geldi mi, karın bile soğur senden; fakat adam senin yüzünü gördü mü,

karısına bile meyletmez.

Mansûr’un canına senin aşkın yüzünden darağacı kurdular ya; boynunu ipe taktı; bir türlü o ipten vazgeçmiyor.

Can bir deri, sen Süheyl yıldızısın, havan da Yemen. Onu terbiye edesin diye Yemen’den gitmiyor can.

Saçlarındaki kıvrımların, büklümlerin hay ali gönlümde... bu kırık gönlüm, o kıvrımların, büklümlerin sevdasından ay rılamıy or.

Testi kırılsa bile testideki su kırılır mı hiç? Âşıkın canı mezara, kefene gitmez de gitmez.

Hilelerim, düzenlerim, tersine oyunlarım var; fakat can senden utanıy or da hileye, düzene başvurmuyor.]90]

LIX

Ger nehosbî zi tevâzu şebekî can çi şeved

Ver nekûbî bedoroştî der-i hicran çi şeved

Gönül alçaklığı etsen de bir gececik uyumasan n’olur a benim canım? Hoyratlıkla ayrılık kapısını çalmasan ne çıkar a benim rûhum?

Dostların ateşlerle dolu gönülleri için bir geçeceğiz dostluk etsen, keremler buyursan da gündüzü bulsak n’olur?

Şeytanın yıkanmamış yüzünün inadına, gözü kör olsun diye gözlerimiz seni seyrederek aydınlansa ne çıkar yâni?

Bütün dünya senin baharlarınla, senin nev- rûzunla güllerle bezense, bütün dünyayı fesleğenler, çiçekler kaplasa n’olur ki?

Gizli olan, o karanlıklarda bulunan ab ıhay atla bütün şehir, dağlar, ovalar, çöller dolsa, her yan sulansa ne çıkar ki?

Şu kullar köleler, şu arıklar, senin gibi bir padişahtan yeni elbiseler elde etseler de giyinip kuşansalar n’olur?

Ata binsen, sürsen de meydana gelsen; her gönlün köşesi bucağı genişlese, meydana dönse ne ç ıkar?

Gönlümüz darmadağın, kapkara bedenimizse toplu... arı duru gönül toplu bir hale gelse de kapkara beden dağılsa n’olur?

Ay bizimle değil de o yüzden arıklamışım, terazide hafif gelmedeyim. hatırımız için Ay, Terazi burcuna gitse ne çıkar?

*     Bir solukta Uzeyr’e de can bağışladı, eşeğine de. nefis eşeği de eşip yelmeye, gezip tozmay a lâyık olsa n’olur?

*     Gam mahallesinin başında bir manastırımız var. isterse Lübnan dağının tepesindeki manastır kadar eski olmasın; ne çıkar?

Kendine gel, sus artık, o kıskanç canı düşün de bir derlen, toplan. Darmadağın sözler olmasa n’olur yâni/t91]

— R —

LX

Ehteranrâ şeb-i veslest-o nesârest-o nesâr

Çün suy-i çerh erûsîst zi mâh-ı deh-o çhâr

Buluşma gecesi; yıldızların serpilip saçılacağı çağ... gökyüzünde Ay’ın on dördü gibi bir gelin var.

Hani bülbül ilkbaharda gülün yüzünden sarhoş olur ya, tıpkı onun gibi Zühre de güzelim nağmelerle derisine sığamıy or.

Oğlak’a bak hele, göz ucuyla Arslan’a bakıyor. Balık’ı seyret, denizden nasıl da toz koparıyor.

Müşteri, atını koşturarak kocalmış Zühal’e gidiyor da müjdemi ver diyor; yeni baştan gençleşiyorsun.

Eli kılıcının kabzasında kanlara bulanan Mirrîh, canlar bağışlamakta, izi kutlu güneşe dönmüş.

Gökyüzünün Kova’sı, o abıhayatla doldu ya. Artık o kurumuş Başak, bu suyla gelişir, inci tane leriy le dolar.

İçi dolu ceviz, ne kırılmaktan ürker, ne

Terazi’yle tartılmaktan. Kuzu, anasından tiksinir de kaçar mı hiç?

* Bakış Ok’u, Ay’ın gönlünden atıldı da Tay’ın gönlüne saplandı ya. Akrep de bunu gördü, heveslendi de gece yolculuğuna kalkıştı.

A eğri büğrü yürüyen, Yengeç gibi ayağın balçığa saplanmışsa böylesine bir bayramda yürü, gökyüzü Öküz’ünü kurban et gitsin.

Şu gökyüzü sanki bir usturlap; gerçek olansa aşk. Ne diyorsak söze bakma da anlama aç kulağını.

A Tebrizli Şems, hangi sabah doğar, parlarsan ay yüzünden karanlık gece aydın gündüze döner.

LXI

Hele zîrek hele zîrek hele zîrek zo ter

Hele k’ez conbiş-i tu kâr-ı heme nîkûter

Hele biraz daha aşağıdan, biraz daha aşağıdan, biraz daha aşağıdan; daha çabuk... hele senin

oynayışın yüzünden herkesin işi gücü daha iyi bir hale geldi, daha düzene girdi.

Koştur erlerin arkasından; bak sağa sola. Taştan bir kıvılcım sıçramış ki Ay’dan daha da aydın bir ay.

Yerinden kalktın mı, hepsi de birer birer kapına gelirler; kamış gibi hizmet kemerini kuşanmışlardır; şekerden daha tatlıd ır huy ları.

Aşk, Davud olur da demiri yumuşatır. Arslan, ceylan olur; ceylandan da daha yumuşak bir hale döner.

Aşk içerden gül bahçesinin tapısını açar; gül gibi görünür aşk, taze gülden daha da güzeldir kokusu.

Her bir zerre îsa kesilir; îsa nefesli olur. Ölüm canlar bağışlar; gönül candan fazla arar onu.

O arada Ay gelir de senin dudaklarını öperse y anımızd an kalk, peşine düş, o yana doğru gidedur.

Ağzımı yumdum ama gönlüm sözlerle dolu;

bizden daha iyi söyleyen bir akıl bunu söylesin, anlatsın diye sustum ben.

LXII

Bedeh on bâde be mâ bâde be mâ ovlîter

Her çi hâhî bekonî leyk vefâ ovlîter

Sun o şarabı bize; şarap daha iyi bizce; ne istersen onu yap; fakat vefa etmek daha yaraşır sana.

Erlerin başları, sana karşı secdeye kapanmaktan daha güzel ne iş yapabilir? Can İsa’sının mescidine gökyüzü tavanı daha lâyık.

A güzel, bir afsun oku da deli gönüle üfür; çocuklara benzeyen goncalara seher yeli daha uygun değil mi?

Yüzünü görmeyen, aklı kıble edinir. Körün elinde kandil olmadansa sopa bulunması daha doğrudur.

Sen bağışlarda bulun; gökten de ses geliyor; denizle güneşin bağışta bulunması daha yerinde

deniyor.

Bugün lûtuflarda bulundun, o lûtufları iki kat çoğalt... değil mi ki çenge el attın, onun iki kat olması yeğ.

Güneş doğunca kış kaçar gider. Kış yüzünden sırtı, başı donmuş kişiye güneş daha iyidir.

Yeşilliği gördüm de sudan, ottan kesildim; suyu, otu daha yeğ bulanlar hayvandır.

Söz şekli hoştur ama arılığı giderir; oysa ay nanın yüzünde resim olmasından daha iyidir arılığı.

Varlığın şekli de sensin, aynası da sen; aynada bir güzel yüz görünürse elbette bu daha ho ştur.

Sus, şu davulu çalma; şimdi savaş vakti; kılıç vur; davul orduya arka olur ama savaş daha doğru.

LXIII

Ne ki mihmân-ı garîbem tu merâ yâr megîr

Ne ki fellâh-ı tuem server-o sâlâr megîr

İstersen dost sayma beni; garip bir konuğun değil miyim? Baş, başbuğ tutma beni; fakat senin ekincin değil miyim ben?

Yoldaş sayma, esirgeyici bulma, dert ortağı tutma; fakat lûtuf ihsan gölgenin komşusu da mı değilim?

Tut ki susamamışım, susuzluk illetine tutulmamışım, hasta değilim; fakat senin acıyış şerbetiyle dolu kadehin dönüp durmaz mı, herkese sunulmaz mı?

Tut ki beklemiyorum seni, buluşma özlemiyle ölmemişim; fakat her taşın güneşten bir payı yok mu?

Tövbe etmemiş, suçları örtenden yargılanma dilememişim say beni; ama lûtfun her suçlunun suçunu y akmaz mı ki?

Beni Ca’fer-i Tayyar sayma; tut ki bir serçeyim; her kuş senin kolun kanadınla uçmaz mı ki?

Böylesine bir tuzağa tutulmamışım say; ama yüzlerce kanat olsa sen yardım etmedikçe uçulabilir mi hiç?

Beni uyuyor say; tut ki kapında değilim, uyanmamışım; ama uyuyanlara da gizli bir seyir seyran bağışlamaz mısın sen?

Gözyaşlarımı görme; yüzüm tut ki sararıp solmamış; ama yanmış, kavrulmuş ciğer kokusu gelmiyor mu benden?

Mecnun senin yüzünden akıldan olup da bir bağ bahçe bulmadı mı? Delilikten hoşlanıp da akıl y ay lasının yolunu tutmay ın demeye başlamadı mı?

Senin verdiğin delilikle hoşum, aklı fikri ne yapacağım; tut ki döşek pek düzgün değil, benimle sen yatmıyor musun; bu yeter bana.

Tut ki yüzüm Ay’a benzemez, rengim nar renginde değil; sarho ş gözlerindir herkesin gönlünü alan, aklını yıkıp yerlere seren.

Çene topağın, tutalım ki eşsiz değil, saçların zünnâra benzemiyor; ama selvi boyundur

boyumuzu iki büklüm eden.

Coşup köpüren, kabarıp coşan uçsuz bucaksız bir denize benzeyen aşkı şekilsiz sayma; şu resimler, şu şekiller, zâti hep aşkın resimleri, aşkın şekilleri.

Beni şu dönen gök kubbeye eş sayma; ama öylesine bir toprak harmanıyım ki Ay bile çevremde döner benim.

Senin civarında hoşum, yık gitsin evimi; senin kokunla hoşum, Tatar ülkesinin miskiyle hoşum sanma.

Şu başım meyhanedir; söyle, kırsın sağrağı o; yüzüm altına dönmüş, eşek yükleriyle altına bakma artık.

Âzer’e söyle, put yonmasın; gönlüm puthane oldu. Başım cibre sıkılan tekneye döndü; meyhanecinin yurduna gitme artık.

Kâfirlikle müslümanlık daha şimdi meydana geldi; aşkınsa önüne ön yok... Aşkın öldürdüğü kâfiri kâfirlerden sayma sen.

A gönül, bülbül sesini dinle, eşeğin anırmasına kulak asma. A göz, gül bahçesine bak, dikenin ardına düşme.

Yeter, davul çalma; söz, başkaları içindir; bense kendime de yabancıyım, yabancıların eteğine yapışma.

LXIV

Senemâ in çi kemânest-o foro-dest-o hekıyr

Tâ bedin hed mekon-o cân-ı merâ hâr megîr

A güzel, bu ne değersiz, bu ne çabuk çekilir bir yay. Bu kadar da etme, bu kadar da değersiz tutma bizi.

Kaza-kader insanın gözüne dağı saman çöpü gösterir, saman çöpünü dağ; bu ko lay dır Tanrı’ya.

Ne mutlu o göze ki inciyle boncuğu tanır, ayırt eder; ne mutlu o kervana ki ücretini dost verir.

Buyruğun yürür; adımı ne takarsan tak, razıyım; tertemiz adına and olsun ki can

şükreder durur sana.

Ay’a Habeş adını taksan sana secde eder; selviye çember desen hiç tiksinmez.

Senin sövüşün padişahların övüşünden de iyidir; nerde köpeklerin havlaması, nerde yürekli arslanın kükremesi?

Senin işsiz güçsüzün, bütün işe güce koyulanlardan daha hoştur... senden başka her şey yoktan-yokluktan ibarettir; biz de o yüzden yokuz-yoksuluz.

* Altınla bezenmiş tacı ver de o sevgilinin sillesini satın al; fakat bu sözü birisi işitmez, dinlemezse aldırma, “Sen ancak korkutucusun.”

Kafanda sevgilinin sillesinin izi varsa, gönül güzelleri başını öperler senin.

Dünya adamı yoku, yokluğu varlık sanır, mal mülk bilir; can gözü açık olan kişi, ömrünü yoka harcar mı hiç a do stum?

Adamın biri, bir hekime gitti de karın ağrısından şikâyet etti. Hekim, ne yedin ki bu

mide dolgunluğuna uğradın dedi ona.

Gelen derdin çoğu boğazdan gelir çünkü. Adam, mayalanmamış somunun ardından yanmış ekmek yedim dedi.

Hekim, Sungur dedi, o kadri yüce sürmeyi getir bana. Adam, hadi be ulu kişi dedi, karın ağrısıyla sürmenin ne münasebeti var?

Hekim, gözün her yanmış şeyi görseydi dedi, yanmış ekmek yemezdin a yarı kör.

Sen de gözünün karaltısı yüzünden yoku var sandın; gözün padişahın kapısının toprağıyla iyileşir, aydınlaşır.

Hele ey gönüllerin hallerini anlatan, gazeli sen aç, sen anlat. Ben anlatırsam beyin gönlü gene incinir.

LXV

Ser foro kon be seher k’ez ser-i bâzâr nezer

Tebleî kâlobed averdeem âhar beneger

Seher çağı başını eğ de pazar başından bir bak. Bir tabla dolusu beden getirmişim; gör de seyret.

Mahallenin başında, tablamın üstünde omuzlar, saçlar, nefis yağlar var; bir bak da satın al.

Gamın gecem, geceliğim; melhemin yağım... tarağım da o fitnelerle, şerlerle dolu saçların.

Ayrılığından öldüm; hayalin otum, yiyeceğim oldu benim; çünkü gönlümde öküz açlığıyla dolu bir karın peydahlandı.

Ne biçim bir insanım, bilmiyorum; yalnız şekerini pek özledim a şekerinin zevkiyle sineklerin bile şeker kesildiği güzel.

Seher yeli, o güzelim kaftanı aç, savur; perdeyi kaldır da o gümüş beden yüzünden bütün işim gücüm altın kesilsin.

Niceye bir elini yu ondan, bir dost ara kendine diyeceksin? İki dünyada da ondan başka bir dost y oktur bana.

A hoca, bırak beni; nasıl olur da akıl kalır,

gönül kalır bende? însan şeklinde Ay’la Güneş’i kim görmüştür?

A Tebrizli Şems, benim canımdasın, gözlerimde oturmuşsun sen. Peki, iş böyleyken nasıl oluyor da yollara düşmüş bulunuyorsun?

LXVI

Hin ki âmed be ser-i kûy-ı tu Mecnûn-ı deger

Hin ki âmed be temâşâ-yı tu dil-hûn-ı deger

îşte bak, mahallenin başına bir başka Mecnun geldi; seni seyretmeye gönlü kan olmuş bir başkası geldi çattı.

Senin yüzüne âşık olan kişiyi, şu dönüp duran gök kubbe çekemez; meğerki ona bir başka göğün üstünde bir yer veresin.

Âşıkın kimseciklerin hilesine, afsununa kanmaz; sen ona bir başka afsun oku da üfle.

Yüzünün aşkı cihanın altı yönüne de tuzak kurmuştur; çünkü kimsecikler öyle gül renkli bir yüz görmemiştir.

Tuzağa düşen kuşa sen acı; çünkü senin gibi neliksiz-niteliksiz bir başka padişahlar padişahı yoktur onun.

Nerde şu evde yanıp yakılmış bir düşkün ki geceleri başka bir düşkünün feryadını duysun, dinlesin.

Senin şekerkamışın için atlas gibi kanlı gözyaşları yağdırmadayım; bu atlasa benzeyen, bu ağır kumaşlara bedel gözyaşlarımı dökmekten başka bir çarem yoktur.

- Ş -

LXVII

Men tuem tu meni ey dost merov ez ber-i hîş

Hîşrâ geyr meyengâr-o meran ez der-i hîş

Dostum, ben senim, sen de bensin... Kendini b ırakıp da gitme kendinden; kendini başkası sanma; sürme kapından.

Sonu gelmez fitnelerinle başını, ayağını yitirme de şaşkınlar gibi cefa ayağını kendi başıma

basayım.

Gölge gibi senden hiç ayrılmayan biri varsa o da benim; dostum, kendi gölgene çekme kendi hançerini.

A ağaç, her yana binlerce gölgen serilmiş; okşa gölgeleri, ayırma aslından onları.

Gölgelerin hepsini gizle, ışığında yok et; parlak güneşe benzeyen yüzünü aç, göster.

Gönül ülkesi senin iki gönüllüğünün yüzünden perişan olmuş; çık tahta, minberinden ayak çekme.

* Akıl taçtır; Ali temsil yoluyla böyle demiştir; sen de kendi incinle, kendi özünle taca bir başka güzellik ver, yeni bir parlaklık bağışla.

LXVIII

On ki meh gaaşiye-i zeyn çü golâman keşedeş

Bo ki in himmet-i mâ cânib-i bostan keşedeş

Eyer örtüsünü kullar köleler gibi Ay’ın taşıdığı

o güzeli, belki himmetimiz bağa bahçeye doğru çeker, getirir.

Canda bu güç kuvvet yoktur, onda bu küstahlık olamaz ama belki bu işi sevgilinin yardımı sayesinde yapabilir.

Can, dudaklarını anar da her solukta dudaklarını yalar; fakat yalan yanlış bir şey de duyarsa onu tutar, ta dişinin dibinden çeker, çıkarır.

Ulular varlarını yoklarını yokluk diyarına doğru çekerler de varlık da lütfeder, onları kendine doğru çeker.

Nice canlar Yakub gibi boyuna zehir tadarlar da sonunda can Yusuf’u tutar, şekerkamışlığından çeker onları.

Kim akıl terazisiyle kendini tartar da övünürse, Ay gibi olsa da felek gene onu Mîzân’a çeker, tartar.

Kim âşıkların gözlerinde gözbebeği olursa, o bakış tezce onu alır, insanın özüne doğru çeker, götürür.

O kâfir saçlar kimin yolunu keser, kimi yoldan çıkarırsa, âdeta kâfirlik gelir de onu alır, imana doğru çeker.

Tebrizli Şems, aşkın sarhoş etti bizi, şarap içen kişiyi bu hale getirir şarap.

LXIX

Ger leb-i o şekened nerh-i şeker mîresedeş

Ver roheş te’ne zened ber gol-i ter mîresedeş

Dudakları şekerin narhını düşürürse de değer; yüzü terütaze gülü kınarsa da değer.

Gökyüzü, kapısına secde ederse yeridir; ay değirmisinden rehin alır da âleme ışık verirse değer.

Metin Kutusu: Bütün âlemin kulu padişahı, ona hizmet kuşanırsa revâdır. Metin Kutusu: kölesi kesildiği akıl için kapısında kemer

Gece Zenci’sine kılıç vuran padişah, güneş, onun varlığı, dirliği uğrunda kalkanını yerlere atarsa da değer.

Utarid, onun değirmisinin, onun güzellik noktasının çevresinde pergel gibi başı yerde döner durursa değer.

Meleklerin bile mahrem olamadıkları o güzellik, insanlara meyletmezse, insanları özlemezse yeridir.

Meleklerin işleri güçleri üst olmuş ama onlara o yüceliği verse de yeridir, vermese de.

Bu çeşit sayıp döküyordum da felekten duydum; diyordu ki: Geç bunları, bir başka şeye de değer o.

LXX

Ber melik nîst nihan hâl-i dil-o nîk-o bedeş

Nefs eger ser bekeşed gûş-keşon mîkeşedeş

Gönlümün hali, iyiliği-kötülüğü padişaha gizli değildir. Nefis baş çekerse kulağını tutar da sürüy e sürüy e çeker onu.

Can da, gönül de, gönlün aslı da onun bir lûtfudur; cana, gönüle can vermese kim yardım

edebilir cana, gönüle?

Gönül onun derdinden ne zevklere dalmıştır, ne hoşluklar elde etmiştir. O keremi, o sayısız bağışını hiç sayıp dökmeye kalkma.

Tanrı aşkının gamı hangi kervanın yolunu vurduysa, o kervan iki dünyanın kârını öylesine elde etmiştir ki dile gelmez, söze sığmaz.

Onun ölümsüz yaşayış gerdanlığıyla yüceldiğim günden beri ölüm meleği gönlümden ümit kesti.

Süsen onun lûtfundan dil buldu da onu övmeye başladı; selvi hürriyeti ondan elde etti; çünkü boyu bosu o bağışladı ona.

Bülbül onu över durur; o dil öğretti bülbüle; gül onun yüzünden elbisesini yırtar; çünkü y anağını o y alımlattı gülün.

Kimdir ki bu toprağa ümit tohumu ekmiştir de onun bahar keremi bire yüz bağışlamamıştır ona?

Acı, tatlı meyvenin ham tamahı var ama senin

kerem güneşin onu kızdırır, oldurur.

Güneş her akşam ona secde eder; ne ziyan görür bu secde yüzünden o padişahtan? Ziyan görmek şöyle dursun, bedeni can olmuş gitmiştir.

Her gece secdeler ederek gider; seher çağı ona öylesine bir yüz bağışlar ki gökyüzü hasedinden ölür.

Kim bu gök özlemini kökten çeker çıkarırsa, her vazgeçtiği özlem, mezarında bir huri olur, ona eş dost kesilir.

Kim azgınlık yoluna at koşturursa at çifteler atar ona; çiftelerinden perişan olur gider.

Sen gazeli yarım bırak da ezele dal, şaşır kal... Hiçbir şeye ihtiy acı o lmay an tamamlasın, anlatsın onu.

LXXI

Be şeker hende eger mîbebered con resedeş

Ve ger ez gemze-i câdû bered îmon resedeş

Şeker gibi gülüşleriyle can bile alsa değer; büyücü bakışlarıyla imanı bile alıp götürse revâdır.

Dev, peri orduları hep buyruğuna uymuştur; bu yücelikle, bu üstünlükle Süleyman saltanatını elde etse yerindedir.

Yüz binlerce Yakub’un hüzünlere dalmış gönlü onunla diridir; artık Ken’an Yusuf’unun güzelliğine, sultanlığına sahip olsa hakkıdır bu.

îsa huylu dudakları bir üfürükle ölüyü diriltir; can kanadıyla tutsa da Zühal yıldızına doğru uçsa yeridir.

Vaktin Nuh’udur, ölümsüz aşk da gemisi; artık tufanla dünyayı altüst etse de eder ya.

Aşkı, yokluk denizinden toz kopardı; yed-i beyzâ da ona lâyık, yılan olan sopa da.

Gönülleri susamışların hepsi de ondan gıdalanırlar; böylesine bir lokmayla Lokman’ın hikmetini versen yeridir.

LXXII

Tu merâ mey bedeh-o mest behâbân-o behel

Çün resed novbet-i hedmet neşovem hîç hecel

Bana şarap sun, sarhoş olarak yatır, uyut; bırak beni; hizmet vakti geldi mi, hiç de gaflete düşmem, utanmam ben.

Onunla buluşmada horoz gibi tezim, vakti tanır, bilirim... ötüşü buluşmayı kesen, koparan kuzgun değilim ben.

Padişaha hizmet etme vakti geldi mi, tanırım o vakti. Dostum, balçıktan yaratılmışım ama ay ağım balçığa saplanmamış.

Onun güzelim sırlarından bir iki söz söyleyeceğim; a gönül, gıllıgışsız gönlünü bana tut.

Güzellerin aşkındaki tadı, şaşırıp kalanlardan arama; yalancı sabah bu kervanın yolunu azıtır gider.

A can, kanımı döksen helâl ettim gitti; fakat

dökmezsen helâl etmem hakkımı, zulmedersin bana.

Derken ne dile gelebilen, ne yazıya sığan sözleri, sustum da gözümle, kaşımla söyledim.

Anlamadın ama kızdın; hele hele kızgınlığını arttır; ne diye az bir çabada bulunmadasın?

Soğukluk gölgede meydana gelir; güneşse hem aydındır, hem kızgın... a selvi, gölge gibi o güneşin yüzüne karşı yok ol gitsin.

O Çiğil mumu, sarhoş bir halde ibadet yurdumun kapısından girinceye dek onun yüzünden kaç tane kandil kırdım ben.

A Tebrizli Şems, güneş, hakkını bilmemiş olmalı ki böyle bir ince hastalığa uğramış.

LXXIII

Şotoron mest şodestend-o bebin reks-i cemel

Z’oştor-i mest ki cûyed edeb-i ilm-o emel

Develer esridiler, artık deve oyununu bir

seyret. Esrik deveden kim bilgiden doğan edebi umabilir; kim doğru düzen hareket edişi bekleyebilir?

Bilgimiz onun vergisi, yolumuz onun anayolu; isiliğimiz da onun kereminden; Koç burcundaki Güneş’ten değil.

“Rûhumdan rûh üfürdüm” günü, soluğu can verir sana... İşi gücü, “Ol” deyip oldurmaktir; yaratişi sebeplere, araçlara bağli değil.

Bu yolda ağusto sgülüy le karanfil çiğneriz; balçik çiğneyen bayaği develerden değiliz biz.

Balçik çiğneyen develer, şu balçiğa bağlanmiş kalmişlardir; canimizin, gönlümüzün balçikla ne ilgisi var?

* Din mucizesini göstermek için dağin belinden, Salih’in duasiyla Allah devesi doğmuş.

Kendinize gelin, kendinize. Tanri devesiyiz; ilişmey in bize de ecel kilici başlarinizi kesmesin.

Biz doğu tarafina da gitmeyiz, bati tarafina da; adimlar atarak boyuna ezel güneşine doğru gider

dururuz.

Hele otur da evet diyerek başını salla. Tebrizli Şems, gazelin sırlarını göstersin sana.

LXXIV

Raşau’l-ışkı habîbî laşarûdun va mudıll

Küllu kalbin li hevâhu vacad’s-sabra yasıl

Sevgili, kötülüklere düşenlere, yollarını azıtanlara sanki bir ceylan yavrusu; fakat onun aşkına düşüp de dayanan gönüller elbette ulaşırlar ona.

Buluşma, kavuşma yılı kısadır, tezdir, geçer gidiverir; fakat ayrılık yılı uzundur, dolgundur, uzar gider.

Sevgilim, hekimim, kadehi doldurmuş, döküp saçmada... feilün müfteilün, ya feilâtün ve feal.

Kadehi doldurur; hiç çekinmeden geceleri apaçık sunar; zâti kapında öldürülen de suçtan korkmaz ya.92]

LXXV

Der forobend ki mâ âşık-ı in encomenîm

Tâ ki bâ yâr-ı şeker-leb nefesî dem bezenîm

Kapıyı ört; bu topluluğa âşıkız biz... kapıyı ört de şeker dudaklı sâkî ile bir solukcağız nefes alalım, konuşup sevişelim.

Biz bu mecliste oldukça ne diye şarapla meze eksilecekmiş. Biz yeşillikteyken selviyle ağustosgülü eksik olur mu hiç?

Sunduğun kadeh elimizde, havan başımızda. Hasan’ın da yort savuluna boş vermişiz, Hasan’ın babasının da.

Meşalemiz sen oldukça gökyüzünün mumuyuz biz; değil mi ki seçilmiş sâkîmiz sensin; biz de zamanın seçkin erleriyiz.

Tuzağının ipi bizi kuyudan kurtardı kurtaralı iple oynamaya düştük, ipe eş dost kesildik.

Aklın da aklısın, gönlün de gönlü; üstesine yüzlerce de cansın sen... Artık bize de bedenin ipini örmemek gerek.

Mademki gökyüzü damına bizim için çadır kurdular; eşeklerin yayıldığı şu yerden ne diye çadırımızı sökmeyelim?

Zümrüdüanka’ya benzeyen duayız sanki; gökyüzüne uçalım. Kaza, kader çavuşuna benziyoruz; orduları kıralım, birbirine geçirelim.

Sele benziyoruz, sense denizsin; uzak düşmüşüz senden; bu yüzden başımızı ayak yapmışız; koşa koşa, yüzümüzü yerlere süre sürüy e yurdumuza yönelmişiz.

Bu yolda sel gibi naralar atmadayız; yüzüstü akmaday ız; kendi çevresinde dönen kokmuş su gibi kendimize rehin olmamışız biz.

Hadi, tez o koca sağrağı sun bana; fazla söyleme. Söyleyeceksen bile nimetlere gark olmuşuz de, bu sözü söyle.

Tebrizli Şems, lâ’l, akıyk sermayesidir; biz de o yüzden Bedahşan lâ’liyiz, Yemen akıykıyız.

LXXVI

Der forobend ki mâ âşık-ı in meykedeîm

Derdeh on bâde-i conrâ ki sebuk-dil şodeîm

Kapıyı ört, bu meyhaneye âşıkız biz; tez canlı olmuşuz; sunuver o can şarabını bize.

Sıçra, kalk a çevik sâkî, sık belini... and olsun Tanrı’ya ki pek uzun bir yoldan gelmişiz, pek ırak bir yolculuktan.

Zevk tulumunu aç senin elinin gayretini biliriz; Zühre yüzlerce kez yalvardı, yakardı ama onun elinden bir kadehceğiz bile almadık.

Ört kapıyı da rahmetinden bir gizli kapı aç; şarap hepimizi de vurmuş, kırmış geçirmiş; koca bir sağrak sunmanın çaresine bak.

Ta başlangıçta eştik, dosttuk; o dostluk hakkı için şu testideki şarapla bana vesveselerimden bir kıyamet guslü ver.

Hepimiz de uyumuştuk; bize birkaç tekme vurdun, sıçradık, sarhoşça kalktık da birbirimize

girdik; o yüzden bu kavgaya, bu gürültüye düşmüşüz.

İstemeye istemeye şarap sunman temelli bir töre değildir; aklını başına al; böylesine törenin ölüm meleğiyiz biz.

Filozof bizi de o bozuk düzen sebeplerden türemiş sanır; fakat bu şaraptan bir içti mi, felsefesi gark olur gider.

Öylesine bir timsahız ki deniz bir kadeh sucağızdır bize; biz tirit, mercimek, aş erleri değiliz.

Hele sus artık; faydayı, üstünlüğü bırak... kadehinin artığından faydanın da faydası kesildik biz.

LXXVII

Hele reftîm-o gerânî zi cemâlet bordîm

Cehet-i toşe-i reh zikr-i visâlet bordîm

Hele gittik, gittik ama güzelliğinin paha biçilmez hâtırasını da aldık, götürdük; yol azığı

olarak seninle buluşmanın, sana kavuşmanın anısını bağrımıza bastık da yola düştük.

Sana da bir anış sebebi olsun, bana da; bu yüzden yaralı gönlü sana verdik, hayalini aldık gittik.

O hayalini götürdük hani, Ay bile ona kuldur köledir, yeniaya benzeyen eğri kaşlarının hayalini.

O şeker gibi gülüşünü hani, şeker bile kuldur köledir o gülüşe... o gülüşün hayalini bütün huy larının şekerliğinden aldık, götürdük.

Güvercin gibi uçar gidersek, döner gene sana geliriz; çünkü bu kanatları senin kanadından elde etmişiz.

Parça buçuk nereye uçarsa uçsun, döner, temeline gelir. Varımız yoğumuz, nemiz varsa hepsini de senin yüceliğinden elde etmişizdir, senin ululuğundan.

A Tebrizli Şems, selâmımızı seher yelinden işit. îster seher yeli olsun, ister güney yeli; onu da senin yelinden elde ettik biz.

LXXVIII

Coz zi fettân-ı du çeşmet zi ki mefton bâşîm

Coz zi zencîr-i du zolfet zi ki mecnon bâşîm

Fitneci gözlerinden başka neye vurulalım; ikiye ayrılmış, zincire benzeyen saçlarından başka neye deli divane olalım?

Ay bile o ay yüzünü aramakta; ondan başka neyin uğrunda, kimin için gökyüzü gibi dönüp duralım?

Gülen narın, a güzelim, ağlattı bizi; bâri biz de gamından nar gibi gönlümüzü kanla dolduralım.

Sarhoş gözlerin başımıza kadehlerle şarap döküyor; artık ne diye içkiye düşelim, afy onu bekleyip duralım?

Güller saçan yüzün bir harman gül bağışlıyor; artık ne diye baharı bekleyelim, gül renkli şaraba bağlanalım?

Mûsa gibi, senin ağacının yüzünden nura eş dost olmuşuz...  neden Karun’un malına

mülküne, altınına âşık olalım?

Aşk her zaman gelir, a kişiler, nasılsınız der. onun nasılsın demesinden kendimizden geçeriz; neliksiz-niteliksiz bir hale geliriz.

O denizden doğmuşuz, o denizde yetişmiş, gelişmişiz. biz de arı duru olalım, ölümsüz kalalım, eşsiz, gizlenmiş inci gibi bir hoş hale gelelim.

Mademki güneşin yüzünden eser var bizde; Ay gibi tez yürüyelim, çabuk olalım, ölçülü gidelim.

Nuh’a benzeyen hayalin dualar etmede, bir tufan istemede. o yüzücü için biz de gözlerimizi ırmaklara benzetelim, Ceyhun gibi gözyaşları dökelim.

Aşk gibi her sevdalının gönlündeyiz. fakat gene de aşk gibi hepsinin de vehminden dışarıda olalım.

Değil mi ki gönül mutfağında yemekler tabak tabak. peki, ne diye her aşağılık kişinin mutfağına kâse tutacakmışız?

* Başımızın kâsesini şu şaraba vakfettik; böylece de Serî’ye, Şiblî’ye, Zün-Nûn’a eşit olacağız biz.

A Tebrizli Şems, dünyadaki zerrelerden daha artık olalım diye senin ışığına zerre kesildik gitti.

LXXIX

Akl gûyed ki men orâ be zebon befrîbem

Işk gûyed tu hamuş bâş be con befrîbem

Akıl der ki: Ben onu dille kandırırım. Aşk der ki: Sen sus; ben onu canla, gönülle aldatırım.

Can gönüle, yürü git de beni de gülünç etme, kendine de güldürme der; ne var ki onun olmasın da ben onu o şeyle kandırayım?

Gamlı düşüncelere dalmış, kendinden geçmeyi arar, diler biri değil ki onu şarapla, koca sağrakla aldatayım.

Bakış okunun yaya ihtiy acı yok ki oka benzeyen bakışını yayla kandırayım.

Dünyaya hapsolmamış, şu topraktan yaratılmış âleme bağlı değil ki onu altınla, dünya saltanatıyla aldatayım.

O, görünüşte insan ama gerçekte bir melek; şehveti yok ki kadınlarla kandırabileyim.

Öylesine bir ev ki oradaki nakşı, bezentiyi görse, melek bile ürküp kaçar; peki, ben onu hangi bezentiyle, hangi nakışla aldatabilirim?

At sürüsüne ihtiyacı yok; çünkü kanatla uçar. Yediği, içtiği nur; onu nasıl olur da ekmekle kandırırım?

Düny a pazarının taciri, alıcı satıcısı değil ki onu olur olmaz kârla, ziy anla ald atay ım.

Hiçbir şey ondan gizli değil ki kendimi hasta göstereyim; ah ah deyip feryat ederek onu kandırayım.

Başımı bağlayayım, çatayım, sirkeli bez bağlayayım başıma, elden çıktım diyeyim; hastalıkla, hafakanla merhamete getireyim onu.

Kıldan kıla benim eğriliğimi, ne yapar edersem

hepsini görür; nedir ondan gizli olan ki, onunla aldatayım onu?

Şöhret peşinde koşan, şâirlere düşkün olan bir padişah değil ki onu beyitle, gazelle, akıp giden şiirle aldatayım.

Gayb sûretinin yüceliği, onu merhamete getirerek, yahut ona cennetleri vaad ederek kandırılmaktan çok yücedir.

Tebrizli Şems, onun seçilmişidir, sevgilisidir; onu olsa olsa o zamanın kutbuyla kandırabilirim.

LXXX

Dil çi hordest eceb dûş ki men mehmorem

Yâ nemek-dân-ı ki dîdest ki men der şorem

Acaba gönül, dün gece ne içti ki mahmurum bugün... yahut kimin tuzlasını gördü ki böyle acılıklar içindeyim, darmadağın olmuş, coşmuş gitmişim.

Bugün neyi döker, kırarsam suçum yok. bugün ne söyler, ne edersem mazurum.

Her solukta dudaklarımdan, ağzımdan can kokusu geliyor; bu da canın candan uzağım diye şikâyet etmemesi için hani.

Dudaklarını dudaklarıma korsan sarhoş olur gidersin; istersen sına da gör, üzüm şarabından da aşağı değilim ya.

Sâkî, beni boğazıma dek suya daldır; çünkü düşünce arıya benziyor, bense çırçıplağım.

Geceleyin uyku vakti şu hırkadan soyunuyorum; sabahleyin uy anınca gene o hırkay la haşroluyorum.

Hadi, Deccâl geldi, aç Mesîh’in yolunu; hadi, kıyamet günü geldi çattı, çal Sûr’umu.

Aklın aklı başındaysa ciğerini kan et... gönlüm p aramp arça değilse satırımı al, parala.

Şarap beni boş yere yele vermeye, sâkî de yapılı bedenimi y ıkmay a geldi.

Gece gündüz doluyum; görsen kadeh dersin bana. sıçrayıp kalkmışım, kemer olmadığı halde belimi bağlamış, sıkmışım; görsen karınca

dersin bana.

Sağrak, beni iyileştir diye küpün yanına gelmiş... küp de hastayım ben diye başını tutmuş.

Biz bütün perdeleri yırtmışız, şarap aramadayız. şarapsa küpün dibine oturmuş, ben örtünmüşüm, ırz ehliyim diyor.

Pislikle sarhoş olmuşsun sen; uzaklaş bizim meclisimizden. Sonra gönlünü dünyadan soğuturum; kâfurum ben.

Mezarın toprağı, bir yudumcuk su gibi toprağımı içti mi, can, ben beden değilim, ışığım diye gökyüzünün yücesine ağar.

* O padişah değilim ki tahttan ineyim de tabuta bineyim. “Ölümsüz olarak yaşarlar” yazısı yazılmış yarlığıma benim.

Bir şeyle kırılmışsam feraha karılmış, katılmışım. asılmışsam Mansûr’un ipiyle asılmışım.

Firavun’un kadehini almam; ağzı kokutur o.

Tur Dağı’na benzeyen bedenimde Mûsa canı var.

Hele sus; sarhoşa susmak daha iyi... feryadı ne yapacağım ki; dudaklarından ayrılmış değilim ki ben.

Tebrizli Şems, güneşten de daha tanınmış. Şems’in komşusuyum, o yüzden ben de Ay gibi tanınmışım.

LXXXI

Ger tu hâhî ki turâ bîkes-o tenhâ nekonem

Vâmık’et bâşem her lehze vo Azrâ nekonem

Seni kimsesiz, yapayalnız bırakmamamı istiy orsan; her solukta sana Vâmık olayım, ama seni Azrâ yerine koymayayım, o hale gelmeyesin; bunu istiyorsan,

Bu, sana bağlı bir nesne; ipin ucunu elinden koyuverme; eğri oynama a eğri oyunlu eğri kişi de ben de eğri oynamayayım seninle.

Can veririm dedin, arpa ekmeği bile

vermiyorsun... ettiklerine karşı bir şeyler yapmazsam sanıyorsun ki haberim yok; böyle biliyorsun beni.

Kulağını çekmezsem, burmazsam gözün açılmaz; cezanı veririm diye korkuturum ama vermem.

Ölümden sonra bedenin dağılır gider; sen de parça buçukları artık toplayamam sanırsın.

Gecenin, gündüzün yazısını yazan benim; yok olurlar, var ederim. Peki, ne diye senin gününü de sonunda gene meydana getirmeyeyim?

Her solukta sıkıntıdan genişliğe varan bir haşir var sana; peki, ne diye sabrını şekerler çiğneyen bir şükür haline getirmey ey im?

Herkes benim dileğimle bir iş arar, bir iş peşine düşer; peki, ceza vermemi ne diye aratmay ay ım sana?

Bir çocuk gibi seni dünya rahminden çekip çıkarmadıkça, akıl fikir dünyasında yer vermem sana.

Akıl fikir gül bahçesi güllerle, fesleğenlerle dolu bir zevk dünyasıdır; fakat sen inada girişmişsin de seyretmeyeceğim diye gözünü yummuşsun.

Padişahın doğanları çağıran davulunu çalanım ben; a doğan, ben şu düny adan gitmeden, gazeller, şiirler söylemeyi bırakmadan şu sese gelmeye bak.

LXXXII

Ger tu mestî ber-i mâ ây ki mâ mestânîm

Verne mâ işve-vo nâmûs-ı kesî nestânîm

Sarhoşsan yanımıza gel; biz de sarhoşuz... Sarhoş değilsek şunu bil ki kimsenin işvesini, çalımını satın almay ız biz.

Dertlerle dopdolu gönüllere derman olan Yusuflar var; fakat sarhoşluklarından dertlere derman olduğumuzu bilmiyorlar.

Bilseler kendilerine değer vermezler; çünkü bize karşı derman bile başını tutar da bunaldık

kaldık der.

Yıkılmışız; meyhane de bizim yüzümüzden darmadağın olmuş; bir zamancağız şu yıkık yerdeyiz ama aşk definesiyiz biz.

Meyhanedeyiz, kâhyamız sâkî ancak... kâhyamız da o, sahibimiz de; onu biliyoruz ancak.

Sarhoşun gamla, düşünceyle, tedbirle ne işi var? Başköşeye mi lâyığız, kapıcı mıyız; böyle bir düşünceye kapılır mı sarhoş?

Başköşeden haberi olan kapıcıdır. bizimse canımızdan bile haberimiz yok da o yüzden sevgilinin kuc ağınday ız.

îçimiz ney gibi bomboş; sâkî üflüyor da söy lüy oruz; yoksa söz söylemeyi istemeyiz biz.

Ne hoştur o gümüş bedenli güzel ki kim olduğunu bilmez, haberi y oktur kendinden. yükümüzü çeker durur, bizse boyuna incitiriz onu.

Sevgilimiz, kendinin kim olduğunu bilmesine

bilir; fakat bilmez görünür, değersiz sayar kendini... parasız pulsuz görünür, pek değersiziz, ucuzuz biz der.

Lûtfundan, kereminden yaş ağaç gibi başını aşağı eğer. bizse yaprak gibi ayrılığının korkusuyla titrer dururuz.

Bir zamancağız beni bırak ey can; susarak söylemek hoş. Biz de sustuğumuz halde söz söyleyeniz; teraziye benziyoruz.

Yolları anlatmak da temellerdendir, gerektir ama yeter, sus artık; temeller zâti biziz; ne diye temellerle uğraşacakmışız?

LXXXIII

Ey hoşâ rûz ki pîş-i çü tu sultan mîrem

Pîş-i kân-ı şeker-i tu şeker-efşan mîrem

Senin gibi bir padişahın tapısında öleceğim gün, ne mutlu bir gündür... senin şeker madeninin kapısında şekerler saçarak can vereceğim gün, ne kutlu gündür.

O gül bahçesinin selvisinin gölgesinde ölürsem toprağımdan yüz binlerce sadberk gülü biter.

Senin ay ağ ının ucunda el ç ırp arak ölürsem yaşayışa haris olan nice kişi ellerini ısırır.

Kadehime ölüm şerbetini dökersen kadehi öperim de sarhoş bir halde, salına salına ölüme doğru gider, can veririm.

Senin bir güzelim elma kokuna can verdi Mûsa; benim de senin cana benzer elmanın yüzünden ölmeme şaşılmaz.

Ölüm haberinden güz gibi sararıp solarım ama b ahara benzeyen, gülüp duran dudaklarının

yüzünden de güle güle can veririm.

Kaç kez öldüm, senin soluğunla gene dirildim... senin yüzünden yüz kez ölsem gene o çeşit ölürüm ben.

Dağınıktım, topraktım; derlendim, toplandım. senin topluluğuna karşı dağınık ölmem y araşmaz.

Anasının kucağında ölen çocuk gibi ben de Rahman’ın rahmet kucağında, bağışlayış kucağında öleceğim.

Bu da ne biçim söz? Âşıka ölüm mü olurmuş? Abıhayatın kaynağında ölmeme imkân mı var?

A Tebrizli Şems, seninle diri olmayanlar var ya. İşte onların yanında ölürüm de senin y anında dirilirim ben.

LXXXIV

Sâkıyâ erbede kerdîm ki der ceng şevîm

Mey-i gol-reng bedeh tû heme yek-reng şevîm

A sâkî, savaşa girişelim diye kavgaya gürültüye koyulduk. Gül renkli şarabı sun da hepimiz bir renge boyanalım.

Allah suvarır sözündeki lûtuf, şekle bürünmüş; sen olmuşsun... İki dünyada da bu böyle. Şarap renkli yüzünü gö ster de hepimiz şaşırıp kalalım.

Şarap huyuyla huylandık mı şarabın değeri kalmaz. hepimiz esrar olduk mu esrara değer bile verilmez.

Hadi, hadi, düşünceyle gam, yanı başımızda ev tutmu ş; şarap sun da ondan iki fersah uzaklaşalım.

Çalgıcı, Allah için olsun, sarhoşça mızrap vur; vur da güzel mızrabının yüzünden çeng gibi biz de düzene girelim.

Rum kayserinin meclisi bu. gönlü cilâla da can aynası gibi biz de tozdan, pastan kurtulalım.

Bir dünya dolusu gönlü daralmış kişi. bizse sevincin verdiği genişlikle bir solukcağız gönlümüzün daralmasına âşık olmuşuz.

Böyle bir akıl düşmanını kim görmüştür ki onunla karılma, ona katılma yüzünden hepimiz de akıl, hepimiz de bilgi, hepimiz de hüner kesilmişiz?

Tebrizli Şems, arılık duruluk bağından yüz gösterdi; çabuk, hepimiz de onun aşk boynuna sarılalım, salkıma dönelim.

LXXXV

“Tercî-i Bend”

Hele derdeh mey-ı begzîde ki mihmân-ı tuem

Zi perîşâni-i zolf-ı tu perîşân-ı tuem

Hele o seçilmiş şarabı sun; konuğunum senin... dağınık saçlarının yüzünden darmadağın bir âşıkınım senin.

Acı olsun, tatlı olsun, dudağımıza bir şey tattır da haremden çıkar bizi. Bugün ver, bugün, veresiye istemem; senin cüzdanına bir Abbas kesilmişim ben.

Şarap iki dünyayı da toz gibi yele verir... o zaman görünür, bilinir ki senin yüzünden sana aydın bir Ay kesilmişim ben.

Derken cana benzer kadehi sunar da al der; canına sinsin. canın değilsem bile sevgilinle ilgim yok mu?

Kadeh büyük bir doğandır, bineği de eldir. çünkü avcıyım ben; senin kuşlarının tam fitnesiyim.

O doğan elden çıkar da beyne doğru uçar; senin say v anının seçkin bir meşalesiyim, o say v anın parlaklığı benim der.

Ay gibi güzellerin ekmek, su yüzünden yüzlerinin suları döküldü gitti. müjde a sarhoş, senin suyun da benim, ekmeğin de.

Denizi kim avcuna almıştır ki? Sen al bir kez bâri de inci gibi dişlerinim senin diye bir güzelce gülüver.

Sana önce üç öğüt vereyim; bizim üzerlik tohumumuz ol. Halil’sin, yanımızdasın; ben de senin buhurdanın.

* Mahallendeyim, hele aç kapıyı... caize hikâyeleri oku; senin sofranda değil miyim?

Hadi, gazelimi tercîe döndür de söyle. deli olmadıysan bile deli hikâyesi anlat.

*

Ateşe benzer suyundan beynim kaynadı; çabuk ey meşale yüzlü, gümüş bedenli güzel, söyle.1221

Sabahleyin erkenden denize benzer kadehi elimize aldık; gönül dalgasını söy ley en inciyi sen anlat.

Coşup da köpüren deniz o eşsiz, o tek inciye laladır sanki. bir güzel köpür de o güzelim inciyi söyle.

Herkesin gönlünde bir başka istek var; sen isteğin doğduğu o kaynağı, o pınar başını anlat.

Bütün dağınık istekleri şarapla derle, topla. isteklerden gizli kalan o isteği dile getir.

Can doğusunun ardından doğan, ışığıyla ben-

biz gölgesi yok olup giden o güneşten bahset.

Altı yön de, insanlarla periler de o sırra mahrem değildir... Yersizlik yönüne başını çevirme; o sırrı olduğun yerde söyle.

Şu karnın ne vakte dek hamurla dolacak? A hamurcu, bir soluk da arı duru şaraptan söz aç.

Ne vakte dek kuzgun gibi her pislikten gıdalanıp duracaksın? Şekerler yiyen duduy a benzer candan haber ver.

Geç bundan da o rûhanî şarap kadehini sun; o yüce kadehin parıltısını anlat.

Yaşlıyı da sarhoş et, genci de; ondan sonra sen sarhoş ol; sarhoş olarak çık dışarıya; sürdüğün zevki, gördüğün âlemi söyle.

Hele tercî beytini söyle. Öyle bir haldeyiz ki şarabı kadehten, başımızı ayağımızdan fark edemiyoruz.

*

Elimizde kadeh, hepimiz de sâkîyi gözlüyoruz;

her kâra, her ziyana boş vermişiz.

Dün gece akıl, meclisimizden yalınayak kaçtı; zâti aklın, zannın sınırını çoktan aşmışız.

Meclisin beyi sensin; bizim hepimiz de senin okuna bağlanmışız; o bakışa bağlıyız; o oka, o yaya bağlanmışız hep.

Zühre, Ay meclisinde şarapla bizi işten güçten etti; yoksa Yengeç gibi hepimiz de ne diye eğri büğrü yürüyelim?

Bağdat’ın o tek, o görülmemiş güzeli aklımızı kaptı; Hemedan’da olduğumuzu bilmeyelim diye götürdü gitti.

Sâkî, varınızı yoğunuzu tümden yağmaya vereceğim dedi; hele a benim canım, öyleyiz işte; dediğini yap gitsin.

O adsız sansız inciyi elde etmek için hepimiz de dalgıçlar gibi o adsız sansız denize dalmış gitmişiz.

îşret çağında şarap kadehinden de daha neşeliyiz, daha çok neşe veririz... savaş

safındaysa hepimiz de sanki kılıcız.

Âşıklara göre bağlarla bahçeleriz, yeşilliklerle dolu baharız... her inkârcıya karşı da hepimiz güze benzeriz; donmuş, buz kesmişiz.

Tümden dil kesilmişiz gibi bir zanna düşmeyesin diye gönlümün y alımından bir başka yalım çakmada.

Sâkî, tedbirlere düşmüşüz; şarap sun bize. çünkü senin aşk şarabından başka hiçbir şeyle kendimizden geçemiyoruz.

LXXXVI

Sâkıy â mâ zi Süreyy â be zemîn o ftâdîm

Gûş-ı hod ber dem-i şeş-tây-ı tereb benhâdîm

Sâkî, biz Ülker burcundan yeryüzüne düştük; kulağımızı altı telli zevk sazının nağmelerine verdik.

Hasta gönlün tamburla bir başka nağmesi var; yüz parça olmuş gönlü onun havasına verdik biz.

Meyhanedeyiz, bu yüzden sarhoşuz... başka bir mahalle tanımıyoruz; bu mahallede doğduk.

Sâkî, bütün bunlardan geç de şarap sun bize; şu tek kişilerin arasındayız; hepimizi de bir kişi haline getir.

Herkesi boğ, şu sayılardan kurtar. sayıların tadına düşmüşüz; başka bir tat ver bize.

Gönlümüz bu yelden şaşılacak bir koku duydu; sözün kısası, bu yelin soluğuyla pek güzel evrâdımız var.

Görünüşte sevgilinin hastasıy ız; içyüzdey se sevgiliden bitmiş, gelişmişiz. hasılı sarho şuz; çalıp çağırmadayız, neşeliyiz; hem de yapımız sağlam mı sağlam.

Hepimiz de sarhoşuz, yokuz, yıkılmışız dostun yoluna. yokluk meyhanesinde varlık düzeni kurmaday ız.

Hele sus, dinlen. bir gelinimiz var; hepimiz de damadız diye gerdeğe girmeğe hazırlanmış, oturmuşuz.94]

LXXXVII

Dîde ez helk bebestem çü cemâleş dîdem

Mest-i behşayiş-i o geştem-o con behşîdem

Yüzünü gördüm göreli halktan gözümü yumdum; onun bağışlarıyla sarhoş oldum, can verdim.

Süleyman’ın mührü için bütün bedenimi mum ettim; yumuşatmak için de mumumu ellerimle ovdum.

Onun tedbirini gördüm, kendi eğri büğrü tedbirimi fırlattım attım; onun neyi oldum, onun dudağında feryada başladım.

Elimi o tutmuş, ben körcesine elini aradım... ben elindey im onun, haberi olmayanlardan sordum onu.

Sâftım, gönlümde bir şeycikler yoktu; ya sarhoştum, ya deli. korka korka kendi altınlarımdan kendim ç alar dururdum.

Duvarın yarığından hırsızlar gibi kendi bağıma

girdim; kendi gülbahçemden hırsızlar gibi yaseminler devşirdim.

Yeter, sırrımı parmağının ucuyla gösterme... çünkü senin pençende hayli kıvrandım durdum ben.

Ay’ın ışığı da Tebrizli Şems’tir, bütün yıldızların ışığı da. onun gamından ağlar inlersem bayram ay ına dönerim ben.

LXXXVIII

Menem on dozd ki şeb bekb zedem bebrîdem

Ser-i senduk goşâdem goherî dozdîdem

O hırsızım ben ki geceleyin duvarı deldim, içeri girdim; sandığı açtım da bir inci çaldım.

Haremdeki Zelihâ’nın gece çarşafını kaptım; fakat Yusuf’un yüzünü de görünce ellerimi doğradım.

Birinin sevdası başıma kastetti. o yanda gördüğüm o kişinin elinden hiç baş mı kurtarılır?

Başımı götürmeyeyim, vermeyeyim dedim de başım, âmin dedi... gamı beni kökümden söktü, attı da ondan sonra bittim, geliştim.

Bu ne Ay’dır ki gönüllerde, canlarda döner dolaşır; ben de onun dönmesi yüzünden gökyüzü gibi çok döndüm.

Tertemiz kardeşlerin canıdır o; onu arama yüzünden dünyanın bütün tortusunu tuttum, başına çaldım.

Şu dünya kuyusunda bir güzellik Yusuf’u gizli; o yüzden ipe sarılır gibi şu gökyüzüne sarıldım ben.

Hele ey aşk, gel; iki dünyada da sevgilimsin benim; bütün halktan kesildim de sana yapıştım.95]

Kadehinle sarhoşum da o yüzden genişlik içindey im böyle; seni seçmişim de o yüzden Tanrı seçmiştir beni.

Ne de töresi güzel bir bağ ki bütün halktan gizli. yeşilliğinde gül gibi elbisemi yırttım ben.

O bağda gönüller kapan öylesine yüce boylu bir ağaç var ki... ağaçtan yaprak dökülür gibi ayaklarına döküldüm saçıldım.

Susayım, yeter artık. zâti o kulağıma söyle dedi de söyledim; ört, söyleme deyince de ö rttüm, söylemiyorum.

Her yan, Tebrizli Şems’in yüzünden ışıklarla dolmuş. ben de gölge gibi onun peşine düştüm, her yana dolaşmadayım.

LXXXIX

Ger merâ hâr zened on gol-i re’nâ bekeşem

Ver lebeş cevr koned ez bon-i dendon bekeşem

O gülen gül, beni dikenle sançsa dayanırım. dudakları cefa ederse dişlerimi sıkar, sabrederim.

Üzerlik gibi yoksul gönlümü ateşlere yaksa ay aklarımı vura vura oynarım, o yanışa dayanırım.

Çevgene benzeyen saçları beni uzaklara atsa,

böylece secdeler ederek meydana kadar yuvarlanırım.

Lâ’l dağda bulunur, inci acı denizde; lâ’li, inciyi elde etmek için onu deler, aşarım, bunuysa içer, sömürürüm.

Boş bir ümide kapılayım da yoldan inciyi alayım, Bedahşan lâ’lini bırakayım... bu ne o lmuştur, ne de olur.

Yüzüm belki yüz kere ciğerimin kanıyla boyanmış atlaslara bürünürdü. yanlışlıkla padişahın elbisesini giysem ne olur ki?

O darmadağın saçların gölgesinde derli toplu bir hale geliyorum; artık darmadağınık bir yol tutmak gerekmez bana.

Yol arkadaşlarımın hepsi de gönül penceresine gitti. yolumu açın da ben de onlara ulaşayım.

Birisi çıkar da Mecnun’un yükünü ben çekerim derse, gönül ben iki katını çekerim diye içimden nara atar.

Yusuf’um, beni suçsuz olarak zindana korsa,

Yusuf gibi girerim zindana, çekerim yalnızlık kahrını.

Gönül, derdinden baş çekerse, can, kahrına doyarsa; can da varsın gitsin, gönül de; gönülsüz, cansız çekerim derdini de, kahrını da.

Senin miskler kokan eteğini gizlice tutar, çekersem miskten, amberden iki dünyaya da dertler yağar, belâlar yayılır.

XC

Ez but-ı bâ heber-i men heberî mîresedem

Vez leb-i çün şeker-i o şekerî mîresedem

Her şeyden haberi olan güzelimden bir haberdir geliyor bana; şeker gibi dudaklarından bir şekerdir ulaşıyor bana.

Her solukta onun gül bahçesinden görülmemiş bir gül koparıyorum; her zaman terütaze bir fidandan te rütaz e bir gül geliyor bana.

Şeker mi şekersin; şeker mi şeker... ağzımda bir şeker var; bir başka şeker geliyor bana.

Aşkıyla şaşkınım; ona çektiğim özlem yüzünden her solukta başı dönmüş, şaşkın, yanmış yakılmış bir âşık geliyor bana.

Birisi solmuş sararmış; onun ateşini söndüren benim... bir başkası da var ki ondan bir bakışa uğrayıp durmadayım.

Başka biri evinin kapısına oturmuş, yüzüme açılmasa da kulağıma kapının açılış sesi gelir ya diyor.

Başka biri de başcağızını toprağa koymuş; toprağından bir canlılık huyu kaparım elbet demede.

XCI

Rûz-ı şâdîst beyâ tâ hemegon yâr şevim

Dest bâ hem bedehîm-o ber-i dildâr şevim

Sevinç günü; gel de hepimiz dost olalım; el ele verelim, sevgiliye gidelim.

Ona dalalım da şaşırıp kalalım; hepimiz bir renge boyanalım; böylece güle oynaya pazara

yönelelim.

Bugün o gün ki güzeller bağda çadır kurdular; biz de onları seyretmek için gül bahçesine varalım.

Bugün o gün ki güzellerin hepsi de oynamaya koyuldu... biz de dükkânları kapayalım; hepimiz de işi gücü bırakalım.

Bugün o gün ki canlar yeni elbiseler giyinecek; biz de Tanrı’ya konuk olalım, sırlara erelim.96]

XCII

Hoş benûşem tu eger zehr nehî der câmem

Pohte vo hâm-ı turâ ger nepezîrem hâmem

Metin Kutusu: Kadehime zehir bile içerim. Senden gelen etmezsem hamım ben.

Armağana âşık değilim, o eline âşıkım ben. tohuma aldanan sungur değilim; tuzağın bağının

aybeyiyim ben.97]

Çanağından köpeklere verilir gibi kan verilse bana, onu en güzel bir kadeh bilmezsem aşağılık kişiyim.

* Yeryüzü gibi senin goncana da dadılık edeyim, dikenine de... böylece a benim canım, adımı “Duyduk da uyduk” takıver gitsin.

Buyruk çekirgelerin tarlamı biçerse, ekinimi senin için elden çıkarmazsam hayvanların otu olayım.98]

A sabır sâkîsi, gel, koca bir sağrak sun bana; sun da kum gibi onu birden içivereyim.

Boyuna kıvranıp duruyorsun, sivrisinek gibi durup dinlenmek yok diyorsun. gönlümün kararı sevgilimi bulmadıkça ney le karar edeyim ben?

Hırsızlar gibi bütün gece bekçinin derdinden kıvranıyorum; güneşe tap anlar gibi seher çağları damın başındayım.

Senden başkasının sevgisi gönlümde bir sapıklık mührüdür... ağzımda senden başkasının şekeri varsa sersemim.

Senin şekerkamışlığını dilimle anmasam da ister istemez onun tadı damağımda.

Kıskançlığın, gözyaşları döktürür bana; hem de taklitle değil; çünkü gözden verir o kıskançlık haberini bana.

XCIII

Mâ ser-o pençe-vo kudret ne ezin con dârîm

Mâ ker-o ferr-o seâdet ne zi Keyvon dârîm

Başımız, elimiz; gücümüz kuvvetimiz şu candan değil. kutluluk debdebesini Zühal y ıldızından elde etmemişiz.

Ateşimiz, devletimiz güneşten de değil, esirden de değil. parıl parıl p arlay an yüzümüzün ışıltısı, noksan sıfatlardan arı Tanrı’dan.

îliğimiz, damarımız yok; o Dicle’de kan gibi coşup köpürüy oruz. elimiz ay ağ ımız yok; o

savaşta dönüp duruyoruz.

Yedi deniz, bizce bir katrede boğulmuş gitmiş; çünkü elimizde insanlık incisinin parıltısı var.

Başımız olmasa ne eksilir ki? Baştan başa canız biz... altınımız yokmuş, ne gam; madenden y ardım görmedeyiz.

*             Ebû Hurayra huyluyuz; alışverişte gönlümüz, ezeldeki do stluğa bağlı; elimizi dağarcığa atarız biz.

*     Ehrimen de, dev de, peri de hepsi bize âşık; çünkü Tanrı aşkında Süleyman ülkesi elimizde bizim.

Dünya kuyusundayız; dünya hapishanesinde; bir kovaya ümit bağlamışız. fakat Zühal yıldızında, yedinci kat gökte nice Yakub gibi âşıklarımız var.

Tebrizli Şems, bütün erlerin padişahlar padişahı. O dünya kutbundan delilimiz var, bürhanımız var.

XCIV

Men çü der gûr-ı deron hofte hemîfersâyem

Çün beyayî be ziyâret sere bîron âyem

îçimin mezarlığına gömülmüşüm de boyuna çürüyorum sanki... Fakat sen ziyaretime geldin mi, başımı çıkarır, mezardan çıkarım.

Sûr’un üfürülmesi de sensin bana, mahşerim de sensin benim. Ne yapayım? îster ölü olayım, ister diri, nerdeysen ordayım ben.

Cansız bir kamış gibiyim, dudakların olmadı mı susarım; fakat neyime bir üfürdün mü, o solukta ne sesler çıkarırım, ne nağmeler veririm.

Senin yoksul kamışın, şeker gibi dudaklara alışmıştır; bu yoksulu an da seni ölümsüz bir hale getireyim.

Ay yüzünü görmedim mi başımı bağlarım. Tatlı dudaklarını bulmadım mı elimi dişlerim.

XCV

Ey dırîgaaki şeb âmed heme ez hem beberîm

Meclis âhır şod-o mâ teşne vo mehmûr-serîm

Yazıklar olsun, gece geldi; artık birbirimizden ayrılalım... Meclis bitti, bizse hâlâ susuzuz, başımızda mahmurluk var.

Şu uzun gün geçti gitti; duygu kapısı yücelere ağdı. bizse günün başlangıcında bile mahmurduk; gecemizse gündüzümüzden beter.

îçimiz gökyüzü gibi sona dek susuz, susuzluk illetine tutulmuş. îki üç günceğiz insan şekline bürünmüşüz ama bu böyle işte.

Gönül midesinin yolunu öküz midesi tutmuş. yoksa biz ölümsüzlük yaylasında öküz açlığına mı tutulmuşuz?

* A kardeş, Tanrı katında ne sabah var, ne akşam. bir başka şey var ki işte biz o başka şeye uymuşuz.

Dünya zindanı güzellerle, resimlerle dopdolu. hepimiz de puta benzer şekillere, resimlere hapsolmuşuz.

Sen şekilleri testiler bil, zehir de düşünce

şerbeti... testi gibi hepimiz de her solukta hem boşuz, hem dolu.

Bir solukta çalgıyla, raksla doluyoruz; bir solukta kavgayla gürültüyle. bir solukta hiçbir şeye aldırış ettiğimiz yok, bir solukta fayda, zarar kaydına düşüyoruz.

Şerbet testinin içinde kendi kendine olmaz ya; bir başka yerdendir o. bizim de tıpkı testi gibi şerbetin nerden geldiğinden haberimiz yok.

Bakış, bakışı, görüşü vereni bilmez; perde ardındadır. neden mi? Biz bakışı, görüşü verene dalmışızdır da ondan.

Bir şeyden aşırı uzak olan, o şeyi göremez. bizse aşırı yakınlık yüzündendir ki göremiyoruz.

Kimi oluyor, cansızlara karışıyoruz da buz gibi donup gidiyoruz; kimi de şeker gibi o sütün içinde eriyoruz.

Şu buz erimiy orsa güneşten kaçıyor da ondandır. o ay, bize gelmiyorsa eyere bağlanmışız da ondan gelmiyor.99]

Gönül görünüşte sevgiliyle buluşamamış; bu yüzden de ciğerinde su yok ama dostun keremiyle birleşmişiz, suyla ciğer gibiyiz biz.

Mühendis, can için gizli bir ev yaptı; içyüzde mühendisle o evin hesaplarını sayıp duruyoruz.

Süleyman gibi bizim başımıza da taç korsa, biz de karınca gibi ona şükretmek için kemer kuşanırız.

Güneş bize zekât yolladı; bu yüzden de Ay mıyız Ay, Ay mıyız Ay.

O deniz bir buluttur yolladı bize; o yüzden de inci miyiz inci, inci miyiz inci.

Ardında güz o lmay an ilkbahar yüzünden hepimiz de yeşermişiz, boy atmadayız, büyümedeyiz; tıpkı selvi gibi, ağaçlar gibi hani.

Can gündüze benzer, bedenimizse gecedir... biz ikisinin ortasındayız; gündüzle gece yüzünden seher çağına dönmüşüz.

Hoca, ben sustum; fakat sakın sarhoş olarak bize bakma; çünkü “iki büyük nesnenin biriyiz”

biz.

XCVI

Mâderem beht bodest-o pederem cûd-o kerem

Fereh ibni’l fereh ibni’l fereh ibni’l ferhem

Anam baht, babamsa cömertlik, bağış... genişlik oğlu genişliğin oğlu genişliğin oğlu genişliğim ben.

Şimdicek neşe beylerbeyi kutlulukla gelir çatar. Bu şehir de, bu ova da orduyla, davulla, bayrakla doldu.[100]

Bir kurda rastlasam ay yüzlü Yusuf olur. bir kuyuya girsem îrem bağı kesilir.

Nekeslikten gönlü demire, taşa dönen kişi, benim kapımda cömertlikte, bağışta vaktin Hâtem’i olur.

Toprak bile avcumda altın oluyor, ham gümüşe dönüyor. artık altın, gümüş fitnecisi nasıl vurabilir yolumu?

Öyle bir güzelim var ki güzel kokusundan duyuluveriyor... zâti put taştan bile olsa, güzelse can kabul eder gider.

Başın sağ olsun; onun genişliği yüzünden gam öldü gitti; öyle bir kılıç nasıl olur da gamın boynunu vurmaz?

O sitemle dilediğinin gönlünü alır. böylesine zulmün, bu çeşit sitemin kulu kölesi olsun adaletler.

O ne bendir ki yüzde bir göründü mü hemencecik dayı amcaya yabancı olur gider.

Yeter bulur da susmak istersem tamamını sen söyler, sen anlatır mısın dedim; evet dedi.

XCVII

“Tercî-i Bend”

Hele reftîm-o gerânî zi cemâlet bordîm

Rûy ezincâ be cihânî ecebî âverdîm

Hele gittik, senin güzelliğinden de değerli bir

hâtıra aldık, götürdük. Yüzümüzü burdan bir şaşılacak dünyaya çevirdik.

Dost zehirle dolu bir kadeh sundu; zehir, değil mi ki onun elinden geliyor, neşeyle içiverdik.

Gönlümü hoş tut dedi; sana bundan başka yüz can bağışlarım; biz boş yere kimi incittik ki?

A canım dedim, mademki bedenimizden can isteyen sensin? Onu verirken kıvranırsam adam değilim.

Fidanlarız, topraktayız ama büyümedeyiz, boy atmadayız... yüzümüz sarıysa korkacak mıyız? Padişah bizimle.

İçyüzde göğün üstündeyiz; beden bakımından yerin altında. görünüşte öldük ama gerçekte dirilmişiz biz.

Düny adaki derman dert arar, hasta arar. bizse dermandan kesilmişiz de dertle dost olmuşuz.

Can arı duru bir ayna, beden o aynada bir toz. güzelliğimizi gösteremiyor; çünkü tozun altındayız.

İki evdir şu, iki konak; ikisi de onun mülkü... Ona hizmet et, hizmet ettik diye bu hizmetle övün.

Yüzün (ruhun) gönül atına bindi mi, şah kesiliriz; kadehin geldi mi, tortuluysak bile sâf bir hale geliriz.

Şarap sunan sen olduktan sonra bütün sarhoşlar bizimle övünsün. Besleyen sen o lduktan sonra arık olsak bile semiririz.

Hadi, tercî beytiyle kuşdili söyle. dille söylemezsen can yolundan anlat.

*

Dünyaya geldi de iki günceğiz bize yüz gösterdi; bu dünyadan öylesine çabuk gitti ki kimdi, bilemedim ben.

Tanrı için a aziz yüce konuk dedim; sana inananları ne de çabuk Tanrı’ya emanet edip gidiyorsun.

Şu düny ada dedi, kim bir ak gün görmüştür ki gök kubbeden kara su y ağmasın üstüne.

Bizi çekmek, bizi yola salmak için o varlığın temelinden çavuş üstüne çavuş gelip durmada.

Bedenine, gönlüne gelen her gam, her zahmet vade verilen zamanı hatırlatmak için kulaklarınızı çeker, burar.

* Yarı ömrün şikâyetle geçer, yarı ömrün şükürle... övüşü, sövüşü bırak da Makaam-ı Mahmud’a yüz tut.

Ne olmayacak şeyle uğraşıp durursun; bu geldi, şu gitti dersin; işe iş katman pişmanlıktan başka bir şeyi arttırmaz.

Akıl bahçesine ayak bas da eminlik ara, kurtuluş dile; armut ağaçlarının altına geç, başını koy, ayağını uzat.

Sen silkmeden de yel düşürür armutları, kim ağzını açarsa ağzına düşer hem de.

Vefalı kerem sahibinin verdiği rızık budur işte; hem de elinden, ağzından kimsecikler alamaz o rızkı.

Öldü gitti; ayakta duruşu ne kısa da, secdeye

kapanışı ne uzun demesinler diye ayakta durmadayım, ölmemişim.

Zulümden de, acıtıştan da arı olan bu rızkı anlamak için kulağını aç da tercî beytini dinle.

*

Gül gibi gülerek düştük fidandan; can bağışlayan padişaha da canımızı feda ettik.

* însan, yaratılış rahminden iki kere doğar... biz de dünya anasından doğduk ya; işte bu ikinci doğuşumuz.

Sen daha ana rahmindesin; bizi göremezsin. nereye düştüğümüzü gören, anasından doğmuş olandır.

Ağlayıp bağırmak, yakınların dertlerine düşmek, hep bu rahmin verdiği zahmetlerdir; bu zahmetlere uğrayan kişi ölmediğimizi, üstelik de yaratılıp doğmakta olduğumuzu ne bilecek?

Zindanda olan, dünya nedir, ne bilsin? Hemedan (her şeyi bilen), bu Bağdat’dan olduğumuzu bilir ancak.

Bizi ansan da gene bir hayale bakarsın; bir hayal görürsün sen... Bizse ne hayaliz, ne şekliz, ne de anılmaya zebunuz.

Fakat bizi ararsan neşeler, sevinçler yanında ara. çünkü biz sevinç dünyasının hoşluk şehrinde yer yurt edinmişiz, konaklamışız.

Neşe sanatını Tanrı’dan öğrenmişiz; bu sanata Tanrı düşürmüş bizi. O görülmemiş afsunda da Mesîh gibi ustayız biz.

Ölmek de bizim harcımız, dirilmek de. İkisi de güzel bir yurdumuz bizim; acemice korkmayız; hoşuz, râm olmuşuz.

*    “Aralarında merhametlilerdir” âyeti geldi mi, suya benzeriz, “Küfür ehline karşı da çetindir onlar” dendi mi de demiriz.

Birden bine dek; hangi hay ali y onarsan yon, sayıya sığar; şunu bil ki biz sayıdan, hesaptan dışarıyız.

*     Hangi isteğin peşine düşersen padişahtan bir karşılık vardır sana. Aksırık gibi hani; aksırdın mı, ardından Tanrı rahmet etsin sözü gelir.

*

Sağlık, esenlik arayan akıl, acı şerbeti bile içer. artık tatlı bir ilaç olan şerbete ne dersin?

Âşıklar sevgililerinden yüzlerce cefa çekerler. ya sevgili güzel olursa, iyi huylu olursa iş ne hale gelir?

Öylesine bir ayrana düştün ki sonu yok. ardına bakma da iki dünyadan da el yu.

* Bu kadir gecesi o kadar uzun ki sabahı bir türlü ağarmıyor. Sana verilen beratın adı da “Erler var, gerçeklediler” âyeti.

Mademki bu denizden dışarı çıkmana ümit kalmadı; bundan sonra küp, testi aramak ahmaklıktır.

Bu baht gökten gelir, topraktan yapılmış dünyadan değil. bu baht işi, yıldız yüceliği; pazı gücüyle olacak iş değil bu.

Böyle bir yüzü gördün mü, gözün aydın oldu gitti. gözün yüzünden ardını da görür, tanır.

îşin sonunda ödülü alan kişi, önden de coşkundur, sevdalara düşmeyi arar durur.

Bir sedef var, inci havasıyla döner durur; fakat göğsü bir yarıldı mı, görür ki inci kendisindeymiş.

Kıvırcık saçlarını görünce külâhından vazgeçer güzel. evini bulan, artık nerde, nerde demez.

Akılsız bile olsa akıl dertdeş olur ona. cevizler pek güzel; herhalde içleri dolu olmalı.[101]

Kır da içini çıkar, tercî beytini oku. yüzü y oktur ama kale burcundan geçmiş gitmiştir o.

XCVIII

“Tercî-i Bend”

Hele hîzîd ki tâ hîş zi hod dûr konîm

Nefesî der nezer-i hoş-nemekon şûr konîm

Hele kalkın da kendimizi kendimizden uzaklaştıralım... bir solukcağız tatlı tuzlu, alımlı güzellerin tapısında bulunalım da tatlı tuzlu olalım.

Hele kalkın da sarhoş, hoş bir halde el çırpalım; gamı da, gamın hayalini de tümden mezara gömelim.

Vehim yol arayanları hasta eder gider; bizse bir kavgaya girişelim, bir gürültü koparalım da vehmi hasta edelim.

Koruklar üzüm oldu; şimdi hep üzüm yiyelim. herke sin benzini de, tutalım, üzüm şarabı haline getirelim.

* Balarısına gelen vahiy dünyayı tatlılaştırdı; bize Fetih sûresi geldi; düğün edelim.

Kılavuzlar düzenle genişliğin yolunu vurmadalar, biz onları tutalım, yollarını vuralım da hepsini çırçıplak soyalım.

Kışın kırıp geçirdiği kişilerin canlarına güneş hararetini verelim. îzin alalım da dünyalar b ağışlay an padişahın işine gücüne koyulalım.

Şu güzel, hileyle, düzenle öldürdü bizi; bundan böyle onun gibi yüzlercesini yaralayalım, eşinden dostundan ayıralım.

Şimdiye dek bekçiydi, hırsızlığını gösterelim ona... beydi, onu kul köle edelim, buyruk altına alalım.

Herkes onun sitem pençesiyle ağlayıp inledi; onun kemiklerini berbat yapalım, tambur haline sokalım.

Kimya geldi, gamların hepsi neşe oldu; biz de bundan böyle gölge gibi o ışığın hizmetinde bulunalım.

Ordunun azıksızlarının hepsini de padişah yapalım; bütün kara şeytanları melek haline getirelim, huri şekline sokalım.

Her solukta ateşe nur elbisesi bağışlayalım; dağların hepsini de Tur’a döndürelim.

Dünya padişahının buyruğu şöyle yazılmış: Bundan böyle her gazele bir tercî sebep olmalı.

*

Kalk, hepimiz de el çırparak oyuna girelim... erlikle hepimiz de karıların ellerinden kurtulduk.

Dünya padişahının bağını bahçesini açtılar; haydin, gelin. her yanda güzellerin cefası, her yan elmalık.

Zehrin şeker olduğu yerde şeker ne gerekir? Koyunun çobanlık ettiği yerde çobana ne ihtiyaç var?

Herkes semirmede, yetişip gelişmede, büyüyüp boy atmad a. çünkü iki yaşını doldurmuş erkek deve yavrusu, o arslanın başına dudaklarını koydu.

* Dünya padişahının konuğuna mahsus bu nimet; ye. ne beyin ıktâındandır, ne filânın vergisi.

Bir güneştir bu ki her pencereden girdi, her dama vurdu. artık aşağılara inip gizlice suç işlemek gerekmez.

Neden korkalım? Güneş değersiz bir askeri onun; kalkanı da ışıktandır, kılıcı da.

Bunların hepsi de geçti gitti; yüzünün yalımları var olsun... çünkü senin yüzünü görende baş, can kaydı kalmaz.

O ateşten canımda bir alev var ki o alevin kökündendir şu dilim benim.

Fakat her ikisi de senin ayrılığınla yanıp kavrulmada, kıvranıp durmada. bana inanmıy orsan gel de aman seslerini kendin duy.

Sütü tatmadıysan nasıl gelişip yetişiyor; bir seyret. oku görmediysen yay sesini işit.

Göz, bakmakla ona benzer bir şekil göremez. zâti padişahın şeklini, resmini kimsecikler görmemiştir ki.

Fakat gene göz dayanamaz, onu görmek ister; gökten balığa dek her yana bakar, her y anda dolaşır durur.

Hele; hangi Güneş, hangi Ay var ki senin Güneş’inden, senin ay yüzünden iyi olsun; Güneş de neymiş, Ay da ne? Sen noksan sıfatlardan münezzeh Tanrı kapısından şarap al da halka sun.

*

Kulluğumu, hizmetimi çabuk unuttun... vefasız değilsin; gitme a yeşilliğin canı.

Bir gün olsun, benim bir dostum vardı demedin. dostum, adımı anmadan, benden söz açmadan pek çabuk ağzını yumdun.

Sütle şeker gibi sözler söylemiştin; şarapla süt bahane olmuştu; eş dost olmuştuk.

Senin yüzünden sarhoş olup da bir kadeh kırdıysam ne çıkar? Keremde, güzel huyda bal denizi değil misin sen?

Bir ipe benzeyen saçların şu tuzağa düşmüştür ama o ipi uzatan elin, beş parmağının her büklümüy le yüzlerce canı, yüzlerce gönlü kırar geçirir.

Kerem yelin esmedikçe can açamaz. Yakub’un gözü gömleği gözler durur.

Yusuf gibi bir kuyuya düşmesem o kuyunun dibine bir ip uzatmaktan âciz değilsin ya.

Sen bir güneş değil miydin; bense gündüz yıldızına benzemez miydim? Tıpkı bir mum değil miydin sen; bense âdeta bir leğen değil miydim sana?

Ey abıhayat, ey seher yeli, sen olmadıkça gül bahçesinin ağzı güler mi, yaseminin yanağı tazeleşir mi hiç?

Tanrı soluklarıyla Rûhullah üfürülmezse Meryem’e benzeyen şekerkamışları gebe kalmaz.

Yolun bir mezara uğrarsa, ayağın bir mezara bassa, ölü hemencecik kefenini yırtar da ayağına kapanır; bu değil misin sen?

* Altı yüz yıldır canlara sâkîlik etmez misin? Beden zahmeti olmaksızın hep senin çenginin ten-ten nağmeleri gelip durmaz mı?

Şiirin özü olan birkaç beyit kaldı; fakat büyüklüğü yüzünden ağza sığmıyor; bu sözleri sen söyle.

Hele ben aşk çalgıcısıyım; başkalarıysa altın çalgıcısı; benim tefim aşk defteri; onların

tefleriyse ıslak tef.

XCIX

Rûz-ı onest ki mâ hîş ber on yâr zenîm

Nezerî sîr ber on rûy-ı çu gol-nâr zenîm

O güzel sevgiliye sarılacağımız gün, tam bugün... O nar çiçeğine benzeyen yüzünü bir doya doya seyredelim.

Müşteri gibi, ay yüzlümüzün saçlarını tutalım; bütün çarşıya pazara bir gürültüdür salalım.

Seher yeli gibi o gül bahçesine bir düşelim de bütün güllerin y enlerini, yakalarını açalım, y aseminlerin saçlarını okşayalım.

Bir soluk, testiyi kıralım; bir soluk, kâseyi başımıza dikelim. te sti gibi hepimiz de meyhanecinin küpünün başına konalım.

Kadeh sunuluyor diye niceye bir mektup okuyup duracağız? Mektubu sarığımızın arasına sokalım artık.

Devlet çengi, yüzünün ışığıyla düzeldi; artık uda bir iki mızrap vurmamız nasip oldu.

Köpürüp coşma çağı geldi; durup bekleme, gözetleme zamanı geçti; sarhoşuz biz, ne biliriz ne kadar coştuğumuzu, ne biçim köpürdüğümüzü?

Tertemiz kardeşlerin avcunda toprak bile altın oluyor... artık şu gaddar dünyanın gözüne toprak saçalım.

İplerle bağlamışlar da sağ yana çekiyorlar bizi. Biz de artık varalım, sırlar ülkesinde zevk çadırını kuralım.

Düny a ateş yüzlü birinin yüzünden aydınlandı, hoş bir hale geldi; kalk, artık kazancı da ateşlere verelim, işi gücü de.

Gönlümüzden bir şimşek çaktırırsak, dağa, bayıra bir yıldırım düşürürsek dağ da Tur Dağı gibi paramparça olur da dirilir, bayır da.

Geri kalanını sen söyle; çünkü senin gibi biri varken söz halkasını vurmamız hem soğuk bir iştir, hem y azık doğrusu.

Çend hosbîm sebûhest selâ berhîzîm

Âb-ı rehmet hesetânîm-o ber âteş rizîm

Ne vakte dek uyuyacağız? Sabah şarabı içme çağı, haydin, kalkın... Rahmet suyunu alalım da ateşe serpelim.

O gökleri dolaşan yelesi, kuyruğu kara, doru Arap atına gem vurmamızın, eyer takmamızın tam çağı; ne diye tutmuyoruz onu.

Tutalım da kara arslanların bulunduğu ormana doğru bir hoş sürelim; arslan avcısı kesilelim; korkmayalım kara arslanlardan.

Yiğitlik gösterelim de dünya zindanının kapısını koparalım. aşk şahnesi bizimle beraber; kimden çekinecekmişiz?

Gam gecesinin Zencilerini darağacına çekelim. savaşa girdik de ayak diredik mi Zenci kimmiş, Rum kim oluyormuş?

Kafatasından başka bir şeyi kadeh diye

kullanmayalım... her kazanın çevresinde dolaşmayalım; kepçe değiliz ya.

Öküz’ü ahırdan çıkaralım, Arslan burcuna doğru sürelim. değil mi ki bu bostandayız; çare yok, eşek kafası da bulunacak.

Kafdağı’na vuran şu gerçekler dalgaları bizde coşar, kabarır da ta oraya dek varır; ark biziz çünkü.

Yeniay gibi inceciğiz ama dolunay bizim; şu dehlizdeyiz ama başköşe bizim.

Biz yüz gösterdik mi, gül yüzlüler de yüz gösterirler. o bahçe de ilkbaharız biz, güz değiliz.

Nazlanır da nesiniz siz deriz; her şey secdeye kapanır, hepsi de sana karşı hiçbir şey değiliz der.

Gül yüzlüyüz ama sizin güzelim yüzünüze karşı yüzü yunmamış pis, hiçbir şey anlamaz, iyiyi kötüden ay ırt etmez biriyiz derler.

Tibet ceylanları yayılmak için geldiler; çünkü

bugün tümden misk kesilmişiz, amberler damlatmadayız.

Arılık kadehini sundu mu, herkese saçalım, dökelim... Belâ mıhını çaktı mı, eşekler gibi ayak diremeyelim, inada kalkışmayalım.

Ezel güneşinin ışığı başımızda parlıyor, başımıza kuvvetle vuruyor; o yüzden başımız dik.

Talihimizin yıldızı güneş; artık yıldız da kim oluyor? Gece gündüz Tanrı Şems’inin gözü önündeyiz biz.

CI

Vakt-ı on şod ki be zencîr-i tu dîvâne şevîm

Bendrâ berguselîm ez heme bigâne şevîm

Zincirinle deli divane olacağımız çağ geldi çattı. bağları koparalım, herkese yabancı olalım.

Can bağışlayalım; bundan böyle bu çeşit canın ayıbını yüklenelim. evi yakalım da ateş gibi

meyhaneye koşalım.

Coşup köpürmedikçe şu dünya küpünden dışarı çıkamayız... artık o sağrağın, o kadehin dudağına nasıl eş dost oluruz biz?

Doğru sözü deliden duy: Ölmedikçe er olduğumuzu sanma sakın.

Büklüm büklüm kutluluk saçlarında başımızın tarağın başından da daha aşağıda olması gerekir.

Şu yokluk yolunda tohum gibi yerlere dökülüp saçılırsak, bağ da bahçede ağaç gibi boy atar, kol kanat aç arız.

Taşız ama mührünün uğrunda yumuşar, muma döneriz. mumuz ama ışığın için pervane kesiliriz.

Şahız ama senin için ruh gibi düz yürürüz de şu satranç tahtasında ferzin gibi akıl fikir ıssı o luruz.

Aşk aynasının yüzüne varlık soluğumuzu vermeyelim. değil mi ki yıkık bir yer haline geldik, definene mahrem olalım bâri.

Gönül masalı gibi elsiz-ayaksız kalalım da masal gibi âşıkların gönüllerinde yer yurt edinelim, gönüllerde konaklayalım.

O mürit olursa biz de muradımıza erişiriz; anahtarımız o olursa baştan başa diş kesiliriz.

Mustafâ, gönlümüzü yol etmez, gönlümüzde olmaz, gönlümüze dayanmazsa, feryat etsek de, Hannâne direğine dönsek yeridir.

Hayır... Sus; çünkü geceleyin köşke yöneldik mi, bekçiye susarak yol vermemiz gerekir.

CII

Dem be dem ez reh-i dil peyk-i heyâleş resedem

Tâbeşî nov be nov ez hosn-o cemâleş resedem

So luktan soluğa gönül yolundan hay al çavuşun gelip çatıyor bana. yeniden yeniye güzelliğinden bir parıltıdır geliyor bana.

Yarabbi, bu zevk, bu neşe kokusu cennetten mi geliyor; yoksa buluşma, kavuşma gününden

esip gelen bir yel mi?

Neşeden aklımı fikrimi şaşırttı; aşktan mı geliyor bu; yoksa ululuğunun şarabıyla dolu bir kadeh midir bana sunulan?

Aşktan uçup gelen bir doğan mı, yoksa onun kanatlarıyla uçup bana ulaşan güvercin yavruları mı?

Baş çekenler, gizliliğin alanından geliyorlar bana; bütün bu yardımlar ona bağışladığı halin tadından geliyor bana.

CIII

Mekon ey dost zi covr in dilem âvâre mekon

Cân-o ser kesd-i ser-i in dil-i gem-hâre mekon

Etme dostum, cefalar ederek başıboş, yersiz yurtsuz bırakma şu gönlümü... armağan olarak canımı al, ciğerimi paramparça etme benim.

Sana gönül vermiş, gamlar yiyen âşık pek çoktur. canın için, başın için, şu gamlar yiyen gönlüme kastetme.

Bana, çaresizliğime bir acıyış gözüyle bak. Senden başka çaremi bulan biri varsa bırak beni, çaremi bulmaya uğraşma.

Gönül senin ateş tapınağının karşısında bir şişecidir; gönlünü benim sırça bir şişeye dönmüş gönlüme karşı sert bir hale sokma.

Her solukta cefacı ayrılığın soluk soluk ay rılıklar üfürüy o r bana. korkusuzca üfle ama cefa etme.

Boğum boğum bedenim beşiğe benziyor, gönülse tıpkı çocuk... Kucağına al, boyuna beşikte bırakma onu.

Canımı güneş yüzünün karşısında zerre gibi oynat; gece gibi canımı her yıldıza bağlama.

Gaddar dünyanın hileden, düzenden iki yüz başı var; başımı şu gaddar dünyaya bağlama benim.

Hârût, Mârût gibi yüzlercesi, büyüsüyle bağlanmış kalmış. beni şu büyücü cadıya bağlatma.

Şu nefsin bir günlük şarabının sonsuz bir mahmurluğu var. kendine gel de beni bu hain meyhanecinin şarabına susatma.

İlk oyunda mat ettin beni; çoğaltma oyunu bâri. bir uğurdan mat oldum gitti, on kez mat etmeye kalkışma beni.

Nâsût âlemindeki bütün düzenbazlıklar senin Lâhût âleminden. Artık bu düzenbaz kâfire y ardım etme.

CIV

Heme hordend-o behoftend-o tehî geşt veten

Vekt-i on şod ki derâyîm herâman be çemen

Hepsi de içti, sızıp uyudu; yurt bomboş kaldı... Salına salına çayırlığa çimenliğe dalmanın tam çağı.

Herkes içti, gitti; biz sağ olalım. zâti zamanın gönlüyüz, canıyız, zamanın kumandanı.

Abıhayat sen olduktan sonra kimdir ölümsüz kalmayan? Güzelim put sen olduktan sonra herkes şaman kesilir.[102]

Aşk alnımıza eziyetler, mihnetler yazdı; sevgi, fitneler üstüne fitneler takdir etti bize.

Genişlik geldi de dünya işkillerinden kurtulduk. salt can, artık lûtuflar, ihsanlar gül bahçesine uçar gider.

A devem, gel, ıh buraya; güzel bir konak yeri burası. sulak, verimli, bolluk, tam deve yatağı.

*    “Rızklanırlar, genişlerler,” biz de içelim o şarabı, yiyelim o mezeyi... “Gerçeklik konağı” âşıklara konak oldu, yurt oldu.

Elmanın eteğini tutalım da şeftaliye doğru çekelim. gonca gülden birkaç söz duyalım da yasemine götürelim.

*     Bana şarap sundun mu, edebe uymamı hiç isteme; şeriat bile sarhoşa had vurmaz; sen de vurma bana.

Edebe uymak da elimde değil, edepsizlik de; ne yapayım? Sarhoş deveci ipimi tutmuş, deve gibi çekiyor beni.

Bülbül aşkla gülden bir öpücük umdu da dedi ki: Şekerkamışını kır da gönlümü kırma benim, ne olur?

Gül, benim sırrım çocukların harcı değil dedi; çocuğa “ebced, hevvez, huttî, kelemen” gerek.

Bülbül, öpücük vermezsen dedi, bâri aşk şarabını sun. gül, onu da vermeyeceğim dedi, hadi var git, hüzünlere dal.

Bülbül, öyleyse dedi, ben de seni tenenen ten- tenenen ten-tenenen ten-tenenen diye tefle, berbatla âleme yayayım da gör.

* Gül, geceleyin tas çalma; herkes uyanır... Ay mı tutuldu ki gürültüye patırtıya kalkışıyorsun dedi.

Bülbül, tas çalmasam da dedi, fitne dokuz aylık. çaresiz fitneler doğacak, gece gebe.

Dal da, yaprak da titriyor, gönlüm de. y aprağın titreyişi yelden; gönlümün titreyişi Huten güzelinin yüzünden.

Gülle lâlenin yüzleri haber veriyor bana. şu leğenin altında bir mum gizli.

Çalış, çabala da bilgisizlik leğenini gönlünden kaldır; kaldır da can doğusundan aydın gün belirsin, ışısın.

A Tebrizli Şems, can doğusundan doğ; çünkü senin güneşin can; bütün dünyaysa beden.[103]

CV

Cân-ı hey van ki nedîdest be coz kâh-o eten

Şod zi tebdîl-i Hodâ lâyık-ı golzâr-ı feten

Samandan, yayladan başka bir şey görmeyen hayvan canı, Tanrı değiştirmesiyle akıl fikir gül bahçesine lâyık oldu.

Tanrı’nın bu bahar mevsiminden başka bir baharı var ki orda ne ölü var, ne puta tapan, ne de put.

O baharın yeliyle kuzgun, akdoğana döner; o b aharın soluğuyla dişi çaylak arslandan daha iyi, daha yiğit bir hale gelir.

Herkes dirildi, şükretmek için ağzını açtı. öpüşler bile ağızlardan gelen zevk, neşe kokusuyla sarhoş oldu gitti.

Seher yelinin öyküler, masallar söyleyen eli, güzel kokulu şey lerin bulunduğu kabı çalkadı da çimen çocuklarına güzel huy lar öğretti.

Sanki yel Cebrâil’dir de ağaçlar Meryem... öylesine bir el oyununa giriştiler ki sanki birisi karı, öbürü koca.

Bulut duvak altında güzeller bulunduğunu gördü de Aden incileri, mücevherler saçtı.

Kızıl gül neşeden yenini, yakasını yırttı; Yakub’a gömleğin getirilmesi çağı geldi çattı.

*     Güzelin akıykına benzeyen dudakları güldü, açıldı... Muhammed’e Yemen tarafından Rahman kokusu gelir artık.

O Huten güzelinin dağınık saçlarından başka bir şeyle gönül huzur bulmadı; bir hayli dağınık sözler söyledik ama bir karara varmadı.

A Tebrizli Şems, doğ, güneş gibi kılıç vur; kalkana benzeyen cana ancak güneşin kılıcı ışık verebilir.

CVI

Çi şeker dâd eceb Yusuf-ı hobî be lebon

Ki şod îdriseş Kaymâz-o Suleymon Balabon

*     Güzellik Yusuf’u dudaklara ne şeker verdi ki Kaymaz’ı îdris oldu; Balaban’ı da Süleyman kesildi?

Şeker dudaklılar onun şekerkamışlığına başlarını ayak yaptılar da gittiler, şaşırıp kalanların hepsi de büsbütün şaşırdı, kalakaldı.

Bir kurdun Yusuf’a tamah ettiğini duydular da utançlarından bütün kurtlar çoban kesildi.

Gamının derdinde ne hoşluklar, ne tatlar gizli ki derman aray anların hepsi de ilaçtan kaçmay a koyuldu?

Her yok olana öz olarak onun varlığı yeter... her edepten çıkana onun sarhoşluğu özür getirir gider.

Arifi sebeplere sarılmaktan vazgeçti sanma; sebepsizlere sebep olarak o sebepsizlik yeter zâti.

Kalk, bugün neşelilerden, zevklilerden zevk üstüne zevk geldi, neşe üstüne neşe. devlet günü, kutluluk günü bugün.

Kızgın gönlümde, kızgın canımda geceleri de, gündüzleri de aşkı övmek, söylemek dileği vardı, bunu kuruy ordum.

Tebrizli Şems, dün gece sus dedi bana; mademki dudağımıza âşıksın, yum dudağını.

CVII

Hûy bâ mâ kon-o bâ bîheberon hûy mekon

Dom-ı her mâde-herîrâ çü heron bûy mekon

Bize alış, hiçbir şeyden haberi olmayanlara değil... eşekler gibi her dişi eşeğin kuyruğunu koklama.

Önün de ezelî aşktır, sonun da o olacaktır. artık orospu karılar gibi her gece başka bir kocanın koynuna girme.

Öyle bir hevese gönül ver ki gönlünü almayasın ondan. a arslan er, gönlünü her mahalle köpeğine verme.

Hani bir yan var, derdi de ordan istersin, devâyı da. gözünü, gönlünü o yana vakfet, her yana bakma, her yana gönül verme.

Deve gibi her dikenin dibine koşma. şu bağı bahçeyi, şu baharı, yeşilliği, şu arkı, dereyi

bırakma.

Kendine gel, hakan padişahlara lâyık bir meclis kurmuş... Tanrı için olsun, şu çöplükte toy verme.[104]

Top-çevgen oyunumuzun beyi meydana geldi; atının peşinde gönlünü de top yap, canını da.

Yüzünü iyice yu da aynayı ayıplama. paran geçer akçe olsun da teraziy e kusur bulma.

Sana dudak verenden başkasına dudak açma. az-çok, sana lûtufta bulunandan başkasına yelip yortma.

Güzellerin yüzlerini, kaşlarını, gözlerini yalan bil de ay yüzlü, zıh kaşlı gibi adlar takma.

Kerpice verilen yüz de iğretidir, göz de, dudak da. körün karşısında göz kaş cilvelerine kalkışma.

Aşkın boyu bosu, ölümsüz çalgı çağanak, ölümsüz semâ’ diye salâ verdi. onun boyunun bosunun önünden başka bir yerde semâ’ etme.

Soluk alma, söz söyleme; söylersen bile dudak altından, yavaşça söyle... söz perdedir, hiç olmazsa bir kat olsun perde, yüz kata çıkarma.

CVIII

Hîç bâşed ki reşed on şeker-o peste be men

Nokl sâzed cehet-i in ceger-i heste-i men

Acaba o benim şekerim, o benim fıstığım gelecek de bu ciğeri yaralıya meze düzecek mi?

A benim yavaşça vurduğum mızrapla damarı, iliği kopan dostum; bütün gücümle nasıl dokunabilirim senin teline diyecek mi acaba?

Sağraksız sunduğum şaraptan başı ağırlaşanım; safran gibi sararıp solan lâlem diyecek mi?

A benim gönlümü aldırmış, ayağı bağlı garibim, hele nasılsın diye lütfedip, kerem buyurup eliyle başımı sıvazlayacak mı?

O yok olmayan abıhayatla bedenim nasıl cana dönmez; o fışkırıp boy atmış güzelimin yüzünden gönlüm nasıl sıçramaz, yüreğim nasıl

çırpınmaz?

Ne kadar safları kırdın geçirdin; fakat benim kırık dökük safım gibi bir saf gördün mü hiç?

Lâlelik de onun malı mülküdür, çayırlık çimenlik de... fakat benim gül demetime hevesini, özlemini bir bak da gör.

Değil mi ki boyuna söylememi istiyor; dudaklarını yum da aşk hikâyelerini kulağına söyle onun.

CIX

Be Hodâ gol zi tu âmûht şeker hendîhen

Be Hodâ kûh zi tu âmûht kemer bendîden

And olsun Tanrı’ya, gül, şeker gibi gülmeyi senden öğrendi. and olsun Tanrı’ya, dağ kemer kuşanmay ı senden belledi.

And olsun Tanrı’ya, benim gördüğümü gökyüzü de görmüştür; görmemişse ne diye başının üstünde dönüp duruyor?

A ney dedim, niçin böyle feryat etmedesin? Dedi ki: Soluğunu yedim, feryat etmem şart.

A yeniay dedim, böyle eriyip gitmen nedir? Semirmem, serpilmem için ot veriyor bana dedi.

Semirmenin faydası arıklaşıp erirken görülür. kazanç için çalışmak, harcamak içindir.

Pervanenin kanadı, mumun yalımını bulmaya yarar. onu buldu mu ne kanat ister, ne uçmak.

Varlıkların faydaları yoklukta görünür. öyleyse belâdan ağlayıp inlemek gerekmez.

Yeter, sus. yaylarından ok yiyedur. çünkü hüner azalmandadır, elbette çoğalırsın da.

CX

Cennetî kerd cihanrâ zi şeker hendîden

On ki âmuht merâ hemçü serer hendîden

Bana kıvılcım gibi gülmeyi öğreten, şeker gibi gülüşüyle dünyayı cennete çevirdi.

Yokluktan da gönlü hoş bir halde gülerek doğdum ama, aşk bir başka çeşit gülmeyi öğretti bana.

Herkese gamsız, mihnetsiz gülüşü göstereyim diye, padişah bana güneş gibi gamsız, pussuz bir gönül verdi.

Beni kırsalar bile sedefe benzerim, güler de gülerim... zâti bir genişliğe, bir üstünlüğe ulaşınca gülmek ham kişilerin harcıdır.

O her sabahın, her seher çağının canı, bir gece odama geldi de seher gibi gülmey i öğretti bana.

Bulut gibi yüzüm ekşi ama içimden gülüy orum.      yağmur yağarken gülmek

şimşeğin âdetidir.

Potayı ocağa vurdun mu, kızıl altını seyret de ateşte taşın nasıl güldüğünü gör.

Altın ateşte güler de sana der ki: Kalp değilsen zarar ettiğin vakit gül.

Ecel beyiysen iğreti padişaha, taca, kemere gülüşü var da, ecelden öğren şimdi.

îsa huyluysan a hoca, var da şehvet gamına, erkeğe, dişiye gülmeyi ondan öğren.

Ümmî Ahmed’in medresesini bir soluk gördüysen yürü, helâldir sana üstünlüğe, hünere gülmek.

A yıldız bilgini, Ay’ın bölündüğüne inandıysan kendine de gülmen gerek, Güneş’e, Ay’a da gülmen.

Gonca gibi gizli gül; bitkiler çiçek verdiği zaman dalın üstünde gülerler ya, onlar gibi değil.

CXI

Her kirâ geşt ser ez gaayet-i bergerdîden

Sâkinânra heme ser-geşte tevâned dîden

Kimin başı döner, baş dönmesi de son kertesini bulursa, oturanların hepsini de dönüyor görür.

Kim az görür de y aklaşır, adamların yüzlerine bakarsa, onun şaşı gözlerine gülmek farzdır.

Kimin safrası fazlaysa şeker yerken bile ağzı acı duyar.

Akıl onun meydanında topal bir eşektir ancak; ama bir olan Tanrı’nın Burâk’ının topalladığını kim görmüştür?

A olaylar yüzünden pisliğe düşüp giden, mademki böylesin sen, kıpırdamak lâyık değildir sana.

Önce ayağını pislikten çekip çıkarmak, ondan sonra da boyuna göre bir zıbın biçmek gerek.

* Delik delmeyi biliyorsan padişahın sarayını del... bir evden bir şey çalacağın vakit de bâri inci çal.

İncinin alâmetlerini söyledim ama ne yapayım? Köstebek bakıp seçmeyi bilmiyor ki.

CXII

Înek on encom-i roşen ki felek çâker-i şon

Înek on perdegeyânîki hıred çâder-i şon

İşte buracıkta gökyüzünün kendilerine kul köle kesildiği yıldızlar; işte buracıkta aklı çadır edinen perde altına girmiş erler.

Düşünce gibi her gönül, konaklarıdır, yurtlarıdır... güneş gibi onların orduları da her eve girer.

İlk bakışları düny ay ı diriltir; ondan sonraki bakışları zâti hiçbir bakışa sığmaz.

Hey gidi hey. nice geceler var ki onların ateşi yüzünden nara atarak, oynaya oynaya üzerlik gibi y anmış yakılmışım, kapılarında sabahı etmişim gitmiş.

Onlardan bir koku atamıyorsan benim cüzlerimi kokla. gönlüm de onların amber kokusunu veriyor, canım da.

Beynin pek kuru da koku alamıyorsan baş koy yere de onların te rütaz e düşüncelerini elde et, onların lûtfuna eriş.

Zâti canlılarla bitkilerin yaşı, kurusu da nedir ki? Bitkiyi de bırak, hayvanı da; anaları olan y eryüzünü de.

Bütün dünya, denizin ancak bir katresine dalmış, boğulup gitmiştir. bir sinek onların şekerkamışlığından ne kadar şeker yiyebilir ki?

CXIII

Bişnov ez bu’l-heveson kısse-i mîr-i eseson

Rindi ez helke-i mâ geşt derin kûy nehon

A hevesliler, istekliler, asesbaşının hikâyesini duyun: Bu mahallede halkamızdan bir rint kaçtı, kayboldu gitti.

Bir zamandır onu aray a aray a yandık yakıldık... gece gündüz her yanda yenimizi, y akamızı yırttık.

Gene bu mahallede birisi, ansızın izini buldu onun. gelin de görün; bunlar onun kanlara bulanmış elbisesi işte.

Zâti âşıkların kanları kurumaz, herdem tazedir. kan da yeni olunca kimin kanıdır, bilirsiniz.

Bütün kanlar eskileşir, kararır, kurur.

âşıkların kanlarıysa ta sona dek yenidir, gönülden coşar durur.

Bu eski bir kan dâvası diye savma başından... âşıkların kanları dünyada ne uyumuştur, ne de uyur.

Ancak senin kanlı bakışındır bu bucakta kan döken. nerkis gözlerindir sâkî; koca sağrağı onlardır sunan.

Senin bakışındır; sarhoş gelir, gönüller çalar. o katı yürekli, o katı yaylı gelir de c anlara kasteder.

İhsan buna derler: Ya o kaybolanı tekrar verirsin; y ahut da değil mi ki o kayboldu gitti, sen mey dana çıkarsın.

Şekerler beyinden bir lûtfa erdin mi, şükret a gönül, şeker gibi şekerlerle eri gitsin.

Böyle öldürülürsen ölümsüz diri olur gidersin. böylesine öldürülenin canından Tebriz’e selâm götür.

CXIV

Çün heyâl-i tu derâyed be dilem reks-konon

Çi heyâlât-ı deger mest derâyed be meyon

Hayalin oynaya güle gönlüme gelince, sarhoş olarak daha ne hayaller ortaya çıkagelir.

Hayalin Ay gibi ortada çark urur; öbür hayallerin hepsi de çevre çevre onun etrafında oyuna dalar.

O sırada sana çarpan hayal, güneş vurunca parıl parıl p arlay an aynaya döner.

Sözüm, belki yüz kere gönlümden ağzıma gelen, söyleyemediğim için gene ağzımdan gönlüme giden bir sıfat yüzünden sarho ş olur gider.

Sözüm sarhoş, gönlüm sarhoş, hayallerin sarhoş... hepsi de birbirine düşmüş, birbirine bakmada.

Nice zamandır hepsi de birbirine ağız sürmede. oysa feryadıyla hay alleri birbirine vurmada, kırıp geçirmede.

Hepsi de sanki üzüm tanesi, gönlümse cibre

sıkılacak tekneye benzer... hepsi de gülsuyu çıkarılan gül yaprağı; gönlümse dükkân.

Gönül ve din salâhından altın alırım, altın döverim. Can gözü açık olanın gözü aydın olsun, gönlü genişlesin derim.

CXV

Tu sebeb-sâzi-vo dânâyi-i on sultan bin

On çi mumkin neboved der kef-i o imkân bin

O padişahın sebepler yaradışını seyret, bilginliğini gör. Mümkün olmayan bile onun elinde, onun avcunda nasıl mümkün oluyor; bir bak.

Bak da gör; demir onun avcunda mumdan da yumuşak. Bak da seyret, yıldızlar onun yüzünün ışığına karşı gizlenmiş gitmişler.

A ıslacık düşünce, gel de düşünce denizine bak. gökyüzünün şeklini gördün; bir de gel, canı seyret.

Böyle bir müşteriye can satmadın hâ a eşek?

Var da onun gam pazarına git, ot pahasına ucuz ucuz satılan canları gör.

Donup buz kesenin oynayışı güçtür; birazcık ısın da kolayca hareket etmeye bak.

Bahse giriştin, delil aramaya koyuldun da beynin kurudu, aklın dağıldı... Düşünceyi at hele de kesin delil parıltılarını gör.

Sana yardım eden bir terazi var, her şeyi onunla tartmadasın. hele bırak teraziyi de tartıy a gelmez, teraziye sığmaz altınları seyret.

Bir solukta daracık bir yerdesin; bir solukta geniş bir yerde. Can şarabını iç de ondan sonra her tarafı meydan gör.

Şeytan sana büyü yapmış; “Kul eûzü” okuyadur. değil mi ki yeşerdin, tümden gül ol, rey han kesil.

Değil mi ki sen yeşerdin, bütün dünya da yemyeşil olur artık. bedenlerle arazlar arasındaki şaşılacak birleşmeyi seyret hele.

Bir soluk çark urursun da başın dönerse

gökyüzüne bak da, onu da başın gibi dönüyor gör.

* Dünyanın parça buçuğusun, o yüzden de tüme benzersin; sıfatın yenilenince de onu erkândan bil.

Erkân elbiseye benzer, yaptıkları şeyse bedendir sanki... niceye bir elbiseye aldanacaksın, insanın bedenini seyret.

İnancın yüzünü ibadet aynasında seyret; perdeyi kaldır da imanın parıltısına bak.

Âşık olmuşsan güzellik ara, lûtuf, ihsan değil. Yok, zamanın Abbas’ıysan otur da lûtuf bekle, ihsan gözet.

Padişahıma yalvardım, bundan böyle o söyleyecek artık. denizi bir coştu, köpürdü mü, sonu gelmez incileri seyret.

CXVI

Ey zi hicrân-ı tu morden tereb-o râhet-i men

Merk ber men şode bî tu mesel-i şehd-o leben

A benim güzelim, senin ayrılığınla ölmek zevktir, neşedir bana... Sen olmadıktan sonra ölüm süttür, baldır bence.

Susuz kalmış balık, zayıf cancağızı bedeninden ayrılıncaya dek kupkuru kumun üstünde çırpınır durur.

Acı su deniz hayvanlarına abıhayattır; kuru şekerse mezardan, kefenden beterdir onlara.

Parça buçuğun çekilip tümüne gitmesi oyun değil. nice peygamber yer yurt için ağladı durdu.

Yurdunu, doğduğu yeri bilmeyen çocuk dadı ister ancak. ona ha îstanbul[105] olmuş, ha Yemen.

Yıldızların yayım yeri gökyüzü olmuş. hayvan da selvi gibi, yasemin gibi toprağa tap ar.

Şu feryattan ağzımı yummadayım ama suyun içinde ağzını kap amak da mümkün değil.

Kurbağanın canı sudandır, havadan değil. deniz hayvanlarının hep sinin de işi gücü budur.

O ışık denizinde gizlenmiş olan ariflerin solukları da ışıktandır, karanlıkları yok eder gider.

Buraya varınca kalem de kırıldı, kâğıt da yırtıldı... Lûtuf sahibi Rabbi anladı mı, dağ bile paramparça olur.

CXVII

Heme hordend-o behoftend-o tehî geşt veten

Vekt-i on şod ki derâyîm herâmon be çemen

Hepsi de içti, sızıp uyudu; yurt boş kaldı. Salına salına çayırlığa çimenliğe dalmanın tam çağı.

Elmanın eteğini tutalım da şeftaliye doğru çekelim. Terütaze gülden birkaç söz duyalım da yasemine götürelim.

Bitki şehitleri dirilip kefenlerinden çıksınlar diye ilkbahar Mesîh gibi afsun okuyor.

O güzeller şükretmek için ağızlarını açtılar.

Can öylesine sarhoş oldu ki öpmeye bile gücü

yok.

Gülle lâlenin yüzleri haber veriyor bana; şu leğenin altında bir mum gizli.

Dal da, yaprak da titriyor, gönlüm de... yaprağın titreyişi yelden; gönlümün titreyişi Huten güzelinin yüzünden.

Seher yelinin hikâyeler, masallar söyleyen eli, güzel kokulu şeylerin bulunduğu kabı çalkadı da çimen çocuklarına güzel huylar öğretti.

Yel Rûhü’l-Kudüs oldu, ağaçlarsa Meryem. el oyunlarına bak hele; sanki biri karı, öbürü koca.

Bulut duvak altında güzeller bulunduğunu gördü de Aden incileri, mücevherler saçtı.

Kızıl gül neşeden yenini, yakasını yırttı; Yakub’a gömleğin getirilmesi çağı geldi çattı.

Güzelin Yemen akıykına benzeyen dudakları güldü, açıldı. Muhammed’e Yemen tarafından Rahman kokusu gelir artık.

Zamane padişahının dağınık saçlarından başka

bir şeyle gönül huzur bulmadı; bir hayli dağınık sözler söyledik ama bir karara varmadı.[106]

CXVIII

Dem deh-o işve deh ey bilber-i sîmin-ber-i men

Ki demem bî dem-i tu çün ecel âmed ber-i men

A benim gümüş bedenlim, gül, cilvelen... senin soluğun olmadıkça soluğum ecel gibi gelir bana.

încin parladı mı gönlüm denize döner. başımı kaşıdın mı da başım göğe erer.

Ne mutlu andır o an ki bana lâ’l renkli şarabı sunarsın da altın gibi sararmış yüzüm, kıvılcımlarıyla parıl parıl parlar.

Senin meyhanenin vakıflarındanım da o yüzden yıkılıp gitmişim; benim yapılmam zâti yıkılmamdadır.

Can güzeli içinden şahâdet getirdi mi, kâfir

aklım da hemencecik parmağını kaldırır da şahâdet getirir.

A topluluğun sâkîsi, herkese sunmadan o sağrağı bana sun; hepsinden daha susuzum ben.

Buyruğuna kulum; hele kalk, gel de penceremden bak diye emredersen büsbütün kulum köleyim buyruğa.

Hadi, Mûsa’nın ateşiyle gönlümü parlat da gözüm boyuna parlasın dursun.

Sustum, ırmağına attım kendimi; zâti şiirimin parlaklığı da senin ırmağından gelmede.

CXIX

Ten mezen ey poser-i hoş-dem-o hoş-kâm begû

Behr-i ârâm-ı dilem nâm-ı dil-ârâm begû

Susma a sözü soluğu, a dili damağı güzel oğul, söyle... gönlümün huzura ermesi için canımın gönlümün huzuru olan güzelimin adını an.

Perdemi yırtma, ihsan kapısını aç. gönül sırçasını kırma; o kadehin hikâyesini anlat.

Lûtuf kapısını kapadınsa ümit kapısını kapama. damın üstüne çık da damda söyle.

Sözünde de coşkunluklar var huyunda da, şu kıvılcımlar içen daralmış gönlümün huyunu anlat.

Değil mi ki cennetin Rıdvan’ısın; salâ ver, çağır halkı cennete. değil mi ki aşk peygamberisin; getirdiğin haberi söyle.

Şu dama tutulanların, zindana düşenlerin

ahlarını çok duyduk... şu tuzaktan kurtulan kuşun halini de bir söyle.

Bağdan, ilgiden bahsetme de şekeri söyle. yoldan söz açma da baştan geçeni anlat.

Günlerden, yıllardan uzun olan, zamana sığmayan o denizden, bütün canların dönüp ulaşacağı, dökülüp kaynaşacağı denizden söz aç.

Tandırın kızdıysa, duan kabul olduysa, sınamalara düşmüş, yanmış y akılmış ham kişilerin gamlarından bahset.

* Onun lûtuf kapısından elde ettiğimiz şeylere, fırsat bulursan, Behrâm yıldızının üstüne çık da şükret.

Sözü, anlamayan aşağılık kişilerden korkuyor da açık söylemiyorsan, anlay ışlı, ileri fikirli kişilere söylenecek sözü aşağılık kişilere söylenen sözler arasına kat da öyle söyle.

Bundan da korkuyorsan yeşillikteki kuş gibi soluktan soluğa, elifsiz, lâmsız bir nağme tuttur da öyle söyle.

Hani düşünce gibi... bir sen bilirsin, bir de için bilir; onun gibi noktasız, metsiz, idgamsız söz söyle.

CXX

Hele ey şâh mepîçan ser-o destâr merov

Hele ey mâh ki negzet roh-o rohsâr merov

Padişahım, başını sallama, sarığını sarma, gitme. hele ey yüzü, gözü güzel Ay; gitme.

Bütün yeryüzünde kimin gözü, gönlü açık ki? Etme, incitme; yabancılara gitme.

Dosttan ayrılma, sırlar evini yakma. gülü, gül bahçesini bırakıp da her dikene gitme.

Dostum, inat etme, düzene kalkma, savaş arama. hani o vakit gitmiştin, bâri bu kez gitme.

Senin kulun kölenim, sen yetiştirmiş, değiştirmişsin beni. a çaresiz kalanın gönlü, dini imanı, güzelim yaşayışı; gitme.

Senin zurnanım, senin nağmelerinle sarhoşum... neşe çengini kırma, teli koparma, gitme.

Mahmursun da ne diye bir başka mahmurun yanına gidersin? Küpün dibine otur, meyhanecinin kucağından kalkıp bir yere gitme.

A sadakaları yaşayış olan, a canlar bağışlayan. bundan daha iyi bir hayır olamaz; gidip de bu işten başka bir işe sarılma.

Güzellikte, alımda Hâtem’sin a zamanın Yusuf’u; cefacı kardeşlerin yanına gitme.

Sevgilinin yüzünü bırakma; düşünceye, hayale dalma. apaçık ortada duranı bırakıp izlerin peşine düşme.

A zamanın Mûsa’sı denizden toz kopar; Firavun’un gönlünü arama, inkâra doğru yönelme.

A sahip-kıran îsa, a ağır hastaların sağlığı, esenliği; iki üç Hıristiyan’ın hatırı için zünnâr kuşanmay a gitme.

A can güzeli, a padişahların canlarının ıssı, cilvelen; dudağını ısır; çeneni sık; fakat gitme.

Zamanın Sıddıyk’ısın; elbette vefalı olacaksın... Seçilmiş Ahmed’in yanından başka bir yere gitme.

Kerem Cebrâil’isin, Sidre konağındır, yurdundur; y eryüzünün kuşları gibi dağlara, ormanlara gitme.

Şunu iyice bil ki can sensiz bir soluk bile dirilmez. ihsan kapısını aç, duvarın ardına gitme.

Gazelin geri kalanını padişahlar padişahından ara. tümden kulak kesil, artık söze dalma.

CXXI

Ser-i Osmân-ı tû mestest ber o rîz kedû

Çün Ömer muhtesibî dâd-konî incâ kû

Osman’ının başı dönmüş, sarhoş, başında mahmurluk var. kabağı al da dök başına. Fakat Ömer gibi yardım eden, adalet gösteren bir

muhtesip nerde burda?

Bu ne sözdür ki Ömer’im, Osman’dan da daha sarhoş derler... O baş olanıysa söylemeyeyim, sen söyle.

Böylesine sarhoş gördün mü? Açılıp saçılmış; bütün çiçekleri inci, akıyk. nerde o şarap ki Üveys-i Karanî’nin kokusunu versin?

Nice incelmiş, kıla dönmüş düşünceler var. fakat sevgilinin saçlarıyla kıl kadar bile ilgisi yok.

Düşünce sarhoşu başkadır, şarap sarhoşu başka. bunun bir katresinin yaptığını iki testi şarap yapamaz.

Sus artık da, söz defterini şu ırmağa at gitsin. düzen ırmağının kıyısına tahta koyma, orda elbise y ıkamay a kalkışma.

CXXII

Ser-o pâ gom koned on kes ki şeved dil-hoş ezo

Dil ki bâşed ki negerded hemegî âteş ezo

Onun yüzünden gönlü hoş olan, ona gönül veren kişi, başını da kaybeder, ayağını da... Gönül de kim oluyor ki onun yüzünden tümden ateş kesilmesin?

Âşık olmuşsun, o havuzun çevresinde dönüp duruyorsun. şekere daldın mı yürü, bütün bedeninle tat o şekeri.

O aşkta, o çekişmede testin kırılırsa çeşmenin lülesine ağzını daya, bir güzelce içmeye bak.

Altı yönde de olmayan o küpten öyle bir bal coşar ki altı yön de o bala parmak banar, hepsi de beş parmağını y alar.

Nasıl bir sudur ki ateşlerle, yellerle dolu âşık, o suya özlemler çeker de yeryüzü gibi toprak olur, y erlere döşenir.

Âşıkın ahı gökyüzü duvağını neden yakar? Çünkü o ateş de ondan yanar, o ah da ondan kopar.

Can, Tebrizli Şems’in özlemiyle ağlayıp durur

ya... o da onun yüzünden güzelleşmiştir, onun yüzünden bezenmiştir, latîf, güzel bir hale gelmiştir.

CXXIII

Çehre-i zerd-i merâ bîn-o merâ hîç megû

Derd-i bî hed beneger behr-i Hodâ hîç megû

Sararmış solmuş yüzümü gör de hiçbir şey söyleme bana. Sayıya, sınıra sığmayan dertleri seyret de Tanrı için olsun, hiçbir şey söyleme.

Kanlı gözlerime bak, ırmağa dönmüş gözyaşlarıma bak. ne görürsen geç hepsinden; neymiş, nasılmış deme.

Dün hayalin gönül evinin kapısına geldi de kapıyı çaldı, gel dedi, kapıyı aç, hiç tınma.

Gamından feryat diye elimi dişledim. elini dişleme, hiçbir şey deme, seninim ben dedi.

Dedi ki: Sen zurnamsın benim; dudağım olmadıkça feryat etme. çeng gibi nağmeler vermezsem sana, nağmeden hiç bahsetme.

Şu canı niceye bir dünyanın çevresinde döndürüp duracaksın dedim; nereye çekersem dedi, tez gel, hiç ses çıkarma.

Dedim ki: Hiçbir şey söylemezsem bunu revâ görürmüsün sen? Bir ateştir yaktın, alevledin de hiçbir söz söyleme, gir içine diyorsun.

Gül gibi güldü de gir ateşe dedi, gir de bütün ateşi yasemin, yaprak, çayır çimen gör; hiç söz söyleme.

Bütün ateş, söz söyler gül kesildi de bize diyor ki: Sevgilimizin lûtfundan, kereminden başka bir söz söyleme hiç.

CXXIV

Men golâm-ı kamerem geyr-ı kamer hîç megû

Pîş-i men coz suhen-i şem’-o şeker hîç megû

Ayın kuluyum aydan başka bir şey söyleme bana... benim yanımda mumdan, şekerden başka bir şeyden söz açma.

Zahmet sözünü söyleme, defineden başka bir

şeyin sözünü etme... Bundan haberin yoksa zahmet etme bize; başka bir şey söyleme.

Dün deli divane oldum da aşk beni gördü, dedi ki: Nara atma, elbiseni yırtma, hiç tınma, geldim ben.

A aşk dedim; başka bir şeyden korkuyorum ben. O başka şey yok dedi; hiç söz açma ondan.

Kulağına gizli sözler söyleyeceğim; fakat yalnız, peki, evet diye başını salla; başka hiçbir söz söyleme.

Gönül yolunda can huylu bir Ay beliriverdi. gönül yolunda sefer ne de güzel; hiç söz etme bundan.

A gönül dedim, ne biçim Ay bu? Gönül, bu senin anlayacağın gibi değil, geç bundan, hiç lâf etme diye işaret etti bana.

Bu dedim, melek mi, yoksa insan mı acaba? Bu dedi, melekten de başka bir şey, insandan da başka. hiç söz etme.

Bu nedir dedim, söyle; kendimden geçtim, altüst oluyorum... altüst oladur, fakat söz açma hiç dedi.

A şu şekillerle, hayallerle dopdolu evde oturup kalan, kalk, şu evden çık; pılını pırtını taşı, hiçbir söz söyleme.

A gönül dedim, babalık et bana; bu, Tanrı huyu değil mi? Evet dedi, öyle ama a babasının canı, hiçbir söz söyleme sen.

CXXV

Honok on dem ki neşînîm be eyvan men-o tu

Be du nekş-o be du sûret be yekî con men-o tu

Ne mutlu zamandır, seninle sayvanda oturduğum zaman. İki beden, iki şekil; fakat seninle canım bir.

Seninle bağa bahçeye gittim mi, bağın bahçenin verdiği neşe, kuşların ötüşleri, cana can katar, insana ab ıhay at sunar.

Gökteki yıldızlar bizi seyre gelirler. seninle

ben de kendi ay yüzümüzü gösteririz onlara.

Gel, o darmadağın hurafelere aldırmayalım da senliksiz-benliksiz, zevkle baş başa verelim, oturalım.

Sen, ben oracıkta o çeşit gülmeye koyulduk mu, gökte duduların hepsi de şeker yemeye koyulur.

Bu daha da şaşılacak bir şey; senle ben hem burda, bir bucaktayız; hem de şu solukta Irak’tayız, Horasan’dayız.

Hem şu şekilde, bu toprağın üstündeyiz; hem de bir başka şekilde seninle ben ölümsüz cennetteyiz, şekerkamışlığındayız.

CXXVI

Ger reved dîde vo ekl-o hered-o con tu merov

Ki merâ dîden-i tu behter ezîşon tu merov

Göz de, akıl da, can da giderse gitsin; sen gitme... seni görmek onlara sahip olmaktan da iyidir bence; sen gitme.

Güneş de, gök de senin gölgene sığınmıştır. şu gökyüzüyle yıldızlar gitse bile sen gitme.

A tortulu sözü, arı duru tabiattan da daha sâf olan, şu sözler bilen, sözler anlayan tabiatın arılığı duruluğu gitse bile sen gitme.

îman ehlinin hepsi de son solukta imandan ayrılmadan korkar... a iman padişahı, benim korkumsa senin gitmendendir; sen gitme.

Sen gitme, gidersen benim canımı da götür; yok, beni kendinle beraber götürmeyeceksen şu sofradan kalkma, gitme.

Seninle oldum mu, bütün düny a bağdır, bahçedir. güz mevsiminde bağın, bahçenin parlaklığı geçse bile sen gitme.

Ayrılığını gösterme bana, pek taş yüreklidir ayrılığın. a yüzünden taşın bile Bedahşan lâ’li olduğu güzel, sen gitme.

Zerre de kim oluyor ki ey güneş, gitme desin. kul da kim oluyor ki padişahım, gitme demeye gücü yetsin.

Fakat sen abıhayatın ta kendisisin, bütün halksa balık... keremin boldur, ihsanına son yoktur; merhamet et, kerem buyur da gitme.

Gönül tomarıma baştan ta sona dek, ebed uzunluğunca, gitme-gitme yazısı yazılmıştır.

Usanacağından korkmasam yüzden de, binlerce on sekiz binden de güzel, gitme-gitme konusunda yüz beyit daha söylerim.

CXXVII

Honok on con ki reved mest-o herâmon ber-i û

Berehed ez her-i ten der sefer-i mesder-i û

Ne mutlu o cana ki sarhoş bir halde sallana sallana ona doğru gider. yolculuğunda da beden eşeğinden kurtulur gider.

*      İki nalınını da çıkarır; dünyadan da vazgeçer, kendinden de. Mûsa gibi gerçeklik ayağını onun kapısına basar.

*      Circîs gibi yüz kere onun aşkıyla şehit olur; y ahut da İshak gibi onun hançeriyle kesilir

*      gider.

Dertlerle, ağrılarla dopdolu olan bu baştan başka, bir başka baş elde eder; yarlıganma, kendi miğferini onun başına kor.

* Mîkâil, onun rızık kilesini kırarsa yerine kimi zaman ölümsüzlük cenneti verilir ona, kimi zaman Kevser sunulur.

Babası, anası, yakınları, onu toprağa kodular mı, balık kesilir, anası da deniz olur artık, babası da.

Aşk bir yaşayış denizidir ki dibi yoktur... ona sunulan en değersiz şey ölümsüz bir yaşayıştır.

Güneş’le Ay her gece batış mezarına giderler. incisinin parlaklığı onlara yepyeni bir p arlaklık verir.

Onun mahşerinden haberi olan, onun mahşerini gören canı, ölüm meleği yüzlerce nazla-niyazla alır.

Halkın gözünde bedenimiz, o toprakta uyumuş gitmiştir ama canımız onun yeşilliğinde salına

salına yürüyen selvi gibi yürür durur.

* Bedenimiz, görünüşte kanla hıltların madeni değil mi? Fakat bu alın yazısından cana bir hastalık gelir mi hiç?

Böylesine bir çöplükte cana binlerce bağ bahçe var. Peki, iş böyleyse can ne diye onun mezarından korkar?

Arı duru şarap gibi kanı cana gıda edenin ışıklarla dopdolu bedenine, kıpkızıl yüzüne bak hele.

A sevgili, bakınma da bunun geri kalanını sen söyle... söyle de mermerinden yüzlerce kaynak fışkırsın, aksın.

CXXVIII

Heme hordend-o bereftend-o bemandem men- o tû

Çü merâ yâfteî sohbet-i her hâm mecû

Hepsi de içti, geçti gitti; bir ben kaldım, bir sen. beni buldun ya, artık her ham kişinin

sohbetini arayıp durma.

Canının bütün yeşilliği, gençliği, gönül devletindendir... hele hele sen de çimen gibi, söğüt gibi şu ırmağın kıyısında kaladur, gitme.

Gönül evi güzelim ay yüzlülerle doludur. bir bölüğü Zelîhâ’ya benzer; bir bölüğü Yusuf yüzlüdür.

Hepsi de çevresinde halka halka el çırparak oynar. her biri el çırpıp usûl tutarak onun kuluyum ben diye bağırır durur.

O padişah kimin gönlüne gelir de şeref verirse o gönlün her yanı bağ bahçe ke silir; her yanında bir meclis kurulur, bir toy düzülür.[107]

Ne diye olmayacak ümitlere düşer de dört bucakta da bir gürültüdür koparırsın. dağılıp gitmişsin, y arım günceğiz olsun toplanmamışsın.

Hele ey aşk, ben kulunum kölenim, çırağınım senin. pek güzel, pek iyi huylusun; huyun da güzel, yüzün de.

Meclisin sıcaklığısın, herkesin abıhayatısın.

herkes gönül kesilmiştir; alt yana da boş vermiş gitmiş, boğaza da.

Hele ey gönül, senin gözün benimkinden çok keskin; acaba o sokak başında Güneş’e, Ay’a benzeyen de kim?

Ay gibi, gök gibi yüzlercesi, onun yüzünden depremlere uğramış... Yüzlerce zincire benzeyen saç onun zincirine vurulmuş.

Yedi denize daha da denizler katsalar da y etmişe ulaşsa o geçmeye kalkıştı mı, ancak dizinin aşağısına çıkar.

* Yoksa o aşk mı? însana da benzemiyor zâti. padişahlar bile onun kapısına Eyaz olmuş, Kutlu kesilmiş. [108]

Gök de ondan parıltı çalar, güneş de, yıldız da. Yusuf da ondan güzelleşmiş, güzel kokulara bürünmüş, gömleği de.

Bütün arslanlar onun saldırışına karşı topal eşeğe dönmüş. bütün Türkler onun güzelliğine karşı Hintli olmuş gitmiş.

Dudaklarını yum da lâ’l dudakları pek övme... Onun dudaklarına karşı hepsi de hiçtir, hiç tınma.

— H —

CXXIX

Sed homârest-o tereb der nezer-i on dîde

Ki der on rûy nezer kerdeboved dozdîde

O gözün bakışında yüzlerce mahmurluk var, yüzlerce fitne var; olsa olsa o yüze hırsızlamaca bir bakmış olacak.

O sarhoşluğun başında yüzlerce neşe var, yüzlerce heves... olsa olsa kendi eliyle kendi yüzünü sıvazlamış olacak.

Zamanenin ne işvesini görüyor, ne düzenine aldanıyor; çünkü o sevgilinin dudaklarından çıkan selâmı işitmiş.

A zamanın iyisine, kötüsüne yapışıp kıvranan kişi, o büklüm büklüm saçları görmedin; yürü var, mazursun sen.

Bir ney yapan var ki kamışa bir şekil veriyor; bir soluk olmadan feryat eden bir ney gördün mü sen?

Boy atıp büyüyen kamış kimin dudağına eş dost olacak; bunu bir bilseydi kesilmekten korkar mıydı hiç?

Seninle yabancının arasında ne fark var diye sorsalar bize, deriz ki bu fark yeter; sen başımızı okşamadasın bizim.

* “Ol deyince olur” yudumunu o toprağın üstüne döktü de dünya âşıklarının dudakları o yüzden toprağını yalar durur.

CXXX

Ey Hodâvend yekî yâr-ı cefâdâreş deh

Dilber-i işve-deh-i ser-keş-o hon-hâreş deh

Yarabbi, ona cefacı bir sevgili ver; işveli, serkeş, kanlar içen bir güzele düşür onu.

Düşür de gecelerimiz nasıl geçiyormuş, bir bilsin; aşk gamı ver, aşk ver ona, hem de çok çok ver.

Birkaç günceğiz hasta et onu da hastalık neymiş, denesin... düzenci bir hekime düşür

işini.

Çöllere sür onu da susat; sonra da taş yürekli bir sâkîyi sataştır ona.

Yolunu yitirt, şehirden yana doğru bir yol bulamasın; boşuna yürüyen eğri bir kılavuza rastlat onu.

O Ay’ın baş çekmesi yüzünden bütün dünyanın başı dönüyor... bir zamancağız da şu dönüp duran gök kubbenin çevresinde döndür onu.

Bıldır bizim gönlümüzü fırıl fırıl döndüren o avcıyı bir taş yürekliye düşür; ona seven, sevgiye doymayan bir gönül ver.

Sevgiyi, sevgiliyi inkâr ediyor, bana bir sevgili kalmadı diyor; inkârını gider de bir ikrar soluğu ver ona.

Filân gelirse bana haber ver demiştin ya kapıcıya; işte o sözü söylüyorum, o nişanı bildiriyorum sana.

Hoca beni yukardan tutmak istiyor dedi; yürü

var, kendin gibi bir aptal ara sen.

Yeter artık a sâkî, şarap sunduğun kişiyi sarhoş etme; bu kadar sarhoş edeceksen bâri doğru yolu göster ona.

CXXXI

Bedeh on bâde-i canî ki çonânîm heme

Ki mey ez câm-o ser ez pây nedânîm heme

Sun o can şarabını; hepimiz de öyleyiz gene... Şarabı kadehten, başımızı ayağımızdan ayırt edemiyoruz.

Hepimiz de yeşermişiz; süsenden, gül fidanından daha tazeyiz. Salt can kesilmişiz, hepimiz de parıl parıl can gibi parlamadayız.

Herkes isteğe kuldur; istekse bizim kulumuz. Çünkü şu zamandan, şu zamanın dönüşünden çıkmış gitmişiz biz.

Sevgilinin dudaklarına şükrediyor, zurna gibi coşup duruyoruz. hepimiz de maden kesilmişiz de dükkânımızı satmışız gitmiş.

Doğunun parıltısı gölge gibi yuttu bizi; görünüşteyse oluşa benzemedeyiz; yeriz yurduz sanki.

Yeşilliğin, lâleliğin eşi dostuyuz; fakat kötü gözden çekindiğimizden yüzümüz safran gibi sararmış solmuş.

Mushaf getirelim de senin elinden, avcundan başka bir elden bir avuçtan şarap içmeyeceğiz diye sâkîye and içelim.

Canı olan, can gül bahçesinden koku alır elbet... ona sahip olan da anlar ki tümden o’yuz biz.

O koca sağrak yüzünden öylesine tez canlı olmuşuz ki gönlümüz kuş gönlü gibi sanki bedenimizin dışında çırpınmada.

Melekler bile yolumuza aşkla altın taçlar verir. çünkü genç b ahttan daha da fazla kemerler bağışlarız biz.

Canımızı savaşta ilk safta ara; çünkü önde gitmede hep imiz de okuz, kılıcız.

însan karaltılarının perdesinin ardında oturmayız; seher ışığı gibi perdeleri yırtar gideriz biz.

Geceydik, dünya güneşinin ışığıyla sabah kesildik... kurttuk, şimdi tanınmış çobanız.

Tebrizli Şems, canı bezeyen yüzünü gösterdi de rûh gibi hepimiz de canla, gönülle ona doğru akıp gidiyoruz.

— Y —

CXXXII

Nîstî âşık ey cân-ı şikem-hâr gedây

Der forobend-o hemon gende küsanrâ mîgây

A yoksul, a karnına düşkün can, âşık değilsin sen... Kapıyı kapa da o alt yanı kokmuşlarla düş kalk.

Marangozluk maymunun harcı değil. asılsız dâvaya kalkışma, saçma söz söyleme; herzeler geveleme.

Aşk dâvasına kalkışıyorsun; senin harcın mı aşk? A orospu karılı köpek, Tanrı’dan utan hiç olmazsa.

CXXXIII

Hest der helke-i mâ helke-robâyî ecebî

Kamerî bâ heberî derd devâyî ecebî

Halkamızda şaşılacak bir halka çalan var; her

şeyden haberi olan bir Ay, şaşılacak bir dert, şaşılacak bir devâ var.

Safımızda öylesine bir saf yaran var ki bakışından şaşılacak bir ışık vurmada, gönül penceresinden içeriye girmede.

Bu nasıl bir kadeh ki ölümsüzlük kaynağından fışkırıp akıyor; ta canıma dek şaşılacak bir sestir geliyor; var olsun, var olsun.

Kimin gönlünde gam karanlığından bir düğüm varsa onun devletiy le şaşılacak bir düğüm çözücü bulur.

Bu ne büyüdür ki halk onu görmekten mahrum kalmada... yahut bu ne buluttur ki o şaşılacak ay yüzlünün yüzünü örtmede.

Öylesine bir Ay şu kalıbımda nerden doğdu, parladı da gönül yerinden fırladı gitti; hem de şaşılacak bir yere gitti.

Gönül olaylardan doğan vehim evinden dışarı çıktı; bir tek inci içinde şaşılacak bir saray gördü.

Sarayın kapısında, duvarında parıl parıl ışıklar parlamada; cana canlar katan bir tek güzelden sekiz cennet görünmede.

A Tebrizli Şems, bizi şu korkudan, şu ümitten kurtar da yokluktan şaşılacak bir korku, bir ümit belirsin.

CXXXIV

Hest ender gam-ı tu dil-şode dânişmendî

Hemçü nokrest der âteşkede dânişmendî

Gamına düşmüş, perperişan olmuş bir bilgin var; potaya konmuş, ateşe vurulmuş bir gümüşe benziyor o bilgin.

Senin keremine, merhametine, bağışına ümit bağlamış, uzak bir yoldan gelmiş o bilgin.

Aşk yolunda senin hayal leventlerinin yüzünden yaralanmış, darmadağın olmuş... yolu vurulmuş o bilginin.

Bir bilgin böylesine bir yemekten rızıklanırsa güzelliğine ne ziyan gelir ki?

Böylesine bir çılgınlık kadehini sen döndürüp sundukça nasıl olur da töreye uyar, yol yordam gözetir o bilgin?

İnsafın, adamlığın, bir bilginin gamla, boş yere öldürülmesini nasıl revâ görür?

Herkese hararet bağışlayan Tanrı güneşi, bir bilginin buzlar içinde donup kalmasını nasıl hoş görür?

Lûtfun, dersinden bir fayda görsün diye bir bilgini tutmuştur da aşk medresesine çekmiştir.

Unsurların kutsuz terbîi, onu tutmuş, hapsetmiş... acı da bir bilgin şu tuzakta ışıklansın.

Daha çok sözü var ama usanırsın diye korkuy or da şu tap ınakta bir bilgin dudağını yumuyor.

CXXXV

Der dilet çîst eceb ki çü şeker mîhendî

Dûş şeb bâ ki bodî ki çü şeker mîhendî

Gönlünde ne var ki şeker gibi gülüyorsun? Dün gece kiminleydin ki seher çağı gibi gülüyorsun bugün.

A bahar, dünya dudaklarının yüzünden gülmede... yaseminlikte açılmışsın, çiçek açmış ağaç gibi gülüyorsun.

Yüzünden puta da, puthaneye de bir ateştir vurmuşsun. ate şin içine girmiş, oturmuşsun da altın gibi gülüy orsun.

Sarhoş bir halde güle oynaya Tanrı meyhanesinden geliyorsun kıvılcım gibi dünyanın hayrına da gülüy orsun, şerrine de.

Tanrı senin de gül gibi göbeğini gülerek kesmiş. fakat a Ay bugün bir başka şekilde gülüyorsun sen.

Bağ bahçe bütün ağaçlarıyla güzün kurur gider. sen hangi bağın, hangi bahçenin gülüsün ki gül goncası gibi gülüyorsun?

Sen nasıl bir Ay’sın ki düşman sana ok attı mı Ay gibi gökyüzünden o oka da gülüp duruyorsun, o kalkana da.

Bir misk kokuşusun, doru hava atına binmişsin, koşturuyor da koşturuyorsun; bir güneşsin, ay değirmisine gülüyor da gülüyorsun.

Sen tam inançsın, tümden apaçık ortadasın, görünmedesin; artık zanna da gül, taklide de; tamamıyla görüşsün sen; rivayete de gülüyorsun, habere de.

Ölümsüzlük tapısında gören de sensin, görünen de... yola da gülüyorsun, yolcuya da; göçe de gülüyorsun, sefere de.

Yoklukla yok oluş arasından baş çıkarıyorsun da başa da gülüyorsun, taca da, kemere de.

Bütün halk aç köpek gibi ağzını açmış. sense o arslansın ki öküz açlığına gülüp durmadasın.

Soluğundan c ey lanların ciğerlerindeki kan misk kesilmiş. sense o ciğer kanına gülüp duruyorsun; bu da bir merhamet.

A tuzağa, a oyuncunun, düzencinin soluğuna, afsununa gülen, avlanırken ceylanları gökte bile tutarsın sen.

A altüst olmuş gönüle gülüp duran, iki üç beyit kaldı; onları da sarhoşçasına sen söyle artık.

CXXXVI

Rov rov ey cân-ı sebuk-hîz garîb-i seferî

Su-yı deryâ-yı meânî ki gerânî goherî

Git, git a tez can, yolculukta bir garipsin sen. Git, git anlamlar denizine; pek değerli bir incisin sen.

Çok konaklar aştın; hatırındaysa inat etme, bu tavladan da geçip gideceksin.

Yıka kanatlarını, arın şu balçıktan, tez ol... ne diye uçup giden do stların peşinden uçup gitmiyorsun? Ne yapıyorsun sen?

Hadi, testiyi kır, derede ak a abıhayat. her testi kıranın önünde ne vakte dek kâsecilik yapacaksın?

Şu mahallenin başından sel gibi ak, denize yürü. bu dağın belinden kimse kemer kuşanamaz.

Yeter, ne batarken bahset Şems’ten, ne doğarken... Zâti onun yüzünden kimi yeniay gibisin, kimi dolunay gibi.

CXXXVII

Ey derîgaa der-i in hâne demî bugşodî

Mûnis-i hîş bedîdî dil-i her movcûdî

Yazık yazık; bir solukcağız şu evin kapışım açsaydın her varın, her varlığın gönlünü kendine eş dost görürdün.

Yakub’un gözü oğlunun yüzüne açılırdı; buluşma sâkîsi tek Tanrı’nın şarabını sunardı o vakit.

Seni gören, seni seven benim, korkma; kârı gördün ya, ziyanı hiç düşünme diye o güzel, yüzünü gösterirdi sana.

Hiç kimse filân üst oldu diye kıskanmazdı... herkes can çayırlığında muradına erer, esenleşirdi.

Gece ordusunun gelip yağmaladığı bir gün bile

kalmazdı; ne altın para kalırdı, ne gümüş para, ne de sayma hevesi.

Eski neşeyi hatırlaman hiç de gerekmezdi; cennet bahçesinde armut gamı mı çekilir hiç?

Gönlümüzde yüzlerce düğüm                             var...

Kereminden bir su nasip olsaydı açılır giderdi.

Olmayacak hayaller yolumuzu bağladı; çünkü güneşe benzeyen yüzü bir kalkan altında gizlenmiş.

Herkesi isteyen odur, istenen takmış adını. Herkese tapan o, adı tapılan.

Şu beden mescidinin kayyumu da canınızdır, müezzini de. secde ediş, secde ediliş sıfatında gizlenmiş.

A gönlün de Eyaz’ı Tebrizli Şemseddin, canın da. îki dünyada da senin gibi Mahmud bir padişah yoktur.

CXXXVIII

Seherî kerd nidâyî eceb on reşk-i perî

Ger gerîzîd zi hod der çemen-i bî heberî

Seher çağında, o perilerin bile kıskandıkları güzel, şaşılacak bir sesle bağırdı; habersizlik çayırlığında kendinizden kaçıyorsunuz dedi.

Yüzümü gönlüme çevirdim de ne de hoş bir müjde dedim; gamlara, düşüncelere dalmış, perperişan olmuş, toprağa bile can veriyor.

Bütün kutlu canlar seni beklemede... sen neden can olmuyorsun, sevgiliye uçmuyorsun?

Öyle bir padişahın sana baktığı konakta o yana, bu yana bakmak küfürdür.

Sivrisinek gibi her yelle dağılır giderken kendini devlet kuşu sayman yakışık almaz.

Aşağılık kişilerin korkutmasından gönlün ürkmesin, aşağılık kişilerin tümü bir çöpe bile alınmay a değmez.

Gönlüm gamından baş kurtarmak için düzene girişti; a ahmak dedim, başını kurtarsan bile sırrını saklayamazsın ki.

A Tebrizli Şems, hayalin benden yana ters

baktı; elden çıktım da ne de güzel bakışın var dedim.

CXXXIX

Şekenî şîşe-i merdom gerov ez men gîrî

Heme şeb ehd konî rûz şekesten gîrî

Benden rehin alır, halkın şişelerini kırarsın... bütün gece kırmamaya ahdedersin, gündüzün kırmaya başlarsın.

Arslansın, arslanları bile yenersin; tavşana kin gütme. arslanı yıkmaya, Tehemten’i tutmaya gücün yeter senin.

A Süleyman, dev de buyruğundadır, peri de. ne diye harman başında suçsuz karınc ay ı tutarsın?

Ne bir zengini görürsün, ne bir çıplağı; ne aç dersin, ne açık. Bir hoşça yakasına yapışırsın, eteğinin ucunu çeker durursun.

A gönül, sığınılacak eminlik yurdu orası; gönlüne ürküntü verme; aklını başına al;

akıllıysan o eminlik yurdunda eğleşirsin.

Katreden vazgeçersen denizde balık olursun... habbeyi bırakırsan ülke olur, mahzen kesilirsin.

Tümden o olmadıkça yağ gibi suyla beraber bile olsan sudan uzaksın; fakat o oldun mu, artık tutar, yağdan su çıkarırsın.

O mızrak çeker de sana saldırırsa, ona doğru gitmez de zırha sığınırsan erlerin ay ıb ısın, yüz karasısın.

CXL

Nî tu şekl-i degerî seng nebâsî tu zerî

Seng hem bûy bered nîz ki zîbâ hoherî

Sen bir başka şekilde, başka kıbâlde değil misin? Taş değilsin, altınsın sen. taş bile bir koku alır senden; çünkü pek güzel bir incisin sen.

Gönül verdim şuna, sana bitişik bir ev kurayım diyorum; çünkü pek eşi bulunmaz, yemyeşil, yüce mi yüce bir ağaç sın sen.

Yeşilliklerin tümü senin yeşilliğinin sayesinde sana döner... ne söyleyeyim ben? Senin nemin bir başka neme benzemiyor ki.

Süt gibi, bal gibi bizimle karışmışsın ama bizimkilerden, bizden olduğunu bir türlü akıl kabul etmiyor.

CXLI

Morg-ı endîşe ki ender heme dilhâ beperî

Be Hodâ k’ez dil-o ez dilber-i mâ nî eserî

A bütün gönüllerde uçan düşünce kuşu; and olsun Tanrı’ya ki bizim sevgilimizden haberin bile yok, ondan bir belirti bile elde edememişsin.

Her pencereye vuran, her delikten giren bir güneşsin ama o bakışın, o görüşün aslını göremiy orsun.

A geceleyin esen yel, haber çavuşu gibi haberler getiriyorsun; fakat neden o haberler denizinden haberin yok?

A gözcü, hani sana akıl diyorlar, fikir

diyorlar... hani beyin tavanında yurt edinmişsin; bakışa, görüşe bir mum olmuşsun.

Dama çıkmışsın da yeniayı aramadasın, gözetmedesin. fakat yeniay nerde a yoksul, sense nereye bakmadasın?

A korkak gönül, aşktan kaçıyorsun ama aşkın elinden canını kurtarırsan, canını kurtarmamış olursun.

Her adımda işveler satan, cilveler yapan yol kesiciler var; bir işvecilerden işve alırsan, bu cilvelere kapılırsan vah sana, eyvah sana.

A Ay, bekçisin ama elbise soyanlardan sakın. gümüş kemerin var ama külâhını kaparlar senin.

A Ay, topluluğuna aldanma; şuna dikkat et: Ordun var, topluluğun var ama bütün gece korkundan kaçıp duruyorsun.

Kaçıp duruyorsun ama aşkın elinden canını kurtaramıyorsun. bütün bedenin kalkan ama gene de sana bir ok gelip sap lanıy or.

Bütün bedenin kalkan, gizli bir yoldan gitmedesin... fakat kanadın ister iki olsun, ister üç; gene de o tuzağa tutulmuşsun sen.

Gözbebeğisin; gözbebeği, halkı seninle görür; görüş ıssısın ama gönüle baktığın bile yok; görmüyorsun onu.

Göz karaltısının karanlıkları içinde ab ıhay at gibi yurt edinmiş, gizlenmişsin.

Göz içine ev kurmuşsun; sana kimsecik dost olmamış. onun kaynağından coşan suya göz dikmişsin.

Şekerin, aşkın tadından haberi olsaydı utancından erir, su kesilirdi; şekerlik satmaya kalkışmazdı.

Kıskançlık gözü, haset yüzünden şekerin kulağını sağır etti gitti. şekerin kulağını sağır eden gözden kork.

Gökyüzünün arslanısın sen; bütün arslan yürekliler yürek pekliğini, safları kırıp geçirmeyi, ayak diremeyi, dayanmayı hep senden beklerler.

Yüreklilerin yürekleri üstünlük suyunu senin elinden içerler; fakat gönül ıssı erlerin gönüllerinin pusu yerinde senin de yüreğin yufkadır, senin de gücün yoktur.

Arslan, ateşten pek ürker de kaçar mı kaçar... gönül de ateş tapınağıdır; ateşin kıvılcımına, alevine atılmak için pervane gibi can gerek.

Pervanenin kanadını gönül pervanesinden başkası yakamaz; ateşin yalımından bir kanadı on kanat kesilir onun.

Hilim padişahısın; boşluktan uç, gönül pervanesinin kanadının altına gir de insanlara da, perilere de bilgi bağışlayan Tanrı sana da bilgi bağışlasın.

Yürü, Mirrîh’e de ki: Gönlün kavuşmasını seyret de hançerini bırak, artık baş kesmeden vazgeç.

Kestiğin başın yerine bir başka baş vermeye gücün varsa baş kesmen değer; çünkü buyruğun y ürür, başlar vericisin sen.

Baş, başlığı senden buldu; kanat, kanat oluşu

senden çaldı; kanat olmayı senden öğrendi; senden altınlar aldı, getirdi.

Bir üfürmesiyle yüzlerce kadeh yapan, sağrak düzen şişeci, bir kadeh kırarsa kınanıp işten alınmaz.

Müşteriye ben gümüş alacağım, alıp götüreceğim demek düşmez; çünkü gümüş alıp götüren gümüş bedenli ne gelmiştir, ne de gelir.

Zelîhâ Ken’an diyarına Ay olana Müşteri olmuştu; Ken’anlı güzel gümüş bedenliydi; onun uğruna gümüşleri saymak da değerli elbet.

A mızrap vuran Zühre, artık gönül mızrabını duy; gençliğe aldanma; sonunda gençlik çeng gibi senin de belini büker.

Niceye dek gönül çengi, şu çengin, şu tefin, şu neyin yüzünden kırılıp gidecek? Gönül babalık etmezse vay ananın haline.

A Utarid, bundan böyle şu kâğıtla, şu kalemle, mürekkeple büyüdün, semirdin; ululuklarla, hünerlerle dopdolusun.

Fakat kaplan olsan bir yelle fare kesilirsin; arslan olsan bir saldırışla kediden beter olursun.

Kalem gibi başını ayak yap da gönlün izine düş, yürü... çünkü yoklukta, şekilsizlikte izlenecek izler vardır.

CXLII

Be degel key begozîned dil-i yârem yârî

Key ferîbed şeh-i terrâr-ı merâ terrârî

Sevgilimin gönlü düzenle bir sevgili mi seçer? Yankesici padişahımı bir yankesici aldatır da kandırabilir mi hiç?

Benimle o sevgilimin arasına kıl mı sığar hiç? O gül bağında, o gül bahçesinde yılan mı uyur hiç?

* Örümcek bir ağ gerse bile yabancılara perde olur. bense onunla gene de bir mağarada olurum; hani Sıddıyk’la Muhammed gibi.

Sadberk gülü, onun yüzünü kıskandı da elbisesini yırttı. gülün hali bu olursa dikenin

hali ne olur ki?

İki üç beyit daha söyleyeyim; hem de öyle beyitler ki başını da bilmezsin, ayağını da... fakat sen de gönlüm için olsun, n’olur, evet diye sakalını oynatıver.

Nice hekim vardır ki delinin aklını başına getirir; bu benim hekimimse iki dünyada da bir tek akıllı komadı gitti.

Günyüzünün kılıçlarını her şeye vuralım; ondan başka ne varsa kıralım geçirelim. zâti onun yüzünden başka bir gelir istemiyoruz biz.

Mademki güneşe tapıyoruz, dama çıkalım da güneş bir duvarla yüzünü örtme sin bizden.

Güneş kimdir? Söyle: Tebrizli Tanrı Şems’i. Öylesine bir güneş ki onu övüş söz sahifelerine sığmaz da sığmaz.

CXLIII

Hele tâ zen neberî k’ez kef-i men begrîzî

Hîle kem kon negozârem ki be fen begrîzî

Hele sanma ki benim elimden kaçıp kurtulacaksın... Düzene az başvur; hileyle, düzenle kaçıp kurtulmaya bırakmam seni.

Tatlı canın elimdedir; avcumda... istersen bedenden kaç; bedensiz can ne yapabilir ki?

Tüm zehir bile olsam alışmalısın bana; leğenden kaçıyorsan pervane değilsin demek.

Boğazını sıktım, bağladım; fakat kabak gibi haberin bile yok bundan. bağladım, çekip durmadayım seni, nasıl kaçıp kurtulacaksın?

Bülbüller de yeşillikten memnun, kuşlar da; hepsi de hoş. sen tutar da yeşillikten kaçarsan kuzgunsun, baykuşsun, pislik böceğisin.

Değil mi ki seni tutmuşum, hile, düzen düşünme. ölmen, güzelim huy lara kaçıp kavuşman daha iyi.

Saman çöpü gibi yerinden uçup gitsen n’olur ki? Kafdağı değilsin ya. kırılmadan korkup da kaçsan ne çıkar? Altın değilsin ya.

Huten güzelinden bir ahlâksız gibi korkar,

kaçarsan bütün erlerin canı senden bezer gider.

Değil mi ki resimsin, ezel ressamının elinden kurtulamazsın... değil mi ki putsun, seni yapan, yonan kalemden, sana tapan şamandan nasıl kurtulabilirsin?

Ben seni Ay saydım ya; Güneş’sin halbuki. bu burçtan, bu bedenden kaçmazsan tutulur kalırsın.

Süleyman’dan ürkersen devden kurtulamazsın. vatandan kaçarsan gariplikten kurtulamaz sın.

Hayır. Sus, çünkü seninle binlerce işim var; zâti de Süheyl, Yemen’den kaçmaya bırakmaz seni.

CXLIV

Ey ki tu çeşme-i lıeyvân-o behâr-ı çemenî

Çü menî tu hod-ı hodrâ ki begûyed çü menî

A sevgili, abıhayat kaynağısın, ilkbaharsın, yeşilliksin sen. tıpkı bensin sen; kim kendi

kendine tıpkı bensin sen der?

Geceyim ben, dolunaysın sen; gecenden kaçma... hattâ Ay da kim oluyor? Yüzlerce topluluğun güneşisin sen.

Şu gök damında Ay, kapının bekçisidir; “Gerçeklik makamında oturmuşsun” ama vatanda padişahsın sen.

Ay ömrün kadehidir; kimi dopdoludur, kimi yarı dolu. zamanın ömrü değil misin sen? Kadehe sığmazsın.

Senin buyruğunun yürüdüğü zamanda birisi tutar da zamanın cefasından şikâyet ederse, cefa papucuyla ağzına vursan yeri var.

Çünkü şu zaman tıpkı bedendir; sense onda cansın sanki. değil mi ki senin gibi bir can, bedenin canıdır; beden de artık beden olmaz; can kesilir, can.

Melekler, Âdem’in bedenine hemencecik secde ettiler; çünkü o yüce, o kutsal bedende senin can ışığını gördüler.

Şeytan, o bedeni balçıktan yapılmış gördü de başını secdeye eğmedi; yürü git, şeytansın sen diye reddediş çomağı kafasına indi gitti.

CXLV

Her ki ez nîsti âyed be sû-yı o heberî

Ender o ez beşeriyyet benemâned eserî

Kime yokluk dünyasından bir haber gelirse onda insanlıktan bir iz kalmaz artık.

Yücelerden ta aşağılara dek her yanı illet kaplasa onun himmeti illetlere göz ucuyla bile bakmaya tenezzül etmez.

Kim darmadağın olur, varlığından, benliğinden çıkar, yok olur giderse, gerçek gözüy le onun bulunduğu yana o bakabilir.

Güzelim elbiselere bürünmüş arı duru bir cevher görür; canlı bir bedende oturup durmada.

Görünüşteki şekliyle, kılığıyla görüşüp konuşmayı ne diye yeter buluyorsun? Yürü, bir başka hale gir; çünkü o da bir başka hale girmiş.

Ona şükretmeyi benden duy, benden işit... canına, başına and olsun ki o tatlılıkta bir şekeri ne tatmışımdır, ne görmüşümdür.

CXLVI

Hele hüş dâr ki bâ bî heberan nestîzî

Pîş-i meston-ı çonon retl-ı geran nestîzî

Aklını başına al da hiçbir şeyden haberi olmayanlarla savaşma. Öylesine koca bir sağrakla sarhoş olanlara karşı ayak direme.

Yay gibi, ta sona dek eğri kalmayı istemiy orsan, seni kendilerine doğru çektiler mi, inada kalkma, teslim ol onlara.

Dileğe uyuş kurduna paralanmak istemiyorsan, çoban seni yanına çağırdı mı, inat etme; git.

Bilmez gibi padişahlara, bunlar da kim deme. Sana bir şekil, bir iz gösterdiler mi, inada kalkışma.

Canınla gönlünün arasından bir baş çıkardılar mı, inat etme; bu lûtfun şükrü olarak canını

ortaya koy.

Açıktan açığa “Duyduk da, uyduk da” dedin mi, içinden inat etmezsen bu o vakit açığa çıkar.

Gideceğin yerde de zannın, işkilin var, geldiğin yerde de... apaçık görenlerle savaşmazsan bu zan, bu işkil kalkar; gerçek apaçık belirir.

Koca dağ gibi ayak diremez de zerreye dönersen iki dünya da zerreler gibi görünür sana.

Mekân gibi inat etmez de zaman gibi kendinden geçer gidersen, zamandan da kurtulursun, mekândan da.

Dolap gibi akarsuy la savaşmazsan gökyüzü gibi kendiliğinden dönmeye koyulursun, işe girişirsin.

Dünya bile padişaha inat edemez; Tanrı için olsun, Tanrı için, sakın padişaha karşı inada kalkışma.

* Yola düşer de, Hemedan’da ayak

diremezsen (her şeyi bilirim dâvasından vazgeçersen), Bağdat’a ulaşırsın, Halife’nin yüzünü görürsün.

Kükremiş arslanla savaşa kalkışmazsan hilen, düzenin de işe yarar, şiven, cilven de rast gelir.

Dille söz söylemede inat etmez de tümden gönül olursan, aynaya dönersin de susarak sözler söylersin.

CXLVII

Ber yekî bûse hekastet ki çonon mîlerzî

Z’on ki conest-o pey-i dâden-i con mîlerzi

Bir öpücük için böyle titreyişin gerçektir, yerindedir; çünkü candır o öpücük, can vereceğim diye tir tir titriy orsun.

Sözden, soluktan bulanır, buğulanır ayna... ayna için, ayna sahibinin üstüne titriy orsun sen.

Şu dünya gece gündüz korkuyla, ümitle titrey ip duruyor. sen de düny anın canısın; onun için can gibi titriy orsun.

Bütün kumaşların pazarcıda; kâr-ziyan yüzünden tir tir titreşen de değer.

Avın senin korkundan nasıl titriyor. sen avcısın, yayın, okun var ama o titredikçe sen de titriy orsun işte.

Görünüşte Ay’sın ama bir dikkatli bakılsa Mirrîh’sin sen... halkı öldürmeye kastetmişsin; kılıç gibi titriyorsun.

Fitneler peşinde şarap küpü gibi coşup köpürüyorsun; öfkelenmiş kişinin âzası gibi kaynamada, titremede sin.

Halk yapraklara benziyor, sense yelsin; herkes senin yüzünden titriyor. görünüşte saflar y armadasın; fakat gizlice titriyorsun.

Gönül, güneşe benzeyen yüzünün ardına düşmüş, tıknefes olmuş, tutulup kalmış. fakat sen ne diye hafakanlara tutulmuşsun, ne diye gönül gibi titreyip durmadasın?

Lûtufta ilkbaharın da canısın, bağın bahçenin yeşerip gelişme sisin. böyle olduğu halde gene de güz yelinden yaprak gibi titriy orsun.

Şükür köşküsün, sana her ulaşan şükreder... sabır tavanısın, ağır yükten titremedesin.

Kafdağı gerçekten de oturamaklıdır, hiç titremez. yoksa zanlara mı düşmüşsün ki zan gibi titreyip duruyorsun.

A zanlara düşen, onları söyleyen, hele soluğunu kes, sus. karıların fal bakıp üfürmelerinden karılar gibi titriy orsun sen.

CXLVIII

Çend rûzest ki şetrenc-i eceb mîbâzî

Dâne-i bü’l eceb-o dâm-ı eceb mîsâzî

Kaç gündür şaşılacak bir satranç oyununa dalmışsın, bir acayip oyun oynamadasın. şaşılacak yemler saçmadasın; şaşılacak tuzaklar kurmadasın.

Gönlünü katılaştırdın mı, kim canını kurtarır senden? Bu çeşit işe bir giriştin mi, başını kim kurtarır elinden?

Buyruğun şehitlerin kanlarında oynuyor.

ölüm bir fare ama kediyle oynuyor sanki.

Âşık kötü zanlara düşer; oysaki bunlardan uzaksın sen; tüm lûtufsun, yeni baştan tutar, bir başka lûtfa girişirsin.

Neye benziyorum; hem dudağının tadını tatmadayım, hem ağlayıp inlemede... kimsecikler benimle eş olmak ümidine düşmesin diye de soluğumu kesmedeyim.

Ney feryat eder ama ondan dudağının kokusu gelir; beyne, akla vurur, gammazlık eder; o fery at, dudağının sırlarını söyler.

Düzenbazlık için değilse sen de feryat edip duruyorsun. boş yere mi böyle soluğun güzel, sesin hoş?

Her ses tanık olmaz, haber getirmez; bu haberi o sese solukdaş kesilenden duy da anla.

A gönül, kendinden de boşal, düşüncelerden de. ney bomboş bir hale geldi de o yüzden onunla solukdaş oldu.

CXLIX

Vekt-i on şod ki bedo rûh-fezâ âmîzî

Morg-ı zeyrek şeviy-o hoş be du pâ âvîzî

O cana canlar katan güzele sarılmanın çağı geldi. akıllı, çevik bir kuş olup iki ayağınla o dala yapışmanın tam vakti erişti.

Ağaçlar gibi aç bahar yeline göğsünü... çünkü kış yeli; güz yeli zehirdir sana.

Anlam âleminin şeker gibi gülüşüyle tüm şeker kesil. a hoca, ne diye ekşi huyluluğa sarılır kalırsın?

Sen varlık duvarının altında inci definesisin... sen o rtad an kalkarsan define meydana çıkar.

O ezelî altın kesintileri beden toprağındadır; bir elersen kesintiler kalburunun dibinde kalır gider.

A kardeş, bedeninin kınından can kılıcını sıyır. öylesine keskin bir kılıçtır o ki ay değirmisini bile ikiye böler.

* Sonsuzluk meydanında al ele kılıcı, kara donlu bir atsın sen, koş; geceden de dışarıya çık, gündüzden de.

Kaynaktan gönlüne çek abıhayatı; çünkü can yaradılışına bakılırsa bir arka benzersin sen.

Bunu başaramazsan padişah Şemseddin’in yanına kaç... çünkü o, can bakımından Arş’tandır, beden bakımındansa Tebriz’den.

CL

Be şeker-hande eger mîbebered con zi kesî

Mîdehed cân-ı hoşî por terebî por hevesî

Şeker gibi gülüşüyle birisinin canını alırsa, karşılık olarak pek güzel, pek neşeli, pek hevesli bir can verir ona.

Seher çağında herkese, her şeye güneş gibi saldırır. gece vakti bekçi gibi herkesin gönlünün, canının çevresinde dolanır durur.

Kimi vakit saçı saçmak için tutar, bir yük şekerkamışı getirir. kimi vakit de sinek gibi o kamışları emer, dudu kesilir.

* Kimi vakit müderris olur, başköşeye geçer, ders okutur; Sadr-ı Cihan’ın derecesi yok olur

gider.

Kimi bir solukta Meryem’i gebe eder, İsa’yı yaratır; böylece de îsa, soluğuyla onun soluğuna tanıklık eder.

Kimi tutar, bir çöpü göze can sürmesi yapar da çeker... kimi de olur, iki dünyayı da gözüne bir çöp gibi gö sterir.

Zamanla bağlı bir görüşün var; önüne ne gelirse ona yamanıp kalıyorsun; önüne, ardına b aktığ ın bile yok.

Oysaki Salih o, iki dünya da bir deve. bizse çan gibi nara atıp duruyoruz.

CLI

Be şeker-hande eger mîbebered con zi kesî

Mîdehed der evezeş cân-ı hoşî bu’l-hevesî

Şeker gibi gülüşüyle birisinin canını alırsa, karşılık olarak pek güzel, pek neşeli bir can verir ona.

Seher çağı güneşi herkese, her şeye saldırır; gece vakti bekçi gibi herkesin gönlünün, canının çevresinde dolanır durur.

Kimi vakit, sakın der, satranç padişahıyım ben; sen benden bir beydak alırsan ben senden bir at alırım.

Öylesine dudular var ki onun şekerine bir eşek sineği yol buldu mu, kıskançlıktan kendilerini öldürürler.

Aşağılık biri o şekerden bir parçacık alıp gitse, yoksul dudu, kendini p aramp arça eder gider.

Sevgili, düşmanımın yüzüne baktı, şimşek gibi güldü de, şu gönlüm bulut gibi ağladı da ağladı.

Seni anlay anın gönlünde iki dünya da kaybolur gider... fakat seni bir çöp gibi gören gözlere nasıl girebilir ki?

Öyle bir kişiyim ki bir solukla îsa soluklu birisini yaratır giderim diye Meryem’in koynuna üfürür de anlam bakımından gebe bırakır onu.

Canların toplandığı yer sensin, can sana

gelmek ister. çünkü sen denizsin; hepsi de seldir, Fırat’tır, Aras’tır.

Sen Salih’sin, şu iki dünya da sanki bir deve... bizse çan gibi nara atıp duruyoruz.

Çanın narası devenin oynayışındandır. onu tundan tuna götüren devedir.

Yanmayan mumdan ışık isteme. Mûsa’nın ışığını istiyorsan yürü, köz alınacak ateşe git.

Yeter, şu söz bir hayaldir, hayale saplanıp kalma. çünkü gerçek âleminde gözün, görüşün de var, elini tutan da var.

A Tanrı ışığı, üstünlükler ıssı Husâmeddin, gönül hekimliğini bilirsin ama ne nabız tutarsın sen, ne hekimlik okumuşsundur.[109]

CLII

Neng-i her kaafile der şeş-dere-i Îblîsî

Tu beher niyyet-i hod mesher-i Îblîsî

* Şeytan’ın altı kapılı tuzağına tutulmuşsun;

her kervana ayıp, âr kesilmişsin... neyi kurarsan kur, şeytana maskara olmuş gitmişsin.

Şeytana ot vermek için bedenine kurban olmuşsun; ya şeytanın kuzususun sen, yahut da keçisi.

A herif, neden pişman olmuşsun; boynunu eğ. şu sille yemede şeytana uymuş gitmişsin zâti.

A pişmiş şalgam, o terelikten ümidini kes. çünkü ekmek peşine düşmüşsün, şeytan teresi olmuş gitmişsin sen.

Ekmeği görüyor, ahlâksızca üstüne düşüyorsun. devlerin erlik suyuna âşıksın, şeytanın erkeğine gönül vermişsin.

Oruç tutmaya niyet ediyorsun da torba, a eşek diyor sana, başını sok torbaya; sen şeytanın torbasısın zâti.

Ne olacak, nasıl olacak. gerçekten haberin bile yok. O bilgiyle, o hünerle şeytanın ardısın sen.

Etini semirtme kaygısıyla arıklaştın gitti... Şeytanın gırtlağı kesildin, feryat edip duruyorsun.

Küfür olsun, iman olsun, yiyedur; sonra da köpekler gibi sus. Çünkü sen şeytana inanmış bir kâfir karı olmuş gitmişsin.

Ölüm çağına, hırıltı vaktine dek sirkeye dönmüşsün sen. Şeytanın hırıltısı gibi ekşisin, kokmuşsun.

Kıy amete dek sinek gibi o dolayın, o sofranın çevresinde uçadur; şeytanın dolayındansın zâti.

CLIII

Be şeker-hende botâ nerh-ı şeker mîşekenî

Çi zened pîş-i du le’l-i tu akıyk-ı Yemenî

A güzel, şeker gibi bir gülüşle şekerin narhını kırıyorsun. senin lâ’le benzer dudaklarına karşı Yemen akıykı ne diyebilir, ne yapabilir ki?

A gül yanaklı, iki üç hafta gül bahçesine gitme de yeşillikteki kızıl gül utanıp da dökülmesin.

Gül de kim oluyor ki? Başını kaldırsan da bir gökyüzüne baksan gökten Zühre’yi de baş aşağı yere düşürürsün, Ay’ı da.

Tanrı seni fitne koparmak, yeryüzünü birbirine katmak için yaratmış... kıyamet fitnelerini koparmaz, Arasât günü gibi âlemi birbirine katmaz da ne y aparsın?

Ateş gibi yüzü gönüller yakasın diye verdi sana. kıvrım kıvrım saçları gönüller kırasın diye verdi sana.

Gönüllerimiz ateş tapınakları, yüzün oralarda şaman. Her put, her güzel, sen benimsin diye yüzünü şamana tutmuş.[110]

Gönlünü alma benden; çünkü cefaya kalkışırsan, gönül Kafdağı bile olsa onu tutar, kökünden söker, atarsın.

Bir kuyuya benzer çene topağında eşi bulunmaz bir su var; hangi kuyuya düşersem düşeyim, bir ip gö steriy or bana.

Eşsiz güzeller, gamında yollarını da yitirdiler,

dinlerini de... çünkü güzellerin en güzellerinden de güzelsin sen.

Keskin fikirlileri, şu mecliste ne düzen kuruyorsun, bilmesinler diye, yüzün boyuna sarhoş eder durur.

A gönül, ondan başkasına gönül verirsen kâfirsin. kâfirsin a beden, ondan başkasının aşkına sataşırsan.

And olsun Tanrı’ya, onsuz göklere bile çıksan mezardasın. onun elbisesinden başka ne giyersen kefene bürünmüş sayılırsın.

A Tebrizli Şems, canda yurt edinmişsin sen. sana vatan canların canıdır; çünkü vatanda cansın sen.

CLIV

Ger tu mârâ be cefâ-yi senemon tersânî

Şikem-i gorsinegonrâ tu be non tersânî

Bizi güzellerin cefasıyla korkutuyorsun ama karnı acıkanları da ekmekle korkutuyorsun

sanki.

Sevgilimin sövüp saymasıyla gelir, beni ürkütürsün ya; ölüleri de dikekor da canla korkutursun.

Mecnun’a Leylâ’nın dudaklarından kötü bir söz söylersin ama mahmur gibi onu da koca sağrakla korkutursun.

Ateş üstündeki tencere gibi onun ısısıyla dudaklarım kurumuş... fakat o tatlı dille korkuttuğundan daha az korkutursun ümidindeyim; kulağım onda.

Ayrılık kurdunu peşime taktı da daralttı beni. fakat çobanla korkutursan ben korkmam, kurt korkar.

Onun acılığıyla korkutuyorsan beni şarapsın sen. sinekleri sofrayla, yemekle korkutuyorsan pek sâfsın sen.

Burda toplananların hepsi de kumarbazdır, varlarını y oklarını oy narlar, yutulup giderler; onları ziyanla korkutuyorsun ama tacir değil ki onlar.

Lâtif hayallere benzerler; onlara ok atasın, yahut yayla korkutasın; mümkünü yok... ne kanları vardır onların, ne etleri.

CLV

Çi herîsî ki merâ bî hor-o bî hâb konî

Derkeşî rûy-o merâ rûy be mihrâb konî

Ne de hırsın var; beni yemeksiz, uykusuz bırakırsın; yüzünü benden çevirirsin de yüzümü mihraba yöneltirsin.

Suyu ağzımda zehirden de acı bir hale getirirsin. Ödümü koparırsın, ciğerimi derdinle eritir, su edersin.

Beni hacca sürersin; çölde keser gidersin de, devemi de, varımı yoğumu da Araplara pay edersin.

Kimi kuraklık verir, meyvemi, ekinimi kurutursun; kimi y ağmur yağdırır, hepsini de sellere verir, siler süpürürsün.

Damından kaçsam okla vurursun beni; dama

çıksam elini mızraba atar, nağmelerle indirirsin aşağıya beni.

Edepli bir hal takınsam, yürü dersin, sarhoş değilsin sen... Edepsizlik etsem, edebe ait hikâyeler anlatmaya koyulursun.

Kerem yağmuru gibi damıma yağsan iki gözümü de gözyaşlarıyla oluğa döndürürsün.

Herkesten kesildim, bir bucağa çekildim mi, keşişe döndün dersin. Sohbet etmeye koyundum mu, d o stlara düşman edersin beni.

* Keten gibi gönlümü derdine sarsam, derdinle bükülüp dokunsam, keten gibi ay ışığıyla eritirsin, kökten yok eder gidersin beni.

Sana dayanıp güvensem, sebebe yapışmak y olumuzdur yordamımızdır dersin. sebeplere sarılsam, onları yok etmeye, onlarda iş yok demeye kalkarsın.

Can doğanını avlar, tırnaklarını kırarsın. beden talimli köpek olur; onu tutar, güçsüz kuvvetsiz bir hale sokarsın.

Yüzümüzün renk kuyumcusu, tutar da bir dükkân açarsa, kuyumcumuza kalp satıyor der, adını kötüye çıkarırsın.

Ben kim oluyorum? Senin kapında gerçek sabah bile, olur ya, beni yalancı çıkarır diye tir tir titrer.

Her şeyi yok edersin, sonra tutar, yok ettiğinin yüzlerce fazlasını verirsin... kışı yollar, ardından ilkbaharı verir, yeryüzünü yeşertirsin.

Güneş kılıcıyla yıldızların boyunlarını kesersin; sonra gene onlara unnab gibi bir yüz verir, bir parıltı bağışlarsın.

Adam sustu mu, söyle dersin; söyledi mi, yeter dersin, sus; ne diye böyle bir kapıyı açıyorsun?

CLVI

Tıygrâ ger tu çü horşîd demî tende zenî

Ber ser-o soblet-i in hende-zenon hende zenî

Kılıcı, bir soluk, güneş gibi sıyırıp çaldın mı, şu gülenlerin başlarına da gülersin, bıyıklarına

da.

Padişahlık elbisesinden soyundun da yamalı hırka giydin... o yüzden de gönlümüzü ona benzettin, paramparça ettin.

O büklüm büklüm saçlarınla bir kulu bağışladın mı, şu balçığa bağlanmış bile olsa kurtulur gider.

O lâ’l renkli şarabı şu utangaç adamlara bir sundun mu, akıl nerde kalır a sâkî, edep, hayâ ne yana gider?

Parıl parıl parlayıp her yanı ışıtan Ay’a yüzünden bir yalım vursa, Ay büyür de büyür, gökyüzüne sığmaz olur.

Ay, Zühre’ye der ki: Benim sarhoş olduğum şaraptan sen de bir içseydin sarhoş olurdun da darmadağın mızraplar vururdun.

Ay’dan balığa dek bütün varlık, can sâkîsinden sarhoş olmuş. peşini al, ne diye gelecekten lâf eder durursun?

Kalk, bugün kutlu, mutlu, iyi bir gün. hele

bir de gözün o kutlu yüzü görürse.

Doğanın başında külâh, ayağında da halka var da bundan dertliyse şu halkaya bir külüng vurdun mu, ayağı kurtulur gider.

Hele a doğan, külâhını çıkar, kanadını aç. uçup o sonsuz devlete ulaşmanın çağı geldi; söz söyleme.

Şu söz söylemeyi Mansûr gibi darağacına çek. kadınlar gibi niceye dek pamuk yumağıyla oyalanıp duracaksın?

CLVII

Be hak-o hormet-i on ki hemegonrâ canî

Kedehî por kon ez’on ki sıfeteş mîdânî

Herkese cansın ya; onun hakkı için, onun yüzü suyu hürmetine huyunu suyunu bildiğin o şaraptan bir kadeh sun.

Herkesi, her şeyi altüst et; ne alt bırak, ne üst. böylece de bugün şu meydanda senin bulunduğunu herkes bilsin.

Utanıp arlanmanın ta köküne dök o ateş gibi şarabı... zâti sarhoşların gönüllerini, o gizli neşeyle, o gizli çalıp çağırmayla almış gitmişsin.

Kaçıp giden gönlü geri getirmenin, akılları güvercin yavruları gibi sürüp uçurmanın çağı geldi çattı.

Yıkılıp gitmiş sarhoşların halkasında nükteler söylemedesin. evet, yıkık yerde definenin parlaması hoştur.

Coşup köpüren şarabı döndür, sun şu yanıp y akılanlara. o kalyayı, o boraniyi de hamların önüne koy.

Dudakların, değil mi ki kolayca söz söylüyor; ne oldum, sen söyle. ne bileyim ne olduğumu, ne hale girdiğimi ben.

CLVIII

Hele on bih ki horî in mey-o ez dest revî

Tâ be her câ ki revî hoş-dil-o sermest revî

Şu şarabı içip elden çıkman daha iyi. Nereye

gidersen, gönlün hoş, kendin sarhoş gidersin.

Dönen gökyüzü, senin yüzünden döner; çünkü onun suyu sensin... Gökyüzünde Ay’sın sen; alçaktan gidersen ne zararı var.

Balıksın ama deniz öylesine sarhoş ki oltaya tutulup gitsen o da ardından gider senin.

Bütün padişahların sadakaları yoka, yoksula gider. fakat sen vara yüz tuttun mu, onlar da vara y önelirler, vara giderler.

Şu iki üç ayağı bağlıya uymuş, ağır aksak gidiyorsun ama şu upuzun yolda tez y ürür, gidersin, herkesi geçersin sen.

Ölümsüz bir zevk kazanmayı Tebrizli Şems’ten öğren de cennetlerin bulunduğu o zevk, o işret meclisine var git.

CLIX

Eger imşeb ber-i men bâşiy-o hâne nerevî

Yâ Alî şîr-i Hodâ bâşiy-o yâhod Alevî

* Bu gece benimle kalır da eve gitmezsen ya Tanrı arslanı Ali olursun, yahut da Alevî kesilirsin.

Soluğumla yavaş yavaş, azar azar deliliğe divaneliğe doğru yol alırsın da akıldan kurtulursun; ansızın deli divane olur gidersin.

Kocaldın, ihtiyar oldun... kaç şu ihtiyar akıldan da ilkbaharın yepyeni güller versin, gül bahçeleri belirtsin.

Bir hayale kapılır da bana gelirsin; bir hay ale kapılır da kalkar gidersin. Bu ne rezillik, bu ne ayıp şey, bu ne kuvvetli bağ.

Ondan da beteri var: Altına yol verirler, gelir çatar sana; fakat yanlıştır; çünkü bir arpa kadar altına bile değmezsin; gene o arpa tane sisin sen.

Çavuş elbette koşar, kır at da onunla koşar. fakat dur bakalım; senin olgunluğun boş yere koşmada değil ki.

Bir şey elde etmek için koş da ölüm korkusundan koşma. a benim canım, Kâbe’ye varmak için koş, Bedevi’nin korkusundan

koşma.

Geceleri seher çağına dek benimle bulun da gecenin birinde Ay doğuversin... doğsun da yoldan da kurtul, kötü yoldaştan da.

Uzaktan herkes görür Ay’ın yüzünü; fakat ne mutlu o kişiye ki Ay’ın koltuğundakini rehin alsın.

Ay da başlangıçta, burdan çekilip gitmezsen başını keserim diye Güneş gibi boyuna kılıç çeker.

Çeker ama başını alıp gitmediğini görünce adama, ermişsin, güzelmişsin, benim harcımmışsın der.

Der ki: Ben senim; sen değilsem bile gece gündüz do stunum; düpedüz babanım, ananım, hısmınım senin.

Seninle ben sensiz-bensiz bir araya gelsek, tek olsak, bir olsak ne olur? Biz bir olalım da kör olsun biri iki görenin gözü.

CLX

Der roh-ı ışk neger tâ be sıfat merd şevî

Nezd-i serdan meneşin k’ez dem-i son serd şevî

Aşkın yüzüne bak da huy bakımından da er ol... soğuk soluklularla düşüp kalkma; buz kesersin, soğuk olursun yoksa.

Aşkın yüzünden de bakıştan, görüşten başka bir şey dileme. iş, aşkla dertdeş olmandadır.

Kerpiç gibi oldukça havalanamazsın, uçamazsın; fakat kırılır, yuvarlanır, zerre haline gelirsen havalanırsın, uçarsın.

Sen kendi kendini kırmazsan seni yoğurup yapan kırar döker. fakat ölüm kırarsa seni, nasıl olur da tek bir inci haline gelirsin?

Yaprak sarardı mı, ıslak kök gene yeşertir onu. Aşk yüzünden sararıp solarsan, ne diye yeşermeden ümidin kesiliyor?

CLXI

Berov ey ışk ki tâ şehne-i hoban şodeî

Tovbe vo tovbe-konanrâ heme gerden zedeî

Var yürü ey aşk, güzellere şahne oldun olalı tövbenin de boynunu vurmuşsun, tövbe edenlerin de.

Böyle bir yıldırımsın, nasıl söz edilebilir sana? Tüm kavgasın, savaşsın; nasıl eş dost olunur seninle?

Sana ne yeryüzünün gücü yeter, ne gökyüzünün... Sen şu altı yönden de değilsin; peki, nerden gelmişsin sen?

Ne de güzel yüzün var; sekiz cennet de âşık sana. Ne biçim bir ateş tapınağısın, yedi cehennem de senden tir tir titremede.

Cehennem sana der ki: Geç git, sana dayanamam ben. Cennetin cennetisin, cehenneme de cehennem kesilmişsin.

Âşıkların gözleri senin güzelim gözlerinin yüzünden yaşlı, etekleri ıslak bir halde. erkek olsun, kadın olsun, her zahidin fitnesisin, yol kesicisi.

Sensiz ibadet yurduna çekilmek kuru bir sevdadan başka bir şey değil... çünkü ibadet yurdunun da yaşayışı sensin, ibadetin de.

A aşk kadısı, yanmış yıkılmış gönlüme insaf et. yıkılmış gönül köyümden haraç almadasın sen.

A benim bön gönlüm, kimden insaf istemedesin sen? Buralıysan bilirsin ki aşka kan dökmek mub ahtır.

Âşıkların kan pahası, zâti can ölçüsünden de dışarıdır; sense olmayacak düşünceye dalmışsın, temelsiz vesveselere düşmüşsün.

Gerçekten de meleklerin huyları bile aşka mahrem olamaz; sense eşek şeytanın, eşek cinin huy larına tutulmuş kalmışsın.

Yeter, sus; büyü yapmaya kalkışma; önce kendini kurtar. çünkü büyücülüğe, oyun, düzen yapmaya tutsaksın sen.

CLXII

Bedeli ey keff-ı turâ kaaide lûtf-efzâyî

Keff-i deryâ çi koned hâce be coz deryâyî

Avcunun yolu yordamı, lûtuf üstüne lûtuflarda bulunmaktır... ver, a hoca, denizin avcu, köpüğü, denizlikten başka ne yapabilir ki?

Şeker çiğnemeyi istersen yanlış yol tutarsın. öfkelenir de bileğini dişler, elini geveler durursun.

A güzelim, aldatmaca işleri bırak, yarına deme; bayrağın dibi sensin; bugün her şey elinde; pek yüce bir kadehin var.

Acı sözler söyledin ama şeker mi şeker bence. senin sonsuz, sayısız şekerine karşı, balla şeker sirkelikten başka ne işe y arar?

Yüzüm ekşi ama sirke küpü değilim. her yere giderim ama hercai değilim ben.

Güzelsin ama güzelim yüzünün aynası benim. yüzüne karşı tut beni; dünyaları bezemedesin çünkü.

Hayır, yanlış söyledim; sarhoştum, büyük bir

dâvaya giriştim... oysaki yüzüne karşı aynanın ne değeri olabilir?

A gören göz, bilen bakış, yepyeni bir afsunum var, hem pek şaşılacak bir afsun. daha yakın gel de kulağına üfüreyim onu.

CLXIII

Ger gerîzî be melûlî zi men-i sovdâyî

Rû-keşon dest-gezon cânib-i con bâz âyî

Usanır da bu sevdalı âşıktan kaçarsan, gene yüzünü çevirir ellerini çırpa çırpa döner, canın bulunduğu yere gelirsin sen.

Seni çeken şu hayalden el çek. ondan el çekmezsen pişman olur, ellerini dişler durursun.

Ona yüzünü döndür de hoca de, nereye çekiyorsun beni? Gökyüzü bile bu güzellikte bir Ay görmemiştir çünkü.

Bedavaca yüzünü gösterdi de yanıldın sen. dayan, onu aray ıp istemekte yel yöpür, bütün dünyayı gez, dolaş.

Dünya kokmuş bir kocakarıdır, yeni çarşaf giyinmiş... dıştan cilveler, nazlar, edalar gösterir; fakat içi rezil mi rezil.

O kocakarıya yüz tuttun mu, genç bahtın sana der ki: Eşek başı, köpeğin midesinin harcı; yürü, ona lâyıksın sen.

Ters düşüncelere kapılıp heveslere düşüş, aldatmasın sakın seni. nice köşkler var ki ay kırı düşünceler, ters hevesler yüzünden yıkıldı gitti.

Sana öğüt vermek isterim ama dilim kilitlendi; artık ben susarak gizlice öğüt veriyorum sana.[1 11]

Bütün bu korku, bu ikiyüzlülük, bu iki gönüllülük de ne? Şu efendinin gölgesinde değil misin, devletine kul olmadın mı?

Bunları korkun gitsin diye yapmada. sevgili, boyuna şekerler çiğneyesin diye seni ısırmada.

Tebrizli Şems, öylesine bir güneş değil ki gece olunca yitsin gitsin. Ne diye yarını

bekliyorsun?

CLXIV

Suhen-i telh megû ey leb-i tu helvâyî

Ser foro kon be kerem ey ki berin bâlâyî

A dudakları helva satan güzel, acı söz söyleme... a bu yüceliğe ulaşmış dilber, kerem et de eğ başını.

Acı olsun, tatlı olsun, ne söylersen hoş. gözün de, gönlün de ışığısın, canısın, cana canlar katarsın sen.

Ne yücelerdensin, ne aşağılardasın, ne de altı yöne sığar bir cansın. altı yönü de ne edecekmişim? Kanlar sızan gönüldesin sen.

Başını eğ. yüzünü gördüğüm günden beri gönül de sarhoş oldu, can da. akıl da sevdalara düştü, çıldırıp gitti, fikir de.

Bedene âşık olan, candan mahrumdur. şeker, safra illetine tutulanın ağzına acı gelir.

A güzelim, güneş her akşam secde eder sana; n’olur güneşin gönlünden bir dışarı çıksan.

Bir güneşsin ki her zerreden doğarsın; zerre haline getirmek için dağları ovar, un ufak edersin.

Ne de lâtifsin; fakat ta başlangıçtan beri öylesine zorlusun, öylesine sınıkları onarırsın ki... ne de gizlisin; fakat şaşılacak şey şu ki bu kavgaya da girişmiş gitmişsin.

Yanlış söylediysem ters anlama, darmadağın sayma. lütfeder, elimi tutarsan bana yeni bir baht verirsin, devletime devletler katarsın.

Aşkın ta kendisisin sen; bizse gölgeniz senin. bir soluk çirkinleştirirsin beni, bir soluk da bezersin, güzelleştirirsin.

Öyle görünüyor, sanırım, dün gece rüyada gördüm seni; bugün düny alara sığamıyorum çünkü.

A kervanbaşı, develeri burda ıhtırıp uyutma; konak değil burası. Yoldaşlar ilerlediler; ne diye eğleşip kalıyorsun?

Kendine gel; sus; çünkü solukla gönül ateşi daha da yalımlanır. Şu anda yalım soluk almada, yücelip durmada, sen ne buyuruyorsun ki?

CLXV

Terkebunne tabakan an tabakın mevlâyî

Ente k’er-rûhı va nahnu leke k’el-a’zâî

* A efendim, “Birbiri üstüne konmuş tabakalar. ” Sanki cansın sen de biz, organlarız sana.

Bir gönüle aşk geldi, kondu mu, akıl fikir nasıl kalır ki? Susuzluk illetine tutulan ciğerde su mu bulunur hiç?

Ahdimizde durmadık gitti; nice sözler verdik de durmadık sözümüzde. Müflis borcunu vermek için düzene başvurursa da faydasız.

Zaman zararlara, kötülüklere düşürdü de, ne güzel terbiye etmeye kalkıştı beni; fakat hiçbir faydası olmadı; tuttuğumdan vazgeçemedim

gitti.

Seher çağında, yücelikler tan yerinden görünen o Ay’a bedenimin her zerresi vuruldu, âşık oldu.

Bizden ayrıldı da gizlendi mi, kınama beni feryat etsem de... a ışıkları yakıp yandıran Ay, gökyüzünde sana benzer bir başka Ay yok.

Sabrımın azlığı seni övmeye sürüyor beni; ama biliyorum, suçluyum. Hiçbir şeye benzemeyeni bir şeye benzetmek imkânı var mıdır ki?

Hâlis Araplar bile överken dilleri dolaşıyor da, hiç mi hiç Arap olmayan bir âşık, şiirle övmeye kalkışıyor seni.

Tek, çifte üst oldu. evet, bir şey şaşının gözüne iki görünür ama doğru gören onu birleştirir, bir görür.[112]

 


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar