Print Friendly and PDF

MEVLANA/ DİVAN-I KEBİR -2-

Bunlarada Bakarsınız

 


Hazırlayan : Abdülbâkiy GÖLPINARLI

CİLT- 2

DÎVÂN-I KEBÎR

BAHR-İ HEZEC

-AHRAB-

mef’ûlü mefâîlün mef’ûlü mefâîlün

— A —

(s. 66) Meyhane dilberi bizi eve götürmeye geldi, bizi gençleştirmek, terütaze bir hale getirmek için ilkbahar çağını belirtti.

Yolumuzu vurmak için dağarcığını açtı, belini sıktı, okunu koydu, yayını gerdi.

Yüzlerce nükteler savurmada, yüzlerce düzenler yapmada, bizi yutmak, alt etmek için yüzlerce şaşılacak oyunlarla satranç oynamada.

Fidan gibi sonunda bizi kökümüzden söküp çıkaracak amma aldırma, yürü, onun selvi boyuna gölge kesil, önünde, ardında koş dur.

Dostum, mermer gibi bir yüreğin varsa dayan, kaçıp gitme. Çünkü o önce bizi öldürür, fakat sonra alır, bağrına basar.

Gönlümüzdeki gizli sevgili nazlanır, naza başlarsa biz de artık bütün padişahlara yüzlerce nazlar, edalar ederiz.

Gene geldi, gene geldi, o uzun ömür geldi. Yüreğimizi dağlamaya o güzellik, o naz gene geldi.

O cihanın canı geldi, o gizli hazine geldi, perdemizi yırtmak için o padişahların bile övündükleri güzel geldi.

Geliyor, o gereken güzel geliyor. Gelişiyle yüreğimiz ağzımıza gelse yeri.

Yaratılış ağacının üstünde bizi hoş bir sûrette pişirip oldurmak, geliştirip yetiştirmek için Tebrizli Tanrı Şems’i Hamel burcuna geldi işte.

II

Arayıp istemiyorsan bile bize uyarsın, bizimle beraber arar durursun. Çalıp söylemeyi bilmesen bile bize benzersin, bizimle beraber çalıp çağırmaya başlarsın.

Karun bile olsan aşka düştün mü müflis kesilirsin; padişah bile olsan bizimle beraber sen de kul olursun.

Bu meclisin bir mumu, yüzlerce muma değer, yüzlerce mum yerine geçer; ister ölü ol, ister diri; dirilirsin bizimle.

Ayaklarının bağını çözer, gül bahçesini gösterirsin de bizimle beraber gül gibi bütün vücudunla gülmeye koyulursun.

Bir an hırkaya bürün de gönülleri diri erleri gör; onları görürsen atlas elbiseleri atarsın da bizimle beraber hırkaya bürünür gidersin.

Tohum yere düştü mü biter, boy verir, bir ağaç olur; bu remzi anlarsan sen de bize uyarsın, bizle beraber yerlere düşer, yerlere döşenirsin.

Tebrizli Tanrı Şems’i gönül goncasına diyor ki: Gözün açılırsa bizimle beraber sen de görülecek şeyleri görürsün.

III

Ey malı mülkü olan, sen bu kıyamet gününü, bu güzellik Yusuf’unu, bu güzelim boyu bosu görmüyorsun.

Şeyhim, sen bu şeyhlik incisini, şu nur parıltısını, şu yüceliği, şu ululuğu görmüyorsun.

Görmüyorsun beyim bu can ülkesini, bu devlet bahçesini, bu bahtı, bu azameti.

Ey gönlü hoş, eteği temiz kişi, deli sen misin, ben miyim? Benimle bir kadeh çek de bırak şu kınamayı.

Ey Ay, dönüp dolaşıyorsun da asla gedilmiyor, zayıflamıyorsun. Ululuk nurların, sapıklıkları yırttı, giderdi.

*               Akarsuyu gördün ya, teyemmümü bırak. Vuslat bayramı geldi, vazgeç riyazattan.

Nazlanırsan hamsın; naz çekersen ona teslim oldun demektir. Fakat yük taşırsan, yük altına girersen asıl o zaman o güzelliği, o tatlılığı elde edersin.

Sus, susmak, bal şerbeti içmekten de iyidir. Sözü yak, vazgeç remizden, kinayeden.

Ey Tebrizli Tanrı Şems’i, canlar senin doğundur, bu güneş, ıssılığı senin nurundan alır, senin parıltından elde eder.

IV

Sâkî, kadehi Tanrı şarabıyla doldur; yanmış, kavrulmuş gönüllere rabbânî şarabı sun.

Mahmur erlerin meclisinde ekmekten az bahset; su adamları, sudan başka bir şeyle uzlaşamaz.

Senin suyundan, senin hitabından beden yıkıldı, harap oldu; canım efendim, şu defineyle bu harabeyi beze.

Aşkın, o çorak toprağı gül bahçesi haline getirir. Dalgan, şu buluta benzeyen gözü inciler saçar bir hale koyar.

Şarabımızı çoğalttıkça çoğalt, sundukça sun bize, bağla uykumuzu. Uykuya dalan kişinin geceden ne haberi olur ki?

Tanrı’ya konuk olanlar, meleklerle aynı kâseden su içerler. Sevap işleyen erlere şarap gökyüzünden gelir.

Onun gerçek dostunun dudağı, onun taslarına, onun ibriklerine dokunur, onun kaplarından içer. O arı duru şarabı çekinip sakınma küpünde bulursun ancak.

*                 Ayık adam nerden bilsin sarhoşların kendilerinden geçişini? Ebû Cehil sahabenin hallerini nerden anlayacak?

*               Sûfînin üstadı, vasıtasız olarak Tanrı’dır; Sâbiîyle kitap ehlinin üstadıysa kitaptır.

Tanrı’ya mahrem oldun mu vasıtadan geçtin gitti; artık yüzleri peçeli güzellerin kap peçelerini, aç yüzlerini.

İnkâr eden, ümitsizliğe düşer de sen bunu bulamazsın der; zaten onun yolunu bağlayan da o, bulamazsın sözüdür.

O ne aksungurdur, ne güzel sesli bülbül; o kara kuzguna dünya viranesi daha iyi.

Sus, artık söyleme de kargaşalığı, kötülüğü arttırma; hitaba lâyık canlara zaten gayb âleminden ses gelir.

Bugün o arı duru şarabı fazlasıyla sun, sundukça sun; şu tez dönen çarkı vur, kır, darmadağın et.

Tutalım, gayb kadehi göze görünmüyor, fakat sarhoşluğu, haraplığı gizlemeye imkân yok ki.

Ey neşeye, çalgıya düşkün, ey sözü de hoş, düşüncesi de hoş aşk; o yüzünü örten padişahın yüzünden kap örtüyü.

Kap da a kutlu sâkî, bu yandan da hayıflanıp acıklanma kalksın gitsin, o yandan da; hele ey gül yüzlü sâkî, doldur sağrağı, kâseyi.

Gül bahçesinin cilvelenmesini istemiyordun da ne diye gülsuyu satılan dükkânı açtın öyleyse?

Şu ırmağı akıttın da bizi baştan çıkardın; suda doğmuş kazı tez suya at gitsin.

Ekinlere benziyoruz cancağızım; şu meydanda bitmişiz, dudaklarımız kupkuru, canla gönülle yağmur bulutunu arayıp beklemedeyiz.

Her yanda bir yeni elçi; bulamazsın, yürü git diyor; aldırma, vur o kara kuzgunun başına lâ havle taşını.

*                Ey her rûhun fitnesi, ey her toplumun kesesini kapıp kaçan; ey Rebâbî Ebû Bekr’in de elinden rebâbını çalan,

*                Bugün, şu hadis bilgini canı tamamıyla sarhoş et, şu tefsir bilgini aklı tamamıyla bunak bir hale getir, öyle istiyorum bugün.

Ey bizim abıhayatımız, gerçi çöl Arabı’na uyuz devenin sütü candır amma sen gene de gizlenme, mahşer günü gibi meydana çık.

Ey özü de güzel, yüzü de güzel, sus; nefesini tut; uykuya dalıp giden her gafile halimizi duyurma.

VI

Suda doğmuş kazı at suya ey sâkî; tez ol, tezcanlı sarhoşlara tezlik daha fazla yaraşır.

*        Ey baharın da canı, kışın da. Ey şaraba, mezeye düşkün sâkî, Rebâbî Ebû Bekr’i şekerkamışına döndür, doldur şekerle onu.

Ey kargaşalıklar, ey fitneler sâkîsi, hadi, yeni baştan işrete başla, sağrağı, kâseyi şarapla doldur.

Kutlu şarapla bu yanı da neşeyle, zevk naralarıyla doldur, o yanı da; yüzünü nikapla örtüp gizleyen sevgilinin kap yüzünden nikabını.

Ne de güzel sevgili o, ne de hoş, dikensiz gül fidanı o; yanıp kavrulmuş gönüllere ne de hoş bir ilaç o; var olsun.

(s. 67) Bak da gör, yüzlerce toplum, o görünmeyen şaraptan esrimiş, deli divane olmuş. Bu şarap, yüzlerce süzülmüş, sızırılmış şarabı kesada verir.

Yeşillik sarhoşları gizli, çiçekler dallardan dökülüp saçlarımda, şu habbelerle dolu selde yüzlerce dağ, saman çöpü gibi dalgalana yuvarlana, bata çıka gitmede.

O aydın kadeh can olsa da bedenden gizlense bile sarhoşluğu, haraplığı gizlemeye imkân yok.

Ekinlere benziyoruz cancağızım; şu meydanda yetişmiş, yeşermişiz; susamışız, yağmur bulutunu arıyoruz, onu beklemedeyiz biz.

Gök gürlemesi gibi sen de susmuyorsun bir türlü; çünkü şu akıl sana bir perde; sabret, yokluğa dal da şu söyleyip duran dudu kuşunu öldür gitsin.

VII

Nihayet o ay, seher çağlarındaki ahlarımızı duydu da bu gece topluluğumuz bir başka düzene girdi.

*             O ay göğsümde çark urdu mu ey Ay devri derim, ay devrimize bak bizim.

Nerde Zâloğlu Rüstem ki ben ona hileler edeyim, oyunlar göstereyim; nerde Yusuf ki gelsin de bizim alımımızı, bizim güzelliğimizi görsün, parlaklığımızı seyretsin.

Bizim şeker madenimiz lokma olamaz, yutulamaz; sen onun şekere benzer tasında tatlı bir lokma olmaya bak.

Lûtfu, keremi, bizi koçmak, kucaklamak ister; bu yüzdendir ki her an illetimize bir ilaç hazırlar, ihsanlarda bulunur.

Yanıp kavrulmuş ciğer tuzsuz yenemez; bu yüzden olacak ki her an bizim yanıp kavrulmuş ciğerimize tuz ekmede.

Ayaksız tavafa girelim, başsız secdeye varalım; çünkü o, şu başımızı, ayağımızı, başsız- ayaksız bir hale koydu.

*          O padişahın kapısının çevresini ayaksız tavaf edelim; çünkü o Elest sarhoşu geldi de kapımızı kırdı bizim.

Onun gümüşe benzer göğsü yüzünden, betimiz benzimiz altına döndü; bizim bu gümüşümüze, altınımıza yüzlerce define, yüzlerce hazine feda olsun.

Bizim şu insan kalıbımızı melek haline getiren nur, nerden bir renge boyanacak, nasıl bir şekle sığacak, imkân mı var buna?

Bir şeye benzetilemez amma lütfeder de benzetişi revâ görür; çünkü bakışımızın, görüşümüzün zayıflığını bilir.

*                   Nurum buyurmuştur, kandile benzer. Göğsümüzle gözümüze de kandil konan yer ve sırça demiştir.

Sus da bunu herkes duymasın; zaten hayrımızı, şerrimizi anlayabilecek kim var ki?

VIII

Ey can sâkîsi, o yıllanmış, o eski şarabı, o gönlün yolunu kesen, o din yoluna kılavuzluk eden şarabı sun.

Gönülden kaynayan, rûhla kaynaşan, coşup köpürüşü Tanrı’yı gören gözü mahmurlaştıran şarabı sun.

*              O üzüm şarabı İsa ümmetinin; bu Mansûr şarabıysa Yâsîn ümmetine mahsus.

O şaraptan da küpler dolusu var, bu şaraptan da küpler dolusu; fakat o küpü kırmadıkça bu şarabı asla tadamazsın.

O şarabı alsan da bir an olsun gönlü neşelendirmez, gamı asla öldürmez, kini asla kökünden söküp atmaz.

Fakat bu şarabın bir katresi bile işini altına döndürür; şu altına benzeyen kadehe canım feda olsun.

Bu iş olsa olsa, yatağını yastığını derip devşiren kişiye seher çağında olur, uyanık er, seher çağında bu feyze erer.

Sürçüp sendelemeyesin de padişahlarla olan ahdini, amanını bozmayasın sakın; çünkü kötü dost vesveseye aldanmaz.

Yüzün yaralanırsa aldırma, yürü, bir başka yara arayadur; Rüstem bile olsa safta rastladığı gül, nesrin demetine ne yapar ki?

IX

Cana canlar katana, içmek için abıhayat gerek; Tanrı denizinin balığı tamamıyla can olmalı.

Şu balçıktan yapılan yıkık yer baykuşun yurdudur; Zümrüdüanka gibi yücelerde uçan kuşa bu alan, nerden lâyık olacak?

Bu devletin parıltısına karşı yüzlerce göz kamaşır kalır, sen öyle sopasına dayanarak yürüyen her körü kulağından tutup çekme bu yana.

Sağlam para isen nasıl oluyor da borca kapılıyor, o hevesle sarhoş oluyorsun? Bu kerem ve ihsan hazinesini ne sanıyorsun sen?

Gönlü daralan kişi, lûtfa, insafa uğrayacağı yeri iyiden iyiye bilir; o ebedî cana yüzlerce gönül feda edilse yeri vardır.

Gönül demirden de aşağı değildir ya; demir bile mıhladızın karşısına çıkan taşı bilir, o taşın mıhladız tarafından çekilmeyeceğini anlar.

Akıl, şu toprak yeryüzüne, şu âleme aşka düşmek için geldi, yoksa aklı, vefası olmayana aklın ne lüzumu var?

Gerçekler güneşi Tebrizli Tanrı Şems’idir; gönül o devlet kuşuna benzer canın tapısında

yerlere kapanır da yeryüzünü öper.

X

Sevgili bezendi, güzelleşti, hep böyle olsun dilerim; küfrü iman haline geldi, var oldukça böyle olsun.

*            Darmadağın olan saltanat, perişan olan diyar, Şeytan’ın yomsuzluğundan o hale gelmişti, saltanat gene Süleyman’a geçti, mülk gene onun oldu, böyle olsun boyuna.

Gönlümü inciten, yüzüme kapıyı kapayan sevgili, dostların gamıyla gamlanmaya başladı, hep böyle olsun dilerim.

Şarabı da yalnız içerdi, zevki de yalnız ederdi; bak, şimdicek konuklara baş vermede, dilerim hep böyle olsun.

O padişahlara lâyık yüzün parıltısından, o evi ışıtan meşaleden her bucak meydan yerine döndü, böyle olsun boyuna.

O yalancıktan kızışlarından, o tatlı mı tatlı

işvelerinden, edalarından dünya, bir şeker yurduna döndü, hep de böyle olsun dilerim.

Gece geçip gitti, sabah şarabının içilme çağı geldi çattı; gam gitti, neşeler, feyzler yüz gösterdi; güneş doğdu, parıl parıl parlamaya başladı; dilerim hep böyle olsun.

Hüzünlere batanların devleti, deli divane olanların himmeti yüzünden o zincir sallanmaya başladı, oldukça da böyle olsun hep.

Bayram geldi, bayram geldi, o kaçan sevgili geldi, bayramlıklar çoğaldı, hep böyle olsun oldukça.

Ey gönül sahibi, ey halden anlar çalgıcı, zîr perdesinde karar kılma; çünkü o Zühre, Mîzân burcuna girdi; hep de böyle olup dursun.

*             Yoksul Ferîdûn kesildi, kesesi Karun’un kesesiyle aynı halde, onunla bir keseden harcanıyor, padişahla aynı tastan yemek yiyor, hep böyle olsun dilerim.

Şu esen yele, şu aşk yeline dikkat et, şirin dudakların afsunuyla neye uydu, onunla feryat

etmeye koyuldu, dilerim hep böyle olsun.

Firavun, o kadar sertliğiyle, kabalığıyla, o kadar talihsizliğiyle beraber, hele bak, şimdicek İmranoğlu Mûsa kesildi, oldukça da hep böyle olsun.

O kurt, o kadar çirkinliğiyle, o kadar bilgisizliğiyle, unutkanlığıyla, gene de şimdi Ken’an Yusuf’u oldu, oldukça da böyle olsun hep.

*           Ey Tebrizli Tanrı Şems’i, bizimle öylesine birleştin, öylesine bize karıştın ki Tebriz, Horasan oldu gitti, dilerim hep böyle olsun.

*           Şeytanım Müslüman oldu sırrı zuhur etti de nefsim rabbânî bir nefis oldu, İblis İslâma geldi, hep böyle olsun dilerim.

O ay doğdu da iki dünya da gül bahçesine döndü, bütün tenler can kesildi, dilerim hep böyle olsun.

Işığın rûha vurdu, onu yalımlattın, parlattın; can bâki kaldıkça hep böyle olsaydı bu. Parlaklığın yalım yalım yalımlandı; oldukça

Kahrı tamamıyla rahmet kesildi, zehri baştan başa şerbete döndü, bulutu şekerler yağdırmaya başladı, dilerim hep böyle olsun.

Şu öküz kurban oldu ya, artık ne köşke konduğundan dolayı yücelir, izzete sahip olur, ne boynuzum var diye utanır, yerinir; hep de böyle olsun dilerim.

*            Yeryüzü, gökyüzü haline geldi mi Senâî’nin dileği olmuştur; buydu, ona döndü, hep de böyle olsun.

Sus ki sarhoşum ben, birisi elimi bağladı benim; düşünce dağıldı gitti, dilerim hep de böyle olup gitsin.

XI

“Tercî-i Bend”

(s. 68) Ey ay yüzlü sevgili, ramazan ayı geldi. Sofranın üstünü ört, yücelikler yolunu aç.

A hercai herzevekil, geri dönmenin tam vakti; helva satana bak, niceye bir helva isteyip duracaksın?

Helvacıyı bir kerecik görmek bile seni öylesine tatlılaştırdı ki bal bile efendim der, sana toprak olayım, tapında yerlere döşeneyim.

Yemen, kusman yüzünden pilicin şu yumurtada kalakaldı; çık şu yumurtadan da kanatların bitsin, uçasın.

*            Mehterin dudakları, sevgilinin dudaklarının anışıyla kupkuru; bomboş karnıyla zurna gibi ne de hoş feryat ediyor.

İçinde bir şey bulunmasın, için bomboş olsun; dudaklarını neyin dudaklarına ver, bu daha hoş; ney gibi onun nefesiyle doldun mu artık şeker çiğne.

*              Neye üfürülen nefeste şekerler gizlidir; Meryem’e benzeyen ney, o nefesten tatlılara gebe kalmıştır.

Ekmek yemeye tövbe edersen ne ziyan edersin ki? Ekmeği artıp duran sofra nerde, cana canlar

katan sevgili nerde?

*               Tortudan arınayım, arılıktan da öteye geçeyim de Kafdağı’na çıkayım. Oruç Kafdağı’na çıkan serçe bile Zümrüdüanka kesilir cancağızım.

*           Orucun vereceği zayıflık, beti benzi sarartır, baş döndürür amma bu çeşit zayıflık, bu çeşit sararış yüzünden de insanlar yed-i beyzâyı elde ederler.

Su iyi aksın, ekinler yeşersin, göversin diye her yıl arkları taramazlar mı, çamurunu temizlemezler mi?

Sen de şu ekmeği ark temizleyenlere, ark açanlara ver de abıhayat elde et, bütün cüzlerin dirilsin.

A sözlerimi dinleyen, şu nefesi bir selin çağlayışı say; çağlıyor da canı denize çağırıyor.

Ey ay yüzlü dilber, senin vasfının ilk sözleri, başlığı bile tam yetmiş iki defter oldu da o hasetçi Zühre’nin elinde tam yetmiş iki tef ıslandı, ses vermez bir hale geldi.

Cehennemin kapısını kapadık, yâni yiyip içme tamahını yok ettik; sen de cennetin kapısını, yâni aydın gönlünü aç.

Eşeğe çok hizmet ettin, onun otunu, arpasını çok çektin, götürdün; İsa’ya da hizmette bulunmak, ona da yardım etmek gerek.

Eşek olmasaydık şu yeryüzü nerden yurdumuz, konağımız olurdu; İsa gibi bizi de gökyüzü çeker, gözlerine sürer, bağrına basardı.

Fakat o koltuğu kokmuş, bizi koltuğunun altına almış; artık bizim de o gönül gözü kör ahmağa kinlenmemiz gerek.

Sofrayla ekmeği görüp durdukça nerden canı göreceksin, nerden cihanı seyredeceksin? A benim canım, a benim cihanım, yürü de canı ara, cihanı ara.

Bütün bunlar geldi geçti canım efendim, sen muhtaçlara bir bak; karakış yüzünden gül gibi yaprağımız, çiçeğimiz kalmadı.

*             Bu harmana tokuz, şu buğdaya, arpaya doyduk artık; ey Ay, Başak ve Terazi burcu olmaksızın sen bir harman göster bize.

Çadır kuranlar gibi biz de bu gece nerkisle süsenin yanında çadır kurmak için göğün ipini tutmuşuz.

Ne vakte dek “nerde, nerde - kû, kû” deyip duracaksın, üveyik gibi yücelere bir yol ara; çünkü şu âlem her gümüş bedenli güzeli paralar, yok eder.

Her güzel sanki bir ay, bir yol üstünde durmuş, yol kesmede; her biri sanki padişahlar padişahı, her biri öbüründen güzel.

A benim canım, can ver, korkma, nekesliğe yapışma; fazla ışık yakıyorsun, elbette yağ gerek sana.

Padişahlığı, yücelikleri aramaya bak, öyle her şeye aldırış etmem ben de; bu huyu arslandan kap, erkeksin sen, kadın değilsin ya.

Kanlarla dolu yola ayak bas, yüzünü Mecnun’un yüzüne koy; savaş kılıcını çek, arslanın bile derisini yüz.

Ey dudu kuşunun huyuna husuna sahip çalgıcı, üçüncü tercîi söyle de derede su akar gibi rûh da akıp gitsin.

*

Ey ateş göğünden de bir hoşça, bir güzelce geçip yücelen İsa, gökten başını eğ de bizi yücelere çek.

Toprakla birdim; ayaklar altında ezilmedeydim; bana bir sıfat verdin de toprak, döşeme oldu bana.

Bu göz nura bakamazdı, fakat sen şu aşağılık âlemde ona öyle bir sürme çektin ki derya kesildi âdeta.

O sağrağın verdiği sarhoşluk olmadıkça gönül kendisinden habersizdir, arık bir haldedir. O kayser sürme çekmedikçe her göz kördür.

Arslanların ormanına git ki ceylan avlayasın; padişahın meclisine git de onun şarabından tat.

Her yanda bir sâkî, elinde arı duru şarap. Her tarafta bir çalgıcı, hepsinin de çene topağı tatlı mı tatlı, hepsi de ay gibi.

Sevgiliye, bayram mısın, düğün dernek misin, yarabbi, bu debdebeyi, bu güzelliği nerden verdin diye sorup durmadasın.

O arslan dünyanın altı bucağına nerden sığacak? O arslana lâyık pençe altı cihetten de dışarda.

*          Bu güzelliğe karşı güneş yanar yakılır, ay da kupkuru bir hale gelir, bu parlaklığı, bu yalımı, “Tanrı kendi nurundan onlara saçtı” sırrından bil.

O nur, öylesine bir nurdur ki can, zevkiyle ebedî olarak sarhoş olur. Öylesine bir nurdur ki güneş onun tozuna bile erişemez.

Şimdi batmış gitmişim, ırmağı nasıl anlatabilirim? Başım sudan dışardayken söylüyordum, dudaklarımdan sözler çıkmadaydı, güzel güzel bahsediyordum.

Sen de balık olmadıkça bu ırmak seni gark etmez; bu çayırlığa terütaze, yemyeşil gül fidanından başkası gelemez; başkasına yol yoktur.

O eşi, benzeri olmayan padişahlar padişahı, bunu öylesine anlattı ki nasıl arayabilirsin, nasıl söyleyebilirsin o anlatışı? Ne yazılır, ne resme sığar.

Sana konak olan gönül, iki dünyadan da geniştir, iki dünyadan da üstün; Leylâ da o gönül yüzünden mecnun olur, deli divane kesilir, Mecnun da.

*

Ey ay yüzlü dost, ey şekerler çiğneyen çalgıcı, sesin cana canlar katmada, ta sabaha dek durma, dinlenme.

Kârsın, tamamıyla kâr, tamamıyla fayda; herkesten üstün oldun, her an da böyleydin sen, sabaha dek durma, oturma.

Yüzlerce şehre, ey âşıklar, ey perişanlar, o uykuya dalmış sevgili uyandı diye haber gitmiş; sen de sabaha dek oturma, durma.

O fitne uyandı, öylesine fitne ki kınamaya kalkıştı mı dağı bile yarar, yaralar; uyuma, sabaha dek durma dinlenme.

Evde bu çeşit bir topluluk, toplulukta bu çeşit bir ışık... Senden umduklarım var, uyuma, sabaha dek dinlenme, durma.

Bey geldi, bey geldi, o aydın dolunay geldi, o şeker, o süt geldi, sabaha dek durma, uyuma.

Ey sesi, nağmesi güzel mi güzel, seher yelinden de hoş, seher yelinden de tatlı dilber, bizi sen baştan çıkarıyorsun, sabaha dek yatma, oturma, devam et çalgıya.

Meclis seninle kutlu, işret senin nefesinle, senin nağmenle diri; mum gibi her yanı aydınlatmadasın, sabaha dek durma, dinlenme.

Bu gök, yeryüzünün üstüne kurulmuş bir çadır; kim görmüştür böyle çadırı? Ey bu çadırın direği, sabaha dek ayak dire, yıkılma.

Bu toplum, seninle dopdolu, seninle şana şerefe ulaşmış, senin yüzünden altüst olmada; sabaha dek durma, dinlenme.

O kürek kayıkçının elindeymiş gibi boyuna hareket etmede, mamûr bir yere varıncaya dek bu böyle sürecek, sabaha kadar devam et.

Ey neye üfürülen güzel nefes, ne de şaşılacak derecede terütazesin; nasıl olur da herkese saygı göstermezsin? Sabaha dek durma, oturma.

Tef avuçla sıvazlanarak gerilir, sarhoşun nefesiyle değil; neye karşı onun sesi daima biraz hafiftir; sabaha dek çaladur.

Can gibi susmadayız amma can nasıl olur da uyur ey sevgili; sen dilimiz ol da sabaha dek durma, dinlenme, söyle, çal.

XII

Yalnız ağzımla değil, gül gibi bütün vücudumla gülüyorum, çünkü ben benden geçtim, dünya padişahıyla halvetteyim.

Ey bir meşale getirip de seher çağı gönlü alıp

götüren, canı da al, göğe ulaştır, gönlü yalnız bırakma.

Kızgınlığa, hasede düşüp de canı gönüle yabancı etme; onu burada bırakma, bunu yalnızca çağırma.

Padişahça bir haber gönder, hemencecik umumî bir davet yap; a padişahım, ne vakte dek bu seninle olacak da yapayalnız kalacak?

(s. 69) Dün gece yaptığın gibi bu gece de gelmezsen, bu gece de dudağını yumarsan canım efendim, yalnız feryat etmem, yüzlerce gürültüler koparırım, kargaşalıklar çıkarırım.

XIII

Allah için olsun sevgili, altın gibi sapsarı yüzüme bak; Allah için olsun, nereye gidersen bizi de beraber götür.

Gönlümüze geldin mi eteğini topla da elbisen ciğerimizin kanına bulanmasın sevgili.

körlüklerine rağmen, onların inadına bir doğ da ayın yüzüne bile bir kara buluttur çek.

Ey şeker dudaklı dost, anadan doğduğun günden itibaren şeker pazarına ne de kesat düştü, yazık.

Esenlik sana dedik, bu ses bütün dünyayı tuttu; gönül secdeye kapandı, can, beline gayret kemerini kuşandı sevgili.

Mum gibi her gece yanardım, seher çağı söndürülürdüm; fakat sevgili, bu gece geceyle gündüzü fark edemiyorum artık.

Ey Tebrizli Tanrı Şems’i, kanlar döken bir padişahlar padişahısın sen; hizmetine bel bağlayan, sana kul köle kesilen deniz bile, sevgili, senin tapında bir inciden ibaret ancak.

XIV

Ey gül bahçesi de, sarılı-kızıllı gül de yüzünden gülen sevgili, dilerim bizimle daima, daima böyle ol, sütle bal gibi kaynaşalım, bir ol bizimle.

Ey gökyüzü kendisine kul olan, lûtfuyla halkı dirilten dost; maşallah, ne de güzellik, alkış, ne de alım bu.

Güzellik denizin ansızın köpürür de dalgalanırsa aşağılık âlem incilerle dolar, yücelerse cennet kesilir.

Ne yana yüz tutarsan önünde güller biter, açılır; nereye gider gelirsen ayağına döşenen toprak altın kesilsin dilerim.

Kızar öfkelenir de sitemli sözler söyler, kötü lâflar edersen söyle, çekinme; senin cevrin, cefan, tamamıyla tatlıdır, tamamıyla tattır.

Gerçi gönlü taştır, fakat sen bir bak da gör, ne rengi var; meşale bile, kızıl gül bile görür de kendinden utanır.

Yarabbi, ona açık, uyanık bir gönül ver, uzun bir ömür ihsan et, yüzlerce yıl yaşasın, övünecek yücelikler ver, nazlar ver de biz de onunla övünelim.

Canın için, başın için bizi böyle bırakma ey sevgili; ey salınıp yürüyen selvi, o boyu bosu göster bize.

Şu toprak döşemeyi sevindir, aydınlat; şu gök kubbeye bir başka güneş göster.

Canları yol bilir, kılavuzluk eder bir hale getir, madenleri altınlarla doldur; bir deprem ver de denizi coştur, köpürt.

Güneş bile senin devletinin, ikbalinin gölgesine sığınır; evet devlet kuşunun gölgesine sığınmaktan başka bir yol mu vardır ki?

Canım efendim, kötü düşünceli öze, o kötü düşünce noksan olarak yeter; âciz, miskin sevda, sevdada âciz ve miskin olanındır.

Hem rahmet sahibi Tanrı’nın rahmetisin sen, hem melhemsin, hem derman, hekimcesine o safrayı bastıran ilacı sun bize.

Gül bahçesinin bülbülüsün, hayırlı kişilerin sâkîsisin; hem sırlara baş verirsin sen, hem başsızsın, ayaksızsın sen.

Yarabbi, neler var sende, lûtfunla bir baharsın sen, granit taşları, kayaları bile işe güce sokarsın sen.

Bir nurdur parlatırsın; bir fitnedir koparırsın, hem de öylesine bir fitne ki, öylesine bir kavga ki yüzlerce tufan bile onu yatıştıramaz.

XVI

Ey ay yüzlü, hoşlar geldin, safâlar getirdin, ey cana neşeler veren, neşelerle gel; sen zaten hep böyleydin, dilerim, sağ oldukça da hep böyle ol.

Ey her neşenin sûreti, cisme, şekle bürünmüş hali, sen, gönlümüzde bir anışsın, ey tüm aşkın sûreti, daima gönlümüzde ol.

Canım efendim, bizi artık bu çocukluktan kurtar; ihtiyaçtan, dadıya, tayaya hizmetten halâs et.

Biz gamlara düştük de eşe dosta sarıldık, ey tef, sen de candan, gönülden feryat et, ey ney, inle, feryada gel.

Ey gönül, sen güzelsin, o Husrev’in yüzünden büsbütün güzelleş; eğer tatlı bir Husrev’sen, Şirin’in Husrev’iysen aşka düş de Ferhad kesil.

XVII

Rezil rüsvay olmak istemiyorsan bir öğüt dinle benden: Ben afyon küpüyüm, sakın açma kapağımı.

İstersen beni ateşlere sal; ateş ne yapabilir bana? Ben gönülleri bile yüzlerce ateşe saldım, yaktım, yandırdım, oralarda bile yüzlerce kavga gürültü çıkardım.

Gökyüzü baştan başa baş olsa, toprak tamamıyla ayak kesilse, ne ona baş korum ben, ne buna ayak basarım.

Ey sahibimizin küpündeki arı duru şarabın sâkîsi, sun bir sağrak, şükretmek daha ziyade yaraşır bize.

Dünya ateşimizin ışığıyla aydınlandı; dolunay sâkî bize, Ülker de kadehimiz.

Aşk inancım, yalnızlık bağım bahçem. Yalım yalım yanan ateş kadeh arkadaşım, gül bahçesi de bizim zevk, neşe yerimiz.

Kimde aşk varsa bu meclis yeri yurdu onun; kimde akıl varsa kaçsın bizden, nerde o, nerdeyiz biz?

Kimin yurdu daraldıysa, ateş kimi susattıysa gelsin bize, ona öyle bir kaynak gösterelim, onu öylesine bir kaynağa götürelim ki ordan suya kanmış bir halde dönsün.

Gayb âlemini görecek gözü olmayan aşkla, şevkle bizim ulumuzun tapısına gelsin, ona hizmet etsin.

A zaman, gönlümün sahibi Tebrizli Tanrı Şems’i gibi bir insan gördü mü gözlerin?

Ne mutlu sana a doğru yolu bulan, çalışıp çabalama yüzünden eridin gitti; mânamızı anlamak için sûretten kaçındın, vazgeçtin.

Kimin derdi, gamı varsa perişan bir hale gelir, berbat olur gider; gelsin de efendimizin kahvesini içsin, sarhoş olsun, derdinden LU

kurtulsun.

XIX

Hocam, görmüyorsun bu kıyamet gününü sen; hocam görmüyorsun bu güzelim boyu bosu sen.

Evin duvarı da deli divane oldu, kapısı bacası da; ben de belli olsun, anlaşılsın diye duvarın üstüne çıktım işte.

Öylesine bir ay o ki devredip duruyor da gene gedilmiyor, incelmiyor; güzelliğinin güneşi karanlıkları yırtmış, gidermiş.

A eteği temiz, güzel hoca, deli sen misin, ben miyim; benimle çek bir kadeh de bırak şu kınamayı artık.

Senden önce nice çılgın, kerametler arar dururdu; fakat keramet arayan, sâkînin yüzünü gördü mü bütün kerametleri sattı, hepsini de

Sevgili, ne mutlu bize ki senin gamına düşmüşüz; hem aşkının mahremiyiz, hem senin mahremin.

Hem yüzüne dalmışız, seni seyretmedeyiz, hem senin testinden sarhoşuz, hem seni görüp neşelenmek için damına çıkmışız senin.

Sen Süleyman’ın canısın, canın dinlenip huzur bulduğu konak yerisin; ey sevgili, dev de senin yüzüğün için deli divane olmuştur, peri de.

Ey sevgili, canlar senin güzelim yüzüne dalmışlar da kendilerinden geçmişler; gönüller senin nefesinle, senin huzurunla aydınlanmışlar, parıl parıl parlamadalar.

Senin aşkınla sarhoşum, başımda senin verdiğin mahmurluk var, senin güzelliğin yüzünden şadım, neşeliyim sevgili.

*               Ey Tebrizli Tanrı Şems’i, sen âşıklar

Kâbe’sisin; ey dost, Zemzem bile senin zemzemin yüzünden şekerlerle karılmış, şekerleşmiştir.

    B —

Ey uyku, canın için olsun, bu gece zahmet verme bize; Allah aşkına bu gece geç git, uğrama buraya.

A uyku, nereye uçar, gidersen ordaki meclis harap olur gider; uçup gelme bu meclise bu gece.

Bu gece göz, sevgili, senin güzelliğinle beslenmede; uykusuzluktan gam yemeyesin diye bu gece onun güzelliğine dalmışsın ey göz.

*          “And olsun basınca geceye”; hâşâ, var git ey uyku, var git de bu gece uyanıkların gönüllerinden yüzlerce armağanlar elde et.

Halk uykuya daldıysa, herkes uyuduysa Tanrı’ya hamd olsun ey gönül, dün gece de uyumadın amma bu gece yok mu, bu gece; bu gece dün geceden de betersin, dün geceden de uykusuzsun sen.

Ayla aynı huydayım, sabaha kadar söz söylüyorum, ey iştiyak çekenlere munis dost, bu gece can gözün açık, gör beni, dinle beni.

Ay bana tanık, yıldızlar ordum benim; ey Ay, yıldız oklarına karşı bu gece sipersin bana.

XXII

Sevgili, uyuma bu gece, bizi sevgilisiz bırakma. Sakın bizimle yarışa girişip de içmeye kalkışma, aman sakın, uyuma bu gece.

Bu gece kendimizde değiliz, aşkla bambaşka bir hale düştük; bu kez bir bak da gör ne haldeyiz, bu kez uyuma bu gece.

Ey aşkının halkası her boyna geçen, her gece yalnız bırakma bizi, uyuma bu gece.

Gam oltasına avız; gamdan şaşırmışız, gamla sarhoş olmuşuz; bizi gamın eline verme, uyuma bu gece.

Ey gül bahçesinin selvisi, ey geceleri aydınlatan ay, bu aya tapanlara lûtfet de uyuma bu gece.

O şeker dudaklı, o çene topağı güzel sâkî yüzünden can da sarhoş oldu, beden de, ey dost, uyuma bu gece.

O bütün dünyanın nuru yüzünden, onun her nazından, her edasından, duysun da ahvalimi anlasın diye feryat edip duruyorum, ey dost, uyuma sen de bu gece.

(s. 70) Gâh perişanlıktan, gâh pişman oluş yüzünden şu zevkten, şu işretten mahrum olup durmadasın, ey dost, bu gece olsun mahrum kalma, uyuma bu gece.

Bir gün diken kesilir, hor, hakir olursan, bir gün de ölür, leş kesilirsin, bizden ne haberin var ey dost, uyuma bu gece.

Şu ikisinden de vazgeç a adam, vakit geçti, kalk, gül gülmeye koyuldu, ey dost, uyuma bu gece.

Ayrılığından çekinmedeyim, aşkınla davranıp kalkmadayım, ey benim Tebrizli Tanrı Şems’im,

ey dost, uyuma bu gece.

Ey can, konuğunum senin, sakın uyuma bu gece; a konuğun canı, gönlü, sakın uyuma bu gece.

Yüzün dolunay gibi doğdu; bu gece kadir gecesi oldu; ey bütün güzellerin padişahı, sakın uyuma bu gece.

Ey iki yüz gül bahçesinin selvisi, ey sarhoşların can rahatı, gönül huzuru, gönlü de aldın, götürdün, canı da; al, götür, sakın uyuma bu gece.

Ey güzel, ey güleç bahçe, sen olmayınca iki dünya da zindan, işte öylesine bir dilbersin, yüzlerce defa bundan da güzelsin, bundan da dilbersin sen, sakın uyuma bu gece.

— T —

Ey halden hale girmekten münezzeh olan, ey eşi, örneği olmaksızın yaratan. Ey insanı halden hale sokan, insana hayretler veren. Ey kimini Leylâ eden, kimini Mecnun kılan, ey âlete ihtiyacı olmayan sanatkâr.

Leylâ’ya, Mecnun’a yüzlerce çeşit haller veren, ey ihtiyacı olmayan verici diye tapısında onları feryat ettiren.

*                 İş başaran, ihtiyaçlar gideren yüzük, Süleyman’ın yüzüğüdür, o da sana rehin edilmiş; elindeki delili, hücceti elden çıkarma.

*            Tövbe ayı geçti, dünyaya öylesine bir Ay doğdu ki bir anda yüzlerce ahdi, tövbeyi bozdurur gider.

Ne sersemdir o baş ki onun yüzünden donup sersemleşmez; ne ahmaktır o gönül ki onun karşısında kurduğu şeyleri kaybetmez.

Biz burda topalladık, evin kapısını ört;

yayılanlar da bu tapıda topaldır, uçanlar da.

Ey aşk tüm bir varlıksın sen; hem taçsın, hem zincir; hem Peygamber’in davetisin, hem ümmetin inançtan inanca geçişi, halden hale girişi.

Bizi yokluktan, ciğeri yanmış, susamış bir halde sen var ettin de gözümüzü şu devlet çeşmesine diktin.

*                  Dikenim senin yüzünden gül kesildi, cüzlerim kül haline geldi; önümüz de rahmet bizim, sonumuz da rahmet.

Gülü dikende gör, dikensiz gülü herkes görür; tümü cüzde gör; ehliyet de budur zaten.

Şarabı korukta gör, varı yokta gör, ey Yusuf, padişahlar padişahlığını, saltanatı kuyuda seyret.

Gülü olmayan diken, yeşilliğin başköşesine kurulamaz; bir avuç toprak, canı olmadıkça başı, bıyığı nerden bulacak?

El çırp da bundan anla ki her sesin aslı sensin, her ses senden çıkıyor; çünkü ayrılık, yahut buluşma olmasa şu iki avcunu birbirine vuramazsın.

Sus artık, bahar geldi, gül geldi, diken geldi, gayb âleminden güzeller bizi davet için sıçrayıp geldiler.

XXVI

Ömür defterimizden bir yaprak kaldı ancak; can da o lûtfu gördü, kıskandı da daraldı, ıztırablara düştü.

O deftere şekerden daha tatlı, öylesine bir harf yazmış ki o harfi Ay bile okudu da utancından terlere battı.

Bahçedeki yapraklarda ebedî ömür parlamada; öyle bir ebedî ömür ki ne burçtan burca değişmeden korkusu var, ne gedilip eksilmeden.

Adı yaprak amma ebedî saltanat orda; bütün temiz erlerin sırları orda, gün battıktan sonraki kızıllık sanki.

Dürülüp bükülmüş bir yaprak; üstüne de gözü

aydın, görüşü kuvvetli Tebrizli Tanrı Şems’inden bir Tanrı nurudur vurmuş.

XXVII

O âlemin azametiyle bir hale dalmışım ki senin bu kibrin, bu ululanman bir yeldir bence; böyle bir devletle sarhoş olan neden ululanmasın, ne diye yüce görmesin kendisini?

Her an, her lâhza ayıklık kör olsun diye sağraksız, âletsiz yüzlerce kap şarap içmedeyim.

Havada uçan kuşları. Tanrı doğanlarını sanatsız, düzensiz, gayb âleminden ele geçirmedeyim.

Hattâ elimden şaşılacak kuşlar bitip uçmada; o halin sarhoşluğuyla şarap dudağımdan coşmada.

Onun başağından biten buğday tanesini, hani o Adem’in yediği buğday tanesini cennetle beraber satarım da o cenneti can gibi bağrıma basarım ben.

    D —

Balasagon’da ellerinde yay, iki Türk var diyorlar; o iki kişinin birisi kaybolup gitse bize ne ziyanı dokunur ki?

Ey olmayacak, abes gamlara düşen, şu olmuş, bu olmamış, bunun altınla dolu kesesi var, onun çanağı var, sofrası var diye dertlenip duran.

Akşamleyin bir bey, birisine bir eyer bağışlasa hasedinden burda canına hafakanlar düşüyor.

And olsun Allah’a ki canı olan her diri, padişahın bakışından başka bir şey düşünmez, padişahın gazabına uğramak gussasından başka bir gussaya düşmez.

Deli divane olayım da saçma sapan şeyler düşünmeyeyim bâri, ey apaçık gören, ey can gözü açık olan, zaten ben aslından da deli divaneyim.

Mademki aklım yok, gel bana, sensin benim aklım, senin gibi çobanı olana akıl olarak sen

yetersin.

İbadetim azsa ibadetim de sensin benim, hayrım da; seni ibadet edinen kişi korkudan kurtulur artık.

Ey sûret testileri yapan, bana testi satma; akar ırmağı olan testiyi ne yapsın?

Sen kendini birisine, amma bir ölüye vakfetmişsin; bense cana, cihana sahip olana vakfetmişim kendimi.

A dost, sen de gel, gel de bize dost ol, çünkü canında canımızın eseri var, nişanesi var.

Tebrizli Tanrı Şems’i, varlık göğünün bir güneşidir ki doğdu; ne göktür o gök ki orda dönüp durmada.

XXIX

Bugün yüzün bir başka yüz, bugün tatlı dudaklarında bir başka tat var.

Bugün güle benzeyen lâ’l dudakların bir başka daldan bitmiş; bugün selvi boyun bir başka türlü

Bugün aya benzeyen yüzün gökyüzüne sığmıyor; o gökyüzüne benzeyen göğsünde bir başka ferahlık, bir başka genişlik var.

*               Bugün fitne, yatağından hangi tarafından kalktı, bilmiyorum; şu kadar biliyorum ancak, onun yüzünden âlemde bir başka kavga var, bir başka gürültü var.

İki âlemden de dışarı, bir başka yazıda yayılan, arslanları bile avlayan, yere yıkan o ceylan, bugün gözlerinde göstermede kendini.

Şu sevdalara düşmüş gönül gitti, gönül de kayboldu, sevda da; çünkü onun bundan daha üstün bir sevdası var şimdi. Aşıkın ayağı olmazsa ezelî kanatla uçar; başı olmazsa başka başları vardır onun.

İki göz denizi boyuna onu arıyor, fakat bulamıyordu, bilmiyordu ki o incinin bir başka denizi var.

Aşkla iki dünyayı altüst ettim; burda ne diye arıyordum sanki? Bir başka yeri var onun.

Bugün gönlüm aşk, yarınsa maşûk; bugün gönlümün gönlünde bir başka yarın var.

*              Padişah Salâhaddin gizliyse şaşılmaz buna; Tanrı onu öylesine kıskanıyor ki her an bir başka lalası var onun.

XXX

Can paralanmaz, bölünmez; benden al somun parçasını, ekmek dilimini; aşkımıza düşüp âvâre olan, asla âvâre sayılmaz.

Birisinin hırkası ben oldum mu asla çıplak kalmaz o. Birisinin çaresi oldum mu çaresiz kalmaz o.

Birisine mevki ben olursam nerden azledilecek o? Mücevher kesilen taş, artık bir daha taş olmaz ki.

*             O iştiyak çekenlerin kıblesi asla yıkılmaz. O sükût edenlerin mushafı, otuz cüze bölünmez.

Şu gözlerim sâkîlik eder, yaşlar akıtır amma onun mahmur gözleri olmadıkça ne sarhoş olur, ne kimseye şarap sunar. Aşık hasta olur amma ölmez; ay gedilir, zayıflar amma yıldız olmaz.

Sus artık, bu kadar gam yeme; âşık olan nefis, artık kötülüğü buyuramaz, fenalığa meyledemez.

XXXI Aşık benim gibi olmalı, durmadan yanmalı yakılmalı, böyle olamazsa çocuk gibi aşık oynasın dursun.

Ey Ay bile kendisine kul köle kesilen dilber, Ay yüzlü senin gibi olmalı da bütün Ay yüzlülerden üstün, hepsinden güzel olmalı, hepsine de nazlanmalı. Aşık dediğin benim gibi gerek; öylesine sarhoş olmalı, öylesine kendinden geçmeli ki ne halkla uzlaşmalı, ne kendisine bir hayrı olmalı.

Ey benim tek binici padişahım, atlı senin gibi

olmalı da vehimden, şüpheden o yana at sürmeli, eşip uzaklaşmalı.

Aşk abıhayattır, seni ölümden kurtarır; kendisini aşka atana ne mutlu.

(s. 71) Bu can, yaş dala benzer, kendine çekedur; bil ki ne kadar çekilirse sana doğru o kadar eğilir.

Benim canım da, gönlüm de o madene dalmış, sarhoş olmuş gitmiştir; her gün aşka yeni tutulmuş gibi başka bir yol yordam kurmaya girişir.

Çeng gibi gamdan iki büklüm oldun mu o vakit seni tatlı tatlı bağrına basar, vasıtasız okşamaya, sevmeye koyulur.

O arslana meftun olan ceylanın kanı değişti, tazeleşti mi arslan onu sağ yanına alır da beraberce salına salına yürür gider.

Ey Tebrizli Tanrı Şems’i, olabilir ki senin yalımın, senin ışığın bir gün gökyüzündeki güneşe vurur da onu yepyeni bir tarzda bezer, güzelleştirir.

O zaman ne vakit gelecek ki seher çağında uyanıp kalkan dostlar, zerreler gibi bizi altüst olmuş, dağılmış gitmiş bir halde bulacaklar?

Kimindir o baht, o talih ki ırmağın yanına su içmeye gelir de ırmakta ayın aksini de bulur;

Kimdir o Yakub’a benzeyen er ki Yusuf’un gömleğinden oğlunun kokusunu ararken gözlerinin nurunu da bulur, gözleri de açılıverir;

Yahut çöl Arabı gibi kuyuya bir kovadır salıverir de çekince kovanın içinde şeker dengi gibi eşsiz bir güzel buluverir;

Yahut da ateş arayan Mûsa gibi bir ağaca yüz tutar da ateş almak isterken yüzlerce sabah bulur, yüzlerce seher elde eder;

İsa düşmandan kurtulmak için eve girer de ansızın evden gökyüzüne ağacak bir yol buluverir;

Yahut da Süleyman gibi balığın karnını yarar da o altın yüzüğü balığın karnında bulur gider;

Kimdir o er ki Ömer gibi, Tanrı elçisine kastetmek için elinde kılıç, çıkagelir de Tanrı tuzağına düşer, talihi yaver olur, bakış feyzine ulaşır;

*               Yahut Edhemoğlu gibi ceylana doğru at sürer, onu avlamak isterken kendi avlanır, bir başkasına av olur;

Yahut susuz sedef gibi ağzını açıp gelir de katreyi yutar, inciyi elde eder;

Yahut da ot taşıyan, saman toplayan kişi gibi yıkık yerden yıkık yere dönüp dolaşırken ansızın bir viranede define bulunduğunu haber alır?

*            Yola düş, yol al, efsaneyi bırak da, bildik de, yabancı da “Senin göğsünü açıp genişletmedik mi” nurundan, şerhe muhtaç olmadan bir kapı bulsun, o nura herkes kavuşsun.

XXXIII

Gene geldi o âvâre kul, gene geldi, mum gibi senin önünde yanıp yakılmaya, sızıp erimeye koyuldu.

Nerkis gibi, şeker gibi gül yüzüne canım benim, kapıyı örtme, çünkü niyaz etmeye geldi o a benim canım.

Çünkü kapıyı örtersen senin hükmüne baş kor; halbuki kula niyaz etmek düşer, padişaha naz etmek.

Her yanıp yakılan mum göze aydınlık verir. Kim yanarsa erirse o kişi sırra mahrem olur.

Eliyle sunulan zehri şaraptan ayırt edersem canım can yolunda geçici aşka düşmüş demektir, daha çok yol almam gerek.

Onun abıhayatını hayvan nerden içecek? Kapanmış göz nasıl olur da yüzünü görebilir?

Ben yolculuğu bıraktım, sevgiliyle oturdum, karar ettim; ölümden emin oldum, çünkü o uzun ömür geldi.

*            A gönül, bu ırmakta ne diye boyuna su arar durursun, ne vakte dek salâ deyip duracaksın, namaz vakti geldi çattı.

Kim Şemseddin’e doğru, doğru bir yürekle adım atarsa ayağı yürümekten kalsa bile aşktan iki kanat edinir, onlarla uçar.

XXXIV

Yücelerde şarap içip ayağını vurarak raksa giren her zerre, ezel güneşini görür, Tanrı aşkıyla oynar.

Güldürdüğünü kollarını, yenlerini sallatarak oynatır; korkuttuğunun ağzını da dualarla oynatır.

İki büklüm boyuyla şu yüce, şu güzelim gök bile o şarapta sarhoş olmuştur da salâ çanını çalıp durmadadır.

Bu aşk, sarhoş bir hale geldi de Elest bağına girdi; varlık üzümümü meşakkatlerle, eziyetlerle ayaklar altına aldı, ezip duruyor.

Aşk sarhoş değilse, yahut da şaraba tapmıyorsa ne diye bağa girer, ne diye üzüm ezer?

Sen de boyuna ayak vurup duruyorsun amma üzümü görmüyor musun; halbuki senin şu sûfîye benzeyen canın, ayakları altında boyuna üzüm eziyor.

O hemdem sanki bütün mihneti, bütün gamı, derdi bana veriyor; bağ senin olursa kimin üzümünü ezebilir ki?

*            Eyyub’la aynı hırkayı giyinmişsin de onun için ayağını vurup duruyorsun; “vur ayağını yere” sesini kim duyarsa vefa ayağını yere vurur, oyuna girer.

Yusuf’un zemzemesinden Yakub raksa girdi, o dudakları tatlı Yusuf da ayak vurup duruyor, ayak vurup oynuyor.

Ey canlar, mademki o sevgilinin huzurundasınız, ayak vurun, oynayın, olur da kutluluk ayağı, ayağınıza dokunur, seninle beraber oynamaya koyulur.

A canım, şu aşk, yapraklara, otlara, çayıra çimene yağan yağmurdur, olabilir ki bir an yağmur, çayıra çimene, yaprağa, ota vurur, yağar, onları yeşertir, geliştirir.

*            Tanrı Halil’i, Nemrud’un ateşi içinde oyuna girdi. Tanrı Zebîhi’nin boğazı da belâ kılıcına karşı oynadı.

Tanrı rûhu, bir su kuşu gibi denize ayak vurdu, oynadı, miraç eden kuşla havanın üstünde oyuna girdi.

Sus da dilsiz-dudaksız, bir güzelce ömrü uzun olsun de; bu ömrü uzun olasıcanın üstünde kötü gözün, kem nazarın oynamasından korkadur.

XXXV

Canım benim, ümitsizliğe düşme, bir ümittir belirdi; bütün canların ümidi gayb âleminden çıkageldi.

Gerçi Meryem elinden çıktı amma İsa’yı göğe çeken o nur geldi, erişti.

Ey can, ümitsizlenme; şu zindanın karanlığı içinden, Yusuf’u hapisten kurtaran padişah geldi.

Yakub, gizleniş perdesinden dışarı çıktı; Zelîhâ’nın perdesini yırtan Yusuf ulaştı.

Ey geceyi seher çağına dek yarabbi, yarabbi diye geçiren, senin o yarabbi, yarabbi demeni merhamet duydu da geldi çattı işte.

Ey eskimiş, müzminleşmiş dert, maşallah maşallah, şifa geldi; ey kilitlenmiş, kapanmış kapı, açıl, anahtar geldi.

Ey yücelerden gelen yemekle sahur yiyip oruç tutan, orucunu aç, bir güzelce iftar et, çünkü bayram hilâli göründü.

Sus, sus ki ol emrinin verdiği şaşkınlık sözden de üstün oldu şimdi.

XXXVI

Oruç ayı geçti, bayram geldi, bayram geldi. Ayrılık gecesi geçti, sevgili göründü, çıkageldi.

Sabah doğru dürüst belirdi de Azrâ’n Vâmık kesildi, sevdiğin âşık oldu sana, şeyhin mürit oldu, irâdesini verdi sana.

Savaş öldü, zafer geldi. Zehir yok oldu, şeker geldi. Taş ortadan kalktı, mücevher geldi. Kilit kalmadı, anahtar geldi.

Güneş temize de vurur, pise de; bu böyle amma gene de can şu pisliklere bulanmış tenden tertemiz bir halde temizlik, arılık âlemine gitti.

Gönül, kadehindeki lezzetle tuzağına tutuldu kaldı. Can da bunu anlayınca hemen koşup geldi.

Nice yerinde tövbe var ki senin taşına vuruldu da kırıldı gitti; nice zahit, nice ibadet eden kişi, hırkasını yırttı da geldi tapına.

Bağ bahçe, yabancı kışın yüzünden tam üç ay ağzını yumdu, bir şeycikler söylemedi de sonucu, sendeki bahar kokularının üstüne gayb âleminden bir esintidir geldi.

XXXVII

Ey kapkaranlık geceyi uykuyla geçiren, dua etme çağı geldi. Ey cefa etmeyi âdet edinmiş nefis, vefa etme zamanı geldi.

Pencereden bak, tövbe kapısını aç, evi düz, koş, hadi durma; bizim nöbetimiz geldi işte.

Suçtan, cefa etmeye düşmeden ne diye el yıkamazsın? Yüzüne bir su vur, namaz çağı geldi çattı.

Yüzünü kabre tuttun mu bu kıbleyi hatırlarsın amma namazın kazaya kaldı mı yanıp yakılmadan bir fayda geçmez eline.

Bu kıbleden bir ışık ara da mezara mum olsun, kabrini ışıtsın; o ışık, Tanrı nuru geldi mi kabir bir gül bahçesi kesilir gider.

XXXVIII

Gam evinde oturup kalmak, aşağılık bir himmete sahip olmaktandır. Aşağılık himmete sahip olan kişinin gönlünde, nasıl olur da senin sırların bulunur?

Neyin üstüne titriyorsan bil ki değerin odur ancak; işte bu yüzdendir ki âşıkın gönlü Arş’tan da üstündür.

Derdin ilaç olarak tanıdığın şeydendir, vefa dediğin şey düzendir, hiledir.

Aşkın geldiği yere can sığabilir mi hiç? Deliliğin hükmettiği yere her akıl nerden uçacak? Aşıkın Zümrüdüanka’ya benzeyen gönlü nerden tuzağa tutulacak? Böyle bir kuşun uçtuğu alan, varlık âleminden de dışarıdır.

Ateşlerle dopdolu gönül, aşağılık kişilerin çevresinde gök gibi dönüp duruyor; bu çeşit dönen bir göğün kararı mı olur?

*              Ey Tebrizli Tanrı Şems’i, Mûsa şarabından bir kadeh iç de kan kesilmiş olan her Nil sana arı duru su olsun.

XXXIX

(s. 72) Nasıl olacak da birisi seninle konuşmaya cüret edecek diye, can her an huzurunda eriyip gidiyor, gene bitip canlanıyor âdeta.

Nereye ayak basarsan, senden elini yıkayacak, senden vazgeçebilecek birisi var mı ki diye ordan bir baş beliriyor.

Senin kokundaki lezzetle uçmaya başladığı gün dosttan ne kokluyor, ne biçim bir koku alıyor, bunu ancak can bilir, can.

Başımdaki mahmurluğun bir an biraz eksilirse baş yüzlerce feryada koyulur, her bir kıl zârı zârı ağlamaya başlar.

Evi boşalttım, senin malını mülkünü düzüp koşuyorum, aşkın günden güne çoğaldıkça çoğalsın diye ben eriyip gitmedeyim.

Canım, Tebrizli Tanrı Şems’inin aşkıyla denizde giden gemi gibi ayaksız yol alıyor.

XL

Dostum, şeker mi iyidir, yoksa şeker yapan mı? Ay’ın güzelliği mi daha üstündür, yoksa Ay’ı yaratanın güzelliği mi?

Ey bağ, sen mi daha hoşsun, yoksa sendeki

gül bahçesi mi, gül mü; yahut da gül bitiren, yüzlerce nerkis meydana getiren mi?

Ey akıl, sen mi daha iyisin, bilgide, görüşte sen mi daha üstünsün, yoksa her an yüzlerce akıl, yüzlerce görüş belirten mi?

A aşk, gerçi dağınıksın, açılıp saçılmışsın, pek tezcanlısın, fakat bir şey var, birisi var ki aşka da ateşten bir kemerdir kuşatıyor.

Ben onun yüzünden kendimden geçmişim, onun yüzünden başım dönüyor, şaşırıp kalmışım; gâh kolumu kanadımı yakıp yandırıyor, gâh baş veriyor bana, kanat bağışlıyor.

Gönül denizi, onun lûtfuyla söz katrelerinden Husrev’e de, Şirin’e de yüz çeşit inciler düzüp sunmada.

Fakat bütün o incileri aşkla kırıp dökmede; o şaşılacak aşkta bir başka şey var.

Tebrizli Tanrı Şems’i, güneşe benzeyen gönlümüzü iş bakımından kılıç haline getirmede, öz bakımındansa kalkan etmede.

Ey can, bu gece de uyku bir yol bulur da gelirse şaşarım doğrusu. Senin gibi bir padişahı bulan göz nasıl olur da uyur.

Ey yolu yordamı hoş âşık, sakın uyuma bu gece, çünkü o bahaneler arayan sevgili bunu bir suç sayar.

Kuluyum kölesiyim o âşıkın ki er olsun, gerçek olsun da çevikliğinden, geceleri uyumazlığından Ay kendisine külâh kesilsin.

Padişahın hizmetinde bulunsun, geceleri Ay’a yoldaşlık, etsin de Ay gibi onun da yücelerde, meleklerden bir ordusu olsun.

O gazi, o padişahın saçlarına kova gibi iple oynamayı belletti, yâni Yusuf’a kuyu dibinde bir mevki, bir devlet bulunduğunu öğretti.

O çaresiz deve, artık sudan ümidini kesmiş de bir avuç saman bulayım diye harmanın çevresinde dönüp durmada.

Atlas gibi dümdüz, yumyumuşak yüzünü yastık edinemiyorsa bâri kadir gecesine benzeyen saçlarından bir siyah şal elde etse.

*               Her sevdaya tutulanın gönlünde sana bir meyil, bir istek olmasını istediler, bu sevdaya düştüler de senin niyetine ateşe nal kodular.

Güneşin ardına düş, ona kavuşurum diye ümitlenip yol al da sendeki yüce ay da Ay’a bir benzerlik elde etsin.

Bu gece kadir gecesi haline geldi, sus da hizmet et, böylece de Tanrı’ya mensup her gönül Tanrı’dan bir hayranlığa kavuşsun.

XLII

A canım, kadehimi kırdı benim, yanında, omzunda bir sakarlık var; amma ne çıkar bundan, bunca sarhoşun toplandığı bir yerde bir kadehin sözü mü olur?

Şu kadehimi kırsa da ben gam yemem; o sâkînin koltuğun altında bir başka kadeh var.

Topraktan yaratılmış beden bir kadehtir, cansa

arı duru şarap. Bana bir başka kadeh bağışlar, zaten bu kadeh kusurlu.

Öylesine vefalı bir sâkî ki sevgiden, acıyıştan bir külâh giymiş başına. Öylesine bir sâkî ki elbisesinde merhametten, yumuşaklıktan yama var.

Düşüncelere, gamlara dalmış gönüle neşe verir, ferahlık bağışlar; göz kapağında kıl bitenin gözüne iyi bir görüş verir.

Şu pencereye oturup da bu evi bekleyen, koruyan akıl, bilgisi varsa, buyruk tutuyorsa gider de onun kapısına döşenir, toprak kesilir.

Padişahın yüzünü gören, nasıl olur da yutulur, oyunu kaybeder? Bal denizi kesilen, nasıl olur da acılaşır?

Onun abıhayatından baş çeken kişi yaşayış kaynağında yüzlerce ölüm bulur, yüzlerce ecele çatar.

Güneş, her burçta kutludur, güzeldir amma debdebesi, saltanatı Hamel burcundadır.

Tanrı aşkının sûretinden başka ne gördüysem yarısı yalan geldi bana, yarısında da düzen var.

Fazla, eksik, bunca lâkabını söyledim amma o derece eşi, örneği yok ki yüzlerce örnek getiriliyor da gene anlatılamıyor.

XLIII

Bayram geldi, bayram geldi, o kutlu talih geldi; davulu al da çalmaya başla, çünkü o Ay yüz gösterdi.

A deli divane, bayram geldi, gökteki gürültüyü duy; o Sidre’de bulunan güvenilir kişi, yüce Arş’tan çıkageldi.

Yol araya araya, oynaya güle, gazel okuya okuya bayram geldi; o ay yüzlülerin kayseri, o sağlam yapılı köşkten çıktı da geldi bize.

Yüzlerce biliş, anlayış madeni deli divane kesildi, sevdalara düştü; çünkü o güzellik, o alım, eşsiz, örneksiz bir halde zuhur ediverdi.

O daimî kudret, eline taş bile alsa, demir bile

alsa yumuşatmak, muma döndürmek için Davud Peygamber’i bile sarhoş etti.

Bayram geldi, biz o olmadıkça kötü bir hale gelmiştik, gel de bayrama ulaşalım şimdi; çünkü o sofra, o tirit geldi.

Zehir onun yüzünden şekerleşir, bulut Ay haline gelir, nerde bir kurumuş, kadid olmuş varsa tazeleşir, güzelleşir.

Kalk da meydana çık, rintlerin halkasına gir, yürü, konuğu karşıla, çünkü uzak yoldan geldi.

Gamları baştan başa neşedir onun, bağı tamamıyla hürriyettir; ona bir tek tohum verdin de, bak, yüzlerce bağ verdi sana.

Ben o doğunun kuluyum, onun nimetine gark olmuşum; onun tertemiz nimetinden başka ne varsa kutsuzdur, pistir bence.

Dudağını yum da gonca gibi, süsen gibi sus; yürü var, söylemeye sabret, çünkü sabır kilittir âdeta, sabredecek zaman da geldi işte.

Gönlünde bir aşk olan, bir istek bulunan kişi gönül kapısına gider de gönül ona kapı açmazsa elbette bir sebebi vardır bunun.

Yürü git, gönül kapısında otur; çünkü o gizli dilber ya bir seher çağı görünür, yahut bir gece yarısı çıkagelir.

Her şeyden ayrılan, yalnız Tanrı’yı aramaya koyulan can, eşsiz bir candır, şaşılacak bir candır o.

Şu sayvandan başka bir sayvan gören göz görüş sahibidir, tatlı bir lâkabı vardır o gözün.

Böyle olan kişi rûha eş olur, can verme anında ayrı bir neşesi, bir zevki vardır onun.

Ayağına taş dokunsa avcuna inci düşer; canı dudağına gelse bir şeker dudaklının dudağını öper, emer.

Onun padişahlara lâyık tacı göze görünmezse de, o babasız, anasız varlığın yüce bir soyu sopu vardır.

Sus, her yerde sırları yayma, olabilir ki hafif rûhlu, ehliyetli kişilerin topluluğunda da Ebû Leheb bulunabilir.

XLV

*               Kimde benim ateşim varsa benden hırka giymiştir o, Huseyn gibi yaralıdır, Hasan gibi bir kadehi vardır onun.

Onun sevdiği ay şu kuyuya düştüyse gam yeme; ipe benzeyen saçlarını eline alır, ip gibi kullanır (elleriyle saçlarını açar, yüzünü gene gösterir).

Nefis zahit oldu amma gene de düzelmez; doğruluk, düzlük istiyorsan ancak o yeşillikteki selvide var.

Ay’a yüzlerce Ay katılsa güzel gözleri görmez bile; o Huten güzelinin daracık gözleriyle bir başka güzelliği vardır.

Gök nurluysa ey can, onun ışığının vuruşundandır bu nur. Bahçede gülen bir gül, terütaze bir yasemin varsa gene ondandır.

Mumu ağyarın leğeni altındaysa ne çıkar? Leğen altındaki mumun nuru gene tavana vurur.

Sen başkalarıyla eşsen, bize bakıp duruyorsan bil ki bizde bedenden başka tertemiz bir de rûh var.

Şu gönül pek sarhoş oldu, şu gönül elden çıktı. Küçüldü, inceldiyse bile o kıvrım kıvrım, büklüm büklüm saçlar yüzünden küçüldü, inceldi şu gönül.

Tebrizli Tanrı Şems’i, bütün arslanların padişahıdır; o arslan can ormanımızda konaklamıştır, orasını vatan edinmiştir.

XLVI

Selviden usûl, yüce boyunun kokusunu alıyorum; Ay’da yüzünün rengini görüyorum sanki.

Her şekerkamışı tapına geliyor da hizmet kemerini kuşanıyor; şeker de senin helvana kulluk etmeye geliyor.

Işıyan her ışık yüzünün nurundan doğuyor; şarap müjde vermede, yâni yarınki günün geliyor demede.

(s. 73) Gül süsene usta oldu, yeşilliği bezedi; çünkü ondan senin eşsiz, güzel gülüşün hatırlanmada.

Senden kaçtığım an, aşkına sataşırım da altı yönden de başıma sevdan dökülür, saçılır.

Şu aşağılık yeryüzünden yüceldi mi varlıktan soyunurum, fakat vardığım yokluk âleminde de kulağıma gene senin sesin, senin hey-heylerin gelir.

Her ses coşkunluklarla, fitnelerle dopdolu; öyle anlarım ki o feryat senin neyinden gelmede.

Gecem senin yüzünden gündüz. Dudağım senin yüzünden kupkuru; fakat gam yemem, çünkü ırmakların geliyor.

*                   Atlas göğünün altında aklı başında kimsecikler kalmadı; çünkü önden, arttan şarapların gelmede.

Senin cevrinden, cefandan ürkerim, korkarım; fakat cevrin, cefan geldi çattı mı görürüm ki o acı nesne de senin denizinden geliyor.

Ey Tebrizli Tanrı Şems’i, söz, düşünce, güzelim esintilerle esen rüzgâr gibi canı tazeliyor, çünkü senin ovandan esip gelmede.

XLVII

Geceleri aydınlatan ay, yüzünü örtebilir; tutalım örttü, gizlendi; fakat kokusunu nasıl gizleyebilecek?

Yüzünü gizlese bile, kokusunu duyurmasa bile gene rûhanî hareketlerle varlığına yüz çeşit tanık vardır onun.

O ay, kaçarcasına, hırsızlamaca evin ardına geldi amma deli gönül de yüz türlü dualar etmede.

Gam, gerçi düşmandır, fakat bana, onu düşünmedeyim, ona meylim var diyor; gönlüme de nerde diyor, ne yanda tuzak kurar o dilber?

XLVIII

Seni elde edenin neşesinde bir eksiklik olabilir mi hiç? Seni gören kişinin, a ay yüzlü dilber, gamı, kederi mi olur?

Cevrin, cefan, pek ayak direr, pek kuvvetlidir, tahammül edilmeyecek bir derecede ağırdır amma o da senin billur gibi rengine boyanmıştır, tatlı bir hale gelmiştir.

Hurilerin nazlanması da senin yüzündendir, nurun parıldayışı da senin yüzünden ey Ay gibi yüzlercesini kendisine şakird edinen, peşine takan güzel.

Önünde, ardında yürüyen adamları olmasa bile o yapayalnız bir güneş kesilir, güzelliği yeter ona, zaten de o güzelliğin yüzlerce davulu vardır, yüzlerce bayrağı.

O halkalarla, kıvrımlarla dopdolu saçların sayesinde nice dağınık âşık huzur içinde yatmış, rahatla uykuya dalmıştır.

Kırmazsam sedef içinde kalakalırsın, sedefin içinde de inci gizlidir.

A deli divane, sedefi kırmazsan o inci meydana çıkmaz; halbuki o inci benim taptığım puttur, yahut da putumun şekline bürünmüştür.

Tebrizli Tanrı Şems’inin adı kâğıtta belirdi mi and olsun Allah’a, kâğıda da nice lûtuflarda, nice ihsanlarda bulunur, kaleme de.

XLIX

Temizliği, letafeti yüzünden rûhlar bile kendisine kul köle kesilen o aşkı dinle, bak, neler söylüyor, seyret de gör, ne kutlu nefesi var.

Gizli yokluk bucağında yüzlerce ordusu vardır amma daracık bir bedene sığınmıştır, fakat gene de senin canını ferahlatır, seni her çeşit bağdan kurtarır.

Şu balçıkta kalakaldıysan ebedî saltanat bağışlayan, ezelî taca sahip olan bir gönül erine yüz tut.

A gönül, dünyayı gördün, bir hayli dönüp dolaştın, aşktan elinde ferman bulunan kimi gördün, onu söyle.

A kendi kendisini binek edinen, dünyanın çevresinde gezip duran, dön, gönlünde kerem bulunan bir güneşe gel.

O gönül, öylesine bir gönüldür ki aynayı bile cilâlar, öylesine bir gönüldür ki onda yüzlerce İrem bağı vardır.

Bu aşk, beni arayan gönlün, altın gibi her ocağa ayak basması gerek deyip duruyor.

Ben diyor, gümüş bedenli bir güzel isterim, benim gibi bir er isterim; altını, gümüşü olan çirkinden bezmişim ben.

Salâhaddin’in lâkapları kâğıtta belirdi mi insafa gelir de kâğıda da nice minnetler kor, lûtuflar eder, kaleme de.

L

O ay, o kadar meydanda, öylesine parlak ki

kimse bakamıyor ona, gözler göremiyor onu; can, aşkının tadıyla erkeği olmadığı halde doğurup duruyor.

Akıl, kokusundaki lezzete, yüzünün parıltısına dalar da şaşkınlıkla hem güler, hem elini ısırıp geveler.

Her sabah çağı onu seyreder de şaşırır kalırım; zaten can hayran olmadıkça o, yüzünü göstermez ki.

Her ne görürsen kendinden haberin yokken görürsün; and olsun Allah’a, kendinden haberin oldukça o, perdeyi açmaz bile.

Soluk, solukdaş olamaz ona, can mahrem kesilemez ona; düşünce bile bunu bilir amma gene de ona lâyık değildir.

Beden perde altında kalmıştır, cansa perdeyi yakıp yandırmış; bu iki zıt işe karşılık gönül şaşırıp kalmış, bir türlü ulaşamıyor, onunla bir türlü birleşemiyor.

Bu evde iki yabancı ordu bulundukça ikisi de savaşır, çabalar amma evin içinde dönüp dolaşmaktan başka bir şey yapamaz, ondan öteye gidemez.

Canını kurtarmak istiyorsan padişahın yanına kaç; zehrin bile panzehirin yanında zehirliği kalmaz.

Onun ağacının altında, onun kutluluğuyla nazlan, işvelen de zahmetlerle dopdolu bir hale gelen can mahşere dek huzura kavuşsun.

Padişah Salâhaddin’in yüzünden göz Tanrı’yı görür bir hale gelir, gönül düzgünlüğe yüz tutar, can meşale elde eder.

LI Aşık olmuşsun a gönül, kutlu olsun sevdan. Yerden duraktan kurtulmuşsun, kutlu olsun vardığın yer.

İki dünyadan da geç, yalnız kal, yalnız ye, iç de felek de yalnızlığın kutlu olsun desin, melek de.

Ey er kişi, erlikle öne düşmüşsün, bugün

muradına ermişsin. Ey yarını uman, yarını bekleyen zahit, senin de kutlu olsun yarının.

Küfrün baştan başa din kesildi, acın tamamıyla tatlılaştı; tümden helva oldun gitti, kutlu olsun helvan.

Gönül tekkesinde yok-yoksul kişilerin kavgaları var, gürültüleri var; ey kinsiz, garezsiz gönül, kutlu olsun kavgan gürültün.

Gönlü gören şu gözler öylesine yaş döktü ki iki deniz peydahlandı sanki; deniz bile şu gözlere, denizin kutlu olsun diyor.

A yapayalnız âşık, o sevgili, eşin dostun olsun; a yüceliği dileyen er, kutlu olsun yüceliğin.

A beğenilen can, a arayan, çalışıp çabalayan can, kanatların bitti, kanatlandın artık; kutlu olsun kanatların.

Sus, gizle, iyi bir alışverişte bulundun, bulunmaz bir kumaş ele geçirdin, kutlu olsun kumaşın.

LII

A gönül, derdine can ver, değmez mi yâni? Başsız kal, malsız mülksüz kal, değmez mi yâni?

Öyle bir çevgenin aşkıyla başın dönsün, bu meydanda top gibi yuvarlan dur, yâni değmez mi bu?

La’l dudaklarını gördün de bir öpücük çaldın, kalk artık lâ’lin, madenin başından, kâfi değil mi, yetmez mi yâni?

Başsız kaldı, ayaksız kaldı da bir Kalender oldu gitti, alkış, ne de ucuz elde etti, alkışa değmez mi yâni?

Yeniden bir ateştir tutuşturdun, aklımı rehin aldın, sana toprak kesildim, yerlere döşendim a padişahım, değmez mi yâni?

Aşka tutuldum, sana kul kurban oldum, o bayram değmez mi bu kurbana yâni?

Deliler gibi şu evi yıkayım gitsin; yâni o buluşma bu ayrılığa değmez mi ki?

Gönlümü aya verdim, onun dönüp dolaşmasından neşeliyim, ben de gökyüzü gibi

dönüp dolaşmaya koyuldum, değmez mi yâni?

LIII

Göz, görülmemiş, şaşılacak şeyleri görmek için lâzımdır; can, zevke, neşeye dalmak için gerekir.

Baş, bir güzele sarhoş olmaya yarar ancak; ayak, sevgilinin yolunda yorulmak için gerektir insana.

Aşk, göklere doğru uçmak için gerek; akıl, bilgi, edep bellemek için lâzım.

Sebeplerden dışarı ne sırlar var, ne şaşılacak şeyler; sebep âlemine takılıp kalan, ancak sebebi gören göz kapalıdır.

Yüzlerce töhmete uğrayıp bu yanda adı kötüye çıkan âşık, sevgiliyle buluşma çağı geldi mi yüzlerce ada sahip olur, yüzlerce lâkaba.

Kumlara batıp çöllere düşmek, arslanlara sataşmak, develere binip Arap’ın yağmasına uğramak, haccetmek için değer.

*             Hacı, bir sevgilinin lâ’l dudaklarından lezzet almak ümidiyle o Karataş’ı öper.

Dostum, söz parasına artık damga basmaya kalkışma; isteği olan, dileyen kişi, altın madenini görür, bulur elbet.

LIV

A çarşı taciri, Mısır’dan şeker geldi; o şeker gibi tatlı Yusuf, ansızın çıkageldi seferden.

Rûh geldi, şarap geldi, kurtuluş macunu geldi; bir başka şey istiyorsan o başka şey de geldi.

(s. 74) [1] Yakub meyvesi, Eyyub çeşmesi pencereden göründü; bakış çağı geldi işte.

Hızır, Tanrı keremiyle abıhayata kavuştu; işte bak, Zühre gazel okuya okuya Ay burcuna girdi.

Miraç eden padişah geldi; gece, ihtiyaçtan kurtuldu; gökyüzü ona saçmak için eteğini altınla doldurdu da geldi.

geldi, beden taş kesildi de geldi.

Bu işe iş katan, boyuna uğraşıp savaşan adamlar arasına katılıp şu kavgalarla gürültülerle dolu evde İsa helva yemez, burası eşeklerin ahırı çünkü.

O nefes, o feyz gizli de değildi, fakat gene de felek onu dünyanın altı cihetinde ararken çok altüst oldu, çok.

*              Çavuşkuşu gibi hiçbir an taçsız gezmeyen padişah, karınca gibi anasından, beline bir kemer kuşanıp doğdu.

Aşkta ergenlik çağına ulaştı, olgunlaştı da artık taca da aldırış etmez oldu, kemere de, çünkü ona Arş’tan, Kürsî’den zafer fermanı geldi.

Sözün ötesini padişahtan bekle, o cömert huylu padişahtan; haberleri haber madeni olana sor.

LV

Dostum, şeker mi daha hoştur, şeker yapan mı? Dostum, Ay mı daha güzeldir, Ay’ı yaratan mı?

Vazgeç şekerlerden, bırak ayları; onun bambaşka bir şeyi var, o bambaşka bir şey yapmada.

Denizde inciden başka ne şaşılacak şeyler var; fakat denizi yaratan, incileri düzüp koşan padişah, bambaşka bir padişah.

Bu sudan başka bir suyla dönen görülmemiş, şaşılacak bir dolabı durmadan, dinlenmeden çevirir durur da can gıdaları hazırlar.

*                 Hamama çizilen bir resim bile akılsız çizilemez; artık aklı, haberi yaratanın bilgisi nicedir, bir düşün.

Bilgin olmadıkça içyağından sızırılmış yağ çıkaramazsın; fakat bir de içyağından ibaret olan göze görüş kabiliyeti verene bak, onun bilgisini kıyasla.

Canlar, seher çağı kurulan o şaşılacak meclis için şaşırmışlar, yemeden içmeden kesilmişler.

Ne mutlu gecedir o gece ki o her ayın kendisine hasret çektiği sevgili, beni kucaklar, iki elini belime dolar da kemer gibi kuşatır beni.

Felek, kendisini iki üç eşek için eşek yapan maskaranın, aldanıp eşekleşen kişinin bıyığına güler durur.

Eşeğin arpaya sarıldığı gibi o eşek de kendisini altına atar da taşı mücevher haline getiren padişahtan haberi bile olmaz.

Sustum, sustum, sözü bıraktım artık; kulağa görüş kabiliyeti veren sevgili söylesin artık.

LVI

Güneşim, Ay’ım geldi. Kulağım, gözüm geldi. O gümüş bedenlim geldi, o altın madenim geldi.

Geldi başımın sarhoşluğu; geldi gözümün ışığı. Bir başka şey istiyorsan geldi o bir başka şeyim.

O yolumu vuran geldi, o tövbemi bozan geldi. O yasemin bedenli Yusuf, ansızın kucağıma geldi.

Ey eski dost, bugün dünden daha iyi, daha hoş. Dün onun yüzünden sarhoştum, bugünse haber aldım ondan.

Dün gece mumla aradığım dost, bugün bir gül demeti gibi yoluma çıkageldi.

İki elini kemer yaptı da beni kucakladı, bağrına bastı, o güzel yüzlülerin baş tacı olan güzelden görülmemiş, şaşılacak bir kemer elde ettim ben.

Şu bağına, baharına bak, şu şarabını, sarhoşluğunu seyret, şu yiyip sindirmeme dikkat et, gülbeşekerim geldi çünkü.

Ölümden niçin korkayım ki o abıhayat geldi, kınanmadan ne diye ürkeyim ki onun gibi bir kalkan elde ettim.

Bugün Süleyman’ım, çünkü yüzük verdin bana; o padişahlara lâyık taç geldi, kondu başıma.

Derdim haddi aştı da aşkla yollara düştüm. Yarabbi, bu seferden ne kutluluklar elde ettim, ne kutluluklar.

Şarap içmemin tam çağı, içeyim de aklım şimşekler çaksın. Uçmamın çağı geldi çattı, kolum kanadım geldi çünkü.

Sabah çağı gibi parlayıp şu âlemi aydınlatmamın tam zamanı; coşup kükrememin tam çağı; çünkü o erkek arslanım geldi benim.

Sevgili, birkaç beyit kaldı, fakat beni benden aldılar, bir yere götürdüler ki orda şu dünya gözüme pek küçük görünmede.

LVII

Beylik, azledilmenin acılığına değmez; insan bir gün gülerse yüz yıl titrer durur.

Eşeğe kulluk eder de sonucu bir eşek için ölür gider; solmuş bir gül için dikenle eş olur, dost olur.

O, seni güldürmedikçe sakın gülmeye kalkışma; çünkü bütün gülüşler bu gülüşten doğar, bu gülüşten meydana gelir.

A yüzünü ekşiten, sana dert verene bak,

yüzünü ekşitene yüz tut da o, sirkeye tatlı şekerler katsın, seni tatlılaştırsın.

A düşüp yerlere döşenen yorgun, seni düşürene bak; ona yüz tutarsan gene o kaldırır seni.

Çünkü onun mahallesinde yatıp uyuyan köpekten arslan bile çekinir, o köpeğin korkusundan erir de kaçıp gider.

LVIII

O kutluluklar sabahı, ışıyıp nurlar saçınca horoza benzeyen can feryat etmeye koyulur.

Güneş parıl parıl parlamaya başlar, nurlar saçar, beden de tozu toprağı yatıştırır da sevgili gelir, canı kucaklar.

Yoksul âvâre gönül, o tamamıyla kendini kaybetmiş zavallı, bu çareyi duyar da neşelenir, oynaya oynaya gelir.

Ezel âlemine gitmiş, yokluğa ulaşmış can da iki büklüm boyuyla o an ortaya çıkar.

Gebe Meryem kesilmiş gönül, öylesine bir naza kalkışır, bana öylesine işvelenir ki iki günlük İsa’ya benzeyen beden dile gelir, konuşmaya başlar.

Gönül cihanın nuru olur, can parıl parıl parlamaya başlar; bu oyuna koyulur, o el çırpadurur.

Tebrizli Tanrı Şems’i nereye ayak basarsa orası hemencecik değişir, mekân âleminden çıkar gider.

LIX

Uyku senin aklını senden almaya gelir; fakat deli nasıl olur da uyur, nerden geceyi bilir?

Delinin yolunda yordamında ne gündüz vardır, ne gece; nesi varsa ancak o bilir, o.

Bu âlemin gecesi, gündüzü, gökyüzünün dönmesinden meydana gelir; fakat o âlemin delisini gökyüzü döndüremez ki.

Baş gözü uyusa bile baştan ayağa dek gözdür

o; ezel levhini can gözüyle okur o.

Delilik istiyorsan kuşa dön, balık kesil; uykuya dalar da yol yitirirsen o nerden eline geçer?

Geceleri yol al, öyle bir sevgilinin aşkıyla ayyar ol, düş yola da o saçılıp dökülen kıvrım kıvrım saçlar yüzünden işin açılsın, düzene girsin.

Deli dediğin, bir başka çeşit adamdır, cana gebe kalmıştır o, gözünü dosta dikmiştir o; gebeliği de başkalarının gebeliğine benzemez onun.

Bunu bir iyice anlamak istiyorsan Tanrı Şems’ine sor; öyle bir padişahtır o ki bütün âlem Tebriz’ine yepyeni ışıklar saçıp durmadadır.

LX

Kimde benim ateşim varsa o, benden hırka giymiştir, Huseyn gibi yaralıdır o, Hasan gibi zehir kadehi vardır elinde.

Nefis zahit oldu amma gene de düzelmez, düzgün, usûl boy istiyorsan ancak yeşillikteki o selvi boyludan iste, ondadır usûl boy.

Senin sâf, tertemiz bir canın var, sûretin o candan doğmuştur. O tertemiz, o sûretten münezzeh cana bak, gör, ne biçim bir bedeni var onun.

*             Can aynasına bak da gör, hem sûretten münezzeh, hem sûrete bürünmüş; her an yeni bir put yapmada, sanki bir şaman.

Gâh gönlün yanına akmada, gâh balçık derdine düşmede; hırsından iki kan almış adama benziyor âdeta.

Candan agâh olmayan padişah şâd olur mu hiç? Kıldan bir kefene bürünmüş ölü kalkar da nazlanır mı?

O çeşit kişi deve gibi ağzını oynatır, bir şeyler geveler, çekinir durur, yâni ağzım dolu demek ister; fakat ağızda lokma olmadan tükürüğünü çiğnemek, beyhude yere çeneyi yorar ancak.

*           Er ol, mecnun ol, kanlarla dolu leğene dal; gâh erkek, gâh dişi olma; bu iş insan işi değil, çaylağın kârı.

*              Onun ürkmüş, yüzü sararmış Mûsa’sı gibi çekinip dileğinden geçme, derdine tövbe etmeye kalkışma. Sevgili, beni hiç mi hiç göremezsin der amma aldırış etme, evet, görürsün deyinceye dek dayan.

Nimetlere daldın da sarhoş oldun mu ne gamın kalır, ne tasan; sarhoş, şu gökyüzünün söz söylediğini nerden bilecek, nerden duyacak?

Kaynak güzel oldu, gönül çekti mi ağzın tatlılaşır; fakat bütün inciler Aden denizindedir, kaynakta değil.

LXI

A padişahım, senin küfrüne karşı iman dediğin de kim oluyor? Gökleri aşan Zümrüdüanka bile sana karşı bir sinektir ancak.

(s. 75) Abıhayata benzeyen iman da, kara toprağa benzeyen küfür de, her ikisi de senin ateşine karşı çerçöptür sanki.

İman canın bir sıfatıdır; bu can da soluk alıp vermekle candır; fakat gönül ummana gark oldu, soluk almanın yeri mi artık?

Gece küfürdür, imansa mum; fakat güneş doğdu mu iman küfre der ki, yeter artık, bizim işimiz kalmadı, geçtik gittik.

İman dinin atıdır, yüce nefsin bineğidir; fakat o yolu yordamı yepyeni padişahın ata ihtiyacı mı var?

İman sana, beri gel der, küfürse git diye emreder; fakat beden mumun can oldu mu ne beri kalır, ne öte, ne ön kalır, ne art.

Ey Tebrizli Tanrı Şems’i, yolunda ayağımı diremişim, dayanıp duruyorum; benden başkasının eli değmesin diye senin de kadrin o derece yücelmiş ki.

LXII

Bizim şarabımızı içenlere bizim sâkîmizin sâkîlik etmesi gerek; sâkîmiz o kadar tatlılığıyla tutar, yüzünü ekşitirse de yerindedir.

O ay yüzlü güzel o kadar güzelliğiyle arada sırada naza kalkışırsa and olsun Tanrı’ya, padişahın bile külâhını kapıp kaçar.

A beyim, dolu bir kadeh sun bana; ben bunak değilim ki şu felek ne doğuracak diye oturup bekleye bekleye öleyim.

Sâkîye, o içip kalanların, sızmayanların neşesine, zevkine emret de yel gibi esip gitmesin, şarap sunsun bize.

O sâkî, mahrem olandan da, mahrem olmayandan da bir anda yüzlerce fikri, yüzlerce endişeyi giderir; insan artık ne matemlere düşüp gam yer, ne bir şeye el sunar.

Saçlarını ardına atar da yüzünü bezerse yoksul pervaneyi mum gibi yakar, yandırır.

Pervanede can kalmadı mı emreder, o koca sağrakla o ateşe benzeyen candan bir ödünç can bağışlar ona.

Ebedî şaraptan sunulan bir sağrak şarap, arılığından, duruluğundan sana öyle bir hal verir ki düşüncende beliren her sûret, gönlünde yüz gösterir sana.

Ey Tanrı aşkı, ey Tebrizli Tanrı Şems’i, sen ne kadar fazla sunarsan bu şarap o kadar artar, fazlalaşır.

LXIII

Güneşinin parıltısıyla öylesine oynayayım, öylesine parıl parıl parlayayım ki zerre bile oynamaya başladı mı beni hatırlasın.

Yüzünün nuruyla her zerre gebe kaldı, o lezzetle her zerre, yüzlerce zerre doğurmada.

Beden havanındaki cana bak, öylesine bir sevdaya tutulmuş, öylesine tezcanlı ki durmadan, dinlenmeden kendisini bir zerre haline getirmek için dövüyor, eziyor.

İstersen inci ol, istersen mercan; burda kendini döv, ufala; çünkü bu tapıya zerreden başkası lâyık değil.

Ten sedefindeki can incisine bak da gör; ağırcanlılıktan bezmiş, usanmış da parmağını geveleyip duruyor.

Can uçup gitti mi bu hapse atılmış inci, zerre gibi aslına ulaşır, çağırsan bile artık sana gelmez.

Bu zindanda bağı ne kadar kuvvetli olursa o derece kanlara batar, yanar yakılır; bütün ömrü kanlar içinde geçer de gene kürkü bulaşmaz, pislenmez.

*             Babil kuyusuna varıncaya dek hiçbir yerde konaklamaz; can, büyücü olmadıkça hiçbir yerde dinlenip esenleşemez.

Ey Tebriz, Şemseddin senin burcundan doğarsa hem Ay gibi bulut altına girer, hem Ay’ın aydınlığına aydınlık katar.

LXIV

Nasılsın, nicesin, nelik-nitelik de kim oluyor ki senin kadrini bilsin, anlasın. Nelikten-nitelikten münezzeh olan padişahtan başka kim senin kadrini bilebilir?

A güzelim, âlem seninle aydınlanmıştır, senin ışığınla dolmuştur, fakat senin hakkını yeryüzü bilsin, yahut gökyüzü seni anlasın, bu pek uzak bir şey.

Şu mavi perdeyi oynatan bir yel var, fakat esip duran hava değil bu, bir yel ki onu ancak Tanrı bilir.

Bilir misin, kim diker gam hırkasıyla neşe hırkasını? Bu hırka, kendisini dikenden ne diye ayrı sanır kendini?

Aynanın gönlünde parlayan ne, bilir misin? O ne hayaldir, ancak gönlü tertemiz kişi bilir onu.

Bir bayrağa benzeyen şu âlem oynar durur; senin gözün ancak bayrağı görür, canın onu hava oynatıyor sanır.

Fakat havanın da ne çaresiz bir varlık olduğunu bilen, Tanrı’dan başka her şeyi yok bilir.

Ey Tebrizli Tanrı Şems’i, Tanrı’nın öylesine düzenleri var ki senin zarın olmadıkça canım nerden tutacak da bu düzenli tavla oyununa girişecek?

LXV

Aşık, âşıkın bulunduğu yana giderken zincirlerden boşanır. Deli, boyuna döner durur, tedbirleri yırtar, bozar. Aşıkın o pervasız, o hızlı yürüyüşüne kusur mu sığar? Aşkındaki ateş kusuru da yakar, yandırır, hatayı da.

O sebepsiz ateş, genci sardı mı ne hale gelir? Genç bir tarafta dursun, ihtiyarı bile yaksa ihtiyar takvâ hırkasını yırtar gider.

Bir gözde kat kat yüz perde olsa yaya benzeyen kaşları ok gibi o perdeleri deler geçer.

Her âşıkın gönül kuşu, yumurtasını kırıp dışarı çıktı mı acele ediş pençesiyle geri bırakışı yırtar gider.

Şu âlem katrana benzer, herkesin ayağı bu katrana saplanmış kalmıştır, fakat aşk ateşi geldi mi bu katranı eritiverir.

Tebrizli Tanrı Şems’i, hem padişahlar padişahıdır, hem bey; öylesine bir bey ki her sabırlının gömleğini çeker, yırtar o.

LXVI

Aslı kuzgun olan, doğan şekline bürünebilir mi? Sarmısak yiyenin ağzından soğan kokusu gelebilir mi?

Arslan, puştun, kahpenin saldırışından yerlere serilir mi? Eşeğin osuruğundan ezan sesi çıkar, duyulur mu?

A küçük, pabucunun darlığından ayağın da küçülmüş, çıkar pabuçlarını da bir ferahla, genişle.

Ümide kapıl da ebedîlik gözünü aç, aç da yüce Arş’tan güneşinin parıltısı vursun, her taraf ışıl ışıl ışısın, parıl parıl parlasın.

Ey çeng, düşünceyi at, halkaya gir, kendini daha da boş bir hale getir de nağmelerle dol, neşeler ver meclise.

LXVII

Bugün yüzünü görmek kutlu olsun göze. Yepyeni bir heves geldi, halkalandı başımıza; kutlu olsun.

Güller bellerini bağladılar da gül bahçesine geldiler mi bütün dünyaya gülmeye başlarlar; a güle de, gül gibi yüzlercesine de gülen, neşeler saçan dost, kutlu olsun neşen.

Güzeller yüzünü gördüler mi sürçtüler, düştüler, yerlere serildiler; gönül de bu evin kapısında sürçmüş, kutlu olsun sürçmesi.

Nev-rûza benzeyen yüzünü gördüm de yağmur gibi gözyaşları döktüm; nev-rûzda bu çeşit yağmur kutlu olsun dünyaya.

Dilin söylemeden, harfle bir şey konuşmadan özünden gelen kutlu olsun sesini kulağın duydu.

LXVIII

Devlerle periler, kılıçlarla kalkanlarla korusalar gene de Tanrı emri gelince bu tedbir altüst olur gider.

Her umduğunu elde edebilir misin? Eline geçen bâzı kere sopa olur, bâzı kere iki başlı yılan kesilir.

Dün bunun bir çaresini bulmaya çalışmadım diye dertlenir durursun amma çare sandığın da seni aldatır.

Tut ki o çareye başvurdun, ne hasıl oldu o sevdadan? Onun gibi yüzlercesinin peşinde yüz tane daha tuzak belirir.

O çareye sarıldım durdum da gene mat edemedim dersin; görüyorsun ya, o topal çarenin ne faydası oldu?

Kaybedişi gıda edin, ona yakut kesil de o ol, o ol; işte sığınak budur, kaçılacak yer burası.

— R —

LXIX

*             Peygamber’in sözünden doğru haberi duy; inanan hakkında demiştir ki: İnanan kişi, kopuza benzer.

O padişahlar padişahı geldi, ne de hoş, ne de güzel. Dünya misk kokusuyla, amber kokusuyla doldu.

Mademki inanan, feryat edip ağlamada kopuzdur; kopuz kendisine birisi mızrap vurmadıkça nerden feryat edecek?

Büyükler büyüğü ferah geldi çattı, ulular ulusu ferah geldi erişti, en devamlı kerem geldi, ayların ayı geldi.

Kopuz huy edinmiştir, mızrap yemedikçe duramaz, dayanamaz; çalgıcının ayaklarına yüz sürer, başvurur.

Devletimiz geçim devleti, kahvemiz Arş’tan gelmede, meclise badem helvası dökülüp saçılmış.

*               “Sana buğz eden yok mu, asıl odur nesli kesilen” âyetini okumadan önce işte sana hemencecik tam elli gazel, beşi de caba.

Rab sâkî, ikbal daimî onunla, okuyup üfüren, kutluluk; a korkan, çekinme, ürkme artık.

Rûh, büyük kâseyle içtiği kahvemizden esridi; dünya yemyeşil, kıpkızıl çiçeklerle bezendi.

Sus, mahrem ol da rabbânî mecliste her an boğazsız, dudaksız, sağraksız can şarabını içedur.

LXX

*             Türkistan’ın Yağma beyi, Zenciler diyarına ordu saldı, saldırdı; aklını başına devşir de hemencecik kendinden geçiş kalesine kaç.

(s. 76) Ne vakte dek Zenci gece, canımızı sıkacak, aklımızı dağıtacak? Padişahlar padişahı sabah, geldi de kafasına hançer sapladı onun.

*              Kara gece öküzünü, sehere kurban ettiler, müezzin onun için Allahu ekber demede.

Gökyüzü, leğenin altından öylesine bir mum çıkardı getirdi ki utancından gökte bir tek yıldız bile kalmadı.

Güneş önce hasta bir haldedir amma sonradan kendi kendine her an daha da hoş, daha da güzel bir hale gelir.

Ey dertlerle dolu göz, onun gölgesinde otur, fakat sakın bu halle onun yüzüne bakma.

Zerreleri bile oyuna sokan o aydın gönüllü vaiz, şu minberin üstünde nice nurlar saçar.

Alkış o nura; öylesine bir nurdur o ki her körün körlüğünün inadına baş çeker, görünür, yüzünü hiç örtmez o.

Ey Tebrizli Tanrı Şems’i, tertemiz aynanda Tanrı’dan başkasını görürsem kâfirden de beter olayım.

LXXI

Ey canıma eş dost olan, can dediğin elinde, avcunda; tez olsun bana. Ben de tezcanlı oldum, o ağır sağrağı daha da tez sun.

Kadehsiz şarapla her arık kişiyi semirten sâkî, ey dost, tez ellisin amma daha da tez ol.

Ey kadehindeki lezzet yüzünden canlar kapısına, damına, sabah şarabı içmeye üşüşen dost, ben hepsinden de daha erken, daha tez geldim.

İnsanı kusturmayan şarap, senin sevdanı getiriyor; sevdan gönülden göze, apaydın nurdan da tez geliyor.

LXXII

Ne zamana dek beni inkârınla yaralayacaksın? Nihayet sana, a eski, ölmüş, kokmuş adam demiyorum ki ben.

Bulut gibi hem kapkarasın, hem de yağmurun yok; karartma günümü a bulut, bir katrecik yağmur yağdır bâri.

*             Bütün şu buyruklar kader için gelmiştir; a gafil cebrî, sense sonucu, işin tadından, tuzundan gaflettesin.

Köre, şu ipliği iğneye geçir diyen olur mu? Ayağı bağlanmış kişiye hadi, ava çık diyen bulunur mu?

İki günlük çocuğa kim oturur da güzelden, şaraptan söz açar? Yahut hayvana mahmur gözlerden kim bahseder?

Mademki bir şeye gücün kuvvetin yetmiyor, git, karıların yanında otur, canıyla oynayanların halkasını bırak, bir kenara çekil bâri.

Her varın, her varlığın kendisine tapı kıldığı Tebrizli Tanrı Şems’inin kudretiyle denize dalar da dalgalar yutarsan Tanrı’yı apaçık, gözünle görürsün sonunda.

LXXIII

Ey beni kapıda görüp de başını içeriye çeken, sonra gene de gizlice o nerkis yüzünü gösteren dilber.

Bir an burdayım demek ister gibi kendini gösterirsin, bâzı bâzı da benim şaşkınlığıma şekerler gibi gülersin sen.

Dön, git diye yüzüme kapıyı örtersin, sonra da dama çıkar, bir başka şekilde ardımdan bakarsın.

Başını sallar, git, git, engel geldi demek istersin, bense secdeye kapanır, vazgeç şundan demek isterim.

Ben baştan başa göz kesilirim de sen bana hırsızlamaca bakarsın ancak; senin bu nazından, edandan yüzlerce fitneler, yüzlerce kargaşalıklar meydana gelir.

Sen, bütün bunlar senin elinden diye elini dişlersin; bense topraklara döşenip yerleri öpüyor, özürler diliyorum.

Ne vakit o zaman gelecek ki, yeri değil lâ’l dudaklarını öpeceğim; öpeceğim de sen safran gibi sararmış yanaklarımı tırmalayacaksın.

Ey kâfir saçları, Zenci kulların padişahı dilber; feryat, feryat; iman bile başının sevdasına düştü de kâfir kesildi.

Alnındaki saçları döktün mü misk ayaklarına kapanır. Kıvrım kıvrım saçlarını ardına attın mı yanaklarındaki ayva tüyleri, sarı amberler verir.

Maşallah, ne de güzel bir sûret ki aksırığından can canlanır, meydana gelir; a benim güzelim, huzurunda yüzlerce Mânî, yüzlerce Azer ölür, can verir.

Ansızın güzelliğinden bir şimşek çakmış da şu ev de mahvolmuş; dam da, kapı da yok olup gitmiş.

Yokluğun ta içinde, ey bütün padişahların padişahı dedim, bütün sûretler bu ateşle eridi gitti dedim.

Senin bana söz söyleyişin de bu şimşeğin bir eseri, şimşek ordayken kızıl gül görünmez dedi.

Ey Ay dedim, yüzünün parıltısına güneş bile aşağılık bir kulcağızm gibi secde eder;

*             Ne olur bana da bir bak. Korkmuyor musun dedi, korkmuyor musun yüzümün ateşinden; nihayet semender değilsin ya.

İki gözümü yumayım, gayret bulutlarıyla örtüneyim, şu miğferi giyeyim de ta diplere dalayım dedim.

Bu aşk dedi, sana, dayanışta öyle bir renk, öyle bir kudret verir ki hem bakmaya lâyık olursun, hem bakılmaya.

Bu vaadin delilini nasıl anlayayım, nasıl göreyim dedim; altına dönmüş, sızırılmış gönül ateşinden parlayan can parıltısına bak da anla;

Sonra da can ayarının alanına bir iyice bak, parıl parıl parlarken parıltısından nasibini al dedi.

Canımı görürken o inci benden gider, kaybederim onu diye korkuyorum, korkudan ölüyorum;

Ey yasemin bedenli güzel, senin hayalinin güzelliğinden meydana gelen o neliksiz- niteliksiz inciye gözlerimizde yer vermişim dedim.

Korkma dedi, sana, daima benim güzelliğimden nasibini de alırsın, cemalimin ışığını da görürsün deyip duran ben değil miyim?

O Tanrılık sûreti, Tebrizli Tanrı Şems’idir; âlem de onun yüzünden nurlarla dopdoludur, Tebriz de onun yüzünden apaydındır.

*            “Ol” emrinin hulâsası odur, sen ona secde et de kendinden, kendi özünden, Tanrı uludur sözünü duy.

LXXIV

A benim canım, sen balsın ya, sözlerin de bir başka çeşit bal. Ey aşk, her an canda, gönülde bir başka işin gücün var senin.

Her canda, yüzünden bir bağ bahçe düzülüp koşulmuş, bir yeşillik gülümsemede. Kıvırcık saçlarından her gönülde bir başka misk yığını var.

Ay senin derdinden gâh zayıflar, incelir, gâh şişer, dolunay olur; bu dert Ay’a daha yüzlerce bambaşka dertler, illetler verir.

Baharın lûtuflar etmededir, keremler buyurmadadır amma gönül gene de çayırlıktaki yaprak gibi titrer durur, güz mevsimi gelir de bir başka düzen kurar diye korkar.

Kapının toprağından olmayan her sürme, her ilaç, gönül gözüne bir başka hastalık verir, gönül gözünde bir başka kıl bitirir.

İblis bile senin lûtfundan ümidini kesmez, her an onda bile senden bir başka ümit parlamadadır. Bir başka dilek belirmededir.

*             Firavun bile Firavunluktan çıkmış, canla gönülle “inandım” demiş de can hırkasında o iman yüzünden bambaşka bir yama görmüş.

Vuslat güneşin bir gün Hamel burcuna gelirse gönül göğümde bir başka Hamel burcu bulur.

Yeryüzünün cüzlerine bak, yeryüzünde nasıl oynuyorlar. Bu bölük oynamayı bıraktı da oturdu mu yerine bir başka bölük gelir.

Yeryüzünde cana yücelik de ondan, ışık da; yeraltında bedene, tohum gibi, bir bitme, bir baş verip yücelme müddeti de gene ondan.

Niceye bir sûrete, harfe bürünmüş gazeller söyleyip duracaksın? Candan sûretsiz, harfsiz bir başka gazel duy.

LXXV

Deniz değiliz amma nihayet inci tanesiyiz biz; meydanda değiliz amma sonucu, şerefimiz var, debdebemiz var.

Şarap sunarsan ne hoş; fakat sunmazsan da, zaten dün sunduğu şarap bizi o hale getirmiş ki sunduğundan da haberimiz yok, sunmadığından da.

Ey aşk, ne güzelsin, ne arı durusun, ne yücesin, hoşsun; altın gittiyse, kese elden çıktıysa ne olur ki? Nihayet altın madenindeyiz biz.

A bizi kınayanlar, a bize dil uzatanlar, siz hamsanız bâri bize dokunmayın, olasıya sarhoşuz nihayet.

Parası pulu olmayan, babasından miras yemeyen harami, hırsızlık etmese bile pekâlâ der, iyi amma ne yiyip içeceğiz biz?

Ârımız, hayâmız pek yok, şuhuz, şeniz, bir kazanca, bir işe de sahip değiliz; peki, Müslümanların mallarından başka neyi çalıp çırpalım öyleyse?

Zembili alıp götürdüysek içine hurma doldurduk; Nil’den su içtiysek ne var, sonucu şekerkamışıyız biz.

Şahne bizi yakalar, kuyuya, zindana götürürse biz de çene topağı kuyusundan su içeriz gider.

Kuyusu da hoş, zindanı da, sâkîsi de güzel, hattâ sarhoşları da, parasız pulsuz kişilerin, gümüş gibi bedenimiz var demeleri de.

Can bedene, ey beden diyor, sus, yum ağzını, dudaklarını kapa da gözlerini aç, sonucu görüş sahibiyiz biz.

LXXVI

Yarın zehir gibi, yarınsa şeker mi şeker. Allah için olsun böyle bakma bize, Allah için olsun,

Amma gene de elinle sunduğun zehir, bizce şekerlere bile maden kesilmiş; çünkü öylesine bir nursun ki, öylesine aydınsın ki.

(s. 77) Bir nur ki anlatamam onu, o bile ayaklarına düşer, ayaklarına kapanır da a yoksul, gel de daha hoş bak bize demek ister.

Ben şenim, bana bak, böyle ol ey baştan ayağa kadar tamamıyla nurdan ibaret güzel, artık ayaktan bahsetme, baştan söz açma.

Halkın gözüne göründükçe âdeta gösterişlerle dopdolusun sen; halbuki sen, benden ziyade benim gönül kanıma batmış, gark olmuş gitmişsin.

İncilerin varsa bir de gel, benim iki gözümün denizine bak; mehenk taşın varsa altına dönmüş yüzümü seyret.

O Tebrizli Tanrı Şems’ine karşı tilkileşmeyen, küçülüp büzülmeyen avı köpek bile sayma.

LXXVII

Canınla canım birbirine öylesine bağlanmıştır ki ister hayır olsun, ister şer, aynı renge boyanalım, aynı olalım biz; bu emeldeyim.

Ey şuh dilberim, ey rengimin, halimin aslı, mayası, ey yükümdeki şeker, a benim şeker yükünden de güzel dostum.

Ey vuruşu sağlam, yerinde, ey esprileri yarama melhem sevgili, ben tamamıyla yok olmuşum, geçmişim kendimden de baştan başa sen kesilmişim.

Yüzünü gösterdikçe komşumuzdun bizim, derken evi birleştirdin ey apaydın güzel Ay.

Padişahça bir saldırışta bulun, bir daha hücum et bu eve de senden başka ne varsa yok olsun, Tanrı uludur sırrı tamamıyla zuhur etsin.

Yolumu yok ederse ne arayayım, neyi isteyeyim; herkes de bilir ki altın, altın olmak için iksir istemez.

O ocağın ıssısmdan, o ocağın parıltısından bakır bile altın oldum der; çünkü o ışığı kutlu ateşle gönlü parıl parıl parlamaya başlar.

Derken bakır gene kendisine gelirse zevki dert olur, neşesi elem kesilir de tekrar o şöhretlilerin en şöhretlisi iksirin tapısına gelir.

— ş —

LXXVIII

Hoş bir demdesin, hoş bir anda, tatlı mısın tatlı; şeker misin şeker. Cemşîd kulundur senin, güneş basacağın yerlere serilmiş.

Şu anda salma salma gel, and olsun Allah’a ki senden başka şu alana ne bir naz, eda sığar, ne bir meyve, ne göğün yeridir, ne Ay’ın, ne Ay’a benzer bir güzelin.

Bizden, senden, deniz gibi cömert elli, adı sanı güzel sâkîden başkasına yer yok, tencere gibi gamla kaynayıp coşma, gel de kum gibi içtikçe iç, kanma.

O yandan geçtim de altı yöne de boş verdim, beş duyguya da; hepsini de kırdım geçirdim. Yarabbi, kim savaşabilir o altıyla, o beşle?

Ey zamanı hoş, nefesi kutlu güzel, hiç de hazırlanmamışken, hiç de ummazken tuzağına tutuluverdim, düştüm sana ey şarap mı şarap, ateş mi ateş güzel.

*            Yok, yok, sus artık, sus, dilsiz ol; çünkü bu, o çeşit okuyuş değil ki Ahfeş anlasın bunu.

LXXIX

O yüzünü asmış, ekşitmiş sevgiliyi bu yana çekin, bu yana getirin; şu güler yüzlü şaraptan ona bir kadehçik tattırın.

O bu şaraptan içmemiştir; onun için böyle soğuk durmada; öyle olmakla beraber gene de bir kadehçik sunun da pişirin, olgunlaştırın onu.

O neden sirke getirmede, ne diye koruk sıkmada biliyor musunuz? Hepiniz de onu bilesiniz diye o zehirleri yağdırıyor o.

O üzüm şarabı, körlükten başka bir şeyi arttırmaz, Allah için olsun, bu çeşit şarabın yanma varmayın, bu çeşit şarabı ortaya koymayın.

Olabilir ki kör, kendisinden geçmiştir de ona tesir etmez; o vakit Hızır’ın suyundan boğazına bir avuç su döküverin.

LXXX

A bülbül, a seher kuşu, sabah şarabını içme çağı geldi; Zühre’yle beraber nağmeler şakıya şakıya gir sarhoşlarının halkasına.

Nerde bir mahrem varsa hemen onu uyandır, mahrem olmayanıysa bırak, mahşere kadar uyusun kalsın.

Gönül kulağına ona dair remizli sözleri yavaş yavaş söyle de küfür bile imana gelsin, yüzlerce inanç incisini ortaya döksün.

Padişahın aşkından ansızın gökyüzüne bir şimşek çakar da Ay bile ateşlere yanar, onun bile temellerini birbirine vurur.

İnayetlerin insana vilâyetler, kerametler bağışladığı bir yerde çalışıp çabalama ne yapabilir, bilgi, anlayış neden bahsedebilir?

Görüşün, görüş feyzinin hükmettiği yerde her iş düzene girer, altına döner; ordaki meydanda yuvarlanan topu çevgen, elsiz, kolsuz çeler.

Tebrizli Tanrı Şems’i her âşıkm gönlünü çeke

çeke ta o padişahın tapısına kadar götürür.

LXXXI

Can değerine sahip olan, canlar bağışlanan o saçları dağıtın, çok miskler gizli o saçlarda, amanın, dağıtın o saçları.

Onun ikiye ayrılmış saçlarının gecesinde yüzlerce sabah vardır; her lâhza, her an yüz kere dağıtın o saçları.

Dağıtın o dünya devletini, o kutlu cenneti; onun yüzünden can âleminde gül bahçeleri biter, açılır.

O şarap kaynar, coşar durur da o, halktan gizler onu; dağıtın, dağıtın o saçları da yüzümüz sarhoşça neşelensin, parlasın.

Meryem’in gönlü de o hurma yüzünden aydınlandı, gözü de; o hurmanın bir fidanıdır o, dağıtın saçlarını.

Yok-yoksul gönül, saçlarının kıvrımları arasında kayboldu gitti, belki meydana çıkar, olur ya; dağıtın, adamakıllı perişan edin o saçları.

Tebrizli Tanrı Şems’i, aşk âleminde bir Mesih’tir, kim ondan zünnâr kuşandıysa perişan edin onu.

LXXXII

Ey ay yüzlülerin Yusuf’u, ey şerefi, ey güzelliği hoş dilber; ey Husrev, ey Şirin, ey yüzü gözü, ey hayali güzel sevgili.

Ey yüzü Ay’a benzer dost, sanki bir sudur yüzün, fakat o suda ateş var; hem ateşin görülmemiş bir ateş, hem arı duru suyun hoş.

Ey Tanrı lûtfunun şekle, sûre te bürünmüş hali, gerçekten de şeklin, sûretin hoş. Ey şekli, sûreti rûhanî güzel, pek hoş senin ululuk nurun.

Ey başların sarhoşluğu, sevgiyle bir coş artık, ey vuslatının sabahı pek hoş sevgili, bizi vuslatına kavuşturmaya çalış artık.

saçlarının gölgesidir; ey falı, talihi güzel, Ay gibi doğ bu gece.

Lütfeder, vuslatına erdirirsen de canla karılmışsın, birleşmişsin, cevreder, olmayacak eziyetlere kalkışırsan da ey çevri de hoş, eziyetleri de hoş dilber.

Gönül bir gün bana dedi ki: Ay, elbette bir yıl olur döner gelir. Can, gönlün kulağına, a gönül dedi, ayın da güzel, yılın da.

*            Ey Tebriz, artık Şemseddin’in bakışma de ki: Ey büyücülere de fitne olan, ey onları da sınayan, ey helâl büyüsü hoş güzel.

LXXXIII

Canım neyle dincelir, esenleşir ey sevgili; sana kavuşmakla, sana ulaşmakla. Hasta, neyle iyileşir, mizacının düzelmesiyle.

Kucaklar, bağrına basarsın amma duymaz, kanmaz ki; bilir misin bu dost neyle kanar: Sana kavuşmakla, sana ulaşmakla.

O on günlük susuz, bir testi suyla kanar mı hiç, meğerki suyuna dalsın, kavuşsun da kana kana içsin.

Seninle buluşmaya çalışıyor, fakat utancından, sana ulaşmakla, sana kavuşmakla geçen yıldaki gibi bu yıl da neşelenmek, zevke ermek istiyorum diyemiyor.

Kul bir işe, bir tedbire girişir amma takdir güler de a gaflet uykusuna dalmış adam der, bu işi ona ulaşmakla, ona kavuşmakla başarmaya çalış.

Çünkü kavuşup buluşmakla bir kerpiç, bakarsın bir köşk olur, kumaş parçaları birbirine eklenip birleşmekle elbise kesilir.

Tebrizli Tanrı Şems’inin aşk çimenliğinde bir diken bile buluşup birleşmekle yüz gül bahçesi kesilir, yüzlerce gül açar.

LXXXIV

Yüzü de güzel, saçı da güzel, alnına dökülen o kıvrım kıvrım, büklüm büklüm saçları da güzel. Her an canına da yüzlerce rahmet, dinine de.

Her lâhza, her an bir önceki nazından, edasından daha tatlı, daha bulunmaz bir eda izhar eder, öylesine işvelenir ki.

O kıvrımlarla, büklümlerle dolu saçlarını rüzgâr karıştırdı mı onların dalgaları arasında yüzlerce Çin, yüzlerce Maçin ülkesi kaybolur gider.

Güzelliği, Ay’ın yüzüne, kafasına silleler vurmuştur; yok-yoksul kulu, Karun’un debdebesiyle alaya girişmiştir.

A gözüm, a benim ışığım; gülüp duran, anlatılmasına imkân bulunmayan o Ay’a dal, nefesini tut, sus da boyuna onu seyret.

Onun abıhayatı, yüzlerce gökyüzünü dolap gibi çevirir. Onun ağırbaşlılığı karşısında yüzlerce dağ, beline hizmet kemerini kuşanır, huzurunda dîvân durur.

Ahmak mısın a ay yar, burda ne diye kalakalmışsın? Yürü, ava çık da şahinin nasıl padişahlık ettiğini bir seyret.

topallaya gider de o atlı, canı eyerinin terkisine bindirir.

Ayağı da yoksa başını bağlar, döşeğe yatar, yastığa baş kor da o padişah, doktor gibi kalkar, yatağının başucuna gelir.

Aşk, bir tek candır amma yüzlerce şekle girmiştir; onun bu yoluna yordamına, bu düzenine, hilesine deli divane oldum.

Görülmemiş güzellik, bulunmaz alım, aşk şekline girmiş de can onun huzuruyla huzur bulsun, güzelleşsin de bir karara erişsin diye çıkagelmiştir.

*              Ayının, yılının talihine, görülmemiş bir takvim düzdü; o takvimi var da “Vettîn” sûresinde ara, o sûreden iste.

*         A canım benim, güneş birisini kendi kılıcıyla öldürürse onun kefenini, çeyizini de kendi ışığından düzer, koşar.

(s. 78) Onun havasına kapılan Ferhad, külüngünün vuruşundan mermer bile lâ’l haline gelsin diye kalkmış, dağ delmeye gitmiştir.

Ben susayım artık da ey çalgıcı, bunu perdeye vur, sen söyle; perdeden çıkan nağmelerden onun debdebesini duy, güzelliğini işit.

Sus ki önümüze, ceviz helvasıyla badem helvası geldi; badem helvası dua edecek artık, öbür helva da âmin diyecek o duaya.

— K —

LXXXV

Git, git ki âşık değilsin a saçcağız, a benceğiz, a nazlanan, kızan; kişiceğiz, a ayakları halhallerle bezenmiş adamcağız.

Sen bu haldeyken o saçcağızlarm, o kıvrım kıvrım kâkülcüklerin nerden ölüm korkusuyla kıvranacak; o kolcağızm, kanatcağızm nerden göğe uçup havalanacak?

A nazik gönüllü nazenin dilber, gönül yapmaya, gönül almaya bak, çünkü altmcağızlarmdan, malcağızmdan ayrıldın mı ancak gönül kalacak sana.

*          Ne diye kırık dökük bir hale gelirsin, ne diye gönlünü daraltırsın a gönlü mimceğizin gözü gibi daralmış, a boyu dalcağızm boyu gibi bükülmüş kişi?

*             Sen Rüstem-i Destan’sm, Zâl’den ne diye korkarsın? Yarabbi, bu çeşit Zâl’ceğizin korkusundan sen kurtar onu.

Dün gece seni rüyamda gördüm, bir sarhoşcağız olmuşsun, bir hoş halceğize erişmişsin de gökyüzünde gezip duruyorsun; hem de öyle olacak, doğru çıkacak bu rüya;

Hem geziyorsun gökte, hem de ey Zühre diyorsun, bana bak, beni seyret; sarhoşum, senin yomsuzluğundan da kurtuldum, yomluluğundan da.

Yoksulluk, aynı zamanda dert, elem; sarhoşa sunulacak şarap da az mı az; yürü, git, ercesine o ay yüzlüye bir yılcağız hizmet et de kurtul şu dertlerden.

*            Yedi göğü aş, Zühal’in afsununu dinleme, yıldızına, falcağızma dair müneccimin lâflarına kulak asma.

Güneş ışığından bir hırkam var, lâ’l gibi incilerim var, sofcağızdan, şalcağızdan hırkaya ne ihtiyacım var benim; hiç öyle bir hırkaya bürünür müyüm ben?

Bir Arap dosta, ıslak gözlerime bak dedim; dudak altından, vay sana, aldatma beni demeye başladı.

Hem söylüyordum, hem de gönlümde yüzlerce düzen kuruyordum. O da bana, gülerek, ne vakte dek ahvalini gizleyeceksin diyordu.

Sus da padişaha bak, çünkü sen bir akdoğansın, şu sözceğizle eğlenip kalakalan bülbül değilsin sen.

LXXXVI

Şu yalancı, şu düzme beye bak hele; eyerceğizini vurmuş, atcağızma kurulmuş, kurumcuklar satmada, övünmeciklere kalkışmada, başına da altmcağızla bezenmiş bir sarık sarmış.

O ölümü inkâr ediyor da nerde ecel, nerde diyor. Ölümse benim, işte buracıktayım diye altı yönden de gelip çatıyor.

Ecel ona a eşek diyor, nerde o debdebe, o şatafat? Nerde o bıyık buruşun, nerde o büyük burnun, o kibrin, o kinceğizin?

Nerde güzeller, nerde zevk, safâ; halıyı, kilimi kimlere verdin? Yastığın kerpiç, döşeğin de toprak.

Yemeyi içmeyi, uyuyup rahat etmeyi bırak, gerçek dini ara da töreciği, yasacığı olmayan ebedî beyliğe erişesin.

Şu canı cansız bırakma, şu ekmeği gübre haline sokma a inciyi gübreliğe düşürmüş adamcağız.

Biz inci aramak için şu gübreliğe girmişiz, kapanmışız. A kendiceğizini gören, beğenen, a baş çekip gururlanan, böbürlenen kişi, sen de başını, belini bük de inci ara.

Tanrı erini gördün mü adamlık et, hizmette bulun; eziyete, belâya uğradın mı yüzceğizini buruşturma.

Bu sözler, kendimi kınamadır, o bey de benim, ben; niceye bir şuncağızdan, buncağızdan bahsedip duracağım?

Ey Tebrizli Tanrı Şems’i, sen zaten abıhayatsın, o su, senin tuzlu, senin alımlı gözceğizlerinden başka nerde bulunur ki?

LXXXVII

Her gün, gün ışırken ey can, yüzlerce esenlik sana; söylerken de, susarken de ey sevgili, esenlik sana.

Can bakımından baştan başa tertemizsin, ten bakımından tamamıyla gösterişten, düzenden ibaretsin; gülsün, sınıkları onarırsın, dikenden esenlik sana.

Ben Türk’üm, sarhoşum, Türk’çesine silah kuşandım, köye girdim de köy ağasına dedim ki: Esenlik sana.

Elime bir kadeh şarap sundu da bu tanınmış, sevilmiş emaneti iyi tut, aklını başına al, esenlik sana dedi.

Dedim ki: Ben deli divaneyim, daima Halilcesine ateşler içinde Rabbime, sahibime, esenlik sana derim.

Dışardayken âlem selâmımla doludur, sevgiliyle mağaraya girince de esenlik sana derim.

Bütün şekillerde, sûretlerde onun sanatı var, onun eseri var; ey karınca, gecen hayırlı olsun, hoş geçsin; ey yılan, esenlik sana.

Davud taht üstünde, feda olayım sana der; Mansûr darağacında, esenlik sana diye seslenir.

İştiyak çeken hiçbir şey ummaksızm sana candan selâm verir, ihtiyacı olan da çaresizlik içinde esenlik sana der.

Padişahlar davulla, bayrakla selâm verirler sana; hasta dilini oynatarak esenlik sana diye seslenir.

Can şarabını içince elbisemi rehin verdim, sarhoşun beni görüp esenlik sana demesi için varımdan yoğumdan soyundum.

Bu yıl, senin ay yüzünden öylesine hoş, öylesine kutlu ki ululuğundan geçen yıla dönüp de esenlik sana bile demiyor.

Mızrabının lezzetinden şu felek çengi öylesine kendinden geçmiş ki her an başını eğiyor da ey tel diyor, esenlik sana.

*                   Halil’in kuşları da başları kesilmiş, darmadağın bir halde, her dördü de o âlemden selâm getiriyor, esenlik sana diyor.

*              Çok söz selleri akıttım, çok Kaaria sûresi okudum, işten güçten kaldım, ey iş güç, esenlik sana.

    L —

Allah’a hamd olsun şu gönül, bugün dünden de beter bir halde; bugün bu sevda ile bir başka rengi var şu gönlümün.

Dün gül fidanının altında boyuna şarap içiyordu, o yüzden bugün altüst olmuş şu gönül.

Aşk neyin nice demdir bu perdeden feryat ediyordu, aşk neyinin zevkiyle şekere döndü şu gönül.

A benim güzel elbiselim, a benim güzelim, sana kemer kesildim, şu gönül, kemer gibi seni koçmuş, kucaklamıştır.

Suyunun geliştirip yetiştirmesiyle ey tatlılıklar, lezzetler denizi, şu beden sedefe dönmüştür, şu gönül de sanki incidir.

Tebrizli Tanrı Şems’i güneş gibi parıl parıl parlıyor, onun güneşinin parıltısıyla şu gönül seher çağma dönmüştür.

Her inanç sahibinin evi aşkınla yıkıldı gitti; bu kargaşalık yüzünden şu gönül dama çıkmıştır, kapıya sığınmıştır.

    M —

Uyuyor gibi görünmedeyim amma çok uyanığım, her şeyden haberim var. Kendimden geçmişim amma senin işinde aklım başımda.

Senin için üzüm sıkanların aralarına katılmışım, aşk teknesine girmişim; üzümlerini ezeyim diye durmadan ayak vurmadayım.

Sen yalnız ayaklarımı görüyorsun, üzümü görmüyorsun; bir kadeh şıra al, iç de anla ki ben üzüm sıkmadayım.

Ayağını vurup duruyorsan can teknesine gel de bir an olsun şu bol şıramın içinde dalgalar yut.

Bu şarap baş döndürmez, bu şıra gönlü coşturmaz. Hadi, bir tat şu benim şarabımdan.

Şendeki şarapsa seni sarhoş eder, daima mahmur bir hale sokar seni, neyin var, neyin yok, biliyorum amma yüzüne vurmuyorum.

A benim tutulmuş kuşum, tutulduğun tuzağa bakma, o tuzağı kurana bak da gerçeğe bakmayı öğren.

Tuzak, kuyu dibi kadar derin olsa Tanrı onu cennete döndürür; dikenlik, çöplük olsa Tanrı orasını bana gül bahçesi haline getirir.

Yusuf kuyuya düştüğü zaman kendisine, senin işini ben düzene sokacağım ey benim yorgunum, ey benim hastam diye haber geldi.

Senin ilacını ben dövüp hazırlıyorum, otağını ben süpürüp arıtıyorum, zıttan zıt olan şey meydana getiririm, her şeye gücüm kuvvetim yeter; zor, kahır sahibiyim ben.

Taşa diril derim, yoka var ol derim, çayırlığa çimenliğe kış kesil derim, beni ikrar ediyor musun sen?

Ey Tebrizli Tanrı Şems’i, sen günün aydınlığısın, bense senin gününün ardında yelip yortan geceye benziyorum.

xc

Bir lâhza, bir an bile senden elimi çekmem; çünkü işim de sensin benim, gücüm de.

Senin şekerini tatmadayım, senin şerbetini içmedeyim, senin ayağının bağını çözmeye çalışmadayım. Ben ciğeri hasta bir avınım senin; ciğerimi yiyen arslanımsm sen.

Canımla canın sanki birleşmiştir, bir olmuştur. Bu tek cana and olsun ki senden başkasından bezmişim.

Güzelliğinin bağından koparılmış bir demet çimenim, bir bağ otum; lütuf, ihsan elbisenden tek bir külâhım sanki.

Şu âlem, senin çevrende duvarların üstüne sancılmış dikendir âdeta; vuslat gülünü koklamak ümidiyle bir dikendir çiğneyip durmadayım.

Diken böyle olursa gül bahçen nasıldır ey sırları esrarımı silip süpüren, alıp götüren güzel.

(s. 79) A canım benim, gökyüzünde bile Ay’a, Güneş eş olmuştur, anlıyorum ki sen de beni yabancılar meclisinde bırakmayacaksın.

Bir dervişin yanma gittim, Tanrı sana yârdır, yaverdir dedi; sanki onun duasıyla senin gibi bir padişah yâr oldu bana.

Bütün âlemi hamam kapısındaki resimler gibi gördüm a benim sarığımı kapıp götüren güzel, ben gene sana el atacağım, sana yapışacağım.

Her cins, zincirini sürüyüp kendi cinsinin yanma gider, ben kimin cinsiyim ki burda şu tuzağa tutulmuş kalmışım.

Sevgili, gizlice, hırsızlamacasma gönlümün çevresinde dönüp duruyorsun, ey ayyar dilberim, ne aradığını, ne istediğini biliyorum ben.

Sevgili, elbisen altında gizli bir mum var; harmanımı, ambarımı ateşe vermek niyetindesin; bunu istiyorsun sen.

Ey gülüm, gül bahçem benim; ey sıhhatim, hastalığım benim; ey Yusuf yüzlüm benim, ey pazarımın, alışverişimin parlaklığı, revacı güzelim benim.

Sen gönlümün çevresinde dönüyorsun, ben kapının önünde dönüyorum dolaşıyorum; elinde bir pergelim âdeta, başı dönmüş bir halde dönüp duruyorum.

Senin güzel, kutlu yüzüne karşı tutar da gam, elem hikâyesine başlarsam gam, elem, kanımı içse vallahi de lâyığım buna.

Bu halk, hikmet tefinin çalınmasıyla oynar durur; fakat senin perden vurulmadıkça bir perde, tutsun da oyuna, çalgıya girişsin, hiç ummam.

Tefinin sesi gizli de şu halkın oynayışı aşikâr; kaşıdığım yer meydanda da kaşıyış gizli.

Kıskançlığımdan susayım, çünkü senin zevkinle şekerler saçan bir bulut kesildim. Şekerden başka bir şey yağdırmıyorum.

Sudayım, topraktayım, ateşler içindeyim, yellerle tozuyorum; şu dört unsur çevremde, fakat ben dördünden de değilim.

Gâh Türk’üm, gâh Hintli. Gâh Rum ülkesindenim, gâh Zenci’yim; a benim canım, ikrarım da senden meydana geliyor, inkârım da.

Şimdi bedenimle baş ağrıtmıyorum, sûrette ayrıyım amma burda olduğum halde gönlümün Tebriz’i de Tanrı Şems’iyledir, canımın Tebriz’i de.

XCI

Bütün halkın başını yarmış da sonra tutmuş, hastayım, başım ağrıyor diye başını çatmış. Feleğin hırkasını bile çekip almış da sonra tutmuş, çıplağım, giyecek bir elbisem bile yok demeye kalkışmış.

Vay o taş yüreğinden, eyvah o çeşitli nazlarından, işvelerinden; fakat taş gibi olan o değil, asıl benim ki bu fitneyi durmadan uyandırıyorum, âlemi birbirine katıyorum.

Kan deryasının ta dibindeyim, kan içe içe sarhoş olmuşum; fakat öyle de hoşum, öyle de neşeliyim ki sanki kan içinde değilim de üzüm şırasına gark olmuşum.

*              A aşk, öylesine büyüksün, yücesin ki göklere bile sığmıyorsun, yalnız ne haldir bu, şu

benim görünmeyen gönlüme nasıl sığmadasın?

*             Sıçradın, gönül evine girdin, kimsecikler gelmesin diye kapıyı da örttün, kilitledin; artık ben kandil konan yerim, sırça kandilim, yahut da nur mu nur kesilmişim, ışık mı ışık.

Beden, gebe bir Zenci kadın, gönülse onun rahminde bir Rum dilberi; şu halde benim yarım misk, yarım kâfur.

Gönlümü sen aldın da ben mahsustan başkalarında arıyorum; görmeden arayıp aktarıyorum amma şu gözü görmeyen körlerden değilim ben.

A benim canım, şu sapsarı yüzüm günün birinde toprağa girerse, bir gün olur da ölür gidersem mezarımın başucundan sarı güller bitecektir.

Süleyman da bir karıncanın derdini duymadı mı? Sen de nihayet bir Süleyman’sın, tut ki bir karıncayım ben.

Ne diye ağlar, inlersin, balla dolu yüz kovanın var dedin; balansıyla aynı hırkayı giyinmişim;

hem petek yapmadayım, hem ağlayıp inlemede.

Bu dertten ağlarım, inlerim amma bu onulmaz yarayı, bu iyileşmez illeti yüzlerce devlete de değişmem ben.

Çeng gibi feryat ederim, çünkü gül bahçesinin bülbülüyüm ben. Yılan gibi kıvranıp dururum, çünkü definenin başucundayım ben.

Ben diyorsun dedin, ululukla, benlikle eşsin; hayır, ben benlikten uzağım, ululuk yok bende; fakat bendeki benlik, senden geliyor, bu ululuk, senin ululuğundan vuruyor, senin ululuğundan geliyor bana.

Ben çiğim, yanıp kavrulmuşum, gülüyorum, ağlıyorum; hem şaşırıp kalmışım, hem halkı hayretlere salmışım; vuslattayım, aynı zamanda ayrı düşmüşüm dosttan.

XCII

İster anlayışı kıt bir adam olayım, ister eğri ağızlı bir adam, senin talebenim, o gülen dudaklarından bir gülüş öğrenmek istiyorum.

Ey anlayış, duyuş kaynağı, talebe istemiyor musun yoksa? Bilmem ne düzene başvurayım da kendimi sana yamayayım, ayrılmayayım senden.

Hiç olmazsa kapı aralığından şimşek gibi bir çak, bir yüzünü göreyim de o dehlizdeki ateşten yüzlerce mum uyandırayım, her tarafı ışıtayım.

Bir an olur öşürcüyüm diye varımı yoğumu alırsın, bir an gelir kılavuzum diye önüme düşersin.

*                Gâh suç işlemeye sürersin beni, gâh pişmanlığa götürürsün; başımı, sonumu bük, çünkü ben hemzeli kelimedeki hemzeyim âdeta.

Pazarda, çarşıda, tavadaki balığa benziyorum, tavada o yana, bu yana döne döne yanıp kavruluyorum.

Tavada beni, o yana, bu yana çeviren sensin; gece karanlığında bile seninle olunca gündüzden daha aydınım ben.

İşte güçte de, düşüncede de, hayalde de şu halden hale girişim yeter artık; bir an oluyor firuzeye dönüyorum, bir an geliyor kutluluk kesiliyorum.

XCIII

Öylesine bir şeklim var ki kime benziyorum hocam? Bir an oluyor peri şekline giriyorum, bir an geliyor perileri çağırıyorum.

İştiyak ateşi içinde hem toplu bir haldeyim, hem mumum, topluluğu aydınlatmadayım. Hem dumanım, hem ışık, hem topluyum, hem dağınık.

Gönül rebâbmm kulağından başka hiçbir şeyi öfkeyle çekip burmam; kutluluk çenginden başka hiçbir şeyi mızrapla incitmem.

Şeker gibiyim, süt gibiyim; kendimi dövmedeyim, kendimi tutmadayım, tabiatım delirdi mi de zincirimi şakırdatır dururum.

Hocam, ne biçim kuşum ben? Ne kekliğim, ne doğan. Ne güzelim, ne çirkin. Ne buyum ben, ne o.

Ne pazar taciriyim, ne gül bahçesinin bülbülü. Hocam, sen bir ad tak bana da kendimi o adla çağırayım.

Ne kulum, ne hür. Ne mumum, ne demir. Ne bir kimseye gönül verdim, ne de onların dilberiyim ben.

İster şerde olayım, ister hayırda; hayrım, şerrim benden değil, başkasından. O, beni nereye çekerse oraya giderim, başka bir çarem yok.

XCIV

Aşkta Süleyman kesilmişim, kuşların hemdemi olmuşum; hem peri aşkı var bende, hem periyi çağıran kişiyim ben.

*             Kim daha ziyade peri huyluysa hemen onu tutar, şişeye hapsederim; ona bir afsun okurum da işlek kılıcımı sallar, onu korkutur dururum.

Bu işten dolayı da dehşete düşmüşüm, hem aklım başımda, hem kendimden geçmişim. Hem söz söylüyorum, hem susmadayım, hem susanların, susarak konuşanların taştahtasıyım

Feryat ki o Meryem şimdi bir başka renge girdi, bir başka hale büründü. Feryat şu halden ki feryat etmeyi de bilemiyorum artık.

O renkten nasıl da renksiz bir hale geldim, o alna dökülen kıvrım kıvrım saçlar yüzünden salkıma döndüm; yarabbi, o mum yüzünden pervane gibi nasıl da darmadağın oldum gitti.

Dedim ki a Ay, cansın sen, bugün bir başka güzelliğin var. Git dedi, bana insan gözüyle bakma.

A hoca, adamsan ne diye kuruntulara düşer, üzülür durursun? Senin hırs ateşinden canım dumanlar içinde kalıyor.

Ya deli divane bir âşık ol, yahut git yanımızdan. Perdeye varlığınla gelme de perdeyi örtmeyeyim yüzüne.

Ben hem kanım, hem süt. Hem çocuğum, hem ihtiyar. Hem kulum, hem bey. Hem buyum, hem o.

Hem şekerler damlatan Şems’im, hem Tebriz ülkesi. Hem sâkîyim, hem sarhoşum, hem meşhurum apaçık, hem gizliyim, gören yok beni.

xcv

Gel, gel, meclise ayak bas da yeni baştan işrete koyulayım. Bana karşı acı davranma da şeker yükü kesileyim.

A dilber, renksiz, şekilsiz aşkına battım gitti, şu küpten çek, çıkar beni de bir başka renge boyanayım.

*              Gönlüm, mim’in gözünden de dar, çünkü umuyorum, korku içindeyim. İkiye bölünmüş bir değirmiyim, Ay şeklindeyim çünkü.

Ey can padişahının yüzünden yüzlerce piyadeye sultan kesilen, buyruk yürüten, ata bin a benim canım, bin de eyer örtünü ben taşıyayım.

İnat yeli yüzünden, iyiye kötüye gam yiyordum, kendimdeydim fakat and olsun

Tanrı’ya artık daha da beter sarılacağım sana.

Senin sayende emniyetteyim, ey ay yüzlü, senin yüzünden eminliğe ulaşmışım; artık bu yandan da ya emniyete kavuşurum, yahut tehlikeli bir yola atılır giderim.

Selvi benim yüzümden eğildi de gül bahçesi benden feyz aldı. İman da benden kaçtı gitti, korkuyorum, küfür yolunu tutacağım.

Öylesine bir bakışa sahipsin ki oktan kalkan düzmektesin; artık sen ok atarsan nasıl siper kullanabilirim ben?

Aşkımın altı da Tebrizli Tanrı Şems’i, üstü de; canımı onun aşkıyla altüst ettim gitti.

XCVI

Varlık âleminde baş gösterme de yolunu yitirme; erlerin ovasında değil sen, ayakkabıların bile yok olur gider.

Ateşlerle dolu âlemde yok olmaya, yokluğa kavuşmaya çalış; dikkat et de gör, varlık âleminde kakum bile postu için oklanır, öldürülür.

(s. 80) Şu ateş göğünün altında uyanıklık halkasının başbuğusun amma sonucu ne baş kalır sende, ne kuyruk.

Zahmete uğradıkça uğrar, derdi artar durur, sonucu mahvolur gider, bayrama erişir; bundan ötesi de bir davuldur, dövülür: Dum dum.

*               Halimdeki perişanlığı sözlerimden anla; a odun, o ateşe gir de “Sizden bir tek kişi bile yoktur ki oraya uğramasın” âyetini oku.

Böyle bir ovada sofralarla dolu lokmadan başka ne biter? Şu yün tırnaklı merkep yücelere nasıl ağabilir?

Akbaba gibi uçsa bile sonucu yeryüzü gene çeker onu; bilirim, her şey döner dolaşır, aslına gelir.

İnsansan o gizli mücevhere yüz tut, çünkü o, küpe benzeyen bedende abıhayattır âdeta.

Ey Tebrizli Tanrı Şems’i, biz kalk diyeceğin vakte dek kanadının altında coşup kaynayan bir yumurtanız sanki.

XCVII

O sevgiliye âşık oldum olalı hem işten güçten kaldım, hem işte güçteyim. Başım dönmede, ayağımı diremişim de diremişim, tıpkı pergele benziyorum.

Mirrîh gibi Ay’a da kızgınım, gökyüzüne de; altın külâhlı gökyüzünden bile sıkılıyorum, utanıyorum âdeta.

Benim yakınımsan ey dost, bak da seyret, nasıl kendimden geçmişim ben; ne diye sırlar sorarsın bana? Zaten meşhur olmuşum, ortaya düşmüşüm ben.

O arslan, âşıkm gönül kanından başka bir şey içmez; ben de yavrusuyum o arslanm, gönül arıyorum, kan içiyorum ben.

*              Hastayım, biliyorsun da Fâtiha okuyorsun; fakat a dostum, görmüyor musun ki zaten Fâtiha’dan hastayım ben.

*                  Gerçeği işaretle anlatan Hallâc’ı halk darağacma çekti; Hallâc sağ olsaydı sırlarımın azametinden o kurardı darağacımı benim.

Hocam, istersen sen ikrar etme; zaten ben sana söylemiyorum ki; ben ölü yıkamıyorum, kaya kaşımıyorum ki.

Ey âlemin kul köle kesildiği Tebrizli Tanrı Şems’ini inkâr eden kişi, senin gibi körün ikrarından zaten bezmişim, usanmışım ben.

XCVIII

Ne gönlüm var, ne elim; ayağım da aşkınla bağlandı gitti; halbuki nice bağlar kopardım, nice kayıtlardan kurtuldum; yavaş a güleç dilberim; yavaş davran, sarhoşum ben.

Hayranlık meclisinde, hani o bildiğin, tanıdığın padişahtan can gibi bir kadeh sunuldu bana; yavaş davran, sarhoşum ben.

Canım benim, bir ancağız beri gel, bundan fazla incitme beni a güleç dilberim; yavaş davran, sarhoşum ben.

Ey sevgilinin sâkîsi, vazgeç şu ağırcanlılardan, bırak şu sakil rûhluları, keşişlerden hırsızlamaca sun bana yavaşça, sun ki sarhoşum ben.

Rintsin, hovardalık, kayıtsızlık dininde benim gibi sen de ortaya düşmüşsün; ne diye perde ardında duruyor, ne diye kendini gizlemeye çalışıyorsun, gel yavaşça, çık perdeden, sarhoşum ben.

A şarap, senden daha beter bir hale geldim, senden daha fazla benim şarap, senden daha fazla coşup köpürüyorum, yavaş davran, sarhoşum ben.

Coşup köpüren şarapla aynı cinstenim, hırkalarını satanlardanım, ne diye sevgiliden gizleneyim, örtüneyim; yavaş davran, sarhoşum ben.

Kendimden geçtim de senin aşkını seçtim; sonra da gördüm ki tamamıyla yok olmuş gitmişim; artık sen de yavaş davran, çünkü sarhoşum ben.

*        Her ne kadar âlemi aldatıyorum, keşiş kılığına girmişim amma İdris’in gönlündeki nurum; yavaş davran, çünkü sarhoşum ben.

Mezhep kaydından kurtulanların mezhebinde bildiklerin yabancılığı, bilmezlikten gelişi bile değersizdir; bir yeldir onlara bu bile; yavaş davran, çünkü sarhoşum ben.

A yüzlerce fitneler koparan, düzenler düzen, vakit geçti, sarhoşlar sızdı; sen şu gençleri de al, götür, sözlerimi de rehin al da şarap sun; fakat yavaş davran, çünkü sarhoşum ben.

XCIX

O Rüstem’in meclisine kavga etmeye, gürültü çıkarmaya geldim de geçtim oturdum; yüzlerce kadeh kırdım, yavaş gel, çünkü sarhoşum ben.

Ey saçma sapan söylenip duran, hem dümbelek çalan, hem gülen, hem eşek olan, hem eşeğe kul köle kesilen yavaş gel, çünkü sarhoşum ben.

A lök gibi çöküp kalan akıllı, a yüzü demircinin yüzü gibi kapkara kesilmiş kişi, gel de dilberimi gör, onu seyret; amma yavaş gel, çünkü sarhoşum ben. Adeta tahtadan bir adamcağızsın sen, biraz daha yaklaşsan, biraz daha ileriye gelsen de canlansan yüzlerce kan Dicle’si görürsün; fakat yavaş gel, çünkü sarhoşum ben.

Tembellik etme ey sâkî, hepsini içmedik, şarabımız var daha; doldur o arı duru şarabı, sun bize, yalnız yavaş gel, çünkü sarhoşum ben.

Gama, gussaya batanlar bu yolda aklı az olanlardır, onlar pek soğuk kişilerdir, pek saçma adamlardır; yavaş gel, çünkü sarhoşum ben.

Her şeyden hür Tanrı Şems’i, Tebriz, arı duru şarap... Artık mahşere kadar yıkılmış kalmışım ben; yavaş gel, çünkü sarhoşum ben.

c

Aynada yüzünü görünce söze başlarım; fakat ayna soluk istemez, söz istemez, buğulanır; vay benim sözlerime vay.

Seni suda görürüm, suya el atarım; fakat su da bulanır, işim gücüm de.

Ey dost, aramıza ey dost sözü bile sığmıyor. A sevgili demeye kalkışsam, a sevgili bile diyemiyorum işte.

Ah bile ne yandan geldiyse o yana geçip gidiyor; ağzımın yolunu kapadım, feryat bile edemiyorum artık.

Feryat etsem bile, ah etsem bile o Ay’ın bulutlar arasına girişindendir bu feryat, onu göremediğimdendir bu ah; a benim Ay’ın on dördü dilberim. Ay’a bakmak elbette daha hoş.

CI

Bir ay yüzlü dilbere, senin yüzünden yüz çeşit zevke, neşeye dalmışım dedim; benim ondan başka daha yüz çeşit şaşılacak şeylerim var dedi.

Şu oyunda dedim, sarılacak bir sebep göster, üst olacak bir vesile bul. Dedi ki: Ben sebeplerin dışında girdim bu oyuna.

Her topluluk, bir kavme yakındır, o kavmin soyundandır; benim de senin aşkının gamıyla yakınlığım var, o gamla soydaşım.

A sevilen, beğenilen nur, gözümde karar et; dûr olma gözden çünkü nurun devleti sayesinde isteğin istediği şeye bile sahibim ben.

Öyle bir kişiyim ki her ahım göklere yücelmede, gökleri alev alev yakıp yandırmada; bu kızgın, bu hırçın ateşi yalım yalım yanan aşktan elde etmişim.

CII

Ey aşk, uykumu altüst etmişsin; uykum senin yüzünden ciğerimin kanlarına gark olmuş gitmiş.

Hadiselere gebe olan şu gece vakti, şeker madenini arayıp aktarma, düşüncelere dalma yüzünden uykum, şeker gibi eridi gitti.

Vuslatının lûtfuna eremedim de inceldim, onun yeniaya benzeyen kaşlarına döndüm; artık bu Ay devrinde geceye ulaşmama uykuya kavuşmama imkân yok.

Bütün bu uyanık olmama rağmen gene de gece olunca sevdalara dalar da ey aşk, uykumu al, götür demeye koyulurum.

Uyku beni görünce oturmaya kudreti kalmaz, kaçıp gider, benden kaçar da bir başkasını yakalar, onu bastırır.

Melekûtî aşk, yücelik, temizlik sevgisi, beşerî gözlerimden uykuyu almış, götürmüştür de bu yüzden gücüm yettikçe dostları bırakmamışım, onları da uyutmamışımdır.

Âşıksan, aşk dâvasında gerçeksen bana uy, benimle otur, çünkü seher çağlarına dek, sabahlara kadar uykum gelmiyor benim, uyumuyorum ben.

cm

Ressamım, her an bir güzel resmi yaparım, fakat seni gördüm mü bütün yaptığım resimleri huzurunda yırtar, bozarım.

Yüzlerce resim yaparım, âdeta can veririm onlara, fakat senin güzelliğini görünce hepsini de ateşlere atar, yakarım.

Sen ya sâkîsin, şarap sunmadasın, yahut ayıkların düşmanısın, yahut da her yaptığım, her düzüp koştuğum evi yıkıp dağıtan birisin.

Can dökülüp saçıldı, sana doğru akıp gitti, sana karıştı, seninle birleşti; canda senin kokun var, onun için hele bir şu canı hoş tutayım, sevip okşayayım.

Benden coşup akan kan sana, senin toprağına, seninle aynı renktenim, aşkınla ortağım diyor.

Şu balçık evde sen olmadıkça gönül harap bir halde kalakalmış; sevgili, ya eve gel, yahut da evi kökünden yıkayım gitsin.

CIV

Şu suçumdan asla tövbe etmem; hattâ bu işten, bu olaydan tövbe edenden de uzağım ben.

A benim canım, Mecnun Leylâ’nın aşkından

tövbe etmedi, halbuki bende, benim sırlarımda yüzlerce Leylâ’nın, yüzlerce Mecnun’un aşkı var.

Nasıl başsız-ayaksız, önsüz-sonsuz bir aşk bu ki âşıkım, maşûkum; hem ağlayıp inliyorum, hastayım, hem de hastanın derdine dermanım.

*               Uçup kaçan düşünce bu yanıp yakılmış âşıktan kaçtı gitti; çünkü ben gâh daracık bir kafesim, gâh Ca’fer-i Tayyar.

cv

Can hekimine gittim de nabzımı ele al dedim, bir muayene et beni; hem gönlüm bende değil, hem hastayım, hem âşıkım, hem sarhoş.

Yüz çeşit derdim, illetim var, keşke bir olsaydı; bütün bu illetlerle beraber bir de tutmuşum, işin ötesini araştırmaya kalkışmışım.

Bana, sen ölmedin mi dedi; evet dedim, ölmüştüm amma kokunu aldım da mezarımdan sıçrayıp kalktım.

O rûhanî güzelliğe sahip güzel, o Tanrı doğusuna mensup dilber, o yüzüne, güzelliğine dalıp da ellerimi kesip doğradığım Yusuf-ı Ken’an.

Güzel güzel yanıma geldi, elini gönlüme koydu da ne eldensin, ne haldesin dedi. Dedim ki: Bu eldenim, halim de meydanda.

Çekişmeye, kavga etmeye kalkışınca tuttu, bir kadeh şarap sundu bana, sapsarı yüzüm yalımlandı, alev alev yanmaya başladı da çekişten, kavgadan vazgeçtim.

(s. 81) Derken elbisemden soyundum, sarhoşçasına, deli divane oldum, o sarhoşların halkasına girdim, sağ yana oturdum, kuruldum.

Yüzlerce kat libaslar giyindim, yüzlerce çeşit coşkunluklarda bulundum. Yüzlerce kâse döktüm, yüzlerce kâse kırdım.

*                O kavim, altından yapılmış buzağıya tapmıştı, ben aşka tapmazsam yünden, yapağıdan yapılmış yalancı buzağı olayım.

O rûhanî padişah gene beni çağırmada, bir doğanım ben, beni padişahçasma yücelere çekmede.

*              Ayağımı sen bağlamışsın sevgilim, senin sarhoşunum sevgilim; ister ok olayım, ister yay yüzüğü, senin elindeyim sevgilim.

Fırlar, yücelirsem senin yüzünden fırlar, yücelirim. Sarhoşsam senin sarhoşunum. Alçalırsam senin yüzünden alçalmışımdır, varsam senin yüzünden var olmuşumdur.

Beni sarhoş ettin de döndürüp oynatmaya koyuldun; mademki küpün ağzını kapadın, ben de ağzımı yumdum işte.

CVI

Ey gamından sarhoş olduğum, sarhoşum, evet, kadeh kırdım; dün ettiğim ahitlerin hepsini bozdum, sarhoşlukla hepsinden de kurtuldum.

Sevgili, düşünceleri, düşüncelere dalmayı kadehle vur, kır; çünkü bugün o şarabı sunan sâkîye avlandım ben.

Benden hamlık gitti, onu damdan aşağıya attım; onun görüşüp konuşması bir tuzaktı, tutuldum gitti, artık tuzakla ne işim var?

Elimden bir yılandır, sıçrayıp süzüldü, dağa yürüdü, mağaraya girdi; işsizlikten güçsüzlükten kurtulduk, yüzlerce defa şükretmeye daldık, benim şiarım oldu bu şükür.

İnsan kılığında kara akrep çoktur, fakat bizden kaybolup gitti bu akreplik, bu yüzden şükrediyorum ben.

CVII

Hocam, esenlik sana, ben sefere gitmeye niyetlendim; gökyüzü damından gizlice bir geçit, bir yol buldum.

Can, ta madenine, aslına kadar gitmeyi kurdu; bakış kudretini bana bağışlayan yerde gözüm.

İşte şimdicek sel, meylettiğim yere sürüp götürüyor beni; o denizin ayrılığıyla ciğerim ne de yanmıştı, ne de kavrulmuştu.

Türk’çesine hakanın tapısına kadar oynaya oynaya at süreceğim, çünkü otağ kadar geniş, büyük, yüzlerce kemer verdi bana.

Gölge gibi yok oldum, güneşin ışığında yokluğa erdim de o yüzden Ay gibi daima onun ardında gezip dolaşmadayım.

La’l gibi onun hararetiyle, onun ışığıyla bambaşka bir parıltım var, bambaşka bir aşkım var.

Kabuğum şöyle dursun özümü, içimi bile kırsa gene ben hem özüm, içim, hem terütazeyim; kamış gibi beni kırsa bile yüzlerce şekerler var bende.

Selvi gibi, süsen gibi hem ayağım bağlı, hem hürüm; taş gibiyim, demir gibiyim, gönlümde kıvılcımlar var.

A gönlümdeki dilber, edebim, ârım elden gidiyor; fakat senden elde edip bağrıma bastığım şey, yeter bana ebediyyen, yeter.

A benim efendim, sabrım tükendi, çıkma gönlümden, uzaklaşma benden, beni

uzaklaştırma kendinden; çünkü ayrılıktan zarar 121

görüyorum

Ey aşk, geliyorum diye bağırdın, haber verdin, buyur, gel; senden çekinirsem artık kiminle düşer kalkarım, kiminle rahat, huzur bulurum?

Ölsem de tabutun içine girsem gene gıdam senin sevgindir; görünüşte insanım, insan kılığmdayım amma melek gıdasıyla gıdalanmadayım.

Efendi, ne de kutlusun sen; şendeki güzellikler herkeste olsaydı, herkes dudaklarını öpebilseydi senin, herkes dudaklarından bahsedebilseydi... Geceleri seni anmadayım, senin hikâyelerini

m

söyleyip durmadayım ben

Ey deniz huylu, cömert padişahlar padişahı, geri kalanını artık sen buyur, sen söyle; ben sedef gibi ağzımı yumdum, yâni içimde inci var demek istiyorum.

CVIII

A sarhoş sâkî, al kadehi elimden, sarhoşum ben; artık şu anda ayıkların, aklı başında olanların halkasından çıktım, kurtuldum onlardan.

Ayıklık, rintlikle zıt mıdır, zıttır; ister yukarda olayım, ister alçalayım, aşağılarda olayım, benimle aynı renge boyan hocam.

Savaşa dair ne düşünürsen bil ki ben uzağım ondan; sevgiye dair ne düşünürsen oyum ben, ondan ibaretim.

Senin aşkına tutulalı, senin sevdanı benimseyip kabul edeli seninle savaştan ayrıyım, tekim; seninle barışa eş oldum ben.

Beni ıspanak say da istersen ekşi pişir, istersen tatlı; neyle pişersem pişeyim, piştim mi sana kavuştum, seninle birleştim demektir.

Sazı öylece durup durmada; halbuki hiç de naz etmeyi bilmezdi o saz; bir yanlışlık varsa benden oldu mutlaka, çünkü ben sarhoş bir halde sıçrayıp meydana çıktım.

Sen de sarhoşsun, ben de sarhoşum, senin sarhoşluğunla benim sarhoşluğum birbirine karışmış; zaten biz havaneliyle havan gibi hem ikiyiz, hem bir.

CIX

Sâkî benim padişahımdı da o yüzden herkesten fazla içtim; sarhoşlukla başım dönmeye başladı, türlü işlere kalkıştım, yanlış, olmayacak hareketlere giriştim.

O ayağımı bağlayan sâkî, gördü ki ben sarhoşum; elimi tuttu, sapsarı yüzümü öptü.

Dedim ki: Sen padişahsın, cansın, yüzlerce cana bedelsin; zaten tuzlasın amma bir başka tuzluluk getirdim, zaten alımlısın amma bir başka alım vermedeyim sana.

Arı duru şarap kadehinin yüzünden meclis gürültülerle, kavgalarla doldu; fakat ben kavgadan, gürültüden korkar mıyım hiç? Kavgayı, gürültüyü çıkaran benim.

İster susuz olayım, ister mahmur, onsuz işret etmem; ister çift olayım, ister tek; onun bakışma

Yaş bir dalım amma yel olmayınca nasıl oynarım? O selvinin gölgesiyim ben. Selvi olmayınca neyin çevresinde dönüp dolaşacağım?

Bulut olsam bulutun gönlündeki nur o Ay’dır; ersem, bütün erlerin padişahıdır o padişah.

O tatlı padişah gitmedeydi, lütfet dedim, bir solukcağız otur ey her cüzümün sarhoşluğu, ey her derdimin dermanı.

Hamel burcundaki Güneş de nedir ey hararetine son olmayan, ey kendisinde hem sıcaklığımın, hem soğukluğumun mahvolup gittiği sevgili.

Senin kâsene düştüm, çünkü senin şarabını içtim ben. O tavlanın zarıyım, onun için mühre gibi senin tasma düştüm ben.

O beni coşturup söyletmiyorsa sözü bırakayım, sükût edeyim; çünkü atlı odur, bense onun ayağının altında bir tozum ancak.

cx

Sen uyumayacaksan otur, ben uyudum; sen kendi hikâyeni söyleyedur, ben hikâyemi söyledim, bitirdim.

O hikâyeyi bitirdim artık, çünkü öylesine uykum var ki sarhoşlar gibi her yana sendeliyorum, yıkılıyorum.

İster uyuyayım, ister uyanık olayım, o sevgiliye susuzum ben; onun hayalidir yoldaşım, eşim benim.

Ayna gibi o yüze tâbiim; o yüzdendir ki onun sıfatlarını göstermedeyim, onun sıfatlarını gizlemedeyim.

O gülünce ben de gülerim, o coşup köpürünce, açılıp saçılınca ben de coşar, köpürürüm, açılır saçılırım.

Ötesini sen söyle, çünkü delip delip senin ipine dizdiğim mâna incileri, hep senin denizinden çıkan incilerdir.

CXI

Kendimden geçmişim amma bundan da daha fazla geçmek isterim ki gözüne, işte diyeyim, sarhoş dediğin böyle olur, böylesine sarhoşluk isterim ben.

O güzelim sevgilim boğazımı tuttu da ne istiyorsun dedi; işte dedim, bunu istiyorum.

Ne taç isterim ben, ne taht isterim; tapında yeryüzüne düşüp kapanmayı isterim ancak.

Seher yeline sırlarımı söylemek, onu kendime haldaş etmek isterim amma en ulu bir sırdaş olmalı bana, onunla dertleşmeliyim, bunu istiyorum asıl.

*              İhrama girilen yerin halkasına yapışmışım, haremdeyim, âfetlerden emin olmuşum; mührünü basasın diye sızmışım, erimişim, mum haline gelmişim, yüzüğündeki nakşı istemekteyim.

*            A benim canım, benim gönlümde bir başka Ay gizli, bunu iyiden iyiye biliyorum, bu yakıyn bilgisine mensubum, fakat onu apaçık görmek, ayne’l-yakıyne ermek istiyorum.

CXII

Hırkamı rehin ettim, meyhanenin çırçıplak bir eriyim. Bütün pilimi pırtımı satıp yedim, meyhane konuğuyum ben.

A güzel yüzlü çalgıcı, el çırpa çırpa söyle, oku, de ki: Sen münâcât erisin, ben meyhane rindi.

Ey beden nakşına kapılıp bağlanmış kişi, sen beni görmek istiyorsun amma canı görmeye imkân yoktur ki; ben de meyhanenin canıyım.

Ne yiyip içmeye, silip sömürmeye düşkünüm, ne yiyip içme derdindeyim; şu yemekten içmekten bezmişim ben, meyhane sofrasının başındayım ben.

Ben padişahın hemdemiyim, gerçekten de Süleyman’ım ben; tamamıyla iman kesilmişim ben, meyhanenin imanıyım ben.

Şu aşağılık yerde aşkınla çalıp çağırdım,

sarhoşluğa düştüm; birisini gördüm de kimsin dedim; meyhane padişahıyım dedi.

Nerde olursam olayım, onunla aynı kâseden içiyorum; hangi bucakta dönüp dolaşırsam mutlaka meyhanede dönüp dolaşmadayım.

Dâvaya bürhan gerek, böyle bir dâvaya da bürhan göster dedin; istediğinden daha aydın bir bürhan sana; meyhanenin deliliyim, bürhanıyım ben.

Altınım, gümüşüm gitti amma yasemin bedenli bir güzelin göğsüne dayandım, onun kucağındayım. Malım mülküm yok amma meyhanenin varı yoğu kesildim.

Ey canıma can olan sâkî, yıkık gönlümün mumusun sen; yıkık gönlümü bir gör, gözet, meyhanede düşüp yıkılmışım ben.

(s. 82) Seni bu yıkık yere şeytan düşürmüş dedin; fakat meyhanemin şeytanında bile melek güzelliği var.

Sustuğum zaman meyhane küpüyüm, söz söylemeye koyuldum mu meyhane kapıcısıyım

CXIII

Canına and olsun, bugün de seninle hoşum, yarın da; burda da senin yüzünden şekerler saçıyorum, orda da.

Gönül senin şarabını içmiş de evden çıkıp yollara düşmüş; bizde gönül yok, gönül seninle; fakat gene de hem bizimle, hem bizde değil.

A gönül, bildiğin, tanıdığın o yere doğru akıp gitmedesin; dileğimiz, isteğimiz şu: Bâri bizden de oraya selâm götür de de ki:

Biz zamanını bekliyoruz, gönülse daima seninle, senin yüzünü görüp durmada; hem huzura, rahata kavuşmuş, hem coşup köpürmede, kavgalara, gürültülere dalmada.

Senin şarabından, senin rüzgârından şu gönül dalgaya döndü, coşunca da hoş, alçalınca da; yücelince, yükselince de güzel.

Lûtfunun güzelim bulutu, canımızı da,

gönlümüzü de hoş bir hale getirdi; toprağa da tesir etti, taşa da, kayaya da.

Şu âlemden geçip gittikten sonra Ademoğullarmm sûretlerinden kurtularak seninle beraber canlara karışmak, canlarla birleşerek can halvetine dalmak, bir hoş âlem olacak.

O sarhoş bakışlarından, o büyücüden, o büyücü huylunun yüzünden, bilen, bilmeyen her göz şaşırmış kalmış.

Bilirsin ya, deli divaneyim ben, hiçbir şeyden utanmam, delilik, sevgi, damarımda, mayamda var; yaradılışım böyle benim.

Ey onun ateşinden, suyundan bir nişane, bir eser arayan, iki gözümüzden akan yaşlara da bak, yüzümüzün, benzimizin sarılığını da seyret.

Balçık âleminde de, canla gönül âleminde de aşk yüzünden hem eminlik var, hem de bu fitne, bu kavga gene aşk yüzünden.

O alnına dökülen büklüm büklüm saçlar, o can zincirleri yüzünden hem inanmış Müslüman zünnâr bağlamıştır, hem Hıristiyan.

CXIV

Kokusundan coşup köpürdüğüm, sarhoş olup kendimden geçtiğim o şarap yok mu? Ey sâkî, o şaraptan anla halimi, vallahi bu haldeyim işte.

A benim sarhoş sâkîm, şu kırık dökük halimi seyret. A benim elimden kaçıp giden, o ele mensubum, bana ne yaptıysa o el yaptı, sen de anlayıver bunu.

Tuzağın beni kırdı döktü, ben senin kadehini kırıp döktüm; sen de sarhoşsun, ben de sarhoşum; sen de kırdın geçirdin, ben de kırdım geçirdim.

A sarhoşların canı, gönlü, sözümü tut, sözümü; açıl bana. Mahrem değilsin diyorsun, and olsun Allah’a, mahremim, mahrem.

O yıllanmış şarabı doldur kadehe, gel otur kucağıma, otur, otur ki böyle bir anda uykuda bile olsam uyanır, sıçrar, kalkarım ben.

Canın için, başın için ey dost, şimdi sun bize; aldatma, yarın doldururum, yarın sunarım demeye kalkışma.

Senden ne diye el çekeyim? Vallahi de bırakmam seni, billahi de bırakmam; sonucu bıktım artık, vazgeçtim kavgadan gürültüden dedirtinceye dek savaşır dururum seninle.

Şarabın yeliyle beni ateşlere salıp yakmanı isterim; kendi suyunla beni toprak gibi alçaltmanı, yerlere döşemeni dilerim.

cxv

Adını söylemediğim dilbere canım feda olsun; onu aramadığım günüm varsa kararsın, geceye dönsün.

Yarın o benim mahalleme çıkar gelir de ben gönül kaydında kalırsam, bütün şehirde rezil rüsvay olayım gitsin.

Dedim ki: A ay yüzlü güzel, bâzı bâzı beni ara da dertle gönül kanma el atayım, o kanla yüzümü yıkayayım.

Dedi ki: Geldim, aradım seni, fakat evde yoktun; yarabbi, böyle bir yalanı, hem de yüzüme karşı nasıl da söylüyor.

Bir gün, and olsun Allah’a, gazel söyleye söyleye can vereceğim, çünkü nice zamandır zârı zârı ağlayıp duruyorum, kıla döndüm artık.

CXVI

A beni konuk çağıran, yanıma gel a benim canıma can olan; şaşırmış kalmışım, ev nerde, bilmiyorum ben.

A şehri de şaşkına döndüren, şehirliyi de, köylüyü de hayretlere salan; ev nerde, göster, tarif et, evi bilmiyorum ben.

Kendisine can olduğun kişide akıl fikir, bilgi, anlama arama; beri gel, incitme onu, ben evin yolunu bilmiyorum zaten.

Seni görüp coşanı, köpüreni mazur gör, evden uzaklaştırma; evi bilmiyorum ben. Aşıkım ben, iştiyaklar içindeyim ben, her

yanda tanınmışım, şöhret kazanmışım ben; beni evde tek bırakma, evi bilmiyorum ben.

Ey çalıp çağıranların safına baş olan çalgıcı, vur, vur elinle tefe, vur gönlümün yolunu; zaten evin yolunu kaybettim, evi bilmiyorum ben.

Ey Tebrizli Tanrı Şems’im benim, senden başkasıyla uzlaşıp birleşemem, düşerim kalkarım, evi bilmiyorum ben.

    N —

Beni arayacağın zaman nerde aramalısın, biliyor musun? O gözün, o fitnelere gebe nerkisin çevresinde.

Güzelliği gönüle vurur da hayali belirir, parlarsa gönül coşar da, bendini yıkar, taşar, onu zapt etmenin imkânı kalmaz artık.

Sevdalarla dolu gönül çocuğu, kavgaya gürültüye girişir, meme emme çağı geçiverir de kalkıp koşmaya başlar.

Gönül bu tez canlılığı onun aşk ateşinden öğrendi; göğüsten uçup gitmeyi; hemencecik sıçrayıp kaçmayı ondan belledi.

CXVIII

Yürü, bil ki âşıkların mezhebi, âşıkların yolu yordamı başkalarının yolunun yordamının, başkalarının gidişinin tam aksidir; çünkü onların gösterişi, yalanı bile doğruluktan, lûtuftan,

ihsandan iyidir. Aşık için olmayacak şey yoktur, onun suçu bile sevaptır, zulmü bile adalettir, bühtan edişi bile lûtuftur, keremdir. Aşıkm sertliği yumuşaklıktır, âteşkedesi Kâbe’dir; güzelin sançıp batırdığı diken bile gülden, reyhandan hoştur.

Güzel yüzünü ekşitti mi bu hal, şeker çiğnemeden de tatlı gelir insana; sıkıldı, usandı mı sanki insanı öpüyormuş, kucaklıyormuş gibidir.

Vallahi usandım senden derse bu söz, Hızır’ın ebedî yaşayış kaynağından coşan abıhayatıdır sana.

Hayır, olmaz, dedi mi bu sözünde binlerce evet, olur sözü gizlidir; yabancı davranışı bile kendisinden geçmişlerin mezhebince bildik davranıştır.

Küfrü baştan başa iman olmuştur, taşı tamamıyla mercan kesilmiştir; nekesliği tümden lûtuftur, ihsandır, suçu günahı yarlıgamadır,

Beni kınar da eğri bir yol tutmuşsun dersen ne yapayım, ben can verdim de onun kaşının tuttuğu yolu aldım, o yola yollandım.

Bu yoldan sarhoş olduysam işte sustum, yumdum dudağımı; sen apaydın gönlü al ele, ötesini bırak, ne varsa at gitsin.

Ey Tebrizli Tanrı Şems’i, nasıl da şekerler yağdırmadasın yarabbi, benim dilimden yüzlerce gerçek söz söylemede, yüzlerce kesin delil getirmedesin.

CXIX

Ey yüzlerce sevda yaratan sâkî, bu çeşit düzenler yapadur. Ey dost, bu şiven, bu edan güzel mi güzel, hep böyle ol, devam et işveye.

Güzellere buyruk yürütmedesin; kaşını bir kaldırdın mı şu kul sana der ki: Onu da yap, bunu da; o da güzel, bu da.

Müslümanların kanıyla keşişlerin kadehini

doldur, kâfir saçlarınla dini yık, yak.

Amana ermiş başı dinç kişiyi, git a hıyanet diye sür yanından; o yol kesen kıskançlığınla Rûhü’l-Emin’in bile kes yolunu.

Heybetinden Arş’a bile sığmayan o hükmü zamanenin sırtına yükle, yeryüzüne yay.

*              Candan mahrum olana İsa nefesinle üfür, can ver; altını olmayana iksirini bağışla, altınlara sahip et onu.

Ey Tebrizli Tanrı Şems’i, devran yürüdükçe hüküm şenindir, devir senin; evet, öyle hükmededur.

cxx

Ey gönül, seni anlatmaya dilim dönmüyor benim; o harfler yetmiyor anlatışıma benim.

O çalgıcı, çalgıya benim vuruşlarımla vurmada, gönlümce çalmada ya; dilimin yerine bütün varlığım onun perdesinde dönüp duruyor, gönlümün halini o vuruşla anlatıyor.

O sâkînin yüzünden kadeh de sarhoş, şarap da. Benim canıma, benim cihanıma can da hayran, cihan da.

Gayb âleminden bir lâ’l, şu dünya mağarasına geldi, fakat o da benim madenimin yüceliğini gördü de şaşırdı kaldı.

Bizi kıldan kıla, inceden inceye ararsan bile nerden bulacaksın? Mekânımız onun saçları çünkü.

Dün gece can, o ay yüzlüye diyordu ki: Gönlümü yaraladın, incittin a katı yaylım benim, şu kanlara bulanmış temrene bir bak da gör.

O da, arslandan başka bir av lâyık mı bana; Bedahşan lâ’linden başka kim buldu benim nişanemi demişti.

Ey benim hırkama yapışıp çeken, şu yüzlerce parçadan meydana gelmiş hırkadan başka malım mülküm ne gezer? Başka kumaşların nerde?

Tebrizli Tanrı Şems’i, zamandan da üstün, mekândan da; onun yüzünden devranım her devirden daha yüce, daha hoş.

CXXI

O gümüş kolları dola boynuma, canım sana yer yurt, gel bağrıma.

Sarhoş oldum ey can, elden çıktım ey can, lâ’l dudaklarınla mahmurluğumu dağıt ey dost.

(s. 83) Ey her yüce ere sâkîlik eden, ey herkesi esritip baştan çıkaran, şu şarabı hangi küpten doldurdun? Zulmüne kul köle kesildiğim güzel, çek beni, ta kökümden sök çıkar.

Hem perdemi yırt, hem gönlümün kanını dök, sonucu benimle değil misin? Ne mutlu bana, ne mutlu.

Dosttan gelen sitem değildir, sarhoşun da suçuna bakılmaz, sarhoş ancak bağışlanır, kırma, böyle beni.

A benim canım, madeninden çık da salına salına gel şu meydana; madende bulundukça altın bile parlamaz, parıltı vermez.

Senin gibi madenden çıkmış bir lâ’l, adamla beraber olursa hiçbir can gama, gussaya düşmez. Can bedendeyken hiç kimse kefene sarılmaz, mezara gömülmez.

CXXII

Haberin olsun; sarhoşların yolu yordamı; birbirine düşmek, kavga gürültü çıkarmak, inat etmek, kötülüklere uğramaktır. Aşıka gelince o, sarhoştan da beterdir; zaten âşık da o ildendir. Aşık olmak nedir? Söyleyeyim de dinle: Aşk, altın madenine düşmektir.

Hattâ altın da nedir ki? Aşk, ölümden kurtuluştur, baştaki taçtan düşme korkusundan emin oluştur.

Derviş hırkaya bürünmüştür amma koltuğunda inci vardır, artık derbeder bir hale düşmekten ne diye utansın, arlansın?

O ay yüzlü dilber, dün gece sarhoş bir halde çıkageldi; kemerini de yolda düşürmüştü; öylesine sarhoştu ki kemerinin düştüğünden bile haberi yoktu.

Dedim ki: Kalk ey gönül, sıçra, cana sun şarabı, böylesine bir vakit, böylesine bir fırsat ele geçti, yıkılıp düşmenin tam zamanı.

Gül bahçesinde bülbüle eş olup şakımanın vakti, rûhanî dudu kuşuyla şekere dalmanın çağı şimdi.

Gönlüm bende değil, sana vermişim onu, yolunda düşmüş; yıkılmışım ben, vallahi düşecek başka bir yer bilmiyorum ben.

Kadehini kırdıysam sarhoşum güzelim, sarhoş. Tut elimi, tehlikelere düşmeme mâni ol; sarhoşum işte.

Bu kaide yeni doğdu, bu usûl yeni kondu: Şişeyi kırmak, şişeciye sarılmak.

CXXIII

A oyunbaz gönüllü sevgili, bir an beri gel de mızıkçılık etme; mademki vurup yaralıyorsun bizi, bâri ercesine, adamakıllı vur, adamakıllı yarala.

Bize taht kuracaksan denizin ortasında kur; bize darağacı dikeceksen yüce gök kubbenin üstüne dik.

*                Birbirine uygun eşlere şerbet ver, üfür onlara; birbirine karışmış, fakat uyuşmamış ikiyüzlüleri birbirine kat, kır geçir onları.

*             Ledün iksirini donmuş kalmış hatıra sür de canlansın, altın kesilsin; tek ü tenha kalıştan, eşsizlikten mahmurlaşmış kişiye sun haram edilmiş şarabı da herkese eş olsun.

Dünyanın gözüne yepyeni bir adalet göster, dünyaya yepyeni bir akıl ver; o yâ hû diyarının ceylanını sal talim görmüş av köpeğine de avlasın o köpeği.

Karılıp yoğrulmuş balçığa bir kere daha üfür, eğil, üfür de üfürürken o büklüm büklüm saçları Adem’in balçığına bir saç.

*                 Gerçeğe baş eğen gerçeksen kutluluk mağarasına git, Müslüman bir ersen teslim oluş ülkesine var.

A benim canım, can istemişsin, işte buracıktayım ben, işte buracıkta can; sana feda olmayacak canı tut da cehennemin ta dibine at.

Her an bir yepyeni İsa’nın doğmasını istiyorsan senin o gül bahçenden bir yeldir estir de yolla Meryem’in büründüğü elbiseye.

Yokluk yurdunun varlık yurdu olmasını istiyorsan o; İmranoğlu Mûsa’nın gördüğü ateşi sal matem harmanına, yansın gitsin.

İki âlimin de aynı kâseden yiyip içmesini, aynı yola yordama sahip olmasını istiyorsan o, ben Allah’ım sürmesini çek iki âlemin de gözüne.

A aydın gönüllü çalgıcı, ben susuyorum, fakat sen, dinleyenleri zîr perdesine doyurdun mu tut, bem perdesinden çalmaya başla.

Sen gamların, kederlerin düşmanısın, susmak yarışmıyor sana; her an gamın başına bir yeni taş at.

CXXIV

Kazmasız, külüngsüz sanki bir ark açılmış gibi can kaynağından her yoksulun evine bir yol oldu.

Gönül, yüzünü cana döndü de ey âşık, ey dertlere batmış sevdalı, sevgilinin penceresine yürü, evinde oturup durma dedi.

A sevdalı hoca, a kâr kaydına düşmüş tacir, ovalara yüz tut, neşe gül bahçesine git, gamlıların gamına dalma.

Bu gönül deriye benzer, gamsa âdeta ateştir; bu deri, o ateşin tesiriyle deriden yapılmış sofra gibi bumburuşuk bir hale gelir.

Gönül gözün gam yüzünden toprakla dolarsa nerden Tebriz’i bulacaksın, nerden Şemseddin’in tapısına ereceksin?

CXXV

Gece perdesinin ardındaki şu Zencicikleri bir seyret, bu gece Zenciciklerle can işretine dal.

Halkın hepsi de uyumuş, âşıklar açılıp saçılmışlar, birbirlerine sır söylemeye koyulmuşlar; aşkolsun, ne de güzel, ne de hoş bir yol yordam.

Dostlar coşup köpürmüş, candan gönülden yanıp yakılmış hepsi; o nikâh parası olmayan, o bedava kendini gösteren dilbere karşı gönüllerini de, gözlerini de açmışlar, dalıp gitmişler o güzelliğe.

Senin aşkın bana râm olalı bu aşk haram oldu bana; senin saçların bana tuzak kesileli geceler mesken oldu bana.

Gece Zenci’si sarhoş oldu, her şey şarap kadehi kesildi, şarap          kadehi; her varlığın gözündeki sarhoşluğu      artık o Zenci’nin gözünden seyret.

O dolap, su gelmez de dönmezse durur mu durur; fakat neden durduğunu ne bilsin dolap.

O yoksul döner durur, ne sevgisi vardır, ne kini; Ferhad’ın dağ delmesi, Şirin’e kavuşmaktan başka ne içindir ki?

Padişah, o esrarkeş Hintli’ye, o şuhluğun, o nazın, edanın aslına, mayasına, o Zenci padişahlar padişahına birbirine girmiş, karışmış bir bölük asker ulaştırıyor (o kıvrım kıvrım saçlar, yanağındaki bene sarkıyor).

Ey Tebrizli Tanrı Şems’i, sen bir Hintli’ye benzeyen geceyi yüzlerce Ülker yıldızı gibi apaydın yüzünle yakıp yandırmak için bir mumdur yakar, yandırırsın.

CXXVI

Çenge döndüm sevgili, nağme kapısını aç, o çengi çalmaya koyul; karşılık olarak yüzlerce can al da o işvelere başla.

Mademki İsa’sın, Meryem’le aynı sofraya oturt bizi, aynı kâseden yemek yiyelim; gönül tamburumuzu zurnayla aynı havadan, aynı besteden feryat ettir.

Ey çeng çalan, böyle bir ihtiyârın nabzını ele al, o üzümün gönül kanını doldur kadehe, sun bize.

Rintler topluluğuna bugünkü güzeli göster, zahitlik bir söz ederse ona da yarını vaad et.

Deli divaneyle sarhoşu coşturmak istiyorsan zincir gibi saçlarını göster de sen uzaktan seyre bak.

Bir güzel gördüm ki senin güzelliğinden yaratılmıştı; can dedi ki: Allah’a dayandık de. Gönül dedi ki: Coşup köpürmeye, naralar atıp kükremeye koyul.

İşte o günden beri bu yoksul kulda ne akıl kaldı, ne din. O misk gibi güzel kokulu, o misk gibi simsiyah saçlar yüzünden beni puta döndür, kollarımı açıp bekleyeyim, haç haline geleyim.

*            A gönül, zünnâr kuşan, manastırı yurt edin; o kendisinden başka her şeyi yok eden rahipten bir öpücük iste.

Alemin kul köle kesildiği Tebrizli Tanrı Şems’inin yüzünde bize rağbet ettiğini, bize iştiyak çekmekte olduğunu görürsen bu parlak, bu güzel hikâyeye yeni baştan başla.

CXXVII

Bil ki iki dünyada da iki şey vardır ki olmaz da olmaz; Ne Tanrı âşıkı tövbe eder, ne havayla heybe dolar.

Tövbe deniz kesilse elime bir katresi geçmez; toprağa girsem o toprak yanıp tütmeye başlar.

Bedenimin toprağını seyret; hevâya, hevese uyan canımın yüzünden her zerresi, şu aşka düşmüş de gönül gibi dönüp duruyor.

Benim mayam bu, işim gücüm bu; nereye varsam buyum ben; eyer diken de nereye giderse gitsin, eyer diker.

Her var olan, sonucu mezara girecek, toprak esiri olacak derler; fakat daracık kutuya giren misk, yerlere dökülüp saçılmaz ki.

Karanlık göğsünde gönlün neşelendi mi o göğüs zindan olmaz, meydan kesilir, meydan.

Çocuk ana rahminde neşe buldu mu ordaki gıdası olan kan şaraptan yeğdir, o daracık yer, bu gül bahçesinden hoştur ona.

Bunu yayar, anlatırsam korkarım, mukallit hayallere düşer, başı dönmüş düşüncelere kapılır

Mücessem cansın, sana bakıp da ten gören, aynaya bakmıştır amma demirin karalığından başka bir şey görmemiştir.

Zatına and olsun ki abıhayatın ululuktan yağ gibi üste çıkmaz, uzaktır ondan bu hal.

A yüzü ay gibi apaydın güzel, can bir kerecik ayağını öpse o öpüşün tadı damağında kalır da mahşere dek ağzını yalar durur.

Gönüle, nasılsın dedim, canıma canlar katılmada, çünkü and olsun Allah’a, hayaline yer yurt kesildim dedi.

Gönülde hayali olsun da sonra o gönüle gam, gussa gelsin, mümkünü yok. Abıhayatına dalan ölüm tehlikesinden korksun, böyle şey mi olur?

CXXIX

Geldi de bağı bahçeyi bezedi; ne yüzdür bu yüz? Esti de bizi sarhoş etti; ne kokudur bu koku?

Burası cennet evi mi, yoksa meyhane mahallesi mi? Yarabbi bu ne biçim ev, bu mahalle nasıl mahalle?

(s. 84) Gönülde Kevser gibi kızıl şaraptan bir ırmak akıp durmada; gönül sevgiyle dolmuş; yarabbi, nasıl ırmak bu ırmak?

Ey dost, senin yüzünden her tepenin başında yüzlerce adam ölüp gitmiş de sen gene perdeyi salmışsın, perde ardına girip gizlenmişsin, ne huydur bu?

Zevke dalan canlar, aşka düşmüşler, aşkla iki bölük olmuşlardır; bir bölüğü aşkla şarap kesilmiştir, bir bölüğü aşkla testi olmuştur.

CXXX

Yüzünün ateşiyle ateşle gönlümü, gönlümün ateşinden bir yalım al, sal şu nakışlarla bezenmiş gökyüzüne, alevle gönülleri.

Ey bütün kayıtlardan kurtulmuş hoş can, ey aslında melekten doğmuş can; nereye gidersen hoşça git, soluk aldın mı hoşça al.

Canım, şu bedenini candan ayırt ederse elinde kılıç var ya, çal o kılıcı canımın ta tepesine.

Düğümlerle, büklümlerle dopdolu saçları, gönüllerdeki düğümleri çözen güzel, o karmakarışık, o darmadağın saçlara bir düğüm daha vur.

CXXXI

A benim cancağızım, nasılsın? N’olur a benim canım, bir öpücük ver; a benim canım, o şeker mi şeker dudaklarından bir yük şeker istiyorum ben.

A benim gülüp duran cancağızım, huyunu bilirim, şeker huylusun sen, Allah için olsun bir gül a benim canım.

Alıcıyım ben, şeker istiyorum, a benim güzel kokular satan güzelim, kapatma dükkânı a benim canım.

Adını sanını öğrendim, yerini yurdunu belledim de dükkânına gittim; esenlik sana a yüce, a usûl boylu selvi, a benim canım dedim.

Hilecisin, yankesicisin, düzencisin amma etme bu mihneti bana dedim, hastalanmamı, perişan olmamı revâ görme a benim canım.

Gönlümüzü yapmak için oyuna gir, oynamaya koyul ey sevgili, nazla, işveyle o saçları şöylece bir kement gibi kullan a benim canım.

A güzellerin güzeli, a gülen gül dalı, güzeller nasıl öpücük verirler, bir göster a benim canım.

Bir kulum ben, yerlere döşenmişim, bir güzelce, bir hoşça yanıp tütüyorum, üzerlik tohumu gibi ateşler içinde kaynayıp duruyorum a benim canım.

CXXXII

Ey gül bahçesinin usûl boylu selviye benzer gülü, eli boşları gör, gözet; bir somun ver, yüz tane al, hadi, bir şeyler ver yoksullara.

*            Peygamber’in sözünü duy, sadakayla altın, gümüş azalmaz buyurdu, hadi, bir şeyler ver yoksullara.

Bir tohum ekersen yüz başak biçersin; peki, ne diye kulağını kaşıyorsun? Hadi, bir şeyler ver yoksullara.

Az ver, çok karşılığı seyret. Gönül yap, övülmeyi gör, müşkülleri aç, müşküllerin açılışına bak; hadi, bir şeyler ver yoksullara.

Sadakan Tanrı’ya gitmiş, ulaşmış da o darmadağın gecede sen rahatça uykuya dalmışsın, o seni bekleyip kuruyor; hadi, bir şeyler ver dervişlere.

Lütfederse onun gölgesine sığınırsın, orda hayli rahat edersin, huzura kavuşursun; hadi, bir şeyler ver yoksullara.

Hürmet et, hürmet gör. Nimet ver, nimet bul. Acı, acısınlar; hadi, bir şeyler ver yoksullara.

*           Ey her yoksula lütfeden, kerem buyuran; ey her dertliye, her gamlıya acıyan; ey din gününün sahibi; hadi, bir şeyler ver yoksullara.

Sesim sana vardı, sırrımı duydun, anladın, beni mahrum etme; hadi, bir şeyler ver yoksullara.

Halden hale giriyorum, başım döndü bu halden; dedikodulara dalmışım; bomboş zembile bak; hadi, bir şeyler ver yoksullara.

Biliyorsun ki dua etmedeyim, her yerde seni övmedeyim; seni bırakıp da kimlere gideyim ben, kimlere derdimi dökeyim? Hadi, bir şeyler ver yoksullara.

Ağrın, sızın olmasın; âmin. Kaza uzak olsun senden; âmin. Tanrı yâr, yaver olsun sana; âmin. Hadi, bir şeyler ver yoksullara.

Civarın cennettir, huyun merhamet; hele şu anda, şu saatte; hadi, bir şeyler ver yoksullara.

Dua ettik, yürüdük, mahallenizden geçip savuştuk; hoşça kal, işte biz gittik; hadi, bir şeyler ver yoksullara.

CXXXIII

Leylâ bir yandan, Mecnun bir yandan kulağımı çekip duruyor. O, o yana çekmede beni, bu, bu yana.

Bir kulağım bunun elinde, öbür kulağım onun elinde; bu yücelere çekiyor beni, öbürü ovaya, yazıya sürüklüyor.

Bu çekişin elinden, şu ateşlerle dopdolu gök kubbenin yüzünden ben de gök değirmisi gibi dönüp durmada, ağlayıp yanmadayım.

Kendimde olmadığım zaman kulağım, bunların elinden kurtulur da padişahlar gibi atlaslara bürünür, ağır libaslar giyinir, salınırım.

Kendi hırkamı kendim yırtar, dikerim ya, işte o güne âşıkım ben; sen de keyfiyete sığmayan, dile, söze gelmeyen hırkaya yama keyfiyetsizlik yamasını.

CXXXIV

Ne onsuz adım atıp gitmeye imkân var, ne ağız açıp söylemeye. Ne onsuz oturmak mümkün, ne onsuz yatmak.

Ey bu kapının halkasını çalan, kapının açılmasına imkân yok; çünkü aklın başında, ayıksın, her an baş çekip duruyorsun.

*             Baş çekmek, tamahtan ileri gelir, böyle kişi altın ister, kan döker; gebe kadın gibi kil yemeye âşık olur.

Halbuki o tatlı yüzlü âşık, altınını da verir, canını da; gönül kuşu gibi şu penceresiz kubbeden uçar gider.

*            Bu gerek, şu gerek sözü, gizli şirkten doğar; fakat kul olan, süsen gibi bu vesveseden kurtulur.

Ne gerekse o yapar, o meydana getirir, o tamamıyla inciler yağdırır; yarabbi, o yolu yordamı tatlı sâkînin neleri vardır, neleri.

Bir evde iki ev sahibi olursa ev yıkık yere döner. Odur ev sahibi, bense kulum; ben su gibi alttayım, o yağ gibi üstte.

CXXXV

*               Ey Tanrı yardımının sancağı, ey Yâ Sîn meşalesi; yarabbi, ne de hafif rûhlusun, gel de gözümün, başımın üstünde otur.

Ey hünerlilik tacı, ey akıllılık miracı, zaten tarife ne hacet var, sen baştan başa nefissin.

Oynayan her zerre, el çırpan her yaprak, dilsiz, ayaksız gel der sana, gel gökyüzünde yurt edin.

*                Sevgili, herkesin canısın, a efendimizin devleti, ikbali, canı fülâneddinin nazından, edasından kurtardın gitti.

Yücelerdeki meleklerin kanatları senin üfürmenle biter, sayende uçarlar. Şehvetten, iktidardan kalmış feleğin beli, senin doğundan kızışır, döl döş sahibi olur.

Dünyayı yakan aşkın, ciğerleri delen iştiyakın yüzünden hiçbir dua eden yokken âlem âmin sesiyle dolmuş.

*             Ne bir yarık vardı, ne bir yol; ansızın bir seher çağı can hekimi bir küp dolusu efsintin getirdi de.

Şu hasta bedenim, şu ağlayıp inleyen gönlüm dirildi, çevikleşti, başını yastıktan kaldırdı;

Ona dedi ki: Pek alımlısın sen, öyle benziyor ki Mesîh’sin; hoş geldin ey padişah, ey her yoksulun çaresi, safâlar getirdin.

Hastaların peygamberisin, onlara yağmurdan daha faydalısın, daha feyzlisin; küpünde ne var? Hekim dedi ki: Gamlı, dertli gönlün ilacı.

*             Yakub’un gönlüne dermanım, Eyyub’a şifa veren ırmağın kaynağıyım; hem çirkinim ben, hem güzel; hem Husrev’im ben, hem Şirin.

Böyle bir deniz şu küpceğize nasıl sığar dedim; dedi ki: Sen bu yolu, bu yordamı nerden bileceksin?

*             Siccîn âlemine İlliyyîn’i sığdıran bir üstadın neliksiz-niteliksiz üstadlığını kim bilebilir, nasıl bilinebilir?

Yusuf, kuyunun dibinde yedi kat göğü görür, seyreder; Yunus, balığın karnındayken Ülker yıldızının da üstündedir.

İster yücelerde ol, ister aşağılarda, varlığı, sarhoşluğu dile; bu baht ne yücelere vakfedilmiştir, ne aşağılara.

Sus, bu hisse, şu kıssaya sığmaz; yürü, gözünü yücelere dik onun ay gibi yüzünü seyret.

CXXXVI

Varlık yurdunu zevkten başka bir şey bilme ey can; bu tatlı nükteyi canında sakla ey can.

*              Çünkü arazı da, cevheri de zevk meydana getirir; babayla ananın zevki bu dünyaya konuk etti seni ey can.

Nerde bir zevk varsa orda iki kişi vardır, gelip birleşirler; o iki bedenin birleşmesinden bir zevktir meydana gelir ey can.

Her duygu, bir duyulana çifttir, onunla birleşmiştir; her akıl bir akıllıya eştir, onun üstüne titrer durur ey can.

Ey duygu, seni duygu olarak yaratana eş olur da başkalarından kesilirsen sultan olursun ey can.

Halktan gelen zevk, beden varlığını meydana getirir; Hak’tan gelen zevkse gönlü, canı meydana getirir ey can.

Nerde o göz ki görsün; her yana perdeler salınmış; her zerre gizlice eşiyle birleşmiş ey can. Aşık da güzelle birleşip kaynaşmış, zahit de; zevkten varlık âlemine de sığmıyor, mekân âlemine de ey can.

Aklıyla fikriyle işe güce koyulan ihtiyar da, gencin canı da her an, bütün dünyadan gizli, hamamcı olup duruyor ey can.

Gizleme ey Rüstem, senin gizlediğin şeyi aradım, aktardım da ahvalini bildim, öğrendim, işve satma bana, aldatma beni ey can.

(s. 85) Ekşi bir yüzün varsa bunun bir hile olduğunu, senin bir düzenci bulunduğunu, başa geleceklerden, kötülerin düzeninden korktuğunu biliriz ey can.

Bekâr evinin bir bucağında inci tanesi gibi bir huri yatmış, uyumuş; yabancıların dudaklarından uzak, sen kalk da yakalayıver onu ey can.

Yüz çeşit aşk oyununa girişir, yüzlerce naza, işveye kalkışır; sana döndü, el uzattı mı hemen bir öpücük alıver ey can.

Denizin üstünde balıkların cünbüşü görülür mü hiç? Su, zevk edenleri, sevişenleri örtmeye yarar bir perdedir ey can.

Bunca hayvan orda, çobandan gizli koyun çalmış kurt gibi avını çiğner, doğurur durur ey can.

Her zerre şaşılacak işler başaranın işlerine bakıp hiçbir şeyden haberi olmadığı halde usûl tutup el çırpar; hayvan abıhayatı nerden bilecek ey can.

Her zerrenin gönlünde bir güneş doğmuş, parlamış; her katrenin özünde yüzlerce ırmak akıyor ey can.

Sus, her ağzını yummuş kişi o lokmayı çiğneyebilir mi? Sus, ağzını yum da lokmayı düşürmeyesin ey can.

CXXXVII

A köpeğe benzeyen nefis, niceye bir diş bileyip duracaksın?    Başkalarının ululanmasından inciniyorsun amma sende yüzlerce kat fazla ululanma var.

Ağlıyorsun, zehirle dopdolusun, halka bu kahrın ne? Pişmiş kebap olmuş kelle gibi sırıtıyorsun da gülüyorum diyorsun.

Ben soflar giyinmiş bir sûfîyim, iyilikleri buyuran bir adamım diyorsun; zindanda bulunan kişi, nasıl olur da şahnelik eder?

Mazursun, yalnız kendini görüyorsun, kendi kendini sıkıp üzüyorsun, sonra da hüner sahibi olgun kişiler gibi başkalarını mazur görmeye kalkışıyor, onların özürlerini dilemeye girişiyorsun.

*              Kur’an’ı kendi bilgine, kendi haline göre tevil ediyorsun da tutuyorsun, halk içinde örse vurur gibi Kur’an’a vuruyorsun.

Yola toprak kesilirsen abıhayatı bulursun; fakat ululanır, kendini büyük görürsen bağlarla bağlanır da ateşlere atılırsın.

Şu geçitten geç, Tebrizli Tanrı Şems’inden başkasına, o şekerler gibi tatlı dosttan gayrısına kapıyı kapa.

cxxxvih

Birlikte mekânsız bir hale gel, yokluğun ta kendisinde yer edin, ikilik fikrini taşıyan her başı kes, as puta tapanın boynuna.

Bu kudsî dudu kuşunu, kanatları belirmeden, varlık kafesinde, şükrane olarak şekerle besle.

*              Ezel sarhoşu oldun mu ebed kılıcını al, bir Hintli’ye benzeyen varlığı Türk’çesine yağmaya koyul.

Varlık tortunu süz, sızır, arıt, o mâna şişesini arı duru şarabıyla doldur.

Yeryüzünün yılanı oldukça nerden din balığı olacaksın? Sevgili, balık oldun mu da her şeyi at denize.

Hayvanlara bak, hepsinin de başı yere eğilmiştir; adamsan kendine gel de başını yücelere kaldır.

Âdem medresesinde Tanrı’ya mahrem olduysan meleklerin âleminin başköşesine geç, otur da onlara Tanrı adlarını öğret.

*             İllâ saltanatını elde etmek istiyorsan yokluğa var, yok ol; yokluktan bir süpürge al da her şeyi sil süpür.

Yola çıkarsan mâna bineğine bin, bir yeri yurt edineceksen gök kubbenin en üstünü yurt edin.

İstiska illetine tutulmuş da susuzluğu gitmez adam gibi hiçbir şeye kanma, ne kadar yücelirsen yücel, daha da yücelmeye çalış.

Başı olan rûh, yüzünü kapıya döner; senin de başında bu sevda varsa, sarıl bu sevdaya canla başla.

Beden gölgesiz olmaz, gölge de aydın olmaz;

sen var, yapayalnız pencerenin bulunduğu yere doğru kanat çırp da uç.

Mecnun’un töresine uy da kavganın, gürültünün başı kesil; çünkü bu aşk, daima halktan ayrıl demektedir.

Hem yakıp yandıran ateş ol, hem piş, kavrul; hem sarhoş ol, hem şarap kesil, hem de ikisi de olmaksızın ikisinin de neşesine sahip ol.

Hem baş ol, mahrem ol; hem soluk al, hem soluk kesil. Hem biz ol, hem bizim ol, hem de kulluk et bize.

Hıristiyan’ın senin manastırına gizlice yol bulamaması için gâh zünnâra âşık ol, gâh haça sarıl.

Bilgi sahibi oldun amma varlık yüzünden oldun; varlık gözünü bırak, varlığı görme de yürü, can gözünü aç, can gözüyle gör.

*             Başını ayak yap da Hızır huylu Mûsa olan Tebrizli Tanrı Şems’ine yürü, yed-i beyzâyı görmeye çalış.

Ey sarhoşların gümüş bedenli dilberi, ey yüzünden işimin gücümün altın kesildiği güzel, hem gümüşümü yele ver, hem gümüşümü, altınımı al.

Kışın tam ortasında atını bir hızlı sürdün mü meydanının kızgınlığından yaz bile yanar, kavrulur.

Bir günlük çocukcağız bile senin koşa sıçraya oynayışını görse sütten de kesilir, anadan da vazgeçer, memeden de.

*            Eyvahlar olsun o andan ki file benzeyen gönlüm, sizin sarhoşunuz olur da Hindistan’ı hatırlar.

Bir gün olur da aşkınla ölüm ıztırabına düşersem, ölüm titreyişi bütün vücudumu kaplarsa her parçam o aşkın ateşiyle bir gül bahçesi kesilir.

Sen gönül perdesinin ardından bir baş çıkar, bir görün de bedenimdeki her kıl sarhoş olsun, yeni baştan geçsin kendinden.

Sana ait her hâtıram, her yâdım, aşkının damına, kapısına çıkmış bir kızoğlankızdır; o kadar cilvelenmektedir, o kadar işvelenip aldatmakta.

Derken yüzünün parıltısıyla her bir hâtıram, her bir yâdım, senin gibi bir padişaha gebe kalır.

Ey Tebrizli Tanrı Şems’i, kim seni sorarsa kıskançlığımdan hemencecik kimdir, hangi adamdır soran diye onu hem görmeye başlıyorum, hem söylenmeye.

CXL

Gönül perdesinden bak da o gönüller bucağındaki, o sarhoşlar secdegâhındaki yüzlerce gebe kadını seyret.

Dinle de gönlüme o damdan ne sesler geliyor, bir işit: Bir an bu yana gel, bir an kadehi al eline denmede.

girişmiş, Türkistan ordusuyla Hindistan ordusu birbirine girmiş.

Akla sordum, bu meşhur güzeller ne biçim güzel dedim; dedi ki: Kendileri gizli de hileleri, düzenleri meydanda.

Bunlar Tebrizli Tanrı Şems’inin sahip olduğu doğunun sayesinde her çayır çimene, her bağa bahçeye gelirler, giderler.

CXLI

*             Ey beyhude gamlara düşen, yürü, bu âyeti oku: “Nice bahçeler terk ettiler ve nice akarsular.” Ey günden güne hırsı artıp duran, yürü, bu âyeti oku: “Nice bahçeler terk ettiler ve nice akarsular.”

Atcağızı, eyerceğizi yüzünden öfkecikle, kinceğizle dopdolu kesilen, dertlere gussalara bulanan, yürü, bu âyeti oku: “Nice bahçeler terk ettiler ve nice akarsular.”

Bağırsaklar içindesin, pisliksin, heves, kin yelinden ibaretsin; ey pisliklere bulanmış akıllı, yürü, bu âyeti oku: “Nice bahçeler terk ettiler ve nice akarsular.”

Ey dâvalarla dolu şeyh, ey mânadan mahrum kılık kıyafet, ey yokken var görünen, yürü, bu âyeti oku: “Nice bahçeler terk ettiler ve nice akarsular.”

Padişahlığına, beyliğine bakma; ölüyorsun, öleceksin, bir yığın toprağın altına gireceksin, ona bak; yürü, bu âyeti oku: “Nice bahçeler terk ettiler ve nice akarsular.”

O işveceğiz, o yumurcuk, o çirkin benliceğin, varlıcağın çürümüş, dağılmış gitmiş; yürü, bu âyeti oku: “Nice bahçeler terk ettiler ve nice akarsular.”

Yanağını, güzellerin yanağına pek dayama, sonuca bak; yanağın, yüzün çürüyüp gitmiş; yürü, bu âyeti oku: “Nice bahçeler terk ettiler ve nice akarsular.”

İsterse bağın bahçen olsun, isterse konağın, sarayın; ölüme karşı nedir ki, dayanabilir misin, yenebilir misin bunlarla ölümü? Balçıkla sıvanmış mezara var da bu âyeti oku: “Nice bahçeler terk ettiler ve nice akarsular.”

İnsanların tabutlarını görüp de uzaktan gülen, a gözleri açılmamış kişi, yürü, bu âyeti oku: “Nice bahçeler terk ettiler ve nice akarsular.”

Söz söylemeyi bırak artık, sözden ne umuyorsun a yel ölçen, su biçen. Yürü, bu âyeti oku: “Nice bahçeler terk ettiler ve nice akarsular.”

Hem umuyordum, hem ummuyordum; ansızın o güzel, konuk geldi bana; gönül, hah dedi, geldi işte; can, işte dedi, buracıkta o ay yüzlü.

O eve geldi de biz hep birden pervaneler gibi o ay yüzlüyü aramak için sokaklara döküldük.

O,         evden burdayım ben diye bağırıp durmadaydı, benimse bu bağrıştan haberim bile yoktu da nerdesin diye her yana bağırıyordum.

O sarhoş bülbülümüz, gül bahçemizde şakıyıp duruyordu da biz üveyik kuşu gibi kû, kû - nerde, nerde diye feryat ederek uçuyorduk.

Gece yarısı bir bölük halk sıçrayıp yatağından kalkmış, hırsız var diye bağırıyordu; o hırsız da onlarla beraber hırsız var diye bağırmadaydı, halbuki hırsızın ta kendisiydi o.

Onun bağrışı, öbürlerinin bağrışıyla öylesine karışmıştı ki onların bağırış çığrışlarından sesi bile ayırt edilemiyordu.

*             “O sizinledir”, yâni bu arayışta o da beraber; bu bakımdan arıyorsan asıl onu ara.

*                 Sana senden yakındır, ne diye dışarıya gidiyorsun? Yoksullaş, kar gibi eri, kendini kendinde aramaya koyul.

İnsan aşka düşünce süsen gibi dilleşir, söze başlar amma sen dilini tut, sus, süsenin de huyu budur, dili vardır da söylemez.

CXLIII

(s. 86) Akıl çengimden benlik-senlik telini kopar da hemencecik gönül nağmesine koyul, bir benim için çal, bir senin için.

İştiyak birliğinde hepimiz de birleşiriz, bir oluruz; fakat söze başladık mı ben bir ayrı dost olurum, sen ayrı bir dost.

Bir mağaraya daldık mı Ahmed’le Ebû Bekr’e döneriz, çünkü ikilik benim için ayrı bir mağaradır, senin için ayrı bir mağara.

Dikenlik âleminde çok sefer ettik, artık sen,

ayağımdan benlik-senlik dikenini çek, çıkar.

A gönül, Mesîh’inin gölgesine sığın da sarhoş bir halde yat, uyu, o gitmişti de onun için ben de ağlayıp inlemedeydim, sen de.

Ben altına daldım, sense ey baş, secde edip durmadasın; evet, benim de işsiz güçsüz durmam yaraşmaz, senin de.

Beni arayan kişi, senin mahallende aramalı; çünkü bir kişi Leylâ olsa ancak sen olabilirsin, Mecnun’a dönse ancak bana dönebilir.

Yol kesen hırsızlar tutuldu, kısas çağı geldi, şimdi ona bir darağacı ben kurayım, bir darağacı sen kur.

Sus ki susmak, bana da övünmedir, sana da; söyleyişte, sabretmeyişte, sana da ayıp, âr vardır, bana da.

CXLIV

Yüreğim oynamaya başladı, gene söyle ey can, gene söyle ey cihan; hadi şu zinciri oynat, söze başla ey can sâkîsi.

Güzeller padişahı geldi, o şahane güzel geldi; niceye bir kulağımı çekip durursun ey kulağıma yapışmış, çekip duran, hele bir dile gel.

*            Bir sırdır bu, semender ateşten yanmaz; fakat Kalender’de bir can vardır ki ondan da daha ötedir, ondan da daha şaşılacak bir can, hele bir konuş, gene söze gel.

Sarhoşların topluluğunu seyret, masalı bırak elden; koca sağrakla gel meydana, tok sözlerle konuşmaya başla.

O ok gibi bakışlarını, o nişancı kaşlarını, o silahşorluk sırlarını okla, yayla dile getir de anlat.

Söyle hele canım benim, söyle, herkesin önünde söyle; bildiğin o nükteyi ona gizlice söyle.

Onu seven, ona gönül veren, arı duru şarabıyla sarhoş olmuş gitmiştir; onun akıyk dudaklarına ait haberleri söyle ey madenin has incisi, söyle.

Altüst olmuşum ben, o arslanın pençesine düşmüşüm ben; doymuşum şu cihana, karnım tok bu âlemin olaylarına; filânın ahvalinden bahset bana.

Gam nağmesi alta düştü, hafifledi, bamteli neşeye tam lâyık tel; bir an böyle çal, böyle söyle, bir an öyle çal, öyle söyle.

Güneş yardımcın oldu, devlet eşin, yoldaşın; maksadına erdin mi erdin, muradını buldun mu buldun, ilişiksiz, işkilsiz konuş.

*          Ey gerçeği bilip anlayan, şu sızıp damlayan, eriyip akmayan balçıktan geçtin de mâna âlemine vardın mı hatif gibi adsız sansız söze gel artık, anlat o âlemi.

Can âleminde yurt edin, gayb âlemini seyredegör, yürü, oralara yüz tut, şu ateş gibi gidenlerden, şu yalım gibi koşanlardan bahset.

Kendimde değilim, sarhoşum, köpek ağzını kapadım; ey kulu kölesi olduğum padişah, dilsiz-dudaksız sen söyle artık.

Bizim susuzluğumuza bak da o feyzli perdeden çalıp söyle; a gözümün nuru, nemli gözlerimizi gör de çal, söyle.

Bir araya toplanmış şekerlere bak, bizi seyredenleri gör, tatlı bakışları seyret de bu şeker gibi bakışlardan bahset.

Bugün öylesine sarhoşsun ki atlamışsın, şu cihan ırmağını aşmışsın; bugün dilersen hani o bir başkası var ya, ondan söz et.

Biliyoruz, ustasın, iki âlemin de hakkını verdin; fakat kimin eline düştün, sen o şaşılacak haberden bahset bize.

Yerinden kıpırdamadın amma gönlünle, gözünle bir hayli âlem gezdin, bir hayli yer dolaştın, sefer ahvalini anlat.

Gemiye binmişsin, denizler aşıyorsun; dalgalandıkça dalgalanıyor, arındıkça arınıyorsun; gâh aşağılara iniyorsun, gâh yukarılara çıkıyorsun, aşağıdan bahset,

yukarıdan dem vur.

Sabra hemdem olmuşum, gama iyiden iyiye dayanıyorsun; dil kılıcını çek de sabrı anlat, kalkandan bahset.

Topluluğun sarhoşluğuna bak, kadehleri yastık edinmişler; yarabbi, sen arttır şu sarhoşluğu, âmin; şu hikâyeyi gel de yeni baştan söyle bize.

Kim bu delili elde eder de gösterirse can bulur, hem de yüzlerce can; inanmıyorsan var git de taşa, tahtaya söyle.

Ona uyarsam, onun fikrine kapılırsam yüzünü tırmalarım dedi ya, ey işin içyüzünü bilen, bunu da ona bir seher çağında söyle.

Köyden bir başkası geldi, bir başka tencere koy ateşe; tacını rehine koyduysan kemerini de rehine vermekten bahset.

*            Konuştuğun bir Râfızî’yse Ali’nin lûtfundan dem vur, Sünnî’yse Ömer’in adaletinden söz et.

Bir karınca Süleyman’ın tahtından ne kadar bahsedebilir? Ağzını aç da sen anlat, yücelme

çarelerini söyle.

Hem lûtuf, ihsan sahibi, hem ey ay yüzlü efendim benim, nerdesin? Ben ne haldeyim, sen ne âlemdesin, nasılsın? Bunu sormak için seni aramadayım.

Ne de güzel bir sabah bu canım efendim, bütün rintler sarhoş; ta geceye dek hepsi de sevgiliyle beraber çırçıplak ırmağın içinde.

Ey kavim, size geldik, sevginize feda olduk, canlar verdik. Sizi göreli dileğimiz arındı, tertemiz bir hale geldi.

Efendi, şarap kadehini sunsan da sevinir, neşelenirim, sövüp saysan da. Sen ne istersen, ne dilersen ben de onu ister, onu diler, onu yapmanı rica ederim.

Bu kul, sarhoş oldu mu artık saçma sapan, darmadağın sözlerini duyagör. Tanrım, yardım et bana, saçma sapan söylenip duruyorum.

A hanımım, fincanımı kahveyle doldur, birbiri ardına sun bana. Seni ayık olarak ziyaret edenin vay haline; o da sakınsın bundan, sen de sakın.

Ey bu meydanın atlısı, başı dönmüş bir halde dönedur; o ay yüzlünün kulluğunda gökten de aşağı değilsin ya.

Çelebi, seviyorum seni, seviyorum seni; fakat sen nerdesin, nerde? Kibrin, gururun da yok senin; şu anda ara bizi, ele al gönlümüzü.

Mademki rahatlaştın, sükûn buldun, nerde uyumuştun, ne rüya görmüştün, söyle ey gönül; bildiğin gibi gene sarhoş oldun, dilerim, ayılmayasın hiç.

Vah benim dayancım, vah. Sevgilinin ağzı açıldı mı sunduğu şarap ne de güzeldir; tatlılaştıkça tatlılaşır, biteviye ağdalaşır gider.

Sen bir tuzlasın sanki, hem de her canın ta gönlünün içindesin; ey lûtfu umulan, ihsanı beklenen, herkesin tadı tuzu, her şeyin güzelliği, alımı, senin güzelliğinden gelmede.

Her güzel, birazcık sana benziyor, yoksa ne erkeğe bakardım, ne kadına, dünyadan göz yumar giderdim.

Halk bana gülse de, tutup ellerimi bağlasa da, kınasa, azarlasa da burdan gitmeme imkân yok.

*                Soğuk, donuk kişilerden gönül soğur, üşüyüp donar, mazı sararıp soldu mu gönlü kararır insanın.

Senin sesini duydu mu önünde yüzlerce perde, yüzlerce burç, yüzlerce kale olsa güvercin onların hepsini de aşar, uçup gelir, buluşma kulesine konar.

Bir kavim var ki kötülük için yaratılmış, sana ulaşma hususunda yalanlar söylerler, lâflar uydururlar; fakat biz o sözleri işitmeyiz bile a efendim.

Şu inatçı nefis, keçi yavrusu gibi dağlara, tepelere çıkmak ister, yücelmeyi diler, fakat sakalından başka nesi var, ona kabasakal adından başka ne ad takayım?

Sus, sus, sözü unut artık; aklını başına devşir de bu yana gelme artık, üveyik kuşu gibi o yana

Ey gönlü Kalender dost, ne diye gönlünü daraltırsın, içini sıkarsın? Kuzgunu ne diye düşünürsün, devlet kuşunun canısın sen.

Şöylece canlarıyla oynayanların halkasına salına salına gir de canınla oyna ey yerden yurttan ayrılıp giden, sonucu nerdesin sen.

La’l dudakların sahip olduğun madeni bildirmede; o can incisini sonucu meydana çıkarırsın sen.

Pek güzelsin, pek lâtifsin, pek çeviksin, pek zarifsin; ay gibi bir yüzün var, ah ne belâsın sen, ne belâ.

Öylesine parlaksın, öylesine güzelsin ki güzelliğinden, alımından can, kulağına takılmış, bir halka olmuş; fakat hiçbir halkaya girmiyorsun sen.

A güzelim benim, ay huzurunda bir kul, bir köle; can, tapına gelmiş, beline kemer kuşanıp hizmete durmuş; sen de bizi hür, serbest bir hale getirmek için tutmuşsun da elbiselere bürünmüş, sûret kaydına girmişsin.

Gönülden derdi, gamı aldın, gönlümüzü kederden azat ettin ya, artık gönül Cem’in küpüne döndü; artık bu kadeh senin için parlar durur.

Her gün bezenir, güzelleştikçe güzelleşir de çıkagelirsin, fitneler, kargaşalıklar çıkararak sarhoşların meclisine dalarsın.

Ey Tebrizli Tanrı Şems’i, ey görüşümüzün aslı, temeli, bizi görüşten mahrum etme, gözsüz bırakma, sensin gözümüz, görüşümüz bizim.

CXLVIII

“Tercî-i Bend”

(s. 87) Bugün Konya’da yüzlerce ay yüzlü güzel gülüp durmada; yâni senin anlayacağın,

Lârende’den şeftali geliyor.

Böyle gülüşe can da kul köle olur, cihan da; her yandan yüzlerce yeni can geliyor, yüzlerce yeni cihan.

Eskisini bırak, yürü; yeni bir dost bul, yeni bir sevgiliye sarıl; yeni daha fazla lezzet verir a benim canım, a benim cihanım; yeniyi ara.

Dünya şu güzellerle dopdolu; ne oldu bize ey can? Her yanda güzel dudaklı, güleç, Şirin huylu bir Husrev var, bir padişahlar padişahı.

Her bir güzelin yüzüne ebedi ol, alçalma buyruğu yazılmış, elma gibi çene topağına, âşık olan ayılmaz, kendine gelmez sözü nakşedilmiş.

Kalk da biz de kalkalım, dostla birleşelim, birbirimize karılalım; falanın ne haberi olacak bizden, ne haberi olacak o inciden?

Varlık, ebedîlik bahçesinde biten gül yüzüne karşı her can bülbülü, üveyik gibi, kumru gibi kû, kû - nerde, nerde deyip dem çekiyor.

A canımızı sarhoş eden, a derdimize derman olan, a can, bu şekerse peki, o şeker ne oluyor ki?

Gene geldi, gene geldi o güzel yüzlü, gene geldi fitneler koparmak için, ortalığı birbirine katmak için, karıyı kocasından ayırmak için.

Sevgilimin güzelliğine karşı kadın nedir ki? Dümbelek çalan biri ancak. Onun aşk mutfağında koca dediğin de kim? Bir bulaşıkçı ancak.

Onun parmak uçlarını bile bir hoşça, bir güzelce görsen ne soyun sopun yenine, yakasına

[5]

yapışırsın, ne uğlagu çarşafına bürünürsün.

Canım benim, gece uyumuştun sen, başı dönmüş bir halde dolaşıp duruyordum ben, o padişah da şu kale burcunda ta sabaha dek davul çaldı durdu.

Boşboğazlık ettim de ey güzel, a aydın padişah dedim, bu iş senin işin değil, Sencer nerde, [6]

Kutlu nerde?

Dedi ki, seyret de gör, efendi de benim gibi yüce, benim gibi güzel bir padişahın aşkına düşmüş, sokak ortasında yıkılmış kalmış, kul da. Aşık, bir başkasının çaldığı davula kulak asmaz, bir başkasının çaldığı davul sesiyle uyanmaz; bu koku Yusuf’un gömleğine mahsustur ancak.

Sarhoşum, başım bir hoş dönüyor, suçlu olmak, yazıklı olmak için bir başka türlü söz

121

söylemek istiyorum.

Fakat tutayım ki söyledim, ne fayda bu söylemeden? Çünkü o büyücü bütün âlemin gözünü boyar, kulaklarını sağır eder, duyurmaz sözlerimi.

Güldün a benim canım, onun için ben de tercî beytini söyleyeyim de ceylan bir güzelleşsin, öylesine bir sarhoş olsun ki sıçrasın, atılsın arslanın üstüne.

*

A güzelim, bayram sana kul köle kesilmiş, can o gülen dudaklarına karşı yeni bir can bulsun da dirilsin diye kurban olmuş.

Canın tapına gelmesi gerek; onun için o söz bilen, güzel sözler eden, bala, şekere bile gülüp geçen, lâ’l dudaklarının tapısına ballar gibi, şekerler gibi gelir.

Aşka düşüp alçalan kişi yücelir, üstün olur; senin abıhayat kaynağından, susuzdan başka kim su içer de kanar.

A sarhoşların zevki, neşesi, a yüzlerce gül bahçesinin alımı, parlaklığı, eli boşlara bak; her biri de sana konuk olmuş.

A sonsuz, uçsuz bucaksız rahmet lûtfedip, kerem buyurup o inciler saçan denizin bir dalgalansın, tam zamanı bunun.

Doldur kadehi şarapla, sun da gönül kayıtlardan kurtulsun, huri olsun; can da ey sevgili, sofrandaki nimetlerle doysun.

Nice sırlar gizledim, nice şaraplar içtim de gene o sırları açmadım; fakat o gizli şarabın yok mu, onu içer içmez bütün sırlarım meydana çıktı, yayıldı gitti.

Dalgalandır kerem denizini de her canın eteği, incilerle, mücevherlerle dolsun, balıklar, lûtuf, ihsan denizinde dalgalar yutsun.

Sarhoşların eve yönelmelerinin, evlerinin yolunu tutmalarının tam zamanı; gece oldu, karanlık bastı amma parıl parıl parlayan ay yüzün ortada oldukça geceden ne gam bize?

A bayram, yay sofrayı da ramazandan öç al, o darmadağın, o büklüm büklüm, o simsiyah saçlarla yeni bir düzen ver, yeniden topla bizi, bir araya getir.

Yeni elbiseler giy, bir hoşça, bir güzelce yürü, minbere çık da yüzlerce yeni doğan güneş, yüzlerce Horasan güneşi şükür secdesine kapansın.

Ey hakkında kötü düşüncelere dalan can, hiç çekinmeden gir huzuruna; kapıcı seni tutarsa günahı, vebali boynuma olsun.

Vallahi kapıcı yüzünü görünce şaşırır kalır, kapıyı açar, kahkahalarla güler de yerlere kapanır, ayaklarını öper senin.

Sevgilimin karşısında gizlice gülmeye imkân yok; her an canına, gönlüne koca bir sağrak gülüş dökmede.

Ey can, o acı şarapla öylesine semirdin, öylesine şişmanladın ki boynunun yoğunluğundan gömleğinin yakası yırtıldı.

Yüzümüz canfes gibi kıpkırmızı, bu yeter bize; o sana da yüz verirse, sana da lütfederse sen de bize dönersin.

Geçtim bunlardan, şu apaydın kadehi al da sarhoşluk et, geri kalanını da yüce saydığın, aziz tuttuğun kişilere sun.

Onlar gece olur da eve giderlerse ben yapayalnız kalırım, ta sabaha dek gece Zencileriyle oynar, ayak vururum.

*

Bugün o şekerler çiğneyen, tatlı mı tatlı güzelle bir hoş uzlaşmışım; ben mi daha tatlı, daha güzel gülmedeyim, o helvaya benzer dudaklar mı?

Benim bir ağzım var, o da yâri âdeta; artık ne kadar gülebilirim? Halbuki o, gül fidanı gibi baştan ayağa dek gülüşten ibaret.

Sevgili, bir güzelce sarhoş et beni de can onu anlatmaya koyulsun; anlatmaya koyulsun şehir, bu fitneyle dolsun, bu kavgayla birbirine girsin şehir.

Şehir de nedir ki? Aşkın dünyayı öylesine altüst eder ki bu sevgiyle denizdeki balık bile deli divane olur.

Bu aşkın gölgesi yeryüzüne düşmüştür de bu haller olmuştur yeryüzünde; yücelerde bu aşkla neler oluyor? Artık Tanrı bilir ey can.

Cisim âlemi nerde, rûhanî âlem nerde; balçıktan yapılmış baş, ayak nerde, gönüllerin şanı şöhreti, debdebesi nerde?

Sevgilinin meşalesine, can yalımlarına karşı yıldızlar bile kararır. İkizler burcu bile cansız, özsüz bir hale gelir.

*             Ateş görünür amma sonucu nur olur o, Kelîmullah da ateş gördü amma yed-i beyzâyı elde etti.

Gamdan kaçma ey can, dermanı dertte ara; çünkü gül de dikenden biter, lâ’l de, mücevher de taştan meydana gelir.

Bütün bunlardan geçtim, ey güzel, yüzünü gördüm mü, zindanın bile her bucağı bana bir ova kesilen sâkî, sun can kadehini.

Ey rûhanî sâkî, ey can sâkîsi, sun can şarabını, sen abıhayat kaynağısın, bizse susamış kişileriz, suya muhtacız, suya hasretiz.

Ağzımızı yummuş, başımız döner bir halde bırakma bizi ey can, cana canlar katan şarapla dolu kadehi döndür, sun bize hele.

O cana canlar katan kadeh, gönülden derdi, gamı siler süpürür; her gussayı, her matemi düğüne derneğe çevirir.

Can kadehi, cana güzellik verir, düzene kor onu; canın adı anıldı mı gönül bile yerinden sıçrar, ona doğru koşar.

Gönüle dedim ki mihnetlere dalma, bir an olsun geri gel; gelmem dedi; bu diken hurmadan da hoş.

Gelirsem alçalırım, varlığa dalar da donakalırım; güneşe tapıyorum ben, o ıssıya alışmışım.

Önceden denize alışan balık derede rahat edemez, havuz yurt olmaz ona.

Onun aşkının mihnetinde yüzlerce rahat vardır, yüzlerce huzur; bu güzelim mihnetten kâfirden başka kimdir kaçan?

CXLIX

A benim canım, altı yanında da güzelliğinin resmi var, her tarafta seni görüyorum; aynada da parıl parıl senin yüzün parlamada, çünkü sen cilâlamışsın, arıtmışsın onu.

Fakat ayna ancak kendi miktarınca görebilir seni; olgunluğun çeşit çeşit şekilleri nasıl sığabilir aynaya?

Güneş, senin güneşine sordu, ne vakit görebilirim seni dedi. Güneşin cevap verdi de dedi ki: Sen batarsan o vakit doğarım ben.

Bu yana rahvan yürüyüşle gelemezsin sen; çünkü deven dizinden bağlı ey aklı kendisine bağ olan kişi.

Işığı, aydınlığı yedi göğe bile sığmayan akıl, nasıl oldu da senin tuzağına düştü, nasıl oldu da senin çuvalına girdi ey aşk?

Akıl, aşk harmanından bir buğday tanesi ancak; fakat o buğday tanesi senin kolunu kanadını kıskıvrak bağlamış.

Tanrı’nın ebedî hayat denizine daldın, bir dalgadır yuttun da ebedî canı gördün, şu can bir vebal kesildi sana.

Artık aşka sahip oldun, şu mal mülk ne işe yarar sence; şu âlemin mevkii, devleti, senin ulaştığın mevkie, devlete karşı nedir ki, kaç para eder?

(s. 88) Cevabındaki letafet, sualindeki zevk yüzünden dünyanın kulağında yüzlerce altın

Elinden, potadan çıkmış ayarı tam altına nail olamayan ham kişiler bile altın yerine senden gelen taşlar, kırık dökük şeyler yüzünden neşe içindeler.

Yerinin çevresinde yüzlerce gök dönüp durmada; yeniayına karşı yüzlerce dolunay secde etmede, yerlere kapanmada.

Sana karşı köpek nefsimiz tilkilik edecek, düzenlere başvuracak ha; imkân mı var buna? Senin çakalına arslan bile secde etmede.

Gece gibi, gündüz gibi elsiz-ayaksız yollara düşmüşüm, yelip duruyorum a benim canım; çünkü gökyüzünden her an senin, “Gel” diye çağırdığını duymadayım.

Senin nuruna karşı bizim karaltımız da nedir? Senin güzelim işlerine karşılık bizim kötü işlerimizin ne değeri olabilir?

*                Gündüzün, ağacının çevresinde gölgeyiz sanki; geceleyin de seher çağına dek, derdinden, eleminden emin olduğumuz halde ağlayıp inlemedeyiz. Adem bile azarlayışının verdiği şevkle cennetin başköşesini bıraktı da huzurunda, kapı eşiğini makam edindi.

Gönül denizi, ovuşunla köpürür, gürler; kabarır, coşar; fakat senin sözlerine müştakım, o yüzden dudağımı yumdum.

CL

Öyle de öyle, para pul varken de gamlar içindesin, para pul yokken de; bâri paran varken gamlara bat, bu daha iyi; mademki yola düştün, bâri seni köye kadar götürecek yola düş.

Dostların sözlerini dinle, yankesicilerden kaçma; topluluktan ayrılma, inada kalkışma, bağırıp çağırma. Adem neden çırılçıplak kaldı, dünya neden viran oldu, nasıl oldu, neden oldu da âlemi tufan bastı? Küçüğün büyükle çekişmesinden, aşağılık kişinin yüce kişiyle inada girişmesinden oldu bu işler.

Mum ağlamadıkça alev gülmez. Beden eriyip zayıflamadıkça can semirmez, kuvvetlenmez.

Melek huyuna sahip ol da Şeytan’a beylik et, buyruk yürüt. Öküzün kurban oldu mu yürü, ayağını gökyüzünün başına bas.

CLI

Gül bahçesinin yoksulluğuna bak, deli kış geldi çattı, yeşillik güzelleri bahçeden eve gittiler.

O güzellerin ayrılığıyla bağın bahçenin rengi sarardı, gül bahçesi mezarlığa döndü, köşk zindana benzedi.

Bak, peri yüzlü güzeller, şimdicek sefere niyetlendiler, bir bir yabancıların yağmasından

[8]

kurtulmak için kışlağa yüz tuttular.

Ne vakit şu güzeller, gene kışlaktan gelecekler, ne vakit viranenin bucağından define gibi

[9]

Ne vakit bu sarhoşlar, terütaze, hoş, hayran bir halde, sarhoşça güle oynaya gül bahçesine gelecekler?

Ambar boşalır, kap dolar; o âlem ambardır, bu âlemse kap.

Kap boşaldı mı doldurmak için ambarı aramak gerek; o gizli ambarı ki orda tane çürümez.

CLII

A gönül, tavadaki balığa benziyorum de; o da inada kalkar, çarpınır, çırpınır amma lâf olsun diye.

Hayır hayır, ağla ey gönül, çünkü ben öyle bir yoksulum ki o olmadıkça hamamlardaki resimlere döner, cansız bir halde kalakalırım.

O benimle olmadıkça ev zindan kesilir bana; o benimle yatmadıkça geceleri uyku nedir bilmem.

Senin güzelliğin de yayıldı şehre, benim aşkım da. Her çalgıcı tefle, âhenkle onu çalıp çağırıyor.

A güzelim, sûfî de seni elde etmeye heves

etmiş, bu hevese batıp gitmiş, hırka da; çaresiz kul da, soyu sopu olan zengin de.

CLIII

Arlanma a çaresiz âşık, beri gel de görüş ehli

ol,    her şeyin aslını gör, her şeye bakıp duran, fakat aslını, künhünü görmeyen adam olma.

A yalnız O’na âşık kişi, şu huyu yıldızlardan al; güneş doğdu, ışıdı mı yıldızlar yok olur, görünmez.

Güçleri kuvvetleri olanlar, neden elini bağladılar, bilir misin? Çünkü sen çocuksun şimdi, bu âlemse beşiğe benzer.

*              O, söz incilerini deldi de “Yeryüzünü bir beşik olarak halk ettik” dedi a mıh gibi yeryüzüne çakılıp kalan, gönül şehrinden âvâre olan.

A yolu yordamı hoş, edebi erkânı tatlı kul, bedene tutsak olmuşsun; davran, akıl dişlerini göster de boyuna nimet yiyedur.

Padişah çocuk kaldıkça dadı, taya, her yanı zindan eder ona. Ana, sütnine sütünü emdikçe padişah kesilemez, şarap içemez.

Taştan testi korkar, fakat taş, çeşme oldu mu her an o taşa testiler gelir durur.

Testi der ki: Bundan sonra beni kırsa da neşeliyim, çünkü yüz kere bana can verdi o taştan akan su.

Onun yolunda ölsem bile ne çıkar, o beni diriltti, gene de diriltir; hattâ beni kırıp paramparça etsin diye para pul veririm ona.

CLIV

Mademki gitmeyi kurdun, Tanrı lûtfuyla güle güle git, sağlıkla, esenlikle döner gelirsin gene inşallah.

Ey gönüllere neşe veren, bütün konaklarda güzellikte de teksin sen, vefada da, Tanrı lûtfuyla güle güle git.

Lûtuf, ihsan bayrağını da Arş’a dek yücelttin,

iman bayrağını da; sağlıcakla, güle güle git.

Azı çoğaltırsın, gönülden gamları siler süpürürsün, benzimizin sarılığını giderirsin sen; Tanrı lûtfuyla güle güle git.

Yüzünün ateşiyle, şekerler yağdıran lâ’l dudaklarınla kışta bile soğukluk kalmaz; Tanrı lûtfuyla güle güle git.

Köyde aklı başında bir sen varsın, doğrusu ne de güzel içiş, içenlerin başısın maşallah; hem şarap sundun, hem içtin durdun; Tanrı lûtfuyla güle güle git.

Ey Tebrizli Tanrı Şems’i, aşkta sahibimiz sensin; madem aşk gibi hazırlandın, kendini

[10]

düzüp koştun; Tanrı lûtfuyla güle güle git.

CLV

Her gün peri gibi bir güzel perde ardından çıkar da, bizi de, iş erlerini de oyuna sokar.

Sûfî onun havasına kapılır da sof hırkasını yırtar, bilgin onun belâsıyla şaşırır, sarığı çözülür, sarığını yerlerde sürür.

Herkesi aldatan sûret uğrusu bile düzene kalkışamaz, böylesine bir rindin elinde rıza sağrağını içtikten sonra kendisini gizleyemez [11] artık.

Dün mezarlığa gitmişti, ölüler bile birbirlerine girdiler; mazurum, ne yapayım ben, ölüden de aşağı değilim ya.

Her gün, elinde kadeh, çıkagelir de vallahi der, şehirde bir tek donmuş, taş kesilmiş adam bırakmayacağım.

A benim canımın huzuru, a benim canım, seni öylesine kıvrandıracağım ki kıvamında sirkeyken sonucu bal olacaksın, şeker kesileceksin.

Ciğerini yaraladım; bir başka ciğer al, a pörsümüş kedi, arslan ciğerlerinden bir ciğer edin.

Benim rengime boyan, çünkü ben kıpkırmızı, bembeyaz bir renkte olayım da senin sapsarı, karamsı bir benzin olsun, yaraşmaz bu.

Sus, sus da gönül evinin ta içine gir; o gönül evinde incinmiş gönülden başka bir şey yoktur.

Ey Tebrizli Tanrı Şems’i, dilerim kötülüğü isteyenin gönlü bir dilimcik ekmek elde etmek için şu dünyanın çevresini dolaşsın dursun.

CLVI

O köşkten, o saraydan ansızın böylesine bir kuyunun dibine düşüverdim; ne bir şey yiyebildim, ne bir şey elde edebilirim.

Dünya bayram yeri olmaz bana, gördüm onun çirkinliğini; o sapsarı suratlı kahpe allık sürüyor yüzüne.

Fakat allık, aslı nesli diken olanı nasıl bezeyecek? O diken her ciğere, her ayağa batmış, sancılmış.

Takma saçlarını bırakmış da kel kafasıyla çıkmış ortaya; o kör karı, kaşlarını rastıkla karartmış, bezenmiş sanki.

*               Halhallerine bakma, o kapkara baldırını seyret; geceleyin oyun hoştur amma perde ardında.

*             A yüzünü yumuş sûfî, yürü, elini de yu ondan; a başını ustura ile kazıtmış er, gönülden de kazı onun sevgisini.

Kutsuzdur, ağırcanlıdır o kişi ki ondan kutluluk umar; büyüklük, ululuk kaydına düşer de kavurma gibi yanar, kavrulur.

Ey sevgili, ey bizi yoktan, yokluktan yaratıp şu âleme atan, oynatıp duran, feryadımıza eriş, kurtar bizi ağırcanlılardan.

Sus da o sonu bulunmayan güzelim nefesten bahset; sükut içinde söz söyle; ne vakte dek şu sayılı nefesini sözle geçirip duracaksın?

CLVII

Ekmeğe karşı yum ağzını, şeker gibi oruç geldi çattı. Yiyip içmenin hünerini gördün, bir de orucun hünerini seyret.

O yüzlerce ülkenin padişahı, başına bir taçtır koyar; çabuk belini sık, oruç kemeri geldi.

Şu Siccîn’e benzeyen âlemden İlliyyîn’e doğru uç; hemencecik orucun bakışından Tanrı’yı gören görüşü elde etmeye bak.

Ey sayılan, sevilen gümüş, şu sayılı günler ocağında ateş, oruç kıvılcımlarıyla seni sızdırır, ayarı tam bir hale getirir.

*               Oruç, Zemzem oldu Meryemoğlu İsa’ya; oruç yolculuğuna çıktı da dördüncü kata göğe ulaştı.

(s. 89) Kuşların kanat çırpışları nerde, meleklerin kanat çırpışları nerde? Bu, yem için, yemek için kanat çırpmadır, oysa oruç için.

Orucun zararı varsa yüzlerce çeşit hüneri de var; oruç sevdası bambaşka bir sevda.

Şu oruç, çarşafa bürünmüş, kendisini gizlemiş bir güzeldir, çadırını aç da haber al, bir gör neymiş oruç?

Boynunu inceltir, fakat ölümden emin eder seni. Mide dolgunluğu yiyip içmeden olur, sarhoşluksa oruçtan.

Otuz gün şu denizde bir baştan bir uca, bir uçtan bir başa yüzer durursun da sonucu, oruç incisini elde edersin a benim efendim.

*              Şeytan’ın bütün tedbirleri, bütün düzenleri, hileleri, bütün okları oruç kalkanına çarpar da kırılır gider.

Oruç, şevketiyle, kudretiyle, senden sana bir güzelce der ki: Söz kapısını ört, oruç kapısını aç.

Ey Tebrizli Tanrı Şems’i, sen hem sabırsın, hem perhiz; hem şekerler saçan bayramsın, hem orucun şanı, şevketi, gücü kuvveti.

CLVIII

Ben de kendimde değilim, sen de kendinde değilsin, şimdi bizi kim götürecek eve? Sana kaç defa söyledim; iki üç kadeh az iç.

Şehirde de aklı başında kimsecikleri

göremiyorum ki; herkes öbüründen beter deli divane, ötekinden beter taşkın, coşkun.

Sevgili, meyhaneye gel de can lezzetini seyret; sevgilinin sohbeti olmadıktan sonra ne bir tat vardır cana, ne bir lezzet.

Her bucakta bir sarhoş, koltuğunda bir testi; o her çeşit sarhoşluğu meydana getiren, o herkesi esritip coşturan sâkî de şahane bir sağrakla meydanda.

Sen meyhaneye vakıfsın; gelirin de şarap, giderin de; sakın bu vakıftan bir habbecik bile verme aklı başında olanlara, verme ayıklara.

Ey berbat çalan şuh, nazik çalgıcı, sen mi daha sarhoşsun, ben mi daha sarhoşum? Senin gibi bir sarhoşa karşı afsunlarım efsane kesilmiş; hangimiz daha sarhoşuz, söyle.

Evden dışarı çıktım, bir sarhoş karşıma çıkageldi; her bakışında yüzlerce gül bahçesi gizliydi, yüzlerce köşk gizli.

Demir atmamış gemi gibi eğri büğrü gidiyordu; onun hasretiyle yüzlerce akıllı fikirli

Nerelisin dedim, beni alaya aldı da dedi ki: A benim canım, yarımız Türkistan’dan, yarımız Fergane’den.

Yarımız sudan, topraktan, yarımız candan, gönülden; yarımız deniz kıyısı, yarımız baştan başa inci.

Bana yoldaşlık et dedim, senin hısımınım ben; dedi ki: Ben hısımla yabancıyı, yadla bilişi tanımıyorum ki. Aşıkım ben, sarığım yok, meyhanecinin yurdundayım; bir gönlüm var ki sözlerle dopdolu; şimdicik anlatayım mı, söyleyeyim mi, yoksa söylemeyeyim mi?

Topalların halkasında topallamak gerek; bu öğütü yüce hocadan duymadın mı sen?

*           Böyle bir güzelin sarhoşu, nihayet bir tahta direkten de aşağı olamaz ya; Hannâne direğinden de bir feryat, bir figan kopmuştu hani.

Şimdi âleme fettanca bir fitnedir saldın da ey Tebrizli Tanrı Şems’i, halktan ne diye çekinmedesin, ne diye kaçınmada?

CLIX

Ey yüzü, yüzümü ay gibi parıl parıl parlatan; gözü vücudumun bütün cüzlerini görüş, anlayış sahibi eden,

Rüzgârın ağacımı oynatmada, adını anmam, ağzımı ballarla, şekerlerle dopdolu bir hale getirmede.

A benim dalımı, ağacımı yapraklarla, meyvelere dolduran, bilir misin ağacım neden oynuyor?

Yapraklandığından dolayı nazlanmaz, meyvelerle dolduğundan dolayı oynamaz a benim ağacımın sabrını altüst eden.

CLX

Ne vakit olacak, ben seninle varımı yoğumu

rehin vererek şarap içeceğim? Sen başını alıp da gideceksin de ben kalacağım, hırkamı rehin bırakacağım?

Şaraba gark olacağım, kadehe, testiye döneceğim, perdeci, perde olmadan, hiçbir engel bulunmadan sevgiliyle bir arada bulunacağım?

Sen afiyetlerle yüzlerce kadeh şarap içeceksin, güzelim, ağır elbiseler giyeceksin de şu donmuş, buz kesilmiş dünya canlanacak, coşup coşup köpürecek?

Ay, nasıl güneşin nuruyla aydınlanırsa benim de senin ışığınla gönlüm aydınlanacak; imbikten çekilmiş gülyağı gibi gönlüm, senin gül kokunla hoş, güzel bir hale gelecek?

Ne afsun okudun güle ki bu çeşit neşelendi, gülüp durmada; ne cefa ettin dikene ki öylece soldu, kurudu kaldı.

A görülmemiş işler başaran, duyulmamış sanatlar meydana getiren, bir an olur güldürürsün, bir an gelir ağlatırsın insanı.

Aklı olan, kötü iş ettin diye gücenmez sana, incinmez senden; hiç karanlık aya darılır mı, hiç diken gülden incinir mi?

Yüzlerce dert, tasa, elçi olarak nimet veren tarafından gelir de on batman şeker yedin der, birisi tutmuş, ölmüş, bırak, varsın ölsün.

Nice nice düşünceler, âdeta denizdir, hikmetse sanki o düşünceler içinde yüzen balık; düşünürken söz diridir de söylerken ölü.

Hayır; düşünce ağdır âdeta, deniz bu ağın ardında; ağa sayılı balıktan başka ne sığabilir ki?

*            Artık sen gönlü cennet say, dile gelen sözleri de cehennem; şu düşünceyse günahıyla sevabı bir olanların yeri, A’raf.

CLXI

Sarhoş et bizi, var et, canlandır bizi ey mahmur bakış; sen güzelsin, ustasın, bizim işimizse işte bu, gördüğün gibiyiz.

Her tepede ipin ucunu kaçırıyoruz, yolumuzu yitiriyoruz, senin çaresiz kulunuz, sense çaresizlere çaresin.

Mermer gibi göğüslerden de yüzlerce kaynak coşturur, akıtırsın ey mermerden, granitten sular akıtan.

*                      Sen Karataş’ı göze ilaç etmişsin; ümitsizlikten sonra Sâre’den bir gül açtırmışsın.

Gözlerimizin yağından nur akıtmışsın, yürekteki kandan düşünceler yürütmüş, meydana getirmişsin.

CLXII

Balıkların çokluğundan deniz görünmez olmuş, bedenler çoğaldı da cana perde kesilmiş.

O denizin ayrılığıyla şeker zehre dönmüş, zehirse o denizin hevesiyle abıhayat olmuş.

O denizin zevkine dalınca ne bu varmış, ne o, fakat gemi şu kıyıya yanaştı mı bu da meydana çıkmış, o da.

Ey su kuşuna benzeyen can, deniz hevesine düşmüşsün de ne kadar bu çeşit şakımış, bu çeşit sözler etmişsin, aşkla öyle bir hale gelmişsin ki.

Dün o denizden öylesine biri belirmiş ki bakışı bir katı yaymış sanki.

Gönül, dudaklarını kımıldatmadan gizlice eyvah demiş, ben şundan canımı kurtaramam, and olsun gönlün canına, o iş de öyle olmuş sonunda.

O işveli bakışlar, o misli bulunmaz Bağdatlı güzelin güzelliği yüzünden gönlüm öylesine neşelendi ki canım Hemedan’a dönmüş.

Gece yarısı, ormana bir ateştir düşmüş; ormandaki şu arslanlar ta beyinlerine kadar pişmişler, olgunlaşmışlar.

Düşünce bile o ormanın yalımlarından aydınlanmış da işi gücü cana uymaktan ibaret olan ceset yerden yurttan, zamandan mekândan kurtulmuş.

*             Rûhanî hamam, ah, perileri nasıl da davet etmede, soyunan o âleme dalıyor, şu mezarlık elbise soyulan camekân sanki.

Bu çeşit sırrı açma, bir süsenlere dikkat et de gör, baştan ayağa dek dil kesilmişler, fakat söylemelerine izin yok.

Tebrizli Tanrı Şems’i, pencereden öylesine parlamış, Ay gibi öylesine görünmüş ki anlatmama imkân yok.

CLXIII

Ey ayağının bastığı toprağa gökyüzünün haset ettiği güzel, senin canınla benim canım aslında birdi.

Resimlerle bezenmiş evde bir Çin güzeli gördüm ki yüzlerce adamın kanını içiyordu, kendisi de melek canına sahipti.

Gecenin gönlünde yüzlerce yakıyn Ay’ı doğdu bana; yüzlerce yakıyn nuru gördüm ki şüpheye iştiyak çekmedeydi.

*            Eyaz’a a hür kişi dedim, sonucu a Mahmud, aybeyceğiz oldun işte, padişaha neler yaptın da buna nail oldun?

*              A köpek, sen de mağaradaki arkadaşlara katıldın, mağarada uyuyakaldın, evvelce köpekceğizdin, sonunda Tanrı arslanına döndün.

A ateşler içine düşmüş balık, denize yüz tut, orda şu dünyadaki yaratıklardan da daha fazla balık var.

*               Ey Tebrizli Tanrı Şems’im benim, senin rengine boyandım; birleştim âdeta, sense çevremde tuzlu bir denizsin.

CLXIV

Ey bir çarşının başında durmuş, sarığını yana eğmiş, yüzünü başkalarına tutmuş, bizi şaşırtmış, tasalar içinden bırakmış güzel.

Bu gece gelirim diye dudağını ısırarak bize işaret etmiş, sonra da tutmuş, o şekerler gibi yalnızlığa şeker dudaklarıyla dalmış dilber.

Bütün hilebazlıkla beraber sende şu Ebû Bekir doğruluğu varken artık kimin haddine düşmüş ki tutsun da sana bunu yaptın, şunu yaptın desin.

Zahitlik senin yüzünden her şeyi mubah görür oldu, tespih sürahiye döndü; can kurtuldu amma bu kurtuluşu da o koca sağrakla sağlamış.

(s. 90) Can güvercin kesildi, güvercin. Hele ey can, biraz çabuk, biraz daha; ey ten-teni-ten diye nağmeye koyulmuş dost, ey teni baştan başa can etmiş sevgili.

Geceye benzeyen saçlarının aşkıyla şu Ay bile erimiş gitmiş, yüzünün ışığına karşı güneş bile feryatlara dalmış.

Ey her sırrın defteri Tebrizli Tanrı Şems’i, ey bulunmaz, eşsiz Bağdatlı dilber, ey bizi Hemedan’a çeviren dost.

CLXV

Gönül, o tanınmış, bilinmiş güzelle, eline de bir kâse almış; fakat güzelim, parmağını kaldırmış da sus diye ağzıma koymuş.

Gönül, gammazlık etmiş de onun bir vaadini söylemiş; hani ondan istemiştim o vaadi, o da lütfetmişti, kerem buyurmuştu.

Aşkı kıskançlığa düştü de karşılık olarak can ver dedi ya; bu sözü can duymuş da baş üstüne demiş.

Bunca tatlılıktan, bunca ahitten sonra ayrılık askeri, gene tutmuş da bana sitemlerde bulunmuş.

Ayrılığın şu zulmü etmesi, şu sitemde bulunması, şaşılacak bir şey değil; çünkü o, âşıkların saçlarını darmadağın etmiş de yüz çeşit bayrak meydana getirmiş.

Ey güzelliğinin şimşek gibi bir çakışıyla bütün şu varlığımı hemencecik yokluğa çeviren dilber.

Sonra da kendi varlığıyla bütün şu sonradan var olan varlıkları önsüz-sonsuz bir halde belirten güzel.

Canlar on göz gibi olmuş, hepsi de ney gibi feryada koyulmuş. Canlar çenge dönmüş, hepsinin de belleri bükülmüş.

Ne neşedir o neşe ki cana sen verdin, fakat hasetçiler duymasın diye onu gam şekline, elem kılığına bürümüş de vermişsin.

Âlemin kul köle olduğu Tebrizli Tanrı Şems’ine beden de ne vakit olacak kul kesilecek, izinin tozunu gözlerine çekecek?

CLXVI

Ey bu tapıda bulunmayan, bizden Tanrı esenliği sana; ey herkesten ziyade ortada belirip duran, bizden Tanrı esenliği sana.

Ey bedene bürünmüş can, ey geliştirip olgunlaştıran Tanrı rahmeti, ey inanan kişiye de rahmet, inanmayan kişiye de; bizden Tanrı esenliği sana.

Dolunay gibi doğarsın, derken damdan inersin, ey Ay’ın bile kul köle olduğu güzel, bizden Tanrı esenliği sana.

Ey hem herkesten fazla beliren, hem burda bulunmayan, hem de her halimizi görüp gözeten; ey incilerle dolu deniz, bizden Tanrı esenliği sana.

A noksansız güzel, canı şakır şakır oynatan dilber, a sarhoşluğu başımızı döndüren, bizden

Tanrı esenliği sana.

Şarap senin yüzünden coşmada, kamıştaki şeker senin yüzünden meydana gelmede; fakat sen ikisinden de güzelsin, bizden Tanrı esenliği sana.

Ey Tebrizli Tanrı Şems’i miskler, amberler çalkamadasın, hem misksin, hem amber; bizden

[12]

Tanrı esenliği sana.

CLXVII

Sâkî, ayıldım; uzat elini, gene şarap sun bana; ya doldur sakanın tulumunu, ya tulumu doldur, ver sakaya.

Yarısını iç, artanını sun bana; hayır, hayır, and olsun Tanrı’ya, yanlış söyledim, hepsini bize sun.

Ey erkeğe de fitne kesilen, kadına da, bu gece kır kapımı; malımı mülkümü, varımı yoğumu al, her şeyimi ver yağmaya.

Bütün denizin abıhayat olmasını dilersen kendi şarap kadehinden bir yudumcağızı dök denize.

Oruç ayının uçup dolaşmamasını, zebunlaşıp alçaklara inmesini istiyorsan elindeki koca şarap kadehini yücelere serp.

CLXVIII

Ey canından canıma, durmadan, gizlice haber salan; her an seni düşünmedeyim, her an seni kurmada; ne düşünüyorsan hemen bu kula malûm olmada.

Ne düşünüyorsan, hatırına ne geliyorsa o, hemen bu kulun gönlüne de doğmada, aklından da geçmede.

Canım, işvelerinle, nazınla oyalanıyor, hilen, düzeninse gizlice bir başka hale sokuyor beni.

Her seher çağı ney, dudağını anıyor da feryat ediyor; aşkın, neyin dudağını ballara, şekerlere gark ediyor.

Bir göz ucuyla baktın, gönlümü altüst ettin,

öyle bir hale geldi gönül ki kendinden de geçti, başıboş, yollara düştü gitti.

Kemer haline geldim, belki kucağıma gelirsin a göz ucuyla bana hışımla bakan dost.

CLXIX

Benim o garip dostum eve çıkageldi, artık bugün olmayacak, görülmemiş şeyleri seyrededur.

Vefalı dostları gör, tertemiz kardeşleri seyret; o define gene viraneye geldi diye oynayıp duruyorlar.

A göz, yeşilliğe bak; a kulak, sözler topla, ey masalı hoş, hikâyesi güzel sevgili, tatlı dudaklarını aç.

Sâkî, arta kalan şarabı düşünmeden, tükenir diye korkmadan sun bugün, iki üç kadehle ne eksilir denizden?

Bir kadeh, bir kadeh daha, bu, şarapta bir ikilik yaratmaz mı? Bir olmasını istiyorsan kır o iki kadehi, vazgeç ikilikten.

Ey can, ben alıcı doğanım; ey can, bağlama ayağımı benim; bundan böyle baykuş gibi viranede kalmayacağım ben.

Seninle oyalanıp kalamam, gönlümde sabır denilen şey kalmadı; yürü, başkasına söyle, masal dinlemiyorum artık.

Göklerin tohumuyum, bir zamancağız şu toprağın içinde kalırım; baharın adaleti geldi mi tohum biter, yeşerir.

Sen kuşlara bir belâsın, o bildiğin tohumdan, o tohumla dolu ambardan tutuyor, bir avuç alıyor, serpiyorsun onlara.

Ey bana çekidüzen veren, ey beni parlatıp ışıtan, yüzlerce gök kubbe haline getiren, mutlaka, söyle ey dost, bu, böyle mi, değil mi?

*             Benim canım, bir kere daha zinciri oynat da şöyle bir uzaktan deli divaneleri seyret.

Bu, baht gül bahçesinin ta kendisi, yarabbi, nasıl bir ağaç bu ki her an yüzlerce sarhoş bülbül yuva kuruyor bu ağaca.

Can, kulağını bura bura geliyor, gönül güzellerin bulunduğu yere gelmede; çünkü bahar geldi, o yabancı, o zalim kış öldü gitti.

CLXX

Ben sarhoşum, senin de gönlün hoş, gamınsa ne gönlü kaldı, ne başı; bu daha iyi. Gönül ver sevgiliye, elinden şarap iç onun, bu, elbette daha

tyL

Dünya sanki baştan başa bir deniz, bedense sedef âdeta; can inci gibi sanki; bunların içinde en iyisi de inci zaten.

Şekil çarşafa, örtüye benziyor, can bu örtüye bürünmüş, fakat şekilsiz, bedensiz, akla gelen her şeyden hür olması daha hoş.

Sen beden perdesini gördün, gönüle ait bir şey duymadın; halbuki gönlün vurduğu o mızrap yok mu, o daha bir başka perdeden, daha da güzel o.

Altın gibi sapsarı yüzün; vazgeç de şu sapsarı yüzünle de ki: Altınımız olsa da gamlıyız, olmasa da, mademki iş böyle, paramızın pulumuzun olması elbette daha iyi.

CLXXI

Dervişlere her gün hem bayram, hem cuma; ne bayramları eskir, ne cumaları dünkü cuma olur.

Sof hırkan yok amma canım benim, kendi güzelliğinden biçilmiş bayramlıklara bürünmüş, bayram ayı gibi bezenmişsin.

Akıl gibi, din gibi için de tatlı, dışın da; zaten badem helvasının içine sarmısak konmaz ki.

Böyle bir hırka giy, dostların halkasında göğüsteki aydın gönül gibi gez, salın.

Akarsuda çerçöp nasıl durabilir a benim canım? Canda, gönülde nasıl olur da kin bulunabilir a benim canım?

Can gözü, şimdi terütaze bir dal görmede; duygu gözüyse eski masala dalmış.

CLXXII

Bugün o gülen güzel, gülüşler bağışlamada, dünya baştan başa güldü, gülüş haddi aştı.

Haset, daima dertle, tasayla doluydu, fakat şimdi o bile coşuyor, hasedin bile gözleri gülüyor.

Bana bak da canım benim, ikimiz de beraberce gülelim; çünkü o sonu gelmez gülüş yardımcı gülüşler getirdi.

Şu yaşayış âleminde canlı da gülüşlere gark olmuş, cansız da; ölümsüzlük âleminin ta içinde ikisi de gülüşe dalmış gitmiş.

Niceye bir gizli güleyim, bundan böyle gizlemeyeceğim, zaten gizlesem de coşuyor benden gülüş.

Sen arlanır da benden gizlersen ne çıkar, bilirim ben, her kılının dibinden yüzlerce gülüş fışkırmada.

Yelip yortan her zerre, gülmeden gelişmez. Yokluktan varlığa kim çeker bizi? Gülüş.

Babayla ananın gülüşü seni oynatıp durmuş. O tek Tanrı’nın lûtufları, her haline, her hareketine gülüp duruyor.

Ağız gülmeye koyuldu mu canın gülüşünü seyret; çünkü o ağızsız, dudaksız, o dişleri göstermeyen gülüş, ağzını açtırmada, seni güldürmede.

CLXXIII

Yarabbi, o ay yüzlü güzel nasıl bir kimse, yarabbi, nasıl bir kimse o ay yüzlü güzel? Yüzünün ateşiyle harmanı da ateşlere vermiş, otağı da.

O Yusuf’un çene topağındaki kuyu, nasıl bir kuyu ki yüzlerce Yusuf-ı Ken’an o güzelim kuyunun dibinde.

(s. 91) Yusuf ne yapsın, nasıl meram anlatsın o kuyuya? Kuyuya düşenleri o kuyu yolda giderlerken görmüş de kapıvermiş.

Bakışıyla kehribarları bile çeken kişiye karşı, insaf et, bir saman çöpü ne yapabilir ki?

Amanın, sakının canlarınızı o bakıştan; sarhoştur, uyumuştur amma herkesin halini bilir o.

Kuluyla satranç oyununa girişir; tuhafı da şu ki iki dünyanın da padişahıdır, tutar, kulundan bir şeyler ister.

Can bağışlar, yoklara, yokluklara öylesine can bağışlar ki eve barka hem yas çöker, hem feryat.

Baharların canıdır, canlar onun ağaçları; canlar ondan gebe kalır, hem soy verir onlara, hem boy.

Ansızın Tebrizli Tanrı Şems’ini gördü mü ayna, hem hah, işte der, hem de yanar tutuşur.

CLXXIV

Kâfirin yüzünü gördüm, bize karşı gül gibi açılıp saçılmış; hem yapayalnız, hem de vakitsiz zevk, safâ manastırına gidiyor.

Yüzü Ay’ın on dördü gibi, üstesine bir de sarhoş olmuş, oynamada; bir eline saçlarını

O dağınık güzellik, çarşıda pazarda onu tanımayanların, bilmeyenlerin bile canlarına bir ateştir salmış.

La’l dudaklarını açtı mı ballar yer, şekerler çiğner, dinleyenlere Arş’tan gelmiş nice delinmemiş inciler saçar.

Gönül çalar, kapar gider, gönlündeki sırları bilir, söylenmemiş, dile gelmemiş gizli şeyleri bir bir okur, anlatır.

O periden doğmuş güzelin güzelliği yüzünden her yana teker teker, çifter çifter yüzlerce âşık, yüzlerce gönül kaptırmış er düşmüş, yerlere serilmiş.

Ondan parlayıp çakan nur, hangi göze vurursa o göz ebedî uyanıklığa kavuşur, uyuyakalmış kalbinin içinde vuslatlara erer.

*            Yedi gökten de dışarıdır, iki cihandan da artık; böyle olduğu halde tuhafı şu ki o neliksiz- niteliksiz güzel, tutmuş da gönüle sığmıştır, gönülde gizlenmiştir.

Böyle bir müşkülü halletmek için Tebriz konak oldu bize; Şemseddin’in ardından gönlümün ayağı hep o yolları çiğnemiş.

CLXXV

A gönül, nerdesin sen, haberin var mı, yoksa yok mu? Hey gönül, yoksulca sevgiyi at başından.

Böylesine padişahın meclisinde, böylesine bir ayın ışığında iki dünyaya da boş ver; artık bir evin sözü mü olur yâni?

Bir padişahın devleti, ikbali uğruna bir can kaybolmuş ne çıkar? Bir canın da sözü mü olur sevgilinin tapısında.

Kötü düşünceli canın tutar da sana karşı padişahın aleyhinde bulunursa vur ağzına, vur da masalı bıraksın.

Alışveriştir bu, bir tohuma bir bostan, ver bostanı da al o tohumu, ondan sonra da tohum amma ne tohum diyedur.

Bir padişah görürsün ki gülüp duruyor, ay gibi, yüzlerce aya bedel; ne kavminin yakınlarının nazını çekmek var, ne yabancıların zahmeti.

Nerde Tebrizli Tanrı Şems’i, nerde ki tekrar dönüp sana gelsin; o, Arş’ın alıcı doğanı, Arş’a yuva kurar o.

CLXXVI

Bugün ben varım, şarap var, o periden doğmuşa benzer güzeller güzeli sevgili var. Maşallah, ne de kutlu dost, nazar değmesin hani, ne de hoş şarap.

Her topluluğun karşısında, her caddenin başında sevişmektense kilim altında gizlice bir aşk oyununa girişmemiz daha iyi elbet.

Şu altın halkayı küpe yapıp kulağıma takayım: Bu hizmetten azat oldum ben, hürüm ben.

Benim aşkımla senin yüzünün güzelliği ezelîdir, ta ezelden yüzümü yüzüne tutmuştum, sana tutulmuştum.

Her dal, bir başka çeşit oynuyor, her dalda ayrı renkte bir meyve var; herkes bir başka kadehle sarhoşcağız olmuş, şaşırmış kalmış.

Yüzlerce kadın perde ardına girmiş, yüzlerini yırtmışlar; her biri bir başka kocadan dul kalmış, yüzüne vurup duruyor.

Her balığın damağında bir balıkçının oltası takılı; o ah diye feryat etmede, bu eyvah diye sızlanmada.

Cebrâil, Tanrı güzelliğine kapılmış, oynamada; Şeytan da bir başka şeytanın sevgisiyle sıçrayıp zıplamada.

Ey iştiyak çekenlerin çalgıcısı Tebrizli Tanrı Şems’i, bu perdeden feryat et, aman bu şiveyi bırakma sakın.

CLXXVIII

Bir gün görürsün beni sen; meyhanede düşmüş, yıkılmışım, sarığımı rehin vermişim, seccadeden bezmiş gitmişim.

Ben de sarhoşum, dostum da sarhoş, onun güzelim saçları elimde; maşallah, ne de güzel dost; nazar değmesin, ne de hoş şarap.

Ağzım, dudağım da sarhoşcağız olmuş da öpüş yolunu kaybetmiş; ben bir sarhoşcağız, ağız, dudak bir sarhoşcağız; o öpüş de bize dönmüş, esrimiş gitmiş.

Şu fitneci mi fitneci güzel, bütün bu düzenlerden başka bir de yatmış, uyumuş; işret meclisiyse bütün gece öylece hazır durumda.

Bütün şu şekiller onun ışığından meydana geliyor, yoksa kutlu can tertemiz, aparı; şekillere sığmaz o.

Tebrizli Tanrı Şems’inin bunlara dair şerhleri var, o can âleminin padişahlar padişahı, o padişahoğlu padişah anlatabilir bunları ancak.

— Y —

CLXXIX

Ey Yakub’un düştüğü ateşe düşmüş, onun Yusuf’a yandığı gibi yanıp tutuşmuş er, gâh beyit okuyor, gazel söylüyorsun, gâh ibadete koyuluyor, ayağını diriyorsun.

Gâh dönüp dolaşıyorsun, gâh şekerler saçıyorsun, bâzı bâzı da Eyyub’un yıkandığı kaynağa çırılçıplak dalıyor, o suda dalgalar yutuyorsun.

Erkek, kadın, bütün halk dudağını yummuş, fakat feryat ediyor; bizse onun lûtfuyla, onun ihsanıyla şu güzelliğe gark olmuşuz, kendimizden geçmişiz.

Mademki aşka düştün, nasıl olur da uyur âşık olan? Sevgili bile, herkes onu özlediği, onu istediği halde gene de uyumuyor.

Mademki o sevgili gerek, mademki o bir gün sana gelecek; öylesine bir konuk için ne diye evi silmez, süpürmezsin?

Savaşa hazırlanmıyorsun, işe adamakıllı koyulup yalvarmıyorsun, utancından başını bile kaldırıp bakamıyorsun.

*             Şu beşten, altıdan kurtulup o yana gidesin diye o yanda senin adına ateşe nal atmışlar; şu gama dalman, tasalara düşmen yok mu, o âlemin seni çekişinden meydana geliyor bunlar.

Ne vakit olacak, ne vakit? Ne vakit şu balçıktan tamamıyla kurtaracak seni; ayıpsız, kusursuz, şu canları huzuruna alacak, bütün noksanlardan arıtacak?

Ağaçlara değer verdiren meyvedir, bir bak da seyret, o ağaç parçası, şu güzellikle neye dönüyor, ne hale geliyor?

Bundan da daha iyi anlatılabilir amma sen sus, söze son ver; hesabı verilmiş, kitabı dürülmüş âlemde hesaptan, kitaptan söz açma artık.

CLXXX

A şaşırıp bakakalan, beri gel, araştır, bul da bir yudumcuk su iç; beyhude yere suyun çevresinde

dolap gibi ne dönüp duruyorsun?

Şekerlerle dopdolu bir ova, incilerle dopdolu bir deniz; fakat çalışmadıkça, sebeplere el atmadıkça bu nimetten bir arpa tanesi bile elde edemezsin.

Seyir seyran ehliysen ne diye gözünü açmazsın? Ay ışığının güzelliği göz açıp bakmaya değer.

Çok mihrap gördük, fakat hiçbirine girmedik bile, halbuki savaş erinin bakışına dayanamaz, mihrap bile yarılır da öte yanı görünür.

Susuzlarız, her yanımızda bir abıhayat kaynağı; umup duruyoruz, önümüzde, ardımızda deniz gibi verici bir ele sahip tek, eşsiz ihsan edici.

Belimizi sıkıp işe koyulmuyoruz, onun için yolumuz ulaşmıyor, kusurumuz bu. Uykumuz ağır, gözümüzü açamıyoruz, bu yüzden aramızda perde var.

Tanrı’nın ihsan ettiği buluttan altı nur, yağıp durmada; bedenin bir dama benzer, altı duygunsa birer oluk âdeta.

Bu altı kaynak, her gece durur, akmaz; o kapılar açan, onları o yana yürütüp götürür.

Ayla güneş, bâzı kere olur ki geceleyin bir kuyuya düşüverir; tutar, araçsız, ipsiz, onu kuyudan çeker, çıkarır.

Padişahça yüzlerce sanatı vardır ki gizlidir senden; çünkü zayıfsın sen, gücün kuvvetin yok, takat getiremezsin buna.

Şu yayılıp döşenmiş yeryüzü, o Zühal yıldızı, ardındaki gökler, hepsi de Tanrı’nın avcunda cıva tanesi gibi titrer durur.

Deniz bile bu hale gelirse, onun lâyığı ancak köpük olursa artık o padişahın vasfına kalkışan akıl, şaşıdır, yalancıdır.

*                  Akılla can, o padişahın heybetinden, Hattâboğlu Ömer’-den korkup kaçan Şeytan gibi korkar da kaçar.

Kızoğlankız, kocadan kaçar, halbuki dünyada tek sevdiği odur, kendi canına bile yabancıdır da ona dosttur, onun üstüne titrer.

Salıvermiş, azat etmiş amma tuzağına doğru sürmede; yüz kuzgunu bir tek doğanın peşine takmış, doğan tutup tuzağa geldi mi de onu vurmak için çomağı eline almış.

Sus ki o en kutlu er, satıcının satışı, alıcının hırsızlığı olmaksızın, bu sırrı daha da güzel söyler, bundan da daha iyi anlatır.

CLXXXI

Ben ayağımı vurup duruyorum, oynuyorum ey can, oynuyorum ey cihan, sen de el çırp. El çırp ey can, el çırp ey cihan bir sarhoşun hatırı için, ne olur.

A sarhoş, ortalığı mahşere çevirme, kötülükten beri gel, o elini şu gönlün üstüne bir koy; fakat nerde gönül, keşke olsaydı.

(s. 92) Gönülden de vazgeçtim, candan da, sonucu gönülsüz kaldım, cansız kaldım; bir canın da sözü mü olur? Yüzlerce gönül yurdu, sayısız gönül olsaydı hepsinden de vazgeçerdim.

Ağacı seyret ey can; oynamada, boy atıp gelişmede; şarap içmediyse, sarhoş olmadıysa ne diye açılıp saçılıyor, çiçeklenip bezeniyor?

Şu seher yeline bak, şu kaynaşmayı, şu dostluğu seyret; baştan başa lûtuftan, ihsandan ibaret olmasaydı yeryüzüne esmezdi şu yel.

Sevgiliden feryat etme, mihnetsiz, cefasız aşk olmaz. Aşkın yolu yordamı bu olmasaydı o hiç bizim gönlümüzü incitir, yaralar mıydı?

Yüzlerce lûtfu vardır, yüzlerce ihsanı. Yüzlerce sevgisi vardır, yüzlerce vefası; gayreti bıraksaydı o da bize gönül verirdi elbet.

Bütün şu cefakârlığıyla beraber gene de herkese arka olur, dostlukta bulunur, böyle olmasaydı herkesin belini kırardı o.

Bilirsin ya, ona karşı Zümrüdüanka bile kolsuz kanatsız, elsiz-ayaksız bir hale gelir; onun rahmeti olmasaydı serçe şu tuzaktan nasıl sıçrar, kurtulurdu?

Ey söz yeli, sus, sakinleş; gönül yelini estirmek için yüzlerce yelpaze gerek, fakat sen gene de

esme.

Ey Tebrizli Tanrı Şems’i, şu karanlık gecede yapayalnızız biz; fakat böyle deme; geceleyin de güneş olmasaydı kendinden nasıl geçerdin sen?

CLXXXII

Burdan gitmek istiyorum, ayağımı tutmuşsun, bırakmıyorsun; gönlümü kapmışsın, sonra da tutmuş, gönlüme kurulmuş, oturmuşsun.

Başta sevda yelleri esiyor, gönül elsiz-ayaksız kaldı; bütün bu hallere, gösterdiğin ay, söylediğin sır yüzünden düştüm.

Ey uçup gitme, varıp ulaşma sevdasıyla nice geceleri uykusuz geçiren, oruç kanadıyla uç, aş şu gök kubbeyi.

Yanıp yakıldığımı gördü de ben kılavuzum, gitmediğin, bilmediğin o yolu göstereyim

[13]

dedi.

Dedi ki: Bir duvar ardında gizliyim amma yanındayım senin; cevirlere eşsin, cefalar çekiyorsun amma yakınım sana ben.

Ey bir güzelce saldırıp koşmak isteyen, bir hoşça varıp ulaşmak dileyen; her gördüğün rüyayı doğru çıkarayım, her kaynattığın tencereyi bir iyice pişireyim.

Ey dost, onu kaybettin, bir ömür boyunca ayrısın ondan, teksin; fakat hep dışarda aradın onu, evinde aramadın.

Tuhafı da şu ki bu arayıp taramanda o güzel de seninle beraber; nereleri dönüp dolaştınsa elinden tutup seni çeken o.

Onunla beraber onu arayadur, o da seninle aynı yolda, seninle beraber. Ah ey sevgili, o kadar meydandasın sen ki bu yüzden gizlenmişsin, görünmüyorsun âdeta.

CLXXXIII

Şu bucakta kendimizden geçtik, varlıktan gizlendik; ey dost, sarhoşluktan hepsi de bir can kesilmiş, bir şu erleri seyret.

O söylediğin sır yüzünden candan da geçmişler, cihandan da, hepsi de ağızlarını yummuşlar, yalnız hafif hafif, yavaş yavaş nefes almadalar, kimseye duyurmadan o sırrı söylemedeler.

A güzel, biz şu yalnızlık âleminde rahmetlere gark olmuşuz; el çırp, el çırp, çünkü sen de bizdensin, sen de bu eldensin.

Alçalmaya âşık olmuşuz, yokluğa, yoksulluğa, eli boş bir hale gelmeye gönül vermişiz; fakat hey gidi hey; bütün yücelikler, işte şu alçalışa karşı toprak kesilmiş de yerlere serilmiş.

Ey şeyh, kendinden başkasını görmedin, boyuna kendine sarılmışsın; neyi büküyorsun, neyi büzüyorsun? Kendinden geç, kurtuldun, ulaştın gitti.

Evin kapısını ört, o açtığın yüzü, o ördüğün saçı gösterme yabancıya.

Sevgili, dünkü cilveye kalkışma bugün; hani bizi şaşırtmıştın da evden dışarıya fırlamış, kaçıp gitmiştin.

Görünüşte kaçıp gittin amma gizlice gene de kucağımızdaydın; gözden kayboldun amma gönül yurdunu konak edindin, orda oturup yerleştin.

Kimin aklını aldıysan o akıl aparı bir hale geldi, tortusu kalmadı. Kimi yaraladıysan o yaralı her yaralıya derman oldu, ilaç kesildi.

A gönül, o ay yüzlüyü över durursun, ne istersin, ne umarsın şu sözlerden? A balık, şu oltanın düşmanıysan dal denizin dibine.

CLXXXIV

*            Kan içici nerkis gözleri aman verseydi, zehir şeker kesilirdi, kurt çobanlık ederdi.

Ay devri bize kul köle olurdu sevgili, o padişahlara lâyık koca sağrak da döner dururdu.

Dağ bile o katılığıyla erir, şıra haline, süt haline gelirdi; deniz bile     o acılığıyla abıhayata dönerdi. mahmur nerkise benzeyen gözleri bize bakar dururdu.

Hiçbir sarhoşun gönlünü kırmamıştır, hiç kimseye kötülüğü yoktur; iş böyleyken şükretmeyip de şöyledir, böyledir diye bu kınama da nedir?

Lütfeder, kerem buyurur, vuslatını bir kemer gibi belimize kuşatır amma belimiz onun vuslat kemerine lâyık olsa keşke.

Şekiller meydana getiren şekilsiz, sûretsiz usta ortada durup dururken şu şeklin ölmesi, şu sûretin yok olması kime ne ziyan verir ki?

Bakış, görüş yolunda gizlenmiş bir yol kesen yoksa neden her kirpik, her kaş, ok kesilmede, yaya dönmede?

Ağzını yum, çünkü deniz ağız yummayı ister, denizde ağız açmamak gerek; böyle olmasaydı balığın ağzı da dillerle, sözlerle dolardı.

A benim can evimde oturan, canımı yurt edinen, sonucu nereye gittin sen? Evde mi gizlendin, yoksa havalara mı uçtun?

Gönlümün ahdini duydun, gördün de ahdinden döndün, kuş gibi uçtun; ey dost, nerelere gittin sen?

Canıma baktın da can gibi yollara düştün; halktan çekindin de ayrıldın gittin.

Bu çabuklukla tezce gittin, zaten de seher yeliydin sen, gül kokusu gibi seher yeliyle estin gittin.

Hayır, sen ne seher yeliydin, ne havalarda uçan kuştun; Tanrı nurundan gelmiştin, gene Tanrı nuruna gittin.

Ey bu evin sahibi, ey bu eve mum kesilen, ışık olan; böyle bir evden utandın, sıkıldın da gök

[14]

kubbeye vurdun, yücelere ağdın gittin.

A dost, yanlış iş yaptın, bir başka dosta gittin; işini gücünü bıraktın, bir başka işe güce koyuldun, bir başka kâr peşine düştün.

Yüz kere bağışladım seni, yüz kere bir bir gösterdim, söyledim yolu yordamı; a kendini beğenmiş dost, gene de dinlemedin, tutup gittin sen.

Yüz kere okudum, üfledim sana, tuttum, ayağından dikeni çıkardım; fakat gül bahçesinin kadrini bilmedin, bir başka dikenliğe kalktın gittin.

Sen bir aysın, ne diye yılanla yoldaş oluyorsun dedim, a halini, şanını unutup yanılan, tuttun, bir başka yılanla dost oldun, onunla kalktın gittin.

Çulhanın elindeki eğri mekik gibi yüzlerce ipliği kopardın, gene ne bir başka ipliğe gittin, [15] dolandın.

Dedin ki: Dostum, seni mağarada göremiyorum. Halbuki o dost, o mağaradaydı; başka mağaraya gittin.

Kadrin, kıymetin nasıl kaybolup gitmez, benzin nasıl değişip bozulmaz? Benim pazarımı gördün de tuttun, bir başka pazara gittin sen.

CLXXXVII

Aşk yolumu vurduysa, aklım sarhoşlukla başımdan gittiyse ne çıkar? A benim devletlim, a benim ikbalim, sonucu sen varsın ya, varlık olarak yetersin bana.

Şu dapdaracık dünyadan gidiş, öyle pek de az değildir; fakat padişahın ayak bastığı yerin toprağı nerden elde edilir?

Ey dudu kuşuna benzeyen can, kanat çırp, şeker harmanına doğru uç, şanlı, şevketli bir ömre doğru yönel, çünkü kafesten kurtuldun artık.

A can, sevgiliye doğru git, erlerin halkasına gir; mademki varlığından kurtuldun, gül bahçesine yüz tut.

Sana şaşırdım da ağlamadan da oldum, gülmeden de; senin yüceliğine ulaştım da yücelikten de geçtim, alçalıştan da.

A gönül, benlik-senlik zahmetine düşmeden parmak şıkırdatadur; ebedî devlete ulaştın, ebedî devlet kesildin.

O şarap satan çok söyledi kulağına bu sözü: Bedenine tapmazsan canlar bile tapar sana.

A şen, şuh hoca, a yüzlerce nazik, nazenin dilberi fitnelere salan; çabuk ol, ne diye eğlenip duruyorsun? Artık gönlümüzü sıktın, yaraladın.

Hayrın, şerrin olsun, debdebeye, saltanata sahip ol, hattâ yüzlerce de hünerin bulunsun; ne çıkar? Değil mi ki o oltaya tutulmuşsun.

Dostum, bir çevik er olsa da taş gibi gönlüyle yürüse, durmasa dinlenmese, yolumuzu kesse bizim.

Şu sözde hem açılış, anlatış var, hem kapayış, gizleyiş; bir perdeyi kaldırdın, yüz perde saldın âdeta.

Ay yüzlüm sarhoş bir halde geldi, yardım et ey felek, bir küpceğiz şarap sun bana, kendimden geçtim, yok olup gittim ben, bâri varlık âleminde bir var olan var mı?

Bir kadehle, yüz kadehle sarhoş olmaz gönül; şarap birinin gönlüne tesir etti mi o adam bedeninden kurtulur gider.

Gene seher çağı içtiğin o şaraptan bir sağrak doldurdun, getirdin, dolu dolu sunuyorsun bana; bu şişeyi kırmasaydın sunmazdın ya.

Sarhoşlukla bir taş attın, kadehimi kırdın; fakat zararı yok, tasam bile değil. Senden başkası kırsaydı gam yerdim, çünkü eski haline getiremezdi, bu da olabilirdi. Adem bu şaraptan tattı da kendisinden geçti; ölü bile içseydi canlanır, mezarından fırlardı.

(s. 93) Aklın başındaysa yücelerden aşağılara vuran, ışığını alçacık yerlere de veren Ay’ı hor görme, zebun sanma kendine gel.

Bu ne pervasızlık? Namazımın vaktini geçirttin; fakat gönülde gayret olmasaydı beden

O sarhoş güzel, o sarhoşlukla namaz safına girseydi kıble bile yüzünü ona dönerdi, Kâbe bile onu görünce yüzünü yaralardı.

CLXXXIX

Eşsiz güzelim halka apaçık görünseydi halk, ne mutlu bir hale gelirdi, dünya ne hoş, ne kutlu dünya olurdu. Alemin altı yanı da onun güzelliğine bürünseydi yüce yerler bağ olurdu, aşağılar maden kesilirdi.

Halktan, ne varsa hepsini benim olsun diye gizledi, yoksa halk onu görseydi her şey onun olurdu, varlık o kesilir giderdi.

cxc

Ey dost, şehrimizden ansızın sefere çıktın, biz acılara düştük, fakat sen şeker madenine kavuştun.

Can, kafese benzeyen şu kalıptan uçtu mu gider, bir nura ulaşır ya, işte o nur sana bir baktı, o bakış nuruna gittin sen.

Altüst oldun da gittin amma şu aşağılık yerden neşeyle, sarhoş bir halde o üstün âleme, o hükmediş, buyruk yürütüş âlemine gittin.

Hayale benziyorsun, her an bir başka şekle giriyorsun; bu şekilden çıktın da başka bir şekle büründün sen.

Bugün cana döndün, cennetlerin başköşesindesin. Ay devrinden kurtuldun, Ay’dan da yücelere gittin.

Sevgili, şimdi ağlayıp inleyen bedeninden soyundun, külâhmdan vazgeçtin de kemerle bağlandın, gittin.

Ekmeğe ihtiyacın, ekmekçilere minnetin kalmadı. Sudan vazgeçtin, ciğerdeki hararetten kurtuldun.

Sevgili, mideye, dişe hacet bırakmayan bir ekmek, varıp daldığın denizden de arı duru su verir sana.

Yüce canından, lâtif halinden bir haber gönder bize, çünkü haberin ta kendisine gittin zaten.

Amma haber vermesen de nerelerde olduğunu bilirim; deniz kıyısmdasm, çünkü inci gibi, mücevher gibi gittin.

Hadi ey aydın söz, şu pencereden vur içeriye; çünkü kulağı bıraktın da akla, görüşe

ulaştın/ ^

CXCI

Ey şekle bürünmüş can, bugün ne armağan getirdin? Armağanı bilmiyorum amma şunu biliyorum, beni benden aldın, kendimden geçtim gitti.

A güzellik, iyilik gül bahçesi, bugün ne de güzel kokuyorsun; kimin dalında güldün, açıldın, kimin bahçesinde yeşerip geliştin?

Bugün acayip bir şeyler olmuşsun; düşüyorsun, kalkıyorsun; kimin bahçesinde açılıp saçıldın, kimin elinden şarap içtin?

O altınlar saçan tabiatın, o padişahlara lâyık himmetin, cömertliği, ihsanı ihtiyarlara da öğretti, gençlere de.

Cömertlikten de geç, o da ikilikten meydana gelir; aynı derde tutulanlara katıl, onların birlik âlemine gir de çek bir kadeh tortulu şarap.

Sen hem yoldaşsın, hem dert ortağı; hem topluluksun, hem tek, hem âşıksın, hem maşûk; hem kırmızısın, hem sarı.

Bütün bunlarla beraber gene de mecliste otur, gelme benimle; korkuyorum, yol ortasında kaçarsın, birdenbire dönüp gidiverirsin.

Sonra geldin mi de gönlü seninle beraber götürme; çünkü gönülden iki gönüllülük meydana gelir, gâh ısınır, sıcaklaşır, gâh soğur, buz kesilir.

CXCII

Ey perdeler üstüne salınmış perde, ey gizliden gizli güzel; bir bak da gör, neler ettin, neler; gönlü de aldın götürdün, canı da; burda ne bıraktın ki zaten?

Ey dilekleri alıp giden, kafesleri kırıp döken, gönül kuşumuzu yaraladın, sonra da uçup gitmeye kalkıştın.

Uçup gitmeye de kalksan, cevretmeyi, cefa etmeyi de kursan haddim mi ki dostum, neden ettin bunu diyeyim.

O yanıp yakılan mum neden ağlıyor? Dur, söyleyeyim: Onu balından kahırla ayırdın da ondan.

O çeng neden ağlayıp inliyor? Dur, anlatayım: Ayrılıktan boyunu, bu kulunun boyu gibi iki büklüm ettin de ondan.

Bunca cefalar edersin amma yüzünü gösterdin mi, zehrim şeker kesilir, derdimi devâ haline getirirsin.

Her yaprak azıksızlıktan duaya koyuldu, el açtı sana; önce keremler ettin, lûtuflarda bulundun da dileklerini yerine getirdin.

CXCIII

Can hekimi, bir tabla yol hediyesi getirdi; öylesine hediye bunlar ki yedin mi kocamış, bunamış bile olsan güzelleşirsin, gençleşirsin.

Bedene can verir, cana sarhoşluk; gönülden alçalışı siler süpürür, benizden sarılığı alır götürür.

*               O İsa’ya gelen tablaydı, hekimlere miras kaldı; ecel zehrini bile yemiş olsan panzehrini orda bulursun.

A o tablayı dileyen, şu kıbleye yüz çevir; oraya yüz çevirdin mi dünyanın ay yüzlü dilberi kesilirsin.

O tablada bir hap gizlidir ki dişe dokunmaz; ne yaştandır, ne kurudan, ne sıcaktır, ne soğuk.

O hapın bir habbeden az bir parçasını yesen gök kubbeye ağarsın; o habbe ufacık olmakla beraber seni İsa’nın yurduna yüceltir.

Lûtfunla, ihsanınla her âciz, güç kuvvet buldu, dilediğini elde etti; senin geliştirip beslediğin, zaten hiç mi hiç arıklaşmaz, zebun düşmez.

Bugün can hekimine, belki binlerce defa dedim ki: Ayağına sağlık, mademki zahmet ettin, geldin, bizim de doğruluğa ayak basmamız, doğru yolda ayak dirememiz gerek.

Birisine sen devlet verir, birisini sen ikbale eriştirirsen hiçbir kimse, hiçbir şey ondan o devleti, o ikbali alamaz; bir gönülden tuttun, sen gamı, kederi giderdiysen o gönüle artık gam, keder gelemez.

Artık sus, nefesini kes, çünkü tecrübe ettik; o devlet, o debdebe yalnızlıktan, teklikten meydana gelmiştir.

CXCIV

Ey perde üstüne salınmış perde, ey gizliden gizli güzel; bir bak da gör, neler ettin, neler; gönlü de aldın götürdün, canı da; burda ne bıraktın ki zaten?

Tutalım cefa ettin, amma dünyanın güneşisin sen, padişahların padişahısın sen, canları kendinden geçirensin sen.

Sonunda da ey padişahım, hepsini de aldın götürdün, konuk ettin; lûtuflarda bulundun, bağışlarda bulundun, dileklerini yerine getirdin.

Eline aldığın her taşı lâ’l haline, mücevher haline getirdin, besleyip yetiştirdiğin sineğe yüzlerce Zümrüdüanka gücü kuvveti verdin.

Bir topluma a benim canım, yanlış yola gidiş buyruğunu sundun, amma tuttun, bir toplumu da tertemiz arkadaşlar topluluğu yaptın, doğru yola sevk ettin.

Göklerin tesiriyle yeryüzünü meydana getirdin, derken yeryüzü cüzlerine letafet verdin, gök haline getirdin onları.

Zaten ben yerleri göklerden nasıl ayırt edebilirim ki? Sen kuralları, yolları yordamları da kırıp döktün, derdi derman haline getirdin.

cxcv

Zümrüt renkli dokuz göğü tuttun, havada hapsettin, dileklere, isteklere düşürdün de böylece topraktan düzüp koştuğun insanı meydana getirdin, oynatıp duruyorsun.

A su, ne yıkayıp durursun; a yel, ne arar, gezersin; a gök, neden gürlersin; a kâinat, ne diye dönersin?

A aşk, ne gülersin; a akıl, ne bağlarsın; a sabır, neden rahatsın; a yüz, niçin sararır solarsın?

Vefa etme yolunda başın da sözü mü olur; cömertlikte canın ne değeri vardır?

Olgun, o kişiye derler ki yokluğa av kesilir, can verir; çünkü birlik, teklik dairesine bir kıl bile giremez.

Gâh gama düşmek, gâh neşeye kavuşmak, hürlükten, kayıtsızlıktan uzaktır; ıssı da, soğukta kalan kişi, ne de soğuktur ya.

Benim ay yüzlü güzelimi gördüysen nerde alnında o parıl parıl parlayan nur? Can şarabını içtiysen hani sarhoşluk yalımın?

Ne bu keseden tasalandın, ne o kâseden; kör bir eşek değilsin ya, neyin çevresinde dönüp duruyorsun?

Gönlünü yıkayıp arıtmamışsın, yüz yumaktan ne fayda var sana? Hırstan, tamahtan süpürgeye dönmüşsün, daima toz toprak içindesin.

Her günüm cumadır benim, şu hutbemse daimî. Şu minberim yücelerden yücedir, maksûrem erlik, insanlık.

Bu minberin basamağı, bir gün gelir de insanlardan boşalırsa, canlar, melekler tutarlar da gayb âleminden armağan olarak birini bulurlar, getirirler, oraya korlar; boş bırakmazlar o minberi.

CXCVI

Kuvvetli bir arkan var, dayancm, güvencin büyük; fakat gene de tutar, yüz çevirirsen güneşe benzeyen o yüzün yüz çeşit yardım eder sana.

Ay’a benzer yüzün olmadıkça tutar da Ay’a yüz döndürür, bakarsam sen olmadıkça Ay yüzlerce fersah uzaklaşır benden, yüzlerce kere bezer, bıkar benden.

Can sensiz kaldı mı yetime döner; Ay sensiz oldu mu ikiye bölünür; cefa tohumunu ekersen gül bahçesi bile cefalar bitirir.

Serkeşliğe girişir de cefa atma biner, koşturursan, baldırlarını sıktın mı kimin eli erer sana, kimin gücü yeter?

Canım efendim, konuğunum senin, ey her konuğa zevk olan, neşe kesilen; lütfedip, kerem buyurup şu an başımı kaşısan yeri.

A çaresiz gönül, kefen giyin, boynuna kılıç takın da huzuruna öyle git; kötü işli, düzenbaz kişi nerden tapısına varabilecek onun?

(s. 94) A canım benim, ağacım bahçende bitip yeşermedi mi? Gelişip de işretle, sarhoşlukla uzlaşmadı mı, huy edinmedi mi bunları?

A canım benim, varlığımın bütün cüzleri senin sarhoşun; şu sarhoşlarımı ağlatıp inleterek bırakma.

İsterim, o gizli sağrağı al da doldur, sun birer birer herkese; sarhoş bir halde çık ortaya, bırak kibri, gururu, vazgeç benlikten, vurup kırıcılıktan.

O sağrakla o testi yok mu? Orucumu bile bozmaz benim onlar; fakat başta da ne akıl kor, ne ayıklık.

Fakat sen hem akılsın, hem can; hem busun, hem o; hem su senden ibaret, hem ekmek; hem dostsun, hem dostla buluşulan mağara.

Ey görünmeyen sağrak, kadeh misin sen, can mısın; abıhayat mısın; hastaya gelen sağlık mı yoksa?

Ya abıhayatsın, ya kurtuluş fermanı; ya şekerler şekerisin, ya şekerler yağdıran bulut.

Söz uzadı, sürüp gitti de bitti diye değil, gönül uçup gitmesin diye sustum artık, sustum.

CXCVII

Ay istiyorsan, Güneş istiyorsan işte buracıkta Ay, buracıkta Güneş. Yok, sabah olmasını, seher çağının gelmesini diliyorsan işte buracıkta seher çağı.

Ey Ken’an Yusuf’u, ey Süleyman’ın canı, taç, kemer istiyorsan işte buracıkta taç, buracıkta kemer.

Ey savaşların Hamza’sı, cenklerin Rüstem’i, kılıç, kalkan istiyorsan işte buracıkta kılıç, buracıkta kalkan.

Ey güzel kokular koklayan bülbül, ey tatlı sözler söyleyen dudu, bal mı istiyorsun, şeker mi istiyorsun; işte buracıkta bal, buracıkta şeker.

Ey akim fikrin düşmanı, ey âşık öldüren âşık, altüst olmak mı istiyorsun, işte buracıkta altüst.

Ey seyri seyranı arayan can, tecelliyi dileyen Mûsa, göz, kulak istiyorsan işte buracıkta göz, buracıkta kulak.

Ey gönlü kinle dopdolu Şeytan, ey eski düşman, fitne mi istiyorsun, şer mi; işte buracıkta fitne, buracıkta şer.

Sus, bu kadar söyleme, kalk, yola düş; yol arkadaşı istiyorsan işte buracıkta yol arkadaşı.

Ey Tebrizli Tanrı Şems’i, gönüller alan güzelliğine karşı bir ciğerinden vurulmuş mu istiyorsun, işte buracıkta ciğerinden vurulmuş âşık.

CXCVIII

O ay yüzlü, yankesici gibi evden fırladı gitti dedim, vefa edeceğine dair verdiği ahdi kınamaya başlamıştım.

Derken gammaz derdin dedi ki: Bir eli uzun gibi gönüller çalan o kıvırcık saçlı dilberi, o saçları önüne dökülmüş güzeli evde ara, evde.

Yanmış yakılmış ciğerinde çak çakmağı, iki gözünün yağ tabakasında suyu alevle.

Böylesine bir mum yak da evin içinde dön dolaş; bir duvar ardında gizlenmiş olabilir.

Bir duvar ardında, güneşinin gölgeliğinde şu ayrılık gecesinin tam yarısında başıma bir iş açtı ki.

Elimde böylesine bir ışık, evi öyle bir döndüm dolaştım ki nurunun parıltısından elimdeki ışık

Bu zindanda ey can dedim, seni nasıl da buldum; tatsız tuzsuz bir halde tuzluya doğru nasıl da yol aldım.

A benden kaçan şuh, a inatçı, kavgacı padişah, a iki âleme de can bağışlayan güzel, şimdicek nasıl da buldum seni.

Hemencecik gizlendi, mânalar gibi gizli bir hale geldi, madendeki mücevhere döndü, kıskançlığı onu örttü gitti.

Ben ellerimle başıma vurmaya başladım, kapının dışındaki halkaya döndüm, oysa güzelim bir alışveriş bulmuş da beni kınamaya koyulmuştu.

Âlemin kul köle kesildiği Tebrizli Tanrı Şems’inin nurunu görmüş de güneşindeki ışıktan utanıp kararmış aya dönmüştüm âdeta.

CXCIX

A güzelim, her taşın başında lâ’l

dudaklarından bir nur var, parıl parıl parlıyor. Saçlarının karışıklığı her yanda bir kargaşalık yaratmış.

Cennete benzeyen güzellik bağında, ağaçlarının altında, her yanda bir sâkî var, her yanda bir huri.

Her yanda, bir yanda değil, her tarafta, senin aşk şarabından doldurulmuş bir küp var, üzüm şırası gibi tatlı mı tatlı, bal mı bal.

Her sabah şu akıl, aşkınla deli divane olmada, beynimin damına çıkıp tambur çalmada.

Ne mutludur o şehir ki padişahı aşktır; o şehrin her mahallesinde bir meclis kurulur, her evinde bir düğün dernek olur.

Bir manastırın önünden geçtim, karşıma bir keşiş çıktı, birlik kapısında, senin aşkınla nefir çalmadaydı.

Nerde bir İblis varsa ondan ders aldı da İdris kesildi; o kâfirle sohbet etti de gece bile kâfur gibi ağardı, bembeyaz oldu.

Dedim ki: Bu kudreti kimden aldın? Bir padişahtan ki dedi, hem sevendir, hem sevilen, hem yardım edendir, hem yardım gören.

Şekerler saçan bir padişah o, Tebrizli Tanrı Şems’i o, her yakın olanın canına can veren, onu yetiştirip geliştiren o, her uzak kalana fitneler salan, şerler veren o.

cc

Ölümsüz bir canın var, ne diye korkarsın ölümden? Tanrı nuruna sahipsin, nasıl sığacaksın mezara?

Hoş tut gönlünü, âlem o incinin yüzünden baştan başa altın kesildi, onun gibi, ona benzer bir güzel nerde var, göster.

Beden aşka düştü, boğazına dek işrete daldı, sen hocam, ne diye bana bakıp yüzünü ekşitiyorsun?

Renksizlik âleminde sarhoşluk vardır, şuhluk vardır; a şeyh, senin neden gönlün daralıyor, neden bu gussaya dalmışsın?

Bu kadar gam yeme, niceye bir yaslara batacaksın? Bağışımıza nail olmuşsan aynı renge boyan bizimle.

Sevgili, gönül, nurunla öyle bir bilgin kesildi ki... Buyur ey bilgin, mademki sende de bizim şarabımız var, buyur.

Ey Tebrizli Tanrı Şems’i, sen aparısm, şekerler saçmada, ballar dökmedesin arı duru bir denizin var, tortulanmazsm, bulanmazsm sen.

CCI

A bizim canımız, cihanımız, bir an olsun iyilik etsen de yüzünü bize döndürsen ne ziyan edersin ki?

A yüzü ateşe benzeyen, a gül gibi güzel kokan; yarabbi, nasıl da bir yüzün var, nasıl da bir kokun?

İki gözümün önünde daima hayalin dönüp dolaşmada; uyanıkken ne de güzel bir rüya görüyorum.

Hayalin gönlü okşayıp duruyor, yoksul gönül de bu gönül alıştaki tattan derisine sığamıyor.

Dolunaya benzeyen yüzünden mi bahsedeyim, görüşündeki nurdan mı? Bağışladığın o bambaşka candan mı söz edeyim, derde derman oluşundan mı?

Seni görmüş, utanmış da gül dalı başını yere eğmiş. Benim feryadımı duymuş da bülbül şakıyıp çilemeden kalmış.

Her şeyden vazgeç, çünkü orda hem sen olasın, hem o; buna imkân yok. Oraya sen sığamazsm, orda ondan başka dost, ondan başka yardımcı yok.

Yunus, balık karnında kiminle dertleşti? Kapkaranlık gece yarısında ondan başka kimdir munis?

*             Sen devenin iğne yordamından geçmesini istiyorsun, üstelik bir de tutmuşsun, deveye altı denk de yük yüklemişsin.

Bütün bunlarla beraber gene de ümitsizliğe düşme ey göz, bahar bulutuna dön, aşkla inciler

saç.

Ey çarşısının pazarının başında yüzlerce hırkanın bir zünnâra satıldığı dilber, yüzünün şevkiyle âlemde her yüz bir duvara dönmüş.

Her zerre güneşinin ışığına girmiş de Tanrı’yım ben diyor, her bucakta Mansûr gibi biri, bir darağacma asılmış.

Şaşılacak şey şu ki herkes bir küpten gelen başka çeşit bir şarapla sarhoş; şu acayip ki bir gülden herkesin ayağında bir başka diken var.

Her dal, sarhoş oldum ben, medet demede, her akıl, şaşırdım gittim, aman demede.

Gül, iştiyakla yenini, yakasını yırtmış, aşk kendinden geçmiş de sarığını, külâhmı atmış.

Bir bölük halk akıldan sarhoş, bir bölük halkın da aklı başında değil, fakat gene sarhoş; evet, akıllılarla akılsızlardan ayrı bir bölük halk daha var.

Biz Tur Dağı’na benziyoruz, Mûsa’nm kadehini içmişiz; Firavun’un zahmetinden de kurtulmuşuz, ağyarın gamından, gussasmdan da; geçmişiz kendimizden.

Şarap gibi meyhane küpünün içinde coşup duruyoruz, gerçi küpün ağzı anlayış, seziş balçığıyla kapalı amma içten içe kaynayıp duruyor.

Hattâ şarabın kaynayışından, küpün ağzına sıvanan samanlı balçık bile oynamaya koyulmuş; and olsun Tanrı’ya, dünyada bundan hoş bir şey de yoktur.

CCIII

Bu gece, ta sabaha dek ben perilerleyim, onlar benim gönlümü alacaklar, ben onların gönüllerini alacağım; yiyip içmede, geceleyin dönüp dolaşmada onlara uymak, onlara yardım etmek istiyorum.

Perilerin âdetlerini, gece vakti toplandıkları, sevişip oynaştıkları, işe güce koyulup şarap içmeye başladıkları zamanları öğrendim, belledim ben.

Cinler gizlidir, emniyet içindedir onlar; fakat biz perilerden de daha gizliyiz, onlardan da daha ziyade görünmüyoruz.

(s. 95) Periler, cinler bile şeklimizi görüyorlar, ancak canımızdan haberleri bile yok; o kavim ağyar kesilmiş de Tanrı düzenine tutulup gitmiş.

Sen kendini bilmiyorsun da ondan perileri arayıp duruyorsun. Kendini çabucak bu kadar ucuza satma.

Bizim o perimiz pek güzel, yüzü pek yakışıklı, huyu pek hoş; el çabukluğuyla topu Şeytan’dan da kapmış, periden, cinden de.

Gece, onun ay yüzüne hayran, Ay, onu seyretmeye âşık; o, öyle çarşıda pazarda satılan tatsız, renksiz pelte değil.

Onun kebap şişinden, onun şarap kadehinden, onun çenginden, rebâbmdan, onun sarhoşça işvelerinden,

Geceler deli divane olmuş, dudaklar bulanmış; bütün mezheplerde o, bu ululuğa lâyık.

Uyku ölmüş, şalvarını rehine vermiş; onun gecesinde uykuya rastlamazsm; bu perdenin ardında bir başka kimse yok, kimin sırtını kaşıyorsun sen?

A fazla söz söyleyen, sözün haddi aştı, artık ağzını yum; aşka âşık değilsin, söze âşıksın sen.

CCIV

Gönlüm, canım, bir düzenbaz güzelin fitnesine kapıldı, aşkına düştü; taş yürekli bir güzelcik, savaşçı bir dilberceğiz; hasta gibi tutmuş, başını çatmış.

Uykusu, rahatı kaçmış birinin kapısına gelir, kapıyı çalar, su ister. Ne suyu? Maksadı onu ateşlere atmak, yakıp yandırmak.

Bu evi der, bana kiraya ver, ne kadar kira istersin? Ne yapacaksın diye sordun mu, içine ateş dolduracağım, ateş ambarı olarak kullanacağım der.

Bâzı kere der ki: Şu oturduğun arsa yok mu, benimdi, bunu sen de bilirsin.

Duvarı yıktır şurdan, arsayı geri ver bana; can arsasında senin duvarın bir pislik âdeta.

O selvi boylu dilber, birisine kastetti mi işi varmış gibi mahallede dönüp dolaşmaya başlar.

Ansızın bir kuyudur kazar; ansızın bir yoldur keser; ansızın sokaktan, pazardan bir ahtır kulağına gelir.

Can şekillerini bir bir okur durur. Hepsini de bilir, siler süpürür; mademki pılı pırtı kalmıyor, bu sefer de bâri canı yağmala.

Ey şekerler gibi gülen padişah, ey her dirinin zevki, neşesi, gönül dediğin kimdir? Senin bir kulun. Can dediğin kimdir? Senin tutkunun.

Gönüldeki zevk, tatlı şarabından senin. Candaki şevk, coşup köpürmenden senin. Kulağını bana ver de ağyar duymasın.

Can da, beden de senin bağından bahçenden güller devşirdi, eteğini güllerle doldurdu;

yaseminlikte salma salma gezmeyi senden öğrendi.

Öyle bir ümide kapılmış da kulağını kaşıyıp duruyor; umduğunu bulacağına da emin, evet kereminden bunu umuyor o.

Sayende bilgin kesildim de çenge döndüm sevgili; hele ey ulu bilgin, bir de bu çeşit feryadı dinle.

Sonucu yanakları yalım yalım aşk, şunu söylemede: Sus, gönlüm gürültüsüz patırtısız, harfsiz, sessiz bir söz istiyor.

ccv

Ne diye uyanıkların halkasına seyir seyran için giriyorsun? Göğsünü kapatmazsan öylesine bir ok yersin ki.

Bu halkada başını eğ, gönlünü daha da kuvvetli tut, inan ki sınıkları onarma kürsüsünde güçlü kuvvetli bir padişah oturuyor.

O andan kurtulmak, her an bâzı bâzı lâ’l renkli şarabından, bâzı bâzı zevkler, neşeler veren kadehinden sarhoş olmak istiyorsan,

Ağzını aç, fakat şarapta tortu, çerçöp aramaya kalkışma; ayıklık, uyanıklık şarabında nerden çerçöp olacak?

Hocam, o sevgiliden ne diye gönül alıcılık diler, vefa umarsın? Güzel yüzünün gönül alması, can okşaması yetmez mi ki?

Dün, kendinden geçişe dair yazıp gönderdiği mektubu okudum da şu dünyadan bezip usanmaya dair yüzlerce mektup yazdım.

Senin şeklinle, sûretinle benim şeklim, benim sûretim, yanak yanağa vermiş; evet, bana ya gönül derdini söylüyorsun, ya can gussanı.

Mâna gözüyle yattım, iç gömleğimi de çıkardım; çünkü aşk, örtüp gizleme perdesini ateşledi gitti.

Aşkı yüzümün renginde güzelliğinin aksini gördü de ettiği suçun özrünü dilemek için ayaklarıma kapandı.

Ey Tebrizli Tanrı Şems’i, gelirsin de gene görmezler seni; çünkü sen can gibi gelirsin, seher yeli gibi renksiz gelir, esersin.

CCVI

A aklımın düşmanı, a akılsızlığımın derdi, devâsı, bir küpe benziyorum ben, sen de benim içimde şarap gibi kaynayıp coşmadasın.

Evvel de sensin, âhir de sen. Dışta da sen varsın, içte de sen. Hem padişahsın, hem sultan. Hem perdecisin, hem çavuş.

İyi huylusun, kötü huylu. Gönül yakıcısın, gönül alıcı. Hem ay yüzlü Yusuf’sun, hem kendini göstermezsin, yüzünü örtersin.

Pek tazesin, pek yeşil. Pek güzelsin, pek dilber. Şu içimdeki akılsın sanki, şu kulağımdaki küpesin âdeta.

Hem uzaksın, yabancısın, hem yakınsın, hısımsın. Hem geçmişsin, hem gelecek. Hem kötü düşünceli bir dostsun, hem yaralarsın, zehir kesilirsin, hem de balsın, şerbetsin sen.

Ey kendinden geçenlerin yollarını vuran, kesen. Ey yoksullara define kesilen, hazne olan. Yarabbi, ne de hoş bir hale gelir onlar, seni kucaklarına aldıkları zaman.

Aklım başımda mı, o gün kavgalara girişirim, gürültüler çıkarırım; fakat sarhoş muyum, o gün dayanırım, susar dururum.

CCVII

Bir hamle, bir hamle daha; çünkü gece geldi çattı, karartı bastı; çevik davran, Türklük et, yumuşaklığın, Tacikliğin lüzumu yok.

Zayıfladıysak, aşkınla boynumuz inceldiyse Ay gibi bedensiz yaşayan bir başımız var ya, bu da yeter bize.

Padişahız, üç günlük padişah değil; lâ’liz, firuze değil. Aşkız, öyle kolayına bir iş değil; sarhoşuz, şarapla değil.

Bana istedikleri kadar kötü desinler, beni istedikleri kadar kınasınlar; güzellere kulum köleyim; bana iyilik bile etse çirkinle konuşup

Pek çok âşıkları var; onlara haset ederim de onun en yakını olduğum halde gene de yabancı gibi dururum.

Mahremden de yüzünü örter, nâmahremden de; birisini ona takdim ederler de filân kulun derler, o da acayip, kim, kim diye sorar.

Söz söylemek çocukluktur, susmak adamlık, erlik; sen çevik bir Rüstem misin? Ne gezer, çelikçomak oynayan bir çocuksun sen.

CCVIII

O büklüm büklüm, halka halka saçlarını tuzak ettin mi aşkla bütün dünyanın adını şimdicek kötüye çıkarır gidersin.

O bal gibi, o şeker gibi dudaklarını kadehe dokundurdun mu şarap yeni baştan coşup kaynamaya koyulur, meyhane oynamaya başlar.

Badem gibi çekik gözlerin, bir renklilik meclisinde, önüne gelen her mezeyi badem eder

Hâşâ canım efendim, senin ihsanın veresiye olamaz; eğer susuz, gerçekten susuzsa derhal onu suvarırsın, lütfedersin, kerem buyurursun.

Ey gönülleri gezip dolaşan ay; bizim konağımızdan senin konağına yüz yıllık yol olsa onu bir adımlık bir yol haline getiriverirsin.

Lûtfunla akrepten bile sütler coşar, akar; şu felek atını bile emrine râm ediverirsin.

Damının bekçisini dama çıkardın mı gökyüzünde yüzlerce kapı açar da dilediğine gayb âlemini gösteriverir.

Geceleyin, sabah gibi apaydın yüzünü gösterdin mi her ham pişer, olgunlaşır, her okunmaz şey okunur, anlaşılıverir.

CCIX

Neye üzülüyor, neden sıkılıyorsan hemencecik a gönül de, hani ya sen, ben benden geçtim, yok oldum demiştin;

Mademki üzülüyor, sıkılıyorsun, dâvanda yalancısın, rezil rüsvay oldun, çirkinliğin meydana çıktı demektir, vazgeç artık dâvadan.

Şu ezilip büzülmene bir bak da düşün a kötü kişi, hiç sen, benlikte bulundukça o yüce mertebeye ulaşabilir misin?

Bir seyret de bak, ne de çirkinsin, ne de Şeytan yaradılışmdasm; sen, seni bu hale sokuyorsun, peki, kimden feryat ediyor, ağlayıp inliyorsun öyleyse?

Dert, eziyet müşkül bile olsa gene ümidini kesme ey gönül, çünkü gayb âleminden o derde, o eziyete karşılık, elbette bir lütuf, bir ihsan belirir.

Zevk adına hiçbir şey yok sende, her an coşup köpürmede, sıkılıp üzülmedesin, a topuk, a ayak, güzelim halhallerden ne de uzaksın sen.

Çölde, ovada gezip savaşmak, erlerin harcıdır, orda soğuk, korkak kişilerin işi yok; çünkü bu çöl, bu ova, tek, eşsiz kişileri pisliklerden, rezilliklerden arıtır, pırıl pırıl bir hale kor.

Âlemin kul köle kesildiği Tebrizli Tanrı Şems’inin tapısına koş da onun lûtfuyla yücelikler menziline ulaş.

ccx

Aramızda gizli bir padişah geziyor; karıncalar topluluğuna bir Süleyman’dır düşmüş.

Bugün şu toplulukta sırları bilen bir padişahlar padişahı var ki dostların sırlarını bir bir görüyor, biliyor.

Sırlar, helva tabağı gibi ona karşı apaçık; bir hırsız düzen mi kurmuş, bir can doğru mu yürümüş, hepsi açık ona.

Herkesin alnından iyiliğini, kötülüğünü görüyor, okuyor, yazı okumada öylesine bir tecrübesi var ki.

(s. 96) Mutfağımıza bir benlikten, bizlikten kurtulmuş er geldi, tuzladan bir avuç tuz alacak da atacak bize, tatlı tuzlu bir hale getirecek bizi.

Bugün semâ’ımız pek canlı, pek hareketli;

yarabbi, sen ağırcanlılığa düşmekten koru.

O sırça gönüllü, hani dün nâmertler gibi kaçıyordu ya, bak, bugün pişman olmuş, utana utana nasıl da geliyor.

Yüz yıl dirense, inat etse de tutsa, bir yere kaçsa gülüp duran devlete erişemez, ağlar durur, gamlara batar kalır.

Bez yıkayan, bezini kurutmak için serse de güneş çıkmadı diye güneşe kızsa ne gam güneşe; sus; elbette bülbül döner, gül bahçesine

r

gene gelir.

CCXI

Ey Müslümanların padişahı, ey Müslümanlığın canı, ey gizlenen, şehri darmadağın eden,

A alev alev, yalım yalım ateş, hem şarap çek, hem sar bizi; noksanlardan münezzeh oluş kürsüsünde padişahlar padişahısın sen.

Her padişaha padişahsın, yüzlerce yıldıza, yüzlerce aya bedelsin; bütün bir cansın, baştan başa can; ne dilersen buyur, sür hükmünü.

Dostum sana, varını yoğunu korur, gözetirim dedin; arslanm çobanlık etmesi pek acayip, görülmemiş bir şey bu.

Var olayım, yok olayım, aklım başımda olsun, sarhoş olayım, hiçbir şey bilmesem bile şunu biliyorum ki sen her şeyi bilirsin.

Gamlara dalsam, eziyetlere düşsem, derime sığmaz bir hale gelsem gene de senin gibi bir bayrama kurbanım ben, kurban.

Geceleyin bütün duyguları yağmalasan bile gündüz oldu mu geceye benzeyen bedende sabah gibi hepsini gene belirtirsin.

Bâzı bâzı elbiseni değiştirir de gelir, elçiyim, haber getirdim dersin; yarabbi, elbiseni değiştirdin mi ne yapsın şu can, nasıl tanısın seni?

Savaşta atlı sensin, damda bekçi sen. Senden başka görüp gözeten, kollayıp koruyan kimdir ki?

Ey aşk, her şey sensin, kime saldırıyorsun? Ey aşk, yokları, yoklukları mı kırıp geçirmek istiyorsun?

Ey aşk, ister lütuf ol, ister kahır, yapayalnızsın, sensin ortada ancak. İster Arapça olsun, ister Süryanca, yalnız senin zurnan çalınmada.

Gözlerini yumsan, hiç mi hiç gülmesen gene de alnındaki nur parıl parıl parlar durur.

Eve bir mumu, bir ışığı gizlice götürmeye imkân mı var? Ey ay ne diye perde altına gizlenip de gelmeye kalkışırsın?

*               Ey göz, padişahın şu ordusunu görmüyor musun? Ey kulak, şu vurulan padişahlık nöbetini duymuyor musun?

Dedim ki: O hazneyi ne verirsem verirsin? Can bağışlarsan veririm; bir define, bir hazne ki bir habbeye veriyorum, ucuz mu ucuz dedi.

Senin sürüp getirdiğin Şeytan, lâ havleyle nasıl kaçar? Senin kopardığın toz, yağmurla nasıl yatışır?

Birisinin can gözüne büyücülük sürmesini çekersen baş gözü, nasıl anlar, ayırt eder onu?

Her görünmeyen şey, o sürme yüzünden göze görünür; (her vehim kolayca akıldan çıkar gider.)

Gerçek arayıcı, sonucu kapma gelsin diye (can gözüne kapının toprağını sürme diye çekmek £18]

gerek.)

Böylece külle cüz, koşar, kavuşur; dağdan akıp gelen selle katre denize ulaşır.

Fakat ne sel var burda, ne deniz var orda. Sus, can sırrı asla meydana çıkmaz.

CCXII

A benim canım, can perdesi ardında gizli bir işret, gizli bir âlem var; gayb perdesi ardında yüzlerce Yusuf-ı Ken’an var.

Şu beden ortadan kalktı gitti, ortada can kaldı yalnız; ten ölmüş, fakat can cennet bahçelerinde

Çeşnisini istiyorsan her gece kendine bak; beden ölmüştür âdeta, cansa o cennet bahçelerinde uçup duruyor.

Ey aşk, öylesine güzelsin, öylesine bir alımın var ki; yarabbi, ne âlemsin sen? Bunca övdüm, bunca sanatlarını söyledim, bitmedi, yüzlerce defa üstünsün bu övüşlerden sen.

*            İnanan tatlıdır, tatlı sever, tatlı söyler; aşk yücedir, yücelir durur. Ne dille söyleyeyim sana ki sen o dili bilmeyesin?

Topallaya topallaya o kadar koş ki ayağında derman kalmasın; işte o vakit padişahtan yüzlerce yörük at gelir sana.

Bir âşık ölüm halindeydi, ölüyordu; birisi, can verme halinde ona, nasıl oluyor da gülüyorsun dedi. Aşık, nasıl gülmeyeyim dedi, tamamıyla ağız kesildim, dişlerimi göstermeden gülüp duruyorum, yüzlerce gülüş kesildim ben;

Çünkü yarım kamıştı, şimdi şeker kesildim, öbür yarım da şekerler saçmayı kuruyor, o yana yöneldi.

Kim gülerek can vermezse mum deme ona; amber kırıldığı, ezildiği zaman daha fazla koku verir.

Ey adı sanı dünyalara yayılan, sana verilecek şey candır; sen sevgilinin çalgıcısısm, ne diye tutar da ekmeğe tamah edersin?

Söyle; kimse kesesini boşaltmasın, kimse hırkasını atmasın. Tanrı’nm kesesinden kimin ümidi kesilmiştir, kim ondan ummuştur da mahrum olmuştur?

Gökyüzü Tanrı kesesinden yüzlerce ışık saçmadadır; deniz Tanrı vergisiyle durmadan inciler serpmededir.

Gökyüzü saçıp duruyor amma şu verilenler de sofra artığı ekmek ufaklarıdır ancak; sen göğü bırak da o sofraya lâyıksan oraya yönel.

Avucun yorulursa sana bir başka avuç ihsan eder, boğazın o padişahlık halkasına tahammül

Söyle, bir gazel söyle de ayak ücretini Tanrı’dan dile; yanana abıhayat kaynağı gibi bir avuç su serp.

CCXIII

Toplumun rengine boyan da can lezzetini tat; meyhane mahallesine gir de tortulu şarap içenleri seyret.

Aşktan bir dolu iç, bırak ân, hayâyı, rüsvay ol gitsin; baş gözünü yum da can gözün açılsın.

Kıyıya çıkmayı istiyorsan sal iki kolunu; kır şu topraktan yapılma putu da güzellerin yüzlerini gör, dal güzelliklerine.

Bir kocakarı için ne vakte dek nikâh parası kaydına düşeceksin? Üç lokma ekmek için ne zamana kadar kılıçlara hedef olacaksın?

İşte şuracıkta cevretmeyen, cefa nedir, bilmeyen sâkî, meclisinde de kadehler dönüp durmada; gir oturanların arasına, katıl onlara, niceye bir dünyanın dönüşüne dalıp gideceksin?

Burda güzel bir faiz muamelesi var; bir can ver, yüz can al; az köpeklik et, az kurtluk et de çobanın sevgisini kazan.

Gece durmadan dostluk gösterir sana, bu gece afyon yutma; yiyip içmeyi bırak, kapat ağzını da ağzının tadı yerine gelsin.

Düşman filânı benden ayırdı diyorsun, yürü, filânı boşla da yerine yirmi tane filân gör, yirmi tane feşman elde et.

Düşünceyi yaratandan başka hiçbir düşünceye kapılma; ekmek, yemek kaygısı, düşüncesi mi daha iyidir, sevgilinin kaygısı, düşüncesi mi?

Allah’ın yeri bu kadar genişken ne diye şu hapishaneye yamanıp kaldın? Düşünce düğümünü az düğümle de gönül açıklığını gör, uçsuz bucaksız gönlü seyret.

Şu söylenmeyi bırak, sözden vazgeç, geç candan, geç cihandan da o vakit canı da seyret, cihanı da.

CCXIV

Sözden kaldım; sen gel, beni kucakla; ben seni değil; yakın ol bana, kaynaş, birleş benimle, yoldaş olmanı, konuk olmanı istemiyorum.

Bir arslan var, coşup kükrüyor; bir kan var, şimdilik uyuyor, ne diye eşeğe kul köle kesildin, padişah oğlusun, pek yücesin sen.

Seni birçok perişanlıklardan satın alan altınlar döker, paralar verir de şimdicek satın alır gider.

Deve bile çalışıp çabalamadan ormandan gelemez, sen o yerden kolayca nasıl geldin ey can?

Yüz yerde ayak diredin, burdan gitmem diye direndin durdun, insansın, insan yaratılmışsın, kendine gel diye kulağını çektim, burdum.

Dokuz mavi göğü devre soktum, döndürüp duruyorum, a obur şeyh, sen ne diye inat örmede, savaş eğirmedesin?

*                   İslere bulanmış tencere gibi tutmaç peşindesin; nerde Kerremnâ sırrına mazhar oluşundan doğan ululuk, nerde padişahça himmet, gayret?

*            Sen dudağının, boğazının kaydına düşmüş bir adamsın, kadir gecesinin eri değil. Sen ilâhîcibaşılık yapan bir çocuksun ancak, perileri davet eden pîr değilsin.

Başın sağlamdır amma seni kendi başına bırakmazlar ki; mektep hocası sana sille atar durur.

Her an boynuna yeni bir kement atar; günün birinde kemendi bir iyice sıkmaya başlarsa kimden kurtaracaksın boynunu?

*                Şu yayılan, akan; şu alevlenen, esen unsurlara; şu boy atıp yeşeren, şu durup duran, gezip tozan mevâlîde bak; hani yoldaştın bir zamanlar onlarla; hepsi de varlıklarına sımsıkı yapışmışlar.

Fakat senin gibi onları da tutar, ordan ta buraya dek çekerim; bu konak yerinin ardında da daha yüzlerce can konağı var.

Hepsine de hadi derim, keçi gibi fırla, sıçra, tapıya gel; sakalını oynatasın diye sakal verdim sana.

Sakalını oynatmazsan bir bir yolarım o kılları; benim sayemde çıkan sakalı nasıl kurtarabilirsin benden?

(s. 97) Bir an oldu, tarak kesildin, sakala düştün; bir an da ayna ol, yüze göze düş.

Hem taraksın, hem saç; hem aynasın, hem yüz; hem arslansm, hem ceylan; hem busun, hem o.

Hem başsın, hem zülüf. Hem anahtarsın, hem kilit. Hiçbir hastalığın yokken öksürüp duruyorsun; ne diye sesini titretirsin öyle?

Sus, bırak artık söylenmeyi, hadi, yeni bir oyuna giriş; yüzlerce yeni oyunun vardır senin ey yeni bitmiş keçi sakalı.

ccxv

O yüz, o alın hayranlık kıblesi kesildi, her bakanı, her göreni kendinden geçirdi, Müslümanlığı bile şaşırttı; a Ay, kime

Tanrı’ya hayranım ben, erlerin halkasmdayım; bundan başka bir şeycikler bilmiyorum, a Ay, kime benziyorsun sen?

Kulum, hürüm. Yıkılmışım, mamûrum. Hem aşka düşmüş, gönülden kalmışım, hem gönlüm neşeli; a Ay, kime benziyorsun sen?

Başsız kalan her beden, can kesildi, Kalender oldu; mümin oldu, kâfir oldu; fakat a Ay, kime benziyorsun sen?

Ne mutlu uçsuz bucaksız, dipsiz, kıyışız bir denize ayak atan, görür bir gözle o denize dalan kişiye; a Ay, kime benziyorsun sen?

CCXVI

Mademki yolu bağlıyorsun, bâri ahimizi duy; aman Allah diye feryat ediyoruz, Allah için olsun bu feryadımızı işit.

Cana baktım, renksiz bir suya benziyordu; ansızın öyle bir balık beliriverdi ki bu suda.

O su coştu, varlık kaynadı, köpürdü, bir kuyuya benzeyen şu dünya yayıldı, bir deniz kesildi.

Bir de gördüm ki deniz yüceldi de bir katre oldu. O bir katre, ben bir katre; yola düştük, yoldaş olduk;

Daha da ileriye gittim, bir de baktım ki o katre, deniz kesildi, beni kapladı. O katre deniz oldu, ben de bâzı bâzı katre oldum.

Denize doğru gel de seyret bizi; belki sen de bir padişahlar padişahının düzenine kapılırsın.

Bir sudur, Ay, altında onun; bir sudur, saman altında onun; o, gönüllerin sevdiği, özlediği bir büyücü gibi böyle göz bağlar işte.

La’l dudakların varken Bedahşan ülkesini ne diye isteyeyim? Kuyuyla ipe benzer saçın, vallahi mevkiden de iyi, mansıptan da.

Tebrizli Tanrı Şems’inin büyücü gözleri, uyanık gönüllerden başkasına büyü yapmaz, onlardan başkasını bağlamaz.

Sevgili, sen lütfet, yol arkadaşlığı ateşine ait bir remiz söyle, ben ağzımı açıp bir söz söyleyemem; çünkü balık söz söylemez.

Şu gök kubbe çadırına dün konuk olmuştun, Ay sana secde edip duruyordu a otağın

u ^ aybeyı.

Güneş, senin yüzünden taç vurundu, gökyüzünün padişahı kesildi; gökteki şu Ay senin lûtfunla, senin bağışınla bambaşka bir ay gördü.

Şu ikisi nasıl birleşebilir? Sen ateşsin, ben yağım; bu kısmet ne vakit nasip olur? Sen Yusuf sun, bense bir kuyuyum.

Bu coşkunluğum, gene ateşinden amma ister sür beni, kov, ister çağır, kabul et, sana kulum köleyim ben.

Şu bilgim, bilgine perde kesildi, bu yok-yoksul kulun feryadı, bilgiden, anlayıştan.

Gâh şarabı anarım, güzelden bahsederim, böylece lûtfuna örnekler getiririm; fakat Tanrı’nm birlik âlemine şu ikisi, nasıl olur da sığar?

Ey Tebrizli Tanrı Şems’i, sen öylesine bir sahipsin ki gülüp durmadasın; nasıl olur da böyle bir sabahın ardında zahmetlerle dolu bir gece bulunabilir?

CCXVIII

Kimin mahallesinde dönüp dolaşıyorsun, ne istiyorsun ki benim gibi ayağın bağlandı senin de, o otağdaki dilberden mahrum kaldın?

Ona bağlansaydm her bağdan kurtulurdun, ne kimseye hizmet etmeyi isterdin, ne padişahlığı, ne sultanlığı.

Sarhoşların hizmetleri gibi senin hizmetin de bir masal oldu; âdeta balık gibi, lüzumu yokken su içinde secde ediyorsun.

Sarhoş olup yıkıldı da secde ettiği yer su oldu; sevabı bile boşladı, yoldan, yolsuzluktan kurtuldu, yapayalnız, tek başına kaldı.

Mademki suyun içindesin, yol nerde? Mademki mihrap kesildin, sana secde edecekler, sen kime secde edeceksin? Ne zulmeden var, ne tövbe eden; ne anan var, ne unutan.

CCXIX

Canım efendim, biz, bu evden başka bir yere gitmiyoruz; yarabbi, burda her an seyre seyrana dalmak ne de hoş.

Her bucakta bir bağ, bir bahçe; her köşede bir alay, bir lâtife; hem de ne bir karga, kuzgun sesi var, ne ciğerler yiyen kurt kaygısı.

Düşman, bir işin, bir şeyin korkusundan sefere çıkmayı kuruyor diye şehre bir uydurma haberdir saldı.

Gayretinden vallahi diyor, bu haber yalan; cansız, kim bir yere gidebilir; başsız, kim bir adım atabilir?

Gök kubbenin altında nerde bulacağım onun gibi bir Ay? Fakat o her yanda bir deli divane bulur.

Ay, kapının çevresinde, izinin tozunu tavaf etmede; çünkü gözün gibi mahmurluk veren bir gözü, yüzün gibi feyzli bir ovayı nerden bulacak?

Şu aşk yok mu? Gerçi her çeşit şekilden arıdır amma her güzel Yusuf da aşktan meydana gelir.

Aşkları olmadığı için kardeşleri Yusuf’u bir köpek gibi görmediler mi? Halbuki babası, aşk yüzünden onu, ne de güzel, ne de alımlı gördü.

Yolculuğun adını anarsam vur ağzıma benim, kır dişlerimi; selâmet yurdu cennetten kim çıkar da cehenneme gider?

Ben başsız-ayaksız bir hale geldim, bir güzelce şu denize gark oldum gitti; denizdeki gemi gibi ayağım olmadığı halde gezip durmadayım.

Kapıdan sürersen pencereden girerim içeriye, zerre gibi oynaya oynaya yücelerden aşağılara inerim.

Bu evin penceresinde sevdalara dalıp döner dururum; zerre gibi ışıktan bir ip edinirim, o iple oynamaya koyulurum.

Otur, bu mecliste zevk, işret hiçbir zaman arıklaşmaz; söyle, bu devlet sayesinde hiçbir rey kararmaz.

Ağzını yumarak, sırrının kubbesi altında söylemen daha da iyi, çünkü bu kubbede sesini iki kat artmış olarak duyarsın.

Tebrizli Tanrı Şems’i, huylarındaki lütuf yüzünden bu nükteyi daima harflerden arıtıp durmadadır.

ccxx

Kiminle bağdaşır, uzlaşırsan bil ki rahat edemezsin, huzura kavuşamazsın; seni altüst ederim, çünkü sen bizdensin.

Rüsvay olmamak istiyorsan, o sırrın meydana çıkmamasını, o şarabı rezil rüsvay âşıktan başkasının da içmesini diliyorsan,

Kaldır sürahiyi, bırak zahitliği, o mubah şarap kadehini dik başına da rahata, huzura kavuş.

A yarma âşık kişi, sarhoşların halkasında, lâlelikte, gül bahçesinde bugüne bak, bugün çek kadehi.

A hercai maskara, buyruk yürütme törenince öylesine sarhoşluk et ki sonucu geç şu varlıktan.

Yosmaların baş fitnecisisin, hiçbir şeyle mukayyet olmayanların giydikleri hırkaya bürünmüşsün; ne diye Mısır’da kalmazsın da daima şeker yemezsin?

Ey Tebrizli Tanrı Şems’i, cana ne şekerler dökersin sen; tertemiz canlar, senden başkasıyla uzlaşmazlar, senden başka hiç kimsecik onları huzura kavuşturamaz.

CCXXI

A hercai âşık, küpe başını koy, ayık, akıllı kişilerle düşüp kalkma, kavgacı kişilerle dost olma.

Ayık olan, aklı başında bulunan kişi, küpe benzer, savaştan, kavgadan başka bir şey bilmez; halbuki sen Ashab-ı Kehf’in köpeğinin cinsindensin, savaş, kavga yok sende.

O akıllı köpek meyhane kapısına başvurdu, çünkü şekeri de o tapıda gördü, tatlılığı da.

Hocam, şu güzelim yerden dışarı çıkma; seyir seyran burda sen de seyir seyran ehlisin.

Nice çalgıyla neşelenip sarhoş olan var ki âhengi bıraktı da o helvalar yiyen tatlı, güzel dudaklara düştü gitti.

Başını küpe daya, testiyi küpün yanma koy, sıçrayıp kalkacaksan sıçra, kalk, küpün yanma var a kavgadan, gürültüden sarhoş olmuş kişi.

CCXXII

Sevgili, bir bak bize, bakışların, görüşlerin canısın çünkü; sana nasıl gönlümü aldın diyebilirim ki gönlümüzün ta kendisinin zaten.

Gönlümüzü ayaklar altına aldığın zaman

canlar neşelenir, ayak vurarak raksa girer; gönlümün ciğerini yaraladığın zaman gönül âdeta ballar yer, şekerler çiğner.

Kollarını saldın da oyuna girdin mi beden canını verir sana. Cilvelendin, oyunlara giriştin mi ölüye bile bir tuhaf hal olur, canlanır âdeta.

Çevir, cefa buysa nice vefa ekinine kesat düşmüştür; a gönül, ne duruyorsun? Onun cefasına karşı canınla oyna, can ver o cefaya.

Bugün öylesine sarhoşum ki tamamıyla kendimden geçmişim, dostum, tut elimden, nerdeysen oraya çek beni.

Sana ne gerekse gökler onu doğurur, hemen sunar sana; incin azalır mı hiç, zaten denizin ta dibindesin.

Canım benim, her gözbebeği sayende adam oldu; zaten ey görüşün özü, anlayışın temeli, sen olmadıktan sonra gözün ne değeri var?

(s. 98) Ey can, sarhoşluk devletiyle el çırp; varsın, sağ esensin, hem de birlik âleminin ta içindesin, ne de hoşsun ya.

A can, ne diye korkuyorsun? Cansın, ten değilsin, nefis değilsin sen. Beden, korku madeni olagelmiştir, sense zevksin, neşesin, seyirsin, seyransın.

A gün, ne de güzel bir günsün, neşeyi, çalgıyı arttırdıkça arttıran bir mumsun, bir gün ona can ulaştır, ağırla, rızklandır onu.

A sabah çağı, öylesine bir nefesin var ki uyanıklık sermayesi; gönülleri uyuyakalmış olanlara İsa nefeslerini üfür.

Ey Tebrizli Tanrı Şems’i, doğudan bir göründün mü güneş bile bir yıldız gibi nuruna dalar, görünmez olur.

CCXXIII

Şu niyetteyim: Sevdalara dalayım; fakat deli divanenin gönlüne nerden niyet sığacak, deli divane, nerden kurduğunu yapacak?

Deliliğim, yüzlerce akıllıya sermaye kesildi; şu acılığım, ballar yeme, şekerler çiğneme denizi haline geldi.

*            Tûbâ ağacının altında alımlı, güzel mi güzel bir dilber gördüm; güzelliğinden âleme nice fitneler salmıştı, nice kargaşalıklar çıkarmıştı.

İki âlem de diyordu, benim yüzümden deli divane oldu, bütün sırlar benim yüzümden meydana çıktı; ben geceden de kurtulmuşum, yarından da; nasıl olur da yarından bir şey umarım artık?

Canıma dedim ki: Doğduğum, göründüğüm vakit kimin olacağım, kimin canına can katacağım?

Mânalar denizi, parasız pulsuz gör, seyret, Şemseddin, Tebriz’den şekilsiz bir deniz halinde

belirip görünmüş.

CCXXIV

*             Sevgili, İsa sen olduktan sonra Hıristiyanlık devleti, ne de şaşılacak bir devlet. Ezelî Lâhût’u Nâsût âleminde göstermedesin.

Kâfir saçlarının bir büklümünü açtın mı iman, saçlarından bükülmüş bir acayip zünnâr kuşanır gider.

Ey şu toprak dünyayı aşkınla bezemek için yüzü yüzlerce perde ardından parıl parıl parlayan güzel.

Dün can sarhoşlukla tuttu da aşkınla bir ahitte bulundu. O biatte can aşkla yapayalnızdı.

Aşk, başını canın kulağına yanaştırdı da gizlice dedi ki: Hiç adam kendisiyle ahdeder mi, sen yoksun ki, var olan tamamıyla biziz.

Ne kadar çalışırsan çalış, ancak gözünü yumabilir, kendini görmezsin; fakat ne vakte dek kendinden kaçacaksın, bir huzura, bir rahata kavuşmayacaksın?

Can dedi ki: A benim tek güzelim, eşsiz dilberim, şuna and içtim; o âşık öldüren, o kara sevdalara tutulmuş olan saçlarına and olsun,

Bu ahdi ederken bende ne can vardı, ne beden. Ey tek, ey eşsiz güzel, bensiz, bizsiz ahdettim ben.

Sarhoş ne yaparsa suçu yoktur, yaptığını şarap yapar. Suya vurmuştur, orda görünür amma yücelerdedir Ay.

Hadi, hemencecik çek şu kadehi, o Hıristiyan sakiye Tebrizli Şemseddin’e ait bir nüktecik bile söylemiyorsun.

ccxxv

Ne mutlu gündür o gün ki yoldan dönüp gelirsin, yücelerde Ay gibi can penceresinden pırıl pırıl içerilere vurursun.

O gittikçe dolan, değirmileşen, o süse ihtiyacı olmayan ay yüzünle şu yerlere döşenmiş toprağı Arş gibi bezersin.

O zaman nice ayağı bağlı akıllı kişi kendinden geçer, varlığından kurtulur; nice canlar yeni baştan ballar yemeye, şekerler çiğnemeye koyulur.

Şu altı köşeli konak yerinden nice kervanlar kalkar, bineksiz, azıksız, mekânsızlık âlemine doğru yola düşer.

Canımı aydınlat da can bedene, a yarını uman hoca desin, bırak yarını, bugün beni gör, beni seyret.

Sen bir suya benziyorsun, bense dereyim, seninle buluşmaktan başka neyi arayayım, neyi isteyeyim? Suyu açmadın mı derenin bir değeri, bir parlaklığı olmaz.

Ne mutlu sana, herkesten ilerisin, yâni herkesten üstünsün; fakat Allah’a and olsun, kendinde oldun mu bir rahata, bir huzura kavuşamazsın.

Gönlü arıyordum, yolda rastladım, gördüm onu; safra illetine tutulanlar gibi bu sevdaya düşmüş, yerlere serilmişti.

Ey Tebrizli Tanrı Şems’i, ayrılığın ezdi, öldürdü beni, fakat yüz kere daha ezsen, öldürsen aşkından ayrılmam, bunu göremezsin.

CCXXVI

A hoca, ne kuşsun sen, adın ne, değerin ne? A tatlılarla beslenen kuş, ne uçarsın, ne yayılırsın.

*                 Devekuşusun sanki; uç diyorlar sana; diyorsun ki: Ben deveyim, deve uçar mı hiç a Ol]

dayı?

Yük yükleme çağı gelince ben kuşum diyorsun, kuş yük çeker mi, ne diye bu teklifte bulunuyorsun?

Ne şakıyıp çileyen güzel sesli bülbülsün, ne rengi güzel dudu kuşu; ne boynu halkalı üveyiksin, ne bizim yeşilliğimize, bağımıza bahçemize geliyorsun.

Her kuşun boynunda Süleyman’ın bir hakkı var; bütün kuşlar oraya uçup gittiler, sen ne diye duruyorsun?

CCXXVII

İşte o şaşılacak ay yüzlüyü görmeye, yolda yanıp yakılanları, onların isteklerini seyretmeye recep ayı çıkageldi.

Bir adam, secdelere kapanarak gelirse emniyete erer, amana kavuşur. Edepsizlik ederse terbiye için silleler yer.

Tanrı hükmüne razı olur, neşelenirse ne âlâ; baş çekerse ipi boynunda görür.

*             Aşka lâyık olursa Şam gibi kutlu bir hale gelir; gönüle gönül vermezse Halep gibi viran olur gider.

Sebebi nedir ki der, o mamûr da bu yıkık dökük? Fakat sebebin canını, özünü görmek için Hızır canı gerek.

*             Rızık veriş de Tanrı ihsanmdandır, vermeyiş de; bunu böylece görmemiz için, bu hususta da bize bir berat vermesi için dileye isteye şaban da çıkageldi.

Oruç kadehi geldi, bu işreti inkâr edenin şarapsız zevki, şarapsız neşeyi görmesi için tuttu, bütün kadehleri kırdı.

Ramazan ayı geldi, ağzı mühürleme zamanı gelip çattı; dudaktaki lezzeti göstermek için oruçla dudakları mühürledi.

Mânalar sağrağım sun bomboş mideye, gizli sevgiliyi batıların gözü görür elbet.

Devlete mağrur olana de ki: Bu nöbet de gelir geçer elbet. Hem de bu nöbet geçince devlet sahibi sıtma nöbetine tutulur, sıtma nöbeti görür.

Nöbeti boşla da çabucak Ahmed’in nöbetini çal. Çal da varlık karın erisin, Arap güneşini gör.

Sus, az söyle; mevki, şeref dileyen, ad san

[221

sahibi olmak isteyen kişi çok söyler.

CCXXVIII

Hayır, hayır, dosta vefa göstermenin bundan da daha üstün olması gerek. Hayır, hayır, bundan da daha az cefa etmek, daha az kusur işlemek lâzım.

Sarhoş âşıkını elinle vurur, yaralarsan o yarayı gene senden başka kimsecikler iyileştiremez, tedavi edemez.

Senin tuzağındaki lezzeti bir an olsun tadan kuş, bir daha havalanıp uçmak istemez de istemez.

A güzelim, gözlerinin işi gücü, suçsuz günahsız âşık öldürmek; a dilberim, lâ’l dudaklarının kârı dilekleri yerine getirmek.

Gönül, aşkınla bir hoş işe düştü ki... Ne zora bakıp kalıyor, ne usanıp yolculuğu bırakıyor.

Aşkında arılık dâvası, iyilikten, güzellikten ibarettir; tertemiz canla ne yapılır, temizlik nedir, ondan bahsedilir, o anlatılır.

Ey Tebrizli Tanrı Şems’i, gökten nurlar saç da can o nurlara bürünsün havalara ağmayı 1231

kursun.

CCXXIX

Görünmeyen bir ateşle yanmış, kavrulmuş bir gönlüm var, bir Müslüman’ın elinden feryat ey Müslümanlar.

Ona bal mı diyeyim, şeker mi, inci, mücevher madeni mi, mum mu, seher çağı mı, yoksa eşi

Bu fitne, bu kargaşalık, her yana bir ateştir saldı; bizim ateşimizden, bizim dumanımızdan, âleme bir sayvan kuruldu.

Bunca padişahlığıyla o din iman düşmanı, tuttu da yolda zorla benim özümü kaptı.

Açtı, içimden canımı, gönlümü aşırdı; zaten o öylesine birisi ki bir canın değeri onca bir lokma ekmek.

Dün onun kokusunu aldım da mahallesine gittim; ansızın bir bağ, bir gül bahçesi belirdi.

Orda bir gönül gördüm, bir gönül alıcı; hem sırları biliyor, hem her şeyi anlıyor, uyanık; hem her yana yayılmış, her yanda duyulmuş, hem de gizli mi gizli.

Onun tapısında bir işret var, bir seyir seyran; onun aşk ateşinde, her yanda bir abıhayat kaynağı.

ccxxx

Ey varlığının önü sonu olmayan, ey mülkünün evveli âhiri, haddi sınırı bulunmayan, senin aşkınla benim canım, ateşle kamış.

*               Öldürülene diyet verilir; ne mutlu bu öldürülene... Öldürdüğü yüzlerce kişi gördüm; hey gidi hey; bir tanesi bile diyet istemiyor.

A tuhaf şeyler görmüş kişi, gör de bak, tuhafların tuhafı asıl şu: Sevgili sevenin kucağında; fakat ne onunla beraber, ne de ondan ayrı.

Bugün gel gül bahçesine, gir sarhoşların halkasına, katıl sarhoşluktan hayran olmuş, kendilerinden geçmiş erlerin arasına; amma orda ne kadeh var, ne şarap.

(s. 99) * Hepsi de sarhoş, fakat kadehsiz, şarapsız. Deveye bak da “Bakmazlar mı” âyetini oku, amma mânası o çeşit değil.

Can gözüyle inanana da bak, inanmayana da; yarabbi sesinden, yâ hay narasından başka hiçbir şeyleri yok.

Orda yelip yortuyorsun ya, bu taraftan toksun, bu yandan haberin yok da ondan; yoksa ordan bir kaçsan, ayrılsan, lûtuftan, ihsandan başka bir şey bulamazsın.

Yarabbi, gönül levhamdan düşünce ebcedini sil; yokluğa ulaşanların mektebinde ne ebced var, ne huttî.

Ey Tebrizli Tanrı Şems’i, senin kutlulukla bulunduğun yerde güneşinin ziyası, harareti yüzünden kış, güz korkusu yoktur.

CCXXXI

O Ay, her an gökyüzünde de, yeryüzünde de parıl parıl parlayıp durmuyor mu? Zaten de o Ay’dan başka hiçbir şeycikler yok; böyle mi, böyle değil mi?

*            Her yolda, her ormanda, düşünce ordusunun içinde, her çevik, her yavaş kişiye karşı pusudan çıkıyor mu, çıkmıyor mu?

O kendinden kurtulan, o önünü ardını gören, gelecek günden emin olmuş mu, olmamış mı? O güne boş vermiş mi, vermemiş mi?

Her adımda bir tuzak var, hem de şeker gibi, badem gibi tatlı; emin candan başka bu tuzaktan aman bulmuş var mı, yok mu?

Yakın gül bahçesine ulaşmak istiyorsan zanna pek güvenme; zan yüce olsa bile yakıyne benzer mi, benzemez mi?

CCXXXII

Ey hoca, esenlik sana; zahmetimizden ne haldesin? Ey güzellik madeni, ey vefa haznesi, nicesin, ne âlemdesin?

Cennette de a benim canım, seni soruyorlar, cehennemde de; a can cenneti, a temizlik denizi, nasılsın?

Her nur, a benim gözüm, a benim ışığım der sana; her elem, a belâları defeden der, nicesin?

A tapısında gökyüzünün gülbeşeker yemeye koyulduğu güzel; bu yaltaklanmadan, şu var ol seslerinden ne hale gelmedesin?

Cefa ettiğin vakit bile gönüle yüzlerce taçlar

giydirir, kemerler kuşatırsın; cefa ettiğin zaman buysan vefa çağında nicesin sen?

A şu zamanın Mûsa’sı, Firavunlardan ne âlemdesin? Ey yed-i beyzâ padişahı, körlerle ne âlemdesin?

Sana her gül bahçesi, her nerkis, her süsen, a seher yeli der, verdiğimiz zahmetle nasılsın, ettiğimiz eziyetle ne âlemdesin?

A Hızır’ın abıhayatı, şu gök kubbenin dönüşünden ne haldesin? A bütün canların baş tacı, şu ağır elbiselere bürünmüşsün, nicesin?

A zahmetler görmüş, eziyetler çekmiş can, sus ki inayetler her an sana sorarlar: Zahmetlerle

[241

nicesin, eziyetlerden ne âlemdesin?

CCXXXIII

Efendi, kali-mera, zahmetimizden ne haldesin? Ey temizlik canı nasılsın, ey vefa madeni,

A akıllıların övündüğü can, dünya sensiz bir zindan. A gönlünü aldırmış âşıka devâ, derman, nasılsın?

Ay, kulağını kaşır durur da huzurunda yüzlerce defa secdeye kapanır, güzelliğine karşı a güzel yüzlü der, nicesin?

Hele ben, çaresiz kaldım, kendimden geçtim gitti; hem de nasılsın diye bana sorduğun günden beri.

Senin havana kapılmışız, iki gözümüz sâkîlik ediyor sana; ey abıhayatımız, nasılsın bu suyla, nicesin bu havayla?

Ayrılığın acı, senden uzak düşmek pek kötü; kimsecikler uzak düşmesin, ayrılmasın senden; nasılsın?

Her zerre, sana karşı ömrün uzun olsun, var ol diyor, çünkü güneşsin sen; ey en büyük, en aydın yıldız, bu var ol seslerinden ne haldesin?

A birkaç Zenci’nin eline düşmüş ayna, a körlerin içine düşmüş Yusuf, ne âlemdesin?

Ey o meydanın Düldül’ü bu zindanda ne haldesin; ey o gül bahçesinin bülbülü, sağırlarla ne haldesin?

Ey cennete alışmış, huriler huyunu almış insan, ey bu gurbete düşen, zahmetlerle, meşakkatlerle ne âlemdesin?

A dünyanın altı bucağına da sığmayan, bütün bununla beraber gene de gidip aba altına giren, nasılsın?

Şu iki üç körün önüne konmuş bir mumsun, bir kandilsin sen, körlerin gürültüsüyle, sopalarının yarasıyla ne âlemdesin?

Ey seher yeli, gönüle haber götür, selâm söyle bizden de de ki: Bütün bunlarla beraber nasılsın ey Davud gibi güzel sesli dost?

Ben sustum, amma tamamını sen söyle; de ki; Ey yiyip içeceği bol mu bol susuz, Tanrı

[26]

kadehiyle ne haldesin?

CCXXXIV

Sevgili, ne diye bunca zamandır, gurbet ilde eğlenip kalıyorsun? Şu gurbetten geri gel artık, niceye bir bu perişanlık?

Yüzlerce mektup gönderdim, yüz çeşit yol gösterdim; ya yol bilmiyorsun, ya mektuplarımı okumuyorsun.

Mektubumu okumuyorsan zaten mektup seni okur, meramımı anlatır sana; yol bilmiyorsan zaten yol bilenin avcundasm.

Geri gel, o mecliste senin kadrini, değerini kimsecikler bilmez; taş yüreklilerle oturma, çünkü bu madenin incisisin sen.

A candan da kurtulan, gönülden de; a iki âlemden de elini yıkayan, a dünya tuzağından sıçrayıp kaçan, uçup giden, geri gel, çünkü alıcı doğanlardansın sen.

Su da sensin, ırmak da sen; öyleyken gene de su arayıp duruyorsun. Hem arslansm sen, hem ceylan, hem de onlardan daha da güzelsin sen.

Senden cana dek nice yol var; fakat sen mi daha güzelsin, daha eşsizsin, yoksa can mı?

Canla mı birleştin, yoksa sevgilinin ışığı mısın sen?

Geceleri ışıtan ay ışığısın, dudakta balsın, şekersin. Yarabbi, yarabbi, kimsin sen? Hasılı baştan başa lâtifsin, tazesin, görülmemiş bir şeysin sen.

Senden her an ululuk, güzellik, nur, yücelik; bizden de gönül vermek, can vermek, baş vermek; bu çeşit alışveriş daha hoş, daha güzel; ne güzel şeyler vermedesin, ne hoş şeyler almadasın.

Aşkından canımızı kurtarmaya imkân yok, şekerler gibi eriyip gitmek gelir elimizden ancak; senin elinle sunulan zehir bile bizce

1221

kaynağından sunulan abıhayattır.

ccxxxv

Her an bir şekil, bir sûret görüyorsun, fakat doğmak yok, kendiliğinden beliriyor bunlar; gözde çoğalıyorlar, göze görünüyorlar ancak.

Gizli mecliste can nimetinden yiyebildiğin kadar ye, izin almak, izin istemek yok.

Ye o meyveden ki olgunluğundan, letafetinden avcuna aldın mı su olur, erir; onun nur meyvesini avuca almaya bile imkân yok.

O Hıtâ Türkü’nün saçından gelen koku, ne Tatar diyarındaki miskte var, ne lâden amberinde.

Kaza ve kaderi, canları beden havanında dövüp ezmede, fakat bu aşk sürmesi, o havana lâyık değil.

Sen hiç böyle sürme gördün mü? Tekrar oraya, senlik-benlik olmayan yere gitmek için dövülüp ezildiği havanları ezer, eritir.

Orda ne mezhep var, ne din; yepyeni törenli bir bahçe orası; orda gül fidanından, nesrinden, lâleden, süsenden başka bir şey yok.

*                Bedene ait şeyleri bırak, “Bana görün” seslerini duy, benlikleri yaktı mı artık “Hiç mi hiç göremezsin” kınaması kalmaz.

Bedeni, Tebrizli Tanrı Şems’inin bulunduğu yere götürme, orda öylesine bir can kalabalığı var ki oraya bir iğne bile sığmaz.

CCXXXVI

Ey bahçe, kimin yeliyle oynadığını, meyvelere kimden gebe kaldığını, kimin yüzünden gül bahçesinde körkütük sarhoş olduğunu bilirsin.

Eğer bedenden ibaretsen ne diye şu cana sahipsin; baştan başa cansan ne diye şu şekle bürünmüşsün?

*              Sana canımı armağan versem neye benzer bu? Basra’ya hurma götürmeye. İnciden nasıl bahsedeyim, zaten bir ummansm sen.

A akıl, kendi kıyasmca yürü, çene oynatadur; sen çene topağının sarhoşusun, o yüzü nerden bileceksin?

Sağıra tambur çalıp duyurmak, yahut karaciğeri hasta olana şekerden bahsetmek güçtür.

İman, o Tanrı şarabından sarhoş olup kendisinden geçmek, yüzüne bakarak dalıp gitmek için borç olarak yüzlerce göz alır.

Her gün gönlün ayağına düşer de derim ki: Sen sırrını açmazsan yayılmaz bu sır.

O altı yüzlü zar da bu tavlaya lâyıktır ancak; yoksa insanın altı yanı bir tasa nasıl sığar?

*             Ey Tebrizli Tanrı Şems’i, padişah değilsin de her an ne diye alıcı doğanı senin eline veriyorum ben?

CCXXXVII

Aşkta senin gibi bir sevgili nerde? Padişahlar bile havana kapılmışlar da sof hırkalara bürünmüşler.

Sofranın her bucağında bir Süleyman oturmuş, sense öylesine sarhoşsun ki tutuyor, bir yok- yoksulla aynı kâseden yiyip içiyorsun.

Aşkına düşen ne de seçkin canmış, yakıyn ülkesine padişah olmuş o can; senin aşkına düşüp o aşkla dinsiz olmak bile din defterinin başına yazılmakmış.

Can incisi olmak nerde, harf alanında yelip yortmak nerde? Nerde yol gören, iz bilen gönül, nerde padişahı gören göz?

Her sarhoş, senin şarabını içmiş, iki elini kaldırmış, bu aşk uzadıkça uzasın, bitmesin bir türlü diye dua ediyor, her yandan da bir âmin sesi duyulmada.

(s. 100) * Derler ki: Aşka Yâ Sîn oku da yatışsın, dudağa gelmiş cana Yâ Sîn’den ne fayda var?

O gönül aldıran, o yerlere döşenip toprak olan, aşkla yerleri öper amma devletinin sayesinde gök atının sırtına eyer vurur.

Ne mutlu o cana gereken gönüle; o gâh can şarabı içer, gâh misk gibi saçlara el atar, tutup okşar.

Dünya, bizi asla çuvala koyamaz; çünkü ben hurcumu Tebrizli Tanrı Şems’inin aşkıyla doldurdum.

A başsız-ayaksız kalan, başın bir hoş seme, şaşırıp kalmışsın; âşıkların halkasına git, onlara katıl da ebedî diri Tanrı’nm kapısına var.

Çevgene benzeyen saçlarının yüzünden nice başlar top gibi yuvarlanıp duruyor; öylesine bir miske can bile hayran bir amber kesilmiş.

Varlıktan çekindim, kendimden geçtim; hayran bir kulum köleyim, padişahı seyre daldım.

Bir Yusuf’um, gönüller beni ister; fakat ben, çene topağındaki kuyuyu isterim; hem bu yola inanmışım, hem şaşkın bir kâfirim ben.

O sarhoşla aynı şarabı içtim, o oltaya tutuldum; beni çekti çıkardı, şaşkınlık çemberinden fırladım, çıktım.

A aklıyla büyüklere baş kesilen, a gönlü mermere dönen; bir kerecik de n’olur, şu hayran gözle bak.

Yoksa kavgaya girişirim, başına işler açarım, hayranlık hançeriyim kanını dökerim senin.

Âlemin kul köle kesildiği Tebrizli Tanrı Şems’inin devleti sayesinde hem aşk şişmanıyım, hem şaşırıp kalma âleminin arık, zayıf bir kulu.

CCXXXIX

Eşim dostum, benim düşkünlüğümü inkâr etse bile gene de insaflıdır onlar; çünkü kahveye düşkünüm, kahve içmek, benim için şarttır, tövbe etmekse şanımdan değil benim.

Reyhan, bilirsin ki kırık dökük saksılarda çok bulunur, nerde o kırık dökük kadeh, nerde o reyhan gibi güzel kokulu şarap?

Gözpmarlarımdan akan yaşları kana bulasan rengi daha da artar, kızıllaşır, al kana döner.

Peri yüzlü güzeller, Süleyman’ın meclisinde saf kurmuşlar; Davudî nağmelerle ötüşen güzel sesli kuşlar sanki.

A Yusuf, kardeşlerim seni kınarsa hastalanırım âdeta; fakat hüzünlerimdeki illet de nice dertlere dermandır, nice hastalıklara şifa verir.

Var, bir mektep çocuğunun kulağını çeker gibi akim kulağını çek de pîr-i muganm emzikli sürahiyi döndürüp sarhoşlara sunduğunu gör.

Benimle buluşmayı arzuladın, geldin, ayrılıktan kurtardın beni; ilk attığın adım nerde,

[28]

ikinci defaki görüşün nerde?

CCXL

A gönül, edebinle otur, kötü huydan vazgeç; çünkü söylediğin, övdüğün şeyi edeple bulursun.

Hâşâ, öyle bir sevdayı bu sofraya tutulmakla bulamazlar. Heyhat, öyle bir yüzü, yüzsüzlükle göremezler.

Gözbebeği gibi gözün, görüşün ta içinde otur; a gönül, ne arıyorsan kendinde ara.

Gölgede kalmayı istemiyorsan konudan komşudan, gölgesi olan her şeyden kaç; kendine bakma, kendini görme; çünkü sen, şendeki benlik, gözünde bitmiş bir kıldır âdeta.

Denize gark olmuşsan şu toprakta ne diye yelip yortarsın? Deniz kıyısındaysan neden yüzünü yıkamazsın?

CCXLI

Gül bana dedi ki: Dikende ne diye tutarsın da yumuşaklık ararsın? Dedim ki: Ya sen, bu sevdaya düşenler arasında ne diye bir aklı

[29]

başında adamı arar, aktarırsın?

Dedi ki: Şu sevdada sevgilin kim? Onu göster bana. Dedim ki: Mademki gönül vermedin, âşık değilsin, sevgiliyi ne diye ararsın?

Dedi ki: Hele sarhoşçasına bir lütfet de meyhane yolunu göster. Dedim ki: Yürü, git,

[301

çocuksun sen, meyhanede ne yapacaksın?

Dedi ki: Ne kadar da kendinden geçmişsin, söyle, göster, ne biçim bir şarap içtin? Dedim ki: Git bre miskin, aklını başına al, ne arıyorsun sen?

Dedi ki: Hangi gül bahçesidir ki ordan koku gelmez? Dedim ki: Sana bir koku gelmiyorsa gül bahçesini ne diye ararsın?

Dedi ki: Vefa umanlar, uykuya dalmışlar, bir rüyadır görüyorlar. Dedim ki: Ne diye uyanıkken rüya hayaline düşer, onu arar durursun?

BAHR-İ MUZÂRİ

-AHRAB-I MEKFUF-

mefûlü fâilâtü mefâîlü fâilât

— A —

(s. 102) Şütürün adı Türkçede nedir? Söyle, deve de. Yavrusunun adı, hani onun ardınca koşup duran yavrusunun adı ne olabilir; o da deve yavrusu, köşek.

Biz de kaza ve kaderin oğullarıyız, herkesin anası kaza ve kaderdir; çocuklar gibi kaza ve kaderin peşinden koşup dururuz.

Ondan süt emmedeyiz, onun peşinden uçmadayız; ister doğuya koşsun, ister batıya, ister de göğe ağsın, hep peşindeyiz onun.

Yolculuk davulu vurulmuştur, Tanrı'nın görüp gözetmesine, koruyup kollamasına sığınarak yola ayak basalım.

Şehirde de ay yüzlünün yoldaşıyız, çölde de; canlar o ay yüzlüye kul köle olsun.

O can padişahının çekip götürdüğü yol yok mu? Şehir orda; Tanrı'nın gel dediği yer yok mu? Ev bark orda.

Kıble o olduktan, biz ona yüz tuttuktan sonra çöl kısalır, yol gözümüze görünmez, önümüz ardımız yeşillik, gönül alan selvilik kesilir.

Yolumuza çıkan dağ bile eğilir, bel verir; ey ululuk madenine doğru yol alanlar, merhaba.

Yolumuzun kılavuzu, öncüsü o olduktan sonra yoldaki taşlık, ipek gibi yumuşak bir hale gelir.

Biz gölge gibi o ayın peşinden koşmadayız, a gönülleri bir, aynı yolun yolcuları, haydin, yürüyün bizimle.

Hiç kimseye kötülüğü dokunmayan o er, bize gönlü verir yol arkadaşı olarak; çünkü gönül çabuktur, tezcanlıdır, ayağına da tezdir.

Gönül gemiye binmeyi düşünmeden tutar, Mısır’a gider; kervana katılmadan kalkar, Mekke’ye varır.

Bedenin topallığından, canın çevikliğindendir ki Tanrı sırrı bedenden zuhur etmez de, o vefa, o mürüvvet, gönülden belirir.

Fakat nerde o beden ki canla aynı renge boyanmıştır, can padişahına karşı su kesilmiştir, toprak olmuştur.

Canlar bile böyle bedeni görünce şaşırıp kalırlar, hele şu kara toprağa bak derler, bizi bile geçti de padişah oldu, kendisine uyulur bir er kesildi.

Kendisine uyulmadan söz edilir burda; onun vardığı yere ondan önce ayak basarsak azgınlığa düşmüş oluruz, yanar gideriz.

Bunu hiç ummuyorduk, onu kınayıp duruyorduk. A yoksul, hiçbir insanı hor görme.

Susuz topraklar bizim yüzümüzden yeşersin, çimenler bitirsin diye, su gibi gülün içinde, reyhanın özünde yola düştük, akıp gidiyoruz biz.

Toprak elsiz-ayaksızdır, ciğeri yanmıştır, susamıştır; o yüzden dereler, ırmaklar koşa koşa akar.

Bostan boyuna su vermektedir, çünkü dadıdır, dadılık etmektedir o; dadı, bitki çocuklarını yer yer arar, çağırır.

Bizi bu çekişler, can şehrinden çekti, yüz binlerce konağa uğratarak ta yokluk âlemine kadar getirdi.

Gene de can şehrinden gizli, açık, elçiler gelmede, gel yakınlarına ulaş diye bizi çağırmada;

Yeni dostlar edindin, bizi bıraktın, sen bizsiz belki hoşsun amma biz sensiz edemiyoruz, halimiz hoş değil diyor elçiler.

Hocam, şu mahzunluğun, şu kederin, yakınlarının ah etmesinden; kime eş olduysan seni bıraktı gitti.

Sus ki onların himmetleri seninledir, senin belâlardan kurtulman da onların himmetlerinin tesirindendir.

II

Gece geçti gitti de başımızdan geçenler bitmedi, anlatamadık onları, tamamlanmadı; fakat çaresiz tamamlamamız, hepsini bir bir anlatmamız gerek.

Allah’a and olsun, Âdem devrinden bu âna kadar şu uzun kamış kısalmamıştır, kıyamete dek de kısalmaz.

Fakat nerdeyse tamamlandı tamamlanacak gibi görünür, hani Türk de yol soran yolcuya

[3U

“ahancık” der ya, tıpkı onun gibi.

Türk’ün “ahancık” demesinden maksadı ne? Yolun bitmek üzere olduğunu, varılacak yerin yaklaştığını anlatarak sana hız vermek, güç [321

kuvvet vermek.

Mademki yol alınacak, durmak ölümdür sana; bu böyleyken artık seni, gel, gir otağa diye nasıl konuklayabilir?

Öylesine bir mürüvvet sahibidir ki canını bile esirgemez senden; fakat tuttu da seni yoldan alıkoydu mu belâlara uğradın gitti.

Türk hakkında kötü bir sanıya kapılma, onu töhmet altına alma, Hindu gibi inada düşme, yürü ey yol arkadaşı, koş.

Orda, senin niyetine ateşe üç nal koydular, orda yakınların, akrabaların kulakları kirişte, hep seni bekliyorlar.

A vefalı dost, kerem sahiplerine iştiyak çekiyorsun da tatlı, arı duru su nasıl boğazından geçiyor?

Bal içine dalsan bile gene seni çabucak acı bir hale getirirler; bir vefa sahibiyle eş olsan tutar, sana cefa eder.

Sus da yol almaya bak, bunu da iyiden iyiye bil ki su garibin başını değirmen gibi döndürür durur.

III

Ey şarap sunan sâkî, hadi, sun şarabı; kadehimiz boşaldı, doldur o aşk şarabıyla.

A kusursuz güzel, a lûtufta, yücelikte olgun dost, bedenim kadehtir bana, aşkınsa şarap.

Hiçbir âşık yoktur ki bir an bile senin yüzünü görsün de derdinden belâlara uğramasın, eriyip

gitmesin.

Ey dolunay, seninle olunca ölüm bile hoştur, iyidir; fakat sen adamı öldürmezsin, sana kavuşmak, belâlardan aman bulmaktır.

Secgin, gönlüme aşkını çilemeye, seni övüp söylemeye başladı mı sanki gönlümde güvercinler, kumrular vardır da onun sözlerini tekrarlarlar, dem çekip dururlar.

Lütfettin de o güzelim şarabı sundun bana, sundun da o sayede gönlüm öylesine güzel arındı, öylesine hoş cilâlandı ki.

IV

Her gün, sabah çağı o padişahla o Tanrı rızası kazanmış erin sırrı; oraya oturdu mu esenlik ikinize de derim.

Gönül tapısında oturmuş da sonunda padişah el açsın, altınlar versin, bağışlarda bulunsun diye ellerini bağlamış.

Can, şarap kadehini çekmiş, sarhoş olmuş, kıyamete dek kendisinden geçmiş; gönülse bâzı bâzı beden sofrasına bizim nasibimizi koymada;

Aşk Mesîh’inin eli, o nasipten sunsun da her ölüye kutluluk, her hastaya sağlık versin;

O nasiple işret bahçesi yapraklansın, yeşerip tamamıyla bezensin, gelişsin, iki büklüm olmuş çengceğiz nağmelere kavuşsun demede.

Beden, ten-tenen seslerinden oyuna koyulmuş, cansa zaten yokluk âlemine dalmış, harap olmuş, yerlere serilmiş.

Aşkın ney sesinden, tatlı şarabından zindan cennet kesilmiş, akıl kadısı bile o hüküm verme mesnedinde sarhoş olmuş gitmiş.

Akıl müderrisine, Müslümanlıkta beliren bu pek büyük fitne neden oldu diye sormaya gelirler.

Akl-ı Küll müftüsü fetva vererek cevap verir de der ki: İster revâ gör, ister görme, bu an kıyamet anı; kıyamet koptu, kıyamet.

Sarraf olan canların hepsi de mekânsızlık denizinden inci gibi, mercan gibi canları kıyıya saçıyorlar.

*                Aşk hatibi vuslat bayram yerine Zül- fekaar’la çıkageldi de o padişahı övmeye başladı.

Hasların hasları, aşk sarayındaki perdecilerle, onu görmek hevesine düştüler de sarayın kapısında saf saf oturdular.

Perdenin kenarından onlara bir baksa merhaba diye nice aşk naraları duyulur.

Göğsü gökyüzüne bir nur salmak, bir ışık vermek istemişti, fakat Turusîna’ya benzeyen göğsü göklere bile sığmadı ki.

(s. 103) Şu coşup kaynamada dört unsur da tencereye benziyor; ne ateşte bir karar var, ne toprakta; ne suda bir sükûn var, ne havada.

Gâh toprak hevese düşer de yeşillik elbiselerine bürünür; gâh su bu sevgiyle hava olur, yücelere ağar.

Su kızıl boyalara boyanır, âdeta ateş kesilir; ateş de aşkla şu boşlukta hava olur gider.

Dört direk, dört unsur, satranç taşı gibi hane hane yürür gider; fakat bu, o padişahın aşkıyladır, sizinki gibi oyun olsun diye değil.

A hiçbir şeyden haberi olmayan, yürü, apaydın suya ulaş da o arılık, o aydınlık, seni bulanıklıktan, tozdan topraktan kurtarsın, arıtsın.

Çünkü su, temizliği, arılığı arar; bu temizlik de ışık denizine kavuşmanla olur ancak.

Tanrı'dan ayrı olmayan insandan yüz çevirdin mi Şeytan gibi Tanrı elinden taş, topaç yersin.

Evet, insan Tanrı değildir amma Tanrı'nın olagelmiş bir âdetidir bu, ululuk sırlarını insanda belirtmiştir o.

İnsanın önünde canla, gönülle, bedenle, Tanrı emrine uyup gösteriş olarak değil de gerçekten bir secde ettin mi,

Bundan böyle kıbleden yüz çevirirsin, ne yana dönersen orası gönlüne Kâbe olur.

Yolda bir türlü kendimi toplayamıyorum; artık vefalı yol arkadaşlarım benim yüzümden nasıl derlenip toplanırlar?

A gönül, evin duvarları, taşların birbiri üstüne dizilmesiyle yüceldi; evdekiler ondan sonra o evde toplandılar.

Fakat ben nasıl derlenip toplanabilirim ki her yücelik topluluğunun başı olan Tanrı Şems’i Tebriz’de oturdu, yerleşti kaldı.

V

A kul, dön, gene gel kapımıza; gönüllerden gelen haydin, gelin sesini duy.

A yalınayak er, gül bahçesinin kapılarını senin için açtık, ne diye tutar da dikenliğe gidersin, niceye bir bu gidiş?

Canı ben yarattım da ona bir derttir verdim. Derdini veren, dermanını da verir elbet.

*              Selvi gibi bir boya sahip olmak istiyorsan aşk bahçesine git, çünkü bu kambur felek senin de boyunu iki kat eder.

Orası öylesine bir bağdır ki, öylesine bir bahçe ki yaprağı da diridir, konuşur, dalı da; canı olmayan bahçe cana can katmaz.

A diri oğlu diri, ölülerin kokusuyla nasılsın, ne haldesin? Şu ölüler içini sıkmıyor mu senin?

Her iki dünya da yaşayış bağışlayan ezelî, ebedî diriyle dolu; beş günlük cana kanaat edip de ayrılma bizden.

Zerreler sayısınca canların her biri, ululuk göklerinde güneş gibi oynamada, takla atıp durmada.

Onlar da önceden bizim gibi yarasaydı; yarasa, o lûtufla, o bağışla güneş kesildi.

A aşk sûfîleri; yırtın hırkalarınızı; gül bile seher yelinin lezzetiyle yüzlerce elbise yırttı.

Çünkü sevgiliden ayrıldı, dikene giriftâr oldu; şu iki dert yüzünden gülün sabrı, kararı kalmadı.

Gayb âleminden biri göründü, yüz gösterdi de bir davet etti, çekilip gidiverdi; görünür görünmez de bu yol kısadır, ayağın yoksa bile yürü dedi.

Ben de sustum, gülün ardına düştüm, gittim, benden reyhana, lâleye selâm söyleyin, onlara saygılarımı sunun siz.

Gönül, sözle dopdolu, fakat söylemeye imkân yok, ey sûfîlerin canları, siz dudaklarınızı açın, siz söyleyin başımızdan geçenleri.

*             O halleri söyleyin ki henüz belirip meydana çıkmadı; çünkü geçmişten bahsetmek, sûfîlerin huyu değildir.

Kese büzülmezse, hırsız onu yırtmış olursa o kesede para nasıl durur, gümüşlerin biri bile onda kalmaz, dökülür gider.

VI

“Tercî-i Bend”

Sarhoşluk, âşıklık, gençlik, bir de sevgilimiz gibi bir sevgili; nev-rûz, ilkbahar, yeşillik, haydin, gelin diye çağırıp durmada.

Dünyanın gözü asla böylesine bir bahar görmedi; dağdan, ovadan kimya bitmede.

Her ağaca bir huri dayanmış; görebilirsen, görüşe sahipsen görürsün, bak da seyret.

Çiçekler, tas tas can şarabı içmede; bak, seni de çağırıyor.

Şarap içmesini görmediysen bâri çiçeklerin seyrine dal; aferin, var ol a çiçek, merhaba ey şarap.

Süsen goncaya, ne diye yatıp uyuyakalmışsın, kalk, sıçra diyor, mum var, güzel var, şarap var, fitneler, işveler var.

Reyhanlar, lâleler, ellerine şarap kadehlerini almışlar; bu bağış kimden? Tanrı’dan başka kimden olabilir ki?

Tanrı’dan başka herkes yoksul, herkes kederli, herkerin suratı ekşi; görünüşte zengin amma içyüzde suratı asık, kara bir yoksul herkes.

Dilenciden dilenmek akıl alâmeti değildir; bir yudumcuk şarap içmişti de o da sarhoş olmuştu

Sünbül, gülün kulağına eğildi de şükretti gizlice, dedi ki: Tanrı gölgesi, asla ayrılmasın üstümüzden;

Geçen sene hırkalarımızı atmıştık hani, iki üç hırkanın da sözü mü olur, ondan canlar bile esirgenmez;

Ey eski hırkayı veren dedi, kötü düşünceli, saçma sapan söylenip duran her nekesin gözü görsün de hasedinden kör olsun, işte buracıkta yenisi, al.

Her padişah sarık verir, bu padişahsa akıl veriyor, baş bağışlıyordu padişahın bağışı, sayısız can.

A gülen gül bahçesi, yürü, şükür bulutunu yağdır; tercîin geri kalanını gene söyler, hele sabret.

*

Ey gökten yüz binlerce rahmetler yağdıran, yeniden yeniye lûtuflar eden, bağışlar veren, her an maşallah o güzelim yüze, solmasın bir an bile o güzel yüz.

Öylesine yüzdür o ki güzellerin yüzleri perdedir o yüze; o dilber yüzünü açtı mı hepsi de yok olur gider.

Zühre, Güneş’in ışığında yüz gösterebilir mi? Sinek, kasırgaya saldırabilir mi?

Ne mutludur o bahar ki onda senin yelin esmededir, ne neşeli, ne kutludur o mürit ki muradı sensin onun.

Aşkınla bir an sevgilinin huzurunda el bağladım; altın bir taç getirdi, başıma koydu.

Varından yoğundan soyunup çırılçıplak denizine dalanın, nasıl olur da gönlü temizlenmez, inancı arınmaz?

Senin yardımınla doğruluk, düzenlik silahını kuşanan, bu doğrulukla, bu düzenle bozgundan, bozgunculuktan korkar mı? Ne gam ona.

Vefana dayanan üstünlüğe erer, şu direksiz, dayaksız damın üstüne ayak basar.

*               Onun önce ettiği suçlar da yarlıganmıştır, sonra edeceği suçlar da; lûtfun kesilmez ondan, illetlere, kötülüklere uğramaz o, eski haline dönmez, nimetten mahrum olmaz, bunların hepsinden de emindir o.

*             Dünya tamamıyla yeşerdi; çünkü su emini, âhir zamandakilere abıhayat ihsan etti.

Önceki yüzyılların rüyada görmek istediği baht âhir zamandakilere nasip oldu.

*                   Helvayı parmağı uzun olan yemez, Keykubad'a makbul olan yer.

Rahmet denizi öylesine doldu ki dalgalanıp durmada, her an coşup köpürerek ey kullar demede;

(s. 104) Hem ilkbaharın aslı bu, hem ilkbahar mevsimi; üçüncü tercîe geldik, aklını başına devşir de hikâyeye kulak ver.

*

Gece olmuştu, herkes evine koşuyordu; akşam namazı vaktinde ansızın bir sabah belirdi.

Canları yetiştirip geliştirmeye öylesine bir can gelip çattı ki, bütün canlar onun gölgesi.

Halkı şu hapishaneden, şu daracık yerden kurtarmak için atına eyer vurdu, kolanını sıkıca çekti.

Halkın yolunu kesen gam bağı, keder tuzağı, her an bir çeşit açılmada, fakat açan görünmüyor.

Göğsünü aç, seher yeli esmeye başlıyor; aç göğsünü de ölü canlansın, kurumuş kemiklere bir tazelik, bir hayat gelsin.

İnanmıyorsan bahçeye git de gör, bak, o toprak nasıl seher yeli şarabından bir yudumcuk tatmış.

*             Cefa, gönlüne kilit vurmuşsa bak, şimdicek kilidi açacak anahtar geldi diye davul çalıyorlar. Âşıkların ümidini kınamadalar amma deniz şu köpeklerin ağzıyla murdar olur mu hiç?

Sûfîlerin bayramı bu, şu yemek tablaları da tanık buna; fakat tabla olmasa da bayramdan ne eksilir? Bayram, gene bayram.

Pazarın sonu geldi, kendine gel, ne aldın bakayım; ne mutlu o kişiye ki boncuğu verdi de inciyi aldı.

*                 Aldanış matahlarının ayıbını, noksanını gördü, bildi de sevgilinin aşkını üstün bulup seçti, bir görülmemiş inciye sahip oldu.

*                Eşsiz bir müsellesin var, iç, helâldir o; ebedîlik meyhanesinde içip sarhoş olana, orda düşüp emekleyene ne mutlu.

Her an yeni bir bahar, yeni bir şarap; sarhoşun canı, gül gibi bin kere elbiselerini yırttı.

Aşkı gördüm, eline bir kadeh almıştı, meclisimizden selâm olsun âşıklara diyordu.

*

Ey dost, aşkının bayrağı yüceldikçe yücelsin, hiç inmesin yerlere; aşkı olmayan ziyandadır, mahrumiyetler içindedir.

Aşk yelin, bütün varlık âleminin özünden seslenmede: Ululuğum diriltti sizi; ululuğum ululandıkça ululansın.

Aşk, sevgi, hayatınızın asıllarıdır, temelleri; sevgiden çekilip bir başka gölgeliğe giden mahrum kalmış gitmiştir. Aşıkın yüzüne, öylesine yazılar yazılmıştır ki okuyup mânasını anlayana ne mutlu.

A suratını asmış, dertlere dalıp darmadağın olmuş kişi, Allah için olsun, sözlerimi dinle, halimi seyret.

A nefsinin dileğine uyup aklını aşağılara, aşağılık âleme düşürmüş, alçaltmış kişi; bil ki nefislerin alçalışındadır tezce yüceliklere ulaşma.

A sevgiliye düşüp geçimini unutmuş kişi, sus, yardımcı, koruyucu olarak Tanrı yeter mi yeter.

VII

Bahar, övünerek civarımıza geldi; dost gülerek evimizin ta ortasına geldi, kondu.

Arının, ağırlayın onu, gelin, muştuluklar alarak

sevgilinin yanında şarabımızı içmeye gelin.

Ganimete konmak, inciler elde etmek isteyen kişinin, denizin ta ortasına kayıklar sürmesi gerek.

VIII

Kutlu bahar geldi, sevdiğimiz de yüz binlerce şeker dengi gibi kucağımıza çıkageldi.

Gül renkli şarapla mahmurluğumuzu açmak için o Ay geldi, o Ay geldi ki can, ondan aydınlanmadadır.

Hoş geldin, gel ey gül bahçemizin selvisi, lâleliğimizin çayırı çimeni; ne de padişahça geldin.

Parıl parıl parla ey Ay, ömrün var olsun; dünya ormanlığında avlanmamız için işit bizi, ebedî ol.

Deniz, eşsiz bir incisin diye seni övmede, coşup köpürmede; dağ, a bizim mağaramızın dostu diye kükreyip seslenmede.

bağışlayan sâkîmiz, a savaş günü erkek arslanımız, Zül-fekaar'ımız.

Nasılsın şu gurbette, nicesin şu yolculukta? Kalk da bizim diyara gidelim.

Biz tulumla, küple, testilerle karar edemeyiz, bizi çekin, ırmağımıza götürün.

O kaynaklarda oturan peri yüzlüye, sarhoş aklımızın, kararsız gönlümüzün huzuruna, kararına ulaştırın bizi.

Ay da bizim gibi onun sevdasıyla eriyip gitti, görünmez oldu; yüzünden armağan olarak bir güneş kaldı bize.

Ey sabahımızın parlaklığı, sabahleyin içtiğimiz şarap meclisimizi aydınlatan zarif güzelimiz; ey birbiri ardınca, biteviye gelen, sayıya sığmaz devletimiz.

Çok sarhoşsun, adamakıllı kendinden geçmişsin amma gevşeklik etme, gene de iç; çünkü bizim şarabımız, bizim mahmurluğumuz hakkında ne desen değer.

Güneş gibi parıl parıl parlayan, ateşle dopdolu kadehi hemencecik al, ay yüzlü padişahımızın yüzüne bakarak, güzelliğine dalarak iç.

Şunun işi yarıda kaldı, benim gönlüm de işten güçten oldu; fakat işimize gücümüze sahip olan, işler; işe o koyulur.

IX

Ey evden barktan ayrılan, şehrinden cüda düşen, Tanrı evinin yolculuğundan hoş geldin.

Kâbe’yi ziyaret etmek, Mustafâ’nın yüzünü görmek için gündüzleri azıksız yollar aştın, geceleri bile kararın yoktu.

*            O Tanrı kıblegâhına yüzünü, gözünü sürdün, Tanrı evine girdin, “Giren aman bulur, kurtulur” sırrına erdin.

Bu tehlikelerle dopdolu yolda ne âlemdeydiniz, ne haldeydin? Tanrı herkesi, her çeşit korkudan emin etsin.

Göklerde hacıların lebbeyk sesleri ta Arş’a

ulaşmada, gökyüzü uğultularla dopdolu.

*               Ey Merve’yi gören, Safâ’ya çıkan, can, gözlerini öper, ayağına baş kor.

Tanrı’ya konuk oldun; Tanrı, konuğun ağırlanacağını vaad etmiştir, hele birisi, bize konuk olursa demiştir.

*                  Can, hacıları Meş’are’l-Harâm’a, Minâ konağına dek götüren devenin ayaklarına toprak olsun.

Hacdan dönüp gelmiş amma gönlü orda kalmış; can, Kâbe’nin halkasına yapışmış, beden burda dertlere uğramış.

*             Şam’dan gelenler, Zât-ı Cuhfe’de, Basra’dan gelenler, Zâta’l-Arak’ta kefene bürünmüş, bir kılıçları var ancak, Rabbimiz, sana yöneldik diyorlar.

*                  Şimdi Kâbe’nin çevresinde yedi kere döndün, tavafın kabul oldu ya, Makam’a da gel, orda iki rik’at tavaf namazı kıl.

Safâ tepesine çık, tepenin üstüne yüz koy, tekbir al kardeş, ulula Tanrı'yı, birliğini söyle, dua et.

Sonra Merve'ye çık, orda da böyle yap, yedi kere tekrarla bunu, sonra gene Kâbe'ye gel, tavaflar et.

*              Terviye günü o beliğ hutbeyi dinle, sonra haydi, Arafat'a gel.

Durak yerine gel de dağa yakın yerde dur, geceyi orda geçir, sabaha dek kal orda.

*              Sonra yüzünü Minâ'ya tut, ondan sonra da yedi taş al, at o taşları.

*                 Selâm bizden Hatîm'e, Rükn'e; ne de iştiyakımız var Zemzem'e, o vefa konağına.

Bir sabah gelir ki uykudan kalkarız, seher yeli, Halil'in konak yerinden Mekke ayrığı kokusunu getirir bize.

    B —

Uykumu bağladın ey Ay, aç yüzündeki örtüyü de huzurunda Güneş şükür secdelerine kapansın.

Eteğini tuttum, elimi büktün; işte şimdicek el çektim, bâri sen vefadan yüz çevirme.

*             Acele etme dedin, acelecilik Şeytan işidir; Şeytan ona derler ki acele etmez de koşup sana gelmez.

Yarabbi diyorum, bir gün gelecek mi ki kendimi tapısına niyaz eder göreyim; binlerce yarabbi, bir kerecik o cevaba iştiyak çekmede.

Ateşli canlar, ateşlere düşmüş, yanıp kavrulan gönüller topraktan da daha fazla susamışlar, testileri ellerine almışlar, su, su deyip duruyorlar.

Acı toprağa, şu dört unsur içinde odur elsiz- ayaksız, yuvarlanmadadır, halden hale girmede.

(s. 105) Biraz hafifledi, tezcanlı bir hale geldi

mi ancak topallaya topallaya buluta doğru birkaç adım atar, işte onun en çabuk, en çevik hareketi budur ancak.

Böyle birkaç adım atar da o topalın yürüyüşü şimşeği güldürür, o sözü güzel gök gürültüsü de acır, şefaat eder ona.

Bulut sakalarına kalkın der, yeryüzü susuzlarına karşı coşun, kurtarın onları sıkıntıdan;

Tutalım, ben söylemiyorum bu sözü, yanıp kavrulan gönüllerin kokuları, acıyış burnunuza gelmiyor mu?

Derken bulut sakaları hemen yürürler, şarapla dolu kırbalarını, küplerini, tulumlarını alıp yeryüzünü suvarırlar.

Sus, aşk definesini yıkık yerlerde ara, bu define, bahar mevsiminde yıkık yerlerde biter, yeşerir.

Aşk gönlümü yıktı; artık şu yıkık gönlüme güneşin vurması gerek.

O padişah dua etmiş bana, kendi duasını gene de kendisi kabul etmiş, bu haberi duydum da utancımdan elden, ayaktan oldum, yerlere serildim.

Beni yatıştırmak için nice defalar yüzünü gösterdi amma dedim ki: Evet, yüzünü gördüm, gördüm amma örtülüydü yüzün, gördüğüm bir örtü ancak.

O örtünün ışığı bile âlemi yakıp yandırıyor; yarabbi, o padişah yüzünü açarsa hal nice olur?

Aşk, bana uğradı geçti, ben ardına düştüm, koşmaya başladım; derken geri döndü de kartal gibi saldırdı, beni bir lokma etti de yutuverdi.

O beni yutunca zamaneden vazgeçtim, tatlı mı tatlı bir denize daldım, azaptan da kurtuldum, elemden de.

Belâ lokmalarını yiyip sindirmeyen, bu şarabın lezzetini tatmamış kişidir.

Ona güvenirler de peygamberler, bu güvençle belâları şerbet gibi içerler; çünkü su hiçbir vakit ateşten korkmaz.

XII

Feleğin rüyada bile görmediği o ay gene doğdu, hiçbir suyla sönmeyecek ateşi gene tutuşturdu.

Beden evine bak, canımı seyret; aşk şarabıyla bu sarhoş olmuş, öbürü yıkılmış yerlere döşenmiş.

Meyhane sahibi gönlümle eş dost olunca kanım aşkla şarap kesilmiş, ciğerim de kebap olmuş gitmiş.

Göz, hayaliyle dopdolu bir hale geldi mi bir sestir gelir: Ne de güzelsin a kadeh, maşallah sana a şarap.

Tebriz’in övündüğü Şemseddin’in yüzü bir güneştir ki, gönüller bulut gibi ardına düşmüştür, koşup durmadadır.

    T —

Ey çeng, Isfahan perdesini istiyorum. Ey ney, yakıp yandıran güzel bir feryat istiyorum ben.

Hicaz perdesinden güzel bir teranedir tuttur; hüthütüm ben, Süleyman’ın ıslık sesini istiyorum.

Irak perdesinden uşşaka armağanlar götür, çünkü rast ve güzel nağmeli bûselik makamlarını arzuluyorum.

Hüseynîye gir, çünkü mâye dedi ki: O küçüklerimin de, büyüklerimin de hafif perdesini istiyorum şimdi.

Rehâvî makamıyla uyuttun beni, zengüleyle uyandır, şimdi onu istiyorum ben.

*              Bu müzik bilgisi bence şahâdet getirmektir âdeta; mademki inanmışım, şahâdet getirmeyi, imanımı bildirmeyi istiyorum.

A aşk, aklı dağıt gitsin. A aşk, perişan nükteler

A güzel rüzgâr, aşk yeşilliğinden, aşk bahçesinden esip geliyorsun, bana da uğra, gül bahçesinin kokusunu istiyorum.

Sevgilinin ışığında güzellerin şekilleri görünmede; sevgilinin yüzünü seyretmek, onları görmek istiyorum ben.

XIV

Yüzünü göster, bağı görmek, gül bahçesini seyretmek istiyorum. Dudaklarını aç, sözler söyle, bol bol şekerler, ballar istiyorum ben.

A güzellik güneşi, bir an olsun bulut altından çık, görün; o parıl parıl parlayan, o alev alev yanan yüzü görmek istiyorum.

Seni saran havadan gene davul sesleri duydum, alıcı doğanım, gene geldim işte padişahın elini, kolunu arzuluyorum ben.

Nazlarınla bundan fazla üzme, incitme beni, git artık dedin; o bundan fazla üzme, incitme beni demen yok mu, o sözü istiyorum işte.

Git, padişah evde değil dedin, beni kovdun ya, kapıcının o nazını, o sertliğini istiyorum ben.

Herkesin elinde güzellik madeninden kesilmiş, koparılmış parçalar var; fakat ben o alımın madenini, o güzellik definesini istiyorum.

Şu feleğin ekmeği, suyu, vefasız bir sele benzer; ben balığım, timsahım, ummanı istiyorum ben.

Yakub gibi vah, yazıklar olsun deyip duruyorum; Yusuf-ı Ken’an’ımın güzel yüzünü istiyorum.

Şehir, sensiz bir hapishane oluyor vallahi bana; başıboş dağlara çıkmak, ovalara düşmek istiyorum.

Şu ağırcanlı, gevşek yoldaşlardan bıktım, usandım. Tanrı arslanını, Zâloğlu Rüstem’i isliyorum ben.

Canım Firavun’dan da usandı, zulmünden de, İmranoğlu Mûsa’nın yüzündeki nuru istiyorum artık.

Şikâyet edip duran, ağlayıp feryat eden, şu halktan bıktım; sarhoşların o hay-huy naralarını istiyorum.

Bülbülden de daha güzel şakır, çilerim; amma halkın hasedinden ağzıma mühür vurdum, halbuki feryat etmek istiyorum.

*               Dün Şeyh, şehrin çevresinde, elinde bir mum, dönüp duruyor, Şeytan’dan, devden usandım, insan istiyorum, insan diyordu.

Biz de çok aradık dediler, bulunmuyor. Dedi ki: O bulunmuyor dediğiniz yok mu, işte onu istiyorum ben.

Müflisim amma küçük bir akıyk istemem; hem eşsiz, hem de ucuz akıyk madenini arzuluyorum.

Gözlerden gizli, fakat bütün gözler, görüşler ondan meydana gelmiş; o apaşikâr olan gizli sanatı istiyorum.

Zaten iş işten geçti; her arzudan, her tamahtan

geçtim gitti; varlıktan, mekân âleminden unsurların ayak izlerini istiyorum ben.

Kulağım, iman hikâyesini duydu da sarhoş oldu; imanın o güzel gözlerini görmek istiyorum.

Bir elimde şarap kadehi, bir elimde sevgilinin büklüm büklüm saçları; meydanda bu çeşit bir oyun oynamak arzusundayım.

*                O rebâb diyor ki. Beklemekten öldüm, Osman'ın elini, kucağını, yayını istiyorum ben.

Ben de aşk rebâbıyım, aşkım rebâbın aşkına benziyor; acıyıcı Tanrı'nın lûtuf yayını, ihsan mızrabını istiyorum.

A zarif, nazik çalgıcı, bu gazelin kalan kısmını sen söyle artık, say dök, amma dilediğim, istediğim gibi hani.

A Tebriz'in övündüğü Şems, doğudan yüz göster; hüthütüm ben, Süleyman'ın tapısını istiyorum.

Âşıklara dostu arayıp aktarmak farz olmuştur; âşıkın sel gibi başıyla koşarak, yüzünü yerlere sürerek dostun deresine dek akıp gitmesi, çağlayıp kavuşması gerektir.

Zaten dileyip isteyen odur, bizse gölgeleriz âdeta; konuşup görüşmemiz, bahsedip söylememiz, hep dosta aittir, fakat gerçekte odur söyleyen, kendi kendinden bahseden.

Gâh akarsu gibi dostun deresine çağlar gideriz, gâh su gibi dostun testisine dolarız, orda kalırız.

Gâh güveç çömleği gibi kaynar dururuz, oysa bir şeyler düşünüp kurarak bize kepçe salar, böyledir dostun huyu.

Ağzını kulağımıza kor da canımız dostun kokusunu tamamıyla alsın diye bir şeyler söyler durur.

Cana bile can kesilmiştir, ondan ayrılmanın imkânı yoktur, dünyada dosta düşman olan hiçbir kimseyi görmedim ben.

Nazla, işveyle seni eritir, zayıflatır, kıla döndürür de gene dostun bir kılına iki dünyayı bile değişmezsin.

Dostla oturmuşuz, onunlayız da gene ey dost, nerdesin, nerdesin ey dost deyip duruyoruz, dostun mahallesinde, dostun yanında, sarhoşluktan dostu aramaya koyulmuşuz gitmiş.

Kötü kuruntular, uygunsuz düşünceler, bizim gevşek tabiatımızdan meydana gelmede, dostun huyu bu değil.

Sus, kendisi kendisini övsün; senin hay-huyun nerde, dostun hay-huyu nerde?

XVI

Seher çağından itibaren senin yüzünü görmek, yaşayıştır bize; yarabbi, bugün o güzel yüzün ne de gönül alıcı bir hale gelmiş, ne de güzelleşmiş.

Bugün yüzünde bir başka güzellik var; bugün deli âşık ne yaparsa yerindedir, değer.

Dün bana öğüt veren, bugün yüzünü gördü de özürler istedi benden.

Gözlerim kâfi değil, daha yüzlerce göz

bulmalıyım, ödünç almalıyım da seni öyle seyretmeliyim; fakat kimden ödünç alayım, kimde var seni seyredebilecek göz?

(s. 106) Günlerdir ki bu kulun yüreği atıp duruyor, boyuna oynuyordu, meğerse bugünkü devlete erişecekmişim, önümde böylesine bir gün varmış.

İnsan desem aşktan utanırım, Tanrı'dır bu desem Tanrı'dan korkarım.

Kaşım seğirip duruyordu, boyuna yüreğim oynuyordu, meğerse böyle bir bahta, böyle bir devlete erişmem takdir edilmiş.

Şu bağlarda bahçelerde ağaçtan da daha fazla oynamadayım; çünkü baht, devlet ağacıyım ben, başımda seher yelleri esiyor.

Yapraklarını sen verdiğin ağaç ne hale gelir? Devlet kuşuna komşu olan garip nicedir, nasıldır?

Gölge ağaçtan ayrıdır diyen körün inadına senin güneşinin gölgesinde çark vurup duruyoruz.

Can, ne de ateşli aşk, mademki seninle oturdu kalktı, abıhayat da onda diye nara atıp duruyor.

Hayalin, gönüller mahallesinden geçerken gönül can nerde diye yalınayak kapıya çıkar.

Yeryüzü, Ay yüzünden öylesine bir nur alır, öylesine bir donanır kuşanır ki yere bakınca gökyüzünde binlerce Zühre, binlerce Güneş varmış sanırsın.

Gönül penceremden bir bak, güneş gibi bir vur oraya da gök, o ayın vefası yok demesin.

Boyum yay gibi büküldü gamdan, onun için eğri büğrü anlattım, fakat senin aşkında ok gibi dosdoğruyum, işte budur doğru söz.

Gönülde Tebriz ülkesinin hayali resmedildi; çünkü orası, icabet kıblesi, duaların kabul edildiği gönül evi.

XVII

Gizlenme, yüzün çok kutlu bize, seni görmek, seni seyretmek bütün canlara kutlu bir iş.

Bir an bile gölgeni uzaklaştırma başımızdan; sen de bilirsin ki devlet kuşunun gölgesi kutludur.

A güzellik ilkbaharı, gel ki o güzel hava, bağa da kutludur, bahçeye de; gül bahçesine de mübarektir, ovaya da.

O kutlu aşk mahallesine gelen mukaddes cana yüz binlerce can feda olsun.

Senin yüzünden sevdalara uğradık, işten güçten kaldık, yerden yere, mahalleden mahalleye başıboş dolaşmadayız, fakat bu çeşit işsizlik güçsüzlük, bu biçim sevda kutludur bize.

*               Ey bedene bağlananlar, canı seyre gidin; Peygamber de seyir seyran mübarektir demiştir.

Her yaprak, her ağaç, tertemiz yeşillik kutludur diye yokluk diyarından gelip haber getiren bir elçidir.

Yaprak, ağaç, nasıl bu haberi veriyor, nasıl harfsiz, sözsüz, bu sözü söylüyorsa siz de kulaksız duyun, işitin; çünkü kutludur bu haber.

Ey âlemin dört unsuruna can olan; güzelliğin, yüzün, suya da mübarektir, yele de; ateşe de kutludur, toprağa da.

Yâni ne ekersen o kaybolmaz, mutlaka biçersin onu; din tohumunu ekmekse gerçekten de kutlu bir iştir ancak.

Ayağının bastığı toprağa secde edeyim; çünkü o toprak, başlara taçtır. Yoluna ayak basayım, çünkü o yol bize kutludur.

Şimdi, şu anda hayalin gözüme geldi. Vallahi ne de mutlu geldi, gerçekten de ne kutludur o.

Bu topraktan renk alan şekil, vefasızdır; yücelerden renk alandır kutlu olan.

Topraktakilere baharların yüzü kutludur, balıklara denizde çırpınıp gezmek mübarektir.

Gönülden parlayıp göğüslere vuran o güneş, Arş'a da kutludur, gök kubbeye de, yeryüzüne de.

Gönlün gücü kuvveti yok ki bahsetsin bundan; can da Tanrım, kutludur bu, kutlu diye secdelere

Hangi gönül, bu gece senin havana kapılır, sevdana eş olursa iyiden iyiye bil ki yarın kutlu olan, yarını mutlu olan gönül, o gönüldür ancak.

Şarabı boyuna sun da sustur bizi; bâzı şeyleri gönülde saklamak, gizlemek gerektir, budur kutlu olan.

XVIII

A ölmüş gitmiş kişi, sende canın kokusu bile yok; git, git, gönlü diri olanların aşkı, ölüyü yıkamaz.

Güze benziyorsun sen; her gün biraz daha soğumadasın; sende aşk ateşinden bir kıvılcım bile yok.

Güz, asla ilkbahar olmaz, bunu arama; imkân yok buna; hâşâ, ilkbahar da güz gibi kötü huylu değildir.

Topal tilki, arslana âşıkım diye yola düştü; dedim ki: Bu lâfla, hay-huyla olacak iş değil.

Tutalım âşıkların yanışı yakılışı, ateşi, sende yok; fakat utancın nereye gitti, pek de yüzsüzmüşsün. Aşık ejderhâya benzer, sense, bir kurtcağız bile değilsin. Aşık defineler gibidir, sendeyse habbesi bile yok definenin.

Aşka dair iki üç söz duy benden; gerçi aşka dair bahse girişmeme mecalim de yok amma gene dinle.

Önce şunu bil ki aşkın ne önü vardır, ne sonu; nereye bakarsan bak, ordan münezzehtir aşk.

Şu âhir zamanda eşek arıyorsan var ara; Mesîh aranmaz bu yanda zaten.

İsa gönül nuruyla o eşekten ayrılmıştır; gönül işkembe gibi kat kat pisliklerle dolu değildir.

Eşekle meydana gelme, eşeğe binen saldırıp koşturamaz, eşekle top çevgen oynanamaz.

Bir Hintli sâkîye benzeyen gönlüm, gam Türk’ü at oynatmasın diye bir meclistir kurdu;

çünkü bugün toy yok.

Şehre sarhoş olarak geleyim de bütün şehirliler bu kulun mahalle dilencilerinden biri olmadığını anlasınlar.

O şarap satan aşk, küpe, testiye sığmayan şarapla sarhoş olmuş, kıyametler koparıyor.

O şarabı dilsiz kişinin dili tadar; o şarap boğazı olmayanın boğazını ferahlatır.

Yeter, ne kadar da söz söylemeyi arzuluyorsun; ben o şarapla sarhoşum da söylemeye hiç arzum yok.

XIX

Bugün, gökyüzü bile ay yüzlümüze hayran; güneş bile onun yüzünün parlaklığını görmüş de bozulmuş.

Varlık sabahında bundan başka bir güneş yok, zerre zerre, her varı, tüm varlığı onun birlik güneşi ışıtıyor.

Fakat her akşam, her sabah türlü türlü şekillerle görünmede; bu sebeple her biri öbüründen başka sanılmada.

Sana çeşitli şekilleri birbirine zıt gibi gösterir; bu zıt şeylerde de bir aykırılık gizlenir.

Sende savaş oldu mu sanki iki ordu vardır, fakat savaş olmazsa bilirsin ki ordu, bir tek ordudur.

Halil’de lûtuf vardı, o yüzden ateş, kendisine su göründü; Nemrud kahırdan ibaretti, ona su, ateş kesildi.

Yusuf, hasetçilerin gözlerine kurt göründü; güzel şeker dudaklı bir kardeş olduğu gizli kaldı.

Bu, onun yüzünü seyrederken aşkından ellerini doğrar; öbürü, ne kötü kişi der, canına kasteder onun.

O perde, yünden dokunma perde değildir, hasetten meydana gelen bir perdedir; dosta o perdenin ardından bakma, çirkin görünür çünkü.

Nefsin, bir şeytandır ki haset onun vasıflarının bir cüzüdür; artık sen düşün, tümü ne kadar çirkindir, ne kadar pis.

O çirkin yılanı sen tutmuşsun da sütle besliyorsun şimdi; pek yakında ejderhâ kesilir, onun tabiatında insan yiyicilik vardır.

*                 A ejderhâ öldüren şimşek, üstünlük göğünden parla, çek onu, çünkü rûh sıkılıyor, zorlara düşüyor onun yüzünden.

Göğse konmak, başköşeye geçmek istiyorsan gönül gibi harfsiz bir hale gel, sözü bırak; çünkü şu dilin söz yüzünden kapı ardındaki dilenciye dönüyor.

XX

Ne kıyın var, ne kucağın, amma gene de kucakla bizi, Allah da bilir, âşıkı okşamak, onun gönlünü almak ayıp değildir.

Ne ucun var, ne bucağın, ey aman bilmez deniz; kıyıya vurmazsın, aman nedir, bilmezsin sen.

Ay yüzünü âşıklara gösterdiğin geceden beri herkes kararı olmayan gökyüzüne döndü, kimseciklerde ne huzur kaldı, ne karar.

Üstünlük, lûtuf, ihsan denizinin feyzinden başka hiçbir şeyde ümidimiz yok; çünkü senin övüş incilerini saçmamıza imkân yok.

Senin havana düştük, aşka girişmeni, debdebeni, saltanatını gördük de öylesine bir şaşırdık kaldık ki elimiz hiçbir işi tutmuyor.

Bir bey göster ki o tutsak olmasın sana? Bir arslan göster ki o av olmasın sana?

Yüzlerce tuzaktan ercesine sıçrayıp kurtulmuş, uçup kaçmış kuşlarız, fakat senin tuzağın öylesine tuzak ki ordan uçup kaçmanın mümkünü yok.

(s. 107) Aşkının elçisi, sabah şarabı sunan sâkî gibi geldi çattı, o mahmurluk vermeyen şarabı sundu bize.

Gücüm kuvvetim yok, ayrılıktan hastayım dedim; hadi dedi, hemencecik, özür getirecek çağ değil şimdi.

Bahaneler icat etmiyorum, halimi gör; zârı zârı ağlamıyorsam, perişan bir halde değilsem özrümü kabul etme.

Cefa gürültüsüyle iş işten geçti, öyle bir hale geldim ki artık ölüm ânı bu, şarap içme zamanı değil dedim.

Halini unut da iç dedi, çünkü âşıkların ne irâdeleri vardır, ne ihtiyârları ellerindedir.

Rahattan da, eziyetten de, kendini anıştan da geçmedikçe seni vuslat yakınlarının yanına almazlar, oraya varmaya yol vermezler sana.

Şu şarapla su serp de akıl fikir tozu yatışsın; çünkü aşk ayından başka ne varsa hepsi de tozdur topraktır ancak.

XXI

Gerçek aşka tutulmamış, o sevgiyi iş edinmemiş canın yok olması daha iyi; çünkü varlığı ancak ayıptır onun, ârdır ancak.

Aşkla sarhoş ol, ne varsa aşktan ibarettir; aşka

koyulmaktan başka dosta lâyık bir iş güç yoktur.

Aşk nedir derler. De ki: Dileği, isteği, yapıp yapmamak arzusunu, irâdeyi, ihtiyârı terk etmektir aşk; ihtiyârı terk etmeyende hayır yoktur. Aşık, bir padişahlar padişahıdır ki iki âlem de ona saçılıp dökülür; fakat padişahın saçıya; bağışa iltifatı yoktur ki.

Ebedî olarak kalan yalnız aşktır, âşıktır, bundan başkasına gönül verme, çünkü aşktan başka ne varsa iğretidir, geçicidir.

Ölmüş sevgiliyi ne vakte dek kucaklayıp duracaksın? Canı kucakla, canı, onun ne kıyısı vardır, ne ucu bucağı.

Bahardan doğan güzün ölür gider; fakat aşk gül bahçesinin baharın yardımına ihtiyacı yoktur.

Baharın açılan gülün dostudur diken; üzüm cibresinden yapılan şarap, mahmurluk verir adama.

Bu yolda bakınıp durma, bekleyip kalma; vallahi hiçbir çeşit ölüm, bekleyişten beter olamaz.

Kalp değilsen yarına bırakma, bugün hemen gönüle sarıl, küpen yoksa bile bu sözümü duy, kulağına küpe et.

Beden atının üstünde titreyip durma, in, ondan daha yürük bir yaya kesil; Tanrı bedene binmeyene kanat ihsan eder.

Düşünceyi bırak, tamamıyla arıt gönlünü; hani aynada ne resim vardır, ne süs, tıpkı öyle olsun gönlün.

Bütün resimlerden, şekillerden arındı mı artık her resim, her şekil ordadır, ona vurur. O yüzü tertemiz, pırıl pırıl ayna hiçbir yüzden utanmaz artık.

Ayıptan, ârdan kurtulmanı istiyorsan sına kendini, bir ona bak; çünkü o tertemiz ayna doğru söyler, kimseden utanmaz, çekinmez.

Demirden yapılan ayna bile bu arılığa erişebildikten sonra, üstünde bir toz bile

kalmayan gönül, ne hale gelir? Bir düşün artık.

Söyleyeyim onun nelere eriştiğini; hayır, hayır, söylemeyeyim, susayım da sevgili de benden duyduğunu söylemesin, çünkü sır saklayamaz o.

XXII

Sevgili, canın yüzü pek güzel, pek parlak; fakat senin yüzün, senin güzelliğin büsbütün başka bir şey.

Ey yıllarca canı övüp duran, bir sıfatını göster ki zatıyla aynı olsun.

Hayalinin nuru, her an göze daha fazla görünmede; fakat böyle olduğu halde gene de vuslatına karşı bulanık görünen, belirli belirsiz bir hayal o.

O güzelliği, o yüzü görünce ağzı açık kaldım, her an dilimde de gönlümde de Allahu ekber sözü var.

Gönül öyle bir göz buldu ki o göz, senin havanda konaklamış; maşallah, o hava, gönlü, gözü ne de besler, yetiştirir, olgunlaştırırmış ya.

Ne huriden söz aç, ne aydan; ne candan bahset, ne periden; çünkü bunlar ona benzemez, o büsbütün başka bir şey.

Aşkının yaptığı iş kulu okşamak, ona lütfetmek; yoksa o aşka lâyık gönül nerde?

Bir gececik havana kapılıp uyumayan gönül, apaydın güne döner, hava onun ışığıyla ışıklanır, apaydın olur.

Muradından, dileğinden geçen, mürit olur sana; istek, dilek kaydına düşmeden isteğini bulur, dileğine erişiverir.

Bu aşka düşüp yanan yakılan cehennemlik, Kevser’e düşmüştür sanki, aşkın Kevser’diı senin.

Ayrılığınla elimi başıma vuruyorum amma sana kavuşmak, seninle buluşmak ümidiyle de ayağım yere basmıyor.

A gönül, düşmanların şu zulmünden gamlara düşme; şunu düşün: Sevgili adalet sahibidir,

Şu safrana dönen yüzümden düşman neşelendiyse şunu bilsin; safran rengindeki yüzüm bile gülden daha kırmızı değil mi?

Sevgilimin güzelliği tariflere sığmıyor, bu yüzden derdim pek büyük, övüşüm çok kısır.

Evet, âdet budur, olagelir hep; hastanın hastalığı, eziyeti, ne kadar üstünse, ne kadar çoksa feryadı, iniltisi o kadar azdır.

Şemseddin, Tebriz’den Ay gibi doğdu, parladı; Ay da ne oluyor ki? Onun yüzü Ay’dan da parlak, Ay’dan da güzel.

XXIII

Bugün sevgiliyi görmek, onunla buluşmak vakti; bugün yüce güneşin doğduğu gün, güneşin bahtı, talihi var bizde.

Dün sevgili, kahırlar ediyordu, kanlar içiyordu; fakat bugün tamamıyla lûtuf kesilmiş, çaresizleri besleyip geliştirmede.

Güneş’ten, Ay’dan, candan, periden hiç bahsetme; çünkü onlar benzemez ona; o bambaşka bir şey.

Kim onun yüzünü gördü de harap olmadıysa adam değildir, mermerdir o.

Onun ateşinden haberi olmayan mümin, aşk yolunu tutmuş gerçek yolcuların gözlerinde kâfirdir.

Ey onun dudaklarındaki şarabı inkâr eden, öyle bir şey yoktur diyen, gözlerime bak, şarapla dopdolu birer kadeh sanki.

Ruhü’l-Kudüs, kapının halkasını çaldı; ay yüzlüm kim o diye seslendi de o, eski kulun, eski kölen dedi.

Seninle kim var, kiminle geldin diye sordu sevgili; aşıkın dedi Rûhü’l-Kudüs; nerde dedi sevgili; kucağımda dedi o.

A yasemin bedenli dedi, güzelliğinin zekâtı olarak bir kerecik bak bana; gözlerim incilerle dopdolu, yüzüm sapsarı.

Bir elim kapı halkasında, öbür elim başımda; onun için sen lûtfet, bir kerecik kapı aralığından bak bana.

Sevgili dedi ki: Zerre zerre, bütün dünya bana âşık, yürü, git, getirdiğin matah bizce pek aşağılık bir şey.

Gel ey aşk şahı, gel ey Tebriz’in övündüğü Şems; bu ateşli hikâye harflere sığmıyor, sözle anlatılmaktan üstün.

XXIV

Ey gül, gerçi nazik, nazenin bir yüzün var; fakat gene de yanağını sevgilinin yanağına koyma; çünkü o senden de nazik, senden de nazenin.

Onu gönlüne de getirme, çünkü yanağını yanağına kodun mu içindeki sırrı bilir, anlar, gönüller alan dost pek naziktir.

İstek haddi aştı mı gizlice, hırsızlamaca secde et; fakat fazla da üstüne düşme, çünkü çok naziktir o.

Kendinden geçmişsin her vakit, senin vaktindir, fakat kendindeysen vaktini gözle, çünkü sırlar pek incedir, pek.

Gönlünü gamdan arıt, sil süpür, çünkü gönül onun hayalinin evidir, o yankesici, o düzenbaz güzelin hayaliyse pek naziktir.

Günün birinde gülün gölgesi dostun hayaline vurdu da dosta öyle bir iş etti ki... Gerçekten de ince bir iş bu.

Tebriz’in övündüğü Şemseddin’in hayaline horlukla bakma, çünkü o kanlar içen padişah pek naziktir.

XXV

Can bedene geldi, beden cana gitmedi, gerçekten de okun uçup gittiği yere yay gitmez.

Can bedenden uçup gitmek için çevikleşti, sıçradı gitti; şu ağır bedense yerlere döşendi, gökyüzüne ağamadı.

Can topraktan yapılma evde bedenin ev

sahipliğini yaptı; fakat beden, evi sevdi, eve öyle bir bağlandı ki evde kaldı, ev sahibiyle beraber gitmedi.

Ten öylesine yapayalnız kaldı ki hiç umulmazdı bu; halbuki can, şüphenin bile gidemediği bir yere gitti, ulaştı.

Sonucu ayrılık, bir bak da gör, dünya dünya olalı dünyaya gelip de gitmeyen kişiyi kim gördü şu dünyada?

Ölüm gelip çatar, boğazını sıkar da şaşırır kalırsın, sanki haberci gelmedi de bunu söylemedi sana.

Su, azatlığıma dair bunca ağız açtı, bunca rahmetler yağdı üstüme; fakat hiçbir karınca yuvasına zarar vermedi, hiçbir karıncanın ağzına girmedi.

XXVI

Sağdan, soldan boş yere kınamalar, yermeler duyulsa bile âşık olan kişi, aşktan dönmez.

(s. 108) [2] Ay, ışığını yayar, saçar, köpekse havlar durur; Ay’ın ne suçu var, köpeğin huyu budur.

Dağdır o, saman çöpü değil ki bir yelle uçup gitsin. Yelin sürüp götürdüğü, sinek sürüsüdür.

Aşk yüzünden kınanmak nasıl bir âdetse, âşıkın kulağının sağır olması da bir âdettir.

İki dünyanın da yıkılıp gidişi, bu yolda mamûrluktur; aşk yolunda bütün faydalardan geçmektir fayda.

İsa, dördüncü kat gökten, haydin, elinizi, ağzınızı yıkayın, yemek vakti geldi diye bağırıyor.

Yürü, yokluk meyhanesinde sevgiliye karşı yok ol; nerde sarhoş varsa çaresiz, kavga gürültü vardır orda.

Şeytan yurduna, medet, medet diye gelip giriyorsun, yardımı Tanrı’dan iste, burdakilerin hepsi Şeytan, hepsi ifrit.

nefsimiz, zahit bile olsa kadındır.

Öylesine şarap iç ki sözden, söylemeden kalakal; sonucu âşık değil misin, aşk da bir meyhane değil mi?

*                Ca’ferî altın gibi nazım söylesen, nesir düzsen asıl Ca’fer’in bulunduğu yerde aslı olmayan bozuk düzen şeylerin değeri yoktur, orda geçmez bunlar.

XXVII

Bu çok tuhaf, hiç görülmemiş bir ateş; hem sevgilinin bulunduğu yerden alevlenmede, hem de sevgilinin yanında değil.

Şekil nasıl ayak diresin? Zaten kararı yok şeklin. Mâna, nasıl ele geçirsin onu? Apaçık ortada değil ki.

Dünya bir av yeri, yaratıkların hepsi de av, avlanan beyden de bir eserden başka bir şey yok ortada.

Her yanda bir iş güç, bir yük denk; herkes beyiz, uluyuz diyor; fakat beyin bulunduğu yerde ne yük var, ne denk.

A can, elini yüzünden çek de göster yüzünü; çünkü bunların, bu görünenlerin hepsi de ancak köpük, ancak şekil, ancak boya, süs püs.

*               Nerde toz koparsa bir ordu vardır orda; ateşin bulunduğu yerde ıssılık vardır, ordan duman tüter elbet.

Sen adamı toz yüzünden göremiyor, bilemiyorsun; toz duman arasında adamı ara, toz da iş yok.

A iyi bahtlı, hoş talihli kişi, sen onu ararsan rahmeti sayıya sığmayan da seni arar.

Seni sel kapar, sürükler, götürürse anlarsın ki onun yolunda, halkın irâdesi, ihtiyârı var gibi görünür amma yoktur.

*                 Yoklukta yoksullukta ahdettim, az söz söyleyeyim dedim; fakat dikensiz gülü kim görmüştür?

Kardeş, tanık ol, bu gülün dikeniyiz biz, fakat

bu çeşit diken olmak, övünülecek bir şeydir, yerinilecek, utanılacak bir şey değil.

XXVIII

Dün gece sen yoktun da gece kapkaranlıktı, hiçbir aydınlığı yoktu; ne mumumuzda bir tat tuz vardı, ne semâ’ımızda, ne de meclisimizde.

Gece işkenceler içindeydik, suçu yokken şu gönül de hapse atılmıştı, kaydına kalan, gönlünü alan kimseciği de yoktu.

Sevgili, dünya sana sığınıyor da bu yüzden emniyette; halbuki sen yokken geceleyin Ay bile emniyette görmüyor kendini.

Halkın kibri, benliği, sana perde oluyor; benliği olmayan kişi senin sayene sığınıyor ancak.

Gönül senindir, senin avcundadır; fakat cıva tanesi gibi avcunda çırpınıyor, oynayıp duruyor, sükûnu, kararı yok.

Sâkî, şarap sun, günler pek hoş, pek güzel; bugün şarap içmek, otağ kurmak, ateş yakmak günü.

Sâkî nazik, nazenin, şarap pek lâtif, pek hoş, günler de yüce, değerli günler; meclis gökyüzü gibi apaydın, sevgili de ay parçası, bir güzel.

Ney sesini dinle, nağmelerle üflenip duruyor; şarap içmeye bak, gam kendi derdine düşmüş, didinip yatıyor.

Bugün tövbeden başka bozulacak bir şey yok; bugün sevgilinin saçından başka dağınık bir şey göremezsin.

*           Geceleyin Tanrı elçisi yetmiş kere tövbe eder amma tövbeyi bozduran Tanrı olunca gündüzün bozulur gider.

Bütün dünyanın heves ettiği, aşkına düştüğü o güzel, balçıktan yaratılmıştır, fakat Tanrı kudretiyle süslenmiş, bezenmiştir.

Bugün nerde bir ölü varsa can bulur, dirilir; kör bile bir başka göze sahip olur bugün.

Kuru olmayan dal, ateşten emindir; oklukirpiye oktan ne gam.

Sen, yüzünü sevgilinin öpüp durduğu âşıka bak; yüzünün zayıflığına, sarılığına, gözlerinin durmadan yaş dökmesine bakma.

Nice beden var ki toprak esiri, fakat gönlü gökyüzünde buyruk yürütmede. Nice tohum var ki yeraltında, fakat ondan biten ağaç yücelmiş, boy atmış.

Gönlü mücevher, inci definesi kesilen, nasıl olur da toprakta yurt tutar? Sevgilisi kucağındayken nice olur da âşıkın gönlü daralır, sıkılır?

A ölümü yıkayan, çenemi sıkıca bağla benim; çünkü canım da, gönlüm de ağızsız, dudaksız, gizlice şekerler tatmada.

Sus, çeneni oynatma; seni yıkayan yok; senin durağın ne beş duygudur, ne altı cihet.

*               Kardeş, gönülden gönüle bir pencere var derler; sakın pencereyi delik, yarık bırakma, hattâ iğne yordamı kadar bile olsa ört o deliği.

Kim bu gönül penceresinden gafil olursa zamanenin en üstün bilgini bile olsa nafile, kördür, ahmağın biridir o.

O pencereden evin içine bir bak, seyret bakalım, karanlık mı, yoksa aydınlık mı ev?

Aydınlıksa, aydınlığı sana vuruyorsa bil ki lâ’l, akıyk madenidir, definedir, hazinedir âdeta.

Otur yanına; beydir, yiğittir o; yoluna güller saç; selvidir, süsendir o.

Dola kollarını boynuna, kucakla onu; boynu pek yücedir, kâm al şu kucaklamadan.

Yürü, varını yoğunu onun yanına taşı, yanı başında ev tut; çünkü orası meleklerin dinlendikleri, konakladıkları yerdir.

Anlatmayı istiyorum, fakat şu gönlüm tir tir titriyor, çünkü görülmemiş, eşsiz, benlikten çok uzak bir şeydir o.

Bir yerde o olmazsa şu canla beden, suyla yağ gibi birbirinden kaçar.

Ağzımda, dudağımda demir bağlar var amma ister titre, ister titreme, sana söyleyeceğim bu işte.

Aşk Davud’una demirleri yarmak da nedir ki? Sus ki aşk padişahı, bir acayip Rüstem’dir.

XXXI

Sevgilimin sâkîlik etmesini, dudaklarının şarabını sunmasını istiyorum; mahmur nerkise benzeyen gözlerinin de sarhoşluk etmesini diliyorum.

Alnına dökülen büklüm büklüm saçların, nasıl da iple oynar, pervasız bir şuh; o akıllar çelen, gönüller çalan saçların pervasız şuhluğunu istiyor gönlüm.

Gönlümde gammaz bakışlarından fitneler var; o fitneler koparan, o hasta bir büyücüye benzeyen gözleri istiyorum, o bakışları özlüyorum ben.

Hainlikleri, kötülükleri pek hoş, cefaları pek güzel; hainliği beni yakıp yandırıyor, o yüzden o gaddarı istiyorum, o haini arzuluyorum.

O mekânsızlık âleminde yanıp parlayan eşsiz muma, daima pervane gibi yanıp yakılmak istiyorum.

A güzellik gül bahçesi, yüzünü aç; Ay bile yüzünü görmüş de utanmış; o gül bahçesini istiyorum ben.

Dört yıl sonra boyuna, biteviye beraber oturalım, bir yoldan seninle kavuşmayı diliyorum, dileğim bu benim.

Aklın o işi yaptı, aşksa bu işi başardı; o işte fayda yok, onun için bu işi istiyorum ben.

*                Padişahın yastığını atalım, yılanın açtığı yarayı yaralım, güzelin Mustafâ’sıyla beraber o mağarada kalmak istiyorum.

Ayrılık Tatarı miskler saçtı, amberler yağdırdı; Tatar ceylanının misklerini istiyorum ben.

Gönlümde öyle bir yük var, öylesine

sıkılıyorum ki sabrım, kararım kalmadı; padişahım, izin ver, bir kerecik lûtfet, ben bunu istiyorum,

A yarasa, güneşin nazlanmasından sana ne? Bir ârdır o sence, halbuki ben yüzlerce defa secdelere kapanmadayım, sence âr olanı istemekteyim.

Vuslat vadesiyle beni oyalayıp durmaktasın; sabrım kalmadı artık, ayrılık iki gözümü de bağlamış, beni darağacına çekmeyi istiyor.

Şu aşkının ordusu, hem can yakıyor, hem gönlü parıl parıl aydınlatıyor; aşk ordunun kumandanını istiyorum ben.

Gam Deccâl’ı, ayrılıkla, başıma kıyametler koparıyor, İsa’nın nefesini istemem, o sayede iyileşmem gerek.

Bir düzendir ben kurdum, bir düzene de vuslat girişti; fakat artık hileye, düzene tövbe ettim, o düzenbazı istiyorum ben;

(s. 109) Böylece sarhoş, harap bir halde zevk, neşe gül bahçesine geleyim; senin vuslatından

Alnına dökülen o büklüm büklüm saçlarını kemer yap, kuşat belime; şehirden geldim, dağlara çıkmak niyetindeyim.

Can Mûsa’sı, ateş ışığında bir ağaçtır gördü; işte o ağacın yalımını, o ateşi istiyorum ben.

Tebriz, Şemseddin’in yüzünden cennete döndü; cennete girmek, onun yüzünü görmek istiyorum.

— D —

Bu yıl bülbüller, ne haberler veriyor; yarabbi, dudu kuşlarına ne biçim şekerler sunuluyor?

Bu yıl bahçeye gir de seyret, o kuru dallar ne meyveler vermede, ne meyveler.

Makas ortada, boyuna elbiseler biçiliyor, başından tacı gidene kemerler bağışlanıyor.

*             Hiç kimseye minnet edilmeden, hiç kimseye zahmet verilmeden gümüşler basılıyor, müsâdere eziyeti olmaksızın altınlar veriliyor.

Her susamış gönlü denize götürüyorlar; incisi olana mücevherler sunuyorlar.

Bu çeşit armağan da görülmüş mü? Zamane âşıkları, başındaki saçların sayısınca başlar veriyorlar sana.

Böyle bir ışık görülmüş mü hiç? Yoldaki deli divane kişiler, hünerler veriyorlar da sevdalar alıyorlar.

Zaman terzisi, hiçbir kimseye biçip dikip giydirdiği gömleği, tam o kişinin boyuna uygun biçip dikmemiştir.

Seyret de bak, şu cihanda yüzlerce ahmak, etek dolusu altın verir de Şeytan’dan dert satın alır.

Renk renk topraktan yaratılmış mezeler var önünde; onları yiyorsun, fakat yediklerin yüzünü sarartıyor senin.

A ölüyü, benim canım diye kucaklayıp seven, sonucu ölü, canı da soğuk bir hale getirir, gönlü de.

Tanrı’ya alış, şu Şeytan resimlerini bırak, çünkü ecel gelince hiçbir murada erişmeden, onların hiçbirine sahip olamadan yapayalnız ölür gidersin.

Bir hoşça yayılıp döşenen şu dünya döşemesine kurulup ayaklarını uzatma; çünkü o yaygı iğretidir, dürüverirler, kork bundan.

*               Şu zaman tasına boyuna, boş yere mühre atma; tavla oyununda usta olanla oyuna girişme.

Beden tozuna bakma, can atlısını seyret; o, tozun içindeki atlıya benzer.

Gül gibi yanaklar, mutlaka gül bahçesinde açılıp gelişmiştir; gül bahçesi yoksa gül nerden meydana gelir?

Elma gibi çene topağını gördün mü bil ki bir elma ağacı da var; bu elma, yenmek için koparılmamış, o elmalardan bir örnek olarak sunulmuş.

Yüce bir himmetle işe giriş, gevşek himmetle işe koyulursan padişahın çavuşu kovar, sürer seni kapıdan.

Sus, harfi, sözü bırak, harfsiz, sözsüz konuş; hani şu gök kubbe üstünde meleklerin konuşması gibi.

XXXIV

lûtuf bile kalmadı, amma sana etmemiş, benim ne suçum var bunda?

O güzel cefa etti diye kınamadasın; fakat dünyada cefa etmeyen güzeli kim görmüştür?

Şeker vermediyse şeker olarak aşkı yetmez mi? Vefa etmediyse ne çıkar? Güzelliği tamamıyla vefa değil mi?

Bir ev olsun göster ki orda ondan bir ışık olmasın; bir sofa göster ki yüzü orayı aydınlatmamış olsun.

Şu gözle o ışık iki nur, fakat birleşti mi hiç kimsecik onları ayıramaz artık.

Can seyre dalıp da kendinden geçince dedi ki: Tanrı’nın yüzünü Tanrı’dan başka hiç kimse görmedi.

*              Bu örneklerin her biri bir anlatış, fakat bir yanıltış; Tanrı, ancak kıskançlığından, yüzünü “And olsun kuşluk güneşine” diye andı.

Tebriz’in övündüğü Şemseddin’in yüzünün güneşi hiçbir fânîye vurmadı, hiçbir ölümlüyü ışıtmadı ki onu ebedî etmesin, ölümsüz bir hale getirmesin.

XXXV

Deniz, kendisine çekti beni, bildik, tanıdık bir hale getirdi, yüzgeç etti beni. Beni çekip alan, sizi de birer birer çeker, alır.

Demir olanı mıhladız çekti, saman çöpü olanı kehribar.

Dünyaya demir atmış Karun’u yer çekti, yuttu; ulular ulusu İsa’yı gökyüzü çekti, yüceltti.

Her manevi duyguyu gayb âlemi, kendisine çeker; her kutlular kutlusu bakırı da, kimya tutar, altın haline getirir.

Varını yoğunu peygamberlerin bulunduğu yana çekip götüren, yokluğun yağmasından da emindir, ecelin yağmasından da.

O güzel göze, hiçbir kötü göz dokunmaz, çünkü o, güzellik mumunu almış, kimseciklerin bulunmadığı, kimseciklerin görmediği yere götürmüştür.

Biz kazadan, kaderden kaçtık, hacetleri veren, dilekleri yapan Tanrı’nın yanına sığındık; kazadan, kaderden gelip çatanı gene kazayı, kaderi takdir eden giderir ancak.

Bunların hepsi de geldi geçti; ne mutlu o gönüle ki birdenbire o güzel yüzlünün, o ay yüzlünün güzelliğini, ay yüzünü gördü de kendinden geçti gitti.

XXXVI

“Tercî-i Bend”

Sırlara gebe olan, gizli şeylerin anaları bulunan gökyüzü çavuşları bizi tutmuşlar, çeke çeke göklere götürmedeler.

Seyredin de görün, melekler Arş’tan geldiler, kutluluk güneşinin aydınlığıyla hepsi de ne parlak.

Biz gölge gibi artlarından koşalım da gölgeler de güneş kaynağından nasiplerini alsın.

Çünkü gölgeler, güneşe taparlar; o nasıl bir konuk olarak geldiyse bunların da hepsi konuktur.

*             Akıllardaki düşünceler, Akl-ı Evvel’den meydana gelir; bunların tedbirleri, tasarrufları, hep onun tedbirinden, onun tasarrufundan meydana gelir.

Önce tohumu ekmiştir de sonunda ağaç bitmiş, boy atmıştır dersin; fakat öyle değil; gözünü aç da gör, bunların ne önleri vardır, ne sonları.

*              Şemseddin’in güneşi, ne doğudadır, ne batıda; bu bakımdan o güneşe ulaşanların gölgeleri de bambaşka göklerin çevresinde döner dolaşır.

Erler, gönül gibi her yanı dolaşır dururlar; fakat ne konak yerine bağlıdır onlar, ne deve, eyer kaydına düşerler.

Güneşin tesiriyle suyumuz, toprağımız gönül kesilmiştir; cüzlerimiz gönül gibi gökyüzünün de üstünde uçup gezmededir.

Zaten gökyüzü de nedir ki gönlümüz o yana

gitsin; şu bedenimiz, şu canımız, gönlümüz, tamamıyla o güzele vurulmuştur, onun yanındadır hep.

Ayrılık derdiyle dudağımız kupkuruydu, gözlerimiz yaş içinde; şimdiyse onunla buluştuk, o buluşmanın ışığıyla ne o kuru, ne bu yaş.

Gittiler, geldiler, maksatlarına ulaştılar; başkalarıysa bulanık su gibi kendi sularında, kendi topraklarında busbulanık kaldılar. Aşıkın, aşkın tabiatı, dört tabiattan dışarıdır, âşıklar dört unsurdan da yüzlerce yıl üstündür, beş duygudan da, yedi gökten de.

Beşinci tabiat, canın yularını tutar da çekerse sus, şu cihandan bahsetme, tercî söylemeye bak.

*

Gerçekler göğüne yönel, o diyara yürü; oraya giden, ne yayadır, ne atlı.

Aşkın çevresinde dönüp dolaşırken nerden toza toprağa, batacak? Issı, aydın, güzel bir halde, güneş gibi apaydın at süredur.

Bu yolculukta bir büyüğe uymak, bir uluyu taklit etmek, âdeta ele alınan bir sopadır; yolun aydınlığıyla, büyüklüğüyle o sopan elinde bir Zül-fekaar kesilir.

*            Mûsa, sopasını taşa vurdu, güzelim bir su kaynayıp coştu taştan; o sopa Zül-fekaar’dı da onun için su verilmişti ona, onun için parıl parıl parlıyordu.

(s. 110) Gönül, bugün gökyüzü gibi elsiz- ayaksız çıkageldi, lâ’l renkli şaraplarla mahmurluk sökmüştü, sersemliği hiç kalmamıştı.

Dedim ki: A gönül, ne oldu da küstahça gidiyorsun? Dedi ki: Sevgili, gündüzün şarap sundu bana.

Bugün arslan avcısıyım artık, erkek arslana bile saldırırım; çünkü çayırlıktan sarhoş bir halde çıkageldim.

*                Gökyüzü çayırlığında Öküz, Arslan’la beraber yayılmada; bir ateş salayım o çayırlığa da Öküz de yansın, Arslan da.

*      Gerçekten de kâf’la nun, taşla demir, bir çakmak sanki; varlıkla yokluk birbirine çakılmada, yıldızlar parlayıp çıkmada.

Kutlu yıldızlar âşıklara doğru sıçrar; onların kıvılcımlarından yüzlerce güzel meydana gelir sanki.

Yomsuz kutsuz yıldızlarsa vuslat vaadinde bulundular mı, güle cefa etmeye giriştiler mi dikene benzeyen kutlu yüzlü kutsuz kişilere sıçrar.

Bir bölük halk da vardır, kutluluğundan da geçmiştir, kutsuzluğundan da; onlar yıldızlar gibi sevgilinin güzellik güneşinde mahvolup gitmişlerdir.

*           Ne korkuları vardır, ne ümitleri; ne ayrılık bilirler, ne buluşma; ne dertleri vardır, ne sevinçleri; ne gizlidir onlar, ne apaçık ortada.

*           Üçüncü tercîim müselles gibi neşeye neşe katar, başında ağırlık varsa müsellesle yıka başını, değer bu doğrusu.

*

Akıl, aşk, can; bu üçü dosdoğru bir müselles; her yaraya sanki melhem, her derde âdeta derman.

Benim şu müselles şarabımı biri içer de başı ağırlaşmaz, sarhoş olup kendinden geçmezse zaten o, bu bağışa lâyık değildir, beyninde bir illet vardır onun.

Gerçekler güneşinin kadehiyle her an granit kayalar lâ’l haline gelir, akıyk kesilir; toprak nasibine kavuşur, neşelenir.

Fakat kendisinden haberi bile olmayan lâ’l değil; şu bildiğimiz akıyk değil, o akıyk, kehribar gibi gerçekleri çeker.

O lâ’l, akıl gibi iş eridir, neşelidir; bu padişah, gelinle ne eştir, ne de ondan ayrı.

Tanrı’nın has kuludur, fakat kul öldü, yok oldu mu artık kalan, ancak Tanrı’dır.

Akıl, bu yokluktan bir koku almayı çok istedi, çok çalıştı, çabaladı amma bir koku bile alamadı, bütün çalışması boşa gitti.

O var olan bu yokluktan koku aldı ki tamamıyla yok oldu; o kişi varlığa ulaştı ki tamamıyla yokluğa daldı gitti.

Ululuk ıssının güzelliğinde varlığından soyundu, tamamıyla yok oldu mu mutlak varlık gelir, artık onda ne kibir kalır, ne gösteriş.

Tanrı sıfatı gelince beşer kalmaz; çünkü o parlak güneştir, buysa Sühâ yıldızının ışığı.

*            Artık onun canı, Tanrı güzelliğinin aynasıdır; aşk meclisinde gözü, dünyaları gösteren bir kadehtir.

Bu kadehten kim sırlar şarabını içerse sevgilinin vuslatında mahvolur, yüzüne dalar, kendinden geçer.

Her bakır, ululuk ıssı Tanrı’nın nuruyla kimyaya döner; bu bir görülmemiş, bir acayip sanattır, bir tuhaf kimyadır.

Onun varlığında aşk iksirini ara da onun lûtfuyla, onun cömertliğiyle tamamıyla o ol.

*            Can gözü Burâk’ına binip de yola düşenler, can gözünü açıp da yolculuğa koyulanlar, bulutsuz, tozsuz o ay yüzlüyü seyredip dururlar.

Şehvet tohumlarını ateşe verirler, şu aşılması zor, kurtulması güç tuzak yerinden bir koşuda kurtulurlar, bir seğirtmede geçer giderler.

Şu sağır tabiatın gürültüsünden geçerler, o yana giderler de konakları meclis olur, o tarafın gül bahçeleri olur.

Yüzsüz, edepsiz tabiat kullarının ayaklarını bağlarlar, can yüzlü padişahlar o mahallede baş gösterir, yüz gösterir onlara.

Aklın ayağını bağlarlar da nefis edepsizini bir iyice dövmek için ellerini öylesine açarlar ki.

Vücudumuzun bütün cüzleri şu daracık mezarda öyle bir ölmüş ki; nerde aşk Sûr’u? Bir üfürülse de dirilip mezardan baş çıkarsalar.

Şehvetin bir bakırdır, iksirse aşk nuru; aşk nuruyla bakır halindeki varlığını altın haline getirirler senin.

İnsafa gel, onun sıcak mı sıcak aşk nefesi ortadayken hünerden bahseden toplum, ne de soğuk bir toplum, değil mi?

*            Aç sûfîler gibi akıl mutfağına gelir de pahası ağır suçları cerrederler.

Tabiat kuzgunlarına leş yedirme, oruç tuttur da dudu kuşu haline gelsin, hepsi de şeker avlamaya koyulsun.

Şeker tabiatlı abıhayat sâkîsinin sayesinde tabiat ateşlerinin köz haline gelmesi mümkündür.

Onun güzelliği, onun alımı karşısında olgunluk aklının körleşmesi, sağırlaşması, o güzelliğe, o alıma karşı duyduğu histendir.

Tanrı’dan başka kim onu görmek için bakarsa hemen o gözü ebedî körlük mührüyle mühürlerler, hiçbir şeyden haberi olmaz artık.

Gün bile dünyanın övündüğü ere, Tebriz’in can gözü Şemseddin’e sığınır da hadiselerden korunur.

Rûh alanını yüz bin kere altüst edercesine arasalar gene ona benzer birini bulamazlar.

Gölgesi, güneşin başından eksik olmasın, toprağın cüzleri bile onun gezip tozmasıyla bezenmededir.

XXXVIII

Eğer bu, vuslatının bayramıysa ben kulum köleyim bayrama; bayram hazırlığı da senin için, bayram secdesi de, bayram selâmı da.

Adını duydum da adındaki o üstün tatlılık, bayramın adını da tatlılaştırdı, gönlüme bir rahatlıktır, bir huzurdur geldi.

Ne mutludur, o an ki vuslat çağın gelir çatar da biz de vuslat hazinenden alır, bayramın borcunu öderiz.

Güneşe benzeyen güzelim yüzün doğar da bayram akşamı yüzünün sabahıyla gündüze döner.

Ey hayalinin ışığı, kutlulukla yomlulukla,

bahtla, arılıkla bayram namazına imam olan güzel.

Ey kapısında secdelere kapanmak, bayramın farzı olan; ey sen dururken kendini görmek haram edilen dost.

Lûtfunla, kereminle vuslat kadehini doldur, sun da bayram kadehiyle, bayram muradıyla can muradına ersin, dileğine kavuşsun.

Canlar, atının peşine düşmüş, koşup gidiyor; fakat bayram, yüzlerce adım atsa bile nerden ona yetişecek, imkân mı var buna?

Yolundaki tozdan çıkageldi de müjde verdi şu bayram bana; canım koştu, karşıladı onu, bayramın atının yularını tuttu.

Bildi, anladı ki bayramdaki bu parlaklık, bu güzellik, bu umumî lûtuf, ulular ulusu Şemseddin’den.

Fakat nerde senin güzelliğinin parlaklığı? Aşıklar, nasıl olur da râm olurlar bayrama?

Ey Tebriz, öyle bir ulular ulusunun şarabı dururken bayram şarabını içmek, hiç şüphe yok ki haramdır sana.

XXXIX

Sabah çağı geldi, cilâlanmış sahifesini açtı, yaydı; gökyüzünde bir beyazlık, bir kâfur rengi belirdi.

Gökyüzü sûfîsi mavi renkli hırkasını, şalını inadına ta göbeğine dek yırttı.

Gündüz Rum’u, bozulup sındıktan sonra gene fırsat buldu, çıkageldi de gece Zenci’sini tahttan indirdi.

Neşe Türkü’yle gam Hindu’su, o yandan bu yana gelir gider; gelip gitmeleri daimîdir de yol ortada yoktur, belirmez bile.

Yarabbi, Habeş padişahının ordusu nerelere kaçar gider? Rum kayserinin ordusu nerelerden çıkar gelir?

Şu görünmeyen, şu muammaya benzeyen yoldan kim bir koku alır? O kişi koku alır ki ezelî aşk şarabını ya içmiştir, ya tatmış.

Gece de şaşırıp kalmıştır, yüzünü karartan kim? Gündüz de şaşkın bir haldedir? Onu böylesine güzel yaratan kim?

*            Yeryüzü de hayrandır; yarısı ot olmuş, çimen olmuş; yarısı yayılan hayvanlar; boyuna yayılıp otluyorlar. Alemin yarısı yiyen, yarısı yenen; yarısı hırs içinde, fakat tertemiz, öbür yarısıysa pis mi pis.

Geceleyin uyumak ölümdür, sabahleyin uyanmak, ölümden sonra dirilip yaşayışa kavuşmak; öldür beni ey gam, öldür; ben Huseyn’im, sense Yezîd’sin.

(s. 111) İnci, bunu kim alır diye kendisini mezata koydu; kimsede bir pul bile yoktu, pey sürdü, gene kendisini kendisi satın aldı kendinden.

Sâkî, bugün hepimiz de konuğuz sana; her gecemiz senin sayende kadir gecesi oldu, her günümüz bayram günü.

*              İçiminin sonu pek hoş olan o şarabı sun; yeniden yeniye işretten başka hiçbir şeycikler düşünceyi, kaygıyı gidermez.

Gönülleri susamış rintler, haddinden fazla şarap içerler de kendilerini kaybederlerse o anahtarı bulurlar elbet.

*               Birlik küpünün yanında, Nuh’la, Lût’la, Kerhî’yle, Şiblî’yle, Bâyezîd’le beraber yan gelmiş, kurulmuşsun.

Sus, can, ferahından kanat çırpmada, sonucu o şarap, başını bürür; can damarlarında koşar durur.

XL

Kutlu bahar geldi, rahmetler saçıldı âleme; süsen, Ali’nin Zül-fekaar’ı gibi güzelleşti, parıl parıl parlamaya başladı.

Toprak cüzleri gökyüzünden gebe kalmıştı; gebelik müddeti dokuz ayı buldu da o yüzden hepsi de kararsız bir hale geldi.

Nar ağacı düğümlerle doldu, dere zırhlar giyindi, pırıl pırıl, ışıl ışıl oldu; ova menekşelerle doldu, dağ lâlelik kesildi.

Çiçek, öpüşme çağı geldi diye dudaklarını açtı; selvi, kucaklaşma zamanı geldi diye ellerini, kollarını açtı.

Gökyüzü gül bahçesi, gönül gülşenini gördü de yüzüne bulutu çekti, gönülden utandı mı utandı.

Diken, ey halkın ayıplarını örten diye ağlayıp duruyordu; duası kabul edildi de yanakları gül gül oldu.

Bahar padişahı, özürler getirerek kemerini bağladı; her dal, her ağaç, ondan taçlar urundu, padişaha döndü.

Mûsa’nın elinde bir sopa yılan kesildiyse ne çıkar? Şimdi her dal öylesine bezenmiş ki beyin meclisi sanki.

Kışın ölenler tekrar dirildiler de kıyameti inkâr edenin kadri, değeri kalmadı.

Tanrı’nın canlar bağışlayan lûtfu yardım etti de bahçenin Ashab-ı Kehf’i uykudan uyandı.

A dirilenler, kışın nerdeydiniz? Uyku vakti canın uçup gittiği yerde değil mi?

Her gece can duyguları oraya uçar gider, her gece orası görülür, beklenir.

Ay bile hilâldi; o tarafa gitti, aydın dolunay oldu, ülkeye mum kesildi.

Şu görünen beş duyguyla görünmeyen beş duygu, her gece usanmış, yorulmuş, dertli bir halde oraya gider de seher çağı rahvan rahvan tekrar kalkar, ordan bu âleme gelir.

Şu ağzını kapat, yelin önünde koşup durma; söz yelinden bakış, görüş yolu tozup duruyor çünkü.

XLI

Bugün ölüyü seyret, nasıl diriliyor; hür selviye bak, nasıl kul oluyor, köle kesiliyor.

Çürümüş, dağılmış kemiklere, dipdiri kefenlere

bak hele, nasıl canla, bilgiyle, aşkla doluyor.

Mezarda yırtılıp giden o boğaz, o ağız, sarhoş bülbül gibi nasıl da şakıyıp çilemede.

Bugün Kâbe’yi seyret, kalkmış, hacılara doğru geliyor; bu yüzden de binlerce kervan kutlulaşıyor.

İğneden bile kaçıp şişeye giren o can, bugün canını aşk kılıcına satıyor.

Taştan suyun kaynayıp çıktığını çok görmüşsün; şimdi de seyret de gör, baldan nasıl da süt kaynayıp coşuyor.

Bugün nasıl da neşesinden şeker kesildi, koruğa bak hele. Bugün nasıl yeşerdi, çorak yerleri gör hele.

*                Güledur ey yeryüzü, öylesine bir halife doğurdun ki onun yüzünden taş da oynayıp durmada, kerpiç de.

Gam öldü, yas zamanı geçti gitti, sen sağ ol, ben sağ olayım; nerde ağlama varsa bugün gülüşle doldu orası.

Öyle bir gül bahçesi açıldı, saçıldı, bezendi ki kokusundaki parlaklık yüzünden belsiz, kazmasız, bütün dikenlerin söküldü gitti.

Hızır, abıhayat içti de ebedîleşti, ebedî oldu, ebedîleşip duruyor da.

Lâtif ömrümüz ebedî olsun, beden hırka gibi eskise bile can ebedîdir zaten.

Sus, şu şeker harmanında bir hoşça yat, uykuya dal; çünkü şeker, sözle dağılıyor.

Ben susmadayım, fakat dudu kuşlarının heyheyleri yüzünden şekerkamışı bile lâtif bir hale gelmiş, coşup durmada.

XLII

Şu aşk hep akıllı, hep uyanık kişileri öldürür; hem de kılıçsız baş keser, darağacına asmadan öldürür insanı.

Birisine konuk olduk ki konuğunu yemek âdettir ona; birisine dost olduk ki dostunu öldürür o.

Bir Yusuf’u gördü mü kurtlar gibi paralar onu; bir mümini gördü mü kâfir öldürür gibi öldürür onu.

Biz ona, ister gönlümüzü alsın, dostluk yüzü göstersin bize, ister öldürsün, fakat yaralasın, yoluyla yordamıyla öldürsün diye gönül verdik zaten.

Hayır, hayır, bakışıyla birçok âşık öldürür amma nefesi ölüye bile can verir.

Bırak, varsın öldürsün seni, abıhayat değil mi o? Acı yüz göstermeye kalkışma, sevgili bal gibi, tatlılıkla öldürür adamı.

Himmetin yüce olsun; çünkü o himmeti yüce aşk, seçilmiş padişahları, hür kişileri öldürür.

Biz geceye benzeriz, yeryüzünün gölgesiyiz sanki, oysa güneştir; geceyi su verilmiş, parıl parıl parlayan gündüz kılıcıyla öldürür o.

Gece Zenci’si, bir hırsız gibi aklımızı çaldı götürdü, sabah şahnesi geldi de o hırsızı tuttu, öldürdü.

Geceleyin doğudan batıya dek bütün âlemi kara renk kapladı; fakat gündüz Rum’u, onların hepsini de birden öldürdü gitti.

Hasılı bana da bu sarhoşluk, gül bahçesinden geliyor, tıpkı bülbül gibi hani; bülbül gibi gül bahçesinden ayrı düşmek, beni öldürüyor.

XLIII

O ova, sahra hoştur, güzeldir amma güneş ışık salarsa. Gül bahçesi de hoştur, güzeldir amma güller açılıp saçıldığı zaman.

Bir de başka bir güneş vardır ki onun buyruğu, güneşi iş başarmak için yola salar.

Sevgili, varıp mal verene, altın bağışlayana öptürmez kendini; aşk derdiyle sararıp solmuş âşıka öptürür.

Dikkat et de bak, kanat çırpan dudu kuşları, kendilerine şeker sunan bir şeker dudaklıya uçup giderler.

Dünyada herkes bir şeker dudaklıyı seçmiş,

sevmiştir, bizim de bir şeker dudaklımız var ki büsbütün başka bir şey veriyor bize.

Öylesine bir şeker dudaklımız var ki şekerler bile onun yok-yoksul dilencisi; öylesine bir padişahlar padişahımız var ki saltanat bağışlıyor, zaferler veriyor bize.

Himmetin yüce olsun, padişah oğluysan padişahın taç bağışlamasını, kemer vermesini yeter bulma.

Soyun, çıkar elbiseni, koş, dal abıhayata; dal da bastığın toprak parçaları lâ’l versin, inci saçsın.

Aşka kaç, ona sığın, dilberlik gösteren, işveler satan, fakat ciğerini kan eden güzelden çekin.

Gözüme hiçbir güzelin güzelliği görünmüyor; ressam, can bedenine gayb âleminden şekiller vermede, onu bir başka çeşit bezemede.

Aklı kendisine Kevser’den haber veren kuş, nasıl olur da kör kuşlarla beraber acı su içer?

İki gözümüzü de kendisi kendi güzelliğiyle doldurur. Öylesine güzeldir o ki Ay bile görse derhal baş verir uğrunda.

Güzeller bile, onun yoksulunun gözüne toprak görünmede; artık Tanrı’nın görüş kabiliyeti verdiği göz nasıl görür, bir düşün.

Söz söylemeyi bırak, sus da Akl-ı Küll, yol versin, bizi şu cüzî akıldan geçirsin.

XLIV

Canım efendim, şarap getir, çünkü günler geçiyor; gamın acılığı ancak o kadehin lezzetiyle geçip gidiyor.

Bir kadeh ki akla eş, can onunla düşüp kalkıyor; gönül gözü kör olan nefsin koşup gittiği kadeh değil o.

Ateş gibi kadehle kapıdan içeriye girdin mi vesvese veren gam şeytanları duman gibi ağıp bacadan gidiveriyorlar.

Başını yıkamak için kil vurduysan yıkama, bırak, öylece koş, öylece başın kil içinde seğirt, gel, çünkü zaman geçiyor.

Aklı çelip alanı coştur, çiğ sözler söyleyen kişiyi pişir, olgunlaştır.

*                 Güneş’e, Ay’a, gökyüzüne o şaraptan sundun da her biri râm oldu sana, neşeyle yelip gitmede.

(s. 112) Vallahi zerre bile o şarapla kendinden geçmiş, adamakıllı, olasıya sarhoş, gene de şarap sunmanı özlemede, o yana gitmede.

O şarapla bir huzur, bir rahat ver şu cana ki o şarabın hararetiyle sabır da gitmiş, karar da; tövbe de gitmiş, huzur da.

Eşekler bile o şarabın kokusunu alsalar, merhametli anaların yetimlere gösterdikleri esirgeme duygusuna sahip olurlar, öylesine bir hal alırlar.

Toprak bugün kana kana bir yudumcuk içti o şaraptan da güneş gibi kerem kadehini döndürüp sunmada, herkese lûtfetmede, herkese ihsanda bulunmada.

Bedendeki kan, nasıl hemencecik hacamatçının şişesine gelirse, çekilen de onun gibi, çabucacık çekene koşar, gelir.

Hani Kâbe’nin kalkıp Tanrı dostunun, erenin kapısına gittiği gibi. Bu bir Tanrı rahmetidir ki rahmetlerle akar, çağlar gider.

Eren de sarhoş değilse bütün topallardan, bütün aksaklardan geridir; fakat kendisinden geçti mi o da tutar, Kâbe’ye bir adımda varır, ulaşıverir.

Kendisinde olunca edebe riayet eder, sırrı saklar, fakat sarhoş oldu mu ne çare, gönlüne gelene uyar gider.

Sus, ham adamın yanında şaraptan bahsetme, söyleme o adı; çünkü hatırına o adı sanı kötü şarap gelir onun.

XLV

Bülbülü seyret, gül bahçesine gidiyor; allığa bak, sevgilinin nar çiçeği gibi kırmızı yüzüne gitmede.

Meyve tam olmuş da kendinden geçmiş artık, Mansûr gibi darağacına asılmaya gidiyor.

Çiçek açılmış, yapraklanmış, padişah için bezenmiş; çünkü padişah, bahar vakti bağışlarda bulunmaya niyet etmiş.

Rahibe benzeyen lâlenin yüreği dertlerle yanmış, kanlı gözyaşlarına batmış da dağların yolunu tutmuş.

Diken tam dokuz ay gülün ayrılığıyla feryat etti; gül o vefayı gördü de yola düştü, dikene gidiyor şimdi.

Burda görüşmekten, buluşmaktan bahsediliyor diye şaşırıp kalmış da bağın bahçenin çevresini seyrediyor nerkis.

Ağacın kökünden abıhayat akmaya başladı, hür kişilerin gönüllerinden kopup alevlenen ateş gibi tıpkı.

Kışın toprak esiri olan her gül, kızışmış, aşka düşmüş, kendini göstermek için pazara doğru gitmede.

Baharın Tanrı vahyi umumî bir ders verdi; bağ bahçe, her şey yazdı bunu da tekrar tekrar okumaya koyuldu.

Bilgiye çalışan şu talebe, tahsilini bitirdi de her biri elbiseler kazandı, şimdi de gelir yolunu tuttu.

*               Sanki bahar, “Allah alıcıdır” dedi de gül bunca yol aşmış, alıcıya gidiyor.

Gül, ta gönlünden Tanrı’nın bu sözünü, hem de daha fazla, daha iyi duydu da gönlünü de attı, sarığını da, herkesten daha çok koşmada, daha çabuk gitmede.

Gönül, baharda her dalı dostuyla eş görür de sevgilinin vuslatını anar, sevgiliye gider.

A gönül, hem müflissin, hem de inci almayı kuruyorsun; halbuki orda, yüklerle altından bahsediyorlar.

Hayır, hayır, yüklerle altından nerde bahsedilecek, orda ambarlar dolusu cana ait sözler geçmede.

*              O iyiden iyiye kanmış, inanmış gönül yok mu, gıdası susmaktır onun, şu söyleyen nefisse söze doğru gidip durmada.

XLVI

Gözüm seğirip duruyor, yoksa o sevgili mi geliyor? Yüreğim boyuna çarpıyor, anlıyorum ki gönlümü alan gelmede.

Bu hüthüt, Süleyman’ın ordusundan uçup gelmede; şu bülbül, gül bahçesi civarından gelip çatmada.

Müflissen canını sat da o kadehi al, sat kendini, alıcı geliyor.

Bekleyiş kulağı, bal gibi, şerbet gibi haberler içiyor, ağlayan göz, sevgiliye kavuşuyor.

O paramparça olan, o her parçası kan kesilen gönlün dağınık zamanı geçti, parçaları bir araya geldi, birleşiyor işte.

Çeng gibi iki büklüm olan, tel tel kesilen boy, düzeldi, hele bak, şimdicek her teline bir neşe

Bağın bahçenin perişanlığı geçti, güzelim yüzlü güller, dikenlere doğru koşup gitmede. Aşıkın eyvah demeleri boşuna değildi ya; işte şimdicek vuslat ordusu yola düşmüş, o eyvahlara çare bulmaya geliyor.

Şimdicek aşk duduları kanat açtılar; çünkü Mısır’dan kantarlarla şeker gelmede.

Şehir emin; kahredici, ezip kırıcı şahnenin korkusundan bütün hırsızlar kaçtı.

Ca’fer-i Tayyar geliyor diye haber geldi de geceleyin hırsızlık eden bunca Ca’fer kaçtı gitti.

Açık, apaçık söyle: İnsan sıfatları, insanlık huyları kaçtı; çünkü sınıkları onaran, her şeye gücü yeten yaratıcının sıfatları geliyor.

Ey bahçe müflisleri, güz yolunuzu kesmişti, varınızı yoğunuzu almıştı; ilkbahar sultanı ihsanlarda bulunmak, elinizden çıkanları tekrar bağışlamak üzere geliyor işte.

Güneşin örtüsüz, perdesiz parıltısı, sükûttadır;

sus, çünkü bu perde, sözden meydana geliyor.

XLVII

Bunca alım, bunca tatlılık; böylesine sarhoşluk, böylesine açılıp saçılış... Bütün bunları ezel ressamı nasıl vermiş o sarhoş gözlerine senin?

Gözlerin, her an binlerce göz açmada, binlerce göze görüş bağışlamada; Tanrı, Mesîh’e verdiği gibi sana da bu gücü, bu kuvveti vermiş.

Görüş bağışladığı, şifa verdiği gözlerin hepsi de nasıl oldu bu diye onun gözlerine dalmış, hayran olup gitmiş.

Gökyüzüne, sen böyle bir Ay gördün mü dedim; and içti de dedi ki: Hiç mi hiç hatırlamıyorum.

Şimdi iki dudağını yum da can gözünü aç; onunla birleşmişsen, birsen artık söz söyleme.

Yüzlerce padişahlık şehri zulümle yıkıldı gitti; yüzlerce saltanat denizi haksızlıkla kurudu, seraba döndü.

Yüzlerce hırs burcu, nekeslik kalesi, yüzüstü hendeklere yıkıldı, yarı uykuya dalmış yüzlerce baht büsbütün uyudu, uykuya daldı.

Gayb âleminin anacaddesi zaten o kavme kapanmıştı, o kapkara zulüm Ay’ı da büsbütün örtüldü, bulut altına girdi, görünmez oldu.

Şimşek gibi çakan, boyuna halkı yakıp yandıran o göz, feryatlara düştü, ağlamaya koyuldu, buluta döndü.

Yüz binlerce gönlü yakıp kavuran o gönül, şimdi Tanrı ateşinde kebap olup gidiyor.

Ne mutlu o kişiye ki bir ibret aldı bundan; padişahın bu kahrı bir kapı açtı ona.

Gündüz olunca geceleyin ne yaptığını gördü, anladı amma ne fayda; rezil rüsvay oldu, yüzlerce derde uğradı.

geçir; çünkü Nuh’un duası da geceleyin kabul oldu.

XLIX

Bunca alım, bunca tatlılık; böylesine sarhoşluk, böylesine açılıp saçılış. bütün bunları ezel ressamı nasıl vermiş o sarhoş gözlerine senin?

Gözlerin, her an binlerce göz yaratıyor; çünkü Tanrı, kendi kudretinden kudret vermiş onlara.

O gözlerin hepsi de gözlerine, dalmış, şaşırıp kalmış, hepsi de gözlerine yüz binlerce rahmet olsun demede.

Gözlerin, padişahlık tahtına geçmiş, kurulmuş; gözlerini gören can, aman, aman, merhamet diye feryat etmede.

Gökyüzüne, sen hiç böyle göz gördün mü diye sordum; and içti, yemin etti de hiç mi hiç

[35]

hatırlamıyorum dedi.

L

Niceye bir umarak, korkarak hırkamı yırtıp duracağım; şarap sun da ummadan da kurtulayım, korkudan da.

Düşünceleri, kaygıları yakıp yandıran kadehi getir, sun bana; çünkü başımda ummadan, korkudan düşünceler var, kaygılar var.

Sun, yürüt o Nuh gemisini, tufandan o aman verir bize; göster onu, çünkü umma, korkma demirini atmış, kalakalmışım.

O kızıl altını, o veresiye olmayan zevki ver ki umarak, korkarak altın gibi sapsarı olmuş benzim.

Şu halka olmuş, oturup şarap içmeye koyulmuş erlere sunduğunu getir, dök ağzıma; çünkü umarak, korkarak kapı halkasına dönmüşüm âdeta.

Bir kerecik daha şu rengi, şu kokuyu sula; çünkü şimdi ümitle, korkuyla bir başka renge boyanmışım ben.

Kevser suyunun bile havasına düştüğü, aşkını çektiği o suyu sun bana, o suyla suvar beni; çünkü ümitle, korkuyla Kevser havasına düşmüşüm. Ateşin ta içindeyim, Halil’im sanki, Azer gibi ümitlere kapılmışım, korkulara düşmüşüm de put yapmadayım ümitlerden, korkulardan; gönder bana o suyu.

Kör gözlerin inadına gözlerimden gizlenme, kör olsun kötü gözler; çünkü zaten ümitle, korkuyla gözlerden gizlenmişim ben.

(s. 113) Beni yüzünün güneşinden ayırma; çünkü bu gazel gibi ben de ümitle, korkuyla sırılsıklam ıslanmışım.

LI

Sevgili yalancıktan uyumuştu, aman dedim, bahçesinden çabucak bir şeftali çalayım, zaten uyumuyordu;

Güldü de dedi ki: Hani tilki de kurnazlıkla arslanın avını aşırmayı kurmuştu; fakat öyle kolayca nerden aşıracak, nerde o bolluk?

Kim göğe erişir de bulutu sağar? Amma bulut cömertlik eder de lûtufta bulunursa o başka.

Yok olanın, bir şey icat etmeye nerden eli, ayağı olacak? Tanrı’nm lûtfu, yoka varlık verir ancak.

*              Yok gibi otur, çünkü namazda da selâm ancak otururken verilir.

Su ateşin üstünde kendini koyuverir de şaşırır gider; çünkü ateş kıyamdadır, suysa secdede.

Dudak sustu mu gönül yüzlerce dil elde eder; sus, niceye bir onu deneyip duracaksın, niceye bir?

LII

Ateş, dün dumanın kulağına eğildi de gizlice dedi ki: Bana hiç dayanamaz, ödağacmm arası pek iyidir benimle.

Benim kadrimi o bilir, bana o şükreder, çünkü ödağacmm kârı yok olmasındadır, kadri o vakit

Ödağacı baştan ayağa kadar düğüm düğümdür, yoklukta açılıp saçıldı mı o düğümler de çözülür, açılır.

A benim yalımlar yiyen, ışıklar yutan dostum, hoş geldin, merhaba. Merhaba, a bende yok olan, bana can veren şehidim, a benim tanıklarımın, a beni görüp bilenlerin kendisiyle övündükleri dost.

Bak da gör, gök de varlığa dalmış, yeryüzü de; o gök kubbeden de yokluğa kaç, şu kör yerden de; yokluğa sığın.

Yokluktan kaçan can, devletten, ikbalden, kutluluklardan kaçan yomsuz, kutsuz kişidir.

Yok olmadan hiç kimsecik, yokluk levhinden faydalanamaz, ey seven, sevilen Tanrı, yoklukla aramı uzlaştır, barıştır beni onunla.

Kara toprak, kendinden geçmedikçe, varlığını bırakmadıkça ne arttı, feyzlendi, ne durgunluktan, hareketsizlikten kurtuldu.

Erlik suyu, erlik suyu olarak kaldıkça ne boy attı, büyüdü, ne baş sahibi oldu, gelişti, ne de yüzü oldu, al al yanaklar elde etti.

Ekmek, yemek, midede yanar, yok olursa o vakit akıl olur, can kesilir, hasetçilerin bile hasret çektikleri bir hale gelir.

Kara taş, varlığından geçmedikçe ne altın olur, gümüş kesilir, ne de para edecek bir değer kazanır.

Önce hor, hakir olmak, kul köle kesilmek, ondan sonra padişahlar padişahı olmak. Yol bu, yordam bu; namazda da önce ayakta durulur, sonra oturulur.

Bir ömürdür varlığı denedik durduk, bir kerecik de yokluğu denemek gerek.

*                Yokluğun debdebesi, saltanatı uydurma değil ya; ateş olmayan yerden duman tütmez.

Aşk bizi istemiyorsa, aşk bizim havamıza düşmemişse ne diye boş yere gönlümüzü aldı, sarığımızı kaptı?

*            Aşk geldi de her sabah, kulağımızı çeke çeke bizi, “Ahitlerine vefa ederler” mektebine götürüyor.

Gönlünü kinden arıtsın, kötülüklerden temizlesin diye inanç sahibinin gözlerinden nedamet yaşları akmada.

Sen uyumuşsun, Hızır’sa kalk, uyan uykudan, ebedîlik sağrağmı al diye yüzüne su serpip duruyor.

Geri kalanını sana gizlice aşk söyler artık, sen Ashab-ı Kehf gibi hem uykuda ol, hem uyanık.

— R —

Gönül, yüzünü seyretmede; böyle olduğu halde gene de seni görmeyi bekliyor. Can, gül bahçende sarhoş olmuş, gene de dikenlere dalmış, gülü gözlüyor.

Her an gönüle bakmada, bakışının ışığından sağda bir huri belirmiş, solda güzel mi güzel bir dilber.

Her sabah çağı geceyle gündüz tuzağını yırttık mı sevgiliden bir öpücük alırız, ona yüz binlerce defa secdeler ederiz.

Şu aşkta geçen ömür geri gelmezse ne çıkar? Bu yıl âşıkların sevdalarından meydana gelmiş bir halkadayız biz.

Aşk çengini zevâlsiz nağmelerle çal; can aşk çenginin nağmeleriyle tel tel olmuş.

Aşk havanda öylesine bir yaşayış parlaklığı var ki o havada ağaçların kökleri yere gömülmemiş, gene de meyve veriyorlar.

Can, denize daldı, dalgalar yuttu, fakat bir inci elde etti; yalnız o deniz de senin lâ’l dudakların için ağlamada, şu inci de.

Şeker                kamışlığındaki                  dudularının

nağmelerinden söğüt ağacı oynayıp duruyor, çınar, iki elceğizini çırpıyor.

O arılık, o neşe olayı geldi, geçti mi aşk sûfıleri sarhoş gibi birbirlerine sarılırlar.

*               Sel nasıl durup dinlenmez, ta denize dek akıp giderse, can da Elest birliğini anar da sarhoşçasına bedenden fırlar, çıkar.

Cüz, tüm yayından bir ok gibi fırlar gider; fakat tümden başka gidecek bir amacı, bir yeri yoktur onun.

Can binlerce deriden dışarı çıkar, bir hoşça yola düşer; ebedîlik yurdundadır işi gücü.

Gerçeklerin canları, o adlı sanlı cana kavuşmak, ondan murada ermek için hep ona sarılmıştır, onun eteğini tutmuştur.

Canlar aşkla onun eteğine yapışmıştır, o da erce sine, Kutup gibi hani, o ezelî eteğe sarılmıştır, o eteği tutmuştur.

A gönül, Tebriz’e git de bunu Tanrı Şems’ine sor; sor, öğren de mânalar Burâk’ma bin.

LIV

Güzelim, herkes kendi cinsiyle uzlaşmış, kendi cinsiyle kaynaşmıştır; herkes kendi tabiatına lâyık birisini dost edinmiştir.

Fakat gönlünde senin dağın olan, hiç kimseyi seçemez; sana av olan, nasıl olur da avlanabilir?

Mademki lûtfun bizi bizden aldı, kendimizden geçtik; lûtfunu esirgeme, sensiz bırakma bizi.

Cins cins herkes, her şey kendi cinsiyle kaynaşır; herkes, her şey kendi cinsinden birisini, bir şeyi seçer.

Cinsinden olmayanla düşüp kalkarsa ancak münafıklıktır bu; hani suyla yağın, katranla karın beraber bulunuşu gibi.

Cinsinden olmayandan ayrılıp kendi cinsine

kavuşuncaya dek bulunduğu yerde susadıkça susar, susuzluğu arttıkça artar.

Kim senden kaçar da başkasından hoşlaşırsa, kim seni bırakır, başkasıyla karar ederse,

Kim senin tapında suratını ekşiterek, bulut gibi somurtarak oturur, başkasının yanında ilkbahar gibi gönlü açılır, gülerse,

Sanki benim gayb âlemindeki aydan nasibim yok, can şarabı, can kadehi, ancak başıma sersemlik veriyor demek ister.

O ney sesi, o zevk şarabı hatırına gelmiyor mu ki bir taşlanası şeytanın elinden hoş bir halde şarap içiyorsun?

Şeytanın elinde yüzlerce kadeh şarap içiyorsun, görürsün, nasıl pis bir hale düşersin, iç a ham dilenci, iç.

Burda başcağızm düşük, yüzceğizin ekşi; fakat bil ki burda dağ gibi de bir kapkara ejderhâ var.

Kendi cinsiyle olunca süsen gibi dil kesilir, cinsinden başkasının yanındaysa dilsizdir, kendi

cinsiyle oldu mu gül gibi açılır, cinsinden başkasına diken olur.

Yürü, git; bütün yaratıklarla, bütün halkla aynı cinsten olamazsın ya; bir dal, meyveye yüzlerce ağaçtan gebe kalamaz.

Dal gibi bir ağacın malıysan öbüründen kop, ayrıl; buna kavuşmak istiyorsan ondan elini çek.

Can, Tebriz’in övündüğü erle aynı cinstense ne mutlu o cana, oraya erer, erenlerden olur, giriştiği iş güç ne de kutludur, ne de mutlu.

LV

Sarhoşuz, kendimizden geçmişiz, sense perde ardına girmişsin, gizlenmişsin bizden. A Ay, artık görün, bundan fazla kalma bulut altında.

Bir bölük âşıkız sana, boyumuz bosumuz bir hoş; fitneler çıkarmaya, karışıklıklar y aratmay a, binlerce şer işe girişmey e çağrılmışız.

Kuşluk çağı, yüzünden güneş doğdu da yüzünün değirmisine kapıldık, o aşkla seni

seyretmek için damlara çıktık.

Güneş ışığının şarabıyla sarhoşuz, başımız dönüyor, o yalım yalım alev başımıza vurdu, başımızı ışıttı, fakat baş da elden gitti.

A can âşıklarının gönül havasına uyan çalgıcı, tenen-ten diye daha hoş, daha güzel bir can nağmesi çal.

Çal da canlar, ten hırkasından çıksınlar, her şeyden haberi olan can da hırka gibi geçsin kendinden.

Arı duru şarapla beden çerçöpünü yücelt de devletle, ikballe kucaklaşalım, göğüs göğüse gelelim.

Gözler, perdelerin ardında ne var, görsün; evden b arktan, damdan kapıdan kurtulsun.

(s. 114) Can devlet kuşu, Tebriz’in övündüğü Şemseddin’den binlerce bahçeler görsün, binlerce kanat elde etsin.

LVI

A benim avlanan beyim, beni avladın sen; sensiz ne zevkim var, ne uykum, ne kararım.

Gönlümün sahibi sensin, alışverişimin aslı, esası sensin; bu kadar cevri bu yoksul kula revâ görme.

Ey aşk dünyasında bir sevgilisi bile olmayan, bir de bana bak, âleme düşmüşüm, bağırıp duruyorum; a sevgili, sevgili, a sevgili.

Önce sunduğun şaraptan sun gene, o sarhoş gözlerle aç mahmurluğumuzu.

A gök, gönder şarabı, hani sunmuştun da y eryüzünde bir tek aklın bile aklı kalmamıştı başında, gönder o şarabı.

Bir günde, bir bakışla binlerce iş başarırsın, sonucu, bir de bana bak da şu işi başar gitsin.

LVII

Sen şu kadarını bil ki dünyada hiç kimse, kimsesiz kalmaz; birisiyle uyuşamadın, uzlaşamadın mı bir başkası gelir onun yerine.

Bu evden gidersem, evi boşaltırsam benim gibi bir başkası, yahut da benden beteri çıkar gelir.

Dünya binlerce yıldır miras kalagelmiştir; baba toprak altına gitti mi oğul, baba olur.

Yalnız insan değil, hayvan da böyle; böyle olmasaydı düny ada bir tek canlı y aratık göremezdin.

Geceleyin, gökyüzü damından Güneş çekilip gitti mi, Güneş’in yerini yıldızlar, yahut da Ay tutar.

însan, bir hüneri, bir sanatı bıraktı mı, tabiatı bir başka işle, bir başka sanatla oy alanmay a koyulur.

Çünkü bütün halkın gönlüne bir memur tâyin edilmiştir, bu memur onları işsiz güçsüz, azıksız, sefersiz bırakmaz.

LVIII

Kutlu bahar, dost elçisi çıkageldi; sarhoşuz, âşıkız, mahmuruz, kararımız yok.

A göz, a mum, bahçeye yürü, yeşillik güzellerini bekletme artık.

Çayıra çimene gayb âleminden elçiler geldi; yürü, git; geleni ziyaret etmek âdettir.

Gül, gelişini kutlamak için bahçeye geldi; diken, yüzünü seyretmek için güzelleşti, bezendi.

A selvi, kulak ver de dinle; süsen, seni övmek, seni anlatmak için ırmak kıyısında baştan ayağa dek dil kesildi.

Gonca, boğum boğum, düğüm düğüm olmuş amma lûtfun boğumları açar, düğümleri çözer; o lûtuf, senden çiçekler bitirir de gene sana saçar döker.

Sanki kıyamet koptu da bıldır, aralık ayında çürüyüp gidenler, ocak ayında ölüp göçenler, topraktan baş çıkarıyor.

Ölmüş tohum yaşayışa kavuştu; toprağın gizlediği sır meydana çıktı şimdi.

Meyveli dallar neşeyle nazlanmada, meyvesi

olmayan kök utanıp gizlenmede.

Sonucu, can ağaçları da böyle olur; iyi ağaç, devletli dal belli olur, meydana çıkar.

Bahar padişahı ordu çekti, düzendi, kuşandı; yasemin kalkanını, yeşillik Zül-fekaar’ını takındı.

Filânın başını diyorlar, pırasa gibi kesiverelim; Tanrı’nın sanatına bak, apaçık gör şunu.

* Evet öyledir bu iş; Tanrı’nın yardımı erişti mi bir sivrisinek, Nemrud’u helâk ediverir.

LIX

Düşünceyi, kaygıyı bırak, yer verme onlara gönlünde; çünkü sen çıplaksın, düşünce, kaygı zemheridir.

Mihnetten, eziyetten kurtulma düşüncesine düşmüşsün; halbuki düşünce, mihnetin, eziyetin kaynağıdır.

Sanat pazarında düşünce y o ktur, düşünceden dışarıdır orası, böyle bil bunu; a esîre kapılan,

onun maskarası kesilen, eserleri seyret.

Akla fikre gelenlerin çıkıp geldiği yana bak; kart feleği döndüreni ara.

Dilberlerin yüzleri, onun sanatıyla gül gibi al aldır; âşıkların yüzleri, onun fitnesi yüzünden sap sarıdır.

Şu binlerce kuş yokluk âleminden bir hoşça uçup gelir; şu yüz binlerce ok bir tek yaydan fırlar gider.

Neliksiz-niteliksiz, âdetten, töreden dışarı, akla fikre gelmez bir halde gayb âleminde yüzlerce şarapçı, elsiz-ayaksız cibre sıkmadadır, şarap yapmada.

Gönül tandırının, mide fırınının ateşi olmadan ekmekler pişirir, dükkâna kor, fakat ekmekçimiz gizli, o bir türlü görünmez gözlere.

Dümdüz, pürüzsüz toprak levhasına yüz binlerce resim yapar o; dişilerin kanlarını coşturur da yüzlerce süt sağar o kandan.

Allah için bir şey dedin, gökyüzünden ses

geldi: Aç zembilini, ihsan geldi a yoksul.

Açtın amma büyük geldi ihsan, zembili yırttı; Tanrı mutfağından da azıcık bir şey gelecek değil ya.

Gökten kudret helvasıyla bıldırcın kuşu gönderen, dağın yarığından deve çıkaran,

Erlik suyundan güçlü kuvvetli bir er yaratan, uyuyana, uykusunda uçup gidecek bir yol açan,

Şu hayale kapılanlar, yola koyulsunlar, acele etsinler diye her an yoklukta bir şekil gö sterir durur.

Buyruğa uyarım ben, mademki sus dedi, susuyorum işte; o buyruk sahibi bir gün bunu kendisi anlatır.

LX

“Tercî-i Bend”

A ateşli sevgili, a gönüllere huzur veren ateşli dilber, lûtfet, gel de kendi elinle kaşı kullarının

başını.

Senin toprağınız, suyuna, bitkine susamışız; kendi toprağına cömertlik, vefa tohumunu ek.

Ek de şu yeryüzünün göğsünden, o geniş alandan görülmemiş yeşillikler, bezenmiş renkli, güzel çiçekler bitsin.

Her kuyuya yüzü vurmuş; her kuyuda sarhoş, ay yüzlü, güzel yanaklı bir Yusuf belirmede.

Şu hikâyeyi bırak; bir kere daha yeni bir haber geldi, beri gel de kulak ver, dinle.

Bir pîr geldi yanıma, elinde bir gül dalı vardı; nerden bu dedim, o diyardan dedi.

Dedim ki: O bahardan dünyada bir eser yok; çünkü burda bir gül varsa iki yüz tane de diken y arası var.

Dedi ki: Bu dünyada da eseri var o baharın, fakat sen şaşırmışsın, gözün kararmış; e srar içen kişinin elbette başı döner.

Gönlünü, düşüncelerden, kuruntulardan sil süpür, arıt, elinden at esrarı, çayırlığa çimenliğe

bak.

Tercî beytini söyle; çünkü dudağına kadar dolu bir kadeh geldi; can nara atıyor: Gel, tatması helâl.

*

Şaraba düşkünsen, ersen, ustaysan güle benzeme; o, bir kadehçik içti, sızıverdi.

* Cehennem gibi gel de yedi denizi de iç, sömür; sâkî de padişahım desin sana, afiyetler olsun, sinsin, şeker olsun, bal olsun.

însan inci haline gelirse sağrağı deniz olur; ağzını açtı mı o adam, dünya bir lokma olur ona.

Dünya bir lokmadır amma sineğe değil, adama, adamdan doğana bir lokmadır şu dünya.

Adam sinek doğurmaz, sen de sinek olma; adam ol, Cemşîd, Husrev; padişah ol, Keykubad kesil.

Sarhoş değilim de sözümde tat tuz yok; çünkü çalışıp çabalama, sözde edipliğe başvurma,

sanata düşme, bir tekellüftür ancak,

(s. 115) Fakat sarhoşun ağzı, arı kovanına benzer, balarısı, meramsız, maksatsız her yana uçar gider.

Balarıları, ağızlarındaki baldan sarhoş olurlar, harap bir halde ballarıyla, iğneleriyle yelin ortasında uçar dururlar.

Yâni biz altı yanlı evden kurtulduk, balarısına o tatlı şerbeti veren padişahlar padişahı kurtardı bizi derler.

Tercî, bend ister, halbuki sarhoş, bağ nedir, ip ne? Bilmez; ne bağ tanır, ne öğüt dinler, aklı başında değildir ki.

*

A canımızın canı, getir lâ’l kadehini; biz nerdeyiz, öyle uzun boylu hikâyeler dinlemek nerde?

Aç iki kolunu da kemer gibi kucakla beni; ölümsüzlüğü getir de soy elbisemizi bizim.

Yüzlerce kadeh içtin de ağzına kerpiç koydun, sesin çıkmıyor; fakat iki sarhoş gözün, sarhoşları içmeye çağırıp duruyor.

Kokusu iki fersahlık yere gelen o şarabı gizlice çekip duruyorsun, sen bilirsin, hadi bakalım, içmeye bak;

Yalnız benden gizleme; çünkü sen de bilirsin, başkaları da bilir ki ben senin bir kulunum, hem vefalı bir kulun.

Bir de şu var: Hiç şarap gizlenir mi? Eserleri yüzde de görünür, b aşta da; mutlaka belli olur, mey dana çıkar.

Deveye biniyorsun da başını aşağıya eğiyor, şehre gidiy orsun, sonra da sakın beni görmeyin diyorsun.

Sen o kadar biliyorsun, halbuki o esrik deven, af, af deyip durmada, yâni ikimizi de görün demede.

Pazarı, çarşıyı bırak, deveyi gül bahçesine sür; sarhoşların, aynı cinsten olan, birbirlerine lây ık bulunan kişilerin yeri orasıdır.

A güzelim, güzelliğine yüz binlerce Tanrı rahmeti; bizim halimiz iyi, senin halin de iyi olsun.

— rL —

LXI

A çekinip kaçarak halka boyuna cilveler eden, edalar satan; kurtuluş da sana ulaşmakla olur, murada eriş de; ne mutlu kurtulana, muradına erene.

Ateşli bir dilim var, senin aşkınla mum sanki; diyorsun ki: Baştan ayağa dek dil ol, alev kesil, yan.

Gündüzün kavgasını gürültüsünü görünce mum gibi ölü bir hale gel; gece yalnızlığı bastı mı mum gibi yan yakıl.

Dedim ki: Yalnız sana yanıp yakılmadayım, y alnız seninle uzlaşmadayım; a parsa benzeyen erkek arslanım, her an gizlenme, kaybolma gözümden.

Mademki beni kendine çektin, kul ettin, yüzünü gizleme benden; mademki bu perdeyi yırttın, germe o perdeyi önüme.

A abıhayat, bu ayrılıktan önce, senden kana

kana içen kişiyi bağışla, çekinme, gizlenme ondan.

Önce öylesine bir iltifat, sonra bu çeşit yakıp yandırma, eritip bitirme; bu nasıl iş? Önce caizdir demek, sonra caiz değildir diye fetva vermek, olur mu hiç?

A gülen can, a gülen baht, yüzümüze gül de şu kocakarı soğuğunda selvi de gülsün, gül de.

Kocakarı soğuğunda can bahçesine gitsen o soğukta her bucaktan yüzlerce temmuz görünür.

Sen git can bahçesine der, derim ki: Yolu nerde? Hâlâ der, bahçenin yolunu öğrenemedin gitti;

Can gibi esprilerin, ince anlamlı sözlerin gelip eriştiği yer yok mu, işte yolu ordadır a esprilere dalan, ince anlamlı sözlere kapılan, böylece ömrünü yele veren kişi.

Sen bizim bakışımızı iste. înce anlamlı, güç anlaşılır sözlere düşme; elinde o devlet yay varken yay tozuna sarılma.

Nefis kocaldıysa gönül genç, can terütaze; taze menekşe gibi; güzel yüzlü.

Kalbinde doğuştan bir cömertlik yoksa yüce mevkilere ermek, mal mülk, hazine, define sahibi olmak, onu zenginleştirmez.

Zenginsen, zenginliğini de gizliyorsan ne çıkar bundan? Nice yılan vardır ki meydana çıkmak için fırsat gözetir.

A mücevherler, inciler, taşlar isteyen, karanlıklarda hangisini elde ettin, nerden bileceksin?

Kırık dökük taşları yoldan, belden, incileri de denizin dibinden devşir; geceleyin kalp para basmaya kalkışma, gündüzün meydana ç ıkar, iş anlaşılır.

Paraları doğru bir ayarla sına da sana zararı

[36] dokunanı at gitsin, işine yarayanı al.

LXII

Kafdağı’ndaki Zümrüdüanka gene geldi çattı; gene göğsümdeki gönül kuşu uçmaya başladı.

Şimdiye dek peşine düşüp sarhoş olan kuş, tuttu, yemleri yaktı da çırpınıp uçmaya koyuldu.

Ayrılık gecesi kanlara gark olan göz, gene sabah yüzü gördü.

Sıddıyk’la Mustafâ, mağarada eş dost oldu; örümcek de mağara kapısına ağ kurmay a koyuldu gene.

Zevk, safâ dişi ayrılıkla körleşmişti de yüzü ekşimişti; bugün gene vuslat şekerini dişlemeye başladı.

Savaş günü giyindiği zırhı bugün ta göbeğine dek yırttı gene.

Mısır’daki ırz ehli kadınlar, gene Yusuf’un yüzünü gördüler de her biri bir turunç aldı eline, hepsi de ellerini do ğramay a koyuldu gene.

Feryat o Yusuf’tan ki gene Zelîhâ, yüklerle lâ’l verdi de mezattan satın aldı onu.

O Yusuflar arslanının kanlı ceylan gözleri,

gene âşıkların kanlarında yayılmaya koyuldu.

Evinde oturup duran can kadını, aşka düştü de çarşafını başına aldı, koşmaya başladı gene.

Hamları pişirip olgunlaştıran sevgilinin aşk hayali tenceresi, gene beynin en yüce basamağına kondu, beyni kaynatıp pişirmeye koyuldu.

* Halil’i seyret, gene aşkın iki parmağından balla süt emmey e başladı.

Aşkına tövbe edip bir yana çekilen gönül, gene sevgilinin afsununu duymaya, düzenine kanmaya kalkıştı.

Uyuyanların, uykuya dalanların fikir damına çıkan gönül, gene aşkımızla bir bir yıldızları saymaya girişti.

O işi gücü kötü hırsız ayyarın karasevdası, ip gibi gene saçlara tırmanmay a başladı.

Aşkın özündeki naz, sanatında maharetli bir sarraf gibi gene avcuna altın, gümüş, bakır kesintileri koy may a girişti.

Tebriz’de Tanrı Şems’inin lûtfu vardır, keremi vardır, o gene kulağımızdan tuttu, bizi kendine çekmeye koyuldu.

— Ş —

LXIII

A güzel, yüzyıl kaçsan da yanımıza gelmesen gene senin işini altüst ederiz, kendi işimize döndürürüz.

Kaçma, çaresiz, feleğin çemberinden geçeceksin; ister kükremiş arslan ol, ister aşağılık, uysal koyun; bu böyle.

Beden, canın omzunda çıkmış bir kan çıbanıdır, oldu mu neşter yarasına hacet kalmaz, patlar, boşalır.

Ne mutlu o bâtıla ki bâtıldan kaçar, Tanrı aşkına sarılır, yapışır, hem de zamksız, çirişsiz.

Gece gündüz, ömür elbisesini arşınlayıp duruyorlar, ölçüp biçiyorlar, ya bir gün, ya bir gece mutlaka sonu gelecek bunun.

Zavallı insan, aşk zebun etmiş onu; böyle bir süvari, sırtı yaralı ata ağır gelmiş.

Sus, sükût âleminde varlığını kaybet; çünkü o

aşkın işi, din, mezhep âşıklarını öldürmektir.

LXIV

Aşk padişahının vefası yoktur diyorlar; yalan. Senin gecenin sabahı yoktur, gündüzü göremezsin diyorlar; yalan.

Diyorlar ki: Aşk için ne diye öldürüyorsun kendini, beden yok olduktan sonra hayat yok; yalan.

Aşk yüzünden gözyaşı dökmen abes, gözünü yumdun mu görmek, buluşmak yok diyorlar; yalan.

Diyorlar ki: Şu zaman geçip gitti, biz de zamanımızı doldurduk mu can o yana gitmez, buna imkân yok; yalan.

Hayale kapılanlar, hayalden vazgeçmeyenler, peygamberlerin bütün hikâyeleri düzme, hayalden ibaret diyorlar; yalan.

Doğru yolu tutmayanlar diyorlar ki: Kulun, Tanrı kapısına varması mümkün değil; yalan.

(s. 116) Gönül sırrını bilenler diyorlar ki: Sırları, gayb sırrını Tanrı, kuluna vasıtasız söylemez; yalan.

Diyorlar ki: Kula gönül sırrını açmazlar, lütfedip kulu göğe almazlar; yalan.

Balçıktan meydana gelen insan, gök ehliyle âşinâ olamaz diyorlar; yalan.

Diyorlar ki: Tertemiz can, şu yuvadan aşk kanadıyla uçup havalanamaz; yalan.

Halkın zerre zerre iyiliğine, kötülüğüne, o gerçek güneş mükâfat vermez, ceza vermez diyorlar; yalan.

Sus; eğer birisi sana harfsiz, sessiz söz olamaz derse de ki: Yalan.

LXV

Bugün neşe günü, bu yıl eğlenme yılı; halimiz, ahvalimiz iyi, bağ bahçe de iyi olsun, hoş olsun.

Bahar geldi, gül, gülerek nerkise dedi ki: Uzak olsun kuzgunun çirkin yüzü, çok şükür

göründüğü yok, senin de gözün aydın, benim de.

Gül bülbüllerin mezesi, şeker duduların. Karganın gözü kör amma ne çıkar? Onun inadına âlem yemyeşil, lâlelik, çimenlik.

Nar, elmaya bir şeftali ver dedi; o da, çayırlığın çimenliğin bütün işsiz güçsüzleri bu heveste dedi.

Mesih’ten can verip şeftali almak gerek; hem de gönülden, kafadan gelişip yücelen canı değil, gerçek canı.

* Bağ da, bahar da gayb cennetinden gelen elçinin sarhoşu, dinle de işit; elçinin ödevi ancak haber ulaştırmak.

Kerem, ihsan güneşinin altında yeni bir kol kanat aç; çünkü güneşin önünden bulut da gitti, sis, pus da.

Bahar sâkîsi, şimdi öylesine şarap döktü ki gayb âleminin suya yanmışları bile bu feyze kandı da yeter diye feryada başladı.

Güneşimiz, can baharında Hamel burcuna kondu, o burcu yurt edindi; ne karakış korkusu var, ne kânun; ne de hoş bir şey.

Böylece başını salla, yâni gel diye işaret et de geleyim; sonra başımı kaşı, bunu istiyorum, vazgeçemiyorum bundan.

Bugün ayağını dire, sâkî ayakta, toprak suya kanmış, gökyüzü yüzlerce mumla, yüzlerce ışıkla bezenmiş.

Gâh su gö sterir bize, gâh ateş; gönlüm dağlanmıştı, dağlar vardı gönlümde, hepsinden kurtardı beni.

Gam, kedinin pençesine düşmüş fare gibi cik cik diye bağırmada; sen söyle ona, de ki: îster cik cik de, ister cak cak cak, kurtuluş yok.

Örekeyi ateşe yak, artık pamuk eğirme; şu harfler, şu söz, boğazında düğümlendi kaldı da boynun iğe döndü bu yüzden.

LXVI

Bugün neşe günü, bu yıl gül yılı; halimiz, ahvalimiz iyi, iyi olsun, hoş olsun gülün de hali, ahvali.

Güle sevgilinin gül bahçesinden yardım geldi; artık gözlerimiz gülün zevâlini görmez.

Gülün debdebesinden, letafetinden, yetişip gelişmesinden nerkisin gözleri sarhoş olmuş, bahçe ağzını açmış, gülüyor.

Süsen ağzını açmış da selvinin kulağına bülbülün aşkına ait sırlar söylüyor, gülün güzelim huylarını anlatıyor.

Gül bize yardım için elbisesini yırtarak ko ştu geldi, biz de ona kavuştuk da o yüzden neşeyle elbisemizi yırtıyoruz.

Gül, bir âlem ki bu âleme sığmıyor; hay al âlemi bile gülü hay al etmeye dar geliyor.

Gül dediğin kim? Akıl bahçesinden, can

bağından gelmiş bir haberci. Gül dediğin de ne? Asıl gülün, solmayan, dökülmeyen gülün ululuğunu bildiren bir şeyceğiz.

Gülün eteğini tutalım, ona yoldaş olalım da oynaya güle gülün aslına, zevâlsiz gül fidanına gidelim.

Gülün aslı, zevâlsiz gül fidanı, Mustafâ’nın terinden bitmiş, lûtfundan meydana gelmiştir; o ulunun yüzünden yeniayken dolunay haline gelmiştir gül.

Siz, gülün yapracıklarını koparırsınız amma yeniden yeniye can verirler ona, diriltirler onu, yeniden yeniye kol kanat ihsan ederler güle.

* Baharın davetine nasıl icabet etti gül, seyret de gör; hani ölmüş, yok olmuşken o dört kuş da Halil’e koşup gelmişti ya, tıpkı onun gibi.

Sus hoca, dudağını açma, gülün gölgesinde otur da gonca gibi dudak altından, gizlice gülümse.

LXVII

Üstünlükleri elden kaçırmakla ne de ziyana düştü; yazık nefsimize; vesileleri bozdu, fırsatları kaçırdı gitti; eyvahlar olsun canımıza.

Bütün kabilelerin övüncü olan o candan ayrıldım da kay alar bile halime acıdı, bana ağlayıp inlemeye koyuldu.

Ayrılığım, Tur Dağı’yla Safâ tepesine bir an bile yükletilse depremlere uğrarlar, yıkılıp giderler.

İçimizdeki aşkın kıvılcımları belirse bizi kınayanların tümünü yakar, kavurur.

Güzelliğinden bir zerre bile yeryüzüne vursa hiçbir çöl korkulu olmaz kervanlara.

Yüceliği gönlü aydınlatan, vuslata da, her yüce kişinin anlayamayacağı nura da and olsun;

Apaçık söyleyemediğim, ancak kinaye yollu anlatabildiğim o aramızda geçen gizli şeylere, güzelim işlere and olsun;

Gönlümden hiç mi hiç çıkmayan, fakat dilimle söylemeye de imkân bulunmayan cömertliğe,

verdiğin nimetlere and olsun;

Bütün dileklerimize kavuştuğumuzu, bütün isteklerimize eriştiğimizi apaçık gösteren parlak bir vuslata erdir bizi.

Ağlamaktan gözlerim öyle kızarmış, öyle şişmiş ki bu gözlerle hiçbir konuğu ağırlamaya gücüm kuvvetim yok.

Kapısının eşiğindeki topraktan bir avuç toprak dilerim ki sürme gibi gözlerime çekeyim de gözlerimi ışıklandırsın, aydın etsin.

Tebriz’in bütün toprağı böyle bir toprak mı; imkân mı var buna? Ben canın tıpkısıyım diyen beden olmaz olsun.

Efendimiz, sahibimiz Şemseddin, yaşadıkça yaşasın, var olsun; boynumda hakları var, işimi gücümü ancak o başarır benim.

LXVIII

Usanma, bezme bizden, çok güzeliz biz; kıskançlığımızdan örtülere büründük.

Bir gün beden örtüsünü canın üstünden attık mı görürsün bizi; Ay da kıskanır bizi, Ferkad yıldızı da, o da hasrettir bize, bu da.

Bizi görmek için yüzünü adamakıllı yıka, arın. Yıkamayacaksan, arınmayacaksan uzak ol bizden, kendi güzelliğimiz kendimize yeter.

Yarın kocayacak güzel değiliz biz; biz ebedî genciz, gönlümüz rahat, hoşuz, önümüze ön yok, sonumuza son.

Örtü eskidiyse, yıprandıysa güzel ihtiyarlamadı ya; ömür örtümüz fânî, fakat biz uçsuz bucaksız bir ömrüz.

iblis, Adem in örtüsünü gördü de yüz çevirdi; Âdem ona seslendi; sen sürülmüş, kovulmuşsun, biz sürülmedik de, kovulmadık da.

Geri kalan melekler secdeye kapandılar da bir güzele düştü gönlümüz dediler;

Dediler ki: Örtü altında öyle bir güzel var ki güzelliği aklımızı başımızdan aldı, secdeye kapandık.

Kocalmış, ihtiyarlamış kişileri güzellerden ayırt edemezsen, aşk âleminde bu seçmeyi yapamazsa aklımız, dinimizden dönmüş olalım.

Güzelin de sözü mü olur? Tanrı arslanı o; biz çocukça sözlere daldık, zaten de çocuklarız, ebced okuyoruz biz.

Çocuğu cevizle, kuru üzümle kandırırlar; çocuk olmasak cevize, üzüme lây ık olur muyuz hiç.

Bir kocakarı zırhlar, tolgalar giymiş, bunlarla kendisini gizlemiş de savaş eriyim, yüce bir Rüstem’im ben diyor.

İstediği kadar giyinsin, kuşansın, herkes bilir ki kadındır o, nasıl olur da yanılırız? Ahmed’in nuruna gark olmuşuz.

* înanan anlar, fark eder; böyle dedi Mustafâ; şimdi ağzını yum, sözsüz bulduk doğru yolu.

Geri kalanını Tebriz’in övündüğü Şems’ten dinle; çünkü hikâyenin hepsini o padişahtan duyamadık biz.

LXIX

Kıtlığa düşmüş susuzlarız, pek çok yemekler yemişiz; çaresiz değiliz amma, dertlere dermanız, çaresizliğe çare.

Mecliste şaraba benzeriz, savaşta Zül-fekaar’a. Şükretmede kaynağız sanki, dayanmada mermer kaya.

Rüşvet alan para pul padişahı değiliz; paramparça gönül hırkalarını diker, yamarız biz.

Bizden sır saklama; zaten gönlündeyiz senin. Gönlünü alma bizden, zaten elimizde gönlün.

Saman altında gizli, uçsuz bucaksız deniziz; y ahut da yıldızlarda p arlay an güneşiz biz.

Sarhoş bir halde dam kenarında durduğumuza

bakma; dam da bilir ki kıyımız, kenarımız yoktur bizim.

(s. 117) Ay ışığı dam kıyısına vurmaktan korkar mı hiç? Peki, biz ne diye gam yiyelim? Ay’a binmişiz biz.

Ciğerlerimiz aşk oklarıyla oklandıysa ne çıkar? Bak da gör hele, ciğer zahmetinden kurtulmuşuz da ne işlere dalmışız.

Köy kasabı ağlatıp inleterek bizi kesti amma gene de hem köyde yayılmadayız, hem kanarada asılı durmada.

Hem mühreyiz, hem mühreye hokka kesilmişiz; hem gönül hengâmesine dalmışız, altüst oluyoruz, hem karşıy a geçmişiz, kendimizi seyre dalmışız.

*           Ahmed’in müjdesini vermedeyiz, Mesîh gibi beşikte çocukken konuşuyoruz amma susalım;

*           Tebriz’in övündüğü Şems’in aşkıyla gece gündüz, şihap gibi, kıvılcım gibi gökyüzünde şey tanları yakıp öldürmedeyiz.

LXX

Yüzünü seyretmedeyiz, yeşilliğe de boş vermişiz, gül bahçesine de; gözüne dalmışız, şarabı da boşlamışız, şarapçıyı da.

Evi rehine vermişiz, mahalleni yurt edinmişiz; dükkânı yıkmışız, işe boş vermişiz.

Neyimiz varsa hepsini de aşk yağmaladı; kârdan da geçmişiz, ziyandan da, alışverişten de.

Aşk dâvasına girişmek, ondan sonra da namus, ad san, âr, hayâ kaydına düşmek, olmayacak bir iş; utanmay ı satmışız, âra, hayâya boş vermişiz.

Neşe yurdu, gönül hoşluğu ülkesi bize verilmiş; azın, çoğun varından da geçtik, yoğundan da.

Başımız yüceldikçe yüceldi, gökleri bile aştı; çünkü aşk zevkiyle baştan da geçtik, sarıktan da.

Biz söz söylüyoruz, sen inkâr ediyorsun, iki âlemin ikrarına da boş verdik biz, inkârına da.

Şu bir avuç köpeğe bak; nasıl da birbirlerine

düşmüşler; biz köpekten doğmadık, köpek değiliz, leşe boş verdik biz.

Sırlarını Tanrı bilir ancak, bu da yeter gider; bizse kötünün kötülüğünden de geçmişiz, düzencinin düzeninden de.

Aşkın verdiği ders nasıl, ne vakit unutulur? Artık ondan bahsetmeye de boş verdik, ona dair söz kavgasına girişmeye de, onu tekrarlamay a da.

Gizlice ne yaparsan apaçık o biter; dilediğin tohumu ek, boş vermişiz biz.

Yol arkadaşlarının mıhladızı çekti de söyletti bizi; yoksa bu yolda sözden geçmişiz biz.

Tebriz’in övündüğü Şemseddin’in yüzündeki nur sayesinde dönüp duran gök kubbedeki güneşe bile boş vermişiz biz.

LXXI

Kalk, şarabı koca sağraklarla, testilerle içelim; padişahlar padişahının meclisi bu, bu mecliste ne

diye şarap içmeyeceğiz?

Padişah bir deniz, şarap da bir tatlı, bir sinen şarap ki; sun o lâ’l renkli şarabı, sun da gör, ne biçim bir özümüz, ne çeşit bir mayamız var.

Güneş yeryüzüne öylesine bir ışık kadehi serpti ki; biz de zerre gibi sarhoş bir halde yücelerde uçalım.

Zevâlsiz güneş bize bir şarap sundu ki, gururumuzdan güneşin kadehine bile b akmıy oruz artık.

Getir o akılları yakıp yandıran, gönülleri ışıtıp ay dınlatan şarabı, getir de gönül gibi varlığımızın balçığından geçelim gitsin.

Dolu dolu içmedeyiz, çünkü padişahın keremini, ihsanını biliyoruz; şarap içmede ileri gitmişiz, hizmette geri kalmışız, kusur etmişiz.

Çünkü şükretmek, gerçekten de hizmet etmeye engeldir; bu yanda gelişmişiz, o yandaysa arık mı arıkız.

* Sırçada, kandil konan yerde parıl parıl

parlayan nurla ışıt bizi, biz zaten onun yalımlarıyla ışıyıp duruyoruz.

Beden, tandır gibi bu şarabın yalımıyla çok ısındı, çok soğudu; bizi odun gibi yak, yandır da hiç üşümeyelim.

Gökyüzü fanusu gibi can ateşlerle dopdolu; sanki bakır mıyız, kalp mıyız, yoksa halis altın mı, bunu anlamay a y aray an bir ocak.

A gül yanaklı, lâleye benzeyen kadehi meclise getir de biz de o lâleye benzer kadeh yüzünden gül gibi yaseminler devşirelim.

Güzel güzel gül, güzelliğin, hoşluğun özünü, may asını getir meclise; biz herkesle hoşuz amma seninle olduk mu, daha hoşuz.

Çalgıcı, o terütaze nağmeyi bir kere daha söyle de seyret bir; sen tazesin, lâtifsin amma biz senden de daha tazeyiz, daha lâtifiz.

Coş, güzel sesin gelsin, vursun bize; aşkına vefa göstermede biz mermer kayayız âdeta.

O nefesi, miras olarak Mesih’ten aldın sen;

üfür kulağımıza, ne üfürülürse çaresiz o sesi veren zurnayız tıpkı.

Ağız sözlerle dolu amma yum ağzını, sus, çünkü inkâra döşenmiş hasetçilerin yanındayız.

LXXII

Dünyada kimseyle uyuşamayız, uzlaşamayız; gök kubbe altında bir ev kuramayız biz.

Mahmuruz, sarhoşuz, susuzuz, içtikçe içiyoruz; herke s yeter demiş, sızmış, y eterimiz yok bizim.

Rahmet denizidir bu, düşmansa üstündeki köpük, çerçöp; her çerçöp için gönül dalgasından vazgeçmeyiz biz.

* Burnu büyük Âd gibi, Semûd gibi şu yokluk alanında köşk kurmay ız, çardak y apmay ız biz.

O ölümsüzlük mülkünde Nuh gibi, Halil gibi aşk köşkünden başka bir yapı yapmayız biz.

Avlanmak istedik mi uçup gittiğimiz yer Kafdağı’dır, akbaba gibi leş avlamayız biz.

Güzelim tertemiz huriler dururken kahpecikleri kandıran o kapkara Şeytan’ı gelin almayız biz.

Kapkara hırs, tamah toprağına meyvesi cefa olan fidanı dikmeyiz biz.

Gözümüzde onun kutluluğunun tadı varken kutlu cana bile bakmayız biz.

Sus, bundan böyle, bizim cinsimizden olmadığı için pek o kadar nazma da, pek öyle kafiyeye de aldırış etmeyiz biz.

LXXIII

Şu durmadan, şu her an sunulan, şu kıpkırmızı şarap la dolup boşalan kadeh yüzünden kanlı gözyaşlarım şıp-şıp-şıp damlamada. Bu sesler bir davulu andırıyor sanki; a gönül, şükrederek çal davulu sen de: güm-güm-güm.

Şarap davulunu buldun, hadi, çal şükür davulunu; gâh zîr perdesinden çal a gönül, gâh bem perdesinden, bem-bem-bem.

Benim için de bir davul al davulculardan, al da

çalayım, çalayım da dünya bahçesinden gamın, kederin dallarını koparayım, kökünü söküp atayım.

Bir ordu geldi çattı, ordunun kumandanı da aşk; dağ da davulla, bayrakla doldu, ova da.

Biz şarapla dopdolu bir hale geldik, sâkî de inadına şarabı aşırı sunmada, derya gibi sunmada.

Bilir misin, deniz neden kabarıp coşar, dalgalanıp köpürür? Benden işit, çünkü deniz adamıyım, denizdeyim ben.

Kabı dar gelir kendine, geniş yer ister de sonucu su havalara kalkar.

A güzelim benim, su ta gökteyken yolculuğu huy edinmiştir; gökten yağar, havaya ağar, dağdan çağlar, derede akar.

Bizim abıhayatımız, denizin suyundan aşağı değil ya; biz de varlıktan yokluğa dalgalanıp gidiyoruz.

Cana, ne şu topraktan yaratılmış dünyada bir

karar vardır, ne şu boyu bükülekalmış gök kubbenin altındaki havada.

Hangi bahçede açılıp saçılmışsa can oraya meyleder, yâni o büyük mü büyük, yüce mi yüce padişahlar padişahının sanat kucağını ister.

Şu halde bırakma, daha şarap içebilirsin; hocam, bu zulme, bu siteme razıyız biz.

Sus, şehre fitneler saldın; fakat amcanın canı bir dery adır; beyhude yere onun susmasını bekleme.

LXXIV

Hiçbir şeycikler söyleme, gizli bir hazine elde ettim; can verdim amma bir cihan aldım.

Yüzüm bir kuyumcuya benziyor, ondan işit bu sözü; diyor ki: Bir kesim altın verdim, bir maden satın aldım.

Sevgilinin güzelim gözlerinden ne oklar yedim, kalem kaşlarından ne yaylar elde ettim.

Halka, örtülü, kapalı söyleyeyim şu sözü; bunu

falandan satın aldım demeyeyim kimseciklere.

Balık gibi dilsizdim ben, fakat bir şeker dudaklıyı gördüm de bir dil satın aldım.

Ansızın bahçede bir ağaç gibi bittim, boy attım; o eseri belirmeyen bahçeden bir iz buldum, bir eser elde ettim.

Bahçede, bu bahçenin dedim, ucu bucağı yok; yok amma ben yoklukta bir bucak buldum.

* Tebriz’in övündüğü Şemseddin’e ulaştım, iki âlemden de dışarı, bir kırana eriştim.

LXXV

(s. 118) Kalkın a âşıklar, göğe ağalım; şu dünyayı gördük, bir de o düny ay a varalım.

Hayır, hayır; şu iki bahçe de güzel, ikisi de hoş, fakat ikisinden de geçelim de bahçıvana gidelim.

Sel gibi secdeler ederek denize dek gidelim, denize kavuştuktan sonra da üstündeki köpükler gibi el çırpa çırpa koşalım, yürüyelim.

Şu yas âleminden düğün dernek âlemine sefer edelim, şu safran gibi sapsarı yüzü bırakalım, erguvan gibi kıpkırmızı bir yüz elde edelim.

Düşme korkusundan yaprak gibi, dal gibi titreyerek, yüreğimiz atarak aman yurduna varalım.

Gurbetteyiz, dertten kurtulmamıza bir çare yok; toprak yurdunda yola düşmüşüz, tozdan kurtulmamız mümkün değil.

Yemyeşil dudu kuşları gibi güzelim kanatlarımızı çırpıp uçalım, şeker yurdu kesilelim, şeker alana gidelim.

Şu şekiller, hep izinin tozu belirmeyen bir ressamın varlığına delil, kem gözden gizli, ta izi belirmeyen ressama varalım.

Belâlarla dopdolu bir yol; fakat kılavuzumuz aşk; bu yolda nasıl gideceğimizi öğretiyor, belletiyor bize.

Padişahın lûtuf, kerem gölgesi korur bizi; korur amma gene de kervanla yol almamız daha iyi.

Yarıklarla dolu bir dama yağan yağmura benziyoruz, yarıklardan kaçalım, oluğa varalım.

Yay gibi eğriyiz, çünkü kiriş boğazımızda; mademki dosdoğru geldik, yaydan ok fırlar gibi dümdüz gidelim.

Kedilerin korkusundan fareler gibi evde kaldık; arslan oğluysak varalım, o arslana

[37]

gidelim.

Yusuf gibi güzele karşı canımızı ayna haline getirelim de Yusuf’un güzelliğine bir armağanla varalım.

Susalım da sözler bağışlayan söylesin, o nasıl söylerse biz de o çeşit gidelim.

LXXVI

Gözünü aç da bak, o gözler yüzünden apaydınız zaten; hâşâ, gözümüzü o yüzden ay ırmay ız biz.

Pervanene, gene de kendin için yalım yalım

yak, aydınlat göğsünü; aydınlat da aşkla atalım kendimizi o aydınlığa.

Aşk korkusunu arttırdıkça arttır, emin olmayı istemiyoruz; senin aşk korkundadır adamakıllı emin oluşumuz bizim.

Pervaneye, her gün, senin mumundan bir müjde geliyor, öl diyor yâni, öl ki sana biz can vermeyi kabullendik, diyetin bize.

Benliğimizden geçelim, varlığımızı terk edelim, aşkla yüzlerce batman varlığa ulaştık, aşkla varız ancak dediğin gün yok mu? İşte o gün neşeliyiz, o zaman sevinç içindeyiz biz.

Senin güzellik bahçeni görmüşüz, o yüzden selvi gibi boyumuz yüce, o yüzden süsen gibi dilli miyiz dilli.

Yürü, zamanenin gül bahçesini ateşlere yak; yüzüne âşık olduk da o gül bahçesine daldık çünkü.

A aşk yoluna girip de gönlü pörsüyen, alt olup giden, çabuk kaç, gel, bize sığın, çünkü biz demirden bir kaleyiz.

Tebriz padişahı Şemseddin’in ateşindeki zevk yüzünden yüzümüzün suyunu tamamıyla döktük, sâfi yağ kesildik.

LXXVII

A benim kulağımı tutup çeken, apaydın gözüm sensin; beni ne diye bahçeye götürmek istiyorsun; zaten bağım da sensin, gül bahçem de sen.

Bir ömür boyunca senin sofrandayım, senin nimetini yiyorum; senin lûtuf bayrağının altında davul çalıp durmadayım.

Sevgili, bu rüya mıdır, hayal mi diye iki gözümü ovup duruyorum, acaba ben miyim bu? Bir türlü inanamıy orum.

Evet, benim, fakat benliğimi bırakmışım, varlığımdan soyunmuşum, yeniay gibi senin dolunayına karşı pek ince, pek sönük görünmedeyim.

Padişahlar padişahının tacını bile hor görüyorum; yüzünün şevki, boynuma bir halka

benim, elbette böyle olacak bu.

Balıklarla beraber senin denizinin nimetlerini yiyorum; kıskançlığımdan karadakilerle bir türlü kaynaşamıyorum, suyla yağ gibi tıpkı.

îşim gücüm, denizden su içmektir amma balık gibi benim de su içtiğimi gören yok.

Cefa tırnağı dilek damarımı kaşırsa o tırnağın zahmetiyle çeng gibi pek güzel sesler veririm.

Fakat sen de anladın ki bir tek damarım bile yok; atan, oynayan bir tek damarım varsa göster, kökünden ke sip atay ım onu.

Ne iştesin dedin, yok olanın işi de olmaz. Evet, doğru; fakat ben yok değilsem, yok olmamışsam neden yurdum, konağım, yokluk olmuş?

Sen kıyamet Sûr’usun, bense bir ölüyüm; sen ilkbaharın canısın, bense selviyim, süsenim.

Ben şöylece y arım yamalak söyledim, gerisini sen söyle; sen aklın da aklına akılsın, bense pek akılsızım.

Ben bir resimdir yaptım, ona can vermek sana

düşer; sen canın da canına cansın; bense beden isteyen biriyim ancak.

— N —

LXXVIII

Apaydın, dupduru bir suya benziyorsun, bulandırma bu suyu; gönlüne perde salma, kapatma gönlünü, etme gönül, etme bu işi.

Temiz erler seyir seyran için toplandılar, gönlün çevresine oturdular, bu yüce erlere karşı sen de utanç içinde kalma, gönlü de utandırma.

Gönül, kendini aşktan çek diye nara atıyor; tamamıy la can kesilmişsen gönlü böyle nekes alıştırma.

Bakırı altın ederler ya; bu bir başka bilgidir; şu ettiğin işlerle bakır altın olmaz, bırak bu işleri.

A can, gönülden ayrı düşeli bir hayli zaman oldu; otuz yıl uzak kaldın, bâri şu otuz yılı kırk yıla çıkarma.

Gök havanında ezilip toz haline gelen şey, sürme değildir; sürme diye çekme onu gözüne.

Nice hengâmeler var; öyle her yol başında

durma; vakit geçti, gün bitiyor, oyalanıp kalma.

LXXIX

Sevgili, şarap getir, bahtımı tamamla; zevkimi aman yurdu, esenlik mülkü gibi kutlu bir hale getir.

Zühre yıldızı senin şarap meclisinde değersiz bir halayıkcağızdır; gönül güneşin tutulmuş, aç güneşini de Ay bile kul köle olsun.

Mesîh gibi gökten yemek getir; insanları vazgeçir şu ekmekten, şu çorbadan.

Bir avuç donmuş, buz kesmiş kişiyi sıcak nefeslerinle canlandır, açılıp saçılsınlar; bir avuç yoksul dilenciyi yüceler yücesi padişah haline getir.

Şu bumburuşuk, somurtkan yüzü güldür, neşelendir, şu kesilip biten ömrü ebedîleştir.

A her başın şevki, âşıkların başlarını kaşı; a her durağın zevki, kucağımıza gel, orayı durak edin.

Mademki kadehi o lmay an evin ışığı da yok;

biz de bir ev kurduk, kadeh tedarikine bak.

Lûtfun, bize yüz binlerce nimetler vermede; gönül şaşırıp kalmış, ne diyeceğini, hangisini isteyeceğini bilemiyor.

Sus, dost sormadan da cevap verir; sen onu seyre dal, sözü bırak.

LXXX

Kızmışsın, seni seven, esirgeyen, sana acıyan d o sttan gönlünü almışsın, betinden benzinden bunu anlıyorum, bu kokuyu alıyorum.

Cismin şekli, güneşe benzeyen yüzünden mey dana geldi, parladı; bu yüzden benim de gökyüzü gibi sırtım kambur, göğsüm gömgök.

Attığın o kızgın bakış oklarından yüzlerce ok gibi dümdüz boy, yay gibi iki büklüm olmuş.

Soruşuma kızdın da lâ’l dudaklarını yumdun; bunun derdiyle bende can mı kaldı, gönül mü, dil mi?

Lûtfun bir merdivendi devlet damına, ikbal

konağına; halbuki o lûtuftan vazgeçmişsin, merdiveni kırmışsın şimdi.

A her an hayali yüzlerce canın canına can kesilen, şu yalvarışım, vallahi canımı kurtarmak için değil.

Hatırla; hani bir gece kan kesilmiş candan bir eser istemiştin de göstermiştim sana;

Sevgili, o gecenin hatırı için o simsiyah, o kıvırcık saçları boynuma dola da sarhoşça çek beni;

Çek de can kutluluklarla yuvarlana yuvarlana gitsin; mekânsızlık âleminde ikiye bölünmüş saçların çevgen olsun, gönül de top kesilsin, yürüsün varsın.

Şemseddin’in şehrine, Tebriz’e adalet kürsüsünü kur da Arş da nurlansın, dünya da hayran olsun.

LXXXI

Duydum ki sefere çıkmayı kuruyormuşsun,

etme. Bir başkasını sevmeye, bir başkasını dost edinmeye niyetlenmişsin, yapma.

Zaten dünyada garipsin, eşin, benzerin yok, ne diye bir de gurbete düşeceksin? Hangi ciğeri yaralanmışa kastediyorsun? Etme.

Bizden ayrılıp yabancılara gitme; gizlice, hırsızlamaca başkalarına bakıyorsun, bakma.

(s. 119) A ay yüzlü, gök bile senin yüzünden altüst olmuş; bizi yıkıyor, yerlere seriyor, altüst ediyorsun, etme.

Ne diye vaad ediyorsun, ne diye yemin ediyorsun? Yemini, işveyi kalkan ediniyorsun kendine, yapma şu işi.

Nerde benimle ettiğin ahit, hani bana verdiğin söz? Bu kulla ettiğin ahdi bozuyorsun, bozma; verdiğin sözden dönüy orsun, dönme.

Ey tapısı varlıktan da üstün ve yüksek olan, yokluktan da; varlık ülkesinden geçip gidiyorsun, gitme.

Cennet de senin buyruğuna kul, cehennem de;

bize cenneti cehennem ediyorsun, etme.

Senin şeker yurdunda zehirden eminiz, fakat tutuyorsun, o zehri şekere katıyorsun, katma.

Canım ateşlerle dopdolu bir ocak sanki; yetmez mi bu yaptığın? Ayrılıkla yüzümü altına döndürdün, sarardım soldum; etme.

Sen yüzünü gizledin mi Ay bile derdinle kararır, Ay’ın tutulmasını mı istiyorsun, kastın bu mu? Yapma.

Kırılıp darıldın da sustun mu bizim de dudaklarımız kurur; ne diye gözlerimizi gözyaşlarıyla ıslarsın? Etme şu işi.

Mademki âşıklar topluluğuna tahammülün yok, ne diye aklını şaşırırsın, âşıklara hiç bakma, hiç görme onları.

Pehriz yüzünden hastaya helva vermiyorsun, tatlı bir yüz göstermiyorsun amma hastanı daha da beter ediyorsun, etme.

Şu haramlar yemeye alışmış gözüm güzelliğinin hırsızı; fakat canım benim, göz

hırsızına ceza veriyorsun, verme.

Çek başını a yol arkadaşı, söz söyleme sırası değil; aşkın zaten başı yok, hal böyleyken ne diye başını kesmeye kalkışıyorsun? Kesme.

LXXXII

Bizden beziyorsun, sıkılıyorsun, etme bu işi; kızıyorsun, yüz çeviriyorsun bizden, çevirme.

Kendi kârını düşünüyorsun, kendi faydanın kaydına düşmüşsün, bizim de ziyanımızı istiy orsun; hiç kimsecik kâr etmedi bundan, ziyan ediyorsun sen de, etme bunu.

Bundan böyle ziy anımızı istememeye razı oldun, fakat etme; kimin, kimlerin razı olması için bu işe katlanıyorsun?

Şarap yerine gam sirkesi veriyorsun, verme. Ne diye derede kan ırmağı akıtmadasın? Akıtma.

Yüzümden zevk, neşe sevincini gideriyorsun, giderme. Bakışlarına yüzümü hedef tutuyorsun, tutma.

Hem mazlum öldürmedesin, hem acınmada; yol vuran da sensin, feryat eden de sen, etme.

Elim, ayağım hiçbir işe varmıyor, çünkü sevgilinin sarhoşuyum; bırak sarhoşu yıkılıncaya dek, ne diye çekip duruyorsun? Çekme.

Diyorsun ki: Gel, sana sabrı çoban edeyim; kuzuy a ne diye kurdu çoban edersin? Etme.

Gündüzün zahitsin, geceleyin zahitleri öldürürsün; bu gece uzlaşma, b arış gecesi, fakat gene de o işi yapıyorsun, yapma.

A güzelim, dostlar kıskançlıktan birbirlerine düşman kesildi; bu dostu ne diye öbürüne düşman edersin? Etme.

Şarap içme diyorsun, şarap vermeyeceksen ne diye mahmuru dudakları kupkuru bırakırsın? Yapma bunu.

Dümdüz, ok gibi yürü, havamızda uç diyorsun; pekâlâ, fakat doğru oku ne diye tutar da bükersin, yay haline getirirsin? Etme şu işi.

Sus diyorsun, fakat beni susturmayan da gene

sensin; her kılımı, aşkınla bir dil haline getirirsin, getirme.

LXXXIII

Görüyorum ki cefa etmeyi kuruyorsun, etme. Bizi azarlamaya niyetleniyorsun; bizden ayrılmaya hazırlanıyorsun, yapma.

A benim iki gözüm, köpürüp kükremiş arslan gibi kıskançlık çayırında ne diye kanıma giriyorsun? Girme.

Bahtımı kalem gibi baş aşağı tutmadasın, tutma. Belimi “dal” gibi ikiye bükmedesin, bükme.

A güzelim, sen tamamıyla Tanrı lûtfusun, Tanrı ihsanısın, böyle olduğu halde tutuyorsun da kendini Tanrı azabı, Tanrı kahrı haline getiriy orsun; yapma.

Lûtfunla, kereminle gönlümü aldın, lûtfunu, keremini eş ettin gönlüme; sonra ne diye bu lûtuftan, bu keremden ay ırırsın onu, etme.

Güzel yüzünün sayesinde şah olan piyadeyi tekrar neden gamla mat eder, yoksul bir dilenci haline getirirsin? Getirme.

Yüzünün ışığıyla dolunay haline gelen kulu, neden dertlerle yeniaya döndürür, iki kat edersin? Etme.

îster kâfir olsun, ister mümin, hepsi de senin havana düşmüş; ne diye tutar da kâfirle savaşırsın? Savaşma.

Mûsa gibi kendinden geç, sopa gibi sus; Tur Dağı gibi neden ses verip duruyorsun? Verme.

LXXXIV

Sevgili, şarap getir, bahtımı yücelt, o halka halka saçların gönlüme kement olsun.

* Meclis hoş, biz de, arkadaşlar da hep hoşuz; ateş getir, bir çaresini bul, ateşe bir avuç çöreotu at.

O esirgenmeyen şarabı dök düşüncelerin, kaygıların başına; geç kendinden de şu kendini

beğenmiş gönlün lâyığını ver.

A gam, yürü git, sarhoşlarla, işin yok senin; kimi ayık bulursan ziyanın ona dokunsun.

Sarhoşlar düşüncelerden de kurtulmuştur, gamdan da; sen var git de kurtulmay anları sıkıştır.

* Ey “İtaat eden ve iyilikte bulunanlar, şüphe yok ki kâselerle şaraplar içerler, kâfur ırmağının suyu da karıştırılmıştır bu şaraba” meclisinde sarhoş olan can, hevâsına, hevesine tutsak olanın ağlay ışına acı acı gülmey e bak.

Bak da gör, hepsinin de sakalı ölümün elinde, gör de acı; hepsini ölümden kurtar da fay dalandır.

Ey Ay, varını yoğunu vur öküzün sırtına, düş yola; sarhoş arslan avcısıyla bahse girişme, öğüt vermeyi bırak.

Gözümüze bak da seyret, nasıl kendimizden geçmişiz; bizi al ata, kula ata bindir (kızıl, bozsarı şarap sun bize).

Şu bedenimizde aklı başında, ayık bir kıl bulabilirsen otur da onunla hesaplaşmaya giriş, yetmiş küsur defter karala.

A kara yüzlü tabiat, yürü, gene Hint diyarına git, a Türk’e benzeyen aşk, at sür, Cend şehrine yürü.

Nerde sarhoş olursan orda otur, orasını yurt edin; nerde şarap içtiysen orda yat.

Sana Tanrı mutfağında can gıdası yoksa o zaman yürü, başını sok şu koyunların ağılına.

Gökyüzü güzellerinin sana görünmesini, cilvelenmesini istiyorsan gönlünü aynacıya ver, cilâlat, parlat.

A gönül, sus da hep harfsiz konuş; neliksiz- niteliksiz âlemden, dilsiz-dudaksız bahset.

LXXXV

Âşıklarla düş kalk, daima aşkı seç; âşık o lmay ana bir an bile eş dost olma.

Sevgili, lütfetti de yüzünden yücelik perdesini

açtıysa yürü, örtüsüz bir sûrette yüzüne dal, seyre bak.

Yüzünde onun yüzüne ait izler bulunan kişinin yüzünü gör, alnında güneş parlayan güzeli seyret.

Güneş, onun yanaklarına yanaklarını koymuş, ona öylesine bir ışık vermiştir ki yüzünü görünce Ay bile kendinden geçer de yerlere döşenir.

* Alnına dökülen saçlarında “Ancak sana taparız” âyeti yazılıdır, gözlerinde “Ancak senden yardım isteriz” bakışı vardır.

Bedeni hayale dönmüştür, kansızdır, damarsızdır; içi de, dışı da tamamıyla sütten ibarettir, baldan ibaret.

Eşsiz sevgili onu o kadar çok kucaklamıştır, öylesine bağrına basmıştır ki o artık sevgilinin kokusunu almıştır, bırakmıştır şu toprağın kokusunu.

Bir sabahtır, beyazlığı yok; bir akşamdır, rengi, boyası yok; bir zattır, yanı beli yok; bir

yaşayıştır o, bu yaşayışa benzemez.

Güneş, hiç gökyüzünden borç ışık ister mi? Nasıl olur da gül fidanı yaseminden koku ister?

Balık gibi konuşma, deniz suyu gibi arı duru bir hale gel de çabucak inci, mücevher hazinesine emin ol.

Kulağına söyleyeyim, hiç kimseye söyleme; biliyor musun, bütün bu vasıflara sahip olan kim? Tebriz’in övündüğü Şemseddin.

LXXXVI

Yarabbi, şu sükûta varanların, şu dalıp gidenlerin tuzağıyla bizi çeke sürüy e kendine doğru çekip alan da kim?

Ey canımızın yakasından yapışan, ey bizi baş çekip kendine güvenenlerin topluluğundan, sarhoş olup kendinden geçenlerin topluluğuna çeken;

Ey kulağımızı tutan, aklımızı fikrimizi dağıtan; ey akıllılara sâkîlik eden, aklı başında

olmayanlara rahat, huzur olan,

Bizi elsiz çekiyorsun, kılıçsız öldürüyorsun; suçsuz, sebepsiz âşıkları öldüren gözler, bakışlar, senin gözünün, senin bakışının talebesi.

Abıhayat, senin aşk şehitlerinin nasibidir; şu susuzları kandır o nimetle.

(s. 120) Gönüldeki düğümleri açan senin vuslat yelindir, ümit dalına bir esintidir gönder.

Zaten güzellik, varlık âleminde oturup durmadadır; yukarda, aşağıda şu aray ıp aktaranlar, o oturup duranın yüzünden arayıp taramay a koyulmuşlardır.

Bütün yola düşenlerin maksatları, oturanlara kavuşmak, onlara ulaşmaktır. Söz söyleyenlerin meramları, sözlerini susanlara işittirmektir.

Ateş suda gizlenmiştir, fakat su, fıkır fıkır kaynamaya başladı mı ateş kesilir, ateş yüzünden ses çıkarmaya başlar.

Şekillerden geçtin mi cana kavuşursun, ay yüzlüleri bıraktın mı gökyüzünden de geçersin,

yücelere ağarsın.

Heybeyi ne diye müflislere emanet eder, bırakırsın, canını ne diye kertenkelenin dişine sunarsın?

* Abdallar beyi senin külâhını, ayakkabını aldıktan sonra sen ister köylü ol, ister iğdişlerden.

Bilgi silahındır senin, silah da erkeklik alâmetidir; erkek değilsen erkeklik alâmetinin olmaması daha yeğ.

Artık söz söyleme; çünkü söz, suyunun dibindeki kumdur; körlerden değilsen, gözün görüyorsa kaldır başını da güneşe bak.

LXXXVII

Ey andan âna bedenin içinde canı sûretten sûrete koyan; ey bu nükteleri düşünüşümden de daha yakın olan bana.

Geleceği, geçmişi ne diye anıp durayım? Zamanın tadı tuzu da sensin, kıblesi de.

Gerçeklerin canısın sen, aynı zamanda gönüller alan hayaller de sensin, şu ağza sığmayan yüce, büyük şekiller, sûretler de sensin.

LXXXVIII

Sarhoşluk, âşıklık, gençlik ve cinsten her şey bir araya geldi; kutlu bahar erişti de bütün bunlar toplandılar, beraberce oturdular.

Şekilleri yokken birer şekle büründüler; yâni düşünülenler şekilleşti, seyret de bak.

Gönül, gözün dehlizidir; gönüle ne gelirse ordan göze gelir de bir şekle bürünüverir.

* “Gizli şeyler açığa vurulmuş”, bağda bahçede kıyamet kopmuş, o Çin güzelleri, gönüllerini gö stermede.

Yâni diyorlar ki: Senin de gönlün varsa göster, ne vakte dek gönlün toprak içinde gizli kalacak?

* Kışın, bağın bahçenin duası, “Sana taparız ancak” sözüdür; ilkbahardaysa “Senden yardım

isteriz, ancak” der;

“Sana taparız ancak”, yâni bir şey dilemeye, lûtfunu istemeye geldim, aç zevk, neşe kapısını, artık böyle hüzünler içinde bırakma beni;

“Senden yardım isteriz ancak”, yâni meyvelerle dopdoluyum, ağırlığından nerdeyse kırılacağım, sen beni koru ey yardımı istenen, ey yardım eden.

Lâle, her an güle der ki: Ne tuhaf, nerkis yasemine dalmış, ne de hayran hayran bakmada.

Süsen, yazıklar olsun diye dile gelir, yasemin, a dilbaz der kimseyi hor görme, kimseye acıklanma.

Menekşe iki büklüm olmuş amma yalancıktan, o, tek, eşsiz bir düzenci; düzenini de nilüfer biliyor a arkadaş.

Sünbülün başı, mahmurluktan sağa sola eğilmede; solunda bahar yelleri, sağında reyhanlar.

Çimen, selvinin ardınca yaya, koşmada;

gonca, kem gözden yüzünü gizlemede.

Salkım söğüt eğilmiş, şu terütaze dal, ne diye kollarını salmış, oynuyor diye ırmak aynasına hayran hayran bakmada.

Toplamak için önce el, kol salmak gerek, sonunda kol açıp oynayışta da topladıklarını serper, döker saçar.

Yaratıcı, bağda bahçede öylesine bir meclis kurdu ki kuşlar çalgılar gibi aferin demeye, nağmelerle ötüşmey e koyuldu.

O çalgıcıların beyi, hani adına bülbül derler, işte o, gülün sarhoşu, güle âşık, onun için böyle güzel, böyle hoş.

Üveyik, kekliğe nerdeydin şimdiye dek der; o da, hani bir yer var ya der, orda ne mekân var, ne oturan, ordaydım.

Şahin, doğana der ki: Bu güzelim avları yokluktan kim avladı da yeryüzüne getirdi?

* Bir bölük gül yüzlüler, bir bölük de sakalları, b ıy ıkları yeni terlemiş dilberler; hepsi de gayb

perdesinin ardında; “Büyüktür onlar, yazarlar” diye anlatılan melekler sanki.

Biz birkaç kişiyiz derler, öncü gibi ilkin geldik, şimdicek o pusudan çıkar, güzeller ordusu da gelir ç atar.

O dünya Ken’an’ından Yusuf yüzlüler gelir, erişir; dudakları tatlı dilberler, bal denizinden çıkar, gelir.

İşte hurmaya, şekerkamışına, o tane tane nara, o tanesiz incire de mektup ları geldi.

Ne güzel ova orası; rengini kokusunu ordan aldı elma; o güzel kokuyu, o gelişip olgunlaşmayı ordan elde etti turunç.

Üzüm geç geldi, atı yoktu çünkü; geç gel, fakat ol da gel, çünkü fitnesin sen a hain, fitnesin a ulular ulusu.

* Ey en son gelen ilk, ey meyvelerin sonu olan ilk meyve, ey Tanrı’nın “sağlam ipine” el atmış, ona yapışmış meyve.

Tatlılığın görülmemiş bir şey, acılığınıy sa hiç

sorma; akla benziyorsun hani; şer de ondandır, hayır da, küfür de ondan meydana gelir, din de.

Belâ zamanında şeker gibisin, genişlik, ferahlık çağında ot gibi; devedikeninin üstüne inen kudret helvasına benziyorsun, acılığın da tatlı bir belân.

Ey bilgi, anlayış sahibi, ey her şeyin temeline ermiş, özünü anlamış er; elin kolun uzun, gücün kuvvetin her şeye yeter, zaman sana ısmarlanmış.

Kavun, senin elinle öyle bir eve konmuş, gizlenmiş ki ne kapısı var o evin, ne penceresi; çünkü sen cansın, bense böy ley im, gördüğün gibiyim işte.

Kabak, senden kaçmış da ipe tırmanmay a koyulmuş, fakat o kırık testiceğiz, nerden kurtulacak kaynaktan?

Seni dinlemedi de boynunu bağladılar; kulağı olsaydı tutar, çekerdin, bir hoşça çınlatırdın kulağını.

* Tanrı, “güzelim boynunu hurma lifinden

örülmüş bir iple” bağladı onun, çünkü duyulup anlanması gereken habere kulak asmadı.

Tanrı sözünü duymayan kulak, eşek kulağıdır; sen her an Tanrı’nın apaçık davetini duyagör.

Bütün varlığını boğaz kavgası, bel sevdası kaplamış, kabak gibi senin de kulağın yok, ta y üreğinin damarı bağlanmış kalmış.

Padişahın kulağına halka ol da boynundan ipi çöz; insan kulak yoluyla yetişir, gelişir.

Bu sözün geri kalanını o levh padişahı yazar, güzel Çin ressamı söyler; sen resimlere dalma, ressama bak.

Canın ta kendisine Çin ressamı dedim, o Tebriz’in tek padişahı Şemseddin’i böyle övdüm işte.

LXXXIX

Sevgili, sen Kelîm’sin, ben de sopanım senin; gâh halk dayanır bana, gâh ejderhân olurum senin.

Senin lûtuf, merhamet elinde dostum, sopayım; fakat beni bir başka hale soktun mu da yılan kesilirim.

Ey ölümsüz Tanrı, varlığına ne gün sığar, ne zaman; günüm de senin havana düşmüş, zamanım da.

Bana yüzlerce gün, yüzlerce zaman bağışlasan hepsi de aşkına, mahabbetine feda olsun.

Gözüm, dilsiz-dudaksız senin görülmemiş, eşsiz vasıflarını gönüle söyledi; gönül, b aştan başa göz oldu gitti.

Gözlerim senden gönüle haber götüreli gönül iki gözüme dua edip durmada, gözlerine sağlık diye gene sana yalvarıp yakarmada.

Gökyüzü, yüzlerce mumla gece gündüz senin gönüller alan o güzel gözlerini aramada, dönüp durmada.

Kâsede nimet kalmadıysa, kese boşaldıysa ne çıkar? Cana canlar katan yüzün, yüzlerce can veriyor, yüzlerce gönül bağışlıyor bize.

Havana düştüm de bu yüzden evim barkım, dükkânım, işim yıkılıp gittiyse ko yıkılsın; bu yıkık yere senin ışığın vurdu, harabemi sen ay dınlattın ya.

A benim canım, razılığın, gönlün gam yemesindeyse, razı olasın diye gama yüzlerce gönül veririm ben.

Senin gam havanında bir güzelce döv, ez beni; senin tuty an olur, bu ezişinle gözlere çekilirim, gözleri ay d ın latırım ben.

Can da nedir? Güzelliğinin gül bahçesinden bir y arım yaprak; gönül dediğin de ne? Senin bağında bahçende açılmış bir çiçek ancak.

Söyleyen ben değilim amma gene de susayım; söz senindir, halkın sözleri, senin se sindir ancak.

XC

O gül bahçesine benzeyen yüzünün hayali geldi de dudaklarına dair şeker hikâyelerini haber verdi.

Ona, candan ne haber dedim, ne âlemde o? Canın da senin cihanından bir haberi yok, cihanın da.

Neymişsin yâni, aslın neymiş senin? Nasıl bir incisin sen, madenin ne biçim madenmiş?

(s. 121) Kılavuzum aşktı, o çekti, götürdü beni sana, önce aşka kulum köleyim, sonra sana.

Kanlarla dolu gönlüme, bu da kimin diye el attı; utandım amma gene de dedim: Senin.

Gözü gözüme ilişti de bu da ne dedi; a ay yüzlüm dedim, senin inciler saçan iki ıslak, terütaze bulutun.

Safran gibi sararmış yüzümü kanlara bulanmış, lâleliğe dönmüş gördü de a gül yüzlüm dedim, hepsi de senin izin, senin eserin.

Nerde kokladıysa beni, kendi kokusunu duydu; iyi bak da gör dedim, canına and olsun, böyleyim işte.

Ey Şemseddin, ey Tebriz’in övüncü, canımız oturup senin tortulu şarabını içenlerin halkasında.

XCI

A utancından yüzü gül gibi kızaran, neden çekiniyorum ben, senden mi, utancından mı?

Gül bahçesi, yüzünü gördü de yüzlerce renge boyandı, ne diye utançtan gül gibi yüzün kızarıyor senin?

Sevdadan yüz binlerce hırka diktim, türlü tedbirlere başvurdum, fakat utancın bir anda hepsini de y aktı gitti.

Utancının arı duru olanı, aslı, mayası, gayb perdesinin ardında; şu görünen utancın, gül bahçesine benzeyen yüzüne dökülen tortusu onun.

Taş kesilmiş gönül, senin utancını gördü de eridi, su oldu; yarabbi, bu nedir, utancın, aklı başında olana neler etti?

Senin utanç dağlarına düştü de taştan, topraktan ibaret olan dağ, kan kesildi, adı da lâ’l oldu.

XCII

Güzelim, kendi güzelliğimi de senin güzelliğinde gördüm, hayalin için baştan başa bir ayna kesildim.

Şurası daha da tuhaf; iştiyakından gözüme uyku girmiyor, gene de gözlerim, seninle buluştuğundan her seher çağı kalkıp hamama gidiyor.

Bir kadına benzeyen hatırım, her an doğurmada, gebe, fakat senin ışığından, senin parlaklığından gebe.

Hem de dokuz aylık gebe, nasıl dursun, dayansın; çektiği ağrıdan, sancıdan nerden haberin olacak senin?

Ey aşk, kanım senden başkasına kaynarsa muradına ermeden helâl olsun kanım sana.

Aşkla baştan başa hal dili kesildim; feryadım Arş’a çıktı, senin halini, hatırını sormadayım.

Yokluktan, yeniden binlerce dünya yaratılsa hepsi de senin güzellik yanağında bir bene benzer ancak.

Nice demdir sinek gibi senin tatlılığına gark olmuş gitmişim; fakat huylarını gördüm mü pervane kesilirim de ateşe yanarım.

A gök, Tebriz padişahı Şems’in huzurunda secdeye kapan, olgunluğun budur senin.

XCIII

A ay yüzlü Türk, ne olur, sabahleyin hücreme 1381 gelsen de gel beri desen.

Sen ay yüzlü bir Türk’sün, ben Türk değilsem de bu kadarını bilirim ki Türkçede âb’a su [391 derler.

Bu kul yüzünden abıhayatın bulandıysa a Türk huylu güzel, beni öldürmekle kötülük etme, bağışla, kanıma girme benim.

A kat kat binlerce devlet, a kat kat binlerce ikbal olan güzel, rızkımızın genişliği, o daracık gözlerinden senin.

A arslan, kanıma girmek için kılıç çekme, kıldan kıla, bütün vücudumu aşkın

[40]       kaplamış.

Gökçek yaya benzeyen kaşların bize afsun okumada; a sözdeşi seyrek güzel, sözdeş hani,

[41]       ara bakalım.

Adına Türk dedim amma duy anları şaşırtmak için dedim; çünkü aşkın yüzlerce hasetçisi vardır, yüzlerce düşmanı.

Tek dur dedin, duy dum da susakaldım; fakat bu aşkta sırlarımı gammazlamaya zaten rengim

[42]       yeter, kokum kafidir.

XCIV

Ateşim yatışmaz, çünkü Tanrı diliyor bunu, bu yana bakma, bakma bu yana; dilek, istek, o yandan.

Eteğimin bulaşıklığına bakma, o deniz ıslattı beni; inçiysen bak da gör, nasıl bir deniz istemektesin.

Can balıktır, dilek, istek, Tanrı oltası; canlar feda eden bir avcı, ne de güzel şey dilek.

Bu dünya yokken de Tanrı vardı, yüceydi, uluydu; beni, seni yaratıp buraya getirmekle ne istedi, ne diledi, bilmem ki.

îstek eğri bile olsa ona adamakıllı sarılmak, onu düpedüz istemek yeter; hayır, zaten istek, aslında eğrilikten de ay rıdır, do ğruluktan da.

* O devlet madeninin adı kötüye çıkmıştır da o kötü adla gizlenmiştir o; nedir, hani, eğri otur da doğru söyle derler, istek de öyledir işte.

Karıncanın kanadı yoktur amma kanatlanmak ister de tutar, aşk saray ını deler.

Ona, bilgisizliğe düşüp de karınca deme, vaktin Süleyman’ıdır o; çünkü taç taht istemededir, padişahlık dilemededir.

Dilek, öylesine bir şey; ne biz oyuz, ne de o bizden başka bir şey. Ey Tebriz’in övündüğü Şems, sen çöz bu düğümü.

XCV

Hadi bakalım hadi ey dilberin yüzü, güzelliği; vaktin hoş olsun, seninle çok hoşuz, çok iyiyiz biz, senin de vaktin hoş olsun, zamanın kutlu.

Halimiz, ahvalimiz iyi, senin de iyi olsun halin, ahvalin. Feleğin devri, devranı da hoş olsun, çünkü bu güzel vakte onun sayesinde eriştik.

Canına, başına and olsun ki o güzel vaktin, o hoş ânın, koca sağrakla bize sunduğu şarap hâlâ başımızda.

Kadehin bile şarabının keskinliğinden feryat etmede; içinde bulunduğun an bile sevinç parlaklığından feryada gelmede.

Bulunduğun yer, öylesine övünmede ki hiçbir yerlere sığmıyor; vaktin, zamanın, aşkla Ferhad gibi dağları deliyor.

XCVI

Şu gürültüyü patırtıyı bıraktı ya; hikmet var bunda elbet; ya kinini gizledi, y ahut da iyi huyluluğu tuttu, bağışladı.

Ya fırsat bulunca gürültüyü bırak, sabret; y ahut da o kat kat kini sök, çıkar gönlünden.

Kötü dosttan incinme, kendi noksanından incin; o düşman asıl sensin, senin aksindir, iki sanma sakın.

Başkasının ululanmasından, nekesliğinden incinme, kendinden incin; çünkü ırmak kış yüzünden donar.

Aşkla kızışan, başkasının soğukluğundan incinmez; temmuzda susamış adam kar arar.

Peygamberlerin kızması, ananın kızmasına benzer; o kızış, güzel yüzlü çocuğa karşı hilimle

dopdoludur.

Bir kızıştır o ki toprağa benzer; fakat toprak vardır meyve verir, nesrin, süsen, misk kokulu sadberk gülleri bitirir.

Toprak da vardır, ondan hep diken biter; amca, her iki toprak aynı renktedir amma biri o, biri de bu.

Mezarda yılan yoktur, fakat sen yılan sepetisin, çünkü sende bu kötü huylar var ya, bir bir hepsi de düşmandır sana.

Meniye bak, ister Zenci olsun, ister Hintli, ister Kureyş boyundan olsun, yüce bir soydan gelsin, herkesin menisi aynı renktedir, aynı işe y arar.

Arazlar da, cisimler de hep topraktan ibaret, fakat mertebe bakımından bak da gör, kimisi aşağılık, kimisi yüce.

Her zerre, onun yolunda dilencilerin kâsesine benzer; bunu altınla doldurur, öbürünü taşla, toprakla.

* Öylesine bir sanatkârdır, öylesine bir sanatı

vardır ki iyiden kötü doğurtur, kâfirden din ehlini meydana getirdiği gibi; sonra da tutar, kötüden bir iyiyi peydahlar.

Yazık olur diyorsun, acıyorsun bana, çok sarf ediyorsun diyorsun, sarf ettiğim, harcadığım benim değil ki, onun malını harcıyorum ben.

Şu sermayeyi bilmiyorsun sen, iki âlemin de kazancı, kârı, yer yer gezip kazanmakla elde edilmez, cömertlikle elde edilir.

Kendine saç, dök, dostlarına da bağışla; çünkü senin hırsın yatışmaz bir türlü, kabak gibi elsiz- ayaksız, yücelere doğru sarılır, çıkar.

Cömertlikte inat et, nekeslikte değil, Tebriz’de toy yapan Şemseddin’in eli gibi aç elini, avcunu.

XCVII

Hocanın mahallesine gittim, hoca nerde dedim; dediler ki: Hoca âşık, hoca sarhoş, yer yer, mahalle mahalle dolaşmada.

Dedim ki: Bir işim var onunla, bir iz verin

bana; hocanın dostuyum ben, severim onu, düşman değilim ya.

Dediler ki: Hoca o bahçıvana âşık oldu; onu ya bahçelerde ara, ya ırmak kıyısında.

Sarhoşlar, âşıklar, sevgililerinin bulunduğu yere gider; birisi âşık oldu mu bırak, elini yıka ondan.

Suyu gören balık karaya gelmez; âşık nasıl olur da renge, kokuya kapılır kalır.

Donmuş, buz kesilmiş kar, kat kat bile olsa güneşin yüzünü gördü mü erir gider.

(s. 122) Hele birisi padişahımıza âşık olursa, o vefada eşi olmayan, o şeker huylu padişaha tutulursa...

* O hadde, hesaba sığmayan, o kıyaslanmasına imkân bulunmayan kimya, kime dokunursa “geri dön” buyruğuyla hemen onu altın haline sokar.

Uykuya dal, âlemden vazgeç, altı yandan da kaç; niceye bir ahmakçasına başıboş, o yandan

bu yana gezip duracaksın?

Çaresiz seni çekip götürecekler; bâri sen kendi dileğinle git de padişahın huzurunda yerin olsun, ağırlan, şerefinden olma.

Ortada bir eşekbaşı olmasaydın, varlığından geçseydin sırları keşfeder, îsa kesilirdin, kıl kadar bir şey bile gizli kalmazdı sana.

Şu ağzımı yumdum da gizli ağzımı açtım; dedikodu sevdasından, söz kaydından bir kadeh şarap la kurtuldum gitti.

XCVIII

“Tercî-i Bend”

Gece, sevgilinin sarhoşuydum, onun havasına kapılmıştım, onun hay-huyuna uymuştum, o güzel yüzüne, o güzelim işvelerine, edalarına hayran olmuştum.

Gâh ne de güzel vakit, ne de hoş bir zaman diye el çırpmadaydım, gâh sarhoş bir halde ay aklarının bastığı topraklara y ıkılmaday dım.

Yedi gök de ona bir kol çengi olmuş, aşkla oynamada; hepsi de onun cana canlar katan şarabıyla semirmiş, gelişmiş.

Akıllar fikirler, olasıya kendinden geçmiş; kulaklar onun çağırı sesleriyle dolmuş.

Adaleti sayesinde her kuzu arslanın kulağını tutmuş, çekip sürümede; her zerre onu övmek için ağız açmış, dil kesilmiş.

Her yerde vefa var, vefakârlık var; nerde bir vefakâr varsa onun vefasını görmüş de utancından yanmış, erimiş.

Gün değirmisine baktın mı gözün kamaşır, göremezsin; güneş gibi yüzlercesi onun yüzüne bakamıyor, gözleri kamaşmış;

Öylesine kamaşmış ki bir gün lütfedersin, kerem buyurursun da izinin tozunu tutya gibi belki gözlerine çekersin de görürler, hepsi bu ümide kapılmış.

Önüne serdiğin o kalp akçeler, kimy ana kavuşup altın olmak için cıva gibi oynamada.

Şunun bunun hayalleri seni her yana çekip durmada; fakat vallahi onun dileğinden başka çeken yok, hep o çekiyor seni.

Her birimiz gemilere benziyoruz, dalgalanıp duruyoruz, birbirimize çarpıyoruz, kerem denizi o, bizse o denizde yüzmedeyiz.

Bana sensin can veren, fakat öldürmüyorsun da; öldüreceksen söyle, kaç keredir canımın kan parasından geçtim, çoktan bağışladım diyetini.

Müridin, irâdesini sana verenin çalışıp çabalaması, senin inayetlerinin eseri; onun ağ lay ıp inlemesi, yalvarıp dua etmesi, onu çağırdığından meydana gelmede.

Senin suyuna kavuşmak ümidiyle seraba mey lediy or; senin geçer akçeni elde etmek için kalp akçeye yöneliyor.

A gerçek mürit mademki aşk tacı başında; sarhoçasına onun bayrağı altına salına salına yürü.

Gene bir tercî söyleyeyim, çünkü sevgili öyle istedi; söylediğim her eğri sözü sevgili düzeltir

elbet.

*

Bu yıl, zevk yılı, işret yılı; devlet, ikbal tam yerinde. Ay gibi talihli kişiye ne mutlu.

Zühre, tefi altüst ederek, oynayıp oynatarak çalıyor; çengi gâh başına almada, gâh yanına, gâh da boynuna dayamada.

İnsana binlerce coşkunluklar vermede; neye nefesleriyle güzel sesler üfürmede.

Öylesine bir zevk, öylesine bir neşe kurulmuş, düzenmiş ki dünya görmemiş onu; zaten Güneş’in ıssılık vermekten, her yanı ışıtmaktan başka ne kârı var?

Zühre talihliy sen bu yıl senin yılın; Zühre bile bu müjdeyi duydu da eline, ayağına kınalar y aktı.

Tanrı, ebedîlik sofrasını yaydı, bir yeni temel, bir yeni düzen koydu; Tanrı’dan çekindim de onun için yıl dedim, ay dedim ben.

Padişahım, sarhoşlukla külâhını öylesine yıktın, öylesine eğri giydin ki bittik; artık kaç defa hırkamız meyhaneye rehin olacak, bilmem.

Canlar feda olsun Tanrı’nın onlara sunduğu kadehe; düşüncelerden de kurtulmuşlar, savaşlardan da, olaylardan da.

Şu hayli uzun süren gurbette nasıldınız, ne âlemdeydiniz der; derler ki: Devâsı bulunmayan derde düşülür ya, işte tıpkı o derde düşmüştük;

Sıcak kumlar üstünde çırpınan balıklara dönmüştük, sana kavuşmaktan uzaktık, senden ay rılmıştık ey ululuk denizi.

Denizde doğmuşuz da sonra karaya düşmüşüz; a onun vefasından doğan, şu cefa içinde nasılsın sen?

Hamd olsun Tanrı’ya ki gene döndük, denize geldik; artık sûfîler gibi yum ağzını, geçmişten bahsetme.

Dertten bahsetmek, barıştan sonra savaşı anmak, yeni bir derttir, yeni bir savaş; böyle söylemiştin bana.

Erenler meclisinde ne bozulup sınmak var, ne kavgaya, savaşa girişmek; Tanrı harmanında ne ucuzluk var, ne pahalılık.

Orda öylesine bir kutluluk var ki hiçbir şeyle kıy aslanamaz; orda her an yeniden yeniye yücelme var.

Üçüncü tercî bu; Tanrı istemeseydi canın haddine mi düşmüştü şiir söylemek?

*

Çiçek bahçesinde sağa sola gezip durmadasın; bilmem ki şu çiçek demetini kime yapıyorsun, kime sunacaksın?

Çiçek demeti, ufûnetli havada dayanmaz; onu buraya getirmek hem yanlış bir iştir, hem doğru değil.

Zincirden boşanır, aslına gider; çünkü o mülay im, o güzel havada yetişmiş, gelişmiştir o.

Burda elbisesinden bahsetmek, sözden ibaret, fakat Yusuf’un gömleği can gözüne tutyadır.

Kendine gel de sen de elbiseni soymaya gayret et; denizde elbisesiz olman, yüzmenin şartıdır.

A bir kat elbise giyinen, kat kat elbiseler giyme; deniz adamıysan bezenip giyinmek, y astır sana.

*             Tanrı elçisi, yokluk övüncümdür dedi, bu yüzden Mustafâ yürük ata binmiştir, yürütür de yürütür; bütün yüzenlerin de padişahıdır o, denize at sürer gider.

Gemisi vardır amma anlayışsızlar sürçmesinler diyedir bu; yaya için sen de yaya olsan, onunla yolculuk etmek için attan insen yerinde bir iştir bu.

*             Hile, düzen yeter amma, sen gemiyi tanımay a bak; çünkü düny anın işi büyüdür, simyadır.

Dünya kehribardır, hep saman çöpünü çeker, fakat buğdayı olan sap, kehribara aldırış bile etmez.

Kim deniz yolculuğuna düşerse gemide oturur durur, oturduğu halde yol alır gider, yoldaşları

peygamberlerdir.

Ekmek için, yiyim için karada çok yolculuk ettin, gezdin, derdin devşirdin, denizde de yola düş;

Deniz yolculuğundan sonra kat kat yücelirsin, fakat en yüce mertebe, yüceliklerden de ayrıdır, dışarıdır.

Kılavuzun razılık oldu mu bu upuzun yolu bir adımda alırsın; şu bahçe, uzak değildir sana.

* Evet, uzak, yakın beden içindir, Tanrı’ya ne sabah vardır, ne akşam.

Yol, ister cefa ile alınsın, ister vefa ile; canından canınadır, senden sanadır, senden nereye gidecek ki?

XCIX

(s. 123) Güle bak, lütfetti, kerem buyurdu da dikenin yanına geldi; gönül naza, edaya başladı, açılıp saçıldı, çünkü sevgili geldi.

Ay’ı seyret, eteğini çemredi de ışıklar âleminden çıkageldi, doğdu da geceye konuk oldu.

* Güneş’e bak hele; yıldızların padişahıyken tuttu da bez yıkayandan özür dilemek için çıkageldi.

Noktayı hor görme; sen şuna bak: Sevgili, noktanın çevresini dönüp dolaştı, âdeta pergele döndü.

Bütün dilberlerin gönüllerini kapan o dilber, şu hasta gönülle ahde, mîsâka girişmeye geldi.

Şu cana benzeyen aşk, Mustafâ’ya benzer, kâfirleri imana getirmek için kalktı da gurb ete düştü, şu toprak yurda geldi, kondu.

O güzellik ilkbaharı, kuru ağaçlarımızı yeşertmek için lûtuflar etmeye, bağışlar saçmaya geldi bize.

Bahar gizlidir amma ettiği işlere bak; bağ bahçe onun yüzünden dirildi, onun yüzünden gelişti, yeşerdi.

Canı görmüyorsan güzellere bak, selvi b oy larıy la, nar çiçeğine benzer yüzleriyle nasıl da bezenip geldiler.

Aşkı görmüyorsan âşıklara bak. Hepsi de Mansûr gibi darağacına neşeli bir sûrette geldiler.

Sevgiliyi gören, onunla buluşan, bu lûtfa eren kaynak, ölümün ta kendisinde ab ıhay at kaynağını buldu, ölümsüzlüğe erdi.

Aşk baharı geldi, can bahçesine gel de seyret; dallara, yapraklara bak, hepsi de bunu bildirmede, söylemede.

Bildiriyorlar,            söy lüy orlar,       kıyamet koptu

diy orlar, bahçenin ölüleri tekrar dirildi diyorlar.

A gönül, kendinden haberin varsa yürü, sus; haberi yokken duyup gelen, söyleyip duran adama dönme.

C

A yüzlerce harmanı ateşe veren, yakıp kül eden, bundan böyle yakma bizim harmanımızı.

Aşkla granit kaya, kendini bir demire vurmuş; bir kıvılcımdır sıçramış, kayayı yakmış,yandırmış.

Ey güzellik güneşi, sana varmak, ulaşmak için başımı ayak yaptım, fakat hem baş coşup gitti, hem ayak yandı bitti.

Şu zurnaya benzeyen gönlüm, senden bir perdedir belledi, fakat hem perdesi yırtıldı, hem zurna yandı.

Zemheri mevsimine senin ateşinden bir yalım düşse kıy amete dek kış mevsimi kalmaz, yanar gider.

Yersiz, duraksız âlemden aşkın bir ses verdi,

bir ün saldı da kulağı olup duyan her can, olduğu yerde, bulunduğu durakta yandı, kül oldu.

Bu yakışta ne de lûtuf var, ne de kerem; yüzünün, güzelliğinin kıvılcımları, canları tapısına çekmiş de bile bile, isteye, dileye yakmış gitmiş.

O al al yüzü kızıl şarap, bir ancağız, bir kerecik gördü; o yüzdeki aşk sarılığı kızıl şarabı bile tutuşturdu, yaktı.

O kıpkırmızı, o al al yüzünü bir kere daha gösterirsen, sevdana tutulur da o sarılık da yanar gider.

Senin güzelim saçlarından bahsedip duran tabiat, o alnına düşen simsiy ah, büklüm büklüm saçlarından kıvrıla, büküle bir güzelce y anmış gitmiş.

Seni aramak, seni bulmak için göklere kapı açmaya yeltendim, kapı açılmadı, ben şaşırıp kaldım, yandım, yandım.

Ne vakit göreceğim, vuslat yalımlarından bir

ateştir gelmiş de o geniş alanda senin ayrılık yolunu yakmış, yandırmış, kavuşmuşum sana;

Bense terütaze şiirimi, güzelim kasidemi yakıp kül etmişim de çöreotu gibi o ateşte oynayıp durmadayım?

Bir yıldırımdır düşmüş âşıkların dükkânına; alışverişi de yakıp yandırmış, parayı da, para sahibini de, malı mülkü de, kumaşı da.

Usta, iksirle bakırları nasıl yakar, yok ederse, bakıra benzeyen beden de can iksiriyle yok olmuş, altın kesilmiş.

Aşk yüzünden iman da şaşırıp kalmış, inananlar da; hattâ aşk, koca yobaz keşişin zünnârını bile yakmış yandırmış.

Şemseddin’den, Tebriz’den çakan bir şimşek, çakıp gelmiş de yücelerde perde olan bulutu yakmış, sıy ırmış gitmiş.

CI

Gönül, sevgiliye bir işarette bulundu mu, o yandan da bu elsiz-ayaksız kula gizlice bir baş işaretidir gelir.

O çeşit bir işaret ki Elest gününde, inananın da canına gelmişti, kâfirin de hani; tıpkı onu okşuyor.

Çünkü kahır da o denizlerden gelir, lûtuf da; taşa da bir buyruk verilmiştir, inciye de.

Taşa, kendi halinde ol, öylece kalakal buyruğu verilmiştir, inciyeyse her an bir başka buyruk verilmededir.

Taşa bir resimdir yapılmış, yapan ressam o, put yonan Âzer’den her an resme bir buyruk var.

Buyruk inciye geldi de inci eridi, su kesildi; aferin, maşallah, ne de aydın buyruk.

Eridikten sonra da yüz binlerce coşkunluklar gösterdi inci, ateşin ıssısından buyruk geldikçe

coştu, köpürdü.

Coştu, deniz oldu da dünya dünya âlemi kapladı; çünkü ona ulular ulusu Tanrı’dan gelmişti bu buyruk.

Susuza Kevser çeşmesinden bir haber, bir müjde gelir gibi bize de Tebriz’den, Şemseddin’den bir işaret, bir müjde var.

CII

Yüzünü görmediniz, şu halde kınamayın beni; bir şey hakkında görülmeden verilen hüküm suçtur, hatadır.

Mum o olduktan sonra pervane nasıl yanmaz? Öylesine bir selviye karşı nasıl olur da boyum bükülmez.

O ay yüzlü, kıyamet günü doğarsa kıyamet içinde bir kıy amet daha kopar.

Gökyüzünün bile adını anmaya haddi olmayan o Ay’ın bir başka alâmeti var, bir başka hali var; kendiliğinden yalım yalım y anıp durmada.

Güzellik, ondaki güzellikse nerde takvâ, nerde çekinip sakınma? O ateş gibi bakışlara karşı nerde bir esenlik bucağı?

Gönlüm her an biraz daha aşkına haris, biraz daha sevdasına düşmede; gönlüm her an aşkıyla bir başka çeşit kırılıp dökülmede.

A ayrılık, Rabbimiz Tanrı hakkı için bırak beni, y eter artık, bize bu engel oluşların ne vakte

[43]

dek sürecek?

Pek taş yüreklisin, bu uzayıp giden ayrılık, bir âfetle ümit testimi kırmasın, bundan korkup duruyorum.

A güzelim, Cebrâil bile seni görünce yolunu yitirir; şu gökyüzü bile ayrılığına dayanamaz, gücü kuvveti yoktur.

Aşk, gönlü aldı gitti, fakat gönül faydalansın diye götürdü onu; hâşâ, aşkın ne bir tamahı var, ne bir ticareti.

Aşk, öylesine zengindir ki zenginliğinden kimseye minneti y o ktur, hiçbir şeye aldırış

etmezlik var ya, ona bile aldırış etmez o.

Bunu bana sorma, olgun akla sor, mücevherlerin ayarlarını seçip anlamada onun bir başka mahareti vardır.

O bile ne söyleyecek? Anlayışı kadar lâf edecek ancak; abdestlinin abdesti bozuldu mu yeniden bir abdest alması gerek.

Akıl, vuslat ümidine düşer de Mecnun gibi koşar, yeler, bir kerecik ziy aret ümidiyle aşka gider.

O yolda aşkın olgunluğunu bulmasa bile kıvılcımlarının parıltısından bir ıssılık elde eder ya.

Aşk nurundan ben de aydınlanayım, Akl-ı Küll de; o yüce şekerden ben de bir acı şifa elde edeyim, o da;

O tatlılığın lezzeti âşıklara da tesir etsin de onlarda sarhoşçasına bir hal belirsin.

Can gözümüz Tebrizli Şemseddin’in yüzünden açılırken, ordusu nasıl olur da gönlümü

yağmaya gelir, bilmem ki?

CIII

Ormanlardaki arslansın, güneş gibi bir yüzün var, amma tuttun da havuzun çevresinde dönüp dolaşmaya koyuldun, derken havuza düşüverdin.

Atını getirsinler, pek, çevik bir binicisin sen. Şerbet sunsunlar, mahmurluğun var senin.

Geceleri, gündüzlere dek ne uykun var, ne kararın, kutluluğun kapanmış, baht, uy kunu dağıtmış.

Ayaktan düştün, elden çıktın; elsiz-ayaksız ol, ne diye âza kaydına düşüyorsun?

Tanrı meydanında elsiz-ayaksız bir topa döndün mü meydan senindir, çevgenle meydanda döner durursun.

* Yüzünü kıbleme döndür, Elham oku; çünkü ben çağırmadayım seni, beş âyetsin sen.

A akıl, canınla oyna, niçin şişeye sığınmışsın?

A can, şarap getir, neden mürüvvetin, lûtfun yok?

Yürü, misk madeni kesil, çünkü pek temiz bir nâfesin sen; var baştan başa kâr kesil, çünkü pek kutlu ticarettesin, ticaretin ta kendisisin sen.

(s. 124) Başıma çık, aklımı fikrimi al, şarap gibi ferahlık veriyorsun; gözüme gir, görüş kesil bana, can gözünün ışığısın sen.

Fakat akıllara, fikirlere sığmazsın, ucun bucağın yok; bedenlere sığmazsın, onlardan da genişsin, onlardan da üstünsün sen.

A boyuna vurulup duran, tokatlar yiyen tef, ne de mazlumsun, ne de sabırlısın; a sırlar söyleyen, gizli şeyleri açıklayan ney, ne de keramet sahibisin.

Sus, beyit düzüp durma; senin evine konuk olan ne beyitlere sığar, ne evlere, konaklara.

Gonca gibi dudağını yum da gül gibi ağızsız, dudaksız gül; böylece de hiç kimsecikler bilmesin ne nimete eriştiğini, nasıl bir lûtfun içinde olduğunu.

A kutlu padişah, a Tebriz’in övündüğü Şemseddin, sırları bildir, ulaştır bize; haber ulaştırmanın ehlisin, elçilerindensin sen.

CIV

*            Büyücülük haramdır, Tanrı büyücülükten uzaktır; fakat sen öyle bir büyücü sevgilisin ki sana haram değil.

*            Düğümleri bağla, aç, büyücülük de budur zaten; bağışla, kap, al, yücelik de bundan ibaret.

İçinde inci olan denizi gördük, fakat incinin içinde deniz var desem nasıl inanılır, kim inanır bu söze?

*            Helâl büyü geldi de kol kanat açtı; Babil kuyusu da masal oldu, Sâmirî hikâyesi de.

Altın heybesini ortaya koydu, kusurlu mal alıyor; a âşıklar, Ay’ın Müşteri olduğunu kim görmüş?

Bugün çarşıdan at seçiyordu; baktım, sırtı

[44] yaralı atları, arık yedek beygirlerini alıyor.

Dedim ki: Ölmüş at böylesine yolu nasıl alabilir? Dedi ki: Bizim yolumuz semizlikle alınamaz.

*           Hızır’ın gölünde geminin kırık, delik olması gerek; gemiyi kırmazsan demir atar, kalakalırsın, gezip gidemezsin, yol alamazsın.

Dünya bir geçide benzer, kırık ayakla geç o geçidi; sağlam ayakla bu köprüden geçemezsin.

*           Çünkü geri dönüş, gelişin zıddıdır, ona aykırıdır; “geri dön” emrini serseri bir kulakla dinleme.

CV

Can, o ay yüzlüye toprak kesilsin; müşterisi Tanrı onun; öylesine bir ay ki ne gökyüzü onu görmüş, ne insan, ne peri.

Varlığından çıkmış, soyunmuş, insanlık kalmamış onda; aydın can gözü açık, haberler

getiren can kulağı açık.

însan insan olalı, melek melek olalı ikisinin de gözü o cana, o dilbere karşı kapalı, onu ne insan görebilmiş, ne melek.

Âlem onun hükmünde, fakat bundan ne övünç ona? Çünkü bir uğurdan âlemi yaratan, onun.

Bir deniz ki en aşağılık, en değersiz boncuğu bile inci haline getirir, hâşâ, artık inciden söz mü eder o deniz?

Öyle bir zerre o ki böyle bir ışıkta oynamaya lâyık; çünkü güneş gibi, Ay gibi yüzlerce aydın varlıktan ayrılmış da, hiçbirine aldırmamış o.

Bir zerredir ki güneş, ayağını öpse onun, dönüp de aydınlığına, ışığına b akmaz bile.

A ay, güneşin inadına bir parla da gözleri kör olsun, bundan böyle   ay dınlığından,

parlaklığından söz açmasın, olmayacak yere çene oynatmasın.

A padişahım, a Tebriz’in övündüğü padişah Şems, bir parla da iki dünya da yücelik, ululuk

ışığıyla dopdolu bir hale gelsin.

CVI

A gönül, sabahtan beri bir başka hal var sende; öyle coşkunsun, öyle darmadağınsın ki kendi coşkunluğundan, kendi dağınıklığından bu coşkun kulu görmüyorsun bile.

Zayıf gözünde gönüller alan bir sarılık var, ne görmüşsün ki a gönül, o güzelliğe ait sarılıktan da daha sarısın, sararmış solmuşsun?

A gönül, ne ateşsin ki her yelle yalımlanıp yücelmedesin, alevlenip gönüllere ağmada; hayır, hay ır, sen ateşten de üstünsün, yelden de.

Her neysen osun a gönül, ancak ben şu kadarını biliyorum ki şimdi sen güneş gibi göklerin perdelerini yırtmadasın.

* Canım sana feda olsun, yarabbi, ne incisin sen a gönül, ne gök değerini bilir, ne Müşteri.

Otuz yıldır, Mecnun gibi deli divane oldum, senin ardında ko ştum durdum; hem de bir adada

yelip yorttum ki ne kuruydu, ne ıslak.

Haberim yoktu ki varlığın tümü şenmişsin; benim fikrimse imanla, kâfirlikle oyalanıp durmadaydı.

* Halbuki iman da senden vuran, senin ışığından gelen bir şey, kâfirlik de, şüphe de, ta’til de; sen hem cennetsin, hem cehennem, hem de Kevser havuzu.

A gönül, bütün, tüm varlık sensin, fakat iki âlemden de dışarısın; a gönül, her şey sensin, her şeyden de münezzehsin sen.

A âlemin önü, ardı, yüzü, sırtı, bana bak, benim yüzümü gör de safran gibi sararmış yüzümden safranlar devşir.

Gücüm kuvvetim kalmadı, şu sözüm ağzımda kaldı gitti, hem de peri gibi gizli, göze görünmez yüz binlerce dertlerle, elemlerle beraber.

CVII

Her gün seher çağı bir peri çıkagelir de can

benim der, beni bırakıp nereye gidiyorsun, sonra da tutar, çeker beni dışarıya.

Âşıksan der, benim gibi bir güzel bulamazsın; tacirsen nerde benim gibi alıcı, istekli, hararetli müşteri?

Arifsen gerçekten de canın bildiği, tanıdığı er, benim; yok, hiçbir şeye elin varmıyorsa benimle dost oldun mu, öyle bir hale gelirsin ki kendiliğinden uçarsın âdeta.

Bozuk düzen bir duyguysan sana Mustafâ’nın nurunu veririm; değersiz bakırsan seni Ca’ferî altına döndürürüm.

Âlemin dayana, güvenci olsan gene de yüzümüze muhtaçsın; apaydın sabah kesilsen gene bir güneşe ihtiyacın var.

Karadan, denizden geç de Kafdağı’na yürü; kurunun, yaşın üstünde oturma, onların kaydında kalma, ikisinden de üstünsün sen.

A gönül, gönülsen gönlünü o sevgiliden ay ırma; a baş, başsan şu secdeye sersemce kapanma.

At gibi benden kaçıyorsun amma üstüne binmişim; üstüne binenden kaçma, buna eşeklik derler.

Yüzlerce düzene başvursan, yüzlerce şehre gitsen gene de ulu Tanrı’nın bayramına kurbansın, hançerine boyun vereceksin.

Sus, deniz, esirgemeden inciler verir durur amma her isteyene satmak da mubah değildir yâni.

CVIII

Her gün seher çağı gönülleri çelme töreniyle bana gelirsin de a benim canımın canına can olan, gönlümü alır gidersin.

A benim güzelim, mahallem kokunla bir gül bahçesine dönmüş; yüzüm, yüzünden altın kesilmiş, kuy umcuy a benzemiş.

Her gün gönül bahçesine bir başka renk verirsin; artık yüreğimin çam kozalağına benzer şekli kalmadı.

Her gece bir başka durakta, her gün bir başka şehirde; kayıtsız, başıboş gezginciler gibi gönlüm yolculuğa düşmüş.

Şu aşk binicisi kervanı çekip gitmede; fakat bindiği arık at nasıl çekiyor onu; buna şaştım kaldım.

Tırnağı, şimşeği de aşmış, suyu da, yeli de; tırnağının bastığı yerde ne kuruluk var, ne yaşlık.

Öyle bir yola gidiyor ki düşünce bile o yola gidemez; kükremiş arslanların bile onu görünce gönüllerindeki güç kuvvet yok olup gidiyor.

Arslan da ne? Gökyüzü, yeryüzü bile bu korkunç yolu duyunca, görünce eriyip gidiyor, arıklaşıp kalıy or.

* Kaderin heybetinden cebre yüz tutuyorlar, yol kesicilerin korkusundan birisini kılavuz bile alamıyorlar.

Evet, yiğitliğin şartı, aşırı deliliktir; aklı başında olan hiçbir kimse erliğe, yiğitliğe kalkışamaz.

Kendinde oldukça kendilerinden geçmişlerin safına nasıl girebilirsin? Kapıda durdukça ayrılık safını nasıl yarabilirsin?

A gönül, hayalini önüne al da kıble edin; onunla habersiz, serserice geçimi yeter bulma.

Sana bir şekil verdi, ne diye onu yeter buldun? Sanır mısın ki o ancak bu bir tek şekli yapabilir?

Sus, davul dövme, saldırış zamanı geldi çattı; orduya lâyık ersen gel de savaş safına gir.

CIX

A aşk, örtü altındasın, yırt şu perdeyi; güzellikte hurisin sen, acımada ana.

* Canların halkasına gir de seyret; hepsi de kulluk, kölelik töresine uy dular, kulaklarına küpe taktılar.

Aynaya bak da gözünü seyret, o gözler yüzünden, o gözlerin büyüsünden yüzlerce can düğüm düğüm düğümlenmiş sevgiye, tutulmuş sana.

Her düğüme bak de Tanrı’nın sanatını gör, kudretini seyret; bir düğümle Mûsa’yı da bağlamış, Firavun’u da, Sâmirî’yi de.

Mumu eteğinin altından çıkar da Tanrı’nın yaptığı, düzdüğü resim, put yapan, puta tapan Âzer’in canına gülsün.

* Ortadan ayrılmış saçların kâfirliğe el ayak uzatalı, iman her an kâfirliğin ayakları ucunda can verir, ölür.

(s. 125) Gönlüm, seni canında, özünde bulmazsa ben bin kere uzağım öyle candan, öyle gönülden.

Kupkuru dudaklarımla ıslak gözlerim, öylesine bir ummana gitti ki orda ne kuruluk bulabilir, ne yaşlık.

Dün hayalin lûtuflar etti de ona dedim ki: A vefalı dost, a ahdinde duran dost, sen benden ziyade vefalısın.

Fakat biliyorum, bütün bu vefalar sana Şemseddin’den gelmede; bu selâmı götür canımıza, götür Tebriz’e.

CX

Gerdekten de güzelliğiyle şaşkınlığımı arttırıp duran güzel, hoş geldin, merhaba o apaydın ışığa.

A güzelim, rûh nasıldır, nicedir diye sordun bana; rûh, güzelin ayından parlayıp y alımlanmıştır, seyret de bak.

O güzelin yanaklarındaki şimşekte ebedî bir hayat var; onu bırakıp da şu uydurma, şu geçici yaşayışa kapılma.

Gözlerindeki sarhoşluk yüzünden her yanda tertemiz şarapla sarhoş olmuş bir âşık görmedeyim.

İçimden, onu kuruyor, şöyledir, böyledir diye düşünüp duruy ordum; ululuğunun şekli belirince kuruntum da yandı, yok oldu, düşüncem de.

Dininin içyüzünü, özünü dile, kabuklarından vazgeç; Allah için olsun, şu özleşmiş sözü dinle.

Yaşayışın, onun dolunayının ışığıyla ışıdı,

arındı mı müjdeler olsun, Şems’e de eriştin,

[45] kutlandın, Müşteri’ye de.

CXI

La’l renkli şarap meclisi, meyhane, kâfirlik, Kalenderin mülküdür, fakat Kalender bundan uzak.

Kalenderim diyorsun, fakat gönlüm kabul etmiyor bunu; çünkü Kalenderlik, yaratılmış değildir, ezelîdir o.

Ne vakte dek Utarid’le Zühal tedbirlerde bulunacak, niceye bir Mirrîh hançer vuracak, yaralayıp duracak?

Ne vakte dek Ay çavuşu at koşturacak, nal sökecek? Niceye bir Zühre kıpkızıl şarap kadehini sunacak?

Ne vakte dek Güneş, hararetiyle mutfak hizmetini görecek? Niceye bir Müşteri, halka pazarı dar edecek?

Ne vakte dek gök dolabı su dökecek yere? Niceye bir Hamel burcu su sindirecek?

Ne vakte dek gece kötü kişilerin sığınağı olacak? Niceye bir gündüz, perdeler yırtıp gizli şey leri ortaya dökecek?

Ne vakte dek karakış bahçelerin kökünü sökecek? Niceye bir bahar, yemyeşil kumaşlar dikecek, atlaslar biçecek?

Şu ayrılıktan bıktım, şu gurbetten usandım; a gönül kuşu, hâlâ uçacağın zaman gelmedi mi?

Şu kanlara bulanmış kırık kanadını sahibinin kapısına, kendisine hizmet ettiğin zatın tapısına götürmeyecek misin?

Yeryüzünde ne diye yamanıp kaldın? Ne dağsın, ne demir. Gök kubbenin altında ne işin var senin; ne bulutsun, ne yıldız.

O terütaze güzellikle ciğerini tazeledin mi, ne Hızır’ın abıhayatını ararsın, ne Kevser havuzunu.

Suyla yağ gibi bir türlü birleşemiyorsun, fakat

bir kere de tutulmuşsun bu âleme; gönlünde ne var, söylemiyorsun, neye lâyıksın sen?

CXII

Nice demdir yukarılarda, aşağılarda seni aradım durdum; gâh gönül levhini okudum, gâh kâfirlik yazısını.

Gâh hizmet yeryüzünde yerlere döşendim, yollarda toprak oldum, gâh bir yıldızla can göğüne uçtum.

Binlerce defa kendimi de kaybettim, gönlümü de, sevgiliyi de; gâh gönül sırrını aramaya koyuldum, gâh güzellik sırrını.

Tur Dağı’na çıktım, Kelîm gibi, bana görün dedim, onu görmeyi istedim, gâh da dünyada, Sâmirî gibi halktan kaçtım.

Öyle bir vadiye geldim çattım ki ne mucize oranın kokusunu almıştır, ne keramet, ne düzen, ne büyücülük.

Vadi sevgilinin kokusuyla bana kılavuzluk etti;

o koku ne miskte vardı, ne amber gibi kokan saçlarda.

A dost, orda ayakla koşulmaz; hattâ kanatlansan da uçsan kanadın bile yanar.

Çünkü bu duygunun tabiatı, sıcaktan, soğuktan, kurudan, yaştandır; bu dört kuş, unsurlara ait olan şu bahçenin kuşudur.

Oraya dostun kokusuyla biten kanatla uçulabilir; uçmaya, ulaşmaya bak, yoksa şu altı kapılı yere düştün gitti.

A olgunluğa ulaşmış olgun, bir olgunu seç, onun yanına var; yersizlik, mekânsızlık âlemine v armay a gayret et, varmamaktan sakın, kusur etmiş olursun sonra.

Karada uçan kuşun olgunluğu kuruluktandır, denize varınca âciz kalır, ıslaklıktan rüsvay olur gider.

Kara da, deniz de aynı cinstendir, aynı işi yapar, öyle olmakla beraber her biri duy guy a bir başka çeşit görünür.

Gayb âleminin boşluğunda yüzlerce kara, yüzlerce deniz, yüzlerce gök, elden, ayaktan çıkmıştır, başıboş bir şekil gibi yerlere döşenmiştir.

Bu karadan, bu denizden, her ikisinden de binlerce defa kurtulup aşka düşen, aşkla bunlardan geçen kişi ulaşır oraya.

Gerçekten de Tanrı’nın tertemiz zatından başka ne varsa, isterse baş olsun, başbuğluk etsin, gayb kılıcından baş kurtaramaz.

Âzer’e benzeyen bir sevgilinin aşkıyla kupkuru kuruyan kişi, nerden Halil’in ateşine gelip girecek?

A aşk Halil’inin canı, neşeyle, kutlulukla ateşe gir, altın gibi eri de her pislikten arın.

Güzellik ateşinde mahvolur gidersen gönüllere huzur veren, rahatlık bağışlayan ateşli aşk içinde belirir, görünürsün.

Ateşe benzeyen bu aşk, her şeyi kahreder; sen ne tuhaf adamsın ki ateşe gücün yetiyor.

Ateş, seni karartmaya ne kadar uğraşırsa uğraşsın, sen onun inadına lâtifsin, tatlısın, kıpkırmızısın.

Biliyorum, padişahlık görüşündeki ışığa sahipsin; padişahlıkla, başbuğlukla gayb âleminin gözüsün, ışığısın.

Lütfeder de kuru dikene bakarsan dikenden yüzlerce güzel kokulu çiçekler biter.

Hattâ yoka, yokluğa göz ucuyla bir baksan y oktan, yokluktan, gönlü, gözü gelişip y etiştiren bir güzel meydana çıkar.

A kılıç, niceye bir yaralar açıp duracaksın? O padişahın lütfunu, keremini bir seyret.

Hay ır, hay ır, ay rılık bile onun lütfundan, kereminden şiddetlendi; çünkü bu lütuf da, o kahır da bir fidandan bitmedir.

Gönlüm, lütfuna alışmamış olsaydı, şu dönüp duran zamanede, ay rılık nedir, ne bilecekti.

Hançer bile gıda yedi de boğazı gelişti, sonra da o savaşta gıdalar verdi de hançerliğini

gösterdi.

Bütün bu söylediklerim, Şemseddin’in lâkaplarıdır, kıskançlığından o Tebriz’de gamlara batmış, kendini gizlemekte.

Bütün bu sözlerin aslı odur, bütün bu sözlerden maksat odur, fakat dileyene de satmak istemem bu sözleri ben.

CXIII

Padişahım, çek katarı, padişahçasına çekiyorsun doğrusu; eteğimizi tutmuşsun, gül bahçesine çekiyorsun bizi.

Deve katarlarının hepsi de sarhoş, el çırpıyorlar; bir koku almışlar, sen çekiyorsun katarı.

Her deve, bal gibi, şeker gibi zincirini gevelemede; çünkü onu çekip sevgiliye götüren sensin.

O sarhoş gözler, sâkîlik eden gözlerine, bir güzelce çek, buluşmaya, görüşmey e çekiyorsun

bizi diyor.

Senin ekinindik, aşk orağıyla sen biçtin bizi, samandan ayırdın, ambara çekmedesin.

Pat pat yürüyorduk, sürçüyorduk, doğruluk yolunda topaldık, bizi düpedüz, dosdoğru çekiyorsun, onun için rahvanlaştık artık.

Yıllardır yeşillikte güller, çiçekler vermiştik; birden, nazar değmesin, kem göz dokunmasın diye bizi tuttun, dikene doğru çekiyorsun.

Ne diye yanılalım? Ne yana dilersen çek; nereye çeker, götürürsen bol bol zevke, olasıya neşeye çekip götürürsün.

Padişahlar, kullarını öç almay a, öldürmeye çeker, sürürler; sense lûtuflar etmeye, keremler buyurmaya çekersin.

Bu lûtuflarla suçluları küstahlaştırıyorsun; darağacına asılası hırsızları bile bir güzelce okşaya okşaya, bir hoş uy anık halde çeker, götürürsün.

Her usanan, bezen, bana sus diyor, fakat sen

inat ediyor, ayak diriyorsun da beni söze çekiyorsun.

Sıkıntı çekenler, şu feleğin dönüşünden gam içindeler; fakat hepsinin inadına şu dönüp duran feleği çekip döndürüyorsun sen.

A Tanrı nuru, Tebriz’in övüncü padişah, ey Şems, sen bir nurlar nurusun ki zerreleri tutuyor, tümlere çekip götürüy orsun.

CXIV

(s. 126) A güzel sesli ney, gönüller almadasın, hoşsun, güzelsin; sıcak sıcak nefes vermedesin, soğuk havaları silip süpürmedesin.

îçinde ne boğum var, ne bir şey, bomboş; dertlere düşmüş, perişan olmuş gönülden, candan derdi, elemi almada, onları da kendine döndürmedesin.

Herkesin sevgilisine uygun bir resimdir yapıyorsun; okuma yazma bilmiyorsun amma içyüzde bir ressamsın âdeta.

Ey tüm gerçeklerin şekli, sûreti, hangi perdedesin sen? Neyin nağmeleri arasından bir baş göster, şekerler gibisin çünkü.

Gözün dokuz olmuş sanki, can da on kulağını sana vermiş; altı yana da üfle nağmelerini, altı yana da bildiksin, tanıdıksın sen.

Ey başı kesilmiş kamış, dilsiz-dudaksız sırlar söyle; boğazdan tattığın nefesi, halka da bir hoşça tattır.

Neye ateş düştü, âlemi duman kapladı; çünkü sesin aşk sesi, aşk sesini duyurmadasın, ate şlisin sen.

Aşkınla Leylâ’nın, Mecnun’un sırlarını okşa; gönüle ne tatsın sen, cana ne huzur.

Hasılı nefesinde Tebriz’den bir koku var; güzelliğinle, alımınla nice gönüller kapmadasın sen.

CXV

Topluluğun arasındaki o tek güzel, nasıl bir

güzel? Ona bir tek can diyemem ki; bir cihan çünkü o tek güzel.

Güzelliğine, olgunluğuna and içerim ki kendi gözünden bile gizlidir o tek güzel.

Toprağın başından suyu akıttı aşkı; aşk bahçesinde salına salına yürüyen bir selvidir o tek güzel.

Bütün güzeller çiçektir, meyve o; hepsi de altın, gümüş kesintileridir, madendir o tek güzel.

Gönül huylarından, sıfatlarından dalgalanıp durmada, fakat sessizce; çünkü açıklamadan da üstündür, anlatışa da sığmaz o tek güzel.

Onun doğduğu zaman ne yer vardı, ne zaman, yerden de daha üstündür, zamandan da o tek güzel.

Âşıkların kıskançlığı yüzünden ağzımda kilit var; filândır o tek güzel diye söylememek için kilitledim ağzımı.

Göz ucuyla onu gördüm mü Tanrım derim, ne biçim güzel o tek güzel.

Gözünde hastalık yoksa aç gözünü de seyret; çünkü güneş gibi apaydın, ortadadır o tek güzel.

Yüz binlerce halk, yolunu kesse de, yoktur o, yok deseler inanma, şüpheye bile düşme; vardır, odur, o tek güzel.

Huzurunda secde et de padişah ol, çünkü padişahları da tâyin eden odur, padişahlar padişahıdır o tek güzel.

Toprağı, aşkın başından suyu akıttı; aşk bahçesinde salına salına yürüyen bir selvidir o

[46]

tek güzel.

Tebriz’in övüncü Şems’e, hele bak ona dedim; dedi ki: Şaşırıp kalma, öyledir, öyle o tek güzel.

CXVI

Ben her derdin, her gamın el atıp benimle oynamasından sararıp solsaydım bir adam olmazdım, akıllı bir aptal olur giderdim.

Aşk güneşi olmasaydım Zühal gibi gâh

elemlerin, kederlerin yücelişine, yükselişine sebep olurdum, gâh alçalışına, eksilişine.

Mısır ülkesine benzeyen aşkın kokusuna iletecek kılavuz olmasaydım hırs, tamah çölüne düşenler gibi ben de gulyabanilere uğrardım elbet.

Canlara doğan, canları ışıtıp parlatan güneş, evde otursay dı ben de kapıyı açmak, girenin çıkanın derdine düşmek kaydında olurdum.

Can gül bahçesi sınanmış kişiyi okşamasaydı, ona lûtfetmeseydi nasıl olurdu da seher yeli gibi vefa bahçesinin habercisi olurdum ben?

Aşk, çalıp çağırmaya, gülüp oynamaya, tef çalmaya düşkün olmasaydı, ben ney gibi, çeng gibi nerden gazele düşer, bağırıp çağırırdım?

Sâkîm bana, beni geliştirecek, semirtip kuvvetlendirecek ilaç sunmasay dı sırça kandilin, sırça kadehin dudağı gibi incelir giderdim.

Çayırlığın, çimenliğin gölgesi, orda yetişen ağaçların dalları, budakları olmasay dı otların talih ağaçları gibi benim de köküm, temelim

olmazdı.

* Toprağıma Tanrı emanetinin nuru vurmasaydı ben de toprağın tabiatı gibi pek zalim bilgisiz kalırdım.

Mezardan cennete bir yol olmasaydı beden mezarında ne diye enine boyuna güzelce yatar dururdum?

Sol yandan sağ yana bir yol olmasaydı ne diye yeşillik gibi sağa sola sallanıp duracaktım?

Kerem, lûtuf gül bahçesi olmasaydı nerden açılıp saçılacaktım? Tanrı lûtfu coşup köpürmeseydi ben beyhude yere yeler, abes sözlere dalar giderdim.

Sus da hikâyelerin doğuşunu güneşten duy; o doğu olmasaydı ben zaten doğamaz, söner kalırdım.

CXVII

Bundan böyle cefa etmeyeceğine dair yemin etmiştin; yeminini bozdun, gene cefaya başladın.

Bugün eteğine yapıştık, çekiyoruz; ne vakte dek bahaneler bulacaksın, niceye bir zulmedeceksin?

Güzelim, dudaklarında bir gülümseme var, bu bize müjde vermede; galiba bundan böyle vefa etmeyi düşündün.

Sen olmadıkça namaz kılmamız doğru değil, yerinde değil, kılsak bile ne fayda? Sen dileklerimizi yerine getirirsen namazımız o vakit doğrudur ancak.

Denizin olmadıkça balık gibi toprak üstünde çırpınıp duruy o ruz; sudan ayrı düştü mü balığın yapacağı iş budur zaten.

Zalim cefa eder, zulmeder de tutsak, sen bize ne yaparsan Tanrı da sana onu yapar diye zalimi korkutur.

Fakat sen cefaya girişirsen kim korkutacak seni? Ne yaparsan baş eğip razı olmaktan başka ne çare var?

Sus, eşi bulunmaz incileri boyuna satıp durma; değeri biçilmez şeye nasıl değer biçebilirsin?

CXVIII

Sâkî, on batmanlık sağrağı sun, düşünceyi, kaygıyı bırak, bir iş var ki yapılması gerek.

A canımın canı, günler nöbetledir, gâh bize, gâh size deme; hocam, boynunu kaşıyıp durma, borcu vermek gerek.

Ey abıhayat, susuzlara bak, dosta acı da kör olsun düşman.

* Bizim ayağımızı bağlayan, şu akıl fikir; fakat sence aklın fikrin bir değeri yok; Hayber kalesi bile olsa yıkıp atmak istemiy orsun, aldırış ettiğin bile yok.

Akıl fikir durağında tamamıy la korku var, titreyiş var, deprem var. Geçim, zevk, safâ, eminlik, hep akılsızlık âleminde.

Akla fikre boş verme meclisinde canlar, her şeyden, her bağdan kurulmuştur, hepsi de güneşlerinin ışığında, güne şlerinin ay dınlığında zerreler gibi oynar durur.

A can güneşi, bedenin kapısını, duvarını yak

yandır; bu ışığın bir tek pencereden vurmasını yeter bulamıyoruz.

Şu hikâyeyi bırak, çok susamışız; sense çekinmeden, esirgemeden veren ganî, kerem sahibi bir sâkîsin.

Âşıkların hay-huyları, hep bir gül bahçesinin kokusundan meydana gelmede, fakat kimseciklerin haberi yok, nasıl bir bahçe, ne biçim bir güllük gülistanlık?

Sus da bir ancağız olsun sağa sola bak; a taş yürekli, söyle, ne vakte dek söylenip duracaksın?

Boş yere niceye bir söyleyeceksin, sus artık, yeter; söze buyruk yok, dilsizliği takın.

Tebrizli Tanrı Şems’i bir ferahlık vermedikçe bu söz söyleme kabiliyeti, sesle, harfle bir fayda vermez kimseye.

CXIX

Ne vakte dek ayrılıkla inciteceksin beni,

feryadımı duymayacaksın, feryat ettireceksin bana, kırıp dökeceksin beni?

Ayrılık elin, elimi kırdı, işten güçten kaldım; bir bilseydim, daha ne vakte dek kıracaksın beni?

 ayrılık şişesiyle oynayıp duran, dikkat et, taşlık bir yere geldik, şu sırça gönlüm daraldı, aman, aklını başına al, sakın kırmayasın.

Şu ayrılık taşlığından buluşma yeşilliğine varmak için tez olmalısın, burayı bırakmazsan çaresiz kırarsın beni.

Kanım gönlümde dondu, nar tanelerine döndü, narı yardın mı kanı böyle akar işte.

Hasretlerle dopdolu gönlümü kıracaksan bâri o ayyar dilberimin yüzünü göster, beni ona kavuştur da o zaman kır dök.

Ey âlemin kendisine kul köle kesildiği Şemseddin, sen görüş âleminde padişahlar padişahısın; bir bakışta yüzlerce gönlü, yüzlerce gönül alanı kırar dökersin.

Övünme Tebriz’i, bu yüzden sana mülk olmuştur; sen yüzlerce tacı tahtı bir sarık ucu için kırar geçersin.

CXX

A gökyüzü, başımızın üstünde dönüp duruyorsun; amma güneşin aşkıyla sen de benim hırkamı giyinmişsin, sen de âşıksın benim gibi.

Vallahi âşıksın, hem de neden anladım, söyleyeyim: îçin de terütaze, yemyeşil, apaydın, dışın da.

Deniz ıslatmamış seni, toprağa da boş vermişsin; ate şten de yanmıyorsun, yelden de eminsin.

(s. 127) A değirmen dolabı, dönüşün hangi su yüzünden? Bir kerecik söyle bâri; ne de demirden y apılma bir dolapsın sen.

Bir dönüşte yeryüzünün kucağını îrem bağına çevirirsin; gene bir dönersin, nice ağaçları köklerinden söker, atarsın.

Güneş bir mumdur, sense pervanesin sanki, pervane gibi bu çeşit bir mumun çevresinde dönüp dolaşırsın.

Hacılar gibi sen de ihrama büründün, mavi bir örtü sarındın, hacı gibi Kâbe’yi tavaf edip duruyorsun.

* Tanrı, haccedilecek yere erişen amandadır dedi; a hak tanıyan gökyüzü, sen de eminsin âfetlerden.

Hepsi bahaneler; ne varsa aşktan ibaret; Tanrı evidir aşk, sen de o evde konaklamışsın.

Bundan fazla söylemem, fakat and olsun Allah’a, şu gönülde söylenecek ne ince sözler var, yalnız söylemeye imkân yok.

CXXI

Keşke bir an olsun kendini bilseydin, o güzelim yüzünden bir haberin olsaydı.

Binek hayvanları gibi toz, çamur içinde yatmış, uyumuşsun; ne olurdu, kendini

güzellerin evlerindeki zevk, işret meclisine çekseydin.

Kendi çevrende dolanmadasın, çünkü kendini görmede, kendini göstermedesin; halbuki sende bir define var, var amma benliğin gizlemiş onu.

Bedenden ibaret bulundukça candan haberin bile olmaz, fakat can olursan can mülküne girer, orda karar kılarsın.

Başkaları gibi iyiye, kötüye kapılıp durmadasın; buysan, oy san bununlasın, onunla.

Bir tek yemek olsaydın tek bir çeşit lezzetin olurdu; bir tek kazana girmiş olaydın, hep aynı tarzda kaynar, coşardın.

Tortulu nesne gibi eğer sen de bu kaynayışla sâf bir hale gelseydin, arınanlar, sâf bir hale gelenler gibi göklere ağardın.

Her hayale canım diyorsun, cihanım diyorsun; hayaller kaybolsaydı, hayallerden geçseydin sen can olurdun, cihan kesilirdin.

Yeter, sus artık, şu dilin, aklına bağ oldu gitti;

böyle olmasaydı Akl-ı Küll gibi baştan başa dil olurdun.

Yeter, sus artık; bilgiye perde olan, gene bilgidir; padişah olduğunu bilseydin tercümanlık mı ederdin hiç?

CXXII

“Tercî-i Bend”

Şu dumanlarla dolu evde bir pencere açtılar da duman çıktı gitti, güneş ışığı girdi.

O ev hangi ev? Gönül. O duman da ne? Kaygı, düşünce. Kaygıdan, düşünceden, zevkinin, neşenin boynu kırılmıştır âdeta.

Uyan da düşünceden de kurtul, hayalden de; yarabbi şu bizim uykuya dalanımıza bir davulcu gönder.

Uyuyan, bir hiç için binlerce gam yer; rüy asında ya kurt görür, ya yol kesen haydut.

însan, rüyasında yüz binlerce kılıç, yüz

binlerce mızrak görür, fakat uyandı mı onlar şöyle dursun, bakar ki bir iğne bile yok.

Ölenler derler ki: Ne olmayacak gamlar yedik, ömrümüz çeşitli vesveselerle geçti gitti.

Bir hayal için toplar kurmuş, başka bir hayal için zırhlar giyinmiş.

Bu düğün de hava, şu yas da; bugün ne ondan bir oyun kaldı, ne bundan bir ağıt, bir feryat.

Yüzlerine vururlar, yüzlerini yırtarlar dururlar; fakat uyku bitince görürler ki yüzlerinde bir tırmık beresi bile yok.

Nerde o bizimle sütle bal gibi kaynaşan; nerde o bizimle suyla yağ gibi bir türlü uzlaşamayan?

Şimdi gerçekler belirdi, uyku da geçti, hayal de; huzur, rahat var, emniy et, istirahat var; ne bizlik kaldı, ne benlik.

Ne ihtiyar var, ne genç, ne tutsak var, ne hay dutlar. Ne yumuşak var, ne sert kaldı, ne mum var artık, ne demir.

Bir renklilik, bir sıfata bürünüş, birlik... Bir

can ki uçup gitmiş, bedenden kurtulmuş.

Bu bir, herkesin bildiği, bileceği bir değil; tercî söyle de gönüle doğsun, hatıra gelsin.

*

Ey bu yola gerçek olarak ayak basan, gerçeklik ay ağını atan, benimle hemdem oldun mu iki âlem de seninledir, senindir.

Hiçbir şeyi zâyi etmezsin, her şey hazırdır sana ey baht ağacından neşelenen, eğilip bükülen.

Eline aldığın her elma, her armut, her meyve, içindeki aydınlığı, lezzeti, tadı belirtir sana.

O aydınlıktan, her an yeni bir aydınlık doğar; her güzelden, her an, yeniden yeniye bir, daha güzel belirir, çıkar.

* Meyvelere, sonu gelmez bunların, tükenme yok bunlara yazısı y azılmıştır; yapraklara güzden emindir bunlar çizisi çizilmiştir.

A göz, göz ucuyla bak, işvelen, göz kırp; pek tanınmış pek güzel bir yerdesin; a gönül, burdan

başka bir yere gitme; güzel bir yerde konaklamışsın, hoş bir yeri yurt edinmişsin.

Yemyeşil ağaçlar gibi bezenip kuşanan birçok zengin vardır; fakat şu görülmemiş, eşsiz ağaç, yeşermeye de doymuştur; bezenmeye de aldırış etmez.

Nice bir batmanlık taş vardır ki dağdan y uvarlanır, düşer; fakat dağ kesilen kay a, yerinden bile kıpırdamaz, benlikten kurtulmuştur o, kay alıktan çıkmıştır o.

Çünkü yokluktan korkup duran her var, büyük yüce yerden en aşağılık yere düşüverir.

A yokluktan doğan, sen her an biraz daha gençsin; a dostun aşkına rehin olan, sen her an b iraz daha mal olmadasın aşka.

Çırılç ıp lak atlas kumaşlara, kıldan, çuldan y apılma libaslara bürünmektense candan mey dana gelmiş deriye bürünmek, elbette daha iyi.

* Yahudi’nin gözünde kupkuru bir hurma fidanısın amma Meryem’in derdine devâ olmak için yüzlerce taze hurma veriyorsun.

Dışını sırça gibi pırıl pırıl bir hale getirmedesin, içini görüş sahibi etmedesin; dünya senin hükmündeyken nasıl olur da aşağılık bir hale gelir?

Ey can, ey cihan, ey cihanı gören, ey daha da başka bir şey olan, ey Güneş’e, Ay’a bir başka çeşit dönme kab iliy eti veren.

*

A gönülde yurt edinen, ne de tuhaf gönül açışın var; y ahut da canın ta içindesin de cana öylesine canlar katıyorsun ki.

Bizimle karılıp birleşmenle bizden münezzeh oluşun, birbiriyle savaşmada; yâni sen bizim canımız mısın acaba, yoksa sen, biz misin?

îster o ol, ister bu, pek tatlısın, bir tat, bir lezzet denizisin; baştan başa, tamamıy la tatlılıksın, neşesin, lûtufsun, bağışsın sen.

Uzaktan ateş gördüm amma yakından baktım, gördüm ki nurmuş; ejderhâ göründün amma sopasın bize.

Sen mutlak amanlıksın, emniyetsin; fakat inancımız şu: Hamlara, erişmemişlere korkusun, ümitsin sen.

Yusuf gibi hani, kardeşlere tamamıyla kedersin, fakat Yakub’a daima safâ içinde safâsın.

Leylâ’dan bir lûtuf elde edelim diye Mecnun olduk gitti; a aşk, sen bütün akıllara düşmansın.

A akıl, bakırdın, aşkla altın kesildin; kimya değilsin, kimyanın bayrağısın (görenler koşup gelsinler de altın olsunlar diye bayrak gibi baş çekmişsin).

Sırlar bildirmede Cebrâil’sin ey aşk, sanki bütün peygamberlere vahiy getiren sensin.

Aklı başında olan kişi düşer bir şüpheye; halbuki sen şüpheden de ayrısın, akıldan da, düşünceden de.

(s. 128) Bakış okların asla yanılmadı; yanılanın da suçunu, hatasını örter, bağışlarsın sen.

A yatıp uyumuş, gözü kapalı toprak, yeli görmüyorsun amma yel esmeseydi ne sebeple havalanırdın, nasıl havalarda tozardın?

Yüceldin amma ululuktan uzak ol; ululuktan, ululanmaktan utan, ulular ulusuylasın çünkü.

Aydan balığa kadar her şey, senin zevkini, senin neşeni arıy or; pek çokları sana kavuşmayı, seninle buluşmayı özley ip duruyor.

CXXIII

Kaybolan gönlü kendi canında ara, canının huzurunu, kararını sevgilinden iste.

Şekerkamışında gayb bitkisinin zevki var, fakat o zevki de kendi dudağında, kendi dişinde ara.

İki gözünü her gözsüze dikme; görene kaç, onda da kendindekini ara, kendindekini iste.

* Tanrı elçisinden rivayet edilmiştir, insanlar madenlerdir demiş; sen de geçer akçeni kendi madeninde ara.

Beden tahtından çık da can tahtına otur; gökten geç de kendi Zühal yıldızını ara.

Bir şimşek gönlüne çaktı da gönlün kararsız bir hale düştü ya, bu şimşeği de yağmura benzer gözyaşlarında aramaya bak.

Ebû Hurayra’nın heybesi, ancak senin vücudundur; muradın neyse, neyi istiyorsan kendi heybende ara.

A izinin tozu belirmeyen, nerden, kimden arayım izinin tozunu; sen beni ara; lûtfunla, ihsanınla sen ara beni.

CXXIV

Her gün seher çağı bizi aray an sensin; uykuya dalmışız, uykuluyuz biz, uy anık devletimiz sensin bizim.

Dükkânımız da sensin, kazancımız da sen, kârımız da sen; o yüzden her gün bizi çekersin, işten güçten, kârdan, kazançtan edersin.

Ne diye dükkâna gidelim? Madenimiz de

sensin, dükkânımız da sen. Çarşıya pazara nasıl varalım? Pazarımız sensin bizim.

Bize can bağışlayan sensin, o yüzden gönlümüz hoş, neşeliyiz; sarığımız sensin, o yüzden sarhoşuz, harabız.

Para canlılar gibi gümüşle dopdolu küpü ne yapacağız? Küpü kıralım, şarap sunan sensin bize.

Dudu gibi şekere düştün, gıdamız şeker oldu, çünkü şeker madenisin sen; bülbül gibi şakıyıp çilemedeyiz, gül bahçemiz sensin çünkü.

Yüzlerce baharın var, o yüzden gül bahçesine döndük; sevgilimiz sensin, ondan dolayı gönlümüz apaydın.

Denizinde gemiden de daha elsiz-ayaksızız; sesimiz de sensin, oynamamız da sen; sallanmamız da sensin, y ürüy üp gidişimiz de sen.

Çarelere başvuran kişinin senden sermayesi y oktur; bütün çarelerden vazgeçip çaresiz kalanın ç are sisin sen.

Gönül, nelere takılmışsa, nelere vurulmuşsa hepsinden soğumuş, vazgeçmiş de ondan sonra gönüle, bize tutulan, vurulan sensin demişsin.

Bâzı bâzı, şu yaptıklarımızı biz yapıyoruz sanırız, fakat bu da sendendir, çünkü şüphemizin, zannımızın özü, mayası da sensin.

Çektiğimiz bir şey yok ki onu gerçekte sen çekmeyesin; aldığımız bir şey yok ki gerçekten onu bizen alan, sen olmayasın.

Söze tövbe ettim, tanık ol ey padişahım; sözsüz, feryatsız, sırlarımızı bilen sensin, sen.

A Tebriz’in övüncü Tanrı Şems’i Şemseddin, şu dönüp duran göğümüzün güne şi de sensin zaten.

CXXV

Şu âleme güneş, ışık kesildiğin an, ölü dünyaya doğar, can olursun.

Körün iki gözüne gelirsin de görüş olursun, dilsizin dili kesilir de ona dil verirsin.

Çirkin Şeytan’la uzlaşır onu Yusuf gibi güzelleştirirsin; kurdun ağzına girer, ondan çobanlık edersin.

Her gün bir yeni çardaktan baş gösterirsin, oraya yüz döndüler mi de hemen gizleniverirsin.

Gâh gül kokusu gibi beyinlere lütfeder, genizleri güzel kokuyla doldurur, açarsın; gâh göze eş dost olursun, gül bahçesi haline gelirsin.

Padişahım, hem eğri büğrü giden vezirsin, hem doğru giden ruh; fakat gene de oyunu sen kazanırsın; neylersin, ne edersin, kimsecikler bir şey bilmez.

A izinin tozu belirmeyen aşk, tez tez, çabuk çabuk çevir yaprakları da sonucu bir yaprakta karar et, bir izin belirsin, yüzün görünsün.

A gönül, gam, gussa zamanı dostun adaletinde mahvol; neşelendiğin vakit de onun lütfunda mahvolur gidersin.

Gülde yok olan su, gül kesilir; sen de böyle olursan ayrı huy lara, temiz sıfatlara sahip olursun.

O savaş narasını hava gibi her yana götürürsün o zaman, o kahır yakışına, duman gibi tanık kesilirsin o vakit.

A aşk, bunların hepsi sen olursun da gene de bunlardan münezzeh bir hale gelirsin; kılıç bile olsan kızış gibi bir şeklin, sûretin belirmez.

Şimdi sustun, ben de susayım; ne vakit söz olur, anlatış kesilirsen o vakit dile geleyim, söz söyleyeyim.

CXXVI

Ey ney, ne de hoş, sırları biliyorsun; bu işi, zaten bütün işleri bilen kişi yapabilir.

Ey ney, bülbül gibi o güle âşıksın, sen de feryat ediyorsun, inliyorsun; boynunu kaşıyıp durma, dikensiz gülden haberin var.

Güle dedim ki: Dostun hemdemisin, sırrını gizleme; dedi ki: Tamamıyla duyar, anlarsan helâk olur gidersin.

Dedim ki: Zaten kurtuluşum helâk olmamda, ateş sal, yak, yandır, ne duyuş, biliş kalsın, ne [47] anlayış.

Dedi ki: Bu kervanın nasıl keseyim yolunu?

Biliyorum ki kervanbaşı, her şeyi bilen, anlayan biri

Dedim ki: Mademki dost kaybolanları aramıy o r, okşamıyor, anlayış bile anlay ıştan usanmıştır artık.

Kendinden haberin bile yok ki göz kesilmişsin, her şeyi görüyorsun sen; bizeyse anlayış, biliş, göz hicabı olmuş, buluşma perdesi haline gelmiş.

Başını kesmişler de o yüzden bir dudağa hemdem olmuşsun, bu yolda başa sahip olmak, ne ayıp; biliş, anlayış sahibi olmak, ne âr.

Kendinden sıyrıldın çıktın da sırlarla doldun; çünkü kendisine tapanı da biliyorsun artık, inkâr edeni de.

Mademki sevgilinin lâ’l dudaklarını tattın,

feryat da ne oluyor? Bırak da ağlayıp inleyen anlayış, biliş feryat etsin.

Hayır, hayır, sen kendin için feryat etmiyorsun a kerem sahibi; ağyar var sanana, ağyar bilip görene ağla, inle.

Felek, şu tersine çakılmış nallar yüzünden, şu ters anlayıştan ağlayıp inlese yeri var; çünkü öküz gibi yük altında.

CXXVII

A bize doyan, bizden bıkıp usanan, bizse düştükçe düşmüşüz sana, istedikçe istiyoruz seni; a yoldan ayak çeken, yol arkadaşlığının şartı bu muydu, nerde o şart?

Dünyanın özü, içi sensin, sen; geri kalanı hep kabuk; insan kabuklarla gelişir, semirir mi hiç?

Yıkılıp giden, altı üstüne gelen her şehir, bir padişahlar padişahının gölgesinden uzak kalmıştır.

Güneş çekilip gitti mi ne kalır? Kapkaranlık

gece; baştan akıl fikir gidince aptallıktan, ahmaklıktan başka ne kalır başta?

A akıl, bütün fitneler senin gidişinden kopuyor da sonra sen tutuyor, akılsız başa suç buluyorsun.

Nerden yüz çevirirsen orda yol bitiriş, savaş yüz gösterir, nereye yüz döner, ne yana yüz gösterirsen orda zevk, sarhoşluk, hayranlık belirir.

On sekiz bin âlem de ancak iki kısma ayrılır; y arısı cansızdır, ölmüştür, yarısı diri, biliş, anlayış sahibi.

Biliş, anlayış denizi var ya hani, bütün akıllar fikirler o denizden meydana gelmiş; işte en sona varmış akılların en son varacakları yer gene o deniz işte.

A yüzme bilen can, o denize gidiyorsun sen; a ok gibi fırlay ıp şu gökyüzünü geçen can.

Bedeninin otağı yüzünden bütün bir dünya apaydın, ışıl ışıl; a otağa girmiş can, sen kim bilir, nasılsın?

Rûh, şarabınla ebedî mest olmuş, ayılmasına imkân yok; toprak, avcunda ayarı tam halis altın kesilmiş, kalıplaşması mümkün değil.

Seni örnek getirmeden övsem halk anlamaz, halbuki örnek de seni bir şeylere benzetenlerin hayallerini arttırmada.

Fakat bir âşık, şevke düşse de seni bir şekle soksa, o çeşit övse her şeyden münezzeh oluş denizi bulanmaz ya.

Yeniayı nala benzetseler şâirlerin şu saçma benzetişleri yüzünden Ay, aylıktan düşmez ya.

(s. 129) Deniz Mûsa’ya engel olabilir, onun yolunu kesebilir mi; îsa’ya sığınan kişi nasıl olur da kör kalır?

Bir tek kulu, bir tek kölesi bile olmasa gene herkesin efendisidir o; sen onu düzgün saymasan da usûl boylu selvidir o.

Mûsa’sın, fakat henüz çobanlık etmedesin; Yusuf’sun, fakat henüz kuyunun dibindesin.

O ücretten eline bir şey gelmiyor,

faydalanamıyorsun, çünkü bu işe sarılmamışsın, arada bir el ucuyla yapışıyorsun işe.

Sus ki Tanrı yemeği, gayb şarabı olmadıkça şu harf, şu söz, iki üç boş kâseden ibaret.

CXXVIII

A can, a görür iki göz, nasılsın? A Ay’ın, a gök kubbenin kıskandığı güzel, ne âlemdesin?

Biz de, bizim gibi yüzlercesi de sensiz perişan, yıkık dökük sarhoş bir hale düştük; sensiz bitkin bir haldeyiz a canım, sen bizsiz ne haldesin?

Senin olmadığın yer, akrep oyuğuna benzer; senden başka kimseciklerin bulunmadığı o yerde nasılsın, ne âlemdesin sen?

A canım benim, canları nice seçmedesin? A denizden de artık, deryadan da üstün inci, ne âlemdesin?

A Arş kuşu, suya, toprağa düşmüşsün? Kanla, sevdayla, balgamla, safrayla karılmış, katılmışsın, ne haldesin bunlarla?

O güzelim gül bahçesinden gelmişsin de şu külhana düşmüşsün; külhandakilerle nasıl geçiniyor, nasıl uzlaşıyorsun?

Dayanıp durmada, irkilmeyip sarsılmamada Kafdağı’na benziyorsun, ne de sabırlısın; a Zümrüdüanka gibi yalnızlığı seçen, ne âlemdesin?

Âlem seninle durmada, sen ne âlemdesin bakalım? Bedenler seninle diri, sen yapayalnız ne haldesin, bedenlerle nasılsın?

Güneş bile seni görünce kendinden utanıyor, hangi doğudasın a güzel? Halis zehir bile seninle helva haline geliyor, nasılsın a şeker, a bal?

Ne altımız var, ne üstümüz, fakat senin yüzünden altüst olduk; a düny ay a fitneler, kavgalar salan, ne âlemdesin?

Gönülden kaybolduysan şu gönülde ne işin var, ne yapıyorsun orda? Yok, gönüldeysen sevda işiyle ne haldesin?

* Ey Tebriz’in övündüğü eşsiz benzersiz padişah Şems, “îki yay kadar kaldı araları, daha

da yakın” durağında ne âlemdesin?

CXXIX

Ey o kıpkızıl şarap kadehini eline alan sâkî, ey o terütaze güzelim gazeli tutturan çalgıcı.

A dilber, sen o dolunaya benzer yüzünden örtüyü kaldırdın da sâkî de yok oldu gitti, çalgıcı da.

A meclisin sahibi, adını aşk komuşlar; bu ne kıyamettir ki yeni baştan kopardın gitti.

A koskoca küp, her gamın ilacısın sen; hasta değilsin, başın da ağrımıy or, ne diye başını çatmışsın?

Bir can var, pek lâtif; bir cihan var, pek zarif; fakat sen şu iki perdeyi de kaldırıvermişsin ortadan.

Candan, cihandan âşıkın gönlünü kapmışsın; gerçekten de pek nazik, pek arık bir av avlamışsın.

A böylesine tuzağa av olan, binlerce

Husrev’in, binlerce Sencer’in tacına tahtına, malına, ülkesine sahip olmuşsun.

Ucu bucağı, dibi, kıyısı olmayan bir denizdesin, su ancak topuğuna çıkmış; ateştesin, semenderin huyunu almışsın, y anmıy orsun.

Şekerler içinde bir ev kuralı a gül, elbiseler yırttın, âşıksın.

A yel, o ikiye ayrılmış, amberleşmiş saçların misk gibi kokularına büründün, fakat ululanmaktan sakın.

A sarhoş bakışlı güzel, mademki sâkî sensin, sun; mademki kadehi aldın eline, bir an bile susma.

Tebriz’in övündüğü Şemseddin’e saçmak için kuyumcudan altınlar almışsın, saç ey sapsarı yüz.

CXXX

Ey o kıpkızıl şarap kadehini eline alan sâkî, ey

[49]

o terütaze güzelim gazeli tutturan çalgıcı.

Ey gökyüzüne ateş salan Zühre, Mirrîh’e, söyle nasıl bir hançer elde etmişsin.

A ayrılığı kıyamet gününden de uzun süren, bu ne kıyamettir ki yeni baştan koparmışsın sen?

A gökyüzü, onunla sohbet edenlerin halkasını görmüşsün de, sen de dönerken yuvarlak, değirmi bir şekil almışsın.

Arslan yürekli filler bile sana râm olmuş; şu b irkaç sineği ne diye avcuna almışsın?

Aklını başına devşir a yoksul, yoksulluktan şikâyet etme; çünkü Sencer’in ülkesi gibi yüzlerce ülke elde etmişsin.

A yüzünü sevgilinin güzelim yüzünde gören, pek büyük, apaydın bir ayna elde etmişsin sen.

A gönül, her an yaprak gibi ne diye titrer, çırpınırsın? Muzaffer bir Kubad’ın eteğini elde etmişsin.

A göz, her an ne diye ağlarsın? Mesîh

peygamberin sürmesine ulaşmışsın.

On sekiz bin âlem senin olsa sevgilinin yüzü yoksa pek aşağılık, pek hor, hakir bir şey elde etmişsin ancak.

Gökyüzünün kır atını bile geçecek kudretin var, ne diye tembelleşmişsin, ne diye eşek huyuna sahip olmuşsun?

Sus, bir başka dille söyle, bir yeni tarzda söze giriş; şu eski vadide ne diye sözlerini tekrar eder durursun?

CXXXI

Gökyüzüne bir uğultudur düştü; a Ay, ne diye oturmuşsun diyorlar; diyorlar ki: Otağı, otağ y erini nurlandır, ne diye oturup kalmışsın?

A her şeyden haberi olan, a her şeyi bilen güzel, şu donmuş, buz kesilmiş o lanlar, belki de seni, senin ateşini bilmezler, fakat sen ne diye oturmuşsun?

Yolda ateş yiyenler var, yol başında bekleyip

duruyorlar seni; sen aptal akıllılarla ne diye oturup kalmışsın?

Gönül, ormandaki arslan, fakat başı sensin o arslanın; gönül Tanrı ordusu, ordunun başbuğu, padişahı sensin, ne diye oturmuşsun yâni?

A kulağı kesilen can, içinden duy, sana her yol başında bir yoldaş var, ne diye oturmuşsun?

Kendine gel, dinle de duy, gönlünün boğazından kopup çıkan vuslat naraları, gülüşler, kahkahalar, ta Arş’a ulaştı; ne diye oturmuşsun sen?

Dün sabah gönül, canımın eteğini tuttu, o can geldi, erişti, o gönül ulaştı, eyvah dedi, sen ne diye oturmuş kalmışsın?

Şemseddin Tebriz’den gelen bir devlet dolabıdır, el çırp, feyz al ondan, ne diye şu kuyunun dibinde oturakalmışsın?

CXXXII

A aşk, ta ezelden beri bizimle bir tek sen

varsın, bir bir söyle sırları, bizimle aynı evdensin sen.

Ateşinden korktuk da ağzımızı yumduk, sözü bıraktık; çünkü sen ne ateşsin, ne yalımın vardır senin.

Akıl şehri her an senin yüzünden yıkılıp gitmededir; akıl mumuna yelsin, muğların şarabısın sen.

Dostla dostsun, düşmanla düşmansın sen, y ahut da ikisinin arasında, ikisine de benzer bir şey sin sen.

Akıllılar, âşıkların sözleri masaldır derler; gerçekten de masalsan geceyi nasıl oluyor da gündüze döndürüyorsun sen?

A güzelliği fitneler belirten güzel, fitne olan aşkındır senin, sen o aşkın bir eserisin, onun bir belirtisisin ancak.

A Tebriz’in övündüğü padişahlar padişahı Şemseddin, yeryüzündekilerin nurusun sen, zamanenin güzelliği, alımı.

CXXXIII

A bana candan da güzel, gözden de değerli olan, canımda ne gördüysem ben görmedim, sen gördün.

Evet, beni sen seçmişsin, bu seçiş hakkı için söylüyorum; ayrılığından ateşten yapılmış bir tabut seçtim, onun içindeyim ben.

Gözüme sor; neden bir kaynak kesilmişsin de. Boyuma sor; kim seni iki büklüm etti de.

Canıma sor; demir çarıklarla ayrılık yolunda nerelere vardın de.

Ona şunu da sor; de ki: Güzellikte, alımda ona benzer kimsecikler var mı, hiçbir dilden böyle bir söz işittin mi?

Şu sözü de söyle: Yüzü güneş değilse derdi, elemi, bulut gibi parça parça edip nasıl dağıtmış?

Nefesinden anlaşılıyor, göbeğinde misk var; hangi çayırda çimende, hangi ovada, yazıda yayılmışsın?

Anlaşılıyor ki bir gök görmüşsün a gönül, çünkü yeryüzündeki dilberlerden kaçmışsın sen.

Anlıyorum ki gözlerinle bir Yusuf görmüşsün de sarhoşlukla turuncu da doğramışsın, ellerini de.

Maksat Tebriz’dir, Şemseddin’dir, öbürleri hep bahaneler; iki âleme de bir yok çizgisi çizivermiş gitmişsin de yalnız ona yönelmişsin.

CXXXIV

(s. 130) Ay yüzlü, parıl parıl apaydın elbiseli bir güzel gördün mü? Bir güzel, bir ateş, bir belâ gördün mü sen?

İnsanı, olduğundan yüz binlerce defa daha da sarhoş eden bir göz, seher yelinden de lâtif bir cisim gördün mü hiç?

Devlet, ikbal herkese şifadır, halbuki devlet, havasına kapılmış da bir şifa gördün mü diye peşinden koşuyor.

Devlet kuşunu padişahlar arar, sınar; halbuki

bu devlet kuşu, devlet kuşunu gördün mü diye padişahı aramada.

A gökyüzü, doğru söyle, bunca demdir dönmedesin, o çeşit bir güneş yüzlü, ay yüzlü güzel gördün mü sen?

Gönül, bu aşkta yok mu oldun, yoksa bu yokluğun aşkında bir varlık mı gördün?

Her ağlayış, gülüşü arar; bugünse gülüşler, öyle bir ağlayış gördün mü diye göze y alvarmada.

Ayrılığın lûtfu da, keremi de yakan, yandıran bir vebadır cana; ayrılıktan daha fazla helâk edici bir veba gördün mü hiç?

O cefaya toprak kesilmişsin, yerlere döşenmişsin, lâf değil ya bu; şu cefada bir vefa gördün mü sen?

Sahibimiz Şemseddin gibi bir padişah duydun mu? A Tebriz, senin padişahın gibi bir padişahı bir yerde gördün mü hiç?

CXXXV

Ey bütün dünya, yüzünün güzelliğinden ancak bir eser olan; maksat senin güzelliğindir, öbürleri hep bahaneden ibaret.

Seni resmedene yüzün kıble değilse maksadı neydi o resmi yapmaktan, şu evi kurmaktan?

A halka halka güzelim saçları boynumuza geçen güzel, o halka içinde gönül kuşuna bir yuva kurun gitsin.

A güzelim, yüz binlerce mum, bir yalım elde etmek, o y alımla uy anıp yanmak, eriyip bitmek ümidiyle aşk tandırının çevresine oturmuş.

O padişahın meclisine nasıl varayım, nasıl ulaşayım; ne onun haddi, sınırı var, ne bunun kıyısı bucağı diyorsun.

Bu lûtfu kim verebilir? Tebriz’in övündüğü Şemseddin ancak, bir tohumdan bir ağaç ihsan ettiği gibi gene o devletle seni bu meclise ulaştırır o.

CXXXVI

A kuşbaz, gizliden gizli bir tuzaktır kurmuşsun; kıldan kurduğun o tuzağın üstünü de dumanla örtmüşsün.

Bu kadar bin kuşu bu düzenle öldürmüşsün, tüylerini yolmuş, anlaşılsın, bilinsin diye tuzağın üstüne koymuşsun.

Bekçi kuşların naralar atmada, hay-huylar etmede; onların hay-huylarında ne anlamlar gizlemişsin.

Sabrı, tövbeyi korunma kalkanıyla yoğurmuşsun; kızgınlığa, cefaya bir mızrak keskinliği vermişsin.

* Kılıç, kalkan zahmetine katlanmadan düşmanlardan korunmak için tekrarlanan yedi âyetin içine bir mülktür kurmuşsun.

Susamış kuşlara, kendi y akınlık meyhanende mâna küpleri, mâna şarapları hazırlamışsın.

Geceleri yol alan yolcun için hiçbir sâkînin, hiçbir sarho şun kokusunu bile alamadığı küpü hazırlamışsın ki o yolcuyu ancak sen bilirsin.

Göz karaltısının altından ışık dalgası akıtmışsın; dünyaya ihtiyarlar, gençler vermişsin.

Hayalde kurulan şeyleri kalemsiz, parmaksız yazması için gönüle parmaklar ihsan etmişsin.

Üstünde bunca et, sinir perdeleri varken gene de tutmuşsun, gönüle bunlardan geçmek, gizlice gezip seyretmek kudretini bağışlamışsın.

Ne de şaşılacak şeydir ki bakışa ok gibi uçup gitme, kaşa yay gibi ok atıp vurma kabiliyeti vermişsin.

Kaplara benzeyen bedenlere acı, tatlı şaraplar gibi çeşitli huy lar bağışlamışsın.

Şu gizli şarap, dilden sızar; üstü kapalı duran sözü dille meydana çıkarmış, anlatmışsın.

* Her ayn, her araz, ağzını yummuş bir goncadır; onu ırz ehli kadınlara âdeta bir örtü etmişsin.

A canın canına can olan, bir gün açtın da o örttüğün perdeyi çektin mi a benim canım,

Kararları kalmayan gönüller, görürler, anlarlar, ayrılığa, yalvarmayı, özlemeyi neden vermişsin.

Sus da sözleri o can söylesin artık, ortaya çıkardığın oyunbazlık, ne de uzunmuş, ne de bitmez tükenmezmiş.

 



[1]        Gizlenmiş olan Mûsa geldi, yüzlerce kaynak coşup akmaya başladı; can sopaya döndü de

[2]       Mustafâ, kadına danışma demiştir; şu


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar