MEVLANA/ DİVAN-I KEBİR cilt 7…1. Bölüm 1. Kısım
Hazırlayan
: Abdülbâkiy GÖLPINARLI
DÎVÂN-I KEBÎR
BAHR-İ HEZEC
-MEKFÛF-
mef’ûlü mefâîlû mefâîlü feûlün
— A —
Lebrâ tu be
her bûse-vo her lût meyâlâ
Tâ ez leb-i dildâr şeved mest-o şeker-hâ
Sevgilinin dudağıyla sarhoş olmayı, şekerler çiğner bir hale
gelmeyi istiyorsan, dudağını her öpüşe verme, her yemekle bulaştırma da,
Dudağından başkasının kokusu gelmesin; y alnız ve yalnız aşk
kesilsin, tertemiz, eşsiz bir hale gelsin o dudaklar.
Eşeğin ardını öpüp duran dudağı, Mesîh şeker gibi bir öpüşle öper
mi hiç?
Şunu bil ki evveline evvel olmayan Tanrı ışığından başka ne varsa
hepsi de pislikle dolu bir yerde pislikten ib arettir, bir bak da seyret hele.
Fakat gübre olup bostanın gönlüne giren pislik, yok olur gider de
pislikten kurtulur, kavunun, karpuzun lezzetini arttırır o.
Sen, pislik
oldukça kutlanmanın tadını ne bilirsin? Yürü, pislikten geç de kutluluk,
yücelik tarafına git.
Mesîh’in
eliyle, bütün dünyayı iyileştirecek, diriltecek ilaç geldi; fakat nerde her
yemek çanağından korunacak el?
Mûsa,
Firavun’un nimetinden elini, dudağını yudu, arıttı da yed-i beyzâ, kerem
denizini bağışladı ona.
Ham
kişilerin midelerinden, dudaklarından kaçıp kurtulmak istiyorsan deniz gibi
incilerle dol, gene de yüzünü buruştur.
Kendine gel,
gözünü yum ki o göz pek kıskançtır; aklını başına al, mideni boş tut ki
hazırlanmış yemek var.
Köpek toktur
da onun için av tutmaz; saldırıp bağırmak, isteyip çırpınmak, hep açlık
ateşinden mey dana gelir.
* Nerde
tertemiz elle dudak ki kadehi alsın, içsin. Nerde çevik sûfî ki helvanın
bulunduğu yere gelsin.
A
bize kahve dağıtan, fincanı sunan;1] bu sözlerden gerçek şekilleri
göster bize.
II
Afdâ kamaran lâha alaynâ ve taâlâ
Mâ ahsanahu Rabbu tabârak ve taâlâ
Bir ay parçası güzel, bize göründü; parıl parıl parlamaktaydı;
kutlu, yüce Tanrı, ne de güzel yaratmış onu.
Canımla birleştin a güzelim de yaşayışımı arttırdın; bugün benden
üstünlükler, ululuklar doğmada artık.
Sevgi beni eritse, hayale döndürse gene de gizlice onu çağırırım;
apaçık ona hitap ederim ben.
Örtüler yırtılsın, buluşma suyu, susuzluğu gidersin diye boyuna
ona y alvarırım; zaman beni dilim dilim kesse bundan ay rılmam.
Yüzyıllar geçse aşktan bıkmam; ben aşktan
usanayım ha; hâşâ, hâşâ; böyle bir şeye imkân yok.
Âşık
balıktır, aşksa denizdir sanki... Balık denizde oldukça usanır mı, bıkar mı
denizden?[2]
III
Reftem be suy-i Mısr harîdem şekerîrâ
Hod fâş begû Yusuf-i zerrin-kemerîrâ
* Mısır’a gittim; bir şeker satın aldım. Hadi, apaçık söyle; de ki:
Altın kemerli Yusuf’u satın aldım ben.
* Şehirde böylesine güzeli kim görmüştür? Böylesine Süheyl’i,
böylesine Ay’ı kim bağrına basmıştır?
Padişah, kötü bir kulu işe tâyin etti; keremi, incileri verdi de
bir tabiatsızı satın aldı.
* Hızırların
Hızır’ıdır o; abıhayat kaynağından sunar da bir ciğeri tazelerse hiç de
şaşılmaz.
Yap-yapma emirleri, kulları üst etmek, devlete ulaştırmak için
geldi; altüst olmuşu büsbütün altüst etmek için değil.
Geceleyin uyumasak yeri; çünkü gizlice Ay, her gece yıldızları
sayana öpücük verir.
Eserler, canı, gönlü, eserleri yaratana eriştirir. O padişah,
eserleri hammâl eder; canı, gönlü onlara yükler.
* Bil ki buraya gelen, Tanrı iksiridir; her solukta bir taşı kızıl
altın eder.
* Eşek leşi, göğe yol bulamazsa gam değil; İsa’ya dönmüş canlar
gökyüzüne ağar ya.
Dünyada kuşkulanıp neye baktıysam göremedim, bulamadım; çünkü bu
yücelik, bu ululuk, Tanrı görüşüne sahip olanda var ancak.
Seher çağı gelinin gözüne sürme çekmesi için güneşin padişahça
gönül ateşi gerek.
Bizim zerre
kadar aklımız yok; yoksa aklı başında olan ceylan, hiç erkek arslanı ister mi?
Dostum, akılsızca gölge gibi peşine düşmüşüz;
koşup duruyoruz; çünkü o güneşe benzeyen yüzün, başka birinde yok.
Güneş,
kalkanı olmayanın her yanını yaralamak için her gün o kılıcı sallar durur.
Akıl öylesine gönül kıranı bağrına basar; can öylesine yol
uğrağından geçeni tutar, eve sokar.
Göz öylesine lâ’l dudaklara inciler hediye eder; yüz öylesine
gümüş bedenli güzel için sararır solar; altınlar basar.
Yürü a hoca, kaş gibi o Ay’ın perdecisi kesil; çünkü o her eğri
görüşlünün gözünü, görüşünü doğrultur.
A temiz yürekliler, ondan başkasıyla aşk oyununa girişmey in; her
olur olmaza gönül vermek, can feda etmek olamaz.
Sus; âşıkını kendisi çeker kendisine; niceye bir her hünersizin
eteğine sarılacaksın?
IV
Ender dil-i her kes ki ezin ışk eser nîst
Tu ebr bero keş ki be cuz hasm-ı kamer nîst
Kimin gönlünde bu aşktan bir eser yoksa üstüne bir bulut çek onun;
çünkü o, Ay’a düşmandır ancak.
Ne de kuru ağaçtır bu bahçede yetişmeyen ağaç; ne de hor, hakirdir
ağacın gölgesinde bulunmayan aziz.
Eşsiz inci bile olsa bu aşktan başkasından kesil gitsin; çünkü bu
aşktan başka ne akraba vardır sana, ne baba.
Her gün bu dertten daha da beter bir hale gelmeyen, âşıklar
mezhebinde ölüm hastalığına tutulmuştur.
Kimin yüzünde o renkten bir örnek, bir eser görürsen, gerçek
olarak bil ki o, şu bildiğin insanların cinsinden değildir.
Hangi
kamışın belinde aşk kemerini görürsen sıkı sıkıya bağrına bas onu, çünkü o
şekerkamışı dengidir ancak.
A
Tebrizli Tanrı Şems’i, seni tuzağa çektiler; münkirler var solda sağda,
sakınmaya da imkân yok.
V
Ez evvel-i
imrûz herîfân-ı herâbât
Mihmân-ı
tuend iy şeh-o sultân-ı herâbât
Bugün seher
çağından beri, meyhane erleri senin konuklarındır a meyhane padişahı, a meyhane
sultanı.
Bugün ne
gündür? Söyle: Kutluluk günü. Şu gönül kıblesi kimdir? Cevap ver: Meyhanenin
canı.
Âşıkların
gönülleri asla bir kimsenin buyruğuna uymaz; çünkü sarho ştur, yıkılmıştır
meyhanenin buyruğuyla o gönüller.
Yüzlerce
Zühre, sırlara mahrem olmuştur da
feryada
gelmiştir: Çık buluttan a meyhanenin parlak Ay’ı.
Biz ecelin
dudağından, dişinden hiç mi hiç korkmayız; çünkü meyhanenin o güleç güzeli
diriltmiştir bizi.
Can, yükünü
öküze yükler de aşka sarhoş bir halde gelir; bu yükü der, meyhane kapısına
rehin ver gitsin.
*
Tebrizli Tanrı Şems’ine gönül veren, kendisinin kâfiridir, meyhanenin
Müslümanı.
VI
Bâr-ı diger
on dilber-i eyyâr merâ yâft
Ser-mest
hemîgeşt be bâzâr merâ yâft
O yankesici
dilber bir kere daha buldu beni; sarhoş bir halde pazarda dolaşıp duruyordu;
buluverdi beni.
Gizlendim; o
mahmur nerkis gözler gördü beni; meyhanecinin yurdundan kaçtım; tuttu, y
akaladı beni.
Kaçmam da nedir? Kimsecikler can kurtaramamıştır ki ondan;
gizlenmem nedendir? Yüzlerce defa bulmuştur beni.
Dedim ki: Şehrin kalabalığı arasında kim bulur beni? Sırların
çokluğu içinde beni bulan, bulur beni.
Ne muştuluk bu ki o gözetleyen bakış aradı beni; ne bahttır, ne
devlettir ki o büklüm büklüm saçlar buldu beni.
Sarhoşların başlarında sarık, rehine uçar gider; çünkü o, yüzünü
sarıkla örten, sarığımın ucunu tuttu benim.
Ben tabanımdan
diken çıkarmadaydım; o yüzlerce gül bahçesinin selvisi, buldu beni.
Kendi gül bahçesinden başına güller serpti sevgili, o bülbül, o
eşsiz güzel gene buldu beni.
* Ben o Ay’ın harmanında kile gibi kayboldum; bugün o Ay ambarın
dibinde buldu beni.
Her yola kanımdan katreler damlamıştı, iz
olmuştu kandan; peşimdeydi, izimden buldu beni.
Ceylan
gibi, o arslandan çöllere kaçtım; o av dağının arslanı dağda, ormanda buldu
beni.
Göğe çıkıp
ceylanı yakalayan, sabırla, yavaşlıkla, hem de anacaddede yakaladı beni.
Damağıma
iğne takılmış, bense denizin dibindeyim; balıkçı, av çeken bir iple, oltayla
tuttu beni.
O incitmesi
az sevgili, beni bulur bulmaz, gönlümden incinmeyi gideren bir kadeh sundu
bana.
Şu ağırcanlı
can çevikleşti de uçtu; çünkü o ağır sağraklı dost tezce buldu beni.
Bugün
ne akıl var, ne kulak var, ne söz var; çünkü o her düşüncenin temeli, o her
sözün aslı buldu beni.
VII
în hâne ki
peyveste dero bang-i çegannest
Ez hâce beporsîd ki in hâne çi hânest
Bir ev bu ev ki boyuna çeng çalınıyor, müzik dinleniyor burda.
Sahibinden sorun: Nasıl ev bu ev?
* Burası Kâbe’yse şu put nedir? Muğların eviyse şu Tanrı ışığı da
ne?
Bu evde bir define var ki dünyaya da sığmaz, âhirete de; bu ev de
bahaneden ibaret, şu ev sahibi de.
Zulüm evi diye el uzatma bu eve; ev sahibine de bir şeycikler
söyleme; çünkü geceden kalma sarhoş zaten o.
Bu evin taşı, toprağı tamamıy la amber, tamamıy la misk; bu evin
damı, kapısı b aştan başa beyit, baştan başa rubai.
Hasılı, bu eve yol bulan, yerin padişahıdır, zamanın Süleyman’ı.
A ev sahibi, bir kerecik olsun şu damdan başını eğ; güzelim
yüzünde devlet, ikbâl izi var çünkü.
Canına and
olsun, senin yüzünü görmekten başka, yeryüzünün padişahlığı bile olsa, hepsi de
afsun, hepsi de masal ancak.
Bahçe, bu ne
yaprak, bu nasıl çiçek diye şaşırıp kalmış; kuşlar, bu ne çeşit tuzak, bu ne
biçim yem diye şaşkınlığa dalmış.
Bu,
gökyüzünün zengini, Zühre’ye, Ay’a benziyor; bu ev aşk evi; ne ucu var, ne
bucağı.
Can ayna
gibi şeklini kucaklamıştır; gönül tarak gibi saçlarına baş aşağı dalmıştır.
Yusuf’un
karşısında kadınlar ellerini doğradılar ya; benim canım, sen bana gel de canımı
ortaya koy ay ım ben.
Bütün
evdekiler sarhoş; kapıdan filân girmiş, feşman girmiş; kimseciğin haberi bile
yok.
*
Uğursuzdur, eşiğe oturma, tez gir içeriye; yeri eşik olanın gönlü kararır
gider.
Tanrı
sarhoşları, isterse binlerce olsun, hepsi de birdir; fakat hevâ ve hevesle
sarhoş olanların hepsi de iki tanedir, üç tane.
Arslanların
ormanına git, yarayı düşünme; düşünmek, korkmak kadınların işidir.
Orada
yaralamak yoktur; baştan başa acımak vardır, sevmek vardır orda; fakat senin
vehmin, kapı ardındaki mandal gibi kakılakalmış.
Ormana
ateş verme, sus a gönül; dilini çek; çünkü dilin yalıma benziyor senin.
VIII
Zon şâh ki
ûrâ heves-i tebl-o elem nîst
Dîvâne şodem
ber ser-i dîvâne kalem nîst
* Davula,
bayrağa hevesi olmayan o padişahın yüzünden deli oldum; deliye de kalem olmaz,
suçu yazılmaz onun.
Uzaktan beni
yürüyüp giden biri olarak görüyorsun; fakat o gördüğün bir hayal, y okluktan
başka bir şey değil o.
Beri gel, yok
ol; yokluktur can madeni; fakat gamdan, gussadan başka bir şey o lmay an şu can
gibi can değil.
Ben bensiz,
sen de sensiz, şu ırmağa bir dalalım gitsin; çünkü bu kurulukta zulümden,
sitemden başka bir şey yok.
Bu
ırmak, adamı batırır ama öldürmez; abıhayattır, lûtuftan, keremden başka bir
şey yapmaz.
— D —
IX
Tâ bâd-ı seâdet zi Muhammed haber efkend
Zon merdiy-o zon hamle şakavet siper efkend
Kutluluk yeli Muhammed’den haber getirir getirmez; o erlik, o
hamle yüzünden bütün kötülük, kalkanını yerlere attı gitti.
Yoksul alçalırsa şaşılmaz; senin gamın, yoksul şöyle dursun,
yüzlerce padişahın başını yerlere düşürdü.
* Günün birinde Edhemoğlu, felek gibi boz atını ceylanın peşinden
koşturdu.
Derken ona öylesine bir şerbet sundun ki tadı, kokusu başını bürüdü;
kendinden geçti de attan düştü, yerlere serildi.
Herkes şaşkınlık mahallesinin başında, yoksul Edhemoğlu dedi,
tacını, kemerini bıraktı gitti.
* Süleyman bir kuşla Belkıys’in saltanatını yendi ya; senin adınla
yendi ancak.
* Muhammed bir işaretle yeryüzüne Ay’ın ikiye bölündüğü haberini
yaydı, bir kavgadır kopardı ya, o da senin adınla oldu.
X
“Tercî-i
Bend”
Zon bâde-i
sûfî buved ez câm mücerred
Kez gaayet-i
mestî zi kefeş câm beyofted
Sûfî’nin o
şarabı kadehten münezzehtir; çünkü körkütük sarhoş olmuştur Sûfî, elinden
kadehi düşmüş gitmiştir.
Sarhoşluk
haline gönülle akıl bile sığmaz; iş böyleyken kadehin, sağrağın sığmamasına
şaşılmaz artık.
* Elif bütün harfleri geçmiştir; elifte bir şey y oktur da o yüzden
öne düşmüş, kumandan olmuş, güç kuvvet sahibi kesilmiştir.
Ha’nın da
elif gibi hiçbir şeyi yok ama cim şekline büründü; halbuki cim bağlarla
bağlanmıştır.
Mim, yazılışta elifle, ha’dan meydana gelmiştir; birleşmek de ayrı
bir varlık sahibi olmaya sebeptir.
Peygamberin meclisi sağraksız, kadehsiz kuruldu; maksat da
Muhammed’in varlığının başlı başına meydana gelmesiydi.
Gökyüzü damının ne direği vardır, ne duvarı; fakat her dam çöker
de o durur.
Şu köhne gökyüzünden daha yüce bir lûtuf âlemi var; canlar o
âlemde sanki yepyeni mey dana gelmiştir.
Bu ırmağın kıyısında yıkanmak için soyunmuşsun; fakat billur
döşemede ırmak gibi görünmedi mi?
Şişenin zincirleme akan bir su şeklini göstermesi için, y anıltmak
maksadıyla dev yapar, peri halk eder o.
Düzenden, hileden kaç, razılık çevresine yürü de sayılı soluklara
muhtaç olmadan yaşa.
Tercî
beytini söyleyeyim hoca; çünkü bu kafiye dar; soluk bile almayayım, çünkü
soluğumuz zaten buğuluyor aynayı.
*
* Ben soluk almıyorum ama “Biziz üfüren” soluğu boyuna üflüyor bana;
feryadım ta Ülker burcuna dek gidiyor.
O
yüce, o üstün Tanrı, yokluk kamışlığından kesti, onardı bu beden kamışımı.
Gönül, neyin
bir başıydı, ağız öbür başı... o baş, aşk dudağından boyuna ballar yemede,
şekerler çiğnemedeydi.
Bedenim onun
soluğuyla doldu, iki dudağıyla sarhoş oldu da kabına sığmıyor, sarhoşça naralar
atıyor.
Onun
soluğuyla dolup, onun o iki dudağıyla sarhoş olunca daraldı da sarhoşça coşup
köpürmey e başladı.
* Allah’a and olsun, dağ bile o dudakların şarabını içse tecelli
vuruşuyla erir, kum olur
gider.
Dudağını
yummuştu; yoksa bir açsa o dudakları, ne gökyüzü kalır, ne aşağısı kalır, ne
yukarısı kalır.
* A ney, bir yokluk âleminden seslen de seyret yüzlerce Leylâ’yı,
yüzlerce Mecnun’u, yüzlerce Vâmık’ı, yüzlerce Azrâ’yı.
Her zerre
ağız açar da var ol der; her zerrenin gönlüne hor gelir, değersiz gelir, dar
gelir ova.
* Tez beden Habeş’inden Rum ülkesine yürü, öylesine var ki kayser
seni yüce tahta oturtsun.
Hey gidi
hey; ne de güzel yer, ne de hoş ırmak, ne de coşkun savaş safı; burada onların
bulunmasına imkân yok; öyle bir yer orası.
Kendine
gel, savaş vakti, erlerin saldırış zamanı şimdi; safran kabarmasın; saldır,
safı yar.
* Üçüncü tercî geldi; sen de Tanrım; dedin ki: “Kaybettiğine ağlama;
karşılıkları var bende.”
*
O hoş
nağmeli, şeker ağızlı çalgıcı geldi; canların hepsi de sarhoş; çünkü o can bana
geldi.
Çiçekler
gülmeye başladı, gül elbisesini yırttı; çünkü yokluk ülkesinden sünbül geldi,
yasemin geldi.
Gül
bahçesinin canları karakışın soluğuyla uçmuştu; ilkbahar mevsimi geldi, her can
kendi bedenine girdi.
Güzelliğini
kırıp geçiren güz mevsimi kör olsun diye, gizlilik puthanesinden güzeller
çıkageldiler.
Onlar sabrı
seçmişlerdi, ardından hemencecik ferahlık geldi; güzel huya sahip olmuşlardı,
bir güzel sevgili çıkageldi.
Bahar
bayramında bulut gülsuları serpti; o gök gürleme si de havanın yücelerinde
davul çaldı.
Bir bağ, bir
bahçe ki güzellerle dopdolu; fakat ne Türk onlar, ne Rum; gizlilik
perdelerinden binlerce Hutenli güzel geldi.
Nice canlar, Yusuf gibi helâk olma kuyusuna düşmüştü; kaybolmuş
sandılar ama yurda çıkageldi onlar.
Hızır’ın abıhayat yolu kapkaranlıktır; fakat sonunda gül, diken
yolundan yurda geliverdi.
Gazelin çok kısmı kaldı ama gene de sus da padişah söylesin; çünkü
şu topluma geldi o.
Bütün ağaçlar sabrettiler; o ayrılık kuyuya benziyordu, sabırsa ip
oldu o kuyuya.
A benim ay
yüzlüm, usûl boylum, kalk ki aşkından kıymet koptu.
XI
Mehtâb
berâmed kelek ez gûr berâmed
Vez rîk-i
siyeh çirde sakanguur berâmed
Ay ışığı
vurdu da kelek kavun, karpuzlar mezarlarından çıktılar; karalara batmış kumdan
timsahlar baş çıkarıp göründüler.
Kalemiyle
İsa’nın, Mûsa’nın resmini, şeklini
meydana
getirenin üfürüğünden Sûr’un âvâzı, gürültüsü duyuldu.
Yardımı,
devlet havanında bir inci dövdü de körün gönlünde yüzlerce gerçeği gören göz
peydahlandı.
Toprağın
gönlü, ilkbaharın ıssısından ne haber aldı ki kara topraktan karınca sürüleri
belirdi.
Balarısı
onun bal denizlerinden nasıl haber aldı ki misk gibi ballarla arı sürüleri mey
dana geldi.
Bir arık
ipekböceği onun kerem mahzenine nasıl yol buldu ki birçok ipekler dokudu,
ibrişimler ördü.
Sedef, gözü,
kulağı olmadığı halde nerden rızklandı da inci elde etti, haznedara döndü.
Bir sert
demir, bir katı taş parçası, ışıklara yumuşak yumuşak ne biçim bir yol buldu da
demir, taşa çarpılınca bir ışık bayrağıdır belirdi.
Bak da
seyret, toprak yurdundan nasıl bir gül bahçesi güldü; zift gibi sürmeden nasıl
bir kâfur mey dana geldi.
Gaz boyaması yokken, gelin bezeyen kadın yokken, gül o rengi
nerden buldu da parıl parıl parlayıp ışıl ışıl ortalığı parlatarak gizlilik
perdesinden nasıl yüz gösterdi.
O işi gücü iyi padişahın devleti, ikbali sayesinde şu bozguna
uğramış ordu üst gelmiş gibi çıkageldi.
Onun yüzünün, onun güzelliğinin bağında bir elma ağacı gördüm ki
her elması yarılınca içinden bir huri belirmedeydi.
Elmanın gönlünden huri belirince gülüyordu; onun gülüşünden de
hastaların ihtiy acı gideriliyor, hepsi sağlık elde ediyordu.
Sarhoşların şu varlığı, şu sarhoşluğu, şu oyunu, sanma ki üzümün
özünden meydana gelen şaraptandır.
Tebrizli
Tanrı Şems’i, bu coşkunluğu meydana getirince can doğusundan doğdu, o tanınmış
Ay, candan belirdi.
XII
On
surh-kabâyî ki çu meh pâr berâmed
îmsâl derin
hırka-i jengâr berâmed
Bıldır, Ay
gibi doğan o kızıl kaftanlı güzel, bu yıl boz bir hırkaya büründü de çıkageldi.
*
O yıl yağmada gördüğüm O Türk’tür bu yıl Arap şeklinde gelen.
Elbisesini
değiştirdi ama sevgili gene o sevgili. O elbiseyi değiştirdi; başka bir
elbiseyle tekrar geldi.
Şişe değişti
ama şarap gene o şarap, bak da seyret, sarhoşun başını ne de hoş döndürmede.
Gece geçti;
a sabah şarabı içenler, nerdesiniz? O meşale, sırlar penceresinden belirdi
çünkü.
Habeşlerin
devrini gördü de Rum ülkesinin dilberi gizlendi; fakat bugün şu koca orduyla
geldi gene.
Tebrizli
Tanrı Şems’i erişti; temizlik göğünden o nurlar saçan Ay doğdu, belirdi.
XIII
Ber çerh seher-gâh yekî mâh iyan şod
Ez çerh furûd âmed-o der mâ nigeran şod
Seher çağı
gökyüzünde bir Ay göründü; gökten indi de bize baktı.
O Ay, doğan nasıl avını kaparsa o çeşit kaptı beni, göğe doğru
uçtu gitti.
Kendime baktım da göremedim kendimi, çünkü o Ay lütfetti de
bedenimde can oldu benim.
Ezelî tecelli sırrı tamamıy la anlaşılınca can âlemine sefer
ettim, o Ay’dan başka bir şey göremedim.
Dokuz kat gök de o Ay’a karşı baş eğdi; varlık gemim tamamıy la
denizde gark oldu gitti.
O deniz bir dalgalandı da aklı gitti; ortalığa, böyleydi, şöyleydi
diye bir sestir yayıldı.
Köpüklendi o deniz; köpüğün her biri de
filânın şekli oldu, feşmanın bedeni.
O denizden beliren her beden köpüğü, hemencecik eridi, denize
karıştı gitti.
Efendiler
efendisi Tanrı Şems’inin devleti olmadıkça ne Ay görülebilir, ne deniz
kesilebilir insan.
XIV
Morgan ki kunun ez kafes-i hîş codâyîd
Ruh bâz nemâyîd-o begûyîd kocâyîd
A şimdicek
kafeslerinden kurtulan kuşlar; gene yüzlerinizi gösterin de söyleyin:
Nerdesiniz?
Geminiz şu suda kırık bir halde kalakaldı; balık gibi bir soluk,
görünün şu sudan.
Ya kalıbı kırmış da o dosta erişmişsinizdir; y ahut da tuzak
elinizden çıkmıştır da avdan kalmışsınızdır.
Bugün siz ya kendi ateşinize odunsunuz ya da ateş sönmüştür de siz
Tanrı nuru
olmuşsunuzdur.
O yel ya soğuk yel olmuştur da sizi dondurmuştur; yahut da her
vardığınız yere esen seher yeli kesilmiştir.
Cevap vermek için ağzınızı açmazsınız ama her söze canınızda bir
cevap var sizin.
Günlerin havanında dövdüğünüz inciler sürmedir gözlere; çekin o
sürmeyi, çekin.
A doğanlar, ölüm ânına geldiniz mi bilin ki bu ikinci bir
doğuştur; doğun, doğun.
* Hintli olarak mı doğdunuz, Türk olarak mı; ikinci defa yüzünüzdeki
peçeyi açtığınız gün belli olur bu.
*
Tebrizli Tanrı Şems’ine lâyık
olursanız vallahi de siz o lâyık olduğunuz günün
[3] hasbekisiniz.
XV
Der halka-i uşşaak be nâgeh haber oftâd
Kez baht yekî mâh-ruhî hûb der oftâd
Bahtımız yaver oldu da ansızın âşıklar halkasına bir ay yüzlü
güzel düştü diye bir haberdir ulaştı.
Âşıkların gözleri de, gönülleri de o güzellikle öylesine bir doldu
ki adları anılan güzellerin hikâyeleri unutuldu gitti.
O güzellikten nice abıhayat kaynakları coştu; o eşsiz şaraptan
nice gözlere, başlara mahmurluklar çöktü.
Ay, kalkanı, kılıcı olduğu halde, onun nice saldırışlarını gördü
de kalkanını tezelden kırdı, sipere sığındı.
Kuluyuz kölesiyiz o gecenin ki onun avlandığı ordugâhta hepimiz de
şeker yağmasına koyulmuştuk.
Kanlı ay rılık beyi bozguna uğradı, bayrağını yere attı; gönlümüz
ayrılık ordusuna üst oldu.[4]
Dediler
ki: Tebrizli Tanrı Şems’inden ne gördünüz? Dedik ki: O ışıktan bir bakıştır
düştü
bize.
XVI
Ey kavm-i be hac refte kocâyîd kocâyîd
Ma’şuuk derincâst beyâyîd beyâyîd
A hacca giden topluluk, nerdesiniz, nerdesiniz? Sevgili buracıkta;
geliniz, geliniz.
Sevgilin, senin komşun, hem de duvarı duvarına bitişik komşun; hal
böyleyken siz başı dönmüş bir halde çölde hangi havaya uymuşsunuz?
Sûretsiz sevgilinin yüzünü bir görürseniz ev sahibi de sizsiniz,
ev de sizsiniz, Kâbe de siz.
On keredir o
yoldan o eve gittiniz; bir kere de şu evden şu dama çıkın.
O ev güzel; eserlerini, izlerini söylediniz; o ev sahibinin
izlerini de gösterin.
O bahçeyi gördüy seniz nerde bir demet gül? Tanrı denizindenseniz
nerde bir can incisi?
Bütün
bunlarla beraber o zahmetleriniz define olsun size; fakat yazıklar olsun ki
kendi definenize kendiniz perdesiniz.
XVII
Der kûy-ı
herâbât merâ ışk keşan kerd
On dilber-i
eyyâr merâ dîd nişan kerd
Aşk, bir
çadır gibi meyhane mahallesine kurdu beni; o düzenbaz güzel, gördü de nişanladı
beni, oraya dikekodu.
Ben o
düzenbaz güzelin ardına düştüm gittim; oysa o anda yüzünü gene gizledi benden.
* Ben o
eşsiz, o tek kutbun yüzünden şaşkınlığa düştüm, çünkü bir bakışla bütün bedenim
baştan başa can kesildi gitti.
Ansızın
yüzlerce renkte bir ceylan görünüverdi; öylesine bir ceylan ki güzelliğinin y
alımından Ay da feryada geldi, güne ş de.
* O göbeği
güzel ceylan Tebriz’e gitti; dünya Bağdat’ını can gözüyle Hemedan ediverdi
(bütün dünya görür, bilir oldu gitti).
Olgunuz, tekiz diyenlerin başlarını döndürdü, âvâre etti,
sevdalara düşürdü, dünyada rezil rüsvây etti.
* “Hakkıyla
bilemedim seni” diyen padişahtı onun sırlarına mahrem olan; böylece de ezel
tecellisinin sırlarını tamamıyla anlattı o.
XVIII
Her nükte ki ez zehr-i ecel telhter âyed
Onrâ çu begûyed leb-i tu çün şeker âyed
Ecel zehrinden daha da acı olan sözler, senin dudaklarından çıktı
mı şekere döner.
Çene
topağının kuyusunu yurt edinen kişi, tezcek saçlarının ipiyle gökyüzüne ağar.
Bir toplan, toparlan da cana, gitme çağı gelmeden o güzelim
kaşından bir azık ver.
Senin
davetinden, senin güzelim sesinden gönül kokusu geliyor; ben de lebbeyk,
geliyorum
demedeyim ve soluğumdan ciğer kanının kokusu gelmede.
XIX
Ez behr-i
Hodâ ışk-ı diger yâr medârîd
Der meclis-i
con fikr-i diger kâr medârîd
Allah için
olsun, bir başka aşka düşmeyin; can meclisinde başka bir düşünceye dalmayın.
Başka bir
dost seçmek, başka bir işe girişmek, olmayacak bir küfürdür; din meclisinde
kâfirlerin mezhebine girmeyin.
Can
meclisinde düşünce şuna benzer: Hani söz, mademki gizli kalmıyor, bâri
gizlemeye kalkışmay ın.
Bokböceğinin
sesi gelmese bile kokusu gelir; gönlünüzde izi, eseri kötü bakış bulundurmayın.
O gönül
bekçisi, o cana şerefler veren, pek kıskançtır. Onun kıskançlığına karşılık siz
de y ab anc ılara yüz tutmay ın.
Her vesveseden
bahsetmeyin, her vesveseyi konuşmayın; her yitip gitmiş kişiyi kendinize baş
etmeyin, kılavuz yapmayın.
Kerem yakutu
gıdanızı geri almaz, vermezlikte bulunmaz; kendinizi ot otlayan nefse rehin
etmeyin,
* “Üstünlük Allah’ındır” âyetini duydunuz ya; artık bıyık, sakal;
külâh, sarık düşüncesine dalmayın.
* Yazının başlangıcı da noktadır, sonu da nokta; artık kendinizi
pergel gibi dönüp dolaşmaya vermeyin.
O
ulu görüş yerinde oturun, fakat aklınızı dönüp duran gök kubbeye kaptırmayın.
Tanrı’nın
birliği, eşi-ortağı olmayışı söylendi mi, bu söz yalımlandı, parladı mı, inkârı
y akar, yandırır; Tanrı güzelliğine, gerçek güzelliğe karşı inkârın kötülüğüne
sarılmayın.
Dünyanın
yarısı akbabadır, yarısı leş; kendinize gelin de akbaba gibi leşe göz dikmeyin.
O aldatan nefis, ululuktan, aldanıştan, aldatıştan ibarettir;
kendinize gelin de o aldatıcıya gönül vermeyin.
Gâh saçlarını döker, gâh göğsünü açar; onun allığını, boyasını
diken görün ancak.
O dost değildir, vefası yoktur onun, d o sttan ay ırır insanı; o
on gönüllüyü sırlara mahrem sanmayın.
O, şarabı döker de y erine sirke satar; o ekşi suratlıyı sâkî
sanmayın, meyhaneci sanmayın.
Biz kendi sâkîmizin güzelim sarhoşlarının halkasındayız; bizi
boşlamayın, üşütmeyin, ayık b ırakmay ın.
* Bokböceğine göbek verirsen miskin değeri batar gider; onun
göbeğini Tatar ülkesinde bulunan, göbeğinden misk veren cey lanın göbeğiyle bir
tutmay ın.
Öğüt verme,
anlatma minberine can çıkınca artık kendinizi söz perdesi ardında tutmayın.
XX
Çun ber
ruh-i tu aks-i cemâl-i tu berâyed
Ber çihre-i
mâ hâk çü gul-gûne nemâyed
Yüzünün
ışığı yüzümüze vurunca, toprak bile gözümüze yüze sürülen allık gibi görünür.
*
Zünnârdan yüzlerce hırka göstermek isterim ama kâfir çocuğu ört, ört diyor,
yakışmaz bu.
Âşıkların şu
havanına düşen tohum ne yana kaçsa, ne yana sıçrasa çaresiz ezilir durur.
Aşk evinden
güvercin gibi uçup giden nereye giderse gitsin, işin sonunda kalakalır.
Tebrizli
Tanrı Şems’inin düzüp koştuğu ayna, nerden paslanır, nasıl cilâya muhtaç olur?
XXI
On surh-kabaayî ki çü meh pâr berâmed
îmsâl derin hırka-i jengâr berâmed
Bıldır, Ay gibi doğan o kızıl kaftanlı güzel, bu yıl şu boz hırkay
a büründü de çıkageldi.
A o
meşaleleri söndü sanan topluluk, işte gene o meşale, şu sırlar penceresinden
vurdu, ışıttı ortalığı.
Bu söz tenasühü
bildirmez, birliğin ta kendisidir; hem de o uçsuz bucaksız, o dalga dalga coşup
köpüren denizden gelen bir söz.
* O denizden
bir katrecik ayrıldı; ayrı değil ya; hani insan da pişmiş toprağın ta dibinden
doğuverdi.
Habeşlerin
devrini gördü de Rum ülkesinin dilberi gizlendi; fakat bugün şu koca orduyla
geldi gene.
Sözü bırak da öz aynasına bak sen; çünkü o işkil, o yadırgama, hep
sözden meydana geldi.[5]
XXII
Bâr-ı diger
on mest be bâzâr derâmed
V’on
serdeh-i mahmûr be hammâr derâmed
Bir kere
daha sarhoş bir halde pazara daldı o; bir kere daha o mahmur sarhoş,
meyhaneciye geldi çattı.
Ağaçların
dalları neden meyvelerle doldu? O güzel sesli bülbül, tekrar tekrar çileyip
şakımaya koyuldu da ondan.
Bir daha
sıçrayalım da hepimiz sarhoşça, dostça oynamaya başlayalım; çünkü o dost gene
geldi.
Bir daha
davranalım da hepimiz eteklerimizi açalım; o taç taht sahibi padişah, saçılar
saçmaya geldi gene.
Bir kere
daha kalkalım da şeker yurduna girelim; çünkü böyle bir şeker Mısır’dan
yüklerle geldi gene.
Bir kere
daha sıçrayıp kalkalım da uykunun evini b arkını kökünden yıkalım gitsin;
böylesine uy anık bir devlet geldi çünkü.
Bir kere
daha davranalım, şu gece nöbetini tutalım; çünkü o gece hırsızı şuh güzel geldi
gene.
Davran,
sıçra gene; şarap yetiştir; çünkü kavgada sarığı çözülmüş, çıkageldi o güzel.
Kimdir şu
can besleyen, şu cana canlar katan şerbetin sâkîsi? Hastanın başucuna gelmiş
bir Mesîh’in eliyle sunuyor sağrağı.
* Şimdicek
dünya gamlarının boyunlarını vurur; çünkü senin devletin Hayder-i Kerrâr gibi
çıkageldi.
Bugün tasa
yurdu, ferahlık yurduna döndü; o neşe geldi, o sayısız, sınırsız sarhoşluk
geldi çünkü.
Şimdi
yum dudağını; çünkü dudak, kara yüzlü harf olmaksızın söz söylemeye başladı
artık.
XXIII
Tâ nakş-i tu
der sîne-i mâ hâne-nişin şod
Her câ ki nişestîm
şu ferdovs-i berin şod
Şeklin
gönlümüzü yer yurt edineli nerde oturursak oturalım, orası güzelim cennete
döner.
*
Yecüc-Mecüc’e benzeyen o hayallerin her biri huriye döndü; bir Çin güzeli
kesildi.
Elinden
herkesin feryat ettiği, o nefis yok mu? Önce ne de kötü bir eş dosttu; fakat
şimdi ne de güzel bir eş dost oldu.
Yüceler
baştan başa bağ bahçe oldu; aşağılar baştan başa define, hazine. Ne biçim bir
şeysin sen ki a güzel, âlem senin yüzünden bu hale geldi.
Onu
gördüğümüz günden beri ömrümüz arttı; onu aray an, dileyen her diken, inanç gül
bahçesi kesildi.
Her koruk,
güneşin tesiriyle üzüm oldu, şekerleşti; o kara taş da onun yüzünden değerli
bir lâ’l oldu.
Birçok
yerler üst oldu, gök kesildi; birçok sollar, devletin eliyle sağ oldu gitti.
Gönül karanlığıydı;
şimdi gönül penceresi haline geldi; din yolunu vururdu; şimdi din yolunda
kendisine uyulur bir er oldu.
Yusuf’un hapishanesi olan belâ kuyusuydu; şimdi onu dışarıya
çıkarmak için sağlam bir ip kesildi.
* Her parça buçuk, Tanrı ordusu gibi Tanrı buyruğuna uymuş; kula
eminlik olarak gelmiş, ululuğaysa pusu kurmuş.
Sus
ki senin sözün Nil gibi; Kıbt topluluğuna kan olmuş; îsrailoğullarına arı duru
su.
XXIV
Bâr-ı diger on âb be dûlâb berâmed
V’on çerhe-i gerdende der eştâb berâmed
Bir kere daha o su dolaba geldi; o dönüp duran değirmen taşı,
hızlı hızlı dönmeye koyuldu.
O ateşlerle, sularla dolu olan can, bir kere daha güneş gibi, cıva
gibi titremeye başladı.
Bir kere
daha âlemin o gizli şekli, dün gece can penceresinden ay ışığı gibi vurdu.
Yüzünden doğunun da, batının da yırtılıp
paralandığı güneş, usturlaba girerse, kendi lûtfundan girer.
Yüz
yıllık ölü bile uykudan uyansın diye o sabah çağı bir kere daha güldü, ışıdı.
Bir kere
daha o dilekleri yerine getiren seslendi; kalkın, o kapıları açan geldi dedi.
Peygamberlik
bir kere daha kıble yönünden aktı da Muhammed mihraba geçince sesi kulağına
erişti.
*
Muhammed, Nâsût Hayber’inin
kapısına gidince kapıda bir yardım deliği açıldı, kapıları delen çıkageldi.
*
Meleğin korkusundan gökler
yarıldı; sebepleri y aratanın korkusundan sebepler, çıkageldiler.
Evet, kişiler adla sanla belirmeden önce de onun adı sanı dünyanın
kutluluk beyiydi.[6]
Muhammed,
gayb meyhanesinin kapısını açtı da arı duru şaraba iyiden iyiye kesat düştü.
Susuz gönlü
suvarmak, böylesine bir kanı yatıştırmak için o unnab gibi lâ’l renkli şarap
kadehi geldi.
Bugün
sus, söz günü değil bugün; zahmet verme; dostların o sâkîsi geldi.
XXV
Tedbîr kuned
bende vu takdîr nedâned
Tedbîr be
takdîr-i Hodâvend nemâned
Kul tedbirde
bulunur, takdiri bilemez; Tanrı takdiri de gelince tedbir kalmaz.
Kul düşünür;
fakat ne görebileceği meydandadır; düzenler düzer, fakat Tanrılık edemez ya.
Doğru
attıysa öyle iki adımcağız daha atar; fakat o sırada takdir onu nerelere
çekiyor, kim bilir?
înat etme;
aşk ülkesini, aşk padişahlığını iste; ölüm meleğinden bu padişahlık kurtarır
seni.
Padişaha av
ol, az avlan; çünkü avladığın avı ecel doğanı geri alır.
Sus, karar edecek bir yer seç kendine; çünkü neresini seçersen
padişah oraya diker seni.
XXVI
Der hâne
neşeste but-i ayyâr ki dâred
Me’şûg-ı
kamer-rûy-ı şeker-bâr ki dâred
Kimin evde
oturan düzenbaz bir güzeli var; kimin ay yüzlü, şekerler, ballar y ağdıran bir
sevgilisi var?
Gözü zahmet
çekmeden kim görür güneşi? Perdesiz, apaçık kim bakabilir o yüze?
Meyhanede
artık işim yok dedin; zaten iş senin, senden başka kimin ne işi var?
Sabah
şarabını içen rintlerin hepsi de mahmur; a Zühre, meyhane kapısının anahtarı
kimde?
* Biz gayb
âleminin şekerler yiyen âşık dudularıy ız; o kantar kantar şeker madeni
kimde?
Sevgilinin bir bakışı, etek dolusu paradan yeğ; sevgilinin yüzü
varken para derdini kim çeker?
Canlar o arslandan avlanma yolunu gördüler ya; artık köpekler gibi
leşe kim meyleder?
Apaçık ortadayken ikrardan kim dem vurur? îkrar bile bir işe
yaramazken inkârı kim neyler?
* A yüzünde kıyamet gününün depremi görünen güzel; senin güzellik
cennetinde ateşin derdine kim düşer?
O vefalı güzelin kıya kıya bakışı dururken, şu gaddar dünyayı kim
düşünür artık ?
Dedin ki: Aziz dostlardan bir haber ver; senin o güzel habercin
varken kimin ne haberi var kimden, kimseden.
A bilen, anlayan, tatlı soluklu, güzel sözlü çalgıcı, bir yardım
et de söyle: Kimin böyle bir sevgilisi var?
Güzellerin pazarı senin yüzünden yıkıldı, kesada düştü; pazar da
nedir, kimde pazar
düşüncesi var ki?
Bugün sevginle kimseciklerde baş kaygısı yok; kimde sarık
olabilir, sarığın ucunu kim tutar?
Tebrizli
Tanrı Şems’i bizimle, apaçık ortada; artık bıldırdan kim söz açar, gelecek
yılın gamını kim yer?
XXVII
Ger yek ser-i mûy ez ruh-ı tu rûy nemâned
Ber rûy-i zemin kırka-vo zünnâr nemâned
Yüzünün bir
kılı yüz gösterse, yeryüzünde ne hırka kalır, ne zünnâr.
îki dünyadan kendisine bir soluk yüz gösterdiğin kişi, yanar
tutuşur; o bağrı y anıkta senin gamından başka ne iş kalır, ne güç.
O güzelim yüzünden perdeyi bir kaldırsan güneşle Ay’ın yüzünden
bir iz bile kalmaz.
Yanmış
yakılmışları, senden başka sırlara mahrem kimsecikler kalmasın diye aşk
şarabıyla
sızdırır,
uyutursun sen.
XXVIII
Tedbîr kuned bende vu takdîr nedâned
Tedbîr be takdîr-i Hodâvend nemâned
Kul tedbirde bulunur, takdiri bilemez; Tanrı takdiri de gelince
tedbir kalmaz.
Bir yol kendi dileğini bırak da aklın dileğine uy; çünkü bu dilek
tezce ümitsizliğe ulaştırır seni.
Padişaha av
ol; başka hiçbir av arama; çünkü avladığın avı ecel doğanı geri alır.
Mademki padişahın doğanısın, yürü, onun doğan yuvasına git; o yuva
sana şekerler verir, davulla çağırır seni.
Bugün padişahtan daha vefalı kimse yok; onun y anına eşek sür; o
seni yanından hiç sürmez.
Şunu iyice
bil ki bütün halk ölüm hapishanesindedir; mahpus olan, seni zindandan
kurtaramaz.
Biliyor
musun, şu razılık köyündeki köpek sesleri nedir? Kim karı huyluysa onu ürkütür
o sesler.
Hâşâ;
bu yolun âşıkı olan atlı erin yüreğini bile oynatmaz köy köpeklerinin
havlaması.[7]
— R —
XXIX
Ey âşık-ı bîçâre şode zâr be zer ber
Gûyî nezened merk turâ halka be der ber
A altın sevdasına tutulup ağlamaya, inlemeye koyulan, sanki ölüm
gelmeyecek de kapının halkasını çalmayacak.
Bir düşün o günü ki sen sayılı nefeslerini ala vere bitirmedesin;
karınsa bir başka koca düşüncesinde.
Ecel oku gelip de siperini delmeden bütün buyruklara amaç ol,
teslim et kendini gitsin.
Adamlıktan maksat anlay ıştır, bakış, görüştür; ey anlayışa,
görüşe, bakışa biteviye yağıp duran rahmet.
îhsânın şeker madenidir; şu halksa dudu kuşlarına benzer; dudu
şekere gönül vermez de neyler?
O şekerkamışı, aşkınla yüz yerde kemer
kuşandı; kemerin çevresine de senin şükrünü yazdı.
A ışığı
Güneş’e de, Ay’a da bol bol vuran, Güneş’ten, Ay’dan başka bir ışık ver göze,
görüşe.
Arif kişinin
hatırı, dünya madenine doymuştur da başka bir cünbüşe gönül vermiştir, başka
bir işe âşık olmuştur.
* Görmüştür, bilmiştir ki dünyanın suyunu içse, sen o lmad ıktan
sonra ciğeri kandırmaz o su.
* Tutalım, bütün gece uyanık değilsin, ağlayıp inlemiyorsun; hiç
olmazsa a özü doğru kişi, seher çağında uyan da virde koyul.
Geceleyin
de, seher çağı da dinlenmeyenler, ansızın o defineye, o inciye ulaşmışlardır.
Mûsa bütün
gece ışık aradı da sonunda ağacın tepesinde görülmemiş bir ışıktır gördü.
Yakub canla,
gönülle gecenin karanlık saçlarını yurt edindi de sonunda oğlunun
yanağını,
saçını öptü.
Fakat maksat Tanrı’ydı, oğul bahaneydi; hiçbir peygamberin canı
bir insana âşık olmaz.
O Halil’in soyundandır, bâtıla meyletmez, dolunan, b atan şey,
onun gözüne diken kesilir.
* Halil olan gerçek dosttan başkasını dost tutmaz; yoksa bedenini
ateşe atamazdı o.
A can putu kesilen, sen bir resimden, bir kerpiçten ibaretsin;
inkârın, taşa tap anların yolundan, yordamından başka nedir ki?
A güzelim gözü terütaze nerkisi kınayan, bir soluk kulak ver; bir
şey söyleyeceğim:
Ey gözünü n’olaydı ya, olaydı ya kaygısına tutmuş kişi, a dost,
peşin verilene sarıl; senin dostun peşin verilendir ancak.
Dudağımı yumdum; göz yoluyla söylüyorum artık: Sarhoşluğu geçip
giden şey, başa yüktür, yük.
Hay ır, hayır, söylemeyeceğim; görüş kuşudur o, acayip bir kuştur;
harabelere konup eğlenmez
ki.
XXX
Gîrem ki buved mîr-i turâ zerr be hervâr
Ruhsâre-i çün zer zi kocâ yâbed zerdâr
Tutayım, beyinde eşek yüküyle altın var; altına dönmüş yüz, altın
sahibini nerden bulacak?
Gönülden feryat etmeye koyuldun da feryadını duyunca gül de, gül
bahçesi de seyretmek için topraktan baş çıkardı.
Aklını başına al; elbiseni çıkar da hemencecik dal şu havuza; dal
da baş derdinden de kurtul, sarık tasasından da.
Biz de şu gürültüyü patırtıyı senin gibi inkâr ederdik; fakat
sevgilinin bir bakışıyla şu hale düştük, elden çıktık gitti.
Ne vakte dek kıskançlıklar edecek, seni seveni kırıp geçireceksin?
Şu hasta gönül, bırak da iki üç feryat etsin.
Hayır,
hayır, bırakma onu; çünkü feryadından ne yeryüzündeki halk kalır, ne dönüp
duran gök.
Bugün her
şeyi örten Tanrı’nın izniyle o gizli, kapalı âlem meydana çıkar, yayılırsa
şaşılmaz.
Gene bu deli
gönül zincirden boşandı; aşkla gene yakasını yırttı.
Sus
ki aşk padişahından buyruk öyle; diyor ki: Dayan da gönlün, canın boğazına
sarıl, sık.
XXXI
Ey raht
fekende tu ber ümmîd-o hezer ber
Âhır nezerî
kun be nezer-behş-ı fiker ber
A ümitle,
korkuyla pılısını pırtısını atmış kişi; sonunda bir kere de bakışı, görüşü
bağışlayana bak.
A
isteyen, a seven, isteği verene bak; eseri yaratanı gör, ne diye esere sarılıp
kalmışsın?
Odur seni
barışa, savaşa çeken, odur kimi
dostlarla
görüşmeye, kimi de yolculuğun yücelerine süren?
O sana bakıp
durmada; senin gözünse solda sağda. O sana söz söylemede; sense kulağını masala
vermişsin.
Bu şişi o
saplıyor, o gözün aklıysa hay-hayda; yoldaşı îsa, fakat eşekçinin aklı ancak
eşekte.
Her öküz,
her eşek, sağrısından, sırtından nodullanır; sense nedamet şişini göğsünden,
gönlünden yiyorsun.
Gönlün o
kebap şişini anlamazsa, onun aşçısı cehennemde pişirir seni.
Kimi zaman
eline çanağı alır, aşure nerde, yiyecek ağız hani diye dolanırsın; kimi vakit
de kükrer, köpürür, çetinlikle savaşa kalkışırsın.
Ölümün
sıkışıyla yüzün sararır, altına döner; altını geri verirsin de taşa baş kor,
yatarsın.
Yeter,
niceye dek körlerin meclisinde işveleneceksin? Yeter, ne zamana kadar sağırın
kulağına bağırıp duracaksın?
XXXII
Ez evvel-i imrûz çu âşofte-vo mestim
Âşofte begûyîm ki âşofte şodestîm
Bugün seher çağından beri darmadağınız, sarhoşuz; mademki
darmadağın olmuşuz, darmadağın sözler söyleyelim.
O körkütük sarhoş sâkî bugün girdi içeriye; yüzlerce özür
getirdik, fakat o sarhoştan kurtulamadık gitti.
O şarabı sen sundun. Şu akıl da bizim aklımız ya hani; eh artık
hoşgör kadehi kırarsak.
Bugün saçının ucunu sarho şça bir tuttuk; yüz kere çözdük, açtık,
yüz kere ördük durduk.
Meyhane
rintleri içtiler, sızdılar; biziz ki içtikçe içtik; fakat oturduk kaldık,
sızmadık.
Perdeden çıktık gitti; güzellerin hepsinin de parmaklarını
şıkırdatarak oyuna koyulmalarının tam çağı.
* Bir soluk
önüne ön olmayan aşkın belâsını içmedeyiz; bir soluk Elest münâcâtına belâ
demedeyiz.
Yukarısı
tamamıyla bağ bahçe olmuş, aşağısı baştan başa define kesilmiş; bizse ne
şaşılacak kişileriz ki ne yukardanız, ne aşağıdan.
Sus;
onun varlığı bir vurdu mu öylesine bir var oluruz ki var mıyız, biz de
bilmeyiz.
A bilgin
hekim, nabzımıza bir el at; elden çıkmışız, hangi elin yüzünden ama, bunu bir
gör.
Puta tapmak
kâfirliğin temelidir ama bu puta tapmazsak aşk kâfiriyiz biz.
Tebrizli
Tanrı Şems’inden başkasından bahsetmeyin; Ay’dan söz etmeyin bize, Güneş’e
tapanlarız biz.
XXXIII
Çün der adem
âyîm-o ser ez yâr berârîm
Ez seng-i
siyeh na’re-i ıkrâr berârim
Yokluktan
çıkagelir de sevgiliden bir baş gösterirsek, kara taşın bağrından ikrar
narasını coştururuz.
Sevgilinin
iş yurdunda pergel gibi bir oturduk mu, bütün dünyayı işten güçten alıkoruz.
Sevgilinin
gül bahçesine benzeyen yüzünü perdesiz gördük mü, aşkla gülden de, gül
bahçesinden de yüzlerce yalım alevleriz, yüzlerce alev belirtiriz.
XXXIV
On hâne ki
sed bâr der o mâide hordîm
Ber gerd-i
hevâlîgeh-i on hâne begerdîm
İçinde yüz
kere nimet yediğimiz, çevresinde dönüp durduğumuz o ev yok mu?
O devlet
eviyiz, o devlet evinin çevresiyiz biz; o evin nimetini unutmadık biz.
O ev erlik
evi, orada arslan yürekliler var; erlik evinden kaçarsak ne biçim er
olabiliriz?
Orada tamamıyla sarhoşluk var, dışardaysa baş ağrısı, sersemlik.
Orada tamamıyla lûtuf kesiliriz, başka yerdeyse baştan başa derdiz biz.
Orada lâ’l renkli şaraptan da daha neşeliyiz; fakat burada iki
yanağımız da sapsarı; sarı şişeden daha da sarı.
Orada
hepimiz de hararetle temmuz güneşiyiz; buradaysa soğuklukta karakış gibiyiz.
Orada hepimiz de sütle şeker gibi karılmış, birleşmişiz; buradaysa
hepimiz kavgayla, savaşla birbirimize düşmüşüz.
Orada iki dünya yaygısında satranç oynayan padişahlarız; buraday
sa hepimiz tavla zarlarından daha şaşkınız, daha fazla başımız dönmede,
Bir gök var
ki o gökten bir şimşek çaktı mı gökyüzüne ağarız, orada beliririz, şu yeryüzünü
de dürüveririz.
XXXV
Hîzîd-o
mehospîd ki nezdîk resîdîm
Avâz-ı
heros-o sek-i on kûy şenîdîm
Kalkın,
uyumayın, yaklaştık; o köyün horozlarının, köpeklerinin seslerini duyuyoruz.
Şu yayıldığımız yerdeki nerkisler, ağustos gülleri, karanfiller
yok mu? Vallahi sevgilinin köyünün korozunun izleri bunlar.[8]
O yayım
yerinin zevkinden, yayımdaki hızdan hırsla dilimizi, dudağımızı ısırdık,
ağzımızı y araladık biz.
Buyruklar
yolundan yay gibi eğildik ama ok gibi de uçtuk, bir hayli avlar elde ettik.
* Sarhoş
âşıklarız, yüzlerce kılıç çekilse dönmey iz biz; arslanlarız, fağfurun
yüreğinin kanını içmişiz.
Elest sarhoşlarıyız, şaraptan başka bir şey içmeyiz; aş için,
tirit için dünya sofrasının çevresinde dönüp dolaşmayız biz.[9]
Çekişme
çağında bizden ne çektiler, biz
onlardan ne
çektik? Tanrı görmüştür.
Kalkın, uyumayın, sabah şarabı içilecek çağ; sabah yıldızı doğdu,
izini gördük.
Geceydi, bütün kervan halkı kervansarayda mahpustu; kalkın artık,
o karanlıktan sıyrıldık, o hapisten kurtulduk biz.
Güneş, işte doğunun yüzüğü, biz de hazır bir orduyuz diye her yana
elçiler gönderdi.[10]
Kendine gel de gündüz kuşuy san yüzünü tany erine tut; çünkü
tanyerinden sabah soluğu gibi belirdik biz.
Tany eri kızıllığının elçiliğini tanıy ana ne mutlu; biz de onu
mey dana çıkarmak için çalışmaday ız, apaçık gördük onu da meydana çıktık işte.
Fakat dünyadaki panzehiri görüp zehir sanana ne denir? Muştuluk o
kişiye ki onu zandan, işkilden satın almışızdır, kurtarmışızdır.
Tany erinin
elçiliğini kabul etmeyen kişi, hem bizim mahremimiz değildir, hem de bir perde
örmüşüzdür
ona biz.
Yarasa kabul etmedi, göz yumdu ondan; fakat o gözünü yumanın
perdesini yırttık biz.
Sus da vaaz
eden güneş söze başlasın; çünkü o, minbere çıktı, bizse hepimiz müridiz ona.
XXXVI
Subhest-o sebûhest berin bâm berâyîm
Ez sevr gerîzîm-o be borc-ı kamer âyîm
Seher çağı; sabah şarabı hazır... şu dama çıkalım; Öküz burcundan
kaçalım da Ay burcuna girelim.
Savaş aramay alım, yabancıların sözünü etmeyelim; buluşma çağı, o
güzel yüzlünün y anına gidelim.
Yüzün gül bahçesi, dudağın şekerkamışlığı. şu ikisinin gölgesinde
hepimiz de gülbeşeker haline gelelim.
Mademki Güneş’e benzeyen güzelim yüzün
kılıç çekti; Ay gibi sana karşı geceleyin bir kalkana sığınsak
yeri.
* Saçların
kadir gecesi, yüzünse tamamıyla nev-rûz; biz de senin gecenle, senin gündüzünle
seher çağı gibi belirelim.
Bu şekilde
göründün ya, bu şekli bilelim; yok, bir başka çeşit görünürsen biz de o şekle
bürünelim.
Dünyanın
güneşisin sen, bizse gizli zerreleriz; senin ışığınla şu pencerede görünelim
artık.
Güneş bile
senin yüzünden şaşırır kalırsa, onun bile başı dönerse bizim gibi zerrelerin
şaşkın şaşkın bakışına şaşılmaz elbet.
Dedim ki:
Gelirseniz yüzlerce kapı açarsınız; dediler ki: Bu olur, olur ama gelirsek
olur.
Dedim ki:
Deniz ırmağa doğru gelmezse biz yola düşer, akarsu gibi onun yanına gideriz.
A gayb
sözlerini söyleyen, sen söyle de senden haber veren güzelden, senin güzelim
haberlerinden güzel bir haber alalım.
XXXVII
El-minnetu lillah ki zi peygâr rehîdîm
Zin vâdi-i ham der ham-ı por hâr rehîdîm
Hamd olsun, şükür olsun Tanrı’ya, savaştan kurtulduk; şu
yokuşlarla, bellerle dolu vadiden halâs olduk.
Şu vehimlerle dopdolu, şu eğri düşünceli candan geçtik; şu
düzenlerle dopdolu, şu ciğerler yiyen felekten kurtulduk.
Harislerin dükkânları, düzenle herkesin varını yoğunu sildi
süpürdü; bizse dükkânımızı yıktık, o işten vazgeçtik gitti.
O devlet gül bahçesinin gölgesinde uyuduk; o coşup köpüren uçsuz
bucaksız denizde boğulmadan kurtulduk.
Atımız yok ama hepimiz de süvariyiz; şarab ımız yok, fakat hepimiz
sarho şuz, sağraktan da kurtulmuşuz, meyhaneciye minnet etmekten de.
* Tövbeyi bozduk, sonra yüzlerce kere gene tövbe ettik; derken tövbe
ayını görünce bir uğurdan kurtulduk gitti.
*
O âşıklar İsa’sının yüzünden,
onun Mesih’inin afsunundan öylesi bir hale geldik ki illetten de kurtulduk,
idrara bakmaktan da, hastadan, hastalıktan da.
* Gören ve görünen, dünyayı bezeyince güzelden de vazgeçtik; Bulgar
cariyeden de kurtulduk.
A yıl, ne
yılsın ki güzel talihinin sayesinde bıldır masalından da kurtulduk, daha
evvelki yıl hikâyesinden de.
Aşkla üç
günden de geçtik, kırk günden de; anılan tapıya gelince kurtulduk anıştan.
Sus, çünkü
bu aşkla, aşkın Tanrı katından verdiği bilgiyle medreseden de kurtulduk,
kâğıttan da, dersi tekrarlamadan da.
Sus, şu
maden, şu ilâhî define yüzünden kazançtan da kurtulduk, keseden de, kârdan da.
Aklını
başına devşir de şununla bitir sözü: Güneş doğunca bekçiden de kurtulduk,
hırsızdan da, karanlık geceden de.
XXXVIII
Mâ âşık-o
ser-geşte vo şeydâ-yı Demışkıym
Can dâde vo
dil-beste-i sevdâ-yı Demışkıym
Biz Şam’ın
âşıkıyız, sevdasıyla başımız dönmüş, delisiyiz divanesiyiz. Şam’ın sevdasına
can vermişiz, gönül bağlamışız.
O yandan
doğup parlayan o kutluluk sabahı yok mu? Her akşam, her seher çağı Şam’ın
seherlerine sarhoş kesilmişiz.
* Sevgiliden ayrıldığımızdan dolayı koşa koşa Bâb’a geldik; o
âşıklar camiinden Şam ülkesinin yeşilliklerine daldık.
* Osman’ın mushafına el basayım da and içerek söyleyeyim ki o
güzelin inci gibi dişleri yüzünden Şam’a lala kesilmişiz biz.
*
Ferec kapısından da uzaksın, Ferâdîs
*
kapısından da; nereden
bileceksin, nasıl anlayacaksın ki biz Şam’da nasıl bir seyirde seyrandayız?
* Mademki Mesîh’in beşiğindeyiz, Rebve’ye, o yüksek yere çıkalım,
görünelim; sarhoş keşiş gibi Şam’ın kızıl şarabıyla sarhoşuz biz.
* Padişahçasına yücelmiş Neyreb’de bir ağaç gördük, onun gölgesinde
oturduk, şaşırdık kaldık Şam’a.
Şam
ovasındayız, meydan yeşermiş; çevgene benzeyen saçlarla top gibi meydanda
yuvarlanalım gitsin.
* Ne vakte dek tatsız tuzsuz kalacağız; binelim eyere; Şam’ın
yüreğindeki kara noktanın doğu kapısıyız biz.
* Cebel-i Salih’te duyduk, bir inci madeni varmış; o inci yüzünden
Şam denizine gark olup gitmişiz.
Şam, buluşma
yüzünden düny a cennetiymiş; biz de Şam güzelini görmey i beklemedeyiz.
Şam’ın
akşama benzeyen o güzelim siyah saçları yüzünden Rum ülkesinden kalkalım da
üçüncü defa Şam’a doğru at sürelim.
Tebrizli
Şems ordaysa, onu orada bulursak Şam’a kul köle oluruz; ama ne kul, ne köle.
XXXIX
Bâr-ı diger
ez râh suy-ı câh resîdîm
Vez gurbet-i
ecsâm be Allâh resîdîm
Bir kere
daha yoldan geldik, mevkie, makama ulaştık; bedenlerin gurbetinden kurtulduk,
Allah’a eriştik.
O padişaha
hiç kimse atla, pusatla erişemedi gitti; biz de atı, pusatı verdik de sonra
ulaştık o padişaha.
Bulut gibi
şu toprağa pek çok gözyaşları döktük; buluttan geçtik de o Ay’a öyle eriştik.
A davul
dövenler, bizim nöbetimiz geldi çattı; çalın, çalın. Ey Türk, dışarı çık, çadır
yerine ulaştık işte.
Bir zaman
Yusuf gibi kuyunun dibinde oturduk; derken o yandan ip geldi, kuyudan çıktık
gittik.
Gönül alan,
gönlün isteği güzele ulaşıncaya dek Muhammed’in önünde nice putlar kırdık biz.
Daha yakın gelin, uzaktan geldik; halimizi, hatırımızı sorun,
yoldan geldik biz.
XL
Mâ âteş-ı
ışkıym ki der mûm resîdîm
Çün şem’ be
pervâne-i mezlûm resîdîm
Aşk ateşiyiz
biz, muma ulaştık; zulümler çeken p ervaney i yakıp yandırmak için mum gibi
çıkageldik.
Sarhoşçasına
erce bir saldırdık da bilgiyi verdik, bilinene ulaştık.
* Daha ilk
konakta, acınmış ümmetin kervanıyla iki fersahlık varlık yolunu aştık gitti.
Hani ne yukarıda olan, ne aşağıda bulunan bir Ay var ya; ona...
Hani bir yer var ya, orada ne övülmüş var, ne kınanmış; oraya ulaştık.
Her taş yürekli kutsuzun inadına varlık âlemine sığmayan o lâ’lin
ta kapısına vardık.
* Kürsî âyetiyle Arş’a doğru uçtuk da daimî diriyi gördük, daima
tedbirde, tasarrufta bulunana ulaştık.
Bugün o bağdan bahçeden ne dallarımız, ne y apraklarımız, ne
çiçeklerimiz, ne meyvelerimiz var; hocam, mahrum olarak geldik sanma; seyret de
bak.
Doğanlar gibi yıkık yeri baykuşlara bırakalım; baykuş değiliz ya,
ne diye bu yıkık ülkey e geldik biz?
Rum kayserinin tapısında zünnârımızı çözdük, hikâyeyi Tebriz’e
götürün de orada söyleyin; Rum ülkesine ulaştık biz.
îmrûz mehâ
hîş zi bigâne nedânîm
Mestim bedon
hed ki reh-i hâne nedânîm
A ay yüzlüm,
bugün bildikle yabancıyı fark edemiyoruz; öylesine sarhoşuz ki evin yolunu bile
bulamıyoruz.
Aşkınla akıl
bağından kurtulduk; darmadağın olmaktan, deli divane kesilmekten başka hiçbir
şey b ilmiy oruz.
Bahçede
sevgilinin yüzünden başka bir şey görmüyoruz; daldan, sarho ş bir halden başka
bir şey sey retmiy oruz.
Şu
tuzakta bir tohum gizli dediler, tuzağa öylesine tutulduk ki taneden haberimiz
bile yok.
Bugün şu
nüktey e ait sözlere dalmayın, masal okumayın; gönül afsun kabul etmez, masal
nedir, bilmiyoruz biz.
Gönlümüz o
saçlara tarak gibi öylesine daldı ki saçı taraktan ayırt edemiyoruz artık.
Şarap
sun, bu kaçıncı kadeh diye az sor; seni hatırlıyoruz da şarapla kadehi
birbirinden ayırt
edemiyoruz.
XLII
Halkan heme nîkend coz in ten ki gozîdîm
Ki ez sefeheş bes ser-i engoşt gezîdîm
Şu seçtiğimiz tenden başka bütün halk iyi; fakat bunun ahmaklığı
yüzünden parmağımızı çok dişledik.
Bir şeyden kaçacaksan kendi hevesinden kaç; çünkü gördüğümüz bütün
eziyetler, çektiğimiz bütün zahmetler, boş, olmayacak hevesten mey dana geliyor.
Onun yeşilliğine, onun gül bahçesine b akıy orum da görüyorum ki
yüzünün nurundan başka kaçılacak, sığınılacak bir yer yok vallahi.
Her sabah kalkıp yüzünü bir temiz yıkayınca, gönül dert zamanında
koşulan yere koşar gider;
Hani halkın
gönlü, güç bir hale uğradı mı, Tanrım, hepimiz de sana muhtacız, irâdemizi sana
vermişiz diye bir yere yönelir ya, işte oraya
varır.
Devşirip
topladığımız her tohum, her yem, belâ tuzağıymış meğer; kanadı kırık, bedeni
yorgun bir halde sana doğru uçuyoruz, sana geliyoruz artık.
XLIII
îmrûz çunânem ki her ez bâr nedânem
îmrûz çunânem ki gol ez hâr nedânem
Bugün öyle bir haldeyim ki yükü eşekten ayırt edemiyorum. Bugün
öyle bir haldeyim ki gül hangisi, diken hangisi bilemiyorum.
Sevgili bugün beni öyle bir hale getirdi ki; bugün sevgiliy le
öyle bir haldey im ki ben kimim, sevgili kim; bunu da bilemiyorum.
Sarhoşluk dün beni sevgilinin kapısına götürmüştü; fakat ne çare
ki bugün kapıyla evi ay ırt edemez olmuşum.
Bıldır korkuyla ümitten iki kanadım vardı; bugünse bir hale geldim
ki kanat nedir, uçuş ne;
bıldır nerde? Farkında bile değilim.
Şikâyetim, altına dönmüş yüzümdendi; altınla feryadın farkında
değilim de şikâyetten de kurtuldum gitti.
Âşık kişi dünya işlerine karşı kör olur; fakat benim gibi değil
gene de; çünkü ben ne sağırın, körün farkındayım, ne işin gücün farkında.
Diyordu ki: Benim eteği bulaşmış elbisemi tel tel yırtın gitsin;
çünkü sarhoşluktan suç nedir, sevap ne; haberim yok.
Çenge benziyorum; çıkardığım nağmelerden haberim yok; sırlar
söylemedeyim; fakat sırlar da nedir bilmiy orum ki.
Tıpkı terazi gibiyim hani; pazarları düzüp koşmadayım; fakat pazar
nedir bilmem.
Kalem gibi
aşkın parmakları arasında kendimden geçmişim, ona uymuşum; tomarlar yazıyorum
da tomar nedir bilmiyorum.
XLIV
Sâkıy zi
pey-i ışk revânest revânem
Ley kin zi
melûlî-i tu kundest zebânem
Sâkî, canım
aşkın peşine düşmüş, gidip duruyor; fakat senin usancından da dilim tutulmuş.
îçip
neşelenmeye, zevk alıp safâ sürmeye ok gibi uçuyorum; dostum, cefalarla yayımı
kırma benim.
Kapında
çadır gibi bir ayak üstünde durayım; sevgili, çadır kurduğun yere götür, çadır
gibi dik beni.
Hadi,
sağrağın dudağını kupkuru dudaklarıma koy da ondan sonra ağzımdan gerçek
büyüler işit.
Babil’den
haber al, helâk oluş masalını dinle; çünkü düşünce yoluyla dünya seyyahıyım
ben.
Coşkunluğum
haddi aştıysa mazur gör; aşk bir soluk bile aman vermiyor ki bana.
Sen usandın
da neşesizlendin mi benim de neşem kalmaz, senin neşesizliğinden neşesiz bir
hale
gelirim; bir zerre benden el yursan parmağımı dişlemeye koyulurum.
Ay gibi
seher çağına dek bana ışık verdiğin gece, senin Ay’ının peşinde yıldız gibi
koşar dururum.
Güneş gibi
doğudan baş gösterdiğin gün, ben de güneş gibi baştan başa can kesilirim.
Can gibi
dünyanın gözünden gizlendiğin gün, ben de kuşun yüreciği gibi düşüncelerle
çırpınmaya koyulurum.
Işığın
pencereme vurduğu gün, ev içinde zerre gibi oynamaya başlarım.
A
söz, sus, düşünce gibi gizli yürü de sebepler düşünen, bahaneler düzen, dönüp
geri gelmesin, tekrar çatmasın bana.
XLV
Bişken
kedeh-i bade ki imrûz çonânîm
K’ez tovbe
şikesten ser-i tovbe şikenânîm
Şarap kadehini kır gitsin; bugün öyle bir haldeyiz, öylesine
tövbemizi bozmuşuz ki âdeta tövbe bozanların başı olmuşuz.
Şarap tükendiy se yokluk şarabı yeter bize; utancımız yok, bu renk
nedir, bilmiyoruz biz.
Şarapta da ne varsa o yokluk yüzünden olur? Şarap içmekten kalsak
bile o şeyden geri kalmay alım.
A şey, şeyliğinden geç de hiçbir şey olma; şu bir şey oluş, bir
perde değil mi, biz de perde yırtanlar değil miyiz?
Senin sarhoş bakışlarınla hem beyiz, hem tutsak; senin bahtı genç
aşkınla hem ihtiy arız, hem genç.
Dedin ki: Ne diye öğüt verirsin, ne faydası var öğüdün? Resmi
yapan, nasıl yapmışsa oyuz biz.
Fakat bu benim öğüdüm, ezelî resimden hiç de ayrı değil; bu resmi,
o ezelî resimden ayırt edemeyiz.
Dedin ki: Sevgilinin kucağından ayrı
düşmüşsün; hayır; biz sevgilinin kucağındayız, kederlerden de
eminiz.
Sevgili, bir ağaçtır ki biz onun meyvesiyiz, ondan bitmişiz; o
bizden ayrılsın, imkân yok buna; böyle bir şey olursa biz hiç kalmayız zaten.
Hiç kalmadık mı da gamdan hiç kıvranmayız; hem de hiç kalmadık mı
hem bu oluruz biz, hem o.
Şeker gibi tatlı tatlı yediğimiz gam, neşe kesilir; a gam, bizim
kucağımıza gel, gamların iksiriyiz biz.
îpekböceği
yaprak yerse koza olur; biz de aşk kozasıyız, dünyanın dalı, yaprağı yok bizde.
Biz hiç kalmadığımız vakit biziz; ayak yok olunca koşup giden
kamış kesiliriz.
Ağzımı
yumdum; gazelin kalan kısmını ağzımızı kapadığımız zaman söyleyeceğiz.
XLVI
Çûn âyine-i
râz-nemâ bâşed cânem
Tânem ki
negûyem netuvânem ki nedânem
Canım sırlar
gösteren ayna kesilince, söylememeye gücüm yeter ama bilmemeye gücüm yetmez ki.
Bundan
kaçtım, candan çekmiyorum; fakat and olsun ki ne bundanım ben, ne ondan.
A benden hir
koku almak isteyen, ölmek şart. Diriyken bakma bana; gördüğün gibi değilim ben.
Eğriliğime
bakma, şu doğru söze bak; ben yay gibiyim ama sözüm oktur.
Şu baş,
tepemde bir kabak sanki; şu hırka da bedenim... Bu dünya pazarında kime
benziyorum ben, kime benziyorum?
Bir de
başımın üstündeki kab ak şarapla dopdolu. Baş aşağı çeviririm onu, fakat
damlamam ondan ben.
Ondan ben
bir damlasam da, Tanrı’nın gücüne kuvvetine bak ki, o katrey le denizden
inciler
devşiririm
ben.
îki göz
bulutum o denizin incisini aldı mı da yürüyüp giden bulutum vefa göğüne ağar.
Fakat
dilimden süsenler bitip gelişinceye dek bunları Tebrizli Tanrı Şems’inin
kapısına götüremem de götüremem.
XLVII
Ey hâce
befermâ be ki mânem be ki mânem
Men merd-i
garibem ne ezin şehr-i cihânem
Hocam, sen
söyle, kime benziyorum, kime benziyorum ben? Garip bir kişiyim ben, şu dünya
şehrinden değilim ben.
Halk haset
etmesin diye soluk almasam, söz söylemesem buna gücüm yeter, yeter ama
bilmemeye gücüm yetmez.
O kel, bir
külâh buldu da kendini gülden gizledi; sonra da ben dünyayı biliyorum diyor,
kızgın bana.
Barışır, uzlaşırsa ona tam bir ilaç veririm; kel olma ayıbından da
kurtarırım onu, gül kaydından da.11]
XLVIII
Ez şehr-i tu
reftîm-o turaâ sîr nedîdîm
Ez şâh-ı
deraht-ı tu çonin hâm fotîdîm
Senin
şehrinden gittik, fakat seni doyasıya göremedik; ağacının dalından böylece ham
düştük gitti.
Ay yüzlüm,
selvi boyunun gölgesinde doyasıya uyuyamadık; gözcünün korkusundan bağında
bahçende doyasıya yayılamadık.
Sevgi tavana
balık gibi düştük; yandık y akıldık ama pişemedik.
Defineye
benziyorsun, sevginle yıkık yerlere yöneldik; sonunda yılan gibi toprağın
dibinde gizlendik.
Gölge gibi
her çeşit pisten, temizden arındık;
şimdi sende
yok olduk biz; ne temiziz artık, ne kirli.
Bizi arayacaksanız sevgilinin yanında arayın; bedenimizden yok
olduk, sevgilinin kucağından belirdik biz.
Tuzuna,
ekmeğine el banalı nice ayrılıklarla, nice acılarla parmağımızı dişledik
durduk.
Göç davulu dövüldü, çan sesleri duyuldu; varımızı yoğumuzu göklere
çektik gitti.
Bütün halkın tattığı zehri biz de tattık ama şükürler olsun ki
panzehirin bizdeydi.
Şu dünya
deresinden su çekilince susuz kalmış balık gibi toprak üstünde çırpınmaya
başladık.
Derenin susuzluğu yüzünden gözlerimiz ırmak oldu da sonunda o
kaynağa ulaştık gitti.
Sabır ferahlıktır, sabır olmayınca da güçlük gelir çatar; sus,
feryat etme, sabrı seçtik biz.
XLIX
Befrîftiyeın dûş-o perendûş be destan
Hordem degel-i germ-i tu çün işve-perestan
Dün gece de, daha evvelki gece de masallarla aldattın beni;
işvelere, cilvelere tapanlar gibi sıcacık düzenini yuttum gitti.
Dün, giderim, tekrar gelirim diye ahd etmedin mi; sarhoşların
gönüllerini sorar, alırım diye and içmedin mi?
Kuşluk çağı dedin, bahçeye bir gelin de bulun beni; seher çağı
gittin, bahçe kapısını da kapattın.
A işvesi, cilvesi temmuz rüzgârından da sıcak güzel; ey yüzü gül
bahçesinin yüzünden de güzel dilber.
Bilirsin ki senin gibi sevgilinin düzeni neye benzer? Temmuz
ayının içinde kış şimşeği çakar tutalım hani; işte tıpkı bu.
Sana da
birisi işveleniyor, seni de birisi aldatıyorsa az şikâyet et; yüzlerce oyun
oynadın, biri de sana oyun oynasın, n’olur ki.
Vaad etti
ya, sabret. Çünkü sabır olmasaydı yoktan-yokluktan varlara-varlıklara hiç
yardım olmazdı.
Sabretmezsen
gammazlarım, söylerim, sebebi ne? Hem de öylesine söylerim ki sen de evet, o
diye ikrar edersin.
L
Bâ rûy-ı tu
kufrest be ma’nî negerîden
Yâ bâg-ı
sefârâ be yekî terre herîden
Yüzün
dururken bir başka yüze bakmak, yahut da temizlik bahçesini bir tereye satmak
kâfirliktir.
Gönül
kuşlarımızın senin verdiğin kanatlarla Firdevs cennetinde uçmaları haramdır.
A ay yüzlüm,
aşk göğünde parlayan her Ay senin bulutundur; onu yırtmak, paralamak
farzdır.
Sana av olanların yayıldıkları yaylada arslanlar bile
yayılamazlar.
Senin güzellik ateşinden başka bir yerden kopup beliren her aşk
haram aşktır, insanı donmaya, buz kesmeye çağırıştır.
Canım, ta içimden, senden başka ne varsa her şeyden kesildi; hem
de bu ayrılışın, bu kesilişin sesini apaçık duy dum ben.
Şu uyanık devletten gaflet eden uykudadır; ne kadar sıkarsan sık,
tatlı bir su nerden çıkacak kuru deriden?
* Kötülük hastası, ölüm çağında “Yâ Sîn” okunacak çağa düştü mü lâ
havle okumaktan, parmağını dişlemekten başka bir çaresi mi kalır?
Tebrizli
ulular ulusu Tanrı Şems’inin aşkından başka her aşk gözde bitmiş kıldır,
kesilmesi gerek.
LI
Sed gûş-ı
novem bâz şod ez râz şonûden
Bî bûd-ı de
dehende netuvan zâden-o bûden
İşitip
duymak için yüz tane yepyeni kulağım açıldı. Veren olmadıkça ne kimse
doğabilir, ne kimsenin varlığına imkân vardır.
Bir bağ, bir
bahçe kesilmişim; seni övmek için bahar yeli esti de bütün cüzlerim bir güzelce
gebe kaldı o övüşten.
A benim
güzelim, yüzünün aşkıyla gönül aynasını hurafelerden, aslı olmayan masallardan
silip arıtmak, gerçekten de vaciptir.
Sarhoşların
birbirlerine düşmeleri, birbirlerinden vefa kadehini kapmaları ne de hoştur, ne
de güzel.
Islığını
duydum; şu can kuşunun ayağındaki bağı çözmek farzdır artık.
Şu Ay ne
vakte dek bulut altında gizli kalacak? Canlar dudağa geldi; görünme çağıdır
şimdi.
Ey yüzünün
gül bahçesi karakıştan emin olmuş, ey sünbül kaşları biçilmekten aman
bulmuş
güzel.
Sen sâkî olduktan sonra ayık kalmak küfürdür; senin Ay gibi
doğduğun gece uyuklamak haramdır.
Senin gibi bir Yusuf’un güzel kokulu gömleği ele geçtikten sonra,
güzel kokulu şeyleri övüp söylemek pek soğuk bir işe girişmektir.
Ayağının altını öpeyim dedim de bana dedi ki: O, ancak gözlere
sürülür, çekilir.
Yeter, artık
sus da padişahımız anlatsın, söyledikçe söylesin; söz onundur zaten.
LII
Mâ dest-i turâ hâce behâhîm keşîden
V’ez nîk-o bedet pâk behâhîm borîden
Hoca, elini tutup çekeceğiz senin; iyiden de, kötüden de
adamakıllı ay ırac ağız seni.
Gaflet gecesidir, sarhoşluğun da sürdükçe sürdü ama biz sabah gibi
her yana doğup, her
yanı ışıtacağız.
Ne vakte dek âr namus perdesinin ardına kaçacaksın? Perdeleri
yırtma zamanın yaklaştı.
Dünya bahçesindeki her meyve oldu; a taş kesilmiş koruk, sen bir
türlü olmayacak mısın?
Şu tuzakta çırpınıp duran şu cana bir acı; yoksa kulağın onun
çırpınma sesini duymadı mı?
Gönülde bir can gözün var, o göz de ağrılara uğramış; derdin,
tasan o gözü yaralamaktan başka nedir ki?
O göze iğneler batmaya başladı mı derman aramay a, ilaç aktarmay a
koyul, koyul da o ağrıdan, o göz y aşarmasından kurtul.
A güzeller
Yusuf’u, gönlün de ilacı, dermanı senin yüzünü görmektir ancak, gözün de.
Aklını başına al da sus, artık bu gazelin mahlasını sen söyle,
tamamını sen buyur; çünkü senin sözünü, buyruğunu duymak, işitmek farzdır,
sevaptır.
LIII
Ger zon ki melûlî zi men ey fitne-i hûran
în silsile bugzâr-o kesîrâ bemeşûran
* A hurilere bile fitne kesilen güzel, benden usanmışsan bırak şu
zinciri, şakırdatma da kimseyi coşturma.
Bir gün
körlerin sokağından geçtin de onların gözlerine bile yüzlerce diken battı.
Bir gece boyunu bosunu selviye gösterdin; selviler senin yüzünden
boy attılar, uzadıkça uzamaya koyuldular.
A bu aşkın cünbüşüne, hareketine sahip o lmay an, yeni huzura
çıkmışlar gibi olduğun yerde şaşkın bir halde kalakalmışsın.
Deve, Bedevi’nin nağmesiyle çölleri aşar gider; sense şu nağmey e
ne de yabancısın a hayvandan da aşağı adam.
* A aşk, sen bir Süleyman’sın ki ordun müziktir, rakstır; karıncalar
senin korkundan
* deliklerine girdiler, yuvalarına sığındılar.
Tebrizli
Tanrı Şems’i güneş gibi doğdu, zaten çıplakların elbisesi güneştir.
LIV
Her şeb ki boved kaaide-i sufra nihâden
Marâ zi heyâl-i tu boved rûze guşâden
Her akşam âdettir, sofrayı yayarlar; bizse orucumuzu senin
hayalinle açarız.
A lûtfu, ihsanı oruç tutanlara Mesîh gibi gökten sofrayla yemek
vermeyi töre haline getiren.
Mademki gönül gıdası senin sevgi mutfağından geliyor; oraya
varmak, o gıdanın tam üstüne düşmek gerek.
Bize abıhayat da o gönül ateşinden coşmada; gönül ateşinde lâden
gibi neşeli bir halde yanar dururuz biz.
Toprakta çürümek, topraktan doğmak
hayvanın işidir; gönlün, canın işi değil.
LV
On dilber-i ayyâr-ı ciger-hore-i mâ kû
On Hosrov-ı Şîrîn-i şeker-bâre-i mâ kû
* O ciğerler yiyen düzenbaz güzelimiz nerde? O şekerler yağdıran
tatlı, şirin Husrev’imiz nerde?
Onun yüzünü görmezsek meclisimizin tadı tuzu yok; o tatlı tuzlu, o
hileci, düzenci dilberimiz nerde?
Onun gamından gökyüzündeki Ay bile inceldi gitti. Nerde o hünerli,
sanatlı, nerde o gezip duran güzelimiz bizim?
* Hârût gibi kanadım bağlı, Mârût gibi susamışım, dudağım kupkuru;
nerede o Babil kuyusunun bile haset ettiği güzelimiz.
Mûsa gibi şu kay amızdan bir sopa vuruşuyla bu kupkuru çölde
yüzlerce kaynak fışkırtan, yüzlerce ırmak akıtanımız nerde?
Nerde şu
yaban otuna benzeyen bedenimizden beş görünür, bilinir, beş de görünmez
duyguyla on kaynak akıtanımız bizim?
O dilberin
ayrılığıyla gönülde öylesine bir dert var ki; nerde o gönül derdimizin devâsı,
nerde o bize çare olan?
Sabah
ışımasa bile günün yıldızıdır o; kötüyüm dedim mi, nerde yıldızımız der bana.
Hızır
abıhayat aramak için karanlıklara daldı; bizim o güzel güzel fışkıran
abıhayatımız nerde?
Can, beden
beşiğinde Mesîh’e benziyor; nerde bizi beleyip beşiğe bağlayan Meryem?
Nerde o düny
adaki bütün şekillerle şekillenen, fakat her çeşit şekilden de ayrı olan aşk?
Nerde o hem kendisinden uzak düştüğümüz, hem de y ay ımızın kirişinde,
parmaklarımızın altında olan sevgi?
Her köşede,
her bucakta bir gamlara batmış mahmur oturmuş; nerde o deniz gönüllü mahmur
sâkîmiz bizim?
Nerde şu
beden kapısına can veren, şu kalp duvarını dirilten? Nerde o tavanımızı,
kapımızı düzüp bezeyenimiz bizim?
* Yaptığını
kınayan nefisle kötülüğü buyuran nefis, gece gündüz savaşmada; nerde onları
savaşa sokanımız bizim?
Biz kudret
elinde dönüp duran, yoğrulup giden bir avuç balçığız; sonra da gafletimizden
tutuyor da balçığımızı yoğuran nerde diyoruz.
Tebrizli Tanrı Şems’i nereye gitti, nerdedir? Nerde peşine düşüp
giden âvâre gönlümüz?
LVI
Elyevme
mine’l vaslı nesîmun va su’ûdû
Elyevme
era’l hubbi ala’l-ahdi ku’ûdû
Bugün dostla
buluştuk, buluşma, kavuşma yelleri esmede, kutluluklar doğmada; bugün
görüyorum, sevgi, ahdinde durmuş, vefa göstermiş.
Engel
gitmiş, sevgilinin y anında yok artık;
sevgili,
düşmanın zahmetini çekmeksizin âşıkların feryatlarını duymuş.
A gönül, müjdeler veriyorum, buluşma müjdesi, arı duru şarap
müjdesi; zaman senden neler aldıysa geri verecek.
Şükürler olsun, düşman gitti, biz de kadehle hemdemiz; bizim
yüzümüz ağarmış, y anaklarımız al al; oysa kör olmuş, yaslara batmış gitmiş.
A sevgi, ne mutlu sana, buluşmayla göründün; canına canlar feda
olsun; zaten cömertlik canla olur.
Bize
hasetçilerin gönülleri olsun diye cefa etti ama bugün yalnız kaldık, bizi
övmeye başladı o.
Bir Ay ki bu, ışığı Güneş’ten de üstün; bugün onu gören, Güneş’i
kararmış bulur.
Bugün Ay gibi yüzünden perdeyi kaldırdı; ışığıyla Güneş’ten de
üstün, Ay’dan da, Zühre’den de.
Ayrılıkla ne rahat kalmıştı, ne huzur; bugünse
yaşayışımız düzene girdi, kutlandı.
Yeniay boyuna Güneş’ten ışık alır; bu Ay’sa Güneş’e ışık veriyor,
ne biçim Ay bu.
A gönül, faydalan, şükret artık; sevgi seni esirgemeye başladı,
Allah’sa seviyor seni.
Şu anda aşk ordusu ne de güzel el gösterdi de onun büklümlerle
dolu saçlarının bir büklümünü açıverdi.
Sevgi bizi suvarmak için meclise çekiyor; kahvenin verdiği
sarhoşluksa zaman gibi uzadıkça uzuy or, yeniden yeniye sarho şluklar
doğuruyor.
Âşıklara tozup duran o gam şu anda kapı dışında, damdan da aşağı
indi artık.
* Bugün buluşma ihsan ediyor, şifalar veriyor; bugün sarhoşlukla
rükû ediyoruz, secdelere kapanıyoruz.
O incelmiş
kadehi gönül şifası olarak sun bize; çoktandır onun zevkinden mahrumduk biz.
A topluluk, aşka sarılın, onun çağrısına cevap
verin, ona gidin; çünkü Allah, aşka ölümsüzlük vermiştir.
O uyumayan, uyuklamayan aşk, o gökyüzündeki sevgi, bugün gönülleri
uyumuşları çağırıyor.
Aşktır varlık âlemindeki yaşayış, duyuş; aşksız yaşayış kabuktur
ancak, kabuk.
Seni aşktan alıp dünyaya çeken dost, iyice bil ki düşmanındır,
sana haset edendir o.
Aşkta konuşma y oktur, inleyiş yeter sana; âşıkı kurtaran ancak
sabırdır, sabır.
Sus, hiç
söyleme de gözyaşı söylesin; gönül y anmay a başladı mı, ödağacı gibi koku
verir.12]
LVII
Rindan heme cem’end derin deyr-i mugaane
Derdih tu yekî rıtl bedon pîr-i yegâne
Rindlerin hepsi de şu muğların manastırında toplanmış; o eşsiz,
tek ihtiyara koca bir sağrak sun.
Kanlar döken aşk beyi kapıyı da tutmuş, damı da; o akılsa evden
eve kaçmaya koyulmuş.13]
O ulu güzel
bir perdedir kaldırmış da bütün zamane ehli, perdeden dışarı çıkmış.
Âşıklar bu denize öylesine düşmüşler ki ne kurtulmalarına imkân
var, ne kurtarmaya fırsat.
Aşk ne vakit kaynamasından soğur ki? Arslan, karı feryadından asla
ürküp kaçmaz.
Sen Tanrı şaraplarından koca bir sağrak doldur da sun; tabiat
erlerini aray a sokma.
Önce o sağrağı sonradan meydana gelen nefse
sun da artık masal söylemesin, hikâyeden söz açmasın.
Söz
bağlandı mı bir sel gelir ki ne varlıktan bir iz görebilirsin artık, ne
mekândan.
Tebrizli
Tanrı Şems’i ne biçim bir ateş yalımlandırdı... aşkolsun, ne de ateş; alkış, ne
de yalım.
LVIII
în kîst
çonin mest zi hammâr resîde
Yâ yâr buved
yâ ziber-i yâr resîde
Kimdir bu o
meyhaneciden böyle sarhoş gelen? Ya sevgilidir, ya sevgilinin kucağından gelmiştir.
Ya can
güzelidir, yüzündeki peçeyi açmış; yahut da Mısır Yusuf’udur, pazardan gelmiş.
Ya Zühre’yle
Ay’dır, birbirine karılmış, birleşmiş; y ahut da yürüyen selvidir, gül
bahçesinden gelmiş.
Ya Hızır’ın kaynağıdır, bu yana akmış; yahut da bizim hoş
Türk’ümüzdür, Bulgar ülkesinden gelmiş.
* Ya avlanan hakanın külâhının köşesindeki mücevherdir,
parıldamakta; Tatar ülkesi ceylanını istemeye gelmiş.
Ya deniz
gönüllü sâkîmiz meclis kurmuştur; y ahut da kantarlarla mezeler, şekerler
gelmiştir.
Ya bütün anlara can olan gayb şeklidir; y ahut da ışıklar
âleminden bir meşale gelmiştir.
Periler padişahını seyret, Süleyman Peygamber’den, uçup giden
hüthütü istemeye gelmiş.
Dünya güzelleri onun ardından yenlerini, y akalarını yırtmışlar;
akıl kadısı onun yüzünden gönülsüz, sarıksız kalmış.
* O Mirrîh’e benzeyen kanlar dökücü gözlerin heybetinden, Mirrîh
bile adalet dilemek için gökten inmiş.
Onun öldürdüğü her dirinin kan pahasını
vermek, altınlar döküp saçmak için de altın çuvalı getirmiş.
Onun
ilk kan pahası, elindeki kadehtir; arıdır durudur, çek onu; sırlar âleminden
gelmiştir o.
“A
ziyanlara düşmüş, zarara uğramış insan”, sus; buluşma gül bahçesinden sözler
söylemeye başladı o.
LIX
în nîm-şeban
kîst çu mehtâb resîde
Peygamber-ı
ışkest zi mihrâb resîde
Bu gece
yarısı ay ışığı gibi gelip çatan kim; aşk peygamberi mi ki mihraptan
çıkagelmiş?
Bir
meşale getirmiş de uykuyu ateşlere atmış; uy umay an padişahlar padişahından
gelmiş o.
Kimdir bu ki
şehre böyle bir gürültüdür salmış, yoksulun harmanına sel gibi gelip çatmış.
Söyleyin,
kimdir bu ki varlık âleminde ondan başka kimsecik yok; bir padişah ki kalkmış,
kapıcının
kapısına gelmiş.
Kimdir bu ki böyle bir kerem sofrasını açmış gene; güle oynaya
dostları çağırmaya gelmiş.
* Elinde yok-yoksul kişinin önünü-sonunu yapıp yıkan alın yazısı bir
kadeh var; bir kadeh ki içindeki üzüm suyundan renk gelmiş unnaba bile.
Bütün gönüller tir tir titremede, bütün canlar sabırsız; o
titreyişin bir zerreceğizi de cıvaya düşmüş.
* Kula gösterdiği o yumuşaklık, o lûtuf var ya hani; işte o
yumuşaklıktan, o lûtuftan bir parçacığı da sincap p o stuna nasip olmuş.
* Aşkın kuruluğu, yaşlığı olan o feryattan, iniltiden, o gözyaşından
bir ıslak nağme de dolaba verilmiş.
Aşkın koltuğunda bir deste anahtar var; kapıları açmaya gelmiş.
A gönül kuşu, avcı kanadını kırdıysa gam yeme; o tüy, mızrap
olmuş; kurtulur artık gönül
kuşu tuzaktan.
Sus, görünür
örnekler göstermek edebe aykırıdır; yoksa edeplere ait bahisler kulağına
değmedi mi senin?
LX
Ey on ki turâ mâ zi heme konv gozîde
Bugzâşte mârâ tu vo der hod negerîde
Bütün varlık âleminden seçtiğimiz güzel, biz seni seçmişiz, sen de
tutmuş, bizi bırakmışsın da kendine dalmışsın, kendine bakmadasın.
Senin ay nan biziz, böyle olduğu halde adamı eğri büğrü gö steren
kötü bir ayna o lmaktan utanmaz mısın?
A kendinden haberi olmayan, gönlünün aksi canların yanaklarına
vurdu da güller açıldı, gül bahçeleri yeşerdi.
* Yüzlerce can sana kul köle olmuş; sense bir halayıkcağız gibi
her solukta süslenip pazara koşuyorsun.
A canı
tasalarla yay gibi iki büklüm olmuş kişi, gökyüzünde senin güzelliğinin
neşesiyle düğün dernek var.
Yüzlerce
çeşit nimet harmanı sana armağan çekilmede; sense bir tek tohum için şu tuzağa
uçmuşsun.
A
aşk sözünü duymuş kişi; bir de aşkı gör. İşitmek nerdedir, görmek nerde?
Dün gece
seni süsleyip bezeyenin aşkıyla kalk, sen de bu gece y alnızc a aşkın halvet
yurduna gel.
Tebrizli
Hak Şems’i padişaha nasıl sabredilebilir? Ey ölümsüz abıhayat, ey ölümsüzlüğü
tatmış padişah.
LXI
Ey tabl-ı
rehîl ez teref-i çerh şenîde
Vey reht
ezin cây bedon cây keşide
A
gökyüzünden göç davulunu duymuş olan, a varını yoğunu burdan oraya çekip
götüren.
A nerkis
gözlü, a yüzü lâleye benzeyen güzel, nerdesin? Bugün o nerkis, o lâle, senin
mezarından bitiyor.
Kapısız,
damsız mezarı yurt edinmişsin, a kapıda, damda yüzlerce nazla salınıp koşan
dilber.
Nerde
kaşlarının cilvesi, nerde gözlerinin süzgün bakışı? A her ikisine de ölümün
kötü gözü değen güzel.
A
eli aziz kişilerin öpüş yeri olan; eli kesilmiş bir halde yokluk elinde
kalmışsın.
Gönül kuşun
gökyüzüne uçmuş, tuzağı yırtıp kurtulmuşsa bunların hepsi de kolay.
Can esenliğe
kavuşursa şekil eksik olmuş, ne çıkar? Ayak kurtulduktan sonra çizme y
ırtılmış, ne olur ki?
A can
lezzetinden haberi olmayan, can şu bedenden kurtulursa yüzlerce şükreder.
Nerde
çamurlu suyun tadı, nerde ab ıh ay atın tadı. Nerde gök kubbe, nerde kubbe
şeklindeki
dam?
Yarabbi, ne tılsımdır bu ki şu boz bulanık cehennemin dibinde
oturuyoruz da o ölümsüzlükten tiksiniyoruz.
Gökler haset ediyor, melekler secde ediyor bize; fakat pis
himmetimiz yüzünden de şeytan bile kaçıyor bizden.
Söze yum
ağzını, dudak şarabını iç de mahmur gözler gördükleri şeyleri hikâye etsin.
LXII
“Tercî-i
Bend”
Ey cân-ı merâ ez gem-o endîşe herîde
Canrâ be siten der gol-o golzâr keşîde
A bizim canımızı gamdan, düşünceden satın alan; canımızı sitemler
ederek güle, gül bahçesine çeken.
Görmüş ki dünya, gözünden uzak düşmüş... göz görsün diye tutmuş,
bir kere daha gözlerin
görmediği şeyleri belirtmiş.
Cana hafiflik, çeviklik vererek işten güçten alıkoyan, böylece de
onu yalnız kendisine heveslendiren.
Örümcek de kim oluyor ki ona padişahlık veresin? Ayağı kuyuda
onun; sevdalar (kara ağlar) örüp durmada.
Bahçende yayılan, üzüm sıkan kişi sonunda tatlılaşır, tatlı bir
inanca sahip olur a dostum.
Güz mevsimlerinde her bağ, her bahçe yandı y akıldı mı, senin
ağaçların meyvelerle dolar da y erlere eğilir.
* O bahçe, canları “Gelin” diye çağırır; cansa kanlarla dopdolu
bedendedir, y aralarla, berelerle doludur.
A can, define gibi şu pis yerden çık da düny aları tut; a bir
bucağı seçip sinmiş can, şu öğüdümü kulağına küpe et.
Şu geceyle gündüz, alaca bezden yapılan bir iptir; çekin. Yılana
ısırılan herkes alaca ipten
korkar.
Bizim boynumuz da hür kişilerin boyunları gibi ne vakit günlerin
alaca ipinden kurtulacak?
* Ebû Leheb’den, onunla çift oluştan kurtulduk mu, görürüz ki
boynumuz hurma lifinden örülmüş ipten kurtulmuş.
Can gül bahçesi güz mevsiminden emin, açılıp saçılmış; her can atı
damaksız, ağızsız yayılıp otlamada.
At yularını atmış, ovaya gitmiş, yaylayı, koruyu, açılmış çiçekleri
görmüş.14]
Tercî
beytini söyleyeyim de duyanlar sözün ucunu bulsunlar; sarhoşların hepsi de
böylesine bir define için harap olmuş gitmiş zaten.
*
Yel esip
geldi de söğüte, hey söğüt, hey dedi, şu oynayış, şu darmadağın oluş, şu oyun
ne vakte dek sürecek?
Söğüt de yele, kendine sor a bizi baştan
çıkaran, a bize şarap sunan dedi.
Bedenimde ayık bir tek damar bile kalmadı; şarabın damarlarıma,
iliklerime işledi.
A ayık insanlar, a aklı başında olanlar, hikâyeyi arayın, tarihi
aktarın; şu geldi geçtinin başlangıcı ne vakitti, sonu ne zamana dek sürecek?
O Türk, bana selâm verir de Key misin der; ben de sus derim, ne
Key’i biliyorum ben, ne beyi.[15]
O Mu’tezilî, yok olan şey, bir şey değil midir ki diye sorarsa
derim ki kendinden geçince bir şey olur, kendinde olunca hiçbir şey değildir.
Dudağını sevgilinin dudağına koymak istiyorsan kendinden boş ol;
bunu neyden öğren.
Düşünce beni seher çağında öyle bir bahçeye götürdü ki o bahçe ne
dünyadan dışarda, ne de dünyada.
Sordum, a
acayip bahçe dedim, nasıl bahçesin sen? Dedi ki: Ne kasımdan korkarım, ne
karakıştan.
Ay gibi, güneş gibi hem yakınım sana, hem uzağım; fakat Tanrı yolu
aşıldı mı bu uzaklık kalmaz.
Tutalım, güneşi gözünle görmüyorsun; ıssılığın güneşten,
soğukluğun gölgeden olduğunu da duymuyor musun?
Kendine gel de soğuktan uzaklaş, ıssılığı arttır; arttır da
karakışın yaz olsun, azgınlık, doğru yolu buluş kesilsin.
* Güneş soluksuz, harfsiz haberler verir; sözler söyler; ebced,
hevvez, huttî demeyi bırak, yum ağzını.
Üçüncü
tercîi söylemeye başladık deyince gizli kuşların kanatlarını açtık gitti.
*
Sıçra, kalk ayağa, bahar elçileri geldi; avcı padişah yeni yeni
avlar sürdü ortaya.
Yokluk çölünden varlığa dek bir hayli yol var;
fakat padişah yokluğa ata binmeyi, atı sürmeyi öğretti.1161
Bahçede her
mezardan yeni bir ölü çıktı, belirdi; yüce kişileri seyret, hepsi de horluktan
kurtuldu.
Yeryüzü
depremlere uğradı da o anda Tanrı yeryüzüne, sende ne kadar ölü varsa dedi,
bugün hepsini dirilteceğim.
Onun
bulutu yağmur yerine can yağdırırken arıklıktan ağlamaya utanmaz mısın sen?
LXIII
Ey dilber-i
bî sûret-i sûret-ger-i sâde
Vey sâgar-i
por fitne be uşşaak bedâde
A
şekiller yapan şekilsiz güzel, a âşıklara fitnelerle dolu kadehi sunan sâkî.
Sırları
söylemeye ağzımı bağladın ama söylemediğim sırlar, gönlümde açtığın kapıdan
çıkmada.
Güzelliğin gizlice perdeyi atınca gönül sâkîye düştü, baş şarapla
bağdaştı.
Hayalin bir seher çağı ata binip sürdü mü, toprağın zerreleri
kadar kutlu can, yaya olarak ardına düştü.
Göklerde Tanrı’yı tespih etme yüzünden ad san sahibi olanlar,
tespihlerini koparıp attılar, seccadelerini rehine verdiler.
Can, perdesiz olarak yüzünü göremez, o güç yoktur onda; ne
söylersem söyleyeyim, güzelliğin ondan da artıktır.
Can, ardına düşmüş esrik deveye benziyor; bedenim de bu e srik devenin
boynuna bağlanmış bir gerdanlık.
A Tebrizli Tanrı Şems’i, gönlüm senden gebe; devletinin sayesinde
o çocuğu ne vakit doğmuş göreceğim?
LXIV
Ey mûnis-i mâ Hâce Ebû-Bekr-i Rebâbî
Ger-dil-şodeî çend pey-i nân-o kebâbî
* A bizim eşimiz dostumuz Rebâbî Ebû Bekir, âşıksan ne vakte dek
ekmek, kebap peşinde koşacaksın?
Devekuşu
gibi aşkla ateş ye; ne diye lokma peşinde kuzgunun şakirdisin sen?
Şu aldatıcı felek, şu buluttan çakıp sönen şimşek, seni kendisine
lokma y apmak için lokma verir sana.
Kendine gel de lokma da yeme, onun ateşine de lokma olma; onun
lokması olmazsa, gönlünde, canında bir rızıktır bulursun.
Hani bedenin göbekten kan emerdi ya; o vakit ne ağzın vardı, ne
boğazın, ne de kuru hurma.
Balık ne yedi de bize lokma oldu? Gerçekten de deniz y aratıklarının
yedikleri göze görünmez.
Şu meydanda
ki nimeti gizli nimetten elde eder de yer; o yoldan semirir, o yüzden kızarır
gider.
Dışardaki
aşk seni harap eder ama tohum da şu yıkıklık gününde bir başak kesilir.
O başak,
topraktan baş çıkarır da ölmüştüm der, lûtuflara erdim de dirildim.
Bugünkü
apaçık kıyameti görmek istersen bahçeye gel de toprak ölülerinin yeşermesini
seyret.
Diyorlar ki:
Çürümüştük, toprak kesilmiştik biz; bugün boy atmışız, yücelmişiz, selviye
dönmüşüz.
Harfsiz
söz söyle de düşman, bu söz insanların sözü, kitaplarda yazılmış söz demesin.
LXV
Ey mâh eger
bâz berin şekl betâbî
Mârâ vo
cihanrâ tu derin hâne neyâbî
A Ay, bir
kere daha bu şekilde parlarsan bu
evde ne bizi
bulabilirsin, ne dünyayı.
* Akıykın ne
gördü, utandı da Uhud Dağı gibi su kesildi gitti; su yaratığının su kesilmesi,
görülmemiş bir şey de değildir hani.
îki yüz
kanadı olan aklın bile ancak iki üç kanadı kaldı; hattâ o da perde altında
ancak.
A aşk, iki
âlem de senin yüzünden sarhoş oldu, yerlere serildi; bâri sen, kimin yüzünden
sarhoşsun, yerlere serilmişsin deme.
Şarap
önceden o küpte coşup köpürmeseydi, bir yudumuyla herkesi coşturamazdı.
Rebâb
çalan önce kendisi coşmazsa rebâbıyla herkesi feryada getiremez.
A dünyanın
çevresini gezip dolaşan, fakat şekilden başka bir şey görmeyen, iyice bil ki
uyuyorsun sen, bir avuç su vur yüzüne.
Ekin
istiyorsan bizim harmanımıza gel; kebap eriy sen gönlümüze meylet.
Yok, eğer
gelmezsen seni çeke sürüye getiririm ben; bizim halkamızdansın; ne garipsin,
ne de karga.
Çocuk kendiliğinden mektebe gitmez, onu zorla götürürler; a hocam,
kendini hesaptan dışarı mı sanmışsın yoksa?
îşret kadehini al, bağdan-kayıttan sıçra, kurtul; kendinden
haberin oldukça soruya, cevaba bağlı kalırsın.
Sonunda, her solukta sarhoşların naralarını işit; a bunamış ahmak,
bir bak da gör, ne çeşit bir azap içindesin.
îki üç gün elini tutayım da coş, köpür, bir daha da yüzünü
devletten, ikbalden çevirme sakın.
Sarhoş olduğun yere yıkılıp orda uyuma; sâkî nerdeyse oraya koş.
Ne vakte dek ateşe gireceksin a gönül, demir değilsin ya; a ağ lay
an göz, yeter artık, bulut değilsin sen.
A ay yüzlü
sâkî, gözlerin ne de sarhoş; parmacıklarını şıkırdat; doğru yoldasın.
Ağzını aç da
söylemediklerimi sen söyle;
gönüller
kapısını aç, söz söyleyecek padişahsın sen.
LXVI
Ger ilm-i
herâbât tura hem-nefesestî
în ilm-o
hüner pîş-i tu bâd-ı hevesestî
Meyhane
bilgisi seninle solukdaş olsaydı, şu bilgi, şu hüner, sana bir yelden, bir
hevesten ibaret görünürdü.
* Gayb kuşu
başına gölge salsaydı, dünya Zümrüdüanka’sı gözüne bir sinek görünürdü senin.
Gerçek
padişahın yıldızı, debdebesi görünseydi, şu padişahların davulları çan sesi
gibi gelirdi kulağına.
Kutluluk
sabahı seni bir ışıtsaydı, eteğin, sakalın bekçinin elinde olur muydu hiç?
Önden
gidenler sana bir yardım etselerdi, gönlündeki düşünce sana boş görünür
giderdi.
Can kulağın
sağır değilse tersine duy; zaten âşıklar defterinden bir harf bile yeter gider.
Hepsi de
öldü, bir tanesi bile geri gelmez diyor; o ahmak, adam olsaydı geri geleni
görürdü.
Can alevin,
ölüm kasırgasından tir tir titriyor; ölümsüzlükten bir payı olsaydı titremezdi.
Aşağılık
tabiatın, aşağılık kişilere yoldaş olmasaydı, şu geçici şerbet, boğazına pek
tatsız, pek bayağı gelirdi.
* Akıl
çocuğun “Tebâreke”ye çıksaydı, neşe mektebinde nerden “Abese”de kalacaktı.
Sus,
bunların hepsi de vakte muhtaç; vakit olsaydı söz de, feryat da imdada yeterdi.
LXVII
îmrûz
semâ’est-o şerâbest-o surâhî
Yek sâki-i
bed-mest yekî cem’ mubâhî
Bugün semâ’
var, şarap var, sürahi var;
körkütük
sarhoş bir sâkî, her şeyi mubah sayan bir topluluk.
Fakat o
çeşit her şeyi mubah sayanlar ki o varlık âleminden onlar; işin alayında olan,
afyona, esrara düşkün olup her şeyi mubah sayanlar değil onlar.
Her şeyi
mubah sayan, o şaraptan tatmış olan candır; nerde evveline evvel olmayan can,
nerde yel gibi esip giden can.
Böyle bir
sınanma karşısında, böylesine bir şarabın elinde doğru düzen Müslüman’ın canı
ne olur yarabbi.
Bu şaraptan,
bu yolda kanlar dökmeyi âdet edinerek ciğerinin kanını döküp giden kişi tadar;
onun yanıp kavrulmuş ciğeri tazelenir.
Ömür,
sabahleyin içilen bu şarapla ölümsüz bir hale gelir; ölümden aman bulur, fery
attan, figandan kurtulur.
* Bu, gayb
güzelidir, benzinin al al oluşu kandan değildir; beyazlığı da Rebah kâfurundan
değil.
Bir mumdur ki yanmış, parlatmış ortalığı, ışığı Arş’ı da aşmış;
pervanesi, kurtulmuş kişilerin göğüsleri, gönülleri.
Işığından yedi göğün de perdeleri yanmış; canlar, gönüller her
yandan uçmaya koyulmuş.
Bu, yıkık meyhanedeki sarhoşların halkasıdır; a bağırıp çağıran
hoca, senin dudağından da uzaktır, dişinden de.
Alkış; ne de güzel hal ki halden de kurtuldunuz... Alkış, ne de
güzel bir sabah işreti, ne de hoş şarap sabahı.
Ölüm meleği bile kendi kendine geri dur der; senin silahın hiç mi
hiç sığmaz buraya.
Bizim hiç haberimiz yok; zaten haber de ne oluyor ki? Yarlıgama
dediğin de bu işte, her suçu yok edip giden bağışlama bu.
Sarhoşların naralarını gayb âleminden işit; ama öyle bağırıp
çağıranların seslerinden arınmış bu naralar; öylesine bir gürültü bu.
Yok, duymayacaksan, işitmeyeceksen var git,
iki lokma ekmek için aşağılık kişilere kul ol, üç parça ekmek için
mızrak yaraları al.
Tebrizli
Tanrı Şems’i, daima güneşler güneşine biner, at edinir onu, ama öyle güneş gibi
geçip gidivermez o.
LXVIII
Yâ sâkıyu şarrif bi şarâbâtike zendî
Fe’rrâhu ma’ar-rûh min, ifdâlike indî
A
sâkî, şaraplarınla elimi, bileğimi şereflendir; lûtfunla, ihsanınla şarap da
yanımda, can da.17]
LXIX
Berhîz ki
şûrîd herâbât efendî
Mestan-neger-o
nokl-o şerâbât efendî
Kalk efendi,
meyhane coştu, sarhoşlar birbirlerine girdi; sarho şları seyret de meze getir,
şarap sun a efendi.
Her sarhoş, sarhoşlukla bir sarhoşa sarılmış; sâkî de yer yer
dönüp şarabı sunmada a efendi.
Oyundan, hey-heyden, birbirinin hatırını görüp gözetmekten başka
bir kıl bile sığmaz sarhoşlar halkasına a efendi.
* A bizi nimetlerle besleyen, hadi, bismillah, kalk; kalk da a
efendi, buna karşılık can verelim sana.
Efendi, senin yüzünü görmekten başka keramet, iki dünyada da
yoktur, olmamıştır, o lamaz da.
Meyhane beyi, şeker dengi gibi geldi de meyhaneye girdi mi,
kavuşup buluşmak ne de güzeldir a efendi.
Güler, sarhoş bir halde uyumuştum, a efendi, hey-hey seslerini
duydum, işittim de geldim der.
O gülmeden, o konuşmadan, o tatlı edalardan gözlerin tavanlarına
yüzlerce gürültü vurur a efendi.
* Güneş bile senin yüzünün yalımını görünce
gözünü yumar; sırçadan da artıktır, üstündür a efendi, kandil
konan yerden de.
Meyhanecinin
evinde, meyhanede miracı, tecelliyi, makamları kim görmüştür a efendi?
Tanrı
meyhanesinin sarhoşuyla kavgaya, onunla itişmeye kalkma da damarlarını bir bir
sökmesin senin a efendi.
Gönül evinde
çeneni, açıklanarak eğme; bugün bütün gizli şeyler apaçık a efendi.
Bir gün
anlamlar denizine gidersem a efendi, bütün bu sözler hatırına gelir senin.
A
şeker madeni, hoşlar geldin, safâlar getirdin; kul o ay ağını öperse ayıplama a
efendi.
A efendi,
yüzlerce öz doğruluğuyla saçlarının gölgesinde münâcâta dalmak vacip oldu bana.
* Yüzünün
mushafından Kasas sûresini, görülmemiş âyetleri okuyalım a efendi.
Senin
kadehinden sarhoşuz a efendi, senin sarhoş nerkislerinden sarhoşuz; senin
padişahlığının sayesinde şaha mat o lmaktan
kurtulduk
gitti.
Bütün dünya kederlerle, tasalarla dopdolu; o mahmur nerkislerse
başlangıçlara da boş vermiş a efendi, sonlara da.
Gölge gibi güneşe benzer yüzünde, güzelliğinde yok olmuş gitmişiz;
bütün belâlardan, kazalardan emin olmuşuz a efendi.
Sarhoşçasına pazara gel de bir bak; bak da bütün önemli işler
düzene girsin a efendi.
Ecel gününe dek ne şiir söylersek budur ancak, bundan başkası aslı
olmayan şeyler a efendi.
Bu gazel, gazellerin padişahıdır; öbürleri hep bunun kuludur
kölesidir; bu gazelin her beyti, muratların, isteklerin anahtarıdır a efendi.
Ben sustum, kalanını sen söyle, söy le ey işaretlerin, sözlerin
canı efendi.
A Tebrizli Tanrı Şems’i, zamanın Mûsa’sı sensin, gönlümün Tur
Dağı’na vade verilen çağda gitmişsin a efendi.
LXX
Ey dil tu derin gaaret-o târâc çi dîdî
Tâ reht goşodiyy-o dükân bâz keşîdî
A gönül, şu
yağmada, şu talanda ne gördün ki varını yoğunu döktün, dükkânını bırakıp
gittin?
Hırs örümceği gibi şu yıkık evde, ağzının tükürüğüyle sinekleri
avlayan ağlar örmeye giriştin.
Şu dünya tohumunun tadı, sarhoşluğu yüzünden, gönlün şu tuzaktan
kurtuldum zannına düştü.
Sel uğrağında kim balçıktan ev kurar? Tuzakta yem yiyeni hiç
duydun mu sen?
Çağı gelmişken ey gönül, uç tuzaktan, sıçra, kurtul; canlar
bahçesinde uçup gezdiğin yerlere git.
A tavus kuşuna benzeyen can, akıl kanadını aç; yoksa Arş’ta
uçtuğun aklına gelmiyor mu?
Arş’tan uçtun, bir kazadır geldi çattı, yeryüzüne düştün; kanadını
verdin de iki üç yem yedin.
Kıtlıktan çıkmış gibi şu lokmaya bir düştün ki. Kimi dudağını
ısırmadasın, kimi elini y aralamada.
Nerde padişahça himmet? O kutluluk sabahının sütünü devlet
dadısından emmedin mi sen?
O sütle
canına katılan padişahça huy, and olsun Allah’a ki kanla, pislikle karışıp
birleşmez.
* Bizim çamurumuzu eliyle yoğurdu o padişah; o himmeti, o bağışı
padişahın elinden tattın sen.
Vallahi o Elest sesinin duyulduğu zaviyede, padişah sana şeyhliği
de öğretti, müritliği de.
Gönülle sevgilinin bir olduğunu öğretti sana; gâh kilit olduğunu,
gâh anahtar kesildiğini b e lletti sana.
Kimi öğüttür o, kimi bağ-kayıt; kimi zehirdir,
kimi şeker, kimi tazeleşir, boy atar; kimi eskir, kurur kalır.
A sel, bu yolda kimi yukardan boşalırsın, kimi aşağıya akar gidersin;
fakat denize ulaştın mı, renkten renge girmek kalmaz artık.
A toprak, şu biteviye yaralanmadan paramparça olmadın mı? A gök,
şu ağır taşın yüküyle belin bükülmedi mi?
A gerçekler denizi, yeryüzü senin dalgandır, senin köpüğün; hem
gizlisin, hem işte güçte; ne de meydandasın, ne de görünmede.
A güneş kaynağı, o denizden coştun da karanlıklar perdesini
ışıklarla yırttın gitti.
Eline aldığın her toprak altın kesildi; hangi taşı seçtiysen lâ’l
oldu, zümrüt oldu.
Nice acılar, nice ekşiler, senin yüzünden helva oldu, şekere
döndü; seçtiğin meyve olgunlaştı, seçildi.
Kimin talebesisin ki dünyaya usta gelmişsin: şu araçsız sanatı
kimin elinden gördün,
öğrendin?
* Cebrâil’in bineğine benziyorsun; nalının ucu hangi toprağa
dokunuyorsa yeşeriyor o toprak; sonucu hangi yaylada yayıldın sen?
Sus da şu
anıştan, şu düşünüşten uçup o kapıya yüzlerce kere gittin hani, onu hatırla
artık.
LXXI
Bagdâd hemonest ki dîdiy-o şenîdî
Rov dilber-i nov cûy çi der bend-i kadîdî
Bağdat, gene o gördüğün Bağdat; yürü, yeni bir güzel ara, ne diye
eskimiş, kadid olmuş kişiye bağlanıp kalırsın.
Şu dünya kazanından bir iki kepçe nimet yedin ya; tencerede
kalanın da tadı tuzu aynı.
Muradım da
Allah, mürşidim de Allah; eskimi de Allah’a vermişim, yenimi de.
Onun kaza ve kader ayaklarının altına
döşenmişim; döşeme kendini temizden, pisten çekemez ki.
Ulu
Tanrı’dan başka ne hayır var, ne şer; bir soluk bile ondan ayrılmam doğru bir
iş değil.
Rahatından, derdinden kendimi çekmem, çekinmem; Tanrı buyruğu kimi
kilit eder beni, kimi anahtar.
Göz yumup açıncaya dek bile gözümü ondan ay ırmam; yeni elde
ettiğimi de Rabbimden sakınmam, eskiden elde ettiğimi de.
Ayna gözdür; canım da gözle güzelleşir, bedenim de; dayancım da
onunla bezenir, güvencim de.
Var kendini top gibi meydana at; padişah çevgeniyle sana vursa
bile aldırma; bayram eğlencesi değil misin sen?
Şu halk çevgene benzer; vuransa ancak melektir; uzak olsun, yakın
olsun, iyice bil ki her işi yapan odur.
Şu nazı bırak, daha da değerlisin bundan; sen
Huseyn’in gözünün ışığısın, Yezîd’in değil.
Aşkla uzlaştım, onun dileği, zevki bana yardımcı olacak, tanık
kesilecek, bu şartla ahitleştim onunla.
And olsun vaade, and olsun vaadinde gerçek olana; varım yoğum da
aşkla doldu, azım, çoğum da.
Nerde bir kurumuş, kadid olmuş varsa şu denize çekin de
tazeleşsin, ululuk ıssının denizine dalsın gitsin.
Dertlere batmak, kendinde olmak, nekes kişinin cezasıdır; şarap
içmek, sarhoş olmak da kutlu kişiye düşer.
Yücelik, üstünlük, ulu Tanrı’nındır, gelin, artık; Tanrı’dan gelen
ululuk, kullara bir bağıştır, bir saçıdır.
A yanmayan, a donup kalan, a sarhoşluğumu inkâr eden; a yalnız
şekille duran, a bana haset eden.
Canlar şu gül bahçesinde sel gibi yürür
giderler; ne diye menekşe gibi gençlikte boynun bükülmüş senin?
* Evirip
çevirme de her şeye sahip olan Tanrı kuvvetiyledir; güç, kudret de; seni de her
şeye sahip eder, her yaratığa ışık kılar.
A göbeği güzel ceylan, o göbekte miskler peydahla, amberler doku;
çünkü o sevgilinin süsenlerini, sünbüllerini otladın sen.18]
LXXII
Tu dûş
rehîdiyy-o şeb-i dûş rehîdî
İmrûz mekun
hîle ki on vekt ki dîdî
Sen dün
kurtuldun, dün gece kurtuldun; bugün hile yapma, kimi gördün o vakit?
Masallar
söyleyerek beni evin kapısına götürdün, kapı önünde dikekoydun, sense dama
çıktın.
Mazlum
komşunun yüzlerce kâsesini kırdın; bu yolda düzenlerle yüzlerce kese yırttın.
Düzenlerle
uyutmadığın kim? Uyuyanın başının altındansa bir kilim bile çekmedin sen.
O
âlemden kimse geri gelmez dedin hani; bugün şu hale geldin ya, görürsün sen.
Ne biçim
kuşsun, ne renktesin; bugün görürsün, çünkü ecelin açtığı yarayla kafes bağını
kopardın gitti.
Kimleri
saldın, kimleri seçtin; bugün görürsün, bugün görürsün sen.
Ya
kerametler memesinden süt tattın; yahut da kara şeytanın memesinden süt emdin
sen.
A
doğan, başından, yüzünden külâh çıktı; iyice bak, duy duğunu bir güzelce duy.
Ayak nereye
hevesin varsa oraya götürür seni; göz nereyi gördüy se oraya ulaştırır seni.
Gül
bahçesine ektiğin gülü gene sen devşirirsin; sevgiliye batırdığın diken, gene
seni y aralar.
Şu ovada
otladığın padişahlık zehri yok mu, bugün senin gönlüne de acılık verir,
damağına
da.
Görürsün, o
demirin yumuşadı bugün; çünkü ya kapının kilidisin sen, ya kilidin anahtarı.
Şu anda
tertemiz bir özsen, meleğin boynuna gerdanlıksın; fakat çirkinsen, pissen
göklerden kovulursun.
Abıhayatsan
da, kara suysan da şu gözünü yumdun mu, hangi kaynaktansan o kaynağa varırsın
sen.
Nefisten
kaçıp kurtulduysan bütün canlarla beraber can kanadıyla uçarsın, lâyığın budur.
Rahatı,
huzuru yaratanla rahata erer, huzura kavuşursan yabancının kara balçığından
kurtuldun gitti.
O ışığın
yalımı bugün tekrar seni satın alır; çünkü sen de can vermiş, gönül vermiştin
de canla, gönülle onu satın almıştın.
Saçılmış
altın gibi onu şu topraktan dermiş, toplamıştın ya; o gümüş bedenli de senin
gümüş kucağına geliverir.
A aşk,
arıkların hallerine acı, bağışla onları; çünkü ne üfürdüysen topraktan o biter.
Sus da
gönlündeki sırrı herkese söyleme; çünkü her zerrenin gözünde güneş gibi
görünüyorsun sen.
Sus
da ağza susmakla ilaç ver; çünkü sen kara şeytanın memesinden süt emdin.19]
LXXIII
Ey on ki be dilhâ zi hesed hâr helîdî
înhâ heme kerdiyy-o der on gûr herîdî
A hasedinden gönülleri dikenlerle yaralayan, bütün bunları y aptın
da sonra da gittin, o mezara sığındm.20]
LXXIV
Âşık şov-o âşık şov begzâz zehıyrî
Sultan-beçeî
âhir-o tâ çend e sîrî
Âşık ol,
âşık, bırak şu sersemliği; padişah oğlusun sen, ne vakte dek tutsaklık?
Padişah
oğluna beylik de ayıptır, vezirlik de; sakın aşktan başka bir şeye yapışma.
O, ulu bey
değildir, ecel beyidir; vezirlik sevdasından, vebalden başka bir şey meydana
gelmez.
* Hamam resmi değilsen can iste; şekle âşık oldukça nerden can
bulacaksın?
Toprağa
karılma, tertemiz incisin sen; sirkeye karışma, şekersin, sütsün sen.
Bu yanda
seni halk bilmez; bilmez ama yanı- beli olmayan o yanda ne de eşsiz,
örneksizsin sen.
Ölümlü
dünyadır bu, şu geçici dünyada bey değilsen ne çıkar? Ölmüyorsun, yaşıyorsun
ya, yetmez mi bu?
* Sen insanoğlu şeklinde Tanrı arslanısın; bu bütün saldırmandan,
çalışıp çabalamandan, erliğinden görünmede.21
* Senin
üstünlüğünü, senin makamlarını, kerametlerini gördüm göreli bu üstünlükten de
bezdim, Makamât-ı Harîrî’den de.
Ömür geldi
geçti; fakat mademki sen varsın; Tanrı ışığındasın, ha er olmuş, ha geç.
Sevgilinin
kadri, sevenin yüceliğincedir; a çaresiz âşık, bak bakalım, kadrin ne, değerin
ne?
Pervanenin
güzelliği, mumun derecesincedir; sen de şu aydın mumun pervanesi değil misin?
A
Tebrizli Tanrı Şems’i, ya görüşün bakışın temelisin sen, y ahut da görensin
bakansın, o yüzden seni görmeye imkân yok.
LXXV
Berhîz ki subhest-o
sebûhest-o sükârî
Bugşây kenâr
âmed on yâr-ı kenârî
Kalk, sabah
çağı, sabah şarabı içilecek vakit, tam sarhoşluk demi; kucağını aç, o
kucaklanası sevgili geldi.
Kalk, gel de ölümsüz ömrün debdebesini gör; sayılı soluktan
kurtuldu gitti şu ömür.
Hani devlet,
başımızı kaşırdı; geçti o çağ; bundan böyle a gönül, sen devletin başını kaşı.
Definesin sen, toprak yığınında bulunmana şaşılmaz; Ay’sın sen,
tozlarla örtülüp görülmezsen şaşılacak şey değildir bu.
Devlet Kâbe’sinin hareminde salınmaya koyuldu; çölden de kurtuldu,
kervancının nazını çekmeden de.
Yüzlerce Ay’a sahip olan gök, dönmeye başladı; a gökyüzü, bir
günlük parlayıştan başka neyin var senin?
Ölüm meleğine ecel kesilen o can sağrağı, ne gönlü kabartır, ne
baş sersemliği, baş ağrısı verir.
Yeter artık,
sus; can şu şeklimizi yerse, dudakları bir güzel y anaklıy a yüzlerce özür
getirir.
LXXVI
Ey cân-ı
gozer-kerde ezin kunbed-i nârî
Der
seltenet-i fakr-o fenâ kâr tu dârî
A şu
kapkaranlık küreden geçip kurtulan can, yokluk-yoksulluk saltanatında işin var.
A varını
yoğunu gizli görüş yurduna çeken, a her şeye varlık kesilen, tutuyor, bir de
ağlıyorsun sen.
Kutlu
sıfatlar elbiselerini giyinmişsin; yüzlerce yamadan dikilen insan hırkasından
soyunmuşsun.
Gül senden
utancından, yapraklarını güzellik ayağına döküp saçmış; senin lûtfunla her
diken, dikenlikten geçmiş.
Bugün
meyhanede sen koruk sıkıyorsun; artık olmayacak yere koruk sıkmanın sırası
değil.
Devlet,
lûtfedersin de başını kaşırsın ümidine düşmüş de ay aklarına kapanmış,
tabanlarını yüzüne, gözüne sürmede.
Var-yok, her
şey senin ışığınla mağaradan çıkıyor da ezel bahçesine geliyor; a sevgili,
nasıl
sevgilisin
sen, a mağara, ne biçim mağarasın sen.
Senin elinden bir iş şerbeti içen kişi, kendince işe dalar, fakat
âlemde işsiz güçsüz kalır.
LXXVII
Der bâg-ı
sefa zîr-i derahtî be nigârî
Oftâd merâ
çeşm-o begoftem çi nigârî
Safâ
bahçesinde, bir ağacın altında bir güzele gözüm düştü; nasıl bir güzelsin sen
dedim.
Dedim ki:
Ağaçlar güzelliğinin tadına daldılar, çiçeklere gebe kaldılar senden, yoksa baharın
canı mısın sen?
Kendimden
geçtim de secdeye kapandım, a sevgili dedim; sonucu söyle, Allah için söyle,
nasıl bir sevgilisin sen?
Dedi
ki: Yüzünün güzellik vasıfları sayıya sığmayan Tebrizli Tanrı Şems’i var ya,
onun ışığından bir ışığım ben.22]
LXXVIII
Mâ gûş-ı şumâyîm-o şumâ tenzede tâ key
Mâ mest-o herâbâtiy-o bî hod şode tâ key
Sizin sözünüze kulak vermedeyiz; ne vakte dek susacaksınız siz?
Biz de ne vakte dek sarhoş olacağız, meyhaneye düşeceğiz, kendimizden
geçeceğiz.
Biz yanmış yakılmış bir halde kalacağız, siz bezmiş, usanmış bir
halde kalacaksınız; peki, söylemiyorsunuz da, bu töre ne vakte dek sürecek
böyle?
Gönül altüst oldu, a Ay, ne zamana dek tas çalacaksın? Meclis
birbirine girdi, herke s coştu, köpürdü; a güzel, bu kavga gürültü ne zamana
dek gidecek?
Dün akıl yerlere düştü de derken eline bir sopa aldı, rintlerin
halkasına girdi; fakat bu kötü iş ne vakte dek sürecek?
Sâkîmiz ona bir kadeh şarap sununca manastırın kapısını kırdı da
şu tapınak ne
zamana dek duracak dedi.
Şimdi neşe zamanı, boş yere ne vakte dek gam yiyeceğiz dedi de
tespihi attı, yobazlıktan, mürâîlikten arındı gitti.
Susanlar,
sarhoşlukla şaraplar içerler, mezeler yerler; a tatsız tuzsuz sözlere kızışıp
girişen, ne vakte dek sürecek bu.
LXXIX
Megrîz zi âteş ki çonin hâm bemânî
Ger bechi ezin helke der on dâm bemânî
Ateşten böyle kaçma da ham kalma; bu halkadan sıçrar, kaçarsan o
tuzakta kalakalırsın.
Dostlardan yağmurdan kaçar gibi kaçma, baş çekme; baş çekersen
zamanede başın döner, öylece başı dönmüş bir halde kalırsın.
Dosta karşı vefakâr ol, vefa Elest meclisinin borcunu ödemektir;
korkarım ölürsün de borçlu gidersin.
Seni tasalar
kaplamış, halin şu: Acze düşmüşsün, hamam tasıyla kalakalmışsın.
Korkuyorsun
bu başla, bu huyla hasta bir halde, sersemleşip kalakalmaktan.
Vakit geldi
çattı, bizimle aynı kafada ol da baştan geçenlerden neşelenmiş başlara dön.
Tutayım, o
Çin güzelinin oynayışını görmüyorsun, şu perdenin oynayışından onun oynayışını
da mı anlamıyorsun?
Göklere
gizli olan o Ay’ın parlayışından, y eryüzünün her parçasında yüzlerce Ay
seyrettin.
A aykırı
yellerden darmadağın olmuş yaprak, yeli görmüyorsan, şu düştüğün hali de mi
görmüyorsun?
Yel,
düşünceyle oynaşıp esmezse sen de oynamazsın; o yel durdu mu, sen de yerinde
kalakalırsın.
Arş da,
gökyüzü de, can da şu halden hale dönüş âleminde deve katarına benzer; sen de
en
artta
gelmedesin.
Şarap yanı başında, o kanı içedur; gökyüzü karnında kan emen bir
çocuksun sen.
Fakat gönül göğüne ansızın bir dert gelirse gökyüzünden baş
çıkarırsın, anlarsın, bilirsin ki böyle değilsin artık.
A iki dünyanın da amanına emin olan kişi, dokuzuncu ayda Tebrizli
Tanrı Şems’inin yüzü görünür sana.
Dokuzuncu
aya dek bu kan içinde kal, dayan; o Ay sensin ey padişah, Tanrı ve din
Şems’isin sen.
LXXX
Berhîz ki cânest-o cihânest-o cuvânî
Horşîd berâmed beneger nûr-feşânî
Kalk, can
var, cihan var, gençlik var; bak, güneş doğdu, ışıklar saçıyor.
Zelîhâ’nın rüyasında arayıp bulamadığı o
güzellik vardı ya, a zamanın Yusuf’u, ondan yüz kat daha da
güzelsin sen.
Kalk,
kıyamet terazisi kuruldu; bir kendini tart bakalım, hafif misin, yoksa ağır
mısın?
Her yanda
yaratıktan yaratana bir iz var; gönülsüz âşık, bir tek izi yeter bulamaz.
Gökyüzü
kağnısından her solukta, a öküz, sen bilirsin, biz kutluluk yolunu gösterdik
diye ses gelmede.
Kalk da
ölümsüz ömrün debdebesini seyret, seyret de şu geçici dünyadan çabucak geç,
kurtul.
O aziz
ömürdür; çaresiz, geçemezsin ondan. O dünyanın canıdır, sense düny adaki bir
şekilsin ancak.
Taştan
yonduğu şekle bile bir vursa, taş canlanır; y azıktır bu candan mahrum
kalırsan.
O akıyk
madenidir, madenlerin de sermayesi, akıyk madenine gel, ne diye dükkâna
bağlanmışsın?
LXXXI
Der hâne-i hod yâftem ez şâh nişânî
Engoşteri-i lâ’l-o kemer hassa-i kânî
Evimde
padişahtan iz buldum, eser buldum. Bir lâ’l yüzük, hazine malı bir kemer
buldum.
Dün gece o gönül huzurum, o can mahremim gelmiş, bense uykuya
dalmışım.
Padişahım kavgalarla, o sarhoşça işvelerle dün gece yüzlerce kâse
kırmış, yüzlerce testi kırmış; o işveyi sen de bilirsin ya hani.
Sarhoşlukla sanki yüzümü ısırmış; yüzümde padişahtan hediye bir
altın makasının izi var.
Bugün şu ev güzelimin kokusuy la dopdolu; bu kokudan da her
bucakta bir güzel belirmede.
Bu kokuyla bedenimdeki kan salt şarap kesildi; ağzımdan çıkan her
koku geceleyin bir sarhoş Hintli’ye dönüyor.
Bir kulak ver de çeng gibi bükülmüş
boyumdan sarhoşçasına naralar işit.
Ateş de önümüzde, şarap da hazır, çadır da kurulu; artık tarikat
pîrleri gençliği hoş görürler elbet.
Tanrı ve din
Şems’inin aynasında Tebriz, hem tamamıy la tüm bir şekil kesilmiş, öyle
tanınmış, hem anlamlar denizi olmuş gitmiş.
LXXXII
îmrûz derin şehr nefîrest-o fegaanî
Ez câduyi-i çeşm-i yekî şo’bede-hânî
Bugün bu şehirde bir gürültü, bir feryat var; bir oyuncu güzelin
gözlerinin büyüsünden bütün bu işler.
Böylesine halka kapan, böylesine tatlı dilli olan o güzelin
aşkıyla şehrin her bucağında kulağı küpeli bir alay kul köle.
Öylesine katı yaylının ok bakışlarından bu şehirde bir tek
yaralanmamış gönül bulamazsın sen.
A şehir,
nasıl bir şehirsin ki her günün bayram senin; a şehir, letafetle mekânın, zaman
haline gelmiş.
Mekânın da
yeri mi, zamanın da sevdasına düşme sırası mı? A güzelim, senin soluğunla
görülmemiş bir hale dönmüş her yer.
Bir şehir ki
Tanrı aşkının taht kurduğu yer; gizli bir Bağdat, gönül de onun yüzünden
Hemedanlı olmuş, her şeyi bilir bir hale gelmiş.
Bugün bu
Mısır’da şu güzellik Yusuf’unun yüzünden buyruksuz, azarsız her kurt çoban
kesilmiş.
îki yüz
yaşına basmış yüzlerce ihtiyar, şu hoş soluklu Yusuf’un yüzünden aşka düşmüş, o
aşkla Zelîhâ gibi gençleşmiş.
Odur bu
şehirde gönüllere, canlara hükmeden; odur Tanrı takdiri gibi buyruk yürüten.
Yüzlerce tam
inanç nuru, Ay’a benzeyen yüzüne karşı secdeye kapanmış; onun Ay’ına nerden yol
bulacak şüphe bulutu?
Gece
karanlığı nasıl Dünya Ay’ının ışığında yok olur giderse benim, senin gibi
yüzlercesi, o benlikten, bizlikten geçmiş güzelin ışığında yok olup gitmiş.
Tapısından
başka yoka, yoksula değer bir huzur tapısı yok; güneşe benzeyen yüzünün
gölgesinden başka bir dilek, istek yok.
Onun vasfına
ait bir iki söz de dinle; gücüm kuvvetim yok ki filândır o deyivereyim.
Fakat adını
da söylemesem, vasfını da söylemesem can şişesi şu şarap yüzünden çatlay ıp
gidecek.
Hadi,
elin titremesin, çek aşk kadehini; mademki panzehirin var, zehir ziyan vermez.
Ne istersen
aktardan elde edersin; her şeyi kaplamış, kavramış bir dükkân bu, bu dükkândan
başka dükkân yok.
Gökyüzündeki
güneşe yeni bir devir vermek, onu yeni bir tarzda döndürmek için Tebrizli Tanrı
Şems’i, doğudan doğdu işte.23]
LXXXIII
Zon cây beyâ hâce bedincây ne câyî
K’in câst turâ hâne kocâyî tu kocâyî
Hoca, ordan
buraya gel, orası da neresi? Evin burda senin, nerdesin sen, nerdesin?
Hiçbir yer olmayan orası, yayıldığın yermiş senin; şu tanınmış
yayladan ne diye mahrumsun sen?
Yokluk padişahının perdecisi, çavuşu ol da şu yelden başka bir şey
o lmay an canın soluğundan kurtul gitsin.
Kimi ayak, kimi baş olma, kaç bu yandan; sarhoşluğu, yıkıklığı
seyret, başsızsın, ayaksızsın sen.
A kılavuz, şarapla, konakla sarhoş oldun mu, ne kendine bir yol
bulabilirsin, ne kılavuzluk edebilirsin.
Ezel sarho şları yoklukta mahvolup gitmişlerdir; var görünmenin
temeli yok
oluştadır.
* Hıtaylı Türklerle dolu gayb Huten’i gibi canlar da can âleminde
sarhoşluktan birbirlerine düşmüşler, altüst olmuşlar.
Bu, hey gidi hey, ne de güzellik diye nara atmada; o, ne de cana
canlar katmada diye secdeye kapanmada.
A efendiler
efendisi Tebrizli Tanrı Şems’i, sen hem yeryüzünün ışığısın, hem gökyüzünün
güneşi.
LXXXIV
Ey şâh tu Turkî acemîvâr çerâyî
Tu cân-o cihânî tu vo bîmâr çerâyî
A padişah, Türk’sün sen, ne diye yabancı gibi duruyorsun? Dünyanın
canısın sen, neden hastasın?
Gül bahçesi bile senin sadakalarından renk alır; o yüzden gül
bahçeleri ver bize, ne diye o dikenlerle dopdolusun?
* Ben
Hakk’ım sözünü sen söylemedin, onun şarabının esintisi söyledi; a Hoca Mansûr,
iş böyleyken neden darağacındasın?
Gönülle
sevgili, birbirine eş dost olduktan sonra ko, mağarada olayım; fakat sevgili
gittikten sonra ne diye mağarada kalırsın a gönül?
O padişah
gitmedi, gitmedi ama kem göz değmesin diye böyle söyle sen; yoksa o padişah
gitseydi nasıl olur da sırlara mahzen kesilirdin?
Gönlünün
kökü onun abıhayatında değilse, nasıl oluyor da böyle meyvelerle dolusun,
terütazesin a bahçe?
Gönlün, gül
bahçesine yol almamışsa neden böyle güzel kokulusun? Neden şeker gibi
gülmedesin, gönüller almadasın?
Dev,
Süleyman yok diye kınarsa kınasın; a dev, Süleyman yoksa ne diye işe güce
koyulmuşsun sen?
*
Gönül kaynağında güzellik perisinin evi yoksa, a başı dönmüş can, ne diye böyle
perilere
uğramışsın?
A can
Meryem’i, îsa’ya gebe değilsin de neden o saça benzeyen saçlara uymuşsun da
zünnâr peşine düşmüşün?
* Tebriz’li Tanrı Şems’inin şarabıyla sarhoş değilsen ne diye
meyhanecinin evinde itikâfa girmişsin?
LXXXV
îmrûz
semâ’est-o mudâmest-o sekaayî
Gerdan şode
her cem’ kedehhâ-yı etâyî
Bugün semâ’
var, şarap var, boyuna sunulmada; ihsan edilen kadehler, topluluğa döndürülüp
durmada.
* Tanrı suvarsın buyruğu erişti, için. A beden, tamamıyla can kesil,
îhvân-ı Safâ’dan değil misin sen?
A devir, ne
devirsin sen; a gün, ne günsün sen? A devlet gül bahçesi, ne de y apraklandın,
ne de bol yemişin var.
Şu zamanda yaratıklar yerden bitip çıkmada; yoksa bu Sûr sesi mi,
Sûr mu üfürüldü?
* Dağdan
yüzlerce Salih devesinin sesini duy; toplumdan îsrâfîl’in çağırış sesini işit.
Hadi, ıhtır develeri, gözünü bir aç da bak. Razılık çölündesin.
A ölü, diril, a ihtiyar, gençleş; a mahşeri inkâr eden, niceye bir
yaveler geveleyeceksin?
Bir söz söyleyeceğim, ağzımı tutmayın; bugün sırları yaymak
helâldir ona.
Kıskançlık yüzünden bu sözü söyletmezseniz hayallere dalarım, o
yolu açarım da o tarzda söylerim.
Biz de hay allerden ibarettik zaten; şu solukla varlığı kabul
ettik, Tanrı soluklarıyla var olduk.
Bu varlıktan
başka yüzlerce varlığa sahip olursun; a hoca, bunu unuttun mu yoksa, nerdesin?
LXXXVI
Her rûz be geh ey şeh-i dildâr derâyî
Canrâ vo cihanrâ şogofâniyy-o fezâyî
A sevgili padişahım benim, her gün tam vaktinde gelirsin, canı da
açar, saçarsın, cihanı da; cana da canlar katarsın, cihana da.
Hani dolunay gibi doğarsın, başköşeye geçer, kurulursun; o anda
yüzünü görmek ne de kutludur yarabbi, ne de kutlu.
Nerde iki sevgili buluşursa senin yüzündendir bu; buluşmay a da
tat tuz, zevk, safâ veren sensin, görüşmeye de.
Söze anlam vermezsen, anlama bir zevk katmazsan şu harflerle
anlatılan buluşmanın da bir mânası kalmaz.
Dişler verdin de şekerler yiyorlar, fakat anlamı yiyip sindirmek,
faydayı dişleyip yemek için de başka dişler verdin.
Ney sesini
işiten, fakat neyinin bilgisini, hünerini anlamay an kulaktan bezmişim ben.
Saka, sakalık etmeye girişmedikçe şu kırba
nasıl gider de kendi kendine su çeker?
Şu gökyüzü de dönüyor ama susuz dönmüyor elbet; baş olmazsa ayak
nerden bulacak ayak oluşu?
Sevgili nerde diye sorup duran gönül; kendine gel. A arayıp soran
gönül, sen nerdesin, sen nerde?
Çöl, gül bahçelerini, şakayıkları nerden bulacak? Bir yağ parçası,
ışığı, görüşü nerden elde edecek?
Geceleri incilerden uzak kalan duygular, bilirler ki bağış
denizinde inciler var.
O denizde öylesine inciler var ki sedeflere sığmaz. A sedef, ne
diye burda kalakalmışsın; o yana git.
Sen o derecede değilsin ki a hocam, tutsun da Kâbe sana gelsin;
Kâbe, bizim hacımızsan bize gel demekte.
Bu Kâbe’nin ne yeri vardır zaten, ne de bir yere sığar; yücelik de
sana lây ıktır, güzellik de
der durur.
Durma, yücelik denizine dal, kendinden geç de yüceliğe lâyık ol;
dal o denize de senin yok olduğunu görünce can versin sana.
Sus, susma
yolundan yokluğa yürü; yok oldun mu, baştan başa övüş kesilirsin.
LXXXVII
“Tercî-i
Bend”
Şâhenşeh-i mâyî tu vo beklerbek-i mâyî
Her câ ki gerîzî ber-i mâ bâz beyâyî
Padişahlar
padişahımızsın, beylerbeyimizsin sen bizim; nereye kaçarsan kaç, gene döner,
bize gelirsin sen.24]
Ağacın nerde bittiyse orayı yurt edin; çünkü cana canlar katmak
törendir senin.
Bedenin burda ama a cilveli güzel, nerdesin sen, gönül yoluyla
biliyorum ben.
A yoksul,
padişahlar padişahının tahtının basamağına secde et de canını yoksulluk
ayıbından kurtarsın.
Yıkık yeri
baykuşlara bırak, yolculuğa düş; tecelli Kafdağı’na gel, devlet kuşusun sen.
Bunların
hepsi de geçti; gül a güzeller padişahı, yaşayışın direğisin sen, saray ın
kandili.
Sofrayı
kurdular, kapıyı açtılar; çabuk, sarhoşça gir içeriye, ne diye çağrılmayı
beklersin?
Bütün
dünyayı mum, şarap ve içiş tutsa Tanrı mahmurunun başka bir sevdası vardır.
Kafesin
içinde bol bol yem olsa, su bulunsa ne çıkar? Nerde havalarda uçan kuşun
devleti, ikbali?
Bu da geçti
a geçmesi gitmesi olmayan güzel? Vefa sağrağını al, vefa padişahısın sen.
O
padişahlara lâyık erlik kadehini döndür de canlar güzelleşsin, canlarıy la
oynasınlar, ölümsüzlüğe kavuşsunlar.
O şarap,
gönül bulandıran, üzümden sıkılıp yapılan şarap değil; Tanrı elinden geldi,
bağış küpünden sunuldu.
A benim
gözüm, iki âlemin de gözü seninle aydın; bana bir sağrak sundun, ölümden
kurtardın beni.
A sarhoş
olup gelen, a zamanın zahidi benim diyen, evet, yüzünün rengi de, güzelim
gözlerin de sözüne tanıklık etmede.
Sarığını,
cübbesini rehine vermiş ama gene de bu aşkta tekim diye neşelenmede can.
Dünya
onun bakışından, umumî rahmetinden güldü; yeter artık, sus da tercîe geçeyim,
tamamını söyleyeyim.
*
A bakışıyla
adı da, adın sahibini de sarhoş eden; a dudakları can dudusuna şekerler
yediren.
Öküz gelmiş,
eşek gitmiş; bu masaldan bize ne? Hadi, dön geri, o kavgayı bırak, gel buraya,
ne güzel
zaman.
A her Vâmık’ın, her Azrâ’nın canı, velinimeti, a padişahım,
padişahlık et, meclisi beze.
Sen hem canların dadısısın, hem şarap ve süt ırmağı; hem
cennetsin, Firdevs’sin, hem de yemyeşil Sidre ağacı.
Bundan başka bir şey söylemeyeyim; çünkü söylersem aşağılık
kişiler, olmayacak şey, kuru gürültü derler.
Söylememi istiyorsan sabah şarabı sun da gökyüzü de oyuna
girişsin, yüzlerce p arlak Zühre de.
Dünya gamıyla her yer ekşi; o yüzden gönlümüz coşup köpürmede,
ordan uçup gitmede.
Kalk da cömertliğin aksine, ört kapıyı; sen nerdeysen orası gül
bahçesi kesilir, ova olur gider zaten.
Bu ay da nerden geldi, bu yüz de ne yüz... Tanrı nuru bu; kutlu
olsun, ululandıkça
ululansın.
Hem gücü kuvveti yeter, hem övünür, hem evveldir, hem âhir. Evveli
gamdır, sevdadır, sonu yed-i beyzâ.
Sana karşı oynamayan gönüle, sana ağlamayan göze şu işareti söyle,
bu seyirden haber ver yarabbi.
Haber ver de deli divane olsun, dağ başına çıksın, seni istiyorum,
seni, diye feryada başlasın.
O aşk, başını kaşımaya bile meydan vermez adama; aşkolsun, ne de
güzel bir çekiş, bağlayış zinciridir o.
Şehirde benim gibi bir aptal göremedi galiba ki boyuna yücelerden
beni tutup çekiyor aşk.
Doğru da olsa, şaka da olsa yücelerden gelen her tutuş, her çekiş
güzeldir.
Kapıcının kovuşu, işvesi bahanedir, şakadır; git der ama
gerçekten, padişah evde, sakın gitme demektir o söz.
*
Hiç kimseyi
sevgilimizden üstün tutmayın; onun eşi, benzeri yoktur, yaveler gevelemeyin.
O, size
kötü, ayıplı görünürse kötü olan, ayıplı olan sizsiniz; çünkü o tertemiz bir
aynadır.
Yoksa şu
dünya evinin penceresi kapalı mı? Güneş doğdu, dama çıkın da görün.
Pencere açık
olmadı mı ev köre benzer; pencereyi açmıyorsanız kazma neye y arar ya?
Mademki
önden de haberiniz yok, sondan da; top gibi yuvarlanın durun; ne de güzel
başsız- ay aksızsınız.
îster
zevkte, safâda olun, ister belâda... İlâhî çevgenin büklümüne teslim olmuş
gitmişsiniz.
Şarap gibi
dünya küpüne tutulmuşsunuz; iyice coşup köpürdünüz mü küpün ağzına çıkarsınız.
Nice
dilekleriniz var, bağış istemedesiniz; bir kendinize gelin artık, bağışın ta
kendisi sizsiniz.
Gece gündüz
kavuşup buluşma aşkındasınız;
fakat
kavuşmanın da ışığı sizsiniz, buluşmanın da; bundan haberiniz yok, bunu
anlamıyorsunuz.
Şaşılacak bir şey arıyorsunuz; fakat her şeyden fazla şaşılacak
şeysiniz; öylesine şaşılacak şeysiniz ki hem padişahsınız siz, hem yoksul.
BAHR-İ HEZEC
-MAHBÛN MATVÎYY-
müfteilün mefâilün müfteilün mefâilün
— A —
Mâh-ı
durustrâ bebin k’o beşikest hâb-ı mâ
Tâft zi çerh-i heftumin der veten-i herâb-ı mâ
Gediksiz dolunaya bak; o kırdı geçirdi uykumuzu bizim; şu yedinci kat
gökten parladı da yıkık yurdumuzu ışıttı.
Mademki senin yüzünden gündüz oldu, gözümüzden uykuyu al;
susuzlara su ver, suyumuzu, selimizi aşk aldı, götürdü.
Aşkının kılıcından, yerlere kanlar damlamada; bütün yol kan
içinde; y anıp kavrulmuş ciğerimizin kokusu her yanı tutmuş.
Pahalı, değerli şekere değersiz, ucuz şeker dedi; kendi zevkine
dalmışsın sen, bir de cevabımızı duy bizim.
Yüzünü neden ekşittin, şarabın arı duru değil miydi ki? Sınamak
için bir kadeh de bizim şarabımızdan iç.
Yüzü peçeli
güzelimizden dünya kırıldı, birbirine girdi; Tanrım, âşıklar buluşma günü ne
hale gelirler ki?
Âşıklar,
Şemseddin’in Tebriz’inden yüz gösterdiler; binlerce aferin Ay’ımıza,
Güneş’imize bizim.
II
Bâ tu
heyât-o zindegî bî tu fenâ vo mordenâ
Z’on ki tu
âftâbi-yo bî tu buved fosordenâ
Yaşayış da
seninle, neşe de seninle; sensiz kalış, yok oluş, ölüm. Çünkü sen güneşsin,
sensizlik donmaktır, buz kesilmektir.
Şu yaygılar
üstündeki halk, senin elinde zara benzer; mat olmak da senden, zarı kapmak,
oyunu kazanmak da senden.
Dedi ki: Ne
diye üflüyorsun beni; soluğu veren benim sana; üflemediğin zaman senden haberim
yok değil ki.
Önünde secde
ettim; sırtımı eğdim de deveye
döndüm;
gülerek dudaklarını açtı, a uzun boyunlu dedi.
Bir
bak bakalım, ne yapmak istiyorsun, ne yapmak? Boynunu uzatmışsın; yoksa pamuk
yemek mi istiyorsun?]25]
III
Bâ leb-i o çi hoş boved goft-o şenîd-o mâcerâ
Hâssa ki der goşâyed-o gûyed hâce ender â
Onun dudağıyla konuşup görüşmek, baştan geçtiler anlatmak ne
güzeldir; hele kapıyı açar da hoca gir içeriye derse.
* Kupkuru dudaklara Hızır kaynağından bahseder; aşkının terzisi
insanın boyuna elbise biçer, diker.
Gözünün bakışlarından gözler sarhoş olur; ağaçlar seher yelinin
önünde oynarlar ya hani, tıpkı onun gibi.
Bülbül gül fidanına der ki: Gönlündeki nedir,
söyle; şimdi kimsecikler yok, bir sen varsın, bir ben.
Gül fidanı der ki: Sen senliğindeyken hiç umma bunu, düşme bu
ümide; çalış, çabala da senlik pılını pırtını çek, götür burdan.
îyiden iyiye bil ki heves iğnesinin gözü dardır; ipliği iki kat gördü
mü, yol vermez ona.
Boğazına dek ateş içindesin; bir güneşe bak da onun yüzünden
yeryüzü ışıklarla dolsun.
* Tanrı Kelîm’i ateşten ağaca doğru gidince, ben Kevser suyuyum
dedi ağaç, ayakkabılarını çıkar da gel.
Ateşimden hiç korkma, çünkü ben suyum, güzel bir su; devletin
bulunduğu tarafa geldin, başköşe senin, merhaba.
Kuyumcusun, lâ’l madenisin, mekânın da canısın, mekânsızlığın da;
zamanede görülmemiş bir şeysin sen; halk nerde, sen nerdesin?
Aşk avcunda her şey bağış tapısı kesilir; senin
yüzünden de vefasız dünya, vefa iş yurdu haline gelir.
Daha gün
başlarken geldin, elinde de koskoca bir sağrak; hadi, gel diye ne vakit
çekeceksin canımı meclise?
Gönlün eli,
bir güzelin elini tuttu mu ne hale gelir gönül? Bakır, kimyanın çağrısını,
sesini duyunca ne olur?
Arap gibi, elinde mızrak, şaşılacak bir güzel çıkageldi. Dedim ki:
Bir isteğin mi var, bir iş mi çıktı? Evet dedi, yanımıza gel dedi.26]
Gönlüm, ben koşayım diye sıçradı; aklım, ben gideyim dedi. Güzel,
lütfetti de ikiniz de gelin dedi.27]
Gökyüzünden
sofra geldi mi elini de yıka, ağzını da; yıka da elinden soğan, pırasa kokusu
gelmesin.
Alımlıysan,
âşıksan bak da gör, tat tuz madeni geldi; kâseyi bırak, kadehi al; coşkunluğu
seç, çorbayı değil.
Şu
iki dudağımı yumayım da gündüzle gecenin mumu, yalım diliyle size hikâyeyi
anlatsın.
IV
Ey tu çü
mâh-ı âsman mâh kocâ vo tu kocâ
Der ruh-ı
meh kocâ buved in ker-o ferr-o kibriyâ
A gökteki
Ay’a benzeyen; fakat sen nerdesin, Ay nerde? Ay’ın yüzünde nerde bu ululuk
ışığı, nerde bu güzellik?
Herkes Ay’a âşık,
Ay’sa senin aşkına tutsak; senin elinden feryat ediyor, ey Allah diye yalvarıp
duruyor.
Ateş gibi
yüzüne karşı Güneş de secde ediyor, Ay da; çünkü yüzün, Ay’la, Güneş’le baştan
geçtilere girişiyor.
Dün gece Ay,
karşında secde etmeye geldi; âşıklarının kıskançlığı, git, gelme diye naralar
atmay a koyuldu.
Yeryüzünde
salına salına bir hoşça yürü de melekler bile gökyüzü pencerelerinden başlarını
çıkarsınlar, yere eğip seni seyre dalsınlar.
Yüzünden
şimşekler çakmaya başladı mı, gözlerini korumak için gönüller elleriyle kapar
gözlerini.
Gönül
bahçesi, zevke, çalgıya çağnağa dair ne elde etse karakışa benzeyen şu ayrılık
yüzünden hepsini kaybetti gitti.
Güze
benzeyen ayrılık gamıyla can bahçesi sarardı soldu; senin baharın ne vakit
gelecek de boy atmaya, yeşerip açılmaya başlayacağım?
Dün gönlüm,
mahallenin başında yorgun argın uyuyakalmıştı. Hayalin geçti de onu, o halde
gördü.
Şu ağır
dertten nicesin, söyle; öyle daralmışsın ki bedenin gözlere görünmez olmuş
dedi.
Dedi, geçti
gitti; fakat bu sözün tadından şu gönlüm sağlık buldu; yarabbi, sen sevabını
ver onun.
Der du cihan latîf-o hoş hemçu emîr-i mâ kocâ
Ebru-yı o gereh neşod gerçi ki dîd sed hetâ
îki dünyada da beyimiz gibi alımlı, beyimiz gibi güzel nerde?
Yüzlerce yanlış gördü de gene kaşları çatılmadı gitti.
Gözünü aç da yüzünü seyret; suçunu getir de huyu gör, deredeki su
gibi huyu... Baştan başa aparı, tamamıyla ışık mı ışık.
Onun o sıcak selâmından utandım da utancımdan su kesildim; onun
yumuşak sözlerinden taşlar bile su kesilir.
Zehri ona götür de şekerden de tatlı bir hale getirsin; kahrı
önüne koy da tamamıy la razılık yapsın.
Abıhayatını gör de ecelden hiç korkma; onun razılık kapısının iki
kanadına dayan da kazadan hiç titreme.
* A hasır gibi ayaklar altında kalıp horlanan
kişi, ona karşı secdeye kapan da mescidin yüceliğini versin sana.
Aşk beyini
çağırdım da dedim ki: Sen bunu anlıyor musun? Çünkü şekle rehin olmuşsun sen,
senin şeklinse kılavuz.
Gönül senden
kalksa da yolculuğa düşse ciğer ateşe düşer; ona gel demeyi bekliyor, ayak
üstünde durakalmış.
Gönül bir
güvercin gibi damından uçsa bile, adının hayali havalarda canına kıble olur.
Dam da
sensin, hava da sen, ikilik bir hevesten başka bir şey değil; canın ab ıhay atı
sensin, şekillerse saka.
Uzak gitme,
yolculuğu arama; Ay’ın senin önünde; nara atmaya kalkışma; fısıltıyla bile
çağırsan seni duy ar o.
* Senin
duanı duyar, çağırmana cevap verir, a benim sağırım der, sağırlığı bırak,
kulağını tam aç.
Onun sözü
olmasaydı, canın nerden ah
çekecekti;
ah çek, ah çek; ahındır Tanrı’ya yol olan.
Bostana su
çekiyorum, bu yüzden dönmeden hoşlanıyorum ben; çünkü çorak yerden, hattâ
taştan, kumdan bile can suyuyla meyveler biter.
Bahçe
sarardı, kurudu mu can suy unu çeker; söyle kırık dala, soğanımız su içsin
artık.
Geceleyin
git, erken gel de sözler işit; fakat geceleyin Ay gibi hep uyanık dur, oturma.
VI
Ey begirifte
ez vefâ gûş-ı geran çerâ çerâ
Ber men-i
heste kerdeî rûy geran çerâ çerâ
A vefaya
kulak asmayan, neden böyle yapıyorsun, neden? Bu yorguna yüzünü asmışsın;
neden, neden?
Her solukta,
senin yerin yurdun olan, senin vefa tezgâhın kesilen gönlümü mızrakla y aralıy
o rsun; neden, neden?
încin, kuyumcuda müşteriden ödülü aldı; canı da götürüp
gidiyorsun, cihanı da; canı da, cihanı da; fakat neden, neden?
Hızır’ın kaynağısın, Kevser’sin, abıhayattan da güzelsin; senin
ayrılık ateşinle ağzı, dudağı, dili damağı kupkuru olan benim ancak; neden
neden?
Senin kahrın can gibi gizlidir, mührünün izi yoktur; fakat
gönlümde senin için bu izler neden, neden?
Dedi ki: Cana can benim, canı görmeyi umma; fakat yüzün canın
şeklini gösteriyor; neden, neden?
A başlı
başına ışık olan, yıldızlar bile seni görüp utanıyorlar kendilerinden? Peki,
böyleyken gene de şüphe bulutuy la örtülüp gönülde ikiyüzlülüğün peydahlanması
neden, neden?
VII
Ger tu melûli ey peder cânib-i yâr-ı mâ beyâ
Tâ ki behâr-ı cânhâ tâze kuned dil-i turâ
Usanmışsan a babam, sevgilimizin yanına gel de can baharı gönlünü
tazelendirsin.
Seher yeli cana sevgilimin selâmındaki kokuyu, baharımın, bağımın
bahçemin, gülümün, meyvelerimin kokusunu getirmede.
Sarhoşluk ama bilinmez bir sarhoşluk; varlık ama görülmemiş bir
varlık; devlet, ikbal, güç kuvvet, haydi gelin diye nara atmada.
Ayağını vur, elini çırp, el at o dosta; seyret o iki güzel nerkis
gözün önünde şehit olmuş gönlümü.
Serkeş aşkla diriyim, ne diye canın minnetini çekecekmişim?
Sevgilimin yanı başındayım, hoşum; beyhude ne diye yelip yortacakmışım?
Can, yurduna gitti mi, su da dereme akar; pis, herzeler yiyen
tabiatsa kaçar, külhana sığınır.
Padişahlar padişahımın yüzünü görmek, şarabımın parıltısını
seyretmek. Bu yurt pek güzel, pek hoş; bu saraydan bir yerceğize
gitmem ben.
Neşeye tapan canımız, yıkılmış, sarhoş aklımız... hele can sağrağı
da elimizde; pek hoş bu ey Tanrı.
Akıl gittiyse de ki: Var git; karşılık nerde, kendini rehin et
gitsin; gündüz olduysa varsın olsun de; ey gecesiz, gündüzsüz güzel, sen gel.
Güzel sevgilim, sarhoş bir halde yanıma, kucağıma geliyor; hiç söz
etme; sevgilim kerem sahibi, vefalar göstermede.
Canımın
canı, gül bahçemin parlaklığı, razılık bahçesinin süsü, düşmanları kör etmek
için geldi işte.
VIII
Dâd zi hîş çâşnî cân-ı sitem-keşîderâ
Dî benevâht yâr-ı men bende-i gam-resîderâ
Sitemler çekmiş cana, kendisinden bir çeşni verdi; sevgilim dün
yeni y etişmiş kulunu görmeye geldi.
Anlayışıma
anlayış fazlalığı verdi, kulağa küpe gösterdi, zevki safâyı coşturdu,
gözlerimin ışığını arttırdı.
Dedi ki: A
benim arık, yeni avlanmış avım, kerem sahibiyim, kendi satın aldığım kulu
satmam ben.
Bir bak da
gör, ne lûtuflar ediyor, ne ferahlıklar veriyor; Yusuf kendisi için ellerini
doğrayanı hatırlıyor.
Canı
gibi kucakladı beni, kötü zannı gitti benden; o omzuma yeni gelmiş elbiseler
koydu.
Beni acze
düşmüş, kimsesiz kalmış görme; atlas gibi gözyaşlarıma bakma; eğnimdeki altın
kılaptanlı atlas elbiseyi seyret.
Kim bu
istekteyse pek acayiptir, şaşılır mı şaşılır ona; fakat kendisinden kurtulmuş,
varlığından geçmiş cana yüzlerce neşe içinde neşeler var.
Onun
deliliğinin tadı mı daha hoş, afsunu mu? Çünkü gizlice, gamın ısırdığı hastaya
karşı dudağını ısırıyor.
Sevgilisine vaadlerde bulunur, kucağından güller verir; kan
ağlayan gözleri mahmurluğuyla doldurur.
Gözlerine sürmeler çeker onun; kerem eliyle okşar onu; şu beli
bükülmüş feleğin, hasetten göğsünü, gönlünü y akar.
Kendisinin Elest şarabını kendi sarhoşuna kadeh kadeh kendi sunar;
uçmuş gönül doğanına kendi eliyle kendisi davul çalar.
* Allah için
sus, susma huyunu öldürme; asîde geliyor çünkü, kasideyi kısa kes.
Müfteilün mefâilün müfteilün mefâilün; kapıyı açma, yeni açılmış
gül bahçesini az göster.
IX
Âmedeem ki ta behod gûş keşan keşânemet
Bî dil-o bî
hodet kunem der dil-o can nişânemet
Kulağını tutup çeke sürüye seni götürmeye, gönülsüz koymaya,
kendinden geçirmeye, kendi gönlüme alıp dikmeye gelmişim.
Gelmişim hoş bir bahar gibi, seni kucaklamay a, güzel güzel döküp
saçmaya a gül fidanı.
Gelmişim bu sarayda sana cilvelenmeye; âşıkların duaları gibi seni
alıp gökyüzünün yücesine çıkarmaya.
Bir güzelden bir öpücük çalmışsın; tatlılıkla, güzellikle geri ver
hoca, geri almay a gelmişim o öpücüğü.
* Kül nedir ki? Sensin tüm. “Söyle” emrini veren sensin; başkası
seni bilmiyorsa ben
biliyorum seni, çünkü sen bensin.
Canım da sensin, gönlüm de sen, Fâtiha okuyanım da sen; tamamıyla
Fâtiha kesil de okuyayım seni.
Avımsın benim, tuzaktan sıçramış, kaçmışsın ama geri dön, gene
tuzağa git; gitmezsen sürer, götürürüm seni.
Arslan bana dedi ki: Görülmemiş bir ceylansın; var git, tez
uzaklaş benden. Ne diye peşimden koşuyorsun, şimdi paralarım seni.
Yarayı kabullen, mademki yiğitlik kalkanısın, önde yürü; fakat
kirişten başkasına kulak asma da yay gibi bükey im seni.
Topraktan insana varıncaya dek kaç binlerce konak var; şehirden
şehre götürdüm seni, yol başında bırakmam.
Hiç söylenme, köpüklenip durma, tencerenin ağzını açmaya kalkışma;
güzelce kayna, sabret, seni pişiriyorum ben.
* Arslan eniği değil misin sen, ceylan
bedeninde gizlenmişsin; fakat ben seni bir uğurdan, ceylanlık
perdesinden geçiririm.
Benim
topumsun, buyruğumun çevgeniyle koşup durmadasın; seni koşturup dururum ama ben
de peşinden koşar dururum.
X
On nefesî ki
bâhodî yâr çu hâr âyedet
V’on nefesî
ki bîhodî yâr çi kâr âyedet
Kendinde
olduğun zaman sevgili diken gelir sana; fakat kendinden geçtin mi sevgili ne de
işine y arar senin.
Kendinde
oldun mu, bir sineğe av olur gidersin; kendinden geçtin mi fil bile av olur
sana.
Kendinde
olursan gam, gussa bulutuyla örtülürsün; kendinden geçtin mi Ay doğar kucağına.
Kendindeyken
sevgili yan çizer, yanına gelmez senin; kendinden geçtin mi sevgilinin
şarabı
sunulur sana.
Kendinde olduğun zaman güz mevsimi gibi donarsın; buz kesilirsin;
fakat kendinden geçtin mi karakış bile bahar gelir sana.
Bütün kararsızlığın, karar aramandan ileri gelmektedir;
kararsızlığı iste de karar gelsin sana.
Bütün sinmezliğin, yiyip sindirmeyi istemenden doğar; sindirme
isteğini bıraktın mı zehir bile içsen siner, bal kesilir.
Dilediğini elde edemeyişlerinin hepsi, dilek peşinde koşmandan
ileri gelmede; yoksa bütün dilekler, saçılar, bağışlar gibi gelir, önüne
dökülür, saçılır.
Sevgilinin cefasına âşık ol, sevgisine değil; böyle ol da o
nazlanan güzel ağlayıp inleyen bir âşık kesilsin sana.
Doğunun padişahlar padişahı Şemseddin, Tebriz’den erişirse vallahi
Ay’dan bahsetmekten de utanırsın, y ıldızlardan bahsetmekten de.
XI
Bî hemegan beser şeved bî tu be ser nemîşeved
Dâg-ı tu dâred in dilem cây-ı diger nemîşeved
îş herkesle başa çıkar, düzelir, fakat sen olmazsan olmaz da
olmaz; açtığın yara şu gönlümdedir, başka yeri yok onun.
Aklın gözü senin sarhoşun. Feleğin çarkı sana karşı alçacık. Zevk,
neşe kulağı senin elinde; sensiz hiçbiri de yürümez.
Can senden coşar, gönül senden şarap içer; akıl senin yüzünden
köpürür; sensiz hiçbirinin işi başa çıkmaz.
Şarabımsın, mahmurluğum; bahçemsin, baharım. Uykumsun, kararım;
sensiz hiçbiri düzene girmez.
Mevkiim,
şerefim sensin; saltanatım, malım sensin; arı duru suyum sensin; sensiz bunlar
da
yürümez.
Kimi vefaya doğru gidersin, kimi cefaya doğru, benimsin sen,
nereye gidiyorsun? Sensiz hiçbirinin işi başa çıkmaz.
Sana gönül verirler, gönlünden söker, atarsın; tövbe ederler,
tövbeleri bozdurursun; bütün bunları sen yaparsın, sensiz bir iş olamaz ki.
* Sensiz bir iş başa çıksaydı dünyanın altı üstüne gelirdi; îrem
bağı cehennem kesilirdi; sensiz hiçbir iş başa çıkmaz.
Başsan sen, ayak olayım, avuçsan bayrak olayım; fakat gidersen yok
olurum ben, sensiz iş yürümez.
Uykumu bağlamışsın, şeklimi yıkamış, silmişsin; beni her şeyden
geçirmişsin, sensiz iş y ürümüy or.
Dostum, sen olmazsan, işim gücüm yıkılır gider; a benim eşim do
stum, a benim dertdeşim, sensiz iş yürümez.
Sensiz yaşayış da hoş değil bana, ölüş de hoş
değil; gamından nasıl baş çekeyim? Sensiz hiçbir iş başa çıkmıyor
ki.
A dayancım,
güvencim benim, ne söylersem söyleyeyim, iyiden, kötüden ayrı değil; lûtfunla
sen söyle, sensiz hiçbir iş y ürümüy or.
XII
în ruh-ı reng reng-i men her nefesî çi mîşeved
Bî hevesî mekun bebin k’ez hevesî çi mîşeved
Şu renkten renge giren benzim, her solukta ne oluyor? Hevessizlik
etme, bir bak da gör, hevesten neler olmada.
Gönlümde her gece bir şeker dudaklının hevesi var; gece yol
alanların mahallesi başında bekçiden neler oluyor, neler.
Şu gönlümde birisinin aşkının ateşinden neler oluyor? Hiç kimsecik
gösterebilir mi, hiç kimsecik ne olduğunu aklına, vehmine getirebilir mi?
O lûtuf, o nezaket onda varken kar gibi
bembeyaz şekerinde, o tatlı mı tatlı balında bir sinek yüzünden
neler olmada.
Aşkın arı mı
arı, duru mu duru; deniz gibi açılmış, saçılmış... Oraya çerçöp düştü mü ne
olur acaba?
Şemseddin,
Tebriz’den gönlüme elini uzatır; eli gönlüme erişince gönlüm neler olur, neler.
XIII
Âb zenîd
râhrâ hin ki nigâr mîresed
Müjde dehîd
bâgrâ bûy-ı behâr mîresed
Yola su
serpin, şimdicek sevgili geliyor; bahçeye müjde verin, bahar kokuları gelmede.
Sevgiliye
yol açın, yol açın o Ay’ın on dördüne; ışıklar bağışlayan yüzünden ışıklar saça
saça geliyor o.
Gökyüzü
yerlere inmede, dünyaya bir uğultudur y ay ılmada, amberle misk bitmede,
sevgilinin sancağı gelmede.
Bağın bahçenin alımı gelmede; göz gelmede, mum gelmede... Gam bir
kıyıya gitmede; Ay kucağımıza doğmada.
Ok uçup gitmede, varıp amaca ulaşmada; ne diye oturmuşuz biz? Padişah
avdan gelmede.
Bağ bahçe selâma duruyor; selvi ayağa kalkıy or; yeşillik yaya
koşuyor; gonca ata binmiş, geliyor.
Gökyüzünde halvete girenler, nasıl bir şarap içiyorlar ki can
sarhoş oldu, yerlere serildi, akıl mahmurlaşmış, geliyor.
Köyümüze
ulaştın mı, bil ki susmaktır huyumuz bizim; çünkü dedikodumuzdan toz kalkıyor
bizim.
XIV
Çeşm-i tu nâz mîkuned nâz-ı cihan turâ resed
Hüsn-o nemek turâ boved nâz deger kerâ resed
Gözün nazlanmada; bütün düny ay a nazlansan
değer; güzellik de sende, alım da sende; senden başka kime
nazlanmak değer?
Gözün
nazlanır, lâ’lin insafa gelir; hasılı kulları öldüren de Tanrı’dır, diriltip
haşreden de.
Gözün hançer çeker, lâ’lin şekerlikler eder; olur ya, şu çekişme
arasında bir armağandır saçılır; umulur hani.
Güzellik, kulu hoş tutmak, padişahlıktır, ululuktur; söze sığmaz
ihsanlar gelir cana senden.
Utarid’ce sözlerim, ölçüye sığmaz sarhoşluğum, senin sofrandan
değilse bu gelir nerden geliyor?
* Gökyüzü secdeler eder, mavi hırkalara bürünür; sûfîler gibi
dönmeye, çark atmaya koyulur, çünkü davet senden gelmede.
Zamanımızda senden başka Tanrı halifesi kimdir, söyle. Melek bile
gökten indi mi, sana karşı secde eder.
Topraktakilerin erdikleri devleti seyret ki
melekten de daha temiz onlar; padişahımızdan gelen terbiye böyle
olur, insanı böyle geliştirir, yetiştirir işte.
Lûtfuyla
taca nail olduğun kişiden baş çekme; ululuk ıssından gelen kişiye karşı
ululanma.
Rabbiniz
değil miyim sözü işitiliyor, elden ele ulaşıp geliyor; tez evet, evet de; yoksa
belâ gelir çatar.
Beni satın alan
o; onun perdesini yırtmadayım ben, ondan bana damar damar, ilik ilik lûtuflar
gelmede, her parçama ayrı bir ihsanda bulunmada.
Tamamıyla
sarhoş olsaydım gamının sırrını söylerdim; şeker gibi tam söz de o güzel
yüzlüden gelmede.
XV
Yâr merâ çu
uşturan bâz mehâr mîkeşed
Üştür-i
mest-i hîşrâ der çi katar mîkeşed
Sevgili bizi
develer gibi yularımızdan tutmuş,
çekiyor;
bakalım esrik devesini hangi katara çekecek?
Canımı,
bedenimi yaraladı o; şişemi kırdı o, boynumu bağladı o; bakalım ne işe çekecek?
Ağıyım onun, balıklar gibi beni karaya atıyor. Gönül tuzağımı av
beyine doğru çekiyor.
Bir er ki göğün altındaki bulut katarını develer gibi çeker, onu
ovanın, yazının sâkîsi yapar, onu dağa, mağaray a yeder.
Gök gürültüsü, parça buçuk da dirildi, tüm de; gül fidanının
güzelim özüne de bahar kokuları geliyor diye davul çalar.
Çekirdeğin gönlüne meyve olma isteğini düşürür; ağacın içindeki
sırrı tutar, darağacına asakor.
Gerçi şimdi
karakışın cefası bahçeyi mahmurluğa düşürür ama b aharın güzelliği gelince de o
mahmurluğu giderir gider.
XVI
Zühre-i ışk
her seher ber der-i mâ çi mîkuned
Duşmen-i
can-ı sed kamer ber der-i mâ çi mîkuned
Aşk
Zühre’si, her seher çağı bizim kapımızda ne yapar? Yüzlerce Ay’ın o can
düşmanının kapımızda ne işi var?
Onun
bakışına nail olanın hem her şeyden haberi vardır, hem yoktur; melek midir o,
insan mı, kapımızda ne yapar?
Dünyanın
altı üstüne gelmiş; su başımızdan aşmış; taş bile onun yüzünden inci olmuş,
mücevher kesilmiş; kapımızda ne işi var onun?
A şuh
perdeli güzel; sen bir fitne koparmadıy san her solukta bunca kalabalığın ne
işi var kapımızda?
Apaydın
günde yol kesiciliği âdet edinmemişsen, her gün yol uğrağına neden çıkarsın,
bizim kapımızda ne ararsın?
Dün sarhoş
bir halde gelip kapımızı kırmadıy sa ondan bir iz o larak kalan şu kemerin
ne işi var
kapımızda?
Güzelliğinin alımı, o güzel yüzü, ölümsüz cennetten toz
koparmıyorsa bunca tozun, bunca dumanın kapımızda ne işi var?
Şemseddin,
Tebriz’den kime geliyor? Deniz ne diye dalgalandı, coştu, köpürdü de inciler
saçtı, ne işi var bizim kapımızda?
XVII
Tûti-i cân-ı mest-i men ez şekerî çi mîşeved
Zühre-i mey-perest-i men ez kamerî çi mîşeved
Sarhoş can dudum bir şekerle ne hale geliyor; şaraba tapan Zühre’m
bir Ay yüzünden neler oluyor?
Gönül denizim onun yüzünden dalgalanıy or da dokuzuncu kat göğü de
aşıyor, şaşırmış kalmışım, bir inci yüzünden ne hallere geliyor?
Gönlüm öylesine bir bahçe ki yüzlerce îrem bağı gözüne yok
görünmede; fakat yeni açmış nerkis, bir ağaç yüzünden neler oluyor diye
şaşırdı kaldı.
Can bir padişahtır, ben yaprağıyım; can seher çağıdır, ben
geceyim; şu güneş gönlüm her seher çağı ne hallere düşüyor?
Gönül paramparça oldu, görenler gördüler; fakat bütün şu varlık da
bir bakışla ne hallere gelmede?
Aşkının üstün gelişi yüzünden akıl nasıl da coşup köpürüyor; canının
p arıltılarından canlılar ne hallere giriyor?
Ben boyuna şişeye benziyorum, şişe yapmak da sanatım benim; ah,
gönül şişem bir taş yüzünden neler oluyor?
Haberi olanlar, aklı erenler lâ’l madenine dönerler ama haberi o
lmay an onun yüzünden ne hallere düşüyor, bundan haberleri yok.
Tebrizli Şemseddin’den gönül de güzelleşir, bakış da; ikisi de
eğri bakıştan kurtulur; fakat eğri bakan, eğri gören de ne hallere gelir, ne
hallere?
XVIII
Dil çü bebîd rûy-ı tu çün nezereş be can boved
Can zi lebet çü mey keşed hıyre-vo leb-gezan boved
Gönül senin yüzünü görünce anladı ki cana bakmadadır, canı
görmede; can, dudağından şarap içti mi şaşırır kalır, dudağını ısırmaya
koyulur.
Beden gönüle varır, bütün bu işleri ne diye yapıyorsun der; o da,
y avuz gözünden uzak olsun, bir ay yüzlünün yüzünden der.
Gönülden başkasının yüzüne bakma, gönülden başka bir y erlere
gitme; çünkü her şey gönül ışığıyla o dünyanın y alımı kesilir.
Sana yeni mürit olan, dünyadaki şeyhlerin şeyhidir; elini tutan,
zamanın hasbeki olur.28]
Din pîri gönül ortadadır, beden halkası onun çevresinde. Ne
mutludur o bedene ki gönül pîri ortada oturmuş olsun.
Şemseddin,
senin gönlündeki sırrı Tebriz’de duyar, işitir; sözünü işitmemesi, sağır olması
ondan, onun kulağından uzaktır.
XIX
Çîst salâ-yı
çaştgeh hâce be gûr mîreved
Deyr behâne
vâresed menzil-i dûr mîreved
* Kuşluk
çağındaki şu salâ da ne? Tacir mezara gidiyor; çok geç döner eve, çünkü uzak
bir yere gidiyor o.
Seçilmiş
güzelin yerine, akreple, yılanla düşüp kalkacak; ibrişim örtüleri bırakıyor da
mezarlara gidiyor o.
Şarap
içmesi, meze yemesi, işreti, zevki, safâsı geçti gitti; boynu iyi kırıldı;
sabrede ede gidiyor o.
Hiç kimsenin
haddi yok ki ona bir söz desin, bir şey üflesin; bundan sonra pişer, olur o,
çünkü tandıra gidiyor o.
Arı duru gitmiyor;
vefa yoluna gitmiyor; Tanrı
sarhoşu olup
gitmiyor; gururla sarhoş olmuş, gidiyor o.
Nice elbiseler paraladı, nice sarıklar sardı; Tanrı elbisesine
sahip değildi, o yüzden çırçıplak gidiyor o.
Rum’dan doğmuştu, cefa elini açmıştı; hiç sanma ki hurileri
koçmaya gidiyor o.
Alımlı kişilerle, tez canlılarla Tanrı sofrasına gider er olan;
tatsız tuzsuz ham gönülse kötülüklere gider, acılıklara ulaşır.
Ceza davulunun verdiği korkuya bak ki onun yüzünden arslan kediye
dönüyor, bey, karınca gibi gidiyor.
Yeter artık,
senin sırrın zaten dille dudakla anlatılamaz; şu anlatış da iy ilerin hay ali
gibi başköşelere gider, kurulur.
XX
Cevr-o cefâ du-rûyiî k’on kunekâr mîkuned
Ber dil-o cân-ı âşıkan çim kene kâr mîkuned
O güzel
sevgilinin cevri, cefası, ikiyüzlülüğü âşıkların gönüllerini yakmada, canlarını
tüketmede.
Sevgiliye
benzer sevgili nerde? Mutlak rahattır, muhakkak huzurdur o; onun sana
ettiklerini hangi sevgili edebilir ki?
Bir
huyu gökyüzüne eş oldu mu, ona yer kesilir; bir huyuy sa karakışı ilkb ahar eder
gider.
Bir huyuyla
meleği dev yapar, şeytan eder; bir y alımla gecemi gündüzün bile haset ettiği
bir hale getirir.
Bilmem ki
sarhoşa ne diye şarapla ilaç verir? Sarhoş olmuş, esrimiş deveye ne diye hâlâ
şarap yükler?
Meyhane
pîrinin sunduğu şarap yüzünden meclistekilerin akılları başlarından gitti;
sunduğu şarap artık sayıya sığmaz oldu, haddi geçti.
Varların
devleti olan yokluk var oldu; mahmurluğu anıp duran o akıl sarhoş oldu,
kendinden geçti.
Dudakları kurumuş zevk, işret geldi, sudan bile toz koparan bir
tazelikle açıldı, saçıldı.
A can sâkîsi, gel ki gönül sensiz perişan bir hale girmiş; seni
görmedikçe kiminle karar eder o?
İki gören parça buçuktan tut da tüme dek diken geçti, gülün
oturduğu başköşeye kuruldu; dikenin gönlünü kavrayan, durmayıp çeken şu hale
bak.
A can çalgıcısı, gel de çalmaya başla, vur mızrabı saza: Ten-teni
ten-tenen tenen. Çünkü şu sarhoş gönül, bugün seher çağından beri sevgiliyi
anıyor.
Sevgiliyi anıyor, onu koçmak istiyor; canlar saçıyor, arslanlar
avlıyor.
Dün gece ne gördü, y ahut da ne içti ki seher çağından beri
ağlayıp inliyor bugün?
Elest gibi, ona benzer, o cinsten bir söz hani; evet cevabıyla
gökyüzünü bile döndürmede.
Bütün varlık âlemini gökyüzü gibi çark urur,
döner bil; beden apaçık dönmede, cansa gizli.
Kadehi dönmeye başladı, kutluluktur payımız; çünkü elinin
hareketiyle kadehin dönüşü, bir atlının koşusuna döndü.
A yoldaş,
yolu gör, yol başında Ay’ı seyret; fakat sus, çünkü söz, yoldan toz koparır.
XXI
Penbe zi gûş dûr kun bang-i necât mîresed
Âb-ı siyâhrâ merov k’âb-ı heyât mîresed
Kulağından
pamuğu çıkar, kurtuluş sesi geliyor; kaça suya dalma; ab ıhay at geliyor.
Müşteri’nin aşk nöbetini gökyüzünde çalıyorlar; âşıkların
canlarına yüzlerce salâvat gelmede.
Baştan başa bal ol, süt kesil; kendinden yok- yoksul ol. Çünkü
yok-yoksul kişiye padişahtan öşür gelmede, zekât gelmede.
Balçık, gönül olmayı ister ya; onun
rahmetindendir; insan oruç tutar, namaz kılar ya, onun
çekişindendir bu.
Belâlara uğrayış karanlıklarında sabret, çekinme; çünkü Hızır’a da
abıhayat karanlıklar diyarından geliyor.
XXII
Âşık-o
dilber-i merâ şerm-o heyâ çerâ boved
Çunki cemâl
in boved resm-i vefâ çerâ boved
Âşıkımız ne
diye utansın, neden çekinsin? Mademki güzelliği bu, ne diye vefa töresine uy
sun?
Bu kadar
lûtuf, bu kadar serkeşlik, nasıl olur da halka kısmet olur? Bütün bu güzellik,
bu gönül alıcılık neden gönlümüze nasip olur?
Sonsuz bir
tat, adını da aşk takmışlar; şikâyet etmek âdettir, yoksa ne diye cefa edilsin?
O nazlanır,
cilvelenir de o yüzden yüzünü ekşitir böyle; yoksa o yüz ekşitmesi, o surat
edişi neden böyle c anlara can katsın?
O
yüz ekşitmesi buluta benzer âdeta; yoksa bağa bahçeye, ağaca, yaprağa şu
yaşayış, şu kutluluk nerden gelecek?
XXIII
Çünki
cemâl-o hosn-ı tu esb-i şikâr zin kuned
Nîst aceb ki
ez cunun sed çü merâ çanin kuned
Güzelliğin,
alımın, av atına eyer vurdu mu, benim gibi yüzlerce kişiyi deli divane eder,
bana döndürürse şaşılmaz a.
Gamın
kanatcağızını çırptı da uçup gitti mi, şu gönlüm kanatlarını açar da havalanır;
Tanrı, gene buyruk ver de boyuna böyle yapsın dursun.
* Gönül
yıldızım Ay’ınla kıran etti mi, gökyüzü şu yeryüzüne ne lûtuflarda bulunur, bir
bilsen.
Sâkîn,
elinde şarap kadehi, dünyanın çevresinde dönüp duruyor; işin sonunda elbette
canımı seçer, elbette o kadehi bana sunar.
Birçok
şeyler getirir, bu kulun gönlünde gizler ama kıskançlığın bir soluk onu
hüzünlendirdi mi hepsini de yakar, yandırır.
Suya
benzeyen gönlümü aşkın demire döndürdü mü, gönlümden dev de çekinir, peri de.
Ok gibi
dümdüz canım elinde yaya döndü; felek bu yüzden bana kinlenir de her yandan bir
pusu kurar.
Lûtfun her
solukta beni kendisiyle eş dost eder, seninle düşer kalkarım da o yüzden
gökyüzü de izimin tozunu sürme gibi gözüne çeker, göktekiler de.
Tanrı,
Tebriz’de tuttu da beni kul köle etti Şemseddin’e, buna şükrediyorum da her
solukta secdeye kapanıyorum.
XXIV
Cân-o cihan
çü rû-yı tu der du cihan kocâ boved
Ger tu sitem kunî becan ez tu sitem revâ boved
A benim canım, a benim cihanım, iki dünyada da yüzüne benzer yüz
nerde? Cana sitem edersen et, senden sitem de gelse değer.
Mademki her yanda yüzünün ışığı var, zamanında kimdir ikiyüzlü?
Mademki her yüzü kavramış, tutmuşsun, nerde bir başka yüz?
Yüzünü gören kişinin gözüne yeryüzündeki define de soluk görünür,
gökyüzündeki Ay da.
Seninle çırçıplak olursam daha da hoşuma gider; beden elbisesinden
soyunayım da lûtuf kucağın canıma elbise olsun, kaftan kesilsin.
Zevkini zahit çıkarır, kadehini arif çeker; seni bilgin över,
zatınsa benimdir, benim.
Kim candan
bahsederse yüzünü gösteririm ona; ejderhâ bile olsa aşkın zümrütlük eder.
Yüzü böyle olan kişiye, hele bir de aşk havasına düşmüşse, padişah
bile kulluk eder; isterse kul olsun.
Vefaya ait sözler söylerse vefa edecek diye şu
paramparça gönlümü hayalinin önüne korum.
Baştan
geçenlerin kapısını çalarsam, şeriat kapısı açılır; tanığım onun yüzü olur,
nerkis gözleri de delil kesilir.
Tebriz’den
Şemseddin, bana nimetler ihsan ederse, Tebriz’den, Şemseddin’den başka bütün
varlık âlemi yok olur gider.
— R —
XXV
Germ derâ vo
dem medeh bâde beyâr-o gam beber
Ey dil-o
cân-ı her teref çeşm-o çerâg-ı her seher
Ateş gibi
gel, soluk bile alma, şarap sun, derdi al, götür. A her yanın gönlü, canı; her
seherin gözü, ışığı.
* Hem
zevkle, safâyla yoğrulmuşsun, hem meleklerin dileği, isteği kesilmişsin, hem de
bitkilerle, şekerkamışlarıyla dopdolu bir Arasât’a dönmüşsün.
Kalk,
kıyamet koptu; bitkilerin dökülüp saçıldığı gün geldi; aklımla savaşım var;
hadi, al haberi ondan.
Hoş
haberliler kuldur köledir sana; selâmın koskoca bir sağraktır; adını duyanlar
ay aklarını da p aramp arça ederler, başlarını da.
* Kalk, gün geçiyor, temmuz ayı, yaz mevsimi gidiyor; şeytan,
Ömer’in gölgesinden kaçtı, hâlâ da kaçıyor.
A canın ahını duyan, a can yolundan şarap sunan, a canın dayancı,
a gönlün güvenci, erkek arslan gibi çık meydana.
Sarhoş, yerlere serilmiş, neşeli mi neşeli bir halde beşten de
geçip gitmedesin, altıdan da; kervanı çektikçe çek, hoş bir yolculuktur bu
yolculuk.
Soluktan soluğa, andan âna şarap sun, yak, yandır gamı; a güzelim
benim, çağ senin çağın; a ay yüzlüm benim, devir senin devrin.
Tebriz’de Şemseddin aklı da kapar, götürür, gönlü de; o Tebriz
göze benzer, Şems de o gözdeki görüştür sanki.
Göz
meydandadır ama ışık gözde gizlidir; göz de bir başka görüşle görüş sahibi olur
zaten.
XXVI
Ey tu
nigâr-ı hânegî hâne derâ ezin sefer
Peste-i lâ’l
berguşû tâ neşeved geran şeker
A evde
beslenmiş güzel, şu yolculuktan dön, gir eve; lâ’l gibi, fıstığa benzeyen
dudaklarını aç da şeker pahalılaşmasın.
Can sâkîsi
de sensin, Nuh gemisi de sen; sağrağın boşken şu ciğerim ne de kanlarla
doludur.
Kinlenir de
kınar beni, yürü git der, bir başka güzel seç; iki düny ada da birsin sen, bir;
nerde senin gibi bir güzel.
Resimler
yapan, şekiller düzen o kalem, senin resmini, senin şeklini görünce hay dedi,
kendimi kaybettim gitti, bu melek midir, insan mı?
A canım
benim, a cihanım benim, neden böyle ayıplarsın, neden kınarsın? Gönlüme gir de
her solukta bir başka kalabalık, bir başka gürültü seyret.
Aşk, hadi
diyor, gelin; iki yüz belâ sofrası geldi; dudakların kupkuru, gözlerin yaş
içinde;
kurudan,
yaştan meydana gelmiş nimetleri seyret.
Şu ikisini
de tattın mı, sana öylesine bir güzel, öylesine tanınmış bir yıldız cilve
gösterir ki, iki yüz Ay kuldur köledir ona.
Apaçık söyle, Şemseddin yakıyn hasbekidir, yakıyn padişahıdır;
Tebriz’de o, din gibi hem tanınmıştır, hem gizlidir.29]
— F —
XXVII
Mâ du se rind-i işreti cem’ şodîm in teref
Çün şuturan-ı rû-be rû poz nehâde der elef
Yüz yüze gelmiş, ağızlarını ota daldırmış develer gibi içkiye
düşkün iki üç rint, şu yanda toplanmışız.
Soldan sağdan da develer gibi esrimiş, ağzı köpüre köpüre
tamahlarla sarhoş olmuş biri gelmede.
Gam
yemeyin, her deve bu ağıla yol bulamaz; çünkü aşağılardadır onlar, bizse yüce
dağın tepesindeyiz.-t30]
Dünya deniz kesilse biz o denizde Nuh’un gemisiyiz; Nuh’un gemisi
batma, yitme derdine düşer mi hiç?
Bütün dünya mevki, para peşinde dertlere düşmüş; bizse şu bucakta
hoşuz, içmedeyiz, say gılar görmede, neşeyle sarho ş olmadayız.
Arifler sarhoş oldular, a bilgi çalgıcısı, tez bir rubai söyle,
gel içeriye, al tefi ele.
Ormana bir yeldir estir, her selviye, her söğüte bir esintidir
yolla; yolla da söğütlerle çınarlar saf saf baş sallasınlar.
Söğüt kuru olursa ne yaprak verir, ne meyve; böylesine ağacın
başı, soluktan, “Korkma” yelinden titrer mi hiç?
Kuruluğun çaresi, Tanrı soluğudur; çünkü o soluk bir bir her şeye
dokunur, hiç de arık, hafif değildir o.
Kuru hurma, Tanrı emriyle Meryem’e meyve verdi; Tanrı soluğuyla
ölü bile yeniden dirildi, can buldu.
Gazeli sona getirdin mi, babasının oğlu olmayan her körün inadına,
Şemseddin’i öv, Tebriz’i an.
XXVIII
Sîr negeşt cân-ı men bes mekun-o megû ki bes
Gerçi melûl geşteî kenmezenî zi hîç kes
Canım doymadı gitti, yeter deme, yeter; usanmışsın ama oyunda
kimseciklerden aşağı kalmıyorsun.
Peygamber
konuktan bezdi de yüzünü astı ama Tanrı öğütçüsü, “Yüzünü astı, ekşitti”
sûresiyle azarladı onu.31]
Uymaz, uyuşmazsan gönül derdine düşersin; solukdaşlık hoştur, hoş,
kendine gel, bir soluk bile kaçma.
Kendi cinsiyle pişen, tada tuza sahip olur; biz de beraberce
pişelim, mercimekten de aşağı değiliz ya.
Ben sarhoşluktan kaçmam; hele şu şekerler saçan sarhoşlardan hiç
uzaklaşmam. Onlardan ayrılmak ölümdür, kim heves eder ölmeye?
Dün sarhoş arkadaşım elime bir testi verdi; bu testiyi kafası
kırılasıca nefsin başına vurayım da kırılsın gitsin.
Midesi arık, anlayışı dar nefsi eş dost etmem kendime; çünkü bu
sinek yüzünden yemeğim pislenir benim.
Önüme, ardıma bakmam, utanç perdesini yırtar giderim; çünkü şaraba
şükretme kemendi önümden de, ardımdan da beni çeker durur.
Ne hoş seher çağıdır ki güneşimiz o olur; ne mutlu gecedir ki
mahallemizin başında o bekçilik eder.
Kuşluk vakti
aşk bir hekim şekline girip geldi de nabzıma el attı; çırpınma dedi,
arıklaşmışsın.
Kebap ye de gönlüne kuvvet gelsin; ona dedim ki: Sen at sür de
şarap getir, gönül zaten kebap oldu gitti.
Şarap içeceksen her aşağılık kişinin elinden içme; sana ben şarap
sunayım, hem de çerçöpten arı duru bir şarap.
Dedim ki: Seni bulursam neyleyeyim şarabı; Nil nehri, Aras ırmağı
dururken teyemmüm caiz değil.
Sus ey saka, senin şu yaşayış atın abıhayat taşımada; çıkar
boynundan çanı.
Abıhayatın
şerefi var; her adam olmayana nasip olmaz; bu sebeple de karanlıklarda gizlidir
o.
XXIX
Sûy-ı lebeş her on ki şod zehm hored zi pîş-o pes
Z’on ki hevâli-i esel nîş-zenan boved meges
Kim dudağına doğru varırsa önden arttan y aralanır; çünkü nerde
bal varsa arı oraya varanı sokar.
Yüzü bir gül bahçesidir ki orda yılan gizlidir; kara saçları
geceye benzer; her hırsızın, her bekçinin topluluk yeridir.
A ay yüzlüm, zümrüt madenisin, yılanın
gözünü oyar, çıkarırsın sen. A padişahım, iki haftalık Ay’sın,
karanlığın gamını yemeyiz biz.
Dünya sensiz
ne iş görebilir? Sensiz nasıl soluk alır, söz söyler? Can da senin kulun
kölendir, cihan da; can da sensin ancak, cihan da.
* Rüstemlere
yardım senden, fetih veren de sensin, zafere erdiren de sen; ister yoldan
olsun, ister attan; kazanç senin korumandan.
Güneş’in,
anlamlar ülkesinde, dolunacak güneş değil o; yüzlerce ay, yüzlerce güneş, senin
ışığından ışık alır da p arlar.
Gök
senin suyunda döner de döner; akıl, hekimliğine başvurur, nabzını gö sterir.
Zerre zerre
ümitler senin sofranın başında saf kurmuş, her solukta bir ümitle secde
ediyorlar; soluk alıyorlar.
O sevgili
elini açıp, bahar soluğuyla çerçöpe neler verirse, ben de öyle veririm demek
ister, ellerini açıp işaretle bunu anlatır.
Işık içen toprağın bitkisi gümüştür, altındır; su içen topraksa
börülce verir, mercimek verir.
Dünyanın renkleri büyülere benzer, aşksa Mûsa’nın sopasıdır;
ağzını açar da bir solukta hepsini siler süpürür.
A gönül, nefsinden, hayalinden ne vakte dek korkacaksın? Niceye
bir kaçıp duracaksın? Bir bak da gör artık; kimsecik yok.
Yeter artık, yeter; sakanın atından da aşağı değilsin ya; saka
bile müşteri bulunca onun boynundan çanı çıkarır.
XXX
Dâm-ı deger nehâdeem tâ ki meger begîremeş
On ki becest ez kefem bâr-ı deger begîremeş
Belki tutarım diye bir başka tuzak kurdum; olur ya, elimden
fırlayıp kaçanı belki bir kere daha tutarım.
Can u gönülden tutsak olduğumu canıma sokarım, gönlüme alırım
belki; ömrüm geçti gitti ama belki yeni baştan başlarım yaşamaya.
Gönül şeker gibi eridi gene, ciğer soğudu, buz kesti gene; gene
gitti gözümden, gene avlarım belki gözümle onu.
Geceleyin yüzünün ışığıyla onun bulunduğu tarafa doğru yol alayım;
mahallesine vardı mı kapısının halkasına yapışırım belki.
Gönlümün derdi daha da beter oldu; yüzüm sarardı, altına döndü;
belki yüzümden altın top lamay a koyulur da o sırada y akalarım onu.
Kemer
oldumsa ne oldu; beter oldumsa ne çıktı? Altüst olduysam ne var? Altüst derken
tutarım yakalarım onu.
Seher çağına
dek elbette tutarım onu, şeker gibi emer, çiğnerim, elbisesinin düğümünü
çözerim, kemerinin tokasına el atarım.
Nerkis
gözlerini uyku bürümüş; tez ardından v aray ım da güzel bir uykuya dalmışsa
uyku yolundan tutay ım onu.
— F —
XXXI
Mâ dü se mest-i helvetî cem’ şodîm in teref
Çün şuturan-ı rû be-rû poz nehâde der elef
Biz yalnızlığı seçmiş iki üç sarhoş, yüz yüze gelmiş, ağızlarını
ota daldırmış develer gibi şu yanda toplanmışız.
Her yandan da develer gibi esrimiş, ağzı köpüre köpüre çok çok
sarhoşlar gelmede.[32]
Güzelce için, develer bizim yanımıza yol bulamaz; çünkü
aşağılardadır onlar, bizse yüce dağın tepesindeyiz.
Boyunları uzundur ama dağ başına nerden ulaşacaklar; gerçi af-af
der dururlar ama aftan gam yemeyiz ki biz.
Dünya deniz kesilse biz o denizde Nuh’un gemisiyiz; Nuh’un gemisi
batma, yitme derdine düşer mi hiç?
Bütün dünya mevki, para peşinde dertlere düşmüş; bizse şu bucakta
hoşuz, içmedeyiz, saygılar görmede, neşeyle sarhoş olmadayız.
Biz gam yılanının gözüne âfet kesilmiş zümrüt madeniyiz; gama
tutsak olanın payı, vah, y azıklar olsun demektir.
A arifler
çalgıcısı, gel, arifler sarhoş oldular; tez bir rub ai söyle, gel karşımıza, al
tefi ele.
Ormana bir
yeldir estir, her ağaca bir esintidir yolla; yolla da dallar saf saf baş
sallasınlar.]33]
XXXII
Helka-i dil zedem şebî der heves-i selâm-ı dil
Bang resîd kîst on goftem men golâm-ı dil
Gönlün selâmını duymak hevesiyle bir gece gönül kapısının
halkasını çaldım; kim o diye ses geldi. Benim dedim, gönlün kulu kölesi.
O Ay’ın ışığının yalımı, kapının yarığından yolun gönlüne, gözüne
vurdu, gönlün güzelim adından bir parıltıdır koptu.
Gönül mahallesi gönlün yüzünün dalga dalga ışığıyla doldu;
Güneş’le Ay ocakları gönlün değersiz birer kadehi oldular.
* Akl-ı Küll’ün aklı varsa gönüle kul olur, köle kesilir. Gönül
tuzağının bağı aklın da boynunu bağlamıştır, akıl gibi yüzlercesinin de.
Gönülden bir selâmdır geldi de gökyüzüne bir gürültüdür düştü;
varlık, eline bir meşale aldı, halk zincirden boşandı.
Ordan bir
ışıktır kapladı her yanı; Kürsî de ışıklandı, O’nun büyük Arş’ı da; can bile
kapısına oturmuş da gönlün damına bakakalmış.
* Kalender
insan değildir; işte sana kısaca bir söz; baştan başa bakıştır, görüştür o,
görüş... Gönlün sözü susmakla söylenir.
Bütün
varlık gönlün sarhoşu, gönlün elinde zebun. Dokuz göğün konakları, gerçekten de
gönüle iki adımdır ancak.
— M —
XXXIII
Meyl-i hevâş mîkunem tâle bakaaş mîzenem
Halka be-gûş-o âşıkem tabl-ı vefâş mîzenem
Onu özlemedeyim, ona heveslenmedeyim, ömrü uzun oldukça olsun
demedeyim; kulağımda halkası var, ona kulum köleyim; ona âşıkım, onun vefa
davulunu çalıyorum.
Gönlüm kırık, canım üzgün; yol başına oturmuşum; onunla buluşmak
için hay al kervanının yolunu urmadayım.
Onun gam
haremağasından, y ahut da bir yalvaca benzeyen melheminden başka ne baş çıkarırsa
çıkarsın, başını eziyorum, ay ağını kırıyorum.34]
Şu çenge benzeyen gönlü, şu sarhoş olmuş, y erlere serilmiş, aklı
başından gitmiş gönlü ele almışım; mızrap elimde, üç telli saz gibi çalıp
durmadayım.
Gönül,
Kevser havuzunun ta dibinden bir mücevherdir buldu; ucuz vermez onu; değerini
bulsun diye övüp durmada.
Geceleyin
uyudu mu, kulağını tutar, çeker de çekerim; seher çağı duaya koyuldu mu, dua
ederken döver de döverim.
Sanır ki onu
yok etmek, öldürmek için dövüyorum; fakat kamçımın lezzetini nerden tadacak,
anlayacak onun leşi?
îster Ay
olsun, ister gök... Dilerse akıl olsun, dilerse melek. Gönlü perde oldu muydu
hemencecik kafasını vururum onun, keserim boynunu.
Dedim ki:
Şişemi her taşa vurup duruyorsun; dedi ki: Mademki aşktan söz açtı, ona belâ
kılıcını vururum ben.
Şu rebâbın
her damarında, her telinde yeni bir feryat var, yeni bir ses; hem de nerde
çalıyorum, gönül duy sun, anlasın diye.
Yanlışlıkla
çaldığımı sanmayın diye onun her feryadının gönlünü bir başka tadla y oğurmuşum
ben.
Padişahlar ihsan yerine kızarlar da hançer saplarlar, gürz
vururlar; bense onu cömertlikle çekerim, ihsanda bulunmak için döverim.
Öylesine gizli bağışlarda bulunurum ki göz bile göremez; havamıza
düşen gönlü, onun hevâ ve hevesi gibi vurur kırarım.
Kes şu iniltiyi,
sus artık; doğru bir perde değil bu; bu nağme sizin yolunuz, sizin tapınızda
sizin için çalmadayım ben.
XXXIV
Tâ ki esîr-o âşık-ı on senem-i çu can şodem
Dîv neyem perî neyem ez heme çun nihan şodem
Şeytan da değilim, peri de; fakat o cana benzeyen güzeli sevdim
seveli nasıl oldu da herkesten gizlendim?
Kardım, eridim de yer emdi beni; b aştan başa gönül dumanı
kesildim de göklere ağdım gitti.
Rûhlardan
değilim, canlardan çekinmedeyim; can candan çekinmez, ben de cana döndüm, bu
çekinmek neden?
Kimsenin
vehmine sığmayana yöneldim, onun vehmine düştüm de böylece sonunda onu buldum,
ona kavuştum.
Gönlüm
kendinden geçti de dosta tanıklık etti; şu gönlüm elden çıktı da ne dediyse o
oldu.
Benim bütün
feryatlarım benden değil, ondan; dudağının şarabı yardım etti de gönülsüz,
dilsiz bir hale geldim.
Mademki
âşıksın dedi, niçin gizlersin aşkını; işte bu söz yüzündendir ki âşıklar
arasında tanındım, me şhur oldum ben.
Aşkının
yüzünden can da elden gitti, cihan da... Cihanı neyleyeyim ben; zaten şu
cihandan çıktım gitti.
XXXV
Ey tu bedâde
der seher ez kef-i hîş bâdeem
Nâz rehâ kun ey senem râst begû ki dâdeem
A her seher çağı, eliyle bana şarap sunan, nazı bırak da güzelim,
doğru söyle, sundum de.
Kucağımdan gittin ama aklımdan çıkmadın ki; yol başına gel de gör;
bak, nasıl yol başına serilmişim.
Kem göz değdi de güzellik perde altında gizlendi; yumdum o gözü,
bir başka göz açtım artık.
Şu gönlüm, sevgilinin ahdetmesi ümidinden başka bir şeyle
açılmıyor; o yüzden dostun ahit mektubunu gönlün başına koydum.
İlk doğuşum geçti gitti; bu solukta aşktan doğmuşum; ben kendimden
de fazlayım artık; ikinci defa doğmuşum çünkü.
Aşk beni kâfir şehirlerinden tutsak etti de bu illere getirdi; bu
yüzden de âşıkların canları gibi tertemizim, ap arıy ım, güpgüzelim.
Böylece yayayım ama bir padişaha ulaşmışım, güzelim saçlarını
okşamışım; padişahın evini
zapt etmişim.
A Şemseddin,
Tebriz’den gene gel de gör beni; aşkından mat oldum ama o aşk yüzünden de işim
iş, canıma can katılmada.
XXXVI
Her şeb-o her seher turâ men be duâ behâstem
Tâ beçi şîvehâ turâ men zi Hodâ behâstem
Her gece, her seher çağı dualar ettim, seni istedim; ne şivelerle
istedim Tanrı’dan seni ben.
Diledim ki secdelerim yüzünden şu varlığıma eş dost olasın; seni
diledim, istedim ya, kalmadı şu varlığım, yok oldu gitti.
Güneşinin ardında ışık isteyen bir gölgeydim; ışık istedimdi ya,
gölge gibi tertemiz yedin, bitirdin beni.
Aşkından bir demir olmuştum, ayna nur istedi; arılık istediğimden
dolayı da ateşlere y andım, y aralara kardım.
Senin
yanına koştum ama ayak basacak bir yer bulamadım; senden yer istedim ya, beni
yerden, mekândan arıttın, çektin yanına.
XXXVII
Âmedeem ki
ser nehem ışk-ı turâ be ser berem
Ver tu
begûyiyem ki nî ney şikenem şeker berem
Gelmişim,
baş koyup aşkını başa çıkarmaya; hayır dersen bana, kamışı kırıp şekeri almaya,
götürmeye.
Gelmişim,
bütün gözlerden gizli, hani akıl gibi, can gibi; gelmişim, canlara, gözlere
görüş meşalesi götürmey e.
Gelmişim,
yol kesmeye, padişahın hazinesinin başına geçip oturmaya. Gelmişim, altın g
ötürmey e; hay ır, hay ır; haber götürmey e.
Gönlümü
kırarsa canımı da veririm gönlümü kırana; başımdan külâhımı kaparsa belinden
kemerini kap arım onun.
Gözümün önünde oturmuş o, nereye bakayım ben? Gönül şehrini
zapt etmiş o, nereye gideyim ben?
Okunun yarası dağı bile deler, yarar; ok atmaya başladı mı kalkan
tutarsam vay bana.
Güneşe dedim ki: Işığını salmazsan ısınmam, titremeye koyulurum;
evet dedi, fakat salmazsam, esirgersem.
Bir sevgili ki gönüller yüzünün ışığıyla ışır; onun güzellik
ırmağından ciğerime su veririm ben.
Hayaline heves ettim de hayale döndüm; adını kıskanırım da Ay’ın
adını anmam bile.
Hani bir
kadeh sunmuştun da içmezsen başkasına veririm demiştin; işte bu gazel, o sözün
cevabı.
XXXVIII
Dûş çi hordeî begû ey but-i hemçü şekkerem
Tâ heme ömr ba’d ezin men şeb-o rûz zon
horem
A benim şeker güzelim, dün gece ne içtin? Söyle de ömrüm oldukça
gece gündüz hep onu içeyim ben.
* A benim Peygamberim, hani Rabbinizin katında konuk olurum
demiştin; onu anlat, onu söyle bana.
A benim ay yüzlüm; güzelliğinin yalım yalım parlayışını benden
gizlesen de gün doğmuş, saltanat nöbeti vuruluyor.
Adlarının tadı tuzu gönlüme geliyor; haberlerinin lezzeti
varlığıma adamakıllı yayılıyor.
Hey, gel buraya, çağır bizi diye yalvarsam b ırak beni der, pek
iyi değilim.
Her gönül aşka uğramıştır, her başa gelir bu iş; şükürler olsun
benim gönlüm de aşka düştü, bana da müyesser oldu bu iş.
Bir gece aşka, doğru söyle dedim; kimsin sen? Ölümsüz yaşayışım
dedi, tekrarlanıp duran
güzelim bir ömrüm ben.
* Ona, a yerden dışarı güzel, evin nerde dedim, dedi ki: Gönül
ateşine yoldaşım, ıslak gözlerin yanı başındayım ben.
Sararıp solan her benzin rengi benden, benim rengimden; yörük bir
eşeğim ama arık ata âşıkım.
Lâlelerin rengi benim, kumaşların değeri benim, adların tadı tuzu
benim, her gizliyi açan benim.
O azıcık bir şiveyle benim gibi yüzlercesini yoldan çıkarır gider;
hoca, sen bana bir yol göster, ne yapayım, ne edeyim de onu yoldan çıkarayım
ben?
Gökyüzü, dönüşüm senin yüzünden diye bağırır ona; Ay, senin
yüzünden apaydınım diye seslenir ona.
* Akıl yerinden sıçrar, can haraç verir ona; baş senin ardından
koşmak için yuvarlağım diye secdeye kapanır.
Bu köyün işe yaramazıyım, hünerimden semirmişim; fakat onun
güneşinin ateşiyle varlığımın çoğu eridi, su oldu gitti.
A masal
söyleyen, yeter, sus; dedikoduya doydum; sus da başıma sarhoşluk verenim söze
başlasın.
XXXIX
Germ derâ vo dem medih bâde beyâr ey senem
Lâbe-i bende gûş kun gûş mehâr ey senem
Ateş gibi gel, gir içeriye; soluk bile alma, şarap sun a güzel.
Kulun yalvarışını duy, kulağını kaşıma a güzel.
Yerin gökyüzünün üstünde; can da senin, gönül de senin; b ırak şu
çalgıyı, ezgiyi; mahmurluğu kökünden söküyor a güzel.
Şu iki gönül alan er, dostlara eş olsun: Güzelim yüzün, bir de
şarap kadehi a güzel.
Yaralı gönül kuşuna, o iri kanatlı Cebrâil’e
cennet yüzünden başka uçacak yer yok a güzel.
Sıkılmış üzümden yapılan can şarabına benzer bir şeycikler yok
dünyada; sevgilinin kucağındaki zevkten başka da bir kucakta zevk yok a güzel.
Mûsa’nın mûcizesisin, gam denizine vardın mı denizin ta dibinden
toz kopar a güzel.
Kadehi doldur şarapla, canımı bindir o ata; bindir de yayayı tez
gör, nasıl da atlı bir hale gelmiş a güzel.
Atım şarap oldu mu her yoğum var olur gider. Kumar borcu adamı
hapse mi kormuş a güzel?
Aklını
başına devşir, coşkunluğum arttıkça artıyor; oku benim Zebur’umu; şükürlere
dalan gönlüm artık avlanmay ı bıraktı a güzel.
XL
“Tercî-i
Bend”
Nâme resîd z’on cihan behr-i muracaat berem
Azm-i rucû’
mîkunem reht beçerh mîberem
Geri dönüp
gitmem, ulaşmam, dönmeye hazırlanmam, varımı yoğumu gökyüzüne çekmem için o
dünyadan mektup geldi.
* Diyor ki: “Geri dön” buyruğunu duy da şehrine dön, gel. Ben de
geldiğim günden beri konuğum, gönlüm orda dedim.
O yeşillik,
o şekerkamışlığı hiç aklımdan çıkmadı; oraya girmişim, ordakilerleyim artık.
Havanın
yüceleri, senin yırtıcı kuşuna bile korkulu bir hal aldı; beden bakımından bir
güvercinim ben, kanatlarım bağlandı kaldı.
* Bundan gam yeme; emin, neşeli bir halde uç; çünkü Harem’deki
güvercinin canı eminliğe yoldaş olmuştur dedi.
Kaftanının
altında bizim koruma beratımız bulunan kişi, ister karada sefer etsin, ister
denizde; azık da bulur, saygı da görür.
* Nuh düşmanlar arasında bin yıl hoş bir halde kaldı; koruyuşumuz
elinden tutmadaydı;
* sonunda da üst oldu gitti.
Onun gibi nice binlerce öz, huyu arı kula kapımdan her solukta bir
dost, bir yardımcı ulaşır durur.
Kelîm, suya dalmaktan gam yemem, yararım o suyu dedi; Halil,
ateşinden dertlenmem; altınım ben dedi.
Mesîh, ölüyü diriltirim adıyla; hekimlik kitabına bakmadan göz,
görüş bağışlarım dedi.
Ulular ulusu Muhammed de apaçık bir işaretle gökyüzündeki Ay’ı
ikiye bölerim dedi, çünkü Ay’dan da daha üstün bir Ay kesilmişim ben.
Şekli atayım da padişahlar padişahının yanına gideyim; zaten onun
hararetiy le apaydınım, onun eliyle şekle bürünmüşüm.
A kardeş, gittim mi hiç yok oldu deme; sana gizli olsam bile
canlar safında nazırım ben.
Güzelim adım şu dünyada seher yeli gibi eser; güzelim kokum
amberler saçar, çünkü canım amberleşmiş benim.
Gül bahçesinde, yeşillikte benim gibi güzellerle, hoş kişilerle yer
yurt tutarım; kuyudan da kurtulurum, ipten de; çünkü zaten çemberin dışındayım
ben.
Dinleyene
her sözün iki yüzü vardır; vardır ama gene de şu konuyu bırak da tercîe gel.
*
Madem taç da gökten geliyor, taht da, ululuklar ululuğu da; gönül,
yola düşmen, varını yoğunu gökyüzüne götürmen daha yeğ.
Bak da seyret, denizdekilerin hepsi de incilerini elde etmişler;
sense denizin kabarışı, çekilişi arasında neyi saymadasın yâni?
* Aklını başına al da ölmüş öküzü arslan sanıp baş koyma; cansız
öküz, Sâmirî’nin büyüsüyle böğürür ama cansızdır o.
* Nemrud akbaba kanatlarıyla yücelere uçsa bile, onda Ca’fer’in
kanadındaki güç kuvvet y oktur; çabuk düşer.
Güvercin hünerler gö sterir de keklik avlar; olur
ya... fakat güvercinlikten nasıl kurtulur da aksungur olur?
* Âzer’in
eli sanatla bir put yapar; yapar ama Tanrı’dan başkası şekle can veremez; aklı
veren de O’dur zaten.
Bedenin baş
ağrısını çekme; beden zaten düzenle yarı hoş bir haldedir ancak; Tanrı
tapısında baş korsan o yandan bir başa sahip olursun.
Sirke verirsin,
şeker alırsın; boncuk verirsin, inci alırsın; sürme verirsin, görüş elde
edersin; pek ho ştur bu alışverişte bulunmak.
Eli açık
oluş, bağışta bulunuş, lûtfediş, deredeki su gibi secdelere kapanış, isteği,
dileği b ırakıştır pey gamberlik huy ları.
Can
bahçesine bak, nasıl da yeşermiş; kara gözlü huriler yurt edinmiş orasını;
oraya sarhoş, yıkılmış bir halde gidersin, padişahların mezelerini y ersin.
Bahçede
gezer, dolaşırsın; neşelenirsin, şakalaşırsın; utangaç güzellerin utanma
perdelerini
yırtarsın.
Hay-huy ettiğin yana ay yüzlün geldi; miskler kokan gül fidanın,
selviyle aynı boyda.
Canlarla akıllar ona karşı secdeye kapanmış; a canın heves ettiği
güzel, a can isteği dilber, pek de güzelsin derler, pek.
* A gökyüzü ayları, tez benzinize kan gelsin; a Babil melekleri,
tez duyun büyücülüğü.
Derde pek ferahlık veriyorsun sen, nice Meryem’in îsa’sısın;
binlerce cennetin canısın, binlerce Kevser kıskanıyor seni.
Eşim dostum
olan bu gazel tercîsiz nasıl yürür? Bağla onu; senin zincirin deliliği bağlayan
bir zincirdir.
*
Seher çağı, şu penceremden bir Ay baş çıkardı da nazlanarak,
cilvelenerek hey dedi, söyle bakayım, kimsin sen, ona bir yol bile vermedin.
Seninle buluşmak için ölüyorum; fakat kimsin
sen dedim. Dedi ki: Hiçbir şeye aldırmaz, başı dönmüş, şaşırıp
kalmış bir padişahlar padişahıyım.
Benim
lûtfumun kanatları olmasa hiçbir bedendeki gönül, kanat çırpınıp uçamaz; benim
y ardım ipim olmadıkça hiçbir kimse kuyudan çıkamaz.
Akıl benim
fermanımla topluluğun edibi olmuş; âşık benim kadehimle zevke dalmış, iyi bir
geçime kavuşmuş.
Benim güzel,
kutlu yüzümü görmediğinden boyu iki büklüm olan kişi, cennette iyileşir, boyu
bosu düzelirse aptaldır, ahmaktır.
Çöller,
ovalar aşmışsın; şehirden şehre gezip dolaşmışsın; müride benden başka
sığınacak, dayanacak biri nerde?
Ölü benim
kokumla dirilir, ölümsüz devlete erer; aptal benim bir sözümle gizli sözleri
anlar, bilir.
A
her güzelin yaşayışı dedim; bana lûtfet de ansızın bir sevgili geldi diye
senden lâflar
edeyim.
Dedi ki: Ben gelirsem sen gidersin, gerçekten yok olursun,
bitersin; birisiyle beraber bir yere sığayım, buna hiçbir vakit imkân yok.
Her zaman, dünya dünya lûtuflarım, keremlerim var benim; fakat
çalış, dayan, tertemiz ol da o vakit lütfederim sana.
Su neden aynaya dönmüş? Tertemiz de ondan; o temizlik yüzünden o
kızıl gül de kahkahalarla gülüyor.
Bu birlik az olur ama kulluk yoluyla olur mu da olur; ekmek,
elbise vermeye gücü olana her y anda bir bölük atlı asker bulunur.
Sen ilerledikçe her yanda bir anlayışlı hekim vardır; hem de öyle
görülmemiş, eşsiz bir İsa’dır ki göz verir adama, üstelik onunla beraber
anlayış da verir.
Bunu gama batmış herkes duy sun da sevinsin diye söyledim; böyle
bir örnek getirdim; yoksa Tanrı’yı kula benzetenlere kanmış bir müşebbih
değilim ben.
Dilsiz
anlatılan her şey zararsızdır, ziyansızdır; a benim padişahlar padişahım,
anlayanı faydalandırmak için sen söyle artık.
A
kötü bir düşünceye kapılıp da sevgilisinin kanını döken; iyice bir bak da gör;
o sensin, sen kendinden kaçmadasın.
XLI
Dûş çi
hordeî begû ey but-i hemçû şekkerem
Tâ heme sâl
rûz-o şeb bâkı-i ömr ez’on horem
A benim şeker gibi güzelim, dün gece ne içtin? Söyle de ömrüm
oldukça bütün yıl, gece gündüz onu içeyim ben de.35]
Sen yanlış
söy ler, beni aldatmaya kalkışırsan benzin gammazlar onu; zaten yüzünün rengini
gördüm göreli aklım başımdan gitti, şaşırdım kaldım.
Bir
solukcağız dizginini kas, yanımdan tez gitme de şu gönlüm aydınlansın, seni doy
asıy a seyredeyim.
Yüreğim pek
hızlı atıyor; bir solukcağız dur; iki gözümden de kanlar damlamada; yanımdan
tez gitme.
Senden uzak
kaldım mı öyle bir hale geliyorum ki kara toprak bile kıskanıy or beni; fakat
bir soluk seni gördüm mü, gök kubbe bile haset ediyor halime.
Güneşin yüzü
yerin gözünden uzaklaştı mı, gece ayrılıktan kara elbiselere bürünür gider.
Güneş sabahleyin
baş çıkardı, göründü mü, beyaz elbise giyinir; ey yüzü can güneşim olan dost,
yanımdan ayrılma.
A güzelim,
zalimlik etme, zulümle kanımı dökme, a güzelim, gönlünü daraltma, incimi kırıp
dökme.
Hayalinin
sâkîsi dün gece bir sağrak sundu elime; fakat o sağrakta seni göremedim de ona
gönlüm bile akmadı.
Yeryüzü de
gelişip semirme ilacını senden buldu, gökyüzü de. Beni de bağrına bas, bir
geliştir; ben de arıkım.
A kavgacı,
sitemci güzel, kavgan, sitemin şeker mi şeker. Canın benim canım; yıldızın benim
yıldızım.
Gönüle,
niceye bir kan yut da sus diye söyleyip duracağım? Gönül de omuzcağızlarını
kaldırıp sen sus diyor, zaten sağırım ben.
XLII
Kâr-ı merâ
çü o kuned kâr-ı deger çerâ kunem
Çünkü
çeşîdem ez lebeş yâd-ı şeker çerâ kunem
Değil mi ki
benim işimi o başarıyor, ne diye başka bir işe girişeyim ben? Onun dudaklarını
tattım, artık ne diye şekeri anacakmışım?
Gül
bahçesine nasıl giderim; dikene nasıl yönelirim; gece kuşu gibi gece için nasıl
olur da seher çağından vazgeçerim?
Şarap içsem,
aklım başımdan gitse bile cennet gibi bir meclisi neden altüst edecekmişim ki?
Mademki öyle
bir ay yüzlünün hizmetine
kemer
kuşandım; söyle bana, nasıl olur da her yıldızın peşine düşer de Ay’dan
vazgeçerim; olur mu bu?
Yedinci
kat göğün yücesinde ne diye yeryüzünün adını anayım? Her melek beni
kıskanıyorken niçin tutay ım da insanın adını ağzıma alayım?
XLIII
Tâ be key ey
şeker çü ney bî dil-o can fegan kunem
Çend zi
berk-rîz-i gam zerd şevem hazan kunem
A benim
şekerim, ne vakte dek ney gibi gönülsüz, cansız feryat edip duracağım? Niceye
bir y apraklarımı döken gamın yüzünden sararıp solacağım, güz mevsimine
döneceğim?
A derdi,
gamı, canımı ta içten yakıp yandıran; bütün bu ateşli y alımları ne vakte dek
gizleyeceğim?
Dost bir düşman, can kıran, ten kesen bir zalim yüzünden gönlüm
kırılmış gitmiş; niceye bir onun elinden şu bedenim candan feryatlar koparıp
duracak?
Aşka inanmışım a benim güzelim, aşk narasını atıp duruy orum;
tutsacıklar gibi gamdan ne vakte dek aman aman deyip duracağım?
Her seher çağı hayalin benim yanıma çıkagelir a ay yüzlüm; fakat
kan dalgalarını nasıl aşar da gelir? Hele kan saçmaya başladığı bir çağda...
Derdimden taş bile su kesildi de ah, ne taşım, ne demirim ben;
onun sözünü ettim mi, bedenimden kıvılcımlar saçılır?
A Tebriz, Şemseddin sana eş dost olmuş; hem de ne eş dost. Ay
devri bırakırsa ben de seninle bir kıran ederim elbet.
XLIV
Her ki zi hor beporsedet roh benemâ ki hemçonin
Her ki zi mâh gûyedet bâm berâ ki hemçonin
Kim güneşten sorarsa yüzünü göster de tıpkı böyledir işte de, kim
Ay’dan söz açarsa dama çık da böyledir tıpkı de.
Kim peri isterse ona yüzünü göster; kim miskten bahsederse
böyledir işte diye aç, dök saçlarını.
Kim, Ay buluttan nasıl sıyrılır derse sana, kaftanının düğmelerini
birer birer çöz de de ki: Tıpkı böyle işte.
Mesîh ölüyü nasıl diriltti diye biri sorarsa, ona karşı
dudaklarından bir öpücük ver bize de işte böyle diriltti de.
Kim aşk şehidi nasıl olur derse ona bizim canımızı göster de de
ki: îşte böyle olur.
Birisi merhamet yüzünden benim boyumu bosumu sorarsa sana,
kaşlarını göster de, işte böyle iki büklüm oldu gitti de.
Can bedenden nasıl ayrılır da sonra gene gelir, bedene girer? Bunu
inkâr edenlere göster, evimize gir de böyle işte de.
Her ne yanda olursa olsun, âşıkça bir feryat duyarsan, bil Allah
hakkı için, onların hepsi de bizim masalımızdır, bizim hikâyemiz; böyledir,
böyle.
Her meleğe yurt kesildim, göğsüm gömgök oldu; gözünü kaldır da bir
iyice gökyüzüne bak; tıpkı işte böyle.
Dostun vuslat sırrını seher yelinden başka kimseciğe söylemedim;
seher yeli de kendi sırrının temizliği yüzünden evet dedi, tıpkı böyle.
Kul ne vakit Tanrı’ya erişir ki diyen kişinin inadına her iki
avcuna da birer arılık mumu koy da görün; işte böyle de; kör olsun gitsin.
Dedim ki: Yusuf’un kokusu şehirden şehre
nasıl gider? Tanrı kokusu, Tanrılık dünyasından bir esti de böyle
işte dedi.
Yusuf’un
kokusu dedim, kör olmuş gözü nasıl açar? Senden esip gelen yel gözümü
aydınlattı da dedi ki: İşte böyle.
Olur
ya, belki Şemseddin, Tebriz’den bir kerem eder, bir lûtufta bulunur da vefa
gösterir, bir baş çıkarıp şöylece görünüverir.
XLV
Mande şodest
gûş-ı men ez pey-i intizâr-ı on
K’ez terefî
sedâ-yı hoş derresedî zi nâgehan
Belki bir
yandan ansızın bir hoş haber gelir diye kulağım kirişte kaldı; bekleyip
duruyorum o haberi.
Nağmeler içen
kulak huy edinmiştir; o hem yeryüzünden, hem gökten güzel sesler duyar, hoş
nağmeler işitir.
Şu
yeryüzünün nağmesi gökyüzü nağmesinin parça buçuğudur; bil ki bedenin nağmesi
de
aklın, canın
nağmesinin parça buçuğudur.
Gök gürlemesinin narasına bak; ağaca ne de tesir ediyor; o
feryattan ne kadar çiçekler baş gösteriyor, ne kadar ağaçlar beliriyor.
Yokluğa ses geliyor da yokluk, peki diyor, o yana terütaze,
yemyeşil, neşeli bir halde ayak basıyorum.
Elest sesini
duydu da koşmaya koyuldu, sarhoş oldu; yoktular, lâle de, söğüt de varlık
âlemine geldiler.
XLVI
Keyfe atûbu yâ ahî min sekerin ke urcuvan
Leyse mine’t turâbı bel mi’saruhû bi lâmekân
O erguvan gibi şaraba nasıl tövbe edeyim a kardeş; topraktan
bitmemiş üzümü, mekânsızlık âleminde sıkılmış.
Kâselerimize apaçık şu yazı yazılmış: Bunu içen ölümden de aman
bulur, aşağılığa düşmekten de.
Tebriz’den
biter, orda olur, olgunlaşır, bir bu yana akar, bir de gönüllere.36]
XLVII
Yâ kameren tulû’uhû li’l-kamarayni sekenû
Hultu alâ karîmihim fî hatarin li ya’manû
Ey doğuşu, iki Ay’ın doğmasına benzeyen Ay, onları tehlikeden
kurtarmak, emniy ete ulaştırmak için tuttun, ta yerlerine yurtlarına doğdun.
Ey dalları vehim göğümüzün üstünde olan ağaç, meyvelerini toplamak
için yüreklerimizde bir yumuşaklıktır belirttin.
Kimin boynunu vurduysan boynu uzadı gitti onun; kimin harmanını
yaktıysan harmanı büyüdü gitti onun.
Kimin başını yardıysan gökyüzüne baş çekti, yüceldi; kimi kuyuya
attıysan apaydın bir dünya elde etti o.
A ölümsüz
şehir, sana konan, muradına erdi; bir şehirsin ki bereketlere doğu kesilmişsin;
meyvelere maden olmuşsun.
A apaydınlık
gece, ardında karanlık yok; seni her gören kurtulur, muradına erer; seninle
bezenir gider.
Kim zevkten,
neşeden geçer, yüzünü yokluğa tutarsa âdetidir onun, lütfeder, kerem buyurur da
tekrar tutar, kendisine çeker onu.
A tutsak der
de çeker onu, elimden nerde kurtulacaksın sen der; a inananlar der, aklınızı
başınıza devşirin de yüzünüzü bana tutun.
Bizi
aslımıza ulaştıracak buluşma çağımız geldi; adamakıllı inanca ermeniz için yürüyün;
kokusunu zâti koklattı bize; haydin.
* Artık
ayrılmamız bitti; gerçekten konağımız burası; toplumun Arafat’ı olan bu yer.
Erkenden uyanın, daha da güzel olun.
Sevgilinin
öğüdünü dinle, onun yanından ay rılıp dışarıya gitme; a gönül, a göz, gördün ya;
gönlüm de o benim, gözüm de o.
Daima
gözümün önünde ol, saçlarını saç başıma, saç da eteğini az devşirdi, yanımdan
ayrılmadı o diye senden söz açayım.
* Aşk söze
başladı; susun, susun da dinleyin; zaten onunla buluştuk mu dilimiz dolaşır,
tutulur, söylemez o luruz.
Dilimi kestim de gönül yüzlerce dil açtı; yeter buldum sözlerini
de senin gönlün için sustum işte; artık söy ley en de o, nağmelerle terennüm
eden de o.37]
XLVIII
Âb-ı heyât-ı
ışkrâ der rek-i mâ revâne kun
Âyine-i
sabûhrâ terceme-i şebâne kun
Aşk, abıhay
atını damarlarımızda, iliklerimizde y ürüt; gece yaşayışımızı sabah şarabının
aynasına çevir.
A yepyeni
bir neşenin babası, can damarlarımızda ak; gökler gösteren bir kadeh kesil; iki
düny adan da çekil bir yana.
A güzelim,
aklım sana av olmuş gitmiş; kılıç vurmak, âdetin senin; yay yüzüğüne benzeyen
gönlümü tak parmağına da canımı amaç et gitsin.
Akıl bekçisi
bu gidişten alıkoymak isterse seni, düzenlere başvur, sıçra, kurtul, defet onu,
bahaneler bul.
Hani derler
ya; bir söz vardır: Kızıl saçlılar, keremden uzak olur; kızıl şarabın keremine
bak da masal say gitsin bu sözü.
A
yıldızların oyununda mat olup yaya kalan, bir at seç de veziri bırak, sür o atı
padişahın y anına.
Kalk, yana
yık külâhını, bütün borçlardan kurtul; canın y anağını öp, neşenin saçlarını
taramay a koyul.
Kalk,
gökyüzüne yücel, meleklerle bildik ol; gerçeklik durağına gel, o eşiğe hizmet
et.
Güzelim
hayali mademki gönlünde yurt edindi; mademki sen de eridin, hay ale döndün;
yürü, gönülde, akılda yurt edin.
* îki leğen var, birinde ateş, öbüründe altın; ateşi seç, at elini
ateşe.
Kelîm’e
dön de altın dolu leğene göz bile atma; ateşi al, dilini, dudağını vatan et
yalımlara.
*
Arslanın saldırışını yasa et
kendine; düşmanın kafatasını kâse edin; yudum yudum düşman kanını çalgıyla çağanakla
içilen şarap gıb! iç.I38i
Sâkî, senin
işin gücün ikiliği defetmektir; gel, gel de elime o tek kadehi sun, ayrılığı,
aykırılığı gideriver.
Bu vatanın
altı yanı var, burda tek kıble arama; kıblenin bulunduğu yer vatansızlık
ilidir; yürü, y oklukta yuva kur.
Şu zaman bir
eskicidir, onda ölümsüz ömür arama; ölümsüz yaşayış y ay lasını zamanın dışında
ara.
Sen bir
başağa benzersin, canın buğdaydır, bedenin de saman; eşek değilsen ne diye ot
otluyorsun, yüzünü öze çevir.
Dil, kapının
dışındaki halkadır, ne diye kapı halkası olup kalıyorsun; kapıyı kır da gir
içeriye, cana doğru yürü git.
XLIX
Düş çi hordeî dilâ rast begû nihan mekun
Çün hamuşân-ı bî guneh rûy ber âsman mekun
A gönül, dün ne içtin? Doğru söyle; gizleme; suçsuz olup da susan
kişiler gibi yüzünü göğe tutma.
Has bir şarap içmişsin; kurtuluş mezesi yemişsin; şarap kokusunu
alır; ağzına kavun alma.
Elest gününde canın, senin sofranda bir şaraptır içti; artık
mekânsızlık âlemine sahipsin; tutup da mekâna kulluk etme.
Dün şarabı döktün; kucağımızdan kaçtın, gittin. Seni bir kere daha
yakaladım; sakın gene öyle yapma.
Ben tümden seninim; vefa şarabıyla sarhoşum;
sana karşı ok gibi dosdoğruyum ben, yay gibi eğip bükme okumu.
A benim
paramparça olmuş gönlüm; çarem onu görmektir; benim dayancım da odur, güvencim
de o; bu dünyaya dayanma.
A güzelim,
bütün halk senin neyin; her yer sesinle dolmuş. Semâ’a düşkün değilsen can
neyine el atma.
Rûhumdan
üfürdüm dedin de üfledin; herkese, her şeye bir soluktur verdin? Mademki neyin
canı senin soluğun; bizim soluğumuz olmadıkça feryat etme.
Gönlümün işi
can verme çağına gelir; bıçak kemiğe dayanıp; feryat etmeye başlarım; derken
bana soluk bile alma, feryat etme der.
Feryat etme de senin için ben feryat edeyim; kurtsun sen, çoban
benim; benim yerime çobanlık etmeye kalkışma.39]
Her
çınseherde testiyi alır, yanımıza gelirsin; a benim yüzümü gören, şuna buna yüz
çevirme
dersin.
Mûsa, tanımadan anasından süt emdi. Anası ona, anan benim,
dadılara gönül verme dedi.
Şarap iç, bütün bedenin can olsun; akıyka benzeyen şaraba bak;
akıyk madenini hatırına bile getirme.
Aşağı kişilerin şarabı dışardadır, arifin şarabı içerde; zaten
ağzın kokusu bildirir, dille söylemeye bakma.
Şemseddin’in
Tebriz’inden yeniay gibi gelmedeyim; gözünü aç da kendini gör, gözünü kandil konan
yere dikme.
L
Dûş çi hordeî dilâr râst begû nihan mekun
Hemçu kesân-ı bîguneh rûy be âsman mekun
A gönül, dün ne içtin? Doğru söyle, gizleme. Suçsuz olup da susan
kişiler gibi yüzünü göğe tutma.
Sırrını
gizlemek için yüzünü ekşitmedesin, surat asmadasın; bir kere daha yakaladım
seni; gene öyle yapma.
Has bir
şarap içmişsin; kurtuluş kadehini dikmişsin; şarap kokusunu alır, ağzına güzel
kokulu şey alma.
Mademki
avlanma niyetinde değilsin, yola tuzak kurma; mademki bir gül bile vermiyorsun;
gül bahçesinin cilvesini satmaya kalkışma.
Yol
kesicilikten gam yemez o; kimsenin ahı tutmaz onu; öyle hükmeden kişi değildir
o; öylesine işe girişme onunla.
Ahmağın biri
kızdı da padişahın meclisinden kalktı gitti. Padişah da ona, hadi bakalım, yel-
yort; bizim yanımıza koşup gelme dedi.
Bizim
canımız, bizim cihanımız olan kişi kızabilir ancak; öfkelenip de kendini
dünyaya maskara etme.
Gönül
ırmağının bendi yıkıldı; söz ırmağı akıp duruyor; fakat sen can meşalelerine
bak; dilin
oyalanmasına
bakma.40]
LI
Men terebem tereb menem Zühre zened nevâ- yı men
Işk meyân-ı âşıkan şîve kuned berâ-yı men
Ben çalgı çağanağım, çalgı çağanak benim; Zühre benim nağmelerimi
çalıyor; aşk âşıklar arasında benim için cilveleniyor.
Aşk sarhoş oldu da hoş bir hale geldi, kendinden geçti de
çekişmeye girişti mi, âşıklar gibi benim havamı yayar, beni herkese duyurur
gider.
Sevgili, benim nazımı canla başla çeker; yüzümü dağlar, kulu
olduğumu bildirir; benim yerime ona neler yapıyor diye felek bile hasetlere
düşer.
Başımı elime almışım, varlıktan geçmiş gitmişim; o da yoklukta
ulaştığım ululuğu zerre zerre her şeye duyurur gider.
Ah, gün
akşam oldu; lûtuf ceylanı arslan kesildi; sevgili benim sözlerime, çağrışlarıma
doydu artık.
Sevgili
gitti, gece vakti gönül yapan yalnız kaldı; hem de bütün gece balçık içinde...
Ağzım acı mı acı. Sabah şarabı içilecek çağa dek ah gönül, eyvah gönül diye
çırpınıp durdum.
Güzel yüzlü
can sâkîsi, Tanrı razılığını kazanmış zahidim elini, ay ağını kaybetsin diye
testi te sti şarap sunmada.
Sab ah
şarabı içilecek çağ gelir, tan yeri ağarır, güneş gökyüzünde b ay rağını
yüceltirse, şu iki büklüm olmuş bedenim gene düzelir; gene yeşeririm, gene
tazeleşirim elbet.
Gül dükkânı
açılır; parça buçuk da anar beni, tüm de. Irak neyi, davulla beni övmeye
koyulur.
A sâkî,
gönlümü almak istiyorsan Allah için olsun, o koca sağrağı sun benim pîrimin
avcuna dedim.
Dedi ki: Ona
şarap sundum, onu canıma,
gönlüme
aldım; benim arılık sıfatımdan kol kanat verdim, uçurdum gitti onu.
Pîr şimdi
elden çıktı artık; adamakıllı yıkıldı, sarhoş oldu. Artık benim nüktelerime
cevap verecek hal kalmadı onda.
Adam öldüren
sâkîm, beni kesse, öldürse bile hoş; onun vergisi şaraptır; benim cömertliğim
de can vermek.
Şarap
sensin, testi benim; su sensin, dere benim... Mahallede sarhoş benim a benim
sâkîm, a benim sakam.
Buyruk
verenim, sahibim, tümden Tanrı olsun diye elden çıkmışım; geçmiş, küpün dibine
oturmuşum ben.
LII
Tâ tu
herîf-i men şodî ey meh-i dil-setân-ı men
Hemçü çerag
mîcehed nûr-ı dil ez dehân-ı men
A benim
canlar alan, gönüller kapan ay yüzlüm; sen bana eş dost olalı gönül ışığı bir
kandil gibi
ağzımdan yalım yalım çıkmada.
Senin güneşinin hararetiyle gönül zerre zerre lâ’le döndü, yakut
kesildi; şu ağır balçık bedenim, baştan başa gönül oldu gitti.
Birliktedir, birdir senin canınla benim canım ama gene de bir
soluk daha yakın gel de göğsünü göğsüme daya.
Başıma vuran kimin gölgesi diye şaşar kalırım da senin lûtfun
seslenir: Benim gölgem, benim.
Belâlarla dolu dünya, senin yüzünden bana cennet oldu; lûtfun
öteki dünyamı neler yapacak kim bilir, neler.
Elini başıma koydun mu benim tacımdır o el; belime kuşandığım
kemer saçlarındır senin.
Aşk, kesemi kesti de hey dedim, ne yapıyorsun? Hadsiz hesapsız
nimetlerim yetmiyor mu sana dedi.
Dünyalığım yoktu; yüreğim yaprak gibi titriyordu; bana, korkma
dedi; benim amanımın haremine girdin.
Seni bağrıma
öyle bir basacağım ki vardan da kurtulacaksın, yoktan da; bütün gece benim
çalgıcılarımı, şarkıcılarımı seyredip duracaksın.
Seni birliğe
ulaştırayım, sonsuz sarhoş edeyim de benim ölümsüz zevkime iyice inan.
Baharımın
solukları gönlü gül bahçesine döndürür; erguvan renkli şarabım yüzü güle
çevirir.
LIII
Goftem dûş
ışkra ey tu karîn-o yâr-ı men
Hîç mebâş
yek nefes gaayib ez kenâr-ı men
Dün gece
aşka a benim eşim dostum, a benim sevgilim dedim; bir soluk bile yanımdan ay
rılma, hiç mi hiç beni yalnız koma.
îki gözümün
ışığısın; gözümden uzaklaşma. Gönlümün alevisin; kıvılcımlarımı eksiltme.
Sevgilimsin
benim, eşim do stumsun. Güzelimsin benim, lâtif güzelimsin, çevik dostumsun,
zarifimsin; bağım bahçemsin benim,
baharımsın
sen.
Bedenim senin yüzünden yıkılmış gitmiş; gözüm sana bulut kesilmiş,
şu kararsız gönlüm, güneşine bir zerre olmuş.
Dudağını aç da müşkülümü çöz, gönlümü sevindir, bakalım,
koyulduğum kumarda pencim, şeşim nereye varacak böyle?
* Bakalım, şu gebe gece bana ne doğuracak? Söyle bakalım,
mahmurluğu olmayan şu sarhoşluğum nerey e varacak?
Bakalım, şu şükrüm, şu övüşüm, acaba ne iş başaracak? Bakalım, şu
feryadım, şu ağlayıp sızlayışıma ne gibi bir tesir yapacak?
Dedi ki: Ne mutlu sana, bizim gamımızla iki büklüm oldun; a benim
işimi seçen, kendine iş güç edinen, dünyada işin iş.
Benim sarhoşumsun, benim için alçalmışsın a benim şaraba tapan
âşıkım... kim yükümü çekerse elimden meyve yer benim.
Yürü, iş de senin, cünbüş de senin. îşret
meclisini yeni baştan düz, koş. Çünkü beni bekleyiş, sonunda bakış
gücü verir, görüş gücü verir adama.
Dedim ki:
Ölüyü nasıl diriltirsin, bir göster bana; görüp de ibret almam için dirilt şu
bedenimi.
Bedenimden
daha fazla ölmüş bir ölü arama; O’nun nuruyla dirilt onu da şu bedenim, şu
benim canlar veren bedenim, tümden can olsun gitsin.
Benden
defalarca bunu görüp de ibret almadın mı; benim gücüme hâlâ da inanmadın mı
dedi.
A benim
sultanım dedim, a benim padişahım, gönül gördü; gördü ama senin lûtfuna, senin
şaşılacak işlerine nerden doyacak bu gönül?
Derken
hemencecik aşk geldi, kulağımı tuttu da bir bucağa çekti beni; bir afsundur
okudu; onun afsunudur bir av olan gönlümün tuzağı.
Can onun
afsunuyla ne oldu, hiç tınma, ne oldu deme; lâfazanlığa kalkışır, savaşa
girişirsen benim mahremim değilsin, sırdaşım değilsin sen.
LIV
Yâ Rab men bedânemî çîst murâd-ı yâr-ı men
Beste reh-i gırîz-i men borde dil-o karâr-ı men
Yarabbi, sevgilimin maksadı ne? Bir bilseydim... Kaçacağım yolu
kapatmış, gönlümü de almış gitmiş, kararımı da.
Yarabbi, bir bilseydim, beni nerey e dek çekecek? Yularımı tutmuş,
her yana çekip durmada; niçin, ne iş için çekiyor?
Yarabbi, bir bilseydim, neden taş yürekli olmada o merhametli
padişahım, o benim varım yoğum güzelim?
Yarabbi, bir
bilseydim, şu tüten dumanım, şu yarabbi diye feryat edişlerim, sızlanışlarım
sevgilimin kulağına erişecek mi, bunları duyacak mı sevgilim?41]
Yarabbi, bir bilseydim, sonunda nereye çekecek beni? Yarabbi, şu
bekleyiş gecesi ne de uzadı gitti.
Yarabbi,
nedir bu coşkunluğum, nedir bu yüzüme gerilen perde? Çünkü bana bir de sensin,
sen; binim de sensin, sen.
Her solukta,
susarken de, söylerken de gözümde senin aşkın, senin hayalin... rızkım da
sensin benim, zamanım da sensin, sen.
Kimi
av derim ona, kimi bahar. Gâh şarap adını takarım ona, gâh mahmurluğum derim.
Küfrüm de
odur benim, dinim de, ışıkları gören gözüm de, gözümün ışığı da. Oyumdur benim,
buyumdur; geçemem ondan ben.
Sabrım da
kalmadı, uykum da. Gözyaşım da kalmadı, yüzümün suyu da. Yarabbi şu dört varımı
niceye bir yağma edip duracak?
Balçıktan
yapılma ev nerede, canla gönül evi nerede? Yarabb i, şehrimi, ülkemi
arzulamadayım artık.
A gönül,
şehirden sürülmüşsün, ey Tanrım, nerde adamlarım benim, nerde soyum sopum diye
feryatlar içinde kara topraklarda kalakalmışsın.
Yarabbi,
şehrime bir erişseydim de padişahımın acıyışını, o şehirdeki dostum, sevgilim
olan canların tümünü bir görseydim.
Benim sarp
yolumu süpürmüş, sırtımdaki ağır yükü almış; benim çevik sevgilim gelmiş,
ağırlığımı almış, götürmüş benim.
Benim
arslanları avlayan ceylanım, sütümle beslenir, doy ar, onun avıyım ama gün
gelir, o av olur bana, avlarım onu ben.
Kara yüzlü
gece, benim günüme eş olamaz; benim ilkbaharımın peşinden taş yürekli güz
gelemez.
A
perdeci dudaklarım, hiç susmuyorsunuz; niceye dek şu davul dövüş; ah, işte
perde yırtıldı gitti.
LV
Tâ çi heyâl
besteî ey but-i bed-gomân-ı men
Tâ çü heyâl
geşteem ey kamerdi çü cân-ı men
A benim kötü
zanlara kapılan güzelim, ne
hayal
kurmadasın? A benim cana benzeyen ay yüzlüm, yüzünden hayal oldum gitti.
Canım
ölümünden sonra hayalini görürse, hemencecik peşine düşer, yürür de yürür,
koşar da koşar.
O yüze, o
güzelliğe kulum köleyim; ne işim var olgunlukla benim? Senin olgunluğun yeter
bana; senin olan, benimdir de.
Kendi yanıma
uğramam bile; kendi yüzüme bakmam bile; çünkü gizli şeyleri gören gözüm ay ıp
lara, kusurlara bakmaz, görmez onları.
Göğümdeki
Zühre, Ay’dan başka bir şeye bakmasın, bir şeyi görmesin diye, gözümü o Ay’a
tutmu ş benim güzel y aradanım.
îki gözüm de
senin seyrine dalmış; senden başkasına nasıl bakabilirim ben? Hele her iki
gözde gözcü, bekçi senin ışığın.
Zamanenin o
şaşılacak güzeli yüzünden zamanlar neşelenmiş; o yere göğe sığmaz Ay’ımın
yüzünden yerler, gökler arınmış.
Şemseddin,
Tebriz’den yenini sallayalı eşiğim gözyaşlarımla sulandı; bir soluk bile
kurumadı gitti.
LVI
îd nemây
îdrâ ey tu hilâl-i îd-i men
Gûş bemâl
mâhrâ ey meh-i nâ-bedîd-i men
A bayram
hilâlim benim, bir görün de bayrama, bayram nedir göster... a görünmeyen ay
yüzlüm benim, bir görün de Ay’ın kulağını bur.
A benim
varlığım, yokluğum; a benim öfkem, razılığım... a benim gerçekliğim,
gösterişim; a benim kilidim, anahtarım.
Benim
temelim, benim mayam; benim mescidim, benim kilisem. benim cehennemim, benim
cennetim; benim terütazem, benim kurumuşum, kakırdamışım.
Cevredersin,
vefa olur; dert verirsin, devâ olur. Sana lâyık dilber nerde bulunur a benim
can
gözüm,
a benim görüşüm.
Lûtfun, can düzülüp koşulmadan önce cana canlar verdi; herkesin
dileği candır, oysaki sensin benim dileğim, isteğim.
A güzelim benim, yüzün bayram Ay’ı, saçın kadir gecesi... senin
mahallene vardım mı, bütün pisliklerim temiz olur gider.
* Beden can tekkesi sanki; düşünceler de sûfîler... hepsi halka
olmuş; gönlümse ortalarında Bâyezîd sanki.
Söylemeyeyim,
susayım; herkese yüzümü ekşiteyim de bana sen söyleyesin. karşımda sen olasın,
senden fay dalanay ım ben.
LVII
Bâz nigâr mîkeşed çün şuturan mehâr-ı men
Yâr keşîst kâr-ı o bâr-keşîst kâr-ı men
Gene sevgili, develer gibi yularımdan tutmuş, çekiyor beni. onun
işi sevdiğini çekmek, benim işim de yük taşımak.
Beni katarın
öncüsü yapmış; o esrik develerin hepsini de benim katarıma katmış; çekiyor
beni.
Onun esrik
devesiyim ben; onun dikene tapanıyım ben... kimi olur, yularımı çeker benim;
kimi olur, üstüme biner benim.
Esrik deve
coşar, köpürür; ne varsa kırar, döker; fakat hiçbir deve benim tattığım tadı
bulamaz, bilemez.
Gerçekten de
köpürdüm mü avcuna el atarım onun. avcum avcuna değdi mi, kanım kaynar, dumanım
tepemden tüter.
Köşekler gibi iş göreyim, develer gibi yük çekeyim. Yük çekmeye
koyuldum mu da, işimdeki yüceliği seyret artık sen.42]
Nerkis
gözleri benim kanımı içip de mahmurluktan ayıldı mı, sabrım, kararım onun
sabrını, onun kararını alır gider.
Yüzünün
hayali gözümün ışığına kıble kesilmiş; altına benzeyen sözleri kulağıma küpe
olmuş.
Bağa bahçeye, bahara, güzellikten ne diye lâf ediyorsunuz de;
baharım erişsin de güzelliği ben göstereyim size.
Şarabı içtin mi, şaraba de ki: Ne diye başıma vuruyorsun? Benim
mahmurluk vermeyen şarab ımın başına ne çeşit tesir ettiğini görmemişsin ki.
Akdoğansın sen; git de avlanan beye söyle; evet de, ikiniz de
benimsiniz; sen benim beyimsin, sen de benim avımsın.
Bu gazelin
ilk beyti deveydi, o yüzden de gazel uzadı gitti; a benim aklı başında
padişahım, deveden de kısalık arama.
LVIII
Sîr nemîşeved zi tu nîst coz in gunâh-ı men
Sîr meşov zi zehmetem ey du cihan penâh-ı men
Sana
doyamıyorum; bundan başka suçum yok; sen de benim verdiğim zahmete doyma ey iki
dünyada da dayancım benim.
Küp de doydu, usandı benden, saka da, sakanın tulumu da; fakat
benim sular içen, içtikçe kanmayan balığım, her solukta biraz daha susuz.
Kırın testiyi, yırtın tulumu; denize gidiyorum ben, arıtın yolumu
benim.
Yeryüzü gözyaşlarımla niceye bir çamur olup duracak? Gökyüzü
niceye bir benim gamımla, benim ahımın dumanıyla kararacak?
Niceye bir şu gönlüm sızlanacak? Vah benim gönlüm, eyvah yıkılmış
gönlüm... Niceye bir şu dudaklarım, padişahımın hayaline karşı feryat edecek?
Denize doğru git de gör, nasıl arı duru dalgalar coşup köpürüyor.
Seyret de bak; evim barkım nasıl gark olmuş o dalgalara.
Dün gece evimin ortasından ab ıhay at coştu, köpürdü, dalgalandı;
dün Yusuf’um Ay gibi kuyuma düştü.
Ansızın sel
geldi, bütün harmanımı sürdü, götürdü... gönlümden bir dumandır çıktı, yüceldi;
buğdayı da yaktı, samanı da.
Harmanım
kalmadı ama gam yemem; ne diye gam yiyeyim? Ay yüzlünün ışık harmanı yüzlerce
harmana değer, bana yeter de gider.
Hayali
pek ateşliydi, gönlüme giriverdi de başım ateşlere alıştı; külâhım yandı gitti.
Dedi ki:
Semâ’, hakkındaki saygıyı azaltır, mevkiin alçalır. Mevki senin olsun, onun
aşkıdır benim bahtım, benim mevkiim.
Akıl fikir
istemiyorum; onun bilgisi yeter bana. gece yarısında yüzünün nuru seher
aydınlığıdır bana.
Gam askeri
toplanıyor; fakat gam ordusundan gam yemiyorum ben; bölük bölük ordularım
göklere dayanmış benim.
Her gazelin
ardından gönlüm söze, lâfa tövbe ediyor ama Tanrı’nın dileği yolunu kesiyor
gönlümün.
LIX
Sîr nemîşevem zitu ey meh-i can-fezâ-yı men
Cevr mekun cefâ mekun nîst cefâ sezâ-yı men
A canıma can katan ay yüzlüm, doyamıyorum sana; cevretme, cefa
etme; cefa lâyığım değildir benim.
Ateşler içindeyim ama a benim devlet kuşum, başıma gölge saldın mı
cevir de hoş bana, cefa da hoş.
Aşk, sarhoşlara şekerler saçmaya başladı mı, uğradığım belânın
tadı, şekerkamışı narhını indiriverir.
Artık dumanım da ödağacı kokar; bana haset eden kör olur gider;
bedenim semirir de semirir; kaftanım dar gelir bana.
O anda şu yeryüzü, gök gibi çark urup dönmeye koyulur; hay bana,
hay -hay bana diye zerre zerre naralar atarak oyuna dalar.
Dün hayalin geldi de gam yeme dedi bana;
gam yemiyorum a derdi devâ kesilen güzelim dedim.
Dedi ki: Gam
da kulun kölen, iki dünya da dileğince; fakat bana kavuşmak istiyorsan
ikisinden de uzaklaş.
Dedim ki:
Ecel gelse de can şu bedenden sıçrayıp çıksa, cana doğru gidersem ayaklarım
kırılsın.
Evet, dedi;
güle bak hele; kaza, kader başını koparsa bile gülerek takdirimin ay aklarına
baş kor.
Suratımı
ekşitiyorsam dedim, kıskançlık yüzünden ekşitiyorum; sevgimin yüceliğine göz
değmesin diyorum hani.
Bırak kem gözü
dedi; kem göz ancak balçığa değer... kem gözler nerden benim ululuğuma erişecek
de değecek?
Dedim ki:
İki üç günceğiz balçıkta kaldım; ne vakit çağıracaklar beni diye korkuyla ümide
bağlanmışım.
Balçıkta
değilsin dedi; bu yandaki senin gölgen... canlar kapan sanatım seni tuttu, şu
dünyadan aldı, götürdü.
Güzelim
bu sözü söyledi ya; başımdan aklım uçtu gitti. hikâyenin kalan kısmından Akl-ı
Küll bile bir koku alamaz, kim oluyorum ben?
LX
Bâz behâr
mîkeşed zindegî ez behâr-ı men
Meclis-o
bezm-i mey nehed tâ şekened humâr- ı men
îlkbahar,
yaşayışı gene benim baharımdan almada; gene benim mahmurluğumu gidermek için
meclisler düzüp koşmada.
Yüreklilerin
gönlüydüm; sabırlıların gücü kuvvetiydim. sevgilimin havası gönlümü de aldı,
götürdü, kararımı da.
Aşkı bir
körlük gösterdi de ona karşı keskinleştim; keskinleşince de hadi git dedi, sen
benim Zül-fekaar’ımın keskinliğini görmemişsin.
Sert ayaklarının altında boynum yumuşadı gitti; bakalım bu yumuşak
boynum ondan daha da neler çekecek?
A güzelim, pişmiş yemek kaynamaz; kaynatma beni, pişmişim ben...
dumanım tencerenin ağzından göğe dek ağmada.
Kendine gel; kanımın dumanının gamından haberi var; sakın şu zayıf
gönlümün sırrını göğe götürmesin.
Senin
kargında can, cehenneme benzeyen bedenimden kaçtı; utangaç gözlerim de sana
karşı utangaçlıktan vazgeçti gitti.
LXI
Mutrıb-ı
hoş-nevâ-yı men ışk nevâz hemçonin Nagmegeh-i deger bezen perde-i tâze bergozin
A benim güzel sesli, güzel nağmeli şarkıcım, aşkı böylesine bir okşa; bir başka
nağme çal; yeni bir perde seç.
Canımın çalgıcısı sensin; Nuh gemisi sensin
bana... açılıp saçılmama da sebep sensin, genişlememe de sebep
sensin; önüne ön olmayan ilk sevgilisin sen.
Canım
seninle neşeli; dilerim, sensiz kalmasın canım. gönül, canımı sana verdi; şimdi
o senin gamınla oturup kalkmada.
însana gam
acıdır, fakat aşk gamı şeker gibi. artık bundan böyle aşk gamını gam gözüyle
görme.
îçten
bir soluk olsun aşk gamı çıktı mı, ev mezara döner; evdekilerin hepsi hüzünlere
batar.
Ayağını
bastığın toprağın tozu gözümüze sürmedir; derdin rahatlıktır bize. ey insan
yaratan padişah, sana eş olacak kimdir, kim?
Seni tanıdım
tanıyalı tuz gibi eridim gitti. Zâti zandan, şüpheden ibaretim; zan, şüphe, tam
inanca ulaşınca yok olur gider.
Gönül
karalığıyla geceyim âdeta; sense güzel, üstün bir Ay’sın. yol gören, yol
gösteren Ay’ın yüzüne karşı gece yok olur, biter.
Aşk senin
yüzünden cana dönmüştür; akıl senin yüzünden taş tahtayı okumaya koyulmuştur...
maden de senin kırıntılarını aramadadır, mekân da. deniz bile senin yüzünden
inci taneleri devşirmededir.
Sarhoşun
küstahlaşır, iki dünyadan da bezer; aşk senin elçin olmuştur; her yerin
yiğididir o.
LXII
Vâkıaî
bedîdeem lâyık-ı lûtf-o âferin
Hîz
mubbiru’z-zeman sûret-i hâb-ı men bebin
Lûtuflara
lâyık, övülmeye değer bir rüya gördüm; kalk ey zamanın düş yorucusu; rüyamı bir
dinle de yor bakalım.
Ay gördüm
rüy amda; rüyada Ay görmek nedir? Öncekilerin işi de rüyayla çözülür,
sonrakilerin işi de.
Öylesine bir
Ay gördüm ki gönül huzur buldu mu, onunla ışıklanır; o ışık, o gönül zevki yüze
vurur da alın parıl parıl parlar.
* “Yüzler
vardır o gün; parlar da parlar; öylece güler de güler... yüzler vardır,
çalışmıştır, nimetlere ermiş; böylece çalışmasından razı mıdır razıdır.”
Uzaklaştır
şu vahşi hayvanları da aklı fikri paralamasınlar. şunun bunun boş lâflarını
duymamak için pamuk tıkayalım kulağımıza.
Bir, iki üç
soluk kaldı ömür; ne vakte dek heveslere bağlı hayaller kuracağız? Evde hiç
kimse yok; yeraltında oturmay a kalkışma.
Gece geçti,
seher oldu; kalk, hiçbir şeyden habersiz, uyuyup durma. Zâti din güneşinin
ışığı, habersiz bir hale getirir de uyutur mu seni?
Bölük
bölük gelen Tatarlar yörük bir ordu; tany eri kinden, fitneden gebe kalmış.
hadi göğün bile karnını yarıver, olur ya, belki bu vakti tamam olmamış çocuk
doğuverir.43]
Yürü,
aydınlığa dal; niceye bir Tatar’dan, Ermeni’den söz edeceksin? Ne vakte dek
yeninden, yakandan bahsedeceksin? Kefen giy, kılıç kuşan, yürü.
* Zil’ka’de ayının beşinci Cumartesi gecesiydi; yıllardan da altı
yüz elli dörttü.[44]
Deprem var
diye şehirde bir gürültüdür koptu. Gerçekten de şehrin altı üstüne gelecek
şimdi.
Yürü, şehri
bırak da dünyadaki depreme bak; göğün büsbütün şaşılacak bir şekilde dönmesini
seyret.
Denize bak,
timsahı gör, gök renkli denizi seyret... dalgalara bak, o dalgalarda ateşten
bir timsah var.
Uyumuş
timsaha bak; can Yunus’unu nasıl da yutmuş, bir seyret. o can Yunus’unu hani,
bundan önce Tanrı’yı tespih eder, noksan sıfatlardan arı olduğunu söylerdi.
* Öylesine bir deniz ki anlatmaya kalksam altı yönden de dışarıdır
derim; şekillerle de bir ilişiği yok; hiçbir yana dayanmadan durmada; hattâ
bundan da arı.
O arılık hiç
bulanmaz; kararmaz ama bizim gözlerimiz, suyla toprak katrelerinden,
topraktaki
şekillerin oynayışından kamaşmış.
Eli, o pisliklere tapan eli şarabımızı bulandırmada; hadi, hadi,
hemen boynunu vuralım onun.
Onun adını bile anmasak, bu cezasıdır onun; buna lâyıktır o...
kinlenmek bir şey duymaktan doğar; hiçbir şeyden haberi olmadı mı, kini de
kalmaz insanın.
Âşıkın biri, bir muskacıdan muska istedi. Muskacı muskayı yazdı,
al, yere göm dedi.
Fakat gömerken maymunu hatırlama; hatırlarsan sevgilinden uzak
kalırsın; buluşamazsın onunla.
Âşık muskayı gömmek için her yanı döndü dolaştı; fakat maymun bir
kere aklına takılmıştı; her yanda pusudan yüz göstermedeydi.
Ah dedi, n’olurdu maymunu söylemeseydin; muskadan y ardım umanın
gönlünde, aklında may mun yoktu ki.
Dedi ki: îğneyi bırak, yarayı deşme; a
Husâmeddin,
uykuya varma; kendini rüya haline sokmaya bak.
LXIII
Ey şode ez
cefâ-yı tu cânib-i çerh dûd-ı men
Cevr
mekun ki bişneved şâd şeved hesûd-ı men
A cefasından
dumanım göklere ağan sevgili; cevretme, yoksa duyar da hasetçim sevinir.
Dumanımı
arttırma, hasetçimi sevindirme... eyvahlar olsun; vücudum ortadan kalkarsa ne
de sevinir ya.
A benim ak
şekerim, ümidimi kırma, ağzımın tadını acıtma da senin elinden gök renkli
gömleğimi yırtmayayım.
Gönlümü sen
aldın, sevgilim sensin; işime gücüme parlaklık veren de sensin; bağım bahçem de
sen, b aharım da sen. varlığım, ancak senin için.
Gece
uykularımı aldın, eşim dostumdun
benim...
yeni bir hırsızlık gösterdin bana; fakat senden başka kârım yok benim.
Benim canım, benim dünyam, benim göğümün Zühre’si... ödağacına
benzeyen gönlümde ateşin var senin.
Bir zamanlar
beden yoktu, candım; seninle göklerdeydim; aramızda hiç de benim söz söylemem,
benim söz işitmem yoktu.
LXIV
Germ derâ vo dem medih sâki-i bordobâr-ı men
Ey dem-i tu nedîm-i men ey roh-ı tu behâr-ı men
A benim çevik sâkîm, ateş gibi gel; bir soluk bile durma; a soluğu
eşim dostum, a yüzü ilkbaharım olan güzelim.
Bak, horoz öttü; sabah şarabı kokuyor. şarap kadehimi al o denize
benzeyen eline.
Şarapla ağlayışı yele ver, gülüş yap; şarapla
ölüyü dirilt... böyle yaptın mı, a ay yüzlü güzel, işim iştir
benim.
Bağımın
çözülmesi güç, düğüm düğüm çöz de gizlediğim de açığa çıksın, gizlemediğim de.
A benim
arkam, a benim dayancım; a benim yakınım, a benim soyum sopum, utanmayı bırak,
dileğin sırtını kızıştır.
Senin
sarhoşuna senden başkasının elinden şarap içmek makbul bir şey değil. elinle
sunduğun şaraptır ki yüzümü güle döndürür, mahmurluğumu giderir benim.
Binlerce
cana insaf et, lûtfeyle, kerem buyur, gökyüzü şarabını sun da can devlet kuşu
sarhoş bir halde göklere uçsun.
* Can
yaralardan kurtulsun, şu tahta sargıların hepsinden de halâs olsun; hakkı
hukuku gözeten gerçeğim, gerçeklik makamına çıksın otursun.
Şarap sun
amma gizli sun. akıl yolundan, can yolundan sun da işretime, zevkime herkes
ulaşamasın.
A benim
temkinli padişahım, aşağılık kişilerin gözlerinin bağlanması, canın şehirden
kurtulması, fitnenin, şerrin oturup yatışması elbette daha yeğ.
Şarap parıl
parıl yanmada; cansa binlerce ümitlere düşmede... şarap ata binmiş, koşuyor;
cansa yaya olarak çevresinde çırpınıp duruyor.
Şu kadehten
el çek, buna karşılık o ferahlık kadehini al da ışığımın parlaklığı
kederlerine, gamlarına vursun, yok etsin gitsin.
Bu şarap, o
şaraba karşı değersiz. onun ne coşup köpürmesi var, ne kusturması. Sat bu
şarabı da o şarabı seyret, benim sonsuz şarabımı gör.
Bu şarap
elini titretir, aklını alır ama hoş bir hale gelirsin, ağırbaşlı olursun. kadeh
seç de padişahımın elinden sunulan şarabı seyret.
* Kadehi
yaşayışla dopdolu, küpünün ağzı miskle, amberle mühürlenmiş. Şeytan da kul köle
o şaraba, peri de; benim çevikliğim de ondan, âleme yayılışım da.
Hadi,
sıçra a sâkî, sen söyle... senin gibi öven, anlatan nerde? Hadi ey onun
lûtfuyla dokunmuş o kumaş yüzünden benim arışımı, argacımı yırtan, hadi.
LXV
Çend girîzî
ey kamer her terefî zi kûy-ı men
Seyd-i
tuyîm-o mülk-i tu ger senemîm-o ger şemen
*
A ay yüzlü, ne vakte dek benim
mahallemden kaçacaksın, niceye bir her yana gidip duracaksın? îster put olalım,
ister şaman, senin avınız biz.45]
Her solukta
bu alanın bir ucundan bir bahane icat edersin, her solukta yokluktan binlerce
hüner çıkarır, gösterirsin.
* Konağım durağım pek yoğun ama yurdun gene de şu gönlüm; gönlün
yurda akması, yurt sevgisi inanan kişinin inancından, rahmetinden ileri gelir.
Suçum pek
çok ama senin mevkiinde gözüm yok, mevkiine düşman değilim; a benim padişahım,
hiçbir kimse öz canına düşman olur mu?
A âşıklar
topluluğunun çalgıcısı, davran, tembellik etme; onun güzelliğinin hikâyesini
söyle, âşıkların perdesinden vur.
Ayrılığı bir
kuyuya benzer; onu anmaksa ipe... kuyunun dibindeki Yusuf da o ipe el attı,
yapıştı ya.
Tadı
şekerkamışında ara, o kuru kamışı çiğneme; onun güzelliğinden çare ara,
Hasan’ın babasından değil.
İradeni
vermişsen, dileğin varsa mutlak dilek odur. Tâif derisiysen Yemen’de Süheyl
yıldızı var.
Güneşi ışık
saçmaya, rızık vermeye başladı mı, her yana bak, zerre zerre her şeyi seyret;
her şey in ağzında bir ışık var.
Pek
güzel olan gül daha da fazla rızıklanmış ama azıcık bir rızık da yaseminin
ağzına
düşmüş.
Hintlilere ömür vermiş, zekâ vermiş, anlayış vermiş ama Huten
güzeline de güzellik vermiş, yücelik vermiş, gönül almayı vermiş.
Mal mülk, saltanat büyüklerin payı, aşk da küçüklerin... kahrediş
kılıca nasip olmuş, lûtfetmekse kalkana.
Tanrı’nın balı her gece birinin dudağına kısmet. Hani dört karısı
olan adam gibi.
Benimse yaşadıkça şekerkamışım aşk; öbür dünyaya gidersem de
kefenim aşk.
Şaraba düşkünüm, sarhoşluğu azaltma, şarabı eksik etme. İncecik,
küçücük bir çocuğum, süt emer çocuğum ben, memeyi ağzımdan alma.
Gamla
tasalandım mı, aşk eş dost kesilir bana. Gam, tasa ejderhâysa aşk bir
zümrüttür.
Gönlüme dedim ki: Gam mahmurluğu yolunu bağladıysa şarap, meze,
mum, çene topağı güzel mi güzel bir sâkî, bir eş dost getireyim sana.
Gönlüm dedi
ki: Ondan başka bir mum, ondan
başka bir
sâkî getireceksen var, o mumu da dama, kapının üstüne at, o sâkîyi de, kadehi
de, şarabı da, şişeyi de.
LXVI
Âmedeem be
özr-i tu ey tereb-o karâr-ı can
Afv nemâ vo
dergozer ez guneh-o esâr-ı can
A can
neşesi, a gönül huzuru, özür dilemeye geldim; bağışla, canın suçundan geç.
Aklın da
kilidini ancak senin razılığın açar, gönlün de... seni dilemekten başka ne
kıblesi var canın, ne övüncü.
Ayrılığınla
gül bahçem de yandı, tarlam da. a canım ilkbahar yeli, lûtfunla dirilt onları,
yeşert.
Senin şarap
satanın olmadıkça gönlün mahmurluğu nasıl giderilir? Eğri kaşının büklümü
olmadıkça canın işi gücü düz gitmez ki.
Sen doğu
kesildin de doğdun mu, gönlün önü de ay dınlanır, ardı da. Sen gönül almay a
başladın mı,
her solukta canlar feda olsun sana.
Yalımlarının
gönül penceresine vurup parlayışı, akla göz verir, görüş verir de can ibret
alır her solukta.
Buluşmadan
uzak kalış gamına düşünce sevgilinin yolu dürülür gider; Tanrı yolunda cana
dost olan Tanrı’dır gene.
Gizli
erlerin gül fidanına benzeyen boyları, güle benzeyen yüzleri, bir kere erişti
mi, can kucağı, çimenlik olmaksızın kızıl güllerle dolar.
* O benim
solukdaşımdır, mağara dostumdur diye lâf ettim; hiç işkilim yok, dostumsun
benim; kalk, can mağarasına gel.
Ben
Tanrı’yım dedi de sınanma yurduna geldi gönül... o solukta darağacının dibi
cana sonsuz bir devlet oldu gitti.
Sensiz
yeşeren bahçenin lâyığını kış verir. sensiz diri olan can, can say ılmaz ki.
Tuzağın
avının gözüne yem gösterdi. aşkın, can mahallesinin kapısına dek bütün evi
kapladı.
Sözün yarısı söylendi, yarısını da sus, söyleme; can padişahı,
söyleyeceğin sözü herkese yayar, duyurur.46]
LXVII
Çihre-i
şerm-gîn-i tu bisted şermgân-ı men
Şûr-ı tu
kerd âkıbet fitne vo şer mekân-ı men
Utangaç
yüzün, utangaçlığımı giderdi benim; acılığın, kavgacılığın, sonunda sınanmalara
düşürdü beni, kötülükler yurt oldu bana.
Ay, senin
kapına diktiğin bir kul; kapında y alv arıp duruyor; a izi güzel padişahım; bir
soluk olsun n’olur, gel de görün bana diyor.
Senin
yolunda en aşağılık bir çöpüm, uzak yoldan geliyorum... ey gönlüm elinde olan;
hikâyemi dinle benim.
Göğün
çevresinde dönmedeyim, kimi dolmadayım, kimi boşalmada. çünkü ey benim gönlüm,
ey benim canım, canımdan huzuru, kararı sen aldın.
Çevrende
dönüyorum ama çevren nerde ki? A kapısı bana aman kapısı olan, kapının
çevresinde yelip yortuyorum ben.
Göbeğimi aşk
kesti; tavafım çevrende dolaşmak... sözüm de sana karşı bir tercüman ancak,
lâfım da.
Kimi zaman
tamamıyla lâ’l oluyorum, kimi zamansa nal. bir kere daha madenime gel de
keremini söyleyeyim senin.
Bana,
niceye bir, ne vakte dek söze doymay acaksın dedi; doymuyorum, çünkü şu akıp
giden sözüm, senin bulunduğun yere gidiyor.
LXVIII
Râz-ı tu fâş
mîkunem sebr nemand bîş ezin
Dûş-i felek
nemîkeşed derd-i merâ vo nî zemin
Bundan öte
sabrım kalmadı; sırrını yayacağım artık. Çektiğim derdi ne göğün sırtı
çekebilir, ne y eryüzünün sırtı.
Benim şu gönlüm nasıl gamlarla dopdolu, senin gönlünse ne de
kayıtsız; aldırış bile etmiyor. Yüzün Çin güzelinin yüzü gibi güzel mi güzel;
benim yüzümse buruşuklarla dolu.
Nerdeyse şu dünya yanıp gidecek; niceye bir yanacak bu gönlüm?
Güzelim, ne vakte dek bu böyle sürecek; ne zamana dek böyle gidecek bu?
Sarhoşum, bin yıllık sırrı yayacağım gitsin; ister gözünü yum;
ister aç da bir hoş seyret.
Ay, coşkunluğumu gördü de yoldan döndü, y anıma geldi; kimseye iz
verme dedi, senin dostunum ben, seninle düşüp kalkmaday ım.
Gözlerim kamaştı; bir soluk yüzüne bakakaldım; a güzel mi güzel
dilberim dedim; a sudan yaratılmış, ateşli güzel.
A benim güzelim, onun cana canlar katan yüzü tıpkı mı tıpkı bu
yüz; Tanrı için gönüller kapan çalgıcım bu mu bu işte.
Senin aşkına
döşenmişim ben, ate şime su serp ey o dünyadaki gizli ay; Ey Tebriz’deki
Şemseddin.
— V —
LXIX
Seht hoşest çeşm-i tu v’on ruh-ı gul-feşân-ı tu
Dûş çi hordeî dilâ rast begû be cân-ı tu
Gözlerin, o güller saçan yüzün, yanakların pek güzel. Dün gece ne
içtin a gönül, doğru söyle canın için olsun.
Adın fitneci; tuzağın şekerlerle dolu; kadehin neşe veriyor;
ekmeğin tatlı tuzlu.
Ölü bile seni görse anlar ki sarhoşsun; ne kadar
gizleyebileceksin? Şarap, gizlediğini yayar, ortaya döker.
Benim feryatlarla dolu gönlümden kebap kokusu geliyor; senin
soluğundan, senin feryadından da şarap kokusu duyuluy or.
Tanrı için olsun, gel, söyle; yahut da beni bırak, sana vekil
olayım da dilinden iki çift söz söyleyeyim.
Sonu o lmay an güzelliğinin bir zerreciğini
gösterdin; bütün güzellerin güzellikleri mat oldu, hepsinin
güzelliklerini kesada verdin gitti.
Gene benim
gözüm kimseciklerin görmediğini gördü; gene benim pîrim senin yüzünden
kendinden geçmiş, sarhoş bir halde çıkageldi.
Her solukta
bana, aklın nerde, ne oldu sana diyorsun... senin sınamalarınla, senin derdinle
kulunda akıl kalmadı ki.
Her seher
çağı, kış bulutu gibi kapına gözyaşı y ağmuru y ağdırmaday ım; sonra da yenimle
eşiğini silmede, o eşiği gözy aşlarımdan arıtmadayım.
Doğuya da
gitsem, batıya da gitsem, göğe de ağsam senin izini bulmadıkça yaşayıştan bir
iz bile yok bende.
Bir ülkenin
zahidiydim, bir minberin sahibi. gönül kazası beni ellerini çırpar bir âşık
etti sana.
Tanrı hakkı
için şu dünyadakilerin şarabını içmemişim; fakat gene de adamakıllı sarhoş
oluyorum da başka bir zanna düşeceğinden korkuyorum.
Gönlümden
sabır uçtu gitti, başımdan akıl kaçtı gitti. Amansız sarhoşluğun beni nereye
dek çekecek acaba?
Bir kara
arslana benzeyen aşkın, kemiklerimi kırıp ufalıyor; bana sen kefil olmamış
mıydın? Peki, ne oldu bu kefilliğin?
A
Tebriz, Tanrı için olsun, Şemseddin’e gene söyle; de ki: Senin dünyanın
yüceliğine şu iki âlem de haset etmede.
LXX
Hin gej-o
rast mîrevî bâz çi hordeî begû
Mest-o herâb
mîşevî hâne be hâne kû be kû
Kendine gel,
eğri büğrü gidiyor, yalpa vurup duruyorsun? Gene ne içtin ki ev ev, sokak sokak,
sarhoş, yıkılmış bir halde gitmedesin? Söyle.
Kiminle eş
dost olmuştun, kimden bir öpücük çalmıştın? Halka halka, tel tel kimin
saçlarını çözmüştün?
Hayır... kim seninle eş dost olabilir a bütün gözlerin ışığı
güzel? Havuzdan havuza, dereden dereye balık gibi gizli gidersin sen.
Doğru söyle, gizleme; âşıklara arkanı çevirme; çeşme nerde; söyle
de testi testi su taşıyayım.
A güzelim, gönlüm de senin, canım da; şişeye benzeyen gönlüm,
şarabını sağrak sağrak içmiş; canın için doğru söyle.
Hayalin dün gece toplulukta beni arıyordu; bu kulunu tanımadı da
yüz yüze bakışamadık gitti.
Kulunu, bu eğri büğrü giden kulunu tanıyınca da hey dedi, eve gel;
niceye bir o yana bu yana gideceksin?
Ömrün kötüyle, iyiyle, hayırla, şerle y olculukta geçti gitti;
hani odadan odaya, kocadan kocaya giden şaşkın kadınlar gibi.
Ona, a can elçisi dedim; a can âyetinin inmesine sebep olan, sen
içtiğinden sun bana; niceye bir bu dedikodu?
Dedi ki: Ezel kıvılcımını ağzına götürürsen
ağzını da yakar, boğazını da; sonra boğazından boğazından bar bar
bağırırsın.]47]
Tanrı, her
yiyenin lokmasını ona göre vermiştir; boğazında kalacak şeyi umma, isteme;
arama, arama.
Gönül de
feda olsun dedim, can da; can şarabı nerede? Ödlek kişilerden değilim ki
hay-huydan ürkeyim de kaçayım.
O şarapla eş
dost olmadan, o şaraptan ürken kişinin boğazı da kesilsin, ağzı da... bu yolda
topallayan, sürçen, düşmandır bana, düşman.
O şaraptan
eli boş olan, padişahlar padişahı bile olsa bir manastırdaki sekide kalakalmış
eli kesik birisi sayılır.
Sus,
güven, iyinin, kötünün sırrına mahrem ol; fakat denemediğin kişiye de sır
söyleme.
LXXI
Key zi cihan
biron şeved cuz’-ı cihan hele begû
Key berehed zi âb nem çun becehed yekî zi dû
Aklını başına devşir de söyle: Dünyanın parça buçuğu olan, nasıl
olur da dünyadan dışarıya çıkabilir? Islaklık, ne vakit sudan kurtulabilir;
birincisi ikincisinden nasıl olur da kaçar, ayrılır?
A oğul, hiçbir ateş bir başka ateşle sönmez... gönlüm aşk yüzünden
kan olmuş; kanımı kanla yuma benim.
Ne kadar kaçtıysam gölgem ayrılmadı benden. kıl gibi incelsem de
beni vekil eden gene gölgem.
* Gölgeleri ancak güneş giderebilir. gölgeyi uzatır, kısaltır
güneş; bunu, bu hüneri güneşte ara sen.
îki bin yıl gölgenin peşinden koşsan sonunda görürsün ki, gene
geridesin sen ve gene gölge ilerde.
Tapı kılınandır suçun; nimetindir zahmet kesilen; mumundur
karanlık veren sana; bağındır aray ıp taraman senin.
Anlatırdım
bunu ama gönlünün beli kırılıverir; gönül şişesini de kırarsan artık yamamak
fayda vermez sana.
* Benden
duy, benden işit, gölge de gerektir sana, ışık da... ikisi de beraber gerek.
Baş koy da “Sakının” ağacının önünde uza gitsin.
Onun lûtuf
ağacından geliştin, kanatların çıktı mı da sus; güvercinler gibi bakra-baku
demeye kalkışma.
Kurbağa suda
yüzer; yılan yetişemez ona. fakat ötmeye başladı mı, yılan nerde olduğunu anlar
onun.
Düzenci
kurbağa yılan gibi öter ama kurbağalığındaki o gevşeklik yok mu, sesiyle,
soluğuyla kurbağa kokusunu verir, sesinden ne olduğu anlaşılır.
Fakat
kurbağa sussaydı, yılan av olurdu ona. defineye giren arpayla arpa ölçeği bile
defineden sayılır hani.
Altın
arpa ölçeği bile define olurken, toprakta kaybolmazken elbette can ölçeği de
onun
haznesine,
onun definesine varırsa hazne ölür, define kesilir.
Sözü bu
kadarla mı bitireyim, yoksa daha da sıktıkça sıkayım mı? Buyruk senin ey güzel
huylu padişahım benim, ben kimim ki?
LXXII
Der sefer-i hevây-ı tu bîheberem be cân-ı tu
Nîk mübârek âmedest in seferem be cân-ı tu
Havana düşmüşüm, yollardayım ama canına and olsun, yolculuğumdan
haberim bile yok... canına and olsun ki bu yolculuğum pek kutlu oldu.
O kemeri kuşandın, kızıl kaftanlara büründün; fakat o arada o
kemer yüzünden de beni ağlar, inler bir hale soktun gitti.
Ay gibi doğdun, aylara da Ay kesildin sen; o Ay yüzünden yeniay
gibi arık bir hale geldim ben.
Kurum da senin hayalin, senin yüzünün,
güzelliğinin aynası, yaşım da... canına and olsun ki gönül
yanışıyla dudaklarım kupkuru, gözlerim yaş içinde.
O yumulmuş
lâ’l dudaklarını açtın, şeker dengini ortaya döktün ya; o zamandan beri kanadı
kırık sinek gibi senin şekerine düştüm and olsun canına.
Tuzak daima
kolun kanadın âfetidir ama and olsun canına, senin tuzağına düşünce kolum
kanadım kurtuluy o r benim.
Her
seherin ışığı, Şemseddin’in Tebriz’indedir; canına and olsun ki ben sehere
benziyorum, boyuna güneşi beklemedeyim.
LXXIII
Çîst ki her
demî çonin mîkeşedem be sây-ı o
Anber nî vo
müşk nî bûy-ı veyest bûy-ı o
Her solukta
beni öylece ona doğru çeken ne? Amber değil, misk değil; onun kokusu, onun
kokusu.
Değer biçilmez bir zincir var, bütün tövbelere düşman. Tövbemi
bozdurdu bana. Kim oluyorum ki ben, taş atan o, kırılan testi gene onun
testisi.
O nice tövbeler bozdurur; böylesine güzele karşı tövbe mi olur?
Perdeler yırtmak, gönüller kapmak, onun huyudur, huyu.
Tövbem
onun için, tövbemi bozduran da onun sevgisi... Yüzünü görünce tövbem de yandı
gitti, suçum da.-48]
Akıl, can ağacı, bu ağacın dalları budakları onun bahçesinde değil
mi ki? Ölümsüzlüğün abıhayatı onun deresinde akmıy or mu ki?
Aşk da, şarapla, sağrakla neşelenmek de ondan. her yandan, her
bucaktan onun hayhuyu gelmede.
Kendini beğenen, kabak gibi yücelere geçer; geçer ama insan kendi
varlığından boşalmadıkça da kabağı dolmaz da dolmaz.
Beliren, kısalan, uzanan gölge, gölgenin arayıp
taraması, hep can güneşinin yüzündendir.
Gölge de odur, ışık da o... derlenip toplanan da o, uzayıp giden
de o. Işık onun yüzünün vurmasındandır, gölge saçlarından.
Ey cana benzeyen Ay, ey can Güneş’i, apaçık yırt perdeyi de gök de
yedi kat perdesini y ırtsın gitsin.
Koynumda,
varlığımda senden başka ne varsa, o varlık perdedir bana. Ey varlığına karşı
benim de, benliğin-senliğin de yok olup gittiği güzel.
LXXIV
Seng şikâf mîkuned der heves-i likaa-yı tu
Can per-o bâl mîzened der tereb-i hevâ-yı tu
Seninle buluşma hevesine düşer de taş bile yarılır gider; can senin
neşene düşer de nağmelerinle kol salar, kanat çırpar da havalanır, uçar.
Ateş erir, su olur, akıl kendinden geçer, yıkılır. gözlerim senin
yüzünden uykuya
düşman kesilir.
Sabır
elbisesi yırtılır, akıl kendinden geçer... ejderhâya benzeyen aşkın kayaları
yer, insanları sömürür.
Yürüyüp
gideni bağlama, gülüşü ağlayışa döndürme. kuluna kölene cevretme, senin yerine
konacak bir kimsesi yok onun.
Suyun derede
aktıkça sözlerim nasıl doğru düzen gider ki? Kimi olur, senden utanırım da
soluk bile alamam.
Aşkının
gıdası ne? Şu yanmış, kavrulmuş ciğerim. Yıkılmış gönlüm nedir? Senin vefa
tezgâhın.
Küp taşıp
köpürmede, çeng coştukça coşmada, seni övmede. kimdir şarap içen?
Kapımdan aşk
girdi de başıma elini koydu; sensiz olduğumu görünce de eyvahlar olsun sana dedi.
Gördüm ki
sarp bir konak, karmakarışık bir yer, pek zor bir iş. gönül de gitmiş elden;
elinin
altında, ayağının dibinde serilekaldım ben.
LXXV
Cân-o ser-i
tu ey puser nîst kesî be pây-ı tu
Âyine bîn be
hod neger kîst deger verây-ı tu
Oğul,
canına, başına and olsun, eşin, benzerin yok... aynaya bak, kendini bir seyret,
senden başka güzel kimdir ki?
Kendi yüzünü
öp, kendi kulağına sır söyle; kendi güzelliğini seyret, kendi kendini öv.
Sırrın
geçici değil, nazın boş yere değil. sırrın, kulağına söylenmede, nazlanman gene
kendi kendine.
Kalk git y
anımdan a akıl, git de iyiden de kurtulay ım, kötüden de. sen de a gönül, var
git y anımdan da lâyığını vermeyeyim senin.
Hem babasın
sen, hem oğul. hem şekerkamışısın, hem şeker. senden başka kim var? Varsa
söyle.
Yumulmuş ağzı sen aç; değer biçilmez akıyk nedir? Söyle... akıyk
madeni de sensin zâti. Sana ne paha biçeyim ben?
Ne bittiyse,
ne yetiştiyse senin gölgendir ey oğul; iki dünyaya da gölge salan senin devlet
kuşundur ey oğul.
LXXVI
îd nemîdehed ferah bî nezer-i hilâl-i tu
Kûs-o duhul nemîçehed bî şeref-i dovâl-i tu
Senin yeniaya benzer kaşlarını seyretmedikçe bayram insana bir
ferahlık vermiyor. Senin tokmağının yüceliği olmadıkça davulun da sesi
çıkmıyor, dümbeleğin de.
Her solukta gönlüm sana akıyor, sense her solukta b iraz daha
beziyorsun benden. eyvahlar olsun, gönlümün sana akışı, senin bezmenden
utanmıyor mu utanmıy or.
Nazlan a canın yaşayışı, ululan, dizgin kas.
Güneş’le
Ay sana bir delil; balla şeker nazlanışın
senin.
Her alımlılık âyetini senin Ay’a benzer yüzün okudu dünyaya... her
çeşit kutluluğun mayası senin ay yüzündür; senin yeni yılın.
Arı duru su senin; bağ bahçe, fidan gene senin. Senin fidanın
senin arı duru suyundan başka su içmez ki.
Tatlılar senin; bağ bahçe, saray, var-yok hep senin. seher yelin
esti mi, ağaçlar oy namay a koyulur.
* Gökyüzü mutfağındır; mutfaktakiler de y ıldızlardır. Ateş, su
senin malın mülkün. bütün yaratıklar çoluğun çocuğun.
Aşk en aşağı adın; gökyüzü en alçak damın. güneşlerin parlaklığı
bile senin dolunmaz Ay’ından bir ışık.
Bütün bir dünya, serabının parıltılarını görmüş de, dudakları kuru
bir halde. serabının lûtfu bu, ya arı duru suyun nedir, nasıldır acaba senin?
Ağaca lütfedersin, hali değişir, yeşerir, boy atar; a ay yüzlüm,
seninle buluşunca canın, gönlün hali nic’olur?
Senin huylarındaki yücelik yüzünden zehirse şeker kesilir, taşsa
mücevher olur, geceyse seher çağına döner.
Gönlümde çok
sözler var, fakat ağzımı yumdum, söylemiyorum... Senin sözlerini içeyim diye
kulağımı açmışım artık.
LXXVII
Bâde çü hest ey senem bâz mekîr-o nîmegü
Erzemekun du dest nî por kun zod on sebü
A güzel, mademki şarap var; sunmazlıkta bulunma; olmaz deme. İki
elini açıp da gösterme; tez o testiy i doldur.
A gamı gideren çalgıcı, bu testiye taş atma. Tanrı kapısından bir
testi su alınırsa derenin suyu eksik olmaz ya.
Hani Müsa Peygamber’in eli bir meclis düzüp
koşmuştu, bir toy yapmıştı da büyücüler o şaraba can feda
etmişlerdi, işte onlara sunulan kadehle sun ey sâkî.
Açıkça gel,
apaçık sun; aşk şarabının apaçık sunulması daha iyi... Herkese bayram bugün;
ama ramazanmış, varsın olsun.
Kalp akçeye
benzeyen ikiyüzlünün inadına dalları budakları oynat. o geniş lûtfu, o sonsuz
ihsanı kat kat yay, döşe.
Kaptığın
zarı koy avcuna bir soluk; bizden rehin aldığın şeyi tekrar arama bizden.
Bıldır
ölenim, sevgilimin yüzünden gene dirildi. O Mesîh huylunun yüzünden kefeni
içinde gülmey e başladı.
A haşri,
kıyameti inkâr eden, herze yeme; gel de gör; O’nun bahçesinde selvi boylular,
çimen gibi gene yerden bitti.
Herkes sustu
ama gizli âlem de dilsiz konuşmada. Dedikodu nağmeleri olmaksızın dünyaya hutbe
okumada.
LXXVIII
Sîm-berâ zi sîm-i tu sîm-berem be cân-ı tu
V’ez mey-i nov ki dâdeî can neberem be cân-ı tu
A gümüş bedenlim, canına and olsun, senin gümüş bedenin yüzünden
benim bedenim de gümüşe döndü. Canına and olsun, sunduğun şarap yüzünden candan
olmam artık.
Ağır zahmetlere katlanırım ben; yarala beni, hoşlanırım bundan...
canına and olsun, ateşler içindeyim ama tüm altınım ben.
Her soluk aldıkça soluğum cana gelir, kesilir gider. ay aktan
kalmışım ama canına and olsun ki başa da can kesilmişim.
Aşkın hekim kılığına girdi de geldi, bir şerbet sundu; o şerbeti
içtim ama canına and olsun, daha da beter olmadayım.
İki gözün ışığıyla Ay’ın ışığı bir araya geldi mi, birleşir gider;
canına and olsun ki sen canıma Ay gibi doğmuşsun; ben de gözüm.
Göz önünde
olan her şey yapılır, onarılır. Ah, canına and olsun, bense senin bakışlarından
yıkılmış gitmişim böyle.
Şemseddin’in
Tebriz’inde pek yüce bir ağaç var; canına and olsun, o ağaç yüzünden neşeliyim,
boy atmışım, yeşermiş, gelişmişim.
LXXIX
Men ki
sitîze-rûterem der teleb-i likâ-yı tu
Bedhem cân-ı
bî vefâ ez cehet-i vefâ-yı tu
Seninle
buluşma, sana kavuşma dileğine düşmüşüm de bu dilekte inat edip durmadayım;
vefana erişmek için bu vefasız canı vereceğim ben.
Gönlüme
lûtfettiğ in şeyle gönlümü ferahlandırdın; fakat bu binlerce lûtfundan biridir
ancak; karşılık olarak ne yapabilirim sana ki?
Bana
güç kuvvet veren gülbeşeker seni övüştür, sana şükretmedir; şerefli sürmem de
ayağının
bastığı topraktır.
Bir tat tattırmasaydın yeşillik bitmezdi yerden, çağrışını
duymasaydı dönmezdi gökyüzü.
Gül fidanlarının dünyası senin kızıl, senin yeşil elbiselerine
bürünmüştür; gece yolcularının ümidi senin günlerine bağlıdır.
İnsanların yüzleri senin yüzünün aynası olmasaydı, insanlardan
kaçardım, dağlara sığınırdım ben.
* Dehrî’nin bahtı yok da onun için ölümden sonra dirilmeyi inkâr
eder. Yoksa senin ölümsüzlüğün ona da bir ölümsüzlük bağışlardı.
Cansızlarla, bitip boy atan, üreyen bitkilerle dolu bir samanlığa benzeyen
dünya senin kehrib arın olmasaydı y okluktan nasıl gelir, belirirdi?
Hay-hay diye birbiri ardınca çağırman olmasaydı, toprağın gönlünde
hay-huy olur muydu hiç?
Kendiliğinden bir lûtuftur gelir çatar hani,
kimdir çeken onu? A gönül, o kendiliğinden geliş de senin Rabbinin
bir lûtfudur.
Zerre,
zerreye der ki: Ne vakte dek havada uçup duracağız? Zâti hava da, zerre de
senin güzelim havanın elinde.
Hava, günün
başlangıcından geceye dek yüzlerce şekle girer; her şekilde senin için çark
urur, oynar durur.
Havanın
oyununu görmüyorsun ama ağaçların oyunlarına bak; yahut da canın, Tanrı’nın
önünde, ardında oynay ışını seyret.
Yeter,
sus artık da her biri kendi sözüne dalsın; bütün huy lar senin dileğine âşık
olamaz ya.
LXXX
Ey tu amân-ı
her belâ mâ heme der amân-ı tu
Cân-ı heme
hoşest der sâye-i lûtf-ı cân-ı tu
A her belâya
aman olan, hepimiz de amanındayız senin. Herke sin, her şeyin canı canının
lûtfuyla hoştur, güzeldir.
Bütün
dünyanın padişahı sensin; herkesin özü, temeli sensin... Mademki bizimsin sen; sana
mensup olanlardan bir gamımız yok bizim.
A ay yüzlüm,
dün gece gam bulutun ciğerime geldi de senin dilinden, damdan, kapıdan yüzlerce
olmayacak şey söyledi bana.
Onun sözleri
yüzünden gönlüm sıçradı, hayaline doğru gitti. ey şeker huy lu güzelim, senin
zamanında, yerindedir değer, lâyıktır bütün bu işler.
Sana kavuşma
hevesiyle, senin dünyana ulaşma dileğiyle bu dünyadadır canım; ağzımday sa
senin ateşin var, ateşin.
Aşkının
yolunda ne bedenden bir iz var bende, ne candan bir iz. Senin izini bulmak için
ateş gibi gidiyorum çünkü.
Bu kul,
senin cevherini gördü de kapında topalladı, kaldı. a mücevherci, senin
dükkânının y anında ay aktan kalmışım işte.
O
kemeri çözersen gönül de sevinir, ciğer de. ey güzel elbiselim, belinden çöz o
kemeri.
Çöz
de bir cana bak, canımı madene döndür; Şemseddin’in Tebriz’inde, bugün ulaşayım
senin madenine.
LXXXI
Ey tu
hemûş-ı por suhen çîşt heber beyâ begû
Sûre-i hel
etâ behon nükte-i lâ fetâ begû
* Ey gönlü
sözlerle dolu olan, ey gene de susup duran; ne haber? Gel, söyle... Hel etâ
sûresini oku, Lâ fetâ nüktesini söyle.
Can çadırını
göğün en yücesine kur; denizin gönlünden dalgalar kopar; varlık tulumunu yırt;
şu iki üç sakay ı bırak gitsin.
Varlığından
yola düştün, benliğinden geçtin mi iki dünyadan da geçersin. kimden çekiniy
orsun? Sözü ağzında çiğneme, söyle.
Özlü lâ’l
şaraptan haber var mı, yok mu? Gönlümüze kıvılcımlar saç, başımıza çık da
söyle.
Gökyüzü
sâkîsi neşeli; yeryüzü meclisinin
dudakları
kupkuru... bu ikisinden gündüzle gece doğmuş; sebebi ne? Söyle.
Göğün gönlünden, yeryüzünde bağlar bahçeler, güller, yaseminler
var. Fakat güz yeli de pusuda. neden böyle oluyor bu? Söyle.
Nekeslik, cömertlik. hayır, şer birbirinden ayrı değil. Bir değil,
iki değil. söyle, iki görünen nedir?
A sarhoş bülbül, karakış yüzünden ne vakte dek feryat edeceksin?
Hay bülbül, cefayı anış yeter artık; şükret, vefadan bahset.
Şu iki konaklık yolda hiçbir şükrün yok ki şikâyetsiz olsun; yok
ol, yokluğa dal da arılık duruluk aynasını anlat.
Parça buçuğu bırak, tümü söyle. Dikeni bırak, gülden bahset. Onun
sıfatlarından geç, zata bak, Tanrı’dan bahset.
LXXXII
Yâ reculen hasîduhû mecnebetun ve mabhale
Leyse yeluzzuke’l hevâ leyse li fîke havsale
A ekini biçilmiş, otu yanmış, kavrulmuş, toprağı ayaklar altında
kalmış adam; aşk sana bir tat vermez, zaten ona dayanış da yok sende.
Aşkta
güvencim, dayancım, efendim benim yanımda, benimle... hani kadehin dibindeki
yudumcağızı istiy orsun da elde edemiyorsun ya; benim ümidim, benim dileğim
seninki gibi y itip gitmiyor.49]
A boyuna şikâyet edip duran, şikâyete doymadın gitti; mademki bu
dükkân kira ile; ister hasede düş, ister kine; faydası yok.
Hacıların başı olmak için hacca yaya gidiyorsun; peki, ayağın
şişti, kabardıy sa ne diye elbiseni yırtıyorsun?
Yarı buçuk bir şiş yüzünden utanmaz mısın ki
her adımda kervana bir gürültüdür salıyorsun?
însan
dediğin gemi yavaş yürür, gevşek gider bir lengerdir; çekilmeden, küreksiz bu
denizden geçemez.
* Mademki er
değildin, ne diye çabaya koyuldun, savaşa girdin; namaza, oruca, gece
yolculuğuna, hacca düştün; çileye soyundun?
Dayanmak
erlerin harcıdır; karılar da bağırır, ağlar... Padişahın atının boynuna çan
takmak ayıptır.
Yürü, hoş
bir halde safa gir, gönlü dar bir halde değil ha. ferahlat gönlünü. daralarak
gelmekten hafakanlar doğar; emzikli sürahinin ağzından çıkan lıkırtılar
duyulur.
Tek
Tanrı’nın has kulu, çerçöp makulesi kişilerin iyisinden, kötüsünden ne gam yer
ki? Uhud Dağı selle, depremle oynar mı yerinden?
Hayır için,
şer için yürek oynatıp durma; gizlilik iline bak; meleklerin oyunlarını seyret,
seslerine dal; zâti can da onların arasında.
Altın olmak
bir yücelikse altının eziyeti ateş olur, kıvılcım kesilir insana... verdiği
korkuyu arslan bil, adamı bağlayışı da bir zincirdir onun.
* Narı şarap yapmak için sıkarsan nar eksilmez ki. âmülenin dövülmesi,
fayda vermesi, ilaç olması içindir.
Beden candan
gebe kalmıştır; doğum ağrısı da bedenin çektiği ağrıdır, sızıdır. gene de gebe
olan derdin, mihnetin gelip çatmasıysa çocuğun doğmasıdır.
Şarabın
acılığına bakma, sarhoşların işretini seyret, zevkine dal. Gebenin çektiği
ağrıyı görme, ebenin ümidine bak.
* Bu mihnet belâdurdur; önce belâdır ama sonradan bir inci kesilir.
soruya çekilmenin başında zor vardır; ardından yüzleştirme gelir.
Değirmen
gibi dönüp duran dokuz gök, yeryüzü, y eryüzünün çobanla sürüy le dopdolu
yaylım yerleri, Tanrı’dan başka kimin mülkü?
Oğul,
borç vereceksen o kişiye ver ki öz de ondandır, soluk da, altın da ondan gelir,
gümüş
de...
farzları, sünnetleri yerine getir de karşılığında defineler al ondan,
mücevherler al.
Söz
söyleyiş, dudağını açtı, bunu anlatmak istiyor: Altın madeni odur, peşin para
o; halkın düşüncesiyse ancak rivayetçi.
LXXXIII
Âmed-o yâr
ber kefeş câm-ı meyi vo meş’ele
Goft beyâ
herif şov goftem âmedem hele
Sevgili
geldi, elinde de meşale gibi bir şarap kadehi var. Gel, bana eş dost ol dedi;
hele dur dedim, geldim gitti.
Bir şarap
kadehi ki parlaklığı Müşteri’nin bile canını alır; kokusundan göğün yücesinde
Sünbüle burcu bile çark urur, oyuna koyulur.
Dağ onun
yüzünden hafifleşir; beyin onun yüzünden ağırlaşır. Can, testisini taşıma
ödevini üstüne almış; akıl emzikli sürahiyi kırmış gitmiş.
Temiz de
değil, pis de değil; iki dünyada da görünmüyor. kilidi açmada, fakat anahtar
yok;
binlerce
zincir dökülüp saçılmış.
Yorulmuşu dinçleştirir, tazeleştirir; saçma sapan söylenene akıl
fikir verir... öylesine bir şarap ki yol olmayan yoldan çatar da binlerce
kervanın yolunu vurur.
Kötülere kılavuz olmuş o; yol bilenin yolunu vurmuş o. güzellerin
mayası, özü olmuş; her naranın, her gürültünün temeli kesilmiş,
İyiden, kötüden, kim olursa olsun, içen, ebedî sarhoş olur;
içmeyense şikâyet etmeden varır, derdin bulunduğu, zahmetin olduğu yere gider.
A anlayışı dar gönül, Tanrı denizine dal, boğul gitsin; var Tanrı
şarabını iç, yok ol da Tanrı suyuyla gıdalan.
Kim onun
ümidine düşerse ölümün elinden canını kurtarır; o söylediğim şey var ya, onu
elde eder. işte sana büyük mü büyük bir mevki.
LXXXIV
Şehne-i ışk
mîkeşed ez du cihan musâdere
Dîde vo dil
gerov kunem behr-i çonan musâdere
* Aşk
şahnesi iki dünyadan da müsâderede bulunmada, zorla aldığını çekip götürmede...
fakat bu çeşit müsâdereye gözümü de rehin korum ben, gönlümü de.
Aşk şahnesi
müsâdere yüzünden yol vurmada; demek ki âşıklara da canlarını müsâdere ettirmek
gerek.
Ciğer
defalarca o lâ’l dudaklardan müsâderede bulundu; o müsâdereden bir parçacığı da
göze değdi.
Aşk, Ay gibi
bir padişah; kesesini açmış, gümüş istiyor, ver o gümüş bedenliye gümüşleri; bu
müsâdereden ziyan görmezsin.
Müsâdere
âşıkların bedenlerinden rehin olarak ne aldıysa, gönül mahallesine nurlar saçarak
gene geri getirir.
İlkbahar
mevsimine bak. güz, zulümle
bağdan
bahçeden ne müsâderede bulunduysa hepsini de geri verir bağa bahçeye.
Zaman Ay’dan
ne müsâdere etmişse, Güneş’in bağışına bak hele, hepsini tekrar Ay’a verir,
bağışlar.
Gece, gözü
de müsâdere eder, aklı da, fikri de; fakat seher çağı bağırır: Gelin, ne
müsâdere edilmişse geri alın.
Gece, gizlice Güneş’i müsâdere etmişti ama seher ışıkları döküldü,
Zenciler, karaltılar kaçıp gitti.
LXXXV
Ey tu
berâ-yı âb-rû âb-ı heyât rîhte
Zehr girifte
der dehan kand-o nebat rîhte
Yüz suyunu
dökmemek için abıhayatı dökmüş gitmişsin; şekeri, balı dökmüşsün de ağzına
zehir almışsın.
Böylece
sarhoş olmuşsun, yıkılmışsın, yerle göğü ay ırt edemez olmuşsun; çirkefli su
için
Fırat suyunu
yerlere döküp saçmışsın.
Değmez... eşekler gibi samana, arpaya gitme; yoksullara bir bak,
onlara bile sadaka olarak altınlar saçılmış.
Can ol; yön arama. Zât ol, sıfattan söz açma. O hiçbir yanda
olmayan padişaha bak; bütün y anları dökmüş, atmış.
Ah, yazıklar olsun; özün deri yoluna at sürmüş; için dışa
yönelmiş. Vah, yazıklar olsun, şahın mat olma gamına düşmüş.
Gönül padişahı mat olma gamıyla evden eve gidiyor; piyadelerin
kurtuluş için betleri benizleri solmuş.
Can beratı kaçmış ondan; tekrar yüzünü görünce de kesesi
yırtılmış, bütün beratlar dökülüp saçılmış.
Sıfatlarımız onun sıfatı yüzünden gülün dikenini tanır oldu; fakat
tekrar sıfatlarımız gül gibi zat yoluna döküldü gitti.
Seni götürüp
de tuzağa tutsak eden kanat iğreti
kanattır;
ölüm gününde görürsün ki dökülmüş gitmiş.
LXXXVI
Dâim pîş-ı
hod nehî âyinerâ her âyine
Z’on ki
nazîr nîstet coz ki derûn-ı âyine
Boyuna önüne
bir ayna komadasın; çünkü benzerin yok, aynadakinden başka bir eşit yok sana.
Yüzünün
hayalinden başka nerde erişeceğim sana ben? Gönülde, canda, gözde görecek güç
var ama görülecek yer yok ki.
Sen hem
yerden münezzehsin, hem her yerdesin... neliksiz-niteliksiz oluşunun delili hem
yalnız sende; hem her yerde apaçık görünmede.
Sana karşı,
seni bir bilmedeyim, kendime göreyse her şeye benzetmedeyim. senin y anından
ulaşma var bana, kavuşma var; benim yönümdense ayrılık var, ayrılık.
LXXXVII
Hel taraban li âşıkın vâfakahu zamânuhû
Allaha fî hevâihî aslaha fîhi şe’nuhû
Âşıka, onu
muradına eriştirecek, halini düzene sokacak bir çalgı çağanak yok mu?
Gündüzün çektiği zahmetlerle ayrılığı, onu korkutup dururken
geceleyin ansızın ay yüzünden amana ulaştı âşık.
Dolunaya benzer yüzüne and olsun ki dedi, aşkın içimi yaktı,
kavurdu; sevgilisi de âşıka, zararı yok dedi, bedelin benim.
O âşıkı öldürmüyor; fakat doğuşuyla, parlayışıyla öldürüyor
bizi... ölümümüz geldi çattı ama anlatmay a imkân yok.
İsteklerin en büyüğü ona kavuşmamız. güzelliklerin en güzeli,
temizliklerin en temizi onunla beraber oluşumuz.
İster yüzünü Ay’a benzetsin, ister boyunu selviye. ona bir eş, bir
benzer ispatına
kalkışan, mutlaka kâfir oldu gitti.
Yüzünün hayali canlarımızdan yüce... onu görebilmek, gözlerimizin
harcı değil.
Yüzünün ateşini övmek isteyen niceleri var ki kıvılcımlarından
dilleri yandı gitti.
Kıvılcımları
yaktı onları ama sonra onun gündüzü geldi; sözler söyleyerek parlattı,
ışıklattı onu, terceman oldu ona.50]
LXXXVIII
Yâ re şâe fedeytuhu min zemenin raaytuhu
Leste yakuulu ennenî arhamu men sabaytuhu
A ilk gördüğüm andan beri fedası olduğum maral, ben tutsak
ettiğime pek ac ırım demeyecek misin?
Seni seveni reddettin mi yakıyorsun onu; fakat çağırdın mı, bu
lûtuf yetiyor da artıyor bile. Kerem buyurdun da yanıma geldin mi, varlığımı
bırakmıyorsun da gizleniy orsun benden,
göremiyorum seni.
Ah, onun
güzelliği her yanda beni görmüyor mu ki? Ah, gönlüm onun evi, onun yeri yurdu
değil mi ki?
Ayrılık,
yüzüme safran tohumları ekti; o kadar suladın ki onu, gözlere gammazladın
gitti.
Okunu
atar atmaz, yüreğime sapladın; okun kanımla bana yeter olduğunu yazıyor şimdi.51]
— Y —
LXXXIX
Sirke-i heft sâlerâ ez leb-i o helâvetî
Har bonân-ı hoşkrâ ez gol-i o terâvetî
Yedi yıllık sirkeye tatlılık verir dudağı; kuru dikenler bile
gülünden güzelleşir onun.
Donmuş, buz kesmiş canla gönüle, bakışından bir açılıp saçılmadır
gelir. Ölmüş kara taşa bile geçişinden bir kutluluk ulaşır.
Cehennemlik, onun geçişinden soğur; diri onun bakışıyla erenlere
katılır.
Güzelim, ölmüş birine ait bir hikâye söylese ölü dirilir,
mezarından sıçrar da dinlemeye koyulur.
Öylesine
güzeldir ki boyunun bo sunun güzelliğinden her yanda bir kıyamet kopmada.
Ah, ayrılığıyla her atılan adım bir ateş... Ah, onun aşkıyla
boyuna kınamalara uğray ıp duruyorum.
XC
Hâce eger tu
hemçu mâ bîhod-o şûh-o mestiyî Tovk-ı kamer şekesteyi fovk-ı felek neşesteyî
Hoca, sen de bizim gibi kendinden geçmişsen, şuhsan, sarhoşsan,
Ay’ın halkasını kırmışsındır, göğün yücesine çıkmış, oturmuşsundur.
Yokluğa tapıyorsan nerden şunun bunun lâfını duyacaksın; nerden
şunun bunun gamını çekeceksin; yahut da nerden altın, gümüş devşireceksin?
Gece yarısı sıçrarsın, görünmez ilin lâkabı güzel padişahıyla
bağdaşırsın; neşe, çalgı çağanak şarabının kadehini gamın başına vurur,
kırarsın.
A yaşayışa yardım olan güzel, zekât olarak gönlünü kapanın
saçlarını tutmu ş da benim gönlüme bağlamışsın sen.
Âşık, sarhoş nerde, utanma, arlanma nerde? Elest’e rehin olsaydın
hiçbir şeye aldırmazdın, her şeye boş verirdin.
Şaraptan sersem olsaydın, nerden ad san peşine düşerdin? Sen de
benim gibi bir timsah olsaydın hiç ağın içinde olur muydun?
Gene bizim sarhoşumuz geldi, gene elimize kadehi sundu... senin
eline de sunsaydı neşelenirdin, elin genişlerdi.
Kadehini görseydin nasıl vazgeçerdin o kadehten? Onun kadeh sunan
eli yüzünden elden, avuçtan çıkar giderdin.
Onun Yusuf’a benzer yüzü, aklı bile yerinden yurdundan eder; bir
görseydin yüzünü, baht y ardım ederdi de ne elin kalırdı senin, ne kolun.
Tam zamanında kalktıysan neden böyle gevşek adım atmadasın? Ok
gibi doğruysan neden eğri uçmadasın?
Sus. susanlardan haberin olsaydı senin, söz söyleme zamanında yok
olurdun da sustuğun zaman varlığa ererdin.
Hest be
hetta-i adem şûr-o gubâr-o gaaretî
Âteş-i ışk
derzede tâ neboved imâretî
Yokluk
ülkesinde toz dumana katılmış; bir yağmadır var... hiçbir yapı kalmasın diye
aşk ateşi her yanı kaplamış.
Çünkü yapılı
bir yapı varsa varlığa gölge olur. oysaki onun güneşi yüzünden gölge nerden bir
kıvılcım görecek?
Gölgelik
ehli rûh, donmuş, buz kesmiş, bezmiş, neşesiz bir halde oturmuş, sana yüz
tutmuş, bir muştuluk beklemede.
* Güneşe
dalmış can, ne suç işlerse işlesin; suçundan her yana bir kefarettir şimşek
gibi çakmada.
Güne şin
ışığı dağlara da renk vermiş, yeryüzüne de. her şeyin rengi ondan. Fakat hava o
kadar lâtif, o kadar temiz ki hiçbir renk yok onda.
Can zerreler
gibi güneş ışığında oynayıp duruyor; lâ’l gibi ışığı nasıl benimsiyor, bir bak
da hünerini seyret.
Can taş veriyor da lâ’l alıyor... oynamada, hem de terennümlerle
neşelenmede. Ne de hoş bir alışveriş bu.
Gökyüzü değirmisi geliyor, yüzü canların kulağında. ezel sırrını
sözsüz, harfsiz söyleyip duruyor.
Her solukta cana bir ışıktır salar. Fakat nerde o gönül, nerde o
güç kuvvet ki ondan bir işaret versin hiç olmazsa.
A Tanrı
mahremi Şemseddin, Tebriz’e padişah sensin, aşkının şehidini, a ezel şahı, bir
kerecik ziy aret et.
XCII
Kabe tevaf mîkuned ber ser-i kûy-ı yek butî
în çi butest ey Hodâ in çi belâ vo âfetî
* Kâbe bir putun çevresinde dönmede, onu tavaf etmede. ey Tanrım,
bu ne biçim put, bu ne belâ güzel, bu ne âfet?
Dolunay ona karşı kırık dökük bir değirmiden başka bir şey
değil... şekerkamışları, şekerine zahmet veren birer sinek sanki.
Din yolunun bütün padişahları, emniyete ulaşmış bütün melekler,
güzel, Allah için bir merhamet et diye kapısında secdeye kapanmışlar.
Binlerce denizci, binlerce köpükle oynayan, o yücelik, o üstünlük
yönünden aşk incisine sedef kesilmiş. bu ne yüce himmet.
Cenneti de kendisi, hurisi de. neşesi de kendisi, düğünü derneği
de. Kendi ışığının parıltısına dalmış; ah, bu ne ulular ulusu bir âyet.
Şu sözü duy da cevabını hazırla bakalım. zerre Güneş’e eş olmuş,
Güneş’le beraber; Güneş’in aynı.
A mahremi Tebriz olan, a binlerce lûtuflara Güneş kesilen Şems;
söz sana karşı uçsuz bucaksız bir denize daldırılan testidir âdeta.
Hin ki herûs
bang zed vekt-i sebûh yâftî
Şerh
nemîkunem ki bes âkılrâ işâretî
Kendine gel,
horoz öttü işte, seher çağı şarabını içecek çağa eriştin. Uzun anlatmıyorum;
akıllı kişiye bir işaret yeter.
Zâti sen de
anlarsın ya; akıllısın çünkü, gönlün de temiz; şarap getir de gönlümü al
gitsin; var bir alışverişte bulun.
Neyi al,
üfür; seher çağı feryat edip duruyor zâti; çeng de senin ay rılık pençenden
hüzünlü hüzünlü şikây etler ediyor.
Cennetin ne
sütüne son vardır, ne şarabına; onun için bu amansız yolda tat da bedava, süt
de.
Altın
rengindeki şaraptan bir kadeh sun da bizi bizden geçir... benim mezhebimde
kendinde o lu ştan daha beter bir cinayet yoktur.
Cana canlar
katan sevinç şarabını gökten sun da yelesi, kuyruğu kızıl-sarı ata benzeyen
şarap derdi, gamı cezalandırsın, yok etsin gitsin.
Akıl senin
mezenle bağlardan kurtulur, gizli ilim bilgisini bulur; biliş, görüş, anlayış
ıssı olur.
Senin
kadehin gönüle benzer; başta, göğüste parıl parıl parlar; senin sarhoşunda
tecrübe mi azalır, başarı mı?
İçecek bir
kadeh bulan el hırstan da kesilir, kazanç ümidinden de... O neşeyi bulan baş,
bir işe baş olmayı nerden isteyecek?
Ağın,
balığımı bir zaman çileye soktu; tuzağın akbabama gamla riy azat çektirdi.
Katre senin
lûtfunla ne şaşılacak bir hale döndü; gönlü temiz, arı duru, her yana y ay
ılır, her şeyi kap lar bir hal aldı.
Huyu hırstan
ibaret nekes, mala mülke, dedikoduya âşık nefis, rahmet definenle iki dünyaya
da aldırış etmez oldu.
A padişahım,
seni ziyarete gelmeyiş eşekliktendir, eşeksizlikten değil; çünkü haccın boyuna
bedavadır, hem de orada aşılacak yol bile yok.
Kendine gel a gönül, zahmet çekmeye gücüm kuvvetim yok deme; kendi
saçma sapanlığından geç; güce kuvvete lüzum yok.
Herkesin zahmetini bol bol çekiyorsun da defineye, hazineye
gelince gücüm kuvvetim yok diyorsun, bu nedir? Nekeslik, aşağılık ancak.
Gönlünde gizlediğin şey, şüphe yok ki ancak sevgi; fakat gönlünde
gizli olan da kuruntularını kınamada senin.
îçinde ne varsa sözünde, feryadında gizlidir; sözünle, feryadınla
meydana çıkar, derilip toplanır da kıy ameti şimdiden görür gidersin.
Bir soluk
bize bak; çünkü o yüce bakış, ölüleri diriltmeyi âdet edinmiştir.
Suçluların iyi, kötü işleri yüzünden vefan körleşmedi gitti; çünkü
lûtufta, keremde ayak dirersin, maharetin vardır.
Müridin canı da, gönlü de senin tertemiz denizinden başka bir
şeyle temizlenemez.
Suçtan çekinenler sabah akşam çölde yol
alırlar; halbuki Kâbe seni ziyaret etmek için sana doğru yürür,
koşar.
Can
secdelere kapanır, varlığına şükürler eder; sana kullukla baş olmuştur, yücelik
bulmuştur o.
Güneş gibi gülüşündeki lûtfa, kereme, zerre zerre her şey bir
başka çeşit tanıklıkta bulunur.
Her şey, herkes seni arıyor, senin mahallende itikâfa girmiş,
senin kerem Kâbe’ne yüz tutup ibadete koyulmuş.
Beş duygu, camiindeki ışık, camiindeki yaşayış mushaflarını
okumuş; o mushaflardan usta beşer âyet belletmiş onlara.
* Gâh çeng gibi kapının önünde sana rükû etmede, gâh ney gibi
soluğunu umarak kamet getirmede.
Yeter a
akıl, bırak artık şu hüzünlü feryadı, şu acıklı hikâyeyi... Er olan her gönül,
susarsan gerçek kokusunu alır.52]
Nîst be coz devâm-ı can z’ehl-i duan rivâyetî
Râhethâ-yı ışkrâ nîst çü ışk gaayetî
Gönül ehlinden, canın ölümsüzlüğünden başka bir rivayet
gelmemiştir; aşkın huzuruna da aşk gibi son yoktur.
Herkesten şükür duymadayım; bu sürü hoş oldukça böyle bu; kendine
gel de şikây et edenin dırıltısına kulak asma sen.
Aşk bir aydır ki her yanı yüz; Ay bile haset eder ona... muştuluk
olsun sesinden başka bir huyu yoktur onun.
Her seher çağı başka bir tatlılık; her yanı bir başka türlü
terütaze; her adımda bir şaşılacak şey, her solukta bir başka lûtuf, bir başka
kerem.
Canın güzelliği haddi aştı mı, o yardım üstüne y ardım eder cana;
fakat kötü gözü de korumaz mı korumaz.
Gökyüzünün beli, onu arayıp taramadan âşıklar gibi iki büklüm
olmuş; çünkü güzelliği eşsiz, örneksiz bir güzellik.
Her seher çağı güneş, mızrağını diker; sabah, bayrağını yüceltir
ya; sen onu aşkın yüzünün ışığı bil.
Aşk kılavuzluk etti mi can rahata kavuşur; başını gökyüzünden
çıkarır da ne güzel il der.
Tanrı aşka, senin güzelliğin olmasaydı varlık aynasını korur
muydum ben demiştir.
Meyve sonradan çıkar, ağaç önceden vardır ama meyve mertebe
bakımından ağaçtan öncedir.
Niceye bir anlatıp duracaksın; canın için olsun, daha fazla
söyleme... Gönül senin dilinden dertlere düşüyor, tasalara batıyor.
Yalnızlığa dalan erler kaçmışlar; susuz mezelerini döküp
saçmışlar. Çünkü susmak, sarhoşa adamakıllı bir güçtür, bir dayançtır.
Bülbüllerin
şakıması âşıklara ilaçtır ama sus da aşk sana bundan daha başka bir güç kuvvet
versin.
XCV
Eyne tarîku dârihim yâ senedî ve seyyidî
İhdi ilâ visâlihim zubtu mine’t-tebâudî
Evlerinin yolu nerde ey benim dayancım, ey benim efendim? Onlara
kavuşma, onlarla buluşma yolunu göster bana; uzak kala kala yandım, eridim.
A güzelim, gece yarısı inadına peçeni örttün, yüzünü gizledin de
geldin; bütün o güzelliğe, bütün o iyiliğe kötülük hiç yaraşmıyor.
A benim yiğidim, size canımı feda ettim; bir ümide düştüm de
geldim; hasetçinin sözü bütün ip uçlarımı kesti gitti.
Padişahların da canısın, perde açan kapıcıların da; aray anların
gözüsün, mumusun sen; sensiz candan da oldum, yerden de... kucağımdan nerelere
gittin sen?
Dostum, sevincim, bahtım, devletim, her kutluluğumun ıssı. fakat
bütün cefalarınla bundan da daha güzeldin sen.
A kutluların padişahı, a yurtların yüceliği; her
zalimin zulmünü benden giderirsin diye sana geldim ben.
Acıyışınız
her şeyi kavramış, kaplamıştır; esirgeyişiniz her yana yayılmış, döşenmiştir,
efendilerimiz bizim, her tapı kılanın tövbesini kabul edin.
Önceden
gelenlerin şarabından başka bir şarapla sarhoş olmam ben; bir kadehçik sun;
Tanrı lûtfunun küpünden ne eksilir ki?
Yüzünüz bize
Ay’ın on dördüdür, neşemizdir, ışığımızdır; hayalinizin gölgesi her yüce
kişinin devletidir.
Ey hasta,
yorgun gönül, sakın sakın kaçma sarhoşlardan; âşıklardan kaçmazsın sen,
kaçarsan çıfıtsın, dininden dönmüşsün.
Kıblemiz
hayalleri; tadımız tuzumuz, nazlanışları, cilve edişleri... ey benim dayancım,
güvencim, güzellikleri de her zahidin fitnesi.
Yas tutan
kadınlar gibi başını, yüzünü dövmeden önce onlarla buluşmanın değerini bilmeye
bak.
Yeniaya
benzeyen buluşmanızın nuru, pek sağlam tan yerinden göründü de düzenler kurdu,
aldattı beni, heyecanlara düşürdü, sonra da çekti kendine.
A arayıp taramadan sarhoş olmuş gönül, aşkın yüzünden, şeklinden
bahset; iki dünyadan da çık gitsin; ne yaparsan yapabilirsin, arkan sağlam.53]
XCVI
Ey ki garîb
âteşî der dil-o cân-ı mâ zedî
Âteş-i dil
mukıym şod tu be sefer çerâ şodî
A güzelim,
gönlüme, canıma görülmemiş bir ateştir saldın... gönül ateşi yerleşti kaldı;
sen ne diye yolculuğa düştün?
Ateşin
y erleşti, gönlümle eş dost oldu; ateşine söyle, ab ıhay at gibi sâfalar geldin
diyor de.
Hayalinin
lezzeti gönlümü yaktı, doğradı. güzelim, sanki gamın şeker de gönlüm bir kâğıt.
Mum dayandı
da her yanı ışık kesildi. Işık her şeyden iyidir, hele ölümsüz, sonsuz ışık
olursa.
Işık bir
soluk baş kaldırdı mı, canı isteyen tek başına kalakalır. Tanrı’nın lûtfu
olmadıkça benim ay yüzlüm de görünmez olur gider.
Fakat gene
bir ihsana uğrar, Tanrı yardımından gene bir lûtuf belirir de sonsuz birlik
imam olur, uyulur kendisine.
Kahır
kaplanını bağlar, sevgi kapısını açar, şehrin üstüne bir kubbe kurar da şehir
kötülükten kurtulur.
XCVII
Adhakenî bi
nazratin kultu lehû fehâkezî
Şarrafanî bi
hadratin kultu lehû fehâkezî
Bir baktı,
güldürdü beni; işte böyle olmalı dedim ona... Huzuruna aldı, yüceltti beni;
böyle olmalı işte dedim ona.
Aşkının beyi
geldi, askerleri tacizlik verdi bana. y ardım etti, kurtardı beni; böyle olmalı
işte dedim
ona.
Güzelliğini yükledi bana; hilâli aydınlattı beni; bir sarhoşluk
verdi, yardım etti, güçlendirdi beni; böyle olmalı işte dedim ona.
Yanımızda yer yurt edindi; ateşimiz onunla yatıştı... bir işret
düzdü, koştu ki şaşırttı bizi; böyle olmalı işte dedim ona.
Yüzü karanlıkları ışıttı; lûtfu ümidimizi gerçekleştirdi; geldi de
hal hatır sorarak yüceltti beni; böyle olmalı işte dedim ona.
Gönlüm kâsesine nail oldu; fakat pek büyük, pek zor buldu onu; bir
şarap sundu da muradına erdirdi onu; işte böyle olmalı dedim ona.
Şemseddin,
Tebriz’den iniltimi duyar da yola düşer, gelir... beni yüceltir gene; işte
böyle olmalı derim ona.54]
XCVIII
Ey dil-i bî karâr-ı men râst begû çi gorherî
Âteşiyî tu
âbiyî âdemiyî tu yâ perî
A benim
kararsız gönlüm, doğru söyle, nesin sen? Ateş misin, yel mi; insan mısın, peri
mi?
Ne yandan
gelmişsin, nerelerde yayılmış, neler yemişsin... yoklukta ne görmüşsün ki
yokluğa gidiyorsun gene?
Kökümden ne
diye sökersin beni; ne diye yok etmek istersin beni. Ne diye akıl yolunu
vurursun; ne diye perdeni yırtarsın, ne diye?
Senden başka
her hayvan, her canlı, yokluktan sakınır; sense tutmuşsun, varını yoğunu
yokluğa çekiyorsun.
Ateş gibi gidiyorsun;
sarhoş, yerlere yıkılmış bir halde gidiyorsun; kulağına nerden öğüt girecek,
nerden halkın sözlerine kanacaksın sen?
Şu dünya
dağının üstünden akan bir selsin sen; mekânsızlık denizine doğru, benim
soluğumdan da tez akıp gidiyorsun.
Hangi yelle
esmedesin? Bahçe de şaşırıp kalmış, bahar da. Ne gülsün, ne nerkissin?
Süsen de sarhoş olmuş senin yüzünden, selvi de.
Çemberine
bir eş olmayan tefin sesi, kâfirin saçma sapan sözleri gibi kulağımıza girmez
bizim.
Aşkının
Mûsa’sı yaklaşma deyip durmada; herkesten nasıl kaçmayayım, Sâmirî gibi nasıl
ürkmeyeyim?
İnsanların
içindeyim, aralarındayım onların ama toprağın içindeki Ca’ferî altın gibi
kaçmışım onlardan.
Altın,
iki bin kere ben altınım diye bağırsa, defineden dışarı çıkarmadıkça
kimsecikler müşteri olamaz ona.
XCIX
Her terebî
ki der cihan geşt nedîm-i kihterî
Mî beremed
ezo dilem çün dil-i tu zi mahzerî
Dünyada
aşağılık bir kişiye eş dost olan her çeşit neşeden gönlüm kaç ar, hani senin
gönlünün helâdan kaçtığı gibi.
Bir aptala
nasip olan her hüner, her marifet, himmetimin önünde neşelenmeye, övünmeye bile
değmez.
Özenilip
avlanacak bir şeker bile olsa baharıma nasıl ulaşabilir ki? Şeker dudaklı bir
dilber yemez o şekeri, sınanmalarla pişmiş, gelişmiş er özenmez bile ona.
îster Ay
olsun, ister gök, isterse alımlı bir güzel... hepsi de birdir; bir nuru, feri
yoktur onun ki.
Herkese
verilen elbise özel bir elbise olamaz; arslan bir yiğit, köpek kâfirlerin
artığını yemez.
îsterse
yoklukta olsun, özel bir meclis gerek bana. Kevser bile olsa herkesin içtiğini
az içerim ben.
Mesîhlikten
lâf açmadasın. Peki, ne diye eşeklerin sidiğini kokluyorsun? Kâfirin canı gibi
ne diye pisliğe alışıyorsun?
Altınla elde
edilen malın mülkün temeli eşek sidiği olmasaydı, eşeklerin canları onun
kokusunu alıp bulunduğu yere gitmezler, orda
yayılmazlardı.
însan
kuyumcuysa kendi değerini kendi biçer; Kubad’la Sencer şahne dikilirlerse
sevinmezler ki.
İncinin,
mücevherin üstüne altın yığ, altının altında kalsın; üste çıkmasa da altın gene
ondan değersizdir.
Fakat
sıçrar, altının üstüne çıkarsa daha da değer kazanır; sen onu altından da üstün
bil; pek değerlidir o inci.
Biz inciyiz,
bu dünya sınanma yüzünden altın. aşağılık bir inci değilsen sıçra da çık üstüne
altının.
Boğazın
dileği tatsız tuzsuzdur; cinsî isteğin zevkiyse pek tez geçip gider... ikisi de
köpekle, domuzla bir; eşekle öküzün isteğinin aynı.
Ululuğa da
değmez, ululuk havasına da uymaz. Ne bir padişahın, bir Sencer’in himmetine
lâyıktır bu; ne bir peygambere kıble olabilir.
Aşktır, yalvarıştır, kulluktur akıllılığın alâmetleri... dostu
görmek istiyorsan gözündesin onun, onu görecek yerdesin demektir.
Abıhayatı aramak, elbiseyi suda yumak, gönül kapısına oturup
beklemek gerek ki sana açılsın o kapı.
Neşede, sevişmede, görüşte, oynaşmada her üstün kişinin gönlüne
girmek, yedmek, yedilmek farzdır.
Başına buyruk gidiş, gidiş değildir; bir gökyüzüne bak;
yıldızların hepsi de aramada, yelip yortmada; fakat hepsi de buyruğa râm olmuş.
Gündüzün gizlenmelerine bak, geceleyin görünüşlerini seyret;
ulular ulusunun sarayının çevresinde heyecanla dönüşlerinden ibret al.
Tanrı için dolunuyorlar, Tanrı için doğuyorlar; Tanrı’yı
istiyorlar, Tanrı’ya âşıklar. ayaksız, kanatsız yelip yortuyorlar;
birbirleriyle y arışıy orlar.
Güneş’in ateş gibi gidişine bak; Ay’ın geceleri
yürüyüşünü gör... seher çağının gürültüsünü seyret; tıpkı mahşer
günü hani.
Temiz
kişinin canı melek; kötü kişinin canı şeytan. Kerem sahibinin varlığı bir gemi;
kötü kişinin varlığıysa demir atmış, kalakalmış.
Merhamete
bak, sanki süt ırmağı, şehvetse bal ırmağı. ömrü akıp giden bir su ırmağı bil;
özleyişse kıpkızıl şarap ırmağı.
Dört ırmak
da sende gizli; hiç görmüyorsun fakat, nerde bile demiyorsun; O’nun sıfatları,
O’nun zatı gibi hem gizli, hem apaçık ortada.
Özleyişin
coşup köpürmesi nerden; zevkin meydana gelişi nerden? Ömrün lezzeti pusuda,
acıyışsa bir örtü altında.
Halk ona av
kesilmiş; onun işi gücüyse bir delik açmak, onları kurtarmak. Onun dileğine
karşı her varlık bir başka çeşit bezentiye düşmüş.
Gece bir
Hintli’ye benziyor, gündüzse büyücüye. adalet bir me şale sanki, zulümse bir
kör, y ahut da sağır.
Akıl, bir
savaşçıya eş dost olmuş; nefis sanki bir Zenci... aşk sarhoş olmuş, esrara
düşmüş; dayanmakla utanmaksa sanki adalet sahibi bir er.
Padişah,
herkesin kulağına gizlice bir nüktedir söylemiş. herkesin canına bir başka
haberdir duyurmuş.
Kullar
arasında savaş var, diriler arasında kin gütmek. bütün bunları o yapmada; işte
sana güzel mi güzel, nazik mi nazik bir dost.
Güle tatlı,
güzel bir söz söylemiş, güldürmüş onu. buluta bir nükte söylemiş, iki gözünü de
y aşlara boğmuş.
Gül der ki:
Meclis kurmak hoş; bulut der ki: Ağlayış daha iyi. Hiçbiri öbürünün öğüdünü
tutmaz, sözüne kanmaz.
Dala
oyna demiş; yaprağa el çırp. Göğe çark ur demiş; y eryüzünün çevresinde
dönedur.
Akla uç git
demiş; aşka şaşır da kal. Sabra da bir güzelin gamıyla kan ağla demiş.
Yüze, bir güzelce gül demiş; saça, yüze perde çek... Yele de o
nerkisin yüzünden kap perdeyi demiş.
Dalgaya coş demiş, arı duru sudan uzaklaştır köpüğü. Gönüle de
hadi demiş, her güzelin yüzüne bak gitsin.
Her yanda bir alâmet; her solukta bir kıyamet. Hem de söze
dalarsam kınamayasın beni diye.
Tanrı alnıma bunu yazmış; gönlüme ne ekmiş acaba? Sabrımı öldürdü
Tanrı; ne sabır kaldı artık, ne sabreden.
Gönlümde
olan tümden suyla yağ. Ah, sözün de sırası mı? Yanıy orum, ah aşkın elinden,
ah.
Sırrının
sabahı ağardı; lûtuf yelinin kokusu geldi; bol bol ihsan çağı geldi çattı;
görene apaçık göründü.55]
Gökten y ağdırdı o lûtfu; aşktan y arattı onu; küpten doldurdu
onu; anlay ana anlattı onu.
Kendisine kavuşturmak için bezedi onu; aslına
kavuşturdu onu; ışığıyla ışıttı onu, uykudan uyandırdı onu.
Onlarca bir
eşi, örneği yok onun; hepsi de kul köle ona... üstündür, uludur, ganîdir...
satın alınmaz, kimse râm edemez onu.
Ululadı
bizi, ihsanda bulundu bize; arıttı bizi, sevindirdi. ne gelecekse söyledi bize,
ne geçtiyse haber verdi.
Gölge
saldığı yer arındı; orda yatıp kalkana, orayı yurt edinene ne lûtuflar etti;
onun gibisi ne şehirlerde var, ne köylerde.
Şemseddin,
bir seher çağı Tebriz’den doğdu. ışığının parıltıları gönlüme vurdu; gönlüm o
ışıklara bir yurt kesildi.
C
Ger zi tu
bûseî hered sed meh-o mihr-o müşteri
Tâ neferoşi
ey senem k’ez meh-o mihr hoşterî
A güzel,
yüzlerce Ay, yüzlerce Güneş, yüzlerce Müşteri yıldızı, senden bir öpücük
almak
isterse verme... Ay’dan da daha güzelsin sen, Güneş’ten de.
A güzel, iki
bin can, iki bin gönül gelse de kapında yurt tutsa açma kapıyı; gönülden de
üstünsün sen, candan da.
Ayna da kim
oluyor ki gönlünde yer verecekmiş sana; a güzel, canın için olsun, aynaya bile
bakma.
Gökyüzüne
bile el atma da o senin atının önünde eyer örtüsünü başına vursun; kulluk etsin
sana.
Bir taş
parçası bile devlete erdi, bir çare buldu ama gene de kendine bakmada,
mücevherliği kendinde görmede.
Sense ey
doğana benzeyen gönlüm, onun eline doğru uç; hem de onun aşk kanadıyla. Niceye
bir kendi kanadınla uçacaksın?
Padişah
Şemseddin’in ardından ta Tebriz’e dek koşadur; aşk ordusu onunla beraber; sen
de yürü git, sen de o ordudansın.
CI
Pîş ez on ki ez edem kerd vucûdhâ serî
Bî zi vucûd ve’z edem bâz şodem yekî derî
Yokluktan gelip varlık çevresinde dönüp dolaşmadan önce, daha ben
yokken, yokluktan bir kapı açıldı bana.
Ne ay vardı, ne yıl... Can, yıllarca zevâlsiz canın çevresinde
döndü dolaştı; bir tertemiz yürüyenin, bir Kalender’in çevresinde yıllarca
kanat çırptı.
Mekânsızlık aşkının ateşi, bedeni de tertemiz y aktı, bitirdi,
canı da. Yalnız o ateşin ortasında y okluk gevheri kaldı; tıpkı bir semender
gibi hani.
Kendinden çıkan, varlığından geçen, kendini yer de geliştikçe
gelişir. Kan kesilen gümüş bedenli güzel, kendi kucağından kendi meyvesini yer.
O kâfirlik, dindarlık yanından geç de gel, gir gönül fırınına;
seyret de gör; âşıkların canları
altın kesilmiş; aşk da kuyumcu dükkânı.
Her şey feda olsun yoksulluğa; yoksulluk abadan, hırkadan münezzehtir...
Arş’tan yere dek ne varsa hepsi de yoksulluk yüzünden nura dönmüştür, nur
olmuştur.
Elest
meyhanesine bak, Şemseddin’in kadehiyle sarhoş olmuş; yüzlerce Tebriz’i su
derdinden de kurtarmış, ateş derdinden de.
CII
Sâkı-i can-fezâ-yı men behr-i Hodâ zi Kevserî
Der ser-i
mest-i men foken câm-ı şerâb-ı ehmerî
Cana canlar katan sâkîm, Allah için olsun, bir Kevser sun; şu
sarho ş başıma kızıl şarap kadehini dök gitsin.
Lûtuf denizi sensin, elinle gıdalandır beni. a ay yüzlüm, îrem
bağı sensin, kucağıma bir meyve düşür.
* A göklerden yeryüzüne inmiş melek; a
“îçin” sözüyle özümüze haberci olan güzel.
Şarap, şu başımda yelip yortmaya başladı mı, attığım demir sökülür
gider; altın gibi sararmış yüzüm, bir ateş parçası gibi kıpkızıl olur.
Bir puthane kesilmiş gönlümde, her solukta bir put vardır ama
senin yüzüne benzer güzel resim y oktur da.
Meclise gir, şarap sun, ilkbaharın töresini kur, a yüzü gül
bahçesine benzeyen, a boyu fıstık ağacını, selviyi andıran dilber.
Bir yudumcuk içerlerse kerem denizinden ne eksilir ki? Bir kâfire
de birazcık nasip olsa Tanrı’nın lûtfundan ne azalır ki?
Şu kararsız gönlüme bir kadehle karar ver; şu varlık sedefine bir
inci temizliği bağışla.
Ya
düşünceden kurtar beni, ya yaratılışıma ulaştır beni... yahut da bir merdiven
yap, kur; gökyüzünden bir kapı aç bana.
CIII
Yâver-i men
tuyî bekun behr-i Hodâ tu yâriyî
Nîst turâ
zeîfter ez dil-i men şîkâriyî
Yaverim,
yârim sensin, Allah için bir yardım et bana; benim gönlümden daha arık bir av
yoktur sana.
Ney gece
gündüz benim için feryat eder; çeng dertlere düşerek, yanarak benim için ağlar,
inler.
Bana
lütfedip de bağrına bassaydın, sıksaydın beni, hiç gamın, elemin eli beni
sıkabilir miydi?
Merhamet
bulutundan başıma yağmur yağdırsaydın, bulut kesilmiş gözlerim akıp duran
gözyaşlarını y ağdırmazdı elbet.
Saçlarının
ucunu ellerime verseydin elimi uzatırdım da feleğin kulağını tutardım.
Bir gece
lütfeder de bir hoşça başımı kaşırsan Ay’ın başındaki külâhı kapar giderim.
Geçmişteki
haklara, âşıkının yalvarışlarına, ilkbahar kesilip de yeşerttiğin, oturduğun
can ekinlerime, çayırıma, çimenime and olsun.
Senin
yanından esip gelen yelin kokusuna, bana gün kesilen yüzünün ışıklarına and
olsun.
Lûtuf
güllerini başıma saçtığın andan beri çalışıp çabalama ayaklarıma hiçbir diken
dikenlik edip de batmadı.
Parça buçuk
da senin yüzünden kutludur, neşelidir; gül fidanı da senin yüzünden utanır,
kendinden geçer.
A
dudağım, sus... aslına kulak ver de o kendi sözleriyle görülmemiş bir gam
arkadaşı olsun sana.
CIV
Cem’mekun tu
berfrâ ber hod tâ ki nefserî
Berf-tu
bufserânedet ger tu tenûr-ı azerî
Yanına,
çevrene kar yığma da üşüyüp donmayasın. ateş gibi kızgın olsan bile, kar gene
de üşütür, dondurur seni.
Kendiliğinden
coşup kaynamayan, senin coşkunluğunu da yok eder gider. Ateş
kesilmemiş
kişiden kardeşlik umma.
İriliği bir
deredir, akar gider; kılına kılçığına aldanma onun. Başına, bıyığına bakma;
canı arıktır onun.
Bu
ses hoştur ama sen sıçra, ateş gibi gel tapıya. Başını şöyle böyle sallama,
sölpük, başıboş şeyleri dinleme.
CV
Bâz çi şod
turâ dilâ bâz çi mekr enderî
Yek nefesî
çü bâzi-vo yek nefesî kebûterî
A gönül,
gene ne oldu sana, gene ne düzenler kuruyorsun? Bir solukta doğan kesiliyorsun,
bir soluktaysa güvercinleşiyorsun.
Dün
âşıkların duaları gibi yücelere ağıyordun; derken gene y ıldızların nurları
gibi aşağılara iniyorsun.
Hilen,
düzenin, canına and olsun ki öldürdü beni; selin beni almış götürmede, nereye
dek sürüp götüreceksin beni?
Sevgi,
acıyış sözünü duymayasın, dosttan yana bakmayasın diye merhamet ilinden göçmüş,
heybet, korku diyarına gitmişsin.
Hafiflik
etmeye kalkışırsa gönlüm, güler de haydi dersin, uç bakalım... kendime dalarsam
kınar da demir atmış, kalakalmışsın dersin.
Gülersem
pişmiş kelle gibi sırıt dersin. ağlarsam testi gibi ağla, su sızdır dersin.
Türk’sün sen. Hintlilerde Türk yüzünü pek arama. çünkü Tanrı,
Hintli’ye Türk yüzü vermemiştir.]56]
Gülüş Ay’a
nasip olmuş, ağlayış buluta verilmiş. baht da toprağa Ca’ferî altın parıltısını
vermiş.
Güzelliği
dilberlerde ara, derdi âşıklardan iste. yüzün kıpkızıl bile olsa sapsarı yüzü
bende ara sen.
Ben aşağılık
bir kulum; toprak olayım, sitemler çekeyim. sense bir padişahsın, baş çekmek de
y araşır sana, cevretmek de yaraşır.
Sarhoş et, hoş bir hale getir beni de sonra oynamamı, hoş bir hale
gelmemi iste, mademki ekşi yemiyorsun, ağzıma şeker ver.
Senin tencerenim, güzel bir yemek pişirirsen benimle, güzel bir aş
veririm sana; fakat ekşi bir aş pişirirsen de ekşi aş veririm sana.
Şeytana bile bir hoşça baksan şeytan melek kesilir; a güzelim, bir
perisin sen ki peri bile yüzünden bir koku alamaz senin.
Büyü neden haram oldu? Çünkü senin güzelliğinin devrinde her
çerçöpün, her aşağılık kişinin büyüden lâf açması yazıktır, boştur da ondan.
* A gönül, azarlayışı, sarılışı, seni gamlara boğuşu, sevgisine
işarettir; azarı b ıraktı mı bil ki senden uzaklaştı o.
A
Şemseddin’in Tebriz’i, padişahlar padişahı güneş, doğundur senin; o başın
nurunun ışığısın sen, bu y anday sa iğretisin.
CVI
Âh hoceste
sâatî ki senemâ be men resî
Pâk-o lâtîf
hemçü can sobh-demî beten resî
Ah, ne mutlu
andır o an ki a güzel, sen bana gelip yetişesin; can gibi tertemiz, lâtif bir
halde, bir seher çağı bana ulaşasın.
O baş çeken
saçların bana, gecen hoş olsun demiş... şu ateş gibi yolculuktan ne vakit
döneceksin, ne vakit bu yurda geleceksin sen?
* Güneş’in ne vakit Koç burcuna benzeyen gönüle gelecek de sen
abıhayat gibi güllere, y aseminlere ulaşacak, onlara ölümsüzlük vereceksin?
* Hasan gibi gamın elinden yudum yudum zehir içmedeyim; ey Ahmedî
tiryak, Hasan’ın babasına ne vakit erişeceksin?]57]
Gamın kanıma
pek çevik, pek tez kastediyor ama can umuyor ki gönül kıran gama da gelip
çatarsın elbet.
O
zaman her şey, her yan sen olursun; gönül kalkar gider ortadan; sen bu bedene
eriştin mi,
beden de can gibi tertemiz olur.
Gökyüzünü birbirine kat, darmadağın et; gökyüzüne bağlılık ayıbını
çekme artık; umarım, saçlarının kokusuyla o ipin ucuna yapışırsın.
Sen zevâlsiz güzellikle kadının, erkeğin başına çıkageldin mi,
kadın kadınlıktan çıkar, erkek kanlar içinde kalır gider.
Güzelliğin ayak bastı mı, Mısır Yusuf’u secdeye kapanır... kefenin
başucuna geldin mi ölü dirilir, mezardan kalkar.
Şemseddin’in
güzelim hayali, Tebriz’de pusudadır; bakalım, ne düzenle, ne hünerle gelip
çatacaksın diye din gibi sen de cana istekli bir hale gelirsin.
CVII
Can be fedâ-yı âşıkan hoş hevesîst âşıkıy
Işk perest ey poser bâd-ı hevâst mâ bakıy
Âşıklara canlar feda olsun; hoş bir hevestir aşk. Oğul, aşka tap;
geri kalanı havadır, yeldir.
Aşk şarabıyla sarhoşum; bulunduğum yerin döşemesi aşk ateşidir;
bas ayağını ateşime; niceye bir ikiyüzlülük?
Gökyüzünden ta yere dek ateşten bir zincirdir sarkıtılmış...
yolunda gerçeksen sarıl o zincire.
Aşk nasıl şeydir, sor bana. aşk, bir çeşit deliliktir; insanı
zincire vurdurur; fakat ahmaklık yoluyla değil ha.
Aşka tap ey oğul; aşk hoştur ey oğul; yürü, âşıkların canlarına
and olsun ki aparısın, güpgüzelsin, gerçeksin sen.
Yolun yokluk olduktan sonra sana nerde, kim düşman olacak ki?
Senin gücün kuvvetin kimde olabilir ki? Yakıp kavuran salt ateşsin sen.
Canımı kul köle et, zevkimi, neşemi dirilt. Yok et beni, sonra y
arat da bir kere daha y aratıcılığını göster.
Bir soluk sus, susarken coş, köpür. Seher çağında susarsın sen,
susarken söylersin sen.
Gönülsüz,
cansız söz söylemek Sâmirî’nin
öküzünün
töresidir; ey oğul, doğru olmaz bu; sen doğru yürümeye bak, doğrulukta behren
var senin.
CVIII
Her beşerî
ki sâf şod der du cihan verâ dilî
Dîd garez ki
fakr bod bang-i Elestrâ belî
İki dünyada
da gönlünü arıtan her insan, Elest sesine karşı “belâ-evet” demenin yokluk
olduğunu görmüş, anlamıştır.
Topraktan
yaratılmış âlem bir tepeciktir sanki; yokluk, onun altında gömülü define...
Tepenin üstünde oynayıp eğlenmek çocukların zevki, neşesidir ancak.
Kimin gözü
bağlanırsa hırs parıltısı yatışır onun. defineden haberi olmayan, ona aldırış
etmeyense ağırcanlı olur, tembelleşir gider.
Ay gibi bir
güzellik definesi. Can onu gördü de aman, ne de güzel, nazar değmesin dedi.
Binlerce padişah, yoluna düşmüş. ah, ne de
büyük, ne de
elde edilmesi gereken yüce bir şey.
Överdim
dudağını, açar saçardım can yüzünü, giderdim anlatma yoluna; fakat nerde
anlayacak, nerde ona ulaşacak kişi?
İki köyde de
ona lâyık kimsecik yok ama varsın olmasın... sen canını da at yoluna, kendin de
atıl; baş çekme, koy başcağızını yere.
A
tanınmış Tebriz, Şemseddin’in kapısında kemer kuşan. çünkü başın bir olgun
kişinin ay ağına kapanması kutlu bir şeydir.
CIX
Bâ hemezan
fozolekî çu ki bemâ meloleki
Rov ki be
dîn-i âşıkıy seht azîm goleki
Herkesle
gevezelik eder durursun; bizeyse surat asarsın, usanmış görünürsün. yürü be,
âşıklık dininde pek büyük bir ahmacıksın sen.
A havasına
uymuş herzevekil, a Tanrı’dan usanmış kişi, sen kaanın adamı değilsin, bir
Moğolcağızsın sen.
Kendi şarabınla kendin bir sarhoşcağız olmuşsun; gâh ekşiceğizsin,
gâh tatlıcağız... Hünerceğizinde pek derinceğizlere dalmışsın diye nazcağızlar
etmedesin, ululanmacıklara kendini vermişsin.
Bir kütüphane bile olsan can bahçesini istemiyorsun,
aramıyorsun... Hocam, soycağızın sopcağızın var ama temelceğizlerin yok.
Yürü, bakıra benzeyen varlığını can kimyasına harca da altın gibi
onun yüzünden y arım pulcağızın gamma düşme.
Gönlümden dedim ki: Niceye bir beden ehlinin hayaline dalacağım?
Seninle oldum mu, her donmuş, buz kesmişten gönlüme bir elçiceğiz geliyor.
Sen bir
gulyabaniceğiz bile olsan tek Tanrı’nın eşsiz ışığı, Tebriz’deki Şemseddin,
gönül y olcularının yolunu emin etmiştir.
CX
Rû benemûdemî be tu ger hemegî ne cânemî
Dîde şodî nişân-ı men ger ne ki bî nişânemî
Tamamıyla can olmasaydım yüzümü gösterirdim sana... Bir belirtim
olsaydı belirtimi, izimin tozunu görürdün.
Gümüş bedenli bir altınım; lâ’l dudaklı bir inciyim. Madenin
içinde olmasaydım altın cevherini gösterirdim sana,
Lûtfum bırakmıyor seni; yoksa senin hevesine düşerdim de a şekerim
benim, bütün zamanları sinek gibi kışalar giderdim ben.
Can gül fidanı, aşkınla dedi ki: Korkmasam süsen gibi baştan başa
dil kesilirdim.
Halk, akıllısın sen diyor, bir soluk kendine gel. Onlara dedim ki:
Evet, böyleysem, bir soluk da öyleyim işte.
Ay’ın gümüş kaftanı, civarına lâyık olsaydı kemerinden tutar da
sana çekerdim onu.
Aşkının havasının dalgası, bir soluk bıraksaydı beni, ateşler
haline gelirdim de âşıklara çare kesilirdim.
Kıskançlık
okuyla zamanenin gözünü yumdurmasaydı apaçık görürdü ki onun elinde bir yayım
ben.
Bu
söz, Tebrizli Şemseddin’e bir işarettir ancak... Ah n’olurdu onun kapısında bir
terceman olaydım.
CXI
Sûht yekî
cihan begam âteş-i gam bedîd nî
Sûret-i in
tılısmrâ hîç kesî bedîd nî
Bütün bir
cihan gamlara yandı da gam ateşi görünmüyor. bu tılsımın şeklini hiç kimse
gördü mü ki? Hayır, görmedi.
Onun
kehribarındaki güç, beni her yana çekiyor. Acaba beni çekeni gören var mı?
Hayır, yok.
Semâ’ var da
çeng yok. Şarap var da renk yok. Kadeh kadeh üstüne yüzlerce kadeh sunulmada?
Kadehi tadan nerde? Meydanda değil.
Aşk kırbayla oynuyor; bense onun elinde bir şişeye benziyorum;
şişeyi ayaklar altına attı, kırdı; kimsenin ayağı yaralandı mı? Hayır.
Yol alanlarca şeyhin de sayısına son yok, müridin de... Fakat
birlik soluğuna gelince, ne şeyh var, ne mürit.
İnsanların arasında tanınan, sözü yayılan, Bâyezîd’in gölgesidir;
Bâyezîd’in özüyse ortada yok.
Muştuluk
verin âşıklara, buluşma, kavuşma bayramı geliyor. Öylesine bir bayram ki
ramazan da değil bu, bayram da değil.
CXII
Âmedeî ki râz-ı men ber heme kes beyan kunî
V’on şeh-i bî nîşânerâ cilve dehî nişan kunî
Gizlediklerimi herkese söylemeye; o izinin tozu belirmeyen
padişahı göstermeye, izini belirtmeye gelmişsin.
Dün akşam sarhoş hayalin, elinde bir kadeh,
çıkageldi... şarap içmem dedim, etme dedi; ziyan edersin.
Dedim ki: Korkarım, içersem utanmam uçar gider başımdan da o
kıvırcık saçlarına el atarım; tutar, çekersin benden.
Gördü ki nazlanıyorum, gel dedi, ne şaşılacak kişisin sen? Can
sana yüz tutuyor da sen ondan yüz çeviriy orsun.
Herkese
düzen kurmada, kötülük etmedesin ya; benim gibisine de düzenler kuruyorsun;
halbuki gizli hasbek benim; iş böyleyken benden sır gizlemedesin.58]
Yeryüzünün gönlündeki define benim, ne diye yere baş koyuyorsun?
Gökyüzünün kıblesi benim, ne diye göğe yüz tutuyorsun?
Bir padişaha bak ki bakış, görüş ışığını o verir sana. inada düşer
de baş çekersen ecel günü öylece kalakalırsın.
Betine benzine renk geldi ya; onun için sararıp sol. bir atlının
ardından ne diye safran gibi
sararıyorsun?
Horoz gibi erkek ol; vakti tanı; öne geç, yürü. Horozken tavuk
gibi dişileşmen yazıktır.
* Eğri otur, doğru söyle... Doğru olur bu iş, lâyık olan da budur...
Senin canın da benim, rûhun da; sense onları bir başka yana yollayıp
duruyorsun.
* “Borç verin” buyruğuna uyar da bir kesinti verirsen, bil ki kalp
bir kesintiyi bile define edersin, hazne y aparsın, maden haline getirirsin.
“Sakının” buyruğuna uyar da iki üç gün gözünü yumarsan, duygu
gözünün kaynağını apaçık incilerle dolu bir deniz yapar gidersin.
Amacımıza bir soluk, ok gibi doğru gidersen, gökyüzündeki Utarid
yıldızının boyunu kendi kirişine yay edersin.
Bundan daha iyi kerem de şudur ki suçunu, günâhını bağışlar. bunu
bir anlatay ım da bak; bana karşı nasıl, ne çeşit feryat edersin.
Yeter, bu
söz anlatmaya sığmaz; ağza
gelmez...
hattâ bütün zerreleri açsan, her birini bir ağız haline getirsen gene
anlatılamaz.
CXIII
On ki behord dem be dem seng-i cefâ-yı sed menî
Gam nehored ezon ki tu rûy berû turuş kunî
Seni seven, soluktan soluğa, yüz batmanlık cefa taşı yese bile,
sen ona yüzünü ekşitmedikçe gam yemez.
Şarap, ona edeceğini etti mi oyuna dalar, bağırır, çağırır,
neşesini bildirir. Çünkü o, madenin has akıykını koltuğuna almıştır.
Kumar oynanan yerin eriyim, uçsuz bucaksız bir âlemim ben. gözünü
aç, yüzüme bak, aydınlığa karşı seyre dal gitsin.
Senin rengine bakmaz, savaşından gam yemez o. Hoca, yoksa eminlik
yurdunu hiç görmedin mi sen?
Sirke ekşi olursa olsun; o ekşimiş diye bal da
ekşi olur mu hiç? Suyun yüzünden yağ yağlığından vazgeçer mi ki?
O seyre
dalmışım ya; sarhoşum, semâ’a düşmüşüm... Fakat herkesin semâ’ı varlıktan,
benlikten temiz olamaz.
Bizim
semâ’mız bakıştır, görüştür; onun semâ’ıysa boşuna. Fakat oğul, Türk Ermeni’nin
dilini bilmez ki.
İnananlar
mezarlarının içinde oynarlar, el çırparlar. inanç şarabını içmişlerdir,
mekânsızlık meclisinde sarhoş olmuş gitmişlerdir.
O
senin yanındadır, önündedir şu an; fakat sen sevgiliden bir koku alamıyorsun da
göz ucuyla her yana bakınıp duruyorsun.
CXIV
Çeşm-i tu
hâb mîreved yâ ki tu nâz mîkunî Nî be Hodâ ki ez degel çeşm ferâz mîkunî Uykuya
mı dalıyor gözlerin, yoksa naz mı
ediyorsun? Hayır... and
olsun Tanrı’ya,
düzeninden yumuyorsun gözünü.
îş eri
uyusun diye gözünü yumuyorsun; uyudu mu da altınına el uzatıyorsun.
Bir zincirdir uzatmışsın; sonu gelmez bir tuzaktır kurmuşsun.
Kimin bağını pekiştirmedesin, kimin bağını çözmedesin?
Suçsuz âşıkını sevaba girmek için öldürüyorsun da sonra şehitlerin
mezarları başında ezan okuyor, namaz kılıyorsun.
Kimi sâkîler gibi baştan aklı alıp gidiyorsun sen; kimi de
çalgıcılar gibi nağmelere dalıyorsun sen.
Ayrılık neyini üflüyorsun; Irak neyini çalıyorsun; Bûselik
perdesini Hicaz’a eş ediyorsun.
Yoksulun canını, gönlünü, tutsağın yaralı gönlünü güzelliğinin
sadakalarıyla niy az haznesi haline getiriy orsun.
Feleğin perdesini yırtıyorsun, padişahlık
cilveleriyle cilveleniyorsun... Eyaz’ın saltanatını sürüyorsun da
padişahların taçlarını kapıyorsun.
Benim
âşkımsın sen, aşkın hiç şekli mi olur? Şu şekle bürünmüşsün ya; mahsustan
yapıyorsun bunu.
Sonsuz bir
haznesin sen; hazneye padişahın tuğrası nerden vurulacak? Bir yanına vursan
bile orasını kesmek için vurursun.
Zenginliğe
dal da sus, utan artık. niceye bir onun zenginliğinin yanı başında tamahlara,
ümitlere sarılıp feryat edeceksin?
CXV
Ey ki leb-i
tu çün şeker han ki karâb neşkenî
Vey ki dil-i
tu çün hecer han ki karâb neşkenî
A şeker
dudaklı, sakın testiyi kırmayasın. a taş yürekli, sakın te stiy i kırmayasın.
Onun sarhoşu
oldun mu, elinden şarap içersin. fakat tehlikeli bir soluktur o; sakın testiy i
kırmayasın.
Aşk yüreğime
girdi, yerleşti; gönül tümden sırça kesildi... a oğul, yavaş gir; sakın testiyi
kırmayasın.
O lûtuf
sahibi güzel, eşin dostun oldu ama saçına el atma; sakın te stiy i kırmayasın.
Onu
tanımadıkça gönlünden kıy aslamay a kalkışma. O başkadır, sense büsbütün
başkasın, sakın testiy i kırmayasın.
Gönüllerdedir,
sırça gönüllerdedir o. aman, y avaş geç; sakın testiy i kırmayasın.
Tanrı
insanda göründü; hayır-şer bir araya toplandı; şaşırma bu kazaya, bu kadere.
sakın testiy i kırmayasın.
Tebrizli
Şemseddin’le beraber oturup kalkıyorsun ama hünerden lâf etme; sakın testiyi
kırmayasın.
CXVI
Zerger-i
âftâbrâ beste-i kâz mîkunî
Kurte-i
şâmrâ zi meh nakş-o terâz mîkunî
Güneş kuyumcusunu altın, gümüş kesen makasa bağlamadasın; akşam
gömleğine Ay’dan süsler, bezentiler işlemedesin.
Geceyle gündüzü, bu Habeş’le Rum’un enini boyunu, onların törelerine
uyar da gâh kısaltırsın, gâh uzatırsın.
Kimi olur, kulun geçici işini doğrultursun, gerçek edersin... kimi
de olur, gerçeği tutar, alay haline kor, geçici bir şey yapıverirsin.
Bu ne keramettir ki kapılar kapalıdır. gene de tutar, onun yüzünün
hayalini bu kapalı kapılardan geçirir gidersin.
Yel gibi uçup giden düşünceye bir inattır verirsin, kaskatı
kalakalır. Yalvarma nedir bilmeyen gönüle de tutar, yalvarıştan bir kanattır
verirsin.
Gam bulutlarıyla kaplı gecede meşaleler getirirsin; ıztırablarla
dopdolu, daralmış gönülden bir penceredir açarsın.
* Biz
aşkının Damışk’ında, senin için yerleştik, senin için orasını yurt edindik.
sense
cilvelerinle,
yüceliğinle nazlanıyorsun; tutuyor Azâz’a gidiyorsun.
Kimi olur,
birazcık suç yüzünden bütün suçluları vuruyor, kırıyorsun; kimi oluyor, ulu ulu
günahlara göz yumuyorsun.
Kimi oluyor,
padişahın yoksuluna padişah himmeti bağışlıyorsun; kimi oluyor, Kubad’ı da
tamahlara kul ediyorsun, padişahı da.
Nağmeler
çıkaran neyi, ayaklarının altında kırıp döküyorsun; derken kırık dökük çengi
meclise lâyık görüy orsun, ona nağmeler veriyorsun.
Zevk
lavtamızı kimi üç telli yapıyorsun; kimi de Bûselik perdesini Hicaz’a
çeviriyorsun.
Can, senin
cömertliğinle can oldu, öz kesildi, güzelleştik derken onu tutuyor, soğan gibi kabuğunu
sıy ırıp soyuyorsun.
A benim
dayancım, bir bakışın akıl fikir verir, karar bağışlar bana A benim padişahım,
lûtfun dayancımdır, eminlik yurdudur bana.
Sensin
yapımın temeli; sensin dileğimin özü... Sensin varımın yoğumun olgunluğu;
sensin mahzenimin artan geliri.
Her bakan
gözün gözbebeğisin; her alıcının maksadı sensin. Her dağınık kişinin gücü
sensin, her beli bükülenin kudreti sen.
Bana nimet
verenimsin sen; yapayalnız gecede eşim dostumsun sen. Pek kerem sahibisin, her
derip devşiren, senin lûtfunu derer, devşirir.
Her
mal mülk ıssının ulusu sensin; her helâke gidenin kurtarıcısı sensin; her
yolcuya kılavuzluk eden sensin; her sır yayanı dağıtan da sensin.59]
Ne
kadar susayım, susmaya yöneleyim diyorum da gene benim inadıma, aklımı fikrimi
tamahlara düşürüyor, söze çekiyor, söyletiyorsun beni.
CXVII
Âb tu deh
gosesterâ der du cihan sekâ tuyî
Bâr tu deh şekesterâ bâr-geh-i vefâ tuyî
Yorulmuş, bitmişe sen su ver, iki dünyada da saka sensin...
kırılıp dökülmüşe sen yardım et; vefa konağı sensin ancak.
Sevinç burcunda yarıklar açıldı; gönül ordusu silahsız, pusatsız
kaldı. sağ kola külâh sensin, sol kola giyim, silah gene sensin.
Şarapla yıkılmış gitmişiz; kış dövmüş, ezmiş bizi. gözümüzü sana
dikmişiz, tutya sensin çünkü.
Vefadan yüz çevirme, arı duru suya toprak serpip bulandırma;
abıhayat da sensin, utanç da sen. gönüle arka da sensin, ebedî dayanç da sen.
Gök seni çağırmada; senin için can vermede. senin yüzünden ne ziy
ana uğrarsa hepsine devâ gene sensin.
Canının zekâtı olsun, kalk, şarap getir; her yayanın bineğini sun.
canımıza sâkî sensin ancak.
Şu savaş haberi, gönül birliğinin izi, eseri değil; vur boynunu şu
haberin; ululuk şahnesi sensin.
Kavganın
boynunu vur; vesveseyi kökünden sök, at... özel şarabı sun, Tanrı’nın
hasbekisin
Kadınlar bile Yusufları görünce ellerini doğradılar; kadınlardan
da aşağı değiliz ya biz, yüzü güzel Yusuf’sun sen.
Dostun yüzünden haberdar olmak, fakat elinden, ayağından haberi
bile olmamak. işte değerli haber bu; çünkü ustasın sen.
O gizli şarapla doldur kadehi de ağızsız içelim; içelim de şu
dünya, gene senin kimya olduğunu bilsin, anlasın.
Tanrı’nın o
yıllanmış şarabını, o Elest gününe kılavuz olan o peygamberlere sunulan şarabı
sun. pey gamberlerin mirasçısısın sen.
CXVIII
Rîk zi âb
sîr şod men neşodem zehî zehî
Lâyık-ı
herkemân-ı men nîst derin cihan zehî
Kum bile
suya kandı da hey gidi hey... ben kanmadım gitti; ağır, yüce yayıma değer bir
kiriş yok şu dünyada vesselâm.
Deniz en
değersiz şerbetim; dağ en önemsiz lokmam. Ey Tanrım, bana bir yol aç, bir bildir
bana; ne biçim timsahım ben?
Ecelden de
daha susuzum; acaba bir iri lokma bulabilir miyim diye cehennem gibi fırlanıp
durmadayım.
Aşkın
mizacına, bulaşmadan, kavuşmadan başka bir ilaç yok. aşkın ağzına senin
avcundan başka bir avuç ot veremez.
Pek ulu bir
başbuğdur; pek çeviktir ama akıl gene de senin tuzağına tutuldu mu, başını da
kaybeder, sakalını da.
* Tanrı’yı
bir bilen herkesin gönlüne gerçeklik veren sensin. Tanrı’yı insana benzeten
herkesin gönlüne bir şekil sokan gene sensin.
Nuh, senin
dalgalarının yücelerinde bir tahta parçasına eş dost oldu... rûh, civarının
kokusuyla sarhoş olup yerlere serildi, bir şaşkına döndü.
Sus
da gene susanların köşküne doğru git. a bir köye düşmüş, orda yıkılmış kalmış
adam, gene şehrine git, şehrine.
CXIX
Telh kunî dehân-ı
men kend be dîgeran dehî
Nem nedehî
be keşt-i men âb be in-o an dehî
Benim ağzımı
acıtmadasın, başkalarınaysa şeker veriyorsun. benim tarlama bir ıslaklık bile
vermezsin de şunu bunu suya kandırırsın.
Canımsın
benim, dostumsun benim, yıkılmaz devletimsin benim. bağıma bahçeme güz çağını
yollarsın.
Tam
şükürlerle dolup taşacağım çağda, ya benim inadıma, y ahut da benden kaçma
kuruntusuy la vaadlerde bulunmaya koyulursun,
sınar
durursun beni.
Ödağacı cömertliğe başladı mı, senin için tüter... sen köpeğe
kemik attın mı, arslan kapında secdeye kapanır.
Mahallemden geçer, yanıma uğrarsan dokuz göğü de aşarım; başıma
bir aman verirsen göklere ayak basarım.
Akıl da yoksulundur, fikir de. onlar senin sütünle be
slenmişlerdir, senin sütünle gelişmişlerdir. kendisine yay verdiğin kişi nasıl
olur da okunu atmaz senin?
Senin baktığın kişi, iki dünyaya da bakmaz artık. bir dilenciye
ekmek versen, padişahlar padişahı kesilir o.
Kime şeker verirsen bütün bedeni şeker kesilir; kime ağız verirsen
sen, iki dünyayı da bir lokma yapar da yutuverir.
Bütün şehirleri gezdim, dolandım; senden başkasında şeker yok.
artık şekeri pahalı verirsen seni kime şikâyet edebilirim, nasıl y apabilirim
ki bu işi?
Kimi tutar,
çekersin, pahalı verirsin; kimi yayar, dökersin, herkese ucuz verirsin. Bir
soluk böyle verirsin sen, bir soluk öyle.
Güneş’in
de, Müşteri yıldızının da övündüğü Şemseddin, Tebriz’de... Onunla Ay, lûtfunla
kıran ederse Ay’ın da gönlü dirilir gider.
CXX
Hâce turuş
merâ begû sirke be çend mîdehî
Hest şeker-lebî
eger sirke be gend mîdehî
A yüzünü
ekşiten dost, sirkeyi kaça veriyorsun? Bir şeker dudaklı varsa sirkeyi şekere
satarsın, şeker alırsın da sirke verirsin sen.
Sen almazsan
alma; ben hevesliyim, alırım; âşıkım, kendimde değilim; a boşboğaz, ne diye
öğüt verirsin bana?
Daha yakın
gel ey peri, ekşilik hiç yok sende. taç verirsin, kemer bağışlarsın, yüce b
ahtlar verirsin, devlete erdirirsin adamı.
Can binlerce gürültüyle senin için gebe kaldı gitti; çünkü kendi
aşk ateşine kendin çöreotu atıp duruyorsun.
* Canımı Ferhad gibi dağ delmeye çekiyorsun... böyle değilse ne
diye canımın eline külüng veriyorsun sen?
Ne verirsen ver. verdiğin şeyi zarar olsun diye veriy orsun sanan
kişinin hiçbir şeyden haberi y oktur.
Bir gül yaprağı alırsın, bir bağ ihsan edersin sen. bir eşek leşi
alırsın, yirmi tane yürük at bağışlarsın sen.
Tapı kılana şükredersin ama kimi olur, aldırmazlıktan gelir,
beğenmez görünür, suçsuz döversin insanı.
Zeyd’in başı yarılırsa Amr’a bir çare bulursun. Şam ülkesinde
kıtlık olursa Cend’e y ağmur yağdırırsın.
Kaç kere söyleme dedim; fakat senin ne suçun var ki? Sen değirmen
gibisin, sana ne konuyorsa onu öğütüyor, onu veriyorsun sen.
CXXI
Ey ki be lûtf-o dilberî ez du cihan ziyâdeî
Ey ki çü âftâb-o meh dest-i kerem goşâdeî
A lûtfetmede, a gönüller almada iki dünyadan da üstün güzel... a
Güneş gibi, Ay gibi bağışlayış elini açmış dilber.
Seher çağının güneşi, yeryüzünden baş çıkarmadan dünyayı gösteren
kadehi eline almışsın.
* Mehdi de sensin, doğru yolu bulmuş da sen; Tanrı’nın rahmeti de sen.
yeryüzünü kaplamışsın, zamana lûtuflar etmişsin, ihsanlarda bulunmuşsun.
Yüzlerce kınanmaya temelsin, özsün; yüzlerce kıy ametin
coşkunluğusun. misk kaynağını görmüşsün; şarap küpünün kaynayıp köpürüşü
olmuşsun.
Senin havandan baş çeken başını alıp bir yere varamaz. çünkü her
boyna bir gerdanlıktır takmış, bağlamışsın sen.
Kalk ey
gönül, halkı sabah şarabı içmeye çağır... dün geceden kalmasın; kendinde
değilsin, başsız-ayaksız düşekalmışsın ama gene de çağır gitsin.
Her seher
hayalin sâkîlik etmek ister. aklın, hünerin düşmanısın, sâf kişinin fitnesisin
sen.
Bahar gibi
bir sâkîsin; cennet gibi ebedîsin; kebap gibi güçsün kuvvetsin; şarap gibi
neşelisin, coşkunsun.
Kalk ey
gönül, çeke çekile belirtisi bile görünmey en şarap meclisine yönel; yayasın
böylece ama aşk bir ata bindirir seni.
Dünya zerre
zerre hep sana bakmada, seni seyretmede. Suyun da özüsün, temelisin, ateşin de.
Erkeğin de eşi dostusun, dişinin de.
Fakat
hırkaya benzeyen şu bedeni bağından sıyırıp çıkarmadıkça, şu beden hırkasında
bulundukça hırkaya, abaya bağlısın, seccadeye oturmuş bir kişisin ancak.
Ya
susanlara lâyık şarabı iç de dedikodudan kurtul, y ahut da söyleyen, tümden
sözden
doğmuş
bir hayvan ol, kalakal.
A sâkî,
lûtfet de sarhoşun elinden tut; kendi meclisine doğru çek, götür onu...
anacaddenin padişahısın sen.
CXXII
Ey zede mutrıb-ı gamet der dil-i mâ terâneî
Der ser-o der dımâg-ı can ceste zi tu fesâneî
A güzelim, gam çalgıcın gönlümüzde bir nağmedir tutturmuş. canın
başında, beyninde senden bir masaldır yayılmış gitmiş.
Soluğu güzel mi güzel hayalin, gayb âleminden soluk aldı da bir
göründü mü, aşk ateşinden bir yalımdır çıkar da ta göğe dayanır gider.
Aşk Zühre’si pençesini suya, toprağa atınca boyumuz çenge dönmüş,
göğsümüz kanun kesilmiş.
Topal bir ceylan, saldırgan arslanın pençesinden nasıl kaçabilir?
Bıldırcına benzeyen
beden, can doğanından nasıl kurtulur?
A gül, a can baharı... a şarap, a can mahmurluğu, padişah da odur,
tek er de o; odur senin birliğini yiyen, varlığını sömüren.
* Senin lûtfundan, senin ihsanından yoksulun yoksulluğu bir övünç
oldu da ölümün yoksullara karşı söyleyeceği bir söz kalmadı gitti.
Buluşman, gene bir bahane icat etmezse lûtfun, ihsanın, rahmetin,
buluşma davulunu dövüp duruyor.
Senin Mesîhlik sofrandaki yemekler; benim Meryem orucuma iftarlık
yemekler. bu gece kuru ekmeğimi senin Fırat suyunla ıslatacak, yumuşatacağım.
Ölümsüzlük yayı, oklarımıza başbuğ olmuş. Ahmed’in oku
Kinâneoğullarının övüncü kesilmiş.
O yayın bir ayak önce çekilmesi için herkes bir kiriş yapmada.
okuna hoş geldin demek için her gönül bir amaç kesilmede.
Tanrı çekişi
senin, benim ahımdan bir ip ördü de can Yusuf’u beden kuyusundan çıktı, bir
yuvaya sahip oldu.
Sus,
başın söz söyleme kaşıntısına uğradıysa, o güzelim kıvırcık siyah saçlara sabır
pek seçilmiş bir taraktır.
CXXIII
Bâz turuş
şodî meger yâr-ı deger gozîdeî
Dest-i cefâ
goşâdeî pây-ı vefâ keşîdeî
Gene yüzünü
ekşittin; yoksa başka bir dost mu seçtin? Gene cefa elini açmışsın, gene
vefadan elini, ayağını çekmişsin sen.
A ay yüzlüm,
dün gece gönül derdiyle sabaha dek uyumadım; çünkü sen düşmanlara kanmışsın,
benim hakkımda onların söylediklerini dinlemişsin.
A benim
ateşli soluğum, kalk... sensin gönlümün tanığı. A benim dün gecem, gel, ne
gördüy sen doğru söyle.
Bir ayna
almışsın, yüzüne bakıp duruyorsun... perdenin ardına girmişsin; fakat benim
perdemi de yırtmış gitmişsin.
Akıl nerde
ki durayım da şimdicek çaremi göreyim. sen bana ulaşalı akıl yitti gitti.
Bir
oyuncaktan ib aret olan şeklimi büyücülükle işlemişsin; gönlüme ne şaşılacak
iğneler batırmışsın, ne şaşılacak iğneler.
Gönlün
kapısına, damına bak; hep senin ayak izlerin var. iş böyleyken dün gece ne diye
halkın kapısından, damından koşup kaçmışsın?
îzini
bulan kişiye hırsız derim de bunu nerde buldun, şunu nerden aldın diye soruya
çekerim onu.
CXXIV
Sobh çû
âftâb zed râyet-i rûşenâyiî
Lâ’l-o akıyk
mîkuned der dil-i kân gedâyiî
Seher çağı
güneş aydınlık bayrağını çekti mi, lâ’l, akıyk, madenin gönlünde dilenciliğe
koyulur.
İsterse
gökyüzünden gizli olsun, isterse madenin karanlıklarında bulunsun; mücevher
olan taş gökyüzüyle bildiktir.
Işık doğudan
vurdu mu, dağı yarar da taşın gönlüne bir bağış parıltısıdır verir.
Kesin olarak
her aydının ardında bir aydınlatan vardır... yeryüzünde bulunan her şeyin
üstünde göğe mensup bir gözetici bulunur.
Bir Âzer’in gönlüyle
eli olmadıkça put düzülmez; peki, put yapan Âzer’in nasıl olur da bir Tanrısı
olmaz?
Gerçek
Peygamber, insanoğlu altın madenidir demiştir; madenle madenin arasındaki farkı
da altın gösterir.
BAHR-İ HEZEC
-MATVÎYY-
müfteilün
müfteilün müfteilün müfteilün
— A —
Hâce beyâ
hâce beyâ hâce deger bâr beyâ
Def’ medih def’ medih ey meh-i eyyâr beyâ
Hoca, gel. hoca gel; hoca, bir kere daha gel. a düzenbaz Ay,
gelmem deme; gel.
Senden ayrılmış âşıkı gör, kargaşalıklarla dopdolu dünyayı
seyret... mahmur susamışa bak a meyhaneci padişah, gel.
Ayak da sensin, el de sen; her varın varlığı da sen. sarhoş
bülbülsün sen; gül bahçesine gel.
Kulak da sensin, göz de sen; her şeyden seçilmiş de sen. çalınmış
Yusuf’sun sen; pazar başına gel.
A gözlerden gizlenmiş, a herkese can olmuş, cihan kesilmiş, bir
kere daha güle oynaya, gönülsüz, sarıksız gel.
Günün aydınlığı sensin; gamı yakan sevinç sensin; geceleri
aydınlatan Ay sensin; a şekerler
yağdıran bulut, gel.
A yepyeni bir dünyanın bayrağı, her akıl fikir sana rehin
verilmiş... kimi gelmezlikten, kimi kaçıp gitmeden gelme; tümden, birden gel.
A kanlara bulanmış gönül; bu coşkunluk, bu delilik niceye bir
sürecek? Üzüm olgunlaştı; koruk sıkmaya kalkışma artık da gel.
A
darmadağın gece; a söylenmemiş, kalmış gam, a uyumuş akıl, gidin. a uy anık
devlet, gel.!6U
A âvâre gönül, gel. a ciğerimin parçası, gel. kapıya v aran yol
kapanmışsa duv ara çık, duvardan aş da gel.
A Nuh’un soluğu, gel; a rûhun hevesi, gel. a yaralının melhemi,
gel. a hastanın sağlığı, esenliği, gel.
A yüzü parıl parıl yanan Ay, a derenin gönlünde akan su, sen
âşıkların neşesini ara; y ab anc ılar kör olsunlar, gel.
A can
sözcüsü, niceye dek dille böyle sözler
söyleyeceksin?
Niceye dek anlatış davulunu çalacaksın? Soluksuz, sözsüz gel.
II
Yâr merâ
gaar merâ ışk-ı ciger-hâr merâ
Yâr tuyî
gaar tuyî hâce nigehdâr merâ
Dostum
benim, mağaram benim, ciğerimi yiyen aşkım benim... Dost da sensin, mağara da
sen; hoca koru, gör, gözet beni.
Nuh da
sensin, rûh da sen; açan da sensin, açılan da sen. sırlar kapısında genişlemiş
gönül de sensin bana.
Işık da
sensin, düğün de sen; yardım görmüş devlet de sen. beni gagasıyla yaralayan Tur
Dağı’nın kuşu da sensin.
Katre de
sensin, deniz de sen; lûtuf da sensin, kahır da sen. şeker de sensin, zehir de
sen; daha fazla incitme beni.
Güneşin
odası da sensin, Zühre’nin evi de sen. ümit bahçesi de sensin; a sevgili, yol
aç
bana.
Gün de sensin, oruç da sen; el açıştan elde edilen de sen... su da
sensin, testi de sen; bu sefer su ver bana.
Tane de sensin, tuzak da sen; şarap da sensin, kadeh de sen.
pişmiş de sensin, ham da sen; ham bırakma beni.
Bu beden az
dokusaydı gönül yolum da az vurulurdu. derken yol olurdu da bütün bu sözlerim
olmazdı.
III
Âh ki on sedr-i serâ mînedehed bâr merâ
Mînekuned mehrem-i can mehrem-i esrâr merâ
Ah, o sarayın başı bana izin vermiyor, beni meclisine almıy or;
can mahremi yapmıyor, sırlarına mahrem etmiy or beni.
Alımı, güzelliği, ışığı, ateş gibi keskin bakışları, şeker gibi
soruşları giriftâr etti gitti beni.
Bana, sevgin
nerde dedi, rengin nerde, ışığın nerde? Onu gördüğüm anda renk nerde kaldı
bende, koku nereye gitti benden?
Kerem
deresine daldım; o seher çağına kulum köleyim... o güzel kokulu gül, umuyorum
ki gül bahçesine gelir, götürür beni.
Irmağa dalan
kişiye elbisesi yük olur. benim şu hırkamla sarığım da ne kadar ziyan veriyor,
ne kadar ağır geliyor bana.
Seçilecek
mal mülk, şeker gibi ay yüzlülerdir. sevgili bana vefa etti mi, mal da budur
bence, mülk de bu.
Tezgâh da
senin olsun, sanat da; hüner de senin olsun, düşünce de. arslan da senin olsun,
orman da; Tatar ülkesinin ceylanı yeter bana.
Yok eder,
var eder; gönülsüz bırakır, elsiz- ayaksız kor. şarap sunar, sarhoş eder o
meyhaneci sâkî beni.
A kalleş
gönül, etme; fitneler koparma, savaşa girişme. bırak, pazarın başında yayma
beni, açma sırlarımı benim.
Beni satın
alınmış bir sevgili haline sokmak ümidiyle bağlar... Öğüt gönlümü kırarsa da
bağ beni semirttikçe semirtir.
İkilikten
fazla bahsetme; iki Tanrı tanıyan kişi gibi iki, iki deme; sebeplerin temelini
ara, iste; yeter artık, izlerden, eserlerden söz açma bana.
IV
Restem ezin
nefs-o hevâ zinde belâ morde belâ
Zinde vo
morde vetenem nîst be coz fezl-i Hodâ
Şu nefisten,
şu hevâdan, hevesten kurtuldum, gitti. dirisi de belâ, ölüsü de belâ. diri
olayım, ölüp gideyim; yerim yurdum Tanrı lûtfundan başka bir yer değil.
A ezel
padişahı, şu beyitten, gazelden de kurtuldum; müfteilün müfteilün müfteilün
öldürdü beni.
Kafiyeye
de, yanıltmacaya da söyleyiver: Hepsini de sel alsın, götürsün. zâti şâirlerin
kafalarının
harcı deriyle uğraşmadır, deriyle uğraşma.
A susmak,
benim özüm sensin, o güzelimin perdesi sensin... susmanın en değersiz ihsanı,
korkunun da yok olup gitmesidir, ümidin de.
* Yıkık
köyden ne öşür alınır, ne vergi. sarhoşum, yıkılmışım; sözlerimde yanlış arayıp
durma.
Beni
yıkmadıkça o defineyi hiç verir mi bana? Beni bir sele kaptırmadıkça nasıl olur
da ihsan denizine çeker, götürür.
Söz adamının
şeker gibi tatlı mı tatlı susmadan ne haberi olur? Kuru, yaşı ne bilir;
terlelelâ- terlelelâ.
Aynayım ben,
aynayım, söz adamı değilim. Kulaklarınız göz kesilirse halimi görür,
anlarsınız.
Ağaç gibi el
sallamaktayım, Ay gibi çark urmaktay ım. çarkım yeryüzünün renginden ama göğün
çarkından da daha arı duru.
A söyleyen arif, söyle de dua edeyim sana... çünkü her seher çağı
geldi, dua vakti erdi mi, güzelleşirim, sarhoş olurum.
Abamı, hırkamı esirgemem senden; padişahtan ne gelirse yarısı
senin, yarısı benim.
Önüne ön olmayan sağrak, padişahın eliyle sunulmada bana. o
şarabın bir yudumunu içen yoksul, güneş kaynağı kesilir.
Boğazım
yaralı, susmuşum ben; sen söyle a söyleyen arif. çünkü sen Davud soluklusun,
bense yerinden kaymış bir dağım.
V
Tovk-ı cunun
silsile şod bâz mekun silsilerâ
Lâbe-zenî
mîkunemet râh tu zen kaafilerâ
Delilik
halkası bir zincir oldu, çözme zinciri. Yalvarmadayım sana; kervanın yolunu sen
vur.
Senin
sarhoşunum, senin hoşunum, senin lûtfundan gebe kalmışım. gebe yük taşımazsa
suç sayma bunu.
Gökyüzü,
başından dönme, yürüme sevdasını çıkarabilir mi hiç? Yeryüzü kendinden depremi
giderebilir mi hiç?
O padişah
sayılar döküp duruyor; gönül onun elinde bir kalem... hoca, sen de bir soluk
olsun Müslümanlığını yenile, bırak şu şikâyeti.
Padişah cefa
eder ya hani; o cefayı padişahın elinde bir kabarcık bil. padişahın elini bulan
kişi, o kabarcığı öper de öper.
Dünya gizli hükümlerin
toplandığı bir kitaptır sanki; canınsa o kitab ın baş yazısı. şu meseleyi
anlayıver.
Boyuna
sevin, suratını ekşit; derken suyu dondur, sus. eşeğinin boynundan o oyalayıcı
çıngırağı çöz gitsin.
VI
Şem’-i cihan
dûş nebod nûr-ı tu der helge-i mâ
Râst begû
şem’i ruhet dûş kocâ bud kocâ
A dünyanın
mumu, dün gece ışığın bizim
halkamızda
yoktu... Doğru söyle, yanağının mumu nerdeydi dün gece, nerdeydi?
Gönlümüze
bir bak hele. ömrün uzadıkça uzasın; seni görme hevesiyle yok oldu da hâlâ
seyrine doyamadı gitti.
Dün gece ay
yüzün nereye doğmuştu, otağın nereye kurulmuştu; adamların, ordun nerde
konaklamıştı? Nerde kaftanını çıkarırsan ordadır devlet.
Dün gece
nerde olursan ol, bugün şunu biliyorum ki lâ havle mescidi de gönlüm gibi
gamlarla yıkılır gider.
Dün gece ta
seher çağına dek fery atlar ederek dönmüş dolaşmıştım; sabah oldu, tanyeri.
ağardı da gözümü bile yummadım.
Sen bir
ışığın gölgesisin; biz de bütün dünyada senin gölgeniz. ışığın gölgeden
ayrıldığını kim görmüştür ki?
Gölge, kimi
ışığın yanında olur; kimi onda yok olur gider. yanı başındaysa onunla bir
sıradadır, onda yok olmuşsa buluşmuştur
onunla,
kavuşmuştur ona.
Eriyip yok olunca Tanrı ışığı onu alsın da Tanrı’ya çeksin diye,
gölge şaşılacak kadar sıkı yapışmıştır, ışığa istek elini adamakıllı atmıştır.
Gölgeyle ışığın ayrılığını, birbirine katılmasını boyuna anlatsam;
sen de bana bir kat daha yardım etsen bitmez de bitmez, tükenmez de tükenmez.
Işık, sebebi yaratandır, ne kadar sebep varsa hepsi de onun
gölgesidir... Tanrı, sebepsizliği her şeye sebep etmiştir.
Sebebi
yaratanla sebep birbirinin aynasıdır; kim ayna gibi değilse aynayı göremez.[62]
VII
Hayyaca nevmî va nafâ rîhu ala’l-favrı hefâ
Ezkerenî va amduhu tıybe zamanın selefâ
Birdenbire
esip geçen yel, uykumu darmadağın etti, yok etti gitti. ılıklığı, geçen
zamanın
güzelliğini hatırlattı bana.
A bakışları canımı amaç eden ceylan, a sözleri gönlüme yücelikler
veren Ay.
Özleyişlere saldı beni, zevkler verdi bana; buldu beni de
güldürdü, sevindirdi... yok- yoksul etti o cömertlikler, o yücelikler sahibi
beni, derken şükürler ettirdi bana.
Beni sürerse kapısından tertemiz eder beni; lütfeder, görünürse
yok eder gider beni. Uzaklaşırsa benden, kocaltır beni; dilerim, sağ olsun
buluşacağımız güne dek.
Lütfetti de eşiğimi yüceltti; ok attı da bayrama kurban etti beni.
ok atmay a başladı mı derdim, hastalığım da o oklardadır, ilacım, şifam da o
oklarda.
A geceleri aydınlatan Ay, a başların tacı, doğulardan doğdun,
göründün de gecem kuşluk çağına döndü.
Bir güzelim kurtuluş, bir hoş murada eriş y erinde doğdu, ışıdı;
uykuları, sersemlikleri dağıttı gitti; a güvencim, dayancım olanlar;
gevşek davranmayın; fırsatı ganimet bilin de tez olun.
A gözüm, onu
görünce yumulursan şükret, hamd et bu hale... çünkü ona bakarsan kızdırırsın
onu da döner, görünmez yerlere gider.
Kurtulma bu
dertten sen ey âşık, eziyetler çek, kıvran dur. gökte yıldız akar gibi ak; sön,
yok ol gitsin.
Ey
gören, fakat görünmeyen; gözden uyku kaçtı; gece yola düşmek için gönlüm
tutsaklıktan kurtuldu; haydin, bu âlemin ardına doğru düşün yolalı
VIII
Kâhil-o
nâ-dâşt bodem kâr derâverd merâ
Tûtî-i
endîşe-i o hemçu şeker hord merâ
Tembeldim,
aylaktım; işe güce soktu beni. onun düşünce dudu kuşu, şeker gibi yiyiverdi
beni.
Ezel
güneşinin parıltısı, canı, cihanı besleyip yetiştiren, gülbeşeker gibi oldurdu,
yetiştirdi beni.
A çarh-ı
felek dedim, senin cefanı çekecek adam değilim ben... A geçer akçe dedi, yoksa
şu adam arık mı buldu beni?
A gökyüzü
satrancının padişahı, mat olmak bana, yutmak, kazanmak sana. a padişah, taht
senin, şu tavla tahtası da benim.
Ey deniz,
sana öylesine susamışım, öylesine susuzum ki ben, uçsuz bucaksız denizi içsem
gene kanmam.
Senin eşi,
benzeri olmayan güzelliğin, beni iki dünyada da garip etti. senin tekliğin
nasıl olur da her şeyden tek bir hale getirmez beni?
Güz çağında
elimi dişleyerek üzüm bağına gittim; her sararmış yaprak bana senin
ayrılığından söz açtı da ağlamaya, feryat etmeye koyuldu.
O
gündüze benzeyen yüz, seni âşıklara bir fitne eder; bu, geceleri dönüp dolaşan
gönül de
beni
dünyalara yayar gider.
Bayrağının perçemi gibi havalara uymuşum, dosdoğru oynamadayım...
Kanadımı bir hoşça aç, dürmeye kalkışma beni.
Sabah çağı soğuk bir soluktur alır yâ; güneş için alır o soluğu.
Benim şu soğuk soluğum da senin güneşine kavuşmak içindir.
Senin bedeninden bir parça kesilir de acır, değil mi? Peki, benim
parça buçuğum da tümden kesildi; nasıl olur da derdim olmaz benim?
Kulum köleyim o kişiye ki beni suçsuz incitir. çünkü onun da beni
inciten Ay gibi bir huyu var.
Kaza, kader herkesceğize bir heves vermiş, herkesciği bir hevese
düşürmüş; kaza, kader bana da yol hediyesi olarak onun aşkını getirmiş.
Söz atını daha yürük sürme, can yolunu tozutma; o toz bana can
sürme si gelir ama gene de toz kaldırma sen.
IX
Kâr tu dârî senemâ kadr tu bârî senemâ
Mâ heme pâ-beste-i tu şîr-şikârî senemâ
îş, senin işin gücün ey güzel; yücelik, senin harcın ey güzel.
Biz, hepimiz de senin ayağı bağlı avınız; arslan avcısı sensin ey güzel.
Bizim kin gütmeyen güzelimiz; göğsümüzün, gönlümüzün mumu,
ışığı... îki dünyada da, iki yurtta da iş senin ey güzel.
Zerre zerre her şey kapında secdelere kapanmış. her şey senin
kulun, senin dostun. Ah, ne de sevgilisin sen ey güzel.
Her solukta daha da artık susuzum; inek açlığına tutulmuşum.
denizi içer misin dedi de dedim ki: Evet, içerim de siler, sömürürüm ey güzel.
And olsun Tanrı’ya, senden ayrılmayan asla ölmez. Ölüm varsa bile
bâri tapında gelsin çatsın ey güzel.
Ne kârım var
benim, ne dükkânım var; dünyada işsiz güçsüz biriyim... çünkü senden başka bir
iş başaran bilmiyorum ki ey güzel.
îster gece
olsun, ister seher çağı; ikisinden de haberim yok. haber dediğin kim, haber de
nedir ki gün saymadasın ey güzel.
Benim günüm,
seni görmek; gecem, senden ay rılma gamı. senin yüzünden gecem gündüze döner;
gündüze benziy orsun ey güzel.
Nimetlerle
dopdolu bağım bahçem; süslenmiş, bezenmiş gül fidanım benim. kimsecikler senin
gibi bir b ahar görmemiştir; o lmaz da zâti ey güzel.
Bedenimi
toprak edersin, toprağımı arıtırsın. sonra tekrar yeniden düzer, koşarsın beni;
Ay y anaklımsın benim ey güzel.
Filozofcağız
kör olur, gözünün ışığı uzaklaşır ondan. bu yüzden de sen din sünbülünü diksen
de ona bitmez o sünbül ey güzel.
Filozof şu varlığımdır benim; seni anlayabilense sarhoşluğumdur,
kendimden
geçmemdir... onun çirkinliğine, bunun güzelliğine bakma; eşsiz bir
güzelsin sen ey güzel.
— D —
Secde konem
pîş-i reh-i on kad-i bâlâ çi şeved
Dîde konem pîş-keş-i on dil-i bînâ çi şeved
O yüce boya bosa karşı secde edersem ne olur? O görür gönüle
gözlerimi armağan verirsem ne çıkar?
Onun şarabını içerim ben... ben içmezsem kim içer ki zâti; bugün
bulmuşken içer, yarını düşünmezsem ne olur ki?
Onun şarabı gönüldeşim benim; gökyüzü damı konak olmuş bana.
kanadımı açar da oraya uçarsam ne çıkar ki?
Gönlü
tanımasam ne olacakmış. koy, can da varsın gitsin, beden de; gam yemem ben, gam
yemem, gam yemem, ne olacak yâni?
XI
Bî tu be ser mîneşeved bâ degerî mîneşeved
Her çi kunem ışk beyan bî cigerî mîneşeved
Sensiz hiçbir iş başa çıkmıyor; bir başkasıyla olamıyorum... aşka
dair ne anlatırsam anlatayım; bir ciğeri yanıp kavrulmuş olmadıkça anlamıyor
kimsecikler.
Akıp giden gözyaşlarım her seher çağı gönlümden bir haberdir
getiriyor; fakat kimseciklerin gönlümden haberi yok.
Senin hevesin orduya, askere; işin gücün dünyayı birbirine katmak,
kötülükler etmek. fakat padişahım, senin yolun, senin dileğin olmadıkça bir
geçit bile bulunmuyor.
Gamında, bedenimde bir kıl bile yok ki abıhayat kesilmesin bana, y
ahut da bir inci tane si haline gelmesin.
A gamı cana esenlik dost, nedir bunca feryadın? Ben bağırmasam,
feryat etmesem ne ordu toplanıyor, ne halk.
Topluluk da nedir? Canların kendilerinden geçmeleri. kuş yumurtada
kaldıkça kanatları bitmez ki.
Şu güneş gibi yirmi tane güneş doğsa da gecemi aydınlatmaya
kalksa, sen gelip de ayağını basmadıkça tanyeri ışımıyor, seher olmuyor.
Böyle bir balçığa gönül tohumunu ektin ama baharın gelmedikçe bir
ağaç bile bitmez.
* Gazelimde
cebir de var, kader de; geç ikisinden de. Çünkü bu bahis ancak aykırılığı,
kötülüğü arttırıy or.
XII
Ey ki zi yek tâbiş-i tu kûh-ı Uhud pâre şeved
Çi eceb er moşt-ı gilî âşık-o bîçâre şeved
Ey bir parıltısıyla Uhud Dağı’nı paramparça eden, bir avuç toprak
da tutar, sana çaresiz bir âşık kesilirse ne çıkar ki?
Lütfeder de bir bakarsan taş da mum olur, toprak da... fakat
kahırla bir baktın mı, mum donar, taş kesilir.
Feryat eder de feryat edersin; ölmüş gönül
dirilir, can bulur... bir iştir edersin, bir iştir edersin;
canının işi gücü budur senin.
Can yolculuğu kurmada; sense ayağına bir ağır bağdır bağlarsın.
Fakat sonunda koparır o bağı da âvâre olur gider can.
Süleyman gitti mi, dev, padişahlar padişahı olur. akılla can gitti
mi, nefsin, kötülükleri buyurur bir hale gelir.
Bütün dünyayı aşk kaplamıştır da sen rengini bile görmezsin. fakat
ışığı bedene vurdu mu, betin benzin sararır gider.
Bir şehzade gerek ki lâ’le müşteri olsun. bir bulunmaz er gerek ki
senin için gam yesin.
* Tanrı sözünü duy; yeryüzü beşiktir size diyor. çocuk olmasa
insan, ne diye beşiğe bağlansın?
Onun öfkesinden kaçarsan yumuşaklık eteğine sarılırsın da yakıp
kavurucu ateş, lûtuf olur, keremler yağdırır sana.
Şu benim
gölgemin dönüp dolaşması, Tanrı
güneşinin
yüzündendir; gönlü yıldızlara vurgun müneccim değilim ben.
XIII
Hin suhan-ı
tâze begû tâ du cihan tâze şeved
Vârehed ez
hadd-i cihan bîhed-o endâze şeved
Kendine gel,
yepyeni bir söz söyle de dünya yenilensin... sözün öylesine bir söz olmalı ki
dünyanın da sınırını aşmalı; sınır nedir, ölçü ne? Bilmemeli.
Senin
soluğundan gençleşmeyenin kara toprak başına. senin soluğunu duyan, ya baştan
başa renk kesilir, y ahut da bir ses olur gider.
Kim senin
kapına halka olursa altın kesintilerini tez kapar. hele kapıyı açarsan, hele o,
içeriye de mahrem olursa.
Su ne
bilirdi ki söyleyen bir inci olacak. toprak ne bilirdi ki sırlar söyleyen bir
bakış kesilecek?
Lâ’l
dudağının şarabı olmadıkça kimsenin
yüzü kızarmaz; sensiz
kızarsa bile gaz
boyamasındandır o renk.
Salih’in
devesi dağdan doğdu ya; iyice anladım artık ki dağ bile, senin muştuluğunu
duyunca yörük bir deve kesilir.
Sırrı
gizle, susmak acı bile olsa sus; ciğeri yakan şey, yakar ama yeniler ciğeri.
XIV
Yâr merâ
mîneheled tâ ki behârem ser-i hod
Heykel-i
yârem ki merâ nîfeşerd der ber-i hod
* Sevgili,
başımı kaşımaya bile bırakmıyor beni; sevgilinin muskasıy ım sanki; beni
göğsünde sıkıp duruyor.
Kimi olur,
deve katarı gibi beni ardından çeker, götürür; kimi olur, o padişah ordu
kumandanı gibi öne sürer beni.
Kimi bana
mühür basmak için yüzük taşı gibi emer beni; kimi de bir halka yapar, kapısına
kakar, takar beni.
Kan halinden
geçirir, erlik suyu yapar; erlik suyundan geçirir, yaratır beni... yaratır,
derken akıl haline kor, mahşerini yayar, döker.
Kimi,
kamışla güvercin gibi yurttan kovar beni. kimi, yüzlerce yalvarışla kapısına
çağırır beni.
Kimi, gemi
gibi deniz üstünde yolculuğa salar beni; kimi, bağlar, demirini atar da durdurur
beni.
Kimi,
temizlenmek isteyenler için su yapar beni; kimi yıldızı kutsuz kulunun yoluna
diken eder beni.
Ölümsüzlük
yurdu sekiz cennet bile olsa o padişahı görecek bir yer değil de ne ho ştur bu
ki şu gönlüm onu seyredecek bir pencere kesilmiş.
Ben, o can
güzelinin birliğini, varlığını dilimle bildirerek inanç sahibi olmadım; kendime
kâfir oldum da o vakit inandım ona.
Safına giren
kişi, onun telef etmesinden aman bulur. ben de elinde kılıç gördüm onun da
kalkanımı y aktım, yandırdım gitti.
Cibril’le beraber
uçuyordum, altı yüz kanadım vardı... mademki ona ulaştım, artık kanadı ne
yapayım?
Geceler,
gündüzler gelip geçti; ben o can incisine bekçi kesildim. inci denizinin
dibindeyim, kendi incime boş vermiş gitmişim.
Niceye
bir övüp duracaksın onu, övüşe sığmaz ki. yeter artık, sus da ben de başımı
alayım, kendi coşkunluğuma varıp gideyim.
— R —
XV
Gurratu vachun selebet kalbu camîı’l-beşeri
Dâ’a bihâ iz zaharat bâtınu leylin kederi
Ay yüzlü, bütün insanların gönüllerini çeler; bir göründü mü,
yüzüyle boz bulanık, kapkara gecenin özü aydınlanır gider.
Bir kadına mı rastladım, yoksa insanların gönüllerine sahip olan
bir sıfata mı, yahut da düşünceler örtüsünün altında bir Ay’a mı?
Hem içtedir, hem dışta... hem doğmuştur, hem parıl parıl
parlamada; görünüşü insan sanki; oy saki yaradılışı kıvılcımdan, kordan.
Uzaklaşırsa beni mahveder; yakınlaşırsa oynatır gider beni.
öylesine parıl parıl parlamada ki parıltısı gözü almada.
Boyu yüce mi yüce; değeri ağır mı ağır. bakışları büyücü, ağzının
yâri şeker mi şeker.
İşte hüthüt
bir haberle ulaştı bize; bana o haber
erişeli beri
beni de o haber gibi yitirdi gitti.
* Rûhü’l-Kudüs’e, nedir bu dedim, şaşılacak bir şey, söyle bana...
Tanımıyor musun, bilmiyor musun dedi; cehennem pek büyük mahlûklardan biri
derler ya, o işte.[64]
XVI
Işk gozîn ışk derov kovkebe mîrân-o meters
Ey dil-i tu âyet-i Hak mushaf gej hân-o meters
Aşkı seç, aşk ek, aşk biç... şu şatafatı sür gitsin; korkma. Ey
gönlü Tanrı âyeti, mushafı ters oku istersen; korkma.
Can taşıyorsun, candan ayrılacağım diye tir tir titriyorsun.
“re”yi de bırak “vav”ı da; tüm can kesil; korkma.
Şüphe kesilirsen tam inançtan korkarsın elbet. oğul, şüphenin ta
kendisini tam kanış, tam inanç bil; korkma.
Ölümsüzlük güneşinin yok edip gittiği gölge var ya, artık gölge
deme ona; o kalanlara bir ibrettir; korkma.
Madenin gönlünde geçer altınsın sen; yalnız kendini göremiyorsun;
oynaya güle, y alımlar saça saça sıçra şu madenden, korkma.
Gönül
senden kesin delil istiyor; kesin delilin gölgesi değil misin sen? Gölge gibi
yürü kesin delile; korkma.
— Ş —
XVII
El-hazer ez ışk hazer her ki nişanî bovedeş
Ger besitîzed bereved ışk-ı tu berhem zenedeş
Sakının aşktan, sakının... Ne korsanız alır gider aşk. Birisi
inada kalkışırsa aşkın onu kırar geçirir, darmadağın eder.
Aşk, adamı candan eder, gönülden eder. adamı küstahlaştırır,
inancını alır gider. Sel geldi mi, ovada ne varsa siler süpürür; sürer gider.
Buna iyice kan ki yolunu kesen odur; kanın kendi boynuna. uzak ol
onun hızından, şerrinden, uzak ol onun iyisinden, kötüsünden.
Şarap içersin, sarhoş olursun; gönlün elden gider; gönülsüz, elsiz
kalırsın. kurtuluş y oktur; seni çeker, yer gider aşk.
Şu ırmağa ayak bastın mı, ta kıy amete dek kurtulamazsın. kim bu
dalgay a kapılırsa, dalga onu deniz kıyısına dek sürer, götürür.
Aşka düşen şaşırır kalır, her işten olur. hüneri elinden tutmaz
onun, aklı fayda etmez.[65]
A
soluğu tuzak kesilen, sus. suçsuzları öldürme. a yüzü aklın fikrin şarabı olan,
bu şarap, içeni ebedî sarhoş eder.
XVIII
Yâr
nehânem-ki boved bed-hu-vo gam-hâr-o turuş
Çün
lehed-o gûr-ı mogan teng-o dil-efsâr-o turuş
Sevgilinin
kötü huylu, gamlı, ekşi suratlı, muğların mezarı gibi dar, gönül sıkıcı
olmasını istemem.
Sevgili
aynaya; dost, badem helvasına benzer. oynaşma çağında korkmamalı, kaçmamalı,
surat asmamalı.
Kendisine
âşık olan kişinin beş tane kötü alâmeti vardır: Katı yüreklidir, gevşek
ayaklıdır, tembeldir, düzenbazdır, asık suratlıdır.
Tez öfkelenir, boyuna suratını ekşitir? Şöyle bil onu; sanki pek
keskin bir sirkedir o.
Ekşi
suratlıları anlatma; yeter artık, bu kadarı bile yeter... Şekerler yağdıran
tabiat, iki dünyada da nasıl olur da ekşi suratlı birini arar, ister?
XIX
Ey şeb-i hoş-rû ki tuyî mihter-o sâlâr-ı Hebeş
Mâ zi tu şâdîm heme vekt-i tu hoş vekt-i tu hoş
A güzel yüzlü gece, sen Habeş ehlinin en yücesisin, en ulusu.
Seninle neşeliyiz biz; boyuna hoş olsun vaktin, hoş olsun.
Aşkın harcımız bizim; özlemin gönlümüzde. başımıza el koy; çekme
elini bizden, çekme elini.
* A güzellik, a iyilik gecesi, sıçradın, kalktın mı, can da
sıçrar, kalkar. üç sayısına üç kattın mı altı o lur, altı.
Altı yönüm
de senin yüzünle, senin kutlu
bakışınla
yedi göğe de güzellik verir, alım verir; alım verir, güzellik verir.
— L —
XX
Bâde deh ey sâki-i can bâde-i bî dord-o degel
Kâr nedârem coz ezîn ger bezeyem tâ be ecel
Şarap sun ey can sâkîsi; dertsiz, düzensiz şarabı sun... ölümüme
dek yaşasam bundan başka işim gücüm yok benim.
Sun sevgilim şarabı, üşenerek, yorgun argın sunma ama. içenden
bütün usancı, bütün ürküntüyü, arıklığı gideren şarabı sun.
Altın gibi şarabı sun, zâti altın kesildim ben; dopdolu sağrağı
sun; erkeğim ben. dilediğin şey in ta içine daldın; artık bilgiyle, amelle ne
işin var?
Gönlüm uyanık olarak, sarhoşluğuyla övünerek sabahladı. y alan
söylemişse bugün doğru söylüyor, zulmettiy se bugün adalet göstermede.
A kadeh, bugün ululuğun üstünde, gel. Ulu,
yüce Tanrı’nın verdiği şarap var; padişahlık şarabı var sende.
Bugün salına salına tavaf ettim onu, bugün övünerek muradıma erdim
onunla... bugünkü şarap sunulursa b irine, bütün dileklerine erer gider.
Hoca Hasan, sarhoşsun, hoşsun ama benim sarhoşluğum değil sarho
şluğun. altın kesesi de adamı sarhoş eder ama ezel kadehinin sarhoşluğuna
benzemez o sarhoşluk.
Bayrağımız yücelmiş, adamlarımız toplanmış. c anlarımız gördüğün
gibi yücelmiş, yüceliklere ulaşmış.
A amcasının canı, bizim tövbemiz balığın suya tövbe etmesine
benzer. A ulu şeyh, hiç beden gönülle candan tövbe eder mi?
Aşkın bize geldi çattı; sonra düşmanlığa girişti, kavgay a koyuldu
bizimle. hani sarhoş, bir yere girer de sarhoşluğu yüzünden kötülükler eder ya,
onun gibi işte.
A sarhoş, yeter, sus artık; can bedenden
kurtuldu, sus artık. Şarabı al eline; başkaları kavga etmede,
birbirleriyle savaşmada.
A bağırıp duran, sus; yeter artık, bağışla, Tanrı da seni
bağışlasın... Arı duru şarabı sun; buluşma, kavuşma çağı geldi çattı artık.[66]
XXI
Bang zedem
nîm-şebon kîst derin hâne-i dil
Goft menem
kez ruh-ı men şod meh-o horşîd hecil
Gece yarısı
bağırdım; kimdir şu gönül evindeki dedim; benim dedi; hani Ay da yüzümü görünce
utanmıştı, güneş de; işte o’yum.
* Neden
dedi, şu gönül evi şekillerle dolu? A yüzü Çiğil güzeline bile hasetler salan
dedim; bunlar, senin gölgelerin, hepsi senden vurmuş.
Peki dedi,
şu ciğer kanına bulanmış şekil de ne? Bu dedim benim şeklim; gönlü yaralı,
ayağı balçığa saplanmış kulunun şekli.
Canın boynunu bağladım, kapısına götürdüm de aşk suçlusudur bu
dedim; suçlumuzun hakkını helâl etme.
Bana bir ipucu verdi; fitnelerle, düzenlerle dopdolu bir ipucu...
çek dedi, ben de çekeyim; hem çek, hem koparma.
O can otağından bana daha da güzel bir Türk doğdu, parladı. Ona el
attım; elime vurdu da b ırak dedi.
Filân gibi dedim, sen de yüzünü ekşittin. Yok, dedi, ben bir iş
başarmak için yüzümü ekşitirim; kinden, düzenden değil.
Kim,
benim diye içeri girerse başına, koluna vururum; çünkü burası aşk haremidir a
hayvan, ağıl değil.67]
O Türk’ün şekli, gönlün, dinin salâhıdır; bak da gör. Gözünü ov da
gönlün şeklini gör, gönlün şeklini.
XXII
Def’ medih def’ medih men nerevem tâ nehorem
îşve medih işve medih işve-i mestan neherem
Kovma beni, kovma beni... içmedikçe gitmem ben. Cilvelenme,
cilvelenme; sarhoşların cilvesini satın almam ben.
Söz verme, söz verme, söz vermeye müşteri değilim; ya verirsin,
yahut da dükkânından rehin o larak madeni alır giderim.
Bana bir şey aldırmamak için ağır bir fiyat korsan hadi, yürü, var
koy. hiçbir şeyden haberim yok ama değerinden fazla bir pul bile alamazsın
benden.
Perde germe,
perdeyi yırtma, perde ardına girme. ya yol ver, yol; ya da çık haremden
dışarıya.
A güzel, gönül de kul köle sana, can da; ikisi
de şekere benzer gülüşüne bağlanmış. nedir gülüşün senin?
İnatçı,
savaşçı talihimi Ay’dan ara, Mirrîh’ten sor. gökten inen kazalar gibi yüreğim
pek, hiçbir şey tanımam.
Gök bile
benim inadıma şaşırır da başı döner. böylece küçücük görünmedeyim ama
olduğumdan yüzlerce kez üstünüm, çoğum ben.
Sen benden
kâr edersin ama ben senden yüz kez daha çok kâr ederim. Keseyi alır giderim,
keseyi; çünkü altın gibi iki yüzüm var benim.
Altın gibi
iki yüzüm var ama görüşüm, bakışım senin sevgini taşır. Gökyüzündeki Ay’dan da uluyum,
Güneş’ten de; göklerden de daha yüceyim ben.
Sözler
ederim, sözler; çünkü sözlerimi gerçeklersin sen, doğru söy letirsin beni.
nazlanırım, nazlanırım; çünkü kapında itibarım var.
Güzel
haberler veriy orsam ne diye şaşılsın buna? Sensin haber haline getiren beni.
bakışım,
görüşüm güzelse niye şaşmalı ki? Sensin bakışımdaki, görüşümdeki güzel.
Gökyüzünden
bütün gece zehir yağıyorsa bana ne? Şeker mi şekerim ben, şeker mi şeker.
Herkesceğizin
bir kimseciği var; her gönlün bir hevesi... fakat nerden nereye? Ben bir başka
havadayım, başka havada.
Ben aradıkça
arıyorum; sen neşelendikçe neşeleniyor, çalıp çağırdıkça çalıp çağırıyorsun.
sendeki neşe yüzünden aramaya düşmüşüm; başım dönmüş gitmiş.
Sen ok
yonmadasın, ben iğ y apmada. sen pırıl pırıl Ay’sın; ben gece gibi kapkara.
Göky üzünün
avcı bir beyisin, okla gönlümü. cefa oklarını atarsan, bil ki yeryüzü gibi
benim de kalkanım yok.
Dünyanın
bütün kalkanları yarılır, yaralanır gider. senin oklarınla y aralanmak için bir
kalkan kesilirsem, işte o vakit tehlike yoktur bana.
Senin
yüzünden şu dönen başımda ne akıl kaldı, ne fikir... öyle bir hale geldim ki a
oğul, bilemiyorum, oğul muyum ben, baba mıyım?
O başıboş
gönlüm yolculuktan döner de gelirse evi ıpıssız bulur; izimin tozunu bile
göremez.
Sirke döküp
de ne yapmak istiyorsun? Ateşimizi söndürmek mi? Senin sirkenden ateşim daha da
çoğalır, daha da artar.
Aşk bir gün
beni kurban ederse b ay ramım o gündür işte. fakat bu bayrama erişmezsem adam
değilim, üstelik kahpeyim ben.
* Arefe de
sensin, bayram da sen; ben zilhicce ay ının ilk günüyüm; sana ulaşamam da,
ardından uçamam da.
Davulunu
duydum mu, senin doğanınım, senin doğanın. a benim sultanım, a benim padişahlar
padişahım; kolum kanadım açılıverir o zaman.
Şarap
verirsen içerim, vermezsen gene hoşum. başımı korum, ayağımı çekerim;
başsız-ayaksız bakar dururum ben.
XXIII
Morde bodem zinde şodem girye bodem hende şodem
Dovlet-i ışk âmed-o men dovlet-i pâyende şodem
Ölüydüm, dirildim; ağlayıştım, gülüş oldum; aşk devleti geldi;
durup duran, geçip gitmeyen devlet kesildim.
Tok bir gönlüm var, pek bir yüreğim; arslanların ödü var bende;
doğup parlayan Zühre oldum ben.
Dedi ki: Deli değilsin de bu eve o yüzden lâyık değilsin...
gittim, delirdim; zincirlere bağlandım.
Dedi ki: Sarhoş değilsin; yürü git, bu yandan değilsin sen.
gittim, sarho ş oldum, çalgıyla çağanakla doldum.
Dedi ki: Öldürülmemişsin; çalgıya çağanağa bulanmamışsın.
yaşayışının yüzüne karşı öldürüldüm, y erlere serildim gitti.
Dedi ki:
Aklı eren bir adamcağızsın; hayallerle, zanlarla sarhoşsun sen. Aptal oldum,
küstahlaştım, herkesten kesildim.
Mum oldun,
bu topluluğun kıblesi kesildin dedi; topluluk da değilim, mum da değilim;
dağılan bir duman kesildim ben.
Şeyhsin,
başsın; önde gidensin, kılavuzsun dedi; şeyh de değilim, ön de değilim; senin
buyruğuna kul oldum ben.
Kolun
kanadın var; sana kanat vermem ben dedi... onun vereceği kanatlara heves ettim
de kanatlarımı yoldum, kanatsız kaldım.
Devletin
bana, yürüme, y orulma dedi; lütfederim, kerem buyururum da ben gelirim sana.
Eskimiş aşk,
kucağımızdan kalkma, y anımızdan gitme dedi; peki dedim, gitmem, oturdum,
kalakaldım.
Sen güneş
kaynağısın, bense söğüt gölgesiyim. başıma vurdun mu kısalırım, erir giderim,
yok olurum.
Gönlüm can
parıltısını buldu, açıldı, yarıldı... gönlüm senin atlasını buldu da şu yamalı
hırkaya düşman kesildim.
Can şekli,
seher çağında bakıştan, görüşten söz açıyordu; kuldum, eşek tımarcısıydım;
derken padişah oldum, her şeyin sahibi oldum gitti.
Kâğıdın,
sayıya sığmaz şekerine şükreder; o şekerler kucağıma geliverdi de şekere döndüm
ben de der.
Gamlara
batmış toprak, gökyüzüne, y ıldızlara şükreder de onun bakışı, onun dönüşü
yüzünden ben de ışıklandım, ben de ışıdım der.
Gökyüzü, o
padişaha, o saltanata, mülklere şükreder de onun bağışıyla aydınlandım, ay
dınlıklar bağışlamaday ım der.
Tanrı arifi
de ödülü kaptık, herkesten ileriyiz; yedi kat göğün üstünde p arıl parıl p
arlay an yıldız kesildik diye şükreder.
Zühre’ydim,
Ay oldum; yüzlerce Ay’a gök kesildim; Yusuf’tum, şimdiden sonra Yusuf’u
doğurmadayım ben.
A Ay, senin yüzünden herkesçe bilindim, tanındım... bir bana bak,
bir kendine... senin gülüşünün yüzünden gül bahçesi kesildim, gülüp durmadayım.
Yürüyüp
giden satranç taşları gibi tümden dil kesil, gene de sus. çünkü o dünya
padişahının yüzünden kutlandım, kutlu oldum gitti.
XXIV
Yâr şodem
yâr şodem bâ gam-ı tu yâr şodem
Tâ ki
resîdem ber-i tu ez heme bîzâr şodem
Dost oldum,
dost oldum, gamınla dost oldum. sana ulaşınca herkesten bezdim, usandım artık.
Gökyüzü,
senin dönüşüne şaştım kaldım dedi bana; dedim ki: Şu nokta yok mu? O beni böyle
y aptı, bir pergel kesildim gitti.
Gece gündüz
gönül kubbesinden bir gürültüdür işitiyorum. gönül kubbesinin gidişinden ben de
döner bir kubbe oldum.
Ses gibi
ansızın senin gam çengine düştüm; senin mızrabının hevesiyle bir telden de değersiz
bir hale geldim.
Benim
sillemden çekinir de gam başını çeker benden... Çünkü ben can ormanında bir
Hayder-i Kerrâr oldum.
Kadehini
göreli şarap içen küstahlara baş oldum. külâhını göreli gönülsüz, başsız bir
hale geldim.
Kalender
gönlüm, her şeyi unutturan o şarabı bana sundu da oynaya güle, hırkamı çeke
sürüy e meyhaneciye yürüdüm gittim.
* Hoca Ferec
bana dedi ki: Sabır, insanı sıkıntıdan kurtarır. Kurtarışından uğradığım derdi
hiç mi hiç anma.
Öylesine
çark urup döndüm ki gökyüzü bana uydu da döndü de döndü. Şu mağaraya girdim ya;
sevgili bu yüzden çok ağladı, inledi.
Bir gece
yarısı Ay’a yoldaş oldum, yola yüz tuttum. Onun güzelliğine heves ettim de gül
bahçesine yöneldim.
Kimi oldu, süsen gibi gül yüzünden şâir oldum, övdüm onu... kimi
oldu, bülbül gibi seher çağlarında boyuna çiledim de çiledim.
Düşüncelerle
estim, savruldum, yüzlerce hünere, yüzlerce sanata sahip oldum. Derken gönlüm
seni gördü de her türlü işten güçten kesildim gitti.
XXV
Ger tu konî rûy turuş zehmet ezincâ beberem
Ger tu meyî men kedehem ver turuşî men keberem
Yüzünü ekşitirsen burdan çekilir giderim; rahatsız etmem seni.
Şarapsan kadehim ben, turşuy san kabım.
Güvencim, dayancım yüzünü astı; yüzünün ışığıydı yardımım benim.
Ona duyulan her çeşit düşkünlük güzeldir; lûtfun, keremin ta kendisidir.
Ay yüzüne gönül vermezsem dirilmez gönlüm;
şekerkamışını almazsam akıl fikir yoktur başımda.
Gülüşü
şakıtır, çiletir beni; yüzünü asarsa depremler salar bana... başını tarayıp
bezeyeni kıskanırım da koşar giderim; ayrılığıysa binlerce kocalıktır zâti.
Ona karşı
bir eğrilikte bulunursam yay gibi oklar yerim. Ona bir hüner göstermeye
kalkışırsam hünerim yoktur benim.
Dün gece onu
düşündüm; bu düşünce kıvrandırdı beni, daralttı gönlümü; kalktım da sarhoşluğu
fırsat bildim; döndüm dolaştım çevresinde.
Dileğine
uyup gitmezsem iliğim, damarım kopsun; denizine yönelmezsem incim kırılsın
gitsin.
Cennet
bahçesinin, îrem bağının ortasında bitmiş ölümsüzlük ağacı. Gölgelendim,
yemişlerini devşirdim, rızıklandım onunla.
Av
olmazsam ona, iyice bil ki köpeğim hoca. atının peşine düşüp koşmazsam iyice
bil ki
eşeğim
hoca.
Ağırdım, usanmıştım; cezbesi hafifletti beni... avlusunda yatmış,
uyumuştum, setten gelen sel kaptı, götürdü beni.
Gönlüm kapanmış dedim; kilitleri açan benim dedi. Beni öldürdün
sen dedim; ben senden beterim dedi.
Yürü,
işten güçten konuşma; hepsinden de hürüm ben. Var dikenden söz açma, baştan
başa gül devşirmedeyim ben.68]
XXVI
Cem’-i tu dîdem pes ezin hîç perîşan nerevem
Râh-ı tu dîdem pes ezin hem-reh-i îşan nerevem
Topluluğunu gördüm senin, bundan böyle hiç dağılmam. Yolunu gördüm
senin; bundan böyle onlara yoldaş olmam artık.
Yeşilliğin padişahısın, benim gibi yüzlercesini
doyurursun... Gözümü de doyurursun, gönlümü de; artık şu sofraya
düşmem ben.
Kâbe
yanıma, kucağıma gelirse Kâbe’ye gitmem artık. Ay yeryüzüne geldi; Zühal’e
çıkmaya kalkışmam artık.
Semirmişim,
yelinle dopdoluyum; senin sarhoşunum, seninle hoşum. Hem kulunum kölenim, hem
azatlın; artık şeytana kul olmam ben.
Yeryüzünün
de padişahısın, zamanın da; akıl gibi hem ortadasın, hem gizli; a benim canım,
a benim cihanım; senin kapında neden tüm can kesilmeyeyim?
XXVII
Zin du
hezâran men-o ma ey ecebâ men çi menem
Gûş benih
erbederâ dest menih ber dehenem
Şu
binlerce ben’in, biz’in hangisiyim acaba? Ağzımı elinle kapatma da kavgaya
kıyamete bir
kulak
ver.
Elden çıktım, yoluma şişe koyma... Korsan ayağımı basarım;
bulduğumu kırar geçiririm.
Gönlüm her solukta senin hayaline dalmış, şaşırmış gitmiş. Sen
çalıp çağırır, neşelenirsen ben de çalar çağırırım, neşelenirim; sen mahzunsan
ben de mahzunum.
Acıtırsın, acılaşırım... lütfedersin, lûtuf kesilirim. A çene
topağı tatlı mı tatlı, şeker dudaklı güzelim benim; seninle oldum mu, hepsi de
hoş.
Temel sensin; ben kim oluyorum? Elinde bir aynayım ancak; ne
gösterirsen onu gösteririm; hem de sınanmış bir aynayım ben.
Sen sanki yeşillikte bir selvisin, ben gölgenim senin. Mademki
gülün gölgesi oldum; varayım, gülün yanı başına çadır kuray ım.
Sensiz gül devşirsem elimde diken olur; seninle oldum mu, baştan
başa diken olsam gene de tümden gül olurum, yasemin kesilirim.
Her solukta ciğerimin kanını sağrak sağrak içmedeyim... her
solukta testimi sâkînin kapısına vurup kırmadayım.
Yüzümü tırmalasın, gömleğimi yırtsın diye her solukta bir güzelin
gömleğine el atmadayım.
Gönül ve din
salâhının lûtfu, gönlümün ta ortasında parıl parıl parladı. O, dünyada gönül
mumu; ben kimim? Bir leğen ancak.
XXVIII
Bâz der esrâr revem cânib-i on yâr revem
Ne’re-i
bolbol şenovem der gol-o gol-zâr revem
Gene sırlara gidiyorum, o sevgiliye gidiyorum. Bülbülün narasını
duy acağım, güle, gül bahçesine gidiyorum.
Ne vakte dek şu utanıp arlanma? Utanmayı yak gitsin; gönüle yoldaş
oldum; hoş bir halde gönül alana gidiyorum ben.
Sabrım kalmadı ki veresiyeye kulak asayım.
aklım kalmadı ki yol yordam gözeteyim.
A benim Zührem, ten-teni-ten nağmeleriyle çeng çal da şu sese
kulak vereyim, yüzünü görmeye gideyim.
Gönlüm tuzak hastası; kapıda, damda gönlüm... gönül güzelini tutup
çekeyim de alıcısına götüreyim gitsin.
Ne hünerin var, ne de bir işte güçtesin dedi bana. Peki dükkânımın
yolunu göster de kâr peşine düşeyim.
Gönlümün kendinden haberi varken izini izlemedey di. gönlümün izi
nerde; göster de izini izleyeyim.
Elimi sevgilinin eline vereyim de mağaraya gireyim; hasetçilerin
kem gözleri değmesin bize.
Güzel
uluların dersi, kendinden geçiştir, susuştur; daha dersimi pişiremedim,
tekrarlay ıp duray ım bâri.
XXIX
Mutrıb-ı ışk-ı ebedem zehme-i işret bezenem
Rîş-i tereb şâne kunem soblet-i gemrâ bekenem
Ölümsüz aşk çalgıcısıyım, zevk mızrabını vurayım; neşenin sakalını
tarayayım, gamın bıyığını yolayım.
Çalgı düzenlendi, neşe doğdu mu canlar tazelenir... küpün ağzı
açıldı ya, ağzındaki balçığı uzaklaştırayım küpten.
Halil olmuşum ya, âteşkedeye âşıkım, cana, akla âşıkım, putun
şekline de düşman.
Güneş, Koç burcuna eş oldu; bahar geldi, sevda işine girişme çağı
artık. gönlümün kanı kaynıyor, bedenimdeki kar eriyor, su kesiliyor.
A parlak Ay
dedim; neden eriyip gitmedesin? Gönüle tutuldum, bir güzel yüze âşıkım dedi.
Öylesine birine âşıkım ki kulağımdan tutmuş, çekip sürümede beni.
Bütün bedenim sanki bir kalkan; her y anıma oklar gelip vurmada.
Şu gürültünün içindeyim, belâlara uğramışım
ama şükür denizine dalmış gitmişim... yolculuğa tutsak olmuşum ama
yerimin yurdumun kokusuyla terütazeyim.
Sevgiliyle
buluşmuştum, güzelliğine dalmıştım. kaza, bir olmayacak yazıdır okudu,
düzenlerle ayrılık koydu araya.
Bedenimde
bir damar oynayıverse de a benim çene topağı tatlı mı tatlı padişahım; yurduma
doğru uçarak koşsam.
Her solukta
duyulan o güzel kokusu, o kulağımı çekmek istey işi, o benim selvimin,
yaseminimin sâkîsi, bir akarsu yaptı beni.
Yakub’a
yoldaş oldum; o güzele fitne kesildim. can Yusuf’u lütfetti de gömleğini
armağan gönderdi.
Gerçekten de
ne hoşsun a sevgili; vefa yayını çekersin sen. İki dünyada da senin gibi bir
güzel gören var mı hiç?
Onunla eşit
oynayamam ama gene de el atayım ona. o taşa vuray ım şişeyi; şişe kıranın
kuluyum zâti.
* Fil, cefa
hortumunu Kâbe’ye döndürdü; ben Tanrı’nın ebabiline benziyorum; her gergedana
yardımcıyım ben.
Her aynanın
cilâsıyım; her sağ cenahın Rüstem’iyim; her aça gücüm kuvvetim; her topluluğun
yıldızıyım ben.
Her boyun
bosun; her yüzün gözün anlamıyım, biricik Tanrı lûtfunun gölgesiyim... her
iyinin kötünün Kâbe’siyim, bağın bahçenin dadısıyım ben.
Kimi kötü
huylu ateş olur, her yanı yakar, yandırır. güzel yüzlü oldu mu da benim Huten
dilberim olur gider.
Sen
böylesine şaşı bakarsan kâseyi kırarsın, testiy i dikersin başına, içersin.
hiçbir şeye muhtaç olmayanın adalet gölgesiyim; her şeyi uygun dokurum ben.
A padişahlar
padişahı, a dünya güzellerinin başı, ağız açıp söylemediklerimi lûtfeder de
anlatırsan hoş olur; vakti geldi çünkü.
XXX
Âyineî bezâdiyem ez cehet-i menzer-i men
Vây ezin hâk tenem tîre dil-i ekder-i men
Kendimi görmem için bir ayna cilâlıyor bana... Ah bu toprak
bedenimden; daha da bulanık gönlümse kara mı kara.
Gece geçti de şu gönlüm balçıktan arınmadı gitti. A bana şarap
sunacak sâkîm, nerde kızıl kadehim benim?
Yazıklar olsun, eşeğim gitti elden; ansızın öldü eşeğim. Ama
şükürler olsun ki eşeğin tersi de uzaklaştı kapımdan.
Eşeklerin ölümü güç bir şey, fakat bana uğurlu geldi. çünkü eşek
uzaklaştı mı, îsa gelir, kucaklar beni.
Saman kalburunun peşinde ne kadar ömür harcadım; arık eşeğim için
ne kadar arıklaştım, eğrildim.
Eşeğin bana
yaptığını yırtıcı kurt yapamaz; onun derdiyle, onun gamıyla ne kadar Tanrı
hakkı kaldı boynumda.
Acılığım,
hamlığım, horluğum, kötüye çıkmış adım sanım, gönül kanı içişim. Bunların
yüzünden toprak başıma benim.
Benim
hırsızım, beni ayırt edenim... beni yaratanım lütfeder, görür beni; görüşünle
mumu söndürürsün de göz verirsin, görüş ihsan edersin sen.
XXXI
Kasd-ı
cefâhâ nekonî ver bekonî bâ dil-i men
Vâ dil-i men
vâ dil-i men vâ dil-i men vâ dil-i men
Cefa etmeye
kasdın yok ama bir de gönlüme cefa etmeyi kurdun mu, vay gönlüme, vay gönlüme.
Ah gönlüme, eyvah gönlüme.
Bana
kastettin mi düşmanım sevinir. Sonra da bu yüzden ya senin gönlün y aralanır,
ya
benim
gönlüm.
Şaşırmış kalmış, delirmiş gitmiş gönlüm... Kanlarla dopdolu bir ev
benim gönlüm. N’olur, bir seyretmek için zahmet çeksen de geliversen gönlüme.
Şekerler yemiş gönlüm; kemerler kuşanmış gönlüm. seher çağlarında
her yana gitmiş benim gönlüm.
Ölmüş de gönlüm, dirilmiş de. Ağlayış da gönlüm, gülüş de. Efendi
de gönlüm, kul da. Senin yüzünden denize dönmüş gönlüm.
A ustalaşan, esenliğe eren, artık ateşte oturma. Şöyledir,
böyledir ama a benim gönlüm, hiç mi hiç dinlenme.
Can nimetini
dilemek, gönlümü dileğine kavuşturmak için gönül ve din salâhına Cibrîl-i Emin
indi şimdi.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar