Print Friendly and PDF

MEVLANA/ DİVAN-I KEBİR cilt 7…1. Bölüm 1. Kısım

Bunlarada Bakarsınız

 


Hazırlayan : Abdülbâkiy GÖLPINARLI

DÎVÂN-I KEBÎR

BAHR-İ HEZEC

-MEKFÛF-

mef’ûlü mefâîlû mefâîlü feûlün

— A —

Lebrâ tu be her bûse-vo her lût meyâlâ

Tâ ez leb-i dildâr şeved mest-o şeker-hâ

Sevgilinin dudağıyla sarhoş olmayı, şekerler çiğner bir hale gelmeyi istiyorsan, dudağını her öpüşe verme, her yemekle bulaştırma da,

Dudağından başkasının kokusu gelmesin; y alnız ve yalnız aşk kesilsin, tertemiz, eşsiz bir hale gelsin o dudaklar.

Eşeğin ardını öpüp duran dudağı, Mesîh şeker gibi bir öpüşle öper mi hiç?

Şunu bil ki evveline evvel olmayan Tanrı ışığından başka ne varsa hepsi de pislikle dolu bir yerde pislikten ib arettir, bir bak da seyret hele.

Fakat gübre olup bostanın gönlüne giren pislik, yok olur gider de pislikten kurtulur, kavunun, karpuzun lezzetini arttırır o.

Sen, pislik oldukça kutlanmanın tadını ne bilirsin? Yürü, pislikten geç de kutluluk, yücelik tarafına git.

Mesîh’in eliyle, bütün dünyayı iyileştirecek, diriltecek ilaç geldi; fakat nerde her yemek çanağından korunacak el?

Mûsa, Firavun’un nimetinden elini, dudağını yudu, arıttı da yed-i beyzâ, kerem denizini bağışladı ona.

Ham kişilerin midelerinden, dudaklarından kaçıp kurtulmak istiyorsan deniz gibi incilerle dol, gene de yüzünü buruştur.

Kendine gel, gözünü yum ki o göz pek kıskançtır; aklını başına al, mideni boş tut ki hazırlanmış yemek var.

Köpek toktur da onun için av tutmaz; saldırıp bağırmak, isteyip çırpınmak, hep açlık ateşinden mey dana gelir.

* Nerde tertemiz elle dudak ki kadehi alsın, içsin. Nerde çevik sûfî ki helvanın bulunduğu yere gelsin.

A bize kahve dağıtan, fincanı sunan;1] bu sözlerden gerçek şekilleri göster bize.

II

Afdâ kamaran lâha alaynâ ve taâlâ

Mâ ahsanahu Rabbu tabârak ve taâlâ

Bir ay parçası güzel, bize göründü; parıl parıl parlamaktaydı; kutlu, yüce Tanrı, ne de güzel yaratmış onu.

Canımla birleştin a güzelim de yaşayışımı arttırdın; bugün benden üstünlükler, ululuklar doğmada artık.

Sevgi beni eritse, hayale döndürse gene de gizlice onu çağırırım; apaçık ona hitap ederim ben.

Örtüler yırtılsın, buluşma suyu, susuzluğu gidersin diye boyuna ona y alvarırım; zaman beni dilim dilim kesse bundan ay rılmam.

Yüzyıllar geçse aşktan bıkmam; ben aşktan

usanayım ha; hâşâ, hâşâ; böyle bir şeye imkân yok.

Âşık balıktır, aşksa denizdir sanki... Balık denizde oldukça usanır mı, bıkar mı denizden?[2]

III

Reftem be suy-i Mısr harîdem şekerîrâ

Hod fâş begû Yusuf-i zerrin-kemerîrâ

*      Mısır’a gittim; bir şeker satın aldım. Hadi, apaçık söyle; de ki: Altın kemerli Yusuf’u satın aldım ben.

*      Şehirde böylesine güzeli kim görmüştür? Böylesine Süheyl’i, böylesine Ay’ı kim bağrına basmıştır?

Padişah, kötü bir kulu işe tâyin etti; keremi, incileri verdi de bir tabiatsızı satın aldı.

* Hızırların Hızır’ıdır o; abıhayat kaynağından sunar da bir ciğeri tazelerse hiç de şaşılmaz.

Yap-yapma emirleri, kulları üst etmek, devlete ulaştırmak için geldi; altüst olmuşu büsbütün altüst etmek için değil.

Geceleyin uyumasak yeri; çünkü gizlice Ay, her gece yıldızları sayana öpücük verir.

Eserler, canı, gönlü, eserleri yaratana eriştirir. O padişah, eserleri hammâl eder; canı, gönlü onlara yükler.

*      Bil ki buraya gelen, Tanrı iksiridir; her solukta bir taşı kızıl altın eder.

*      Eşek leşi, göğe yol bulamazsa gam değil; İsa’ya dönmüş canlar gökyüzüne ağar ya.

Dünyada kuşkulanıp neye baktıysam göremedim, bulamadım; çünkü bu yücelik, bu ululuk, Tanrı görüşüne sahip olanda var ancak.

Seher çağı gelinin gözüne sürme çekmesi için güneşin padişahça gönül ateşi gerek.

Bizim zerre kadar aklımız yok; yoksa aklı başında olan ceylan, hiç erkek arslanı ister mi?

Dostum, akılsızca gölge gibi peşine düşmüşüz;

koşup duruyoruz; çünkü o güneşe benzeyen yüzün, başka birinde yok.

Güneş, kalkanı olmayanın her yanını yaralamak için her gün o kılıcı sallar durur.

Akıl öylesine gönül kıranı bağrına basar; can öylesine yol uğrağından geçeni tutar, eve sokar.

Göz öylesine lâ’l dudaklara inciler hediye eder; yüz öylesine gümüş bedenli güzel için sararır solar; altınlar basar.

Yürü a hoca, kaş gibi o Ay’ın perdecisi kesil; çünkü o her eğri görüşlünün gözünü, görüşünü doğrultur.

A temiz yürekliler, ondan başkasıyla aşk oyununa girişmey in; her olur olmaza gönül vermek, can feda etmek olamaz.

Sus; âşıkını kendisi çeker kendisine; niceye bir her hünersizin eteğine sarılacaksın?

IV

Ender dil-i her kes ki ezin ışk eser nîst

Tu ebr bero keş ki be cuz hasm-ı kamer nîst

Kimin gönlünde bu aşktan bir eser yoksa üstüne bir bulut çek onun; çünkü o, Ay’a düşmandır ancak.

Ne de kuru ağaçtır bu bahçede yetişmeyen ağaç; ne de hor, hakirdir ağacın gölgesinde bulunmayan aziz.

Eşsiz inci bile olsa bu aşktan başkasından kesil gitsin; çünkü bu aşktan başka ne akraba vardır sana, ne baba.

Her gün bu dertten daha da beter bir hale gelmeyen, âşıklar mezhebinde ölüm hastalığına tutulmuştur.

Kimin yüzünde o renkten bir örnek, bir eser görürsen, gerçek olarak bil ki o, şu bildiğin insanların cinsinden değildir.

Hangi kamışın belinde aşk kemerini görürsen sıkı sıkıya bağrına bas onu, çünkü o şekerkamışı dengidir ancak.

A Tebrizli Tanrı Şems’i, seni tuzağa çektiler; münkirler var solda sağda, sakınmaya da imkân yok.

V

Ez evvel-i imrûz herîfân-ı herâbât

Mihmân-ı tuend iy şeh-o sultân-ı herâbât

Bugün seher çağından beri, meyhane erleri senin konuklarındır a meyhane padişahı, a meyhane sultanı.

Bugün ne gündür? Söyle: Kutluluk günü. Şu gönül kıblesi kimdir? Cevap ver: Meyhanenin canı.

Âşıkların gönülleri asla bir kimsenin buyruğuna uymaz; çünkü sarho ştur, yıkılmıştır meyhanenin buyruğuyla o gönüller.

Yüzlerce Zühre, sırlara mahrem olmuştur da

feryada gelmiştir: Çık buluttan a meyhanenin parlak Ay’ı.

Biz ecelin dudağından, dişinden hiç mi hiç korkmayız; çünkü meyhanenin o güleç güzeli diriltmiştir bizi.

Can, yükünü öküze yükler de aşka sarhoş bir halde gelir; bu yükü der, meyhane kapısına rehin ver gitsin.

* Tebrizli Tanrı Şems’ine gönül veren, kendisinin kâfiridir, meyhanenin Müslümanı.

VI

Bâr-ı diger on dilber-i eyyâr merâ yâft

Ser-mest hemîgeşt be bâzâr merâ yâft

O yankesici dilber bir kere daha buldu beni; sarhoş bir halde pazarda dolaşıp duruyordu; buluverdi beni.

Gizlendim; o mahmur nerkis gözler gördü beni; meyhanecinin yurdundan kaçtım; tuttu, y akaladı beni.

Kaçmam da nedir? Kimsecikler can kurtaramamıştır ki ondan; gizlenmem nedendir? Yüzlerce defa bulmuştur beni.

Dedim ki: Şehrin kalabalığı arasında kim bulur beni? Sırların çokluğu içinde beni bulan, bulur beni.

Ne muştuluk bu ki o gözetleyen bakış aradı beni; ne bahttır, ne devlettir ki o büklüm büklüm saçlar buldu beni.

Sarhoşların başlarında sarık, rehine uçar gider; çünkü o, yüzünü sarıkla örten, sarığımın ucunu tuttu benim.

Ben tabanımdan diken çıkarmadaydım; o yüzlerce gül bahçesinin selvisi, buldu beni.

Kendi gül bahçesinden başına güller serpti sevgili, o bülbül, o eşsiz güzel gene buldu beni.

* Ben o Ay’ın harmanında kile gibi kayboldum; bugün o Ay ambarın dibinde buldu beni.

Her yola kanımdan katreler damlamıştı, iz

olmuştu kandan; peşimdeydi, izimden buldu beni.

Ceylan gibi, o arslandan çöllere kaçtım; o av dağının arslanı dağda, ormanda buldu beni.

Göğe çıkıp ceylanı yakalayan, sabırla, yavaşlıkla, hem de anacaddede yakaladı beni.

Damağıma iğne takılmış, bense denizin dibindeyim; balıkçı, av çeken bir iple, oltayla tuttu beni.

O incitmesi az sevgili, beni bulur bulmaz, gönlümden incinmeyi gideren bir kadeh sundu bana.

Şu ağırcanlı can çevikleşti de uçtu; çünkü o ağır sağraklı dost tezce buldu beni.

Bugün ne akıl var, ne kulak var, ne söz var; çünkü o her düşüncenin temeli, o her sözün aslı buldu beni.

VII

în hâne ki peyveste dero bang-i çegannest

Ez hâce beporsîd ki in hâne çi hânest

Bir ev bu ev ki boyuna çeng çalınıyor, müzik dinleniyor burda. Sahibinden sorun: Nasıl ev bu ev?

* Burası Kâbe’yse şu put nedir? Muğların eviyse şu Tanrı ışığı da ne?

Bu evde bir define var ki dünyaya da sığmaz, âhirete de; bu ev de bahaneden ibaret, şu ev sahibi de.

Zulüm evi diye el uzatma bu eve; ev sahibine de bir şeycikler söyleme; çünkü geceden kalma sarhoş zaten o.

Bu evin taşı, toprağı tamamıy la amber, tamamıy la misk; bu evin damı, kapısı b aştan başa beyit, baştan başa rubai.

Hasılı, bu eve yol bulan, yerin padişahıdır, zamanın Süleyman’ı.

A ev sahibi, bir kerecik olsun şu damdan başını eğ; güzelim yüzünde devlet, ikbâl izi var çünkü.

Canına and olsun, senin yüzünü görmekten başka, yeryüzünün padişahlığı bile olsa, hepsi de afsun, hepsi de masal ancak.

Bahçe, bu ne yaprak, bu nasıl çiçek diye şaşırıp kalmış; kuşlar, bu ne çeşit tuzak, bu ne biçim yem diye şaşkınlığa dalmış.

Bu, gökyüzünün zengini, Zühre’ye, Ay’a benziyor; bu ev aşk evi; ne ucu var, ne bucağı.

Can ayna gibi şeklini kucaklamıştır; gönül tarak gibi saçlarına baş aşağı dalmıştır.

Yusuf’un karşısında kadınlar ellerini doğradılar ya; benim canım, sen bana gel de canımı ortaya koy ay ım ben.

Bütün evdekiler sarhoş; kapıdan filân girmiş, feşman girmiş; kimseciğin haberi bile yok.

* Uğursuzdur, eşiğe oturma, tez gir içeriye; yeri eşik olanın gönlü kararır gider.

Tanrı sarhoşları, isterse binlerce olsun, hepsi de birdir; fakat hevâ ve hevesle sarhoş olanların hepsi de iki tanedir, üç tane.

Arslanların ormanına git, yarayı düşünme; düşünmek, korkmak kadınların işidir.

Orada yaralamak yoktur; baştan başa acımak vardır, sevmek vardır orda; fakat senin vehmin, kapı ardındaki mandal gibi kakılakalmış.

Ormana ateş verme, sus a gönül; dilini çek; çünkü dilin yalıma benziyor senin.

VIII

Zon şâh ki ûrâ heves-i tebl-o elem nîst

Dîvâne şodem ber ser-i dîvâne kalem nîst

* Davula, bayrağa hevesi olmayan o padişahın yüzünden deli oldum; deliye de kalem olmaz, suçu yazılmaz onun.

Uzaktan beni yürüyüp giden biri olarak görüyorsun; fakat o gördüğün bir hayal, y okluktan başka bir şey değil o.

Beri gel, yok ol; yokluktur can madeni; fakat gamdan, gussadan başka bir şey o lmay an şu can gibi can değil.

Ben bensiz, sen de sensiz, şu ırmağa bir dalalım gitsin; çünkü bu kurulukta zulümden, sitemden başka bir şey yok.

Bu ırmak, adamı batırır ama öldürmez; abıhayattır, lûtuftan, keremden başka bir şey yapmaz.

— D —

IX

Tâ bâd-ı seâdet zi Muhammed haber efkend

Zon merdiy-o zon hamle şakavet siper efkend

Kutluluk yeli Muhammed’den haber getirir getirmez; o erlik, o hamle yüzünden bütün kötülük, kalkanını yerlere attı gitti.

Yoksul alçalırsa şaşılmaz; senin gamın, yoksul şöyle dursun, yüzlerce padişahın başını yerlere düşürdü.

*      Günün birinde Edhemoğlu, felek gibi boz atını ceylanın peşinden koşturdu.

Derken ona öylesine bir şerbet sundun ki tadı, kokusu başını bürüdü; kendinden geçti de attan düştü, yerlere serildi.

Herkes şaşkınlık mahallesinin başında, yoksul Edhemoğlu dedi, tacını, kemerini bıraktı gitti.

*      Süleyman bir kuşla Belkıys’in saltanatını yendi ya; senin adınla yendi ancak.

*     Muhammed bir işaretle yeryüzüne Ay’ın ikiye bölündüğü haberini yaydı, bir kavgadır kopardı ya, o da senin adınla oldu.

X

“Tercî-i Bend”

Zon bâde-i sûfî buved ez câm mücerred

Kez gaayet-i mestî zi kefeş câm beyofted

Sûfî’nin o şarabı kadehten münezzehtir; çünkü körkütük sarhoş olmuştur Sûfî, elinden kadehi düşmüş gitmiştir.

Sarhoşluk haline gönülle akıl bile sığmaz; iş böyleyken kadehin, sağrağın sığmamasına şaşılmaz artık.

*     Elif bütün harfleri geçmiştir; elifte bir şey y oktur da o yüzden öne düşmüş, kumandan olmuş, güç kuvvet sahibi kesilmiştir.

Ha’nın da elif gibi hiçbir şeyi yok ama cim şekline büründü; halbuki cim bağlarla

bağlanmıştır.

Mim, yazılışta elifle, ha’dan meydana gelmiştir; birleşmek de ayrı bir varlık sahibi olmaya sebeptir.

Peygamberin meclisi sağraksız, kadehsiz kuruldu; maksat da Muhammed’in varlığının başlı başına meydana gelmesiydi.

Gökyüzü damının ne direği vardır, ne duvarı; fakat her dam çöker de o durur.

Şu köhne gökyüzünden daha yüce bir lûtuf âlemi var; canlar o âlemde sanki yepyeni mey dana gelmiştir.

Bu ırmağın kıyısında yıkanmak için soyunmuşsun; fakat billur döşemede ırmak gibi görünmedi mi?

Şişenin zincirleme akan bir su şeklini göstermesi için, y anıltmak maksadıyla dev yapar, peri halk eder o.

Düzenden, hileden kaç, razılık çevresine yürü de sayılı soluklara muhtaç olmadan yaşa.

Tercî beytini söyleyeyim hoca; çünkü bu kafiye dar; soluk bile almayayım, çünkü soluğumuz zaten buğuluyor aynayı.

*

*     Ben soluk almıyorum ama “Biziz üfüren” soluğu boyuna üflüyor bana; feryadım ta Ülker burcuna dek gidiyor.

O yüce, o üstün Tanrı, yokluk kamışlığından kesti, onardı bu beden kamışımı.

Gönül, neyin bir başıydı, ağız öbür başı... o baş, aşk dudağından boyuna ballar yemede, şekerler çiğnemedeydi.

Bedenim onun soluğuyla doldu, iki dudağıyla sarhoş oldu da kabına sığmıyor, sarhoşça naralar atıyor.

Onun soluğuyla dolup, onun o iki dudağıyla sarhoş olunca daraldı da sarhoşça coşup köpürmey e başladı.

*    Allah’a and olsun, dağ bile o dudakların şarabını içse tecelli vuruşuyla erir, kum olur

gider.

Dudağını yummuştu; yoksa bir açsa o dudakları, ne gökyüzü kalır, ne aşağısı kalır, ne yukarısı kalır.

*     A ney, bir yokluk âleminden seslen de seyret yüzlerce Leylâ’yı, yüzlerce Mecnun’u, yüzlerce Vâmık’ı, yüzlerce Azrâ’yı.

Her zerre ağız açar da var ol der; her zerrenin gönlüne hor gelir, değersiz gelir, dar gelir ova.

*    Tez beden Habeş’inden Rum ülkesine yürü, öylesine var ki kayser seni yüce tahta oturtsun.

Hey gidi hey; ne de güzel yer, ne de hoş ırmak, ne de coşkun savaş safı; burada onların bulunmasına imkân yok; öyle bir yer orası.

Kendine gel, savaş vakti, erlerin saldırış zamanı şimdi; safran kabarmasın; saldır, safı yar.

*    Üçüncü tercî geldi; sen de Tanrım; dedin ki: “Kaybettiğine ağlama; karşılıkları var bende.”

*

O hoş nağmeli, şeker ağızlı çalgıcı geldi; canların hepsi de sarhoş; çünkü o can bana geldi.

Çiçekler gülmeye başladı, gül elbisesini yırttı; çünkü yokluk ülkesinden sünbül geldi, yasemin geldi.

Gül bahçesinin canları karakışın soluğuyla uçmuştu; ilkbahar mevsimi geldi, her can kendi bedenine girdi.

Güzelliğini kırıp geçiren güz mevsimi kör olsun diye, gizlilik puthanesinden güzeller çıkageldiler.

Onlar sabrı seçmişlerdi, ardından hemencecik ferahlık geldi; güzel huya sahip olmuşlardı, bir güzel sevgili çıkageldi.

Bahar bayramında bulut gülsuları serpti; o gök gürleme si de havanın yücelerinde davul çaldı.

Bir bağ, bir bahçe ki güzellerle dopdolu; fakat ne Türk onlar, ne Rum; gizlilik perdelerinden binlerce Hutenli güzel geldi.

Nice canlar, Yusuf gibi helâk olma kuyusuna düşmüştü; kaybolmuş sandılar ama yurda çıkageldi onlar.

Hızır’ın abıhayat yolu kapkaranlıktır; fakat sonunda gül, diken yolundan yurda geliverdi.

Gazelin çok kısmı kaldı ama gene de sus da padişah söylesin; çünkü şu topluma geldi o.

Bütün ağaçlar sabrettiler; o ayrılık kuyuya benziyordu, sabırsa ip oldu o kuyuya.

A benim ay yüzlüm, usûl boylum, kalk ki aşkından kıymet koptu.

XI

Mehtâb berâmed kelek ez gûr berâmed

Vez rîk-i siyeh çirde sakanguur berâmed

Ay ışığı vurdu da kelek kavun, karpuzlar mezarlarından çıktılar; karalara batmış kumdan timsahlar baş çıkarıp göründüler.

Kalemiyle İsa’nın, Mûsa’nın resmini, şeklini

meydana getirenin üfürüğünden Sûr’un âvâzı, gürültüsü duyuldu.

Yardımı, devlet havanında bir inci dövdü de körün gönlünde yüzlerce gerçeği gören göz peydahlandı.

Toprağın gönlü, ilkbaharın ıssısından ne haber aldı ki kara topraktan karınca sürüleri belirdi.

Balarısı onun bal denizlerinden nasıl haber aldı ki misk gibi ballarla arı sürüleri mey dana geldi.

Bir arık ipekböceği onun kerem mahzenine nasıl yol buldu ki birçok ipekler dokudu, ibrişimler ördü.

Sedef, gözü, kulağı olmadığı halde nerden rızklandı da inci elde etti, haznedara döndü.

Bir sert demir, bir katı taş parçası, ışıklara yumuşak yumuşak ne biçim bir yol buldu da demir, taşa çarpılınca bir ışık bayrağıdır belirdi.

Bak da seyret, toprak yurdundan nasıl bir gül bahçesi güldü; zift gibi sürmeden nasıl bir kâfur mey dana geldi.

Gaz boyaması yokken, gelin bezeyen kadın yokken, gül o rengi nerden buldu da parıl parıl parlayıp ışıl ışıl ortalığı parlatarak gizlilik perdesinden nasıl yüz gösterdi.

O işi gücü iyi padişahın devleti, ikbali sayesinde şu bozguna uğramış ordu üst gelmiş gibi çıkageldi.

Onun yüzünün, onun güzelliğinin bağında bir elma ağacı gördüm ki her elması yarılınca içinden bir huri belirmedeydi.

Elmanın gönlünden huri belirince gülüyordu; onun gülüşünden de hastaların ihtiy acı gideriliyor, hepsi sağlık elde ediyordu.

Sarhoşların şu varlığı, şu sarhoşluğu, şu oyunu, sanma ki üzümün özünden meydana gelen şaraptandır.

Tebrizli Tanrı Şems’i, bu coşkunluğu meydana getirince can doğusundan doğdu, o tanınmış Ay, candan belirdi.

XII

On surh-kabâyî ki çu meh pâr berâmed

îmsâl derin hırka-i jengâr berâmed

Bıldır, Ay gibi doğan o kızıl kaftanlı güzel, bu yıl boz bir hırkaya büründü de çıkageldi.

* O yıl yağmada gördüğüm O Türk’tür bu yıl Arap şeklinde gelen.

Elbisesini değiştirdi ama sevgili gene o sevgili. O elbiseyi değiştirdi; başka bir elbiseyle tekrar geldi.

Şişe değişti ama şarap gene o şarap, bak da seyret, sarhoşun başını ne de hoş döndürmede.

Gece geçti; a sabah şarabı içenler, nerdesiniz? O meşale, sırlar penceresinden belirdi çünkü.

Habeşlerin devrini gördü de Rum ülkesinin dilberi gizlendi; fakat bugün şu koca orduyla geldi gene.

Tebrizli Tanrı Şems’i erişti; temizlik göğünden o nurlar saçan Ay doğdu, belirdi.

XIII

Ber çerh seher-gâh yekî mâh iyan şod

Ez çerh furûd âmed-o der mâ nigeran şod

Seher çağı gökyüzünde bir Ay göründü; gökten indi de bize baktı.

O Ay, doğan nasıl avını kaparsa o çeşit kaptı beni, göğe doğru uçtu gitti.

Kendime baktım da göremedim kendimi, çünkü o Ay lütfetti de bedenimde can oldu benim.

Ezelî tecelli sırrı tamamıy la anlaşılınca can âlemine sefer ettim, o Ay’dan başka bir şey göremedim.

Dokuz kat gök de o Ay’a karşı baş eğdi; varlık gemim tamamıy la denizde gark oldu gitti.

O deniz bir dalgalandı da aklı gitti; ortalığa, böyleydi, şöyleydi diye bir sestir yayıldı.

Köpüklendi o deniz; köpüğün her biri de

filânın şekli oldu, feşmanın bedeni.

O denizden beliren her beden köpüğü, hemencecik eridi, denize karıştı gitti.

Efendiler efendisi Tanrı Şems’inin devleti olmadıkça ne Ay görülebilir, ne deniz kesilebilir insan.

XIV

Morgan ki kunun ez kafes-i hîş codâyîd

Ruh bâz nemâyîd-o begûyîd kocâyîd

A şimdicek kafeslerinden kurtulan kuşlar; gene yüzlerinizi gösterin de söyleyin: Nerdesiniz?

Geminiz şu suda kırık bir halde kalakaldı; balık gibi bir soluk, görünün şu sudan.

Ya kalıbı kırmış da o dosta erişmişsinizdir; y ahut da tuzak elinizden çıkmıştır da avdan kalmışsınızdır.

Bugün siz ya kendi ateşinize odunsunuz ya da ateş sönmüştür de siz Tanrı nuru

olmuşsunuzdur.

O yel ya soğuk yel olmuştur da sizi dondurmuştur; yahut da her vardığınız yere esen seher yeli kesilmiştir.

Cevap vermek için ağzınızı açmazsınız ama her söze canınızda bir cevap var sizin.

Günlerin havanında dövdüğünüz inciler sürmedir gözlere; çekin o sürmeyi, çekin.

A doğanlar, ölüm ânına geldiniz mi bilin ki bu ikinci bir doğuştur; doğun, doğun.

*      Hintli olarak mı doğdunuz, Türk olarak mı; ikinci defa yüzünüzdeki peçeyi açtığınız gün belli olur bu.

*      Tebrizli Tanrı Şems’ine lâyık olursanız vallahi de siz o lâyık olduğunuz günün

[3] hasbekisiniz.

XV

Der halka-i uşşaak be nâgeh haber oftâd

Kez baht yekî mâh-ruhî hûb der oftâd

Bahtımız yaver oldu da ansızın âşıklar halkasına bir ay yüzlü güzel düştü diye bir haberdir ulaştı.

Âşıkların gözleri de, gönülleri de o güzellikle öylesine bir doldu ki adları anılan güzellerin hikâyeleri unutuldu gitti.

O güzellikten nice abıhayat kaynakları coştu; o eşsiz şaraptan nice gözlere, başlara mahmurluklar çöktü.

Ay, kalkanı, kılıcı olduğu halde, onun nice saldırışlarını gördü de kalkanını tezelden kırdı, sipere sığındı.

Kuluyuz kölesiyiz o gecenin ki onun avlandığı ordugâhta hepimiz de şeker yağmasına koyulmuştuk.

Kanlı ay rılık beyi bozguna uğradı, bayrağını yere attı; gönlümüz ayrılık ordusuna üst oldu.[4]

Dediler ki: Tebrizli Tanrı Şems’inden ne gördünüz? Dedik ki: O ışıktan bir bakıştır düştü

bize.

XVI

Ey kavm-i be hac refte kocâyîd kocâyîd

Ma’şuuk derincâst beyâyîd beyâyîd

A hacca giden topluluk, nerdesiniz, nerdesiniz? Sevgili buracıkta; geliniz, geliniz.

Sevgilin, senin komşun, hem de duvarı duvarına bitişik komşun; hal böyleyken siz başı dönmüş bir halde çölde hangi havaya uymuşsunuz?

Sûretsiz sevgilinin yüzünü bir görürseniz ev sahibi de sizsiniz, ev de sizsiniz, Kâbe de siz.

On keredir o yoldan o eve gittiniz; bir kere de şu evden şu dama çıkın.

O ev güzel; eserlerini, izlerini söylediniz; o ev sahibinin izlerini de gösterin.

O bahçeyi gördüy seniz nerde bir demet gül? Tanrı denizindenseniz nerde bir can incisi?

Bütün bunlarla beraber o zahmetleriniz define olsun size; fakat yazıklar olsun ki kendi definenize kendiniz perdesiniz.

XVII

Der kûy-ı herâbât merâ ışk keşan kerd

On dilber-i eyyâr merâ dîd nişan kerd

Aşk, bir çadır gibi meyhane mahallesine kurdu beni; o düzenbaz güzel, gördü de nişanladı beni, oraya dikekodu.

Ben o düzenbaz güzelin ardına düştüm gittim; oysa o anda yüzünü gene gizledi benden.

* Ben o eşsiz, o tek kutbun yüzünden şaşkınlığa düştüm, çünkü bir bakışla bütün bedenim baştan başa can kesildi gitti.

Ansızın yüzlerce renkte bir ceylan görünüverdi; öylesine bir ceylan ki güzelliğinin y alımından Ay da feryada geldi, güne ş de.

* O göbeği güzel ceylan Tebriz’e gitti; dünya Bağdat’ını can gözüyle Hemedan ediverdi

(bütün dünya görür, bilir oldu gitti).

Olgunuz, tekiz diyenlerin başlarını döndürdü, âvâre etti, sevdalara düşürdü, dünyada rezil rüsvây etti.

* “Hakkıyla bilemedim seni” diyen padişahtı onun sırlarına mahrem olan; böylece de ezel tecellisinin sırlarını tamamıyla anlattı o.

XVIII

Her nükte ki ez zehr-i ecel telhter âyed

Onrâ çu begûyed leb-i tu çün şeker âyed

Ecel zehrinden daha da acı olan sözler, senin dudaklarından çıktı mı şekere döner.

Çene topağının kuyusunu yurt edinen kişi, tezcek saçlarının ipiyle gökyüzüne ağar.

Bir toplan, toparlan da cana, gitme çağı gelmeden o güzelim kaşından bir azık ver.

Senin davetinden, senin güzelim sesinden gönül kokusu geliyor; ben de lebbeyk,

geliyorum demedeyim ve soluğumdan ciğer kanının kokusu gelmede.

XIX

Ez behr-i Hodâ ışk-ı diger yâr medârîd

Der meclis-i con fikr-i diger kâr medârîd

Allah için olsun, bir başka aşka düşmeyin; can meclisinde başka bir düşünceye dalmayın.

Başka bir dost seçmek, başka bir işe girişmek, olmayacak bir küfürdür; din meclisinde kâfirlerin mezhebine girmeyin.

Can meclisinde düşünce şuna benzer: Hani söz, mademki gizli kalmıyor, bâri gizlemeye kalkışmay ın.

Bokböceğinin sesi gelmese bile kokusu gelir; gönlünüzde izi, eseri kötü bakış bulundurmayın.

O gönül bekçisi, o cana şerefler veren, pek kıskançtır. Onun kıskançlığına karşılık siz de y ab anc ılara yüz tutmay ın.

Her vesveseden bahsetmeyin, her vesveseyi konuşmayın; her yitip gitmiş kişiyi kendinize baş etmeyin, kılavuz yapmayın.

Kerem yakutu gıdanızı geri almaz, vermezlikte bulunmaz; kendinizi ot otlayan nefse rehin etmeyin,

*    “Üstünlük Allah’ındır” âyetini duydunuz ya; artık bıyık, sakal; külâh, sarık düşüncesine dalmayın.

*     Yazının başlangıcı da noktadır, sonu da nokta; artık kendinizi pergel gibi dönüp dolaşmaya vermeyin.

O ulu görüş yerinde oturun, fakat aklınızı dönüp duran gök kubbeye kaptırmayın.

Tanrı’nın birliği, eşi-ortağı olmayışı söylendi mi, bu söz yalımlandı, parladı mı, inkârı y akar, yandırır; Tanrı güzelliğine, gerçek güzelliğe karşı inkârın kötülüğüne sarılmayın.

Dünyanın yarısı akbabadır, yarısı leş; kendinize gelin de akbaba gibi leşe göz dikmeyin.

O aldatan nefis, ululuktan, aldanıştan, aldatıştan ibarettir; kendinize gelin de o aldatıcıya gönül vermeyin.

Gâh saçlarını döker, gâh göğsünü açar; onun allığını, boyasını diken görün ancak.

O dost değildir, vefası yoktur onun, d o sttan ay ırır insanı; o on gönüllüyü sırlara mahrem sanmayın.

O, şarabı döker de y erine sirke satar; o ekşi suratlıyı sâkî sanmayın, meyhaneci sanmayın.

Biz kendi sâkîmizin güzelim sarhoşlarının halkasındayız; bizi boşlamayın, üşütmeyin, ayık b ırakmay ın.

* Bokböceğine göbek verirsen miskin değeri batar gider; onun göbeğini Tatar ülkesinde bulunan, göbeğinden misk veren cey lanın göbeğiyle bir tutmay ın.

Öğüt verme, anlatma minberine can çıkınca artık kendinizi söz perdesi ardında tutmayın.

XX

Çun ber ruh-i tu aks-i cemâl-i tu berâyed

Ber çihre-i mâ hâk çü gul-gûne nemâyed

Yüzünün ışığı yüzümüze vurunca, toprak bile gözümüze yüze sürülen allık gibi görünür.

* Zünnârdan yüzlerce hırka göstermek isterim ama kâfir çocuğu ört, ört diyor, yakışmaz bu.

Âşıkların şu havanına düşen tohum ne yana kaçsa, ne yana sıçrasa çaresiz ezilir durur.

Aşk evinden güvercin gibi uçup giden nereye giderse gitsin, işin sonunda kalakalır.

Tebrizli Tanrı Şems’inin düzüp koştuğu ayna, nerden paslanır, nasıl cilâya muhtaç olur?

XXI

On surh-kabaayî ki çü meh pâr berâmed

îmsâl derin hırka-i jengâr berâmed

Bıldır, Ay gibi doğan o kızıl kaftanlı güzel, bu yıl şu boz hırkay a büründü de çıkageldi.

A o meşaleleri söndü sanan topluluk, işte gene o meşale, şu sırlar penceresinden vurdu, ışıttı ortalığı.

Bu söz tenasühü bildirmez, birliğin ta kendisidir; hem de o uçsuz bucaksız, o dalga dalga coşup köpüren denizden gelen bir söz.

* O denizden bir katrecik ayrıldı; ayrı değil ya; hani insan da pişmiş toprağın ta dibinden doğuverdi.

Habeşlerin devrini gördü de Rum ülkesinin dilberi gizlendi; fakat bugün şu koca orduyla geldi gene.

Sözü bırak da öz aynasına bak sen; çünkü o işkil, o yadırgama, hep sözden meydana geldi.[5]

XXII

Bâr-ı diger on mest be bâzâr derâmed

V’on serdeh-i mahmûr be hammâr derâmed

Bir kere daha sarhoş bir halde pazara daldı o; bir kere daha o mahmur sarhoş, meyhaneciye geldi çattı.

Ağaçların dalları neden meyvelerle doldu? O güzel sesli bülbül, tekrar tekrar çileyip şakımaya koyuldu da ondan.

Bir daha sıçrayalım da hepimiz sarhoşça, dostça oynamaya başlayalım; çünkü o dost gene geldi.

Bir daha davranalım da hepimiz eteklerimizi açalım; o taç taht sahibi padişah, saçılar saçmaya geldi gene.

Bir kere daha kalkalım da şeker yurduna girelim; çünkü böyle bir şeker Mısır’dan yüklerle geldi gene.

Bir kere daha sıçrayıp kalkalım da uykunun evini b arkını kökünden yıkalım gitsin; böylesine uy anık bir devlet geldi çünkü.

Bir kere daha davranalım, şu gece nöbetini tutalım; çünkü o gece hırsızı şuh güzel geldi gene.

Davran, sıçra gene; şarap yetiştir; çünkü kavgada sarığı çözülmüş, çıkageldi o güzel.

Kimdir şu can besleyen, şu cana canlar katan şerbetin sâkîsi? Hastanın başucuna gelmiş bir Mesîh’in eliyle sunuyor sağrağı.

* Şimdicek dünya gamlarının boyunlarını vurur; çünkü senin devletin Hayder-i Kerrâr gibi çıkageldi.

Bugün tasa yurdu, ferahlık yurduna döndü; o neşe geldi, o sayısız, sınırsız sarhoşluk geldi çünkü.

Şimdi yum dudağını; çünkü dudak, kara yüzlü harf olmaksızın söz söylemeye başladı artık.

XXIII

Tâ nakş-i tu der sîne-i mâ hâne-nişin şod

Her câ ki nişestîm şu ferdovs-i berin şod

Şeklin gönlümüzü yer yurt edineli nerde oturursak oturalım, orası güzelim cennete döner.

* Yecüc-Mecüc’e benzeyen o hayallerin her biri huriye döndü; bir Çin güzeli kesildi.

Elinden herkesin feryat ettiği, o nefis yok mu? Önce ne de kötü bir eş dosttu; fakat şimdi ne de güzel bir eş dost oldu.

Yüceler baştan başa bağ bahçe oldu; aşağılar baştan başa define, hazine. Ne biçim bir şeysin sen ki a güzel, âlem senin yüzünden bu hale geldi.

Onu gördüğümüz günden beri ömrümüz arttı; onu aray an, dileyen her diken, inanç gül bahçesi kesildi.

Her koruk, güneşin tesiriyle üzüm oldu, şekerleşti; o kara taş da onun yüzünden değerli bir lâ’l oldu.

Birçok yerler üst oldu, gök kesildi; birçok sollar, devletin eliyle sağ oldu gitti.

Gönül karanlığıydı; şimdi gönül penceresi haline geldi; din yolunu vururdu; şimdi din yolunda kendisine uyulur bir er oldu.

Yusuf’un hapishanesi olan belâ kuyusuydu; şimdi onu dışarıya çıkarmak için sağlam bir ip kesildi.

* Her parça buçuk, Tanrı ordusu gibi Tanrı buyruğuna uymuş; kula eminlik olarak gelmiş, ululuğaysa pusu kurmuş.

Sus ki senin sözün Nil gibi; Kıbt topluluğuna kan olmuş; îsrailoğullarına arı duru su.

XXIV

Bâr-ı diger on âb be dûlâb berâmed

V’on çerhe-i gerdende der eştâb berâmed

Bir kere daha o su dolaba geldi; o dönüp duran değirmen taşı, hızlı hızlı dönmeye koyuldu.

O ateşlerle, sularla dolu olan can, bir kere daha güneş gibi, cıva gibi titremeye başladı.

Bir kere daha âlemin o gizli şekli, dün gece can penceresinden ay ışığı gibi vurdu.

Yüzünden doğunun da, batının da yırtılıp

paralandığı güneş, usturlaba girerse, kendi lûtfundan girer.

Yüz yıllık ölü bile uykudan uyansın diye o sabah çağı bir kere daha güldü, ışıdı.

Bir kere daha o dilekleri yerine getiren seslendi; kalkın, o kapıları açan geldi dedi.

Peygamberlik bir kere daha kıble yönünden aktı da Muhammed mihraba geçince sesi kulağına erişti.

*        Muhammed, Nâsût Hayber’inin kapısına gidince kapıda bir yardım deliği açıldı, kapıları delen çıkageldi.

*        Meleğin korkusundan gökler yarıldı; sebepleri y aratanın korkusundan sebepler, çıkageldiler.

Evet, kişiler adla sanla belirmeden önce de onun adı sanı dünyanın kutluluk beyiydi.[6]

Muhammed, gayb meyhanesinin kapısını açtı da arı duru şaraba iyiden iyiye kesat düştü.

Susuz gönlü suvarmak, böylesine bir kanı yatıştırmak için o unnab gibi lâ’l renkli şarap kadehi geldi.

Bugün sus, söz günü değil bugün; zahmet verme; dostların o sâkîsi geldi.

XXV

Tedbîr kuned bende vu takdîr nedâned

Tedbîr be takdîr-i Hodâvend nemâned

Kul tedbirde bulunur, takdiri bilemez; Tanrı takdiri de gelince tedbir kalmaz.

Kul düşünür; fakat ne görebileceği meydandadır; düzenler düzer, fakat Tanrılık edemez ya.

Doğru attıysa öyle iki adımcağız daha atar; fakat o sırada takdir onu nerelere çekiyor, kim bilir?

înat etme; aşk ülkesini, aşk padişahlığını iste; ölüm meleğinden bu padişahlık kurtarır seni.

Padişaha av ol, az avlan; çünkü avladığın avı ecel doğanı geri alır.

Sus, karar edecek bir yer seç kendine; çünkü neresini seçersen padişah oraya diker seni.

XXVI

Der hâne neşeste but-i ayyâr ki dâred

Me’şûg-ı kamer-rûy-ı şeker-bâr ki dâred

Kimin evde oturan düzenbaz bir güzeli var; kimin ay yüzlü, şekerler, ballar y ağdıran bir sevgilisi var?

Gözü zahmet çekmeden kim görür güneşi? Perdesiz, apaçık kim bakabilir o yüze?

Meyhanede artık işim yok dedin; zaten iş senin, senden başka kimin ne işi var?

Sabah şarabını içen rintlerin hepsi de mahmur; a Zühre, meyhane kapısının anahtarı kimde?

* Biz gayb âleminin şekerler yiyen âşık dudularıy ız; o kantar kantar şeker madeni

kimde?

Sevgilinin bir bakışı, etek dolusu paradan yeğ; sevgilinin yüzü varken para derdini kim çeker?

Canlar o arslandan avlanma yolunu gördüler ya; artık köpekler gibi leşe kim meyleder?

Apaçık ortadayken ikrardan kim dem vurur? îkrar bile bir işe yaramazken inkârı kim neyler?

* A yüzünde kıyamet gününün depremi görünen güzel; senin güzellik cennetinde ateşin derdine kim düşer?

O vefalı güzelin kıya kıya bakışı dururken, şu gaddar dünyayı kim düşünür artık ?

Dedin ki: Aziz dostlardan bir haber ver; senin o güzel habercin varken kimin ne haberi var kimden, kimseden.

A bilen, anlayan, tatlı soluklu, güzel sözlü çalgıcı, bir yardım et de söyle: Kimin böyle bir sevgilisi var?

Güzellerin pazarı senin yüzünden yıkıldı, kesada düştü; pazar da nedir, kimde pazar

düşüncesi var ki?

Bugün sevginle kimseciklerde baş kaygısı yok; kimde sarık olabilir, sarığın ucunu kim tutar?

Tebrizli Tanrı Şems’i bizimle, apaçık ortada; artık bıldırdan kim söz açar, gelecek yılın gamını kim yer?

XXVII

Ger yek ser-i mûy ez ruh-ı tu rûy nemâned

Ber rûy-i zemin kırka-vo zünnâr nemâned

Yüzünün bir kılı yüz gösterse, yeryüzünde ne hırka kalır, ne zünnâr.

îki dünyadan kendisine bir soluk yüz gösterdiğin kişi, yanar tutuşur; o bağrı y anıkta senin gamından başka ne iş kalır, ne güç.

O güzelim yüzünden perdeyi bir kaldırsan güneşle Ay’ın yüzünden bir iz bile kalmaz.

Yanmış yakılmışları, senden başka sırlara mahrem kimsecikler kalmasın diye aşk şarabıyla

sızdırır, uyutursun sen.

XXVIII

Tedbîr kuned bende vu takdîr nedâned

Tedbîr be takdîr-i Hodâvend nemâned

Kul tedbirde bulunur, takdiri bilemez; Tanrı takdiri de gelince tedbir kalmaz.

Bir yol kendi dileğini bırak da aklın dileğine uy; çünkü bu dilek tezce ümitsizliğe ulaştırır seni.

Padişaha av ol; başka hiçbir av arama; çünkü avladığın avı ecel doğanı geri alır.

Mademki padişahın doğanısın, yürü, onun doğan yuvasına git; o yuva sana şekerler verir, davulla çağırır seni.

Bugün padişahtan daha vefalı kimse yok; onun y anına eşek sür; o seni yanından hiç sürmez.

Şunu iyice bil ki bütün halk ölüm hapishanesindedir; mahpus olan, seni zindandan

kurtaramaz.

Biliyor musun, şu razılık köyündeki köpek sesleri nedir? Kim karı huyluysa onu ürkütür o sesler.

Hâşâ; bu yolun âşıkı olan atlı erin yüreğini bile oynatmaz köy köpeklerinin havlaması.[7]

— R —

XXIX

Ey âşık-ı bîçâre şode zâr be zer ber

Gûyî nezened merk turâ halka be der ber

A altın sevdasına tutulup ağlamaya, inlemeye koyulan, sanki ölüm gelmeyecek de kapının halkasını çalmayacak.

Bir düşün o günü ki sen sayılı nefeslerini ala vere bitirmedesin; karınsa bir başka koca düşüncesinde.

Ecel oku gelip de siperini delmeden bütün buyruklara amaç ol, teslim et kendini gitsin.

Adamlıktan maksat anlay ıştır, bakış, görüştür; ey anlayışa, görüşe, bakışa biteviye yağıp duran rahmet.

îhsânın şeker madenidir; şu halksa dudu kuşlarına benzer; dudu şekere gönül vermez de neyler?

O şekerkamışı, aşkınla yüz yerde kemer

kuşandı; kemerin çevresine de senin şükrünü yazdı.

A ışığı Güneş’e de, Ay’a da bol bol vuran, Güneş’ten, Ay’dan başka bir ışık ver göze, görüşe.

Arif kişinin hatırı, dünya madenine doymuştur da başka bir cünbüşe gönül vermiştir, başka bir işe âşık olmuştur.

*    Görmüştür, bilmiştir ki dünyanın suyunu içse, sen o lmad ıktan sonra ciğeri kandırmaz o su.

*    Tutalım, bütün gece uyanık değilsin, ağlayıp inlemiyorsun; hiç olmazsa a özü doğru kişi, seher çağında uyan da virde koyul.

Geceleyin de, seher çağı da dinlenmeyenler, ansızın o defineye, o inciye ulaşmışlardır.

Mûsa bütün gece ışık aradı da sonunda ağacın tepesinde görülmemiş bir ışıktır gördü.

Yakub canla, gönülle gecenin karanlık saçlarını yurt edindi de sonunda oğlunun

yanağını, saçını öptü.

Fakat maksat Tanrı’ydı, oğul bahaneydi; hiçbir peygamberin canı bir insana âşık olmaz.

O Halil’in soyundandır, bâtıla meyletmez, dolunan, b atan şey, onun gözüne diken kesilir.

* Halil olan gerçek dosttan başkasını dost tutmaz; yoksa bedenini ateşe atamazdı o.

A can putu kesilen, sen bir resimden, bir kerpiçten ibaretsin; inkârın, taşa tap anların yolundan, yordamından başka nedir ki?

A güzelim gözü terütaze nerkisi kınayan, bir soluk kulak ver; bir şey söyleyeceğim:

Ey gözünü n’olaydı ya, olaydı ya kaygısına tutmuş kişi, a dost, peşin verilene sarıl; senin dostun peşin verilendir ancak.

Dudağımı yumdum; göz yoluyla söylüyorum artık: Sarhoşluğu geçip giden şey, başa yüktür, yük.

Hay ır, hayır, söylemeyeceğim; görüş kuşudur o, acayip bir kuştur; harabelere konup eğlenmez

ki.

XXX

Gîrem ki buved mîr-i turâ zerr be hervâr

Ruhsâre-i çün zer zi kocâ yâbed zerdâr

Tutayım, beyinde eşek yüküyle altın var; altına dönmüş yüz, altın sahibini nerden bulacak?

Gönülden feryat etmeye koyuldun da feryadını duyunca gül de, gül bahçesi de seyretmek için topraktan baş çıkardı.

Aklını başına al; elbiseni çıkar da hemencecik dal şu havuza; dal da baş derdinden de kurtul, sarık tasasından da.

Biz de şu gürültüyü patırtıyı senin gibi inkâr ederdik; fakat sevgilinin bir bakışıyla şu hale düştük, elden çıktık gitti.

Ne vakte dek kıskançlıklar edecek, seni seveni kırıp geçireceksin? Şu hasta gönül, bırak da iki üç feryat etsin.

Hayır, hayır, bırakma onu; çünkü feryadından ne yeryüzündeki halk kalır, ne dönüp duran gök.

Bugün her şeyi örten Tanrı’nın izniyle o gizli, kapalı âlem meydana çıkar, yayılırsa şaşılmaz.

Gene bu deli gönül zincirden boşandı; aşkla gene yakasını yırttı.

Sus ki aşk padişahından buyruk öyle; diyor ki: Dayan da gönlün, canın boğazına sarıl, sık.

XXXI

Ey raht fekende tu ber ümmîd-o hezer ber

Âhır nezerî kun be nezer-behş-ı fiker ber

A ümitle, korkuyla pılısını pırtısını atmış kişi; sonunda bir kere de bakışı, görüşü bağışlayana bak.

A isteyen, a seven, isteği verene bak; eseri yaratanı gör, ne diye esere sarılıp kalmışsın?

Odur seni barışa, savaşa çeken, odur kimi

dostlarla görüşmeye, kimi de yolculuğun yücelerine süren?

O sana bakıp durmada; senin gözünse solda sağda. O sana söz söylemede; sense kulağını masala vermişsin.

Bu şişi o saplıyor, o gözün aklıysa hay-hayda; yoldaşı îsa, fakat eşekçinin aklı ancak eşekte.

Her öküz, her eşek, sağrısından, sırtından nodullanır; sense nedamet şişini göğsünden, gönlünden yiyorsun.

Gönlün o kebap şişini anlamazsa, onun aşçısı cehennemde pişirir seni.

Kimi zaman eline çanağı alır, aşure nerde, yiyecek ağız hani diye dolanırsın; kimi vakit de kükrer, köpürür, çetinlikle savaşa kalkışırsın.

Ölümün sıkışıyla yüzün sararır, altına döner; altını geri verirsin de taşa baş kor, yatarsın.

Yeter, niceye dek körlerin meclisinde işveleneceksin? Yeter, ne zamana kadar sağırın kulağına bağırıp duracaksın?

XXXII

Ez evvel-i imrûz çu âşofte-vo mestim

Âşofte begûyîm ki âşofte şodestîm

Bugün seher çağından beri darmadağınız, sarhoşuz; mademki darmadağın olmuşuz, darmadağın sözler söyleyelim.

O körkütük sarhoş sâkî bugün girdi içeriye; yüzlerce özür getirdik, fakat o sarhoştan kurtulamadık gitti.

O şarabı sen sundun. Şu akıl da bizim aklımız ya hani; eh artık hoşgör kadehi kırarsak.

Bugün saçının ucunu sarho şça bir tuttuk; yüz kere çözdük, açtık, yüz kere ördük durduk.

Meyhane rintleri içtiler, sızdılar; biziz ki içtikçe içtik; fakat oturduk kaldık, sızmadık.

Perdeden çıktık gitti; güzellerin hepsinin de parmaklarını şıkırdatarak oyuna koyulmalarının tam çağı.

* Bir soluk önüne ön olmayan aşkın belâsını içmedeyiz; bir soluk Elest münâcâtına belâ demedeyiz.

Yukarısı tamamıyla bağ bahçe olmuş, aşağısı baştan başa define kesilmiş; bizse ne şaşılacak kişileriz ki ne yukardanız, ne aşağıdan.

Sus; onun varlığı bir vurdu mu öylesine bir var oluruz ki var mıyız, biz de bilmeyiz.

A bilgin hekim, nabzımıza bir el at; elden çıkmışız, hangi elin yüzünden ama, bunu bir gör.

Puta tapmak kâfirliğin temelidir ama bu puta tapmazsak aşk kâfiriyiz biz.

Tebrizli Tanrı Şems’inden başkasından bahsetmeyin; Ay’dan söz etmeyin bize, Güneş’e tapanlarız biz.

XXXIII

Çün der adem âyîm-o ser ez yâr berârîm

Ez seng-i siyeh na’re-i ıkrâr berârim

Yokluktan çıkagelir de sevgiliden bir baş gösterirsek, kara taşın bağrından ikrar narasını coştururuz.

Sevgilinin iş yurdunda pergel gibi bir oturduk mu, bütün dünyayı işten güçten alıkoruz.

Sevgilinin gül bahçesine benzeyen yüzünü perdesiz gördük mü, aşkla gülden de, gül bahçesinden de yüzlerce yalım alevleriz, yüzlerce alev belirtiriz.

XXXIV

On hâne ki sed bâr der o mâide hordîm

Ber gerd-i hevâlîgeh-i on hâne begerdîm

İçinde yüz kere nimet yediğimiz, çevresinde dönüp durduğumuz o ev yok mu?

O devlet eviyiz, o devlet evinin çevresiyiz biz; o evin nimetini unutmadık biz.

O ev erlik evi, orada arslan yürekliler var; erlik evinden kaçarsak ne biçim er olabiliriz?

Orada tamamıyla sarhoşluk var, dışardaysa baş ağrısı, sersemlik. Orada tamamıyla lûtuf kesiliriz, başka yerdeyse baştan başa derdiz biz.

Orada lâ’l renkli şaraptan da daha neşeliyiz; fakat burada iki yanağımız da sapsarı; sarı şişeden daha da sarı.

Orada hepimiz de hararetle temmuz güneşiyiz; buradaysa soğuklukta karakış gibiyiz.

Orada hepimiz de sütle şeker gibi karılmış, birleşmişiz; buradaysa hepimiz kavgayla, savaşla birbirimize düşmüşüz.

Orada iki dünya yaygısında satranç oynayan padişahlarız; buraday sa hepimiz tavla zarlarından daha şaşkınız, daha fazla başımız dönmede,

Bir gök var ki o gökten bir şimşek çaktı mı gökyüzüne ağarız, orada beliririz, şu yeryüzünü de dürüveririz.

XXXV

Hîzîd-o mehospîd ki nezdîk resîdîm

Avâz-ı heros-o sek-i on kûy şenîdîm

Kalkın, uyumayın, yaklaştık; o köyün horozlarının, köpeklerinin seslerini duyuyoruz.

Şu yayıldığımız yerdeki nerkisler, ağustos gülleri, karanfiller yok mu? Vallahi sevgilinin köyünün korozunun izleri bunlar.[8]

O yayım yerinin zevkinden, yayımdaki hızdan hırsla dilimizi, dudağımızı ısırdık, ağzımızı y araladık biz.

Buyruklar yolundan yay gibi eğildik ama ok gibi de uçtuk, bir hayli avlar elde ettik.

* Sarhoş âşıklarız, yüzlerce kılıç çekilse dönmey iz biz; arslanlarız, fağfurun yüreğinin kanını içmişiz.

Elest sarhoşlarıyız, şaraptan başka bir şey içmeyiz; aş için, tirit için dünya sofrasının çevresinde dönüp dolaşmayız biz.[9]

Çekişme çağında bizden ne çektiler, biz

onlardan ne çektik? Tanrı görmüştür.

Kalkın, uyumayın, sabah şarabı içilecek çağ; sabah yıldızı doğdu, izini gördük.

Geceydi, bütün kervan halkı kervansarayda mahpustu; kalkın artık, o karanlıktan sıyrıldık, o hapisten kurtulduk biz.

Güneş, işte doğunun yüzüğü, biz de hazır bir orduyuz diye her yana elçiler gönderdi.[10]

Kendine gel de gündüz kuşuy san yüzünü tany erine tut; çünkü tanyerinden sabah soluğu gibi belirdik biz.

Tany eri kızıllığının elçiliğini tanıy ana ne mutlu; biz de onu mey dana çıkarmak için çalışmaday ız, apaçık gördük onu da meydana çıktık işte.

Fakat dünyadaki panzehiri görüp zehir sanana ne denir? Muştuluk o kişiye ki onu zandan, işkilden satın almışızdır, kurtarmışızdır.

Tany erinin elçiliğini kabul etmeyen kişi, hem bizim mahremimiz değildir, hem de bir perde

örmüşüzdür ona biz.

Yarasa kabul etmedi, göz yumdu ondan; fakat o gözünü yumanın perdesini yırttık biz.

Sus da vaaz eden güneş söze başlasın; çünkü o, minbere çıktı, bizse hepimiz müridiz ona.

XXXVI

Subhest-o sebûhest berin bâm berâyîm

Ez sevr gerîzîm-o be borc-ı kamer âyîm

Seher çağı; sabah şarabı hazır... şu dama çıkalım; Öküz burcundan kaçalım da Ay burcuna girelim.

Savaş aramay alım, yabancıların sözünü etmeyelim; buluşma çağı, o güzel yüzlünün y anına gidelim.

Yüzün gül bahçesi, dudağın şekerkamışlığı. şu ikisinin gölgesinde hepimiz de gülbeşeker haline gelelim.

Mademki Güneş’e benzeyen güzelim yüzün

kılıç çekti; Ay gibi sana karşı geceleyin bir kalkana sığınsak yeri.

* Saçların kadir gecesi, yüzünse tamamıyla nev-rûz; biz de senin gecenle, senin gündüzünle seher çağı gibi belirelim.

Bu şekilde göründün ya, bu şekli bilelim; yok, bir başka çeşit görünürsen biz de o şekle bürünelim.

Dünyanın güneşisin sen, bizse gizli zerreleriz; senin ışığınla şu pencerede görünelim artık.

Güneş bile senin yüzünden şaşırır kalırsa, onun bile başı dönerse bizim gibi zerrelerin şaşkın şaşkın bakışına şaşılmaz elbet.

Dedim ki: Gelirseniz yüzlerce kapı açarsınız; dediler ki: Bu olur, olur ama gelirsek olur.

Dedim ki: Deniz ırmağa doğru gelmezse biz yola düşer, akarsu gibi onun yanına gideriz.

A gayb sözlerini söyleyen, sen söyle de senden haber veren güzelden, senin güzelim haberlerinden güzel bir haber alalım.

XXXVII

El-minnetu lillah ki zi peygâr rehîdîm

Zin vâdi-i ham der ham-ı por hâr rehîdîm

Hamd olsun, şükür olsun Tanrı’ya, savaştan kurtulduk; şu yokuşlarla, bellerle dolu vadiden halâs olduk.

Şu vehimlerle dopdolu, şu eğri düşünceli candan geçtik; şu düzenlerle dopdolu, şu ciğerler yiyen felekten kurtulduk.

Harislerin dükkânları, düzenle herkesin varını yoğunu sildi süpürdü; bizse dükkânımızı yıktık, o işten vazgeçtik gitti.

O devlet gül bahçesinin gölgesinde uyuduk; o coşup köpüren uçsuz bucaksız denizde boğulmadan kurtulduk.

Atımız yok ama hepimiz de süvariyiz; şarab ımız yok, fakat hepimiz sarho şuz, sağraktan da kurtulmuşuz, meyhaneciye minnet etmekten de.

*      Tövbeyi bozduk, sonra yüzlerce kere gene tövbe ettik; derken tövbe ayını görünce bir uğurdan kurtulduk gitti.

*          O âşıklar İsa’sının yüzünden, onun Mesih’inin afsunundan öylesi bir hale geldik ki illetten de kurtulduk, idrara bakmaktan da, hastadan, hastalıktan da.

*      Gören ve görünen, dünyayı bezeyince güzelden de vazgeçtik; Bulgar cariyeden de kurtulduk.

A yıl, ne yılsın ki güzel talihinin sayesinde bıldır masalından da kurtulduk, daha evvelki yıl hikâyesinden de.

Aşkla üç günden de geçtik, kırk günden de; anılan tapıya gelince kurtulduk anıştan.

Sus, çünkü bu aşkla, aşkın Tanrı katından verdiği bilgiyle medreseden de kurtulduk, kâğıttan da, dersi tekrarlamadan da.

Sus, şu maden, şu ilâhî define yüzünden kazançtan da kurtulduk, keseden de, kârdan da.

Aklını başına devşir de şununla bitir sözü: Güneş doğunca bekçiden de kurtulduk, hırsızdan da, karanlık geceden de.

XXXVIII

Mâ âşık-o ser-geşte vo şeydâ-yı Demışkıym

Can dâde vo dil-beste-i sevdâ-yı Demışkıym

Biz Şam’ın âşıkıyız, sevdasıyla başımız dönmüş, delisiyiz divanesiyiz. Şam’ın sevdasına can vermişiz, gönül bağlamışız.

O yandan doğup parlayan o kutluluk sabahı yok mu? Her akşam, her seher çağı Şam’ın seherlerine sarhoş kesilmişiz.

*      Sevgiliden ayrıldığımızdan dolayı koşa koşa Bâb’a geldik; o âşıklar camiinden Şam ülkesinin yeşilliklerine daldık.

*      Osman’ın mushafına el basayım da and içerek söyleyeyim ki o güzelin inci gibi dişleri yüzünden Şam’a lala kesilmişiz biz.

*         Ferec kapısından da uzaksın, Ferâdîs

*         kapısından da; nereden bileceksin, nasıl anlayacaksın ki biz Şam’da nasıl bir seyirde seyrandayız?

*    Mademki Mesîh’in beşiğindeyiz, Rebve’ye, o yüksek yere çıkalım, görünelim; sarhoş keşiş gibi Şam’ın kızıl şarabıyla sarhoşuz biz.

*     Padişahçasına yücelmiş Neyreb’de bir ağaç gördük, onun gölgesinde oturduk, şaşırdık kaldık Şam’a.

Şam ovasındayız, meydan yeşermiş; çevgene benzeyen saçlarla top gibi meydanda yuvarlanalım gitsin.

*     Ne vakte dek tatsız tuzsuz kalacağız; binelim eyere; Şam’ın yüreğindeki kara noktanın doğu kapısıyız biz.

*     Cebel-i Salih’te duyduk, bir inci madeni varmış; o inci yüzünden Şam denizine gark olup gitmişiz.

Şam, buluşma yüzünden düny a cennetiymiş; biz de Şam güzelini görmey i beklemedeyiz.

Şam’ın akşama benzeyen o güzelim siyah saçları yüzünden Rum ülkesinden kalkalım da üçüncü defa Şam’a doğru at sürelim.

Tebrizli Şems ordaysa, onu orada bulursak Şam’a kul köle oluruz; ama ne kul, ne köle.

XXXIX

Bâr-ı diger ez râh suy-ı câh resîdîm

Vez gurbet-i ecsâm be Allâh resîdîm

Bir kere daha yoldan geldik, mevkie, makama ulaştık; bedenlerin gurbetinden kurtulduk, Allah’a eriştik.

O padişaha hiç kimse atla, pusatla erişemedi gitti; biz de atı, pusatı verdik de sonra ulaştık o padişaha.

Bulut gibi şu toprağa pek çok gözyaşları döktük; buluttan geçtik de o Ay’a öyle eriştik.

A davul dövenler, bizim nöbetimiz geldi çattı; çalın, çalın. Ey Türk, dışarı çık, çadır yerine ulaştık işte.

Bir zaman Yusuf gibi kuyunun dibinde oturduk; derken o yandan ip geldi, kuyudan çıktık gittik.

Gönül alan, gönlün isteği güzele ulaşıncaya dek Muhammed’in önünde nice putlar kırdık biz.

Daha yakın gelin, uzaktan geldik; halimizi, hatırımızı sorun, yoldan geldik biz.

XL

Mâ âteş-ı ışkıym ki der mûm resîdîm

Çün şem’ be pervâne-i mezlûm resîdîm

Aşk ateşiyiz biz, muma ulaştık; zulümler çeken p ervaney i yakıp yandırmak için mum gibi çıkageldik.

Sarhoşçasına erce bir saldırdık da bilgiyi verdik, bilinene ulaştık.

* Daha ilk konakta, acınmış ümmetin kervanıyla iki fersahlık varlık yolunu aştık gitti.

Hani ne yukarıda olan, ne aşağıda bulunan bir Ay var ya; ona... Hani bir yer var ya, orada ne övülmüş var, ne kınanmış; oraya ulaştık.

Her taş yürekli kutsuzun inadına varlık âlemine sığmayan o lâ’lin ta kapısına vardık.

* Kürsî âyetiyle Arş’a doğru uçtuk da daimî diriyi gördük, daima tedbirde, tasarrufta bulunana ulaştık.

Bugün o bağdan bahçeden ne dallarımız, ne y apraklarımız, ne çiçeklerimiz, ne meyvelerimiz var; hocam, mahrum olarak geldik sanma; seyret de bak.

Doğanlar gibi yıkık yeri baykuşlara bırakalım; baykuş değiliz ya, ne diye bu yıkık ülkey e geldik biz?

Rum kayserinin tapısında zünnârımızı çözdük, hikâyeyi Tebriz’e götürün de orada söyleyin; Rum ülkesine ulaştık biz.

îmrûz mehâ hîş zi bigâne nedânîm

Mestim bedon hed ki reh-i hâne nedânîm

A ay yüzlüm, bugün bildikle yabancıyı fark edemiyoruz; öylesine sarhoşuz ki evin yolunu bile bulamıyoruz.

Aşkınla akıl bağından kurtulduk; darmadağın olmaktan, deli divane kesilmekten başka hiçbir şey b ilmiy oruz.

Bahçede sevgilinin yüzünden başka bir şey görmüyoruz; daldan, sarho ş bir halden başka bir şey sey retmiy oruz.

Şu tuzakta bir tohum gizli dediler, tuzağa öylesine tutulduk ki taneden haberimiz bile yok.

Bugün şu nüktey e ait sözlere dalmayın, masal okumayın; gönül afsun kabul etmez, masal nedir, bilmiyoruz biz.

Gönlümüz o saçlara tarak gibi öylesine daldı ki saçı taraktan ayırt edemiyoruz artık.

Şarap sun, bu kaçıncı kadeh diye az sor; seni hatırlıyoruz da şarapla kadehi birbirinden ayırt

edemiyoruz.

XLII

Halkan heme nîkend coz in ten ki gozîdîm

Ki ez sefeheş bes ser-i engoşt gezîdîm

Şu seçtiğimiz tenden başka bütün halk iyi; fakat bunun ahmaklığı yüzünden parmağımızı çok dişledik.

Bir şeyden kaçacaksan kendi hevesinden kaç; çünkü gördüğümüz bütün eziyetler, çektiğimiz bütün zahmetler, boş, olmayacak hevesten mey dana geliyor.

Onun yeşilliğine, onun gül bahçesine b akıy orum da görüyorum ki yüzünün nurundan başka kaçılacak, sığınılacak bir yer yok vallahi.

Her sabah kalkıp yüzünü bir temiz yıkayınca, gönül dert zamanında koşulan yere koşar gider;

Hani halkın gönlü, güç bir hale uğradı mı, Tanrım, hepimiz de sana muhtacız, irâdemizi sana vermişiz diye bir yere yönelir ya, işte oraya

varır.

Devşirip topladığımız her tohum, her yem, belâ tuzağıymış meğer; kanadı kırık, bedeni yorgun bir halde sana doğru uçuyoruz, sana geliyoruz artık.

XLIII

îmrûz çunânem ki her ez bâr nedânem

îmrûz çunânem ki gol ez hâr nedânem

Bugün öyle bir haldeyim ki yükü eşekten ayırt edemiyorum. Bugün öyle bir haldeyim ki gül hangisi, diken hangisi bilemiyorum.

Sevgili bugün beni öyle bir hale getirdi ki; bugün sevgiliy le öyle bir haldey im ki ben kimim, sevgili kim; bunu da bilemiyorum.

Sarhoşluk dün beni sevgilinin kapısına götürmüştü; fakat ne çare ki bugün kapıyla evi ay ırt edemez olmuşum.

Bıldır korkuyla ümitten iki kanadım vardı; bugünse bir hale geldim ki kanat nedir, uçuş ne;

bıldır nerde? Farkında bile değilim.

Şikâyetim, altına dönmüş yüzümdendi; altınla feryadın farkında değilim de şikâyetten de kurtuldum gitti.

Âşık kişi dünya işlerine karşı kör olur; fakat benim gibi değil gene de; çünkü ben ne sağırın, körün farkındayım, ne işin gücün farkında.

Diyordu ki: Benim eteği bulaşmış elbisemi tel tel yırtın gitsin; çünkü sarhoşluktan suç nedir, sevap ne; haberim yok.

Çenge benziyorum; çıkardığım nağmelerden haberim yok; sırlar söylemedeyim; fakat sırlar da nedir bilmiy orum ki.

Tıpkı terazi gibiyim hani; pazarları düzüp koşmadayım; fakat pazar nedir bilmem.

Kalem gibi aşkın parmakları arasında kendimden geçmişim, ona uymuşum; tomarlar yazıyorum da tomar nedir bilmiyorum.

XLIV

Sâkıy zi pey-i ışk revânest revânem

Ley kin zi melûlî-i tu kundest zebânem

Sâkî, canım aşkın peşine düşmüş, gidip duruyor; fakat senin usancından da dilim tutulmuş.

îçip neşelenmeye, zevk alıp safâ sürmeye ok gibi uçuyorum; dostum, cefalarla yayımı kırma benim.

Kapında çadır gibi bir ayak üstünde durayım; sevgili, çadır kurduğun yere götür, çadır gibi dik beni.

Hadi, sağrağın dudağını kupkuru dudaklarıma koy da ondan sonra ağzımdan gerçek büyüler işit.

Babil’den haber al, helâk oluş masalını dinle; çünkü düşünce yoluyla dünya seyyahıyım ben.

Coşkunluğum haddi aştıysa mazur gör; aşk bir soluk bile aman vermiyor ki bana.

Sen usandın da neşesizlendin mi benim de neşem kalmaz, senin neşesizliğinden neşesiz bir

hale gelirim; bir zerre benden el yursan parmağımı dişlemeye koyulurum.

Ay gibi seher çağına dek bana ışık verdiğin gece, senin Ay’ının peşinde yıldız gibi koşar dururum.

Güneş gibi doğudan baş gösterdiğin gün, ben de güneş gibi baştan başa can kesilirim.

Can gibi dünyanın gözünden gizlendiğin gün, ben de kuşun yüreciği gibi düşüncelerle çırpınmaya koyulurum.

Işığın pencereme vurduğu gün, ev içinde zerre gibi oynamaya başlarım.

A söz, sus, düşünce gibi gizli yürü de sebepler düşünen, bahaneler düzen, dönüp geri gelmesin, tekrar çatmasın bana.

XLV

Bişken kedeh-i bade ki imrûz çonânîm

K’ez tovbe şikesten ser-i tovbe şikenânîm

Şarap kadehini kır gitsin; bugün öyle bir haldeyiz, öylesine tövbemizi bozmuşuz ki âdeta tövbe bozanların başı olmuşuz.

Şarap tükendiy se yokluk şarabı yeter bize; utancımız yok, bu renk nedir, bilmiyoruz biz.

Şarapta da ne varsa o yokluk yüzünden olur? Şarap içmekten kalsak bile o şeyden geri kalmay alım.

A şey, şeyliğinden geç de hiçbir şey olma; şu bir şey oluş, bir perde değil mi, biz de perde yırtanlar değil miyiz?

Senin sarhoş bakışlarınla hem beyiz, hem tutsak; senin bahtı genç aşkınla hem ihtiy arız, hem genç.

Dedin ki: Ne diye öğüt verirsin, ne faydası var öğüdün? Resmi yapan, nasıl yapmışsa oyuz biz.

Fakat bu benim öğüdüm, ezelî resimden hiç de ayrı değil; bu resmi, o ezelî resimden ayırt edemeyiz.

Dedin ki: Sevgilinin kucağından ayrı

düşmüşsün; hayır; biz sevgilinin kucağındayız, kederlerden de eminiz.

Sevgili, bir ağaçtır ki biz onun meyvesiyiz, ondan bitmişiz; o bizden ayrılsın, imkân yok buna; böyle bir şey olursa biz hiç kalmayız zaten.

Hiç kalmadık mı da gamdan hiç kıvranmayız; hem de hiç kalmadık mı hem bu oluruz biz, hem o.

Şeker gibi tatlı tatlı yediğimiz gam, neşe kesilir; a gam, bizim kucağımıza gel, gamların iksiriyiz biz.

îpekböceği yaprak yerse koza olur; biz de aşk kozasıyız, dünyanın dalı, yaprağı yok bizde.

Biz hiç kalmadığımız vakit biziz; ayak yok olunca koşup giden kamış kesiliriz.

Ağzımı yumdum; gazelin kalan kısmını ağzımızı kapadığımız zaman söyleyeceğiz.

XLVI

Çûn âyine-i râz-nemâ bâşed cânem

Tânem ki negûyem netuvânem ki nedânem

Canım sırlar gösteren ayna kesilince, söylememeye gücüm yeter ama bilmemeye gücüm yetmez ki.

Bundan kaçtım, candan çekmiyorum; fakat and olsun ki ne bundanım ben, ne ondan.

A benden hir koku almak isteyen, ölmek şart. Diriyken bakma bana; gördüğün gibi değilim ben.

Eğriliğime bakma, şu doğru söze bak; ben yay gibiyim ama sözüm oktur.

Şu baş, tepemde bir kabak sanki; şu hırka da bedenim... Bu dünya pazarında kime benziyorum ben, kime benziyorum?

Bir de başımın üstündeki kab ak şarapla dopdolu. Baş aşağı çeviririm onu, fakat damlamam ondan ben.

Ondan ben bir damlasam da, Tanrı’nın gücüne kuvvetine bak ki, o katrey le denizden inciler

devşiririm ben.

îki göz bulutum o denizin incisini aldı mı da yürüyüp giden bulutum vefa göğüne ağar.

Fakat dilimden süsenler bitip gelişinceye dek bunları Tebrizli Tanrı Şems’inin kapısına götüremem de götüremem.

XLVII

Ey hâce befermâ be ki mânem be ki mânem

Men merd-i garibem ne ezin şehr-i cihânem

Hocam, sen söyle, kime benziyorum, kime benziyorum ben? Garip bir kişiyim ben, şu dünya şehrinden değilim ben.

Halk haset etmesin diye soluk almasam, söz söylemesem buna gücüm yeter, yeter ama bilmemeye gücüm yetmez.

O kel, bir külâh buldu da kendini gülden gizledi; sonra da ben dünyayı biliyorum diyor, kızgın bana.

Barışır, uzlaşırsa ona tam bir ilaç veririm; kel olma ayıbından da kurtarırım onu, gül kaydından da.11]

XLVIII

Ez şehr-i tu reftîm-o turaâ sîr nedîdîm

Ez şâh-ı deraht-ı tu çonin hâm fotîdîm

Senin şehrinden gittik, fakat seni doyasıya göremedik; ağacının dalından böylece ham düştük gitti.

Ay yüzlüm, selvi boyunun gölgesinde doyasıya uyuyamadık; gözcünün korkusundan bağında bahçende doyasıya yayılamadık.

Sevgi tavana balık gibi düştük; yandık y akıldık ama pişemedik.

Defineye benziyorsun, sevginle yıkık yerlere yöneldik; sonunda yılan gibi toprağın dibinde gizlendik.

Gölge gibi her çeşit pisten, temizden arındık;

şimdi sende yok olduk biz; ne temiziz artık, ne kirli.

Bizi arayacaksanız sevgilinin yanında arayın; bedenimizden yok olduk, sevgilinin kucağından belirdik biz.

Tuzuna, ekmeğine el banalı nice ayrılıklarla, nice acılarla parmağımızı dişledik durduk.

Göç davulu dövüldü, çan sesleri duyuldu; varımızı yoğumuzu göklere çektik gitti.

Bütün halkın tattığı zehri biz de tattık ama şükürler olsun ki panzehirin bizdeydi.

Şu dünya deresinden su çekilince susuz kalmış balık gibi toprak üstünde çırpınmaya başladık.

Derenin susuzluğu yüzünden gözlerimiz ırmak oldu da sonunda o kaynağa ulaştık gitti.

Sabır ferahlıktır, sabır olmayınca da güçlük gelir çatar; sus, feryat etme, sabrı seçtik biz.

XLIX

Befrîftiyeın dûş-o perendûş be destan

Hordem degel-i germ-i tu çün işve-perestan

Dün gece de, daha evvelki gece de masallarla aldattın beni; işvelere, cilvelere tapanlar gibi sıcacık düzenini yuttum gitti.

Dün, giderim, tekrar gelirim diye ahd etmedin mi; sarhoşların gönüllerini sorar, alırım diye and içmedin mi?

Kuşluk çağı dedin, bahçeye bir gelin de bulun beni; seher çağı gittin, bahçe kapısını da kapattın.

A işvesi, cilvesi temmuz rüzgârından da sıcak güzel; ey yüzü gül bahçesinin yüzünden de güzel dilber.

Bilirsin ki senin gibi sevgilinin düzeni neye benzer? Temmuz ayının içinde kış şimşeği çakar tutalım hani; işte tıpkı bu.

Sana da birisi işveleniyor, seni de birisi aldatıyorsa az şikâyet et; yüzlerce oyun oynadın, biri de sana oyun oynasın, n’olur ki.

Vaad etti ya, sabret. Çünkü sabır olmasaydı yoktan-yokluktan varlara-varlıklara hiç yardım olmazdı.

Sabretmezsen gammazlarım, söylerim, sebebi ne? Hem de öylesine söylerim ki sen de evet, o diye ikrar edersin.

L

Bâ rûy-ı tu kufrest be ma’nî negerîden

Yâ bâg-ı sefârâ be yekî terre herîden

Yüzün dururken bir başka yüze bakmak, yahut da temizlik bahçesini bir tereye satmak kâfirliktir.

Gönül kuşlarımızın senin verdiğin kanatlarla Firdevs cennetinde uçmaları haramdır.

A ay yüzlüm, aşk göğünde parlayan her Ay senin bulutundur; onu yırtmak, paralamak

farzdır.

Sana av olanların yayıldıkları yaylada arslanlar bile yayılamazlar.

Senin güzellik ateşinden başka bir yerden kopup beliren her aşk haram aşktır, insanı donmaya, buz kesmeye çağırıştır.

Canım, ta içimden, senden başka ne varsa her şeyden kesildi; hem de bu ayrılışın, bu kesilişin sesini apaçık duy dum ben.

Şu uyanık devletten gaflet eden uykudadır; ne kadar sıkarsan sık, tatlı bir su nerden çıkacak kuru deriden?

* Kötülük hastası, ölüm çağında “Yâ Sîn” okunacak çağa düştü mü lâ havle okumaktan, parmağını dişlemekten başka bir çaresi mi kalır?

Tebrizli ulular ulusu Tanrı Şems’inin aşkından başka her aşk gözde bitmiş kıldır, kesilmesi gerek.

LI

Sed gûş-ı novem bâz şod ez râz şonûden

Bî bûd-ı de dehende netuvan zâden-o bûden

İşitip duymak için yüz tane yepyeni kulağım açıldı. Veren olmadıkça ne kimse doğabilir, ne kimsenin varlığına imkân vardır.

Bir bağ, bir bahçe kesilmişim; seni övmek için bahar yeli esti de bütün cüzlerim bir güzelce gebe kaldı o övüşten.

A benim güzelim, yüzünün aşkıyla gönül aynasını hurafelerden, aslı olmayan masallardan silip arıtmak, gerçekten de vaciptir.

Sarhoşların birbirlerine düşmeleri, birbirlerinden vefa kadehini kapmaları ne de hoştur, ne de güzel.

Islığını duydum; şu can kuşunun ayağındaki bağı çözmek farzdır artık.

Şu Ay ne vakte dek bulut altında gizli kalacak? Canlar dudağa geldi; görünme çağıdır şimdi.

Ey yüzünün gül bahçesi karakıştan emin olmuş, ey sünbül kaşları biçilmekten aman

bulmuş güzel.

Sen sâkî olduktan sonra ayık kalmak küfürdür; senin Ay gibi doğduğun gece uyuklamak haramdır.

Senin gibi bir Yusuf’un güzel kokulu gömleği ele geçtikten sonra, güzel kokulu şeyleri övüp söylemek pek soğuk bir işe girişmektir.

Ayağının altını öpeyim dedim de bana dedi ki: O, ancak gözlere sürülür, çekilir.

Yeter, artık sus da padişahımız anlatsın, söyledikçe söylesin; söz onundur zaten.

LII

Mâ dest-i turâ hâce behâhîm keşîden

V’ez nîk-o bedet pâk behâhîm borîden

Hoca, elini tutup çekeceğiz senin; iyiden de, kötüden de adamakıllı ay ırac ağız seni.

Gaflet gecesidir, sarhoşluğun da sürdükçe sürdü ama biz sabah gibi her yana doğup, her

yanı ışıtacağız.

Ne vakte dek âr namus perdesinin ardına kaçacaksın? Perdeleri yırtma zamanın yaklaştı.

Dünya bahçesindeki her meyve oldu; a taş kesilmiş koruk, sen bir türlü olmayacak mısın?

Şu tuzakta çırpınıp duran şu cana bir acı; yoksa kulağın onun çırpınma sesini duymadı mı?

Gönülde bir can gözün var, o göz de ağrılara uğramış; derdin, tasan o gözü yaralamaktan başka nedir ki?

O göze iğneler batmaya başladı mı derman aramay a, ilaç aktarmay a koyul, koyul da o ağrıdan, o göz y aşarmasından kurtul.

A güzeller Yusuf’u, gönlün de ilacı, dermanı senin yüzünü görmektir ancak, gözün de.

Aklını başına al da sus, artık bu gazelin mahlasını sen söyle, tamamını sen buyur; çünkü senin sözünü, buyruğunu duymak, işitmek farzdır, sevaptır.

LIII

Ger zon ki melûlî zi men ey fitne-i hûran

în silsile bugzâr-o kesîrâ bemeşûran

*     A hurilere bile fitne kesilen güzel, benden usanmışsan bırak şu zinciri, şakırdatma da kimseyi coşturma.

Bir gün körlerin sokağından geçtin de onların gözlerine bile yüzlerce diken battı.

Bir gece boyunu bosunu selviye gösterdin; selviler senin yüzünden boy attılar, uzadıkça uzamaya koyuldular.

A bu aşkın cünbüşüne, hareketine sahip o lmay an, yeni huzura çıkmışlar gibi olduğun yerde şaşkın bir halde kalakalmışsın.

Deve, Bedevi’nin nağmesiyle çölleri aşar gider; sense şu nağmey e ne de yabancısın a hayvandan da aşağı adam.

*     A aşk, sen bir Süleyman’sın ki ordun müziktir, rakstır; karıncalar senin korkundan

*     deliklerine girdiler, yuvalarına sığındılar.

Tebrizli Tanrı Şems’i güneş gibi doğdu, zaten çıplakların elbisesi güneştir.

LIV

Her şeb ki boved kaaide-i sufra nihâden

Marâ zi heyâl-i tu boved rûze guşâden

Her akşam âdettir, sofrayı yayarlar; bizse orucumuzu senin hayalinle açarız.

A lûtfu, ihsanı oruç tutanlara Mesîh gibi gökten sofrayla yemek vermeyi töre haline getiren.

Mademki gönül gıdası senin sevgi mutfağından geliyor; oraya varmak, o gıdanın tam üstüne düşmek gerek.

Bize abıhayat da o gönül ateşinden coşmada; gönül ateşinde lâden gibi neşeli bir halde yanar dururuz biz.

Toprakta çürümek, topraktan doğmak

hayvanın işidir; gönlün, canın işi değil.

LV

On dilber-i ayyâr-ı ciger-hore-i mâ kû

On Hosrov-ı Şîrîn-i şeker-bâre-i mâ kû

*      O ciğerler yiyen düzenbaz güzelimiz nerde? O şekerler yağdıran tatlı, şirin Husrev’imiz nerde?

Onun yüzünü görmezsek meclisimizin tadı tuzu yok; o tatlı tuzlu, o hileci, düzenci dilberimiz nerde?

Onun gamından gökyüzündeki Ay bile inceldi gitti. Nerde o hünerli, sanatlı, nerde o gezip duran güzelimiz bizim?

*      Hârût gibi kanadım bağlı, Mârût gibi susamışım, dudağım kupkuru; nerede o Babil kuyusunun bile haset ettiği güzelimiz.

Mûsa gibi şu kay amızdan bir sopa vuruşuyla bu kupkuru çölde yüzlerce kaynak fışkırtan, yüzlerce ırmak akıtanımız nerde?

Nerde şu yaban otuna benzeyen bedenimizden beş görünür, bilinir, beş de görünmez duyguyla on kaynak akıtanımız bizim?

O dilberin ayrılığıyla gönülde öylesine bir dert var ki; nerde o gönül derdimizin devâsı, nerde o bize çare olan?

Sabah ışımasa bile günün yıldızıdır o; kötüyüm dedim mi, nerde yıldızımız der bana.

Hızır abıhayat aramak için karanlıklara daldı; bizim o güzel güzel fışkıran abıhayatımız nerde?

Can, beden beşiğinde Mesîh’e benziyor; nerde bizi beleyip beşiğe bağlayan Meryem?

Nerde o düny adaki bütün şekillerle şekillenen, fakat her çeşit şekilden de ayrı olan aşk? Nerde o hem kendisinden uzak düştüğümüz, hem de y ay ımızın kirişinde, parmaklarımızın altında olan sevgi?

Her köşede, her bucakta bir gamlara batmış mahmur oturmuş; nerde o deniz gönüllü mahmur sâkîmiz bizim?

Nerde şu beden kapısına can veren, şu kalp duvarını dirilten? Nerde o tavanımızı, kapımızı düzüp bezeyenimiz bizim?

* Yaptığını kınayan nefisle kötülüğü buyuran nefis, gece gündüz savaşmada; nerde onları savaşa sokanımız bizim?

Biz kudret elinde dönüp duran, yoğrulup giden bir avuç balçığız; sonra da gafletimizden tutuyor da balçığımızı yoğuran nerde diyoruz.

Tebrizli Tanrı Şems’i nereye gitti, nerdedir? Nerde peşine düşüp giden âvâre gönlümüz?

LVI

Elyevme mine’l vaslı nesîmun va su’ûdû

Elyevme era’l hubbi ala’l-ahdi ku’ûdû

Bugün dostla buluştuk, buluşma, kavuşma yelleri esmede, kutluluklar doğmada; bugün görüyorum, sevgi, ahdinde durmuş, vefa göstermiş.

Engel gitmiş, sevgilinin y anında yok artık;

sevgili, düşmanın zahmetini çekmeksizin âşıkların feryatlarını duymuş.

A gönül, müjdeler veriyorum, buluşma müjdesi, arı duru şarap müjdesi; zaman senden neler aldıysa geri verecek.

Şükürler olsun, düşman gitti, biz de kadehle hemdemiz; bizim yüzümüz ağarmış, y anaklarımız al al; oysa kör olmuş, yaslara batmış gitmiş.

A sevgi, ne mutlu sana, buluşmayla göründün; canına canlar feda olsun; zaten cömertlik canla olur.

Bize hasetçilerin gönülleri olsun diye cefa etti ama bugün yalnız kaldık, bizi övmeye başladı o.

Bir Ay ki bu, ışığı Güneş’ten de üstün; bugün onu gören, Güneş’i kararmış bulur.

Bugün Ay gibi yüzünden perdeyi kaldırdı; ışığıyla Güneş’ten de üstün, Ay’dan da, Zühre’den de.

Ayrılıkla ne rahat kalmıştı, ne huzur; bugünse

yaşayışımız düzene girdi, kutlandı.

Yeniay boyuna Güneş’ten ışık alır; bu Ay’sa Güneş’e ışık veriyor, ne biçim Ay bu.

A gönül, faydalan, şükret artık; sevgi seni esirgemeye başladı, Allah’sa seviyor seni.

Şu anda aşk ordusu ne de güzel el gösterdi de onun büklümlerle dolu saçlarının bir büklümünü açıverdi.

Sevgi bizi suvarmak için meclise çekiyor; kahvenin verdiği sarhoşluksa zaman gibi uzadıkça uzuy or, yeniden yeniye sarho şluklar doğuruyor.

Âşıklara tozup duran o gam şu anda kapı dışında, damdan da aşağı indi artık.

* Bugün buluşma ihsan ediyor, şifalar veriyor; bugün sarhoşlukla rükû ediyoruz, secdelere kapanıyoruz.

O incelmiş kadehi gönül şifası olarak sun bize; çoktandır onun zevkinden mahrumduk biz.

A topluluk, aşka sarılın, onun çağrısına cevap

verin, ona gidin; çünkü Allah, aşka ölümsüzlük vermiştir.

O uyumayan, uyuklamayan aşk, o gökyüzündeki sevgi, bugün gönülleri uyumuşları çağırıyor.

Aşktır varlık âlemindeki yaşayış, duyuş; aşksız yaşayış kabuktur ancak, kabuk.

Seni aşktan alıp dünyaya çeken dost, iyice bil ki düşmanındır, sana haset edendir o.

Aşkta konuşma y oktur, inleyiş yeter sana; âşıkı kurtaran ancak sabırdır, sabır.

Sus, hiç söyleme de gözyaşı söylesin; gönül y anmay a başladı mı, ödağacı gibi koku verir.12]

LVII

Rindan heme cem’end derin deyr-i mugaane

Derdih tu yekî rıtl bedon pîr-i yegâne

Rindlerin hepsi de şu muğların manastırında toplanmış; o eşsiz, tek ihtiyara koca bir sağrak sun.

Kanlar döken aşk beyi kapıyı da tutmuş, damı da; o akılsa evden eve kaçmaya koyulmuş.13]

O ulu güzel bir perdedir kaldırmış da bütün zamane ehli, perdeden dışarı çıkmış.

Âşıklar bu denize öylesine düşmüşler ki ne kurtulmalarına imkân var, ne kurtarmaya fırsat.

Aşk ne vakit kaynamasından soğur ki? Arslan, karı feryadından asla ürküp kaçmaz.

Sen Tanrı şaraplarından koca bir sağrak doldur da sun; tabiat erlerini aray a sokma.

Önce o sağrağı sonradan meydana gelen nefse

sun da artık masal söylemesin, hikâyeden söz açmasın.

Söz bağlandı mı bir sel gelir ki ne varlıktan bir iz görebilirsin artık, ne mekândan.

Tebrizli Tanrı Şems’i ne biçim bir ateş yalımlandırdı... aşkolsun, ne de ateş; alkış, ne de yalım.

LVIII

în kîst çonin mest zi hammâr resîde

Yâ yâr buved yâ ziber-i yâr resîde

Kimdir bu o meyhaneciden böyle sarhoş gelen? Ya sevgilidir, ya sevgilinin kucağından gelmiştir.

Ya can güzelidir, yüzündeki peçeyi açmış; yahut da Mısır Yusuf’udur, pazardan gelmiş.

Ya Zühre’yle Ay’dır, birbirine karılmış, birleşmiş; y ahut da yürüyen selvidir, gül bahçesinden gelmiş.

Ya Hızır’ın kaynağıdır, bu yana akmış; yahut da bizim hoş Türk’ümüzdür, Bulgar ülkesinden gelmiş.

*     Ya avlanan hakanın külâhının köşesindeki mücevherdir, parıldamakta; Tatar ülkesi ceylanını istemeye gelmiş.

Ya deniz gönüllü sâkîmiz meclis kurmuştur; y ahut da kantarlarla mezeler, şekerler gelmiştir.

Ya bütün anlara can olan gayb şeklidir; y ahut da ışıklar âleminden bir meşale gelmiştir.

Periler padişahını seyret, Süleyman Peygamber’den, uçup giden hüthütü istemeye gelmiş.

Dünya güzelleri onun ardından yenlerini, y akalarını yırtmışlar; akıl kadısı onun yüzünden gönülsüz, sarıksız kalmış.

*     O Mirrîh’e benzeyen kanlar dökücü gözlerin heybetinden, Mirrîh bile adalet dilemek için gökten inmiş.

Onun öldürdüğü her dirinin kan pahasını

vermek, altınlar döküp saçmak için de altın çuvalı getirmiş.

Onun ilk kan pahası, elindeki kadehtir; arıdır durudur, çek onu; sırlar âleminden gelmiştir o.

“A ziyanlara düşmüş, zarara uğramış insan”, sus; buluşma gül bahçesinden sözler söylemeye başladı o.

LIX

în nîm-şeban kîst çu mehtâb resîde

Peygamber-ı ışkest zi mihrâb resîde

Bu gece yarısı ay ışığı gibi gelip çatan kim; aşk peygamberi mi ki mihraptan çıkagelmiş?

Bir meşale getirmiş de uykuyu ateşlere atmış; uy umay an padişahlar padişahından gelmiş o.

Kimdir bu ki şehre böyle bir gürültüdür salmış, yoksulun harmanına sel gibi gelip çatmış.

Söyleyin, kimdir bu ki varlık âleminde ondan başka kimsecik yok; bir padişah ki kalkmış,

kapıcının kapısına gelmiş.

Kimdir bu ki böyle bir kerem sofrasını açmış gene; güle oynaya dostları çağırmaya gelmiş.

*     Elinde yok-yoksul kişinin önünü-sonunu yapıp yıkan alın yazısı bir kadeh var; bir kadeh ki içindeki üzüm suyundan renk gelmiş unnaba bile.

Bütün gönüller tir tir titremede, bütün canlar sabırsız; o titreyişin bir zerreceğizi de cıvaya düşmüş.

*     Kula gösterdiği o yumuşaklık, o lûtuf var ya hani; işte o yumuşaklıktan, o lûtuftan bir parçacığı da sincap p o stuna nasip olmuş.

*     Aşkın kuruluğu, yaşlığı olan o feryattan, iniltiden, o gözyaşından bir ıslak nağme de dolaba verilmiş.

Aşkın koltuğunda bir deste anahtar var; kapıları açmaya gelmiş.

A gönül kuşu, avcı kanadını kırdıysa gam yeme; o tüy, mızrap olmuş; kurtulur artık gönül

kuşu tuzaktan.

Sus, görünür örnekler göstermek edebe aykırıdır; yoksa edeplere ait bahisler kulağına değmedi mi senin?

LX

Ey on ki turâ mâ zi heme konv gozîde

Bugzâşte mârâ tu vo der hod negerîde

Bütün varlık âleminden seçtiğimiz güzel, biz seni seçmişiz, sen de tutmuş, bizi bırakmışsın da kendine dalmışsın, kendine bakmadasın.

Senin ay nan biziz, böyle olduğu halde adamı eğri büğrü gö steren kötü bir ayna o lmaktan utanmaz mısın?

A kendinden haberi olmayan, gönlünün aksi canların yanaklarına vurdu da güller açıldı, gül bahçeleri yeşerdi.

* Yüzlerce can sana kul köle olmuş; sense bir halayıkcağız gibi her solukta süslenip pazara koşuyorsun.

A canı tasalarla yay gibi iki büklüm olmuş kişi, gökyüzünde senin güzelliğinin neşesiyle düğün dernek var.

Yüzlerce çeşit nimet harmanı sana armağan çekilmede; sense bir tek tohum için şu tuzağa uçmuşsun.

A aşk sözünü duymuş kişi; bir de aşkı gör. İşitmek nerdedir, görmek nerde?

Dün gece seni süsleyip bezeyenin aşkıyla kalk, sen de bu gece y alnızc a aşkın halvet yurduna gel.

Tebrizli Hak Şems’i padişaha nasıl sabredilebilir? Ey ölümsüz abıhayat, ey ölümsüzlüğü tatmış padişah.

LXI

Ey tabl-ı rehîl ez teref-i çerh şenîde

Vey reht ezin cây bedon cây keşide

A gökyüzünden göç davulunu duymuş olan, a varını yoğunu burdan oraya çekip götüren.

A nerkis gözlü, a yüzü lâleye benzeyen güzel, nerdesin? Bugün o nerkis, o lâle, senin mezarından bitiyor.

Kapısız, damsız mezarı yurt edinmişsin, a kapıda, damda yüzlerce nazla salınıp koşan dilber.

Nerde kaşlarının cilvesi, nerde gözlerinin süzgün bakışı? A her ikisine de ölümün kötü gözü değen güzel.

A eli aziz kişilerin öpüş yeri olan; eli kesilmiş bir halde yokluk elinde kalmışsın.

Gönül kuşun gökyüzüne uçmuş, tuzağı yırtıp kurtulmuşsa bunların hepsi de kolay.

Can esenliğe kavuşursa şekil eksik olmuş, ne çıkar? Ayak kurtulduktan sonra çizme y ırtılmış, ne olur ki?

A can lezzetinden haberi olmayan, can şu bedenden kurtulursa yüzlerce şükreder.

Nerde çamurlu suyun tadı, nerde ab ıh ay atın tadı. Nerde gök kubbe, nerde kubbe şeklindeki

dam?

Yarabbi, ne tılsımdır bu ki şu boz bulanık cehennemin dibinde oturuyoruz da o ölümsüzlükten tiksiniyoruz.

Gökler haset ediyor, melekler secde ediyor bize; fakat pis himmetimiz yüzünden de şeytan bile kaçıyor bizden.

Söze yum ağzını, dudak şarabını iç de mahmur gözler gördükleri şeyleri hikâye etsin.

LXII

“Tercî-i Bend”

Ey cân-ı merâ ez gem-o endîşe herîde

Canrâ be siten der gol-o golzâr keşîde

A bizim canımızı gamdan, düşünceden satın alan; canımızı sitemler ederek güle, gül bahçesine çeken.

Görmüş ki dünya, gözünden uzak düşmüş... göz görsün diye tutmuş, bir kere daha gözlerin

görmediği şeyleri belirtmiş.

Cana hafiflik, çeviklik vererek işten güçten alıkoyan, böylece de onu yalnız kendisine heveslendiren.

Örümcek de kim oluyor ki ona padişahlık veresin? Ayağı kuyuda onun; sevdalar (kara ağlar) örüp durmada.

Bahçende yayılan, üzüm sıkan kişi sonunda tatlılaşır, tatlı bir inanca sahip olur a dostum.

Güz mevsimlerinde her bağ, her bahçe yandı y akıldı mı, senin ağaçların meyvelerle dolar da y erlere eğilir.

* O bahçe, canları “Gelin” diye çağırır; cansa kanlarla dopdolu bedendedir, y aralarla, berelerle doludur.

A can, define gibi şu pis yerden çık da düny aları tut; a bir bucağı seçip sinmiş can, şu öğüdümü kulağına küpe et.

Şu geceyle gündüz, alaca bezden yapılan bir iptir; çekin. Yılana ısırılan herkes alaca ipten

korkar.

Bizim boynumuz da hür kişilerin boyunları gibi ne vakit günlerin alaca ipinden kurtulacak?

* Ebû Leheb’den, onunla çift oluştan kurtulduk mu, görürüz ki boynumuz hurma lifinden örülmüş ipten kurtulmuş.

Can gül bahçesi güz mevsiminden emin, açılıp saçılmış; her can atı damaksız, ağızsız yayılıp otlamada.

At yularını atmış, ovaya gitmiş, yaylayı, koruyu, açılmış çiçekleri görmüş.14]

Tercî beytini söyleyeyim de duyanlar sözün ucunu bulsunlar; sarhoşların hepsi de böylesine bir define için harap olmuş gitmiş zaten.

*

Yel esip geldi de söğüte, hey söğüt, hey dedi, şu oynayış, şu darmadağın oluş, şu oyun ne vakte dek sürecek?

Söğüt de yele, kendine sor a bizi baştan

çıkaran, a bize şarap sunan dedi.

Bedenimde ayık bir tek damar bile kalmadı; şarabın damarlarıma, iliklerime işledi.

A ayık insanlar, a aklı başında olanlar, hikâyeyi arayın, tarihi aktarın; şu geldi geçtinin başlangıcı ne vakitti, sonu ne zamana dek sürecek?

O Türk, bana selâm verir de Key misin der; ben de sus derim, ne Key’i biliyorum ben, ne beyi.[15]

O Mu’tezilî, yok olan şey, bir şey değil midir ki diye sorarsa derim ki kendinden geçince bir şey olur, kendinde olunca hiçbir şey değildir.

Dudağını sevgilinin dudağına koymak istiyorsan kendinden boş ol; bunu neyden öğren.

Düşünce beni seher çağında öyle bir bahçeye götürdü ki o bahçe ne dünyadan dışarda, ne de dünyada.

Sordum, a acayip bahçe dedim, nasıl bahçesin sen? Dedi ki: Ne kasımdan korkarım, ne

karakıştan.

Ay gibi, güneş gibi hem yakınım sana, hem uzağım; fakat Tanrı yolu aşıldı mı bu uzaklık kalmaz.

Tutalım, güneşi gözünle görmüyorsun; ıssılığın güneşten, soğukluğun gölgeden olduğunu da duymuyor musun?

Kendine gel de soğuktan uzaklaş, ıssılığı arttır; arttır da karakışın yaz olsun, azgınlık, doğru yolu buluş kesilsin.

* Güneş soluksuz, harfsiz haberler verir; sözler söyler; ebced, hevvez, huttî demeyi bırak, yum ağzını.

Üçüncü tercîi söylemeye başladık deyince gizli kuşların kanatlarını açtık gitti.

*

Sıçra, kalk ayağa, bahar elçileri geldi; avcı padişah yeni yeni avlar sürdü ortaya.

Yokluk çölünden varlığa dek bir hayli yol var;

fakat padişah yokluğa ata binmeyi, atı sürmeyi öğretti.1161

Bahçede her mezardan yeni bir ölü çıktı, belirdi; yüce kişileri seyret, hepsi de horluktan kurtuldu.

Yeryüzü depremlere uğradı da o anda Tanrı yeryüzüne, sende ne kadar ölü varsa dedi, bugün hepsini dirilteceğim.

Onun bulutu yağmur yerine can yağdırırken arıklıktan ağlamaya utanmaz mısın sen?

LXIII

Ey dilber-i bî sûret-i sûret-ger-i sâde

Vey sâgar-i por fitne be uşşaak bedâde

A şekiller yapan şekilsiz güzel, a âşıklara fitnelerle dolu kadehi sunan sâkî.

Sırları söylemeye ağzımı bağladın ama söylemediğim sırlar, gönlümde açtığın kapıdan çıkmada.

Güzelliğin gizlice perdeyi atınca gönül sâkîye düştü, baş şarapla bağdaştı.

Hayalin bir seher çağı ata binip sürdü mü, toprağın zerreleri kadar kutlu can, yaya olarak ardına düştü.

Göklerde Tanrı’yı tespih etme yüzünden ad san sahibi olanlar, tespihlerini koparıp attılar, seccadelerini rehine verdiler.

Can, perdesiz olarak yüzünü göremez, o güç yoktur onda; ne söylersem söyleyeyim, güzelliğin ondan da artıktır.

Can, ardına düşmüş esrik deveye benziyor; bedenim de bu e srik devenin boynuna bağlanmış bir gerdanlık.

A Tebrizli Tanrı Şems’i, gönlüm senden gebe; devletinin sayesinde o çocuğu ne vakit doğmuş göreceğim?

LXIV

Ey mûnis-i mâ Hâce Ebû-Bekr-i Rebâbî

Ger-dil-şodeî çend pey-i nân-o kebâbî

* A bizim eşimiz dostumuz Rebâbî Ebû Bekir, âşıksan ne vakte dek ekmek, kebap peşinde koşacaksın?

Devekuşu gibi aşkla ateş ye; ne diye lokma peşinde kuzgunun şakirdisin sen?

Şu aldatıcı felek, şu buluttan çakıp sönen şimşek, seni kendisine lokma y apmak için lokma verir sana.

Kendine gel de lokma da yeme, onun ateşine de lokma olma; onun lokması olmazsa, gönlünde, canında bir rızıktır bulursun.

Hani bedenin göbekten kan emerdi ya; o vakit ne ağzın vardı, ne boğazın, ne de kuru hurma.

Balık ne yedi de bize lokma oldu? Gerçekten de deniz y aratıklarının yedikleri göze görünmez.

Şu meydanda ki nimeti gizli nimetten elde eder de yer; o yoldan semirir, o yüzden kızarır gider.

Dışardaki aşk seni harap eder ama tohum da şu yıkıklık gününde bir başak kesilir.

O başak, topraktan baş çıkarır da ölmüştüm der, lûtuflara erdim de dirildim.

Bugünkü apaçık kıyameti görmek istersen bahçeye gel de toprak ölülerinin yeşermesini seyret.

Diyorlar ki: Çürümüştük, toprak kesilmiştik biz; bugün boy atmışız, yücelmişiz, selviye dönmüşüz.

Harfsiz söz söyle de düşman, bu söz insanların sözü, kitaplarda yazılmış söz demesin.

LXV

Ey mâh eger bâz berin şekl betâbî

Mârâ vo cihanrâ tu derin hâne neyâbî

A Ay, bir kere daha bu şekilde parlarsan bu

evde ne bizi bulabilirsin, ne dünyayı.

* Akıykın ne gördü, utandı da Uhud Dağı gibi su kesildi gitti; su yaratığının su kesilmesi, görülmemiş bir şey de değildir hani.

îki yüz kanadı olan aklın bile ancak iki üç kanadı kaldı; hattâ o da perde altında ancak.

A aşk, iki âlem de senin yüzünden sarhoş oldu, yerlere serildi; bâri sen, kimin yüzünden sarhoşsun, yerlere serilmişsin deme.

Şarap önceden o küpte coşup köpürmeseydi, bir yudumuyla herkesi coşturamazdı.

Rebâb çalan önce kendisi coşmazsa rebâbıyla herkesi feryada getiremez.

A dünyanın çevresini gezip dolaşan, fakat şekilden başka bir şey görmeyen, iyice bil ki uyuyorsun sen, bir avuç su vur yüzüne.

Ekin istiyorsan bizim harmanımıza gel; kebap eriy sen gönlümüze meylet.

Yok, eğer gelmezsen seni çeke sürüye getiririm ben; bizim halkamızdansın; ne garipsin,

ne de karga.

Çocuk kendiliğinden mektebe gitmez, onu zorla götürürler; a hocam, kendini hesaptan dışarı mı sanmışsın yoksa?

îşret kadehini al, bağdan-kayıttan sıçra, kurtul; kendinden haberin oldukça soruya, cevaba bağlı kalırsın.

Sonunda, her solukta sarhoşların naralarını işit; a bunamış ahmak, bir bak da gör, ne çeşit bir azap içindesin.

îki üç gün elini tutayım da coş, köpür, bir daha da yüzünü devletten, ikbalden çevirme sakın.

Sarhoş olduğun yere yıkılıp orda uyuma; sâkî nerdeyse oraya koş.

Ne vakte dek ateşe gireceksin a gönül, demir değilsin ya; a ağ lay an göz, yeter artık, bulut değilsin sen.

A ay yüzlü sâkî, gözlerin ne de sarhoş; parmacıklarını şıkırdat; doğru yoldasın.

Ağzını aç da söylemediklerimi sen söyle;

gönüller kapısını aç, söz söyleyecek padişahsın sen.

LXVI

Ger ilm-i herâbât tura hem-nefesestî

în ilm-o hüner pîş-i tu bâd-ı hevesestî

Meyhane bilgisi seninle solukdaş olsaydı, şu bilgi, şu hüner, sana bir yelden, bir hevesten ibaret görünürdü.

* Gayb kuşu başına gölge salsaydı, dünya Zümrüdüanka’sı gözüne bir sinek görünürdü senin.

Gerçek padişahın yıldızı, debdebesi görünseydi, şu padişahların davulları çan sesi gibi gelirdi kulağına.

Kutluluk sabahı seni bir ışıtsaydı, eteğin, sakalın bekçinin elinde olur muydu hiç?

Önden gidenler sana bir yardım etselerdi, gönlündeki düşünce sana boş görünür giderdi.

Can kulağın sağır değilse tersine duy; zaten âşıklar defterinden bir harf bile yeter gider.

Hepsi de öldü, bir tanesi bile geri gelmez diyor; o ahmak, adam olsaydı geri geleni görürdü.

Can alevin, ölüm kasırgasından tir tir titriyor; ölümsüzlükten bir payı olsaydı titremezdi.

Aşağılık tabiatın, aşağılık kişilere yoldaş olmasaydı, şu geçici şerbet, boğazına pek tatsız, pek bayağı gelirdi.

* Akıl çocuğun “Tebâreke”ye çıksaydı, neşe mektebinde nerden “Abese”de kalacaktı.

Sus, bunların hepsi de vakte muhtaç; vakit olsaydı söz de, feryat da imdada yeterdi.

LXVII

îmrûz semâ’est-o şerâbest-o surâhî

Yek sâki-i bed-mest yekî cem’ mubâhî

Bugün semâ’ var, şarap var, sürahi var;

körkütük sarhoş bir sâkî, her şeyi mubah sayan bir topluluk.

Fakat o çeşit her şeyi mubah sayanlar ki o varlık âleminden onlar; işin alayında olan, afyona, esrara düşkün olup her şeyi mubah sayanlar değil onlar.

Her şeyi mubah sayan, o şaraptan tatmış olan candır; nerde evveline evvel olmayan can, nerde yel gibi esip giden can.

Böyle bir sınanma karşısında, böylesine bir şarabın elinde doğru düzen Müslüman’ın canı ne olur yarabbi.

Bu şaraptan, bu yolda kanlar dökmeyi âdet edinerek ciğerinin kanını döküp giden kişi tadar; onun yanıp kavrulmuş ciğeri tazelenir.

Ömür, sabahleyin içilen bu şarapla ölümsüz bir hale gelir; ölümden aman bulur, fery attan, figandan kurtulur.

* Bu, gayb güzelidir, benzinin al al oluşu kandan değildir; beyazlığı da Rebah kâfurundan değil.

Bir mumdur ki yanmış, parlatmış ortalığı, ışığı Arş’ı da aşmış; pervanesi, kurtulmuş kişilerin göğüsleri, gönülleri.

Işığından yedi göğün de perdeleri yanmış; canlar, gönüller her yandan uçmaya koyulmuş.

Bu, yıkık meyhanedeki sarhoşların halkasıdır; a bağırıp çağıran hoca, senin dudağından da uzaktır, dişinden de.

Alkış; ne de güzel hal ki halden de kurtuldunuz... Alkış, ne de güzel bir sabah işreti, ne de hoş şarap sabahı.

Ölüm meleği bile kendi kendine geri dur der; senin silahın hiç mi hiç sığmaz buraya.

Bizim hiç haberimiz yok; zaten haber de ne oluyor ki? Yarlıgama dediğin de bu işte, her suçu yok edip giden bağışlama bu.

Sarhoşların naralarını gayb âleminden işit; ama öyle bağırıp çağıranların seslerinden arınmış bu naralar; öylesine bir gürültü bu.

Yok, duymayacaksan, işitmeyeceksen var git,

iki lokma ekmek için aşağılık kişilere kul ol, üç parça ekmek için mızrak yaraları al.

Tebrizli Tanrı Şems’i, daima güneşler güneşine biner, at edinir onu, ama öyle güneş gibi geçip gidivermez o.

LXVIII

Yâ sâkıyu şarrif bi şarâbâtike zendî

Fe’rrâhu ma’ar-rûh min, ifdâlike indî

A sâkî, şaraplarınla elimi, bileğimi şereflendir; lûtfunla, ihsanınla şarap da yanımda, can da.17]

LXIX

Berhîz ki şûrîd herâbât efendî

Mestan-neger-o nokl-o şerâbât efendî

Kalk efendi, meyhane coştu, sarhoşlar birbirlerine girdi; sarho şları seyret de meze getir, şarap sun a efendi.

Her sarhoş, sarhoşlukla bir sarhoşa sarılmış; sâkî de yer yer dönüp şarabı sunmada a efendi.

Oyundan, hey-heyden, birbirinin hatırını görüp gözetmekten başka bir kıl bile sığmaz sarhoşlar halkasına a efendi.

* A bizi nimetlerle besleyen, hadi, bismillah, kalk; kalk da a efendi, buna karşılık can verelim sana.

Efendi, senin yüzünü görmekten başka keramet, iki dünyada da yoktur, olmamıştır, o lamaz da.

Meyhane beyi, şeker dengi gibi geldi de meyhaneye girdi mi, kavuşup buluşmak ne de güzeldir a efendi.

Güler, sarhoş bir halde uyumuştum, a efendi, hey-hey seslerini duydum, işittim de geldim der.

O gülmeden, o konuşmadan, o tatlı edalardan gözlerin tavanlarına yüzlerce gürültü vurur a efendi.

* Güneş bile senin yüzünün yalımını görünce

gözünü yumar; sırçadan da artıktır, üstündür a efendi, kandil konan yerden de.

Meyhanecinin evinde, meyhanede miracı, tecelliyi, makamları kim görmüştür a efendi?

Tanrı meyhanesinin sarhoşuyla kavgaya, onunla itişmeye kalkma da damarlarını bir bir sökmesin senin a efendi.

Gönül evinde çeneni, açıklanarak eğme; bugün bütün gizli şeyler apaçık a efendi.

Bir gün anlamlar denizine gidersem a efendi, bütün bu sözler hatırına gelir senin.

A şeker madeni, hoşlar geldin, safâlar getirdin; kul o ay ağını öperse ayıplama a efendi.

A efendi, yüzlerce öz doğruluğuyla saçlarının gölgesinde münâcâta dalmak vacip oldu bana.

* Yüzünün mushafından Kasas sûresini, görülmemiş âyetleri okuyalım a efendi.

Senin kadehinden sarhoşuz a efendi, senin sarhoş nerkislerinden sarhoşuz; senin padişahlığının sayesinde şaha mat o lmaktan

kurtulduk gitti.

Bütün dünya kederlerle, tasalarla dopdolu; o mahmur nerkislerse başlangıçlara da boş vermiş a efendi, sonlara da.

Gölge gibi güneşe benzer yüzünde, güzelliğinde yok olmuş gitmişiz; bütün belâlardan, kazalardan emin olmuşuz a efendi.

Sarhoşçasına pazara gel de bir bak; bak da bütün önemli işler düzene girsin a efendi.

Ecel gününe dek ne şiir söylersek budur ancak, bundan başkası aslı olmayan şeyler a efendi.

Bu gazel, gazellerin padişahıdır; öbürleri hep bunun kuludur kölesidir; bu gazelin her beyti, muratların, isteklerin anahtarıdır a efendi.

Ben sustum, kalanını sen söyle, söy le ey işaretlerin, sözlerin canı efendi.

A Tebrizli Tanrı Şems’i, zamanın Mûsa’sı sensin, gönlümün Tur Dağı’na vade verilen çağda gitmişsin a efendi.

LXX

Ey dil tu derin gaaret-o târâc çi dîdî

Tâ reht goşodiyy-o dükân bâz keşîdî

A gönül, şu yağmada, şu talanda ne gördün ki varını yoğunu döktün, dükkânını bırakıp gittin?

Hırs örümceği gibi şu yıkık evde, ağzının tükürüğüyle sinekleri avlayan ağlar örmeye giriştin.

Şu dünya tohumunun tadı, sarhoşluğu yüzünden, gönlün şu tuzaktan kurtuldum zannına düştü.

Sel uğrağında kim balçıktan ev kurar? Tuzakta yem yiyeni hiç duydun mu sen?

Çağı gelmişken ey gönül, uç tuzaktan, sıçra, kurtul; canlar bahçesinde uçup gezdiğin yerlere git.

A tavus kuşuna benzeyen can, akıl kanadını aç; yoksa Arş’ta uçtuğun aklına gelmiyor mu?

Arş’tan uçtun, bir kazadır geldi çattı, yeryüzüne düştün; kanadını verdin de iki üç yem yedin.

Kıtlıktan çıkmış gibi şu lokmaya bir düştün ki. Kimi dudağını ısırmadasın, kimi elini y aralamada.

Nerde padişahça himmet? O kutluluk sabahının sütünü devlet dadısından emmedin mi sen?

O sütle canına katılan padişahça huy, and olsun Allah’a ki kanla, pislikle karışıp birleşmez.

* Bizim çamurumuzu eliyle yoğurdu o padişah; o himmeti, o bağışı padişahın elinden tattın sen.

Vallahi o Elest sesinin duyulduğu zaviyede, padişah sana şeyhliği de öğretti, müritliği de.

Gönülle sevgilinin bir olduğunu öğretti sana; gâh kilit olduğunu, gâh anahtar kesildiğini b e lletti sana.

Kimi öğüttür o, kimi bağ-kayıt; kimi zehirdir,

kimi şeker, kimi tazeleşir, boy atar; kimi eskir, kurur kalır.

A sel, bu yolda kimi yukardan boşalırsın, kimi aşağıya akar gidersin; fakat denize ulaştın mı, renkten renge girmek kalmaz artık.

A toprak, şu biteviye yaralanmadan paramparça olmadın mı? A gök, şu ağır taşın yüküyle belin bükülmedi mi?

A gerçekler denizi, yeryüzü senin dalgandır, senin köpüğün; hem gizlisin, hem işte güçte; ne de meydandasın, ne de görünmede.

A güneş kaynağı, o denizden coştun da karanlıklar perdesini ışıklarla yırttın gitti.

Eline aldığın her toprak altın kesildi; hangi taşı seçtiysen lâ’l oldu, zümrüt oldu.

Nice acılar, nice ekşiler, senin yüzünden helva oldu, şekere döndü; seçtiğin meyve olgunlaştı, seçildi.

Kimin talebesisin ki dünyaya usta gelmişsin: şu araçsız sanatı kimin elinden gördün,

öğrendin?

* Cebrâil’in bineğine benziyorsun; nalının ucu hangi toprağa dokunuyorsa yeşeriyor o toprak; sonucu hangi yaylada yayıldın sen?

Sus da şu anıştan, şu düşünüşten uçup o kapıya yüzlerce kere gittin hani, onu hatırla artık.

LXXI

Bagdâd hemonest ki dîdiy-o şenîdî

Rov dilber-i nov cûy çi der bend-i kadîdî

Bağdat, gene o gördüğün Bağdat; yürü, yeni bir güzel ara, ne diye eskimiş, kadid olmuş kişiye bağlanıp kalırsın.

Şu dünya kazanından bir iki kepçe nimet yedin ya; tencerede kalanın da tadı tuzu aynı.

Muradım da Allah, mürşidim de Allah; eskimi de Allah’a vermişim, yenimi de.

Onun kaza ve kader ayaklarının altına

döşenmişim; döşeme kendini temizden, pisten çekemez ki.

Ulu Tanrı’dan başka ne hayır var, ne şer; bir soluk bile ondan ayrılmam doğru bir iş değil.

Rahatından, derdinden kendimi çekmem, çekinmem; Tanrı buyruğu kimi kilit eder beni, kimi anahtar.

Göz yumup açıncaya dek bile gözümü ondan ay ırmam; yeni elde ettiğimi de Rabbimden sakınmam, eskiden elde ettiğimi de.

Ayna gözdür; canım da gözle güzelleşir, bedenim de; dayancım da onunla bezenir, güvencim de.

Var kendini top gibi meydana at; padişah çevgeniyle sana vursa bile aldırma; bayram eğlencesi değil misin sen?

Şu halk çevgene benzer; vuransa ancak melektir; uzak olsun, yakın olsun, iyice bil ki her işi yapan odur.

Şu nazı bırak, daha da değerlisin bundan; sen

Huseyn’in gözünün ışığısın, Yezîd’in değil.

Aşkla uzlaştım, onun dileği, zevki bana yardımcı olacak, tanık kesilecek, bu şartla ahitleştim onunla.

And olsun vaade, and olsun vaadinde gerçek olana; varım yoğum da aşkla doldu, azım, çoğum da.

Nerde bir kurumuş, kadid olmuş varsa şu denize çekin de tazeleşsin, ululuk ıssının denizine dalsın gitsin.

Dertlere batmak, kendinde olmak, nekes kişinin cezasıdır; şarap içmek, sarhoş olmak da kutlu kişiye düşer.

Yücelik, üstünlük, ulu Tanrı’nındır, gelin, artık; Tanrı’dan gelen ululuk, kullara bir bağıştır, bir saçıdır.

A yanmayan, a donup kalan, a sarhoşluğumu inkâr eden; a yalnız şekille duran, a bana haset eden.

Canlar şu gül bahçesinde sel gibi yürür

giderler; ne diye menekşe gibi gençlikte boynun bükülmüş senin?

* Evirip çevirme de her şeye sahip olan Tanrı kuvvetiyledir; güç, kudret de; seni de her şeye sahip eder, her yaratığa ışık kılar.

A göbeği güzel ceylan, o göbekte miskler peydahla, amberler doku; çünkü o sevgilinin süsenlerini, sünbüllerini otladın sen.18]

LXXII

Tu dûş rehîdiyy-o şeb-i dûş rehîdî

İmrûz mekun hîle ki on vekt ki dîdî

Sen dün kurtuldun, dün gece kurtuldun; bugün hile yapma, kimi gördün o vakit?

Masallar söyleyerek beni evin kapısına götürdün, kapı önünde dikekoydun, sense dama çıktın.

Mazlum komşunun yüzlerce kâsesini kırdın; bu yolda düzenlerle yüzlerce kese yırttın.

Düzenlerle uyutmadığın kim? Uyuyanın başının altındansa bir kilim bile çekmedin sen.

O âlemden kimse geri gelmez dedin hani; bugün şu hale geldin ya, görürsün sen.

Ne biçim kuşsun, ne renktesin; bugün görürsün, çünkü ecelin açtığı yarayla kafes bağını kopardın gitti.

Kimleri saldın, kimleri seçtin; bugün görürsün, bugün görürsün sen.

Ya kerametler memesinden süt tattın; yahut da kara şeytanın memesinden süt emdin sen.

A doğan, başından, yüzünden külâh çıktı; iyice bak, duy duğunu bir güzelce duy.

Ayak nereye hevesin varsa oraya götürür seni; göz nereyi gördüy se oraya ulaştırır seni.

Gül bahçesine ektiğin gülü gene sen devşirirsin; sevgiliye batırdığın diken, gene seni y aralar.

Şu ovada otladığın padişahlık zehri yok mu, bugün senin gönlüne de acılık verir, damağına

da.

Görürsün, o demirin yumuşadı bugün; çünkü ya kapının kilidisin sen, ya kilidin anahtarı.

Şu anda tertemiz bir özsen, meleğin boynuna gerdanlıksın; fakat çirkinsen, pissen göklerden kovulursun.

Abıhayatsan da, kara suysan da şu gözünü yumdun mu, hangi kaynaktansan o kaynağa varırsın sen.

Nefisten kaçıp kurtulduysan bütün canlarla beraber can kanadıyla uçarsın, lâyığın budur.

Rahatı, huzuru yaratanla rahata erer, huzura kavuşursan yabancının kara balçığından kurtuldun gitti.

O ışığın yalımı bugün tekrar seni satın alır; çünkü sen de can vermiş, gönül vermiştin de canla, gönülle onu satın almıştın.

Saçılmış altın gibi onu şu topraktan dermiş, toplamıştın ya; o gümüş bedenli de senin gümüş kucağına geliverir.

A aşk, arıkların hallerine acı, bağışla onları; çünkü ne üfürdüysen topraktan o biter.

Sus da gönlündeki sırrı herkese söyleme; çünkü her zerrenin gözünde güneş gibi görünüyorsun sen.

Sus da ağza susmakla ilaç ver; çünkü sen kara şeytanın memesinden süt emdin.19]

LXXIII

Ey on ki be dilhâ zi hesed hâr helîdî

înhâ heme kerdiyy-o der on gûr herîdî

A hasedinden gönülleri dikenlerle yaralayan, bütün bunları y aptın da sonra da gittin, o mezara sığındm.20]

LXXIV

Âşık şov-o âşık şov begzâz zehıyrî

Sultan-beçeî âhir-o tâ çend e sîrî

Âşık ol, âşık, bırak şu sersemliği; padişah oğlusun sen, ne vakte dek tutsaklık?

Padişah oğluna beylik de ayıptır, vezirlik de; sakın aşktan başka bir şeye yapışma.

O, ulu bey değildir, ecel beyidir; vezirlik sevdasından, vebalden başka bir şey meydana gelmez.

*    Hamam resmi değilsen can iste; şekle âşık oldukça nerden can bulacaksın?

Toprağa karılma, tertemiz incisin sen; sirkeye karışma, şekersin, sütsün sen.

Bu yanda seni halk bilmez; bilmez ama yanı- beli olmayan o yanda ne de eşsiz, örneksizsin sen.

Ölümlü dünyadır bu, şu geçici dünyada bey değilsen ne çıkar? Ölmüyorsun, yaşıyorsun ya, yetmez mi bu?

*     Sen insanoğlu şeklinde Tanrı arslanısın; bu bütün saldırmandan, çalışıp çabalamandan, erliğinden görünmede.21

* Senin üstünlüğünü, senin makamlarını, kerametlerini gördüm göreli bu üstünlükten de bezdim, Makamât-ı Harîrî’den de.

Ömür geldi geçti; fakat mademki sen varsın; Tanrı ışığındasın, ha er olmuş, ha geç.

Sevgilinin kadri, sevenin yüceliğincedir; a çaresiz âşık, bak bakalım, kadrin ne, değerin ne?

Pervanenin güzelliği, mumun derecesincedir; sen de şu aydın mumun pervanesi değil misin?

A Tebrizli Tanrı Şems’i, ya görüşün bakışın temelisin sen, y ahut da görensin bakansın, o yüzden seni görmeye imkân yok.

LXXV

Berhîz ki subhest-o sebûhest-o sükârî

Bugşây kenâr âmed on yâr-ı kenârî

Kalk, sabah çağı, sabah şarabı içilecek vakit, tam sarhoşluk demi; kucağını aç, o kucaklanası sevgili geldi.

Kalk, gel de ölümsüz ömrün debdebesini gör; sayılı soluktan kurtuldu gitti şu ömür.

Hani devlet, başımızı kaşırdı; geçti o çağ; bundan böyle a gönül, sen devletin başını kaşı.

Definesin sen, toprak yığınında bulunmana şaşılmaz; Ay’sın sen, tozlarla örtülüp görülmezsen şaşılacak şey değildir bu.

Devlet Kâbe’sinin hareminde salınmaya koyuldu; çölden de kurtuldu, kervancının nazını çekmeden de.

Yüzlerce Ay’a sahip olan gök, dönmeye başladı; a gökyüzü, bir günlük parlayıştan başka neyin var senin?

Ölüm meleğine ecel kesilen o can sağrağı, ne gönlü kabartır, ne baş sersemliği, baş ağrısı verir.

Yeter artık, sus; can şu şeklimizi yerse, dudakları bir güzel y anaklıy a yüzlerce özür getirir.

LXXVI

Ey cân-ı gozer-kerde ezin kunbed-i nârî

Der seltenet-i fakr-o fenâ kâr tu dârî

A şu kapkaranlık küreden geçip kurtulan can, yokluk-yoksulluk saltanatında işin var.

A varını yoğunu gizli görüş yurduna çeken, a her şeye varlık kesilen, tutuyor, bir de ağlıyorsun sen.

Kutlu sıfatlar elbiselerini giyinmişsin; yüzlerce yamadan dikilen insan hırkasından soyunmuşsun.

Gül senden utancından, yapraklarını güzellik ayağına döküp saçmış; senin lûtfunla her diken, dikenlikten geçmiş.

Bugün meyhanede sen koruk sıkıyorsun; artık olmayacak yere koruk sıkmanın sırası değil.

Devlet, lûtfedersin de başını kaşırsın ümidine düşmüş de ay aklarına kapanmış, tabanlarını yüzüne, gözüne sürmede.

Var-yok, her şey senin ışığınla mağaradan çıkıyor da ezel bahçesine geliyor; a sevgili, nasıl

sevgilisin sen, a mağara, ne biçim mağarasın sen.

Senin elinden bir iş şerbeti içen kişi, kendince işe dalar, fakat âlemde işsiz güçsüz kalır.

LXXVII

Der bâg-ı sefa zîr-i derahtî be nigârî

Oftâd merâ çeşm-o begoftem çi nigârî

Safâ bahçesinde, bir ağacın altında bir güzele gözüm düştü; nasıl bir güzelsin sen dedim.

Dedim ki: Ağaçlar güzelliğinin tadına daldılar, çiçeklere gebe kaldılar senden, yoksa baharın canı mısın sen?

Kendimden geçtim de secdeye kapandım, a sevgili dedim; sonucu söyle, Allah için söyle, nasıl bir sevgilisin sen?

Dedi ki: Yüzünün güzellik vasıfları sayıya sığmayan Tebrizli Tanrı Şems’i var ya, onun ışığından bir ışığım ben.22]

LXXVIII

Mâ gûş-ı şumâyîm-o şumâ tenzede tâ key

Mâ mest-o herâbâtiy-o bî hod şode tâ key

Sizin sözünüze kulak vermedeyiz; ne vakte dek susacaksınız siz? Biz de ne vakte dek sarhoş olacağız, meyhaneye düşeceğiz, kendimizden geçeceğiz.

Biz yanmış yakılmış bir halde kalacağız, siz bezmiş, usanmış bir halde kalacaksınız; peki, söylemiyorsunuz da, bu töre ne vakte dek sürecek böyle?

Gönül altüst oldu, a Ay, ne zamana dek tas çalacaksın? Meclis birbirine girdi, herke s coştu, köpürdü; a güzel, bu kavga gürültü ne zamana dek gidecek?

Dün akıl yerlere düştü de derken eline bir sopa aldı, rintlerin halkasına girdi; fakat bu kötü iş ne vakte dek sürecek?

Sâkîmiz ona bir kadeh şarap sununca manastırın kapısını kırdı da şu tapınak ne

zamana dek duracak dedi.

Şimdi neşe zamanı, boş yere ne vakte dek gam yiyeceğiz dedi de tespihi attı, yobazlıktan, mürâîlikten arındı gitti.

Susanlar, sarhoşlukla şaraplar içerler, mezeler yerler; a tatsız tuzsuz sözlere kızışıp girişen, ne vakte dek sürecek bu.

LXXIX

Megrîz zi âteş ki çonin hâm bemânî

Ger bechi ezin helke der on dâm bemânî

Ateşten böyle kaçma da ham kalma; bu halkadan sıçrar, kaçarsan o tuzakta kalakalırsın.

Dostlardan yağmurdan kaçar gibi kaçma, baş çekme; baş çekersen zamanede başın döner, öylece başı dönmüş bir halde kalırsın.

Dosta karşı vefakâr ol, vefa Elest meclisinin borcunu ödemektir; korkarım ölürsün de borçlu gidersin.

Seni tasalar kaplamış, halin şu: Acze düşmüşsün, hamam tasıyla kalakalmışsın.

Korkuyorsun bu başla, bu huyla hasta bir halde, sersemleşip kalakalmaktan.

Vakit geldi çattı, bizimle aynı kafada ol da baştan geçenlerden neşelenmiş başlara dön.

Tutayım, o Çin güzelinin oynayışını görmüyorsun, şu perdenin oynayışından onun oynayışını da mı anlamıyorsun?

Göklere gizli olan o Ay’ın parlayışından, y eryüzünün her parçasında yüzlerce Ay seyrettin.

A aykırı yellerden darmadağın olmuş yaprak, yeli görmüyorsan, şu düştüğün hali de mi görmüyorsun?

Yel, düşünceyle oynaşıp esmezse sen de oynamazsın; o yel durdu mu, sen de yerinde kalakalırsın.

Arş da, gökyüzü de, can da şu halden hale dönüş âleminde deve katarına benzer; sen de en

artta gelmedesin.

Şarap yanı başında, o kanı içedur; gökyüzü karnında kan emen bir çocuksun sen.

Fakat gönül göğüne ansızın bir dert gelirse gökyüzünden baş çıkarırsın, anlarsın, bilirsin ki böyle değilsin artık.

A iki dünyanın da amanına emin olan kişi, dokuzuncu ayda Tebrizli Tanrı Şems’inin yüzü görünür sana.

Dokuzuncu aya dek bu kan içinde kal, dayan; o Ay sensin ey padişah, Tanrı ve din Şems’isin sen.

LXXX

Berhîz ki cânest-o cihânest-o cuvânî

Horşîd berâmed beneger nûr-feşânî

Kalk, can var, cihan var, gençlik var; bak, güneş doğdu, ışıklar saçıyor.

Zelîhâ’nın rüyasında arayıp bulamadığı o

güzellik vardı ya, a zamanın Yusuf’u, ondan yüz kat daha da güzelsin sen.

Kalk, kıyamet terazisi kuruldu; bir kendini tart bakalım, hafif misin, yoksa ağır mısın?

Her yanda yaratıktan yaratana bir iz var; gönülsüz âşık, bir tek izi yeter bulamaz.

Gökyüzü kağnısından her solukta, a öküz, sen bilirsin, biz kutluluk yolunu gösterdik diye ses gelmede.

Kalk da ölümsüz ömrün debdebesini seyret, seyret de şu geçici dünyadan çabucak geç, kurtul.

O aziz ömürdür; çaresiz, geçemezsin ondan. O dünyanın canıdır, sense düny adaki bir şekilsin ancak.

Taştan yonduğu şekle bile bir vursa, taş canlanır; y azıktır bu candan mahrum kalırsan.

O akıyk madenidir, madenlerin de sermayesi, akıyk madenine gel, ne diye dükkâna bağlanmışsın?

LXXXI

Der hâne-i hod yâftem ez şâh nişânî

Engoşteri-i lâ’l-o kemer hassa-i kânî

Evimde padişahtan iz buldum, eser buldum. Bir lâ’l yüzük, hazine malı bir kemer buldum.

Dün gece o gönül huzurum, o can mahremim gelmiş, bense uykuya dalmışım.

Padişahım kavgalarla, o sarhoşça işvelerle dün gece yüzlerce kâse kırmış, yüzlerce testi kırmış; o işveyi sen de bilirsin ya hani.

Sarhoşlukla sanki yüzümü ısırmış; yüzümde padişahtan hediye bir altın makasının izi var.

Bugün şu ev güzelimin kokusuy la dopdolu; bu kokudan da her bucakta bir güzel belirmede.

Bu kokuyla bedenimdeki kan salt şarap kesildi; ağzımdan çıkan her koku geceleyin bir sarhoş Hintli’ye dönüyor.

Bir kulak ver de çeng gibi bükülmüş

boyumdan sarhoşçasına naralar işit.

Ateş de önümüzde, şarap da hazır, çadır da kurulu; artık tarikat pîrleri gençliği hoş görürler elbet.

Tanrı ve din Şems’inin aynasında Tebriz, hem tamamıy la tüm bir şekil kesilmiş, öyle tanınmış, hem anlamlar denizi olmuş gitmiş.

LXXXII

îmrûz derin şehr nefîrest-o fegaanî

Ez câduyi-i çeşm-i yekî şo’bede-hânî

Bugün bu şehirde bir gürültü, bir feryat var; bir oyuncu güzelin gözlerinin büyüsünden bütün bu işler.

Böylesine halka kapan, böylesine tatlı dilli olan o güzelin aşkıyla şehrin her bucağında kulağı küpeli bir alay kul köle.

Öylesine katı yaylının ok bakışlarından bu şehirde bir tek yaralanmamış gönül bulamazsın sen.

A şehir, nasıl bir şehirsin ki her günün bayram senin; a şehir, letafetle mekânın, zaman haline gelmiş.

Mekânın da yeri mi, zamanın da sevdasına düşme sırası mı? A güzelim, senin soluğunla görülmemiş bir hale dönmüş her yer.

Bir şehir ki Tanrı aşkının taht kurduğu yer; gizli bir Bağdat, gönül de onun yüzünden Hemedanlı olmuş, her şeyi bilir bir hale gelmiş.

Bugün bu Mısır’da şu güzellik Yusuf’unun yüzünden buyruksuz, azarsız her kurt çoban kesilmiş.

îki yüz yaşına basmış yüzlerce ihtiyar, şu hoş soluklu Yusuf’un yüzünden aşka düşmüş, o aşkla Zelîhâ gibi gençleşmiş.

Odur bu şehirde gönüllere, canlara hükmeden; odur Tanrı takdiri gibi buyruk yürüten.

Yüzlerce tam inanç nuru, Ay’a benzeyen yüzüne karşı secdeye kapanmış; onun Ay’ına nerden yol bulacak şüphe bulutu?

Gece karanlığı nasıl Dünya Ay’ının ışığında yok olur giderse benim, senin gibi yüzlercesi, o benlikten, bizlikten geçmiş güzelin ışığında yok olup gitmiş.

Tapısından başka yoka, yoksula değer bir huzur tapısı yok; güneşe benzeyen yüzünün gölgesinden başka bir dilek, istek yok.

Onun vasfına ait bir iki söz de dinle; gücüm kuvvetim yok ki filândır o deyivereyim.

Fakat adını da söylemesem, vasfını da söylemesem can şişesi şu şarap yüzünden çatlay ıp gidecek.

Hadi, elin titremesin, çek aşk kadehini; mademki panzehirin var, zehir ziyan vermez.

Ne istersen aktardan elde edersin; her şeyi kaplamış, kavramış bir dükkân bu, bu dükkândan başka dükkân yok.

Gökyüzündeki güneşe yeni bir devir vermek, onu yeni bir tarzda döndürmek için Tebrizli Tanrı Şems’i, doğudan doğdu işte.23]

LXXXIII

Zon cây beyâ hâce bedincây ne câyî

K’in câst turâ hâne kocâyî tu kocâyî

Hoca, ordan buraya gel, orası da neresi? Evin burda senin, nerdesin sen, nerdesin?

Hiçbir yer olmayan orası, yayıldığın yermiş senin; şu tanınmış yayladan ne diye mahrumsun sen?

Yokluk padişahının perdecisi, çavuşu ol da şu yelden başka bir şey o lmay an canın soluğundan kurtul gitsin.

Kimi ayak, kimi baş olma, kaç bu yandan; sarhoşluğu, yıkıklığı seyret, başsızsın, ayaksızsın sen.

A kılavuz, şarapla, konakla sarhoş oldun mu, ne kendine bir yol bulabilirsin, ne kılavuzluk edebilirsin.

Ezel sarho şları yoklukta mahvolup gitmişlerdir; var görünmenin temeli yok

oluştadır.

* Hıtaylı Türklerle dolu gayb Huten’i gibi canlar da can âleminde sarhoşluktan birbirlerine düşmüşler, altüst olmuşlar.

Bu, hey gidi hey, ne de güzellik diye nara atmada; o, ne de cana canlar katmada diye secdeye kapanmada.

A efendiler efendisi Tebrizli Tanrı Şems’i, sen hem yeryüzünün ışığısın, hem gökyüzünün güneşi.

LXXXIV

Ey şâh tu Turkî acemîvâr çerâyî

Tu cân-o cihânî tu vo bîmâr çerâyî

A padişah, Türk’sün sen, ne diye yabancı gibi duruyorsun? Dünyanın canısın sen, neden hastasın?

Gül bahçesi bile senin sadakalarından renk alır; o yüzden gül bahçeleri ver bize, ne diye o dikenlerle dopdolusun?

* Ben Hakk’ım sözünü sen söylemedin, onun şarabının esintisi söyledi; a Hoca Mansûr, iş böyleyken neden darağacındasın?

Gönülle sevgili, birbirine eş dost olduktan sonra ko, mağarada olayım; fakat sevgili gittikten sonra ne diye mağarada kalırsın a gönül?

O padişah gitmedi, gitmedi ama kem göz değmesin diye böyle söyle sen; yoksa o padişah gitseydi nasıl olur da sırlara mahzen kesilirdin?

Gönlünün kökü onun abıhayatında değilse, nasıl oluyor da böyle meyvelerle dolusun, terütazesin a bahçe?

Gönlün, gül bahçesine yol almamışsa neden böyle güzel kokulusun? Neden şeker gibi gülmedesin, gönüller almadasın?

Dev, Süleyman yok diye kınarsa kınasın; a dev, Süleyman yoksa ne diye işe güce koyulmuşsun sen?

* Gönül kaynağında güzellik perisinin evi yoksa, a başı dönmüş can, ne diye böyle perilere

uğramışsın?

A can Meryem’i, îsa’ya gebe değilsin de neden o saça benzeyen saçlara uymuşsun da zünnâr peşine düşmüşün?

*    Tebriz’li Tanrı Şems’inin şarabıyla sarhoş değilsen ne diye meyhanecinin evinde itikâfa girmişsin?

LXXXV

îmrûz semâ’est-o mudâmest-o sekaayî

Gerdan şode her cem’ kedehhâ-yı etâyî

Bugün semâ’ var, şarap var, boyuna sunulmada; ihsan edilen kadehler, topluluğa döndürülüp durmada.

*     Tanrı suvarsın buyruğu erişti, için. A beden, tamamıyla can kesil, îhvân-ı Safâ’dan değil misin sen?

A devir, ne devirsin sen; a gün, ne günsün sen? A devlet gül bahçesi, ne de y apraklandın, ne de bol yemişin var.

Şu zamanda yaratıklar yerden bitip çıkmada; yoksa bu Sûr sesi mi, Sûr mu üfürüldü?

* Dağdan yüzlerce Salih devesinin sesini duy; toplumdan îsrâfîl’in çağırış sesini işit.

Hadi, ıhtır develeri, gözünü bir aç da bak. Razılık çölündesin.

A ölü, diril, a ihtiyar, gençleş; a mahşeri inkâr eden, niceye bir yaveler geveleyeceksin?

Bir söz söyleyeceğim, ağzımı tutmayın; bugün sırları yaymak helâldir ona.

Kıskançlık yüzünden bu sözü söyletmezseniz hayallere dalarım, o yolu açarım da o tarzda söylerim.

Biz de hay allerden ibarettik zaten; şu solukla varlığı kabul ettik, Tanrı soluklarıyla var olduk.

Bu varlıktan başka yüzlerce varlığa sahip olursun; a hoca, bunu unuttun mu yoksa, nerdesin?

LXXXVI

Her rûz be geh ey şeh-i dildâr derâyî

Canrâ vo cihanrâ şogofâniyy-o fezâyî

A sevgili padişahım benim, her gün tam vaktinde gelirsin, canı da açar, saçarsın, cihanı da; cana da canlar katarsın, cihana da.

Hani dolunay gibi doğarsın, başköşeye geçer, kurulursun; o anda yüzünü görmek ne de kutludur yarabbi, ne de kutlu.

Nerde iki sevgili buluşursa senin yüzündendir bu; buluşmay a da tat tuz, zevk, safâ veren sensin, görüşmeye de.

Söze anlam vermezsen, anlama bir zevk katmazsan şu harflerle anlatılan buluşmanın da bir mânası kalmaz.

Dişler verdin de şekerler yiyorlar, fakat anlamı yiyip sindirmek, faydayı dişleyip yemek için de başka dişler verdin.

Ney sesini işiten, fakat neyinin bilgisini, hünerini anlamay an kulaktan bezmişim ben.

Saka, sakalık etmeye girişmedikçe şu kırba

nasıl gider de kendi kendine su çeker?

Şu gökyüzü de dönüyor ama susuz dönmüyor elbet; baş olmazsa ayak nerden bulacak ayak oluşu?

Sevgili nerde diye sorup duran gönül; kendine gel. A arayıp soran gönül, sen nerdesin, sen nerde?

Çöl, gül bahçelerini, şakayıkları nerden bulacak? Bir yağ parçası, ışığı, görüşü nerden elde edecek?

Geceleri incilerden uzak kalan duygular, bilirler ki bağış denizinde inciler var.

O denizde öylesine inciler var ki sedeflere sığmaz. A sedef, ne diye burda kalakalmışsın; o yana git.

Sen o derecede değilsin ki a hocam, tutsun da Kâbe sana gelsin; Kâbe, bizim hacımızsan bize gel demekte.

Bu Kâbe’nin ne yeri vardır zaten, ne de bir yere sığar; yücelik de sana lây ıktır, güzellik de

der durur.

Durma, yücelik denizine dal, kendinden geç de yüceliğe lâyık ol; dal o denize de senin yok olduğunu görünce can versin sana.

Sus, susma yolundan yokluğa yürü; yok oldun mu, baştan başa övüş kesilirsin.

LXXXVII

“Tercî-i Bend”

Şâhenşeh-i mâyî tu vo beklerbek-i mâyî

Her câ ki gerîzî ber-i mâ bâz beyâyî

Padişahlar padişahımızsın, beylerbeyimizsin sen bizim; nereye kaçarsan kaç, gene döner, bize gelirsin sen.24]

Ağacın nerde bittiyse orayı yurt edin; çünkü cana canlar katmak törendir senin.

Bedenin burda ama a cilveli güzel, nerdesin sen, gönül yoluyla biliyorum ben.

A yoksul, padişahlar padişahının tahtının basamağına secde et de canını yoksulluk ayıbından kurtarsın.

Yıkık yeri baykuşlara bırak, yolculuğa düş; tecelli Kafdağı’na gel, devlet kuşusun sen.

Bunların hepsi de geçti; gül a güzeller padişahı, yaşayışın direğisin sen, saray ın kandili.

Sofrayı kurdular, kapıyı açtılar; çabuk, sarhoşça gir içeriye, ne diye çağrılmayı beklersin?

Bütün dünyayı mum, şarap ve içiş tutsa Tanrı mahmurunun başka bir sevdası vardır.

Kafesin içinde bol bol yem olsa, su bulunsa ne çıkar? Nerde havalarda uçan kuşun devleti, ikbali?

Bu da geçti a geçmesi gitmesi olmayan güzel? Vefa sağrağını al, vefa padişahısın sen.

O padişahlara lâyık erlik kadehini döndür de canlar güzelleşsin, canlarıy la oynasınlar, ölümsüzlüğe kavuşsunlar.

O şarap, gönül bulandıran, üzümden sıkılıp yapılan şarap değil; Tanrı elinden geldi, bağış küpünden sunuldu.

A benim gözüm, iki âlemin de gözü seninle aydın; bana bir sağrak sundun, ölümden kurtardın beni.

A sarhoş olup gelen, a zamanın zahidi benim diyen, evet, yüzünün rengi de, güzelim gözlerin de sözüne tanıklık etmede.

Sarığını, cübbesini rehine vermiş ama gene de bu aşkta tekim diye neşelenmede can.

Dünya onun bakışından, umumî rahmetinden güldü; yeter artık, sus da tercîe geçeyim, tamamını söyleyeyim.

*

A bakışıyla adı da, adın sahibini de sarhoş eden; a dudakları can dudusuna şekerler yediren.

Öküz gelmiş, eşek gitmiş; bu masaldan bize ne? Hadi, dön geri, o kavgayı bırak, gel buraya,

ne güzel zaman.

A her Vâmık’ın, her Azrâ’nın canı, velinimeti, a padişahım, padişahlık et, meclisi beze.

Sen hem canların dadısısın, hem şarap ve süt ırmağı; hem cennetsin, Firdevs’sin, hem de yemyeşil Sidre ağacı.

Bundan başka bir şey söylemeyeyim; çünkü söylersem aşağılık kişiler, olmayacak şey, kuru gürültü derler.

Söylememi istiyorsan sabah şarabı sun da gökyüzü de oyuna girişsin, yüzlerce p arlak Zühre de.

Dünya gamıyla her yer ekşi; o yüzden gönlümüz coşup köpürmede, ordan uçup gitmede.

Kalk da cömertliğin aksine, ört kapıyı; sen nerdeysen orası gül bahçesi kesilir, ova olur gider zaten.

Bu ay da nerden geldi, bu yüz de ne yüz... Tanrı nuru bu; kutlu olsun, ululandıkça

ululansın.

Hem gücü kuvveti yeter, hem övünür, hem evveldir, hem âhir. Evveli gamdır, sevdadır, sonu yed-i beyzâ.

Sana karşı oynamayan gönüle, sana ağlamayan göze şu işareti söyle, bu seyirden haber ver yarabbi.

Haber ver de deli divane olsun, dağ başına çıksın, seni istiyorum, seni, diye feryada başlasın.

O aşk, başını kaşımaya bile meydan vermez adama; aşkolsun, ne de güzel bir çekiş, bağlayış zinciridir o.

Şehirde benim gibi bir aptal göremedi galiba ki boyuna yücelerden beni tutup çekiyor aşk.

Doğru da olsa, şaka da olsa yücelerden gelen her tutuş, her çekiş güzeldir.

Kapıcının kovuşu, işvesi bahanedir, şakadır; git der ama gerçekten, padişah evde, sakın gitme demektir o söz.

*

Hiç kimseyi sevgilimizden üstün tutmayın; onun eşi, benzeri yoktur, yaveler gevelemeyin.

O, size kötü, ayıplı görünürse kötü olan, ayıplı olan sizsiniz; çünkü o tertemiz bir aynadır.

Yoksa şu dünya evinin penceresi kapalı mı? Güneş doğdu, dama çıkın da görün.

Pencere açık olmadı mı ev köre benzer; pencereyi açmıyorsanız kazma neye y arar ya?

Mademki önden de haberiniz yok, sondan da; top gibi yuvarlanın durun; ne de güzel başsız- ay aksızsınız.

îster zevkte, safâda olun, ister belâda... İlâhî çevgenin büklümüne teslim olmuş gitmişsiniz.

Şarap gibi dünya küpüne tutulmuşsunuz; iyice coşup köpürdünüz mü küpün ağzına çıkarsınız.

Nice dilekleriniz var, bağış istemedesiniz; bir kendinize gelin artık, bağışın ta kendisi sizsiniz.

Gece gündüz kavuşup buluşma aşkındasınız;

fakat kavuşmanın da ışığı sizsiniz, buluşmanın da; bundan haberiniz yok, bunu anlamıyorsunuz.

Şaşılacak bir şey arıyorsunuz; fakat her şeyden fazla şaşılacak şeysiniz; öylesine şaşılacak şeysiniz ki hem padişahsınız siz, hem yoksul.

BAHR-İ HEZEC

-MAHBÛN MATVÎYY-

müfteilün mefâilün müfteilün mefâilün

— A —

Mâh-ı durustrâ bebin k’o beşikest hâb-ı mâ

Tâft zi çerh-i heftumin der veten-i herâb-ı mâ

Gediksiz dolunaya bak; o kırdı geçirdi uykumuzu bizim; şu yedinci kat gökten parladı da yıkık yurdumuzu ışıttı.

Mademki senin yüzünden gündüz oldu, gözümüzden uykuyu al; susuzlara su ver, suyumuzu, selimizi aşk aldı, götürdü.

Aşkının kılıcından, yerlere kanlar damlamada; bütün yol kan içinde; y anıp kavrulmuş ciğerimizin kokusu her yanı tutmuş.

Pahalı, değerli şekere değersiz, ucuz şeker dedi; kendi zevkine dalmışsın sen, bir de cevabımızı duy bizim.

Yüzünü neden ekşittin, şarabın arı duru değil miydi ki? Sınamak için bir kadeh de bizim şarabımızdan iç.

Yüzü peçeli güzelimizden dünya kırıldı, birbirine girdi; Tanrım, âşıklar buluşma günü ne hale gelirler ki?

Âşıklar, Şemseddin’in Tebriz’inden yüz gösterdiler; binlerce aferin Ay’ımıza, Güneş’imize bizim.

II

Bâ tu heyât-o zindegî bî tu fenâ vo mordenâ

Z’on ki tu âftâbi-yo bî tu buved fosordenâ

Yaşayış da seninle, neşe de seninle; sensiz kalış, yok oluş, ölüm. Çünkü sen güneşsin, sensizlik donmaktır, buz kesilmektir.

Şu yaygılar üstündeki halk, senin elinde zara benzer; mat olmak da senden, zarı kapmak, oyunu kazanmak da senden.

Dedi ki: Ne diye üflüyorsun beni; soluğu veren benim sana; üflemediğin zaman senden haberim yok değil ki.

Önünde secde ettim; sırtımı eğdim de deveye

döndüm; gülerek dudaklarını açtı, a uzun boyunlu dedi.

Bir bak bakalım, ne yapmak istiyorsun, ne yapmak? Boynunu uzatmışsın; yoksa pamuk yemek mi istiyorsun?]25]

III

Bâ leb-i o çi hoş boved goft-o şenîd-o mâcerâ

Hâssa ki der goşâyed-o gûyed hâce ender â

Onun dudağıyla konuşup görüşmek, baştan geçtiler anlatmak ne güzeldir; hele kapıyı açar da hoca gir içeriye derse.

* Kupkuru dudaklara Hızır kaynağından bahseder; aşkının terzisi insanın boyuna elbise biçer, diker.

Gözünün bakışlarından gözler sarhoş olur; ağaçlar seher yelinin önünde oynarlar ya hani, tıpkı onun gibi.

Bülbül gül fidanına der ki: Gönlündeki nedir,

söyle; şimdi kimsecikler yok, bir sen varsın, bir ben.

Gül fidanı der ki: Sen senliğindeyken hiç umma bunu, düşme bu ümide; çalış, çabala da senlik pılını pırtını çek, götür burdan.

îyiden iyiye bil ki heves iğnesinin gözü dardır; ipliği iki kat gördü mü, yol vermez ona.

Boğazına dek ateş içindesin; bir güneşe bak da onun yüzünden yeryüzü ışıklarla dolsun.

* Tanrı Kelîm’i ateşten ağaca doğru gidince, ben Kevser suyuyum dedi ağaç, ayakkabılarını çıkar da gel.

Ateşimden hiç korkma, çünkü ben suyum, güzel bir su; devletin bulunduğu tarafa geldin, başköşe senin, merhaba.

Kuyumcusun, lâ’l madenisin, mekânın da canısın, mekânsızlığın da; zamanede görülmemiş bir şeysin sen; halk nerde, sen nerdesin?

Aşk avcunda her şey bağış tapısı kesilir; senin

yüzünden de vefasız dünya, vefa iş yurdu haline gelir.

Daha gün başlarken geldin, elinde de koskoca bir sağrak; hadi, gel diye ne vakit çekeceksin canımı meclise?

Gönlün eli, bir güzelin elini tuttu mu ne hale gelir gönül? Bakır, kimyanın çağrısını, sesini duyunca ne olur?

Arap gibi, elinde mızrak, şaşılacak bir güzel çıkageldi. Dedim ki: Bir isteğin mi var, bir iş mi çıktı? Evet dedi, yanımıza gel dedi.26]

Gönlüm, ben koşayım diye sıçradı; aklım, ben gideyim dedi. Güzel, lütfetti de ikiniz de gelin dedi.27]

Gökyüzünden sofra geldi mi elini de yıka, ağzını da; yıka da elinden soğan, pırasa kokusu gelmesin.

Alımlıysan, âşıksan bak da gör, tat tuz madeni geldi; kâseyi bırak, kadehi al; coşkunluğu seç, çorbayı değil.

Şu iki dudağımı yumayım da gündüzle gecenin mumu, yalım diliyle size hikâyeyi anlatsın.

IV

Ey tu çü mâh-ı âsman mâh kocâ vo tu kocâ

Der ruh-ı meh kocâ buved in ker-o ferr-o kibriyâ

A gökteki Ay’a benzeyen; fakat sen nerdesin, Ay nerde? Ay’ın yüzünde nerde bu ululuk ışığı, nerde bu güzellik?

Herkes Ay’a âşık, Ay’sa senin aşkına tutsak; senin elinden feryat ediyor, ey Allah diye yalvarıp duruyor.

Ateş gibi yüzüne karşı Güneş de secde ediyor, Ay da; çünkü yüzün, Ay’la, Güneş’le baştan geçtilere girişiyor.

Dün gece Ay, karşında secde etmeye geldi; âşıklarının kıskançlığı, git, gelme diye naralar atmay a koyuldu.

Yeryüzünde salına salına bir hoşça yürü de melekler bile gökyüzü pencerelerinden başlarını çıkarsınlar, yere eğip seni seyre dalsınlar.

Yüzünden şimşekler çakmaya başladı mı, gözlerini korumak için gönüller elleriyle kapar gözlerini.

Gönül bahçesi, zevke, çalgıya çağnağa dair ne elde etse karakışa benzeyen şu ayrılık yüzünden hepsini kaybetti gitti.

Güze benzeyen ayrılık gamıyla can bahçesi sarardı soldu; senin baharın ne vakit gelecek de boy atmaya, yeşerip açılmaya başlayacağım?

Dün gönlüm, mahallenin başında yorgun argın uyuyakalmıştı. Hayalin geçti de onu, o halde gördü.

Şu ağır dertten nicesin, söyle; öyle daralmışsın ki bedenin gözlere görünmez olmuş dedi.

Dedi, geçti gitti; fakat bu sözün tadından şu gönlüm sağlık buldu; yarabbi, sen sevabını ver onun.

Der du cihan latîf-o hoş hemçu emîr-i mâ kocâ

Ebru-yı o gereh neşod gerçi ki dîd sed hetâ

îki dünyada da beyimiz gibi alımlı, beyimiz gibi güzel nerde? Yüzlerce yanlış gördü de gene kaşları çatılmadı gitti.

Gözünü aç da yüzünü seyret; suçunu getir de huyu gör, deredeki su gibi huyu... Baştan başa aparı, tamamıyla ışık mı ışık.

Onun o sıcak selâmından utandım da utancımdan su kesildim; onun yumuşak sözlerinden taşlar bile su kesilir.

Zehri ona götür de şekerden de tatlı bir hale getirsin; kahrı önüne koy da tamamıy la razılık yapsın.

Abıhayatını gör de ecelden hiç korkma; onun razılık kapısının iki kanadına dayan da kazadan hiç titreme.

* A hasır gibi ayaklar altında kalıp horlanan

kişi, ona karşı secdeye kapan da mescidin yüceliğini versin sana.

Aşk beyini çağırdım da dedim ki: Sen bunu anlıyor musun? Çünkü şekle rehin olmuşsun sen, senin şeklinse kılavuz.

Gönül senden kalksa da yolculuğa düşse ciğer ateşe düşer; ona gel demeyi bekliyor, ayak üstünde durakalmış.

Gönül bir güvercin gibi damından uçsa bile, adının hayali havalarda canına kıble olur.

Dam da sensin, hava da sen, ikilik bir hevesten başka bir şey değil; canın ab ıhay atı sensin, şekillerse saka.

Uzak gitme, yolculuğu arama; Ay’ın senin önünde; nara atmaya kalkışma; fısıltıyla bile çağırsan seni duy ar o.

* Senin duanı duyar, çağırmana cevap verir, a benim sağırım der, sağırlığı bırak, kulağını tam aç.

Onun sözü olmasaydı, canın nerden ah

çekecekti; ah çek, ah çek; ahındır Tanrı’ya yol olan.

Bostana su çekiyorum, bu yüzden dönmeden hoşlanıyorum ben; çünkü çorak yerden, hattâ taştan, kumdan bile can suyuyla meyveler biter.

Bahçe sarardı, kurudu mu can suy unu çeker; söyle kırık dala, soğanımız su içsin artık.

Geceleyin git, erken gel de sözler işit; fakat geceleyin Ay gibi hep uyanık dur, oturma.

VI

Ey begirifte ez vefâ gûş-ı geran çerâ çerâ

Ber men-i heste kerdeî rûy geran çerâ çerâ

A vefaya kulak asmayan, neden böyle yapıyorsun, neden? Bu yorguna yüzünü asmışsın; neden, neden?

Her solukta, senin yerin yurdun olan, senin vefa tezgâhın kesilen gönlümü mızrakla y aralıy o rsun; neden, neden?

încin, kuyumcuda müşteriden ödülü aldı; canı da götürüp gidiyorsun, cihanı da; canı da, cihanı da; fakat neden, neden?

Hızır’ın kaynağısın, Kevser’sin, abıhayattan da güzelsin; senin ayrılık ateşinle ağzı, dudağı, dili damağı kupkuru olan benim ancak; neden neden?

Senin kahrın can gibi gizlidir, mührünün izi yoktur; fakat gönlümde senin için bu izler neden, neden?

Dedi ki: Cana can benim, canı görmeyi umma; fakat yüzün canın şeklini gösteriyor; neden, neden?

A başlı başına ışık olan, yıldızlar bile seni görüp utanıyorlar kendilerinden? Peki, böyleyken gene de şüphe bulutuy la örtülüp gönülde ikiyüzlülüğün peydahlanması neden, neden?

VII

Ger tu melûli ey peder cânib-i yâr-ı mâ beyâ

Tâ ki behâr-ı cânhâ tâze kuned dil-i turâ

Usanmışsan a babam, sevgilimizin yanına gel de can baharı gönlünü tazelendirsin.

Seher yeli cana sevgilimin selâmındaki kokuyu, baharımın, bağımın bahçemin, gülümün, meyvelerimin kokusunu getirmede.

Sarhoşluk ama bilinmez bir sarhoşluk; varlık ama görülmemiş bir varlık; devlet, ikbal, güç kuvvet, haydi gelin diye nara atmada.

Ayağını vur, elini çırp, el at o dosta; seyret o iki güzel nerkis gözün önünde şehit olmuş gönlümü.

Serkeş aşkla diriyim, ne diye canın minnetini çekecekmişim? Sevgilimin yanı başındayım, hoşum; beyhude ne diye yelip yortacakmışım?

Can, yurduna gitti mi, su da dereme akar; pis, herzeler yiyen tabiatsa kaçar, külhana sığınır.

Padişahlar padişahımın yüzünü görmek, şarabımın parıltısını seyretmek. Bu yurt pek güzel, pek hoş; bu saraydan bir yerceğize

gitmem ben.

Neşeye tapan canımız, yıkılmış, sarhoş aklımız... hele can sağrağı da elimizde; pek hoş bu ey Tanrı.

Akıl gittiyse de ki: Var git; karşılık nerde, kendini rehin et gitsin; gündüz olduysa varsın olsun de; ey gecesiz, gündüzsüz güzel, sen gel.

Güzel sevgilim, sarhoş bir halde yanıma, kucağıma geliyor; hiç söz etme; sevgilim kerem sahibi, vefalar göstermede.

Canımın canı, gül bahçemin parlaklığı, razılık bahçesinin süsü, düşmanları kör etmek için geldi işte.

VIII

Dâd zi hîş çâşnî cân-ı sitem-keşîderâ

Dî benevâht yâr-ı men bende-i gam-resîderâ

Sitemler çekmiş cana, kendisinden bir çeşni verdi; sevgilim dün yeni y etişmiş kulunu görmeye geldi.

Anlayışıma anlayış fazlalığı verdi, kulağa küpe gösterdi, zevki safâyı coşturdu, gözlerimin ışığını arttırdı.

Dedi ki: A benim arık, yeni avlanmış avım, kerem sahibiyim, kendi satın aldığım kulu satmam ben.

Bir bak da gör, ne lûtuflar ediyor, ne ferahlıklar veriyor; Yusuf kendisi için ellerini doğrayanı hatırlıyor.

Canı gibi kucakladı beni, kötü zannı gitti benden; o omzuma yeni gelmiş elbiseler koydu.

Beni acze düşmüş, kimsesiz kalmış görme; atlas gibi gözyaşlarıma bakma; eğnimdeki altın kılaptanlı atlas elbiseyi seyret.

Kim bu istekteyse pek acayiptir, şaşılır mı şaşılır ona; fakat kendisinden kurtulmuş, varlığından geçmiş cana yüzlerce neşe içinde neşeler var.

Onun deliliğinin tadı mı daha hoş, afsunu mu? Çünkü gizlice, gamın ısırdığı hastaya karşı dudağını ısırıyor.

Sevgilisine vaadlerde bulunur, kucağından güller verir; kan ağlayan gözleri mahmurluğuyla doldurur.

Gözlerine sürmeler çeker onun; kerem eliyle okşar onu; şu beli bükülmüş feleğin, hasetten göğsünü, gönlünü y akar.

Kendisinin Elest şarabını kendi sarhoşuna kadeh kadeh kendi sunar; uçmuş gönül doğanına kendi eliyle kendisi davul çalar.

* Allah için sus, susma huyunu öldürme; asîde geliyor çünkü, kasideyi kısa kes.

Müfteilün mefâilün müfteilün mefâilün; kapıyı açma, yeni açılmış gül bahçesini az göster.

IX

Âmedeem ki ta behod gûş keşan keşânemet

Bî dil-o bî hodet kunem der dil-o can nişânemet

Kulağını tutup çeke sürüye seni götürmeye, gönülsüz koymaya, kendinden geçirmeye, kendi gönlüme alıp dikmeye gelmişim.

Gelmişim hoş bir bahar gibi, seni kucaklamay a, güzel güzel döküp saçmaya a gül fidanı.

Gelmişim bu sarayda sana cilvelenmeye; âşıkların duaları gibi seni alıp gökyüzünün yücesine çıkarmaya.

Bir güzelden bir öpücük çalmışsın; tatlılıkla, güzellikle geri ver hoca, geri almay a gelmişim o öpücüğü.

* Kül nedir ki? Sensin tüm. “Söyle” emrini veren sensin; başkası seni bilmiyorsa ben

biliyorum seni, çünkü sen bensin.

Canım da sensin, gönlüm de sen, Fâtiha okuyanım da sen; tamamıyla Fâtiha kesil de okuyayım seni.

Avımsın benim, tuzaktan sıçramış, kaçmışsın ama geri dön, gene tuzağa git; gitmezsen sürer, götürürüm seni.

Arslan bana dedi ki: Görülmemiş bir ceylansın; var git, tez uzaklaş benden. Ne diye peşimden koşuyorsun, şimdi paralarım seni.

Yarayı kabullen, mademki yiğitlik kalkanısın, önde yürü; fakat kirişten başkasına kulak asma da yay gibi bükey im seni.

Topraktan insana varıncaya dek kaç binlerce konak var; şehirden şehre götürdüm seni, yol başında bırakmam.

Hiç söylenme, köpüklenip durma, tencerenin ağzını açmaya kalkışma; güzelce kayna, sabret, seni pişiriyorum ben.

* Arslan eniği değil misin sen, ceylan

bedeninde gizlenmişsin; fakat ben seni bir uğurdan, ceylanlık perdesinden geçiririm.

Benim topumsun, buyruğumun çevgeniyle koşup durmadasın; seni koşturup dururum ama ben de peşinden koşar dururum.

X

On nefesî ki bâhodî yâr çu hâr âyedet

V’on nefesî ki bîhodî yâr çi kâr âyedet

Kendinde olduğun zaman sevgili diken gelir sana; fakat kendinden geçtin mi sevgili ne de işine y arar senin.

Kendinde oldun mu, bir sineğe av olur gidersin; kendinden geçtin mi fil bile av olur sana.

Kendinde olursan gam, gussa bulutuyla örtülürsün; kendinden geçtin mi Ay doğar kucağına.

Kendindeyken sevgili yan çizer, yanına gelmez senin; kendinden geçtin mi sevgilinin

şarabı sunulur sana.

Kendinde olduğun zaman güz mevsimi gibi donarsın; buz kesilirsin; fakat kendinden geçtin mi karakış bile bahar gelir sana.

Bütün kararsızlığın, karar aramandan ileri gelmektedir; kararsızlığı iste de karar gelsin sana.

Bütün sinmezliğin, yiyip sindirmeyi istemenden doğar; sindirme isteğini bıraktın mı zehir bile içsen siner, bal kesilir.

Dilediğini elde edemeyişlerinin hepsi, dilek peşinde koşmandan ileri gelmede; yoksa bütün dilekler, saçılar, bağışlar gibi gelir, önüne dökülür, saçılır.

Sevgilinin cefasına âşık ol, sevgisine değil; böyle ol da o nazlanan güzel ağlayıp inleyen bir âşık kesilsin sana.

Doğunun padişahlar padişahı Şemseddin, Tebriz’den erişirse vallahi Ay’dan bahsetmekten de utanırsın, y ıldızlardan bahsetmekten de.

XI

Bî hemegan beser şeved bî tu be ser nemîşeved

Dâg-ı tu dâred in dilem cây-ı diger nemîşeved

îş herkesle başa çıkar, düzelir, fakat sen olmazsan olmaz da olmaz; açtığın yara şu gönlümdedir, başka yeri yok onun.

Aklın gözü senin sarhoşun. Feleğin çarkı sana karşı alçacık. Zevk, neşe kulağı senin elinde; sensiz hiçbiri de yürümez.

Can senden coşar, gönül senden şarap içer; akıl senin yüzünden köpürür; sensiz hiçbirinin işi başa çıkmaz.

Şarabımsın, mahmurluğum; bahçemsin, baharım. Uykumsun, kararım; sensiz hiçbiri düzene girmez.

Mevkiim, şerefim sensin; saltanatım, malım sensin; arı duru suyum sensin; sensiz bunlar da

yürümez.

Kimi vefaya doğru gidersin, kimi cefaya doğru, benimsin sen, nereye gidiyorsun? Sensiz hiçbirinin işi başa çıkmaz.

Sana gönül verirler, gönlünden söker, atarsın; tövbe ederler, tövbeleri bozdurursun; bütün bunları sen yaparsın, sensiz bir iş olamaz ki.

* Sensiz bir iş başa çıksaydı dünyanın altı üstüne gelirdi; îrem bağı cehennem kesilirdi; sensiz hiçbir iş başa çıkmaz.

Başsan sen, ayak olayım, avuçsan bayrak olayım; fakat gidersen yok olurum ben, sensiz iş yürümez.

Uykumu bağlamışsın, şeklimi yıkamış, silmişsin; beni her şeyden geçirmişsin, sensiz iş y ürümüy or.

Dostum, sen olmazsan, işim gücüm yıkılır gider; a benim eşim do stum, a benim dertdeşim, sensiz iş yürümez.

Sensiz yaşayış da hoş değil bana, ölüş de hoş

değil; gamından nasıl baş çekeyim? Sensiz hiçbir iş başa çıkmıyor ki.

A dayancım, güvencim benim, ne söylersem söyleyeyim, iyiden, kötüden ayrı değil; lûtfunla sen söyle, sensiz hiçbir iş y ürümüy or.

XII

în ruh-ı reng reng-i men her nefesî çi mîşeved

Bî hevesî mekun bebin k’ez hevesî çi mîşeved

Şu renkten renge giren benzim, her solukta ne oluyor? Hevessizlik etme, bir bak da gör, hevesten neler olmada.

Gönlümde her gece bir şeker dudaklının hevesi var; gece yol alanların mahallesi başında bekçiden neler oluyor, neler.

Şu gönlümde birisinin aşkının ateşinden neler oluyor? Hiç kimsecik gösterebilir mi, hiç kimsecik ne olduğunu aklına, vehmine getirebilir mi?

O lûtuf, o nezaket onda varken kar gibi

bembeyaz şekerinde, o tatlı mı tatlı balında bir sinek yüzünden neler olmada.

Aşkın arı mı arı, duru mu duru; deniz gibi açılmış, saçılmış... Oraya çerçöp düştü mü ne olur acaba?

Şemseddin, Tebriz’den gönlüme elini uzatır; eli gönlüme erişince gönlüm neler olur, neler.

XIII

Âb zenîd râhrâ hin ki nigâr mîresed

Müjde dehîd bâgrâ bûy-ı behâr mîresed

Yola su serpin, şimdicek sevgili geliyor; bahçeye müjde verin, bahar kokuları gelmede.

Sevgiliye yol açın, yol açın o Ay’ın on dördüne; ışıklar bağışlayan yüzünden ışıklar saça saça geliyor o.

Gökyüzü yerlere inmede, dünyaya bir uğultudur y ay ılmada, amberle misk bitmede, sevgilinin sancağı gelmede.

Bağın bahçenin alımı gelmede; göz gelmede, mum gelmede... Gam bir kıyıya gitmede; Ay kucağımıza doğmada.

Ok uçup gitmede, varıp amaca ulaşmada; ne diye oturmuşuz biz? Padişah avdan gelmede.

Bağ bahçe selâma duruyor; selvi ayağa kalkıy or; yeşillik yaya koşuyor; gonca ata binmiş, geliyor.

Gökyüzünde halvete girenler, nasıl bir şarap içiyorlar ki can sarhoş oldu, yerlere serildi, akıl mahmurlaşmış, geliyor.

Köyümüze ulaştın mı, bil ki susmaktır huyumuz bizim; çünkü dedikodumuzdan toz kalkıyor bizim.

XIV

Çeşm-i tu nâz mîkuned nâz-ı cihan turâ resed

Hüsn-o nemek turâ boved nâz deger kerâ resed

Gözün nazlanmada; bütün düny ay a nazlansan

değer; güzellik de sende, alım da sende; senden başka kime nazlanmak değer?

Gözün nazlanır, lâ’lin insafa gelir; hasılı kulları öldüren de Tanrı’dır, diriltip haşreden de.

Gözün hançer çeker, lâ’lin şekerlikler eder; olur ya, şu çekişme arasında bir armağandır saçılır; umulur hani.

Güzellik, kulu hoş tutmak, padişahlıktır, ululuktur; söze sığmaz ihsanlar gelir cana senden.

Utarid’ce sözlerim, ölçüye sığmaz sarhoşluğum, senin sofrandan değilse bu gelir nerden geliyor?

* Gökyüzü secdeler eder, mavi hırkalara bürünür; sûfîler gibi dönmeye, çark atmaya koyulur, çünkü davet senden gelmede.

Zamanımızda senden başka Tanrı halifesi kimdir, söyle. Melek bile gökten indi mi, sana karşı secde eder.

Topraktakilerin erdikleri devleti seyret ki

melekten de daha temiz onlar; padişahımızdan gelen terbiye böyle olur, insanı böyle geliştirir, yetiştirir işte.

Lûtfuyla taca nail olduğun kişiden baş çekme; ululuk ıssından gelen kişiye karşı ululanma.

Rabbiniz değil miyim sözü işitiliyor, elden ele ulaşıp geliyor; tez evet, evet de; yoksa belâ gelir çatar.

Beni satın alan o; onun perdesini yırtmadayım ben, ondan bana damar damar, ilik ilik lûtuflar gelmede, her parçama ayrı bir ihsanda bulunmada.

Tamamıyla sarhoş olsaydım gamının sırrını söylerdim; şeker gibi tam söz de o güzel yüzlüden gelmede.

XV

Yâr merâ çu uşturan bâz mehâr mîkeşed

Üştür-i mest-i hîşrâ der çi katar mîkeşed

Sevgili bizi develer gibi yularımızdan tutmuş,

çekiyor; bakalım esrik devesini hangi katara çekecek?

Canımı, bedenimi yaraladı o; şişemi kırdı o, boynumu bağladı o; bakalım ne işe çekecek?

Ağıyım onun, balıklar gibi beni karaya atıyor. Gönül tuzağımı av beyine doğru çekiyor.

Bir er ki göğün altındaki bulut katarını develer gibi çeker, onu ovanın, yazının sâkîsi yapar, onu dağa, mağaray a yeder.

Gök gürültüsü, parça buçuk da dirildi, tüm de; gül fidanının güzelim özüne de bahar kokuları geliyor diye davul çalar.

Çekirdeğin gönlüne meyve olma isteğini düşürür; ağacın içindeki sırrı tutar, darağacına asakor.

Gerçi şimdi karakışın cefası bahçeyi mahmurluğa düşürür ama b aharın güzelliği gelince de o mahmurluğu giderir gider.

XVI

Zühre-i ışk her seher ber der-i mâ çi mîkuned

Duşmen-i can-ı sed kamer ber der-i mâ çi mîkuned

Aşk Zühre’si, her seher çağı bizim kapımızda ne yapar? Yüzlerce Ay’ın o can düşmanının kapımızda ne işi var?

Onun bakışına nail olanın hem her şeyden haberi vardır, hem yoktur; melek midir o, insan mı, kapımızda ne yapar?

Dünyanın altı üstüne gelmiş; su başımızdan aşmış; taş bile onun yüzünden inci olmuş, mücevher kesilmiş; kapımızda ne işi var onun?

A şuh perdeli güzel; sen bir fitne koparmadıy san her solukta bunca kalabalığın ne işi var kapımızda?

Apaydın günde yol kesiciliği âdet edinmemişsen, her gün yol uğrağına neden çıkarsın, bizim kapımızda ne ararsın?

Dün sarhoş bir halde gelip kapımızı kırmadıy sa ondan bir iz o larak kalan şu kemerin

ne işi var kapımızda?

Güzelliğinin alımı, o güzel yüzü, ölümsüz cennetten toz koparmıyorsa bunca tozun, bunca dumanın kapımızda ne işi var?

Şemseddin, Tebriz’den kime geliyor? Deniz ne diye dalgalandı, coştu, köpürdü de inciler saçtı, ne işi var bizim kapımızda?

XVII

Tûti-i cân-ı mest-i men ez şekerî çi mîşeved

Zühre-i mey-perest-i men ez kamerî çi mîşeved

Sarhoş can dudum bir şekerle ne hale geliyor; şaraba tapan Zühre’m bir Ay yüzünden neler oluyor?

Gönül denizim onun yüzünden dalgalanıy or da dokuzuncu kat göğü de aşıyor, şaşırmış kalmışım, bir inci yüzünden ne hallere geliyor?

Gönlüm öylesine bir bahçe ki yüzlerce îrem bağı gözüne yok görünmede; fakat yeni açmış nerkis, bir ağaç yüzünden neler oluyor diye

şaşırdı kaldı.

Can bir padişahtır, ben yaprağıyım; can seher çağıdır, ben geceyim; şu güneş gönlüm her seher çağı ne hallere düşüyor?

Gönül paramparça oldu, görenler gördüler; fakat bütün şu varlık da bir bakışla ne hallere gelmede?

Aşkının üstün gelişi yüzünden akıl nasıl da coşup köpürüyor; canının p arıltılarından canlılar ne hallere giriyor?

Ben boyuna şişeye benziyorum, şişe yapmak da sanatım benim; ah, gönül şişem bir taş yüzünden neler oluyor?

Haberi olanlar, aklı erenler lâ’l madenine dönerler ama haberi o lmay an onun yüzünden ne hallere düşüyor, bundan haberleri yok.

Tebrizli Şemseddin’den gönül de güzelleşir, bakış da; ikisi de eğri bakıştan kurtulur; fakat eğri bakan, eğri gören de ne hallere gelir, ne hallere?

XVIII

Dil çü bebîd rûy-ı tu çün nezereş be can boved

Can zi lebet çü mey keşed hıyre-vo leb-gezan boved

Gönül senin yüzünü görünce anladı ki cana bakmadadır, canı görmede; can, dudağından şarap içti mi şaşırır kalır, dudağını ısırmaya koyulur.

Beden gönüle varır, bütün bu işleri ne diye yapıyorsun der; o da, y avuz gözünden uzak olsun, bir ay yüzlünün yüzünden der.

Gönülden başkasının yüzüne bakma, gönülden başka bir y erlere gitme; çünkü her şey gönül ışığıyla o dünyanın y alımı kesilir.

Sana yeni mürit olan, dünyadaki şeyhlerin şeyhidir; elini tutan, zamanın hasbeki olur.28]

Din pîri gönül ortadadır, beden halkası onun çevresinde. Ne mutludur o bedene ki gönül pîri ortada oturmuş olsun.

Şemseddin, senin gönlündeki sırrı Tebriz’de duyar, işitir; sözünü işitmemesi, sağır olması ondan, onun kulağından uzaktır.

XIX

Çîst salâ-yı çaştgeh hâce be gûr mîreved

Deyr behâne vâresed menzil-i dûr mîreved

* Kuşluk çağındaki şu salâ da ne? Tacir mezara gidiyor; çok geç döner eve, çünkü uzak bir yere gidiyor o.

Seçilmiş güzelin yerine, akreple, yılanla düşüp kalkacak; ibrişim örtüleri bırakıyor da mezarlara gidiyor o.

Şarap içmesi, meze yemesi, işreti, zevki, safâsı geçti gitti; boynu iyi kırıldı; sabrede ede gidiyor o.

Hiç kimsenin haddi yok ki ona bir söz desin, bir şey üflesin; bundan sonra pişer, olur o, çünkü tandıra gidiyor o.

Arı duru gitmiyor; vefa yoluna gitmiyor; Tanrı

sarhoşu olup gitmiyor; gururla sarhoş olmuş, gidiyor o.

Nice elbiseler paraladı, nice sarıklar sardı; Tanrı elbisesine sahip değildi, o yüzden çırçıplak gidiyor o.

Rum’dan doğmuştu, cefa elini açmıştı; hiç sanma ki hurileri koçmaya gidiyor o.

Alımlı kişilerle, tez canlılarla Tanrı sofrasına gider er olan; tatsız tuzsuz ham gönülse kötülüklere gider, acılıklara ulaşır.

Ceza davulunun verdiği korkuya bak ki onun yüzünden arslan kediye dönüyor, bey, karınca gibi gidiyor.

Yeter artık, senin sırrın zaten dille dudakla anlatılamaz; şu anlatış da iy ilerin hay ali gibi başköşelere gider, kurulur.

XX

Cevr-o cefâ du-rûyiî k’on kunekâr mîkuned

Ber dil-o cân-ı âşıkan çim kene kâr mîkuned

O güzel sevgilinin cevri, cefası, ikiyüzlülüğü âşıkların gönüllerini yakmada, canlarını tüketmede.

Sevgiliye benzer sevgili nerde? Mutlak rahattır, muhakkak huzurdur o; onun sana ettiklerini hangi sevgili edebilir ki?

Bir huyu gökyüzüne eş oldu mu, ona yer kesilir; bir huyuy sa karakışı ilkb ahar eder gider.

Bir huyuyla meleği dev yapar, şeytan eder; bir y alımla gecemi gündüzün bile haset ettiği bir hale getirir.

Bilmem ki sarhoşa ne diye şarapla ilaç verir? Sarhoş olmuş, esrimiş deveye ne diye hâlâ şarap yükler?

Meyhane pîrinin sunduğu şarap yüzünden meclistekilerin akılları başlarından gitti; sunduğu şarap artık sayıya sığmaz oldu, haddi geçti.

Varların devleti olan yokluk var oldu; mahmurluğu anıp duran o akıl sarhoş oldu, kendinden geçti.

Dudakları kurumuş zevk, işret geldi, sudan bile toz koparan bir tazelikle açıldı, saçıldı.

A can sâkîsi, gel ki gönül sensiz perişan bir hale girmiş; seni görmedikçe kiminle karar eder o?

İki gören parça buçuktan tut da tüme dek diken geçti, gülün oturduğu başköşeye kuruldu; dikenin gönlünü kavrayan, durmayıp çeken şu hale bak.

A can çalgıcısı, gel de çalmaya başla, vur mızrabı saza: Ten-teni ten-tenen tenen. Çünkü şu sarhoş gönül, bugün seher çağından beri sevgiliyi anıyor.

Sevgiliyi anıyor, onu koçmak istiyor; canlar saçıyor, arslanlar avlıyor.

Dün gece ne gördü, y ahut da ne içti ki seher çağından beri ağlayıp inliyor bugün?

Elest gibi, ona benzer, o cinsten bir söz hani; evet cevabıyla gökyüzünü bile döndürmede.

Bütün varlık âlemini gökyüzü gibi çark urur,

döner bil; beden apaçık dönmede, cansa gizli.

Kadehi dönmeye başladı, kutluluktur payımız; çünkü elinin hareketiyle kadehin dönüşü, bir atlının koşusuna döndü.

A yoldaş, yolu gör, yol başında Ay’ı seyret; fakat sus, çünkü söz, yoldan toz koparır.

XXI

Penbe zi gûş dûr kun bang-i necât mîresed

Âb-ı siyâhrâ merov k’âb-ı heyât mîresed

Kulağından pamuğu çıkar, kurtuluş sesi geliyor; kaça suya dalma; ab ıhay at geliyor.

Müşteri’nin aşk nöbetini gökyüzünde çalıyorlar; âşıkların canlarına yüzlerce salâvat gelmede.

Baştan başa bal ol, süt kesil; kendinden yok- yoksul ol. Çünkü yok-yoksul kişiye padişahtan öşür gelmede, zekât gelmede.

Balçık, gönül olmayı ister ya; onun

rahmetindendir; insan oruç tutar, namaz kılar ya, onun çekişindendir bu.

Belâlara uğrayış karanlıklarında sabret, çekinme; çünkü Hızır’a da abıhayat karanlıklar diyarından geliyor.

XXII

Âşık-o dilber-i merâ şerm-o heyâ çerâ boved

Çunki cemâl in boved resm-i vefâ çerâ boved

Âşıkımız ne diye utansın, neden çekinsin? Mademki güzelliği bu, ne diye vefa töresine uy sun?

Bu kadar lûtuf, bu kadar serkeşlik, nasıl olur da halka kısmet olur? Bütün bu güzellik, bu gönül alıcılık neden gönlümüze nasip olur?

Sonsuz bir tat, adını da aşk takmışlar; şikâyet etmek âdettir, yoksa ne diye cefa edilsin?

O nazlanır, cilvelenir de o yüzden yüzünü ekşitir böyle; yoksa o yüz ekşitmesi, o surat edişi neden böyle c anlara can katsın?

O yüz ekşitmesi buluta benzer âdeta; yoksa bağa bahçeye, ağaca, yaprağa şu yaşayış, şu kutluluk nerden gelecek?

XXIII

Çünki cemâl-o hosn-ı tu esb-i şikâr zin kuned

Nîst aceb ki ez cunun sed çü merâ çanin kuned

Güzelliğin, alımın, av atına eyer vurdu mu, benim gibi yüzlerce kişiyi deli divane eder, bana döndürürse şaşılmaz a.

Gamın kanatcağızını çırptı da uçup gitti mi, şu gönlüm kanatlarını açar da havalanır; Tanrı, gene buyruk ver de boyuna böyle yapsın dursun.

* Gönül yıldızım Ay’ınla kıran etti mi, gökyüzü şu yeryüzüne ne lûtuflarda bulunur, bir bilsen.

Sâkîn, elinde şarap kadehi, dünyanın çevresinde dönüp duruyor; işin sonunda elbette canımı seçer, elbette o kadehi bana sunar.

Birçok şeyler getirir, bu kulun gönlünde gizler ama kıskançlığın bir soluk onu hüzünlendirdi mi hepsini de yakar, yandırır.

Suya benzeyen gönlümü aşkın demire döndürdü mü, gönlümden dev de çekinir, peri de.

Ok gibi dümdüz canım elinde yaya döndü; felek bu yüzden bana kinlenir de her yandan bir pusu kurar.

Lûtfun her solukta beni kendisiyle eş dost eder, seninle düşer kalkarım da o yüzden gökyüzü de izimin tozunu sürme gibi gözüne çeker, göktekiler de.

Tanrı, Tebriz’de tuttu da beni kul köle etti Şemseddin’e, buna şükrediyorum da her solukta secdeye kapanıyorum.

XXIV

Cân-o cihan çü rû-yı tu der du cihan kocâ boved

Ger tu sitem kunî becan ez tu sitem revâ boved

A benim canım, a benim cihanım, iki dünyada da yüzüne benzer yüz nerde? Cana sitem edersen et, senden sitem de gelse değer.

Mademki her yanda yüzünün ışığı var, zamanında kimdir ikiyüzlü? Mademki her yüzü kavramış, tutmuşsun, nerde bir başka yüz?

Yüzünü gören kişinin gözüne yeryüzündeki define de soluk görünür, gökyüzündeki Ay da.

Seninle çırçıplak olursam daha da hoşuma gider; beden elbisesinden soyunayım da lûtuf kucağın canıma elbise olsun, kaftan kesilsin.

Zevkini zahit çıkarır, kadehini arif çeker; seni bilgin över, zatınsa benimdir, benim.

Kim candan bahsederse yüzünü gösteririm ona; ejderhâ bile olsa aşkın zümrütlük eder.

Yüzü böyle olan kişiye, hele bir de aşk havasına düşmüşse, padişah bile kulluk eder; isterse kul olsun.

Vefaya ait sözler söylerse vefa edecek diye şu

paramparça gönlümü hayalinin önüne korum.

Baştan geçenlerin kapısını çalarsam, şeriat kapısı açılır; tanığım onun yüzü olur, nerkis gözleri de delil kesilir.

Tebriz’den Şemseddin, bana nimetler ihsan ederse, Tebriz’den, Şemseddin’den başka bütün varlık âlemi yok olur gider.

— R —

XXV

Germ derâ vo dem medeh bâde beyâr-o gam beber

Ey dil-o cân-ı her teref çeşm-o çerâg-ı her seher

Ateş gibi gel, soluk bile alma, şarap sun, derdi al, götür. A her yanın gönlü, canı; her seherin gözü, ışığı.

* Hem zevkle, safâyla yoğrulmuşsun, hem meleklerin dileği, isteği kesilmişsin, hem de bitkilerle, şekerkamışlarıyla dopdolu bir Arasât’a dönmüşsün.

Kalk, kıyamet koptu; bitkilerin dökülüp saçıldığı gün geldi; aklımla savaşım var; hadi, al haberi ondan.

Hoş haberliler kuldur köledir sana; selâmın koskoca bir sağraktır; adını duyanlar ay aklarını da p aramp arça ederler, başlarını da.

* Kalk, gün geçiyor, temmuz ayı, yaz mevsimi gidiyor; şeytan, Ömer’in gölgesinden kaçtı, hâlâ da kaçıyor.

A canın ahını duyan, a can yolundan şarap sunan, a canın dayancı, a gönlün güvenci, erkek arslan gibi çık meydana.

Sarhoş, yerlere serilmiş, neşeli mi neşeli bir halde beşten de geçip gitmedesin, altıdan da; kervanı çektikçe çek, hoş bir yolculuktur bu yolculuk.

Soluktan soluğa, andan âna şarap sun, yak, yandır gamı; a güzelim benim, çağ senin çağın; a ay yüzlüm benim, devir senin devrin.

Tebriz’de Şemseddin aklı da kapar, götürür, gönlü de; o Tebriz göze benzer, Şems de o gözdeki görüştür sanki.

Göz meydandadır ama ışık gözde gizlidir; göz de bir başka görüşle görüş sahibi olur zaten.

XXVI

Ey tu nigâr-ı hânegî hâne derâ ezin sefer

Peste-i lâ’l berguşû tâ neşeved geran şeker

A evde beslenmiş güzel, şu yolculuktan dön, gir eve; lâ’l gibi, fıstığa benzeyen dudaklarını aç da şeker pahalılaşmasın.

Can sâkîsi de sensin, Nuh gemisi de sen; sağrağın boşken şu ciğerim ne de kanlarla doludur.

Kinlenir de kınar beni, yürü git der, bir başka güzel seç; iki düny ada da birsin sen, bir; nerde senin gibi bir güzel.

Resimler yapan, şekiller düzen o kalem, senin resmini, senin şeklini görünce hay dedi, kendimi kaybettim gitti, bu melek midir, insan mı?

A canım benim, a cihanım benim, neden böyle ayıplarsın, neden kınarsın? Gönlüme gir de her solukta bir başka kalabalık, bir başka gürültü seyret.

Aşk, hadi diyor, gelin; iki yüz belâ sofrası geldi; dudakların kupkuru, gözlerin yaş içinde;

kurudan, yaştan meydana gelmiş nimetleri seyret.

Şu ikisini de tattın mı, sana öylesine bir güzel, öylesine tanınmış bir yıldız cilve gösterir ki, iki yüz Ay kuldur köledir ona.

Apaçık söyle, Şemseddin yakıyn hasbekidir, yakıyn padişahıdır; Tebriz’de o, din gibi hem tanınmıştır, hem gizlidir.29]

— F —

XXVII

Mâ du se rind-i işreti cem’ şodîm in teref

Çün şuturan-ı rû-be rû poz nehâde der elef

Yüz yüze gelmiş, ağızlarını ota daldırmış develer gibi içkiye düşkün iki üç rint, şu yanda toplanmışız.

Soldan sağdan da develer gibi esrimiş, ağzı köpüre köpüre tamahlarla sarhoş olmuş biri gelmede.

Gam yemeyin, her deve bu ağıla yol bulamaz; çünkü aşağılardadır onlar, bizse yüce dağın tepesindeyiz.-t30]

Dünya deniz kesilse biz o denizde Nuh’un gemisiyiz; Nuh’un gemisi batma, yitme derdine düşer mi hiç?

Bütün dünya mevki, para peşinde dertlere düşmüş; bizse şu bucakta hoşuz, içmedeyiz, say gılar görmede, neşeyle sarho ş olmadayız.

Arifler sarhoş oldular, a bilgi çalgıcısı, tez bir rubai söyle, gel içeriye, al tefi ele.

Ormana bir yeldir estir, her selviye, her söğüte bir esintidir yolla; yolla da söğütlerle çınarlar saf saf baş sallasınlar.

Söğüt kuru olursa ne yaprak verir, ne meyve; böylesine ağacın başı, soluktan, “Korkma” yelinden titrer mi hiç?

Kuruluğun çaresi, Tanrı soluğudur; çünkü o soluk bir bir her şeye dokunur, hiç de arık, hafif değildir o.

Kuru hurma, Tanrı emriyle Meryem’e meyve verdi; Tanrı soluğuyla ölü bile yeniden dirildi, can buldu.

Gazeli sona getirdin mi, babasının oğlu olmayan her körün inadına, Şemseddin’i öv, Tebriz’i an.

XXVIII

Sîr negeşt cân-ı men bes mekun-o megû ki bes

Gerçi melûl geşteî kenmezenî zi hîç kes

Canım doymadı gitti, yeter deme, yeter; usanmışsın ama oyunda kimseciklerden aşağı kalmıyorsun.

Peygamber konuktan bezdi de yüzünü astı ama Tanrı öğütçüsü, “Yüzünü astı, ekşitti” sûresiyle azarladı onu.31]

Uymaz, uyuşmazsan gönül derdine düşersin; solukdaşlık hoştur, hoş, kendine gel, bir soluk bile kaçma.

Kendi cinsiyle pişen, tada tuza sahip olur; biz de beraberce pişelim, mercimekten de aşağı değiliz ya.

Ben sarhoşluktan kaçmam; hele şu şekerler saçan sarhoşlardan hiç uzaklaşmam. Onlardan ayrılmak ölümdür, kim heves eder ölmeye?

Dün sarhoş arkadaşım elime bir testi verdi; bu testiyi kafası kırılasıca nefsin başına vurayım da kırılsın gitsin.

Midesi arık, anlayışı dar nefsi eş dost etmem kendime; çünkü bu sinek yüzünden yemeğim pislenir benim.

Önüme, ardıma bakmam, utanç perdesini yırtar giderim; çünkü şaraba şükretme kemendi önümden de, ardımdan da beni çeker durur.

Ne hoş seher çağıdır ki güneşimiz o olur; ne mutlu gecedir ki mahallemizin başında o bekçilik eder.

Kuşluk vakti aşk bir hekim şekline girip geldi de nabzıma el attı; çırpınma dedi, arıklaşmışsın.

Kebap ye de gönlüne kuvvet gelsin; ona dedim ki: Sen at sür de şarap getir, gönül zaten kebap oldu gitti.

Şarap içeceksen her aşağılık kişinin elinden içme; sana ben şarap sunayım, hem de çerçöpten arı duru bir şarap.

Dedim ki: Seni bulursam neyleyeyim şarabı; Nil nehri, Aras ırmağı dururken teyemmüm caiz değil.

Sus ey saka, senin şu yaşayış atın abıhayat taşımada; çıkar boynundan çanı.

Abıhayatın şerefi var; her adam olmayana nasip olmaz; bu sebeple de karanlıklarda gizlidir o.

XXIX

Sûy-ı lebeş her on ki şod zehm hored zi pîş-o pes

Z’on ki hevâli-i esel nîş-zenan boved meges

Kim dudağına doğru varırsa önden arttan y aralanır; çünkü nerde bal varsa arı oraya varanı sokar.

Yüzü bir gül bahçesidir ki orda yılan gizlidir; kara saçları geceye benzer; her hırsızın, her bekçinin topluluk yeridir.

A ay yüzlüm, zümrüt madenisin, yılanın

gözünü oyar, çıkarırsın sen. A padişahım, iki haftalık Ay’sın, karanlığın gamını yemeyiz biz.

Dünya sensiz ne iş görebilir? Sensiz nasıl soluk alır, söz söyler? Can da senin kulun kölendir, cihan da; can da sensin ancak, cihan da.

* Rüstemlere yardım senden, fetih veren de sensin, zafere erdiren de sen; ister yoldan olsun, ister attan; kazanç senin korumandan.

Güneş’in, anlamlar ülkesinde, dolunacak güneş değil o; yüzlerce ay, yüzlerce güneş, senin ışığından ışık alır da p arlar.

Gök senin suyunda döner de döner; akıl, hekimliğine başvurur, nabzını gö sterir.

Zerre zerre ümitler senin sofranın başında saf kurmuş, her solukta bir ümitle secde ediyorlar; soluk alıyorlar.

O sevgili elini açıp, bahar soluğuyla çerçöpe neler verirse, ben de öyle veririm demek ister, ellerini açıp işaretle bunu anlatır.

Işık içen toprağın bitkisi gümüştür, altındır; su içen topraksa börülce verir, mercimek verir.

Dünyanın renkleri büyülere benzer, aşksa Mûsa’nın sopasıdır; ağzını açar da bir solukta hepsini siler süpürür.

A gönül, nefsinden, hayalinden ne vakte dek korkacaksın? Niceye bir kaçıp duracaksın? Bir bak da gör artık; kimsecik yok.

Yeter artık, yeter; sakanın atından da aşağı değilsin ya; saka bile müşteri bulunca onun boynundan çanı çıkarır.

XXX

Dâm-ı deger nehâdeem tâ ki meger begîremeş

On ki becest ez kefem bâr-ı deger begîremeş

Belki tutarım diye bir başka tuzak kurdum; olur ya, elimden fırlayıp kaçanı belki bir kere daha tutarım.

Can u gönülden tutsak olduğumu canıma sokarım, gönlüme alırım belki; ömrüm geçti gitti ama belki yeni baştan başlarım yaşamaya.

Gönül şeker gibi eridi gene, ciğer soğudu, buz kesti gene; gene gitti gözümden, gene avlarım belki gözümle onu.

Geceleyin yüzünün ışığıyla onun bulunduğu tarafa doğru yol alayım; mahallesine vardı mı kapısının halkasına yapışırım belki.

Gönlümün derdi daha da beter oldu; yüzüm sarardı, altına döndü; belki yüzümden altın top lamay a koyulur da o sırada y akalarım onu.

Kemer oldumsa ne oldu; beter oldumsa ne çıktı? Altüst olduysam ne var? Altüst derken tutarım yakalarım onu.

Seher çağına dek elbette tutarım onu, şeker gibi emer, çiğnerim, elbisesinin düğümünü çözerim, kemerinin tokasına el atarım.

Nerkis gözlerini uyku bürümüş; tez ardından v aray ım da güzel bir uykuya dalmışsa uyku yolundan tutay ım onu.

— F —

XXXI

Mâ dü se mest-i helvetî cem’ şodîm in teref

Çün şuturan-ı rû be-rû poz nehâde der elef

Biz yalnızlığı seçmiş iki üç sarhoş, yüz yüze gelmiş, ağızlarını ota daldırmış develer gibi şu yanda toplanmışız.

Her yandan da develer gibi esrimiş, ağzı köpüre köpüre çok çok sarhoşlar gelmede.[32]

Güzelce için, develer bizim yanımıza yol bulamaz; çünkü aşağılardadır onlar, bizse yüce dağın tepesindeyiz.

Boyunları uzundur ama dağ başına nerden ulaşacaklar; gerçi af-af der dururlar ama aftan gam yemeyiz ki biz.

Dünya deniz kesilse biz o denizde Nuh’un gemisiyiz; Nuh’un gemisi batma, yitme derdine düşer mi hiç?

Bütün dünya mevki, para peşinde dertlere düşmüş; bizse şu bucakta hoşuz, içmedeyiz, saygılar görmede, neşeyle sarhoş olmadayız.

Biz gam yılanının gözüne âfet kesilmiş zümrüt madeniyiz; gama tutsak olanın payı, vah, y azıklar olsun demektir.

A arifler çalgıcısı, gel, arifler sarhoş oldular; tez bir rub ai söyle, gel karşımıza, al tefi ele.

Ormana bir yeldir estir, her ağaca bir esintidir yolla; yolla da dallar saf saf baş sallasınlar.]33]

XXXII

Helka-i dil zedem şebî der heves-i selâm-ı dil

Bang resîd kîst on goftem men golâm-ı dil

Gönlün selâmını duymak hevesiyle bir gece gönül kapısının halkasını çaldım; kim o diye ses geldi. Benim dedim, gönlün kulu kölesi.

O Ay’ın ışığının yalımı, kapının yarığından yolun gönlüne, gözüne vurdu, gönlün güzelim adından bir parıltıdır koptu.

Gönül mahallesi gönlün yüzünün dalga dalga ışığıyla doldu; Güneş’le Ay ocakları gönlün değersiz birer kadehi oldular.

* Akl-ı Küll’ün aklı varsa gönüle kul olur, köle kesilir. Gönül tuzağının bağı aklın da boynunu bağlamıştır, akıl gibi yüzlercesinin de.

Gönülden bir selâmdır geldi de gökyüzüne bir gürültüdür düştü; varlık, eline bir meşale aldı, halk zincirden boşandı.

Ordan bir ışıktır kapladı her yanı; Kürsî de ışıklandı, O’nun büyük Arş’ı da; can bile kapısına oturmuş da gönlün damına bakakalmış.

* Kalender insan değildir; işte sana kısaca bir söz; baştan başa bakıştır, görüştür o, görüş... Gönlün sözü susmakla söylenir.

Bütün varlık gönlün sarhoşu, gönlün elinde zebun. Dokuz göğün konakları, gerçekten de gönüle iki adımdır ancak.

— M —

XXXIII

Meyl-i hevâş mîkunem tâle bakaaş mîzenem

Halka be-gûş-o âşıkem tabl-ı vefâş mîzenem

Onu özlemedeyim, ona heveslenmedeyim, ömrü uzun oldukça olsun demedeyim; kulağımda halkası var, ona kulum köleyim; ona âşıkım, onun vefa davulunu çalıyorum.

Gönlüm kırık, canım üzgün; yol başına oturmuşum; onunla buluşmak için hay al kervanının yolunu urmadayım.

Onun gam haremağasından, y ahut da bir yalvaca benzeyen melheminden başka ne baş çıkarırsa çıkarsın, başını eziyorum, ay ağını kırıyorum.34]

Şu çenge benzeyen gönlü, şu sarhoş olmuş, y erlere serilmiş, aklı başından gitmiş gönlü ele almışım; mızrap elimde, üç telli saz gibi çalıp durmadayım.

Gönül, Kevser havuzunun ta dibinden bir mücevherdir buldu; ucuz vermez onu; değerini bulsun diye övüp durmada.

Geceleyin uyudu mu, kulağını tutar, çeker de çekerim; seher çağı duaya koyuldu mu, dua ederken döver de döverim.

Sanır ki onu yok etmek, öldürmek için dövüyorum; fakat kamçımın lezzetini nerden tadacak, anlayacak onun leşi?

îster Ay olsun, ister gök... Dilerse akıl olsun, dilerse melek. Gönlü perde oldu muydu hemencecik kafasını vururum onun, keserim boynunu.

Dedim ki: Şişemi her taşa vurup duruyorsun; dedi ki: Mademki aşktan söz açtı, ona belâ kılıcını vururum ben.

Şu rebâbın her damarında, her telinde yeni bir feryat var, yeni bir ses; hem de nerde çalıyorum, gönül duy sun, anlasın diye.

Yanlışlıkla çaldığımı sanmayın diye onun her feryadının gönlünü bir başka tadla y oğurmuşum

ben.

Padişahlar ihsan yerine kızarlar da hançer saplarlar, gürz vururlar; bense onu cömertlikle çekerim, ihsanda bulunmak için döverim.

Öylesine gizli bağışlarda bulunurum ki göz bile göremez; havamıza düşen gönlü, onun hevâ ve hevesi gibi vurur kırarım.

Kes şu iniltiyi, sus artık; doğru bir perde değil bu; bu nağme sizin yolunuz, sizin tapınızda sizin için çalmadayım ben.

XXXIV

Tâ ki esîr-o âşık-ı on senem-i çu can şodem

Dîv neyem perî neyem ez heme çun nihan şodem

Şeytan da değilim, peri de; fakat o cana benzeyen güzeli sevdim seveli nasıl oldu da herkesten gizlendim?

Kardım, eridim de yer emdi beni; b aştan başa gönül dumanı kesildim de göklere ağdım gitti.

Rûhlardan değilim, canlardan çekinmedeyim; can candan çekinmez, ben de cana döndüm, bu çekinmek neden?

Kimsenin vehmine sığmayana yöneldim, onun vehmine düştüm de böylece sonunda onu buldum, ona kavuştum.

Gönlüm kendinden geçti de dosta tanıklık etti; şu gönlüm elden çıktı da ne dediyse o oldu.

Benim bütün feryatlarım benden değil, ondan; dudağının şarabı yardım etti de gönülsüz, dilsiz bir hale geldim.

Mademki âşıksın dedi, niçin gizlersin aşkını; işte bu söz yüzündendir ki âşıklar arasında tanındım, me şhur oldum ben.

Aşkının yüzünden can da elden gitti, cihan da... Cihanı neyleyeyim ben; zaten şu cihandan çıktım gitti.

XXXV

Ey tu bedâde der seher ez kef-i hîş bâdeem

Nâz rehâ kun ey senem râst begû ki dâdeem

A her seher çağı, eliyle bana şarap sunan, nazı bırak da güzelim, doğru söyle, sundum de.

Kucağımdan gittin ama aklımdan çıkmadın ki; yol başına gel de gör; bak, nasıl yol başına serilmişim.

Kem göz değdi de güzellik perde altında gizlendi; yumdum o gözü, bir başka göz açtım artık.

Şu gönlüm, sevgilinin ahdetmesi ümidinden başka bir şeyle açılmıyor; o yüzden dostun ahit mektubunu gönlün başına koydum.

İlk doğuşum geçti gitti; bu solukta aşktan doğmuşum; ben kendimden de fazlayım artık; ikinci defa doğmuşum çünkü.

Aşk beni kâfir şehirlerinden tutsak etti de bu illere getirdi; bu yüzden de âşıkların canları gibi tertemizim, ap arıy ım, güpgüzelim.

Böylece yayayım ama bir padişaha ulaşmışım, güzelim saçlarını okşamışım; padişahın evini

zapt etmişim.

A Şemseddin, Tebriz’den gene gel de gör beni; aşkından mat oldum ama o aşk yüzünden de işim iş, canıma can katılmada.

XXXVI

Her şeb-o her seher turâ men be duâ behâstem

Tâ beçi şîvehâ turâ men zi Hodâ behâstem

Her gece, her seher çağı dualar ettim, seni istedim; ne şivelerle istedim Tanrı’dan seni ben.

Diledim ki secdelerim yüzünden şu varlığıma eş dost olasın; seni diledim, istedim ya, kalmadı şu varlığım, yok oldu gitti.

Güneşinin ardında ışık isteyen bir gölgeydim; ışık istedimdi ya, gölge gibi tertemiz yedin, bitirdin beni.

Aşkından bir demir olmuştum, ayna nur istedi; arılık istediğimden dolayı da ateşlere y andım, y aralara kardım.

Senin yanına koştum ama ayak basacak bir yer bulamadım; senden yer istedim ya, beni yerden, mekândan arıttın, çektin yanına.

XXXVII

Âmedeem ki ser nehem ışk-ı turâ be ser berem

Ver tu begûyiyem ki nî ney şikenem şeker berem

Gelmişim, baş koyup aşkını başa çıkarmaya; hayır dersen bana, kamışı kırıp şekeri almaya, götürmeye.

Gelmişim, bütün gözlerden gizli, hani akıl gibi, can gibi; gelmişim, canlara, gözlere görüş meşalesi götürmey e.

Gelmişim, yol kesmeye, padişahın hazinesinin başına geçip oturmaya. Gelmişim, altın g ötürmey e; hay ır, hay ır; haber götürmey e.

Gönlümü kırarsa canımı da veririm gönlümü kırana; başımdan külâhımı kaparsa belinden kemerini kap arım onun.

Gözümün önünde oturmuş o, nereye bakayım ben? Gönül şehrini zapt etmiş o, nereye gideyim ben?

Okunun yarası dağı bile deler, yarar; ok atmaya başladı mı kalkan tutarsam vay bana.

Güneşe dedim ki: Işığını salmazsan ısınmam, titremeye koyulurum; evet dedi, fakat salmazsam, esirgersem.

Bir sevgili ki gönüller yüzünün ışığıyla ışır; onun güzellik ırmağından ciğerime su veririm ben.

Hayaline heves ettim de hayale döndüm; adını kıskanırım da Ay’ın adını anmam bile.

Hani bir kadeh sunmuştun da içmezsen başkasına veririm demiştin; işte bu gazel, o sözün cevabı.

XXXVIII

Dûş çi hordeî begû ey but-i hemçü şekkerem

Tâ heme ömr ba’d ezin men şeb-o rûz zon

horem

A benim şeker güzelim, dün gece ne içtin? Söyle de ömrüm oldukça gece gündüz hep onu içeyim ben.

* A benim Peygamberim, hani Rabbinizin katında konuk olurum demiştin; onu anlat, onu söyle bana.

A benim ay yüzlüm; güzelliğinin yalım yalım parlayışını benden gizlesen de gün doğmuş, saltanat nöbeti vuruluyor.

Adlarının tadı tuzu gönlüme geliyor; haberlerinin lezzeti varlığıma adamakıllı yayılıyor.

Hey, gel buraya, çağır bizi diye yalvarsam b ırak beni der, pek iyi değilim.

Her gönül aşka uğramıştır, her başa gelir bu iş; şükürler olsun benim gönlüm de aşka düştü, bana da müyesser oldu bu iş.

Bir gece aşka, doğru söyle dedim; kimsin sen? Ölümsüz yaşayışım dedi, tekrarlanıp duran

güzelim bir ömrüm ben.

*     Ona, a yerden dışarı güzel, evin nerde dedim, dedi ki: Gönül ateşine yoldaşım, ıslak gözlerin yanı başındayım ben.

Sararıp solan her benzin rengi benden, benim rengimden; yörük bir eşeğim ama arık ata âşıkım.

Lâlelerin rengi benim, kumaşların değeri benim, adların tadı tuzu benim, her gizliyi açan benim.

O azıcık bir şiveyle benim gibi yüzlercesini yoldan çıkarır gider; hoca, sen bana bir yol göster, ne yapayım, ne edeyim de onu yoldan çıkarayım ben?

Gökyüzü, dönüşüm senin yüzünden diye bağırır ona; Ay, senin yüzünden apaydınım diye seslenir ona.

*     Akıl yerinden sıçrar, can haraç verir ona; baş senin ardından koşmak için yuvarlağım diye secdeye kapanır.

Bu köyün işe yaramazıyım, hünerimden semirmişim; fakat onun güneşinin ateşiyle varlığımın çoğu eridi, su oldu gitti.

A masal söyleyen, yeter, sus; dedikoduya doydum; sus da başıma sarhoşluk verenim söze başlasın.

XXXIX

Germ derâ vo dem medih bâde beyâr ey senem

Lâbe-i bende gûş kun gûş mehâr ey senem

Ateş gibi gel, gir içeriye; soluk bile alma, şarap sun a güzel. Kulun yalvarışını duy, kulağını kaşıma a güzel.

Yerin gökyüzünün üstünde; can da senin, gönül de senin; b ırak şu çalgıyı, ezgiyi; mahmurluğu kökünden söküyor a güzel.

Şu iki gönül alan er, dostlara eş olsun: Güzelim yüzün, bir de şarap kadehi a güzel.

Yaralı gönül kuşuna, o iri kanatlı Cebrâil’e

cennet yüzünden başka uçacak yer yok a güzel.

Sıkılmış üzümden yapılan can şarabına benzer bir şeycikler yok dünyada; sevgilinin kucağındaki zevkten başka da bir kucakta zevk yok a güzel.

Mûsa’nın mûcizesisin, gam denizine vardın mı denizin ta dibinden toz kopar a güzel.

Kadehi doldur şarapla, canımı bindir o ata; bindir de yayayı tez gör, nasıl da atlı bir hale gelmiş a güzel.

Atım şarap oldu mu her yoğum var olur gider. Kumar borcu adamı hapse mi kormuş a güzel?

Aklını başına devşir, coşkunluğum arttıkça artıyor; oku benim Zebur’umu; şükürlere dalan gönlüm artık avlanmay ı bıraktı a güzel.

XL

“Tercî-i Bend”

Nâme resîd z’on cihan behr-i muracaat berem

Azm-i rucû’ mîkunem reht beçerh mîberem

Geri dönüp gitmem, ulaşmam, dönmeye hazırlanmam, varımı yoğumu gökyüzüne çekmem için o dünyadan mektup geldi.

*     Diyor ki: “Geri dön” buyruğunu duy da şehrine dön, gel. Ben de geldiğim günden beri konuğum, gönlüm orda dedim.

O yeşillik, o şekerkamışlığı hiç aklımdan çıkmadı; oraya girmişim, ordakilerleyim artık.

Havanın yüceleri, senin yırtıcı kuşuna bile korkulu bir hal aldı; beden bakımından bir güvercinim ben, kanatlarım bağlandı kaldı.

*     Bundan gam yeme; emin, neşeli bir halde uç; çünkü Harem’deki güvercinin canı eminliğe yoldaş olmuştur dedi.

Kaftanının altında bizim koruma beratımız bulunan kişi, ister karada sefer etsin, ister denizde; azık da bulur, saygı da görür.

*     Nuh düşmanlar arasında bin yıl hoş bir halde kaldı; koruyuşumuz elinden tutmadaydı;

*     sonunda da üst oldu gitti.

Onun gibi nice binlerce öz, huyu arı kula kapımdan her solukta bir dost, bir yardımcı ulaşır durur.

Kelîm, suya dalmaktan gam yemem, yararım o suyu dedi; Halil, ateşinden dertlenmem; altınım ben dedi.

Mesîh, ölüyü diriltirim adıyla; hekimlik kitabına bakmadan göz, görüş bağışlarım dedi.

Ulular ulusu Muhammed de apaçık bir işaretle gökyüzündeki Ay’ı ikiye bölerim dedi, çünkü Ay’dan da daha üstün bir Ay kesilmişim ben.

Şekli atayım da padişahlar padişahının yanına gideyim; zaten onun hararetiy le apaydınım, onun eliyle şekle bürünmüşüm.

A kardeş, gittim mi hiç yok oldu deme; sana gizli olsam bile canlar safında nazırım ben.

Güzelim adım şu dünyada seher yeli gibi eser; güzelim kokum amberler saçar, çünkü canım amberleşmiş benim.

Gül bahçesinde, yeşillikte benim gibi güzellerle, hoş kişilerle yer yurt tutarım; kuyudan da kurtulurum, ipten de; çünkü zaten çemberin dışındayım ben.

Dinleyene her sözün iki yüzü vardır; vardır ama gene de şu konuyu bırak da tercîe gel.

*

Madem taç da gökten geliyor, taht da, ululuklar ululuğu da; gönül, yola düşmen, varını yoğunu gökyüzüne götürmen daha yeğ.

Bak da seyret, denizdekilerin hepsi de incilerini elde etmişler; sense denizin kabarışı, çekilişi arasında neyi saymadasın yâni?

*     Aklını başına al da ölmüş öküzü arslan sanıp baş koyma; cansız öküz, Sâmirî’nin büyüsüyle böğürür ama cansızdır o.

*      Nemrud akbaba kanatlarıyla yücelere uçsa bile, onda Ca’fer’in kanadındaki güç kuvvet y oktur; çabuk düşer.

Güvercin hünerler gö sterir de keklik avlar; olur

ya... fakat güvercinlikten nasıl kurtulur da aksungur olur?

* Âzer’in eli sanatla bir put yapar; yapar ama Tanrı’dan başkası şekle can veremez; aklı veren de O’dur zaten.

Bedenin baş ağrısını çekme; beden zaten düzenle yarı hoş bir haldedir ancak; Tanrı tapısında baş korsan o yandan bir başa sahip olursun.

Sirke verirsin, şeker alırsın; boncuk verirsin, inci alırsın; sürme verirsin, görüş elde edersin; pek ho ştur bu alışverişte bulunmak.

Eli açık oluş, bağışta bulunuş, lûtfediş, deredeki su gibi secdelere kapanış, isteği, dileği b ırakıştır pey gamberlik huy ları.

Can bahçesine bak, nasıl da yeşermiş; kara gözlü huriler yurt edinmiş orasını; oraya sarhoş, yıkılmış bir halde gidersin, padişahların mezelerini y ersin.

Bahçede gezer, dolaşırsın; neşelenirsin, şakalaşırsın; utangaç güzellerin utanma

perdelerini yırtarsın.

Hay-huy ettiğin yana ay yüzlün geldi; miskler kokan gül fidanın, selviyle aynı boyda.

Canlarla akıllar ona karşı secdeye kapanmış; a canın heves ettiği güzel, a can isteği dilber, pek de güzelsin derler, pek.

* A gökyüzü ayları, tez benzinize kan gelsin; a Babil melekleri, tez duyun büyücülüğü.

Derde pek ferahlık veriyorsun sen, nice Meryem’in îsa’sısın; binlerce cennetin canısın, binlerce Kevser kıskanıyor seni.

Eşim dostum olan bu gazel tercîsiz nasıl yürür? Bağla onu; senin zincirin deliliği bağlayan bir zincirdir.

*

Seher çağı, şu penceremden bir Ay baş çıkardı da nazlanarak, cilvelenerek hey dedi, söyle bakayım, kimsin sen, ona bir yol bile vermedin.

Seninle buluşmak için ölüyorum; fakat kimsin

sen dedim. Dedi ki: Hiçbir şeye aldırmaz, başı dönmüş, şaşırıp kalmış bir padişahlar padişahıyım.

Benim lûtfumun kanatları olmasa hiçbir bedendeki gönül, kanat çırpınıp uçamaz; benim y ardım ipim olmadıkça hiçbir kimse kuyudan çıkamaz.

Akıl benim fermanımla topluluğun edibi olmuş; âşık benim kadehimle zevke dalmış, iyi bir geçime kavuşmuş.

Benim güzel, kutlu yüzümü görmediğinden boyu iki büklüm olan kişi, cennette iyileşir, boyu bosu düzelirse aptaldır, ahmaktır.

Çöller, ovalar aşmışsın; şehirden şehre gezip dolaşmışsın; müride benden başka sığınacak, dayanacak biri nerde?

Ölü benim kokumla dirilir, ölümsüz devlete erer; aptal benim bir sözümle gizli sözleri anlar, bilir.

A her güzelin yaşayışı dedim; bana lûtfet de ansızın bir sevgili geldi diye senden lâflar

edeyim.

Dedi ki: Ben gelirsem sen gidersin, gerçekten yok olursun, bitersin; birisiyle beraber bir yere sığayım, buna hiçbir vakit imkân yok.

Her zaman, dünya dünya lûtuflarım, keremlerim var benim; fakat çalış, dayan, tertemiz ol da o vakit lütfederim sana.

Su neden aynaya dönmüş? Tertemiz de ondan; o temizlik yüzünden o kızıl gül de kahkahalarla gülüyor.

Bu birlik az olur ama kulluk yoluyla olur mu da olur; ekmek, elbise vermeye gücü olana her y anda bir bölük atlı asker bulunur.

Sen ilerledikçe her yanda bir anlayışlı hekim vardır; hem de öyle görülmemiş, eşsiz bir İsa’dır ki göz verir adama, üstelik onunla beraber anlayış da verir.

Bunu gama batmış herkes duy sun da sevinsin diye söyledim; böyle bir örnek getirdim; yoksa Tanrı’yı kula benzetenlere kanmış bir müşebbih değilim ben.

Dilsiz anlatılan her şey zararsızdır, ziyansızdır; a benim padişahlar padişahım, anlayanı faydalandırmak için sen söyle artık.

A kötü bir düşünceye kapılıp da sevgilisinin kanını döken; iyice bir bak da gör; o sensin, sen kendinden kaçmadasın.

XLI

Dûş çi hordeî begû ey but-i hemçû şekkerem

Tâ heme sâl rûz-o şeb bâkı-i ömr ez’on horem

A benim şeker gibi güzelim, dün gece ne içtin? Söyle de ömrüm oldukça bütün yıl, gece gündüz onu içeyim ben de.35]

Sen yanlış söy ler, beni aldatmaya kalkışırsan benzin gammazlar onu; zaten yüzünün rengini gördüm göreli aklım başımdan gitti, şaşırdım kaldım.

Bir solukcağız dizginini kas, yanımdan tez gitme de şu gönlüm aydınlansın, seni doy asıy a seyredeyim.

Yüreğim pek hızlı atıyor; bir solukcağız dur; iki gözümden de kanlar damlamada; yanımdan tez gitme.

Senden uzak kaldım mı öyle bir hale geliyorum ki kara toprak bile kıskanıy or beni; fakat bir soluk seni gördüm mü, gök kubbe bile haset ediyor halime.

Güneşin yüzü yerin gözünden uzaklaştı mı, gece ayrılıktan kara elbiselere bürünür gider.

Güneş sabahleyin baş çıkardı, göründü mü, beyaz elbise giyinir; ey yüzü can güneşim olan dost, yanımdan ayrılma.

A güzelim, zalimlik etme, zulümle kanımı dökme, a güzelim, gönlünü daraltma, incimi kırıp dökme.

Hayalinin sâkîsi dün gece bir sağrak sundu elime; fakat o sağrakta seni göremedim de ona gönlüm bile akmadı.

Yeryüzü de gelişip semirme ilacını senden buldu, gökyüzü de. Beni de bağrına bas, bir geliştir; ben de arıkım.

A kavgacı, sitemci güzel, kavgan, sitemin şeker mi şeker. Canın benim canım; yıldızın benim yıldızım.

Gönüle, niceye bir kan yut da sus diye söyleyip duracağım? Gönül de omuzcağızlarını kaldırıp sen sus diyor, zaten sağırım ben.

XLII

Kâr-ı merâ çü o kuned kâr-ı deger çerâ kunem

Çünkü çeşîdem ez lebeş yâd-ı şeker çerâ kunem

Değil mi ki benim işimi o başarıyor, ne diye başka bir işe girişeyim ben? Onun dudaklarını tattım, artık ne diye şekeri anacakmışım?

Gül bahçesine nasıl giderim; dikene nasıl yönelirim; gece kuşu gibi gece için nasıl olur da seher çağından vazgeçerim?

Şarap içsem, aklım başımdan gitse bile cennet gibi bir meclisi neden altüst edecekmişim ki?

Mademki öyle bir ay yüzlünün hizmetine

kemer kuşandım; söyle bana, nasıl olur da her yıldızın peşine düşer de Ay’dan vazgeçerim; olur mu bu?

Yedinci kat göğün yücesinde ne diye yeryüzünün adını anayım? Her melek beni kıskanıyorken niçin tutay ım da insanın adını ağzıma alayım?

XLIII

Tâ be key ey şeker çü ney bî dil-o can fegan kunem

Çend zi berk-rîz-i gam zerd şevem hazan kunem

A benim şekerim, ne vakte dek ney gibi gönülsüz, cansız feryat edip duracağım? Niceye bir y apraklarımı döken gamın yüzünden sararıp solacağım, güz mevsimine döneceğim?

A derdi, gamı, canımı ta içten yakıp yandıran; bütün bu ateşli y alımları ne vakte dek gizleyeceğim?

Dost bir düşman, can kıran, ten kesen bir zalim yüzünden gönlüm kırılmış gitmiş; niceye bir onun elinden şu bedenim candan feryatlar koparıp duracak?

Aşka inanmışım a benim güzelim, aşk narasını atıp duruy orum; tutsacıklar gibi gamdan ne vakte dek aman aman deyip duracağım?

Her seher çağı hayalin benim yanıma çıkagelir a ay yüzlüm; fakat kan dalgalarını nasıl aşar da gelir? Hele kan saçmaya başladığı bir çağda...

Derdimden taş bile su kesildi de ah, ne taşım, ne demirim ben; onun sözünü ettim mi, bedenimden kıvılcımlar saçılır?

A Tebriz, Şemseddin sana eş dost olmuş; hem de ne eş dost. Ay devri bırakırsa ben de seninle bir kıran ederim elbet.

XLIV

Her ki zi hor beporsedet roh benemâ ki hemçonin

Her ki zi mâh gûyedet bâm berâ ki hemçonin

Kim güneşten sorarsa yüzünü göster de tıpkı böyledir işte de, kim Ay’dan söz açarsa dama çık da böyledir tıpkı de.

Kim peri isterse ona yüzünü göster; kim miskten bahsederse böyledir işte diye aç, dök saçlarını.

Kim, Ay buluttan nasıl sıyrılır derse sana, kaftanının düğmelerini birer birer çöz de de ki: Tıpkı böyle işte.

Mesîh ölüyü nasıl diriltti diye biri sorarsa, ona karşı dudaklarından bir öpücük ver bize de işte böyle diriltti de.

Kim aşk şehidi nasıl olur derse ona bizim canımızı göster de de ki: îşte böyle olur.

Birisi merhamet yüzünden benim boyumu bosumu sorarsa sana, kaşlarını göster de, işte böyle iki büklüm oldu gitti de.

Can bedenden nasıl ayrılır da sonra gene gelir, bedene girer? Bunu inkâr edenlere göster, evimize gir de böyle işte de.

Her ne yanda olursa olsun, âşıkça bir feryat duyarsan, bil Allah hakkı için, onların hepsi de bizim masalımızdır, bizim hikâyemiz; böyledir, böyle.

Her meleğe yurt kesildim, göğsüm gömgök oldu; gözünü kaldır da bir iyice gökyüzüne bak; tıpkı işte böyle.

Dostun vuslat sırrını seher yelinden başka kimseciğe söylemedim; seher yeli de kendi sırrının temizliği yüzünden evet dedi, tıpkı böyle.

Kul ne vakit Tanrı’ya erişir ki diyen kişinin inadına her iki avcuna da birer arılık mumu koy da görün; işte böyle de; kör olsun gitsin.

Dedim ki: Yusuf’un kokusu şehirden şehre

nasıl gider? Tanrı kokusu, Tanrılık dünyasından bir esti de böyle işte dedi.

Yusuf’un kokusu dedim, kör olmuş gözü nasıl açar? Senden esip gelen yel gözümü aydınlattı da dedi ki: İşte böyle.

Olur ya, belki Şemseddin, Tebriz’den bir kerem eder, bir lûtufta bulunur da vefa gösterir, bir baş çıkarıp şöylece görünüverir.

XLV

Mande şodest gûş-ı men ez pey-i intizâr-ı on

K’ez terefî sedâ-yı hoş derresedî zi nâgehan

Belki bir yandan ansızın bir hoş haber gelir diye kulağım kirişte kaldı; bekleyip duruyorum o haberi.

Nağmeler içen kulak huy edinmiştir; o hem yeryüzünden, hem gökten güzel sesler duyar, hoş nağmeler işitir.

Şu yeryüzünün nağmesi gökyüzü nağmesinin parça buçuğudur; bil ki bedenin nağmesi de

aklın, canın nağmesinin parça buçuğudur.

Gök gürlemesinin narasına bak; ağaca ne de tesir ediyor; o feryattan ne kadar çiçekler baş gösteriyor, ne kadar ağaçlar beliriyor.

Yokluğa ses geliyor da yokluk, peki diyor, o yana terütaze, yemyeşil, neşeli bir halde ayak basıyorum.

Elest sesini duydu da koşmaya koyuldu, sarhoş oldu; yoktular, lâle de, söğüt de varlık âlemine geldiler.

XLVI

Keyfe atûbu yâ ahî min sekerin ke urcuvan

Leyse mine’t turâbı bel mi’saruhû bi lâmekân

O erguvan gibi şaraba nasıl tövbe edeyim a kardeş; topraktan bitmemiş üzümü, mekânsızlık âleminde sıkılmış.

Kâselerimize apaçık şu yazı yazılmış: Bunu içen ölümden de aman bulur, aşağılığa düşmekten de.

Tebriz’den biter, orda olur, olgunlaşır, bir bu yana akar, bir de gönüllere.36]

XLVII

Yâ kameren tulû’uhû li’l-kamarayni sekenû

Hultu alâ karîmihim fî hatarin li ya’manû

Ey doğuşu, iki Ay’ın doğmasına benzeyen Ay, onları tehlikeden kurtarmak, emniy ete ulaştırmak için tuttun, ta yerlerine yurtlarına doğdun.

Ey dalları vehim göğümüzün üstünde olan ağaç, meyvelerini toplamak için yüreklerimizde bir yumuşaklıktır belirttin.

Kimin boynunu vurduysan boynu uzadı gitti onun; kimin harmanını yaktıysan harmanı büyüdü gitti onun.

Kimin başını yardıysan gökyüzüne baş çekti, yüceldi; kimi kuyuya attıysan apaydın bir dünya elde etti o.

A ölümsüz şehir, sana konan, muradına erdi; bir şehirsin ki bereketlere doğu kesilmişsin; meyvelere maden olmuşsun.

A apaydınlık gece, ardında karanlık yok; seni her gören kurtulur, muradına erer; seninle bezenir gider.

Kim zevkten, neşeden geçer, yüzünü yokluğa tutarsa âdetidir onun, lütfeder, kerem buyurur da tekrar tutar, kendisine çeker onu.

A tutsak der de çeker onu, elimden nerde kurtulacaksın sen der; a inananlar der, aklınızı başınıza devşirin de yüzünüzü bana tutun.

Bizi aslımıza ulaştıracak buluşma çağımız geldi; adamakıllı inanca ermeniz için yürüyün; kokusunu zâti koklattı bize; haydin.

* Artık ayrılmamız bitti; gerçekten konağımız burası; toplumun Arafat’ı olan bu yer. Erkenden uyanın, daha da güzel olun.

Sevgilinin öğüdünü dinle, onun yanından ay rılıp dışarıya gitme; a gönül, a göz, gördün ya; gönlüm de o benim, gözüm de o.

Daima gözümün önünde ol, saçlarını saç başıma, saç da eteğini az devşirdi, yanımdan ayrılmadı o diye senden söz açayım.

* Aşk söze başladı; susun, susun da dinleyin; zaten onunla buluştuk mu dilimiz dolaşır, tutulur, söylemez o luruz.

Dilimi kestim de gönül yüzlerce dil açtı; yeter buldum sözlerini de senin gönlün için sustum işte; artık söy ley en de o, nağmelerle terennüm eden de o.37]

XLVIII

Âb-ı heyât-ı ışkrâ der rek-i mâ revâne kun

Âyine-i sabûhrâ terceme-i şebâne kun

Aşk, abıhay atını damarlarımızda, iliklerimizde y ürüt; gece yaşayışımızı sabah şarabının aynasına çevir.

A yepyeni bir neşenin babası, can damarlarımızda ak; gökler gösteren bir kadeh kesil; iki düny adan da çekil bir yana.

A güzelim, aklım sana av olmuş gitmiş; kılıç vurmak, âdetin senin; yay yüzüğüne benzeyen gönlümü tak parmağına da canımı amaç et gitsin.

Akıl bekçisi bu gidişten alıkoymak isterse seni, düzenlere başvur, sıçra, kurtul, defet onu, bahaneler bul.

Hani derler ya; bir söz vardır: Kızıl saçlılar, keremden uzak olur; kızıl şarabın keremine bak da masal say gitsin bu sözü.

A yıldızların oyununda mat olup yaya kalan, bir at seç de veziri bırak, sür o atı padişahın y anına.

Kalk, yana yık külâhını, bütün borçlardan kurtul; canın y anağını öp, neşenin saçlarını taramay a koyul.

Kalk, gökyüzüne yücel, meleklerle bildik ol; gerçeklik durağına gel, o eşiğe hizmet et.

Güzelim hayali mademki gönlünde yurt edindi; mademki sen de eridin, hay ale döndün; yürü, gönülde, akılda yurt edin.

*      îki leğen var, birinde ateş, öbüründe altın; ateşi seç, at elini ateşe.

Kelîm’e dön de altın dolu leğene göz bile atma; ateşi al, dilini, dudağını vatan et yalımlara.

*      Arslanın saldırışını yasa et kendine; düşmanın kafatasını kâse edin; yudum yudum düşman kanını çalgıyla çağanakla içilen şarap gıb! iç.I38i

Sâkî, senin işin gücün ikiliği defetmektir; gel, gel de elime o tek kadehi sun, ayrılığı, aykırılığı gideriver.

Bu vatanın altı yanı var, burda tek kıble arama; kıblenin bulunduğu yer vatansızlık ilidir; yürü, y oklukta yuva kur.

Şu zaman bir eskicidir, onda ölümsüz ömür arama; ölümsüz yaşayış y ay lasını zamanın dışında ara.

Sen bir başağa benzersin, canın buğdaydır, bedenin de saman; eşek değilsen ne diye ot otluyorsun, yüzünü öze çevir.

Dil, kapının dışındaki halkadır, ne diye kapı halkası olup kalıyorsun; kapıyı kır da gir içeriye, cana doğru yürü git.

XLIX

Düş çi hordeî dilâ rast begû nihan mekun

Çün hamuşân-ı bî guneh rûy ber âsman mekun

A gönül, dün ne içtin? Doğru söyle; gizleme; suçsuz olup da susan kişiler gibi yüzünü göğe tutma.

Has bir şarap içmişsin; kurtuluş mezesi yemişsin; şarap kokusunu alır; ağzına kavun alma.

Elest gününde canın, senin sofranda bir şaraptır içti; artık mekânsızlık âlemine sahipsin; tutup da mekâna kulluk etme.

Dün şarabı döktün; kucağımızdan kaçtın, gittin. Seni bir kere daha yakaladım; sakın gene öyle yapma.

Ben tümden seninim; vefa şarabıyla sarhoşum;

sana karşı ok gibi dosdoğruyum ben, yay gibi eğip bükme okumu.

A benim paramparça olmuş gönlüm; çarem onu görmektir; benim dayancım da odur, güvencim de o; bu dünyaya dayanma.

A güzelim, bütün halk senin neyin; her yer sesinle dolmuş. Semâ’a düşkün değilsen can neyine el atma.

Rûhumdan üfürdüm dedin de üfledin; herkese, her şeye bir soluktur verdin? Mademki neyin canı senin soluğun; bizim soluğumuz olmadıkça feryat etme.

Gönlümün işi can verme çağına gelir; bıçak kemiğe dayanıp; feryat etmeye başlarım; derken bana soluk bile alma, feryat etme der.

Feryat etme de senin için ben feryat edeyim; kurtsun sen, çoban benim; benim yerime çobanlık etmeye kalkışma.39]

Her çınseherde testiyi alır, yanımıza gelirsin; a benim yüzümü gören, şuna buna yüz çevirme

dersin.

Mûsa, tanımadan anasından süt emdi. Anası ona, anan benim, dadılara gönül verme dedi.

Şarap iç, bütün bedenin can olsun; akıyka benzeyen şaraba bak; akıyk madenini hatırına bile getirme.

Aşağı kişilerin şarabı dışardadır, arifin şarabı içerde; zaten ağzın kokusu bildirir, dille söylemeye bakma.

Şemseddin’in Tebriz’inden yeniay gibi gelmedeyim; gözünü aç da kendini gör, gözünü kandil konan yere dikme.

L

Dûş çi hordeî dilâr râst begû nihan mekun

Hemçu kesân-ı bîguneh rûy be âsman mekun

A gönül, dün ne içtin? Doğru söyle, gizleme. Suçsuz olup da susan kişiler gibi yüzünü göğe tutma.

Sırrını gizlemek için yüzünü ekşitmedesin, surat asmadasın; bir kere daha yakaladım seni; gene öyle yapma.

Has bir şarap içmişsin; kurtuluş kadehini dikmişsin; şarap kokusunu alır, ağzına güzel kokulu şey alma.

Mademki avlanma niyetinde değilsin, yola tuzak kurma; mademki bir gül bile vermiyorsun; gül bahçesinin cilvesini satmaya kalkışma.

Yol kesicilikten gam yemez o; kimsenin ahı tutmaz onu; öyle hükmeden kişi değildir o; öylesine işe girişme onunla.

Ahmağın biri kızdı da padişahın meclisinden kalktı gitti. Padişah da ona, hadi bakalım, yel- yort; bizim yanımıza koşup gelme dedi.

Bizim canımız, bizim cihanımız olan kişi kızabilir ancak; öfkelenip de kendini dünyaya maskara etme.

Gönül ırmağının bendi yıkıldı; söz ırmağı akıp duruyor; fakat sen can meşalelerine bak; dilin

oyalanmasına bakma.40]

LI

Men terebem tereb menem Zühre zened nevâ- yı men

Işk meyân-ı âşıkan şîve kuned berâ-yı men

Ben çalgı çağanağım, çalgı çağanak benim; Zühre benim nağmelerimi çalıyor; aşk âşıklar arasında benim için cilveleniyor.

Aşk sarhoş oldu da hoş bir hale geldi, kendinden geçti de çekişmeye girişti mi, âşıklar gibi benim havamı yayar, beni herkese duyurur gider.

Sevgili, benim nazımı canla başla çeker; yüzümü dağlar, kulu olduğumu bildirir; benim yerime ona neler yapıyor diye felek bile hasetlere düşer.

Başımı elime almışım, varlıktan geçmiş gitmişim; o da yoklukta ulaştığım ululuğu zerre zerre her şeye duyurur gider.

Ah, gün akşam oldu; lûtuf ceylanı arslan kesildi; sevgili benim sözlerime, çağrışlarıma doydu artık.

Sevgili gitti, gece vakti gönül yapan yalnız kaldı; hem de bütün gece balçık içinde... Ağzım acı mı acı. Sabah şarabı içilecek çağa dek ah gönül, eyvah gönül diye çırpınıp durdum.

Güzel yüzlü can sâkîsi, Tanrı razılığını kazanmış zahidim elini, ay ağını kaybetsin diye testi te sti şarap sunmada.

Sab ah şarabı içilecek çağ gelir, tan yeri ağarır, güneş gökyüzünde b ay rağını yüceltirse, şu iki büklüm olmuş bedenim gene düzelir; gene yeşeririm, gene tazeleşirim elbet.

Gül dükkânı açılır; parça buçuk da anar beni, tüm de. Irak neyi, davulla beni övmeye koyulur.

A sâkî, gönlümü almak istiyorsan Allah için olsun, o koca sağrağı sun benim pîrimin avcuna dedim.

Dedi ki: Ona şarap sundum, onu canıma,

gönlüme aldım; benim arılık sıfatımdan kol kanat verdim, uçurdum gitti onu.

Pîr şimdi elden çıktı artık; adamakıllı yıkıldı, sarhoş oldu. Artık benim nüktelerime cevap verecek hal kalmadı onda.

Adam öldüren sâkîm, beni kesse, öldürse bile hoş; onun vergisi şaraptır; benim cömertliğim de can vermek.

Şarap sensin, testi benim; su sensin, dere benim... Mahallede sarhoş benim a benim sâkîm, a benim sakam.

Buyruk verenim, sahibim, tümden Tanrı olsun diye elden çıkmışım; geçmiş, küpün dibine oturmuşum ben.

LII

Tâ tu herîf-i men şodî ey meh-i dil-setân-ı men

Hemçü çerag mîcehed nûr-ı dil ez dehân-ı men

A benim canlar alan, gönüller kapan ay yüzlüm; sen bana eş dost olalı gönül ışığı bir

kandil gibi ağzımdan yalım yalım çıkmada.

Senin güneşinin hararetiyle gönül zerre zerre lâ’le döndü, yakut kesildi; şu ağır balçık bedenim, baştan başa gönül oldu gitti.

Birliktedir, birdir senin canınla benim canım ama gene de bir soluk daha yakın gel de göğsünü göğsüme daya.

Başıma vuran kimin gölgesi diye şaşar kalırım da senin lûtfun seslenir: Benim gölgem, benim.

Belâlarla dolu dünya, senin yüzünden bana cennet oldu; lûtfun öteki dünyamı neler yapacak kim bilir, neler.

Elini başıma koydun mu benim tacımdır o el; belime kuşandığım kemer saçlarındır senin.

Aşk, kesemi kesti de hey dedim, ne yapıyorsun? Hadsiz hesapsız nimetlerim yetmiyor mu sana dedi.

Dünyalığım yoktu; yüreğim yaprak gibi titriyordu; bana, korkma dedi; benim amanımın haremine girdin.

Seni bağrıma öyle bir basacağım ki vardan da kurtulacaksın, yoktan da; bütün gece benim çalgıcılarımı, şarkıcılarımı seyredip duracaksın.

Seni birliğe ulaştırayım, sonsuz sarhoş edeyim de benim ölümsüz zevkime iyice inan.

Baharımın solukları gönlü gül bahçesine döndürür; erguvan renkli şarabım yüzü güle çevirir.

LIII

Goftem dûş ışkra ey tu karîn-o yâr-ı men

Hîç mebâş yek nefes gaayib ez kenâr-ı men

Dün gece aşka a benim eşim dostum, a benim sevgilim dedim; bir soluk bile yanımdan ay rılma, hiç mi hiç beni yalnız koma.

îki gözümün ışığısın; gözümden uzaklaşma. Gönlümün alevisin; kıvılcımlarımı eksiltme.

Sevgilimsin benim, eşim do stumsun. Güzelimsin benim, lâtif güzelimsin, çevik dostumsun, zarifimsin; bağım bahçemsin benim,

baharımsın sen.

Bedenim senin yüzünden yıkılmış gitmiş; gözüm sana bulut kesilmiş, şu kararsız gönlüm, güneşine bir zerre olmuş.

Dudağını aç da müşkülümü çöz, gönlümü sevindir, bakalım, koyulduğum kumarda pencim, şeşim nereye varacak böyle?

* Bakalım, şu gebe gece bana ne doğuracak? Söyle bakalım, mahmurluğu olmayan şu sarhoşluğum nerey e varacak?

Bakalım, şu şükrüm, şu övüşüm, acaba ne iş başaracak? Bakalım, şu feryadım, şu ağlayıp sızlayışıma ne gibi bir tesir yapacak?

Dedi ki: Ne mutlu sana, bizim gamımızla iki büklüm oldun; a benim işimi seçen, kendine iş güç edinen, dünyada işin iş.

Benim sarhoşumsun, benim için alçalmışsın a benim şaraba tapan âşıkım... kim yükümü çekerse elimden meyve yer benim.

Yürü, iş de senin, cünbüş de senin. îşret

meclisini yeni baştan düz, koş. Çünkü beni bekleyiş, sonunda bakış gücü verir, görüş gücü verir adama.

Dedim ki: Ölüyü nasıl diriltirsin, bir göster bana; görüp de ibret almam için dirilt şu bedenimi.

Bedenimden daha fazla ölmüş bir ölü arama; O’nun nuruyla dirilt onu da şu bedenim, şu benim canlar veren bedenim, tümden can olsun gitsin.

Benden defalarca bunu görüp de ibret almadın mı; benim gücüme hâlâ da inanmadın mı dedi.

A benim sultanım dedim, a benim padişahım, gönül gördü; gördü ama senin lûtfuna, senin şaşılacak işlerine nerden doyacak bu gönül?

Derken hemencecik aşk geldi, kulağımı tuttu da bir bucağa çekti beni; bir afsundur okudu; onun afsunudur bir av olan gönlümün tuzağı.

Can onun afsunuyla ne oldu, hiç tınma, ne oldu deme; lâfazanlığa kalkışır, savaşa girişirsen benim mahremim değilsin, sırdaşım değilsin sen.

LIV

Yâ Rab men bedânemî çîst murâd-ı yâr-ı men

Beste reh-i gırîz-i men borde dil-o karâr-ı men

Yarabbi, sevgilimin maksadı ne? Bir bilseydim... Kaçacağım yolu kapatmış, gönlümü de almış gitmiş, kararımı da.

Yarabbi, bir bilseydim, beni nerey e dek çekecek? Yularımı tutmuş, her yana çekip durmada; niçin, ne iş için çekiyor?

Yarabbi, bir bilseydim, neden taş yürekli olmada o merhametli padişahım, o benim varım yoğum güzelim?

Yarabbi, bir bilseydim, şu tüten dumanım, şu yarabbi diye feryat edişlerim, sızlanışlarım sevgilimin kulağına erişecek mi, bunları duyacak mı sevgilim?41]

Yarabbi, bir bilseydim, sonunda nereye çekecek beni? Yarabbi, şu bekleyiş gecesi ne de uzadı gitti.

Yarabbi, nedir bu coşkunluğum, nedir bu yüzüme gerilen perde? Çünkü bana bir de sensin, sen; binim de sensin, sen.

Her solukta, susarken de, söylerken de gözümde senin aşkın, senin hayalin... rızkım da sensin benim, zamanım da sensin, sen.

Kimi av derim ona, kimi bahar. Gâh şarap adını takarım ona, gâh mahmurluğum derim.

Küfrüm de odur benim, dinim de, ışıkları gören gözüm de, gözümün ışığı da. Oyumdur benim, buyumdur; geçemem ondan ben.

Sabrım da kalmadı, uykum da. Gözyaşım da kalmadı, yüzümün suyu da. Yarabbi şu dört varımı niceye bir yağma edip duracak?

Balçıktan yapılma ev nerede, canla gönül evi nerede? Yarabb i, şehrimi, ülkemi arzulamadayım artık.

A gönül, şehirden sürülmüşsün, ey Tanrım, nerde adamlarım benim, nerde soyum sopum diye feryatlar içinde kara topraklarda kalakalmışsın.

Yarabbi, şehrime bir erişseydim de padişahımın acıyışını, o şehirdeki dostum, sevgilim olan canların tümünü bir görseydim.

Benim sarp yolumu süpürmüş, sırtımdaki ağır yükü almış; benim çevik sevgilim gelmiş, ağırlığımı almış, götürmüş benim.

Benim arslanları avlayan ceylanım, sütümle beslenir, doy ar, onun avıyım ama gün gelir, o av olur bana, avlarım onu ben.

Kara yüzlü gece, benim günüme eş olamaz; benim ilkbaharımın peşinden taş yürekli güz gelemez.

A perdeci dudaklarım, hiç susmuyorsunuz; niceye dek şu davul dövüş; ah, işte perde yırtıldı gitti.

LV

Tâ çi heyâl besteî ey but-i bed-gomân-ı men

Tâ çü heyâl geşteem ey kamerdi çü cân-ı men

A benim kötü zanlara kapılan güzelim, ne

hayal kurmadasın? A benim cana benzeyen ay yüzlüm, yüzünden hayal oldum gitti.

Canım ölümünden sonra hayalini görürse, hemencecik peşine düşer, yürür de yürür, koşar da koşar.

O yüze, o güzelliğe kulum köleyim; ne işim var olgunlukla benim? Senin olgunluğun yeter bana; senin olan, benimdir de.

Kendi yanıma uğramam bile; kendi yüzüme bakmam bile; çünkü gizli şeyleri gören gözüm ay ıp lara, kusurlara bakmaz, görmez onları.

Göğümdeki Zühre, Ay’dan başka bir şeye bakmasın, bir şeyi görmesin diye, gözümü o Ay’a tutmu ş benim güzel y aradanım.

îki gözüm de senin seyrine dalmış; senden başkasına nasıl bakabilirim ben? Hele her iki gözde gözcü, bekçi senin ışığın.

Zamanenin o şaşılacak güzeli yüzünden zamanlar neşelenmiş; o yere göğe sığmaz Ay’ımın yüzünden yerler, gökler arınmış.

Şemseddin, Tebriz’den yenini sallayalı eşiğim gözyaşlarımla sulandı; bir soluk bile kurumadı gitti.

LVI

îd nemây îdrâ ey tu hilâl-i îd-i men

Gûş bemâl mâhrâ ey meh-i nâ-bedîd-i men

A bayram hilâlim benim, bir görün de bayrama, bayram nedir göster... a görünmeyen ay yüzlüm benim, bir görün de Ay’ın kulağını bur.

A benim varlığım, yokluğum; a benim öfkem, razılığım... a benim gerçekliğim, gösterişim; a benim kilidim, anahtarım.

Benim temelim, benim mayam; benim mescidim, benim kilisem. benim cehennemim, benim cennetim; benim terütazem, benim kurumuşum, kakırdamışım.

Cevredersin, vefa olur; dert verirsin, devâ olur. Sana lâyık dilber nerde bulunur a benim can

gözüm, a benim görüşüm.

Lûtfun, can düzülüp koşulmadan önce cana canlar verdi; herkesin dileği candır, oysaki sensin benim dileğim, isteğim.

A güzelim benim, yüzün bayram Ay’ı, saçın kadir gecesi... senin mahallene vardım mı, bütün pisliklerim temiz olur gider.

* Beden can tekkesi sanki; düşünceler de sûfîler... hepsi halka olmuş; gönlümse ortalarında Bâyezîd sanki.

Söylemeyeyim, susayım; herkese yüzümü ekşiteyim de bana sen söyleyesin. karşımda sen olasın, senden fay dalanay ım ben.

LVII

Bâz nigâr mîkeşed çün şuturan mehâr-ı men

Yâr keşîst kâr-ı o bâr-keşîst kâr-ı men

Gene sevgili, develer gibi yularımdan tutmuş, çekiyor beni. onun işi sevdiğini çekmek, benim işim de yük taşımak.

Beni katarın öncüsü yapmış; o esrik develerin hepsini de benim katarıma katmış; çekiyor beni.

Onun esrik devesiyim ben; onun dikene tapanıyım ben... kimi olur, yularımı çeker benim; kimi olur, üstüme biner benim.

Esrik deve coşar, köpürür; ne varsa kırar, döker; fakat hiçbir deve benim tattığım tadı bulamaz, bilemez.

Gerçekten de köpürdüm mü avcuna el atarım onun. avcum avcuna değdi mi, kanım kaynar, dumanım tepemden tüter.

Köşekler gibi iş göreyim, develer gibi yük çekeyim. Yük çekmeye koyuldum mu da, işimdeki yüceliği seyret artık sen.42]

Nerkis gözleri benim kanımı içip de mahmurluktan ayıldı mı, sabrım, kararım onun sabrını, onun kararını alır gider.

Yüzünün hayali gözümün ışığına kıble kesilmiş; altına benzeyen sözleri kulağıma küpe olmuş.

Bağa bahçeye, bahara, güzellikten ne diye lâf ediyorsunuz de; baharım erişsin de güzelliği ben göstereyim size.

Şarabı içtin mi, şaraba de ki: Ne diye başıma vuruyorsun? Benim mahmurluk vermeyen şarab ımın başına ne çeşit tesir ettiğini görmemişsin ki.

Akdoğansın sen; git de avlanan beye söyle; evet de, ikiniz de benimsiniz; sen benim beyimsin, sen de benim avımsın.

Bu gazelin ilk beyti deveydi, o yüzden de gazel uzadı gitti; a benim aklı başında padişahım, deveden de kısalık arama.

LVIII

Sîr nemîşeved zi tu nîst coz in gunâh-ı men

Sîr meşov zi zehmetem ey du cihan penâh-ı men

Sana doyamıyorum; bundan başka suçum yok; sen de benim verdiğim zahmete doyma ey iki

dünyada da dayancım benim.

Küp de doydu, usandı benden, saka da, sakanın tulumu da; fakat benim sular içen, içtikçe kanmayan balığım, her solukta biraz daha susuz.

Kırın testiyi, yırtın tulumu; denize gidiyorum ben, arıtın yolumu benim.

Yeryüzü gözyaşlarımla niceye bir çamur olup duracak? Gökyüzü niceye bir benim gamımla, benim ahımın dumanıyla kararacak?

Niceye bir şu gönlüm sızlanacak? Vah benim gönlüm, eyvah yıkılmış gönlüm... Niceye bir şu dudaklarım, padişahımın hayaline karşı feryat edecek?

Denize doğru git de gör, nasıl arı duru dalgalar coşup köpürüyor. Seyret de bak; evim barkım nasıl gark olmuş o dalgalara.

Dün gece evimin ortasından ab ıhay at coştu, köpürdü, dalgalandı; dün Yusuf’um Ay gibi kuyuma düştü.

Ansızın sel geldi, bütün harmanımı sürdü, götürdü... gönlümden bir dumandır çıktı, yüceldi; buğdayı da yaktı, samanı da.

Harmanım kalmadı ama gam yemem; ne diye gam yiyeyim? Ay yüzlünün ışık harmanı yüzlerce harmana değer, bana yeter de gider.

Hayali pek ateşliydi, gönlüme giriverdi de başım ateşlere alıştı; külâhım yandı gitti.

Dedi ki: Semâ’, hakkındaki saygıyı azaltır, mevkiin alçalır. Mevki senin olsun, onun aşkıdır benim bahtım, benim mevkiim.

Akıl fikir istemiyorum; onun bilgisi yeter bana. gece yarısında yüzünün nuru seher aydınlığıdır bana.

Gam askeri toplanıyor; fakat gam ordusundan gam yemiyorum ben; bölük bölük ordularım göklere dayanmış benim.

Her gazelin ardından gönlüm söze, lâfa tövbe ediyor ama Tanrı’nın dileği yolunu kesiyor gönlümün.

LIX

Sîr nemîşevem zitu ey meh-i can-fezâ-yı men

Cevr mekun cefâ mekun nîst cefâ sezâ-yı men

A canıma can katan ay yüzlüm, doyamıyorum sana; cevretme, cefa etme; cefa lâyığım değildir benim.

Ateşler içindeyim ama a benim devlet kuşum, başıma gölge saldın mı cevir de hoş bana, cefa da hoş.

Aşk, sarhoşlara şekerler saçmaya başladı mı, uğradığım belânın tadı, şekerkamışı narhını indiriverir.

Artık dumanım da ödağacı kokar; bana haset eden kör olur gider; bedenim semirir de semirir; kaftanım dar gelir bana.

O anda şu yeryüzü, gök gibi çark urup dönmeye koyulur; hay bana, hay -hay bana diye zerre zerre naralar atarak oyuna dalar.

Dün hayalin geldi de gam yeme dedi bana;

gam yemiyorum a derdi devâ kesilen güzelim dedim.

Dedi ki: Gam da kulun kölen, iki dünya da dileğince; fakat bana kavuşmak istiyorsan ikisinden de uzaklaş.

Dedim ki: Ecel gelse de can şu bedenden sıçrayıp çıksa, cana doğru gidersem ayaklarım kırılsın.

Evet, dedi; güle bak hele; kaza, kader başını koparsa bile gülerek takdirimin ay aklarına baş kor.

Suratımı ekşitiyorsam dedim, kıskançlık yüzünden ekşitiyorum; sevgimin yüceliğine göz değmesin diyorum hani.

Bırak kem gözü dedi; kem göz ancak balçığa değer... kem gözler nerden benim ululuğuma erişecek de değecek?

Dedim ki: İki üç günceğiz balçıkta kaldım; ne vakit çağıracaklar beni diye korkuyla ümide bağlanmışım.

Balçıkta değilsin dedi; bu yandaki senin gölgen... canlar kapan sanatım seni tuttu, şu dünyadan aldı, götürdü.

Güzelim bu sözü söyledi ya; başımdan aklım uçtu gitti. hikâyenin kalan kısmından Akl-ı Küll bile bir koku alamaz, kim oluyorum ben?

LX

Bâz behâr mîkeşed zindegî ez behâr-ı men

Meclis-o bezm-i mey nehed tâ şekened humâr- ı men

îlkbahar, yaşayışı gene benim baharımdan almada; gene benim mahmurluğumu gidermek için meclisler düzüp koşmada.

Yüreklilerin gönlüydüm; sabırlıların gücü kuvvetiydim. sevgilimin havası gönlümü de aldı, götürdü, kararımı da.

Aşkı bir körlük gösterdi de ona karşı keskinleştim; keskinleşince de hadi git dedi, sen benim Zül-fekaar’ımın keskinliğini görmemişsin.

Sert ayaklarının altında boynum yumuşadı gitti; bakalım bu yumuşak boynum ondan daha da neler çekecek?

A güzelim, pişmiş yemek kaynamaz; kaynatma beni, pişmişim ben... dumanım tencerenin ağzından göğe dek ağmada.

Kendine gel; kanımın dumanının gamından haberi var; sakın şu zayıf gönlümün sırrını göğe götürmesin.

Senin kargında can, cehenneme benzeyen bedenimden kaçtı; utangaç gözlerim de sana karşı utangaçlıktan vazgeçti gitti.

LXI

Mutrıb-ı hoş-nevâ-yı men ışk nevâz hemçonin Nagmegeh-i deger bezen perde-i tâze bergozin A benim güzel sesli, güzel nağmeli şarkıcım, aşkı böylesine bir okşa; bir başka nağme çal; yeni bir perde seç.

Canımın çalgıcısı sensin; Nuh gemisi sensin

bana... açılıp saçılmama da sebep sensin, genişlememe de sebep sensin; önüne ön olmayan ilk sevgilisin sen.

Canım seninle neşeli; dilerim, sensiz kalmasın canım. gönül, canımı sana verdi; şimdi o senin gamınla oturup kalkmada.

însana gam acıdır, fakat aşk gamı şeker gibi. artık bundan böyle aşk gamını gam gözüyle görme.

îçten bir soluk olsun aşk gamı çıktı mı, ev mezara döner; evdekilerin hepsi hüzünlere batar.

Ayağını bastığın toprağın tozu gözümüze sürmedir; derdin rahatlıktır bize. ey insan yaratan padişah, sana eş olacak kimdir, kim?

Seni tanıdım tanıyalı tuz gibi eridim gitti. Zâti zandan, şüpheden ibaretim; zan, şüphe, tam inanca ulaşınca yok olur gider.

Gönül karalığıyla geceyim âdeta; sense güzel, üstün bir Ay’sın. yol gören, yol gösteren Ay’ın yüzüne karşı gece yok olur, biter.

Aşk senin yüzünden cana dönmüştür; akıl senin yüzünden taş tahtayı okumaya koyulmuştur... maden de senin kırıntılarını aramadadır, mekân da. deniz bile senin yüzünden inci taneleri devşirmededir.

Sarhoşun küstahlaşır, iki dünyadan da bezer; aşk senin elçin olmuştur; her yerin yiğididir o.

LXII

Vâkıaî bedîdeem lâyık-ı lûtf-o âferin

Hîz mubbiru’z-zeman sûret-i hâb-ı men bebin

Lûtuflara lâyık, övülmeye değer bir rüya gördüm; kalk ey zamanın düş yorucusu; rüyamı bir dinle de yor bakalım.

Ay gördüm rüy amda; rüyada Ay görmek nedir? Öncekilerin işi de rüyayla çözülür, sonrakilerin işi de.

Öylesine bir Ay gördüm ki gönül huzur buldu mu, onunla ışıklanır; o ışık, o gönül zevki yüze vurur da alın parıl parıl parlar.

* “Yüzler vardır o gün; parlar da parlar; öylece güler de güler... yüzler vardır, çalışmıştır, nimetlere ermiş; böylece çalışmasından razı mıdır razıdır.”

Uzaklaştır şu vahşi hayvanları da aklı fikri paralamasınlar. şunun bunun boş lâflarını duymamak için pamuk tıkayalım kulağımıza.

Bir, iki üç soluk kaldı ömür; ne vakte dek heveslere bağlı hayaller kuracağız? Evde hiç kimse yok; yeraltında oturmay a kalkışma.

Gece geçti, seher oldu; kalk, hiçbir şeyden habersiz, uyuyup durma. Zâti din güneşinin ışığı, habersiz bir hale getirir de uyutur mu seni?

Bölük bölük gelen Tatarlar yörük bir ordu; tany eri kinden, fitneden gebe kalmış. hadi göğün bile karnını yarıver, olur ya, belki bu vakti tamam olmamış çocuk doğuverir.43]

Yürü, aydınlığa dal; niceye bir Tatar’dan, Ermeni’den söz edeceksin? Ne vakte dek yeninden, yakandan bahsedeceksin? Kefen giy, kılıç kuşan, yürü.

*     Zil’ka’de ayının beşinci Cumartesi gecesiydi; yıllardan da altı yüz elli dörttü.[44]

Deprem var diye şehirde bir gürültüdür koptu. Gerçekten de şehrin altı üstüne gelecek şimdi.

Yürü, şehri bırak da dünyadaki depreme bak; göğün büsbütün şaşılacak bir şekilde dönmesini seyret.

Denize bak, timsahı gör, gök renkli denizi seyret... dalgalara bak, o dalgalarda ateşten bir timsah var.

Uyumuş timsaha bak; can Yunus’unu nasıl da yutmuş, bir seyret. o can Yunus’unu hani, bundan önce Tanrı’yı tespih eder, noksan sıfatlardan arı olduğunu söylerdi.

*     Öylesine bir deniz ki anlatmaya kalksam altı yönden de dışarıdır derim; şekillerle de bir ilişiği yok; hiçbir yana dayanmadan durmada; hattâ bundan da arı.

O arılık hiç bulanmaz; kararmaz ama bizim gözlerimiz, suyla toprak katrelerinden,

topraktaki şekillerin oynayışından kamaşmış.

Eli, o pisliklere tapan eli şarabımızı bulandırmada; hadi, hadi, hemen boynunu vuralım onun.

Onun adını bile anmasak, bu cezasıdır onun; buna lâyıktır o... kinlenmek bir şey duymaktan doğar; hiçbir şeyden haberi olmadı mı, kini de kalmaz insanın.

Âşıkın biri, bir muskacıdan muska istedi. Muskacı muskayı yazdı, al, yere göm dedi.

Fakat gömerken maymunu hatırlama; hatırlarsan sevgilinden uzak kalırsın; buluşamazsın onunla.

Âşık muskayı gömmek için her yanı döndü dolaştı; fakat maymun bir kere aklına takılmıştı; her yanda pusudan yüz göstermedeydi.

Ah dedi, n’olurdu maymunu söylemeseydin; muskadan y ardım umanın gönlünde, aklında may mun yoktu ki.

Dedi ki: îğneyi bırak, yarayı deşme; a

Husâmeddin, uykuya varma; kendini rüya haline sokmaya bak.

LXIII

Ey şode ez cefâ-yı tu cânib-i çerh dûd-ı men

Cevr mekun ki bişneved şâd şeved hesûd-ı men

A cefasından dumanım göklere ağan sevgili; cevretme, yoksa duyar da hasetçim sevinir.

Dumanımı arttırma, hasetçimi sevindirme... eyvahlar olsun; vücudum ortadan kalkarsa ne de sevinir ya.

A benim ak şekerim, ümidimi kırma, ağzımın tadını acıtma da senin elinden gök renkli gömleğimi yırtmayayım.

Gönlümü sen aldın, sevgilim sensin; işime gücüme parlaklık veren de sensin; bağım bahçem de sen, b aharım da sen. varlığım, ancak senin için.

Gece uykularımı aldın, eşim dostumdun

benim... yeni bir hırsızlık gösterdin bana; fakat senden başka kârım yok benim.

Benim canım, benim dünyam, benim göğümün Zühre’si... ödağacına benzeyen gönlümde ateşin var senin.

Bir zamanlar beden yoktu, candım; seninle göklerdeydim; aramızda hiç de benim söz söylemem, benim söz işitmem yoktu.

LXIV

Germ derâ vo dem medih sâki-i bordobâr-ı men

Ey dem-i tu nedîm-i men ey roh-ı tu behâr-ı men

A benim çevik sâkîm, ateş gibi gel; bir soluk bile durma; a soluğu eşim dostum, a yüzü ilkbaharım olan güzelim.

Bak, horoz öttü; sabah şarabı kokuyor. şarap kadehimi al o denize benzeyen eline.

Şarapla ağlayışı yele ver, gülüş yap; şarapla

ölüyü dirilt... böyle yaptın mı, a ay yüzlü güzel, işim iştir benim.

Bağımın çözülmesi güç, düğüm düğüm çöz de gizlediğim de açığa çıksın, gizlemediğim de.

A benim arkam, a benim dayancım; a benim yakınım, a benim soyum sopum, utanmayı bırak, dileğin sırtını kızıştır.

Senin sarhoşuna senden başkasının elinden şarap içmek makbul bir şey değil. elinle sunduğun şaraptır ki yüzümü güle döndürür, mahmurluğumu giderir benim.

Binlerce cana insaf et, lûtfeyle, kerem buyur, gökyüzü şarabını sun da can devlet kuşu sarhoş bir halde göklere uçsun.

* Can yaralardan kurtulsun, şu tahta sargıların hepsinden de halâs olsun; hakkı hukuku gözeten gerçeğim, gerçeklik makamına çıksın otursun.

Şarap sun amma gizli sun. akıl yolundan, can yolundan sun da işretime, zevkime herkes ulaşamasın.

A benim temkinli padişahım, aşağılık kişilerin gözlerinin bağlanması, canın şehirden kurtulması, fitnenin, şerrin oturup yatışması elbette daha yeğ.

Şarap parıl parıl yanmada; cansa binlerce ümitlere düşmede... şarap ata binmiş, koşuyor; cansa yaya olarak çevresinde çırpınıp duruyor.

Şu kadehten el çek, buna karşılık o ferahlık kadehini al da ışığımın parlaklığı kederlerine, gamlarına vursun, yok etsin gitsin.

Bu şarap, o şaraba karşı değersiz. onun ne coşup köpürmesi var, ne kusturması. Sat bu şarabı da o şarabı seyret, benim sonsuz şarabımı gör.

Bu şarap elini titretir, aklını alır ama hoş bir hale gelirsin, ağırbaşlı olursun. kadeh seç de padişahımın elinden sunulan şarabı seyret.

* Kadehi yaşayışla dopdolu, küpünün ağzı miskle, amberle mühürlenmiş. Şeytan da kul köle o şaraba, peri de; benim çevikliğim de ondan, âleme yayılışım da.

Hadi, sıçra a sâkî, sen söyle... senin gibi öven, anlatan nerde? Hadi ey onun lûtfuyla dokunmuş o kumaş yüzünden benim arışımı, argacımı yırtan, hadi.

LXV

Çend girîzî ey kamer her terefî zi kûy-ı men

Seyd-i tuyîm-o mülk-i tu ger senemîm-o ger şemen

*      A ay yüzlü, ne vakte dek benim mahallemden kaçacaksın, niceye bir her yana gidip duracaksın? îster put olalım, ister şaman, senin avınız biz.45]

Her solukta bu alanın bir ucundan bir bahane icat edersin, her solukta yokluktan binlerce hüner çıkarır, gösterirsin.

*      Konağım durağım pek yoğun ama yurdun gene de şu gönlüm; gönlün yurda akması, yurt sevgisi inanan kişinin inancından, rahmetinden ileri gelir.

Suçum pek çok ama senin mevkiinde gözüm yok, mevkiine düşman değilim; a benim padişahım, hiçbir kimse öz canına düşman olur mu?

A âşıklar topluluğunun çalgıcısı, davran, tembellik etme; onun güzelliğinin hikâyesini söyle, âşıkların perdesinden vur.

Ayrılığı bir kuyuya benzer; onu anmaksa ipe... kuyunun dibindeki Yusuf da o ipe el attı, yapıştı ya.

Tadı şekerkamışında ara, o kuru kamışı çiğneme; onun güzelliğinden çare ara, Hasan’ın babasından değil.

İradeni vermişsen, dileğin varsa mutlak dilek odur. Tâif derisiysen Yemen’de Süheyl yıldızı var.

Güneşi ışık saçmaya, rızık vermeye başladı mı, her yana bak, zerre zerre her şeyi seyret; her şey in ağzında bir ışık var.

Pek güzel olan gül daha da fazla rızıklanmış ama azıcık bir rızık da yaseminin ağzına

düşmüş.

Hintlilere ömür vermiş, zekâ vermiş, anlayış vermiş ama Huten güzeline de güzellik vermiş, yücelik vermiş, gönül almayı vermiş.

Mal mülk, saltanat büyüklerin payı, aşk da küçüklerin... kahrediş kılıca nasip olmuş, lûtfetmekse kalkana.

Tanrı’nın balı her gece birinin dudağına kısmet. Hani dört karısı olan adam gibi.

Benimse yaşadıkça şekerkamışım aşk; öbür dünyaya gidersem de kefenim aşk.

Şaraba düşkünüm, sarhoşluğu azaltma, şarabı eksik etme. İncecik, küçücük bir çocuğum, süt emer çocuğum ben, memeyi ağzımdan alma.

Gamla tasalandım mı, aşk eş dost kesilir bana. Gam, tasa ejderhâysa aşk bir zümrüttür.

Gönlüme dedim ki: Gam mahmurluğu yolunu bağladıysa şarap, meze, mum, çene topağı güzel mi güzel bir sâkî, bir eş dost getireyim sana.

Gönlüm dedi ki: Ondan başka bir mum, ondan

başka bir sâkî getireceksen var, o mumu da dama, kapının üstüne at, o sâkîyi de, kadehi de, şarabı da, şişeyi de.

LXVI

Âmedeem be özr-i tu ey tereb-o karâr-ı can

Afv nemâ vo dergozer ez guneh-o esâr-ı can

A can neşesi, a gönül huzuru, özür dilemeye geldim; bağışla, canın suçundan geç.

Aklın da kilidini ancak senin razılığın açar, gönlün de... seni dilemekten başka ne kıblesi var canın, ne övüncü.

Ayrılığınla gül bahçem de yandı, tarlam da. a canım ilkbahar yeli, lûtfunla dirilt onları, yeşert.

Senin şarap satanın olmadıkça gönlün mahmurluğu nasıl giderilir? Eğri kaşının büklümü olmadıkça canın işi gücü düz gitmez ki.

Sen doğu kesildin de doğdun mu, gönlün önü de ay dınlanır, ardı da. Sen gönül almay a

başladın mı, her solukta canlar feda olsun sana.

Yalımlarının gönül penceresine vurup parlayışı, akla göz verir, görüş verir de can ibret alır her solukta.

Buluşmadan uzak kalış gamına düşünce sevgilinin yolu dürülür gider; Tanrı yolunda cana dost olan Tanrı’dır gene.

Gizli erlerin gül fidanına benzeyen boyları, güle benzeyen yüzleri, bir kere erişti mi, can kucağı, çimenlik olmaksızın kızıl güllerle dolar.

* O benim solukdaşımdır, mağara dostumdur diye lâf ettim; hiç işkilim yok, dostumsun benim; kalk, can mağarasına gel.

Ben Tanrı’yım dedi de sınanma yurduna geldi gönül... o solukta darağacının dibi cana sonsuz bir devlet oldu gitti.

Sensiz yeşeren bahçenin lâyığını kış verir. sensiz diri olan can, can say ılmaz ki.

Tuzağın avının gözüne yem gösterdi. aşkın, can mahallesinin kapısına dek bütün evi kapladı.

Sözün yarısı söylendi, yarısını da sus, söyleme; can padişahı, söyleyeceğin sözü herkese yayar, duyurur.46]

LXVII

Çihre-i şerm-gîn-i tu bisted şermgân-ı men

Şûr-ı tu kerd âkıbet fitne vo şer mekân-ı men

Utangaç yüzün, utangaçlığımı giderdi benim; acılığın, kavgacılığın, sonunda sınanmalara düşürdü beni, kötülükler yurt oldu bana.

Ay, senin kapına diktiğin bir kul; kapında y alv arıp duruyor; a izi güzel padişahım; bir soluk olsun n’olur, gel de görün bana diyor.

Senin yolunda en aşağılık bir çöpüm, uzak yoldan geliyorum... ey gönlüm elinde olan; hikâyemi dinle benim.

Göğün çevresinde dönmedeyim, kimi dolmadayım, kimi boşalmada. çünkü ey benim gönlüm, ey benim canım, canımdan huzuru, kararı sen aldın.

Çevrende dönüyorum ama çevren nerde ki? A kapısı bana aman kapısı olan, kapının çevresinde yelip yortuyorum ben.

Göbeğimi aşk kesti; tavafım çevrende dolaşmak... sözüm de sana karşı bir tercüman ancak, lâfım da.

Kimi zaman tamamıyla lâ’l oluyorum, kimi zamansa nal. bir kere daha madenime gel de keremini söyleyeyim senin.

Bana, niceye bir, ne vakte dek söze doymay acaksın dedi; doymuyorum, çünkü şu akıp giden sözüm, senin bulunduğun yere gidiyor.

LXVIII

Râz-ı tu fâş mîkunem sebr nemand bîş ezin

Dûş-i felek nemîkeşed derd-i merâ vo nî zemin

Bundan öte sabrım kalmadı; sırrını yayacağım artık. Çektiğim derdi ne göğün sırtı çekebilir, ne y eryüzünün sırtı.

Benim şu gönlüm nasıl gamlarla dopdolu, senin gönlünse ne de kayıtsız; aldırış bile etmiyor. Yüzün Çin güzelinin yüzü gibi güzel mi güzel; benim yüzümse buruşuklarla dolu.

Nerdeyse şu dünya yanıp gidecek; niceye bir yanacak bu gönlüm? Güzelim, ne vakte dek bu böyle sürecek; ne zamana dek böyle gidecek bu?

Sarhoşum, bin yıllık sırrı yayacağım gitsin; ister gözünü yum; ister aç da bir hoş seyret.

Ay, coşkunluğumu gördü de yoldan döndü, y anıma geldi; kimseye iz verme dedi, senin dostunum ben, seninle düşüp kalkmaday ım.

Gözlerim kamaştı; bir soluk yüzüne bakakaldım; a güzel mi güzel dilberim dedim; a sudan yaratılmış, ateşli güzel.

A benim güzelim, onun cana canlar katan yüzü tıpkı mı tıpkı bu yüz; Tanrı için gönüller kapan çalgıcım bu mu bu işte.

Senin aşkına döşenmişim ben, ate şime su serp ey o dünyadaki gizli ay; Ey Tebriz’deki

Şemseddin.

— V —

LXIX

Seht hoşest çeşm-i tu v’on ruh-ı gul-feşân-ı tu

Dûş çi hordeî dilâ rast begû be cân-ı tu

Gözlerin, o güller saçan yüzün, yanakların pek güzel. Dün gece ne içtin a gönül, doğru söyle canın için olsun.

Adın fitneci; tuzağın şekerlerle dolu; kadehin neşe veriyor; ekmeğin tatlı tuzlu.

Ölü bile seni görse anlar ki sarhoşsun; ne kadar gizleyebileceksin? Şarap, gizlediğini yayar, ortaya döker.

Benim feryatlarla dolu gönlümden kebap kokusu geliyor; senin soluğundan, senin feryadından da şarap kokusu duyuluy or.

Tanrı için olsun, gel, söyle; yahut da beni bırak, sana vekil olayım da dilinden iki çift söz söyleyeyim.

Sonu o lmay an güzelliğinin bir zerreciğini

gösterdin; bütün güzellerin güzellikleri mat oldu, hepsinin güzelliklerini kesada verdin gitti.

Gene benim gözüm kimseciklerin görmediğini gördü; gene benim pîrim senin yüzünden kendinden geçmiş, sarhoş bir halde çıkageldi.

Her solukta bana, aklın nerde, ne oldu sana diyorsun... senin sınamalarınla, senin derdinle kulunda akıl kalmadı ki.

Her seher çağı, kış bulutu gibi kapına gözyaşı y ağmuru y ağdırmaday ım; sonra da yenimle eşiğini silmede, o eşiği gözy aşlarımdan arıtmadayım.

Doğuya da gitsem, batıya da gitsem, göğe de ağsam senin izini bulmadıkça yaşayıştan bir iz bile yok bende.

Bir ülkenin zahidiydim, bir minberin sahibi. gönül kazası beni ellerini çırpar bir âşık etti sana.

Tanrı hakkı için şu dünyadakilerin şarabını içmemişim; fakat gene de adamakıllı sarhoş oluyorum da başka bir zanna düşeceğinden korkuyorum.

Gönlümden sabır uçtu gitti, başımdan akıl kaçtı gitti. Amansız sarhoşluğun beni nereye dek çekecek acaba?

Bir kara arslana benzeyen aşkın, kemiklerimi kırıp ufalıyor; bana sen kefil olmamış mıydın? Peki, ne oldu bu kefilliğin?

A Tebriz, Tanrı için olsun, Şemseddin’e gene söyle; de ki: Senin dünyanın yüceliğine şu iki âlem de haset etmede.

LXX

Hin gej-o rast mîrevî bâz çi hordeî begû

Mest-o herâb mîşevî hâne be hâne kû be kû

Kendine gel, eğri büğrü gidiyor, yalpa vurup duruyorsun? Gene ne içtin ki ev ev, sokak sokak, sarhoş, yıkılmış bir halde gitmedesin? Söyle.

Kiminle eş dost olmuştun, kimden bir öpücük çalmıştın? Halka halka, tel tel kimin saçlarını çözmüştün?

Hayır... kim seninle eş dost olabilir a bütün gözlerin ışığı güzel? Havuzdan havuza, dereden dereye balık gibi gizli gidersin sen.

Doğru söyle, gizleme; âşıklara arkanı çevirme; çeşme nerde; söyle de testi testi su taşıyayım.

A güzelim, gönlüm de senin, canım da; şişeye benzeyen gönlüm, şarabını sağrak sağrak içmiş; canın için doğru söyle.

Hayalin dün gece toplulukta beni arıyordu; bu kulunu tanımadı da yüz yüze bakışamadık gitti.

Kulunu, bu eğri büğrü giden kulunu tanıyınca da hey dedi, eve gel; niceye bir o yana bu yana gideceksin?

Ömrün kötüyle, iyiyle, hayırla, şerle y olculukta geçti gitti; hani odadan odaya, kocadan kocaya giden şaşkın kadınlar gibi.

Ona, a can elçisi dedim; a can âyetinin inmesine sebep olan, sen içtiğinden sun bana; niceye bir bu dedikodu?

Dedi ki: Ezel kıvılcımını ağzına götürürsen

ağzını da yakar, boğazını da; sonra boğazından boğazından bar bar bağırırsın.]47]

Tanrı, her yiyenin lokmasını ona göre vermiştir; boğazında kalacak şeyi umma, isteme; arama, arama.

Gönül de feda olsun dedim, can da; can şarabı nerede? Ödlek kişilerden değilim ki hay-huydan ürkeyim de kaçayım.

O şarapla eş dost olmadan, o şaraptan ürken kişinin boğazı da kesilsin, ağzı da... bu yolda topallayan, sürçen, düşmandır bana, düşman.

O şaraptan eli boş olan, padişahlar padişahı bile olsa bir manastırdaki sekide kalakalmış eli kesik birisi sayılır.

Sus, güven, iyinin, kötünün sırrına mahrem ol; fakat denemediğin kişiye de sır söyleme.

LXXI

Key zi cihan biron şeved cuz’-ı cihan hele begû

Key berehed zi âb nem çun becehed yekî zi dû

Aklını başına devşir de söyle: Dünyanın parça buçuğu olan, nasıl olur da dünyadan dışarıya çıkabilir? Islaklık, ne vakit sudan kurtulabilir; birincisi ikincisinden nasıl olur da kaçar, ayrılır?

A oğul, hiçbir ateş bir başka ateşle sönmez... gönlüm aşk yüzünden kan olmuş; kanımı kanla yuma benim.

Ne kadar kaçtıysam gölgem ayrılmadı benden. kıl gibi incelsem de beni vekil eden gene gölgem.

* Gölgeleri ancak güneş giderebilir. gölgeyi uzatır, kısaltır güneş; bunu, bu hüneri güneşte ara sen.

îki bin yıl gölgenin peşinden koşsan sonunda görürsün ki, gene geridesin sen ve gene gölge ilerde.

Tapı kılınandır suçun; nimetindir zahmet kesilen; mumundur karanlık veren sana; bağındır aray ıp taraman senin.

Anlatırdım bunu ama gönlünün beli kırılıverir; gönül şişesini de kırarsan artık yamamak fayda vermez sana.

* Benden duy, benden işit, gölge de gerektir sana, ışık da... ikisi de beraber gerek. Baş koy da “Sakının” ağacının önünde uza gitsin.

Onun lûtuf ağacından geliştin, kanatların çıktı mı da sus; güvercinler gibi bakra-baku demeye kalkışma.

Kurbağa suda yüzer; yılan yetişemez ona. fakat ötmeye başladı mı, yılan nerde olduğunu anlar onun.

Düzenci kurbağa yılan gibi öter ama kurbağalığındaki o gevşeklik yok mu, sesiyle, soluğuyla kurbağa kokusunu verir, sesinden ne olduğu anlaşılır.

Fakat kurbağa sussaydı, yılan av olurdu ona. defineye giren arpayla arpa ölçeği bile defineden sayılır hani.

Altın arpa ölçeği bile define olurken, toprakta kaybolmazken elbette can ölçeği de onun

haznesine, onun definesine varırsa hazne ölür, define kesilir.

Sözü bu kadarla mı bitireyim, yoksa daha da sıktıkça sıkayım mı? Buyruk senin ey güzel huylu padişahım benim, ben kimim ki?

LXXII

Der sefer-i hevây-ı tu bîheberem be cân-ı tu

Nîk mübârek âmedest in seferem be cân-ı tu

Havana düşmüşüm, yollardayım ama canına and olsun, yolculuğumdan haberim bile yok... canına and olsun ki bu yolculuğum pek kutlu oldu.

O kemeri kuşandın, kızıl kaftanlara büründün; fakat o arada o kemer yüzünden de beni ağlar, inler bir hale soktun gitti.

Ay gibi doğdun, aylara da Ay kesildin sen; o Ay yüzünden yeniay gibi arık bir hale geldim ben.

Kurum da senin hayalin, senin yüzünün,

güzelliğinin aynası, yaşım da... canına and olsun ki gönül yanışıyla dudaklarım kupkuru, gözlerim yaş içinde.

O yumulmuş lâ’l dudaklarını açtın, şeker dengini ortaya döktün ya; o zamandan beri kanadı kırık sinek gibi senin şekerine düştüm and olsun canına.

Tuzak daima kolun kanadın âfetidir ama and olsun canına, senin tuzağına düşünce kolum kanadım kurtuluy o r benim.

Her seherin ışığı, Şemseddin’in Tebriz’indedir; canına and olsun ki ben sehere benziyorum, boyuna güneşi beklemedeyim.

LXXIII

Çîst ki her demî çonin mîkeşedem be sây-ı o

Anber nî vo müşk nî bûy-ı veyest bûy-ı o

Her solukta beni öylece ona doğru çeken ne? Amber değil, misk değil; onun kokusu, onun kokusu.

Değer biçilmez bir zincir var, bütün tövbelere düşman. Tövbemi bozdurdu bana. Kim oluyorum ki ben, taş atan o, kırılan testi gene onun testisi.

O nice tövbeler bozdurur; böylesine güzele karşı tövbe mi olur? Perdeler yırtmak, gönüller kapmak, onun huyudur, huyu.

Tövbem onun için, tövbemi bozduran da onun sevgisi... Yüzünü görünce tövbem de yandı gitti, suçum da.-48]

Akıl, can ağacı, bu ağacın dalları budakları onun bahçesinde değil mi ki? Ölümsüzlüğün abıhayatı onun deresinde akmıy or mu ki?

Aşk da, şarapla, sağrakla neşelenmek de ondan. her yandan, her bucaktan onun hay­huyu gelmede.

Kendini beğenen, kabak gibi yücelere geçer; geçer ama insan kendi varlığından boşalmadıkça da kabağı dolmaz da dolmaz.

Beliren, kısalan, uzanan gölge, gölgenin arayıp

taraması, hep can güneşinin yüzündendir.

Gölge de odur, ışık da o... derlenip toplanan da o, uzayıp giden de o. Işık onun yüzünün vurmasındandır, gölge saçlarından.

Ey cana benzeyen Ay, ey can Güneş’i, apaçık yırt perdeyi de gök de yedi kat perdesini y ırtsın gitsin.

Koynumda, varlığımda senden başka ne varsa, o varlık perdedir bana. Ey varlığına karşı benim de, benliğin-senliğin de yok olup gittiği güzel.

LXXIV

Seng şikâf mîkuned der heves-i likaa-yı tu

Can per-o bâl mîzened der tereb-i hevâ-yı tu

Seninle buluşma hevesine düşer de taş bile yarılır gider; can senin neşene düşer de nağmelerinle kol salar, kanat çırpar da havalanır, uçar.

Ateş erir, su olur, akıl kendinden geçer, yıkılır. gözlerim senin yüzünden uykuya

düşman kesilir.

Sabır elbisesi yırtılır, akıl kendinden geçer... ejderhâya benzeyen aşkın kayaları yer, insanları sömürür.

Yürüyüp gideni bağlama, gülüşü ağlayışa döndürme. kuluna kölene cevretme, senin yerine konacak bir kimsesi yok onun.

Suyun derede aktıkça sözlerim nasıl doğru düzen gider ki? Kimi olur, senden utanırım da soluk bile alamam.

Aşkının gıdası ne? Şu yanmış, kavrulmuş ciğerim. Yıkılmış gönlüm nedir? Senin vefa tezgâhın.

Küp taşıp köpürmede, çeng coştukça coşmada, seni övmede. kimdir şarap içen?

Kapımdan aşk girdi de başıma elini koydu; sensiz olduğumu görünce de eyvahlar olsun sana dedi.

Gördüm ki sarp bir konak, karmakarışık bir yer, pek zor bir iş. gönül de gitmiş elden;

elinin altında, ayağının dibinde serilekaldım ben.

LXXV

Cân-o ser-i tu ey puser nîst kesî be pây-ı tu

Âyine bîn be hod neger kîst deger verây-ı tu

Oğul, canına, başına and olsun, eşin, benzerin yok... aynaya bak, kendini bir seyret, senden başka güzel kimdir ki?

Kendi yüzünü öp, kendi kulağına sır söyle; kendi güzelliğini seyret, kendi kendini öv.

Sırrın geçici değil, nazın boş yere değil. sırrın, kulağına söylenmede, nazlanman gene kendi kendine.

Kalk git y anımdan a akıl, git de iyiden de kurtulay ım, kötüden de. sen de a gönül, var git y anımdan da lâyığını vermeyeyim senin.

Hem babasın sen, hem oğul. hem şekerkamışısın, hem şeker. senden başka kim var? Varsa söyle.

Yumulmuş ağzı sen aç; değer biçilmez akıyk nedir? Söyle... akıyk madeni de sensin zâti. Sana ne paha biçeyim ben?

Ne bittiyse, ne yetiştiyse senin gölgendir ey oğul; iki dünyaya da gölge salan senin devlet kuşundur ey oğul.

LXXVI

îd nemîdehed ferah bî nezer-i hilâl-i tu

Kûs-o duhul nemîçehed bî şeref-i dovâl-i tu

Senin yeniaya benzer kaşlarını seyretmedikçe bayram insana bir ferahlık vermiyor. Senin tokmağının yüceliği olmadıkça davulun da sesi çıkmıyor, dümbeleğin de.

Her solukta gönlüm sana akıyor, sense her solukta b iraz daha beziyorsun benden. eyvahlar olsun, gönlümün sana akışı, senin bezmenden utanmıyor mu utanmıy or.

Nazlan a canın yaşayışı, ululan, dizgin kas.

Güneş’le Ay sana bir delil; balla şeker nazlanışın

senin.

Her alımlılık âyetini senin Ay’a benzer yüzün okudu dünyaya... her çeşit kutluluğun mayası senin ay yüzündür; senin yeni yılın.

Arı duru su senin; bağ bahçe, fidan gene senin. Senin fidanın senin arı duru suyundan başka su içmez ki.

Tatlılar senin; bağ bahçe, saray, var-yok hep senin. seher yelin esti mi, ağaçlar oy namay a koyulur.

* Gökyüzü mutfağındır; mutfaktakiler de y ıldızlardır. Ateş, su senin malın mülkün. bütün yaratıklar çoluğun çocuğun.

Aşk en aşağı adın; gökyüzü en alçak damın. güneşlerin parlaklığı bile senin dolunmaz Ay’ından bir ışık.

Bütün bir dünya, serabının parıltılarını görmüş de, dudakları kuru bir halde. serabının lûtfu bu, ya arı duru suyun nedir, nasıldır acaba senin?

Ağaca lütfedersin, hali değişir, yeşerir, boy atar; a ay yüzlüm, seninle buluşunca canın, gönlün hali nic’olur?

Senin huylarındaki yücelik yüzünden zehirse şeker kesilir, taşsa mücevher olur, geceyse seher çağına döner.

Gönlümde çok sözler var, fakat ağzımı yumdum, söylemiyorum... Senin sözlerini içeyim diye kulağımı açmışım artık.

LXXVII

Bâde çü hest ey senem bâz mekîr-o nîmegü

Erzemekun du dest nî por kun zod on sebü

A güzel, mademki şarap var; sunmazlıkta bulunma; olmaz deme. İki elini açıp da gösterme; tez o testiy i doldur.

A gamı gideren çalgıcı, bu testiye taş atma. Tanrı kapısından bir testi su alınırsa derenin suyu eksik olmaz ya.

Hani Müsa Peygamber’in eli bir meclis düzüp

koşmuştu, bir toy yapmıştı da büyücüler o şaraba can feda etmişlerdi, işte onlara sunulan kadehle sun ey sâkî.

Açıkça gel, apaçık sun; aşk şarabının apaçık sunulması daha iyi... Herkese bayram bugün; ama ramazanmış, varsın olsun.

Kalp akçeye benzeyen ikiyüzlünün inadına dalları budakları oynat. o geniş lûtfu, o sonsuz ihsanı kat kat yay, döşe.

Kaptığın zarı koy avcuna bir soluk; bizden rehin aldığın şeyi tekrar arama bizden.

Bıldır ölenim, sevgilimin yüzünden gene dirildi. O Mesîh huylunun yüzünden kefeni içinde gülmey e başladı.

A haşri, kıyameti inkâr eden, herze yeme; gel de gör; O’nun bahçesinde selvi boylular, çimen gibi gene yerden bitti.

Herkes sustu ama gizli âlem de dilsiz konuşmada. Dedikodu nağmeleri olmaksızın dünyaya hutbe okumada.

LXXVIII

Sîm-berâ zi sîm-i tu sîm-berem be cân-ı tu

V’ez mey-i nov ki dâdeî can neberem be cân-ı tu

A gümüş bedenlim, canına and olsun, senin gümüş bedenin yüzünden benim bedenim de gümüşe döndü. Canına and olsun, sunduğun şarap yüzünden candan olmam artık.

Ağır zahmetlere katlanırım ben; yarala beni, hoşlanırım bundan... canına and olsun, ateşler içindeyim ama tüm altınım ben.

Her soluk aldıkça soluğum cana gelir, kesilir gider. ay aktan kalmışım ama canına and olsun ki başa da can kesilmişim.

Aşkın hekim kılığına girdi de geldi, bir şerbet sundu; o şerbeti içtim ama canına and olsun, daha da beter olmadayım.

İki gözün ışığıyla Ay’ın ışığı bir araya geldi mi, birleşir gider; canına and olsun ki sen canıma Ay gibi doğmuşsun; ben de gözüm.

Göz önünde olan her şey yapılır, onarılır. Ah, canına and olsun, bense senin bakışlarından yıkılmış gitmişim böyle.

Şemseddin’in Tebriz’inde pek yüce bir ağaç var; canına and olsun, o ağaç yüzünden neşeliyim, boy atmışım, yeşermiş, gelişmişim.

LXXIX

Men ki sitîze-rûterem der teleb-i likâ-yı tu

Bedhem cân-ı bî vefâ ez cehet-i vefâ-yı tu

Seninle buluşma, sana kavuşma dileğine düşmüşüm de bu dilekte inat edip durmadayım; vefana erişmek için bu vefasız canı vereceğim ben.

Gönlüme lûtfettiğ in şeyle gönlümü ferahlandırdın; fakat bu binlerce lûtfundan biridir ancak; karşılık olarak ne yapabilirim sana ki?

Bana güç kuvvet veren gülbeşeker seni övüştür, sana şükretmedir; şerefli sürmem de

ayağının bastığı topraktır.

Bir tat tattırmasaydın yeşillik bitmezdi yerden, çağrışını duymasaydı dönmezdi gökyüzü.

Gül fidanlarının dünyası senin kızıl, senin yeşil elbiselerine bürünmüştür; gece yolcularının ümidi senin günlerine bağlıdır.

İnsanların yüzleri senin yüzünün aynası olmasaydı, insanlardan kaçardım, dağlara sığınırdım ben.

* Dehrî’nin bahtı yok da onun için ölümden sonra dirilmeyi inkâr eder. Yoksa senin ölümsüzlüğün ona da bir ölümsüzlük bağışlardı.

Cansızlarla, bitip boy atan, üreyen bitkilerle dolu bir samanlığa benzeyen dünya senin kehrib arın olmasaydı y okluktan nasıl gelir, belirirdi?

Hay-hay diye birbiri ardınca çağırman olmasaydı, toprağın gönlünde hay-huy olur muydu hiç?

Kendiliğinden bir lûtuftur gelir çatar hani,

kimdir çeken onu? A gönül, o kendiliğinden geliş de senin Rabbinin bir lûtfudur.

Zerre, zerreye der ki: Ne vakte dek havada uçup duracağız? Zâti hava da, zerre de senin güzelim havanın elinde.

Hava, günün başlangıcından geceye dek yüzlerce şekle girer; her şekilde senin için çark urur, oynar durur.

Havanın oyununu görmüyorsun ama ağaçların oyunlarına bak; yahut da canın, Tanrı’nın önünde, ardında oynay ışını seyret.

Yeter, sus artık da her biri kendi sözüne dalsın; bütün huy lar senin dileğine âşık olamaz ya.

LXXX

Ey tu amân-ı her belâ mâ heme der amân-ı tu

Cân-ı heme hoşest der sâye-i lûtf-ı cân-ı tu

A her belâya aman olan, hepimiz de amanındayız senin. Herke sin, her şeyin canı canının lûtfuyla hoştur, güzeldir.

Bütün dünyanın padişahı sensin; herkesin özü, temeli sensin... Mademki bizimsin sen; sana mensup olanlardan bir gamımız yok bizim.

A ay yüzlüm, dün gece gam bulutun ciğerime geldi de senin dilinden, damdan, kapıdan yüzlerce olmayacak şey söyledi bana.

Onun sözleri yüzünden gönlüm sıçradı, hayaline doğru gitti. ey şeker huy lu güzelim, senin zamanında, yerindedir değer, lâyıktır bütün bu işler.

Sana kavuşma hevesiyle, senin dünyana ulaşma dileğiyle bu dünyadadır canım; ağzımday sa senin ateşin var, ateşin.

Aşkının yolunda ne bedenden bir iz var bende, ne candan bir iz. Senin izini bulmak için ateş gibi gidiyorum çünkü.

Bu kul, senin cevherini gördü de kapında topalladı, kaldı. a mücevherci, senin dükkânının y anında ay aktan kalmışım işte.

O kemeri çözersen gönül de sevinir, ciğer de. ey güzel elbiselim, belinden çöz o kemeri.

Çöz de bir cana bak, canımı madene döndür; Şemseddin’in Tebriz’inde, bugün ulaşayım senin madenine.

LXXXI

Ey tu hemûş-ı por suhen çîşt heber beyâ begû

Sûre-i hel etâ behon nükte-i lâ fetâ begû

* Ey gönlü sözlerle dolu olan, ey gene de susup duran; ne haber? Gel, söyle... Hel etâ sûresini oku, Lâ fetâ nüktesini söyle.

Can çadırını göğün en yücesine kur; denizin gönlünden dalgalar kopar; varlık tulumunu yırt; şu iki üç sakay ı bırak gitsin.

Varlığından yola düştün, benliğinden geçtin mi iki dünyadan da geçersin. kimden çekiniy orsun? Sözü ağzında çiğneme, söyle.

Özlü lâ’l şaraptan haber var mı, yok mu? Gönlümüze kıvılcımlar saç, başımıza çık da söyle.

Gökyüzü sâkîsi neşeli; yeryüzü meclisinin

dudakları kupkuru... bu ikisinden gündüzle gece doğmuş; sebebi ne? Söyle.

Göğün gönlünden, yeryüzünde bağlar bahçeler, güller, yaseminler var. Fakat güz yeli de pusuda. neden böyle oluyor bu? Söyle.

Nekeslik, cömertlik. hayır, şer birbirinden ayrı değil. Bir değil, iki değil. söyle, iki görünen nedir?

A sarhoş bülbül, karakış yüzünden ne vakte dek feryat edeceksin? Hay bülbül, cefayı anış yeter artık; şükret, vefadan bahset.

Şu iki konaklık yolda hiçbir şükrün yok ki şikâyetsiz olsun; yok ol, yokluğa dal da arılık duruluk aynasını anlat.

Parça buçuğu bırak, tümü söyle. Dikeni bırak, gülden bahset. Onun sıfatlarından geç, zata bak, Tanrı’dan bahset.

LXXXII

Yâ reculen hasîduhû mecnebetun ve mabhale

Leyse yeluzzuke’l hevâ leyse li fîke havsale

A ekini biçilmiş, otu yanmış, kavrulmuş, toprağı ayaklar altında kalmış adam; aşk sana bir tat vermez, zaten ona dayanış da yok sende.

Aşkta güvencim, dayancım, efendim benim yanımda, benimle... hani kadehin dibindeki yudumcağızı istiy orsun da elde edemiyorsun ya; benim ümidim, benim dileğim seninki gibi y itip gitmiyor.49]

A boyuna şikâyet edip duran, şikâyete doymadın gitti; mademki bu dükkân kira ile; ister hasede düş, ister kine; faydası yok.

Hacıların başı olmak için hacca yaya gidiyorsun; peki, ayağın şişti, kabardıy sa ne diye elbiseni yırtıyorsun?

Yarı buçuk bir şiş yüzünden utanmaz mısın ki

her adımda kervana bir gürültüdür salıyorsun?

însan dediğin gemi yavaş yürür, gevşek gider bir lengerdir; çekilmeden, küreksiz bu denizden geçemez.

* Mademki er değildin, ne diye çabaya koyuldun, savaşa girdin; namaza, oruca, gece yolculuğuna, hacca düştün; çileye soyundun?

Dayanmak erlerin harcıdır; karılar da bağırır, ağlar... Padişahın atının boynuna çan takmak ayıptır.

Yürü, hoş bir halde safa gir, gönlü dar bir halde değil ha. ferahlat gönlünü. daralarak gelmekten hafakanlar doğar; emzikli sürahinin ağzından çıkan lıkırtılar duyulur.

Tek Tanrı’nın has kulu, çerçöp makulesi kişilerin iyisinden, kötüsünden ne gam yer ki? Uhud Dağı selle, depremle oynar mı yerinden?

Hayır için, şer için yürek oynatıp durma; gizlilik iline bak; meleklerin oyunlarını seyret, seslerine dal; zâti can da onların arasında.

Altın olmak bir yücelikse altının eziyeti ateş olur, kıvılcım kesilir insana... verdiği korkuyu arslan bil, adamı bağlayışı da bir zincirdir onun.

*     Narı şarap yapmak için sıkarsan nar eksilmez ki. âmülenin dövülmesi, fayda vermesi, ilaç olması içindir.

Beden candan gebe kalmıştır; doğum ağrısı da bedenin çektiği ağrıdır, sızıdır. gene de gebe olan derdin, mihnetin gelip çatmasıysa çocuğun doğmasıdır.

Şarabın acılığına bakma, sarhoşların işretini seyret, zevkine dal. Gebenin çektiği ağrıyı görme, ebenin ümidine bak.

*     Bu mihnet belâdurdur; önce belâdır ama sonradan bir inci kesilir. soruya çekilmenin başında zor vardır; ardından yüzleştirme gelir.

Değirmen gibi dönüp duran dokuz gök, yeryüzü, y eryüzünün çobanla sürüy le dopdolu yaylım yerleri, Tanrı’dan başka kimin mülkü?

Oğul, borç vereceksen o kişiye ver ki öz de ondandır, soluk da, altın da ondan gelir, gümüş

de... farzları, sünnetleri yerine getir de karşılığında defineler al ondan, mücevherler al.

Söz söyleyiş, dudağını açtı, bunu anlatmak istiyor: Altın madeni odur, peşin para o; halkın düşüncesiyse ancak rivayetçi.

LXXXIII

Âmed-o yâr ber kefeş câm-ı meyi vo meş’ele

Goft beyâ herif şov goftem âmedem hele

Sevgili geldi, elinde de meşale gibi bir şarap kadehi var. Gel, bana eş dost ol dedi; hele dur dedim, geldim gitti.

Bir şarap kadehi ki parlaklığı Müşteri’nin bile canını alır; kokusundan göğün yücesinde Sünbüle burcu bile çark urur, oyuna koyulur.

Dağ onun yüzünden hafifleşir; beyin onun yüzünden ağırlaşır. Can, testisini taşıma ödevini üstüne almış; akıl emzikli sürahiyi kırmış gitmiş.

Temiz de değil, pis de değil; iki dünyada da görünmüyor. kilidi açmada, fakat anahtar yok;

binlerce zincir dökülüp saçılmış.

Yorulmuşu dinçleştirir, tazeleştirir; saçma sapan söylenene akıl fikir verir... öylesine bir şarap ki yol olmayan yoldan çatar da binlerce kervanın yolunu vurur.

Kötülere kılavuz olmuş o; yol bilenin yolunu vurmuş o. güzellerin mayası, özü olmuş; her naranın, her gürültünün temeli kesilmiş,

İyiden, kötüden, kim olursa olsun, içen, ebedî sarhoş olur; içmeyense şikâyet etmeden varır, derdin bulunduğu, zahmetin olduğu yere gider.

A anlayışı dar gönül, Tanrı denizine dal, boğul gitsin; var Tanrı şarabını iç, yok ol da Tanrı suyuyla gıdalan.

Kim onun ümidine düşerse ölümün elinden canını kurtarır; o söylediğim şey var ya, onu elde eder. işte sana büyük mü büyük bir mevki.

LXXXIV

Şehne-i ışk mîkeşed ez du cihan musâdere

Dîde vo dil gerov kunem behr-i çonan musâdere

* Aşk şahnesi iki dünyadan da müsâderede bulunmada, zorla aldığını çekip götürmede... fakat bu çeşit müsâdereye gözümü de rehin korum ben, gönlümü de.

Aşk şahnesi müsâdere yüzünden yol vurmada; demek ki âşıklara da canlarını müsâdere ettirmek gerek.

Ciğer defalarca o lâ’l dudaklardan müsâderede bulundu; o müsâdereden bir parçacığı da göze değdi.

Aşk, Ay gibi bir padişah; kesesini açmış, gümüş istiyor, ver o gümüş bedenliye gümüşleri; bu müsâdereden ziyan görmezsin.

Müsâdere âşıkların bedenlerinden rehin olarak ne aldıysa, gönül mahallesine nurlar saçarak gene geri getirir.

İlkbahar mevsimine bak. güz, zulümle

bağdan bahçeden ne müsâderede bulunduysa hepsini de geri verir bağa bahçeye.

Zaman Ay’dan ne müsâdere etmişse, Güneş’in bağışına bak hele, hepsini tekrar Ay’a verir, bağışlar.

Gece, gözü de müsâdere eder, aklı da, fikri de; fakat seher çağı bağırır: Gelin, ne müsâdere edilmişse geri alın.

Gece, gizlice Güneş’i müsâdere etmişti ama seher ışıkları döküldü, Zenciler, karaltılar kaçıp gitti.

LXXXV

Ey tu berâ-yı âb-rû âb-ı heyât rîhte

Zehr girifte der dehan kand-o nebat rîhte

Yüz suyunu dökmemek için abıhayatı dökmüş gitmişsin; şekeri, balı dökmüşsün de ağzına zehir almışsın.

Böylece sarhoş olmuşsun, yıkılmışsın, yerle göğü ay ırt edemez olmuşsun; çirkefli su için

Fırat suyunu yerlere döküp saçmışsın.

Değmez... eşekler gibi samana, arpaya gitme; yoksullara bir bak, onlara bile sadaka olarak altınlar saçılmış.

Can ol; yön arama. Zât ol, sıfattan söz açma. O hiçbir yanda olmayan padişaha bak; bütün y anları dökmüş, atmış.

Ah, yazıklar olsun; özün deri yoluna at sürmüş; için dışa yönelmiş. Vah, yazıklar olsun, şahın mat olma gamına düşmüş.

Gönül padişahı mat olma gamıyla evden eve gidiyor; piyadelerin kurtuluş için betleri benizleri solmuş.

Can beratı kaçmış ondan; tekrar yüzünü görünce de kesesi yırtılmış, bütün beratlar dökülüp saçılmış.

Sıfatlarımız onun sıfatı yüzünden gülün dikenini tanır oldu; fakat tekrar sıfatlarımız gül gibi zat yoluna döküldü gitti.

Seni götürüp de tuzağa tutsak eden kanat iğreti

kanattır; ölüm gününde görürsün ki dökülmüş gitmiş.

LXXXVI

Dâim pîş-ı hod nehî âyinerâ her âyine

Z’on ki nazîr nîstet coz ki derûn-ı âyine

Boyuna önüne bir ayna komadasın; çünkü benzerin yok, aynadakinden başka bir eşit yok sana.

Yüzünün hayalinden başka nerde erişeceğim sana ben? Gönülde, canda, gözde görecek güç var ama görülecek yer yok ki.

Sen hem yerden münezzehsin, hem her yerdesin... neliksiz-niteliksiz oluşunun delili hem yalnız sende; hem her yerde apaçık görünmede.

Sana karşı, seni bir bilmedeyim, kendime göreyse her şeye benzetmedeyim. senin y anından ulaşma var bana, kavuşma var; benim yönümdense ayrılık var, ayrılık.

LXXXVII

Hel taraban li âşıkın vâfakahu zamânuhû

Allaha fî hevâihî aslaha fîhi şe’nuhû

Âşıka, onu muradına eriştirecek, halini düzene sokacak bir çalgı çağanak yok mu?

Gündüzün çektiği zahmetlerle ayrılığı, onu korkutup dururken geceleyin ansızın ay yüzünden amana ulaştı âşık.

Dolunaya benzer yüzüne and olsun ki dedi, aşkın içimi yaktı, kavurdu; sevgilisi de âşıka, zararı yok dedi, bedelin benim.

O âşıkı öldürmüyor; fakat doğuşuyla, parlayışıyla öldürüyor bizi... ölümümüz geldi çattı ama anlatmay a imkân yok.

İsteklerin en büyüğü ona kavuşmamız. güzelliklerin en güzeli, temizliklerin en temizi onunla beraber oluşumuz.

İster yüzünü Ay’a benzetsin, ister boyunu selviye. ona bir eş, bir benzer ispatına

kalkışan, mutlaka kâfir oldu gitti.

Yüzünün hayali canlarımızdan yüce... onu görebilmek, gözlerimizin harcı değil.

Yüzünün ateşini övmek isteyen niceleri var ki kıvılcımlarından dilleri yandı gitti.

Kıvılcımları yaktı onları ama sonra onun gündüzü geldi; sözler söyleyerek parlattı, ışıklattı onu, terceman oldu ona.50]

LXXXVIII

Yâ re şâe fedeytuhu min zemenin raaytuhu

Leste yakuulu ennenî arhamu men sabaytuhu

A ilk gördüğüm andan beri fedası olduğum maral, ben tutsak ettiğime pek ac ırım demeyecek misin?

Seni seveni reddettin mi yakıyorsun onu; fakat çağırdın mı, bu lûtuf yetiyor da artıyor bile. Kerem buyurdun da yanıma geldin mi, varlığımı bırakmıyorsun da gizleniy orsun benden,

göremiyorum seni.

Ah, onun güzelliği her yanda beni görmüyor mu ki? Ah, gönlüm onun evi, onun yeri yurdu değil mi ki?

Ayrılık, yüzüme safran tohumları ekti; o kadar suladın ki onu, gözlere gammazladın gitti.

Okunu atar atmaz, yüreğime sapladın; okun kanımla bana yeter olduğunu yazıyor şimdi.51]

— Y —

LXXXIX

Sirke-i heft sâlerâ ez leb-i o helâvetî

Har bonân-ı hoşkrâ ez gol-i o terâvetî

Yedi yıllık sirkeye tatlılık verir dudağı; kuru dikenler bile gülünden güzelleşir onun.

Donmuş, buz kesmiş canla gönüle, bakışından bir açılıp saçılmadır gelir. Ölmüş kara taşa bile geçişinden bir kutluluk ulaşır.

Cehennemlik, onun geçişinden soğur; diri onun bakışıyla erenlere katılır.

Güzelim, ölmüş birine ait bir hikâye söylese ölü dirilir, mezarından sıçrar da dinlemeye koyulur.

Öylesine güzeldir ki boyunun bo sunun güzelliğinden her yanda bir kıyamet kopmada.

Ah, ayrılığıyla her atılan adım bir ateş... Ah, onun aşkıyla boyuna kınamalara uğray ıp duruyorum.

XC

Hâce eger tu hemçu mâ bîhod-o şûh-o mestiyî Tovk-ı kamer şekesteyi fovk-ı felek neşesteyî

Hoca, sen de bizim gibi kendinden geçmişsen, şuhsan, sarhoşsan, Ay’ın halkasını kırmışsındır, göğün yücesine çıkmış, oturmuşsundur.

Yokluğa tapıyorsan nerden şunun bunun lâfını duyacaksın; nerden şunun bunun gamını çekeceksin; yahut da nerden altın, gümüş devşireceksin?

Gece yarısı sıçrarsın, görünmez ilin lâkabı güzel padişahıyla bağdaşırsın; neşe, çalgı çağanak şarabının kadehini gamın başına vurur, kırarsın.

A yaşayışa yardım olan güzel, zekât olarak gönlünü kapanın saçlarını tutmu ş da benim gönlüme bağlamışsın sen.

Âşık, sarhoş nerde, utanma, arlanma nerde? Elest’e rehin olsaydın hiçbir şeye aldırmazdın, her şeye boş verirdin.

Şaraptan sersem olsaydın, nerden ad san peşine düşerdin? Sen de benim gibi bir timsah olsaydın hiç ağın içinde olur muydun?

Gene bizim sarhoşumuz geldi, gene elimize kadehi sundu... senin eline de sunsaydı neşelenirdin, elin genişlerdi.

Kadehini görseydin nasıl vazgeçerdin o kadehten? Onun kadeh sunan eli yüzünden elden, avuçtan çıkar giderdin.

Onun Yusuf’a benzer yüzü, aklı bile yerinden yurdundan eder; bir görseydin yüzünü, baht y ardım ederdi de ne elin kalırdı senin, ne kolun.

Tam zamanında kalktıysan neden böyle gevşek adım atmadasın? Ok gibi doğruysan neden eğri uçmadasın?

Sus. susanlardan haberin olsaydı senin, söz söyleme zamanında yok olurdun da sustuğun zaman varlığa ererdin.

Hest be hetta-i adem şûr-o gubâr-o gaaretî

Âteş-i ışk derzede tâ neboved imâretî

Yokluk ülkesinde toz dumana katılmış; bir yağmadır var... hiçbir yapı kalmasın diye aşk ateşi her yanı kaplamış.

Çünkü yapılı bir yapı varsa varlığa gölge olur. oysaki onun güneşi yüzünden gölge nerden bir kıvılcım görecek?

Gölgelik ehli rûh, donmuş, buz kesmiş, bezmiş, neşesiz bir halde oturmuş, sana yüz tutmuş, bir muştuluk beklemede.

* Güneşe dalmış can, ne suç işlerse işlesin; suçundan her yana bir kefarettir şimşek gibi çakmada.

Güne şin ışığı dağlara da renk vermiş, yeryüzüne de. her şeyin rengi ondan. Fakat hava o kadar lâtif, o kadar temiz ki hiçbir renk yok onda.

Can zerreler gibi güneş ışığında oynayıp duruyor; lâ’l gibi ışığı nasıl benimsiyor, bir bak

da hünerini seyret.

Can taş veriyor da lâ’l alıyor... oynamada, hem de terennümlerle neşelenmede. Ne de hoş bir alışveriş bu.

Gökyüzü değirmisi geliyor, yüzü canların kulağında. ezel sırrını sözsüz, harfsiz söyleyip duruyor.

Her solukta cana bir ışıktır salar. Fakat nerde o gönül, nerde o güç kuvvet ki ondan bir işaret versin hiç olmazsa.

A Tanrı mahremi Şemseddin, Tebriz’e padişah sensin, aşkının şehidini, a ezel şahı, bir kerecik ziy aret et.

XCII

Kabe tevaf mîkuned ber ser-i kûy-ı yek butî

în çi butest ey Hodâ in çi belâ vo âfetî

* Kâbe bir putun çevresinde dönmede, onu tavaf etmede. ey Tanrım, bu ne biçim put, bu ne belâ güzel, bu ne âfet?

Dolunay ona karşı kırık dökük bir değirmiden başka bir şey değil... şekerkamışları, şekerine zahmet veren birer sinek sanki.

Din yolunun bütün padişahları, emniyete ulaşmış bütün melekler, güzel, Allah için bir merhamet et diye kapısında secdeye kapanmışlar.

Binlerce denizci, binlerce köpükle oynayan, o yücelik, o üstünlük yönünden aşk incisine sedef kesilmiş. bu ne yüce himmet.

Cenneti de kendisi, hurisi de. neşesi de kendisi, düğünü derneği de. Kendi ışığının parıltısına dalmış; ah, bu ne ulular ulusu bir âyet.

Şu sözü duy da cevabını hazırla bakalım. zerre Güneş’e eş olmuş, Güneş’le beraber; Güneş’in aynı.

A mahremi Tebriz olan, a binlerce lûtuflara Güneş kesilen Şems; söz sana karşı uçsuz bucaksız bir denize daldırılan testidir âdeta.

Hin ki herûs bang zed vekt-i sebûh yâftî

Şerh nemîkunem ki bes âkılrâ işâretî

Kendine gel, horoz öttü işte, seher çağı şarabını içecek çağa eriştin. Uzun anlatmıyorum; akıllı kişiye bir işaret yeter.

Zâti sen de anlarsın ya; akıllısın çünkü, gönlün de temiz; şarap getir de gönlümü al gitsin; var bir alışverişte bulun.

Neyi al, üfür; seher çağı feryat edip duruyor zâti; çeng de senin ay rılık pençenden hüzünlü hüzünlü şikây etler ediyor.

Cennetin ne sütüne son vardır, ne şarabına; onun için bu amansız yolda tat da bedava, süt de.

Altın rengindeki şaraptan bir kadeh sun da bizi bizden geçir... benim mezhebimde kendinde o lu ştan daha beter bir cinayet yoktur.

Cana canlar katan sevinç şarabını gökten sun da yelesi, kuyruğu kızıl-sarı ata benzeyen şarap derdi, gamı cezalandırsın, yok etsin gitsin.

Akıl senin mezenle bağlardan kurtulur, gizli ilim bilgisini bulur; biliş, görüş, anlayış ıssı olur.

Senin kadehin gönüle benzer; başta, göğüste parıl parıl parlar; senin sarhoşunda tecrübe mi azalır, başarı mı?

İçecek bir kadeh bulan el hırstan da kesilir, kazanç ümidinden de... O neşeyi bulan baş, bir işe baş olmayı nerden isteyecek?

Ağın, balığımı bir zaman çileye soktu; tuzağın akbabama gamla riy azat çektirdi.

Katre senin lûtfunla ne şaşılacak bir hale döndü; gönlü temiz, arı duru, her yana y ay ılır, her şeyi kap lar bir hal aldı.

Huyu hırstan ibaret nekes, mala mülke, dedikoduya âşık nefis, rahmet definenle iki dünyaya da aldırış etmez oldu.

A padişahım, seni ziyarete gelmeyiş eşekliktendir, eşeksizlikten değil; çünkü haccın boyuna bedavadır, hem de orada aşılacak yol bile yok.

Kendine gel a gönül, zahmet çekmeye gücüm kuvvetim yok deme; kendi saçma sapanlığından geç; güce kuvvete lüzum yok.

Herkesin zahmetini bol bol çekiyorsun da defineye, hazineye gelince gücüm kuvvetim yok diyorsun, bu nedir? Nekeslik, aşağılık ancak.

Gönlünde gizlediğin şey, şüphe yok ki ancak sevgi; fakat gönlünde gizli olan da kuruntularını kınamada senin.

îçinde ne varsa sözünde, feryadında gizlidir; sözünle, feryadınla meydana çıkar, derilip toplanır da kıy ameti şimdiden görür gidersin.

Bir soluk bize bak; çünkü o yüce bakış, ölüleri diriltmeyi âdet edinmiştir.

Suçluların iyi, kötü işleri yüzünden vefan körleşmedi gitti; çünkü lûtufta, keremde ayak dirersin, maharetin vardır.

Müridin canı da, gönlü de senin tertemiz denizinden başka bir şeyle temizlenemez.

Suçtan çekinenler sabah akşam çölde yol

alırlar; halbuki Kâbe seni ziyaret etmek için sana doğru yürür, koşar.

Can secdelere kapanır, varlığına şükürler eder; sana kullukla baş olmuştur, yücelik bulmuştur o.

Güneş gibi gülüşündeki lûtfa, kereme, zerre zerre her şey bir başka çeşit tanıklıkta bulunur.

Her şey, herkes seni arıyor, senin mahallende itikâfa girmiş, senin kerem Kâbe’ne yüz tutup ibadete koyulmuş.

Beş duygu, camiindeki ışık, camiindeki yaşayış mushaflarını okumuş; o mushaflardan usta beşer âyet belletmiş onlara.

* Gâh çeng gibi kapının önünde sana rükû etmede, gâh ney gibi soluğunu umarak kamet getirmede.

Yeter a akıl, bırak artık şu hüzünlü feryadı, şu acıklı hikâyeyi... Er olan her gönül, susarsan gerçek kokusunu alır.52]

Nîst be coz devâm-ı can z’ehl-i duan rivâyetî

Râhethâ-yı ışkrâ nîst çü ışk gaayetî

Gönül ehlinden, canın ölümsüzlüğünden başka bir rivayet gelmemiştir; aşkın huzuruna da aşk gibi son yoktur.

Herkesten şükür duymadayım; bu sürü hoş oldukça böyle bu; kendine gel de şikây et edenin dırıltısına kulak asma sen.

Aşk bir aydır ki her yanı yüz; Ay bile haset eder ona... muştuluk olsun sesinden başka bir huyu yoktur onun.

Her seher çağı başka bir tatlılık; her yanı bir başka türlü terütaze; her adımda bir şaşılacak şey, her solukta bir başka lûtuf, bir başka kerem.

Canın güzelliği haddi aştı mı, o yardım üstüne y ardım eder cana; fakat kötü gözü de korumaz mı korumaz.

Gökyüzünün beli, onu arayıp taramadan âşıklar gibi iki büklüm olmuş; çünkü güzelliği eşsiz, örneksiz bir güzellik.

Her seher çağı güneş, mızrağını diker; sabah, bayrağını yüceltir ya; sen onu aşkın yüzünün ışığı bil.

Aşk kılavuzluk etti mi can rahata kavuşur; başını gökyüzünden çıkarır da ne güzel il der.

Tanrı aşka, senin güzelliğin olmasaydı varlık aynasını korur muydum ben demiştir.

Meyve sonradan çıkar, ağaç önceden vardır ama meyve mertebe bakımından ağaçtan öncedir.

Niceye bir anlatıp duracaksın; canın için olsun, daha fazla söyleme... Gönül senin dilinden dertlere düşüyor, tasalara batıyor.

Yalnızlığa dalan erler kaçmışlar; susuz mezelerini döküp saçmışlar. Çünkü susmak, sarhoşa adamakıllı bir güçtür, bir dayançtır.

Bülbüllerin şakıması âşıklara ilaçtır ama sus da aşk sana bundan daha başka bir güç kuvvet versin.

XCV

Eyne tarîku dârihim yâ senedî ve seyyidî

İhdi ilâ visâlihim zubtu mine’t-tebâudî

Evlerinin yolu nerde ey benim dayancım, ey benim efendim? Onlara kavuşma, onlarla buluşma yolunu göster bana; uzak kala kala yandım, eridim.

A güzelim, gece yarısı inadına peçeni örttün, yüzünü gizledin de geldin; bütün o güzelliğe, bütün o iyiliğe kötülük hiç yaraşmıyor.

A benim yiğidim, size canımı feda ettim; bir ümide düştüm de geldim; hasetçinin sözü bütün ip uçlarımı kesti gitti.

Padişahların da canısın, perde açan kapıcıların da; aray anların gözüsün, mumusun sen; sensiz candan da oldum, yerden de... kucağımdan nerelere gittin sen?

Dostum, sevincim, bahtım, devletim, her kutluluğumun ıssı. fakat bütün cefalarınla bundan da daha güzeldin sen.

A kutluların padişahı, a yurtların yüceliği; her

zalimin zulmünü benden giderirsin diye sana geldim ben.

Acıyışınız her şeyi kavramış, kaplamıştır; esirgeyişiniz her yana yayılmış, döşenmiştir, efendilerimiz bizim, her tapı kılanın tövbesini kabul edin.

Önceden gelenlerin şarabından başka bir şarapla sarhoş olmam ben; bir kadehçik sun; Tanrı lûtfunun küpünden ne eksilir ki?

Yüzünüz bize Ay’ın on dördüdür, neşemizdir, ışığımızdır; hayalinizin gölgesi her yüce kişinin devletidir.

Ey hasta, yorgun gönül, sakın sakın kaçma sarhoşlardan; âşıklardan kaçmazsın sen, kaçarsan çıfıtsın, dininden dönmüşsün.

Kıblemiz hayalleri; tadımız tuzumuz, nazlanışları, cilve edişleri... ey benim dayancım, güvencim, güzellikleri de her zahidin fitnesi.

Yas tutan kadınlar gibi başını, yüzünü dövmeden önce onlarla buluşmanın değerini bilmeye bak.

Yeniaya benzeyen buluşmanızın nuru, pek sağlam tan yerinden göründü de düzenler kurdu, aldattı beni, heyecanlara düşürdü, sonra da çekti kendine.

A arayıp taramadan sarhoş olmuş gönül, aşkın yüzünden, şeklinden bahset; iki dünyadan da çık gitsin; ne yaparsan yapabilirsin, arkan sağlam.53]

XCVI

Ey ki garîb âteşî der dil-o cân-ı mâ zedî

Âteş-i dil mukıym şod tu be sefer çerâ şodî

A güzelim, gönlüme, canıma görülmemiş bir ateştir saldın... gönül ateşi yerleşti kaldı; sen ne diye yolculuğa düştün?

Ateşin y erleşti, gönlümle eş dost oldu; ateşine söyle, ab ıhay at gibi sâfalar geldin diyor de.

Hayalinin lezzeti gönlümü yaktı, doğradı. güzelim, sanki gamın şeker de gönlüm bir kâğıt.

Mum dayandı da her yanı ışık kesildi. Işık her şeyden iyidir, hele ölümsüz, sonsuz ışık olursa.

Işık bir soluk baş kaldırdı mı, canı isteyen tek başına kalakalır. Tanrı’nın lûtfu olmadıkça benim ay yüzlüm de görünmez olur gider.

Fakat gene bir ihsana uğrar, Tanrı yardımından gene bir lûtuf belirir de sonsuz birlik imam olur, uyulur kendisine.

Kahır kaplanını bağlar, sevgi kapısını açar, şehrin üstüne bir kubbe kurar da şehir kötülükten kurtulur.

XCVII

Adhakenî bi nazratin kultu lehû fehâkezî

Şarrafanî bi hadratin kultu lehû fehâkezî

Bir baktı, güldürdü beni; işte böyle olmalı dedim ona... Huzuruna aldı, yüceltti beni; böyle olmalı işte dedim ona.

Aşkının beyi geldi, askerleri tacizlik verdi bana. y ardım etti, kurtardı beni; böyle olmalı

işte dedim ona.

Güzelliğini yükledi bana; hilâli aydınlattı beni; bir sarhoşluk verdi, yardım etti, güçlendirdi beni; böyle olmalı işte dedim ona.

Yanımızda yer yurt edindi; ateşimiz onunla yatıştı... bir işret düzdü, koştu ki şaşırttı bizi; böyle olmalı işte dedim ona.

Yüzü karanlıkları ışıttı; lûtfu ümidimizi gerçekleştirdi; geldi de hal hatır sorarak yüceltti beni; böyle olmalı işte dedim ona.

Gönlüm kâsesine nail oldu; fakat pek büyük, pek zor buldu onu; bir şarap sundu da muradına erdirdi onu; işte böyle olmalı dedim ona.

Şemseddin, Tebriz’den iniltimi duyar da yola düşer, gelir... beni yüceltir gene; işte böyle olmalı derim ona.54]

XCVIII

Ey dil-i bî karâr-ı men râst begû çi gorherî

Âteşiyî tu âbiyî âdemiyî tu yâ perî

A benim kararsız gönlüm, doğru söyle, nesin sen? Ateş misin, yel mi; insan mısın, peri mi?

Ne yandan gelmişsin, nerelerde yayılmış, neler yemişsin... yoklukta ne görmüşsün ki yokluğa gidiyorsun gene?

Kökümden ne diye sökersin beni; ne diye yok etmek istersin beni. Ne diye akıl yolunu vurursun; ne diye perdeni yırtarsın, ne diye?

Senden başka her hayvan, her canlı, yokluktan sakınır; sense tutmuşsun, varını yoğunu yokluğa çekiyorsun.

Ateş gibi gidiyorsun; sarhoş, yerlere yıkılmış bir halde gidiyorsun; kulağına nerden öğüt girecek, nerden halkın sözlerine kanacaksın sen?

Şu dünya dağının üstünden akan bir selsin sen; mekânsızlık denizine doğru, benim soluğumdan da tez akıp gidiyorsun.

Hangi yelle esmedesin? Bahçe de şaşırıp kalmış, bahar da. Ne gülsün, ne nerkissin?

Süsen de sarhoş olmuş senin yüzünden, selvi de.

Çemberine bir eş olmayan tefin sesi, kâfirin saçma sapan sözleri gibi kulağımıza girmez bizim.

Aşkının Mûsa’sı yaklaşma deyip durmada; herkesten nasıl kaçmayayım, Sâmirî gibi nasıl ürkmeyeyim?

İnsanların içindeyim, aralarındayım onların ama toprağın içindeki Ca’ferî altın gibi kaçmışım onlardan.

Altın, iki bin kere ben altınım diye bağırsa, defineden dışarı çıkarmadıkça kimsecikler müşteri olamaz ona.

XCIX

Her terebî ki der cihan geşt nedîm-i kihterî

Mî beremed ezo dilem çün dil-i tu zi mahzerî

Dünyada aşağılık bir kişiye eş dost olan her çeşit neşeden gönlüm kaç ar, hani senin gönlünün helâdan kaçtığı gibi.

Bir aptala nasip olan her hüner, her marifet, himmetimin önünde neşelenmeye, övünmeye bile değmez.

Özenilip avlanacak bir şeker bile olsa baharıma nasıl ulaşabilir ki? Şeker dudaklı bir dilber yemez o şekeri, sınanmalarla pişmiş, gelişmiş er özenmez bile ona.

îster Ay olsun, ister gök, isterse alımlı bir güzel... hepsi de birdir; bir nuru, feri yoktur onun ki.

Herkese verilen elbise özel bir elbise olamaz; arslan bir yiğit, köpek kâfirlerin artığını yemez.

îsterse yoklukta olsun, özel bir meclis gerek bana. Kevser bile olsa herkesin içtiğini az içerim ben.

Mesîhlikten lâf açmadasın. Peki, ne diye eşeklerin sidiğini kokluyorsun? Kâfirin canı gibi ne diye pisliğe alışıyorsun?

Altınla elde edilen malın mülkün temeli eşek sidiği olmasaydı, eşeklerin canları onun kokusunu alıp bulunduğu yere gitmezler, orda

yayılmazlardı.

însan kuyumcuysa kendi değerini kendi biçer; Kubad’la Sencer şahne dikilirlerse sevinmezler ki.

İncinin, mücevherin üstüne altın yığ, altının altında kalsın; üste çıkmasa da altın gene ondan değersizdir.

Fakat sıçrar, altının üstüne çıkarsa daha da değer kazanır; sen onu altından da üstün bil; pek değerlidir o inci.

Biz inciyiz, bu dünya sınanma yüzünden altın. aşağılık bir inci değilsen sıçra da çık üstüne altının.

Boğazın dileği tatsız tuzsuzdur; cinsî isteğin zevkiyse pek tez geçip gider... ikisi de köpekle, domuzla bir; eşekle öküzün isteğinin aynı.

Ululuğa da değmez, ululuk havasına da uymaz. Ne bir padişahın, bir Sencer’in himmetine lâyıktır bu; ne bir peygambere kıble olabilir.

Aşktır, yalvarıştır, kulluktur akıllılığın alâmetleri... dostu görmek istiyorsan gözündesin onun, onu görecek yerdesin demektir.

Abıhayatı aramak, elbiseyi suda yumak, gönül kapısına oturup beklemek gerek ki sana açılsın o kapı.

Neşede, sevişmede, görüşte, oynaşmada her üstün kişinin gönlüne girmek, yedmek, yedilmek farzdır.

Başına buyruk gidiş, gidiş değildir; bir gökyüzüne bak; yıldızların hepsi de aramada, yelip yortmada; fakat hepsi de buyruğa râm olmuş.

Gündüzün gizlenmelerine bak, geceleyin görünüşlerini seyret; ulular ulusunun sarayının çevresinde heyecanla dönüşlerinden ibret al.

Tanrı için dolunuyorlar, Tanrı için doğuyorlar; Tanrı’yı istiyorlar, Tanrı’ya âşıklar. ayaksız, kanatsız yelip yortuyorlar; birbirleriyle y arışıy orlar.

Güneş’in ateş gibi gidişine bak; Ay’ın geceleri

yürüyüşünü gör... seher çağının gürültüsünü seyret; tıpkı mahşer günü hani.

Temiz kişinin canı melek; kötü kişinin canı şeytan. Kerem sahibinin varlığı bir gemi; kötü kişinin varlığıysa demir atmış, kalakalmış.

Merhamete bak, sanki süt ırmağı, şehvetse bal ırmağı. ömrü akıp giden bir su ırmağı bil; özleyişse kıpkızıl şarap ırmağı.

Dört ırmak da sende gizli; hiç görmüyorsun fakat, nerde bile demiyorsun; O’nun sıfatları, O’nun zatı gibi hem gizli, hem apaçık ortada.

Özleyişin coşup köpürmesi nerden; zevkin meydana gelişi nerden? Ömrün lezzeti pusuda, acıyışsa bir örtü altında.

Halk ona av kesilmiş; onun işi gücüyse bir delik açmak, onları kurtarmak. Onun dileğine karşı her varlık bir başka çeşit bezentiye düşmüş.

Gece bir Hintli’ye benziyor, gündüzse büyücüye. adalet bir me şale sanki, zulümse bir kör, y ahut da sağır.

Akıl, bir savaşçıya eş dost olmuş; nefis sanki bir Zenci... aşk sarhoş olmuş, esrara düşmüş; dayanmakla utanmaksa sanki adalet sahibi bir er.

Padişah, herkesin kulağına gizlice bir nüktedir söylemiş. herkesin canına bir başka haberdir duyurmuş.

Kullar arasında savaş var, diriler arasında kin gütmek. bütün bunları o yapmada; işte sana güzel mi güzel, nazik mi nazik bir dost.

Güle tatlı, güzel bir söz söylemiş, güldürmüş onu. buluta bir nükte söylemiş, iki gözünü de y aşlara boğmuş.

Gül der ki: Meclis kurmak hoş; bulut der ki: Ağlayış daha iyi. Hiçbiri öbürünün öğüdünü tutmaz, sözüne kanmaz.

Dala oyna demiş; yaprağa el çırp. Göğe çark ur demiş; y eryüzünün çevresinde dönedur.

Akla uç git demiş; aşka şaşır da kal. Sabra da bir güzelin gamıyla kan ağla demiş.

Yüze, bir güzelce gül demiş; saça, yüze perde çek... Yele de o nerkisin yüzünden kap perdeyi demiş.

Dalgaya coş demiş, arı duru sudan uzaklaştır köpüğü. Gönüle de hadi demiş, her güzelin yüzüne bak gitsin.

Her yanda bir alâmet; her solukta bir kıyamet. Hem de söze dalarsam kınamayasın beni diye.

Tanrı alnıma bunu yazmış; gönlüme ne ekmiş acaba? Sabrımı öldürdü Tanrı; ne sabır kaldı artık, ne sabreden.

Gönlümde olan tümden suyla yağ. Ah, sözün de sırası mı? Yanıy orum, ah aşkın elinden, ah.

Sırrının sabahı ağardı; lûtuf yelinin kokusu geldi; bol bol ihsan çağı geldi çattı; görene apaçık göründü.55]

Gökten y ağdırdı o lûtfu; aşktan y arattı onu; küpten doldurdu onu; anlay ana anlattı onu.

Kendisine kavuşturmak için bezedi onu; aslına

kavuşturdu onu; ışığıyla ışıttı onu, uykudan uyandırdı onu.

Onlarca bir eşi, örneği yok onun; hepsi de kul köle ona... üstündür, uludur, ganîdir... satın alınmaz, kimse râm edemez onu.

Ululadı bizi, ihsanda bulundu bize; arıttı bizi, sevindirdi. ne gelecekse söyledi bize, ne geçtiyse haber verdi.

Gölge saldığı yer arındı; orda yatıp kalkana, orayı yurt edinene ne lûtuflar etti; onun gibisi ne şehirlerde var, ne köylerde.

Şemseddin, bir seher çağı Tebriz’den doğdu. ışığının parıltıları gönlüme vurdu; gönlüm o ışıklara bir yurt kesildi.

C

Ger zi tu bûseî hered sed meh-o mihr-o müşteri

Tâ neferoşi ey senem k’ez meh-o mihr hoşterî

A güzel, yüzlerce Ay, yüzlerce Güneş, yüzlerce Müşteri yıldızı, senden bir öpücük

almak isterse verme... Ay’dan da daha güzelsin sen, Güneş’ten de.

A güzel, iki bin can, iki bin gönül gelse de kapında yurt tutsa açma kapıyı; gönülden de üstünsün sen, candan da.

Ayna da kim oluyor ki gönlünde yer verecekmiş sana; a güzel, canın için olsun, aynaya bile bakma.

Gökyüzüne bile el atma da o senin atının önünde eyer örtüsünü başına vursun; kulluk etsin sana.

Bir taş parçası bile devlete erdi, bir çare buldu ama gene de kendine bakmada, mücevherliği kendinde görmede.

Sense ey doğana benzeyen gönlüm, onun eline doğru uç; hem de onun aşk kanadıyla. Niceye bir kendi kanadınla uçacaksın?

Padişah Şemseddin’in ardından ta Tebriz’e dek koşadur; aşk ordusu onunla beraber; sen de yürü git, sen de o ordudansın.

CI

Pîş ez on ki ez edem kerd vucûdhâ serî

Bî zi vucûd ve’z edem bâz şodem yekî derî

Yokluktan gelip varlık çevresinde dönüp dolaşmadan önce, daha ben yokken, yokluktan bir kapı açıldı bana.

Ne ay vardı, ne yıl... Can, yıllarca zevâlsiz canın çevresinde döndü dolaştı; bir tertemiz yürüyenin, bir Kalender’in çevresinde yıllarca kanat çırptı.

Mekânsızlık aşkının ateşi, bedeni de tertemiz y aktı, bitirdi, canı da. Yalnız o ateşin ortasında y okluk gevheri kaldı; tıpkı bir semender gibi hani.

Kendinden çıkan, varlığından geçen, kendini yer de geliştikçe gelişir. Kan kesilen gümüş bedenli güzel, kendi kucağından kendi meyvesini yer.

O kâfirlik, dindarlık yanından geç de gel, gir gönül fırınına; seyret de gör; âşıkların canları

altın kesilmiş; aşk da kuyumcu dükkânı.

Her şey feda olsun yoksulluğa; yoksulluk abadan, hırkadan münezzehtir... Arş’tan yere dek ne varsa hepsi de yoksulluk yüzünden nura dönmüştür, nur olmuştur.

Elest meyhanesine bak, Şemseddin’in kadehiyle sarhoş olmuş; yüzlerce Tebriz’i su derdinden de kurtarmış, ateş derdinden de.

CII

Sâkı-i can-fezâ-yı men behr-i Hodâ zi Kevserî

Der ser-i mest-i men foken câm-ı şerâb-ı ehmerî

Cana canlar katan sâkîm, Allah için olsun, bir Kevser sun; şu sarho ş başıma kızıl şarap kadehini dök gitsin.

Lûtuf denizi sensin, elinle gıdalandır beni. a ay yüzlüm, îrem bağı sensin, kucağıma bir meyve düşür.

* A göklerden yeryüzüne inmiş melek; a

“îçin” sözüyle özümüze haberci olan güzel.

Şarap, şu başımda yelip yortmaya başladı mı, attığım demir sökülür gider; altın gibi sararmış yüzüm, bir ateş parçası gibi kıpkızıl olur.

Bir puthane kesilmiş gönlümde, her solukta bir put vardır ama senin yüzüne benzer güzel resim y oktur da.

Meclise gir, şarap sun, ilkbaharın töresini kur, a yüzü gül bahçesine benzeyen, a boyu fıstık ağacını, selviyi andıran dilber.

Bir yudumcuk içerlerse kerem denizinden ne eksilir ki? Bir kâfire de birazcık nasip olsa Tanrı’nın lûtfundan ne azalır ki?

Şu kararsız gönlüme bir kadehle karar ver; şu varlık sedefine bir inci temizliği bağışla.

Ya düşünceden kurtar beni, ya yaratılışıma ulaştır beni... yahut da bir merdiven yap, kur; gökyüzünden bir kapı aç bana.

CIII

Yâver-i men tuyî bekun behr-i Hodâ tu yâriyî

Nîst turâ zeîfter ez dil-i men şîkâriyî

Yaverim, yârim sensin, Allah için bir yardım et bana; benim gönlümden daha arık bir av yoktur sana.

Ney gece gündüz benim için feryat eder; çeng dertlere düşerek, yanarak benim için ağlar, inler.

Bana lütfedip de bağrına bassaydın, sıksaydın beni, hiç gamın, elemin eli beni sıkabilir miydi?

Merhamet bulutundan başıma yağmur yağdırsaydın, bulut kesilmiş gözlerim akıp duran gözyaşlarını y ağdırmazdı elbet.

Saçlarının ucunu ellerime verseydin elimi uzatırdım da feleğin kulağını tutardım.

Bir gece lütfeder de bir hoşça başımı kaşırsan Ay’ın başındaki külâhı kapar giderim.

Geçmişteki haklara, âşıkının yalvarışlarına, ilkbahar kesilip de yeşerttiğin, oturduğun can ekinlerime, çayırıma, çimenime and olsun.

Senin yanından esip gelen yelin kokusuna, bana gün kesilen yüzünün ışıklarına and olsun.

Lûtuf güllerini başıma saçtığın andan beri çalışıp çabalama ayaklarıma hiçbir diken dikenlik edip de batmadı.

Parça buçuk da senin yüzünden kutludur, neşelidir; gül fidanı da senin yüzünden utanır, kendinden geçer.

A dudağım, sus... aslına kulak ver de o kendi sözleriyle görülmemiş bir gam arkadaşı olsun sana.

CIV

Cem’mekun tu berfrâ ber hod tâ ki nefserî

Berf-tu bufserânedet ger tu tenûr-ı azerî

Yanına, çevrene kar yığma da üşüyüp donmayasın. ateş gibi kızgın olsan bile, kar gene de üşütür, dondurur seni.

Kendiliğinden coşup kaynamayan, senin coşkunluğunu da yok eder gider. Ateş

kesilmemiş kişiden kardeşlik umma.

İriliği bir deredir, akar gider; kılına kılçığına aldanma onun. Başına, bıyığına bakma; canı arıktır onun.

Bu ses hoştur ama sen sıçra, ateş gibi gel tapıya. Başını şöyle böyle sallama, sölpük, başıboş şeyleri dinleme.

CV

Bâz çi şod turâ dilâ bâz çi mekr enderî

Yek nefesî çü bâzi-vo yek nefesî kebûterî

A gönül, gene ne oldu sana, gene ne düzenler kuruyorsun? Bir solukta doğan kesiliyorsun, bir soluktaysa güvercinleşiyorsun.

Dün âşıkların duaları gibi yücelere ağıyordun; derken gene y ıldızların nurları gibi aşağılara iniyorsun.

Hilen, düzenin, canına and olsun ki öldürdü beni; selin beni almış götürmede, nereye dek sürüp götüreceksin beni?

Sevgi, acıyış sözünü duymayasın, dosttan yana bakmayasın diye merhamet ilinden göçmüş, heybet, korku diyarına gitmişsin.

Hafiflik etmeye kalkışırsa gönlüm, güler de haydi dersin, uç bakalım... kendime dalarsam kınar da demir atmış, kalakalmışsın dersin.

Gülersem pişmiş kelle gibi sırıt dersin. ağlarsam testi gibi ağla, su sızdır dersin.

Türk’sün sen. Hintlilerde Türk yüzünü pek arama. çünkü Tanrı, Hintli’ye Türk yüzü vermemiştir.]56]

Gülüş Ay’a nasip olmuş, ağlayış buluta verilmiş. baht da toprağa Ca’ferî altın parıltısını vermiş.

Güzelliği dilberlerde ara, derdi âşıklardan iste. yüzün kıpkızıl bile olsa sapsarı yüzü bende ara sen.

Ben aşağılık bir kulum; toprak olayım, sitemler çekeyim. sense bir padişahsın, baş çekmek de y araşır sana, cevretmek de yaraşır.

Sarhoş et, hoş bir hale getir beni de sonra oynamamı, hoş bir hale gelmemi iste, mademki ekşi yemiyorsun, ağzıma şeker ver.

Senin tencerenim, güzel bir yemek pişirirsen benimle, güzel bir aş veririm sana; fakat ekşi bir aş pişirirsen de ekşi aş veririm sana.

Şeytana bile bir hoşça baksan şeytan melek kesilir; a güzelim, bir perisin sen ki peri bile yüzünden bir koku alamaz senin.

Büyü neden haram oldu? Çünkü senin güzelliğinin devrinde her çerçöpün, her aşağılık kişinin büyüden lâf açması yazıktır, boştur da ondan.

* A gönül, azarlayışı, sarılışı, seni gamlara boğuşu, sevgisine işarettir; azarı b ıraktı mı bil ki senden uzaklaştı o.

A Şemseddin’in Tebriz’i, padişahlar padişahı güneş, doğundur senin; o başın nurunun ışığısın sen, bu y anday sa iğretisin.

CVI

Âh hoceste sâatî ki senemâ be men resî

Pâk-o lâtîf hemçü can sobh-demî beten resî

Ah, ne mutlu andır o an ki a güzel, sen bana gelip yetişesin; can gibi tertemiz, lâtif bir halde, bir seher çağı bana ulaşasın.

O baş çeken saçların bana, gecen hoş olsun demiş... şu ateş gibi yolculuktan ne vakit döneceksin, ne vakit bu yurda geleceksin sen?

*     Güneş’in ne vakit Koç burcuna benzeyen gönüle gelecek de sen abıhayat gibi güllere, y aseminlere ulaşacak, onlara ölümsüzlük vereceksin?

*     Hasan gibi gamın elinden yudum yudum zehir içmedeyim; ey Ahmedî tiryak, Hasan’ın babasına ne vakit erişeceksin?]57]

Gamın kanıma pek çevik, pek tez kastediyor ama can umuyor ki gönül kıran gama da gelip çatarsın elbet.

O zaman her şey, her yan sen olursun; gönül kalkar gider ortadan; sen bu bedene eriştin mi,

beden de can gibi tertemiz olur.

Gökyüzünü birbirine kat, darmadağın et; gökyüzüne bağlılık ayıbını çekme artık; umarım, saçlarının kokusuyla o ipin ucuna yapışırsın.

Sen zevâlsiz güzellikle kadının, erkeğin başına çıkageldin mi, kadın kadınlıktan çıkar, erkek kanlar içinde kalır gider.

Güzelliğin ayak bastı mı, Mısır Yusuf’u secdeye kapanır... kefenin başucuna geldin mi ölü dirilir, mezardan kalkar.

Şemseddin’in güzelim hayali, Tebriz’de pusudadır; bakalım, ne düzenle, ne hünerle gelip çatacaksın diye din gibi sen de cana istekli bir hale gelirsin.

CVII

Can be fedâ-yı âşıkan hoş hevesîst âşıkıy

Işk perest ey poser bâd-ı hevâst mâ bakıy

Âşıklara canlar feda olsun; hoş bir hevestir aşk. Oğul, aşka tap; geri kalanı havadır, yeldir.

Aşk şarabıyla sarhoşum; bulunduğum yerin döşemesi aşk ateşidir; bas ayağını ateşime; niceye bir ikiyüzlülük?

Gökyüzünden ta yere dek ateşten bir zincirdir sarkıtılmış... yolunda gerçeksen sarıl o zincire.

Aşk nasıl şeydir, sor bana. aşk, bir çeşit deliliktir; insanı zincire vurdurur; fakat ahmaklık yoluyla değil ha.

Aşka tap ey oğul; aşk hoştur ey oğul; yürü, âşıkların canlarına and olsun ki aparısın, güpgüzelsin, gerçeksin sen.

Yolun yokluk olduktan sonra sana nerde, kim düşman olacak ki? Senin gücün kuvvetin kimde olabilir ki? Yakıp kavuran salt ateşsin sen.

Canımı kul köle et, zevkimi, neşemi dirilt. Yok et beni, sonra y arat da bir kere daha y aratıcılığını göster.

Bir soluk sus, susarken coş, köpür. Seher çağında susarsın sen, susarken söylersin sen.

Gönülsüz, cansız söz söylemek Sâmirî’nin

öküzünün töresidir; ey oğul, doğru olmaz bu; sen doğru yürümeye bak, doğrulukta behren var senin.

CVIII

Her beşerî ki sâf şod der du cihan verâ dilî

Dîd garez ki fakr bod bang-i Elestrâ belî

İki dünyada da gönlünü arıtan her insan, Elest sesine karşı “belâ-evet” demenin yokluk olduğunu görmüş, anlamıştır.

Topraktan yaratılmış âlem bir tepeciktir sanki; yokluk, onun altında gömülü define... Tepenin üstünde oynayıp eğlenmek çocukların zevki, neşesidir ancak.

Kimin gözü bağlanırsa hırs parıltısı yatışır onun. defineden haberi olmayan, ona aldırış etmeyense ağırcanlı olur, tembelleşir gider.

Ay gibi bir güzellik definesi. Can onu gördü de aman, ne de güzel, nazar değmesin dedi. Binlerce padişah, yoluna düşmüş. ah, ne de

büyük, ne de elde edilmesi gereken yüce bir şey.

Överdim dudağını, açar saçardım can yüzünü, giderdim anlatma yoluna; fakat nerde anlayacak, nerde ona ulaşacak kişi?

İki köyde de ona lâyık kimsecik yok ama varsın olmasın... sen canını da at yoluna, kendin de atıl; baş çekme, koy başcağızını yere.

A tanınmış Tebriz, Şemseddin’in kapısında kemer kuşan. çünkü başın bir olgun kişinin ay ağına kapanması kutlu bir şeydir.

CIX

Bâ hemezan fozolekî çu ki bemâ meloleki

Rov ki be dîn-i âşıkıy seht azîm goleki

Herkesle gevezelik eder durursun; bizeyse surat asarsın, usanmış görünürsün. yürü be, âşıklık dininde pek büyük bir ahmacıksın sen.

A havasına uymuş herzevekil, a Tanrı’dan usanmış kişi, sen kaanın adamı değilsin, bir Moğolcağızsın sen.

Kendi şarabınla kendin bir sarhoşcağız olmuşsun; gâh ekşiceğizsin, gâh tatlıcağız... Hünerceğizinde pek derinceğizlere dalmışsın diye nazcağızlar etmedesin, ululanmacıklara kendini vermişsin.

Bir kütüphane bile olsan can bahçesini istemiyorsun, aramıyorsun... Hocam, soycağızın sopcağızın var ama temelceğizlerin yok.

Yürü, bakıra benzeyen varlığını can kimyasına harca da altın gibi onun yüzünden y arım pulcağızın gamma düşme.

Gönlümden dedim ki: Niceye bir beden ehlinin hayaline dalacağım? Seninle oldum mu, her donmuş, buz kesmişten gönlüme bir elçiceğiz geliyor.

Sen bir gulyabaniceğiz bile olsan tek Tanrı’nın eşsiz ışığı, Tebriz’deki Şemseddin, gönül y olcularının yolunu emin etmiştir.

CX

Rû benemûdemî be tu ger hemegî ne cânemî

Dîde şodî nişân-ı men ger ne ki bî nişânemî

Tamamıyla can olmasaydım yüzümü gösterirdim sana... Bir belirtim olsaydı belirtimi, izimin tozunu görürdün.

Gümüş bedenli bir altınım; lâ’l dudaklı bir inciyim. Madenin içinde olmasaydım altın cevherini gösterirdim sana,

Lûtfum bırakmıyor seni; yoksa senin hevesine düşerdim de a şekerim benim, bütün zamanları sinek gibi kışalar giderdim ben.

Can gül fidanı, aşkınla dedi ki: Korkmasam süsen gibi baştan başa dil kesilirdim.

Halk, akıllısın sen diyor, bir soluk kendine gel. Onlara dedim ki: Evet, böyleysem, bir soluk da öyleyim işte.

Ay’ın gümüş kaftanı, civarına lâyık olsaydı kemerinden tutar da sana çekerdim onu.

Aşkının havasının dalgası, bir soluk bıraksaydı beni, ateşler haline gelirdim de âşıklara çare kesilirdim.

Kıskançlık okuyla zamanenin gözünü yumdurmasaydı apaçık görürdü ki onun elinde bir yayım ben.

Bu söz, Tebrizli Şemseddin’e bir işarettir ancak... Ah n’olurdu onun kapısında bir terceman olaydım.

CXI

Sûht yekî cihan begam âteş-i gam bedîd nî

Sûret-i in tılısmrâ hîç kesî bedîd nî

Bütün bir cihan gamlara yandı da gam ateşi görünmüyor. bu tılsımın şeklini hiç kimse gördü mü ki? Hayır, görmedi.

Onun kehribarındaki güç, beni her yana çekiyor. Acaba beni çekeni gören var mı? Hayır, yok.

Semâ’ var da çeng yok. Şarap var da renk yok. Kadeh kadeh üstüne yüzlerce kadeh sunulmada? Kadehi tadan nerde? Meydanda değil.

Aşk kırbayla oynuyor; bense onun elinde bir şişeye benziyorum; şişeyi ayaklar altına attı, kırdı; kimsenin ayağı yaralandı mı? Hayır.

Yol alanlarca şeyhin de sayısına son yok, müridin de... Fakat birlik soluğuna gelince, ne şeyh var, ne mürit.

İnsanların arasında tanınan, sözü yayılan, Bâyezîd’in gölgesidir; Bâyezîd’in özüyse ortada yok.

Muştuluk verin âşıklara, buluşma, kavuşma bayramı geliyor. Öylesine bir bayram ki ramazan da değil bu, bayram da değil.

CXII

Âmedeî ki râz-ı men ber heme kes beyan kunî

V’on şeh-i bî nîşânerâ cilve dehî nişan kunî

Gizlediklerimi herkese söylemeye; o izinin tozu belirmeyen padişahı göstermeye, izini belirtmeye gelmişsin.

Dün akşam sarhoş hayalin, elinde bir kadeh,

çıkageldi... şarap içmem dedim, etme dedi; ziyan edersin.

Dedim ki: Korkarım, içersem utanmam uçar gider başımdan da o kıvırcık saçlarına el atarım; tutar, çekersin benden.

Gördü ki nazlanıyorum, gel dedi, ne şaşılacak kişisin sen? Can sana yüz tutuyor da sen ondan yüz çeviriy orsun.

Herkese düzen kurmada, kötülük etmedesin ya; benim gibisine de düzenler kuruyorsun; halbuki gizli hasbek benim; iş böyleyken benden sır gizlemedesin.58]

Yeryüzünün gönlündeki define benim, ne diye yere baş koyuyorsun? Gökyüzünün kıblesi benim, ne diye göğe yüz tutuyorsun?

Bir padişaha bak ki bakış, görüş ışığını o verir sana. inada düşer de baş çekersen ecel günü öylece kalakalırsın.

Betine benzine renk geldi ya; onun için sararıp sol. bir atlının ardından ne diye safran gibi

sararıyorsun?

Horoz gibi erkek ol; vakti tanı; öne geç, yürü. Horozken tavuk gibi dişileşmen yazıktır.

*     Eğri otur, doğru söyle... Doğru olur bu iş, lâyık olan da budur... Senin canın da benim, rûhun da; sense onları bir başka yana yollayıp duruyorsun.

*     “Borç verin” buyruğuna uyar da bir kesinti verirsen, bil ki kalp bir kesintiyi bile define edersin, hazne y aparsın, maden haline getirirsin.

“Sakının” buyruğuna uyar da iki üç gün gözünü yumarsan, duygu gözünün kaynağını apaçık incilerle dolu bir deniz yapar gidersin.

Amacımıza bir soluk, ok gibi doğru gidersen, gökyüzündeki Utarid yıldızının boyunu kendi kirişine yay edersin.

Bundan daha iyi kerem de şudur ki suçunu, günâhını bağışlar. bunu bir anlatay ım da bak; bana karşı nasıl, ne çeşit feryat edersin.

Yeter, bu söz anlatmaya sığmaz; ağza

gelmez... hattâ bütün zerreleri açsan, her birini bir ağız haline getirsen gene anlatılamaz.

CXIII

On ki behord dem be dem seng-i cefâ-yı sed menî

Gam nehored ezon ki tu rûy berû turuş kunî

Seni seven, soluktan soluğa, yüz batmanlık cefa taşı yese bile, sen ona yüzünü ekşitmedikçe gam yemez.

Şarap, ona edeceğini etti mi oyuna dalar, bağırır, çağırır, neşesini bildirir. Çünkü o, madenin has akıykını koltuğuna almıştır.

Kumar oynanan yerin eriyim, uçsuz bucaksız bir âlemim ben. gözünü aç, yüzüme bak, aydınlığa karşı seyre dal gitsin.

Senin rengine bakmaz, savaşından gam yemez o. Hoca, yoksa eminlik yurdunu hiç görmedin mi sen?

Sirke ekşi olursa olsun; o ekşimiş diye bal da

ekşi olur mu hiç? Suyun yüzünden yağ yağlığından vazgeçer mi ki?

O seyre dalmışım ya; sarhoşum, semâ’a düşmüşüm... Fakat herkesin semâ’ı varlıktan, benlikten temiz olamaz.

Bizim semâ’mız bakıştır, görüştür; onun semâ’ıysa boşuna. Fakat oğul, Türk Ermeni’nin dilini bilmez ki.

İnananlar mezarlarının içinde oynarlar, el çırparlar. inanç şarabını içmişlerdir, mekânsızlık meclisinde sarhoş olmuş gitmişlerdir.

O senin yanındadır, önündedir şu an; fakat sen sevgiliden bir koku alamıyorsun da göz ucuyla her yana bakınıp duruyorsun.

CXIV

Çeşm-i tu hâb mîreved yâ ki tu nâz mîkunî Nî be Hodâ ki ez degel çeşm ferâz mîkunî Uykuya mı dalıyor gözlerin, yoksa naz mı

ediyorsun? Hayır...               and olsun Tanrı’ya,

düzeninden yumuyorsun gözünü.

îş eri uyusun diye gözünü yumuyorsun; uyudu mu da altınına el uzatıyorsun.

Bir zincirdir uzatmışsın; sonu gelmez bir tuzaktır kurmuşsun. Kimin bağını pekiştirmedesin, kimin bağını çözmedesin?

Suçsuz âşıkını sevaba girmek için öldürüyorsun da sonra şehitlerin mezarları başında ezan okuyor, namaz kılıyorsun.

Kimi sâkîler gibi baştan aklı alıp gidiyorsun sen; kimi de çalgıcılar gibi nağmelere dalıyorsun sen.

Ayrılık neyini üflüyorsun; Irak neyini çalıyorsun; Bûselik perdesini Hicaz’a eş ediyorsun.

Yoksulun canını, gönlünü, tutsağın yaralı gönlünü güzelliğinin sadakalarıyla niy az haznesi haline getiriy orsun.

Feleğin perdesini yırtıyorsun, padişahlık

cilveleriyle cilveleniyorsun... Eyaz’ın saltanatını sürüyorsun da padişahların taçlarını kapıyorsun.

Benim âşkımsın sen, aşkın hiç şekli mi olur? Şu şekle bürünmüşsün ya; mahsustan yapıyorsun bunu.

Sonsuz bir haznesin sen; hazneye padişahın tuğrası nerden vurulacak? Bir yanına vursan bile orasını kesmek için vurursun.

Zenginliğe dal da sus, utan artık. niceye bir onun zenginliğinin yanı başında tamahlara, ümitlere sarılıp feryat edeceksin?

CXV

Ey ki leb-i tu çün şeker han ki karâb neşkenî

Vey ki dil-i tu çün hecer han ki karâb neşkenî

A şeker dudaklı, sakın testiyi kırmayasın. a taş yürekli, sakın te stiy i kırmayasın.

Onun sarhoşu oldun mu, elinden şarap içersin. fakat tehlikeli bir soluktur o; sakın testiy i kırmayasın.

Aşk yüreğime girdi, yerleşti; gönül tümden sırça kesildi... a oğul, yavaş gir; sakın testiyi kırmayasın.

O lûtuf sahibi güzel, eşin dostun oldu ama saçına el atma; sakın te stiy i kırmayasın.

Onu tanımadıkça gönlünden kıy aslamay a kalkışma. O başkadır, sense büsbütün başkasın, sakın testiy i kırmayasın.

Gönüllerdedir, sırça gönüllerdedir o. aman, y avaş geç; sakın testiy i kırmayasın.

Tanrı insanda göründü; hayır-şer bir araya toplandı; şaşırma bu kazaya, bu kadere. sakın testiy i kırmayasın.

Tebrizli Şemseddin’le beraber oturup kalkıyorsun ama hünerden lâf etme; sakın testiyi kırmayasın.

CXVI

Zerger-i âftâbrâ beste-i kâz mîkunî

Kurte-i şâmrâ zi meh nakş-o terâz mîkunî

Güneş kuyumcusunu altın, gümüş kesen makasa bağlamadasın; akşam gömleğine Ay’dan süsler, bezentiler işlemedesin.

Geceyle gündüzü, bu Habeş’le Rum’un enini boyunu, onların törelerine uyar da gâh kısaltırsın, gâh uzatırsın.

Kimi olur, kulun geçici işini doğrultursun, gerçek edersin... kimi de olur, gerçeği tutar, alay haline kor, geçici bir şey yapıverirsin.

Bu ne keramettir ki kapılar kapalıdır. gene de tutar, onun yüzünün hayalini bu kapalı kapılardan geçirir gidersin.

Yel gibi uçup giden düşünceye bir inattır verirsin, kaskatı kalakalır. Yalvarma nedir bilmeyen gönüle de tutar, yalvarıştan bir kanattır verirsin.

Gam bulutlarıyla kaplı gecede meşaleler getirirsin; ıztırablarla dopdolu, daralmış gönülden bir penceredir açarsın.

* Biz aşkının Damışk’ında, senin için yerleştik, senin için orasını yurt edindik. sense

cilvelerinle, yüceliğinle nazlanıyorsun; tutuyor Azâz’a gidiyorsun.

Kimi olur, birazcık suç yüzünden bütün suçluları vuruyor, kırıyorsun; kimi oluyor, ulu ulu günahlara göz yumuyorsun.

Kimi oluyor, padişahın yoksuluna padişah himmeti bağışlıyorsun; kimi oluyor, Kubad’ı da tamahlara kul ediyorsun, padişahı da.

Nağmeler çıkaran neyi, ayaklarının altında kırıp döküyorsun; derken kırık dökük çengi meclise lâyık görüy orsun, ona nağmeler veriyorsun.

Zevk lavtamızı kimi üç telli yapıyorsun; kimi de Bûselik perdesini Hicaz’a çeviriyorsun.

Can, senin cömertliğinle can oldu, öz kesildi, güzelleştik derken onu tutuyor, soğan gibi kabuğunu sıy ırıp soyuyorsun.

A benim dayancım, bir bakışın akıl fikir verir, karar bağışlar bana A benim padişahım, lûtfun dayancımdır, eminlik yurdudur bana.

Sensin yapımın temeli; sensin dileğimin özü... Sensin varımın yoğumun olgunluğu; sensin mahzenimin artan geliri.

Her bakan gözün gözbebeğisin; her alıcının maksadı sensin. Her dağınık kişinin gücü sensin, her beli bükülenin kudreti sen.

Bana nimet verenimsin sen; yapayalnız gecede eşim dostumsun sen. Pek kerem sahibisin, her derip devşiren, senin lûtfunu derer, devşirir.

Her mal mülk ıssının ulusu sensin; her helâke gidenin kurtarıcısı sensin; her yolcuya kılavuzluk eden sensin; her sır yayanı dağıtan da sensin.59]

Ne kadar susayım, susmaya yöneleyim diyorum da gene benim inadıma, aklımı fikrimi tamahlara düşürüyor, söze çekiyor, söyletiyorsun beni.

CXVII

Âb tu deh gosesterâ der du cihan sekâ tuyî

Bâr tu deh şekesterâ bâr-geh-i vefâ tuyî

Yorulmuş, bitmişe sen su ver, iki dünyada da saka sensin... kırılıp dökülmüşe sen yardım et; vefa konağı sensin ancak.

Sevinç burcunda yarıklar açıldı; gönül ordusu silahsız, pusatsız kaldı. sağ kola külâh sensin, sol kola giyim, silah gene sensin.

Şarapla yıkılmış gitmişiz; kış dövmüş, ezmiş bizi. gözümüzü sana dikmişiz, tutya sensin çünkü.

Vefadan yüz çevirme, arı duru suya toprak serpip bulandırma; abıhayat da sensin, utanç da sen. gönüle arka da sensin, ebedî dayanç da sen.

Gök seni çağırmada; senin için can vermede. senin yüzünden ne ziy ana uğrarsa hepsine devâ gene sensin.

Canının zekâtı olsun, kalk, şarap getir; her yayanın bineğini sun. canımıza sâkî sensin ancak.

Şu savaş haberi, gönül birliğinin izi, eseri değil; vur boynunu şu haberin; ululuk şahnesi sensin.

Kavganın boynunu vur; vesveseyi kökünden sök, at... özel şarabı sun, Tanrı’nın hasbekisin

Kadınlar bile Yusufları görünce ellerini doğradılar; kadınlardan da aşağı değiliz ya biz, yüzü güzel Yusuf’sun sen.

Dostun yüzünden haberdar olmak, fakat elinden, ayağından haberi bile olmamak. işte değerli haber bu; çünkü ustasın sen.

O gizli şarapla doldur kadehi de ağızsız içelim; içelim de şu dünya, gene senin kimya olduğunu bilsin, anlasın.

Tanrı’nın o yıllanmış şarabını, o Elest gününe kılavuz olan o peygamberlere sunulan şarabı sun. pey gamberlerin mirasçısısın sen.

CXVIII

Rîk zi âb sîr şod men neşodem zehî zehî

Lâyık-ı herkemân-ı men nîst derin cihan zehî

Kum bile suya kandı da hey gidi hey... ben kanmadım gitti; ağır, yüce yayıma değer bir kiriş yok şu dünyada vesselâm.

Deniz en değersiz şerbetim; dağ en önemsiz lokmam. Ey Tanrım, bana bir yol aç, bir bildir bana; ne biçim timsahım ben?

Ecelden de daha susuzum; acaba bir iri lokma bulabilir miyim diye cehennem gibi fırlanıp durmadayım.

Aşkın mizacına, bulaşmadan, kavuşmadan başka bir ilaç yok. aşkın ağzına senin avcundan başka bir avuç ot veremez.

Pek ulu bir başbuğdur; pek çeviktir ama akıl gene de senin tuzağına tutuldu mu, başını da kaybeder, sakalını da.

* Tanrı’yı bir bilen herkesin gönlüne gerçeklik veren sensin. Tanrı’yı insana benzeten herkesin gönlüne bir şekil sokan gene sensin.

Nuh, senin dalgalarının yücelerinde bir tahta parçasına eş dost oldu... rûh, civarının kokusuyla sarhoş olup yerlere serildi, bir şaşkına döndü.

Sus da gene susanların köşküne doğru git. a bir köye düşmüş, orda yıkılmış kalmış adam, gene şehrine git, şehrine.

CXIX

Telh kunî dehân-ı men kend be dîgeran dehî

Nem nedehî be keşt-i men âb be in-o an dehî

Benim ağzımı acıtmadasın, başkalarınaysa şeker veriyorsun. benim tarlama bir ıslaklık bile vermezsin de şunu bunu suya kandırırsın.

Canımsın benim, dostumsun benim, yıkılmaz devletimsin benim. bağıma bahçeme güz çağını yollarsın.

Tam şükürlerle dolup taşacağım çağda, ya benim inadıma, y ahut da benden kaçma kuruntusuy la vaadlerde bulunmaya koyulursun,

sınar durursun beni.

Ödağacı cömertliğe başladı mı, senin için tüter... sen köpeğe kemik attın mı, arslan kapında secdeye kapanır.

Mahallemden geçer, yanıma uğrarsan dokuz göğü de aşarım; başıma bir aman verirsen göklere ayak basarım.

Akıl da yoksulundur, fikir de. onlar senin sütünle be slenmişlerdir, senin sütünle gelişmişlerdir. kendisine yay verdiğin kişi nasıl olur da okunu atmaz senin?

Senin baktığın kişi, iki dünyaya da bakmaz artık. bir dilenciye ekmek versen, padişahlar padişahı kesilir o.

Kime şeker verirsen bütün bedeni şeker kesilir; kime ağız verirsen sen, iki dünyayı da bir lokma yapar da yutuverir.

Bütün şehirleri gezdim, dolandım; senden başkasında şeker yok. artık şekeri pahalı verirsen seni kime şikâyet edebilirim, nasıl y apabilirim ki bu işi?

Kimi tutar, çekersin, pahalı verirsin; kimi yayar, dökersin, herkese ucuz verirsin. Bir soluk böyle verirsin sen, bir soluk öyle.

Güneş’in de, Müşteri yıldızının da övündüğü Şemseddin, Tebriz’de... Onunla Ay, lûtfunla kıran ederse Ay’ın da gönlü dirilir gider.

CXX

Hâce turuş merâ begû sirke be çend mîdehî

Hest şeker-lebî eger sirke be gend mîdehî

A yüzünü ekşiten dost, sirkeyi kaça veriyorsun? Bir şeker dudaklı varsa sirkeyi şekere satarsın, şeker alırsın da sirke verirsin sen.

Sen almazsan alma; ben hevesliyim, alırım; âşıkım, kendimde değilim; a boşboğaz, ne diye öğüt verirsin bana?

Daha yakın gel ey peri, ekşilik hiç yok sende. taç verirsin, kemer bağışlarsın, yüce b ahtlar verirsin, devlete erdirirsin adamı.

Can binlerce gürültüyle senin için gebe kaldı gitti; çünkü kendi aşk ateşine kendin çöreotu atıp duruyorsun.

* Canımı Ferhad gibi dağ delmeye çekiyorsun... böyle değilse ne diye canımın eline külüng veriyorsun sen?

Ne verirsen ver. verdiğin şeyi zarar olsun diye veriy orsun sanan kişinin hiçbir şeyden haberi y oktur.

Bir gül yaprağı alırsın, bir bağ ihsan edersin sen. bir eşek leşi alırsın, yirmi tane yürük at bağışlarsın sen.

Tapı kılana şükredersin ama kimi olur, aldırmazlıktan gelir, beğenmez görünür, suçsuz döversin insanı.

Zeyd’in başı yarılırsa Amr’a bir çare bulursun. Şam ülkesinde kıtlık olursa Cend’e y ağmur yağdırırsın.

Kaç kere söyleme dedim; fakat senin ne suçun var ki? Sen değirmen gibisin, sana ne konuyorsa onu öğütüyor, onu veriyorsun sen.

CXXI

Ey ki be lûtf-o dilberî ez du cihan ziyâdeî

Ey ki çü âftâb-o meh dest-i kerem goşâdeî

A lûtfetmede, a gönüller almada iki dünyadan da üstün güzel... a Güneş gibi, Ay gibi bağışlayış elini açmış dilber.

Seher çağının güneşi, yeryüzünden baş çıkarmadan dünyayı gösteren kadehi eline almışsın.

* Mehdi de sensin, doğru yolu bulmuş da sen; Tanrı’nın rahmeti de sen. yeryüzünü kaplamışsın, zamana lûtuflar etmişsin, ihsanlarda bulunmuşsun.

Yüzlerce kınanmaya temelsin, özsün; yüzlerce kıy ametin coşkunluğusun. misk kaynağını görmüşsün; şarap küpünün kaynayıp köpürüşü olmuşsun.

Senin havandan baş çeken başını alıp bir yere varamaz. çünkü her boyna bir gerdanlıktır takmış, bağlamışsın sen.

Kalk ey gönül, halkı sabah şarabı içmeye çağır... dün geceden kalmasın; kendinde değilsin, başsız-ayaksız düşekalmışsın ama gene de çağır gitsin.

Her seher hayalin sâkîlik etmek ister. aklın, hünerin düşmanısın, sâf kişinin fitnesisin sen.

Bahar gibi bir sâkîsin; cennet gibi ebedîsin; kebap gibi güçsün kuvvetsin; şarap gibi neşelisin, coşkunsun.

Kalk ey gönül, çeke çekile belirtisi bile görünmey en şarap meclisine yönel; yayasın böylece ama aşk bir ata bindirir seni.

Dünya zerre zerre hep sana bakmada, seni seyretmede. Suyun da özüsün, temelisin, ateşin de. Erkeğin de eşi dostusun, dişinin de.

Fakat hırkaya benzeyen şu bedeni bağından sıyırıp çıkarmadıkça, şu beden hırkasında bulundukça hırkaya, abaya bağlısın, seccadeye oturmuş bir kişisin ancak.

Ya susanlara lâyık şarabı iç de dedikodudan kurtul, y ahut da söyleyen, tümden sözden

doğmuş bir hayvan ol, kalakal.

A sâkî, lûtfet de sarhoşun elinden tut; kendi meclisine doğru çek, götür onu... anacaddenin padişahısın sen.

CXXII

Ey zede mutrıb-ı gamet der dil-i mâ terâneî

Der ser-o der dımâg-ı can ceste zi tu fesâneî

A güzelim, gam çalgıcın gönlümüzde bir nağmedir tutturmuş. canın başında, beyninde senden bir masaldır yayılmış gitmiş.

Soluğu güzel mi güzel hayalin, gayb âleminden soluk aldı da bir göründü mü, aşk ateşinden bir yalımdır çıkar da ta göğe dayanır gider.

Aşk Zühre’si pençesini suya, toprağa atınca boyumuz çenge dönmüş, göğsümüz kanun kesilmiş.

Topal bir ceylan, saldırgan arslanın pençesinden nasıl kaçabilir? Bıldırcına benzeyen

beden, can doğanından nasıl kurtulur?

A gül, a can baharı... a şarap, a can mahmurluğu, padişah da odur, tek er de o; odur senin birliğini yiyen, varlığını sömüren.

* Senin lûtfundan, senin ihsanından yoksulun yoksulluğu bir övünç oldu da ölümün yoksullara karşı söyleyeceği bir söz kalmadı gitti.

Buluşman, gene bir bahane icat etmezse lûtfun, ihsanın, rahmetin, buluşma davulunu dövüp duruyor.

Senin Mesîhlik sofrandaki yemekler; benim Meryem orucuma iftarlık yemekler. bu gece kuru ekmeğimi senin Fırat suyunla ıslatacak, yumuşatacağım.

Ölümsüzlük yayı, oklarımıza başbuğ olmuş. Ahmed’in oku Kinâneoğullarının övüncü kesilmiş.

O yayın bir ayak önce çekilmesi için herkes bir kiriş yapmada. okuna hoş geldin demek için her gönül bir amaç kesilmede.

Tanrı çekişi senin, benim ahımdan bir ip ördü de can Yusuf’u beden kuyusundan çıktı, bir yuvaya sahip oldu.

Sus, başın söz söyleme kaşıntısına uğradıysa, o güzelim kıvırcık siyah saçlara sabır pek seçilmiş bir taraktır.

CXXIII

Bâz turuş şodî meger yâr-ı deger gozîdeî

Dest-i cefâ goşâdeî pây-ı vefâ keşîdeî

Gene yüzünü ekşittin; yoksa başka bir dost mu seçtin? Gene cefa elini açmışsın, gene vefadan elini, ayağını çekmişsin sen.

A ay yüzlüm, dün gece gönül derdiyle sabaha dek uyumadım; çünkü sen düşmanlara kanmışsın, benim hakkımda onların söylediklerini dinlemişsin.

A benim ateşli soluğum, kalk... sensin gönlümün tanığı. A benim dün gecem, gel, ne gördüy sen doğru söyle.

Bir ayna almışsın, yüzüne bakıp duruyorsun... perdenin ardına girmişsin; fakat benim perdemi de yırtmış gitmişsin.

Akıl nerde ki durayım da şimdicek çaremi göreyim. sen bana ulaşalı akıl yitti gitti.

Bir oyuncaktan ib aret olan şeklimi büyücülükle işlemişsin; gönlüme ne şaşılacak iğneler batırmışsın, ne şaşılacak iğneler.

Gönlün kapısına, damına bak; hep senin ayak izlerin var. iş böyleyken dün gece ne diye halkın kapısından, damından koşup kaçmışsın?

îzini bulan kişiye hırsız derim de bunu nerde buldun, şunu nerden aldın diye soruya çekerim onu.

CXXIV

Sobh çû âftâb zed râyet-i rûşenâyiî

Lâ’l-o akıyk mîkuned der dil-i kân gedâyiî

Seher çağı güneş aydınlık bayrağını çekti mi, lâ’l, akıyk, madenin gönlünde dilenciliğe

koyulur.

İsterse gökyüzünden gizli olsun, isterse madenin karanlıklarında bulunsun; mücevher olan taş gökyüzüyle bildiktir.

Işık doğudan vurdu mu, dağı yarar da taşın gönlüne bir bağış parıltısıdır verir.

Kesin olarak her aydının ardında bir aydınlatan vardır... yeryüzünde bulunan her şeyin üstünde göğe mensup bir gözetici bulunur.

Bir Âzer’in gönlüyle eli olmadıkça put düzülmez; peki, put yapan Âzer’in nasıl olur da bir Tanrısı olmaz?

Gerçek Peygamber, insanoğlu altın madenidir demiştir; madenle madenin arasındaki farkı da altın gösterir.

BAHR-İ HEZEC

-MATVÎYY-

müfteilün müfteilün müfteilün müfteilün

— A —

Hâce beyâ hâce beyâ hâce deger bâr beyâ

Def’ medih def’ medih ey meh-i eyyâr beyâ

Hoca, gel. hoca gel; hoca, bir kere daha gel. a düzenbaz Ay, gelmem deme; gel.

Senden ayrılmış âşıkı gör, kargaşalıklarla dopdolu dünyayı seyret... mahmur susamışa bak a meyhaneci padişah, gel.

Ayak da sensin, el de sen; her varın varlığı da sen. sarhoş bülbülsün sen; gül bahçesine gel.

Kulak da sensin, göz de sen; her şeyden seçilmiş de sen. çalınmış Yusuf’sun sen; pazar başına gel.

A gözlerden gizlenmiş, a herkese can olmuş, cihan kesilmiş, bir kere daha güle oynaya, gönülsüz, sarıksız gel.

Günün aydınlığı sensin; gamı yakan sevinç sensin; geceleri aydınlatan Ay sensin; a şekerler

yağdıran bulut, gel.

A yepyeni bir dünyanın bayrağı, her akıl fikir sana rehin verilmiş... kimi gelmezlikten, kimi kaçıp gitmeden gelme; tümden, birden gel.

A kanlara bulanmış gönül; bu coşkunluk, bu delilik niceye bir sürecek? Üzüm olgunlaştı; koruk sıkmaya kalkışma artık da gel.

A darmadağın gece; a söylenmemiş, kalmış gam, a uyumuş akıl, gidin. a uy anık devlet, gel.!6U

A âvâre gönül, gel. a ciğerimin parçası, gel. kapıya v aran yol kapanmışsa duv ara çık, duvardan aş da gel.

A Nuh’un soluğu, gel; a rûhun hevesi, gel. a yaralının melhemi, gel. a hastanın sağlığı, esenliği, gel.

A yüzü parıl parıl yanan Ay, a derenin gönlünde akan su, sen âşıkların neşesini ara; y ab anc ılar kör olsunlar, gel.

A can sözcüsü, niceye dek dille böyle sözler

söyleyeceksin? Niceye dek anlatış davulunu çalacaksın? Soluksuz, sözsüz gel.

II

Yâr merâ gaar merâ ışk-ı ciger-hâr merâ

Yâr tuyî gaar tuyî hâce nigehdâr merâ

Dostum benim, mağaram benim, ciğerimi yiyen aşkım benim... Dost da sensin, mağara da sen; hoca koru, gör, gözet beni.

Nuh da sensin, rûh da sen; açan da sensin, açılan da sen. sırlar kapısında genişlemiş gönül de sensin bana.

Işık da sensin, düğün de sen; yardım görmüş devlet de sen. beni gagasıyla yaralayan Tur Dağı’nın kuşu da sensin.

Katre de sensin, deniz de sen; lûtuf da sensin, kahır da sen. şeker de sensin, zehir de sen; daha fazla incitme beni.

Güneşin odası da sensin, Zühre’nin evi de sen. ümit bahçesi de sensin; a sevgili, yol aç

bana.

Gün de sensin, oruç da sen; el açıştan elde edilen de sen... su da sensin, testi de sen; bu sefer su ver bana.

Tane de sensin, tuzak da sen; şarap da sensin, kadeh de sen. pişmiş de sensin, ham da sen; ham bırakma beni.

Bu beden az dokusaydı gönül yolum da az vurulurdu. derken yol olurdu da bütün bu sözlerim olmazdı.

III

Âh ki on sedr-i serâ mînedehed bâr merâ

Mînekuned mehrem-i can mehrem-i esrâr merâ

Ah, o sarayın başı bana izin vermiyor, beni meclisine almıy or; can mahremi yapmıyor, sırlarına mahrem etmiy or beni.

Alımı, güzelliği, ışığı, ateş gibi keskin bakışları, şeker gibi soruşları giriftâr etti gitti beni.

Bana, sevgin nerde dedi, rengin nerde, ışığın nerde? Onu gördüğüm anda renk nerde kaldı bende, koku nereye gitti benden?

Kerem deresine daldım; o seher çağına kulum köleyim... o güzel kokulu gül, umuyorum ki gül bahçesine gelir, götürür beni.

Irmağa dalan kişiye elbisesi yük olur. benim şu hırkamla sarığım da ne kadar ziyan veriyor, ne kadar ağır geliyor bana.

Seçilecek mal mülk, şeker gibi ay yüzlülerdir. sevgili bana vefa etti mi, mal da budur bence, mülk de bu.

Tezgâh da senin olsun, sanat da; hüner de senin olsun, düşünce de. arslan da senin olsun, orman da; Tatar ülkesinin ceylanı yeter bana.

Yok eder, var eder; gönülsüz bırakır, elsiz- ayaksız kor. şarap sunar, sarhoş eder o meyhaneci sâkî beni.

A kalleş gönül, etme; fitneler koparma, savaşa girişme. bırak, pazarın başında yayma beni, açma sırlarımı benim.

Beni satın alınmış bir sevgili haline sokmak ümidiyle bağlar... Öğüt gönlümü kırarsa da bağ beni semirttikçe semirtir.

İkilikten fazla bahsetme; iki Tanrı tanıyan kişi gibi iki, iki deme; sebeplerin temelini ara, iste; yeter artık, izlerden, eserlerden söz açma bana.

IV

Restem ezin nefs-o hevâ zinde belâ morde belâ

Zinde vo morde vetenem nîst be coz fezl-i Hodâ

Şu nefisten, şu hevâdan, hevesten kurtuldum, gitti. dirisi de belâ, ölüsü de belâ. diri olayım, ölüp gideyim; yerim yurdum Tanrı lûtfundan başka bir yer değil.

A ezel padişahı, şu beyitten, gazelden de kurtuldum; müfteilün müfteilün müfteilün öldürdü beni.

Kafiyeye de, yanıltmacaya da söyleyiver: Hepsini de sel alsın, götürsün. zâti şâirlerin

kafalarının harcı deriyle uğraşmadır, deriyle uğraşma.

A susmak, benim özüm sensin, o güzelimin perdesi sensin... susmanın en değersiz ihsanı, korkunun da yok olup gitmesidir, ümidin de.

* Yıkık köyden ne öşür alınır, ne vergi. sarhoşum, yıkılmışım; sözlerimde yanlış arayıp durma.

Beni yıkmadıkça o defineyi hiç verir mi bana? Beni bir sele kaptırmadıkça nasıl olur da ihsan denizine çeker, götürür.

Söz adamının şeker gibi tatlı mı tatlı susmadan ne haberi olur? Kuru, yaşı ne bilir; terlelelâ- terlelelâ.

Aynayım ben, aynayım, söz adamı değilim. Kulaklarınız göz kesilirse halimi görür, anlarsınız.

Ağaç gibi el sallamaktayım, Ay gibi çark urmaktay ım. çarkım yeryüzünün renginden ama göğün çarkından da daha arı duru.

A söyleyen arif, söyle de dua edeyim sana... çünkü her seher çağı geldi, dua vakti erdi mi, güzelleşirim, sarhoş olurum.

Abamı, hırkamı esirgemem senden; padişahtan ne gelirse yarısı senin, yarısı benim.

Önüne ön olmayan sağrak, padişahın eliyle sunulmada bana. o şarabın bir yudumunu içen yoksul, güneş kaynağı kesilir.

Boğazım yaralı, susmuşum ben; sen söyle a söyleyen arif. çünkü sen Davud soluklusun, bense yerinden kaymış bir dağım.

V

Tovk-ı cunun silsile şod bâz mekun silsilerâ

Lâbe-zenî mîkunemet râh tu zen kaafilerâ

Delilik halkası bir zincir oldu, çözme zinciri. Yalvarmadayım sana; kervanın yolunu sen vur.

Senin sarhoşunum, senin hoşunum, senin lûtfundan gebe kalmışım. gebe yük taşımazsa suç sayma bunu.

Gökyüzü, başından dönme, yürüme sevdasını çıkarabilir mi hiç? Yeryüzü kendinden depremi giderebilir mi hiç?

O padişah sayılar döküp duruyor; gönül onun elinde bir kalem... hoca, sen de bir soluk olsun Müslümanlığını yenile, bırak şu şikâyeti.

Padişah cefa eder ya hani; o cefayı padişahın elinde bir kabarcık bil. padişahın elini bulan kişi, o kabarcığı öper de öper.

Dünya gizli hükümlerin toplandığı bir kitaptır sanki; canınsa o kitab ın baş yazısı. şu meseleyi anlayıver.

Boyuna sevin, suratını ekşit; derken suyu dondur, sus. eşeğinin boynundan o oyalayıcı çıngırağı çöz gitsin.

VI

Şem’-i cihan dûş nebod nûr-ı tu der helge-i mâ

Râst begû şem’i ruhet dûş kocâ bud kocâ

A dünyanın mumu, dün gece ışığın bizim

halkamızda yoktu... Doğru söyle, yanağının mumu nerdeydi dün gece, nerdeydi?

Gönlümüze bir bak hele. ömrün uzadıkça uzasın; seni görme hevesiyle yok oldu da hâlâ seyrine doyamadı gitti.

Dün gece ay yüzün nereye doğmuştu, otağın nereye kurulmuştu; adamların, ordun nerde konaklamıştı? Nerde kaftanını çıkarırsan ordadır devlet.

Dün gece nerde olursan ol, bugün şunu biliyorum ki lâ havle mescidi de gönlüm gibi gamlarla yıkılır gider.

Dün gece ta seher çağına dek fery atlar ederek dönmüş dolaşmıştım; sabah oldu, tanyeri. ağardı da gözümü bile yummadım.

Sen bir ışığın gölgesisin; biz de bütün dünyada senin gölgeniz. ışığın gölgeden ayrıldığını kim görmüştür ki?

Gölge, kimi ışığın yanında olur; kimi onda yok olur gider. yanı başındaysa onunla bir sıradadır, onda yok olmuşsa buluşmuştur

onunla, kavuşmuştur ona.

Eriyip yok olunca Tanrı ışığı onu alsın da Tanrı’ya çeksin diye, gölge şaşılacak kadar sıkı yapışmıştır, ışığa istek elini adamakıllı atmıştır.

Gölgeyle ışığın ayrılığını, birbirine katılmasını boyuna anlatsam; sen de bana bir kat daha yardım etsen bitmez de bitmez, tükenmez de tükenmez.

Işık, sebebi yaratandır, ne kadar sebep varsa hepsi de onun gölgesidir... Tanrı, sebepsizliği her şeye sebep etmiştir.

Sebebi yaratanla sebep birbirinin aynasıdır; kim ayna gibi değilse aynayı göremez.[62]

VII

Hayyaca nevmî va nafâ rîhu ala’l-favrı hefâ

Ezkerenî va amduhu tıybe zamanın selefâ

Birdenbire esip geçen yel, uykumu darmadağın etti, yok etti gitti. ılıklığı, geçen

zamanın güzelliğini hatırlattı bana.

A bakışları canımı amaç eden ceylan, a sözleri gönlüme yücelikler veren Ay.

Özleyişlere saldı beni, zevkler verdi bana; buldu beni de güldürdü, sevindirdi... yok- yoksul etti o cömertlikler, o yücelikler sahibi beni, derken şükürler ettirdi bana.

Beni sürerse kapısından tertemiz eder beni; lütfeder, görünürse yok eder gider beni. Uzaklaşırsa benden, kocaltır beni; dilerim, sağ olsun buluşacağımız güne dek.

Lütfetti de eşiğimi yüceltti; ok attı da bayrama kurban etti beni. ok atmay a başladı mı derdim, hastalığım da o oklardadır, ilacım, şifam da o oklarda.

A geceleri aydınlatan Ay, a başların tacı, doğulardan doğdun, göründün de gecem kuşluk çağına döndü.

Bir güzelim kurtuluş, bir hoş murada eriş y erinde doğdu, ışıdı; uykuları, sersemlikleri dağıttı gitti; a güvencim, dayancım olanlar;

gevşek davranmayın; fırsatı ganimet bilin de tez olun.

A gözüm, onu görünce yumulursan şükret, hamd et bu hale... çünkü ona bakarsan kızdırırsın onu da döner, görünmez yerlere gider.

Kurtulma bu dertten sen ey âşık, eziyetler çek, kıvran dur. gökte yıldız akar gibi ak; sön, yok ol gitsin.

Ey gören, fakat görünmeyen; gözden uyku kaçtı; gece yola düşmek için gönlüm tutsaklıktan kurtuldu; haydin, bu âlemin ardına doğru düşün yolalı

VIII

Kâhil-o nâ-dâşt bodem kâr derâverd merâ

Tûtî-i endîşe-i o hemçu şeker hord merâ

Tembeldim, aylaktım; işe güce soktu beni. onun düşünce dudu kuşu, şeker gibi yiyiverdi beni.

Ezel güneşinin parıltısı, canı, cihanı besleyip yetiştiren, gülbeşeker gibi oldurdu, yetiştirdi beni.

A çarh-ı felek dedim, senin cefanı çekecek adam değilim ben... A geçer akçe dedi, yoksa şu adam arık mı buldu beni?

A gökyüzü satrancının padişahı, mat olmak bana, yutmak, kazanmak sana. a padişah, taht senin, şu tavla tahtası da benim.

Ey deniz, sana öylesine susamışım, öylesine susuzum ki ben, uçsuz bucaksız denizi içsem gene kanmam.

Senin eşi, benzeri olmayan güzelliğin, beni iki dünyada da garip etti. senin tekliğin nasıl olur da her şeyden tek bir hale getirmez beni?

Güz çağında elimi dişleyerek üzüm bağına gittim; her sararmış yaprak bana senin ayrılığından söz açtı da ağlamaya, feryat etmeye koyuldu.

O gündüze benzeyen yüz, seni âşıklara bir fitne eder; bu, geceleri dönüp dolaşan gönül de

beni dünyalara yayar gider.

Bayrağının perçemi gibi havalara uymuşum, dosdoğru oynamadayım... Kanadımı bir hoşça aç, dürmeye kalkışma beni.

Sabah çağı soğuk bir soluktur alır yâ; güneş için alır o soluğu. Benim şu soğuk soluğum da senin güneşine kavuşmak içindir.

Senin bedeninden bir parça kesilir de acır, değil mi? Peki, benim parça buçuğum da tümden kesildi; nasıl olur da derdim olmaz benim?

Kulum köleyim o kişiye ki beni suçsuz incitir. çünkü onun da beni inciten Ay gibi bir huyu var.

Kaza, kader herkesceğize bir heves vermiş, herkesciği bir hevese düşürmüş; kaza, kader bana da yol hediyesi olarak onun aşkını getirmiş.

Söz atını daha yürük sürme, can yolunu tozutma; o toz bana can sürme si gelir ama gene de toz kaldırma sen.

IX

Kâr tu dârî senemâ kadr tu bârî senemâ

Mâ heme pâ-beste-i tu şîr-şikârî senemâ

îş, senin işin gücün ey güzel; yücelik, senin harcın ey güzel. Biz, hepimiz de senin ayağı bağlı avınız; arslan avcısı sensin ey güzel.

Bizim kin gütmeyen güzelimiz; göğsümüzün, gönlümüzün mumu, ışığı... îki dünyada da, iki yurtta da iş senin ey güzel.

Zerre zerre her şey kapında secdelere kapanmış. her şey senin kulun, senin dostun. Ah, ne de sevgilisin sen ey güzel.

Her solukta daha da artık susuzum; inek açlığına tutulmuşum. denizi içer misin dedi de dedim ki: Evet, içerim de siler, sömürürüm ey güzel.

And olsun Tanrı’ya, senden ayrılmayan asla ölmez. Ölüm varsa bile bâri tapında gelsin çatsın ey güzel.

Ne kârım var benim, ne dükkânım var; dünyada işsiz güçsüz biriyim... çünkü senden başka bir iş başaran bilmiyorum ki ey güzel.

îster gece olsun, ister seher çağı; ikisinden de haberim yok. haber dediğin kim, haber de nedir ki gün saymadasın ey güzel.

Benim günüm, seni görmek; gecem, senden ay rılma gamı. senin yüzünden gecem gündüze döner; gündüze benziy orsun ey güzel.

Nimetlerle dopdolu bağım bahçem; süslenmiş, bezenmiş gül fidanım benim. kimsecikler senin gibi bir b ahar görmemiştir; o lmaz da zâti ey güzel.

Bedenimi toprak edersin, toprağımı arıtırsın. sonra tekrar yeniden düzer, koşarsın beni; Ay y anaklımsın benim ey güzel.

Filozofcağız kör olur, gözünün ışığı uzaklaşır ondan. bu yüzden de sen din sünbülünü diksen de ona bitmez o sünbül ey güzel.

Filozof şu varlığımdır benim; seni anlayabilense sarhoşluğumdur, kendimden

geçmemdir... onun çirkinliğine, bunun güzelliğine bakma; eşsiz bir güzelsin sen ey güzel.

— D —

Secde konem pîş-i reh-i on kad-i bâlâ çi şeved

Dîde konem pîş-keş-i on dil-i bînâ çi şeved

O yüce boya bosa karşı secde edersem ne olur? O görür gönüle gözlerimi armağan verirsem ne çıkar?

Onun şarabını içerim ben... ben içmezsem kim içer ki zâti; bugün bulmuşken içer, yarını düşünmezsem ne olur ki?

Onun şarabı gönüldeşim benim; gökyüzü damı konak olmuş bana. kanadımı açar da oraya uçarsam ne çıkar ki?

Gönlü tanımasam ne olacakmış. koy, can da varsın gitsin, beden de; gam yemem ben, gam yemem, gam yemem, ne olacak yâni?

XI

Bî tu be ser mîneşeved bâ degerî mîneşeved

Her çi kunem ışk beyan bî cigerî mîneşeved

Sensiz hiçbir iş başa çıkmıyor; bir başkasıyla olamıyorum... aşka dair ne anlatırsam anlatayım; bir ciğeri yanıp kavrulmuş olmadıkça anlamıyor kimsecikler.

Akıp giden gözyaşlarım her seher çağı gönlümden bir haberdir getiriyor; fakat kimseciklerin gönlümden haberi yok.

Senin hevesin orduya, askere; işin gücün dünyayı birbirine katmak, kötülükler etmek. fakat padişahım, senin yolun, senin dileğin olmadıkça bir geçit bile bulunmuyor.

Gamında, bedenimde bir kıl bile yok ki abıhayat kesilmesin bana, y ahut da bir inci tane si haline gelmesin.

A gamı cana esenlik dost, nedir bunca feryadın? Ben bağırmasam, feryat etmesem ne ordu toplanıyor, ne halk.

Topluluk da nedir? Canların kendilerinden geçmeleri. kuş yumurtada kaldıkça kanatları bitmez ki.

Şu güneş gibi yirmi tane güneş doğsa da gecemi aydınlatmaya kalksa, sen gelip de ayağını basmadıkça tanyeri ışımıyor, seher olmuyor.

Böyle bir balçığa gönül tohumunu ektin ama baharın gelmedikçe bir ağaç bile bitmez.

* Gazelimde cebir de var, kader de; geç ikisinden de. Çünkü bu bahis ancak aykırılığı, kötülüğü arttırıy or.

XII

Ey ki zi yek tâbiş-i tu kûh-ı Uhud pâre şeved

Çi eceb er moşt-ı gilî âşık-o bîçâre şeved

Ey bir parıltısıyla Uhud Dağı’nı paramparça eden, bir avuç toprak da tutar, sana çaresiz bir âşık kesilirse ne çıkar ki?

Lütfeder de bir bakarsan taş da mum olur, toprak da... fakat kahırla bir baktın mı, mum donar, taş kesilir.

Feryat eder de feryat edersin; ölmüş gönül

dirilir, can bulur... bir iştir edersin, bir iştir edersin; canının işi gücü budur senin.

Can yolculuğu kurmada; sense ayağına bir ağır bağdır bağlarsın. Fakat sonunda koparır o bağı da âvâre olur gider can.

Süleyman gitti mi, dev, padişahlar padişahı olur. akılla can gitti mi, nefsin, kötülükleri buyurur bir hale gelir.

Bütün dünyayı aşk kaplamıştır da sen rengini bile görmezsin. fakat ışığı bedene vurdu mu, betin benzin sararır gider.

Bir şehzade gerek ki lâ’le müşteri olsun. bir bulunmaz er gerek ki senin için gam yesin.

* Tanrı sözünü duy; yeryüzü beşiktir size diyor. çocuk olmasa insan, ne diye beşiğe bağlansın?

Onun öfkesinden kaçarsan yumuşaklık eteğine sarılırsın da yakıp kavurucu ateş, lûtuf olur, keremler yağdırır sana.

Şu benim gölgemin dönüp dolaşması, Tanrı

güneşinin yüzündendir; gönlü yıldızlara vurgun müneccim değilim ben.

XIII

Hin suhan-ı tâze begû tâ du cihan tâze şeved

Vârehed ez hadd-i cihan bîhed-o endâze şeved

Kendine gel, yepyeni bir söz söyle de dünya yenilensin... sözün öylesine bir söz olmalı ki dünyanın da sınırını aşmalı; sınır nedir, ölçü ne? Bilmemeli.

Senin soluğundan gençleşmeyenin kara toprak başına. senin soluğunu duyan, ya baştan başa renk kesilir, y ahut da bir ses olur gider.

Kim senin kapına halka olursa altın kesintilerini tez kapar. hele kapıyı açarsan, hele o, içeriye de mahrem olursa.

Su ne bilirdi ki söyleyen bir inci olacak. toprak ne bilirdi ki sırlar söyleyen bir bakış kesilecek?

Lâ’l dudağının şarabı olmadıkça kimsenin

yüzü kızarmaz;               sensiz kızarsa bile              gaz

boyamasındandır o renk.

Salih’in devesi dağdan doğdu ya; iyice anladım artık ki dağ bile, senin muştuluğunu duyunca yörük bir deve kesilir.

Sırrı gizle, susmak acı bile olsa sus; ciğeri yakan şey, yakar ama yeniler ciğeri.

XIV

Yâr merâ mîneheled tâ ki behârem ser-i hod

Heykel-i yârem ki merâ nîfeşerd der ber-i hod

* Sevgili, başımı kaşımaya bile bırakmıyor beni; sevgilinin muskasıy ım sanki; beni göğsünde sıkıp duruyor.

Kimi olur, deve katarı gibi beni ardından çeker, götürür; kimi olur, o padişah ordu kumandanı gibi öne sürer beni.

Kimi bana mühür basmak için yüzük taşı gibi emer beni; kimi de bir halka yapar, kapısına kakar, takar beni.

Kan halinden geçirir, erlik suyu yapar; erlik suyundan geçirir, yaratır beni... yaratır, derken akıl haline kor, mahşerini yayar, döker.

Kimi, kamışla güvercin gibi yurttan kovar beni. kimi, yüzlerce yalvarışla kapısına çağırır beni.

Kimi, gemi gibi deniz üstünde yolculuğa salar beni; kimi, bağlar, demirini atar da durdurur beni.

Kimi, temizlenmek isteyenler için su yapar beni; kimi yıldızı kutsuz kulunun yoluna diken eder beni.

Ölümsüzlük yurdu sekiz cennet bile olsa o padişahı görecek bir yer değil de ne ho ştur bu ki şu gönlüm onu seyredecek bir pencere kesilmiş.

Ben, o can güzelinin birliğini, varlığını dilimle bildirerek inanç sahibi olmadım; kendime kâfir oldum da o vakit inandım ona.

Safına giren kişi, onun telef etmesinden aman bulur. ben de elinde kılıç gördüm onun da kalkanımı y aktım, yandırdım gitti.

Cibril’le beraber uçuyordum, altı yüz kanadım vardı... mademki ona ulaştım, artık kanadı ne yapayım?

Geceler, gündüzler gelip geçti; ben o can incisine bekçi kesildim. inci denizinin dibindeyim, kendi incime boş vermiş gitmişim.

Niceye bir övüp duracaksın onu, övüşe sığmaz ki. yeter artık, sus da ben de başımı alayım, kendi coşkunluğuma varıp gideyim.

— R —

XV

Gurratu vachun selebet kalbu camîı’l-beşeri

Dâ’a bihâ iz zaharat bâtınu leylin kederi

Ay yüzlü, bütün insanların gönüllerini çeler; bir göründü mü, yüzüyle boz bulanık, kapkara gecenin özü aydınlanır gider.

Bir kadına mı rastladım, yoksa insanların gönüllerine sahip olan bir sıfata mı, yahut da düşünceler örtüsünün altında bir Ay’a mı?

Hem içtedir, hem dışta... hem doğmuştur, hem parıl parıl parlamada; görünüşü insan sanki; oy saki yaradılışı kıvılcımdan, kordan.

Uzaklaşırsa beni mahveder; yakınlaşırsa oynatır gider beni. öylesine parıl parıl parlamada ki parıltısı gözü almada.

Boyu yüce mi yüce; değeri ağır mı ağır. bakışları büyücü, ağzının yâri şeker mi şeker.

İşte hüthüt bir haberle ulaştı bize; bana o haber

erişeli beri beni de o haber gibi yitirdi gitti.

* Rûhü’l-Kudüs’e, nedir bu dedim, şaşılacak bir şey, söyle bana... Tanımıyor musun, bilmiyor musun dedi; cehennem pek büyük mahlûklardan biri derler ya, o işte.[64]

XVI

Işk gozîn ışk derov kovkebe mîrân-o meters

Ey dil-i tu âyet-i Hak mushaf gej hân-o meters

Aşkı seç, aşk ek, aşk biç... şu şatafatı sür gitsin; korkma. Ey gönlü Tanrı âyeti, mushafı ters oku istersen; korkma.

Can taşıyorsun, candan ayrılacağım diye tir tir titriyorsun. “re”yi de bırak “vav”ı da; tüm can kesil; korkma.

Şüphe kesilirsen tam inançtan korkarsın elbet. oğul, şüphenin ta kendisini tam kanış, tam inanç bil; korkma.

Ölümsüzlük güneşinin yok edip gittiği gölge var ya, artık gölge deme ona; o kalanlara bir ibrettir; korkma.

Madenin gönlünde geçer altınsın sen; yalnız kendini göremiyorsun; oynaya güle, y alımlar saça saça sıçra şu madenden, korkma.

Gönül senden kesin delil istiyor; kesin delilin gölgesi değil misin sen? Gölge gibi yürü kesin delile; korkma.

Ş

XVII

El-hazer ez ışk hazer her ki nişanî bovedeş

Ger besitîzed bereved ışk-ı tu berhem zenedeş

Sakının aşktan, sakının... Ne korsanız alır gider aşk. Birisi inada kalkışırsa aşkın onu kırar geçirir, darmadağın eder.

Aşk, adamı candan eder, gönülden eder. adamı küstahlaştırır, inancını alır gider. Sel geldi mi, ovada ne varsa siler süpürür; sürer gider.

Buna iyice kan ki yolunu kesen odur; kanın kendi boynuna. uzak ol onun hızından, şerrinden, uzak ol onun iyisinden, kötüsünden.

Şarap içersin, sarhoş olursun; gönlün elden gider; gönülsüz, elsiz kalırsın. kurtuluş y oktur; seni çeker, yer gider aşk.

Şu ırmağa ayak bastın mı, ta kıy amete dek kurtulamazsın. kim bu dalgay a kapılırsa, dalga onu deniz kıyısına dek sürer, götürür.

Aşka düşen şaşırır kalır, her işten olur. hüneri elinden tutmaz onun, aklı fayda etmez.[65]

A soluğu tuzak kesilen, sus. suçsuzları öldürme. a yüzü aklın fikrin şarabı olan, bu şarap, içeni ebedî sarhoş eder.

XVIII

Yâr nehânem-ki boved bed-hu-vo gam-hâr-o turuş

Çün lehed-o gûr-ı mogan teng-o dil-efsâr-o turuş

Sevgilinin kötü huylu, gamlı, ekşi suratlı, muğların mezarı gibi dar, gönül sıkıcı olmasını istemem.

Sevgili aynaya; dost, badem helvasına benzer. oynaşma çağında korkmamalı, kaçmamalı, surat asmamalı.

Kendisine âşık olan kişinin beş tane kötü alâmeti vardır: Katı yüreklidir, gevşek ayaklıdır, tembeldir, düzenbazdır, asık suratlıdır.

Tez öfkelenir, boyuna suratını ekşitir? Şöyle bil onu; sanki pek keskin bir sirkedir o.

Ekşi suratlıları anlatma; yeter artık, bu kadarı bile yeter... Şekerler yağdıran tabiat, iki dünyada da nasıl olur da ekşi suratlı birini arar, ister?

XIX

Ey şeb-i hoş-rû ki tuyî mihter-o sâlâr-ı Hebeş

Mâ zi tu şâdîm heme vekt-i tu hoş vekt-i tu hoş

A güzel yüzlü gece, sen Habeş ehlinin en yücesisin, en ulusu. Seninle neşeliyiz biz; boyuna hoş olsun vaktin, hoş olsun.

Aşkın harcımız bizim; özlemin gönlümüzde. başımıza el koy; çekme elini bizden, çekme elini.

* A güzellik, a iyilik gecesi, sıçradın, kalktın mı, can da sıçrar, kalkar. üç sayısına üç kattın mı altı o lur, altı.

Altı yönüm de senin yüzünle, senin kutlu

bakışınla yedi göğe de güzellik verir, alım verir; alım verir, güzellik verir.

— L —

XX

Bâde deh ey sâki-i can bâde-i bî dord-o degel

Kâr nedârem coz ezîn ger bezeyem tâ be ecel

Şarap sun ey can sâkîsi; dertsiz, düzensiz şarabı sun... ölümüme dek yaşasam bundan başka işim gücüm yok benim.

Sun sevgilim şarabı, üşenerek, yorgun argın sunma ama. içenden bütün usancı, bütün ürküntüyü, arıklığı gideren şarabı sun.

Altın gibi şarabı sun, zâti altın kesildim ben; dopdolu sağrağı sun; erkeğim ben. dilediğin şey in ta içine daldın; artık bilgiyle, amelle ne işin var?

Gönlüm uyanık olarak, sarhoşluğuyla övünerek sabahladı. y alan söylemişse bugün doğru söylüyor, zulmettiy se bugün adalet göstermede.

A kadeh, bugün ululuğun üstünde, gel. Ulu,

yüce Tanrı’nın verdiği şarap var; padişahlık şarabı var sende.

Bugün salına salına tavaf ettim onu, bugün övünerek muradıma erdim onunla... bugünkü şarap sunulursa b irine, bütün dileklerine erer gider.

Hoca Hasan, sarhoşsun, hoşsun ama benim sarhoşluğum değil sarho şluğun. altın kesesi de adamı sarhoş eder ama ezel kadehinin sarhoşluğuna benzemez o sarhoşluk.

Bayrağımız yücelmiş, adamlarımız toplanmış. c anlarımız gördüğün gibi yücelmiş, yüceliklere ulaşmış.

A amcasının canı, bizim tövbemiz balığın suya tövbe etmesine benzer. A ulu şeyh, hiç beden gönülle candan tövbe eder mi?

Aşkın bize geldi çattı; sonra düşmanlığa girişti, kavgay a koyuldu bizimle. hani sarhoş, bir yere girer de sarhoşluğu yüzünden kötülükler eder ya, onun gibi işte.

A sarhoş, yeter, sus artık; can bedenden

kurtuldu, sus artık. Şarabı al eline; başkaları kavga etmede, birbirleriyle savaşmada.

A bağırıp duran, sus; yeter artık, bağışla, Tanrı da seni bağışlasın... Arı duru şarabı sun; buluşma, kavuşma çağı geldi çattı artık.[66]

XXI

Bang zedem nîm-şebon kîst derin hâne-i dil

Goft menem kez ruh-ı men şod meh-o horşîd hecil

Gece yarısı bağırdım; kimdir şu gönül evindeki dedim; benim dedi; hani Ay da yüzümü görünce utanmıştı, güneş de; işte o’yum.

* Neden dedi, şu gönül evi şekillerle dolu? A yüzü Çiğil güzeline bile hasetler salan dedim; bunlar, senin gölgelerin, hepsi senden vurmuş.

Peki dedi, şu ciğer kanına bulanmış şekil de ne? Bu dedim benim şeklim; gönlü yaralı, ayağı balçığa saplanmış kulunun şekli.

Canın boynunu bağladım, kapısına götürdüm de aşk suçlusudur bu dedim; suçlumuzun hakkını helâl etme.

Bana bir ipucu verdi; fitnelerle, düzenlerle dopdolu bir ipucu... çek dedi, ben de çekeyim; hem çek, hem koparma.

O can otağından bana daha da güzel bir Türk doğdu, parladı. Ona el attım; elime vurdu da b ırak dedi.

Filân gibi dedim, sen de yüzünü ekşittin. Yok, dedi, ben bir iş başarmak için yüzümü ekşitirim; kinden, düzenden değil.

Kim, benim diye içeri girerse başına, koluna vururum; çünkü burası aşk haremidir a hayvan, ağıl değil.67]

O Türk’ün şekli, gönlün, dinin salâhıdır; bak da gör. Gözünü ov da gönlün şeklini gör, gönlün şeklini.

XXII

Def’ medih def’ medih men nerevem tâ nehorem

îşve medih işve medih işve-i mestan neherem

Kovma beni, kovma beni... içmedikçe gitmem ben. Cilvelenme, cilvelenme; sarhoşların cilvesini satın almam ben.

Söz verme, söz verme, söz vermeye müşteri değilim; ya verirsin, yahut da dükkânından rehin o larak madeni alır giderim.

Bana bir şey aldırmamak için ağır bir fiyat korsan hadi, yürü, var koy. hiçbir şeyden haberim yok ama değerinden fazla bir pul bile alamazsın benden.

Perde germe, perdeyi yırtma, perde ardına girme. ya yol ver, yol; ya da çık haremden dışarıya.

A güzel, gönül de kul köle sana, can da; ikisi

de şekere benzer gülüşüne bağlanmış. nedir gülüşün senin?

İnatçı, savaşçı talihimi Ay’dan ara, Mirrîh’ten sor. gökten inen kazalar gibi yüreğim pek, hiçbir şey tanımam.

Gök bile benim inadıma şaşırır da başı döner. böylece küçücük görünmedeyim ama olduğumdan yüzlerce kez üstünüm, çoğum ben.

Sen benden kâr edersin ama ben senden yüz kez daha çok kâr ederim. Keseyi alır giderim, keseyi; çünkü altın gibi iki yüzüm var benim.

Altın gibi iki yüzüm var ama görüşüm, bakışım senin sevgini taşır. Gökyüzündeki Ay’dan da uluyum, Güneş’ten de; göklerden de daha yüceyim ben.

Sözler ederim, sözler; çünkü sözlerimi gerçeklersin sen, doğru söy letirsin beni. nazlanırım, nazlanırım; çünkü kapında itibarım var.

Güzel haberler veriy orsam ne diye şaşılsın buna? Sensin haber haline getiren beni.

bakışım, görüşüm güzelse niye şaşmalı ki? Sensin bakışımdaki, görüşümdeki güzel.

Gökyüzünden bütün gece zehir yağıyorsa bana ne? Şeker mi şekerim ben, şeker mi şeker.

Herkesceğizin bir kimseciği var; her gönlün bir hevesi... fakat nerden nereye? Ben bir başka havadayım, başka havada.

Ben aradıkça arıyorum; sen neşelendikçe neşeleniyor, çalıp çağırdıkça çalıp çağırıyorsun. sendeki neşe yüzünden aramaya düşmüşüm; başım dönmüş gitmiş.

Sen ok yonmadasın, ben iğ y apmada. sen pırıl pırıl Ay’sın; ben gece gibi kapkara.

Göky üzünün avcı bir beyisin, okla gönlümü. cefa oklarını atarsan, bil ki yeryüzü gibi benim de kalkanım yok.

Dünyanın bütün kalkanları yarılır, yaralanır gider. senin oklarınla y aralanmak için bir kalkan kesilirsem, işte o vakit tehlike yoktur bana.

Senin yüzünden şu dönen başımda ne akıl kaldı, ne fikir... öyle bir hale geldim ki a oğul, bilemiyorum, oğul muyum ben, baba mıyım?

O başıboş gönlüm yolculuktan döner de gelirse evi ıpıssız bulur; izimin tozunu bile göremez.

Sirke döküp de ne yapmak istiyorsun? Ateşimizi söndürmek mi? Senin sirkenden ateşim daha da çoğalır, daha da artar.

Aşk bir gün beni kurban ederse b ay ramım o gündür işte. fakat bu bayrama erişmezsem adam değilim, üstelik kahpeyim ben.

* Arefe de sensin, bayram da sen; ben zilhicce ay ının ilk günüyüm; sana ulaşamam da, ardından uçamam da.

Davulunu duydum mu, senin doğanınım, senin doğanın. a benim sultanım, a benim padişahlar padişahım; kolum kanadım açılıverir o zaman.

Şarap verirsen içerim, vermezsen gene hoşum. başımı korum, ayağımı çekerim; başsız-ayaksız bakar dururum ben.

XXIII

Morde bodem zinde şodem girye bodem hende şodem

Dovlet-i ışk âmed-o men dovlet-i pâyende şodem

Ölüydüm, dirildim; ağlayıştım, gülüş oldum; aşk devleti geldi; durup duran, geçip gitmeyen devlet kesildim.

Tok bir gönlüm var, pek bir yüreğim; arslanların ödü var bende; doğup parlayan Zühre oldum ben.

Dedi ki: Deli değilsin de bu eve o yüzden lâyık değilsin... gittim, delirdim; zincirlere bağlandım.

Dedi ki: Sarhoş değilsin; yürü git, bu yandan değilsin sen. gittim, sarho ş oldum, çalgıyla çağanakla doldum.

Dedi ki: Öldürülmemişsin; çalgıya çağanağa bulanmamışsın. yaşayışının yüzüne karşı öldürüldüm, y erlere serildim gitti.

Dedi ki: Aklı eren bir adamcağızsın; hayallerle, zanlarla sarhoşsun sen. Aptal oldum, küstahlaştım, herkesten kesildim.

Mum oldun, bu topluluğun kıblesi kesildin dedi; topluluk da değilim, mum da değilim; dağılan bir duman kesildim ben.

Şeyhsin, başsın; önde gidensin, kılavuzsun dedi; şeyh de değilim, ön de değilim; senin buyruğuna kul oldum ben.

Kolun kanadın var; sana kanat vermem ben dedi... onun vereceği kanatlara heves ettim de kanatlarımı yoldum, kanatsız kaldım.

Devletin bana, yürüme, y orulma dedi; lütfederim, kerem buyururum da ben gelirim sana.

Eskimiş aşk, kucağımızdan kalkma, y anımızdan gitme dedi; peki dedim, gitmem, oturdum, kalakaldım.

Sen güneş kaynağısın, bense söğüt gölgesiyim. başıma vurdun mu kısalırım, erir giderim, yok olurum.

Gönlüm can parıltısını buldu, açıldı, yarıldı... gönlüm senin atlasını buldu da şu yamalı hırkaya düşman kesildim.

Can şekli, seher çağında bakıştan, görüşten söz açıyordu; kuldum, eşek tımarcısıydım; derken padişah oldum, her şeyin sahibi oldum gitti.

Kâğıdın, sayıya sığmaz şekerine şükreder; o şekerler kucağıma geliverdi de şekere döndüm ben de der.

Gamlara batmış toprak, gökyüzüne, y ıldızlara şükreder de onun bakışı, onun dönüşü yüzünden ben de ışıklandım, ben de ışıdım der.

Gökyüzü, o padişaha, o saltanata, mülklere şükreder de onun bağışıyla aydınlandım, ay dınlıklar bağışlamaday ım der.

Tanrı arifi de ödülü kaptık, herkesten ileriyiz; yedi kat göğün üstünde p arıl parıl p arlay an yıldız kesildik diye şükreder.

Zühre’ydim, Ay oldum; yüzlerce Ay’a gök kesildim; Yusuf’tum, şimdiden sonra Yusuf’u doğurmadayım ben.

A Ay, senin yüzünden herkesçe bilindim, tanındım... bir bana bak, bir kendine... senin gülüşünün yüzünden gül bahçesi kesildim, gülüp durmadayım.

Yürüyüp giden satranç taşları gibi tümden dil kesil, gene de sus. çünkü o dünya padişahının yüzünden kutlandım, kutlu oldum gitti.

XXIV

Yâr şodem yâr şodem bâ gam-ı tu yâr şodem

Tâ ki resîdem ber-i tu ez heme bîzâr şodem

Dost oldum, dost oldum, gamınla dost oldum. sana ulaşınca herkesten bezdim, usandım artık.

Gökyüzü, senin dönüşüne şaştım kaldım dedi bana; dedim ki: Şu nokta yok mu? O beni böyle y aptı, bir pergel kesildim gitti.

Gece gündüz gönül kubbesinden bir gürültüdür işitiyorum. gönül kubbesinin gidişinden ben de döner bir kubbe oldum.

Ses gibi ansızın senin gam çengine düştüm; senin mızrabının hevesiyle bir telden de değersiz bir hale geldim.

Benim sillemden çekinir de gam başını çeker benden... Çünkü ben can ormanında bir Hayder-i Kerrâr oldum.

Kadehini göreli şarap içen küstahlara baş oldum. külâhını göreli gönülsüz, başsız bir hale geldim.

Kalender gönlüm, her şeyi unutturan o şarabı bana sundu da oynaya güle, hırkamı çeke sürüy e meyhaneciye yürüdüm gittim.

* Hoca Ferec bana dedi ki: Sabır, insanı sıkıntıdan kurtarır. Kurtarışından uğradığım derdi hiç mi hiç anma.

Öylesine çark urup döndüm ki gökyüzü bana uydu da döndü de döndü. Şu mağaraya girdim ya; sevgili bu yüzden çok ağladı, inledi.

Bir gece yarısı Ay’a yoldaş oldum, yola yüz tuttum. Onun güzelliğine heves ettim de gül bahçesine yöneldim.

Kimi oldu, süsen gibi gül yüzünden şâir oldum, övdüm onu... kimi oldu, bülbül gibi seher çağlarında boyuna çiledim de çiledim.

Düşüncelerle estim, savruldum, yüzlerce hünere, yüzlerce sanata sahip oldum. Derken gönlüm seni gördü de her türlü işten güçten kesildim gitti.

XXV

Ger tu konî rûy turuş zehmet ezincâ beberem

Ger tu meyî men kedehem ver turuşî men keberem

Yüzünü ekşitirsen burdan çekilir giderim; rahatsız etmem seni. Şarapsan kadehim ben, turşuy san kabım.

Güvencim, dayancım yüzünü astı; yüzünün ışığıydı yardımım benim. Ona duyulan her çeşit düşkünlük güzeldir; lûtfun, keremin ta kendisidir.

Ay yüzüne gönül vermezsem dirilmez gönlüm;

şekerkamışını almazsam akıl fikir yoktur başımda.

Gülüşü şakıtır, çiletir beni; yüzünü asarsa depremler salar bana... başını tarayıp bezeyeni kıskanırım da koşar giderim; ayrılığıysa binlerce kocalıktır zâti.

Ona karşı bir eğrilikte bulunursam yay gibi oklar yerim. Ona bir hüner göstermeye kalkışırsam hünerim yoktur benim.

Dün gece onu düşündüm; bu düşünce kıvrandırdı beni, daralttı gönlümü; kalktım da sarhoşluğu fırsat bildim; döndüm dolaştım çevresinde.

Dileğine uyup gitmezsem iliğim, damarım kopsun; denizine yönelmezsem incim kırılsın gitsin.

Cennet bahçesinin, îrem bağının ortasında bitmiş ölümsüzlük ağacı. Gölgelendim, yemişlerini devşirdim, rızıklandım onunla.

Av olmazsam ona, iyice bil ki köpeğim hoca. atının peşine düşüp koşmazsam iyice bil ki

eşeğim hoca.

Ağırdım, usanmıştım; cezbesi hafifletti beni... avlusunda yatmış, uyumuştum, setten gelen sel kaptı, götürdü beni.

Gönlüm kapanmış dedim; kilitleri açan benim dedi. Beni öldürdün sen dedim; ben senden beterim dedi.

Yürü, işten güçten konuşma; hepsinden de hürüm ben. Var dikenden söz açma, baştan başa gül devşirmedeyim ben.68]

XXVI

Cem’-i tu dîdem pes ezin hîç perîşan nerevem

Râh-ı tu dîdem pes ezin hem-reh-i îşan nerevem

Topluluğunu gördüm senin, bundan böyle hiç dağılmam. Yolunu gördüm senin; bundan böyle onlara yoldaş olmam artık.

Yeşilliğin padişahısın, benim gibi yüzlercesini

doyurursun... Gözümü de doyurursun, gönlümü de; artık şu sofraya düşmem ben.

Kâbe yanıma, kucağıma gelirse Kâbe’ye gitmem artık. Ay yeryüzüne geldi; Zühal’e çıkmaya kalkışmam artık.

Semirmişim, yelinle dopdoluyum; senin sarhoşunum, seninle hoşum. Hem kulunum kölenim, hem azatlın; artık şeytana kul olmam ben.

Yeryüzünün de padişahısın, zamanın da; akıl gibi hem ortadasın, hem gizli; a benim canım, a benim cihanım; senin kapında neden tüm can kesilmeyeyim?

XXVII

Zin du hezâran men-o ma ey ecebâ men çi menem

Gûş benih erbederâ dest menih ber dehenem

Şu binlerce ben’in, biz’in hangisiyim acaba? Ağzımı elinle kapatma da kavgaya kıyamete bir

kulak ver.

Elden çıktım, yoluma şişe koyma... Korsan ayağımı basarım; bulduğumu kırar geçiririm.

Gönlüm her solukta senin hayaline dalmış, şaşırmış gitmiş. Sen çalıp çağırır, neşelenirsen ben de çalar çağırırım, neşelenirim; sen mahzunsan ben de mahzunum.

Acıtırsın, acılaşırım... lütfedersin, lûtuf kesilirim. A çene topağı tatlı mı tatlı, şeker dudaklı güzelim benim; seninle oldum mu, hepsi de hoş.

Temel sensin; ben kim oluyorum? Elinde bir aynayım ancak; ne gösterirsen onu gösteririm; hem de sınanmış bir aynayım ben.

Sen sanki yeşillikte bir selvisin, ben gölgenim senin. Mademki gülün gölgesi oldum; varayım, gülün yanı başına çadır kuray ım.

Sensiz gül devşirsem elimde diken olur; seninle oldum mu, baştan başa diken olsam gene de tümden gül olurum, yasemin kesilirim.

Her solukta ciğerimin kanını sağrak sağrak içmedeyim... her solukta testimi sâkînin kapısına vurup kırmadayım.

Yüzümü tırmalasın, gömleğimi yırtsın diye her solukta bir güzelin gömleğine el atmadayım.

Gönül ve din salâhının lûtfu, gönlümün ta ortasında parıl parıl parladı. O, dünyada gönül mumu; ben kimim? Bir leğen ancak.

XXVIII

Bâz der esrâr revem cânib-i on yâr revem

Ne’re-i bolbol şenovem der gol-o gol-zâr revem

Gene sırlara gidiyorum, o sevgiliye gidiyorum. Bülbülün narasını duy acağım, güle, gül bahçesine gidiyorum.

Ne vakte dek şu utanıp arlanma? Utanmayı yak gitsin; gönüle yoldaş oldum; hoş bir halde gönül alana gidiyorum ben.

Sabrım kalmadı ki veresiyeye kulak asayım.

aklım kalmadı ki yol yordam gözeteyim.

A benim Zührem, ten-teni-ten nağmeleriyle çeng çal da şu sese kulak vereyim, yüzünü görmeye gideyim.

Gönlüm tuzak hastası; kapıda, damda gönlüm... gönül güzelini tutup çekeyim de alıcısına götüreyim gitsin.

Ne hünerin var, ne de bir işte güçtesin dedi bana. Peki dükkânımın yolunu göster de kâr peşine düşeyim.

Gönlümün kendinden haberi varken izini izlemedey di. gönlümün izi nerde; göster de izini izleyeyim.

Elimi sevgilinin eline vereyim de mağaraya gireyim; hasetçilerin kem gözleri değmesin bize.

Güzel uluların dersi, kendinden geçiştir, susuştur; daha dersimi pişiremedim, tekrarlay ıp duray ım bâri.

XXIX

Mutrıb-ı ışk-ı ebedem zehme-i işret bezenem

Rîş-i tereb şâne kunem soblet-i gemrâ bekenem

Ölümsüz aşk çalgıcısıyım, zevk mızrabını vurayım; neşenin sakalını tarayayım, gamın bıyığını yolayım.

Çalgı düzenlendi, neşe doğdu mu canlar tazelenir... küpün ağzı açıldı ya, ağzındaki balçığı uzaklaştırayım küpten.

Halil olmuşum ya, âteşkedeye âşıkım, cana, akla âşıkım, putun şekline de düşman.

Güneş, Koç burcuna eş oldu; bahar geldi, sevda işine girişme çağı artık. gönlümün kanı kaynıyor, bedenimdeki kar eriyor, su kesiliyor.

A parlak Ay dedim; neden eriyip gitmedesin? Gönüle tutuldum, bir güzel yüze âşıkım dedi.

Öylesine birine âşıkım ki kulağımdan tutmuş, çekip sürümede beni. Bütün bedenim sanki bir kalkan; her y anıma oklar gelip vurmada.

Şu gürültünün içindeyim, belâlara uğramışım

ama şükür denizine dalmış gitmişim... yolculuğa tutsak olmuşum ama yerimin yurdumun kokusuyla terütazeyim.

Sevgiliyle buluşmuştum, güzelliğine dalmıştım. kaza, bir olmayacak yazıdır okudu, düzenlerle ayrılık koydu araya.

Bedenimde bir damar oynayıverse de a benim çene topağı tatlı mı tatlı padişahım; yurduma doğru uçarak koşsam.

Her solukta duyulan o güzel kokusu, o kulağımı çekmek istey işi, o benim selvimin, yaseminimin sâkîsi, bir akarsu yaptı beni.

Yakub’a yoldaş oldum; o güzele fitne kesildim. can Yusuf’u lütfetti de gömleğini armağan gönderdi.

Gerçekten de ne hoşsun a sevgili; vefa yayını çekersin sen. İki dünyada da senin gibi bir güzel gören var mı hiç?

Onunla eşit oynayamam ama gene de el atayım ona. o taşa vuray ım şişeyi; şişe kıranın kuluyum zâti.

* Fil, cefa hortumunu Kâbe’ye döndürdü; ben Tanrı’nın ebabiline benziyorum; her gergedana yardımcıyım ben.

Her aynanın cilâsıyım; her sağ cenahın Rüstem’iyim; her aça gücüm kuvvetim; her topluluğun yıldızıyım ben.

Her boyun bosun; her yüzün gözün anlamıyım, biricik Tanrı lûtfunun gölgesiyim... her iyinin kötünün Kâbe’siyim, bağın bahçenin dadısıyım ben.

Kimi kötü huylu ateş olur, her yanı yakar, yandırır. güzel yüzlü oldu mu da benim Huten dilberim olur gider.

Sen böylesine şaşı bakarsan kâseyi kırarsın, testiy i dikersin başına, içersin. hiçbir şeye muhtaç olmayanın adalet gölgesiyim; her şeyi uygun dokurum ben.

A padişahlar padişahı, a dünya güzellerinin başı, ağız açıp söylemediklerimi lûtfeder de anlatırsan hoş olur; vakti geldi çünkü.

XXX

Âyineî bezâdiyem ez cehet-i menzer-i men

Vây ezin hâk tenem tîre dil-i ekder-i men

Kendimi görmem için bir ayna cilâlıyor bana... Ah bu toprak bedenimden; daha da bulanık gönlümse kara mı kara.

Gece geçti de şu gönlüm balçıktan arınmadı gitti. A bana şarap sunacak sâkîm, nerde kızıl kadehim benim?

Yazıklar olsun, eşeğim gitti elden; ansızın öldü eşeğim. Ama şükürler olsun ki eşeğin tersi de uzaklaştı kapımdan.

Eşeklerin ölümü güç bir şey, fakat bana uğurlu geldi. çünkü eşek uzaklaştı mı, îsa gelir, kucaklar beni.

Saman kalburunun peşinde ne kadar ömür harcadım; arık eşeğim için ne kadar arıklaştım, eğrildim.

Eşeğin bana yaptığını yırtıcı kurt yapamaz; onun derdiyle, onun gamıyla ne kadar Tanrı hakkı kaldı boynumda.

Acılığım, hamlığım, horluğum, kötüye çıkmış adım sanım, gönül kanı içişim. Bunların yüzünden toprak başıma benim.

Benim hırsızım, beni ayırt edenim... beni yaratanım lütfeder, görür beni; görüşünle mumu söndürürsün de göz verirsin, görüş ihsan edersin sen.

XXXI

Kasd-ı cefâhâ nekonî ver bekonî bâ dil-i men

Vâ dil-i men vâ dil-i men vâ dil-i men vâ dil-i men

Cefa etmeye kasdın yok ama bir de gönlüme cefa etmeyi kurdun mu, vay gönlüme, vay gönlüme. Ah gönlüme, eyvah gönlüme.

Bana kastettin mi düşmanım sevinir. Sonra da bu yüzden ya senin gönlün y aralanır, ya

benim gönlüm.

Şaşırmış kalmış, delirmiş gitmiş gönlüm... Kanlarla dopdolu bir ev benim gönlüm. N’olur, bir seyretmek için zahmet çeksen de geliversen gönlüme.

Şekerler yemiş gönlüm; kemerler kuşanmış gönlüm. seher çağlarında her yana gitmiş benim gönlüm.

Ölmüş de gönlüm, dirilmiş de. Ağlayış da gönlüm, gülüş de. Efendi de gönlüm, kul da. Senin yüzünden denize dönmüş gönlüm.

A ustalaşan, esenliğe eren, artık ateşte oturma. Şöyledir, böyledir ama a benim gönlüm, hiç mi hiç dinlenme.

Can nimetini dilemek, gönlümü dileğine kavuşturmak için gönül ve din salâhına Cibrîl-i Emin indi şimdi.


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar