MEVLANA/ DİVAN-I KEBİR -4-
Hazırlayan : Abdülbâkiy
GÖLPINARLI
fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilâtün
CIV
Başımızı ayak edindik de sonucu, ırmağı aştık; bütün bir âlemi
birbirine kattık da tezce âlemden dışarı fırladık.
Baldırlarımızın altındaki aşk Burâk’ı, Arş’ın Burâk’ıydı; bir
sıçradık, gökyüzüne varıverdik.
Nelik-nitelik âlemini zerreler gibi birbirine kattık da o
neliksiz-niteliksiz padişahın tahtına dek at sürdük.
însan anlayışı da, insan vehmi de, insan aklı da, hepsi yolda
dökülüp saçıldı; çünkü insanı çevreleyen altı yönü de aştık biz.
îlk konak olarak kanlarla dolu bir deniz göründü, kanlı ay
aklarımızla dalgaları aşıp geçtik.[1]
O Leylâ’nın Mecnunlarının bulunduğu sınıra gelince atımız serke
şlik etti, zapt edemedik Mecnun’un sınırını da aştık.
Karun’a benzeyen nefis, bizim
bu çalışıp çabalamamızla yerin dibine geçti; ondan sonra da ercesine Karun’un
hazinesine doğru at sürdük biz.
Çöllerde, yazılarda, onun
ışığıyla aştığımız yollardan bir zerresini bulsa çöl de canlanırdı, yazı da.
Gizlenmiş, saklanmış incilerin
bulunduğu hazinelere varıncaya dek inci gibi değerli nice sedefleri taşlar
altında ezdik.
Can arslanı, ta ezelde Tebrizli
Şems’in mumuna pervaneydi, sanma ki şimdi ona yelip yortmadayız.
Andları kıracağım zaman,
bağlarımı koparacağım, öğütleri kırıp geçireceğim zaman geldi çattı.
Adamı kıskıvrak bağlayan
feleğin düğümlerini bir bir çözeceğim; ecel kılıcı gibi o düğümleri kesip
biçeceğim.
Her şeye boş verme pamuğunu
gönlün iki kulağına tıkayacağım; dayanıp öğüt dinlemeyeceğim, bütün bağları
kırıp atacağım.
Mühürlü balmumunu kilitten
söküp atacağım; şekerkamışlığına girip bir dal koparacağım, şu şekerleri döküp
saçacağım artık.
Niceye dek şundan bundan
çekineceğim; aşktan utanayım bâri. Ne zaman şu çekinip sakınmadan kurtulup üste
çıkacağım, hepsini kırıp geçirerek rahata kavuşacağım?
(s. 202) Sâkî, gece şarabını
kadehe doldurmuş, çıkageldi; ölümsüzlük şarabını için, her çeşit yemeden
içmeden vazgeçin.
Yemeden doyun, kulaksız duyun,
harfsiz konuşun; susun, söz bitti artık.
A âşıklar, arının, güzelleşin,
kadehimizi çekin de esriyin; yücelikler bineklerine binin, dalın topluluğun
içine.
Davranın, kalkın, tellâl
bağırdı, haydi dedi, nerde erler? Aşkla kıyamet tellâlı geldi size; ne de güzel
kalkış bu.
îçin, afiyetler olsun, sonra
neşelenin, çalın çağırın, helâl olsun size; bugün bayram günü; kalkın da
bayramlaşın.
Birleşme yolunda bize uyun,
uyun bize; gerçekten de biz bir ırmağız; bizi ark ark o ay ırmıştı vesselâm.
A eşim dostum; Selsebîl’e
benzer bir ırmak akıt; kalk a genç, gönüllerden cennetler açalım artık.[2]
Meclisin canı, meclise doğru
adım adım geliyor salına salına; alnında güneş parıl parıl parlamada, sağ
elinde şarap kadehi.
Fırsatı ganimet bilirsek
bahtımız geliyor salına salına; a olgun kişi, bundan böyle çiğ çiğ vaadlere
kapılma.
Daveti duyup icabet eden Tanrı yardımı, gerçekten de, a benim
ulularım gelin, katılın uluların arasına diye çağıra çağıra geldi işte.
Gerçekten de Allah çağırıyor sizi, çıkın şu darlıktan; gerçekten
de buluşacağımız şu yer Meş’are’l-Harâm’dır dedi.
Demek istediği şu ki: Çabuk varlığınızdan geçin, benliğinizi
bırakın; yoksa her an bir bağla bağlanır kalırsınız, her iki adımda bir tuzağa
düşersiniz, bir tuzağa.
Varlıktan geçeceğiz de nereye varacağız? Yokluğa... Yokluk
mânadır, varlıksa addan, sandan başka bir şey değil.
Bir adsın ki o ad sahibiyle birleşmiştir; ad kına benzer âdeta,
ada sahip olansa kılıçtır.
A içyüzde hasların hası, görünüşte aşağılıkların da aşağısı;
hasların meclisine gir de aşağılıkları haslardan ayır.[3]
Tur Dağı’nızdan bir yana geri
döndük biz, geri döndük; bize bakın, bize bakın da nurunuzdan bir nur alalım.
Her varlık isteyen,
cömertliğinizden ganimetlenir; her güçlüğe düşen, kolaylamanızı elde eder.
Sizin korumanıza kavuşan
musibetlere düşüp kötüleşmez; yardımınıza ulaşan yeryüzünde hiçbir şeye aldırış
etmez.
Bütün yeryüzündekilerin
gözleri, sizin hemencecik oluveren işlerinizi görüp hayran olmuş; ortada
kimsecikler görünmezken kim gelir de kim güder bu sürüyü?
Sizden bir yel esmezse
gönüllerimiz doğru yolu bulamaz; sizin evlerinize yakın olmazsak gözlerimiz
aydınlanmaz.]4]
Bahçende Tûbâ ağacının
gölgesinde olduğumdan adamakıllı işe giriştim; oyuna
başladım, çalgıcıyı bekleyecek
vaktim yok benim.
Gölge gibi güneş ışığının
çevresinde dönüp duruyorum; gâh secde ediyorum ona, gâh başımı ayak edinip
duruyorum.
Güne şin ışığındaki gölge gibi
gâh uzamadayım, gâh kısalmada, var oldum, varlığa burundum mü baştan başa
Firavun’um, yok oldum mu Mûsa’yım.
Kalem gibi Tanrı buyruğunun iki
parmağı arasındayım; Mûsa’nın elindeki sopa gibi gâh sopayım, gâh ejderhâ.
Sopa düşüncedir, aşkınsa
düşüncesi yoktur; sopa aklın malıdır, yâni ben körüm der.
Can bir işarete bakmada, her an
ağlayıp duruyor; yol başına dikilmişim, bir evet sözünü bekliyorum.
Bu elden değilim ben, garibim ben,
garip; mademki burda huzurum, kararım yok, elbette bir ildenim ben.
A âşıklar, yıldız gibi ateş kesilmişiz biz, hasılı o ay parçasının
çevresinde bütün gece dönüp oynamadayız.
Güneş meydana çıkınca yıldız kaçar gider; güneşimizin yüzü yokken
bil ki âvâreyiz, serseriyiz biz.
Haydin a âşıklar, haydin a şu işe girişenler, burda işe yarar, iş
başarır bir şarap var, çünkü biz bu işin ehliyiz.
Her seher çağı güzeller peygamberinden şu haber gelir: Haydin a
çaresizler, âşıklara çareyiz biz.
Hepsinden de lebbeyk, lebbeyk narası coşmuş; diyorlar ki: Mâna
mushafı sensin, bizim her birerimizse otuz cüze bölünmüşüz.
Öldürülenlerin kan pahası, mademki onun kanlı bakışıdır; kanlar
içen çocukcağız gibi biz de kendi kanımıza bulanmışız.
Tur Dağı bile onun şarabını içince kendinden
geçti, körkütük sarhoş oldu; ne demirden dağız biz, ne mermer
kaya.
Feleğin harmanında dönüp öğütülmedeyiz amma kesseler bizi, arpa
arpa etseler gene de sırrının bir arpa kadarını bile söylemeyiz.
* îsa gibi biz de beşiğe benzeyen şu bedene bağlıyız amma Meryem
gibi Tanrı nuruna gebe kalmışız.
Bizi, şu aklının töresine uyup da aramaya kalkışma; çünkü biz onun
aşk ovasında töreden de dışarı çıkmışız, yasadan da.
* Aşk delidir amma biz delinin de delisiyiz; nefis kötülükleri
buyurur amma bizim buyruğumuz ona da geçer.
Bir dön şu seferden a dinin övündüğü Tebrizli Şems, Allah için
olsun gel; bir tek aşka tutulmuşuz, sana âşıkız biz.
Kim, o gözler nurunu gördüm derse getir onu
bana, bir gözlerine bakayım; çünkü ben gözleri sınamayı bilirim.
Hayalinden bile kem göz ırak olsun, dün gece bize öylesine
lütfetti ki utancımdan sehere dek kulağımın ardını kaşıdım durdum.
Gerçi o kendince düzencidir, yankesicidir amma ben e şy alarının
içinden geçer akçeler çalmışım onun;
Fakat iş işten geçti, benden daha da hırsız birisinin bulunduğunu
duymuşum da hırsızlıktan ay ağımı çekmişim artık.
Bütün kuşlar kendi kanatlarıyla uçar, bense kolumdan kanadımdan
geçmişim, kolsuz kanatsız uçmuşum.
Ben boyuna kendi taşımla kendi kadehimi kırmışım, kendi pençemle
kendi perdemi yırtmışım zaten.
Kendi tırnaklarımla kendi kökümü kazımışım; göz bulutumdan can
çayırlığına yağmışım.
A gönlü kara lâle; halim tersine dönmüş, ne
diye gülüyorsun? Ektiğimi ilkbahar gösterir sana.
Baharım, efendiler efendisi
Tebrizli Şems’in baharındandır, bu yüzden görünüşte ağlamaktayım amma içim
tamamıyla gülüştür benim.
O cefacı dilberin cefasına
kırılmam demedin mi sen? Onun aşkıyla bütün dünyayı birbirine katarım demedin
mi sen?
Onun elini tutup sıkı sıkıya, o
canın, o gönlün uğruna canımı veririm, gönlümü feda ederim diye ahdetmedin mi
sen?
A gözümün nuru, mademki gözünün
ışığıyım ben, beni uzak görme; bir başını kaldır da y ukarıy a bak,
penceredeyim ben.
A ipucu, neşelere dal, zamanın
îsa’sısın sen; gerçi dikiş iğnesine benzerim, her yere girerim amma şu
pencereden başını çıkar da aşağıya bak.
Kıyamet günü aşkın bir ateşi
olacak, bir dumanı olacak ya; işte o ateşin yalımı, ışığı sensin, dumanı da
benim.
O yüzlerce ilkbahara değer
sevgilinin gül bahçesine benzeyen yüzünü görmezsem lâle gibi gönlüm yanar,
kararır, süsen gibi yüzlerce dilim olur.
A Tebrizli padişah Şemseddin,
sana bir tek âşık olarak ben yeterim; meclis gününde mum gibi y anar, o meclisi
ışıtırım, savaş günüy se demirim, day anır da dayanırım.
Gözünü aç da cana bak, onu tutmuşum,
çeke çeke sevgiliye götürüyorum; o ezelî bayrama kurban etmeye götürüy orum şu
canı.
* Mademki canlar güvercinliği
ondan ayrı düştü, ne diye şu kimyonu almışım da Kirman’a götürüyorum, tereciye
tere satıyorum?
Her şey aslına sevine, güle
gider, ben de o yüzden canı sevine, güle aslına götürüyorum.
Şekerkamışı diş altına
düşmedikçe tadı nerden belli olur? Şekerkamışına benzeyen canı dişin altına
götürüyorum ben.
Altın madende bulundukça
parlaklık elde edemez; onu azar azar madenden alıyor, tezce kuyumcuya
götürüyorum.
Ateşin dumanı küfürdür, ışığı
iman; bense can mumunu küfrün de ötesine götürmedeyim, imanın da.
Eteğimin altına bir güneş
almışım, güneşi inkâr eden her buluta delil olarak göstermeye gidiyorum.
A Tebrizli Şems, sana armağanım
gönül denizinin incisidir; fakat tertemiz canından utanıy orum da deniz gibi
gizlice getiriyorum.
Güzelim yüzün kötülük eder,
bense iyiliği kötüye veririm; çok pişkin bir âşıkım, şu ayıbı kendime veririm,
kendimden bilirim ben.
Âşıkın ayıbı öylesine bir
ayıptır ki dünyadaki övünülecek şeylerin hepsinden utanır, hiçbirini
mühimsemez; bu bakımdan o sonsuz, sınırsız işreti ayıplar giderim.
Bilgi, çadırını açar, lütfeder,
beni sararsa, bilginin bütün harflerini tutar, ebcedin boynuna korum ben.
(s. 203) Sevgiden başıma bir
altın taç konursa tahtımı yüceltir, ta Ferkad yıldızının üstüne kurarım.
Dirilin suyunda şeklim, süretim
gizlenince şeklimi, süretimi götürür, Ahmed’in şeklinin, süretinin önüne korum.
Bil ki Tebrizli Şemseddin’in
adını yazdım mı, gönlün dileyip özlediği şekeri sanki kâğıdın karnına korum
ben.
Güneşim, yıldızım, şekilden
üstün olduğu için anlamlar âleminden anlamlar âlemine geçer dururum, pek hoşum,
pek.
Böylece anlamlar âleminde
kaybolup gitmem daha da hoştur; bir daha şekil âlemine gelmem, iki dünyaya da
bakmam.
Anlamlar âleminde, o âlemin
rengine boyanmak için eriyip gitmedeyim; çünkü anlam suya benzer, bense o suda
şekerim sanki.
Hiç kimse canına doymaz,
canından bezmez; benimse şu anlam âlemi yüzünden şekil aklıma bile gelmiyor
vesselâm.
Can âlemindekilerle bir
bahçeden bir bahçeye salına salına gezmedeyim; kızıl gül gibi lâtifim, nilüfer
gibi tazeyim.
Beden gemisini dalgalarım tahta
tahta kırıp dağıtınca varlığımı söküp atarım, çünkü kendi kendimi demirlemişim
zaten.
Yüreğimin katılığından işimde
gevşeklik gösterirsem denizden hemencecik ateşimin y alımları çıkar, deniz alev
alev y anmay a başlar.
Onun ateşinde altın gibi
gülüyorum, hoşum; çünkü ateşten çıkarsam, tıpkı altın gibi sararır solarım.
Bir afsun okundu da balık gibi onun yazısına baş koydum; bakalım
kardeş, yazısından başıma neler gelecek?
Şekle doydum da sıfatlar âlemine geldim; her sıfat diyor ki:
Buraya gel, dal bana, yemyeşil bir denizim ben.
Tebrizli Şems, bana İskender gibi taç, taht, saltanat verdi de
hasılı anlam ordusuna başbuğ kesildim.
Vefasızlık etmiyorum diye işvelendin; yeter artık, yeter, köylü
değilim ya ben.
Âşıkları hançerle boğum boğum kesip ayırdın; sonra nasıl oluyor da
ayrılık fikrinde değilim diyorsun bana?
Âşıklar arasında demirden bir dağım ben; hevâî değilim, her yelle
yerimden oynamam ben.
Suyla yağ gibiyim, herkese karışamam,
herkesle birleşemem; çünkü gurbete düşmüş canım, bir ilden değilim
ben.
A eyvahlar olsun, ne yapayım,
ne edeyim diye düşüncelere dalmış kişi, ev sahibiyim, buyruk benim, başıboş adam
değilim desene.
Ne yapayım, ne edeyim demem
ben; deniz beni nasıl sürükler, götürürse giderim; denize gark olmuşum, sakalık
kay dında değilim.
Yalnız şu gamım var: O,
kendisini örtüsüz, perdesiz bir gö stersin; varlığımın kaydında da değilim,
kendimi gösterme düşüncesine de düşmem.
Kendimi diken gibi gördüm de
gülün yanına kaçtım; sirke olduğumu gördüm de şekerle karıştım.
Zehirle dolu bir kâseydim,
panzehirin yanına geldim; tortulu şarapla dolu bir sağraktım, o şarabı ab ıhay
ata döktüm.
Dertli bir gözdüm, İsa’ya el
attım; kendimi ham gördüm, bir pişmiş olgun kişiye sarıldım.
Aşk mahallesinin toprağını can
sürmesi buldum; sürmeyi çektim de letafette şiir kesildim.
Aşk diyor ki: Doğru
söylüyorsun, pek lâtifsin amma bu güzelliği kendinden görme, ben yel gibiyim,
sen ateş gibisin, seni y alımlatan benim.
Bütün dostlarımız gittiler,
yapayalnız kaldık; kimsesizler kimsesini, y alnızlar dostunu her an çağırıp
durduk.
Bütün dostlar hayal gibi
önümüzden çekiliverdiler; biz de tuttuk, sevgilinin hayalini önümüze aldık.
Bir an oluyordu, sevgisinin
ırmağından sular alıyor, gönüle serpiyorduk; bir an oluyordu, ağacının altında
meyve silkiyorduk.
Bir an oluy ordu, bize
şekerler, inciler
saçıyordu; bir an oluyordu,
şekerine üşüşen sinekleri kovuyorduk.
Hayali kapıdan girince kapısına
kapıcı kesildik biz; hayali çıkıp gidince de o kapıda kalakaldık biz.
Bir kere daha gönülden de
olduk, akıldan da, candan da; sevgili geldi, biz aradan çıktık gittik.
Yokluktan yüz çevirdik, varlığa
yöneldik; izinin tozu görünmeyeni bulduk, izden vazgeçtik.
Denizden toz kopardık, dokuz
göğü aştık; zamanı da bıraktık, yeryüzünü de, gökyüzünü de.
İşte şimdicek sarhoşlar geldi
çattı, yol verin, çekilin yoldan; yok, yok, yanlış söyledim, yolu da b ıraktık
biz, yolcuları da.
Can ateşi, beden yeryüzünden
baş çekti, yüceldi; gönülden bir feryattır koptu, bizse
feryat edip, ağıp gittik.
Sözü az söyleyelim, söylesek bile az kişi anlasın; sen şarabı
fazla fazla sunmaya bak, biz iş erleriyle çoktan gittik.
Varlık kadınların işidir, erlerin işiyse yokluktur; şükürler olsun
yokluğa ercesine, pehlivancasına daldık biz.
Ne hoş gündür o gün ki o sevgiliyi konuk ederiz; gözümüz onun
güzelim yüzünden bir güzellikler diyarı olur.
Gönüllerimizde ayrılık dağından bir dert varsa, onun güneş yüzüyle
o derde bir derman buluruz.
Miskler saçan saçlarını elimize verirse o miskler saçan saçlara
biz de canlarımızı feda ederiz.
Aşk yeliyle dağılan o saçlarla oynamaktan daha güzel bir oyun
varsa göster bize; o oyuna başlayalım.
Gönlümüzü nasıl incitmek dilerse
öyle incitir o; onun gönlü ne buyurursa onu yaparız biz.
Bunu yaparız biz, bu, yüzlerce
defa minnettir canımıza; canla, gönülle hizmet ederiz ona, o padişahın
hizmetinde bulunuruz biz.
Rahmetinin güneşi toprağımıza
vurunca toprağımızın bütün zerreleri ona karşı oynar durur.
Kapkara zerrelerimizi onun
ışığıyla ışıtırız, şaşırıp kalan gözlerimizi onun yüzüyle ay dınlatırız.
Bir sopaya benzeyen, kuru bir
dala dönmüş bedenimizi onun aşk Mûsa’sının eline veririz de mucize gösteririz,
onu bir ejderhâ haline sokarız.
Dünyadaki bütün şaşılacak
şeyler, bize şaşsa yeridir; çünkü biz böyle bir Firavun’u tutar da îmranoğlu
Mûsa yaparız.
Ben y arım söyledim, sözün
gerisi de bu söylediklerimden anlaşılır artık; y ahut da gizlilik günü için
yarısını da gizleyeyim.
O ay parçası güzel, güzellikle tutar da kabul etmiyoruz diye bir
lâf ederse dinlemeyiz; çünkü bu mektepte her hocanın şanı şöhreti yoktur.
Sen Yusuf gibi töhmet altına gir de zindana atılmay a bak; çünkü
adı sanı kötüy e çıkandan, zulmedenden başkası zindana giremez.
Akıllının yeri, topluluğun oturduğu yerde başköşe, delinin y eriy
se zindanın dibi; hapse, töhmet altına girmek âşıkın işi, tahtla minberse
bilgin kişinin yeri.
Senin aşkını umanın, ümidini aşkına verenin başka ümidi pek
kalmaz, hırsı, tamahı azalır; aşkınla konuşan, çok söz söyleyemez olur.
O gökyüzünün arslanı, pençesini arslanların kanına banar; kanlı
bakışları vardır onun, zulüm görmeden hiç ürkmez, hiç gam yemez.
Söylesem de, söylemesem de, coşsam da, sussam da bu fitney le
başım hoş benim, var git sen, sağ esen ol.
Yemek zamanı bu anlamlar,
insana esriklik verir, bu alâmetler, insanı şaşırtır amma gene de tulumun
ağzını büz ey saka.
Bahaneler eder, söze girişirsen
ne söylersen söyle, kabul etmiyoruz, kabul etmiyoruz; evde işim var diyedur,
dinlemiyoruz, dinlemiyoruz.
Yarın gelirim, lûtuflarda
bulunurum demişsin meselâ; delili, senedi o lmay an bir vaad bu, işitmiy oruz
bile, işitmiyoruz.
Hastam var, gönlüm dertler
içinde, aklım karmakarışık demişsin tutalım; bu bir aldatış, bir masal; kabul
etmiyoruz, dinlemiyoruz bile.
Annem, annece dedi ki diyorsun,
yemi, tuzağı gördün mü yola düş, bu çeşit sözler söyle; fakat biz duymuy oruz
bile bu sözleri, duy muy oruz bile.
Bana diyorsun ki: Bugün
dertliyim, işim var, hamama gideceğim; tası tarağı da gösteriyorsun; fakat
kabul etmiy oruz biz, kabul etmiyoruz.
Şu yüce eşikten başka bizi nereye çağırsalar sonucu, aldatırlar
bizi; duymuyoruz sözlerini, işitmiyoruz bile.
Sarhoşların başucuna gelmede, onlara merhamet etmedesin; bu filân
adamdır, bu feşman kadın diye bir bir gösteriyorsun amma duymuyoruz bile, duy
muy o ruz bile.
Diyorsun ki bana: Sahibimiz bir bizim, ben işin sonunu düşünüy
orum, nihayet ortaya düşersin; duymuyoruz, işitmiyoruz bu sözleri.
Korkayım da bir şeycikler sormayayım diye yüzünü ekşitti; fakat a
hay ali kocakarı, kabul etmiy oruz bu düzeni, kabul etmiyoruz.
Öfkeyle elimi ısırdın da aşkından vazgeçtim demeye koyuldun; fakat
a tek dilber, bu bir y anıltmaca; kabul etmiyoruz, duymuyoruz bile.
(s. 204) Hepsini anlatmak, düzenlerini bir bir saymak mümkün
değil; hilene, düzenine son yok ki; duymuyoruz, işitmiy oruz bile.
Bu ne eğri huydur, bu ne kötü iştir ki yüz binlerce gam yiyip
duruyoruz; sarhoşlar topluluğunu çağır da beraber şarap içelim onlarla.
* “İçerler” diye anlatılan mecliste iyi, hayırlı kişilere
sundukları şarabı Cüneyd’le Bâyezîd’le, Şiblî’yle, Edhem’le içelim.
Göğümüzdeki Ay bulutla örtülmez ki gecenin cefasını çekelim;
âşıklara ölüm yok ki yas gamına dalalım.
Bize karşı bir kadın olan şu nefis de kim oluyor ki ona kılıç
vuracağız; yaralayacaksak Rüstem’i yaralayalım, yaralanacaksak Rüstem y
aralasın bizi.
Dünya adam yiyicidir, dünyadaki halkı yer durur; yaratansa bizi
düny ay ı yiyelim diye gönderdi.
Şu dünya bir hilebazdır, yarın, diye vaad eder durur; a güzel
oğul, biz ondan akıllıyız; çünkü içinde bulunduğumuz ânı biliriz ancak.
Periden doğmuşsak periler geceleri toplantı
yapar; Âdemoğluysak o şarabı insanlarla içelim.
Gâh o elden avuçtan varlık,
sarhoşluk incisini alalım; gâh o tefle naralar atalım, zîr, bem perdelerinden
feryatlar edelim.
Balıklarız biz; aşk deryasından
başka sâkîmiz yok; az da içsek, çok da içsek deniz tükenir, azalır mı hiç?
Gâh gökyüzü gibi karnımızı
Ay’la, Güneş’le dolduralım; gâh Güneş gibi, karnımız olmadığı halde bütün
bulutları sömürüp yiyelim.
A Tebrizli Şems, sen bir
padişahsın, bizlerse kuluz; hasılı senin devrinde Cem kadehiyle şarap içeriz
biz.
Küpün ağzını kapadım, yanı
açıldı; küpü yapan bilir küpün huy unu.
Testiler küpe muhtaç, küpler
ırmağa; küpte ne olabilir? Irmakta ne varsa o.
Nice sarhoşlar var ki
kimsecikler küplerini
görmemiş; küpü bulmak ümidiyle,
küpün kokusuyla bütün bir âlem kıvranmada, altüst olmada.
Yüce kişiler de, aşağılık
adamlar da o küpün kokusunu almasalardı her toplulukta küp dedikodusu olur
muydu, her yerde küpten söz edilir miydi?
Küpünün kokusu, halkı
meyhanecinin testisine düşürdü; binlerce Türk, binlerce Rum ülkesi halkı, küpe
kul oldu, Hintli köle kesildi.
Bir cadı küpe biner, şehir
şehir koşturur, gezer; küpe binen cadı, bütün cadılara acı acı güler durur.
A gönül, şarap gibi sarhoş bir
halde, kendinden geçerek kendi başına dolanadur; böylece küpün kokusuyla yürü,
var git küpe kadar, gör küpün yüzünü.
Küpe var da dünyadan kaçıp
göçmüş bir sarhoşu gör a amcasının canı ciğeri, küpün y anına yıkılakalmış o,
benim küpün dayısı diyor sanki.
Yüzünü bu yandan o yana çevir,
bu yanda dedikoduya, söze, bahse yol yok; altı yandan da geçtin, kurtuldun mu o
vakit bulursun küpü.
A balçıktan yapılmış aşağılık
dünya, seni tanıdım tanıyalı yüz binlerce mihnetle, yüz binlerce eziyetle, belâ
ile tanıştım, biliştim.
Sen eşeklerin yayıldığı
yaylasın, İsa’nın konak yeri değil; eşeklerin şu yayım yerini nerden de tanıdım
ben?
Sofranı döşedin döşeyeli bana
bir içim tatlı su bile vermedin gitti; elimi, ayağımı fark ettim edeli elimi,
ay ağımı bağladın gitti.
* Eli ayağı nasıl bağlamazsın
ki? Sana Tanrı beşik adını taktı; fakat elimi ayağımı fark ettim artık; elimi
ay ağ ımı çözeceğim ben.
A çiçek, şu çocukluk çağında
nasıl oldu da tamamıy la olgunlaştın dedim çiçeğe; çiçek dedi ki: Seher yelini
tanıdım tanıyalı çocukluktan kurtuldum ben.
Kendisinden havayı öğrendiğim
kişinin havasına uyayım da ağaç gibi yeraltından ellerimi yücelere uzatayım.
Yüce dal, yücelerden gelmiştir
de onun için yücelere ağar; ben de aslıma ağayım, çünkü aslımı tanıdım, bildim
ben.
Niceye bir aşağı, yukarı deyip
duracağım? Mekânsızlık elidir benim aslım; bir yerin ehli değilim ben, bir bak,
nerden neyi tanımışım ben.
Hayır, sus artık, yok ol,
yokluğa var da hiçbir şey olma; bir bak da gör, her şeyi yoklukta tanıdım,
gördüm ben.
Padişahlar padişahı
Şemseddin’den bir kadeh elde ettim; o kadehin içinde güneş çeşmesini buldum
ben.
Göğsünün, bedeninin parıl parıl
parlamasına karşı, göz dayanamıyor; Tanrı’ya şükürler olsun ki böy le sine bir
dilber buldum ben.
Sevginin adalet âmiri, iki
dünyada da bir eş buldum, bir dost elde ettim diye gamın bir yılan gibi başını
eziyor.
Büklüm büklüm saçlarına daldım
da şaşılacak bir şey elde ettim; miskler içine girdim de bir amber buldum ben.
Dudu kuşuna benzeyen canıma
bakarsan görürsün ki kanatcağızlarını çırparak şekerler buldum ben diye lâ’l
dudaklarının çevresinde uçup durmada.
Sorarlarsa sana anlat da de ki:
Lâ’l renkli kadehte âşıklığı buldum, sarhoşluğu, gençliği buldum, şaraba
düşkünlüğü buldum ben.
Birisi tutar da inkâr ederse
boynunu bağla da bir münkir buldum diye o yüzü karay ı çeke sürüy e getir.
Saçlarıyla çevrelenmiş ateş
gibi y alım yalım y anan yüzüne bak; miskler, amberler içinde burcu burcu tüten
bir buhurdan buldum ben.
Lâ’l dudaklarını açar da
inciler saçarsa de ki: Güneşte bir rahmet kapısıdır buldum.
Pişmiş baş satanların dükkânlarında olduğu gibi sayısız başlarla
yürekler, önünde onun; o başların içinde bir baş buldum ben.
Dikkat edince gördüm ki o baş, onun aşkıyla dopdolu olan benim
başım; hasılı ben iki dünyadan da dışarı, bir bakılacak, bir bakış yeri buldum.
O güneşi inkâr edeni Öküz burcunda gördüm, öküz aradım da kendi
Öküz burcumda bir eşek buldum ben.
Rüstem yüreklilerin safını aradım, padişahı gördüm, ondan
vazgeçtim, saflara sığmayan bir saflar y aran er buldum.
Gemiyi boyuna Tebriz’e sürdüm amma bir türlü gitmiyordu; bunun
üzerine b aktım da gemimin canımla demirlemiş olduğunu anladım.
CXXVII
Şemseddin, Yusuflardan da güzel, nazeninlerin de nazlısı,
nazenini; bütün padişahlara, bütün yüce kişilere naz edip durmada.
Onun yeri, şerefi, yücelerden, başbuğlardan yüzlerce kat üstün;
merhametli Tanrı’nın rahmetine ulaşanlara bile naz ediyor o.
Tanrı sıfatlarıyla sıfatlanmış, olgunluğa erişmiştir o; padişahlık
tahtına oturmuş, taca tahta naz etmededir o.
Meclis onunla güzelleşmede, savaş onun yüzünden yatışmada; dünya
lûtfunun meclisine de naz etmede o, savaşına da.
Tanrı, özünün hazinelerinin anahtarını onun önüne koymuştur;
Tanrı, aşklarla, mahabbetlerle nazlı nazenin bir hale getirmiştir onu.
Yüz binlerce ay arasında güneş gibi parlar durur; padişahların
övüldüğü sözler içinde onu öven söz, nazlı nazenin sözüdür.
Onun ayak bastığı yere toprak kesilen, yücelerden de yüce olur; o
bütün esrikler içinde nazlıdır, nazenindir.
Tanrı haslarının bile çekindikleri dalgalara dalar, o tehlikeli
dalgalar arasında nazlı nazenin y atar, uyur o.
A âşık, gözünü aç da dört ırmağı da kendinde gör: Su ırmağı, şarap
ırmağı, süt ırmağı, bal ırmağı.
A âşık, kendine bak, âleme kapılma; filân şöyle diyor, feşman
böyle diyor deyip durma.
Filân bana diken diyor, feşman adımı yasemin takıyor demeyen, her
söze, herkese boş veren can gözü açık gülün kuluyum kölesiyim ben.
Filân sana gâvur demiş, feşmansa din eri; vazgeç bunlardan, gözünü
aç, bundan böyle halkın gözüy le bakma, yürüme.
Hey gidi hey; sana Tanrı öylesine bir can gözü
vermiş ki mahmur bakışlarına karşı Cebrâil’in yüce, büyük kanadı
bile secdeye kapanır.
Nerkis gözlerini yumup leş yiyen akbaba gözlerini açma, can gözünü
yumma, şaşı bir gözle bakma.
Şekil, sûret âşıkları şekle, sûrete düşmüşler; bal ümidiyle ayran
çanağına düşen sinek gibi tıpkı.
Neşelen ey ölümsüz ululuk ıssının aşkına düşen, o çeşit kanatların
olduktan sonra b alç ıktan ne gam sana.
Cebrâil’in bile boyuna sana kul köle olmasını istiyorsan yürü,
Âdem’e secde et a rahmetten sürülmüş şeytan.
* Kanlar içen çölün Kâbe’mden haberi olsaydı her yanda bir gül
bahçesi, her yanda arı duru bir ırmak görürdü.
A insanların iyisine kötüsüne bakıp kalan, buna razı oldun ya, ne
diyeyim? Artık Tanrı y ardımc ın olsun senin.
* Tanrı emanetlerine gök bile dayanamadı;
fakat Tebrizli Şems onları yeryüzüne nasıl da yayıyor.
Bir dilim ekmek için bunca
maskaralığa düşmüşsün a boynu kırılasıca; ekmeğin çevresinde dönüp dolaşman,
kararmış gönlünü büsbütün bütün karartmış.
A maskara, aynada kara yüzünü,
kör gözünü gördün de ahmaklar gibi tuttun, aynaya güldün, aynayla alaya
kalkıştın.
(s. 205) Fakat alayın aynayla
değil, kendinle; çünkü yüzün, her aydın gönüllünün alay edeceği bir yüz.
Gönlü kararmış ikiyüzlü yüzünle
alay et; çünkü baştan ayağa dek maskaray a alınacak bir kaltabandır o.
Kendi kanına girene ben ne
yapabilirim, elimden ne gelir? Hırsızlık eden, merdivene çıkarılıp darağacına
çekilmeyi hak eder.
Tanrı aşkına düşenlerle alay
eden kişinin başına kahraman cellâdın kahır kılıcı iner.
Yerdeki insanlarla gökteki
melekler kadar ibadet etmiş olsa bile Tanrı kahrı bir soluk almaya bile
bırakmaz onu.
Âdemoğlu olan îblis’ten ibret
alır; İblis, Âdem’le alay etti de yüzü karardı gitti.
O gönlü kararmış zalim, gönül
ehline bühtanlar eder, onlarla alaya girişir, onlara açıklanır, hayıflanır.
Şeriat sahibi Ahmed’le Ebû
Cehil alay ederdi; korkak Firavun da İmranoğlu Mûsa’yı alaya alırdı.
Onlar dayandılar da sonucu,
Tanrı kahrı erişti; Tanrı kahrının dumanı tepelerine çöküverdi.
Ciğerler hasetçilerin
kınamalarından kan kesilir; onların alay larının derdi, insanın canını dağlar.
Onlardan kaçsan da yapayalnız
bir mağaray a sığınsan gene aşk, çevgen gibi seni çeker, ortaya
atar da,
Her donmuş, uyuşmuşun zehrini tattırır, her hasetçiden bir armağan
sunar sana.
Dünya kurulalı âşıkların başlarına hep bu gelir; her vakitte
âşıkların işleri güçleri budur.
Aşk dinindeysen kınanmaya gönül ver; düşmanın alayından,
gücünmesinden yüz çevirme.
Âşıklık tunç işçiliğine, yahut da demirciliğe benzer; bu
sanatlarla uğraşanların yüzleri, daima karadır.
Tunç işçisinin, demircinin yüzü, külhandan, kazandan kararır;
fakat kazanın çevresi de tamamıy la kararır gider.
Sonunda âşıkların yüzlerindeki kara da onlarla eğlenen kişinin,
onlara söz edenin, onları kınayanın yüzünü karartır.
Şekle, görünüşe çekilen aşk bile hasetçilerin düşmanlığını çeker;
hele dilediğini yapan, şekli, görünüşü y aratan padişaha.
Hele şekli düzen, şekli bozan,
saltanat bağışlayan, eşi, dengi bulunmayan, cana canlar katan, gönüller kapan,
iki dünyanın da sığındığı o gözle,
Hele Tanrı sırrının haslar hası
eşsiz Şemseddin’e, Tebriz’in övündüğü ere, varlığın özüne, yürüyen ışığa aşk
çekilirse neler gelmez adamın başına?
Her kart puştun haddi mi benim
işime karışmak? Onların nefisle bulaşık vasıfları uzak olsun sevgilimden.
Onların verdiği utanç, onların
ettiği habislik, düzen yüzünden sevgilimi övüş vazifesini bile b ıraktı şu uy
anık gönlüm.
Lânet toprağı, o kötü damarlı
zalimin başına ki, kötülüğüy le benim yolumu yordamımı darmadağın eder.
* O eli kesilmiş hırsız, benim
hikmetimi, felsefemi ç alar da sonra pazarımın başında dükkân tutar, bu hikmeti
satmaya girişir.
Yüzümden de utanmaz; amma utanma nerde, o nerde? Sırlarıma ait ne
öğrendiyse hepsi de haram olsun.
O harami, ne yana gitse kötülüğünden yol yitirir; hey yarabbi, hey
ululuk ıssı Tanrım, sevgilime bir saygı da göstermez o.
Keskin anlayışla, yahut iç temizliğiyle Arş’ın yücesine çıktın da
sevgilimi andın ha.
A yoksul gönlüm benim, adam olmayanla eş dost o lmaktan ürkme;
çünkü ehil o lmay anlar, çare siz kötülüklerde bulunacaklar; bu böyle gelmiş,
böyle gider.
Edepsizlerle kötü inançlılar da su içerler, ekmek yerler; bunu
görürüm de arlanırım; bu âr ekmek bile yedirmez bana.
Fakat sabret hele, o ay yüzlüden bir müjde gelsin; sabret hele,
inciler yağdıran bulutum bir yüz göstersin.
Sabır dediğim de şudur a gönül: O arılık duruluk denizini övüşten
kalma, yüz çevirme, evet, sözümü dinle benim.
Tutalım anlamların inceliği
yüzünden dünyada anlayış kalmamış; inciler saçan can ve gönül denizimin kokusu
gider mi hiç?
Başkaları ondan bir koku
alamasa bile efendiler efendisi padişahımın, padişahlar padişahı Şemseddin’imin
bir koku almaması mümkün mü? Kıyamete dek işim gücüm ona tapı kılmak.
Can şarabımdan lâleliklerle,
gül fidanlarıyla bezenmiş Tebriz bitip duruy or da yanağıma vuruyor, yüzümde
cilveleniyor.
A nazlı nazenin havam, a
kimseyi incitmeyen padişahım, a efendim, bütün bu gayret, senin sırrının
gayreti.
Ben senin sır saklamanda bir
kıy aslamay a giriştim, fakat kıskançlığını bir türlü ölçemedi pergelim.
A efendim Şemseddin, bunca
örtünün ardından senin uyanıklığın, bilirim ki benim şu ağlayıp yalvarışımı
duyar.
Bir taşlık yurdu olan şu göğsüme her yandan gelen taşlar da Tanrı
gayretinin ışıklarından gelmede; görüşün bunu da görür.
Şu can süvarisinin senin obandan başka bir yerde durmasını, başka
bir yerde atından inmesini, kereminden revâ görme.
Senin obandan başka bir yere konarsa ben yok olmamı isterim
Tanrı’dan, Tanrı yardımcı olsun bana.
Dün gece gördüm ki bir damarda yüzlerce heves var, yüzlerce yılan
yumurtası; bakalım şu y ılanım neler edecek diye bir sınamay a koyuldum.
Bir de gördüm ki bir yılan olmuş, her anda büyümekte; yaptığım
işten, düştüğüm sanattan pişman oldum.
Pişman oldum da onu öldürmeye kastettim, oysa kahrından zehirli
dişleriyle y ery üzünü ısırıp kemiriyordu.
Âdeta, böyle talebe diyordu,
nasıl olur da kötülük eder, kötü damarlılıkta bulunur da baş çeker, isyan eder?
Tanrım, sen emeğimi, bağışımı zâyi etme.
A güneş, bir kere daha evi
ışıkla doldur; dostları sevindir, düşmanları kör et.
Çık tepenin ardından, lâ’l yap
taşları; bir kere daha koruğumuzu oldur, üzüm haline getir.
A güneş, bir kere daha yeşert
bağı bahçeyi; yazıyı, ovayı giyindir, doldur hurilerle.
A âşıklar hekimi, a gökyüzünün ışığı,
tut âşıkların elinden, çare bul hastaya.
Böylesine ay yüzün bulut
altında kalması insafa sığmaz, bir an içinde bulutu uzaklaştır o ay yüzden.
Dünyayı ışıklarla doldurmak
istiyorsan elini çek yüzünden; dünyayı karartmak istiyorsan ört yüzünü.
Keşke canım, senden başka kimsecikleri bilmeseydi, tanımasaydı;
anlamları bilen canım, senden başka hiçbir şeycik bilmeseydi.
Ne kimseyi reddetseydim, ne tereddüde düşseydim, ne
kabullenseydim; tuzaksız, çerçöpsüz kendi ummanıma dalıp gitseydim.
Yüzünden başka ne görürsem gözümün nuru azalıyor; a benim perdeye
benzer kirpiklerim, yol vermeyin herkese.
Aşkın inceliklerinden pek inceldi canım; gönül de istemiy orum,
can da istemiyorum, nerde benimki, nerde o?
Şirin sevgilimi kıskanıyorum da bulut gibi yüzüm ekşi; güneşe
benzer yüzün, yeter bana delil.
Bir an bile yüzünü çevirme benden de ateşlerle dopdolu gönlümün
dumanı gökyüzünü yakıp y andırmasın, ne var ne yoksa birbirine katmasın.
Sustuğum zaman senin gül bahçenden
reyhanlar devşiririm; ağlamaya başlayınca da âlem reyhanımın
kokusuyla dolar.
Sana karşı kim oluyorum ben?
Adını taktığın biri; fakat sen neyimsin benim? Sultanım, padişahım.
Saçların yüzünü örtünce yolumu
yitiririm; saçların küfrüm benim, yüzün imanım.
* A canıma feryadımdan da yakın
olan, ya feryadım senden geliyor, yahut sensin feryadım.
Benim ay yüzlülerin padişahı
sevgilim hastalarının yanına geldi de dedi ki: A sapsarı yüzler, a benim safran
bahçem,
Safran bahçemi sulayacağım,
safranı ab ıhay atımla gül haline getireceğim.
Sarı da hükmümüze, fermanımıza
uy ar, kızıl da; gül de buyruğumuz altındadır, diken de; bizim yazımızdan,
bizim fermanımızdan başka bir şeye uymaz.
Dünyanın güzel yüzlüleri,
bizden güzellik çaldı; hepsi de zerre zerre bizim güzelliğimizi, bizim
ihsanımızı gördü.
O ay yüzlüler, sonucu sararır
solarlar, yüzleri gazel olmuş yaprağa döner; hırsızların bizim tapımızda
halleri budur.
Gündüz oldu a topraktakiler,
çaldıklarınızı geri verin; toprak nerde, mala mülke sahip oluş nerde, güzellik
nerde a benim canım.
(s. 206) Gece oldu mu Güneş
ortada yok ya, yıldızlar lâf etmeye başlarlar; Zühre, bu benimdir, bil der, Ay
da bu benim der.
Müşteri, kesesinden Câ’ferî
altınını çıkarır; Mirrîh, Zühal’e, bu der, benim keskin hançerim işte.
Utarid başköşeye kurulur, benim
ulular ulusu der, gökler benim mülkümdür, burçlar canımdan doğma.
Fakat Güneş, seher çağı doğudan
ordusunu çekti de ortaya çıktı mı a hırsızlar der, nereye gittiniz? İşte
buracıktayım ben.
Zühre’nin ödü patladı, Ay’ın boynu kırıldı, Utarid benim parlak
yüzümün karşısında kurudu, dondu.
Mirrîh’le Zühal’in işi, bizim nurumuza karşı bozuldu gitti;
Müşteri iflâs etti, dağarcığıma muhtaç oldu.
Güneş birazcık meydanda at koşturdu mu bir sestir gelir: Kendine
gel, kendine a edepsiz, mey danımdan çekil.
Güneş’in güneşiyim ben, git a Güneş, var git sen, batı kuyusuna
baş aşağı düş, gir zindanıma.
Sabah çağı diril, doğu mezarından baş çıkar, mahşeri inkâr
edenlere bürhanımı anlat.
Ona kurban olan Ay, herkese bayram kesilir; a bana kurban olan,
senin bayramın benden doğan ay dır.
* Tebrizli Şems, doğuda olmayan burçtan doğdu, parladı; zatının
ışığı benim sınırıma, imkânıma sığmıy or da sığmıyor.
A benim canıma can katan
hayatım, perdeyi kaldır; kaldır ey gamımı yiyen, benimle düşüp kalkan, geceleri
bana eş dost olan sevgili.
A vakitli, vakitsiz
feryatlarımı duyan, a varlığımın bütün zerrelerine bir ateştir, salan.
Feryadım dağa vurdu mu
dinlersen duyarsın ki dağın sesi de benim hey-hey naralarımla çift olur, o da
seslenir benimle.
Sen her şekilden arısın,
canlardan da temizsin; şeklin yok amma benim bütün şekillerimin mıhladızısın
sen.
Zevksizlikten gönlüm bir iş
görmeyi kurdu mu, bulunduğum ova gönül açıcı bile olsa daracık bir yerde
bağlanmışa dönerim.
Sensiz zevk de, işret de, bağ
bahçe de, fikir de, akıl da boş; bunların her biri baş ağrısı olur, ay ağıma
vurulmuş tomruk kesilir.
Kendimden ne kadar kaçarsam o
kadar mahpus olurum kendime; ay ağ ımın bağını çözdüm mü bakarım da ay ağımı
gene de bağlanmış görürüm.
Ümitsizliğe düşüveririm de ya bir gece vakti, ya da bir seher
çağı, haydi derim, doğ, doğ, benim yüce damıma vur.
İşte o zaman şekerle, helva ile öyle bir hale gelirim ki kendimi
kaybederim de bu benim derim, y ahut da şekerim, helvam bu.
Bu gece, yalnızlık gecelerinden bir gece, bir merhamet et bize de
sevda defterimi okuyayım sana bu gece.
Ney gibi, feryatlarım, vahlarım, eyvahlarım güzel, temiz çıksın
diye dağarcığımı b o şalttım bu gece.
Bundan böyle yel dağarcığıyım, ekmek dağarcığı değil; çünkü şu
görür gönlüm bu fery atlarla aydın.
Derdimizin, hastalığımızın senden başka ilacı, dermanı yok; sen
can Calinos’usun, benim Ebû Ali Sînâ’msın sen.
Başa hoşluk veren her şey
sevgilimin bir kokusudur; gönlü hayretlere salan her şey sevgilimin bir
ışığıdır.
Toprakta da, topraktakilerde de
bütün bu coşkunluk neden? Meyhanecim yeryüzüne bir yudumcuk şarap döktü de
ondan.
Kimi donakalmış görürsen bil ki
kendi işine âşıktır; onun işine bakma, sen benim işime bak.
Yeryüzünün bütün sırları
baharlarda meydana çıkar; benim baharım da gelince sırlarım biter, yeşerir.
Yery üzünün gül bahçesi yeryüzü
dikenleriyle örtülür, halbuki benim gül bahçem açıldı, saçıldı mı hiçbir
dikenim kalmaz.
Güz mevsiminde hasta düşenlere
ilkbahar bir şerbet içirir; fakat benim ilkbaharım güldü mü hastalığım
depreşir.
Nedir bu güz yeli? Senin şu
inkâr soluğun. Ya nedir şu bahar rüzgârı? Benim o ikrar soluğum.
A âşıklar, her zaman içtiğiniz
sinsin, yarasın, afiyetler olsun size; şu dünya şeker madeni olsun size.
A âşıklar, afiyetler olsun,
şekerler olsun sesi, Arş’a dek, Kürsî’ye dek ağdı; Arş’ı da aştı bu kervan,
ferşi de.
Deniz kıyısından ne diyeyim, ne
söz edeyim? Can denizinin yok ki kıyısı; mekândan da üstün a âşıklar,
mekânsızlıktan da.
A âşıklar, o izinin tozu
belirmeyenden bir eser belirir diye biz dalgalar gibi gâh ayaktayız, gâh
yerlere kapanıp secdeler etmede.
A âşıklar, biri sorar da derse:
Kimsiniz a candan, baştan geçenler? İrkilmeden hemencecik deyin ki: Canın
canına can olanlarız biz.
Birisi dalgıç değilse, yüzmek
bilmiyorsa ne gam; can denizi, bağışlar mı bağışlar; çünkü o, incileri madene
ucuzca, hattâ parasız bağışlar gider a âşıklar.
A âşıklar, şu şöyle olmalıymış,
bu böyle
olacakmış sözleri var ya; halkı
almış, bir çukura sokmuş bu sözler; biz şöyleden de kurtulduk, böyleden de.
* Gayb âleminin av yerinden, “Sen atmadın, attığın zaman Allah attı”
okları, yaysız, kirişsiz atılıp durmada a âşıklar.[5]
Gönlü arayıp bulmaktan ümidimi
kestim de döndüm, geldim; bir de baktım ki sevgili sevgiliyle uyumuş, gitmiş a
âşıklar.
A âşıklar, dedim ki: Gönül, ne
de güzel yatılacak yer seçmişsin; güldü de dedi ki: Gül alan, gül bahçesinden
gül alır elbet.
Benim ayağımın altında da gül
var, onların ayakları altında da gül; fakat bunu, inkâr edenlerin meclisinde
nasıl söyleyeyim a âşıklar?
* Ne mutlu demdir, ne kutlu an, o zaman ki sevgilinin aşkıyla sarho
ş oluruz da canımız gökle ipi ay ırt etmez gider a âşıklar.
Bu aşk denizi, eşi görülmemiş
bir denizdir; ne aşağıdadır, ne yukarda, ne de ikisinin arasında a
âşıklar.
A âşıklar, Tebrizli Şems’in parıltıları doğudan belirdi mi,
yeryüzü de can kesildi gitti, gökyüzü de.
* Âşıkların gönüllerinde bir başka çeşit kuş uçmada; âşıkların
kemiklerini alıp devlet kuşuna götürmede.
Yazık, yazık, n’olurdu gözün olsaydı da havaya bakıp hemencecik
görseydin, âşıkların gönülleri nasıl da çekilip gidiyor.
Başları kesik develer, apıl apıl adımlarını yücelere basmada;
âşıkların kervanında başı bedeninde deve arama.
Kıskançlığı, iz belirtmeden, izinin tozu belirmeyene git, iz
belirtmeden demeseydi o cenaze uçardı.
Bir âşıkın kemiği mezarlığa geldi mi âşıkların sofracıbaşısı, ondan
yüzlerce nevâle devşirir,
hazırlar.
Âşıkın bir gerdek gecesi olan ölümünde, âşıkların gizli şeylerinin
açığa vurulması doğru olsaydı, her zerre tef çalar, el çırpardı.
Âşıkın bedeni bir define gibi yere indi mi, âşıklar göğünde
yüzlerce pencere açılır.
A azizler, âşık kefene sarılmıştır amma Kafdağı’nı seyreder;
şaşılacak şey; âşıkların ö lümü bir göz boy amaktır, y ahut da bir sınavdır
âdeta.
Bir gül harmanıydı, safran dalının ölümüyle geldi geçti; fakat
âşıkların safranı yüzlerce gül bahçesine değer.
A erlerin gayret peygamberi, ağzımı tutma da âşıkların dilinden
iki üç espri söyleyeyim.
Bence mekândan göçmek, y olculukların en hayırlısıdır; mekânlar
mekânsızlık âleminin perdeleridir.
Mekânlar sanki sudur,
mekânsızlıksa tatlı bir deniz; arı duru su, gölcüklerde durdukça kokar,
pislenir.
Söyleyişte, anlatışta, gönüle
bir ferahlık vardır, gönül kuşu uçar sanki; fakat a gönlüm, gizlice uç, göz
önünde, apaçık uçma.
Tavuklar yem yemek için avlunun
içinde uçar; kuşlar da kurtulmak için havalanırlar, uçup giderler.
A yiğit, bu göçüşle o göçüş
arasında fark var; biri alçaklığa uçuş, öbürü cennetlere uçuş.
Şu iki göçüşte de ilkönce bir
zevk var; fakat sınanınca aradaki fark sonunda meydana çıkar.[6]
Bir hoşluk, bir güzellik,
elinden çıkıp gitti mi gam çekme, kederlenme, iyi bil ki bir başka şekle
bürünür de gene sana gelir o.
Çocuk, dadıdan, tayadan, sütten
hoşlanmaz
mıydı? Sütten kesilince o zevki
şaraptan alır, baldan alır.
Bu zevk, neliksiz-niteliksiz;
fakat şekillere bürünür de belirir, şu balçık âlemde kaptan kaba boşalır durur.
Güzelliğini ansızın yağmurda
belirtir, yel, onu gül bahçesine sürer, derken yerden çayırlar, çimenler,
çiçekler biter, baş gösterir.
O zevk, gâh su yoluyla gelir,
gâh ekmek, et yoluyla; gâh güzel yüzünden belirir, gâh at, eyer yüzünden.
(s. 207) Bütün bu perdelerin
ardından ansızın bir gün çıkagelir de bütün putları kırar; o zaman ne bu kalır,
ne o.
Uykudayken can bedenden çıkıp
gider, hayal âlemine dalar, beden hareketsiz kalakalır ya, artık başka şekle
bakma sen.
Dersin ki rüyada kendimi
gördüm, sanki bir selviymişim, yüzüm bir lâlelik âdeta, bedenimse gül, yasemin.
* Fakat o selvi hayali geçer
gider, can, evine döner gelir; işte bunda bilenlere bir ibret vardır.
Fitne çıkacağından korkuyorum,
yoksa söyleyecek nelerim var; onları da söylerdim; fakat Tanrı benden daha da
iyi söyler, sen eyerin tasmasını bırakma.
Fâilâtün fâilâtün fâilâtün
fâilât; arpa ekmeğin yoksa bâri arpaya ait hikâye söyle.
Sonucu ey can Tebriz’i, gönül
yıldızlarına bakadur da dünya güneşini Şemseddin’den vurmuş, parlamış bir ışık
olarak gör.
Her seher çağı, vur erganuna
böylece; aferin güzelliğine; işte böylece güzelim, böylece.
Yüzüne karşı gündüz, sarhoş
saçlarına karşı gece, harap... A benim güzelim, küfrün böyle, imanın böyle
işte.
Zühre’nin kucağına veriver
çengi şöylece; a p arlak Ay, ayağını vurarak oyuna giriş böylece.
Halk miskler, amberler koklamak
isterse saçlarını çöz, şöylece bir dağıtıver.
Felek bir soluk senin dileğine
göre dönmezse, o dönek feleğin çarkını ateşleyiver şöylece.
Gün, meclis günü, a aşk,
elimizi tut, şöyle bir özel topluma, padişahın taht kurduğu yere götürüver
bizi.
A yol arkadaşı, sarhoşsun amma
yavaş yavaş ileri yürü; bizimle meydanın arasında bir parçacık yol kaldı zaten.
Tebrizli Şems’in havasına uy da
karanlıkları aş; şöylece bahçeye, sayvana varıver.
Akıllı kişi her an dile
düşmekten, adı kötüy e çıkmaktan korkar, gamlanır durur; âşıksa her an
kendisinde değildir, rezil rüsvây olur gider.
Akıllılar boğulmaktan kaçarlar,
çekinirler; âşıkların işi gücüy se boyuna denize gark o lmaktır.
Akıllılar rahata kavuşunca
dinlenirler, esenleşirler; âşıklara rahatta, huzurda olmak ayıptır, ârdır.
Âşık herkesin içinde
yapayalnızdır, hani zeytinyağı gibi; zeytinyağı da suyla bir arada, bir
yerdedir, fakat sudan apayrı, yapayalnız.
Aşka düşmüş âşıklara kimdir
öğüt veren? Âşıkın, aşk maskarası o lmaktan başka bir kârı y oktur.
Aşk misk gibi kokar, o yüzden
el gün duy ar onu; miskin duyulmamak için bir çaresi var mıdır hiç?
Aşk ağaca benzer, âşıklarsa
gölgesidir onun; gölge uzak da düşse ağaçtan meydana gelmiştir, ağaca uyar
ancak.
Çocuğun büyüyüp ihtiyarlaması
akıl bakımından bir olaydır; fakat aşk durağında ihtiy arın bile gençleşmesi
gerekir.
A Tebrizli Şems, senin aşkınla
alçalan, aşkında alçalmayı seçen, yücelere yücelmede tıpkı senin aşkına benzer.
Canlar beden elbiselerine bürünsünler diye yol başında durdu,
utancından gelemiyor da bekliyor.
O yanda rintler, aydın günde beni-bizi bensiz- bizsiz göresin diye
bütün gece elbiselerini soyup dururlar.
Onun Rum ülkesi halkı elbiseleri çalar, Zencileriyse elbiseler
diker; neşelen a elbise çalan, yaşa a elbise soyan.
Başını yüceltmek, candan, baştan geçmek, mumun işi gücüdür; leğene
mum kesilenin, şu iki işi de başarması şarttır.
Can baş vermede kim daha atik davranırsa ışığı daha fazladır onun;
ayağının altına koy başını, çırp elceğizlerini.
Bir ay yüzlü, boynuna kol atar, seni kucaklarsa riyayı bırak,
sarıl ona sımsıkı, ver kendini de,
Çiçek gibi yerlere saçıl, her an onun bahçesinde bit, yeşer,
geliş; gülün yüzü gülün
yüzünde olsun, yasemin yaseminle sarmaş dolaş yaşasın.
Âşıklar güzellerin yüzlerinden
örtüleri kapmışlar; çünkü birlik âleminde erkek, kadın farkı kalmaz.
Canları seyret, beden
mezarlarının başında nasıl da oynuyorlar; yüz binlerce varlık görmüşler, hepsi
de varlığından geçmiş gitmiş.
Amberler kokan saçları
rintlerin canlarına diyor ki: Kalk a rint, işte ip buracıkta, hadi canbazlık
edelim.
Tebrizli Şemseddin’in aşk
Murtazâ’sına bak; onun aşkına razı olanı seyret: Huseyn gibi kendi kanıma
bulanmışım, zehirler içmedey se sanki Hasan’ım ben.
Âşıklar ney gibi feryat etmede,
aşksa sanki neyzen; bakalım bu aşk benim ney imle neler üfleyecek?
Ney meydanda da neyzen gizli; lâ’l dudaklarından neyim sarhoş oldu
gitti.
Gâh neyimi okşamada, gâh ısırmada; ah şu güzel sesli, ney kıran
neyzenden, ah.
* Mum da yüzü, güzel de yüzü; şarap da lâ’l dudakları, meze de; a
lâ’l dudaklarıyla Hasan’ı da sarhoş eden güzel, Hasan’ın babasını da.
Öylesine güzellik bu ki kokusundan sarhoş oldu Hasan’ın babası;
Hasan’sa kokudan da geçti, ağzında şekerler var onun.
Gökyüzü bir hırka ki semâ’a girmiş, oynuyor, fakat sûfî
görünmüyor; a Müslümanlar, bedensiz hırkanın oynadığını kim görmüş?
Hırka bedenle oynar, beden canla; canın boynunu da sevgilinin aşkı
bir iple bağlamış.
A mahmur gönül, şarabın pek tutmadı beni diy orsun, hiç onun
keskin şarabını birisi içer de sonra kendinde kalır mı?
Yüzü, Kâbe’den meyhaneye git
diye fetva veriyor, saçları, işte buracıkta ip canbazlığına girişmişiz diye
dâvaya kalkışmada.
Akıl, ben inciyim diyor, inciyi
kırmak doğru değil; aşksa taşımızı al da at o inciye, ez onu demede.
Taşımız inciyi kırdı, kusur
gene de bizim taşta; bedene kurban olan cana y azıklar olsun.
Gönüle bu yetmez mi ki dilber,
kanına el banmış; puta bu yetmez mi ki Halil gibi birisi kırmış onu?
O, merhamet edip kimi aradıysa,
o kişi aramaktan kurtulmuştur; o, kime bizimsin demişse bizlikten, benlikten
halâs olmuştur o kişi.
Çölde, yazıda oturan, depremden
emindir; deniz adamı hiç elbise soyandan korkar mı?
Balık satıcılığı yapmışsa
bundan ne ziyan gelmiş Süleyman’a? Şeytan mülk, saltanat sahibi olmuşsa ne
çıkar, gene şeytandır, gene şeytan.
Bir yüzük yok olmuşsa n’olur
ki? Parmağı var ya, o da bir yüzük; yüzük bir perdeydi zaten; a kötü göz, nazar
değirme ona.
Amma zaten kötü göz kendi kendini
yer, bizim ay yüzlümüz boş verir ona; ışığı leğen altında gizlense de mumun adı
sanı hiç kötüye çıkar mı?
Kendilerinden geçmiş,
akıllarını yitirmiş kişilerin arasında bir aklı başında bulunan kimsenin
bulunması ne yazıktır, ne yazıktır, ne yazıktır, ne yazık.
A sâkî, pervasızca şarap sun;
sundukça sun da dünyada bir tek akıllı bile kalmasın.
Sevgili, âşıksan deli divane ol
deyip duruyor; gerçekten de delilerin içinde bir akıllının bulunması soğuk
kaçıyor.
Bir akıllı gelir de içimize
katılmak isterse yol yok de, işim var; fakat bir âşık geldi mi tut elinden, çek
onu içeriye.
Ayıp dediğin şey nerden meydana
gelir, neden ayıp görürsün bir şeyi? Usanmış, bezmiş akıldan, aklın başındadır
da ondan; susuz, hiç yağmur bulutunu ayıplar mı?
înkârcı akıl, hiçbir sûretle
izden, eserden geçemez; izsiz, esersiz yürü, izsiz, esersiz git de izinin tozu
belirmeyenden bir yara almayasın.
Bir ham, seni tutar da
bakırcıya götürürse Yusuf ol, satıl, zararı yok; bir diken seni bilmezse bilme
de, sen gül bahçesi ol da ziy anı yok, varsın bilmesin.
* Sen îsa ol da evin olmasın,
olmayagör, de. Sen göz ol da sana bir örtü kalmayacakmış, kalmasın de.
A ilkbahar, canımızsın bizim,
yeniden can ver bize, tazele canımızı; bahçelere çiçekleri aç, yazıyı, tarlay ı
gençleştir.
Gül, güzelliğiyle parıl parıl
parlamada, kuş da söz söylemeyi bellemiş; fakat seher yeli
olmadıkça bir hareket yok,
haydi, seher yelini tazele.
Selvi süsene dilini aç, söz
söyle deyip duruyor; sünbül de lâleye vefa göster, vefakârlığı tazele diyor.
Çınarlar tef çalmaya koyuldu,
çamlar el çırpıyor; üveyik kuşu kû, kû diye nara atmada, lûtfunu, ihsanını
yenile demede.
Pembe gül ayağa kalkmış,
menekşe eğilmiş, asma yaprağı secdeye kapanmış, bak da gör, gör de salâyı
tazele.
Bütün çiçekler barış taraftarı
da kötü huylu diken savaş istemede; kalk a Vâmık, bâri Azrâ ile ettiğin ahdi
sen yenile.
(s. 208) Gök gürlemesi, bulut
geldi, toprağa miskler saçtı, a gül bahçesi, yürü, yüzünü yıka, elini, ayağını
tazele diyor.
Nerkis, bülbülün yanına geldi
de artık şakımay a, çilemeye başla, aşkı yenile, nağmeyi tazele diye
gözceğinizi kırpıyor.
Bülbül bunu gördü, bu sözü
duydu da sadberk gülüne, dinlemek istersen dedi, dinle şu çaresiz âşıkın
nağmelerini.
Hızır giyimliler, yeşillere
bürünenler, haydi diyorlar, yürü, erenlerin sırlarının sırrını tazele.
O vangülü, o sakızgülü, o
yasemin, hayır diyorlar, sus da susuştaki kimy ay ı gör, o kimyayı yenile
artık.
Nazlı nazenin padişahlara
nazlanmayı bırak; a nazik, gerçekler güneşine karşı altının değeri y oktur, p
arlay amaz.
Sen kendine gölge kesilmişsin,
güneşin ışığında yok ol; ne vakte dek gölgeni görüp duracaksın, güneşin ışığını
da gör.
Hiçbir şeyden haberin yok,
kendine düşmüşsün, yuvarlanıp duruy orsun; adam ol da bağda bahçede,
çiçeklerin, yaseminlerin arasında yuvarlan.
Karanlıkta kalan, kendi
hayalinden korkar; karanlıkta korkunç hayaller görünür.
Kervan, gündüzün yıldızıyla
emin olur, çünkü kıran da güneşle olur, eş dost da onunla bulunur.
Gece kuşu gündüz oldu mu bu
karanlık da nedir der; çünkü o, geceyle bildiktir, onunla düşer kalkar.
Ne mutlu o kuşa ki gece
sevgisine sarılmamıştır, o, Şemseddin’in havasına uyar da Tebriz’e gelir.
A gökyüzünün ışığı, a yeryüzüne
Tanrı rahmeti; feryadımı duy, dertli halimi gör.
Yüzlerce belânın ortasından
sana kaçtım, sana sığındım; ya merhamet elini başıma koy, y ahut yenini salla,
lûtfet, ihsan et.
Ya rahmet bulutunu yolla, gam
ateşini söndür, yahut da îsa gibi beni de şu ateşli dünyadan kurtar.
Ya muradımı ver, ya beni
murattan geçir, yarın yarın diye vaad etmeyi bırak; ya öyle yap, ya böyle.
* Ya “Şüphe yok ki biz sana apaçık bir fetih vermişizdir” kapısını
aç da yüz binlerce gül bahçesi göreyim, yüz binlerce yasemin seyredeyim,
* Yahut, “Senin göğsünü açıp genişletmedik mi” âyetiyle gönlümden
dört ırmak akıt: Su ırmağı, şarap ırmağı, süt ırmağı, bal ırmağı.
* A Senâî, yürü, Mustafâ’nın rûhundan medet iste; Mustafâ, ancak
âlemlere rahmet olarak gelmiştir.
Görünüşte yabancı duran
güzelim, gizlice sever beni; dili acı sözler söylese de ağzında şeker vardır
onun.
îçten bildik, görünüşte
yabancı; bu çeşit sevgiyle dolu bir düşmanı dünyada görmedim gitti.
Aşkından bahsedersem sevgili
kızar; fakat nâdân âşık olma, sakın yüz çevirme ondan, sakın.[7]
Güzelin acılığı, şarabın
acılığına benzer, insanın tabiatıyla uyuşur, adamı neşelendirir amma ağza acı
gelir.
Karşısında ölmek, şekerden de
tatlıdır; ölen bilir bu sözü; dirilere sorma.
Ne mutlu gündür o gün ki aşkın
huzurunda bu gazeli okuyayım, yere kapanıp secde edeyim de hemencecik can
vereyim.
Aşk, can kuşuna, kafese girmeyi
ister misin diye sorar; kuş da bırak kafesi, kır gitsin, ben y alnız seni
isterim der.
Seni övdüğüm vakit ağzıma gelen
sözleri ölü bir müride okusam dirilir, kefenini atıp kalkar.
Kaldı ki benim müridim ölmez,
çünkü abıhayat içmiştir; hem de kimin elinden?
Lûtuflar sahibi Tanrı sâkîlerinin elinden.
A dirilere kurtuluş, ölülere
can olan, içimde put yonarsın, dışımdan put kırarsın sen.
Devlet yeli, yüzünden örtüyü
bir atarsa gül utancından erir, su kesilir, ne yeşillik kalır, ne ben kalırım.
Bir an olur da şaraba benzeyen
dudaklarını açarsan gül bahçesinde her yasemin yaprağı mahmurluktan üç batman
kesilir.
Bir an gelir de âşıklara dem
sunar, gönül verirsen can zahitlikten kurtulur, biz de kendimizden geçer
gideriz.
Senin bir şeyini çalmadıysa
gönül ne diye asılmış? Hırsızın sonu asılmaktır, başka çaresi yok.
Her hırsız böyle asılsaydı
bütün âlem, kadın erkek hırsız olmak hevesine düşerdi.
Bu çeşit asılmaktaki
kerametlerin en küçüğü abıhayat içmektir, ölümsüzlüğe erişmektir.
Mumundaki yanışın tadını
Zümrüdüanka’ya
tattırsaydın ona pervane gibi
kanatlar vermiş olurdun da kendisini yakar, yandırırdı, başını leğene kor
giderdi.
Sanatındaki güzellik bir ancağız puthaneye vurdu da gâh şaman put
olmaya başladı, gâh put şaman olmaya koyuldu.
Ahmed’i övüş, haçın üstüne nakşedilince puttan birlik sırrı apaçık
duyulurdu.
A Huten güzeli, aşkın gönüle bindi de dedi ki: “Böylesine bineği
koşturdukça koşturmalı”.
Coşkunluğun aklımı aldı, fitnelere düştüm gitti; akılsızın
coşkunluğu fitnelere, sınamalara düşüp gitmektir, bu lâyıktır ona zaten,
Ben nerdeyim, şiir nerde? Fakat Türk’ün biri gelir de üfürür bana,
ona, hey derim, kimsin sen?[8]
Türk kimdir, Tacik kim? Rum ülkesinden olan kim, Zenci de kim? Sen
mülk sahibisin, her gizliyi, her açığı kıldan kıla bilensin sen.
Şiir, şiirin elbisesidir, fakat içinde kim var
şiirin? Ya elbiseyi bezeyen huri, ya elbiseyi soyan şeytan.
Şiirini, başımızdan çekip
atalım, huriyi bağrımıza basalım; fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilen.[9]
A benim güzelim, aşkına
düşmüşüm, hevâna uymuşum; aşkın bir deniz, gönlümse balık sanki; bir an benden
yüz çevirsen, bir an seni görmesem balığa benzeyen canım ölür gider.
Balıklar suyun dışında bir an
bile dayanamazlar; âşıklar da gönüllerini alan sevgilinin ayrılığına
sabredemezler.
Balığın canı sudur, cana sabredilebilir
mi hiç? Cana sabredilemezse canın canına nasıl sabredilebilir?
îki dünya da sensiz zindan
oluyor bana; ayrılığınla ab ıhay at bile içsem ziyan veriyor bana.
* Şu dünya Nigâristanı, senin
şekillerinle dopdolu; fakat hiçbiri de senin yerini tutmuyor; şekil, iz nerde,
şekilsiz olan, izinin tozu belirmeyen nerde?
Gönlümün kanının katresini bir
dünya haline getirdin âdeta; öylesine şaşırdım kaldım ki katreyle dünyayı ayırt
edemiyorum.
Elinle sundun kadehi ağzıma; bu
yüzden öylesine sarhoş oldum ki ay ırt edemiyorum ağzımla kadehi.
Ben de kim oluyorum ki? Yerden
göğe dek sarhoş dolu; senin şarabınla öyle bir sarhoş onlar ki yerle göğü fark
edemiyorlar.
Benim gibi yüzlerce çoban,
koyunlarını kurda ısmarlamış gitmiş; kime ne diyeyim, koyunları ne yaptın diye
kimlere sorayım? Hani, nerde çoban?
Söyleyeyim desem söze
gelmiyorsun, gizleyeyim desem bu daha beter; ululuğundan ne dünyaya sığıy
orsun, ne gizli âleme.
Aşkım yüzünden şu dünyada
gizliyi tanırsam
aşk mümini deme, kâfir de bana
a filân.
* Her an şu gök kubbeden ses gelmede; bu ses, “Göğü biz kurduk
kudretle, daha üstününü kurmaya da gücümüz yeter” âyetini okumada.
* Baş kulağıyla değil, can kulağıyla bu sesi duyanlar, her an “tövbe
ederler, ibadet ederler, hamd ederler, oruç tutarlar”.
* Yüce dereceler ıssı Tanrı’dan bir merdiven elde edin, “rûh da ona
ağar, melekler de dönüp onun tapısına varırlar”.
* Hayal marangozu ne vakit göğe bir merdiven yapar, buna imkân var
mı? O merdiven ancak, “her şey dönüp bize gelir” diyenin elinden çıkar.
* Sabır, şükür keseriyle bu merdiveni yapmadıkça “ona ancak
sabredenler nail olur” ây etini okumaya kalkışma.
*Bu keser kimin elinde, bir gör de hoşça
*teslim ol ona, yuvarlak nesne
gibi, “biz üstünüz” deyip de keserle inada girişme.
* Birkaç basamak yüceldin mi sağ taraf ehlinden olursun, fakat damın
üstüne çıktın mı “ileri gidenlerin de ilerisine geçersin”.
* A sûfî, dünya tekkesinin sûfîsiysen yücel, “gerçekten bizler, saf
kuranlarız;” diyenlerin safına gir.
*
Yok-yoksulsan, yokluk-yoksulluk
tamamlandı, son haddine vardı mı Allah’tan başka bir şey kalmaz, sözüne kulak
ver; fakihsen, “onlar anlamazlar” pisliğinden arın.
* Nun gibi rükûdaysan, kalem gibi secdeye kapanmışsan “and olsun
nun’a, kaleme ve yazdıklarına” âyetinde olduğu gibi yazılanlara ulaş, onlarla
birleş.
* “Görür onlar” vaktinden önce “yakında görür” ây etinin şuh gözü
kesil; dalkavukların önünde dalkavukluk edenin hali gibi bu tahammül de ne
oluyor?
(s. 209) * Sidre gibi kök sal
da hiçbir şüphe
yok onda âlemine dal, böylece
de “ölüm soluğundan” dalın, yaprağın titremesin.
* Dikkat et de bak, o bahçe,
“üstünde dolaşan felâket yüzünden kavrulmuş, kararmış”; onların düşünceleri de
yanmış, bahçeleri de, halbuki “uyuy akalmışlar onlar”.
A kardeş, kendine bir bak, ne
biçim bir kuşsun, bir anla şunu. Padişahın elinde y etiştiy sen kendini doğan
say.
Kim kendiliğinden bir ortak
peydahlarsa o adamı doğan sayma; dünyada onun da Tanrı gibi bir misli, bir
ortağı yoktur, bunu böyle bil.
Katre lere, zerrelere bak,
hepsi de sarhoş, kol açmışlar, oy nuy orlar; bu oyun öyle bir güne şin yüzünden
ki gökteki güneş bile onun bir kadehi.
Padişahın kıb le sini bulduy
san devlet, ikbal kıblesi kesil; kadehinden iki yudumcuk içtiy sen b ahtı,
devleti sana eş dost olmuş bil.
Dedim ki: A iksir, bakırı nasıl altın yapıyorsun? Göster. Yüzünü
gönül sarraflarına çevirdi de dedi ki: Altın makasına bakın.
Ona dedim ki: İbrahim’in kuşunu nasıl dirilttin? Dedi ki: Kolunu
kanadını kır, yol da bak, nasıl uçarsın.
Dedim ki: Gönül kuşunun ta başlangıçta kanatları vardı; kendine
gel dedi, kafesi kır da başlangıcı olmayan başlangıca bak.
Solukdaşın, sırdaşın yok da ondan böyle soluğun çıkmıyor, daralmış
kalmışsın; gözünü aç da her an bir solukdaş gör, her dem bir solukdaş.
Canın yanıp yakılarak, yalvarıp yakararak birkaç soluk aldı ya;
bunları İsa’nın soluğu gibi Tanrı tapısında diri bil, Tanrı’yla uzlaşmış gör.
Toprak gibi hor, hakir ol, toprak gibi ayaklar altına döşenmeyi iş
edin; toprak horlandıktan sonra yeşilliklere kavuşur da yücelir.
O ay yüzlü, yasemin bedenli güzel, gökyüzünden başını eğdi,
kolunu, yenini salladı da bana doğru işaret etti.
Gözlerim şehitlerin gözleri gibi ona dalmış kalmış; aşkının
şarabıyla canım kendinden geçmiş gitmiş.
Misk gibi güzel kokan, misk gibi simsiyah olan saçlarının içinde
yüzlerce kıyamet kopmada, tertemiz yüzünün alanında her erkeğe, her kadına
âfetler belirmede.
Can kuşu, o saçların büklümlerine kapıldı, onlara ulanma havasına
düştü de kafesini kırmak için çırpınmaya koyuldu, kolundan kanadından oldu.
Gökten bir devlet kuşu geldi de başıma gölge saldı; bense o Huten
güzelinin yanından uzaklaş, y aklaşma ona diye feryada başladım.
Devlet kuşu söze geldi de ne de nasipsiz kişisin dedi, kutluluktan
kaçıyorsun a sınamalara uğramış kotü kişi.
Ona dedim ki: Sonucu sen bizimle dost
arasında bir perdesin; ben dostun yüzünü görmek istiyorum; çünkü
can ancak onun yüzünü görünce esenleşir, huzura, karara erer.
Devlet kuşu, pek şaşırdı, hayran hayran o aya bakakaldı; o, benden
daha fazla deli divane oldu, güzelliğine daldı gitti.
Ulular ulusu Şemseddin’in, o Tebriz padişahının, o zamanın
sultanının yüzünden bey de sarho ş, hoca da sarhoş, can da sarhoş, beden de
sarhoş.
Her an o gerçek güzelden ağzımızda bir lokma var, öbür lokma da
yenimizde saklı.
Bu kadar güzellik olmaz, Tanrım, bu nedir? Hiçbir selvide bu boy
bos bulunamaz, nedir bu?
Bu çeşit apaydın ortaya çıkan güneş gizlenirse, kendini dünyadan
gizlerse, bu gizleniş bizim içindir ancak.
O güzel, topluluğu diler, ister, yapayalnız
gidenlerse başkalarıdır, nerde bir güzel varsa orda bir kavgadır,
bir gürültüdür kopar elbet.
A Tebrizli Şems, cana benziyorsun, can gibi gizlenmişsin amma
gönlümde nereye gitti bu, ne oldu diye bir şüphedir beliriyor gene de.
Ağzı açık bir kutu kaptım candan, ağzı açık bir kutu; ona engel
kesilen bunu duyar bilirse biliver de, biliver.
Onun sırrını yazdım işte, yazdım işte, yazdım işte; kim dilerse
okuyuver de, okuyuver, okuyuver.
înkârcının yanına mı gidiyormuşum? Ben değilim o, ben değilim;
şimdi ortaday ım işte, ortadayım, ortada.
Eğer sen, nerde gerçeklik, nerde gerçeklik, hani tanık dersen,
benim sınıklığımda yüzlerce anlatış vardır, yüzlerce anlatış, yüzlerce anlatış.
Gözyaşım yeter bir tanık, yeter bir tanık, yeter bir tanık,
yüzümün, benzimin rengi yeter bir delil, yeter bir delil, yeter bir delil.
İşte buracıkta safran gibi
sararıp solmuş, sararıp solmuş, sararıp solmuş yüzümde bir lâle yüzlünün izi,
bir lâle yüzlünün, bir lâlenin.
Salâhaddin’den başka
kimsecikler anlamaz bu sözü, kimsecikler anlamaz; anlayışlıların kuluyum ben,
anlayışlıların, anlay ışlıların.
A kardeş, dün gece sevgilimi
rüyada gördüm, çeşmenin yanı başında ağustos gülleri arasında uyuyakalmıştım.
Çevresinde huriler halka
olmuşlardı, hepsi de ellerini kavuşturmuşlardı; bir yanda lâlelik vardı, bir
yanda yaseminlik.
Yel yumuşak yumuşak, hafif
hafif esiyor, saçlarının ucunu okşuy ordu, her büklümünden amber kokuları, misk
kokuları yayılmadaydı.
Yel sarho ş oldu da yüzünden
saçlarını dağıttı, bir aydın mumun üstünden leğeni kaldırırsın da ortalık ışır
ya, tıpkı onun gibi her taraf nura gark oldu.
Bu rüyanın daha başlangıcında
dur dedim, yavaşla, sabret de bir ancağız kendime geleyim; sus, konuşma artık.
Sâkî, mademki sarhoş oldun,
sarıl bana; yarını anış veresiyedir, veresiye alışverişin kır boynunu.
Yıl bizim yılımız, talihimiz
Zühre’yle Ay’ın talihi; a gönül, bu ibretin, bu zevkin sonu y oktur, sus,
esenleş.
Zevk, neşe parıltısı, ta taşın,
demirin gönlüne dek ulaştı; eğer inanmıy orsan vur taşı demire.
Ev sahibine bak, yüzündeki
sevinci seyret; otur şu sofranın başına, daldır kâseyi yağa.
Her şeyi anlayan aklı çek,
neşenin yanına oturt; aydın canı tez, apaydın şaraba at.
Dallar sarhoş, oynayıp duruyorlar bahar yeliyle; a yasemin, sen de
sarhoşluk et, a selvi, sarıl yasemine.
Gayb dükkânında yeşil elbiseler biçtiler, kalk a terzi, otur
dükkâna, batır iğneyi kumaşa.
Güneşi gördün mü sevgilinin yüzünü an; bulutu gördün mü
gözyaşlarımızı hatırla.
Benim gibi yanmış, erimiş yeniayı görünce canın için olsun, benim
arık canımı an.
Gökyüzüne bak, şu başı dönmüş göğü seyret de şu başsız-ayaksız,
başı dönmüş âşıkın halini hatırla.
Gecenin Zenci ordusuyla dünyayı kapkaranlık gördün mü kâfir
ayrılık gecesinin tutsaklarını an.
Gökyüzünde ateşler içinde yanan Nesr-i Tâir’i görünce kolu kanadı
yanmış gönül kuşunun ateşini hatırla.
Gökte kanlar içen Mirrîh’i gördün mü
sevgilinin kanlar içen, şerlerle dopdolu olan gözlerini an.
Dudaklarını yum, sus da, kuru,
yaş, her ne görürsen dikkat et, o kuruyu seyret, dudaklarımı hatırla, bu yaşı
gör, gözlerimi an.
O bahçenin kokusudur, o güzelim
gül fidanının kokusudur bu; o dünyayı bezeyen, o cana canlar katan sevgilinin
kokusudur bu.
Öyle bir koku ki bu, dünya
baştan başa, zerre zerre sarhoş oldu bu kokuyla; böylesine koku yeryüzünden
gelemez, yücelerden gelen bir koku bu.
Yıldızlar, yücelerde diyorlar
ki: Bu güneş nedir? Balıklar, denizde diyorlar ki: Ne kavgadır bu?
Güneşi, yüzleri güneşe
çeviriyor, güneş haline getiriyor; yüzü güzel, gümüşler saçan, canı bile
kıskandıran bir ay bu.
Bunca yıldan sonra Yusuf’un güzelliği gene geldi; ne alım, ne
güzellik bu, hurilere bile şaşkınlık vermede bu güzellik.
Bu ne şaşılacak Hızır ki abıhayat sunmada; görülmemiş bir Kafdağı,
duyulmamış bir Zümrüdüanka bu.
* “Gerçekten de biz sana, apaçık bir fetih, bir ferahlık
vermişizdir” âyetinin parıltısı doğuyu da kapladı, batıyı da; gözler nuru bu,
efendimizin canının canı bu.
Hadi, hadi, ne diye gizliyor, örtülü, kapalı konuşuyorsun?
Gizleme, apaçık söyle: Tanrı y ardımının sancağı, padişahımızın ordusu bu.
Ey iki dünyanın amanı, ey iki âlemin sığınağı; her zorda elden
tutan, yarını, yarının kurtuluşunu sağlay an bu.
Gökyüzüne kargaşalıklarla, coşkunluklarla dopdolu yeni bir dönüş
öğretti; Tanrım, ne aşk bu, ne görülmemiş, duyulmamış sevda bu?
A güzel sesli, sesin her gönüle ulaştı; anlat şunu: O denizin
incileri bunlar.
Onun kulağından gene gizlice bir başka küpe çaldım; düşmanın gözü
görmesin, ama görmüş de anlamış, bilmiş, biliver de, ne çıkar?
Alnıma bir yazı yazmıştı, gizliyordum o yazıyı; bundan böyle
gizlemeyeceğim, kim okursa okuyuver de, n’olur ki.
Aşkının altın halkası bu boyna lâyık; boyun çekenlerin boyunları
kırılır onun aşk halkasından.
(s. 210) Mahmud’un davulu, boyuna
Mahmud’un devesinde dursun; gönlün yükünü gene gönül çeker; dil
nerden mahrem olacak ona?
Demirden yüreği olan birisi gerek ki, ayna açtığı yaraya tahammül
etsin, her aynaya bakana değmez aynanın yaralanması.
Fakat dostun yüzünü gördün mü yaradan haberin bile olmaz; Yusuf’un
güzelliğine dalıp giden Mısır kadınları gibi hani.
Yüz binlerce Yusuf’un güzelliği
de yüzünün güzelliğine karşı hayran olup daldığı güzel kimdir? Bizim Tebrizli
Şems’imiz, o izi güzel dostumuz bizim.
Ömürlerin en güzeli, âşıkların
gittiği yolda sürülen ömürdür; alımlı bir dilberin apaçık buluşma vadini
bildiren göz işareti, ömrün en tatlı ânıdır.
Korkulu bir yerde bile
sevgiliyi huri gibi güzel, kara gözlü hizmetçiler arasında görüvermek, canlara
can katar.
Yaşlarla dolu yüzüm kapısının
toprağını istiy or; o kapıdan toprak serpin yüzüme; arı duru su bende, daha da
güzelleşir böylece o toprak.
Onu, beni kınarken de görsem
erir giderim, özür getirirken de görsem; çünkü her halinde Şemseddin’in
sıfatlarını gösterir, bildirir bana.
Ne mutlu bir sarhoşluk ki
utancı ortadan kaldırıverir; için arkadaşlar, için de sağlam
gerçeğe yapışın.
O, ışıkları kararmış akılları arıtır, cilâlar; sağlam fikri,
yerinde kararı çoğaltan, ilerleten şaraba şaşın da kalın.
O usûl boylu selvinin gölgesi, ne de güzel bir gölge; her
korkudan, her belâdan, hattâ o gölgeye sığınandan emin bir yer.
Meyvesiyse, ışıkları bulanmış, kararmış akılları arıtmada; şaşın
da kalın aklı fikri çoğaltan, yapılacak işi gösteren şaraba.10]
Çin güzellerini hiçe sayan, onların güzelliklerini unutturup giden
bir güzelin ayrılığından başımdaki saçlarım ağardı, yüzüm buruştu.
Can, kıskançlığından kulağa, onun sözlerini az duy der; gönül de
kıskanır da göze, yüzünü az gör der.
Zevk elini uzattım, gam ayağını bağlayayım
dedim; a Müslümanlar, zevkim de gam rengine boyandı böylece.
Belki beni kurtarır dedim de
bir taşa el attım; fakat o da denize düşmüş, şuna buna el atmada, önüne gelene
sarılmada.
Gönlün kapısından geçiyordum
bugün, halini gördüm: Yüzü sararmış solmuş, elbisesi yırtılmış, sağını solunu
kaybetmiş gitmiş.
Nasılsın dedim ona;
hay-haylarla ağlamaya, düşüp kalktığı dostundan ayrıldığından dolayı feryatlar
etmeye koyuldu.
Güzelim, Ay oynamaya, Zühre tef
çalmaya koyulmuş: a erlerin övüncü, aşkımızı oynaya çala âleme yayıyorlar.
Şu benim aşkımla senin
güzelliğin her mecliste söylenmede, her meclise meze olmada; evvelce şöyleydi,
şimdi şöyle oldu diye bütün şehre yayılıp gidiyor işte.
Her toplumda aşkının tuzağı bir
oyun çıkarmada; yolcuya iz olsun diye bizim kanımızı yollara damla damla
saçmada.
Gönülde aşk okundan yüz
binlerce yara var; yüzlerce yaralı av, fakat ortada ne ok görünüyor, ne yay
var.
Derdinle erkek kadın, herkes
yüzünü duvara tutmu ş; aşkın suyuy la, ekmeğiyle sudan, ekmekten kesilmiş,
kimsenin yemeye içmeye iştahı kalmamış.
Âşıkın kanı gözyaşı olmuş da
gözyaşlarından yeşillikler bitmiş; yeşilliklere gül yüzün vurmuş da her taraf
güllük gülistanlık olmuş.
Aşkının zevki, haddi aştı da
halk ateş yemeye düştü; hani deve, can sevdasıyla ateş gibi kızgın çayır çimeni
yer, sömürür ya, tıpkı onun gibi işte.
Kış gibi soğuk ayrılık, yolları
bağlamıştı; bağın bahçenin çiçekleri yer zindanında mahpustu.
Baharın adaletiyle yol emin
olunca, yeşillik elinde yalın kılıç göründü, gonca eline mızrağını
almış, çıkageldi.
Kalk, dışarı çık, bağa bahçeye
gel; onlar uzak yoldan geldiler; gelen karşılanır, kalk, yorul, bineğini sür.
Yüklerini, denklerini
bağladılar da yokluk ülkesinden kalktılar, şu denize dek geldiler; denizden
gelenlerse havaya ağdılar, göğe dek yükseldiler.
Burç burç bütün gökleri
aştılar, her yıldızdan bir fayda, bir hüner elde ettiler, yeryüzüne dek böylece
dolaştılar onlar.
Suyla ateş, gökyüzünden her an
yardım edip durmada onlara; onlar, birkaç günceğiz şu y eryüzünde konukken bu
hep böyle gider, böyle sürer.
Rüzgârın başında sofralar,
seher yelinin elinde kâseler; o sofraya oturacaklardan başkasından gizli,
üstleri hep kapalı bu yemeklerin.
So fraları getirmedeler;
tabaklarda ne var diye soruyor herkes; soranlara hal diliyle diyorlar ki:
Bunu bilen, tabaklar neden
kapalı, bilir elbet; can gıdası can gibi gizli, beden gıdasıysa bizim gibi
ortada.
Ekmeğin zevkini aç bilir, tok
hiç bilmez; ekmekçi dükkânındaki ekmeklerden dükkânın ne haberi var?
Ekmekçi de aç olsaydı ekmeği
hiç satmazdı; seher yeli gülün kadrini bilseydi gülleri saçıp dökmezdi.
Sevgiliyi elden çıkaranın
zevki, aşkı yoktur; o, âşık değildir, gerçekten de bir kaltabandır ancak.
Âşık, sevgiliye özürler
getirirse bil ki ona meylindendir bu; o gönüller alan dilberin zorla âşıkın
yüzüne kapıyı kapamamasını ister de ondandır bu.
Sevgilinin açılıp saçılmak,
bilinip anlaşılmak istediğini görür de o güzeli kıskanır, bu kıskançlıkla
gözyaşları döker durur.
Döktüğü gözyaşları, duyduğu
kıskançlık duygusuna zıttır, düşmandır; kıskançlığı gizlidir de gözy aşları
akar da akar, gizlediği aşkı anlatır,
halini hikâye eder durur.
Kendini gizli, yere gömülmüş bir tohuma benzettin; fakat bağa
bahçeye bak, gizlenenler nasıl çıkmış; gizli şehvetini salınıp yürüyen bir adam
bil.
Gizlemek, meydana çıkmaya tam sebeptir; susmak, dilsiz kesilmek,
inadımıza, anlatışın ta kendisi olur gider.
Ölümünden sonra, yaşayışındaki her düşünce çocuğunu, mezarının
çevresinde baba, baba diye dönüp dolaşır görürsün.
Güzel düşüncelerinden huriler, gılmanlar doğmuş, çirkin
düşüncelerinden de koca şeytan mey dana gelmiş.
Mühendisin gizli düşüncesini seyret; bak, köşk olmuş, saray olmuş.
Ezelî takdir sırrını seyret; bak, bunca cihan düzülüp koşulmuş.
Gizlediğin şeyi biliyorsun amma o gizlide gizleneni bilmiyorsun;
gizlide gizlenen gönüle benzer, gizlediğin şeyse dildir sanki.
Gizlediğin şey güzel bile olsa
emin olma; emin olma ki emin olmayandır daima aman bulan.
Selvinin baş çekip yücelmesi,
gülün gülmesi, bülbülün şakıyıp çilemesi, güzel, sıcak yüzlü meyveler hep güz
mevsiminin soğuk soluğunun sırrıdır.
Gelişip yeşermişken nice
defalar betimiz benzimiz sararıp soldu; gayb pususunda yaydan fırlamış nice
oklar var.
Lâlenin yüzü yalım yalım
parlıyor, padişahın kızgınlığından gönlü yanmış, başak faydalarla dopdolu,
fakat derin bir düşünceyle boynunu eğmiş.
Pembe gül, gülün inadına bir
dükkân açmış, renklerle bezenmiş amma kokusu yok ki.
* Salkımların ayakları sürçtü
de yere yüz koydular; fakat sonucu “secde ederler” hitabıyla korukları oldu,
olgunlaştı, üzüm haline geidi.
A şaşırıp kalmış nerkis, ne
diye bahçeye bel bel bakıp duruyorsun dedim; dedi ki: Gammazlık edeceğim, düny
alara sığamıyorum
ben.
A süsen, yazık ediyorsun,
dilini ne diye çıkardın dedim; ya dilini çek bizim gibi, yahut da hali anlat.
Dedi ki: Dilimiz söz söylemez
amma halimizi bildirir, işin sonucu sağlam olmasaydı hiç yeşillikler gelişir,
yeşerir miydi?
Dedim ki: A yaya söğüt, ne diye
yaya olarak bittin, geliştin? Dedi ki: Gönül alçaklığını akarsudan öğrendim de
ondan.
Kızıl elmanın ekşi tadı oluşu
sevgiliye çalmada; çünkü şunu bil ki güzellerin somurtması onları daha güzel
bir hale gerirmede, daha da bezemededir.
Ya şeftali ağacının dalları ne
diye kısadır, ne diye alçaktır? Şeftali toplayana şeftalilerini vermek için
değil mi dedim.
Evet dedi bu soruya, evet,
fakat âşıkın canı tırnağından çekilmeye başlar, ta ağzına gelir de ondan sonra
şeftali ağacı bir şeftali verir ona.
A kavak dedim, şu uzayıp gitmen rezilliktir; ne çiçeğin var, ne
meyven. Sus dedi, aklını başına al, aklını başına devşir;
Çiçeğim, meyvem olsaydı senin gibi kendimi görürdüm, benliğe
düşerdim, halbuki şimdi kendini görmeye boş vermişim, şimdi kendini görenleri,
benliğe düşenleri seyrediyorum ben.
Nar, ayvaya şu betin benzin ne diye sarı deyip durmada; o da diyor
ki: îçinde sakladığın inci taneleri sararttı soldurdu beni.
Nar, sırrımı nasıl bildin dedi; ayva dedi ki: Kabına sığamıyorsun,
gülüyorsun da nar tanelerini gösteriyorsun, ondan bildim.
Boyuna sen gülüyorsun; ister gül, ister gülme; dünya,
cennettekilerin gönülleri gibi senin yüzünden neşeli, senin yüzünden gülüp
duruy or ya, ona bak sen.
Fakat şimşek gibi gülüş, bulut gibi ağlayanın harcıdır; bulut
ağlamasay dı şimşek çakmazdı ondan.
(s. 211) Toprağı kara, bozbulanık, fakat gönlü
aydın gördüm; apaydın su geldi de sınadı onu.
Aydın gönlü, aydın suyu kabullendi; cennet bahçelerinde olduğu
gibi sayıya sığmaz dallar bitirdi, köşkler kurdurdu, giyindi kuşandı toprak.
Şu hıyar, şu kavun, kervandaki yaya hacılar gibi ay akları
sürçerek yorgun argın geliyor.
* Kanlar içen çöle bakarsan görürsün ki amana kavuşmak için “ol”
buyruğuna uyuyor da her şey lebbeyk deyip yokluktan varlık âlemine koşa koşa
geliyor.
Yaya da söz mü? Hattâ Ashab-ı Kehf gibi uykuda yol alıyor; hani
onlar da y anü stü y atmışlardı amma ta göğe dek de gitmişlerdi.
Böylesine bir topluluğa kabak geldi çattı da ipe tırmandı; nerden
gördü, nerden bildi, nerden öğrendi bunu? O, çıkıp giden, uzayıp ağan ipi
verenden bildi, ondan öğrendi.
Şu yeşillikler, şu yasemin, şu meyveler, zaten bizim rızkımız;
çöllerde, ovalarda bulunan o ot, o diken, o topraksa onun rızkı.
O pay, o meyve, o rızık bir
başka toplumun; onlardan tiksinmemiz, onların üstüne düşmeyişimiz bizi görüp
gözetiyor onlardan.
Yüz binlerce karıncanın,
yılanın, yüz binlerce rızık yiyen canlının her biri payını aramada, her biri
feryat edip durmada.
Her ilaç bir derdin dermanı,
her şeyin bir isteyicisi var; hani şifalı otlar var ya, hekimlik bilgisine
sahip olandan başka hiç kimsecikler bilmez onları.
Ot vardır, bizce zehir, onlarca
panzehir; bize göre dikendir de deveye hurmadır o diken âdeta.
Cevizle bademin içi özdür,
güzeldir, dışı kabuktur, deridir; kabuğun içinde olgunlaşır, özleşir, tavuk
yumurtası gibi tıpkı.
Hurma dıştan hoştur da içi
çekirdektir ya, onun aksi ol a merhametli er, incir gibi için de güzel olsun,
dışın da.
Dalın çekişi, suyu kökten ta
yücelere çeker; Tanrı’nın canı merdivensiz yücelere çekişi gibi.
Şu yel, çiçek tozcuklarıyla
tohumları erkeğin organına, toprağa götürür de o dalla toprak gebe kalır; yeller
sanki erkek Arap atlarıdır da dallar dişileri.
Baharın her cins kuş sıcak
yerlere göçer, başıboş konuk gibi şurda burda yuva kurar, eğleşir.
Kuşlar ötüşürken binlerce
sırlar söylerler; filân göçecek, feşman onun yerini tutacak derler.
Bu hüthütler Süleyman’dan
mektup getirmişlerdir, fakat nerde kuş dili bilen biri ki tercemanlık etsin.
Leylek kuşların arifidir, lek,
lek der durur; bilir misin ne der? A yardımı istenen der, mülk de senindir,
buyruk da, övüş sanadır ancak.
Yaylağa çıkma vakti geldi a
can, beden kışlağını bırak; Türkmenlerin töresini sonucu kuşlardan öğrenin
bâri.11]
Kuşlar gibi kendine kendin
gözcü, bekçi ol, Tanrı’yı tespih et; tespihin sana ordugâh kesilir,
tespih et Tanrı’yı.
Şu yel ölçüp su biçmeyi bırakayım diyorum amma çare yok; savaş
gemisinin yelkensiz gitmesi mümkün değil ki.
Yel ölçen bahar gelir, dünyaya da can gelir; halbuki güz
mevsiminin yel ölçmesi, insanlara da azaptır, cinlere de.
Şu dış yüzdeki bağ bahçe, bahar, içyüzdekinin vuruşundan başka bir
şey değildir; bütün şu dünya altın kesintisidir âdeta, iç âlemse madendir.
Hasılı nazım olarak ne söylüyorsak âşıka göre peşin akçedir,
içinde bulunduğu ânın bir hikâyesidir, akıllıya göreyse masaldır, efsanedir.
Akıl, bir bilgin kişidir ki mezesi, gıdası ya riv ay e ttir, ya
kıyas; aşksa bir buyrukla kâinatı var edenin güneşinden doğmadır, görüş
madenidir.
Bir güneştir aşk ki Koyun burcuna girmez; kıranı hoş, eşi
bulunmaz, benzeri yok bir güneştir aşk.
* Çünkü o, ne doğudadır, ne batıda; çünkü doğu da
yeryüzündedir, zamana bağlıdır, batı da.
Bir güneştir aşk ki âşıkların gönüllerini yakar, yandırır ancak;
ona can sevgisi yol bulabilir, ondan başka ne bahar yol bulur ona, ne güz.
Mademki bizi yeryüzünden de çıkarıp götürmede, zamandan da; o
halde emin olalım ki yok olmayacağız, onun cömertliğiyle ölümsüzüz biz.
Şu zaman da bir yumurtadır, şu yeryüzü de; y umurtadaki kuş,
kapkaranlık bir yerde mahpustur, kanadı kırıktır, hor, hakirdir.
* Bil ki küfürle iman, bu yumurtanın akıyla sarısına benzer;
aralarını ay ıran bir berzah var, birbirlerine karışmazlar.
Lûtfuyla, keremiyle yumurtayı kanatlarının altına aldı da küfür de
yok oldu, iman da, birlik kuşu yumurtadan çıkıverdi.
A güzelim, dünyayı birbirine katan senin sevdan, senin sevdan;
ömrümün tadı tuzu, senin tadından, senin tuzundan.
Gökyüzünün eteği incilerle, boncuklarla, lâ’llerle dopdolu;
bunları hep senin ayaklarına saçmak için toplamış, senin ayaklarına saçmak
için.
Âşıkların canları seller gibi coşa köpüre senin denizine doğru
akmada, senin denizine doğru.
A güzelim, âşıkların mahmurluğu dün gece sunduğun şaraptan; bense
yarınını düşünüyorum, harabım bugün, harap.
Sana baktım, durmuşsun öylece, rengin sararmış; benim de senin
renginden betim benzim sarardı soldu, senin renginden.
Özünün arılığına dikkat ettim; yüzünden Ay belirdi bana, Ay
belirdi.
Sana Ay dedim amma bu sözü
söylemekle büyük bir suç işledim; Ay da kim oluyor ki sana eş olsun, sana
benzesin.
Ulular ulusu Tebrizli Şems
denen efendimiz şöyle diyor: Bütün gönül şehrimi senin kavgan gürültün
kaplamış, senin kavgan gürültün.
A Senâî, âşıka dert gerektir,
nerde dert? Güzellerin mihnetini, eziyetini çekmek için er o lmak gerek, nerde
er?
Güzellerin cevri, cefası,
dünden de üstündür, y arınd an da; gönlünde dünün, y arının kaygısı hiç yer
etmeyen tek kişi nerde?
Kendini dün, yarın kaygısından
kurtulmuş sanırsan, böyle bir hüly ay a düşersen bil ki bu üstünlüğün, bu
kayıtsızlığın tacı tahtı olur; fakat padişah yol alırken önünde savul savul
diyen çavuşlar bulunur, hani onlar?
Yedi denizin içinde hani kuru
kalmış eteğin; yedi cehennemin içinde hani yanmamış, soğuk
kalmış tabiatın?
Bu etek sende yok, bu tabiat sende yok; fakat olmasını istiyorsan,
hani soğuk soğuk ah edişin, nerde sıcak gözyaşları döküşün, nerde sararıp
solmuş yüzün?
Yol alan aşka nerde bir armağan dememen için, her solukta o düzgün
anayoldan gönül kokuları gelip durmada.
Mûsa’nın kavmine, şu denizde toz ne arar demeyesin diye deniz
tozmada; bu toz, erenlerin bedenlerinden tozuyor.
Onun kızışında, onun sövüşünde öylesine bir tat tuz var ki gece
kan içen gözleriy le kavga edip duruyorum.
Aşkının tuzakları kolumu kanadımı yorsa, usandırsa bile can dudusu
onun şekerlerine, onun bademlerine doymaz.
Ayrılık gecelerinin korkunçluğunu, ıssızlığını
niceye bir sorup duracaksın bana? Onun devlet günlerinde gece mi
kaldı ki?
Kanımızın rengi de şaraba
döndü, huyu da; çünkü kanlar onun kadehine döküldü mü şarap olur.
Onun ham vaadleri canın ta
içinde şarap gibi coştu, köpürdü; ham vaadleriyle pişkin âşıkların düştüğü
halleri seyret.
Adları sanları kötüye çıkmış,
öldürülüp gitmiş âşıklarına kavuşmayı, devlet tahtında oturan padişahlar bile
arzulamada.
Damında öyle bir fitne ceylanı
göründü ki mahallesinin köpekleri bile arslanlaştı, arslanlara padişah kesildi.
Allah için olsun, Allah için,
kendinde olanlardan sorma şarabın ne olduğunu; onun genel lûtuflarını
sarhoşların gözlerinde seyret.
Elini sarhoşların nabzına koy
da ağzı şarapla bulaşmışlardan onun bencil şarabının kokusunu duy.
Canların başlarına ayak basan
Tebrizli Şems’in izine ayak basma, başını koy, secdeler et.
Aşıkçasına bir feryat kopar,
mahrumluk derdini anlat, bir an Farsça söyle, bir an Rumca.
îster Rum ülkesinden ol, ister
Arap ol, senden başkasını istemiyorum; bana o herkesin tapı kıldığı lûtuf
sahibinin güzelliğinden bahset, olgunluğunu anlat.
Hem yakar, yandırırsın, hem
düzer, koşarsın, hem de parıl parıl parlarsın dünyada; Güneş misin, Ay mısın,
ay ışığı mısın, ateş misin, mum musun, söyle.
Birisi tutar da ateş sönmeye
yüz tuttu derse inanma; sen ne dumansın, ne ateş; her an tedbir ve tasarruf sahibi
ölümsüz dirisin, söyle şu sözü.
A benim çırpınıp uçan gönlüm,
niceye dek şu yıkık bedende kalacaksın? Doğan kuşuysan uç o yana; yok,
baykuşsan söyle bâri.
Aşıklar nerde, uyku nerde? Iş böyle amma gene de dün gece rüyamda
gördüm; Kâbe’nin içinde, o mihrap nerde diye aranıp duruyormuşum.
Amma şu bildiğimiz Kâbe’de değil, canların Kâbe’sinde; karanlık
gecede oraya varsan mum nerde, ay ışığının da sözü mü olur dersin.
O Kâbe, öylesine bir nurdan kurulmuştur ki parıltısından canın da
nurlanır, bütün dünya da; fakat nerde canda o ışığa tahammül?
(s. 212) Tekkesi tamamıyla nurdan, döşemesi akıl, bilgi; sûfîleri
başsız-ayaksız; nerde ayak patırtısı, nerde nalın tıkırtısı?
* A bahtı yâr, talihi yaver kişi, içinde gizli bir tacın tahtın
var; hem öyle bir taç, öyle bir taht ki nerden Keykubad’ın, Sencer’in aklına
gelecek, nerden Suhrâb’ın vehmine düşecek?
A gönül kuşu, güzelliğinin bahçesinde uçadur; orası eminliktir,
orda ne tuzak vardır, ne sapan
taşı.
Şu iğreti bedeninin içinde bağışlanmış bir define var; o verdikçe
veren cömert kişinin şu bağışını canında ara.
Balçıktan kurtuldun mu hemencecik gönül bağına girersin; bundan
böyle de orda müzikten, rakstan, halis, arı duru şaraptan başka bir şey y
oktur.
Binlerce güzellik gördün ki her biri bedenden değil; peki, ne diye
kapılar açanın güzelliği nerde diyorsun?
* A fakih, Allah için olsun, aşk bilgisini öğren; çünkü ölümden
sonra nerde helâl-haram bahsi, ne gezer şu şöyle gerektir, bu böyle, şu
caizdir, bu değil sözü?
Eziyete, mihnete düşünce kapısını tez buluyorsun, sonra da tutuy
orsun, o nerde diy orsun, tekkesinin kapısı nerde?
Davran da buluşma dalgası kapıversin seni; yoksa o dalgayı
yitirirsen çok dersin: Nerde sebepler âlemi?
* İbni Bevvâb’ın rık’alarına hevesin var; bir de aşk yazısını oku da
kapıcı nerde, kapıyı kim açar, sana göstersin.
* Sakın herkese Tanrı nâibi deme; kadı’nın oturduğu yere gel de
nâipler nerdedir, göstersin sana.
Şarap seni yüreklendirdi, sana
bir cesaret verdi mi dalgalar yutar, yüzer durursun da nerde bu denize son
nağmesini tutturursun.
Seher yeli, sevgiliden başında
ne yeller var? Söyle. Kimseye söylemesen bile bâri âşıklara söyle.
Başkaları mahrem değilse
kulağımıza söyle bizim; kanlarla dopdolu gönlümüze bir sevgilinin hab erini
söyle.
Biliyorum, o güzellik İsa’sı
nerde, biliyorsun sen; bâri aşkıyla zünnâr kuşanana hab er ver.
Gülle oyalanan âşıka bağır; o
yüzden utan,
bırak şu gül bahçesini de.
Hoş geldin a seher yeli, fakat sevgilinin yanına dönünce gizlice o
düzenbazın kulağına halimi söyle benim.
Yüzlerce dili varken süsen halimi söylemediyse ona; sen nerkis
gibi dilsiz- dudaksız, gözünle sırlarımı anlat.
Canda ne kadar gayret varsa o gayretle halkın önünde Tebrizli Şems
diyeyim dedim, can, evet dedi, söyle.
A canımın canı, ne de güzel salına salına gidiyorsun; gitme
bensiz. A dostların yaşayışı, gül bahçesine gitme bensiz.
A gök, dönme bensiz; a Ay, parlama bensiz; a yeryüzü, bitki
bitirme bensiz, a zaman, geçme bensiz.
Bu dünya da seninle hoş, güzel, o dünya da; bu düny ada kalma
bensiz, o dünyaya gitme
bensiz.
A apaçık şey, bilme bensiz; a dil, okuma bensiz; a göz, görme
bensiz; a can, gitme bensiz.
Gece, ay ışığıyla yüzünü ak görür; ben geceyim, sen aysın bana,
gökyüzünde yürüme bensiz.
Diken güle sığındı da ateşten emin oldu; sen de gülsün, ben
dikeninim senin, gül bahçesine gitme bensiz.
Gözün bendeyken, bana bakarken kıvrık çevgenine uymuşum, koşup
duruyorum; böylece hep bak bana, hep gör beni; bensiz at sürme, gitme bensiz.
A neşe, padişahın meclisine gidersen içme bensiz; a bekçi,
padişahın damına çıkarsan çıkma bensiz.
Eyvahlar olsun bu yola, iz bilmeden düşene; izini izlediğim sensin
benim, a izinin tozu belirmeyen, gitme bensiz.
Eyvahlar olsun bu yola bilgisiz düşene; bilgim
sensin benim a yol, iz bilen; gitme bensiz.
Başkaları aşk diyorlar sana; oysaki ben aşkın da padişahısın
diyorum; a şunun bunun aklına, vehmine gelmeyecek kadar yüce dilber, gitme
bensiz.
A ışığından her zaman yeni bir ışık parlayan; a ışığı her an yeni
bir güneş var eden,
* Eğri otur da doğru söyle: Senin gibi bir sâkî, her an da senin
yeniden yeniye yardım edip duran şarabın oldukça akıl mı kalır, fikir mi?
Ateşte şişeyi çatlatmamak kimin elinden gelir? Yahut taze üzümden
kim çekebilir yıllanmış, eski şarap?
Gönlü aydınlara tattır, sundukça sun; şu köhne dünyayı yeni bir
coşkunlukla taze leştir.
İşi gücü zevk, işret olan aşksın sen, devletin ebedî olsun; her
günün bayram kesilsin, her gecen yeni bir düğün dernek olsun.
Hayali, yol uğrağına çıkageldi de can, bu odur; mekânsızlık
ilindeki şehirlerin padişahıdır bu dedi.
Can nuruyla yüz binlerce parmak, göz kesildi de filân budur, bu
diye işaret etmeye koyuldu.
Onun gül bahçesinin ışığı vurdu da yeryüzü yeşerdi; gökyüzünden
kulağıma naralar geldi: Bu odur, o.
Hadi, atik davran da bindiği atın dizginine sarıl; o dizgin çekip
gitmeden durdur onu, çünkü bu odur.
Bu can, Tur Dağı gibi onun yüzünden tamamıy la nur oldu gitti;
madenin ta içinden inci gibi, mücevher gibi parladı, odur bu, odur.
Mirrîh, yüzünü Ay’a döndü de dedi ki: Aklını başına al da
güzelliğinden lâf açma, bu odur, o.
Tebrizli Şems’i duymuşsundur ya, bak da gör o nuru; bütün
güzellikler, onun yüzünden kesada düştü, işte odur bu.
Bütün kızgınlıklar, kibirden kopar, ululuktan arın; ululuğa düşmek
istemiyorsan yürü, benliği- varlığı bırak, toprak ol.
Kızgınlık, ancak ululuktan, benlikten doğar; ikisini de merdiven
et, bas üstlerine de göklere ağ.
* Nerde bir öfke görürsen o öfkede ululuğu ara, benliği ara; şu iki
yılandan hoşlanıyorsan var yürü, Dahhâk ol.
Ululuktan, kızgınlıktan uyanıksan var bir bucağa, rahatça uyu;
yok, eğer ululukla, kızgınlıkla gönlün neşeliyse git, gamlara dal, dertlen dur.
Köpekler gibi kızmay ı boşla, arslanların gazabına bak;
arslanların gazabını da görünce, var bir yaşına girmiş koyun gibi y avaş ol.
* Seni öfkelendirecek tatlı lokmayı yeme, şanına, sen o lmasay dın
gökleri y aratmazdım denen erden lokma ye, onun kulu kölesi ol.
Yürü, aşk kasabı ol; ululuğun,
kinin kanını dök; niceye bir bu iki köpeğin altında uyuyup kalacaksın? Çevik ol
artık.
A kardeş, âşık olmak için dert
ister, nerde dert? Dayanmak, gerçek olmak için er gerek, nerde er?
Niceye bir şu soğuk düşünce,
niceye bir zaman düşüncesi? Ateşli naralar hani, sararmış yüzler nerde?
Kimya, altın aramıyorum, altın
olmaya istidadı olan bakır nerde? Ateşli gideni, hızlı hızlı yol alanı kim
bulmuş? Yarı ateşli, yarı soğuk yol alan nerde?
Bana âşıksan seni darmadağın
ederim, iyi işit; az yap, çünkü sonunda seni yıkarım ben, iyi dinle.
Balarısı gibi, karınca gibi
yüzlerce ev yapsan gene seni kimsiz kimsesiz, evsiz barksız bırakırım; iyi duy.
Sen, erkek kadın, bütün halkın
sana karşı sarhoş olmasını istiyorsun, bu fikirdesin; fakat ben seni sarhoş
etmeyi, seni şaşkın bir hale getirmeyi kurmaday ım; iyi işit.
Mademki Halil’sin, ateşten hiç
korkma, sağ esen yürü; ben ateşi yüzlerce gül bahçesi y ap arım sana; iyi
dinle.
Kafdağı olsan seni hızlı hızlı
dönen değirmen haline getiririm de fırıl fırıl döndürürüm; iyi duy.
Bilgide kellifelli Lokman
kesilsen, Eflâtun olsan, bir bakışta hiçbir şey bilmez bir hale getiririm seni,
iyi işit.
Benim elimde avlanmış bir ölü
kuş misalisin sen; avcıyım, kuşlara tuzak kurarım seninle, iyi dinle.
A bekçi, definenin başucunda
uyumuş bir y ılana benziyorsun; y aralı y ılan gibi kıvır kıvır kıvrandırırım
seni; iyi duy.
A sedef, mademki denizimize
geldin, gamlanma; sedefler gibi inci saçan bir hale sokarım seni; iyi işit.
İsmail gibi kurban bile etsem,
boğazına bıçaklar sürsem ne el görünür, ne yara belirir; iyi dinle.
Eteğin bulaşıksa eteğimize
sarıl, sarıl da Ay gibi ışıktan bir etek vereyim sana; iyi duy.
Devlet kuşuyum ben; lûtfumla
gölge saldım başına, böylece de seni Ferîdûn haline getireceğim, padişah
yapacağım, iyi işit.
Kendine gel de az oku, sus da
dayan; dayan da seni Kur’an’ın ta kendisi yapayım; iyi duy bu sözü.
A güzelim, sırlarım sırlarının
yüzünden yıkıldı gitti; senin gül bahçende şekiller gördüm ben, senin gül
bahçende gördüm.
(s. 213) Senin aşk şehidinim;
inkâr etsen bile
ikrarına ait yazılar var bende,
ikrarına ait yazılar var.
Her an şeker gibi eriyip eriyip
gidiyorsun a söz söylerken ağzından ballar, şekerler akan.
Geceleyin bütün halk uykuya
dalar, bense uyanığım, gözlerim açık; tıpkı senin uyanık b ahtın, talihin gibi,
tıpkı senin uyanık bahtına, talihine benziyorum.
Bana, ne vakte dek neden işten
güçten kaldın deyip duracaksın? Doğrusunu söyleyeyim: A güzelim, senin işin
gücün bu hale soktu beni, senin işin gücün.
A âşıklar hekimi, bütün bu
hastalıklarım, senin o iki hasta nerkis gözlerinden, o iki hasta nerkis
gözlerinden.
Ayıklığım, senin ayıklığını
gördü de kendinden geçti, aklı başından gitti; akılsızlığım, kendimden geçişim,
ancak seni biliyor, ancak seni.
Gönülden her an kaynaklar
coşmada, ırmaklar akmada senin denizinden; gönül, nurlarına karşı
gözlerini kırpıp duruyor,
nurlarına karşı.
Tebrizli Şems, öyle bir ersin sen ki çok çok, bol bol lûtuflarına
karşı âlem azın azı olmuş, değersiz bir hale gelmiş gitmiş.
CLXXVIII
Hey gidi hey; yüceler, baş çekenler bile aşkınla ayak vura vura
oyuna girişmiş; Mûsa gibi can incisini denize atmış gitmiş.
Şu yedi değirmenin altında varlığımızı bir hoşça ez gitsin;
dövülmemiş, ezilmemiş sürme, göze ışık verir mi hiç?
Âşıklar akıllılarla dünyada uyuşamazlar, uzlaşamazlar; dövülmemiş,
ezilmemiş kişiyle uzlaşamaz, birleşemez kırılmış, ezilmiş kişi.
Akıllılar ölü karıncadan bile çekinirler, o kadar ihtiyatlı
olurlar; âşıklarsa her şeye boş verirler, ejderhâya bile çekinmeden
saldırırlar, onu bile kırar, ezerler.
Gözbebeğim hayalinden mahrum kalırsa, hayalin aşk ayaklarıyla
gözbebeğimi basıp ezmezse öylesine kırılır, ezilir ki işte o zaman bu ezilmeyle
öbür ezilmenin farkı meydana çıkar.
Senin avlanmandan ormandaki arslanların bile
yürekleri kan kesilmiştir; yakınlık Kafdağı’nın havasında uçmadan
Zümrüdüanka’nın bile kolu kanadı kalmıştır.
Aşk, güneş gibi yere etek serdi
mi, âşıklar çevresindeki yıldız gibi yücelerin yolunu tutmuştur.
Lâ-yok sözü, lalalar gibi onun
âşıklarına el atıp engel olunca illâ-ancak o var sözü gayrete gelmiş, lalanın
beynini ezmiştir.
Can yolunun hacıları yorulup
neşeden kalmazlar; develeri yük altında y orulur, develerinin bütün vücutları
ezilir gider de onlar gene yol alırlar.
A kervanbaşı, bu gazeli oku da
görürsün, bu y orgunluktan sonra develer nasıl sarhoşa döner de Medine yolunu
aşıp koşmaya başlar.
Saçlarının Hindistan’ından yol
kesiciler kalkıp görününce erlerden de bir fe ry attır kopmuş, kadınlardan da.
Yüzünün ateşi can ormanını
sarınca canlardan çıkan duman yedi göğü de sarmış gitmiş.
Mânalar âleminden can gibi
sâkîler görünmüş de gönüllerden görünmez süt ırmakları, şarap nehirleri
akıtmış.
Küfre bir sürme çekmiş de gözü
açılmış, o da din güzelini görmüş, inananların arasına katılmış.
Beden bir duvara benziyor,
duvarın ardına bir gönül yıkılakalmış; o gönlün halini bildirmek için dil şu
sözlere başlamış:
Yürü, yıkık y erleri seyret;
varlık evinde aşk yüzünden tav an çökmüş, eşiğin izi bile kalmamış.
Âşıklara aldırış bile etmem der
amma gene de her âşıkın başucuna yüzlerce merhametli kişi göndermiş.
Tebrizli Şems, ölümsüz aşk
madenini gösterince parıltısının vuruşu, y akuta benzeyen gönlü almış,
kendisine çekivermiş.
Ey ayrılığıyla yeryüzünü de, gökyüzünü de ağlatan sevgili, gönül
kanlar içinde oturakalmış, akılla can ağlamaya koyulmuş.
Dünyada yerine konacak bir tek kişi bile yok; senin yasında mekân
âlemi de ağlamaya koyulmuş, mekânsızlık âlemi de.
Cebrâil’le meleklerin kanatları mosmor olmuş; peygamberlerin
gözleri de yaşlar döküyor, erenlerin gözleri de.
Yazıklar olsun ki şu yas içinde sözümün tadı tuzu kalmadı ki ne
çeşit ağladılar, bir örnek göstereyim.
Bu evden sen gittin, devlet tavanı çöktü; hasılı sınamalara uğray
anlara devlet bile ağlamay a koyuldu.
Gerçekten de sen bir kişi değildin, yüz dünyaydın sen; dün gördüm,
o dünya da bu dünyaya ağlıy ordu.
Gözden uzaklaşalı göz de ardından gitti; can
gözsüz kaldı da kanlar saçarak ağlamaya koyuldu.
Gayretin olmasaydı bulutlar gibi gözyaşları yağdırırdım, yağmurlar
gibi ağlardım; fakat gönlün kanlar saçarak bu çeşit gizlice ağlayışı daha iyi.
Katre katre gözyaşı dökmek de nedir? Ayrılığınla tulumlardan su
boşanırcasına ağlamak, her solukta kanlı yaşlar dökmek, her an ağlamak gerek.
Ah yazık, eyvah yazık, yazıklar olsun, yazık; öyle bir can gözüne
baş gözü ağlamay a koyulmuş.
A padişah Salâhaddin, a hızlı uçan, ateşli giden devlet kuşu,
yaydan ok fırlar gibi uçtun gittin, yay da ağlıyor şimdi.12]
Salâhaddin’e ağlamayı herkes ne bilsin? O ağlayışı, insanlara
ağlamayı bilen bilir.13]
A birlik meydanlarında padişahlık topuyla oynayan, herkesi apaçık,
çırçıplak gören, fakat kimsecikler tarafından tanınmayan.
Kıskançlığındaki yücelik yüzünden Akl-ı Küll’ün bile gözü eğri
görüşlü olmuş, bundan dolayı da seni atmış gitmiş sanmış.
A âlemin ışığı, gözü, bu dünyaya tek geldin de dünyadaki
sırlarından yüzlerce dünya düzdün, koştun.
Tavus kuşuna benzeyen bahar, yüzünün aşkıyla cilvelenmede; can
bedeninin ağacında üveyik kuşu gibi feryat etmede.
Ateşi bize gül bahçesi yapmadasın, denizi bize gemi etmedesin.
A Tebrizli Şems, dünyayı güzellikle doldurdun; ben de can
dünyasında aşkından başka ne varsa, sıyırıp attım.
Ey gözleri sihirbazlara incelikler öğreten,
canlara, cana canlar katan şiveler, nazlar belleten,
Dünyada nerde bir kapalı kapı
varsa anahtarı sensin; aşk senin talebendir, kapı açmayı sen öğrettin ona.
Gönülleri temiz sûfîler için
meclis düzüp koşmuşsun; sonra da sûfîlere salâ etmeyi, halkı çağırmayı belletmişsin.
Sûfîlerin arasından o sevgili
sûfîyi de seçmişsin, halvette mutlak sevgili olmayı öğretmişsin ona.
Derken öbürünü sınamışsın da
ayrılığa atmışsın; âşıklarının sırlarının sırrınıy sa belâlara uğratmışsın.
Aşka düşenlerin yarısı
yalvarışa yakarışa düşer, yarısı nazlanır, niy az nedir bilmez; bunların
dilekleri makbul olmuştur, öbürleriney se duay ı öğretmiştir aşk.
Duay a koy ulurlar, kabulünü
dilerler, gece y arısını delerler âdeta; rint yankesicilerey se yüzlerce düzen,
yüzlerce kötülük belletir.
Cefalarla dolu olanları,
gönüllerinde onca kâfirlik varken tutar, vefalı olmaları için kulaklarını
çeker, vefa öğretir.
Onların gözlerinde gizli
tesirler, görünmez ateşler vardır; demirlere bile ayna gibi arı duru, tertemiz
olmayı belletir onlar.
Onların hepsi de Tebrizli
Şems’e kul köle kesilmiştir; onun tecellileriyle buluşma ışığını bellemiştir
onlar.
Ne aşktır bu ki o güzeli sevdi
seveli gönül kanlarla dolmuştur; her an kendisine, a neliksiz- niteliksiz hale
düşen gönül der, nasılsın, ne haldesin?
Andan âna elini gönlüme kor,
kanlara bular; sonucu onun el komasından gönlümün kanı coşmuş, ırmak
kesilmiştir.
Benim adım âşık, fakat o
dayanamıyor bana; sevgilimin aşkı benim aşkımı da aştı, benim aşkımdan da üstün
oldu.
Yüzümü yücelere tuttum, bir ay
gördüm; öylesine bir ay ki güneşe fitne kesilmiş, gökyüzüne bir âfet olmuş.
Havalardaki zerreler,
denizlerdeki katreler, âşıklarının damaklarına afyon olmuş, şarap kesilmiş.
Akıl vaizi geldi, yanıma girdi,
fakat ben öğüt verdim ona, a Eflâtun kesilmiş adam dedim, kalk, git, meclis buz
kesildi;
Tebrizli Şemseddin’in tapısına
var, onun merhametinden görürsün ki ölüp çürümüş gitmiş olanlar bile âşık
olmuşlar, Mecnun’a dönmüşler.
A güzelim, güzellik gül bahçen
yasemini ayak vura vura raksa sokmuş; her sözündeki doğruluk, uygunluk,
yüzlerce Huten ülkesini oynatmış gitmiş.
Güzelliğin, kadın erkek
vasıtası olmaksızın doğmuş; sonra da o güzellik, aşk bahçesinde erkeği de oyuna
sokmuş, kadını da.
Padişahça yüzünden can bir
pervane getirmiş de yüz binlerce gönül mumu leğende oynamaya koyulmuş.
Âşıklarının ağızları, damakları
yardım görmüş, Mansûr şarabınla, o şarabın lezzetiyle dopdolu; böylece de
yüzlerce Hallâc, ipte oynayıp durmada.
Canın arıklığı senin zevkinle
gitti; can öylesine semirmiş ki dünyada derisine sığamıyor da oynayıp duruyor.
Hüthütler kafeslerinde o
Süleyman’dan hoşnut oldular, fakat uçmalarına yol yoktu ki vatanlarında
oynasınlar.
(s. 214) Âşıkın canı
mekânsızlık âlemindedir, şu beden gölgesidir onun; can güneşi raksa girmiştir,
şu beden de oynar durur.
Aşkının sevinçli kahkahasıyla
meclis şekerlerle doldu; hüzünlere dalmış gitmiş kişi bile neşelendi, Hasan’ın
babasıyla oyuna kalktı.
Tebrizli Şems’in yüzüyle gözü,
gülle nerkisin değerini eksiltti; bedenim o gülün, o nerkisin
arasında oynayıp duruyor.
Bu ne biçim kasırgadır ki gökten koşup gelmiş; yüz binlerce gemi
ondan sarhoş olmuş, başları dönüp duruyor.
* Geminin halâs olması da yelden, batıp gitmesi de yelden; hem
onunla dirilmiştir, hem onun yüzünden ölmüş, cansız kalmıştır.
Yel, Tanrı’nın buyruğunda, senin buyruğundaki soluğa benzer;
buyruğunla sövüş olur soluk, buyruğunla övüş.
* Yelleri, takdir yelpazesiyle çeşitli bil; seher yeliyle âlem mamûr
olur, vebadan da yıkılır gider.
Yarabbi, yeli gösterdin, yelpazeyi gizleme; yelpazeyi görmek,
temiz kişilerin gönüllerine ışıktır.
Sebebi gören, gerçekten de sûrete tapar, fakat sebebi icat edeni
gören, mâna nurunu bilir.
Sûret ehli, bir boncuk
isteğiyle can verirler; mâna denizinin ehli olanlaraysa inciler bile değersiz
görünür, ucuz olur.
Mukallit, erlere toprak
kesilmiştir, ne anlatırsa onlardan rivayet eder; öbürüyse susmuştur, onların ta
derinindedir.
Yoldan altın, gümüş
kesintilerini toplayanın gözü y erdedir, döküntüleri toplar; öbür toplayıcıysa
dikkat et de bak, madene girmiştir, ordan toplar.
Ananın çocuğunun üstüne
titrediği gibi imanımızın üstüne titrer dururuz; fakat baştan başa iman kesilen
nazlı nazenin neden korksun, titresin?
Askere başbuğ olma sevdasına
düşmüşsün, bu dertle balık gibi yanıp kavrulmadasın; halbuki ben seni ordusuz,
adamsız, güneş gibi padişah olmuş görüyorum.
* Niceye bir duman ateşe
delildir deyip duracaksın? Sus, ben seni dumansız ateş olmuş, delil kesilmiş
görmedeyim.
Söyle bakayım, niceye bir Zühal
yıldızı başının üstünde dönüp duracak? Seni îsa gibi Zühal yıldızının da üstüne
çıkmış görüyorum ben.
A benden, şunu getir, bunu
getir diye pay isteyen, seni şundan bundan kurtulmuş da o görüp gözetenin, o
koruyup yaşatanın olmuş görmedeyim.
Yeter artık a kavgacı sarhoş, a
çok söyleyip duran; terazinin kefesi gibi susarken konuşuyor görüyorum seni
ben.
Gözünü aç da bedenden kaçmış
canları gör; can kafesi kırmış, gönül bedenden kaçmış.
Yüzlerce aklı gör, canlar düşüp
koşmuş; binlerce varlığı seyret, kendinden kendine sığınmış.
Yüz binlerce can, yüz binlerce
gönül kaçsa aldırış bile etmem; çünkü benden kaçanın sarho ş bir halde güle
güle gene geleceğini bilirim ben.
Yüz binlerce susuz, susuzluktan
can vermiştir; yüz binlerce bülbül, yeşillikten o yana kaçmıştır.
CLXXXVII
Hoş geldin Çelebi, gel buraya; gece yarısı damımızın üstünde kimi
aramadasın sen?
Gâh ben keşişim der, siyahlara bürünür, eline âsa alırsın; gâh
garibim, bir Arap’ım ben der, imame sarınır, mızrak taşırsın.
Onlarla karışayım, birleşeyim, güzel bir yol y ordam kuray ım diye
tuttun beni, ta Horasan’dan çektin, Yunanlıların kucağına attın.
* A Muhammed, a güzellikte Sungur’a, alımda Zeyneb’e benzeyen, senin
padişahlığın bana karşı mat olmuştur, mat olmuştur, mat.14]
Arap’a döndün mü fâilâtün fâilât; bakın da görün dersin, bütün
dünya gömleğimin içinde.
*
Filozofa kendini illet-i ulâ
gösterirsin; bundan ne ziyan gelecek sana? Sen efendimsin benim, efendim.
îster böyle ol, ister öyle, canımızsın bizim,
canımız; hangi dilden istersen buyur, a padişahım, a Husrev’im,
Şirin dudaklısın sen.
Seni sevmeye geldim, sana lâyık
değilim amma gene de sevginle yandım; ya Tanrı nurusun sen, ya Tanrı’sın, yahut
meleksin, yahut da peygambersin.
Yahut ne busun, ne o da ancak
şekle girmiş, şekillenmiş aşksın sen; hangi ordudasın, hangi alayda?
Gönül gamını yedim mi gönüle
acıyasım gelir de a yoksul gönül derim, neden bu kadar yanıyorsun, neden
ateşler içindesin böyle?
Gönül, hadi git, ben nerdeyim,
sen nerde? Ben gönülüm, sense bir kalıptan ibaretsin, yürü, yürü, kalıplık
ededur demeye koyulur.
Derilerin renkleri vardır,
içlerinse zevkleri; deriler, içlerle uzlaşır da beraber yola düşebilir mi hiç?
Bidüziye, aynı olarak sürüp
gitmeyen gün... Geceniz gündüz oldu. Artık bu gündüze dönen gecelere bir gece
yok.
Yorma beni Çelebi, gel bana, gir içeriye. Bir an teslim ol, çünkü
meşrebin pek tatlı senin.
Ben sustum, afsununu dilsiz öğret bana a benim doğuyu da tir tir
titreten güzelim, batıyı da.
A Tebrizli Şems, gün gibi doğ doğudan, doğ da kâfirlik de, benlik,
ululuk da belinden zünnârı çözsün.15]
Her gönlün, sevgilinin gül bahçesine bir yolu olsaydı, o bahçede
bir yeri bulunsaydı, her gam dikeninin gönlünde cana canlar katan bir gül
bahçesi olurdu.
Coşup köpüren kıskançlığı el uzatmasaydı, ateş renkli canı bizimle
uzlaşır, uyuşurdu elbet.
Yakıp yandıran şimşek, Ay’a perdeci olmasaydı, şu toprak yeryüzü
de gökyüzü gibi şaşkınlık içinde kalırdı.
Sevgilinin yolunda ayak, yahut kanat işe
yarasaydı, her zerre onun yoluna düşer, ayak olur, kanat
kesilirdi.
Mahrem olmayanların gözleri de
görebilseydi aşkı, herkes deniz üstüne direk diker, herke s çadırını denize
kurardı.
Âşıkların gözyaşları kanlara
bulanmasaydı, her gözyaşının başına o sırçanın şekli, nakşı vurur, her
gözyaşında o görünürdü.
Geceyle gündüz, aşkımın ateşini
görseydi, zaman pek çabuk geçerdi, dün, benim yüzümden y arın olurdu.
Sevgilimiz âşıkın toprak
olmasını, alçalmasını istiyor; bunu istemeseydi, her âşıkın yeri şu yemyeşil
kubbenin de öte yanında olurdu.
Tapısında yerleri süpüren
lalası olmasaydı, Tebrizli Şemseddin’in güzelliği, elbette yüzündeki örtüyü atardı.
Şarab ıma bir başka şey döktün,
bir başka şey;
bu sade şarap değil, bir şey
karıştırdın bu şaraba, bir şey karıştırdın.
Bir kere daha tövbeleri yaktın,
bir kere daha yandırdın; bir kere daha fitneler kopardın, bir kere daha
fitneler.
Başımda sevdanı gördün, sevdanı
gördün de geldin, boynuma sarıldın, boynuma sarıldın.
Dağınık saçlarını topladın,
ördün, sabır ipliklerini çözdün, kopardın gitti.
İnkârdan geliyorsan delilini
söyleyeyim, delilini söyleyeyim: Simsiyah saçlarına miskler saçtın, miskler
saçtın.
A kadeh, yüzümü, yanağımı parıl
parıl parlattın, alev alev kızarttın; a gam, sonucu gönlümden kaçtın gitti,
kaçtın gitti.
A sâkî, kadehimize yudum yudum
şarap döküp duruyorsun; deli divane olmamızı istemiyorsan ne diye döküyorsun
yâni?
A sâkî, hani o güneşe benzeyen
günde her şeyi coşturup oynatan ışığı zerrelere döküyordun, nerde o lûtuf?
Elini dudağına koyuyor, sus
demek istiyorsun; sustum ben, fakat bizim için döküp durduğun o yudumcuklar
söyleyip durmada.
Cüneyd’in kanını döktün de o,
oh dedi, vur, vur, daha yapacakların yok mu, fazlası yok mu bunun? O kanı
nerelere damlattınsa ordan bir Bâyezîd bitirdin.
Yere damlayan ilk yudumda
Âdem’in toprağı canlandı; göğe dökmeye başladın, bir Cebrâil var oldu.
Önce dökmek için gerçekleri
seçiyordun, fakat merhamet sarhoş olunca rastgele lâyık olanlara da o lmay
anlara da dökmeye başladın.
Ekmek sana lâyık değil, fakat
ekmeğe can veriyordun sen; sakanın suy unu satın almada, sakaya döküp
saçmadaydın sen.
Hani Mûsa’ya bir ateştir
göstermiştin, fakat nurdu o; ateş donunda ışık saçıy ordun, aydınlık
döküyordun sen.
Cuma günü, senin yanında toplanacağımız gün, ayrı ayrı şarap
sunduklarını hep bir araya toplayacağın gün ne vakit gelecek?
Her ânımda bir bildikle bir yabancı bir araya gelirdi de tutar, o
yabancının kanını bildiğe saçardın.
A gönül, her güzelim buluşmada güz mevsiminde gülün yapraklarını
döktüğü gibi utancından terler döktüğün o güzel çıkageldi işte.
Ayrılığıyla yağmur bulutu gibi ağladığın, tulumlar gibi gözyaşları
döktüğün o Ay doğuverdi işte.
A güzelim, gönlünü al, götür, at abıhayata, dalgalarla haşır neşir
olsun; at peygamberlere sunup durduğun abıhayata.
Bakıra benzer varlıklarına kimyayı döküp saçmasaydın, bu özel
lûtufta bulunmasaydın, peygamberler bile bayağı kişiler gibi kalakalırlardı.
Bu duayı adam olmayanların
duasına eş etme; hani onların dualarını kabul etmemek için dualarının yüzsuyunu
döker, şerefini giderirdin, öyle yapma.
(s. 215) Çalışıp çabalamamızı,
bayağı kişilerin çalışıp çabalamalarının yanı başına koyma; çünkü onların çalışmalarını
varlıktan çekip yokluğa atan, hiçe say an da sensin.
Erler, mutlak yokluk âleminde
kol açar, oynarlar; ellerini eteklerini yalandan da çekerler, gerçekten de.
Mutlak er olan hiç cana el
atar, can, baş kaydına düşer mi? A Kalender can, sen hangi yanından kalktın
bugün?
Bir yol eri bedensiz, salt bir
canı Kalender’e sundu da, Kalender kulağına dedi ki: O yana götür onu sen;
Çünkü bu tarafta güzel bir
aşkın kıvılcımlarıyla y anıp yakılma varsa da sen gene mutlak
değilsin, çünkü kavgalar içindesin.
Zevâli olmayan, bozulup solmayan güzelliğe ezel gözü bile hayran
olmuş; o güzellik iki âlemin bir uğurdan ikrarıyla da artmaz, inkârıyla da
eksilmez.
Sen ne bu yandasın, ne o yanda; fakat âşıklar, hevese düşerler de
ordasın, orda diye o yana b akarlar.
A “illâ”dan dem vuran, bu nekeslikte kalma; gözlerimizi arıt, aç,
o vakit görürüz ki sen, aynı zamanda “lâ”dasın da.
Merhaba a güzel bir halde varlığa bürünmüş yokluk renginde can,
sen varlığa da boş vermişsin, yokluğa da; ikisini de bezeyen sensin.
Tebrizlilerin padişahı Şemseddin’den başkası gözünü arıtamaz,
açamaz; o isterse açar gözünü senin, fakat onlardan değilsin sen.
A bizi kınayıp duran, sen âşıkı şöylesine bir
adam mı sandın ki âşıklara vardın, öğüt vermeye, afsun okumaya
koyuldun?
Gâh kapalı örnekler getirmedesin, gâh apaçık lâflar etmedesin,
bizim kumluk yerimize nasıl olur da tohum ekmeye kalkışırsın?
A kumsal, buğday ambarından hiç utancın yok senin; aldırış bile
etmiyorsun, çünkü buğdayı yoka satmışsın.
A tohum bitiren yer, tohumun aslı da zaten sensin, çünkü başak,
sonucu senden bitip boy atıyor.
Hiçbir cüz, aslından başkasıyla uyuşamaz; bu böyleyken ne diye
öfkelendin, öğüde, kavgaya, savaşa giriştin?
Aşk ateşi öğüde acı acı güler; öğütle, savaşla, barışla ateş
söner, soğur mu hiç?
Ay ışığı dünyayı kaplasa sen gene Tebriz’de, Şemseddin’in ışıkları
altında kal; çünkü sen kuşluk kuşusun.
Bu nedir, bu nedir ki tuttun, ölümsüzlük mülküne yücelttin? Bu
nedir, bu nedir ki aklindakini bütün dünyanın hatırına düşürdün?
Kâfir saçları, iman yüzü neden düşüp koştun? Çünkü mümine de
kastettin sen, kâfire de.
Can, ululuğunun ışığıyla parlar durur; çünkü can denizinde incin
var, mercanın var.
Aşkının hayranlık alanında bütün arslanlar bir şey ummada; çünkü
hepsi de tir tir titre diler, y erlere serildiler, tuttun, hepsini sen
kaldırdın gene.
* Canı gâh yoksul bir hale kor, tutsaklığa düşürürsün, gâh
tutarsın, han y aparsın, padişahlar padişahı edersin, Sencerleştirirsin.
Yüz binlercesini denizlerde yaktın, kavurdun, yüz binlercesini
ateşler içinde te rütaz e yaşattın.
İnsanın bedenine öylesine bir tılsım kodun ki onun bedeninde nice
güneşlerin var, nice ay ların, göklerin, yıldızların var.
Tabuta benzeyen böyle bir bedende, şu şehit
olmuş canı kanlara, topraklara bulanmış bir halde, her gün biraz
daha hoş, biraz daha güzel yaşatıp gidiyorsun.
A güneş, tapında şükreden her
zerrenin o şükreden ağzını şekerlerle dolduruyorsun sen.
Şu ölü varlığı hayat tozunla
taze bir hale getirmede, ona gül kokuları, amber kokuları vermedesin.
A Tebrizli Şems, senin aşkınla
altınlar basıp durmadayım; çünkü sen yüceleri de altınla doldurdun, aşağıları
da.
Bir kere daha bir hile, bir
düzen kurdun da kurdun; tuttun, âşıkların canlarına fırlattın, attın.
Bir kere daha dünyayı ateşe y
aktın, ateşe y aktın; ta yedinci kat göğe at sürdün, yeldin yöpürdün.
Yedi göğün perdesini yırttın mı
yırttın; topu mekânsızlık âlemine attın mı attın.
Eteğini çeke çeke her şeyden
geçip sevgiliye ağan canları bir bir tanıdın mı tanıdın.
Tur Dağı’nda bir ateştir yaktın
da yaktın; dağı, taşı erittin de erittin.
Gerçekler denizinde dalgalar
vardı, dalgalar; sense o can denizinin üstünde oynayıp duruyordun, oynayıp
duruyordun.
Dayandın da dayandın, sonucu
râm oldu deniz sana, râm oldu; geminin akıp gitmesi için yelken şişirdin,
yelken.
Yokluk, o Çin güzelinin
ayaklarına baş koydu, çünkü altın bir halhale benziyordu yokluk.
Doğru söyle sevgili, bugün ne
yanından kalktın? Bir başka şey olmuşsun sen, önce böyle değildin.
Sevgilinin yüzünde onun rengini
gördüm de sordum ondan; başını salladı, yâni sen buna mahrem değilsin demek
istedi.
Dün kapıya bir tacir geldi,
fakat onun aşkı dedi ki: Evet, altının, gümüşün var, fakat altın gibi bir er
değilsin sen.
İzinin tozuna canlar feda
olasıca güzel, bahaneler icat ederek gelmişsin, etme, elini uzat, aç kapıyı,
gir içeriye; kendi evine geldin sen.
Yoku vara vurdun, bir tozdur
kopardın; pek gizlendin sen, n’olurdu çıkagelseydin, görünseydin.
İki dünyada da yol yordam
budur: Önce zahmet, cefa, sonra zevk, safâ; fakat sen iki âlemden de ötesin, zahmetsiz
zevksin, acısız tatlısın sen.
Bildiğin ayrı bir zevki vardır,
yabancının ayrı bir zevki; sense hem önüne ön olmayansın, hem de yepyeni, hem
bildiksin, hem yabancı.
Kalenderin gönlüne yara da
sensin, melhem de sen; a mutlak ışık, yokluğun yarası da sensin, melhemi de.
* A, padişahlar padişahı, sen okunla, yayınla çıkageldiğin andan
beri yetmiş iki milletin de dini, mezhebi, sana feda olmuş gitmiştir.
A güzelim benim, gökyüzü sofrasına Ay’la beraber oturdun amma
oturur oturmaz Güneş gibi tuttun, onu bir lokma yapıp yutuverdin.
Akılla duygu, ay ışığını eğriltebilir mi? Ancak şunu bilebilir ki
a eğrilmeyen Güneş, sen ay lard an da üstünsün.
Tebrizli Şemseddin’in aşkı büyük bayramdır; seni nerden kurban
edecek? Arık bir koyunsun sen.
Aşk şarabını içmek, her can taşıy anın harcı olsaydı Şemseddin’in
aşkı bütün âleme yayılırdı.
Aşkı kıskançlık ışıklarına boğulmasaydı insanların can, gönül
kulaklarına küpe kesilirdi o aşk.
* Onun lûtuf, ihsan denizine karşı nisan bulutu
nedir ki? Kaf’tan kaf’a bütün dünyayı tutmuş onun şarap denizi,
dalgalanıp duruyor.
Şemseddin’in meclisi iki âlemden de dışarda bulunmasaydı, kadehi
şu toprağa nisan yağmuru gibi yağar da yağardı.16]
Yüzü, Tanrı kıskançlığı yüzünden gizlenmiş olmasaydı Güneş’in,
Ay’ın ışımaya, ışıtmaya haddi mi olurdu?
Güzelliği, Yusufların arasına girip bir görünse, bir cilvelenseydi
Yusuf, kıyamete dek ayağında bukağı, zindanda kalakalırdı.
Lûtfundan çekinmeseydim de söyleseydim cennet bile derdim, onun
lûtfuyla güllük, reyhanlık kesildi.
A sâkî, dişi daha keskin şarap olmasaydı, köpek nefis, canın
ayağını dişler, ısırır giderdi.
Muma benzeyen canı şarap ateşiyle yak, yandır, parlat; şu akıl
Beytü’l-Hazen’se yak gitsin onu.
O kandil gibi körkütük sarhoş sevgiliyi çek
meclisimize; çünkü o, hilelerle, işvelerle bir masal olmuş,
bir düzen kesilmiş;
Sonra Tebrizli Şems’in
kadehiyle şarap sun, ondan sonra da seyret âşıkların hayranlığını artık.
Sen yüzlerce gül bahçesinin
canısın, fakat yaseminden gizlendin; a benim canımın canına can olan, nasıl oldu
da benden gizlendin sen?
Gökyüzü seninle aydın, peki,
niçin sen perde ardına girersin? Şu beden mademki seninle diri, ne diye
gizlenirsin bedenden?
A erlerin padişahı, Tanrı
kıskançlığının olgunluğu, kendi güzelliğinin sonsuzluğu yüzünden işte böyle,
erkekten de gizlendin sen, kadından da.
A dokuz göğün ışığı, dokuz göğü
de aştın da, bu ne sırdır, bu ne hikmet, tuttun bir leğen altında gizlendin
gitti.
A Süheyl yıldızı, Güneş bile
senin ışığında görünmüyor, gizleniyor; hayrola, hayrola; sense tuttun Yemen’den
bile gizlendin.
Tatar ülkesinin miski her an
halka kendisini gammazlar durur; sen Hıtay ülkesinin padişahısın, fakat
Huten’den de gizleniverdin.
Bizden de gizlenirsen şaşılmaz,
iki dünyadan da gizlenirsen; a kendinden geçen Ay, sen kendinden bile gizlendin
çünkü.
A canlara apaçık görünen,
öylesine gizlendin ki bu aşırı gizlenişle gizlendin gizlenişten de.
(s. 216) A Tebrizli Şems, Yusuf
gibi bir kuyuya düşmüşsün, a ab ıhay at, nasıl oldu da ipten bile gizlendin
gitti?
Dilerim, can kuşu kendinden geçiş
havasından başka bir havada uçmasın; can mumu kendinden geçiş saray ından başka
bir yerde parlamasın, y anmasın.
Kendinden geçiş devlet kuşu her
şeye, herkese gölge saldıkça, Tanrı lûtfunun güneşi âşıkların başında parıl
parıl parlasın dursun.
Âşık yüz binlerce devlete
erişse, yüz binlerce nimete ulaşsa, gözüne bile girmez; o ancak kendinden geçiş
belâsını ister.
Beni seyret de gör, kendinden
geçiş yokluğunda öylesine tatlar, lezzetler buldum ki kendimi belâlara attım
gitti.
Can nedir, yüzlerce can nedir
ki kendinden geçiş havasıyla, kendinden geçmek için kurban etsin insan?
A âşık, gamlı adamlarla pek
düşüp kalkma da kendinden geçiş havasına toz düşmesin.
Kendinden geçiş vefasında
zevkler bulmak istiy orsan kendine gelişe âşık olan kişiye cefa et.
Kendinden geçmeyi bilir,
anlarsan başlık, başbuğluk kesada varır; a kendinden geçiş, başlıklar da,
başbuğluklar da ayağına toprak kesilsin.
Padişaha, padişahlığa düşman
olanlara üst olmak, güzel bir şey; fakat bütün bunlar kendinden geçişin kan
diyeti olamaz.
A kendinden geçiş ev sahibi,
Tebrizli Şems’in sana konuk olmasını istiyorsan, evi kendinden, varlığından
boşalt.
A gönlümden hiç mi hiç
gitmeyen, gir içeriye, hoşlar geldin, safâlar getirdin; a geceleri aydınlatan
mum, merhaba, hoşlar geldin, safâlar getirdin.
Can ehlinin tekkesinde tatlar
var, şaraplar var senden; sûfîlerin canlarına cansın sen; buyur, hoşlar geldin,
safâlar getirdin.
Gece otağa benzer, Ay padişaha;
padişah otağa girer elbet; bizim tahtımız da senin yüzünden düzülür koşulur,
tacımız da, otağımız da; ho şlar geldin, safâlar getirdin.
Tertemiz canları vakitsiz
topladın tapına; a aşk sahabesine Mustafâ kesilen, hoşlar geldin,
safâlar getirdin.
A bunca ayrılıktan sonra şu rahmeti gösteren, böylesine merhamete
gelen; şu neşeden, şu sevinçten hiçbir yerlere sığamıyorum ben, hoşlar geldin,
safâlar getirdin.
Lütfeder misin diye şüphelere düşmüştüm; fakat bu vefa hayalime
bile gelmemişti benim, hoşlar geldin, safâlar getirdin.
A gece, o Ay halvette, perdeciliği sen yap; a çalgıcı, perdeleri
ula birbirine, durmadan çal, söyle: Hoşlar geldin, safâlar getirdin.
Tebrizli Şems’in perdecisinin yanına varırsan altı yönden de duy
arsın bu sesi: Hoşlar geldin, safâlar getirdin.
A benden ileri ben olan, ben kesilen, gel, iki gözümde otur da Ay
da nedir, göstereyim sana, çünkü Ay’dan da aydınsın sen.
Bahçeye gel de gül bahçesinin yüzünün suyu
erisin, aksın; çünkü yüzlerce bağdan bahçeden, yüzlerce güllükten
gülistanlıktan da güzelsin, üstün bir gül bahçesisin sen.
Boyunu görsün de utansın selvi,
eğilsin, gizlesin boyunu bosunu; seni görsün de dilini çeksin süsen, çünkü
ondan da üstün bir süsensin sen.
A can mumu, lûtuf zamanında
mumdan da yumuşaksın sen; fakat nazlanma deminde çelikten de katısın, ondan da
sertsin sen.
Felek gibi dik başlı olma a
nazlım, a nazeninim; felekten daha dik başlı olsan, gem dinlemesen, yular
anlamasan gene de onun nazıyla yumuşarsın, yeryüzüne dönersin.
Hamza savaşırken, bu yüzden
zırhını çıkarıp attı; çünkü sen cana binlerce z ırhtan da üstün bir zırhsın.
Her halvet yurdunda iğne deliği
bile kapanır; çünkü sen oldun mu ev ay dınlıktan da aydınlıktır.
Dünyayı arayıp tarasan sevdasız bir baş bulamazsın; fakat bu sevda
dünyada görülmemiştir, eşi, benzeri yoktur.
Bütün sevdalar bu sevdanın hasretini çekerler; çünkü bunun yüzlerce
kolu kanadı var, onlarınsa bir tek kanadı bile yok.
Onun bağına bahçesine karşı şu dünya bahçesinin güzelliği, hamam
camekânındaki resimlerdir ancak, düny adaki meyvelerin de ebedîliği yok, dallar
da daima taze, daima yaş değil.
O, büyü yüzünden taze görünür, yaş görünür sana; fakat bir dalına
yapıştın mı tacirle beraber Karun gibi seni alır, ta yerin dibine çeker.
Görünüşte sopadır, içyüzden ejderhâ; mademki Mûsa değilsin, öyle
bir kahredici ejderhânın üstüne varma.
Nerde Mûsa’nın eli ki o ejderhâyı sopa yapsın; hiç aldırış etmeden
boğazından tutuversin onu.
Eğer çekilip duruyorsan bil ki
bu çekiş, ejderhânın çekişidir; çünkü çok açtır o, sen nasıl yiyebilirsin onu?
Onun çekişi ateşe benzer, at
kendini suya; her şey zıddıyla giderilir, ateşin zıddı da Kevser gibi sudur.
Babacığım, mademki Belh’tensin,
yürü, Bağdat’a git; Bağdat’a git de her an Merv’den, Heratlı’dan biraz daha
uzaklaşadur.
Bu tapıda başkalarını görüp
gözetmen, kul köle kesilmen iyidir; a efendi, kendine gel, aklını başına devşir
de şu kuldur, öbürü köle demeye kalkma.
Donmuş, ululukla buz
kesilmişsen bir güneşi ara; çünkü her donmuşa, her buz kesilmişe derman
güneşten gelir.
O güneş mahşer güneşine benzer,
yeryüzünde, gökyüzünde taş, kaya, dağ, tepe, inci boncuk, ne varsa hepsini
eritir gider.
Eritir gider de mahşer halkı
bilir, anlar ki bunların hepsi de buzdu; cüzî akılsa buzun
önünde eşek gibi
topallayakalmış.
Buz üstünde, sırtında yük, titreyip duran eşek, ağzını göğe doğru
kaldırır da yarabbi der, bir ahır ihsan et.
Fakat Tebrizli Şems, cüzî akla yardım ederse onun eşeği kol kanat
sahibi olur da Ca’fer gibi uçuverir.
Gitmek için vakit geçti; gitme zamanı değil artık, bakmıyor musun
pencereye; bakıyor da ay yüzünün ışığıyla Müşteri yıldızını bile ateşlere y
akıy orsun.
Bırak pencereye bakmayı da benim yüzüme bak; yüzüme bak da gayb
âleminin pencerelerini gör.
Yüzünden kuyumculuk öğreneli altına dönmüş yüzüm, altı yönden ne
yana döndüy se orasını lâ’l haline getirdi, altı yön de lâ’l oldu gitti.
* Altı yön de altından düzülmüş bir öküz,
böğürmesi de tıpkı altın sesi; kır o öküzü, aldanma sesine,
Sâmirî’nin büyüsüne kapılma.
A arslan avcısı, öküzü de altın sesine ver gitsin, buzağıyı da;
çünkü sen arslansın, sâf kızıl şarap kadehi arslanının avcısısın.
Müslümanlığa düşman kâfir saçların bize dedi ki: İnancın varsa
uzaklaş, kâfirsen gel benim y anıma.
Ona, bu sözleri Tebrizli Şems’ten mi öğrendin, o mu söyledi dedim;
evet dedi, güzellik mührünü de gösterip ispat etti sözünü.
Canımın içine gir de otur, çünkü bugün bir başka cansın sen; şu
cihan şaşırmış kalmış sana, çünkü bir başka cihandansın sen.
Bir güzelce salın a can selvisi, çünkü bugün bir başka cansın; bir
güzelce gül a gül bahçesi, çünkü bir başka gül bahçesindensin sen.
Bütün halkın su, ekmek havasıyla yüzünün
suyu eridi gitti; fakat a Yusuf, şu âlem kıtlığında bir başka
ekmeksin, bir başka su.
Sen yaşayış âlemisin, bu dünya
kulluk, kölelik dünyası; izinin tozu bile padişahlık eden padişahtan bir
alâmetsin, vallahi bir başka esersin, bir başka alâmetsin sen.
Hayber Yahudisi’nden ibret
almazsan, ondan da insafsız bulunursan canını sevgiliye nasıl ulaştırabilirsin,
gönlünü o tapıya nasıl götürebilirsin?
Ateş içinde Ca’ferî altın gibi
gülmedikçe Ca’fer-i Tayyar gibi uçup şu balçık yeryüzünden kurtulab ilir misin
hiç?
Beden, can örtüleri bulundukça
gönül gözü bir şeycik göremez; bu yola serserice ayak basan, hiçbir sırra
eremez.
Şu alışveriş yerinde iki gözün
kapalı bulundukça çok ucuza mal satarsın, fakat ancak bir dağarcık alırsın.
Âşıklara bir ateş gerek, hem de gizli bir ateş; sınamak için
erlerin akçelerine ateş gerek, ateş.
Aşk erlerinin gönüllerini padişah dağlamıştır; padişahın tahtı
ortadadır; fakat padişahın çevreyanı ateştir.
Güneşi parlamış, her âşıkın penceresine vurmuş, ışıtmıştır; bizler
zerreler gibi dağınık bir halde ateşin içinde oynayıp duruyoruz.
Haydin, buyurun a âşıklar, çünkü aşk, ateş y iy enlerine bir sofra
döşedi ki sofranın ortasında bir ateş var.
Bu ateşin ışığı gök aynasına vurdu da şu dönen kâinatın her yanına
yıldızlardan bir ate ştir yağdırdı.
Sonucu söz şu: A dilber, sen bizi azıcık olsun, aramıyorsun; a
sâkî, birazcık olsun bizi gamdan y ıkamıy or, arıtmıy orsun.
Sonucu a çalgıcı, sevgilimizin
hikâyesini söylemiyorsun; çok çok söylemek şöyle dursun, azıcık bile
söylemiyorsun.
Benim kötü bir söz söylediğimi
anlattıysa sana, kötü bir şey demedim ben, şu kadar söyledim ancak; a sevgili
dedim, azıcık çabuk darılıyor, kızıveriyorsun.
Güzellikte, alımda, iyilikte
dünyada sana benzer do st, sana eş sevgili yok; şeker ülkesisin, fakat birazcık
suratın ekşi.
(s. 217) Şu gazele bak, baştan
başa gönül kanına bulanmış; birazcık koklarsan gönül kanının kokusunu duyarsın.
A bir incirceğiz için bağı
bahçeyi bırakıp giden, bir kocakarıcağız için hurileri elden salan.
Yenimi, yakamı yırtıyorum ben,
çirkin geliyor bana, yakıştıramıyorum; dalyan gibi bir delikanlıya karakuru bir
kocakarıcağız gözüyle
işaret etti.
Ağzı kokan bir ihtiyarcık, yüzlerce saza âhenk vermiş, yüzlerce
şarkı tutturmuş, bir akıllıyı düşürmek, elden ayaktan etmek için damdan başını
eğmiş.
Kim o kocakarıcık? Gösterişçi, tatsız tuzsuz biriceği; kat kat
soğan gibi, sarmısakcağız gibi kokmuşun biri.
Bir beyceğiz tutsak olmuş ona da gönlünü rehin vermiş; oysa
gizlice amma da ahmak beyceğiz diye gülüp durmada.
Ne güzellik gül bahçesinde bir taze çiçek var, ne vefa memesinde
bir katrecik süt var o acı sözlünün.
Ecel, gözünü açtı mı sen de görürsün onu: Yüzü keler derisi gibi
hıtır hıtır, bedeni katrancağız gibi kara mı kara.
Hayır, sus, az öğüt ver, çünkü tacirin bağlantısı pek kuvvetli; durmadan
onun sevgi zinciri tac iri sürüyüp çekiyor, çaresiz bir zincirceğiz bu.
A sâkî, akıllar delilik evine göçtü, yerleşti; delilik kadehi
dudağına dek kanlarla doldu.
Deliliğin mertliği, yiğitliği, yüz binlerce susuz erkeğin, kadının
varlık evini ateşlere yakmış.
Delilik tarağı onun zincire benzeyen saçlarını aşkla taradı da onu
bezedi mi, biz tarak gibi iki başlı olmadayız.
Böylesine bir mumun ışığında görmüyor musun ki aşk padişahından
her ara bir delilik pervanesi, bir delilik fermanı geliyor.
Akıldan delilik masalını duy alı iki dünyanın düşüncesine kulak
tıkadılar; canın da kulağında p amuk var, gönlün de.
Delilik sevgilisi canı ateşe yakalı, can onun yolunda demir
çarıklar paraladı.
Akıl koştu, ateş gibi bir anahtarla geldi oraya; fakat delilik
kilidi, zaten onu kilitlemiş gitmişti.
Akıl, Tebrizli Şems yüzünden şaşkınlığa
düşünce dostlar da, biz de deliliğin delisi divanesi olduk.
Aşkının sırlarını iyiden iyiye
bilseydim o yağmada ben de Yağma Türkü’ne uyardım, ben de onunla arkadaş
olurdum.
Onun kanlı gözleri gibi fitne
arasaydım kavga gürültü koparanların arasına girerdim, onlara katılırdım.
Her çerçöp makulesi adam, şu
dünyada incitmeseydi, yaralamasaydı beni sevda gibi gönüllerde yürürdüm,
başlarda yelerdim.
Ay yüzlüm her gün bir başka burçtan
baş göstermeseydi ben de yer yer gezmez, dolaşmazdım, bir yerde karar eder,
kalırdım.
Dayanamadım onun aşkına, çünkü
mermer, granit bir kaya olsam gene beni eritirdi, su ederdi o.
Varlığım aşk derdiyle gün
günden eriyip
gitmeseydi işime işler katardım,
fakat âşık olmazdım, olamazdım ben.
Tebrizli Şemseddin’in aşk
dalgası, beni yüze atmasaydı batardım, denizin ta dibine giderdim.
Ne mutlu sabahtır o sabah ki
bir çare öğretirsin sen; çareyi de kendisine çaresizliği nasip ettiğin kişi
bulur ancak.
Aşk elbiseyi yırtar, akıl
teyellemeye girişir, fakat sen gönlü dikmeye koyuldun mu ikisinin de ödü patlar
gider.
Ödağacı gibi bir hoş yanayım,
duman gibi dağılıp yok olayım gitsin; gönlü sen y aktıktan sonra yanmadan daha
hoş ne olabilir?
Gâh kahır elbisesini giyer,
gelir, yol kesersin; gâh elbiseni değiştirir, gelir, kılavuzluk edersin.
* A iyiden iyiye inanmış olan,
a amberler b ağışlay an nefis öküzü, şu çayırda bir hoş yayıl, böyle bir kıyıda
yayılır, ağzını tatlandırırsan
helaldir sana.
Bir dudu kuşusun ki ata, Arap
tayına meylediyorsun; bir balıksın ki kıldan örülen elbiseye, ketenden yapılma
libasa özeniyorsun (halbuki dudunun tayla ne işi var, balık elbiseyi ne
yapacak?).
Sen sarhoş bir arslansın, avın
da arslan gibi sarhoş ceylanlar; ne diye kokmuş peynire ağız açıyorsun?
Niceye bir kıbleden bahsedeyim?
Bu gece herkesin bir başka kıblesi var; fakat geceyi sen ay dınlatır, bir
görünürsen herkesin kıblesi bir olur.
Tebrizli Şems’in lâ’linden bir
nasip elde edersen en aşağı derecen gök kubbenin de üstü kesilir.
Sen yüzündeki o örtüyü bir
kaldırır, ay yüzünü bir gösterirsen gökten inen kaza gibi tövbeleri kırar
geçirirsin.
A ahdi güzel, peymanı hoş dost,
benim coşkunluğuma, körkütük sarhoş oluşuma bakma; bana sunduğun, başımı
döndürdüğün, aklımı aldığın şaraba bak.
Önce ayrılığın eliyle âşıkları
bomboş bir hale sokarsın da ondan sonra derilerine altın doldurursun.
A ay yüzlü, sen can
Zümrüdüanka’sısın, konağın Kafdağı; yurdun neresi, hangi yerdesin diye senden
sormaya ne hacet.
Düşünüp konuşma kabiliyetine
sahip olan can, senin sözünü duyunca yüzlerce kere kendi bilgisizliğini, kendi
peltekliğini, kekemeliğini ikrar etti.
A beden, Tebrizli Şems’ten
başka herkesten kesildin, ayrıldın ya; artık ipekli, altın işlemeli, ağır
kumaşlardan yapılmış elbiseler içindesin.
Ey halkın gözlerini hayran eden
güzel, ey aşk ordusu, her yanı yıkıp yakan, her y anda bir
virane meydana getiren dilber.
Ne kutlu bir kuşluk çağısın ki güneşe benzeyen yüzün gönül âlemini
arıttı, ışıttı.
Canlar her an, senin kulunuz köleniz diye berat yazıp sunarlar
sana; aşkına kulluk etmek, b aştan başa sultanlıktır.
Canlar, her an ne görürler yüzünde senin? Nedendir her zaman böyle
çalıp oynamaları?
Neden her gece bekçilik ederler aşkının damında; neden her gün
kapıcılık ederler kapında?
Bu kadeh nasıl bir kadehtir ki canlara sunup durursun? Abıhayat
mıdır sunduğun, yoksa can ateşi mi?
Nasıl bir sır söyledin gönüllere ki düşman oldular cana; nasıl bir
dert verdin ki derman olmada o dert?
Aşkının ışığı köy lüy e ne öğretti de gayb levhinden her an
yazılar okuyor o?
A Tebrizli Şems, şu yüce köşkten in de şu
geçici dünya ölümsüz bir hale gelsin gitsin.
Buğra Kaan, bayram töresine Buğra Kaanlık etti; Zühre gökten indi
de başhânendeliğe geçti.
Cebrâil, bir kere daha Halil’e konuk oldu da semiz buzağıyı
cömertliğinden kesip kızartıyor Halil.
Konukluk günü bugün, buy urun temiz canlar; böyle bir konuklukta
kafataslarının kâse olması daha güzel.
Seher çağı bana coşkun bir ses geldi; kalyadan, boraniden güzel
bir koku geliyor burnuma.
Çekti de çekti o koku beni, ta mutfağın bulunduğu yere dek gittim;
ışıklarla dolu bir mutfak gördüm, nurlu bir mutfak.
Aşçıya bir kepçe ver de dedim, nefsim körleşsin; dedi ki: Yürü git
işine; insana nasip değil bu.
Ben ısrar edince başıma bir
kepçe indirdi, başım da sarhoş oldu, kendinden geçti, aklım da yıkıldı, yok
oldu gitti.
Kadeh dedi ki: Kaldırın beni,
ne vakte dek hapsedeceksiniz, ne vakte dek? Yalnız bedenim sırçadır benim, bir
yerden bir yere götürürken sakın kırmay ın beni.
Sâkîye sorun beni, o bilir
huyumu; ben iftira edenleri sevmem, zulüm etmey in bana.
Sarhoş oldunuz mu bilin ki bu
sarhoşluğun üstünde de bir sarhoşluk var; isteyin, diledikçe dileyin, ümidimi
kesmeyin benim.
Gizlice yol almadaydım,
görünüşteyse sakin sakin duruy ordum; siz beni cansız gibi kaptan kaba
boşaltıyorsunuz, bu da gözlerinizin zayıflığından, görmeyişinden.
Güzelce y aşamay ı istiyorsanız
düşüncelere, sanılara kapılmaktan çekinin; görüşünüz zayıflarsa doğru olmaya
çalışın; ölümden,
zamanın kötülüklerinden
kaçının.17]
Tanrım, hastalara ferahlık veren sensin; lûtuflar, rahmetler
içinde can gibi gizli olan sensin.
Sana yalvarsınlar, yakarsınlar diye hasta ettin kulları; çünkü
sensin feryatları, figanları satın alan.
Hepsi de dertlerine derman aramada; dertlerinin dermanıy sa seni
arıy o r, seni istiy or; çünkü sensin derdi de y aratan, dermanı da.
İnsanı halkın kapısına düşüren dertler, önceden meydana gelen bir
perdedir; sonu, sonucu sensin, sonunda senin kapına başvurulur.
Nerde bir bağlanmış, kapanmış iş varsa, o işe gözü kap ay an
sensin; nerde bir iş revaç bulur, ay dınlanırsa o p arlay an parıltı sensin.
Onunla yatışsınlar diye yaralılara feryat
bağışlarsın, fakat gerçek âlemine bakarsam derdimizle feryat eden
gene sensin.
(s. 218) Sensin diyen de
vallahi sensin; sensin bu meydanda top, sensin çevgen, gene de sensin şu
meydandaki oyunu seyreden.
Bunu birisi inkâr eder,
deliller koşmaya girişirse onun nefsindeki vesveseler yüzünden deliller koşan
da sensin.
Birisi sensin der de bu
sözünden de korkarsa onun canında korku perdesine gizlenen, korkan da gene
sensin.
Bir düşünceyle gül bahçesi
edersin zindan bucağını; her zindanın eziyeti sendendir, her gül bahçesinin
zevki senden.
Bir işi biri ister, öbürü
istemez; onları bu aykırılığa sen düşürdün, sensin onların fitnesi, sınanması.
O, bunun sevgilisidir, gene o,
öbüründen nefret eder; gözleri bağlayan sensin, gözün, gönlün kıblesi, varı
yoğu sensin.
Yüz binlerce şekli, sûreti, bir
şekle, bir sûrete kul edersin, sanki o padişahtır; hayır, tuzaktır o
padişahlık, sensin padişah.
Kulluk da, sahiplik de,
padişahlık da hep senin yazındır; bu mektebin eğri yazısı da sensin, doğru
yazısı da sen.
Bedenlerimiz evlerdir,
canlarımız o evlerde konuk; bedenlerle canlar senin gölgen, sensin o konuğun
canı.
Elimizi ibadete atar, gözümüzü
imana dikeriz, imanın da sen olduğunu bize gö sterirsin ümidiyle.
Lûtuf elini, ihsan elini
başımıza koy; aydın gözlerimizi sana dikmişiz, ihsan et bize, o ihsan da sensin
zaten.
Gafletimiz de seninle işe yarar
ancak, uyanıklığımız, ayıklığımız da; zaten uy anık sensin, bu bakımdan
gafletimizin aslı yok bizim.
Sana tövbe etmek, temelinden
saçma bir şey, tövbeyi bozmaksa ondan beter; canlar ahitlerinden döndülerse
bile o ahit de sensin
zaten.
Altın gibi, bakır gibi, akıyk gibi canları yetiştiriyor, olgunlaştırıyorsun;
ne şaşılacak şey, maden yalnız sensin, nasıl oluyor da mücevherler çeşitli
oluyor?
Gündüzün bizde sayısız, sonsuz huylar, sıfatlar vardır, geceye dek
çeşitli sıfatlara bürünürüz, fakat gece oldu mu o sıfatlardan arıtırsın bizi;
sıfatlara sahip olan sensin zaten.
Gündüz, ta geceye dek birbirimize böylece acır dururuz; fakat gece
olunca bütün bu acımalar sana ulaşır; çünkü acıyan sensin.
Dünya padişahlarıymış, sarayda, sayvanda hüküm sürüyorlarmış, aslı
yok; biz bildik ki saray da, sayvanda hüküm süren tek sensin.
Tellâl, her topluluğa karşı bağır: Müslümanlar, kaçmış bir kul
gördünüz mü hiç?
Ay yüzlü, misk kokulu, âlemi birbirine katan,
naz vaktinde tez giden, barış deminde yavaş gelen bir kul.
Lâ’l kaftanlı, güzel yüzlü,
şeker mi şeker bir çocuk; selvi boylu, şuh gözlü, atılgan, çevik bir çocuk.
Kucağında bir rebâb, elinde bir
yay; güzel, gönüller çeken, canlara sinen bir nağmedir tutturmuş.
Güzelliğinin bahçesinde bir
meyve var mı kimseciklerde; y ahut güzelim gül bahçesinden, kokmak için bir
demet gül var mı birisinde?
Bir Yusuf ki değerini vermede
Mısır padişahı bile müflis bakışından, her yanda Yakub gibi bir gönlü y aralı
var.
Onun izini bulana, ona ait
örtülü, kapalı bir söz söyleyene tatlı canımı vereceğim müjdelik; helâl olsun.
A güzellikte, iyilikte sözle
anlatılamayacak,
dille övülemeyecek bir hale
gelen Ay, feleğe nice devlet kapıları açmışsın sen.
Nice Uhud dağlarını gönül
yolundan söküp atmışsın, biricik Tanrı’nın nice sıfatlarını gözlere
göstermişsin.
Yeryüzündekilerin ağızlarına o
balı çaldığın demden beri balarısı gibi uçuşmada canlar.
Kendini kendinden bezdirdiğin
akıl, ne de sersemdir; tutup kaptığın, kendine aldığın can, ne de hoştur, ne de
güzeldir.
* Gözsüzlerin yanlışlarla dolu
sözlerini duydun mu, hiç unutmadığın Elest demindeki sözlere dal, kulağın o
sözleri duy sun, onlarla neşelensin.
Aşağılık kişilerin zehirli
yüzlerine pek az gülmüşsün; övmüşsen bile çerçöp makulesi kişileri, şu dünyada
zor yüzünden övmüşsün.
Öyle tatlar var sende, öylesine
tatlısın ki yağlıya ballıya boş vermişsin; kendi y ağınla kavrul, kendi balınla
tatlan, zaten pâluzesin, tattan, lezzetten ibaretsin sen.
A her dâvası mâna olan, mânadan
da ileriye varan, dâva ettiğin her şeyde dâvandan yüzlerce kat ileri gitmişsin
sen.
Bir ömür boyunca Tebrizli Şems
gibi birini arayıp duruyorsun amma beyhude gamlara dalmışsın; bulamazsın.
A biteviye abıhayat getiren
ateşli dilber, nerden de getirmişsin bu suyu? Gerçekten de bu sefer cana canlar
katar bir su getirmişsin.
Tanrı ışığından öyle bir güne ş
getirmişsin ki bulut gibi doğuyla batıyı kaplar; şimşek gibi her yanı deler, y
ırtar.
Seni görüp şaşıranlara, yüzüne
dalıp kendinden geçenlere yolu, konağı sorma; çünkü sen onlara ululuk ışığının
p arıltılarıy la vurmuşsun, onları hayran edip gitmişsin.
Ölümsüzlük ilinden böylesine
coşkun bir deniz getirdikten sonra bir can, tutar da ölürse ahmaklıktır
doğrusu.
Âşıklara kazadan, kaderden korku yok; çünkü sen kaderi sarhoş
etmiş, kazaya uğratmışsın.
Canımız senin neşenle derisine sığmıyor, çünkü bu cana canlar
katan güzelliği bizim için getirmişsin sen.
A Tebrizli Şems, cefalar ettin amma şu kadar biliyorum ben: Her
cefa ile de yüzlerce vefalar ettin sen.
Her parça böylece aslının aslına kavuşuyor; ne hoş bir âlem, ne
güzel bir seyir.
Her yana elinde sürahisiz bir şarapla gelmede; her tarafta gözüne
ayık bir dilber görünmede.
Öyle bir dilber ki lâ’l dudaklarından bir koku alsa mermer kaya
bile canlanır, akıl fikir sahibi olur.
Şarap, sevgilimin dudaklarından bir sıfat çaldı da o dudağın aşkıy
la sarhoşa can kesildi.
Seher çağı, bir manastır yolunda bir keşiş,
yoldaş oldu bana; dikkat ettim de gördüm, o da benimle derttaş, o
da benim işime gücüme dalmış.
O iyi huylu arkadaş bir sürahi
getirdi; o sürahiden canım kendinden geçti, sarhoş oldu gitti.
Bu kendinden geçiş âleminde de
Tebrizli Şems, çaresizlere buluşma çaresini gösterdi.
Ah o gönüle dadılık, tayalık
eden Tanrı gölgesi, ah; güneşi, iki düny ay a da gölge salmadı gitti.
Güneşi de zerre gibi oynatır,
göğü de; her şeyi birbirine katar, her şeye yeniden yeniye güzelliğinden bir
sermaye verir.
Aşkı da, âşıkı da ne hoş
güldürüyorsun, ne güzel oynatıyorsun; sevgi veriyorsun, aklı yakıp y andırıy
orsun, eşin, örneğin yok, başına buyruksun, dilediğini yapıyorsun.
Can, gözde oyandan bir iz, bir
sermaye bulduğunu görmüş de aşkıyla borç olarak bir göz daha almış.
Dişleri dökülmüş ihtiyar bile
aşkıyla yüzlerce hırsa düşmüş, kahırlara uğramış; irkilmez akıl bile aşkıyla
kendini yitirmiş, hercai olmuş gitmiş.
Varlıktan da yüz binlerce yıl
öte yandasın sen, yokluktan da; fakat gönül alçaklığından yokluğa bir hoş
komşuluk etmedesin.
A Tebrizli Şems, sen bir hilim
dağısın, iki âlem de tahtın senin; gizli-açık bir kayadan bakadur l.ze.1'81
Ah o şimşekler çaktıran güzel
düzenbazın yüzünden; her çaresizin canına bir yıldırım düşmede onun canından.
O ateş gibi dudaklardan yalım
yalım ışıklar vurunca mermer kayanın içinden bir inci
denizidir coştu, köpürdü.
Bu yüz parça olmuş gönül, can kapıcısına rüşvet verdi, perdenin
önüne geldi de hoş bir halde tek bir parça kesildi.
Cennet sekiz bağdır, sekiz bahçe, her biri bir defter sanki; bu
sekiz defter de bir yere toplanmış, o yüzde, o y anakta seyret hepsini.
Şu gönlüm, a neşe, a çalgı çağanak madeni, aşkınla bir dükkâna
girdi, hem dükkânda, hem aynı işte bir hoş arkadaşlık edip durmada.
Nasıl bir kuştur şu gönlüm ki develer gibi ıhlamış, diz çökmüş, y
ahut da devekuşu gibi y alımların çevresinde sanki ateş yiyor, ateşle gıdalanıy
or.
Aşkının güneşinden zerreler Ay’a döndü, kutlulukla gökyüzünde her
an bir yıldız doğuyor.
Şeklini, yüzünü görmemişler, fakat birer birer anlatıyorlar; hani
tıpkı Meryem’in nuruyla beşikte konuşan, Rûhullah Mesîh gibi.
A Tebrizli Şems, gönül
hallerinde bu birbirine aykırı, bu birbirini tutmaz değişiklikler de ne? Hem
aşkta konaklıyor, hem âvâre oluyor aşktan.
Can mumunun ışığına karşı gönül
bir pervaneye benziyor; gönül, sevgilinin mumunun ışığında bir ev kurmuş, bir
yurt edinmiş.
Bir yüceler yücesi, bir arslan
avlayan, bir aşk sarhoşu, bir fitne; sevgilinin yanında ayık, aklı başında, kendisiyle
kalınca bir deli divane.
Görünüşte öfkeli, içten
barışçı, acı yüzlü, fakat şeker mi şeker; bu kadar yakınlıkta bir yabancı
görmedim dünyada.
(s. 219) Binlerce görgü sahibi
akılla gene de mumun yüzünü gördü mü kanadı ayağına takılır, düşekalır sarhoş.
Aşk ovalarının alanını ateş
harmanı sarmış; buğdayı ateşten, canıysa bir kadeh ancak.
Gönlümün halini örtüsüz,
perdesiz söylesem
bütün dünyayı Tur Dağı gibi nur
kaplar.
Mum mu diyeyim, yoksa sevgili mi, dilber mi, cana canlar katan mı?
Canın ta kendisisin, selvi boylusun, bir kâfirsin, bir sevgilisin sen.
Tahtının önünde ihtiyar biri, ayağını vura vura sarhoşça oynamada;
fakat o, bilgi deryası, buyruğu yürür biri, bir akıllı fikirli er.
Bilginin eteğini dişleriyle tutmuş amma aşk kerpeteni de onda bir
diş bile bırakmamış.
Ben, o ihtiy arın ışığına şaşkın, o, sevgilide yok olmuş gitmiş;
onun ayna gibi bir yüzü var, benim tarak gibi iki başım.
O lâtif ihtiyarın güzellik ışığında kocaldım gitti; ben ona
pervane kesildim âdeta, onunsa benden hiçbir pervası yok.
Sonucu, a bilgide kâinatın ustası dedim, hünerle lûtuf iklimlerini
bir köşk haline getir, orda bir yurt kur.
A keskin gözlü, a ileriyi gören dedi bana, benden pîrce,
sapasağlam bir can öğüdü duy.
Bilgiyi de, filozof bilgini de,
filozofimizi, edebimizi, hünerimizi de bir gül yüzlü inci tanesinin önünde gark
olmuş gör.
Bir de baktım, ne göreyim: Bir
can, bir gönül âfeti; a Müslümanlar, aman bir yardım, bir y ardımc ı bana.
Bütün bunları örtülü, kapalı
söyledin, artık aç şunu; hasetçilerden gam yeme, mertçesine anlat:
Tebrizli Tanrı ve din Şems’i,
öyle bir efendiler efendisidir ki bu sözün geri kalanı, aşkıyla önüne ön
bulunmay acak bir yere geldi, dayandı.
Can, yüceler yücesi
Şemseddin’in yüzünden bir kara sevdalı oldu gitti; sevdaların karanlığında bir
bilgisi var onun.
Bahtım Şemseddin’in havasında
bir yücelik buldu, hem öylesine bir yücelik ki vehim bile onun ötesinde bir
yücelik bulamaz, vehim bile onun ötesine geçemez.
Bu aşktaki sevdam öylesine
yüceldi ki bu sevda yüzünden aşağılığı bile fark edemiyor yücelikten.
Sevda dalgası, delilik dalgası,
onun yeliyle öyle coştu, öyle kabardı, köpürdü ki o dalganın üstünde çerçöp
mesabesinde kaldım, yerden yere yuvarlanıp gidiyorum.
İrkilmez, şaşmaz aklım,
denizinin coşkunluğunu gördü de şaşırdı kaldı; bu coşkunluğu bastırmaya Akl-ı
Küll’ün bile gücü yetmez.
Delilik mushafını gördüm, ondan
bir âyet okudum da deliliğimden bilgim de silindi gitti, Kur’an okuma bilgisine
sahip oluşum da.
Aşk, geceleri gönüllerde tek
başına gezen bir hırsızdır; yalnız aklı çalar, tek olarak onu y ağmalar gider.
Bu sevdadan önce gönlün de
kendi aklınca reyi, tedbiri vardı, gönlün de; fakat suya battıktan sonra artık
reyin, tedbirin ne faydası var sana?
Yürü, âşıkların tımarhanesine
var da her tarafta bir deli gör, her yanda bir divane seyret.
Dün aşkı gördüm, gönlümün
damında ayrılıktan kan ağlıyordu, kanlı gözyaşları saçıyordu.
Aşkına düşmede şu özellik var a
gönül: Alçaltır adamı amma o alçalışta bir yücelik de var.
Durup dinlenmeyen, göçüp giden
canım, ona sahip oldu da bu yüzden ölümsüzlüğe erişti.
Bir ancağız bütün boş işleri
bırak da her solukta can bağışlamayı, her an Mesîh kesilmeyi seyret.
Canın, bir solukluk anda
aşkının perdesi altında bir yıkansa Meryem gibi bir soluktan îsa doğurmayı
görür, anlarsın.
Meryem gibi babasız çocuk
doğurdun mu da şu kıpkızıl yanağın sararır solar, safrana döner.
Herkesin tapısında hizmetçi
olduğu, kul köle kesildiği Şemseddin’in adını anadur da şiirin
parlasın, nazmın güzelleşsin.
Benim şiirimi kan gör, şiir görme; çünkü aşkıyla gözden de kanlar
sızıp damlamada, gönülden de.
Kan, şarap gibi köpürüp kaynadı mı üstüme başıma, elbiseme
bulaşmasın diye onu şiir rengine sokar, şiir haline getiririm.
O padişahın tapısında bir gözcüydüm, bekçiydim ben; şimdiyse
ayrılığıyla canımı üzüyor, eziyorum işte.
O lûtuf güneşinin devlet kuşuna düştü de onun havasıyla gönül,
gurbet ellere gitti, anka gibi görünmez oldu.
Güzellikte, alımda, dünyada tektir o; bu yüzden de zaman da cana
bir yalnızlık âdetidir, verdi.
Her solukta miskinin kokusunu almak istediğim, her an o kokuyu
aradığım ceylandan nasıl ümidimi keserim?
Ah bana, eyvah bana o kanlar döken Mirrîh
yanaktan; ah bana, eyvah bana o yağmacı, kâfir güzel gözlerden.
Akıl, onun aşk dehlizlerinde
yüzünü topraklara döşemiş bir âşık; söz söyleyiş, onun ordusunda ya bir
davulcu, y ahut borazancı.
O, benim bütün derdimi, bütün
zahmetimi görür; görüşü y oktur diyemem ki ona.
Bir an sevda rengine boyanmış
canıma baktım da gördüm ki kıvranıp duran, coşup köpüren şaşkının biri o.
Ne oldun dedim ona; dedi ki:
Benden elini y ıka, bugünlük, yarınlık değil bu aşk, tutulmuşum gitmiş ona.
* Hangi şehirde onun aşk
Nûşirevan’ı buyruk yürütüyorsa, o şehirde can bağışlamada bir Hâtem-i Tayy
vardır.
Nerde onun aşk kadehi
dönüyorsa, orda akıl candan geçmiştir, görünmez olmuş gitmiştir.
Gece yarısı hayali gönüle
geldi; artık seyret, her yanda bir Yusuf gör, her tarafta bir huri.
Buluşma anında dudaklarından
dökülen şekerlerle canlar; her kılının ucundan şekerler damlayan bir hale
gelir.
Aşkı, şarap gibi ne kadar
eskirse o kadar daha fazla sarhoş eder insanı; artık canın gençliğini nasıl
anar, kocalıktan nasıl bahseder?
* Şu aşk zincirini oynat,
şakırdat da coşkunluğumu arttır; sevda denizini kabart, köpürt de deliliğimi
fazlalaştır.
Ne şaşılacak denizdir bu ki
senin kadrinin inceliğinden bir katre olmuş; boyuna deniz o lmuy or.
Aşkının yara yurdu olan şu aklı
fikri iyileştirmek için o misk kokulu saçların amber ezmede.
Şu zamandaki Yusufların,
fitneler koparan güzellerin yüzleri, yoksulluktan hep ona b aşvuruy or, hep
onun güzelliğiy le bezeniyor, güzelleşiyor.
O, Mûsa olsa Musevîliği
tamamıyla öğrenirim; îsa olsa Hıristiyanlık dinine girerim.
Cana meylederse hava gibi, can
kesilirim; dünyaya yüz tutarsa dünya ehli olurum.
Canım, ayrılığıyla sofra gibi
dürülür; tandırından çıkan bir parçacık ekmekse onu yayar, döşer.
Nefis de, şeytan da lûtfunun
gurur yaylasında yayılır; affedeceğine day anır da insana kötü buyruklar buy
urur.
Yüzündeki örtüyü bir an açsa
nefsin nefisliği kalmaz; şeytan, yürekli bir er kesilir.
A seher yeli, Tebriz’den bir
avuç toprak getirsen de gözüme, başıma serpsen, canım sana kul olurdu, köle
kesilirdi.
Canlar, canı düşüp koşanı
sever, onu ister; o, akıllıların dilindedir, âşıkların gönlünde.
* Dillerde olan geçip gider,
bense batanları, dolunanları sevmem; gönüllerde olan, ölümsüzlüğe eren güzelim
işlerdir.
Gönül göğe benzer, dilse yeryüzüne; yeryüzünden göğe dek pek
zorlu, pek uzak konaklar var.
Gönül bulut gibidir, göğüslerse damlar sanki; şu dil de tıpkı
oluktur, yağmurlar ondan akar.
Su, gönülden göğüslere dek temiz gelir; fakat göğüs bulaşıksa,
pisse sözlerin hepsi boştur, kötüdür.
Suya, buluttan y ağmuru emen kavuşur; oluğunda istidat, kabiliyet
bulunan adam, suyu elde eder.
Başka oluklardan su alan dam, hırsızdır; başkalarının damından su
çalan, bir nakilcidir, rivayetçidir ancak.
Gözünün yaşından gül biten, nerkis açan kişidir âşık; nerkisler
derip devşirense demetçidir.
Terazinin kefeleri, tartı zamanı birbirine denk olsa bile dili
eğriyse o terazi bozuktur.
(s. 220) Canının hali, kokusu, rengi örtülü olan
kişinin söylediği her söz, anlama bağlıdır, anlamla ilgilidir.
Mesleğinin eri olan bir hekim,
hastaya acı ilaç bile verse zulüm ediyor gibi görünür amma adalet sahibidir.
Ayak karanlıkta bile
ayakkabısını bilir; gönül, zevk yoluyla bu hangi konaktır anlar, duy ar.
Şu tufanda gönüldesin, Nuh’un
gemisindesin, hoşsun; konak korkulu amma yüreğin oynamasın, ürkme kardeş.
* Kimi tanımak, öğrenmek istiyorsan düşüp kalktığı kişiye bak; çünkü
devlet, ikbal sahibi olan, düny ada devlet, ikb al sahibiyle düşer kalkar.
* Sana hoş gelmeyen şeyi başkalarına sen yapma; bu huy, bu tabiat
herkesi, her şeyi kavray an bir huy dur, bir tab iattır.
Her gizli sözü duymamak için
kulaklarına p amuk tıka; çünkü sen her rengi kabul eden salt bir rûhsun.
Kimin canı yedinci kat göğün havasını
aştıysa, odur kurtulan; onun can soluklarıyla gıdalan, besmeleyle kesilmiştir,
temizdir o er.
Bu hava pusudadır, adamı
yoldaşsız gördü mü, o yapayalnız adama işte der, şu adamcağız gaflet içinde.
Buluşmak istiyorsan
buluşanlarla düş kalk; anlama ulaşandan ulaşma dile.
Sarhoşların çevresinde dön
dolaş; şarap az gelse bile kokusu gelir hiç olmazsa; fakat aklı başında olan,
nerden bilecek şarabın tadını?
Her sorunun cevabında nükteler
belle de sınanma vaktinde üstün bir er desinler sana.
Kendi noksanın yüzünden
olgunluğa erişemiyorsan, Tebrizli Şems, bu zamanın olgun eridir, ona ulaş,
olgunlaştırsın seni.19]
A koşup duran, canın bile
şaraplara bulanmış, nerde şarap içtin, bu şarabın bulunduğu yere
nerden yol buldun?
Hangi gözle karanlıkları aştın, bu yolsuz yolu hangi ayakla aldın?
Hangi elle zamanın olaylarından el çektin de gönüller alan bir
güzelin güzelliğinden bir aynaya sahip oldun?
Binlerce kere kendi kanını dökmedin mi; binlerce kere diri olduğun
halde ölmedin mi?
Binlerce kere sınanma potalarında bakır gibi sızmadın mı, erimedin
mi?
Ateş denizinde kol kanat yakmadın mı sen? Göklerin üstünde ayak
yormadın mı sen?
Ayakkabılarında bu yolun bir tozu bile yok; bütün bunlardan
ötedesin, perde ehlisin sen.
Güzünü aç da bize bak, sonucu bir cevap ver; çünkü sen bilgi
denizi içindesin; sâfsın, tortulu değilsin sen.
Canım dedi ki: Zamanede herkesin kendisine kul köle kesildiği,
tapı kıldığı ulular ulusu Tebrizli Şemseddin’in lûtuflarıyla yol yitirmişsin
sen.
A taş yürekli, ele geçirdiğin şu delillerin ötesinden bir baksa
sana,
Çaresiz, ilaçsız bir taş bile olsan mücevher kesilirsin, hem de
sayıp döktüğün cinsten.
Çalgıcım sarhoş oldu, parmağını tefe vurmada, uşşak perdesini
candan, gönülden, pek p arlak çalmada.
Yükünüzü bağlayın a dostlar, iki dünyanın padişahı Arş’ın en
yücesinde durmuş, sancak çekiyor.
Peygamberler de, erenler de tapısında şaşırmış kalmış; Yahya da,
Davud da, Yusuf da ne hoş takla atmada.
îsa ile Mûsa da kim? Kapısının iki çavuşu; Cebrâil bile onun
afsunuyla neliksiz-niteliksiz büyüler yapıyor.
İbrahim’in canı, onun iştiyakıyla deli divane
olmuş da kılıcı İsmail’in, îshak’ın boynuna çalmada.
* Ahmed ona, ah, kardeşlerimi
görseydim, onlarla buluşsaydım diyor; onu özleyişteki sonsuzluğa Sıddıyk,
gerçektir de gerçek demede.
Leylâ, Mecnun, yoklukla hasret
ahı çekip duruyor, Husrev’le Şirin, zevk, neşe âleminde onun aşkıyla parlak
kadehi içip içip kendinden geçiyor.
Tebrizli Şems, sarhoş bir halde
durmuş, elinde yay; zehirli oku ahmak kişinin canına atıy or.
Rüstem’le Hamza bile ona karşı
ancak bir kılıç, bir kalkan; o, gözü pek, Hişâm’ın boynunu vuruyor Hayder gibi.
Kimdir o kişi ki dünyada böyle
bir erlik göstersin? Ancak Tebrizli Şems’tir ki dolunayı bile ikiye bölüyor.
İnkâr eden, onun aşkının
havasını kınar amma a Husâmeddin, sen yaz o aşk padişahının adını.
* Kim Tebrizli Şems’in adını
duydu da secde ettiyse, onun canı o tapıda makbul olmuştur, ben Tanrı’yım
narasını atar durur.
Köpekler gibi uzakta durup
havlayan, bak, bak deyip duran, inkârcıdır, yüzü karadır, rahmetten kovulmuştur,
ebedî olarak o tapıdan sürülmüştür.]20]
-MÜSEDDES-
fâilâtün fâilâtün fâilât
(s. 221) O gül renkli yüzünü gösterdin mi neşeden taşı toprağı
raksa sokarsın.
Şaşırıp kalmış âşıkların hatırı için bir kerecik daha örtüden baş
çıkar, yüzünü göster;
Göster de bilgi, yolunu yitirsin; aklı başında olan hünerini,
marifetini kırsın geçirsin;
Su, senin aksinle inci kesilsin; ateş, savaşı bıraksın.
Senin güzelliğin olduktan sonra Ay varmış, istemem onu; salkım
gibi iki üç kandilceğizle ne işim var?
Senin yüzün varken kirlerle, paslarla dolu gökyüzüne ayna demem
ben.
Üfürdün de şu daracık dünyayı başka bir şekilde, yeniden yarattın
sen.
A Zühre, Mirrîh’e benzeyen Şems’in havasıyla yeniden o çenge bir
düzen ver.
Bir sevgilim var ki sevgisi canı ciğeri yakıp kavuruyor; yürüyüp
gezmek dilerse gözlerimin üstümde yürüsün, gezsin.
Rızkım, gıdam, onun olduğu gündür; günüm de o gündür benim; hey
gidi hey, ne de hoştur o günün gıdası, ne de hoş.
* Bizi yok edip giderse ne olur yâni? And olsun ki razıyız, Tanrı
dilediğini yapar.
Dikeni güllere sermayedir, perdeleri açmada lûtuflar, ihsanlar
sahibidir o.
Ne söylediysen, ne duyduysan hepsi kabuktur, aşkın içi, özü,
açılacak bir sır değildir.
Tecellilerle yetişen özlü kişi kabuğa, deriye kaani olur mu hiç?
Ben sustum, derdini söylemiyorum, fakat şarabı susmuyor; temkinsiz
dosttan sen koru
bizi.1211
Seni şehvet ateşinden çekip getirdim de tekrar o ateşe attım, o
ateşin içine yaydım seni.
Söz gibi gönlümden doğmuşsun, gene söz gibi yutuverdim seni.
Benimlesin de benden haberin yok; gözünü bağladım, büyücülük ettim
sana.
Her kötü göz seni incitmesin diye incittim seni.
Yürü, cömertlikte bulun, rahmetler saç; merhametler etmedeyim, çok
cömertim sana.
A özü sözü güzel anlayışlı er, geceye dek bizimsin bugün,
bizimsin, bizim.
Geceye dek bugün işretimiz var, neşemiz, zevkimiz var; buyurun a
temiz yürekli d o stlar, buyurun.
A her çalgının, her semâ’ın canına can olan, ay
yüzlüsün, ay yüzlüsün, ay yüzlü.
Şekerlere güller serp, merhaba
ey şeker madeni, merhaba.
Ömrün vefası yoktur, ancak sen
öyle bir ömürsün ki vefalısın, vefalısın, vefalı.
Pek garipsin, pek garipsin, pek
garip; nerelisin, nerelisin, nereli?
Kiminlesin, sırdaşın kim?
Tanrı’ylasın sen, Tanrı’ylasın, Tanrı’yla.
A ressamın elinden çıkan seçme
resim; nerde ay rılık sana, nerde ayrılık, nerde?
Herkese yabancısın da yalnız
onun gamıyla bildiksin, onun gamıyla, onun gamıy la.
Her bir zerren, her bir parçan,
göklere Rabbimiz sesini salmıştır, Rabbimiz, Rabbimiz.
Ne diye gönlün kırık? Sen kır
geçir gönülleri, sen kır geçir, sen kır geçir.
Nihayet ey can, her şey in
önüne sonsun sen, sonsun sen, sonsun.
A Yusuf, padişahlık
mevkiindesin amma sancağın yok, sancağın yok, sancağın.
O mevkii kayserin köşküne
çevirdin; kimyasın sen, kimyasın sen, kimy asın.
Sana nasıl bir tek eren
diyeyim? Yüz binlerce erenlersin sen, yüz binlerce erenler, yüz binlerce.
Her Huseyn’in haşredileceği
yersin eğer şimdi Kerbelâ isen, Kerbelâ isen, Kerbelâ.
A can, güzel bir sakasın, güzel
bir saka, güzel bir saka; fakat tulumu kap at.
Gönül buğdaya benziyor, bizse
değirmeniz sanki; değirmen nerden bilecek bu dönüş niçin?
Beden sanki taş, suyu da
düşünceler; taş der ki: Olayı su bilir.
Su da, değirmenciye sor der; şu
suyu aşağıya akıtan o.
Değirmenci der ki: A ekmek
yiyen, şu değirmen dönmeseydi kim ekmekçi olurdu?
Olay uzar gider, sus; Tanrı’ya
sor da o söylesin sana.
VI
A parlayan, her yanı ışıtan
güzel, a ölümsüzlüğün canı; a gökyüzünde, havada Ay’ı koruyan.
Sen bütün vasıflarıyla Tanrı
rûhusun; perdeleri açansın, lûtuf, ihsan denizisin sen.
Âşıklara alabildiğine
lûtuflarda bulunur, olabildiğine adalet gösterirsin; sonra da razılık
bakışlarıyla diriltirsin onları.
Ceylan gözlerle yiğit erleri
avlarsın; aşka düşürür, herkesi kul köle edersin.
İsa’nın kavmi, ölüyü nasıl
dirilttiğini görselerdi îsa budur derler, öbürünü inkâr ederlerdi.
Nerde Mûsa? Şimdi olsaydı da
onun sözlerini duysaydı, işlerini görseydi Hızır’la buluşmazdı,
bir günceğiz bile onunla eş
dost olmazdı.
Âdem atamız şimdi olsaydı da
onu bilseydi, anlasaydı cennetten çıktığına ağlamazdı.
Ayrılığı bir ateş, sevgimizse
ateşin ta dibi; a şefaatçi, söyle, nerde bir yardımcı bize?
Yüzü öylesine bir ateş ki
ayrılık ateşimizi söndürüyor; ate şleri söndüren ateşi kim görmüştür?22]
VII
Sen abıhayatsın, suvar, kandır
bizi; sen anlamlar denizisin, suvar, kandır bizi.
îstek testilerini getirmişiz,
gelmişiz sana a ikinci Hızır, suvar, kandır bizi.
A can denizi, canlarımız sanki
balık, senden y ardım diliyor; suvar, kandır bizi.
Eksiklik yolundan gelmiş,
hiçbir şeye gücü y etmezliğimizi armağan getirmişiz; suvar, kandır bizi.
Husrevlerin destanlarını işitmişiz; sense o destanlardan da
üstünsün, suvar, kandır bizi.
(s. 222) Akıl şüphelere, vesveselere düşmüş, çünkü sen şüphenin de
üstündesin, suvar, kandır bizi.
Yarı akıllı, aşkınla ne yapabilir? Sen akıllıların deliliğisin;
suvar, kandır bizi.
* Dünya Kâbe’si, senin yüzünden Tebriz oldu; A Tanrı Şems’i, a
Rükn-i Yemânî, suvar, kandır bizi.1231
VIII
Âşıkların arasına akıllı biri gelmesin; hele o kızıl kaftanlının
âşıklarına yaklaşmasın bile.
Akıllılar uzak olsun âşıklardan; uzak olsun külhan kokusu seher
yelinden.
Bir akıllı gelirse yol yok ona, bir âşık gelirse yüzlerce merhaba
ona.
Veriş, bağışlayış meclisidir; pek tutumlu akla
uyup aşkta nekesliğe kalkışmak vebale girmektir.
Akıl ışığından aşk utanır;
gençlikte kocamak kötüdür.
A âşık, tezce gel eve; aşksız
ömür geçirmek, ömrü heba etmektir.
Tebrizli Şems, cana el atmaz
bile; yürü a beden, elini gönüle at da çık dışarı.
IX
Ödağacıysan buhurdana gel,
damdan atarlarsa seni kapıdan düş, gir içeriye.
Yusuf’sun sen, kuyuya
atılmaktan, zindana düşmekten kurtulmana çare yok; kahır zehrini şeker say.
Tanrı uludur demen bir töredir,
bir âdet; ulunun malıy san ulucasına gel.
Köpekler de nasıl içer kızıl
şarabı? Arslansan kızıl şarap gibi gel.
Ne diye altın arıyorsun? Kendi
bakırını altın et; altın olmuyorsa gel o gümüş bedenliye.
Zenginlerin gözleri kupkuru,
yoksullarınsa nemli; a âşık, sen kupkuru da değil, nemli de değil, o iki şekle
de bürünme de öylece gel.
* Melek sıfatlarına mahremsen,
melek gibi erkeklikten de, dişilikten de münezzeh ol da gel.
Yolculukta gönül sıfatını elde
ettiysen, gönül gibi ayaksız gel, başsız gel.
Lâ’l dudakları buyurun derse,
granit değilsen, mermer değilsen gel.
Dünya mademki Şemseddin’in
yüzünden ışıklarla doldu; a gönül Tebriz’e başını ayak et de gel.
Kazadan, kaderden gafletteydin;
fakat kaza, kader silahdarından yaralandın işte.
Sonunda ne iş oldu böyle
ansızın? Evet, böyledir kazanın, kaderin işi böyle.
Hiçbir gül gördün mü ki dünyada
hep gülsün, kaza, kader dikeninden ağlamasın?
Kazaya, kadere mahpus olmayan,
kaza, kader tarafından yaralanmayan, boyuna parlayıp duran hiçbir baht, hiçbir
devlet yoktur dünyada.
Hiçbir kimse hırsızlamaca bir
günlük bir zevke ermemiştir ki sonunda kaza, kader onu salkım gibi asakoymasın.
Kazanın, kaderin oyunlarına
karşı hiç kimsenin hilesi, düzeni fayda etmez.
Dostlar bu kazaya, kadere
hizmet ederler; gerçekten de kazay a, kadere canlarını feda ederler.
Şekil öldü amma kazanın,
kaderin çok çok y ardımıy la can kaldı, ölmedi.
Ceviz kırıldı, içi olan can,
kazanın, kaderin ambarında helvalara doldu.
Ateşe giden özsüzdü; içi
çürüktü onun, kazayı, kaderi inkâr yüzünden.
Sevgiliye gidense kutluydu; can
özünü
seçmişti, kazanın, kaderin
dostu kesilmişti.
XI
A benim gönlümde sırlar
söyleyen, a kul için işler pişirip kotaran.
A hayali, gönüllerin dert
ortağı; a güzelliği, gül bahçelerinin parlaklığı.
A neşeler bağışlayan cömert,
vergili eli, defalarca bu yoksulun elinden tutmuş olan.
A eli incilerle dolu bir denize
benzeyen, lûtfun tabanımdan nice dikenler ç ıkarmıştır.
Senin için sarıklarını
verenlere karşılık olarak nice başlar bağışlarsın sen.
Zaten iki dünya da sana karşı
nedir ki? Ambarlardan düşmüş bir tek buğday.
Dünyayı besleyip yetiştiren
lûtuf güneşin her zerreye bağışlarda bulunmuştur.
Hileler yaparız, düzenlere
başvururuz amma çare sizlikten başka bir çare y oktur bize.
Tebrizli Şems’in ışıkları
parlayınca cehennemden de eminiz, ateşlerden de.
XII
Rûh zeytinyağıdır, ateşe
âşıktır; âşık nasıl sevgiliyi ararsa o da öyle ateşi arar.
A ışık azlığından tefesini,
tarağını işletmeyen çulha, rûh bir zeytinyağıdır ki kandilin ışığına ışık
katar, ışıt kandili can ışığınla.
Şehvete müptelâ can, şehvete
düştü mü sevgili görmeye gönül vermez ona.
Bu bakımdan da dostu bir
sebeple, cennete girmek ümidiyle, cehennem korkusuy la sever.
Ate şten doğma canı bir kırdın
geçirdin mi seyret artık onun ardındaki ışıklarla dolu canı.
O hainler haini can, adamakıllı
çıfıt olmasaydı iki iyi kişiyi hiç birbirinden ayırır mıydı?
Şehvete düşen canı şaşı bir can
bil, çünkü o, Mûsa gibi nuru ateş görür.
Şehvete düşen can,
düşüncesizlikten dudu gibi anlamadan söyler durur.
* Hastalanmıştır, yepyeni bir
dile sahip olmuştur, hastanın yüzünü kıbleye döndür.
Kıble Tebrizli Şemseddin’dir;
gözün de ışığıdır o, gönlün de.
XIII
Gönül sırrının ardında
cilveleri gör, işveleri seyret; âşıklar bu cilvelerden, bu işvelerden Mecnun’a
dönmüşler, deli divane olmuşlar.
Âşıkların başka bir dini, başka
bir mezhebi var; bu dinin aslı da, fer’i de, sırrı da cilvelerdir, işvelerdir.
Gönül, hâtıranın kaş
çatışından, göz atışından sözler derer, devşirir; işveler, şiveler, o
işaretlerde vahiy arar dururlar.
O peri yüzlü, o yolu yordamı,
tarzı, töresi yepyeni şiveleri gördü göreli ne aklı kaldı canın, ne dini.
Onun çeşit çeşit, renk renk
hilelerinden, düzenlerinden yoksul, cilveleri, işveleri bile kaybetti gitti.
Canın perdecisi, o güzelden
kibirsiz, kinsiz cilveler anlattı, işveler hikâye etti bize.
Cilveler, işveler, ya bedenden
olur, ya candan; şaşılacak şey şu ki bu cilveler, bu işveler, ne bundan, ne
ondan.
Kendini gören adam, kendi
cilvesine, kendi işvesine gark olmuş gitmiştir; kendini gören can, o cilveleri,
o işveleri göremez.
Tebrizli Şems, altmışından
sonra cilveler göreyim, işveler seyredeyim diye beni yeniden gençleştirdi.
XIV
Seni bir ateşten çektim,
kurtardım, bir başka ateşe attım.
Söz gibi gönlümden doğmuşsun;
sonunda söz gibi yutuverdim seni.
Benimlesin de benden haberin
yok; büyücüyüm ben, büyü yaptım sana.
Güzelliğine nazar değmesin diye
kulağından tuttum, çektim getirdim seni buraya.
Şu cömert elim, sana öyle
bağışlarda bulundu ki devletin, ikbalin daima tazedir, gençtir, kocalmaz hiçbir
zaman.24]
XV
Havana uymuşum, sevgine düşmüşüm, gece gündüz kararım yok; başım
ayaklarında senin, kaldırmam gece gündüz.
Geceyi, gündüzü bırakır mıyım kendi başına, geceyi de kendim gibi
deli divane edeceğim, gündüzü de.
(s. 223) Âşıkların canları da kopup gitti, gönülleri de; gece
gündüz canımı da veriyorum, gönlümü de.
Gönlümdekini buluncaya dek gece gündüz bir an başımı bile
kaşımayacağım.
Aşkın çalgıya başlayalı, gece gündüz gâh çeng olmadayım, gâh târ.
Mızrabı sen vuruyorsun da feryadım, figanım, gece gündüz göğe ağıp
duruyor.
* İnsana kırk sabah sâkîlik ettin; o şaraptan gece gündüz mahmurum
ben.
A âşıklar kervanının yularını
çeken, gece gündüz bu katarın içindeyim ben.
Sarhoşça, kendimden habersiz
yarabbi deyip duruyorum; gece gündüz deve gibi yükün altındayım.
Şekerinle sen iftar
ettirmedikçe kıyamete dek, gece gündüz oruçluyum.
İhsan sofranda orucumu açarsam,
zamanım gece gündüz bayram olur gider.
Gecenin de canına and olsun,
gündüzün de; gece gündüz hep seni bekliyorum, hep seni.
Bayram etmek için bir yıl
beklemeye hacet yok bana; senin ay yüzünle gecem de bayram, gündüzüm de.
Vuslatını vaad ettiğin geceden
beri gündüzleri, geceleri sayıp durmadayım.
Canımın sevgi tarlası çok
susamış; onun için gece gündüz güz bulutunun yağmurunu y ağdırıy orum, gece
gündüz ağlayıp duruyorum.
XVI
O iki parça ağaçla meclisi hoş bir hale getir; ödağacını yak,
berbatı çal.
Damarına dokunmazsan feryat etmez bu; öbürüyse yok oldukça,
yandıkça güzelleşir.
Düşünceler toz toprağıyla dolu bir meclis; kalk a süpürgeci, can
döşemesini süpür.
O buhur, yakmazsan koku vermez; o tohumların faydası yok
dövmezsen, ezmezsen.
Boş şeylere bakmaz, ateştedir evi de o yüzden güneş en büyük
yıldız olmuştur.
Gezmeden, dolaşmadan yorulmaz da o yüzden Ay çavuş olmuştur,
hesapçı olmuştur.
Şu peygamberler, halkın gizli şeyleri iyiden iyiye bilenden bir
koku alması için halka ödağacı kesilmişlerdir.
A ayıplar madeni, bir kokuya kaani değilsen sen de yan da kokulara
maden kesil.
Yandın mı gökyüzü güzel kokuyla
dolar; gönül yandı yakıldı mı kalblere vahiy gelir.
Bu sözün sonu yoktur; tohumlar
bağın bahçenin canıdır amma kısa kes sözü.
îki tahta parçasına sahip olan,
bırakma onları; birini yak, öbürünü çal da gamlar, kederler gitsin.
Sarhoşların arasına düşen ayık
kalamaz; can şarabını içen tövbe edemez.
Şarabı ganimet bil, tez ol,
içtikçe iç de sonunda körkütük sarho ş ol, yırt yenini, yakanı.
Nerde kurtuluş? Sevgi padişahı,
âşıkları kendisine çekip duruyor, pek zorlu, pek istekli.25]
XVII
Hiç biliyor musun, rebâb ne
diyor; gözyaşlarıyla, yanıp kavrulmuş ciğerlerle neler söylüyor?
Diyor ki: Etinden uzak düşmüş bir deriyim ben, nasıl ağlamayayım,
nasıl dertlenmeyeyim ayrılıktan?
Tahta da diyor ki: Yemyeşil bir daldım ben, balta kesti, bıçkı
dildi beni.
A padişahlar, ayrılık garipleriyiz biz, sonucu dönülüp tapısına
varılacak Tanrı’ya feryat etmedeyiz, duyun feryadımızı.
Önce Tanrı’dan ayrıldık da şu dünyaya geldik; fakat halden hale,
şekilden şekle döne döne gene ona gidiyoruz biz.
Sesimiz kervandaki çana benziyor, yahut da buluttan düşen yıldırım
sanki.
A konuk, hiçbir durağa gönül verme; çünkü ordan çekilip ay rılırke
n yaralanırsın sonra.
Çünkü erlik suyundan gençlik çağına gelinceye dek çok konaklar
aştın.
Pek tutma ki kolayca bırakasın; hem kolayca verip gidesin, hem
sevap bulasın.
Sen, seni sımsıkı tutana yapış sımsıkı; ön de
odur, son da; onu bul sen.
O, yaycağızını bir hoşça çeker; oku âşıkların gönüllerine batar,
yaralar.
Rebâbın şu dosdoğru sesi, ister Türk olsun, ister Rum ülkesinden,
ister Arap; âşıksa onun dilincedir, onun dilidir.
Yel feryat eder, seni, ardımdan dere kıyısına dek gel diye
çağırır.
Der ki: Suydum, yel oldum da geldim; susuzları şu seraptan
kurtarmay a geldim ben.
Söz de önce su olan o yeldir, yüzündeki örtüyü kaldırdı mı su
olur.
Altı yönden dışarı şu ses yücelmiştir: Yönden kaç, ay ışığından
çık;
A âşık, pervaneden de aşağı değilsin ya; pervane çekinir mi hiç
ateşten?
Padişah şehirde; bir baykuş için nasıl olur da şehri bırakır,
yıkık yerlere giderim?
Eşek delirdiyse vur başına aklı başına
gelinceye dek.
* Gönlünü almayı dilesem daha da aşağılık olur: Tanrı bile
kâfirlerin vurun boyunlarını demiştir.
Müjdeler olsun ey kavim, işte bu, kapının açılışı; tezce
dolunmaktan, batmaktan kurtuldunuz artık.
* Kitabın aslı, yanında olan sevgilinin razılık vakti geldi çattı,
ferahlayın.
Dedi ki: Kaybettiklerinize üzülmeyin; perdeleri yırtıp y akan
dolunay göründü.
Otlak, sulak bir yer burası, ıhtırın develerimizi; Öyle nimetler
var burda ki sayıya sığmaz.
Sevgide çekilen cefada binlerce vefa var; sevgiyle susmada güzel
güzel konuşma lezzeti var.
A ulular, biz sustuk, susmadaki sırrı anlayın artık, doğrusunu
daha da iyi bilir Tanrı.-t26]
XVIII
Âşıkların arayıp taramaları, kendilerinden, kendiliklerinden
değildir; dünyada onu arayan gene odur ancak.
Bu dünya da, o dünya da bir mayadandır; gerçek âlemde küfür de
yoktur, din de, mezhep de.
A îsa nefesli, uzaklıktan dem vurma; kulum köleyim uzun düşünceli
olmayana.
Sonra giderim dersen hayır, gitme, gecikme; kılavuz yok dersen
önde değil mi yol?
Elini uzat, devşir eteğini; bu yaranın melhemi, ancak bu yaradır.
îyi, kötü, hepsi de dervişin cüzleridir, parça buçukları; böyle o
lmay an da derviş değildir zaten.
Göz önünden kalkıp giden her şey gönüldedir; gönül gibi bir
yerleri yoktur dünyada onların.
XIX
Aşkından başka bir yol görür, iz bulur aradık, bulamadık; izinden,
eserinden başka bizimle bir düşüp kalkacak aktardık, yok mu yok.
Öylesine bir aramak ki artık sen söyle ne söylersen, fakat bir
bunun gibisini bulamadık gitti.
Bundan böyle gökyüzünde bir dost arayalım; çünkü yeryüzünde
aradık, bir dost bile yok mu yok.
A hayale sığmayan, hülyaya girmeyen, senin ay yüzünün hayalini ta
yedinci kat göğe dek arad ık; yok da yok.
Daha iyisi şu: Mahvolup gidelim; çünkü iki âlemde de aradık,
taradık, bundan daha iyisi yok.
Tut ki dünyanın bütün arı duru şarabını, tortulu şarap gibi
içmişsin; fakat biz din derdini aradık da bulamadık gitti.
(s. 224) Süleyman mülkünün mührü aranacak
bir şeydir; fakat halkalar var, mührü aradık, yok mu yok.
O yüzüğün taşında bir güzelin
resmi var; Rum ülkesinin, Çin diyarının güzellerinde aradık, fakat yok.
Anlattığım şekil, çok aradık
amma, şekilleri y aratandan başkasında yok.
O şekilde insana adamakıllı bir
inanç veriş vardır; öylesine inanç ki onun ötesinde bir inanç arasak da
bulunmaz.
Kötü şüpheden geçmemizin tam
yeri; çünkü hilesiz, düzensiz, emniyetli bir adam aradık, fakat yok.
Kötü şüphe yüzünden belimiz
büküldü, yaya döndü; pususuz bir yol aradık, yok da yok.
Bu anlatıştan meydana gelen
ışığı anlatışta da aradık, anlatılanda da; bulamadık gitti.
XX
Sonunda gönülde, canda yurt
edindik de her
ikisini de deli divane ettik
gitti.
Şu âlemi ateşlere yakmaya geldin; sonunda da dediğini yapmadan
dönmedin ya.
A aşkıyla dünyayı yakıp yıkan; sonunda şu yıkık yere de kastettin.
Ben seni oyalıyordum a gönül; fakat sonunda o masalı hatırladın
gene.
Aşkı kendinden geçirdin de içeriye aldın; fakat sonunda aklı
yabancı ettin gitti.
* A Tanrı elçisi, sabır direğini sonunda Hannâne direği gibi inim
inim inlettin.
Çarecinin lûtfu, dünyayı ışıtan mumdu, sonunda mumu da pervane
ettin sen.
Bir başım bu yanda, bir başım senin yanında, sonunda iki başlı
tarak ettin beni.
Toprağın altında çaresiz bir taneden ibarettim, taneyi sonunda
inci tanesi haline getirdin.
Bir tohumu bağ bostan haline getirdin, sonunda toprağı köşk ettin
gitti.
A deli gönül, a deliden de
beter gönül, ersin, sonunda erlik gösterdin.
Kafatasım hem seninle dolu, hem
senin yüzünden boşalıyor; sonunda kafatasımı şarap kadehi ettin.
Başı dik, silahlı erlerin
canlarını bilgiyle sevgiliye âşık ettin sonunda.
A Tebrizli Şems, sonunda her
zerreyi ay dınlattın, hünerler sahibi ettin, ilgilerden geçirdin gitti.
XXI
Sonunda kandın düşmanın
işvesine; sonunda ayrılığa karar verdin gitti.
Fakat geri döndün o karı huylu
aşağılık kişilerden, sonunda erlerin yanına geldin, ersin çünkü.
O çiftlere doydun, onlardan
çabuk bezdin; çünkü sonucu tekin tekinden de teksin, mislin, menendin yok
senin.
Bir lâlenin aşkıyla sarı güle
dönmüşsün; fakat sarısın amma sonunda lâle oldun gitti.
Tebrizli Şems’e toprak kesildin
de şu gök kubbenin ışığı oldun işte.
XXII
Gönüller almak, âşık olmak,
sırlarımız bizim; o, sevgilimiz oldukça işimiz iş bizim.
Eski alıp satanların nöbeti
geçti; yeni metalar satıyoruz, bu pazar bizim p azarımız şimdi.
Dünyayı yenileyen ilkbahar, gül
bahçesinin canıdır amma bizi görünce feryada, figana başlar.
Akıl, bu iklimin padişahıdır
amma bizim darağacımıza asılmıştır bir hırsız gibi.
Sence Eflâtun’dur, Calinos’tur
amma bize karşı yokluğa düşmüştür, illetlere uğramıştır, hastalanmış gitmiştir
onlar.
* Yerin altındaki öküz de bize
kurban edilmiştir, balık da; gökyüzünün arslanıy sa
yükümüzün altındadır bizim.
Önce zehir olan her şey
panzehir oldu; önce gam gussa olan her şey şimdi bizim gamımızı yemede,
gussamıza dalmada.
Her arslan avcısı arslanlık
dâvasındadır; fakat onun arslan avcılığı da, arslanı da sırtlanımızdır bizim.
Kendimden de vazgeçtim gitti,
yakınlarımdan da; bize y akın olanlar, bizimle bildik olanlar şimdi hep yabancı
bize.
Kendine tapmak, kutsuz, yomsuz
bir haldir; bu hal içinde imanımız bile inkâr kesilir.
Kendimde değilken söylediğim
her gazel hoştur, güzeldir; çünkü bu ses, çengimizin, târımızın yayı, mızrabı
olmaksızın çıkar.
Tebrizli Şems, ululuk ıssının
nuruyla iki âlemde de ikrarımızın mayasıdır.
XXIII
Bu çeşit ayağı bağlayan meydan,
kimin
meydanı? Elden çıktık gitti,
kimin hikâyesi, kimin masalı bu?
Aşk, özel kadehler dolaştırmada; o kadehler kimin aşkına dönüyor;
aşk bilir onu.
Bir can var, dağa da can verdi, ovaya da; a Tanrım, a Tanrım,
kimin canı bu?
Bu ne bahçedir, ne bahçedir bu ki cennet bile onu gördü de sarhoş
oldu; bu menekşe, bu süsen, bu rey han kimin?
Gül dalı, bülbüllerden daha fazla dile geldi; selvi, bu kimin
bağı, kimin bahçesi diye oynamaya koyuldu.
Yasemin, vangülüne söylemez misin diyor, böylesine bir nerkis
kimin nerkis bahçesinde yetişmiş?
Diyor ki: Bu sözü söyledim, bu soruyu sordum da vangülü güldü,
kendimde değilim ki dedi, ben de bilmem kimin bu.
Güneş altın bir top gibi koşmada; şaşılacak şey, acaba kimin
çevgeninin kıvrık yeri onu
koşturuyor?
İstekliler gibi Ay da peşinde onun; arıklaşmış, eriyip gitmiş;
kime tutulmuş acaba, kimin hayranı?
Gamlı bulut tasalara batmış, düşüncelere dalmış; ateşli bir sır,
acaba kimin için ağlıyor?
Gök elbiselere bürünmüş, gönlü aydın gökyüzü, acaba gece gündüz,
kimin sarhoşu, kimin için dönüp durmada?
Dert bile onun derdinden soruyor: Bu şaşılacak dermansız dert
kimin derdi?
Bu düğümü ancak Tebrizli Şems çözmüştür; şaşılacak şey, bu güç
kimde var, bu imkân kime nasip olmuş?
XXIV
Âşıklık, vefasızlık, işimiz gücümüz bizim; sevgilimiz o oldukça,
o, bizi sevdikçe işimiz iş bizim.
Bütün yakınlarımızın, bildiklerimizin canlarına
kastedelim; yakınlarımız, bildiklerimiz, şimdi yabancılarımız
bizim.
Akıl, bu iklimin sultanı bile
olsa darağacımızda bir hırsızlık gibi asılmış.
Hem bildiklik, hem yabancılık,
bir yerde nasıl olur? Fakat bizden biten her gül diken oluyor bize.
Kendine tapmak, kutsuz, yomsuz
bir haldir; bu hal içinde imanımız bile inkâr kesilir.
Sence Eflâtun’dur, Calinos’tur
amma bizce benlikle dolu bir hasta ancak.
Kendi yeniliğini gören
ilkbahar, gül bahçesinin canıdır amma bizi görünce feryada, figana başlar.
Bu benlik topraktır, onda altın
aramaya bak; hazinedarı öz sevgilimiz olan hazineyi bulmaya çalış.
Ateşe girmeyen toprak, içindeki
mücevheri göstermez; aşkla ayrılık, ate şler yağdıran bulutumuzdur bizim.
A istekli, bu sesi duy, bu ses ateşin sesi, bizim sözümüz sanma
sakın.
A istekli, senin şu sırlarını bir yana bırak; isteklinin sırrı
perdedir bizim sırlarımıza.
Işığınla ateşin, zevkinle rahmetindir; yürü, bizim ışığımızın,
bizim ateşimizin yanına dek yol al.
Gâh arslanım diyorsun, gâh arslan avcısıyım; senin arslanın da,
arslan avcılığın da sırtlanımızdır bizim.
Yolu isteyen, ne vakit padişahı ister? Gönlü vardır amma
sevgilimiz deme ona.
Bizim meyhanecimiz bu çeşit sâkîlik ettikçe şehirde bir tek akıllı
kalmaz.
(s. 225) Yankesicimizde bu el çabukluğu varken bütün şehir âşık
olur, bütün şehir iflâs eder gider.
Medresemiz aşktır, müderrisimiz ululuk ıssı; bizse bilgi elde
etmeye uğraşan talebeyiz, dersimizi tekrarlar dururuz.
Bir padişah olan, bir dilber olan Tebrizli Şems, bütün bu
padişahlar padişahlığıyla beraber gene de bekçimiz, koruyucumuz bizim.27]
XXV
Kayboluşta kayıp dinimdir benim; varlıkta yok o lmak ibadettir
bana.
Yaya olarak sevgilinin bulunduğu yere dek koşar giderim amma
feleğin yemyeşil atı ey erimin altındadır benim.
Bir solukta yüzlerce düny ay ı ardımda bırakırım da sonra döner
bakarım, daha ilk adımım bu benim.
Ne diye dünyanın çevresinde dönüp dolaşayım? Sevgili, tatlı
canımın içinde benim.
* Erenlerin övündüğü Tebrizli Şems’in sin’e benzeyen dişleri, Yâ
Sîn’imdir benim.
XXVI
Bir ay gördüm, göğe ağma
sevdasına düştüm; fakat gördüğüm ay, gökyüzündeki Ay değil.
Sen gökyüzündensin de onun için
gökyüzünden bahsediyorum sana; yoksa ne işi var bu güneşin gökyüzünde?
Dün gece Zühre’yi gördüm,
çengini çalıp duruyordu; feleğin her gecesi dün gecemiz gibi olsaydı keşke.
Gökyüzünün o geniş alanında
canım gökyüzündeki yıldızlarla raksa girdi, oy namay a koyuldu.
Seyret de bak, can güneşinin
ayrılığıyla gökyüzü alanı, gün batarken kanlara gark oldu gitti.
Bir soluk, gökyüzü damından
başını eğ de bak; bak da gökyüzü döşemesinde döndükçe döneyim ben.
Taş bile Güneş’in lûtfuyla
yakut olur, lâ’l olur; göz de Güneş’le gökyüzünü görür bir hale geldi.
Ay zaten bir başka göktedir;
gökyüzünde yüzen Ay, o Ay’ın bir aksidir ancak.
XXVII
Gene sütü bala karıştırdılar; gene âşıkları birbirine kattılar.
Geceyi, gündüzü kaldırdılar ortadan, Güneş’i Ay’a kattılar gene.
Sevenlerle sevilenlerin rengini, altınla gümüşü birbirine
karıştırdıkları gibi gene karıştırdılar.
Tanrı’nın ebedî baharı geldi çattı; kuru dalla yaş dalı
karıştırdılar b irb irine.
Hem Ömer’i, hem Ali’yi birbirine kattılar da Râfızî parmağını
dişlemeye koyuldu.
* İki padişah da bir tahtta şimdi; hattâ ikisine de bir kemer
kuşattılar.
Hem bayram günü gibi kadir gecesi belirdi, göründü; hem melekle
insanı birbirine kattılar.
Birbirlerinin dillerini öğrettiler onlara; şu ikisi de birbirinden
tiksinmiyor, birbirine kattılar onları artık.
Nefs-i Küll’le ondan doğanların hepsini, çocuklar gibi babalarıyla
birleştirdiler.
Tabiat yüzünden hayrı şerre kattılar da o yüzden hayır-şer,
kuru-yaş meydana geldi zaten.
Ben ağzımı yumdum, geri kalanını sen anla; o bakışla bu bakışı
kardılar, kattılar b irb irine.
Tebrizli Şems’in ışığı için bedenimi mum gibi y alımlarla
karıştırdılar gitti.
Azar azar sarhoşlar geliyor; azar azar şaraba tapanlar gelip
çatıyor.
Gönül alanlar nazlı nazlı yoldalar; gül yüzlüler gül bahçesinden
geliyor.
Şu hem var gibi görünen, hem yok olan dünyadan azar azar yoklar
gitti, azar azar varlar geliyor.
Hepsinin etekleri altınla dolu, tıpkı maden gibi; eli dar o
lanlara vermey e geliyorlar.
Yaralı arıklar aşk yaylasında semirmişler, şişmanlamışlar,
iyileşmişler, geliyorlar.
Tertemiz erlerin canları, cennetlerden de yüce olan gül bahçesine
geliyor güneş ışığı gibi.
Ne mutlu bahçedir ki Meryemlere kışın bile turfanda meyveler
verir.
Zaten onların aslı, temeli lûtuf, gene de dönüp geldiler lûtfa; bir
gül bahçesinden bir gül bahçesine geliyorlar.
XXIX
Sevgilimiz gene bir başkasına meyletti, ayrıldı bizden; y avaş
yavaş soğudu, kesildi bizden.
Düşmanların düzenlerine kulak verdi; gözlerini bir başka dosta
dikti.
Gönül her solukta cefasından yeni bir haber almada; gam, korkan
gönlü gammaz etmiş gitmiş.
Bize yüz ekşitmeyi âdet edindi; bir bahane aradı, buldu, zulme el
attı.
Yazıklar olsun; sırdaştık
onunla, tuttu bir başkasını sırdaş edindi.
A gönül, yeni baştan dayanmaya
koyul; çünkü güzel dost, yeniden cefaya başladı.
Fakat akıl da diyor ki: Kötü
düşünme; o bizimdir, bize naz ediyor.
Salâhaddin, Ay gibi ışık
saçıyor; erganunu Zühre gibi bir çalgıcı etti gitti.
XXX
Bir sıçancağız sandığı deldi;
kedinin uykuya dalması küstahlaştırdı onu.
O aşçıcağız gibi ben de ateşe
atacağım o farey i.
Fareyi de, kediyi de ateşi
yüzlerce yalım veren bir tandıra atalım, yakalım gitsin.
XXXI
Sâkîler sarhoşça işe
sarıldılar; sarhoşlar
meyhanecinin mahallesine
geldiler.
Âşıklar, gönüllerini
aldıranlar, sevgiliden bir koku alma umusuna kapıldılar da halka halka
geldiler.
* Bir gül umusuyla bülbüller,
Elest meclisinin sarhoşları gül bahçesine geldiler.
Dikkat et de bak, mahmurlar
bölük bölük sâkînin kapısına feryada geldiler şimdi.
Ne şaşılacak şey; gönül
mahallesinden bir ses geldi; diyor ki: Hepsi birden gönülsüz, ayaksız
çıkageldi.
Kokusunun güzelliği yüzünden
oraya ay akkabısız, sarıksız, hattâ kendilerinden geçmiş bir halde
geliverdiler.
Sâkî, pervasızca şarap sun; bak
da gör işte; sırlarla sarhoş olanlar geldi.
Arifler kendilerinden geldiler,
fakat kendilerinde değiller, yok varlıkları; zahitlerse akılları başlarında,
işe koyuldular.
Sâkî, herkesi bir renge boya;
bildikmiş,
yabancıymış, bakma, herkese
sun.
XXXII
Beni satın almaya bir bölük halk geldi de eski dikenlerin hepsi
işe koyuldu, başıma üşüştü.
Zorlarından sakallarına sabun sürdüler (ihtiyar görünmek için);
hasetlerinden yüzlerini bile y ıkamadan geldiler.
Güzeller gibi gündüzün cilvelenirler, işveli sözler söylerler;
kurbağalar gibi geceleyin vak vak eder dururlar.
Şükürler olsun ki şu uyuyanlar, benim sesimden uykuyu bıraktılar
da uyandılar.
Keşke uyanışları Tanrı için olsaydı; halbuki onlar gümüş için,
altın için feryada koyuldular.
Hastanın benzi nasıl kızarsın onların yüzünden; dînâr gibi sararıp
soldu onlar.
Bu toplum hasetten hasta; halkı nasıl olur da hasetten
kurtarabilir?
Sevgiliyi görmeye gelen
padişahlar, içten gelen duygu sahibinin gözü gibi halkın gönlündedir.
Yedi yıldız gibi bir nurdandır,
beş parmak gibi bir işe sarılmıştır onlar.
Halka maskara olmamak için
kendilerine dalmışlardır, kendilerine dalmışlardır, kendileriyle uğraşır onlar.
Gönül ehli güneştir, balçık
ehli toz toprak; gönül ehli güldür, balçık ehli diken.
Gam yeme a âlemin beyi, bu
toplumdan tasalanma; çünkü gönül ehli gönül bağışlar, gönül alır.
(s. 226) Şehir akıl çelen
yankesicilerle doldu; hem çalarlar, hem de çaldıkları için el emeği isterler.
Kim dayanabilirse aklını
korusun; benim gücüm kuvvetim yok, zaten aklımı aldılar
benim.
Öteygün çevremde bir şuh dönüp dolaşıyordu; beni benden aldı gitti
o Kürt, ne aklım kaldı, ne fikrim.
Elini kanıma buladı o şuh Kürt; kanım elinde dondu o şuhun.
Derken kanım şarap oldu, tıpkı üzüm gibi; yıllardır gönül üzümünü
sıkıp duruyordu zaten.
Kürt gördüm, hırsızlık eder; fakat bizim Kürt’ümüzü seyret, Kürt’ü
bile aşırdı gitti.
* Onun hırsızlık edeceğini kim umar; hele o padişah sûfî de oldu,
saçını da tıraş etti.
Öylesine kanlı bir hırsız ki kimi öldürdüy se Hızır oldu, îlyas
oldu, hiç ölmedi, ölümsüzlüğe erdi.
Pılıyı pırtıyı aldı, fakat baht verdi, devlet verdi; hem de ne
baht, ne devlet; gümüşü götürdü, fakat bir etek altın saydı.
Dertleri giderdi, tortuları arıttı; nerde tortu varsa ona götürün.
Bu dünya göze benzer, oysa
gözbebeğidir; bu küçücük adama dünya bile dar gelir.
Gene Tanrı gayreti ağzıma kilit
vurdu; anahtarı da bir yere kodu gitti.
XXXIV
A Tanrı, âşıklardan hoşnut ol;
âşıkların sonları iyi olsun.
Âşıklar güzel yüzünle bayram
etsinler; canlar ateşinde yansın ödağacı gibi.
A güzel, kanıma el bandın;
canımız feda olsun bu kanlı ele.
Kim aşktan halâs olsun derse,
dilerim o dua ağmasın göklere, kabul edilmesin.
Ay bile aşk yolunda bir zaman
ziyan eder; aşk yolundaki ziyan, ne mutlu ziy andır, o ziyanın hepsi kârdır,
kâr.
Âşık olmayanlar ölümden mühlet
isterler; âşıklarsa hay ır, hay ır derler, çabuk ol, hadi.
Gökyüzünü âşıkların
dumanlarından kurmuştur; aferin şu dumanın sahibine.
XXXV
Otur ey azim, oturma ey ümit;
çünkü elçilerinden biteviye haber haber üstüne geliyor.
Gayb Arş’ından bir dumandır
görünmede, bir kokudur gelmede; a gizli erler, o kokuya doğru gidin.
Gaflet adamı kör eder, adamdan
her şeyi gizler; fakat onun kokusu, onun dumanı gafleti yok eder gider.
Göklerden aşağılık yeryüzüne
geldik; gene bizi göklere çeker, yüceltir.
* Meryem gibi hurma ağacının
dibine gidelim; çünkü sükût dalında bir hurma bile yok.
Yeter, sus da harften anlama
kaç, niceye dek anlamı harflerle emip duracaksın?
Dişleri çıkmayan çocukların
harcıdır emmek; erseniz ısırın somunu.
XXXVI
Ömür yarının ümidiyle geçip gitmede; gafilcesine kavgalarla
gürültülerle bitip durmada.
Ömrünü içinde bulunduğun bugün say; bir bak bakalım, ne sevdayla
geçiyor?
Gâh kese kaygısıyla, gâh kâse ümidiyle gidiyor ömrümüz; her
solukta keseden eksilmede.
Ölüm bir bir çekip alıyor bizi; akıllıların beti benzi onun
heybetinden sararıp soluyor.
Ölüm yolda durmuş, bekliyor; ticarete dalansa seyre seyrana
gitmede.
Ölüm anıştan da y akın bize; fakat gaflete dalanın aklı nerelere
gitmede, bilmem ki.
Bedeni besleyip geliştirmeye bakma; sonucu kurban olacak zaten;
gönlü beslemeye bak, çünkü odur yücelere giden.
Şu leşe yağlı, ballı şeyleri az ver; çünkü
kalıbını besleyen rezil rüsvây oluyor da gidiyor.
Cana yağlı, ballı düşünüş,
anlayış, buluş gıdaları ver de gideceği yere kuvvetli gitsin.
Düşünüş, anlayış, buluş da
Salâhaddin’den gelir sana; çünkü o, güneş gibi yapayalnız gidiyor.
O şeker mi şeker güzelim,
soruma şekerler gibi, ballar gibi cevaplar veriyor; öldürenim diriltiyor beni.
Beni kan denizinde boğan
kurtarıyor; zamanın Yunus’uyum ben.
Sıfatlarım, sıfatlarında yok
oldu; o bana hem ayrılık veriyor, hem sıfatlar bağışlıyor.
Malımı mülkümü aldı, yoksul
etti beni; işte şimdicek de y akutlar getirmiş, zekât veriyor bana.
Atımı aldı, yaya kalmışım;
derken o padişah iki yanağıyla da mat ediyor beni.
Onun tecellisiyle Tur Dağı bile
paramparça oldu; bense bir ottan da, bir saman çöpünden de aşağıyım, fakat
dayanma gücü veriyor bana.
Bayram ayını, vuslatının gününü
diledim, ay rılık gecesinden berat veriyor bana.
Aşk definesi altı yönden de
dışarıdır; o yüzden bu yönlerden değil de o yönden veriyor bana.
Sevgili ne yaparsa yapsın,
nasıl olur da kötü olur yaptığı iş? Ekini arttıran, çayırı çimeni çoğaltan,
ateş olabilir mi hiç?
O güzel sevgilinin yaptığı re
simlere, şekillere, akıldan başka bir sergi nasıl olabilir?
Sarhoşuna sunduğu şerbet,
güzel, temiz, gönül çeker bir şerbet olmaz da ne olur yâni?
Altı köşeli bir gemidir bu altı
yönlü dünya; kıyısı bucağı olmayan, önü sonu bulunmayan deniz, nasıl sığar bu
gemiye?
Bu denizden bir suya sahip olan
nerkis göz, o
denizi tanımada kör olur mu hiç?
Bir göz razılık ışığıyla
açılırsa, nasıl olur da gazaba uğrar, her an görüşü azalır?
Kendine gel, sus, Tanrı’nın
mekrinden kork; korkudan titreyen devlete dayanılır mı hiç?
Halk hareket edip duruyor;
fakat daha gündüz olmadı bize; sevgili, gündüze can bağışla da gündüz olsun,
belirsin.
Senin gamınla nice geceleri
sabahladık; senin neşenle nice günleri akşam ettik gitti.
Şimdi burda gündüz oldu ya;
dünyada nice şehirler vardır ki orda gecedir hâlâ.
Aşk güneşi bilmeyen bütün bir
dünya, gaflet uykusuna dalmış, uyumuş gitmiştir, fakat bize gündüz oldu.
Âşık olmayanın günü yoktur; kim
âşık olmuşsa, kim sevdaya düşmüşse ona gündüz olmuştur.
Sabahı bu evin bucağında arama; yüzünü yücelere tut, yücelere;
yücelerde gündüz oldu çünkü.
Sana dikendir amma gül açıldı bize; sana akşamdır amma gündüz oldu
bize.
Çocuksan, gündüzü anlamıyorsan a babasının canı, kalk, gel bize;
gündüz oldu, gündüz.
Gündüzü inkâr etme; lâ-lâ - hayır-hayır deme; niceye bir bu inkâr;
gündüz oldu a lalasının canı, ciğeri.
* Güneş doğdu, Ay yarıldı; şu yüceler yücesi buyruğu duy: Gündüz
oldu.
* A bekçi, artık sopacağızını vurma yere; a bekçimiz, a koruyucumuz,
gündüz oldu.
Gülüş, lûtfunu anlatmada; feryat, kahrından şikây et etmede.
Dünyada şu birbirine aykırı iki haber de bir sevgiliden rivayet
eder durur.
Gaflette olanı lûtuf öylesine aldatır ki kahrı düşünmez de cinayet
işler.
Fakat öbürüne de kahır ümitsizlik verir, tümden yasa batar gider.
(s. 227) Aşk, esirgeyen bir şefaatçi gibi ikisini de görür,
gözetir, korur.
Tanrım, bu aşka şükürler olsun; sonsuz lûtufları var bize.
Şükürde kusurumuz olsa bile, aşk nankörlüğe bile bakmaz, onu bile
hoş görür.
Bu aşk, ya Kevser’dir, ya abıhayat; ömre sonsuzluk vermede, insanı
ölümsüz etmede.
Mahrem kişiyle Tanrı arasındaki elçi gibi birbirinden çok gelir
gider, çok haberler getirir aşk.
Yeter, sus artık, âyet âyet okuma bunu; zaten âyeti de aşk tefsir
eder.
O padişahlar padişahı, ne
yaparsa iyi yapar; tıpkı incir ağacı gibi, hani hep incir verir ya.
* Nerde hutbe okur, kız isterse yüzlerce kişi nikâhını kıyar,
yüzlerce erkekle kızı sütle bal gibi birbirine katar.
* Soluğuyla akar abıhayat kaynağı, ölü can bulur o telkıyn verince.
Kulu yetiştirme, geliştirme
töresine başladı mı, can kuşları kafesleriyle uçmaya başlar.
Kula tek başına bir dünya
bağışlar; iki âlemde de kimdir bunu yapabilen?
Kuyunun dibinde adını ansan
kuyu dibini göklerin en yüce yeri haline getirir.
Şeker payımı verirse şekerler
döküp saçmayı kuruyorum.
Bir kâfir bile onun aşkından
dem vursa, kafirliğini tümden din ışığına çevirir.
Bütün dikenleri ağustosgülüne
çevirmek için dünyanın dikenini âşıkın yoluna komuştur.
Sen bilmiyor musun ki onun kuşu
kesilen, kutlulukla altın yumurtalar yumurtlar.
Susayım artık da bundan böyle
gizlice dua edeyim; fakat padişah âmin derse nasıl olur da gizli kalır dua?
Aşk, şimdi merhamete geldi,
acıyor bize; canlar canı can olmada bugün bize.
Marifet güneşinin ışıkları
içinde her zerre, gayb âlemini biliyor.
Aşk, kimy a yapan, bakırı altın
eden bir kimya; hattâ toprağı bile anlamlar definesi haline getiriyor.
Gâh gökyüzünden kapılar açıyor;
gâh aklı merdiven ediyor.
Gâh şarap gibi neşe meclisi
kuruy o r; gâh deniz gibi inciler saçıyor.
Gâh Rûhullah gibi hekim oluyor;
gâh Halil gibi ev sahipliği yapıyor.
* Beni hiç mi hiç göremezsin sesini duysa bile dostun aşkına güvenir
âşık;
Suyu kan olan böylesine bir tufanda dostun lûtfu ikinci bir Nuh
olur.
* Ancak senden yardım dileriz sesini duyar, işitir de lütfeder,
kerem buyurur, yardımcımız olur.
Aşkı c anlara eş olunca canların her kılı, bir sahip-kıran
kesilir.
Görülmemiş armağanlar getirmiştir; o armağanları pay eder durur.
Âşıkların yolunu kesmeye uğraşan, bilgisizlik eder, kaltabanlık
eder.
Demir gibi ağırcanlılıkta bulunan, baş aşağı tuzlu suya dalar
gider.
Bu dil ne tatmıştır ki lezzetinden dilsizliğe özenir de susar?
Dokuz gök de kul köle olsun âşıklara; âşıkların şu devleti ebedî
olsun.
Âşıkların bahçesi yemyeşil, terütaze kalsın; âşıkların güneşi
parlasın dursun.
Ebedî aşk sâkîsi kıyamete dek elinde kadeh, bize gelsin hep.
Gönül bülbülü ebedî sarhoş olsun; can dudusu boyuna şekerler
yesin.
Can memesi daima sütlerle dolsun; devlet anası hep neşe doğursun.
Sevgilinin nazları, cilveleri, âşıkı aldatışları azalmasın, her an
çoğalsın dursun.
Lâ’l dudakları için inciler saçıyor göz; lâ’l dudakları bu incileri
övsün.
Sarhoş gözleri gözlerimizi açtı; dileyenlerin, isteyenlerin de
gözlerini açsın.
O güzelin güzelliği gönlümüzü kaptı; çevik olsun, avlasın, kapsın.
Can kuşum aşka doğru uçmazsa, kolu kanadı
kopsun, yolunsun.
Aşk, beni ağlar gördü de güldü; dilerim bütün dünya o gülüş
yüzünden gülüşlerle dolsun.
Lâ’l dudaklarından utandı da taşlar bile eridi, su oldu; dilerim
bu utanmalar onun utancından utansın.
Sustum ben, sözümün meyvesini ancak şarap olgunlaştırır,
güzelleştirir; dilerim arttıkça artsın.
Âşıklar meydanda da sevgili meydanda değil; bütün dünyada
böylesine bir aşkı kim görmüştür?
Can resmine daha bir dudak bile yapmadan, yüz binlerce can
dudaklara geldi.
* Kâbe kavseyn, yüceden bir ok attı da gökyüzü kalkanlarının
hepsini deldi geçti.
Gayb sevgilisi eteğini çekmeden, gönül binlerce mihnetlere,
binlerce vuruşlara uğradı.
O, bir tatlı dudaklının
dudağını ısırmadan ayrılık elini kaç kereler ısırdı durdu.
Dudağından bir dal şekerkamışı
dermeden onun binlerce nazını, cilvesini derdi, devşirdi gönül.
Onun gül bahçesinden bir gül
koparmadan göğüse yüz binlerce diken saplandı.
Gönül ondan ancak cefa gördü,
fakat gene de onun ümidiyle vefalardan kaçtı, çekindi.
O elemi keremlere üstün tuttu,
o cefayı vefalardan hoş buldu.
Dikeni, bütün güllerden el
çekmiştir; kilidi, yüzlerce anahtardan daha güzeldir.
Cevri, devlet devrinden topu
çelmiş, kapmıştır; kahrındaki zehirden şekerler kaynamış, bitmiştir.
Onun kovması, istememesi,
başkalarının kabul edişinden daha iyidir; lâ’l de onun taşına uymuştur, inci
de.
* Ebû Saîd’in arayıp bulduğu
kutluluğa karşı bu düny a kutlulukları bir hiçtir.
Bâyezîd’in aktarıp elde ettiği
bolluğa, bolluk verene karşı bu dünyanın bolluğu darlıktır.
* Senâî’nin anlattığı o ışığı attârlar içinde Ferid buldu da onunla
eşsizliğe, tekliğe erişti.
Tatlı, yağlı şeyler hoş görünür
sana; fakat bir gece sende kaldı mı pislik olur gider.
Tatlıyı, yağlıyı aşktan ye,
aşkla gıdalan da kanatların çıksın, uçmaya kudretin olsun.
* Çocukken Halil mağarada parmağından süt emerdi ya.
Hadi bunu bırak bir yana, ana
karnındaki çocuk, ab ıhay atı kandan emerdi ya.
Feleğin dümdüz ettiği o boyu
bosu sonunda gene felek yay gibi büker, iki kat eder.
Fakat aşkın verdiği boy bos
uzar gider, Arş’ı da geçer.
* Hay ır, sus, sırları bilen hazır nazırdır, şahdamarından da y akınız
ona biz demiştir.
(s. 228) Her an lûtfun gamın ardından gelir çatar; yoksa
kimsecikler dayanamazdı, çekemezdi bu kahrı.
Mahmurluk vermeden boyuna aşkla sarhoş et beni; şarabın vereceği
sarhoşluğu istemiyorum ben.
Biz bir kamışlığız, aşkıysa ateştir; ateşin gelip y akmasını
bekliyoruz.
Bu kamışlık ateşle sulanır; ona ateş geldikçe tazeleşir, yeşerir.
Ebede dek sevgiliyle yemyeşiliz, terütazeyiz; o, bir b ahar ki
ardında kış yok.
Yok olalım, her şeyden geçelim; çünkü helâk olmak da var olan
şeyedir, bir âfete uğramak da.
Hiçbir şey o lmay and ır bir şey olan; varlıktan, benlikten
ölendir ölmeyen diriye ulaşan.
Aşkın sırları kime belirir,
görünürse varlığı kalmaz; çünkü yok olur gider sevgilide.
Mumu yak, güneşin önüne koy;
güneş ışıklarına boğuldu mu bir bak da gör;
Mum ışığı yoktur da, vardır da;
hem eseri belirmez, hem belirir güneş ışığıyla.
Şu beden ateşi de tıpkı
böyledir can ışığında; bu ateş hem kalmaz, hem kalır sanki.
Irmak akar, çağlar ta denize
dek; fakat denize gark oldu mu kaybolur gider.
Aray anlar oldukça vardır aray
an; fakat aranan, istenen geldi mi aramak işe y aramaz artık.
Şu halde aramak oldukça aray an
ın noksanı vardır; fakat arayış kalmadı mı aray an başbuğ kesilmiştir.
Aşksız beden külâh arasa bile
başı yoktur ki, başı tamamıy la sarıktan ibarettir onun.
Ansızın bir gül yüzlüyü görse o
sarık, o kafa, diken kesilir ona.
Başında bu sırlar bulunan kişi,
benim gibi Şemseddin’in havasına düşer.
Temiz canlar göğe ağıyor;
tortulu canlar ovaya, yazıya gidiyor, yere giriyor.
Can gözünü aç da canlara bak;
nasıl geldiler, ne oldular, nasıl gidiyorlar?
Mademki yoldasın, eteğini
topla; çünkü bütün bu yol kanla yoğrulmuş toprak.
Lâle, gül renkli etekliğiyle
gidiyor amma topraktan kanlara bulanmış o larak bitmede.
Arş’tan olan can, İsa’nın
bulunduğu yere gider; Firavun’un canı da Karun’un bulunduğu yere varır.
Can çıkıp gitti mi y eraltında
bir yer verin bana, gömün beni; ölü, kocasının evine giden gelin gibi toprak
evine gidiyor işte.
Canım o gönüle doğru kanat
çırpıp gitme de; çünkü o pek güzel, pek neşeli, pek ölçülü
gidiyor.
Çünkü o can, Tanrı’dan başka hiçbir şeycik istemedi; şu öbür cansa
aşağılara, aşağılıklara gitmede.
Zevâli olmayan küpler coşsun, köpürsün, ezel şarabını içenlere
afiyetler olsun.
Temiz keskin gözlülerin kulaklarında hep senin aşk küpelerin
bulunsun.
Dün gece, sâkîsine, aklını başına al dedim; sâkîsi de bana, sarhoş
ol dedi, aklın başında olmasın.
A Tanrı, gayb meclisinin sâkîleri sundukça sunsunlar, iki dünyada
da için, içtikçe için sesi duyulsun.
Sırrı biteviye örten Akl-ı Küll sarhoş olsun da sırrın bir
perdesi, bir örtüsü kalmasın, açılsın gitsin.
Her seher çağı güzellik güneşi, seher gibi
örtüsüz bir halde kucaklara doğsun.
Tebrizli Şems’in arkası dönük bize amma yüzüne yüz binlerce
aferin.
XLIX
Ey her seher çağı hayali gönlüme gelen, Ay gibi nur parçası
kesilip de salına salına yürüyüp gezen.
O güzelim boyun bosun, o güzelim kaşın gözün, canımıza bir ateş
salar, bir coşkunluk verir ki; hem de ne ateş, ne coşkunluk.
Ateşlere attın beni de dayan diyorsun; tandırda nasıl dayanılır,
bilmiyorum ki.
Hatırladın mı, dün gece sarhoş gelmiştin; Ay mıydın, peri miydin,
yoksa huri mi?
O şeker gibi söylediğin sözler, o uzaktan yaptığın işaretler...
Elini dudağına götürüyor, yâni hatırım için coşma diyordun.
Elini ağzına götürüy or, dayan demek istiyordun, hatırım için
coşma, köpürme; fakat o lâ’l dudaklara sabredebilecek nerde?
Yüzünü göğe kaldırıyor, Tanrım,
güzelliğinden ırak olsun kötü göz demek istiyordun.
A şekillerden de arı güzelim,
senin yüzünden gönül kuyularında her an bir Yusuf var.
Akıl, yola düşenlerin yolunu
keser a oğul; yol apaçık, çöz şu bağı, koparıver a oğul.
Akıl bir bağdır, gönül
hile-düzen, cansa örtü- perde; yol bu üçünden de gizlidir a oğul.
Akıldan, candan, gönülden
geçtin mi gerçeğe erersin; bu da umulur senden a oğul.
Kendinden geçmeyen er, er
değildir; dertsiz aşk masaldır, masal a oğul.
Göğsünü sevgiliye amaç et; bak,
yayı kurulmuş, oku yayda a oğul.
Gönlü onun okuy la y aralananın
alnında yüzlerce iz vardır, eser vardır a oğul.
Aşk nazlı nazenin kişilerin harcı değil, aşk pehlivanların işidir
a oğul.
Âşıklara kul köle kesilen, sahip-kıran bir padişahlar padişahıdır
a oğul.
Aşkı kimseye sorma, aşka sor; aşk inciler yağdıran bir buluttur a
oğul.
Aşkın benim tercemanlığıma ihtiyacı yok, aşk kendi kendinin
tercemanıdır a oğul.
Yedinci kat göğün üstüne çıkmak istiyorsan aşk bir güzel
merdivendir a oğul.
Nerde bir kervan yola düşmüş, gidiyorsa bil ki o kervanın kıblesi
aşktır a oğul.
Şu dünya seni aldatmaz, aşktan alıkomazsa kaçar, kaybolur gözünden
a oğul.
Kendine gel de sus, yum artık ağzını sedef gibi; çünkü şu dilin
yok mu, canına düşmandır senin a oğul.
Tebrizli Şems geldi, can sevinç içinde; çünkü Şems’le kıran etti a
oğul.
Cansız, gönülsüz, deli divane oldum da geldim a oğul; yüzümün
rengine bak, ne olduğumu anla a oğul.
Hayır, yanlış, ben gelmedim, sen geldin; benim varlığımda
gizlendin de sen geldin a oğul.
Altın gibi bir zamancağız güledur ateş içinde; güledur da gülen
bir bahtı, neşelenen bir talihi gör a oğul.
Gönül meyhanemde düşünceler var; çünkü sarhoşlar birbirlerine
girdiler a oğul.
Ayağını dire, sarhoşların coşkunluğunu seyret; kapı kırıldı,
kapıcı kaçtı a oğul.
Geldim, bir de ayna getirdim sana; yüz çevirme, yüzünü bir seyret
a oğul.
Benim küfrüm, şendeki imanın aynası; küfrü de seyret, imanı da a
oğul.
Susarken naralar atıyorum; hem susarak, hem söyleye söyleye geldim
a oğul.
Sırrı ortaya koy, gizleme; kulunu her an yüceltme.
Sen her şeyin nerden olduğunu daha iyi bilirsin; yanlışlar
olduysa, yapılmayacak işler yapıldıysa onları bizden bilme.
(s. 229) Köylü bile olsam senin köylünüm, köylünü kaba bulma, hor
görme.
Beni aşkta usta ettin amma gene de usta sayma, çırak tut beni.
Feryat etmem, ordan tutma diye bağırmam için zevkle boğazıma
sarılıyorsun benim.
Senin çerçöpünüm, denize sürükle beni; denize lâyık görme, fakat
götür kendi denizine beni.
Salâhaddin, tümden Elest meclisinden gelmiştir; onu bugünden, y
arınd an sayma.
Yeşilliğe gelin, kapıyı da
örtün ki her göz bu topluluğu görmesin.
Her elsiz, başsız kişinin kem
gözünden ziy anlara girdim ben, ne y aralar aldım ben.
Öyle kem göz gördük ki nazarı
Güneş’i, Ay’ı bile apaçık karartır gider.
Arslanların savaşından uzak
olsun köpeğin gözü; İsa’nın beşiğinden uzak olsun eşeğin g...
Kötülerin gözleri uçan bir
oksa, yalnızlık, gizlilik de onların oklarına kalkandır.
Fakat iyi gözle kötü göz
karışıktır; kalp akçeyi altından ay ırt edemez herkes.
Onun zahitleri, çekecekleri
ahları bile gizlerler, seher çağını, yalnızlık zamanını beklerler.
Fakat bu sarhoşlar, kendilerine
malik değiller; Tanrı’nın korumasından başka hiçbir şeycikleri yok onların.
Çok yel estirme, güzellikten,
iyilikten lâf etme; yel göze çerçöp sokar.
Yanağına gizli gizli bak; gözünü aç, seyret mahmur gözlerini.
Bir güldü mü o değerli akıyk, seyret de bak, yüz binlerce gönlü
tutsak eder gider.
Sarhoşluktan baş kaldır, uyan da onun işine gücüne bak, onun
uyanık, yaver bahtını, talihini seyret.
Uçsuz bucaksız, önsüz-sonsuz gönül bahçesine gir de seyret o
bahçenin say ısız tatlı meyvelerini.
Oynayıp duran yemyeşil dallarına bak; seyret o dikensiz güllerinin
güzelliğini.
Niceye bir seyre dalacaksın dünyadaki güzellikleri? Dön de seyret
onun sırlarını, hikmetlerini.
Hayvanın, bitkinin tabiatındaki hırsa bak; sonra da onun
tokluğunu, bol bol verişini seyret.
Hırs da ancak aşkın işidir, sanatıdır, tokluk da;
aşkı görmediysen bâri seyret işini gücünü.
Renkten renge giren aşkı görmediysen, ona gönül verip ağlayan
âşıkın betine benzine bak.
Böyle güç bir satıcı olmakla beraber seyret onu p aray la, parasız
satın alanları.
Âşıklıkta, sevdada bir başka kapı açıldı; o Yusuf’un güzelliğinde
bir başka parlaklık var şimdi.
Müjdeler olsun aşk yolunun uyanık erlerine; dün gece bir başka
rüya gördüm ben.
İsteyenlere şu sebeplerden başka sebepler hazırlandı artık.
Bulutlardan şarap yağmasa bile, yaşayış başka bir ab ıhay at elde
etti.
Dostcağızlar serkeş oldular da Tanrı, bu görüşüp konuşulacak
kişilerden başka kişiler verdi.
Âşıklara bir başka ova, bir
başka dolap verildi de aşk yeşilliğini mamûr etti.
Aşk yaralarıyla dopdolu olan şu
ciğerler, bir başka çengele asıldı.
Aşk, adını kötüye çıkarırsa gam
yeme; aşkın başka adları sanları var.
Kunduracı kızdıysa çaresi
bulundu; sûfîlere başka nalınlar, başka ay akkab ıları var.
Sûfî söz, harf bilmezse
bilmesin; aşk derdini anlatmay a başka bir kapı var.
Şemseddin’in havasıyla Tebriz
tarafında başka edepler öğrendim ben.
A başını dizine koyup dalan, a
içyüzden her şeyi bilen, tamamıy la haber kesilen.
Gözünün önünde herkesin sırrı,
hiçbir şey örtülü değil sana; o göze, o görüşe aferinler olsun.
Kan denizidir o, göz
değil; a gönül, çekin o gözün açacağı yaradan, çekin.
Kirpiklerinde gönüllere
müjdeler var amma a âşıklar, gene de çekinin ondan, gene de çekinin.
* O, saman altında gizlenmiş,
uyumuş bir sudur; küstahça ayak atma, yoksa gitti demektir başın.
Obur görünüyorsun amma her
çeşit uyanıklığın aslısın; onun uykusu yüzünden uyumuy orsun sen a oğul.
Senin yüzünden elbisemi yırtıp
paralayacağım; fakat sen bundan da daha kızgınsın, daha ateşlisin a kardeş.
Sirke içiyorsun da bal nerde
diyorsun; elin zehirde de nerde şeker diyorsun.
Bir ömür boyunca canını
sabunlayıp durmadasın; yoksa canın yok mu senin?
Ne zamana dek aynamı
cilâlayacaksın? Bâri hiç olmazsa aynacıdan utan.
Tebrizli Şems’in denizine kaç
da can aynan
cilâlansın, güzelleşsin.
O ay yüzlünün kopardığı kavga kıyamet yeter artık; dünyayı altüst
etmesi yetişir artık.
Dilin gücü kuvveti kalmadı anlatmaya, şaşırdı kaldı; böylece baş
da dönüp duruyor.
Nice başlar, kupkuru ağızlarla, nemli gözlerle böylece sallanıp
durmada.
Onun iki gözünde seyret sevgilinin hayalini; o gözlerin karasında
oynayıp durmada o hayal.
Onun sözünü bundan böyle gizlice söyleyeceğim; söylemeyi bıraktım,
ağzımı yumdum a oğul.
A yumuşak yüzlü dil, onun yanına var, onun tapısında otur da
yüzüne bak.
A seher yeli, dikkatlice bak yüzüne; gözünü, gönlünü onun
güzelliğiyle, onun alımıyla doldur.
Sevgilimizi yüzü ekşi görürsen
bil ki gayretinden bir perdedir bu.
Suda kıl yoktur, kılın aksi
vardır; şekerde görünen ekşilik bir görünüştür ancak.
Söze tövbe ettim; fakat bu da
ne? Âşıklarına tövbe etmek nasip değil mi yoksa?
Tövbe dediğin, bir şişedir,
onun aşkıysa bez boyamacısı; boy amacının yanında şişecinin ne işi var?
Şişeyi kırayım da ayaklar
altına saçayım; saçayım da hiçbir şeyden haberi olmayanın ay aklarına batsın.
Yaralananın şahnesi, bizim
sevgilimizdir; beni bağlamıştır o, şahney e götürür.
Çene topağındaki çukur,
şahnenin zindanıdır; götür beni oraya da zincir saçlarını ay aklarıma vurayım.
Gönlü uyanıklara bağlanmak,
zindana atılmak hoştur; orda güzel bir yaşayış, iyi bir geçim vardır bana.
Aşkıyla Ay gibi eriyorum; gök
gibi Ay’ın üstüne titriyor, dönüp duruyorum amma;
Benden sonra yüzyıllar geçer de
gene bu gazel okunur, Yusuf gibi güzel bir sûrette dolunaya döner de doğar.
Çünkü gönül toprak altında
çürümez; ben de bu gazeli gönülden söyledim, ciğerden değil.
Davud’a benziyorum ben,
sizlerse tertemiz kuşlarsınız; bu gazellerse yazılmış Zebur’dur sanki.
(s. 230) Tanrı, bu kuşların
kanatlarını dökme; çünkü Davud’a candan dosttur bunlar.
Tanrı, elimi dudağıma
koyuyorum; artık söylemeyeyim, susayım, çünkü daha da fazla sarhoş oldum gitti.
Oraya sarhoş bir halde gittim
de a güzelim dedim; mademki deli divane ettin beni, kulağını ver, dinle.
Bak da gör dedi, kulağımda küpe
var, sen de küpe gibi takıl o kulağa.
Tezce el attım küpesine; çek
benden elini diye elime vurdu.
Sen dedi, arılıkta padişahlara
lâyık iri bir inci ol da sonra o halkaya yol bul.
Altın küpem, sonra da taşı
boncuk olsun, imkânı var mı? Nasıl olur da îsa eşekle ağar göğe?
Aşkın küfürle, imanla ne işi
var? Canın adlarla sanlarla ne işi var?
Âşıklar, sevgilinin çevgeninde
topa benzerler; topun ne işi var elle, ayakla?
Çevgen nereye çelerse o yana
koşar durur; ne işi var topun yukarıyla, aşağıyla?
Aynadır o, güzeller ona
bakarlar; fakat güzel yüzle, çirkin yüzle ne işi var aynanın?
Keler boş vermiştir su içmeye;
ona ha çeşme olmuş, ha saka; ne işi var onun bunlarla?
Yurdu hatır olan hayal ayağının
evle, yerle ne işi var?
Atmosferden bile geçip giden
İsa’nın ne işi var soğukla, sıcakla?
A gayb tellâlına risaleler
kesilmiş yazılar; gidin, ne işiniz var sizin sözle, kavgayla?
Onun aşk sırrından haberin
varsa canını ver de sevgiliye öyle bak.
Aşk bir denizdir ki dibi yok; o
denizin suyu ateştir, dalgası inci.
İncileri sırlardır, o sırların
her biri de yolcuyu anlama götüren bir kılavuz.
Kıl ucu kadar bundan bir haber
alsan, kıl gibi iki âlemden de baş çekerdin, iki âleme de boş verirdin.
Dün gece sarhoştum, gece yarısı
uyumuşum; o Ay’ın yolu düşmüş, çıkageldi yanıma.
Ay ışığında sapsarı yüzümü
gördü; sapsarı yüzümü gözyaşlarıyla ıslattı.
Acıyacağı tuttu, bana vuslat
şerbetini sundu; her bir kılım ayrı ayrı bir başka can buldu.
Şarapla sarhoştum,
yıkılakalmıştım; fakat her bir kılım ayrı bir göz kesildi.
O iki cihan güneşinin yüzüne,
sarhoş, akılsız bir halde ona daldım, b aktım durdum.
O güzel, elime bir süpürge
verdi, hadi dedi, denizden toz kopar.
Sonra da o süpürgeyi ateşledi
de hadi dedi, ateşten bir süpürge getir.
Şaşırdım da tapısında secde
ettim; dedi ki: Secde eden olmasın, öylesine bir hoş secde et.
Ah dedim, secde eden olmadan
nasıl olur
secde? Neliksiz-niteliksiz olur
dedi; senliksiz- benliksiz.
Boyuncağızımı uzattım da peki
dedim, secde edenin kes başını Zül-fekaar’la.
Kılıcını çekti, vurdu, başım
düştü önüne; boynumdan yüz binlerce baş bitti o zaman.
Ben kandildim sanki, her başım
da fitildi tıpkı; her taraf kıvılcımlarla doldu.
Başlarımdan mumlar, kandiller
çıkmaya başladı; katar katar, doğudan batıya dek her yanı tuttu.
Mekânsızlık âleminde doğu
nedir, batı ne? Kapkaranlık bir külhan, işe y arar bir hamam ancak.
A soğuk mizaçlı, nerde gönül
tasın? Niceye dek kalacaksın bu hamamda?
Çık hamamdan, gitme külhana;
soyunulacak yere gel de şu resimleri seyret.
O gönül alıcı resimleri gör;
lâleliğin renklerine bak.
Onları seyrettikten sonra pencereye de bak; o güzel, pencereye
vurdu da büsbütün güzelleşti.
Altı yön hamamdır, pencereyse mekânsızlık âlemi; padişahın yüzü
pencereden görünmede.
Toprak da onun vuruşuyla güzelleşmede, su da; o Türk iline de
canlar yağdırmış, Zengibar iline de.
Gündüz geçti gitti de hikâyem kısalmadı, bitmedi; a sözünden
gecenin de utandığı güzel, gündüzün de.
Padişah Tebrizli Şemseddin, beni hep sarhoş etmede, mahmurluktan
mahmurluğa sürüklemede.
LXII
A hünersiz, marifetsiz gönül, kork Mirrîh’ten; kork padişahlardan
ağırlamaya, ikramlarda bulunmaya başladılar mı?
Padişahın ikramı tatlı lokmadır; fakat yemi gördün mü kork
tuzaktan.
Yağmur rahmettir, nimettir amma kork şimşekten, y ıldırımdan;
günlerin padişahısın amma kork günlerden.
Padişahların lûtfu seni küstahlaştırır amma zamansız küstahlıktan
kork.
Arslan güldü mü emin olma; kork o anda kan içen yaradan.
A sinek, gönlünü verme şekere; göz bademdir amma kork bademden.
O ay yüzlü güzel olmayınca sorma halimizi;
aşkından başımıza neler geldi, sorma hiç.
Bak da gör, yüzünden yüceler de ışıkla doldu, aşağılar da; o yüce
boy bosun salınışını, titreyişini sorma da sorma.
Aşk gayretiyle inci tanesi gibi dökülen gözyaşlarıma bak; fakat
sorma o denizin arılığını, dalgalarını.
Kanımıza ayak basma; safradan, sevdadan sorma bana hiç.
Gönlümün kanını gör, fakat söyleme kimseye; o şuh, o kavgacı
güzeli hiç sorma.
Bak da gör, yüz binlerce gönül kuşunun kanatları, tüyleri
yolunmuş; Kafdağı’nı, Zümrüdüanka’yı sorma sen.
Aşkın belâsında yüzlerce kıyamet var; bugünkü kıyameti gör de
sorma yarını.
A hayallere dalan, çok uzaksın sen, çok uzak; onun sırrını işe
işler katan akla sorma.
Niceye bir Tebrizli Şems kimdi diye soracaksın? Irmak gibi
çağlayan gözyaşlarımı
gör de sorma denizi.
Âhir zamanda öz canından başka feryada erişen, öz canından başka
imdada gelen yoktur, yok.
Onun sırrının sırrını bilmişsen ağzını yum, sus da kimsecikler
duymasın, bilmesin.
Âşıkın göğsü bir duru sudur; canlarsa o suyun üstündeki çerçöptür.
Yüzünü gördün mü soluğunu kes; soluk, aynaya ziyan verir çünkü.
Âşıkın gönlünden güneş doğar da bütün bir âlemin önünü de ışıklar
kaplar, ardını da.
LXV
Yavaş yavaş gümüşü, altını yol kesti; başına yeni bir dert, yeni
bir savaş düştü.
* Aşk kürkünü ters giydi de göründü ona; tacir onun kötülüğünden,
onun şerrinden kaçmaya koyuldu.
Yavaş yavaş kıpkırmızı benzi sararıp soldu; yavaş yavaş nemli
gözleri kurudu.
Vesveseler, düşünceler kapı açtı ona; pervasız aşk kapıdan sürdü
onu.
Yavaş yavaş dalı da kurudu, y aprağı da; çünkü kökten damarı
kesildi onun.
Yavaş yavaş şeytan, lâ havle okumaya başladı, aşka düştü de kolu
kanadı gevşedi.
(s. 231) Yavaş yavaş sûfî, hırkasını dikmeye başladı; hırkasını
yırtıp paraladığı vecd hali geçti gitti.
Aşkı bıraktı da bu dünyaya gönül verdi;
bundan böyle sevgilisi kucağına gelmez artık.
Ondan dolayı da miskin miskin başını sallamada; elden ayaktan
oldu, çoğu defa düşekaldı o.
Onun için bir sağrak doldurayım ki içti mi o sağrak sıçratsın,
oynatsın onu.
Ellerini öylesine açar göğe ki Tanrı uludur sesini gök bile duyar.
Beyimiz bu söze doydu, usandı bu sözden; bir başka bahse dal, bir
başka söze çek onu.
Aşk şehidiyim, beyden korkmuyorum; ölen, hançerden korkar mı hiç?
Ölümlerin en beteri aşksızlıktır; sedef ne diye incisinin üstüne
titrer durur?
Yemyeşil dalı kurumasın diye tir tir titrer yapraklar; korkuları
kuruluktandır onların.
Her sedef denizin dibine kaçar; kucağından inciyi kapmamalarını
ister.
Sedeften inci tanesini kaptılar mı, artık sedefe
ha güzelim deniz, ha ateş; ikisi de bir.
O sedef gözsüz, etsiz, neşe içindedir; can gözünü içindeki inciye
tutmuştur.
Kervandan bir âşık kalırsa, yol başında Hızır kılavuz olur ona.
Tacir, kafileden biri kaldı diye ağlar, fakat eşek, ahırında güler
durur.
Aşkı bıraktı da eşeğin kuyruğuna yapıştı; hasılı amberi eşek
tezeği oldu gitti.
Tahtı b ıraktı da tezeğin üstüne çöktü, oturdu; hasılı ordusunun
başbuğu eşeksineği oldu.
Eşeksineği o vesvesedir, o hayaldir; sahibine kel gibi boyuna
kaşıntı verir durur.
Utanmaz da bundan vazgeçmezse öbür boynuzlarını da göstereyim
sana.
Eşeklik edip de o adam gibi boynuzunu kırmaya kalkışma; çünkü onun
haşredildiği yerden üç boynuzlu bir öküz kopar.
Sen neşelisin ya, kuluna var yaslı ol sen de; bir yücesin, bir
üstünsün ki bizim gibi yüzlercesine var git de, hor ol gitsin.
Senin işinin dileğine uygun olması gerek; âşıkların işi gücü
varsın ağlamak olsun.
Yardıma nail olmuş, zaferler kazanmış bir padişahsın, mülk senin;
kul, varsın Mansûr gibi darağacına çekilsin.
Esrik bir deveyim, ağustosgülü istemiyorum ben; yolunda diken bile
olsa afiy etlerle yerim ben.
Sırlara dair ne istersen söyle; onun haberinden başka hiçbir söz
duymam, işitmem ben.
A gönül, bâri sen onun bulunduğu yerdensin; sevgilinin yüzüne dal
da muradına er.
O hekimdir, hastalara gider; a yollarda kalakalmış beden,
hastalan.
* Halvette bir mağara dostuna, bir can dostuna
kavuşma ümidiyle ikinin İkincisiysen yürü, dal mağaraya.
Baharın bağışlarına,
vergilerine nail olma ümidiyle sevgiler ek, bağışlarda bulun.
A harman, o alımlı ay yüzlüye
kavuşmak için hırsızdan saklan, gir o ambara.
Güzel sözlü sevgilimin sözünden
başka sözler söyleme, yum ağzını, az konuş.
Can bağışladığını öldürme; yok,
sen can vermediysen öldürme cansız resmi.
O ortadan ayrılmış kâfir huylu
saçlarına söyle; a eşsiz güzel de, öldürme iman ehlini.
A güneş, cilvelenip gösterme
yüzünü; birkaç günlük parlak Ay’ı öldürme.
Mademki Zümrüdüanka’sın, ululuk
ıssının Kafdağı’ndasın, dön, öldürme kuşları.
Her yoksulun kanına girme;
Kubad’dan, hakan
olan padişahtan başkasını
öldürme.
Aşk kapıcın bize yol verdiyse, lûtfettiyse kıskanma, öldürme
kapıcıyı.
Küstahlık etsem bile konuğun değil miyim senin? Lâyık değildir,
öldürme konuğu.
Bu meydanın sarhoşuyum, bu meydana yığılmış kalmışım ben, şişeyi
kırma, meydanın sarhoşunu ö ldürme.
A Tebrizli Şems, padişahım sensin benim; doğan kuşu kesilmişim,
öldürme padişahın doğanını.
Bizimsin sen, bizim gibi neşelensin gönlün; gül bahçesinde hür ol
hür selvi gibi.
A nazlım, a nazeninim, aşk kalfalarındansan gönüller açmada usta
ol aşk gibi.
Bir gam gelirse sarıl boğazına, ondan öç al, adalet beyi kesil.
Canın bir Tanrı’nın meclisinde
sarhoş; varsın bedenin halk arasında, halkın biri olsun.
Gâh Husrev gibi Şirin’e
güledur; gâh ayrılığından dağları delen Ferhad’a dön.
Gâh onun gül bahçesi gibi
neşeler saç; gâh bülbül gibi ağla, güzel güzel feryatlar kopar.
Selvi boyu salınmaya başladı mı
ona karşı toprak ol; gülü amberler saçmaya koyuldu mu yel kesil.
A kardeş, sonucu şu: Felek gibi
şu köhne dünyayı yeniden yeniye kur gitsin.
Dikenler içinde oklukirpi gibi
çek başını içeriye, neşelen, tedbirli ol.
Akıl geldi çattı, a âşık,
gizlen; akıldan fikirden vay bize, eyvah bize.
A göz, a akıl, ya
topluluğumuzdan git; yahut da senden utancımdan gözsüz, kulaksız kalay ım ben.
Sen suya benziyorsun, uzaklaş
ateşimizden; yahut gir kazanımıza, kayna bizimle.
Aklın seni kırıp geçirmesini
istemiyorsan öl, denize dal, dalgalarla dalgalan dur.
Âşıkım dersen sınarlar seni;
başını sarma, erlerin koca sağrağını iç.
Coşup köpürüyorum, fakat aşk
sarhoşluğundan, çeng gibi coşup köpürüşümden de haberim yok benim.
A Tebrizli Şems, beni harap
ettin; sen hem sâkîsin, hem şarapsın, hem meyhaneci.
O tatlılar tatlısı, o güzeller
padişahı, yüzü ekşi, çıkageldi; tatlı canım feda olsun o ekşi yüze.
Eğri gören göze, eğri görme
dedim, gülen gülün ekşi yüz göstermesine kim inanır?
Yüzü hangi zindana vurur,
parlatırsa kuyuya benzeyen zindanda ekşi suratlı kimsecik kalmaz.
Bağının bahçesinin çevresini gezdim, dolaştım; and olsun Allah’a,
bir tek ekşi meyve yoktu koca bostanda.
Padişah haremde güler amma dîvânda ekşi yüzlü gösterir kendini.
İnancın varsa balın, şekerin, inancın ekşi olacağına inanma.
Münkir, ekşi olsa da şaşılmaz; patlıcanın ekşiyle münasebeti
vardır.
LXXI
* A dünyada gönüller açan aşk devleti, a Tanrı dilediğini yapar
sırrına mazhar aşk ikbali.
A aşkın cefasında gizli safâ, gizli vefa; ne de hoş, ne de hoş aşk
devleti.
A candan daha da can olan aşk yüzü; a candan da fazla, mevkiden de
üstün aşk devleti.
îhlâstan da, gösterişten de kurtuldum da anladım ki ihlâsın da
canı aşk devletiymiş, gösterişin de.
Güneş döner dolaşırsa ayrılıktan değildir bu; yerden yere konup
göçer aşk devleti.
(s. 232) Halk, sonu hayr olsun der; aşk devletidir sonumuz bizim.
Ben ağzımı kapadım; çünkü Tanrı halkının gönüllerinde kanat açtı
aşk devleti.
Dua zembildir, bu devletse Halil; fakat duaya da sığmaz aşk
devleti.
Aşk birliğidir, burda iki yok;
ya sen varsın, ya aşk var, aşk devleti var.
LXXII
Âşıklık, sonra da âr, hayâ, ad san kaygısı... Vur taşa onları, vur
taşa; kırılsın gitsin.
Her şeyden aksaya aksaya uzaklaş; yol hem uzak, hem taşlık; topal
topal yol almaya bak.
Ölüm erse gelsin yanıma da onu bir güzelce bağrıma basayım,
sıkayım onu.
Ondan renksiz, kokusuz bir can alayım, o da benden renk renk bir
hırka alsın varsın.
Savaş savaş davetini duymak istemiyorsan sevgilinin çevrini, cefasını
cana minnet bil.
Yok, onun perdahını, cilâsını istemiyorsan kirli, paslı bir ayna
ol, kal.
Elini gözünün üstüne koy da baş üstüne, göz üstüne de razı ol;
gözünü aç, öyle bel bel bakıp durma.
Gir içeriye de şöyle doğruca bir bildir; olayı doğruca ortaya koy,
anlat.
Yaysan durma, gel yanıma; ok gibi kirişten fırlayıverir o haber.
A saçma sapan işlere dalan, bu kadar o yanda, bu yanda aranıp
durma, sıçrayacaksan bâri yönlerden dışarı sıçra da doğruca kurtul gitsin.
Senden başka bir köy ağası yoktur ki bu köyün halini doğruca
bildirsin, söylesin.
Mademki cuma günü gelmek istemiyorsun, perşembe günü geleceğini
doğruca vaad et bana.
Yalanda, düzende de zevk vardır amma doğruca bir söze değmez ki.
Tebrizli Şems’i gördüysen onun küçücük bir vasfını doğruca söyle
bana.
LXXIV
Ömrüm gönül sevdasıyla geçti gitti; gönül gamından dolayı pervam
yok gönülden benim.
Gönül, canıma kastetmiş de kalkmış gelmiş; cansa bakalım meramı
nedir gönlün, ne yapacak diye oturmuş kalmış.
Gönül din halkasından kaçıyor; çünkü sarhoş; gönlün yeri yurdu
güzellerin saçlarının halkası.
Gönlümü eğip bükenin çevresinde dönüyorum; gönül kavgası yüzünden
feryadıma ancak o erişebilir.
Geceleri uykuyu haram etti gözlerime; sabah olsun da gönlün yüzünü
bir görey im diyorum.
Gönlün boyunu bosunu görey im diye
eğilmekten yaya döndü boyum.
O dünya, gönül güneşinin parıltısından bir parıltı; bu dünya,
gönül denizinden bir katre.
Dudağını yum, çünkü dilsiz-dudaksız göklere
ağmada gönlün hey-heyleri, gönlün naraları.
O güzeller padişahının bulunduğu
yere göç var; o sevgili güneşin doğduğu yere göç var.
Geri kalanların kervanı yola
düştü; hadi a ağır davrananlar; biraz daha çabuk; göç var.
O erlik, o ölümsüzlük denizine
doğru ercesine göçün a erler, hadi; göç var.
Padişahın yüzünün ışığı dünyayı
tuttu; a bekçiler, sabah oldu; göç var.
* Halil’in kuşları gibi uçun
başlarınızın bulunduğu yere; çünkü başsız mal mülk olamaz; göç var.
Asıllarına, yâni can denizine
doğru dostlar topluluğu yağmurlar gibi yağıyor, seller gibi akıyor; göç var.
Gayb mülküne beylerbeyi
kesilenler, kaana âciz birer âşık olmuşlar; göç var.
Evi barkı, çoluğu çocuğu,
döşeği, yastığı bırak; vazgeç attan, katırdan, vazgeç eyerden, semerden; göç
var.
Padişah Tebrizli Şemseddin’in
huzurunda cansız toprak bile cana dönmüş; göç var.
“Tercî-i Bend”
Gönlün daralsa, sıkılsa da,
usanıp bezsen de bu yolculuktan kurtulmana çare yok a münasebetsiz.
Gönlünü hoş tut, başını sağa
sola sallama; hadi, düş yola, ağır davranmay ı bırak.
Yoksa çeke sürüye götürürler
seni; her yanda bir çavuş var, her tarafta bir elçi.
Evde yoksun, düşüncen
nerelerde? Halkın düşünceleri hep yol azdıran guly abanilerin ellerinde.
Yüceyi aşağılık yerlerden ayırt
etmesinler diye
halkın gözlerini boyamışlar,
büyü yapmışlar, gözbağcılık etmişler.
Fakat büyücüleri büyüleyen başka büyücüler de var; onların
gönüllerine girer onlar.
Şaşkın şaşkın bakınma, asla göz dik de ölüm gününde asılsız,
temelsiz kalma.
* “Biz indirdik” âyetini oku da şükret; çünkü güneş yücelerden yere
indi.
Yüzü yakan güneş değil, bakıp giden güneş değil.
Az nara at, çünkü sevgili yakın; öyle yakın ki senin içine girmiş
sanılır âdeta.
Tanrı gizli olsa bile görünür; mucizeler var, adalet sahibi
tanıklar var.
* “însan pek acelecidir” buyurmuştur amma sen acele etme pek,
sabırlı ol.
* “Rabbimiz, sabrı saç dök bize, ayaklarımızı kaydırma şu balçık
yeryüzünde”.
Tercîi bir işaretle an; kapıyı ört, kınamaya yol
verme.
*
* A halden de geçen, olmayacak şeyden de geçen, “içinde erler var”
diye anılan eve gitmiş olan,
A Allah’ın yüzünü gören; şu dünya onun yüzünde bir bene benzer
hani.
Ben, yüzle güzelleşir; görmüyorsan ovuştur gözünü.
Gözünü ovuşturursan her çirkinde olgunluk üstünde bir olgunluk,
bir güzellik görürsün.
Ululuk ıssının yüzünü görünceye dek nice güzeller görürsün de odur
sanırsın.
Halkı onun güzelliği çeker; canın kulağını tutmuştur, gel diye
kendine sürükler.
(s. 233) Sevgilinin civarının toprağını,
kokusundan anla; onun mahallesinin toprağı, arı duru sudan da
hoştur.
O arı duru suya bak da o suda seyret Güneş’i,
Ay’ı.
Onun tatlı sözlerini duyunca
kendi konuşmam usancımı arttırıyor.
Onun eteğini tut, yâni derdine
sarıl da o dert yüzünden yüzlerce kanatlar bitsin sende.
Baş vermek değmez mi bu baş
ağrısına; bir düşün de bırak artık dedikoduyu.
Başına bir mahmurluk verir,
sarhoş eder seni; o sarhoşluğun altında da helâl bir sihir vardır.
Şu Ay için bütün gece uykusuz
kal; duadan, niyazdan başka bir şeyciğe baş koyma.
Tercî vakti geldi, yeni bende
başla; onun güzelliği gibi sınırsızlaş, sonsuzlaş.
*
Başkaları gene evlerine gitti;
biz kaldık, sen kaldın, bir de uzayıp giden aşk kaldı.
Kim sana dalar kalırsa oruç
içinde oruç tutar, namaz içinde namaz kılar.
Onun sırrından aklı fikri
başında olan söz açar; fakat insan yok oldu mu, yoka sır yoktur artık.
A kimseye niyazı olmayan,
boynumuzdan alma zinciri, senin verdiğin delilik pek hoş.
Padişahların gerdanlıkları, bu
zincire kuldur köledir; âşıklar istemezler gerdanlık.
Hızır’ın abıhayatını bağışla
güle de, dikene de; teki de eş et naza, çifti de.
îster gerçek olsun, ister
gösteriş; kim toprağına baş korsa kabul et niyazını.
Bana ne olursa varsın olsun;
sen güzellik baharında yak, erit beni.
Âşıkları ister yak, ister
gönüllerini yap onların; senin güzelliğin muradınca olsun da o yeter.
îstersen alınlarına caiz
değildir yazısını yaz; istersen lûtfunla caizdir yazısını.
îstersen çeng teli gibi çek
kopar onları; istersen ney gibi al eline, okşa.
îstersen taş gibi, toprak gibi
değersiz et onları;
istersen inci gibi seçkinlik
ver onlara.
Sonunda senin lûtfun, ihsanın iyidir ya a Mahmud, bütün canlar
Eyaz’dır sana.
Can sana kul köle kesildi de azat oldu; akıl senin edeplerinle
usta kesildi.
*
Sen, benim, ben deyince biz kim oluyoruz, kim? Bakırımız ne vakit
kimyaya ulaşacak, kavuşacak?
Gece geçti gitti, zaten güneşin ışığıyla yok olmadan başka ne kârı
var gecenin?
Zemheri de, zemheri gibi yüz binlercesi de senin temmuzuna karşı
nerde kalır, nerde?
Güneşe benzeyen yüzünün temmuzlarına karşı şu ışığın temmuzu, şu
bildiğimiz temmuz zemheridir âdeta.
Şu ümitle korku, senin istek, senin iştiyak dükkânında kese
dikicileridir.
*
namazgâhında sehv secdesine kapanmış kalmıştır.
A sabahın canı, uykunun boynunu
vurdun; sabahı sana öğretmeye hacet mi var?
Korkunç ejderhâyı bir sopa
yaptı senin elin; bizim sevgimizi de gösterişsiz bir hale getir, özleştir.
Allah’a şükürler olsun ki yabancı
bir renkteyim amma gene de üstünlük, gene de lûtuf deniziy le biliştim, o
denizde yüzüyorum.
O arılık denizinde ölümsüzlüğü
görmüşüm de duaya el kaldırıyorum, şükürler ediyorum.
Senin can gibi, yerin, konağın
yok, bense bedenim sanki; seni arıyorum, yer yer dolaşıp duruyorum.
Ömür sensiz günden güne tükenip
gidiyordu, sonucu a cana canlar katan, sana kavuştu da bitip tükenmeden
kurtuldu.
Lûtuf sahibisin, ihsanın
boldur, her varlığa sevgi bağışlar, her varlığı kendinden geçirirsin;
kendimden geçmişsem ne gam?
îşte bak, tercîim selâm ediyor
sana, hoş musun, başını ağrıtıyorum, nasılsın, nicesin diyor.
LXXVII
Can harman yerine gene geldik; iri doğan kuşu gibi padişahın
bulunduğu yere gene geldik.
Garipliğe, ayrılığa doyduk; aslımızın, başlangıcımızın yanına
geldik çattık.
Yoksulluktan, yalvarıştan kurtulduk; güle oynaya nazlanmaya
başladık.
Sırra mahrem olanların kucaklarında can besleyelim; çünkü sır
perdesinin ardına girdik.
O kement attı da çekti bizi, biz de sebepleri, araç ları düzüp
koşanın eline geldik.
Ecel bu evi yıkmadan, ev yapana kavuştuk Allah’a hamd olsun.
Somunumuz pişti, kokusu burnumuza geliyor; o kokuyu aldık da
geldik ekmekçinin yanına.
Artık sus da can tercemanlık etsin, o söylesin; aşağılıklardan
kurtulduk, yüceldik, yüceliklere ulaştık desin.
Yeniden yeniye her gün bir yük çekmedeyim; bütün bu belâyı bir iş
için çekip duruyorum.
Kışın, soğuğun, karın, karakış ayının zahmetine ilkbahara kavuşma
ümidiyle katlanıyorum.
Böylesine erimiş, süzülüp gitmiş bedeni, o her arık kişiyi
şişmanlatan, geliştiren güzelin bulunduğu yere sürüy üp götürmedeyim.
İki yüz şehirden de sürüp çıkarsalar beni, gene o tek padişahın
aşkıy la katlanırım ben.
Dükkânım, evim yıkılsa da bir lâleliğe vefa gösterir, tahammül
ederim.
Tanrı’nın aşkı pek sağlam bir kaledir; can yükümü o kaley e
çekeyim ben.
Bir tek sevgili için her taş yürekli yabancının nazını çekip
durayım.
Lâ’l dudağın için dağı, madeni delmedeyim; o gül için bir yük diken
taşımadayım.
Onun iki mahmur nerkisi için
mahmurlara döndüm, onlar gibi mahmurluk çekmedeyim.
Tuzağa gelmez bir av için tuzak
kurmuşum, korkuluk düzmüşüm.
(s. 234) Dedi ki: Kıyamete dek
çekeceksin sen; evet dostum çekeceğim, çekeceğim ben.
Gönül bir mağara, Tebrizli Şems
bir dost; mecburum, bir dost için mağaray a katlanacağım.
Âşıkım ben, kaçmadım
âşıklardan; a pehlivan, kaçmadım savaştan.
Arslanlar gibi saldırdım
arslana, tilki gibi kaçmadım, kaybolmadım ortadan.
Gök kubbeye çıkmayı kurdum,
merdivenin ortasında kaçıp gizlenmedim.
Her derde dermandım, şunun
bunun baş ağrısından kaçmadım ben.
Hiç ilacın hastadan kaçtığını
gördün mü sen?
Ben de ilacım, ben de kaçmadım işte.
Canla, gönülle peygamberlerin izini izliyorum; aşağılık kişiler
gibi kaçmadım.
Diri olarak avlanmaya çalışmadayım; diri kalacağım, çünkü candan
kaçmadım ben.
O büyük yayın okundan kaçmadım da oklar y ağdıran gözlerine öyle
kavuştum.
Mızrak yarasından kaçmadım da o yüzden kılıcımın açtığı yara
işledi, okum amaca vardı.
Şeker deniziyim, ekşiden korkum yok; kaçmadım ziyandan, kâr ettim,
kârdayım ben.
Tebrizli Şems, apaçık geldi; açıktan da kaçmadım, gizliden de.
Vuslattan ayrılığa nasıl giderim; dikenlik çöllere nasıl dalarım?
Fakat ben kendim gider miydim hiç? O çekiyor, o sürüklüy or beni,
dileye isteye
gidiyorum sanma.
Bağdan bahçeden gidiyorum da nerkisin gözü şaşırmış, bana
dalakalmış.
Can burda, bense cansız gitmedeyim; akıl bile bunu gördü de
şaşırdı, parmağını dişlemeye koyuldu.
Gizli bir el yakama sarılmış, çekip sürüyor, ben de o ele, o
yakaya uymuşum, gidip duruyorum.
Bu çeşit hem ortada, hem gizli olan el, kimin eli? Kimin eli ki
ben de apaçık, gipgizli gitmedeyim?
Bu el, o el ki önce beni derlemiş, toparlamıştı; şimdiy se böyle
darmadağın gidiyorum işte.
Böyle bir şaşılacak eli seyre daldım da elden çıktım, şaşkın
şaşkın gidiyorum.
Dipsiz, kıyısız bir denizin katresiyim ben; katre katre gidiyorum
o denize.
Anlamlar madeninden bir arpayım ben; arpa arpa gidiyorum o madene.
Zühal yıldızını bile aydınlatan
güneşin bir zerresiyim ben; zerre zerre gidiyorum Zühal yıldızına.
Bu söz bitmez tükenmez; fakat o
başlangıçtan geldim, gidiyorum sona doğru.
Yola düşenlere mahrem oldum;
kutluluk yurdunda yurt edinenlere solukdaş kesildim.
Altı yönden de dışarı bir kubbe
gördüm; toprak oldum, döşeme kesildim o kubbeye.
Kan oldum, aşk damarlarında
coştum, kaynadım; yaş oldum onu sevenlerin gözlerine.
Gâh baştan başa dil kesildim
îsa gibi; gâh susan bir gönül kesildim Meryem gibi.
İsa’nın, Meryem’in
kaybettikleri şey yok mu? Bana inanırsan bil ki o oldum ben.
Zevâlsiz aşk neşterlerine karşı
yüzlerce defa yara kesildim, melhem oldum.
Her adımda Azrail’di yoldaşım;
ondan korktum, perişan olduysam canım çıksın.
Ölümle yüz yüze savaşlar ettim
de ölümün ta kendisinden neşelere daldım, sevinçlere kavuştum.
Varlık yükünü tamamıyla attım
da ölümsüzlük üzengisine ayak bastım, ölümsüzlük atına kuruldum.
Ölümsüzlük neyini benden duy;
çeng gibi belim büküldü amma gene benden işit o ney in sesini.
Tanrı daha da iyi bilir ya,
Tanrı yüz gösterdi bana da daha da iyi bilir sırrına ulaştım.
Tebrizli Şems, pek büyük bir
bayramdı; o b ay rama büyük bir kurban oldum gitti.
Başka birini seveceğim, sana
karşı gönlüm mermere dönecek demişsin.
Öyleyse başsız bir âşıkı cefa
kılıcıyla
öldüreceğim de.
De ki: Bir inciyi mermer taşla ezeceğim, mermeri de lâ’l haline
getireceğim, inci yapacağım.
Tanrı’nın birliğine inanan yüz binlerce inanç sahibini o kâfir
saçlara bağlayacağım.
Âşıkları çeke sürüye Ay gibi gâh dolunay haline getireceğim, gâh
eritip yeniay haline sokacağım.
Aşka tutulanların kellelerini can küpünden şarap la dolduracağım,
sağrağa döndüreceğim.
Gönül bahçesi yemyeşildir, terütazedir; fakat ayrılıktan
kurutacağım, bir meyve bile b ırakmay acağ ım orda.
Bütün gül fidanlarının boyunlarını vuracağım; her taze, her yaş
dala kastedeceğim.
Bahçe bensiz ne hale geldiğini görünce, neye döndüğünü anlayınca
cefayı bırakacağım, lûtuflarda bulunacağım.
Vuslat baharıyla kış hastasını bağışlayacağım,
canla besleyeceğim onu.
Bir kere daha parasız pulsuzların ellerini avuçlarını, lûtfumla
altınlarla dolduracağım.
Kullarımı iki dünyada da padişah edeceğim, hakan yapacağım,
Sencer’e döndüreceğim.
Tebrizli Şems, cana, ben diyor, canla, gönülle başbuğ edeceğim,
ulular ulusu edeceğim seni.
O Huten güzelinin kokusu geliyor, o gümüş bedenli sevgilinin
kokusu geliyor.
Bülbüllerin sesleri geliyor kulağıma; bağın bahçenin, yaseminin
kokusunu alıyorum.
Gebe kadınlar gibi ağrım sancım tutmuş; geliyor can çocuğu
çayırlığa, çimenliğe.
Rûhü’l-Kudüs’ün miskler saçan saçlarının kokusu, can gibi geliyor
bedene.
Ayrılık kuyusuna düşmüş Yusuf’um ben, Mısır padişahından o ip
geliyor bana.
Aşk şehidiyim, kefenim kanlara bulanmış; kan diyeti geliyor bu
halde bana.
O padişahlık tacını başıma koy; çene topağı şeker mi şeker, tatlı
mı tatlı sevgilim geliyor çünkü.
* Mum gibi baş kodum leğene; başa bak, leğene konmuş da geliyor.
Canlar beden damında saf saf dizilmiş, çünkü o saflar yaran,
kanlar döken padişahım geliyor.
Sanki o işret çengi düzenlenmiş de ten-tenen sesleri geliyor
kulağıma.
Sanki can sâkîsi işe koyulmuş böylesine bir şarap sunuyor ağzıma.
* Yahut Ahmed’in parıltısıyla Tanrı kokusunu duyuyorum Yemen’den.
Yahut da Tebrizli Şems’in kokusunu almışım da kendimden geçmişim,
naralar atıyorum.
Bana âşıksan darmadağın ederim
seni; az yap, çünkü sonunda yıkarım seni.
Balarısı gibi yüzlerce ev
kursan, gene seni sinek gibi yersiz yurtsuz bırakırım.
Sen halkı kendine hayran etmek
fikrindesin; bense seni sarhoş etmeyi, seni hayran etmeyi kuruyorum.
(s. 235) Kafdağı bile olsan
değirmen gibi tutar, fırıl fırıl döndürürüm seni.
Bilgide Eflâtun olsan, Lokman
kesilsen, bir görünüşte hiçbir şey bilmez bir hale sokarım seni.
Elimde ölü bir kuşsun sanki;
avcıyım ben, seninle tuzak kurarım kuşlara.
Definenin başındasın, bir yılan
gibi kıvrılıp uyumuşsun, fakat ben y aralı yılan gibi kıvrandırırım seni.
îster delil getir, ister
getirme, delil oluşta reddedilmez bir hale sokarım seni.
* îster lâ havle çek, ister
çekme; şihaplar gibi
şeytana lâ havle yaparım seni.
A tutsak, niceye bir şunu bunu örtüp duracaksın? Hepsinden
vazgeçersen o yok mu, o ederim seni.
A sedef, mademki denizimize geldin, sedef gibi inciler saçan bir
hale getiririm seni.
İsmail gibi kurban ederim seni amma boğazına bıçakların
sürtülmesine imkân y oktur.
Mademki Halil’sin, ateşten korkma; ateş içinde yüzlerce gül
bahçesi y aratırım sana.
Eteğin yaşsa yapış eteğimize, yapış da Ay gibi ışıktan bir etek
vereyim sana.
Ben devlet kuşuyum, başına gölge saldım; böylece de seni Ferîdûn
edeceğim, padişah yapacağım.
Kendine gel, az oku, sus da ben okuyayım, Kur’an’ın ta kendisi
yapayım sent28]
Konuğunum bu gece a sevgili;
gece de nedir ki? Gece gündüz şeninim ben.
Nerde olursak olalım, nereye
gidersek gidelim senin kâsenin başındayız; senin sofrandayız.
Senin sanatkâr elinden çıkan
resimleriz, senin nimetinle yetişmişiz, senin ekmeğinle gelişmişiz.
Güvercin gibi senin burcunda
doğmuşum; uçunca da senin kubbenin, senin sayvanının çevresini tavaf ederim.
* “Nerde olursanız olun, o yana
dönün” dedin ya; gönül şişesiyle ben de senin perini çağrıyorum.
Her zaman beynimize bir resim
yaparsın; biz senin yazının, senin adının yazıldığı bir sahifeyiz âdeta.
Mûsa gibi biz de dadıdan pek az
süt emiyoruz; çünkü senin memenin sütüyle sarho şuz biz.
Hırsızdan da eminiz, yol
kesenin hilesinden, düzeninden de; çünkü altın gibi senin haremindeyiz, senin
hazinende.
Canımız böylesine sarhoş, gönlü hoş işte, çünkü aceleci de olsa,
ağır da davransa canın yüzünden.
Feleğin altın topunu biz çelip oynatıyoruz; nasıl oynatmay alım ki
senin çevgeniniz biz.
îster bizi çevgen yap, ister top; şu devlet yeter bize ki senin
meydanındayız.
îster yılan yap bizi, ister sopa; Mûsa’nın mucizesiyiz, senin
deliliniz biz.
* Sopa yaparsan yaprak düşürürüz; kızgınlık, savaş zamanı da senin
ejderhân kesiliriz.
Aşk arka oluyor bize; çünkü senin bağından, senin bahçenden
gülümsemede yüzümüz.
Gölgeyi yakıp eriten ışık, gölge salmış bize, çünkü Ay gibi senin
mîzânındayız biz.
Şu ağzı sen aç, sen kapat; bağ, senin bağın, ben bir dağarcığınım
senin.
Yücelerdeniz, yücelere
gidiyoruz biz; denizdeniz, denize gidiyoruz biz.
Biz ordan da değiliz, burdan
da; mekânsızlık âlemindeniz, mekânsızlığa gidiyoruz biz.
Tapacak Allah’tır ancak sözü,
yoktur tapacak sözünün ardından gelir; biz de yokuz âdeta, vara gidiyoruz biz.
* “De ki: Gelin”, Tanrı çekişini bildiren âyettir, ulu Tanrı’nın
çekişine uymuşuz, gidiyoruz biz.
Can tufanında Nuh’un gemisiyiz;
hasılı elsiz- ayaksız gidiyoruz biz.
Dalga gibi kendimizden baş
çıkardık, gene kendimizi seyre gidiyoruz biz.
* Tanrı yolu iğne y ordamından da ince; fakat iplik gibi yalınkat
gidiyoruz biz.
Aklını başına devşir de
yoldaşlarını, konak y erini hatırla; hatırla da bil ki her an yol almadayız,
her an gidiyoruz biz.
* “Gene de dönüp ona varacağız” âyetini okumuşsundur; oku da anla;
nerelere gidiyoruz
* biz.
Yıldızımız, Ay devrinde değil,
Ülker’in yücesine gidiyoruz biz.
Başlarımızda yüce bir himmet
var; yücelerden yüceler yücesi Rabbe gidiyoruz biz.
A kör sıçan, harman günümüz
bugün; kör değilsen aç gözünü de gör, gözü açık gidiyoruz biz.
A söz, sus, gelme benimle,
dikkat et de bak; kıskançlığımızdan bizsiz gidiyoruz biz.
A varlığımız, yolumuzu kesme;
Kafdağı’na, Zümrüdüanka’ya gidiyoruz biz.
Bu derde dertle derman
edeceğim, bu işi sabırla kolaylaştıracağım.
Ya can ay ağ ını şu balçıktan
kurtaracağım, y ahut da gönlümü de güzellere vakfedeceğim, canımı da.
* Elest mumuyla canını dağlamış
bir pervaneyim; o padişahın mumuna hizmet etmedeyim.
Aşk geldi de, bu yanmış
yakılmış âşıka konuk oldu; bir tek gönlüm var, onu da aşka kurban edeyim
gitsin.
Nefis kedi gibi miyavlar da
gelme derse tutay ım onu, kedi gibi şu dağarcığa atıverey im.
Usançtan kim başını döndürürse
tutayım, çekeyim semâ’a, fırıl fırıl döndüreyim onu.
O usanç, o tembellik,
aşksızlıktandır; onun canını da onlara âşık edeyim gitsin.
Âşıklık nedir? Adamakıllı
susuzluk; şu halde abıhayat kaynağını anlatay ım ona.
Hayır, söylemeyeyim, onu
susarak anlatayım; anlatışa sığmaz zaten, susarak anlatay ım onu.
Neşeden de bahsetsek, gamdan da
dem vursak hep bir arada oturalım da birbirimizle konuşalım.
Sevgilimiz ileri giderse biz de gidelim; sevgilimiz az söylerse
biz de az söyleyelim.
Anam babam dostlar, bir gönüllü, bir soluklu olalım da ateş gibi
Rüstem’in safına vuralım, yakıp yıkalım, kırıp geçirelim.
Eriz, erkeğiz amma yalnız yola düştük mü karılara döneriz, yaslara
b atarız, fery atlara düşeriz.
Hac yoluna yapayalnız düştük mü inanma Zemzem kuyusuna
ulaşacağımıza.
Çengin tellerine benzeriz biz; bir araya geldik mi zîr perdesinden
de çalarız, bem perdesinden de.
Biz, hepimiz bir araya toplanınca insan olurmuşuz; hadi, bir kere
daha sarılalım insana.
Maksat gizli, insan bir vasıta; varalım, o ulular ulusu kıyıya
kuralım çadırlarımızı.
Ölümsüzlük Süleyman’ı tahta kuruldu mu yüz binlerce defa öpelim
yüzüğünü.
Yağmurlu gün bugün, biz de ark açıyoruz; buluşma ümidiyle el
çırpıyoruz.
Bulutlar aşk denizinden gebe; biz de aşk bulutundan gebeyiz.
Çalgıcı değilim deme, el çırp; sen gel de çalgıcı yapalım seni.
O ev aydınlık, sen kimin evi diyorsun; kimin olursa olsun,
aydınlık eve kuluz köleyiz biz.
Kendi abıhayatımıza kendimiz perdeyiz; o abıhayatın üstünde yağ’ız
âdeta.
(s. 236) A oğul, elimi tut, hoş değilim ben; a ağaç gibi yüce
boylu, hoş değilim ben.
Hayır, hayır, bırak elimi, hastalığım gönülden benim; a gönül
derdimin gülbeşekeri, hoş değilim ben.
Sen gideli gücüm kuvvetim,
sabrım, takatim gitti; sen gittin gideli hoş değilim ben.
Kollarını aç, kemer gibi sar
beni; gör de bak, bu kemer olmadıkça hoş değilim ben.
Kuvvetim yok, elden çıktım a
doktor; elini koy nabzıma da anla; hoş değilim ben.
A ateşi alttan, üstten beni
saran; böylece altüst oldum gitti, hoş değilim ben.
Ne soruyorsun? Dudağının kadehi
olmadıkça ister haberim olsun, ister olmasın; hoş değilim ben.
Başımı her yana böylece
sallayıp durmadayım; yâni ne demek istiyorum, biliyor musun? Başımdan hoş değilim
diyorum ben.
Her an boyuna gözlerimi
yumuyorum; çünkü sensiz görüşten, bakıştan da hoşlanmıyorum; hoş değilim ben.
Dudaklarımdan ciğer kokusu
geliyor; yarabbi,
yarabbi derken ağzımdan duman
tütüyor.
Gökler bile ahımdan ağlamaya koyuldu, her an can vermek, yolum
yordamım oldu gitti.
Geçirdiğin gecenin benim gecemden haberi olsaydı, birazcık
anlardın halimi.
Âşıkların okuyup belledikleri mektep aşktır; ben gece gündüz bu
mektebin içindeyim.
Yüzünü sapsarı yüzüme koy; elini göğsüme daya; ateşler içinde tir
tir titriyorum.
Kulağına bir söz söyleyeyim dedim; yanağım y anar, korkarım dedi.
Yüzünden kem göz uzak olsun; ben de hayranım sana amma benimki y
akın olsun, her an göreyim seni dedim.
Bahçeye, gül bahçesine gidiyorum; sen istersen gelme, gidiyorum
ben.
Yüzü olmadıkça günüm kapkara; aydın mumu
bulmaya gidiyorum.
Can aşktır bana, önden gidiyor; ben diyor can, bedensiz gidiyorum
işte.
Can bahçesinden elma kokusu geliyor bana; sarhoş oldum, elma
yemeye gidiyorum.
Bana orda ölümsüz bir yaşayış, ebedî işret var; işret etmeye, y
aşamay a gidiyorum.
Her yelle yerimden oynamam; çünkü onun yolunda dağ gibi gidiyorum,
demir gibi gidiyorum ben.
Ayrılıktan yenimi, yakamı yırttım; onun peşinden etek gibi
gidiyorum ben.
Görünüşte yağım amma gerçekte ateşim; ateşe gidiyorum yağ gibi.
Dağ gibi görünüyorum amma zerre zerre pencereye doğru gidiyorum
ben.
A seçilmiş dost, nasıl da buldum seni; a gönül,
a gönüller alan, nasıl da buldum seni.
Bizim işimizden gücümüzden boyuna kaçardın, işe koyulmuştun tam, o
arada nasıl da buldum seni.
Kaç defa vaad ettin, tutmadın; bu sefer güzelim, nasıl da buldum
seni.
Niceye bir yabancıların zahmetlerini çekeceğim, niceye bir? Hele
bak, şimdicek y ab anc ılar yokken nasıl da buldum seni.
A âşıkların perdelerini yırtan, kaldır perdeyi, nasıl da buldum
seni.
A yüzüne karşı gül bahçelerinin utanca düştüğü dilber, güllük
gülistanlıkta nasıl da buldum seni.
A gönül, kötü göz az değildir; nazar değer, nasıl da buldum seni
sözünü çok söyleme.
A padişahların bile rüyalarında görmedikleri güzel; şaşılacak şey
şu; uyanıkken nasıl da buldum seni.
A Tebrizli Şems, nurlar senden parladı, o
nurlar içinde nasıl da buldum seni.
O güzel, can perdesini tanır,
bilir; hareme sahip olan perdeyi nasıl olur da bilmez?
Perde ardından aklımıza kastetti
mi, bize afsun okuyup üfürmeye koyulma.
O anda bize kimsecikler
katlanamaz; akıllı da kaçar bizden, deli de.
Dün gece deli divane olduk da
öylesine bir döndük ki Ay bile kıskançlığından bayrağını yere attı.
Çalgıcı zîr perdesi de olmadan,
bem perdesi de olmadan; bir kurtuluş nağmesi çalmak için perdeleri yoklar
durur.
Akılla can, o, neşe perdesini
de, gam perdesini de yırttı mı, orda deve gibi e srir de oyuna başlar.
Şimdicek o perdelere yeni
baştan girişti; biz de yeni baştan kâğıtta kalem oynatıyoruz.
Hasılı a cana canlar katan, dayanamadım gitti; kızıp gittim ama
sizsiz dayanamıyorum.
Ayrılığa alışayım dedim; fakat doğrusunu söyleyeyim, dayanamadım.
Bir saman çöpü kehribara nasıl dayanır? Ben bir saman çöpüyüm,
dayanamam kehribara.
Her cefa çeken, vefa gününü ister; bense öyle bir cefa çeken
âşıkım ki vefaya dayanamam.
Yumuşacık yumuşacık gene geldin der; ona derim ki a bize can
kesilen canan, dayanamıyorum.
A gönül, a can, a aydın gözüm benim; tutyaya sığınmadıkça d ay
anamıy o rum ben.
Başıma vuruy ordu da lâyığını gördün diyordu; lâyık değilim, lâyık
değilim; dayanamıyorum.
Ölümü de sınadım, dirimi de; yokluğa da dayanamıyorum, varlığa da.
A çalgıcı, Allah için olsun şu
perdeyi çal: Tanrım, Tanrım, dayanamıyorum.
Varlığa yeni bir ateş saldık;
yeni baştan yokluğa daldık gitti.
İyi, kötü, varlık
dünyasındadır; a kardeş, bizse ne iyiyiz, ne kötü.
Hırsız felek neyimizi çaldı,
götürdüyse geceleyin bekçi gibi gittik, aldık ondan.
Bir tek kişiydik yüzlerce
bizle-benle; o tekten arpa kadarı bile kalmadı, yüzlerceyiz şimdi.
Kendinden geçmedikçe kendine
gelmeye imkân yok; kendimizden geçtik de ondan sonra geldik kendimize.
Aşkın boyuna bosuna karşı
boyumuz bosumuz kısaldı gitti; boyumuz bosumuz kısaldıktan sonra da yüce bir
boya bosa sahip olduk.
Erlik sanatını Tanrı’dan
öğrendik; aşk pehlivanıyız, Ahmed’in dostuyuz biz.
Varlık levhinde yirmi dokuz
harf var; harfleri yuduk da ebced içine daldık.
Kutluluk, Tebrizli Şems’ten
doğdu; onun kutlu kıranıyla kutlular kutlusuyuz biz.
Dün gece Şemseddin’in aşkıyla
oynamadaydık; yücelere doğru ağdırıyorduk canımızı.
O can sevgilisinin ayrılığıyla
varımızı yoğumuzu elden çıkarmaday dık.
Canlara can katan aşkına, her
an bedenimizdeki canı feda ediyorduk.
Onun aşkıy sa yüzlerce yeni can
veriyordu; bu alışverişe koyulmuştuk biz.
Çeng gibi kendimizden geçmiştik
de uşşak perdesine dalıp gitmiştik.
O perdede bir perdeci vardı ki
parıltılarından perdeleri seçemez olmuştuk.
Hilelerle, düzenlerle her zaman biraz daha yaklaşıyorduk o
perdeye.
(s. 237) Burç burç, perde perde; derken on dört gecelik Ay gibi
koşup duruyorduk.
Güneş Tebriz’den yüz gösterdi de gönlümüzü tabiat pılı pırtısından
sıyırıp çıkardık.
XCVIII
Yabancılar gibi neden öyle uzakta oturdun? Gel, gir delilerin
halkasına.
Utanma da ne oluyor? Âşıklık, ondan sonra da utanç ha; can da ne
oluyor? Bu heves, ondan sonra da can kaygısı ha.
Bir cana satıyor bir öpücüğü; var git satın al, bedava mı bedava.
Şu deniz aşkla coşar, köpürür; Ay bile gökte baş eğer aşka.
Aşkı, evleri ateşe yakan, kalktı da komşuların evine geldi.
A uykuları bağlayan, gel bu gece; uykumuzu vuslatınla izsiz,
esersiz bir hale sok.
Her padişahın koruyucuları, kullarıdır; bizim padişahımız da
kullarına gözcülük, bekçilik etmede.
Padişahımız, uykudan da dışarı, uyanıklıktan
da; canımızın ta içinde etek sürümede.
Bu gece bir güzel görüyorum; elinde de bir meşale var; yarabbi,
kimdir o?
Uyku kaçtı gitti, coşkunluk arttıkça artıyor; fil gene hatırladı
Hindistan’ı.
Tanrı aşkı yüceldikçe yüceldi; Tanrı’nın kaza oku, yaydan fırladı.
Gayb yeryüzüne ekilmiş tohum baş gösterdi, bir ağaç gibi yüceldi
de apaçık meydana çıktı.
Şimşek çaktı, ateşe bir ateştir düştü; büyük, amansız bir şimşek,
yüce, aman bilmez bir ateş.
O ağaç, o ateşten daha da yeşermeye başladı; gül bahçesi,
şimşekten, ateşten açılıp saçılmay a koyuldu.
Bu ağaçlar ateşten yeşerir; su ziyandır bu ağaçlara.
Fakat sen ortadayken ağaç gizlenir; sen gizlendin mi, o meydana
çıkar.
Aşk bahçesinin parlaklığı da, güzelliği de
Tebrizli Şems’tir, bitip gelişmesi de, bahçıvanı da.
A gönlümün rahatı, huzuru, a
benim gönlümü kıran; a hiçbir suçum yokken benden kendini çeken.
Gözden uzaklaştın amma gönülden
dışarda değilsin; çünkü sen bir mumsun, canla gönülse leğen.
Canım senin canın, canın benim
canım; hiç kimsecik iki bedende bir can görmüş müdür?
Hayatım seninle buluşmak,
ölümüm senden ayrılmak; şu iki fende de eşsiz bir usta ettin beni.
Abıhayatı çok aradım; Hızır
dedi ki: Onun vuslatına erişmedikçe canlanamazsın, beyhude yorma canını.
Senin gamına dalanın çevresine
gelemez gam; gelir de çizginirse boynunu vurmak gerek.
Canlar, boyuna senin çevrende
dönüp
dolaşırlar; çünkü canlar
deridir âdeta, sense Yemen Süheyl’isin.
Mansûr-ı Hallâc, a yaşı küçük,
bedeni taze güzel diye başlayan şiirini senin için söylemiştir.
Senin deli divanen, senin
sarhoş bir arslanın olmuştur da ey süt emme yüzünden Tanrı’yla ahitleştiğimiz
vakte daha yakın dilber demiştir.
Gama yol yok senin sarhoşlarına
yaklaşmaya; düşünceyle gam, Hasan’ın babasının işi gücü.
Kim tabiat kuyusunda kalmışsa
ipe benzeyen düşünceye sarılmaktan başka çaresi yoktur.
Fakat uçtu mu ip bir işe
yaramaz; adamakıllı inanca kavuşunca sanmak biter insanda.
A gönül, dilsizlerle dil
birliği et, onların dillerine eş ol da şu dedikodu rehine verilsin gitsin.
Padişahımız her an işsiz
güçsüzlere ucuzca, bedavaca defineler bağışlıyor.
Gelin ey dostlar, padişahın tahtına gelin; zahmetsiz bir hazne bu,
ziyansız kâr.
Onun sürmesini çekindi de neler gördü; gönül gözü bilir; ta
yedinci kat göğe dek nur gördü, rahmet gördü.
Ona karşı yedi gök de nedir ki zaten? Olsa olsa yedi basamaklı bir
merdiven ancak.
A görünüşte bir zerre kadar küçük, gerçekteyse dünya içinde bir
dünya olan,
A gamdan yay gibi eğilip bükülen; fakat bu yayla da yüz binlerce
safları kırıp geçiren,
A bir izini bulmak için dört göz kesilen; halbuki gözlerinde
yüzlerce iz var senin.
Her izde, her eserde iyiliğini isteyen bir gözcü, bir koruyucu
gibi seni o tapıya dek çeke sürüy e götürür durur.
Gönülden sözsüz e spriler duy, anlamay a bile sığmay an şeyleri
anla.
İnsanların taş yüreklerinde
öylesine bir ateş vardır ki perdeyi kökünden yakar gider.
* Perde de yandı mı insan Hızır hikâyelerini de tamamıyla anlar,
ledün bilgisini de.
O eski aşktan, canın, gönlün
içinde yeniden yeniye şekiller peydahlanır.
* And olsun kuşluğa sûresini okudun mu güneşi gör; hiç kimsecik ona
eş olamaz âyetini okuyunca da altın madenini gör.
A gönlümü alıp götüren, cana
kastetme; sevgili, benim yaptığımı y apma bana.
Derdime bak, sana gönderiyorum;
arı duru değilse derman etme ona.
Kâfir saçın iman lütfetti bana,
iman; bir kıl kadar olsun kâfirlikten iman gösterme.
Güzellerin âdeti cefadır, cefa;
o âdete uy, lûtfetme.
Ölümümüzü gönlümüze koyduk;
fakat cefa etmede o kadar yavaş davranma.
Yaşayışımızın perdecisi
ölümdür; ört perdeyi, güldürme ölümü.
A Zelîhâ, aşk fitnesi senden,
Yusuf’u boş yere zindana attırma.
Mademki rintlerin başı,
rintlerin aklı fikri yok sende, rintlerin başına and ederek vaad verme.
Sonucu, âşıkların göz nurusun
sen, onları kör etmek için yaşama.
Müflisin birinden tutup da
paracık alma; hırsından onun parasını pulunu madene katma.
Gece yolcularını yıldız gibi
yakıp yandırma; yolunu yolcularla doldurma.
A Tebrizli Şems, bir kerecik
göster yüzünü; boyuna yüzünü sevgiliye tutma.
A ev kuşu, göğe uçmaya
kalkışma, kanadın
yok, ovaya uçmayı kurma.
Semender gibi ateşin içine girme, yüceliğe kalkışarak kendini
rezil rüsvây etme.
A terzi, demircilik senin elinden gelmez, işin değil senin;
mademki nalın yok, ateşler yakma.
Önce demircilerden öğren; yoksa öğrenmeden girişme o işe.
Mademki su kuşu değilsin, dalma denize, dalgalar yutmaya,
dalgalanmaya kalkışma, aldanma denize.
Denizde gezeceksen geminin bir yanına otur, elini kaptandan çekme.
Düşeceksen bile o geminin içine düş; ele, ay ağa değil, gemiye
dayan.
Gökyüzünü istiyorsan îsa ile görüş, konuş; yoksa yeşil kubbeye
çıkmaya kalkışma.
Ham bir meyvesin sen, dalında otur; anlamları elde etmeden adlara
boş verme.
(s. 238) Tebrizli Şems o tapıda oturur; sen de
ordan başka bir yeri yurt edinme.
Canların canısın sen, kır, dök canları; insan sensin, başkalarını
kır geçir gitsin.
Ölümsüz incisin, gözlere gel; taşı al, öbürlerini kırıver.
A güneş, Tanrı göğünde parla, gökyüzündeki y ıldızları kır geçir.
Halkın gönüllerini gaybi bilir bir hale getir; ay ıp ları
görenlerin gönüllerini kır gitsin.
îz, eser, izi, eseri olmayana perdedir; izsizliği, esersizliği al,
izi, eseri kır geçir.
Karanlık geceyi tam bir gündüz yap, bekçilerin fermanlarını kır
dök.
A Tebrizli Şems, güneşsin sen, güneş; can mumunu da kır geçir,
şamdanı da.
Sevgilim sırrını söylemiyor
bana, benim de dilim tutuluyor, bir şey söyleyemiyorum ona.
Özür getiriyorum da diyorum ki:
Susuyorum, uyanık gönlüm söylüyor sana.
Fakat bir başkası oldu mu dil
kesiliyor da kendi sırrını da söy lüy or, benim sırlarımı da.
Gönlüme, şu kötü zanna düşen
gönlüme, bu olaydan bir şüphedir düştü.
Sırrımı ister söylesin, ister
söylemesin, sevgilime sabredemiyorum vesselâm.
Dün gece yokluğu rüyada gördüm;
güzelliğinden dehşetlere düştüm, şaşırdım kaldım.
Yokluğun güzelliğinden,
olgunluğundan, lûtfundan, ta seher çağına dek kendimden geçtim.
Yokluğu lâ’l madenine
benzettim; renginden atlaslar giyindim âdeta.
Âşıkların hey-heylerini çok
duydum; afiyetler olsun, afiyetler sesini çok işittim.
Yokluktan sarhoş olmuş bir
halka gördüm, derken onun küpesini kulağımda gördüm ben.
Derken yokluğun ışığında
şekiller gördüm; yüzünde canlar canını gördüm.
Canımdan yüzlerce coşkunluklar
coştu, köpürdü, denizi coşmuş, köpürmüş görünce.
Gökten yüz binlerce naralar
geldi: Böyle çavuşa kul köle olayım ben.
A Tanrı, bu buluşmayı döndürme
ayrılığa; ağlatma aşk sarhoşlarını.
Can bahçesini tazeleştir,
yemyeşil et; kastetme şu sarho şlara, kastetme şu bağa bahçeye.
Güz mevsimi gibi dökme gönül
yapraklarını, kırma gönül dallarını; halkı yoksul etme, perişan etme.
Senin kuşunun yuvası bulunan ağacın kırma dalını, yakıp yandırma o
kuşu.
Kendi topluluğunu, kendi mumunu katma birbirine, kırma, dökme; kör
et düşmanları, güldürme onları.
Hırsızlar aydın güne düşmandır amma yapma, etme onların
gönüllerinin istediğini.
Devlet, ikbal Kâbe’si, ancak bu halkadır; yıkma ümit Kâbe’sini.
Çadırın şu direğini sökme; sonucu senin çadırındır padişahım, etme
eyleme.
Düny ada ayrılıktan acı bir şey y oktur; ne istersen yap, yapma
onu y alnız.
A sâkî, kalk, şarap doldur kadehe, aşk şarab ıy la râm et
gönülleri.
Rintlik adını gerçekten takın; kendini hiçbir şeye aldırmaz, her
şeye boş verir diye andır.
Dönek felek mademki râm oldu
sana, sen de binekliksiz bineğini râm et kendine.
Pervasızlık ateşine yak, yandır
göğü; günlerin başına saç kara toprağı.
Zünnâr kuşananların yolunu
yordamını tut; y alıma, ateşe tapı kıl, bu yolda namlan.
Huten güzeli geldi, geldi
aramıza; artık iki elini de yıka benim canımdan.
Aşkın eline bir kılıç verdi de
dedi ki: Benden başka kimi görürsen vur boynunu.
Nuh’tan başkasını, güzel olsun,
çirkin olsun, erkek olsun, kadın olsun, at denize.
Nuh’un gemisine giren kurtuldu;
kim gemideyse fırlat denize, at gitsin.
A benim canım, nereye ayak
basarsan lâleler,
menekşeler, yaseminler biter.
Bir gül koparsan da ona üfürsen ya doğan olur, ya güvercin, yahut
da çaylak.
Bir dağarcığın içine elini yıkasan elinden dökülen suyla altın bir
put kesilir o dağarcık.
Bir mezarın başında Fâtiha okusan o ölü fetihlere erer, kefenini
yırtıp kalkar.
Eteğin bir dikene dolaşsa diken bir çeng kesilir, ten-tenen diye
nağmelere başlar.
A Halil, hangi putu kırdıysan o put canlanır, akıllanır, bir insan
olur.
Ay’ın hangi kutsuz yıldızlıyı işitse en büyük kutluluğa kavuşur,
mihnetlerden kurtulur.
Her solukta gönül alanından insanoğlu gibi biri doğup çıkar; fakat
ortada ne erkek vardı, ne kadın.
Derken onun yanından, ardından da adamcıklar dökülür, yeryüzü
onlarla dolar taşar.
Bu tarzda daha elli beyit söylemek isterdim
amma sen ağız açasın diye yumdum ağzımı.
A şuhlar, gelin, bahar geldi;
ney sesleri işitilmede, her taraf yeşermiş, sular çağlıyor.
A şuhlar, şehirlerinizden
çıkın; ev bark kabul eder mi hiç şuhları?
Öbürleri hasret gittiler şu
dünyadan; bizse dünyanın canına bir hasrettir bırakalım.
Vefasız dünya, başkalarına ne
yaptıysa biz de onu yapalım dünyaya.
Onun da karşısına bir tek kişi
çıksın da sınasın onu, o da bir sınansın bâri.
Hayır, yanlış söyledim, dünya
âşıka benzer; o, güzellerin cevrini, cefasını canla başla arar.
Âşıkın canı, cevirle, cefayla
diridir; a Müslüman, can kime zarar verir?
Bu söz ova yolunu bağladı;
halbuki kimse ova yoluna geçit, boğaz aramaz.
Sen söyle; sevgilinin yumuk dudaklarıyla beraber sınırsız bir
ferahlık, genişlik veren küçücük bir ağzı yok mu?
Kime o dudaklar ova kesilmezse, o ne ova bilir, ne yuva tanır.
Kime o aydan bir ışık düşmezse, o ne bilsin yeri, ne fark etsin
göğü.
Kime bu gazel ova olursa, o varlık, o mekân âleminde bir güzelim
geçime, bir iyi işrete nail olur.
A âhir zaman sâkîsi, a insanların akıllarını çalan, götüren güzel,
sun şarabı.
A şarabı gökyüzüne merdiven olan,
yeryüzündekiler bu şarapta göğe ağarlar.
Şarapla kır gam zindanının kapısını; kurtar canı gamların
zindanından.
A yaşı küçük, bedeni terütaze dilber; a süt emme çağına daha yakın
olan, bu yüzden de Tanrı ahdine bizden daha yakın bulunan güzel.
A Hâşimî yüzlü, Türk başlı, Deylemli saçlı, çene topağı Rum ülkesi
halkının çene topağına benzeyen dost.
(s. 239) Canı benim canım; benim canım da onun canı; bir bedende
iki canın yaşadığını kim görmüştür?
* Halk adamakıllı anladı gitti benim âşık olduğumu; yalnız kime
âşıkım, onu bilemiyor kimse.
îster aramı ayırın, ister ulaştırın, kavuşturun beni size; sizden
ne gelirse gelsin iyidir, güzeldir bence.
Yurdum malımdan, matahımdan meydana çıkar; malım mülküm de
yurdumdan anlaşılır zaten.1221
Sarhoşların arasında bir
akıllının bulunması ne yazık şeydir, ne yazık şey, ne yazık.
Aklı başında biri gelirse yol
yok ona; fakat bir sarhoş geldi mi tut, çek onu, sürüye çeke sok içeriye.
Şarabın mahmurluğunu istiyorsan
gir içeriye; ekmeğe tapıyorsan yok burda ekmek.
Ekmeği kendisine put eden
adamın şu güzeller arasında ne işi var?
Eğer dalar, girerse içeriye,
yüzlerini örterler; tek görmesinler o kaltabanın yüzünü.
Öylesine bir gümüş bedenli
güzel istiyoruz ki gizli, açık, kendisine benzer bir gümüş tanımayalım.
Güzelliğini altına, gümüşe
satan orospudur, cennet hurisi değil.
Cebrâil gibi gönlün temiz
olmazsa, define olsan gene o düny ay a giremezsin sen.
Arif, tam yirmi yıl gözünü
yıkamış; kırba kırba gözyaşları dökmüş durmuş.
Güvensinler, dayansınlar sana da ondan sonra gir hareme; önce de
söz söylemekten vazgeç, yum ağzını.
Tebrizli Şems, ağzını yumar, sırrı bilirsen doğu kapısını açar
sana.30]
Benim canım senin canın, senin canınsa benim canım; sen hiç gördün
mü bir bedende iki can?
A beden, onsuz yüzlerce canla diri olsan can iste, can, bedenden
lâf açma.
Gönlünü al şu candan, ona gönül ver; bu can, canlık edemez;
yorulma boş yere.
* De ki: Rûh Rabbimin emrindendir âyetini anla; a canım benim, can
dille, dudakla, harfle, sözle anlatılamaz ki.
CXVI
Ölüye can olan ne varsa ayakları altında onun; ne kadar inci varsa
denizine dalmış onun, geçmiş kendinden.
Aşkının ateşi Tanrılık etmede; Tanrım, ah onun elinden, ah.
Cebrâil de, onun gibi yüzlercesi de kapısının eşiğine secde
etmekten baş çekerse vah onun haline, eyvah onun haline.
Ayrılık hakkında bir ferman yazarsa tuğrasının büklümünden kanlar
yağar.
Kimin bu kıyametten haberi yoksa kıyamete dek vay onun haline,
vay.
Böyle bir aydan ansızın uzak düşenin geceleri nasıl geçer, Tanrım.
Dün gece âşıklarını seyrediyorduk; ovasındaki kumların
sayısıncaydı âşıkları.
Aşk padişahının tapısında, onun ordusuna
karşı çadır üstüne çadır kurmuşlardı, direk üstüne direk
dikmişlerdi.
Can çadırının direği, arı duru nurdandı; o tertemiz nur da onun
yüzünün parıltısından vurmuştu.
Bugün suyla ateş bir olmuştur onun yüzünden; geceyle gündüz yok
olmuştur onun yarınında.
Aşk bir arslandır, âşıklar da onun enikleri; hem de yüzlerce
tırnağı olan pençesinin içinde.
Arslanın eniği, coşup köpüren memesine sarılmıştır arslanın,
sütler emer de arslanlaşır, emindir arslanın y aralamasından, paralamasından.
Aşk hangi perdenin ardında gizlidir; kimsecikler göremez yerini
onun.
Aşk güne ş gibi bir baş gösterdi mi, göğe dek her yanı kavgası
gürültüsü doldurur gider.
Senin tapına gelmiş sûfîleriz, yüzünün
güzelliğinden Allah için olsun, bir şey ver.
Susuzluktan ibrikler getirmişiz; çünkü onun deresindedir ancak
güzellik suyu.
A huyu husu boyuna lûtuf olan, merhamet olan; hadi, bir şey ver
yoksullarına.
Kıtlık yılında Yusuf’un güzelliği can gıdası oldu; biz de
kıtlıktan bunaldık, sana geldik.
Sûfîler gene helva istiyorlar gönüllerin arayıp özlediği o tatlı
dudaklarından.
Dün gece tekkede bir gürültüdür kopmuştu; tekke, senin kokunla
misklere bürünmüştü, misk kokularıyla dolmuştu.
Zembilimize doğru aç, uzat elini; aferinler olsun eline, koluna.
A Tebrizli Şems, lûtuf, kerem padişahı sensin, kerem sofrasını
döşe de can senin toyunla sarho ş olsun, doysun gitsin.
A güzelim, bütün baş çekenler, senin konuğun; güneş bile gökte
seni sorup durmada.
Kem göz uzak olsun güzelim yüzünden a canına binlerce can kurban
olası güzel.
Canlar feda oldular mı ölümsüzlüğe kavuşurlar; çünkü senin madenin
iksirdir canlara.
Gökyüzünün Öküz’ü de, Keçi’si de, Koyun’u da, a güzellere Ay olan,
kurb an olsun sana.
Çünkü kurbanların hepsi de senin sonsuz bayram havanda ölümsüzlüğe
kavuşur.
Tanrı’nın temizlik sarayındasın sen; bahtla devlet de gece gündüz
kapıcın senin.
Tanrım, bu bahçeyi sonu gelmez baharının lûtfuyla daima yeşert,
yemyeşil, terütaze sakla.
Sakla, koru da melekler ordan meyveler devşirsinler,
elmalıklarında yayılıp gezinsinler.
Senin gizli şekerkamışlığının sayesinde şu şeker yurdu daima açık
olsun.
Tanrım, şu ırmağın suyu, senin
ihsanın her yana aktıkça, bulanmasın hiç.
Tanrım, bu duaya sen de âmin
de; dua da senin duan, âmin de senin âminin.
Dünya çenginde, dünya kanununda
teller var; her telin feryadı senin fermanına göre.
Ben uyumuştum, sen uyandırdın
beni; senin çevgeninde bir top gibiyim ben.
Yoksa senin çekişlerin olmasa
topraktan yaratılmış bir kişi nerde, aşk nerde?
Kuru toprak sarhoş oldu da yaş
yaş nağmelere koyuldu: Şenindir bu nağme, senindir bu nağme, senindir, senin.
Dün lûtfu, kimsin sen diye
sordu bana; dedim ki: A benim canım, dağarcığında bir kediyim.
Dedi ki: A kedi, muştuluk sana;
padişahın seni arslan edecek.
Ben sustum, fakat sen
bırakmadın; çeng gibi senin feryadına uymuş gitmişim ben.
Gözleri bir çift kan çanağı, elinde kılıç, her yana koşup
aramadaydı onun aşkı;
Dün gece halk yatmıştı, güzel, tatlı uykuya dalmıştı; oysa her
yana koşuyor, âşıkın canına kastediyordu.
Gâh Ay gibi damlara vuruyordu, gâh seher yeli gibi bir yandan bir
yana esiyordu.
Derken ansızın damdan tasımız düştü, sırrımız yayıldı gitti;
bekriler dedikoduya girişti.
Mahallenin ortasından hırsızın sesi duyuldu; bir yara açtı, yüzünü
gizleyiverdi.
Sert huylu feleği bile zebun etmişti o; bekçiler izinin tozunu
bile bulamadılar.
Akıl Eflâtun’u, izleri kıldan kıla bilen o hekim geldi; yarayı
görünce,
(s. 240) Kimin eliyle açılmış, bildim dedi; bu y ara, kat kat
fitnelerin aslının açtığı y ara;
Onun yarası olunca çaresi
yoktur; onun açtığı yara onulmaz.
Eski candan el yıka; bu yaranın
ardından yeni bir can geldi sana.
Bu, Tebrizli Şemseddin’in, o
renk, koku dünyasından dışarda olanın aşkı.
A âşıkların varını yoğunu rehin
alan; kanını dökme âşıkların, yürü git.
Her yol başında kan izlerine
bak, her yanda kanlı bir nara duy.
Şu gönüle dedim ki: Çevgenini
gör de bir topsan o çevgene uy, dönedur, koş gitsin.
Gönül dedi ki: Onun çevgeninin
büklümünde yüz binlerce defa eskidim, yüz binlerce defa yenileştim.
Gönül topu kaçar, gizlenir mi
çevgenden? O ovada ne kuyu var, ne tepe.
Can kedisi, ecel arslanının
aksırığından fırlamış, çıkmış amma o kedi miyav dedi mi arslan tir tir titrer.
Bu altın, Tebrizli Şems’in
madeninden; arpa arpa ararsan daha da ayarı halis olur.
A çalgıcı, gene söyle
sırlarımızı; gene anlat cana canlar katan hikâyeleri.
Biz bugün ağzımızı yumduk,
ondan bahsetmeyeceğiz; gönüller açan söze gene sen başla.
Kulağım ağır işitiyor; yanağını
yanağıma koy da o güzel yüzlünün vaadini bir kere daha söyle kulağıma.
Elest deminde canın başından
bir şeydir geçti; o b aştan geçeni tekrar söyle, tekrar.
* Gerçekten de biz açtık
mahzenini aç; Mustafâ’nın can sırrını gene söyle.
Âşıkların duası kabul edildi; a
duacı, gene oku
o duayı.
Mademki Salâhaddin’dir canımıza
düzen veren, gene bahset o cana düzen verenden.
Canımıza her zaman bir yeni
bağ, bir yeni bahçe; kulağımızda her solukta yeni bir masal, yeni bir efsane.
Günden güne yeniden yeniye
inciler, mercanlar veren o denizde balıklarız biz.
Hiç kimseciklerin afsununu
işitmeyesin diye şu eski düny ay a yeni bir delil geldi.
Yaşayışımız, sevincimiz peşin,
hem de yepyeni; özümüz bir maden, hem de yepyeni.
Bu şekerden ye, bu şekerden ye
ki tadından ağızda yeni yeni dişler çıkmada.
Baştan başa can kesil de birisi
sana, kimsin sen diye sorarsa her zaman de, yepyeni bir canım ben.
Yeryüzüne bir lokmayım ben,
fakat bu lokmadan da yeryüzünden yüzlerce yeni Lokman biter.
Güz mevsiminden sarardın soldun
amma gamlanma; güz mevsiminde yeni bir yazın ıssılığını seyret.
Ansızın sana bir yol buldum da
Allah’a şükürler olsun, yüzünü gördüm senin.
Ağlayan gözlerim ağlamaktan
görmez olmuştu; büyücü nerkis gözlerinle ışıklandı şimdi.
Çok dedim, çok söyledim nerde
buluşma, nerde kurtuluş diye; bu nerde, nerde, sonucu mahallene götürdü beni.
Seni öven şu kupkuru dudaklar,
devlet dudağını öptü sonunda.
Gam okuna, senin saçlarındaki
zırhtan başka hiçbir siper yok.
Gök kadar yüce yerin, o bile
ayaklarının altına döşenmiş; arslan bir ersin, arslan bile âhu kesilmiş sana.
Öyle bir devletin var ki
devlete gamın gıda olmuş; nerde bir pehlivan ki yanına düşebilsin senin?
Gönlüme bir araştırmadır
saldın; saldın da aray a taray a senin derene düştüm işte.
Çekişinin hay-huyu olmasaydı
toprakta nerden olurdu bu hay-huy?
Deniz, senin dizini öpmek
yüceliğine erenin topuğuna çıkar ancak.
Yeter artık, herkes zaten kendi
huyuna uyar da gider; bütün halkta senin huyun olamaz ki.
A adı sarhoş canıma gıda olan;
gözüm de senin günlerinden aydın, aklım da.
Yüzünü gözünü, boyunu bosunu,
elini ay ağını, hasılı bedenini göreli altı yön, ışığımla
altına döndü.
Senden sıkıldı gönlüm demiştin
hani; ben de dünyada senin dileğinden başka bir şey istemem.
Oturup bekliyorum işte, cana,
özlediğine dair bir haber gelinceye dek de bekleyeceğim.
CXXV
Aşka bak, âşıklarla karılmış, birleşmiş; cana bak, toprak yurtla
bir olmuş.
Niceye bir şunu bunu, iyiyi, kötüyü göreceksin? Bir de bak da gör,
bununla o, nasıl da karılmış, birleşmiş gitmiş.
Ne vakte dek şunun izi var, öbürünün yok diyeceksin? İzi
belirmeyene bak, nasıl izi belirenle karılmış.
Niceye bir bu dünya, o dünya dey ip duracaksın? O dünyaya bak, bu
dünyayla karılmış gitmiş.
Gönül bir padişaha benzer, dilse tercemanıdır onun; fakat padişaha
bak ki tercemanla karılmış, birleşmiş.
Karılın, katılın birbirinize; çünkü şu yeryüzüyle gökyüzü de bizim
için karılmış, birleşmiş.
Suya, ateşe bak; toprağa, yele dikkat et; birbirine düşman bunlar,
fakat dostlar gibi birbirleriyle birleşmişler gitmiş.
Kurtla kuzu, arslanla ceylan, dört zıt; fakat kahramanın
heybetinden birbirlerine katılmışlar.
O padişaha bak ki lûtfuyla gül bahçesinde dikenle gül birleşmiş.
Seyret, öylesine bir bulut ki feyziyle bunca olgun suyu birleşmiş,
birbirine katılmış.
Eserde seyret birleşmeyi de bil artık; ilkbaharla güz de birbirine
katılmış, bir olmuş gitmiş.
Birbirine aykırı, birbirine zıt amma okla yay gibi birleşmişler
gitmiş.
Şeker çiğne, sus; ağızda şekerle öğütü karıştırmay ı yazıklı bir
iş bil.
Tebrizli Şems, gönülden bitip duruyor; hiç kimse y oktur ki onun
gibi karılsın, birleşsin benimle.
A bir dumanı can sanan; altın habbesini maden sayan.
A Karun gibi boyuna yere batan, yeryüzünü gök sanan.
A şeytanın oyun taşlarını görüp de onları adam zanneden.
A seni görünce utancından aşkın ta uzaklara kaçtığı adam; a
kendini ortada bir şey yerine koyan kişi.
A kâfirlik dumanından gözünü uyku bürüyen; sonra da dumanı apaçık
nur sayan.
A şehvetinden kurt gibi her çeşit leşe üşen, âşıkları da kendisi
gibi sanan.
Şehvet sarhoşluğu lanet eseriyken, a bu eseri esersiz sanan, izi
belirmez bilen.
A harfle ses arasında kokuşup kalan, sonra da Tanrı’yı dilsiz
sanan.
Onun ay ışığı, körlüğüne vurup dururken, a Ay’ı gizlenmiş
zanneden.
Ne dediysem, ne söylediysem
kendime dedim, kendime söyledim a başkalarını kınamadayım sanan.
A padişahım senin sonsuz
bağışlamanın coşuşuna karşı suça tövbe etmek suçtur.
(s. 241) Yol yitireni öylesine
arar, öylesine araştırırsın ki yol yitirmek, yoldan sapmamaktan daha üstün
olmuş âdeta.
Seni övüş, ne aklımı bıraktı,
ne fikrimi; söz söyleme yolu kapandı da bir ah etme kaldı.
* Ah, derdine bir mahrem de
bulamıyorum da Ali gibi kuyuya ah ediyorum.
Kuyu bu ahtan coşar da kamış
biter ağzında; ney feryada gelir de sırlarımı yayar, döker.
Yeter ey ney, kes feryadı, biz
mahrem değiliz; o yüzdendir ki o şeker bizden de özür dilemede, kamıştan da.
Bize gündüz, başkalarınaysa gece; bir güneş yüzünden yıldızlara
gece olmuş; hiçbiri görünmüyor.
Devlet oklarımız kutlulaşmış; ok fırlamış, yaya gece olmuş gitmiş.
Gülen gün, tam inancın yüzündedir; şüphe küfür elindeyse gece
olmuş.
înanç kuşu uçmuş, sen şimdi tutmuş amansız kalmışsın da amana
düşmüşsün; amanay sa gece olmuş zaten.
Can madeninde her an gündüzdür; gündüz, peşin akçendir senin,
madense geceye dalmış.
Âşıklara, eseri belirmeyen bir gündüz nasip olmuş; töreye, esere
bağlı akıllılaraysa gece olmuş gitmiş.
Aşkın nice zamandan beri can almaya gelmiş,
can almaya koyulmuş amma öldürdüklerin de hep neşeli, hep gülmede.
Can, şekerler çiğniyor amma
senden bir başka şeker gelmede dişlere.
Dün gece gönlü gördüm; bir
doğan kuşu olmuş da padişahın eline konmuş.
Bütün canlar, döner, senin
yanına gelir de sanki bir arpa taneceğizi madene gelmiştir.
Her özleyenin canını avlamış o
doğan kuşu, sonra da kanatları kanlara bulanmış bir halde sevgiliye gelmiş.
Ona dedim ki: A âşıkların,
rintlerin yanından kopup gelen, âşıkların bu kanı da nedir?
Dedi ki: Aşk dili nasıl
olabilir ki? Aşka delil, kandır ancak.
Misk kokusu, reyhan kokusu,
lûtfumuzdur bizim; doğru söylüyorum, Tanrı nurudur o ki gelmiş çatmış.
Tebrizli Şems’in tortulu mu
tortulu şarabı, andan âna bana bir derman definesi olmuş.
Bak da gör, deliler zincirlerinden boşanmış; çünkü zincirden
sevgilinin kokusu gelmeye başlamış.
Âşıkların naraları yücelmiş; zincirden aman, el aman sesleri
duyuluyor.
Zincirdeki özleyenlerin canları, yerlere de sığmıyor, göklere de.
Mecnun’un canını her an zincirden alır da Leylâ’ya armağan
götürürüm.
Aklımızı sürme zincirden; aşkının halkaları kulağımızda bizim.
Zincirden kopardığın fitneye bak; fitneleri de zincire
asakoymuşsun.
Can, zincir yüzünden esersiz, belirsiz bir hale geldi amma canın
ay ağında da senin bağından yüzlerce eser var.
A Tebrizli Şems, maksadım senin saçlarındır, zincirden b ahsettim
amma meramım bu ancak.
CXXXI
A ney sesi, a ney sesi, a bütün bir sır dünyasını ayağa kaldıran
ney sesi.
Ney nedir? O öpüşü güzel sevgilinin öptüğü şey, öptüğü şey, öptüğü
şey.
O elsiz-ayaksız ney, halkın elini, ayağını aldı, elini, ayağını
aldı, elini, ay ağ ını aldı.
Ney bahanedir; bu, neyin harcı değil; ancak o devlet kuşunun kanat
sesi bu.
Tanrı’dan başka bir şey yok; peki, bütün bu örtüler de ne? Fakat
bu örtüler de Tanrı ehlini Tanrı’ya çekiyor.
* Yoksullarız biz, zenginse Allah; fakat yoksulda gördüğünü de
zenginden bil.
* Biz hep karanlığız, ışıksa Allah; bu sarayın ışıkları, hep
güneşten geldi.
Fakat saray ın içindeki ışık, karanlıkla karışmıştır; asıl ışık
istiyorsan sarayın damına
çık.
Gâh gönlün ferah, gâh dar;
gönlünün daralmasını istemiyorsan şu dar yerden çık git.
A vefalı dost, cefa etmeyi
öğrendin ha; peki, nerden öğrendin bu cefayı sen?
Nerde o canımızı avladığın
zaman, o evvelki demlerdeki öğrendiğin, bellediğin ve falar?
Nerde bir çirkinlik varsa,
nerey e bir cefacı varmışsa ardından koştun, vefalar gösterdin, vefa öğrettin
ona.
A gönül, âleme karşı
gösterdiğin şu yabancılığı da o bildik dosttan öğrendin sen.
* Canın bir güzel istedi mi
evet dersin; bu evet demeyi de o belâdan öğrendin.
Aşka dedim ki: Beni sömürüp
yuttun; bunu ejderhâdan mı öğrendin yoksa?
Mûsa’nın sopası ejderhâyı
yuttu; yoksa bunu o
sopadan mı öğrendin?
A gönül, bakışından yaralandınsa dudağından da ilacını öğrendin
ya.
Şekeri bıraktın da şikâyete koyuldun; fakat bu işi yanlış belledin
sen.
O şeker yurduna ancak şükret; hani peygamberlerden öğrendiğin
gibi.
Şu arılığı şikâyetle bulandırma, karartma; çünkü şu arılığı
Mustafâ’dan öğrendin sen.
Halktan öğrendiğin her şeyi unut; Tanrı’dan ne öğrendiysen tamamıy
la o ol.
A âşık, bulut gibi yandın Tebrizli Şems’ten; yandın amma ışık
vermeyi öğrendin.
Sonunda âşıklardan kaçtın; savaştan kaçıp savuştun a pehlivan.
Arslan gibi saldırdın arslanlara; fakat tilki gibi mey dandan
kaçıp sıvıştın.
Gök damına çıkmayı kuruyorsun
amma merdivenin ortasında kaçtın gittin.
Her derde derman olan nasıl bir
ilaçsın ki şunun bunun baş ağrısından kaçtın?
Aşağılık adamların
korkutmalarından çekinip kaçtın; peygamberlerin izlerini nasıl izleyeceksin
sen?
Ölü gibisin, yaşamıyorsun
sanki; elbette ölü olacaksın; candan kaçtın çünkü.
Neşe, sevinç ücreti sabrındır
senin; yürü git, sınanma vaktinde kaçtın sen.
Mademki bekçinin sesinden ürküp
kaçtın; gam kalesinde dayanadur şimdi.
O koca yayın okundan kaçtıktan
sonra okçunun gözünü nerden göreceksin?
Sen dil yarasından bile kaçtın;
kılıç, ok y arasına nasıl dayanabileceksin?
Yürü, sus; esersizlik,
belirsizlik susmaktır; ne diye amaca doğru kaçarsın?
Sevgili, bir an olsun gel eve; bir an olsun şu canımızı tazele.
Şu arkadaşları bir an olsun güldür; bir an olsun meclisimizi beze.
Beze de gökyüzü gece yarısında güneşi apaçık görsün.
Beze de aşk ışığı Konya’dan parlasın, bir anda Semerkand’a,
Buhârâ’ya vursun.
Bir solukta geceyi gündüze döndür; bir anda, hemencecik,
eğlenmeden, bahane getirmeden ışıt geceyi.
(s. 242) Işıt da o güneş, kayadan su fışkırır gibi gönülden
doğuversin, görünsün.
* Padişahın şehri olan gönülden doğsun da Nûşirevan’la Dârâ’nın
mülkünü bir anda birbirine katsın.
Baş gözü, gam ne kadarsa o
kadar ağlayabilseydi geceleri de ağlardı, gündüzleri de.
Gökyüzü, şu ayrılığı duysaydı,
anlasaydı yıldızlar da ağlardı, Güneş de, Ay da.
Padişah, bu çeşit, tahttan
indirileceğini bilseydi kendine de ağlardı, tacına, kemerine de.
Gerdek gecesi, ağlardı
öpüşmelere, ağlardı koçuşmalara şu boşanmayı görseydi.
Lâ’l şarap ağlardı küpe,
ağlardı şişeye şu mahmurluğu görseydi.
Gül bahçesi, şu güz mevsimini
duysaydı, anlasaydı ağlardı gül yaprağı terütaze gül dalında.
Uçan kuş, şu avlanmadan haber
alsaydı kolu kanadı gevşerdi, ağlardı da ağlardı.
Hüneri, sanatı aldatmasaydı
Eflâtun’u, bağırırdı, ağlardı hünere, sanata.
Pencerenin ölüm dumanından
haberi olsaydı pencere de ağlardı, duvar da, kapı da.
Gemi, denizde salına oynaya gidiyor ya; şu tehlikeyi görseydi
ağlardı.
Şu potanın ateşi görünseydi mal mülk sahibi ağlardı gümüşün,
altının haline.
Rüstem bile savaşa ağlardı, gücüne kuvvetine ağlardı, anlasaydı bu
sitemi.
Şu ecelin kulağı sağırdır, feryadı işitmez, duymaz; yoksa ağlardı
kan kesilen ciğerlere.
Şu ölüm cellâdının gönlü yoktur; olsaydı da tek taş olsaydı gene
ağlardı.
Sağken görselerdi ölümü, el, ayak ağlardı birbirinin haline.
Kıvranıp can çekişirken görseydi, ağlardı dişi keçi erkek arslana.
Yeryüzü, çocuğunu yiyen bir ana; öyle olmasaydı ağlardı oğlunun
ölümüne.
Ölüm acısıyla tatlı canını nasıl veriyor; bir görünseydi ağlardı
şeker bile.
Kumru, ardıç ağacının kökten söküleceğini
bilseydi bırakırdı ötmeyi, dem çekmeyi de ağlardı.
Tabutun şu kefenden haberi
olsaydı ağlardı götürülürken yollarda.
Yeni doğmuş çocuk, dünyaya
geldiğine ağlar durur; aklı olsaydı daha önce ağlardı, daha çok ağlardı.
Aklı olmadığından susar,
ağlamaz çocuk; aklı olsaydı ağlardı öküz bile, eşek bile.
Bütün acılıklardan, o tatlı
dilberimiz de bir çare bulsaydı, ağlardı yağmur gibi.
O tatlı dilber ölüm acılarını
tattı; neler gördü, neler; gördüklerine ağlardı o gözün sahibi de.™
Benim dostum giden; giden gitti
artık; nerde bu habere ağlayacak bir haber?
Ciğerine zehirli bir ok
saplandı; kalkana kaçtın amma kalkan da ağladı.
Öylesine topraklar altındayım
ki şu dünya
altüst olup ağlasa yeridir
bana.
Kendine gel de sus, bir tek görüş sahibi bile yok; olsaydı ağlar,
ağlardı.
Tebrizli Şems gitti; nerde o insanların övündüğü insana ağlayacak
biri?
Anlamlar âlemi, onun yüzünden düğün dernek etti; fakat ağladı şu
şekiller, onsuz kalınca.
Dünyanın şu gözden, şu kulaktan başka bir gözü, kulağı olsaydı
ağlardı o göz, ağlardı o kulak.
A güneş, ay yüzlülerin bulunduğu yere geldin; gökyüzünü zerreler
gibi birbirine kattın.
Kendinden geçiş dinini yayıp döşeyince küfürde de bir ateştir
yalımlandı, imanda da.
Aşağı da, yüceler de aşkla doldu, denize döndü; kay nak kaynak, sonsuz
bir coşma, köpürüp akmadır peydahlandı.
Âşıklar zaten ateşle dopdolu bir âlemdeydi; sen de geldin, ateş
üstüne bir ateş oldun.
Her seher çağı Ahmed’in dini senin koduğun kanunlara karşı
secdeler eder.
Varlıksızlık sana bir noksan verirse zaten varlıktan geçenlere ha
iyilik olmuş, ha kötülük, haberleri bile olmaz onların.
Tebrizli Şems’in ayak bastığı toprağı öp de kutluluktan, hattâ
kutluluklar kutluluğundan baş göster.
Başlara başsızlıktan bir kapı açılsaydı; baş aşağı gelmişler bir
düzene girseydi.
Gam ateşlerini anlatmaya bir dil bulunsa, bir gönül
peydahlansaydı.
Yahut ay ışığı gibi parlayan yüzünden, kapkaranlık gam gecesinde
bir ışık da bize vursaydı, bizimle bulunsaydı.
Yahut da o yüzü görmüş biri, elsiz-ayaksız
biri, solukdaş olmaya gelseydi.
Yeryüzünde o aydan bir iz, bir eser olsaydı göğe feryatlar ağardı.
Ağzımıza kıskançlık elini komasaydı bu ağızsız, bu dilsiz-dudaksız
feryatlar koparır, sağı solu kavgayla gürültüyle doldururduk.
O inciden bir ışık vursaydı gönüle, ya denize akar, kavuşurdu
gönül, yahut deniz kesilir giderdi.
Kıskançlık, gönül gözüne toprak serpmeseydi gözyaşları kay nak
kaynak coşar, denizlere akmay a başlardı.
Aşkın iki dünyaya da metelik verdiği yok; yoksa bir baksaydı iki
dünya da yok olur giderdi.
Aşk, insanları topraklara döşemek istiyor; yoksa âşık, İkizler
burcunun da üstüne çıkardı.
İki dünya da cehenneme benzeyen aşk ateşiyle kar gibi
eriyiverirdi.
Sopa, Mûsa’nın elinde olsaydı aşk ejderhâsı,
bütün varlığı sömürür, yutardı.
Aç köpeğe nasıl ekmek dayanmazsa o da iki dünyayı bir lokma
ediverirdi.
Tebrizli Şemseddin’in tapısına geldin ya; artık onun tecellilerine
mazhar olur gidersin.
O güzel diyor ki: Nasıl oldu da aynı gönüle sahip oldun;
heveslendin de yoldaş kesildin bana, aynı konakta konuk oldun benimle?
Şekillerden gizlendin, canların bulunduğu âlemde bitiverdin.
Hem Tanrı lûtfundan baş gösterdin; hem Tanrı kılıcıyla kurban
oldun gitti.
Ateşin yanına var, noksandan korkma; çünkü sen ateşle eriştin bu
olgunluğa.
Deli divanelerin zevkini, işretini görmüşsün; tekrar tutar da
akıllanırsan taş başına.
Mademki hayvan değilsin, ne diye yeşillikten
sarhoş oluyorsun; mademki ölmedin, ne diye balçığa meylediyorsun?
Padişah Salâhaddin’in yenine
yapış; yapışmazsan hiçin de hiçi olur gidersin.
A yemyeşil, a terütaze
ilkbahar, hoşlar geldin, safâlar getirdin; a gümüş bedenli güzeller güzeli,
hoşlar geldin, safâlar getirdin.
Canın başına bir fitnedir,
sardın a canın, başın hayatı, hoşlar geldin, safâlar getirdin.
Erkeğin kadının başına şerler
getir, coşkunluk ver; hoşlar geldin, safâlar getirdin.
Senin gümüş bedenin yüzünden
işim altına döndü benim; a altının, gümüşün belâsı, hoşlar geldin, safâlar
getirdin.
Ayağını güneşin başına bas;
güneş de sensin, ay da; ho şlar geldin, safâlar getirdin.
Lâ’l, madeninde sana diyor ki:
O dağa, o bele hoşlar geldin, safâlar getirdin.
A Tebrizli Şems, dünya senin yüzünden sarhoş oldu, kendinden
haberi yok; hoşlar geldin, safâlar getirdin.32]
Ah o âşıklarından kaçıp uzaklaşan güzel hurinin aşkından, ah.
(s. 243) Öldürmesinde yeniden yeniye dirilikler var; hastalık onun
yüzünden yepyeni bir sıhhat olmuş.
încin varsa bir de benim halime bak, bir de beni gör; deniz
dibindeyim inci gibi, fakat uzağım gene de denizden.
A benim aklım dedim, nerdesin? Akıl dedi ki: Şarap oldum gitti,
nasıl üzümlük edebilirim artık?
Canını yak da külünü sürme et gözüne; çek o sürmey i de iki
dünyada da körlük kalmasın gitsin.
Cansız canlar semâ’a girsinler, o önüne ön
olmayan balın çevresinde balarısı kesilsinler;
Kesilsinler de Tebrizli Şems,
Tanrı kudretiyle bütün yıkıklarını yapsın.
Bu gidişle konağa nasıl
varacaksın? Bu huyla dilediğini nasıl elde edeceksin?
Pek ağırcanlısın, pek deve
gönüllüsün; hafif rûhlularla nasıl gönül birliği yapabileceksin?
Bu şişmanlıkla nasıl yol
alacaksın, bu buluşmayla nasıl ulaşacaksın?
Sırra mahrem olmak nasip değil
sana; müşkül sırrı açmayı nasıl başaracaksın?
Su gibi şu toprakta kaldın
gitti; ne vakit arınacaksın b alç ıktan ?
* Halil gibi Güneş’ten de geç,
Ay’dan da; böyle davranırsan ne vakit ulaşacaksın olgun güneşe?
Mademki arıksın, yürü, Tanrı
lûtfuna kaç; lûtuf
sahibi olmadıkça nasıl
erişebilirsin lûtfa?
O lûtuf denizinin yardımı
olmadıkça böyle bir dalgadan nasıl kurtulup kıyıya, varacaksın?
Aşk Burâk’ı, Cebrâil’in
kılavuzluğu olmadıkça Muhammed gibi konaklara nasıl gideceksin?
Sığınacağı olmayanlara
sığınıyorsun sen; devlet, ikbal veren padişaha nasıl sığınabileceksin?
* Bismillâh’a teslim ol, onun
önünde kurban et canını, yoksa ercesine kurb an yerine nasıl varabilirsin?
Sevgilim birazcık daha vefalı
oldu; dün gece birazcık daha hoş bir halde çıkageldi güzelim.
O güzeller güzeli dün güldü de
zamanım da birazcık gülümsedi benim.
O benim sadberk gülüm, bir hoş
geldi de çayırlığım çimenliğim birazcık yeşerdi.
Seher çağı, o benim sabahım bir
soluk aldı, verdi de o soluktan birazcık karar, huzur buldum.
Bulutum dün gece denizin üstüne
indi; toprak ol da dedi, birazcık yağayım sana.
Birazcık dikenimin eline düş de
bir hoş yağayım, toprağa güller vereyim.
Mühlet ver bana, bir hoşça coş,
baştan çıkma, sabret de birazcık başını kaşıyayım senin.
Hayır, yanlış söyledim; onun
aşkıyla birazcık sabredebilirsem kâfirim ben.
Delilikten daha iyi bir çare
nerde? Delilikten yüzlerce demir kırılır gider.
Kendi aklıyla niceler kâfir
oldu; fakat delilikten kâfir olanı gördün mü hiç?
Zahmet çoğaldı mı yürü, deli
divane ol; zahmet delilikten arıklaşır, erir.
Delilerin gittikleri meyhaneye
git de tez bir delilik kadehi çek.
Ah, Keykubad’la Sencer,
delilikten ne de mahrumdur, ne de nasipsiz.
Delilik ordusunun atlıları ne
de neşelidir, ne de muzaffer, ne de devletli.
Delilikten bir kanat elde
edersen Mesîh gibi göklere ağarsın.
A Tebrizli Şems, senin aşkın
için delilikten, divanelikten yüzlerce kapı açtım ben.
A canım, gözümün nurusun benim,
evet; bir dolunay sın, çevremizde dolanıp duruyorsun, evet.
Evet, huriyle Rıdvan, yüzüne
yüz binlerce aferin diyor senin.
A yedi göğün ışığı, meşalesi,
evet, y eryüzündekilere konuk olarak geldin sen.
Rahmetinin olgunluğundan,
padişahlar padişahının lûtfundan geldin; evet, define yıkık yerlerde olur.
Rahmet selvisi, bahçeye salına
salına geldi mi, evet, lânetlenmiş şeytan bile imana gelir.
Evet, mademki yoksulun şişesini
kırdın, parasını ödemek gerek.
* Evet, mülk sahibi, mülk bağışlar; Kur’an’ı öğreten, bilgi
bağışlar.
Doğudan güneş doğdu mu, evet,
zerreler oynayıp dönmeye koyulur.
* Rabbin ve melekler geldi âyeti tecelli edince, her olmayacak şey
mümkün olur gider; evet.
* Kapıları açılmıştır lûtfunun sayesinde, evet, bütün müşküller
kolaylaşır sana.
Evet a benim uykudan mahmur
güzelim, bu gece uykuyu sür nerkislerinden.
Evet, nerkis gözler uykudan
vazgeçti mi bağdan, bostandan meyveler devşirir, yer.
Evet, başından, gönlünden
gafleti bir iyice silip süpürdün mü gül bahçesinden gül kokuları, reyhan
kokuları alırsın.
Evet; gündüzün geceye dek, gece
de gündüze dek sarhoş bir halde yaşamak, bu devran pek tatlıdır, pek.
A bülbül, gül fidanı minberine
çık da de ki: Evet, ihsan sahibi, ihsanı miktarıncadır.
Duyanın iştahı çoğalınca evet,
taş bile dile gelir, Lokman kesilir.
Evet, Mısır ülkesinden Ken’an
iline, Yakub’a Yusuf’un kokusu geldi.
Susar, sırrı gizlersen evet,
sırrı o padişah açar.
Susmak sabırdır, sabrın
alâmetidir; evet, susmak her ferahlığı çeker, madenden çıkarır.
Ne olacaksa, ne olması gerekse
bugün olacak, evet. Sayısız meze var, hadsiz, hesapsız şarap var, evet.
Evet, o güzel sâkî sabahtan
beri, bugün güzelleştikçe güzelleşti, tatlılaştıkça tatlılaştı.
Evet, bugün güneş, seherden
beri yüzlerce Zühre’ye, yüzlerce Ferkad’e sâkî oldu.
Utarid sarhoş oldu da kalemini
kırdı; evet, levhinden ebcedi, hevvezi sildi.
Çalgıcı Zühre berbat çalmaya
koyuldu; evet, ne söylüyorsa o çeşit de çalıyor.
Evet, akıl onun âşk defterini
okursa kâğıdın gönlü şekerlerle dolar.
Evet, gönül isteğine erdi;
evet, her kutlu daha da kutlu oldu.
Alım padişahı ihsanda bulundu,
lûtuflar etti; her kötüden, her canavardan öç alalım, evet.
Keseyim, çünkü bu hikâye,
sonsuz bir hikâye; evet, sözden söz doğuyor çünkü.
A efendim, evet, sâkî burda;
evet, o yücelere
yol verecek bize.
Evet diyen o dudaklarının karşısında kul şeker kesilir, evet,
helva olur gider.
Evet, gözleri sarhoşluk denizi; evet, saçları sevda mayası.
Bütün bunlar geldi geçti; o usûl boylu selvi, evet, gül fidanı
gibi bize bir hoşça gelmede.
O fidan boyun gölgesinde nasıl uyumam? Evet, y atar, uyur da
hurmadan da tatlı bir hale gelirim.
(s. 244) Evet, o ay yüzlüden her gece hem bekçi gümüş çalar, hem
hırsız a benim canım.
Güneş yüzü doğdu mu da hırsız âciz kalır gider, evet, bu böyle.
Dayanamaz da helva yerse biri, evet, o helva ona safra ke silir,
derdini arttırır.
Yeter artık, sırrı gizleyen kişiye o sır çok gizli bir gül bahçesi
haline gelir, evet.
Evet, sonunda açılır bu kapı; evet, sonunda görünür, yüzünü
gösterir gümüş bedenli dilber.
Sâkîmiz şu sarhoşları hatırlar; evet, gene gelir kadehle, şarapla.
Evet, güzellik ilkbaharı gelir bahçeye; o terütaze dallar
çiçeklenir.
Evet, çayıra çimene yemyeşil sayvanlar kurulur; nilüferle gül eş
olur birbirine.
Evet, yeryüzünün çerçöple dolu eteği misklerle, amberlerle dolar.
Evet, o gümüş bedenliyle şu sapsarı yüz, altınla gümüş gibi
karılır, birleşir.
Evet, düşüncelerle mahmurlaşmış baş o kızıl şarap la sarho ş olur
gider.
Evet, şu gözy aşları saçan, feryat edip duran gözler, o bakışla
aydınlanır.
Evet, kulaklarına halka kesilen kulaklar, o
kuyumcudan küpeler kazanır.
Evet, can güzeli şahâdet getirmesini buyurunca şu kâfir gönül
imana gelir.
Evet, aşk Burâk’ı gökten gelince can İsa’sı şu eşekten kurtulur.
Dünyanın bütün halkı, bir tek kişide toplanmıştır; evet, o tek
kişi, yüzlerce dünyadan daha da iyidir.
Ben sustum, fakat gönlümde, evet, gönlümde boyuna şekerkamışları
biter durur.
Gönül yeniden yeniye bir şey isteyip durmada; yeni bir şey, yeni
bir yolcu istiyor.
Gülüp neşelenmek için yeni bir sır istiyorsun demek? Evet, baş da
sır duyan iki kulak istemede.
Tertemiz kişilerin canları altın madeni istemede; hayvanın canıysa
boyuna saman ister, arpa ister.
* Sarhoşlar, daha yok mu
demede, sâkî de sarhoşlardan rehin olarak bir şey istemede.
Sel gibi yüzün yerde, hayat
denizine dek yatağını kazarak akadur, çünkü su ark istiyor, dere istiy or.
Bağın, gül bahçesinin kokusu
gelmede; o merhametli sevgilinin kokusu gelip durmada.
Sevgilim o kadar inciler saçtı
ki denizin suyu belime gelmede artık.
Onun gül bahçesinin hayaliyle
çalılık, dikenlik y erler bile nakışlı, incecik güzelim kumaşlardan daha
yumuşak gelmede.
Öyle bir marangoz, yâni onun
aşkı, gökyüzüne merdiven yapıp duruy or.
Köpek gibi acıkmışım da can
mutfaklarından burnuma her an somun kokusu geliyor.
Dost mahallesinin kapısından, duvarından
âşıklara can kokusu gelmede.
Bir kerecik vefa göster, yüz
binlerce vefa göstereyim sana; ona bu çeşit bir karşılık geliyor işte.
Dostun güzelliğine karşı ölen,
gerçekten ölmez, ölmeden cennetlere girer gider.
Gayb kervanı, gerçekte gelip
duruyor, fakat şu çirkinlerden gizleniyor.
Güzel yüzlüler çirkinlere nasıl
gider? Bülbül, boyuna gül fidanlarına konar durur.
Yasemin nerkisin yanı başında
biter; gül, goncaya gülerek gelir, ulaşır.
Bütün bunlar bir işaretten
ibaret, maksat şu: O dünya, bu düny ay a gelip duruyor.
Mekânsızlık âlemi, süte
benzeyen cana karışan yağ gibi mekân âlemine geliyor.
îzsizlik, esersizlik, aklın
kana, deriye karışması gibi iz, eser âlemine gelmede.
Aşkın da ötesinden, bu sözlerle
anlatmadan başka çaresi o lmay an, söze bir türlü sığmay an o şey, boyuna gelip
durmada.
Bundan daha fazla, daha açık da
anlatılabilir amma kıskançlığından kılıç görünüyor göze.
Susayım, çünkü bu şiirin
anlaşılması müşkül her harfinden herkese yüzlerce şüphe gelmede.
Hem mumsun sen, hem güzelsin sen,
hem şarapsın sen; hem de karakış ayında bir baharsın sen.
Her taraf aşkından yanmış
yakılmış; güneş de y anmış gitmiş, güneş gibi yüz binlercesi de.
Ateşin, boyuna kamışlara düşer
ya; işte o yüzden ateşine yanma hevesiyle şeker, tutmuş kamışın canına girmiş.
Aşkla yüz binlerce kişinin
başını kestin, a benim canım, kimsenin haddi değil ki hay desin, hey desin.
Âşıklar kem gözden korunmak
için Rey şehrinde olduğu gibi yeraltında evler kurmuş.
Bilgiden beter işkence yok;
eyvahlar olsun iyi-
kötü kaydında kalanlara.
* Mısır’daki kadınlar da kendilerinden geçtiler, ellerini
doğradılar da of bile demediler.
Miraç gecesinde padişahımız kendinden geçti de yüz binlerce yıllık
yolu aşıverdi gitti.
Kemiklerdeki, damarlardaki, iliklerdeki y aralara bağlanmış
tahtaları, sargıları, kendilerinden geçenlerin yelleriyle, şaraplarıyla çöz,
dağıt gitsin.
A Tebrizli Şems, bizi yok et, çünkü sen bir güneşsin sanki, bizse
gölgeyiz.
A aşk, beni sınamalara uğratıyorsun, gücümün kuvvetimin olmadığını
da bile bile yapıyorsun bunu.
Düşmanın sırrına terceman oluyorsun, eğri zanna yer veriyorsun
gönlünde.
Hem ormanı ateşe veriyorsun, hem de gene kendin şikâyete
girişiyorsun.
Arıklar gibi coşuyor,
şikâyetleniyorsun da sana zulmedilmiş şüphesini uyandırmak istiyorsun.
Bir güneşsin sen, sana nasıl
zulmedilir? Yücelerden, dilediğini yaparsın sen.
Bizi birbirimize haset etmeye
düşürüy orsun da bir hoşça, savaşımızı seyrediyorsun.
Ariflere peşin şerbet
sunuyorsun; zahitleri de y arınki veresiyeyle sarho ş ediyorsun.
Kuzguna pislik iştiyakı
veriyorsun; duduya şekerler çiğnetiyorsun.
Ölümü düşünen kuşa gamlar,
tasalar veriyorsun; bülbülleriy se sarhoş ediyor, feryada salıyorsun.
Onu madene, dağa çekiyorsun;
öbürünün yüzünü denize çeviriy orsun.
Mihnet yoluyla devlete
çekiyorsun, yahut da aşağılığımızın cezasını veriyorsun.
Bu denizde hep kâr var, hep
lûtuf, bağış var; herkese, her şeye lûtuflarda, ihsanlarda bulunuy orsun.
Bu, işaretle, kinayeyle
söylenen sözün daha başlangıcı, bizi ihtiyarlatıyor, gençleştiriyorsun amma
bitimini gene sen söyle.
Ansızın yanına koşuverdim;
aşkının eli, hey diye bir nara attı.
Hiç biliyor musun dedi, ne kan
dökücüdür o; senin gibisinde yürek nerde, güç kuvvet hani?
Şekerler bile onun aşkıyla
eridi; başı kesilmiş ney gibi feryat ededur.
Aşkıyla damarlarını tertemiz et
de kılıcı ayağını ardından kesmesin.
(s. 245) Onun gül bahçesinde
kar gibi eri de karakış ayında yüzlerce ilkb ahar belirtsin.
Yahut da gir tapısına,
yumuşaklıkla teslim ol, bir hoşça öl de sana, ey diri, ey her an y aratıcı
desinler.
Üzüm suyunu Tanrı küpünde sakla
da coşsun, köpürsün, iyiden de kurtulsun, kötüden de.
A Tebrizli Şems, gel de bana
bak; bana bak da beni tamamıyla yok olmuş bir şey gör.
Gene gül gibi gül bahçesine
gidiyorsun; bensiz gidiyorsun amma seninleyim ben.
Süsen, seni anlatmada yüzlerce
dile sahip oldu; a gül yüzlü, gidiyorsun süsenin yanına.
Lâ’l renkli, şarap satıcı
dudaklarla şarap vermek için sarhoşlara gidiyorsun sen.
Ardında güzeller, yıldızlar
gibi; aydın Ay gibi kime gidiyorsun öyle?
Taş gibi, demir gibi bir yürekle
gitmedesin; gene kimi ateşlere y akmay ı kurdun?
A güneş, ışığında oynayan bir
zerreyim; pencereye vurdun mu önünde oynar dururum.
A gönül, Tebrizli Şems, sürme
gibi seni gözlerine çeksin diye havana gidiyorsun sen.
Her an sevgiliye gidiyorsun a gönül, hem ne de gizli gidiyorsun
gözlerden.
Ay gibi elbiseler paraladın da parlak güneşin ardına düştün,
gidiyorsun sen.
A yeryüzünde arkadaşlarla oturmuş er, içyüzden yedi kat göğü aşıp
gidiyorsun amma.
Görünüşte konukların önündesin; gerçekteyse konukluğa gidiyorsun.
Kalem gibi o çevik, o usta ressamın elinde insan resmini
yapıyorsun sen.
Suya benziyorsun saman altında; abıhayatsın, bahçeye gidiy orsun
sen.
Öylesine salına salına gidiyorsun ki gözler görebilseydi seni,
dünyada bir tek yaslı kalmazdı.
Fakat yazıklar olsun, n’olurdu halk seni görseydi; göremez ki,
bütün halktan gizli gidiyorsun sen.
Mademki padişahın tahtına,
padişaha gidiyorsun, halimizi gör, haberimizi bildir ona.
Suya da dalıp gitsen, ateşe de
atılıp gitsen, şunu bunu bilmem, ona pek hoş gidiy orsun sen.
Yüzünde vallahi onun rengi var;
git, git, Ay’a benzer sevgiliye gidiyorsun sen.
Şekilleri ayaklar altına
almışsın; şekle, resme sığmayan şekle gidiyorsun sen.
Canına sevgilinin tadı vurmada,
sarhoş, ellerini çırpa çırpa serkeşçe gidiyorsun sen.
îster Arş’a git, ister ferşe;
ardından devlet koşmada, ikbal koşmada senin.
Başında onun sevdası var ya;
müşevveş gitsen de şaşılmaz artık.
A padişah Salâhaddin, görünüşte
altı yön içinde gidiyorsun amma çık, yücel şu altı yönden.
Tembelliği bir yana atar da bütün dostlardan daha çabuk sıçrarsan
hoş olur.
Çeviklik, huyudur erkek arslanın; bu yolda geri kalmak
tilkiliktir.
Yelpaze elinde, yalımlat ateşi; kuyunun dibindesin amma Yusuf’un
seninle.
Dolundun, mezara girdiysen gene doğudan doğ Ay gibi.
Hava ısındı da o buz çözüldü, eridi; sen de a selvi boylu, salın,
harekete gel.
Tez Türk’çesine sıçrat, sür atı; önünde güzelim bir çadır yeri
var.
* Koşuşun, yarışın buyurdu ya, ercesine yürü; can padişahlar
padişahının sözü boş olamaz.
Her seher çağı Zühre gibi feryat et de ondan sonra güneşin
padişahlar padişahlığını seyret.
Dolunay her gece biraz daha erir, biraz daha
arıklaşır; tamamıyla eriyip bittikten sonra gene kendine gelmeye
başlar, dolunay olur.
Uzakken bile padişah lûtuflarla
besledi, geliştirdi seni; tapısına varırsan neler bağışlamaz sana.
Yeter artık, söze tövbe ettin;
anlayış geliri susuşlardadır.
Mahmurluğu olmayan bir şarap
gördün mü hiç? Dikensiz bir güle rastladın mı hiç?
Bu balçık dünya gül bahçesinde
güzü olmayan ilkbahar gördün mü sen?
Önüne gam geldi mi Tanrı’ya
kaç; Tanrı gibi bir dert dinler gördün mü hiç?
Tanrı işini işle, Tanrı yükünü
çek, onun gibi iş güç sahibi gördün mü hiç?
Onun lûtuf cilâsı olmadıkça
tozsuz topraksız tecelliler aynası olan bir gönüle rastladın mı hiç?
Önüne ön olmayan o güzel sevgilinin güzel hayalinden başka, gönül
sıkmayan bir hayal gördün mü hiç?
Anlat a gönül, kederle karışık olmayan bir neşe gördün mü sen?
Arı duru, dertsiz, düzensiz dünyada tehlikesiz, emin bir uçulacak
yer gördün mü hiç?
Ashab-ı Kehf’in köpeği gibi vefa mağarasına gir a avcı, madem bir
avcı görmüşsün; sığın o mağaraya.
Mademki ibret alabiliyorsun, dudağını yum da ibret gözünü aç.
Kem gözden zarar gördüysen Tebrizli Şems, elini tutar senin.
Dünyaya bir misk kokusudur saldın; hattâ mekânsızlık dünyasını
bile misk kokularına boğdun.
Bu misk kokusundan da yeryüzüne,
gökyüzüne yüz binlerce kavga gürültü saldın.
Kendi ışığından, kendi ateşinden akla da bir ışık saldın, cana da;
aklı da yaktın, yandırdın, canı da.
Cana canlar katan lâ’l dudaklarının olgunluğuyla denize de bir
coşkunluktur verdin, madene de.
Âşık öldürme töresini sen kodun; sonra da bu töreye uymayı, âşık
öldürenlerin gönüllerine verdin;
Yüz binlerce Rum ülkesi halkının canına sahip olanları tuttun da
Zenciler arasına kattın.
* Mademki onları kendi elinle yoğurdun, hamur ettin; nasıl oldu da
ekmek kaydına düşürdün onları?
Şu çetin tuzağa hem avı düşürdün, hem avcıyı.
Bülbülleri kırdın geçirdin gönül gibi; âşıkları da tuttun, feryada
düşürdün.
Şehzadeleri tuttun, kullar köleler gibi bekçi aklın önüne koydun,
yürüttün.
CLIX
İçtiğim şarap yüzünden başımda
esen yeli gör; o şarabı bir şehzadenin elinden içtim ben.
Can, şarabında dalgalanmaya
başladı mı bir tertemiz, bir aparı aydın güzel beliriverdi.
Can gözü, apacayip bir haldir
gördü; her y anda neşeli bir güzeller güzeli vardı.
Her adımda bir aşk sarhoşu
yatmış, uyumuştu; başucunda da bir sâkî durmadaydı.
Bu hevesle gönüllerin ayakları
bağlanmıştı; o neşeden, o çalgı çağanaktan can kanatları açılmıştı.
îçin, için, afiyetler olsun
diyen sarhoşların sesleri, ta Arş’a ulaşmıştı; öylesine bir âlem o lmuştu ki
zahidin seccadesi bile rehine verilmişti.
Bu devletin başı, Tebrizli
Şems’tir; zaten gizlilik âleminde hazır bir devlet o.
(s. 246) Gönlü âvâre birini öldürdüyse ne çıkar? Dünyadan bir gam
yiyen eksik olmuş, aldırmam bile.
Tek senin aşk güneşin parlayıp dursun da her yana bir yıldız
saçsın.
*
Bir güneş o ki Tur Dağı’na
vurdu da dağ paramparça oldu, her parçası da bir lâ’l kesildi.
*
Işığı, Meryem’in çarşafına
vurdu da beşikteki çocuk dile geldi, konuştu.
Güneş’i inkâr edene ne denir? Anadan doğma köre bir çare yoktur.
*
Aşk sopasını gönüle bir vurdu
mu her kayadan seyret şarıl şarıl akan yüz binlerce kaynağı.
Kem göz uzak olsun o güzel yüzden, hattâ benim gözüm bile olsa.
Aşk pazarında yüzlerce hile, yüzlerce düzen dükkânı açtı;
hileciliği, düzenciliği böyle kurdu
işte.
A Tebrizli Şems, nerde büyücü varsa senin gözüne daldı; hepsi de
halka halka sana dalıp kalakaldı.
CLXI
Bir kere daha gitmeyi kurmuşsun, bir kere daha yüreğin demire
dönmüş.
Hayır, etme; bizim zevk, neşe kandilimizi söndürme; kandilimize
yağ koyan, sen değil misin?
Allah, Allah, şu dünyayı yüzünle güllerle, nesrinlerle, süsenlerle
doldurmuşsun.
Allah için olsun, Allah için; etme, eyleme de bir düşman, do stsun,
düşmanın yapacağını yapıyorsun demesin sana.
A dünyayı ışıtan, aydınlatan güzel, Allah için olsun, Allah için
kullarını topla tapına.
Benimle giriştiğin aşk oyununu bir kere daha bir yana atmışsın.
Allah, Allah; yenini sallamış,
ihsanlarda bulunmuşsun da kötü nefsi bile temiz etekli bir hale getirmişsin
sen.
A kuyumcuların madeni
Salâhaddin, sen Ay gibi gümüşten bir harmana sahip olmuşsun.
CLXII
Merhaba a perde; sen o perdesin
ki can dünyasından bir iz, bir eser getirmişsin bize.
Çıkardığın nağmeleri kulağımıza
değil, canımıza duyur; çünkü şu ölü dünyaya cansın sen.
Canları kap, yücelere götür;
gönlü götürdüğün âleme götür.
Gülen Ay da tanıklık ediyor ki,
sen o gökyüzü şarabını içmişsin.
* Tatlı canın da tanıklık
ediyor ki Elest meclisinde ballarla beslenmişsin sen.
Yeşillikler, neler ektiğini
göstermek için topraktan b itmey e başladı artık.
CLXIII
A gülbeşekerlerle beslenen gönül; a arslanların sütünü emip
gelişen gönül.
A Akl-ı Evvel’den doğmuş, a Süleyman’ın elinden yüzüğü almış
gönül.
Hiçbir canda aşkına dayanacak güç kuvvet yok; bu ne candır, nasıl
bir cana sahip olmuşsun a gönül.
Bir güneşsin ki ışığın vurmuş da şu güneş mey dana gelmiş; onu
eteğinin altına almışsın da bir tuhaf gizleyivermişsin a gönül.
Hem yüz binlerce karanlığın ışığısın, hem yüz binlerce ölüye
İsa’sın a gönül.
Sâkî olup sunduğun şu şarabı hangi üzümlerden sıkmışsın a gönül?
Dünya kışına meyvesin sen, binlerce donmuş, buz kesmişin elinden
tutarsın sen a gönül.
Kuyumcuların işlerini altın etmişsin; a padişah Salâhaddin,
yüzlerce ermişsin sen.
CLXIV
Sizde bir deli divane var mı diye her evin kapı halkasını
çalıyorum.
Can kuşu, o tuzağa deli divane oldu; aşk tuzağına, bir dilberin,
bir inci tanesinin tuzağına tutuldu.
Delilikte deniz gönüllü bir er nerde diye naralar atıyor bütün
halk.
Tanrım, o Leylâ’nın Mecnun’u nerde ki kulağına bir masal
üfleyeyim.
Çünkü akıl kulağı mahrem değildir; âşıkların afsununa yabancıdır
o.
Canın, kendisine deli divane kesildiği o halka halka saçlar, kırık
bir tarağı özlüyor.
Şehrimiz fitnelerle, coşkunluklarla doldu, taştı; medet o tek
fettanın fitnesinden, medet.
Çabuk, daha çabuk bir an ahtar yapıver a an ahtarc ı; onun dişi,
sıkıntıyı açsın amma.
Kendine gel, eğri büğrü gitme,
satranç taşı değilsin sen, ne vakte dek eğri büğrü, o yana bu yana gidip
duracaksın? Aklın fikrin başında senin.
— T —
CLXV
Canın bile ayağını bağlayan bu çeşit meydan, kimin meydanı? Elden
çıktık gitti, bu kimin masalı, kimin hikâyesi?
Güneş altın bir top gibi koşup duruyor; acaba kimin çevgeninin
kıvrık ucu koşturuyor onu?
A güneş, yol kesen kesemedi yolunu; nasıl kesebilir ki bu yol
kimin yolu, biliyor o.
* Mûsa, elmayı kokladı da can verdi; sen de bir ara o kokuyu,
kimin elmalığından geliyor o koku?
Yakub’un gözü bu kokuyla açıldı; Tanrım, bu koku kimin
Ken’an’ından geliyor?
Topraktık, bu çeşit yüceldik, boy attık; toprağımız altına döndü,
fakat kimin terazisinde?
Altınımıza her zaman yeni bir güneş vurmada; altının böylece kimin
madeninden olduğunu bilmesini dilemede.
Herkes aşktan şaşkın, herkesin aşkla başı dönmede; şaşılacak şey
de şu: Acaba aşkın başını kim döndürüyor?
Herkes konuk dünyada, fakat kimin konuğu, bunu pek az kişi bilir.
Güzellerin nerkis gözleri yol vuruyor; fakat bu nerkise kimin
nerkis bahçesinden su gelmede?
Bedenler geceleyin bizsiz, gündüzün bizimle dolu; bizle ben, kedi
gibi kimin dağarcığında acaba?
Herkes, a benim canım diye elceğizlerini çırpıp durmada; fakat o
elceğizlerini çırpan kimin canı?
Tebrizli Şems, erenlerin ışığıdır; bunca yücelikle, bunca
üstünlükle kimin padişahı o?rnı
CLXVI
Gece geldi çattı, halvet çağı geldi; âşıkların kıblesi kesildi
Ay’ın yüzü.
A Ay’a tapanlar, Ay gülmeye koyuldu; a gece yolcuları, yola
düzülmek çağı geldi, kalkın.
Gece geldi, bizler-benler yok oldu gitti; o uyumayan kişininse
ancak Tanrı’yla buluşacağı çağ geldi.
Özler beden samanıyla karıştı, fakat beden uyudu mu taneler
samandan arındı.
Hintliler beden çadırını süpürdüler; Türk, halveti gördü de çadıra
girdi.
Dünya dedikodularını su aldı, götürdü; padişahlar padişahının
konuşma vakti geldi.
Tebriz’i Şems, ortaya geldi mi anlam ehlinin sözü kısaldı
gitti.34]
CLXVII
(s. 247) Sabah çağı geldi çattı, a genç, hadi, kalk; yükünü bağla,
kervana yetiş.
Kervan gitti, sen gafletle uyumuşsun; ziyandasın, ziyandasın,
ziyanda.
Ömrünü suçlar işleyerek yitirme de cennetlerde terütaze kal.
Şom nefsini öldür, o senin şeytanındır; onu öldür de huriler,
yeninden, yakandan baş çıkarsın.
Şom nefsini adamakıllı öldürdün mü yedinci kat göğün üstüne bas
ayağını.
Namazın, orucun kabul oldu mu pehlivansın, pehlivansın, pehlivan.
Arın, şu eşiğe toprak ol; âşıkların semâ’ meclisinde az ululan.
Âşıkların semâ’ını inkâr edersen kıyamet günü köpeklerle haşrolur
gidersin.
Tebrizli Şems’e kul köle oldun
mu da hamd olsun sana a yardımı beklenen Tanrı diye naralar at.1351
— A —
CLXVIII
Âşıkların arasında gafil olma; hele bu tatlı yüzlü sevgilinin
yanında hiç gaflete düşme.
Uzak olsun âşıklardan gafiller; uzak olsun külhan kokusu seher
yelinden.
Bir akıllı geldi mi uzaklaş de; bir âşık geldi mi de gel de,
yüzlerce merhabalar sana.
Akıl tedbirlere koyuldu, düşüncelere daldı mı, aşk ta yedinci göğe
ağar gider.
Akıl haccetmek için deve aramay a koyuldu mu, aşk Safâ dağına
çıkar.
Aşk geldi de bırak şiiri de sarıl saçlara diye ağzımı kapadı
benim.36]
BAHR-İ MUNSARİH
müfteilün fâilât müfteilün fâilât
— A —
(s. 248) Niceye bir kaçacaksın bizden, niceye bir şurdan şuraya
gidip duracaksın? Sopanın boynu gibi elimizdedir canın.
Niceye bir boş yere dünyanın çevresinde dönüp dolaşacaksın? Şu
lâflarla dopdolu sürüden hiç vefa gördün mü sen?
A ishale tutulmuş, içi geçmiş kişi, tut ki iki üç gün dünyanın
çevresinde fır dolandın; tut ki köpekler gibi aç, köpekler gibi umutsuz
geberdin gittin.
Zaten gönlün ölü, leş aramadasın; ölü yıkayanın oğlusun sen;
bedenindeki elbise bile bir ölünün kefeninden dokunmuştur.
Bir diri görmedin ki sana ölüyü göstersin, bildirsin; hamam
camekânındaki resmi niceye bir kucaklayıp duracaksın?
Eteğin kırık saksı parçalarıyla, taşla, çakılla dopdolu, önündeki
o altın, vebal mi vebal; şimdi
anlamazsın amma ecel geldi de hepsini yok etti mi inanırsın bana.
O vakit dersin ki: Eski altını
bağışlamadasın, ne yapayım onu ben? Göğe gidiyorum, altın geçmiyor orda.
Kuzgun değilsin, bülbülsün sen,
ne diye bu konaktasın? Bağa bahçeye, çayıra çimene, selviye, seher yeline ne
oldu ki?
A güzelim, bütün güzellikler
senin, peki, sen kiminsin, kimin? A bizim bağımızın bahçemizin gülü, söyle, sen
nerdesin, nerde?
Süsen, yüz dili olduğu halde
senden bir iz göstermedi, bir eser duyurmadı bana; git dedi, benden duadan,
övüşten başka bir şey arama, isteme.
A Ay, senin elinden bahçenin
ağzı şekerlerle dopdolu; fakat gene de bu kadar yaprağı, bu kadar meyvesi
olduğu halde elinden haberi bile yok.
Selvi boy atmış amma senin
boyuna nerden yetişecek? Nerkisin de gözü var, var amma hiç
seni görmemiş ki.
Kuş, tutalım hutbe okumuş; dal, tutalım çiçekler saçmış; yeşillik,
tutalım tezce koşmuş, geçmiş, hiçbir vefası yok ki bunların zaten.
Çiçek buluttan su içer, gönülse sabırdan; bulut otun, çimenin eşi
dostu, sabır ışığın, aydınlığın.
Her yanda insanlar, şeytanlar, canavarlar saf düzmüşler; fakat bu
meyhaneye ayak basamazlar, ayak basamazlar.
Her yanda ara dur beni, her ne dilersen söyleyedur bana; bir yol
bulamazsın ki sana doğru yolu göstermeyeyim.
Suyun yüzü güneşin ışığıyla ısınır; sonra da gene güneş o suyu
çeker, yücelere ağdırır.
Azar azar onu alır, kendine çeker; ne çektiğini bilmezsin bile; o
gönüller alıcı yalım, hırsızdan tertemiz bir halde hırsızlar, çalar durur.
Bu şaşılacak mı şaşılacak sözden yumdum dudağımı; fakat gökyüzü
bütün gece seni çağırıp durur.
II
A dert zamanında canımızın rahatı, huzuru; a yokluk-yoksulluk
zamanında bize Karun haznesi olan.
Vehme gelmeyen, aklın, anlayışın görmesine imkân bulunmayan şeye
erdi, ulaştı canım, hem de senin yüzünden oldu bu; onun için kıblesin bana sen.
Lûtfunla, kereminle nazlanır da varlık âlemine bakar dururum; a
padişahım, geçici devlet nerden aldatacak beni?
Senden bir müjde veren kişinin sesindeki nağme, bizi çağırmasan
bile, bütün nağmelerden daha iyidir bizce.
Kıldığım namazların rik’atlerinde Fâtiha’yı okumak nasıl gerekse
bana, padişahım, senin hayalini gözümün önüne almak da öyle gerektir.
Kâfirlerin bile günahlarına bakmazsın, acırsın, şefaat edersin
onlara; ululuğun, başbuğluğun banadır, bana karşı taş yüreklisin fakat.
Öyle an olur ki zevâlsiz
keremiyle bana mallar mülkler verir, bütün gizli hazineyi gözümün önüne kor.
Canla, gönülle secde ederim,
yüzümü topraklara korum da bütün bunlarla beraber bir de filânın aşkısın benim
için sen.
Ebedî ömür, bence buluşma
ânıdır ancak; çünkü o âna bence hiçbir zaman sığmıyor.
Ömür, kap kacaktır, bardaktır,
çanaktır; sen o lmad ıktan sonra kabın, çanağın kahrını ne diye çekeyim?
Bundan önce yirmi bin dileğim,
isteğim vardı; onun hevesine düştüm düşeli hiçbir dileğim, isteğim kalmadı.
* Senin lûtfun yardım etti de
padişahın, bana, beni hiç mi hiç göremezsin demesinden emin oldum.
Canım, gönlüm, onun anlam
incileriyle doldu; tutar da bana ikinci, üçüncü y oktur derse odur diyen ancak.
Vuslatı, cana işledi, fakat
beden anlamadı bile bu zevki; zaten bedensiz göründü bana o.
Gamından kocaldım amma
Tebriz’in adını andın mı yeni baştan genceldim gitti.
III
Yolumu vurmak için yola çekmede
beni; yol kesenlerin ellerine vermek istiyor gene beni.
Her an iki yüz kervanın yolunu
vurana karşı kim oluyorum ki; ne diye yola çekiyor beni?
Bir soluk, lütfetmez de başımı
kaşımazsa başımı da kaybederim, canımı da; hattâ dünyadan da gönlümü çekerim,
düny ay a da soğur giderim.
Ne de hoş yol kesmede, onun
için oynayıp durmadayım; aşk her an yeni bir oyun çıkarmada başıma.
Gâh acır da git der bana, bir
bucakta otur; fakat oturdum mu da tutar, o bucaktan çeker beni.
Bugün, sabahtan beri doğan gibi
uçuruyor beni, bakalım ne avlatacak bana, kime yollayacak beni?
Himmetim gök gürültüsü sanki,
sözlerimse suya benziyor; beni bir sıktı mı bulutumdan katreler damlamaya başlar.
Bulutum sab ahtan beri o
denizden su almada; bakalım, gök gürültüsüy le yel, kime yağdıracak beni?
Fakat yağdırınca da kaybetmez,
yok etmez beni; yüzlerce bitkinin eline verir beni.
IV
A kapımızı çalan, evin ışığısın
sen; buyur; gönül evi senindir, ev sahibi sensin.
Ev, seninle ışımada, seninle
aydınlanmada; gönül de senin yurdun, can da; sen nerdesin? Gel, gir içeriye.
A evlerde yetişmiş güzel, a
adamı deli divane eden dilber, a baştan başa güzellik; kiminsin
sen? Gel, gir içeriye.
V
Gene menekşe iki büklüm oldu da gülün yanına geldi; gene lâ’l
elbiseler giyen gül, kaftanını yırttı.
Gene yeşiller giyinen güzellerimiz, neşeli bir halde âlemin o
yanından sarhoş, güzel, salına salına çıkageldiler.
Bayrakçı selvi, gitti de neft yağı döktü, güz mevsimini yaktı,
yandırdı; alımlı lâle dağ başından baş gö sterdi.
Sünbül yasemine esenlik sana dedi; yasemin de sana da esenlik a
yiğit dedi, çayırlığa çimenliğe gelsene.
* Her yanda çınar gibi el çırpan, seher yeli gibi oynayıp duran
bir Ma’ruf var, her yanda bir sûfî belirmiş.
Gonca kapanıp gizlenen kadınlar gibi yüzünü gizlemiş; fakat yel,
hadi be güzelim, aç yüzünü
diye çarşafını çekiyor.
Sevgili şu mahallemizde, su, şu arkımızda, şu deremizde; nilüfer
gibi bezenmişsin, fakat neden sarısın böyle?
Ekşi suratlı kış geçti gitti, o zevki, neşeyi kesen kesildi,
öldürüldü; a çevik ay aklı yasemin, senin ömrün uzun olsun.
Nerkis maceralara daldı da yeşilliğe gözceğizini kırptı; yeşillik,
meramını anladı, buyruk senin dedi.
Karanfil söğüt ağacına, ümidim sende dedi; söğüt de zaten dedi,
bekâr eviyim ben, halvet çağıdır sana, buyur.
(s. 249) Elma, a turunç dedi, neden sıkıldın? Turunç, kem gözden
korkuyorum da dedi, gösteremiyorum kendimi.
Üveyik kuşu kû kû, nerde, o sevgili nerde diye geldi; tatlı dilli,
güzel nağmeli bülbül, onu güle gösterdi.
Dünyadaki bahardan başka bir gizli bahar
daha var ki ay yüzlü, hoş ağızlı; sâkî, sun şarabı.
A gece karanlıklarında doğan
güneş; a ışıkları kabakuşluk güneşini bile alt eden güneş.[37]
Birkaç söz daha kaldı, fakat
vakit gecikti, hem de adamakıllı gecikti; gece ne kaldıysa yarın y erine
getiririm, söy lerim o sözleri.
VI
Dereler boş olmasaydı, coşup
aksaydı, o zengin adam, susuz bir halde şu mahallelerde ne diye koşar dururdu?
İçinde şarap olmayan küp yelle
doludur; fakat yelle dolu küp hiç yüzleri kızartır mı?
Dikenler bomboştur, onlarda gül
kokusu y oktur; kör bile dikenden gülün güzelliğini, gülün kokusunu istemez.
Ateşli bir arayışla yan yakıl
da ateş gibi yüzünü gör; çabuk, şu yanlarda dumanının peşine düş, ardından koş.
Misk kokulu perdeler ardından
yüzünü seyret; ah, ne yüz o yüz; yüz yıkanan sulardan uzak, Tanrı yumuş,
arıtmış o yüzü.
Yüzünde örtü yok saçlarından
başka; gâh çevgen oluyor o saçlar, gâh top top oluyor.
Onun yüzünün parıltısı, o
saçlara vurur da yüzü görünür saçlarında; âşıkları y anıltır gider.
Hey gidi hey, o saçlar tel tel
nice canları bağlamıştır; canlar âdeta şırlağan yağına üşüşmüş sinekler gibi o
saçlara üşüşmüş, tutulmuştur.
Şarap, aklı kapıp götürdükten
sonra rengi olmasa da olur; güzelliğin Yusuf güzelliği o lduktan sonra y aramı
iy ileştirmey e ilaç, sınığımı onarmaya mumya arar mıyım hiç?
O serke ş cey lanı, ancak
arslan avlanır; kaşlarını çattı, eğdi mi can, dümdüz olur, kalıp kesilir.
Tebrizlilerin övüncü, hiç
kimseye zararı olmayan Tanrı Şems’i, bu kat kat aşkındır senin, aç bu katları.
VII
İşin sonu ne olacak, gaybden ne görünecek diye sırlara dalmış
sûfî, başını koynuna sokmuş, murakabeye dalmıştır.
Tanrı küpündeki şarabın gönül sırrı, hiçbir ilgiyle
ilgilenmemiştir amma gene de uyanık âşıkı ister durur.
Su, toprak kesildi mi, yel ateşe daldı mı, aşk bu dördünün de
çadırını yıkar gider.
Aşk, o sarhoşların ardında, çadırlarını taşır; izinin tozu bile
belirmeyen bir gökyüzünde ateşi nur haline getirir.
Bu kapının halkasını vurma, Kalenderlikten pek söz açma; kuş
değilsin, kanat çırpma, katran deme kara.
Dinle benim sözümü, iç can şarabını, aklı başında hatırın aklını
al başından, kendinden geçir onu.
Varlığını yok etmeden varlığın bir meyhane kesildi mi hiç? Hadi,
tez o kapıyı, o duvarı kıble
edin kendine.
* Sarhoş ol; hem de körkütük
sarhoş ol Elest kadehinin şarabıyla; doldur meyhaneyi şaraba tapanlarla.
Şu lûtfa bak, din padişahı
Tanrı Şems’inin vergisi bu; o gül yanaklı yüz, Tebriz’i Çin haline getirmiş.
— B —
VIII
Güzel bir sevgiliye maskara olmayan kişi, ne çirkin kişidir; ele
bak, ayağı seyret, el çırp, vur ayağını yere, oyna.
Ağaç, ekin; hepsi de yelin maskarasıdır; yelden baş çeken,
dikendir, kuru çöptür.
Varlığının parçalarından, yüzünü yere komayan, baş çeken varsa, ez
ayağınla başını onun; hadi, ez, ufat başını, ayağını onun.
Mademki her ahmağın soluğundan, sözünden kurtulamayacaksın; bir
kişinin toprağı kesil ki, gönüller ondan başka kimsecikten bir çare bulamaz:
IX
Bundan başka işim gücüm yok; iş yurdum da o, işim de.
Lâflar ediyorum, lâflar, dâvalara kalkışıyorum; çünkü alıcım o benim.
Söyleyen bir dudu kesildim; çünkü şeker yurdum o; güzel kokulu bir
bülbül oldum; çünkü gülüm de o, gül bahçem de o.
Meleklerle kanat çırpmadayım; çünkü kolum kanadım o; başımı göğe
vurmadayım; çünkü başım da o, sarığım da o.
Canım da sakin, gönlüm de; çünkü canım da o, gönlüm de; kervanım
emin, çünkü kervanbaşım o.
Üzümüm onun küpünde bu rengi aldı, gül bahçesine döndü; benim
güneş gibi y alımlar saçan, parıl parıl p arlay an kılıcım o.
Beden evim, neden halkın secde ettiği yer haline geldi? Çünkü gece
gündüz kapımda da o var, duvarımda da o.
Onun elinden başkasına el
vermez gönlüm; çünkü şu hasta gönlümün gamına hekim o ancak.
* Kimin yüzünde, onun kulu
kölesi olduğuna dair bir dağ yoksa, babam bile olsa düşmanımdır o, yabancıdır
bana.
A iflâs eden, a yüreğine taş
basan, benden iste malı mülkü; çünkü mahzenim de o benim, amb arım da o.
Padişah beni çağırmış, tapısına
nasıl gitmeyeyim? Nasıl inkâr edeyim onu ki bütün ikrarım o benim.
Dedi ki: Niceye bir, niceye bir
bu lâfın, bu sözün? Sus artık. Fakat azizim, ben ne yapabilirim? Bu çok
sözlerim de o, ondan ibaret.
X
Böylesine giden o güzel, acaba
kimin? Pek hızlı gidiyor; acaba kimin salınan selvisi o?
Büklüm büklüm saçları kimin ay
ağını
bağlamış acaba; puta benzeyen saçları
kimin imanına âfet kesilmiş acaba?
Gönlümüzde bir resim var, kimin
resmi acaba? Bütün bu güzel kokular kimin bahçesinden geliyor acaba?
O padişahı, o her şeyi bilen
padişahı gördüm de kimin padişahı bu dedim, kimin padişahlar padişahı bu?
Sözümü duyunca yakınlarına bu
duman dedi, nerden geliyor, kimin darmadağın halinden geliyor bunca duman?
Akıl bir yandan bir yana
gitmede, can mahalleden mahalleye koşmada; gönül boyuna aray ıp durmada, kimin
çobanı acaba yarabbi?
Ne diye dünyaya gönül verirsin?
Dünyada konuk ol, kimin konuğu olduğunu bilene de kul köle kesil.
Gönlümde bir kavgadır, bir
gürültüdür var, yüzlerce padişah var orda, yüzlerce bey; bu gürültülerle dolu
gönül kimin meclisi, kimin sayvanı?
Gönül alanının sınırı yok,
dünya bile kaybolmuş gitmiş o alanda; a denize dönmüş gönül, göğüs kimin çölü,
kimin ovası acaba?
Gamın nerden geldiğini bilen
kişiye gam ne yapabilir? Kimin yüzünden sevindiğini bilen, boyuna sevinçlidir,
neşelidir.
A kerem, ihsan lâfına dalan,
ihsan sahibiyim diye söz eden kişi; ölümün der ki sana: Bütün bunlar, kimin
lûtfu, kimin ihsanı acaba?
Bu dostların hepsi de senden el
çekti mi o vakit anlarsın; bütün bu tılsım kiminmiş.
Söz akçesini bırak da padişahın
damgasını ara; a ayarı halis altın, paran pulun kimin haznesinden acaba?
XI
Her solukta aşkın sesi geliyor
sağdan soldan: Göğe ağıyoruz biz, kim ister seyretmeyi?
Göktey dik biz, meleklere do
sttuk; gene de tezce gidiyoruz oraya, orası zaten bizim
şehrimiz.
Zaten de gökten yüceyiz, melekten üstünüz biz; konak yerimiz
ululuk bizim, ne diye şu ikisini de geçmeyecekmişiz?
Tertemiz inci nerde, toprak yeryüzü nerde? Nereye kondunuz?
Yükleyin yükünüzü, bağlayın denginizi; nasıl bir yer burası?
Taze baht dostumuz, can vermek işimiz gücümüz; kervanbaşımız da
dünyanın övündüğü Mustafâ bizim.
* Ay bile ay yüzünü gördü de dayanamadı, yarıldı; ona aşağılık bir
kul, bir köle kesildi de bu bahtı öyle buldu Ay.
Şu yelin güzelim kokusu onun saçlarının büklümünden geliyor; bu
hayalin parıltısı kabakuşluk güne şine benzeyen yüzünden vuruyor.
Gönlümüze bak da her an Ay’ın ikiye y arılmasını seyret; gözünü o
b akıştan ayırıyor da ne diye öte yana bakıyorsun?
Halk sukuşları gibi can
denizinden doğmuş; o denizden doğup kopan kuş burda nasıl konak tutar?
Hattâ can denizine gark
olmuşuz, her solukta o denizdeyiz biz; öyle olmasa gönül denizinden ne diye
birbiri ardınca dalgalar gelir durur?
* Elest dalgası geldi, beden
gemisi düzüldü, koşuldu; derken gemi kırıldı mı, buluşma görüşme çağı artık.
Buluşma, görüşme çağı;
haşrolma, ölümsüzlüğe erme çağı; lûtuf, ihsan çağı, arı mı arı, duru mu duru
deniz kesilme çağı.
Bağış kutusu belirdi, ortaya
çıktı, deniz ağardı, göründü; kutluluk sabahı açıldı, amma ne de Tanrı ışığı
bir sabah.
(s. 250) Kimin şekli, kimin
resmi; kimin padişahı, kimin beyi bu; şu ihtiyar, tecrübeli akıl kimin? Bütün
bunlar birinin yüzünü örten örtüler.
Örtüleri açmanın çaresi bu
çeşit coşuşlar, köpürüşlerdir; bütün bu güzelim tatlı suların
kaynağı hep sizin başınızda,
sizin gözünüzde.
Fakat başınızda iki baş var mı hiç? Şu toprak baş yeryüzünden, o
tertemiz baş da gökten.
Asıl olan baş gizli de ona uyan baş ortada; bil ki şu dünyanın
ötesinde sonu gelmez bir âlem var.
Başın öbür baştan meydana gelmiş; bunu bilesin diye nice tertemiz
başlar, yeryüzünün ay ağına dökülüp saçılmış.
A saka, tulumu bağla, küpümüzün tahammülü yok; bu anlaşılması güç
yerde anlayış testileri dar mı dar.
Tanrı Şems’i Tebriz’den doğdu, parladı da ona dedim ki: Işığın hem
her şeye bitişik, hem her şeyden ayrı.
XII
Ken’an Yusuf’uyum, ay gibi yüzüm tanık buna; hoş, kimsecikler güne
şten senet, tanık istemedi ya.
A yüce boylu selvim, sana bir
delil göstereyim; fakat selvinin dümdüz boyundan daha doğru bir delil de yok.
Ay’ın tanığı, çabukluğudur,
güzelliğidir, ışığıdır; yıldızların parıltıları, gökyüzünün senedidir, tanığıdır.
A güller, çiçekler, a bağlar
bahçeler, sizin tanığınız kim? Burunlara gelen kokular, gözleri bezeyen
renkler.
Akıl kadıysa nerde fermanı,
buyruğu? îşin sonucunu görmek, dayanmak, ağırbaşlılık, vefakârlık fermanı,
buyruğu onun.
Aşk mahremse mahrem olduğu
neden belli? Sevgilinin yüzünden başka hiçbir şeycikler görünmez gözüne, işte
bundan belli.
Aşağılık dünya, bir orospudur;
neden mi belli? Bir eşi yanında, nerdeyse geçti gider, öbürü arkada, sıra
bekliyor.
Bunu yola saldı mı öbürünü
basar bağrına; ne öpüşü vefadandır onun, ne verdiği elbise lûtfundandır,
ihsanındandır onun.
Bir başka dünya var; onun delili de yenilerin gelmesi, şu eskiyip
yıprananların da geçip gitmesi.
Yeni bir gün, yeni bir gece, yeniden yeniye bağ bahçe, yeniden
yeniye ağ, tuzak; her solukta yepyeni bir düşünce, yepyeni bir hoşluk, yepyeni
bir zenginlik.
Gözün gördüğü âlemin ötesinde sınırsız, sonsuz bir âlem olmasa
yeni nerden geliyor, eski nereye gidiyor?
Dünya ırmağın suyu gibidir, hep o su gibi görünür, fakat yeniden
yeniye akar gider, gelir akar; bu nerdendir, nerden?
Sus, başka söz söyleme; söz kime gerekse sözün aslını söyle; git,
ara de, sözün aslı padişahımızdır bizim.
Bir padişahtır o ki canlar bağışlar, Tebrizlilerin övüncüdür, aşk
sırlarında da Mustafâ ile solukdaştır o.
XIII
Padişah yüzünü açmış, fakat
padişahı görecek göz nerde? Padişahın şarabı güllerle, nesrinlerle dopdolu, o
şarabı içecek nerde?
Padişah şu anda neşe ayağını
bastı meclise; fakat kimdir dizine dayanacak, dizini y astık edinecek kişi?
Güneşin yüzüne karşı birbiri
ardınca, biteviye dönen kim? Beden bulutunun örtüsünden doğacak ay kimde var?
Kadehleri sayıp duruyordu,
derken kadehler aştı sayıyı; sayıya sığmadıy sa sığmaz ya, fakat ilk kadeh
kimindi?
Padişahın yüzünün güzelliğinden
her solukta bir güzel, mekânsızlık âleminden baş çıkarır da der ki: Kimde var
nikâh parası?
Aşk denizinin kıyısında bunca
sukuşları var; fakat avcı göğüs nerde, kimde var şahin gözü?
İşte buracıkta, aşk Burâkları,
onun çayırlığında, onun çimenliğinde y ay ılıp durmada; fakat onlara ulaşmaya
imkân yok, onlara vurulmay a lây ık eyer kimde?
Gümüş bedenli aşk güzeli gönül
çadırına girdi; fakat o gümüş bedenliye değer bir altın yüz kimde var?
Can padişahlar padişahı
Şemseddin, Tebrizlilerin övüncüdür; iki dünyada da kimin padişahı var onun gibi
güzel töreli, güzel yollu y ordamlı?
XIV
îmandan, küfürden haberdar
olmak, kâfirliktir; onu anlayan, bilen, bütün dünyadan sıyrılmış gitmiştir.
Şundan bundan haberi olanlar,
ah, ne de nasip sizdirler; halbuki güneş gibi bir yüzü vardır onun, amber gibi
saçları var.
* Ah o Mûsa’nın elinden ki onu
bir soluk gören, Sâmirî gibi halktan kaçar gider.
Kumlar sayısınca Tur Dağı var,
hevesine düşmüş onun; yıldızlar sayısınca ay ona müşteri.
Gözleri, bu iyiden iyiye
anlaşılıyor ki
büyücünün ta kendisi; gözleri bağlamış
da halk görmüyor onu.
O bir kimyadır, işinin gücünün
hararetiyle aşk kuyumcusu, yüzümde kuyumculuk edip duruyor.
A oğul, Halil gibi bas ayağını
ateşe; çünkü ateş onun lûtfuyla güllük gülistanlık, nilüferlik kesilir.
Bir gül bahçesine benzeyen
yüzü, canın yayım yeri; can, ah, o lâlelikte nasıl da beslenmede.
Canın övündüğü Şemseddin’i,
deniz bile gözüne görünmeyen o inciyi Tebriz’de buldu akıl.
XV
A meclistekiler, gene meclise
dost geldi, dost; göze yanlış görünmede, sanki o değil gibimize gelmede; fakat
odur, o.
Gâh hoşun hoşu oluyor, gâh
baştan başa ateş kesiliyor; böyle şaşılacak düzenler kurmak
huyudur sevgilimizin, huyu.
Vefakârdır, vefa eder o; nasıl olur da ardını bize döner o? Zaten
ardı yoktur ki; mum gibi her yanı yüzdür onun, yüz.
Yılan gibi kabuğundan çık da sevgiliden baş göster; özün yok mu
yoksa; niceye bir şu deride kalacaksın, şu deride?
Kim tam bir gayretle hevesimize düşerse biz kesilir gider; kim sel
gibi akar, dere ararsa dere kesilir gider.
Onun aşkının hevesiyle bağ bahçe bülbüllerle dolup taşmıştır; gül
yanağının yüzünden iç, dış, kokularla dolmuştur, kokularla.
Tebrizlilerin övüncü Tanrı Şems’i bilir ki aşkının derdiyle şu
bedenim kıla dönmüştür, kıla.
XVI
A gam, bedenimin tüyleri gibi beni kaplasan gene de bana yük
olamazsın sen; bu durak
şekerlerle dopdolu, senin bir işin yok burda.
Gam, gussa, o gönülde olur ki boş şeylere heves etmiştir; gam o
düzenbaz güzelin bulunmadığı yere gider hep.
A gam, tamamıyla altın kesilsen, baştan başa şekere dönsen ağzımı
yumarım da, ben şeker yemem demek isterim sana.
Gönülde bir denk varsa onun şeker dengidir; gönülde bir yolculuk
kuruntusu varsa, ancak sevgiliye gitme, ona ulaşma kuruntusudur.
A gamdan kurtulmayan, defet derdini, gamını onun; sevgiliyi
görecek gözün yoksa kokusunu duy bâri de neşelen gitsin.
Dolunmayan Ay onun yüzü; beyit de saçları onun, gazel de; koku,
ancak onu göremeyenlerin payı.
XVII
Kalıbımız, tembel, yorgun argın, meşgul bir halde uykudan kalktı;
şu yorgun argın, şu
tembel bedeni oynatıp zıplatan nerde?
Bedeni oynatan, gönül perdesini de yırtar gider; fakat bütün
bunlar, kokusunun yaptığı işler; onu görmekse bambaşka, apayrı bir şey.
Halkın oynayıp hareket etmesi aşktan, aşkın oyununa, hareketineyse
ön yok; hava göğün dönüşünden oynar, ağaçlarsa havanın dönüşünden, esişinden.
Gönül aşkla kızışınca korkusu da geçti gitti, utancı da; soluğu
ateşlidir aşkın, aşk bir ejderhâdır.
Can sâkîsi dün gece kadehimize tortu döktüyse ne var? Sâkîmizin
tortulu şarabı arı duru mudur arı duru.
Aşk şarabı a oğul, ne helâldir, ne haram; hele sen kadehi doldur
da getir; bakalım nöbet kimin?
A tamamıyla tertemiz gönül, binlerce esenlik sana; bütün güzeller
kul köle sana, bütün güzellikler senin.
Secde ederim sevgilinin önünde
de gönül der ki: Aklını başına al; secdedeyken can vermek, bütün secdelerin
canıdır.
XVIII
A gam, kıl olsan da bedenimi
kaplasan gene bir yük değildir bana; şekere dönsen bile inkâr etme, sirkesin
sen.
Kan içicisin, yol kesicisin,
ayyarsın; fakat bizim kıblemiz, ancak o düzenbaz güzel.
Şekerler madeni o, başların
sarhoşluğu o; şeker yemeyen kuştan başkasının yolu yok ona.
Kimin gönlü varsa kuludur
kölesidir sevgilinin; kimin gönlü yoksa sevgiliyi dileyemez, istey emez o.
Kel neyleyecek tarağı, saçı
yoktur ki; arışı neylesin argacı olmayan kişi?
Eşeğe binen kişinin meydanda ne
işi var? Parası pulu olmayanı ne yapsın sarraf?
(s. 251) Kelîm’le Halil’in canı
ateşe doğru
koşmada; uzaktan ateş görünür
amma güllük gülistanlıktan başka bir şey değil.
A gam, git burdan, yoksa başın
gider elden; kapkara renkli gece, Ay gibi sevgiliye d ay anamaz.
A dikenlerle dopdolu gam, git,
yıkıl gamlının gönlüne; senin nekesçe mezelerin sarhoşun lokması değil.
Senin gayın’ının gözü dar,
mim’inin gözü ondan da dar; senin daracık, azıcık malına mülküne alıcı değil
aşk.
A neşeyi dağıtan gam, bu ağız şekerle
dopdolu; öylesine dolu ki söz söylemeye bile imkân yok.
XIX
Böylesine bir ay yüzlüye karşı
şaşkına dönmek gerek; pervanenin zevki, neşesi için mum lâzım, leğen lâzım.
Derdinin çenginden kulağım
feryatlarla dolu;
her soluğum onun çengiyle ten
teni ten dese yeri.
İki kovaya benzeyen gözlerimde
su az değil amma gene de gözyaşını akıtmak için kuyuya benzer çene çukuru
gerek.
Ay’a benzer güzele ne yapmalı
da ulaşmalı? O tapıya âşık olana güzel huy gerek.
A eşsiz güzel, saçlarını ver
elime; bu kuyuya düşene ip uzatmak gerek.
Aşk güzel bir şehir, fakat
bütün bu yabancılar da ne? Böyle bir şehri korumak için hisar gerek, burç
gerek.
Hırsızlamaca bakışa kapı
kapattı gam şahnesi; gözün aydınlanması için Huten güzeli gerek.
İsa’ya âşık değilsin, fakat
arpasız, eşeksiz nasıl yaşarsın? Ölmüş bedene bile mezar lâzım, kefen gerek.
* Can Meryem’ini doğum ağrısı
bahçeye, hurma ağacının dibine götürdü; dertten kesilene de azık lâzım, yurt
gerek.
Yükler çeken gönlün azığı, güzel bir buluşmadır; yoksul deveye su
içmek, sulak bir otlağa çökmek gerek.
Lûtfet ey şeker madeni de ağzımın yolunu kapa; esrik devenin
ağzını kapatmak gerek.
XX
Şekerine, şekerler çiğneyen canımız âşık; ikiye ay rılmış
saçlarının gölgesi iki düny ada da konağımız bizim.
Yücelip giden aşk, onun yüce boyundan yüceldi gitti; aşka batıp
gidense bizim boyumuz bosumuz.
Nerde bir kızıl gül varsa kanımızla boyanmıştır bizim; nerde bir
sarı gül bitmişse saframızdan bitmiştir bizim.
Hocam, sen ne düşünürsen ona eş değildir; zıddı olmayanımız, eşi
bulunmayanımızdır onun âşıkı, onun yoksulu.
Gece, onun ayrılığıyla karalar giyinmiştir;
gecenin kat kat kara dumanı sevda ateşimizden tüter bizim.
İnanmıyorsan bana, sor bu sözü
geceye; sor da yarınımızın fitnesini anlatsın sana.
Gece kim oluyor? Gündüz de onun
rezili, gündüzün de onun yüzünden adı kötüye çıkmış; Ay’ın eriyip gitmesi bile
gönüllere gönül katan ay yüzlümüz yüzünden.
Ah, iki dünyadan da ne
gizlendin, ne gizlendin sen? Hele bir de şu işe bak, böylesine bir gizli,
apaçık sevgilimiz, meydanda görüp durduğumuz dilberimiz bizim.
O yanda, varlık taş tahtasının
bulunduğu yerde âşıkların mektebi vardı; o tahtada ne belirdiyse hepsi de bizim
adlarımız, sanlarımız.
Yolun önü de ayak izlerimizle
başlıyor, sonu da ayak izlerimizle bitiyor; Nefs-i Küll’ün söz söyleme kabiliyeti
bizim zurnamızın sesi.
Çeng gibi iki büklüm değilsen
neye ne diye düşüyorsun? O yana gitmey e, bizimle ay aktaş olan heves eder
ancak.
* Gerçi biz de beden bakımından
eğriyiz, boyumuz iki büklüm olmuş; fakat şu bükülmüş boyumuz, aşk Mansûr’unun
fermanı başındaki tuğra.
Canın övündüğü Şemseddin,
pılısını pırtısını Tebriz’e götürdü; tez gene getirelim onu, çünkü bütün
kumaşımız o, malımız mülkümüz o bizim.
— D —
XXI
Birleşme yüzünden canımla canın bir oldu gitti; şu iki can yok mu,
hani ikisi de bir, o birden başka bir şeycikler kalmasın gitsin.
Sayı neden tek oldu? Kötü huy sebebinden; bir yelin ateşinden
doğdu; başımızda yeller estirdi.
Önceden birdi amma dalgalar ayrıldı; bu ay rılık yel yüzünden
oldu.
İkilik kadehini kır, yele şarap sunma; bir şehirde iki padişah
oldu mu şehir bozgunluğa düşer gider.
Gündüz, geceden üstün oldu, çünkü bir mumu var; halbuki gece,
âcizliğinden her yana bir mum yakar amma gene karanlıktır.
Gerçi kulların Rabbinden her solukta bir rahmet gelir; fakat ne
vakit o an gelecek ki Rab kalsın da kullar yok olsun gitsin.
XXII
A yüzü yılan yüzüne benzeyen, a huyu kurumuş, kakırdamış iskeletin
zehrine çalan, ne mutlu o kişiye ki sizin yüzünüzü hiç görmedi.
Konuk oldum size, can çayırlığınıza geldim, can çimenliğinize;
ayağım batan dikenlerle doldu, elim bir gül bile devşirmedi.
Dolayın, çevren, oklukirpi gibi sert, sivri dikenlerle dopdolu;
senin dikenin öldürdü bizi, senin y ılanın soktu bizi.
Seninle uzlaşmıştım, ikiyüzlü oldum şimdi; bir kaba, bir sûrete
âşık olmuştum, halbuki içinde pis, acı zeytinyağı varmış.
XXIII
Felek seni ne kadar yüceltirse yüceltsin, aldanma, ululanma; çünkü
ne kadar yerden yere çarpacaksa o kadar yüceltir seni.
Erlik suyunun katresi, bir canlıdan çıkıp da koyun olmadıkça
kurban olmaya değmez.
Kum yığınının zerreleri, bir yere toplanıp da
koskoca bir dağ olmadıkça boş yere hiç kimsecikler tepesine külüng
vurmaz.
Boyun olmadıkça hiç kimsenin boynuna lâle vurulmaz; yürür ayak
olmadıkça kimsenin ayağı bağlanmaz.
* “Şu halde rahmetim aşkındır” sözü, “gazabımdan” sözünden
belirmiştir; zehri boyuna şeker yemeye alışkın kişiye verirler.
Yerden çıkan bitki uzayıp bir ağaç olmadıkça ondan ne bir ateş
yalımlanır, ne alevleri yücelir, göğe ağar.
Üzüm çotuğu gibi meyvelerin olsun da zorbalık, yücelik arama; bil
ki hurma devşirmek için ağacının dikenini kimsecikler yolmaz.
Küçücük meyve için kocaman ağaçlar bitmiştir; ağaçların görünüşü
koskocamandır; meyvenin görünüşüy se küçücük.
Gönül, dünyanın direği olan erenlere benzer; beden, şeksiz
şüphesiz gönülle durur ancak.
Görünüp duran bedenin gücü kuvveti,
görünmeyen gönülledir; niceye bir gaybi inkâr edeceksin? Artık
gaybe bak, gaybi gör.
XXIV
îpe benzeyen saçların yüzünden
dünya halkı cana geldi; o iple oynamaya geldi şuhlar, canbazlar.
Her şuhun, her canbazın
gönlünde aşk bir yıldız sanki; Ay’ın çevresinde oynaya oynaya, nur saça saça
geldiler.
Bu semâ’a heves ettiler de aşk
bağının ardından, selvi b oy lular, çınar gibi ellerini çırpa çırpa
çıkageldiler.
Bak da gör, neyi eğirmiş,
bükmüşüz, kimin elini y alamışız ki böyle lokmalar geldi ağzımıza.
Konuk olan şuhlar, ellerine o
duvağın bir ucunu almışlar da o gelinin duvağı yüzünden dünyaya padişah
kesilmişler.]38]
Hem de öy le sine bir padişah
ki devletinin sayesinde her yanda bir güzel var; göğüslerini
açmışlar da bize aman vermeye
gelmişler.
Bakış oklarıyla pek katı yaylı gelmişler amma her solukta da
kaşlarıyla işaret ediyorlar, işveleniyorlar bize.
Yankesici ol, geceleri yol al, her mahalleye geceleri dal; çünkü
ezel yorganının altında bir iyice gizlenerek geldi onlar.
Tebriz tarafında Tanrı Şems’imi gördüler benim de dükkânlarını
bıraktılar; çünkü madeni elde ettiler.
XXV
“Tercî-i Bend”
A yüce, usûl boyuna yüce selvinin bile hasret çektiği güzel,
güleceğin yoksa bile hatırım için gül.
Âlem senin yüzünden coşmuş, köpürmüş; lûtfet de o tatlı mı tatlı
gülüşünü ucuza sat, doğru söyle, kaça satarsın yâni?
Sen güldün mü güneş de güler,
âlem de renklere boyanır; yüzlerce ay, yüzlerce güneş, senden gülmeyi öğrenir
gider.
A ay parçası güzel, lâleliklere
de güzelliğin vurmuş senin, gül bahçelerine de; şekerkamışına bak da gör, senin
şekerinden boğum boğum, şekerlerle dolmuş.
A güneş, yüzün neşe kılıcını
çekmiş de acılığın boynunu vurmuş, gamı, gussayı kökünden sökmüş, atmış.
Ay devri geçti, parlak Zühre
devri geldi; dünya gül bahçesine döndü, diken zarar vermez artık.
Padişah, âşıklar için sonsuz
bir meclis kurdu; her kula atın tırnaklarına altın nallar mıhlatıyor.
Bunların da hepsi geçti; daha
ileri gel azizim; senin tatlı dudaklarına karşı şeker bile kulağına halka
takmış, kul köle kesilmiş.
(s. 252) Daha da ileri gel,
daha ileri gel de canımı feda edeyim, başımı vereyim; şu toz toprak içine
batmış, gama, kedere bulanmış yeryüzü de güller gibi açılıp saçılsın.
Biz de hoşuz, arkadaşlar da;
Tanrı sağrağını içip duruyoruz; kem göz değmesin diye ateşe bir avuç çöreotu
atmışız.
* Buluşma kokusu geldi, Rıdvan
bahçesi yeşerdi; barış, namussuz şeytanın inadına, kör et şeytanı, barış daha
hayırlıdır.
Tercî beyti için gençleş,
çevikleş; baştan geçeni duymak için yepyeni bir kulak ödüne al.
*
Padişah, sabahtan sarhoş
kalktı; kendi kendine davul dövmede; acaba neler var gönlünde?
Kahraman ne yapacak diye
gökyüzü bekliyor; de ki: Ne yaparsan yap; onun yaptığı her şey canımıza minnet.
Senden her solukta bir bahçe
geliyor bize; cömertlik böyle olunca bütün cömertliğiyle beraber Hâtem-i Tayy
silindi gitti.
A yüce selvi boylu, a her
dertlinin kıblesi, a y aprağı, meyvesi insanı şaşkına döndüren, a yaş dalı
vefakâr olan,
Birisi adamakıllı senden razı,
hoş, meyveler yiyip durmada; öbürüyse başı dönmüş, şaşkın, nerde yahu diye
aranıp durmada.
Gözünü ovuyor, uykusunun
dağılmasını, lûtfunuzla düşüncenizin yanı başında olan o ağacın belirmesini
istiyor.
Düşünceler o ağaçtan akıp gelen
kaynaklardır; dereyi balçıktan temizle; balçık oldukça arı duru o lamaz su.
Su, kaynağını inkâr ederse
başına kara topraklar, ne de devedikeni çiğner, ne de hezeyanlar savurur hele.
A hezeyanlarla avunan tamahkâr,
a pırasadan daha kokmuş herif, belâya uğramadıkça bir kerecik bile Allah
demezsin ha.
Eşek, dayaktan kurtuldu mu eğri
büğrü gitmeye, düz yolu bırakıp da çayıra çimene, tarlay a girmeye başlar.
Çayır çimen, ekin, başak olan
yerde emniyet olur mu hiç? Yeşilliğe aldanma, kurt ardında.
Kulağını tercîe aç, yola dön;
çünkü kurtla buluşmak, açlıktan da acıdır.
*
A rahmet kapısından her solukta
bir nimet gelen; sen tüm rahmetsin, o rahmetten bize de bir rahmet gönder.
A meyhanesinde her zerreye
lûtuf, ihsan kadehiyle bir başka çeşit şarap sunan, bir başka çeşit zevk, neşe
veren.
Her solukta ölüye bir yeni can
bağışlar; her solukta aman vermeden bir yeni kadeh sunar.
Yepyeni bir küp coştu, köpürdü;
neyler de coştu, için, için demede; can bir şerbet içti mi başını da kaybeder,
ayağını da.
Sarhoş can, küpü, testiyi
kırarsa bağışla; sarhoş oldu, sarho şun kusuruna bakılmaz.
Güzel bir töre kurdu, çalgıya
çağanağa; kapıyı açtı; kem göz uzak olsun, vallahi güzel bir töre.
A bağı bahçeyi kıskandıran,
güzel kokun burnumuza geldi mi hiçbir düğüm, hiçbir illet
olmaksızın, can şaraplarla
dolar gider.
Kapalı, gizli bir şarapla rûh da sarhoş oldu, melekler de; gökler
gizli bir şekilde alçaldı gitti.
Her solukta şarapla dopdolu bir emzikli sürahi geliyor bana; her
an aşkın bir kavgadır, bir gürültüdür çıkarıyor benimle.
Din yolu reyhanlarla, çiçeklerle dopdolu; her adımda bir gül
bahçesi, her y anda bir cennet.
* Her sarhoşun yüzüne bir hoşça, “biz suvarırız” yazısını yaz da
onun bir lezzete gark olup gittiğini bilsinler.
Sağrağım onun sağrağı, her solukta şarap sunuyor bana; bense hey,
doldum, yeter artık diye nara atıp duruy orum.
XXVI
A hayale benzeyen dost; sen hem yakınsın bana, hem uzaksın benden,
bütün canlarımızı dilediğin gibi daldırır, çıkarırsın.
Âdem’in devri geçti, kuşların nöbeti şimdi;
kıyamet davulunu dövdüler; kalk, ferman geldi çattı.
İşlerin lâtif, sözlerin tatlı, olgunluğun güzelliği sende, daha da
fazlasın sen; daha fazlası yok mu, göstermez misin?
Ay devrinden sonra devlet kapı açtı; hırkayı çıkar, at, padişahtan
elbise geldi.
Sevinme, neşelenme zamanı geldi, yeis zamanı geçti; ululuğumuz
yok, aldanmayız biz, a dayancımız, azıtma yolumuzu.
Tahtta şeytan oturmadaydı, peri oturmadaydı; zulüm onun için
şiddetliy di; fakat artık şeytan kaçtı gitti; Süleyman’ın çadırı geldi,
kuruldu.
Çalgın, neşen yok mu a genç, doldur kadehe şarabı, sen esenlik
yurdunda, yüce, sağlam bir köşktesin.
Aşk, ne güzel bir hâkimdir; zalim değildir, sözünde durur, lâ
havle okumaya hacet yok, Müslüman olan şeytan geldi.
A doğuda yalım yalım parlayan nur, senin
eşin, benzerin yaratılmamıştır; tut elimi, sana kadar yücelt beni,
yücelerden yücesin sen.
Âşık elden çıktı, yok oldu, var
oldu; can bülbülü sarhoş oldu, gül bahçesine geldi:
Huriler örtülerini attılar,
bütün dünya Tur Dağı’na döndü; alt, üst hep ışıklar içinde kaldı, îmranoğlu
Mûsa geldi çattı.
Ne kadar güzel hayal varsa
hepsinin de özü aşktır, hepsinden de görünen aşk; Tanrı’nın kıskançlığından
şekil, sûret, cana perdeci olmuştur.
Bedenin yele binmiş toz
gibidir; toz ayrıldı gitti mi, toprak can gibi gelir bize.
Bil ki toz yellerle dağılır
gider, çınseher çağındaki hava gibi gizleniverir.39]
XXVII
Seher çağı soluklu biri, sabah
gibi karanlıklar perdesini yırttı; gece yarısında ansızın kıyamet sabahı geldi
çattı.
Vasıtaları kesti, biçti; kendi gördü kendini; hiçbir dilin
demediğini, söylemediğini başsız, kulaksız duydu, işitti.
Aşk meydana geldi mi deri yırtılır gider zevkten; fakat nerde o
zevk ki seni senden alsın, görünmez, bilinmez etsin.
Yokluk, öndülü kaptı, tabak üstüne tabak taşındı; yokluk kutlu bir
anahtardır, açar kapıyı elbet.
Şehvet şehidi murdardır, akıl şehidi temizdir; fakat yokluk, o
temizden de, o pisten de öte bir yerde çadır kurmuştur.
Bütün âşıkların gönülleri yokluğun çevresinde halka kurdular; y
okluk sanki şeyhlerin şeyhi, bütün gönüller de müridi onun.
Göz, Tebriz’de Tanrı Şems’imi görünce Tanrı, ona doldun mu dedi;
oysa daha yok mu dedi Tanrı’ya.
XXVIII
Oruç ayı geldi, padişahın
sancağı erişti; çek elini yemekten, can sofrası, can gıdası geldi.
Can tabiattan kurtuldu,
tabiatın eli bağlandı; iman ordusu geldi, azgınlık ordusunun kalbini y ardı.
* “And olsun soluya soluya koşanlara” ordusu yağmaya el attı;
“tırnaklarıyla bastıkça taştan kıvılcım çıkaranlara” ateşinden nefis feryada
geldi.
* înek olayı doğruydu; îmranoğlu Mûsa gösterdi o mucizeyi; kurban
olunca ölü dirildi onun yüzünden.
Oruç mademki kurbanımız; can
diriliği bizim; mademki konuk olarak can geldi; bedenimizi tamamıy la kurban
edelim gitsin.
(s. 253) Sabır güzel bir
buluttur, ondan hikmet yağar; çünkü bu sabır ayında da Kur’an indi gökten.
Nefis muhtaç olunca can miraca
ağdı; zindanın kapısı kırıldı da can sevgiliye kavuştu.
Karanlık perdesini yırttı,
gönül göğe uçtu; can zaten meleklerdendi, gene de onlara ulaştı.
Tez şu beden kuyusunda sarıl
ipe; kuyunun ağzına geldi Ken’an Yusuf’u.
îsa eşekten kurtulunca duası
kabul edildi; elini y ıka, gökyüzünden sofra geldi, yemek geldi.
Elini, ağzını yıka; ne ye, iç,
ne söyle; susanlara gelen sözü, lokmayı ara.
XXIX
Küfür, kara donlara girdi,
karalar giyindi; Muhammed’in nuru geldi. Ölümsüzlük davulunu çaldılar, ebedî
saltanat devri geldi.
Yeryüzü yeşerdi, gökyüzü
yenini, yakasını yırttı; bir kere daha Ay ikiye yarıldı, salt rûh geldi.
Dünya şekerle doldu, kutluluk
kemer kuşandı; kalk, bir kere daha o ay yüzlü geldi.
* Usturlaba benzeyen gönül,
yedi göğün delili oldu; Ahmed’in gönlünü şerh eden yedi cilt
geldi çattı.
Bağlarla bağlanmış akıl bir gececik padişahına kavuştu da
kayıtlarda kalmış nefis senin devlet tapına, ikbal kapına geldi dedi.
Âşıkların gönül çavuşu kalem gibi başını ayak yaptı da gitti;
kâğıdın gönlüne şeker gibi bir müjdedir geldi.
Niceye bir tertemiz gönüller toprağın içinde sabredecekler?
Haydin, sıçrayın, çıkın mezarlardan, kuvvetlere mazhar olmuş bir y ardım geldi
size.
Kıyamet davulunu çalıyorlar, mahşer Sûr’unu üfürüy orlar; vakti
geldi, a ölüler, yeni bir mahşer çağı geldi çattı.
* Kabirlerdekiler dirildiler, çıktılar, gönüllerdekiler açığa
çıktı, bilindi; Sûr sesi geldi, can maksadına erişti.
Dün gece yıldızlardan bir gürültüdür duyulmuştu; yıldızı
kutlulardan kutlular kutlusu bir yıldız gelmişti.
Utarid elden çıktı, taş
tahtasını da kırdı, kalemini de; ardından Zühre sıçradı, sarhoş bir halde
Ferkad yıldızına erişti.
Ay değirmisinin beti benzi
attı; Arslan burcuna doğru kaçıyordu; hayırlar olsun dedim, kendinden geçmiş
sâkî geldi dedi.
O gürültünün içinde akıl, bir
görüneyim dedi amma ebcede erişse bile çocuk gene çocuktur.
Renksiz, lâfsız sâkî, sonu
gelmez şarabı döktükçe döktü; Kafdağı bile deve gibi esridi, köpürdü da oyuna,
hem de biteviye süren oyuna girdi.
Kalk, davran, bizim devranımız,
padişah bizim; bakışı canımız bizim, ölümsüz bir ömür geldi bize.
* Gene can Süleyman’ı sabah
şarabını içmeye çağırdı bizi; Belkıys’in sınandığı billur döşenmiş alan göründü
bize de.
Din hasetçilerinin inadına,
rahmetten kovulmuş şeytanın körlüğüne, ağ rıy an gözlerimize gönül ve can sürme
si geldi.
Mahrem olmayanlar anlamasınlar diye
dilime kilit vurdum; artık a çalgıcı, kalk, sen söyle; sonsuz işret çağı geldi
de.
XXX
Zühre sabahtan başladı, gönül
perdesinden çalıp duruyor; müjdeler olsun; neşe üstüne neşe, nağme üstüne nağme
katmada.
Kerem denizi coştu, köpürdü;
kulağından çıkar pamuğu; dün gece eliyle sunduğunu içelim, afiyetler olsun sana
da, bana da.
Aşkın izinin tozu kutludur,
hutbe onun adına okunuyor; bu Keykubad’ın gölgesi eksik olmasın başımızdan.
Güzelim yüzü yalımlar,
kıvılcımlar gibi; güzelim huyu baharlar gibi; bir başka şeyi daha var ki aman
da aman; yahut da o, kulların Rabbi vesselâm.
Daha çınseherde bu mahmurluk
kararsız bir hale koy du beni; kasırgaya benzeyen aşkını bulut gibi çekip duruy
orum.
Gönlümün huzuru dilberim sarhoş amma gönlün eli de yaradan
bereden, zahmetten, eziyetten kurtuldu; saçlarını ördü de ördü; hocam, bir bak
şu gönül açışı seyret.
Saçımdan tutmuş, çekip duruyor beni; bense suratımı ekşitmişim,
başım dönüyor; yürü git be, dünyanın murat umduğu dilber muradıma erdiriyor
amma çekiyor, döndürüyor beni işte.
Akıl, o akıllar düzene nazlanıp duruyordu; şükürler olsun, düştüğü
yerde kalakaldı da vazgeçti nazdan.
İki gönüllüydüm de o yüzden ayağım balçığa saplanmıştı; şükürler
olsun, iki gönül kalmadı, bir gönüllü oldum, gönülden münafıklık geçti gitti de
dost gönül verdi bana.
Gönül sözü gökten, beden lâfı ipten; şu ipi üzüp koparayım da gene
gidey im geldiğim yere.
Elest gününün dilberi yavaşça bir şey daha dedi; o sözü ortaya
atacak, söyleyecek bir kimse var mı acaba?
Dedi ki: At sürüp geldim sana; kendim için
düzdüm, koştum, yarattım seni; kendi yaptığımı kendim mezata
vermem ben.
Dedim ki: Kimsin sen? Herkesin
muradıyım, herkesin dilediğiyim ben dedi. Peki dedim, ben kimim? Dedi ki:
Herkesin dilediğinin dilediğisin sen.
Müfteilün fâilât; sıfatlardan
geçmiştim; şimdiyse gönül söze düşünce zatın tapısında yok olup gitmiş.
Tebrizlilerin övüncü, gönül
verdi, akıl verdi, can verdi; zaman bu üçünün y ardımıy la düzene girdi zaten.
XXXI
Bir tilkicik yağlı kuyruğu
kaptı, kaçtı; arslan uyuyor muydu yoksa? O kör, topal tilki, arslandan canını
kurtaramaz zaten.
Bilerek fırsat verdi ona; yoksa
topal tilki arslandan o yağlı kuyruğu aşırdı desem kim inanır bu söze?
Bir kurt Yakub’un Yusuf’unu yedi dese biri, gökyüzünün arslanı
pençesini uzatmaz bile ona.
Her solukta Tanrı ilhamı gönüllerimizin bekçisidir bizim; artık
hasetçi şeytan nasıl olur da yüreğimizden inancı, kanışı alabilir?
Tanrı’nın eli üstündür, kolu uzundur, Tanrı eliyle eğri oyuna
girişme; Tanrı yolunda arpa eken, arpa biçer ancak.
Kim horlarsa seni yürü, Tanrı’ya ısmarla onu; kim korkutursa seni,
tez yüzünü Hakk’a döndür.
Dert, korku, belâ, Tanrı kemendidir; zahmet, meşakkat, kulağından
tutar da çeke çeke cömertlik tapısına götürür seni.
Yarabbi, yarabbi der, yüzünü göğe tutarsın; gözlerinden sapsarı yüzüne
akan y aşlar ırmağa döner.
Gözyaşlarından yeşillikler biter yıkık, kırık gönlünde, canında;
sabah çağı, yüzündeki örtüyü açar; işte budur ölümsüzlük günü.
Firavun’un başında dert, belâ olsaydı o inatçı,
nerden tanrılık lâfını ederdi; nerden o dâvaya girişirdi?
* Fakat boğulma çağı gelip
çatınca kulların en âciziyim dedi; küfür iman oldu, çünkü belânın yüz
gösterdiğini gördü.
Bedeninden giderme belâyı,
bedenini at Nil’in dibine de Firavun’un bedeni gibi inkârdan kurtulsun.
Nefis, Mısır’da beydir amma Nil’in
dibinde tutsaktır; ona Cebrâillik et, ödağacından duman tüttür.
O, nekes bir ödağacıdır, sana
koku vermez; ateşe atılmadıkça, y anıp tütmedikçe sırrını açmaz.
Tebriz’in övüncü Tanrı ve din
Şems’i daha önceden, aşk demiştir, senin yüzünden yüzünü ekşitiyor, bu
sirkeliği arttırmak doğru değil.
XXXII
Ah, bir kere daha ateş düştü
bana; gönlümden
her yana kan çeşmeleri boşandı.
Ah, aşk denizi bir kere daha dalgalandı; bu deli gönül gene yüzünü
ovalara çevirdi.
Ah, pek yaman bir ateş gönül evini sardı; gökler dumana boğuldu,
yel ateşimle ısındı.
Hiç kınama; gönül ateşi kolay değil; yarabbi, feryadıma sen yetiş,
gönül ateşinden aman aman.
Düşünce orduları geliyor ormanlardan gönlüme yığın yığın, hepsi de
gamdan neşeli mi neşeli.
A hatırı aydın gönül, a bütün gönüllere bey gönül; sabrı seçtin de
canın bütün muradına erdi gitti.
Kuru, yaş, bütün gözler birbirlerine dikilmiş; sense gözünü
Tanrı’ya tutmuşsun; herkesin gözü seni seyretsin artık.
Elin Tanrı eli, gözün Tanrı gözü; kolların Rabbinin gölgesi
herkesin başında olsun, dilerim, eksilmesin.
Halkın feryadı sizden, sizinki
nerden, kimden? Bütün bunlar aşktan doğdu, aşk kimden doğdu acaba?
Varlık mülkünün sahibi, Tanrı
ve din Şems’i sensin; aşk senin gibi bir Keykubad görmemiştir.
XXXIII
Beden vesvesesi geçti, can
gürültüsü geldi çattı; karıncalar yuvalarına girdi, Süleyman’ın çadırı geldi.
Şu ateşli gök niceye bir
serkeşlik edecek? Nuh gemiye bindi, tufan coşmaya başladı.
(s. 254) * Niceye bir puşt
tabiatlı mertlik dâvasına girişecek? Rüstem hançer çekti, Sam’la Neriman geldi.
Büyücüler ne vakte dek
sopaları, ipleri yılan yapıp duracaklar? Mûsa ile ejderhâ geldi çattı.
Eyyub’un mihnetine, Yakub’un
yoksulluğuna başka bir çare yoktu da acıyan Tanrı’nın rahmeti geldi işte.
îman şahnesi şehre girince hırsız da kim oluyormuş? Fakat şahne de
kimdir padişah gelince.
îkiyüzlülüksüz gerçeği gör, ayrılıksız buluşmayı seyret; şu
debdebeye, tantanaya bak; inan ki o geldi.
Müfteilün fâilât canıma kıydı benim; Tanrı’yı çağıran can öldü,
Tanrı’yı bilen can geldi.
XXXIV
Kış öldü, karakış geçti gitti, ilkbahar çağı geldi; gül bahçesinin
cilveleri bağa bahçeye güzeller gibi geldi çattı.
Soğuğun, pusun zahmeti geçti; kızıl gül dalının güller saçacağı
çağ geldi.
Bağ bahçe kış yüzünden varını yoğunu yitirmişti; Tanrı’dan yardım
diledi, Tanrı lûtfu yâr oldu, dostların devlete erişecekleri vakit geldi çattı.
Güneşimiz gene Koyun burcuna girdi, bağışlar
bağışlayan bahar, gümüş paralar sayarak geldi.
İsteyenle istenene, âşıkla
sevgiliye kucaklaşma çağı geldi; her yanı güzel güle geldiği gibi tıpkı.
Borçlular gibi hepsi de zindana
atılmışlardı; kuyumcu, kuyumcunun bağışları borçlarını ödedi de zindandan
kurtuldular.
Bütün ova, bütün y azı,
çiçeklerle, ekinlerle dopdolu; Tatarlardan korkma zamanı geçti, Tatar ülkesinin
miskleri geldi, yayıldı.
Bıldır ne öldüyse bahar
yüzünden dirildi, mezardan çıktı; avlanan arslan geldi, avcılar, avlar geldi.
O tatlı yüzlü gül, Tanrı’ya
şükürler ediyor; mahmurları aymaya geldi o sarhoş bülbülümüz bizim.
Neşe devri, içme çağı; dönsün
kadehler, uyku haram oldu şimdi; neşelerin, çalgıların temeli doğdu; üzüm
sıkanlar geldi.
Kadehim içimde, şarabım dalga
dalga kan; güzel yüzlülerin sâkîsi, can yolundan çıkageldi.
XXXV
Bağırdım, gönül böyle sarhoş bir halde nereye gidiyor dedim;
padişahlar padişahı, sus dedi; bizim yanımıza geliyor.
Dedim ki: Benimlesin sen, içimde soluk alıp durmadasın; iş
böyleyken gönlüm şaşkın şaşkın dışarda nerelere gidiyor?
Dedi ki: Gönül dediğin, bizim malımız mülkümüz; bizim masalımız,
bizim Rüstem’imiz; yanlış hayale doğru savaşmaya gidiyor işte.
Ne yana giderse baht da o yana gidiyor; nereye isterse gitsin; hiç
tınma.
Gâh güneş gibi yeryüzü definesine dalmada, batıda kaybolmada; gâh
Peygamber’in duası gibi göğe ağmada.
Gâh bulut memesinden lûtuf, kerem sütünü vermede; gâh can gül
bahçesine seher yeli gibi gitmede.
Gönlün izine uy da sen de git, git de
yeşilliklerin, çiçeklerin nasıl bittiğini, ırmakların nasıl
aktığını seyret.
Dünyaya şekil bağışlayan,
salttır, şekilsizdir; herkesin eli, ayağı odur da kendisi elsiz-ayaksız
gitmededir.
Yanlış bile yapsa, yaptığı
doğrunun da doğrusudur; cefaya doğru gitse bile ettiği, vefanın da vefasıdır.
Gönül pencereye benzer, ev onun
yüzünden ay dındır; beden yokluğa doğru gitmededir, gönülse ölümsüzlüğe doğru
gitmede.
Yap ay alnız gidiyor amma
fitneler koparıyor gönül, padişahların kanlarını döküyor gönül, herkesle
karılıyor, birleşiyor gönül.
Tanrı büyüsünü yarattı,
herkesin gönlünde belirdi, İkizler burcunun kesesini çaldı, Sühâ yıldızı gibi
gidiyor gönül.
Sana karşı kese korumaya
çalışmak, aptallıktır a gönül; kese elden gitti, can da keseyi kapanın peşine
düşmüş, gidip duruyor.
Büyücünün birisin sen dedim;
yavşak yavşak güldü de dedi ki: Tanrı anılıp dururken büyü tesir eder mi hiç?
Evet dedim, fakat senin büyün
de Tanrı büyüsü; o güzel büyün, kazanın, kaderin hükmüyle tesir ediyor.
Sevgilinin biteviye macerası
var gönülle; hem de öyle örtülü değil, bak, buracıkta işte, önünüzden geçip
gitmede.
Sakanın atı bu, içeri gir sesi
bu; dışardan, sakanın atı gidiyor diye bağırıp duruyor.
XXXVI
Zühre’m gökte bir başka şekilde
gidiyor; gönüllerde, gözlerde bakış gibi gidiyor âdeta.
Mirrîh’e benzeyen gözü,
tarihinden sarhoş; can da küçücük bir ok gibi sipere doğru gitmede.
Başak burcuna benzeyen kaşı,
Ay’ından habersiz; haberi olsaydı Ay’ın üstünde gider miydi hiç?
Sen bir güneşsin; her şey sana, başını ayak yapar da gider; iş
böyleyken zerre ne diye hava küresine biner?
O Zühal, aptallığından üstünlük arar; haberi yoktur ki şu gök bile
altüst olur da gider.
Gönül onun geceye benzer saçları arasında gündüzü andırır yüzünü
gördü, bu yüzden de gece gündüz seher gibi gizli gidiyor.
Gökyüzü Türk’ü Öküz burcunu kağnıya koştu; sefere gidiyorum diye
dünyaya bağırdı.
Gökyüzü kazanın elinden yaslara girdi, gök elbiseler giyindi;
fakat şu kadarcık bir anlayışı bile yok ki onu y ürütüp götüren gene kader.
Dudakları kurumuş toprağa, saka tulumuna benzeyen bulut, neşe
vermeye geliyor diye müjde verir gök gürültüsü.
Yıldız da, bulut da, gökyüzü de, cin de, şeytan da, melek de, a
tam inanca ulaşmamış kişi, insan için koşup gitmede, didinip yorulmada.
Kulağından çıkar pamuğu, aklını, gözünü
örtme; o elbiseler giyinmiş güzel, kendini göstermeye gidiyor.
Neyi de, tefi de, çengi de kulak için çalarlar; dünyanın şekli, o
şekli görene gider durur.
Önüne ön olmayan bakışı ara; çünkü şu ateşe benzeyen bakışın
kıvılcım gibi çakar, gidiverir.
Cins, cinse gider, bu sınama yeter artık; padişah, padişahın
yanına gider, eşek, eşeğin y anına.
Yaş fidan, bağda bahçede olur; kuru ağaçsa oduna döner, balta
altına gider.
Yaş dal gibi her an anlamlar suy unu içedur; şükürler olsun ki aşk
bahçesinde şeker ırmağı akıp duruyor.
Şu yap-yapma sözünü bırak artık; bak da gör; şu nefis atına gitme
desen de o top allay a topallaya daha da beter gidiyor.
Can, Şemseddin’in hevesiyle Tebriz’e doğru gitmede; can bir sedef,
incilerle dolu denize gidiyor o.
XXXVII
O bülbüllerin sesleri geliyor bahçeden; bahçe gizli de gül
kokuları meydanda.
Seher yeli sevgilinin saçlarından esip gelmede; seher yelinin
yaptığı işler görünüp durmada, fakat kim görmüştür seher yelini?
İsa’nın şu soluğu ölümsüz bir ömür vermede; bu ölümsüz ömür
kurumuş, kakırdamış ömrü gençleştirdi.
Her âşık hakkında devlet müjdesi erişti; gönül ateşi yalımlanıyor,
istek tenceresi kaynıyor, aş pişiyor.
Elest ışığı apaçık, bütün âşıklara vurdu; onun Elest deyişinden
aşk memesinin sütü arttı, kabardı.
Gerçekten de razılık hekimi aşk ehline müjde verdi; size her an
dedi, yeni bir can elbisesi var.
Onları, eşi, dengi olmayan uludan ip geliyor, kuyudan kurtuluy
orsunuz diye bakışıyla muştuladı, ardından de terütaze etti onları.
Cana, gönüle sahip olan,
Tebrizlilerin övüncü bulunan Tanrı ve din Şems’i, herkese arttıkça artan bir
baht olmuş, bir devlet kesilmiş.40]
XXXVIII
îyiye, kötüye harcanıp gidene
yazıklanma, iyi olmuştur, iyi; gönül bir sepettir, her kırık dökük şeyi koyma
sepete.
Gönül alçaklığını huy edinen
haddini aşmaz; fakat hadden aşırı ölümsüz bir varlık bulur.
Aç altın sandığını, saç
altınları imanın başına; bil ki senin son sandığın mezardır.
Mezarını gerçeklik altınıyla
doldur; şehvet, hırs, haset bakırlarıyla doldurma.
Sana senden başkası verse onu
almazsın, reddedersin; sen de verirsen bil ki sana reddedilir.
* Kalp para verme, bil ki
müşteri aldanır; kork “eyvahlar olsun her mal toplayıp sayana” tehdidinden.
(s. 255) * Sana ferahlık
görünen nefsine darlıktır; Tanrı nefis için “ben onu darlığa hapsettim”
demiştir.
XXXIX
Baht, devlet neşelensin diye
bir kere daha geldik; devlet bir kere daha yüzümüze kapı açtı bizim.
Yüzümüzden gene sürme çekti şu
dünya, yüzü gençleşti dünyanın, kem göz uzak olsun ondan.
Aşk, zinciriyle aradı taradı,
buldu da bağladı aklı; akıl, aşkın hilesinden, düzeninden feryat etmeye
koyuldu, ağlamaya, bağırmaya başladı.
Önüne ön olmayan aşk Meryem’i
şaşılacak bir Mesîh doğurdu; böylesine bir fitne doğduktan sonra akıl yardım
bulamaz artık.
Gene yüzlerce ay değirmisini
koparıp p aralad ılar, şu sofraya koyakoydular; gönül böyle bir sofrayı görünce
ayağını kana bastı.
Baht, devlet, geçip gidicidir;
fakat senin
bakışın parladı, vurdu mu, olup
bozulan şeylere gönül veren, ölümsüzlüğü bulur gider.
A Tebrizlilerin övüncü, a
izinin tozu bile hoş Tanrı Şems’i, a dünyanın padişahı, yüzünden mahrum
olmasın, sensiz kalmasın dünya.
— R —
XL
Mademki kimseyle işin yok, fitne çıkarma, gönlü alıp gitme; fakat
bir gönlü de aldın gittin mi, kapından sürüp geri döndürme.
Gözün yol kesti mi, yolu kesilmişe yol gösterir, kılavuzluk eder;
saçların baş çekti mi, o Hintli’nin işvesine aldırma.
Aşk bir gül bahçesidir, orda gelişip yetiş; yokluk ağacından gönül
bahçem meyvelerle doldu benim.
Bütün meyveler güneşin tesiriyle olgunlaşır, tatlılaşır; uykumu da
al, götür, yiyip içmemi de; al, götür de güneşe ulaşay ım ben.
Dünyanın tabiatını eski bil, dünyaya âşık olansa eski dikicisidir;
taze olan, yaş olan aşktır, aşkı istey ense ondan da taze.
Aşk ırmaktan ırmağa, O’nun ta denizine dek götürür gider; eski
alanlarsa eski pabuç kimde var diye mahalle mahalle dolaşır dururlar.41]
Herkes bir dost seçti, gönülse sevgilinin bulunduğu yere uçtu;
kutsuz kişi Zühal’le eş dost oldu, Güneş’se Ay’la.
Gönül zaten şu aşağılık kişilerden değil; kimseciklerle huzuru,
kararı yok; Kalender gönüllüsün sen, fakat Kalender, insan cinsinden değildir.
Beden erlik suyundandır, su aşağıya akar; gönlün aslıy sa
ateştendir, o, yücelere ağar.
Bedenden, gönülden ayrı bir inci var sende; o inciden haberin yok,
fakat bir gün olur haber alırsın.
XLI
Yüzün Ay gibi, yüreğin taş gibi; canın ölümsüzlük canı, güzelliğin
gözlerin ışığı.
* Düşmanın hünerde, marifette eşek kuyruğu gibi tıpkı; niceye bir
dolaşacaksın peşinde, mademki uzamıy or, kısa say gitsin.
* And içerim soluya soluya koşanlara, and
içerim tırnaklarıyla yerden kıvılcımlar saçanlara; senden başka
var-yok, her şey gözümde yağmur bulutudur sanki, seni görmedikçe ağlar da
ağlarım ben.
Âşık olmayan, ancak turşu olmaya değer; helvanın lâyığı şekerdir,
sirkenin lâyığı kebre otu.
Senden ayrı oldum mu, a canım feda olasıca güzel, havanda tir tir
titrer dururum; senden başka lûtuf, kerem sahibi bence düzencidir, hilebazdır.
Mademki kimseyle işin yok, fitne çıkarma, gönlü alıp gitme; fakat
bir gönlü de aldın gittin mi, kapından sürüp geri döndürme.
Gözün yol kesti mi, yolu kesilmişe yol gösterir, kılavuzluk eder;
saçların baş çekti mi, o Hintli’nin işvesine aldırma.
Aşk bir gönül alıcıdır, dostların gelişmesi aşkladır; canını ağaç
gibi yeşertir, çiçeklerle bezer.
Aşk güzeldir, tazedir, onu isteyip dileyen,
ondan da tazedir, dünyanın şekliyse eskidir, dünya âşıkı da
eskiler alandır.
Aşk alanlar, ırmaktan ırmağa,
O’nun ta denizine dek giderler; eskiler alanlarsa eski pabuç kimde var diye
mahalle mahalle dolaşır dururlar.42]
XLII
Zıhı gevşetme; senin dört
kanatlı okunum ben; yüzünü çevirme benden, bir gönüllüyüm, iki başlı değilim
ben.
Senden keskin kılıcı vurmak,
gönülden, candan da yüzlerce razılık; kaza, kader gibi bir tek sözüm var, ne
eğer diyorum, ne meğer.
Zül-fekaar’ı çeksen de yürüsen
üstüme, ay ağımı diremişim, duruyorum işte; ne yel gibi kaçarım, ne kıvılcım
gibi sönerim.
Canımı veririm o kılıca, hiç de
yazık oldu demem; Tanrı kılıçlanmak için kalkana döndürdü beni.
Vur kılıcı a güneş, kes başını
gecenin; gecelerin karanlığı neden? Bulanık kara toprağın ocağından.
Sabır madeni bedendir, şükür
madeni gönül; gülüş madeni akciğerdir, acıyış madeni karaciğer.
Padişahım, külâh gibi gel,
başıma otur, başımı taht yeri yap; sımsıkı sarılırım sana, al beni, kaftan gibi
bas bağrına.
Biri dedi ki: Aşkın eli, kolu
nerdendir? Halbuki herkesin eli ayağı, aşktan biter herkes aşkla alır, verir,
yürür, gezer.
Babanla anan bir solukcağız aşk
oyununa girişmediler mi? Birleştiler de senin gibisi baş çıkardı, dünyaya geldi.
Aşkın eli yok, senin elini o
düzdü, koştu; onu başsız, elsiz görme, bir başka çeşit bak ona.
Bütün yüzlerin rengini, bütün
ırmakların suyunu, Tebrizlilerin övüncü, göz, görüş sahibi Tanrı Şems’i bil.
XLIII
Dudağım şekerler gibi, inci, mücevher definelerine değer dedi; ah
dedim, incim, mücevherim yok; yoksa dedi, git, satın al.
İncilerime tuzak kur, olmazsa borç et; a gümüşü, altını olmayan
âşık, evin yolunu y anılmışsın sen.
Mademki kumar oynamaya geldin, altın dolu keseyi çıkar ortaya;
kesen yoksa çekil bir bucağa, dertlendirme bizi, zahmet verme bize.
Yol kesicileriz biz, elbise paralayanlarız biz; sen de bizdensen
gir içeriye, kır kâseyi, dik testiy i başına.
Herkesin ağını, tuzağını biz yırtarız, herkesin malını mülkünü biz
yeriz; her körün, her sağırın inadına herkesten daha hoşuz, daha güzeliz biz.
Elbise alanlar başkadır, elbise yırtanlar başka; elbise y
ırtanlar, elbise alanların bıyıklarını y olarlar.
* Bütün beden can olsun, her kıl bir canlıya
dönsün diye, can Mûsa’sı beden Firavun’unun bıyığını yolar.
Âşıklarının yoluna düşmek için
sapsarı bir yüz gerek; aşk incisini gözyaşı bil, aşk atlasını ciğer kanı.
Altına dönmüş, sapsarı yüzün
değeri nedir? Cevap ver, sevgilinin lâ’l dudağı de. înciye benzer gözyaşının
değeri ne? Söyle, o bakışa mazhar olmak de.
O sâkînin kuluyuz kölesiyiz;
ölümsüzüz, ebede dek b âkiy iz biz; âlemimiz biteviye sürer gider,
âlemdekilerse geçer giderler.
Kim doğduysa öldü, canını
Canalıcı’ya verdi gitti; fakat âşık kimseden doğmadı, aşkın babası yok.
Bu yüzden değilsen sen, arka
gibi arkada otur kal; arka değilsen de gel, kalkan gibi öne geç.
Kalkan gibi hiçbir şeyden
haberin olmadan öne geç de gör: Her şeyden haberi olanlar bile sevgilinin bakış
y aralarıy la kendilerinden geçmişler, hiçbir şeyden haberleri bile yok.
XLIV
Güneşin yüzü vurdu, dünya sarhoşa döndü; her şey, herkes
sevgilinin karşısında zerreler gibi oynamaya koyuldu.
Padişah tahta kuruldu, aşk varını yoğunu rehine verdi; her ağaç
oyuna girişti, her çınar el çırpmaya koyuldu.
Kadehinden yollar, beller sarhoş oldu, karakışın canı kızıştı,
ateşin canı soğudu.
Can müjdeyi duydu da can perdesini yırttı; Ahmed’in sancağı erişti
de küfür zârı zârı ağlamaya başladı.
O devlet kuşu bağırdı; sizden kim varsa aşkımızdan uzaklaşsın da
gönlü y aralanmasın dedi.
Gönlüm, a sert huy lu güzel dedi ona, rahmete avlanan, nasıl olur
da kurtulur?
Aşk koca bir bulut gibi şuna buna yağdı, bir yanı safrana döndü
dünyanın, bir yanı lâlelik kesildi.
Erlik suyu süt gibi geliştirdi
de az bir zaman sonra biri doğdu, katran gibi kapkara; öbürü doğdu, kar gibi
apak.
Padişahı inkâr eden kör doğdu,
habersiz doğdu, kör olsun, Tebriz’in övüncü, padişahımız Şemseddin’i hiç mi hiç
görmesin.
XLV
Padişahtan her solukta dostun
vuslat ferahlığıyla, padişahın kadehiyle bir elçi gelip duruyor.
Akl-ı Küll el çırpıyor, parça
buçuklar da, tüm de oynuyor; yeşillikte selvi de secde ediyor, gül de.
Deniz bu solukla coşmuş,
köpürmüş; dağ bu yüzden lâ’l elbiseler giyinmiş; Nuh bununla coşmuş, rûh bundan
utançlara dalmış.
A uzaktan gören akıl, huri gibi
sâkîye bak; a kararsız, huzursuz canla gönül, Mansûr şarabını seyret.
Soldan sağdan, müjde, kutluluk
senin, sen seni seçtikçe bahtın safâlar içinde safâlara dalar sesini duy.
(s. 256) Gök kubbenin perdesini
yırt, cennet nimetlerini ye; sular serp, serinlet ciğerini, çek huriy i
kucağına.
O, kucağa geldi mi hal
sahiplerine önceden hayal görünen her şey, sonucu elde edilir gider.
XLVI
Güzel perde o perdedir ki,
güzel, güneş gibi yüzüyle o perdenin ardından bir gölgedir salar, görünür.
Güne ş gibi doğar, zerrelerin
kararı kalmaz; aman, o bahara benzeyen yüzü perde ardında tutma.
Kalk, bugün bizim günümüz,
bugün gönülleri p arlatan, ay d ın latan bir gün bize; aşk bizi y akmak için bu
kadar y alımlı, bu kadar kıvılcımlı bugün.
Kalk, kurtulduk, bağları üzdük,
kopardık biz; kalk, mahmurluğu olmayan, bir sonu gelmeyen sarhoşluğa daldık,
sarhoşuz biz.
Kalk, can geldi, can geldi,
cihan geldi; a gönül, râm ol, ellerini çırparak geldi.
Abıhayat geldi, kurtuluş günü
geldi; şeker geldi, bal geldi; o şekerler, ballar yağdıran güzel geldi.
O perdeye kulum köleyim;
mahsustan sağırlığa vuruyorum, o perdecinin ağzını kulağıma vermesini
istiyorum.
Hilemi, düzenimi görünce o da
bir başka hile, bir başka düzen buldu, geldi de seni gidi düzenbaz diye
kulağımı ısırdı benim.
Edepsizlik de iyi, çünkü savaşa
girişmesine sebep oluyor; böylesine çekişme, savaşma yüzünden do sttan baş
çekmem ben.
Şu yaşayış zaten senin savaşın,
çünkü kararı yok; savaşın şekerler gibi tatlı, fakat barışın kötü mü kötü.
XLVII
Aşksız geçen ömrü hesaba alma; abıhayattır aşk, canla, gönülle
kabullen onu.
Şu âşıklardan başkasını sudan ayrılmış balık bil, bey bile olsa
onu ölmüş, çürümüş, dağılmış bil.
Aşk, dengini açtı mı her ağaç yeşerir; kocamış daldan her solukta
genç yapraklar biter.
Aşka avlanan, nasıl olur da ölüme avlanır? Ay’ı kalkan edinen, ok
yarası mı alır hiç?
Tanrı’dan baş çektin gittin amma bir yol bulabildin mi hiç? Yola
gel, sersemce kaybolup gitme.
Belâsını şekerkamışı dengi gibi satın al; almazsan y ürü, sirke
kesil; bu beye âşık ol, olmazsan var yıkıl, geber.
Bütün temiz canlar toprak tutsağı olmuş; aşk, tutsakları kurtarmak
için altınlar saçmada.
A zembiline kimseciğin ekmek komadığı kişi,
a yok-yoksul, gene zembilinin dibinde ara ekmeği.
Çevikleş, er ol, Tanrı yüzlerce
kumaş verir sana; kara toprak da bak, altın olmuş, kapkara kan, süt kesilmiş.
Tebrizlilerin övüncü Tanrı ve
din Şems’i, gönlün ayağını şu katran gibi balçıktan apaçık kurtarsın gitsin
artık.
XLVIII
Yol başında gördüm, Ay gibi
hızlı hızlı gidiyordu; Allah için olsun dedim, bir soluk daha yavaş git.
A Ay’a benzeyen; bir soluk
yavaş ol, bir soluk kas atının dizginini; a güne güneşe benzeyen dilber,
çabucacık gölgenden mahrum etme bizi.
Dedi ki: Güneş’im ben,
dayanamazsın bana sen, bir vurdum, ışıttım mı seni, senden bir eser bile
kalmaz.
Çünkü sen, bu soğuk y olculukta
kupkuru mal
mülk edindin; kuru-yaş yüzünden
dudakların kurudu, gözlerin yaşardı.
Benim burcumsa o yandadır, kurudan da uzaktır, yaştan da; pek de
acayip bir incidir, adamakıllı coşkunluklarla, fitnelerle dopdoludur.
Bunca örtünün ardında yenini, yakanı yırtmışsın sen, perdenin
ardında ayağını, başını kaybetmişsin sen.
Tebriz’e, o Taraz mumunun bulunduğu yere, o başı yüce, kadri ulu
Tanrı Şems’ine git de bezen, güzelleş.
XLIX
A rûhanîlerin sâkîsi, kalk, kalk, can oldum ben; kalk da halk kıyametin
debdebesini görsün.
Dün gece sevgili çağırdı beni, başıma buyruk yürüttü, bedenimde
kan kalmadı; üzümün gönül kanını dök bana.
Cana, gönüle düşmanım ben, cansız, gönülsüz yaşıyorum ben; içim,
özüm padişaha av olmuş gitmiş, görünüşte kaçıyorum ben.43]
A gam, a düşünce, git; burda şarap var, küp dibine oturmuşum;
arslan kükredi mi sen var at gibi kan kaşan.
Her soluk, sana karşı Circîs gibi şehit olayım gitsin; baş komak
bizden, ke skin kılıcı vurup durmak senden.
Çok susuzum ben; kumdan da susuzum; testiy i, kabı bırak; can
sâkîsi de bir işe y aramaz ciğeriyle tutmuş, bizimle savaşa girişmiş.
Gönül şarabını içeli ciğerimi
bıraktım gitti; mezara girerken o kadehi çeyiz olarak koy yanıma benim.
A güzelim, kadehi bırak,
koskoca bir sağrak getir; benim küçücük sağrağım testidir ancak, kepçeyi ne
yapayım ben?
A Tanrı ve din Şems’i, doğ,
bana da vur, Tebrizlilere de; vur da temmuz sıcağının ısısından Hicaz perdesi
yansın gitsin.
— S —
Gönlüme koy elini, sorma sevgilinin gamını; gözlerime bak benim,
sorma şarabı, sağrağı.
Müminlerin ciğerlerinden coşup akan kanı gör, o kâfir saçların
sitemini, zulmünü sorma.
Sapsarı yüzümde padişahın tuğrasını gör, y azısını tamamıy la oku,
sorma kuy umcuy a
artık.1441
Aşk ordu çekti, can âlemini ele geçirdi; artık halimi aşka sor;
zora düşmüş kalmışım ben, sorma benden.
Âşıkların gönülleri onun yüzünden kuş yüreciği gibi çırpınıyor;
âşıklığa ait şu üstü örtülü sözden başka bir şey sorma.
Kuşun yapacağı iş ne? Pencereden uçuvermek; kuşsan gel, uç, sorma
kapıyı.
Âşıkın babası da onun aşkıdır, anası da; babadan o kadar çok
bahsetme, anayı o kadar
sorma.
Âşıkların gönülleri ıssılıkta bir tandıra benzer, tandıra geldin
mi başka bir şey sorma.
Gönül kuşun bu ateşe âşıksa, kanadı yanık olman daha hoş sana,
sorma kolu kanadı.
Sevgiliyle sen, ikiniz bir baş olduysanız, onunla birleştiysen
artık eğri basma, sorma şu başı sen.
İnsanın gözü de, kulağı da toprakla dopdoludur; sorma görülesi
inciyi balçığa bulanmış gözden.
Gönül kanıyla y ıkar, arıtırsan gözünü, senindir padişahın
meclisi, kızıl şaraptan başka bir şey sorma orda.
Yürü, şuna şükretmek için tez Tebriz’e git; Tanrı Şems’inin lûtfu
varken sorma şarabı, şekeri.
LI
Sevgili dün gece sarhoş geldi bahçeden; a tövbe edenler, dün gece
sel aldı, götürdü tövbeyi.
Yüz yıllık âşıkım ben, tövbe nerde, ben nerdeyim? Yüz yıllık
tövbeyi bozdurdu, kırdı geçirdi sevgili dün gece.
Halvete çekilmiş şarap küpün gönlünde sarhoş oldu; dün gece coştu,
köpürdü, halveti de bıraktı, tövbeyi de bozdu, dışarı fırlayıverdi.
Mahalleye bir gürültüdür düştü; akıl, amanın diye feryada başladı;
dün gece akıl muhtesibinin elleri bağlandı.
LII
Bugünkü sarhoşluğum, dün gecekine benzemiyor; inanmıyorsan bana,
al kâseyi, iç gitsin.
Şaraba gark oldum, aklımı sel
aldı gitti; akıl, elveda dedi, bir daha kendime gelemem, akıllanamam ben.
Akıl da, fikir de delirdi,
dünyalara sığamadı, dünyadan dışarıya gitti; çünkü küp baştan çıktı, coşkunluk
haddi aştı.
Şu deli gönlüm bağını koparıp
sıçradı; sarhoşların başında dolanma, yürü, sus deme hiç.
Seher çağı bekçi merdivenden
bana seslendi; dedi ki: Dün gece yedinci kat gökten bir co şkunluktur duydum.
Zühal, Zühre’ye mızrabını yavaş
vur dedi; Arslan’a da Öküz’ü tut boynuzundan, al sırtına dedi.
Öküz’ün memelerindeki süt, kan
kesilmiş heybetinden; dikkat et de gör, feleğin Arslan’ı, fare kesilmiş
korkusundan.
A eşsiz Arslan, niceye bir
köpek gibi kaçacaksın? Canlan biraz. A ay yüzlü, niceye bir yüzünü örteceksin?
Cilvelen artık.
Gözünü aç da altı yönde de parıl parıl parlayan ışığı gör; a gözü
kulak kesilen, gökyüzüne kulak ver.
Canın selâmını duy da sözden kurtul; ol sözünün şekline bak da
şekillere dalmaktan halâs ol.
Yürü git be hoca dedim; ne olursan ol; ben arı duruyum, yepyeni
bir hürüm, fakat tortulu şarap satana kulum köleyim,
(s. 257) Senin korkun, ümidin akla musallattır ancak; yem ve
tuzağın vahşi kuşları avlar ancak.
Derdinin tortulu şarabını satan, beni korumasına alalı bunlardan
kurtuldum, bahsetme bana bu işlerden, senin işin bunlar, çalışadur.
LIII
Başımı vursa yere düşer, ona secde eder başım; arslan kanımı içer
benim, bense bundan zevk alırım.
A av arslanı, benden çekme pençeni; aman
çekme ki milyonlarca kere bu, minnet benim canıma.
Pişmiş et yiyen, pişmiş et yer; sevgilinin aşkıysa çiğ et yer;
güzelim, çiğ benim, hem de pişmesine imkân bulunmayan çiğim ben.
Sen, söyle diye davul dövmedesin; bense bir davul gibiyim sana;
senin boynuna asılmışım, davul gibi boyuna vurmadasın bana.
Bütün sarhoşların kulaklarını ha bire aşk çeker; senin aşkın
Davud’undur senin, demir muma dönmüştür ona karşı.
Gönül bütün malını, gelirini kumara harc eder gider, çırçıplak
kaldı mı onun mahzeninden mal mülk verilir ona.
Gönül sözle dopdolu, kol kanat açıp uçmak istiyor; fakat olgunluk
ışığının parıltısı onu böyle dilsiz bir hale getiriyor.
LIV
Gene hekim hastasının kapısından içeri girdi,
inayet elini kendisinden ayrılmış âşıkın başına koydu.
Gene o güzel, o hekime gitti de onun o bol şerbetini içti,
ciğerini o şerbetle kandırdı.
Onun şerbetini kapıp içince varlığından geçti; artık bakan, gören
de birlik sâkîsi, bakılıp görülen de; bir oldu kaldı.
Tatlı şerbetine acılık yok, olsa bile razıyım ya; bal yiyenin
arının iğnesine de katlanması gerek.
Bu upuzun ayrılık gecesi neden? Dur, sana söyleyeyim: O güneş,
kendi örtülü yüzüne kendisi fitne oldu da ondan.
Her güzelin kendi yüzünden, gözünden, kendi güzelliğinden haberi
olmayışı bir rahmettir; yoksa ortada görünüp duran yüzünü hemen örtü altında
gizlerdi.
Kendi güzelliğine âşıksın, fakat kendinden de gizlisin sen; şu
çıplak bedenine buluşma elbisesini giyiver.
Şükürler olsun ki aşk güneşi Koyun burcuna
girdi; artık gönüllere de, canlara da ışığının besleyici
aydınlığını, yetiştirici ıssısını salar durur.
Şükürler olsun ki Mûsa,
Firavun’a tapanların hepsinden de kurtuldu; gene buluşma yerine, söz verilen
anda gider, gene kendi Tur’una çıkar.
Can îsa’sı geldi de Âzer’e
üfürdü; Âzer o afsunla dirildi, mezarından çıktı.
Gene Süleyman geldi, cin, peri
hep toplandı; Süleyman hepsine de yüzüğünü, fermanını gösterdi.
A sâkî, bunu tamamlamamı
istiyorsan mahmur dudağıma bir söyletici şarap sun.
LV
A hoca, bize ne diye yüzünü
ekşitmişsin? Yürü git şu seker yurdundan; hiç orda ekşi suratlı biri var mı?
Gönül şeker yurdundan şeker
bile utanır; sen
nerden geldin böyle kaşı çatık,
ekşi suratla.
O dudular gökyüzünde şeker yemedeler; sen ne diye göklere
uçmazsın, ne diye suratını asmışsın, yüceleri inkâr edersin?
Düşünce meydanının Rüstem’i, kızoğlankız gelinlerle buluştuğu,
görüştüğü vakit yüzünü ekşitir mi hiç?
Seher çağında şarap içen, gündüzün arslan avlar; fakat ayran içen
kişinin bugün de suratı ekşidir, y arın da.
* înanç sahibi de, inanç da, din de zevklidir, tatlıdır; sen nerde
gördün helva tablasının ekşi olduğunu?
Bütün bu ekşilikler sende şu yüzden toplandı: Cins, cinsine gider,
ekşi de ekşiye koşar, onunla kopuşur.
Vallahi güneşin ışığıyla, ısısıyla olgunlaşmayan meyve,
şekerkamışı bile olsa ekşidir ancak.
Aşk güneşinin yakışına sabır gerektir, sabret;
şu ekşi yol yordamına bak da iki üç günceğiz dayanıver gitsin.
Kimi ekşi görürsen bil ki
ateşten kaçmıştır o; gölgede kalan koruk baştan ayağa dek ekşidir.
Gönülden vaad etmişsin, vaadine
vefa et; dâvaya kalkışınca arslanlaşma; iş geldi çattı mı suratını ekşitme.
* Mustafâ’ya bak, bir ancağız
suratını ekşitti de Tanrı yüzünü ekşitti diye darıldı âdeta.
Sus, iftira etme, o ekşi yüzlü
değildir amma bilen kişiler bâzı bâzı, mahsustan yüzlerini ekşitirler.
O, şekerden yaratılmıştır,
gönlü de şekerlerle dopdoludur; fakat çocukları terbiye ederken lala yüzünü
ekşitir.
LVI
Hocam, sevgilinin huyunu yanlış
anlamışsın sen; işinin sonucu hakkında gevşek bir zanna, kötü bir şüpheye
kapılmışsın sen.
Gül yüzlülerin hevesine düşmüş; beyhude işlere kapılmışsın; hey
gidi hey; ne olurdu bir de nar çiçeğine benzeyen kendi yüzünü görseydin.
Korkudan topallayasın da yolundan kalasın, yürüyüşünden olasın
diye, yol kesenler yaşayışa ölüm adını taktılar.
Kulak ver de kulağına bir küpe takay ım; çünkü o halkayı taktım da
lâfa, söze doydum ben.
Yanıma gel, hoşum, güzelim ben, bağrıma basayım seni; çünkü
gelirim, varım yoğum hep senden gelmede benim.
LVII
Gene padişahımızın kapısına geldik, konduk; gene can kolunu, can
kanadını bir hoşça açtık.
Gene kutluluk geldi, eteğimizi çekti bizim; gene gökyüzüne kurduk
çadırımızı, sayvanımızı biz.
Şeytanın da yüzü, gözü, yüzümüzden ululuğa
erişti, perinin de; can hüthütü gene Süleyman’ına döndü, kavuştu.
Sarhoşlarımızın sâkîsi, şeker yurdumuz oldu bizim, can sâkîsi, o
perişan, kıvırcık, o simsiyah saçlarını çözdü, açtı gene.
Dün sevgili bana dedi ki: Şu devranın elinden nicesin? Gülen
bahtını, gülen devletini gören kişi nice olur ki?
Mısır’ın bile görmediği o şekeri, şükürler olsun ki ben dişimin
dibinde buldum.
Altınsız, başsız başbuğuz; maiyetsiz, adamsız büyüğüz;
şekerkamışlığımızdan şekerler yiyip duruyoruz.
Sen eşi bulunmaz bir altınsın, hiç kimse müşteri değil sana; sen o
kuyumcunun işine yararsın; yürü, madenine git.
Ay devri ömürleri kısaltır, azaltır; halbuki sevgilimiz kendi
devrine upuzun bir ömür ihsan etti.
Gönül, Şemseddin’in hevesiyle Tebriz’e gitti;
yürü, var git kendi yurdunun ta içine, gir oraya da altın ara a
gönül.
LVIII
Süleyman’la hoşuz biz,
deve-periye olmaz olun de; güzelliğin hadden aştı, işven, cilven olmayıversin,
ne olur ki?
A varım yoğum benim, a malım
mülküm benim, şu gönlüm sana karşı doğru; altın canım yeter bana, altın mührüm
yokmuş, varsın olmasın.
Herkesin gönlünü çeken aşk
nasıl bir ateştir; ona kul köle olmak ne de güzeldir, ne de hoş; mülküm,
saltanatım yokmuş, olmasın gitsin.
Bir uğurdan işten güçten el
çektir bana; kupkuru et dudaklarımı, hiç mi hiç nemi kalmasın varsın.
Canım aşk kadehiyle baştan başa
aşk madeni oldu; Tanrı erlerinin yoldaşı er de olmasın, dişi de, ne çıkar?
Senin gölgen önde de elimi
tutar, feryadıma erer, artta da; o fidanın gölgesi yeter, meyvesi yokmuş,
olmayıversin.
Can, Tebrizli Şemseddin’in
yüzünden arındı, güzelleşti, Çin’e döndü; bundan başka bir perde yırtan
vermeyecekmişsin bize, varsın olmasın.
LIX
Dün sevgili kendinden geçmiş,
sarhoş bir halde yoldan çıkageldi; a tövbe edenler, tövbeyi sel götürdü dün.
Aşk dün aklı alt etti de başını
ezdiyse ne çıkar? Dün aşkın yüceliğinden başımız göklere erdi.
Yeni bir baht, yeni bir devlet
belirdi, dünya tuzağını yırttı gitti; şükürler olsun ki güzelim kuş kafesten
kurtuldu dün.
Yedi göğe de sığmay an,
meleklerden bile gizlenen, dün şu toprak yeryüzünden beliriverdi.
Elinden Cebrâil’in gönlü bile
yaralanmış olanın, dün kanadı kırık bir kuş gibi gönlü
yaralandı gitti.
Arslanların bile boyunlarını koparan olgun aklı, dün elsiz-ayaksız
âşık tuttu da, boynunu bağlayıverdi.
Gökyüzünün şişesi güneşin yalımından bile çatlamadı da dün gölgesi
olmayan birinin gölgesini gördü, kırıldı gitti.
Âşıklar gibi güneşin peşine düşen Ay, uzun bir ay rılıktan sonra
gizleniverdi dün.
Kusuru yüzünden aklın da, vehmin de ermediği zata aşk el attı, bir
vurdu da ortaya çıkıverdi o.
Hayal olan her şey buluşma gününde gerçekleşir; dün gece nice
yokluk hayali varlığa geldi gitti.
A kılavuz, sus, susman söylemektir; zaten dün gece fısıltıyla
konuşulan sözler yüzünden başın da uzadı senin, kulağın da.
LX
(s. 258) Canların Kâbe’sisin sen, çevrende tavaf etmedeyim; kuzgun
değilim ki yıkık yerlerin üstünde dönüp dolaşayım.
Bundan başka sanatım yok, bundan başka işim gücüm yok; sanatım da
gökyüzü gibi gece gündüz dönüp durmak, işim gücüm de.
Güzelimin önünde secdeye kapanmaktan, dilberimin çevresinde
dönmekten daha güzel bir iş var mıdır; sevgiliden daha güzel bir sevgili kimdir
ki?
Pılımı pırtımı hacca çektim, orda yerleşmeyi kurdum; pılımı
pırtımı Arap aldı, götürdü; yerleşip karar etmemi dönüp dolaşma aldı gitti.
Susuz, uykusunda havuzdan, testiden başka ne görür? Ben de seninle
buluşup kavuşmay a susuzum; çevrende dönüp dolaşmayı nasıl bırakabilirim?
Secdeye kapandım mı varlıktan kurtulur
giderim; tavafa başladım mı Kâbe şefaatçi olur bana.
Akıllı hacı niceye bir yedi
yedi tavaf eder durur? Ben deli divane bir hacıyım, kaç kere döndüğümü saymam
bile.
Güle dedim ki: Diken de nedir?
Sür gitsin onu; dedi ki: Gül yüzüm onun çevresinde çok döndü dolaştı.
Hava ateşe, duman sana lâyık
değil dedi; ateş, b ırak da kıvılcımlarımın, yalımlarımın çevresinde dönsün
dursun dedi.
Aşk beni övdü de dedi ki: O,
her gece Ay gibi, b aşıy la, yüzüyle izimin tozuna uy ar, o tozun çevresinde
tavaf eder gider.
Gökyüzü gibi bastığım toprağa
secde eder; kadeh gibi mahmurluğumun çevresinde döner durur.
Hocam, avın önüne düşüp koşmam
şaşılacak bir şey değil; asıl şaşılacak şey şu ki avım benim çevremde dönüp
durmada.
Şu dört tabiatı dört hammalın
sırtı say; tabut gibi gelip de dört tabiatımın çevresinde dönüp durma.
Şu ilin yelinde sevgilinin
kokusu var; yoksa böyle karanlık bir ilde dönüp durur muydum ben?
Ona yutulmaya, onun varımı
yoğumu alıp götürmesine âşıkım ben; öyle olmasaydım hiç böyle onunla kumar
oynamak için dönüp dolaşır mıydım?
Yüce bir selviyim, güzün de
güzelim, yemyeşilim; ilkb aharın çevresinde dönen, ilkbaharı özleyip bekleyen
ot değilim ben.
Kalkansız, kalenin etrafında
dönüp dolaşmaman için kıskançlık ordumuzdan kaza okları gelip durmada.
A gam, bir kerpice benzeyen
varlığımı ez, toza döndür de toz gibi o ata binmiş güzelimin çevresinde döneyim
gitsin.
Yeter artık, balıklar gibi
suyun içinde sus da tava gibi ate şimin üstünde dönme.
LXI
Şarap gerekmez bana, tortulusuna da boş vermişim, arı durusuna da;
kendi kanıma susamışım ben, savaş vakti geldi çattı.
Keskin kılıcı çek, hasetçilerin kanlarını dök; dök de bedensiz
baş, bedenin çevresinde dönsün dursun.
Bütün âlemin dağını del, kanımızdan bir deniz meydana getir; getir
de toprak da, kum da bol bol kan yudumları içsin, kana doysun.
A benim gönlümden haberdar olan, yürü, var git, ağzımı tutma
benim; yoksa gönlüm y arılır da o yarıktan kan fışkırır.
Savaşa kulak asma, hiç ürkme sakın; padişahlık, yiğitlik, böyle
elini bağlamakla olmaz.
Ben ateşin içine dalacağım, ateş lokması yiyeceğim; kibrit taşına
benzeyen canın göbeğini neyle kestiler zaten?
Ateş oğlumuzdur, bize susamıştır, bizim
tutsağımız olmuştur; bâri ikimiz de bir olalım da aramızdaki
ayrılık, aykırılık bitsin gitsin.
Onun çıtırtısı, dumanı
nedendir? İki renkliliği bitmemiştir de ondan; odun halinde kaldıkça çıtırtısı
lâf değil elbet.
Hattâ yarı yansa bile henüz
kömürdür; gönlü susuzdur, yüzü karadır; buluşmayı, gerdeğe girmeyi ister o.
Ateşse ona, yürü git der, sen
kapkarasın, bense bembeyazım. Odun da ona evet der, sen yanmışsın, bense
yanmamışım, kalakalmışım böyle.
Kömürün o yana da yüzü yoktur,
bu yana da; iki dost arasında, karanlıklarda yapayalnız kalmış gitmiştir.
* Gurbete düşmüş Müslüman gibi
ne halka bir yol bulabiliyor, ne padişahlar padişahına; ince ağrı gibi bir
yanda yamanıp kalmıştır.
Hattâ Zümrüdüanka gibi bütün
kuşlardan yüce olduğu halde göğe yol yoktur ona; Kafdağı’nda kalmıştır o.
Sana ne diyeyim, ne söyleyeyim ki ekmek kaydına dalmış, gamlara
batmışsın; lâm gibi belin bükülmüş, kâf gibi gönlün daralmış.
Hadi, davran a fitneler arayan, o testiyi çal taşa; çal da ırmağın
suyunu çekmeyeyim, avuç avuç su içmeyeyim ordan.
Sakalıktan vazgeçeyim de denize batayım; savaştan, ayrılıktan
uzaklaşayım; suçumu söylemekten bile haberim olmasın artık.
Tertemiz canlar gibi toprak altında, sözü b ırakay ım, susayım
gitsin; hani onların da bedenleri tıpkı gelin gibidir, toprak onlara y organdır
âdeta.
LXII
Seher çağı ona, a doğunun padişahı dedim; yaratana and olsun ki
eşin örneğin yaratılmamıştır.
Kadrin bilinmez, anlaşılmaz; vaadinde hilâf yoktur; a yücelerden
yüce padişah, kapın hiç mi hiç kapanmaz?
Bedenim bir hardal tanesi sanki; onu hayretlere salan yakıp
yandırmış; depremlere düşmüş, boyuna tir tir titriyor. Kimdir seni görüp de
kendinden geçmeyen?
Öyle bir hale geldim ki varım, fakat var olan ben değilim; yanımda
senden başka ne varsa yoktur; a ganî padişah, sana zıt olan aldanmıştır, ahmaktır.
A benim canım, a benim söz bilir, söz anlar canım, hiç kimse
yoktur ki senin yüzünü görsün de oyunda at sürüp herkesi mat etmesin.45]
LXIII
Gene aşk Zümrüdüanka’sı, o Kafdağı’ndan çıkageldi; gene candan aşk
naraları, aşk hayhuyları duyulmaya başladı.
Gene aşk denizinde akıl kayığını uşatıp dağıtmak için timsah gibi
başını kaldırdı aşk.
Yokluk tertemiz gönüllere göğsünü açtı. Aşkın tertemiz gönlünü Tur
Dağı’nın içinde gör de seyret.
Gene âşıkların gönül kuşu yeni bitmiş kanatlarını açtı; göğüs
kafesinde geniş mi geniş bir aşk âlemi buldu.
Aşkın canına canlar katan, gönlüne gönüller varan sevgiliden, iş
dostlarının başına her nefeste saçılar saçılıy or.
Fitneler koparan akıldı, çekilip bir yana gitti, oturdu. Şimdi bak
da seyret, her yanda aşk fitnesi, her tarafta aşk neşesi var.
Akıl bir ateştir gördü de işte dedi, bu aşk, bizse kamışız. Fakat
aşk, ancak aşkın görür gözünü,
can gözünü görür.
Aşk, hafif bir sesle yüce bir
sesleniş kopardı da a yüce gönül dedi, yücelere uç da aşkın yüceliklerini gör.
Tebrizlilerin padişahı
Şemseddin’de, tertemiz canların neşesini, aşka düşmüş gönüllerin can gözlerini
seyret.
— L —
LXIV
Şu açık meşrepli güzellere, ululuk ıssı Tanrı’nın has bahçesinde
kaynak başı, çayırlık çimenlik, durup oturulacak yer oldu; şuhluk, hırsızlık
helâl.
Yol kesmeyi yol bilen becerir; eve girmeyi, hile düzen yapmayı
güzellikten anlay an başarır.
Dünya ehli örümcektir âdeta, hepsi de eşekarısı avlar durur;
onlardan hiçbiri de tam o larak usanmaz bu işten.
Evde gizlenmiş hırsızı kim görür, kim söyler? Safrana dönmüş yüz,
arı duru suya benzer gözyaşı.
Gözyaşı neden akar? Bir ateşi söndürmek için. Bet beniz neden
sararır solar? Hali anlatmak için.
Âşıkların yanaklarına akan gözyaşları, sana, kapı y anındaki
saftan hemen kalk da aşkın tapısına git der durur.
Yüzün sarılığı sevgilinin al al
yanaklarının aynasıdır; gözyaşı da yüz göz sahifelerine yazılar yazar, sayılar
dizer.
Şu Habeş toprağın yüzündeki
bunca güzellik, bunca alım, gayb âlemindeki aydan parlayıp vuran olgunluk
ışığının parıltısıdır.
Hele bir iki gün dayan; bu
parıltı, bütün bu güzelliğiyle, bütün bu ışığıyla gene aslına gider, onunla
birleşiverir.
LXV
Ömrüne and olsun a biricik
güzelim benim; a olgunluk derecelerinde eşi, dengi o lmay an dayancım benim,
dertlere battım, gamlara daldım, kalk, gel artık.
A beni dertlerden kurtaranım, a
benim eşim dostum, a meclise Ay kesilen güzelim; yüzün dolunay, ağzının yâri
helâl şarap.
Canın vefa denizi, rengin
ayrılık parıltısı. Ömrüne and olsun, korkmasaydım a ululuk ıssı, Tanrı derdim
sana.
Âlemdekileri aşkla eritirsin de
hepsinin yürekleri yatışır; görünmeyen şeyler görürler; sen hayali bile lâtif
bir güzelsin.
Canları huzura kavuşur;
bedenleri sarhoş olur gider; onlarla tutar, ağrı-koca sağraklar bulunan bir
mecliste oturursun sen.46]
LXVI
Güneş ululuk ışığının otağını
kurmadıkça, gündüz kuşları nerden kanat çırpıp halka kuracaklar?
Güne şin bakışıyla yeryüzü
lâlelik kesildi; böyle bir zamanda evde oturmak, vebalin de vebalidir doğrusu.
(s. 259) Güneş kılıç çekti,
şafağın kanını döktü; yüzüne feda olsun; binlerce şafağın kanı helâldir o yüze.
A âşık, gözünü aç da can göğüne
bak; onun yüzü Ay gibi, benim boyumsa yeniaya benziyor.
Ölümsüzlük kadehi her nefeste,
ben onun
lûtfuyla şişe kesilmişim,
sağrağı dudağı dudağına dopdolu diye hali anlatıp durmada.
Göz uykuyla dopdoluydu;
padişahım vakit gece dedim; benim yüzüm ortadayken gece olsun, işte bu mümkün
değil dedi.
Sabah mavi bir renkteyse gündüz
olduğunda henüz şüphe vardır; fakat gün yarılandı mı artık dedikoduya yer
yoktur.
Sen de can güneşinin yüzüne dikkatli
bak; fakat benim gözümle bak, benim görüşümle seyret de güzelliği gör.
Onun değirmisinin
parıltılarında padişah Şemseddin’in, o Tebriz’e ziynet olanın sûreti vardır;
kutlu, yomlu bir sûrettir o.
LXVII
Gözün her solukta benim gözümle
dedikodusuz, sessiz, sözsüz, aşk dersine ait bahislere girişir, sorular sorar,
cevaplar verir.
Gâh kadehimin dudağı gibi beni
arıklaştırır,
inceltir; gâh çuvala girmem için semirtir beni.
Beni toya çekti mi ben de arslanin kulağına yapışır, çekmeye
başlarım; fakat yüzünü gizledi mi de çakalın derdinden feryada başlarım.[47]
Nakışa, sûrete bakmaya başladım mı a puta tapan der bana; mala
mülke göz attım mı da tutar, kulağımı çeker.
Ona, a güneş derim; bütün gönüllere doğ, bütün gönülleri parlat;
bütün âlem senin güzelim nurunun zerresine ehildir, ıyâldir, ona muhtaçtır.
A güneş, dağın, bulutun ardından baş göster; her bakışta sözsüz,
sessiz, hali anlat.
Çorak, tuzlu toprağın ciğerinden o tertemiz suyu çekme; ululuk
nurunun parıltısını o güzellikten men etme.
Ay’ın nuru, o nurların meleği bir göründü, bir cilvelendi mi, can
baştan başa nur olur, akıl bağlardan-kayıtlardan kurtulur,
Onun şarabını içmişsin; peki, neden darmadağınsın? Yüzünün bağını
bahçesini
görmüşsün; hadi, aç kolunu kanadını, uç gene.
Gene sarhoş oldum, başım dönüyor, elden, ayaktan bahsetme; sözün
geri kalanı gerekse sana, gece git de yarın gel.
— M —
LXVIII
Kim ölür giderse düşmanı dost olur; benim düşmanımsa ölümümden kör
olur gider vesselâm.
O şekerkamışlığı beni tutar, şekerin ta içine çeker; böylesi ölüme
canım, gönlüm kul köle olsun.
Ad san kaygısı halkı yanıltmıştır da badem şekeri gibi tatlı mı
tatlı ömre ölüm adını takmıştır.
Bunun içindir ki Peygamber, yokluk haznedir demiştir; aşağılık
kişiler yanılsınlar diye hazneye y okluk adını vermiştir.
Vahiy onlarda olur; hani ham kişinin olgun, sızırılmış altına yol
bulamaması için defineyi yıkık yerlere gömerler ya; onun gibi işte.
Dedim ki: Ey can, bak da gör, gönlümün üzengisi pek gevşek, pek
dar. Dedi ki: Bundan böyle bilgisizlikle dizgin kasıp kaçma benden.
Kaçma da başından geçen
şeylerin sonucu dileğince olsun; felek kır atı boyuna senin altında olsun; sana
râm olsun.
Sen ölümün ölümsüz bir yaşayış
olduğunu bilseydin, gönlün hiç korkmazdı, durmadan onu isterdin.
Sus, dudağını yum da ağızsız
şekerler çiğne; varlığından yok ol da tamamıyla onunla varlığa ulaş.
LXIX
A şarap dudaklı, daha yakına
gel de hepimiz deli divane olalım. A inci, daha yakına gel de hepimiz deniz
kesilelim.
Halka gibi bölük bölük, el ele
verelim de topumuz da taklalar atarak sarhoşça denize doğru koşalım.
Aşk denizinin kıyısında yeniden
bitelim, boy atalım. Hâaaay, nerde gül bahçesi? Biz daima yeniyiz, daima yeni.
Gül bahçesinin ciğerinden yepyeni bir yalım gibi çıkalım; ateş
gibi yüzümüzle zaten yüzlerce ışığın mayasıyız, aslıyız biz.
İncimiz yüz gösterdi amma denizin o yanından yüz gösterdi; ah, sen
bu yandansın, bizse o y andanız, ah.
A tek binici, başındaki tacı oynat böylece; tacına inci de biziz,
atına arpa da biz.
Kim biriz derse darağacına asarız onu; fakat ikiyiz diyeni de ate şlere
yakarız.
LXX
A beni korkutmak için yüzünü ekşiten güzelim; a beni ağlatmak için
şeker gibi gülüşünü gizleyip somurtan dilberim.
Ben yüzümü ekşitmedim; çünkü senin yüzünden tamamıy la şekerim
ben. Ağlamak bedenin nasibidir, bense can incisine mensubum.
Ate şin ta içine gideyim de tazeleşeyim, güleç
bir hale geleyim, kızıl altına döneyim; çünkü o madenin altınıyım
ben.
Ateşin gönlünde senden
başkasını görürsem taşla, öldür beni; buna lâyığım çünkü.
Seni çekip yanıma almadıkça
işrete hiç mi hiç oturmam; seni tutup kaldırmadıkça hiç mi hiç ayağa kalkmam.
Şu gönlüm bir başka adam oldu
da hele seyredin beni; başımı, alnımı öpüp duruy or.
Hayrola a gönül dedim, bu hal
ne? Sen baştan başa ışık değil misin, ben de karanlıklar adamı değil miyim?
Sen bensen, ben de sensem bu
şaşkınlık ne, neden geçmişsin kendinden? Gönül sarhoşça güldü de bilmiyorum ki
dedi.
* Yürü, olmayacak şeyi isteme;
dilin gücü kudreti yok; ben Kehf sûresiyim, sen uyurken okumaktasın beni.
Şeklim, sûretim, gönlün
huzurunda hemencecik yüzüstü yerlere yıkıldı da ey
rabbânî gerçeğim benim, doğru
söyle dedi.
Gönül de, bu şaşkınlık dedi, Tanrı Şems’inin görünüşündendir;
Tebrizlilerin o övüncündendir; ben de onda yok olmuşum zaten.
LXXI
Bizim yanımıza gelmektesin, hoş bir insansın sen; biz de hoşuz.
Görünüşte ateşiz amma sana ab ıh ay atız biz.
Sen bir güvercin yavrususun, bu yuvada doğmuşsun; sen
kendiliğinden bu yana gelmezsen biz zorla çekeriz seni.
Tapımızda ol, biz o güzelin tapısındayız; onun şarabıyla sarhoş
olmadayız; ondan şarap içmedeyiz biz.
Dağ gibi olduğumuz yerde duruyoruz amma sel gibi akıp gitmedeyiz.
Böylece susup durmadayız amma gök gürültüsü gibi naralar atmaday ız biz.
Gerçi felek gibi biz de adamı suçsuz
öldürüyoruz amma senin deniz gibi bir canın var; avcuna koy da
gene gel.
Şu beş duyguya sahip oluşta nöbetimiz beş günceğiz ancak; şu altı
yan var ya, altısına da padişahlar padişahıyız biz.48]
Aşk zurnasının peşine düşmüşüz; nefesimiz keskin, sesimiz gönül
okşamada; çünkü çeng gibi can damarını çalmadayız, senin için ağlayıp inlemedeyiz.
Aşk dâvasına girişmişsin; dâvan doğruysa y atak yastık arama; biz
madene sahip olma derdiyle hastalanmadık ki o yastığa, o döşeğe âşık olalım.
Gökyüzünün ışığı, Tebriz’in övüncü, bizim Şemseddin’imizdir; o
güneşin yüzünden içimiz gökyüzüne dönmüş, biz de Ay kesilmişiz.
LXXII
Niceye bir habersizce gideceksin? Sonucu dama bak. Hattâ dam da ne
oluyor? Söyle, gök
kubbeye bak de.
Olur ya, ansızın can gibi Ay’la bir cilvedir olur; yüzlerce Ay,
yüzlerce Güneş, o Ay’ın yüzüne kuldur köledir.
Onun aşkının hevesiyle dokuz gök çark vurup dönüyor. Canla gönül
onun şarabından kadeh kadeh doldurup içiyor.
O bir göründü, canlara bir vurdu, bir ışıdı da can şarabını içmek
mubah oldu, yiyip içmek, yatıp uyumak haram edildi.
Bön dünya, a yel dedi, ne haber? Yel, korkudan dedi, bir soluktan
başka hiçbir şeyden haberim yok vesselâm.
LXXIII
Senin dilencileriniz; aç kapıyı a güzel; dilencilere bir soluk
ihsanda bulun a yüceler yücesi.
Dünyaya aman verensin, cihana cansın sen. Ağız senin kereminle,
senin ihsanınla her an
gülüp durmadadır.
İki dünyaya da emniyet veren
sensin; insanın, insanlığın aslısın, özüsün sen. Bak da gör, işte şimdicek
ordunun üstüne Habeş ülkesinden asker geldi çattı.
Senin davulun geldi, senin en
aşağılık habercin ulaştı mı her dilenci, davul, bayrak sahibi bir padişah
kesilir.
Hiçbir gam, neşemizden canını
kurtaramasın diye yardım bayrağı gönderdi, işret ordusu yolladı.
Dilenciye lûtuf fermanın geldi
mi, Arap kılıcını çekelim de Türklerin başına vuralım (güzellere bile tenezzül
etmeyelim).
Arada hiçbir korkuy u bırakma,
aman diye bağır; çünkü can korkusuyla işret, bir arada o lamaz.
Sevgiyi kay nat, köpürt; çengin
gönlünden o nağmeleri coştur; işretle, nağmey le kulağı, şarap la karnı doldur
da,
(s. 260) Ta can Tebriz’ine,
zamanın Şems’ine kadar arı duru bir halde varsın; varsın da ey ben, benim işte
gelen desin.
LXXIV
Bu gece şu yoksulun bedeninden
canı tamamıyla al, götür. Götür de dünyada bundan böyle ne adım kalsın, ne
sanım.
Şu anda sarhoşunum senin; bir
sağrak daha sun da iki dünya da mahvolsun, çıksın gözümden vesselâm.
Senin lûtfunla yok oldum mu,
sen neyi biliyorsan o olurum ben; y okluk kadehini alırım da kadeh kadeh üstüne
şarap içer dururum.
Can senin yüzünden yandı,
parladı mı mumlar yakar, dünyayı ışıtır nurunla. Fakat senden y anmay an, tamamıy
la hamdır, ham.
Şu anda, soluk soluğa yokluk
şarabını sun bana; tamamıy la yokluğa daldım mı artık ne evi fark ederim ben,
ne damı.
Senden gelen yokluk, cana canlar kattı mı, can senden gelen
yokluğa binlerce varlık kul olsun, köle kesilsin diye sana karşı yüzlerce defa
secdeye kapanır.
Bana tas tas şarap sun da varlığımdan kurtar beni; şarap yüce
kişilere sunulan bir nimet, akılsa aşağılık kişilere mahsus.
Yokluğu dalgalandır da kapsın, götürsün beni; niceye bir korkuyla
deniz kıyısında adım adım yürüyüp duracağım?
Padişahım Şemseddin’in tuzağı Tebriz’de avladı beni; tuzağa
düştükten sonra artık bana tuzaktan ne korku olabilir?
LXXV
Bir kere daha zerreler gibi oynaya oynaya geldik; çark vurarak
çıkageldik o aşk göğünden.
Aşk meydanının başında bir er olduk da gâh o uca at sürdük, gâh bu
yana geldik.
Sen böyleysen aşk yalvarır yakarır sana;
lâyıktır da; fakat biz bundan da üstünüz, böyle gelmedik biz.
Meclis ulusu sensin, meclistekiler de burda, hazır; hadi, o ateş
gibi suyu getir, ekmek yemeye gelmedik biz.
* Şükürler olsun ki kendini yaralayan dilenci gibi senin yüzünden
candan olduk, olduk amma hemencecik de cana kavuştuk.
A Tanrı Şems’i, aşkın kanıma susamış; ben de bunun için kılıcım,
kefenim koltuğumda, çıkageldim işte.
Tebriz’in tatsızlığını senin tuzundan, senin alımından başka
hiçbir şeycik gideremez; a y eryüzünün övüncü, ben de işte bu yüzden zamanenin
bir tatsızı gibi geldim tapına.
LXXVI
A Müslümanlar, gene halk zincirlerini kırdı, gene insanlar
zincirden boşandı; gene aşk âleme bir gürültüdür, saldı a Müslümanlar.
Dostların dostluğu bizim canlarımıza düşman; fitnenin anası gebe
kaldı a Müslümanlar.
Ciğerler yakan, Zühre’yi bile yakıp yandıran bir ay yüzlü, dünyaya
âfet kesildi; yüzümüzden bir meşaledir yaktı, tutuşturdu a Müslümanlar.
îzinin tozu kutlu akıl, onun huzurunda çileye girdi; çilede şarap
gibi coşup köpürüyor a Müslümanlar.
Aşk belirdi, akıl yenini, yakasını yırttı; âşıka yeni bir iş güç
geldi çattı a Müslümanlar.
Aşktan lâf etmede; Ay’a damga basmada, geçer akçe gibi kullanmada;
yol başında kervanların yollarını kesmede a Müslümanlar.
Gece, gündüz oldu bize; çünkü gönlümüzü
aydınlatan o güzel, Âdem’in sınandığı buğday başağı kesildi a
Müslümanlar.
Bir inciydi, bilgisizliğinden
padişahların tacına takılmıştı; şimdi öküzlerin kuyruğuna çan oldu a
Müslümanlar.
Ayrılıktan, zevâlden feryat
ediyorduk; şimdiyse zevkten, vuslat yüzünden feryat etmedeyiz; bilin ki
boğazımızda tıkanıp kalmış daha da pek çok şükürler var a Müslümanlar.
LXXVII
Sonucu sarhoş oldun da ortaya
düştün; fakat sen kendiliğinden sarhoş oluyorsun; dünyada senden başka kim var
ki?
Sonucu, felek kuşu kafesten
kurtuldu; sonucu, istek oku yaydan fırladı.
A kerem sahibi, niceye bir
davulunu kilim altında çalacağız; a benim eşim dostum, sarhoşluğumuzu niceye
bir gizleyeceğiz?
Gene Elest’ten ses geldi. Gene
iş işten geçti;
sarhoş anlanır, bilinir; hele
ağzının kokusu yok mu, şıp diye tanıtır sarhoşu.
Saçma sapan sözlerimiz
meyhanemizin kokusunu veriyor; şaraplarımız padişahlar padişahlarının ellerine
sunuluyor.
Toprağın her parçası rûh oldu,
tertemiz can kesildi; artık ona toprak dünyası deme, her şeyi altın haline
getiren iksirin mayası, özü de.
Sen kemersin, biz beliz; y ahut
da sen belsin, biz kemeriz. îster kemer ol, ister bel; aşk ısısıyla ısınanlar
sensiz kalmasın da.
Gâh uğrulayacaksan gir içeri,
gönül kesesini uğrula; gâh da beni uğru say, bekçi benim de.
Gâh kurt gibi yoksulun koyununu
kap; gâh çoban gibi hay-hay diyerek köpeği saldırt üstüme.
Senin gibisini kimsecikler
görmedi; zaten a benim canım, kimse de sensin ancak. Dünyada eşi, örneği
görülmedik birisin, fışkırıp akan vefa suyusun düny ada.
Aşk bir âlemdir amma âlemin de canıdır aşk. Sevgili gizlidir amma
gizliliklerin de başıdır o.
Gözün gözüme dedi ki: Ne de tamahkârsın; hem şekerimizi yiyorsun,
hem armağan alıp götürüyorsun.
Âlemde bulunan her beden, her can, senin toprağındır ancak; o
izinin tozu belirmeyen güzelin hevesiyle hepsini de gaflete salmışsın.
Sonra gene ansızın zinciri salladın mı da sınanma yönünden coşup
köpürürler.
Kâfir, mümin deme; iyiyi, kötüyü arama; hepsi de senin yüzünden
yıkılmış, kendinden geçmiştir, oku afsununu hepsine de.
Senin sarhoşun olmayan, senin işvelerine tapmayan kim? Kimdir
senin elinde tavla zarı kesilmeyen? Aç kerem elini.
Dağdan daha sağlam kimdir ki? O bile seni görünce aşkla dirildi,
zamanede meşhur oldu gitti.
LXXVIII
Dudağımdan ansızın güle, gül
bahçesine ait bir lâf çıktı; o gül yanaklı geldi de ağzıma bir tokat attı.
Dedi ki: Padişah da benim, gül
bahçesinin canı da ben; benim gibi birisinin tapısındasın da sonra filânı anıy
orsun ha.
Benim tefimsin sen, kendine gel
de her adam o lmay anın sillesini yeme; benim neyimsin sen, aklını başına
devşir de herkesin nefesiyle feryat etme.
Benim gibi bir Keykubad’ın, kem
gözler ırak olsun benden, benim gibi bir padişahlar padişahının huzurunda
küçücük kişilerden bahseden utanmaz mı ki?
Bahçede yıkık yerleri anan kara
kuzgundur. Baharın güz mevsimini anan kargadır.
Bana el atmışsın, benim
kucağımdaki çengsin; mızrap vurulan tel gevşer, gevşe bâri sen de.
Düny anın ardını görmüşsün, bir
de yüzünü gör. Kendine arka çevir de düny anın yüzünü seyret.
A bulut altındaki Ay, yazıklar olsun, kendini görmemişsin; niceye
bir başkalarının peşinde gölge gibi koşup duracaksın?
Yeter artık, şiir tuzağı bir hileyle bağladı beni; av ansızın
elimden fırladı, ormana kaçtı gitti.
Bir hırsızın peşindeydim, başka bir hırsız bağırdı; hırsızı
bıraktım, dönüp bağıranın yanına geldim, neye bağırıyorsun, ne var dedim.
Dedi ki: İşte izi, hırsızın şu yana gitti; o izi yomsuz herif,
hırsızımı yele verdi benim.
LXXIX
O fitneler koparan sevgilim
gene yoldan geldi; o inatçı sevgilim gene benimle savaşmaya, cedelleşmeye
sıkıca kemerini kuşandı.
O eşsiz güzel, gönül mutfağını
senediyle sepetiyle aldı; kabımı, kâsemi, kepçemi, kevgirimi kırıp döküyor.
Konuk pek büyüktü; bu yüzden ev
yıkıldı; elbette gökyüzü, kapımdan girmez, dehlizime
sığmaz benim.
Gayret, konuğun yolunu kesti de gitme dedi; bütün tanyerini benim
şekerler yağdıran bulutum kapladı.49]
A boşboğaz, a çekişip durmadan usanmış kişi, başını kaldır da
benim koşup gitmeme bakma, onun çekişini seyret.
Minnetler, şükürler, minneti, şükrü yaratana; çünkü kara yağız
atım nankörlük elinden çıktı artık.
Yüzüm somurtkanlıktan, kâsem aşağılık mercimek aşından kurtuldu;
sonucu, dertlere bulanmış gözyaşlarım tesirini gösterdi.
Bütün bağların bahçelerin, bütün şakaların, lâtifelerin canı, özü
nedir? Aklın çevikse benim gönüller alan güzelimin şakası, lâtifesi.
A gerçek Hızır, şu yende, yenimin kenar pervazı gibi gördüğün,
denizlerin incisidir; senin ihsanındır bu.
Mademki sevgili beni çağırdı, bana el salladı;
ayağına tez gönlüm, hemencecik o yana at sürüp gitti.
Niceye bir gizleyeyim; ganimetler elde etmiş olan Tanrı Şems’i, o
benim Tebrizli ustam, ustalıklar göstermede, lûtuflar etmede.
LXXX
Şirin’imin Husrev’i gene dağdan çıkageldi; gene canım, gönlüm,
dinim beni andı.
(s. 261) * Aşkla, şevkle pek çok Yâ Sîn sûresi okudum; çünkü benim
Yâ Sîn sûrem beni çağırmıştı.
* Mecnun’umun Leylâ’sı, Râmîn’imin Vîse’si gelip ç atınca bütün
akıllıların akılları dağılır gider.
Sözler deren, lâflar devşiren sevgilim savaşa girişti mi hasede
düşmüşüzdür, gönlümüzü cefaya vermişizdir artık.
O, halkın barışmasına, birbirine vefa göstermesine meydan vermez;
soluktan soluğa
senin kinini de tazeler, benim kinimi de.
Der ki: A âşıklar, hiç acımayın; benim töreme uyun da birbirinizi
öldürmeye koyulun.
Yarabbi dedim, âmin dedim boyuna, aman diledim, yalvardım boyuna,
ah, ne yarabbi dememi duyuyor, ne âminimi işitiyor.
Diyor ki: Sen kendi işine koyul, ben kendi işime koyulayım;
ezelden beri yolum y ordamım bu olmuş benim.
Benim işim gücüm, sana vurmak, senin işin gücün de feryat etmek.
Bayram benim, senin davulunsa benim y aratışımın eline düşmüş bir âciz, bir
maskara.
Bu ağlayışa kulum, kurbanım, hastalığa âşıkım ben; çünkü
hastalanırsam o vakit yastığımın başından ayrılmaz o.
Canım da, gönlüm de rûh gibi dosdoğru şaha gider; ferzine benzeyen
tabiatım eğri büğrü gitse bile boştur.
A benim benliğim, a benim ayıbım, ârım; geç
ayıbımdan, ârımdan; benim buyum olmasaydın sen, görürdün benim
oyumu.
A tek binici, şu söz
perdelerini kaldır artık; hırsız, hurcumdan görülmemiş paralar çalıp g ötürüy o
r.
LXXXI
A gülen yüzü yüzlerce gül
bahçesinin aslı olan güzel; Tanrı bahçesisin sen, gir içeriye, diken ver, gül
al.
Beden elbisesini soy da
çırılçıplak canı seyret; elbise konacak yeri neyleyeceksin, çıplak can daha
hoştur.
Bunca canın tapısında dilsiz
değilsin ya, söyle; fakat neyin hikâyesi dilsiz söylenir, canın narası da
ağızsız atılır.
Sevgili bugün geldi de esenlik
sana dedi; işte o anda gökyüzünü de onun soluğunda ara, y eryüzünü de.
Güzeller padişahı haraç olarak
baş istedi
güzellerden; gökyüzünden Ay’a
doğru bir el aman narasıdır koptu.
Dudağından, dişinden uzak
olasıca lâ’l dudakları aşk afsunları okudu, hocam, bak da eserini gör.
Aşk gammazı geldi de şu kulağıma
dedi ki: Sevgili aranızdadır; lâtiftir, gizlidir o.
Sevgili, gönlün eteğini tutup
çekti; bir bucağa, o yedi kat göğün bulunduğu yandan da ileri, şaşılacak bir
bucağa götürüyor.
Diyor ki: Seninim amma kim
benden söz ederse, dudağımı anlatmay a kalkışırsa iki elinle vur ağzına onun.
Senden bahsedendir ki beni de
aldı, götürdü, seni de; fakat benden bahseden, ikimizden de uzaklaştı.
LXXXII
A gümüş bedenli güzel, öp
kendini, yanılarak kendini Huten ilinde arama.
Hattâ senin gibi bir gümüş
bedenliyi tutar da bağrına basarsan, bir can öpücüğü gerekse sana, gene kendi
ağzını öp.
Huriler ne örüp dokurlarsa
senin içindir, senin güzelliğin için. Her erkeğin, her kadının güzelliği, senin
yüzündeki güzelliğin vuruşundan meydana gelmiştir.
A çenesi güzel sevgili, senin
güzelliğini örten gene senin saçlarındır; yoksa ışığın çoktan vururdu âleme.
Çin ressamı gönül güzellerinin
yanına geldi de onları görünce eli, gönlü kırıldı, ağzı açık kaldı.
Bu şekillerle, nakışlarla
dopdolu kafes, gönül kuşunun perdesidir; fakat gönüller kıran kafes yüzünden
gönlü tanımadın gitti.
Gönül, Âdem’in toprağından
perdeyi öylesine kaldırdı ki, melekler canla, gönülle sınanmış oldular, hemen
secdeye kapandılar.
Aşk Türk’ü bir solukcağız
ortadan vasıtayı kaldırsay dı da önüne gelip otursaydı, ey çelebi,
kimsin deseydi.50]
Göz, Şemseddin’in bakışıyla gaybi görürdü; Tebrizlilerin övüncü,
göz ucuyla sana bakardı elbet.
LXXXIII
Hocam, yanılmışsın sevgilimin gidişini sen; amma senin gibi
yüzlercesi de beni, benim işimi gücümü görünce kendini kaybeder gider.
Her boyun aşk kılıcına lâyık değildir; benim kanlar içen arslanım
köpeklerin kanını içer mi hiç?
Benim ucu bucağı olmayan denizim her geminin tahtasını taşır mı?
Senin çorak yerin, benim inciler y ağdıran bulutumdan otlay ıp y e şerir mi
hiç?
Başını sallayıp durma böyle, burnunu büküp durma öyle; senin gibi
eşek nerden erişecek benim arpa amb arıma?
Hoca, bir kerecik kendine gel, iki gözünü
birazcık aç; benim azım da, çoğum da senin payınca değildir amma
gene de bir dikkat et.
Dedi ki: Âşık neden sarhoş
olur, neden utanmaz bir hale gelir? Şarap utanç mı kor adamda? Hele benim
meyhanecimden gelirse.
Hilesi, düzeni, kurdu fitnelere
uğratmış; benim hilebaz avcım onu tuzak edinmiş de kendisiyle kendisini
avlamış.
Onun pazarında kart kurdu
nerden alacaklar? Pazarımın her yanında diri bir Yusuf var.
Senin gibi bir kuzgun lâyık mı
İrem bahçesine? Benim gül bahçeme can bülbülü bile yol bulamadı.
A Tebrizlilerin övüncü Tanrı ve
din Şems’i, belki de bütün bu sözlerim senin sesindir.
LXXXIV
Dost ol, dostu gör; gönül
kesil, sevgiliyi seyret. O yürüyen selvinin peşine düş, kaynağa dal, gül
bahçesini göredur.
Atıl, zevk, geçim yolunda
tembel davranma; kumaşı sun da tüccarın parlaklığını gör.
Bizim bütün tüccarımız gönül
ehli kişilerdir, peygamberlerdir; bu kervanın yoldaşı da benim bütün suçları
örten y aratıc ımdır, bak da gör.
Gene Mahmud, Eyaz’ın odasına
geldi; aşkı seç, aşkla oyuna dal da o çok ulu devleti, o tükenmez ikbali
seyret.
Eyaz’a toprağım ben, çünkü o da
benim gibi aşkı huy edinmiş; sen de aşk ol, aşk ara da düzenbaz sevgiliyi gör.
Bu çarıkla bu postu vermek, iyi
bir yol y ordamdır; bunun için onu kıble edin de lûtfunun, bağışının
artakalanını seyret.
Eziyete düştün, belâya uğradın
mı çarığı görmeye başlıyorsun; hiçbir illete uğramamışken kendini yorgun say,
hasta gör.
Bizim çarığımız, bil ki erlik
suyudur, ana karnındaki kan da postumuz; akıl ve görüş incisiniyse uyanık
padişahtan seyret.51
Onun önüne inci koy ki seni köy
ağası yapsın; eski ver, yeni al, tane ver, ambara bak.
Yeryüzünde gökyüzünün bile görmediği
şeyleri görmek istiyorsan, bir soluk kendini görme de onun vereceği görüş
elbisesini seyret.
İnciler saçan bu sözü de
sözleri verene bağışla gitsin; ondan sonra varlığının her parçasından coşup
fışkıran esprileri gör, sözlere bak.
LXXXV
Yüzü meşale gibi y alım yalım;
kimdir o kapımızdaki? Her yanda kan dalgaları, gece yarısında nedir o?
Ölüler bile kefenlerine
bürünmüşler, şıkır şıkır oynuyorlar; Sûr mu üfürüldü, yoksa ikinci bir İsa mı
o?
Göğsünü aç da gönül
penceresinden bir bak; y epy eni bir ateş y alımlandı, kıştan haber değil o.
Yepyeni ateşe bak da hemencecik
atıl Halil gibi içine; görünüşte ateştir amma arı duru bir
şarap o.
Senin kutlu Yunus’un, bedeninde bir balık sanki. Yar bedenini de
seyret, balığa benzeyen beden o.
Beden hırkanı şarap için rehine ver; tertemiz ol a temiz er,
temizlik vakti geldi çattı.
Şarap içtin amma kadehinde birazcık kaldı; asıl içilecek şarap,
kadehte kalan o yudumcuk.
O Halil, keskin hançeri boğazına dayar, yüz çevirme padişahlığın
cilvesidir o.
Hüküm bozuldu gitti; kaza, tehlikeler hazırlamada; hükmün fitnesi,
bu, kadıya da âfet, o.
Nefsin bugün sana yarını vaad etmeye kalkışırsa vur ağzına onun;
zaten lâf ebesi bir adamcağız o.
Şarap satar amma bütün anışları yele verir; küp gösterir amma tuz
ekmek hakkı bilmez o.
Biz nefis kışından beden karını getirdik; ihsanına, lûtfuna
erişmek için şaşının
söyleyeceği, anlamı gizli bir söz bu.
A Tebrizlilerin övüncü Tanrı Şems’i, sana karşı iki dünyanın da
varı yoğu bir çocukluktan ibaret, bir oyun ancak.
LXXXVI
A aşkının hevesi dünyayı zebun eden güzel, şu baş aşağı gelmiş
gökyüzü de benim gibi aşk şaşkını.
(s. 262) Yırtadur, dikedur; piş, yan; gönlümü kan et de gönül
kanımı gene kanla yıkıyadur.
Mademki senden meydana gelmede; her eğrin doğrudur; fakat a benim
güzelim, doğru söyle; deliliğin yeri değil.
Bir hayli bekledikten sonra o eşsiz sevgilinin hayali dün gece
çıkageldi; bense mahmurdum; yarabbi, nasıldı, neler oldu?
Uçup gitmek, ovaya yüz tutmak istedi de afsunlarla dolu sözlerle
gene aldattı beni.
Dedim ki: Vallahi olmaz, yapma, etme bu işi;
Acem’sen reft (gitti) sözü yok, Arap’san lâ yekûn (olmaz).
Gece yarısı geldin, amma ne de
şaşılacak bir halde geldin ya; mademki kucağımıza geldin, artık kurtuluş yok.
LXXXVII
Öylece durma, şöylece gir eve;
a evi ay dınlatan, her yana ışıklar salan güzelim.
Can şarabını içmişsin, dünyadan
gönlünü almışsın; neden kızmışsın, ne var, neden öfkelisin böyle?
Halkaya gir, yüzünü, bütün
güzellere nazlanarak aç; aç da böylece namazda yüzüne secde edeyim.
A güzel sözlü güzel, halkaya
gir, oyna; Tanrı hakkı için aşk böyle eskimez.
Şu zamanda, işe güce koyulan
herkes bizim sevgilimize böylece kul olur, avlanır gider.
LXXXVIII
Hazır olanları anlatan bir gazele başla; a yüzü muma benzeyen
güzel, kalk, meydana gel.
Muma benzeyen iki yanağınla o muma bir ışık ver; cana benzeyen
kadehinle şu topluluğu canlandır.
Elini kadehe uzat, hepimizi de sarhoş et; çünkü kendinden geçmeyen
kimse hoş olmaz.
Kendinden geçtin mi hemencecik kaç şu dünyadan; aman, aklını
başına al, başına; bir daha yüzünü geriye çevirme.
Oka benzeyen bu sözü doğruca kulağına çek, kulağına çekmezsen
nasıl olur da yaydan fırlar?
Yeter düşünce, yeter artık; her solukta, acaba ne oldu ona, ah o
filânı ne edeyim ben diye o söyler sana.
LXXXIX
Gene aşk, kapımdan, duvarımdan boşandı;
gene kin güden devem bağını kopardı.
Aşk arslanı bir kere daha kanlı pençesini attı; şu köpek gönlüm
gene kana susadı.
* Gene aybaşı geldi, delilik çağı gelip çattı. Ah, şu derin
bilgim, şu geniş hünerim, hiçbir fayda vermedi gitti.
Gene bir fitne doğdu, gene bir başka cemre düştü; gene uyanık
güzelim, uykumu bağladı benim.
Sabrımı uyku aldı, aklımı su götürdü; işimi gücümü de sevgili aldı
gitti; ne olacak benim işim, bilmem.
Âşıkların zinciri nedir? Söyleyeyim sana: Gönlümü alan sevgilinin
halka halka saçları.
Kalk, bir kere daha kalk, kalk ki kıyamet koptu; bu seferki
coşkunluğum yüzlerce kıy ametin de mayası, özü.
Gül bahçesi, gül mevsiminin yüzünden âşıkın gönlü gibi yanıp
yakılmışsa işte buracıkta o gül bahçesinin, o gül bağımın, o gül bahçemin yüzü.
Dünya bahçesi yanmış, fakat
gönül bahçesi aydınlanmış; bağın bahçenin sırları yanmış, benim sırlarım düzene
girmiş, parlamış.
Zevk, işret çağı geldi çattı a
benim mahpus bedenim; sıhhat elbisesi sunuldu a benim hasta gönlüm.
A meyhane pîri, hadi, buna
şükrane olarak hırkamı, sarığımı rehin al da şarap sun bana.
Hırkayla sarık da nedir;
bunları rehin vermek, himmetin aşağılığından değil de nedir? Benim meyhaneci
padişahımdan can da bir yudumcuktur ancak, cihan da.
Sözü tam söylerdim, hür süsene
dönerdim; fakat gönül kıskandı da sözümün yolunu kesti.
Şükürler olsun ki o Ay’ın her
yanda müşterisi var; pazarımın parlaklığı tellâla hacet b ırakmıy o r.
Dedikodu gürültüsüne lüzum yok,
tellâla muhtaç değiliz; benim Ca’fer-i Tayyar’ım, hırsız, yankesici Ca’fer
değil.
XC
Padişahıma bakmaya, güzelimi görmeye ne göz doydu, ne gönül; sen
de şu uyanık gönlüme doyma.
Sakanın kırbası sımsıcak ciğerimin kanına doydu; sudan başka bir
lezzetim, sudan başka bir gönül isteğim yok.
Taşı kırayım, kırbayı yırtayım, denize yüz tutay ım; bundan başka
bir yol yok bana.
Niceye bir yeryüzü gözyaşlarımla ıslanacak? Ne vakte dek gökyüzü
ahlarımın, eyvahlarımın ısısıyla yanacak?
Niceye bir gönlüm, vay gönül, vay gönül deyip duracak; ne vakte
dek ağzım, dudağım padişahlar padişahımın sırlarını söyleyecek?
Yürü, her solukta dalga dalga coşup otağımı, varımı yoğumu kapıp
götüren denize doğru yürü.
Gece yarısı, evimden bir güzel dalgadır coştu, köpürdü; ansızın
güzellik Yusuf’u düştü
kuyuma.
Bir güzelin yüz suyundan bir sel geldi, harmanımı aldı, götürdü;
gönülden bir dumandır çıktı, yüceldi; samanım yandı gitti.
Harmanım yandıysa korkum yok, hoşum; o ay yüzlümün harmanı benim
gibi yüzlercesine yeter.
Aklım yok, onun bilgisi, hüneri yeter bana; vakitsiz gelip çatan
gecemde onun muma benzeyen yüzü kâfi.
Birisi dedi ki: Bu müzik, bu dönüş, mevkii kaybettirir, edebi
giderir. Mevki istemiyorum ben; iki düny ada da benim mevkiim, şerefim aşk.
O uyanık, o her şeyden haberdar padişahım, sözü başımdan alıp
götürdükçe her beytin ardından, sonu geldi deyip duruy orum ben.
XCI
Doymadan gülen dudaklarına doymadım; binlerce aferin dudaklarına,
dişlerine.
A oğul, hiçbir kimse canına doyar mı? Benim canımsın sen; canımla
canın bir.
Susuzum, içtikçe içiyorum, kanmıyorum; ölümüm de sudan, dirimim
de; dön; dönüşüne kulum köleyim ben.
Armağan sunuyorsun bana; tamamıy la kendini sun da gömleğinden baş
çıkarayım senin.
İki elim de yoruldu, işten güçten kaldı amma ellerim zaten senin;
senin soluğun, senin hikâyen olmadıkça el ne işime yarar benim?
Aşkın, ey ulu er dedi bana; bizim evimize, otağımıza gir de hiçbir
hırsız evine, otağına kastetmesin.
Dedim ki: A kademi kutlu, senin bekçinin hatırı benden incinmesin
diye bu kapıya halka
kesildim ben.
Dedi ki: Hem kapıda kalakalmışsın, hem kucağımdasın; dış da
sensin, iç de; iki vatan da senin yerin yurdun, senin malın mülkün.
Sus, artık okuma; bu toy, bu sofra yeter; Rum da kıyamete dek
sofrandan yer, doyar, Türk de.
XCII
A ay ışığının çalgıcısı, yürü, ne duyduysan söyle; hepimiz de
mahremiz, ne gördüysen bir bir anlat.
A şahımız, padişahımız, a çalgı, zevk âlemimiz bizim; canımızın ta
içinde neye ulaştın, söyle.
A nerkis gözleri; Tanrı dost olsun onlara, Tanrı korusun onu; dün
gece onun gül bahçesinden neler derdin, neler devşirdin, anlat.
A benim elimden sarhoş gönlüm gibi kaçıp kurtulan, ey her şeyi
görüp bilen, neyi seçtin? Onu söyle.
Bayram gelir, geçer, fakat senin bayramın,
ebedî olarak kalır; kimseye yardımı dokunmayan felekten nasıl
kurtuldun? Onu anlat.
A şeker, can şekerkamışlığında
boğuldum gitti; bu şeker yurdundan tattın mı hiç? Onu söyle.
Şarap sola çekiyor beni,
gönülse sağa; yürü var; çekişmek hoş bir şeydir; sen ne çektin? Bir anlat.
Kadehe şarap doldurdun,
fitneler tozuttun; mademki meyhane mahallesinin anahtarısın, anlat bakalım.
Meyhanemizin coşkunluğu,
münâcâtımızın nuru güzel; dilek, istek perdelerimizi de sen yırttın, sen; anlat
hadi.
Ay bulutlar altına girer de
kararır, arık bir hale gelir; a bulutlardan tertemiz, upuzak Ay; sen söyle.
Gölgen daimî olsun, Ay’ın
parlasın dursun, felek de sana kul köle kesilsin, neden ürktün, korktun? Söyle.
Aşk dün bana dedi ki: Bana nasıl âşık oldun sen? Dedim ki: Nasılı,
niceyi eğirip durma, dokuduğundan bahset.
Nefsiyle savaşır bir erdim, akıllıydım, zahittim; a zahitlik, a
takvâ, kuş gibi neden uçtun, gittin? Söyle.
XCIII
(s. 263) Senin nar çiçeğine benzeyen al al yüzün bahçeye gelince
ah, gülün gönlüne bile ateşin düşer de yakar, yandırır.
Lâlelerin gönüllerindeki duman, senin can renkli ateşindendir;
menekşenin beli senin yükünü çekmeden bükülmüştür.
Can gül bahçesinin goncası yüzünü gördü de dikeninin hevesine
düştü; ne de hoş bir göz açtı.
Süsen, bir kılıçtır çekmiştir de y aseminin kanını dökmüştür;
fakat kim vermiştir süsene kılıcı? Kan dökücü, kan içici nerkis gözlerin senin.
Zahitler gibi bütün yeşillik
kupkuruydu; senin meyhaneci dudaklarından sarhoşcağız oldu, yeşerdi, gelişti.
Aşk sarhoşluğuyla, benim
sevgilim değil misin dedim; yoksa iki dünyada da şaşıdan başka kim görmüştür
sevgilini senin?
* Gönlümde senin “Rabbiniz
değil miyim? Evet” yazısı var; o yazıyı inkâr etme; işte yazın, işte ikrarın.
Pastırma gibi senin tuzlana
giden kişinin bedeninde nasıl olur da et kalır, deri kalır?
Gönül senin eteğine yapıştı,
beden de gönlün eteğini tuttu; vay şu çekişmeden, eyvah şu işten.
A can padişahlarının padişahı,
a Tebrizlilerin övüncü Şemseddin, bedenin gönlünde gönlün aşkı var, gönlün
gönlündeyse senin aşkın.
XCIV
Parlak yüzün can aynası
kesilmiş; canımla canın her ikisi de birmiş.
Gediksiz, tam dolunay, gönül evi, senin malın mülkün; akıl hani ev
sahibiydi ya; şimdi senin kulun kölen, senin kapıcın.
Can daha Elest gününde, senin yüzünden sarhoştu; daha balçık
halindeyken senin yüzünden darmadağın olmuş gitmişti.
Toprak aşağılara çöktü oturdu, suysa apaydındır şimdi; fakat şimdi
benimki de ortadan kalktı gitti, seninki de.
Gülen devletin kıy amete dek üst olsun diye, Rum kayseri şimdi
Zencicikleri bozguna uğrattı.
A yüzü Ay’a benzeyen, bâzı bâzı feryat ediyorum; çünkü sözler
bilen aşkın bile bana perde oluyor.
XCV
A güzelim, Ay da senin yüzüne karşı bir maskara, Güneş de; artık
Zühre’nin haddi mi var ki aynadan dem vursun, ışık dokuma âletinden bahsetsin.
Ay senin tapında aşk sevdasına düştü; yüzüne sürdüğü kızıllık
döküldü;
Müzik senin gül bahçene açılmış bir penceredir; âşıkların gönül
kulakları hep bu pencerenin başındadır.
Ah, bu pencere de büyük bir perde; fakat a makbul kişi, a geçer
akçe, yürü var, hiçbir şeycik söyleme; perde amma güzel bir perde.
Öylesine bir şeker ki çiğneyip yemek için dudak testere gibi diş
kesilmiş gitmiştir.
Elimi, gönlümü bir küpceğizin içinde gördüm de a hikmet sahibi
hoca dedim; ne var bu küpceğizde?
Dedi ki: Bütün şu göğü, bütün
şu can dolabıyla bir tereye bile almaya tenezzül etmeyen birisinin şarabı.
Serkeş gök atı onun tapısında
eyerlenmiş durmada; can onun meydanının başında başına torba takılmış bir eşek.52]
A buna bile aldırış etmeyen
padişah, ordunun sağında yardım, solunda devlet yürümede.
İşte şimdicek senin
Tebriz’inden dünyanın bayramı Şemseddin doğuyor; işte şimdicek Güneş, Koyun
burcuna girdi.
XCVI
A sâkî, işvelenip yele verme
beni, şarap sun bana; onun yarınının gamını hiç hatırlatma bana.
O koca küpten doldur şarabı,
koy önüme; gönül düğümünü çözüp açmazsam hiç neşelendirme beni.
Şarap başımdan aşarsa a güzel
oğul, artık şarap istemem, sarhoş oldum, yerlere serildim, sunma
derim sana.
Gülüşüne kulum köleyim, sen öldürmüşsün beni de senin dirinim ben;
sana kul köle değilsem neşe şarabını sunma bana.
Senin şehrinin fitnesiyim, senin kahrının şehidiyim ben; senin
değilsem, sana vermemişsem varımı yoğumu, hiçbir muradımı verme benim.
O madenin lâ’linden sadaka ver şuna buna; fakat ben sadaka olarak
sana canımı vermezsem verme bana.
Kinden vazgeç, a şeker dudaklı, öpücük ver; her toprağa baş
koymazsam verme bana.
* Kim ikinci defa doğduysa, aşk lütfetti, ihsanda bulundu ona; ben
de yüz yol gerçeklikten, doğruluktan doğmadıysam verme bana.
A iyi adlı Tanrı Şems’i, Tebriz durak oldu sana; tamamıy la kırıp
dökmediysem, yoluna feda etme diy sem ömür verme bana, y aşatma beni.
XCVII
A can sâkîsi, o koca sağraktan başka bir şeyle şarap sunma bana;
önce sunduğun sağrak vardı ya, ondan başka bir şeyle şarap sunma bana.
Senin yüzünden tanınmışım, bilinmişim; zevkim, işretim, huzurum,
kararım senden. Baharımın töreni senin yüzünden, sen bana güz mevsimini verme.
Mademki can sensin, bunda şüphe yok; şu halde can senin tapında
bir tek cancağızdan ibaret; a biricik güzel, sen benim ol da istersen iki düny
ay ı da verme bana.
Perde ardındaki de sensin, ortadaki da sen, külhanbeyine âfet de
sen; can veren sen ol da can da verme bana, rûh da verme.
Dün gece avcunla şarap sundun bana; mademki böy ley im, bu hale
getirdin beni, artık gönülden başka bir şey verme bana.
Altın gibi şaraptan başka bir
şeycik b ilmiy orum a benim gümüş
bedenlim;
bilmediğimi verme bana.
Yeşillikte alçaldım, yıkılakaldım; o kapıyı kilitle; kim bana dair
bir şey sorarsa hiç iz verme benden, bir şeycikler söyleme.
Darmadağın bir arslanım; senin yarana kulum köleyim; sensiz
diriysem eğer, köpeklerden başkasına verme beni.
O ay yüzlünün yüzünden yıldıza döndüm, o gülün yüzünden
terütazeyim; herkesten ayrı, daha hoşum ben, herkese verme beni.
Tebrizlilerin padişahlar padişahı, kutlu canların Tanrı Şems’i;
ağzım seninle dopdolu, ağız yarası verme bana.
XCVIII
Ey yüzünden, yol, bel vermeyen her yerin yol olduğu, konak
kesildiği güzel; ayaksız oyunu gör, ağızsız kahkahay ı seyret.
Bir aylık çocukcağız aşk memesinden bir soluk süt emdi de boy
attı, selviye döndü.
Gönlü kör aptallar çok çene yordular amma a âşıklar, Allah için
olsun şu yüze bakın, şu yüze.
Vallahi de o Yusuf’tur, benden duyun bunu; Yusuf’la tuz ekmek
yedim, onunla kuyuda arkadaşlık ettim ben.
Yüzünü gösterdi mi gayb âlemine kulak ver; Arş naralarla doludur,
ferş vah vahlarla.
Âşık yaya benzer, hele ok gibi bir güzel olursa sevgili. Fakat yay
on kirişli oldu mu hiçbir işe y aramaz.
* Tebriz’den, Şemseddin’in bir bakışına nail olan, onu bir kere
gören kişi, kırk günle de alay eder, on günü de kınar.
XCIX
Hoca, esenlik sana, vefa
definesini buldun; gönlünü gönlüme koy, çünkü kaybolmuşu buldun sen.
Hem sen esenlik sana de, hem
sen sana da esenlik diye selâm al; Tanrılık davulunu çal, çünkü Tanrı’dan bu
davulu buldun.
Hoca, sen nasılsın, o ay
yüzlünün kucağında ne âlemdesin? Hele bir söyle. Candan daha üstün, daha
değerli olanı nasıl, nerde buldun a hoca?
* Selsebîl ırmağından
doldurulmuş o koca sağrak... Rıdvan bile kıskanmada seni; çünkü Tanrı
razılığını buldun sen.
A altına dönmüş yüz, inci
definesine kavuştun; a çırçıplak beden, şimdi gene ağır elbiseler buldun.
A ağlayan gönül, bütün âleme
gül şimdi; bundan böyle dostumsun, sevgilimsin benim,
sevgilimi buldun sen.
Hoca, benim yakınımsın sen; yanıma gel, yanıma; yanıma gel de kimi
buldun, bir söyleyeyim sana.
Gökyüzünde senin için davul çalıyorlar, davul; yürü git, doğru
yoldasın sen, Hıtâ mülkünü buldun sen.
Dudağını dudağına koydu da o yüzden şekerlendi dudakların; mademki
sâkîyi buldun, dudağı kupkuru kalmışları da gör, gözet.
Hoca, sıçra, dünyadan çık, ağzını kilitle; anahtarı buldun ya,
kilit gibi aç elini.
C
* Yürü a Ahî, git konuğunu ağırla, ben gitmiyorum; aşçının
gönlünden tüten duman beni yemeden içmeden kesti.
Düny anın rızkını veriyor da kendisini gizliyor; buluşma çağında
nekes, mal, altın bağışlamada cömert.
Malını, altınını az al, fakat can uğruna can ver; soğuk kişilerin
yolunu yordamını tutma, buz buzluktan başka ne yapabilir ki?
Yemek içmek, sıcacık somun, o soğuk kişilerin nasibi; şu âşıkların
nasibi de saltanat, kutluluk, neşe.
(s. 264) Pay edenin payına bak da hiç savaşa, inada kalkışma; bu
işte inada, savaşa girişirsen iş daha da beter olur.
Cennetliksen bir hoşça gönlünü aydınlat, parla; cehennemliksen bir
güzelce yan yakıl; niceye bir şu dünyada, berzahta kalıp duracaksın?
Güzellere az bak da gönlü kör olma; salhane köpeğinin gözü baka
baka kör olur gider,
Güzellerin zincire benzeyen saçları adamı cehenneme çeker; onların
görünüşleri cennet gibidir amma içleri cehennemliktir.
Kömüre, köze tutsaksın amma Tanrı’nın kat kat, sonsuz y ardımları
var, elbette o kurtarır seni.
Şemseddin’e ulaşmak için Tebriz’e git; aşağılık
kişiler gibi niceye bir şu kapkaranlık yerde kazıklar kakacaksın?
CI
A can, a cihan, gidiyorsun,
fakat canı da götürüyorsun, cihanı da; şeker madenini çekip alıyorsun,
şekerlerle yiyip duruyorsun.
A ay yüzlü, birazcık yavaş, az
daha yavaş yürü de gül dalı nilüferin göğsünü yaralamasın.
Güneşe benzeyen yüzünü bizden
pek tez gizliyorsun; sonucu, bir de ateş kesilmiş ciğerimizin kokusunu bir duy.
Bir bakmak eğer vefa etmekse bu
da sadakan olur; sadaka vermek de yerinde bir iştir; bunca malın var, bu kadar
zenginsin şükürler olsun.
Bir bak, bir bak da kan
kesilmiş ciğerimiz, deli gönlümüz, artıp duran gamımız, kederimiz daha iyi bir
hale gelsin.
Şükürler olsun ki yandık biz,
yanmayı öğrendik biz, hem de semenderin yolunu
yordamını ciğerden öğrendik
biz.
Sevdana tutulup perişan olan, seni seyre dalıp kendinden geçen, aklını
da kaybeder, başını da; neşesinden ko şar, ayağına kapanır da öper, öper.
A güzel yüzlüm benim, öylesine âşıkım sana ki bütün güzellerin
parlaklığı seninledir bana; gâh put kırmadasın, gâh Âzer olup put yonmada.
O görüşten, o bağıştan sarhoşsun; o neşeli baht yüzünden
neşelisin; kötü göz ırak olsun senden de daha rahat ol, daha hoş ol.
Canla, gönül yurduna git de bölük bölük meleklerin halkalarını,
perilerin yüzlerini gör.
Sonra da birazcık melekten, periden de geçtin mi, sıfatlar
âleminde şekil de yok olur gider, şekil düzmek de.
CII
A güzelliği yüzünden aynaya
müşteri olan; dilerim, y ansın
yakılsın ayna da ona
bakamayasın.
Canım aşk denizinden ateş gibi bir su içti de can kadehimde su
bile ateşe dönüyor.
O amber gibi bakışlarla gül bahçesi kesilmiş; ay nanın halini
gördü de şu can da hasedinden ateş kesildi, şu gönül de.
Varlığımdan geçtim, kayboldum gittim; sen beni bulabilirsen ona
selâm söyle de sor bakalım, ne âlemdedir? Hoş musun de ona, daha da mı hoşsun
yoksa?
A iş eri, sarhoş değilim, fakat başımdan aklım gitti; büyücü
bakışı beni de büyücü yaptı gitti.
Senin aklın başındaysa, ona bir bak da anla ki sevgilimin işi
serserice bir iş değil.
Aşk denizinin başında bir balık gördüm; bir cilvelendi, bir
işvelendi şöyle; fakat cilvesi, işvesi pek üstündü hani.
Balık şeklinde göründü amma o denizdi; buzağı şeklinde göründü
amma Sâmirî’ydi o.
O balık, deniz dedi ki dedi, dilinin söy ley ip
durmasına bakılırsa sen kapı dışında bir halkasın ancak. Bu sözü
söyledi, sonra sözü bıraktı, sustu.
Balıkların soluk alışları
suyladır, yelle değil; çünkü hava ateştir, yaşlıkla eş olamaz.
Şu balığa bak; ekmeği de
denizdir, rızkı da; şu halde aşkta b alıktan da aşağısın sen.
Ağı attım; bir balık avlayayım
diyordum; halbuki canım bir yüzükmüş, vaktin Süleyman’ına av oldu gitti.
Bu da ne biçim bahane? Yürü,
tez söyle; deniz kim? Bir ulular ulusunu arayışta kimsenin hasedinden ürkme.
Apaydın, fakat mutlak olarak
söyle; sözü kayıtlara düşürme de Tebriz’imizin övüncü Tanrı ve din Şems’i,
gönlünden uzaklaşmasın.
CIII
Sevgili son zamanda zevke
neşeye, çalgıya çağnağa düştü. İçi çalışıp çabalamanın ta
kendisi, fakat görünüşü
oyunbazlık âdeta.
Kendine gelsin, aklını başına devşirsin de bilgisizliğin alaya
girişmesin diye, sevgili bu işveyle, bu cilveyle bütün âşıkları öldürdü gitti.
Boyuna harekette ol; çünkü akarsu donmaz. Aşk bile boy atıp baş
çekme sırrını hareketten elde etti.
Meyhane camekânına çizilmiş resim canlı gibi hareket eder mi hiç?
Arık at nasıl olur da savaşa girer, saflar yarar?
Savaş davulunu çaldılar, şimdicek Arap atının ey erini görürsün,
oynayıp durmadadır.
*
Arslanlar gibi vur, kanlar iç
de Ebhâzlı kâfirin başını kes; şehit ol gitsin.
Arslanların oyunu savaştır, tilkinin oyunuy sa kaçmak; tilki Tanrı
arslanıyla nerden eşitlik dâvasına kalkışacak?
*
Ateş gibi kızgın kızgın
gidenler nerde, gönülleri kararmış kişiler nerde? Mervli, Reyliyle bir yolda
yoldaşlık ediyor sanki; imkân
*
mı var buna?
Aşk şaşılacak bir savaş eri; şehit bile onun yüzünden diriliyor; a
tertemiz can, böylesine gazinin önünde yerlere kapan, secdeler et.
O güneş bir merhamete başladı mı, gönlü kararmış bir bedene
benzeyen gök, ay ışığıyla dolar da taşar.
Çalgıcı da şarap kadehini eline aldı, zurna da, tef de; o lûtuflar
sahibi dilber her solukta onlara bakıp duruy or.
Ne mutlu o tertemiz cana ki şu meydanın başında tozlara topraklara
bulanmış yatarken, o dilber şu gönül yurdundan çıkagelir de o cana bir beden
düzmeye koyulur.
CIV
Halkı gene baştan da kurtar, baş çekmeden de; a gönlün içindeki
sevgili, niceye bir gönülden kaçmaya savaşacaksın?
A gönlün gönlü, a canın canı; ölüyü diriltip
mahşere çekme çağı geldi; hadi, dirilt, çek.
Güneş bile altın işlemeli gömleğini hasedinden yırtsın diye,
Yusuf’un gömleğini armağan olarak gönderdin bize.
Görünmez denizden çıkagelir de ordu çekersen, mızrağını sapladın
mı, dağın belini bile y arar gidersin sen.
Yokluk kapısının toprağını gönül gözüne sürme diye çekersin,
dervişin çarığını Sencer’in başına taç edersin sen.53]
Kapkaranlık göğsü cennet bahçesine döndürürsün; gönlü susamışları
tutar, ata bindirir de Kevser ırmağına çekersin sen.
Balığın karnını Yunus’a oda yaparsın; gerçek Yusuf’u tutar, ta
kuyunun dibinden çeker, çıkarırsın.
* Gözü doymaz obur nefse Meryem orucu tutturursun; sonra tutar,
aşk Behrâm’ının önüne arık bir eşek çekersin sen.
Tabiata gazelden de tövbe ettirirsin, şiirden de,
beyitten de; böylece de gönülle canı soluksuz, deftersiz tutar,
gayb âlemine çekersin.
Gökyüzünde ateşli bir Başak
bitirirsin; derken ay yüzlü Zühre’yi tutarsın, çadırın bir bucağına çekersin
sen.
A Tebrizlilerin övüncü Tanrı
Şems’i, beni bir soluk bile kendine az çekersen vah bana, eyvah bana.
CV
Ah, serkeşlik duvağının içinde
ne de tatlı bir güzel. Ah, huy suzluk, serke şlik ne de güzelle ştiriy or onu.
Gâh Ay gibi gece yol almay a
koyuluyor; y ıldızlardan bir ordudur çekiyor.
Gâh kıskançlığından bütün
gözlerden gizleniyor, öyle yol alıyor da senin gönlünü ay rılıkla ateşlere
atıyor.
Ne kutlu demdir o dem ki
padişahlar padişahı olan güneşi bile belinden sımsıkı yakalarsın da
evine sürüye sürüye çekersin.
O zamanın zevkiyle can elbisesini bile soyar, çıkarırsın; şu
kendinden geçiş sırrına dalar da feleğin bile kulağını çeker, burarsın.
Her şeker parçası, onu tutup ateşliğe atınca bir hoşça yanma
hevesine düşer de kendisini ödağacı haline getirir.
O anda sâkîlerin gevşek davranışlarına, kusur edişlerine bakılmaz;
zaten sen daha az çekince şarabın bile günahı yoktur.
Mezeyi cennetten alırsan büyük bir bahttır, bir devlettir bu;
şarabı Kevser ırmağından doldurursan büyük bir hay ırdır, bir berekettir bu.
Sarhoş bir halde kendinden geçersin, kendinden elini yursun; kendi
kanını dökmek için inadına, mahsustan mızrak sallar, hançer çekersin.
Benim ışığımdan karanlık nerde? Nerde bir kâfir ki kılıcını
çekesin de kesesin başını o kâfirin.
Vakti geldi, ey Tebrizlilerin
övüncü Şemseddin; beni kadeh gibi kıpkızıl şarapla doldurup çekmenin çağı geldi
çattı.
CVI
Ey mahşer padişahı, sen rahmet
edersin; rüşvet almazsın. Her kırık dökük, her aşağı, bayağı şey, sen rahmet
ettin mi gelişir, yetişir.
(s. 265) Canlarımızı, hiçbir
kimsenin eli değmez, senin kudretini bilir-anlar bir kâğıda resmettiğin
şekillerde hapsedersin.
Öylesine bir nurun var ki,
parıltılarıyla karanlıklar perdelerini giderir; fakat kıskançlığından da tutar,
görmeyenden gizlersin o nuru.
Onu gerçeği gibi anlamak
hususunda uçsuz bucaksız çöl bile daralır da sonra sen o anlay ışı, o görüşü
tutar, ışığa bakamayan göze ihsan edersin.
Miracımızı yakınlaştır, yücelt
artık bizi; göçüp gitme çağı geldi; can şu y ay ılmış yeryüzünden
kurtuldu.
Bin cömertlik atına; en yürük,
en yüce at odur. Vefa levhini oku; ne yazılmış, bir anla.
* Kardeşim, çalacaksan inci çal
bâri; tezce iç kadehimizden de geliş.54]
CVII
A güzel, sen âşıkları şeker
gibi öldürmedesin; şu anda öldüreceksen bâri canımı bir hoşça al gitsin.
Tatlı, güzel bir sûrette
öldürmek, elinin bir ustalığı; çünkü bakışını isteyenleri bir bakışta
öldürüyorsun sen.
Cevrin, cefan, şeker gibi
tatlıdır bize; yardım yolunun kapısını kapama bize; zaten sonucu, değil mi ki
beni kapı önünde öldürüp gidiyorsun; bâri bunu yapma.
A soluğu göğüssüz, karınsız olan, a gamı gamları gideren; a bizi
soluğuyla kıvılcımlar gibi yakıp yandıran.
Her an bize karşı kalkan gibi bir başka bahane öne sürmedesin;
kılıcı bırakmışsın da kalkanla öldürüyorsun bizi.
CVIII
Ne diye şaşırıp kalmışsın a hoca? Yoksa âşık mısın? Âşıksan a
hoca, kâseyi vur taşa, testiyi dik başına.
N’olurdu hangi kapıda durduğunu bir bilseydin; n’olurdu nasıl bir
Ay’a âşıksın, bir bilseydin.
O güneş kaynağını, gökyüzü rüyasında bile göremez; gözün ondan
aydındır, âşıksan bir dikkatlice bak hele.
Gökyüzü arslanının bile bu tehlike yüzünden ciğeri kan
kesilmiştir; doğru söy lüy orum, incinme; ciğeri pek bir âşıksın sen.
A terütaze gül, doğru söyle,
neden kaftanını yırttın? A arıklaşmış Ay; hangi seher çağına âşıksın?
A deniz huylu gönül, düşüncelerle
dalgalanıp duruyorsun; her solukta köpürmedesin; hangi inciye âşıksın sen?
Ona dalıp hayran olanın
oklardan pervası y oktur, gam yemez o; sen de kalkanını atarsan pervasız bir
âşık kesilirsin.
Toprağın her parçası bizim gibi
aşka düşmüş; fakat a tertemiz can, sen eşi, benzeri görülmemiş bir âşıksın.
A akıl, deniz kuşuysan soluk
alma, söze dalma; mademki hünerin susmaktır; başka hangi hünere âşıksın sen?
CIX
Yüzüm yüzünden, yüzlerce
aydınlığa kavuşmuş; canım canından yüzlerce eminlik bulmuş.
Demir varlığım onun aşk
cilâsına kavuşunca varlık aynası kesilmiş, demirliği kalmamış.
Gönül kuşum çırpınıp duruyor;
ne kararı kaldı, ne huzuru. Asıl yurdunu gördü de orda durdu, orda dinlendi
ancak.
Senin gözünü görmedikçe gözüm
aynalık edemiyor; senin günün ışımadıkça pencerem pencerelikten kalıyor.
Gözüm onu görür görmez,
ışığımsın benim dedi; canım onu görür görmez, canımsın benim diye dile geldi.
* Sabır senin şükür şekerini
gördü de o yüzden dayandı; yokluk senin yüzünden zenginleşti de övünç kesildi.
Gâh kapındayım senin, kapı
halkasını çalar dururum. Gâh kucağımdasın benim; gönül kapısının halkasını
çalar durursun.
A seher yeli, aşk civarına git,
elçilik et, şu iki haberi ilet; ilet de senin bu yelip y ortman yüzünden arınay
ım, eteğimin nemi kurusun gitsin.
Kamış gibi belimi bağlamak
benim borcum; şekerkamışı gibi şekerler vermek de senin borcun.
A bize kaçan gönül, benden,
bizden mahvol; çünkü benlikten geçmezsen bizden kesildin gitti.
Tatlı tohum, taşa dedi ki: Ben
kırılırsam içimi, özümü gösteririm; fakat sen kırılırsan vay haline.
CX
Her solukta içimden bir kutsal
güzel, gizli bir yoldan başıma kıyametler koparır, gürültüler eder durur.
Sınanmam, yıkılıp yerlere
serilmem, coşup köpürüşüm, darmadağın oluşum Müslümanlığı aldı, götürdü;
eyvahlar olsun Müslümanlığa.
Bana, şarap mı içiyorsun; yoksa
bir şüpheye mi düşmüşsün dedi. Rabbine mal olmuş gönülden başka kimdir şüpheden
kurtulan?
Yürü, masallar söylemeye var;
sarhoş bir halde eve git; canlar saç, çünkü o eşsiz güzel de güller
saçtı.
A yüzü, yanağı güzel dilber,
bir soluk kulak ver bana; gamınla sarhoş olanı bir gör, gözet.
A benim tapanım, a benim
tapılanım; a benim görenim, a benim görünenim; a iş eri, iş ustası; insanlığın
gönlünde, insanın yüreğinde aşkı tanı, aşkla biliş.
Kâbe’miz onun mahallesi, kıblemiz
onun yüzü; padişahlık yolunda kılavuzumuz onun kokusu.
A görüş sahibi hoca, başının
can tehlikesine düşmemesini istiyorsan sakın bizden, sakın.
Hayır, yanlış söyledim; baş ver
de yüz binlercesini al; yıkık bir yerdeki defineden dikenden başka gül bitmez.
O benim arslanım, o canına
doymuş âşıkım, peri davet eder gibi elinde bir şişe, çıkageldi.
Dedim ki: Ey Rûhü’l-Kudüs, bir
halimizi sor, n’olur. Dedi ki: Yazık, ne sorayım, benim halimi zaten bilirsin.
Sarhoşum, yolumu yitirmişim;
sus, soru sorma. Neyin sarhoşuyum; kokusundan anla; bir sevgilinin sarhoşuyum
ben.
Ne vakit o an gelecek ki ey
Tanrı, biz bizden ayrılacağız; noksan sıfatlardan arı Tanrılık yağması bütün
kumaşlarımızı talan edip gidecek?
Kimin bir işceğizi varsa
avcunda bir dikencik vardır; kimin bir sevdiceği varsa zindana kapanmış gibidir
o.
Senin işceğizin gene sensin,
senin sevdiceğin gene sen. Kendinden uzaklaşandır ancak, rintlik eden.
CXI
Beri gel, beri, daha da beri;
niceye bir şu yol vuruculuk? Mademki sen bensin, ben de senim, niceye bir şu
senlik, benlik?
* Tanrı ışığıyız, Tanrı
sırçası. Kendi kendimizle bunca savaşımız, bunca inatlaşmamız da ne? Aydınlık
aydınlıktan ne
diye kaçar böyle?
Hepimiz de bir tek olgun kişiyiz; fakat neden böylesine şaşıyız
ki? Neden zengin, yoksulları böyle hor görür ki?
* Sağ el ne diye kendi solunu hor görür? Her ikisi de mademki
senin elin; uğurlu ne demek, uğursuz ne demek?
Biz, hepimiz aynı mayadanız; aklımız da bir, başımız da. Fakat şu
beli bükülmüş göğün altında iki görür olmuş kalmışız.
Şu beşten, altıdan pılını pırtını çek birlik bucağına; niceye dek
usûl boylu birlik ağacının yalnız sözünü edip duracaksın?
Hadi, şu benlikten geç, herkesle karış, kaynaş. Kendinde kaldıkça
bir habbesin, bir zerresin ancak, fakat herkesle birle ştin, kaynaştın mı ummansın,
madensin.
Erkek arslan her şey yapar; köpek de köpekliğini eder durur.
Tertemiz can dilediğini işler, beden de bedenliğini yapadurur.
Canı da bir bil, bedeni de;
fakat sayıda yüz binlercedir. Hani bademler gibi, hepsinde de aynı yağ var.
Dünyada nice diller var, fakat
hepsi de anlam bakımından bir; kapları kırıp döktün mü su bir olur gider.
Birliğe erer de gönülden sözü
sürer, çıkarırsan, can her görüş sahibine haber gönderir, meramını anlatır.
CXII
O hekim, bana dedi ki: Yürü
git, ekşi bir şey yemişsin sen. Hayır dedim; işte dedi, rengin bile ekşi.
Gönül karardı mı, benzin rengi
tanıklık eder; sen perde ardındasın amma içindeki dışına vurup durur.
Toprağın tatlı su bulursa
bağlık bahçelik olur; acı suyla sulanırsa diken bitirir, dikenlik kesilir.
Bitkiler baharın yeşerirler;
güzün sararır
solarlar; sen de güz mevsimini
görmediysen ne diye böyle sararıp solmuşsun?
Ona dedim ki: A gizli şeyleri bilen; senden ne saklayayım? Canın
gelişmesi senden; canı sensin yetiştirip geliştiren.
Ekşi bir hale getirdiğini kim diriltebilir? Üşütüp dondurduğuna
kim sıcaklık verebilir?
Özel şaraplarından bir sağlık şerbeti gönder; çünkü ezip
sıktıklarını coşturup köpürten de sensin.
Bir yüce, bir güzel mi güzel şarap sundu da hadi dedi, kendine
gel, dik şunu da gamlarla doluysan neşelen, ölmüşsen diril.
(s. 266) Senin yüzünden, kayadan Aras ırmağı gibi ırmaklar kaynar;
esmer benizlisin amma senden ışıklar parlar.
Görünüşte geçicisin amma ölümsüzlük Hızır’ı olursun; gönlün
incinmiştir amma gönüllere neşe olursun sen.
Şu varlık, şu beden, ne vakit yabancılardan
tertemiz olacak da yüzlerce kişiye devlet olan, ikbal kesilen bir
elbiseye bile boş verecek?
Bir ağaç, yele dedi ki: Ne
vakte dek eseceksin? Yel, sen sararmış solmuşsun amma dedi, yel, baharlık eder
sana.
CXIII
Bu semâ’ bir yabancı yüzünden
böyle yarım kaldı; puhukuşunun bed sesi, halkayı yıkık yere döndürdü.
Kara benzeyen kişi, vakti,
zamanı soğutur gider; hattâ çözülüp sel gibi aksa bile evi yıkar, yerle bir
eder.
Dışardaki yabancı kötüdür,
fakat içerdeki daha da kötü; bir dişin çıkarılması bile yabancılık yüzündendir.
Yab anc ı, halden bilmez kişi
güz yelidir; bağı bahçeyi sarartır soldurur; tohumları bile yerde sıkar,
hapseder, güzelliklerini göstermez.
Yüzüne karşı gül gibi güler;
fakat ayağına
diken gibi batar; tarağa
benzeyen o iki başlıdan sakalını korumaya bak.
Savaş safındaki bir korkak
yüzünden yürekli erlerden meydana gelmiş nice ordular bozguna uğramıştır.
Tebrizli padişahlar padişahı
Tanrı ve din Şems’i yok mu? O bütün toplulukların mumudur, ona pervane kesilmişimdir
ben.
CXIV
Yüzünün nuru vurmuş da o yüzden
her çorak yer bir lâlelik kesilmiş; dudağının kızıllığı vurmuş da her ekşi
koruğu bal haline getirmiş.
Dün gece rüyada aşkının
mushafını okudum; ah, bir sûresinden canım öyle bir deli divane oldu ki.
Ah, şekerin üzerindeki tat
senin şekerin olsa, iki düny anın müşkülü de ne şekerleşirdi, ne helvaya
dönerdi.
Çırılçıplak bir adama benzeyen
bedene
günyüzünü göster, güneşe benzer
yüzünün ışığını vur o bedene de her kılın dibi şekerlerle dolsun.
Kendinden geçmek, masradan ipliğin çözülmesinden de kolaydır;
düşman bile ipliğin ucunu masradan bulmuştur ya.
Ah, henüz görmedin sen; aşk meydanının başında kelleler oynayıp
duruyor; her yanda da bir ocak var.
Beden bir kavuna benzer, koparmazsan nasıl yerler ki? Kır bedeni
de Lâhur ülkesine değen kıymet meydana çıksın.
İki âlemin hekimine gittim, aşk hastasıyım dedim; gönlümün nabzı
atıp duruyordu; idrar şişesi de elimdeydi.
Ona dedim ki: Ey Tebriz’in övüncü Şemseddin, ah; özleşmiş illete
senden başka kim bir şifa bulabilir?
CXV
Galiba bir başka yerdeydin; çünkü karnın bomboş. Bir başka çeşit
su içmiş olmalısın ki çamurlara bulanmışsın.
Bir başka şarabın sarhoşusun; aklın başında değil, pek bönsün;
mademki ona gönül vermişsin, yürü, artık rahatın, huzurun yok senin.
* Yürüyüp giden hazine gönlündedir; o hazinenin üstünde de şu
balçık var. Tutalım, görmemişsin; işitmedin de mi?
Gözün ağarıp görmemesi neden? Nefsin, kızgınlığın tesirinden; ilaç
diye dövülmüş yeşim taşını nasıl verir, sürme diye nasıl çekersin?
Canın, zevâli olmayanın bakışıyla teyellenmiş; iş böyleyken sen
tutmuşsun, güneşin ışığını balçıkla sıvamışsın.
Gönül definen mühürlenmiş, şu ciğerin sevdalara maden kesilmiş; a
açgözlü obur, niceye bir karnını doyurma hevesinde yelip y ortac aksın?
Şu aşk çarpıntın, Şemseddin’in tesiriyledir; şu
yetiştirip geliştirdiğin baht, Tebriz’den gelmededir.
CXVI
A arslan yürekli, yüzlerce
arslanlıklar göstermiş, erlikler etmişsin; bağışta, lûtufta güneşten bile
öndülü almışsın.
Gözünü kapa da bir kere daha
merhamet et; Tanrı’ya and içmişsen dön o anddan, boz o yemini.
Bir bak da gör, sen, şu öfkede,
şu savaşta ayak diredikçe, düşmanlar ellerini çırpıyor.
A benim canım, gönlün kime
akmada, söyle de yoluna toprak olayım onun; kendisini adam say dığın kimse, ona
kul köle olayım ben.
A beden, sonucu bir sıçra, bir
kendine gel, çalış, çabala; çalışıp çabalamak kutlu bir iştir, ne diye böyle
solup kalıyorsun?
Kalk, sevgiliye var, yüzünü
yerlere sür; a şeker gibi güzel do st, neden incindin de.
Canın sahibi, Tebrizlilerin
övüncü Şemseddin, şu başım senin fidanında bitmiştir; çünkü sensin onu
yetiştiren.
CXVII
A demir yürekli, meğer o demir
yüreğin bir aynaymış; aynaysa benim gönlümle çok eski bir eş do st.
Ben aynanın gönlündeyim, ayna
benim gönlümde. Beden de kim oluyor? Dün, evvelki gün meydana gelmiş biri
ancak.
Hoca, neden böylesin? Din aşkı
senden kaçıp duruyor; çünkü seni hep evvelsi günkü Ahmed görüyor.
Seçilmiş bir kuşsun gerçekten
de; tatlı yemler devşir; senin kuşuna ta Çin’den yem geldi.
Tanrı arslanısın, Tanrı sana
erkek arslan adını verdi; iş böyleyken ne diye tuttun da bir maymunla solukdaş
oldun?
Beden şekline bakma, o şekli
görme; senin
lâyığın değil o; fakat bâzı
kere padişah da tutar, bir yün hırka giyer.
Aklını başına devşir de gönlünü
bir uğurdan sevgilinin eline ver; ver de gönlün hasede, kine düşüp çürümesin.
Güzel bir hale gelen, boyuna
aşk arayan gönül yok mu? Böyle gönüle Turusîna’nın gönlü bile yaygı kesilir, ay
aklarının altına döşenir.
O şerbete susamışsın, o vuruş
yaralıyor, hasta ediyor seni; bu gurbetteyken adamakıllı inanç o lamaz sende.
Akıl şekere benzer, şekillerse
kamışa. Anlamlar şaraptır tıpkı, harflerse şarap küpü.
Gelin güzel olmadıkça, süsüyle
püsüyle, atlastan yapılmış, y ahut altın işlemeli elbisesiyle gözlere hoş
görünemez; gönüller bunlarla hoşlaşamaz.
Mademki şu dünyadan geçip can
meyhanesine gitmiyorsun; şarap yerine tatsız tuzsuz tarhana çorbası içedur.
Beden evini bir bağ, bir gül
bahçesi haline sok; gönül bucağını, bir cuma mescidi haline getir.
Böylesine kişiye her solukta
bir güzel görünür; o tek gören kişiye her solukta bir güzel gelir, tabak
içinde, görülmemiş bir badem helvası sunar.
Sus, su kuşuna deniz hikâyesi
söyleme; erliği olmayan padişaha kızoğlankızı ne diye sunarsın?
CXVIII
Canımız bir köşktür; bir tepe,
bir yıkık yer değil. Solukdaşımız sevgilimizdir bizim, özü, soluğu yabancı olan
biri değil.
Gönül yolu korkunç bir çölden
geçer; yürekli bir er, erkek bir Rüstem olmayan kişi nerden varacak oraya?
Oraya varacak kişinin gönlü,
düşmanı yıkan, bedenini besleyen bir gönül olmamalı; kendini yıkıp alt eden,
sevgiliye âşık olan bir gönül olmalı.
Böylesine kişinin bedeni,
mezarın toprağıyla örtüldü, yeraltına gitti mi, o bedenden tohum nasıl baş
verir yücelirse, tıpkı onun gibi kabul ediliş ağacı yükselir, boy atar.
Işıklı bir gönül ehlinden başka
kimdir o ışığa âşık olan? Pervanenin gönlünden başka nedir o mumun sınadığı
şey?
Rûhullah’a ferahlık veren, onu
yaylalara salan, ancak Rûhü’l-Kudüs’ün cilvesidir; çünkü Güneş bile ona ancak
bir bekâr evidir; Güneş’i bile görmez, ona bile bakmaz o.
CXIX
Perinin Süleyman’ın tapısında
saf kurmasına şaşılmaz; sen asıl o perinin huzurunda Süleyman’ın saf kurup
dîvân durmasını seyret.
Öyle bir peri ki yüzünün
nurundan insan melek kesildi; peri zahmetten, illetten kurtuldu, derman bulma
gamından halâs oldu gitti.
O perinin geliştirmesiyle
insanın gözü açıldı; o perinin yüzünden melek de cam incisini buldu,
şeytan da.
Bizlik, benlik temizlendi; erlik suyu kurudu; peri insan oldu,
insan peri kesildi.
Tebriz’in de, canın da övüncü, can gözü Şemseddin’in yüzünün aksiyle
peri neşelendi, candan da neşeli bir hale geldi.
CXX
(s. 267) Her solukta soldan sağdan aşk sesi geliyor: Biz çayırlığa
çimenliğe gidiyoruz, kim seyretmek ister?
Evde oturma zamanı geçti; bağa bahçeye gitme zamanı geldi;
kutluluk sabahı ağardı, buluşma, kavuşma vakti geldi çattı.
A sahip-kıran padişah, şu ağır uykudan uyan; devlet, ikbal atını
sür; kavuşma nöbeti artık bizim.
Vefa davulunu çaldılar; gökyüzünün yolunu süpürdüler; sizin
zevkiniz, neşeniz artık peşin; y arın ödenecek veresiye alışveriş nerde kaldı?
Rum el uzattı da gece
Zenci’sini bozguna uğrattı. Yüceler âlemi de, aşağılık âlem de aparı, parıl
parıl parlamada.
Ne mutlu ona ki şu renkten,
kokudan kurtuldu; çünkü canda, gönülde, bu renkten, bu kokudan başka daha ne
renkler var, ne kokular var.
Şu balçıkta bir kimya
tezgâhıdır kurulmuş amma gene de ne mutlu balçıktan kurtulan cana, gönüle.55]
CXXI
Hekim gene Eyyub’un kapısından
içeriye girdi; gene Ken’an Yusuf’u geldi, Yakub’una kavuştu.
Gönül, sevgilisinin bulunduğu
yere gitmek için evini barkını bıraktı; fakat bir de baktı, gördü ki
sevgilisinin evi barkı meğer gönülmüş.
Gönül yok oldu da, kendi
kendini isteyen de benim, istenen de ben sözünün anlamı anlaşıldı, açığa çıktı.
* Şükürler olsun, îsa erişti de
Âzer’imiz dirildi; şükürler olsun ki Mûsa mucizesini gösterdi.
Şükürler olsun ki Mûsa,
Firavun’a uyanların hepsinden kurtuldu; şükürler olsun ki âşık, sevgilisinin
yanı başına geldi, kuruldu.
Şükürler olsun ki aşk güneşi
doğudan doğdu, parladı; ateşini, coşkunluğunu gönüllere, canlara saldı.
Şükürler olsun ki gayb sâkîsi
bütün ayıpları şarap la yıkadı. Şükürler olsun ki dileyen, gönlünü ezen gamdan
kurtuldu gitti.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar