MEVLANA/ DİVAN-I KEBİR cilt 7…1. Bölüm 2. Kısım
Hazırlayan
: Abdülbâkiy GÖLPINARLI
XXXII
Kasd-ı cefâhâ nekonî ver bekonî bâ dil-i men
Vâ dil-i men
vâ dil-i men vâ dil-i men vâ dil-i men
Cefa etmeye
kasdın yok ama bir de gönlüme cefa etmeyi kurdun mu, vay gönlüme, vay
gönlüme... Ah gönlüme, eyvah gönlüme.
Bana
kastettin mi düşmanım sevinir. Sonra da bu yüzden ya senin gönlün yaralanır, ya
benim gönlüm.
Şaşırmış
kalmış, delirmiş gitmiş gönlüm. Başsız-ayaksız gönlüm. Seher çağlarında her
yana gitmiş benim gönlüm.
Kendinden
geçmiş bir deli, gönlüm; kanlarla dopdolu bir ev gönlüm. Hem durmada, hem
dönmede gönlüm; Süreyy a yıldızının da üstünde gönlüm.
Sana yanmış
yakılmış, senin yüzünden arıklaşmış; senin incini aramada; gelmiş de deniz kıy
ısına otağ kurmuş gönlüm.
Kimi y anar,
kavrulur da kokusu düny ay ı tutar gönlümün. kimi de rebâb gibi inler, nağmeler
çıkarır şu gönlüm.
Şimdi
ağlamaktadır, suçuna bakılmaz... şimdi savaşlara dalmıştır; şimdi
Zümrüdüanka’nın peşine düşmüştür. Kafdağı’ndadır gönlüm.
Bir çocuk
olan gönlüm şu gece dadısından süt emmez. gece dadısının göğsünü kara buldu
galiba gönlüm.
Mûsa bir
taştan su kaynattı, ırmak akıttı ya. Tanrı hikmeti de akan bir ırmak; Mûsa’nın
taşı şu gönlüm.
Meryemoğlu
îsa göğe ağdı da eşeği kaldı ya; işte ben de yeryüzünde kaldım; gönlüm yücelere
ağdı.
Yeter artık; şu dilin söyleyişi, gönüle de perde, cana da. Keşke
gönlüm ne dilden haber alsaydı, ne söylemeyi bilseydi.69]
XXXIII
Işk-ı tu
âverd kedeh por zi belâ-yı dil-i men
Goftem men
mey mehorem goft berâ-yı dil-i men
Aşkın
gönlümün belâsıyla dopdolu bir kadeh sundu... ben şarap içmem dedim, hatırım
için iç dedi.
Onu tanıyış
şarabını sundu; ne biçim şaraptı, söyleyeyim sana: Acı, sinici, hoş. tıpkı
gönlümün vefası gibi hani.
* Bir yandan
da Rûhü’l-Emin geliverdi. bizse böylece sarhoştuk. Gönlümün ululuğunu bir
seyret diye yanına koştum.
Tanrı
sırlarını herkese gösterme dedi, gönlümle buluştuğu için Tanrı’ya hamd etti,
şükürler olsun dedi.
İşte
bu olmaz, aşkın gizli kalmaz; gönlümün arılığına perde olabilecek nedir ki
dedim.
Aşk kanlar
içmeye koyuldu mu, Rüstem bile çaresiz kalır, Uhud Dağı bile paramparça olur;
gönlümün de sözü mü olur hiç?
Ne mutlu andır
o an ki ay yüzlüm otağıma gelir, girer de lûtfeder, kerem buy urur, gönlümün
kaftanının düğmelerini çözer.
Üşümüşsün,
bensiz sararmış solmuşsun... daha beri gel de gönlümün havası vursun sana der.
Derim ki:
Nerde lûtfun? Kulunu sen ara. senden başka gönlümün bağlarını çözmeyi kim
bilir?
Evet der,
şimdi gençleşirsin, kabına sığmaz olursun; gönlümün seher yeliyle nerkisten,
gülden daha taze bir hale gelirsin.
Derim ki: A
her derde o derdin devâsını veren; senden başka devâm yok benim; sensin
gönlümün ilacı.
Her
ağacın, her dalın meyvesi tanıktır o ağacın, o dalın gönlündekine. Altın gibi
sararmış yüzümle inci gibi gözyaşlarım da benim gönlüme tanık.
XXXIV
Kâferem er
der du cihan ışk boved bihter ezin
Dîde-i îman
şeved er nûş koned kâfer ezin
İki dünyada
da bundan daha hoş bir aşk varsa kâfir olayım... Kâfir bile bunu içse imanın
gözü kesilir.
Aşk hünerler
madenidir, aşk altın madenidir. dost onunla cilvelenir, görünür; deri onunla
altınla dolar.
Aşk dudağını
açtı mı öylesine şaşılacak bir güzel koku salar ki misk bile duy ar da sarho ş
olur, amber utanır gider.
Aşk
dünya güzelidir; padişahların, güzellerin anasıdır. Toprak onun yüzünden
mücevhere döner, ana onunla övünür.
XXXV
Kû her-i men
kû her-i men pâr bemord on heri men
Şokr Hodârâ
ki herem bord sudâ’ ez ser-i men
Eşeğim
nerde, eşeğim nerde? Bıldır öldü eşeğim. Tanrı’ya şükrolsun ki başımın ağrısı
da dindi.
Öküzüm de
ölecekmiş; varsın ölsün, gam yemem... benim güzelim amberimin kokusu ne öküzde
vardır, ne öküzün karnında.
Öküz gitmiş,
eşek ölmüş, ne çıkar? İki dünyada da güzelim sağ olsun, gönlümü alanım var
olsun, yaşadıkça yaşasın, yaşadıkça yaşasın.
Eşeğimin
kulağında küpe var. eşek, sonra da altın küpe; şu hale bak da acı; vah benim
altınıma, vah.
Baş çeker,
yol almaz; nazlanır, arpa yemez. kapıma tezek yığınından bir tepe dikmekten
başka bir hizmeti y oktur bana.
* Güzelim
bir öküz. gökyüzünde bir Öküz, yeraltında bir başka öküz. şu ikisinden bir
sıçradım, kurtuldum mu, bahtın çemberinden geçtim gitti.
Eşeklerin
pazarına gittim; o yana bu yana bakındım. gözüm, gönlüm eşeğe de doydu, eşeğin
sahibine de.
Birisi, mademki eşeğin öldü, eşek çok, bir tane daha al dedi. sus
dedim, eşek yolda bir ayak
bağıydı bana zâti.70]
XXXVI
Hey çi gerîzî çendin yek nefes incâ beneşin
Sebr-ı tu kû ey sâbır ey heme sabr o temkîn
Hey, ne diye kaçıyorsun böyle? Bir solukcağız şurda otur; a
tamamıyla sabır, tamamıyla dayanç olan kişi, bunca sabrın, kararın hani?
* Biz, iki üç kişiyiz; yeni ölmüşüz; bekleyip duruyoruz...
Telkıynle dirileceğiz, kefenlenmeden kurtulacağız diye o perdenin önünde
bekleyip y atmaday ız.
Hadi, kıyamet gününden önce bir üfür geçmişlere de gökyüzü bile
duysun, mahşerini beğensin.
Hey, hadi, bizim dilimizle söyle. ama işaretle değil, apaçık
söyle; a bütün huyu kan dökmek olan güzel; niceye dek sitemlerle kan içeceksin
sen?
Niceye bir ciğerini ısıracaksın, başını yemeyi kuracaksın? Niceye
bir iş şöyle oldu, böyle oldu diye kötü haberler vereceksin ona?
A dudağı şekere, gecesi güzelim cennete benzeyen, niceye bir
dudağını acıtacaksın onun, niceye bir gecesini karartacaksın?
Hiç bal zehir verir mi, ya da şekerden sirke coşar mı? A uluları
bile yanıltan, niceye bir yanıltıp duracaksın bizi?
O dudaklarından ne çıkarsa çıksın; şekeri haber vermededir... ne
yaparsan yap, yaptığında lûtuflar vardır, fakat gizli.
Selvi bir
çöpe benzer mi hiç; altın bakıra çalar mı? A kıyamet gününün sahibi, sen de
kimseciklere benzer misin hiç?
XXXVII
Men hoşem ez lûtf-ı hesan v’ez leb-o lonc-ı toroşan
Men bekesem dâmen-i tu dâmen-i men hem tu
keşan
Aşağılık kişilerin sözleri umurumda bile değil; ekşi suratlıların
dudaklarına da aldırış etmem, salına salına gezişlerine de... hoşum ben,
eteğini çekeyim senin; sen de çek benim eteğimi.
Kader senin canınla benim canımı birbirine dikmiş. senin kapında
hoşum da hoşum, iyiyim de iyiyim ey hoşların, güzellerin padişahı.
Dudaklarını bana sundu; hiçbir dudakta o tat yok. dudaklarından
tattığım lezzeti hiçbir dudak tatmamıştır.
Yüzünü ekşiten, boyuna para pul peşine düşen kişi, sirke küpüdür;
şekerlerle oturtma, onlarla bir tutma onu.
A bayrak sahibi padişah, ballar içindeyim, balımdan kim tadar
dedim. Güzel huylular, y o lları y ordamları güzel olanlar dedi.
XXXVIII
Çun becehed hende zi men hende nihan dârem ezo
Rûy toroş sâzem ezo bang-o fegan ârem ezo
Nasıl gülebilirim ki? Gülüşümü gizlemedeyim ondan... Onun yüzünden yüzümü
ekşitmedeyim, onun yüzünden bağırmadayım, feryat etmedeyim.
Asık suratlılarla alay ediyorsun, gülüyorsun onlara ama bundan
kavga çıkar. gülüşümü gizliyorum da onun yüzünden yağmur gibi gözyaşları
döküyorum ben.
Bedenim bir ulu şehir. Gam bir yanda, ben bir yandayım; bir yanım
su kesilmiş onun yüzünden, bir yanım ateş mi ateş.
Ekşi suratlılarıyla ekşiyim, şekerleriyle şeker. Yüzüm de o,
sırtım da o; onun yüzünden kaşımadayım neşenin, çalgının sırtını.
Senin gibi
yüzlercesi, benim gibi yüzlercesi, onun yeşilliğinden sarhoş olmuş gitmiş...
her damın üstünde onun yüzünden oynamadayım, onun yüzünden el çırpmadayım.
Şekerler
yiyen duduyum, şekerden başka bir şey yemem; dünyada nerde bir ekşi varsa ondan
uzağım, bezmişim ondan.
Ekşi
bir şey verse bile baldır, şekerdir bana. sen onun yüzünden seke seke,
topallaya topallaya yürüyorsun ama ben hoşum, rahvan yürümedeyim.71]
Bu yola
düşmeyenin yolu tozdur dumandır; ben anayoldayım, o yüzden de dümdüz yürüyorum.
* Gönlüm
Mescid-i Aksâ’dır; gönlüm Cennet-i Me’vâ’dır; bütün izim tozum onun yüzünden
güneş kesildi, ışığa döndü.
Tanrı kimi
güldürürse ağzından gülüşler dökülür onun. sen onu inkâr ediyorsan et; ben
tümden ikrar etmedeyim.
Gülün payına gülme düşmüş; ne yapsın, ağlayamıyor... onun yüzünden
uyanık gönlümde süsenler açılmada, güller açmada.
Sabır, ben kavuşma müjdesiyle geldim ondan demede; şükür de onun
yüzünden ambarım var diyor.
Akıl, onun yüzünden zahidim, hastayım demede; aşk da boyuna, onun
yüzünden büyücüyüm, yankesiciyim diyor.
Can boyuna diyor ki: Onun yüzünden inci definesiyim ben. define
boyuna diyor ki: Onun yüzünden duvarın dibinde gömülüyüm.
Bilgisizlik boyuna diyor ki: Haberim yok ondan, kendimde değilim
zâti. Bilgi de boyuna diyor ki: Onun yüzünden çarşının pazarın en ulusuyum ben.
Zahitlik boyuna diyor ki: Onun yüzünden sırları bilmedeyim,
anlamaday ım; yokluk boyuna diyor ki: Onun yüzünden ne gönlüm var, ne sarığım.
Tanrı
Şems’im, Tebriz’den geri gelirse bütün
sözlerim
onun yüzünden açılır, anlaşılır.
XXXIX
Ey ten-o can bende-i o bend-i şeker hende-i o
Akl-o hered hıyre-i o dil şeker-âgende-i o
Beden de, can da ona kul köle olmuş, onun tatlı gülüşüne
bağlanmış. Akıl da, fikir de ona karşı şaşırmış kalmış; gönülse şükürleriyle
dolu onun.
Başımızın dileği ne? İnsanı sarhoş edip yerlere seren sağrağına
kavuşmak... Gönlümüzün muradı ne? Devletinin durdukça durması.
Şu muallak duran gök nedir? Onun en eski bir otağı. Rüstem’le
Hamza da kim? Onun şehidi, onun yerlere serilmiş bir eri.
Bir leşin yanına varsa ölüyken dirilir leş. bir yoksulun yanına
varsa yamalı hırkası yalım y alım balkır.
Şekli gönlümden hiç gitmedi, gitmez de. ona eşit, ona benzer
kimsecikler gelmemiştir, gelmez
de.
Dünya mülkü de nedir ki onunla övünsün... dünya onunla övünür;
çünkü dünyanın sahibi odur.
* Ne mutlu o gönüle ki derdi de sensin, düşüncesi de. ne mutlu o
köye ki baç alıcısı sensin.
Sevgilimiz aşktır, şekli, kılığı yoktur bizce. Zâti onun her şeyi
doğuran gönlüne karşı şekil de nedir, kılık da ne?
Bundan böyle sinekleri şekerden kovacağım dedi; ne mutlu o sineğe
ki onu kovan, kışalayan sensin.
Felek bir hırsızdır, keseni koru ondan. tanesi tuzaktır onun,
dirisi ölü.
Söz herkese
kolay görünür ama yeter artık, sus. zâti binlerce kişi içinde anlay an bir tek
kişi vardır ancak.
XL
Kâr-ı cehan herçi boved kâr-ı tu kû bâr-ı tu kû
Ger du cihan bot-kede şod on bot-i eyyâr-ı tu kû
Dünyanın işi ne olursa olsun... senin işin gücün nerde? İki dünya
da puthane olmuş; senin o hırsız güzelin nerde?
Tut ki kıtlık dünyayı kaplamış, artık ne yemek var, ne ekmek. A
hem apaçık görünen, hem gizli olan, senin kilen, senin amb arın nerde?
Tut ki dünya diken olmuş, akreple, yılanla dolmuş; a canın çalgısı
çağanağı, a can neşesi, senin gül bahçen nerede?
Tut ki cömertlik ölmüş, nekeslik herkesi öldürmüş. a bizim
gönlümüz, senin lûtfun hani, ihsanın nerde?
Tut ki Ay da, Güne ş de, ikisi de yola düşüp gitmişler, dolunup
görünmez olmuşlar. a kulağa, göze yardımcı olan, senin y alımın, senin
ışıkların nerede?
Tut ki müşteriye bir inci satacak sarraf
kalmamış... nasıl olur da ululukta bulunmazsın sen; nerde senin
inciler yağdıran bulutun?
Tut ki bir
ağız bile yok, söyleyecek bir dil bile bulunmuyor ki sırlardan söz açsın. peki,
senin sırlarının coşup köpürüşü nerde?
Kendine gel,
hepsinden de geç, biz buluşma, kavuşma sarhoşuyuz. Geç oldu, erken gel; senin
meyhanen nerde?
Bizim
sarhoşumuza, gönüldeşimize, eldeşimize iyi bak. yıkılıp kalmamışsan, bunak
değilsen sor, nerde senin cübben, nerde sarığın de.
Bir kahpe,
külâhını aldı, götürdü; bir başkası cübbeni kaptı. yüzün Ay’dan da sarı; senin
arkan nerde, kim görüp gözetmede seni?
Yabanın biri
gelmiş de ezel sarhoşlarının yolunu vurmada. ne diye şahnelik etmiyorsun? Hani
yaralaman, nerde yiğitliğin?
A harfler
saçan, sus; susanlar gibi kulak kesil? Halka tercemanlık etme; hani halin,
nerde hal yönünden sözlerin senin.
XLI
Rûşeni-i
hâne tuyî hâne bemegzâr-o merov îşret-i çün şekker-i mârâ tu nigehdâr-o merov
Evin aydınlığı sensin, evi bırakıp gitme...
şeker gibi zevkimizi koru, gitme.
Düşmanım aldatmaya kalkışır seni; sözlerine kanma onun. canımı,
gönlümü gama, gussaya ısmarlayıp gitme.
Senin, benim düşmanımı Allah için olsun sevindirme; düşmanın
hilesini duyma, dostu incitme, gitme.
A güzel, hasetçi hiç kimse için iyi söz söylemez; keremine ne
lâyıksa dosta onu yap; gitme.
Aşağılık kişiler
gibi her solukta kendini esen yele kaptırma; vesveseleri bir uğurdan ateşe yak;
gitme.
XLII
Şeb şod ey Hâce Zekî âhır on yâr-ı tu kû
Yâr-ı hoş-âvâz-ı tu on hoş-dem-o şeştâr-ı tu kû
* Gece oldu a Hoca Zekî, söyle bakalım, o dostun nerde senin; o
güzel sesli dostun, o güzel altı telli sazın nerde?
O terütaze dostun, senin kucağında yatar, uyur... güzel ses uyutur
onu; nerde o uyuyan uy anık dostun?
Kimi bir yol gösterirsin ona, kimi kulağını burarsın. senin
gönlünden nefes alır, sesler çıkarır o; nerde sırlarına mahrem olanın?
Her yurttaşı diriltir; ağızsız, dilsiz feryatlar eder. her
erkeğin, her kadının fitnesi olan o söz solukdaşın nerde senin?
Damarına el
koy, tez koştur onu. a soluğu bize parlaklık veren, nerde pazarının parlaklığı?
XLIII
Bâde bedih bâd medih v’ez hod-ı man yâd medih
Rûz-ı neşâtest-o tereb ber meneşin dâd medih
Şarap sun, şarap sun... bizi anma gitsin. neşe, çalgı çağanak
günü; oturma; kayırma bizi.
Buluşma sarhoşu olmuş da gelmişim; yokluk kılıcına kurban olmuş da
gelmişim. Böyle değilsem hiç mi hiç sevindirme beni.
Hocam, anlamış, bilmişsin, devlet davulunu çalmışsın; can olgunu
olmuş da gelmişsin, artık ustaya el sunma.
* Yıkık gönlünde onun gizli definesi var. Kendine gel de şu yıkık
köyünü Bağdat’a bile değişme.
And olsun Tanrı’ya, senin şu karanlık gecen, yüzlerce güzelim
günden iyi. geceyi verme, gündüzü arama; âc ağacını verip şimşadı alma.
İki dünyada da Tanrı’dan başka solukdaş yok... nen varsa ondan
başkasına verme sakın.
* Şu çadırın içindesin ama çadırı kuranı da bilesin; yalnız gönül
ipini evtâddan (ulu kazıklardan) başkasına verme.
A can sâkîsi, sözle harcama ömrünü; yetimlerin malını yeme de
feryat etmeye el atma.
A yeşillikte, lâlelikte yatmış, uyumuş güzel, şarabı sarho şlardan
alıp da şuna buna sunmay a kalkışma.
Tohumu çöle saçma; kargalarla, kuzgunlarla düşüp kalkma. teklik
incini boş yere şuna buna verip durma.
A âşık, bütün varlık âlemi peşin parayla dolmuş; nasıl oluyor da
görmüyorsun, nasıl? Paran peşin bugün, çalış da veresiye verme.
Hem sen sensin, hem sen benim; yurdumdan hiç gitme. Kuş sensin,
yavru benim; yavruyu her hor kişiye verme.
Kendi kendisine rehin olmuş kişinin bilgisine
de kulak asma, hünerine de aldırma pek... Senin bilgin sana yeter,
o şundan şuna nakledilegelmiş sözlere fikir yorma.
Dağ
delenlere padişahlar padişahısın sen. ağır bir külüngün var; Ferhad’dan
başkasına verme onu.
Yeter,
sus artık. akıldan doğan şu söz, çocukça bir oynayıştan ibaret; olgunluğa
ulaşmış arife ibadetle oy alananın tespihini verme.
XLIV
Sâki-i
ferruh-ruh-ı men câm çü gol-nâr bedih
Behr-i men
er mey nedehî behr-i dil-i yâr bedih
A yüzü kutlu
sâkî, sun o nar renkli kadehi. bana şarap sunmayacaksan bâri sevgilinin hatırı
için sun.
Gönüller
alan sâkîsin, hastalara dermansın; neşe şerbetisin, şifa ilacısın; tez
hastalara sun kadehi.
O kadehe dök
şarabı, düşüncenin vur boynunu... aman a gönül, meded a sevgili, kırma
gönlümüzü.
O meyhaneyi
aç, bırak şu kavgayı. susamış sâkîye meyhanecinin küpünden sun şarabı.
Baharın da
canısın, yeşilliğin de; selviye de sen parlaklık verirsin, yasemine de. bir gör
bizi de bahaneler bulma; a düzenbaz güzel, sun kadehi.
Hileye adım
atar da sarhoşların ellerinden fırlar gidersen düşmanımız sevinir; kör olsun
düşman; sun kadehi bize.
Gam verme,
ah ettirme, neşeden başkasına yol verme. ah ediş yol ucundandır, aç yolu, ver
yükümüzü.
Hepimiz de
kavuşma mahmuruy uz; güzellik, alım sağrağına susamışız. hırkay ı, sarığı sâkîy
e rehin ver gitsin.
Susamış bir
deliyim ben; gönlüm de sımsıcak, göğsüm de. Kadehi, kâseyi kır; sayısız sun,
çok çok sun.
Zâti ay da
sensin, ay ışığı da sen... Şu suyun balığıyım ben. Balık Ay’a ulaşamaz; şu
halde Ay’dan gelirler ver bana.
— Y —
XLV
Çün dil-i men cest zi ten bâz negeştî çi şodî
Bî dil-i men bî dil-i men râst şodî her çi bodî
Gönlüm bedenimden sıçrayıp çıksaydı da bir daha geri gelmeseydi ne
olurdu? Gönlüm olmayınca ne varsa hepsi de düzelir giderdi.
Eğri olsun, doğru olsun; az olsun, çok olsun; hoca, her iyiden,
kötüden kurtulurdu, hepsine de boş verirdi.
Boşuna bir iş kalmazdı; usanç yok olur giderdi... ne bilgi kalırdı,
ne aptallık... esenlikler davulunu ç almay a başlardı.
A hoca, ne diye rehin almaya kalkarsın beni? Sen gitmezsen gitme,
ben gidiyorum. Hoca, eskimiş değilim; yardımlar içinde yardımlar gördüm;
yeniyim ben, yeni.
Ateşle neft
yağı yakıp bitirmez beni. Yaksa, bitirse bile yeniden y aratır. Sayıyla yiyip
sömürse
sayısız geri verir gene.
Toprak
yığınımın üstüne çık da bağır; görünüşte mezardayım ama de, çayırlıktayım
çimenlikteyim ben.
Mezarda olsa
bile değil mi ki biricik Tanrı’yla... hoştur bu; o tuzakta olanı şeytan,
canavar nerden tutabilir ki?
Fakat
ondan uzak düşen kişi, Mansûr bile olsa karıncadan da arık bir hale gelir.
çünkü dayancı, güvenci y oktur onun.
XLVI
Ayş-ı cihan
pîse boved gâh hoşî gâh bedî
Âşık-ı o şov
ki dehed milket-i ayş-i ebedî
Dünya
yaşayışı alacalıdır; kimi hoşlukla geçer ömür, kimi kötülükle. sen ona âşık
olmaya bak da ölümsüz bir geçim sultanlığı versin sana.
Mademki
herkesin ömrü aktır, karadır. ihtiy açsız Tanrı ışığı gibi salt nurdan ibaret
bir başka ömür ara.
A kendisine
dalıp gitmiş kişi, mezarından haberin bile yok... zâti kendi varlık mezarına
gömülmüşsün sen.
Sana rızık
vereni görmen, helâl bir rızıktır; sayıya sığar rızık peşinde ne diye ateş gibi
dükkândan dükkâna koşarsın?
Eşi bulunmaz
bir dudusun sen; şeker madeni de özün. gül bahçesinin lâ’l yanaklı bir
bülbülüsün sen.
Şaşılacak
şey; Leylâ ile Mecnun’un ikisi de bir bedende; ikisinin de aynası sensin; bir
abaya bürünmüşsün yalnız.
Can âlemi
arılık duruluk denizi; şekille kalıp o denizin köpüğü. arı duru denize dal, ne
diye şu köpüğe el atarsın?
Denizin
üstündeki köpük hiç durmaz; dalgalar onu bir halde b ırakmaz ki.
Çünkü köpük
kuru olsa denize lâyık olamaz. iyi, varır, iyiye kavuşur, kötü de kötüy e
yönelir gider.
Köpük, ya
bir uğurdan su kesilir, ya da tutar, kıyıya vurur... Çünkü tek Tanrı’nın
denizine iki renklilik sığamaz.
Dalga
denizden meydana gelir de secdeler ederek, a benim benliğim, varlığım, ah,
neden sayıya sığmazsın sen diyerek kendini seyre dalar.
Bütün
canlar birdir; bütün bu varlık bir padişahın aksidir. Aklın başındaysa şaşı
olma da iyice görmey e bak.
XLVII
Hem nezerî
hem heberî hem kameranrâ kamerî
Hem şeker
ender şeker ender şeker ender şekerî
Hem
bakışsın, görüşsün, hem habersin, hem Aylara Ay kesilmişsin sen, hem şekerlerin
şekerisin, b alların balı.
Hem
devlet basamağısın, hem zamanımıza kurtuluş. hem kadehsin, hem ferahlık, hem de
gecemize
sehersin sen.
Hem kızıl gülsün, hem ak yasemin; hem de gülleri kınar,
gönüllerini kırarsın... gökyüzüne saldırırsın, Ay’la Zühre’yi kaparsın sen.
Ay, bir yol veresin diye gökte ne kadar döndü dolaştı; bir bakasın
diye şeker, ne kadar eridi gitti.
Zincir hevesine düştü de akıl, ne kadar delirdi. Bir bakasın ona
diye, gönlüm kaç kere halden hale girdi.
O neşeli kadehi sun; sözü bırak, şarap ver. Dinle de duy, seher çağının
horozu bile ötmeden kaldı artık.
Güzellerin meyhanesinde, her yanda bir lâle yanaklı varmış; varsın
olsun. a güzel, sen başlı başına bir başka lâleliksin.
Hem deliliğe yardım edersin sen, hem aklın fikrin güzelliğisin,
yüzüsün, gözü. hem belâ oku senden gelir, hem belâya kalkansın sen.
Gönül ve din
salâhı, gönül meclisine padişah
oldu ya;
artık devlet anası, can kızına babalık eder durur.
XLVIII
Tûtîy-o
tutî-beçeî kend be sed nâz horî
Ez
şekeristân-ı ezel âmedeî bâz peri
Dudusun,
dudu yavrususun; nazlı nazlı şekerler yersin... ezel şekerkamışlığından
gelmişsin, gene uçarsın, oraya gidersin.
Şekerin
kutludur, hele gülersen yok mu? Gülmeye başladın mı, ben de meclisi yeni baştan
düzer, koşarım.
A ölümsüz
neşe yurdu, a biricik Tanrı’nın şekerkamışlığı; hem neşe içinde neşesin sen,
hem şeker mi şekersin.
Ya duvak
altında bir Yusuf’sun, ya tan yerinde bir arslan, ya da Ay mısın, Ay; Ay lara
da Ay kesilmişsin.
Bu
meyhanenin sâkîsisin, işret nöbetini vurmuşsun; herkesi sarho ş etmeyi,
sarhoşların
hırkalarını
alıp götürmeyi kurmuşsun.
Sarhoş olmaya oldum; sarhoşum ama birazcık da kendimden haberim
var... a benim her halimi bilenim, şu halden de kurtar beni de hiçbir şeyden
haberim olmasın.
Yüzünün balkıyışı bırakmıyor ki anlayayım; melek misin, insan mı? Biraz
daha, biraz daha beri gel, yaklaş.
Her kadehte oynayıp gülmedeler, feraha erdin diye naralar
atmadalar. şişe y apanlar şişe kırmadalar, şişe yapmayı boşlamış gitmişler.
Neşe kadehi herkese sunulmada; akıl, başına gelenlere şaşmada.
Başa gelenlerle uğraşmadansa Tanrı’nın elinden kadehi almak, elbette daha iyi.
* Aklı attım başımdan; bir başka akıl buldum. düny a aklının bir
başı var, gizli aklınsa iki başı.
Tan y erlerinin rahibi oldum, herkese isyan ettim. sen benden
vazgeçmeyesin diye herkesten kesildim, her şeyden vazgeçtim.
Gamına
alıştım, kendimden göz yumdum... senin baktığın kişi, nasıl olur da senden
başkasına bakabilir?
Ey aşk, insaf et bana, gir insaf kapısından içeriye; ölümsüz
olarak seninim ben, yol uğratmış bir konuk değilim.72]
A gökyüzü,
sana benziyorum ben; hem durmadayım, hem altüst olmada. bakılınca sen de durur
görünürsün ama gece gündüz yoldasın.
Seni
dünyaya getirip gösteren var ya, ona bakıp durmadasın. hani onun yüzünden y o
llara düştün, onun yüzünden oturup kaldın ya; onun tapısındasın sen.
XLIX
Bergozerî
der nigerî coz dil-i hûban neberî
Ser mekeş ey
dil ki ezo her çi konî can neberî
Uğrar,
geçersin; bakar, gidersin; güzellerin gönüllerinden başka bir şey de alıp
gitmezsin. baş çekme a gönül, ne yaparsan yap, canını
kurtaramazsın
ondan.
Kapısına toprak kesilmedikçe razı olup kapı açmaz... dikeninin
derdini çekmedikçe gül bahçesinden bir gül bile koparamazsın.
Dağı bir hayli kazmadıkça eline bir lâ’l geçmez. denize gitmezsen
ne inci bulabilirsin, ne mercan.
* Tanrı sarhoşu olmadıkça gam ayrılmaz senden. kurt kılığına
girmedikçe Ken’an Yusuf’unu kapamazsın.
Eyazlık etmedikçe nerden Mahmud kesileceksin? Devlikten geçmedikçe
nerden Süleyman’ın saltanatını bulacaksın?
Nimet, bedeni hamlaştırır; onu râm eden mihnettir. Din mihnetini
çekmedikçe iman devletini elde edemezsin.
Düny a pazarına şaşkın gelme, bu pazardan şaşkın gitme. çünkü şu
alışverişte bunu vermedikçe onu alamazsın.
Toprak, topraklığından geçmedikçe süsen
olamaz, ağustos gülü haline gelemez... eski hırkayı çıkarmadıkça padişahın
kaftanını giyemezsin.
Ah,
neyleyim; dilenci yüzlü olmuşsun, hatırın bir şeycikle olmuyor; kâfirlik
etmedikçe Müslüman mülküne erişemezsin sen.
Hiçbir
kimsecik dünya dağarcığından zarı alamadı gitti. yorulma; sen de dağarcıktan
zarı alamazsın.
Ben
dağarcıktan zarı almam ama iman incisini alırım. sen can vermede nekeslik
edersen canını canana iletemezsin.
A Tanrı
aşkının çekişi, keremin hiç durmaz; onların gönüllerini almadıkça şu küçük
kişilerden el çekmezsin.
Hadi, yapış
eteğimize de bir hoşça çek gitsin, çek bizi. çektiğin gönlü darmadağın bir yola
götürmezsin sen.
Sözünde duruyor, çekmeden
vazgeçmiyorsun.
çeke çeke, oynaya güle herkesi mey dana götürüyorsun.
Hiç söyleme
a dilim, dudağım; söyleme de gönlüm açılsın. çünkü bir taş yürekliyle düşüp kalktıkça
Bedahşan lâ’li olamazsın ki.
Yüzlerce
şart koşuyorsun ama hiçbir şart gözetmeden ihsan ediyorsun... pek tamahsızsın;
altını keseye koymazsın sen.
L
Seng mezen
ber teref-i kâr geh-i şîşe-gerî
Zehm mezen
ber ceger-i heste-i heste-cegerî
Şişecinin iş
yurduna taş atma. ciğeri yaralı birisinin ciğerini y aralama.
O taşların
hepsini de bana at; ben dururken bir başkasını yaralaman, bir başkasına taş
atman yazıktır, yazık.
Benden başka
bütün cefa tutsaklarını azat et de cefa ederken de benden başkasına göz dikme.
Vefa edersen
de hoşum, cefa edersen de. vefaya da sakın bensiz gitme, cefaya da.
Birisinin gözüne hayalin gelmiyorsa, gözü, kesilmiş keçinin gözü
gibi morarır da bön bön bakar durur.
Dünya zindanına düşmeden önce boyuna seninleydim ben; keşke şu tuzağa
yol uğratmasaydım.
Sana kaç
defa söyledim; hoşum ben, hiç yolculuğa çıkmam dedim... gel de şu sarp
yolculuğa bak; ta yücelerden yeryüzüne dek bir yolculuk.73]
Lûtfun
yolladı beni, git, hiç ürkme; sana bir zarar gelmez; keremim kılavuzluk eder
dedi.
Gidersen açılırsın, pişer olgunlaşırsın; her şeyden haberin olarak
marifetli, hünerli bir halde yurduna gene döner gelirsin diye kandırıyorsun
beni.
A haberin de canı dedim; sensiz haberi ne yapayım ben? Zâti bir
haber için kim gider? Meğerki senden haberi olmasın.
Elinden şarap içtim mi hiçbir şeyden haberim
olmaz, sarhoş olur, hoş bir hale gelirim... ne zarardan ürküntüm
kalır, ne bir korkum; ne insanlığın kötülüğünden haberim olur, ne iyiliğinden.
Yol
kesenlerin sözleri gibi kulağıma sözler söyledi de baştan çıkardı o padişah
beni; bir şaşkın etti gitti.
Hikâye
uzundur; evet. ah onun düzenbazlığından, ah. Fakat bir lütfetti mi de şu
gecemize bir seher çağıdır gelir çatar.
LI
Ârif-i
güyende eger tâ be seher sebr konî
Ez cehet-i
heste-dilân cân-o nigeh-bân-ı menî
A sözler
söyleyen arif, gönülleri yaralılar için sehere dek sabredersen, sensin benim
canım, sensin benim görüp gözetenim.
Vesvese
Ebü Leheb’i yol kesiciliğe kalkışmasın diye, Ali gibi durduğun safta ayak
dirersin, can, baş kay gısına düşmezsin.
Yol
kesenleri kır geçir de yerinde yurdunda olduğun halde Tanrı sana, gazim, benim
hacım diye ad taksın.
* Ezel kadehinin sahibisin; şekerlerin, balların özüsün; canın,
gönlün otağ kurduğu yersin; Ebû’l-Hasan’ın definesinin bulunduğu yersin sen.
Meleklerin kanatlarının
çarpıntısısın, gök damının doğuşusun; tertemiz kişilerin topluluğuna tatsın
tuzsun; Tanrı mumuna leğensin sen.
Şarap
sunarsın, bütün erlerimi sarhoş edersin; onları kavgaya tutuşturursun,
birbirlerine girerler.
* Ersen, gönlün temizse, inanç sahibiysen, güvenilir kişiy sen,
yılan bir delikten iki kere sokamaz seni.
A benim
gönlüm, sus, benim adımı hiç söyleme... onun adını söyle ki gül gibi hoşsun,
açılıp saçılmışsın, gülmedesin onun yüzünden.
LII
Ey dil-i ser-geşte şode der teleb-i yâve-revî
Çend begoftem ki medih dil be kesî bî gerevî
A
gidip kaybolan dostun ardına düşen, başı dönen gönül; kaç kere söyledim; rehin
almadan kimseye gönül verme dedim sana.74]
Bir güzelin satrancının başında elbiseni yırtar, keseni açarsın da
benim gibi gönlü sâf birine karşı sersem, şaşkın görünürsün.
Altın definesinden bir arpa bile elde edemediğim o güzel, bütün
varımı yoğumu aldı benim; bir yapracığım bile yok.
O eski aşk yesin, sömürsün, alsın gitsin canımı... her solukta o
eski dosta yeniden yeniye canlar veriyorum ben.
O eski dostun huyu husu yeni; Tanrı gibi yanı, yönü yok. özü
güzel, bakışı güzel, haber verişi güzel, dinleyişi güzel.
A salına salına yürüyen selvi, senin yüzünden
dünya gül harmanı oldu... düşmanınsa arpa biçmede, buğday
devşirmede.
A yel huylu, herkesin varlık suyunu çek. güneş gibi sen de o
çukurdaki çiğ taneciğini em gitsin.
Sen de güneşsin ama onun harareti gibi dağlamazsın, yakmazsın
adamı. Seher yeli gibi lûtuf ıssısın, şaşkınca koşmazsın yalnız.
Gönlümde eğri bir huy varsa çek çıkar, at onu. Bahçe sahibi de
eğri dalı koparıp atar.
Din evinde haset faresi bir deliktir açar ama fare de ne oluyor?
Kedinin bir miyavlamasından ürker de kaçıverir.
Bir buluştun mu, suyla toprak yeşerir; gönlümle dilber bir araya
gelir; fakat ikilik y oktur arada.
Daha beri
gel de burda ne ben kalay ım, ne söz kalsın. Zâti senin gibi bir sabahın
karşısında gece karanlığı da nedir ki?
LIII
Tu ne çonânî
ki menem men ne çonânem ki tuyî
Tu ne be anî
ki menem men ne ber ânem ki tuyî
Ben nasılsam
öyle değilsin sen; sen nasılsan öyle değilim ben... Ne sen benim bulunduğum
haldesin, ne de ben senin bulunduğun haldeyim.
Ben bir
uğurdan senin buyruğuna uymuşum; sen tümden kanıma kastetmedesin. Ay olsam,
güneş kesilsem, gene de senden aşağıyım ben.
Bütün
bunlarla beraber gene de a perilerin bile kıskandıkları güzel, bana uğrayınca o
kadar tez at sürme de senin sen olduğunu anlay ay ım.
Dün kapımın
önünden geçtin ama bir koku bile alamadım senden. Yalnız canım, rûhum kulağıma
söylediler; geçen senmişsin.
A benim
canım, a benim gönlüm; can da kim oluyor, gönül dediğim de kim? Kapının
toprağı, çayır çimen gibi can bitirir, gönül y etiştirir.
Gözün bize
bakmada, akıl gibi her solukta
bizimlesin.
fakat o yürek nerde ki sıçrayalım da sensin diyelim sana.
Kulağımdan
tuttun da bulunduğum yerden çeke sürüye aldın, götürdün beni hani; fakat ben de
bütün o gördüğüm, seyrettiğim yerlerde seni buldum, seni gördüm.
Sarhoşum,
sen de benim yüzümden sarhoşsun. yanıldım, bir hatadır ettim. ben erişmeye
erişemem ya; sen sana eriştirirsin beni.
Dilim
sensin dedi ya; bu suçun özrü olarak bundan böyle tümden susayım, sabredeyim,
zehirler içeyim.
LIV
Ah ki çi
divane şodem der teleb-i silsileî
Der hom-ı
gerdon fekenem her neferî golgoleî
Ah, bir
zincirin hevesine düştüm de ne deli oldum, divane kesildim. her solukta gök
küpüne bir gürültüdür salacağım artık.
Her seher
çağında bir çulu ayaklarımla çiğner,
aşarım; bir
kervanı araya araya ciğer kanlarımı saçarım.
Ah elinden o
kişinin; bir şaşılacak dağ vurdu gönlüme... onun yolunda yürümeden ayaklarımın
altı şişti, kabardı.
Hem Zühre,
onun damından gökyüzüne bir kıvılcımdır salar; hem heybetinden yeryüzünü
depremler kavrar.
îşine hiç
karışmam, karışsam da komaz ya. bir dur hele sözüyle yüzlerce benim gibisini
sürer gider.
Onun
tapısından sürüldüm mü de gider, bir köşeciğe baş korum. aşk çulhası bir
çileyle başucuma gelir, başıma bez örer benim.
BAHR-İ REMEL
-MAHBÛN MEKŞÛF-
feilâtü fâilatün feilâtü fâilâtün
— A —
Berevîd ey
herîfan bekeşîd yâr-ı mârâ
Bemen âverîd ahar senem-i gerîz-pârâ
Gidin a iş erleri, çekin, getirin sevgilimizi; getirin bana o
kaçak güzeli.
Tatlı mı tatlı nağmelerle, altın gibi bahanelerle o güzel yüzlüyü,
o ay parçası güzeli çekin eve.
Bir başka zaman gelirim der, söz verirse inanmayın sakın...
verdiği sözlerin hepsi de düzendir, aldatır sizi o.
Pek sıcak
bir soluğu vardır onun; büyücülükle suyu düğümler, havayı bağlar o.
Benim güzel sevgilim kutlulukla, neşeyle bir geldi mi, otur artık
da Tanrı’nın şaşılacak şey lerini seyre dal.
Onun güzelliği parladı, yüzü ışık saldı mı, güzellerin güzelliği
de neymiş? Güneş yüzü mumları söndürür gider.
Yürü
a tez giden gönül, Yemen’e, sevgilime git de o değer biçilmez akıyka
selâmlarımı ulaştır, saygılarımı bildir.
II
Çu merâ be
sûy-ı zından bekeşîd can zi bâlâ
Zi
mukarrebân-ı hazret beşodem garîb-o tenhâ
Can beni
tutup yücelerden zindana çekince Tanrı kapısının yakınlarından ayrıldım;
yapayalnız kaldım.
Derken
hapishanede bir Ay eş dost oldu bana... öylesine bir Ay ki hevesi aklıma
fikrime binlerce sevda saldı.
Herkes
hapisten, belâdan kurtuluş yolunu arar; ben aramam. ne diye dışarıya yüz tutay
ım, dışarıya çıkayım? Sevgili burda.
Zindan
bucağından başka bir yerde onunla y alnız kalamam; balın gönlü de ate şten
başka bir şey le ap arı bir hale gelemez.
Bir
yakınlara bakmadayım, bir de darmadağın
bir halde
ona... bir bakışta şu istekteyim, bir bakışta şunu seyretmede.
Eşi dostu Yusuf olan kaçmaz. hapishanede bağ bahçe sahibi olan,
hele bir de Yusuf’umuzu bulan kişi, ordan çıkmayı istemez.
Böylesine bir şekerkamışlığından öylesine bir istek duyan kişi,
dört gözle koşar, hapishaneye gider.
Yıldızlardan duydum; birisi bu Ay’ın ışığını bulursa bize de haber
verecekmiş.
Böylesine inciyi bulduktan sonra Mûsa gibi ay ağını basar, yedi
denizi aşar da mucize gösterirsin.
Yalnız o canların kıskandığı güzelden ne Ay’ın haberi olur, ne
yıldızın. onun Ay’ı doğdu mu gönülleri yakar gider.
Yüzünü
övmeye utanıy o rum; vallahi ağzımı yumdum. sakanın tulumu denizden ne kadar su
alabilir ki?
III
Çemenî ki tâ
kıyâmet gol-ı o be bâr bâda
Senemî ki
ber cemâleş du cihan nisâr bâdâ
Bir yeşillik
ki gülü kıyamete dek solmasın, dökülmesin... bir güzel ki iki dünya da yüzüne
feda olsun.
Güzeller
beyi çınseherde salına salına ava gitmede. ok gibi bakışına gönlümüz av olsun
gitsin.
Her solukta
gözlerinden gözlerime ne haberler gelmede, ne haberler. gözlerim onun
haberleriyle aydın olsun, mahmurlaştıkça mahmurlaşsın.
Zahitlik
kapısını kırdım da, dilerim, bütün ömrün kararsız geçsin diye dua etti, ilendi
bana.
Duasıyla bir
sevgiliye düştüm; ne karar kaldı, ne gönül. Tanrı yâri, yaveri olsun; kanımıza
susamış.
Bedenim Ay’a
benziyor; aşkla eriyip gitmede. gönlümüz de Zühre’nin çengi sanki; teli
kırılsın da takılamasın.
Ay’ın
eriyişine bakma, Zühre’nin çenginin teli kırıkmış; ona darılma... sen gamının
tadını seyret; biri, dilerim, bin olsun.
Can içinde
bir gelin var; ama ne gelin. Yüzünün parıltısı vursun da dünya o ışıkla yeni
gelinlerin elleri gibi tazeleşsin, kınalar yaksın.
Bedenin
pörsüyen, eriyip giden yanaklarına bakma; canın yanaklarına bak da hoşlaşsın,
al al olsun.
Kapkara
beden sanki bir kuzgun; can âlemi de kış. şu iki çirkinin inadına can âlemi
ölümsüz bir bahar bulsun da açılıp saçılsın.
*
Şu iki çirkin şeyin dincelmesinden dört unsur meydana geldi. kullarının
dincelmesi, bu dördünden başka bir şeyle olsun.
IV
Eger on meyî
ki hordî be seher nebûd gîrâ
Besitan zi
men şerâbî ki kıyametest hakka
Seher çağı
içtiğin şarap tesir etmediyse sana,
benden bir
şarap iç; gerçekten de bir kıyamettir benim şarabım.
îlk kadehte nereleri gezersin; neler görürsün, neler... ikinci kadehten
Allah’a sığınırız; artık üçüncüsünü nasıl söyleyeyim?
Ne gam kalır, ne iş güç. herkesi yerlere yıkar; ondan sonra da
sizi nereye çeker, götürür; Allah bilir.
Sen kokuya, renge tutsaksın; taşa, taştaki resme benziyorsun.
kaynak suyu gibi bir kayna da çık şu ta ştan.
Hele ey kerem sahibi sâkî, o kızıl şarabı bir sun da öyle bir hale
geleyim ki çekinmeden senden bahsedeyim.
O koca sağrağı bana sun, kendi kuluna sun. sonra da onun
mahmurluğuyla nasıl yücelere dalmışım da bakıyorum; bir seyret.
Beni bir ırmak edip akıttığın yere bakıyorum; zâti denizden
akmıştı; aksın dursun o ırmak.
Hele sadr-ı bedr-i âlem meneşin mehosb imşeb
Ki burak ber der âmed fe izâ faragte fansub
* Hele ey dünyanın en yüce beyi, hele ey dünyaya dolunay kesilen;
kapıya Burâk geldi; oturma, uyuma bu gece; “îşini bitirdin mi, yorul”, düş
yola.
Yol bağlıydı da ümit kesilmişti, şimdi sen yücelere ağ, göklere
çık, yol aç göklerde.
* “Oku” buyruğunun has beyi duaya dudak açtı mı, gökyüzü bir soluk
bile eğlenmez, binlerce kapı açar.75]
Padişahlara lâyık inci parıldadı; balık gibi denize yürü... ne
istiyorsun derse sana, de ki: Seni istiyorum, seni.
Senin ıslığını duydum da kalem gibi başımı ayak yapıp ko ştum.
senin kalbine eriştim, kalıbın baş ağrısını ne yapayım artık?
Selâmları
hoş kişilerin selâmlarını duyar da ululuktan elini eteğini çekersin... senin
selâmından da benim hem gönlüm tertemiz bir hale gelir, hem canım.
Böylesine
bir şarap sunanın elinden, böylesine söz söyleyenin soluğundan şu dünyada bir
tek edepli gönül kalırsa şaşılır doğrusu.
Tanrı
cömertliğinden bitmiş, yetişmiş; yalvarıp yakarmadan vazgeçmiş. Ben Hakk’ım
meşaleleriyle tutuşmuş, yok olmuş gitmiş.
Çek suyu şu
topraktan; güneşin de canısın çünkü. toprakla karıştı mı, can arı duru o lamaz.
Yakınlığın
daha da ilerlesin diye salâvat getirmedey im sana. tüme yaklaşınca bütün parça
buçuklar yakın say ılırlar.
Sûr
üfürülüşüyle gözümün önünde iki dünyanın da kıy ameti kopmuş. can dünyasında
deprem var, beden düny ası mahşer olmuş.
Söz
söylemeye çalışma; ışık gönüldendir,
sözden
değil... hüneri, ayaklarınızla koşun, gidin de elde edin; kuyruktan tilki
görüşü elde edilir ancak.
— D —
VI
Çi tevekkufest zin pes heme kârvan revan şod
Negered şutur be uştur ki beyâ ki sârban şod
Bundan böyle durmak da nedir? Bütün kervan koştu gitti. Deve
deveye bakıyor da kervanbaşı öldü demek istiyor.
Sağa sola bakıp sayıya sığmaz kervanlara dalma... hepsi de gölge
gibi günün ardına düştü, göğe gitti.
Mekânsızlık âleminden gelmedin mi, ne elde ettiysen ordan elde
etmedin mi; gönlün, bir hoşça gene o âleme gittiğini ne diye bilmez?
Bütün gün oynadın durdun; evin gamını hiç yemedin. eve dönme çağı
şimdi; fakat darmadağın oldun; çekile sürüle gitmedesin.
Sen gül, gülmen daha iyi; çünkü Tanrı’ya yöneldin. keremi, kerem
sahibi hakkında kötü bir zanna düşmeni revâ görmez.
VII
Hemerâ beyâzmûdem zi tu hoşterem meyâmed
Çu foroşodem be deryâ çü tu govherem neyâmed
Herkesi sınadım, senden daha hoşa giden kimse bulamadım; denize
daldım; gene sana benzer bir inci elde edemedim.
Küplerin ağızlarını açtım; binlerce küpün şarabını tattım; senin
şarabın gibi ağza, dudağa tat veren, insanı saran, başını döndüren bir şarap
bulamadım.
Ne de şaşılacak şey; kucağıma bir yasemin bedenli güzel geliyor
diye gönlümde gül de gülüyor, yasemin de.
Dileğimi iki üç gün ardına koştum senin... ondan sonra hangi dilek
kaldı düny ada ki müyesser olmasın bana?
Bir padişahsın ki iki üç gün sana kul köle oldum; düny ada hiçbir
padişah kalmadı ki kul köle olmasın bana.
Aklım, ayağı
kırık bir halde, bana konuk gelmedi diye ne oturmuşsun? Kalk, gökyüzü
konuklarına doğru uç dedi.
Gönül
güvercinim bedenimden çıktı, damına doğru uçtu; ben arkasından, güvercinim
gitti, gelmez artık diye bülbül gibi feryada başladım.
Doğanlar
gibi gönül güvercininin peşinden havalandım; öy le sine havalandım ki ne devlet
kuşu denk oldu bana, ne Zümrüdüanka eşit oldu.
Git
a darmadağın beden, sen de git, şu pişman olmuş gönül de gitsin... İkisinden de
kurtulmadıkça başka bir gönül gelmedi bana.
VIII
Hele âşıkan
bekûşîd ki çü cism-o can nemâned
Dil-i tan be
çerh perred çü beden geran nemâned
Âşıklar,
çalışın, çabalayın hele; bedenle can kalmayınca gönülleriniz şu ağır beden
yükünden
kurtulur
da gökyüzüne uçar gider.
Gönlü, canı hikmet suyuyla yıkayın, tozdan topraktan arıtın da
gözleriniz hasretle şu toprak y eryüzünde kalmasın.
Dünyada ne varsa hepsinin de canı aşk değil mi? Aşktan başka ne
varsa hepsi de ölür gider; kalan O’dur ancak.
Yokluğun doğuya benzer, ecelin batıya; fakat bir başka göktedir bu
do ğuy la batı; şu gökyüzü de kalmaz çünkü.
îçinde bir gökyüzü var; aşk kanadını çırp da uç o göğe... aşk
kanadı kuvvetlendi mi, merdiven gamı kalmaz artık.
Dışardaki dünyayı görme, gözünün içinde bir başka dünya var.
gözlerini yumdun mu, bu dünyadan hiçbir şey kalmayıverir.
Gönlün tıpkı bir damdır, duyguların da oluklar. oluklar kalmadı
mı, damdan su iç.
Bu gazelin tekmilini gönlünden oku; dilime bakma benim; çünkü dil
de kalmaz, dudak da.
însanın
bedeni yaydır, soluğu, sözü o yayın oku... okla okluk gitti mi, yay bir iş
göremez.
IX
Hızırî ki
ömr-i sâlet bekeşed derâz kerded
Der-i merk-i
ber horende ebeden ferâz kerded
Öz ömrünü
tutup çeken, uzatıveren, her şeyi yiyip sömüren ölümün kapısını sona dek örten
bir Hızır’sın sen.
Yücelere,
yüceler yücesi göğe bir baktın mı, cennetten binlerce rahmet kapısı açılır.
Suçlu kötü
kişilere gölgen düştü mü, bütün suçları çile olur, namaz kesilir.
Mustafâ’nın
bineği, bağışlama tarafına yüz çevirdi mi, binlerce Ebû Leheb güzelleşir, y alv
arıp y akarmay a koyulur.
Denize
benzeyen ellerin lûtfeder de inciler saçmaya başlarsa altın gibi sararmış yüzüm
de altınlar getirir, altın makasının çevresine kor.
Avcun gemiye
benzer; ululuk denizinin kıyışısın sen... avcundan bir habbe de bize düşerse
şaşılır mı buna?
Binlerce
can, binlerce göz yola düşmüş, parıltıdan dizgin kasmış; fakat buluşma çağrısının
zamanı geldi mi, hepsi de yelip yortmayı bırakıverir.
Dinin de,
dünyanın da bütün zehirleri senin yüzünden tatlılaşır, bal şerbeti kesilir;
gönlü y ananların derdi, gamı, senin yüzünden gönül okşayıcı bir hal alır.
Herkesin
gönlü senin eteğine sarılır; fakat şunu bilmezler ki ceylan arslanın çevresinde
yüzlerce ihtiy atla döner dolaşır.
Buluşma
kapısını örttün de mekânsızlık âlemine geçtin oturdun ya. artık o kapadığın
kapı, nerden açılacak?
Sus da sözü
bırak; Tanrı’dan başka her şeyi yok bil. yoklukla uzlaştın mı, her y andan
düzene girer işin.
Çemenî ki cümle golhâ be penâh-ı o gerîzed
Ki der o hezan nebâşed ki der o golî berîzed
Bir yeşilliksin ki bütün güller kaçıp oraya sığınırlar. Güz yoktur
orda; güller sararıp dökülmez orda.
Ovada güpgüzel, salına salına yürür gider bir ağaçsın; kim o
ağacın gölgesinde yatar, uyursa sarhoş kalkar.
Göklere benzer bir göksün ki canlar oraya ulaşmak ister; yalnız o
göğe Zühre’yle dövüşüp vuruşmak için Zühal gelemez.
İncisin,
güzelim bir madensin, mekânsızlık yurdundasın... gözlerden gözyaşları dökülmeye
başladı mı, ona işarettir, onun aşkıyla dökülür bu y aşlar a gönül.
XI
Senemâ sipâh-ı ışket be hisâr-ı dil derâmed
Beguzer bedin hevâlî ki cihan behem berâmed
A güzel, aşk ordun gönlü kuşatmaya geldi; bu yandan geç git; dünya
birbirine girdi.
Nerkise benzer gözlerin, şeker mi şeker lâ’l dudakların... hele o
ortadan ikiye ayrılmış amber gibi siyah, amber gibi güzel kokulu saçların, amb
erin kârına kesat verdi gitti.
Bir kaplana benzeyen yüceliğine, bir timsaha benzeyen
kıskançlığına, binlerce orduya bedel olan bakış okuna and olsun;
Güzel mi güzel gönüle and olsun; hoşsun, naziksin, makbulsün. Zâti
gönül gönül oldukça senin ihsanınla geçinir durur.
Bütün yıl put kıran Halil bile senin hayaline düşmüş de gece
gündüz put yonuyor.
Mecnun’un
halini sorma; Leylâ bile elden
• j j • A 1
• 1 1
’ T T 1 *1 1 *1 A
gitti. Azer in halini sorma; Halil bile Azer kesildi.
* Güzelliğinin Mesîh’i tutar da Azer’in mezarının bulunduğu yere
yönelirse,
dünyadakilere ölüyü diriltmeyi gösteriverirsin.
* Aşkının vurduğu dağ ne de güzeldir; o dağ yüzünden her can
öşürden de kurtulur gider, haraçtan da.
Ata binmiş cana bak, bir toz yığını olan kalıba bakma; toz bir
atlı yüzünden güzel görünür, aydın sanılır.
A gönül, dünyaya balçık ardından bak; kafes şeklindeki balçığın
ardında binlerce görülecek şey vardır; görülür, seyredilir.
İki üç beyit
kaldı, onları da sen söyle; senin söylemen daha hoş... senin söz bulutundan
gönül de yeşermiştir, göğüs de.
XII
Seherî çü şâh-i hûban be vesâk-ı mâ derâmed
Bemisâl-i sâkıyân o be sebû-vo sâgar âmed
Seher çağı o güzeller padişahı odamıza giriverdi; hem de sâkîler
gibi testiyle, sağrakla geldi.
Ne testisini
gördüm, ne sağrağından tattım; fakat gene de binlerce şarap dalgası başımda,
beynimde coştu, kaynadı.
Aklım fikrim
sayıya sığmaz kanatlar açtı; kimisi güneşe benziyor; kimisi tıpkı Ay, tıpkı
yıldız.
Kutlulukla, neşeyle yüzünü gördüm de o yüzden iki gözüm iki
dünyaya da doydu gitti.1761
XIII
Senemâ cefâ
rehâ kun kerem in revâ nedâred
Beneger be
sûy-ı derdi ki zi kes devâ nedâred
Vazgeç
cefadan a güzel; lûtfa, ihsana sığmaz bu; kimsenin bir ilaç bulamadığı derdi
seyret, ona derman ol.
Tasım
gökyüzünden düştü; uçsuz-dipsiz denize daldım; şu denizde gönlümün senden başka
bir bildiği de yok (ancak seninle yüzmede).
Kurup durduğum, pişirip kotardığım haberi seher yelinden duyardım;
gamınla öyle bir hale geldim ki gönlümün seher yelinden de haberi yok artık.
Altın gibi sapsarı yanaklarıma, ham gümüşten ibaret bedenine and
olsun ki altına kapılır o; çünkü senin gibi bir dilberi yok onun.
Hele ey sâkî, biraz daha çabuk davran da ört o kapıyı; kim gelirse
sizinle işimiz yok de, sav gitsin.
Gönlünde vefadan eser bulunmayan sevgilinin vefasına and olsun,
bütün ömür boyunca böyle neşeli, böyle kutlu bir an yoktur.
Bundan daha sevinçli, bundan daha güzel ne olabilir ki sen cansın
da, cihansın da... cihanın sonu yokmuş; âşıklara ne gam.
Bu gece sarhoş bir halde o şeker dudaklının odasına gidelim;
kaftanı olmayan elbise çalandan ne diye kaçacak?
O yüzde, o
güzellikte kimyanın hüneri yoksa, sevgiliyle buluşma gününde bütün şu toprak,
neden altın
olup gidiyor?
Mahallesinin
tozunda toprağından tutyanın hassası yoksa, hiçbir şeyden haberi olmayan
ahmağın bile gözleri neden sevgiliyle ay dınlanıy or?
Hele
sustum ben; sen selâmımı götür, saygılarımı söyle... elinde duadan başka bir
şey o lmay an, ne yapabilir ki?
— R —
XIV
Meh-i rûze ender âmed hele ey bot-i çü şekker
Geh-i bûseest tenhâ ne kenâr-o çîz-i dîger
A şeker dudaklı güzel, oruç ayı geldi çattı işte... Ne kucaklaşma
var artık, ne başka bir şey; sadece öpüş çağı şimdi.
Otur da seyret; yemeyi, içmeyi bırak da Kevser havuzunun kıyısında
binlerce dudakları kurumuş susuzu seyre dal.
Oruç ateşse sen arı duru suya bak, testiye değil. Ateş gibi şarap
aklına fikrine bir tazelik, bir açıklık verir elbet.
Kocakarı ağladı mı, oruç padişahı güler. Işığın gönlü şişmanlar,
mumun bedenidir arıklaşan.
Âşıkların yüzleri safranlaşır, canla aklın yüzleriy se kızarır mı
kızarır, al al olur. şişenin dışına bakma sen, sağrağın içine bak.
Hepsi de
sarhoş olmuş, açılıp saçılmış; ramazan akıldan gitmiş bile... Sâkîmizin
odasında kapıya halkayı vurmuşuz.
Bizi sarhoş
görünce ellerini ısırmaya, hele hele diye başını sallamaya başladı da sanki
mahşer kuruldu.
Bu arada da
sarho şsun, hoşsun dedi; şuhsun, şaraba tapıyorsun; kim demiş şeker orucu bozar
diye?
* Şeker,
İsa’nın dudaklarından verildi mi ölü dirilir; hem de öylesine dirilir ki
zevkten Münker’le Nekîr’in bile ağızları açık kalır.
Yıkılmış,
yerlere serilmişsen, sarhoşsan bana gel, benimsin sen. Sevgiliden mahmursan
mahmur mahmur sözleri benden duy.
Ne de
hoşsun, ne de hoş huyun var; hangi gün doğdun; kader kalemi hangi elle böyle
resim gibi yaptı seni?
Bedenin
yücelik perdesi, onun ardında binlerce cennet var. onlar da da şekerler, ay
yüzlüler var; hepsi de Ay gibi temiz mi temiz.
Hadi a şeker
dudaklı çalgıcı, sesi yıldızlara ağdır; çünkü padişahımız hoş bir sûrette üstün
olmuş, avdan döndü.
Her sabah
senin yüzünden bayram; her gece senin yüzünden kadir gecesi... kalkın, yılda
bir gececik gelen kadir gecesi değil bu.
Sen
söz söyle, cansın çünkü. gökyüzünün hikâyelerini anlat; senin sözlerin arı
duru; benim sözlerimse bulanık.
XV
Heme seydhâ
bekerdî hele mîr bâr-ı dîger
Sek-i hîşrâ
rehâ kon ki koned şikâr-ı dîger
Bütün avları
avladın; hele bir daha avlan a benim beyim. Köpeğini salıver de bir av daha y
akalasın.
Bütün
dalgaları yuttun, bütün işleri gördün; fakat oturma, görülecek bir iş daha
kaldı.
Bütün
paraları saydın, vekile verdin; fakat bu hesapçıdan da bir başka sayı duy.
Birçok gümüş bedenlileri koçtun; fakat bir soluk daha aç kucağını
da bir başka güzeli kucakla.
Ne mutlu o kumarbaza ki nesi varsa hepsini elden çıkarır; hiçbir
şeyceğizi kalmaz; ancak bir kere daha kumara girişmek, kumar oynamak isteği
kalır.
Sen ölümle de, dirimde de ondan başka hiç kimseyi bilmiy orsun;
her gece bir dostu tarafından alınıp götürülen orospu değilsin sen.
Onun gözleri nerkis gibi herkese bakmadadır; her erden bir başka
zevk duymada, bir başka mahmurluk elde etmededir.
İki sevgilinin kucağında olan kişinin bütün ömrü hor olur gider.
Hele sen de yüz göstermezsen ona; bir başkasına dayanırsa o.
Çünkü Çin güzelleri bile onun başağını devşirmededir... can kuşuna
onun havasından başka uçacak bir yer yoktur.
XVI
Eger âteşest yâret tu berov der o hemîsûz
Be şeb-i firaak sûzan tu çü şem’ bâş tâ rûz
Sevgilin ateş bile olsa atıl o ateşe de yanadur... ayrılık
gecesinde ta sabaha dek mum gibi yan, eri.
Aykırı olma sakın; uzlaş, kaynaş boyuna. elbiseni y ırtarlarsa
buluşma elbisesini dikmey e koyul.
Uzlaşıp kaynaşmadan bedene de, cana da bir can semâ’ıdır belirir.
bunu rebâptan, teften, zurnadan, çalgıcılardan, şarkıcılardan öğren.
Yirmi tane çalgıcıdan bir tanesi, onlara aykırı bir makama girse
hepsi de yolu kaybederler, çünkü kavga, inat kılavuz olur onlara.
Herkes savaşmada, benim barışmamdan ne çıkacak deme, bir değilsin,
binsin sen. mum gibi kendi kendine yan yakıl, ışıt her yanı.
Çünkü
aydın bir mum, bin tane ölüden daha iyidir... güzelim, usûl bir boy bos,
binlerce kötü, eğri boy bostan yeğdir.
— Ş —
XVII
Şodeem sepend-i husnet vetenem meyân-ı âteş
Çü zitîr-i tost bende bekeşed kemân-ı âteş
Güzelliğine çöreotu kesildim; yerim yurdum, ateşin ta ortası...
değil mi ki ok senin okun; kulun ateşten yayı çeker elbette.
Âşıkın canı yandı yakıldı mı, sevgiliden baş çıkarır. kim ateşte
yanmıştır da ateşe can kesilmemiştir?
Bağrım senin ateşinle dağlanmış; gönlümden başkasını yakma;
göğsüme bak da ateş kılıcının açtığı yarayı seyret.
Ateş kıvılcımları yanmış yakılmış kişiye sıçrarsa o kişide ateşin
eserini bulur.
Aşk gamı ateşlidir; ağaç gibi kuruttu gitti beni; ağaç kuruyunca
da ateşe y anmaktan başka bir işe y aramaz.
Ne mutlu o kişiye ki yasemini de senin ateşinle
biter, gülü de... ateşin dilini arılıkla Halil bilir ancak.
* Onun Halil’i duman gibi ateşe biner; çünkü Halil sanki Mâlik’tir
de ateşin dizgini elindedir onun.
Seher çağında aşkının çağrısını can kulağım işitti; şu ateş
dünyadan sıçra, çık da gir bizim ateşimize diyordu.
Tandıra benzer gönlüm, ateşlerle dolu ağzım ateşin dilinden ne
vakte dek söz söyleyecek, ne vakte dek yanıştan yakılıştan bahsedecek diye
soruyor.
XVIII
Felekâ begû ki tâ key gelehâ-yı yâr gûyem
Neboved şebî ki âyem zi meyân-ı kâr gûyem
Ey felek, sen söyle; ne vakte dek sevgiliden şikâyet edip
duracağım ben? Bir gecem olmayacak mı ki geleyim de işten güçten bahsedeyim?
Onun beli yüzünden dağlar, beller durak kesildi bana... şu aradan
bir sıçrayıp çıkayım da biraz da kıyıdan bucaktan söz açayım.
Onun gül bahçesinin ayrılığıyla dikenin sınamasına düştüm;
dikenden gül gibi kurtulay ım da yanaktan, yüzden söz edeyim.
Ocak ay ının yıkık yerlerinden boyuna karga, kuzgun sesi gelmede.
ben de varayım, menekşeliğe gideyim de lâlenin renginden bahsetmeye koyulayım.
Sevgili geldi mi, gönlüm kibrinden eteğini
çeker... bekleyişten söz açtım mı, bakış sabırsızlıkla yakasını
yırtar.
Mahmurluğumu
anlattım mı o koskoca küp, başından külâhını yere kor; sâkî de sevgisinden,
merhametinden sıçrar, kalkar.
XIX
Hevesîst der ser-i men ki ser-i beşer nedârem
Men ezin
heves çonânem ki zi hod heber nedârem
Başımda öylesine bir heves var ki. insan başı yok bende. bu
hevesle öyle bir haldeyim ki kendimden bile haberim yok benim.
Aşk padişahı her zaman binlerce mal verir, mülk bağışlar; benimse
yüzünü görmekten başka ümidim, isteğim yok.
Külâhım düşmüş, ne çıkar? Kemerim yokmuş, ne gam var? İki dünyada
da yeter bana onun aşk kemeri, aşk külâhı.
Seher çağı, aşkı, yaralı gönlümü aldı, öyle bir
yere götürdü ki gündüzden de geçtim, geceden de, seherdense hiç
haberim yok.
Cana
anlamlar iline yolculuk düştü; hem öyle bir yolculuk ki gök de böylesine bir
yolculuktan haberim bile yok diyor, Ay da.
Canımdan
ayrıldığım için gözlerim inciler saçıyor ama sanma ki incilerle dolu bir gönül
sahibi etmemiş beni.
Ne de güzel
bir şekercim var; bana boyuna şeker satmada; bir gün bile şekerim yok diye özür
dilemedi benden.
Güzelliğinden
bir iz, bir eser gösterirdim ama dünya birbirine girer... benimse kargaşalıkla
uğraşmaya vaktim yok.
A
Tebriz, ahdettim, Şemseddin gelirse şükrane olarak başımı vereceğim; zâti
başımdan başka da bir şeyim yok.
XX
Tu zi men
melûl geştî ki men ez tu nâşitâbem
Senemâ çi
mîşitâbî ki bekoşti ez şitâbem
Seni
çekemiyorum artık dedin, usandın benden... a güzel ne diye acele edersin,
öldürdün bu acelenle beni.
Sen başsın,
beysin, kimsenin sözüne bakmazsın, öğüdünü dinlemezsin. a güzel ne de tez
duymadasın; bu tez duyuşundan yıkıldım gitti.
* N’olur bir
zamancağız aman versen bana. ne şiş yansın, ne kebap a benim canım.
N’olur
uzlaşsan benimle, ivmesen, koşup gitmesen. Sevgili suyumu aldı gitti, gönlüm
namaz kılamaz ki.
Ne de seviy
orsun ayrılığı, ne de tez usanmadasın, ne de âsisin. Senden başka bir sâkîden
içtiğim şarap neşe vermiyor bana.
Odadan o Ay
ansızın çıkar gider diye yüreğim çarpıyor. Güneşim gizlendi mi bulut gibi
koşuyor, yollara düşüy orum.
Ay ağım açık
ama değersizlikte, küçüklükte
zerreler
gibiyim... güneşim doğmazsa ne yaparım ben?
* Gökten ne
yağar da yer kabul etmez? Ne yaparsan, ne edersen dayanırım; dayanmayıp da ne
yapacağım ki?
Sen beni,
benim gibisini ararsan topraklar sayısınca bulursun; fakat ben mumlar yaksam da
senin gibisini arasam bulamam.
Sana secde
edecek kadar bir solukluk canım var; zâti sevgili, kabul edilen dualarım da
sana secdeye kapanıp ettiğim dualar.
Gönlünü düny
adakilerden yu, arıt diyorsun bana. Gönlümü nasıl y ıkay ıp arıtay ım ki ay
rılığ ın suyumu, selimi aldı gitti.
A güzel,
değersizlikte, fakat can bağışlamakta benim gibisi az bulunur; gönlümün
kıskançlığı yüzünden kebaba dönmüşüm, gözyaşlarımla da bir bulutum sanki.
Seher çağı
sabah şarabım sensin; yolculukta kârım senden. ettiğime karşılık olan cennetim
sensin benim, ibadetlerime karşılık sevabım
gene sensin.
Sen rebâb çalan Ebû Bekr gibi inada girişmedesin... bense bir
yaralıyım, inadından rebâb gibi inlemedeyim.
* Sen o
şeker gibi cevaplar veren değil misin ki verilecek bir cevap bulamıyorsun bana?
Yoksa ahmak mı saydın beni de susmanla cevap veriyorsun?
XXI
Çü gulâm-ı âftâbem hem ez âftâb gûyem
Ne şebem ne
şeb-perestem ki hedîs-i hâb gûyem
Mademki güneşe kulum, boyuna güneşten söz açmalıyım; ne geceyim,
ne geceye tapıyorum; ne diye rüy adan söz edeyim?
Mademki güne şin elçisiyim; tercemanlık yoluyla gizlice ona
sormalıyım, duyduğumu sorularınıza cevap o larak size söylemeliyim.
Mademki âlemi ışıtmada tıpkı güneşim, yıkık
yerleri ısıtmalıyım... yapılı yerlerden kaçmalıyım; yıkık sözler
söylemeliyim.
Perişan bir
elmayım ama ağacımdan çok yüceyim. sarhoşum, yerlere yıkılmışım ama doğru söz
söylüyorum.
Gönlüm
köyünün toprağının kokusunu aldı; artık sudan söz edersem utanırım köyünün
toprağından.
Yüzündeki
örtüyü aç; kutlu bir yüzün var. seninle perde ardından konuşmamı revâ görme.
Gönlüm taşa
döndü mü, demir gibi ateşler içindeyimdir; şişe gibi inceldin, güzelleştin mi
kadehten söz açarım, şaraptan lâf ederim.
Safran gibi
sararmış yüzümle lâlenin allığını, güzelliğini anlatırım; oluk gibi gözlerimle
bulutu hikâye ederim.
Mademki
güneşten doğdum, and olsun Tanrı’ya, Keykubad’ım ben. Ne geceleri doğarım, ne
ay ışığından söz ederim.
Hasetçi
halimi sorarsa gönlüm şükretmekten
korkar da
şikâyete başlarım; gamı anlatırım, kıvrandığımı söylerim.
* Râfızî’ye
Benî-Kuhâfe’den nasıl lâf edebilirim; Haricî’ye Ebû Türâb’ın gamını nasıl
anlatırım?
Rebâb onun
yüzünden inlemeye başladı mı, kemençe gibi yüzüstü düşerim; hatip hutbe okumaya
koyuldu mu, o anlatıştan söz açmaya koyulurum.
Dille
söylemeden vazgeçtim, sustum... çünkü yanmış, kavrulmuş bir gönlüm var;
gönlümden söz açarsam sözlerim seni de yakar, kavurur.
XXII
Heberî eger
şenîdî zi cemâl-o hosn-i yârem
Ser-mest
gofte bâşed men ezin heber nedârem
Gece gündüz,
bir çıplağı giydirmeye çalışmaday ım ben; sevgilimin güzelliğinden yeni bir
haber aldınsa sarhoşlukla bir söz söylemişimdir; yoksa haberim bile yok bundan.
Gece gündüz
bir çıplağı giydirmeye çalışmadayım ben; yeni bir dükkân düzmeye uğraşan satıcı
değilim.
Sarhoşun birinin
elinde bir bayrak, iki bin sarhoş da peşinde... padişahın sarhoşuyuz biz diye
şehirde gezip duruyorlar.
Hangi mıhla
mıhlayayım onu? Bütün bağlar, kilitler onun yüzünden açılmada. burada ne
avlayayım? Zâti o ava av olmuşum gitmiş.
* Bu büyüklükte bir davul, kilim altında gizlenmez ki. Ay ışığının
parıltısı, ben bu tozun içindeyim der durur.
* Deve minarenin üstüne çıkar da burda gizlendim, sakın mey dana
çıkarmay ın beni der hani.
Âşık kişi de
devedir; minarenin üstüyse aşk. Minareler yıkılır gider, o minaremdir benim,
kalan minarem.
Sen tut da
gülü istediğin kadar toprağın içine gizle. bahar geldi mi, o ay yüzlüyüm ben
diye baş çıkarıverir.
Mademki küpün ağzını açtın, paylarımızı sun... döndür o kadehi, o
dönüşe kulum köleyim ben.
A benim canım, senin yenin, yakan için bütün yenler, yakalar
yırtılmış. a benim rûhum, senin elman için yaprak gibi tir tir titremedeyim, ne
kararım var, ne huzurum.
Herkese lûtfet, herkesi can haline getir; dileğimi kapıp giden o
şarabı diley e istey e sun da yeni b aştan hep gençleştir herkesi.
Hele a benim temelimin temeli, bütün perdeleri yırt, bağlanmış
gönlü uçur; uçacağım yer de sensin zâti, konacağım yer de sen.
And olsun Tanrı’ya ki iyi mi iyi bir gün, erkenden ağarır, güneşi,
kavuşma kucağıma doğuverir.
Sen sus da,
karanfil, gül bahçesi güzellerine gülün hikây e sini anlatsın; çünkü ilkb
aharım geldi.
XXIII
Du hezâr ehd kerdem ki ser-i cunun nehârem
Zi tu derşikest ahdem zitu yâd şod kerârem
Binlerce kez ahdettim, deliliğin başını kaşımayayım dedim; senin
yüzünden ahdimden döndüm; gene seninle karara geldim.
Fazlasını elde etmek için ümide düştüm; ekinciyim, gideyim, buğday
alay ım da ekeyim dedim.
Dünya işlerinin bağlanıp çözülmesi gayb eliyle olur; iş böyleyken
ne tamahlara düştüm; sen söyle, ne işlere giriştim.
Kaza, kader bıyık altından gülmek, adamı maskaraya almak istedi
mi, topal köpeğe haydi der, şu avıma yetiş.
Fakat acıdı
mı da adama otur der, dileğini benim dileğime tap şır, vazgeç istekten,
dilekten.
Avlanmak gerekse, sana güzel mi güzel bir av benden... bütün can
avlarını sana saçı olarak saçarım.
Ne tuzağımdan usanç gelir sana, ne kadehimde
vebal vardır; ne de bana eşit bir güzel bulunur... eşi, örneği
olmayan bir dostum ben.
Sus,
daha söylersem, onu bir hoş översem gönül güvercinim ilk uçuşunda oraya varır.
Tebrizli
Şemseddin, yıldızın parlamasına sebep oldu; güneş gibi yüzü, yeşil damın
yücesinde p arlay ıp duruyor.
XXIV
Tu govâh bâş
hâce ki zi tovbe tovbe kerdem
Beşikest
câm-ı tovbe çü şerâb-ı ışk hordem
Hoca, sen
tanık ol, tövbe etmeye tövbe ettim ben. Aşk şarabını içince tövbe kadehi
kırıldı gitti.
Eşsiz
güzelliğine, arslanları bile alt eden, yıkan şarabına and olsun, artık ahdin,
tövbenin yanına bile varmam, çevresinde hiç mi hiç dönmem.
Şekerler
saçan dudaklarına, gizli şeyleri bilen gönlüne and olsun, ne düny ay a
kapılmışım ben, ne kızıla, sarıya zebunum.
Güneşe benzeyen yüzüne, sözlerindeki tada tuza and olsun ki
sıcağın soğuğun bin yıl ötesindeyim ben.
Yağız doru ata benzeyen havana, canlar bağışlayan bayrağına and
olsun, ne biçim erim, senden başka hiç kimse bilmez.
* Sabahının kutluluğuna, sabah şarabının kopardığı kıyamete and
olsun ki gök tomarlarını dürer giderim.
A ölümsüz padişah, sen söyle sâkîne; meclise ekşi suratlı biri
gelirse ona derdimin tortulu şarabını sunsun.
Böylece ikilik kalmasın, eskilik, yenilik ortadan kalksın; çünkü
bu işret durağında o top luluktan ayrılmışım, tekim ben.
* Sunsun o şarabı sâkî de hoş bir hale gelsin o kişi; âşık olsun
gitsin. Öylesine sarhoş olsun, y ıkılsın ki sesimin yankısından da kurtulsun,
kovmama da boş versin (tard u aksime aldırış bile etmesin).
Böyle oldu mu da onda ne haset derdi kalır, ne
beden derdi... hoş, tertemiz bir hale gelir, oyun yaygıma oturur
benim.
Zamaneden
uçmuştur; tuzak, yem bağından kurtulmuştur. Bu kumarhanede savaşsız bir tanık
kesildim demektedir o.
Gönlü
tertemiz, tıpkı Zühre gibi oyuna dalar; zar gibi kazaya rıza verir; ne pay
arar, ne de kaptım, uttum, utuldum derdine düşer.
Bundan
böyle susayım; baştan başa kulak kesileyim, akıl olayım; çünkü ne bülbülüm, ne
dudu. Tümden şekerim, gül dalıyım ben.
XXV
Hezeyan ki
foft duşmen be derûn-i dil şenîdem
Pey-i men
tesevvurîrâ ki bekerd hem bedîdem
Düşmanın
hezeyanını gönlümden duydum; hakkımdaki düşüncesini gördüm, bildim.
Köpeği
ayağımı ısırdı, canımı iyice yaktı; fakat köpek gibi onu ısıramam ben, kendi
dudağımı ısırdım.
Erler gibi tek kişilerin sırlarına erdim ben; onun sırrını bildim
diye neden övüneyim?
Bütün ayıplar benden meydana gelmede, kusur bende... tuttum da
bile bile bir akrebi ayağımın yanına getirdim.
İblis gibi hani, o da insanın ancak şeklini görmüştü. Allah’a and
olsun ki beni de bu İblis görmüyor.
Neden halktan yüz çevirmişim; solukdaşlarıma haber ver; yılan
oyluğumu soktu, o kara ipten ürktüm de ondan.
Pek kutlu susanların, dudaklarını, gözlerini yummuş erlerin
gönüllerine, kimseciklerin bilmediği bir yoldan koştum, girdim.
* Gönülden gönüle gizli bir yol vardır ya; o yoldan gittim de
gönül hazinelerinden altınlar, gümüşler seçtim.
Külhana benzeyen gönüle eşek leşini fırlattım, attım. gül
bahçesine benzeyen gönülden de güller derdim, yaseminler devşirdim.
Dostların iyiliklerini, kötülüklerini kinayeyle söyledim ama
onların üstüne en iyi bir perde dokudum; onları örttüm, gizledim.
Gönlüm ansızın her şeyi bilen ulular ulusu bir gönüle ulaştı da o
gönlün heybetinden gönül gibi çarpınıp çırpınmaya başladım.
Mademki
halinden hoşnutsun; ne diye bana düştün? Var git işine... Ne şeyhim ben, ne
mürit.
Sana karşı a kardeş, ne bakırım ben, ne kızıl altın... kapından
dışarı at beni; ne kilidim, ne anahtar.
Bu sözü de söylemedim say; zâti aklıma gelseydin and olsun
Tanrı’ya, seninle hiç duruşmazdım.
XXVI
Hele nîm mest geştem kedehî diger meded kon
Çü herîf-i nîk dâri tu be terk-i nîk-o bed kon
Hele yarı sarhoş olabildim; bir kadeh daha sun... değil mi ki iyi
bir eşin dostun var, iyiyi, kötüyü boşla gitsin.
Ağlayan kimdir cefadan, çıplak kalan kim? Bakma bile. birisinin
vasisi değilsin ya, otur, kendi işine bak.
Şaraba bak, çengin, neyin sesini dinle. bir şeye bakacaksan selvi
boylu sevgiliye bak; onun boyunu bosunu seyret.
* Şekerler satan dudaklarından şeker mi istedi gönlün? Abbas-ı Debs
gibi tezce şeker satandan dilenmeye giriş.
Çocuk değilim ki kuru üzüme, cevize düşkün olayım; sen üzümünü,
cevizini al da at o sepete.
*
Güzelim teberzed şekeri bin
cana değer;
*
haset edeceksen bâri o şekere haset
et.
Şekerler saçan güzele git; dudaklarından şekerler al; o ay
yüzlünün kıran anını müneccimler gibi rasat âletiyle bekle, gözet.
Oruç ayı erişti ya, artık ne kâseden bahset, ne testiden... bundan
böyle ebed sürahisiyle neşelen, o sürahiden sarhoş ol.
Semâ’
için, toy için otur, mahallenin ortasına kurul. Tek Tanrı’nın şarabıyla
neşelen, içtiğini kimsecikler görmez.77]
Can gelini sarhoş olur da bu yüzden varlık köyüne gelirse
yiyeceğini bu tabaktan ver; duvağını da akıldan kes, biç de yüzüne ört.
Sözden
usandın, mahrem bir kimse yok diyorsun. öyleyse anlatış aynasını tez al, yün
bezle ört.
XXVII
Senemâ be çeşm-i şûhet ki be çeşm işâretî kon
Nefesî
herâb-ı hodrâ be nezer imâretî kon
A güzel, şuh
gözlerin için olsun, bir solukcağız göz ucuyla bak; yıkıp yerlere serdiğini
bakışınla onar.
Gönül de
beden mezarının içinde senin şehidin, can da... bu şehitlerin yattıkları yere
gel de bir ziy aret et onları.
Sen bir
Yusuf gibi çıkagelmişsin, bütün Mısır halkı ellerini doğramış. bir yüzünü gö
ster de gönlü de al, canı da; bir alışverişte bulun.
Ayağını
dirediysen, cefada bulunmaya and içtiysen andından dön, n’olur yâni, kefaret
ver.
Bundan size
döker, saçarsam ne fayda ederim deme; y alvarıp yakarmazlık kârından ver; bir
de ziyan ediver.
Safrana
dönmüş yüzü güle çevir, lâleye benzet. üç dört katrecik kanı muştuluklar almış
gönül haline getir.
Devlet
kulundur kölendir senin; buyruğuna karşı baş çekmez. bizimle devlet arasında
elçilik et a
padişahım.
Senin yumuşaklık dağına karşı suçlar saman çöpü gibidir; dağ gibi suçlarımıza
şöylece bir bakıver gitsin.
Bedenimiz iki katre kandı; güzelleşti, insan oldu... Pis huyumuzu
iyi huya sen döndür.
Canlar rûh dünyasından ayrıldılar, balçığa tutsak oldular. sen şu
balçık savaş yerinden y ağmala, kurtar onları.
Harfe tövbe ettim ben; isteklilere, anlamlarla dolu harflerle
başka bir anlatış bayrağı aç da beylik et artık.
Tebrizli
padişah Şemseddin’sin sen; ışığını belirt de nazlı Tebriz’i can gözüne, gönül
görüşüne yurt et.
XXVIII
Senemâ beyâr bade beneşan humâr-ı mestan
Ki bebord ışk-ı rûyet hemegî kerâr-ı mestan
A güzel,
şarap sun da sarhoşların mahmurluğunu gider; çünkü yüzünün aşkı hepsinin de
kararını aldı gitti.
Yıllanmış
şarabı getir, sabah çağında sun da güller saç; çünkü gökyüzü bile sarhoşların
şarabıyla coştu, köpürdü.
O canların
kararını, o can güllüğünü, lâleliğini sun... sarhoşların ağızlarını da
şekerlerle doldur, kucaklarını da.
Ele bir
kadeh al, şeker dudaklıların eline sun. Kerem et de rahmet suyuyla sarhoşların
tozlarını y atıştır.
A güzelim,
can da eline kuldur senin, gönül de; sarhoş için sendeki o güzelim şarapla
sarhoşların ihtiyârını da al, kararını da.
Lâle renkli
şarabın başlara vurdu mu, kızıl gül bile sarhoşların yüzlerini görür de utanır.
* Meclisin
cenahıyla kalbi, şarapla düzene girdi mi, sarhoşların Zül-fekaar’ının ucu gamın
kellesini uçurur gider.
A güzel, günümüzsün bizim, derdimizi, gamımızı yakanımızsın... a
yücelmiş güzel, sarhoşların işleri güçleri seninle düzene girer.
Tut arslanların kulaklarını, çeke çeke deve katarı gibi bir katar
yap onları. sen arslanları bile alt eden bir Tanrı erisin; sarhoşların
yularları elindedir senin.
Akıyktan bir kadehin var; alımlısın, tatlı tuzlusun. sarho şları
avlamak için ne de görülmemiş bir tuzağın var.
A benim güzelim, söylenmedik bir can sözü kaldı; bilmez misin ki
sâkîler bile kıskanırlar seni; sarhoşların başısın, övüncüsün sen.
XXIX
Tu bemâl gûş-ı berbet ki azîm kâhelest o
Beşeken humârrâ ser ki ser-i heme şekest o
Berbatın kulağını bur; pek tembeldir o... mahmurluğun başını yar;
herkesin başını yarmıştır o.
Kızıl kadehin neşesiyle terütaze bir nağmeyi okşa; denizleri ölçüp
biçen bir sedeftir; ele inciler verir o.
Mademki o yasemin bedenli, eve girdi; ev kapısının kapalı kalması
daha iyi. çünkü geçen gün de bir düzen kurmuştu da sıçramış, aramızdan
kaçıvermişti o.
Ne bahaneci güzeldir o; ne belâdır, ne âfettir o. binlerce
sarhoşun kemerini çözer de çalar gider.
Oraya sarhoş bir halde gidelim diye ateşten bir ayağa sahip
olmuşuz. şimdi evde ya, önce sen
git de bir seyret onu.
Güzelim,
aynadan başka kimsenin yüzüne bakmaz; kendi yüzünü seyrede ede puta tapar
olmuştur.
Hele ey
sâkî, kızıl renkli şaraptan bir kadeh sun bana... onun sarhoşu olan baş,
olmayacak hayallerden kurtulmuştur.
Ne gamım, ne
gama tapmadayım, zamanenin gamından kurtulmuş gitmişim. sitem kapısını kapatıp
kilitleyene eş dost olmuşum ben.
Çok
sarhoşsun ama gene çevikleş, sun kadehi. o binlerce elden, avuçtan kaçmıştır
ama sen gene de şişe kırma.
Canıma
öylesine bir kadeh sun ki beni göklere ulaştırsın. canımı düşünce eline vermem;
aşağılara çeker beni o.
Ne iyi
söyle, ne kötü; kendi kadehini kabullenmeye bak. kötüyü de o söylesin, iyiyi
de; her kötünün zâti sığındığı zattır o.
XXX
Senemâ ez onçi hordî behel endekî bemâ deh
Gam-ı tu be tûy-ı mârâ tu be cur’a-i sefâ deh
A güzel, içtiğinden birazcık da bize ver... kat kat gamını bir
yudumcuk neşeyle beraber sun.
Gamın bizi yedi gitti, yerlere yıktı; neşeye neşe katan şarapla
gamın, elemin cezasını ver.
Tanrı’nın
gizlice sunduğu gökyüzü şarabından sun; düşmanlardan gizli olarak bildiğe sun onu.
Savaşları durdur, çengleri okşa; çengimize Irak, Isfahan
perdelerinden nağmeler ver.
Küpün ağzını açtın ya. binlerce susuz sarhoş, bana sun, bana sun
diye kadehler, sağraklar, kabaklar getirirler.
A güzel, şu güz mevsimine bak; şu çıplakları gör de atlas gibi
şaraptan birer kaftan ver onlara.
Gençleri seyretmek için ihtiy arlar oturmuşlar.
şu iki üç ihtiyara genç şaraptan sopa ver de ayaklansınlar,
yürüsünler.
Padişahsın,
şarabın var, can şarabını bağışla diye ağlaya inleye Salâhaddin’e başvur.
— Y —
XXXI
Be Hodâ kesî neconbed çü tu tentenî neconbi
Ki peyâlehâst merdom tu şerâb-behş honbî
And olsun Tanrı’ya, sen ağzını yumar da hiçbir harekette
bulunmazsan kimsecik kıpırdayamaz yerinden... zâti
insanlar
kadehlerdir; şarap bağışlayan küp sensin.
Hele ey hoca, o, ata bindi de meydana geldi mi, ay aklarının
altına toprak ol. atın başını çevirme; baş değilsin, ayaksın sen.
Kendini ne vakit kuyruk bilirsen o zaman başsın; fakat baş olmaya
heves ettikçe de kuyruksun, bunu böylece bil.
Dünyadan kaç, kurtul; onun görünüşünden, gösterişinden, süsünden
püsünden geç. kendiliğinden görüş, görünüş olursan ne diye onun gösterişine
bağlanacaksın?
* Sen o Tanrı’ya bak ki yüzlerce inanç
bağışlamıştır insanlara... Mervli neden Sünnî’dir de Kunubbalı
Râfızî?
Sözü
de, bedeni de tümden görüşe yolla gitsin. boyuna feryat etmedense bir bakış,
daha yeğdir sana.
XXXII
Çü merâ zi
ışk-ı köhne senemâ be yâd dâdî
Dil-i hemçü
âteşemrâ be hezâr bâd dâdî
A güzel,
eski aşkı hatırlattın bana da ateşe benzer gönlümü yele verdin gitti.
Ayrılığından
ağlarım da Tanrı’dan ses gelir bana; der ki: Mademki bir Yusuf satın almıştın;
ne diye mezata verdin onu?
îki dünyayı
da verseler gönlüme hor gelir; aşkınla inleyen y aralı gönüle ne de genişlik
verdin ya.
Dikenden söz
açtın ama binlerce gül açtın; acı sözler söyledin ama tümden muradımızı verdin.
A
Tebrizli Şemseddin, can dünyasından nelerin var ki bu dünya dükkânını böyle
kesada verdin.
XXXIII
Bot-i men zi
der derâmed be mobârekiyy-o şâdî
Be morâd-ı
dil resîdem be cihân-ı bî morâdî
Güzelim, kutlulukla,
neşeyle kapıdan içeri girdi, muratsızlık dünyasında gönlümün muradına eriştim.
Mademki
içeriye girdi, hiç dışarıya gitmedi mi diye sor... girmek, çıkmak, zâti cansız
bir sıfattan ibaret.
Nasıl oldu
diye yanıltma beni; neliksiz- niteliksiz âlemden çıktı, belirdi zâti; yalnız
sen nasılsın, onu söyle; sen de neliksiz-niteliksiz âlemden doğdun.
Yoklukta
nelik-nitelik nasıl olur; ayak olmayınca iz bulunur mu hiç? Pek iyi huylusun
sen;
ilk adıma bir bak hele.
Tümden
kendinden geçişi beğendim, bütün bedenimle gül gibi gülmeye koyuldum... böyle
bir kapı açtın ya, ben de neşeyle kemer kuşandım belime.
XXXIV
Hele ey perî-i şeb-rov ki zi helk nâbedîdî
Be Hodâ be hîç hâne tu çonin çerâg dîdî
Hele ey geceleyin yürüyüp yol alan peri, halktan gizlisin sen. Tanrı’ya
and veriyorum, söyle; hiçbir evde böyle bir mum gördün mü sen?
Ne yellerle sönüyor, ne ışığı eksiliyor; ne de zaman geçtikçe
eskiyor, kuruy o r.
Hele a yüce gök, her yan seninle güzel. Uzun bir yolculuğa
düşmüşsün, yolculara ulaşmışsın.
Sen söyle, yoksa Tanrı’ya and olsun ki neden tuttun da yıldızları
Samanuğrusu’na çektin; ben
söylerim.
Nesr-i Tâir’den gizli bir söz sordum; meleklerin uçuştukları o
yeşilliklerde acaba sen de uçtun mu dedim.
Bir soğuk ah çekti de dedi ki: Bunun üstünde öylesine bir sağlam
kilit var ki padişahın inay etinden başka hiçbir anahtar açamaz onu.
Feryadını duyunca aşka yöneldim de bir baktım; mademki dedim,
başında sevdası yoktu, ne diye gönlünü yaraladın onun?
Aşk cevap verdi bana da, inanma ona dedi; içinde define var; ne
diye düzenine kapıldın onun.
* Bu sözü duyunca, sana mı daha fazla şaşmak gerek, ona mı; sen mi
daha acayipsin, o mu daha ac aip dedim; çünkü burası öyle bir yer ki binlerce
Cuhâ, burda ancak müritlik edebilir.
Hele ey aşk, âşıkları, can konuklarını hoş bir hale getir,
tatlılaştır, neşelendir; çünkü sen binlerce bayram günüsün.
însafın
varsa, neşeliysen, ferahsan sus, çünkü öyle açık söylüyorsun ki sanki
Bâyezîd’in canısın.
XXXV
Bot-ı men be
te’ne gûyed çe meyân-ı reh fotâdî
Senemâ çerâ
neyoftem zi çonan meyî ki dâdî
Güzelim
kınar da yol ortasında niye düştün, yerlere serildin der; a güzelim, öylesine
bir şarap sunduktan sonra ne diye düşmeyeyim?
Güzelim,
öylesine düştüm ki kıy amet kopsa gene y erimden kalkmam; çünkü öylesine bir
kadehi ele aldın; küpün de kapağını açtın sen.
Yıkıldım
gitti, ancak şu kadarını biliyorum: başımı sen tuttun, kucağına koydun, y atırd
ın beni.
Güzelim, aşk
şarabının sâkîsi olan sarho ş gözlerinden kadehle şarap sunarsın bana... Pek
ulu bir usta değil misin zâti?
Bu da senin
lûtfundur, şarap sundun da aklımı başımdan aldın... aklım başımda olsaydı
neşeden çatlar giderdi.
Bir kadeh
sundun, elceğizlerimi çırpmaya başladım; bir kadehle, binlerce murada
erişememek gussasından kurtuldum gitti.
Şuh
gözlerine and olsun ki neşe onlardan doğmuştur; sen önüne ön olmayan bir
cansın; hiç kimseden doğmadın sen.
XXXVI
Esefen li
kalbi yavman heceri’l-habîbu dârî
Va
taharrakat dulû’î va cavânibî bi nârî
Yazıklar
olsun, ne kötü gündür sevgilinin evimden ayrıldığı gün; bütün bedenimi, yanımı
belimi ateşlere y aktı gitti.
Ne mutlu o
gün ki kutluluklar bize baktı; Süheyl yıldızı kolayca yere indi, yanımda yurt
tuttu.
Gönlümün
kaynakları açıldı; binlerce deniz
gördüm... o
denizlerde gemiler vardı ki aşkla yüzüp duruyorlardı.
Bana gelen
lûtufların çetinliğinden uçsuz bucaksız bir denize daldım; orda boğuldum gitti;
fakat gene de sevgilinin bakışı yüzdürmedeydi, yürütmedeydi beni.
Şemseddin’in parıltıları vurdu bana; o gerçekten de efendimdir;
odur canımın temelinin temelinin temeli; ondan ötesi de bir hiçtir zâti.C81
XXXVII
Tu nefes
nefes berin dil hevesî deger kumârî
Çi hoşest in
sebûrî çi konem nemîgozâri
Soluktan
soluğa şu gönüle bir hevestir salmadasın. ne de ho ştur şu sabretmek; ne
yapayım, bırakmıyorsun ki zâti.
Beni ne diye
koşturuyor, bunun içyüzünü Tanrı bilir. Sen ne bilirsin a gönül; bunda hükmün
mü geçer senin?
Padişahın
avlanmasını seyret; arslanlar bile alt olmuşlar... sen nereye kaçabileceksin?
Arık mı arık bir avsın sen.
Sen ondan
kaçamazsın, ona kaçabilirsin ancak. yanlışsın, yanlış, hem de bu tozun toprağın
içindesin de o yüzden yanılıyorsun.
Boyuna
avlanmakta olan padişahtan haberin yoksa, soluktan soluğa bir bak da gör; çünkü
sen de bir kararsız avsın.
Herkesi
korkutarak bir yana koşturmada. herkesi kavray ıp kaplamasaydı nerden korkutabilirdi?
Korku bir
başkasındandır; insan kendinden korkmaz. herkesi korkuyor gördün ya, demek ki y
aratıc ı bunlardan başka.
Ölüme doğru
koşturuyor, kurtuluşa doğru ko şturuy or; a benim canım, bundan daha iyi gönül
verecek biri demek ki yok.
Nasıl gönül
verilir, gösteririm sana; fakat gönlüm isterse. çünkü gönlümü ona verdim; onun
için ondan y ardım iste sen.
XXXVIII
Heberîst nov-resîde tu meger heber nedârî
Ciger-i hasûd hon şod tu meger ciger nedârî
Yeni gelmiş bir haber var, yoksa duymadın mı sen, haberin yok mu?
Hasetçinin ciğeri kan kesildi; yoksa ciğerin mi yok senin?
Bir Ay’dır yüz göstermiş; ışık kanadını açmış... Gönlün, gözün
yoksa birisinden borç al.
Şaşılacak şey; gizli bir yaydan gece gündüz oklar atılmada. Ne
yapacaksın, değil mi kalkanın yok; oklarına canını amaç et.
Varlık bakırın Mûsa gibi onun kimyasıyla altın olmadı mı? Karun
gibi çuvalla altının yokmuş, ne gam?
İçinde bir Mısır var ki şekerkamışlığı sensin onun; dışarda sana
şeker vermiyorlarmış, ne umurunda?
Puta tapanlar gibi şekle, görünüşe kul
olmuşsun; Yusuf’sun ama özüne bakmıyorsun ki.
Tanrı’ya and olsun, kendi yüzünü aynada bir görsen kendin put
olursun kendine de kimseye bir keder vermezsin.
Ona Ay diyorsun, akıllıca zalimsin sen... ne yüzü var onun ki Ay
diyorsun ona, yoksa gözün mü yok?
Başın bir muma benzer ki altı fitili var; o kıvılcımlar sende
yoksa neden altısı da aydın?
Bedenin seni gönül Kâbe’sine götürecek bir deve sanki; eşeklikten
hacca gitmedin, eşeğin olmadığından değil.
Kâbe’ye
gitmesen de kutluluk, gene tutar, çeke sürüye götürür seni; a boşboğaz, kaçma.
Tanrı’dan kaçış, kurtuluş yok sana.
XXXIX
Zi behâr-ı can heber deh hele ey dem-î behârî
Zi şokofehât dânem ki tu hem zi vey hurhârî
A bahar
yelinin soluğu, a bahar çağı, hele bir can baharından haber ver... çiçeklerinden
anlıyorum, sen de ondan mahmur olmuşsun.
Açıl, bak,
ben de açıldım. söyle, ben de söyledim. arılığı duruluğu, dostluğu, bir
padişahın güzelliğini, güzelim yüzünü anlat.
Şimdi
vehimden de dışarı olarak kalan eser de bir güneşe çekilir gider; o da bir kıvılcımdan
y anmış tutuşmuştur, y alımı arttıkç a artar.
İlkbahar
geldi mi, ödünü koparır onun. bir kişi ölümcül oldu mu, sayılı soluk alır
artık.
Bütün bağ
bahçe tuzak olmuş; her yer yeşil bir renge bürünmüş. gülle lâle, hadi, gel,
neyin var diye ele şarap kadehini almış.
Gülle lâle
tuzağa benzer, seyredense sanki avdır. çiçekler sanki tuzak, bütün meyveler de
av lanacak avlar.
Süsen, iki
aydın, doğru gözle lâleye dedi ki: Toprağın toprak oluşu geçti, diken de
dikenlikten çıktı.
A yeşillik,
ne çeşit rengin var; lûtuf şarabıyla sersemsin; padişaha şu özrün yeter;
güzelsin, güzel yanaklısın.
Lâlenin
yanakları yalım yalım; nerkisin gözünden kaçmada; güzellere küstahça bakma, kem
gözle seyre kalkışma demede sanki.
Yel,
dalları neşelendirdi mi, ovaya, yazıya Tatar miskinin kokusu esmede.
* Zahmet,
noksan geçince, bağ bahçe Tanrı’nın lûtfu güçlükten sonra kolaylığı açtı diye
gülüp oynamaya koyulmada.
Ağaçların
bütün dalları oynuyor, hepsinin de her yanı gülüyor... yeni gelinler gibi
hepsinin de elleri kınalı.
Hepsi de
Meryem sanki; meleğin soluğuyla gebe. hepsi de huri sanki; kara yerden doğmuş.
Yeryüzü
sanki cennet; bütün güzeller gece gündüz neşeden kararsız bir halde ay aklarını
vurarak, başlarını, y enlerini sallaya sallay a oynuy orlar.
Bulut
bahara, kışın ne döktüm saçtımsa senin için döktüm saçtım; bu saçıya lâyıksın
sen diyor.
Gönül,
baharı seyret; kesin olarak kıyamet bu... bütün yıl iyi kötü ne ektiysen
baharın bitmede.
Bahar diyor
ki: Ey can, soluğunu tohum bil; tohumunu ek de karşılık ağaç çıksın sana.
Gizli
şeyler baharın açığa çıktı; ne diye kendini gizlersin, sen de iyiden iyiye
ortadasın, görünmedesin zâti.
XL
Suy-ı bâg-ı
mâ sefer kon beneger behâr bârî
Suy-ı yâr-ı
mâ gozer kon beneger nigâr bârî
Bizim
bahçemize doğru yola düş de b aharı seyret bârı. Sevgilimizin bulunduğu yere
uğra da güzel neymiş, bir gör.
Doğana
yetişemiyorsan gölgesinin peşinden koş; gizli av y erinde bâri avı seyret.
Seyir için
deniz kıyılarına gel de dağlar gibi coşup yücelen dalgalarından padişahlara
değer inciler almaya bak.
Av olmak
gerekse padişahın kayışıyla avlanmak daha yeğ... çıplak kalmak gerekse
böylesine bir kumarda çıplak kal bâri.
Kendini
aksaya-sürçe bedenden can dünyasına çek de bir de turunçları seyret,
fesleğenleri, gülleri gör.
Hele ey
yücelerin çeng çalanları, Zühre’nizi oynatmak, gümüşler, kumaşlar elde etmek
için vurun tellere bâri.
Şu nazik
güzellerin arasında, şu erlerin semâ’ında öpüşmeye bir yol yoksa bile bâri bir
kucaklaşma olur elbet.
Böylesine
bir şarap içmeye karşılık mahmurluk hastalığı çekilir; değer şu şaraba bu
mahmurluk; bu karardan sonra karasız gönüle bâri sen söyle bunu.
Testiden
feryatlar duyulmada; şarabın hararetinden yandım; hele ey kadeh, gel y anıma
da
bâri biraz şarap al benden diyor.
* Şirin Husrevlerin ardından feryat etmek de bir hünerdir; bâri
canlara yaşayış verene ver gönlünle canını.
Rasgele bir gün yolum aşk dükkânına uğradı; gönlüm tümden
dükkândan da geçti, işten güçten de.
Başkalarının çare bulacakları dereceyi çoktan aştım; sen çare
bulabilirsin ancak, gönlümü de yele verdim, canımı da, sen gör, gözet bâri.
Artık yeter,
susayım da anlatışı güzel padişah anlatsın. Hadi a anlamlar çalgıcısı, bâri bir
gazel söyle.
XLI
Seherest hîz sâkıy bekon ançı hûy dâri
Ser-i honb bergoşây-o beresan şerâb-ı nârî
Seher oldu, kalk ey sâkî, huy un neyse yap onu... aç küpün
kapağını, ateş gibi şarap sun.
îsa’nın
yüzünden iki üç ölü dirilse n’olur... Elinden iki üç mahmur güzelleşse,
iyileşse, arslan avcısı kesilse ne çıkar?
Güneş gibi
kadehin dönmeye başladı mı, kapkara dünyayı geceden de kurtarır, geceleri
saymadan da.
Akıyk renkli
şarabından hakikat gülü açılır; ağlayıp inleyen kuşa cansın, yeşilliğin de
ilkbaharısın sen.
Padişahlara
lâyık şaraba tatlı canımızı verelim; çünkü mahmurun başını kerem eliyle sen
kaşımadasın sevgili.
înce
düşüncelerden y arım baş ağrısına tutulduk; derman suyunu sen akıt; damarların
y ollarını sen aç.
Şu bizce
gerçek, gerçeğin de ta kendisi: Mutlak ateşsin sen; bir hararetle binlerce baş
tenceresini kaynatmadasın.
Bütün
çalgıcılar coşmuş; hepsi de senin yüzünden köpürmüş gitmiş; hepsi de varını
yoğunu satmış; onları bir hoşça sıkmadasın sen.
XLII
Dil-i bî karârrâ gû ki çü müstakar nedârî
Suy-ı mustakarr-ı aslî zi çi rû sefer nedârî
Kararsız gönüle söyle; neden karar edecek bir yerin; yok; neden
temelli karar edeceğin yere gitmek için yola çıkmıyorsun de.
Bütün halk,
seher çağının hoş soluğuyla dirilir; sen nasıl bir güzelsin ki seher çağın yok.
Ne biçim gül bahçesisin ki bir gül bile bitmiyor sende; ne biçim
bağsın, ne biçim çay ırlık çimenliksin ki bir ağaç bile yok sende.
Yerlere serilmişsin, öylesine sarhoşsun ki ne babadan lâf
ediyorsun a gönül, ne oğul hevesindesin.
Güneşe benziyorsun, ancak yalnız gidiyorsun... Ay gibi gece yol
alıyorsun; adamların filân yok.
Bu sarayda bir kuşa benziy orsun sen; havalanmayı istedin mi, tut
ki kapın yok,
pencereden uçup gidebilirsin ya.
Bir yerde tutulup kalsan, oranın da ne kapısı olsa, ne
penceresi... Ter gibi bedenden çık, bundan başka geçip çıkacak yolun yok çünkü.
Güzelim kıvırcık saçların var. Külâhın yoksa ne gam. dağ gibi ayağın
var, yanın, belin, kemerin yokmuş, ne tasan.
Gökyüzündeki melekler susamışlardır, hepsi de âşıktır sana, bir
nazlı nazenin güzelden, insandan da üstünsün diye müjde vermeye gelirler sana.
O gözü, o görüşü görmediysen gözün, görüşün neden aydın? O inci
yoksa sende, yüzün neden parlak?
O ekşi suratlıya söyle; ekşiliği al, götür burdan de; de ki: O
şaraptan içtiysen ne diye neşelenmezsin, coşmazsın?
İçinden sarhoşsun da mahsustan suratını ekşitiyorsan dal suya, dal
ateşe; artık tehlike yok sana.
Tanrı,
ona râm ol diye denize haber gönderir; ona tesir etme diye ateşe haber yollar.
XLIII
“Tercî-i
Bend”
Hele nûş kon
şerâbî şode âteşî be tîzî
Suy-ı men
beyâ vo bestan be du dest tâ nerîzî
Keskinlikte
ateşe dönmüş şarabı hele bir iç; y anıma gel de kadehi iki elinle al ki
dökmeyesin.
Kadeh,
seçilmiş şarap, Tanrı eliyle sunulmada... bir içtin mi, öylesine düşer, yollara
serilirsin ki mahşerde bile kalkamazsın.
Baş çeker,
şarap içmek istemezsen sana zorla içiririm; benden nereye kaçacaksın sen?
Onun sevgi
kadehi, senin gibi yüz binlerce baş çekeni kapmıştır; kadehi bir al da seyret;
kiminle inada girişiy orsun sen?
Güzel yüzlü
padişaha bak, şarap sunmaya
koyulmuş...
Sevgili saçlarını seyret, miskler damlatmaya başlamış.
Sâkî
kendinden geçti mi, boyuna kadeh sunmaya girişir; çalgıcı kendinden geçti mi,
Hicaz perdesine girer.
Tanrı
şarabından gençliğin sıcaklığını, gençliğin ateşini duyarsın; kendinden gelen
beden hararetinden ne bir sıcaklık duyarsın, ne bir hüner elde edersin.
Bir kadeh al
da arılığına bak, gücünü seyret. and olsun Tanrı’ya ki bu şarap ne üzüm
cibresindendir, ne kuru üzümden çekilme.
Söze söz
katmayı bırakayım, temelsiz sözlerden vazgeçeyim. Sen söyle, söyleyişin güzel,
şaşılacak, görülmemiş bir şey sin sen.
Yeni çeyizli
gelin gibi bir tercî düz, koş ona. Çünkü çeyiz olmazsa gelin kızar köpürür
sana.
Tanrı,
vergileriyle yokluğu da okşayıp durur, varlığı da. babanın bir şeyi yoksa
padişah çeyiz düzer sana.
*
Hele ey
eşsiz, bulunmaz güzel, şu ülkede nasılsın? Hele ey devletin eşi dostu, şu
mahmurlukla nicesin?
Öyle bir
padişahın ayrılığıyla zamanını nasıl geçirmedesin, hele ey kutluluk gülü,
dikenlerin arasında nasılsın?
Güneş sana,
ateşler içindeyiz sensiz demede... bağ bahçe, çayır çimen, sana ey bahar,
nasılsın demede.
Canların
yaşayışı sensin; peki, neden şekle bağlanmışsın? Gönüllerin kararı seninle,
peki neden böyle kararsızsın sen?
Her düğünün
canı sensin, iki dünyanın da düğünü derneği sensin. aklım şaşıyor; neden
yaslısın sen?
Dünyanın
Yusuf’u değil misin; bir sorum var senden: Dileğinle neden kuyudasın, neden
zindanda?
Hele a
yücelik göğü, neden maviler
giyinmedesin?
Hele a yükseklik güneşi, şu dönüşle nicesin sen?
* Baban, iki buğday tanesinin belâsından cennetten çıktı; cennet
havasındaysan nasıl herîse yersin sen?
Çanak
yalayıcıların arasında ne vakte dek kaynayıp duracaksın? Şu erlerin arasında şu
kumara girişmişsin; nasılsın, nicesin?
Birçok söz
söyledin; sözdeki kusurları da örttün, gizledin... Fakat şimdi Tanrı mehengine
vuruldun; nasılsın bu çırpınıp kıvranışla?
Dertlilerdensen
neden sustun? Bakışla, görüşle yol alıyorsan ne diye beklemedesin?
* Gönlünde, düşüncende ne varsa, izi mutlaka yüzünde görünür.
Testinin içinde ne varsa dışına o sızar.
*
Bir kerecik
o gizli sevgilinin eşiğine doğru koşun. a kuşcağızlar, zamanenin tuzağından
uçun, kurtulun.
A güzel
huylu, iyi yüzlü; yeşillikten o çiçeği apaçık kopar da gönlün, gözün açılsın.
Gözlerimizden,
senin gamından dolayı gözyaşları akmada... fakat senin nemli gözlerin, Tanrı
lûtfuyla aydın olsun.
Avın, ölüm
kurdundan korktu da öldü gitti ama gönül ceylanın yücelerin kutsal bahçelerinde
yayılmada.
* Dostlardan göklere “Yazıklar olsun” sesi erişti ama sen o gizlilik
göğünde nasılsın, nicesin?
Daracık
şekil tuzağından geçti, kurtuldu; bâri ey kutluluk, onu ayrılıktan da,
zahmetten de, y alnızlıktan da kurtar.
* Öyle de öyle, ister genç ol, ister koca. değil mi ki dünyadan
gitmek gerek; güzel bir sûrette âşık olarak, ululanmış bir halde şehit olup
çevikçe gitmek gerek.
Çağrına
koştum, kendi ülkemden ayrıldım, kapına geldim. bâri ver o anahtarı.
Ömür güneşim
batılarda battıysa, lûtfun bu seherden başka bir seher ağarttı ya.
O
yıldız, kutlulukla söndü gittiyse de ben gizlilik güneşinden ağardım ya.
Dünyada
lâyığım kısa bir ömürden başka bir şey değilmiş... fakat gönlüm lûtfuna,
keremine lâyıkmış ya.
Hele
ey sâkî, ayrılığınla gece gündüz mahmur bir haldeyim. sarhoşluktan kadehin
dudağını bulamıyorum; sen gel.
XLIV
Zi gem-i tu
zâr zârem hele tâ tu şâd bâşî
Senemâ der
intizârem hele tâ tu şâd bâşî
Gamınla
ağlayıp inlemedeyim ama hele sen neşelen de. a güzel, ben bekleyip duruyorum
ama hele sen neşelen de.
Sen beni y
aralı görürsen, kutlu bir bakışla bana bakarsın, hoşlanırsın. Ben gönlümü de,
canımı da gama ısmarlar giderim; hele sen neşelen de.
Beni neşeli görürsen kızarsın, gönlün kinle dolar... Bense başımı
bile kaşımam; hele sen neşelen de.
Gönlümün gamlanmasına ne de sevinmedesin; cefa etmede ne de
ustasın; hele sen neşelen de ben neşeyle bir soluk bile almayayım.
A güzel, sen kılıç gibi, hançer gibi, bu kulun kanma susamışsın.
Zararı yok, iki gözümden kanlar yağdırayım; hele sen neşelen de.
Senin yüzünden tahtım var, mevkiim var. senin gönlünü görüp
gözetmedeyim; hele sen neşelen de. ben bu karar üzereyim işte.
Bu zamanın canı sensin, bir hay li bahaneler kurarak oturmuşsun.
Bense zamaneden bir kıyıya çekilmişim; hele sen neşelen de.
Bedenle
nefis ölmedikçe gönülle can arınmaz. benim bütün işim gücüm bu arılığa ulaşmay
a çalışmak; hele sen neşelen de.
XLV
Şeb-o rûz on
nikuter ki be pîş-i yâr bâşî
Bemeyân-ı
serv-o sosen gol-ı hoş-izâr bâşî
Gece gündüz sevgilinin
kapısında olman daha iyi; hem de selviler, süsenler, yanağı güzel güller
arasında.
Zevk ehlinin
neşesinden binlerce kere daha artık neşeli; bahçedeki nar gibi gülmelisin.
Yoldaki
diken gibi ele ayağa bulmamalısın... şekerkamışları gibi şekerler saçmalısın.
Bağışla
tanınmış güneş gibi tertemiz kişiler arasında sen de parmakla gösterilmelisin.
Hele
yeter, sus da padişahlar padişahı ağzını açsın; sen susar, bekler, söylemezsen
o söyler.
XLVI
Be
mubârekiyy -o şâdî besitan zi ışk câmî
Ki nedâ
koned şerâbeş ki kocâst telh-kâmî
Aşktan,
kutlulukla, neşeyle bir kadeh çek.
zâti şarabı,
nerde dili damağı acımış kişi deyip duruyor.
Onsuz
yaşayış nedir? Bir heves, bir çarmıha geriliş... ona karşı can nedir? Önemsiz
bir şey, bir kul köle.
İki kadeh
çektin mi, güzelleşirsin, arslan avcısı kesilirsin. Padişahımız, arslanımız,
aklına fikrine bir haberdir yollar.
Ne mutlu o
gönüle ki baht oraya tahtını kurmuştur. Ne hoştur o baş ki şarabımız oraya ayak
basmıştır.
Tanrı’ya and
olsun, bahtı yaver biri, senden başıboş bir selâm duysa, padişahların
selâmlarından bile usanır gider.
Sarhoşluk
hırkasına bürünmüş, can kumarhanesine oturmuş. halk arasında adı kötüye çıkmış;
fakat Arş çevresinde iyi bir adı sanı var.
Ne mutlu
andır o an ki padişah, böyle bir seçkin tuzakta, bizim doğanımızsın sen diye
onun kolunu kanadını okşar.
Güzel kokulu
şarabından insan, ne açılıp saçılır, olmayacak şeyler yapar; ne coşup köpürür,
gürültüye kalkışır... Ne dostlara yalvarır, ne düşmandan öç almaya kalkışır.
Bütün halk
çekişip duruyor. sense yerlere serilmişsin, sarhoşsun; gönlün hoş. halkın
tümünü de dam kıyısından seyre dal.
Bir
sorum var senden; sonra söylemeyeceğim artık. Bir ham yüzünden gönlümüzün,
canımızın adı neden pişmiş, potada sızırılmış altın olmuş?
XLVII
Çu yakın
şodest dilrâ ki tu cân-ı cân-ı cânî
Begoşâ der-i
inâyet ki sutûn-ı sed cihânî
Gönül iyiden
iyiye bildi, anladı ki sen canın da canına cansın. Yardım kapısını aç; sen
yüzlerce düny anın direğisin.
Ayrılık
buyruktan baş çekmede; âşıklarının kanlarına kısas olarak bir güzelce vur
boynunu; çünkü zamanın kılıcısın sen.
Güneş’in
kutlulukla Koç burcuna erişti... İhtiyar dünya, senin yüzünden gençlik
parıltısını bulur artık.
Canda ne
çalgılar çalınmada; kaplardan neler dökülmede... kulağa tef, berbat nağmeleri,
şarkı sesleri gelmede.
Şu
gül bahçesi bülbül sesleriyle nasıl da dolu. sarhoşların hay-huyundan kadehle
şarabı ay ırt edemiyorsun.
Bütün dallar
kırılmış; melekler ellerine kadeh almışlar. hepsi de gökyüzünün şarabıyla
kendinden geçmiş.
Can selâmımı
o padişahlara ulaştır. ulaştır ama aklı başında kimseyi bulamazsın ki gelince
de onların selâmlarını söyleyesin.
* Sivrisinek
bile şarap içmiş de başını, sakalını kaybetmiş; Nemrud’un varlığını bir
hançerle yok etmiş gitmiş.
Bir
sivrisineğe bu gücü, bu kuvveti verirse file ne verir. Ne yapayım ben?
Mekânsızlık ilinin kadehi anlatılamıy or ki;
Cana sinen
şarabından, Ashab-ı Kehf’in köpeği arslan avcısı kesilmiş; artık sarhoşlar
mağarasının çevresinde çobanlıktan başka bir şey yapmıyor.
Bir köpek
bile bu hale gelirse, saldırgan arslan ona vefa ederse o güzelim şarap yüzünden
neler elde etmez; sen artık seyret.
Şemseddin’in
doğmasıyla Tebriz doğu kesildi... anlam yıldızlarına ışıklar, kıvılcımlar ondan
gelir, ulaşır.
XLVIII
Hele
pâsbân-ı menzil tu çigûne pâsbânî
Ki bebord
reht-i mârâ heme dozd-i şeb nehânî
Hele a konak
bekçisi, ne biçim bekçisin sen; gece hırsızı gizlice bütün varımızı yoğumuzu
alıp götürmüş.
Yüzüne soğuk
su vur da bir bağır, çağır. senin uykundan bütün kâr, ziyan oldu gitti.
Gece,
geceleyin bekçinin uykusu hırsızlara
mumdur,
ışıktır... ne diye bir solukta onların mumlarını söndürmüyorsun?
Tembelliği
bırak da yıldız gibi geceleri yol al; gökyüzüne binmişsin, yeryüzündekilerden
ne korkarsın?
Köpekçe iki
üç havlayış, atlıların yollarını keser mi hiç? Köpekle ahırdaki öküz, saldırgan
arslandan ne koparabilir ki?
Gerçekler
ormanında apaçık saflar yaran arslana karşı öfke köpeğiyle şehvet öküzü ne
yapabilir ki?
İki katre
sudan ibaret değil miydin? Tufan dalgaları arasında sola sağa ko şan gemi değil
miydin, gemide Nuh kesilmemiş miydin?
Seni koruyan
Tanrı olduktan sonra yoldan ne zarar gelir sana? Külâhın göklere değer; çünkü
bütün başlara başsın sen.
Yoldaşın
Tanrı olunca tuttuğun yol ne de güzel yoldur. sarp cehennemi bile ölümsüz
cennete döndürür.
Anmaya sebep
olsun diye ne armağan götüreyim deme; Güneş’e, Ay’a armağan olarak kendi
yüzleri yeter gider.
Sen ister
git, ister gitme; kutluluğun bütün işi gücü sakince, seve, okşaya başarır;
koşar, gelir sana.
Devlet
kulundur kölendir, binlerce hizmette bulunur sana; kapıdan kovup sürsen bile
çare yok, gene sana hizmet eder.
Sen
güzelce yat, uyu; bahtın senin için uyumaz... eline taş alsan akıyk madeni
kesilir.
* îsa gibi
göğe ağ, Mûsa gibi “Bana görün” de. Tanrı, sus, beni hiç mi hiç göremezsin
demez sana.
Sus a gönül.
fakat ne çare; küpün ağzını kapasan da bu anlamlar bir coştu mu, küpün gönlünü
y arar gider.
O gerçekler
alanında onun nasıl gezip tozduğunu buseydin her solukta bu gazeli iki bin kez
okurdun.
XLIX
Tu kiyî derin zemîrem ki fozonter ez cihânî
Tu ki nukte-i cihânî zi çi nükte mîcehânî
Sen kimsin ki şu gönlümde dünyadan da üstünsün... Dünyanın bir
nüktesisin sen; fakat hangi nükteyle sıçrar, neşelenirsin acaba?
Sen kimsin, ben kimim? Senin adın ne, benim adım ne? Nasıl bir
tohumsun sen, nasıl bir tuzağım ben? Ne busun zâti sen, ne osun.
Elinde kalem, dünya da önünde bir resim sanki. bir yanını düzer,
bezersin; bir y anını siler, bozarsın.
Elinden kalemi b ıraktın mı ona öylesine bir şekil verirsin ki,
beni hiç mi hiç göremezsin sözünden bile nur bulur, ışıklanır.
Beden canın izine düşmüş, koştukça koşuyor ama bu iz izleyişle
canın güzelliğine benzeyemez o.
Sözle dil, Tanrı feyzinin eseridir ama dille
söylenen bir masala benzer mi şu yalım?
Gül de, diken de, bağ bahçe de gönüllerin eseridir ama şu otcağız
nerden benzeyecek gökyüzünün güzelliğine?
Gökle yıldız, sevgilinin izini gösterir ama şu iki ölümlü varlık
nerden benzeyecek anlamların güzelliğine?
Öylesine bir ateş yak, yandır ki izi de yaksın gitsin. sen izsiz
kaldın mı, o vakit ize ulaşırsın.
Sevgili de ayrıldı gitti, canım da... İkisi de mekânsızlık ilinde;
yakınlığın sonuna ulaşmak için perde altına girdiler, anlayışlardan
gizlendiler.
O
ilin havası, bahar havası; gönüller tazeleşti o havayla. Bahçeleri, her yanı
kaplamada. bahçeleri canım, gönlüm benim.79]
L
Zikozâf rîz bâde ki tu şâh-ı sâkıyânî
Tu neî zi cins-i helkan tu zi helk-ı âsmânî
Sâkîlerin padişahısın, durmadan şarap sun... şu halkın cinsinden
değilsin sen, gökyüzü halkındansın.
îki bin şarap küpü, senin bir yudum şarabınla bir değil. nerde
topraktan meydana gelen şarap, nerde can şarabı?
Bu dünyanın şarabı da, mezesi de dünya gibi vefasız. Tanrı şarabı,
Tanrı sağrağı, Tanrı gibi ölümsüz.
Gönül de, can da, gönülle can gibi yüzlercesi de o alıma, o
güzelliğe feda olsun. topraktakilere nerden benzeyeceksin sen? Yalnız şeklin
onlara benzer.
Kararsızlık dünyasına sal sendeki ateşi. yar şu gök kubbenin
gönlünü o ate şle.
Cana kol kanat bağışla; kolu kanadı pek kırıldı. Canın kolunu
kanadını kırdın; bir hikmet var bunda ama yalnız sen bilirsin.
A benim canım, sözüm aklı başında olana pek
tatlı tuzlu gelmez... iki kadehçik lûtfet, sun da söz duy benden.
Çünkü sarhoş ne söylerse söylesin; o sözleri şarap söylemiş olur.
can gemisine şaraptan başka bir şey yelkenlik edemez.
Medet et, yarı sarhoşum, o kadehi sun elime. senin devletinin
sayesinde usançtan da kurtuldum, ağırcanlılıktan da.
Hele a tövbenin baş belâsı, yırt o tövbe kaftanını. sana karşı
tövbenin de yeri mi? Ansızın gelip çatan bir kazasın sen.
Her dükkânı y ıkar, yakarsın, eve barka belâsın sen. Kafdağı’nın
kemerinden tutar, bir deve gibi sürür çekersin onu.
Acaba o söze
gelmeyenleri de söyleyeyim mi? Fakat sen söyle; anlatışın şeker mi şeker a
padişahım; senin sözün daha hoş.
LI
Çü nemâz-ı şâm herkes benehed çerâg-o hânî
Menem-o heyâl-i yârî gem-o nevhe-vo fegaanî
Akşam namazı vaktinde herkes mumunu yakar, sofrasını kurar; bense
sevgilinin hayaline dalarım, gamlara batarım, ağlayıp feryat etme ye koyulurum.
Gözyaşıyla abdest aldığımdan namazım da ateşli olur... bir ezan
sesi geldi mi, mescidimin kapısını yakar, yandırır.
Kıblem nereye gitti ki namazım kazaya kaldı? Tanrı takdiriyle
boyuna bana da sınamalar gelip çatmadadır, sana da.
Acaba sarhoşların namazı doğru mudur? Sen söyle. sarhoş, ne zaman
bilir, ne yer tanır.
Acaba bu ikinci rik’at mı, yoksa sekizinci rik’at mı? Acaba hangi
sûreyi okudum; zâti dilim de yoktu ki.
Tanrı kapısını nasıl çalayım? Ne el kaldı, ne gönül. ey Tanrı, eli
de sen aldın, gönlü de sen; bâri bir aman ver bana.
And olsun Tanrı’ya ki namaz kılarım ama rükû
tamamlandı mı, imam kim? Haberim bile olmaz.
Bundan böyle her imamın önünde, ardında gölge kesileyim; gölgeyi
meydana getirenin hareketiyle kısalayım, uzanayım.
Gölgenin rükûuna da bakma, kıyamına da... gölgeden maksat isteme,
gölgeden can dileme.
Gölge sorudan kurtuldu gitti; çünkü başkasının canı oynatır onu;
nerde gölgeyi bilen diye iki elceğizini çırpıp durur gölge.
Gölgemin sahibi padişahtır; o yürürse yürürüm; bir dükkân kıyısına
oturursa ben de otururum.
Benim varım yoğum kalmadı da gölge lâfına daldım. gölgenin ağzından
ne çıkabilir? Bir ağza uyar ancak.
A kardeş,
peri gibi sudan, ateşten söz ediyor, bir türlü susmuyorsun. Fakat testinin
içinde ne varsa, dışına o sızar, öyle mi, değil mi?
LII
Beçi rûy
poşt ârem be kesî ki ez gozînî
Suy-ı o
koned Hodâ rû be hedîs-o hem-neşînî
Tanrı seçmiş
de söylerken de ona yüz tutmuş; otururken de onunla beraber... ne yüzden böyle
bir kişiye arkamı döneyim?
Dünyanın önü
de, ardı da kıbleye yüz dönmez mi? Bakır, bakırlıktan kimyayla kurtulmaz mı?
Herkes yolda
nalları dökerek Tanrı’ya kaçmada; lûtuflar et, keremler buyur da bizi kâr
kesadından kurtar diye ona sığınmada.
Yeryüzü bile
uyuyup gitmişken gökyüzünden açılıp saçılmıyor mu; gökyüzünden bitkiler elde
edip yeryüzü olmaktan kurtulmuy or mu?
O yüce
habbeler, yeryüzüne bir güzellik, bir tatlılık verir. baharın, kışın aldığı
emanetleri ortaya döker de emin kişi olduğunu gö sterir yeryüzü.
Hele ey
manevî yaşayış, sen de bakırlıktan kaç, kutsal göğe yönel; çünkü en büyük bir
âşıksın sen.
Canı çağırmak için güzeller geldi... madene gel, altın
kesintilerini dürüp devşirmeden vazgeç diyorlar.
And olsun Tanrı’ya ki ay yüzlüsün; and olsun Tanrı’ya ki melek
huylusun. and olsun Tanrı’ya ki miskler kokuy orsun; and olsun Tanrı’ya ki
böylesin sen.
Zamanın Yusuf’uyken ne diye Hintlilerin arasındasın? Git, bir ayna
iste de yüzüne bak, yüz gör.
Arılıkta göğe benzersin; lâtiflikte cansın sanki. açılıp saçılmada
cennetsin; gizlilikte ana karnındaki çocuksun sen.
Hazineden güzel mallara sahipsin; ta eskiden de bahtın iyidir
senin. şekerkamışısın ama ağaç gibisin; ayak diremedey se tam inançsın sen.
* Padişahın mührünün havasıyla muma döndüm a benim canım; beni
onun mühür mumuna, onun sevgi mumuna ulaştır; çünkü pek seçilmiş bir yüzüksün
sen.
Hele sus
artık, kâselerin tadı tuzu onun
yemeklerinden;
böyle olmasa çini kâseler toprak değerinde bile olmaz.
LIII
Meneger be
her gedâyî ki tu hâs ezân-i mâyî
Meforûş hîş
erzan ki tu bes geran-behâyî
Her yoksula
bakıp durma; sen bizim has adamımızsın... kendini ucuza satma; pek ağır bir
değerin var senin.
Sopayla yar
denizi, zamanın Mûsa’sısın sen. yırt Ay’ın kaftanını, Mustafâ’nın ışığındansın
sen.
Güzellikte
Yusuf’sun, kır testilerini güzellerin; Mesîh gibi yürüt soluğunu, sen de o
havadansın.
* Yapayalnız
gir safa, vaktin îsfendiyar’ısın... Hayber’in kapısıdır o; kopar gitsin, çünkü
Murtazâ Ali’sin sen.
Can
bakımından Süleyman’sın, al yüzüğü şeytandan. düşünce de, karar verişte
güneşsin; kır yıldızların ordusunu.
Hâlissin,
gönül çekicisin; Halil gibi gir ateşe... ölümsüzlüğün aslısın, Hızır gibi iç
abıhayatı.
Asılsız
kişilerden kesil, gulyabanilerin aldatışlarına kulak asma; Çünkü sen çok yüce
bir soydansın; çünkü sen pek yüce bir yerdensin.
Can
bakımından zevâlin yok; iç âlemde de pek güzelsin; ululuk sahibi Tanrı’nınsın,
Tanrı ışığındansın sen.
Henüz
belirmedin; güzellikten ne gördün ki? Ama bir seher çağı, güneş gibi
doğuverirsin içinden.
Yazık,
yazık, öylesine gizlisin ki sanki bulut altına girmiş bir Ay’sın. Ay’sın, güzel
bir yüzün var; çık buluttan, yırt, dağıt o b ulutu.
Madende bile
senin gibi bir lâ’l yok; dünya senin gibi bir cana sahip değil. çünkü bu dünya
eksilme dünyasıdır, sense cana canlar katansın.
Sen
Zül-fekaar’a benzersin; bedenin de tahta bir kındır. bu kın kırılırsa ne diye
gönlün
kırılacak?
Sen ayağı
bağlı bir doğansın; bedenin de ayağındaki halka... pençenle ayağındaki halkayı
çıkarman gerek.
Hâlis
altının ateşe atılması ne de hoştur; çünkü ateşin hüneri vardır; altının hâlis
olduğunu ateş gösterir.
A kardeş,
ateşin yalımlarından kaçma; sınamak için bir içine girsen n’olur ki.
And olsun Tanrı’ya
ki seni yakmaz; yüzün altın gibi parlar. Halil’in oğlusun sen; eskiden beri
bildiksin ateşle.
Yüce bir
ağaçsın sen, topraktan baş çıkar. yakınlık Kafdağı’na uç, kadri pek yüce
Zümrüdüanka’sın sen.
Su verilmiş
bir kılıçsın, çık beden kınından. maden pususunda kalma; çık dışarı; adamakıllı
geçer akçesin sen.
Şekersin,
şekerler saç, şekersin, hem de tatlı mı tatlı. devlet ney ini çal; pek güzel
sesin var
çünkü. m
LIV
Sıfat-ı Hodây dârî çu be sîneî derâyî
Lemeân-ı Tur-ı Seynâ tu zi sîne vânemâyî
Tanrı huylusun; güzel gönüle girdin mi, Tur Dağı’nın parıltılarını
gönülden gösterirsin.
Mum huylusun; geceleyin eve girdin mi, bütün ev parıltından
aydınlanır gider.
Şarap huylusun, bir mecliste bulundun mu, güzelim yüzünle binlerce
fitne salarsın o meclise; kavgalar gürültüler çıkartırsın.
Neşe, zevk ürktü, kaçtı mı, dilek, istek üzüldü, koptu mu,
yeryüzüne sakalık edersin... ne çimenler yeşerir, ne güller biter.
Düny a donsa, buz kesse, neşe ölüp gitse, gizlilik âleminden bu
dünyadan başka nice dünyalar meydana çıkarırsın.
Kararsızların içindeki bu dilek, bu çarpıntı
şendendir; yoksa bu arılığınla, bu duruluğunla kara balçıkla
bildik olmana imkân mı var?
Gökyüzü,
toprağın çevresinde gece gündüz dönmeye koyulmuş... a gökyüzü, ışık madeni
değil misin sen; ne istersin bizden?
Bir solukta
tutar, gözyaşı dökersin; bir solukta tutar, toprak elersin. Kesinti arayanın
biri değilsin ki; kimyanın da madenisin sen.
Hal böyleyken gene de kesinti arayanlar gibi gece gündüz toprak
elemedesin; ne diye toprağa taparsın, duaların kıblesi değil misin sen?81]
Bir yoksulun
padişahtan ihsan ummasına şaşılmaz, şaşılacak şey şu ki padişah yoksuldan
dilenmede.
Bundan da
daha şaşılacak şey şu: O Ay, o kadar yalvardı yakardı da yoksul galiba
padişahlık benim hakkım diye y anıldı gitti.
A gökyüzü,
padişah değil misin sen? Toprak senin kulun kölen değil mi? Sen ne diye gece
gündüz ona hizmet edeceğim diye havalanır
durursun?
Gökyüzü bana cevap verir de der ki: Kişi boş yere yelip yöpürmez.
Bir saman çöpü uçuyorsa kehribar yüzünden uçuyordur.
Sözümü anlamak, meleğin harcı. söz söylemezsem söze aç melek, ne
diye susuyorsun, söy le der bana.
Sen melek değilsin; melek ne yer, ne bilirsin? Pırasanın eşi
dostusun sen, kudret helvasını ne yapacaksın?
Akıl fikir mutfağından gelen şu yemeği ne yapacaksın sen? Gece
gündüz o mutfağı görüp gözeten Tanrı’dır.
Tebrizli
Şemseddin’e söyle, yüzünü bize döndür, de. hayır, yanlış söyledim; de ki: Ey
Şems, ardın yok senin zâti; tümden yüzsün sen.
LV
Senemâ çi gûne gûyem ki tu nûr-ı cân-ı mâyî
Ki çi tâketest canrâ çu tu nûr-ı hod nemâyî
A güzel,
nasıl söyleyeyim, bilmem ki... sen canımızın ışığısın bizim. Sen kendi ışığını
gösterince canın gücü kuvveti mi kalır?
A benim
canım, öylesine bir devlet kuşusun ki gölgenin altında bütün kargalar,
kuzgunlar, devlet kuşu olurlar, o devleti elde ederler.
Keremin,
dünyadaki bütün mücrimlerin özürlerini diler. her belâya amansın, her bağı
açansın sen.
Bir incisin
ki binlerce deniz sende yok olur gider. Ululuk sıfatlarıyla uçsuz bucaksız bir
denizsin sen.
Seninle buluştuğum
zaman, ne de vefasız eş dostsun sen diye ağlarım; senden ayrılınca, ne de
vefalı sevgilisin diye feryat ederim.
O Ay’la
buluşunca neler olur? Allah bilir. çünkü ay rılık zamanında bile zevk, neşe
vermedesin, cana canlar katmadasın.
Gönül
delirmişse hakkı var; aklı sendin, gittin. yüzünü açtığın zaman da yüzündür
ondan özür dileyen.
LVI
Beresîd leklek-i can ki behâr şod kocâyî
Beşokoft cümle âlem gol-o berk-i can-fezâyî
Can leyleği geldi de bahar geldi dedi, nerdesin? Bütün dünya
açıldı, saçıldı, ağaçlar yapraklandı, cana canlar katan güller açtı.
Gel de Yusufların yüzlerini gör; hepsi de kuyudan baş gösterdi...
Gül yanaklıları tümden seyret; kendilerini göstermedeler.
Gönül meyveleri kırılmıştı; toprak içinde mahpus kalmıştı.
gözlerini açtılar da karakışın belâsından kurtulduklarını gördüler.
Çayır çimen zindanın kapısını kırdılar. gülle lâle, kendilerine
verilen bağışlar yüzünden neşeli; gülüp duruyorlar.
Bütün olgun Meryemler, kızoğlankızken gebe kalmışlar. bütün
arifler, gönüllerini vermişler, Tanrı ululuğuna yüz tutmuşlar.
Bahçenin çevresindeki çiçek gibi, bizdensen,
sen de sarhoşlar gibi ağız yoluyla payını al diyorlar.
Her biri
kedi gibi yavrusunu ağzına almış, gül bahçesinin anasına götürmede... Nasıl
oluyor da seyre gelmiyorsun?
Güzelim
kanatlı kuşu seyret; hatip gibi minbere çıkmış, Tanrı’yı övüyor. güzelim bir
nağmedir tutturmuş.
LVII
Hele ey dilî
ki hofte tu be zîr-i zıll-i mâyî
Şeb-o rûz
der nemâzî be hekıykat-o gezâyî
A uykuya
dalmış gönül, bizim gölgemizin altındasın. Gece gündüz gerçekten de namazdasın,
savaştasın sen.
Dolunay ışık
yağdırır, köyün köpeği de havlar durur; a Ay, köpeğin havlaması yüzünden ışık
vermeden vazgeçme.
Ekmekle
gelişen kişi, ekmekten başka ne ister ki? Deniz gibi bir gönül gerek ki inci
bile ona
karşı yoksul
kesilsin, dilencilik etsin.
Seher çağında içtiğin şarap seni sarmadıysa, öylesine bir şarap iç
ki ateşiyle kendinden kurtul gitsin.
Tanrı’ya and olsun, bir şaraptır o ki ateşiyle beden göğün
kutluluğuna erer de ölümden kurtulur.
Al, iç, şu kırık dökük yaşayışa aldanıp da inada kalkışma... cana
canlar katış ilinin ardından olgun bir yaşayış gelip çattı.
Sözü
bırakayım a benim canım. Zâti köre Yusuf’un işvelerini, güzelliğini anlatmak
yazıktır.
LVIII
Senemâ çonan letîfî ki be cân-ı mâ derâyî
Senemâ be hakk-ı lûtfet ki meyân-ı mâ derâyî
A güzel, öyle lâtifsin ki canımızın içine girersin. a güzel,
lûtfuna and olsun, aramıza katılırsın sen.
Tertemiz bir
dünyan var; toprakta yurdun yok senin; n’olur bir zamancağız da bizim dünyamıza
gelsen.
Lâtifsin,
izin bulunmaz; gizlilerden gizlisin. bizim gizli ilimize bir gelsen bu gizli il
seninle p arlar, y alımlanır.
A
Süleyman, bütün kuşların dilerini bilirsin... dilimize geldin mi, dudağa ne tat
bağışlarsın sen.
Dünyaya
padişah ancak sensin, yayını kimsecikler çekemez. yayımıza gelirsen senin
yüzünden ok gibi uçar giderim.
A
Tebrizli Şems, salın. Tanrı kimyasısın sen; madenimize gelirsen bütün b
akırımız altın kesilir.
LIX
Çi cemâl-i
can-fezâyî ki meyân-ı cân-ı mâyî
Tu be can çi
mî nemayî tu çonin şeker çerâyî
Ne de cana
canlar katan bir güzelliksin ki canımızın içindesin. Cana neler göstermedesin,
niçin
böylesine bir şekersin sen?
Gönüle bir yol buldun mu bin Ay gibi balkırsın... ne ateşsin, ne
susun sen; niçin böylesine bir şekersin sen?
Aşkının gamı, salt ışık ordusuyla yaya o larak kaleler almış;
niçin böylesine bir şekersin sen?
Pek kutlu Çin padişahı, bütün Zencileri bozguna uğratmış, kırmış
geçirmiş. hepsinin de ellerini bağlamış; niçin böylesine bir şekersin sen?
Tur Dağı’nın mumusun sen; binlerce denizsin, binlerce göksün sen.
Can, dilerim, senden başkasını görmesin; niçin böylesine bir şekersin sen?
Çokluktan gelmişsin; kıyaslara sığmazsın; o iki kanlı sarhoş
gözlerle niçin böy le sine bir şekersin sen?
Hayalin gönlüme gelince nasıl bir ateş kaplar o yurdu; iki dünya
birbirine girer; niçin böylesine bir şekersin sen?
O iki yanağında ne var ki binlerce kararsız âşıkın aklını fikrini
aldı gitti; niçin böylesine bir şekersin sen?
O güzel gülüşle herkesi kul etmişsin kendine... senin soluğunla
ölü bile dirilmiş; niçin böylesine bir şekersin sen?
Tanrı güzelliği var sende; terin denize damlasa binlerce dalga
coşar; niçin böy le sine bir şekersin sen?
îkiye ayrılmış saçların boynumda halka, neşem, sevincim senin
şarabınla; seyret de gör, ne zevkteyim ben? Niçin böylesine bir şekersin sen?
Gülünden
yasemin yok oldu; bütün düzenler mahvoldu gitti. Ben de yok oldum, benim gibi
yüzlercesi de, niçin böylesine bir şekersin sen?
LX
“Tercî-i
Bend”
Tu berov ki
men ezincâ benemîrevem be câyî
Ki reved zi
pîş-i yâri kamerî kamer-likaayî
Sen git; ben
burdan bir yerceğize gitmem... Ay parçası bir dostu, bir ay yüzlü sevgiliyi
bırakıp da kim gider?
Sen git;
çalışıp çabalamaya, bir şey elde etmeye el atmış, ayak basmışsın. benimse onun
aşkının elinden ne elim kaldı, ne ayağım.
Her malın değerini
aklınla tanır, bilirsin, benimse değeri pek yüce bir ay yüzlü dilber yüzünden
ne aklım kaldı, ne fikrim.
Aşk, sevda,
halka göre büyük bir suç. yürü git, halktan cefalar görürsün, kınarlar seni.
Senin gibi
bir ay yüzlü için değer bu suçu işlemek. Akıl, bu çeşit bir yanlış iş işlerse
doğru düzen bir iş yapmış demektir.
Güzel
yüzlülerin sevdasına düşüp gamlanmak, insanın dileğiyle değildir ki. dileğiyle
devâsız derde kim gider?
Dünyanın
gözü senin güzelliğinin ışığını gördü ya. Tanrı’nın bu yurttan başka bir yurdu
olsa
bile artık
kim gider oraya?
Hele a kardeş, bir geç şu gök kubbe perdesinden... değil mi ki
buğdayla işin yok, ne diye durursun değirmende?
Büyükbaban, buğday yüzünden gelmedi mi buraya? Nefsinin havasına
uyan gönülle akıl, elbette ayrılığa düşer.
Tortu boyuna küpün dibinde durur; fakat durulunca küpün ağzına
çıkar.
Bir sel gibi arı duru denizin eşiğine akalım, yüzme bilene deniz
ne hoş.
Balık cinsindensin sen; o yüzden denize yöneliyorsun. havuzda,
ırmakta bir genişlik, bir ferahlık bulamıyorsun.
Havuzun suyu da iğretidir, sonradan konmadır, ırmağın suyu da
başka yerden gelmedir. a akıl, a akıllı, iğreti şeylerden vefa umma.
Bu söz, anlatılamadı. Tercî beytini söyle. Aşk meyvelerini anlat,
basamakları göster.
*
A felek, kulağın olsaydı da aşkın feryadını duysaydın, canın ne
biçim coşar, köpürürdü; bir bilsen.
Yanlış söyledim; senin de buluşman olmasaydı, ay rılık derdine
düşmeseydin y aslılar gibi mavi elbiselere bürünür müydün hiç?
Sevgilinin haberinden bir cilâ elde etseydin bir solukta
gönlündeki bütün pası siler giderdin.
Hele a Ay, gönlün başlık, başbuğluk dâvasına kalkmasaydı, baş
çekmeseydi ululuk külâhını tutulup da nasıl kaptırırdın?
Fakat gene kahrından aşkın lûtfu, saçlarını örtmeseydi tutuluş
düğümü nerden gönlünden çözülürdü?
Gönül sıkıntısıyla iç ferahlığı, bu yolun tehlikeli yerleri
olmasaydı bedenin son günlerde ne diye erirdi, ne diye sonra dolunay olurdun
sen?
Kaza, kader gönlünü, gözünü mühürlemeseydi
nasıl olur da tuzak gizli kalırdı senden; nasıl olur da taneyi
görürdün sen?
Her yolda bir bağ koymasaydı, bir tuzak kurmasaydı kendini
koruyuş, sabrediş yüzünden kim övülürdü ki?
O padişah, her gama bir ferahlık vermeseydi her şey kılıç
kesilirdi, ok olurdu; ne kalkan kalırdı, ne zırh.
Aydın can, Tanrı huylarıyla huylanmasaydı ne hüneri, arılığı
kalırdı; ne kerem olurdu, ne cömertlik.
Yokluk, emrinin heybetine râm olmasaydı ümitsizlik yerinden bir
tek varlık bile bitmez, gelişmezdi.
Güzelliği kem gözlerden ıraktır; hasetçinin erişmesinden çok
yücedir o.
Sen söyle: Ok yarasından Ay’a ne gam... çıfıtın kapkara gönlü,
Ahmed’in sırrından ne elde edebilir?
Kutlu
güzelliğine dair bir tercî beyti söyle; hem
de güzel
söyle: Böylesine bir ırmak, gece gündüz susuz kalmasın.
*
Yeşillik,
kutlu ilkbahar... çalgı, neşe, sarhoşluk... yüzü güzel, alımlı sevgili var;
kadeh var, elimizi uzatıp alıyoruz, içiyoruz.
Gül çağı,
lâle zamanı. yeşillik kumaşlarını yaydı, döktü. hele bir gül meclisine gel; sen
de şaraba tapmadasın.
Selviyle
süsen, şükretmek için yüzlerce dile sahip oldu; yasemin, yokluk ilinden yola
çıktı; sen ne diye oturup kalmışsın?
Gül fidanı
nazlanarak bülbüle sitemli sitemli, sus, git burdan, fidanı kırdın dedi.
Bülbül cevap
verdi de dedi ki: A cefacı, sendeki şu huy yüzünden burda ne hasta kaldı, ne
hekim; ne eczacı kaldı, ne eczacının tezgâhı.
Kızıl gül
hal hatır sorarak safrana, yüzünü neden sararttın, mahmurluktan nasıl da
yerlere serilmişsin dedi.
Safran da
ona, aşk dağından sarardım soldum diye cevap verdi; gamı sınadın mı, kimseden
duydun mu dedi.
Çimen, çınara
ne yaptın, ne işledin de böyle yüceldin dedi; ondan da şu cevap geldi: Toprak
oluştan, alçalış yüzünden yüceldim ben.
Gonca
çiçeğe, neden gözüm yumuk dedi; çiçek gülerek cevap verdi; o külâhı at
başından, kurtuldun gitti dedi.
Hele a gül
bahçesinin güzelleri, altı aydır nerdeydiniz? Yokluktaydık, ansızın Tanrı’dan
bir varlıktır geldi çattı.
Sen de
yokluktan yürü, o dünyanın baharına var, padişahlara katıl; sen de Elest sözünü
duydun da yüceldin.
O solukta
menekşe de erguvandan bir haber almak istedi ama erguvan, başın için a Ay,
sarhoşum diye dudağını ısırdı.
Menekşe,
onun sarhoşluğunu görüp cilvesini seyredince kucakladı onu da, sen bu kucaktan
sıçradın, kaçtın zâti dedi.
Denizin cömertliğini gör de balık gibi sus. Gönül avını salıver
gitsin; sen de ağın dışındasın zâti.
Gece geçti,
seher vakti geldi çattı; sen de hâlâ uyumadın da, bir şey yiyip içmedin de. Bir
solukcağız git de dinlen; kendinden geçtin gitti.
LXI
Bekeşîd yâr gûşem ki tu imşeb ân-ı mâyî
Senemâ belî ve leyken tu neşan bedeh kocâyî
Sevgili, bu gece sen bizimsin diye kulağımı çekti. Evet a güzel,
fakat bir göster bana, nerdesin sen?
Bahaneyi bırakır da evinin yolunu gösterirsen başımla yürüyerek,
gözlerimi yerlere sürerek gelirim; çünkü kimy anın da madenisin sen.
Yok, evini göstermez de düzene girişirsen gökten yıldızları
çalarsın, aklın başından külâhını kaparsın sen.
Gecem saçlarından bir iz; seher çağım
yüzünden bir ışık... Yüzündeki örtüyü bir kaldırsan Ay bile
gökyüzünden yere düşer.
A güzel, sen
bir arslansın, bense ceylan gibi tutsağınım senin. Dünyada azat edileceğinden
korkan avı kim görmüştür?
A güzel,
havamıza gir, razılığımızı dile. çünkü denizden de duydum, madenden de; bağış
madeniymişsin sen.
Bütün vebale
girişim, senden; senin yüzünden ağlayıp inliyorum. yatıştır ululuğunu onun;
ululuk ıssı Tanrı, sensin ancak; ululuk Tanrı’nındır ancak.
Uykumun
yolunu kestin, bâri sarhoşluk yolunu kesme. herkesten, her şeyden ayırdın beni;
kendinden ay ırma bâri.
Tanrım, sana
ulaşmak ümidiyle Ay da dost oldu bize, güneş de; Tanrı kapısını ç almay ı
ummak, ne de büyük bir ümit.
Bütün malını
mülkünü vermiş, kesenin ağzını açmış; senin ihsanını umarak yapıyor bu işi;
vefanın özüsün çünkü.
Hepsi de
dükkânlarını kırıp dökmüşler, uykunun, yiyip içmenin yolunu bağlamışlar; bir
bucaktan çıkıverirsin diye oturmuşlar, seni bekliyorlar.
Bir kişinin
ümidi de nedir ki sana karşı? Bütün dünyanın ümidisin sen... Şarap elde etmeye
çalışman da nedir ki? Lûtuf, ihsan şarabısın sen.
Yusuf senin
içinde; boş yere ne diye Mısır’a gidersin? Perdeyi kaldır da bir bak; ne de
güzel yüzün var.
Çalgıcı
senin içinde; ne diye çalgıcıya kemerini veriyorsun? Beden neyden değersiz
değildir, can da ney üfleyenden aşağı değil.
LXII
Hele âşıkan
beşâret ki nemand in codâyî
Beresed
visâl-i dovlet bekoned Hodâ Hodâyî
Hele a âşıklar,
muştuluk size. artık ayrılık kalmadı, buluşma devleti geldi çattı; artık Tanrı,
Tanrılığını sürecek.
Kerem üstüne
kerem gelmede, binlerce bayram gelip çatmada; iki dünya da mürit olmada; sen
hâlâ nerdesin?
Vefa
şekerini ekersin; canın başını kaşırsın; zamaneden utanır arlanırsın da
dokuzuncu göğe ağarsın artık.
Lûtfu,
keremi seni tutar, kendisine çeker; gönlünün muradına erersin; ne bunun gamı
kalır, ne onun... tertemiz oluş, hükmünü sürer gider.
Hele a
gerçek âşıklar, birbirinizle uzlaşın da yol alın; vefalı dostun içinden
kutsuzluğu aşan bir kutluluk coşmada.
Durağın
topraktı; gizlice bir yolculuğa çıktın; sonunda insanlık durağına eriştin,
insan oldun. fakat burda da kalma.
Sen
yolcusun, yürü; göğe doğru yol al. Ama sen bu paramparça bucakta kalakalmışsın;
Allah kurtarsın.
Gönül,
yürek adını taktığın şu bir katre kana bak. bütün dünyanın çevresini bir
solukta
döner
dolaşır; ama yürüyüp uçarak değil.
Gözünün ışığına dikkat et, göklere vurmada... Ona ışık verenle
bildik olmaya bak.
Söz
söylemeyi bırak; ayağın yok mu senin? Ulu kişiysen ne diye bu daracık yerde
tutsaksın?
LXIII
Tu zi ışk-ı hod neporsî ki çi hob-o dil-robâyî
Da cihan behem berâyed çu cemâl-ı hod nemâyî
Kendini sevmeyi ne soruyorsun, ne soruşturuyorsun; oy saki ne de
güzelsin, ne de gönüller kaparsın sen. yüzünü bir göstersen iki dünya da
birbirine girer.
Sen şarapsın, biz testiyiz. sen suya benziyorsun, biz arkız. ne
yerin var senin, ne yurdun; fakat gene de nereye yönelirsen ordasın.
Gönül sana nasıl yelsin yöpürsün; bakış, görüş, seni nasıl arasın
bulsun? Söz ağızdan nasıl çıksın da nerdesin diye sorsun?
Gönlün
kulağına ne söyledin ki gülmeye koyuldu, açılıp saçıldı? Kamışın ağzına ne
verdin ki şekerler çiğnemeye koyuldu?
Şaraba ne
coşkunluk verdin; bala ne çeşit bir tat bağışladın? Akla nasıl bir düşünce
verdin de yüce tasarılara girişmede, yüksek düşüncelere dalmada?
Senin
yüzünden toprak, nakışlarla bezenmiş; topraktakilerin göz milleri halden hale
girmiş... hoş olmayanlar bile senin yüzünden hoş, hoşsun, hoşluğu arttırıp
durursun sen.
Neşe,
seninle neşelendi; şaşılacak şey, senin yüzünden şaşılacak bir hale geldi;
lûtuf, ihsan senin sayende dudağa, ağza tat verdi; kerem sahibisin, bağışlarda
bulunur durursun sen.
Yaralı,
yorgun gönlü sen arar sorarsın; o lay lard an onu yur, arıtırsın. dertli bir
söz söylersin, ona o söz devâ olur gider.
Bulut
senin yüzünden ağlamada, şimşek senin yüzünden gülmede. Daha da binlerce çeşit
işler, senin lûtfunla olup durmada; vefa
madenisin
sen.
LXIV
Nezerî be
kâr-ı men kon ki zi dest reft kârem
Be kesem mekon
hevâle ki be coz tu kes nedârem
îşime gücüme
bir bak; işten güçten el çektim ben... başkasına buyurma; senden başka kimsem
yok benim.
Buluşma
şarabını sunsan da başımdaki mahmurluğu gidersen meyhaneden ne eksilir ki?
Mademki
kendiliğimden neşeye lâyık değilim, gamsız bırakma beni. Çünkü bu arada boyuna
gamın, gam ortağım oluyor benim.82]
BAHR-İ REMEL
-MAHBÛN MAHZÛF-
feilâtün
feilâtün feilâtün feilün
— A —
Be
şeker-hende eger mîbebered cân-ı merâ
Mette’ Allâhu fuâdî li habîbî ebedâ
Şeker gibi tatlı bir gülüşle canımı alırsa, Tanrı gönlümü ölümsüz
olarak sevgilime kavuşturur, onunla neşelenir, yaşarım.
Canımı o alırsa o vakit güler benim canım; bedenimin bütün
zerrelerini sarhoş etti mi, her yanım esenliğe kavuşur.
Her zerrenin özü, onun lûtfuyla sarhoş oldu mu; sevgilim ne de
üstündür, ne de yüce diye oyuna girişir.
Şarap içe içe tümden şarap kesildim mi, artık meze olurum, şarap
olurum... Yiyin beni, için beni.
Hele a gün, ne günsün sen; ömrün uzun olsun. buluşma günü, şarap
içme, nimetler yeme günü, razılık günüsün.
Küpe benzeyen bedenimizi o şarap için yoğurdu... Rabbim gönlüme ne
güzel bir şey takdir etmiş; takdiri ne güzel de çıktı.
Sirke küpü başkadır, pekmez küpü başka. can küpünde üzüm şarabı
var; kaynayıp coştu artık.
* Şarap küpü uyumaz, o şarapla kaynar durur. Kahve de kötülüklerde
bulunmak, kan dökmek için kaynayıp coşar.
Ben o kişi değil miyim ki dünya küpüne sığmam. dokuz kat gök bile
benim köpüğüme, benim co şkunluğuma day anamaz.
Ölü şarabı ne içiyorsun? Hadi, gel, beni iç; şarabım ben. bir
tulumum ki şarapla, sâkîyle dolmuşum.
Bu,
sana rızık olmazsa ben içerim, dostlar içer. artık ey arı duru kardeşler, susun
da gerçekleyin bu sözü.83]
II
“Tercî-i
Bend”
Ey dırîgaa ki şeb âmed heme geştîm codâ
Honok anrâ ki be şeb yâr-o refîkest Hodâ
Ne yazık... gece oldu, hepimiz ayrıldık birbirimizden. Ne mutlu o
kişiye ki geceleyin dostu, yoldaşı Tanrı olur.
Hepsi uyudu, ölü gibi bir yana yıkıldı gitti. Sen uyumazsın a
dünyanın padişahı, a bizim eşimiz dostumuz.
Kendinize gelin, uyumayın; padişah geceleyin meclis kurdu; seher
çağına dek sizi çağırır durur.
Onun keremi çekti de her uyuyan sıçradı, kalktı. Hani gül bahçesi
seher yeliyle uyanır ya; hadi, sen de seher yelinin zevkiyle sıçra; uyan.
Mustafâ, geceleyin yemek yemezdi ama seher çağında karnı doyardı
da ben derdi, Tanrı razılığına konuk oldum.
* Yokluğa
erenler, onun uykusuzluğu yüzünden kaftanlarını y
ırtsınlar diye
Peygamber’in
ayaklarının altı, namazda fazla durduğundan kabarır, şişerdi.
Gelecek
zamandaki günahların da, geçmiş zamandaki suçların da bağışlanmamış mı dendi de
bu dedi, korkudan, ümitten değil; aşkın coşup köpürmesi bu.
Şu beden
toprağını taşıyan, çeken, can yelidir... geceleyin can bedenden ayrılınca,
beden yıkılır kalır.
Yel
de geceleyin şu toprağı sevmez mi? Aşk yelinin de benim şu toprağıma bir
sevgisi var.
Gerçekten de
yel durmaz, vefası yoktur. fakat bu aşk, vefasızları bir uğurdan vefa madeni
haline getirir.
Aray ıp
istediğin huy, dilediğin hal, ululanır da baş çeker. fakat aşk bir solukta
dilediğini verir sana; var olsun, yaşadıkça yaşasın.
* îki
dünyanın da melekût âleminde aşkın yarlığı var. fakat tercî vakti geldi; onu
anlatmama imkân yok şimdi.
*
însan, boyuna güzelleşmek, hünerler elde etmek ister; derken aşk
gelir; sarhoş eder insanı, altüst eder gider.
Taş gibi gönül, inci haline gelmek ister; derken aşk gelir, inci
elde etmekten de vazgeçirir onu, incisizlikten de.
Hırs, kerem sahibi padişahların bile başlarına çorap örmek ister;
fakat aşk küstahlarını gördü mü, o da yola düşer, çekip gider.
Bu şehirde öylesine küstah rintler var ki gönülleri çalarlar;
onları bir görsen bu halktan göz yumarsın.
Onlardan birinin sarhoş gözü, gönlünü avlamak istedi mi, ne
gönlünü korumaya bir çaren vardır, ne bir düzen yapmaya gücün kuvvetin.
Gizli âlemde sana âşıktır onlar; bir görsen gamlarına düşer de
artık unutamazsın onları.
Susuz kişinin su özleyişinden ne haberi vardır
tatlı suyun? Alımlılığa, güzelliğe aldırış mı eder Yusuflar?
Ağaçlara
başbuğ selvi ayağını diremiş; ne diye başı dönsün... düşüncenin canı seninle
olduktan sonra düşünceye dalış da nedir?
O güzel sana
el verirse elden çıkarsın; o perimiz senin yolunu vursa uçarsın.
Güneşin
yalımları seni ısıtırsa seher yelinin haberciliğine boş verirsin.
Mısır
Yusuf’unun dudaklarından bir selâm duy san şekerleşirsin, tümden şeker olur
gidersin.
Hepimiz de Mahmud kesildik; geri kalanını sen söyle de özleyiş
kadehini durmadan sunsun.
*
* Kötü düşünce hırsızını zindana götürün. ellerini sımsıkı bağlayın
da dîvâna sürüyün.
* Akıl şahnesi hırsızlara hadlerini bildirmezse şahneyi de çeke
sürüy e padişaha götürün.
Susuzları
suya çağırın; duduları, kerem edin de, şekerkamışlığına götürün.
Meclis
herkese açık; padişahlar padişahı böyle buyurdu; çabuk dedi, bütün sâkîleri
padişahın meclisine çağırın.
Soldan
sağdan tabaklarla saçılar gelmede... yarım can kaç para eder? Birçok can
getirin de alın saçıları.
Ölüyü
getirseniz can bulur. Tanrı için olsun, Tanrı için; hepiniz de gelin böyle bir
cana yüz tutun.
İkbâl devri
geldi, devletin dudakları güldü; ne vakte dek baş ağrısı çekeceksiniz, niceye
bir gözyaşı dökeceksiniz?
Kimin gönlü
varsa ayna haline getirir o gönlü. Armağan olarak ayna götürün o Ken’an
Yusuf’una.
Hazineyi
açtılar, hepiniz de ağır elbiseler giyinin; Mustâfa tekrar geldi, hepiniz de
iman edin.
Hepiniz de
ellerinizle yapışın güneşin eteğine... Bütün topluluğu o darmadağın saçlar
yüzünden elde edin.
Bu savaşta
üstünlük ancak Tanrı kılıcıyladır; ganimetlerden verin de Müslüman edin bütün
şeytanları.
Ne
mutlu o cana ki gecelerinizden haber aldı; ne mutlu o kulağa ki sizin hey-hay
seslerinizle doldu.
III
Rû toroş kon
ki heme rû-toroşânend incâ
Kûr şov tâ
nehorî ez kef-i her kûr esâ
Yüzünü
ekşit; burdakilerin hepsi de ekşi suratlı. Kör ol da her körün elinden sopa
yeme.
Aksaya
aksaya yürü, çünkü bu yoldakilerin hepsi de topal. ayağına bir bez sar da eğri
büğrü, başını sallaya sallaya, ayağını sürüy e sürüy e yol al.
Ay yüzlüysen
bile yüzüne safran sür. Çünkü
yüzünü
gösterirsen sopa yersin, yaralanırsın.
Efendi, bir çirkin gördün mü, aynayı koltuğuna vur, gizle... yoksa
aynanın adını kötüye çıkarırsın.
Aklın başında oldukça, kendindeyken uzlaş herkesle, iyi geçinmeye
bak. ama sarhoş oldun mu, ne olursa olsun.
Buluşma sâkîsinin elinden birkaç sağrak iç; mademki pergel oldun,
kalk, oyuna gir, dön.
Pergel gibi o noktanın çevresinde dön, çark ur; böyle bir yuvarlak
için bu çeşit bir dönüş farzdır.
O söylediğin sözleri tekrar söyle; unuttum gitti. Tanrı’dan
esenlik sana ey ay yüzlümüz, ey ay parçası güzelimiz bizim.
Tanrı’dan esenlik sana; bütün günlerin hoş geçsin. ey soluğu
ölüleri dirilten, Tanrı’dan esenlik sana.
O yüzden kem gözler ırak olsun. bir gönlü kaptı mı, artık hiçbir
çare fayda vermez ona; ne bir çare bulunur, ne lâ havle para eder.
Güzelliğinden bir şey dilenmek için ta uzaklardan gelmişiz... Ay,
ışıklı yüzünden ışıklar saçar, cömertliklerde bulunur.
A Ay, Ay da duamı duydu, senin ay yüzüne karşı ellerini açtı da
bana, sen de el aç demeye koyuldu.
Ay da, Güneş de, gökler de, anlamlarla akıllar da bizim katımızda
yücedir, zengindir, fakat senin katında yoksul.
Kıskançlığın,
dudaklarını ısırdı da gönlüme sus dedi; gönlüm sustu, oturdu, bayrağını
indirdi.
IV
Ki beporsed coz tu heste vo rencûr-ı turâ
Ey Mesîh ez pey-i porsîden-i rencûr beyâ
Senin hastanın hatırını senden başka kim sorar; ey Mesîh, hastanın
hatırını sormak için bir gel.
Nasılsın diye başına elini koy; suçunu aklına getirme onun; kinle
elini dişleme.
Zâti belâ
güneşi onun başına kılıç vurmuş... sen onun başına ihsan, vefa gölgesi sal.
Suçludur,
yüzlerce mihnete, yüzlerce eziyete lâyıktır bu; fakat o lûtfa lâyık olan ancak
bağışlamaktır, keremde bulunmaktır.
Yüzlerce
sütle, yüzlerce şekerle beslediğin o gönüle, bunca tatlıdan sonra her solukta
cefa zehrini tattırma.
Benden,
benim yurdumdan gönlünü çekeli bend yıkıldı, belâ seli geldi çattı.
Şifa sensin,
güzelce bir güldün de yüz gösterdin mi mihnet ordusu geri döner, kaçar gider.
A abıhayat,
hastayı ne diye doktora yollarsın? Dert nerden geliyorsa, derman da ordadır.
Bütün dünya
bedendir sanki; herkesin, her şey in başı da sensin, canı da. başı gövdesinden
ay rılan, nasıl olur da diri kalır?
Ey
abıhayatın kaynağı, ey herkesin canı, arkımız kurudu gitti, o y andan bir su
gönder bu
arka.
Hasta
gönülde bundan başka birkaç söz daha kaldı; fakat and olsun Tanrı’ya, güzelim
yüzünü görmedikçe söylemeyecek.
V
“Tercî-i
Bend”
Onçi dîdî tu zi derd-i dilem efzod beyâ
Ey senem zod beyâ zod beyâ zod beyâ
Gönlümün
derdini görmüştün ya; daha da arttı. gel, a güzel, tez gel, tez gel, tez gel.
Kârım, sermayem gidecekmiş; korkum yok... sen ömrümsün,
sermayemsin, tüm kârımsın benim, gel artık.
A benim canım, gönlümün eşi dostu; yüzünü görmezdim ama dayanırdım
hani; ate şin sabrımı da aldı, götürdü, kararımı da; gel artık.
Aray a ayrılık salmadan maksadın, düşmanımın sevinmesiyse
adamakıllı sevindi düşmanım; gel
artık.
Taş yüreklisin böyle; fakat iki dünyanın da incisisin... taşın
yüreğinden bile rahmet suyu coştu; gel artık.
Canın, gönlün feryatlarına senden başka mahrem yok... a gönül, sen
dağ gibisin; a Davud, gel dağa artık.
A Tebrizli Şems, ezelden yazılmış deme; yazılan ancak senin
istediğin şeydir; gel artık.
A Tebrizli
Şems, can, ömrün uzun olsun diyor sana; Ay da kaftanını senin için yırtar.
*
Onun gibi
bir erin aşk küpü yama tutmaz. sabret de hiç mi hiç, ama hiç söz söyleme.
Onun avını ara; bütün zevk, bütün işret orda. bugün kapıdan
kapıya, küpten küpe koş.
Hey gidi hey; nice arslanlar var ki onlara keçiyle oynamayı
öğrettin. Pazara doğru daha çevik, daha çabuk gel.
Bütün
güzellik suyu senin arkında, senin derende; sonra da tutuyor, evimizin kapısına
taht kurma, orda elbise yıkama diyorsun.
Gamın
karalığıyla neşeliyim dersem mazurum; çünkü o kara saçlardan bir tek tel elde
etmiştir.
Beni kınamay
a başladılar mı, yüz yüze bakarım o adalet ıssı kişilere de a amcasının canı
derim, o bene bir iyice bak hele.
A Tebrizli
Şems, senin derende dalgalar yuttum; fakat elbisemi kaybettim, dere kıyısının
da bir izi tozu yok.
Can
da Tebrizli Şems’le neşeli, cihan da... kimde onun gamından birazcık varsa
neşeli olan kişi odur.
*
Günün
başlangıcı, sarhoşların mahmurluk çağıdır ya; daha o çağda bana aşk sağrağını sundular.
Erkenden
yüzüne karşı oyuna dalmışız. Güneşe tapanların töresi bu.
Küstah göz, o ipe benzer saçın üstünde oynayıp durmada; bu yüzden
de canla başla oynamak kolaylaşmada.
Dişimin ta dibinden nasıl şükretmeyeyim sana? Dudaklarından
tattığım şeker, ta dişlerimin dibinde.
Acaba o dudaklar barış zamanında neler verir? Çünkü öfkeli
zamanında bile en değersiz bağışı can.
Çöldeki kumlar kadar canım olsa hepsini de veririm bir öpücüğe
karşılık... hem de ne ucuz bir alışveriş olurdu bu.
A Tebrizli
Şems, benden, aşktan başka hiçbir şey arama. sözü, söz bilen kişiden ara sen.
Tebrizli Şems, can meyhanesini açınca herkese bir kadeh şarap
sunar; herke si canından geçirir gider.
*
A gam, dumanın tütüp duruyor; ateşine atılan saman eksik değil;
yürü git; âşıklarız, gamla
başımız hoş değil; var git.
A gam, a düşünce, var git, rızkını dışarda ara... lûtuftan,
keremden başka rızkımız yok bizim.
Ezelî âşıkların gönüllerinde iki dünyanın neşesi var. var git, bu
sınır senin yerin değil, gelme buraya.
Yatmış, uyumuşuz; kendimizden geçmişiz; deli divane olmuşuz. var
git, uyuyan kişiyle deliye sorumluluk yoktur.
A gam, işin sonundan söz açacaksan vazgeç. var git işine;
ateşlerle dopdolu gönlümüz, söz, soluk kabul edecek halde değil.
Gam otu, gerçekten de varlık âlemidir; var git, bizim dinlenme
yerimiz ancak y okluk âlemi.
Tebrizli Şems, kimsesizse, tekse ne çıkar? Güneştir o; var git
işine; güneşin adamı, ordusu y oktur.
A Tebrizli
Şems, sen cansın, bütün halk beden. senin canına, bedenine karşı şekil, kalıp
ne
yapabilir, ne işe yarar?
VI
Ey berûyîde be nâhâst be mânend-i keyâ
Çün turâ nîst nemek hâh berob hâh beyâ
A ot gibi, dileği sorulmadan bitip boy atan kişi, sende bir tat
tuz olmadıktan sonra ister git, ister gel.
Tadı tuzu olmayan kişi, bir hizmette bulunsa bile gerçekte hizmeti
tümden gösteriştir, tümden yalan.
Git a gam, bir soluk olsun zahmetini eksilt... sâkî, canın için
olsun tez ol, hemen aşk şarabını sun; yaşa, var ol.
— B —
VII
Ger heme
lutf ki der rû-yı tu dîdem heme şeb
V’on hadîs-i çü şeker k’ez tu şenîdem heme şeb
Bütün gece lûtfunu gördüm, güzelim yüzünü seyrettim... bütün gece
şeker gibi sözlerini dinledim.
Gönlüm kadehinle pervane gibi yandı yakıldı ama bütün gece de muma
benzeyen güzel yüzünün çevresinde uçup durdum.
Gece, Ay’a benzeyen yüzünü göstermemek için çadır geriyordu ama
ben bütün gece Ay gibi gece çadırını yırttım gitti.
Can senin verdiğin zevkle kedi gibi yalanıyor; bense çocuklar gibi
bütün gece parmağımın uçcağızını emdim durdum.
Gönül arı kovanı gibi uğultularla doluy du. bütün gece, a bal
madeni, senden bal aldım ben.
Gece tuzağı geldi de bütün canları kaptı. Kuş yüreciği gibi bütün
gece o tuzakta çırpındım durdum.
Hani bütün canlar güvercin gibi onun
hükmündedir ya; işte bütün gece ben de o tuzakta onu aradım, onu
istedim.
— T —
VIII
On şenîdî ki Hızır tehte-i keştî beşikest
Tâ ki keştî zi kef-i zâlim-i cebbâr berest
Duymuşsundur, gemi zorlu zalimin elinden kurtulsun diye Hızır
gemiyi delmişti.
Senin vaktinin Hızır’ı da aşktır; sûfî bu delme, bu kırma yüzünden
arı duru bir hale gelir, tortuya benzeyen şeylerse dibe çöker.
Yokluk lezzeti yele benzer, alçalanı arar... hani sarhoşun başı da
secdeye, gönül alçaklığına âşıktır ya.
Şunu bilmen gerek ki ululuk, tat bulmayıştan, zevk almayıştan
ileri gelir. Ululanan kişiye lâyık olan baş, ancak zevksiz baştır.
Mumun bütün gece ağlayışı baş ağrısından
değil midir; baştan kurtulunca tüm ışık kesilir, ağlayıştan da
kurtulur.
Can
şarabının kadehi ele sunuldu mu, başı yarılmış küpten varlık tortusu geçer
gider.
A balık,
gönlün neyi istiyorsa denizde ara... ham ümide düşme de damağına olta
takılmasın.
Deniz coşar,
kükrer de a su ümmeti der; doğru söyleyin; şu yemekten bir kimsenin şikâyeti
var mı?
Soluktan
soluğa gönül deniziyle onun ümmeti hoşluk içindedir; yerler, içerler;
konuşurlar, cevap alırlar; Elest der gönül, belâ der ümmet.
Ne o
mecliste gönül derdine düşüp baş çeken var. ne o bahçede, o ç ay ırlıkta,
çimenlikte kimsenin ay ağına diken batar.
Hele sus
artık; tutsaklar susmakla kurtulurlar. sen susarsan söyleyen de kaçar kurtulur,
susan da.
Dudağını
yum; gördün ya, sevgili dudağını yummuş, bir şey söylemiyor ama kılıç
vuranların
ellerini de böylelikle bağlamış gitmiş.
IX
Çend gûyî ki
çi çârest-o merâ derman çîst
Çâre cûyende
ki kerdest turâ hod an nîst
Ne vakte dek
çare nedir, dermanım ne deyip duracaksın? Sana çare aratan kim? Onu ara.
Ne vakte dek
gamdan can veriyorum dey ip gamlanacaksın? Can nedir, bunu bilmeye hiç mi heves
etmezsin?
Bir somun
kokusu mu duydun, o kokuya doğru git de o koku, ekmek nedir, sana anlatsın,
bildirsin.
Âşık
olmuşsan aşkın delil olarak yeter sana... Yok, âşık olmadıysan delil isteği de
nedir ki?
Şu kadarcık
da aklın yok mu, buncağızı da mı bilmezsin? Padişah yoksa ne diye otağı
kurulmuş?
Şu gök
duvağın ardında bir güzel yoksa, canın
elindeki şu
parıl parıl parlayan meşale de ne?
Senin kadınlar gibi ta uzaktan yüreğin tir tir titriyor; o savaşta
erlerin yürekleri nasıl, ne bileceksin?
Erlerin gözlerindeki ateş, gizlilik perdelerini yaktı gitti...
sense perde ardında oturmuş, görünmeyen şeye inanmak da nedir demedesin.
Tebrizli
Şems, gözümü yurt edinmemişse her dişimin dibindeki bu bal kaynağı neden?
X
Tâ nelegzî ki zi hon râh pes-o pîş terest
Âdemî-dâzd zi zer-dozd konon bîşterest
Yolun önü de kanla ıslak, ardı da. Dikkat et de kayma. însan
çalan, altın çalan hırsızdan pek çok şimdi.
Öyle gürbüzler ki akıldan haber çalıyorlar. Artık kendisinden bile
haberi olmayana neler etmezler.
Kendini
böyle müflis sanma, düşmanın yok bilme... Dünya altın isteğinde, sense altın
madenisin.
* Tanrı elçisi, “İnsanlar madenlerdir” demiştir; gümüş, altın,
akıyk, inci madenleri.84]
Define
bulabilirsin, fakat ömür bulamazsın. Sen kendini bul, çünkü bu define sana
kalmaz; senin elinden de geçer gider.
Kendini bul,
fakat sakın. Ama ne yapabilirsin ki? Bu yolda pek eli tez bir hırsız pusu
kurmuş, bekliyor.
Sabah
çağında ezanı duydular mı, sarhoş olur canlar. Sabahın yüzü güneşe karşıdır,
güneşe bakmadadır.
Seher
birazcık karanlıktır ama günün perdesidir; kim güneşe yüz tutarsa sehere
benzer.
Niceye bir
düzenler ederek zar atacaksın? Sen pek müflissin ama felek de nesi varsa
vermiş, tertemiz olmuş.
Kafan
tortulu, fakat aklın hiçbir şeyde değil; böylece yatıp uyumadın mı? Sanki her
günkü gıdan bir eşeğin beyni.
Daha fazla
can çekiş, altın yığ, gönlünü hoş et... Bütün altının, gümüşün, malın mülkün
cehennem y ılanıdır.
Bir geceyi
de Tanrı için yemeden, uyumadan geçir; yüz geceyi nefsine uydun da yiyip
zıbararak geçirdin.
Toprağın her
zerresi dertlenmede, acıklanmada... Her zerreden ahlar geliyor, feryatlar
duyuluyor; fakat senin kulağın sağır.
Seher
çağlarında gönül kanını saç yüzüne. Yolunun azığı zâti gönül kanıdır, seher
çağlarında çektiğin ahtır.
Gönlünü
ümitle doldur, cilâla, arıt. Zâti gönlün güneş ışığını veren bir aynadır senin.
Şeriat
sahibi Ahmed’in eşi dostu şu dünyada kimdir? Tebrizli padişahlar padişahı
Şemseddin; o ki büyüklerden biridir.
XI
Dûş âmed ber-i men on ki şeb-efroz-ı menest
Âmeden bâri eger der du cihan âmedenest
Dün gece, gecemi aydınlatan güzelim geldi; gelmek iki dünyaya da
gelmekse bir kere olur bu.
Yeri yeşerten, göğe inciler bağışlayan, yersizdir yurtsuzdur ama y
erlere yurtlara da tadı tuzu veren odur.
Aklın eline mumu kor da; al, her mihnete düşmüşe şifa yurdu,
sağlık evi olan kapıma dek gel der.
Mumu ne diye bu leğene rehin etmedesin? Bu leğen olmasa da senin
mumuna yüzlerce leğen var.
Sen bu balçıkta oldukça işin kerpiç yapmaktır; dedikodu tümden
kerpiçtir, tam inançsa gönlü y arıp içine yol bulmaktır.
Can aynasının özü gönül temizliğidir... Sense
başköşeye kurulmak için boyuna üstün olmaya, hüner kazanmaya
uğraşmadasın.
Bunlardan geç de şekerler bağışlayan sevgiliyi anlat... Şekeri
öylesine tatlı ki dünyadaki her zerre o şekeri yemek için ağız kesilmiş.
Bütün sıfatlar, bu ne biçim sıfat diye şaşırıp kalmış. Sanki
sıfatlar putlar; onun sıfatıysa şaman.
Bahçede nerkisin gözü onun gamıyla şaşırmış; ona dalmış, bu
yasemin midir diyor sanki, yoksa şu terütaze güldür de üç batman mı geliyor?
Aşkın yürüyüşü, ayaksıza bile bir başka yürüyüş bağışlar. İsterse
yüzlerce ben desin, yüzlerce benliğe bürünsün, benden de kurtarır, yüzlerce
benlikten de; bir hoşça yürütür gider onu.
Dünyada birçok fitneler olmuştur, daha da birçok fitneler
olacaktır; fakat bütün fitneler bizim o fitnemize uğramıştır, onun derdine
düşmüştür.
Bütün gönüller, güvercin gibi o burca rehin
olmuştur, oraya bağlanmıştır... Çünkü bir candır o ki her bedeni
diriltir.
Yeter
artık; niceye bir şu söze yamanıp kalacaksın? Aşkın nice anlatışları var ki
sözden apayrı.
XII
Eceb ey
sâkı-i can mutrıb-ı mârâ çi şodest
Hele çün
mînezened reh reh-i orâ ki zedest
A can sâkîsi,
acaba çalgıcımıza ne oldu? Hele nasıl oldu da yol vurmuy or; acaba onun yolunu
kim vurdu?
Halkın
iyisinden, kötüsünden ne diye sürçer? Herkesin iyisine de çalgıcının narası
yardımcıdır, kötüsüne de.
And olsun
Tanrı’ya, onun tefi olmadıkça tef yırtılmış gitmiştir; hiçbir neşe vermiyor.
Onun soluğu olmadıkça sevgilinin meclisi bir yük yeri oluyor, ağırlaşıy or.
Şehri bir
kalbur bil, altüst olup duruyor;
kalburu
kullanan da şehir sahibinin ücretsiz iş gören kulu.
Şaşkın
şaşkın az söyle; sus; yoksul çalgıcı da ne yapsın? Bütün bunlar o güzel yüzlü,
o fitnesi güzelin fitnesi.
XIII
Meger in dem
ser-i on zulf perîşan şodeest
Ki çonin
meşk-i Tetârî eber-efşan şodeest
Yoksa şimdi
o saçlar darmadağın mı olmuş ki böylesine bir Tatar miski her yana amber
kokuları saçmış?
Yoksa seher
yeli yüzündeki örtüyü mü kaptı ki binlerce gizli Ay parıl parıl parlamış.
Can ne
yüzden neşelendi, bundan bir koku alamaz ama hiçbir can var mı ki onun güzelim
kokusundan neşelenmemiş olsun.
Nice
terütaze güller var ki Tanrı soluğuyla gülmede... Fakat neden gülüyor? Her can
bilmez ki.
Güneş yüzü
bugün ne de hoş parlamada... binlerce gönül o yüzden Bedahşan lâ’li haline
gelmiş.
Âşık,
lûtfuyla tüm bedenin can kesildiği kişiye ebedî olarak neden âşık olmasın;
gönül vermesin?
Olsa olsa
gönül bir seher çağı onu o halde görmüş olacak ki o görüş yüzünden bugün bu
hale gelmiş.
Gönül,
o periden doğmuş güzelimi göreli eline şişe almış, peri çağırmaya koyulmuş.
Beden
ağacına onun güzel yeli esmezse nice yüzlerce yaprak tir tir titrer, nice
yüzlerce dal.
Her
öldürdüğü kişiye ebedî bir can verilmeseydi, can bağışlamak nerden kolay olurdu
âşıka?
Her şeyden
haberi olanların, onun yaşayışından haberleri yoktur; ondan bir haber
edinemezler; çünkü onun yaşayışı, onun haberi perde olmuştur onlara.
Neye benzeyen
gönlü onun aşk çalgıcısı üfürmeseydi, bedendeki her kıl ney gibi feryat eder
miydi hiç?
Tebrizli
Şems, damdan gönüle kerpiç atmasaydı, canlar neden kapıcı kesilirlerdi ona?
XIV
Çeşm-i por
nûr ki mest-i nezer-i cânânest
Mâh ezo çeşm
giriftest-o felek lerzânest
Işıklarla
dopdolu göz, sevgilinin bakışıyla sarhoş olmuş gitmiştir... Ay bile ondan göz
ve görüş sahibi olmuştur; gök bile onun yüzünden tir tir titremededir.
Hele Tanrı
kapısından ışıklandığı zaman yok mu Meleklerin secde ettikleri yer, kapısıdır artık,
her insanın kıblesi ke silmiştir.
O solukta
ayaklarına baş komayan, benlik yüzünden ona secde etmey en kişinin özü
şeytandır ancak.
O solukta
onda bir ışık izi görmeyen,
şeytandan da
aşağıdır; çünkü cansız bir bedendir o.
Yüzü
erlerin kıblesidir... sen de ersen onun o heybetli yüzüne karşı gönlünü yerlere
ser.
Elini
göğsünden çek; ne diye bakıp durursun? O anda sevinerek ver canını; dilenen şey
budur.
Varı yoğu
tümden suya at, o ateşte yu, arıt; yüzünün ateşi, abıhayatın bile secdegâhıdır.
Tebrizli
Şems’in gönlünden baş çıkar; o ölümsüz bir padişahtır; her buyruğu buyuran
padişahlar padişahıdır.
XV
On ki bî
bâde koned can-ı merâ mest kocâst
V’on ki
bîron koned ez cân-o dilem dest kocâst
Canımı
şarapsız sarhoş eden nerde? Elini canımdan, gönlümden çıkarıp gösteren, beni
benden alan nerde?
Hani and
içersem ancak onun başına içerim... Nerde o andımı, tövbemi bozduran?
Hani seher
çağları canlar onun yüzünden naralar atarlar. Nerde gamı bizi yerden yurttan
eden?
Canın da
canıdır o; yeri yoksa şaşılır mı? Hani gönlümüzde bir yer isteyen var; nerde o?
Göz ucuyla
bakış bir bahane, o yandan bir heves bu. Nerde o bakışın ardındaki, nerde o
gönlümü bir bakışta y aralay an?
Gönlün aydın
perdesini gerdi de hayaller gösterdi; perde üstüne böylesine bir gönül perdesi
geren nerde?
Akıl
tam oldukça nasıl-niçin aşağılanmaz. Nerde o sarho ş olup nasıldan, niçinden
kurtulan?
XVI
Men neşestem
zi teleb v’in dil-i bî can neneşest
Heme
reftend-o neşestend-o demî can neneşest
Ben aramadan
yoruldum, oturdum, şu cansız gönül oturmadı gitti; herkes gitti, oturdu kaldı
da can bir soluk bile oturmadı.
Bir işe
kalkan, sonunda işini bitirdi, oturdu... isteği yatışmayan kişinin işidir iş.
Senin cansız
yaratıklarının tespihlerini duyan, canını noksan sıfatları arı Tanrı hareminin
perdesine götürmedikçe oturamaz.
Süleyman
bile dünyaya senin havana düştüğünü, seni sevdiğini göstermedikçe havanın
yücesinde Süleyman tahtına oturamadı.
Darmadağın
saçlarının dalgalandığını gören kişinin gönlünden kopan darmadağın düşünce
ebedî olarak yatışmaz.
Rüyada gülen
dudaklarının hayalini görenin uykusu kaçar ama gülen dudaklarının hayali ne
aklından çıkar, ne fikrinden.
Yüz
ekşitmelerin kulun kölenin safrasını bastıramaz. Baş ağrısına verilen ilaçla
darmadağın sevda iyileşmez.
Kime gül
bahçenin kokusu geldiyse böylece, güle oynaya, ta gül bahçesine varmadıkça
oturmaz da oturmaz.
XVII
Rûz-o şeb hidmet-i tu bî ser-o bî pâ çi hoşest
Der şeker-hâne-i tu morg-ı şeker-ha çi hoşest
Gece gündüz, elsiz-ayaksız bir halde senin kapında bulunmak ne
hoştur... Senin şeker yurdunda şekerler yiyen kuş ne mutlu kuştur.
Gizlice gülen goncanın başucunda eşi bulunmaz, usûl boylu yüce
selvinin gölgesi ne de hoştur.
Kuzgun eşek tersine âşıksa söyle; varsın olsun. Yeşillikte
bülbüllerin güzelim gülü sevmeleri ne de güzeldir.
Zurna sesi de gamlılara eş dost olur ama “Rûhumuzdan rûh üfürdük”
âyetiyle bildirilen neyin sesi ne de ho ştur.
Halk geceleri de uykuyla düşünceden kurtulur
ama kuşluk güneşine dalan görür göz ne de hoştur.
A puta tapan, senin ayağın balçığa girmiş; sen ne bilirsin, şu gök
kubbenin üstünde ne güzellikler var.
Mûsa’ya olduğu gibi Tanrı rahmetinden bir tecelli olursa o
şekerler damlatan yüzden Tur Dağı’nın göğsü ne güzel bir hale gelir.
Dağ ses
verir ama madende de susan altın var... Kimi susmak, kimi de ona uyup konuşmak
ne hoştur.
XVIII
Ey ki rûyet çü gol-o zolf-ı tu çün şemşâdest
Cânem on lehze ki gem-gîn-ı tu bâşem şâdest
A yüzü güle, saçları şimşir ağacının sık, terütaze yapraklarına
benzeyen güzel; canım ne vakit senin derdinle gamlanırsa o vakit neşeliyim ben.
Hazır akçeye benzeyen gamından başka ne
kadar para pul varsa hepsi de topraktır... senin havana uyup yelip
yöpürmekten başka koşup didinmenin hepsi de yeldir.
Senin işini
öğrenmiş olanın işi gücü vardır; çünkü senin işin, gerçekten de yeniden yeniye
yoktan yaratış tezgâhındaki iştir.
Göğün de
haberi vardır, bilir; yerin de. Gökyüzü de yer gibi buyruğuna râm olmuştur
senin.
Yüzünü bir
göster de iki dünyanın da mahmurluğunu gider gitsin. Bugünü mahmurlarına söz
vermedin mi sen?
Güneş, şu
dönüşte tektir, birdir ama öylesine başbuğlar var ki güneş bile onların safında
bir tek er.
And olsun
Tanrı’ya, padişahlar bile ayağının bastığı toprağı başlarına taç ederler. kim
senin Şirin’ine âşık olmuşsa Ferhad’dır.
Gönlüm, sus
diye dudaklarına elini koymada. Bu çağ söz çağı değil, feryat çağı demede.
XIX
Teşneî ber leb-i cû bin ki çi der hâb şodest
Ber ser-i genc gedâ bin ki çi por tâb şodest
Irmak kıyısında bir susuz, nasıl uykuya daldı; bak da seyret...
Definenin üstünde, bir bak da gör; yoksul nasıl kıvranıp duruyor.
Hey gidi hey. Nice susuz vardır ki birisinin büyü yapıp, okuyup
üfleyerek attığı düğüm yüzünden Aras nehrindedir de haberi yoktur, dolap gibi
döner durur.
Gözünü bağlayan olmasaydı muma kul olur muydun? Seher çağının
güneşi ay ışığını bile unutturdu gitti.
Mum olmazsa Ay görünmeyecek; ondan korkuyor. o ahmağın gönlü bu
korkuyla cıvaya dönmüş.
Süleyman nasıl gizli olabilir ki gönülde dîvân kurmuş. can, perde
ardına girmiş de onun yüzünden perdeciler övünmede.
Nice taş
gönüllüler var ki taşı lâ’l kesilmiş... nice koruk var ki şu cibre sıkılan
yerde pekmez olmuş gitmiş.
Bu nasıl bir
gelin bezeyici; bu gizli âlemin ne çeşit boyası ki âşıkların safran gibi
renkleri unnaba dönmüş.
Nice Osman
var ki utançla doluyken, onun sarhoşluğuyla Ömer gibi geçmiş utançtan, oduncu
olmuş gitmiş.
Eşi
yok bir kilitçi; sözlerle kilit yapmada, anahtar düzmede. Ben artık dükkânı
kapadım; çünkü kapıları o açıyor.
XX
Mutrıb-o
novhe-ger-i âşık-ı şûrîde hoşest
Neboved
beste boved roste-vo rûyîde hoşest
Feryat eden,
darmadağın olan, kendinden geçen âşık çalgıcı hoştur; böylesi çalgıcı durgun
olmaz; gelişmiştir, coşar, ho ştur, hoş.
Genç
çalgıcının zîr, bem perdeleriyle gönlünün
harareti,
yanmış, kavrulmuş ciğerinin kanı, kanının coşup köpürmesi sarmaş dolaş olmuş...
Ne hoştur bu.
Ayrılık
yüzünden yaşlarla dopdolu iki buluta benzeyen gözlerinden sararıp solmuş bir
çiçeği andıran yüzüne yağmur gibi gözyaşlarının yağması ne de hoştur.
Cana bak,
dünyayı seyret. göremiyorsan ona çektiği özleyiş yüzünden darmadağın olmuş şu
dünyaya bak; bu da hoş.
Sarhoşun,
güzelin önünde baş eğmesi, değer mi değer. sevgilinin elinin de onun başını
okşaması ne hoştur.
Gönül huzuru
sevgilinin yüzünü apaçık görmek sultanlıktır; görülmemiş, eşsiz güzelin
hayalini göze getirmek de ho ştur ama.
Bu kutluluk
boyuna ele geçmez ama can âlemine ay kesilen o güzeli, ansızın, ummadan görmek,
hırsızlamaca onu seyretmek pek hoştur.
Aşk,
varını yoğunu yağmaladıy sa hoş gör. o güzelim Yusuf’un önünde doğranmış el
daha
hoştur.
Buluşmaya
ait asılsız sözleri söylemek de ansızın şeker gibi buluşma haberini duymak
kadar hoştur ama yeter artık, sus.
XXI
Men perî-zâdeem-o hâb nedânem ki kocâst
Çünki şeb geşt nehosbend ki şeb novbet-i mâst
Periden doğmuşum ben, uyku nerdedir, bilmem... gece oldu mu
periler uyumazlar; gece bizim vaktimizdir, bizim nöbetimiz.
Mademki başın var, beynin var; inada kalkışma, var uyu. Değil mi
ki gelirin var, giderin var; böyle bir tedbire girişmek elbette lâyık.
Geliri
olmayan gider, Tanrı’dan gelir; dünyadan isteme bunu; b ilmiy orum kimde var bu
devlet; fakat kimde varsa ne mutlu ona.
XXII
Ser
mepîçan-o meconban ki konon novbet-i tost
Besitan
câm-o der âşâm ki on şerbet-i tost
Başını
çekme, sallama... Bugün nöbet senin. Al kadehi, iç gitsin; sana şerbettir o.
Şu hava
boşluğunda zerreler kadar âşıklar var. sen neşelenirsen onlar da neşelenirler;
sen hallenirsen onlar da bir güzel hale bürünürler.
Kimin
himmeti yüksekse, kimde yüce bir düşünce varsa, bil ki o yüksek himmet, o yüce
düşünce, senin himmetinin izidir.
Akıldan
fikirden, huydan hustan doğmayan bir fikir, dünyada yoktur; fakat varsa ancak
senin düşüncendir o.
A
ayrılıktan, başka sebeplerden yaralanmış gönül; gene ilacını ondan ara; nimet
veren odur sana.
Mihnet ne
yandan geldiyse devâ da o yandan gelir; işkillenmen de ondandır, kesin inancın
da ondan.
Mahmurluk şaraptandır, fakat mahmurluğu gideren de gene
şaraptır... Uğradığın güçlük de ondandır, elde ettiğin zevk, neşe de ondan.
Yeter, sus
artık. Her dinleyende heves olmaz, sevda yoktur; bütün halk senin yaradılışında
değil ya.
XXIII
Zovk-ı rûy-ı toroşeş bin ki zi sed kend gozeşt
Goft pes çend boved goftemeş ez çend gozeşt
Ekşi yüzünün tadına bak, yüzlerce şekerden de fazla. Peki dedi, ne
kadar fazla; fazladan da ziyade dedim.
* Değil mi ki güzel, böylesine güzel; âşıka öğüt verme. soğuk
demiri ne diye döversin; öğüt alacak zaman geçti gitti.
Nasılsın,
gönlün ne halde diye ne soruyorsun ona? Aşk konağı sorulup öğrenilecek sınırı
çoktan aştı.
*
Maveraünnehir’dedir; huyunun bahçesi Semerkand’ın kutluluğunu da aşmıştır.
Kereminin
yeli her şeyi yeter bulanın gönlüne esti mi, ciğerine de ummak, istemek
kaşıntısı düşer, canına da.
Kapalı kapı
yetmiş belâyı gelmeye koymaz ama ansızın gelen bu belâ seli, bendi yıkar da her
yana taşar.
Senin
sövüşündeki tat övüşten daha artıktır; onun gam dikeni, güzel güzel gülen
gülden de hoştur.
Gönlünün
işini düzene koymayı bilen kişi, varlık bendini y ıkar, yapıdan, düzenden geçer
gider.
însan, böyle
bir bulunmaz, tek inciyi ele geçirdi mi, hatırı karısının vefasından da geçer, oğlunun
vefasından da.
Yeter...
Onun güzelim hikâyesi yüzünden herkes fitney e düşer; bu güzelim sözler, akıllı
fikirli kişinin aklından da üstündür, fikrinden de.
XXIV
Sâkıyâ in mey ez engor-ı kodâmin poştest
Ki dil-o cân-ı herîfan zi humâr âgoştest
Sâkî, bu şarap hangi tepedeki bağın üzümünden? Erlerin gönülleri
de sarhoşlukla karıldı, bulaştı, canları da.
Bundan önceki küpün kapağını aç da bu küpün kapağını ört; çünkü
zehir gibi bu; herkesin neşesini öldürdü gitti.
Bırak şu
cefa kadehini, vefa kadehini al; al da sâkî vefadan geçti, cefa ediyor
demesinler.
XXV
Derdeh on bâde-i evvel ki mübârek bâdest
Megsel on reşte-i evvel ki mübârek reştest
Önceki şarabı sun; kutlu şarap o... önceki bağı koparma; kutlu bir
bağ o.
Şu topraktan, bir yudumcuk şarap yüzünden
yüzlerce çiçek bitmiş, açılmış; bu neden? Gönlümüzde yoğrulan aşk,
nasıl bir aşk?
Gönül
kapısını böyle şiddetle tekmeleme... aklını başına al, kerpiçten yapılma bir
yapıdır, yıkılıverir.
Bir şarap
sun ki o şarapla belâlar kaçar gider; bir meclis kur ki Tanrı’nın ektiği
güllerle dopdolu olsun.
Böylece
de hepimiz sarhoş olalım; Tanrı’nın y oğurup yaptığı güzele karşı neşeyle
secdeye kapanalım.
XXVI
Bûseî dâd
merâ dilber-i eyyâr-o bereft
Çi şodî
çunki yekî dâd bedâdî şeş-o heft
Düzenbaz
güzel bana bir öpücük verdi, gitti. Bir öpücük verdi ya n’olurdu altı öpücük,
yedi öpücük verseydi.
Hangi dudağı
öptüyse izler bırakır. o dudak, kendisini öpmüş olan dudağın tatlılığından
çatlar,
yarılır.
Bir izi de şudur: Abıhayatın kıyısına çektiği sevda yüzünden, her
solukta aşk o dudağa binlerce ateş salar, neft döker.
Bir başka belirtisi de şu: Dudağını öptüğü kişinin bedeni de gönlü
gibi ardına düşer onun da ateş gibi gider.
Onu sevgilinin dudakları gibi dar gönüllü bir hale getirir,
inceltir gider... ama bu arıklık, sevgilinin yalım yalım ateşinden meydana
gelen şaşılacak bir arıklıktır.
— D —
XXVII
Heme hoftend-o men-i dil-şoderâ hâb nebord
Heme şeb dîde-i men ber felek estâre şomord
Herkes uyudu; âşıkım, beni uyku tutmadı gitti. bütün gece gözlerim
gökte yıldızları saydı.
Uyku
gözlerimden öyle bir gitti ki hiç mi hiç gelmez artık... Uykum senin ayrılık
zehrini içti de öldü.
N’olur,
buluşmayla, kavuşmayla bir ilaç verseydin, şu gönlünü de gözünü de bir uğurdan
sana vermiş hastaya.
İhsan
kapısını birden kapamak yerinde bir iş değil. Arı duru şarap sunmuyorsan bir
yudumcuk tortulu şarap sun bâri; bir yudumla eksilir mi ki?
Tanrı bütün
güzellikleri bir odaya koydu; hiç kimse sensiz o odaya doğru bir yol bulamadı
gitti.
Aşk yoluna
toprak kesildiysem beni hor görme, küçük sayma. Senin vuslat kapını çalan,
nerden küçülecek?
Yenim
şu gözlerden akan yaşları çok sildi. Yenimi, yakamı gizli incilerle doldur.
Geceleyin
aşk şahnesi birisini sıkar, sıkıştırırsa ay yüzün hüzünlenir de o kişiye acır,
onu gümüş gibi bağrına basar da sıkar.
* Başıboş
gönül, lûtfunla döner de geri gelirse, bu bir gece masalı olur, ay değirmisiyle
gerdek devesi hikâyesine benzer.
Şu
cansızlar, başlangıçta su değil miydiler? Dünya tez geçer gider de o yüzden bir
bir geldiler; donup kaldılar.
Kanımız bedenimizde abıhayattır; hoştur ama dışarı çıkınca
görürsün ki bir zehirdir, bir pisliktir o.85]
O
söz suyuna pek düşme; o kaynaktan su getirme; orda atlas görünür ama bu yanda
alelâde Yemen kumaşıdır.
XXVIII
Hele huş dâr
ki der şehr du se terrârend
Ki be tedbîr
külâh ez ser-i meh berdârend
Aklını
başına al hele; şehirde iki üç yankesici var ki ne yapıp yapıp bir kolayını
bulurlar; Ay’ın bile başından külâhını aşırırlar.
İki üç rint
onlar; gönülleri uyanık, kendileri sarhoş... öylesine sarhoşlar ki bir
kavgayla, bir gürültüyle gökyüzünü bile oyuna sokarlar.
Öylesine
başbuğlar ki baş vermedikçe sır vermezler. Sâkîlerdir, fakat üzüm sıkmazlar.
Canın
özleyip istediği gizli âlemdeki güzelin dostlarıdır onlar; onun güzelim gözleri
gibi dalmış gitmişlerdir, hastalanmışlardır onlar.
Bir şekle
bürünmüşlerdir ama şekillere düşmandır onlar. düny adadır onlar; fakat iki
dünyadan da bezmişlerdir.
Arslanlar
gibi avlarını gülerek, gülümseyerek p aralarlar; birbirlerine düşman
görünürler; gerçekteyse dosttur onlar.
Eşek
satanlar gibi birbirleriyle çekişirler, savaşırlar. fakat bir baksan görürsün
ki aynı iştedir, aynı güçtedir; birdir, birle şmiştir onlar.
Güneş gibi
bütün gün görüş bağışlarlar. Ay gibi, yıldızlar gibi bütün gece gezerler,
dolaşırlar.
Avuçlarına
toprak alsalar kızıl altın kesilir... Gece arpa ekerler ama gündüz buğday
biçerler.
Öyle
dilberlerdir ki onlar olmadıkça gönülde bir meyve bitmez. Öyle başbuğlardır ki
ne başları vardır, ne sarıkları.
Şekerlerdir,
midede ekşimezler; şükrederler, o sevgiliden muratlarına ermişlerdir onlar.
Adamlık et
de var kapılarına, hizmetlerinde bulun, adam ol. çünkü şu başka adamların hepsi
de adam yer.
Ağız
sözle dolu ama yeter, fazla söyleme. Çünkü bu harf de, bu soluk da, bu kafiye
de yabancıdır.
XXIX
Ey derîgaa
ki herîfan hetne ser benhâdend
Bâde-i ışk
emel kerd heme oftâdend
Yazıklar
olsun erlerin hepsi de baş koydu, yattı. Aşk şarabı yapacağını yaptı, hepsi
yıkıldı gitti.
Aşk ateşiyle hepsine de kaftanları dar geldi; başlarından
külâhları çıkardılar, bellerinden kemerleri çözdüler.
Bu kadar kavga gürültü, bu kadar sertlik, kabalık, bu kadar
uyuşmazlık da ne? Hepsi de aynı yolun yolcusu, aynı kervanın ehli değil mi;
hepsinin de azığı aynı azık değil mi?
Sâkî, el benim, etek senin... Mahmurum; gönlümün dileğini sen ver,
sen insaf et; başkaları insafsız.
Artık onarılmam ben; çünkü sen yıktın beni. Zâti bu yapıdakilerin
hepsi de senin şarabınla yıkılmış gitmiş.
Tanrım, bana acımayana sen acı; sıfatların hakkı için beni
öldürmekte usta olanlara sen merhamet et.
Beni kendimden geçir; o halde hürriy etler var benim için. o
topluluğun kuluyum kölesiyim ki kendi varlıklarından da geçmişlerdir,
benliklerinden de.
Gönül perdesinin ardında Ay gibi kızlarım var;
gökyüzünün ay yüzlüleri de damlalarım benim.
Kızlarım
şeker gibi baştan başa tatlı, Şirin; gökyüzü Husrevleri onların ardına düşmüş
Ferhadlar.
Hepsi de
doğanlar gibi padişahtan başkasına göz yummuş... onlar hor, hakir kişiler
değil; leş çevresinde dönüp dolaşmazlar.
Hepsi de
dudaklarını sevgilinin dudaklarına koymuş; ney gibi feryat etmede. ne şaşılacak
şey ki gönülleri yok; gene gönlü neşeli kişiler.
Yoksullar;
fakat gönülleri tok, altın bağışlamadalar. şu kendilerini yok-yoksul
gösterenlere gelince hepsi de düzenbazdır, hepsi de oyuncu.
Sen ne
dileyeceksen seni düzen, koşan kişiden iste. başkaları düzenbazdır; feryada
aldırış bile etmezler.
Alıcım yok
diye neden yüzünü ekşitirsin? Âşıkların var ki söz verdiğin günü bekleyip
duruyorlar.
Sustum ama
gönlüm naralar atarak senin aşk şarabını isterim, başka şeylerin hepsi de hava
diyor.
A
Tebrizli Şems, bütün varlık zerreleri çelik bile olsa, ışığına and olsun, senin
aşkında mumdur.
XXX
Mâ ne z’on
muhteşemânîm ki sâgar gîrend
Ve ne z’on
muflisegân ki boz-i lâgar gîrend
Ne ellerinde
sağrak olan ulu kişilerdeniz; ne bir arık keçiceğizi olan müflislerden.
O yanıp
yakılan kişilerdeniz ki yanıştaki tadı duymuşlardır da ab ıhay atı bırakırlar,
ate şin ardına düşerler.
Ay gibi
doğar da hangi evin penceresinden vurur, hangi evi ışıtırsak o evdeki gece huy
luların hepsi kapının yolunu tutar.
Hani
ümitsizler var ya; felek sağraklarını kırmış... bizim yüzümüzü gördüler mi,
yeni
baştan
zevke, yeni baştan neşeye dalarlar.
Bu yudumcağızı çeken kişiyi, bütün dünya bir araya gelse
ayıltamaz; meğerki onu bir kilime koyup da yanımızdan kaldıralar.
Burda kızışan kişi kimseye aldanmaz; isterse soğuk tabiatlılar onu
altına gark etsinler.
Kapıyı ört de şarap sun; senin için yüzleri sararıp solanların
kızıl şarap içecekleri çağ geldi.
Onlar bir elleriyle halis iman şarabını içerler; öbür elleriyle
kâfirin perçemini tutarlar.
Nerde bir çark dönüyorsa suyu biziz; nerde bir buhurdan tütüyorsa
orda yanan ödağacı gene biziz.
Şu gök kubbenin ardında ay yüzlü bir güzel var; bütün yıldızlar
onun yüzünün ışığından bezenmede.
* Bir seher çağı onun çarşafının eteğini tutarlarsa artık
ihtiraktan da kurtulurlar, terbîden de, yomsuzluktan da.
Sen iki düşüncelisin, iki gönüllü... Tertemiz
gönül, kendi gönlünü bırakıp sevgilinin gönlünü alanlarındır.
A Utarid’e
benzeyen akıl, sus... Bu aşk meclisinde, Zühre’nin çevresinde oturanların hepsi
de senin sözlerinle alay ederler.
XXXI
îd bogzeşt-o heme helk su-yı kâr şodend
Heme ez nerkis-i mahmûr-ı tu hemmâr şodend
Bayram geçti, bütün halk işe güce yöneldi. Herkes senin mahmur
nerkislerine daldı, meyhaneci kesildi.
Ellerini, ayaklarını sen kırdın; ne el kaldı onlarda, ne ayak.
Kanat açtılar, hepsi de Ca’fer-i Tayyar oldular.
Para pul
ehli nerde, buluşup kavuşma ümmeti nerde? Paraları pulları bitti ama buluşmaya
lâyık oldular.
XXXII
îd bogzeşt-o
heme helk su-yı kâr şodend
Zeyregân ez
pey-i sermâye be bâzâr şodend
Bayram
geçti, bütün halk işe güce yöneldi... Aklı yeter kişiler, sermaye elde etmek
için pazara gitti.
Âşıkların
işi de sensin, sanatı da, pazarı da. Âşıklar senin pazarından başka çarşıdan,
pazardan bezdiler.
Nefsine
düşkün akılsızlar, meclislerde alt yanlarına, boğazlarına rehin oldular.
Fakihler bellediklerini tekrarlamak için medreselere yüz tuttular.
Bütün halk,
senin aşk zincirinin yüzünden deli divane oldu. Herkes senin mahmur
nerkislerine daldı, meyhaneci kesildi.
Ellerini, ayaklarını
sen kırdın; ne el kaldı onlarda, ne ayak. Kanat açtılar, hepsi de Ca’fer-i
Tayyar oldular.
Padişahımızın
sadakaları, yoksulların payı. îşıklarsa o yüzden, o y anaktan fay dalanırlar.
Biz güneşe
tapanlar gibi bütün çölü adımlamadayız; gölge arayanlarsa karılar gibi duvar
ardına sinmişler.
Sen bir
yaratığın gölgesine sığınmışsın; öyle olmasaydı yaratıklar ölüm yüzünden leş
kesilirler miydi hiç?
Senin
tapında kurban olmadıktan sonra ne işe yarar can? Mansûr gibi dara çekildi de
can şimdi can oldu.
Hepsi de artık söylememeye and içti; fakat seher çağı, sabah
şarabıyla sarhoş oldular; gene söze başladılar.]86]
XXXIII
Âşıkan ber
deret ez eşk çü bâran bârend
Hoş be her
ketre du sed goher-i can berdârend
Âşıklar
kapında yağmur gibi gözyaşı yağdırmadalar... her katreye karşılık da iki yüz
can incisi elde etmedeler.
Hepsi de o
yüzden işten güçten olmuşlar. bir bakarsan görürsün ki tel tel o baştaki
saçlara dalmışlar; işleri güçleri bu olmuş.
Yazıdaki
çayırın çimenin de eli, ağzı yok ama yemyeşil, boy atıp gelişmede, tortulu
şarap içip durmada.
Işıkları
birbirine katılmış; sayıya girmiyor, kıyasa sığmıyor. fakat senin ay yüzün
doğdu mu, bütün ışıklarını sana verip gidiyorlar.
Yüz
binlercedir onlar, fakat ışıkları bir. mumlar sayıda çoktur ama hepsi de aynı
huydadır.
Gözleri
dipsiz, kıyısız denize açılmış. başlarından aşan dalgalar yüzünden dudakları
yumulmuş.
Hey gidi
hey. Nice Süleyman canı var ki peri gibi gizli. ordu kurdukları yerde bir tek
karınca bile incitmez onlar.
Gönlün
ardında bir casus var; bundan haberi var onun. Bir sıkıştırsalar bütün
sırlarını söyler.
Bir anahtar yok ki; halka gibi kapı dışındalar... Yoksa içeri
girerler de her cüzlerini o tüm gümüş madeninden aldıkları gümüşle doldurur
giderlerdi.
Bu beden bir tahttır, dört unsur da tahtın ayakları. fakat gökyüzü
padişahları tahtı sana bırakmazlar.
Tebrizli
Şems, ölümsüzlük tacını bağışlıyor; uyanıksalar gönüle, cana müjde ver.
XXXIV
Senemâ ger zi het-o hâl-i tu fermân ârend
în dil-i heste-i mecrûh-ı merâ can ârend
A güzel, yüzündeki ayva tüyünden, o benden bir buyruk getirirlerse
şu benim yaralı, hasta gönlüm canlanır.
Âşıklar senin hayalini rüyalarında görseler ağ lay an gözlerinden
ne seller yağdırırlar, ne seller.
Ne mutlu gündür o gün, ne hoş vakittir o vakit
ki sâkîler elinden tutarlar, seni konuk getirirler bize.
Şuh
gözlerin şaşılacak cilvelere başladı mı kâfiri de imana getirir, îblis’i de.
Sûfîler
kemere benzeyen iki kaşına secde ederler; ariflerse sende olmayanı tutarlar,
sana getirirler.
Puta
tapanlar senin güneş yüzünü görseler o güzelim usûl boyuna iman ederler gider.
Yüceler
âlemine senden bir kokucağız gitse, kutsal canlar şu dönen gök kubbenin üstünde
oynamaya başlarlar.
Bu
yoksul, bu gönlü yanmış yakılmış âşıka Bedahşan lâ’line benzeyen o dudaklardan
bir şekercik verseler...
Can da,
gönül de, her ikisi senin şekerkamışlığına feda olsun. Zâti abıhayatı da çene
topağındaki o kuyudan çekerler.
A
Tebrizli Şems, îrem bağının bülbülüysen çile dur da gıdanı cennet bahçesinden
getirsinler. [87]
XXXV
Ber ser-i âteş-i tu sûhtem-o dûd nekerd
Âb ber âteş-i tu rîhtem-o sûd nekerd
Ateşine
atıldım; yandım yakıldım da dumanım tütmedi... Ateşine su serptim; fayda
etmedi.
Gönlümü binlerce çeşit sınadım, denedim; seninle buluşmaktan başka
hiçbir şey hoşnut etmiyor onu.
Gönlümün aşktan çektiğini kimsecikler çekmedi. Ateşte gönlümün
verdiği kokuyu ödağacı bile vermedi.
Bu kul dedim, gönlünü aşka rehin vermedi mi? Sevgili, evet dedi;
verdi, verdi ama tez vermedi.
Ah gördün ya; bu suçun bana ettiğini sivrisinek bile Nemrud’un
başına, beynine etmedi.
Lâ’l dudakların hastalara İsa’dır ama bir türlü benim hasta
gönlüme bir sağlık vermedi.
Canım oklar
atan bakışlarından yaralanmadı; çünkü senin güzelim saçlarından başka bir
zırha, çukala bürünmedi.
Çayırı
çimeni kıskandıran güzelliğinin, alımının tadı tuzu, bu kulun ciğerinden
başkasını tuzlamadı.
Yeter,
sus... Sevgilinin gamı definedir ama o defineyi, şu altınla bezenmiş yüzden
başkası da övemedi.
XXXVI
Ey Hodâyî ki çü hâcât be tu bergîrend
Her murâdî ki boved şon heme der bergîrend
A biricik Tanrı, dileyenler, dileklerini sana söylerler; elde
ettikleri muratları senden elde ederler.
Canlarını, gönüllerini kapındaki çavuşa verdiler mi, güzel kokulu,
neşeli, hoş, ölümsüz bir cana sahip olurlar.
Kullar vardır ki senden seni isterler ancak.
Senin yoluna ayak basarlar, can, baş kaygısına düşmezler.
Şu şaraptan vazgeçerler, şu birkaç sayılı gün bu şarabı içmezler
de geçici şaraba karşılık Kevser şerbetini içerler.
Karanlık gecede yıldız gibi Ay’ın peşinde koşarlar da Ay’ın on
dördüne dönerler, yüzleri parıl parıl parlar.
Toprak anasından öksüz kalırlar; toprak babasından yetim olurlar
ama bir başka rûhanî ana, baba bulurlar.
Bedenin mezara lokma olacağını bilirler, görürler de canlarını,
gönüllerini semirtirler; bedenleriniyse arık bir hale getirirler.
Yeter bu lak-laka,
yeter bu söz artık; bırak da bundan böyle bütün sözleri tertemiz can söylesin.
XXXVII
Der dilem çün gamet ey serv-i revan berhîzed
Hemçü serv in ten-i men bî dil-o can berhîzed
A yürüyen selvi, bir solukta gönlümde gamın belirdi mi, şu bedenim
selvi gibi gönülsüz, cansız olduğu halde kalkar, yürür.
Ben işkilim, sen de apaçık görünmedesin; sana karşı yokum ben...
Apaçık olan şey göründü mü, işkilin yüzü görünmez olur, ortadan kalkar gider.
Dünya
bir sitem yurdu; bu sitem yurduna sancağın erişti mi, zulüm güdükleşir, göç
kalkar, boy gider.88]
Güzelliğin gök kalesine saldırırsa gökte yeri yurdu olanlardan
aman sesi yükselir.
A yürüyen selvi, bir seher çağı dünya bağından geç de gül
bahçesinden de güz mevsimi kalksın gitsin, çayır çimenden de.
Şu ağır yük yüzünden göklerin beli bükülmüştür. fakat senin hafif
rûhluluğundan ağır yük de kalkar gider.
Mademki oklarındanım senin; kol kanat ver
bana da uçur beni... Yay çekildiği zaman ok bir hoşça uçar gider.
Sürü uyumuş; kurtlar da sağda solda dolaşıp duruyor; köpeğimiz
çobanı uyandırıp kaldırmak için havlamada.
Kendine gel, sus. Gönül, damar gibi dilin altında gizli, dil
ortadan kalktı mı o damar mey dana çıkar.
*
Bu gazel Mücîr’e naziredir; hani bir kıt’ada, senin mahallenin başında akıl
canın başından kalkar gider demişti ya; ona nazire.[89]
XXXVIII
Tâb-ı eks-i roh-ı o râh-ı turâ tâ bezened
Ger reh-i kafile-i akl zened tâ bezened
Yüzünün parıltısı vurdu mu, Ülker’in bile yolunu vurur hani; işte
o güzel, akıl kervanının yolunu vuracakmış. Ko, vursun.
* Sûfînin yolunda mezesi de bugün hazırdır
onun, şarabı da... bakışla ona bir ulaştı mı, yarının, veresiyenin
boynunu vurur gider.
Gönlün
dağınıksa gene gönlün eteğine yapış; çünkü kavganın gürültünün başına eminlik,
esenlik otağını kuran gönüldür ancak.
* Bir Ömer
gerek ki şeytan kaçsın ondan. Bir Ahmed gerek ki haçın yolunu vursun gitsin.
Hangi gönül
bucağında onun gamı itikâfa girmişse gece yarısında bile oraya güneşin
parıltısı vurur.
A arif, üç
somun için canı davetten vazgeç de kılıcın Ali gibi safları vursun, kırsın
geçirsin.
Geç bundan,
kerem ıssı padişahlar padişahı geldi. Kalk da canın zevk nedir görsün, seyir
seyran nedir anlasın.
İhtiyaç
elini aç, ilâhî kadehi al; al da can şarabının parıltısı yüzüne de vursun,
gözüne de.
Yüzün o
şarapla öylesine ışıklanır ki. Sanki Ay’ı ikiye bölen elin ışığıdır da Ay’dan
yücelere vurmadadır.
* Başına bir
soluktur üfürür de beynine akıl bağışlar; beyinle, fikirle dopdolu aklın,
İkizler burcunun başına ayak basar.
Hoca, iki
kulağını tıka, geç benim sözümden... Yoksa sözlerim varına yoğuna yağma ateşini
salar, y akar gider.
Benden
de geç, arslanları yıkan talihimden
1 1 11 1 • A 1 5’1 J
de. Öyle yıldızım var ki Ademi de ışıtır, Havva’yı da.
Yeter,
sus artık; çünkü ışığın gönüllere vurdu mu, gözle görünür bir hale gelir de
başa da vurur, ayağa da.
XXXIX
Hele
peyveste seret sebz-o lebet hendan bâd
Hele
peyveste dil-i ışk zi tu şadan bâd
Hele a
güzel, başın boyuna yeşersin, gönlün gülsün. hele a güzel, aşkın gönlü boyuna
neşelensin senden.
Gama tapan
biri, seni görür de neşelenmez,
sevinmezse
boyuna başı yere eğilsin, yok- yoksul olsun, başı dönsün gitsin.
Başını
eğince döner de geri gelirse iyi, kötü, hepsi de iyileşir; tek senin devletin
hüküm sürsün, padişah olsun.
Ahmed’in
ışığı dünyada ne bir ateşe tapanı kor, ne bir çıfıtı... devletinin gölgesi,
herkese vursun, ışıtsın.
Yol
yitirenlerin hepsini de çölden alın, yola getirin. Mustafâ, ta sona dek Tanrı
yolunun kılavuzu olsun.
Onun o
güzelim hayali, gönüllere meşale kesilsin; onun o güzelim tuzluğu, hep bu
sofranın üstünde dursun.
Güzelim
meclisinde en değersiz sağrakta Kevser vardır. Bizim de şişeye benzeyen
gönüllerimiz o meclistekilerle kadehdaş olsun.
A Tebrizli
Şems, Peygamber’in sırlarını sen bilirsin; senin tatlı adın her âşıka derman
kesilsin.
XL
Lehzeî kıssa konan kıssa-i Tebrîz konîd
Lehzeî kıssa-i on gemze-i hon-rîz konîd
A hikâye söyleyenler; bir solukcağız da Tebriz’in hikâyesini
söyleyin; bir solukcağız da o kanlar döken bakışı anlatın.
Şeker gibi dudaklarının ayrılığıyla acı bir hale geldik; o ilâhî
şekerlerden şekerler dökün, ballar saçın.
Saçlarını dağıtırsınız da miskler, amberler damlatırsınız der, bu
ümide düşer de Hintli gece ikiye bölünmüş saçlarını keser gider.
Bakış kılıcını onun devletiyle keskinleştirirseniz nice diller
onun dudaklarını övmekte körleşir, kesmez olur.
Ay gibi onu aramak için geceleri dönüp dolaşırsanız anlarsınız,
görürsünüz; nice geceler vardır ki onun ay yüzünün ışığıyla gündüz olmuş
gitmiştir.
Güneş,
kılıcını çalmak üzere; ortada ne varsa kaldırın... arı duru şarap sunun; tortulu
şarap değil.
Tebrizli
Şems, bir er ki güneş bile onun bir zerresi. Zerreye güneş demeyin, yumun
ağzınızı.
XLI
Vekt-i on
şod ki zi horşîd zeyâyî beresed
Sûy-i
zengî-i şeb ez Rûm levâyî beresed
Çağı geldi;
güneşten bir ışıktır gelecek. Rum diyarından gece Zenci’sine bir bayraktır
geliyor.
Aşk yüzünden
soyunup çıplak kalana bir kaftan verecekler. o dostun şekerkamışlığından bir
sestir duyulmada.
Bunca altın
kâseler şu gökyüzü sofrasının üstüne konmuş. bir gün bir çağrı duyulacak, hep o
gün için konmuş bunlar.
Gökyüzünün
kuzusu da, başağı da yenmek için. o Ay’ın harman yerinden elbette bir vergi
bağışlanacak.
Âşıklara bu rızıktan başka bir gıda var; onların dilek kâselerine
başka bir aş konacak.
Eski pazardan erişip gelen taze alıcılar var ya; onların değersiz
çanakları da değerlenecek, ağır bir pahaya ulaşacak.
Ay’a tapanlar bütün gece yıldız sayıp duruyorlar ya; sonunda
onların bu çabaları da, bu ümitleri de bir sona varır, bir yere erer.
Hani cefa yağmuru yağmada diye bulut gibi yüzünü ekşiten var ya; cefa
da vefadan biter, gelişir; sonunda da gene vefaya döner gider.
Güllerin anasının diken olduğunu iyice bilen kişi, kendisine bir
cefa dikeni batınca gül gibi güler.
Hızır ab ıhay attan lâf ede ede dünyanın çevresini dolaşıp
dururken, bizim kulağımıza ölümsüzlük davulunun sesi gelir çatar.
Balçığa bulanmış dostlardan ayrılırsan ağlama sakın; su balçıktan
uzaklaşınca durulur.
Gönlünü şu
soğuk gönüllerden soğut, bir güzelce yu, arıt; küpün gönlü bir sakaya ulaştı mı
yıkanır, arınır.
O tatlı mı
tatlı güzelin, kendisine yakışmayacak sözler söylemesine şaşılır mı? Can
lâyığını bulsun diye o sözleri söylemiştir o.
Taş
yürekliler evimizi yıktılar ya; her evi yıkılanın bir saraya kavuşması içindi
bu.
Dün
gece rüyada Salâhaddin’i gördük; devlet kuşu gibi gölgesini başlara yaya yaya
geliyordu o.
XLII
Her ki ez
helka-i mâ cây-ı deger begrîzed
Hemçonan
bâşed k’ez sem’-o beser begrîzed
Kim bizim
halkamızdan çıkar da bir başka yere kaçarsa tıpkı duyuştan, görüşten kaçana,
sağır, kör kalana benzer.
Âşık
arslanlar da o yüzden ciğer kanı içer... Ciğerden kaçan, nasıl olur da arslan
gönüllü
olabilir?
Gönül duduya benzer; gönül huzuru sevgilinin cefasıysa şekerdir;
şekerden kaçan duduyu kimse görmüş müdür hiç?
Ters esen yele karşı uçabilir mi sivrisinek? Geceleyin hırsızlık eden,
ay ışığından kaçabilir mi?
Tanrı’nın şaşırtıp döndürdüğü baş, cennetin başköşesini bırakır da
cehenneme kaçar.
Ölüm nedir, anlayan, ölüme doğru kaçar; ölümsüzlük yurduna taç
vurunmay a, kemer kuşanmay a gider.
Kaza, kader filân yolculukta ölecek dedi mi, o adam ecel
korkusundan kaçar da yola yolculuğa düşer.
Yeter,
avlanmaya kalkışma, değmez de zâti... seher çağından gece görülen hayal de
kaçar, gece de.
XLIII
Ez dilem
sûret-i on hûb-ı Hoten mînereved
Çâşnî-i
şeker-i o zi dehen mînereved
O Huten
güzelinin hayali gitmiyor gönlümden... Şekerinin tadı eksilmiyor ağzımdan.
And olsun
Tanrı’ya her solukta coşar, köpürürsem ayıplama beni; senin gönlünden çıktıysa
benim gönlümden çıkmıyor.
Bütün kuşlar
çayırlıktan çimenlikten her yana uçar giderler. Fakat âşık bülbül bir soluk
bile çimenlikten ay rılmaz.
Yoksul
pervanenin canı leğeni yurt edinmiştir; bedeni yanmadıkça leğenden gitmez.
Hasan’ın
babası Hasan’a, bu evden git dedi. Hasan’ın babası düştü yıkıldı da Hasan hâlâ
gitmiyor.
Dostun ipi
boynuma geçti; sözün özü şu: Gönül o ipten başka bir şeye gitmiyor.
Can
kuşu kalıp kafesime doydu ama dost belki bir bakar, görür ümidiyledir ki benden
uçup
gitmiyor.
XLIV
On çi rûy-i tu koned nûr-ı roh-ı hor nekoned
V’on çi ışk-ı tu koned şûriş-i mehşer nekoned
Yüzünün yaptığını güneşin yüzünün ışığı bile yapamaz; aşkının
ettiğini mahşerdeki kavga kıy amet bile edemez.
Yüzünü gören gül bahçesine yönelemez; dudağını bilen sağrak
hikâyesine dalamaz.
Senin saçların geldi, erişti mi, misk artık söz söyleyemez; senin
ışığın vurdu mu, akıl artık baş kaldıramaz.
Mülk sahibi, âşıkların sancağını öylesine yüceltti ki kimsede
Sencer mülküne heves kalmadı.
Yedi göğe de
sığmayan ışık, arık, y aralı gönüle sığmada ancak.
Ölümsüzlük havasına kapılan, ölümsüzlük
definesini elde etmeye çalışan âşıkın yüzü, neden altına dönmesin,
neden sararıp solmasın?
Ben
bilmiyorum, sen söyle... Nedir o şey ki gönül huzuru güzelin bir bakışıyla
kolaylaşmasın, elde edilmesin?
O tövbeleri
bozandan söz açmamaya tövbe ettim. bir güzel ki saçının büklümünü gören, bir
daha tövbe etmez de etmez.
Bu sözlerin
değeri benim anlayışımcadır, aşkın değerinde değil. A benim güzelim, incinin
değerini ancak inci biçebilir.
Yarabbi,
gönül senden bir sabır elde etmezse, aşk ateşine ait hikâyeyi kıyamete dek
söyler; bitirip de tekrara başlamaz.
Bedenimizi
yerle bir edenin, toprağımızı yüzlerce canla eşit etmey e gücü yetmez mi hiç?
XLV
Mîresed
Yusuf-ı Mısrî heme ıkrâr dehîd
Mîherâmîd çu
du sed teng-i şeker bâr dehîd
Mısır
Yusuf’u geliyor, hepiniz ikrar edin; yüzlerce şekerkamışı dengi gibi salınmada;
alın, götürün.
O rûha can
verin de hepiniz rûh olun; o renkten alın da sadaka yollu gül bahçesine sunun.
Şeriat
şarabından kâfirlere de şu kadarcık verin; verin de ne küfürden bir iz kalsın,
ne imandan bir iz.
Önce şu
yanıp yakılmışları kadehle bulun, suvarın; en sonra da o uyanık, o aklı başında
hocaya sunun.
Akıl pusuda,
soldan, sağdan gözetmede... O yankesici ihtiyarcağıza da koca bir sağrak
sunuverin.
Ateş
cinsinden olan her şeyi âşıkların ateşine atın; elinizde ne varsa o fitneler
başına verin.
Sarhoş olun,
yıkılın kalın da işe de boş verin, güce de. Kendinizi ikisinden de alın da bir
uğurdan bu işe koyulun.
Aşk ateşi, delilik ateşi, âra namusa sardı mı, ele geçen bu
ganimete başınızı da verin, sarığınızı da.
Evlerinizi bırakın, o halkaya girin. Elbisenizi satın, parasını
verin meyhaneciye.
Aman bilmez bir meyhaneci bu; hepimiz de çırılçıplak kaldık;
kimseciğin gömleği yok... Bâri örtünmek için bir peştemal verin.
Hâşâ; and olsun Tanrı’ya, elbise ummaz; bir bahanedir bu; sevgiliye
karşı temiz yürekli olun.
Arılığın, duruluğun canını istey en, ne diye elbise istesin? Hani
bedeni de aldı, elbiseyi de götürdü ya; hepsini de bağışlayın gitsin.
îstek, özlem, bir örümcektir ki boyuna ağ örmededir sana. Elbiseyi
de, bedeni de, başı da, altını da bir uğurdan verin gitsin.
Perde
ardında bir güneş gördünüz mü, bilin ki Tebrizli Şems’tir o. Onun yüzüne
gözlerinizi bile bağışlayın.
XLVI
Z’evvel-i rûz ki mehmûri-i mestan bâşed
Şeyhrâ sâgar-ı can der kef-i destan bâşed
Çınseher çağı, sarhoşların mahmurluk çağı... Şeyhin elinde can
kadehi; o kadehi avuçlamış.
Onun önünde her seher çağı zerre gibi oynayalım. Güneşe tapanların
bu çeşit bir âdeti vardır.
Bu güneşe benzer yüz, ölümsüz olarak seher mi seherdir. Böylece de
taşyürek bile, onun yüzünden Bedahşan lâ’li kesilir gider.
A gönlün, dinin salâhı, sen hiçbir yana sığmazsın. Böylece de altı
yön, senin yüzünden aydınlanır, parıl parıl parlar.
Aşkına kul olan, gönül ve din salâhı yakıp y andırıc ı bir ateş
oldukça nerde bu aşk içinde soğuyacak?
Sana gönül gerekse onun gönlünün razılığını ara. Fakat ağırcanlı
kişinin gönlü nasıl aray abilir ki?
olmadığından, ona inanmadığından küfür olmuştur; nice küfür de var
ki onun devleti sayesinde iman kesilmiştir.
Külhancıyı gönlü kara, yüzü kara görürsün ya; inci madeninden
bahsederse, bil ki bühtandır.
A Tebrizli
Şems, sen bütün güzellerin padişahısın... seninle güzellikte eş, belki Ken’an
Yusuf’u olabilir ancak.
XLVII
Vây on dil
ki bedo ez tu nişanî neresed
Morde on ten
ki be do mujde-i cânî neresed
Senden bir
iz bulmayan gönüle eyvahlar olsun. Bir can müjdesine kavuşmayan gönül ölüdür.
Yüzünün
ışığı görünmeden geçen gün kapkara bir gündür. O kara günde senin mutfağından
ne bir kâse gelir, ne bir yemek.
Eyvahlar
olsun o gönüle ki senin aşkınla ateşlere atılmaz. Altın gibi harcanır gider,
hiçbir
madene ulaşamaz o.
Aşk sözü dertsiz adamdan çıktı mı, bir koku vermez... Ancak
hevesli bir kulak duyar o sözü, ancak dille söylenir o söz.
Gizliden gizliye bir emanet verilmedikçe gönül Meryem’i, Mesîh’in
ışıklarına gebe kalmaz.
Duygu, uyanınca rüya görmez artık. Gönül bu dünyadan gitmedikçe
başka bir düny ay a v aramaz.
Kişi vardır ki ölümü anmayış, onu kurutmuş gitmiştir. bir dilim
ekmekle birazcık tere bulamıy orum diye gamlara dalmıştır.
Bir zaman gelecek ki artık zaman kalmayacak. O zamandan önce
çalış, çabala da zaman kaydından kurtul.
Ekmekle gelişen can ancak ekmek ister. Abıhayat her hayvana nasip
olmaz.
Ne karanlık sabahtır o sabah ki senden bir selâm gelmez. Ne acı
gündür o gün ki senin bal gibi sözlerini duymam.
XLVIII
Yâ Reb in bûy ki emrûz bemâ mîâyed
Zi serâ-perde-i esrâr-ı Hodâ mîâyed
Yarabbi,
bugün bize gelen şu koku Tanrı sırlarının hareminden esip geliyor.
Keremi, bağa bahçeye yeni elbiseler bağışlıyor; hastalara şifa
yurdundan ilaç geliyor.
Ağaçlar namazda; kuşlar tespih çekmede; menekşe rükûa varmış; iki
büklüm geliyor.
Varlık yurduna gelenlerin hepsi de varlık yolunu y itirmiş;
sarhoşluklarından nerden geldiklerini unutmuş gitmişler.
Canlardan biri şu yolda ardına yüz çevirip bakarsa aslını görür de
canlardan ayrı olarak gelir.
Onun rengini bulmuştur o, o yüzden öylesine bir renk almıştır
ki... onun kokusunu duymuştur da ondan da vefa kokusu gelmededir.
O yüzle
sarhoş olmuştur; hepsi de onun sarhoşudur zâti. Güzelleşmiştir o yüzü gören, o
ay yüzlüden geliyor çünkü.
Hayır...
Söyleyeceğim, kimsenin usancından gam yediğim yok; bana gelen şey yok mu? Şeker
bile kıskanıyor onu.
Kükreyen
arslanla yüz yüze gelmiştir de ondan dolayı y iğitleşmiştir. bağış haznesinden
gelmededir
de o yüzden lûtuf, ihsan ıssıdır.
Sarhoş o
lmay an, insanlardan ürker; bundan seher yelinin kokusu geliyor diyecekler diye
çekinir.
Yeter ey dost, samsa böreğini çok yersen börekten ot kokusu
duyarsın.
XLIX
Neng-i âlem
şoden ez behr-i tu nengî neboved
Bâ dil-i
morde-dilan hâcet-i cengî neboved
Senin için
kınanmak, dünya halkı tarafından ay ıp lanmak bir ayıp, bir âr değildir. Gönlü
ölmüş
kişilerle savaşmak gerekmez zâti.
Aşk can
tatlılığıdır, tüm taddır; tadın, tadışınsa zâti bir şekli, bir rengi yoktur.
Aşk denizden
ayrılmış bir koldur akar, gelir, gönüle dökülür... Denizin, incinin yeri
daracık gönül olamaz.
Nefis
kıyısını bırak da denizin dibine dal; böylesine bir denizde timsah korkusu
yoktur sana.
Aynada toz
pas yoksa iki dünyanın şekli de tümden aşk aynasında görünür.
Aşk tilkinin harcı değil; çünkü tilkide ne arslanın saldırışı
vardır, ne kaplanın ululanması.
L
Vâkıf-ı
sermed tâ ıneclrese-i ışk goşud
Farkı-i
muşkil çun âşık-o me’şuk nebûd
Ebedîlik
vâkfı aşk medresesini kuralı sevenle sevilenin arasındaki fark kadar zor bir
mesele
ortaya
çıkmadı.
* Kıyastan, deverandan başka yollar var ama meseleyi çözmeye
yarayan bu yollar, fıkıh bilgisini bilene de kapalı, hekime de, kendini yıldız
bilgini sanana da.
O şekilde de, bu şekilde de nice keskin düşünce, bahislere
girişti, düşünceye daldı da yed-i beyzâ gösterdi.
Birçok farklardan bahsettiler; fakat hepsinin de yolları bağlandı;
camiye yüz tuttular, orda daha yüzlerce fark mey dana çıktı.
Fikir sınırlıydı; toplayanın, ayıranınsa sonu yok... Sınırlı
olansa sınırsızda yok oldu gitti.
Yok oluş sarhoşluktur, yok oluşun ardında, mutlaka bir kendine
geliş var. gölge ne kadar uzarsa uzasın, ardında güneş vardır.
Bu, “Göğü dürer” sırrının dille anlatılamamasındandır; çünkü böyle
ince bir şey in ispatı, varlığı yok bilmekle, yok etmekle olur.
Halbuki bu
söz, varlığın parça buçuğudur; yokluğa perdedir... bir şeyi örtüsü olduğu halde
apaçık göstermeyeyse imkân yoktur; kabul edilmez böyle şey.
Sen ne
reddedilenden kaçıyorsun, ne kabul edilenden kurtuluy orsun; bırak şu işi, ne
bahse sığar, ne nağmey e gelir.
Sen
bırakırsın ama o bırakmaz ki seni. Can, şu temel meseleden ne ay akta durmakla
kaçıp kurtulab ilir, ne oturmakla,
Can oturur;
o tutar, ayağa kaldırır canı. Can ayağa kalkar, o tutar, secdeye çeker canı.
* Şu bir, iki değildir ki ondan kurtulasın. Can selâmla, teşehhüdle
görüşten kurtulamaz ki.
* Ne ilk tekbirle gelir o; ne son selâmla gider. Ne tekbirle
bağlanır, ne selâmla açılır.
Can sineği,
sona dek şu ayranın içine düşmüştür bir kere. Müslüman olsun, Hıristiyan olsun;
ateşe tapsın, çıfıt kesilsin; herkes aynı burda.
Hele
söyleyedur; bu sineğin kanat çırpmasıdır söz... Fakat ayranın dibine doğru
gitti mi, kanat çırpmak da kalmaz artık.
Kanat
çırpmak olsa bile bir başka çeşit olur; gök kubbenin üstünde bir başka, bir
görülmemiş oyun oynama vardır sana.
LI
în
kebûter-beçe hem ezm-i hevâ kerd-o perîd
Çün
safiriyy-o nidâyî zi su-yi geyb şenîd
Şu güvercin
yavrusu, gizlilik âleminden bir ıslık duydu, bir ses işitti de havalandı, uçtu
gitti.
Bütün âlemin
dileği, isteği, yanımıza gel diye elçi gönderirse nasıl uçmaz müridin canı.
Öylesine bir
kanat buldu mu, yücelere uçar. Öylesine bir mektup geldi mi, beden elbisesini
yırtar.
Ne kementtir
ki şu canları çeker durur. Ne yoldur bu gizli yol ki o yoldan çeker canları.
Acıyışı, o daracık kafeste canın çok çırpındı, dön, buraya gel
diye mektup gönderdi.
Fakat şu kapısız evde sen kanatsız bir kuşa benzersin; havadaki
kuş uçar; sense sıçradın mı düşer gidersin.
Kuşun kararsızlığı, sonunda rahmet kapısını açar; sen de kapıya,
tavana çarp kendini; anahtar budur.
Seni çağırmazsak dönüp gelmeyi bilemezsin; çağırırız da geri
dönmek o vakit aklına gelir.
Yücelere ağan, eskise bile yenilenir; fakat buraya gelen yeni bile
zamanla kurur gider.
Hadi, gayb âlemine salına salına yürü, ardına bakma... Tanrı’ya
emanet; sağ esen yürü; orda her şey kârdır; çoğaldıkça çoğalır.
Hele sus da
varlık sâkîsinin bulunduğu yana git. Odur şu pis kadehin içinde tertemiz şarabı
sana sunan.
LII
Sofra-i
köhne kocâ der hor-ı nân-ı tu boved
Her-meges
hem zi kocâ sâhib-i hân-ı tu boved
Eski sofra
nerden senin ekmeğine lâyık olacak? Atsineği nerden sofra yayacak, nimet
döşeyecek?
Kimsiniz
sizler dediğin zaman nerde o dil ki sorularına cevap verecek?
Yüzü
karaysa bile senin Zenci’ndir, senin Hintli’n... Karalık senden olunca ne gam.
* Alırsın,
küpüne daldırırsın; hepsini de bir renge boyarsın. Hepsi de can kesildi mi
senin ışığını verir, senin izini gö sterir.
îhsana
başladığın, herkese aman verdiğin durakta, kes korkunun başını, vur ululanmanın
boynunu.
Hepimiz de
yol başındayız; dünyaysa bir geçit yeri. soluğu aydın göz, senin dünyanı gören
gözdür.
Gönül
dayandı durdu da bir edepsizlik ettiyse darılma; bu savaşta sana yardımcı
olmayı
ummuştu da ondan dayanmıştı.
Köpek her yana hırlar ama senin bulunduğun yere doğru havlar...
Olur ya, belki bir ziyanı dokunur sana; arslan say onu.
Hadi, sabah şarabı içilecek çağ. şarap ver, hepimiz de mahmuruz;
şarap ver de can bir solukcağız sarhoşun olsun.
Kadehe bile baksan sana tezce bir ferahlık verir. Kurt, Ashab-ı
Kehf’in köpeğini görünce çobanın olur senin.
Herkes uyudu; burda uy anık iki mahmur kaldı. Gizlediğin küpleri
seyret hele.
Baş da sarhoş olur, ayak da. Ne istersen sen, o olur. Şarap gelmiş
gelmemiş, hepsi de senden.
Hele yoksul, içmene bak; büyük bir sağrak sunuluyor; zaman senin
zamanın olduktan sonra sarhoş olmak da nedir ki?
Hele bugün, ta geceye dek işrete daldık; senin anlatışın varken
şarap mı eksilir, çalgı mı?
Her şeyin
başına toprak saç; bu devletin eteğine yapış; şu toprağa bir oturdun mu, her
şey şenindir artık.
Onun
şarabını iç, tümden o ol; altı yana kulak verip durma; iki üç tavşanın seni
sürüyüp çekmesini dileme.
LIII
Heberet hest
ki der şehr şeker erzan şod
Heberet hest
ki dey gom şod-o tâbestan şod
Haberin var
mı? Şehirde şeker ucuzladı... Haberin var mı? Karakış kayboldu gitti, yaz
geldi.
Haberin var
mı? Bahçede fesleğenle karanfil, iş kolaylaştı diye dudak altından gülüyorlar.
Haberin var
mı? Bülbül yolculuktan döndü, geri geldi; şakımaya, çilemeye koyuldu, bütün
kuşlara usta oldu.
Haberin var
mı? Bahçede, ağacın dalı yeni bir müjde duydu gülden; ellerini sallayıp
oynamaya
başladı.
Haberin var mı? Can, bahar kadehiyle sarhoş oldu; sarhoş bir halde
oynaya oynaya padişahın haremine girdi.
Haberin var mı? Lâle, yüzü kanlara bulanmış bir halde geldi...
Haberin var mı? Gül, dîvânın sahipceğizi oldu.
Haberin var mı? Baharın adalet şahnesi geldi de hırsız deli kış
gizlendi gitti.
O güzeller dîvândan geçiş için izin buyruğu aldılar da yeryüzü
yeşerdi; gelişti mi gelişti.
Bıldır kaybolup giden yeşillik güzelleri, kıy amet koptu da
dirildiler; bu yıl her biri yüz kat daha güzelleşti de geldi.
Gül yüzlüler
yokluk yurdundan döne oynaya geldiler; gökyüzü ayaklarına yıldızlar serpti.
îşten uzaklaştırılan nerkis, mülke nazır oldu; gonca çocuğu îsa
gibi akıllı fikirli bir hale geldi, yazıyı okumaya koyuldu.
O işret edenlerin meclisi bir kere daha bezendi;
gene seher yeli bağa bahçeye şarap sunmaya başladı.
Gönül
perdesinin ardında gizli şekiller vardı; bağlar bahçeler gönüllerdeki sırlara ayna
kesildi.
Ne
görüyorsan gönülde ara, aynada değil; ayna da bir şekildir, gösterir ama canı
yoktur o şeklin.
Yeşillik
ölüleri Tanrı çağrısıyla dirildiler; bütün küfürleri Tanrı rahmetiyle iman
oldu.
Hepsi de
oynadı, kalktı; ötekilerse mezarlarında; dirilemeyen, zindana rehin oldu gitti.
Sus dedi,
ben bundan daha iyi anlatırım. Ağzımı yumdum; çünkü o geldi, oturdu.
Padişah
dudağını açar, hepsini över; sizin özetini verirken bir bucakta
gizlediklerinizi de söyler.
LIV
Yâ Reb in
bûy ki ez revze-i can mîâyed
Yâ nesîmest k’ez on sûy-yı cihan mîâyed
Yarabbi, bu güzel koku, can bahçesinden mi geliyor? Yoksa o yandan
dünyaya esen bir güzel yel mi bu?
Yarabbi, bu abıhayat hangi yurttan coşmada? Yarabbi, bu sıfatların
ışığı ne yerden ışımada?
Acaba şu gürültü göktekilerden mi kopuyor? Acaba bu kahkahayı
cennet hurileri mi atıyor?
Ne çalgıdır, ne âhenktir bu ki canı oynatmada? Ne ıslıktır bu ki
gönül kanat çırparak uçmada?
Ne gelindir, ne nikâhtır ki gökyüzü sanki bu geline duvak. Ay da
şu altın dolu tabağı almış; saçmaya geliyor.
Ne avdır bu ki kaza oku uçuyor. îş böyle değilse ne diye yay
çekilişinin sesi geliyor kulağıma?
Müjde, müjde a âşıklar, hepiniz de el çırpın... o elden çıkan
güzel, ellerini çırpa çırpa geliyor.
Gök kalesinden aman sesi duyulmada; denizden bunca büyük dalgalar
coşmada.
Devlet gözü
devletinizi görmüş de mahmurlaşmış. Bu da bir delil; apaçık bir gözden, ezelî
var olandan, var edenden geliyor bu devlet.
İki üç somun
için kılıç, mızrak yaraları alınırdı hani; işte o kıtlık dünyasından
kurtuldunuz.
Candan tatlı
ne var? Gidecekmiş, korkma, varsın gitsin. Gideceğinden ne diye gam yiyorsun?
Ondan daha iyisi geliyor.
Herkes
şaşıyor ya; ben de şuna şaşıyorum: Yana bele sığmayan nasıl olur da yana bele
geliyor, kucağımıza doğuyor?
İşaretle
söy lüy orum ama yeter; gene de anlatmayayım; zâti anlatmayı ne yapacaksın?
Anlatışın canı geliyor.
LV
İşretî hest
derin gûşe genîmet dârîd
Dovletî hest
herîfan ser-i dovlet hârîd
Bu bucakta
bir zevk var, bir işret var; ganimet
bilin
fırsatı. A kişiler, bir devlettir gelmiş çatmış; kaşıyın devletin başını.
Şeker gibi
bir gönüllü olun, karışın şu süte. Çünkü naziksiniz, güzelsiniz; kadriniz de
yüce.
Tohum dermek de adamlık mıdır? Yüzlerce harmanın beyisiniz,
yüzlerce ambarınız var.
Böylesine bir lâle yüzlüden ne diye canınıza can katmazsınız?
Böylesine cibre sıkılacak bir kapta ne diye koruk sıkmazsınız?
Birçok renk gördünüz, şekil seyrettiniz; ne canları var, ne
yaşıyorlar. Peki, neden bizim güzellere Ay kesilen sevgilimizi de böyle
sanırsınız?
Onun güle, fesleğene benzeyen eteğine el atın, sarılın... o gül
bahçesinde karılmadı mı may anız; orda y etişip gelişmediniz mi siz?
Nasıl olur da evin yolunu bilmezsiniz? Kavuşmanın oğlusunuz: siz.
Nasıl olur da geçer akçeyle kalpı bilmezsiniz? Bu pazardansınız siz.
Mısır sizinle övünmede; siz de Yusuf gibi
yorun rüyayı. Vefalı tatlı dudaklar gibi hepiniz de şekerkamışları
emmedesiniz.
Bugün
yoksulcasına böyle ağlayıp inliyorsunuz ama maya bakımından ta önceden
meleksiniz, meleklerin oğullarısınız siz.
Sâkîler,
ellerinde şarap kadehleri... şarap içecekseniz meyhaneye gelin diye
kulaklarınızı burmada.
Herkes
ayıptan kurtulma peşinde, herkes bir hünerin avcısı olmuş. Can meclisinde
ayıksanız b aştan başa ayıpsınız zâti.
Tebrizli
Şems geldi, özür kalmadı artık. zevkin can gözünü ona verin gitsin.
LVI
Hest mestî
ki merâ cânib-i meyhâne bered
Cânib-i
sâkı-i gol-çehre-i dor-dâne bered
Bir varlık
var ki bizi tutmuş, meyhaneye götürüyor; inci tanesi, gül yüzlü sâkînin
bulunduğu yere çekiyor bizi.
Bir el var; dostça elimizi tutmuş, bizi çekmede... böylece kapı
yanından başköşeye götürmede.
Nal ona derler ki toprak boyuna öpsün dursun onu; lâ’l ona derler
ki adamı tutsun, şaraba, meyhaneye götürsün.
Canlar verelim de o can şarabma el uzatalım; aklınız masallara
karışmadan alalım o şarabı, içelim.
Böylesine
bir saçın düğümlerini neden tarak açıyor diye o güzelim saçlarının renginden
gönül diş diş olmuş gitmiş.
LVII
Âh k’on tûti-i dil bî şekeristan çi koned
Âh k’on bolbol-i can bî gol-o bustan çi koned
Ah, o gönül dudusu, şekerkamışlığından ayrı, ne hallere düşecek?
Ah, o can bülbülü, bağsız bahçesiz ne yapacak?
Bugün seninle kavuşmadan bir arpa bile elde
edemeyen, yarın soru-hesap çağında, terazinin başında ne yapacak
ki?
Denizinin
çerçöp gibi sürüp bir yana attığı kişide iman incisi ararlarsa ne yapacak o
kişi?
Hamamdaki
resim, hamamdan ne tat alabilir? Can seyir yerinde cansız resim ne yapabilir?
İyinin,
kötünün iyiliğiyle, kötülüğüyle bir işimiz yok. Yalnız susamış, dudakları
kurumuş gönlüm ayrılık gecesi ne yapacak? Onu düşünüyorum.
Gönlümün eli
de, ayağı da; kolu da, kanadı da bekliyor... Bakalım aşkı ne yapacak? Fakat aşk
lûtuftan başka ne yapar ki?
Eli olmayan
kişi, saçı gününde ne alabilir ki? Ayağı olmayan kalkılacağı zaman ne yapabilir
ki?
* Gönlü
Uşşak perdesine Zengüle olmayan (gönlü âşıklara, boyna asılan bir çan gibi
takılmayan) kişi, Irak makamıyla Isfahan makamının zîr perdelerini ne yapsın?
Başı, kulağı can şarabıyla kızışmayan kişinin, soğuk, donmuş, buz
kesilmiş bir halde sarhoşlar safında ne işi var?
Arslan gibi kendi kurt huyundan kurtulmayan, Ken’an Yusuf’unun
ceylanları yıkan gözlerini seyredip de ne anlayacak?
* Firavun, sakalına inciler dizdirmiş ama îmranoğlu Mûsa’nın inci
gibi sözlerinden ne haberi var?
Ham tamahla hırs lokmasına düşen kişinin, İsa’nın soluğuyla,
Lokman’ın hikmetiyle ne işi olur?
Yeter, derlen, toplan, dağınık sözler söyleme artık. Gönül
topluluğu olmadıktan sonra iki üç dağınık sözden ne çıkar?
Tebrizli
Şems de sensin, şekerler dağıtan sabah da sen. Gündüze âşık olan geceleyin
kıblesi gizlenince ne hallere gelir?
LVIII
Ez dilem
sûret-i on hob-ı Hoten mînereved
Çâşni-i
şeker-i o zi dehen mînereved
O Huten
güzelinin hayali gitmiyor gönlümden, şekerinin tadı eksilmiyor ağzımdan.
And olsun
Tanrı’ya, her solukta coşar, köpürürsem ayıplama beni; senin gönlünden çıktıysa
benim gönlümden çıkmıyor.
Hasan’ın
babası Hasan’a, bu evden git dedi... Hasan’ın babası düştü yıkıldı da Hasan
hâlâ gitmiyor.
Yoksul
pervanenin canı, mumun alevi peşinde. Kolu kanadı yanmadıkça leğenden gitmiyor.
Bütün kuşlar
çayırlıktan çimenlikten her yana uçar giderler. Fakat bülbül gülden ayrılmıyor,
y e şillikten gitmiyor.
Can kuşu her
solukta uçup gitmek için kanat açmada. Fakat dost belki bir b akar, görür
ümidiyledir ki bedenden gitmiyor.
Sana bir
zarar geldi mi, karın bile soğur senden; fakat adam senin yüzünü gördü mü,
karısına
bile meyletmez.
Mansûr’un canına senin aşkın yüzünden darağacı kurdular ya;
boynunu ipe taktı; bir türlü o ipten vazgeçmiyor.
Can bir deri, sen Süheyl yıldızısın, havan da Yemen. Onu terbiye
edesin diye Yemen’den gitmiyor can.
Saçlarındaki kıvrımların, büklümlerin hay ali gönlümde... bu kırık
gönlüm, o kıvrımların, büklümlerin sevdasından ay rılamıy or.
Testi kırılsa bile testideki su kırılır mı hiç? Âşıkın canı
mezara, kefene gitmez de gitmez.
Hilelerim,
düzenlerim, tersine oyunlarım var; fakat can senden utanıy or da hileye, düzene
başvurmuyor.]90]
LIX
Ger nehosbî zi tevâzu şebekî can çi şeved
Ver nekûbî bedoroştî der-i hicran çi şeved
Gönül
alçaklığı etsen de bir gececik uyumasan n’olur a benim canım? Hoyratlıkla
ayrılık kapısını çalmasan ne çıkar a benim rûhum?
Dostların
ateşlerle dolu gönülleri için bir geçeceğiz dostluk etsen, keremler buyursan da
gündüzü bulsak n’olur?
Şeytanın
yıkanmamış yüzünün inadına, gözü kör olsun diye gözlerimiz seni seyrederek
aydınlansa ne çıkar yâni?
Bütün dünya
senin baharlarınla, senin nev- rûzunla güllerle bezense, bütün dünyayı
fesleğenler, çiçekler kaplasa n’olur ki?
Gizli olan,
o karanlıklarda bulunan ab ıhay atla bütün şehir, dağlar, ovalar, çöller dolsa,
her yan sulansa ne çıkar ki?
Şu kullar
köleler, şu arıklar, senin gibi bir padişahtan yeni elbiseler elde etseler de
giyinip kuşansalar n’olur?
Ata binsen,
sürsen de meydana gelsen; her gönlün köşesi bucağı genişlese, meydana dönse ne
ç ıkar?
Gönlümüz darmadağın, kapkara bedenimizse toplu... arı duru gönül
toplu bir hale gelse de kapkara beden dağılsa n’olur?
Ay bizimle değil de o yüzden arıklamışım, terazide hafif
gelmedeyim. hatırımız için Ay, Terazi burcuna gitse ne çıkar?
* Bir solukta Uzeyr’e de can bağışladı, eşeğine de. nefis eşeği de
eşip yelmeye, gezip tozmay a lâyık olsa n’olur?
* Gam mahallesinin başında bir manastırımız var. isterse Lübnan
dağının tepesindeki manastır kadar eski olmasın; ne çıkar?
Kendine
gel, sus artık, o kıskanç canı düşün de bir derlen, toplan. Darmadağın sözler
olmasa n’olur yâni/t91]
— R —
LX
Ehteranrâ şeb-i veslest-o nesârest-o nesâr
Çün suy-i çerh erûsîst zi mâh-ı deh-o çhâr
Buluşma gecesi; yıldızların serpilip saçılacağı çağ... gökyüzünde
Ay’ın on dördü gibi bir gelin var.
Hani bülbül ilkbaharda gülün yüzünden sarhoş olur ya, tıpkı onun
gibi Zühre de güzelim nağmelerle derisine sığamıy or.
Oğlak’a bak hele, göz ucuyla Arslan’a bakıyor. Balık’ı seyret,
denizden nasıl da toz koparıyor.
Müşteri, atını koşturarak kocalmış Zühal’e gidiyor da müjdemi ver
diyor; yeni baştan gençleşiyorsun.
Eli kılıcının kabzasında kanlara bulanan Mirrîh, canlar
bağışlamakta, izi kutlu güneşe dönmüş.
Gökyüzünün Kova’sı, o abıhayatla doldu ya. Artık o kurumuş Başak,
bu suyla gelişir, inci tane leriy le dolar.
İçi dolu ceviz, ne kırılmaktan ürker, ne
Terazi’yle tartılmaktan. Kuzu, anasından tiksinir de kaçar mı hiç?
* Bakış
Ok’u, Ay’ın gönlünden atıldı da Tay’ın gönlüne saplandı ya. Akrep de bunu
gördü, heveslendi de gece yolculuğuna kalkıştı.
A eğri büğrü
yürüyen, Yengeç gibi ayağın balçığa saplanmışsa böylesine bir bayramda yürü,
gökyüzü Öküz’ünü kurban et gitsin.
Şu gökyüzü
sanki bir usturlap; gerçek olansa aşk. Ne diyorsak söze bakma da anlama aç
kulağını.
A
Tebrizli Şems, hangi sabah doğar, parlarsan ay yüzünden karanlık gece aydın
gündüze döner.
LXI
Hele zîrek
hele zîrek hele zîrek zo ter
Hele k’ez
conbiş-i tu kâr-ı heme nîkûter
Hele biraz
daha aşağıdan, biraz daha aşağıdan, biraz daha aşağıdan; daha çabuk... hele
senin
oynayışın
yüzünden herkesin işi gücü daha iyi bir hale geldi, daha düzene girdi.
Koştur
erlerin arkasından; bak sağa sola. Taştan bir kıvılcım sıçramış ki Ay’dan daha
da aydın bir ay.
Yerinden
kalktın mı, hepsi de birer birer kapına gelirler; kamış gibi hizmet kemerini
kuşanmışlardır; şekerden daha tatlıd ır huy ları.
Aşk, Davud
olur da demiri yumuşatır. Arslan, ceylan olur; ceylandan da daha yumuşak bir
hale döner.
Aşk içerden
gül bahçesinin tapısını açar; gül gibi görünür aşk, taze gülden daha da
güzeldir kokusu.
Her bir
zerre îsa kesilir; îsa nefesli olur. Ölüm canlar bağışlar; gönül candan fazla
arar onu.
O arada Ay
gelir de senin dudaklarını öperse y anımızd an kalk, peşine düş, o yana doğru
gidedur.
Ağzımı
yumdum ama gönlüm sözlerle dolu;
bizden
daha iyi söyleyen bir akıl bunu söylesin, anlatsın diye sustum ben.
LXII
Bedeh on
bâde be mâ bâde be mâ ovlîter
Her çi hâhî
bekonî leyk vefâ ovlîter
Sun o şarabı
bize; şarap daha iyi bizce; ne istersen onu yap; fakat vefa etmek daha yaraşır
sana.
Erlerin
başları, sana karşı secdeye kapanmaktan daha güzel ne iş yapabilir? Can
İsa’sının mescidine gökyüzü tavanı daha lâyık.
A güzel, bir
afsun oku da deli gönüle üfür; çocuklara benzeyen goncalara seher yeli daha
uygun değil mi?
Yüzünü
görmeyen, aklı kıble edinir. Körün elinde kandil olmadansa sopa bulunması daha
doğrudur.
Sen
bağışlarda bulun; gökten de ses geliyor; denizle güneşin bağışta bulunması daha
yerinde
deniyor.
Bugün lûtuflarda bulundun, o lûtufları iki kat çoğalt... değil mi
ki çenge el attın, onun iki kat olması yeğ.
Güneş doğunca kış kaçar gider. Kış yüzünden sırtı, başı donmuş
kişiye güneş daha iyidir.
Yeşilliği gördüm de sudan, ottan kesildim; suyu, otu daha yeğ
bulanlar hayvandır.
Söz şekli hoştur ama arılığı giderir; oysa ay nanın yüzünde resim
olmasından daha iyidir arılığı.
Varlığın
şekli de sensin, aynası da sen; aynada bir güzel yüz görünürse elbette bu daha
ho ştur.
Sus, şu
davulu çalma; şimdi savaş vakti; kılıç vur; davul orduya arka olur ama savaş
daha doğru.
LXIII
Ne ki mihmân-ı garîbem tu merâ yâr megîr
Ne ki fellâh-ı
tuem server-o sâlâr megîr
İstersen
dost sayma beni; garip bir konuğun değil miyim? Baş, başbuğ tutma beni; fakat
senin ekincin değil miyim ben?
Yoldaş
sayma, esirgeyici bulma, dert ortağı tutma; fakat lûtuf ihsan gölgenin komşusu
da mı değilim?
Tut ki
susamamışım, susuzluk illetine tutulmamışım, hasta değilim; fakat senin acıyış
şerbetiyle dolu kadehin dönüp durmaz mı, herkese sunulmaz mı?
Tut ki
beklemiyorum seni, buluşma özlemiyle ölmemişim; fakat her taşın güneşten bir
payı yok mu?
Tövbe
etmemiş, suçları örtenden yargılanma dilememişim say beni; ama lûtfun her
suçlunun suçunu y akmaz mı ki?
Beni
Ca’fer-i Tayyar sayma; tut ki bir serçeyim; her kuş senin kolun kanadınla uçmaz
mı ki?
Böylesine
bir tuzağa tutulmamışım say; ama yüzlerce kanat olsa sen yardım etmedikçe
uçulabilir mi hiç?
Beni uyuyor
say; tut ki kapında değilim, uyanmamışım; ama uyuyanlara da gizli bir seyir
seyran bağışlamaz mısın sen?
Gözyaşlarımı
görme; yüzüm tut ki sararıp solmamış; ama yanmış, kavrulmuş ciğer kokusu
gelmiyor mu benden?
Mecnun senin
yüzünden akıldan olup da bir bağ bahçe bulmadı mı? Delilikten hoşlanıp da akıl
y ay lasının yolunu tutmay ın demeye başlamadı mı?
Senin
verdiğin delilikle hoşum, aklı fikri ne yapacağım; tut ki döşek pek düzgün
değil, benimle sen yatmıyor musun; bu yeter bana.
Tut ki yüzüm
Ay’a benzemez, rengim nar renginde değil; sarho ş gözlerindir herkesin gönlünü
alan, aklını yıkıp yerlere seren.
Çene
topağın, tutalım ki eşsiz değil, saçların zünnâra benzemiyor; ama selvi
boyundur
boyumuzu
iki büklüm eden.
Coşup köpüren, kabarıp coşan uçsuz bucaksız bir denize benzeyen
aşkı şekilsiz sayma; şu resimler, şu şekiller, zâti hep aşkın resimleri, aşkın
şekilleri.
Beni şu dönen gök kubbeye eş sayma; ama öylesine bir toprak
harmanıyım ki Ay bile çevremde döner benim.
Senin civarında hoşum, yık gitsin evimi; senin kokunla hoşum,
Tatar ülkesinin miskiyle hoşum sanma.
Şu başım meyhanedir; söyle, kırsın sağrağı o; yüzüm altına dönmüş,
eşek yükleriyle altına bakma artık.
Âzer’e söyle, put yonmasın; gönlüm puthane oldu. Başım cibre
sıkılan tekneye döndü; meyhanecinin yurduna gitme artık.
Kâfirlikle müslümanlık daha şimdi meydana geldi; aşkınsa önüne ön
yok... Aşkın öldürdüğü kâfiri kâfirlerden sayma sen.
A gönül,
bülbül sesini dinle, eşeğin anırmasına kulak asma. A göz, gül bahçesine bak,
dikenin ardına düşme.
Yeter,
davul çalma; söz, başkaları içindir; bense kendime de yabancıyım, yabancıların
eteğine yapışma.
LXIV
Senemâ in çi
kemânest-o foro-dest-o hekıyr
Tâ bedin hed
mekon-o cân-ı merâ hâr megîr
A güzel, bu
ne değersiz, bu ne çabuk çekilir bir yay. Bu kadar da etme, bu kadar da
değersiz tutma bizi.
Kaza-kader
insanın gözüne dağı saman çöpü gösterir, saman çöpünü dağ; bu ko lay dır
Tanrı’ya.
Ne mutlu o
göze ki inciyle boncuğu tanır, ayırt eder; ne mutlu o kervana ki ücretini dost
verir.
Buyruğun
yürür; adımı ne takarsan tak, razıyım; tertemiz adına and olsun ki can
şükreder
durur sana.
Ay’a Habeş adını taksan sana secde eder; selviye çember desen hiç
tiksinmez.
Senin sövüşün padişahların övüşünden de iyidir; nerde köpeklerin
havlaması, nerde yürekli arslanın kükremesi?
Senin işsiz güçsüzün, bütün işe güce koyulanlardan daha hoştur...
senden başka her şey yoktan-yokluktan ibarettir; biz de o yüzden
yokuz-yoksuluz.
* Altınla bezenmiş tacı ver de o sevgilinin sillesini satın al;
fakat bu sözü birisi işitmez, dinlemezse aldırma, “Sen ancak korkutucusun.”
Kafanda sevgilinin sillesinin izi varsa, gönül güzelleri başını
öperler senin.
Dünya adamı yoku, yokluğu varlık sanır, mal mülk bilir; can gözü
açık olan kişi, ömrünü yoka harcar mı hiç a do stum?
Adamın biri, bir hekime gitti de karın ağrısından şikâyet etti.
Hekim, ne yedin ki bu
mide dolgunluğuna uğradın dedi ona.
Gelen derdin çoğu boğazdan gelir çünkü. Adam, mayalanmamış somunun
ardından yanmış ekmek yedim dedi.
Hekim, Sungur dedi, o kadri yüce sürmeyi getir bana. Adam, hadi be
ulu kişi dedi, karın ağrısıyla sürmenin ne münasebeti var?
Hekim, gözün her yanmış şeyi görseydi dedi, yanmış ekmek yemezdin
a yarı kör.
Sen de gözünün karaltısı yüzünden yoku var sandın; gözün padişahın
kapısının toprağıyla iyileşir, aydınlaşır.
Hele ey
gönüllerin hallerini anlatan, gazeli sen aç, sen anlat. Ben anlatırsam beyin
gönlü gene incinir.
LXV
Ser foro kon be seher k’ez ser-i bâzâr nezer
Tebleî kâlobed averdeem âhar beneger
Seher çağı başını
eğ de pazar başından bir bak. Bir tabla dolusu beden getirmişim; gör de seyret.
Mahallenin
başında, tablamın üstünde omuzlar, saçlar, nefis yağlar var; bir bak da satın
al.
Gamın gecem,
geceliğim; melhemin yağım... tarağım da o fitnelerle, şerlerle dolu saçların.
Ayrılığından
öldüm; hayalin otum, yiyeceğim oldu benim; çünkü gönlümde öküz açlığıyla dolu
bir karın peydahlandı.
Ne biçim bir
insanım, bilmiyorum; yalnız şekerini pek özledim a şekerinin zevkiyle
sineklerin bile şeker kesildiği güzel.
Seher yeli,
o güzelim kaftanı aç, savur; perdeyi kaldır da o gümüş beden yüzünden bütün
işim gücüm altın kesilsin.
Niceye bir
elini yu ondan, bir dost ara kendine diyeceksin? İki dünyada da ondan başka bir
dost y oktur bana.
A hoca,
bırak beni; nasıl olur da akıl kalır,
gönül kalır
bende? însan şeklinde Ay’la Güneş’i kim görmüştür?
A
Tebrizli Şems, benim canımdasın, gözlerimde oturmuşsun sen. Peki, iş böyleyken
nasıl oluyor da yollara düşmüş bulunuyorsun?
LXVI
Hin ki âmed
be ser-i kûy-ı tu Mecnûn-ı deger
Hin ki âmed
be temâşâ-yı tu dil-hûn-ı deger
îşte bak,
mahallenin başına bir başka Mecnun geldi; seni seyretmeye gönlü kan olmuş bir
başkası geldi çattı.
Senin yüzüne
âşık olan kişiyi, şu dönüp duran gök kubbe çekemez; meğerki ona bir başka göğün
üstünde bir yer veresin.
Âşıkın
kimseciklerin hilesine, afsununa kanmaz; sen ona bir başka afsun oku da üfle.
Yüzünün aşkı
cihanın altı yönüne de tuzak kurmuştur; çünkü kimsecikler öyle gül renkli bir
yüz görmemiştir.
Tuzağa düşen kuşa sen acı; çünkü senin gibi neliksiz-niteliksiz
bir başka padişahlar padişahı yoktur onun.
Nerde şu evde yanıp yakılmış bir düşkün ki geceleri başka bir
düşkünün feryadını duysun, dinlesin.
Senin şekerkamışın için atlas gibi kanlı gözyaşları yağdırmadayım;
bu atlasa benzeyen, bu ağır kumaşlara bedel gözyaşlarımı dökmekten başka bir
çarem yoktur.
- Ş -
LXVII
Men tuem tu meni ey dost merov ez ber-i hîş
Hîşrâ geyr meyengâr-o meran ez der-i hîş
Dostum, ben senim, sen de bensin... Kendini b ırakıp da gitme
kendinden; kendini başkası sanma; sürme kapından.
Sonu gelmez fitnelerinle başını, ayağını yitirme de şaşkınlar gibi
cefa ayağını kendi başıma
basayım.
Gölge gibi senden hiç ayrılmayan biri varsa o da benim; dostum,
kendi gölgene çekme kendi hançerini.
A ağaç, her yana binlerce gölgen serilmiş; okşa gölgeleri, ayırma
aslından onları.
Gölgelerin hepsini gizle, ışığında yok et; parlak güneşe benzeyen
yüzünü aç, göster.
Gönül ülkesi senin iki gönüllüğünün yüzünden perişan olmuş; çık
tahta, minberinden ayak çekme.
* Akıl
taçtır; Ali temsil yoluyla böyle demiştir; sen de kendi incinle, kendi özünle
taca bir başka güzellik ver, yeni bir parlaklık bağışla.
LXVIII
On ki meh gaaşiye-i zeyn çü golâman keşedeş
Bo ki in himmet-i mâ cânib-i bostan keşedeş
Eyer örtüsünü kullar köleler gibi Ay’ın taşıdığı
o güzeli, belki himmetimiz bağa bahçeye doğru çeker, getirir.
Canda bu güç
kuvvet yoktur, onda bu küstahlık olamaz ama belki bu işi sevgilinin yardımı
sayesinde yapabilir.
Can,
dudaklarını anar da her solukta dudaklarını yalar; fakat yalan yanlış bir şey
de duyarsa onu tutar, ta dişinin dibinden çeker, çıkarır.
Ulular
varlarını yoklarını yokluk diyarına doğru çekerler de varlık da lütfeder,
onları kendine doğru çeker.
Nice canlar
Yakub gibi boyuna zehir tadarlar da sonunda can Yusuf’u tutar,
şekerkamışlığından çeker onları.
Kim akıl
terazisiyle kendini tartar da övünürse, Ay gibi olsa da felek gene onu Mîzân’a
çeker, tartar.
Kim
âşıkların gözlerinde gözbebeği olursa, o bakış tezce onu alır, insanın özüne
doğru çeker, götürür.
O kâfir
saçlar kimin yolunu keser, kimi yoldan çıkarırsa, âdeta kâfirlik gelir de onu
alır, imana doğru çeker.
Tebrizli
Şems, aşkın sarhoş etti bizi, şarap içen kişiyi bu hale getirir şarap.
LXIX
Ger leb-i o
şekened nerh-i şeker mîresedeş
Ver roheş
te’ne zened ber gol-i ter mîresedeş
Dudakları
şekerin narhını düşürürse de değer; yüzü terütaze gülü kınarsa da değer.
Gökyüzü, kapısına secde ederse yeridir; ay değirmisinden rehin
alır da âleme ışık verirse değer.
Gece Zenci’sine kılıç vuran padişah, güneş, onun varlığı, dirliği
uğrunda kalkanını yerlere atarsa da değer.
Utarid, onun değirmisinin, onun güzellik noktasının çevresinde
pergel gibi başı yerde döner durursa değer.
Meleklerin bile mahrem olamadıkları o güzellik, insanlara
meyletmezse, insanları özlemezse yeridir.
Meleklerin
işleri güçleri üst olmuş ama onlara o yüceliği verse de yeridir, vermese de.
Bu çeşit
sayıp döküyordum da felekten duydum; diyordu ki: Geç bunları, bir başka şeye de
değer o.
LXX
Ber melik nîst nihan hâl-i dil-o nîk-o bedeş
Nefs eger ser bekeşed gûş-keşon mîkeşedeş
Gönlümün hali, iyiliği-kötülüğü padişaha gizli değildir. Nefis baş
çekerse kulağını tutar da sürüy e sürüy e çeker onu.
Can da, gönül de, gönlün aslı da onun bir lûtfudur; cana, gönüle
can vermese kim yardım
edebilir cana, gönüle?
Gönül onun derdinden ne zevklere dalmıştır, ne hoşluklar elde
etmiştir. O keremi, o sayısız bağışını hiç sayıp dökmeye kalkma.
Tanrı aşkının gamı hangi kervanın yolunu vurduysa, o kervan iki
dünyanın kârını öylesine elde etmiştir ki dile gelmez, söze sığmaz.
Onun ölümsüz yaşayış gerdanlığıyla yüceldiğim günden beri ölüm
meleği gönlümden ümit kesti.
Süsen onun lûtfundan dil buldu da onu övmeye başladı; selvi
hürriyeti ondan elde etti; çünkü boyu bosu o bağışladı ona.
Bülbül onu över durur; o dil öğretti bülbüle; gül onun yüzünden
elbisesini yırtar; çünkü y anağını o y alımlattı gülün.
Kimdir ki bu toprağa ümit tohumu ekmiştir de onun bahar keremi
bire yüz bağışlamamıştır ona?
Acı, tatlı meyvenin ham tamahı var ama senin
kerem güneşin onu kızdırır, oldurur.
Güneş her akşam ona secde eder; ne ziyan görür bu secde yüzünden o
padişahtan? Ziyan görmek şöyle dursun, bedeni can olmuş gitmiştir.
Her gece secdeler ederek gider; seher çağı ona öylesine bir yüz
bağışlar ki gökyüzü hasedinden ölür.
Kim bu gök özlemini kökten çeker çıkarırsa, her vazgeçtiği özlem,
mezarında bir huri olur, ona eş dost kesilir.
Kim azgınlık yoluna at koşturursa at çifteler atar ona;
çiftelerinden perişan olur gider.
Sen gazeli
yarım bırak da ezele dal, şaşır kal... Hiçbir şeye ihtiy acı o lmay an
tamamlasın, anlatsın onu.
LXXI
Be şeker hende eger mîbebered con resedeş
Ve ger ez gemze-i câdû bered îmon resedeş
Şeker gibi gülüşleriyle can bile alsa değer; büyücü bakışlarıyla
imanı bile alıp götürse revâdır.
Dev, peri orduları hep buyruğuna uymuştur; bu yücelikle, bu
üstünlükle Süleyman saltanatını elde etse yerindedir.
Yüz binlerce Yakub’un hüzünlere dalmış gönlü onunla diridir; artık
Ken’an Yusuf’unun güzelliğine, sultanlığına sahip olsa hakkıdır bu.
îsa huylu dudakları bir üfürükle ölüyü diriltir; can kanadıyla
tutsa da Zühal yıldızına doğru uçsa yeridir.
Vaktin
Nuh’udur, ölümsüz aşk da gemisi; artık tufanla dünyayı altüst etse de eder ya.
Aşkı, yokluk denizinden toz kopardı; yed-i beyzâ da ona lâyık,
yılan olan sopa da.
Gönülleri susamışların hepsi de ondan gıdalanırlar; böylesine bir
lokmayla Lokman’ın hikmetini versen yeridir.
LXXII
Tu merâ mey bedeh-o mest behâbân-o behel
Çün resed novbet-i hedmet neşovem hîç hecel
Bana şarap sun, sarhoş olarak yatır, uyut; bırak beni; hizmet
vakti geldi mi, hiç de gaflete düşmem, utanmam ben.
Onunla buluşmada horoz gibi tezim, vakti tanır, bilirim... ötüşü
buluşmayı kesen, koparan kuzgun değilim ben.
Padişaha hizmet etme vakti geldi mi, tanırım o vakti. Dostum,
balçıktan yaratılmışım ama ay ağım balçığa saplanmamış.
Onun güzelim sırlarından bir iki söz söyleyeceğim; a gönül,
gıllıgışsız gönlünü bana tut.
Güzellerin aşkındaki tadı, şaşırıp kalanlardan arama; yalancı
sabah bu kervanın yolunu azıtır gider.
A can, kanımı döksen helâl ettim gitti; fakat
dökmezsen helâl etmem hakkımı, zulmedersin bana.
Derken
ne dile gelebilen, ne yazıya sığan sözleri, sustum da gözümle, kaşımla
söyledim.
Anlamadın
ama kızdın; hele hele kızgınlığını arttır; ne diye az bir çabada bulunmadasın?
Soğukluk
gölgede meydana gelir; güneşse hem aydındır, hem kızgın... a selvi, gölge gibi
o güneşin yüzüne karşı yok ol gitsin.
O Çiğil
mumu, sarhoş bir halde ibadet yurdumun kapısından girinceye dek onun yüzünden kaç
tane kandil kırdım ben.
A
Tebrizli Şems, güneş, hakkını bilmemiş olmalı ki böyle bir ince hastalığa
uğramış.
LXXIII
Şotoron mest
şodestend-o bebin reks-i cemel
Z’oştor-i
mest ki cûyed edeb-i ilm-o emel
Develer
esridiler, artık deve oyununu bir
seyret. Esrik
deveden kim bilgiden doğan edebi umabilir; kim doğru düzen hareket edişi
bekleyebilir?
Bilgimiz
onun vergisi, yolumuz onun anayolu; isiliğimiz da onun kereminden; Koç
burcundaki Güneş’ten değil.
“Rûhumdan
rûh üfürdüm” günü, soluğu can verir sana... İşi gücü, “Ol” deyip oldurmaktir;
yaratişi sebeplere, araçlara bağli değil.
Bu
yolda ağusto sgülüy le karanfil çiğneriz; balçik çiğneyen bayaği develerden
değiliz biz.
Balçik
çiğneyen develer, şu balçiğa bağlanmiş kalmişlardir; canimizin, gönlümüzün
balçikla ne ilgisi var?
* Din
mucizesini göstermek için dağin belinden, Salih’in duasiyla Allah devesi
doğmuş.
Kendinize
gelin, kendinize. Tanri devesiyiz; ilişmey in bize de ecel kilici başlarinizi
kesmesin.
Biz doğu
tarafina da gitmeyiz, bati tarafina da; adimlar atarak boyuna ezel güneşine
doğru gider
dururuz.
Hele otur da
evet diyerek başını salla. Tebrizli Şems, gazelin sırlarını göstersin sana.
LXXIV
Raşau’l-ışkı habîbî laşarûdun va mudıll
Küllu kalbin li hevâhu vacad’s-sabra yasıl
Sevgili, kötülüklere düşenlere, yollarını azıtanlara sanki bir
ceylan yavrusu; fakat onun aşkına düşüp de dayanan gönüller elbette ulaşırlar
ona.
Buluşma, kavuşma yılı kısadır, tezdir, geçer gidiverir; fakat
ayrılık yılı uzundur, dolgundur, uzar gider.
Sevgilim, hekimim, kadehi doldurmuş, döküp saçmada... feilün
müfteilün, ya feilâtün ve feal.
Kadehi
doldurur; hiç çekinmeden geceleri apaçık sunar; zâti kapında öldürülen de
suçtan korkmaz ya.92]
LXXV
Der forobend ki mâ âşık-ı in encomenîm
Tâ ki bâ yâr-ı şeker-leb nefesî dem bezenîm
Kapıyı ört; bu topluluğa âşıkız biz... kapıyı ört de şeker dudaklı
sâkî ile bir solukcağız nefes alalım, konuşup sevişelim.
Biz bu mecliste oldukça ne diye şarapla meze eksilecekmiş. Biz
yeşillikteyken selviyle ağustosgülü eksik olur mu hiç?
Sunduğun kadeh elimizde, havan başımızda. Hasan’ın da yort
savuluna boş vermişiz, Hasan’ın babasının da.
Meşalemiz sen oldukça gökyüzünün mumuyuz biz; değil mi ki seçilmiş
sâkîmiz sensin; biz de zamanın seçkin erleriyiz.
Tuzağının ipi bizi kuyudan kurtardı kurtaralı iple oynamaya
düştük, ipe eş dost kesildik.
Aklın da
aklısın, gönlün de gönlü; üstesine yüzlerce de cansın sen... Artık bize de
bedenin ipini örmemek gerek.
Mademki
gökyüzü damına bizim için çadır kurdular; eşeklerin yayıldığı şu yerden ne diye
çadırımızı sökmeyelim?
Zümrüdüanka’ya
benzeyen duayız sanki; gökyüzüne uçalım. Kaza, kader çavuşuna benziyoruz;
orduları kıralım, birbirine geçirelim.
Sele
benziyoruz, sense denizsin; uzak düşmüşüz senden; bu yüzden başımızı ayak
yapmışız; koşa koşa, yüzümüzü yerlere süre sürüy e yurdumuza yönelmişiz.
Bu yolda sel
gibi naralar atmadayız; yüzüstü akmaday ız; kendi çevresinde dönen kokmuş su
gibi kendimize rehin olmamışız biz.
Hadi, tez o
koca sağrağı sun bana; fazla söyleme. Söyleyeceksen bile nimetlere gark olmuşuz
de, bu sözü söyle.
Tebrizli
Şems, lâ’l, akıyk sermayesidir; biz de o yüzden Bedahşan lâ’liyiz, Yemen
akıykıyız.
LXXVI
Der forobend ki mâ âşık-ı in meykedeîm
Derdeh on bâde-i conrâ ki sebuk-dil şodeîm
Kapıyı ört,
bu meyhaneye âşıkız biz; tez canlı olmuşuz; sunuver o can şarabını bize.
Sıçra, kalk a çevik sâkî, sık belini... and olsun Tanrı’ya ki pek
uzun bir yoldan gelmişiz, pek ırak bir yolculuktan.
Zevk tulumunu aç senin elinin gayretini biliriz; Zühre yüzlerce
kez yalvardı, yakardı ama onun elinden bir kadehceğiz bile almadık.
Ört kapıyı da rahmetinden bir gizli kapı aç; şarap hepimizi de
vurmuş, kırmış geçirmiş; koca bir sağrak sunmanın çaresine bak.
Ta başlangıçta eştik, dosttuk; o dostluk hakkı için şu testideki
şarapla bana vesveselerimden bir kıyamet guslü ver.
Hepimiz de uyumuştuk; bize birkaç tekme vurdun, sıçradık, sarhoşça
kalktık da birbirimize
girdik; o yüzden bu kavgaya, bu gürültüye düşmüşüz.
İstemeye
istemeye şarap sunman temelli bir töre değildir; aklını başına al; böylesine
törenin ölüm meleğiyiz biz.
Filozof bizi
de o bozuk düzen sebeplerden türemiş sanır; fakat bu şaraptan bir içti mi,
felsefesi gark olur gider.
Öylesine bir
timsahız ki deniz bir kadeh sucağızdır bize; biz tirit, mercimek, aş erleri
değiliz.
Hele
sus artık; faydayı, üstünlüğü bırak... kadehinin artığından faydanın da faydası
kesildik biz.
LXXVII
Hele
reftîm-o gerânî zi cemâlet bordîm
Cehet-i
toşe-i reh zikr-i visâlet bordîm
Hele gittik,
gittik ama güzelliğinin paha biçilmez hâtırasını da aldık, götürdük; yol azığı
olarak
seninle buluşmanın, sana kavuşmanın anısını bağrımıza bastık da yola düştük.
Sana da bir
anış sebebi olsun, bana da; bu yüzden yaralı gönlü sana verdik, hayalini aldık
gittik.
O hayalini
götürdük hani, Ay bile ona kuldur köledir, yeniaya benzeyen eğri kaşlarının
hayalini.
O şeker gibi
gülüşünü hani, şeker bile kuldur köledir o gülüşe... o gülüşün hayalini bütün
huy larının şekerliğinden aldık, götürdük.
Güvercin
gibi uçar gidersek, döner gene sana geliriz; çünkü bu kanatları senin
kanadından elde etmişiz.
Parça buçuk
nereye uçarsa uçsun, döner, temeline gelir. Varımız yoğumuz, nemiz varsa
hepsini de senin yüceliğinden elde etmişizdir, senin ululuğundan.
A Tebrizli
Şems, selâmımızı seher yelinden işit. îster seher yeli olsun, ister güney yeli;
onu da senin yelinden elde ettik biz.
LXXVIII
Coz zi fettân-ı du çeşmet zi ki mefton bâşîm
Coz zi zencîr-i du zolfet zi ki mecnon bâşîm
Fitneci gözlerinden başka neye vurulalım; ikiye ayrılmış, zincire
benzeyen saçlarından başka neye deli divane olalım?
Ay bile o ay yüzünü aramakta; ondan başka neyin uğrunda, kimin
için gökyüzü gibi dönüp duralım?
Gülen narın, a güzelim, ağlattı bizi; bâri biz de gamından nar
gibi gönlümüzü kanla dolduralım.
Sarhoş gözlerin başımıza kadehlerle şarap döküyor; artık ne diye içkiye
düşelim, afy onu bekleyip duralım?
Güller saçan yüzün bir harman gül bağışlıyor; artık ne diye baharı
bekleyelim, gül renkli şaraba bağlanalım?
Mûsa gibi,
senin ağacının yüzünden nura eş dost olmuşuz... neden
Karun’un malına
mülküne,
altınına âşık olalım?
Aşk her
zaman gelir, a kişiler, nasılsınız der. onun nasılsın demesinden kendimizden
geçeriz; neliksiz-niteliksiz bir hale geliriz.
O denizden
doğmuşuz, o denizde yetişmiş, gelişmişiz. biz de arı duru olalım, ölümsüz
kalalım, eşsiz, gizlenmiş inci gibi bir hoş hale gelelim.
Mademki
güneşin yüzünden eser var bizde; Ay gibi tez yürüyelim, çabuk olalım, ölçülü
gidelim.
Nuh’a
benzeyen hayalin dualar etmede, bir tufan istemede. o yüzücü için biz de
gözlerimizi ırmaklara benzetelim, Ceyhun gibi gözyaşları dökelim.
Aşk gibi her
sevdalının gönlündeyiz. fakat gene de aşk gibi hepsinin de vehminden dışarıda
olalım.
Değil mi ki
gönül mutfağında yemekler tabak tabak. peki, ne diye her aşağılık kişinin
mutfağına kâse tutacakmışız?
* Başımızın
kâsesini şu şaraba vakfettik; böylece de Serî’ye, Şiblî’ye, Zün-Nûn’a eşit
olacağız biz.
A
Tebrizli Şems, dünyadaki zerrelerden daha artık olalım diye senin ışığına zerre
kesildik gitti.
LXXIX
Akl gûyed ki
men orâ be zebon befrîbem
Işk gûyed tu
hamuş bâş be con befrîbem
Akıl der ki:
Ben onu dille kandırırım. Aşk der ki: Sen sus; ben onu canla, gönülle
aldatırım.
Can gönüle,
yürü git de beni de gülünç etme, kendine de güldürme der; ne var ki onun
olmasın da ben onu o şeyle kandırayım?
Gamlı
düşüncelere dalmış, kendinden geçmeyi arar, diler biri değil ki onu şarapla,
koca sağrakla aldatayım.
Bakış okunun
yaya ihtiy acı yok ki oka benzeyen bakışını yayla kandırayım.
Dünyaya hapsolmamış, şu topraktan yaratılmış âleme bağlı değil ki
onu altınla, dünya saltanatıyla aldatayım.
O, görünüşte insan ama gerçekte bir melek; şehveti yok ki
kadınlarla kandırabileyim.
Öylesine bir ev ki oradaki nakşı, bezentiyi görse, melek bile
ürküp kaçar; peki, ben onu hangi bezentiyle, hangi nakışla aldatabilirim?
At sürüsüne ihtiyacı yok; çünkü kanatla uçar. Yediği, içtiği nur;
onu nasıl olur da ekmekle kandırırım?
Düny a pazarının taciri, alıcı satıcısı değil ki onu olur olmaz
kârla, ziy anla ald atay ım.
Hiçbir şey ondan gizli değil ki kendimi hasta göstereyim; ah ah
deyip feryat ederek onu kandırayım.
Başımı bağlayayım, çatayım, sirkeli bez bağlayayım başıma, elden
çıktım diyeyim; hastalıkla, hafakanla merhamete getireyim onu.
Kıldan kıla benim eğriliğimi, ne yapar edersem
hepsini görür; nedir ondan gizli olan ki, onunla aldatayım onu?
Şöhret
peşinde koşan, şâirlere düşkün olan bir padişah değil ki onu beyitle, gazelle,
akıp giden şiirle aldatayım.
Gayb
sûretinin yüceliği, onu merhamete getirerek, yahut ona cennetleri vaad ederek
kandırılmaktan çok yücedir.
Tebrizli
Şems, onun seçilmişidir, sevgilisidir; onu olsa olsa o zamanın kutbuyla
kandırabilirim.
LXXX
Dil çi
hordest eceb dûş ki men mehmorem
Yâ
nemek-dân-ı ki dîdest ki men der şorem
Acaba gönül,
dün gece ne içti ki mahmurum bugün... yahut kimin tuzlasını gördü ki böyle
acılıklar içindeyim, darmadağın olmuş, coşmuş gitmişim.
Bugün neyi
döker, kırarsam suçum yok. bugün ne söyler, ne edersem mazurum.
Her solukta
dudaklarımdan, ağzımdan can kokusu geliyor; bu da canın candan uzağım diye
şikâyet etmemesi için hani.
Dudaklarını
dudaklarıma korsan sarhoş olur gidersin; istersen sına da gör, üzüm şarabından
da aşağı değilim ya.
Sâkî,
beni boğazıma dek suya daldır; çünkü düşünce arıya benziyor, bense çırçıplağım.
Geceleyin
uyku vakti şu hırkadan soyunuyorum; sabahleyin uy anınca gene o hırkay la
haşroluyorum.
Hadi, Deccâl
geldi, aç Mesîh’in yolunu; hadi, kıyamet günü geldi çattı, çal Sûr’umu.
Aklın aklı
başındaysa ciğerini kan et... gönlüm p aramp arça değilse satırımı al, parala.
Şarap beni
boş yere yele vermeye, sâkî de yapılı bedenimi y ıkmay a geldi.
Gece gündüz
doluyum; görsen kadeh dersin bana. sıçrayıp kalkmışım, kemer olmadığı halde
belimi bağlamış, sıkmışım; görsen karınca
dersin bana.
Sağrak, beni iyileştir diye küpün yanına gelmiş... küp de hastayım
ben diye başını tutmuş.
Biz bütün perdeleri yırtmışız, şarap aramadayız. şarapsa küpün
dibine oturmuş, ben örtünmüşüm, ırz ehliyim diyor.
Pislikle sarhoş olmuşsun sen; uzaklaş bizim meclisimizden. Sonra
gönlünü dünyadan soğuturum; kâfurum ben.
Mezarın toprağı, bir yudumcuk su gibi toprağımı içti mi, can, ben
beden değilim, ışığım diye gökyüzünün yücesine ağar.
* O padişah değilim ki tahttan ineyim de tabuta bineyim. “Ölümsüz
olarak yaşarlar” yazısı yazılmış yarlığıma benim.
Bir şeyle kırılmışsam feraha karılmış, katılmışım. asılmışsam
Mansûr’un ipiyle asılmışım.
Firavun’un kadehini almam; ağzı kokutur o.
Tur Dağı’na benzeyen bedenimde Mûsa canı var.
Hele sus;
sarhoşa susmak daha iyi... feryadı ne yapacağım ki; dudaklarından ayrılmış
değilim ki ben.
Tebrizli
Şems, güneşten de daha tanınmış. Şems’in komşusuyum, o yüzden ben de Ay gibi
tanınmışım.
LXXXI
Ger tu hâhî
ki turâ bîkes-o tenhâ nekonem
Vâmık’et
bâşem her lehze vo Azrâ nekonem
Seni
kimsesiz, yapayalnız bırakmamamı istiy orsan; her solukta sana Vâmık olayım,
ama seni Azrâ yerine koymayayım, o hale gelmeyesin; bunu istiyorsan,
Bu, sana
bağlı bir nesne; ipin ucunu elinden koyuverme; eğri oynama a eğri oyunlu eğri
kişi de ben de eğri oynamayayım seninle.
Can veririm
dedin, arpa ekmeği bile
vermiyorsun...
ettiklerine karşı bir şeyler yapmazsam sanıyorsun ki haberim yok; böyle
biliyorsun beni.
Kulağını
çekmezsem, burmazsam gözün açılmaz; cezanı veririm diye korkuturum ama vermem.
Ölümden
sonra bedenin dağılır gider; sen de parça buçukları artık toplayamam sanırsın.
Gecenin,
gündüzün yazısını yazan benim; yok olurlar, var ederim. Peki, ne diye senin
gününü de sonunda gene meydana getirmeyeyim?
Her solukta
sıkıntıdan genişliğe varan bir haşir var sana; peki, ne diye sabrını şekerler
çiğneyen bir şükür haline getirmey ey im?
Herkes benim
dileğimle bir iş arar, bir iş peşine düşer; peki, ceza vermemi ne diye aratmay
ay ım sana?
Bir çocuk
gibi seni dünya rahminden çekip çıkarmadıkça, akıl fikir dünyasında yer vermem
sana.
Akıl fikir
gül bahçesi güllerle, fesleğenlerle dolu bir zevk dünyasıdır; fakat sen inada
girişmişsin de seyretmeyeceğim diye gözünü yummuşsun.
Padişahın
doğanları çağıran davulunu çalanım ben; a doğan, ben şu düny adan gitmeden,
gazeller, şiirler söylemeyi bırakmadan şu sese gelmeye bak.
LXXXII
Ger tu mestî
ber-i mâ ây ki mâ mestânîm
Verne mâ işve-vo
nâmûs-ı kesî nestânîm
Sarhoşsan
yanımıza gel; biz de sarhoşuz... Sarhoş değilsek şunu bil ki kimsenin işvesini,
çalımını satın almay ız biz.
Dertlerle
dopdolu gönüllere derman olan Yusuflar var; fakat sarhoşluklarından dertlere
derman olduğumuzu bilmiyorlar.
Bilseler
kendilerine değer vermezler; çünkü bize karşı derman bile başını tutar da
bunaldık
kaldık
der.
Yıkılmışız; meyhane de bizim yüzümüzden darmadağın olmuş; bir
zamancağız şu yıkık yerdeyiz ama aşk definesiyiz biz.
Meyhanedeyiz, kâhyamız sâkî ancak... kâhyamız da o, sahibimiz de;
onu biliyoruz ancak.
Sarhoşun gamla, düşünceyle, tedbirle ne işi var? Başköşeye mi
lâyığız, kapıcı mıyız; böyle bir düşünceye kapılır mı sarhoş?
Başköşeden haberi olan kapıcıdır. bizimse canımızdan bile
haberimiz yok da o yüzden sevgilinin kuc ağınday ız.
îçimiz ney gibi bomboş; sâkî üflüyor da söy lüy oruz; yoksa söz
söylemeyi istemeyiz biz.
Ne hoştur o gümüş bedenli güzel ki kim olduğunu bilmez, haberi y
oktur kendinden. yükümüzü çeker durur, bizse boyuna incitiriz onu.
Sevgilimiz, kendinin kim olduğunu bilmesine
bilir; fakat bilmez görünür, değersiz sayar kendini... parasız
pulsuz görünür, pek değersiziz, ucuzuz biz der.
Lûtfundan,
kereminden yaş ağaç gibi başını aşağı eğer. bizse yaprak gibi ayrılığının
korkusuyla titrer dururuz.
Bir
zamancağız beni bırak ey can; susarak söylemek hoş. Biz de sustuğumuz halde söz
söyleyeniz; teraziye benziyoruz.
Yolları
anlatmak da temellerdendir, gerektir ama yeter, sus artık; temeller zâti biziz;
ne diye temellerle uğraşacakmışız?
LXXXIII
Ey hoşâ rûz ki pîş-i çü tu sultan mîrem
Pîş-i kân-ı şeker-i tu şeker-efşan mîrem
Senin gibi bir padişahın tapısında öleceğim gün, ne mutlu bir
gündür... senin şeker madeninin kapısında şekerler saçarak can vereceğim gün,
ne kutlu gündür.
O gül bahçesinin selvisinin gölgesinde ölürsem toprağımdan yüz
binlerce sadberk gülü biter.
Senin ay ağ ının ucunda el ç ırp arak ölürsem yaşayışa haris olan
nice kişi ellerini ısırır.
Kadehime ölüm şerbetini dökersen kadehi öperim de sarhoş bir
halde, salına salına ölüme doğru gider, can veririm.
Senin bir güzelim elma kokuna can verdi Mûsa; benim de senin cana
benzer elmanın yüzünden ölmeme şaşılmaz.
Ölüm haberinden güz gibi sararıp solarım ama b ahara benzeyen,
gülüp duran dudaklarının
yüzünden de güle güle can veririm.
Kaç kez öldüm, senin soluğunla gene dirildim... senin yüzünden yüz
kez ölsem gene o çeşit ölürüm ben.
Dağınıktım, topraktım; derlendim, toplandım. senin topluluğuna
karşı dağınık ölmem y araşmaz.
Anasının kucağında ölen çocuk gibi ben de Rahman’ın rahmet
kucağında, bağışlayış kucağında öleceğim.
Bu da ne biçim söz? Âşıka ölüm mü olurmuş? Abıhayatın kaynağında
ölmeme imkân mı var?
A Tebrizli
Şems, seninle diri olmayanlar var ya. İşte onların yanında ölürüm de senin y
anında dirilirim ben.
LXXXIV
Sâkıyâ erbede kerdîm ki der ceng şevîm
Mey-i gol-reng bedeh tû heme yek-reng şevîm
A sâkî,
savaşa girişelim diye kavgaya gürültüye koyulduk. Gül renkli şarabı sun da
hepimiz bir renge boyanalım.
Allah
suvarır sözündeki lûtuf, şekle bürünmüş; sen olmuşsun... İki dünyada da bu
böyle. Şarap renkli yüzünü gö ster de hepimiz şaşırıp kalalım.
Şarap
huyuyla huylandık mı şarabın değeri kalmaz. hepimiz esrar olduk mu esrara değer
bile verilmez.
Hadi, hadi,
düşünceyle gam, yanı başımızda ev tutmu ş; şarap sun da ondan iki fersah
uzaklaşalım.
Çalgıcı,
Allah için olsun, sarhoşça mızrap vur; vur da güzel mızrabının yüzünden çeng
gibi biz de düzene girelim.
Rum
kayserinin meclisi bu. gönlü cilâla da can aynası gibi biz de tozdan, pastan
kurtulalım.
Bir dünya
dolusu gönlü daralmış kişi. bizse sevincin verdiği genişlikle bir solukcağız
gönlümüzün daralmasına âşık olmuşuz.
Böyle bir
akıl düşmanını kim görmüştür ki onunla karılma, ona katılma yüzünden hepimiz de
akıl, hepimiz de bilgi, hepimiz de hüner kesilmişiz?
Tebrizli
Şems, arılık duruluk bağından yüz gösterdi; çabuk, hepimiz de onun aşk boynuna
sarılalım, salkıma dönelim.
LXXXV
“Tercî-i
Bend”
Hele derdeh
mey-ı begzîde ki mihmân-ı tuem
Zi
perîşâni-i zolf-ı tu perîşân-ı tuem
Hele o
seçilmiş şarabı sun; konuğunum senin... dağınık saçlarının yüzünden darmadağın
bir âşıkınım senin.
Acı
olsun, tatlı olsun, dudağımıza bir şey tattır da haremden çıkar bizi. Bugün
ver, bugün, veresiye istemem; senin cüzdanına bir Abbas kesilmişim ben.
Şarap iki
dünyayı da toz gibi yele verir... o zaman görünür, bilinir ki senin yüzünden
sana aydın bir Ay kesilmişim ben.
Derken cana
benzer kadehi sunar da al der; canına sinsin. canın değilsem bile sevgilinle
ilgim yok mu?
Kadeh büyük
bir doğandır, bineği de eldir. çünkü avcıyım ben; senin kuşlarının tam fitnesiyim.
O doğan
elden çıkar da beyne doğru uçar; senin say v anının seçkin bir meşalesiyim, o
say v anın parlaklığı benim der.
Ay gibi
güzellerin ekmek, su yüzünden yüzlerinin suları döküldü gitti. müjde a sarhoş,
senin suyun da benim, ekmeğin de.
Denizi kim
avcuna almıştır ki? Sen al bir kez bâri de inci gibi dişlerinim senin diye bir
güzelce gülüver.
Sana önce üç
öğüt vereyim; bizim üzerlik tohumumuz ol. Halil’sin, yanımızdasın; ben de senin
buhurdanın.
* Mahallendeyim, hele aç kapıyı... caize hikâyeleri oku; senin
sofranda değil miyim?
Hadi,
gazelimi tercîe döndür de söyle. deli olmadıysan bile deli hikâyesi anlat.
*
Ateşe
benzer suyundan beynim kaynadı; çabuk ey meşale yüzlü, gümüş bedenli güzel,
söyle.1221
Sabahleyin erkenden denize benzer kadehi elimize aldık; gönül
dalgasını söy ley en inciyi sen anlat.
Coşup da köpüren deniz o eşsiz, o tek inciye laladır sanki. bir
güzel köpür de o güzelim inciyi söyle.
Herkesin gönlünde bir başka istek var; sen isteğin doğduğu o
kaynağı, o pınar başını anlat.
Bütün
dağınık istekleri şarapla derle, topla. isteklerden gizli kalan o isteği dile
getir.
Can doğusunun ardından doğan, ışığıyla ben-
biz gölgesi yok olup giden o güneşten bahset.
Altı yön de, insanlarla periler de o sırra mahrem değildir...
Yersizlik yönüne başını çevirme; o sırrı olduğun yerde söyle.
Şu karnın ne vakte dek hamurla dolacak? A hamurcu, bir soluk da
arı duru şaraptan söz aç.
Ne vakte dek kuzgun gibi her pislikten gıdalanıp duracaksın?
Şekerler yiyen duduy a benzer candan haber ver.
Geç bundan da o rûhanî şarap kadehini sun; o yüce kadehin
parıltısını anlat.
Yaşlıyı da sarhoş et, genci de; ondan sonra sen sarhoş ol; sarhoş
olarak çık dışarıya; sürdüğün zevki, gördüğün âlemi söyle.
Hele tercî beytini söyle. Öyle bir haldeyiz ki şarabı kadehten,
başımızı ayağımızdan fark edemiyoruz.
*
Elimizde kadeh, hepimiz de sâkîyi gözlüyoruz;
her kâra, her ziyana boş vermişiz.
Dün gece akıl, meclisimizden yalınayak kaçtı; zâti aklın, zannın
sınırını çoktan aşmışız.
Meclisin beyi sensin; bizim hepimiz de senin okuna bağlanmışız; o
bakışa bağlıyız; o oka, o yaya bağlanmışız hep.
Zühre, Ay meclisinde şarapla bizi işten güçten etti; yoksa Yengeç
gibi hepimiz de ne diye eğri büğrü yürüyelim?
Bağdat’ın o tek, o görülmemiş güzeli aklımızı kaptı; Hemedan’da
olduğumuzu bilmeyelim diye götürdü gitti.
Sâkî, varınızı yoğunuzu tümden yağmaya vereceğim dedi; hele a
benim canım, öyleyiz işte; dediğini yap gitsin.
O adsız sansız inciyi elde etmek için hepimiz de dalgıçlar gibi o
adsız sansız denize dalmış gitmişiz.
îşret çağında şarap kadehinden de daha neşeliyiz, daha çok neşe
veririz... savaş
safındaysa hepimiz de sanki kılıcız.
Âşıklara
göre bağlarla bahçeleriz, yeşilliklerle dolu baharız... her inkârcıya karşı da
hepimiz güze benzeriz; donmuş, buz kesmişiz.
Tümden dil kesilmişiz
gibi bir zanna düşmeyesin diye gönlümün y alımından bir başka yalım çakmada.
Sâkî,
tedbirlere düşmüşüz; şarap sun bize. çünkü senin aşk şarabından başka hiçbir
şeyle kendimizden geçemiyoruz.
LXXXVI
Sâkıy â mâ
zi Süreyy â be zemîn o ftâdîm
Gûş-ı hod
ber dem-i şeş-tây-ı tereb benhâdîm
Sâkî, biz
Ülker burcundan yeryüzüne düştük; kulağımızı altı telli zevk sazının
nağmelerine verdik.
Hasta gönlün
tamburla bir başka nağmesi var; yüz parça olmuş gönlü onun havasına verdik biz.
Meyhanedeyiz,
bu yüzden sarhoşuz... başka bir mahalle tanımıyoruz; bu mahallede doğduk.
Sâkî, bütün
bunlardan geç de şarap sun bize; şu tek kişilerin arasındayız; hepimizi de bir
kişi haline getir.
Herkesi boğ,
şu sayılardan kurtar. sayıların tadına düşmüşüz; başka bir tat ver bize.
Gönlümüz bu
yelden şaşılacak bir koku duydu; sözün kısası, bu yelin soluğuyla pek güzel
evrâdımız var.
Görünüşte
sevgilinin hastasıy ız; içyüzdey se sevgiliden bitmiş, gelişmişiz. hasılı sarho
şuz; çalıp çağırmadayız, neşeliyiz; hem de yapımız sağlam mı sağlam.
Hepimiz de
sarhoşuz, yokuz, yıkılmışız dostun yoluna. yokluk meyhanesinde varlık düzeni
kurmaday ız.
Hele
sus, dinlen. bir gelinimiz var; hepimiz de damadız diye gerdeğe girmeğe
hazırlanmış, oturmuşuz.94]
LXXXVII
Dîde ez helk bebestem çü cemâleş dîdem
Mest-i behşayiş-i o geştem-o con behşîdem
Yüzünü gördüm göreli halktan gözümü yumdum; onun bağışlarıyla
sarhoş oldum, can verdim.
Süleyman’ın mührü için bütün bedenimi mum ettim; yumuşatmak için
de mumumu ellerimle ovdum.
Onun tedbirini gördüm, kendi eğri büğrü tedbirimi fırlattım attım;
onun neyi oldum, onun dudağında feryada başladım.
Elimi o tutmuş, ben körcesine elini aradım... ben elindey im onun,
haberi olmayanlardan sordum onu.
Sâftım, gönlümde bir şeycikler yoktu; ya sarhoştum, ya deli. korka
korka kendi altınlarımdan kendim ç alar dururdum.
Duvarın yarığından hırsızlar gibi kendi bağıma
girdim; kendi gülbahçemden hırsızlar gibi yaseminler devşirdim.
Yeter, sırrımı parmağının ucuyla gösterme... çünkü senin pençende
hayli kıvrandım durdum ben.
Ay’ın ışığı
da Tebrizli Şems’tir, bütün yıldızların ışığı da. onun gamından ağlar inlersem
bayram ay ına dönerim ben.
LXXXVIII
Menem on
dozd ki şeb bekb zedem bebrîdem
Ser-i senduk
goşâdem goherî dozdîdem
O hırsızım
ben ki geceleyin duvarı deldim, içeri girdim; sandığı açtım da bir inci çaldım.
Haremdeki
Zelihâ’nın gece çarşafını kaptım; fakat Yusuf’un yüzünü de görünce ellerimi
doğradım.
Birinin
sevdası başıma kastetti. o yanda gördüğüm o kişinin elinden hiç baş mı
kurtarılır?
Başımı götürmeyeyim, vermeyeyim dedim de başım, âmin dedi... gamı
beni kökümden söktü, attı da ondan sonra bittim, geliştim.
Bu ne Ay’dır ki gönüllerde, canlarda döner dolaşır; ben de onun
dönmesi yüzünden gökyüzü gibi çok döndüm.
Tertemiz kardeşlerin canıdır o; onu arama yüzünden dünyanın bütün
tortusunu tuttum, başına çaldım.
Şu dünya kuyusunda bir güzellik Yusuf’u gizli; o yüzden ipe
sarılır gibi şu gökyüzüne sarıldım ben.
Hele
ey aşk, gel; iki dünyada da sevgilimsin benim; bütün halktan kesildim de sana
yapıştım.95]
Kadehinle sarhoşum da o yüzden genişlik içindey im böyle; seni
seçmişim de o yüzden Tanrı seçmiştir beni.
Ne de töresi güzel bir bağ ki bütün halktan gizli. yeşilliğinde
gül gibi elbisemi yırttım ben.
O bağda gönüller kapan öylesine yüce boylu bir ağaç var ki...
ağaçtan yaprak dökülür gibi ayaklarına döküldüm saçıldım.
Susayım, yeter artık. zâti o kulağıma söyle dedi de söyledim; ört,
söyleme deyince de ö rttüm, söylemiyorum.
Her yan,
Tebrizli Şems’in yüzünden ışıklarla dolmuş. ben de gölge gibi onun peşine
düştüm, her yana dolaşmadayım.
LXXXIX
Ger merâ hâr zened on gol-i re’nâ bekeşem
Ver lebeş cevr koned ez bon-i dendon bekeşem
O gülen gül, beni dikenle sançsa dayanırım. dudakları cefa ederse
dişlerimi sıkar, sabrederim.
Üzerlik gibi yoksul gönlümü ateşlere yaksa ay aklarımı vura vura
oynarım, o yanışa dayanırım.
Çevgene benzeyen saçları beni uzaklara atsa,
böylece secdeler ederek meydana kadar yuvarlanırım.
Lâ’l dağda bulunur, inci acı denizde; lâ’li, inciyi elde etmek
için onu deler, aşarım, bunuysa içer, sömürürüm.
Boş bir ümide kapılayım da yoldan inciyi alayım, Bedahşan lâ’lini
bırakayım... bu ne o lmuştur, ne de olur.
Yüzüm belki yüz kere ciğerimin kanıyla boyanmış atlaslara
bürünürdü. yanlışlıkla padişahın elbisesini giysem ne olur ki?
O darmadağın saçların gölgesinde derli toplu bir hale geliyorum;
artık darmadağınık bir yol tutmak gerekmez bana.
Yol arkadaşlarımın hepsi de gönül penceresine gitti. yolumu açın
da ben de onlara ulaşayım.
Birisi çıkar da Mecnun’un yükünü ben çekerim derse, gönül ben iki
katını çekerim diye içimden nara atar.
Yusuf’um, beni suçsuz olarak zindana korsa,
Yusuf gibi girerim zindana, çekerim yalnızlık kahrını.
Gönül,
derdinden baş çekerse, can, kahrına doyarsa; can da varsın gitsin, gönül de;
gönülsüz, cansız çekerim derdini de, kahrını da.
Senin
miskler kokan eteğini gizlice tutar, çekersem miskten, amberden iki dünyaya da
dertler yağar, belâlar yayılır.
XC
Ez but-ı bâ
heber-i men heberî mîresedem
Vez leb-i
çün şeker-i o şekerî mîresedem
Her şeyden
haberi olan güzelimden bir haberdir geliyor bana; şeker gibi dudaklarından bir
şekerdir ulaşıyor bana.
Her solukta
onun gül bahçesinden görülmemiş bir gül koparıyorum; her zaman terütaze bir
fidandan te rütaz e bir gül geliyor bana.
Şeker mi
şekersin; şeker mi şeker... ağzımda bir şeker var; bir başka şeker geliyor
bana.
Aşkıyla
şaşkınım; ona çektiğim özlem yüzünden her solukta başı dönmüş, şaşkın, yanmış
yakılmış bir âşık geliyor bana.
Birisi
solmuş sararmış; onun ateşini söndüren benim... bir başkası da var ki ondan bir
bakışa uğrayıp durmadayım.
Başka biri
evinin kapısına oturmuş, yüzüme açılmasa da kulağıma kapının açılış sesi gelir
ya diyor.
Başka
biri de başcağızını toprağa koymuş; toprağından bir canlılık huyu kaparım elbet
demede.
XCI
Rûz-ı şâdîst
beyâ tâ hemegon yâr şevim
Dest bâ hem
bedehîm-o ber-i dildâr şevim
Sevinç günü;
gel de hepimiz dost olalım; el ele verelim, sevgiliye gidelim.
Ona dalalım
da şaşırıp kalalım; hepimiz bir renge boyanalım; böylece güle oynaya pazara
yönelelim.
Bugün o gün
ki güzeller bağda çadır kurdular; biz de onları seyretmek için gül bahçesine
varalım.
Bugün o gün
ki güzellerin hepsi de oynamaya koyuldu... biz de dükkânları kapayalım; hepimiz
de işi gücü bırakalım.
Bugün o gün ki canlar yeni elbiseler giyinecek; biz de Tanrı’ya
konuk olalım, sırlara erelim.96]
XCII
Hoş benûşem
tu eger zehr nehî der câmem
Pohte vo hâm-ı turâ ger nepezîrem hâmem
Armağana âşık değilim, o eline âşıkım ben. tohuma aldanan sungur
değilim; tuzağın bağının
aybeyiyim ben.97]
Çanağından
köpeklere verilir gibi kan verilse bana, onu en güzel bir kadeh bilmezsem
aşağılık kişiyim.
* Yeryüzü
gibi senin goncana da dadılık edeyim, dikenine de... böylece a benim canım,
adımı “Duyduk da uyduk” takıver gitsin.
Buyruk çekirgelerin tarlamı biçerse, ekinimi senin için elden
çıkarmazsam hayvanların otu olayım.98]
A sabır
sâkîsi, gel, koca bir sağrak sun bana; sun da kum gibi onu birden içivereyim.
Boyuna
kıvranıp duruyorsun, sivrisinek gibi durup dinlenmek yok diyorsun. gönlümün
kararı sevgilimi bulmadıkça ney le karar edeyim ben?
Hırsızlar
gibi bütün gece bekçinin derdinden kıvranıyorum; güneşe tap anlar gibi seher
çağları damın başındayım.
Senden
başkasının sevgisi gönlümde bir sapıklık mührüdür... ağzımda senden başkasının
şekeri varsa sersemim.
Senin
şekerkamışlığını dilimle anmasam da ister istemez onun tadı damağımda.
Kıskançlığın,
gözyaşları döktürür bana; hem de taklitle değil; çünkü gözden verir o
kıskançlık haberini bana.
XCIII
Mâ ser-o
pençe-vo kudret ne ezin con dârîm
Mâ ker-o
ferr-o seâdet ne zi Keyvon dârîm
Başımız,
elimiz; gücümüz kuvvetimiz şu candan değil. kutluluk debdebesini Zühal y
ıldızından elde etmemişiz.
Ateşimiz,
devletimiz güneşten de değil, esirden de değil. parıl parıl p arlay an
yüzümüzün ışıltısı, noksan sıfatlardan arı Tanrı’dan.
îliğimiz,
damarımız yok; o Dicle’de kan gibi coşup köpürüy oruz. elimiz ay ağ ımız yok; o
savaşta
dönüp duruyoruz.
Yedi deniz, bizce bir katrede boğulmuş gitmiş; çünkü elimizde
insanlık incisinin parıltısı var.
Başımız olmasa ne eksilir ki? Baştan başa canız biz... altınımız
yokmuş, ne gam; madenden y ardım görmedeyiz.
*
Ebû Hurayra huyluyuz;
alışverişte gönlümüz, ezeldeki do stluğa bağlı; elimizi dağarcığa atarız biz.
* Ehrimen de, dev de, peri de hepsi bize âşık; çünkü Tanrı aşkında
Süleyman ülkesi elimizde bizim.
Dünya kuyusundayız; dünya hapishanesinde; bir kovaya ümit
bağlamışız. fakat Zühal yıldızında, yedinci kat gökte nice Yakub gibi
âşıklarımız var.
Tebrizli
Şems, bütün erlerin padişahlar padişahı. O dünya kutbundan delilimiz var,
bürhanımız var.
XCIV
Men çü der gûr-ı deron hofte hemîfersâyem
Çün beyayî be ziyâret sere bîron âyem
îçimin mezarlığına gömülmüşüm de boyuna çürüyorum sanki... Fakat
sen ziyaretime geldin mi, başımı çıkarır, mezardan çıkarım.
Sûr’un üfürülmesi de sensin bana, mahşerim de sensin benim. Ne
yapayım? îster ölü olayım, ister diri, nerdeysen ordayım ben.
Cansız bir kamış gibiyim, dudakların olmadı mı susarım; fakat
neyime bir üfürdün mü, o solukta ne sesler çıkarırım, ne nağmeler veririm.
Senin yoksul kamışın, şeker gibi dudaklara alışmıştır; bu yoksulu
an da seni ölümsüz bir hale getireyim.
Ay
yüzünü görmedim mi başımı bağlarım. Tatlı dudaklarını bulmadım mı elimi
dişlerim.
XCV
Ey dırîgaaki şeb âmed heme ez hem beberîm
Meclis âhır şod-o mâ teşne vo mehmûr-serîm
Yazıklar olsun, gece geldi; artık birbirimizden ayrılalım...
Meclis bitti, bizse hâlâ susuzuz, başımızda mahmurluk var.
Şu uzun gün geçti gitti; duygu kapısı yücelere ağdı. bizse günün
başlangıcında bile mahmurduk; gecemizse gündüzümüzden beter.
îçimiz gökyüzü gibi sona dek susuz, susuzluk illetine tutulmuş.
îki üç günceğiz insan şekline bürünmüşüz ama bu böyle işte.
Gönül midesinin yolunu öküz midesi tutmuş. yoksa biz ölümsüzlük
yaylasında öküz açlığına mı tutulmuşuz?
* A kardeş, Tanrı katında ne sabah var, ne akşam. bir başka şey
var ki işte biz o başka şeye uymuşuz.
Dünya zindanı güzellerle, resimlerle dopdolu. hepimiz de puta
benzer şekillere, resimlere hapsolmuşuz.
Sen şekilleri testiler bil, zehir de düşünce
şerbeti... testi gibi hepimiz de her solukta hem boşuz, hem dolu.
Bir solukta
çalgıyla, raksla doluyoruz; bir solukta kavgayla gürültüyle. bir solukta hiçbir
şeye aldırış ettiğimiz yok, bir solukta fayda, zarar kaydına düşüyoruz.
Şerbet testinin
içinde kendi kendine olmaz ya; bir başka yerdendir o. bizim de tıpkı testi gibi
şerbetin nerden geldiğinden haberimiz yok.
Bakış,
bakışı, görüşü vereni bilmez; perde ardındadır. neden mi? Biz bakışı, görüşü
verene dalmışızdır da ondan.
Bir
şeyden aşırı uzak olan, o şeyi göremez. bizse aşırı yakınlık yüzündendir ki
göremiyoruz.
Kimi oluyor,
cansızlara karışıyoruz da buz gibi donup gidiyoruz; kimi de şeker gibi o sütün
içinde eriyoruz.
Şu
buz erimiy orsa güneşten kaçıyor da ondandır. o ay, bize gelmiyorsa eyere
bağlanmışız da ondan gelmiyor.99]
Gönül
görünüşte sevgiliyle buluşamamış; bu yüzden de ciğerinde su yok ama dostun
keremiyle birleşmişiz, suyla ciğer gibiyiz biz.
Mühendis,
can için gizli bir ev yaptı; içyüzde mühendisle o evin hesaplarını sayıp
duruyoruz.
Süleyman
gibi bizim başımıza da taç korsa, biz de karınca gibi ona şükretmek için kemer
kuşanırız.
Güneş bize
zekât yolladı; bu yüzden de Ay mıyız Ay, Ay mıyız Ay.
O deniz bir
buluttur yolladı bize; o yüzden de inci miyiz inci, inci miyiz inci.
Ardında güz
o lmay an ilkbahar yüzünden hepimiz de yeşermişiz, boy atmadayız, büyümedeyiz;
tıpkı selvi gibi, ağaçlar gibi hani.
Can gündüze
benzer, bedenimizse gecedir... biz ikisinin ortasındayız; gündüzle gece
yüzünden seher çağına dönmüşüz.
Hoca,
ben sustum; fakat sakın sarhoş olarak bize bakma; çünkü “iki büyük nesnenin
biriyiz”
biz.
XCVI
Mâderem beht bodest-o pederem cûd-o kerem
Fereh ibni’l fereh ibni’l fereh ibni’l ferhem
Anam baht, babamsa cömertlik, bağış... genişlik oğlu genişliğin
oğlu genişliğin oğlu genişliğim ben.
Şimdicek
neşe beylerbeyi kutlulukla gelir çatar. Bu şehir de, bu ova da orduyla,
davulla, bayrakla doldu.[100]
Bir kurda rastlasam ay yüzlü Yusuf olur. bir kuyuya girsem îrem
bağı kesilir.
Nekeslikten gönlü demire, taşa dönen kişi, benim kapımda
cömertlikte, bağışta vaktin Hâtem’i olur.
Toprak bile avcumda altın oluyor, ham gümüşe dönüyor. artık altın,
gümüş fitnecisi nasıl vurabilir yolumu?
Öyle bir
güzelim var ki güzel kokusundan duyuluveriyor... zâti put taştan bile olsa,
güzelse can kabul eder gider.
Başın sağ
olsun; onun genişliği yüzünden gam öldü gitti; öyle bir kılıç nasıl olur da
gamın boynunu vurmaz?
O sitemle
dilediğinin gönlünü alır. böylesine zulmün, bu çeşit sitemin kulu kölesi olsun
adaletler.
O
ne bendir ki yüzde bir göründü mü hemencecik dayı amcaya yabancı olur gider.
Yeter
bulur da susmak istersem tamamını sen söyler, sen anlatır mısın dedim; evet
dedi.
XCVII
“Tercî-i
Bend”
Hele
reftîm-o gerânî zi cemâlet bordîm
Rûy ezincâ
be cihânî ecebî âverdîm
Hele gittik,
senin güzelliğinden de değerli bir
hâtıra
aldık, götürdük. Yüzümüzü burdan bir şaşılacak dünyaya çevirdik.
Dost
zehirle dolu bir kadeh sundu; zehir, değil mi ki onun elinden geliyor, neşeyle
içiverdik.
Gönlümü hoş
tut dedi; sana bundan başka yüz can bağışlarım; biz boş yere kimi incittik ki?
A canım
dedim, mademki bedenimizden can isteyen sensin? Onu verirken kıvranırsam adam
değilim.
Fidanlarız,
topraktayız ama büyümedeyiz, boy atmadayız... yüzümüz sarıysa korkacak mıyız?
Padişah bizimle.
İçyüzde
göğün üstündeyiz; beden bakımından yerin altında. görünüşte öldük ama gerçekte
dirilmişiz biz.
Düny adaki
derman dert arar, hasta arar. bizse dermandan kesilmişiz de dertle dost
olmuşuz.
Can arı duru
bir ayna, beden o aynada bir toz. güzelliğimizi gösteremiyor; çünkü tozun
altındayız.
İki evdir
şu, iki konak; ikisi de onun mülkü... Ona hizmet et, hizmet ettik diye bu
hizmetle övün.
Yüzün
(ruhun) gönül atına bindi mi, şah kesiliriz; kadehin geldi mi, tortuluysak bile
sâf bir hale geliriz.
Şarap sunan
sen olduktan sonra bütün sarhoşlar bizimle övünsün. Besleyen sen o lduktan
sonra arık olsak bile semiririz.
Hadi, tercî beytiyle kuşdili söyle. dille söylemezsen can yolundan
anlat.
*
Dünyaya
geldi de iki günceğiz bize yüz gösterdi; bu dünyadan öylesine çabuk gitti ki kimdi,
bilemedim ben.
Tanrı için a
aziz yüce konuk dedim; sana inananları ne de çabuk Tanrı’ya emanet edip
gidiyorsun.
Şu düny ada
dedi, kim bir ak gün görmüştür ki gök kubbeden kara su y ağmasın üstüne.
Bizi çekmek,
bizi yola salmak için o varlığın temelinden çavuş üstüne çavuş gelip durmada.
Bedenine,
gönlüne gelen her gam, her zahmet vade verilen zamanı hatırlatmak için
kulaklarınızı çeker, burar.
* Yarı ömrün
şikâyetle geçer, yarı ömrün şükürle... övüşü, sövüşü bırak da Makaam-ı Mahmud’a
yüz tut.
Ne olmayacak
şeyle uğraşıp durursun; bu geldi, şu gitti dersin; işe iş katman pişmanlıktan
başka bir şeyi arttırmaz.
Akıl
bahçesine ayak bas da eminlik ara, kurtuluş dile; armut ağaçlarının altına geç,
başını koy, ayağını uzat.
Sen
silkmeden de yel düşürür armutları, kim ağzını açarsa ağzına düşer hem de.
Vefalı kerem
sahibinin verdiği rızık budur işte; hem de elinden, ağzından kimsecikler alamaz
o rızkı.
Öldü gitti;
ayakta duruşu ne kısa da, secdeye
kapanışı ne
uzun demesinler diye ayakta durmadayım, ölmemişim.
Zulümden de, acıtıştan da arı olan bu rızkı anlamak için kulağını
aç da tercî beytini dinle.
*
Gül gibi
gülerek düştük fidandan; can bağışlayan padişaha da canımızı feda ettik.
* însan,
yaratılış rahminden iki kere doğar... biz de dünya anasından doğduk ya; işte bu
ikinci doğuşumuz.
Sen daha ana
rahmindesin; bizi göremezsin. nereye düştüğümüzü gören, anasından doğmuş
olandır.
Ağlayıp
bağırmak, yakınların dertlerine düşmek, hep bu rahmin verdiği zahmetlerdir; bu
zahmetlere uğrayan kişi ölmediğimizi, üstelik de yaratılıp doğmakta olduğumuzu
ne bilecek?
Zindanda
olan, dünya nedir, ne bilsin? Hemedan (her şeyi bilen), bu Bağdat’dan
olduğumuzu bilir ancak.
Bizi ansan
da gene bir hayale bakarsın; bir hayal görürsün sen... Bizse ne hayaliz, ne
şekliz, ne de anılmaya zebunuz.
Fakat bizi
ararsan neşeler, sevinçler yanında ara. çünkü biz sevinç dünyasının hoşluk
şehrinde yer yurt edinmişiz, konaklamışız.
Neşe
sanatını Tanrı’dan öğrenmişiz; bu sanata Tanrı düşürmüş bizi. O görülmemiş
afsunda da Mesîh gibi ustayız biz.
Ölmek de
bizim harcımız, dirilmek de. İkisi de güzel bir yurdumuz bizim; acemice
korkmayız; hoşuz, râm olmuşuz.
* “Aralarında merhametlilerdir” âyeti geldi mi, suya benzeriz,
“Küfür ehline karşı da çetindir onlar” dendi mi de demiriz.
Birden bine
dek; hangi hay ali y onarsan yon, sayıya sığar; şunu bil ki biz sayıdan,
hesaptan dışarıyız.
* Hangi isteğin peşine düşersen padişahtan bir karşılık vardır sana.
Aksırık gibi hani; aksırdın mı, ardından Tanrı rahmet etsin sözü gelir.
*
Sağlık,
esenlik arayan akıl, acı şerbeti bile içer. artık tatlı bir ilaç olan şerbete
ne dersin?
Âşıklar
sevgililerinden yüzlerce cefa çekerler. ya sevgili güzel olursa, iyi huylu
olursa iş ne hale gelir?
Öylesine bir
ayrana düştün ki sonu yok. ardına bakma da iki dünyadan da el yu.
* Bu kadir
gecesi o kadar uzun ki sabahı bir türlü ağarmıyor. Sana verilen beratın adı da
“Erler var, gerçeklediler” âyeti.
Mademki bu
denizden dışarı çıkmana ümit kalmadı; bundan sonra küp, testi aramak
ahmaklıktır.
Bu baht
gökten gelir, topraktan yapılmış dünyadan değil. bu baht işi, yıldız yüceliği;
pazı gücüyle olacak iş değil bu.
Böyle bir
yüzü gördün mü, gözün aydın oldu gitti. gözün yüzünden ardını da görür, tanır.
îşin sonunda
ödülü alan kişi, önden de coşkundur, sevdalara düşmeyi arar durur.
Bir sedef
var, inci havasıyla döner durur; fakat göğsü bir yarıldı mı, görür ki inci
kendisindeymiş.
Kıvırcık
saçlarını görünce külâhından vazgeçer güzel. evini bulan, artık nerde, nerde
demez.
Akılsız bile olsa akıl dertdeş olur ona. cevizler pek güzel; herhalde
içleri dolu olmalı.[101]
Kır
da içini çıkar, tercî beytini oku. yüzü y oktur ama kale burcundan geçmiş
gitmiştir o.
XCVIII
“Tercî-i
Bend”
Hele hîzîd
ki tâ hîş zi hod dûr konîm
Nefesî der
nezer-i hoş-nemekon şûr konîm
Hele kalkın
da kendimizi kendimizden uzaklaştıralım... bir solukcağız tatlı tuzlu, alımlı
güzellerin tapısında bulunalım da tatlı tuzlu olalım.
Hele kalkın
da sarhoş, hoş bir halde el çırpalım; gamı da, gamın hayalini de tümden mezara
gömelim.
Vehim yol
arayanları hasta eder gider; bizse bir kavgaya girişelim, bir gürültü koparalım
da vehmi hasta edelim.
Koruklar
üzüm oldu; şimdi hep üzüm yiyelim. herke sin benzini de, tutalım, üzüm şarabı
haline getirelim.
* Balarısına
gelen vahiy dünyayı tatlılaştırdı; bize Fetih sûresi geldi; düğün edelim.
Kılavuzlar
düzenle genişliğin yolunu vurmadalar, biz onları tutalım, yollarını vuralım da
hepsini çırçıplak soyalım.
Kışın kırıp
geçirdiği kişilerin canlarına güneş hararetini verelim. îzin alalım da dünyalar
b ağışlay an padişahın işine gücüne koyulalım.
Şu güzel,
hileyle, düzenle öldürdü bizi; bundan böyle onun gibi yüzlercesini yaralayalım,
eşinden dostundan ayıralım.
Şimdiye dek
bekçiydi, hırsızlığını gösterelim ona... beydi, onu kul köle edelim, buyruk
altına alalım.
Herkes onun
sitem pençesiyle ağlayıp inledi; onun kemiklerini berbat yapalım, tambur haline
sokalım.
Kimya geldi,
gamların hepsi neşe oldu; biz de bundan böyle gölge gibi o ışığın hizmetinde
bulunalım.
Ordunun
azıksızlarının hepsini de padişah yapalım; bütün kara şeytanları melek haline
getirelim, huri şekline sokalım.
Her solukta
ateşe nur elbisesi bağışlayalım; dağların hepsini de Tur’a döndürelim.
Dünya
padişahının buyruğu şöyle yazılmış: Bundan böyle her gazele bir tercî sebep
olmalı.
*
Kalk,
hepimiz de el çırparak oyuna girelim... erlikle hepimiz de karıların ellerinden
kurtulduk.
Dünya
padişahının bağını bahçesini açtılar; haydin, gelin. her yanda güzellerin
cefası, her yan elmalık.
Zehrin şeker
olduğu yerde şeker ne gerekir? Koyunun çobanlık ettiği yerde çobana ne ihtiyaç
var?
Herkes
semirmede, yetişip gelişmede, büyüyüp boy atmad a. çünkü iki yaşını doldurmuş
erkek deve yavrusu, o arslanın başına dudaklarını koydu.
* Dünya
padişahının konuğuna mahsus bu nimet; ye. ne beyin ıktâındandır, ne filânın
vergisi.
Bir güneştir
bu ki her pencereden girdi, her dama vurdu. artık aşağılara inip gizlice suç
işlemek gerekmez.
Neden
korkalım? Güneş değersiz bir askeri onun; kalkanı da ışıktandır, kılıcı da.
Bunların
hepsi de geçti gitti; yüzünün yalımları var olsun... çünkü senin yüzünü görende
baş, can kaydı kalmaz.
O ateşten
canımda bir alev var ki o alevin kökündendir şu dilim benim.
Fakat her
ikisi de senin ayrılığınla yanıp kavrulmada, kıvranıp durmada. bana inanmıy
orsan gel de aman seslerini kendin duy.
Sütü
tatmadıysan nasıl gelişip yetişiyor; bir seyret. oku görmediysen yay sesini
işit.
Göz,
bakmakla ona benzer bir şekil göremez. zâti padişahın şeklini, resmini
kimsecikler görmemiştir ki.
Fakat gene
göz dayanamaz, onu görmek ister; gökten balığa dek her yana bakar, her y anda
dolaşır durur.
Hele; hangi
Güneş, hangi Ay var ki senin Güneş’inden, senin ay yüzünden iyi olsun; Güneş de
neymiş, Ay da ne? Sen noksan sıfatlardan münezzeh Tanrı kapısından şarap al da
halka sun.
*
Kulluğumu,
hizmetimi çabuk unuttun... vefasız değilsin; gitme a yeşilliğin canı.
Bir gün
olsun, benim bir dostum vardı demedin. dostum, adımı anmadan, benden söz
açmadan pek çabuk ağzını yumdun.
Sütle şeker
gibi sözler söylemiştin; şarapla süt bahane olmuştu; eş dost olmuştuk.
Senin
yüzünden sarhoş olup da bir kadeh kırdıysam ne çıkar? Keremde, güzel huyda bal
denizi değil misin sen?
Bir ipe
benzeyen saçların şu tuzağa düşmüştür ama o ipi uzatan elin, beş parmağının her
büklümüy le yüzlerce canı, yüzlerce gönlü kırar geçirir.
Kerem yelin
esmedikçe can açamaz. Yakub’un gözü gömleği gözler durur.
Yusuf gibi
bir kuyuya düşmesem o kuyunun dibine bir ip uzatmaktan âciz değilsin ya.
Sen bir
güneş değil miydin; bense gündüz yıldızına benzemez miydim? Tıpkı bir mum değil
miydin sen; bense âdeta bir leğen değil miydim sana?
Ey abıhayat,
ey seher yeli, sen olmadıkça gül bahçesinin ağzı güler mi, yaseminin yanağı
tazeleşir mi hiç?
Tanrı
soluklarıyla Rûhullah üfürülmezse Meryem’e benzeyen şekerkamışları gebe kalmaz.
Yolun bir
mezara uğrarsa, ayağın bir mezara bassa, ölü hemencecik kefenini yırtar da
ayağına kapanır; bu değil misin sen?
* Altı yüz
yıldır canlara sâkîlik etmez misin? Beden zahmeti olmaksızın hep senin çenginin
ten-ten nağmeleri gelip durmaz mı?
Şiirin özü
olan birkaç beyit kaldı; fakat büyüklüğü yüzünden ağza sığmıyor; bu sözleri sen
söyle.
Hele ben aşk çalgıcısıyım; başkalarıysa altın çalgıcısı; benim
tefim aşk defteri; onların
tefleriyse ıslak tef.
XCIX
Rûz-ı onest ki mâ hîş ber on yâr zenîm
Nezerî sîr ber on rûy-ı çu gol-nâr zenîm
O güzel sevgiliye sarılacağımız gün, tam bugün... O nar çiçeğine
benzeyen yüzünü bir doya doya seyredelim.
Müşteri gibi, ay yüzlümüzün saçlarını tutalım; bütün çarşıya
pazara bir gürültüdür salalım.
Seher yeli gibi o gül bahçesine bir düşelim de bütün güllerin y
enlerini, yakalarını açalım, y aseminlerin saçlarını okşayalım.
Bir soluk, testiyi kıralım; bir soluk, kâseyi başımıza dikelim. te
sti gibi hepimiz de meyhanecinin küpünün başına konalım.
Kadeh sunuluyor diye niceye bir mektup okuyup duracağız? Mektubu
sarığımızın arasına sokalım artık.
Devlet
çengi, yüzünün ışığıyla düzeldi; artık uda bir iki mızrap vurmamız nasip oldu.
Köpürüp
coşma çağı geldi; durup bekleme, gözetleme zamanı geçti; sarhoşuz biz, ne
biliriz ne kadar coştuğumuzu, ne biçim köpürdüğümüzü?
Tertemiz
kardeşlerin avcunda toprak bile altın oluyor... artık şu gaddar dünyanın gözüne
toprak saçalım.
İplerle
bağlamışlar da sağ yana çekiyorlar bizi. Biz de artık varalım, sırlar ülkesinde
zevk çadırını kuralım.
Düny a ateş
yüzlü birinin yüzünden aydınlandı, hoş bir hale geldi; kalk, artık kazancı da
ateşlere verelim, işi gücü de.
Gönlümüzden
bir şimşek çaktırırsak, dağa, bayıra bir yıldırım düşürürsek dağ da Tur Dağı
gibi paramparça olur da dirilir, bayır da.
Geri
kalanını sen söyle; çünkü senin gibi biri varken söz halkasını vurmamız hem
soğuk bir iştir, hem y azık doğrusu.
Çend hosbîm sebûhest selâ berhîzîm
Âb-ı rehmet hesetânîm-o ber âteş rizîm
Ne vakte dek uyuyacağız? Sabah şarabı içme çağı, haydin, kalkın...
Rahmet suyunu alalım da ateşe serpelim.
O gökleri dolaşan yelesi, kuyruğu kara, doru Arap atına gem
vurmamızın, eyer takmamızın tam çağı; ne diye tutmuyoruz onu.
Tutalım da kara arslanların bulunduğu ormana doğru bir hoş
sürelim; arslan avcısı kesilelim; korkmayalım kara arslanlardan.
Yiğitlik gösterelim de dünya zindanının kapısını koparalım. aşk
şahnesi bizimle beraber; kimden çekinecekmişiz?
Gam gecesinin Zencilerini darağacına çekelim. savaşa girdik de
ayak diredik mi Zenci kimmiş, Rum kim oluyormuş?
Kafatasından başka bir şeyi kadeh diye
kullanmayalım... her kazanın çevresinde dolaşmayalım; kepçe
değiliz ya.
Öküz’ü
ahırdan çıkaralım, Arslan burcuna doğru sürelim. değil mi ki bu bostandayız;
çare yok, eşek kafası da bulunacak.
Kafdağı’na
vuran şu gerçekler dalgaları bizde coşar, kabarır da ta oraya dek varır; ark
biziz çünkü.
Yeniay gibi
inceciğiz ama dolunay bizim; şu dehlizdeyiz ama başköşe bizim.
Biz yüz
gösterdik mi, gül yüzlüler de yüz gösterirler. o bahçe de ilkbaharız biz, güz
değiliz.
Nazlanır da
nesiniz siz deriz; her şey secdeye kapanır, hepsi de sana karşı hiçbir şey
değiliz der.
Gül yüzlüyüz
ama sizin güzelim yüzünüze karşı yüzü yunmamış pis, hiçbir şey anlamaz, iyiyi
kötüden ay ırt etmez biriyiz derler.
Tibet
ceylanları yayılmak için geldiler; çünkü
bugün tümden
misk kesilmişiz, amberler damlatmadayız.
Arılık
kadehini sundu mu, herkese saçalım, dökelim... Belâ mıhını çaktı mı, eşekler
gibi ayak diremeyelim, inada kalkışmayalım.
Ezel
güneşinin ışığı başımızda parlıyor, başımıza kuvvetle vuruyor; o yüzden başımız
dik.
Talihimizin
yıldızı güneş; artık yıldız da kim oluyor? Gece gündüz Tanrı Şems’inin gözü
önündeyiz biz.
CI
Vakt-ı on
şod ki be zencîr-i tu dîvâne şevîm
Bendrâ
berguselîm ez heme bigâne şevîm
Zincirinle
deli divane olacağımız çağ geldi çattı. bağları koparalım, herkese yabancı
olalım.
Can bağışlayalım;
bundan böyle bu çeşit canın ayıbını yüklenelim. evi yakalım da ateş gibi
meyhaneye
koşalım.
Coşup köpürmedikçe şu dünya küpünden dışarı çıkamayız... artık o
sağrağın, o kadehin dudağına nasıl eş dost oluruz biz?
Doğru sözü deliden duy: Ölmedikçe er olduğumuzu sanma sakın.
Büklüm büklüm kutluluk saçlarında başımızın tarağın başından da
daha aşağıda olması gerekir.
Şu yokluk yolunda tohum gibi yerlere dökülüp saçılırsak, bağ da
bahçede ağaç gibi boy atar, kol kanat aç arız.
Taşız ama mührünün uğrunda yumuşar, muma döneriz. mumuz ama ışığın
için pervane kesiliriz.
Şahız ama senin için ruh gibi düz yürürüz de şu satranç tahtasında
ferzin gibi akıl fikir ıssı o luruz.
Aşk aynasının yüzüne varlık soluğumuzu vermeyelim. değil mi ki
yıkık bir yer haline geldik, definene mahrem olalım bâri.
Gönül masalı
gibi elsiz-ayaksız kalalım da masal gibi âşıkların gönüllerinde yer yurt
edinelim, gönüllerde konaklayalım.
O mürit
olursa biz de muradımıza erişiriz; anahtarımız o olursa baştan başa diş
kesiliriz.
Mustafâ,
gönlümüzü yol etmez, gönlümüzde olmaz, gönlümüze dayanmazsa, feryat etsek de,
Hannâne direğine dönsek yeridir.
Hayır...
Sus; çünkü geceleyin köşke yöneldik mi, bekçiye susarak yol vermemiz gerekir.
CII
Dem be dem
ez reh-i dil peyk-i heyâleş resedem
Tâbeşî nov
be nov ez hosn-o cemâleş resedem
So luktan
soluğa gönül yolundan hay al çavuşun gelip çatıyor bana. yeniden yeniye
güzelliğinden bir parıltıdır geliyor bana.
Yarabbi, bu
zevk, bu neşe kokusu cennetten mi geliyor; yoksa buluşma, kavuşma gününden
esip gelen
bir yel mi?
Neşeden aklımı fikrimi şaşırttı; aşktan mı geliyor bu; yoksa
ululuğunun şarabıyla dolu bir kadeh midir bana sunulan?
Aşktan uçup gelen bir doğan mı, yoksa onun kanatlarıyla uçup bana
ulaşan güvercin yavruları mı?
Baş çekenler, gizliliğin alanından geliyorlar bana; bütün bu
yardımlar ona bağışladığı halin tadından geliyor bana.
CIII
Mekon ey dost zi covr in dilem âvâre mekon
Cân-o ser kesd-i ser-i in dil-i gem-hâre mekon
Etme dostum, cefalar ederek başıboş, yersiz yurtsuz bırakma şu
gönlümü... armağan olarak canımı al, ciğerimi paramparça etme benim.
Sana gönül vermiş, gamlar yiyen âşık pek çoktur. canın için, başın
için, şu gamlar yiyen gönlüme kastetme.
Bana, çaresizliğime bir acıyış gözüyle bak. Senden başka çaremi
bulan biri varsa bırak beni, çaremi bulmaya uğraşma.
Gönül senin ateş tapınağının karşısında bir şişecidir; gönlünü
benim sırça bir şişeye dönmüş gönlüme karşı sert bir hale sokma.
Her solukta cefacı ayrılığın soluk soluk ay rılıklar üfürüy o r
bana. korkusuzca üfle ama cefa etme.
Boğum boğum
bedenim beşiğe benziyor, gönülse tıpkı çocuk... Kucağına al, boyuna beşikte
bırakma onu.
Canımı güneş
yüzünün karşısında zerre gibi oynat; gece gibi canımı her yıldıza bağlama.
Gaddar
dünyanın hileden, düzenden iki yüz başı var; başımı şu gaddar dünyaya bağlama
benim.
Hârût,
Mârût gibi yüzlercesi, büyüsüyle bağlanmış kalmış. beni şu büyücü cadıya
bağlatma.
Şu nefsin
bir günlük şarabının sonsuz bir mahmurluğu var. kendine gel de beni bu hain
meyhanecinin şarabına susatma.
İlk oyunda
mat ettin beni; çoğaltma oyunu bâri. bir uğurdan mat oldum gitti, on kez mat
etmeye kalkışma beni.
Nâsût
âlemindeki bütün düzenbazlıklar senin Lâhût âleminden. Artık bu düzenbaz kâfire
y ardım etme.
CIV
Heme
hordend-o behoftend-o tehî geşt veten
Vekt-i on
şod ki derâyîm herâman be çemen
Hepsi de
içti, sızıp uyudu; yurt bomboş kaldı... Salına salına çayırlığa çimenliğe
dalmanın tam çağı.
Herkes
içti, gitti; biz sağ olalım. zâti zamanın gönlüyüz, canıyız, zamanın kumandanı.
Abıhayat sen olduktan sonra kimdir ölümsüz kalmayan? Güzelim put
sen olduktan sonra herkes şaman kesilir.[102]
Aşk alnımıza
eziyetler, mihnetler yazdı; sevgi, fitneler üstüne fitneler takdir etti bize.
Genişlik
geldi de dünya işkillerinden kurtulduk. salt can, artık lûtuflar, ihsanlar gül bahçesine
uçar gider.
A devem,
gel, ıh buraya; güzel bir konak yeri burası. sulak, verimli, bolluk, tam deve
yatağı.
* “Rızklanırlar, genişlerler,” biz de içelim o şarabı, yiyelim o
mezeyi... “Gerçeklik konağı” âşıklara konak oldu, yurt oldu.
Elmanın
eteğini tutalım da şeftaliye doğru çekelim. gonca gülden birkaç söz duyalım da
yasemine götürelim.
* Bana şarap sundun mu, edebe uymamı hiç isteme; şeriat bile sarhoşa
had vurmaz; sen de vurma bana.
Edebe uymak
da elimde değil, edepsizlik de; ne yapayım? Sarhoş deveci ipimi tutmuş, deve
gibi çekiyor beni.
Bülbül aşkla
gülden bir öpücük umdu da dedi ki: Şekerkamışını kır da gönlümü kırma benim, ne
olur?
Gül, benim
sırrım çocukların harcı değil dedi; çocuğa “ebced, hevvez, huttî, kelemen”
gerek.
Bülbül,
öpücük vermezsen dedi, bâri aşk şarabını sun. gül, onu da vermeyeceğim dedi,
hadi var git, hüzünlere dal.
Bülbül, öyleyse dedi, ben de seni tenenen ten- tenenen ten-tenenen
ten-tenenen diye tefle, berbatla âleme yayayım da gör.
* Gül, geceleyin tas çalma; herkes uyanır... Ay mı tutuldu ki
gürültüye patırtıya kalkışıyorsun dedi.
Bülbül, tas
çalmasam da dedi, fitne dokuz aylık. çaresiz fitneler doğacak, gece gebe.
Dal da, yaprak da titriyor, gönlüm de. y aprağın titreyişi yelden;
gönlümün titreyişi Huten güzelinin yüzünden.
Gülle lâlenin yüzleri haber veriyor bana. şu leğenin altında bir
mum gizli.
Çalış, çabala da bilgisizlik leğenini gönlünden kaldır; kaldır da
can doğusundan aydın gün belirsin, ışısın.
A Tebrizli
Şems, can doğusundan doğ; çünkü senin güneşin can; bütün dünyaysa beden.[103]
CV
Cân-ı hey
van ki nedîdest be coz kâh-o eten
Şod zi
tebdîl-i Hodâ lâyık-ı golzâr-ı feten
Samandan,
yayladan başka bir şey görmeyen hayvan canı, Tanrı değiştirmesiyle akıl fikir
gül bahçesine lâyık oldu.
Tanrı’nın bu
bahar mevsiminden başka bir baharı var ki orda ne ölü var, ne puta tapan, ne de
put.
O baharın
yeliyle kuzgun, akdoğana döner; o b aharın soluğuyla dişi çaylak arslandan daha
iyi, daha yiğit bir hale gelir.
Herkes
dirildi, şükretmek için ağzını açtı. öpüşler bile ağızlardan gelen zevk, neşe
kokusuyla sarhoş oldu gitti.
Seher
yelinin öyküler, masallar söyleyen eli, güzel kokulu şey lerin bulunduğu kabı
çalkadı da çimen çocuklarına güzel huy lar öğretti.
Sanki yel
Cebrâil’dir de ağaçlar Meryem... öylesine bir el oyununa giriştiler ki sanki
birisi karı, öbürü koca.
Bulut duvak
altında güzeller bulunduğunu gördü de Aden incileri, mücevherler saçtı.
Kızıl
gül neşeden yenini, yakasını yırttı; Yakub’a gömleğin getirilmesi çağı geldi
çattı.
* Güzelin akıykına benzeyen dudakları güldü, açıldı... Muhammed’e
Yemen tarafından Rahman kokusu gelir artık.
O Huten
güzelinin dağınık saçlarından başka bir şeyle gönül huzur bulmadı; bir hayli
dağınık sözler söyledik ama bir karara varmadı.
A
Tebrizli Şems, doğ, güneş gibi kılıç vur; kalkana benzeyen cana ancak güneşin
kılıcı ışık verebilir.
CVI
Çi şeker dâd
eceb Yusuf-ı hobî be lebon
Ki şod
îdriseş Kaymâz-o Suleymon Balabon
* Güzellik Yusuf’u dudaklara ne şeker verdi ki Kaymaz’ı îdris oldu;
Balaban’ı da Süleyman kesildi?
Şeker
dudaklılar onun şekerkamışlığına başlarını ayak yaptılar da gittiler, şaşırıp
kalanların hepsi de büsbütün şaşırdı, kalakaldı.
Bir kurdun
Yusuf’a tamah ettiğini duydular da utançlarından bütün kurtlar çoban kesildi.
Gamının
derdinde ne hoşluklar, ne tatlar gizli ki derman aray anların hepsi de ilaçtan
kaçmay a koyuldu?
Her yok
olana öz olarak onun varlığı yeter... her edepten çıkana onun sarhoşluğu özür
getirir gider.
Arifi
sebeplere sarılmaktan vazgeçti sanma; sebepsizlere sebep olarak o sebepsizlik
yeter zâti.
Kalk, bugün
neşelilerden, zevklilerden zevk üstüne zevk geldi, neşe üstüne neşe. devlet
günü, kutluluk günü bugün.
Kızgın
gönlümde, kızgın canımda geceleri de, gündüzleri de aşkı övmek, söylemek dileği
vardı, bunu kuruy ordum.
Tebrizli
Şems, dün gece sus dedi bana; mademki dudağımıza âşıksın, yum dudağını.
CVII
Hûy bâ mâ
kon-o bâ bîheberon hûy mekon
Dom-ı her
mâde-herîrâ çü heron bûy mekon
Bize alış,
hiçbir şeyden haberi olmayanlara değil... eşekler gibi her dişi eşeğin
kuyruğunu koklama.
Önün de
ezelî aşktır, sonun da o olacaktır. artık orospu karılar gibi her gece başka
bir kocanın koynuna girme.
Öyle bir
hevese gönül ver ki gönlünü almayasın ondan. a arslan er, gönlünü her mahalle
köpeğine verme.
Hani bir yan
var, derdi de ordan istersin, devâyı da. gözünü, gönlünü o yana vakfet, her
yana bakma, her yana gönül verme.
Deve gibi
her dikenin dibine koşma. şu bağı bahçeyi, şu baharı, yeşilliği, şu arkı,
dereyi
bırakma.
Kendine
gel, hakan padişahlara lâyık bir meclis kurmuş... Tanrı için olsun, şu çöplükte
toy verme.[104]
Top-çevgen oyunumuzun beyi meydana geldi; atının peşinde gönlünü
de top yap, canını da.
Yüzünü iyice yu da aynayı ayıplama. paran geçer akçe olsun da
teraziy e kusur bulma.
Sana dudak verenden başkasına dudak açma. az-çok, sana lûtufta
bulunandan başkasına yelip yortma.
Güzellerin
yüzlerini, kaşlarını, gözlerini yalan bil de ay yüzlü, zıh kaşlı gibi adlar
takma.
Kerpice verilen yüz de iğretidir, göz de, dudak da. körün
karşısında göz kaş cilvelerine kalkışma.
Aşkın boyu bosu, ölümsüz çalgı çağanak, ölümsüz semâ’ diye salâ
verdi. onun boyunun bosunun önünden başka bir yerde semâ’ etme.
Soluk alma,
söz söyleme; söylersen bile dudak altından, yavaşça söyle... söz perdedir, hiç
olmazsa bir kat olsun perde, yüz kata çıkarma.
CVIII
Hîç bâşed ki reşed on şeker-o peste be men
Nokl sâzed cehet-i in ceger-i heste-i men
Acaba o benim şekerim, o benim fıstığım gelecek de bu ciğeri
yaralıya meze düzecek mi?
A benim yavaşça vurduğum mızrapla damarı, iliği kopan dostum;
bütün gücümle nasıl dokunabilirim senin teline diyecek mi acaba?
Sağraksız sunduğum şaraptan başı ağırlaşanım; safran gibi sararıp
solan lâlem diyecek mi?
A benim gönlümü aldırmış, ayağı bağlı garibim, hele nasılsın diye
lütfedip, kerem buyurup eliyle başımı sıvazlayacak mı?
O yok olmayan abıhayatla bedenim nasıl cana dönmez; o fışkırıp boy
atmış güzelimin yüzünden gönlüm nasıl sıçramaz, yüreğim nasıl
çırpınmaz?
Ne kadar safları kırdın geçirdin; fakat benim kırık dökük safım
gibi bir saf gördün mü hiç?
Lâlelik de onun malı mülküdür, çayırlık çimenlik de... fakat benim
gül demetime hevesini, özlemini bir bak da gör.
Değil mi ki
boyuna söylememi istiyor; dudaklarını yum da aşk hikâyelerini kulağına söyle
onun.
CIX
Be Hodâ gol zi tu âmûht şeker hendîhen
Be Hodâ kûh zi tu âmûht kemer bendîden
And olsun Tanrı’ya, gül, şeker gibi gülmeyi senden öğrendi. and
olsun Tanrı’ya, dağ kemer kuşanmay ı senden belledi.
And olsun Tanrı’ya, benim gördüğümü gökyüzü de görmüştür;
görmemişse ne diye başının üstünde dönüp duruyor?
A ney dedim,
niçin böyle feryat etmedesin? Dedi ki: Soluğunu yedim, feryat etmem şart.
A
yeniay dedim, böyle eriyip gitmen nedir? Semirmem, serpilmem için ot veriyor
bana dedi.
Semirmenin
faydası arıklaşıp erirken görülür. kazanç için çalışmak, harcamak içindir.
Pervanenin
kanadı, mumun yalımını bulmaya yarar. onu buldu mu ne kanat ister, ne uçmak.
Varlıkların
faydaları yoklukta görünür. öyleyse belâdan ağlayıp inlemek gerekmez.
Yeter,
sus. yaylarından ok yiyedur. çünkü hüner azalmandadır, elbette çoğalırsın da.
CX
Cennetî kerd
cihanrâ zi şeker hendîden
On ki âmuht
merâ hemçü serer hendîden
Bana
kıvılcım gibi gülmeyi öğreten, şeker gibi gülüşüyle dünyayı cennete çevirdi.
Yokluktan da
gönlü hoş bir halde gülerek doğdum ama, aşk bir başka çeşit gülmeyi öğretti
bana.
Herkese
gamsız, mihnetsiz gülüşü göstereyim diye, padişah bana güneş gibi gamsız,
pussuz bir gönül verdi.
Beni
kırsalar bile sedefe benzerim, güler de gülerim... zâti bir genişliğe, bir
üstünlüğe ulaşınca gülmek ham kişilerin harcıdır.
O
her sabahın, her seher çağının canı, bir gece odama geldi de seher gibi gülmey
i öğretti bana.
Bulut gibi yüzüm ekşi ama içimden gülüy orum. yağmur yağarken gülmek
şimşeğin âdetidir.
Potayı ocağa
vurdun mu, kızıl altını seyret de ateşte taşın nasıl güldüğünü gör.
Altın ateşte
güler de sana der ki: Kalp değilsen zarar ettiğin vakit gül.
Ecel
beyiysen iğreti padişaha, taca, kemere gülüşü var da, ecelden öğren şimdi.
îsa
huyluysan a hoca, var da şehvet gamına, erkeğe, dişiye gülmeyi ondan öğren.
Ümmî
Ahmed’in medresesini bir soluk gördüysen yürü, helâldir sana üstünlüğe, hünere
gülmek.
A yıldız
bilgini, Ay’ın bölündüğüne inandıysan kendine de gülmen gerek, Güneş’e, Ay’a da
gülmen.
Gonca
gibi gizli gül; bitkiler çiçek verdiği zaman dalın üstünde gülerler ya, onlar
gibi değil.
CXI
Her kirâ
geşt ser ez gaayet-i bergerdîden
Sâkinânra
heme ser-geşte tevâned dîden
Kimin başı
döner, baş dönmesi de son kertesini bulursa, oturanların hepsini de dönüyor
görür.
Kim az görür
de y aklaşır, adamların yüzlerine bakarsa, onun şaşı gözlerine gülmek farzdır.
Kimin
safrası fazlaysa şeker yerken bile ağzı acı duyar.
Akıl onun
meydanında topal bir eşektir ancak; ama bir olan Tanrı’nın Burâk’ının
topalladığını kim görmüştür?
A olaylar
yüzünden pisliğe düşüp giden, mademki böylesin sen, kıpırdamak lâyık değildir
sana.
Önce ayağını
pislikten çekip çıkarmak, ondan sonra da boyuna göre bir zıbın biçmek gerek.
* Delik
delmeyi biliyorsan padişahın sarayını del... bir evden bir şey çalacağın vakit
de bâri inci çal.
İncinin
alâmetlerini söyledim ama ne yapayım? Köstebek bakıp seçmeyi bilmiyor ki.
CXII
Înek on
encom-i roşen ki felek çâker-i şon
Înek on
perdegeyânîki hıred çâder-i şon
İşte
buracıkta gökyüzünün kendilerine kul köle kesildiği yıldızlar; işte buracıkta
aklı çadır edinen perde altına girmiş erler.
Düşünce gibi
her gönül, konaklarıdır, yurtlarıdır... güneş gibi onların orduları da her eve
girer.
İlk
bakışları düny ay ı diriltir; ondan sonraki bakışları zâti hiçbir bakışa
sığmaz.
Hey gidi
hey. nice geceler var ki onların ateşi yüzünden nara atarak, oynaya oynaya
üzerlik gibi y anmış yakılmışım, kapılarında sabahı etmişim gitmiş.
Onlardan bir
koku atamıyorsan benim cüzlerimi kokla. gönlüm de onların amber kokusunu
veriyor, canım da.
Beynin pek
kuru da koku alamıyorsan baş koy yere de onların te rütaz e düşüncelerini elde
et, onların lûtfuna eriş.
Zâti
canlılarla bitkilerin yaşı, kurusu da nedir ki? Bitkiyi de bırak, hayvanı da;
anaları olan y eryüzünü de.
Bütün dünya,
denizin ancak bir katresine dalmış, boğulup gitmiştir. bir sinek onların
şekerkamışlığından ne kadar şeker yiyebilir ki?
CXIII
Bişnov ez bu’l-heveson kısse-i mîr-i eseson
Rindi ez helke-i mâ geşt derin kûy nehon
A hevesliler, istekliler, asesbaşının hikâyesini duyun: Bu
mahallede halkamızdan bir rint kaçtı, kayboldu gitti.
Bir zamandır onu aray a aray a yandık yakıldık... gece gündüz her
yanda yenimizi, y akamızı yırttık.
Gene bu mahallede birisi, ansızın izini buldu onun. gelin de
görün; bunlar onun kanlara bulanmış elbisesi işte.
Zâti âşıkların kanları kurumaz, herdem tazedir. kan da yeni olunca
kimin kanıdır, bilirsiniz.
Bütün kanlar eskileşir, kararır, kurur.
âşıkların kanlarıysa ta sona dek yenidir, gönülden coşar durur.
Bu eski bir kan dâvası diye savma başından... âşıkların kanları
dünyada ne uyumuştur, ne de uyur.
Ancak senin kanlı bakışındır bu bucakta kan döken. nerkis gözlerindir
sâkî; koca sağrağı onlardır sunan.
Senin bakışındır; sarhoş gelir, gönüller çalar. o katı yürekli, o
katı yaylı gelir de c anlara kasteder.
İhsan buna derler: Ya o kaybolanı tekrar verirsin; y ahut da değil
mi ki o kayboldu gitti, sen mey dana çıkarsın.
Şekerler beyinden bir lûtfa erdin mi, şükret a gönül, şeker gibi
şekerlerle eri gitsin.
Böyle
öldürülürsen ölümsüz diri olur gidersin. böylesine öldürülenin canından
Tebriz’e selâm götür.
CXIV
Çün heyâl-i tu derâyed be dilem reks-konon
Çi heyâlât-ı deger mest derâyed be meyon
Hayalin oynaya güle gönlüme gelince, sarhoş olarak daha ne
hayaller ortaya çıkagelir.
Hayalin Ay gibi ortada çark urur; öbür hayallerin hepsi de çevre
çevre onun etrafında oyuna dalar.
O sırada
sana çarpan hayal, güneş vurunca parıl parıl p arlay an aynaya döner.
Sözüm, belki yüz kere gönlümden ağzıma gelen, söyleyemediğim için
gene ağzımdan gönlüme giden bir sıfat yüzünden sarho ş olur gider.
Sözüm sarhoş, gönlüm sarhoş, hayallerin sarhoş... hepsi de
birbirine düşmüş, birbirine bakmada.
Nice zamandır hepsi de birbirine ağız sürmede. oysa feryadıyla hay
alleri birbirine vurmada, kırıp geçirmede.
Hepsi de sanki üzüm tanesi, gönlümse cibre
sıkılacak tekneye benzer... hepsi de gülsuyu çıkarılan gül
yaprağı; gönlümse dükkân.
Gönül ve din
salâhından altın alırım, altın döverim. Can gözü açık olanın gözü aydın olsun,
gönlü genişlesin derim.
CXV
Tu sebeb-sâzi-vo dânâyi-i on sultan bin
On çi mumkin neboved der kef-i o imkân bin
O padişahın sebepler yaradışını seyret, bilginliğini gör. Mümkün
olmayan bile onun elinde, onun avcunda nasıl mümkün oluyor; bir bak.
Bak da gör; demir onun avcunda mumdan da yumuşak. Bak da seyret,
yıldızlar onun yüzünün ışığına karşı gizlenmiş gitmişler.
A ıslacık düşünce, gel de düşünce denizine bak. gökyüzünün şeklini
gördün; bir de gel, canı seyret.
Böyle bir müşteriye can satmadın hâ a eşek?
Var da onun gam pazarına git, ot pahasına ucuz ucuz satılan
canları gör.
Donup buz
kesenin oynayışı güçtür; birazcık ısın da kolayca hareket etmeye bak.
Bahse giriştin, delil aramaya koyuldun da beynin kurudu, aklın
dağıldı... Düşünceyi at hele de kesin delil parıltılarını gör.
Sana yardım eden bir terazi var, her şeyi onunla tartmadasın. hele
bırak teraziyi de tartıy a gelmez, teraziye sığmaz altınları seyret.
Bir solukta daracık bir yerdesin; bir solukta geniş bir yerde. Can
şarabını iç de ondan sonra her tarafı meydan gör.
Şeytan sana büyü yapmış; “Kul eûzü” okuyadur. değil mi ki
yeşerdin, tümden gül ol, rey han kesil.
Değil mi ki sen yeşerdin, bütün dünya da yemyeşil olur artık.
bedenlerle arazlar arasındaki şaşılacak birleşmeyi seyret hele.
Bir soluk çark urursun da başın dönerse
gökyüzüne bak da, onu da başın gibi dönüyor gör.
* Dünyanın parça buçuğusun, o yüzden de tüme benzersin; sıfatın
yenilenince de onu erkândan bil.
Erkân elbiseye benzer, yaptıkları şeyse bedendir sanki... niceye
bir elbiseye aldanacaksın, insanın bedenini seyret.
İnancın yüzünü ibadet aynasında seyret; perdeyi kaldır da imanın
parıltısına bak.
Âşık olmuşsan güzellik ara, lûtuf, ihsan değil. Yok, zamanın
Abbas’ıysan otur da lûtuf bekle, ihsan gözet.
Padişahıma
yalvardım, bundan böyle o söyleyecek artık. denizi bir coştu, köpürdü mü, sonu
gelmez incileri seyret.
CXVI
Ey zi hicrân-ı tu morden tereb-o râhet-i men
Merk ber men şode bî tu mesel-i şehd-o leben
A benim
güzelim, senin ayrılığınla ölmek zevktir, neşedir bana... Sen olmadıktan sonra
ölüm süttür, baldır bence.
Susuz kalmış
balık, zayıf cancağızı bedeninden ayrılıncaya dek kupkuru kumun üstünde
çırpınır durur.
Acı
su deniz hayvanlarına abıhayattır; kuru şekerse mezardan, kefenden beterdir
onlara.
Parça
buçuğun çekilip tümüne gitmesi oyun değil. nice peygamber yer yurt için ağladı
durdu.
Yurdunu, doğduğu yeri bilmeyen çocuk dadı ister ancak. ona ha
îstanbul[105] olmuş, ha Yemen.
Yıldızların
yayım yeri gökyüzü olmuş. hayvan da selvi gibi, yasemin gibi toprağa tap ar.
Şu feryattan
ağzımı yummadayım ama suyun içinde ağzını kap amak da mümkün değil.
Kurbağanın
canı sudandır, havadan değil. deniz hayvanlarının hep sinin de işi gücü budur.
O ışık denizinde
gizlenmiş olan ariflerin solukları da ışıktandır, karanlıkları yok eder gider.
Buraya
varınca kalem de kırıldı, kâğıt da yırtıldı... Lûtuf sahibi Rabbi anladı mı,
dağ bile paramparça olur.
CXVII
Heme
hordend-o behoftend-o tehî geşt veten
Vekt-i on
şod ki derâyîm herâmon be çemen
Hepsi de
içti, sızıp uyudu; yurt boş kaldı. Salına salına çayırlığa çimenliğe dalmanın
tam çağı.
Elmanın
eteğini tutalım da şeftaliye doğru çekelim. Terütaze gülden birkaç söz duyalım
da yasemine götürelim.
Bitki
şehitleri dirilip kefenlerinden çıksınlar diye ilkbahar Mesîh gibi afsun
okuyor.
O güzeller şükretmek için ağızlarını açtılar.
Can öylesine sarhoş oldu ki öpmeye bile gücü
yok.
Gülle
lâlenin yüzleri haber veriyor bana; şu leğenin altında bir mum gizli.
Dal da, yaprak
da titriyor, gönlüm de... yaprağın titreyişi yelden; gönlümün titreyişi Huten
güzelinin yüzünden.
Seher
yelinin hikâyeler, masallar söyleyen eli, güzel kokulu şeylerin bulunduğu kabı
çalkadı da çimen çocuklarına güzel huylar öğretti.
Yel
Rûhü’l-Kudüs oldu, ağaçlarsa Meryem. el oyunlarına bak hele; sanki biri karı,
öbürü koca.
Bulut duvak
altında güzeller bulunduğunu gördü de Aden incileri, mücevherler saçtı.
Kızıl
gül neşeden yenini, yakasını yırttı; Yakub’a gömleğin getirilmesi çağı geldi
çattı.
Güzelin
Yemen akıykına benzeyen dudakları güldü, açıldı. Muhammed’e Yemen tarafından
Rahman kokusu gelir artık.
Zamane
padişahının dağınık saçlarından başka
bir şeyle
gönül huzur bulmadı; bir hayli dağınık sözler söyledik ama bir karara varmadı.[106]
CXVIII
Dem deh-o işve deh ey bilber-i sîmin-ber-i men
Ki demem bî dem-i tu çün ecel âmed ber-i men
A benim gümüş bedenlim, gül, cilvelen... senin soluğun olmadıkça
soluğum ecel gibi gelir bana.
încin parladı mı gönlüm denize döner. başımı kaşıdın mı da başım
göğe erer.
Ne mutlu andır o an ki bana lâ’l renkli şarabı sunarsın da altın
gibi sararmış yüzüm, kıvılcımlarıyla parıl parıl parlar.
Senin meyhanenin vakıflarındanım da o yüzden yıkılıp gitmişim;
benim yapılmam zâti yıkılmamdadır.
Can güzeli içinden şahâdet getirdi mi, kâfir
aklım da hemencecik parmağını kaldırır da şahâdet getirir.
A topluluğun
sâkîsi, herkese sunmadan o sağrağı bana sun; hepsinden daha susuzum ben.
Buyruğuna kulum; hele kalk, gel de penceremden bak diye emredersen
büsbütün kulum köleyim buyruğa.
Hadi, Mûsa’nın ateşiyle gönlümü parlat da gözüm boyuna parlasın
dursun.
Sustum, ırmağına attım kendimi; zâti şiirimin parlaklığı da senin
ırmağından gelmede.
CXIX
Ten mezen ey poser-i hoş-dem-o hoş-kâm begû
Behr-i ârâm-ı dilem nâm-ı dil-ârâm begû
Susma a sözü
soluğu, a dili damağı güzel oğul, söyle... gönlümün huzura ermesi için canımın
gönlümün huzuru olan güzelimin adını an.
Perdemi yırtma, ihsan kapısını aç. gönül sırçasını kırma; o
kadehin hikâyesini anlat.
Lûtuf kapısını kapadınsa ümit kapısını kapama. damın üstüne çık da
damda söyle.
Sözünde de coşkunluklar var huyunda da, şu kıvılcımlar içen
daralmış gönlümün huyunu anlat.
Değil mi ki cennetin Rıdvan’ısın; salâ ver, çağır halkı cennete.
değil mi ki aşk peygamberisin; getirdiğin haberi söyle.
Şu dama tutulanların, zindana düşenlerin
ahlarını çok duyduk... şu tuzaktan kurtulan kuşun halini de bir
söyle.
Bağdan,
ilgiden bahsetme de şekeri söyle. yoldan söz açma da baştan geçeni anlat.
Günlerden,
yıllardan uzun olan, zamana sığmayan o denizden, bütün canların dönüp
ulaşacağı, dökülüp kaynaşacağı denizden söz aç.
Tandırın
kızdıysa, duan kabul olduysa, sınamalara düşmüş, yanmış y akılmış ham kişilerin
gamlarından bahset.
* Onun lûtuf
kapısından elde ettiğimiz şeylere, fırsat bulursan, Behrâm yıldızının üstüne
çık da şükret.
Sözü,
anlamayan aşağılık kişilerden korkuyor da açık söylemiyorsan, anlay ışlı, ileri
fikirli kişilere söylenecek sözü aşağılık kişilere söylenen sözler arasına kat
da öyle söyle.
Bundan da
korkuyorsan yeşillikteki kuş gibi soluktan soluğa, elifsiz, lâmsız bir nağme
tuttur da öyle söyle.
Hani
düşünce gibi... bir sen bilirsin, bir de için bilir; onun gibi noktasız,
metsiz, idgamsız söz söyle.
CXX
Hele ey şâh
mepîçan ser-o destâr merov
Hele ey mâh
ki negzet roh-o rohsâr merov
Padişahım,
başını sallama, sarığını sarma, gitme. hele ey yüzü, gözü güzel Ay; gitme.
Bütün
yeryüzünde kimin gözü, gönlü açık ki? Etme, incitme; yabancılara gitme.
Dosttan
ayrılma, sırlar evini yakma. gülü, gül bahçesini bırakıp da her dikene gitme.
Dostum, inat
etme, düzene kalkma, savaş arama. hani o vakit gitmiştin, bâri bu kez gitme.
Senin kulun
kölenim, sen yetiştirmiş, değiştirmişsin beni. a çaresiz kalanın gönlü, dini
imanı, güzelim yaşayışı; gitme.
Senin
zurnanım, senin nağmelerinle sarhoşum... neşe çengini kırma, teli koparma,
gitme.
Mahmursun da
ne diye bir başka mahmurun yanına gidersin? Küpün dibine otur, meyhanecinin
kucağından kalkıp bir yere gitme.
A sadakaları
yaşayış olan, a canlar bağışlayan. bundan daha iyi bir hayır olamaz; gidip de
bu işten başka bir işe sarılma.
Güzellikte,
alımda Hâtem’sin a zamanın Yusuf’u; cefacı kardeşlerin yanına gitme.
Sevgilinin
yüzünü bırakma; düşünceye, hayale dalma. apaçık ortada duranı bırakıp izlerin
peşine düşme.
A zamanın
Mûsa’sı denizden toz kopar; Firavun’un gönlünü arama, inkâra doğru yönelme.
A
sahip-kıran îsa, a ağır hastaların sağlığı, esenliği; iki üç Hıristiyan’ın
hatırı için zünnâr kuşanmay a gitme.
A can
güzeli, a padişahların canlarının ıssı, cilvelen; dudağını ısır; çeneni sık;
fakat gitme.
Zamanın
Sıddıyk’ısın; elbette vefalı olacaksın... Seçilmiş Ahmed’in yanından başka bir
yere gitme.
Kerem
Cebrâil’isin, Sidre konağındır, yurdundur; y eryüzünün kuşları gibi dağlara,
ormanlara gitme.
Şunu iyice
bil ki can sensiz bir soluk bile dirilmez. ihsan kapısını aç, duvarın ardına
gitme.
Gazelin
geri kalanını padişahlar padişahından ara. tümden kulak kesil, artık söze
dalma.
CXXI
Ser-i
Osmân-ı tû mestest ber o rîz kedû
Çün Ömer
muhtesibî dâd-konî incâ kû
Osman’ının
başı dönmüş, sarhoş, başında mahmurluk var. kabağı al da dök başına. Fakat Ömer
gibi yardım eden, adalet gösteren bir
muhtesip
nerde burda?
Bu ne sözdür
ki Ömer’im, Osman’dan da daha sarhoş derler... O baş olanıysa söylemeyeyim, sen
söyle.
Böylesine
sarhoş gördün mü? Açılıp saçılmış; bütün çiçekleri inci, akıyk. nerde o şarap
ki Üveys-i Karanî’nin kokusunu versin?
Nice
incelmiş, kıla dönmüş düşünceler var. fakat sevgilinin saçlarıyla kıl kadar
bile ilgisi yok.
Düşünce
sarhoşu başkadır, şarap sarhoşu başka. bunun bir katresinin yaptığını iki testi
şarap yapamaz.
Sus
artık da, söz defterini şu ırmağa at gitsin. düzen ırmağının kıyısına tahta
koyma, orda elbise y ıkamay a kalkışma.
CXXII
Ser-o
pâ gom koned on kes ki şeved dil-hoş ezo
Dil ki bâşed ki negerded hemegî âteş ezo
Onun yüzünden gönlü hoş olan, ona gönül veren kişi, başını da
kaybeder, ayağını da... Gönül de kim oluyor ki onun yüzünden tümden ateş
kesilmesin?
Âşık olmuşsun, o havuzun çevresinde dönüp duruyorsun. şekere
daldın mı yürü, bütün bedeninle tat o şekeri.
O aşkta, o çekişmede testin kırılırsa çeşmenin lülesine ağzını
daya, bir güzelce içmeye bak.
Altı yönde de olmayan o küpten öyle bir bal coşar ki altı yön de o
bala parmak banar, hepsi de beş parmağını y alar.
Nasıl bir sudur ki ateşlerle, yellerle dolu âşık, o suya özlemler
çeker de yeryüzü gibi toprak olur, y erlere döşenir.
Âşıkın ahı gökyüzü duvağını neden yakar? Çünkü o ateş de ondan
yanar, o ah da ondan kopar.
Can,
Tebrizli Şems’in özlemiyle ağlayıp durur
ya... o da
onun yüzünden güzelleşmiştir, onun yüzünden bezenmiştir, latîf, güzel bir hale
gelmiştir.
CXXIII
Çehre-i
zerd-i merâ bîn-o merâ hîç megû
Derd-i bî
hed beneger behr-i Hodâ hîç megû
Sararmış
solmuş yüzümü gör de hiçbir şey söyleme bana. Sayıya, sınıra sığmayan dertleri
seyret de Tanrı için olsun, hiçbir şey söyleme.
Kanlı
gözlerime bak, ırmağa dönmüş gözyaşlarıma bak. ne görürsen geç hepsinden;
neymiş, nasılmış deme.
Dün hayalin
gönül evinin kapısına geldi de kapıyı çaldı, gel dedi, kapıyı aç, hiç tınma.
Gamından
feryat diye elimi dişledim. elini dişleme, hiçbir şey deme, seninim ben dedi.
Dedi ki: Sen
zurnamsın benim; dudağım olmadıkça feryat etme. çeng gibi nağmeler vermezsem
sana, nağmeden hiç bahsetme.
Şu canı
niceye bir dünyanın çevresinde döndürüp duracaksın dedim; nereye çekersem dedi,
tez gel, hiç ses çıkarma.
Dedim ki:
Hiçbir şey söylemezsem bunu revâ görürmüsün sen? Bir ateştir yaktın, alevledin
de hiçbir söz söyleme, gir içine diyorsun.
Gül gibi
güldü de gir ateşe dedi, gir de bütün ateşi yasemin, yaprak, çayır çimen gör;
hiç söz söyleme.
Bütün
ateş, söz söyler gül kesildi de bize diyor ki: Sevgilimizin lûtfundan,
kereminden başka bir söz söyleme hiç.
CXXIV
Men golâm-ı
kamerem geyr-ı kamer hîç megû
Pîş-i men
coz suhen-i şem’-o şeker hîç megû
Ayın kuluyum
aydan başka bir şey söyleme bana... benim yanımda mumdan, şekerden başka bir
şeyden söz açma.
Zahmet
sözünü söyleme, defineden başka bir
şeyin sözünü
etme... Bundan haberin yoksa zahmet etme bize; başka bir şey söyleme.
Dün deli
divane oldum da aşk beni gördü, dedi ki: Nara atma, elbiseni yırtma, hiç tınma,
geldim ben.
A aşk dedim;
başka bir şeyden korkuyorum ben. O başka şey yok dedi; hiç söz açma ondan.
Kulağına
gizli sözler söyleyeceğim; fakat yalnız, peki, evet diye başını salla; başka
hiçbir söz söyleme.
Gönül
yolunda can huylu bir Ay beliriverdi. gönül yolunda sefer ne de güzel; hiç söz
etme bundan.
A gönül
dedim, ne biçim Ay bu? Gönül, bu senin anlayacağın gibi değil, geç bundan, hiç
lâf etme diye işaret etti bana.
Bu dedim,
melek mi, yoksa insan mı acaba? Bu dedi, melekten de başka bir şey, insandan da
başka. hiç söz etme.
Bu nedir dedim, söyle; kendimden geçtim, altüst oluyorum... altüst
oladur, fakat söz açma hiç dedi.
A şu şekillerle, hayallerle dopdolu evde oturup kalan, kalk, şu
evden çık; pılını pırtını taşı, hiçbir söz söyleme.
A gönül
dedim, babalık et bana; bu, Tanrı huyu değil mi? Evet dedi, öyle ama a
babasının canı, hiçbir söz söyleme sen.
CXXV
Honok on dem ki neşînîm be eyvan men-o tu
Be du nekş-o be du sûret be yekî con men-o tu
Ne mutlu zamandır, seninle sayvanda oturduğum zaman. İki beden,
iki şekil; fakat seninle canım bir.
Seninle bağa bahçeye gittim mi, bağın bahçenin verdiği neşe,
kuşların ötüşleri, cana can katar, insana ab ıhay at sunar.
Gökteki yıldızlar bizi seyre gelirler. seninle
ben de kendi ay yüzümüzü gösteririz onlara.
Gel, o darmadağın hurafelere aldırmayalım da senliksiz-benliksiz,
zevkle baş başa verelim, oturalım.
Sen, ben oracıkta o çeşit gülmeye koyulduk mu, gökte duduların
hepsi de şeker yemeye koyulur.
Bu daha da şaşılacak bir şey; senle ben hem burda, bir bucaktayız;
hem de şu solukta Irak’tayız, Horasan’dayız.
Hem şu
şekilde, bu toprağın üstündeyiz; hem de bir başka şekilde seninle ben ölümsüz
cennetteyiz, şekerkamışlığındayız.
CXXVI
Ger reved dîde vo ekl-o hered-o con tu merov
Ki merâ dîden-i tu behter ezîşon tu merov
Göz de, akıl da, can da giderse gitsin; sen gitme... seni görmek
onlara sahip olmaktan da iyidir bence; sen gitme.
Güneş de, gök de senin gölgene sığınmıştır. şu gökyüzüyle
yıldızlar gitse bile sen gitme.
A tortulu sözü, arı duru tabiattan da daha sâf olan, şu sözler
bilen, sözler anlayan tabiatın arılığı duruluğu gitse bile sen gitme.
îman ehlinin hepsi de son solukta imandan ayrılmadan korkar... a
iman padişahı, benim korkumsa senin gitmendendir; sen gitme.
Sen gitme, gidersen benim canımı da götür; yok, beni kendinle
beraber götürmeyeceksen şu sofradan kalkma, gitme.
Seninle oldum mu, bütün düny a bağdır, bahçedir. güz mevsiminde
bağın, bahçenin parlaklığı geçse bile sen gitme.
Ayrılığını gösterme bana, pek taş yüreklidir ayrılığın. a yüzünden
taşın bile Bedahşan lâ’li olduğu güzel, sen gitme.
Zerre de kim oluyor ki ey güneş, gitme desin. kul da kim oluyor ki
padişahım, gitme demeye gücü yetsin.
Fakat sen
abıhayatın ta kendisisin, bütün halksa balık... keremin boldur, ihsanına son
yoktur; merhamet et, kerem buyur da gitme.
Gönül
tomarıma baştan ta sona dek, ebed uzunluğunca, gitme-gitme yazısı yazılmıştır.
Usanacağından
korkmasam yüzden de, binlerce on sekiz binden de güzel, gitme-gitme konusunda
yüz beyit daha söylerim.
CXXVII
Honok on con
ki reved mest-o herâmon ber-i û
Berehed ez
her-i ten der sefer-i mesder-i û
Ne mutlu o
cana ki sarhoş bir halde sallana sallana ona doğru gider. yolculuğunda da beden
eşeğinden kurtulur gider.
* İki nalınını da çıkarır; dünyadan da vazgeçer, kendinden de. Mûsa
gibi gerçeklik ayağını onun kapısına basar.
* Circîs gibi yüz kere onun aşkıyla şehit olur; y ahut da İshak gibi
onun hançeriyle kesilir
* gider.
Dertlerle,
ağrılarla dopdolu olan bu baştan başka, bir başka baş elde eder; yarlıganma,
kendi miğferini onun başına kor.
* Mîkâil,
onun rızık kilesini kırarsa yerine kimi zaman ölümsüzlük cenneti verilir ona,
kimi zaman Kevser sunulur.
Babası,
anası, yakınları, onu toprağa kodular mı, balık kesilir, anası da deniz olur
artık, babası da.
Aşk bir
yaşayış denizidir ki dibi yoktur... ona sunulan en değersiz şey ölümsüz bir
yaşayıştır.
Güneş’le Ay
her gece batış mezarına giderler. incisinin parlaklığı onlara yepyeni bir p
arlaklık verir.
Onun
mahşerinden haberi olan, onun mahşerini gören canı, ölüm meleği yüzlerce
nazla-niyazla alır.
Halkın
gözünde bedenimiz, o toprakta uyumuş gitmiştir ama canımız onun yeşilliğinde
salına
salına
yürüyen selvi gibi yürür durur.
* Bedenimiz, görünüşte kanla hıltların madeni değil mi? Fakat bu
alın yazısından cana bir hastalık gelir mi hiç?
Böylesine bir çöplükte cana binlerce bağ bahçe var. Peki, iş
böyleyse can ne diye onun mezarından korkar?
Arı duru şarap gibi kanı cana gıda edenin ışıklarla dopdolu
bedenine, kıpkızıl yüzüne bak hele.
A sevgili,
bakınma da bunun geri kalanını sen söyle... söyle de mermerinden yüzlerce
kaynak fışkırsın, aksın.
CXXVIII
Heme hordend-o bereftend-o bemandem men- o tû
Çü merâ yâfteî sohbet-i her hâm mecû
Hepsi de içti, geçti gitti; bir ben kaldım, bir sen. beni buldun
ya, artık her ham kişinin
sohbetini arayıp durma.
Canının bütün yeşilliği, gençliği, gönül devletindendir... hele
hele sen de çimen gibi, söğüt gibi şu ırmağın kıyısında kaladur, gitme.
Gönül evi güzelim ay yüzlülerle doludur. bir bölüğü Zelîhâ’ya
benzer; bir bölüğü Yusuf yüzlüdür.
Hepsi de çevresinde halka halka el çırparak oynar. her biri el
çırpıp usûl tutarak onun kuluyum ben diye bağırır durur.
O
padişah kimin gönlüne gelir de şeref verirse o gönlün her yanı bağ bahçe ke
silir; her yanında bir meclis kurulur, bir toy düzülür.[107]
Ne diye olmayacak ümitlere düşer de dört bucakta da bir gürültüdür
koparırsın. dağılıp gitmişsin, y arım günceğiz olsun toplanmamışsın.
Hele ey aşk, ben kulunum kölenim, çırağınım senin. pek güzel, pek
iyi huylusun; huyun da güzel, yüzün de.
Meclisin sıcaklığısın, herkesin abıhayatısın.
herkes gönül kesilmiştir; alt yana da boş vermiş gitmiş, boğaza
da.
Hele ey
gönül, senin gözün benimkinden çok keskin; acaba o sokak başında Güneş’e, Ay’a
benzeyen de kim?
Ay gibi, gök
gibi yüzlercesi, onun yüzünden depremlere uğramış... Yüzlerce zincire benzeyen
saç onun zincirine vurulmuş.
Yedi denize
daha da denizler katsalar da y etmişe ulaşsa o geçmeye kalkıştı mı, ancak
dizinin aşağısına çıkar.
* Yoksa o aşk mı? însana da benzemiyor zâti. padişahlar bile onun
kapısına Eyaz olmuş, Kutlu kesilmiş. [108]
Gök de ondan
parıltı çalar, güneş de, yıldız da. Yusuf da ondan güzelleşmiş, güzel kokulara
bürünmüş, gömleği de.
Bütün
arslanlar onun saldırışına karşı topal eşeğe dönmüş. bütün Türkler onun
güzelliğine karşı Hintli olmuş gitmiş.
Dudaklarını
yum da lâ’l dudakları pek övme... Onun dudaklarına karşı hepsi de hiçtir, hiç
tınma.
— H —
CXXIX
Sed homârest-o tereb der nezer-i on dîde
Ki der on rûy nezer kerdeboved dozdîde
O gözün bakışında yüzlerce mahmurluk var, yüzlerce fitne var; olsa
olsa o yüze hırsızlamaca bir bakmış olacak.
O sarhoşluğun başında yüzlerce neşe var, yüzlerce heves... olsa
olsa kendi eliyle kendi yüzünü sıvazlamış olacak.
Zamanenin ne işvesini görüyor, ne düzenine aldanıyor; çünkü o
sevgilinin dudaklarından çıkan selâmı işitmiş.
A zamanın iyisine, kötüsüne yapışıp kıvranan kişi, o büklüm büklüm
saçları görmedin; yürü var, mazursun sen.
Bir ney yapan var ki kamışa bir şekil veriyor; bir soluk olmadan
feryat eden bir ney gördün mü sen?
Boy atıp
büyüyen kamış kimin dudağına eş dost olacak; bunu bir bilseydi kesilmekten
korkar mıydı hiç?
Seninle
yabancının arasında ne fark var diye sorsalar bize, deriz ki bu fark yeter; sen
başımızı okşamadasın bizim.
*
“Ol deyince olur” yudumunu o toprağın üstüne döktü de dünya âşıklarının dudakları
o yüzden toprağını yalar durur.
CXXX
Ey Hodâvend
yekî yâr-ı cefâdâreş deh
Dilber-i
işve-deh-i ser-keş-o hon-hâreş deh
Yarabbi, ona
cefacı bir sevgili ver; işveli, serkeş, kanlar içen bir güzele düşür onu.
Düşür de
gecelerimiz nasıl geçiyormuş, bir bilsin; aşk gamı ver, aşk ver ona, hem de çok
çok ver.
Birkaç
günceğiz hasta et onu da hastalık neymiş, denesin... düzenci bir hekime düşür
işini.
Çöllere sür onu da susat; sonra da taş yürekli bir sâkîyi sataştır
ona.
Yolunu yitirt, şehirden yana doğru bir yol bulamasın; boşuna
yürüyen eğri bir kılavuza rastlat onu.
O Ay’ın baş çekmesi yüzünden bütün dünyanın başı dönüyor... bir
zamancağız da şu dönüp duran gök kubbenin çevresinde döndür onu.
Bıldır bizim gönlümüzü fırıl fırıl döndüren o avcıyı bir taş
yürekliye düşür; ona seven, sevgiye doymayan bir gönül ver.
Sevgiyi, sevgiliyi inkâr ediyor, bana bir sevgili kalmadı diyor;
inkârını gider de bir ikrar soluğu ver ona.
Filân gelirse bana haber ver demiştin ya kapıcıya; işte o sözü
söylüyorum, o nişanı bildiriyorum sana.
Hoca beni yukardan tutmak istiyor dedi; yürü
var, kendin gibi bir aptal ara sen.
Yeter artık
a sâkî, şarap sunduğun kişiyi sarhoş etme; bu kadar sarhoş edeceksen bâri doğru
yolu göster ona.
CXXXI
Bedeh on bâde-i canî ki çonânîm heme
Ki mey ez câm-o ser ez pây nedânîm heme
Sun o can şarabını; hepimiz de öyleyiz gene... Şarabı kadehten,
başımızı ayağımızdan ayırt edemiyoruz.
Hepimiz de yeşermişiz; süsenden, gül fidanından daha tazeyiz. Salt
can kesilmişiz, hepimiz de parıl parıl can gibi parlamadayız.
Herkes isteğe kuldur; istekse bizim kulumuz. Çünkü şu zamandan, şu
zamanın dönüşünden çıkmış gitmişiz biz.
Sevgilinin dudaklarına şükrediyor, zurna gibi coşup duruyoruz.
hepimiz de maden kesilmişiz de dükkânımızı satmışız gitmiş.
Doğunun parıltısı
gölge gibi yuttu bizi; görünüşteyse oluşa benzemedeyiz; yeriz yurduz sanki.
Yeşilliğin,
lâleliğin eşi dostuyuz; fakat kötü gözden çekindiğimizden yüzümüz safran gibi
sararmış solmuş.
Mushaf
getirelim de senin elinden, avcundan başka bir elden bir avuçtan şarap
içmeyeceğiz diye sâkîye and içelim.
Canı olan,
can gül bahçesinden koku alır elbet... ona sahip olan da anlar ki tümden o’yuz
biz.
O koca
sağrak yüzünden öylesine tez canlı olmuşuz ki gönlümüz kuş gönlü gibi sanki
bedenimizin dışında çırpınmada.
Melekler
bile yolumuza aşkla altın taçlar verir. çünkü genç b ahttan daha da fazla
kemerler bağışlarız biz.
Canımızı
savaşta ilk safta ara; çünkü önde gitmede hep imiz de okuz, kılıcız.
însan
karaltılarının perdesinin ardında oturmayız; seher ışığı gibi perdeleri yırtar
gideriz biz.
Geceydik,
dünya güneşinin ışığıyla sabah kesildik... kurttuk, şimdi tanınmış çobanız.
Tebrizli
Şems, canı bezeyen yüzünü gösterdi de rûh gibi hepimiz de canla, gönülle ona
doğru akıp gidiyoruz.
— Y —
CXXXII
Nîstî âşık ey cân-ı şikem-hâr gedây
Der forobend-o hemon gende küsanrâ mîgây
A yoksul, a karnına düşkün can, âşık değilsin sen... Kapıyı kapa
da o alt yanı kokmuşlarla düş kalk.
Marangozluk maymunun harcı değil. asılsız dâvaya kalkışma, saçma
söz söyleme; herzeler geveleme.
Aşk dâvasına
kalkışıyorsun; senin harcın mı aşk? A orospu karılı köpek, Tanrı’dan utan hiç
olmazsa.
CXXXIII
Hest der
helke-i mâ helke-robâyî ecebî
Kamerî bâ
heberî derd devâyî ecebî
Halkamızda
şaşılacak bir halka çalan var; her
şeyden
haberi olan bir Ay, şaşılacak bir dert, şaşılacak bir devâ var.
Safımızda öylesine bir saf yaran var ki bakışından şaşılacak bir
ışık vurmada, gönül penceresinden içeriye girmede.
Bu nasıl bir kadeh ki ölümsüzlük kaynağından fışkırıp akıyor; ta
canıma dek şaşılacak bir sestir geliyor; var olsun, var olsun.
Kimin gönlünde gam karanlığından bir düğüm varsa onun devletiy le
şaşılacak bir düğüm çözücü bulur.
Bu ne büyüdür ki halk onu görmekten mahrum kalmada... yahut bu ne
buluttur ki o şaşılacak ay yüzlünün yüzünü örtmede.
Öylesine bir Ay şu kalıbımda nerden doğdu, parladı da gönül
yerinden fırladı gitti; hem de şaşılacak bir yere gitti.
Gönül olaylardan doğan vehim evinden dışarı çıktı; bir tek inci
içinde şaşılacak bir saray gördü.
Sarayın
kapısında, duvarında parıl parıl ışıklar parlamada; cana canlar katan bir tek
güzelden sekiz cennet görünmede.
A
Tebrizli Şems, bizi şu korkudan, şu ümitten kurtar da yokluktan şaşılacak bir
korku, bir ümit belirsin.
CXXXIV
Hest ender
gam-ı tu dil-şode dânişmendî
Hemçü
nokrest der âteşkede dânişmendî
Gamına
düşmüş, perperişan olmuş bir bilgin var; potaya konmuş, ateşe vurulmuş bir
gümüşe benziyor o bilgin.
Senin
keremine, merhametine, bağışına ümit bağlamış, uzak bir yoldan gelmiş o bilgin.
Aşk yolunda
senin hayal leventlerinin yüzünden yaralanmış, darmadağın olmuş... yolu
vurulmuş o bilginin.
Bir bilgin
böylesine bir yemekten rızıklanırsa güzelliğine ne ziyan gelir ki?
Böylesine bir çılgınlık kadehini sen döndürüp sundukça nasıl olur
da töreye uyar, yol yordam gözetir o bilgin?
İnsafın, adamlığın, bir bilginin gamla, boş yere öldürülmesini
nasıl revâ görür?
Herkese hararet bağışlayan Tanrı güneşi, bir bilginin buzlar
içinde donup kalmasını nasıl hoş görür?
Lûtfun, dersinden bir fayda görsün diye bir bilgini tutmuştur da
aşk medresesine çekmiştir.
Unsurların kutsuz terbîi, onu tutmuş, hapsetmiş... acı da bir
bilgin şu tuzakta ışıklansın.
Daha çok
sözü var ama usanırsın diye korkuy or da şu tap ınakta bir bilgin dudağını
yumuyor.
CXXXV
Der dilet çîst eceb ki çü şeker mîhendî
Dûş şeb bâ ki bodî ki çü şeker mîhendî
Gönlünde ne
var ki şeker gibi gülüyorsun? Dün gece kiminleydin ki seher çağı gibi
gülüyorsun bugün.
A bahar,
dünya dudaklarının yüzünden gülmede... yaseminlikte açılmışsın, çiçek açmış
ağaç gibi gülüyorsun.
Yüzünden
puta da, puthaneye de bir ateştir vurmuşsun. ate şin içine girmiş, oturmuşsun
da altın gibi gülüy orsun.
Sarhoş bir
halde güle oynaya Tanrı meyhanesinden geliyorsun kıvılcım gibi dünyanın hayrına
da gülüy orsun, şerrine de.
Tanrı senin
de gül gibi göbeğini gülerek kesmiş. fakat a Ay bugün bir başka şekilde
gülüyorsun sen.
Bağ bahçe
bütün ağaçlarıyla güzün kurur gider. sen hangi bağın, hangi bahçenin gülüsün ki
gül goncası gibi gülüyorsun?
Sen nasıl
bir Ay’sın ki düşman sana ok attı mı Ay gibi gökyüzünden o oka da gülüp duruyorsun,
o kalkana da.
Bir misk
kokuşusun, doru hava atına binmişsin, koşturuyor da koşturuyorsun; bir
güneşsin, ay değirmisine gülüyor da gülüyorsun.
Sen tam
inançsın, tümden apaçık ortadasın, görünmedesin; artık zanna da gül, taklide
de; tamamıyla görüşsün sen; rivayete de gülüyorsun, habere de.
Ölümsüzlük
tapısında gören de sensin, görünen de... yola da gülüyorsun, yolcuya da; göçe
de gülüyorsun, sefere de.
Yoklukla yok
oluş arasından baş çıkarıyorsun da başa da gülüyorsun, taca da, kemere de.
Bütün
halk aç köpek gibi ağzını açmış. sense o arslansın ki öküz açlığına gülüp
durmadasın.
Soluğundan c
ey lanların ciğerlerindeki kan misk kesilmiş. sense o ciğer kanına gülüp
duruyorsun; bu da bir merhamet.
A tuzağa, a
oyuncunun, düzencinin soluğuna, afsununa gülen, avlanırken ceylanları gökte
bile tutarsın sen.
A
altüst olmuş gönüle gülüp duran, iki üç beyit kaldı; onları da sarhoşçasına sen
söyle artık.
CXXXVI
Rov rov ey
cân-ı sebuk-hîz garîb-i seferî
Su-yı
deryâ-yı meânî ki gerânî goherî
Git, git a
tez can, yolculukta bir garipsin sen. Git, git anlamlar denizine; pek değerli
bir incisin sen.
Çok konaklar
aştın; hatırındaysa inat etme, bu tavladan da geçip gideceksin.
Yıka
kanatlarını, arın şu balçıktan, tez ol... ne diye uçup giden do stların
peşinden uçup gitmiyorsun? Ne yapıyorsun sen?
Hadi,
testiyi kır, derede ak a abıhayat. her testi kıranın önünde ne vakte dek
kâsecilik yapacaksın?
Şu
mahallenin başından sel gibi ak, denize yürü. bu dağın belinden kimse kemer
kuşanamaz.
Yeter, ne
batarken bahset Şems’ten, ne doğarken... Zâti onun yüzünden kimi yeniay
gibisin, kimi dolunay gibi.
CXXXVII
Ey derîgaa der-i in hâne demî bugşodî
Mûnis-i hîş bedîdî dil-i her movcûdî
Yazık yazık; bir solukcağız şu evin kapışım açsaydın her varın,
her varlığın gönlünü kendine eş dost görürdün.
Yakub’un gözü oğlunun yüzüne açılırdı; buluşma sâkîsi tek
Tanrı’nın şarabını sunardı o vakit.
Seni gören, seni seven benim, korkma; kârı gördün ya, ziyanı hiç
düşünme diye o güzel, yüzünü gösterirdi sana.
Hiç kimse filân üst oldu diye kıskanmazdı... herkes can
çayırlığında muradına erer, esenleşirdi.
Gece ordusunun gelip yağmaladığı bir gün bile
kalmazdı; ne altın para kalırdı, ne gümüş para, ne de sayma
hevesi.
Eski
neşeyi hatırlaman hiç de gerekmezdi; cennet bahçesinde armut gamı mı çekilir
hiç?
Gönlümüzde yüzlerce düğüm var...
Kereminden bir su nasip olsaydı açılır giderdi.
Olmayacak
hayaller yolumuzu bağladı; çünkü güneşe benzeyen yüzü bir kalkan altında
gizlenmiş.
Herkesi
isteyen odur, istenen takmış adını. Herkese tapan o, adı tapılan.
Şu beden
mescidinin kayyumu da canınızdır, müezzini de. secde ediş, secde ediliş
sıfatında gizlenmiş.
A
gönlün de Eyaz’ı Tebrizli Şemseddin, canın da. îki dünyada da senin gibi Mahmud
bir padişah yoktur.
CXXXVIII
Seherî kerd
nidâyî eceb on reşk-i perî
Ger gerîzîd zi hod der çemen-i bî heberî
Seher çağında, o perilerin bile kıskandıkları güzel, şaşılacak bir
sesle bağırdı; habersizlik çayırlığında kendinizden kaçıyorsunuz dedi.
Yüzümü gönlüme çevirdim de ne de hoş bir müjde dedim; gamlara,
düşüncelere dalmış, perperişan olmuş, toprağa bile can veriyor.
Bütün kutlu canlar seni beklemede... sen neden can olmuyorsun,
sevgiliye uçmuyorsun?
Öyle bir padişahın sana baktığı konakta o yana, bu yana bakmak
küfürdür.
Sivrisinek
gibi her yelle dağılır giderken kendini devlet kuşu sayman yakışık almaz.
Aşağılık kişilerin korkutmasından gönlün ürkmesin, aşağılık
kişilerin tümü bir çöpe bile alınmay a değmez.
Gönlüm gamından baş kurtarmak için düzene girişti; a ahmak dedim,
başını kurtarsan bile sırrını saklayamazsın ki.
A Tebrizli
Şems, hayalin benden yana ters
baktı; elden
çıktım da ne de güzel bakışın var dedim.
CXXXIX
Şekenî şîşe-i merdom gerov ez men gîrî
Heme şeb ehd konî rûz şekesten gîrî
Benden rehin alır, halkın şişelerini kırarsın... bütün gece
kırmamaya ahdedersin, gündüzün kırmaya başlarsın.
Arslansın, arslanları bile yenersin; tavşana kin gütme. arslanı
yıkmaya, Tehemten’i tutmaya gücün yeter senin.
A Süleyman, dev de buyruğundadır, peri de. ne diye harman başında
suçsuz karınc ay ı tutarsın?
Ne bir zengini görürsün, ne bir çıplağı; ne aç dersin, ne açık.
Bir hoşça yakasına yapışırsın, eteğinin ucunu çeker durursun.
A gönül, sığınılacak eminlik yurdu orası; gönlüne ürküntü verme;
aklını başına al;
akıllıysan o eminlik yurdunda eğleşirsin.
Katreden vazgeçersen denizde balık olursun... habbeyi bırakırsan
ülke olur, mahzen kesilirsin.
Tümden o olmadıkça yağ gibi suyla beraber bile olsan sudan
uzaksın; fakat o oldun mu, artık tutar, yağdan su çıkarırsın.
O mızrak
çeker de sana saldırırsa, ona doğru gitmez de zırha sığınırsan erlerin ay ıb
ısın, yüz karasısın.
CXL
Nî tu şekl-i degerî seng nebâsî tu zerî
Seng hem bûy bered nîz ki zîbâ hoherî
Sen bir başka şekilde, başka kıbâlde değil misin? Taş değilsin,
altınsın sen. taş bile bir koku alır senden; çünkü pek güzel bir incisin sen.
Gönül verdim şuna, sana bitişik bir ev kurayım diyorum; çünkü pek
eşi bulunmaz, yemyeşil, yüce mi yüce bir ağaç sın sen.
Yeşilliklerin tümü senin yeşilliğinin sayesinde sana döner... ne
söyleyeyim ben? Senin nemin bir başka neme benzemiyor ki.
Süt gibi,
bal gibi bizimle karışmışsın ama bizimkilerden, bizden olduğunu bir türlü akıl
kabul etmiyor.
CXLI
Morg-ı endîşe ki ender heme dilhâ beperî
Be Hodâ k’ez dil-o ez dilber-i mâ nî eserî
A bütün gönüllerde uçan düşünce kuşu; and olsun Tanrı’ya ki bizim
sevgilimizden haberin bile yok, ondan bir belirti bile elde edememişsin.
Her pencereye vuran, her delikten giren bir güneşsin ama o
bakışın, o görüşün aslını göremiy orsun.
A geceleyin esen yel, haber çavuşu gibi haberler getiriyorsun; fakat
neden o haberler denizinden haberin yok?
A gözcü, hani sana akıl diyorlar, fikir
diyorlar... hani beyin tavanında yurt edinmişsin; bakışa, görüşe
bir mum olmuşsun.
Dama
çıkmışsın da yeniayı aramadasın, gözetmedesin. fakat yeniay nerde a yoksul,
sense nereye bakmadasın?
A korkak
gönül, aşktan kaçıyorsun ama aşkın elinden canını kurtarırsan, canını
kurtarmamış olursun.
Her adımda
işveler satan, cilveler yapan yol kesiciler var; bir işvecilerden işve alırsan,
bu cilvelere kapılırsan vah sana, eyvah sana.
A Ay,
bekçisin ama elbise soyanlardan sakın. gümüş kemerin var ama külâhını kaparlar
senin.
A Ay,
topluluğuna aldanma; şuna dikkat et: Ordun var, topluluğun var ama bütün gece
korkundan kaçıp duruyorsun.
Kaçıp
duruyorsun ama aşkın elinden canını kurtaramıyorsun. bütün bedenin kalkan ama
gene de sana bir ok gelip sap lanıy or.
Bütün
bedenin kalkan, gizli bir yoldan gitmedesin... fakat kanadın ister iki olsun,
ister üç; gene de o tuzağa tutulmuşsun sen.
Gözbebeğisin;
gözbebeği, halkı seninle görür; görüş ıssısın ama gönüle baktığın bile yok;
görmüyorsun onu.
Göz
karaltısının karanlıkları içinde ab ıhay at gibi yurt edinmiş, gizlenmişsin.
Göz içine ev
kurmuşsun; sana kimsecik dost olmamış. onun kaynağından coşan suya göz
dikmişsin.
Şekerin,
aşkın tadından haberi olsaydı utancından erir, su kesilirdi; şekerlik satmaya
kalkışmazdı.
Kıskançlık
gözü, haset yüzünden şekerin kulağını sağır etti gitti. şekerin kulağını sağır
eden gözden kork.
Gökyüzünün
arslanısın sen; bütün arslan yürekliler yürek pekliğini, safları kırıp
geçirmeyi, ayak diremeyi, dayanmayı hep senden beklerler.
Yüreklilerin
yürekleri üstünlük suyunu senin elinden içerler; fakat gönül ıssı erlerin
gönüllerinin pusu yerinde senin de yüreğin yufkadır, senin de gücün yoktur.
Arslan,
ateşten pek ürker de kaçar mı kaçar... gönül de ateş tapınağıdır; ateşin
kıvılcımına, alevine atılmak için pervane gibi can gerek.
Pervanenin
kanadını gönül pervanesinden başkası yakamaz; ateşin yalımından bir kanadı on
kanat kesilir onun.
Hilim
padişahısın; boşluktan uç, gönül pervanesinin kanadının altına gir de insanlara
da, perilere de bilgi bağışlayan Tanrı sana da bilgi bağışlasın.
Yürü,
Mirrîh’e de ki: Gönlün kavuşmasını seyret de hançerini bırak, artık baş
kesmeden vazgeç.
Kestiğin
başın yerine bir başka baş vermeye gücün varsa baş kesmen değer; çünkü buyruğun
y ürür, başlar vericisin sen.
Baş, başlığı
senden buldu; kanat, kanat oluşu
senden
çaldı; kanat olmayı senden öğrendi; senden altınlar aldı, getirdi.
Bir
üfürmesiyle yüzlerce kadeh yapan, sağrak düzen şişeci, bir kadeh kırarsa
kınanıp işten alınmaz.
Müşteriye
ben gümüş alacağım, alıp götüreceğim demek düşmez; çünkü gümüş alıp götüren
gümüş bedenli ne gelmiştir, ne de gelir.
Zelîhâ
Ken’an diyarına Ay olana Müşteri olmuştu; Ken’anlı güzel gümüş bedenliydi; onun
uğruna gümüşleri saymak da değerli elbet.
A mızrap
vuran Zühre, artık gönül mızrabını duy; gençliğe aldanma; sonunda gençlik çeng
gibi senin de belini büker.
Niceye dek
gönül çengi, şu çengin, şu tefin, şu neyin yüzünden kırılıp gidecek? Gönül
babalık etmezse vay ananın haline.
A Utarid,
bundan böyle şu kâğıtla, şu kalemle, mürekkeple büyüdün, semirdin; ululuklarla,
hünerlerle dopdolusun.
Fakat kaplan
olsan bir yelle fare kesilirsin; arslan olsan bir saldırışla kediden beter
olursun.
Kalem
gibi başını ayak yap da gönlün izine düş, yürü... çünkü yoklukta, şekilsizlikte
izlenecek izler vardır.
CXLII
Be degel key
begozîned dil-i yârem yârî
Key ferîbed
şeh-i terrâr-ı merâ terrârî
Sevgilimin
gönlü düzenle bir sevgili mi seçer? Yankesici padişahımı bir yankesici aldatır
da kandırabilir mi hiç?
Benimle o
sevgilimin arasına kıl mı sığar hiç? O gül bağında, o gül bahçesinde yılan mı
uyur hiç?
* Örümcek
bir ağ gerse bile yabancılara perde olur. bense onunla gene de bir mağarada
olurum; hani Sıddıyk’la Muhammed gibi.
Sadberk
gülü, onun yüzünü kıskandı da elbisesini yırttı. gülün hali bu olursa dikenin
hali ne olur
ki?
İki üç beyit daha söyleyeyim; hem de öyle beyitler ki başını da
bilmezsin, ayağını da... fakat sen de gönlüm için olsun, n’olur, evet diye
sakalını oynatıver.
Nice hekim vardır ki delinin aklını başına getirir; bu benim
hekimimse iki dünyada da bir tek akıllı komadı gitti.
Günyüzünün kılıçlarını her şeye vuralım; ondan başka ne varsa
kıralım geçirelim. zâti onun yüzünden başka bir gelir istemiyoruz biz.
Mademki güneşe tapıyoruz, dama çıkalım da güneş bir duvarla yüzünü
örtme sin bizden.
Güneş
kimdir? Söyle: Tebrizli Tanrı Şems’i. Öylesine bir güneş ki onu övüş söz
sahifelerine sığmaz da sığmaz.
CXLIII
Hele tâ zen neberî k’ez kef-i men begrîzî
Hîle kem kon negozârem ki be fen begrîzî
Hele sanma ki benim elimden kaçıp kurtulacaksın... Düzene az
başvur; hileyle, düzenle kaçıp kurtulmaya bırakmam seni.
Tatlı canın elimdedir; avcumda... istersen bedenden kaç; bedensiz
can ne yapabilir ki?
Tüm zehir bile olsam alışmalısın bana; leğenden kaçıyorsan pervane
değilsin demek.
Boğazını sıktım, bağladım; fakat kabak gibi haberin bile yok
bundan. bağladım, çekip durmadayım seni, nasıl kaçıp kurtulacaksın?
Bülbüller de yeşillikten memnun, kuşlar da; hepsi de hoş. sen
tutar da yeşillikten kaçarsan kuzgunsun, baykuşsun, pislik böceğisin.
Değil mi ki seni tutmuşum, hile, düzen düşünme. ölmen, güzelim huy
lara kaçıp kavuşman daha iyi.
Saman çöpü gibi yerinden uçup gitsen n’olur ki? Kafdağı değilsin
ya. kırılmadan korkup da kaçsan ne çıkar? Altın değilsin ya.
Huten güzelinden bir ahlâksız gibi korkar,
kaçarsan bütün erlerin canı senden bezer gider.
Değil mi ki
resimsin, ezel ressamının elinden kurtulamazsın... değil mi ki putsun, seni
yapan, yonan kalemden, sana tapan şamandan nasıl kurtulabilirsin?
Ben seni Ay
saydım ya; Güneş’sin halbuki. bu burçtan, bu bedenden kaçmazsan tutulur
kalırsın.
Süleyman’dan
ürkersen devden kurtulamazsın. vatandan kaçarsan gariplikten kurtulamaz sın.
Hayır.
Sus, çünkü seninle binlerce işim var; zâti de Süheyl, Yemen’den kaçmaya
bırakmaz seni.
CXLIV
Ey ki tu
çeşme-i lıeyvân-o behâr-ı çemenî
Çü menî tu
hod-ı hodrâ ki begûyed çü menî
A sevgili,
abıhayat kaynağısın, ilkbaharsın, yeşilliksin sen. tıpkı bensin sen; kim kendi
kendine
tıpkı bensin sen der?
Geceyim ben, dolunaysın sen; gecenden kaçma... hattâ Ay da kim
oluyor? Yüzlerce topluluğun güneşisin sen.
Şu gök damında Ay, kapının bekçisidir; “Gerçeklik makamında
oturmuşsun” ama vatanda padişahsın sen.
Ay ömrün kadehidir; kimi dopdoludur, kimi yarı dolu. zamanın ömrü
değil misin sen? Kadehe sığmazsın.
Senin buyruğunun yürüdüğü zamanda birisi tutar da zamanın
cefasından şikâyet ederse, cefa papucuyla ağzına vursan yeri var.
Çünkü şu zaman tıpkı bedendir; sense onda cansın sanki. değil mi
ki senin gibi bir can, bedenin canıdır; beden de artık beden olmaz; can
kesilir, can.
Melekler, Âdem’in bedenine hemencecik secde ettiler; çünkü o yüce,
o kutsal bedende senin can ışığını gördüler.
Şeytan,
o bedeni balçıktan yapılmış gördü de başını secdeye eğmedi; yürü git, şeytansın
sen diye reddediş çomağı kafasına indi gitti.
CXLV
Her ki ez
nîsti âyed be sû-yı o heberî
Ender o ez
beşeriyyet benemâned eserî
Kime yokluk
dünyasından bir haber gelirse onda insanlıktan bir iz kalmaz artık.
Yücelerden
ta aşağılara dek her yanı illet kaplasa onun himmeti illetlere göz ucuyla bile
bakmaya tenezzül etmez.
Kim
darmadağın olur, varlığından, benliğinden çıkar, yok olur giderse, gerçek gözüy
le onun bulunduğu yana o bakabilir.
Güzelim
elbiselere bürünmüş arı duru bir cevher görür; canlı bir bedende oturup
durmada.
Görünüşteki
şekliyle, kılığıyla görüşüp konuşmayı ne diye yeter buluyorsun? Yürü, bir başka
hale gir; çünkü o da bir başka hale girmiş.
Ona
şükretmeyi benden duy, benden işit... canına, başına and olsun ki o tatlılıkta
bir şekeri ne tatmışımdır, ne görmüşümdür.
CXLVI
Hele hüş dâr
ki bâ bî heberan nestîzî
Pîş-i
meston-ı çonon retl-ı geran nestîzî
Aklını
başına al da hiçbir şeyden haberi olmayanlarla savaşma. Öylesine koca bir
sağrakla sarhoş olanlara karşı ayak direme.
Yay gibi, ta
sona dek eğri kalmayı istemiy orsan, seni kendilerine doğru çektiler mi, inada
kalkma, teslim ol onlara.
Dileğe uyuş
kurduna paralanmak istemiyorsan, çoban seni yanına çağırdı mı, inat etme; git.
Bilmez gibi
padişahlara, bunlar da kim deme. Sana bir şekil, bir iz gösterdiler mi, inada
kalkışma.
Canınla
gönlünün arasından bir baş çıkardılar mı, inat etme; bu lûtfun şükrü olarak
canını
ortaya koy.
Açıktan
açığa “Duyduk da, uyduk da” dedin mi, içinden inat etmezsen bu o vakit açığa
çıkar.
Gideceğin yerde
de zannın, işkilin var, geldiğin yerde de... apaçık görenlerle savaşmazsan bu
zan, bu işkil kalkar; gerçek apaçık belirir.
Koca dağ
gibi ayak diremez de zerreye dönersen iki dünya da zerreler gibi görünür sana.
Mekân gibi
inat etmez de zaman gibi kendinden geçer gidersen, zamandan da kurtulursun,
mekândan da.
Dolap gibi
akarsuy la savaşmazsan gökyüzü gibi kendiliğinden dönmeye koyulursun, işe
girişirsin.
Dünya bile
padişaha inat edemez; Tanrı için olsun, Tanrı için, sakın padişaha karşı inada
kalkışma.
* Yola düşer
de, Hemedan’da ayak
diremezsen
(her şeyi bilirim dâvasından vazgeçersen), Bağdat’a ulaşırsın, Halife’nin
yüzünü görürsün.
Kükremiş
arslanla savaşa kalkışmazsan hilen, düzenin de işe yarar, şiven, cilven de rast
gelir.
Dille
söz söylemede inat etmez de tümden gönül olursan, aynaya dönersin de susarak
sözler söylersin.
CXLVII
Ber yekî
bûse hekastet ki çonon mîlerzî
Z’on ki
conest-o pey-i dâden-i con mîlerzi
Bir öpücük
için böyle titreyişin gerçektir, yerindedir; çünkü candır o öpücük, can vereceğim
diye tir tir titriy orsun.
Sözden,
soluktan bulanır, buğulanır ayna... ayna için, ayna sahibinin üstüne titriy
orsun sen.
Şu dünya
gece gündüz korkuyla, ümitle titrey ip duruyor. sen de düny anın canısın; onun
için can gibi titriy orsun.
Bütün
kumaşların pazarcıda; kâr-ziyan yüzünden tir tir titreşen de değer.
Avın senin
korkundan nasıl titriyor. sen avcısın, yayın, okun var ama o titredikçe sen de
titriy orsun işte.
Görünüşte
Ay’sın ama bir dikkatli bakılsa Mirrîh’sin sen... halkı öldürmeye kastetmişsin;
kılıç gibi titriyorsun.
Fitneler
peşinde şarap küpü gibi coşup köpürüyorsun; öfkelenmiş kişinin âzası gibi
kaynamada, titremede sin.
Halk
yapraklara benziyor, sense yelsin; herkes senin yüzünden titriyor. görünüşte
saflar y armadasın; fakat gizlice titriyorsun.
Gönül,
güneşe benzeyen yüzünün ardına düşmüş, tıknefes olmuş, tutulup kalmış. fakat
sen ne diye hafakanlara tutulmuşsun, ne diye gönül gibi titreyip durmadasın?
Lûtufta
ilkbaharın da canısın, bağın bahçenin yeşerip gelişme sisin. böyle olduğu halde
gene de güz yelinden yaprak gibi titriy orsun.
Şükür köşküsün, sana her ulaşan şükreder... sabır tavanısın, ağır
yükten titremedesin.
Kafdağı gerçekten de oturamaklıdır, hiç titremez. yoksa zanlara mı
düşmüşsün ki zan gibi titreyip duruyorsun.
A zanlara
düşen, onları söyleyen, hele soluğunu kes, sus. karıların fal bakıp
üfürmelerinden karılar gibi titriy orsun sen.
CXLVIII
Çend rûzest ki şetrenc-i eceb mîbâzî
Dâne-i bü’l eceb-o dâm-ı eceb mîsâzî
Kaç gündür şaşılacak bir satranç oyununa dalmışsın, bir acayip
oyun oynamadasın. şaşılacak yemler saçmadasın; şaşılacak tuzaklar kurmadasın.
Gönlünü katılaştırdın mı, kim canını kurtarır senden? Bu çeşit işe
bir giriştin mi, başını kim kurtarır elinden?
Buyruğun şehitlerin kanlarında oynuyor.
ölüm bir fare ama kediyle oynuyor sanki.
Âşık kötü zanlara düşer; oysaki bunlardan uzaksın sen; tüm
lûtufsun, yeni baştan tutar, bir başka lûtfa girişirsin.
Neye benziyorum; hem dudağının tadını tatmadayım, hem ağlayıp
inlemede... kimsecikler benimle eş olmak ümidine düşmesin diye de soluğumu
kesmedeyim.
Ney feryat eder ama ondan dudağının kokusu gelir; beyne, akla
vurur, gammazlık eder; o fery at, dudağının sırlarını söyler.
Düzenbazlık için değilse sen de feryat edip duruyorsun. boş yere
mi böyle soluğun güzel, sesin hoş?
Her ses tanık olmaz, haber getirmez; bu haberi o sese solukdaş
kesilenden duy da anla.
A gönül,
kendinden de boşal, düşüncelerden de. ney bomboş bir hale geldi de o yüzden
onunla solukdaş oldu.
CXLIX
Vekt-i on
şod ki bedo rûh-fezâ âmîzî
Morg-ı zeyrek
şeviy-o hoş be du pâ âvîzî
O cana
canlar katan güzele sarılmanın çağı geldi. akıllı, çevik bir kuş olup iki
ayağınla o dala yapışmanın tam vakti erişti.
Ağaçlar gibi
aç bahar yeline göğsünü... çünkü kış yeli; güz yeli zehirdir sana.
Anlam
âleminin şeker gibi gülüşüyle tüm şeker kesil. a hoca, ne diye ekşi huyluluğa
sarılır kalırsın?
Sen varlık
duvarının altında inci definesisin... sen o rtad an kalkarsan define meydana
çıkar.
O ezelî
altın kesintileri beden toprağındadır; bir elersen kesintiler kalburunun
dibinde kalır gider.
A kardeş,
bedeninin kınından can kılıcını sıyır. öylesine keskin bir kılıçtır o ki ay
değirmisini bile ikiye böler.
* Sonsuzluk
meydanında al ele kılıcı, kara donlu bir atsın sen, koş; geceden de dışarıya
çık, gündüzden de.
Kaynaktan
gönlüne çek abıhayatı; çünkü can yaradılışına bakılırsa bir arka benzersin sen.
Bunu
başaramazsan padişah Şemseddin’in yanına kaç... çünkü o, can bakımından
Arş’tandır, beden bakımındansa Tebriz’den.
CL
Be
şeker-hande eger mîbebered con zi kesî
Mîdehed
cân-ı hoşî por terebî por hevesî
Şeker gibi
gülüşüyle birisinin canını alırsa, karşılık olarak pek güzel, pek neşeli, pek
hevesli bir can verir ona.
Seher
çağında herkese, her şeye güneş gibi saldırır. gece vakti bekçi gibi herkesin
gönlünün, canının çevresinde dolanır durur.
Kimi vakit
saçı saçmak için tutar, bir yük şekerkamışı getirir. kimi vakit de sinek gibi o
kamışları emer, dudu kesilir.
* Kimi vakit
müderris olur, başköşeye geçer, ders okutur; Sadr-ı Cihan’ın derecesi yok olur
gider.
Kimi bir solukta
Meryem’i gebe eder, İsa’yı yaratır; böylece de îsa, soluğuyla onun soluğuna
tanıklık eder.
Kimi tutar,
bir çöpü göze can sürmesi yapar da çeker... kimi de olur, iki dünyayı da gözüne
bir çöp gibi gö sterir.
Zamanla
bağlı bir görüşün var; önüne ne gelirse ona yamanıp kalıyorsun; önüne, ardına b
aktığ ın bile yok.
Oysaki
Salih o, iki dünya da bir deve. bizse çan gibi nara atıp duruyoruz.
CLI
Be
şeker-hande eger mîbebered con zi kesî
Mîdehed der
evezeş cân-ı hoşî bu’l-hevesî
Şeker gibi
gülüşüyle birisinin canını alırsa, karşılık olarak pek güzel, pek neşeli bir
can verir ona.
Seher çağı güneşi herkese, her şeye saldırır; gece vakti bekçi
gibi herkesin gönlünün, canının çevresinde dolanır durur.
Kimi vakit, sakın der, satranç padişahıyım ben; sen benden bir
beydak alırsan ben senden bir at alırım.
Öylesine dudular var ki onun şekerine bir eşek sineği yol buldu
mu, kıskançlıktan kendilerini öldürürler.
Aşağılık
biri o şekerden bir parçacık alıp gitse, yoksul dudu, kendini p aramp arça eder
gider.
Sevgili, düşmanımın yüzüne baktı, şimşek gibi güldü de, şu gönlüm
bulut gibi ağladı da ağladı.
Seni anlay anın gönlünde iki dünya da kaybolur gider... fakat seni
bir çöp gibi gören gözlere nasıl girebilir ki?
Öyle bir kişiyim ki bir solukla îsa soluklu birisini yaratır
giderim diye Meryem’in koynuna üfürür de anlam bakımından gebe bırakır onu.
Canların toplandığı yer sensin, can sana
gelmek ister. çünkü sen denizsin; hepsi de seldir, Fırat’tır,
Aras’tır.
Sen
Salih’sin, şu iki dünya da sanki bir deve... bizse çan gibi nara atıp
duruyoruz.
Çanın narası devenin oynayışındandır. onu tundan tuna götüren
devedir.
Yanmayan mumdan ışık isteme. Mûsa’nın ışığını istiyorsan yürü, köz
alınacak ateşe git.
Yeter, şu söz bir hayaldir, hayale saplanıp kalma. çünkü gerçek
âleminde gözün, görüşün de var, elini tutan da var.
A
Tanrı ışığı, üstünlükler ıssı Husâmeddin, gönül hekimliğini bilirsin ama ne
nabız tutarsın sen, ne hekimlik okumuşsundur.[109]
CLII
Neng-i her kaafile der şeş-dere-i Îblîsî
Tu beher niyyet-i hod mesher-i Îblîsî
* Şeytan’ın altı kapılı tuzağına tutulmuşsun;
her kervana ayıp, âr kesilmişsin... neyi kurarsan kur, şeytana
maskara olmuş gitmişsin.
Şeytana ot
vermek için bedenine kurban olmuşsun; ya şeytanın kuzususun sen, yahut da
keçisi.
A herif,
neden pişman olmuşsun; boynunu eğ. şu sille yemede şeytana uymuş gitmişsin
zâti.
A pişmiş
şalgam, o terelikten ümidini kes. çünkü ekmek peşine düşmüşsün, şeytan teresi
olmuş gitmişsin sen.
Ekmeği
görüyor, ahlâksızca üstüne düşüyorsun. devlerin erlik suyuna âşıksın, şeytanın
erkeğine gönül vermişsin.
Oruç tutmaya
niyet ediyorsun da torba, a eşek diyor sana, başını sok torbaya; sen şeytanın
torbasısın zâti.
Ne olacak,
nasıl olacak. gerçekten haberin bile yok. O bilgiyle, o hünerle şeytanın
ardısın sen.
Etini
semirtme kaygısıyla arıklaştın gitti... Şeytanın gırtlağı kesildin, feryat edip
duruyorsun.
Küfür olsun,
iman olsun, yiyedur; sonra da köpekler gibi sus. Çünkü sen şeytana inanmış bir
kâfir karı olmuş gitmişsin.
Ölüm çağına,
hırıltı vaktine dek sirkeye dönmüşsün sen. Şeytanın hırıltısı gibi ekşisin,
kokmuşsun.
Kıy amete dek sinek gibi o dolayın, o sofranın çevresinde uçadur;
şeytanın dolayındansın zâti.
CLIII
Be
şeker-hende botâ nerh-ı şeker mîşekenî
Çi zened
pîş-i du le’l-i tu akıyk-ı Yemenî
A güzel,
şeker gibi bir gülüşle şekerin narhını kırıyorsun. senin lâ’le benzer
dudaklarına karşı Yemen akıykı ne diyebilir, ne yapabilir ki?
A gül
yanaklı, iki üç hafta gül bahçesine gitme de yeşillikteki kızıl gül utanıp da
dökülmesin.
Gül de kim oluyor ki? Başını kaldırsan da bir gökyüzüne baksan
gökten Zühre’yi de baş aşağı yere düşürürsün, Ay’ı da.
Tanrı seni fitne koparmak, yeryüzünü birbirine katmak için
yaratmış... kıyamet fitnelerini koparmaz, Arasât günü gibi âlemi birbirine
katmaz da ne y aparsın?
Ateş gibi yüzü gönüller yakasın diye verdi sana. kıvrım kıvrım
saçları gönüller kırasın diye verdi sana.
Gönüllerimiz
ateş tapınakları, yüzün oralarda şaman. Her put, her güzel, sen benimsin diye
yüzünü şamana tutmuş.[110]
Gönlünü alma benden; çünkü cefaya kalkışırsan, gönül Kafdağı bile
olsa onu tutar, kökünden söker, atarsın.
Bir kuyuya benzer çene topağında eşi bulunmaz bir su var; hangi
kuyuya düşersem düşeyim, bir ip gö steriy or bana.
Eşsiz güzeller, gamında yollarını da yitirdiler,
dinlerini de... çünkü güzellerin en güzellerinden de güzelsin sen.
Keskin
fikirlileri, şu mecliste ne düzen kuruyorsun, bilmesinler diye, yüzün boyuna
sarhoş eder durur.
A gönül,
ondan başkasına gönül verirsen kâfirsin. kâfirsin a beden, ondan başkasının
aşkına sataşırsan.
And olsun
Tanrı’ya, onsuz göklere bile çıksan mezardasın. onun elbisesinden başka ne
giyersen kefene bürünmüş sayılırsın.
A
Tebrizli Şems, canda yurt edinmişsin sen. sana vatan canların canıdır; çünkü
vatanda cansın sen.
CLIV
Ger tu mârâ
be cefâ-yi senemon tersânî
Şikem-i
gorsinegonrâ tu be non tersânî
Bizi
güzellerin cefasıyla korkutuyorsun ama karnı acıkanları da ekmekle
korkutuyorsun
sanki.
Sevgilimin
sövüp saymasıyla gelir, beni ürkütürsün ya; ölüleri de dikekor da canla
korkutursun.
Mecnun’a
Leylâ’nın dudaklarından kötü bir söz söylersin ama mahmur gibi onu da koca
sağrakla korkutursun.
Ateş
üstündeki tencere gibi onun ısısıyla dudaklarım kurumuş... fakat o tatlı dille
korkuttuğundan daha az korkutursun ümidindeyim; kulağım onda.
Ayrılık
kurdunu peşime taktı da daralttı beni. fakat çobanla korkutursan ben korkmam,
kurt korkar.
Onun
acılığıyla korkutuyorsan beni şarapsın sen. sinekleri sofrayla, yemekle
korkutuyorsan pek sâfsın sen.
Burda
toplananların hepsi de kumarbazdır, varlarını y oklarını oy narlar, yutulup
giderler; onları ziyanla korkutuyorsun ama tacir değil ki onlar.
Lâtif
hayallere benzerler; onlara ok atasın, yahut yayla korkutasın; mümkünü yok...
ne kanları vardır onların, ne etleri.
CLV
Çi herîsî ki
merâ bî hor-o bî hâb konî
Derkeşî
rûy-o merâ rûy be mihrâb konî
Ne de hırsın
var; beni yemeksiz, uykusuz bırakırsın; yüzünü benden çevirirsin de yüzümü
mihraba yöneltirsin.
Suyu ağzımda
zehirden de acı bir hale getirirsin. Ödümü koparırsın, ciğerimi derdinle
eritir, su edersin.
Beni hacca
sürersin; çölde keser gidersin de, devemi de, varımı yoğumu da Araplara pay
edersin.
Kimi
kuraklık verir, meyvemi, ekinimi kurutursun; kimi y ağmur yağdırır, hepsini de
sellere verir, siler süpürürsün.
Damından
kaçsam okla vurursun beni; dama
çıksam elini
mızraba atar, nağmelerle indirirsin aşağıya beni.
Edepli bir
hal takınsam, yürü dersin, sarhoş değilsin sen... Edepsizlik etsem, edebe ait
hikâyeler anlatmaya koyulursun.
Kerem
yağmuru gibi damıma yağsan iki gözümü de gözyaşlarıyla oluğa döndürürsün.
Herkesten
kesildim, bir bucağa çekildim mi, keşişe döndün dersin. Sohbet etmeye koyundum
mu, d o stlara düşman edersin beni.
* Keten gibi
gönlümü derdine sarsam, derdinle bükülüp dokunsam, keten gibi ay ışığıyla
eritirsin, kökten yok eder gidersin beni.
Sana dayanıp
güvensem, sebebe yapışmak y olumuzdur yordamımızdır dersin. sebeplere sarılsam,
onları yok etmeye, onlarda iş yok demeye kalkarsın.
Can doğanını
avlar, tırnaklarını kırarsın. beden talimli köpek olur; onu tutar, güçsüz
kuvvetsiz bir hale sokarsın.
Yüzümüzün
renk kuyumcusu, tutar da bir dükkân açarsa, kuyumcumuza kalp satıyor der, adını
kötüye çıkarırsın.
Ben kim
oluyorum? Senin kapında gerçek sabah bile, olur ya, beni yalancı çıkarır diye
tir tir titrer.
Her şeyi yok
edersin, sonra tutar, yok ettiğinin yüzlerce fazlasını verirsin... kışı yollar,
ardından ilkbaharı verir, yeryüzünü yeşertirsin.
Güneş
kılıcıyla yıldızların boyunlarını kesersin; sonra gene onlara unnab gibi bir
yüz verir, bir parıltı bağışlarsın.
Adam sustu mu, söyle dersin; söyledi mi, yeter dersin, sus; ne
diye böyle bir kapıyı açıyorsun?
CLVI
Tıygrâ ger
tu çü horşîd demî tende zenî
Ber ser-o
soblet-i in hende-zenon hende zenî
Kılıcı, bir
soluk, güneş gibi sıyırıp çaldın mı, şu gülenlerin başlarına da gülersin,
bıyıklarına
da.
Padişahlık
elbisesinden soyundun da yamalı hırka giydin... o yüzden de gönlümüzü ona
benzettin, paramparça ettin.
O büklüm
büklüm saçlarınla bir kulu bağışladın mı, şu balçığa bağlanmış bile olsa
kurtulur gider.
O lâ’l
renkli şarabı şu utangaç adamlara bir sundun mu, akıl nerde kalır a sâkî, edep,
hayâ ne yana gider?
Parıl parıl
parlayıp her yanı ışıtan Ay’a yüzünden bir yalım vursa, Ay büyür de büyür,
gökyüzüne sığmaz olur.
Ay, Zühre’ye
der ki: Benim sarhoş olduğum şaraptan sen de bir içseydin sarhoş olurdun da
darmadağın mızraplar vururdun.
Ay’dan
balığa dek bütün varlık, can sâkîsinden sarhoş olmuş. peşini al, ne diye
gelecekten lâf eder durursun?
Kalk, bugün
kutlu, mutlu, iyi bir gün. hele
bir de gözün
o kutlu yüzü görürse.
Doğanın başında külâh, ayağında da halka var da bundan dertliyse
şu halkaya bir külüng vurdun mu, ayağı kurtulur gider.
Hele a doğan, külâhını çıkar, kanadını aç. uçup o sonsuz devlete
ulaşmanın çağı geldi; söz söyleme.
Şu söz
söylemeyi Mansûr gibi darağacına çek. kadınlar gibi niceye dek pamuk yumağıyla
oyalanıp duracaksın?
CLVII
Be hak-o hormet-i on ki hemegonrâ canî
Kedehî por kon ez’on ki sıfeteş mîdânî
Herkese cansın ya; onun hakkı için, onun yüzü suyu hürmetine
huyunu suyunu bildiğin o şaraptan bir kadeh sun.
Herkesi, her şeyi altüst et; ne alt bırak, ne üst. böylece de bugün
şu meydanda senin bulunduğunu herkes bilsin.
Utanıp
arlanmanın ta köküne dök o ateş gibi şarabı... zâti sarhoşların gönüllerini, o
gizli neşeyle, o gizli çalıp çağırmayla almış gitmişsin.
Kaçıp giden
gönlü geri getirmenin, akılları güvercin yavruları gibi sürüp uçurmanın çağı
geldi çattı.
Yıkılıp
gitmiş sarhoşların halkasında nükteler söylemedesin. evet, yıkık yerde
definenin parlaması hoştur.
Coşup
köpüren şarabı döndür, sun şu yanıp y akılanlara. o kalyayı, o boraniyi de
hamların önüne koy.
Dudakların,
değil mi ki kolayca söz söylüyor; ne oldum, sen söyle. ne bileyim ne olduğumu,
ne hale girdiğimi ben.
CLVIII
Hele on bih
ki horî in mey-o ez dest revî
Tâ be her câ
ki revî hoş-dil-o sermest revî
Şu şarabı
içip elden çıkman daha iyi. Nereye
gidersen, gönlün
hoş, kendin sarhoş gidersin.
Dönen
gökyüzü, senin yüzünden döner; çünkü onun suyu sensin... Gökyüzünde Ay’sın sen;
alçaktan gidersen ne zararı var.
Balıksın ama
deniz öylesine sarhoş ki oltaya tutulup gitsen o da ardından gider senin.
Bütün
padişahların sadakaları yoka, yoksula gider. fakat sen vara yüz tuttun mu,
onlar da vara y önelirler, vara giderler.
Şu iki üç
ayağı bağlıya uymuş, ağır aksak gidiyorsun ama şu upuzun yolda tez y ürür,
gidersin, herkesi geçersin sen.
Ölümsüz
bir zevk kazanmayı Tebrizli Şems’ten öğren de cennetlerin bulunduğu o zevk, o
işret meclisine var git.
CLIX
Eger imşeb
ber-i men bâşiy-o hâne nerevî
Yâ Alî şîr-i
Hodâ bâşiy-o yâhod Alevî
* Bu gece
benimle kalır da eve gitmezsen ya Tanrı arslanı Ali olursun, yahut da Alevî kesilirsin.
Soluğumla
yavaş yavaş, azar azar deliliğe divaneliğe doğru yol alırsın da akıldan
kurtulursun; ansızın deli divane olur gidersin.
Kocaldın,
ihtiyar oldun... kaç şu ihtiyar akıldan da ilkbaharın yepyeni güller versin,
gül bahçeleri belirtsin.
Bir hayale
kapılır da bana gelirsin; bir hay ale kapılır da kalkar gidersin. Bu ne
rezillik, bu ne ayıp şey, bu ne kuvvetli bağ.
Ondan da
beteri var: Altına yol verirler, gelir çatar sana; fakat yanlıştır; çünkü bir
arpa kadar altına bile değmezsin; gene o arpa tane sisin sen.
Çavuş
elbette koşar, kır at da onunla koşar. fakat dur bakalım; senin olgunluğun boş
yere koşmada değil ki.
Bir şey elde
etmek için koş da ölüm korkusundan koşma. a benim canım, Kâbe’ye varmak için
koş, Bedevi’nin korkusundan
koşma.
Geceleri seher çağına dek benimle bulun da gecenin birinde Ay
doğuversin... doğsun da yoldan da kurtul, kötü yoldaştan da.
Uzaktan herkes görür Ay’ın yüzünü; fakat ne mutlu o kişiye ki
Ay’ın koltuğundakini rehin alsın.
Ay da başlangıçta, burdan çekilip gitmezsen başını keserim diye
Güneş gibi boyuna kılıç çeker.
Çeker ama başını alıp gitmediğini görünce adama, ermişsin,
güzelmişsin, benim harcımmışsın der.
Der ki: Ben senim; sen değilsem bile gece gündüz do stunum;
düpedüz babanım, ananım, hısmınım senin.
Seninle ben
sensiz-bensiz bir araya gelsek, tek olsak, bir olsak ne olur? Biz bir olalım da
kör olsun biri iki görenin gözü.
CLX
Der roh-ı ışk neger tâ be sıfat merd şevî
Nezd-i serdan meneşin k’ez dem-i son serd şevî
Aşkın yüzüne bak da huy bakımından da er ol... soğuk soluklularla
düşüp kalkma; buz kesersin, soğuk olursun yoksa.
Aşkın yüzünden de bakıştan, görüşten başka bir şey dileme. iş,
aşkla dertdeş olmandadır.
Kerpiç gibi oldukça havalanamazsın, uçamazsın; fakat kırılır,
yuvarlanır, zerre haline gelirsen havalanırsın, uçarsın.
Sen kendi kendini kırmazsan seni yoğurup yapan kırar döker. fakat
ölüm kırarsa seni, nasıl olur da tek bir inci haline gelirsin?
Yaprak
sarardı mı, ıslak kök gene yeşertir onu. Aşk yüzünden sararıp solarsan, ne diye
yeşermeden ümidin kesiliyor?
CLXI
Berov ey ışk ki tâ şehne-i hoban şodeî
Tovbe vo tovbe-konanrâ heme gerden zedeî
Var yürü ey aşk, güzellere şahne oldun olalı tövbenin de boynunu
vurmuşsun, tövbe edenlerin de.
Böyle bir yıldırımsın, nasıl söz edilebilir sana? Tüm kavgasın,
savaşsın; nasıl eş dost olunur seninle?
Sana ne yeryüzünün gücü yeter, ne gökyüzünün... Sen şu altı yönden
de değilsin; peki, nerden gelmişsin sen?
Ne de güzel yüzün var; sekiz cennet de âşık sana. Ne biçim bir
ateş tapınağısın, yedi cehennem de senden tir tir titremede.
Cehennem sana der ki: Geç git, sana dayanamam ben. Cennetin
cennetisin, cehenneme de cehennem kesilmişsin.
Âşıkların gözleri senin güzelim gözlerinin yüzünden yaşlı,
etekleri ıslak bir halde. erkek olsun, kadın olsun, her zahidin fitnesisin, yol
kesicisi.
Sensiz ibadet yurduna çekilmek kuru bir sevdadan başka bir şey
değil... çünkü ibadet yurdunun da yaşayışı sensin, ibadetin de.
A aşk kadısı, yanmış yıkılmış gönlüme insaf et. yıkılmış gönül
köyümden haraç almadasın sen.
A benim bön gönlüm, kimden insaf istemedesin sen? Buralıysan
bilirsin ki aşka kan dökmek mub ahtır.
Âşıkların kan pahası, zâti can ölçüsünden de dışarıdır; sense
olmayacak düşünceye dalmışsın, temelsiz vesveselere düşmüşsün.
Gerçekten de meleklerin huyları bile aşka mahrem olamaz; sense
eşek şeytanın, eşek cinin huy larına tutulmuş kalmışsın.
Yeter, sus;
büyü yapmaya kalkışma; önce kendini kurtar. çünkü büyücülüğe, oyun, düzen
yapmaya tutsaksın sen.
CLXII
Bedeli ey keff-ı turâ kaaide lûtf-efzâyî
Keff-i deryâ çi koned hâce be coz deryâyî
Avcunun yolu yordamı, lûtuf üstüne lûtuflarda bulunmaktır... ver,
a hoca, denizin avcu, köpüğü, denizlikten başka ne yapabilir ki?
Şeker çiğnemeyi istersen yanlış yol tutarsın. öfkelenir de
bileğini dişler, elini geveler durursun.
A güzelim, aldatmaca işleri bırak, yarına deme; bayrağın dibi
sensin; bugün her şey elinde; pek yüce bir kadehin var.
Acı sözler söyledin ama şeker mi şeker bence. senin sonsuz,
sayısız şekerine karşı, balla şeker sirkelikten başka ne işe y arar?
Yüzüm ekşi ama
sirke küpü değilim. her yere giderim ama hercai değilim ben.
Güzelsin ama güzelim yüzünün aynası benim. yüzüne karşı tut beni;
dünyaları bezemedesin çünkü.
Hayır, yanlış söyledim; sarhoştum, büyük bir
dâvaya giriştim... oysaki yüzüne karşı aynanın ne değeri olabilir?
A
gören göz, bilen bakış, yepyeni bir afsunum var, hem pek şaşılacak bir afsun.
daha yakın gel de kulağına üfüreyim onu.
CLXIII
Ger gerîzî
be melûlî zi men-i sovdâyî
Rû-keşon
dest-gezon cânib-i con bâz âyî
Usanır da bu
sevdalı âşıktan kaçarsan, gene yüzünü çevirir ellerini çırpa çırpa döner, canın
bulunduğu yere gelirsin sen.
Seni çeken
şu hayalden el çek. ondan el çekmezsen pişman olur, ellerini dişler durursun.
Ona yüzünü
döndür de hoca de, nereye çekiyorsun beni? Gökyüzü bile bu güzellikte bir Ay
görmemiştir çünkü.
Bedavaca
yüzünü gösterdi de yanıldın sen. dayan, onu aray ıp istemekte yel yöpür, bütün
dünyayı gez, dolaş.
Dünya kokmuş
bir kocakarıdır, yeni çarşaf giyinmiş... dıştan cilveler, nazlar, edalar
gösterir; fakat içi rezil mi rezil.
O kocakarıya
yüz tuttun mu, genç bahtın sana der ki: Eşek başı, köpeğin midesinin harcı;
yürü, ona lâyıksın sen.
Ters
düşüncelere kapılıp heveslere düşüş, aldatmasın sakın seni. nice köşkler var ki
ay kırı düşünceler, ters hevesler yüzünden yıkıldı gitti.
Sana öğüt vermek isterim ama dilim kilitlendi; artık ben susarak
gizlice öğüt veriyorum sana.[1 11]
Bütün bu
korku, bu ikiyüzlülük, bu iki gönüllülük de ne? Şu efendinin gölgesinde değil
misin, devletine kul olmadın mı?
Bunları
korkun gitsin diye yapmada. sevgili, boyuna şekerler çiğneyesin diye seni
ısırmada.
Tebrizli
Şems, öylesine bir güneş değil ki gece olunca yitsin gitsin. Ne diye yarını
bekliyorsun?
CLXIV
Suhen-i telh megû ey leb-i tu helvâyî
Ser foro kon be kerem ey ki berin bâlâyî
A dudakları helva satan güzel, acı söz söyleme... a bu yüceliğe
ulaşmış dilber, kerem et de eğ başını.
Acı olsun, tatlı olsun, ne söylersen hoş. gözün de, gönlün de
ışığısın, canısın, cana canlar katarsın sen.
Ne yücelerdensin, ne aşağılardasın, ne de altı yöne sığar bir
cansın. altı yönü de ne edecekmişim? Kanlar sızan gönüldesin sen.
Başını eğ. yüzünü gördüğüm günden beri gönül de sarhoş oldu, can
da. akıl da sevdalara düştü, çıldırıp gitti, fikir de.
Bedene âşık olan, candan mahrumdur. şeker, safra illetine tutulanın
ağzına acı gelir.
A güzelim,
güneş her akşam secde eder sana; n’olur güneşin gönlünden bir dışarı çıksan.
Bir güneşsin
ki her zerreden doğarsın; zerre haline getirmek için dağları ovar, un ufak
edersin.
Ne de
lâtifsin; fakat ta başlangıçtan beri öylesine zorlusun, öylesine sınıkları
onarırsın ki... ne de gizlisin; fakat şaşılacak şey şu ki bu kavgaya da
girişmiş gitmişsin.
Yanlış
söylediysem ters anlama, darmadağın sayma. lütfeder, elimi tutarsan bana yeni
bir baht verirsin, devletime devletler katarsın.
Aşkın ta
kendisisin sen; bizse gölgeniz senin. bir soluk çirkinleştirirsin beni, bir
soluk da bezersin, güzelleştirirsin.
Öyle
görünüyor, sanırım, dün gece rüyada gördüm seni; bugün düny alara sığamıyorum
çünkü.
A
kervanbaşı, develeri burda ıhtırıp uyutma; konak değil burası. Yoldaşlar
ilerlediler; ne diye eğleşip kalıyorsun?
Kendine
gel; sus; çünkü solukla gönül ateşi daha da yalımlanır. Şu anda yalım soluk
almada, yücelip durmada, sen ne buyuruyorsun ki?
CLXV
Terkebunne
tabakan an tabakın mevlâyî
Ente
k’er-rûhı va nahnu leke k’el-a’zâî
* A efendim,
“Birbiri üstüne konmuş tabakalar. ” Sanki cansın sen de biz, organlarız sana.
Bir gönüle
aşk geldi, kondu mu, akıl fikir nasıl kalır ki? Susuzluk illetine tutulan
ciğerde su mu bulunur hiç?
Ahdimizde
durmadık gitti; nice sözler verdik de durmadık sözümüzde. Müflis borcunu vermek
için düzene başvurursa da faydasız.
Zaman
zararlara, kötülüklere düşürdü de, ne güzel terbiye etmeye kalkıştı beni; fakat
hiçbir faydası olmadı; tuttuğumdan vazgeçemedim
gitti.
Seher çağında, yücelikler tan yerinden görünen o Ay’a bedenimin
her zerresi vuruldu, âşık oldu.
Bizden ayrıldı da gizlendi mi, kınama beni feryat etsem de... a
ışıkları yakıp yandıran Ay, gökyüzünde sana benzer bir başka Ay yok.
Sabrımın azlığı seni övmeye sürüyor beni; ama biliyorum, suçluyum.
Hiçbir şeye benzemeyeni bir şeye benzetmek imkânı var mıdır ki?
Hâlis Araplar bile överken dilleri dolaşıyor da, hiç mi hiç Arap
olmayan bir âşık, şiirle övmeye kalkışıyor seni.
Tek, çifte
üst oldu. evet, bir şey şaşının gözüne iki görünür ama doğru gören onu
birleştirir, bir görür.[112]
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar